Balkon - 2011 / Sayı 1 - SİLİVRİ - Prof Dr. Fuat Sezgin Fen Lisesi

Transkript

Balkon - 2011 / Sayı 1 - SİLİVRİ - Prof Dr. Fuat Sezgin Fen Lisesi
Balkon

2011/ SAYI 1
İnsan, kendini yalnızca insanda tanır…
PROF. DR. FUAT SEZGİN FEN LİSESİ YAYINIDIR
- İSTANBUL SAHNESİ ( Aylin ARSLAN )
- NE OLUYOR BİZE?
( Nesibe KIRIŞ )
- PORSELEN MASKENİN ALTINDAKİLER
( H.Dilara BAYRAKTAR )
- GERÇEK HOŞGÖRÜ
( Elçin BABAOĞLU )
-TÜRKÇEMİZ “TURKCHE”LEŞMESİN !!!
( Merve AKPINAR )
- ÇİKOLATA İLE İLGİLİ TATLI
GERÇEKLER ( Ayça EVLİ )
- ÇÖZÜLEMEYEN MATEMATİK
SORULARI ( Ömer GÖKÇEOĞLU )
Gerçek, Kurgu’dan daha acayiptir, çünkü Kurgu, olabilirlikleri gözetmek
durumundadır; Gerçeğin öyle bir zorunluluğu yoktur.
Mark Twain
İÇİNDEKİLER
BALKON
- Dergimiz ticari bir yayın değildir.
NELER OLUYOR BİZE? –(NESİBE KIRIŞ)- 4
- Dergimizin çıkmasını istiyorsanız bir sonraki
sayıya ürün gönderin.
- Bütün amatörlükler bizdendir.
İSATANBUL SAHNESİ-( AYLİN ARSLAN) -4
HEDEFE PROGRAM…. ( BERFİN ALKAN ) – 5
GÜNLÜK HAYAT – ( KÜBRA BEKTAŞ ) – 6
İMTİYAZ SAHİBİ:
OKUL MÜDÜRÜ
Behcet ASLAN
ŞİİR – ( EMRE KÜRŞAT ÖRSEL )—6
GERÇEK HOŞGÖRÜ – ( ELÇİN BABAOĞLU)- 7
BALKON- ( BETÜL KALKAN ) – 8
TÜRKÇEMİZ UYARI VERİYOR
- ( MERVE AKPINAR ) – 9
ÇİKOLATA İLE İLGİLİ TATLI GERÇEKLER
- ( AYÇA EVLİ )- 10
SORUMLUSU:
Fatih KUTLUOĞLU
Okul Müdür Yardımcısı
EDİTÖR:
Nesibe KIRIŞ
DİZGİ TASARIM :
Fatih KUTLUOĞLU
BÜYÜK CAN DEDİ Kİ : -( NESİBE KIRIŞ )- 11
PORSELEN MASKENİN ALTINDAKİLER
-( HATİCE DİLARA BAYRAKTAR ) 12,13,14,15,16,17
BUNLARI OKUMADAN… -18
KARAKALEM:
Makbule UNUTKAN
Ezgi Özcan
Elçin BABAOĞLU
Merve AKPINAR
ÇÖZÜLEMEYEN MATEMATİK SORULARI- ( ÖMER GÖKÇEOĞLU ) - 19
BASKI :
BEK – İŞ MATBAACILIK
balkon 2
Değerli Okuyucularımız !
Prof. Dr. Fuat Sezgin Fen Lisesi olarak dergimizin ilk sayısını çıkarmanın heyecanı
içerisindeyiz. Sadece 52 kişi olan biz 9. Sınıflar bu ilk sayıda, ciddi bir çalışmada elbette
acemilikler yapmadık değil. Evet bu dergi bizim ilk göz ağrımız olacak ve bu yüzden
titiz bir şekilde yazıları değerlendirdik. Ve sonuç olarak işte ilk sayımız elinizde.
Neden Balkon?
Beklenen soru buydu beklide. Balkon dendiğinde sizin aklınıza ne geldiğini
bilmiyorum ama Balkon bizim için çok özel bir kelime ve her duyduğumuzda değişik
duygular çağrıştırıyor bizde. Balkon şiiri bizim II. Yeni ile ilk tanıştığımız şiir. Kafa
yorarak yorumlamaya çalıştığımız ilk şiir diyebilirim. Derginin adı konusunda inanın
çok düşündük iki sınıf arasında münakaşalar oldu. Haftalar sonra Ömer arkadaşımız
“Dergimizin adı ‘Balkon’ olsun.” dedi. O an herkes kabul etti. Kimse itiraz etmedi. Bu
şiir bizde çok güzel anılara yer açtı umarız siz okuyucular için de hoş bir anı olarak
kalır.
Dergimizde emeği geçen tüm arkadaşlara başta Müdürümüz Behcet ASLAN ,
Edebiyat öğretmenimiz Fatih KUTLUOĞLU olmak üzere diğer tüm öğretmenlerimize
çok teşekkür ediyorum.
Umarım ilk sayımız hepimizin beklediği ilgiye mazhar olur.
* * *
EDİTÖR
BALKON 3
NELER OLUYOR BİZE ?
Geçen gün bir yazardan “Neler oluyor bize ?” Başlıklı yazıyı
okudum.Beni gerçekten çok etkiledi. Gerçekten neler oluyor
bize ? Çok saçma bir hal almamış mıydı ülkemiz; insanlar,
aileler, bozulmamış mıydık? Gazetelerde artık doğru dürüst
haberler okuyamaz olduk, ailemiz süzgeçten geçiriyor biz
okuyoruz. En azından bazı ailelerde durum bu. Sürekli cinayet
haberleri, Genç insanların intiharları,isyanlar,tacizler. Filistin
İsrail çekişmeleri Arap ülkelerinin iç karışıklıkları. İnsanların
– kadınların – haklarına karşı olan saygısızlıklar. Mitinglerde
atılan
yumurtalar,ayakkabılar,Küfürler
saldırılar.Terörist
olayları aynı ülkeden olduklarını bir türlü kabul edemeyen
teröristlerin kendi ülkelerinde ki insanları öldürmek istemeleri.
Taksim meydanında ki bombalı saldırılar. Aile bireylerinin
kendi kardeşlerini annesini, babasını eşini bıçaklamaları. Ve
daha aklıma gelmeyen bir çok olay daha .!
Bunların çıkış nedenleri neydi ? Neden insanlar artık rahatlıkla
kimseye güvenemiyor. Neden gittikçe bölünür olmuştuk. Artık
ailelerimizin bir eli telefonda “Kızım okula gidince beni çaldır ,
dershaneye gidince mutlaka ara olur mu , canım kızım kendine
dikkat et taksiye binerken arkada otur.'' haklı değiller miydi
sanki sonuna kadar.. Bazen bize (gençlere) saçma geliyor bu
laflar '' sakın sigarayı deneme alkol çok zararlı nargile içme ''
oysaki hepsi bizim iyiliğimiz için sanırım geçen yıl bir haber
okumuştum. Yine bu konuyla ilgili : Bir annenin karnında 9 ay
boyunca tuttuğu zorluklarla büyüttüğü 17 yaşına getirdiği
kızının uyuşturucu (!) yüzünden gözünün önünden çürüyüp
gidişini görmesi ve bunun için onu uyarırken kızı tarafından 11
yerinden bıçaklanarak öldürülmesi ne acı ! Belki de en büyük
İSTANBUL SAHNESİ
Saat yakamoza vurmuş, denizinde gök çanlarını çalarken
Yıldızlar İstanbul’un etrafında gecemle gündüzümü
denklerken
Zifiri karanlıkta dün yarına umut fısıldarken
Işıklar söndüğünde doğup parlayansın
İstanbul.
acılardan biriydi. (bir anne için).Birde şu var – yeni nesilde,
(büyükler öyle adlandırıyor bizi) – roller değişmişti artık
çocuklar anne, anne babalar çocuk gibiydi. Saygısızlıklar diz
boyu. Annemler anlatıyordu da dedem babasının yanında
çocuğunu sevemezmiş o derece saygı varmış belki bu aşırıya
kaçmış bir şeydi ama bizde bunun hafifletilmişi bile yok.
Anneye babaya adıyla ,
saçma sapan lakaplar takarak
Güneş senin için poz veriyor solmuş yüzlere
Hatıra asılı duvarlarında var ruhla iç mücadele
Armağanı sanki geçmişin sessizliği sensizliğe
Köşeleri içi dolu tarih, beni kendine çeken
İstanbul.
konuşmalar , sorgulamalar , lafları dikkate almamalar , hesap
sormalar ! Biz kimiz de bizi dünyaya getiren bu zamana kadar
büyütüp beslemiş olan insana (anneye) hesap soruyor onunla
saygısızca konuşabiliyorduk. Çok değişmişti bu toplum .
Gerçekten ne oluyordu bize ? Soğuk , duygusuz , saygısız ,
Caddelerin doluşmuş kendimden bir kalabalık.
Yarını şüpheli sıkıntının gözündeki şanssızlık.
Nedir zinciri çekmiş ruhun sözündeki yalnızlık.
İçindeki uğultuyu aksettiren, bana beni bulduran İstanbul.
sevgisiz yaşıyorduk tıpkı bir robot gibi yaşıyorduk. Rahatsız
olunmalıydı
bu
durumdan
düzeltilmeliydi bence.
benim
gibi
ve
ders
alınmalı
Bu hayata bir dur denilmeliydi.
İlk
önce '' Saygı '' olunmalıydı. Saygı her şeyin çözümü olabilirdi.
İnsanlar insan hayatına saygı duysa cinayetler olmaz, tacizler
olmaz, bombalamalar, bıçaklamalar.Saygı olsa aileye anneye
babaya karşı saygı olsa anne babaların sözleri dikkate alınır
Bulutun senle rengini sanki kıskandım.
İçteki yoksunluğu kâğıtlara sığdırdım.
Senin suskunluğunda hep bir eksik hep bir yarım kaldım.
Yalnız kalamadığımdan mı, sensiz yapamadığımdan mı
İstanbul ?
kötü alışkanlıklar olmaz. Çocuklar bunlara sürüklenmez.
Aylin ARSLAN
Nesibe KIRIŞ
BALKON 4
***
Hedefe programlanmış makinelere benzetirdim insanları.
Kendimi de içlerinden hesap ederek…
Kalpsizlik uğruna yaşayan insanlarız biz. Minicik bir bedenle geldiğimiz bu
dünyada, küçücük bir kalple başlamıştık hayata. Ayak bastığımız dünya, sonu
olmayan kocaman bir küre diye tanımlanırdı ben küçükken masallarda.
Büyüklüğünden korkar olmuştum, küçüklüğümden beri. Gücüne şaşırmıştım her
zaman. Kedimi kanıtlamak amacıyla aykırılık yaptığım zaman dünyaya; ceza hep
aynı olurdu umutsuzca. Yara alırdık her haykırışımızla. Hedefe programlanmış
makinelere benzetirdim insanları. Kendimi de içlerinden hesap ederek… Ve arkamı
dönüp baktığım zaman bazen, bu uğurda can çekişlerine tanık olurdum. Öyle
acımasızdı ki dünya… Tanık olmasam gördüklerime, bana mı taktı şu dünya olası
şey, derdim. Ama biliyordum böyle değildi…
Elimden geldiği kadardı hatalarım; elimden gelemeyense umduklarım. Verdiği
cezalarla elimizdekilerle yetinmeyi öğretmişti dünya bana. Hatalarımı yüzüme
vurmuştu her an. İşte bu yüzde elimden geldiği kadar olmuştu hatalarım.
Umutlarımsa elimden gelemediği kadar çoğalmıştı her dakika. Şansızlık hesaplı
tüm işlerine alet etmişti beni. Her kötü geçen dakikada benim adım olurdu
şaşılamazcasına.
Düşüncelerimden farklıydı yaptıklarım. Her hareketim sanki benim
değilmişçesine... Her sözüm başkasına aitmişçesine… İyi olana iyilik; kötü olana
kötülük gelmiyordu bu dünya da. Adı sevgi sözcüklerine bağışlanmış bir şey nasıl
bu kadar adaletsiz olabiliyordu? Ama şu söz gelirdi her bunu düşündüğümde:
“Adalet iyilere ait bir şeydir.”
‘’Ey dünya! Seni dünyalar kadar çok severdim bir zamanlar… Ama şunu bilesin ki;
acımasızlığındı beni ters yöne sürükleyen şey…’’
Ve sen yüce dünya, sensin güçlü ama adalete sahip olmayan,
Ve sensin aykırılıklara gözünü kırpmadan ceza verebilen,
Ve sensin sevgi isteyene bir avuç taştan başka bir şey vermeyen…
Bir avuç taştır ki bazen insanı hayata küstüren…
Ve bir avuç taştır ki insan, sevdiği insana: ‘’Elimdeki avucumdaki senin olsun.’’
Dediği zaman, o insanı çekip götüren…
Berfin ALKAN
BALKON 5
GÜNLÜK HAYAT - Kübra BEKTAŞ
Günlük hayatımızda herhangi bir yer veya zamanda
karşımızdaki kişiye 'Off, tamam ya' gibi kelimeleri
kullanırız. Özellikle annelerimize. Şu dünyada 'ben hiç
kimseye kırıcı bir kelime söylemedim' diyen birisine
rastlayamayız. O lafı söylediğimiz anki davranışlarımız ve
bizi hapseden duygularımız doğru düşünmemizi engelliyor.
Söylediğimiz söz aslında karşımızdaki kişinin bizim
hakkımızdaki düşüncelerini değiştirebilir, belki de bize
karşı tavır alabilir. Karşımızdaki kişi her kim olursa olsun,
belli bir süre sonra bizden uzaklaşacaktır, hatta adımızın
anılmasını bile istemeyecektir. Bir kişi hariç: Annemiz...
Bir de kendimi ve annemi düşünüyorum. Annemle geçen
diyaloglarımda ister istemez 'of' kelimesini kullanıyorum.
Tabi bu kelimeyi söylerken düşünmüyorum hiç. Çünkü
bütün hislerim beni ele geçirmiş durumda. Düşünme
faaliyetini gerçekleştiremiyorum. Belli bir süre sonra
neden bunu söyledim diye düşünüyorum. Gerçekten bir
annenin çocuğundan bu kelimeyi işitecek kadar kötü ne
yaptığını düşünüyorum. Ama hiçbir zaman haklı bir durum
bulamıyorum.Kendimi haklı olarak görmüyorum.Çünkü
hiçbir şey benim açımdan olumlu değil şu anda. Benim şu
anki söylediklerime göre biz ne dersek diyelim anneler
aldırmaz diye bir fikir oluşmasını istemiyorum. Anneler,
çocuklarından bu kelimeyi duyunca tabi ki üzülür. Ama o
benim çocuğum!' diye düşünür ve affederler. Çocuğundan
bu kelimeyi uzaklaştırmaya çalışırlar. Kendi annemden
biliyorum. Annem her zaman en iyi şekilde yetişmem için
elinden geleni yapar. Biz çoğu zaman annemizin bizim için
yaptıklarını göz ardı ederiz, anneler ise bizim
kusurlarımızı... İşte ben böyle mükemmel bir meleğe 'of'
gibi yürek parçalayıcı kelimeyi nasıl söylediğimi
düşünüyorum... Ama annem yapılanları görmezden gelir.
O içtenliğiyle sarar sarmalar beni. Beni dışarıdaki tüm
olumsuzluklara karşı korur, kollar. İşte annelik duygusu
bu! Başka hiçbir şeye benzemez.
Bu yaşlardaki gençlerin çoğu arkadaşlarını
ailelerinden daha yakın görürler. Bazı yakın arkadaşlarına
söylediklerini veya o an ki duygularını annesiyle
paylaşmaz. O zamanlarda ona en yakın gelen kişi
arkadaşıdır çünkü. Bir de annenin yakınlığını düşünün.
Yanınızda olmaz ama sizin ne yapacağınızı ne hissediciliği
vardır: Çevresinde kötü bir olay gerçekleşse yada başka
birisinden kötü bir olay işitmeden önce annemin yüreğine
doğar. Yüreği daralır.Sonra ya kötü bir olay olur ya da kötü
bir şey öğrenir.Bence bu özellik sadece benim annemde
olan bir özellik değil.Tüm annelerin özelliklerinden biri.
Çoğu zaman ailemizin bizi anlamadığını düşünürüz.
Genç yaşımızda bazı çılgınlıklar yapmak isteriz. Ya da
bizim için çılgınlık değildir de ailemiz böyle düşünür.
Böyle durumlarda ben şu kanıya varmışımdır:"Aileler
hayatta bizden daha tecrübeliler ama biz şu zamanı
onlardan daha iyi biliyoruz." Bizim bildiklerimiz ile
onların tecrübeleri bazen çakışabilir. Tabi bunu onlara iyi
bir şekilde aktarmamız lazım. Bazen anlamadan
düşünmeden söylediğimiz sözler kötü sonuçlar doğurabilir.
“Aileler hayatta bizden daha tecrübeliler ama biz şu zamanı
onlardan daha iyi biliyoruz."
***********************************
Yazdı, haziran akşamı, lakin hava serin
Ilık bir yağmur…
Ve senin sıcak tenin.
Sen yanımdaydın ve üşümüyordum.
Sen sırılsıklam, ben sırılsıklam birbirimize aşık
Hiçbir ışık yok mu kara sevdamı aydınlatacak
Ve ne mümkündü sevdam gibi kara saçlarına son kez
dokunmak
Ve sen;
Yağmur gibi akıp gittin,
Gözlerimden.
Emre Kürşat ÖRSEL
BALKON 6
Gerçek Hoşgörü
☺☻☺☻☺☻☺☻☺☻☺☻☺☻☺☻
DFGBJHTJ5YNFNRTHJ6UKI6867EUJ5IUÖM
Toplantı salonu binanın zemin katında. Toplantı salonu girişinde küçük bir alan var.
Burada çocukların yaptıkları boyamalar, el işleri, seramik çalışmaları sergilenmiş. Annebabalar çok heyecanlı, kendi çocuklarının yaptıklarını görebilmek için telaşlı telaşlı panolara
bakıyorlar. Her panonun başında bir ya da iki öğretmen var. Onlar da belli ki çok
heyecanlılar. Anne babalara anlatıyorlar, öğrencileri ile bu eserleri nasıl ortaya çıkardıklarını.
Sonra toplantının yapılacağı büyük salona giriyoruz. Salonun tüm koltukları dolu. İçerde
bir uğultu var. Bir süre sonra okul müdürü ve konuşmacı içeri giriyor. Konuşmacı misafirlere
takdim ediliyor. Güler yüzlü konuşmacı kendini tanıtıyor. Ve konusunu salona doğru anlatmaya
başlıyor.
Salon sessiz değil. Anne babaların yanında olan küçük çocuklar, yerlerinden kalkıyor,
salon içinde dolaşıyorlar. Arada gülenler, ağlayanlar var. Konuşmacı bu durumdan hiç rahatsız
değil. Sadece okulun öğretmenleri yüzlerinde tebessümle çocukların yanlarına gidiyorlar.
Ellerinde şekerler, çocukların kulaklarına bir şeyler fısıldıyorlar. Sanırım yerlerine oturtmak
için ikna etmeye çalışıyorlar. İlginç olan kimse kızgın değil, kimse bu duruma şaşırmıyor.
Salonun bir köşesinde 7- 8 yaşlarında bir kız çocuğu, başka daha küçük bir çocuğu
elinden tutuyor ve salonu turlamaya başlıyorlar.
Ben tam içimden şimdi konuşmacı öfkelenecek, konuşmayı yarıda kesecek diye
düşünürken, o kız çocuğu diğer küçük arkadaşını orada bırakıyor, konuşmacının olduğu yere
sahneye çıkıyor, konuşmacının elinden mikrofonu istiyor. Mikrofonu alıp bir şeyler söylemeye
başlıyor. Biz ne dediğini anlamıyoruz. Öğretmeni yanına geliyor, salona dönüyor,
“Size türkü söyleyecek” diyor.
Ben çok şaşırıyorum. Ama ne annem, ne salondakiler, ne konuşmacı hiç biri şaşırmıyor.
Söylediği anlaşılmasa da bir türkü olduğu hissedilen ezgi ile birlikte tüm salon alkışla eşlik
ediyor.
Konuşmacı konuşmasını sahneye çıkan o kız çocuğu ile birlikte bitiriyor. Konuşmacı
alkışlanıyor. Herkesin yüzünde tebessüm, kimi tekerlekli sandalyede, kimi kucakta çocuklarını
alıp salondan ayrılan ana babalar…..
Hoşgörü sanırım bu. Onlar özel eğitim alan çocukların anne babaları, öğretmenleri.
Böyle bir toplantıya katılmak isterken çocuğunu bırakabileceği bir yakını yok çoğu ana
babanın. Onların halini en iyi anlayanlarda öğretmenleri ve yine bir özel eğitimci olan o
konuşmacı.
Sahneye çıkan Down sendromlu kız çocuğu ve ona alkış tutan, türküsüne eşlik eden
insanlar, sanırım gerçek hoşgörü, sabır, sevgi, emek bu.
Elçin BABAOĞLU
BALKON 7
♣♣♣♣♣♣♣♣♣♣♣♣♣♣♣♣♣♣♣♣♣♣♣
Balkon
Çocuk düşerse ölür çünkü balkon
Ölümün cesur körfezidir evlerde
Yüzünde son gülümseme kaybolurken çocukların
Anneler anneler elleri balkonların demirinde
İçimde ve evlerde balkon
Bir tabut kadar yer tutar
Çamaşırlarınızı asarsınız hazır kefen
Şezlongunuza uzanın ölü
Gelecek zamanlarda
Ölüleri balkonlara gömecekler
İnsan rahat etmeyecek
Öldükten sonra da
Bana sormayın böyle nereye
Koşa koşa gidiyorum
Alnından öpmeye gidiyorum
Evleri balkonsuz yapan mimarların
Sezai KARAKOÇ
Bizler modern şiirle ilk olarak Sezai Karakoç’un
Balkon şiiriyle tanıştık. Hocamız bize şiiri okumaya
başladığında birden afalladık diyebilirim. Şiir bittiğinde
ise kısa bir sessizlik oluştu. Şaşırmıştık; daha önce
okuduğumuz bildiğimiz şiir kavramından bambaşka bir
şeydi sanki bu . Zihnimiz karışmıştı. Yazarın vermek
istediği mesajı anlayamamıştık. Halbuki önceki şiirlerde
alıyorduk önceden tüm mesajları. Soruyorlardı bize nedir
şiirin konusu ne anlatmak istemiştir yazar ? çoğumuz kısa
kısa veriyorduk cevapları “Özlem aşk korku yalnızlık ”
ama bu farklıydı. Yorumlamaya tam başlıyorduk ki
kelimeler birbirine karışıyor anlatmak istediğimiz birden
farklılaşıyordu. Başka bir ilginçlik daha vardı benim fark
ettiğim; hepimizden çok farklı çok değişik yorumlar
ortaya atılıyordu. Herkesin algısında ki farklılık dikkatimi
çekti. Ama önceden böyle değildi. Herkes aynı hamuru
farklı şekillerde sunuyor. Ama şimdi kimi içine yeni
maddeler katıyor kimi ise hamurun olmadığını
söylüyordu. Şaşkınlığımız devam ediyordu. Yavaş yavaş
bir şeyler oturuyor gibi hissediyorken şiiri tekrar
okumaya başlıyor ve düşüncelerimize yepyeni bambaşka
fikirler eklendiğini görüyorduk. Düşüncelerimiz adeta
sıvı halden gaz hale geçmişti. Önceden bir düzeni vardı
fakat şimdi hepsi birbirinden ayrı hareket ediyordu.
Bütün bunları düşünürken şaşkınlığımı bir kenara
bırakmaya karar verdim anlamaya çalışacaktım yazarın
anlatmak istediğini. Bunu anlamamın zor olduğunu
düşünsem de bunu yapmak yazarı anlamak istiyordum.
Satırları yavaşça okudum şiiri tekrar tekrar okuyor ve
hiçbir şey anlayamıyor gibi hissederken kafama şu soru
takıldı. “ Neden Balkon ” yazarın duygularını tasvir
etmesini sağlayan nesne balkon? Sonra düşündüm
balkonun bende çağrıştırdıkları neler? Balkon bende
dışarıya açılan, nefes almamızı sağlayan bir kapısını
çağrıştırmıştı.Dönüp şiire baktım ve işte o zaman yazarı
anlayabildim. O balkonda ne nefes alabiliyor ne
rahatlayabiliyordu. O balkonu bir ölüm bir tabut bir
mezar gibi görüyordu adeta. Onun tek sitemi balkona
değildi bence. Balkonların ait olduğu evlere sitem
ediyordu aslında yazar. Dizeleri tekrar tekrar okudum ve
onu şu şekilde tasvir edebildim;
Bence yazar şiirinde aslında modernleşmeye , dolaylı
olarak modern dünyanın getirdiği yapıtlara sitem
ediyordu. Ve bu yapıtlara baktığında onların tek
çıkıntısını dışarıya taşmış tek parçasını yani balkonu
görüyor ve acısını ona yüklüyordu. Üzülüyordu aslında
yazar için için balkonun insanların nefes alması için
yapılan küçücük bir çıkıntı adeta bir kafes gibi oluşuna .
Düşünüyordu beklide nerede insanı rahatlatan toprak
nerede dokunabileceği hayat dolu bir çiçek, nerede dalına
kuş konan bir ağaç…Bütün bunları hissedememenin ve
çağın değişiminin acısı ona ölümü hatırlatıyor,
hissettiriyordu.
Balkon ölümdü yazar için; insanı içeriye kapatan
hapseden bir yerdi adeta ilk dizede; “ çocuk düşerse ölür
çünkü balkon ölümün en cesur körfezidir evlerde ”
demesi ile çocuğunda balkona hapsolduğu tabiatla
tanışması gerekirken açılabildiği tek yerin küçücük bir
balkon olmasının çocuğun ölümüne yol açtığını anlatıyor.
Ve bir tabut … Bir tabuta benzetiyor yazar balkonu .
Gelecek zamanlarda ölülerin balkonlara gömüleceğini ve
orada rahat etmeyeceklerini söylüyor. Niçin diyorum
niçin bir tabut niçin bir mezar tekrar okuyor ve bir kez
daha hissediyorum yazarı içimde
Çünkü balkon… ölümün en cesur körfezidir evlerde.
Ve son kıtada yazarın
“ bana sormayın böyle nereye
Koşa koşa gidiyorum
Alnından öpmeye gidiyorum
Evleri balkonsuz yapan mimarların ” demesiyle yazar
bizleri yeniden hayata bağlamaya çalışıyor ve bizi
modern dünyanın ölülüğünden kurtulmaya davet ediyor.
BETÜL KALKAN
8
Türkçemiz
Uyarı
Veriyor !!!
Türkçemize neler oluyor? Daha da önemlisi konuştuğumuz dil gerçekten Türkçe mi? Bu soruya vereceğiniz
cevap genellikle aynı. Tabi ki de Türkçe konuşuyoruz. Aslında ne büyük bir yanılgıda olduğumuzu bilmeden veriyoruz
bu cevabı. Bir ülkeyi ülke yapan, ayakta tutan birçok faktör vardır ve şüphesiz bu faktörlerden en önemlisi dildir.
Yani bir ülkenin dili yoksa o ülkenin geleceği de yok demektir. Fakat bir ülkenin dili kadar o dili korumak ona sahip
çıkmak da çok önemlidir. Şimdi, size soracağım soru şu ; "Biz dilimizi ne derece koruyoruz?"
Türkçemizde o kadar yabancı kelime var ki, çoğumuz bu kelimelerin yabancı kelime olduğunu dahi bilmiyor, bu
kelimelerin Türkçe karşılıklarını kestiremiyoruz. Bu kelimeler günlük konuşmalarımıza, sokaklardaki tabelalara,
afişlere, kısacası hayatımızın her alanına girmiş durumda. Öyle ki sokakta yürürken bir vatandaşımız kafasını kaldırıp
dükkan tabelalarına bir göz atsa kendi kendine "Ben hangi ülkede yaşıyorum?" diye sorabilir. Peki atalarımızın
büyük zorluklarla kazandığı bu ülkenin ne büyük bir çıkmazda olduğunu biliyor musunuz? Türkçemiz yozlaştıkça
bizim geleceğimizde karanlık bir yolda ilerliyor. Bunu durdurmanın yolları var; fakat yeterince istenmedikten sonra
oda mümkün olmuyor maalesef. İçimizdeki yabancı hayranlığı öyle büyük bir noktadaki... Ülkemizdeki çoğu
dükkanın isimleri bile yabancı ülkelerden esinlenmiş. Örneğin; esnafın biri yabancı isimle açılmış mağazalara talebin
fazla olduğunu görüyor ve kendi mağazasının adını da "Elmas Mağazası " yerine "Elmas Shop" koyuyor. Bu sayede
insanlar bu yeni kelimeyi öğreniyor ve hayatlarında kullanmaya başlıyor. Bu kelimeleri kullanan kitle artıyor ve
Türkçemiz tam manasıyla katlediliyor. Bu düşünce ile halkı mağazasına çekmeye çalışan esnaf hedefine ulaşıyor
fakat aynı zamanda
bir Türkçe katili olmuş oluyor. Bu yozlaşmayı durdurmanın tek yolu; günlük hayatta
kullandığımız bu yabancı kelimeleri olabildiğince en aza indirmek, tabelalarda ve dükkan isimlerinde Türkçe
kelimeler kullanmak ve en önemlisi Türkçe konuşmanın önemini tam anlamıyla kavrayabilmek...
Şimdi sizlere söylüyorum! Türkçemizi saplandığı bu bataktan kurtarmak hepimizin elinde. Gelin Türkçemiz,
sayemizde başka dillerin boyunduruğu altında kalmasın, gelecek nesillerimiz “ÖZ TÜRKÇE” konuşsun,yabancı dil
sadece yabancı dil derslerinde hüküm sürsün ve ülkemizin geleceği o parlak ışıklı yolda ilerlemeye devam etsin!...
TÜRKÇEMİZ "TURKCHE"LEŞMESİN!!!
“Bir ülkenin dili yoksa o ülkenin geleceği de yok demektir”
Merve AKPINAR
BALKON 9
ÇİKOLATA İLE İLGİLİ TATLI
GERÇEKLER…
*Beyaz çikolata aslında çikolata değildir. Çünkü
içinde sadece kakao yağı vardır. Diğer çikolata
çeşitlerinde olduğu gibi kakao tozuyla
hazırlanmaz.
*Çikolatanın bilimsel olan adı
Theobroma Cacao, ‘’ Tanrıların Yiyeceği’’
anlamına gelir.
*Türkiye’de bir kişi yılda ortalama 1,5 kg
çikolata yiyor.
*İsviçreli bir şirket 55˚C sıcaklıkta bile
erimeyen çikolata geliştirdi.
*Çikolatanın kokusu bile insanları mutlu etmeye
yetebilir. Çünkü kakaodaki bir kimyasal madde
beyne iyi hissetme sinyalleri yollar. 
*16. yüzyılda çikolata ilaç olarak da kullanılırdı.
*104 kg çikolatadan minyatür bir özgürlük
heykeli yapıldı.
*Soğuk algınlığına yakalanıldığında çikolata
yemek –içindeki doğal bir kimyasal madde
sayesinde- öksürüğü önler.
GREEN PEACE
nedir?
Greenpeace uzun yıllardır etkin olan dünyanın her
yerine yayılmış bir çevre kuruluşudur. Ana amacı çevre
katliamlarına karşı mücadele vermektir. Mesela daha
geçen haftalarda Greenpeace ve üyeleri sayesinde balık
avlamalarına devlet tarafından yasak getirildi. Önceden
balıkçılar daha bir kere bile yumurtlamamış yavru
balıkları avlayıp denizdeki balık türlerinin soyunu
tehlikeye sokuyorlardı. Fakat artık balık avlama
mevsimleri dışında balık avlanmayacak ve 40 yıl içinde
denizlerimizdeki balıkların neredeyse hepsinin soyunun
tükeneceği ihtimali ortadan kalkmış olacak.
Greenpeace bu ve benzeri çalışmalarıyla her yerde
karşınıza çıkacak bir kuruluştur. Eğer şimdiye kadar bu
kuruluşa dikkat etmediyseniz veya internette
gördüğünüzde umursamayıp başka bir siteyi açtıysanız
ben sizden Greenpeace sitesini bir kere ziyaret etmenizi
rica ediyorum. Çevreye duyarlı insanlar olarak dünyayı
bu korkunç sondan kurtarmaya çalışmalıyız. Siteyi
ziyaretten sonra hala: ‘’Dünyayı kurtarmak bize mi
kaldı?’’ diyorsanız o zaman sizde bir sorun var demektir.
DAHA FAZLA KAPAK!:
Okulumuza geçtiğimiz günden beri lösemili
arkadaşlarımıza tekerlikli sandalye hediye edebilmek için
kapak topluyoruz.3 Ocak pazartesi gününden beri
yaklaşık 1950 tane kapak topladık. Fakat şimdi daha
fazla çaba göstermemiz gerekiyor. Kimse size gidin
kapak için su alın demiyor. Sadece daha duyarlı
olmalıyız. Biri şişesini çöpe atarken onu kapak için
uyarın veya evde bir yerlerde kapak görürseniz onun
yanından geçip gitmeyin onu mutlaka okulumuza getirin.
Evinizin yakınlarında tanıdığınız lokantalara hastanelere
aklınıza gelebilecek her yere bir kutu koydurmaya
çalışın. Böylece kapak sayısında büyük bir artış
sağlanmış olur.
Bu sayıya ulaşmamıza büyük yardımları dokunan
Ozan AYAKDAŞ’ a çok teşekkür ediyoruz. Ve aynı
duyarlılığı hepinizden bekliyoruz.
www.greenpeace.org/turkey/tr
HAZIRLAYAN: Ayça EVLİ
BALKON 10
Büyük Can Dedi Ki:
Kovalamayın beni yatağa
Hiç uykum yok
Daha lafınıza karışacağım
Ortalığı dağıtacağım
Televizyonu kapatacağım
Ayçiçeği resmi yapacağım daha
Başparmağıma şiir okuyacağım
Islık çalacağım
Daha çok işim var
Gecenizi karartacağım
Kütahya vazonuzu kıracağım
Vakitsiz yatırmayın beni
Daha çok erken
Can YÜCEL
Beni bu şiire iten olay kesinlikle bu duyguların sadece Can Yücel' e ait olmadığını düşünmem. Yani
bu şiir bence gençlerin - özelliklede benim – duygularımı dile getirmiş. Ne miydi bu duygu ya da şikayet.
''Erken büyümek '' ti temamız ya da ben öyle almıştım, bilmiyorum ama şu bir gerçek ki ben bu durumdan
şikayetçiydim ve her şiiri ya da konuyu bu çıkış noktasına ulaştırabilirdim.Ulaştırdım da sanırım.
Büyümek derken sakın bu durumdan memnun olduğum sanılmasın! Küçükken hayalimizdi hepimizin,
biliyorum fakat artık rahatsızdım. Ben hemen büyüyecektim evet evet doktor olacaktım.
Asla evlenmeyecektim, babamın yanında kalacaktım. Kırmızı bir arabam olacaktı – annemin en
sevdiğinden -sözde annemi gezdirecektim onunla. Ne kadar masum – sandığımız – hayaller vardı oysa. Ne
kadar memnunduk her şeyden hiçbir yük yoktu üzerimizde, kimse bir şey beklemiyordu bizden . Tek
istedikleri '' Anne , Baba '' diyebilmemiz ya da bir yerde usulca oynayabilmemizdi. Peki ya şimdi ? Şimdi
neler istiyorlardı bizden, hayatımız 4 harften ibaret olmuştu. Ders ders ders ! Ha, birde unutmuşum çok
eskiden kaybetmiş olduğumuz ve bir türlü kazanamadığımız Ahlak bilgisi. Ahlak bilgisi bir yana herkesin
ihtiyacı var buna ! Peki ya ders nedir ? Hayır anlam veremiyorum 100 almasam ne olur 50 almıştım sorun
neydi ! Kim anlam verebiliyor ki buna ! Evet şu anda lise de olduğum için bazı sorumluluklar almam
gerekirdi. Peki ya 6. sınıftaki daha çocuk olan Nesibe'nin neden erken büyümesi gerekirdi ki anlamsız ama
bu sorumluluklar geleceğini etkileyecekti. Çocukluktan gençliğe adım atacağımız dönemlerde en hassas
sinirli zamanlarımızda bir anda genç oluverdik. Ya da zorunda kaldık. Neyse artık önemi yoktu her şey
geçmişti üstünden ben ve 51 arkadaşım bir fen lisesindeydik emeğimizin karşılığını almıştık. Sanırım
işte Can Yücel de tam bu noktaya parmak basmıştı bence. Erken büyümüştük biz ve sanırım şairde... Daha
haylazlık yapacaktık, gecenizi zehir edecektik daha neden bu kadar erken kovalanmıştım yatağa, vakitsiz
yatırılmak istemiyorum. Kim istemezdi ki hala o masum sadece etrafa bakınan, dünyayı inceleyen çocukluk
hallerini. Kim istemezdi ki hala annesinin Kütahya vazosunu kırıp içini eritmeyi ..!
Ben isterdim. Hala çocuk olmak isterdim. Ben zaten hiç istememiştim ki ''Büyük Nesibe'' olmayı o
yüzden çok özür dilerim sizden hocalarım, ben hayatı kurallarına göre oynayamazdım. Çünkü ben hala
Küçük Nesibe'ydim. Hala vaktim vardı kulübe gibi evler çizmeye, birilerinin sinirini bozmaya zaten kimse
anlayamaz benim ihtiyacım vardı çocuk olmaya...
Yatırmayın beni erkenden yatağa !
Nesibe KIRIŞ
BALKON
11
-
Porselen Maskenin Altındakiler
-
Bulunduğu yer her zamanki gibiydi. Soğuk, leş ve pis… Her
şey gibi boğazından akan sigaranın verdiği haz da aynıydı,
sıcak ve yine leş; yine de barın verdiği soğukluk hissiyle
kıyaslandığında onun için güzel ve heyecan verici bir kaçamak
sayılırdı. Çalıştığı barın dışındaki sandalyede oturuyordu, mola
vermişti. Birazdan eve dönecek olsa da kendini dışarı atmak,
bir şekilde de olsa sıkıntılarından kaçmaya çalışmıştı.
Patronunun ve diğer çalışanlarının meraklı bakışlarına
aldırmadan yakınlarındaki büyük çöp tenekelerinin yanına
koştu ve kapağı kaldırıp içinde ne var ne yoksa boşalttı. Bütün
aklından geçenlerin, o gece yaşananların ve hissettiği bütün
nefretin boğazından akıp gittiğini hissetti. Rahatlamıştı.
Kıyafetlerine bir göz attı. Siyah, uzun topuklu ayakkabıları ve
dar siyah pantolonu kurtulabilmişti. Fakat giydiği dar, çivit
rengi gömleğinin üzerinde birkaç damla kusmuk vardı. Harika,
diye düşündü. Bütün bu olanlardan sonra bir de üzerime
kusmadığım kalmıştı. Hızlıca onu izleyen birileri var mı diye
etrafına baktı. Şansına sokak bomboştu, patronu ve iş
arkadaşları işlerine geri dönmüşlerdi. Kimse onun bu aşağılık
halini görmemişti, kimse bilmiyordu, kimse… Kimse onun ne
kadar düştüğünü öğrenemeyecekti. Kimse, kimse, kimse, diye
sayıklıyordu. Fakat her ne kadar kendini buna inandırmaya
çalışsa da bu onun sadece daha da yalnız ve aşağılık
hissetmesine yol açıyordu. Kollarını etrafına sardı ve yere
oturdu, öne arkaya yavaşça sallanıyordu. Üzerinde deney
yapılmış ve bütün elindekileri alınmış küçük bir kız gibi
hissediyordu, tamamen boş. Tutmaya çalıştığı gözyaşları her
ileri geri gidişinde daha hızlı akıyordu, en sonunda hıçkıra
hıçkıra ağlamaya başladı. “Hayır, hayır. Reddettim ve gitti.
Hepsi bu kadar,” dedi kendini inandırmaya çalışırcasına. Fakat
titreyen sesi onun da buna inanamadığını belli ediyordu.
Küçük bir kız gibiydi, öyle hissediyordu. Gözlerini kapadı ve
son iki damlanın da ellerine akmasına izin verdi. Kelimeleri o
kadar zayıftı ki rüzgârla küçük kum tanecikleri gibi
dağılıverdiler ve bir daha geri gelmediler, onlar bile onu yalnız
bırakmışlardı. Sokak lambasının sarı, koruyucu ışığı bile onu
saran karanlığı kovamadı ve kalın bir battaniye gibi üzerine
yığıldı. Yavaş yavaş uykunun koruyucu kollarına doğru
kayarken ağzında bir şeyler geveledi. Birkaç kuş kış
soğuğunda, çöp tenekelerinin yanında baygın yatan kızın
üzerinden uçtu, sadece onlar anlayabilmişti kızın neler
anlatmak istediğini, sadece onlar fark edebilmişti ne kadar
masum göründüğünü… “Korkuyorum…”
dedi kız sesi
titreyerek, uykusunda birileri kızıl renkteki perçemlerini
yüzünden çekerken. Ve ikisi de o rezil görüntünün ortasından
bir gölge gibi sessizce uzaklaştılar. Ayak sesleri…
Yaklaşıyorlardı. Ne kadar kaçarsa kaçsın kurtulamayacaktı.
Zaten kendi kendine öyle dememiş miydi? Bunun olacağını her
ne kadar inkâr etse de biliyordu. Sesler şimdi daha yakından
geliyor, nefeslerini ensesinde hissedebiliyordu. Kalp atışları
kulaklarında çınlamaya başladı, adrenalini kanında
hissetmişti, görüşü şimdi bulanıklaşmış, etrafı bir parlayıp bir
kararıyordu ‘Kurtuluş olmadığını biliyordun. Bu senin kaderin,
kabul et onu, yadırgama, hatta kucakla…’Bu sözler onun
değildi, sanki vicdanı vücut bulmuş, onun aptallığıyla dalga
geçiyormuş gibiydi. Kafasını iki yana salladı. Hayır, böyle bir
kaderi kabullenemezdi. Böylesine pis, rezil bir kader onun için
fazlaydı. O an yapabileceği tek şey onun sağ kurtulduğuna
şükretmekti. ‘Sen yaptın, senin suçun. Kurtulamazsın… Kaçma,
hayır, kabullen, tutun ona… Belki de hayatta sağ olduğunu
kanıtlayabileceğin şey budur, belki de senin hala yaşadığını
kanıtlayan tek şeydir bu. O yüzden ne olursa olsun yaptığın
şeyi kabullen. Şu noktaya geldin artık, yapabileceğin başka
hiçbir şey yok.’ Kızıl saçlı kız kafasını daha hızlı salladı,
görünüşü şimdi daha da kötüleşmiş, artık etrafındaki nesneleri
seçemez olmuştu. Yavaşladığını ve peşindekilerin ona daha da
yaklaştığını hissetti. Kendini ne kadar daha da hızlı koşmaya
zorlarsa zorlasın hızlanamıyordu, tam tersine iyice güçten
düşüyordu. O kadar ki tökezledi ve yere yığıldı. Yara bere
içindeki vücudu soğuk mermerle çarpışınca dudaklarından acı
bir çığlık yükseldi. Etrafındakilerin kahkahalarını zorlukla
seçebildi.
Birisi saçını kavradı ve onu kendine doğru
çekiverdi. Bu hareket onun başının hızla dönmesine ve
bedeninin acıyla kıvrılmasına sebep oldu. Onların kirli ellerini
yüzünde ve belinde hissetti, onu ayağa kalkmaya ve onlardan
yana bakmaya zorluyorlardı; fakat o başını yerden
kaldırmamakta diretiyordu. Birisi onu sertçe tokatladı ve geri
yere bıraktı. Acı dolu inlemelerini duyunca zevkle kahkaha
attılar. İçlerinden birisi alaycı bir şekilde bir ayağını sertçe
kızın eline yerleştirdi ve ezmeye başladı. Kız yerde acıyla
kıvranıyor, küfürler ve tehditler savuruyor, ağlıyordu. ‘Bir de
utanmadan ağlıyorsun ha? Sana bir tavsiye. Başını yere eğme
tatlım, yüzünü buruşturma. Bu onları daha da çok
eğlendirecektir.’ Dediği gibi de oldu. Bazıları gülmekten artık
yerlere yatıyor, kahkahalara boğuluyorlardı. Birkaç tanesiyse
onu tekmelemeye başlamıştı. ‘Bir kez olsun beni dinle, aptallık
etme ve gururuna tutun. Senin iyiliğin için, senin kendi iyiliğin
için…’ Dediğini yaptı ve sızlanmalarını, tehditlerini ve
gözyaşlarını kesti. Artık ağlamıyordu, her ne kadar acı
dayanılmaz olsa da gururu elvermiyordu. Böyle aşağıda
olmak, kendinden daha aşağılık insanlar tarafından dövülmek
gücüne gidiyordu. Benim hatam, benim hatam… Tanrım ne
kadar aptalım, diye düşündü. “İşte böyle tatlım… Yerini bil.
Bundan böyle hak ettiğin yerde olacaksın, benim ayaklarımın
altında.” Kahkahalar birbiriyle karışırken, o bir kez daha
kendinden geçti. Geride ne gözyaşı ne kahkaha ne de umut
kalmıştı. Nefes nefese uyandı. Her ne kadar her şeyin bir
kâbus olduğunu bilse de, hepsi çok gerçekçiydi. Kahkahalar,
tekmeler, hepsi… Hepsi sahte olamayacak kadar gerçekti.
Bütün hepsini hissetmiş, acısını çekmişti. Kahkahalar teninde
yankılanmış, tekmeler tenini bile delip geçmiş hatta vurulan
yerler sanki gerçekten kanamış, morarmıştı.
Aklımı
yitiriyorum. Yattığı yerde doğrulmaya çalışırken bir hışırtı
duydu. Çok yumuşak bir şeyin üzerinde yatıyordu, sanki saten
çarşaflar… Bir hışımla yattığı yerden kalktı. Vücudu her ne
kadar itiraz etse de, bir başkasının yatağında uyandığını fark
edince paniklemişti. Sol omzundaki acıyı ve baş dönmesini yok
sayıp etrafına baktı. Bulunduğu oda çok lükstü. Her eşya hani
şu çok beğenip de etiketini görünce sanki elinizi
yakıyormuşçasına bırakıp kaçtığınız türden eşyalardı. 4 kapılı
geniş bir gardırop, hafif kahverengiye çalan adını bir türlü
hatırlayamadığı kırmızı renkte çok fonksiyonel bir masa,
üzerinde geçenlerde bir alışveriş merkezinde gördüğü fakat
parasının yetmediği –ki maaşının iki katıydı- bir dizüstü
bilgisayar ve son olarak içinde uyandığı iki kişilik geniş bir
yatak. Aman Tanrım… Dün gece neler oldu? Ben hangi
cehennemdeyim? Ayak sesleri… Birileri geliyordu, belki de ev
sahibiydi.
BALKON 12
Onu uyanık görmesine izin veremezdi, nedenini bilmiyordu
yine de uyanık yakalanmak istemiyordu. Hemen kendini saten,
ipeksi çarşafların altına attı ve çok ses çıkarmadığına şükretti.
Odanın kapısı yavaşça açıldı, içeri giren kişi çok ses
çıkarmamaya çalışıyordu, demek ki onun hala uyuduğunu
zannediyordu. Güzel, yakalanmadım… “Tamam, uyandığı
zaman ben seni ararım,” dedi içeri giren kişi fısıldayarak.
Sesindeki endişe havada yankılanıyordu. Telefonunu kapatıp
kızın yanına doğru ilerledi ve yatağın köşesine oturdu.
Bakışlarını üzerinde hissetti, hafif, melodili, kulağa hoş gelen
yine de tanıdık bir kıkırdama duydu. “Güzel, demek uyandın.”
Gözlerini açıverdi. Fakat anında yapmamış olmayı diledi çünkü
ışık çok keskindi ve gözleri sanki alev almıştı. Acıyla inledi ve
gözlerini kollarıyla kollamaya çalıştı. Birisinin kıkırdadığını
fark etti. Yavaş yavaş gözlerini araladı ve ışığa alışmalarını
bekledi, karşındaki manzarayı gördüğünde ise dili tutulmuştu.
Karnına yumruk yemiş gibi hissetti.
Aman Tanrım…
“Biliyorum, acı verecek,” dedi yavaşça. “Ama hayal
görmüyorsun.” O an hissettiği duyguları sayamazdı bile.
Aklından bin bir türlü düşünce geçiyor, nasıl karşılık vermesi
gerektiğini bilmiyordu. Gerçek miydi? Yoksa bir hayalet mi?
Hayır, olamazdı. O kadar da deli değildi. Gözlerini kapadı ve
hissettiklerini gözden geçirdi, ne kadar haklı oluğuna inanması
gerekiyordu, bilmiyordu. İhanet edilmiş, kullanılmış ve terk
edilmiş. Bunca sene yalnız, bir başına, kendi ayakları üzerinde
durmaya çalışan küçük bir kız. Evet, kesinlikle böyle
hissetmişti. Peki, neden göğsü sevinçle dolmuştu? Neden
karşısındaki şekli silmeyi becerememişti kalbinden? Oysaki
anılarından çekip çıkarmak kolay olmuştu, acıları unutmak,
kalbini bir taşa çevirmek kolay olmuştu. Peki, neden ona tek
bir bakışı, taşı tekrar bir et parçasına, savunmasız bir organa
çevirmişti? Gözlerinin kapadı ve bir daha açtı. Karşısında
gördüğü şeklin bir hayal olmadığından emin olunca gözlerinin
yandığını hissetti. Fakat bu sefer ışıktan değildi. Kalbindeki acı
başındaki ve omzundaki ile kıyaslanamazdı bile. Gözyaşlarının
kollarını ve yüzünü ıslattığını hissetti. Sarsıntılar acıyan
bedenini daha da yakarken gerçek yüzüne sert bir tokat gibi
tekrar tekrar çarptı. Karşısındaki kahverengi, kısa, düz saçlı ve
bal rengi gözlü bu kadın, yıllar önce öldüğünü zannettiği
ablasından başkası değildi.
Bölüm Bir: Solan Oyuncak Ayılar, Bozuk Çikolata ve Acı
Bal
Siyah. Göz kapaklarım ağırlaşırken gördüğüm tek şey buydu.
Ya da hissettiğim.
Darbe beklenmedik değildi. Sadece
beklenmedik derecede hızlıydı ve bedenim yakalayamamıştı.
Acısını bile yere düştükten sonra hissedememiştim. Gerçi çok
sert çarpmıştı sonradan, gözyaşlarım ne kadar saklamaya
çalışsam da istemsizce yanaklarımdan dökülüyor beni
olduğumdan daha da aşağılanmış gösteriyordu. 12 yaşındaki
bir çocuk bunca şeyi yaşayacak kadar ne yapmış olabilirdi?
Sert. Evet. Bu bütün sorularımın cevabı olmuştu. Sadece yanlış
zamanda, yanlış yerde olmak bile başına böyle şeyler
getirebiliyor. Aslında atlatırım sanmıştım, belki de kurtulurum
ya da en azından onu sakinleştirebilirim sonra da olan biten
unutulur, affediliriz diye düşünmüştüm. Endişeliydim,
korkuyordum ve bacaklarımın titrediğini hissediyordum ama o
bunun farkında değildi. Olamazdı da zaten, alkol onun içinde
insanlık namına ne kaldıysa hepsini yok etmiş, sadece bedenini
kendisine zincirlemekle de kalmamış ruhunu da ele geçirmişti.
Çok saftım.
Kırmızı. Duyularımı yavaş yavaş kazanmaya başladığımda ilk
gördüğüm renk olmuştu. Sonradan bunun sadece bir renk
olmadığını keşfettim. Yere dökülmüş olan sıvı gri renkteki
taşlarla çok uyumsuz duruyordu, fark etmemek imkânsızdı.
Sanki birileri benim göz zevkimi bozmak için inadına oraya
dökmüştü. Normal bir kırmızı da değildi, şarap gibi koyu ve
yoğundu. Elimin altında daha fazlasının olduğunu hissettim,
hatta daha fazlasının yayıldığını. Başım zonklamaya başladı.
Çığlıklar. Tabi ki. Onlar olmadan olmaz. Birileri
delirmişçesine bağırmaya başladı. Başımın patlayacağını
hissettim. Kulaklarım masumca görevini yerine getiriyor,
benim için etrafımdaki sesleri topluyordu fakat o an keşke
sağır olsaydım dediğim anlardan biriydi. Karıncalanmış
ellerimi zorlayıp kulaklarıma götürdüm ve sanki yırtarcasına
onları çekiştirdim. Yine de çığlıklar tenimi kesti, sanki elimi de
delip geçiyormuşçasına vahşice beynimde yankılandı.
Etrafımdaki her şey, herkes çığlık atıyormuş gibi geldi bir an.
Daha fazla tutunmak istemiyordum, eğer her şeyi sona
erdirebilecekse kendimi bırakmaya hazırdım. Yavaş yavaş
kendimi karanlığa döndüm ve havada süzülmeye başladığımı
hissettim.
Acı. Son darbe hepsinden başkaydı. Beni tekrardan olmam
gereken yere döndürmüştü, kendime getirmişti. O an sadece
her şeyin yok olmasını istedim. Her şeyin kırmızıya
boyanmasını, siyahla kaybolmasını ve o sert dikenlerin o
siyahta boğulmasını… Hatta çığlıklar bile kulağıma ninni gibi
gelmeye başlamıştı, tiyatrolardaki arka fonda çalan o hafif ve
rahatlatıcı müzik gibiydi hepsi. Bir an bir şeylerin beni
sarmaladığını hissettim. Sıcaktı. Yumuşaktı. Ve acı yoktu.
İstediğim olmuştu. Her yer kırmızıyla boyanmış artık sokağın
gri mi kırmızı olduğu seçilmiyordu. Ve evet acı yoktu, gri yoktu
hatta çığlık yoktu. Fakat neden siyah değildi? Neden her şey
siyahla kaybolmamıştı? Neden yumuşaktı? Ve neden her şeyi
yok eden kahverengiydi?
Çikolata. Ah tabi. Yumuşak ve kahverengi… Tanıdık kokusunu
içime çekerken o gün beni koruyacak birileri olduğu için ne
kadar şanslı olduğumu düşündüm. Her zaman kullandığı
şampuanının kokusu burun deliklerimi istila ederken
kaslarımın rahatladığını hissettim. Gerçi şu ana kadar onları
kastığımın farkında bile değildim. Her nasılsa beni sarmalayan
yoğun ve sıcak kahve bütün acımı götürmüş, beni rahatlatmıştı.
Fakat o tanıdık, bal gözler benim kendi gözlerimin bir parlayıp
bir
kararmasına
engel
olamıyor,
düşüncelerimin
bulutlanmasını önleyemiyordu. Yine de o gözlerde beni hala
buraya bağlayan bir şeyler vardı. Beni olduğum yere
çivileyecek kadar sert fakat bir kucak kadar yumuşacık. O
gözler yavaş yavaş bulutlanmaya ve kararmaya başlayana
kadar durumun farkında bile değildim. Yerde yanımda yatan
kişi ablamdı. Nasıl yanıma geldiğini, beni nasıl rahatlattığını
bilmiyordum ama saçından tutulup sürüklenene ve dizlerinin
üzerinde oturtulmaya zorlanana kadar ne kadar hırpalandığını
görememiştim. Tanrım, onun durumu benden beter
gözüküyordu, ya da hissettiğimden beter. Başından korkunç
miktarda kan akıyor, zaten neredeyse dövülmekten
parçalanmış olan güzel yüzünü kana buluyordu. Karnımın
soğuk bir hisle dolduğunu ve zaten boş olan midemin
içindekileri boşaltmaya çalıştığını hissettim. Gözlerim karnına
kayana kadar durumunun daha da kötüye gidemeyeceğini
düşünüyordum. Gözyaşlarım şiddetlendi ve boğazım
düğümlendi. Tanrım, lütfen bana bunun kötü bir şaka olduğunu
söyle, diye düşündüm. Manzara kesinlikle berbattı. Gözlerimi
karnından çekip yüzüne çevirdim ve kısa nefes alış verişlerini
sayarken karnındaki bıçak yaralarını ve kan lekelerini
unutmaya çalıştım. Teni daha önce bu kadar beyaz mıydı?
Hayır. Gittikçe soluyordu, farkındaydım. Farkındaydı. Yine de
bana bakıp gülümseyebiliyordu. Bu gücü nereden aldığını çok
merak ettim. Ona gülümseme diye yalvarmak istedim. Ölmesi
bu kadar komik bir şey miydi? Ölmek bu kadar kolay bir şey
miydi onun için?
Yaptığı çok saçmaydı. Hiçbirimizin sağ
kalamayacağını bildiği halde neden önüme atlamıştı? Neden
son dakika da olsa kendini düşünmemişti? Parlak bir geleceği
olabilirdi, benim dışında. Hayatını o çukurdan kurtarabilirdi
ve biliyorum ki gece gündüz çok çalışıyordu. Bana hiç sahip
olamadığım aileyi sağlamıştı ve şimdi de ben onu gözümün
önünde solmasını izliyordum. Neden? Aniden gelen kusma
isteğini bastırdım ve zihnimi odaklanmaya ve düşünmeye
zorladım.
Sevgi. Gözlerinde gördüğüm bu muydu? Hayır, eğer o aptal
şey onun ölmesine neden olacaksa nefret olmasını yeğlerdim.
Benden nefret etmesini ve yoluna devam etmesini isterdim.
Beni sokakta o halde gördükten sonra yüzüme bakıp gülmesini
hatta onun da vurmasını şu ana tercih ederdim. Acıyan
bedenim hıçkırıklarla sarsılırken dudaklarını oynattığını fark
ettim. Gözyaşlarımı sildim ve düşüncelerimin, zihnimin
sakinleşmesi için elimden geleni yaptım. Ne kadar zaman
geçmişti? Ben bunları düşünürken ne kadar zaman
harcamıştım? 1O saniye bile değerdi. Onu kurtaracak bir
şeyler yapmam gerekirken oturup ağlamıştım. Aptal, saf,
güçsüz…
Dikkatimi dövülmekten çatlamış ve kanamış
dudaklarına yönelttim. Söylemeye çalıştığı şeyi son gücüyle
tekrar etmeye çalışıyordu. Onu durdurmak istedim ama
yapamadım, sanki beynim onu dinlememi ve son dakikalarını
istediğini yaparak geçirmesini söylüyordu. “-önemli değil.
Beni çok özleme oyuncak ayım.” Ağzının kenarından akan
kırmızı şerit sanki sonun habercisiydi. Kandan yapış yapış olan
saçlarını tutan adam onu yere fırlattı ve daha önceden kafama
vurmuş olduğu kırık bira şişesini eline tekrar aldı. Yüzündeki
gülümsemeyi yırtıp atmak istedim fakat bedenim ağırlaştığını
hissediyordum, sanki çelik yelek giymiş gibiydim, kollarımsa
demirden yapılmışlardı sanki.
O bana daha fazla
yaklaşamadan kırmızı mavi ışıkların yanıp söndüğünü gördüm,
ambulansların ve polis arabaların sirenleri sokağı
dolduruyordu. Adamlar yakalandıklarını fark ettiklerinde
elindeki şişeleri ve bıçakları fırlatıp kaçmaya çalıştılar fakat
çıkmaz bir sokaktaydık ve polisler çoktan sokağın
başındaydılar.
“Buradalar!” diye bağırdıklarını duydum.
Kesin sesinizi diye bağırmak istedim milyonuncu defa ama
nafile. Etraf çok parlaktı ve göz kapaklarım artık tonlarca
ağırlıktaydılar.
Siyah.Kendimi boşluğa bırakırken artık her şeyin siyahla
kaybolduğunu, tenimi yırtan sert dikenlerin onunla birlikte
boğulduğunu fark ettim. Zihnimde yankılanan kahkahanın
yüzüme ulaşamaması beni memnun etmişti. “Yine mi?”
Kolunu yüzünden çekerken ablasının ona, o uyurken giydirdiği
kazağın kolundaki ıslaklığı fark etti, terlemişti. Yattığı yerde
doğrulmaya çalıştı, yine de belinden gelen itirazlar çok canını
yakıyordu. Acıyı unutmaya çalıştı fakat her debelenişinde bu
daha da imkânsız bir hale geliyordu. En sonunda yenilgiyi
kabul edip yatağa geri yattı, tavanı seyretmeye başladı. Gözleri
tavandaki kusursuz beyazda tembelce dolanıyor, büyük bir
umutla inceleyebileceği ufak bir çatlak ya da en azından bir
böcek arıyordu. Fakat hiçbir şey yoktu tavanda, sadece basit bir
avize. Hemen sıkıldı ve yatakta dört dönmeye başladı,
kendisine az önce gördüğü rüyayı unutmasını sağlayacak ya da
sadece onu oyalayacak bir şeyler aramaya başladı; fakat
odadaki hiçbir şey artık ilgisini çekmiyordu. Sadece odadan
çıkmak istiyordu. Evde yalnız olmak canını sıkmıştı. Daha
önce de yalnız kalmıştı fakat hiçbiri bu kadar kötü
hissettirmemişti. Ablasını karşısında görünce krize girmiş, bir
yandan ağlayıp hıçkırırken bir yandan da kahkahalara
boğulmuştu. Ablası onu sarsmış, tokatlamış, birkaç kez adını
haykırmış yine de yorgunluktan bayılana kadar o halde
kalmıştı. Elleriyle yüzünü tokatladı sertçe ve kanın yüzüne
hücum ettiğini ve yanaklarının yanmaya başladığını hissetti.
Defolup gitmesini söylerken aklım neredeydi?
Sıkıntıyla
tuttuğu nefesi geri verdi. Eliyle saçlarını kavrayıp, yüzünü
kapamıştı. Herhalde yalancı, sahtekâr ve sen ölüsün diye
bağırırken neredeydi ise orda. O uyuya kalmışken ablası onu
yalnız bırakmış, yanındaki masanın üzerine dışarı çıktığını ve
dolapta yemek olduğunu belirten bir kâğıt bırakmıştı. Son bir
gayretle en azından yatakta doğrulabildi ve yorganı üzerinden
attı; aynı çabayla da bacaklarını yataktan sarkıtıp ayağa
kalkmaya çalıştı. Başardığında oda etrafında dönmeye ve başı
zonklamaya başladı, yine de adım atabildi ve duvara ağırlığını
vererek yavaşça ilerledi; kapıyı açarak kendini oturma
odasındaki koltuğa attı. Bir süre kendine gelmeye çalıştı ve baş
dönmesinin geçmesini bekledi, daha sonra da düzgünce
oturmayı denedi. Önündeki sehpaya ayaklarını uzattı ve
televizyon kumandasını eline aldı. Kumandanın üzerinde
anlamadığı birçok tuş vardı, yine de birkaçına bastı ve en
sonunda önündeki dev plazmayı çalıştırmayı başardı. Kafasını
ve belini koltuğun yumuşak yastıklarına yasladı ve rahatlamaya
çalıştı, işe yarıyordu da. Rastgele tuşlara bastı ve televizyonda
bir dram filmine denk geldi, kumandayı sehpaya geri bıraktı ve
boş boş ekrana baktı. Filmdeki adam bir şeyler anlatıyordu
fakat o ne dediğine konsantre olamıyordu, sadece dudaklarının
hareket ettiğini görüyordu. Yavaş yavaş uykunun bastırdığını
hissetti ve koltuktaki yastığı başının arkasına koyup gözlerini
kapadı. Televizyonu kapamadı çünkü daha fazla sessizlik
düşüncesi onu korkutuyordu. Uyandığında birileri zile sanki
hayatı buna bağlıymışçasına basıyor, bir yandan da kapıya
vurup bağırıyordu. Gözlerini ovuşturup yattığı yerde doğruldu,
artık hiçbir yeri ağrımıyordu ve uykusu yoktu. Televizyondaki
film bitmiş yerine 80’lerden kalma bir müzikal başlamıştı.
Müzik hareketli ve hoştu, içini rahatlatmıştı. Fakat kapıdaki
gürültü onu rahatsız etmeye devam ediyordu ve bir hışımla
kapıya yöneldi. Dışardaki kişinin kendi kendine küfür ettiğini
duyabiliyordu. Sertçe kapıyı açtı. Kapıdaki kişi kapıyı
yumruklamaya hazır bir şekilde elini kaldırmış ve gözlerini
kapamıştı. “-eğer kapıyı açmazsan yemin ediyorum… Sen de
kimsin?”
BALKON 14
“O soruyu benim sana sormam lazım,” dedi karşısındaki
kadının gözlerinin içine sertçe bakarak. Yeşil gözler merak ve
şaşkınlıkla büyümüştü ve kadının kaşlarının saç diplerine kadar
kalktığına yemin edebilirdi. “Ben Beatrix. Sen Gabriela’nın
nesi oluyorsun? “ Kaşlarını çattı. Gabriela mı? Bu adı bir
yerden hatırlıyordu fakat Gabriela kesinlikle ablasının gerçek
adı değildi. Demek adını değiştirdin. Öyleyse bu oyunu iki kişi
de oynayabilir, çikolata. Kendini gülümsemeye zorladı ve
gülümsemesinin gözlerine ulaşması için dua etti. Yavaşça elini
öne uzattı ve gözlerini hafifçe kıstı.
“Ben de Miel.
Tanıştığımıza memnun oldum. Siz ablamın nesi oluyorsunuz?”
Beatrix’in şaşırdığını hissedebiliyordu yine de kadın yavaşça
elini sıktı ve diğer eliyle kumral saçlarını kulağının arkasına
attı. “Ben iş arkadaşıyım. Ofisinde unuttuğu hastaneyle ilgili
birkaç belge vardı. Yapılacak işlemlerin pazartesiye
yetiştirilmesi gerekiyor, hatırlatmaya gelmiştim,” dedi düz bir
sesle Beatrix. Sesinin tonunun arkasına gizlenmiş bir ‘sen
anlamazsın’ vardı, fakat Miel umursamamaya karar verdi, hala
gülümsemesinin solmaması için uğraşıyordu. Ah, o güzel suratı
dağıtabilmek için neler vermezdi. “Ah, tabi ben ona
hatırlatırım,” dedi kibarca. “Şimdi izin verirseniz…” Kadın
anlayıştan uzak bir şekilde elindeki dosyaları ona uzattı. “Tabi
sizi de uyandırmış oldum, kusura bakmayın.” Miel kadının
bakışlarını takip etti ve kalçasına kadar uzanan kazağın
altından az biraz gözüken asker yeşili bir boxer fark etti.
Yüzünün saç rengiyle aynı olduğunu bakmadan bile
anlayabilirdi, yüzü alev almış gibiydi. Yine de gülümsemesi
yüzünü terk etmedi fakat artık gözlerine ulaşmadığını
biliyordu, oyuna devam etti. Elini başını üstüne kaldırıp,
kabaca esnedi ve hafifçe geğirdi, sertçe saçlarını daha da
karıştırarak kafasını kaşıdı. “Evet, şimdi defolup giderseniz,”
dedi sesindeki alaycı tonu saklamaya gerek duymadan.
Eğlendiği gözlerinden okunuyordu, artık utanmıyordu. Ağzı
kulaklarına varmıştı ve kadın cevap bile veremeden dosyaları
elinden çekip kapıyı suratına kapadı. Dışarıdan bağırışlar
duydu fakat aldırmadı, gülümseyerek kaslarını esnetti. Dışarı
çıkmaya karar verdi, belki de bara bir uğrar ve patronuna neden
dün gece ortadan kaybolduğunu açıklamaya çalışırdı. Ama ne
diyecekti? Oh, patron kusura bakma. Dün gece çöp tenekesine
ve üzerime kustuktan sonra orada uyuya kaldım ve sabah
kalktığımda artık başka birinin evindeydim ve ben daha neler
olduğunu kavrayamadan ben 12 yaşındayken beni korumak
için kendi gözümün önünde dövülerek öldürülen ablamın
evinde olduğumu ve daha da önemlisi onun yaşadığını
öğrendim. Kısa süreli bir kriz geçirdim. Ah, söylemiş miydim?
Kendisi şu anda aşırı zengin, bu bölgede ünlü birkaç hastanesi
var ve nedense iş arkadaşından da öğrendiğim kadarıyla adını
da değiştirmiş. Kesinlikle bunu söyleyemezdi. Yine de evde
oturarak daha fazla canını sıkmak istemedi, zaten az önce ufak
bir tehlike atlatmıştı. Kim bilir kaç tane daha iş arkadaşı
gelebilirdi. Odaya geri döndü ve kotunu buldu. Boxerı
çıkarmaya gerek duymadan kotu giydi ve gömleğini aramaya
başladı. Banyoya bakmaya karar verdi ve anında geri döndü,
sepetteki hali gece karanlığında göründüğünden daha beterdi.
Ablasının dolaplarını karıştırmaya başladı ve koyu yeşil çizgili,
beyaz bir tişört buldu. Ablasının bedeni onunkinden biraz
büyüktü fakat bol tişörtlere hayır demezdi. Çantasını buldu ve
ablasının içini karıştırmadığı için sevindi, sigara paketleriyle
yakalanırsa ne yapacağını öğrenmek bile istemiyordu.
Telefonunu çıkardı ve Jessie’yi aradı. Birkaç kez çaldı sonra
birisi küfrederek açtı. “Saatten haberin var mı?” “Evet, iki
olmuş,” dedi Miel gülerek. Akşam kaçta eve gittiğini merak
etmişti. Ya da kaç tane şişe devirdikten sonra gittiğini.
Karşıdan bir şeylerin devrilme sesi geldi ve birisi sessiz bir
çığlık attı. Miel telefonun öbür ucunda Jessie’nin yorganla
güreştiğini hayal etti. “Ciddisin. O kadar olmuş mu? Kahretsin,
vardiyama geç kaldım.” Miel kaşlarını çattı. Ne zamandan beri
Jessie hafta sonları da çalışıyordu? “Sen sormadan söyleyeyim.
Paraya. İhtiyacım. Var.” Güldü. Onunla konuşmak kendini iyi
hissettirmişti. “Birlikte gidelim, beni almaya gelir misin?”
“Tabi, neredesin?” Miel alt dudağını dişledi. Ne söyleyecekti?
Derin bir nefes aldı ve sakinleşmeye çalıştı. Jessie bilmeli, o
anlar. “İnanmayacaksın ama…”
•••••••
“Bana neden daha önce söylemediğini anlamıyorum.” Miel alt
dudağını dişledi. Jessie’ye anlatmanın neden iyi bir fikir
olduğun düşündüğünü merak ediyordu. Bugün kesinlikle
kendinde değildi. Arabadaki sessizlik moralini daha da
bozuyordu, evden de zaten sessizlik canını sıktığı için çıkmıştı.
Fakat sessizliği şu anı yaşamaya tercih ederdi. “Anlayacağını
düşünememiştim,” dedi yavaşça. Jessie kaba bir ses çıkardı ve
ellerini direksiyona vurup, tutuşunu sıkılaştırdı. Miel,
Jessie’nin kemiklerini görebiliyordu. “Bana neyi anlayıp
anlayamayacağımı söyleme. Ben sana anlattım, değil mi?”
Miel sadece başını salladı. Jessie ona kendi geçmişini
anlatmıştı ve nasıl üstesinden gelmeye çalıştığını. Hatta ona
nasıl oldu da anlattığını düşününce… “Bak, özür dilerim,” dedi
Jessie sakinleşmeye çalışırken. “Özür dilerim. B-Ben
sadece…” Miel elini omzuna koyarak onu susturdu, gözlerinin
içi de yüzüyle birlikte gülüyordu. “Önemli değil, zaten sana
daha önce anlatmalıydım.” Jessie sessizce küfretti, sonra da
sırıtıyordu. “Bir de sana nasıl anlattığımı düşününce…” “Bana
anne diyebilirsin, bebeğim,” dedi kızıl saçlı kız havayı
yumuşatmak istercesine. Jessie hafifçe Miel’in omzunu
yumrukladı. İkisi de sırıtıyordu, yine de hava bıçakla
kesilebilecek kadar yoğundu, ağırdı. Araba kırmızı ışıkta
sessizce dururken, içerisi hem hüzün hem de kahkahayla doldu.
-5 ay önce- “Miel, içkileri hazırlamaya başla ve Jessie’ye de
söyle hangi cehennemdeyse çıksın artık, etraf kalabalıklaşmaya
başladı!” Miel oturduğu yerden kalktı ve o gün yanında ağrı
kesici getirmediği için kendi kendine lanet okudu. Patronunda
dönüp sessizce tamam dedikten sonra işine döndü. Ellerini
üstüne sildi ve malzemeleri hazırlamaya başladı. Miel’in
tahminine göre üniversiteli olmaları gereken dört genç içeri
girdi ve sessizce etrafı izlemeye başladılar. Yüzlerindeki
uyumsuz sırıtışlardan ve dengesiz hareketlerinden bara
gelmeden önce bir yerlerde takılıp sarhoş oldukları belli
oluyordu. Hatta belki de sarhoş olmakla yetinmemişlerdi. Bu
iyi değil, diye düşündü. Hem de hiç değil. Gençler sendeleyerek
bar bölümüne yaklaştılar, Miel göz ucuyla patronuna baktı. O
da dikkat kesilmiş, herhangi bir sorun çıkarsa atlamaya hazır
gibi duruyordu. Miel’i eliyle çağırdı ve yer değiştirdiler. “Sen
git ve Jessie’yi bul.” Miel yavaşça kafasını salladı, duruma
alışıktı yine de kendini huzursuz hissediyordu. Daha önce de
böyle durumlarla karşılaşmışlardı ve patronları her zamanki
gibi halletmişti. Titreyen ellerini yumruk yaptı ve barın arka
bölümünden diğer personelin bulunduğu bölüme geçti. Ted ve
Nel’in kadınlar tuvaleti önünde konuştuklarını gördü. Nel de
onu fark etti ve eliyle yanına gelmesini işaret etti. Bir yandan
Ted’in kolunu çekiştiriyor, bir yandan da işaret parmağını
dudaklarına bastırıp sessiz olmasını söylüyordu. Miel kafasını
salladı, kim bilir yine kimin arkasından ne işler çeviriyorlardı.
Buraya ilk geldiğinde Nel, Ted’le birlikte onu da çağırmış,
küçük gruplarına katmaya çalışmıştı. Reddetmişti ama yine de
uzaktan yakından arkadaştılar. Nel, kesinlikle yirmi dokuz
yaşındaki normal bir kadına göre çok çılgındı ve kesinlikle
yaşını göstermiyordu. Ted ile yaptıkları küçük sululuklar çok
aşağılayıcı değildi, ortamı neşelendirmek için yapıldığı çok
açıktı fakat Miel bu ikisini nedense o kadar çok sevememişti.
Özellikle de blender ile yaşadığı o ufak kazadan sonra. Gerçi
artık çalıştırmadan önce içindeki malzemeleri bir kez daha
gözden geçiriyor, başka şüpheli ‘şey’ olmadığından emin
olduktan sonra, kapağın yerine tam oturduğunu da kontrol
ettikten sonra çalıştırıyordu. Tamam, işler yavaşlıyordu, yine
de yoğun bir günde birkaç müşteriyle birlikte kokteyl veya içki
banyosu yapmaktan iyiydi. Daha da beteri artık shaker
olayından sonra ellerini üç kez yıkadığına emin oluyor ve iki
bölmenin de şüpheli bir maddeyle kaplanmadığına dikkat
ediyordu. Tam da Nel daha da sinir bozucu olamaz derken
şakaların dozu artmış, patrondan bile azar yediği halde yapaya
devam etmişti. Şimdiyse normalde sarı olan saçlarını iki hafta
kadar önce çamurcun rengine, evet çamurcun rengine
boyatmıştı. İlk başta pişman olmuştu yaptığından fakat sonraki
hafta daha bir memnun görünüyordu. Şimdi göz rengiyle aynı
renk saçları vardı, şey… Yeni hobisini öğrenmek bile
istemiyordu. Ted ise… Ted’di işte. Kendi halinde, ağırbaşlı,
sessiz, sakin biriydi. Çoğu zaman Nel ile birlikte takılmasına
rağmen ondan etkilenmiş gibi gözükmüyordu, hatta o az da
olsa Nel’i etkiliyor gibiydi. En azından belirli bir yönde… Ona
daha önce yaşını sormak istemişti fakat etrafına yaydığı hava
nedense insanları ondan uzak tutuyordu, yine de eğer yaşını
doğru tahmin ediyorsa –genç göründüğünü de hesaba katarsaen fazla otuz bir yaşında olmalıydı. İkisi de o burada çalışmaya
başlamasından çok öncedir burada çalışıyorlardı, hiç
sormamıştı ama belki de ilk açılışından beridir burada
olabilirlerdi. “Neler oluyor?” diye sordu Miel. Sesindeki
merak ve endişenin havada asılı kalmasını önleyememişti. Yine
de karşısındaki ikisi bunu fark edemeyecek kadar telaşlıydılar.
“Jessie kendini içeri kilitledi. En son senin yanına gidiyordu,
şimdiyse çıkmak istemiyor,” dedi Nel endişeli bir anne
edasıyla. “Bize kapıyı açmıyor, o haliyle görülmek istemediğini
söyledi. İstersen sen de bir şansını dene.” Miel’in gözleri
şaşkınla genişledi sonra sıkıntıyla kaşlarını çattı. Birincisi
Jessie ile o kadar yakın değildiler, çünkü kız ondan hep uzak
durmuştu. İkincisi eğer Nel ve Ted bile başaramadıysa o hangi
Allah’ın belası yöntemle başaracaktı bunu? Yavaşça kapıyı
çaldı ve düz bir sesle konuşmaya çalıştı. “Jessie?” Ses yoktu.
Bir kez daha tıklattı, bu sefer daha sert bir şekilde, sesini de
yükselterek. “Jessie, aç şu kapıyı.” Kapının ardında ufak bir
hareketlenme oldu. “Hayır,” dedi biri sessizce. Miel nedense
kızmaya başlıyordu, elinde değildi. Onun yüzünden bir ton
bahşişi kaçırıyor olabilirdi. Daha da sert yumrukladı, artık
neredeyse bağırıyordu. “ Jessie. Şu. Kapıyı. Aç.” Kapının
ardında Jessie’nin huzursuzca kıpırdandığını hissetti. “Hayır,
lütfen.” Titreyen sesi kapıyı zar zor aşıyordu. Miel sesini
duyabilmek için kulağını dayamak zorunda kaldı, Nel’e
endişeyle baktı. Aklındaki sorular yüzünden okunuyor olmalı ki
kadın omuzlarını silkip kulağını kapıya dayadı. Miel kapıyı
birkaç kez tekmeledi. “Jessie, üçe kadar sayıyorum ve şu lanet
kapıyı açıyorsun.” Nel, Jessie’nin kapının ardında titrediğini
hissedebiliyordu, Miel’i durdurmak istedi fakat kız çoktan
kendinden geçmişti. “Madem zoru oynuyorsun,” dedi
hazırlanarak. Nel ve Ted ona şüpheyle baktı, yüzündeki
gülümseme hayra alamet değildi. “Ben de kapıyı zorla
açarım.” Miel birkaç adım geri çekildi ve Nel ve Ted’in
yüzlerinin korku ve şaşkınlıkla değişmesini zevkle izledi. Fakat
daha o hareket edemeden kapının kilidi açıldı, yine de başka
bir hareketlilik olmadı. Miel yavaşça kapıya doğru ilerledi ve
Nel ile Ted’e orada durmalarını söyledi. Kapının kolunu
çevirdi ve içeri girip, kapıyı arkasından sessizce kapadı.
Jessie’nin durumunu artık tahmin edebiliyordu ve ani bir
gürültünün onu korkutabileceğinin farkındaydı. Yine de içeri
girdiğinde gördüğü şey beklentilerinin aşırı derecede
üstündeydi. Jessie kadınlar tuvaletinin en dibinde gözleri
yuvalarından fırlayacak derecede açık bir şekilde oturmuş,
bacaklarını karnına çekmiş öne arkaya sallanıyordu. Saçlarını
açmış ve bir kısmıyla yüzünü gizlemeye çalışıyordu. Bir elini
yüzüne götürmüş, başparmağını hıçkırıkları arasında dişleriyle
kemirip kanatmış, yine de durmamıştı, kanın hatta acının
farkında bile değilmiş gibi duruyordu. Asıl korkunç olanı bir
elindeyse keskin bir bıçak taşıyor olmasıydı. Kızıl saçlı kızın
görebildiği kadarıyla Jessie’nin kemirdiği elinin bilekleri
birkaç kez kesilmişti. Hemen tuvaletlerden birine girip aceleyle
alabildiği kadar tuvalet kâğıdı aldı ve Jessie’nin yanına gitti.
Önce bıçağı hızla elinden aldı ve öteye, Jessie’nin bir daha
ulaşamayacağı bir yere fırlattı. Daha sonra tuvalet kâğıtlarını
sıkıca bileğinin etrafına doladı. “Nel! Ted! Çabuk ilk yardım
kutusunu getirin, soruları sonraya saklayın!” İkisinin de
koştuklarını duydu. Başını kaldırdı ve Jessie’nin ölü gözlerinin
içine baktı. Kız sessizce hıçkırıyor, ağlıyor ve sarsılıyordu.
Miel dikkatini verince Jessie’nin bir şeyler mırıldandığını
duydu. “Hayır… L-lüt-fe-fen… Bu g-gece olması-sın bbaba…” Daha sonra gözlerini sımsıkı kapayarak sesli bir
şekilde ağlamaya başladı. Kızıl saçlı kız kaşlarını çattı. Jessie
neyden bahsediyordu? Babası mı? O bunları düşünürken Nel
ve Ted bir hışım içeri daldılar. İkisinin de korkuyla iç
çektiklerini duydu. Onlara döndü ve sessiz olmalarını işaret
etti. İlk yardım kutusunu onlardan alırken ikisi de yavaşça
yanlarına geldiler. “A-anneme s-söy-lem-mem… L-lütfen…”
Jessie’nin sesi gittikçe kısılıyordu yine de Miel onu rahatlıkla
duyabiliyordu.
S. 16
İlk yardım kutusundan bandajları çıkardı ve kandan yapış
yapış olmuş tuvalet kâğıtlarını yavaşça kaldırdı. Kesikler hala
kanıyordu. Kızıl saçlı kızın kaşları iyice çatıldı. Bu kadar derin
kesecek kadar ne travma atlatmış olabilirdi? Böyle
davranmasına ne yol açmıştı? Miel onca yıllık psikoloji
derslerinin nereye gittiğini merak etti. “Da-daha f-fazla oolma-s-sın… Kaldıramam…” Jessie son sözlerinden sonra
kısa bir çığlık attı ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı Vücudu
sarsılıyor, kolları her sarsılışta daha da kanıyordu. Bandajları
sıkıca sardı ve kızın gözyaşlarıyla yıkanan yüzüne bir kez daha
baktı. Miel onu rahatlatmak istedi, sonra ise kaşlarının saç
diplerine kadar fırladığına yemin edebilirdi. Kollarını kızın
titreyen bedenine solamadan önce tereddüt etti yine de yaptı.
Kızın irkildiğini hissetti hatta ona karşı koyuyor ve küçük,
sessiz çığlıklar atıyordu. “Jessie, tatlım, geçti,” dedi kızın
kulağına sessizce. Kız bir kez daha irkildi fakat artık karşı
koymaktan vazgeçmişti. Tereddütle ona geri sarıldı.
“A-anne?” “Efendim?” dedi Miel oyunu bozmadan. Onu bu
haldeyken kandırarak kendini kötü hissediyordu ama belki de
ona neler yaşadığını bir de kendi ağzından anlattırmanın tek
yolu buydu. Jessie sessizce hıçkırdı. “B-benden n-nefret ediyor
musun?” Sesi ağlamaktan ve çığlık atmaktan çatlamış,
kurumuştu. Bilekleri kızıl saçlı kızın sırtına dokununca acıyla
irkildi, yavaş yavaş kendine geliyordu. Miel kızın sırtını
sakince, onu yatıştırmak için okşadı, onu biraz daha sıkıca
sardı. “Hayır. Neden? Sence etmeli miyim?” diye sordu
şüpheyle. “Hayır, a-ama dün gece b-babam y-yine odama ggeldi.” Küçük, korkmuş bir kız gibi, baba derken hafifçe titredi.
Miel nefesini verirken sessizce küfretti. “Sana ne yaptı?” dedi
biraz sertçe. Sesinin yükselmesine engel olamamıştı. Kızın
biraz daha titrediğini fark etti. Teni kan kaybından dolayı
soğuktu. “B-benden n-nefret etmeyeceksin d-değil mi?” diye
sordu kız sesindeki şüphe ve korkunun yayılmasına engel
olamayarak. “Hayır, tatlım. Ne yaparsan yap, öyle bir şey
H.Dilara BAYRAKTAR
BALKON 17
olmayacak,” dedi Miel. Onu ikna etmek için başını omzuna
yasladı ve sırtını okşadı tekrar. Yanağına küçük bir öpücük
kondurdu. “Söyle, bebeğim. Ne oldu?” Nel ve Ted bir
karşılarındaki tabloya bir de birbirlerine bakıyorlardı.
Durumu çoktan kavramış, müdahale etmemeleri gerektiğini
çoktan kavramışlardı, yine de kızın yaşadıklarını kendi
ağzından anlatmasının iyi bir şey olup olmadığından emin
değildiler. Hatta Jessie’nin kendine geldiğinde neler
yapacağını düşünmek bile istemiyorlardı. Fakat bir açıdan
içindekileri dökmesi onun için iyi olabilirdi. En azından kısa
bir süreliğine… “B-babam c-canımı yaktı, anne. E-elinde
keskin b-bir ş-şey vardı. Karşı k-ko-koyamadım,” dedi
hıçkırarak. Miel alt dudağını dişledi. “Sonra tatlım?” diye
sordu çekinerek. Jessie çığlık attı. “K-kan…” diye bağırdı. “Hher yer de k- kan…” Miel’in kollarından sıyrılıp ellerini
kulaklarına götürüp boğazını yırtarak geçen tiz bir çığlık attı.
Öne arkaya sallanıyor, hıçkırıyor ‘kan’ diye bağırıyordu.
Sonra yavaşça kendinden geçmeye başlarken Miel birkaç iş
arkadaşının ve patronlarının içeri daldığını gördü.
Arkalarından birkaç müşteri meraklı gözlerle içeriyi izliyordu.
Hepsinin kafalarındaki düşünce aynıydı. Patronunun kendisini
geri çektiğini hissetti ve ona bir şeyler dediğini duydu. Yine de
ayakta duracak gücü kendinde zor buluyordu ve bakışlarını
odaklayamıyordu. Kan kokusu burun deliklerini doldurmuş,
beyninde saklamış olduğu bazı ‘sırlarını’ yüzeye çıkarmaya
çalışıyordu. Kafasını sertçe salladı ve başını ellerinin arasına
aldı. Birkaç meraklı gözün kendisini izlediğini hissetti fakat
onlarla ilgilenmedi. Birisi onu omzundan tutup sarstı ve birkaç
kez adını söyledi. Yüzüne birkaç tokat onu kendisine getirmeye
yetmişti. Gözlerini kısarak, baş dönmesinin geçmesini bekledi
ve karşısındaki kişiye odaklanmaya çalıştı. “Miel!” diye
bağırdı Nel onu sarsarak. “İyi misin?” Endişesi gözlerinden
okunuyordu ve bir tane daha Jessie vakası yaşamak istediği
çok açıktı. Yüzüne hafif bir gülümseme yerleştirdi, fakat
yuvalarından fırlayacakmış gibi duran gözleriyle onu daha da
delirmiş gibi gösterdiğinden adı gibi emindi. Gözlerini kapadı
ve nefesini büyük bir gürültüyle dışarı saldı. Bu sefer Nel’i
sakinleştirebilecek kadar inandırıcı bir gülümseme yerleştirdi
dudaklarına. “İyiyim. Sadece kan, bilirsin,” dedi sakin olmaya
çalışarak. Hızlı hızlı solumasının durumu daha da iyiye
götürdüğü söylenemezdi.
Nel yavaşça kafasını salladı.
“Tamam, istersen çıkıp hava alabilirsin, ben kalıp burayı
temizleyeceğim.” Miel onaylarcasına kafasını aşağı yukarı
salladı. Bir gün için çok şey yaşamışlardı. Kadınlar
tuvaletinden neredeyse koşarak çıktı ve alkol kokusunu büyük
bir sevecenlikle kucakladı. Bisquit Cohiba’nın kokusu burun
deliklerine dolarken rahatladığını hissetti. Yine de bakmak
istedi. Barın arka çıkışını kullandı ve yavaşça patronunun
yanına gitti. Birbirlerine baktılar ve sonra ambulansın yanıp
sönen kırmızı-mavi ışıklarının sokağı terk etmesini izlediler.
Kızıl saçlı kız elini yüzüne götürdü, gözlerini kapadı ve kafasını
iki yana sallarken nefesini büyük bir gürültüyle dışarı bıraktı.
“Lanet olsun.”
BUNLARI OKUMADAN …
D.H. Lavrence :
-
Virginia Woolf:
Franz Kafka :
Rober Musil :
Joseph Conrad:
Lady Chatterley’in Sevgilisi
Oğullar ve Sevgililer
Deniz Feneri
Mrs. Daloway
Şato
Dava
Değişim
Niteliksiz Adam
A.Hamdi Tanpınar:- Huzur
- Saatleri Ayarlama Enstitüsü
- Mahur Beste
- Beş Şehir
Peyami Safa :
-
Kemal Tahir:
- Devlet Ana
- Esir Şehrin İnsanları
- Yorgun Savaşçı
- Karılar Koğuşu
- Karanlığın Yüreği
- Nostromo
Vladimir Nabokov: Jorge Luis Borges: Aldous Huxley:
-
Bir Günbatımının Ayrıntıları
Ada ya da Arzu
Alef
Atlas
Cesur Yeni Dünya
Bir Tereddüdün Romanı
Matmazel Norali’nin Koltuğu
Şimşek
Yalnızız
Cumbadan Rumbaya
Fatih- Harbiye
Yakup Kadri K.: - Kiralık Konak
- Yaban
Julio Cortazar:
- Ayakizlerinde Adımlar
Italo Calvino:
- Varolmayan Şovalye
- Ağaca Tüneyen Baron
- Körleşme
Orhan Kemal:
- Bereketli Topraklar Üzerine
Sebahattin Ali:
- Kuyucaklı Yusuf
- Büyülü Dağ
- Budenbrug Ailesi
Oğuz Atay :
Elias Canetti:
Thomas Mann:
William Faulkner: - Kutsal Sığınak
- Ses ve Öfke
Andre Gide:
- Pastoral Senfoni / DarKapı
Henry James:
- Bir Kadının Portresi
Dostoyevski:
-
Karamozov Kardeşler
Suç ve Ceza
Cinler
Yeraltından Notlar
Delikanlı
Budala
Lev Tolstoy:
-
Anna Karenina
Savaş ve Barış
Diriliş
Ivan Turgenyev:
- Babalar ve Oğullar
Nikolay Gogol :
- Ölü Canlar
Gustave Flaubert: - Madame Bovary
Honore de Balzac: Stendhal:
Goriot Baba
Vadideki Zambak
Modeste Mignon
Eugenie Grandet
- Kırmızı ve Siyah
- Parma Manastırı
- Tutunamayanlar
- Tehlikeli Oyunlar
- Korkuyu Beklerken
-Bir Bilim Adamının Romanı
Hasan Ali Toptaş: - Gölgesizler
- Kayıp Hayaller Kitabı
- Sonsuzluğa Nokta
- Harfler ve Notalar
İhsan Oktay Anar: - Suskunlar
- Puslu Kıtalar Atlası
- Efrasiyab’ın Hikayeleri
- Amat
- Kitabül Hiyel
Elif Şafak:
- Mahrem
- Pinhan
- Bit Palas
- Şehrin Aynaları
- Araf
Bilge Karasu:
- Gece
- Göçmüş Kediler Bahçesi
- Narla İncire Gazel
Tahsin Yücel :
- Peygamber’in Son Beş Günü
- Vatandaş
Latife Tekin:
- Unutma Bahçesi
- Ormanda Ölüm Yokmuş
- Gece Dersleri
( Hazırlayan: F. KUTLUOĞLU )
BALKON 18
ÇÖZÜLEMEYEN
MATEMATİK SORULARI
MÜKEMMEL SAYI SORUSU:
* Mükemmel sayı kendisi haricindeki tüm
çarpanlarının toplamı kendisini veren sayıdır. Örneğin 6
mükemmel bir sayıdır. Çünkü kendisi haricindeki
çarpanları yani 1, 2 ve 3 toplanınca kendisini verir: 1 + 2 +
3 = 6. Diğer örneklerse 28, 496, 8128 şeklinde gidiyor.
Şimdiye kadar hiç tek mükemmel bir sayıya rastlanmamış.
Merak edilen böyle bir sayının var olup olmadığı. Eğer
vardır diyorsanız bu sayıyı, saklandığı yerden bulup
çıkarmalı, ya da olmadığını ispat etmelisiniz?
GOLDBACH HİPOTEZİ:
* 2’den büyük her çift sayı iki asal sayının
toplamıdır.’’1742’de Goldbach, Euler’e yazdığı bir
mektupta bu önermenin ya doğru olduğunun ispatlanmasını
ya da bunu sağlamayan bir örnek göstererek bu önermenin
yanlış olduğunun ispatlanmasını istemiştir?
PALİNDROMİK SAYILAR SORUSU:
* Kapak, kütük, sus, yay, kepek kelimeleri ilginç bir ortak
özellik ile dikkat çekiyor: düzden ve tersten okunduğunda
aynı. Benzer bir yapıya sahip olan palindromik sayılar da
düzden ve tersten okunduğunda aynı olan sayılardır:
1991, 10001, 12621, 79388397, 82954345928.
Bu alandaki açık soru ise şöyle:
Hem asal hem de palindromik olan sonsuz tane asal sayı
bulunabilir mi?
COLLATZ PROBLEMİ:
* Önce bir pozitif tamsayı seçin. Bu sayıya yapılacak
işlem şu:
Sayı tekse 3 katını alıp 1 ekleyin. Sayı çiftse 2'ye
bölün.Aynı işleme çıkan sayıya uygulayın. En sonunda
elde edeceğiniz sayı 1'dir. Bu hipotezin yanlış olduğunu
düşünüyorsanız bu hipoteze uymayan bir sayı bulun veya
doğru olduğunu düşünüyorsanız hipotezin doğruluğunu
kanıtlayınız?
Hazırlayan: Ömer GÖKÇEOĞLU
BALKON 19