Siyâsal-demokratik-sivil-kültürel
Transkript
Siyâsal-demokratik-sivil-kültürel
HÜR TEFEKKÜRÜN KALESİ Aylık Siyaset, Strateji ve Toplum Dergisi TEMMUZ 2016 YIL 10 SAYI 116 haber 20 TL www.haberajanda.com.tr NESRİN ÇAYLI Bosna soykırımının mimarları ve vahşetlerini gizleme makyajları HÜSEYİN YORULMAZ İzzetbegoviç-Erdoğan buluşmasının son perdesi CÜNEYT AKAR Başbakan yeni, Başkan ve hedef aynı PROF. DR. SERHAT ATABEY Çaplı ana muhalefet ihtiyacı hâd safhada! SABRİ ÖĞE Tarım Bakanımız bizi duyar mı? AHMET FİDAN Haçlı seferleri PKK maskesiyle devam ediyor MEHMET ZİYA ÜSKÜDARLI Bayramın bereketi FATİH BAYHAN Almanlarla ittifak etmeseydik Ermeni tehciri olmazdı! M. FATİH ÖZTARSU Ermenilerden Almanya’ya Nazi selâmı AHMET YOZGAT Sünnî blokun “Kösem”i Türkiye mi, Mısır mı, Suudî Arabistan mı? METİN KÜLÜNK Derin manifesto: İstanbul aklı MÜZEYYEN TAŞÇI Ermeni Soykırımı(!) PROF. DR. BÜNYAMİ ÜNAL Küçük Albert Deneyi DOÇ. DR. BÜLENT KARA Bayramda barış M. SELÇUK BAYINDIR Ağlayan tebessümlerde son çığlık RECEP TAYYİP ERDOĞAN MEHMET ŞEKER Üst aklın numarası bitmez! S. SERVET HOCAOĞULLARI Erdoğan sonrasını öne almak - Önü alınamayan (AK) parti içi arayış - Siyâsal-demokratik-sivil-kültürel İslâm’ın Truva Atları Yayınları RAMAZAN BAYRAMIMIZ MÜBÂREK OLSUN! H ER türlü nimet ve imkânın bahşedildiği ülkemizde, birlik, beraberlik ve istikrar şuuru ile girdiğimiz Şehr-i Ramazan hitama erdi ve imsak ile iftar arası çıktığımız nefs terbiyesine dair yolculuğumuz bayramla neticelendi. Sabır yolculuğu Ramazanı, şükür vesilesi Bayramı ikrâm eden Rabbimize hamd-ü senâlar olsun. Mübârek Ramazan Bayramı ülkemiz, milletimiz, devletimiz ve dünya Müslümanları için hayra, huzura, birlik, dirlik ve beraberliğe vesile olsun! Mümtaz yazarlarımızın, müstesnâ okurlarımızın Bayramını kutluyor; nice bayramlara birlikte çoğalarak erişmeyi diliyoruz. *** “Ey Rabbimiz, farz kıldığın ibadetler ile hayatımızı tezyin ederek ülkemizde din kardeşliğimizi tesis edebilmeyi, bölünmelere uzak beraberliğe yakîn olabilmeyi, uzak coğrafyalarda yaşayan Müslüman kardeşlerimizin ıstırabına teselli olabilmeyi, İslâm dünyasında “İnnemel mü’minune ihvatün” Ayet-i Kerimesi gereğince bütünleşebilmeyi nasip buyur! Devletimize, mazlûm din kardeşlerimizi zalimin zulmünden koruyacak kudret, erk ve dirayet nasip eyle! ‘Ki, güneş Doğu’dan batmadan, Batı bataklığında boğulsun! İslâm güneşi yurdumuzdan doğsun! (Âmin!)” HABER AJANDA temmuz 2016 1 haberajanda İçindekiler SAYI: 116 // TEMMUZ 2016 KAPAK HABER AJANDA Siyâsal-demokratik-sivil-kültürel İslâm’ın Truva Atları 30 Kendisini “muhafazakâr demokrat” olarak tanıtan, öyle algılanmak isteyen ve “Biz İslâmcı bir parti değiliz” ısrarında olan AK Parti, 14 yıllık iktidarı boyunca tüm çaba ve târif ısrarına rağmen, “sözde muhafazakâr, özde İslâmcı” yaftalamasından kurtulamadı. Çünkü “siyâsal İslâm” ve her türlü tercümesi, Batı tarafından kullanılan bir Truva atı etkisi ile kullanılıyordu. 8 MEHMET ŞEKER Türkiye için yeni oyunlar Biz bu filmi çok gördük ve bütün oyuncuları tanıyoruz. Figüranları bile ezberledik. Apaçık görünen o ki, haritaları yeniden çizmek istiyorlar. Bunu beyân etmekten de çekinmiyorlar. Haklılar… Aradan yüz yıl geçti, eskidi. Doğrusu biz de aynı fikirdeyiz: Haritalar değişmeli! Fakat onların istediği gibi değil, bizim istediğimiz şekilde… 14 METİN KÜLÜNK Derin manifesto: İstanbul aklı Yüz yıllık bir demokrasi birikimi, 150 yıllık bir anayasa tarihçesi, 700 yıllık bir sosyolojik deneyime sahibiz. Dolayısıyla bütün bunları birleştirmeliyiz. Demokrasi, anayasa ve sosyolojik anlamdaki birikimine rağmen idârî model zaaflarıyla dolu Ankara’nın neden aynı hantallıkla yaşamını sürdürmesi gerektiğinin savunulmasını anlamış değilim. 24 S. SERVET HOCAOĞULLARI Erdoğan sonrasını öne almak Arınç gibi sadece “liderlikte eşitler” gündemi üzerinden “Erdoğan’dan izin almadan da ben konuşurum!” demek değildir mesele. Mesele, Erdoğan’ı “eşitler arasında öndeki sorumlu” diye analiz ederken, “Sana düşen eşit sorumluluk adına ne yapıyorsun?” noktasında konuşmaktır. 8 38 M. SELÇUK BAYINDIR 14 24 Ağlayan tebessümlerde son çığlık RECEP TAYYİP ERDOĞAN Kafes gibiydi dünya, mahpus gibiydi. Bir adam, başını dayamıştı gölge gömülü duvarlara, monşer höpürtülerinden diplomasi damıtıyordu. “Şey” bile sayılmayanların çığlıkları tokat gibi patlıyordu suratında âdetâ; zira onları ancak o duyabiliyordu. 72 NESRİN ÇAYLI 38 2 72 temmuz 2016 Bosna soykırımının mimarları ve vahşetlerini gizleme makyajları Vişegrad’ın tam ortasından geçiyor Drina. Bir zamanlar kızıla boyanmış yüzünde hâlâ bir hüzün saklı; kendi kendini kandan arındırmanın yorgunluğu var akışlarında... 5 6 8 10 14 16 20 24 29 30 38 46 56 58 61 62 64 68 EDİTÖR M. SERHAT BIÇAK Dil tutulması AYIN OLAYI “Kutlu yürüyüşe devam!” MEHMET ŞEKER Ayın Yorumu - Türkiye Üst aklın numarası bitmez! Türkiye için yeni oyunlar SELÇUK KAYIHAN Türkiye Ajanda METİN KÜLÜNK Perspektif Derin manifesto: İstanbul aklı ÖMER BEKİR SADIK Dünya Ajanda ULUĞ BAYINDIR Medya Ajanda SEDAT SERVET HOCAOĞULLARI Erdoğan sonrasını öne almak -Önü alınamayan (AK) parti içi arayışCÜNEYT AKAR Başbakan yeni, Başkan ve hedef aynı KAPAK / HABER AJANDA Siyâsal-demokratik-sivil-kültürel İslâm’ın Truva Atları MUHSİN SELÇUK BAYINDIR Ağlayan tebessümlerde son çığlık Recep Tayyip Erdoğan AHMET YOZGAT Sünnî blokun “Kösem”i Türkiye mi, Mısır mı, Suudî Arabistan mı? PROF. DR. SERHAT ATABEY Çaplı ana muhalefet ihtiyacı hâd safhada! SABRİ ÖĞE Tarım Bakanımız bizi duyar mı? AHMET FİDAN Haçlı seferleri PKK maskesiyle devam ediyor DOÇ. DR. BÜLENT KARA Bayramda barış YUSUF KEMAL BOZOK O gelmeden önce Câhiliye Cezire’si MEHMET ZİYA ÜSKÜDARLI Bayramın bereketi AHMET YOZGAT HÜSEYİN YORULMAZ Sünnî blokun “Kösem”i Türkiye mi, Mısır mı, Suudî Arabistan mı? İzzetbegoviç-Erdoğan buluşmasının son perdesi 46 1923 tarihi hem İran, hem de Türkiye için mühim. Zira bu tarihte, İstanbul’u başkent ilân eden Osmanlı Hanedanlığı da, Tahran’ı başkent ilân eden Kaçar Hanedanlığı da son noktayı koymuştu. Garip! Her iki devletin son hükümdarları aynı tarihte, aynı ülkeye ve aynı kasabaya sürgün edilmişlerdi: Vahdettin Han ile Ahmet Şah, kalan ömürlerini İtalya’nın San Remo şehrinde ve komşu olarak geçirdiler. Hatta dost oldular ve sohbetlerini Türkçe olarak yaptılar. Çünkü her ikisi de Türk soyluydu. 72 NESRİN ÇAYLI Bosna soykırımının mimarları ve vahşetlerini gizleme makyajları 74 HÜSEYİN YORULMAZ İzzetbegoviç-Erdoğan buluşmasının son perdesi 79 MÜZEYYEN TAŞÇI Ermeni Soykırımı (!) 80 MEHMET FATİH ÖZTARSU Ermenilerden Almanya’ya Nazi selâmı 82 FATİH BAYHAN Yine, yeniden Ermeni meselesi Almanlarla ittifak etmeseydik Ermeni tehciri olmazdı! 84 MUHAMMED NAİM NAİMİ Kabil, Taliban ve mahrem ayında terör 86 MİR KÂMİL KAŞGARLI Doğu Türkistan’da oruç yasağı ve nedenleri 90 ZEHRA ULUCAK Afrika’nın can damarı: Nil 94 LOKMAN AYVA Bir şerden bir hayır 96 CEMAL CEYLAN Eskinin ötekisi olarak kadınlarımız ve çocuklarımızın Türkiye için önemi 97 NADİRE ÇAMLI YILDIRIM Gündemden uzak 98 SEYDAHMET KARAMAĞRALI Şuubiye’den Kandil katillerine Körükdar ve ateş 100AYTEKİN ATASOYU Dijital yaşamın kıskacında gelişen dijital duygular ve insan 102 PROF. DR. BÜNYAMİ ÜNAL Küçük Albert Deneyi 104 YEŞİM TONBAZ Senaryodan kıyamete: En büyük beyazperde 107 ABDULHAMİT GÜLER Değişmeyen bir deri: Hakîkati diri diri gömen bildiri 108SUNGUR İNCİ Kitap Ajanda 112AHMET YOZGAT Karikatür 74 Aliya, kendisini hep bir evlâd-ı Fâtihân ve Osmanlı torunu olarak gördü. Bosna’yı da Balkanların batı ucunda kalmış bir Osmanlı toprağı... Onun için İstanbul’dan, Fatih Sultan Mehmed’in türbesinden toprak getirilip mezarına serpilmesi, köklerinin yaslandığı yeri göstermesi bakımından büyük bir anlam ifâde etmektedir. Düşmanlarını çatlatırcasına, bütün dünyaya karşı “Ben beş asırlık, böylesine muazzam bir mîrasın üzerinde oturuyorum!” demektir bu. 29 58 68 56 61 82 CÜNEYT AKAR Başbakan yeni, Başkan ve hedef aynı SABRİ ÖĞE Tarım Bakanımız bizi duyar mı? Benim 2023 hedefim, Erdoğan’ın önüme koyduğu hedeftir. Türkiye’nin ekonomik, siyâsî ve askerî olarak dünyanın çatısında var olduğunu görmek istiyorum. Bunu bana yaşatabilecek kişininse Erdoğan’dan başkası olmadığını artık daha iyi görüyorum! 29 PROF. DR. SERHAT ATABEY Çaplı ana muhalefet ihtiyacı hâd safhada! İktidar partisine karşı gösterilen tepkiler anlaşılabilir, çünkü memlekette ne olup bitiyorsa faturanın kesileceği mercidir. Hâllerinden memnun olmayanlar, gidişatı iyi görmeyenler, iktidar partisinden muhalefete sığınırlar ve ondan bir alternatif ortaya koymasını beklerler. Ancak ülkemizdeki ana muhalefet partisinin öyle uygulamaları var ki, insanlar iktidar... 56 Bu problemin çözümü şarttır! Yok sayarak, erteleyerek yahut palyatif tedbirlerle geçiştirerek ancak kendimizi kandırmış oluruz, millet fukarâlıktan kurtulamaz, 2023’ler, 2071’ler hayâl olur. Tarım Reformu Genel Müdürlüğü, yıllardır duyarız, güya arazi toplulaştırması yapıyormuş… Bugüne kadar ülkenin yüzde kaçını toplulaştırmış ve acaba kaç yıl sonra tamamlayacakmış?! 58 AHMET FİDAN Haçlı seferleri PKK maskesiyle devam ediyor Otuz beş yıldan beri birliğimizi, varlığımızı, bütünlüğümüzü tehdit eden, kandan beslenen PKK, hangi ad, hangi isim, hangi kimlikle anılırsa anılsın bir “Haçlı hareketi”dir. Amacı, niyeti ve öncelikli hedefi, Anadolu’dan İslâm’ı ve Müslümanları yok ederek Haçlılara hizmet etmektir. 61 MEHMET ZİYA ÜSKÜDARLI Bayramın bereketi “Seninki benden kara” dediğiniz anda, kendi “dibinizin zaten kara” olduğunu kabullenmiş oluyorsunuz! İki yüz küsur devletin parlamentosu münferiden böyle bir karar çıkarsa ne olur? Almanya için neler kabul edildi de ne oldu? Herkes “das auto”ya binip binip geziyor… Biraz sakin olun, akl-ı selim ile hareket edin! 68 FATİH BAYHAN Almanlarla ittifak etmeseydik Ermeni tehciri olmazdı! Bu karar, Almanya’nın Türkiye’yi, dolayısıyla Tayyip Erdoğan’ı siyâsî olarak sıkıştırma hamlesi olarak tarihe geçti. Ancak Tayyip Erdoğan bu hamleyi Bismarck’ın politikasıyla Merkel’e iade ederse hiç şaşırmayın! Zira mesele tehcirse ve Türkiye’yi suçlamaksa, bunu yapabilecek en son ülke Almanya’dır! Çünkü o kararda Alman... 82 temmuz 2016 3 Sayı: 116/ Temmuz 2016 İMTİYAZ SAHİBİ YAYIN KURULU BAŞKANI AJANDA GRUP BAŞKANI YAYINLAR GENEL YÖNETMENİ YAYINLAR GENEL SANAT YÖNETMENİ GENEL KOORDİNATÖR TANITIM VE İLETİŞİM KOORDİNATÖRÜ GENEL YAYIN YÖNETMENİ SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ İNTERNET SAYFASI EDİTÖRÜ REKLAM ABONE ve DAĞITIM KOORDİNATÖRÜ GÖRSEL YÖNETMEN GRAFİK TASARIM FOTOĞRAFLAR BALKANLAR TEMSİLCİLİĞİ MAKEDONYA TEMSİLCİLİĞİ BASKI Yavuz Selim [email protected] Müzeyyen Selim [email protected] Doç. Dr. Sinan Canan [email protected] Nesrin Çaylı [email protected] Erkan Oğur [email protected] Ömer Faruk Arlı [email protected] Mehmet Serhat Bıçak [email protected] A. Levent Şahsuvaroğlu Ömer Bekir Sadık [email protected] Bige Canan [email protected] Ahmet Oğuz [email protected] Aykut Koçoğlu [email protected] Aktüelya İlker Kırmızı / Anadolu Ajansı / 123RF Serkan Selim Dilek / Bravadziluk 8/71000 Sarajevo Bosnia and Hercegovina Ofis Tel : 00 387 33 225526 Cep : 00 387 62 225526 Salih Utaş / Gradište 97, Üsküp Skopje - Macedonia Ofis Tel : 00 389 23 220337 Cep : 00 389 70 451737 TŞOF Trafik Matbaacılık A.Ş. Sincan Org. San. Böl. Prof. Dr. Orhan Işık Cd. No: 3 Sincan - Ankara Tel: (0.312) 267 08 97 BASKI TARİHİ Temmuz 2016 İDARİ ADRES Bahçelievler Mah. Başkent Sitesi 164. Cad. 28/33 Gölbaşı / Ankara Tel: (0.312) 380 90 92 Fax: (0.312) 380 44 70 ISSN 1306-5742 Haber Ajanda , Aktüelya Basın Yayın ve Reklam Tic. Ltd. Şti. tarafından T.C. yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır. İsim ve yayın hakları Aktüelya Basın Yayın ve Reklam Tic. Ltd. Şti.’ne aittir Dergide yayınlanan malzemelerin her hakkı saklıdır. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, ilanların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir. Dergimiz haber ahlak ilkelerine uyar. ABONELİK Yurtiçi bir yıllık (12 sayı) abonelik 240 TL, kurum ve kuruluşlar için abonelik 480 TL. Kıbrıs için 280 TL. Avrupa 180 €, Amerika 250 $... HESAP BİLGİLERİMİZ Aktüelya Basın Yayın ve Reklam Tic. Ltdi Şti. Vakıfbank Ankara Meşrutiyet Şubesi Hesap (IBAN) No: TR 1200015 0015 8007 287367226 Posta çeki Hesap No: 5315328 4 temmuz 2016 Abone bildiriminiz için [email protected] e-mail adresine veya 0 533 165 39 82 GSM numarasına mesaj bırakabilirsiniz. 0 312 380 44 70’e faks çekebilirsiniz veya 0 312 380 90 92’yi direkt arayabilirsiniz. haberajanda Okur Platformu [email protected] Satanı satmak(!) T ERK edilmek, delikanlı adama çok koyar. Hani terk etme de çek vur, daha iyi! Neden terk edildiğini sorma ona? Anlatacağı, onu terk edenin en âdî alçaktan daha alçak olduğudur. >> Onu terk eden, mutlaka onun aşkına ihânet etmiştir. Yani hâindir aynı zamanda… Kimse terk edenin neden böyle bir eylemde bulunduğunu sormaz? Zaten terk edilenin yanındakilerdir ona alçak ve hâin muamelesi yapanlar. Zira biricik ahbapları terk edilmiştir onun tarafından. Öyleyse terk eden, kötü bir kimsedir… Yıllar önce Şehit Muhsin Yazıcıoğlu ile bir grup arkadaşı, dâvâlarından değil, içinde bulundukları partiden ayrılarak yeni bir siyâsî parti kurdular. Adı “Büyük Birlik Partisi” oldu. Şehit Muhsin Başkan, o günlerden şehâdetine dek kendisi için atılan “Muhsin nerede, biz oradayız!” şeklindeki slogana karşılık hep şu cevabı verdi: “Hayır! Hak neredeyse, siz de orada olun!” Şehit Lider ve yanındakiler, ayrıldıkları siyâsî partinin mensupları tarafından yıllar boyunca “hâin, alçak, satılmış” etiketiyle yaftalandılar. Çünkü bulundukları yapıyı “terk etmişlerdi”. BBP’li herkes, MÇP ve MHP mensubu olan herkes tarafından bu etiketlerle karşılandı: “Hâin, alçak, satılmış”… Hâlbuki basit cebir mantığı, bu durumun öyle de, böyle de doğru olmadığını gösterir. Zira BBP’li olan herkes, eski MÇP ve MHP’li değildi, şu an da değildir. Ancak BBP’liler bu yaftadan hiçbir zaman kurtulamamışlardı. Ne zamanki Kutlu Muhsin şehâdet şerbetini içti, MHP, Muhsin Yazıcıoğlu’na iâde-i îtibar ederek Bahçeli ağzıyla “Demokrasi Şehidi” dedi de Ülkü Ocakları, tarihçesinde anlatmadan geçtiği Yazıcıoğlu’nu anlatır hâle geldi. Böylece MHP’liler, BBP’lilere “hâin, alçak, satılmış” deme pozisyonunu kısmen kaybettiler. BBP, 23 yıllık tarihi boyunca birçok insanı bünyesinde barındırdı. Bunlar içerisinde DYP, ANAP, IDP, RP (FP ve AK Parti) ve hatta kendilerine daha önce “hâin, alçak, satılmış” olarak bakan MHP mensubu kimseler de vardı. Hâlâ var. Yani teşkilat, hiçbir zaman aynı isimlerle kalmadı, sürekli hareket hâlindeydi. Zaten böyle olması da gerekir. Büyümesi için yeni yüzlerin, yeni isimlerin katılması gerekir partiye. Kutlu Başkan’ın şehâdetinden birkaç yıl sonra Mustafa Destici “de” BBP Genel Başkanı oldu. Destici ile birlikte teşkilat bünyesindeki isimler ve yüzler daha da değişti. Partiden gidenler oldu. Yani bazı kimseler “bizim delikanlıyı” terk ediyorlardı. Bu terklerle birlikte BBP’nin içinde bulunanlar, gidenler hakkında “hâin, alçak, satılmış” etiketlerini kullanmaya başladılar. BBP’liler de MHP’liler tarafından bu etiketlerle anılıyorlardı. Yani BBP’liler, MHP’lilerin yaptıklarını yapmaya başladılar. Ancak burada basit cebir mantığı devreye giriyor: Nasıl BBP’ye katılanların tamamı MHP’li değillerse, BBP’den ayrılanların tamamı da yalnız BBP’li değiller. Elbette teşkilatta yaşanan bu devinim, “hâin, alçak, satılmış” etiketini kullananların da “anadan doğma BBP’li” olmadıklarını gösteriyor. Bugünlerde eski BBP’lilerin ne hâinliğini, ne de kahpeliğini bırakanların, zamanında kendilerine yapılmasından hoşnut olmadıkları etiketlemeleri şimdi kendilerine göre daha eskiden BBP’de siyâset yapmışlar için kullanmaları ne kadar ilginç! Yine ilginçtir ki, maalesef şu an BBP’de siyâset yapanların “hâin, alçak, satılmış” olarak etiketledikleri kimseler “sadece AK Parti’ye katılanlar”dır. Oysa bugün Türkiye’de siyâset yapan birçok partide, eskiden BBP bünyesinde siyâset yapan isimler vardır. Örneğin Demokrat Parti Genel Başkanı Gültekin Uysal… Kimse bu tip isimler için söz konusu etiketleri kullanmaz. (Zaten kullanmamalıdır da.) Ülkücü Hareket’te yaşanan bu sorunu (örneğin) şimdi AK Partili olmak veya Erdoğan’ı sevmekle yaşayan bizler, daha sonra burada da yanlışlar görür de tahammül edemeyip ayrılırsak, AK Partililer tarafından da “satılmış, hâin, alçak” ilân edilir miyiz? Bu ülkeyi seven ve bu ülkede hakkıyla siyâset yapmak isteyen herkes, dilediği yerde koşturabilir. Bu, sadece bir yöntem biçimidir. Saygı duyalım! (Uğur Yeşil/ Malatya) haberajanda Editör Dil tutulması R AHMET Peygamberi Habîbullah Muhammed Mustafa Efendimizin (sav) şu hadîsiyle başlayalım bu aya: “Her kim Allah’a ve âhiret gününe îman ediyorsa, ya hayır söylesin yahut sussun!” Mehmet Serhat Bıçak [email protected] >> Geçtiğimiz ay başlangıcını, bu ay da bayramını gördüğümüz Ramazân-ı Şerîf’in Sahibine hamdolsun! Rabbim huzur, muhabbet ve bereketiyle lütûflandırsın hânelerimizi… Her yıl Ramazan içerisinde birtakım imtihan haberleri duyarız. “İmtihan haberleri” dediysem, “KPSS gerçekleşti”, “YGS sonuçları açıklandı” türünden haberleri kastetmiyorum. Bizimkisi “Müslüman imtihanı”… Bu haberler çeşitli refleksleri ölçmeye yöneliktir. Mesela yabancı bir müzik grubunun ülkemize gelip konser verdiğini, bu konserde alkollü içkilerin tüketildiğini, bu durumdan güya haberdar olup konserin verildiği mekânı basanların müzisyenleri ve konseri takip edenleri tartakladıklarını öğreniriz bu tür haberlerde. Veya eşcinsellerin yürüyüş yapmak istediklerini ve hatta bu eylemin niteliğini “onur” diye bellediklerini duyarız. 2009 senesiydi… Alperen Ocakları üyesi kalabalık bir grup, dünyaca ünlü piyanist İdil Biret’in Topkapı Sarayı avlusundaki konserini basmıştı. Problem, Mukaddes Emânetler’in bulunduğu mekânda minderlere yayılıp şarap tüketilmesiydi. O günlerde Alperenler öyle tepkiler aldı ki, Genel Başkan Abdullah Gürgür, o günkü Topkapı Müzesi Müdürü Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın araya girmesi üzerine İdil Biret’le buluşmuş, hâdiseden dolayı özür dilemişti. O günlerde televizyon programlarına bu bahis konu edilmişti: “Topkapı Sarayı’nda avlu nerede, Mukaddes Emânetler nerede? Mukaddes olduğu söylenen yerde içki içilir mi? Ve tabiî Osmanlı pâdişahları içki içerler miydi?” Söz, dönüp dolaşıp Alperenlerin yaptığının hoş olmadığına bağlanıyordu. LGBT şeklinde anılan eşcinsel örgütlenmenin İstanbul’da bir “onur” yürüyüşü tertipleyeceğine dair haberler çıkınca, bizim millet bir duraksadı. Herhâlde şöyle düşündü herkes: “Yahu şimdi tepki versek, bu kez problemli kişi olacağız, en iyisi biraz bekleyelim! Vaktiyle böyle tepki gösterenleri nasıl da rezil etmişlerdi!” “Hayırlı iş yapmak” veya “hayrı konuşmak” husûsunda sahip olunan algıyı değerlendirince, hayırlı işten maksatla evliliği, hayrı konuşmakla da terbiyesiz kelimelerin kullanılmadığı naif cümleleri belleyen bizler, hayır konuşmakla susmak arasındaki terâziyi elden kaçırmış olduk. Alperen Ocakları’nın LGBT yürüyüşüne dair gösterdiği refleksi bu kez genel îtibâriyle alkışlayan toplum, aynı çocukların daha evvel gösterdikleri refleksleri acaba anlayabilmiş miydi? Biret’e gösterilen tepkiyi haklı bulduğum için söylemiyorum bunu, tepki ve refleks noktasında hâlâ zihniyet yetersizliğine sahip olduğumuz için vurguluyorum. Zira Alperenleri destekleyen BBP dışındaki diğer parti üyelerinin veya vatandaşların üzerinde durdukları iki ortak cümle vardı: Birincisi, “Aynı tepkiyi AK Partililerden bekliyoruz!” şeklindeydi; diğeriyse “Ramazan’da olacak iş mi bu? Helâl olsun Alperenler!” biçiminde… Ya hayır konuşacak yahut susacak îman sahiplerinin arayıp da buldukları şey ne tuhaf! Hem susmayı yeğliyorlar, hem de birilerinin tepki göstermesini… Ve acı olanı şu: Ahlâksızlığın Ramazan’da yapılanına tahammül edemiyorlar. Demek ki diğer aylarda olsa neyse… Bu problemi devlet ricâlinde yaşamaksa en üzücü olanı… Cumhurbaşkanımız özellikle uluslararası konuşmalarında öyle bir konuşuyor ki, vurduğu yerden ille de ses geliyor. Peki, onun yanında olduğunu iddia edenlerden nasıl sesler çıkıyor? “Şimdi ne olacak?” diye bekleyip ne olacağına göre pozisyon almak, îman sahibi kimsenin işi değil! Konuşmasında da, susmasında da hayır olanların yanında olmak üzere, hayırlı bayramlar! temmuz 2016 5 AYINOLAYI Ayın Olayı “Kutlu yürüyüşe T ÜRKİYE’nin son 14 yılı, AK Parti iktidarlarıyla şekillendi. Elbette bu iktidarların biricik sahibi millî irade… Onun gösterdiği teveccüh, yalnız bir aralık dışında hep artarak ilerledi. Bu noktada muhatap aldığı en öncelikli kanalın adıysa “Recep Tayyip Erdoğan” oldu. >> Millet onu sevdi, iradesini onunla ortaya koymayı âdetâ benimsedi, onun işaret ettiği yöne bakmaktan yüksünmedi, bedeli neyse ödemeye dahi râzı oldu. Zira Erdoğan da hep milletten oldu, milletin işaret ettiği yöne baktı, bedel ödemekten çekinmedi. Türkiye, ilk AK Parti iktidarını, başında Abdullah Gül’ün olduğu bir kabîne ile yaşadı. “Muhtar bile olamaz” denen Erdoğan’ın partinin başında olmasına rağmen vekil olamayışı milleti üzmüştü. Öyle ya, başta belirttiğimiz gibi millet, iradesini onun şahsında göstermişse de hukuksuzluğun hukuku buna izin vermiyordu. Köhnemiş Anayasa’nın köhnemiş sistemi, köhnemiş kanunlar ve köhnemiş kurumlarla doluydu zira. Daha sonra bu engel aşılınca, millet bile isteye reyini vererek başta görmeyi arzuladığı lidere kavuştu. Ve bu liderlik, icrânın başının unvanı “Cumhurbaşkanı” olmasına rağmen, 2014 yılına kadar önce “Başbakan” nâmıyla yürüdü. 2014’ün 10 Ağustos’unun ardından AK Parti, liderinin, kurucu Genel Başkanı’nın ardından yeni bir Genel Başkan seçmeliydi. Ahmet Davutoğlu, olağanüstü olarak tertiplenen ilk kongrede tek aday gösterildi ve 6 temmuz 2016 AK Parti’nin ikinci Genel Başkanı oldu. Ve takvimler, 2016 yılının 22 Mayıs’ını gösteriyordu AK Parti 2. Olağanüstü Kongresi’nin düzenlendiği günde. Parti, “Kutlu yürüyüşe devam!” sloganıyla hazırlanan konseptte yeni bir sürece girdi. Davutoğlu’nun Başbakanlık ve AK Parti Genel Başkanlığı’nı bırakmasının ardından genel temâyülle sunulan isim olan Binali Yıldırım, tek aday olarak gösterildiği kongreden Genel Başkan sıfatıyla çıktı. Ve tabiî yeni Başbakan… Yıldırım, kongrede teşkilata yönelik hitâbında şu önemli vurguları yaptı: “Recep Tayyip Erdoğan bir dâvâ adamıdır, milletin adamıdır, büyük Türkiye’nin yılmaz savunucusudur. Her zaman başımız dik, gururla, ‘Ben Recep Tayyip Erdoğan’ın yol arkadaşıyım, kader arkadaşıyım, gönül arkadaşıyım’ dedik, bundan sonra da demeye aynen devam edeceğiz. Sayın Cumhurbaşkanım, söz veriyoruz; sevdân sevdâmız, dâvân dâvâmız, yolun yolumuzdur! Biz sürekli aydınlık yarınlar dedikçe, birileri karanlıktan medet umuyor. Biz Türkiye’yi yeni baştan inşâ ediyoruz, îmar ediyoruz; birileri ise milletimizin birliğini, dirliğini, kardeşliğini, ülkemizi bölmeye çalışıyor. Şunu herkes çok iyi bilmelidir ki, yolları böleriz, ülkeyi asla böldürtmeyiz! Ekmeğimizi böleriz, Türkiye’yi böldürtmeyiz! Mesele, memleket meselesidir! Buradan milletime îlan ediyorum; bölgede yaşayan vatandaşlarımızın can ve mal güvenliği, huzuru sağlanana kadar bu operasyonlar aynen devam edecek. Vatandaşlarımıza, sivillere, güvenlik güçlerine yönelik saldırılar sona erinceye kadar bu operasyonlar devam edecek. Eli kanlı PKK terör örgütü silahlı eylemlerini sona erdirene kadar bu operasyonlar aralıksız devam edecek. Milletimiz rahat olsun, bu terör belâsını Türkiye’nin gündeminden çıkaracağız! Bu hâinlere tokadı milletimiz 1 Kasım seçimlerinde vurdu. AK Parti’nin ışığını tercih eden millet, karanlığa bir kez daha ‘Dur!’ dedi. Devlet içinde paralel devlet olur mu? Paralel yapılanmalara, bölücülere, çetelere asla ve asla prim vermeyeceğiz! Bu ülkede hâinlere asla yer olmayacak!” Salon ve çevresindeki çadırlarda yer alan bütün AK Partililerin ayağa kalkarak derin bağlılıkla dinledikleri mektupsa Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan gelmişti. Okunan mektupta şu satırlara yer verilmişti: “Cumhurbaşkanı yemini ettiğim gün AK Parti’yle hukukî bağım kesilmiş olabilir, ama sizlerle gönül bağım hiçbir zaman kesilmedi, inşallah hiçbir zaman da kesilmeyecek. Önümüzdeki dönemde yeni anayasa ve yeni yönetim sistemi arayışları çerçevesinde Cumhurbaşkanı ile siyâsî kadrosu arasındaki iklimi olumsuz etkileyen bu çarpık uygulamanın giderileceğine inanıyorum. Yakın siyâsî tarihimizin en önemli demokratik olgunluklarından biri olarak değerlendirdiğim AK Parti 2. Olağanüstü Kongresi’nin başarıyla geçmesini diliyorum. AK Parti kadrolarının teveccühüyle seçilecek yeni Genel Başkan ve parti yönetim organlarında sorumluluk üstlenecek arkadaşlarımı şimdiden tebrik ediyorum. Kurulduğu günden beri kaderi ülkenin ve milletin kaderiyle özleşen AK Parti için bu kongreyi hizmet yarışında bir devir teslim ânı, güç ve motivasyon tazelenmesi olarak görüyorum.” Eski Genel Başkan Ahmet Davutoğlu ise, 2. Olağanüstü Büyük Kongresi’nde bir vedâ konuşması yaptı. Davutoğlu, “Yeni bir kongrede karşınıza çıkmak, milletin vicdanında rahatsızlık Haber Ajanda devam!” yarattı” şeklindeki değerlendirmesiyle dikkat çekti. “Kurucu liderimiz, Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’dan sonra ikinci başkan olduğum kongreye ‘vefâ kongresi’ demiştim” diyen Davutoğlu, ahdine sâdık kaldığını, ülkenin ve milletin hukukunu koruduğunu belirtti. Davutoğlu’nun konuşmasının en afallatıcı kısmı şöyleydi: “Milyonlarca dâvâ arkadaşımızın birlik ve beraberliğini koruduk. 7 Haziran ile 1 Kasım seçimleri arasında bir seçim hükûmeti tecrübesini yönettik. Kaos bekleyenlere zerre prim vermedik. Milletimizin 7 Haziran mesajını aldık ve gereğini yerine getirdik, 1 Kasım seçimlerine ülkemizi götürdük. Yüzde 49,5 oy ile en büyük seçmen desteğini kazanan partimizi yeniden iktidara taşıdık.” Binali Yıldırım’ın Genel Başkan seçildiği kongreden yep- yeni bir Merkez Karar Yürütme Kurulu çıktı. Eski listeye göre yarı yarıya değişen kurulca alınan kararlara göre Merkez Yönetim Kurulu üyelikleri şöyle dağıldı: Genel Sekreter Abdülhamit Gül, Siyâsî ve Hukukî İşlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Hayati Yazıcı, Teşkilatlardan Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Mustafa Ataş, Seçim İşlerinden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Ahmet Sorgun, Tanıtım ve Medyadan Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Cevdet Yılmaz, Dış İlişkilerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Mehdi Eker, Sosyal Politikalardan Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Öznur Çalık, Yerel Yönetimlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Erol Kaya, Ekonomi İşlerinden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Şaban Dişli, Sivil Toplum ve Halkla İlişkilerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Müezzinoğlu, Mâlî ve İdârî İşlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Vedat Demiröz, ArGe’den Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Nükhet Hotar, İnsan Haklarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Yasin Aktay, Çevre-Şehir ve Kültürden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Çiğdem Karaaslan. Türkiye Cumhuriyeti 65. Hükûmeti ise şöyle: Başbakan Binali Yıldırım, Başbakan Yardımcısı Nurettin Canikli, Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek, Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş, Başbakan Yardımcısı Yıldırım Tuğrul Türkeş, Başbakan Yardımcısı Veysi Kaynak, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya, Avrupa Birliği Bakanı Ömer Çelik, Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanı Faruk Özlü, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Süleyman Soylu, Çevre ve Şehircilik Bakanı Mehmet Özhaseki, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi, Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanı Berat Albayrak, Gençlik ve Spor Bakanı Akif Çağatay Kılıç, Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı Faruk Çelik, Gümrük ve Ticaret Bakanı Bülent Tüfenkçi, İçişleri Bakanı Efkan Ala, Kalkınma Bakanı Lütfi Elvan, Kültür ve Turizm Bakanı Nabi Avcı, Maliye Bakanı Naci Ağbal, Millî Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz, Millî Savunma Bakanı Fikri Işık, Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, Sağlık Bakanı Recep Akdağ, Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Ahmet Arslan. Hayırlı olsun! temmuz 2016 7 Ayın Yorumu Türkiye Biz bu filmi çok gördük ve bütün oyuncuları tanıyoruz. Figüranları bile ez- berledik. Apaçık görünen o ki, haritaları yeniden çizmek istiyorlar. Bunu beyân etmekten de çekinmiyorlar. Haklılar… Aradan yüz yıl geçti, eskidi. Doğrusu biz de aynı fikirdeyiz: Haritalar değişmeli! Fakat onların istediği gibi değil, bizim istediğimiz şekilde… Üst aklın numarası bitmez! Türkiye için yeni oyunlar V AKTİYLE Kanada’da bir tarih müzesine gitmiştik. Ülkenin geçmişiyle ilgili malzemeleri bir araya getirmiş, modern bir mizansenle sergiliyorlardı. Birkaç kalas, duvar kalıntısı, bir iki çanak çömlek vs... >> Kapalı bir salon, gösterişli bir sahne. Gâyet başarılı ışıklandırma. Koltuklara oturuyorsunuz, kulaklıklar vâsıtasıyla birkaç dilde yayın yapıyorlar. Sahnede ara sıra canlı oyuncular da görünüyor. “Osmanlı altı asırdan fazla hüküm sürmüş” ifâdesini “bir varmış, bir yokmuş” ölçeğinde ele alamayız. Altı asır ne demektir, parmak hesabıyla da içinden çıkılmaz. Koca devletin çöküşü bile iki yüz yıl civarında. Kanada’nın tarih sahnesinde rol alması daha dün sayılır. 19. yüzyılda şekillenmeye başlıyor, 20. yüzyılda oturuyor. Biz, sözünü ettiğim o tarih müzesi mantığıyla bir gösteri sahneleyecek olsak, seyircilerin aylarca koltuklarda çakılı kalması, yatıp kalkıp seyretmesi gerekir. Yine de o kadar ayrıntıya giremeyiz. O gösteriyi izlerken, aklıma İstanbul Yeni Câmi geldi. Bizde câmiler genellikle beş altı yılda tamamlanmıştır. Biraz gecikecek olsa dedikodular bile başlar. Örneği çoktur. Bir tek Yeni Câmi’nin yapımı uzun sürmüştür. 1597’de başlayan inşaat, 1665’te bitirilmiş. Hikâyesi uzun. Hepsini burada anlatamayız. Meraklısı bakar. Fakat şu tarihlere dikkat çekmek isterim: 1665’te açılışı yapılan câmi için uygun gördüğümüz ismi düşünecek olursak, tarihlerden daha önemli olduğunu görürüz. “Vâlide Sultan Câmii” demiyoruz da “Yeni Câmi” diyoruz. O tarihlerde Kanada’yla Amerika’nın ne durumda olduğunu bir düşünelim ve kıyas yapalım. Montreal’deki müzede sahnelenen gösteri, bu bilgiler ışığında fıkra gibi kalıyor. *** 8 temmuz 2016 Tarihe ilgi duyanlar için, Osmanlı tarihini okurken, ilk dönemler çok keyifli geçer. Bir yandan da Mehter sesi gelir kulağımıza. Fakat yokuş aşağı iniş başladığında, koca koca adamlar bile o kitapları elinde tutmakta zorlanır. Çok can sıkıcıdır, fenâ hâlde bunaltıcıdır. Ağır gelir. Hâlbuki o dönemleri de iyi bilmek durumunda olduğumuzu biliriz. Fakat peş peşe gelen yenilgiler, devamlı toprak kaybı, aynı anda birçok cephede savaşmak zorunda olmak bizim için işkenceye dönüşür. Bir an önce kurtulmak isteriz. Ayrıntıları tarihçilere bırakmak gerektiğini düşünürüz. Lâkin gerçeklerden kaçamayız. Osmanlı öyle ya da böyle çökmüştür. Îtiraz etsek de, davul çalıp kutlamayı düşünsek de… Çöküş yıllarında insanlarımızın genel ruh hâli muhakkak ki büyük bir karamsarlık olarak tanımlanabilir. İster yöneticiler, ister okumuş yazmış kesim, isterseniz halk açısından bakın, netîce değişmez. Bezginlik, yılgınlık, ümitsizlik… Sürekli yenilgi ve toprak kaybının ne demek olduğunu biz bugün tam olarak anlayamayız; o dönemi yaşayanlara sormalı. Hiçbiri hayatta olmadığına göre, yazdıklarına bakabiliriz. Osmanlı gücünü koruyarak devam etseydi, dünyanın bugünkü hâli muhakkak bambaşka olurdu. Ama varsayım üzerinden ne kadar gidebiliriz? “Olsa” ile “bulsa”yı ekmişler, hiç bitmiş. İşte bugünün realitesi! *** Sonrası malûm… Topraklardan geriye elimizde bir avuç kalıyor. Bir sınır çiziyorlar, adına “Misâk-ı Millî” diyorlar, onu da tam olarak koruyamıyor, gerisine düşüyoruz. Ardından tekrar işgâl ve daha da ufalan topraklar… Neyse ki işgâlcileri defetmiş, Edirne’den Kars’a elimizde tutmuşuz. Yeni bir devlet, yeni bir heyecan, ama elde avuçta kalan, koca imparatorluk ile mukâyese edildiğinde oyuncak sayılır. Kısıtlı imkânlar, düşük ve yorgun nüfus… Üretim zayıf, insan gücü zayıf… Hepsinden önemlisi, heyecan zaman içinde kaybolmuş. Büyük bir teslimiyetçilik iliklere kadar sinmiş. Dünyanın büyük devletlerine şapka çıkartır olmuşuz. Onları o kadar gözümüzde büyütmüş, o kadar yüceltmişiz ki, Batı’ya dair ne görsek hayran kalmışız. “Adamlar yapmış arkadaş!” sloganının peşine bir yenisi eklenmiş: “Bizden bir cacık olmaz!” Çöküş dönemindekinden daha büyük bir karamsarlık... Batı ülkeleri modern, ileri, müreffeh… Biz? Tu kaka! Bu ruh hâli, daha düne kadar devam etti maalesef. Yeni yeni toparlanmaya başladık. Her şeyimizle bağımlı hâle geldiğimiz Batı bizim üzerimizde öyle bir hâkimiyet kurmuş ki, içimizden Mehmet Şeker // [email protected] bazıları hâlâ gerçeği kabullenmekte zorlanıyorlar. Ambargolar, baskılar, borçlar, dayatmalar… Parasını verip aldığımız silahları bile şartlı teslim etmişler; bazen de teslimi ertelemişler. “Şurada kullanamazsın, burada kullanamazsın!” gibi komik şartlar, çocuk oyunlarında görülen, o anda îcâd edilmiş uyduruk kuralları andırmış. *** O komik ötesi oyunlara son vermeye başladığımızda, ekonomik olarak güçlenmeye geçtiğimizde, kendi silahlarımızı yaptığımızda ve hepsinden önemlisi, gücümüzü fark etme eğilimine girdiğimizde karşımıza yeni numaralar çıktı. 70’lerin ASALA’sı son buldu, o dönem iç savaş denemeleri başladı. Adı o zamanlar “anarşi” idi, fakat düpedüz gençler birbirlerini kırıyorlardı. Ardından PKK baş gösterdi. Şimdi onun belini kırma noktasına yaklaştık, başımıza yeni belâlar sarmaya başladılar. Son yüzyılın teslimiyetçi kafa yapısı tamamen kaybolmadı maalesef. “Bizden adam olmaz!” anlayışında diretenler gözlerinde Batı’yı öyle yücelttiler ki, hâşâ huzurdan, Tanrılaştırdılar. “Amerika’nın izni ve bilgisi olmadan biz helâya bile gidemeyiz” diyen büyük büyük adamlarla karşılaştık. “Adamlar her yaptığımızdan haberdar” sözlerini neredeyse çerçeveletip duvarlara asacaklar. Karşı duvara da, “Onlardan habersiz adım atamayız” yazmış da günde kırk vakit okuyorlar ve ona göre davranıyorlar sanki. İşte manda zihniyeti budur! Adı ister “Amerikan mandası” olsun, ister “İngiliz mandası”... “Sömürge kafası” da diyebiliriz. Kendi potansiyelinin farkına varmayan, varanları da engelleyen bir yapı bu. Bir gün çıkar, “otoriteden izin almak gerektiğini” söyler; bir gün çıkar, “Bunun hesabını biz- den sorarlar!” diye feryâd eder. O berbat teslimiyetçiliğini kendi içinde yaşamakla yetinmez, başkalarına da kuduz davranış biçimiyle bulaştırmaya çalışır. Bizim esas sıkıntımız budur! Bilinç değişimi ve özgüven noksanlığından kurtulmak zorunda olduğumuzun farkına varanların daha etkin ve daha güçlü olmaları şart! Ancak burada da başka bir problem çıkıyor: Erken davranarak fidanın kırılma riski… Sömürge zihniyetiyle teslimiyetçi davrananlar bir yanda, bu ülkenin gücüne inanarak büyük işler başarmakta kararlı olanlar bir yanda… Bir de bu ikisinin arasında kalan orta kesim… İşte onlar, fidanın kırılmaması için en fazla titizlenenler! *** Şimdi yapmamız gereken şu olsa gerek: Birinci gruptaki teslimiyetçileri manda kafalarıyla oldukları yerde bırakacak ve onlarla kıyasıya mücadele edeceğiz. Bu mücadeleyi yapacak olanlar da ikinci ve üçüncü gruptakiler. Bir araya gelecek, el ele verecekler. Yoksa… Aksi hâlde fidan midan kalmaz ortada! Bakın, şimdi yeniden eski kartlarını kullanmaya niyetlendiler ve liseli gençleri hareketlendirmeye çalışıyorlar. 80 öncesindeki gibi çatıştırabilirlerse, “Elle gelen düğün bayram” diyecekler. Türkiye için yeni oyunlar, eski taktiklerle kuruluyor. Aslında biz bu filmi çok gördük ve bütün oyuncuları tanıyoruz. Figüranları bile ezberledik. Apaçık görünen o ki, haritaları yeniden çizmek istiyorlar. Bunu beyân etmekten de çekinmiyorlar. Haklılar… Aradan yüz yıl geçti, eskidi. Doğrusu biz de aynı fikirdeyiz: Haritalar değişmeli! Fakat onların istediği gibi değil, bizim istediğimiz şekilde… Masanın üstünü boşaltın! temmuz 2016 9 Türkiye Ajanda Bir hüsrânın adıdır “Kılıçdaroğlu” TÜRKİYE Cumhuriyeti tarihinin ilk siyâsî fırkası olan Cumhuriyet Halk Partisi, yakın politik geçmişin önemli figürlerinden Deniz Baykal’ın Genel Başkanlığı bırakmasıyla beraber “kurucu merkez” çerçevesinden çıkarak marjinalleşme yoluna doğru ciddî adımlar atıyor. layacağım” diyerek açıklama yapıyor. Ancak ne enteresandır ki, Kılıçdaroğlu’nun önüne mermi attığı söylenen şahsın bir CHP’li olduğu ortaya çıkıyor. Ve nihâyet Kılıçdaroğlu, görüp görebileceği (tabiî anladıysa) en ağır tepkiyle karşılaşıyor. Mardin-Midyat’ta şehit düşen Nefise Özsoy’un eşi, cenâze namazında yanına duran Kılıçdaroğlu’nu âdetâ sessizliğiyle gömüyor. Mahzun eş, diğer yanındaki Emniyet âmiri ile yer değiştirerek Kılıçdaroğlu ile yan yana durmak istemediğini belirtiyor. >> Baykal’ın iğrenç bir komployla birlikte istifasına sebep olan biz gizli el, SSK’ya Genel Müdür olduğu dönemde imza attığı skandal ve yolsuzluklarla anılan, ancak bir anda çıkarılmaya başlandığı televizyon programlarıyla âdetâ CHP liderliğine hazırlanan Kemal Kılıçdaroğlu’nu bu partinin başına oturttu. CHP, hep dillendirme üzere olduğu Atatürk ilkelerini taşımayı bırakın, söz konusu ilkeleri reddeder biçimde izlediği politikayla azınlık psikozunu da aşarak radikal bir paranoyaya tutulmuş görünüyor. Ne Cumhuriyetçilik, ne Milliyetçilik, ne Halkçılık, ne Devletçilik, ne de İnkılapçılık derdindeki CHP, Kemal Kılıçdaroğlu’nun Genel Başkanlığı dönemlerinde Laiklik üzerinde de tutunamaz oldu. Zira doğrudan edindiği antiİslâm kimliği, onun mezhepçilik üzerinde durduğu aşırılığı bile körüklüyor. Her şey bir yana, CHP’nin bugünlerde sıkıntısı bambaşka! Zira CHP, Kemal Kılıçdaroğlu nezdinde ahlâk, vicdan ve millî hassâsiyetler çerçevesinde 10 temmuz 2016 sürekli bir gaflet içinde. Geçtiğimiz ay insanî tüm erdemlere hakaret ve kadını pespaye lâflarına malzeme etme gibi ahlâksızlıklara imza atan Kılıçdaroğlu, en sonunda iç savaş çığırtkanlığına da soyundu. Katıldığı bir televizyon programında (ve daha sonra yaptığı bazı konuşmalarda) başkanlık sistemine dair ağzından çıkardığı bakla oldukça büyüktü. “(Erdoğan’ı kastederek) ‘Her şeyi ben yapacağım’ diyor, ben de, ‘Böyle bir sistem kurmak isterseniz, kan dökmeden yapmazsınız’ dedim” şeklindeki açıklamaları sebebiyle tepki çeken Kılıçdaroğlu, bu sözlerini savunurken Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı potansiyel bir katil gibi göstermekten hayâ etmiyor ve ekliyor: “‘Biz sokaklara çıkacağız, siz de TOMA’larınızla çıkıp bizi öldürmeye çalışacaksınız’ dedik. Ben çocuklara iyi bir Türkiye bırakmayacaksam siyâsette ne işim var? Ben demokrasiyi savunmayacaksam neyi yapacağım?” Kendisinden hayâ beklemekle hata ettiğimiz Kılıçdaroğlu, PKK ve DHKP-C’lileri hastanelerde ziyaret etmeyi insanlıktan saydığını belirttikten sonra, aynı hayâsızlıkla şehit cenâzelerine gidiyor ve poz veriyor. Peki, halk bu Kılıçdaroğlu’nu görmüyor mu? Elbette görüyor! Ancak Kılıçdaroğlu, belli ki kendini görünmez adam filan sanıyor. Örneğin Ankara’daki bir şehit cenâzesinde, üzerine yumurta atılıyor. Yumurtalı protestonun gerçekleştiği gün, bu kez Antalya’da CHP’lilerin kendisini dolandırdığını söyleyen bir vatandaş tarafından yuhalanıyor. (Kaldı ki, ağızlarına doladıkları yolsuzlukla mücadele üzerinden Erdoğan’a çatmaya kalkışan Kılıçdaroğlu iktidarın sahibi bile değil.) Aynı hafta içinde bu kez Kahramanmaraş’taki bir şehit cenâzesine gönderdiği çelenkten ismi sökülen Kılıçdaroğlu’nun, bu olayın ertesi günü gittiği şehit cenâzesindeyse önüne mermi atılıyor. Kimsenin görmediği mermiyi alan CHP Genel Başkanı, bir basın toplantısı düzenleyerek “Önüme mermi attılar, kendi güvenliğimi kendim sağ- CHP’de iflas çanları çalıyor. CHP’de tükenmişliğin adı “Kılıçdaroğlu”… CHP kırmızı alarm veriyor. CHP marjinalleşiyor. CHP, terör sevici mezhepçilerin elinde her gün boğuluyor, eriyor. Atatürk’ün içinden grup çıkartıp parti kurdurttuğu ana ırmak kuruyor. Türkiye’nin siyâsî anlamda üzüleceği bir şey varsa gerçekten, o şey CHP’nin yaşadığı erozyondur. CHP ağaç sevgisinden bahsededursun, onun kendi içindeki çınarları söke söke orman bırakmadığının biz farkına varıyoruz. CHP’deki toprak kaymaları işte bu yüzden! Peki, onu kurtarabilecek biri var mı? CHP’yi kotarmaya ilişkin bir not düşelim… Cumhurbaşkanı Erdoğan, 26 Şubat 2014 tarihinde, o günlerde Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı sıfatıyla TBMM’deki AK Parti Grup Toplantısı’nda, CHP eski Genel Başkanı Deniz Baykal’ın ahlâkî olmayan görüntülerini alanların “paralel yapı” olduğunu belirterek şöyle diyordu: “Daha ne kadar buna sessiz kalacaksınız? Sayın Baykal, sana da sesleniyorum! Bütün bu olanlardan sonra daha hâlâ neyi bekleyeceksin? Aynı şeyi MHP’ye de söylüyorum. Genel Başkan Yardımcılarınızla ilgili çıkan yayınlar, yine aynen bu yapının görüntüleridir. Susan herkes, bu insanlık dışı suça ortak olur!” CHP’yi yeniden kurdurtacak değiliz, ancak birileri daha da kudurmadan kurtarmaksa mümkün! Selçuk Kayıhan // [email protected] BM Dünya İnsanî Zirvesi gerçekleşti 23-24 MAYIS 2016 tarihleri arasında gerçekleştirilen BM Dünya İnsanî Zirvesi, 60’a yakın devlet ve hükûmet başkanının katılımıyla Türkiye’nin ev sahipliğinde yapıldı. >> Cumhurbaşkanı Erdoğan ve diğer ülkelerin liderleri, zirvenin ilk programı olan kahvaltılı liderler oturumunda buluştu. İstanbul Kongre Merkezi’nde gerçekleştirilen ilk oturumda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon, birer selâmlama konuşması yaptı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-Moon, Zirve’nin kapanış seremonisinde programa özel resmedilen tabloyu imzaladı. Yine Cumhurbaşkanı Erdoğan ve BM Genel Sekreteri, Dünya İnsanî Zirvesi kapanış programında ortak bir basın toplantısı düzenledi. Zirve boyunca pek çok katılımcı ülke ve kuruluşun, BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon’un sunduğu “İnsanî Gündem” çerçevesinde somut taahhütlerde bulunduğunu ifâde eden Erdoğan, şu sözleri kaydetti: “Bir tarafta lüks, israf ve şatafat hâkimken, onun hemen yanı başında milyonlarca insanın sefâlet, yoksulluk ve açlık içinde hayata tutunmaya çalıştığını görüyoruz. Bu, âdil dünya değildir. Karşımızdaki bu keskin farklılığa uluslararası toplumun hiçbir ferdinin, hiçbir vicdan sahibi ülkesinin kayıtsız kalmaması gerekir. Dünya İnsanî Zirvesi’nin bu konuda temel bir zihniyet değişiminin milâdı olmasını diliyorum. Bu zirve, ancak Afrikalı, Asyalı, Suriyeli, Iraklı çocuklar başta olmak üzere, dünyadaki tüm mazlumlarının hayatlarında yeni bir dönemi başlatırsa amacına ulaşmış sayılır. Ümit ederiz bu tarihî zirve, adına ve önemine yaraşır bir şekilde daha huzurlu, âdil ve barış dolu bir dünyanın kapılarını aralar.” Bu da konuşuldu ya… BAZEN gündemin size neler düşündürdüğüne anlam bile veremezsiniz. Zira hiç aklınızda olmayan şeyleri birileri gündeminize sokar ve karşısında bir cevap vermek zorunda kalırsınız. Aslında cevap dahi o kadar gereksizdir, ancak sırf “Gündem olsun, çamur atayım da izi kalsın!” diye düşünen müfterîyi, müfterînin hedef aldığı kimse zerre miskâl muhatap almaz da siz onun derdine düşersiniz. İşte Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın üniversite diploması olmadığı husûsunda ortaya atılan iftirâ ve bizlerin onu savunma iştahı da böyle bir şeydi! etti, ortalıkta mevzubahis oldu, o kadar! Buraya bu notu kaydetmemizin sebebi de zaten bu! Öyle ya, onu devirmenin hiçbir “illegal” yolunu tutturamayan zevat, belli ki artık “legal” yollara bakınıyor. Yani saldırıda tarihî bir dönemece geçildi. Ancak en münâsebetsiz bir yer buldular. Erdoğan karşıtı bir müfterî, Cumhurbaşkanımızın üniversite mezunu olmadığını iddia E be kaklem zevat, siz adam olmazsınız! Biz mi? Bizi delikanlı biri yönetsin, yeter! Bu zevata, okula gidip vali olduktan sonra babasını çağırarak “Bana ‘Adam olmazsın’ diyordun” diyen çocuğa, babasının verdiği cevabı ısmarlıyoruz: “Doğru söylüyorsun oğlum, ben ‘Vali olamazsın’ demedim, ‘Adam olamazsın’ dedim!” temmuz 2016 11 Türkiye Ajanda Dokunulmazlıklar kalkıyor! AK Parti’nin Meclis’e getirdiği “dokunulmazlıkların kaldırılması teklifi”, AK Parti ve MHP’lilerin tam kadro, CHP’den de 20 milletvekilinin desteği ile (376 milletvekilinin oyu ile) kabul edildi ve Meclis’ten geçmesinin ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın onayına sunuldu. bendi uyarınca yayımlanmak üzere Başbakanlığa gönderilmiştir” şeklindeki îlanla Cumhurbaşkanlığınca yayınlandı. Yapılan anayasa değişikliğine göre, toplamda 800 fezlekesi bulunan 152 milletvekili için yargılama yolu açılmış oldu. Kapsama giren fezlekelerle ilgili olarak TBMM’de 139 milletvekili hakkında 682 dosya bulunurken, Adalet Bakanlığı’nda 57 milletvekili hakkında 118 fezleke yer alıyor. Adalet Bakanlığı’na ulaşan ve TBMM’de bekleyenlerle birlikte, “dokunulmazlıklarının kaldırılması” istemiyle hakkında fezlekesi olan biri bağımsız, 29’u AK Parti, 57’si CHP, 55’i HDP ve 10’u MHP milletvekili olmak üzere toplam 152 milletvekili bulunuyor. >> Onaylanan değişiklik, “6718 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun, Sayın Cumhurbaşkanımız tarafından Anayasanın 89’uncu maddesinin birinci fıkrası ile 104’üncü maddesinin ikinci fıkrasının (a) Artık İHA almayacağız! güçlü ve bağımsız adımlar attığını vurguladı. ABD’de temaslarda bulunan ve Washington’daki önemli düşünce kuruluşlarından Atlantik Konseyi’nde konuşan Savunma Sanayi Müsteşarı İsmail Demir, Türkiye’nin savunma sanayi alanında her geçen gün daha 12 temmuz 2016 Atlantik Konseyi’nde düzenlenen “Türkiye’nin Savunma Sanayii Politikası” başlıklı panelde konuşan Demir, Türkiye ile ABD arasında birçok ortak savunma sanayi projesi olduğunu belirterek, Washington’ın bazı kritik projeleri reddetmesinin Ankara’yı söz konusu projeleri kendi başına yapmaya ittiğine işaret etti. “Burada kinâyeli bir şey söylemek istemem, ama ABD’nin onaylamadığı bazı projeler için teşekkür ediyorum. Çünkü bu durum bizi, kendi sistemlerimi- Erdoğan’ın onayının ardından TBMM, 15 gün içerisinde fezlekeleri ilgili savcılıklara gönderecek. Savcılıklar, fezlekelerin iddianameye dönüştürülmesi doğrultusunda soruşturmalara başlayacak. Soruşturmalar TCK ve CMK hükümleri uyarınca yürütülecek. Deliller toplana- cak, ifâdeler alınacak. CMK uyarınca gözaltı, arama, tutuklama gibi tedbir işlemleri uygulanıp uygulanmayacağına savcılıklar ve hâkimlikler karar verecek. Soruşturma tamamlanınca milletvekillerinden hangisi hakkında iddianame hazırlanacağına yine ilgili savcılıklar karar verecek. Savcılıkların takipsizlik kararı verme yetkisi de bulunuyor. Dâvâlar, isnat edilen suçlara göre Asliye Ceza, Ağır Ceza gibi mahkemelerde görülecek. Dâvâ sonucunda yargılanan milletvekili hakkında mahkûmiyet kararı verilebileceği gibi beraat kararı da verilebilecek. Mahkûmiyet kararı verilen milletvekilinin Yargıtay veya İstinaf Mahkemesi’ne başvuru hakkı olacak. Yargıtay veya İstinaf Mahkemesi ise kararı ya onayacak, ya bozacak. Mahkûmiyet kararı kesinleşen milletvekilinin kararı tüm bu aşamalardan sonra TBMM Genel Kurulu’nda okunursa, o vekilin milletvekilliği düşecek. Bu arada, dokunulmazlık tartışmalarında öne çıkan isimlerden olan HDP’li Faysal Sarıyıldız ile Tuğba Hezer, söz konusu değişikliğin yapılacağını anladıkları gün Türkiye’den kaçtılar. Yaklaşık iki aydır da bulundukları Avrupa’dan dönmediler. HDP ise, söz konusu iki ismin sadece siyâsî görüşmeler yapmak üzere parti tarafından görevlendirilerek ülkeden ayrıldıklarını duyurdu. Biz de inandık(!)… zi geliştirmeye yöneltti” şeklinde konuşan Demir, birkaç yıl önce silahlı insansız hava aracı (İHA) projesini ABD’nin reddetmesinin ardından, Türkiye’nin kendi başına bu sistemleri geliştirdiğini anlattı. Türkiye’nin savunma sanayiini hem savunma, hem de saldırı anlamında güçlendirmeye yönelik birçok adımın atıldığını vurgulayan Demir, özellikle PKK ve DAEŞ’e karşı verilen mücadelede bu iki unsurun aynı anda önemli olduğuna dikkat çekti. rın satışında ayak diredi” dedi. Türkiye’nin 2013 yılında karşılaştığı bu durumun ardından kendi silahlı İHA’larını üretmek için ciddî adımlar attığını aktaran Demir, bu tür sistemlerin üst düzeye gelmesinin zaman aldığını, ancak şu an iyi bir noktada olduklarını ve silahlı İHA’ların artık kullanıldığını bildirdi ve Türkiye’nin bundan sonra ABD’den silahlı İHA almayacağını da sözlerine ekleyerek, “Artık bizim açımızdan o defter kapandı!” dedi. Türkiye’nin terörle mücadelesinde zaman zaman ABD’den yeterli desteği görmediğini de belirten Demir, “NATO üyesi Türkiye terörle mücadele ederken, ABD Kongresi, silahlı İHA ve bazı güdümlü mühimmatla- Demir ayrıca, uzun sürmesi ve finansal riskleri barındırması iddialarıyla eleştirilen F-35 savaş uçağı projesiyle ilgili değerlendirmesinde ise, “Bu konuda istekli ve iyimseriz; ancak risklerin de farkındayız” dedi. Selçuk Kayıhan “Fethin hesaplaşması 563 yıldır bitmiyor!” İSTANBUL’un Fethi’nin 563’üncü yılı vesîlesiyle metropoldeki görkemli şölene katılan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, milyon- Askerin lara hitâben yaptığı konuşmayla âdetâ şuur aşıladı. istediği kanun çıktı! >> “Bu fethin hesaplaşması 563 yıldır bitmiyor!” diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan, İstanbul semâlarında ezanların dâimâ okunacağını ve ayyıldızlı bayrağımızın dalgalanacağını belirterek İstanbul’u sadece şehirlerden bir şehir sayanların nasıl bir gaflet içinde olduklarını ifâde etti. “Fethedilen yerden hicret olunmaz” şeklindeki önemli hadisi hatırlatan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu tarihî konuşmasından bazı notlar şöyleydi: “İstanbul’u anlamak için Medîne’nin huzurunu içinizde yaşamalı, Kudüs’ün acısını içinizde hissetmelisiniz! Fetih, Batı’nın aşılmaz sandığı duvarların aşılmasıdır. Fetih, 21 yaşındaki bir sultânın, bin yıllık Bizans’ı dize getirmesidir. Fetih, askerî teknolojinin o dönemdeki zirvesidir. Fetih, ayak basılsa bile fazla kalınmayacak sanılan bir kıtaya kök salınmasıdır. Fetihten sonra bize artık ne İstanbul’dan, ne Trakya’dan, ne Anadolu’dan hicret vardır. Sadece Akdeniz’e değil, Avrupa’ya da bir kısrak başı gibi uzanan bu memleketi bizden koparmaya kimsenin gücü yetmeyecektir! Bölücü terör örgütünü koçbaşı gibi kullanıp ülkemize saldıranların derdi ne Kürt kardeşlerimizdir, ne de o bölgedir. Onların derdi, fethin intikamını almaktır. İşte gördünüz, kullandıkları kuklalar, açtıkları çukurlara gömüldüler! Bu millet yüzyıl önce, ‘hasta adam’ îlan ettikleri Osmanlı’nın küllerini havaya savurmanın hevesiyle Çanakkale’de, Kutü’lAmâre’de, Kafkas cephesinde tüm güçleriyle üzerine saldıranlara hak ettikleri cevabı vermişti. Kurtuluş Savaşı sonunda âdetâ küllerinden yeniden doğan son devletimiz Türkiye Cumhuriyeti, bu yıl 93. yıldönümünü geride bırakıyor. İnşallah 2023 hedeflerimize ulaşarak, 100 yıl öncesinin hasta adamının vârisini, geleceğin en büyük 10 ekonomisinden biri hâline getireceğiz!” Nobel Ödülü Anıtkabir’de 2016 Nobel Kimya Ödülü sahibi ve Doğu Türkistan dâvâsının kıymetli savunucusu Prof. Dr. Aziz Sancar, verdiği sözü tuttu ve kazandığı ödülü özel bir izinle Anıtkabir’de sergilenmesi üzere Türkiye’ye getirdi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da bulunduğu bir törenle Prof. Dr. Aziz Sancar, Nobel Ödülü’nü Anıtkabir’e takdim etti. Anıtkabir’deki törende Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yanı sıra Başbakan Ahmet Davutoğlu, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar ve Nobel Ödülü’nün sahibi Aziz Sancar da yer aldı. HÜKÛMET, operasyon bölgelerinde görev yapan askerlerin korunması için Genelkurmay Başkanlığı’nın uzun süredir talep ettiği ve kulislere de yansıyan düzenlemeyi komisyondan geçirdi. Tasarıya göre, görevlendirilecek TSK birliklerinin çapı, konuşlandırılacakları yerler, emir-komuta ilişkileri, kuvvet kaydırılması ve bu kapsamda gerekli görülen hususlar Genelkurmay Başkanlığı tarafından belirlenecek. Birlikler ve personel, komutanının sorumluluğu altında görevlerini yerine getirecekler. Askerî birlikler ile genel kolluk kuvvetleri arasındaki koordinasyonu valiler sağlayacak. Operasyonlarda güvenlik kuvvetlerinin elinden kaçmakta olan kişilerin izlenirken girdikleri konut, işyeri veya kapalı alanlarla eklentilerine, söz konusu kişinin yakalanması amacına münhasır olmak üzere yetkili komutanın yazılı emriyle girilebilecek. Komutanın kararı 24 saat içinde hâkim onayına sunulacak. temmuz 2016 13 Haber Ajanda Perspektif Derin manifesto: İstanbu K 14 URULUŞUNDAN yüzüncü yılı olan 2023’e doğru ilerlerken Cumhuriyet’e bakan perspektifleri bir araya topladığımızda, Cumhuriyet’in kendisinin doğrudan devrimci bir proje olduğunu görürüz. temmuz 2016 >> Cumhuriyet fikri, devletin yönetim biçiminden toplum ve insan ilişkilerine kadar tam bir değişimi içeriyordu. Bu derin travma, devleti mağlubiyet psikolojisi ile buluşturdu ve küresel sistemin kurguladığı Türkiye’nin nasıl yönetileceğine dair Metin Külünk // [email protected] l aklı soru bu travmayla örtüştü. Bugünkü küresel sistemin intikam hissi, İslâm ve Osmanlı’dan öç alma dürtüleri ile yeniden ortaya çıkmakta. Türkiye’nin dünya dengesi açısından önemini gördükleri için, Türkiye’yi her anlamda kontrol etme hedefinden de vazgeçmediler. Dolayısıyla Türkiye’de topyekûn ihtilâli gerçekleştiren kadroların tahayyül ettikleri Türkiye fotoğrafı ile küresel sistemin tasvir ettiği Türkiye fotoğrafı örtüştü ve ortaya yeni insan, yeni toplum ve bir yeni devlet anlayışı çıktı. Türkiye’de açık ve gizli darbelerle kendini göstermiş olan bu ihtilâlci akıl, kentlerin merkezine, Ankara’ya tutsak oldu. Çünkü söz konusu ihtilâlin akıl merkezi Anadolu’yu, İslâm’la buluşmuş Anadolu’nun tarihsel derinliğini, Müslümanlar için Anadolu’nun ne demek olduğunu fark etmedi. Belki fark etti ve tasfiye edeceğini düşündü. Zira Cumhuriyet sonrası bütün uygulamalara baktığımızda, Güneş Dil Teorisi’nden başlamak üzere, inşâ edilen kurumların tamamında İslâm’sız bir tarih tezi geliştirildi. Bu tezin derinliğinde Selçuklu’yu, Osmanlı’yı reddeden bir anlayış vardır. Bu tezin, Anadolu topraklarında bin yıl yaşamış bir medeniyet ve devlet geleneği karşısında durması, kendisine karşılık bulması çok güçtür. Devlet geleneği bağlamında kendisine küresel ölçekte bir meşrûiyet kaynağı bulmak için başka odaklarda şekillenmeye başlayan bu zihniyet, Müslüman kimliğinden uzakta kabul edildiği ve reddiyeci bir anlayışa sahip olduğu için Anadolu’ da tutmadı. Kendi teorilerini tutturamayan küresel sistem merkezi, İslâm’ı kendine göre tanımlamayı hedefleyerek bu topraklardaki doğasından uzaklaştırmayı da denedi. Ancak bu model de tutmadı. Bu modelleme, Türkiye’nin kuruluşundan bu yana sürekli toplumsal çatışmalar yaşamasına sebep oldu. Yani Cumhuriyet sonrası devleti şekillendiren akıl ile halk arasında sürekli bir ters, bir düz çatışma yaşanıyor. Ve bu çatışma hâlâ devam ediyor. Çünkü Cumhuriyet sonrası süreci şekillendiren aklın kurduğu ciddî bir müesses nizam vardı. Bürokrasi, iş dünyası, adâlet sistemi, üniversiteler ve medyada müthiş bir müesses nizam kurdu bu akıl. Ve bu müesses nizam, ülkeyi her dâim toplumla çatışmayı göze alarak yönetti. Toplumsa bu kurumsal düzenle hiç örtüşmedi ve hep aynı yerde durdu. Söz konusu nizamı gerçekleştiren kurucu akıl çok başarılıydı. Ancak bu başarı modeli toplumsallaştırmada değil, kurguda yakalandı. Toplumsallaştıramadılar, zira Anadolu’yu anlamadılar. Çatışma devam ediyor! Küresel sistem, Anadolu’yu İslâmsızlaştırma eksenli bir meşrûiyet alanı açmıştı ve müthiş bir nizamî model kurgulamıştı. Bunun köklerine bakarken Eti ve Sümer isimlerini dahi kurgularına taşımayı ihmâl etmediler. Eti ve Sümer isimlerinin önemli kurumlarda kullanılması rastgele değildi. Tarihî kökleri silmeye dayalı hamlelerdi bunlar. “Tarihsel kök arıyorsanız, bizim köklerimizi Eti’de!” dedirterek Osmanlı’ya reddiye çektiler. Ve yine Sümer üzerinden de meşrûiyet arayan bir akıl vücut buldu. Bu modeli uygulamaya koyma adına toplumu bütün İslâmî kavramlardan vazgeçirmeye çalışmaktan, köy ve şehir isimlerinden dahi Müslüman kimliği çıkarmaktan çekinmediler. İslâm’ı anımsatan simgeleri hafızalardan silmeye çalışan zihniyet, câmileri satılığa çıkardı, cezaevi yaptı. Üniversitelerin kapılarındaki tuğralar söktürüldü. Bunların hepsi intikam hissiyle yapılan uygulamalardı. Her şey, Anadolu’da küresel sistemi rahatsız etmeyecek bir Ankara için yapıldı. Sonuç: Çatışma devam ediyor! Anadolu, en az bir medeniyet inşâsı süresinde devletin yenilenmesi ve nasıl bir idârî sistem uygulanması gerektiğini yanında nasıl bir modelleme ile yoluna devam edeceğini henüz kestirmiş değil. Çünkü Anadolu, şu üç kavram üzerinden hep sıkıştı: Baskılama, yoksulluk ve yoksunluk… Anadolu, her zaman merkezden periferiye itildi. Balo salonlarında târif edilirken devlet, köyde evinden yüz metre ötedeki çeşmeden su taşıyan Anadolulu bu salonlara yaklaştırılmadı, Ankara’ya alınmadı. Mustafa Kemal’i görmeye gelenler ayakları çamurlu diye Köşk’ten içeri sokulmadılar. Yoksulluk, yoksunluk ve baskılamaya dayalı bu uzun sürecin ardından büyük imkânlarla buluşan Anadolu, işte bu yüzden devlet yenileme sürecini başarmak zorunda. Ancak bu süreçte Ankara aklını değil, İstanbul aklını merkeze koymak zorunda! 2023’e bakarken yeni bir Türkiye Farklılıkların, aynı yönetim sistemi içerisinde birlikte ve esaslı biçimde var olmasıdır. Bütün farklılıkların korunduğu, hatta beslendiği, inanma düşünme ve yaşama haklarının garanti altına alındığı bir sistemi ortak bir heyecana dönüştürmeyi başarmalıyız. Anadolu, önce bu topraklardaki suni ayrışmalar olan Kemalist-Kemalist olmayan, laik-laik olmayan, Alevî-Sünnî gibi ve etnik bütün farklılıkları ötekileştiren değil birleştiren bir İstanbul aklını konuşmalı! Ve biz bunu bir toplumsal sözleşme hâline getirmeliyiz. Bütün tarafların içselleştirdiği, egemenlik kavramını grup aidiyeti üzerinden değil de farklılıkların aidiyeti üzerinden konuştuğumuz, bu aidiyetleri ırkçılığa dönüştürerek değil de farklılıklarımızı ortak bir egemenlik anlayışına adapte ederek hareket ettiğimiz, yani huzurun, inanma-düşünmeyaşama hürriyetlerinin garanti altına alındığı, refahın âdil bölüşümünün başarıldığı, ortak iç-dış güvenlik politikalarının kurgulandığı ve de toplumun bütün katmanlarının genel demokrasi esasıyla yerelden başlayıp devletin tepesine kadar dizayn edildiği bir manifestoya ihtiyacımız var. Karşılıklı güvene dayalı bir yönetme modeliyle problemlerin aşılmasını esas alan, mahalledeki sorunun mahallede bittiği, problemin çözülebilmesi için karar alıcıların karar alma sınırlarının ortak akılla belirlendiği, “yerel kalkınma-yerinden yönetim” düşüncesi üzerinden “kalkınmanın yerelleşmesini” sağlayıcı bir kurgunun yerli yerine oturtulması şart! Örneğin bir şehrin tarım ürünlerindeki pazar payının arttırılmasında yerel yönetimlerin kendilerini mesul hissetmeleri ve yükü Ankara’ya bırakmamaları elzem! Ankara’nın sadece plânlamacı ve kontrol edici nitelik çerçevesini konuşmalı Anadolu, böyle bir modeli ortaya çıkarmalı. Bunu gerçekleştiren Türkiye’nin başarısı, beraberinde Ortadoğu’yu da her anlamda dönüştürecektir. Peki, bunun ipuçları var mı? Elbette! Peki, yeterli mi? Üzgünüm ki hayır! İşte bu yeterliliği sağlamak için toplumun önüne yeni bir modelleme sunmalıyız. Yüz yıllık bir demokrasi birikimi, 150 yıllık bir anayasa tarihçesi, 700 yıllık bir sosyolojik deneyime sahibiz. Dolayısıyla bütün bunları birleştirmeliyiz. Demokrasi, anayasa ve sosyolojik anlamdaki birikimine rağmen idârî model zaaflarıyla dolu Ankara’nın neden aynı hantallıkla yaşamını sürdürmesi gerektiğinin savunulmasını anlamış değilim. Zira bu Ankara aklı, devletin ve milletin önünde bir engel! Hakkari’deki herhangi bir ilkokulun çerçeve ödeneğinin hâlâ Ankara’dan ödeniyor olmasını nasıl anlayabiliriz? Yerelden merkeze, ancak “güçlü devlet-güçlü merkez ile yerinden yönetimin buluştuğu” bir anlayışı doğrudan yansıtan bir modele ihtiyaç var. Bunu ortaya çıkarmak, bunu başarmak mecburiyetindeyiz! temmuz 2016 15 Dünya Ajanda Akılsız başın cezasını acep hangi ayaklar çeker? ALMANYA Federal Parlamentosu, 1915’teki Ermeni tehcirini “soykırım” olarak niteleyen yasa tasarısını kabul etti. Parti temsilcilerinin görüşlerini kürsüde dile getirmesinden hemen sonra geçilen oylamadan tasarı, neredeyse fire vermeksizin geçti. Oylamada yalnızca bir çekimser ve bir ret oyu çıktı. şehrilikten çıkarma” gibi “ilginç” tepkiler gösterildi. Allah aşkına, bu memleketi vatanı olarak görmemiş, görmüş olsa da başka türlü, yani asla Türk olarak görmemiş birine niçin böyle tepkiler verilir ki?! Neyse… Ermeni tehciri söz konusu olunca aklımıza gelen kalıp cümleleri bir kenara bırakalım da tasarıya ret oyu veren tek parlamenter olan Hıristiyan Demokratlar Birliği üyesi Bettina Kudla’nın neden ret oyu verdiğine ilişkin açıklamasına bir göz atalım mı? “Diğer ülkelerdeki olaylarla ilgili tarihî değerlendirmelerde bulunmak, Alman Federal Meclisi’nin görevi değildir. Tarih’i olayların değerlendirilmesi, söz konusu ülkelerin, bu durumda da Türkiye Cumhuriyeti’nin sorumluluğundadır. Söz konusu karar tasarısı, anılan soykırım değerlendirmelerine örneğin tarihçileri kaynak göstermemektedir…” Ağzı olan değil, aklı olan konuşmalı! AB destekçisi vekil öldürüldü >> Parlamentodaki oturumu, Almanya’daki Ermeni temsilcileri ve dinî liderler de takip ettiler. Oylama sonucunda Ermeniler parlamento ve çevresinde kutlamalar gerçekleştirdiler. Yeşiller Partisi’nin öncülüğünde hazırlanan ve koalisyon ortakları Hıristiyan Demokratlar Birliği (CDU) ve Almanya Sosyal Demokrat Partisi’nin (SPD) desteklediği tasarının kabul edilmesine yönelik Alman yayın kuruluşu Deutsche Welle’den, oylamada fire beklenmediğine dair haberler de yayınlanmıştı. Almanya’da 1915 Tehciri, ilk kez resmen “soykırım” olarak nitelendirildi böylece. Tasarıya göre Alman hükûmeti, 1915-1916 yıllarında Ermenilere yönelik sürgün ve “imhâ” politikası ile Alman İmparatorluğu’nun rolü konusunda kamuoyunun kapsamlı olarak aydınlatılması çalışmalarına katkı sağlamaya ve Türkiye ile Ermenistan 16 temmuz 2016 arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesi ve iki halk arasında barışma sürecini ileriye taşıyacak faaliyetleri desteklemeye yönelik çağrılarda bulunuyor. daha önce kabul edilmişti. Son olarak Brezilya, Lüksemburg ve Avusturya parlamentoları da 1915 olaylarını “soykırım” olarak tanımışlardı. Karar taslağına göre, bütün yaşananların dönemin Jön Türk hükûmetinin talimatıyla gerçekleştirildiğine dikkat çekilirken, olaylardan Asurîler, Süryânîler ve Keldânîler gibi diğer Hıristiyan azınlıkların da etkilendiğine yer veriliyor ve o dönem Osmanlı İmparatorluğu’nun askerî müttefiki Alman İmparatoruğu’nun, Alman diplomat ve misyonerlerin organize sürgün ve imhâ uygulamalarıyla ilgili verdikleri bilgilere rağmen insanlığa karşı işlenen bu suçu durdurmaya çalışmayarak “yüz kızartıcı bir rol oynadığı” vurgulanıyor. Şimdi gelelim başa… Tasarının Yeşiller Partisi’nin öncülüğünde hazırlandığını belirtmiştik. Bu partinin eş başkanlığını bazı dedikodulara göre bir Türk yürütüyor. İsmi “Cem Özdemir”… Özdemir, sözde Ermeni soykırım yasa tasarısının Alman Federal Meclisi’ne getirilmesi konusundaki gayretlerinden dolayı ülkedeki kiliselere ve geçtiğimiz yıl Cumhurbaşkanı Erdoğan’la sürtüşme yaşayan Alman Cumhurbaşkanı Gauck’a teşekkür ettiği kürsü konuşmasına yakasında bir Ermeni rozeti ile çıktı ve konuşmasında Alman generalleri ağzına dahi almazken, Envet ve Talat Paşa’yı “baş katil” şeklinde andı. Benzer tasarılar ve kararlar, aralarında Fransa, Rusya, İsveç, Hollanda, Belçika ve İsviçre’nin de bulunduğu çok sayıda ülkenin parlamentosunda Ülkemizde ve Avrupa’da Özdemir’e “vatan hâini”, “hem- İNGİLTERE’de, ülkenin AB’de kalmasına yönelik kampanya yürüten İşçi Partili kadın parlamenter Jo Cox öldürüldü. Saldırıyı gerçekleştiren kişi gözaltına alındı. Seçim bölgesi Birstall Yorkshire’de bir toplantıya katılmaya hazırlanan Jo Cox, yolda silahlı saldırıya uğradı. Olay yerine çok sayıda polis ekibi sevk edilirken, West Yorkshire polisinden yapılan açıklamada, “Birstall’da devam eden bir vaka var” denilmekle yetinilmesi dikkat çekiciydi. Cox’un silahlı saldırıya uğraması sonrası Avrupa Birliği yanlısı kampanya askıya alınırken, İngiltere Başbakanı David Cameron da aynı kararı aldığını açıkladı. Ömer Bekir Sadık // [email protected] Hamas’tan Tel Aviv’e şok saldırı! İSRAİL’in başkenti Tel Aviv’de iki Filistinlinin gerçekleştirdiği silahlı saldırı sonucunda 4 İsrailli öldü, ikisi ağır 5 kişi de yaralandı. >> Tel Aviv’de, özellikle gençler arasında oldukça popüler olan bir alışveriş merkezindeki restorana giren takım elbiseli saldırganlar, tatlı siparişi verdikten sonra rastgele ateş açmaya başladılar. Bu saldırının ardından bölgedeki gerilim zirve yaparken, Hamas, bir kutlama mesajı yayınladı, bunun üzerine İsrail’den misilleme tehdidi geldi. İsrail Savunma Bakanlığı, Batı Şeria’daki askerî varlıklarını güçlendireceklerini ve iki taburun bölgeye konuşlandığını duyurdu. Saldırının ardından 83 binden fazla Filistinliye Ramazan için verilen İsrail’e giriş izniyse askıya alındı. Hamas liderleri tarafından yapılan açıklamada, saldırının Kudüs’te bulunan ve Müslümanlar için kutsal kabul edilen Mescid-i Aksâ’ya yönelik “ihlâllerin” artmasından dolayı gerçekleştirildiği belirtildi. Hamas Sözcüsü Sami Abu Zuhri, saldırıdan İsrail hükûmetini sorumlu tutarken, “Bu saldırı, Filistin halkının haklarını çiğneyen ve Mescid-i Aksâ’ya yönelik ihlâllerini sıklaştıran İsrail hükûmetine doğal bir tepki olarak gerçekleştirilmiştir” dedi. Saldırı, “intifadanın sürmesinin bir sonucu” olarak nitelendirildi. Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas ise yazılı bir açıklama yayınlayarak, dayanağı ne olursa olsun, sivilleri hedef alan tüm operasyonları reddettiğini belirtti. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ise, dört kişinin ölümüne yol açan bu saldırının karşılıksız bırakılmayacağını söyledi. Bu tür bir saldırıyı ne Filistin, ne de Hamas adına anlamlandırabilmek çok güç! İsrail’in Filistinliler arasına yerleştirdiği ve birer saatli canlı bomba özelliği taşıyan casuslara bu noktada dikkat edilmesi de önemli! BAE’ye göre Yemen’deki savaş bitmiş ve Yemen Krizi” başlıklı konferansta konuşan Karkaş, bundan sonra siyâsî istikrârın sağlanması, meşrû yönetimin ülkenin temel ihtiyaçlarını karşılaması ve tekrar kontrolü ele almasını içeren bir sürecin başladığını ve Yemen’in birçok kentinin Husilerden kurtarıldığını, Mukella kentinin ise El-Kaide militanlarından temizlendiğini ifâde etti. BİRLEŞİK Arap Emirlikleri (BAE) Dış İşlerden Sorumlu Devlet Bakanı Enver Karkaş, BAE açısından Yemen’deki savaşın sona erdiğini, “Kararlılık Fırtınası” operasyonunun da hedeflerine ulaştığını belirtti. “Zorunlu Karar: Koalisyon, BAE Suudî Arabistan liderliğindeki koalisyon güçleri tarafından “Kararlılık Fırtınası” adıyla düzenlenen operasyonlarda BAE’nin 80 civarında askerinin hayatını kaybetti. Askerlerin büyük bir kısmı Eylül 2015’te, Ma’rib kentindeki Safir Askerî Üssü’ne düzenlenen balistik füze saldırısında yaşamlarını yitirmişti. Son haftalarda devam eden operasyonlarda BAE’ye ait 2 de helikopter düşmüştü. DAEŞ, ABD’de katliam yaptı! ABD’de eşcinsellerin gittiği bir gece kulübüne silahlı saldırı düzenlendi. Saldırı sonucunda 52 kişi öldü, 53 kişi yaralandı. Saldırıyla ilgili ABD Başkanı Barack Obama’dan gelen ilk açıklama ise şöyle oldu: “Bu bir nefret eylemi, bir terör eylemidir!” Saldırı ardından tüm dünyadan farklı içeriklere sahip tepkiler yükselirken, saldırıyı DAEŞ üstlendi. Eşcinsel ilişkinin hak ve özgürlükler bakımından her nasıl olduysa yüceltildiği bir dönemde, “Bu DAEŞ nedense sadece Müslümanları vuruyor!” denilen örgütün böylesi bir saldırıya imza atmasının altında çok aranacak elbette. Paris Anlaşması imzalandı ARALIK 2015’te Paris’te varılan tarihî İklim Anlaşması, New York’taki Birleşmiş Milletler Genel Merkezi’nde imzalandı. Küresel ısınmanın etkilerini yavaşlatmayı ve bütünüyle olmasa da doğaya verdiği hasarı gidermeyi amaçlayan anlaşmaya devlet başkanları ve başbakanların yanı sıra 130’u aşkın ülkenin temsilcileri imza attı. Anlaşmanın yürürlüğe girmesiyle birlikte dünyanın yeni enerji kaynakları geleceğinin belirlenmiş olacağı belirtiliyor. temmuz 2016 17 Dünya Ajanda ABD: “Gülen hareketi, terör örgüt değildir!” ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü John Kirby, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin MGK Belgesi’ne “terör örgütü” olarak giren paralel ihanet çetesini (Fethullah Gülen Hareketi) ABD’nin terör örgütü olarak görmediğini söyledi. Kirby, “Türkiye’nin sizi bir değil, iki terör örgütüne destek vermekle suçlamasından endişe duyuyor musunuz?” şeklindeki soruya ise, “Türkiye’nin bu konuda nasıl tavır takınacağı Türk yetkililere kalmış. Biz onları terör örgütü olarak görmüyoruz” karşılığını verdi. >> Kirby, başkent Washington’da düzenlediği basın toplantısında, “Bu topluluğun lideri burada, ABD’de yaşıyor. Bu harekete karşı ABD’nin duruşu nedir, destekliyor musunuz? Terör örgütü olarak görüyor musunuz?” şeklideki soruya verdiği yanıtta, ABD’nin Gülen hareketini terör örgütü olarak görmediğini belirtti. Kirby, “Gülen Hareketi, yabancı bir terör örgütü olarak tanımlanmamıştır. Bu konudaki haberleri gördük, konuyla ilgili daha fazla bilgi almak için bu kararı alan Türk Hükûmeti’ne sormanız gerek” diye konuştu. Verilen cevaplarla ne kadar kıymetli olduğumuzu görüyoruz(!). Önemli olan bu değil, asla olmayacak da! Ancak Gülenist şebekenin pisliğini tüm dünyada ayyuka çıkarmaktan çok, kendi bünyemizde bir zihniyet inkilâbı yaşamalıyız ki kendimize ispat edeceğimiz gerçekler başkalarına da yansıyabilsin. El-Kaide, Bush Afganistan’a saldırana kadar bir multimilyarderin keyfî silahlanması gibi algılanıyordu, peki sonunda ne oldu? ABD iki ülkeyi talan etti, dünya bir terör örgütünden haberdar oldu. Kürtler, PKK-YPG karşıtı silahlı örgüt kurdular SURİYE’de PKK’ya da, Esed rejimine de karşı olduğunu söyleyen ve kendilerine “Kürt 18 temmuz 2016 Devrimci Tugayları” adını veren bir grup, silahlı mücadeleye başladığını açıkladı. Rejimin ve PKK’nın Suriye halkına karşı suç işlediğini vurgulayan örgüt sözcüsü, “Kürt Devrimci Tugayları” adını verdikleri silahlı grubu Suriye toprağının bütünlüğünü korumak için kurduklarını ifâde ettiği konuşmasında, “Özgür Kürtler olarak Suriye halkını ve özellikle Kürtleri korumak için Kürt Devrimci Tugayları grubunu kurmaya karar verdik. Bu örgütün Kürtleri temsil etmesi için Kürt halkı içindeki tüm diğer özgür insanları bize katılmaya dâvet ediyoruz” dedi ve PKK’nın Esed için savaştığını belirterek şu kaydı düştü: “Onlar, Kürtleri öldüren Tahran’ın safında yer alıyorlar!” Küstahlıkta lider! İNGİLTERE Başbakanı David Cameron, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye olmasının 3000 yılından önce mümkün görünmediğini söyledi. Cameron açıklamasında, “Türkiye yakın zamanda Avrupa Birliği’ne katılacak gibi görünmüyor. 1987’de başvurmuşlardı, gösterdikleri gelişim oranına bakılırsa son tahminler yaklaşık 3000 yılında katılabileceklerini gösteriyor” şeklinde konuştu. Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schulz ise, Türkiye’de son dönemde yaşanan politik gelişmeleri sert bir şekilde eleştirerek, “Türkiye, Avrupa değerlerinden nefes kesen bir hızla uzaklaşıyor. Bu durumda AB üyeliği imkânsız!” dedi. Hayırdır, bizde olan bizde kalır da size ne oldu?! Kökünüze kibrit suyu! ABD: “Libya’ya her an girebiliriz!” ABD Genelkurmay Başkanı Joe Dunford, ABD askerlerinin her an Libya’ya dağıtılmak üzere hazırlık yapıldığını açıkladı. Irak ve Suriye’de güç kaybeden DAEŞ’in yeni hedefinin Libya olduğu ifâde edilirken, ABD Başkanı Barack Obama’ya Libya’daki DAEŞ yapılanmasına karşı harekete geçmesi için danışmanlarından baskı var. ABD Temsilciler Meclisi İstihbarat Komitesi üyesi Schiff, “DAEŞ’in Libya’da çok büyük bir bölgeyi tuttuğunu ve etkili şekilde yönettiğini görebilirsiniz” derken ABD medyası ise Pentagon yetkililerine dayanarak DAEŞ’in Libya’daki savaşçı sayısının son birkaç ayda iki kattan fazla artarak 5 bin ila 6 bin 500’e çıktığına dair haberler yayınlıyor. Öyle görünüyor ki, ABD’nin yeni talan merkezi Libya olacak! Ömer Bekir Sadık Kele b ekle r s on suza uçar Suriye’ye DÜNYA Ağır Sıklet Boks Şampiyonlarının efsane yumruğu Muhammed Ali, rahmet-i Rahmân’a kavuştu. >> “Kelebek gibi uçar, arı gibi sokarım” sözü dillere pelesenk olan, ABD’nin utanç tarihine sözlerini ve duruşunu da yum- ruğu gibi altın harflerle yazan büyük sporcu Muhammed Ali, solunum rahatsızlığı nedeniyle kaldırıldığı hastanede, 74 yaşında hayatını kaybetti. nı öğrenince altın madalyasını Ohio nehrine atar. (1996 Atlanta Olimpiyatları’nda bu madalyanın yerine başka bir altın madalya kendisine verilmiştir.) Müslüman olmadan önceki ismi Cassius Marcellus Clay Jr. olan Muhammed Ali, 17 Ocak 1942’de Kentucky Louisville’de doğdu. 12 yaşındayken boksla tanıştı ve kısa zaman içinde National AAU ve Altın Eldiven Şampiyonası’nda amatör kayıtlara girdi. 18 yaşındayken katıldığı Roma Olimpiyatları’nda altın madalya aldıktan sonra ünü giderek artmaya başladı. Ancak ona sadece bir boksör olarak bakmamak gerekir. Çünkü o, gücüyle olduğu kadar kişiliğiyle de hep daha iyisini yapmaya çalıştı. 1960 Roma Olimpiyatları’ndan döndükten iki gün sonra, bir lokantada sadece Beyazlara servis yapıldığı- İslâm’ı seçen Ali, ABD’nin hezimete uğradığı Vietnam Savaşı’na çağrılsa da gitmedi. Bu nedenle unvanlarına el konuldu ve bokstan uzaklaştırıldı. Fakat o yılmadı. Bu süre içerisinde üniversiteleri dolaşarak İslâm’ı anlattı. Malcolm X ile yakın ilişkileri oldu. Los Angeles’te bulunan Ünlüler Kaldırımı’na adı yazılmak istenmesine karşın, ismindeki kutsiyeti ayaklar altına almamak üzere reddeden ve yüksek bir duvara yazdıran Muhammed Ali’nin ruhunu Rabbimizin yüceltmesini ve ona rahmetiyle muamele eylemesini niyâz ediyoruz. Eurovision 2016 birincisi, Ukrayna’dan bir Kırım Tatarı İSVEÇ’in başkenti Stockholm’de bu yıl 61’incisi düzenlenen Eurovision Şarkı Yarışması’nda, Kırım Türklerine yapılan sürgünü anlatan “1944” adlı şarkısıyla Ukrayna adına yarışmaya katılan Jamala, 534 puan toplayarak birinci oldu. >> Şarkısının nakarat kısmında Kırım Türkçesi ile kullanılan “Yaşlığıma toyalmadım,/ Men bu yerde yaşalmadım” şeklindeki ifâdeler ve sanatçının sahne kareografisi bütün dünyayı sarstı. Asıl adı Susana Camaladinova olan Jamala, Rusların Kırım Tatarlarını büyükbaş hayvan taşıyan trenlere bindirip Orta Asya içlerine doğru gönderdiği sürgünün mağduru ailelerden birinin torunu. Yarışmayı kazandıktan sonra Rusya’dan gelen tepkiler için “Benim için sadece laf kalabalığı, kuru gürültü” diyor. Zaten Jamala ve şarkıları, Mart 2014’te Rusya’nın Kırım’ı ilhakından bu yana Rus medyasının hedefinde. Jamala, Türkiye’nin yarışma öncesi ve sonrasındaki desteğinden de çok memnun. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın kendisini arayıp tebrik etmesinin dahi kendisi için büyük bir onur olduğunu belirtiyor. Kız kardeşi İstanbul yaşayan ve ülkemizden evli olan Susana Jamaladinova, 27 Ağustos 1983’te, bu göç sırasında sağ kalmış bir ailenin çocuğu olarak Kırgızistan’ın Oş kentinde doğdu. Ve tam da 18 Mayıs 1944 Kırım Tatar sürgününün 72. yıldönümüne dört gün kala, 14 Mayıs 2016’da, Eurovision birincisi oldu. Genelde Tatar sürgününü, özelde ise kendi büyük büyükannesinin bir kızını kaybettiği olayı konu alan “1944” adlı şarkısında Jamala şöyle seslendi dünyaya: “Yabancılar geldiğinde/ Evlerinize girecek/ Hepinizi öldürecekler./ Ve diyecekler ki,/ ‘Biz suçlu değiliz,/ Suçlu değiliz!’./ Aklınız nerede?/ İnsanlık ağlıyor./ Tanrı olduğunuzu sanıyorsunuz,/ Ama herkes bir gün ölür./ Ruhumu geri almayın,/ Ruhlarımızı…/ Gençliğime doyamadım./ Ben bu yerde yaşayamadım./ Bir gelecek inşâ edebiliriz/ İnsanların yaşamak ve sevmek/ İçin özgür oldukları yerde./ En mutlu zaman…/ Kalbiniz nerede?/ İnsanlık, ayağa kalk!/ Tanrı olduğunuzu sanıyorsunuz,/ Ama herkes bir gün ölür./ Ruhumu geri almayın,/ Ruhlarımızı…/ Gençliğime doyamadım./ Ben bu yerde yaşayamadım./ Vatanıma doyamadım…” yeni anayasa Rusya’dan RUSYA’nın, Suriye krizinin çözümünde önemli bir aşama sayılan “Anayasa Görüşmeleri” için hazırladığı taslağın tamamlandığı belirtildi. Bu anayasa taslağında dikkat çeken unsurlardan biri, ilk maddesinde “Suriye Arap Cumhuriyeti”nin adının “Suriye Cumhuriyeti” olarak değiştiriliyor olması. Yeni anayasa ile birlikte Beşar Esed’in oturduğu Cumhurbaşkanlığı koltuğunun yetkileri azaltılıyor, iktidar gücü Bakanlar Kurulu’nun lehine yeniden yapılandırılıyor. Rusya tarafından hazırlanan taslakta şu anki anayasaya hâkim olduğu belirtilen “sosyalist ve milliyetçi” dil değişiyor. Anayasa yeminindeki “sosyal adâlet ve Arap ulusunun birliği için çalışmak” kısmı da kaldırılıyor ve bunlar yerine “serbest ekonomi” ve “yurtseverlik” terimleri yer alıyor. Taslakta ülkenin resmî dili olan Arapçanın yanı sıra, yerellerde çoğunlukta olan etnik toplulukların dillerinin kullanımı da yasal güvenceye alınıyor. Etnik ve mezhepsel azınlıkların yasal temsîliyeti de ayrıca garanti ediliyor. ABD ve Rusya ortak çalışmayla yürütülen yeni anayasanın Ağustos’a kadar yetiştirilmesi plânlanıyor. Bu arada Halep, dünya tarihinin en büyük şehir bombardımanını yaşadı. Rusya-İran-Esed ittifakı, şehri tümüyle kuşatmak için 2 buçuk kilometre uzunluğundaki yolu 46 saat içerisinde karadan ve havadan 165 kez vurdu. 2012’den bu yana Esed’e direnen Halep, savaş kayıtlarına göre dünya tarihinin en büyük bombardımanını yaşadı. temmuz 2016 19 MEDYA AJANDA Medya Ajanda - Değişime dair notlar- 20 Değişime bir de diğer taraftan bakmak 2 2 Mayıs 2016 tarihi, özelde AK Parti, genelde ise Türkiye için yeni bir başlangıcın adı oldu. Binali Yıldırım’ın tek aday olarak belirlendiği AK Parti 2. Olağanüstü Büyük Kongresi, AK Parti iktidarlarının dördüncü Başbakan’ını, AK Parti’nin üçüncü Genel Başkanı’nı ve elbette yepyeni parti yönetimini belirledi. temmuz 2016 ğa kalkmak da ne demek? Kur’an okunurken bile ayağa kalkılmazken Erdoğan’ın mesajı okunurken ayağa kalkmak da neyin nesi? İyi ama bundan sonra nasıl olacak da ‘Kemalizm çok şöyle, Kemalizm çok böyle!’ falan denilecek? Ahmet Davutoğlu, ‘Bu kongre benim isteğimle toplanmadı’ dedi. Biliyoruz Ahmet Hocam, biliyoruz. Sana kim ‘Bu kongre senin isteğinle toplandı’ dedi ki? ‘Bizim partinin lideri Erdoğan’dır’ diyorlar. Mikrofonu her alan böyle diyor, bunu vurguluyor. İyi de, o zaman ne diye ‘Partili Cumhurbaşkanı’ diye tutturuluyor ki? >> AK Parti’nin kimliğini ve icraatını benimsemiş cenahın yazılı ve görsel beyânlarından ziyâde, bu konuyu tüm medya mahfillerini öz îtibâriyle bilen bir ismin nasıl yorumlayacağını merak ediyordum. Hürriyet gazetesi yazarlarından Ahmet Hakan Coşkun’un 23 Mayıs 2016 tarihli ve “AK Parti Kongresinden Enteresan Esintiler” başlıklı yazısının kongreye ilişkin bölümünü okuyanlar için tekrar hatırlatırken, okumayanlar için de paylaşmış olalım. Acaba siz de Ahmet Davutoğlu-Binali Yıldırım arasındaki 7 farka katılır mısınız? Ben sonuncusunu çok tuttum… Bu arada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kongre mesajı okunurken salondakilerin ayağa kalmasını “Kur’an okunurkenki durum ile” mukâyese ederek güzelim yazısının kaputunu çizmiş Ahmet Hakan. İslâm’ın bayraktarı olan bir milleti Batı’nın görgü kurallarıyla tımarlayınca (!) böyle oluyor, kusura bakılmasın! “Binali Yıldırım’ın sesi kısıldı diye sevinmeyin. Ses kısılması AK Parti’ye yarar. Bakınız: Erdoğan’ın sesinin kısıldığı seçimde AK Parti’nin aldığı oy oranı. Binali Yıldırım’ın hitâbeti gerçekten kötü. Gerçi Ahmet Davutoğlu’nun hitâbeti çokça Erdoğan özentisi kokuyordu ama yine de gür bir sedâsı vardı. Binali Bey bu hitâbetle meydanları biraz zor coşturur. Sanırım “Partili Cumhurbaşkanı”na âcil ihtiyaç olacak. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın mesajını dinlerken aya- Binali Yıldırım konuşurken ‘Recep Tayyip Erdoğan’ diye slogan atıldı. Binali Yıldırım’ın bu durumdan zerre kadar şikâyetçi olmayacağı bâriz. Zaten onun seçilme nedeni de bu değil miydi? Kimin gideceği belli, kimin geleceği belli... Kimin ne diyeceği belli, kimin ne demeyeceği belli... Buna rağmen ‘AK Parti’de kongre heyecanı’ diye başlıklar atıyorlar ya, bir gülme geliyor bana. Hoca ile Binali Bey arasındaki 7 fark: 1- Hoca ağır teorisyen, Binali Bey ağır pratisyen... 2- Hoca akademisyen ve ideolojiktir, Binali Bey mühendis ve hizmet ehli. 3- Hoca’da ses kısıklığı olmaz, Binali Bey’in sesi daha ilk günden kısılır. 4- Hoca selam verir, Binali Bey fıkra anlatır. 5- Hoca’nın iddiası, iddialı oluşudur. Binali Bey’in iddiası, iddiasız oluşudur. 6- Hoca iyi nutuk söyler, Binali Bey iyi köprü yapar. 7- Hoca stratejik derinliktir; Binali Bey yol, su, elektriktir.” Uluğ Bayındır // [email protected] Kongreden başkanlığa giden yol B İNALİ Yıldırım’ın AK Parti Genel Başkanı olduğu 2. Olağanüstü Kongre, sadece Yıldırım’ın Başbakanlığını değil, daha ileriki sürecin Türkiye’ye yansıtacağı sistem değişikliğini de öngörüyordu. Elbette bu gösterge ülkemizdeki başkanlık sistemi taraftarlarını ilgilendirdiği kadar, parlamenter sistemin taraftarlarını da ilgilendiriyor. Erdoğan’a bağlılık olacağı belliydi. Lidere bağlılık, partiye bağlılık demekti. Dünkü kongre, o sürecin tamamlanmasıdır. Artık lider ve parti, birbirine eşanlamlı hâle gelmiştir; moda deyimle aralarında ‘milim fark’ kalmamıştır. Lider sembolizmi o dereceye vardı ki, dün Türk siyâsetinde dahi eşine az rastlanan bir görüntü ortaya çıkardı. Dîvan Başkanı Bekir Bozdağ Erdoğan’ın mesajını okurken, evet mesajı kâğıttan okurken, bütün salon hazırolda bekledi. Erdoğan bu yeni dönemde AK Parti’den, ‘cumhurla başkanı arasında iklimi olumsuz etkileyen’ mevcut sistemden kurtulmak için yeni bir anayasa bekliyordu. >> Ancak bu iki sistemin de Batı tandanslı birer fikriyat ekolü olduğunu düşünerek Türkiye’de kurgulanan yapının dışarıya “çokça” vâkıf bir gözle irdelenmesi önemli. Hürriyet Daily News Genel Yayın Yönetmeni Murat Yetkin’in, “İlk Hedefiniz Başkanlıktır, İleri!” başlıklı 23 Mayıs makalesini paylaşacağım. Ancak unutmadan bu yazıya dair tek cümlelik eleştirimizi de buraya not edelim evvelâ, zira Yetkin’in de Erdoğan’ın mesajı sırasında ayağa kalkılmasına takması beni üzdü. Yıllar önce sırmalı generallerin nutukları karşısında ayakta bekleyenlerden bu tip çıkışlar görmek şaşırtıcı… “Tayyip Erdoğan 10 Ağustos 2014’te Cumhurbaşkanı seçilmesinden önce, yerine Abdullah Gül’ün geçip geçmeyeceği tartışması vardı. Gül’ün adaylığı ondan daha az potansiyele sahip de olsa, AK Parti tabanında ‘Hoca’ nâmıyla sevilen Ahmet Davutoğlu öne çıkarılarak bertaraf edildi. Davutoğlu’nun hem hükûmet, hem AK Parti yönetim kademelerinde hâkimiyet kurma ihtimâli ise Binali Yıldırım’ın öne çıkarılmasıyla önlendi. O önleme hamlesiyle oluşan AK Parti yönetimi, Davutoğlu’nun kendisine en fazla gücü vehmettiği bir anda halıyı altından çekiverdi. Aynı yönetim, formalite îcâbı toplandı ve 22 Mayıs’taki olağanüstü kongrede Yıldırım’ı tek aday gösterme kararını açıkladı. Kararın gerçekten AK Parti yönetiminin serbest tartışma ve iradesiyle mi, yoksa Erdoğan’ın işaretiyle mi çıktığı konusunda kamuoyunda herhangi bir tereddüt yoktur. Çünkü o kararı alan AK Parti yönetiminin yarısı da dün formalite îcâbı toplanarak tek aday Yıldırım’ı yeni Genel Başkan îlan eden kongre tarafından tasfiye edildi. Elli kişilik MKYK’nın yarısı gitti; kalanların yarısı da zaten Eylül ayındaki olağanüstü kongrede gelmişlerdi. Erdoğan Ağustos 2014’ü seçtiğinde artık ölçünün AK Parti’nin kuruluşundaki ruha, moda deyimle ‘fabrika ayarlarına’ değil, Yıldırım da önceliklerinin bu olacağını açıkladı. Evet, aday gösterildiğinde ilk vaadi ‘terör belâsına son vermek’ olmuştu. Ama onun için de herhâlde başkanlık sistemi ile daha çabuk karar almak, yargının, Meclis’in o kararlara fazla ayak bağı olmamasını sağlamak gerekiyordu. Öncelik yeni anayasaydı. Teşbihte hata olmaz, âdetâ Erdoğan AK Parti’ye, ‘İlk hedefiniz başkanlıktır, ileri!’ diye işaret ediyor, Yıldırım da bu hedefi onaylıyordu. AK Parti’nin elinde henüz yeni ‘başkanlık’ anayasası teklifi yok. Yakında yeni parti yönetimi Beştepe’de hukukçuların üzerinde çalıştığı metin üzerinde de çalışıp bir taslak sunar Meclis’e. Bu hamle muhalefetin darmadağınık olduğu bir zamanda yapılıyor. HDP zaten PKK’nın terör eylemleri ile Hükûmet baskısı altında iken, şimdi bir de doku- nulmazlıkların kaldırılması meselesiyle neredeyse tamamen kendi sorunlarına gömülmüş durumda. MHP’de sular durulmak bilmiyor. Orada da 1 Kasım seçimleriyle görünür hâle gelen AK Parti’ye taban kaybı sorunu, şimdi fetret devri görüntüsü veren bir iç çekişmeye dönüştü. ‘Acaba MHP, kendi varlığını koruyabilmek için ‘güçlü başkanlık’ konusunu ‘terörle mücadelenin’ daha iyi yapılması gerekçesiyle bir destek kılıfına sokar?’ mı sorusu soruluyor siyâset kulisinde. CHP ise çoktandır beklenen fırtınanın dokunulmazlık tartışmasıyla mı kopacağı sorusu gündemde. CHP grubunun çoğunluğu, Kemal Kılıçdaroğlu’nun iradesine karşın dokunulmazlık oylamasında ‘Hayır’ oyu kullandı. Kılıçdaroğlu’nun, HDP’nin Anayasa Mahkemesi’ne gitmesine destek verecek milletvekillerine ‘Ya HDP’ye gidin, ya istifa edin!’ diye kapıyı gösterdiği bildiriliyor. CHP’deki bu görüntü, AK Parti’ye şimdiye dek yaygın muhalefet sergileyen en önemli odağın da dağılmasına yol açabilir. Muhalefet meydanının boşalması, çoğulcu demokrasinin geleceği için tehlike demektir. Erdoğan’ın işaretiyle işte böyle bir ortamda başkanlık anayasası ile getirilmek istenen rejim değişikliği Meclis gündemine taşınacak. Dünkü AK Parti kongresi, işte bu nedenle Türkiye siyâsî tarihi bakımından ileride parlamenter rejimden güçlü başkanlığa geçişte bir dönüm noktası olarak anılabilir.” temmuz 2016 21 MEDYA AJANDA Medya Ajanda 22 DUAYEN NOTU A K Parti 2. Olağanüstü Kongresi’ne dair en değerli çıkarımlar, elbette en büyük dip dalgayı taşıyan yazılarda aranmalı. 23 Mayıs 2016’nın ilk saatlerinde merakla beklediğim yazı, “Olağanüstü Kongre” başlığıyla Hürriyet gazetesinde Taha Akyol imzasıyla yayınlandı. >> Neden Akyol’un makalesini bu kadar merakla beklediğimi şöyle ifâde ederek söz konusu yazıya geçeyim: Akyol’un yazdığı her satırda, AK Parti’deki, dolayısıyla Türkiye’deki gelecek siyâsî kırılmaların izlerini görüyorum. “Adalet ve Kalkınma Partisi’nin olağanüstü kongresi beklendiği gibi sonuçlandı. Önce şunu belirtmek isterim: Türkiye’de parti kongreleri uzun süredir parti içinde serbest müzâkere ve gerçek seçimlerin platformu olmaktan çıktı, yoğun hamâsetle yüklü propaganda ve onay platformu hâline geldi. Bilhassa sağ partilerde bu böyle. Bütün partilerimizde Salı günleri yapılan grup toplantıları da böyle. Menderes’in DP’sinde, Demirel’in ilk dönem AP’sinde ve Türkeş’in 12 temmuz 2016 Eylül öncesi MHP’sinde pek böyle değildi. Serbest müzâkere, eleştiri ve gerçek seçimler olurdu. Bizde partilerin kurumsal yapısının zayıflığı ve TV’nin ortaya çıkması, parti kongrelerini kolaylıkla siyâsî propaganda ve olay platformlarına dönüştürdü. Bu bir genel gidiş. Siyâset bilimci Giovanni Sartori, “Anayasa Mühendisliği” adlı kitabında bu gidişe “video demokrasisi” diyor. Tabiî demokraside bir kalite azalmasıdır bu. AK Parti kongresine dönersek... Sonuçları önceden bilinir olsa da son derece önemli bazı gelişmeler oldu. Her şeyden önce Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçmiştekinden daha fazla hâkim olduğu bir parti yapılanması oluştu. Mesajı bütün kongre mensuplarınca ayakta dinlendi. Elbette Erdoğan, partisinin egemen lideriydi. Fakat bu kongrede “Kurucu Genel Başkanımız” tanımının yerini, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın ifâdesiyle şu tanım aldı: ‘Bu partinin tek lideri var, Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan... AK Parti var olduğu sürece bu böyle devam edecektir!’ Yeni Genel Başkan ve Başbakan Binali Yıldırım da konuşmasına aynı vurguyu yaparak başladı. ‘Başkanlık sistemi’ni de özenle vurguladı. Yıldırım yollardan, köprülerden, havaalanlarından bahsederken, salonda tempolu ‘Recep Tayyip Erdoğan’ sloganı coşkuyla yükseliyordu. Yeni MKYK listesinde de partinin kurucularıyla ilk dönemlerdeki tanınmış isimler daha da azaldı, yeni ve az tanınan isimler arttı. Yeni kabînenin ilk toplantısını Saray’da yapacak olması tabloyu tamamlayacak: Fiilî başkanlık... Erdoğan bunu daha 14 Ağustos 2015’te söylemişti. Kongrede tarihe düşülen en önemli notlardan biri, Ahmet Davutoğlu’nun kesinlikle ‘farklı’ olan konuşmasıydı. Erdoğan’dan sadece ‘Cumhurbaşkanımız ve Kurucu Liderimiz’ diye bahsetti. Başkanlık sistemini ağzına almadı, ‘ruhu adâlet olan, özgürlükçü ve demokratik bir anayasa’ vurgusu yaptı. Daha önemlisi, Davutoğlu’nun ‘ortak akıl’ kavramını vurgulaması, hatta ‘AK Parti hareketi, milletimizin ortak aklının ürünüdür’ diye konuşmasıdır. Kendisinin başarılı bir Başbakan olduğu hâlde görevden ayrılmak zorunda kaldığını da söyledi, ‘Sizin ve milletimizin maşeri vicdanında oluşturduğu rahatsızlığın da farkındayım’ diyerek eleştirdi, buna sadece partinin birliği için uyduğunu söyledi. Şu sözler de Davutoğlu’nun: ‘Her emânet gibi iktidar da imtihandır. İktidar sarhoşluğuna, güç yozlaşmasına asla düşmemeli, o emânete halel getirmemeliyiz. Hiçbirimiz vazgeçilmez değiliz!’ Davutoğlu’nun bu sözleri, tarihe düşülmüş birer nottur; yani kısa vadede siyâsî bir sonucu olmayacaktır. Hele de iktidarın ve Türkiye’nin gidişatı iyiye doğru ise, önümüzde parlak dönemler varsa unutulup gidecektir. Fakat gidişat iyiye değilse, sıkıntılar zamanla artacaksa, o zaman hatırlanacaktır! Öyle bir döneme girilirse, Bülent Arınç’ın bugünlerde söyledikleri de hatırlanacaktır. Akademisyen Davutoğlu’nun kongre atmosferindeki şahsiyetli ve farklı sözlerini ileride hatırlanacağı düşüncesiyle söylediğini sanıyorum.” Uluğ Bayındır Medyayı siyâsî kılmak, küsmek ve küstürmek B ASKIYA girdiği günden bu yana Karar gazetesinin yayın politikasını ve yazarlarının sonuna kadar iç muhalif dinamikleri hüviyetiyle kaleme aldıkları makaleleri buraya taşıdık. Maalesef! >> Bu gazetenin doğrudan siyâsal bir iç muhalefet bülteni kimliğini yansıtması, sanırım Türkiye’deki “Siyâseti medyayla dizayn ediyorlar” algısının kısmen kırılmalarından birinin de göstergesidir. Zira siyâsetle ilgilenenlere medya üzerinden yanlışlıklar ve haksızlıklar konusunda “hak” nispetince haber ve bilgi verilip giderilmesi sağlanabilir. Ancak entelijansiyanın medya üzerinden siyâsî hâkimiyet elde etme girişimi hakîkaten acınacak bir durumdur. Türkiye’de hiçbir partideki hiçbir parti içi muhalif kadrosunun çıkardığı basın bültenine rastlanmamıştır. Belki dünyada da bunun örneği yoktur. Ancak Türkiye’ye medya hizmeti sunma iddiasıyla doğrudan bir partiye veya onun en saygı duyulan ismine muhalefet etmek ilginçtir. zaten. Ne gemicilikten, ne inşaatçılıktan, ne de telekomünikasyon işlerinden anlarım. Buralardan konu açılacak olsa konuşacak lâf bulmakta zorlanırım herhâlde. Karar Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Kiras, nezâketten uzak bulduğum bir başlıkla, 24 Mayıs 2016 günü “Gelen Ağam, Giden Paşam” demiş. Bu tür bir gazetenin -ki en baştaki yöneticisininbir parti teşkilatını bu kadar küçük görmesi hazmedilebilir bir şey değil. Kiras’la beraber gazetenin âdetâ tetikçisi gibi görünen (evet, maalesef böyle bir fotoğraf veren) Elif Çakır’ın “Meğer Ne Büyük ‘Dertten’ Kurtulmuşlar!” başlıklı yazısına değinmeyeceğim bile… Kiras’ın makalesine göz atalım… “Yeni Başbakan Binali Yıldırım’la uzun boylu bir tanışıklığımız yok. Birkaç toplantıda karşılaşıp nezâket gereği hâl hatır soruşumuzu saymazsak iki lakırdı etmişliğimiz bile yok kendisiyle. İçinden geldiği sektör de benim ilgi alanlarıma epey uzak Ama tabiî artık bütün sektörlerden sorumlu olacağı için, Binali Yıldırım’ın -bütün vatandaşlar gibi- benim de uhdemde bir sicil defteri olacak. Herkes gibi ben de icraatıyla ilgili değerlendirmelerimi not edeceğim o deftere. Bu aşamada başka bir şey söylemenin anlamı da yok zaten. Bu yüzden yeni Başbakan hakkında değil, eski Başbakan Ahmet Davutoğlu üzerine birkaç şey söyleyeceğim. Belki Davutoğlu’nun ‘içinden geldiği sektör’ ilgi alanlarımla kesiştiği için, belki de ‘gelen ağam, giden paşam’ felsefesinin etkisinde kaldığım için… Şaka bir yana, Davutoğlu Başbakan olduğunda hakkında yazılan yazıların sayısına bakın bir, bir de görevden ayrıldıktan sonra ardından yazılanların sayısına. Hem o gün, hem de bugün yazılanların içeriği konusuna ise değinmiyorum bile… Neyse... Yenisinin aksine eski Başbakan’la epeyce ‘lakırdı etmişliğimiz’ var. Gerçi Başbakanlığı döneminde ancak birkaç programda bir araya geldik; son altı yedi ay içinde ise hiç görüşmedik. Yani öyle bilinen şekildeki siyâsetçigazeteci münâsebetimiz zayıftı. Ama eski tâbirle ‘muarefemiz’ ayrı… Davutoğlu’nu Türk kamuoyu Dış Politika Başdanışmanı ve Dışişleri Bakanı şapkalarıyla tanıdı. Ama ondan önce dar bir muhitin dikkatini çeken parlak bir akademik kariyeri vardı. Başbakanlık görevine geldiği günlerde ‘o Ahmet Davutoğlu’ hakkında bir iki anekdot anlatmıştım… Ama Dışişleri Bakanı olduktan bir süre sonra bölgesel şartlar Türk dış politikasının aleyhinde değişmeye başlayınca bilindiği gibi sert tartışmaların ve eleştirilerin odağı oldu. Her ne kadar izlenen dış politikanın tek sorumlusu ve karar vericisi olmasa da… Gençler pek bilmezler, bir zamanlar bir Ahmet Davutoğlu daha vardı. Yüksek İslâm Enstitüsü’nde hoca... İslâm’ın modern yorumlarını topa tutan kitabı, özellikle gelenekçi çevrelerde çok popülerdi 1980’lerde. O sırada bazı dergilerde jeopolitik ve siyâset kuramı gibi konularda Ahmet Davutoğlu imzalı yazılar çıkmaya başlayınca ikisini karıştıranlar oldu. Hatta çok iyi hatırlıyorum, Boğaziçi’ndeki meçhul doktora öğrencisi, herkesçe tanınan bir hocaefendinin imzasıyla yazı yayımladığı için ayıplandı. Zaman zaman Türk dış politikasına yönelik eleştirilerde bulunan, özellikle Suriye politikasına îtiraz edenlerden biri de bendim. Ahmet Davutoğlu’nu asıl o zaman tanıdım ben. Bizim eleştirilerimizi kabul etmiyordu, kendi fikirlerinde ve yaptıklarının doğruluğunda ısrar ediyordu. Ama eleştirilere hiddetle karşılık vermiyordu, en sert yazılarımızdan dolayı bile küsmüyordu. Boykot listesi yapmıyordu. Buna mukabil genç Davutoğlu, hem dönemin fikir-sanat çevrelerinde, hem de akademik dünyada dikkat çekiyordu. Boğaziçili gençlerin de gözdesiydi. Üniversitenin Kuzey Kampüsü’nde, elinde evrak çantasıyla tek başına yürürken uzaktan parmakla gösterilir, ‘İşte duble yapan Davutoğlu bu!’ denirdi. Çünkü Boğaziçi’nde hem iktisat, hem de kamu yönetimi ve uluslararası ilişkiler bölümlerini birlikte okuyarak ‘duble yapan’ ilk kişiydi Davutoğlu. Davutoğlu sonraki yıllarda ise önce Stratejik Derinlik kitabıyla entelektüeller arasında, bilahare AK Parti hükûmetlerinde dış politika danışmanlığıyla daha geniş çevrelerde hayranlık topladı. ‘Tamam, artık bu yazıdan sonra Ahmet Hoca artık benimle konuşmaz!’ dediğim her seferinde beni şaşırtan bir olgunluk gösteriyor, yurtiçi ve yurtdışı programlarına çağırmaya devam ediyordu. Yüz yüze geldiğimizde de yüzünü asmıyor, uzun uzun konuşup muhatabını ikna etmeye çalışıyordu. Yalnızca gazetecilerin değil, iyi niyetinden emin olduğu herkesin eleştirilerine karşı aynı tutumu takınıyordu ‘Hoca’, onu da belirteyim. Hâsılıkelâm, Davutoğlu’nun Türk siyasetinde özgün bir yeri olduğu muhakkak. İleride tarih kitaplarında ona ayrılacak sayfalar olacağı da muhakkak. Hatasıyla sevabıyla… Ama eski Başbakan’ın asıl ayırt edici tarafı, en azından benim açımdan, eleştiriler karşısında gösterdiği olgunluktu. Umarım çok fazla özlemeyiz.” temmuz 2016 23 haberajanda Siyaset Güç hiyerarşisine dayalı (ki bu hiyerarşide asker-bürokrasiparti-meyda en güçlü halkalardır) Eski Türkiye’den Yeni Türkiye’ye geçişin tek yolu olan kurumsal kimliğe her alanda geçiş yapılmalıdır. Bunun “tek” sorumlusu ve kudretli kişisi Erdoğan değildir. Bu, millî bir sorumluluk ve toplumsal kudretle mümkündür. Kuşkusuz bu süreci koordine edilmesi için seçilen lider “Erdoğan”, parti de “AK Parti”dir. Tartışırken ve suçlarken “eşitler arasında önde duran sorumlu” Erdoğan’dır, kabul, ama hani eşitler?! Arınç gibi sadece “liderlikte eşitler” gündemi üzerinden “Erdoğan’dan izin almadan da ben konuşurum!” demek değildir mesele. Mesele, Erdoğan’ı “eşitler arasında öndeki sorumlu” diye analiz ederken, “Sana düşen eşit sorumluluk adına ne yapıyorsun?” noktasında konuşmaktır. “Konuşan Türkiye” demek, sorumlulukları hakkında konuşan Türkiye demektir. “Erdoğan aşağı, Erdoğan yukarı” konuşmaya konuşma denmez; belki kendi boşluğunu doldurmak için “boş(luğa) konuşmak” denir! 24 temmuz 2016 Erdoğan sonrasını öne -Önü alınamayan (AK) parti içi Sedat Servet Hocaoğulları [email protected] almak arayış- Seken kurşun: Bülent Arınç B ÜLENT Arınç, BBC’ye verdiği röportajda, psikolojik eşiğini tekrar eden aynı tabloyu yineliyor ve betimliyordu: “AK Parti’yi kuran bir takımdık, Erdoğan sadece ‘eşitler arasında ön plâna çıkardığımız (görev verdiğimiz)’ bir arkadaşımızdı ve verilen görevleri başarıları ile hak ediyordu. Fakat zamanla ‘Lider benim!’ dedi ve istişâreye kapalı tek adam olmaya doğru yöneldi. Bu psikoloji, Çözüm Süreci’nden paralel yapıyla mücadeleye, basın özgürlüğünden parti içi >> >> atamalara kadar bir dizi eleştiriye konu olacak hatalar yaptı. Bunun en üzücü örneği de başarılı bir Başbakanlık yapan Davutoğlu’na görevden el çektirilmesidir. Artık Erdoğan’dan habersiz cümle kurmayacak bir takımı kaldı geriye; ben bu karakterde değilim ve hakkımızdan vazgeçecek de değiliz! Ama bunu muhalif hareket veya parti kurarak yapmayacağız. Sabredip bu hatalardan vazgeçilmesini zorlayacağız. Olmadı, o zaman milletin yönelişine bakıp ona göre hareket edeceğiz…” Bülent Arınç’ın Gezi olaylarının öncesinde başlayan ve “istikrarlı” şekilde devam eden psikolojisinin (yani “siyâset etme psikolojisinin”) ana fotoğrafı bu! Ancak bu fotoğrafın “üretken” bir karakteri var. Zira hatıra fotoğrafı çektirmek için kullanılan ve “baş kısmı boş olan hazır bir tablo” işlevi görüyor. Yani aynı psikolojik eşiğe kapılmış her kim varsa, AK Parti içinde aynı boşluğa kafasını koysa, vereceği poz bu betimleme ile örtüşür. AK Parti içinde hatırı sayılır ölçüde, yukarıdaki betimleme tablosunun baş kısmına “baş koymak” kararı vermiş (etkinlik içindeki) hayli “etkin”, Arınç’a göre kurucu listesinin özgül ağırlığını oluşturuyor. Arayış var... Tasfiye edildiklerinden emin olan veya beklemede kalan ciddî bir isim listesi, başını koyabileceği boşluğu yakalamanın yanında, Erdoğan ile tatlı bir hesaplaşma göreceği siyâsî boşluğu da kolluyor. Peki, kollanan siyâsî boşluk nedir? Erdoğan’ın boşluğu Erdoğan ile ilişkili iki boşluk seçeneği var: Erdoğan hayatta iken seçmen kitlesinde yaşanacak boşluk (Erdoğan dışında lider arayışı) ve Erdoğan’ın vefâtından sonra yaşatemmuz 2016 25 haberajanda Siyaset nacak “beklenen boşluk”… Fakat kesinleşmiş bir karar var: Erdoğan’dan kaynaklı tüm boşluk seçenekleri doldurulurken, onun “tek adam” olduğuna gönderme yapılarak bir şekilde “Ben gelirsem ‘tek Adam’ olmayacağım!” sermâyesi kullanılacak. İşte bu sermâye, Erdoğan karşıtı/düşmanı tüm cepheleri tek çatı altında toplama enerjisi oluşturduğu gibi, Bülent Arınç gibi “eşitler arasında kalmak” gücüne tâlip arayışları da bu enerjiden beslenerek pozisyon alıyor. Pozisyon alanların ortak bir niyet ve sloganı var: “Erdoğan sonrasını öne almak…” Erdoğan sonrasını öne almak iki cephelidir: Birincisi, Erdoğan’ın vefât ettiği anda oluşacak boşlukları doldurmaya tâlip isimlerin hazırlıkları… İkincisi, Erdoğan hayatta iken, vefâtı sonrası oluşacak boşluğun o hayatta iken oluştuğunu gösteren, onu devirmeye dönük hareketler… Abdullah Gül, Bülent Arınç ve artık Ahmet Davutoğlu (sembolik değerleri olduğu için), Erdoğan’ın vefâtından sonraki boşluğa tâlipler. Örneğin Gül ve Davutoğlu, Cumhurbaşkanı adayı olmak istediklerinde çok yıpranmadan bu imkânı yakalama şanslarını riske etmiyorlar. Fakat Arınç, artık bu boşluğu doldurmaya tâlip değil. Göze aldığı başka bir şey var: “Koordine etmek”... (Yani boşluğa kafasını koyacakların fotoğrafını çekmeye ve albüm yapmaya kararlı!) Bu nedenle Gül ve Davutoğlu, Arınç’ın “sözcü” gibi pozisyon alışına açıktan des- 26 temmuz 2016 tek vermeyeceklerdir. Peki, Arınç bu koordinatörlüğü sonuçlandırabilecek mi? Evet, bu mümkün! Çünkü Arınç bunun için “köprü” çalışması yapıyor ve iki karşı yakadan iki ayrı çalışma yürütüyor. Bir bakıma “Erdoğan sonrasını öne almak” formülünü işletiyor. Hem Erdoğan’ın vefâtından sonra oluşacak boşluğu doldurmaya tâlip (hayattaysalar tabiî) isimlerle (başta Gül ve Davutoğlu) aynı yerde pozisyon alarak Gül-Davutoğlu-Arınç uyumuna ve uygunluğuna dikkat çekiyor, hem de Erdoğan hayattayken büyük boşluklar oluştuğunu iddia eden AK Parti içi (ve diğer siyâsî partilerin) muhalefete “tek adam” rüzgârını salarak ve oluşan Erdoğan nefretine dalgakıran pozları vererek Erdoğan’a sahadan mobbing denemesi yapıyor. Kuşkusuz bunu usta bir kelime sihirbazı edâsıyla yapıyor, her yerinden barış güvercini çıkarıyor. Oysa gerçekte olup bitenin perde arkası bambaşka; çünkü sonuçta “sihir” dediğiniz şey, “el çabukluğu ile algı boşluğundan yararlanmak” sanatıdır. Arınç’ın yakaladığını düşündüğü boşluk ise tek adam metaforudur. Peki, Erdoğan gerçekten “tek adam” kurallarını işleten biri midir? Tek adam, tek tabanca “Tek adam”, kendi içinde bir ironi taşır. Çünkü “tek” ve “adam”dan terkiplenir. Yani “adam olarak tek”… Bu ironiye metfun Erdoğancıların varlığını inkâr edemeyiz. Nitekim Arınç da “trol ve troliçeler” adresini bu ironiden duyduğu rahatsızlık sebebiyle işaret eder. Ancak “tek adam” sıfatını bir kişinin hak etmesi için veya başkasını “tek adam” olduğu yönünde suçlamak için (suçun delili ve gereği ayrı bir tartışma konusu) üç ayrı “tek” özelliğinin örtüşmesi/buluşması gerekmektedir. Yani metafor olsun diye ironileştireceğim bir “tek teslisi”nin olması lâzım. Nedir bunlar? Diktatörlük, narsisizm ve atanmışlık Diktatörlük: Dudak hareketiyle yasama, yürütme ve yargı erki olabilme gücüdür dikatatörlük. Dolayısıyla diktatörlük ile resmî alandaki sistemle birebir etkileşim/ ilişki vardır. Narsisizm: Kendini kutsama ve kutsama törenlerinde tatmin olma, bunun için sevici-tapıcı kitleyi organize etme veya “tek başına tören” sekansları düzenlemeyi anlatır bu kavram. Adını yere göğe kazımak panikliğidir. Dolayısıyla beden ve özel yaşam dili ile örülen bir psikolojik eşikten bahsediyoruz. Atanmışlık: Neredeyse bütün görevlere bir güç tarafından atanmak ve seçilmişlerin devre dışı bırakılması durumunda her koşulda yedekte devreye sokulmaktır atanmışlık. Dolayısıyla iradeseçmek kültüründen doğmayan “kukla yönetim figürü” demektir. İşte bu üç ayrı “tek adam” boyutu bir kişide buluşursa, biz ona “tek adam” diyebiliriz. Kuşkusuz bu özellikte biri yeryüzü için başlı başına bir zulüm ve fesat kaynağıdır. Ve bu kişiye “adam” demek bile “adamlığa” hakârettir. O zaman soralım: Erdoğan “tek adam” mıdır? Sistem açısından tek adam: Mevcut Cumhurbaşkanlığı yetkileri dururken başkanlık sistemini isteyerek bu yetkileri azaltmayı talep etmek ve üstelik de bütçe ve kanun yetkisi Meclis’te olan bir sistem için çabalamak, yani diktatörlüğün aslî koşullarını reddeden bir yapıda ısrar etmek açıkça gösterir ki Erdoğan, “tek adam” sıfatının birinci boyutu olan özellikte değil. Psikolojik açıdan tek adam: Erdoğan’ın kendi heykelini diktirmek, şehir-bölge isimlerinde isminin baskın olmasında ısrar etmek veya şahsına yönelik kutsayıcı törenler düzenlemek, îtiraz edenleri cezâlandırmak ve dahası eleştiri/şerh düşme durumlarında öldürmek veya zarar vermek gibi çabaları var mı? Bizce yok! Yani narsisist değil… Hak ediş açısından tek adam: Bulunduğu görevleri seçilerek, hak ederek ve hakkını vererek mi dolduruyor, yoksa güce tapan ve sürekli atanan bir yöntemle mi aynı makamda duruyor? Çok açık ki, bu Erdoğan için söylenecek en son şey olur! Dolayısıyla Erdoğan için “tek adam” iddiası, politik suçlama ve farklı hedefler için bir malzemedir. Ve maalesef arkadaşları ile desteklediği ciddî bir kitle, artık bu malzemeyi kullanıyorlar. İster kendi kişilik boşluklarını doldurmuş olsunlar, ister Sedat Servet Hocaoğulları sosyal bir boşluk riski gerekçesiyle, ama sonuçta artık “tek adam” etiketi politik sahadadır ve mantar gibi su değdikçe çoğalmaktadır. O zaman gerçekçi soruyu biz soralım: Erdoğan, “tek adam” değilse nedir? (Ve bu soruyu besleyelim:) Erdoğan’ın duruşu/tutumu içindeki hata, boşluk, çatışma kaynağı nerededir? Örneğin AK Parti’yi birlikte kurduğu arkadaşlarından özellikle Gül, Arınç ve Davutoğlu gibi ön safta duranlarla yaşanan sorunlar, Gezi Parkı ve 17 Aralık operasyonları sonrası toplumun belirli bir kesimini de içine alan radikal politik mobbing iddiası taşıyan dil ve uygulamaları nereye koyacağız? Şahsî gözlem ve yorumumuz odur ki, tüm bunların kökeninde Eski Türkiye’yi “Eski Türkiye” yapan “güç hiyerarşisi” dokusunu (ki bu doku hem toplumda, hem de onun devletinde vardır) değiştirmekte Erdoğan bir “yetersizlik” içinde kalmıştır/ bırakılmıştır. Ve asıl önemli olanı ise, güç hiyerarşisini eskilerde bırakacak “kurumsal kimlik” yapılanmasındaki “başarısızlık gerçeği”dir. Yani Erdoğan, güç hiyerarşisi ile mücadelede yetersiz kalmış ve kurumsal kimlik yapılanmasında da istenen noktaya ulaşamamıştır. Kuşkusuz bu yetersizlikbaşarısızlık-eksiklik karnesi sebebiyle sürecin lideri olduğu için gündem onun adı ile açılabilir. “Erdoğan dönemi” gerçeğiyle bundan birinci dereceden Erdoğan sorumlu tutulabilir ve hatta bir daha seçilmeme gerekçesi olarak Şahsî gözlem ve yorumumuz odur ki, tüm bunların kökeninde Eski Türkiye’yi “Eski Türkiye” yapan “güç hiyerarşisi” dokusunu (ki bu doku hem toplumda, hem de onun devletinde vardır) değiştirmekte Erdoğan bir “yetersizlik” içinde kalmıştır/bırakılmıştır. Ve asıl önemli olanı ise, güç hiyerarşisini eskilerde bırakacak “kurumsal kimlik” yapılanmasındaki “başarısızlık gerçeği”dir. millî iradenin önüne götürülebilir. Nitekim Erdoğan’ı “bir daha seçmemek” imkânı hep vardı, fakat ne toplum, ne de AK Parti bu imkânı kullandı. Çünkü ne toplum, ne de devlet, “güç hiyerarşisinden kurumsal kimliğe geçiş” için hazır. Belki niyetli de değil. Kim bilir, belki de bu geçiş sadece “yeni anayasa” değil, bir “yeni toplum” arayı- şıdır. “Yeni Türkiye” bir “yeni toplum” hedefindeyse eğer, ya toplum farkında değil ya da Erdoğan bunu anlatamadı. Erdoğan’ın mîrası “yeni anayasa” mı, “yeni toplum mu” olacak? Ara başlığa taşıdığımız sorunun cevabını “Yeni Türkiye-Yeni Vizyon Za- manı Geldi: Recep Tayyip Erdoğan” adlı kitabımda aramış ve “2023 Kuşağı” kitabımla da “Yeni anayasa yetmez, yeni toplum şart!” söyleminde bir projeksiyon geliştirmeye çalışmıştım. Dolayısıyla Erdoğan’dan kalacak mîrasa ilişkin sadece kritik eşik özelliği taşıyan bazı spotları paylaşmakla yetineceğim. temmuz 2016 27 haberajanda Siyaset olanı “yeni kuşak”tır. Bugün bile liseli gençlerimizi kışkırtan hareketler vardır. Geçmişimiz acı örneklerle doludur. Bu noktada 1 Kasım sonrası politikalar ulaşım ve sağlıkta olduğu gibi âcilen gençlikkültür-eğitim-teknoloji alanlarında da reform-devrim niteliğinde büyük hamlelere ihtiyaç vardır. Sonuç 1- Yeni topluma geçişte son viraj “başkanlık sistemi”: Başkanlık sisteminin yeni anayasa tartışmasının önüne geçmesi büyük bir avantajken, dolayısıyla sadece devleti yenileyecek anayasa ile yetinmeyip yeni toplum fırsatını inşâ edecek içerik ve sistem değişiminde bir anayasa başlangıcı yapma fırsatı vardır ve bu tarihî fırsatı “Erdoğan” isminde boğmak, bir gelecek katili olmaktır. Bu noktada Erdoğan’ın “yeni toplum” ufkuna işaret eden bir usûle değilse de bir üslûba ihtiyacı vardır. Biliyoruz ki usûl, bir takım işidir. Üslûp ise bir paslaşma… Erdoğan’ın sözlerinin altını dolduracak ve sözün şerefesinden şereflice mesajı iletecek kadro sahibi olması, birinci derecede kendi sorumluluğundadır. Erdoğan hayattadır ve bu imkân duruyor. 2- Güç hiyerarşisinden kurumsal kimliğe geçiş için son 28 temmuz 2016 viraj “2023 Kuşağı”: Hangi siyâsî parti mensubu olursa olsun, bu ülkede güç hiyerarşisinden kurumsal kimliğe geçiş için elini taşın altına koyacak ve AK Parti’ye oy vermese de Erdoğan’a karşı kişisel tutumlara girmeden bu geçişe katkı sağlayacak milyonlar var. Çünkü diğer siyâsî partiler kendi teşkilatlarına hâkimler, kemikleşmiş oyları var, ancak kendi seçmenlerinin aklına hükmediyor değiller. Hatta AK Parti bile böyle. Bu nedenle “toplumsal mutabakat” eksenli (siyâsî partilerle mutabakat olmasa da) bir sivil ve doğal alan hareketine ihtiyaç var. Erdoğan bunu bir “millî hedefler mutabakatı” ekseninde örgütleyebilir; yani Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ni siyâsî partilere açmayabilir, ama seçmene açabilir. Bunun için Külliye’de güç hiyerarşisi hücreleri değil, “kurumsal kimliğe geçiş ofisleri” şeması (ki bize göre bu yapılma çabasındadır) etkinleştirilerek kamuoyuna açılmalıdır. 3- AK Parti teşkilatının başkanlık sistemine uygun dönüştürülmesinde son viraj “âkil koordinatörler”: Bu çalışmayla Gül, Arınç ve Davutoğlu başta olmak üzere “Türkiye’nin birikimi” özelliği taşıyanların enerjilerini “güç hiyerarşisini” kırmak ve “kurumsal kimliğe geçiş” noktasında “âkil koordinatörler” olarak (bir zamanlar yaptıkları gibi) ülkede basılmadık yer bırakmayacak şekilde “yeni anayasa-yeni toplum” çalışmalarına öncülük etmeliler ve başkanlık sistemi noktasında siyâsî parti yapısında gerekli değişikliklerin ilk örneğini AK Parti içinde pratize etmeliler. 4- Kışkırtılmış yüzde 50 için son viraj “gençleşen Türkiye”: Erdoğan sonrası oluşacak boşluk içinde en tehlikeli Güç hiyerarşisine dayalı (ki bu hiyerarşide askerbürokrasi-parti-meyda en güçlü halkalardır) Eski Türkiye’den Yeni Türkiye’ye geçişin tek yolu olan kurumsal kimliğe her alanda geçiş yapılmalıdır. Bunun “tek” sorumlusu ve kudretli kişisi Erdoğan değildir. Bu, millî bir sorumluluk ve toplumsal kudretle mümkündür. Kuşkusuz bu süreci koordine edilmesi için seçilen lider “Erdoğan”, parti de “AK Parti”dir. Tartışırken ve suçlarken “eşitler arasında önde duran sorumlu” Erdoğan’dır, kabul, ama hani eşitler?! Arınç gibi sadece “liderlikte eşitler” gündemi üzerinden “Erdoğan’dan izin almadan da ben konuşurum!” demek değildir mesele. Mesele, Erdoğan’ı “eşitler arasında öndeki sorumlu” diye analiz ederken, “Sana düşen eşit sorumluluk adına ne yapıyorsun?” noktasında konuşmaktır. “Konuşan Türkiye” demek, sorumlulukları hakkında konuşan Türkiye demektir. “Erdoğan aşağı, Erdoğan yukarı” konuşmaya konuşma denmez; belki kendi boşluğunu doldurmak için “boş(luğa) konuşmak” denir! haberajanda Siyaset K Cüneyt Akar [email protected] URULDUĞUNDAN beri tüm seçimleri ve kongrelerini zamanında yapmakla ünlenen AK Parti, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı oluşuyla mecbûrî bir olağanüstü kongre yapmış, ardından Davutoğlu ile girdiği ilk seçimin Meclis’te bir sonuca ulaşamamasıyla da genel seçimi yenilemek zorunda kalmıştı. Bu mecbûriyetlerin ardından beklenmedik şekilde Davutoğlu’nun Başbakanlık koltuğundan ferâgat etmesi, AK Parti’yi yeni bir olağanüstü kongreye sürükledi. Bu son kongrede Ahmet Davutoğlu, kendisini sevenleri mahcup etmedi ve bir dâvâ adamı olduğunu ispat etti. Vedâ konuşmasını yaparken, görevi bırakmasına üzülmemizde ne kadar da haklı olduğumuzu bir kez daha görmüş olduk. Hoca, daha önce Erdoğan’la yolları ayrılanlara bir ders verircesine, partinin ve kutlu dâvânın zarar görmemesi için elinden ve dilinden gelenin en iyisini yaptı. Ve tüm partililerin gözleri dolarak helâlleştikleri, avuçları patlayıncaya kadar alkışlarla vedâlaştıkları o sahneler yaşandı. Davutoğlu, Erdoğan’ın ardından belki de beklenmedik bir biçimde partiye kendi damgasını vuran Başbakan olarak tarihe altın harflerle yazılacak. Ahmet Hoca’yı özleyeceğiz! Binali Yıldırım, Davutoğlu’nun arkasından o koltuğa en çok yakışacak isimlerden biriydi kuşkusuz. Hatta Davutoğlu’ndan önce bile Başbakanlığı hak ettiği iddiası tartışılabilir. Yıldırım, bugüne kadarki bakanlık görevlerinden dolayı Türkiye’nin en büyük şanslarından biri olmuştur. Ama onun en büyük şanssızlığı, görevi Ahmet Davutoğlu’ndan devralmış olmasıdır. Yeni Başbakan’dan beklentimiz, Erdoğan’ı başkanlığa taşıması ve bakanlık tecrübelerini icraatına yansıtmaya devam ettirmesiyle sınırlı kalacak gibi. Zira son kong- Başbakan yeni, Başkan ve hedef aynı BENİM 2023 hedefim, Erdoğan’ın önüme koyduğu hedeftir. Türkiye’nin ekonomik, siyâsî ve askerî olarak dünyanın çatısında var olduğunu görmek istiyorum. Bunu bana yaşatabilecek kişininse Erdoğan’dan başkası olmadığını artık daha iyi görüyorum! renin ardından iyice anlaşılmıştır ki, AK Parti’nin tartışılmaz tek hâkimi ve “icrâ başkanı” Recep Tayyip Erdoğan’dır. Buradan hareketle diyebilirim ki, Yıldırım’ın sarf ettiği “79 milyonun hükûmetiyiz” sözü, doğru ve makamının gereğidir. Ancak AK Partililerin Başkanı olmadığı ve olamayacağı da kesindir. Kendinize muasır medeniyet hedefi koyarsanız, muasır medeniyete de bir örnek bulmanız gerekir. Sonra da “O hedefe yürüyorum” diye o örneği taklit eder durursunuz yanlışıyla doğrusuyla. Sümerler çivi yazısıyla medeniyet kurdular da medeniyeti benden öğrenenlerin yazısına mı muhtaçtım ben? bir makale çıkar ortaya. Şimdilik bu kadarla yetinelim.) Yıldırım, Türkiye üzerinde bir birleştirici güç rolü oynamaya da çalışmamalıdır bence. Bu rol ona birkaç numara büyük gelecektir. Meselâ Anıtkabir ziyaretinde, “Atatürk’ün 2023 hedefine yürüyoruz” dedi ya hani, doğru mudur bu hedef? “Bugüne kadar AK Parti ve Erdoğan’ın önümüze koyduğu 2023 hedefinde Atatürk vurgusu yokken bu da nereden çıktı?” diye afalladık birden. Tahminimce özellikle CHP seçmeni üzerinde bir sempati arayışından kaynaklandı bu açıklama. Zor tabiî... Zira bu tür açıklamalar her zaman “riyakârlık” olarak adlandırılmıştır sokakta. Son Osmanlı Sultanı Vahdettin’in cenazesini vatan toprağına almayarak sahipsiz bırakacak kadar köklerinden korkan birinin hedefleri, benim hedeflerim olamaz. Hele ki Osmanlılık vurgusunu her fırsatta gururla dinlediğim Erdoğan gibi bir liderim varken… Meselâ, Sultan Abdülhamit Han’ın hayâliydi Boğaz’ın altından iki yakayı birleştirmek, gerçek oluyor. Sultan Abdülmecid’in rüyâsıydı demiryoluyla iki kıtayı birleştirmek, gerçek oldu. Kanunî Sultan Süleyman’ın akıl oyunlarından biriydi İstanbul’a ikinci bir boğaz, projelendiriliyor. “Gökten indiği varsayılan” kitaplar ifâdesiyle ilâhî dinleri toptan yok sayan birinin hedefleri, benim hedeflerim olamaz. Hele ki İslâm’ı ve Kur’ân’ı bir an olsun aklından ve hayatından çıkarmadığına inandığım Erdoğan gibi bir liderim varken… (Bu örnekler çoğaltılabilir ve sayfalar dolusu Velhâsıl, ben bir AK Parti seçmeni olarak, Yıldırım’dan Atatürk güzellemeleri dinlemek istemiyorum. Benim duymak istediklerim, Ecdadımın aklından geçenler ve daha iyileri… Benim 2023 hedefim, Erdoğan’ın önüme koyduğu hedeftir. Türkiye’nin ekonomik, siyâsî ve askerî olarak dünyanın çatısında var olduğunu görmek istiyorum. Bunu bana yaşatabilecek kişininse Erdoğan’dan başkası olmadığını artık daha iyi görüyorum! temmuz 2016 29 HABERA JANDA KAPAK DOSYASI Müslüman coğrafyadaki farklı hareketlenmeleri analiz etmek adına “siyâsal”, “sivil”, “kültürel”, “demokratik” sıfatlar kullanılabilir. Ancak bu, yeryüzündeki tüm hareketler için de kullanılmalıdır. Mesela bize göre AK Parti “muhafazakâr demokrat” olarak Gülenci cemaatine göre çok daha fazla “sivil” bir harekettir. Asıl “siyâsal” karakterli hareketse Gülencilerdir. Üstelik kullandıkları yöntem ve araçlar sebebiyle de “anti-demokrat” çizgidedirler. Yine CHP, Türkiye’de siyâsal ve antidemokrat hareketlerden bir diğeridir. Çünkü doğal ve sivil alanı üst perdeden ve toplum mühendisliğiyle yönetmekte ısrar etmektedir. İslâm’ın Truva atlarını Müslüman mahallesine hediye diye gönderen zihniyetler, kuklacının (Batı’nın) “yeni insan” ipleriyle kullandığı atlardır. Kabul edilemez! 30 temmuz 2016 Siyâsal-demokratik-sivil - İslâm’ın Truva “ONLAR ASAMADILAR. ONLAR, ASTIKLARINI SANACAK KADAR ŞAŞIRDILAR.” (KUR’AN) İ SLÂM, artık bir “coğrafya” atlası! Yeryüzündeki seçeneklerden sadece biri! “Müslümanım” diyenlerin yaşam tarzlarını meşrûlaştırdıkları “kaynak/dipnot” bibliyografyası… Dolayısıyla İslâm, “orijinal/tek” içeriğinde “Tanrı’nın hitabı” veya “insanlık için mesaj” olarak bilinmiyor. Doğu’da İslâm, Hz. Muhammed’i Son Peygamber olarak kabullenmiş bir coğrafyanın gelenekli kültürü, yani “turistik dinî hayat” olarak tanınıyor. Müslümanların tüm iddia ve hedeflerine rağmen olan ve oldurulan gerçeklik bu! >> Kuşkusuz bu gerçeklikten Hıristiyanlık ve Yahudilik de payını alıyor. Çünkü artık din, “bir coğrafya atlası” çizgisinde. Âdetâ Hıristiyanlık, Yahudilik ve “Hz. Muhammed’e inananlar” anlamında kullanılan “İslâm”, artık yeryüzünde “son sınırına ulaşmış bir mesaj” hükmünde kaldı. Neredeyse yüzlerce yıldır bu sınırlarda bir kıpırdanma yok. Bir başka ifâdeyle, “kendi sınırında tutsak” hükümlü gibiler. Dinlerin kendi sınırlarında tutsak kalışının nedenleri hakkında çok şey söylenebilir. Ancak iki neden, “sınır çizen etken” özelliği taşımaktadır: “Medeniyetin sonu” ve “yeni insan” arayışı… Suya düşen taş etkisi gibi, dinler de son halka olan “sanat tarihi” finalini yaptılar ve artık yeryüzünde “medeniyet inşâ eden yürüyüşleri” son buldu. Dinlerin sanat tarihinde ise, artık tarihî kültürel mîras olarak “mum- yalanmış medenîlik” olarak “câmi-kilise-havra” formu içinde coğrafî bir imgelem olarak var. Bunun anlamı çok açık: Yeni bir insan arayışı mevcut ve bu arayışta din, sadece bir “han”; kültür kervansarayında bir “geçici tecrübe” hükmünde uğrak yeri ve kuşkusuz ikramları ve misafirperverliği dillere destan… Din mensupları (dindarları kastediyoruz), “medeniyetin sonu” travmasını HABER AJANDA - kültürel Atları atlatamadıkları için “devam eden medeniyet” kurgusu ile yaşanmamış, yaşamayan ve yaşanacak da olmayan “kıyamet öncesi son vuruş” senaryolarıyla meşgûller. Bu senaryoda başaktör olarak bir “kurtarıcı” var, bir de yardımcı oyuncu rolündeki “Bütün dünya tek din mensubu kalacak” repliğini seslendirecek “büyük devlet” fikri. Dinlerin -çok ilginçtir, kendi lehlerine olmak kaydıyla aynı senaryoya sahip- “Barbar” metaforu, özellikle Batı hafızasında oldukça “uy- kudan uyandıran bir kâbus” etkisi yapmaktadır. Nitekim Batı, siyâsal İslâm haberlerinde üç şeyi ısrarla kendisine uyandırmak için kullanmıştır: Peçeli kadınlar, şiddetin her türlüsünü kullanırken tekbir getiren cihatçılar ve moderne ait şeylere saldıran sosyal örnekler (özellikle cinsellik eksenli kadın profillerine yönelik saldırılar)… Batı’nın haber yaptığı bu örneklemelerin önemli bir kısmını organize ettiğinin ve habere konu olacak câhil ve barbar dindarlar bulmakta zorlanmadığının özellikle altı çizilmelidir. temmuz 2016 31 HABERA JANDA KAPAK DOSYASI ler- bu “gelecek simülatörü” hayâlleri önemli bir kriz yaratmaktadır: Tanrısallaşan insan; yani tanrıyı oynayan insan... Dinlerin tanrıyı oynayan insan yedeği ile modernleşmenin, yani medeniyetin sonunu ilân eden sürecin plânladığı “yeni insan” kurgusu arasında ortak bir iksir var: Kendini yücelten insan… Yani insan, kendisi için yine insan olarak Truva atını hazırlıyor. Çünkü medeniyetin sonunu getiren/getirdiğini düşünen modern düşünce, İslâm, Hıristiyanlık ve Yahudiliğin ait olduğu ileri sürülen sonu gelen medeniyetten sonra, “yeni insan” dönemini başlatmıştır. “Yeni insan” iddiası iki temel ödevle başlar: Tanrı’yı gözden geçirmek ve de sonu gelmiş medeniyete ihtiyaç duymadan ve onun devamına izin vermeyecek bir “modern yeni medeniyet” inşâ etmek… Modern düşüncenin bu “yeni” atağına îtiraz edebilecek ve “kendini yenileyen medeniyet” karşı atağıyla dalgakıran görevi görecek ve belki modern düşünceyi “bir düşünme şekli” ile sınırlı tutacak/değerlendirecek tek özne İslâmken, Müslümanlar bu imkânı geciktirmektedirler. Çünkü İslâm’ı sadece Hz. Muhammed sonrası başlatmak gibi İslâm’ın “özüne aykırı” bir “kronolojik zihin” yöntemiyle “tarihî ve coğrafik” zindanda tutmaktadırlar. Oysa İslâm, söz konusu ettiğimiz bağlamda bir enerji/özne/imkân olarak Hıristiyanlık ve Yahudilik kültürünü de içinden süzerek değerlendiren bir “kurucu 32 temmuz 2016 Kendisini “muhafazakâr demokrat” olarak tanıtan, öyle algılanmak isteyen ve “Biz İslâmcı bir parti değiliz” ısrarında olan AK Parti, 14 yıllık iktidarı boyunca tüm çaba ve târif ısrarına rağmen, “sözde muhafazakâr, özde İslâmcı” yaftalamasından kurtulamadı. Çünkü “siyâsal İslâm” ve her türlü tercümesi, Batı tarafından kullanılan bir Truva atı etkisi ile kullanılıyordu. HABER AJANDA medeniyet öznesi” özelliği taşımaktadır. Çünkü Hıristiyanlık ve Yahudiliğin medenî kurucu aktörleri olan Hz. İsa ve Hz. Musa da “İslâm” peygamberleridirler ve İslâm çizgisi bu aktörleri de kuşatan bir tabloya sahiptir. Ancak artık bir realite var: İslâm (yeryüzündeki İslâm algısı kastedilmektedir), Müslüman’ın esiridir. Müslümanlar, İslâm’ı tarihî kronoloji ve coğrafî atlas içinde bir çeşit “zihin kölesi/ câriyesi” hükmünde tutmaktadırlar. Oysa İslâm’ın özgürleşmesi için “sonu gelen medeniyetin devamını sağlayacak başaktör” rolüne geri dönmesi gerekmektedir. Kuşkusuz İslâm’ın sahibi Allah’tır ve Müslümanın, İslâm’ın kendisini köleleştirmesi mümkün değildir. Ancak insanlığın “İslâm” denildiğinde karşılaştığı dil ve görüntü, algı-iletişim aşamasında bir “tutsaklık” durumu ile karşı karşıya olduğumuzu bize açıkça göstermektedir. Nitekim Müslüman coğrafyanın her açıdan durumu ortadadır. Modern düşünce (moderniteyi temsil eden zihin ve onun inşâ ettiği küresel güç kastedilmektedir), sonunu getirdiği (sonunu ilân ettiği) medeniyete ait olan dinler içinde en güçlü rakip olarak gördüğü İslâm’ı, Müslümanların mevcut durumundaki âcziyet ve travmaya rağmen, bir daha hiç uyanmayacak şekilde, yani uykusundayken öldürmek için bir hamlede bulunmuştur: İslâm’ın kıpırdayan, canlılık belirtisi taşıyan bir tarafı varsa, onu “siyâsal İslâm” olarak yafta- lamış ve modern dünyanın “yeni insan” tipine ispiyonlamıştır. Peki, neden “siyâsal İslâm” isimlendirmesi tercih edilmiştir? Bir siyâsal dejavu olarak “siyâsal İslâm” Batı, “din-iktidar” ilişkisine dair hafızada olan iki “tehlike”yi (modern düşünceye göre tabiî) fırsat buldukça hatırlatır: Biri Kilise iktidarı, diğeri de Avrupa’nın içlerine kadar gelen “cihat iktidarı”… Kilise iktidarına karşı “kesin zafer” elde eden modern düşünce medeniyetin sonunu ilân ettiğinde, böylelikle “cihat iktidarı”nın da son bulduğunu iddia etmiştir. Çünkü modern düşünceye göre din, artık “kurucu etkisi geçmişte kalan bir insanlık (aklı) tecrübesi”dir. Modern düşünce, iktidarı artık iki kanatla uçuracaktır: Ulusalcılık ve liberallik… Ulusalcılık; din yerine dilin iktidarını esas alan, yalnız aynı dili konuşan dindarlar arasında din kardeşliğini değil de ırk kardeşliğini esas alan bir iktidar biçimidir. Kabuğu dil, özü ırk olan bu iktidarda dine sadece kişinin özel hayatında ve sadece özel hayatının sınırları içinde yer verilecektir. Zaten modern düşünceye göre zamanla din, artık kişilerin sadece hatıralarında kalacaktır. Liberallik; özünde Tanrı buyruklarına dayalı yapılanma ve kilise-saray paylaşımını sonlandıran, anayasal hareketlerle serbest ticareti (özü kapitalizmdir) sentezleyen “ideolojisiz iktidar” pro- jesidir. Bu bağlamda “siyâsal İslâm” etiketi, modern düşüncenin algı yönetimiyle sunduğu formuyla, içinde Matruşka gibi bir tehlikeler zinciri barındırıyordu: Kilise iktidarını aratacak cihat iktidarı; toplum mühendisliğine soyunmuş halkın iradesine rağmen Tanrı şeriatını ve asıl önemli olan eski medeniyeti canlandırmak için modern düşünceye, yani “yeni insan” fikrine düşmanlık… Dolayısıyla modern düşünceye göre siyâsal İslâm, modernlikle gelen hiçbir şeyle bağdaşmayan, uzlaşmayacak olan ve her fırsatta modern kazanımlara saldıracak olan eski medeniyetin barbarlığıdır. “Barbar” metaforu, özellikle Batı hafızasında oldukça “uykudan uyandıran bir kâbus” etkisi yapmaktadır. Nitekim Batı, siyâsal İslâm haberlerinde üç şeyi ısrarla kendisine uyandırmak için kullanmıştır: Peçeli kadınlar, şiddetin her türlüsünü kullanırken tekbir getiren cihatçılar ve moderne ait şeylere saldıran sosyal örnekler (özellikle cinsellik eksenli kadın profillerine yönelik saldırılar)… Batı’nın haber yaptığı bu örneklemelerin önemli bir kısmını organize ettiğinin ve habere konu olacak câhil ve barbar dindarlar bulmakta zorlanmadığının özellikle altı çizilmelidir. Kuşkusuz dünya savaşlarından mağlup ayrılan ve daha önemlisi modernlik karşısında “tam yenilgi” alan Müslüman dünyanın saymakla bitiremeyeceğimiz sorunlar, çatışmalar, travmalar içinde olduğu âdetâ “zihinsel bataklık” içinde debelendiği bir gerçek. Nitekim neye el atılsa elde kalan sorunların bunaltıcılığı karşısında tek çarenin “savaşmak” ve “doğrudan iktidarı ele geçirmek” olduğu tezi zamanla güçlenmiş oldu. Batı bu yönelişi işini kolaylaştırıcı buldu; tabi kontrol altında tutmak ve günü geldiğinde provake ederek deşifre etmek şartıyla… “Siyâsal İslâm” ifâdesi, ülkemiz için “İslâmcılık” diye tercüme edildi. İslâmcılığı “hayatın her alanında ve sosyal tüm aşamalarda İslâm’a uygunluk ve İslâm’ın hedeflerine yönelik örgütlenme” diye târif edenler açısından bu tercüme veya etiketleme îtiraz görmedi. Ancak küresel aklın ve endüstrinin “siyâsal İslâm”a ilişkin değerlendirme ve düşmanlığından da nasibini aldı. Çok ilginçtir, ülkemizde de “İslâmcıların iktidarı” diye bir yaftalamayla AK Parti dönemi etiketlendi ve tüm olup bitenler “İslâmcılar”ın hanesine/karnesine yazıldı. Öyle ki, yine İslâmcı etiketiyle hedef gösterilen Necmettin Erbakan’ın Avrupa Birliği için “Hıristiyanlar Kulübü” iddiaları ile AK Parti’nin AB üyeliğine ilişkin ısrarı arasındaki çelişki bile “İslâmcılar değişiyor mu? Yoksa İslâmcılar taktik mi kullanıyor?” gündemlerine gerekçe oluyordu. Kendisini “muhafazakâr demokrat” olarak tanıtan, öyle algılanmak isteyen ve “Biz İslâmcı bir parti değiliz” ısrarında olan AK Parti, 14 yıllık iktidarı boyunca tüm çaba ve târif ısrarına rağtemmuz 2016 33 HABERA JANDA KAPAK DOSYASI men, “sözde muhafazakâr, özde İslâmcı” yaftalamasından kurtulamadı. Çünkü “siyâsal İslâm” ve her türlü tercümesi, Batı tarafından kullanılan bir Truva atı etkisi ile kullanılıyordu. Batı, ulusalcılık-liberallik kanatları ile uçurduğu yeni iktidar sosyolojisinde “İslâmcı parti” kurulmasına izin verilmesi gerektiğini dillendirirken, öte yandan da “İslâmcılık moderne ait hiçbir şeyle bağdaşmaz!” propagandasını sürdürüyordu. İslâmcı partilerin beyânlarını esas almak yerine niyet okumalar ve gizli ajandalardan bahsediliyor ve sonuç alınıyordu. İslâmcılık “hayat” ile değil, “iktidar” ile burun farkıyla koşan iki at gibi siyâsal parkurda koşturuluyordu. İslâmcılığı benimseyenler açısından “Allah adına iktidar olmak ve O’nun hükmüyle hükmetmek” ve de “toplumu İslâmîleştirmek” müthiş heyecan verici bulunuyordu. Özellikle hayata müdâhil olamayan veya modernliğin kuşattığı hayattan çıkamayan psikoloji için “adanmak ve ölmek”, bir çeşit “Cennet’e gönderen tören” kurgusunu güçlendiriyordu. Bu tören bazen “intihar saldırısı” şekilde akıllara donukluk getiren “anlık bir cihat iktidarı” gibi metaforlarla coşturulabiliyordu. İslâmcılık buna îtiraz ettiğinde de, bu sefer iç ayrışma/çatışma hızlanıyordu. Batı, âdetâ bir “kuklacı” gibi, bu süreçlere müdâhil çok aktör bulabiliyordu. Çünkü hayata karşı ezik kalmış, çâresizlik içinde ölmeye aday çok ama çok insan vardı 34 temmuz 2016 Müslüman coğrafyada. Asıl ilginç olan, Batı’nın İslâmcılıkla baş edemediği veya kontrol dışında olduğunu düşündüğünde yedeğe aldığı diğer Truva atlarını “yönetme poligonu”na sokma başarısıydı. Bunların en etkileyici gösterileni (ve gösteri yaptırılanı), “sivil İslâm” etiketli ve özünde liberal karakter taşıyan sosyal örgütlenmelerdi. Nitekim Türkiye’de AK Parti iktidarına göre kendilerine farklı pozisyon alarak “Gülenciler” diye bilinen bir cemaatin kendisini “sivil İslâm” olarak târif etme/ettirme gayretleri de çok ciddî bir Batı desteğini alması açısından önemli bir tecrübeydi. Öyle ki, gün geldi 17 Aralık operasyonuyla bu cemaat “siyâsal İslâm’dan sivil İslâm’a geçiş” gibi oldukça provoke edici formatta, bir Truva atından diğerine koşturucu bir dil ve pozisyon alabildi. Hatta bu cemaat, “İslâmcılar iktidar oldu; hem İslâm’a, hem Müslümanlara kötü örnek oldu” propagandasıyla siyâsal İslâm’ın özünde ve hedefinde rant olduğunu Batı’ya ikrar ederek kendine yeni rol alanları açmaya çalışıyordu. Asıl ilginç olan gelişmeyse, uzun yıllar “İslâmcılık aydını” sıfatıyla ortalıkta dolaşanların bu cemaatle işbirliği içine girerek “Sivil İslâm, özünde gerçek İslâm” gibi safsatalarla propaganda yapmaya başlamalarıydı. Oysa ortada “siyâsal İslâm ve sivil İslâm arasındaki mücadele” tespitini haklı çıkaracak hiçbir gelişme, olgu ve hatta ipucu yoktu. Çünkü böylesi bir mücadeleden bahsedebilmek için aralarındaki fikrî, sosyal ve en önemlisi de moderniteye karşı geliştirilen tezler noktasındaki nüansı somutlaştıran entelektüel çaba ve örgütlenme farkları üzerinden bir mücadele örneği olmalıydı. Ancak bunların da hiçbiri yoktu. Olan biten, tipik bir “iktidar payı” mücadelesiydi. Üstelik “sivil” kelimesi de çarpıtılarak kullanılıyordu. Fakat bu çaba bile Müslüman coğrafyadaki psikolojiyi anlatmaya yetiyordu: Gerçekten Müslümanlar çâresiz ve bilinçsizce güç sendromuna düşmüşlerdi. Sivillik mi? Bir cemaatin saçmalamasıyla kirleniyordu. Veya kuklacı, yeni bir kuklayı sahneye alıyordu. İktidarın sivilcesi: Sivil İslâm “İslâm” kavramının önüne sıfat-vurgu-algı seçiciliği için bir takı iliştirmek oldukça sorunlu tartışmaları kışkırtan bir yöntem. İslâm’ın önüne neden bir “ek” yerleştirme ihtiyacı duyulur? “İslâm sosyalizmi”, “sivil İslâm”, “demokratik İslâm”, “modern İslâm” ve daha listelenebilecek yüzlerce kullanım... Tüm bunlar, özünde “iyi niyet” taşımayan kullanımlardır. Çünkü İslâm kavramının aldığı ekler, sıfatlar, takılar hem İslâm ile aynı cinsten değil, hem de bir eksikliği veya fazlalığı işaret etme gücünde değildir. Öyle olsaydı, bu târif ve tamlamalar Hıristiyanlık ve Yahudilik başta olmak üzere diğer dinî anlayışlara ve hatta modernliğe de uygulanmalıydı. Fakat ısrarla İslâm’a uygulanıyor. Ayrıca bir kavramın târifinde ve etki alanı olarak sınırını belirlemede, kavramın orijinali ve tarihsel süreçte aldığı algı-yorum kronolojisi arasındaki farkı hesaba katmadan bir “etiketleme-ispiyonlamaindirgeyerek suçlama” aracı yapılması, zaten Truva atı/ kuklacı yöntemlerini hatırlatmaktadır. Örneğin “sivil” kavramının da orijinal anlamı ve kronolojisindeki sınır değişiklikleri dikkate alındığında, onu İslâm ile tamlamak (sanki İslâm tamamlanmış olacak) abesle iştigâldir. Bu, mitolojideki “yarı insan yarı at” metaforunu uydurmak gibi bir şey olur. Kaldı ki, bu tarz eklemlemelere gerek yok! Eğer bununla anlatılmak istenen bir süreç, sınır, nitelikse eğer, bu işlem, tamlamadaki iki kavramdan kopuş sağlanarak veya “üçüncü tür denemesi” heyecanında yapılmamalıdır. Çünkü ortaya çıkan ne “İslâm”, ne de “sivil” olacak ve kalacaktır. Modern zamanların ve geliştirilen düşünce dokusunun insanlığa yaşattığı en önemli krizlerden biri de “kavram kıyâmeti” diyebileceğimiz kavram kargaşasıdır. Modernlik, sonunu ilân ettiği medeniyete ait kavramları kullanmadan yeni insan projesini gerçekleştirmeye kalkıştığı için ve kendi iddiasıyla geçmiş medeniyete ait sözlüğün içeriğini boşaltıp kendisine hizmet ettirecek şekilde yeniden tanımlamaya kalktığı için, ortaya, kendine yabancılaşarak yol alan veya kendini inkâr ederek var HABER AJANDA olmaya çalışan yöntemler, diller, kültürler, anlayışlar üredi ve türedi. Örneğin “millî” kavramı, bu çirkin kullanımdan en fazla zarar gören kavramlardandır. Artık milliyetçilik, ulusçulukla eşanlamlıdır. Veya “din” kavramı, sınırları Tanrı tarafından çizilmiş ancak insan tarafından yapılandırılan yaşam tarzıyken, artık sadece “Tanrı ile ilgili olan” anlamında kullanılmaktadır. İslâm, orijinalinde vahiy alan tüm nebîlerin kaynaklık ettiği bir medeniyet atlasıyken, artık Hz. Muhammed ve sonrasındaki coğrafî ve tarihî bölge olarak kullanılmaktadır. Kuşkusuz bu çarpık ve kasıtlı kullanımın yaygınlaşma sebeplerinden biri de Müslümanların zihin dünyasının bunu kabullenmesi ve kullanmasıdır. Kavramların kullanım bağlamı ve içerik sınırları noktasında en önemli köprü “iletişim”dir. Yani kavramı kullanan yaka ile onu dinleyen, anlamaya çalışan yakanın bir araya getirilmesini sağlayan köprü... Eğer kavramlara sıfat-ek-takıvurgu ekleyerek kullanmanın amacı bu iletişimi/köprüyü kurmaksa, o zaman bu köprünün iki yakadan başlayan ve gelen anlayışı buluşturması gerekir. Aksi hâlde ya iki ayrı yarım köprü ortaya çıkacaktır veya birbirine benzer/ paralel ama iki ayrı köprü var olmuş olacaktır. O zaman da her bir köprünün ulaştığı karşı bir yaka olacaksa da başka bir nokta olacaktır. Bu betimlemede, eğer İslâm kavramı bir yakadan başlayacak ve karşı “İslâm sosyalizmi”, “sivil İslâm”, “demokratik İslâm”, “modern İslâm” ve daha listelenebilecek yüzlerce kullanım... Tüm bunlar, özünde “iyi niyet” taşımayan kullanımlardır. Çünkü İslâm kavramının aldığı ekler, sıfatlar, takılar hem İslâm ile aynı cinsten değil, hem de bir eksikliği veya fazlalığı işaret etme gücünde değildir. yakadan başlayan bir başka gelişle buluşturulacaksa, o zaman bu ancak “İslâm ve sivil” eşleşimi değil, “İslâm ve Hıristiyanlık” şeklinde karşılaşan bir karşı yaka cinsinden olmalıdır. Çünkü burada İslâm’ın köprü kurmak istediği, yani iletişim içine girmek istediği yaka, Hıristiyanlık veya Yahudiliktir. Nitekim iletişim amaçlı kullanımda da rahatlıkla fark edilecektir ki, İslâm, Hıristiyanlık ve Yahudilik arasında bir tamlama kurmak mümkün değildir. Örneğin “Yahudileşen İslâm” veya “İslâmlaşan Hıristiyanlık” denemez! Bu noktada “sivil”, “siyâsal”, “demokratik”, “kültürel” gibi nitelemeler “din” değil, “hareketler” için kullanılabilir. Hatta bu nitelemeler “düşünce” ile bile kullanılamaz. Çünkü “siyâsal düşünce” veya “demokratik düşünce” diye bir tanım veya târif yapılamaz. Nitekim “siyâsal, sivil, demokratik, kültürel” gibi nitelemeler gerçekten de “hareket” ile ilişkili ve hatta etkileşim içinde olarak “iletişim” noktasında oldukça kullanışlı- dırlar. Dolayısıyla dünyanın her yerinde olduğu gibi, Müslüman coğrafyada da bazı hareketler ile iletişim kurmak için “sivil cemaat”, “siyâsal platform”, “kültürel örgütlenme” gibi nitelemeler yapılabilir. Örneğin Türkiye’de AK Parti için gerçekten de en doğru/iletişim kurucu niteleme, “muhafazakâr demokrat hareket” tanımıdır. AK Parti’nin iktidarı boyunca seçmenle kurduğu köprü, “muhafazakârlık” ve “demokratlık” içeriğinde olmuştur. Bu nedenle Batı’nın kasıtlı temmuz 2016 35 HABERA JANDA KAPAK DOSYASI kullandığı “siyâsal İslâm” ile yakından uzaktan hiçbir ilgisi yoktur. Buna karşılık, başka yakalarda kurulan ve Gülencilerin iddia ettiği şekildeki “İslâmcı-siyâsal İslâm-sivil İslâm” karşılaştırmaları tamamen operasyoneldir ve hükûmet devirmeye yönelik kurulan saz grubunda bir enstrüman işlevindedir. Sivil kelimesinin orijini medenî/şehirli ve özgür birey odaklıyken ve de doğal olarak “resmî alan” dediğimiz devlet otoritesine nispetle bu özelliklerini koruma çabasında olan devletin örgütlemediği resmî alan dışı dokulara işaret ederken, “sivil İslâm” vurgusu ise din-iktidar ilişkilerini reddeden veya belirsizleştiren hamlelerin iki farklı niyetini işaret eder: İslâm’ın resmî alana ilişkin ölçü, sınır, hedef koymadığı iddiası ve resmî alandaki payını arttırmak için kamuoyu algısını manipüle etmesi… İslâm (düşüncesinde) ve sivil alan dokusu arasında kurulması öngörülen bir iletişim-köprü için iki ayrı yakadan başlayacak yol alış için şu soru, mâkûl bir sorudur: “Müslümanlar resmî alan (yani devlet örgütü alanı), sivil alan (yani devletin örgütlemediği/resmî bağı olmayan toplumsal örgütlenme alanı ve hatta aktif olarak bir sivil alan örgütüne kayıtlı olmayan bireylerin özel yaşamı) ve doğal alana ilişkin ne tür bir “hareket” içindedirler? Müslümanların doğal, sivil ve resmî alan hakkındaki düşünce, duygu ve eylemleri ne durumda? Müslümanlar arasında farklı örgütlenmeler var mı? 36 temmuz 2016 Evet, var! Olmalı da… Çünkü Müslüman olmak, insan olmanın getirdiği her şeyi içinde barındıran bir “insan yorumu”dur. Modernleşme iddiasındaki gibi bir “yeni insan” projesi değildir. Kaldı ki, İslâm da “yeni insan” projesine sahip değildir. Aksine, İnsanı Yaratan tarafından gönderilen hitabın ve hitaptaki mesajların muhatabı olduğu için, yeryüzü var olduğundan beridir “insan”dır söz konusu edilen. Fakat modernleşme, insanın düne göre “değişengelişen” bir varlık olduğu iddiasını (biyolojik olarak da böyle görmek ve göstermek istiyor) “yeni insan” projesiyle olgunlaştırmak istiyor. Bu noktada da İslâm’ı tehlikeli buluyor. Çünkü sonu geldiği iddia edilen medeniyetin insan projesi her şeyiyle İslâm’a ait. Buna Hıristiyanlık ve Yahudilik kültürünün kaynakları da dâhil. Hatta son vahiy Kur’ân’a göre yeryüzünde her yerde seçilmiş nebîler sebebiyle tüm yeryüzündeki medeniyetin temelini ve direklerini İslâm yapılandırmıştır. Belki coğrafya farkına ve zamanla kültürel öğelerle binanın içindeki odaların dizaynı ve dekorasyonu değişmiştir, o kadar! Dolayısıyla bir “medeniyetler çatışması”ndan söz açılacaksa, bu çatışma modernlik ve öncesine ait medeniyet arasındadır. Üstelik çatışmayı tek taraflı başlatan da modern düşüncedir. Değilse, medeniyet zaten özü îtibâriyle kendini yeniler. Müslüman coğrafyadaki bazı hareketleri “siyâsal İslâm” diye boğmaya çalı- şan Batı’daki üst aklın yer yer “sivil İslâm” övgüsüyle “siyâsal İslâm” etiketli hareketlere saldırtması, Truva atı metodunun ikinci sekansıdır. Sözde “sivil İslâm” etiketli hareketler, daha özgürlükçü, demokrat ve ılımlı hareketlerdir. Oysa Gülenciler hareketinde görüldüğü gibi, güç temerküzü için her şeye saldıran “barbarlık”, sivillik maskesi de takabiliyor. Özellikle AK Parti iktidarını devirmek için Gülencilerden sonra AK Parti içinden kopan(ların) dillendirdiği bir üçüncü Truva atı devreye sokulmak isteniyor gibi: “Demokratik İslâm”… Özellikle Arap Baharı ikliminde Tunus örneği ön plana çıkarılarak ve özelde Tunus entelektüellerinden Raşid el-Gannuşî’ye atfen “Siyâsal İslâm’dan demokratik İslâm’a geçtik” sözüyle/ sloganıyla oldukça sorunlu ve maksadı aşan bir “kurgu” dillendiriliyor. Üstelik bu kurgu da, yine AK Parti’nin kendi çizgisinden saptığı ithamının yanında, olması gereken çizginin de “demokratik İslâm” olduğu vehmidir. “Vehim” diyoruz, çünkü demokrasi bir “seçerek yönetme” kültürünün sistematik resmî alana geçiş ve resmî alanı yönetme sistemidir. “Demokratik İslâm”, herkesin istediği gibi demokrasi ile değil de İslâm kavramıyla oynanacak nitelemeleriyle kendi içinde onlarca sorun barındırıyor. Her şeyden önce demokrasiyi, “değerleri ve Tanrı’yla ilişki seçeneklerini belirleme referandumu” gibi, demokrasiyle hiç ilgisi olmayan, demokrasiye “olmayan” bir misyon biçme hamlesi özelliği taşıyor. Eğer kasıt doğal ve sivil alana rağmen resmî alanı direkt ele geçirip daha sonra sivil ve doğal alana hükmetmek isteyen hareketlerin demokratik olmadığını göstermek amaçlı bir vurgu ise, bu harekete herkesin anlayacağı ortak dille “otoriter, baskıcı, buyurgan ve hatta zâlim hareketler” dersiniz ve mücadele edersiniz. Bu hareketleri “demokratik İslâm olmayanlar” diye yaftalarsanız, o zaman “demokrasiye tâbi din” gibi tuhaf modernitik ayak oyunlarından birini sahnelemiş olursunuz. Nitekim buna karşılık, yani demokrasiyi çarpıtarak kullanan zihniyete mukabil “Demokrasi şirktir” gibi daha çarpık ve kavram kargaşasına yol açan cehâletlere yuvalık yapmış olursunuz. Tüm bu kargaşa içinde, modern düşüncenin (kastımız, modernliği tanımlama ve uygulama gücünü elinde bulunduran akımlar/hareketlerdir) son kozu, “kültürel İslâm” kartıdır. Hatta bunu “dinler arası diyalog” ve “medeniyetler ittifakı” formunda uygulamak gibi bir hinlikleri de mevcuttur. Özellikle “medeniyetler ittifakı” derken kastedilen şey “modernliğin saldırısı karşısında sonu geldiği söylenen medeniyetlerin ittifakı” ise, bu, ilk bakışta oldukça yerinde bir pozisyon alıştır. Ancak bu da kendi içinde iki önemli sorun barındırmaktadır: “Medeniyetler” diyerek sanırım kastedilen, Hıristiyanlık, Yahudilik ve İslâm kaynaklı medeniyetlerdir. Haydi iletişim, yani köprü proje olarak karşılıklı yakaları ve köprü ayaklarını HABER AJANDA konuştuk diyelim, peki neye ve ne kadar ittifak? Ayrıca kastedilen, tarihî kültürel mîrası korumak adına bir işbirliği ise eğer, bu zımnen medeniyetin sonunu kabullenmektir. Çünkü bir sanat tarihi ittifakını aşmaz. Hatta bu, “kültürel İslâm” dilinin yaygınlaşmasına hizmet eder. Nitekim bu proje yürümemiştir. Çünkü yürümeden önce ayaklarının üzerinde bile duramamıştır. Ayrıca Hıristiyanlığın ve Yahudiliğin İslâm dışı ve İslâm’a rağmen kurulmuş medeniyetlere kaynaklık ettiği iddiası, tartışmaya açık konulardandır. Müslüman hafızasındaki Hıristiyanlığı ve Yahudiliği her koşulda “yabancı ve düşman” belleyen yaklaşım, devlet aklının ve modern düşüncenin gaz verdiği cinsten bir ötekileştirici övünçtür. İslâmîliği de tartışılmalıdır. “kültürel”, “demokratik” sıfatlar kullanılabilir. Ancak bu, yeryüzündeki tüm hareketler için de kullanılmalıdır. Böylelikle yeryüzünde olup bitenleri anlamak ve yorumlamak noktasında iletişim dili yaygınlaştırılmış olabilir. Mesela bize göre AK Parti “muhafazakâr demokrat” olarak Gülenci cemaatine göre çok daha fazla “sivil” bir harekettir. Asıl “siyâsal” karakterli hareketse Gülencilerdir. Üstelik kullandıkları yöntem ve araçlar sebebiyle de “anti-demokrat” çizgidedirler. Yine CHP, Türkiye’de siyâsal ve anti-demokrat hareketlerden bir diğeridir. Çünkü doğal ve sivil alanı üst perdeden ve toplum mühendisliğiyle yönetmekte ısrar etmektedir. İslâm’ın Truva atlarını Müslüman mahallesine hediye diye gönderen zihniyetler, kuklacının (Batı’nın) “yeni insan” ipleriyle kullandığı atlardır. Kabul edilemez! Sonuç Müslüman coğrafyadaki farklı hareketlenmeleri analiz etmek adına “siyâsal”, “sivil”, “Medeniyetler ittifakı” derken kastedilen şey “modernliğin saldırısı karşısında sonu geldiği söylenen medeniyetlerin ittifakı” ise, bu, ilk bakışta oldukça yerinde bir pozisyon alıştır. Ancak bu da kendi içinde iki önemli sorun barındırmaktadır: “Medeniyetler” diyerek sanırım kastedilen, Hıristiyanlık, Yahudilik ve İslâm kaynaklı medeniyetlerdir. Haydi iletişim, yani köprü proje olarak karşılıklı yakaları ve köprü ayaklarını konuştuk diyelim, peki neye ve ne kadar ittifak? temmuz 2016 37 haberajanda Dosya: Portre-Analiz “Sayın Peres, benden yaşlısın. Sesin çok yüksek çıkıyor. Biliyorum ki sesinin bu kadar yüksek çıkması, bir suçluluk psikolojisinin gereğidir. Benim sesim bu kadar yüksek çıkmayacak, bunu da böyle bilesin! Öldürmeye gelince, siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz! Plajlardaki çocukları nasıl öldürdüğünüzü, nasıl vurduğunuzu çok iyi biliyorum. Ülkenizde Başbakanlık yapmış olan iki kişinin bana önemli lâfları vardır. ‘Tankların üzerine çıkıp da Filistin’e girdiğim zaman kendimi mutlu addediyorum’ diyen Başbakanlarınız olmuştur… Ve bana sayılar veriyorsunuz… İsim de veririm, merak edenleriniz vardır belki… Şu zulme alkış tutanları da ayrıca kınıyorum! Çünkü bu çocukları öldürenleri, bu insanları öldürenleri kalkıp da alkışlamak, öyle zannediyorum ki o da ayrı bir insanlık suçudur.” *** “Haçlı seferlerini derin hafızalarından silemeyenler, kendi toplumlarına da, bölgelerine de, dünyaya da barış ve hoşgörü vaat edemezler…” *** “Uluslararası toplumun da, Birleşmiş Milletler’in de tarihî bir sınavdan geçtiği dönemdeyiz. Açık söylemek zorundaydım ki Birleşmiş Milletler, bugün insanlığın umutlarını, insanlığın geleceğini tehdit eden korkulara galip kılacak bir liderlik sergileyemiyor. BM, belli ülkelerin çıkarları ve vesâyeti isti- 38 temmuz 2016 Muhsin Selçuk Bayındır [email protected] kametinde değil, bütün insanlığın hukukunu korumayı esas almak üzere yeniden yapılanmak ve vizyonunu yenilemek zorundadır.” *** “Niçin biz Müslümanlar olarak aramızdaki bu tür ihtilaflarda, bu tür terör eylemlerinde başkalarından yardım bekliyoruz? Biz bunu kendimiz çözmeliyiz, bunlara kendimiz müdahale etmeliyiz. Biz etmiyoruz, başkaları müdahale ediyor. Onlar müdahale ederken, oralardaki petrol için müdahale ediyorlar, aramızdaki huzuru sağlamak için değil. Onun için de burada hassas olmamız lâzım. Bu girişimin herhangi bir ülkeye değil, tüm ülkelerin ortak sorunu olan teröre karşı olduğunu özellikle ifâde etmek istiyorum.” *** H ER şey farklıydı âlemde. Kimi mağrurdu, kimi mağrurun uşağı... Kimi de parya olup sayılmıyordu “şey”den. Şey… “Eşya” kelimesinin tekil olan hâli “şey”… İşte kimi, ondan dahi sayılmıyordu! Mağrur veriyordu kararı, uşakları uygulayıcı yapımcılar olarak aksiyona döküyorlardı olup bitecekleri. >> Kafes gibiydi dünya, mahpus gibiydi. Bir adam, başını dayamıştı gölge gömülü duvarlara, monşer höpürtülerinden diplomasi damıtıyordu. “Şey” bile sayılmayanların çığlıkları tokat gibi patlıyordu suratında âdetâ; zira onları ancak o duyabiliyordu. Çok sevdiği Üstâdının dizeleri geçiyordu beyninin herhangi birkaç milimetrekarelik hattından: “Somurtuş ki bıçak, nâra ki tokat…/ Zift dolu gözlerde karanlık kat kat!/ Yalnız seccademin yününde şefkât…/ Beni kimsecikler anlamaz mâdem,/ Öp beni alnımdan, sen öp seccâdem!” Kimseciklerin anlamayacağı, anlasalar da işlerine gelmeyeceği bir dâvâydı tutturduğu, ilkin soğuk ve karlı dağda patladı volkan… “Davos benim için bitmiştir!” diyerek kalktı yerinden. Senelerdir beklenen muştuyu kucakladı insanlık en coşkun hisleriyle. Davos… Bizim için… Bitmişti… Fakat dâvâ, sonuna kadar! Sonuna kadar gidilecek yolda bir şeyler yeni mi başlıyordu? Ancak bir şey vardı ille de… Bir efsuna tutulmuş gibi yedi kat gökten bir mucize bekleyen insanlığın üzerindeki ölü toprağını tepeden aşağı silkelemesini başlatacak titreyiş, Davos Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde dünya nüfusunun 4’te 1’ni teşkil eden Müslümanların tek bir dâimî temsilcisi var mı? Yok! Geçici üye olmanın bir anlamı var mı? Yok! Kararda 5 üyeden bir tanesi olumsuz davransa iş bitti. Diyorum ki, ‘Dünya 5’ten büyüktür!’. Artık dünya, 1. Dünya Savaşı’nın şartlarında değildir. Dünyada şartlar değişti. Öyleyse Birleşmiş Milletler’in reforme edilmesi şarttır! Âdil bir dünya istiyorsak bunu beklemek hakkımızdır. Kendisi adâletsizlik üzerine kurulu bir sistemin küresel adâlete katkı sağlayabilmesi mümkün değildir!” temmuz 2016 39 haberajanda Dosya: Portre-Analiz artık çivileri yerine çakmanın zamanı gelmiştir…” Surda bir gedik açmıştı adam, mukaddes mi mukaddes… Ocak 2009, Dünya Ekonomik Forumu 30 Ocak 2009… Dünya Ekonomik Forumu, Davos… İsrail Devlet Başkanı Şimon Peres, yalnız birkaç gün önce İsrail’in Gazze ve Batı Şeria’da uyguladığı katliamlara rağmen barıştan (!) bahseder şekilde konuşuyor… Oturum moderatörü David Ignatius, süresini aşmış olan Peres’ten cümlelerini tamamlamasını dahi istemiyor… Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, “diplomasi” diye inleyen monşerlerin başlarından aşağı âdetâ kızgın yağlar boşaltıyor: “Davos benim için bitmiştir!” diyerek kalktı yerinden. Senelerdir beklenen muştuyu kucakladı insanlık en coşkun hisleriyle. Davos… Bizim için… Bitmişti… Fakat dâvâ, sonuna kadar! tepelerinin karlı zirvesinden bir çığ kopartmıştı. Ve bu çığ, zâlimi ve de zulmü alkışlayanı buz kalıplarının içine sokmuştu. Orada bulunan herkes bu sebeple donup kalmıştı. Geceyi gündüze çeviren ve binlerce kişiyi ayazın ortasında yollara döken isyandı bu. Yıllardır kendi boynuna vurduğu prangayı parçalayan millet, mâliki olduğu kuvvetin kıymetini anlamıştı. Aşağılık kompleksleri ve hayâl yoksulu fikriyatı ile yoğrulmaya çalışılan hamur -çok şükür- ekşimiş ve tutmamıştı. Yıllardır mukaddes emâneti çamurlu ayakların 40 temmuz 2016 altına kırmızı halı gibi seren ve ihânet tasmasının ipini ne idüğü belirsiz zâlimlerin ellerine tutuşturan satılmış zihniyete inat Filistin’in harâbe sokaklarında, Cuma namazı çıkışında, ellerinde Türk bayrakları, gözleri yaşlı, başlarını zâlimlerin infaz sehpalarından kaldırır gibi secdelerden göğe doğrultarak duâ duâ yükseldiğini görüyordu insanlık. Huzurdan kovulmuş iblis ıslıklarını ille birileri döndürecekti dudaklarında. Döndürdüler de... O günlerde terörist İsrail’in Devlet Başkanı Peres’ten özür dilenmesi gerektiği söyleniyor, “Tüh, şimdi ne yapacağız?!” diyen monşerler dişlerini gıcırdatıyorlardı. Hâlbuki adam, bir tuğ olup yükselmişti bütün bir karanlığı deler gibi… İnsafsızlığın karnına saplanır gibi… Bir yanardağı patlatır gibi… Mazlumlar niyâza durmuşlardı onu görünce: “Artık Davos’un karlı dağları bu lavlarla erisin! Artık yıllardır süren sükûtun sonuna gelinsin! Artık birtakım kapıları kapamanın zamanı gelmiştir! Ve tepetaklak olmuş dünyayı şimdi doğru tekmil düzenine sokmanın vakti gelmiştir! Hani o dünya tepetaklak olunca aşağılıklar yukarı gelmişti de üstünler altta kalmıştı güya, Moderatör (David Ignatius): “Evet, gerçekten de çok ateşli bir konuşmaydı...” Erdoğan: “One minute! One minute! One minute! Olmaz, one minute!” (Erdoğan’a alkışlar yükseliyor.) Moderatör: “Peki Sayın Başbakan, size de söz veriyorum ama lütfen bir dakika sürsün!” Erdoğan: “Sayın Peres, benden yaşlısın. Sesin çok yüksek çıkıyor. Biliyorum ki sesinin bu kadar yüksek çıkması, bir suçluluk psikolojisinin gereğidir. Benim sesim bu kadar yüksek çıkmayacak, bunu da böyle bilesin! Öldürmeye gelince, siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz! Plajlardaki çocukları nasıl öldürdüğünüzü, nasıl Muhsin Selçuk Bayındır vurduğunuzu çok iyi biliyorum. Ülkenizde Başbakanlık yapmış olan iki kişinin bana önemli lâfları vardır. ‘Tankların üzerine çıkıp da Filistin’e girdiğim zaman kendimi mutlu addediyorum’ diyen Başbakanlarınız olmuştur… Ve bana sayılar veriyorsunuz… İsim de veririm, merak edenleriniz vardır belki… Şu zulme alkış tutanları da ayrıca kınıyorum! Çünkü bu çocukları öldürenleri, bu insanları öldürenleri kalkıp da alkışlamak, öyle zannediyorum ki o da ayrı bir insanlık suçudur. Bakınız, ben burada çok not aldım, ama notların hepsini cevaplayacak vaktim yok. Fakat ben buradan sadece size iki söz söyleyeceğim. Bir...” Moderatör: “Sayın Başbakan! Sayın Başbakan! Tartışmayı... Tartışmayı yeniden başlatamayız…” Erdoğan: “Excuse me! excuse me! Bir… Tevrat... Excuse me! Bir... Sözümü kesmeyin!.. Tevrat, altıncı maddesinde der ki, ‘Öldürmeyeceksin!’. Burada öldürme var. İki… İsrail ordusunda askerlik görevini yapan Oxford Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Profesörü Avi Şalom, İngiliz gazetesi Guardian’da şunları söylüyor: ‘İsrail, haydut devlet vasfını kazandı.’” Moderatör: “Sayın Başbakan! Sayın Başbakan, ev sahibimiz (Forum’un kurucusu Klaus Schwab) teşekkür konuşması yapacaktı… Sayın Başbakan, çok teşekkürler, ama...” Erdoğan: “Sana da (moderatöre) çok teşekkür ediyorum(!)… Sana da çok teşek- kür ediyorum(!)… Benim için de bundan böyle… Bundan böyle Davos bitmiştir! Daha Davos’a gelmem, bunu da böyle bilin! (Ignatius’a) Siz konuşturmuyorsunuz! (Peres’i gösteriyor) 25 dakika konuştu, (kendini gösteriyor) 12 dakika konuşturuyorsunuz, olmaz!” Mazlumlar, derin ahlarıyla Hakk’a teslim ettikleri mektuplarının mağrurlardan aheset aheste geri döneceği günleri beklerken patlamıştı Davos volkanı. O gece yollara dökülmüştü gün bekleyenler, yaşlı gözlerden îman damlalarıyla bezeli gurur akıyordu. Zira bu çığlığı bekleyenler, artık gerçekten gurur doluydular, gurur duyuyorlardı. Evet, onunla… Bundan sonra onun başına ne gelirse gelsin, niyazıyla da, vücuduyla da yanındaydı “bekleyenler”. “Beklenen”, kendisinden bekleneni yapmıştı ya, daha ne olsundu?! “Eder tedvîr-i âlem bir mekînin kuvve-i azmi/ Cihan titrer sebat-ı pay-ı erbâb-ı metanetten./ Kaza her feyzini, her lutfunu bir vakt için saklar/ Fütur etme sakın milletteki za’f u betaetten./ Değildir şîr-i der-zencire töhmet acz-i akdamı/ Felekte baht utansın bînasib erbâb-ı himmetten./ Ziya dûr ise evc-i rif ’atinden iztırâridir/ Hicâb etsin tabiat yerde kalmış kabiliyetten./ Biz ol nesl-i kerîm-i dûde-i Osmaniyânız kim/ Muhammerdir serâpâ mâyemiz hûn-ı hamiyetten./ Biz ol âl-i himem erbâb-ı cidd ü içtihâdız kim/ Cihangirâne bir devlet çıkardık bir aşiretten./ Biz ol ulvi-nihâdânız ki meydân-ı hamiyette/ Bize hâk-i mezar ehven gelir hâk-i mezelletten./ Ne gam pür âteş-i hevl olsa da gavgâyı hürriyet/ Kaçar mı merd olan bir can için meydân-ı gayretten./ Kemend-i cangüdâz-ı ejder-i kahr olsa cellâdın/ Müreccahtır yine bin kerre zencîr-i esaretten./ Felek her türlü esbâb-ı cefasın toplasın gelsin,/ Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azimetten!”* Nisan 2011, Avrupa Parlamenter Meclisi Genel Kurulu Peki, her şey Davos’ta mı kaldı? Asla! O, âdetâ dünyaya diplomasinin nasıl bir işe gelme ürünü olduğunu öğretiyordu. Kendi nevi şahsına münhasır konuşma tarzı, dünyanın her yerinde konuşuluyordu. Gittiği Avrupa ülkelerinin hakkaniyet perspektifli insanları da kendilerine bir kılavuz bulmuşlardı. 13 Nisan 2011 günü Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Strasbourg’daki Avrupa Parlamenter Meclisi Genel Kurulu’nda konuşuyordu. “Bugün Haçlı seferlerinin bir başka boyutunu görmek, artık farklı şekilde değerlendirmek durumundayız. Haçlı seferleri, iki kültürün, iki medeniyetin, iki dinin karşı karşıya gelmesinden ziyâde, birbirini tanıması, birbirini anlaması ve birbirinden etkilenmesi sonucunu da doğurmuştur. Tarihi artık savaşlar, çatışmalar, kampalaşma ve kutuplaşmalar üzerinden okuyamayız. Tarihi savaşlar üzerinden okuyanlar, geleceği barış üzerine inşâ edemezler. Haçlı seferlerini derin hafızalarından silemeyenler, kendi toplumlarına da, bölgelerine de, dünyaya da barış ve hoşgörü vaat edemezler… Bir kesimin sınırsız ölçüde zenginleştiği, refahını arttırdığı, yaşam standartlarını yükselttiği ve bunun karşısında bir başka kesimin giderek yoksullaştığı bir dünya, yaşanabilir bir dünya değildir. Kuzey Afrika’dan yükselen özgürlük ve hak taleplerine Avrupa kulağını tıkayamaz! Eğer evrensel değerler diyorsak, eğer insan ve insan hakları diyorsak, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’dan yükselen haykırışları duymak ve desteklemek zorundayız. Özellikle vurgulamak istiyorum: Halk hareketlerinin meşrûyetinin korunması bakımından dışarıdan askerî müdahelede bulunulması, müdahelenin tamamen insanî boyut taşıması son derece önemlidir. Yeni Afganistanlar, yeni Iraklar görmek istemiyoruz! Libya’da ve son günlerde Filistin’de yaşanan olaylara Avrupa’nın vicdan ölçeğiyle bakması, evrensel boyuttan bakmasını arzu ediyoruz…” Bu konuşmanın sorucevpa bölümünde bir parlamenter şöyle sordu: “Bütün dinî azınlıkların eşit bir şekilde ibâdet yerlerine erişim ve ibâdet haklarını, ibâdetlerini nasıl garanti edebilirsiniz?” O gün Başbakan olan Erdoğan, şöyle başladı cevabına: “Sizi Türkiye’ye dâvet etmek isterim. Türkiye’yi yakından takip etmiyorsunuz…” Ve bir Türk esprisi ile şöyle devam etti: “Sanırım arkadaş temmuz 2016 41 haberajanda Dosya: Portre-Analiz Fransız… Ama Türkiye’ye de Fransız…” “Ortodoks Patriği seçimi, Lozan Antlaşması’na göre Sensinot Meclisi’nde yapılır. Sensinot Meclisi’nin seçtiği kişi, anlaşma gereği Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak zorundadır. Bugün Türkiye vatandaşı olmamasına rağmen biz buna göz yumuyoruz… Önceki Başbakan’dan da, sevgili dostum Yorgo’dan da ricâ ettim, dedim ki ‘Vatandaşlığa alalım, anlaşmayı ihlal etmeyelim, vatandaşımız yapalım’. En son Patrik’ten istedim. Sonunda vatandaşlık verdik… Kimse ‘Biz ibâdetimizi yapamıyoruz’ diyemez! Derse bize karşı saygısızlık yapar. Kim derse bizzat ilgileneceğim!” Bu konuşmadan çıkarılacak en önemli nokta şu: Uluslararası platformlarda alelade bir konuyu dahi sonuna kadar, dibine kadar irdeleyen ve ardını takip eden bir devlet adamı var karşımızda. Eylül 2011, BM Genel Kurulu Yine tarihî konuşmalarından biri… 22 Eylül 2011, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu… Türkiye’de yaşayıp vicdan sahibi olan, dünya mazlumlarının dertleriyle dertlenen herkes, BM’yi duvar duvar titreten bu konuşmada kendi derdinin ortağını buldu... “Uluslararası toplumun da, Birleşmiş Milletler’in de tarihî bir sınavdan geçtiği dönemdeyiz. Açık söylemek zorundaydım ki Birleşmiş Milletler, bugün insanlığın 42 temmuz 2016 umutlarını, insanlığın geleceğini tehdit eden korkulara galip kılacak bir liderlik sergileyemiyor. BM, belli ülkelerin çıkarları ve vesâyeti istikametinde değil, bütün insanlığın hukukunu korumayı esas almak üzere yeniden yapılanmak ve vizyonunu yenilemek zorundadır. BM’nin ve uluslararası toplumun âcil sorunlar karşısında ne büyük acz içinde olduğunu geçtiğimiz ay Somali’de bizzat gördüm. Somali’de gördüğüm yoksulluğu ve acıyı târif etmem imkânsızdır. Bir lokma ekmek ve bir damla su ihtiyacı karşılanmadığı için on binlerce çocuğun öldüğü Somali faciası, birkaç kelime yahut birkaç cümleyle geçiştirilecek bir konu değildir. Ve bu, uluslararası toplum için yüz karasıdır! Bugünkü Somali gerçeği, Afrika’yı yüzyıllarca hegemonyası altında tutan sömürgeci zihniyetin açtığı derin yaraları da ortaya çıkarmıştır. O eski sömürgecikolonyalist anlayış, ne yazık ki bugün ise menfaatinin olmadığı yere adımını atmayarak milyonlarca çocuğun bir lokma ekmeğe muhtaç olarak ölmesini seyrediyor. Açık söylüyorum: Somali’nin feryâdını duymayan dünyada kimse barıştan, adâletten, medeniyetten söz edemez! (…) Birleşmiş Milletler, Filistin halkının yaşadığı insanlık dramının sona ermesini sağlayacak hiçbir adımı atamayacak kadar aciz kalmaktadır. Soruyorum: Acaba Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, farklı ülkeler için bu tür yaptırım kararları aldığı zaman, bu kararlara uymayanlara, aynen İsrail’e uyguladığı gibi sessiz mi kalıyor, yoksa yaptırımları Sudan’da yaptığı gibi sonuna kadar uyguluyor mu? Rahatlıkla fosfor bombasını kullanan İsrail’dir. Atom bombasını bulunduran da İsrail’dir. Ne var ki, buna karşı bir yaptırım yok. Ama çevrede böyle bir havayı hissettikleri anda, ‘Nasıl yaptırım yaparız?’ gayreti içerisine giriliyor. Adâlet bu mu? Bu sorulmaz mı? (…) Bizim için en öncelikli ülkelerden biri olan komşumuz Suriye’deki gelişmeleri özellikle yakından takip etmekteyiz. Suriye’de halka karşı yapılan ve hepimizi derinden kaygılandıran, kabul edilmesi mümkün olmayan eylemler üzerine Suriye liderliğine defalarca gerekli îkazda bulunduk. 910 kilometre sınırımız var. Akrabalık bağlarımız var. Fakat ilkelerle ters düşen bu uygulamalara karşı îkazlarımızı yaptık. ‘Dost acı söyler’ prensibinden hareketle, Suriye halkının demokrasi yönündeki çağrılarına ve sesine kulak vermelerinin gerekli olduğunu, kendi halkına karşı silah doğrultan rejimlerin ayakta kalamayacağını, zulumle âbâd olunamayacağını açıkça bildirdik. Ancak Suriye liderliği, bu îkazlarımızı duymamakta maalesef ısrar etmiştir. Ülkede dökülen her damla kan, Suriye liderliğiyle halkının arasındaki bağı koparmaktadır. (…) Libya, Libyalılarındır. Libya’nın zenginlikleri Libyalılara aittir. Libya’da demokrasinin inşâ edilmesi sürecinde, Libya’nın yurtdışındaki mal varlıklarının serbest bırakılması gerekir ki bir an önce kendi ayakları üzerinde doğrulsun, varlık içindeki Libya halkı yokluk çekmesin. Zira Libya’nın şu an yurtdışında yaklaşık 170 milyar dolar nakit parası var. Ama bu paranın nemasından Libya istifade edemiyor. Dolayısıyla bir an önce 2009 sayılı karar yürürlüğe girmeli ve Libya halkı bu imkânlarından istifade etmelidir. Libya halkı kendi geleceğini belirleyecek kudrettedir. Tercihlerine saygı gösterilmelidir. (…) Azerbaycan topraklarının yıllardır süren haksız işgâli artık sona ermelidir! Yukarı Karabağ sorununun bu şekilde çözümsüz kalması kabul edilemez! Uluslararası sorunlar kangren hâline gelmeden çözümler bulunması, hepimizin siyâsî ve ahlâkî sorumluluğudur. Aynı şekilde Keşmir ve şu anda adını sayamadığım pek çok dondurulmuş ihtilafın barışçıl çözümü için daha ciddî çaba gösterilmelidir. Öte yandan Balkanlarda barış ve istikrarın yolu, Kosova’nın tanınmasından geçmektedir.” Eylül 2014, Birleşmiş Milletler 69. Genel Kurulu Genel Görüşmeleri 24 Eylül 2014 günü, BM’ye son darbeyi indirdi Erdoğan. Dedi ki, “Dünya beşten büyüktür!”… “Birleşmiş Milletler’in 69. Muhsin Selçuk Bayındır Bu konuşmadan çıkarılacak en önemli nokta şu: Uluslararası platformlarda alelâde bir konuyu dahi sonuna kadar, dibine kadar irdeleyen ve ardını takip eden bir devlet adamı var karşımızda. Genel Kurulu’nu, 1914’te başlayan Birinci Dünya Savaşı’nın 100. yıldönümünde gerçekleştiriyoruz. Birinci Dünya Savaşı’na sahne olan coğrafyanın aradan geçen bir asırlık süreye rağmen istikrar, huzur, barış ve refahtan hâlen yoksun olduğunu üzülerek müşahede ediyoruz. Irak’tan Suriye’ye, Filistin’den Yemen’e, Mısır’dan Libya’ya, Afganistan’dan Ukrayna’ya kadar geniş bir coğrafya, derin krizler içinde, insanlığın vicdanını yaralayan görüntülere sahne oluyor. 21. yüzyılda hâlâ insanlar açlıktan, salgın hastalıklardan ölüyor. Çocuklar ve kadınlar savaşlarda hunharca katlediliyor. Dünyanın zengin ülkeleri refah içinde yaşarken, fakir ülkeler açlık, kötü beslenme, salgın hastalıklar, eğitimsizlik sorunları ile boğuşuyor. İklim değişikliği, dünyamızın ve çocuklarımızın geleceğini tehdit eden bir unsur olarak, insanlığın karşısında önemli bir sınav olarak duruyor. Bu manzara, insan onuruna yaraşır bir manzara değildir. Ortada bütün insanlığı ve elbette Birleşmiş Milletler’i doğrudan ilgilendiren bir sorun var demektir. Burada, Birleşmiş Milletler’in 69. Genel Kurulu’nda bir kez daha vur- gulamak isterim: Çocukların öldüğü ve öldürüldüğü bir dünyada hiç kimse mâsum değildir, hiç kimsenin can güvenliği yoktur! Hiç kimse sürdürülebilir barış ve refah içinde olamaz! Sadece geçtiğimiz yıl dünya genelinde beş yaşın altında 6 milyon 300 bin çocuk hayatını kaybetti. Suriye’deki savaşta 17 bin çocuk hayatını kaybetti. 375 bin çocuk temmuz 2016 43 haberajanda Dosya: Portre-Analiz “Zirve toplantımızın temasını oluşturan ‘adâlet ve barış’ kavramlarının içini doldurmakta, bunları müşahhas hâle getirmekte acele etmeliyiz. Çünkü dünyanın dört bir yanından mağdurların, mazlumların çığlıkları yükseliyor.” yaralandı. 19 bin çocuk en az bir organını kaybetti. Bu yıl içinde Filistin’in sadece Gazze Şeridi’nde en modern ve ölüm saçan silahların doğrudan hedefi olarak 490 çocuk katledildi, 3 bin çocuk yaralandı. Kameraların ve objektiflerin karşısında, yani dünyanın gözü önünde sahilde oynayan, parklarda koşuşturan, okullara, câmilere sığınan, en güvenli yer bildikleri annelerinin kucağına kıvrılan çocuklar acımazsızca yok edildiler. Filistin’de çocukların, kadınların, hatta engellilerin katledilmesine dünyanın dikkatini çekmeye çalışanları susturmak için birtakım yaftaların kullanıldığını da ibretle izliyoruz. Irak’ta, Suriye’de işlenen cinâyetlere, Mısır’da demokrasinin katledilmesine îtiraz edenler, yine 44 temmuz 2016 birtakım haksız ve asılsız ithamlara maruz kalıyor, anında teröre destek vermekle itham ediliyorlar. Çok açık söylüyorum: Çocukların öldürülmesine, mâsum kadınların alçakça katledilmesine, halkın oyları ile gelmiş iktidarların silah ve tanklarla, darbe yoluyla devrilmesine seyirci kalanlar, sessiz kalanlar, tepkisiz kalanlar, bu insanlık suçuna alenen ortak olmaktadırlar. Daha da önemlisi, modern dünya tarafından sergilenen bu çifte standart, çok geniş halk yığınları nezdinde ciddî bir güvensizlik oluşturmaktadır. (…) Bir günde yüzlerce, binlerce insanın öldürüldüğü bir ortamda hâlâ konuşuluyor olmakla gerçekten Birleşmiş Milletler’deki sorumluluk duygumuzun nerelere vardığını göstermesi bakımından tekrar soru işaretleri arka arkaya gelmektedir. Daha fazla gecikmeden, daha fazla mazlum insan, mâsum insan hayatını kaybetmeden, küresel vicdan daha fazla yaralanmadan, Birleşmiş Milletler sorunlara ağırlığını koymalıdır. Altını çizerek ifade etmek isterim ki, dünya 5’ten büyüktür! Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Dâimî Üyesi 5 ülkenin dünya gerçekleri ile bağdaşmayacak şekilde Birleşmiş Milletler’i etkisiz hale getirmesi, küresel vicdanın kabul edebileceği bir durum değildir. Tüm alınan kararlar, bakıyorsunuz, bir ülkenin iki dudağı arasında. Eğer ‘Hayır’ derse hayır… ‘Evet’ derse, o zaman icraata geçilebiliyor. Filistin’de sadece birkaç ay içinde 2 binden fazla mâsum insan katledilirken, Birleşmiş Milletler beklenen çözümü üretememiştir. Suriye’de 4 yıldır 200 binden fazla kişi katledilirken, 9 milyona yakın insan yer değiştirirken, Birleşmiş Milletler yine etkili çözümler sunamamıştır. Bakınız, ben şunu da garipsiyorum: Kimyasal silahlarla 2 bin kişi ölürken, konvansiyonel silahlarla 200 bin kişi ölüyor. 2 bin kişinin kimyasal silahlarla ölmesini suç telakkî eden zihniyet, konvansiyonel silahlarla 200 bin kişinin öldüğü yapıyı, anlayışı suç telakkî etmiyor. Bu nasıl bir anlayıştır, nasıl bir zihniyettir?! (…) Mısır’da halkın oyları ile seçilmiş Cumhurbaşkanı darbe ile indirilirken, verdikleri oyun hesâbını sormak Muhsin Selçuk Bayındır isteyen binlerce mâsum katledilirken, Birleşmiş Milletler de, demokratik ülkeler de bunu sadece izliyor ve bu darbeyi yapan kişi meşrûlaştırılıyor. Eğer demokrasi diyorsak, sandığa saygı duyalım. Yok demokrasi değil de darbe ile gelenleri savunacaksak, o zaman ‘Bu Birleşmiş Milletler niye var?’ diye merak ediyorum.” Nisan 2016, İslâm İşbirliği Teşkilatı 13. İslâm Zirvesi Sadece Batı adamına değildi bu tavır, evvelâ çuvaldız olup kendine batırmayı hep bildi. Bunun en keskin nüvesinden bazı kesitleri İslâm İşbirliği Teşkilatı 13. İslâm Zirvesi’nin açılış töreninde 14 Nisan 2016 tarihinde gösterdi: “Zirve toplantımızın temasını oluşturan ‘adâlet ve barış’ kavramlarının içini doldurmakta, bunları müşahhas hâle getirmekte acele etmeliyiz. Çünkü dünyanın dört bir yanından mağdurların, mazlumların çığlıkları yükseliyor. Maktullerin yürek parçalayan görüntüleri geliyor. Maalesef bu çığlıkların ve görüntülerin kahir ekseriyeti Müslümanlara aittir. İslâm dünyasının şu an yüzünü İstanbul’a, bu Zirve’ye dönerek buradan çıkacak güzel haberlere kulak verdiğini ben görüyorum, buna inanıyorum. Müslümanlar olarak üstesinden gelmemiz gereken sorunlarımızın başında mezhepçilik fitnesi geliyor, ırkçılık fitnesi geliyor. Her zaman ifâde ettiğim gibi, benim dinim Sünnîlik de değildir, Şiîlik de değildir. Benim dinim İslâm’dır. Ben, tıpkı 1 milyar 700 milyon kardeşim gibi sadece ve sadece bir Müslümanım. Diğer tüm farklılıklar bu inancımın, bu sıfatımın gerisindedir. Sözümona İslâm adına her gün mazlumlara saldıran, onların canlarına kasteden, mallarını yağlamayan terör örgütleri asla bu mukaddes dinin temsilcisi olamazlar! Çünkü bizim dinimiz barış dinidir, sulh dinidir ve bizim Peygamberimiz (aleyhissalatu vesselâm) Barış Elçisidir. Bizler Müslüman olarak, İslâm ülkeleri olarak ne kadar birbirimize düşersek, umudunu bizlere bağlamış olan mâsumlar daha çok sıkıntıya kalacaklardır. Böyle bir vebali üstlenemeyiz. Bunun için bölücü değil, birleştirici olmalıyız. İhtilafları değil ittifakları, husumeti değil muhabbeti güçlendirmeliyiz. (…) İslâm ülkeleri içinde yaşanan terör olaylarına ve benzeri krizlere karşı başka güçlerin müdâhil olmalarını beklemek yerine, teröre karşı İslâm İttifakı Girişimi aracılığıyla çözümü kendimiz üretmeliyiz. Niçin biz Müslümanlar olarak aramızdaki bu tür ihtilaflarda, bu tür terör eylemlerinde başkalarından yardım bekliyoruz? Biz bunu kendimiz çözmeliyiz, bunlara kendimiz müdahale etmeliyiz. Biz etmiyoruz, başkaları müdahale ediyor. Onlar müdahale ederken, oralardaki petrol için müdahale ediyorlar, aramızdaki huzuru sağlamak için değil. Onun için de burada hassas olmamız lâzım. Bu girişimin herhangi bir ülkeye değil, tüm ülkelerin ortak sorunu olan teröre karşı olduğunu özellikle ifâde etmek istiyorum. Şâyet bu girişim arzu ettiğimiz etkinliğe ve kapasiteye ulaşırsa, İslâm dünyasının önünde yeni bir dönem açılacağına inanıyorum. Bugün Müslümanlar, dünyanın birçok yerinde adâletsizliğe ve çifte standarda maruz kaldıkları duygusu içerisindedirler. Kendi ülkelerinde zulüm gören, baskı altında yaşayan, haksızlığa uğrayan Müslümanlar, Batı ülkelerine gitmenin yollarını arıyorlar. Batı ülkelerindeyse İslâm’ı ve Müslümanları hedef alan İslamofobi ve yabancı düşmanlığı gibi nefret suçlarında tehlikeli bir artış gözleniyor. Küresel karar alma ve uygulama mekanizmalarındaki temsil adâletsizliği de Müslümanlar arasında önemli bir rahatsızlık sebebidir. Burada önemli bir örnek veriyorum: Örneğin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde dünya nüfusunun 4’te 1’ni teşkil eden Müslümanların tek bir dâimî temsilcisi var mı? Yok! Geçici üye olmanın bir anlamı var mı? Yok! Kararda 5 üyeden bir tanesi olumsuz davransa iş bitti. Diyorum ki, ‘Dünya 5’ten büyüktür!’. Artık dünya, 1. Dünya Savaşı’nın şartlarında değildir. Dünyada şartlar değişti. Öyleyse Birleşmiş Milletler’in reforme edilmesi şarttır! Âdil bir dünya istiyorsak bunu beklemek hakkımızdır. Kendisi adâletsizlik üzerine kurulu bir sistemin küresel adâlete katkı sağlayabilmesi mümkün değildir!” Vicdanca konuşmak onun işi Recep Tayyip Erdoğan, yurtiçi ve yurtdışı konuşmalarında olağan diplomatik lisan formunun her zaman dışına çıkmasını bildi. Asla politik geçiştirmelere sapmadı, topu taca atmadı. Serde tuttuğu futbolculuğundan mülhem, her zaman direkt kaleye yöneldi. Dilediğinde bile isteye direklere nişan alıp o kaleleri titretti, dilediğindeyse sonuna kadar abanıp fileleri yırtmayı da başardı. Çektiği her şutta, attığı her çalımda dünya hop oturup hop kalktı. Onu hayran gözlerle izleyenler gâlibiyet ve zaferlerden de geçtiler; onun gösterdiği her onurlu duruş, onunla gülmeyi bekleyen her mazlumu sokaklara dökmeye yetti. O hep mazlumların sesi oldu, zira her zaman vicdanca konuştu… Biz gayretlerini gördük, şâhit olduk, Allah da kendisinden râzı olsun! *Hürriyet Kasîdesi, Namık Kemal. Sadeleştirme: “İktidar sahibi bir kişinin azim gücü, dünyanın bir düzene girmesini sağlar;/ Metanet sahibi kişilerin ayaklarını sağlam basması ile cihan titrer./ Kader her feyzini, her lütfunu bir zaman için saklar;/ Milletteki gevşeklikten, zayıflıktan sakın korkma!/ Zincire vurulmuş aslana ayaklarının güçsüzlüğü töhmet değildir./ Bu dünyada nasipsiz himmet sahiplerinden talih utansın!/ Işık yüksekliğin doruğundan uzaksa, çaresizliktendir;/ Tabiat, yerde sürünen kabiliyetten utansın!/ Biz o Osmanlılar boyunun ulu soyundanız,/ Mayamız, bütünüyle şehadet kanıyla karılmıştır./ Biz o yüce hamiyetli, çalışkan ve güçlü kişileriz ki/ Bir küçük aşiretten dünyaya hükmeden bir devlet meydana getirdik./ Biz o yüce yaratılışlı milletiz ki,/ Hamiyet meydanında ayaklar altında toprak olmaktan bize ölüm daha iyi gelir./ Hürriyet mücadelesi korkulu ateş olsa ne dert!/ Yiğit olan bir insan gayret meydanından kaçar mı?/ Cellâdın can yakan kemendi acımasız bir ejder de olsa,/ Yine bin defa esaret zincirinden daha iyidir./ Felek her türlü eziyet yollarını toplasın gelsin,/ Millet yolunda hizmetten dönersem kahpeyim!” temmuz 2016 45 haberajanda Kripto 1923 tarihi hem İran, hem de Türkiye için mühim. Zira bu tarihte, İstanbul’u başkent ilân eden Osmanlı Hanedanlığı da, Tahran’ı başkent ilân eden Kaçar Hanedanlığı da son noktayı koymuştu. Garip! Her iki devletin son hükümdarları aynı tarihte, aynı ülkeye ve aynı kasabaya sürgün edilmişlerdi: Vahdettin Han ile Ahmet Şah, kalan ömürlerini İtalya’nın San Remo şehrinde ve komşu olarak geçirdiler. Hatta dost oldular ve sohbetlerini Türkçe olarak yaptılar. Çünkü her ikisi de Türk soyluydu. *** Bugünkü İran Şiî İslâm’ının başlangıç noktası (1501) ve 250 yıl sürecek olan Safevî iktidarının (tâbiri câiz değil ama) bir nevi kurucu yalvacı İsmail Şah’ın ırkî orijininden günahı kadar hazzetmez bir Pers İran’ı var bugün iktidarda. İsmail zamanında da bu vardı, ondan sonraki dönemlerde de. Nedeni şu: Ateş kültünden gelen bu kavim, ateşi de, maşayı da çok iyi biliyordu. Hatta “maşa”, onların îcâdıydı! 46 temmuz 2016 Sünnî blokun “Kösem”i Mısır mı, Suudî Ara Ahmet Yozgat [email protected] Türkiye mi, 2 bistan mı? 016 yılının Ekim ayında yayına giren “Muhteşem Yüzyıl” dizisinin ikinci bölümü, uzun bir koşturmacanın ardından birinci sezonunun finalini yaptı. İlk Muhteşem Yüzyıl’a damgasını vuran Hürrem’in bitmeye yüz tuttuğu aylarda medyada yer almaya başlayan Kösem haberleri, bir yıldan uzun bir süre diziseverlerin zihnini meşgûl etmişti. Böylece uyandırılan merak, nihâyet on aylık bir maraton koşusuyla karşılığını bulmuş oldu. Tarih dizilerini kaçırmamaya özen gösteren sâdık bir seyirci olarak fakir, Kösem’i de ilgiyle takip etti. Hâddizâtında bir “Genç Osman hayranı”ydım. Dizi bu yanıyla da cezbetmişti beni. Sonuçta doyurucu bir “muhteşem mevsim” yaşattı bize TİMS Yapım. Diziyle ilgili magazinel değerlendirmeyi daha sonraya bırakarak gelelim Ortadoğu kazanında kaynatılan “dünya savaşı”na. >> temmuz 2016 47 haberajanda Kripto 21. yüzyılın başında “Humeyni Dosyası” bir kez daha açılıyordu. Galiba bu sefer maya tutacaktı. Zira İran, daha önceki denemelerinde olmadığı kadar güçlü ve emniyetteydi. Zira “nükleer devlet” olma yolunda epey mesafe kat etmişti. İlâveten, nükleer İran, ülke dışındaki Şiîleri de umutlandırıyor ve İran’a bel bağlamalarına neden oluyordu. Aynı İngilizler, Hüseyin’in ipini çekme zamanı geldiğinde 1700’lerden beri hazırlayageldikleri Vehhabi kuklalarının kulağına “Halîfelik” konusunu üfleyerek Deriyye bedevîlerini dünya İslâm siyâsasına yönlendirdiler. İşte oradan üredi Rabıta örgütü! Petro-dolarları arkasına alarak uluslararası sahneye çıkış yapan Rabıta’nın medreselerinde istihsal edildi “siyâsal mücâhitler”. Onların eylemi olarak ortaya konan “siyâsi cihat”tan fışkırdı El-Kaide, IŞİD, DAEŞ ve türevleri. Ve bu örgütlerden ortaya döküldü “İslâmî terör” diye yaftalanan garabet. Onca çabaya rağmen Suudî Arabistan, Sünnî blokun Kösem’i olmayı başaramadı. Ve Saudia, rölantiye alındı. >> Malûm olduğu üzere Körfez Savaşı’yla başlatılan “Katastrof çağı”nın ikinci evresinde, yani takvim, 2000’den 2010’a gelirken, savaş da Körfez Savaşı olmaktan çıkmış ve bölge olarak “Ortadoğu Savaşı”na dönüşmüştü. Son olarak Suriye bu savaş alanına dâhil oldu, coğrafya yanmaya başladı. Zavallı Suriyeli garipler, başta Türkiye olmak üzere Lübnan ve Ürdün’e dağıldılar. Bu durum onlar için zoraki bir muhacirlikti. Türkiye ve birkaç ülke içinse ensarlık... Dolayısıyla Türkler ve diğer Araplar da savaşın pasif tarafı olmaya başladılar. Bu arada ABD, Irak’tan çekildi. Devlet idaresini “Arab-ı İran” bölgesi insanlarına, yani Güney Irak Şiîlerine verdi. Böylece İran da harbe taraf olan bir devletti artık. Zaman içinde İran, Irak’ın yeni sahipleri olan mezhepdaş- larını “teopolitik” bir icraata kışkırttı ve böylece “Şiî bloku” oluşmaya başladı. Elbette Şia’nın hâmîsi ve blokun lideri Tahran’dı. Kendi kendisine verdiği bu göreve îtiraz eden olmayınca, Tahran, nüfuz alanını genişletmeye soyundu. Bu kalem- Ahmet Yozgat nunda “Şiî biraderliği”, îman gücüyle yardımına gelmişti. Böylece İran, oluşturmaya çalıştığı bloka bir üye daha katmış ve liderliğini daha da pekiştirmişti. Bunun üzerine Tahran, işi büyütmeye karar verdi. Periferisinde yer alan ülkelerde yaşayan Şiî azınlığı, ajandasının birinci sayfasına yazdı ve üzerlerine yeniden eğildi. Humeyni ihtilâliyle birlikte başlayan “Büyük Şiî Devleti” hayâlinin dosyası tekrar indirildi derin İran’ın kozmik odasının manyetik raflarından. Ki bu dosyanın bir de tarihî arka plânı vardı ve plânın ilk sayfası, ta Türkmen Kızılbaşı Şah İsmail’e kadar uzanıyordu. İsmail’in Büyük Şiî İmparatorluğu hayâli, “dâi” denen casuslar aracılığıyla komşu Osmanlı’ya sirâyet etmiş ve İstanbul’un başını epey zaman, hem de çatlatırcasına ağrıtmıştı. En son imza, Dördüncü Murat’ın didiyle 1639’da atılmıştı. Ondan bu yana durgundu o yaka. den olmak üzere, dogmatik Şia’nın laikleri sayılabilecek Suriye idaresini kayıtsız şartsız desteklemeye başladı. Dünyada yapayalnız kaldığını günbegün yaşamaya duran ve şimdilik zavallı halkına değen bu ateşin sonunda kendisini de yakacağına inanan ve de giderayak “kıymetini bilmeyen Sünnîler”den geçici bir intikam peşinde olan Esad Nuseyriyanı, bir anda mal bulmuş mağribiye döndü ve yeniden canlandı. Tam bir ruhsal “U” dönüşüyle Suriye’de ilelebet pâyidar kalacağı sanısıyla işe daha ciddî olarak sarıldı. Zira so- Ancak dosya, daha sonra Humeyni ile birlikte bir daha ortaya getirildi. Üzerinde çalışılmıştı da. “Devrim ihrâcı” adı altında yapılan “Büyük Şiî Devleti” kurma faaliyetlerindeki alan, bu sefer Osmanlı ardılı Türkiye’yle sınırlı kalmamış, Afganistan’dan Yemen’e kadar tüm İslâm haritası üzerinde “ajan-dâi” istihdam edilmişti. O yıllarda bölge devletlerinde ortaya çıkan “Humeyniciler” adlı akım, İran-Irak Sekiz Yıl Savaşı’nın sonunda tekrar ortadan kaldırılan “İsmail dosyası” ile birlikte erimeye yüz tutmuştu. 21. yüzyılın başında “Humeyni dosyası” bir kez daha açılıyordu. Galiba bu sefer maya tutacaktı. Zira İran, daha önceki denemelerinde olmadığı kadar güçlü ve emniyetteydi. Zira “nükleer devlet” olma yolunda epey mesafe kat etmişti. İlâveten, nükleer İran, ülke dışındaki Şiîleri de umutlandırıyor ve İran’a bel bağlamalarına neden oluyordu. Her hamlesinde, geleceğe olan umudu daha da artan Tahran, sonunda vardı dayandı Yemen’e. Birkaç yıldan beri zaten Lübnan’da vardı. İran yanlısı Hizbullah, Beyrut siyâsasının başaktörlerinden olmuştu. Artık herkes bir “Şiî Hilâli”nden söz ediyordu Ortadoğu’da. Hilâl, İran’dan başlıyor, Irak üzerinden Suriye’ye, oradan Lübnan’a geçiyordu. Tabiî diğer ucu ta Yemen’den çıkıyordu. Hemen söyleyelim: Bu hilâlde yeri olmayan, sadece Azeri Türklerinin ülkesi olan Azerbaycan’dı. Ancak nice zamandan beri Güney Azerbaycanlı İran molla-dâileri işbaşındaydılar. Azerbaycan’ı içten çökertmek için ha bire “İran Şiîliği” öğretiyorlar gizli medreselerinde. Hülâsa, 2016 yılı îtibâriyle İran, dünya Şiîlerinin “Kösem”i olarak tescillenmiş durumda bir “din devleti”. Ya da “mezhep devleti” mi deseydik? Sanırım yazıya neden Muhteşem Yüzyıl paragrafıyla başlanmış olduğumuz anlaşılmış oldu. “Şiî Kösem”i izah etmek için... Dizide, Saray tarafından takılan adıyla “Haseki MâhPeyker Sultan”ın asıl ismi “Anastasia”… Her ne kadar Rum ya da Bosna orijinli dilber kabul etmese de, “Mâh-Peyker” adı epey bir süre kullanılıyor Harem’de. Ne zaman ki Kuzey Kafkasyalı Mahfiruz Hatice Sultan’ın Birinci Ahmet’e verdiği, ancak annesinin genç ölümüyle kendisine emânet edilen “sütoğlu” genç şehzâde “İkinci Osman” adıyla tahta doğru yürümeye başlıyor, o zaman Mâh-Peyker’in siyâset kavgasındaki azmi ve hırsı, cesâretiyle birlikte oyun kuruculuğa dönüşüyor. O andan sonra Mâh-Peyker’in hızla Kösemleşmeye başladığını gördüklerini yazmakta tarihçiler. Dizide bu süreç bir bölümde kotarıldı; Anastasia ve Mâh-Peyker şeklindeki iki kimliği yaşamakta olan gözde, bir anda Kösem oluverdi. E film îcâbı… İşte o zaman seyirci, Kösem’in bir isim değil, unvan olduğunu öğrendi. Meğer Kösem, “lider ve yol gösterici” mânâsına gelmekteydi. Aslında Kösem o da değildi; “yaylaya çıkmak üzere yol alan koyun sürüsünün başında bulunan ve sürüyü yeden koç” (ya da kısır koyunlara verilen ad) olarak biliniyordu. Sürünün önünde giden kılavuz olarak Kösem, hâddizâtında bir lider sayılmazdı; sadece sürünün “koyunluğu” sâyesinde sorgusuz sualsiz takip edilen bir başka koyun, haydi koç olsundu… Son cümlede dikkat çeken şey “koyunluk” oldu, değil mi? Kanaatimizce “koyunluk” özelliği bir lider gerektirmiyordu. Sadece öne temmuz 2016 49 haberajanda Kripto PEKİ, BU ARADA TÜRKİYE NE YAPTI? Hiç! Onun gündeminde ne Türklerin Kösem’i, ne Sünnîlerin, ne de bölgenin koçu olmak vardı. Zira Lozan’la girilen “Yeni Türkiye” yolculuğunda yollar doğuya, kuzeye ve güneye kapalıydı. Tek yön açıktı ve o açıklıktan ancak batıya doğru yol alınabiliyordu. Bu bağlamda Ankara’nın tek amacı da “Galya’da baş olacağına, Roma’da ayakaltı olmak” idi. Bu uğurda yıllarını hovardaca harcadı Ankara’nın Türkiye’si. Ve 20. yüzyıl, tam bir hüsranla bitmek üzere kapıyı çalmıştı. Ki 20. yüzyılın son çeyreğinin başlangıç senesi olarak 1975’te yeni bir dosya şekillenmeye başladı: “Kösem Dosyası”… Eğer Sultan Selim’in hayatında bir “Siyâsal Sünnîlik” olsaydı, Çaldıran Savaşı’nın ardından askerî yolculuk İran içinde devam eder ve Kum kentine kadar giderdi. Yani Yavuz, yönünü güneydeki Sünnî Mısır Türkiyya’sına çevirip Mercidabık ve Ridaniye Savaşlarını kendisi gibi düşünenlere karşı yapmazdı. çıkıp “baş çeken” bir hemcins yetiyordu bu husûsiyet için. Sürü arkadan geliyordu. Nereye? Nereye olursa… Zaten sürü varıp çay kıyısına dayandığında, Kösem de “Yahu ben ne yapıyorum?” der gibi duruyordu kıyıda. Tabiî sürü de onunla beraber… Ancak sürünün asıl liderinin kim olduğu o an belli oluyordu. O âna kadar arkada yer alan “çoban” çıkageliyordu sonunda; ikincilliği bir yana atarak… Çobanın amacı “sürüsünü karşıdaki adrese çıkarmak” olduğu için, Kösem’e asıl patronun kim olduğunu elindeki çomağı kaldırıp zavallı “çakma lider”in kuyruğuna indirdiğinde ortaya çıkarıyordu. Ve bizim Kösem, o kuyruk acısıyla kendisini kaldırıp çaya atıyordu. Can havliyle karşı kıyıya doğru çırpınırken, arkadaki sürü de kösemini taklit edip kuyruğu acıtma- 50 temmuz 2016 dan birer birer dökülüyordu suya. Artık hangisi ölür, hangisi kalırdı, Allah biliyor. İşte Kösem ve Kösem’in hikâyesi buydu! Biz geçelim asıl konumuza… Şia karşısındaki Şiavârî tez: Sünnîlik En son ne denmişti yukarıda? “Hülâsa, 2016 yılı îtibâriyle İran, dünya Şiîlerinin Kösem’i olarak tescillenmiş durumda…” “Peki, kimdi mevcut durumu tescilleyen?” sorusunun karşılığı ise “Elbette Batı!” şeklinde. Bir yıl evvel ABD öncülüğünde, Viyana’da 5+1 ülkelerinin “İran ve nükleer” konulu görüşmeleri Almanya’nın îtirazına rağmen “tatlı”ya bağlanmıştı. Hatırlayacaksınız tartışmalarla geçen görüşmeler serencamını. İşte tescil, o Viyana Nükleer Antlaşması! Zaten o antlaşmanın ardından İran’ın Ortadoğu’daki faaliyetleri, vekâlet aşamasından asâlete evirilmiş ve İran silahlı güçleri hem Irak, hem de Suriye’de, hatta Yemen’de doğrudan müdahaleye başlamıştı. “Söz konusu asâlet durumunun boyutu ne âlemde?” diye sorulacak olursa… Cevap: “Günbegün artarak devam etmekte…” Ve bu fiilî duruma kimsenin gıkının çıkmıyor olması da cabası… İslâm dünyasının Şia cephesinde durum bu. Şimdi geçelim “Sünnî sektör”e… Bu hususta düğmeye 1979 yılı îtibâriyle basılmış ve “Sünnî-Şiî bloklaşması plânı” başlatılmıştı. Adres Fransa’ydı ve plânın arkasında “Deutsce Welle” vardı; yani “derin Cermen Devleti” olarak Almanya. Plâna İngo-Amerika’nın destek verdiği ve Paris’ten yola çıkan Humeyni’nin önünden kendi adamı olan Şah’ı çektiği de sır değil artık. Bununla kalmadı, Sam Amca ve Washington’a şikâyete koşan Rıza Pehlevî’yi kabul etmedi ve Mısır’a indirdi. Kanaatimiz o ki, Kahire’de de telef edip ayakaltından çekti. Plânın ikinci aşaması, kendini “Şiî Kösem” olarak konuşlandıran İran’ın antitezini oluşturmaktı. Ve o antitezin adı “Sünnîlik” idi. Elbette ümmetin o sektörü Sünnî’ydi ve Sünnîler, Sünnî Ahmet Yozgat olduklarının bilincindeydiler. Lâkin Sünnîlik kendini Şiîlik gibi ne diğer kefede târif ediyordu, ne de “siyâsallaşmış” bir bilince sahipti. Şia’nın gündeminde, ta İsmail Şah’tan beri var olan “siyâsal Şiîlik” vardı ki bu anlayışın uyanışı, “Safevî dosyası”nın raftan indirilişiyle başlayıvermişti. Yani uykudaki Şia’nın uyanması o kadar kolay olmuştu ki… Humeyni’nin ortaya atılmasıyla yeni Rey olarak Tahran, kendini hemen “Çaldıran” düzleminde konuşlandırmıştı. Ancak Sünnîlik için aynı şeyi söylemek o kadar kolay değildi. Zira yukarıda çıtlatıldığı gibi, Sünnîliğin tarihinde “İsmailvârî bir siyâsallaşma”dan söz edilemezdi. Hatta siyâsallaşmaya 15. yüzyıl îtibâriyle karar veren ve meşreben Şiî olmayan Erdebil Şeyhleri ekolü, bu kararla birlikte kendilerini “Şiî sektörü”nde bulmuşlardı. Şeyh Haydar, Şeyh Cüneyt ve Şah İsmail tarihçesi içerisinde olup tamamlanmıştı işlem. Evet, Şiî İsmail’in karşısında bir Yavuz’dan söz edilebilirdi tarihi gerçeklik içinde. Ancak o Yavuz’un siyâsalitesi inanç bağlamında değil, “Pax Osmanlı” düzlemindeydi. Eğer Sultan Selim’in hayatında bir “siyâsal Sünnîlik” olsaydı, Çaldıran Savaşı’nın ardından askerî yolculuk İran içinde devam eder ve Kum kentine kadar giderdi. Yani Yavuz, yönünü güneydeki Sünnî Mısır Türkiyya’sına çevirip Mercidabık ve Ridaniye Savaşlarını kendisi gibi düşünenlere karşı yapmazdı. Yaptığına göre, Sultan Selim’in bir “Şia düşmanlığı”ndan da söz etmenin olanağı yok Sünnîperverliği olmadığı gibi. Yavuz’dan sonra da Osmanlı’nın hem Kanunî, hem Dördüncü Murat devrinde sultanlar seviyesinde yaptığı Bağdat, Revan ve İran Seferlerinde de “siyâsal Sünnî” gibi davrandığı görülmüyor, pâdişahlar “siyâsal Osmanlı” gibi davranıyorlardı. Çaldıran’la başlayan Doğu seferlerinin amacı, ne Şia’yı, ne de İran’ı ortadan kaldırmaktı. Sadece tecâvüze uğrayan sınırlarını düzeltmek olarak yapılmaktaydı bu. Yani siyâseten Sünnî bir Osmanlı’nın Şiî İran’ı tarihten süpürmesinin önünde çok da büyük engeller bulunmamaktaydı hâddizâtında. Yani bu konuya dair son söz olarak söylemek gerekirse, belki “Osmanlı zaman zaman İran Devleti’nin düşmanı gibi davranmıştı” denebilir, fakat hiçbir zaman “Şiîliğin can düşmanı gibi davranmıştı” demenin imkânı bulunmamakta. Çünkü -beğensin, beğenmesin- İslâm’ın bir şubesi olarak Şiîliğin de bir hayat hakkı olduğunun farkında olan bir Osmanlı’dan söz ediyoruz bu satırlarda. Yeri gelmişken hemen soralım: Tarihteki sıkleti Osmanlı’ya denk ya da Çaldıran’ı kazanmış olan bir İran neler yapardı? Hiç! Sadece tüm Sünnîleri kılıçtan geçire geçire Macaristan’a kadar giderdi, o kadar! Ve o durumda bugün dünya yüzeyinde ne bir tek Sünnî’den, ne de Sünnîlikten söz edilebilirdi. Devam edelim… Dördün- cü Murat’ın imza altına aldığı 1639 tarihli Kasr-ı Şîrin Antlaşması’ndan sonra İran’a karşı konuşlanmış bir Sünnî siyâsetinden bahsetmek mümkün mü? Hayır! Takiyye: Genetikle oynama faaliyetleri 1923 tarihi hem İran, hem de Türkiye için mühim. Zira bu tarihte, İstanbul’u başkent ilân eden Osmanlı Hanedanlığı da, Tahran’ı başkent ilân eden Kaçar Hanedanlığı da son noktayı koymuştu. Garip! Her iki devletin son hükümdarları aynı tarihte, aynı ülkeye ve aynı kasabaya sürgün edilmişlerdi: Vahdettin Han ile Ahmet Şah, kalan ömürlerini İtalya’nın San Remo şehrinde ve komşu olarak geçirdiler. Hatta dost oldular ve sohbetlerini Türkçe olarak yaptılar. Çünkü her ikisi de Türk soyluydu. İran’da kurulan Pehlevî Hanedanlığı ve Anadolu’da kurulan Türkiye Cumhuriyeti, gerek Atatürk ve Rıza Şah dostluğu ve gerekse “Sâdâbat Paktı” müttefikliği sebebiyle ne siyâsal Şiîlik, ne de siyâsal Sünnîlik yaptılar birbirlerine karşı. Nasıl ki 1979 Humeyni Devrimi nedeniyle İran siyâsal Şiîliği hatırladı, Türkiye’de de ona muvazi bir siyâsallaşmanın başladığından söz edilebilir. Lâkin bu siyâsallaşmanın müsebbibi de “siyâsal Şia” olmuştu. “Devrim ihrâcı” göreviyle Anadolu’ya giren Savama’nın ajan-dâileri, Anadolu’nun bir kısım insanını “İslâmcı” adı altında teo-politik düzleme çekmekte son derece başarılı oldular. Bu operasyonda ga- rip olan, Sünnî İslâmcıların “Şia dostu” bir târifle kendilerini yapılandırmalarıydı. Temel îtibâriyle bu durum, ümmet adına pozitif bir gelişme sayılabilirdi eğer İran samîmi olsaydı. Lâkin İran’ın İslâm demekle Şiîliği kastettiği, hatta Şiî derken de Pers yayılmacılığından söz ettiği Irak operasyonunda uç gösterdi. Gelinen hat îtibâriyle kronik ikiyüzlülüğün îmanı târifi olan ezelî meşrebi “takiyye”yi sonlandırarak gerçek niyetini beyân etti. Buna rağmen Türkiye’deki “siyâsal İslâm” kendini yeniden târif edip Şia’nın antitezi olarak İran’ın karşısında konuşlandıramadı ve bu “içten pazarlıklı” savaşa karşı konum alamadı. Ya savaşa karşı ya da Sünnî Irak’a retorik destek vererek bina etmeye çalıştığı İslâm siyâsetini iç politikayla sınırlı tuttu. Bu tutuşun en garip yanı da kendi devletine kafa tutmak olarak gösterdi kendisini. Yani Türkiye İslâmcıları, bu bağlamda İran Şia’sına karşı herhangi bir tavır almadılar ve onlar için sınırların dışındaki Sünnîliğin yanında konuşlanmadan söz etmek de mümkün olmadı. Ne yazık ki, ne Anadolu’daki Alevî azınlığa karşı bir konumlanma daha da belirginleşerek bir garip tercih oldu! İşte bu sebeplerle, Türkiye’deki siyâsal İslâm ulemâsı arasından ne bir Mevdûdî, ne de bir Seyyid Kutub çıktı. Çünkü ne deve, ne kuştu. Hemen söyleyelim: İran siyâsalitesi, bidâyetten îtibâren teolojik düzlemde seyrederek gelişmişti. Sıffin Savaşı’ndan îtibâren temmuz 2016 51 haberajanda Kripto ortaya çıkan ve spektrumu geniş bir siyâset olan AliMuaviye kavgası asla dinî değildi, politikti. İran, bu politikadan inanç üretti. Zira Sasani ülkesi ölmüş, ancak “Sasani ruhu” (ya da daha geniş anlamda “Psikopersiyan”) dipdiriydi. İllegal Şuubiye örgütü bu ruhun hem teoriğini, hem pratiğini pompalıyordu coğrafyaya. “Aryanik ülke”nin “acer Müslümanlığı”na “ateşperest” bir dinamikti bu ve hâddizâtında ancak toz duman arasında takiyye öğrenilmişti. Böylece ta oradan başlayarak, “megola-nasyonik” Persler arasında bir teopolitik din anlayışı, isyancı ve kindar bir inanç standardı oluştu. Bu standardın adı “İmamcılık” idi. Doğurgan bir rahimdi İmamcılık. Önce “Beş İmamcılar” dünyaya geldi, ardından “Yedi İmamcılar” şekillendi. Netîcede “On İki İmamcılık”ta durdu. “Madem doğurgandı da niye durdu?” sorusunun cevabı henüz yok kanaatimizce. Lâkin meselenin “on iki” sayısının ezoterik arka plânıyla ilgili olduğunu söyleyelim. Zira dünya inanç sistemlerinde yer tutan “on iki” sayısı sadece 12’nin matematiğinden ibâret değildi. Husus derin ve içrek, geçelim… Takvim olarak 640-1501 arasında kimi tarihçilerin dediği gibi “İran, bir Sünnî ülkesiydi” saptamasını yanlış bulanlardanız. Sünnîliğe karşı pasif bir duruş olarak niteleyebileceğimiz özelliği sebebiyle bu aradaki 850 yıllık suskunluk, Perslerin siyâsal güçsüzlüklerinin 52 temmuz 2016 eseriydi ve bir güç toplama sükûneti olarak, fakat aynı zamanda da “teolojik yapılanma” faaliyetleri içerisinde geçmekteydi. Bir nevi takiyye gereği, Şia’nın uyku yüzyılları olarak kayıtlı bu zaman dilimi. İslâm’ın siyâsala evirilmesi ve o coğrafyada siyâsalite, sadece derinliklerde saklı olan “Persiyanizm ve Zoroastralyanizm” lehine gelişebilirdi. Bu noktaya bir hakîkati düşerek devam edelim: Bu 850 yılın 750 yılı, coğrafyada Türk etkisinin hissedildiği, hatta Türk egemenliğinin olduğu süreç olarak geçmekte. İşte hakikat de bu nedenle uykudaydı Persiyan-Astralyan teopolitiği! söylemekte bir mahsur yoktur kanaatimizce: Bugünkü İran Şiî İslâm’ının başlangıç noktası (1501) ve 250 yıl sürecek olan Safevî iktidarının (tâbiri câiz değil ama) bir nevi kurucu yalvacı İsmail Şah’ın ırkî orijininden günahı kadar hazzetmez bir Pers İran’ı var bugün iktidarda. İsmail zamanında da bu vardı, ondan sonraki dönemlerde de. Nedeni şu: Ateş kültünden gelen bu kavim, ateşi de, maşayı da çok iyi biliyordu. Hatta “maşa”, onların îcâdıydı. 1501 yılında ve yine bir Türk/Türkmen eliyle, yani Şah İsmail’le uyandı bu teopolitik. Ancak bu uyanış, gerçekten siyâsal Şia’nın dirilişi ve bidâyetteki ismiyle “Şuubî Şia siyâsalitesi” değildi. İlk kıvılcım çaktığında, bunun adı “Erdebil Sünnîliği” idi. Ancak bu uyanışı Şia kendi lehine çevirmesini bildi kıvrak Aryan aklı ve komplocu Fars meşrebiyle. “Aklıevvel Türkmenliğin” beynine nüfuz etmek, “Ezoterik Ateş Rahipleri” için çocuk oyuncağıydı. Türkmenler de çocuk saflığındaydılar hâddizâtında. Fakat savaşçı çocuklardı dünün Şamanist “kızıl börklüleri”. “Kızılelmalarına” ölümüne sâdık olan bir kültürden süzülüyorlardı. İşte bu nedenle coğrafyada dirilen Şia’nın kokusu keskin, nüfûzu derin, ideali dünyeviydi! Yüzyıllar sonra ilk kez ve 1923’te başlayan özgün Fars idaresi, bidâyette tedbir gereği siyâsal Şia düzleminde değildi. Çünkü Kaçarların iktidardan düşmesine rağmen “İsmail’in ruhu” coğrafyada dolaşıyordu. İşte Pehlevî Hanedanı elli yıllık iktidarı süresince “İsmail ve etnisitesi”nin etkisini yıkmak ve yerine tavşan uykusundaki Farisî damarı faal hâle getirmekle uğraştı. Bu uğraşının ikinci aşaması Humeyni Devrimi ile başladı ve Şia gömleği, uyanan Farisî kavmiyetçiliği ile birleştirildi. Yani inanç “Türkmen İsmail Şia’sı” kimliğinden “Persî Humeyni Şiası”na evrilirken, ekstradan bir şey yapılmasına gerek yoktu. Zira ta Sıffin’den beri zaten siyâsal bir karaktere sahipti. Şimdi soru şu: Peki, ne zaman uyandı? Buradan hareketle şunu Sözde İsmailci İran’ın kırılma noktasının 1923 Pehlevî Hanedanlığıyla birlikte başladığı biliniyor. Tabiî 1750’deki Zend Hanedanının 40 yıllık geçici denemesini adamdan saymaz isek… Yazının ilk bölümünde durup son bölümü formülize etmek gerekirse… Tahran, 1923’ten îtibâren Farisî ve pasif Şiî’ydi, 1979’dan îtibâren İslâm oldu, Sekiz Yıl Savaşı sürecinde Şiî İran ve 2001 yılından îtibâren de Persiyan Şia… Şimdilerde ise derin İran Devleti, Şiî politiğini bir argüman olarak kullanarak Pers İmparatorluğu idealine doğru yürüyor. Yani asıl amaç, “Büyük Şiî Devleti”nden ötede (tekraren söyleyelim) “Darius’un Persiyan Emparie”sini kurmak… Araya girelim: Yahudilerin en sevdiği yabancı kral kimdir, biliyor musunuz? Tabiî ki Darius! Bizden söylemesi… Sünnî Kösem namzetleri “Derin İran, nihâî idealine doğru ilerlerken ‘Şiî tezi’nin karşısında bir antiteze muhtaçtı” dedik ya yukarılarda bir yerde, tabiî ki o antitez Sünnîlik olacaktı. Ancak Sünnîliğin siyâsalite zafiyeti, mezhebin antitez düzleminde konuşlanmasını zorlaştırmaktaydı. İşte bu durakta Sünnî ekolünü siyâsallaştıracak bir “salt siyâsal güce” ihtiyaç vardı! Yani nasıl ki Şia’nın hâmîsi “İran” olarak deklare edilmişse devletler segmentinde, aynı deklerasyonu açık edecek bir siyâsal Sünnî devlet de gerekmekteydi dünya lorduna. Siyâsal Sünnî devleti gereğine ilâç olsun diye, ilk teklif Suudî Arabistan’a yapıldı. Hem de yeni meni değil, ta 1700’lü yılların ilk yarısında. İşte o yılların Osmanlı Arabistan’ının doğusunda, Deriyye bölgesinde İngilizlerce formatlandığı ve “Veh- Ahmet Yozgat habiyye” adıyla ortaya salındığı bilinen öğretinin genel karakteri siyâsal oluşuydu. Zaten bu nedenle mezhebin kurucusu sayılan Muhammed Abdülvehhab, 1740’ta bölgenin siyâsal hâkimi olan Suud’a giderek inancının siyâsal sahaya çıkışını sağladı. İşte bu evlilikten doğdu Suudî Arabistan Krallığı. Bu evlilikle Vehhabilik, Suudî Hanedanlığını Hicaz hâkimiyetine taşıdı; Suudiler de Vehhabiliği MekkeMedine kutsallığına... Osmanlı can çekişirken ağzına bir parmak Londra balı çalınan hâinler babası Şerif Hüseyin’in ayazda kalmasını sağlayanlar da aynı İngilizler olacaktı. Ama “fitneci Majestik akıl”, bölgenin yeni sahiplerini ortaya atmadan önce bir “ara adam” kullandı ve işi bitince de çöpe attı. O ara adam Şerif Hüseyin için, “Kıbrıs’ta serili ölüm döşeğinde, ihânet ettiği Abdülhamid Han’dan özür dileyerek öldü” dense yalan olmaz. İşin altındaki fahişeliği anlamıştı ama artı tavşan yamaçtaydı. bu örgütlerden ortaya döküldü “İslâmî terör” diye yaftalanan garabet. Onca çabaya rağmen Suudî Arabistan, Sünnî blokun Kösem’i olmayı başaramadı. Ve Saudia, rölantiye alındı. Aynı anda Sünnî Kösem unvanına birçok talip çıktı Ortadoğu Arap coğrafyasından. Bunlardan ilki Mısır oldu. Müslüman Kardeşler Hareketi, bidâyette bu arzunun eseri olarak doğmuştu. Ancak söz konusu damarda bir eksik buldu plân kotarıcıları. Yani mühim bir zafiyet… Ne hikmetse “Kar- deşler”, İran Şia’sının öfkesini kuşanıp politik arenaya atamıyorlardı kendilerini. Sanki aynı yıllarda ortaya çıkmış olan Hindistan Brahmanistlerinin Kösem’i sayılan Gandhi’yi ve onun “Pasif Direniş” yöntemini benimsemiş gibiydiler. Hâddizâtında İslâm da böyle bir vasat öneriyordu müntesiplerine. Hatırlayınız, Haccın bir eylemi olarak hâlâ yapılagelen “hervele” bile barışa dönüktü. İşte Mısır’dan neşet eden “vasat hervele kardeşliği” de bu nedenle tutmadı ve Mısır da rölantiye alındı! Ortada kalan siyâsal Sünnîliğin Kösem ihtiyacını karşılamak için birkaç hevesli daha çıktı Arap coğrafyasından. Bunlardan biri, Libya’nın “Deli Albay”ı Kaddafi oldu. Albay, “Yeşil Kitap” diye yazdırdığı siyâsal İslâm önerisinin propagandası için etek etek para döktü. Hatırlıyorum da, o yıllarda Türkiye’de bile tabloid haftalık gazete bile yayınlattı. Kim bilir, Arap ülkelerinde neler yaptı neler. Lâkin sonuç fos çıktı. Baktı ki olmuyor, Deli Albay boş verdi İslâmlığı filan ve kendi hanedanlığını Petro-dolarları arkasına alarak uluslararası sahneye çıkış yapan Rabıta’nın medreselerinde istihsal edildi “siyâsal mücâhitler”. Onların eylemi olarak ortaya konan “siyâsi cihat”tan fışkırdı El-Kaide, IŞİD, DAEŞ ve türevleri. Ve bu örgütlerden ortaya döküldü “İslâmî terör” diye yaftalanan garabet. Onca çabaya rağmen Suudî Arabistan, Sünnî blokun Kösem’i olmayı başaramadı. Ve Saudia, rölantiye alındı. Aynı İngilizler, Hüseyin’in ipini çekme zamanı geldiğinde 1700’lerden beri hazırlayageldikleri Vehhabi kuklalarının kulağına “Halîfelik” konusunu üfleyerek Deriyye bedevîlerini dünya İslâm siyâsasına yönlendirdiler. İşte oradan üredi Rabıta örgütü! Petro-dolarları arkasına alarak uluslararası sahneye çıkış yapan Rabıta’nın medreselerinde istihsal edildi “siyâsal mücâhitler”. Onların eylemi olarak ortaya konan “siyâsi cihat”tan fışkırdı El-Kaide, IŞİD, DAEŞ ve türevleri. Ve temmuz 2016 53 haberajanda Kripto 54 temmuz 2016 Ahmet Yozgat kurup “altın banyolarda” kendini ılık sulara bıraktı ve sazan oldu. Hırslı adamdı rahmetli. İslâm Kösemliği olmayınca, hem altın banyoda duşunu aldı, hem de Kara Afrika’nın liderliğine soyundu. O cihette de kalburla para saçtı. Lakin Afrika Kösemliği de yedirilmedi Albay’a. Ama şunu da söylemeden geçemeyeceğim: Kaddafi, Çağrı ve Ömer Muhtar gibi iki şah film kazandırdı dünyamıza finansör olarak! Sünnî Kösemliğinin en hırslı tâliplerinden biri de Irak’tan çıktı. Tikritli Saddam Huseyn çok uğraştı bu uğurda. Kuveyt’i işgâl etmeden önce, doğrudan doğruya siyâsal Şia’ya savaş açarak “Şiî-Sünnî Savaşı”nı plânlanandan on yıllar önce başlattı. Ve tabiî başlattığıyla kaldı. Bu arada ümmetin parasını çarçur etti. Erken öten hırslı horoz olmanın, bu anlamda derin dünyanın plânlarının şaşmaz takvimine tecâvüze yeltenmenin ve kalkıştığı delilikte başarılı olamamanın cezâsını kellesiyle ödedi. Kösem serüveni devam etti. Namzetlerin en ilginciyse Suriye’den neşvünema etti. Üstelik o Sünnî de değil, galat-ı Şia’ya mensup bir kimseydi. Adı “Hafız Esad” olan bu adamın mensubiyeti, Nuseyriyan galatıydı. Bu galat ekol, bizim Amanosların Doğu Akdeniz sahili boyunca güneye inerek Translübnan’a eklemlendiği dağlarda bir nevi “kalebend” hayatı yaşayarak yüzyıllarını harcamıştı. Bağlıları, binli yıllarda bölgeye inen Oğuz Türklerinin elden ele geçen “amcaoğulları iktidarları” boyunca efendilerle arası hiç iyi olmamış ve hep itilip kakılmışlardı. Belki de en mutlu yıllarını Haçlı Fransız kontlarının “Levanten coğrafyası” adıyla kutsadıkları kıyı şeridinde kurdukları bir dizi Hıristiyan devletçiğin hükümranlığı sırasında yaşamışlardı. Hatta o yıllarda coğrafyanın Müslümanlarına karşı “kont ordularında hâin çerilik” yaptıkları da ihtimâl dâhilindeydi. Çünkü yüzlerce sene sonra Osmanlı’nın çökmesiyle birlikte Suriye ve Lübnan’a “mandatör” olarak dönen Fransa’yı karşılarında gördüklerinde neredeyse zil takıp oynayacak kadar sevinmişlerdi. Kontluk ordusundaki yarım kalan askerliklerine “mandatör ordu”da da devam edebilirlerdi artık. Ettiler de zaten… Hülâsa, Nuseyriyan’ın ilk Haçlılarla olduğu gibi “son Haçlı Fransızlarla” da arası hep iyi oldu. Onların en sâdık müttefikiydiler. Bu sebeple teorik de olsa Paris’ten, “Devlet-i Aleviyye”yi kaparak en büyük başarılarını kaydettiler mezhep müktesebatı adına. Tıpkı bölgenin bir diğer galatı olan Dürziler gibi… 1930’lu yılların ortasında, yaklaşan İkinci Savaş’ı karşılamak için Mösyö coğrafyayı terk ederken, Suriye’ye kısmî bir bağımsızlık vermiş ve Suriye ordusunu da Nuseyrî subaylara emânet etmişti. O subaylar büyüdü zaman içinde ve general oldular. O generallerden Hafız Esad, Mösyö’nün işaretiyle bir darbe yaptı; yüzde 90’ı Sünnî olan ülkenin başına geçtiğinde takvimler 1970’i gösteriyordu. Ömür boyu Sünnî Osmanlı ve bölge sakinleriyle inanç çekişmesi ve oradan kaynaklanan isyanların sahibi olan bir mezhebin mensubu olarak General Diktatör Hafız Esad, liderliğinin Ehl-i Sünnet tarafından kabul edilmeyeceğinin farkındaydı. Lâkin onun Kızılelma diye bellediği şey Sünnî blok Kösemliği idi. Düşündü, taşındı ve bu idealin gerçekleşmesi uğruna, o yıllarda “Arap dünyasının koçu” Mısır ve Nasır’la işbirliğine gitti. Hafız, Nasır gibi Sünnî değildi. Ancak “Sovyet tarafgirliği” üzerinden bir yandaşlıkları vardı. Henüz Suriye’ye hâkim olmamasına rağmen, kafasındaki saklı plânın gereği olarak girdiği yer o kapıydı ve iki ülke arasında “Birleşik Arap Cumhuriyeti” adlı yapay birliktelik kurulduğunda takvimler 1958 yılını gösteriyordu. Birlik dağıldığındaysa 1961’di. Bu kısa süre içerisinde, “iki cambaz” olarak Suriye ve Mısır bir ipte oynayamayacaklarını anlamışlardı. Çünkü her iki devletin de nihâî hedefi aynıydı. Bu îtibârla Birleşik Arap Cumhuriyeti, Suriye’de yaşanan bir darbe netîcesinde Kösem dosyasını rafa kaldırmak zorunda kaldı. Mısır’ın ve birliğin Devlet Başkanı olarak Cemal Abdül Nasır ve Suriye Hava Kuvvetleri’ne hâkim, hırslı General Hafız Esad’a bıraksalar “Birlik Hareketi” devam edecekti. Lâkin onlara, özellikle de Hafız’a kalmadı. Buna rağmen iki adam, öncelikle kendi “diktatoryal ulus devletleri”nin inşâsına giriştiler. Yeni amaçları, öncelikle ülkelerinin “ulu önder ata Arap”ı olmaktı. Ondan sonra sıra Kösemliğe gelirdi. Hafız bu amacına kısmen ulaştı. Kurduğu hanedanlık, ölümünden sonra da ülkedeki hâkimiyetini korudu. Ancak Arap Baharı’nın sonunda avcıya yakalandı. Hâlen kavga berdevam… Bu arada Nasır da ülkesinin tek hâkimi olmayı başardı. Ancak 1970’de hasta kalbi onu krizle devirdiğinde henüz hanedanlığını kuramamıştı. Bu yüzden 21. yüzyıla “unutulanlar” listesinde girebildi ancak. Peki, bu arada Türkiye ne yaptı? Hiç! Onun gündeminde ne Türklerin Kösem’i, ne Sünnîlerin, ne de bölgenin koçu olmak vardı. Zira Lozan’la girilen “Yeni Türkiye” yolculuğunda yollar doğuya, kuzeye ve güneye kapalıydı. Tek yön açıktı ve o açıklıktan ancak batıya doğru yol alınabiliyordu. Bu bağlamda Ankara’nın tek amacı da “Galya’da baş olacağına, Roma’da ayakaltı olmak” idi. Bu uğurda yıllarını hovardaca harcadı Ankara’nın Türkiye’si. Ve 20. yüzyıl, tam bir hüsranla bitmek üzere kapıyı çalmıştı. Ki 20. yüzyılın son çeyreğinin başlangıç senesi olarak 1975’te yeni bir dosya şekillenmeye başladı: “Kösem Dosyası”… Ne olmuştu 1975 yılında? Dosyayı kimler, neden açmışlardı? Yer darlığı sebebiyle yazının Türkiye ile ilgili bölümünü ikinci yazıya bırakıyoruz. Allahualem! temmuz 2016 55 haberajanda Siyaset Çaplı ana mu B İktidar partisine karşı gösterilen tepkiler anlaşılabilir, çünkü memlekette ne olup bitiyorsa faturanın kesileceği mercidir. Hâllerinden memnun olmayanlar, gidişatı iyi görmeyenler, iktidar partisinden muhalefete sığınırlar ve ondan bir alternatif ortaya koymasını beklerler. Ancak ülkemizdeki ana muhalefet partisinin öyle uygulamaları var ki, insanlar iktidar partisinden önce ana muhalefet partisine tepki gösterebiliyorlar. 56 temmuz 2016 İR yönetim biçimi olarak demokrasilerde muhalefet partilerinin önemli bir fonksiyonu vardır. İktidarı denetlemenin, yanlışlarını düzeltmenin yanında, iktidarın uyguladığı politikalara sürekli alternatifler üretmek durumundadırlar. Bir ülkenin yönetim kalitesi, aynı zamanda muhalefet partilerinin kalitesiyle de değerlendirilir. Türkiye, son 15 yılda birçok alanda önemli gelişmeler kat etti. Ancak bu başarısı kötü bir ana muhalefet partisine rağmendi. >> Türkiye’de ana muhalefet mantığı, iktidarın yaptığı ne varsa hepsine toptan “Hayır!” demek olarak kendini gösterdi. İktidarın şimdiye kadar toplum nazarında tasdik edilen birçok icraatında ana muhalefet partisi tam ters noktada kendini konumlandırdı. Eğer düzgün bir muhalefet yapılabilseydi, şimdiye kadar iktidar partisinde düşme, ana muhalefette de bir yükselme trendi görülürdü. 2002’den bu yana öyle bir temâyül ortaya çıkmadı. Bunda iktidar partisinin başarısı kadar muhalefetin de başarısızlığı rol oynamıştır. İdeal bir muhalefet partisi nasıl olur? Her şeyden önce, iktidarın ufkuna hâkim şekilde muhalefet olunur. Hatta iktidarı da aşacak perspektif ortaya koyar. Yeri geldiği zaman iktidarın yaptıklarına destek çıkar. Değişen durumlara karşı iktidar partisinden daha hızlı adapte olur, politika ve strateji üretir. İktidarı basit konularla Prof. Dr. Serhat Atabey [email protected] halefet ihtiyacı hâd safhada! değil, ülke yönetimini ilgilendiren meselelerde sıkıştırır. Toplumun geniş kesimlerini ilgilendiren problemlerle ilgili çözümler üretir, onların güvenini kazanır. Böylelikle her zaman yönetime hazır bir görüntü verir. Ülkemizde ana muhalefet partisi üzerinden manzaraya baktığımızda (gerçi diğer muhalefet partileri açısından da durum neredeyse farksız), durum pek iç açıcı değil. Fark etmişsinizdir, son günlerde şehit cenazelerinde CHP liderine karşı gösterilen bir reaksiyon var. Son bir yıldır PKK terör örgütü birkaç yıllık sessizliğinin ardından tekrar sahne aldı ve buna karşı güvenlik kuvvetlerimiz bazı il ve ilçelerde ciddi mânâda temizlik harekâtına giriştiler. Bu esnâda da birçok asker ve polisimiz şehit oldu. Şehitlerimizin cenaze merâsimlerinde önce çelenkler üzerinden, sonra da fizikî olarak ana muhalefet partisi liderine tepkiler gösterilmeye başlandı. Bu tepkiler kısa zamanda kesilecek gibi de görünmüyor. İktidar partisine karşı gösterilen tepkiler anlaşılabilir, çünkü memlekette ne olup bitiyorsa faturanın kesileceği mercidir. Hâllerinden memnun olmayanlar, gidişatı iyi görmeyenler, iktidar partisinden muhalefete sığınırlar ve ondan bir alternatif ortaya koymasını beklerler. Ancak ülkemizdeki ana muhalefet partisinin öyle uygulamaları var ki, insanlar iktidar partisinden önce ana muhalefet partisine tepki gösterebiliyorlar. Şehit cenazelerinde CHP liderine tepki gösterilmesinin arkasında, kendisinin zannettiği gibi ne Melih Gökçek var, ne de iktidar partisi. Bir televizyon programında, “Biz hapiste hasta yatan PKK’lıya da gittik, DHKP-C’liye de gittik. Hiç ayrım yapmadık” demesi, aslında olayın sebebini anlatıyor. Mesele sadece, ilk duyanların “Yine gaf mı yaptı acaba?” şeklinde tepkilerine yol açan bu açıklamasından ibâret değil. Partisindeki bir kısım milletvekillerinin terörist cenazelerinde boy göstermesi gibi, HDP ile benzer eylem ve söylemleri, kendisiyle birlikte partisinin karar verici organlarında oluşan etnik ve mezhepsel kümelenme de bu sebeplerden. Bunlar gösteriyor ki, son yıllarda CHP, gittikçe HDP çizgisine doğru yol almakta ve toplumda terör örgütlerine destek veren bir parti algısı oluşmaktadır. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun siyâseten beceriksizliği sadece burada değil, hemen her durumda kendini göstermektedir. Kendisi CHP’nin başına geçtiği günden bugüne tartışılmaya devam ediyor. Bu tartışmalarda partinin başına seçilmesi sürecinde yaşananların da etkisi büyük. Daha önce herhangi bir başarısı olmayan, SSK Genel Müdürü olduğu zamanlarda bile başarısızlığı tescillenen, ancak bir kesim tarafından allanıp pullanıp “Gandi Kemal”e dönüştürülen Kılıçdaroğlu, tartışmalı bir hamle ile CHP’nin başına geçirildi. Deniz Baykal’ın bir kaset tuzağı ile devrilmesinin ardından Türk toplumunun yapısı açısından CHP’nin tarihî ve ideolojik olarak problemli olan pozisyonuna bir de Kemal Kılıçdaroğlu’nun tartışmalı kişiliği eklenince, yukarıda bahsettiğimiz ana muhalefet manzarası ortaya çıkıyor. İktidar partisi, iktidardan hiç düşmeden ve onca seçim başarısına rağmen 14 senede dört Başbakan değiştirdi, ancak muhalefet partilerinde böyle bir değişim dinamizmi ortaya çıkmadı. Tek değişim, Kemal Kılıçdaroğlu’nun Deniz Baykal’ın yerine geçmesi oldu; bu da partiyi ıslah etmek bir tarafa, daha da marjinalleştirdi. CHP’nin geleneksel Kemalist, laikçi ve elitist kimliği ötelendi, mezhepçi özelliği alttan alta beslendi. Oluşturulmaya çalışılan “sosyal demokratik” parti imajının ise hiçbir zaman altı dolmadı. Kemal Kılıçdaroğlu’nun eylem ve söylemlerine bakıldığında, Türkiye gibi büyük bir ülkenin ana muhalefet partisinin başına geçebilecek kapasite ve kalibrede bir lider olmadığı dışarıdan rahatlıkla gözlemlenebilmektedir. Kendisi de insanların bu farkındalığını fark ettikçe, kendini ispatlayabilmek adına farklı tavır ve davranışlar içerisine girmektedir. Daha önce bir kadın Bakan için yaptığı “önüne yatma” polemiği, başkanlık sistemi tartışmalarıyla ilgili “kan dökme” söylemi, bu türden gündeme gelme yöntemleri olarak görülebilir. Netîce olarak, Türkiye’nin toplumu tanıyan, geniş kesimleri kucaklayan, kutuplaşmayı azaltan, değişim dinamiklerini analiz edip geleceğe dair öngörülerde bulunan çaplı bir ana muhalefet liderine ihtiyaç vardır. Türkiye’nin başka sorunlarından dolayı pek göze batmasa da önemli bir problemdir bu. Kemal Kılıçdaroğlu, şu an bir ana muhalefet partisi lideridir, lâkin şu âna kadar gösterdiği tarz, tavır ve eylemleriyle partisine ve Türkiye’ye katkı yapacak bir yetenek ve yetkinliğinin olmadığı anlaşılmıştır. temmuz 2016 57 haberajanda Tarım Sabri Öğe [email protected] Bu problemin çözümü şarttır! Yok sayarak, erteleyerek yahut palyatif tedbirlerle geçiştirerek ancak kendimizi kandırmış oluruz, millet fukarâlıktan kurtulamaz, 2023’ler, 2071’ler hayâl olur. Tarım Reformu Genel Müdürlüğü, yıllardır duyarız, güya arazi toplulaştırması yapıyormuş… Bugüne kadar ülkenin yüzde kaçını toplulaştırmış ve acaba kaç yıl sonra tamamlayacakmış?! Nihat Erim hükûmetinin Dünya Bankası’ndan transfer ettiği Atilla Karaosmanoğlu adında bir Başbakan Yardımcısı vardı da, Türkiye’nin ekonomik olarak Avrupa’yı 2 bin 343 sene sonra yakalayacağını hesap etmişti. Bunlarınki de herhâlde öyle bir şey… Tarım Bakanımız bizi duyar mı? T ARIM Bakanı Sayın Faruk Çelik, bu yılın ilk beş ayında çiftçiye 6 milyar lira destek sağladıklarını, yıllık toplam desteğin 12 milyar, eski hesapla 12 katrilyon lira kadar olacağını beyân etti. Bu rakamlar gerçekten büyük miktarlardır. Esâsen AK Parti iktidarları baştan beri tarım sektörüne ciddî miktarlarda kaynak aktarıyor; ancak, acaba bu ödemelerin üretim miktarı üzerine ne ölçüde etkili olduğu, yapılan yatırımın getirisinin tatmin edici olup olmadığı biliniyor mu? >> Bakanlığın bu konuda bir çalışması var mı, bilmiyoruz; ama eskiden beri bildiğimiz şey, bunun diğer sektörlere göre oldukça düşük, en azından mümkün olanın çok gerisinde kaldığıdır. Bu durum, zaten yetersiz olan millî tasarrufun önemli bir bölümünün verimli olarak kullanılamadığını ifâde ediyor. Peki, bu neden böyle oluyor? Tabiatı gereği bu durum, 58 temmuz 2016 sektörün kaderi midir? Evet, tarım, diğer sektörlerden farklı olarak mevsimlere ve tabiat şartlarına çok fazla bağımlı olduğundan, üretimi hızlandırmak gibi bir imkândan mahrum olduğu gibi, risk faktörünün en fazla etkisi altında bulunan sektördür. Buna rağmen tarım sektörünün oldukça geniş atıl potansiyeli sebebiyle, bu durumu kader olarak kabul etmek mümkün değildir. Sektörün potansiyeli nedir? Neden gerektiği kadar kullanılamamaktadır? Nasıl yapılırsa kullanılabilir? İşte işin can alıcı noktası, dolayısıyla bu yazının konusu budur! Temel yanlışlık, tarım sektörüne bakıştadır. Türkiye’de yönetim seviyesinde tarıma bilimin istikâmetinde, doğru olarak yaklaşım maalesef mümkün olmamıştır, hâlen de öyledir. Bir ülkenin kalkınıp zenginleşmesinde ana kaynağın tarım sektörü olduğu, bu gerçeğin bütün gelişmiş ülkelerde kabul görüp apaçık ortada olduğu hâlde, her nedense bizde bunun tam tersine, millî ekonominin sırtında bir yük olarak mütalâa edilegelmiştir. Bu zihniyetin oluşmasının kaynağı, Demokrat Parti’nin devrilmesinden sonra sözde iktisatçılar tarafından ortaya atılan ve bütün tartışmalara zemin olan zehirli bir sorudur: “Ekonomik kalkınmada tarım mı, sanayi mi?” “Yaşam için ekmek mi, su mu?” sorusu kadar saçma olan bu ifâde, maalesef kalkınma söz konusu olduğunda her seviyede kabul görmüş, birbirlerinin tamamlayıcısı olan bu iki sektör rakip hâle getirilince de, tabiatıyla tercihte sanayi sektörü kazanmış, tarım gözden düşüp arka planlara atılmıştır. Bunun netîcesi, çiftçiye yapılan desteğin tarım sektörünü topyekûn ayağa kaldırma fikrinden ziyâde, fukarâya sosyal bir yardım anlayışına dönüşmüş olmasıdır. Bu yargıya nereden varıyoruz? Her şeyden önce, yapılanların bir modelden mahrum, bölük pörçük şeyler olduğundan, en nadide tarım arazilerimizin hunharca katledilmesine fütursuzca imkân sağlanmasından ve Tarım Bakanlığı’nın başına vizyonsuz, tarımla hiçbir ilişkisi dahi olmayan gelişigüzel kişilerin getiriliyor olmasından anlıyoruz. Tarım sektörünü en iyi bilen devlet adamlarının başında geldiğine inanılan merhum Demirel, Adapazarı’ndaki birinci sınıf tarım arazisi üzerine otomotiv fabrikası kurulmasına îtiraz edenlere, “Orada şimdi patates üretiliyor, yarın Corolla üretilecek” diyerek karşı çıkmış, patatesi küçümsemişti. Tarımın ana sorunu, “yapısal bozukluklar”dır. Tıpkı ayağı köstekli bir atın koşamayıp tökezlemesi gibi, bu yapısal bozukluklar ortadan kaldırılmadıkça, ne ciddî mânâda bir üretim patlaması sağlanabilir, ne de üreticiye yapılan desteklerden umulan sonuçlar alınabilir. Bu sorunlar 1960’ların konusu olduğu hâlde, bugün maalesef daha da geri bir noktada bulunuyoruz. O yıllarda aynı sorunlara sahip olan İspanya ve Portekiz konuya doğru yaklaştıkları için meselelerini çoktan hâlletmiş olduklarından, topyekûn kalkınmada da bizden ileriye geçtiler. Bütün dünyada buna “toprak reformu” veya “tarım reformu” deniyor. 1960’larda ve 70’lerde ülkemizde harâretle tartışılan bu konu acaba neden unutulup gitti? Yoksa reform yapıldı, her şey yoluna girdi de bizim bundan haberimiz mi olmadı? “Yapısal bozukluk” olarak ifâde ettiğimiz konu, toprak tasarruf sistemidir. Dünyadaki hemen bütün az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler aynı soruna muhataptırlar. Bu sorunun çözümü için Amerika’yı yeniden keşfetmek gerekmiyor, bilim dünyasının çözüm teklifi ve ülkelerin başarılı uygulamaları ortadadır. Gerekli olan, arazinin kullanımını rasyonel hâle getirecek bir reformdur. Hayır! Bu konu üzerinde bir dünya zaman, enerji ve para sarf ettikten sonra, işi elimize yüzümüze bulaştırıp sonunda pes edip unuttuk gitti. Toprak reformu, Türkiye’de “irticâ”dan sonra üzerinde en çok konuşulan, dövüşülen konudur. Bunu 27 Mayıs Darbesi’nden sonra ilk defa solcular gündeme getirdiler ve ilk Toprak Reformu Kanunu, Birinci Ecevit hükûmeti tarafından çıkarıldı. Ancak temmuz 2016 59 haberajanda Tarım 2023’ler, 2071’ler hayâl olur. Tarım Reformu Genel Müdürlüğü, yıllardır duyarız, güya arazi toplulaştırması yapıyormuş… Bugüne kadar ülkenin yüzde kaçını toplulaştırmış ve acaba kaç yıl sonra tamamlayacakmış?! Nihat Erim hükûmetinin Dünya Bankası’ndan transfer ettiği Atilla Karaosmanoğlu adında bir Başbakan Yardımcısı vardı da, Türkiye’nin ekonomik olarak Avrupa’yı 2 bin 343 sene sonra yakalayacağını hesap etmişti. Bunlarınki de herhâlde öyle bir şey… Faruk Çelik Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı solcuların reform anlayışı ve çıkardıkları yasa, Marksizm kokan, tarımı kalkındırmak bir yana, iyi kötü verimli çalışan üç beş işletmeyi de paramparça edip verimsiz hâle sokacak nitelikteydi. Buna mukabil sağ çevreler ise, doğru bir teklif sunmak yerine Toprak Reformu’na kökten karşı çıktılar. Başlangıçta doğrudan Başbakanlığa bağlı bir müsteşarlık iken, zamanla genel müdürlüğe düşürülüp Tarım Bakanlığı’na bağlanan Tarım ve Toprak Reformu Teşkilatı, bugün sözde arazi toplulaştırması yapan göstermelik bir kurum durumunda bulunuyor. 1960’lı yıllarda Türkiye’deki toplam zirâî işletme sayısı 3 milyonun altında iken, tarım sektöründeki nüfusun yarıya düşmüş olmasına rağmen bu sayı bugün 4 milyonun üzerindedir. Bunun sebebi, tarım arazilerinin mîras yoluyla bölünmesidir. Tabiatıyla bu durum, zaten küçük olan işletmelerin daha da küçülmüş olması demektir. Sektörün en önemli yapısal sorunu, toplam işletmelerin 60 temmuz 2016 sayıca yüzde 96’sını, işlediği arazi genişliği bakımından yüzde 80’ini oluşturan bu “cüce işletmeler”in varlığıdır. Bu işletmelerin geliri ailenin karnını doyurmaya dahi yetmediği için, ilâve yatırım yapamıyor, toplam üretimlerini arttıramıyorlar. Dolayısıyla sektörün büyümesine hiçbir katkıları bulunmuyor. Çiftçi, devletten aldığı desteğin çoğunu kendisi tüketiyor, az bir kısmını da üretime tahsis ediyor; doğal olarak, sonuçta beklenen üretim artışı sağlanamıyor. Tarımsal büyümenin yükü, geride kalan yüzde 4’lük “ekonomik işletmeler”in sırtındadır. Şu hâlde en başta yapılması gereken şey, ekonomik işletmelerin sektör içindeki payının mümkün olduğunca yükseltilmesidir. *** İkinci çok önemli yapısal bozukluk, “çok parçalılık”tır. Eski sayımlara dayanarak sarf edilen ifâdeyle, işletme arazilerinin yüzde 60-70’i, beş-on parçalı ve amorf şekillidir. Bu kadar ufalanıp küçülmüş ve eğri büğrü parseller üzerinde verimli üretim yapmak teknik olarak mümkün değildir. Tarım Bakanlığı’nın çiftçiye desteği, işte böyle bir yapı içerisinde eriyip gidiyor! Yerimizin darlığı sebebiyle diğer önemli dört yapısal bozukluktan bahsedemiyorum. Hükûmet güya mîras yoluyla bölünmeyi önlemek için yasa çıkarmış mı, çıkaracak mıymış? “Basra harap olduktan sonra” çıkarsa ne olur, çıkarmasa ne olur?! FAO’nun çeşitli ülkelerde yapmış olduğu araştırmalardan elde ettiği sonuçlara göre, arazi parçalanmasının üretim miktarı üzerindeki negatif etkisi yüzde 70’lere kadar çıkabiliyor. Bir başka ifâdeyle sadece arazi toplulaştırması, üretim miktarını neredeyse ikiye katlayacaktır. “Atın ayağındaki köstek”, sanırım şimdi daha iyi anlaşılmıştır. Bu problemin çözümü şarttır! Yok sayarak, erteleyerek yahut palyatif tedbirlerle geçiştirerek ancak kendimizi kandırmış oluruz, millet fukarâlıktan kurtulamaz, Benim teklifim gayet basit ve masrafsızdır. Bu iş için destekleme programları fevkalâde bir enstrümandır. Bakanlık, bugüne kadar kullanmayarak israf ettiği bu enstrümanı mahâretle ele alarak çiftçilerimizi kendi iradeleriyle işletmelerini büyütmeye, parselleri birleştirmeye ve bu parsellerin şekillerini düzeltmeye etkin bir şekilde teşvik edebilir, yönlendirebilir. İşletme büyüklüğü, parsel sayısı ve parselin şekline göre üç ayrı puan tablosu geliştirilmeli! Buna göre, işletme arazisi mâkul genişlikte bir tabandan belli bir tavana kadar büyüdükçe, parsel sayısı azaldıkça ve parsellerin şekli kare ve dikdörtgene yaklaştıkça puanlar artmalıdır. Bu, entegre bir proje olarak düzenlenmeli, içerisinde uygun şartlarda arazi satın alma kredisi tahsisi bulunmalıdır. Bizim çiftçimiz gâyet uyanık ve pratik olduğu için bu uygulamaya süratle olumlu tepki verecek, kısa zamanda mutlaka çok iyi sonuçlar elde edilebilecektir. haberajanda Gündem Ahmet Fidan [email protected] >> Başından beri PKK, çocuklar, kadınlar, yaşlılar olmak üzere câmiler, imamlar, dinî değerler ve kısaca başından beri topyekûn tarih ve din ile savaşmaktadır. PKK, asla bir Kürt hareketi değil, maskeli bir “Haçlı” hareketidir. İslâm ile savaştığını alenen ifâde etmektedir. Sadece dağdaki eşkıya mı? Kılık değiştirip Ankara’ya taşınan kravatlı sözcüleri de gerçek niyet ve düşüncelerini seslendirmektedir. Haçlı seferleri PKK maskesiyle devam ediyor O TUZ beş yıldan beri birliğimizi, varlığımızı, bütünlüğümüzü tehdit eden, kandan beslenen PKK, hangi ad, hangi isim, hangi kimlikle anılırsa anılsın bir “Haçlı hareketi”dir. Amacı, niyeti ve öncelikli hedefi, Anadolu’dan İslâm’ı ve Müslümanları yok ederek Haçlılara hizmet etmektir. anlamak zamanı zannediyorum ki gelmiştir! Bin yıldan beri bizi bir arada tutan ve üç kıtada hükümran kılan, sadece İslâm gerçeğidir. İslâm’la savaşmayı asıl amaç kabul eden PKK, iç yüzünü, Haçlı kırması olduğunu gizlememektedir. PKK, ABD Kilisesi eliyle plânlanmış, programlanmış ve hayata geçirilmiştir. Allah rızası için olsun, aklımızı başımıza toplayalım! Çünkü böyle düşman hesabına çalışarak elimizde kalan şu bir avuç toprağı da verecek olursak, çekip gitmek için arka tarafta bir karış toprağımız yoktur. Şimdiye kadar düşmana kaptırdığımız koca koca memleketlerin halkı hicret edecek yer bulabilmişlerdi, neuzubillah, biz öyle bir âkıbete mahkûm olursak başımızı sokacak bir delik bulamayız! Aslında ABD laik değildir, bir “Kilise devleti”dir. ABD tamamen Kilise tarafından yönetilmektedir. PKK, ABD Başkanı (maktul) Kennedy’nin önerisi üzerine uygulamaya konulmuştur. “Barış Gönüllüleri” adıyla tohumları ekilmiştir. Dönemin İnsan Hakları Derneği’nin Diyarbakır Şube Başkanı olan Selahattin Demirtaş ile yapılan bir görüşmede Demirtaş, Uluslararası Ziyaretçi Liderlik Programı’nın (IVLP) eski bir katılımcısı olduğunu ifâde etmiştir. Söz konusu program, ABD’nin “siyâsetçi devşirme ve yetiştirme programı” olarak biliniyor. 2005’te ABD Ankara Büyükelçiliği’yle görüşen Demirtaş, kara propaganda ile yetkilileri kandırmaya çalışmıştır. Öyle ki, Demirtaş’ın, ABD’nin tüm dünyada siyâsetçi devşirip yetiştirdiği bir programın eski üyesi olduğu deşifre edilmiştir. Son yüz yıllık tarihimizde Haçlılar değişik ad ve maskelerle saldırılarını sürdürmüşlerdir. Kurtuluş Harbi de aslında bir Haçlı mücadelesidir. İstiklâl Harbi’nde Haçlılara karşı, İslâm’ın yüce Ey cemaat-i Müslimîn! ve kutsal bir kurumu olan “cihat” ile karşı konulmuştur. Yeni bir Haçlı seferi olan PKK belâsına karşı da İslâm’la karşı koymak durumundayız. O sebeple topyekûn bir “cihat ilânı” zamanı gelmiştir. İstiklâl Harbi’nin büyük kahramanı, yiğit insan, ölümsüz simâ Mehmed Âkif’in Haçlılara karşı sözleri ve vaazları yeniden seslendirilmeli, tüm yurt genelinde ve özellikle bölge halkına dağıtılmalıdır. Çünkü vaazlarında Âkif’in o gün söyledikleri, bugün bile ayrı bir öneme sahiptir ve günceliğini korumaktadır. 25 Kasım 1920 tarihinde, Kastamonu Nasrullah Câmiî’nde verdiği vaazda sanki bugünü görmüş gibi haykırmaktadır Âkif. Sadece haykırmıyor, yol gösteriyor ve uyarıyordur: “Ey cemaat-i Müslimîn! Gözünüzü açınız, ibret alınız! Bizim hani senelerden beri kanımızı, iliğimizi kurutan dâhilî meseleler yok mu, Havran meselesi, Yemen meselesi, Şam meselesi, Kürdistan meselesi, Arnavutluk meselesi, bunların hepsi düşman parmağıyla çıkarılmış meselelerdir. Onlar böyle olduğu gibi, bugünkü Adapazarı, Düzce, Yozgat, Bozkır, Biga, Gönen, Konya isyanları da hep o mel’un düşmanın işidir. Artık kime hizmet ettiğimizi, kimin hesabına birbirimizin gırtlağına sarıldığımızı Milletler topla tüfekle, zırhlı ordularla, tayyarelerle yıkılmıyor ve yıkılmaz. Milletler, ancak aralarındaki râbıtalar çözülerek, herkes kendi başının derdine, kendi hevâsına, kendi menfaatini temin etmek sevdâsına düştükleri zaman yıkılırlar” (Mehmed Âkif, Kastamonu Nasrullah Câmiî, 19 Teşrinisani 1336 -1920-, Cuma vaazından.) Tarih tekerrür ediyor. Yüz yıl önceki şartlarda Haçlılara karşı mücadele, İslâm’la kazanılmıştı. Bunun inkârı tarihe karşı hem saygısızlık, hem nankörlüktür. Bugün aynı süreç devam etmektedir. Asker, polis, kısaca bütün güvenlik güçleri tek vücut emperyalizme, yani Haçlılara karşı kanını ve canını vermektedir. PKK ile yapılan mücadelede başlangıçtaki hata terk edilmiştir ve doğru teşhis ile sonuca gidilmektedir. Emperyalist Haçlılara anladıkları dilden cevap verilmektedir. Sonuç ve başarı Allah’tan ve yakındır… temmuz 2016 61 haberajanda Toplum BAYRAMDA BARIŞ “B ARIŞ”, İslâm dininin en önemli özelliği ve mutlak yerine getirmekle ödevli olduğu konuların başında gelmektedir. Kardeşlik hukukunun bir görev olarak tüm Müslümanlara salık verilmesi, bu niteliğinin vazgeçilmez bir ilke olduğunun karinesidir. >> Barış, tüm ülkede yaşayanların, özellikle de ötekilerin, yani iktidarın dışında tutulanların mutlaka inanmaları gereken bir politik realite olmalıdır. Bu, iki açıdan önemlidir. Bir… Ülkenin duyduğu birlik ve huzurun temini ve ulusal hedeflerin ulaşılabilir olmasını sağlaması açısından… İki… İktidarın alternatifi olması bakımından yarın iktidara geldiklerinde uygulanan reel politiğin yeni çatışmalar yaratmaması açısından… 62 temmuz 2016 Doç. Dr. Bülent Kara [email protected] İkinciyi biraz açmak ve altını çizmek, siyâsal hayatımız ya da idrâk ve algı açısından elzemdir. Ülkeyi yönetmenin devamlılığını ve demokrasinin varlığını, adına “muhalefet” dediğimiz ya da gündelik jargonda söyleyecek olursak “iktidar dışında kalanlar” (ötekiler, yönetemeyenler) oluştururlar. Bu, aynı zamanda konsensusun sağlanmasının toplumsal sözleşmeye dönüşme sürecinin de siyâsal fenomenini oluşturur. Ülkeyi birlik ve beraberlik içinde barışın ilkeleriyle yönetmek tek tek (bireylerle) mümkün olmayacağına göre, beraberliği, huzuru, barışı ancak ötekilerin (yönetmeyenlerin örgütlülüğü üzerinden kurulacak) sosyal-siyâsal bağ ile mümkün olacaktır. Buradan hareketle, siyâsal mesajlar ve ilişkiler, bu panoramayı tamamlayan dikotomiyi ortadan kaldıracak ve olumsuzlukları bertaraf edecek kanalları yeniden ihyâ ve îmar etmek üzere dizayn edilmelidir. Bu bayramda barışı sağlayacak birinci yol, bu olmalıdır. Bayramda barışı sağlamanın ikinci ve önemli tedrisatı ise, devleti ve iktidarı temsil edenlerin yüce İslâm dininin ritüellerini idrâk ederken söylem ve eylemlerini bu dinin birinci kutsallarına yönelmeleri ve ilhamını bundan almalarıyla mümkündür. Eğer bir örnek şahsiyet üzerinden yeni bir yenileşme ve kitleleri yöneltme geliştirilecekse, bu kaçınılmaz olarak mutlaka ve mutlaka “Hz Muhammet (sav)” olmalıdır. Ya siyer-i Nebî’nin kutsal mîrasının başka örneklere amacından uzak dağıtılarak temsil edilmesinin yaratacağı insanî kusurlara azamî dikkat edilmeli ya da O’nu örnek alan tüm farklı ritüelleri uygulayanlar aynı bakış açısıyla mümkün olduğu kadar eşitlikçi bir anlayışla kucaklanmaya çalışılmalıdır. Yukarıda izah etmeye çalıştığımız iki politikekonomik-sosyal-kültürel olgu, tarihsel arka plânı ve birlikte olumlu-olumsuz nitelikleriyle birlikte genelde İslâm dünyasında ve özelde ülkemizde reel politiği oluşturmaktadır. Bu oluşum bir “fay hattı” gibi düşünülebilir. Tarihsel birikimler ve hareketler nasıl sonunda fayın çatlamasına/kırılmasına sebep oluyor ve “deprem” dediğimiz şey gerçekleşiyorsa (nasıl ki depremi ne tespit etmek mümkün, ne de önlemek), bu problemlerin ortaya çıkardıkları derin yaraları ve acıları ortadan kaldırmak veya azaltmak da mümkün değil. Zira bu tür olgular da toplumda deprem gibi, telâfisi mümkün olmayan sosyal-siyâsal hareketlere yol açmaktadırlar. Toplumda bunu söylemenin tek ve kaçınılmaz ulviyeti şöyle sağlanabilir: Genelde İslâm dünyasında merkezde olanlar, yani onu temsil eden iktidar sahipleri, özelde ise ülkemizin iktidar sahipleri, toplumu yönetirken kırılmalara/çatlamalara sebep verecek tarzda bir anlayışı yaygın olarak amaç edinmemelidirler. Sanırım İslâm dünyasında kavganın genel olarak ortaya çıkmasının ana dinamiği, merkez-çevre ilişkisinin iyi kurulamamasından kaynaklanmaktadır. Karşılıklı olarak mutlaka bu sorun, sınırsız ve ön şartsız tartışılmalı ve sonuca bağlanmalıdır. Ülkemizdeki durum, İslâm dünyasından farklı değildir. Cumhuriyet dönemi tüm iktidar sahipleri, özelikle 1946 sonrası hâkimiyet ve mutlak iktidar kurma izdivâsıyla hareket etmişler, bunu sağlamak için iktidar dışında kalanlara her türlü siyâsal olumsuzluğu yapmayı kendilerinde hak görmüşlerdir. Günümüzü bir eleştiri konusu yaparken “dün” örnek verilmekte ve dünde kalan toplam kötülükler üzerinden bir haklılık elde edilmeye çalışılmaktadır. Bu durum, tüm yönetenlerde bir yanlış davranış oluşmasına dönüşmektedir. Mutlaka dünkü kötüyü örnek almaktan vazgeçilmeli, bugün ve yarının daha iyi olması için gayret sarf edilmelidir. Çünkü bu anlayış, barışın tüm çıplaklığı ve yalınlığı ile ülkemizi kuşatmasını olumsuzlamaktadır. Gözlemlerime dayanarak söylüyorum ki, Anadolu’da kırgınların sayısı artmaya başladı. “Bunu Ramazan’ın barışıyla azaltmak gerekir” diye düşünüyorum. Ortadoğu coğrafyasının, özellikle de Anadolu’nun en belirleyici yanı, ilk insanın ortaya çıktığı, toplumsallaştığı/kentselleştiği ve medeniyet oluşturduğu bir tarihsel serüvenidir. Bu serüven, aynı zamanda bir haklı gurur, bir üstünlük, izahı az mümkün olan bir ulvilik makamı sağlasa da, aynı zamanda Kalü Belâ’dan kalma insanlığın ortak mirası, sorunlarıyla aynı oranda (hatta artan oranda) günümüze ve geleceğe bırakılmaktadır. Bu sorunsalı azaltmanın yolu aynı zamanda barışı tesis etmekten geçmektedir. Bayram, bunu hemen, şimdi yapmakla sağlanır Yukarıda izah ettiğimiz ve açıklamaya çalıştığımız sosyal-politik sorunların varlığı hem bizim barışın ışığında gelişmemizi engellemekte, hem de “büyük biraderin” işini kolaylaştırmaktadır. Büyük emperyalin ya da büyük biraderin (çok uluslu şirketler, ordular vs.) bu toprakları yönetmesini sağlayan en önemli faktör, toplumdaki bu ikiliği tespit ederek, bunu kendi lehine kullanmasıdır. Coğrafyada yaşayan kültürlerin nifaka dönüşmesini sağlayan en önemli belirleyici ise, nefsini terbiye etmemiş insanların varlığıdır. Nefsin varlığı, tarihsel reel politiğin ikilemi ile birleşince büyük birader için doyumsuz hazlar oluşturmaktadır. Ölenin de, öldürenin de “Allah-u Ekber!” diye niyâzını sağlayan temel faktör budur! Yine ölenin ve öldürenin “Allah-u Ekber!” dememesinin (birbirini öldürmemesinin) temel faktörü ise, bu olguların farkına varmak ve bayramda barışı ihyâ ve tesis etmektir. Bayramda kimse, ama hiç kimse iyilik meleklerinin kanatlarını yolmasın, bayramınız bayram tadın da geçsin! Gününüz, Anadolu gibi aydınlık olsun! temmuz 2016 63 haberajanda Çerçeve Yarımadanın bütününde rastlanan ortak putların yanı sıra, her kabîlenin de kendi putu vardı. Hicaz bölgesinin en önemli putları Hubel, Lat, Menat, Uzza adlarını taşıyordu. Bugün “Allah’ın Evi/ Beytullah” olarak da bildiğimiz Hac yeri Kâbe, ne yazık ki tam bir puthâne hâline getirilmişti. Kutsal evin içinde tamı tamına 360 put bulunuyordu. Yılın her gününün ayrı bir putu vardı; bu nedenle her putun ziyaret günü farklıydı. Bu farklılık sebebiyle Mekke, yılın her gününde işlek bir yerdi. Kentin sokakları “günlük putları” ziyarete gelen hacılarla dolup taşıyordu. 64 temmuz 2016 O gelmeden önce Câhiliye Cezire’si Y IL, Milâdî 570… Gül Yüzlü Peygamberimiz, Efendimiz, Arabistan yarımadasının batı yakasında yer alan Hicaz bölgesinin Mekke şehrinde şereflendirdi dünyayı ve insanlığı. Bu noktada, “Yüce Yaratıcı neden bir peygamber ihtiyacı duymuştu o coğrafyada?” sorusunun cevabı çok önemli. Yine bu bağlamda şu sorulara da bakmak lazım kanaatimizce: O’nun dünyaya geldiği devir, nasıl bir devirdi? O’nun yaşadığı bölgenin psiko-sosyal durumu nasıldı? İnsanlar ne şekilde yaşıyorlardı, nelere inanıyor, kimlere bağlanıyorlardı? Yusuf Kemal Bozok [email protected] >> Sevgili Peygamberimizi tanımak için bu soruları cevaplamak önemli, o hâlde soruların cevaplarını arayarak mevcut duruma bir bakalım mı? “Ceziretü’l-Arab” ya da “Arabistan”… Neredeyse tamamı çöllerle kaplı olan bir ülke olarak yer tutmakta haritalarda. Bu kurak çöllerin fotoğrafında, çakırdikenlerinin peşinde dolaşan deve sürüleri ilk göze çarpan canlılar olarak görülüyor. Onların arkasında kara yanık deveciler ve deve yavrusu potuklar… Fotoğrafın fonu basit ve solgun... Nüfusu seyrek ve insanları konargöçer bir hâlde yaşayan, bu nedenle şehir sayısı pek az olan bir yarımada düşünün, işte Arabistan böyle bir yerdi o zamanlar! Ortalıkta ne bir devlet vardı, ne de herhangi bir idare. Kıran kırana bir yaşam hâkimdi mülke. “Bedevî” deniyordu çöl Araplarına. Ve Bedevîlik, bir nevi “ilkellik” anlamını da barındırıyordu terminolojisinde. Çoğunlukla çöllerde yaşayan Bedevî Araplar, kabîleler şeklinde hareket ediyorlardı. Aynı soy ve kandan meydana gelen insanların geleneksel birliğine “kabîle” adı veriliyordu. Yaşadığı arazide kendi hukukunu meri kılmış olan her kabîle küçük bir devlet gibiydi ve benzerlerinden bağımsızdı. Bu bağımsız toplulukların her birinin kendine has yaşantıları, kültürleri, toplumsal kuralları ve hatta kanunları vardı. Çoğunluğu çöllerde yaşayan bu kabîleler, başlarına buyruk hareket etmeleriyle ünlüydüler. Çölleri yurt tutan kabîleler konargöçer oldukları için, grubu oluşturan insanların evleri barkları yoktu. Aileler yün ve kıldan örülmüş büyük çadırlarda oturuyorlardı. Ailelerin reisleri olan erkekler, neredeyse tüm yaşamlarını deve sürülerinin arkasında geçirmeye alışkındılar. Kadınların işleri ise çadır içiyle sınırlıydı. Her vaha bir sınır taşı gibi, kabîlelerin arazilerinin yüzölçümünü belirliyordu. Onca kuralsızlıklarına rağmen bu kabîleler, her ne kadar kendi hudutları içinde kalmaya ve diğer toplulukların yaşam alanına sarkıntılık etmemeye özen gösteriyor idiyseler de bu çoğu zaman mümkün olmayabiliyordu. Çünkü geçmişi çağlar öncesine uzanan dâvâların kökeninde vaha kültürü ve su kıskançlığı yatmaktaydı. Bedevî göçerlerin sabit bir mekânları yoktu: Bu vahadan o vahaya… Yani su kaynaklarının arasında mekik dokur gibi göç edip duruyorlardı. Su… Çölde altından daha kıymetli tek şey su idi. Kurak çöl ikliminin husûsiyeti gereği, su yalnızca vahalarda bulunuyordu. Vaha ise, sayıları oldukça kıt olan kuyular ve su kaynaklarının bulunduğu yerlere verilen addı. Bu bakımdan vaha sahibi olmak, her şey demekti çölde. Yüzlerce yıldan bu yana kabîleler, birbirlerinin elinden vaha kapma mücadeleleri veregeliyorlardı. Bu nedenle babadan/atadan beri süre gelen “vaha kavgaları”, kan dâvâları şekline bürünmüştü. Hemen hemen her kabîlenin diğer kabîlelerle arasında sayısız kan dâvâsı vardı. Bedevîler arasındaki bir başka kavga nedeni de arazi parçalarıydı. Kabîlelerin deve sürülerini yaydıkları otlaklar, zaman zaman kum fırtınalarının istilasına uğruyor ve ölüm sessizliğine bürünüyordu. Hudut taşları kayboluyor, vahalar araziden siliniyordu. Bu nedenle kabîleler arasında mâzisi eski sınır anlaşmazlıkları vardı. “Gerek vaha, gerek otlak nedeniyle çöller kavga yurduydu ve bir bakıma kabîleler arasında kan ve kin savaşları hiç eksik olmuyordu” dedik. Ama… Bu durumun bir istisnâsı vardı: Mübârek aylar… Kıvrak Arap atların toynak seslerinin, kıvrık kılıç şakırtılarının ve Davudî hançereli savaşçıların dehşetengiz nâralarının eksik olmadığı çölde, yalnızca yılın dört ayında savaş kesiliyordu. Çünkü bu aylar, herkes tarafından “mübârek/hürmetli aylar” olarak kabul ediliyordu. Zor şartlar altında yaşam mücadelesi veren çöl insanları, ancak bu aylarda rahat edebiliyorlardı. Tüccarlar, yalnızca bu aylarda güvenlik içinde yolculuk yapma imkânına sahiptiler. Ailelerin, başta giyecek kumaş ve yıllık yiyecek olmak üzere çeşitli ihtiyaçlarını karşıladıkları pazarlar/panayırlar sadece bu aylara mahsustu. Bu nedenle yarımadada gözler, her dâim mübârek ayları gözlüyor, kavgadan bıkan kadınlar dahi kocalarını yanlarında görmek için bu ayları bekliyorlardı. Panayır zamanları Arabistan için “konargöçer Bedevîlerin yurdu” dedik… Vahalar arasındaki yersiz yurtsuz Bedevî yaşantılarının yanında, çöllerin uygun yerlerine bazı şehirler de kurulmuştu. Meselâ Gül Yüzlü Peygamberimizin yaşadığı Hicaz bölgesinde üç önemli şehir vardı. Bunlar Mekke, Yesrib (ya da Medîne) ve Taif ’ti. Bu üç şehrin en büyük özelliği, üçünün de mübârek aylarda kurulan panayırlara ev sahipliği yapıyor olmalarıydı. Özellikle Mekke… Panayır, “yıllık pazar” anlamına geliyordu. Sevgili Peygamberimiz dünyaya gelmeden önce yarımadanın en önemli kenti konumundaki Mekke ve çevresi, aynı zamanda mübârekti de. Buna rağmen orası da genelden hâlli değildi. Hatta tuhaf karanlıklar içinde bocalayıp duruyordu kutsal yapı Kâbe’ye ev sahipliği yapan kent. Bütün Arap diyârının en büyük panayırları burada organize ediliyordu. Mekke panayırlarına dört bir yandan gelenler oluyordu. Bunlardan Suriye ile Yemen arasında gidip gelen kervanlar baş sıradaydılar. Kervanlara dâhil olmuş kumaş tüccarları, her türlü kişisel ihtiyaca cevap veren esnaflar, şarkıcı ve dansçı kadınlar, konuşmacılar, kâhinler ve şâirler bulunuyordu. “Şâir” dendi de… Hem şehirlerde yaşayan “Medenîler,” hem de çöllerde yaşayan “Bedevîler”, şiir yazmayı ve okumayı çok seviyorlardı. Bu bakımdan panayırlar, ünlü Arap şâirlerinin yıllık buluşma yeri gibiydi. Panayır günlerinde, Kâbe avlusunda temmuz 2016 65 haberajanda Çerçeve çekişmeli şiir yarışmaları yapılıyordu. Dinleyenler tarafından beğenilen şiirler alkışlarla kutsal Kâbe’nin duvarlarına asılıyordu. Şiiri Kutsal Ev’e asılan şâirler ödüllendiriliyorlardı. Yarımadadaki inanç Yazının burasında, “Yarımadadaki inanç nasıldı ve insanlar kime, neye inanıyordu?” suâline cevap arayalım. Arabistan’ın genelinde olduğu gibi, Hicaz bölgesinde yaşayan insanların çoğunluğu da putlara inanmaktaydı. Yani putperesttiler. Bunlar Yarımada jargonunda “müşrikler” diye biliniyorlardı. Peki, “put” ne demekti? Aslında put, insanların kendi elleriyle yaptıkları heykellerdi. Her kabîlede (ki özellikle Mekke şehrinde) mahâretli put yontma ustaları yaşıyordu. Bunlar çeşitli âlet edevatın bulunduğu atölyelerinde tahtadan, taştan ve madenden putlar yapıyorlardı. Yaptıklarını pazar ve panayırlarda satılığa çıkardıklarında, “mallarının” kutlu mahâretlerini, uğurlarını ve sahip olana getireceği şansı anlata anlata bitiremiyorlardı. Yontuculuğun kârlı bir iş olması nedeniyle “put ustası” ve put sayısı o kadar fazlaydı ki… Yarımadanın bütününde rastlanan ortak putların yanı sıra, her kabîlenin de kendi putu vardı. Hicaz bölgesinin en önemli putları Hubel, Lat, Menat, Uzza adlarını taşıyordu. Bugün “Allah’ın Evi/Beytullah” olarak da bildiğimiz Hac yeri Kâbe, ne yazık ki tam bir puthâne hâline getirilmişti. Kutsal 66 temmuz 2016 evin içinde tamı tamına 360 put bulunuyordu. Yılın her gününün ayrı bir putu vardı; bu nedenle her putun ziyaret günü farklıydı. Bu farklılık sebebiyle Mekke, yılın her gününde işlek bir yerdi. Kentin sokakları “günlük putları” ziyarete gelen hacılarla dolup taşıyordu. Yarımadada yalnızca putlara inananlar yoktu tabiî. Başka dinlerin inananları da bulunuyordu. Yahudiler ve Hıristiyanlar bunların başında geliyordu. Az sayıda insan da Hazreti İbrahim’in tek tanrı inancındaydı. Bunlara “Hanif ” adı veriliyordu. Gerek Yahudilik, gerekse Hıristiyanlık, hâddizâtında bölgeye has bir inanç değildi. Her ikisinin çıkış yeri de Filistin’di. Daha sonra bazı Yahudi kabîleleri bölgeye göçmüş ve belli yerleri yurt tutmuşlardı. Kale geleneği olmayan Arap yarımadasındaki sınırlı sayıdaki kale Yahudilere aitti. Ve bu kaleler içinde en meşhuru, Hayber Kalesi idi. Gerek müşriklerin, gerekse Haniflerin inançlarının kutsal kitapları ya da yazılı kaynakları yoktu. Zaten yazı, kitap, kalem gibi kültür meseleleri soylu sınıfın uğraşısıydı coğrafyada. Halk içinde okuyup yazma bilenlerin sayısı yok denecek kadar azdı. Bu yüzden her bilgi kulaktan dolma ve babadan duymaydı. Gün doğmaya hazırlanıyor! Henüz Müslümanlığın teşrif etmediği Yarımada, yoğun müşrik nüfusunun etkisiyle oldukça çirkin geleneklerin yaşandığı bir yer olarak biliniyordu. Meselâ Arap şehir kültüründe önemli bir yer işgâl eden köleler, insan bile sayılmıyorlardı. Çoğunluğu Siyahî Afrikalılardan müteşekkil köleler, sahiplerinin malları mesabesindeydiler. Efendi isterse kölesini döver, isterse öldürebilirdi bile. Öylesi ayaklar altındaydı insanlık. Sadece köleler mi? Kadınlar da bu noktada farksızdılar. Erkekler istedikleri sayıda kadınla evleniyor, istemediklerini de boşayabiliyorlardı. Tıpkı köleler gibi kadınların da hiçbir kıymeti ve hakkı yoktu Arap insanının yanında. Öyle ki, dünyanın hiçbir zamanında, hiçbir yerinde ve hiçbir kültüründe olmayan bir görenek cariydi Yarımadada: Kimi babalar, yeni doğan kız çocuklarını asla istemiyor ve diri diri kumlara gömerek öldürebiliyorlardı bile. İşte Sevgili Peygamberimizin gelişinin yaklaştığı o yıllarda Arabistan böyle bir yerdi, Araplar da böyle bir halk! İnsanlık tarihinin dibe vurduğu bir yer olarak Arabistan, bu kabil sıradışı işlerin olageldiği en meşhur yerdi. Ancak “Tek yerdi!” denirse doğru söylenmiş olmaz. Yukarıdan beri fotoğrafını çekmeye çalıştığımız o karanlık devirdeki insanlık, bütün dünyada, tarihin belki de en kötü dönemini yaşamaktaydı. O zamana kadar Yüce Yaratıcı, Hazreti Âdem’den başlayarak İsa Peygamber’e kadar, bir tahmine göre 124 bin peygamberle dünyaya ve insanlığa istikâmet belirlemişti. Lakin o insanlık, gönderilen peygamber sayısı kadar ihlâsı bozmuş, perişan etmişti. Ancak “Merhameti Sonsuz olan Yüce Rahman” her seferinde ve bir kez daha târif etmişti kendisini. Bir kez daha anlatmıştı iyiliği, güzelliği ve Tevhîd’i. Lâkin sonuç hep hüsran olmuştu. Son üç büyük Resûl olarak Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz. İsa teşrif etmişlerdi “insanın yurdu”nu. Arada gönderilen İsrailoğullarının bir dolu nebîsini saymıyoruz. Yaklaşık iki bin yıl içinde üç ayrı şeriat... Hazreti İbrahim’in şeriatı neredeyse sıfırlanmış ve sadece Hicaz bölgesinde hayatta kalmaya çalışan bir avuç Hanif ’le sınırlı kalmıştı. Musa Peygamber’in şeriatı, son Babil sürgününden beri “Azer” adlı bir hahamın kaleme aldığı “Babil Tevratı”na îman ediyordu. “Ruhullah İsa’nın şeriatı” diye bir şey yoktu zaten. Kaybolup giden özgün İncil’in yerinde yeller esiyor, “İncil” adıyla dört kitap elden ele dolaşıyordu. Hem de İsa Peygamber’i ilâh mesabesine çıkararak. Hülâsa, karanlıklar içinde pusulasız gemi gibi rota belirlemeye uğraşan kavimler, toplumlar ve insanlar, kendilerini kurtaracak bir “Kurtarıcı Kahraman” bekliyorlardı. Tarihlerde adı “Câhiliye Devri” olarak geçen bu zamanın ilacı uzakta değildi. Yüce Rahman, son bir şans daha lütfetmişti insanlığa. Ve o lütuf, insanlığın dibe vurduğu yerden, câhilî Arabistan’dan ha doğdu, ha doğacaktı bir güneş gibi Yarımada’nın, hatta dünyanın üzerine; gün sayıyordu! Yusuf Kemal Bozok O zamana kadar Yüce Yaratıcı, Hazreti Âdem’den başlayarak İsa Peygamber’e kadar, bir tahmine göre 124 bin peygamberle dünyaya ve insanlığa istikâmet belirlemişti. Lakin o insanlık, gönderilen peygamber sayısı kadar ihlâsı bozmuş, perişan etmişti. Ancak “Merhameti Sonsuz olan Yüce Rahman” her seferinde ve bir kez daha târif etmişti kendisini. Bir kez daha anlatmıştı iyiliği, güzelliği ve Tevhîd’i. Lâkin sonuç hep hüsran olmuştu. temmuz 2016 67 haberajanda Dünya Postası “Seninki benden kara” dediğiniz anda, kendi “dibinizin zaten kara” olduğunu kabullenmiş oluyorsunuz! İki yüz küsur devletin parlamentosu münferiden böyle bir karar çıkarsa ne olur? Almanya için neler kabul edildi de ne oldu? Herkes “das auto”ya binip binip geziyor… Biraz sakin olun, akl-ı selim ile hareket edin! *** Van depremi olduğunda ilk haberleri TRT değil, Fransız devlet kanalı olan TV2 verdi. Hem de naklen! Fransız TV’sinin o sırada orada ne işi vardı yahu?! Depremin olacağını biliyorlar mıydı? Yoksa zaten o bölgede konuşlanmış vaziyette miydiler? Bilhassa mahallî vatandaşın Fransız TV’sine kendi devletini şikâyet etmesini, kendi devletini tahkir ve tezyif etmesini, Fransız devlet kanalı TV2’nin de bu haberi bu görüntülerle yayınlamasını hâlâ unutamam. 68 temmuz 2016 Bayramın bereketi IMA ve Araplar H AZİRAN ayı sayısının makalesi için gönderim tarihi hususunda her zamankinden biraz farklı talimatlar gelince, Paris’te, Mayıs ayında vukuu bulan bazı önemli haberlerin nakli bu Bayram sayısına sarkmak durumunda kaldı. Oldukça önemli olduklarından dolayı bu haberleri atlayamayacağım. >> Twitter üzerinden de paylaşmış olduğum gibi, 20-22 Mayıs tarihlerinde, IMA’da çok önemli toplantılar yapıldı. Önceki sayılarda IMA’dan bahsetmiş, bilgi vermiştim. Tekrarda faide olabilir. IMA, “Institut du Monde Arabe”nin kısaltılmışı. “Arap Dünyası Enstitüsü” olarak tercüme edebiliriz. Paris’in en mutena semtlerinden birinde, gayet stratejik bir konumda ve muhteşem bir mimari ile inşa edilmiş muazzam bir bina… Haziran sayısındaki makalemde böyle bir merkeze sahip olmayışımız sebebiyle Mehmet Ziya Üsküdarlı [email protected] tık bu durumu garipsemiyorum, zira Dışişleri’nin muhterem mensupları ve bilhassa mensubeleri, Arap denince tüyleri diken diken olan vatandaşlarımızdan oluşuyor. 25 yaşındaki Katolik Fransız çatır çatır Arapça öğrenip konuşur, bizdeyse Arapçayı sadece dinî hususlarla alakadar olan vatandaşlarımız öğrenmeye çalışırlar; o Arapça da hiçbir vakit yüksek seviyede değildir. Böylece rakip devletler Ortadoğu’da bize nisbetle bir üstünlük kazanmış olurlar. 20 Mayıs’taki toplantıda Hubert Védrine ve Dominique de Villepin, Fransa’nın Arap politikasını analiz edip tartıştılar. Fransa açısından son derece güzel ve faideli bir toplantı oldu. hayıflandığımı, Araplarla geçmişi kısa ve kanlı olan Fransa’nın böyle bir merkeze sahip olmasını kıskandığımı yazmıştım. Oysa Arap kardeşlerimizle olan tarihî, dinî, kültürel ve hatta aile bağlarımız bize böyle bir merkezin sahibi olma hakkını fazlasıyla vermekte… IMA’da yapılan 20 ila 22 Mayıs tarihlerindeki oturumlarda Fransa’nın Arap siyaseti ele alındı. Bu toplantılara iştirak eden tek Türk olmaktan dolayı üzüntü duyuyorum. Benden başka resmî zevattan kimseler yoktu. Bazı oturumlara ait bilgi, fotoğraf ve videoları bizzat Twitter’e ben paylaştım. Ar- Esas muazzam oturum 21 Mayıs günü yapıldı. Bu toplantı, Sykes-Picot anlaşmasının yüzüncü yıl dönemine atfen tertib edilmişti. Toplantıyı yöneten gazeteci Minassian, Ermeni asıllı biri olarak hayli tarafgir bir tutum takındı. Oturumun ağır topu, Filistin eski Büyükelçisi Leila Shahid idi. Sabık İsrail Büyükelçisi Elie Barnavi’yi bir defa daha “evire çevire dövdü”. Elie Barnavi’yi televizyon programlarından da bilirim, Leila Shahid’den sopa yemeye öyle alıştı ki, galiba artık bırakamıyor. Önemli bir şahıs, Fransız tarihçi Profesör Henry Laurens idi. Laurens, yakın tarihe son derece vâkıf ve hâkim bir bilim adamı. Diğer bir iştirakçi ise Profesör JeanPaul Chagnollaud, mode- ratör Minassian ile beraber Türkiye’yi hedef alan bir tavır sergiledi. Leila Shahid ve Henry Laurens’in Türkiye’yi savunmaları, Sykes-Picot’u ağır şekilde suçlamaları görmeye değerdi. Değerdi ama yukarıda belirttiğim üzere bizden tek bir resmî yetkili dahi yoktu. Bu oturuma ait video bandını Twitter hesabımdan paylaştım. Bunların yanı sıra son derece teknik oturumlar da vardı. Mesela bunlardan bir tanesi Arapçanın bidayetine ait imla kaidelerini ele alıyordu. IV. yüzyıla ait arkeolojik bulguların ışığında son derece kapsamlı analizler yapıldı. Kimler mi yaptı? Aktaralım efendim: Christian Robin, Eléonore Cellard ve Michel Mouton. Nasıl? “Bunlar Müslüman değiller” mi dediniz? Dersiniz elbette. Arap da değiller, Türk de… İşte Resulullah Efendimizin emrettiği “beşikten mezara ilim” budur! Kültür Ajanda Aralık 2015 sayısında bu bahsi işlemiştik. Bizim üniversitelerimizde bu seviyede Arapçaya hakim kaç hakiki bilim adamı vardır acaba? Arapça, kökeni itibariyle ilk semitik toplumlara, Akadlara ait çivi yazısına kadar dayanan son derece zengin bir dildir. Sadece Kur’an ezberlemekle ancak hafız olunur, bilim adamı değil. Ayrıca hemen her sayıda tekrar tekrar usanmadan, bıkmadan yazdığım çok önemli bir hususu bir defa daha yazacağım: Türkiye, 2023 için hazırladığı projelerinde, Arap mema- liki ile olan münasebetlerini İmparatorluk dönemimizdeki seviyesine çıkarmayı birinci sıraya koymalıdır. Bunun için gereken her türlü altyapı hazırdır. Bir defa her şeyden önce din kardeşliği vardır ki, bu kardeşlik mesihi olan Arap kardeşlerimiz için de geçerlidir. Hakiki Müslüman olanlar ne demek istediğimi anlamışlardır. Aksi takdirde yurdumuzda ikamet eden Keldaniler, Süryaniler, Fransıza, Amerikalıya hizmet ederler. Siyonist politikaların sayesinde “Arap” denince tüyleri diken diken olan nesiller yetiştirildi. Bu siyaset sebebiyle Türkiye yapayalnız bıraktırıldı. Bize asla faidesi olmayan ve olmayacak yatırımlar yaptırtıldı. Artık bu Siyonist mefkureye hizmet eden yatırımlara bir son vermelidir. Haber Ajanda Mayıs sayısında Mısır ve Ortadoğu’yu tahlil eden bir makale yazdım. Bu makalede İsrail’in Mısır ve Suudi Arabistan ile yakınlaşmasını sarahaten izah ettim. İsrail’in dahi yakınlaşmak istediği Arap kardeşlerimize biz neden uzak durmaya devam edelim? Bundan kim kazançlı, kim zararlı çıkar? Bu sualin cevabını hepinizin rahatlıkla verdiğini duyar gibiyim. Haber Ajanda Ağustos 2014 sayısında, Arap devletleri ve Rusya ile son derece özel bağlarımızın olduğunu, bu bağların büyük bir titizlikle korunması gerektiğini açıkça yazmıştım. Makalemin üzerinden iki sene geçmiş. Hamdolsun temmuz 2016 69 haberajanda Dünya Postası Binali Bey fevkalade stratejik açılımlar yapmaya başladı. Allah muvaffak etsin. Cihanşümul bir din olan İslâm’a vurulan her darbenin zararı ümmetten çıkar. Televizyonlarda, medyada, basında, orada burada fetva verip aslında ümmetin bölünmesine sebebiyet veren muhteremlere (!) dikkat edelim ve müteyakkız olalım. Kimin mümin olduğuna “Din Gününün Sahibi” karar verir; bu iş bize düşmez. Binaenaleyh “Kim oruçlu, kim namaz kılıyor?” gibi dedikodu menbalarını bırakın, düşmana ve düşmanın ülküsüne karşı kim mücadele veriyor, siz ona bakın. Edepsizliğin gereği yok, evvela edep! Yukarıda zikrettiğimiz din kardeşliği, cihanşümul bir din olan İslâm sayesindedir. Bakın burası da çok önemli! İslâm’ın mahallî olanı olamaz! Öyle “Anadolu İslâm’ı” filan gibi garip kavramlarla uğraşmayın. Kur’an okurken eğer tüm İslâm âleminde sadece siz “Ü”; “Ö”; “P”; “Ç”; “G” harfleri kullanıyorsanız terslik sizdedir. Kur’an’ın “İstanbul ağzı” olamaz! Eğer zorla böyle bir şey yaparsanız, bu defa Erzincanlı da kendi “ağzıyla” okumak ister. Televizyonlarda yüzük takıp gerdanını kıra kıra fetva veren “çokbilmiş”(!) mutasavvıflardan ve şarkıcı refiklerinden uzak durmakta faide vardır. Bunların ilmi sadece kendilerini bağlar. Ümmetten kopartılmak, ayrılmak, Arap kardeşlerimize tağayyür ettirilmek bir hile, bir mekr idi. Lûtfen artık buna karşı duralım; bu hile ve mekr manialarını aradan kaldıralım! Soykırım ve tavrımız Hepinizin bildiği gibi, Alman parlamentosunda Ermeni soykırımı ele alındı. Bizim cenahtan ilk tepki, “Kahrol düşman!”, “Alman arabası kullanmam gayrı!”, “Onlar kendilerine baksın, soykırımın feriştahını yaptılar!” vs. Değerli kardeşlerim, düşman “Kahrol emi!” demekle bertaraf edilemez. Bizzat “das auto” kullanan arkadaşların “Alaman arabası almam ben” demeleri dahi tepkiyi tahfif ediyor. Arkadaş, kendi arabanı kendin yapıyorsan, onu almayan namerttir. Bu hususu da Haber Ajanda’nın 101. özel sayısında yazmıştık. Gelelim doğru tepkiye… “Soykırım”, bir uluslararası hukuk terimidir ve Yahudilere yapılmış olan “Holocauste”den itibaren tesis edilmiştir. Bundan evvel yapılmış olanlar, soykırım kapsamına girmezler. Şöyle sadeleştirelim: Kapalı yerlerde sigara içme yasağı vardır. Kapalı mahalde sigara içmek suçtur. Lâkin sigara içme yasağı konmadan önce kapalı alanda içilmiş sigara suç teşkil etmez! Ancak yasak konduktan sonra sigara içmek suçtur. Eğer soykırım kavramının başlangıcını Holocauste’den öncesine çekmek gafletinde bulunurlarsa, o vakit düğün bayram! Biz en az on dosya ile derhal müracaat ederiz. Yani o, o kadar kolay değil. O halde neden mi böyle yapıyorlar? 70 temmuz 2016 İşte sizleri bu panik haline sokmak, kıymetli vakit ve dikkatinizi başka taraflara çekmek için! Bir ikinci husus da, “tencere dibin kara, seninki benden kara” edebiyatı… Bırakın yahu bunu! “Seninki benden kara” dediğiniz anda, kendi “dibinizin zaten kara” olduğunu kabullenmiş oluyorsunuz! İki yüz küsur devletin parlamentosu münferiden böyle bir karar çıkarsa ne olur? Almanya için neler kabul edildi de ne oldu? Herkes “das auto”ya binip binip geziyor… Biraz sakin olun, akl-ı selim ile hareket edin! Nümayişler, taşkınlar ve futbol Fransa bir ara neredeyse bloke oldu… Bir yandan Çalışma Bakanı El Khomri’nin yasa tasarısı sebebiyle yapılan nümayişler, grevler, sokaklarda tedhiş, çalışmayan işlemeyen tirenler, havalimanları, şehir toplu taşımacılığı, metrolar, otobüsler… Tıkanan trafik, aşırı yüklenen otoyollar… İşçi sendikalarının engellemesi sebebiyle yakıt istasyonlarına nakledilmeyen yakıt, bu sebebden dolayı yakıtsız kalan taşıtlar… Derken bir yağmur, bir yağmur… Tufan mübarek… Akarsular kabardıkça kabardı, nihayet taşkınlar oluştu. Önemli otoyollar sular altında kaldı. İnsanların evleri, köyleri, hatta kasabaları su baskınlarına uğradı. Nehirler, ırmaklar bir memleketin can damarları gibidir ama çok dikkatli olmak gerekir. En ufak bir Mehmet Ziya Üsküdarlı gaflette acımadan can alırlar. Velhasıl ölümler oldu. Yüz milyonlar ile ölçülen maddi zararlar… Bir diğer taraftan ise asayişi korumak ve tesis etmek çaba ve çalışmaları… Bizden derhal “yurttan sesler korosu” yanık türkülere başladı: “Fransız polisine baak, kadın dövüyoo…” “Aaa! Hani ya bunlardaki demokrasiii?” “Gezi olaylarında bunlar bizi çok ayıplamışlardı kiiii!” İlkokulda böyle “çamur şekvacılar” vardı: “Örtmeniiim, Necla beni çimdiklediii…” “Örtmeniiimm, Halil kafama kalemtraş attı…” Bunları bırakın bir yana artık. Artık büyüdünüz. Koskoca adam oldunuz yahu! Böyle üç beş gazetecinin üslupsuz şikayetiyle bir yere varılmaz. Ya nasıl varılır? Şöyle varılır: Dışişleri Bakanlığı nezdinde Fransız Büyükelçisi “bilgi vermeye” davet edilir; basın örgütleri, gazeteciler birliği gibi dernekler ve sivil toplum kuruluşları, bu durumu “şiddetle kınadıklarını” belirten yazılı basın ve medya bildirisi yayınlarlar. Meclis’te, “Avrupa’da demokrasi ölüyor mu?” başlıklı oturum tertip edilir. Fransa’ya on on beş muhabir refakatinde birkaç televizyon kanalı gönderilir. Onların verdiği haber ve görüntüler TRT gibi ciddi devlet kanallarında neşredilir. Devletin televizyon kanallarında bu durumu “şiddetle kınayan” açık oturumlar, yuvarlak masa toplantıları düzenlenir. Van depremi olduğunda ilk haberleri TRT değil, Fransız devlet kanalı olan TV2 verdi. Hem de naklen! Fransız TV’sinin o sırada orada ne işi vardı yahu?! Depremin olacağını biliyorlar mıydı? Yoksa zaten o bölgede konuşlanmış vaziyette miydiler? Bilhassa mahallî vatandaşın Fransız TV’sine kendi devletini şikâyet etmesini, kendi devletini tahkir ve tezyif etmesini, Fransız devlet kanalı TV2’nin de bu haberi bu görüntülerle yayınlamasını hâlâ unutamam. Misilleme yapılacaksa, işte böyle yapılır! Gönderin üç televizyon kanalını, kendi devletini tezyif edecek üç beş kanı bozuk Fransız bulsanız kafi… Artık bir hafta, on gün yayınlayın görüntüleri, şikayetleri… Gerçi bu kadarcık kanı bozuk bulmakta bile güçlük çekilebilir; zira bunlar kendi devletlerini, bizim kendi devletimizi sevdiğimizden daha ziyade seviyorlar maalesef! Bu arada yiğidi dövelim, ama hakkını da teslim edelim; bunca hengamenin arasında Fransa, bir de Avrupa Kupası’nı organize etti. Hatta bu akşam Milli Takımın İspanya karşısında darmadağın olup kemal-i afiyetle yemiş olduğu 3 adet golü, abonesi olduğum BEIN televizyonu kanalından naklen seyrettim. Burada, Paris’te mağrip ezanı saat 22:02’de okunuyor. Yani iftar, saat 10’dan sonra… İlk iki golü iftardan evvel yedik. Allah affetsin. BEIN TV kanalı Qatar’a ait. Bu sebebden normal Fransız medyasında pek gö- rülmeyen “Omar’lar, Ali’ler” moderatör olarak karşımıza çıkıyorlar. Yahu bu bile Fransız’a atılmış ciddi bir goldür. Helal olsun Qatar’a! Futbol bahsini şu haberle bitirelim: Milli Takım kafilemiz Fransa’nın Var vilayetinin Saint Cyr sur Mer kasabasında konuşlandırıldı. Türkiye’den gelen özel bir tim, Milli Takım kafilemizi koruyor. Fransızlar, eksik olmasınlar (!) bir de özel güvenlik (!) şirketi görevlendirmişler. Şirketin ismine bakın bir: P2K! Yapılacak en iyi tepki umursamazlık olacaktı. Hatta “Türk konukseverliği” adı altında bunlara meşrubat filan ikram edilebilirdi. Bu meşrubatlar bazen müshil etkisi de yapabilirdi(!). Yok! Bizimkiler yine yaygarayı bastılar. Hep ayağına basılınca ayılıp bağırıp çağıran tipler vardır ya, bir sonraki hamleyi asla hesaplamazlar. “İstemezük” dediğin zaman, kendini büyük bir risk ve tehlike altına atmış oluyorsun. Olabileceklerden sadece sen mesul duruma düşüyorsun. Bu işler Fransa’ya gelmeden evvel karara bağlanıp yazılı anlaşmalarla sabitlenir. Bu işleri de normal olarak Dışişleri yapar ya da yapması ve yapmış olması gerekir(!). Hamdolsun güvenlik açısından şu ana kadar bir terslik, bir aksilik olmadı. Hatta bu akşamki İspanya maçını seyredince, keşke özel tim Milli Takım’ın yerine sahaya çıkmış olsaydı pek muhtemelen daha iyi bir netice alınabilirdi diye düşündüm. Muhammad Saleh Hepinizin bildiği veçhile geçtiğimiz 19 Mayıs günü, Mısır Havayolları’na ait Paris-Kahire seferini yapan bir uçak düştü. Uçakta çeşitli milliyetten yolcular vardı. Biri de -merhum- arkadaşım Muhammad Saleh… Muhammad Saleh, Sudanlı idi. Neredeyse iki metreye takarrüb eden boyu ile aslan gibi bir adamdı. Kahire’den Hartum’a devam edecekti. Rahatsız olan annesini ziyarete gidiyordu. UNESCO’da çeşitli projelere imza atmış, kültürlü, bilgili biriydi Muhammad Saleh. Dimdik duruşuyla adeta İslâm’ın bir neferiydi. Arkasında gözü yaşlı hanımını ve küçük çocuklarını bıraktı. Allah rahmet eylesin. Yine de aklıma bir soru takılıyor: Uçaktaki yolcuların milliyetleri açıklandığında Sudanlı bir yolcudan bahsedilmedi... Neyse… Aklımıza ziyan etmeyelim. Makalemi Behçet Necatigil’in “Temmuz Tikleri” adlı şiirinden iki kıta iktibas ederek bitirirken, hepimize sıhhat ve sürur içerisinde nice güzel ve hayırlı bayramlar temenni ederim. “Yanda, altta, üsttekiler/ Yirmi yedi daire apartman/ Yatmış sanki ölüm uykusuna/ Donmuş zaman. Çıt yok/ Eriyen camlardan/ Kavrulmuş perdelerde/ En ufak bir kıpırtı./ Ne sokaktan geçen taşıt,/ Su saatlerinde tıkırtı…/ Ne kapı önündeki ağaçta/ Kuş sesleri./…” temmuz 2016 71 haberajanda Bosna’da Temmuz alımlı ve nazlı sükûnetleriyle Bosna Millî Parkı’nda (Vrela Bosna). Şehitlikte sükûnetle uyuyordu Aliya… (Ruhu şâd olsun!) Srebrenitca’da, Bosna şehitlerinin beyaz endamlı kabir taşları haykırıyordu bir hakîkati sessiz çığlıklarla: “Küllü nefsin zaikatün mevt.” (Her nefis ölümü tadacaktır.) (Sırplar da, zalimler de...) Bosna soykırımının mimarları ve Vahşetlerini gizleme makyajları “N EDEN büyük ırmaklardan bile heyecanlıydı/ Karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak?” >> Böyle diyor şâir; muhtemel içindeki tutkunun, sadâkatin, heyecanın hesâbını soruyor kendi kendine. O ihtimâle tutunup ben de aynı soruyu soruyorum Bosna’ya her yolum düştüğünde... İgman dağlarında karlar çoktan erimişti Bosna’yı “karlı bir gece vakti” değilse de tedirgin hatıralarımızda uyandırdığımızda. Can dostumuza gider gibi heyecanla düşmüştük yine yollara. Çünkü candı bize Bosna! Özlemi düşünce içimize, özleyenlerle birlikte küçük bir ekip kurup hasret gidermeye, dostun hatırını gözbebeklerine bakarak 72 temmuz 2016 sormaya, suyundan içip eski yaşanmışlıklarına bizâtihî dokunmaya gittik. Bosna sevdâlısı canlarla, dinmeyen heyecanlarla vardık Osmanlı yadigârı bu coğrafyaya. Ajanda Dergiler Grup Başkanımız Yavuz Selim Bey’in organize ettiği bu ahde vefâ seferimizde Balkan Tur’un sahibi Selim Dilek ağırladı yine bizleri. 20 yıl öncesinde yaşanmış acıların sızısı “Davulun sesi uzaktan hoş gelir!” tınısında olsa da içimde, ırmaklarının heyecanı ile bu coğrafyanın geleceğini yeşertsem de düşüncelerimde, bir yetinemeyiş girdabında savrulurum “Bosna” denince. Bu yüzdendir bitmez ona varışlarım, son bulmaz canıma can yapışım. Ve büyük bir ırmak olup coşkuyla akar, geçer aklımızdan, canımızdan Bosna. Şâirin heyecanına kapılışımız da bundan… Evet, karlar çoktan erimişti ve mevsim yaza evirilmişti minâreleriyle, göğe yükselen ezan sesleriyle, beyaz tülbentli Boşnak anneleriyle âşinâsı olduğum bu diyâra gittiğimde. Gürül gürüldü Bosna’nın koynundan süzülüp geçen ırmakları. Yeşile kesmişti dağlar. Kuğular süzülüyordu Yeni kabirler eklenmişti Srebrenitca Şehitliği’ne. Fakat şehit sayısını aynı gösteriyordu girişteki büyük kayanın üzerine yazılmış rakamlar: 8372... “Srebrenitsa Anneleri”nin yaslı bakışlarıyla buluştu gözlerimiz bir kez daha. Sırpların BM kontrolündeki esir kampı Akü Fabrikası’na uğruyoruz. Sırp zulmünün belgesi olan orijinal videolar gösterimden kaldırılmış. İşkence odaları ziyarete kapatılmış, Boşnaklara yapılan eziyet fotoğrafları azaltılmış. Yani zâlim, zulmünü makyajlamış! Esefle kınıyor, onları Rabbimize havâle ediyoruz! Vezirler şehri Travnik Kalesi, bir Osmanlı menkıbesini sunuyordu panoramik seyrimizde. Şehrin tam ortasından geçen Lasva nehri en az benim kadar heyecanlıydı. Kahve kokusuna karışıyordu geleceğin umudu Boşnak gençlerin şen sesleri. Girişken, özgüvenli ve savaştan habersiz, göz bebeklerimize dokunuyordu bakışları. Bir dik duruş manzûmesi emânet almıştı onlar savaştan sağ çıkan atalarından. Belliydi... Bir Sırp çocuğu doğduğunda, yastığının altına keskin bir hançer konur, 9 Nesrin Çaylı [email protected] gün bekletilirmiş bir gün bir Müslümanın kalbine saplaması temennisiyle... Büyüdükçe Sırp çocuk, tazelenirmiş zihninde bu zâlim niyet… Acaba Boşnak gençlerinin yastığının altına anneler bir şey koyuyorlar mı, bir niyet tutuyorlar mı din savaşları ile gözü bürümüş cânîler için? Çocukların tertemiz fıtratlarını böyle ölümcül, böyle cânîce niyetlerle bozamaz bir Müslüman Boşnak elbette! Ancak duâya duruyorlardır zâlimin zulmünden, kötülerin şerrinden Allah’a sığınarak… Mostar Köprüsü’nün çıkışında “Don’t Forget 93!” yazan taş yerli yerinde duruyordu. Şen kahkahalar geliyordu kahvelerinden ve turistler fotoğraf çekiyordu… Saraybosna çeşmelerinden dostluk ve kardeşlik bağını kuvvetlendiren sular hâlâ akıyordu. Yine değil, yeni besmelelerle yudumladım suyunu Bosna’nın. Moriça Han yine buram buram kahve, yine buram buram tarih kokuyordu. Su sebili Saraybosna’nın meydanında, ışıltısıyla zamana ve yanından geçen Sırplara sessiz sedâsız meydan okuyordu. Yeni acılarla yırtıldı yüreğimiz Bu gidişimizde yeni isimlerle tanış olduk. Yeni acılara dokunduk. Ahmiçi köyünde Sırplar tarafından yakılarak şehit edilen 116 Boşnak şehidin ruhlarına Fâtihâ-yı Şerif okuduk. Savaşın hüznü, onurun güzü Gorajde’ye düştü yolumuz. Necad Kurtoviç’in se- sinden, gözlerinden geçmişte kalan fakat bir türlü geçmeyen savaşın sancısını hissettik. Acıdı içimizde bir yer ve nemlendi gözlerimiz. Kurtoviç, savaş yıllarında 20’li yaşlarda bir delikanlı... Fakat bir müsabakaya girer gibi girmiş savaşa. Savaşın en fecî vaktinde arkadaşlarıyla bir kahvede otururken yurdunu savunmak, sevdiklerini korumak için karar almışlar ve Sırpların târiflere sığmayacak cânîliklerine kalplerindeki îman ve inançla direnmişler. Kurtoviç, geçen yıl dünya evine girmiş. Eşi anlatırken gözleri doluyor hanımının. Hüzünlü bir şiir geçiyor gözlerinden. “Benim gövdem yıllar boyu sevmekle tarazlandı./ Öyle çalımlarla gecenin çitlerinden atlardım,/ Bir güneş sayardım kendimi denizin karşısında./ Çünkü çam kokularına sürtünüp ağırlaşan ruhların/ İnanmazdım dosyalara sığacağına./ Gittikçe ışıldardım dükkânlar kararırken,/ Hüznün o beyaz etrafına sakallarım batardı” dizelerini okuyoruz hüzünlü bakışlarından. Yine Kurtoviç’ten işittik; Sırpların ağaç tepelerindeki beyaz insanlarla savaştığını ve sessiz sözsüz anlayıverdik kalbi “Allah” diye çarparak savaşanlara Rabbin gökten yardım orduları indirdiğini. Cânî Sırpların cinneti Yine bu seferimizde öğrendik ki, bebek katili Sırpları terk etmiyormuş öldürdükleri çocuklar. Onların rüyâlarına giriyor, ölüme dâvet ediyorlarmış. Günlük Savaşın hüznü, onurun güzü Gorajde’ye düştü yolumuz. Necad Kurtoviç’in sesinden, gözlerinden geçmişte kalan fakat bir türlü geçmeyen savaşın sancısını hissettik. Acıdı içimizde bir yer ve nemlendi gözlerimiz. tutan ve yaşadıkları bu vicdan muhasebesini kayda alan Sırplar cinnetin eşiğinde kıvranarak intihar ediyorlarmış. Artlarında bıraktıkları notlar, şimdi Müslüman Boşnakların arşivlerinde saklıymış. Kurtoviç, “Drina nehri, Bosnalı Müslümanlar için ‘kutsal’ bir nehirdir. Karadağ ve Sırbistan Çetnikleri 20. yüzyılda defalarca bu nehirde Boşnak Müslümanları katlettiler. Bu nehir, I. ve II. Dünya Savaşları’nda ve en son 19921995 yılları arasında devletimize ve milletimize karşı yapılan soykırımda öldürülen binlerce kadın, çocuk ve yaşlının isimsiz mezarıdır” diyor. Yüreğimiz yırtılıyor mâzide kalsa bile bu yaşanmışlıkla… Vişegrad’ın tam ortasından geçiyor Drina. Bir zamanlar kızıla boyanmış yüzünde hâlâ bir hüzün saklı; kendi kendini kandan arındırmanın yorgunluğu var akışlarında... Üzerinde 445 yıldır ihtişamla geçitlik yapıyor Sokullu Mehmet Paşa Köprüsü. Osmanlı mührü vurulmuş Vişegrad’ın göğsüne bu köprüyle. Muhkem ve kavi bir bağ kuruyor nehrin iki yakası arasında. Ceddimizin yâdı düşüyor hâfızalarımıza ve acı ile onuru yoğuruyoruz aldığımız her nefes ve attığımız her adımda. Bir vedâ bûsesi koyuyoruz Bosna’dan ayrılacağımız son gece secdelerimizde Boşnak kardeşlerimizin alnını öper gibi. “Unutmadık, unutmayacağız ve unutturmayacağız 20. yüzyılda Avrupalı Sırpların modern cellatlıklarını!” diye kasem ediyoruz. Son gün, havalimanına gitmeden önce dindaşlarımızın vatanlarının özgürlüğü için verdiği mücadeleyi özetle anlatan “Hayat Tüneli”ne uğruyoruz. Bir yıl önce gördüğümüz, ABD’nin Vietnam Savaşı’ndan kalma tarihi geçmiş gıda yardımları kaldırılmış. Savaş döneminde Necmettin Erbakan Hoca’nın ve Milli Türk Talebe Birliği’nin yaptığı yardımların belgeleri ve teşekkür notları da yok edilmiş. Dahası, Boşnak Müslümanlar savaşmamış da piknik yapmışlar gibi, camdan vitrinlere kırmızı “Coca Cola” kutuları ve tablet Amerikan çikolataları konulmuş. 20 yıl önce yaptıkları insanlık dışı vahşete bir kat daha makyaj yapmış Hıristiyan dünya! Tünelden çıktığımızda gün çoktan batmış, Bosna mâzisi kadar karanlık bir gecenin koynunda kalmıştı. Gökyüzündeki hilâlle baş başa bıraktık Bosna’yı ve Rabbimize emânet ettik Boşnak kardeşlerimizi... temmuz 2016 73 haberajanda Portre “Tayyip Kardeşim, duâlarımız sizinle... Bu topraklar evlâd-ı Fâtihân ve Osmanlı bakiyesidir. Bosna’mı koruyun, Bosna’ma sahip çıkın! O size emanettir...” (Bosna-Hersek Kurucu Cumhurbaşkanı Aliya İzzetbegoviç) *** Aliya, kendisini hep bir evlâd-ı Fâtihân ve Osmanlı torunu olarak gördü. Bosna’yı da Balkanların batı ucunda kalmış bir Osmanlı toprağı... Onun için İstanbul’dan, Fatih Sultan Mehmed’in türbesinden toprak getirilip mezarına serpilmesi, köklerinin yaslandığı yeri göstermesi bakımından büyük bir anlam ifâde etmektedir. Düşmanlarını çatlatırcasına, bütün dünyaya karşı “Ben beş asırlık, böylesine muazzam bir mîrasın üzerinde oturuyorum!” demektir bu. *** O, Balkan coğrafyasının batısında Boşnakların inancını yeniden mayaladı. İstikbâl vadeden bu mayanın tuttuğunu bugün bütün dünya görüyor. Aliya, halkını arkasına alarak ayaklarına takılmak istenen prangaları kırmış, dünya âleme “Ben de varım!” diyebilmiş bir liderdir. 74 temmuz 2016 İzzetbegoviç-Erdoğan 25 NİSAN 2016 tarihli Yeni Şafak gazetesinde Nil Gülsüm’ün, Aliya İzzetbegoviç’in oğlu ve hâlen Bosna-Hersek Başkanlık Konseyi Başkanı Bakir İzzetbegoviç ile yaptığı bir röportaj yayımlandı. >> Bu konuşmada oğul İzzetbegoviç, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’la olan dostluğunun kendisine babasından tevârüs ettiğini, nezdinde onun diğer bütün devlet adamlarından ve politikacılardan farklı bir yere sahip olduğunu söyledikten sonra şöyle devam ediyor konuşmasına: “Aliya, Tayyip Bey’le görüştüğünde tecrübeli ve akıllı bir devlet adamıydı. Gerek hapishane döneminde, gerekse savaş sırasında çok farklı insanları tanıma ve inceleme imkânına kavuşmuştu. İnsanların ruhunu iyi tanıyan ve ilk bakışta iyi ve kötü yönlerini, karakterlerini, güçlü ve zayıf noktalarını çıkarabilen biriydi. Erdoğan’ın inancını, liderlik kapasitesini ve içindeki gücü ilk bakışta keşfetmişti. Ölüm döşeğinde Erdoğan’ı çağırıp Bosna-Hersek’i ona emânet etmişti. Bunu gerçekten ölüm döşeğinde, hasta yatağında yapmıştı. Erdoğan’ın son ziyaretinde, bütün gücünü toplamaya çalışmış ve istediği etkiyi bırakmak için gayret göstermişti. Nitekim Erdoğan, ziyaretinin ardından son derece mutlu ayrılmış ve rahmetli Aliya’nın iyileşiyor olduğunu düşünmeye başlamıştı. Bu ziyaret, Cumartesi öğleden sonra gerçekleşti ve babam ertesi gün öğleden önce ruhunu teslim etti.” Aliya ve Tayyip Yakın dönem siyaset tarihimizde, biri Türkiye’de, öbürü de Bosna’da olmak üzere önadıyla hitap edilen herkesin âşinâ olduğu iki lider ön plana çıkmıştır: Aliya İzzetbegoviç ve Recep Tayyip Erdoğan... “Bey” ve “efendi” gibi tazim sıfatlarının yanında, “Başbakan” ve “Cumhurbaşkanı” gibi bulundukları makamı ifâde eden unvanlar kullanılmakla beraber, genel olarak halkın bu iki lidere sevgi ve saygısının bir yansıması olarak önadlarıyla hitap edildiğini görüyoruz. Her ikisi de kendi sınırlarını aşmış, Filistin, Bosna, Pakistan, Mısır, Somali, Suriye başta olmak üzere Endonezya’dan Fas’a kadar bütün bir İslâm dünyasına mensup ümmetin sembolü olmuştur. Aynı zamanda insanın en yakınları ve samîmi buldukları kimseler için kullandığı önadıyla anılmak, Erdoğan ve İzzetbegoviç’in halkı tarafından kendilerinden biri olarak algılandıklarını göstermesi bakımından da üzerinde durulmaya değer bir özelliktir. Kader, çağdaş olan bu iki lideri 20. yüzyılın ikinci yarısında aynı coğrafyada buluşturdu. Tarih: 18 Ekim 2003, Cumartesi... Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, İngiltere’nin başkenti Londra’daki görüşmelerini bitirmiştir. İstanbul’a dönmek üzereyken, 38 günden beri hasta yatağında yatan Aliya İzzetbegoviç’in durumunun oldukça ağırlaştığına dair bir haber ulaşır kendisine. Hiç hesapta yokken, bunun üzerine Erdoğan yolunu değiştirerek doğrudan Saraybosna Havalimanı’na iner. Türk Başbakan’ın amacı, Bilge Lideri ölümünden Hüseyin Yorulmaz [email protected] buluşmasının son perdesi önce hasta yatağında bir kez olsun görebilmektir. Erdoğan, Boşnak liderin konuşamayacak kadar ağır hasta olduğunu biliyordur. Çünkü günlerdir bilinci kapalı olarak yattığını ve kimseyle konuşamadığı haberini almıştır. Buna rağmen dünya gözüyle son bir kez olsun görüp helâlleşmek ister ve yolunu Bosna’ya düşürür. Ancak bu ziyaret, Erdoğan’ın üzerine başka bir görev daha yükler: Kendi ülkesinin sorumluluğuna ilâveten, bir de Bosna’nın sorumluluğu… Konuş- malarında Saraybosna’dan Semerkant’a, Kahire’den Mekke-Medîne’ye sık sık selâm göndermesinin nedenlerinden biri de budur. İşin ilginç yanı, günlerdir bilinci kapalı olarak hastanede yatan İzzetbegoviç’in şuuru, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı gelince açılır. Bugünün Bosna-Hersek Cumhurbaşkanlığı Konseyi Üyesi Bakir İzzetbegoviç’in anlattığına göre Aliya’nın, Recep Tayyip Erdoğan’ın geleceğini duyunca mavi gözlerine fer gelerek sararmış yüz hatlarında tebessüm belirmeye başlar. Belli ki ona temmuz 2016 75 haberajanda Portre söyleyecekleri vardır ve o da yanına geliyordur. Erdoğan’ı odasının kapısında âniden görünce hafif meyilli yastıktan biraz kıpırdanarak kalkmak ister Aliya. Bu hareketi yaparken zorlandığı görülür. Erdoğan buna engel olup rahatsız olmaması gerektiğini yakınlarına söyleyerek hemen yanı başındaki bir sandalyeye oturur. Bir süre öylece karşılıklı bakışırlar. Bilge Lider, âdetâ uzun zamandan beri ölüm döşeğinde Türk misafirini bekliyordur ve söylenmesi gereken bir vasiyeti vardır da onu iletecektir. Aliya, dermansız kollarını uzatarak Erdoğan’ın ellerini iki elinin içine alır ve söze sanki saatlerdir süren doyumsuz sohbetin ardından yarım kalmış cümlesini tamamlar gibi kesik kesik şu kısa sözleri kurar: “Tayyip Kardeşim, duâlarımız sizinle... Bu topraklar evlâd-ı Fâtihân ve 76 temmuz 2016 Osmanlı bakiyesidir. Bosna’mı koruyun, Bosna’ma sahip çıkın! O size emanettir...” Hepsi bu kadar! Burası sözün bittiği yer… Artık merâmı anlatmak için kurulacak başka cümlelerin bir anlamı da kalmamıştı. İçinde bulundukları atmosfer ve yaşadıkları yoğun duygu seli çok şey anlatıyordu zaten. Bilge Lider bu sözü o güne kadar görüştüğü tüm liderlerden sır saklar gibi esirgedi, kimseye söylemedi. Belki de bu sözü Erdoğan’dan başka kimsenin kaldıramayacağını bildiği için, o âna kadar içinde saklamıştı. Ya da onun istikbâlini okumuştu. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ndeki başkanlığından beri takip ettiği ve zaman zaman görüştüğü Recep Tayyip Erdoğan’ın Başbakanlığı’nın ardından daha 7-8 ay kadar ancak geçmişti. Aliya, üzerindeki en değer- li emâneti Tayyip Erdoğan’a yükleyecek kadar onda bir damar bulmuş ve kalpten kalbe köprü kurarak âdetâ geleceğini okumuştu. Artık emânet emin ellerdeydi ve ruhunu teslim edebilirdi. Üsküdarlı Sıdıka Hanım’ın torunu ile yine Üsküdar’ın yamaçlarında, Karacaahmet Mezarlığı’nda medfun Tenzile Hanım’ın oğlunu, kader son olarak bir araya getirmiş ve her iki taraf için de maksat hâsıl olmuştu. BosnaHersek Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı Aliya İzzetbegoviç, bu tarihî randevudan bir gün sonra, 19 Ekim 2003 Pazar günü ebediyet yurduna göç etti. Allah rahmet eylesin! Gökyüzünün ağladığı gün “Aliya İzzetbegoviç” deyince, her zaman şöyle bir fotoğraf karesi gözümüzün önünde canlanır: Bakışlarındaki derinlik ve duruşundaki vakar, âşinâsı olduğumuz ricâl-i devlet arasında onu hep yalnız kalmış bir insan gibi gösterir. Simasındaki kendine özgü tebessüm, ağlamaklı yüz hatlarının hüzne karışmış ifâdesi gibi durmakta, çivit mavisi gözle- Hüseyin Yorulmaz ri hikmetli bakışına derin bir anlam katmaktadır. Bu fotoğrafın sahibi, âhir ömründe iki kez kalp krizi geçirdi. İlki, Bosna’nın ameliyat masasına yatırıldığı Dayton Antlaşması’nın hemen sonrasına, 1996 yılının ilk aylarına rastlar. O tarihten sonra birkaç yıl daha aktif görevde kalabildi. 10 Eylül 2003 tarihinde evinde âniden bayılması ve düşerek dört kaburga kemiğinin kırılması üzerine hastaneye kaldırıldı. Bu kriz fenâ idi ve atlatılacak gibi durmuyordu. 78 yaşındaki Aliya İzzetbegoviç iç kanaması geçirmiş ve yolun sonuna gelmişti. 40 gün sonra da Koşeva Hastanesi’nde vefât etti. Bosna’da vefât eden Müslümanlar için gazetelerde ve sağa sola asılan duvar ilânlarında öteden beri “irtihâl-i dâr-ı bekâ” (ölümsüzlük yurduna göç) ifâdesi kullanılır. Bosna’da yüzyıllardır kullanılan bu kalıp, bir Osmanlı ifâde tarzı olup Arap harfleriyle yazılır. Bu ifâde Aliya İzzetbegoviç için de kullanılmış ve ülkenin en küçük yerleşim birimlerine kadar her tarafa gönderilmişti. Bu ilânlar Müslümanlar için yeşil basılırken, gayrimüslimler için siyah ve ateistler için açık mavi basılmakta, ölen kişinin kimliğini belirtmesi bakımından bir anlam ifâde etmektedir. İzzetbegoviç öldüğünde, herkes onun Gazi Hüsrev Bey Camii’nin hazîresine gömüleceğini sanıyordu. Meğer vasiyetnâmesinde, “Beni şehitlerin yanına defnedin!” demiş. Yıllardır onların yanında olmayı arzu ettiği şehitlerin yanına... Sevdiği ve özlediği mücâhit arkadaşlarının arasında, Kovaçi Mezarlığı’nda yatıyor şimdi. Aliya, kendisini hep bir evlâd-ı Fâtihân ve Osmanlı torunu olarak gördü. Bosna’yı da Balkanların batı ucunda kalmış bir Osmanlı toprağı... Onun için İstanbul’dan, Fatih Sultan Mehmed’in türbesinden toprak getirilip mezarına serpilmesi, köklerinin yaslandığı yeri göstermesi bakımından büyük bir anlam ifâde etmektedir. Düşmanlarını çatlatırcasına, bütün dünyaya karşı “Ben beş asırlık, böylesine muazzam bir mîrasın üzerinde oturuyorum!” demektir bu. Aliya’nın toprağa verildiği gün Saraybosna’da âdetâ yer gök ağladı. Bilge Lider’e karşı son görevini yerine getiren yerli yabancı bütün insanlar buna tanıklık etti. Şâir Mehmet Aycı’nın dizeleriyle belirtirsek, “Şimdi burada rüzgâr deli Boşnak esiyor/ Yeryüzünün acılar denizi saçlarına./ Ellerine dökülen bütün ırmaklar Boşnak./ Asırlar var ki, yağmur hiç böyle yağmamıştı,/ Hiç böyle ıslanmamıştı çocuklar!/ Böyle yaslanmamıştı tarih Saraybosna’ya”. Gökyüzünün Saraybosna’ya tarih düşürmesi anlamına geliyordu bu. “Yıldızların parladığı an”dan sonra “kayan yıldız sırrı” da diyebilirsiniz buna. Yahut 20. yüzyılın ufûnet dolu karanlığından kurtuluşun yıldönümü olarak 21. yüzyıla parlak bir giriş yapmak… Çünkü tüm dünyanın gözleri önünde sergilenen Sırp katliamının, Çetniklerin döktüğü kanı ancak böylesi bir yağmur temizleyebilirdi. Ali İzzet Paşa Tarihte iz bırakmış birtakım kişileri, gelişmekte olan önemli olayların ortaya çıkardığı kabul edilir. Nâdir görülen toplumların kırılma ânlarında, olayların akışını o kişi belirler ve kalabalıkları açtığı çığırdan yönlendirerek ustalıkla yürütür. Akıp giden mecrâda selin önünde bir çerçöp olmaz, çığır açarak olaylara yön verir bu kimseler. Sanki o kişinin, arkasındaki kitleye yön vermek için o zamanda dünyaya gelmesi gerekirmiş gibi, tarih onu bu belirleyici özelliğinden dolayı kendiliğinden kahraman yapar. “Kaderin tecellisi” denilen şey de galiba budur. Aliya İzzetbegoviç, Bosna Savaşı’nda varlığını tüm dünyaya kabul ettirmiş, halkının kaderini belirleyen ender devlet adamlarından biridir. Bilindiği gibi Dayton Antlaşması ile BosnaHersek birtakım kantonlara ayrılmış ve bu kantonları oluşturan çoğunluğun yanında diğer unsurlara da söz hakkı verilmiştir. Aliya kendi kantonlarında bu hakkı tanımasına rağmen, diğer kantonlarda, özellikle Sırp Cumhuriyeti’ne ait bölgelerde Boşnaklar bu haktan mahrum bırakılmışlardır. Aliya’nın içine oturan ve Dayton’dan kalan en büyük ukdelerden biri de budur. Zaten söz konusu antlaşmayı “yüreğinden kan damlayarak” imzalamak zorunda kaldığını bizzat kendisi söylemiştir. Dört yıl boyunca dünyanın yok etmek istediği sistemler anaforunda Bosna’nın bir dal bulup can havliyle tutunması idi bu. O dalın gövdeden koparılmak istendiğini, Bosna’da her an budanmakla karşı karşıya olduğunu yıllardır hep beraber gözlemliyoruz. Ülkesinin bu hâlde olması Aliya’nın duruşuna bir halel getirmez. O bütün bunların başına niçin geldiğini, halkının sahip olduğu kimliği yüzünden olmadık sıkıntılara katlandığını çok iyi biliyordu. Ya bu kimliğinden vazgeçecekti ya da ülkesinden! Onun için ilkinden vazgeçmesi demek, halkının tarih sahnesinden çekilmesi ile eşdeğerdi. Kimliğinden taviz vermediği için, ülkesini bu kadar da olsun koruyabildi. Ondan vazgeçseydi, ülkesinin bir Sırbistan yahut Hırvatistan’dan farkı kalmayacaktı. Bunu en iyi bilenlerden biriydi çünkü. İşte Bosna’da, Boşnak halkının bile bir kısmının anlayamadığı Aliya’nın büyüklüğü buradan gelmektedir. Mareşal Tito döneminde uyutulmuş ve uyuşturulmuş Boşnaklardan bahsediyoruz. Üsküdarlı bir zâbit kızının torunu olarak, Türkiye ile yüz yıl önce koparılmış tarihî bağı yeniden kurmak Aliya’ya nasip oldu. Dolayısıyla biz onu, Rumeli’den yetişmiş paşaların ve beylerin devamı, hikmetli devlet adamlarından bir Koca Ragıp Paşa ve Ahmed Cevdet Paşa silsilesinin uzantısı olarak görüyoruz. Balkanların yüz yıl önce Anadolu’dan zoraki olarak koparılmış bağını yeniden sağlamlaştıran sembol bir isim olarak… Duvarların yıkıldığı 1989 temmuz 2016 77 haberajanda Portre yılı sonrasında Aliya gibi bir siyasetçinin Bosna’nın başında bulunması, Boşnak Müslümanları adına büyük bir kazanç olmuştur. Aliya İzzetbegoviç, nicedir emsâline az rastlanan devlet adamlarımızdan biridir. “Devlet adamlarımızdan” diyoruz, çünkü 300-400 sene önce dünyaya gelseydi, Osmanlı’nın anlı şanlı paşalarından biri olabilirdi. Belki de aynı bölgeden gelip Osmanlı tarihinde pâdişahlıktan sonra en büyük makam olan sadârete oturmuş Sokollu Mehmed Paşa, Damat İbrahim Paşa, Koca Mustafa Paşa veya Hersekzâde Ahmed Paşa gibi ünlülerin safında yer alacaktı. Kim bilir, tarihe Beyoğlu Ali İzzet Paşa olarak geçecekti belki de… Ya da bilge ve düşünce adamlığını göz önünde bulundurursak, Saraybosna’dan kalkıp gelerek İstanbul medreselerinde 78 temmuz 2016 ders görmüş ve kısa zamanda bilgi ve görgüsüyle temâyüz etmiş Müderris Ali İzzet Efendi olarak tanıyacaktık onu… O zaman da muhtemelen büyük bir kadı ya da şeyhülislâm olabilirdi. Bu arada belki bir “dîvan” da düzenleyebilirdi. Çünkü eskinin medreselerinde şiir ve edebiyatla uğraşmak o kişiye farklı bir rüçhâniyet kazandırıyordu. Bu imtiyazlı özelliğinden dolayı muhtemelen pâdişah saraylarının, sadrazam konaklarının aranan bir şâiri de olabilirdi. Böylece yine o bölgenin topraklarından gelmiş Bosnalı Sabit gibi, Priştineli Mesîhî gibi, Vardar Yenicesi’nden çıkmış Hayâlî Bey gibi Dîvan şiirinin büyük ustalarından biri olarak tanıyacaktık ve şiirlerini bugünkü Türk üniversitelerinin edebiyat bölümlerinde okutacaktık. Üsküdarlı Sıdıka Hanım’ın torunu olan Aliya, bir İstanbullu kadar bize yakın ve içimizde yaşamış biri sanki. Siyasî ihtirasları uğruna rakiplerinin omuzlarına basarak yükselmiş bir politikacı değildir o. Doğuştan tevârüs etmiş “Beyoğlu” bir liderdir. En tepe noktada kayd-ı hayat şartıyla bulunmak ve ne pahasına olursa olsun, ille de insanları yönetmek gibi bir şiarı olmamıştır. Ölümünden birkaç yıl önce sağlık nedeniyle başkanlıktan ayrılması da bunu gösterir. Görev başında ölerek tarihe geçmek gibi bir derdi de yoktur. Bütün bu hasletlerinden sıradan bir siyasetçi olmadığını çıkarıyoruz. Yıldızların nâdiren parladığı anlar vardır. 1989 tarihi, o anlardan biridir. Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra dünyanın gidişâtı, hapishaneden yeni çıkmış Aliya İzzetbegoviç’i siyasetin içine çekmiş, kendisini politika kazanının içinde bulmuştur. Ya işe el atacak ya da olup bitenleri eli böğründe oturup seyredecektir. Sadece buğzetmeyi inancının en zayıf noktası olarak gördüğünden, eliyle ve diliyle haksızlığa karşı savaşmak için yola çıktı. Böylece Soğuk Savaş’ın bittiği bir dönemde, Balkan coğrafyasının Bosna kesitinde üzerine düşen görevi yerine getirdi. Aliya, tarihe çentik atmış bir isimdir. Selefleri Mahmud Paşa gibi, Hersekli ve Köprülü Paşalar gibi... Aliya olmasaydı, dünya sisteminin o bölgedeki Müslümanları Sırplaştırmak ve Hırvatlaştırmak için elinden gelen tüm imkânların kullanıldığı bir zamanda, olmadı büyük bir soykırımla tarih sahnesinden silinmek istendikleri 20. asrın son yıllarında bağımsız bir Bosna kurulamayabilirdi. O, Balkan coğrafyasının batısında Boşnakların inancını yeniden mayaladı. İstikbâl vadeden bu mayanın tuttuğunu bugün bütün dünya görüyor. Aliya, halkını arkasına alarak ayaklarına takılmak istenen prangaları kırmış, dünya âleme “Ben de varım!” diyebilmiş bir liderdir. haberajanda Gündem Müzeyyen Taşçı [email protected] >> Özellikle Dağlık Karabağ’a yerleştirilen Ermenilerin işgâl sonrası gerçekleştirdikleri tehcir bir genosit niteliğinde, uygulanan katliamlarsa soykırım boyutundadır. Ki nüfus dağılımına bakıldığında, Karabağ topraklarında 12 bin aile yaşıyorken bunun sadece 2 bin 550’si Ermeni aile idi. Ermeni nüfusunun yüzde 8,4’ü Ermeni meliklerinde, büyük bir çoğunluğu İran ve Osmanlı topraklarında ikâmet etmekteydi. Ermeni Soykırımı (!) G ÜNEY Kafkasya’da bulunan Azerbaycan toprakları, tarih boyunca Rus işgâlleri ve Ermeni isyanları tehdidi altında kalmıştır. 1813 yılına kadar Azerbaycan toprakları hanlıkla yönetilmekteyken, Rusya, 1813 Gülistan Anlaşması ile beraber bu hanlıkları kaldırmıştır. Söz konusu hanlıklardan olan İrevan, Nahcivan, Karabağ ve Şuşa toprakları, işgâl yoluyla alınarak Ermenilere yurt yapılmıştır. çuları görevden almış, “Kristal Gece” olarak adlandırılan 9-10 Kasım’da Alman halkını Yahudilerin sinagoglarına, mekân ve dükkânlarına saldırmaları için kışkırtmış ve bu şiddetli ayaklanma sonucu 400 Yahudi’yi öldürmüş, 36 bin Yahudi’yi döverek ve aşağılayarak toplama kamplarına götürmüştür. 1920’ye kadar Rusya eliyle 114 bin kilometrekare olan Azerbaycan topraklarından 29,8 kilometrekare keserek Ermenistan arazisi yapılmış ve Ermenistan Devleti kurulmuştur. Ermeniler ilk olarak 1903 yılında Türklere karşı ayaklanmaya ve nefret sergilemeye başlamışlardır. Türkler Ermeni çeteciler tarafından evlerinden çıkarılıyor, sürülüyor ve yerlerine Ermeni aileler yerleştiriliyordu. Bütün bunlar yaşanırken tarihler 1905’i gösterdiğinde, bu kez Ermeniler kitlesel olarak silahlanmaya başlamışlardı. Rus ordusundan ayrılan Ermeni asker ve generaller, bu çeteleri organize etme sûretiyle Türklere yönelik saldırı ve katliamlarını şiddetlendirmişlerdi. Bu süreçte Müslüman Türkler de Rus garnizonundan destek alınarak kendilerine yönelik sürdürülen kitlesel saldırılara karşılık vermeye başlamışlar ve çatışmalar savaşa dönüşmüştü. işgâlin ardından Ermeniler, İmparatorluk dışına gönderilerek “tehcir” edilmişlerdir. 1918’de yüz binlerce Azerbaycan Türkü, Ermeniler tarafından yaşadıkları kasaba, şehir, ev ve ocakları yakılarak, kafa derileri yüzülerek, vücutlarına çiviler çakılarak işkence edilmek sûretiyle soykırıma uğratılmıştır. 1915’te Osmanlı topraklarında yaşayan Ermeniler, Azerbaycan’daki ayaklanma ve katliamlardan cesaret alarak ve Fransa’nın desteği ile “Ermeni Devleti” kurma sevdâsına kapılıp Osmanlı İmparatorluğu’na karşı isyan başlatmışlardır. Erzurum ve Van’ı işgâl ederek İmparatorluğu yıkma eylemini bütün Anadolu’ya yaymaya çalışmışlardır. 1917-1920 yılları arasında Ermeniler, Müslüman Türklerin sistemli bir şekilde katledilmesi siyâsetini topyekûn yürüterek, terör yoluyla Azerbaycan topraklarını ele geçirmeye çalışmışlardır. Buna göre de Kafkasya’da yaşayan Müslümanlara ait her şey yakılıp yok edilmeye çalışılmıştır. Sadece 1917’de 400 köye saldırılmış, kırk ev tamamen yakılmış, 130’u ise kısmen tahrip edilmiştir. Bu durum üzerine Osmanlı’nın müdahalesi ile son bulan isyan ve Çok değil, daha 19911992’de topa tuttukları şehir ve köylerde 3 bin mâsum sivil Azeri’nin katli de Ermeniler tarafından gerçekleştirilmiştir. Ermenilerin işgâl ettikleri Karabağ’da tam anlamıyla bir soykırım uygulandığı tüm delilleri ile ortaya konulmuştur. Ancak bütün bunları yok sayarak Almanya, Ermenilerin “Türklerin kendilerine soykırım uyguladığı” iddiasına sarılarak, resmen kabul ederek âdetâ kendi “soykırım” geçmişini örtmeye çalışmaktadır. Nitekim tarihin karanlık sayfalarından birini daha oluşturan soykırımlardan en büyüğünü yine Yahudiler üzerinden Almanlar tarafından gerçekleştirmişlerdir. 1933’te Almanya’nın başına geçen Adolf Hitler, “Nürnberg Kanunları” ile ırkçılığın fitilini ateşlemiş ve o ateşin başta Yahudiler olmak üzere tüm farklı ırkları yakıp kül etmesine yol açmıştır. Önce bütün Yahudi memur ve hukuk- Nefrette sınır tanımayan Naziler, mâsum sivilleri kurşuna dizmek ile yetinemeyerek, bu kez toplama kamplarını “ölüm kamplarına” çevirmiş, gaz odaları oluşturmuş ve buralarda neredeyse 1 buçuk milyon insanı korkunç bir şekilde zehirlemiştir. Adolf Hitler’in Almanya’sı, ırkçı politikaları ile başlattığı kin ve nefret üzerinden korkunç bir soykırım örneği sergilemiştir. Keza 1939’da da 6 milyon sivil ve mâsum insanı toplama kamplarında işkenceyle öldüren, fırınlarda yakan ve tam anlamıyla bir soykırım uygulayan Adolf Hitler’in Almanya’sı, bugün “soykırım” hâmisi olmaya kalkışmıştır. Öte yandan, Osmanlı topraklarında isyan başlatan ve Anadolu’da bir Ermenistan Devleti kurmak üzere kan döken Ermeniler kendilerinin tehcir edilmiş olduklarını iddia ederlerken, tarihin sayfalarında fâili oldukları soykırımların hesabını vermeliler! Almanya’nın bu kararını da, insanlık üzerinde uygulanan bütün soykırımları ve fâillerini de şiddetle kınıyor, nefretle anıyoruz! temmuz 2016 79 haberajanda Gündem Ermenilerden Almanya’ya Na A LMANYA’NIN Ermeni meselesiyle ilgili aldığı karar, Türkiye’de büyük bir öfkeye sebep oldu. Ancak bu öfke, gâyet haklı bir zeminde kendisini gösterdi. Çünkü öfkelenmemek ve bu karara şaşırmamak elde değildi. >> Almanya’nın ve tüm Avrupa’nın özellikle mültecîler konusu başta olmak üzere pek çok hususta Türkiye’ye ihtiyaç duyduğu böylesi hassas bir dönemde akla zarar bir karar alarak Türkiye’yi gücendirmeleri, akıllarda soru işareti oluşturdu. Atılan adımın bir karşılığı yoktu. Fakat meseleye büyük pencereden bakarsak, Almanya’nın yüz yıldır buna benzer girişimlerde bulunduğunu görebiliriz. Talat Paşa dâvâsında katil Soğomon Tehlirian’ı akıl hastası gibi gösteren uyduruk mahkeme kararlarından bugünlere geldik. Değişen fazla bir şey yok! Almanya, Ermeni lobisinin çıkarlarını Türkiye ile çıkarlarından üstün tutmayı tercih etmiştir. Kendi kararıdır. Türkiye’nin de öz menfaatlerini buna göre uyarlaması, Almanya’yı ikinci plâna itecek çeşitli girişimlerde bulunması gerekir. Örneğin, Türkiye’ye ziyarete gelip Türkiye aleyhinde propaganda yapma özgürlüğünde bulunan isimlerin ülkeye girişlerine kısıtlama getirerek işe başlanabilir. Maalesef bu konuda gerekli 80 temmuz 2016 takibi yapamayan bir ülke konumundayız. İstediği zaman Türkiye’ye gelip en ücrâ köylere kadar gezdikten sonra Avrupa ve Amerika’da Türkiye aleyhine yazılar yazan, gözlemlerini Türkiye karşıtlığı üzerinden şekillendiren isimlere gerekli işlemler yapılmamaktadır. Fakat aynı ülkeler Türklere farklı davranabilmektedirler. Akdamar’a gidip elindeki oyuncak kuru kafayı göstererek, “Türklerin katlettiği zavallı Ermenilerden geriye kalanlar” şeklinde saçma, ancak ilgili ülke okuyucularının rağbet gösterdiği yazıları yazan isimlerden başlanabilir! karşı savaşmış, Ermenistan bağımsızlığı için eşkıyalık başta olmak üzere militanlık ve terörizm gibi her alanda boy göstermiş bir isim. Tam Ermenistan’da hâkimiyet kurma hayâlindeyken, Bolşeviklerle savaşıp daha sonra batıya kaçan Njdeh, epey maceralı bir hayata sahip. Heykel konusu epey tartışıldı Ermenistan’da. Karşı olanlar kadar, bunu Rusya’ya düşmanlık olarak algılayanlar da oldu. Ermenilerin Nazi selâmı “Garip bir şahsiyetti Garegin Njdeh. Nahcivan’da dünyaya gelip Tiflis ve St. Petersburg’da eğitim hayatını devam ettirmişti. Sonra bir süre askerî eğitim için Bulgaristan’da bulunan Njdeh, 1908’de Daşnaklara katılmıştı. Bu dönemde Sivaslı Murad ve Yeprem Han gibi önemli Ermeni fedâileri ile tanışmış, 1912’de Ruslar tarafından verilen üç yıllık hapishane cezâsı biter bitmez, Andranik Ozanyan ile birlikte Osmanlı güçlerine karşı savaşmak için Bulgar Almanya’nın aldığı kararın bir hafta öncesinde, 28 Mayıs tarihinde, Erivan’da ilginç bir tören yapıldı ve ismi solcu Ermeniler arasında hâlâ nefretle anılan Nazi işbirlikçisi Ermeni fedâisi Garegin Njdeh adına bir heykel dikildi. Erivan’ın merkezine dikilen bu heykelin açılışını ise Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan yaptı. Garegin Njdeh, Osmanlı döneminde Bulgaristan ve Rusya ordusu saflarında Türklere 2015’te yayınlanan “Fedailer Devrimi: Ermenistan’daki Kayıp Emanet” adlı romanımda Njdeh’i şöyle anlatmıştım: himâyesinde mücadele etmişti. Dünya Savaşı başlar başlamaz kendisini Kafkasya’da gördüğümüz Njdeh, bu sefer Ermeni-Yezidi askerî birliğine liderlik yapmıştı. 1920’de Ermenistan’ı işgâl eden ve ülkedeki milliyetçileri ortadan kaldıran Bolşeviklere karşı gelmiş ve diğer Daşnak fedâileriyle birlikte Karabağ bölgesinde bir devlet kurmuştu. Bir ayı aşkın mücadeleler sonrasında İran’a kaçan Njdeh, buradan ABD’ye giderek ilk diaspora örgütlerinin temelini atmıştı. İkinci Dünya Savaşı başlayınca Nazilerin safına geçip onlara Türkiye’ye yönelik işgâl plânı sunan Njdeh’in önerisi kabul gördü ve gelişmeleri beklemesi için Kırım’a gönderildi. Burada Almanlar tarafından oyalandığını düşünüp, bu sefer Stalin’e bir mektup gönderdi. Mektupta Türklerin Nazilerle işbirliğinin Sovyetler için kabul edilemez olduğunu, bu yüzden kendisinin Türkler tarafından işgâl altında tutulan doğu illerini alabileceğini yazdı. O dönemin en büyük kurnaz tilkisi Stalin ise bunun mektupla detaylandırılamayacak kadar önemli bir konu olduğunu ve kendisini Moskova’da misafir etmek istediğini bildirdi. Fakat Moskova’ya gelir gelmez kendisini hapishanede bulan Njdeh, 25 yıl hapis cezasına Mehmet Fatih Öztarsu [email protected] zi selâmı Njdeh’le birlikte bu suçlara iştirak edip Hitler yalakalığı yapan epey Ermeni bulunuyor. Fakat bu Nazi cânîleri, bugün Ermeniler tarafından halk kahramanı olarak adlandırılıyor, adlarına heykeller dikiliyor. Bir başka savaş suçlusu olan Cumhurbaşkanı Sarkisyan’sa, böyle birinin heykelini açma şerefine ulaştığını söylüyor. çarptırılmıştı. Hapishanede de Türkiye düşmanlığı devam eden Njdeh’in yeni hazırladığı Doğu Anadolu’yu işgâl ve Sovyet Ermenistan’ıyla birleştirme plânı da hemen reddedilmişti. 1955’te öldüğünde ise, Türkiye’yi işgâl plânlarıyla ilgili muazzam çalışmaları yarım kalmıştı.” Görüldüğü gibi ciddî bir karakter bozukluğu olan Njdeh’in Nazilerle olan ilişkileri ve Yahudi soykırımı başta olmak üzere işlenen korkunç cinâyetlerdeki rollerine dair sayısız kaynağa ulaşmak mümkün. Njdeh’le birlikte bu suçlara iştirak edip Hitler yalakalığı yapan epey Ermeni bulunuyor. Fakat bu Nazi cânîleri, bugün Ermeniler tarafından halk kahramanı olarak adlandırılıyor, adlarına heykeller dikiliyor. Bir başka savaş suçlusu olan Cumhurbaşkanı Sarkisyan’sa, böyle birinin heykelini açma şerefine ulaştığını söylüyor. Almanya’nın kararı için Ermenilerin uzun uğraşlar verdikleri apaçık ortada. Verilecek kararın sonucunu da önceden bildikleri, Nazi cânîsinin heykelini dikmelerinden belli oluyor. Yani Ermeniler, Almanya’ya Nazi selâmı çakmadan edemediler. Amaca ulaşmak ve Türkiye düşmanlığını sergilemek için her yol mubah nasıl olsa… temmuz 2016 81 haberajanda Gündem B AŞLIĞI iddialı bulanlar olabilir, ama yazıyı bitirip iddiasını öyle konuşalım... Almanya’nın aldığı “soykırımı tanıma” kararıyla gündemimiz bir anda değişiverdi. Almanya, Türkiye gibi tarihsel dostluğu (!) bulunan bir ülke için Bismarck’tan bugüne yüzünü çevirdiği tüm Ermeni taleplerine 2016 yılında destek kararı alıyorsa, bunu tarihsel bir değişim olarak mı, dönemsel siyasal değişim olarak mı değerlendirmek gerektiği sorusunun cevabını öncelikle aramamız gerekiyor. >> Devletlerin aldığı kararlar insanî ve duygusal refleksler içermez, stratejik gerekçeleri vardır. Mültecî konusunda Avrupa’nın göç endişesiyle yaşadığı değişim gibi… Henüz Merkel’in Türkiye ziyaretinin fotoğrafları arşive kalkmadı. Suriyeli mültecîlerin Türkiye’yi aşıp Avrupa’ya göç etmelerinin önüne geçmek için yoğun bir diplomatik süreç işlettiler. Hedefleri, Müslüman göçmenlerin yine Müslüman bir ülke olan Türkiye’de kalmalarını sağlamak… Avrupa stratejik odaklı kararlar alır. Sonucu her zaman istedikleri gibi çıkmayabilir. Bunun karşısında derhâl tavır geliştirirler. Avrupalı şirketlerde de aynı hızda bir tavır geliştirme refleksi vardır. Bu nedenle Avrupalı şirketlerde de duygusal kararlar göremezsiniz. Yine, yeniden Ermeni meselesi Almanlarla it ifak etmeseydik Ermeni tehciri olmazdı! 82 temmuz 2016 Bismarck’ı etkileyemediler Ermenilerin 1876’lı yıllarda özerk yönetim için Berlin Kongresi’ne Patrik Varjabedyan başkanlığında bir temsilci heyetiyle geldiklerinde kongre yöneticisi Bismarck, söz konusu Ermeni isteklerini önemsemedi, gündeme bile almadı. Patrik Varjabedyan’ın buna tepki olarak, “Hakkımızı ancak mücadele ederek alacağımızı bize öğrettiniz” dediği yazılır. Amaçları Lübnan gibi bir statüde özerk bir Ermeni Devleti kurmaktır. Bismarck, Osmanlı hükûmetine karşı Ermeni taleplerini hiçbir zaman siyasal bir araç olarak kullanmamıştır. Ancak şu da bir gerçektir ki, Rusya, bu konuda 1. Dünya Savaşı’yla birlikte karşı cephede yer alınca, Ermenilerin bu hayâllerine kavuşmalarını askerî bir stratejik hedefe dönüştürmüş ve onlara “özerk devlet” kurma konusunda destek vadederek Ermenileri Osmanlı’ya karşı silahlandırmıştır. Tehcir kararı, ordunun güvenliği için alındı Almanya ile ittifak ederek 1. Dünya Savaşı’na girdik. Doğuda Osmanlı Üçüncü Ordusu’nun Sarıkamış’ta tamamen erimesi sonucu Ruslara karşı direnecek ciddî bir askerî gücümüz kalmamıştı. Bu nedenle 1915 baharında Anadolu’ya doğru ilerleyen Rus ordusu, Nisan ayında, Van’da Ermeni çetelerin ayaklanmaları ve yine Ermeni milislerin girişimi netîcesinde Van’ı ele geçirmiş ve İç Anadolu’ya ilerlemeye Fatih Bayhan [email protected] başlamıştı. Aynı dönemde İngiliz-Fransız gemileri ve askerleri de Çanakkale’ye saldırı plânı içindeydi. Rus ordusunun ve Ermenilerin hedefi, öncelikle Erzurum, Erzincan ve Ermenilerin güçlü olduğu Sivas’tı. Rus ordusunun asıl stratejik hedefi ise Almanların inşâ ettiği Bağdat demiryoludur. Almanlar ittifakı, Osmanlı mâdenlerini ele geçirmek için yaptılar Almanya, yeni dönemde Avrupa’nın güçlü bir devleti hâline gelme plÂnını Osmanlı bâkiyesi üzerinden yapma fırsatını kullanmak istiyordu. Rusya, İngiltere, İtalya ve Fransa, Osmanlı’daki birçok mâden sahasıyla ilgili stratejik plânlar yapmışlardı. Büyük çaplı ihâlelerdeyse ortalık kızışıyordu. Osmanlı Devleti’ni kıskaçta tutmak, küçültmek, bazı bölgelerini sömürge hâline getirmekse büyük devletlerin ana hedefleriydi. Almanya bu paylaşımda İngiltere ve Rusya ile anlaşamayınca, zaten kendine bir ittifak arayan Osmanlı’nın yanında savaşa girdi. Osmanlı askerinin silah teçhizatı Almanya’dan geliyordu. Buna askerî destek ilâve edebilir ve bir yandan Osmanlı’nın yeni bâkir sahalarının ortağı olabilir, bir yandan da güç savaşına girdiği İngiltere ve Fransa’ya bir karşı hamle geliştirebilirdi. Almanya, kendi iç politikasında zorlanmasına rağmen Osmanlı’nın yanında savaşa girdi. Bu durum, Osmanlı için de avantaj getirdi. Ancak askerî alandaki ittifakta, özellikle idarî anlamda sürekli çatışmalar (yetki karmaşası) yaşanıyordu. Genelkurmay Alman, asker Osmanlı Yapılan ittifak netîcesinde Genelkurmay Başkanı ve karargâh komutanından emir erine kadar idarî anlamda 73 Alman asker ve komutan, bilfiil Osmanlı karargâhında görevlendirildi. Bunların başında, 1. Prusya Süvâri Orgenerali ve Türk Mareşali Otto Viktor Kral Liman von Sanders vardı. Sanders, Alman Askerî Heyeti Başkanı, 1. Ordu Komutanı, Gelibolu’da 5. Ordu ve Suriye-Filistin Cephesi’nde Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı yaptı. 2. Prusya Piyâde Albayı ve Türk Korgenerali Fritz Friedrich Wilhelm Brinsart von Schellendorff, Genelkurmay 1. Kurmay Başkanı ve Genelkurmay Başkanı (Aralık 1914- Kasım 1917) olarak görev yaptı. Her ne kadar Enver Paşa Harbiye Nâzırı olsa da, onun bu ittifak için ne kadar gayret gösterdiğini herkes biliyor, Almanların aldığı kararları bu nedenle Osmanlı askerî yönetimi de uygulamak zorunda kalıyordu. Bu iki isme dikkat etmenizi istiyorum! Bu iki isim, Ermeni tehciri kararını alan ve imzalayan Alman komutanlardır. Ermeni tehciri, Rusya tehdidine karşı önlem Bir başka nokta daha var: Ermeni tehcirinin askerî bir karar oluşu… Devletlerin askerî karar- ları askerî şartlarda aldığı tartışılmaz. Savaş ortamı, hiç alışılagelmemiş kararların alınmasına neden olabilir. Nitekim Ermeni tehciri de böyle bir karardır. Almanların Osmanlı’yla ittifakının karşısında Rusya da vardı. Rusya, Ermenilere özerk bir devlet kurmalarına yardımcı olacağı vaadinde bulunuyor ve bu sâyede Osmanlı tebaasından Ermenileri silahlandırarak Alman-Osmanlı ittifak askerlerinin Erzurum, Van ve Ağrı bölgeleri başta olmak üzere içeriden ayaklanma başlatıyordu. Bu nedenle Osmanlı Genelkurmay’ının başlında bulunan Alman Brinsart von Schellendorff, Ermenileri sivil bölgelerden çekerek kendi askerinin güvenliğini sağlamayı hedeflemişti. Enver Paşa’ya da, Berlin’de bulunan Alman karargâhına da tehcir teklifini yapan odur. Ancak bir başka detay var ki, o da aynı Alman generalin, Belçika’nın göç dalgasını oluşturan ve binlerce Belçikalıyı ülkelerinden tehcir eden süreci yürüten aynı komutan olmasıdır. Osmanlı’nın asırlarca “millet-i sâdıka” diye adlandırdığı bir kavim, böylece yerinden yurdundan edilmiştir. Talat Paşa’nın mahkemesinde gerçeği îtiraf etti! Bu detayları nasıl öğreniyoruz? Tabiî ki bir taraftan dönemin Alman komutanı Liman Paşa’nın mahkeme heyetine yaptığı açıklamalarından, bir yandan da bir Ermeni komitacı tarafından Almanya’da öldürülen Talat Paşa’nın mahkemesine tanık olarak çıkan bu Alman ko- mutanın yayınlanan kendi hatıralarından… İşin aslını öğreniyoruz ki, aynı Alman komutan Brinsart von Schellendorff, İzmir’den de Rumların tehcirini teklif etmiş, ancak Talat Paşa tarafından bu teklif reddedilmiş. Velhâsılıkelâm Ermeni tehcirini Osmanlı’nın başına bir dert olarak açan Almanya, bugün Köln’deki arşivlerini araştırmacılara kapalı tutuyor. Dönemin Alman komutanlarının yazılı telgraflarının tehcirle ilgili taleplerinin belgeleri de orada. Alman ve dünya kamuoyu, ilerleyen yıllarda bu gerçeği öğrenecektir. Zira hiçbir gerçek gizli kalacak kadar zayıf değildir! O hâlde Almanya neden böyle bir karara yeltendi? Nedeni gâyet açık! Zira Türkiye artık kabına sığmıyor. Almanya’da bir türlü bitirilemeyen merkez havalimanının tüm uçuş bağlantıları da Türkiye’ye kaydı. Bunun Alman ekonomisi için anlamı büyük. Bu karar, Almanya’nın Türkiye’yi, dolayısıyla Tayyip Erdoğan’ı siyâsî olarak sıkıştırma hamlesi olarak tarihe geçti. Ancak Tayyip Erdoğan bu hamleyi Bismarck’ın politikasıyla Merkel’e iade ederse hiç şaşırmayın! Zira mesele tehcirse ve Türkiye’yi suçlamaksa, bunu yapabilecek en son ülke Almanya’dır! Çünkü o kararda Alman generallerin imzaları vardır. Peki, ya Türkiye kendi elindeki belgeleri açıklar ve Alman generallerin imzalı önergelerini dünya kamuoyuna sunarsa ne olacak? Bunu da Merkel ile diaspora düşünsün! temmuz 2016 83 haberajanda Afganistan İslâmî bir hareket iddiasındaki bu örgütün sivil halka saldırması veya Müslüman bir ülkenin kolluk kuvvetlerine saldırması, aklıselim ile izah edilebilecek bir hâdise değildir. Bu eylemde, Taliban’ın iddia ettiği gibi NATO birlikleri kapsamında Afganistan’da bulunan yabancı güçlerden bir tek asker bile hayatını kaybetmemiştir. Kabil, Taliban ve m Y ÜCE Mevlâ biz kullarına yılın aylarını on iki, bunlar içinden de dördünü haram aylar olduğunu bildirmiş ve haram aylarda savaşılmamasını bildirmiştir. Bu aylar içinde kendimize zulmetmememiz gerektiğini, yani haram kılınan ve yasaklananı çiğneyerek kendimize zulmetmememizi emretmiştir. Haram aylar ise Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Receb aylarıdır. Bu ayların ilk üçü Hac, dördüncüsü ise Umre ayıdır. Bu aylar, Hicrî takvimin 11 (Zilkade), 12 (Zilhicce), 1 (Muharrem) ve 7. (Receb) ayıdır. “Üç aylar”ın ilki Receb’dir (Receb-Şâban-Ramazan). >> İslâm toplumu içinde “mübârek üç aylar” olarak bilinen bu aylar için Resûlullah’ın (sas), “Allah’ım! Receb ve Şâban’ı mübârek kıl ve bizi Ramazan’a eriştir” diye duâ ettiği rivâyet edilmiştir. Bir başka hadîs-i şerifte Resûlullah (sas), “Receb, Allah’ın (cc) ayı; Şâban Benim ayım; Ramazan da ümmetimin ayı” buyurmuştur. Hz. Ayşe’nin (rz) rivâyet ettiğine göre Receb, Resûlullah’ın Ramazan ayından sonra en çok oruç tuttuğu aydır. Savaşmanın yasaklandığı, barış, emniyet ve güvenliğin teşvik edildiği aylardan olan Receb ayında Müslümanlar, huzur içinde ibâdetlerini yapmaları, barış içinde günahlarından arınma yollarını aramaları ve kendilerini Ramazan’a hazırlamaları bakımından önemli bir fırsat yakalamış olurlar. Bu aylarda savaş yasaklanarak barış içinde insanların işlerine odaklanmaları istenmektedir. Böylelikle savaşın yasaklandığı bu aylarda insanlar barışa alıştırılmakta, huzura teşvik edilmekte ve emniyetin ehemmiyeti gösterilerek diğer aylarda da aynı tutumu sürdürmeleri için fırsatlar sunulmaktadır. Barış, huzur ve emniyet içinde yaşamamız için hem bu dünya, hem de öteki dünyayı kazanma adına her türlü kolaylıkları bizlere sunan Allah’a (cc) şükretmeli ve de emir ve yasaklarına harfiyen uymalıyız. Bu, kulluğumuzun gereğidir. Taliban, İslâmî doktrine ne kadar âşinâ? Muhammed Naim Naimi [email protected] ahrem ayında terör 19 Nisan 2016 tarihinde, Afganistan’ın başkenti Kabil’de fecî bir terör olayı “Taliban” adlı terör örgütü tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu hâdisenin mağdurlarının tamamı, Afganistan vatandaşı devlet kolluk kuvvetleri ve sivil halk olmuştur. Taliban mensubu eylemci terörist, ilkin patlayıcı madde dolu arabasıyla Afganistan İslâm Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı binalarından Devlet Ricâlini Muhafaza Başkanlığı binasına girmiş ve kendisini patlatmıştır. Ardından bir rivâyete göre bir, bir başka anlatıya göre de birkaç saldırgan bu binaya girmiş ve Afganistan emniyet güçleri ile çatışmıştır. Emniyet güçlerinin iki saat gibi uzun bir süreye yayılan çabaları sonucu bu teröristler etkisiz hâle getirilmiş ve bölge kontrol altına alınmıştır. Teröristlerin bu mel’un hâdisenin ardında bıraktıkları ise dehşete düşürecek cinstendir. Resmî makamların açıklamalarına göre Kabil’deki bu terör hâdisesi, 64 Afganistan vatandaşının hayatını kaybetmesine ve 347 kişinin de yaralanmasına yol açmıştır. Bu terör hâdisesinde hayatını kaybedenlerin çoğu, içinde kadın ve çocukların da bulunduğu sivil vatandaşlardır. Resmî makamların açıkladığının aksine, bu rakamların maalesef daha fazla olabileceği düşüncesindeyiz. Bu düşünceden yola çıkarak Kabil’deki Afgan kardeşlerimizin birkaçına bu hâdise ile ilgili soru yönelttiğimizde, onlar da bu fecî olayın faturasının daha fazla olduğunu iddia etmişlerdir. Sivil halkın söylediğine göre, sadece Afganistan kolluk kuvvetlerinden en az 100 kişinin hayatını kaybettiği ve bu rakamın birkaç katı da yaralı askerin olduğu belirtiliyor. Tabiî sivil halktan da belirtilen rakamların çok çok üstünde can kaybının yaşandığı ve yaralanmanın olduğu ifâdelere yansıyor. Bu mel’un hâdiseyi, kendilerini İslâmî bir hareket olarak tanıtan ve bu iddiayı her fırsatta yenilemekten kaçınmayan Taliban üstlendi. Bu olayı dinî açıdan ele aldığımızda, Müslümanlık iddiasındaki bir örgütün haram kılınan aylarda savaşı durdurması gerekirken en fecî biçimiyle sürdürdüğüne şâhit olduğumuzu not etmeliyiz. Bu hâdisede can veren ve yaralananların tamamı Afganistan vatandaşı olup, çoğunluğunu kadınlar ve çocukların da içinde bulunduğu sivil halk oluşturmaktadır. İslâmî bir hareket iddiasındaki bu örgütün sivil halka saldırması veya Müslüman bir ülkenin kolluk kuvvetlerine saldırması, aklıselim ile izah edilebilecek bir hâdise değildir. Bu eylemde, Taliban’ın iddia ettiği gibi NATO birlikleri kapsamında Afganistan’da bulunan yabancı güçlerden bir tek asker bile hayatını kaybetmemiştir. Elbette hiçbir insanın öldürülmesinden yana değiliz, ama kendisini her fırsatta Müslümanlar için mücadele eden ve İslâm için savaşan bir hareket olarak lanse eden bu örgütün sivil halka ve devlet görevlilerine saldırması başlı başına bir faciadır. Hele bu hâdisede şehit düşenler ve yara alanların tamamı (asker-sivil fark gözetmeksizin belirtmeliyim ki) Müslümandır. Taliban’ı sırf bu olaya bakarak değerlendirdiğimizde, bu yapının bir terör örgütü olduğunu buradan bile rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü Müslümana saldırması ve Müslüman kanı akıtmasına baktığımız takdirde, iddia ettiği gibi İslâm’ı savunan bir hareket değil, cânî, katil ve dini kullanan bir terör örgütü olduğunu kanıtlar nitelikte hareket etmekte olduğu görülecektir. Kabil’deki bu terör eylemi, Afganistan’ın dört bir köşesinde eylemlerini sürdüren Taliban’ın son dönemlerdeki en fazla can kaybının ve yaralının olduğu bir eylemdir. Hâlbuki İslâm’ı savunduğunu iddia eden Taliban, mahrem aylara riâyet etmediği gibi, dinî günleri ve de Müslüman, günahsız ve sivil halkı gözetmeksizin terör eylemlerine devam etmektedir. Kendisini İslâmiyet’in savunucusu ve İslâm adına savaşan medrese talebeleri olarak gören bir örgütün, öncelikle dinin emirlerine ve yasaklarına uyması beklenir. Dünden bugüne terör örgütlerini incelediğimizde, izledikleri yol ve takip ettikleri yöntemlerin başında günahsız ve sivil halkın kurban seçilmesi gelmektedir. Terör örgütleri bu tip eylemlerle mesaj göndermek ve isteklerini karşı oldukları devlete kabul ettirmek için asıl amacın çevresinde ve yakınında olay çıkarmayı tercih etmektedirler. Eylemlerinde bu yöntemi kullanmalarının gâyesi ise asıl hedefin yok edilmesi değildir. Bu sebeple hedefin haberi olacağı şekilde eylemlerini gerçekleştirmektedirler. Taliban’ın yaptığı diğer eylemlerde de olduğu gibi, Kabil faciasında izlenen yol, bu türden bir tertiptir. Bu eylemin hedef kitlesi, yine kadın-erkek, çocuk-yaşlı demeden günahsız ve mâsum sivil vatandaşlar olmuştur. temmuz 2016 85 haberajanda Doğu Türkistan Ajandası DOĞU TÜRKİSTAN’DA ORUÇ ÇİN , işgâli altındaki Doğu Türkistan’da Uygur Türkü işçiler, öğrenciler ve devlet memurlarına yönelik yıllardır uygulamakta olduğu oruç tutma yasağını bu sene de yeniden yürürlüğe koydu. Orucu yasaklayan genelgeler okullarda ve internet sitelerinde yayınlandı. >> Çin’in işgâlden sonra ‘’Şincan’’ diye adlandırdığı Doğu Türkistan’da okullara ve idarî binalara asılan genelgede, resmî dairelerde çalışan herkesin ve öğrencilerin oruç tutma ve namaz kılmak gibi dinî aktivitelere katılmasının yasaklandığı belirtildi. Almanya’da yaşayan Dünya Uygur Kongresi Sözcüsü Dilşat Raşit, Komünist Parti çalışanlarının, Uygurların oruç tutup tutmadığını sınamak için halka bedava yiyecek içecek dağıttığını söyledi. Raşit, “Uygurların inançlarını bastırmaya yönelik bu adımlar Çin’de daha geniş çatışmalara yol açar” uyarısını yaptı. Doğu Türkistan’daki bazı kentlerde ise ibâdethanelere esnaf dışında resmî daire çalışanlarının, öğretmenlerin ve öğrencilerin girmelerini engellemek için câmi kapılarında nöbetçi polisler yerleştirdiği, câminin imam 86 temmuz 2016 ve müezzinlerine de esnaf dışında gelenlerin kimlikleri hakkında haftalık rapor hazırlamalarının zorunlu kılındığı gelen bilgiler arasında. AFP’nin haberine göre, Doğu Türkistan’da yer alan Korla kentinin internet sitesinde yapılan duyuruda, “Parti üyeleri, kadrolar, sivil memurlar, öğrenciler ve çocuklar Ramazan boyunca oruç tutmamalı ve dinî aktivitelerde yer almamalı, yiyecek ve içecek satan dükkânlar kapanmamalıdır” ifâdeleri kullanıldı. Tiekeqi kasabasının yetkililerinden Ahmetcan Tohti, parti üyeleri, kadrolar, sivil memurlar, öğrenciler ve çocukların Ramazan boyunca câmilere girmemeleri gerektiğini ifâde etti. Çin Komünist Partisi’ne bağlı (sözde) Dinî İşler İdaresi Başkanı Pida, Ramazan öncesi düzenlediği basın toplantısında ülke genelindeki bütün restoran ve lokantaların Ramazan ayı boyunca sürekli açık tutulması gerektiğini belirtti. Çin’in geçen yıl olduğu gibi bu yıl da işgâlinde tuttuğu Doğu Türkistan’da oruç ve Ramazan ibâdetlerini yasaklaması ve de lokanta ve restoranların açık tutulması yolundaki uygulamalarına ilk tepki Dünya Uygur Kurultayı’ndan geldi. Yasak, engel ve kısıtlamaları eleştiren Almanya merkezli Dünya Uygur Kongresi Sözcüsü Dilşat Reşit, “Çin’in engel, kısıtlama ve yasaklamaları, BM İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ile temel insan haklarına karşı bir saldırıdır. Müslüman Uygurlara karşı bir hakaret ve aşağılamadır. Çin, Uygurların inancının Pekin’in liderliğini tehdit ettiğini düşünüyor. Çin yönetimini bu ırkçı, dışlayıcı ve ayrımcı tutumundan dolayı şiddetle kınıyoruz!” açıklamasında bulundu. Çin Komünist Partisi, yıllardır bölgede Uygur çocukların Kur’an eğitimi almalarını engellemek için velîlerine, hatta çocukların bizzat kendilerine ağır cezâlar uygulamaktadır. Çin Komünist Partisi din ve eğitimin tamamen ayrı olmasını savunurken, bu politika Çin kökenli Huy Müslümanları ile Budist, Hıristiyan ve Daoist olan Çin’in ana etnik grubu Hen Çinlilerine nâdiren uygulanıyor. (Kaynak: AFP) Çin yönetiminden Uygur vel D OĞU Türkistan’ı işgâl altında bulunduran ve ülkenin tarihi özbeöz yerel sakinleri ve asıl sahipleri olan Müslüman Uygur Türklerini kendi mânevî değerlerinden uzaklaştırarak en kolay yoldan asimile etmek, asimile edemediklerini ise şiddete yönlendirerek soykırıma tâbi tutmak ve böylece bir an evvel bölgenin asıl hak sahiplerinden kurtulmak için hiçbir baskı, şiddet ve devlet teröründen kaçınmayan Çin işgâl yönetimi, Ramazan öncesi öğrenci velîlerine birer şantaj ve tehdit mektubu göndererek “Çocuklarınızı namazdan ve dinden uzak tutun!” uyarısında bulundu. Mir Kâmil Kaşgarlı [email protected] YASAĞI VE NEDENLERİ îlere tehdit:“Çocuklarınızı dinden uzak tutacaksınız!” Doğu Türkistan’ın başkenti Urumçi’deki 46. Lise Müdürlüğü, 4 Haziran 2016 tarihinde bu liseye devam eden öğrencilerin velîlerine birer mektup göndererek uyacakları ve yapacakları işlemler hakkında îkazda bulundu. Mektupta okul yöne- timi, aileleri âdetâ tehdit ediyor ve çocukların namaz kılmaları, câmiye gitmeleri, oruç tutmaları ve dinlerini öğrenmelerinin devamlı olarak yasaklandığını hatırlatarak, “Aksi takdirde velî sorumlu olacak!” seklinde şantaja başvuruyor. Bir çeşit taahhütnâme niteliği taşıyan mektubun son kısmında, velînin adı, soyadı ve imza yeri bulunuyor. Aile mektubu okuduktan sonra altına imzasını atarak okul yetkililerine teslim ediyor. (Kaynak: uyghurorg.net, RFA) temmuz 2016 87 haberajanda Doğu Türkistan Ajandası Dinî baskının tırmanışına Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in Çin Devlet Din İşleri İdaresi 2. Ulusal Konferansı’nda Uygurlara yönelik yaptığı sert uyarılarının sebep olduğu ileri sürülüyor. Devlet Başkanı, “Doğu Türkistanlı Müslümanlar İslâm’ı bırakıp devletin tek ideolojisi olan komünizmi benimsemeliler” çağrısında bulunmuştu. Pakistan’ın Daily Pakistan gazetesinin Hindistan’ın en prestijli gazetelerinden The Indian Express’e dayandırdığı haberine göre, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, aynı konuşmasında Müslümanların İslâmî terör ve aşırılıkların etkisinden uzak durmaları konusunda sert uyarılarda bulundu ve ekledi: “Özellikle Çin’in kuzeybatısında yer alan Şincan’da (Doğu Türkistan) yaşayan Müslümanlar, İslâm’ı bırakıp devletin tek ideolojisi olan komünizmi benimsemeliler.” İşgâlci Çin, Doğu Türkistan’da Ramazan tutuklamaları ile gözdağı veriyor R AMAZAN arefesinde Çin Devlet Konseyi Basın Ofisi tarafından resmî belge olarak açıklanan Beyaz Kitap’ta, Ramazan’da Doğu Türkistan ve Çin genelindeki Müslümanların Ramazan ve diğer dinî ibâdetlerini özgürce yapabilecekleri iddia edilmesine rağmen, bu konuda da diğerleri gibi tam tersi bir icraat uygulandığı görülüyor. >> Çin işgâl yönetimi, Ramazan arefesinde mescit, câmi ve ibâdet mekânlarına karşı gözetim ve kontroller yaptığı, Müslüman halka ise baskı, şiddet ve yasaklamaları olağandışı bir 88 temmuz 2016 şekilde arttırdıkları denetimler netîcesinde sudan bahanelerle gözdağı, şantaj ve tehdit amaçlı olarak Kaşgar ve Aksu şehirlerinde toplam 17 kişiyi tutukladığı açıklandı. Geçen Ramazan’da da oruç yasağına uymamak bahanesiyle Kaşgar’da 18 Uygur Türkünün polisler tarafından öldürüldüğü ileri sürülüyor. (uyghurorg.net) Peki, Çin’de kanun niteliği taşıyan Beyaz Kitap’ta Çin genelindeki Müslümanların Ramazan ayı boyunca oruç ve diğer dinî ibâdetlerini özgürce yapabilecekleri iddia edilmesine rağmen, özellikle işgâl altındaki Doğu Türkistan’da neden dinî baskılar tekrar tırmandırıldı? Pakistan’ın en büyük gazetesi olan Rozname Pakistan’da yayınlanan 30 Mayıs 2016 tarihli makalede Pakistan’ın usta gazetecisi Mucibur-Rahman Şamı, Çin Devlet Başkanı’nın bu açıklamalarından duyduğu üzüntüyü dile getirerek şöyle dedi: “Çin, Pakistan’ın en yakın dostudur. Ancak Çin Devlet Başkanı Xi’nin Çin’deki Müslümanlara yönelik dinlerini terk edip dinsizliği seçmeleri konusundaki telkin ve uyarılarından Pakistan halkının ciddî rahatsızlık duyduğunu belirtmek isteriz. Yine aynı şekilde, yakın komşumuz olan Şincan’daki dinî baskılar ve yersiz yasaklamalardan tesettür duymakta ve câmiye giriş yasakları başta olmak üzere her Ramazan’da artarak devam eden ibâdet engellemelerinden ötürü ortaya çıkan gerginliklerden de haberdar olmaktayız. Ancak Çin Devlet Başkanı Xi’nin Çinli Müslümanları, özellikle Uygur Müslümanlarını dinlerini terk etmeleri konusundaki açıklaması kabul edilemez ve çok endişe verici bir durumdur. Bu telkin ve uyarılarından ciddî rahatsızlık duymaktayız!” Mir Kâmil Kaşgarlı YORUM HİNDİSTAN’DA Doğu Türkistan’daki zulmün tek sebebi, halkın gerçek toprak sahibi ve Müslüman olmasıdır ÇİN’İN DOĞU TÜRKİSTAN’DAKİ RAMAZAN YASAKLARI PROTESTO EDİLDİ D OĞU Türkistan’da, geçmiş yıllarda olduğu gibi bu Ramazan’da da Müslüman Uygur Türklerinin bu aya özgü ibâdetlere kısıtlama, engelleme ve yasaklamalar getiren Çin işgâl yönetimi, Hindistan’da şiddetle protesto edildi. Hindistan’ın kuzeydoğusunda yer alan Uttra Pradaş eyaletinin merkezi Loknow kentinde toplanan Hintli Müslümanlar, 9 Haziran 2016’da, kentin en büyük meydanında toplanarak hazırladıkları pankart ve sloganlarla Çin’e tepkilerini ortaya koydular. Reuters-India Ajansı tarafından hazırlandığı belirtilen, Youtube ve diğer sosyal medya platformlarında paylaşılan video görüntülerinde Hindistanlı Müslümanlar, Çin lideri Xi’nin posterlerini yerlerde sürükleyerek ve daha sonra da yakarak çeşitli sloganlarla Çin’i protesto ettiler. Sosyal medyadaki videoda ve Hindistan’ın “Hint Ölçüsü” adlı internet sitesine konuşan protestocu bir Hint Müslüman şunları söyledi: “Komünist Çin yönetimi, işgâl ettiği Doğu Türkistan’da Müslüman Uygur kardeşlerimize her yıl orucu yasaklıyor ve Ramazan ibâdetlerine kısıtlama ve engeller çıkarıyor. Çin’in bu temel insanî ve ibâdet özgürlüğüne karşı saldırılarını kabul etmemiz mümkün değil. Çin’i uyarmak ve tepkilerimizi ortaya koymak için bu protesto eylemlerini düzenledik. Önümüzdeki günlerde bu engel ve yasakların kaldırılmaması hâlinde Çin mallarını meydanlarda yakarak tepkilerimizi daha da sertleştireceğiz. Çin mallarını de satmayacağız. Duyarlı bütün Hindistan halkının bizi destekleyeceğine inanıyorum!” (Kaynak: uyghurorg.net) Ç İN’in son yıllarda Doğu Türkistan’daki Müslümanlara getirdiği oruç yasakları bu yıl da yürürlüğe girdi. Bu yasaklar halkın infialine, şiddete yönelmesine ve dolayısıyla hükûmetin büyük çaplı tutuklama ve katliam uygulamasına neden oluyor. Doğu Türkistan halkına yaşatılan zulüm gün geçtikçe büyüyor ve yaşamını yitirenlerin sayısı her geçen gün yükseliyor. >> Çin Devleti, bölge üzerindeki hâkimiyetini kuvvetlendirmeye karşı en büyük engel olarak halkın İslâmî kimliğini görüyor. Uluslararası Af Örgütü’nün bu konudaki özel yayınında belirtildiği gibi, Uygur Müslümanları işkence ve infazlarla yok edilmek istenmektedir. Halkı İslâm’dan vazgeçirmek için her türlü yıldırma ve baskı yönteminin kullanıldığı Çin’de, komünist diktatör Mao’nun 1966-1976 yılları arasındaki Kültür Devrimi esnâsında en acı dönem yaşanmıştı. Çin tarafından işgâl edilen veya dâimî bir işgâl altında yaşatılan halklar da kızıl vahşetin hedefi oldular. Bunlardan biri, Çin’in batısındaki Uygur Özerk Bölgesi’nde, bir diğer ifadeyle Doğu Türkistan’da yaşayan Uygur Türklerine yapılan baskılardı. Bu dönemde câmiler yıkılmış, toplu ibâdet yasaklanmıştı. Kur’an kursları kapatılmış ve bölgeye yerleştirilen Çinliler, Müslümanları tâciz etmek için her yolu denemişlerdi. Dinî ilimlerin öğrenilmesi ve dini bilgilere sahip öncü kişilerin halkı eğitmeleri de tamamen yasaklanmıştı. Hem Müslüman oldukları, hem de Doğu Türkistan’ın asıl sahipleri ve tarihsel bir millet oldukları için Pekin rejiminin hedefi hâline gelen Uygur Türkleri, Mao’nun iktidara geldiği 1949 yılından îtibâren sistemli bir soykırımla karşılaştılar. Uygur Türklerinin dinî vecîbelerini yerine getirmelerine izin verilmedi, ibâdet yerleri ve okulları kapatıldı, bölgenin birçok yerinde din adamları tutuklandı, büyük bir kısmı ise öldürüldü. Çin, Uygur Özerk Bölgesi’nde hiçbir önlem almadan nükleer denemeler yaptı. 1964 yılından bu yana 46 nükleer deneme gerçekleştirildi. Bu nükleer denemelerin sonucunda Uygur Türkleri arasında kanser oranı olağanüstü derecede arttı, pek çok çocuk sakat veya ölü olarak doğdu. 1949-1952 yılları arasında 2 milyon 800 bin, 1952-1957 yılları arasında 3 milyon 509 bin, 1958-1960 yılları arasında 6 milyon 700 bin, 1961-1965 yılları arasında 13 milyon 300 bin Müslüman Uygur Türkü, Çinliler tarafından çeşitli yöntemlerle öldürüldü. Müslüman Uygurların 2’den fazla çocuk sahibi olmalarının yasaklandığı Doğu Türkistan’da, bu yasağa uymayanların çocukları anne rahminde kürtajla katledildi. Günümüzde Müslüman halka uygulanan sindirme ve baskı yöntemlerinden biri de eğitim alanında kendini gösteriyor. Otuz yılda dört kez alfabelerinin değiştirilmiş olması da yine Müslüman halka yapılan asimilasyon uygulamasının çirkin yüzünü ortaya koyuyor. Bölge üniversiteleri, okul ve anaokullarına kadar Uygurca müfredatlar kaldırılmış olup, eğitim Çince görülüyor. Bu üniversitelerde eğitim imkânı olan Müslümanların oranı ancak yüzde 20 civarında. Birleşmiş Milletler’in soykırım için yaptığı tanım Doğu Türkistan’da yaşanan duruma tam olarak uysa da, Doğu Türkistanlıların Birleşmiş Milletler’in koruması altına girebilmesi şimdilik mümkün görünmüyor. Çünkü veto hakkına sahip BM Güvenlik Konseyi’nin beş dâimî üyesinden biri olan işgâlci Çin, bunu müsaade etmeyecektir. Komünist Parti yetkilileri, Doğu Türkistanlı Müslümanlar üzerindeki baskıyı her geçen gün arttırıyorlar. Her gün bölgenin değişik şehirleri, ilçe ve köylerinde yeni yeni, akla hayâle gelmeyecek yasaklar üretiliyor. Çin Devleti, bölgeye başörtüsü, namaz ve oruç gibi kısıtlamaları ardı arkası kesilmeksizin getiriyorken, şehir duvarlarına yazılan ve okullara asılan resmî yazıda da, “Öğretmenler hiçbir dinî aktiviteye katılamaz ve öğrenciler herhangi bir dinî aktiviteye katılmaya teşvik edilemez” ifâdesi kullanılıyor. Aynı zamanda oruç yasağının getirilmesinin ardından, oruç tutan kişileri tespit etmek için bedava yemek dağıtılıyor, içki yarışması yaptırılıyor Uygurların oruç tutup tutmadıklarını sınamak için halka bedava yiyecek içecek dağıtan Çin, bu psikolojik savaş niteliği taşıyan baskıcı uygulamalar ve ağır cezâlarla korku psikolojisini hâkim kılarak İpek Yolu Projesi’nin güvenliğini garanti altına alabileceğini düşünüyor. Dolayısıyla Çin, bölgenin asıl sahiplerinin ileride hak iddia etmelerinin önüne geçebilmek için Uygurları bütünüyle asimile ederek Çinlileştirmek ya da en azından hak iddia edebilecek potansiyeldeki kişileri ön tespitler, sudan bahaneler ve toplu tutuklamalarla, ağır işkence ve ekonomik cezâlarla tâbi tutarak mankurtlaştırmak (köleleştirmek), geri kalanları da terörize ve radikalize etmek sûretiyle daha kolay, yasal yoldan yok edebilmek siyâsetini onlarca senedir tâviz vermeden ve acımasızca yürütmektedir. Bütün bunlara karşı Türk Hükûmeti’nin yapabilecekleri çok sınırlı olsa da, özgür Türk basınının üzerine büyük görevler düştüğünü ve bu Çin’in sinsi asimilasyon politikası altında var olma mücadelesi veren kardeşlerinin seslerini duyurmak ve uluslararası kamuoyu oluşturmak adına çok şey yapabileceklerini düşünüyorum. temmuz 2016 89 haberajanda Afrika Mısır, Sudan ve Etiyopya arasında Mart 2015’te imzalanan “İlkeler Bildirgesi”, barajın yıllık çalıştırılması ve ilk dolumla ilgili mekanizmalar hakkında varılan anlaşmaları içeriyor. Bildirgeye göre, barajın bulunduğu Mavi Nil bölgesindeki su kullanılmayacak. Çalışmalar tamamlandığında, nehrin su havzasındaki Ekvator ve Etiyopya platosunda bulunan üç ülkenin ve nehrin aşağı bölgesindeki ülkeler olan Mısır ve Sudan’ın paylaştığı ana Nil nehrinden gelen suyun âdil ve uygun biçimde kullanımı konusunda görüşmeler başlamak zorunda. Nil havzasındaki bütün ülkelerin görüşmelere katılımıyla sorun daha da karmaşık hâle gelecek. 90 temmuz 2016 AfDrika’nın can ÜNYA genelinde birçok ülkenin sınırından geçerek akan 260 civarındaki nehirden bir tanesi de dünyanın en uzun nehri olan Nil nehridir. Nil nehri Mısır, Sudan, Güney Sudan, Etiyopya, Eritre, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Uganda, Tanzanya, Kenya, Ruanda ve Burundi gibi 11 kıyıdaş ülkenin arasında akıyor. Ancak Nil havzasının üzerinde en fazla kazanıma sahip olan ülke Mısır.1 >> Geçmişe bakacak olursak, nehrin sularının paylaşımı, 1929 yılında Nil havzası ülkelerini sömüren İngilizler ile Mısır arasında, 1959 yılında ise Mısır ve Sudan arasında imzalanan anlaşmalar çerçevesinde şekillenmiştir. Mısır ve Sudan arasında yapılan anlaşmayla Nil sularının yüzde 80’ini kullanma hakkı bu ülkelere tanınmış ve netîcesinde Mısır’a yılda 55 buçuk milyar metreküp su sağlanırken, Sudan’a ise 18 milyar metreküp su verilmiştir. 2010 yılında yukarı kıyıdaş ülkelerin katılımıyla Uganda’da imzalanan Entebe İşbirliği Çerçeve Anlaşması’nda, Nil üzerinde yapılacak baraj, set ve diğer çalışmalar için Mısır’ın muvâfakatine gerek olmadığı belirtilmiştir. Uganda, Etiyopya, Tanzanya ve Ruanda arasında yapılan bu anlaşma hâricinde, Nil nehri havzasındaki tüm girişimler Mısır’ın çıkarları doğrultusunda gerçekleşmiştir. Mısır ve damarı: Nil Sudan’ın boykot ettiği Entebe Anlaşması, Etiyopya’nın Rönesans Barajı’nı inşâ etmesinin önünü açmıştır. Kurak bir iklime sahip olan Mısır’da, ülkedeki kullanılabilir suların yüzde 90’ından fazlası Nil nehrinden sağlanıyor. Hatta sulama imkânları nedeniyle tarıma uygun arazilerin büyük bir bölümü de nehir etrafında toplanıyor.2 New York Times gazetesi yazarı Lester R. Brown, bir yazısında “Mısır’ın ekmek seven bir millet olduğunu, vatandaşlarının yılda yaklaşık 18 milyon ton buğday tükettiğini ve Mısır’ın, dünyanın en büyük buğday ithâlatçısı olduğunu” belirtir.3 Mısır, ülkedeki tek yerüstü su kaynağı olan Nil nehrinin akımını engelleyebilecek olan projelere karşı çıkıyor ve yukarı kıyıdaş kullanımları engellemeye çalışıyor. Aslında Mısır, geçmişten bu yana en çok da nehrin sularının ülke topraklarına girmeden önce engellenmesinden endişe ediyor.4 Öte yandan Nil nehri üzerinde kurulacak projelerin, nehrin havzasında bulunan ve ulaştığı 9 ülkenin oybirliği ile sağlanması gerektiğini, ayrıca Mısır ve Sudan’ın her konuda veto hakkına sahip olduğunu da sıklıkla dile getiriyor. Büyük Etiyopya Rönesans (Hedasi) Barajı Mısır’ın konuyla ilgili gündeminde öncelikli olarak Etiyopya’nın Nil üzerinde inşâ ettiği baraj bulunuyor. Etiyopya toprakları içerisinde kalan Mavi Nil üzerinde hidroelektrik üretmek amacıyla inşâsı başlatılan Rönesans (Hedasi) Barajı (eski adıyla Milenyum), Sudan’ın yaklaşık 40 kilometre doğusundaki Benishangul-Gumuz bölgesinde kuruluyor. Yapımına resmen 2 Nisan 2011’de başlanan baraj projesinin inşâsını Salini Costruttori adında bir İtalyan şirket üstleniyor. Yaklaşık 5 milyar dolar değerindeki barajın finansmanı Dünya Bankası, Avrupa Yatırım Bankası, Çin İthalat-İhracat Bankası ve Afrika Gelişim Bankası gibi kuruluşlar üstleniyor. Haziran 2017’de tamamlanması beklenen baraj, 170 metre yükseklikte ve bin 800 metre genişlikte olacak.5 Baraj inşaatında 500’ü mühendis olmak üzere 22 ülkeden uzmanın yer aldığı 7 bin kişi çalışıyor. Tamamlandığında Afrika’nın birinci, dünyanın Zehra Ulucak [email protected] onuncu büyük barajı olacak olan Rönesans Barajı’nın 2017 Haziran’ından îtibâren yıllık 15 bin gigawatt enerji üretmesi bekleniyor. Etiyopya’nın söz konusu baraja ilişkin temel sorunu, Mısır’ın, barajın inşâsı için gerekli yurtdışı finansmanını engellemesi olmuştur. Bu sebeple Etiyopya, ülke içinde tahviller çıkararak barajın finansmanını kendi kendine karşılama yoluna başvurmuştur.6 Şubat ayı îtibâriyle yarısı tamamlanan Hedasi Barajı sebebiyle nehrin kollarından biri olan Mavi Nil’in yatağını değiştirmeye başlaması Mısır ile Etiyopya arasında gerginliğe neden olup, proje hakkında karşılıklı yapılan açıklamalar iki ülke ilişkilerini olumsuz etkiledi.7 Ancak Hedasi Barajı Proje Müdürü Simegnew Bekele, çalışmaların aralıksız devam ettiğini, su depolama işleminin Sudan ve Mısır’ın sudan aldıkları paya etki etmeyeceğini, aksine bölgeye pek çok fayda sağlayacağını vurguladı.8 Diğer yandan, Anadolu Ajansı’nda yer alan haberde, “Etiyopya ile düşman durumundaki Eritre, Nil’in geleceği konusunda Etiyopya’nın rakibi olan Mısır’a açık destek veriyor. Nil ile ilgisi olmayan fakat su ihtiyacının bir kısmını Etiyopya’dan karşılayan Cibuti ise Nil konusunda Etiyopya’nın tezini destekliyor. Etiyopya, Hedasi Barajı’nın Mısır ve Sudan’a ulaşan su miktarında azaltma oluşturmayacağını ısrarla vurgulayarak bölgenin elektrik ihtiyacını karşılayacağını ve tarım anlamında yeni bir döneme girileceğini dile getiriyor” ifadelerine yer verildi.9 Aynı haberde Mısır‘ı destekleyen tezlerin, Etiyopya’nın yaptığı barajın arkasında İsrail’in olduğu ve İsrail’in baraj yapımında Mısır’ı zor durumda bırakmak için Etiyopya’ya destek verdiği iddiasını gündeme getirdiği belirtildi. Baraj inşaatının başlamasından sonra Mısır, Nil havzasındaki ülkelerin İsrail ile iyi ilişkiler geliştirdiğini söyleyerek Ortadoğu’dan destek aradı. Ancak Etiyopya, Mısır’ın Nil sularını İsrail’e sattığını iddia etti. Nil nehri konusunda 30 yıl boyunca Mısır’a destek veren Sudan ise, Etiyopya’nın Sudan sınırına 30 kilometre mesafede inşâ ettiği Rönesans Barajı’nın bölge istikrarı ve barışına katkıda bulunacağını savunarak daha çekimser bir pozisyon belirlemiş durumda. Diğer taraftan Mısır’daki askerî darbenin ardından Mısır medyası, sık sık Etiyopya’da yapılan Rönesans Barajı’nın arkasında İsrail ile birlikte Türkiye’nin de desteğinin bulunduğunu söylemeye başladı. Dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na atfedilen “Türkiye’den Etiyopya’ya baraj için açık destek” şeklindeki iddialara Etiyopya Dışişleri Bakanlığı’ndan, “Türkiye ile ilişkimiz Mısır’ı ilgilendirmez” şeklinde bir yanıt geldi.10 Geçen yılın Mart ayında, Sudan’ın ev sahipliğinde bir araya gelen Mısırlı ve Etiyopyalı liderlerin Nil temmuz 2016 91 haberajanda Afrika Mısır Sulama Bakanlığı yetkililerinin yaptığı açıklamaya göre Mısır, söz konusu barajla birlikte Nil nehrindeki su payını yüzde 20 ila 30 oranında ve Aswan Barajı’ndan elde ettiği elektrik enerjisinin de yaklaşık üçte birini kaybedecek. nehri üzerine yapılan baraj konusunda el sıkıştığı, ancak varılan anlaşmanın detaylarına ilişkin bilgi verilmediği kaydedilmişti.11 Ancak bu yılın başında Etiyopya, Mısır’ın Nil nehrinde su seviyesinin düşük olduğu zamanlarda Kahire ve Hartum’a yeterli miktarda su akışını sağlamak için baraj üzerinde inşâ edilen kapak sayısının 2’den 4’e çıkarılması yönündeki önerisini kabul etmedi. Tartışma kızışıyor Etiyopya’nın Nil sularını Büyük Etiyopya Rönesans Barajı’nın duvarları ardında toplama plânlarındaki belirsizlikler Mısırlıları endişeye sürüklüyor. Al-Monitor’un haberine göre, Mart ayında yayınlanan uydu fotoğraflarını değerlendiren Birleşmiş Milletler’e bağlı Uzay Çalışmaları Yerel Merkezi Başkan Yardımcısı ve Uzayın Barışçıl 92 temmuz 2016 Amaçlarla Kullanımı Komitesi Mısır Temsilcisi Alaa el-Nahry, Etiyopya’nın, özellikle ülkenin elektrik üretme amacıyla iki tribüne su pompalamaya başlamasından bu yana su toplama hazırlıkları yaptığını söyledi. Addis Ababa’nın Haziran ayında rezervuarda su toplamaya başlamasını beklediğini söyleyen Nahry’in iddialarına tepki gösteren Mısır Su Kaynakları ve Sulama Bakanı Hossam Moghazy, yaptığı açıklamada, barajda su toplanmadığını ve Mısır, Etiyopya ve Sudan arasındaki teknik çalışmalar sona erene kadar da toplanmayacağını söyledi. Kahire Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nde su ve sulama uzmanı olan Nader Noureddine, Moghazy’nin açıklamasında yer verdiği su toplama işleminin, çalışmaların bitimine kadar askıya alındığı iddiasına karşılık Al- Monitor’a yaptığı açıklamada, Addis Ababa’nın elektrik üretimine Ekim ayında başlayacağını ileri sürdü. Nahry ise şu âna kadar Etiyopyalıların toplamaya başladığı suyun ana rezervuar gölünü oluşturmadığını, toplanan suyun Mavi Nil tarafında olup yeni çalışmaya başlayan tribünlere su sağlamayı amaçladığını söyledi. Mısır, Sudan ve Etiyopya arasında Mart 2015’te imzalanan “İlkeler Bildirgesi”, barajın yıllık çalıştırılması ve ilk dolumla ilgili mekanizmalar hakkında varılan anlaşmaları içeriyor. Bildirgeye göre, barajın bulunduğu Mavi Nil bölgesindeki su kullanılmayacak. Çalışmalar tamamlandığında, nehrin su havzasındaki Ekvator ve Etiyopya platosunda bulunan üç ülkenin ve nehrin aşağı bölgesindeki ülkeler olan Mısır ve Sudan’ın paylaştığı ana Nil nehrinden gelen suyun âdil ve uygun biçimde kullanımı konusunda görüşmeler başlamak zorunda. Nil havzasındaki bütün ülkelerin görüşmelere katılımıyla sorun daha da karmaşık hâle gelecek. Eski Mısır Su Kaynakları ve Sulama Bakanı Mohamed Nasr Allam, “Rönesans Barajı’nın Mısır üzerinde yaratacağı etkilere ilişkin çalışmalar tamamlansa bile sonuçlar hakkında uzlaşmak zor olacak. İlkeler Bildirgesi’ne göre baraj, üç ülkenin âdil ve uygun biçimde su kullanımını etkilemiyor. Ancak bildirge ne kadar miktarın âdil ve uygun sayılacağını belirlemiyor” açıklamasında bulundu. Al-Monitor’da yer alan makalede, “Mısır, Sudan ve Etiyopya’nın katıldığı ve Ağustos 2014’te oluşturulan ‘Ulusal Üçlü Komite’, barajın Mısır ve Sudan üzerindeki hidrolik, toplumsal ve çevresel etkilerini araştırmak üzere iki ayrı çalışma hazırlayacak olan firmalarla sözleşmeyi henüz imzalamadı. Yetkililer çalışmaların sekiz ila on beş ayda tamamlanmasını bekliyorlar” denildi. İlk bakışta barajla ilgili anlaşmazlıklar sadece Etiyopya’nın inşâ ettiği bu yapının Mısır ve Sudan’da yaratacağı zararla ilgili teknik anlaşmazlıklarmış gibi görünseler de, gerçekte üç ülke arasındaki politik anlaşmazlıklar görüşmeler sırasında da baş gösteriyor. Suyun paylaşımı konusundaki anlaşmazlıklar Şubat başında Üçlü Komite’nin Hartum’daki toplantısı sırasında ortaya Zehra Ulucak çıkmış, bu toplantıda Mısır, baraj çalışmalarını sürdüren Fransız şirketlerine sınırları gösteren haritaları vermeyi reddetmişti. Haritalar, Mısır ve Sudan arasındaki sınırları, yani anlaşmazlık konusu olan Halayeb-Shalateen üçgenini Sudan sınırları içinde kalacak şekilde gösteriyor. Toplantı Mısır’ın, sınırları gösteren haritalara değil, sadece topografik haritalara başvurularak yapılması talebiyle sona ermişti.12 Mısır’ın asıl korkusu ne? Biraz daha geriye bakacak olursak, Mısır’ın o zamanki Cumhurbaşkanı Muhamed Mursi, Haziran 2013’te, Etiyopya’nın Nil nehri üzerine barajlar inşâ etmeye devam etmesi hâlinde -askerî müdahale dâhil- “tüm seçeneklerin” masaya yatırılabileceğini ifâde ettiğinde, onun bu politik duruşu birçok kişi tarafından kınanmıştı. Ancak uzmanlar, Kahire’nin kendi tarihî su kaynağı paylarının savunmada ölümcül derecede ciddî olduğunu ve Etiyopya’nın, Afrika’nın en büyük hidroelektrik barajı olacak inşaata devam etmesi hâlinde bir askerî müdahalenin gerçekleşmesi ihtimâlinin göz ardı edilemeyeceğini ifâde etmişlerdi. Geeska Africa web sitesinde yayınlanan bir haberde, Mısır’ın korkusunun, 2017’de faaliyete geçmesi plânlanan bu barajın, 85 milyon Mısırlının neredeyse tüm su ihtiyaçları için bağımlı olduğu Nil nehrinin akışını azaltması olduğu belirtildi. Mısır Sulama Bakanlığı yet- kililerinin yaptığı açıklamaya göre Mısır, söz konusu barajla birlikte Nil nehrindeki su payını yüzde 20 ila 30 oranında ve Aswan Barajı’ndan elde ettiği elektrik enerjisinin de yaklaşık üçte birini kaybedecek. Kahire’deki Amerikan Üniversitesi (AUC) Politika Araştırmaları Enstitüsü’nde su kaynakları yönetimi uzmanı olan Richard Tutwiler, konuya ilişkin olarak, “Yüksek düzeydeki bu endişenin bir sebebi, bu barajın, aslında Mısır’ın su kaynaklarını nasıl etkileyeceğini kimsenin bilmemesidir” dedi ve ekledi: “Mısır tamamen Nil’e bağımlıdır. O olmadan Mısır olmaz!” Onlarca yıldır büyük ölçüde uluslararası toplum tarafından evrensel dikkatin kıyısında kalan Etiyopya, birden ilgi odağı olmaya başladı. Nil sularının yüzde 80’inin kaynağını barındıran ülke, şimdi kendi su kaynakları vizyonunu ve sularının farklı bir şekilde bölüm politikasını uygulamaya başlamayı plânlıyor. 200 yıldır bölgenin baskın gücü olan Mısır, hâlâ son zamanlarda vukû bulan siyâsî çalkantıların, ekonomik zayıflığın ve kalkınmanın esaslı tenakusunun -ki bunlar Mısır’ı hiçbir yaptırım gücü olmayan birçok Nil ülkesinden biri yapmaktadırsarsıntısını yaşamaya devam ediyor. Mısır, neredeyse tamamı Nil nehrinden sağlanan su kaynakları bakımından komşu ülkelere bağımlı durumda. Ana kaynakları Mısır’ın güney sınırının birkaç yüz kilometre ötesinden doğmakta. Mavi Nil, Sobat ve Etiyopya sınırları içerisindeki kolları, su kaynaklarının yüzde 80’ini, Uganda’daki Beyaz Nil ise geri kalanını sağlamaktadır. Etiyopya’nın, şimdiye kadar eksikliğini çektiği varlıklarından aldığı güçle gerçekleşecek Rönesans’ı yolda! Kendi etki alanlarında, Nil havzasında ve Doğu Afrika’da kilit bir jeopolitik rol oynayan güçlü bir Etiyopya’nın doğuşuna tanıklık etmekteyiz. Mısır, nehrin akışına etkisi belirleninceye kadar baraj inşaatının durdurulması için Etiyopya’ya yaptırım uygulanması konusunda uluslararası organlara başvurdu. Yetkililerse krizin diplomatik yoldan çözülmesini umut ederken, güvenlik kaynakları, Mısır’ın askerî komuta merkezinin su kaynaklarındaki payını korumak amacıyla zor kullanmaya hazırlandığını açıkladılar. Wikileaks’te yayımlanan ve uluslararası istihbarat örgütü Stratfor’dan sızan e-postalara göre, eski Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarak, Etiyopya’nın Nil nehri üzerinde kurabileceği herhangi bir baraj inşaatına karşı hava saldırı plânları yaparak 2010 yılında, yalnızca böyle bir operasyonda üs olarak kullanılmak üzere Sudan’ın güneydoğusunda bir hava üssü kurdu. Etiyopya ve Mısır arasında uzun süre önce “suyu kaynamaya başlayan” su kaynakları çekişmesinde, ülkelerin dışişleri bakanlarının, Nil sularını paylaşmak konusunda bir ön uzlaşıya vardıkları çözüme, yeni açıklamalarıyla birlikte bir adım daha yaklaşıldı. Her ne kadar anlaşmanın ayrıntıları kamuoyuyla paylaşılmamış olsa da, uzmanlar Mısır, Etiyopya ve Sudan hükûmetleri tarafından imzalanması gereken anlaşmanın önemli bir dönüm noktası olacağını söylüyorlar.13 Dipnotlar Erin Cunningham, “Egypt is losing its grip on the Nile”, http://www.globalpost.com/dispatch/news/regions/ middle-east/egypt/120406/egyptlosing-its-grip-the-nile, 9 Nisan 2012 – Akt: İlhan Sağsen, OrtadoğuAnaliz Mayıs 2013 – Cilt 5, Sayı: 53 syf:42 2. Onur Öztürk, “Nil Havzasında Su Savaşları”. SDE. 18.05.2010 Web: http://www.sde.org.tr/tr/newsdetail/ nil-havzasinda-su-savaslari/2190 3. Kaynak: KÜRESEL ÇATIŞMALAR, “Nil Nehri Üzerinde Mısır-Etiyopya Çekişmesi”. Web: http://www.kureselcatismalar.com/nil-nehri-uzerinde-misiretiyopya-cekismesi/ 4. Dr. Seyfi Kılıç, ORSAM Su Araştırmaları Programı Uzmanı, “Mısır’da Değişim Süreci ve Nil Sularına Yansımaları”. ORSAM - 07 HAZİRAN 2012 Web: http://www.orsam.org.tr/tr/ SuKaynaklari/analizgundemgoster. aspx?ID=3537 5. Büyük Etiyopya Rönesans Barajı Kaynak: http://goo.gl/BfwMl6 - Akt: KÜRESEL ÇATIŞMALAR, “Nil Nehri Üzerinde Mısır-Etiyopya Çekişmesi”. Web: http://www.kureselcatismalar. com/nil-nehri-uzerinde-misir-etiyopyacekismesi/ 6. Dr. Seyfi Kılıç, ORSAM Su Araştırmaları Programı Uzmanı, “Mısır’da Değişim Süreci ve Nil Sularına Yansımaları”. ORSAM - 07 HAZİRAN 2012 Web: http://www.orsam.org.tr/tr/ SuKaynaklari/analizgundemgoster. aspx?ID=3537 7. ANADOLU AJANSI, “Nil sularının paylaşımı”. 8. Gülşen Topçu, “Nil sularının paylaşımı”. AA – 06.02.2016 9. Mehmet Kemal Firik, “Nil sularının paylaşımı”. AA - ANALİZ HABER 13.02.2015 10. Mehmet Kemal Firik, “Nil sularının paylaşımı”. AA - ANALİZ HABER 13.02.2015 11. “Mısır, Sudan ve Etiyopya Hedasi Barajı Konusunda Anlaştı”. Enerjihub. 24.03.2015 Web: http://www. enerjihub.com/newsdetail/misir/ misir_sudan_ve_etiyopya_hedasi_baraji_konusunda_anlasti_2543.aspx 12. Walaa Hussein, “Water wars intensify between Egypt, Ethiopia”. 03.03.2016. Web: http://www.almonitor.com/pulse/originals/2016/03/ egypt-ethiopia-renaissance-damwater-storage-nile-dispute.html 13. Malcolm Dash, “The Coming War: Egypt, Ethiopia, & The Nile”. Public Diplomacy & Regional Security News. 31.03.2016. Web: http://www. geeskaafrika.com/17118/the-comingwar-egypt-ethiopia-and-the-nile/ 1. temmuz 2016 93 haberajanda Gündem Fatih Sultan Meh- med, İstanbul’u fethe gelmiş, Bizans ise kiliselerde neyi tartışıyor, biliyor musunuz? Bizim bu Almanlar gibi bir tartışmaya kaptırmışlar kendilerini: “Acaba melekler erkek mi, dişi mi?” 29 Mayıs 1453 tarihinde Topkapı’daki surlarda açılan delikten Osmanlı askeri dalmış içeri, işte o zaman Bizans meleklerin cinsiyetini değil ama kendi sokaklarında Osmanlı’yı görmüş! Eğer bir ülke bu tür kararlarla uğraşmaya başladıysa, anlaşılmalı ki önlenemez bitiş ve son başlamıştır! 94 temmuz 2016 Bir şerden bir B İR şerden bir hayır… Böyle bir şey olabilir mi? Tabiî ki olur! Şerden de, hayırdan da hayır çıkar. Yeter ki niyet edelim, yeter ki kafaya koyalım, yeter ki bunları artık alışkanlık hâline getirelim! >> Kişisel hayatımızda, eğitim ve iş yaşantımızda, ülke siyasetinde şerden hayır çıkarmayı bir alışkanlık hâline getirmek lâzım. Ramazan ayında “aç kalmak” gibi insanlığın en çok korktuğu bir durumdan ibâdeti, ibâdetle zenginleşmeyi nasıl elde etmeyi başarabiliyorsak, Almanya Federal Parlamentosu’nun kararından da bir medeniyetin kilometre taşını meydana getirmeyi de başarabiliriz. Ramazan’da oruç tutuyoruz. Ne yalan söyleyeyim, her Ramazan kendimi çok iyi hissediyorum. Bu Ramazan’da da öyle oldu. Yemeye, içmeye, bilimum nefsî arzuya o kadar da bağımlı olmadığımı anlamak beni acayip mutlu ediyor, güçlü hissettiriyor. Özgürleşmek... İnsanların Ramazan atmosferinde daha az kırıcı, daha az bencil olmaları ve buna karşılık daha cömert, daha merhametli, daha müsamahakâr olmaları beni heyecanlandıran bir durum. Temelinde “aç kalmak” gibi bir özellik olan Ramazan, sadece insana faydası yönüyle bile pek çok güzelliği meydana getirebiliyor. Bunlar da yetmiyor, hemen peşinden bayram geliyor ve kalben, zihnen ve de sosyal olarak bayram ediyoruz. Networkler oluşuyor, bağlar güçleniyor ve duygu, akıl, gönül ve Lokman Ayva [email protected] hayır hatta ruh olarak yeni ufuklara yelken açıyoruz. İyi de bunu ülke siyâsetinde niçin yapamayalım? Yaşadığım şartlar îtibâriyle hayat bana çok güzel nîmetler, imkânlar, fırsatlar sundu. Bana sunulan nîmetleri, imkânları ve fırsatları tek tek sıraladığım zaman birçok insan bunları dert, sorun, sıkıntı gibi görüyor ve bana “Polyannacılık oynuyorsun” diyor. Benim nîmetlerimden biri fakirlikti. Biri, köy şartlarında yetişmemdi. Bir başkası, çevresi olan bir aileden gelmeyişimdi. Belki en çarpıcı olanı da, 11 yaşından îtibâren kör olmamdı. Bilmiyorum, acaba bunları nîmet olarak gören bana mı hak verdiniz, yoksa sıkıntı, sorun, çile olarak gören dostlarımıza mı? Bunları teferruatlı bir şekilde anlatmak isterdim. (Birçok dostumuzun ilgisini çektiği ve anlatmamı istedikleri için ben de bu konuyu “Ezbere Yaşamlar” başlığı altında bir seminere dönüştürdüm. Fırsat oldukça bu yaşadıklarımızı paylaşıyoruz.) Kime hak verilirse verilsin, âkıbet ortada! Bunun gibi, hizmet verdiğim kuruluşlarda da aynı şekilde yapıyoruz, şimdiye kadar da bir zararını görmedik. O hâlde ülke siyâsetinde neden olmasın? Ülke siyâsetindeki önemli gelişmelerden biri, malûmunuz Almanya Federal Parlamentosu’nun aldığı karar… Bu karara göre Osmanlı olarak biz, 1915 yılında Ermeni vatandaşlarımıza karşı güya soykırım yapmışız. Güya müttefikimiz Almanya da buna engel olmamış. Bundan sonra Almanya’da hiç kimse buna “Soykırım değildir” diyemeyecekmiş. Almanya eyalet parlamentolarına, okuttukları ders kitaplarında bu “soykırım”a (!) yer vermelerini de öneriyorlar ayrıca. Almanlar bu kararda “Türkiye’ye tank satmayalım” diyorlar mı? Demiyorlar! Yine bu kararda “Türkiye’ye borç para vermeyelim. Türkiye’den ürün ve hizmet almayalım. Türkiye’ye araba, bulaşık makinesi, televizyon, buzdolabı satmayalım. Dünya ülkelerinin uçakları Frankfurt Havaalanı’na insin, fakat Atatürk Havaalanı’na inmesin. PKK’lı teröristleri affettik” diyorlar mı? Demiyorlar, diyemezler! Niçin diyemesinler? Borç para vermeseler ne kaybederiz? Yahu kardeşim, biz IMF’ye borç veren bir ülkeyiz. Tank satsalar ne, satmasalar ne?! Bizim Altay tankları ne güne duruyor? Sanıyor musunuz ki ürün ve hizmeti bize iyilik olsun diye bizden alıyorlar? Tabiî ki hayır! Bizden daha uygununu bulamadıkları için bizden alıyorlar. Bize araba, elektronik ev eşyası satmasa nereye satacak, kimden ve nereden para kazanacaklar? Bu işler öyle kolay değil! Alman şirketlerinin temsilcileri satış yapmak için fellik fellik dolaşıyorlar. Biz de işimize gelirse alıyoruz, gelmezse almıyoruz. Bu kadar! Havalimanı meselesi… Rakamlara rastladınız mı, bilemiyorum; Atatürk Havalimanımız, Frankfurt Havalimanı’ndan daha fazla yolcunun inip bindiği bir havalimanı hâline geldi. Frankfurt Havalimanı, âmiyâne tâbirle ardımızdan nal topluyor. Teröristlerle ilgili neler çevirdiklerini artık dünya âlem biliyor. Gazeteci kılığında yardıma adam gönderdiler, başaramadılar. Silah, bomba verdiler, yapamadılar. Avrupa’da çadır diktirdiler, olmadı. Yakında o teröristlerin yüzünden ocaklarına incir ağacı dikilecek, haberleri yok! Şimdi bu kararı bir daha düşünelim! Pişman etmek Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u fethe gelmiş, Bizans ise kiliselerde neyi tartışıyor, biliyor musunuz? Bizim bu Almanlar gibi bir tartışmaya kaptırmışlar kendilerini: “Acaba melekler erkek mi, dişi mi?” 29 Mayıs 1453 tarihinde Topkapı’daki surlarda açılan delikten Osmanlı askeri dalmış içeri, işte o zaman Bizans meleklerin cinsiyetini değil ama kendi sokaklarında Osmanlı’yı görmüş! Eğer bir ülke bu tür kararlarla uğraşmaya başladıysa, anlaşılmalı ki önlenemez bitiş ve son başlamıştır! Bize düşen şudur: Bu tür ülkelerin bizim canımızı bu şekilde bile sıkmalarına izin vermeyecek bir tanıtım, lobi, pazarlama çalışmasına girmemiz lâzım! Bunu devletin değil, bizzat vatandaş olarak bizlerin, derneklerin, şirketlerin yapması önemlidir. Şirketlerin ve derneklerin işleri daha bitmedi! Saçma sapan yanlış bilgileri öğretmek üzere hazırladıkları kitapları basma işini de bizim şirketlerimiz almalı. Daha çok ürün ve hizmet satmalıyız. Hatta o kararları aldıkları parlamentoların işlerini de bizim şirketlerimiz yapmalı. Kafalarını kaldırıp etraflarına her baktıklarında bizim şirketlerimizi görmeliler. Derneklerimiz, vakıflarımız hiçbir zaman düşmanlık hissine kapılmadan Almanya’daki mağdurlara, üstelik Ermeni mağdurlara da yardım etmeli, sahip çıkmalı ve sorunlarını çözmeli. Teferruata daha fazla girmeye gerek yok, şu âna kadar gelebilmiş kişiler ve kuruluşlar olarak gerisini zaten getiririz. Ülke siyâsetindeki böylesi durumlar psikolojik atmosferi de çok etkiliyor. Eğer bu psikolojik atmosferi iyi yönetebilirsek, bu çok iyi bir fırsattır. Zira dünyanın en önemli ekonomilerinden birine sahip olan bir ülke bizimle bu şekilde uğraşmaya başlamış. Bu gelişmeyi Türkiye’nin geldiği duruma bir örnek olarak düşünebiliriz. Bakınız, Rusya bizimle uğraşmaktan çok da memnun değil. “U” dönüşü yapabilmek için fırsatlar arıyor. Aynı şekilde Almanya’nın da bu kararı aldığına alacağına pğişman edilmesi lâzım! O yüzden birlik içinde, el ele, omuz omuza çalışmamız gerekiyor. Bunu başarabilirsek, bundan sonra üzerimize gelecek Çin veya ABD gibi ülkeleri iyi bir şekilde göğüsleyebiliriz. Bundan sonra başımıza şer gelirse de hayrolur… Hayrın gelişi zaten hayırdır… temmuz 2016 95 haberajanda Toplum Cemal Ceylan [email protected] >> Hem Doğu, hem de Batı toplumlarında kadınlar ve çocukların statüsü maalesef kendi geleceklerini belirleyebilecek bir etkinlikten uzak ve karar vericiler için “öteki” kavramı içinde edilgen durumdalardı. Kaderlerini yaşayan, râzı olan, sınırlı alanda söz hakkı olsa da yaptırımı olmayan, fiziksel olarak zayıf ve şiddete mâruz kalma ihtimâli olan “ötekilerdi” maalesef. Yakın tarihte gerçekleşen ve yüz yıl öncesinin en büyük felâketlerinden olan 1. Dünya Savaşı, insanlık adına çok büyük bir yıkım olmuştu. Milyonlarca insan cephe savaşlarında ölmüş, bir o kadarı da cephe gerisindeki hastalık, açlık ve göç gibi zor şartlardan dolayı kadın, yaşlı ve çocuk olarak hayatını kaybetmişti. Bu vahşet ve insanlık dışı ortam, benzer şekilde 2. Dünya Savaşı’nda da yaşandı. Milyonlarca insan ölümle yüz yüze geldi. 1. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan Türkiye temmuz 2016 Türkiye için önemi “G EÇMİŞİN ötekileri”, çocuklar ve kadınlardı aslında. Ekonomik hayatta ve aile yaşamında çok etkin olmalarına rağmen, 100 yıl öncesinin siyâsal ortamında maalesef aktör olmaktan çok figürandılar. Karar verici olarak erkeklerin kurguladığı hayatı, olayları ve işleri yaşayan birer figürandılar. Siyâsetin “ötekileriydi” çocuklar ve kadınlar. İslâm Peygamberi Hz. Muhammed’in çocuklar hakkındaki hoşgörüsü, kadınlar ve çocukların hukukuna verdiği değer ile toplumsal hayata yeni bir kitle olarak dâhil olmuşlardı kadınlar ve çocuklar. Bin 500 yıl öncesinin “ötekisi” bile olamayan ve diri diri gömülen kız çocuklarının ve alınıp satılan kadınlarının kaderi, Hz. Muhammed’in gelişiyle değişmişti. Allah’ın Kitabı Kur’ân-ı Kerîm’in anlattığı İslâm, tüm insanların (tabiî ki kadınlar ve çocuklar dâhil) hukukunu ve özellikle de zayıfın, mağdurun hukukunu korumaktaydı. İslâm, insan haklarının yanında tabiatın, hayvanların ve tüm canlıların haklarını da koruyan ve kollayan bir hukuk inşâ etmekteydi. Ancak sonraki zamanlarda cehâlet, toplumsal gelenekler ve savaşlarla sosyal ve siyâsal olaylar üzerinden bu değerlerin tüm dünyada ve insanlığın tamamında egemen olması mümkün olmamıştır. 96 Eskinin ötekisi olarak kadınlarımız ve çocuklarımızın Cumhuriyeti Devleti, tüm bu zor şartlara rağmen tarih boyunca “öteki” olmuş kadın ve çocuklar için çok önemli iki adım atmıştır. “Öteki” olmaktan “asıl aktör” olma yolunda elde edilen çok önemli kazanımlar, “kadınlar için seçme seçilme hakkı ve Medenî Kanun” gibi konular olurken, çocuklarımız içinse “23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” adıyla özel bir günün kendilerine ithaf edilmesi olmuştur. Bütün savaşların kaybedenleri çocuklar, yaşlılar ve kadınlardır. Her savaşta olduğu gibi, 1. Dünya Savaşı ve İstiklâl Savaşı süresince, Osmanlı Devleti ve milletinin döneme ait koca bir neslinin en eğitimli kadroları cephelerde şehit düşmüştür. Ancak yeni kurulan Cumhuriyet, bu kaybın farkında olarak yine en önemli gücü ve umudunun “dünün ötekisi ve mağduru” olan kadınlar ve çocuklar olduğunu görmüştür. “Küllerinden doğmak”, tam anlamıyla bu dönemde başarılmış, Osmanlı Devleti büyük bir yıkımın ardından, küllerinden “Türkiye Cumhuriyeti Devleti” olarak doğmuştur! Büyük bir milletin, savaş sonrası “yetim ve öksüz çocuklarını” devletin ve kendisinin geleceği olarak görmesi ve bu yönde farkındalık üretmesi, çok önemli bir devlet aklının varlığına işaret eder. İşte Türk devletlerinin en sonuncusu olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucu aklı, sınırlı sayıda insan kaynağını tüm unsurları ile birlikte en önemli gücü ve potansiyeli olarak görmüştür! Bu sebeple 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, dünün ötekisi ama geleceğin sahibi olan çocuklarımıza moral, neşe, umut ve heyecan aşılamıştır. Dünyada tek olmasıyla da son derece özgün ve yerli olan bu bayram, bu toprakların ve bu medeniyetin çocuk sevgisinin dışavurumudur. Ayrıca Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı ile topluma ve çocuklarımıza, yani geleceğin sahibi olan nesillere çok büyük bir emânetin sahibi oldukları mesajı da verilmiştir ki en önemli mesaj da burada saklıdır. Bu bayramla aslında millî iradenin, TBMM’nin, egemenlik hakkının kime ait olduğunun vurgusuna dikkat çekilmiştir. Öyle kuru kuru, “Çocukların da bir günü olsun” gibi sığ bir bakışın ürünü değil, tam aksine, son derece derinlikli, çocuklarımıza ve milletimize egemenlik hakkının sahibini hatırlatan özel bir gündür 23 Nisan. Bizlere, yani bugünün yetişkinlerine çocuklarımızın değerini hatırlatan bir gündür. “Eskinin ötekisinin” yönettiği bugünün Türkiye’si, çok şeyler başarmış ve geleceğe güvenle bakan bir Türkiye’dir. Sevgi ve saygılarımla… haberajanda Toplum >> Bizim için gelişmeleri takip etmek internet sâyesinde mümkün olabiliyordu. Aynı anda çok farklı kanallardan, birinin ak dediğine diğerinin kara dediği sitelerden takip etmek daha sağlıklı geliyorken bana, bir diğerine “Dünyadan haberi yok!” yorumu yaptırabiliyordu durumumuz. Nadire Çamlı Yıldırım [email protected] “Neydi bu kadar mühim olan?” diye düşündüm sonrasında. Birkaç kanalın haberi, yorumu, dünya algısını vermesiyle dünyam aydınlanacak, olan bitenden (hem de onca süzgeçten ve kadrajdan geçmiş hâli ile) haberdar olup her şeyi bildiğimi sanacağım... Bu bir kabullenme mi, hayat algısı mı, hayatta durduğu yerin garantisini görme ihtiyacı mı? Bir sürü şey söylenebilir sanırım, ama hakîkaten incelenmeye değer bir düşkünlüğümüz var haberi ve günceli takip etmeye duyduğumuz ihtiyacın. Özellikle çocuklarımdan kaynaklı şekilde zaman zaman güncelin ve gündemin uzağında kalmışlığım olsa da, bugünlerde sürenin uzamış olmasından belki de tekrar düşünüyorum bunu. Neden birileri olana bitene hâkim olamadığında, bir şeylerden habersiz kaldığında bir felâket olmuşçasına geriliyor, kendilerini eksik hissediyorlar? Sosyal medyadan uzak kalmak hâlâ anlaşılır değil pek çok arkadaşım için; ne anlaşılabilir, ne mümkün... Çok mu dolu dolu bir hayat yahut sosyal bir hayat mı yaşıyorlar bütün sosyal ağlarda yer alan arkadaşlarımız? Hayır, çoğunlukla değil! TV başından ayrılmayan onca insan, daha az izleyenlerden daha mı kültürlü oluyor? Çoğu zaman hayır! Kişisel dertleri yok, mâişetleri mükemmel olmalı? Hayır, çoğunun öyle de değil! Geldiğimiz noktayı anlatabiliyor muyum? Yaşamak değil göstermek, bilmek değil anlamak, duyumsamak değil duymak... Bugünün geldiğimiz nokta bu işte! Sosyal Gündemden uzak “S ULARA zehir koysalar haberiniz olmayacak! Deprem olsa en son siz duyarsınız!” diye eleştiriyordu bizi bir yakınım. Çocukları koruma adına onların yanında televizyon açılmayınca renkli kara kutu ve ondan gelebilecek karanlık, bizim eve açılmaz oldu. Eleştirinin kaynağı buydu. yorumlamaya çalışanlara sözüm yok ki… Onun bile ne denli yanıltıcı ve eksik olduğunun en iyi örneği, sızdırılan belgelerin ardından yaşananlardır sanırım. Ama CNN yahut Ülke TV izleyip her şeyi bildiğini sanmak, “Yan yana duran iki zıt, güncel gerçeği” demek bizim için sadece. “Yeni bir hükûmet kuruldu”, “Bugün îtibâriyle katilimiz yakalandı”, “Dünya futbolu sahada”, “Kılıçdaroğlu cehâlette zirve yapmaya devam ediyor”, “Terör ülkemde ve dünyada kan dökmeye devam ediyor”, “Trump, gerçek Amerika profilini ortaya koyuyor”, “Suriye’de savaşın bu yılsonunda da bitmeyeceği açıklanmış”... Kısacık bir sürede, günlerce konuşulan bir aylık onca gelişmenin neler olduğunu öğrenmek çok kolay işte! medya paylaşımlarının ne kadarının yenilen, içilen, gidildiği gösterilen yerlere ait olduğuna dair bir istatistik çıkarılsa sonuç nasıl olur sizce? Konforuna çok düşkün insanların dahi içindeki maceracı (!) ruhu yansıtmak için neler ettiklerini yine ancak bu kanallardan öğreniyoruz, değil mi? Eşyaya gerçek bir nüfûzumuzun olmadığından, hayatımızın hakîkate açılan anlamları giderek azaldığından sanırım bu hâlimiz. Gittikçe daha çok yaklaşıyorum bu fikre. Eskiden olsa sohbetlerin ana konusu gelişmeler, “İki lâf edebilmek için bile eksik kalmamak istiyor insanlar” der, geçerdim. Ama öyle böyle değil insanların kendileri gibi davranma- yan birini gördüğündeki tepkileri. Birkaç kişiye ünlü katilimizden yeni haberimin olduğunu söyleme gafletinde bulundum, bakışlarını görmeliydiniz! Oysa biliyoruz ki, bize yansıyan şeyler hangi perspektiften bakıldığına göre değişirler. Yakın tarihimize ilişkin pek çok olayın gerçekliği hâlâ ortaya çıkmamışken, bugüne dair her şeyi sadece haberleri izleyerek bildiğimizi sanmak, nasıl bir aldanma isteğinden ileri geliyor? Okuduğumuz tarih, eli kanlı Batı’nın, geçmişi daha dün olan süper güç ABD’nin istediği formatta, ya bugünün haberleri? Satır aralarını okumaya çalışarak, tüm dünyadan gelişmeleri yine dünya kanallarından takip ederek Bilmek çok kolay dostlar! Okumak, seyretmek hayli kolay! Bilginin doğruluğu ölçüsünde elbette… Ama ya hakîkatler? İşte en çok ihtiyacımız olan, hakîkat ve hikmete yaklaşmak! Bedenimizi oruç ile güçlendirdiğimiz, sınadığımız bugünlerde ruhumuzun dirençli olmasına, kendini ortaya koyabilmesine, anlamaya, hissetmeye en yakın olduğumuz günlerde bir de hikmete niyet edelim. Umulur ki aydınlanırız, umulur ki merhamete gark olur yüreklerimiz. Yûnusça bakıp hissetmek vaktidir şimdi! “İlim kendin bilmektir...” Bulunduğumuz hâlden hep daha iyiye olsun hâlimiz; aksini görmeye yok artık mecâlimiz! temmuz 2016 97 haberajanda Mercek Yezdigerd Hanedanının soyluları münafık birer sahte dindar olarak ülkelerine geri döndüler. Rutûbetli mahzenlerde toplantı üstüne toplantı yaparak kendi aralarında “Şuubiye” adını verdikleri bir gizli örgüt kurdular. Bu illegal örgütün amacı, “İran Şahlığı”nı yeniden diriltmek ve ebediyen söndürülen kutsal ateşi tekrar canlandırmaktı. Canla başla çalışmaya başladılar “Şuubî amaç” uğruna. Başarmak kolay değildi tabiî. Ama çok inatçıydı Şuubiler. Her fırsatı değerlendiriyor ve bu arada dindar Müslüman takiyyesini dibine kadar yapmaktan geri durmuyorlardı… Şuubiye’den Kandil katil erine KÖRÜKDAR VE ATEŞ H ENÜZ element sayısının 102 olmadığı zamanlarda, yüz yıl evvelki devirlerde, klasik fizik temel madde sayısını dört olarak sabitlemişti: Toprak, su, hava ve ateş… İçlerinden en çok, hayatın dört temel malzemesinden biri sayılan ateş önemsenirdi. Hatta “Bu yüzden kutsanırdı” da denilebilir. Bunun en başat misâli olarak İran kültürü bu kutsamayı zirveye taşımış ve ateşe perestiş eden bir din formatlamıştı: Mecûsilik… 98 temmuz 2016 >> Mevzubahis dine resmiyet kazandıran İranî imparatorluk ise Sasanilerdi ve ateşsever bu kavim, 400 yıl kendi coğrafyasında hükümran oldu. 350 yıl, “Ateşgede” adını verdikleri tapınaklarında kutsal ateşi biteviye yanar tutan “Ateşgidiler”, kutsallarının takvimler 570 yılını gösterdiğinde birdenbire söndüğünü, bununla da kalmayıp şahları Nuşirevan’ın sarayının fil ayaklarının paldır küldür yere yığıldığını gördüler de gözleri patladı. İmkânsızı yaşayarak şaşkınlığın zirvesine tırmandılar. Seydahmet Karamağralı [email protected] Kutlu Doğumun neden olduğu bir başka olay da Taberiye gölünün kurumasıydı. Aynı anda havada olağanüstü patlamalar, ışıklanmalar ve dalgalanmalar olmuştu. Yani hayatın ana unsurunu oluşturan dört temel element olan toprak, su, hava ve ateş, “Kutlu Bebeğin” dünyaya teşrifiyle hücrelerine kadar sarsılıyor, teslim oluyordu O’nun kutuna ve kutsal öğretisine. Böyle bir şey olamazdı, olmamalıydı… Ama olmuştu. Zira bütün bunlara sebep olan bir doğumdu. Adı “Yerde ve Gökte Övülmüş” anlamındaki “Muhammed” olan bir Kutlu Bebek dünyaya gelmişti. Dünya, yani arz, bu doğumun şiddetiyle zelzele geçiriyordu. Onun için Sasanilerin kutsalları birdenbire sönüyor, bununla kalmayıp şahları Nuşirevan’ın sarayının fil ayakları paldır küldür yere yığılıyordu. Olağanüstü bir hâl yaşanmaktaydı. Sadece Sasanilerin ateş ülkesinde değil, tüm dünyada ve semâda… Şah’ın tebaasını şaşkınlığa sevk eden ikinci ve son dalga, doğumdan tam 58 yıl sonra geldi. Bu arada Kutlu Çocuk büyümüş, zengin bir tüccar olmuş, yaşadığı kentin en zengin ve soylu hanımıyla evlenmişti. Vakit erince Hira mektebinde okumuş, Cibril Melek’e muhatap olmuş, vahiy almış, on üç yıl dinini vazetmiş, Mekke’den çıkartılınca komşu Medîne’ye hicret etmiş, can düşmanı müşriklerle kıran kırana savaşmış ve Arabistan’ı kaplayan bir “Müslümanlar Birliği” kurmuştu. Bu arada ülkesinin dört bir yanındaki imparator, kral, melik, emir ve şahlara da “dine çağrı” mektupları göndermiş olan Kutlu İnsan, Efendiler Efendisi, en büyük hakâreti “Mecûsi Şah”tan görmüştü. Şah, “Peygamber Nâmesi”ni okur okumaz sükûnetini koruyamamış, terbiyesini muhafaza edememiş ve çok sinirlenmişti. O öfkeyle “Kutlu Nâme”yi yırtarak kalan parçalarını asla zeval olunmaz mâsum bir elçinin yüzüne savurmuştu. Efendiler Efendisi, Şah’ın bu edepsizliğini duyunca, “Devleti parça parça olacak!” diyerek bir öngörüde bulunacaktı. Çok sürmedi, Efendimizin vefâtının ardından gelen iki yıllık Hz. Ebubekir hilâfetinin akabinde “Emirü’l-Mü’minîn” olan Hz. Ömer, Şah’ın ülkesini paramparça etti, tacına ve tahtına el koydu. Son Şah Yezdigerd, yurdunu yüzüstü bırakarak komşu Türk illerine kaçtı. Bir süre oralarda dolaştı. Bu arada kendine müttefikler aradı lâkin bulamadı. Bunun üzerine üzüntüsünden kahrolup gitti. Yezdigerd Hanedanının soyluları münafık birer sahte dindar olarak ülkelerine geri döndüler. Rutûbetli mahzenlerde toplantı üstüne toplantı yaparak kendi aralarında “Şuubiye” adını verdikleri bir gizli örgüt kurdular. Bu illegal örgütün amacı, “İran Şahlığı”nı yeniden diriltmek ve ebediyen söndürülen kutsal ateşi tekrar canlandırmaktı. Canla başla çalışmaya başladılar “Şuubî amaç” uğruna. Başarmak kolay değildi tabiî. Ama çok inatçıydı Şuubiler. Her fırsatı değerlendiriyor ve bu arada dindar Müslüman takiyyesini dibine kadar yapmaktan geri durmuyorlardı… Takiyyeci Münafık Şuubiyan, aradığı fırsatı kısmen de olsa Hz. Ali ile Muaviye çekişmesinde yakaladı. Ve getirip son ihlâs ve Tevhîd dini olan İslâmiyet’in ortasına yaktılar perestiş ettikleri ateşlerini. O ateşle, yüzyıllardan beri insanların îmanını göğündürmeye devam ediyorlar. Günümüzde ise hedeflerinde Sünnîlik var. Bu bağlamda Batı’yı da arkalarına almış durumdalar. Müttefiklerinin kışkırtmasıyla şimdilerde hedefe Türkiye’yi koyup ölümüne saldırılar gerçekleştiriyorlar. Hem de en süflî savaş yöntemi olan terörü kullanarak! Bizim için bu terör yuvalarının başında elbette “Kandil” gelmekte. Burası, İran-Irak sınırında bir dağ silsilesi… Kuş uçmaz, kervan geçmez bir tenha bölge… Burada soralım hemen: “Kandil’in patronu kim?” Tabiî ki bu soruya verilecek cevapta geçen adres tek değil elbette. Fakat cevapta sıralanan başkentlerin arasında “Tahran”, önemli bir alan işgâl etmekte. Özellikle 2011 yılından beri… 1999’dan îtibâren bölgenin hâmîsi durumundaki ABD “yallamak”taydı söz konusu tayfayı. Lâkin 2011 yılı îtibâriyle “Yankee”lerin Irak’tan çıkması îcâb etmişti. Çünkü sırada Suriye vardı. Bu sebeple Vaşington’un terk ettikleri arasında Kandil de vardı. Ancak kanlı “Alamut” dağı bir gün bile patronsuz kalmadı; İran, ordusuyla girdi bölgeye. Bir hafta süren operasyonun ardından, İranlı Kürtlerden müteşekkil PJAK kamplarının köküne kibrit suyu döktü ve Türkiyeli Kürtlerin oluşturduğu PKK’nın yeni patronu ilân etti kendisini. Dağda bulunan ve Suriyeli Kürtlerden mürekkep olan grubu da daha sonra “Rojova” adını alacak olan Kuzey Suriye arazisine yerleştirdi. Bizden söylemesi! temmuz 2016 99 haberajanda Toplum Köyden, sevdiğinden, eşinden, anne, baba ve çocuklarından gelen kaseti alan gurbetçi, kasetteki sesleri dinleyerek hasret giderir, özlemini bu şekilde dindirmeye çalışırdı. Daha sonra kendi de bir kaset kaydı yaparak hasret ve özlemini dile getirirdi. Üstelik her zaman bunu yapma imkânı yoktu. Eşler, çocuklar, anne ve babalar yılda bir kez gurbete gönderdikleri ciğerpareleri ile ancak iletişim kurabiliyordular. Bu nedenle özlem gibi duygular o yıllarda çok değerliydi. O yıllarda bu manzaralar sıkça yaşandığı için, hasret, özlem, gurbet gibi temalar şarkı sözlerinde çokça yer bulabiliyordu. “Halk edebiyatı bu temalar üzerine kuruluydu” dersek çok yanılmış olmayız sanırım. 100 temmuz 2016 Dijital yaşamın kıskacında gelişen dijital duygular ve insan İ LETİŞİM teknolojilerindeki gelişmeler, hayatımızı kolaylaştırma, işlerimizi hızlandırma ve sair konularda hayatımıza çok fazla pozitif şeyler kattı. Ancak gelişen bu kitle iletişim teknolojileri hayata yeni anlamlar yükledikleri gibi, bazı değerlerin ve duyguların da içeriklerini değiştirdi. Hatta bazılarının içini boşalttı, bazılarını sığlaştırdı ve başkalaştırdı. Yani kitle iletişim teknolojilerindeki gelişmeler hayatımıza çok şey kattığı kadar, çok şeyi de değiştirdi. >> Günümüzden 30 yıl önce, Anadolu’nun birçok yerindeki evlerde telefon az bulunurdu. Hele taşra ve köylerde ya hiç yoktu ya da sadece köy muhtarı veya bakkalında bulunurdu. O yıllarda ülkemiz bugünkü gibi kalkınmamış olduğu için köyden veya taşradan gurbete çıkan çok insan olurdu. Aylarca, hatta yıllarca gurbette kalanlar bulunurdu. Gurbetçilerimiz genellikle inşaatlarda çalışırlardı. İnşaatın bir odasına bir ranza, üzerine döşek serilir, o döşekte gecelenirdi. Bazen ranzasız olarak köşede bir yere serilen yataklarda uyunurdu. Öyle ki, aylarca, hatta yıllarca sevdiğini, çoluk çocuğunu, anne ve babasını göremeden, sesini duyamadan hayat mücadelesi verenler olurdu. Zor yaşam koşulları ve işlerin ağırlığından dolayı ailesinin medâr-ı mâişetini karşılamak için gurbete çıkan Anadolu insanının sılaya, anne babaya, eş ve çocuklarına özlemi çok derin olurdu. Çünkü içinde filizlenen özlemi, yüreğinde katmerleşen hasreti giderecek bir yol yoktu. Telefon olmadığı için aylarca anne, baba, eş ve çocuklarıyla konuşamayan pek çok çilekeş Anadolu insanı vardı. Köy bakkalında ya da muh- tarda telefon olanlar bir nebze de olsa şanslı idiler. Çünkü onlar 3-5 dakika da olsa yakınları ile hasret giderebilme, onların seslerini duyabilme imkânına sahip olabiliyordular. Ama o bile selâm ve hal hatır sormanın ötesine geçemiyordu. Zira bakkalda insan eşiyle ne konuşabilirdi ki? Fakat Anadolu insanı, bu imkânsızlıklar içerisinde bile bir çözüm bulmuştu. Günümüz genç neslinin pek bilmediği teyp kasetleri vardı o yıllarda. Günümüzün CD’leri, DVD’leri idi o kasetler. Genç Anadolu insanı, sevdiğine olan aşkını bu kasetlerle dile getirir, mâşukunun sevdiği şarkıları ve türküleri bu kasete doldurarak sevdiğine aşkını anlatırdı. Çok yerde, içindeki şarkı ve türkülerden dolayı eğlence aracıydı bu kasetler. Fakat Anadolu insanı için türkü/şarkı dinleme ve bir eğlence aracı olmaktan ziyâde, gurbete uğurladığı eşiyle, sılada bıraktığı çoluk çocuğuyla hasret giderebilme faydası vardı. Sılada olan, gurbete gönderdiği sevdiğine duyduğu hasreti bu kasetlerle gideriyordu. Gurbettekiler için de durum aynıydı. Bu kasetlere 60 veya 90 dakikalık ses kaydı yapılabiliyordu. İşte bu kasetlere anne, baba, eş ve çocuklar sırayla, gurbete uğurlanan kişiye hasreti dile getirerek kayıt yaparlardı. Kayıt yapılan bu kasetler gurbette olan kişinin yanına giden başka bir gurbetçiye emânet edilirdi. O gurbetçi de bu kaseti sahibine ulaştırırdı. Köyden, sevdiğinden, eşinden, anne, baba ve çocuklarından gelen kaseti alan gurbetçi, kasetteki sesleri dinleyerek hasret giderir, özlemini bu şekilde dindirmeye çalışırdı. Daha sonra kendi de bir kaset kaydı yaparak hasret ve özlemini dile getirirdi. Üstelik her zaman bunu yapma imkânı yoktu. Eşler, çocuklar, anne ve babalar yılda bir kez gurbete gönderdikleri ciğerpareleri ile ancak iletişim kurabiliyordular. Bu nedenle özlem gibi duygular o yıllarda çok değerliydi. O yıllarda bu manzaralar sıkça yaşandığı için, hasret, özlem, gurbet gibi temalar şarkı sözlerinde çokça yer bulabiliyordu. “Halk edebiyatı bu temalar üzerine kuruluydu” dersek çok yanılmış olmayız sanırım. Zaman içerisinde gelişen iletişim teknolojileri bu tür duyguların içini boşalttı. Çünkü artık insan birini özleyemez oldu. İnsan bir şeye hasret du- Aytekin Atasoyu [email protected] yamaz oldu. Çünkü bir şeye hasret kalmak için o şeyden uzak kalmak, bir şeye özlem duymak için o şeyden ırak olmak gerekliydi. Ama gelişen iletişim teknolojileri sâyesinde zaman ve mekân mefhumu ortadan kalktığı için insanlar bir şeye hasret duyamaz, bir şeyi özleyemez oldular. İnternet, cep telefonu, 5G teknolojisi, görüntülü konuşma gibi iletişim kanalları sâyesinde insan biriyle konuşmak istediğinde, biriyle görüşmek istediğinde ânında bunu yapabiliyor. Yani bir bakıma hasret ve özlemlerimiz anlık olarak ortaya çıkıyor ve ânında da giderilebiliyor. Bunun diğer bir anlamı şu: İnsanlar artık bu gibi duyguları ânında tüketebiliyorlar. “Ânı yaşamak” dedikleri şey belki de bu olsa gerek. Ânı yaşamaya başlayan insan, duygularını da ânında tüketme yoluna gidiyor. İnsanı insan yapan temel duyguların bu şekilde, anlık olarak tüketilmesi, insanın özünü tüketmesi anlamına da geliyor. Tekrar yukarıdaki örneğe dönecek olursak… İnsanlar, 60 dakikalık bir ses kaydıyla yaşadıkları hasret, özlem gibi duyguları aylara yayarak tüketirken, iletişim teknolojilerinde meydana gelen gelişmelerle birlikte aylarca tüketemedikleri duyguları ânında tüketir hâle geldiler. İnsan da, duygular da dijitalleşiyor İletişim teknolojilerindeki gelişmeler sadece duyguların sığlaşmasına sebebiyet vermedi. Aynı zamanda duy- guların da dijitalleşmesine neden oldu. Klasik iletişim yöntem ve araçlarının kullanıldığı dönemlerde dokunarak ve fiziksel temas kurarak iletişim kuran insanlar ve de dokunarak ve fiziksel temas kurarak oyun oynayan çocuklar hem kendi duygularını tanıyabiliyor, hem de fiziksel temas kurulan kişilerin duygularını anlayabiliyorlardı. Fiziksel teması asgarîye indiren iletişim teknolojilerindeki gelişmeler, kişilerin birbirleriyle olan duygusal bağların da kopmasına neden oldu. Büyükler artık tokalaşmadan, uzaktan bir baş hareketiyle birbirlerini selâmlarlarken, dijital iletişim teknolojileri ile büyüyenlerde Facebook gibi sanal iletişim ortamlarında birbirlerini dürterek selâmlaşıyorlar. Fiziksel temas kurmadan dijital oyunlarla büyüyen çocuklarda arkadaşlık, dostluk, yardımlaşma gibi duygular yerli yerinde olmayacaktır. Boş bir arsada oynanan futbol oyununda çelme takılıp düşen bir çocuğunu ayağa kaldırıp soyulan diz kapağına üfleyerek duyduğu acıyı hafifletmeye çalışan diğer çocuk, arkadaşlık ve yardımseverlik duygusunu bu fiziksel temaslarla keşfedecekken, dijital bir futbol oyunu oynayan çocuk, fiziksel temas kuramadığı için bundan mahrum kalacaktır. Dijital oyunlarla büyüyen bir çocuğun yardımlaşma, arkadaşlık ve ortak bir bilinç oluşturabilme duygusu, boş bir arsada futbol oynayan, mahalle aralarında fiziksel temas kurarak oyun oynayan bir çocuktan çok gerilerde kalacaktır. Aslında örnekleri çoğaltmak mümkün, fakat yukarıda bahsettiğim iki temel örnek bile iletişim teknolojilerindeki gelişmelerin -dikkatli olunmazsa- duygularıyla var olan ve duygularıyla kendileşen insanı ve insanlığı dijitalleştirecek bir forma sürükleyeceğini gösteriyor. Bunun önüne geçmek için dijital yaşamı olması gerektiği kadar hayatımıza entegre etmeliyiz. Aksi hâlde, bir zaman sonra sadece duygular değil, insanın kendisi de dijitalleşecektir. temmuz 2016 101 haberajanda Bilim Y AZININ hemen başında, bu çalışmanın insanoğlundaki “korku” duygusunun kökeniyle ilgili olduğunu söyleyelim. Birazdan ayrıntılarıyla bahsedeceğim çalışma 1920 yılında “The Journal of Experimental Psychology” dergisinde yayınlanana kadar, “korku” duygusunun kökenine ilişkin birbirine zıt birçok görüş ileri sürülmüş. olmadığı ve kamerayla kayıt altına alınan boş bir odaya alınmış. Odanın zeminine beyaz bir örtü serilip, Albert örtünün üzerine oturtulduktan sonra, düzeneği hazırlayanlar odayı terk etmişler. Odada yalnız başına bırakılan çocuğun yanına beyaz bir laboratuvar faresi salınıp nasıl bir davranış sergileyeceği izlenmiş. Albert’in fareden korkması bir yana, onu yakalamaya çalıştığı ve neşesinin yerinde olduğu belirlendikten sonra deneyin diğer aşamasına geçilmiş. *** >> “Korkuya” ilişkin ortaya konulan tartışmaların ana eksenindeki problemin kaynağında “korkunun sonradan edinilen şartlı bir refleks mi, yoksa doğuştan gelen koşulsuz bir dürtü mü olduğu” görülüyor. “Küçük Albert Deneyi” sonuçlarının konuya ilişkin tartışmaları sona erdirdiğini söyledikten sonra yavaş yavaş çalışmayı anlatmaya başlayayım. *** Asıl deneye geçilmeden önce, 8-9 aylık Albert’e birkaç duygusal test yapılmış. Çocuğa pamuk, beyaz fare, beyaz tavşan, yanan kâğıt parçaları, peruk ve maske gibi objeler gösterilip nasıl tepki verdiği değerlendirilmiş. Albert, gösterilen eşyalara karşı deneyi kurgulayanların “öngörüleri” doğrultusunda tepki vermiş. Çocuğun sözü edilen eşyalara karşı daha önceden koşullu bir şartlanması bulunmadığı için herhangi bir “korku davranışı” sergilemediği gözlenmiş. *** Deneyin ikinci aşamasında çocuk, içinde hiçbir eşyanın 102 temmuz 2016 Çalışmanın bu evresinde, bir tek fark hâriç, önceki uygulamanın aynısı gerçekleştirilmiş. Albert’in fareye her dokunuşunda, sesin nereden geldiği ona fark ettirilmeksizin, iki demir çubuk şiddetli biçimde birbirine vurularak rahatsız edici bir gürültü oluşturulmuş. Sesleri duyan çocuğun ürktüğü, ağladığı kayda geçilmiş. Devamında, ağlayan ve sakınma davranışı sergileyen çocuğun sakinleşmesi beklenip, yeniden fareye dokunmak istediğinde demir çubuklar birbirine vurularak ürkütülmesi sağlanmış. Son bahsettiğim işlem birkaç kere daha tekrar ettirildikten sonra sonlandırılmış. *** Birkaç gün sonra, çalışmanın geriye kalan kısmını tamamlamak için deneye devam edilmiş. Çocuk aynı deney odasına alınıp herhangi bir gürültü çıkarmaksızın, odaya öncekinde olduğu gibi beyaz fare salınmış. Albert’in beyaz fareyi görür görmez ona karşı irkilme davranışları sergilediği ve ağladığı gözlemlenmiş. *** Prof. Dr. Bünyami Ünal [email protected] “Çocuğun gelinen noktada sakınma ve korkma davranışı sergilemesinden daha doğal ne olabilir ki?” veya “Bu sonucu elde etmek için bir deney kurgulamaya neden ihtiyaç duyulsun ki?” dediğinizi duyar gibi olduğumdan, araya girip bir uyarı yapmam gerektiğini düşünüyorum. Haklısınız, Küçük Albert Deneyi “bu sonucu görmek için” kurgulanmamış. Tespit edilmeye çalışılan “davranışın” başka bir şey olduğunu, deneyin devam eden aşamalarından anlıyoruz. *** Çalışmanın son aşamasında küçük Albert’in, deneyin ilk günü temas ettirilen eşyalarla yeniden karşılaştırılması gerçekleştirilmiş. Hiçbir gürültü çıkarılmaksızın çocuğa pamuk gösterilmiş… Gözlenen tepki sakınma ve ağlama… Beyaz tavşan… Sergilenen davranış aynı… Beyaz olmayan diğer tüylü nesneler gösterildiğinde de çocuğun pamuk ve beyaz tavşana karşı sergilediği tutumu gösterdiği belirlenmiş. Vardıkları sonuçla yetinmeyen bilim adamları, beyaz sakallı ve tüylü kostümler giyerek odaya girdiklerinde Albert’in aynı refleksleri verdiğini görmüşler. *** Bir gün internette dolaşırken, rastlantısal olarak, biraz önce anlatmaya çalıştığım çalışma gözüme ilişti. İlgimi çekti ve bir solukta okudum. Deneyin kurgusu ve sonuçları sanki zihnime demir bir balyoz gibi indi. Yaşayıp tecrübe ettiğim birçok hâdiseyi yeniden değerlendirmem gerektiğini düşündüm: Ben kimden ve niçin “korkuyordum”? Birilerinden hangi sebeple “nefret” ediyordum? Bu “korku ve nefretimin” kökeni neydi? Bugüne kadar hangi tür “şartlandırmalara” mâruz bırakılmıştım? Bulduğum şeyin özeti, koskocaman bir “kandırılmışlık hissi ve hayâl kırıklığıydı”. Zihnimde oluşan birçok korku veya buna bağlı gelişen nefretlerimin neredeyse çoğunun gerçekle hiçbir ilişkisinin olmadığını fark ettikçe, içime engelleyemediğim bir irkilme hissi geldi. Hayatta herhangi bir temasım ol(a)mayan filanca ırka karşı nefretim veya filanca millete karşı hissettiğim korkularımı gözümde canlandırdıkça, bu defa da “korkularımdan korktum”. Hissettiğim yersiz nefretlerimden dolayı kendimden utandım. Başkalarının oyuncağı olduğuna karar verdiğim kendi “zihnimden” iğrendim. “Benlik saygım” sarsıldı. Her neyse… Kendi açımdan konuya ilişkin çetin bir yüzleşme yaşadıktan sonra, büyük oranda problemi çözdüm. Problemimin kalan kısmı ile mücadele etmeye devam ettiğimi söyleyip konunun bir başka yönü ile ilgilenme vaktimizin geldiğini düşünüyorum. *** Toplumlar “korku ve nefret” üzerinden kutuplaştırılıyorlar. Tıpkı Albert ve beyaz fare ilişkisinde olduğu gibi, milletin dikkati, özenli bir ustalıkla “seçilen bir odağa” yoğunlaştırılıyor. “Hedefe konulan odağa” ilişkin gündemler oluşturulup milletin projeksiyonları “seçilen kurbana” yöneltildiği an, basın veya benzeri araçlarla insanların zihninde “korku ve nefret” mekanizmalarını tetikleyecek “büyük bir gürültü” çıkartılıyor. Benzeri iş- lem defalarca tekrar ediliyor. Böylece insanların “seçilen odağa” karşı “olumsuz klasik şartlanmaları” gerçekleştirilmiş oluyor. Bundan sonrası basit! Yapılacak iş, milletin zihninde “klasik koşullanma” metodu ile kötülüğün merkezi olarak “kodlanmış olan odak (beyaz fare)” ve “seçilen kurbana benzer (beyaz tavşan)” diğer yapıların örtüştürülmesi… Sonrası, kendiliğinden ilerleyecek işlemler serisi… Milleti korkutmak için “beyaz sakallı” birini bile nazara vermek yeterli olacak! *** Çalışmaya ilişkin olarak yazarın öngörü ve tavsiyeleri Filan objeye karşı “şartlandırılan” kitleler, eğimi önceden dizayn edilmiş düzeneğin bir tarafına doğru yönlenirken, filan nesneye karşı “duyarlılaştırılan” kalabalıklar, başka bir tarafa savrulacaklar. Sonuç: Birbirinden “korkan” ve doğal olarak “nefret” eden kutuplaşmış topluluklar… “Abartmıyor musun?” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Eksik bile söylediğimi düşünüyorum. İşte ispatı! Sizce Batı dünyasında “İslâmofobi” nasıl oluşturuldu? Bu örnekte mi seni ikna etmedi? Hangi düşünce dünyasının ferdisin bilemiyorum; bildiğim, her birimizin diğerimizden “korkup nefret” ettiği… Sence bu olumsuz gerçeklik, öyle durup dururken mi oluştu? Yoksa küçük Albert’e yapılanlara benzer “sosyal psikoloji” denemelerine mi mâruz bırakıldık? Yok, “Bana kimse bunu yapamaz!” mı diyorsun? İradeni, tercihlerini kimsenin yönlendiremeyeceğini mi iddia ediyorsun? Kimden korkup kimden nefret etmen gerektiğine “özgür aklınla” mı karar verdiğini düşünüyorsun? Ben yine de bir daha “Düşün!” derim. *** Bir hatıramı anlatıp konuyu kapatma vakti geldi. Üniversite okuduğum yıllardı… Ahlâken doğru bulmadığım için, o güne kadar hiç “piyango bileti” almamıştım. Nedenini tam hatırlayamıyorum, “içimde kulağıma fısıldayan bir ses”, beni bilet almaya ikna etmişti. Evet, yapacaktım… Birkaç gün sonra, çarşıda dolaşırken bir büfe gördüm. Kararımı hayata geçirmek için harekete geçtim. Tam büfenin önüne gelmiştim ki, gözüm, orada asılı bulunan afişe takıldı. Afişte, ünlü bir sinema oyuncusu “piyango bileti” reklâmı yapıyordu. Reklâmdaki “İçindeki sese kulak ver!” sloganını fark edince, kendimi görünmez bir duvara toslamış gibi hissettim. Bu, “benim içimdeki sesti”! O an ya gördüğümü “verdiğim kararın metafizik teyidi” gibi kabul edip bilet alacaktım ya da beklenenin aksine davranacaktım… Birkaç saniyelik analizimin ardından bilet almaktan vazgeçtim! Gittiğim yoldan geri dönerken, “bana ait olduğunu sandığım sesin bile” birileri tarafından yönlendirilebileceğini düşünüyordum… temmuz 2016 103 SINEMA haberajanda SİNEMA 104 Acaba mahşerde en büyük ve en gerçek beyaz perdeyi mi göreceğiz? Ve en eski sinema kuramcısı Yaradan mı? Zamanı bize bir malzeme olarak sunan ve yanı sıra “malzeme olana malzeme olacak” kadar “düşebilen” bir algıyı da yaratan Allah, sinemaya nasıl bir rol biçmiş? Kâinatı “tasarlayan” O, sinemayı tasarlarken nasıl bir paye lütfetti, acaba? Senaryodan kıyamete: En büyük beyazperde temmuz 2016 Yeşim Tonbaz // [email protected] K IYAMET senaryosuyla doldurulan nice film, hayata dokunamadan geçip gidiyor bu dünyadan. Korkutmak üzerine kurulu bir kıyamet algısı, vahşi görüntülerle süslenmiş efekt şovlar, bir ettiğini bulma, bir karşılığını alma, bir pişmanlık çekme duygusundan bahsetmek şöyle dursun; kendi kıyametinden kaçan ve kendilerine kıyametten bir hayat devşiren “kahraman”lar türetti. Bu tür bir türeme elbette insanî bir üretimden çok uzaktır. Ne filmler gördüm, aslında öldüler! “28 Days Later”da insanlığı kıyamete götüren şey, bir laboratuvardan sızan virüstür. “2012” filminde Mayaların tutmayan kehanetinin ancak beyazperdede tutturulabilen uyarlamasını görürüz. Animasyon devreye girer bazen, “9” ismini alır ve ironik dille be- şer aklının sınırlarına hapsolmuş kıyamet algısının perişan hâline şahitlik ederiz. bir de zombiler var ki, evlere şenlik... “Zombieland”den “Shaun of the Dead”e uzanan ve peşinin gelmeyeceğini bildiğimiz filmler, yok olamayan insanlığın, insanlıktan çıkmışlığın kısır döngüsünde debelenir durur. Kıyamet dediğimiz olguyu dünya gezegeni ile sınırlı tutan tutarsızlık ile birçok film de kıyameti yaşamış yeryüzünden kaçıp yeni gezegen keşfetme ya da “yaratma” ile kendince çözüm bulur. “Planet of the Apes” evrim iddiasına secde edercesine dünyalık tapınağında tepinirken, “Deep Impact”te dev bir kuyrukluyıldız kıyameti elimize getirir. Aynı gedikten bahsederken “Armageddon”u anmamak olmaz. Yine meteor, yine kıyamet senaryosu... Kıyamet filmlerindeki mahşer sahnesi İlginçtir, bütün bu filmlerde kıyametinin ilk, dünyanın son gününü yaşama evresine gelenler ABD’lilerdir. Bize “Amerikan Rüyası”nı öğreten, kendi şehirlerimizden bîhaberken eyaletlerini ve kritik bölgelerini neredeyse ABD’li oranında bildiren bu filmlerde kurtarıcımız hep ABD’dir. ABD Başkanı, mutlaka ama mutlaka kendini feda etme merhalesinde tereddütsüz dünyayı kurtarma karşılığında gerekeni yapar. İdeal insandır zira ABD’li. İşgalci uzaylılardan katliamcı zombilere kadar her türlü düşmanın itina ile üstesinden gelir birkaç ABD askeri. Silahla değil de doğaüstü bir güçle sorun çözülecekse de mutlaka bir rahip ya da budist çıkagelir ve küresel sistemin inancını tazele- mek istercesine ritüelleri gerçekleştirir. Bu filmlerin en somut ortak yanı, bitişe yakın bir sahnedir. İstisnasız, hepsinde ABD’nin bir şehrinin yerle bir olmuş hâlinde toplanan yüz binlerce insan, aynı bölgenin yüksek bir yerinde mağrur ve dik duruşuyla onlara bakan kurtarıcısına biat eder. Bundan daha bariz tapınma ya da tanrılık tanımı olabilir mi? Mahşer günü denince zihnimizde canlanan ve bütün insanlık tarihinin mensuplarının bir arada bulunacağı devâsa düzlük resmi, bu filmlerin zihnimize kazıdığı görselle ne kadar da benzeşir! Hollywood’un kıyameti: Tanrı insana yenilir! Hollywood kalabalığındaki bu filmlerde kıyamete çok yaklaşılır ancak olmaz. İnsanoğlu oldurmaz. Tanrı’ya meydan okur insanlık ve yine Tanrı’ya karşı otoritesini ispat edercesine kıyameti yener! Oysa bir musibetten ziyade, bir hesap günü olan kıyamet, alt üst olan insanlığımızın, alt üst olan dünyanın tenhasında gizli-saklı, kıymetli, sevgili hiç bir şey kalmadan kendimizle yüzleşmenin günü olan kıyamet acaba en büyük ve en gerçek beyaz perdeyle yüzleşeceğimiz gün müdür? Ve en eski sinema kuramcısı Yaradan mı? Beşerî acizliğe mahkûm, en yaratıcısı zombi zımbırtısından başka bir şey olamayan kıyamet senaryolu filmlerden mülhem, sinemanın ne olduğu ve Müslümanlar tarafından nasıl algılanması gerektiği konusunu düşünmek lazım. İnsan, uzun süre düşündü- ğü bazı şeylerin nereye varacağını tahmin bile edemiyor. Geçmişte size saçma, saplantı gibi gelen garip tahayyüller ve zihin törpülerinin bir gün sinemaya varacağını nereden bilebilirsiniz ki? Bu dünyada yapıp/ettiklerimiz kaydediliyorsa, mahşer zamanı önümüze geldiğinde, en küçük iyiliğimiz de en küçük kötülüğümüz de yeniden resmedilecekse, bu nasıl olacak!? Hayâlinde resmedebilecekleri somut tecrübesiyle sınırlı olan bir beşer olarak aklıma sinema perdesinden başka bir şey gelmiyordu. Mahşerde sinema perdesi mi? Sinema adına Türkiye’de kuramsal olarak ciddi şekilde kafa yoran isimlerden olan Sadık Yalsızuçanlar, “Rüya Sineması” diye bir kavramı temellendirmek için defaatle yazılar neşretti. Bu yazıları “Rüya Sineması” adında bir kitapta da toplandı. Sanat sineması ve Müslümanların sinema algısının yerinden koparılarak hakkı ile yeniden oluşturulması adına büyük önemi olduğuna inandığım bu eserde Yalsızuçanlar, kafamı yıllarca meşgul eden sorularla ilgili Bediüzzaman Said Nursi’nin bir notunu aktarıyor. “İnsanın yapıp ettikleri nasıl bir hardal büyüklüğündeki belleğinde şifrelendiriliyorsa, levh-i mahfuzda da tüm evrenin öyküsü kaydedilmektedir” diyen Yalsızuçanlar, Mektubat’taki dikkat çeken şu notu aktarıyor: “Dar-ı saadet ve menzil-i saadet olan cennette dünyevi maceraların muhaveresi ve dünyevi hadisatın manzaraları bulunacaktır. İşte bu güzel mevcudatın bir an görünmesiyle kaybolması ve birbiri arkasından gelip geçmesi, menâzır-ı sermediyeyi teşkil etmek için bir fabrika destgahları hükmünde görünüyor. Mesela nasıl ki, ehl-i medeniyet fani vaziyet lere bir nevi temmuz 2016 105 haberajanda Sinema beka vermek ve ehl-i istikbale yadigar bı rakmak için güzel veya garip vaziyetlerin suretlerini alıp sinema perdeleriyle istikbale hediye ediyor. Aynen öyle de, şu mevcudat-ı bahariye ve dünyeviyede kısa bir hayat geçirdikten sonra onların Sani-i Hakimi, âlem-i bekaya ait gayelerini o âleme kaydetmekle...” Mahşerde, yapıpettiklerimizi tıpkı sinema perdesindeki gibi izleyecek oluşumuzun, bugün için sinemaya nasıl bir önem atfettiğine özellikle dikkat çekmek isterim. Şeklen ne kadar beyaz perdeye benzediği çok önemli değil. An- 106 temmuz 2016 cak sinema dediğimiz olgunun mahşerde bir araç olarak kullanılma ihtimali bile başlı başına heyecan verici bir durum. Müslümanların sinemaya bakışını yeniden gözden geçirmeleri için tek başına yeterli bir sebep. Zaman, sinemada tarzları ve dili belirleyen başlıca olgudur. Zamanı anlamaya ve resmetmeye çalışmanın ne kadar güç olduğu da böylece ortaya çıkıyor. Ve sanat sinemasını tercih edenlerin neye cesaret ettikleri de anlaşılıyor, zannedersem. Sinema, “mimesis” (yansıtma) yani doğadakini/olanı/olguyu filme almak kadar kof bir sanat tercihi ile icra edilirse, tü- ketim toplumunun iştahını kabarttıktan sonra sofrada meze olmaktan öteye geçemeyen ve tükenen olmaya mahkûmdur. Ve dönelim “mahşer-sinema ilişkisine”... Acaba mahşerde en büyük ve en gerçek beyaz perdeyi mi göreceğiz? Ve en eski sinema kuramcısı Yaradan mı? Zamanı bize bir malzeme olarak sunan ve yanı sıra “malzeme olana malzeme olacak” kadar “düşebilen” bir algıyı da yaratan Allah, sinemaya nasıl bir rol biçmiş? Kâinatı “tasarlayan” O, sinemayı tasarlarken nasıl bir paye lütfetti, acaba? Emin olun bunun bir öne- mi yok. Bütün bu bahsedilenler teşbihden ibaret de olabilir. Lakin insan düşünmekle mükellef. Sadece somut olan üzerine düşünmenin ne kadar geçici olduğunu, daha geçmeden anlıyorsunuz. Soyut olan ise Müslümanın asıl soru alanı olmalı. İşte bu sebeptendir ki sinema, eğlenceye/algıya/ zevke/nefse indirgenmemeli. Sırf bu yüzdendir ki sanata ve sinemaya burun kıvıran Müslüman, başını ellerinin arasına alıp yeniden düşünmeli. Sadece bu sebep bile Müslüman olan yapımcının elini taşın altına koymasının lütuf değil zaruret/görev olduğunu ifşâ eder. haberajanda Altyazı Abdulhamit Güler [email protected] >> Sözün güç olmaktan çıkıp silaha dönüştüğü ve sakıncalı alanların Makyevelist bir yapıyla mubah sayılarak genişlediği şu zamanda kelimenin namusunu korumak da mesele. Sık sık ortaya atılan bildiriler ile diri diri gömülen hakîkate şâhitlik ettik. Herkesin kendi doğrusu istikâmetinde bildiri yayımlaması, açıklama yapması, tarafını belli etmesi kadar doğal bir şey yok. Memlekette böyle yapılmasının önünde mânî de bulunmuyor. Fakat işin içine yalan girdi mi, orada durulmalı! Kimsenin, ama hiç kimsenin hakîkate leke düşürmeye hakkı yok! Böyle bir durumda hakîkatin hakkı ve kelimenin namusu için ses etmekse hepimizin vazîfesi. Hatırlarsınız, bin 128 akademisyenin ortak olmayacakları bir suç îcâd ederek yayımladıkları bildiri tam olarak buydu. Taraflı değil çarpık, hatalı değil yalanla dolu metindeki ifâdelere kısa zaman sonra sinemacılardan da destek verenler oldu. Ve sonra bu iki bildiriye karşı bir bildiri yayımlandı. Bildirilerin havada uçuşması bile memleketin ne kadar değiştiğinin ve diktatorya ithamının ne denli saçma olduğunun göstergesi. Bin 128 imza alan ve sonrasında 400 sinemacının desteklediği bildirideki en bâriz yalan, “devletin başta Kürt halkı olmak üzere bölge halklarının bilinçli bir şekilde katletmesi” idi. İnsan biraz utanır! 90’ların devleti olsa bunu söyleyebilecek miydiniz? Bu nasıl bir halk katletmektir ki, ölenlerin tamamına yakını PKK militanı… Ve bu nasıl bir devlet katliamıdır ki, hayatını kaybeden sivillerin çoğunun katili PKK… Roketle, havanla, ağır silahla ölen çocukların katili PKK’dan tek kelime ile söz etmeden, sadece ve sadece “devlet” adını verdiğiniz/bir türlü Değişmeyen bir deri: Hakîkati diri diri gömen bildiri İ NSANLIĞIN en kadim evrensel hakîkatlerinden biri “yalan” olsa gerek. Neyse ki var, yoksa doğruyu nereden bilecektik?! Eşya zıddı ile kaim. Düzenin Sahibine hamdolsun! gönderemediğiniz iktidarı katliamla suçlamak mı sizin aydın bakışınız? Ortak olmak istemediğiniz ve adına “suç” dediğiniz şeye “PKK ile mücadele” desek yeridir. Yersizliğinizin yeri tam da bu! Sur’da, Silvan’da, Nusaybin’de, Cizre’de, Silopi’de ve daha pek çok yerde hendekler açan, esnafı ve halkı tehdit ederek baskı altına alan, yüzlerce evi cephaneliğe çevirerek halkı tehlikeye atan PKK değilmiş gibi, yalan söyleyerek hedef saptırmayı vicdanınıza nasıl sığdırıyorsunuz? “Ambulansların yaralıları almasına engel olunuyor” yalanını sokağın başından ayrılmayan 2 ambulans yalanlarken hiç mi içiniz cız etmiyor? Avrupa’nın ortasında, Paris ve Brüksel’de sokağa çıkma yasakları günlerce uygulanıp sokaklarda askerler nöbet tutarken halk mağdur edilmiş olmuyor da teröristin bilinen adresine yönelik operasyon mu halka yönelik katliam sayılıyor? Tek derdiniz Erdoğan, hepimiz biliyoruz. Ve bu basit sancınızla daha uzun seneler yaşayacağınızı da… Ve bu bildiriye destek veren 400 sinemacı! Artık ezbere imzaladığınız bildirileri okuma zamanınız gelmedi mi? Birbirinize ve birilerine yaranma adına “sektör” adını verdiğiniz bir kısım emekçiyi mahalle baskısı ile yanınızda tutmanızın fayda vermeyeceğini ne zaman anlayacaksınız? Karşı bildirinin geç de olsa açıklanmış olması tam da bunun göstergesi, artık tekel değilsiniz! Bütün sinemacıları temsil etme iddiasıyla ortaya attığınız o saçma metin, sadece ve sadece sesi yüksek çıkan azınlığınıza ait. Sanatçının, her daim memleketinin sıcak gündemine karşı söyleyecek sözü olduğuna inananlardanım. Etliye sütlüye karışmadan, akmadan kokmadan yaşayan sanatçı olmaz. Öncelikle eseriyle konuşur. Sadece eseriyle de konuşabilir. Lâkin bildiri imzalamak da sanatçılar için doğru bir tercih olabilir. Bunda bir beis yok. Mesele şu ki, zaten yalana batmış dünyamızda bari sanatçılar dürüst olsunlar! Yalan yanlış bildirilere imza atmasınlar! Kimsenin ideoloji sahibi olması bizi ilgilendirmez; sanatına ve tavrına bunu yansıtması, doğruluktan sapması kabul edilemez! Sanatçının eli vicdanında olmaz. Zira sanat, zaten vicdan ile yapılır. Kalbi ve zihni ile sanat üreten insanın eserine ve söylemine yalan bulaşırsa, dünyayı kurtaracak hiçbir güç kalmaz. O yüzden -sesini her ne şekilde çıkaracak olursa olsun- şu ortamda (yangına su damlası taşıyan karınca misâli) hakîkate yardımcı olmalıyız. Hakîkatin bize ihtiyacı yok, biz ona muhtacız. Kendi elimizle inşâ edeceğimiz yalanla soslanmış çarpık putu birileri yarın acıktığında yerse açıkta kalan da biz oluruz. Bu metni ister bildiri kabul edin, ister serzeniş! Sadece ve sadece doğruya, dürüst olana ve hakîkate sahip çıkın! temmuz 2016 107 KITAP AJANDA Kitap Ajanda 108 Merhum Kabaklı Hoca’dan bir akım kaynağı: Temellerin Duruşması temmuz 2016 Sungur İnci // [email protected] “B U kitap, kendisinden bir yıl sonra doğduğum Cumhuriyetimize adanmıştır. Yakın tarihimizi yalan ve yanlış okutmanın felâketli çelişkileri ve millî birliğimizde yaptığı çatlak ortadadır. Önceki (Osmanlı) devletimizle, Türklüğün son ve sonsuz (ebed müddet) devlet olmasını dilediğimiz Cumhuriyet’in mânevî temelleri burada karşılaştırılacaktır. Türkiye’de esâsen başlamış bulunan restorasyon (onarım) çağına bu kitapta bazı fikir kapılarının açılmasına çalışılacaktır.” >> İşte böyle diyerek sunmuştu kendi yüzyılımıza kaynaklık edecek eserini merhum Ahmet Kabaklı Hoca. Atatürkçülük maskesiyle yapılan istismar ve zorbalıkları bütün çıplaklığıyla gözler önüne seren “Temellerin Duruşması”, halkı baskı altında tutmanın insan şeref ve haysiyetine tecavüz olduğunu vurguluyor. “Şeyhülmuharrirîn” unvanıyla Türk fikir ve sanat tarihinin ana akım unsurlarını kurumsal çerçevelerle süsleyen Ahmet Kabaklı’nın bu şaheseri, birbirini tamamlayan iki ciltten oluşuyor. Önsöz veya bir takdim yerine “Birkaç Cümle” başlığıyla en öne yerleştirilen iki sayfalık not, merhum Kabaklı Hoca’nın, bu ülkenin nasıl bugünlere geldiğini bilmeyen ve kaba, kulaktan dolma dogmalarla sıkıştırılan yeni nesline net çağrılarda bulunuyor. “Büyük emeklerle ancak üç yılda çıkardığımız bu kitap, yakın tarihimizi yanlış aksettiren bazı kaba yalanları gidermek, doğruları araştırma fikrini milletimize arz etmek maksadıyla yazıldı. Nitekim Temellerin Duruşması, bulabildiğimiz belgeler, okuyabildiğimiz kitaplar ışığında yakın tarihimize tutmaya çalıştığımız bir meşaledir. Bu yolda yazılması beklenecek doğrucu ve ‘objektif’ kitapların ilkidir. Her türlü taassuba ve gerçek korkusuna karşı Allah ve millet huzurunda söylemeyi vicdan borcu bildiğimiz gerçeklerdir. (…) İlim çağında ve demokrasi iddiasında olan Türkiye’nin yalan ve menfaat karanlığına daha fazla terk edilmesi, ona zulümdür. Türk milletinin geleceğe dönük bütün tasarıları, halkçılığı, insancılığı, ahlâkı, kalkınması, ancak yakın ve uzak tarihimizi tanımamız sâyesinde gerçekleşir.” Unutulmaması ve üzerine sürekli tahlillerin yapılması gereken Temellerin Duruşması, Cumhuriyet’in 66’ncı yıldönümünde (1989) okura sunulmuş olmasına rağmen, hâlen tartışılan günümüz fikriyatına önemli veriler aktarıyor. O başlıklardan ikisini buraya not edelim… CHP ölü yıkayıcısı arıyor “İmam-hatip okullarını 1949’da yeniden açan devrin Millî Eğilim Bakanı Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu, 25 yıl sonra bu yeniden açışı söyle yazmaktadır: ‘1946 seçim kampanyasından çoklukla seçilip gelen CHP milletvekilleri bozuktular. Parti, ilk defa milletten bir zılgıt yemiş, sarsılmıştı. Uzun bir tek parti devrinin biriktirdiği hoşnutsuzluk yaygındı. Denilebilir ki, ‘Halkın bir numaralı yakınması, din hizmetleri ve din öğretimi bahsindeydi’. Vatandaş, ‘Ölü yıkayacak adam bulamıyorum’ diyordu. İmam-hatip mektepleri kapatılmış, uzun yıllar din adamı yetişmez olmuştu. Beş âyet ezberleyen din adamı geçiniyor, onlara da ‘hademe-i hayrat’ adı veriliyordu. Nihâyet, uzun yıllardan beri okullarımızda din öğretimi yoktu. İşte bu bahiste, 1946 seçimlerinden sonra CHP Meclis Grubu ürkmüş, âdetâ paniklemiş görünüyordu. Mutlaka bir şeyler yapılmalı idi. Yoksa millet rey vermeyecekti. İlk teşebbüs, Meclis’teki eski adamlarından geldi. Başta Raif Hoca, Fatin Hoca, Rasih Hoca ve onlara katılan Hamdullah Suphi Bey ve arkadaşları bir kanun teklifi getirdiler. Burada din eğitiminin iâdesi ile birlikte medreselerin yeniden açılması yönünde hükümler vardı. Oysa bu hususta Cumhurbaşkanı İnönü suskundu. Recep Peker hükûmeti ise zaten demokrasiye, dolayısıyla bu türlü tedbirlere taraftar değildi. Ancak grupta rahatsızlık artıyordu. Çünkü Demokrat Parti, Meclis’te üzerine varmamakla beraber, halk arasında bu konuda geniş tahrikler yapmakta idi. Grup yeniden toplandı. Geniş bir komisyon kurularak ilkokulların son iki sınıfında din dersi okutulması, imam-hatip okullarının açılması, Ankara’ya İlâhiyat Fakültesi kurulması, Türk büyüklerine ait türbelerin ziyarete açılması kararları alındı.’” Halide Edib Adıvar’ın laiklik üzerine bir hatırası “Edinburg Muharirler Kongresi’nde bizimle çok alâkadar ve çok kuvvetli Hıristiyan ve dindar olan biri demişti ki, ‘Sizdeki laisizm, nihâyet İslâm dinini kaldıracak ve hepiniz Hıristiyan olacaksınız’. Ben gülerek, ‘Müslümanların Hıristiyan olmaya ihtiyaçları yoktur. Çünkü Hıristiyanlığın insanî yüksek tarafı esâsen İslâm’da da vardır’ demiştim. O da dedi ki, ‘Laisizm, ruhunu İncil’deki bir hikâye ile ifâde eder. Musevilerin sofu ve riyakâr bir zümresi olan Phariseeler, Museviliği yıktığına inandıkları ve düşman bildikleri İsa’nın ayağını kaydırmak ve onu Romalılara yok ettirmek maksadıyla ona ajanlar gönderiyorlardı. Bunlardan biri Hz. İsa’ya, ‘Sen doğru bir adamsın efendim, insanlara Allah’ın yolunu gösteriyorsun. Bu hâlde Sezar’a (Kayser’e, Roma hükümdarına) vergi vermek doğru mudur?’ diye sormuştu. İsa, ‘Vergi parasını bana gösterin’ demiş, sonra da Sezar’ın resmini işaret ederek, ‘Sezar’ınkini Sezar’a, Allah’ınkini Allah’a verin!’ demişti. Bana öyle geliyor ki hanımefendi, siz Türkler, laisizmi yaparken yalnız Sezar’ınkini değil, Allah’ınkini de Sezar’a verdiniz!’…” NÖROFİNANS: Küresel Para Savaşları ve Davranış Ekonomisi Dr. Ramazan Kurtoğlu “KÜRESEL para savaşları”, 2008 Wall Street merkezli küresel mâlî krizin küresel ekonomiyi getirdiği noktayı en iyi anlatan tanım. Amerikan ordusu, Mart 2009’dan îtibâren 60 ekonomi ve finans uzmanının rehberliğinde küresel finans savaşı tatbikatı yapıyor. Gelecek 20 yılda önce kur savaşları, ticaret savaşları ve topyekûn küresel bir finans savaşı ile birlikte konvansiyonel silahların kullanıldığı bir savaş ihtimâli hayli yüksek. Vahiy dinleri, mitolojik dinler ve seküler dinlerin inananları ütopik “Yeni Dünya Düzeni” projesi için para oyunlarıyla dönüştürülmeye çalışılıyor. Bilime dayandıkları iddiasındaki komünizm ve Nazizm ile başarılamayan, “dünyanın tek bir yönetim biçimi ve ekonomik düzende -evrensel demokrasi ya da küresel serbest piyasa- birleşeceğini öne süren -soldan sağa evirilen- yeni muhafazakâr teoriler ile varlığını sürdürüyor. John Gray’in dediği gibi, “İnsanlığın yeni bir çağ eşiğinde olduğu yolundaki bu inanç her ne kadar sosyal bilimler kisvesi altında sunulduysa da basbayağı çok eski çağlara dayanan apokaliptik inançların en son biçimidir”. Açıkçası “finansal Armageddon” ile post-apokaliptik bir cennet vaat ediliyor. temmuz 2016 109 Kitap Ajanda Sudan Sebepler: Türkiye’de Neoliberal ŞEHİRLER Su/Enerji Politikaları ve Direnişleri MEDENİYETLER VE Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu “Ş EHİRLERİN kaderi, tarihî akış içinde ait oldukları medeniyetlerin kaderi ile özdeştir. Bu bağlamda medeniyetler ile şehirler arasındaki ilişkiyi ele alan bu kitabın temel kavramı ‘eksen şehirler’dir. ‘etkileşim şehirleri’, ‘dönüşen/dönüştüren şehirler’… Medeniyetlerin yükseliş ve düşüş tarihlerinin mihenk taşlarını oluşturan bu şehirler, bazen mimarî formda veya mûsikînin ritminde, bazen entelektüel geleneğin sürekliliğinde ya da ticaret yolları üzerindeki bereketli bir pazarda ve bazen de politik düzenin merkezinde durarak medeniyet parametrelerinin tarihî gerçeklik içinde zaman ve mekâna yansımasını sağlarlar. Bu bakımdan eksen şehirler, diğer tasniflerin tamamına yol gösterir: ‘Medeniyete öncü kurucu şehirler’, ‘medeniyet tarafından kurulan şehirler’, ‘aktarılan şehirler’, ‘hayalet şehirler’, ‘tasfiye edilen şehirler’, 110 temmuz 2016 Medeniyetler ve Şehirler’in ilk bölümü, ilerleyen bölümlerindeki teorik tahlillerin arka plânını oluşturan, daha önce gidip gördüğüm ve bizzat tecrübe ederek hissettiğim şehirlerin bendeki izlerini yansıtmaktadır. İkinci bölümde, Weber’in kavramsallaştırmaları çerçevesinde dünya şehir tarihi yazımının kritik bir değerlendirmesi yapılmaktadır. Üçüncü bölümde, aynı zamanda kitabın da adını taşıyan ‘medeniyetler ve şehirler’ arasındaki ilişki, yukarıdaki tasnif çerçevesinde dokuz başlık altında incelenmektedir. Her kitabın kendine has bir zihnî serüveni vardır. Gözlem ya da tahayyül ile başlayan, sorularla açılan, analizlerle parçalara ayrılarak derinleşen ve açıklayıcı kavramsal/teorik çerçevelerle bütünleşerek ete kemiğe bürünen ya da kelâma/yazıya dökülen bir zihnî serüven... Medeniyetler ve Şehirler, böylesi bütüncül bir zihnî serüvenin parçası olarak görüldüğünde gerçek anlamına kavuşacaktır.” (Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu) Kolektif İLK kez 1990’lı yılların ikinci yarısında Bergama ve Artvin Cerrattepe’de siyanürlü altın madenciliğine karşı gelişen mücadeleler ile görünürlük kazanan yerel çevre hareketleri, son 10 yılda talepleri, yöntemleri, mekânsal dağılımı ve bileşenlerinin niteliği îtibâriyle olağanüstü bir çeşitliliğe ulaştı. Nükleer, termik ve rüzgâr santrallerinden taş ve mermer ocaklarına, yol, tünel ya da elektrik iletim hattı inşaatlarından ormanlık alanların îmara açılmasına dek neredeyse her gün, en az bir projenin yeni bir protesto ya da dâvâya konu olmasına tanığız. Vadi vadi, kasaba kasaba, hatta köy köy örgütlenen “yaşam alanı savucunuları”, 2000’lerin başından beri doğanın ve müştereklerin daha önce görülmemiş ölçüde piyasa ilişkilerine açılmasının toplumsal, ekolojik ve ekonomik etkilerine direniyor. Sudan Sebepler, bu sürecin bir kolunu neoliberal su/enerji politikalarının ekopolitiğini ve hidroelektrik santralleri (HES) ile büyük barajlara karşı yirmi yıla yakın bir zamandır sürmekte olan mücadele deneyimlerini şekillendiren saikleri, süreçleri ve fâilleri birçok boyutuyla kayda geçirmeyi hedefliyor. Doğu Karadeniz’den Hasankeyf’e, Ege’den Munzur vadisine uzanıyor, Türkiye taşrası ve kırsalının hangi “sudan sebepler” nedeniyle ayağa kalktığını sorarak devlet, toplumsal mücadeleler ve iktisat arasındaki açık çatışma noktalarını gözler önüne seriyor. Fikret Adaman, Meral Akbaş, Bengi Akbulut, Mustafa Akçınar, Cemil Aksu, Murat Arsel, Özlem Aslan, Mehmet Bozok, Nihan Bozok, Atakan Büke, Dilşa Deniz, Zeynep Ceren Eren, Sinan Erensü, Erdem Evren, Ahmet Kerim Gültekin, Arif Cem Gündoğan, Mine Işlar, Akgün İlhan, Alp Yücel Kaya, Umut Kocagöz, Sıla Pelin Oğuz, Yakup Şekip Okumuşoğlu, Fevzi Özlüer, Caterina Scaramelli, Ethemcan Turhan ve Özge Yaka’nın katkılarıyla. (Gezi Parkı eylemleri üzerinden piyasaya sürülen kışkırtıcı kitapların diğer tarafta yankı bulmadığını bilince, bu tür entelektüel yaklaşımların üçüncü bir yol oluşturabileceğini düşünmemek elde değil.) ORTA ASYA’NIN STRATEJİK SULARI Dursun Yıldız DÜNYANIN özellikle su sıkıntısı olan bölgelerinde su kaynaklarının stratejik önemi artmaktadır. Orta Asya’daki Aral gölü havzası, bu önemin arttığı bölgelerden biridir. Bu nedenle bölgenin petrol ve doğalgaz rezervlerinin yanı sıra stratejik suları da ilgi odağı olmuştur. Orta Asya’nın su kaynakları ve su sorunları, iki kitaplık bu çalışmada incelenmiş ve bölgenin jeopolitiğindeki değişme ve bu havzadaki su kaynakları kapsamlı olarak ele alınmıştır. Sungur İnci R A F T A K İ L E R MÜHRÜN GÜCÜ TAŞLAR Necati Gültepe YERİNE OTURDU Talha Uğurluel BU kitap, Osmanlı Devleti’nin sevk-idare ve yönetim tekniği (bürokrasisi) üzerine bir incelemedir. Osmanlı bürokrasisi, kendinden önceki Türk-İslâm devlet yönetimlerinin asırlarca süren birikimlerinin özetidir. Osmanlılar bu birikimle üç kıtada 20 milyon kilometrekarelik coğrafya üzerinde, sonradan içinden kırk ayrı devlet çıkmış, farklı din, dil ve etnisiteye sahip milletler topluluğunu 600 yıl başarı ile yönetmişlerdir. Kitapta yönetim tekniğini, yani bürokrasiyi formüle eden onlarca belgenin analiz ve açılımları yapılarak bu sırlı oluşum çözümlenmeye ve anlaşılır hâle getirilmeye çalışılmıştır. Yönetimin ve yönetimle ilgili teşkilatın mihenk taşı, kamu görevi yapan bürokrasi içinde yetişmiş, bugün “memur” diye bazen küçümseyerek baktığımız kâtiptir. Kâtip, Osmanlı bürokrasisinin temeli, devlet adamı modelinin prototipidir. Kâtiplik, geçmişte devlet yönetiminin her alanında aranan geçerli tek kariyerdir. Eski büyük tarihçiler, “Devletlerin kuruluş ve kriz dönemlerinde ehl-i seyf (askerî sınıf) öne geçerse de devleti ayakta tutan asıl zümre ehl-i kalemdir” derler. Ehl-i kalem, yani bürokrat sınıf, her işi, her resmî eylemi kanunlar ve gelenekler çerçevesinde, sıkı bir hiyerarşik disiplinle kayda geçiren, devlet işlerini kanunlara, evraka ve kayıtlara istinâden yürüten ve nesilden nesle aktaran zümredir. İşte bunlar hakkında ilgililerin faydalanacakları ve belki de hayranlık duyacakları bol malzemeli bu çalışma, meraklısına arz ediliyor. BİZE hep aynı masalları anlatarak kendi kültürümüze uzak durmamızı sağladılar. “Orta Asya’da çobanlık yapıyor, ata biniyor, koyun güdüyor, çadırda yaşıyordunuz. Tamam, iyi savaşıyordunuz ama yağmacıydınız, kültürsüzdünüz, medeniyetten uzaktınız, heykelleriniz, balballarınız, kurganlarınız vardı ama bunlar hep geçici oldu, kalıcı bir şey bırakamadınız” dediler ve bu göçebe edebiyatını Anadolu’ya göç sürecine bağladılar. Hatta “Anadolu’ya geldiklerinde doğru dürüst İslâm’ı bile bilmeyen yarı Şamanist bir duruşları vardı” dediler. Bunun gibi, sonu gelmeyen iftira ve iddialara lâf kalabalığı ile cevap vermeye gerek yoktur. Onlara verilecek en güzel cevap, bizim hem Orta Asya, hem de Anadolu’da ortaya koyduğumuz eserlerdir. “Çadırda yaşadığınız için taş ile hiçbir işiniz olmadı” diyenlere inat, devâsâ bir medeniyetin yapılarıyla kapı gibi cevabımız olsun istedik. “Taşlar Yerine Oturdu” adlı eser, Talha Uğurluel’in ilk sanat tarihi kitabı özelliğini taşımakta. Taşın hayatımızdaki yerini ve taşı ruhlarıyla yontan atalarımızın eserleri bu kitapta en etkili şekilde ortaya koymaya çalışıldı. Bu Delileri Bir Araya GetCeyhunirmeyecekt i n i z Bozkurt, Mete Yarar ÜLKEMİZ ve bölgemizdeki gelişmelerin büyüttüğü ve âdetâ devlet yapılanmasına bürünen bir terör örgütü, Güneydoğu Anadolu topraklarını kopartmak için son hamlesini yaptı. Şehir merkezleri cehenneme dönerken, 500’e yakın şehit verdiğimiz bir mücadelenin içinde bulduk kendimizi. Terör örgütü, hiç bilinmeyen yöntemlerle saldırıyor, güvenlik güçlerimiz bu saldırılara karşılık veriyordu. Peki, örgüt silahları nereden getirmişti? Saldırı taktikleri neydi? Arkasındaki güçler hangileriydi? Kitabımızda bu sorulara yanıt aradık, ancak bu kitabı yazdıran, mücadelenin kahramanları oldu. Onları sadece şehâdet mertebesine ulaştıklarında, televizyonda geçen altyazılardan tanıdık. Oysa orada vatan vardı. Orada aşklar, sevinçler, hüzünler vardı. Orada Seyit Onbaşı, Kambur Kerim, Bedir’in Aslanları, Ulubatlı Hasan, Attila, Mete Han, Alparslan, Fatih Sultan Mehmet, Mustafa Kemal Atatürk ve bütün tarihimiz vardı. Orada babalarını asker selâmıyla son yolculuğuna uğurlayan sınıf arkadaşlarımız Yusuf, Ahmet, Efe, Sevcan, Ertan, Halenur ve daha nicesi vardı. Orada eşlerini “Vatan sağ olsun!” diyerek ebediyete uğurlayan komşumuz Ayşe Koca, Birgül Uygun, Özlem Efiloğlu, Kadriye Düzova, Pınar Özdemir, Sibel Kulaksız ve daha niceleri vardı. Orada evinin önüne barikat kurulan, silahla esir edilen, güvenlik güçlerinin önüne siper olan Ahmet Amca, Bekir Dede, Kürt Mehmet, Berivan, Rojda vardı. Orada insan vardı… Bu kitap, o insanların birer altyazı değil, ana, baba, kardeş, akraba, komşu, hemşeri olduğunu anlatmak için, vatanı ve milleti delicesine seven insanlar için yazıldı. “Şehitler tepesi boş değil,/ Toprağını kahramanlar bekliyor./ Ve bir bayrak, dalgalanmak için/ Rüzgâr bekliyor!” (Arif Nihat Asya) temmuz 2016 111 haberajanda Karikatür 112 temmuz 2016 Ahmet Yozgat - [email protected]