Balkon - 2011 / Sayı 1 - SİLİVRİ - Prof Dr. Fuat Sezgin Fen Lisesi
Transkript
Balkon - 2011 / Sayı 1 - SİLİVRİ - Prof Dr. Fuat Sezgin Fen Lisesi
Balkon 2011/ SAYI 1 İnsan, kendini yalnızca insanda tanır… PROF. DR. FUAT SEZGİN FEN LİSESİ YAYINIDIR - İSTANBUL SAHNESİ ( Aylin ARSLAN ) - NE OLUYOR BİZE? ( Nesibe KIRIŞ ) - PORSELEN MASKENİN ALTINDAKİLER ( H.Dilara BAYRAKTAR ) - GERÇEK HOŞGÖRÜ ( Elçin BABAOĞLU ) -TÜRKÇEMİZ “TURKCHE”LEŞMESİN !!! ( Merve AKPINAR ) - ÇİKOLATA İLE İLGİLİ TATLI GERÇEKLER ( Ayça EVLİ ) - ÇÖZÜLEMEYEN MATEMATİK SORULARI ( Ömer GÖKÇEOĞLU ) Gerçek, Kurgu’dan daha acayiptir, çünkü Kurgu, olabilirlikleri gözetmek durumundadır; Gerçeğin öyle bir zorunluluğu yoktur. Mark Twain İÇİNDEKİLER BALKON - Dergimiz ticari bir yayın değildir. NELER OLUYOR BİZE? –(NESİBE KIRIŞ)- 4 - Dergimizin çıkmasını istiyorsanız bir sonraki sayıya ürün gönderin. - Bütün amatörlükler bizdendir. İSATANBUL SAHNESİ-( AYLİN ARSLAN) -4 HEDEFE PROGRAM…. ( BERFİN ALKAN ) – 5 GÜNLÜK HAYAT – ( KÜBRA BEKTAŞ ) – 6 İMTİYAZ SAHİBİ: OKUL MÜDÜRÜ Behcet ASLAN ŞİİR – ( EMRE KÜRŞAT ÖRSEL )—6 GERÇEK HOŞGÖRÜ – ( ELÇİN BABAOĞLU)- 7 BALKON- ( BETÜL KALKAN ) – 8 TÜRKÇEMİZ UYARI VERİYOR - ( MERVE AKPINAR ) – 9 ÇİKOLATA İLE İLGİLİ TATLI GERÇEKLER - ( AYÇA EVLİ )- 10 SORUMLUSU: Fatih KUTLUOĞLU Okul Müdür Yardımcısı EDİTÖR: Nesibe KIRIŞ DİZGİ TASARIM : Fatih KUTLUOĞLU BÜYÜK CAN DEDİ Kİ : -( NESİBE KIRIŞ )- 11 PORSELEN MASKENİN ALTINDAKİLER -( HATİCE DİLARA BAYRAKTAR ) 12,13,14,15,16,17 BUNLARI OKUMADAN… -18 KARAKALEM: Makbule UNUTKAN Ezgi Özcan Elçin BABAOĞLU Merve AKPINAR ÇÖZÜLEMEYEN MATEMATİK SORULARI- ( ÖMER GÖKÇEOĞLU ) - 19 BASKI : BEK – İŞ MATBAACILIK balkon 2 Değerli Okuyucularımız ! Prof. Dr. Fuat Sezgin Fen Lisesi olarak dergimizin ilk sayısını çıkarmanın heyecanı içerisindeyiz. Sadece 52 kişi olan biz 9. Sınıflar bu ilk sayıda, ciddi bir çalışmada elbette acemilikler yapmadık değil. Evet bu dergi bizim ilk göz ağrımız olacak ve bu yüzden titiz bir şekilde yazıları değerlendirdik. Ve sonuç olarak işte ilk sayımız elinizde. Neden Balkon? Beklenen soru buydu beklide. Balkon dendiğinde sizin aklınıza ne geldiğini bilmiyorum ama Balkon bizim için çok özel bir kelime ve her duyduğumuzda değişik duygular çağrıştırıyor bizde. Balkon şiiri bizim II. Yeni ile ilk tanıştığımız şiir. Kafa yorarak yorumlamaya çalıştığımız ilk şiir diyebilirim. Derginin adı konusunda inanın çok düşündük iki sınıf arasında münakaşalar oldu. Haftalar sonra Ömer arkadaşımız “Dergimizin adı ‘Balkon’ olsun.” dedi. O an herkes kabul etti. Kimse itiraz etmedi. Bu şiir bizde çok güzel anılara yer açtı umarız siz okuyucular için de hoş bir anı olarak kalır. Dergimizde emeği geçen tüm arkadaşlara başta Müdürümüz Behcet ASLAN , Edebiyat öğretmenimiz Fatih KUTLUOĞLU olmak üzere diğer tüm öğretmenlerimize çok teşekkür ediyorum. Umarım ilk sayımız hepimizin beklediği ilgiye mazhar olur. * * * EDİTÖR BALKON 3 NELER OLUYOR BİZE ? Geçen gün bir yazardan “Neler oluyor bize ?” Başlıklı yazıyı okudum.Beni gerçekten çok etkiledi. Gerçekten neler oluyor bize ? Çok saçma bir hal almamış mıydı ülkemiz; insanlar, aileler, bozulmamış mıydık? Gazetelerde artık doğru dürüst haberler okuyamaz olduk, ailemiz süzgeçten geçiriyor biz okuyoruz. En azından bazı ailelerde durum bu. Sürekli cinayet haberleri, Genç insanların intiharları,isyanlar,tacizler. Filistin İsrail çekişmeleri Arap ülkelerinin iç karışıklıkları. İnsanların – kadınların – haklarına karşı olan saygısızlıklar. Mitinglerde atılan yumurtalar,ayakkabılar,Küfürler saldırılar.Terörist olayları aynı ülkeden olduklarını bir türlü kabul edemeyen teröristlerin kendi ülkelerinde ki insanları öldürmek istemeleri. Taksim meydanında ki bombalı saldırılar. Aile bireylerinin kendi kardeşlerini annesini, babasını eşini bıçaklamaları. Ve daha aklıma gelmeyen bir çok olay daha .! Bunların çıkış nedenleri neydi ? Neden insanlar artık rahatlıkla kimseye güvenemiyor. Neden gittikçe bölünür olmuştuk. Artık ailelerimizin bir eli telefonda “Kızım okula gidince beni çaldır , dershaneye gidince mutlaka ara olur mu , canım kızım kendine dikkat et taksiye binerken arkada otur.'' haklı değiller miydi sanki sonuna kadar.. Bazen bize (gençlere) saçma geliyor bu laflar '' sakın sigarayı deneme alkol çok zararlı nargile içme '' oysaki hepsi bizim iyiliğimiz için sanırım geçen yıl bir haber okumuştum. Yine bu konuyla ilgili : Bir annenin karnında 9 ay boyunca tuttuğu zorluklarla büyüttüğü 17 yaşına getirdiği kızının uyuşturucu (!) yüzünden gözünün önünden çürüyüp gidişini görmesi ve bunun için onu uyarırken kızı tarafından 11 yerinden bıçaklanarak öldürülmesi ne acı ! Belki de en büyük İSTANBUL SAHNESİ Saat yakamoza vurmuş, denizinde gök çanlarını çalarken Yıldızlar İstanbul’un etrafında gecemle gündüzümü denklerken Zifiri karanlıkta dün yarına umut fısıldarken Işıklar söndüğünde doğup parlayansın İstanbul. acılardan biriydi. (bir anne için).Birde şu var – yeni nesilde, (büyükler öyle adlandırıyor bizi) – roller değişmişti artık çocuklar anne, anne babalar çocuk gibiydi. Saygısızlıklar diz boyu. Annemler anlatıyordu da dedem babasının yanında çocuğunu sevemezmiş o derece saygı varmış belki bu aşırıya kaçmış bir şeydi ama bizde bunun hafifletilmişi bile yok. Anneye babaya adıyla , saçma sapan lakaplar takarak Güneş senin için poz veriyor solmuş yüzlere Hatıra asılı duvarlarında var ruhla iç mücadele Armağanı sanki geçmişin sessizliği sensizliğe Köşeleri içi dolu tarih, beni kendine çeken İstanbul. konuşmalar , sorgulamalar , lafları dikkate almamalar , hesap sormalar ! Biz kimiz de bizi dünyaya getiren bu zamana kadar büyütüp beslemiş olan insana (anneye) hesap soruyor onunla saygısızca konuşabiliyorduk. Çok değişmişti bu toplum . Gerçekten ne oluyordu bize ? Soğuk , duygusuz , saygısız , Caddelerin doluşmuş kendimden bir kalabalık. Yarını şüpheli sıkıntının gözündeki şanssızlık. Nedir zinciri çekmiş ruhun sözündeki yalnızlık. İçindeki uğultuyu aksettiren, bana beni bulduran İstanbul. sevgisiz yaşıyorduk tıpkı bir robot gibi yaşıyorduk. Rahatsız olunmalıydı bu durumdan düzeltilmeliydi bence. benim gibi ve ders alınmalı Bu hayata bir dur denilmeliydi. İlk önce '' Saygı '' olunmalıydı. Saygı her şeyin çözümü olabilirdi. İnsanlar insan hayatına saygı duysa cinayetler olmaz, tacizler olmaz, bombalamalar, bıçaklamalar.Saygı olsa aileye anneye babaya karşı saygı olsa anne babaların sözleri dikkate alınır Bulutun senle rengini sanki kıskandım. İçteki yoksunluğu kâğıtlara sığdırdım. Senin suskunluğunda hep bir eksik hep bir yarım kaldım. Yalnız kalamadığımdan mı, sensiz yapamadığımdan mı İstanbul ? kötü alışkanlıklar olmaz. Çocuklar bunlara sürüklenmez. Aylin ARSLAN Nesibe KIRIŞ BALKON 4 *** Hedefe programlanmış makinelere benzetirdim insanları. Kendimi de içlerinden hesap ederek… Kalpsizlik uğruna yaşayan insanlarız biz. Minicik bir bedenle geldiğimiz bu dünyada, küçücük bir kalple başlamıştık hayata. Ayak bastığımız dünya, sonu olmayan kocaman bir küre diye tanımlanırdı ben küçükken masallarda. Büyüklüğünden korkar olmuştum, küçüklüğümden beri. Gücüne şaşırmıştım her zaman. Kedimi kanıtlamak amacıyla aykırılık yaptığım zaman dünyaya; ceza hep aynı olurdu umutsuzca. Yara alırdık her haykırışımızla. Hedefe programlanmış makinelere benzetirdim insanları. Kendimi de içlerinden hesap ederek… Ve arkamı dönüp baktığım zaman bazen, bu uğurda can çekişlerine tanık olurdum. Öyle acımasızdı ki dünya… Tanık olmasam gördüklerime, bana mı taktı şu dünya olası şey, derdim. Ama biliyordum böyle değildi… Elimden geldiği kadardı hatalarım; elimden gelemeyense umduklarım. Verdiği cezalarla elimizdekilerle yetinmeyi öğretmişti dünya bana. Hatalarımı yüzüme vurmuştu her an. İşte bu yüzde elimden geldiği kadar olmuştu hatalarım. Umutlarımsa elimden gelemediği kadar çoğalmıştı her dakika. Şansızlık hesaplı tüm işlerine alet etmişti beni. Her kötü geçen dakikada benim adım olurdu şaşılamazcasına. Düşüncelerimden farklıydı yaptıklarım. Her hareketim sanki benim değilmişçesine... Her sözüm başkasına aitmişçesine… İyi olana iyilik; kötü olana kötülük gelmiyordu bu dünya da. Adı sevgi sözcüklerine bağışlanmış bir şey nasıl bu kadar adaletsiz olabiliyordu? Ama şu söz gelirdi her bunu düşündüğümde: “Adalet iyilere ait bir şeydir.” ‘’Ey dünya! Seni dünyalar kadar çok severdim bir zamanlar… Ama şunu bilesin ki; acımasızlığındı beni ters yöne sürükleyen şey…’’ Ve sen yüce dünya, sensin güçlü ama adalete sahip olmayan, Ve sensin aykırılıklara gözünü kırpmadan ceza verebilen, Ve sensin sevgi isteyene bir avuç taştan başka bir şey vermeyen… Bir avuç taştır ki bazen insanı hayata küstüren… Ve bir avuç taştır ki insan, sevdiği insana: ‘’Elimdeki avucumdaki senin olsun.’’ Dediği zaman, o insanı çekip götüren… Berfin ALKAN BALKON 5 GÜNLÜK HAYAT - Kübra BEKTAŞ Günlük hayatımızda herhangi bir yer veya zamanda karşımızdaki kişiye 'Off, tamam ya' gibi kelimeleri kullanırız. Özellikle annelerimize. Şu dünyada 'ben hiç kimseye kırıcı bir kelime söylemedim' diyen birisine rastlayamayız. O lafı söylediğimiz anki davranışlarımız ve bizi hapseden duygularımız doğru düşünmemizi engelliyor. Söylediğimiz söz aslında karşımızdaki kişinin bizim hakkımızdaki düşüncelerini değiştirebilir, belki de bize karşı tavır alabilir. Karşımızdaki kişi her kim olursa olsun, belli bir süre sonra bizden uzaklaşacaktır, hatta adımızın anılmasını bile istemeyecektir. Bir kişi hariç: Annemiz... Bir de kendimi ve annemi düşünüyorum. Annemle geçen diyaloglarımda ister istemez 'of' kelimesini kullanıyorum. Tabi bu kelimeyi söylerken düşünmüyorum hiç. Çünkü bütün hislerim beni ele geçirmiş durumda. Düşünme faaliyetini gerçekleştiremiyorum. Belli bir süre sonra neden bunu söyledim diye düşünüyorum. Gerçekten bir annenin çocuğundan bu kelimeyi işitecek kadar kötü ne yaptığını düşünüyorum. Ama hiçbir zaman haklı bir durum bulamıyorum.Kendimi haklı olarak görmüyorum.Çünkü hiçbir şey benim açımdan olumlu değil şu anda. Benim şu anki söylediklerime göre biz ne dersek diyelim anneler aldırmaz diye bir fikir oluşmasını istemiyorum. Anneler, çocuklarından bu kelimeyi duyunca tabi ki üzülür. Ama o benim çocuğum!' diye düşünür ve affederler. Çocuğundan bu kelimeyi uzaklaştırmaya çalışırlar. Kendi annemden biliyorum. Annem her zaman en iyi şekilde yetişmem için elinden geleni yapar. Biz çoğu zaman annemizin bizim için yaptıklarını göz ardı ederiz, anneler ise bizim kusurlarımızı... İşte ben böyle mükemmel bir meleğe 'of' gibi yürek parçalayıcı kelimeyi nasıl söylediğimi düşünüyorum... Ama annem yapılanları görmezden gelir. O içtenliğiyle sarar sarmalar beni. Beni dışarıdaki tüm olumsuzluklara karşı korur, kollar. İşte annelik duygusu bu! Başka hiçbir şeye benzemez. Bu yaşlardaki gençlerin çoğu arkadaşlarını ailelerinden daha yakın görürler. Bazı yakın arkadaşlarına söylediklerini veya o an ki duygularını annesiyle paylaşmaz. O zamanlarda ona en yakın gelen kişi arkadaşıdır çünkü. Bir de annenin yakınlığını düşünün. Yanınızda olmaz ama sizin ne yapacağınızı ne hissediciliği vardır: Çevresinde kötü bir olay gerçekleşse yada başka birisinden kötü bir olay işitmeden önce annemin yüreğine doğar. Yüreği daralır.Sonra ya kötü bir olay olur ya da kötü bir şey öğrenir.Bence bu özellik sadece benim annemde olan bir özellik değil.Tüm annelerin özelliklerinden biri. Çoğu zaman ailemizin bizi anlamadığını düşünürüz. Genç yaşımızda bazı çılgınlıklar yapmak isteriz. Ya da bizim için çılgınlık değildir de ailemiz böyle düşünür. Böyle durumlarda ben şu kanıya varmışımdır:"Aileler hayatta bizden daha tecrübeliler ama biz şu zamanı onlardan daha iyi biliyoruz." Bizim bildiklerimiz ile onların tecrübeleri bazen çakışabilir. Tabi bunu onlara iyi bir şekilde aktarmamız lazım. Bazen anlamadan düşünmeden söylediğimiz sözler kötü sonuçlar doğurabilir. “Aileler hayatta bizden daha tecrübeliler ama biz şu zamanı onlardan daha iyi biliyoruz." *********************************** Yazdı, haziran akşamı, lakin hava serin Ilık bir yağmur… Ve senin sıcak tenin. Sen yanımdaydın ve üşümüyordum. Sen sırılsıklam, ben sırılsıklam birbirimize aşık Hiçbir ışık yok mu kara sevdamı aydınlatacak Ve ne mümkündü sevdam gibi kara saçlarına son kez dokunmak Ve sen; Yağmur gibi akıp gittin, Gözlerimden. Emre Kürşat ÖRSEL BALKON 6 Gerçek Hoşgörü ☺☻☺☻☺☻☺☻☺☻☺☻☺☻☺☻ DFGBJHTJ5YNFNRTHJ6UKI6867EUJ5IUÖM Toplantı salonu binanın zemin katında. Toplantı salonu girişinde küçük bir alan var. Burada çocukların yaptıkları boyamalar, el işleri, seramik çalışmaları sergilenmiş. Annebabalar çok heyecanlı, kendi çocuklarının yaptıklarını görebilmek için telaşlı telaşlı panolara bakıyorlar. Her panonun başında bir ya da iki öğretmen var. Onlar da belli ki çok heyecanlılar. Anne babalara anlatıyorlar, öğrencileri ile bu eserleri nasıl ortaya çıkardıklarını. Sonra toplantının yapılacağı büyük salona giriyoruz. Salonun tüm koltukları dolu. İçerde bir uğultu var. Bir süre sonra okul müdürü ve konuşmacı içeri giriyor. Konuşmacı misafirlere takdim ediliyor. Güler yüzlü konuşmacı kendini tanıtıyor. Ve konusunu salona doğru anlatmaya başlıyor. Salon sessiz değil. Anne babaların yanında olan küçük çocuklar, yerlerinden kalkıyor, salon içinde dolaşıyorlar. Arada gülenler, ağlayanlar var. Konuşmacı bu durumdan hiç rahatsız değil. Sadece okulun öğretmenleri yüzlerinde tebessümle çocukların yanlarına gidiyorlar. Ellerinde şekerler, çocukların kulaklarına bir şeyler fısıldıyorlar. Sanırım yerlerine oturtmak için ikna etmeye çalışıyorlar. İlginç olan kimse kızgın değil, kimse bu duruma şaşırmıyor. Salonun bir köşesinde 7- 8 yaşlarında bir kız çocuğu, başka daha küçük bir çocuğu elinden tutuyor ve salonu turlamaya başlıyorlar. Ben tam içimden şimdi konuşmacı öfkelenecek, konuşmayı yarıda kesecek diye düşünürken, o kız çocuğu diğer küçük arkadaşını orada bırakıyor, konuşmacının olduğu yere sahneye çıkıyor, konuşmacının elinden mikrofonu istiyor. Mikrofonu alıp bir şeyler söylemeye başlıyor. Biz ne dediğini anlamıyoruz. Öğretmeni yanına geliyor, salona dönüyor, “Size türkü söyleyecek” diyor. Ben çok şaşırıyorum. Ama ne annem, ne salondakiler, ne konuşmacı hiç biri şaşırmıyor. Söylediği anlaşılmasa da bir türkü olduğu hissedilen ezgi ile birlikte tüm salon alkışla eşlik ediyor. Konuşmacı konuşmasını sahneye çıkan o kız çocuğu ile birlikte bitiriyor. Konuşmacı alkışlanıyor. Herkesin yüzünde tebessüm, kimi tekerlekli sandalyede, kimi kucakta çocuklarını alıp salondan ayrılan ana babalar….. Hoşgörü sanırım bu. Onlar özel eğitim alan çocukların anne babaları, öğretmenleri. Böyle bir toplantıya katılmak isterken çocuğunu bırakabileceği bir yakını yok çoğu ana babanın. Onların halini en iyi anlayanlarda öğretmenleri ve yine bir özel eğitimci olan o konuşmacı. Sahneye çıkan Down sendromlu kız çocuğu ve ona alkış tutan, türküsüne eşlik eden insanlar, sanırım gerçek hoşgörü, sabır, sevgi, emek bu. Elçin BABAOĞLU BALKON 7 ♣♣♣♣♣♣♣♣♣♣♣♣♣♣♣♣♣♣♣♣♣♣♣ Balkon Çocuk düşerse ölür çünkü balkon Ölümün cesur körfezidir evlerde Yüzünde son gülümseme kaybolurken çocukların Anneler anneler elleri balkonların demirinde İçimde ve evlerde balkon Bir tabut kadar yer tutar Çamaşırlarınızı asarsınız hazır kefen Şezlongunuza uzanın ölü Gelecek zamanlarda Ölüleri balkonlara gömecekler İnsan rahat etmeyecek Öldükten sonra da Bana sormayın böyle nereye Koşa koşa gidiyorum Alnından öpmeye gidiyorum Evleri balkonsuz yapan mimarların Sezai KARAKOÇ Bizler modern şiirle ilk olarak Sezai Karakoç’un Balkon şiiriyle tanıştık. Hocamız bize şiiri okumaya başladığında birden afalladık diyebilirim. Şiir bittiğinde ise kısa bir sessizlik oluştu. Şaşırmıştık; daha önce okuduğumuz bildiğimiz şiir kavramından bambaşka bir şeydi sanki bu . Zihnimiz karışmıştı. Yazarın vermek istediği mesajı anlayamamıştık. Halbuki önceki şiirlerde alıyorduk önceden tüm mesajları. Soruyorlardı bize nedir şiirin konusu ne anlatmak istemiştir yazar ? çoğumuz kısa kısa veriyorduk cevapları “Özlem aşk korku yalnızlık ” ama bu farklıydı. Yorumlamaya tam başlıyorduk ki kelimeler birbirine karışıyor anlatmak istediğimiz birden farklılaşıyordu. Başka bir ilginçlik daha vardı benim fark ettiğim; hepimizden çok farklı çok değişik yorumlar ortaya atılıyordu. Herkesin algısında ki farklılık dikkatimi çekti. Ama önceden böyle değildi. Herkes aynı hamuru farklı şekillerde sunuyor. Ama şimdi kimi içine yeni maddeler katıyor kimi ise hamurun olmadığını söylüyordu. Şaşkınlığımız devam ediyordu. Yavaş yavaş bir şeyler oturuyor gibi hissediyorken şiiri tekrar okumaya başlıyor ve düşüncelerimize yepyeni bambaşka fikirler eklendiğini görüyorduk. Düşüncelerimiz adeta sıvı halden gaz hale geçmişti. Önceden bir düzeni vardı fakat şimdi hepsi birbirinden ayrı hareket ediyordu. Bütün bunları düşünürken şaşkınlığımı bir kenara bırakmaya karar verdim anlamaya çalışacaktım yazarın anlatmak istediğini. Bunu anlamamın zor olduğunu düşünsem de bunu yapmak yazarı anlamak istiyordum. Satırları yavaşça okudum şiiri tekrar tekrar okuyor ve hiçbir şey anlayamıyor gibi hissederken kafama şu soru takıldı. “ Neden Balkon ” yazarın duygularını tasvir etmesini sağlayan nesne balkon? Sonra düşündüm balkonun bende çağrıştırdıkları neler? Balkon bende dışarıya açılan, nefes almamızı sağlayan bir kapısını çağrıştırmıştı.Dönüp şiire baktım ve işte o zaman yazarı anlayabildim. O balkonda ne nefes alabiliyor ne rahatlayabiliyordu. O balkonu bir ölüm bir tabut bir mezar gibi görüyordu adeta. Onun tek sitemi balkona değildi bence. Balkonların ait olduğu evlere sitem ediyordu aslında yazar. Dizeleri tekrar tekrar okudum ve onu şu şekilde tasvir edebildim; Bence yazar şiirinde aslında modernleşmeye , dolaylı olarak modern dünyanın getirdiği yapıtlara sitem ediyordu. Ve bu yapıtlara baktığında onların tek çıkıntısını dışarıya taşmış tek parçasını yani balkonu görüyor ve acısını ona yüklüyordu. Üzülüyordu aslında yazar için için balkonun insanların nefes alması için yapılan küçücük bir çıkıntı adeta bir kafes gibi oluşuna . Düşünüyordu beklide nerede insanı rahatlatan toprak nerede dokunabileceği hayat dolu bir çiçek, nerede dalına kuş konan bir ağaç…Bütün bunları hissedememenin ve çağın değişiminin acısı ona ölümü hatırlatıyor, hissettiriyordu. Balkon ölümdü yazar için; insanı içeriye kapatan hapseden bir yerdi adeta ilk dizede; “ çocuk düşerse ölür çünkü balkon ölümün en cesur körfezidir evlerde ” demesi ile çocuğunda balkona hapsolduğu tabiatla tanışması gerekirken açılabildiği tek yerin küçücük bir balkon olmasının çocuğun ölümüne yol açtığını anlatıyor. Ve bir tabut … Bir tabuta benzetiyor yazar balkonu . Gelecek zamanlarda ölülerin balkonlara gömüleceğini ve orada rahat etmeyeceklerini söylüyor. Niçin diyorum niçin bir tabut niçin bir mezar tekrar okuyor ve bir kez daha hissediyorum yazarı içimde Çünkü balkon… ölümün en cesur körfezidir evlerde. Ve son kıtada yazarın “ bana sormayın böyle nereye Koşa koşa gidiyorum Alnından öpmeye gidiyorum Evleri balkonsuz yapan mimarların ” demesiyle yazar bizleri yeniden hayata bağlamaya çalışıyor ve bizi modern dünyanın ölülüğünden kurtulmaya davet ediyor. BETÜL KALKAN 8 Türkçemiz Uyarı Veriyor !!! Türkçemize neler oluyor? Daha da önemlisi konuştuğumuz dil gerçekten Türkçe mi? Bu soruya vereceğiniz cevap genellikle aynı. Tabi ki de Türkçe konuşuyoruz. Aslında ne büyük bir yanılgıda olduğumuzu bilmeden veriyoruz bu cevabı. Bir ülkeyi ülke yapan, ayakta tutan birçok faktör vardır ve şüphesiz bu faktörlerden en önemlisi dildir. Yani bir ülkenin dili yoksa o ülkenin geleceği de yok demektir. Fakat bir ülkenin dili kadar o dili korumak ona sahip çıkmak da çok önemlidir. Şimdi, size soracağım soru şu ; "Biz dilimizi ne derece koruyoruz?" Türkçemizde o kadar yabancı kelime var ki, çoğumuz bu kelimelerin yabancı kelime olduğunu dahi bilmiyor, bu kelimelerin Türkçe karşılıklarını kestiremiyoruz. Bu kelimeler günlük konuşmalarımıza, sokaklardaki tabelalara, afişlere, kısacası hayatımızın her alanına girmiş durumda. Öyle ki sokakta yürürken bir vatandaşımız kafasını kaldırıp dükkan tabelalarına bir göz atsa kendi kendine "Ben hangi ülkede yaşıyorum?" diye sorabilir. Peki atalarımızın büyük zorluklarla kazandığı bu ülkenin ne büyük bir çıkmazda olduğunu biliyor musunuz? Türkçemiz yozlaştıkça bizim geleceğimizde karanlık bir yolda ilerliyor. Bunu durdurmanın yolları var; fakat yeterince istenmedikten sonra oda mümkün olmuyor maalesef. İçimizdeki yabancı hayranlığı öyle büyük bir noktadaki... Ülkemizdeki çoğu dükkanın isimleri bile yabancı ülkelerden esinlenmiş. Örneğin; esnafın biri yabancı isimle açılmış mağazalara talebin fazla olduğunu görüyor ve kendi mağazasının adını da "Elmas Mağazası " yerine "Elmas Shop" koyuyor. Bu sayede insanlar bu yeni kelimeyi öğreniyor ve hayatlarında kullanmaya başlıyor. Bu kelimeleri kullanan kitle artıyor ve Türkçemiz tam manasıyla katlediliyor. Bu düşünce ile halkı mağazasına çekmeye çalışan esnaf hedefine ulaşıyor fakat aynı zamanda bir Türkçe katili olmuş oluyor. Bu yozlaşmayı durdurmanın tek yolu; günlük hayatta kullandığımız bu yabancı kelimeleri olabildiğince en aza indirmek, tabelalarda ve dükkan isimlerinde Türkçe kelimeler kullanmak ve en önemlisi Türkçe konuşmanın önemini tam anlamıyla kavrayabilmek... Şimdi sizlere söylüyorum! Türkçemizi saplandığı bu bataktan kurtarmak hepimizin elinde. Gelin Türkçemiz, sayemizde başka dillerin boyunduruğu altında kalmasın, gelecek nesillerimiz “ÖZ TÜRKÇE” konuşsun,yabancı dil sadece yabancı dil derslerinde hüküm sürsün ve ülkemizin geleceği o parlak ışıklı yolda ilerlemeye devam etsin!... TÜRKÇEMİZ "TURKCHE"LEŞMESİN!!! “Bir ülkenin dili yoksa o ülkenin geleceği de yok demektir” Merve AKPINAR BALKON 9 ÇİKOLATA İLE İLGİLİ TATLI GERÇEKLER… *Beyaz çikolata aslında çikolata değildir. Çünkü içinde sadece kakao yağı vardır. Diğer çikolata çeşitlerinde olduğu gibi kakao tozuyla hazırlanmaz. *Çikolatanın bilimsel olan adı Theobroma Cacao, ‘’ Tanrıların Yiyeceği’’ anlamına gelir. *Türkiye’de bir kişi yılda ortalama 1,5 kg çikolata yiyor. *İsviçreli bir şirket 55˚C sıcaklıkta bile erimeyen çikolata geliştirdi. *Çikolatanın kokusu bile insanları mutlu etmeye yetebilir. Çünkü kakaodaki bir kimyasal madde beyne iyi hissetme sinyalleri yollar. *16. yüzyılda çikolata ilaç olarak da kullanılırdı. *104 kg çikolatadan minyatür bir özgürlük heykeli yapıldı. *Soğuk algınlığına yakalanıldığında çikolata yemek –içindeki doğal bir kimyasal madde sayesinde- öksürüğü önler. GREEN PEACE nedir? Greenpeace uzun yıllardır etkin olan dünyanın her yerine yayılmış bir çevre kuruluşudur. Ana amacı çevre katliamlarına karşı mücadele vermektir. Mesela daha geçen haftalarda Greenpeace ve üyeleri sayesinde balık avlamalarına devlet tarafından yasak getirildi. Önceden balıkçılar daha bir kere bile yumurtlamamış yavru balıkları avlayıp denizdeki balık türlerinin soyunu tehlikeye sokuyorlardı. Fakat artık balık avlama mevsimleri dışında balık avlanmayacak ve 40 yıl içinde denizlerimizdeki balıkların neredeyse hepsinin soyunun tükeneceği ihtimali ortadan kalkmış olacak. Greenpeace bu ve benzeri çalışmalarıyla her yerde karşınıza çıkacak bir kuruluştur. Eğer şimdiye kadar bu kuruluşa dikkat etmediyseniz veya internette gördüğünüzde umursamayıp başka bir siteyi açtıysanız ben sizden Greenpeace sitesini bir kere ziyaret etmenizi rica ediyorum. Çevreye duyarlı insanlar olarak dünyayı bu korkunç sondan kurtarmaya çalışmalıyız. Siteyi ziyaretten sonra hala: ‘’Dünyayı kurtarmak bize mi kaldı?’’ diyorsanız o zaman sizde bir sorun var demektir. DAHA FAZLA KAPAK!: Okulumuza geçtiğimiz günden beri lösemili arkadaşlarımıza tekerlikli sandalye hediye edebilmek için kapak topluyoruz.3 Ocak pazartesi gününden beri yaklaşık 1950 tane kapak topladık. Fakat şimdi daha fazla çaba göstermemiz gerekiyor. Kimse size gidin kapak için su alın demiyor. Sadece daha duyarlı olmalıyız. Biri şişesini çöpe atarken onu kapak için uyarın veya evde bir yerlerde kapak görürseniz onun yanından geçip gitmeyin onu mutlaka okulumuza getirin. Evinizin yakınlarında tanıdığınız lokantalara hastanelere aklınıza gelebilecek her yere bir kutu koydurmaya çalışın. Böylece kapak sayısında büyük bir artış sağlanmış olur. Bu sayıya ulaşmamıza büyük yardımları dokunan Ozan AYAKDAŞ’ a çok teşekkür ediyoruz. Ve aynı duyarlılığı hepinizden bekliyoruz. www.greenpeace.org/turkey/tr HAZIRLAYAN: Ayça EVLİ BALKON 10 Büyük Can Dedi Ki: Kovalamayın beni yatağa Hiç uykum yok Daha lafınıza karışacağım Ortalığı dağıtacağım Televizyonu kapatacağım Ayçiçeği resmi yapacağım daha Başparmağıma şiir okuyacağım Islık çalacağım Daha çok işim var Gecenizi karartacağım Kütahya vazonuzu kıracağım Vakitsiz yatırmayın beni Daha çok erken Can YÜCEL Beni bu şiire iten olay kesinlikle bu duyguların sadece Can Yücel' e ait olmadığını düşünmem. Yani bu şiir bence gençlerin - özelliklede benim – duygularımı dile getirmiş. Ne miydi bu duygu ya da şikayet. ''Erken büyümek '' ti temamız ya da ben öyle almıştım, bilmiyorum ama şu bir gerçek ki ben bu durumdan şikayetçiydim ve her şiiri ya da konuyu bu çıkış noktasına ulaştırabilirdim.Ulaştırdım da sanırım. Büyümek derken sakın bu durumdan memnun olduğum sanılmasın! Küçükken hayalimizdi hepimizin, biliyorum fakat artık rahatsızdım. Ben hemen büyüyecektim evet evet doktor olacaktım. Asla evlenmeyecektim, babamın yanında kalacaktım. Kırmızı bir arabam olacaktı – annemin en sevdiğinden -sözde annemi gezdirecektim onunla. Ne kadar masum – sandığımız – hayaller vardı oysa. Ne kadar memnunduk her şeyden hiçbir yük yoktu üzerimizde, kimse bir şey beklemiyordu bizden . Tek istedikleri '' Anne , Baba '' diyebilmemiz ya da bir yerde usulca oynayabilmemizdi. Peki ya şimdi ? Şimdi neler istiyorlardı bizden, hayatımız 4 harften ibaret olmuştu. Ders ders ders ! Ha, birde unutmuşum çok eskiden kaybetmiş olduğumuz ve bir türlü kazanamadığımız Ahlak bilgisi. Ahlak bilgisi bir yana herkesin ihtiyacı var buna ! Peki ya ders nedir ? Hayır anlam veremiyorum 100 almasam ne olur 50 almıştım sorun neydi ! Kim anlam verebiliyor ki buna ! Evet şu anda lise de olduğum için bazı sorumluluklar almam gerekirdi. Peki ya 6. sınıftaki daha çocuk olan Nesibe'nin neden erken büyümesi gerekirdi ki anlamsız ama bu sorumluluklar geleceğini etkileyecekti. Çocukluktan gençliğe adım atacağımız dönemlerde en hassas sinirli zamanlarımızda bir anda genç oluverdik. Ya da zorunda kaldık. Neyse artık önemi yoktu her şey geçmişti üstünden ben ve 51 arkadaşım bir fen lisesindeydik emeğimizin karşılığını almıştık. Sanırım işte Can Yücel de tam bu noktaya parmak basmıştı bence. Erken büyümüştük biz ve sanırım şairde... Daha haylazlık yapacaktık, gecenizi zehir edecektik daha neden bu kadar erken kovalanmıştım yatağa, vakitsiz yatırılmak istemiyorum. Kim istemezdi ki hala o masum sadece etrafa bakınan, dünyayı inceleyen çocukluk hallerini. Kim istemezdi ki hala annesinin Kütahya vazosunu kırıp içini eritmeyi ..! Ben isterdim. Hala çocuk olmak isterdim. Ben zaten hiç istememiştim ki ''Büyük Nesibe'' olmayı o yüzden çok özür dilerim sizden hocalarım, ben hayatı kurallarına göre oynayamazdım. Çünkü ben hala Küçük Nesibe'ydim. Hala vaktim vardı kulübe gibi evler çizmeye, birilerinin sinirini bozmaya zaten kimse anlayamaz benim ihtiyacım vardı çocuk olmaya... Yatırmayın beni erkenden yatağa ! Nesibe KIRIŞ BALKON 11 - Porselen Maskenin Altındakiler - Bulunduğu yer her zamanki gibiydi. Soğuk, leş ve pis… Her şey gibi boğazından akan sigaranın verdiği haz da aynıydı, sıcak ve yine leş; yine de barın verdiği soğukluk hissiyle kıyaslandığında onun için güzel ve heyecan verici bir kaçamak sayılırdı. Çalıştığı barın dışındaki sandalyede oturuyordu, mola vermişti. Birazdan eve dönecek olsa da kendini dışarı atmak, bir şekilde de olsa sıkıntılarından kaçmaya çalışmıştı. Patronunun ve diğer çalışanlarının meraklı bakışlarına aldırmadan yakınlarındaki büyük çöp tenekelerinin yanına koştu ve kapağı kaldırıp içinde ne var ne yoksa boşalttı. Bütün aklından geçenlerin, o gece yaşananların ve hissettiği bütün nefretin boğazından akıp gittiğini hissetti. Rahatlamıştı. Kıyafetlerine bir göz attı. Siyah, uzun topuklu ayakkabıları ve dar siyah pantolonu kurtulabilmişti. Fakat giydiği dar, çivit rengi gömleğinin üzerinde birkaç damla kusmuk vardı. Harika, diye düşündü. Bütün bu olanlardan sonra bir de üzerime kusmadığım kalmıştı. Hızlıca onu izleyen birileri var mı diye etrafına baktı. Şansına sokak bomboştu, patronu ve iş arkadaşları işlerine geri dönmüşlerdi. Kimse onun bu aşağılık halini görmemişti, kimse bilmiyordu, kimse… Kimse onun ne kadar düştüğünü öğrenemeyecekti. Kimse, kimse, kimse, diye sayıklıyordu. Fakat her ne kadar kendini buna inandırmaya çalışsa da bu onun sadece daha da yalnız ve aşağılık hissetmesine yol açıyordu. Kollarını etrafına sardı ve yere oturdu, öne arkaya yavaşça sallanıyordu. Üzerinde deney yapılmış ve bütün elindekileri alınmış küçük bir kız gibi hissediyordu, tamamen boş. Tutmaya çalıştığı gözyaşları her ileri geri gidişinde daha hızlı akıyordu, en sonunda hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. “Hayır, hayır. Reddettim ve gitti. Hepsi bu kadar,” dedi kendini inandırmaya çalışırcasına. Fakat titreyen sesi onun da buna inanamadığını belli ediyordu. Küçük bir kız gibiydi, öyle hissediyordu. Gözlerini kapadı ve son iki damlanın da ellerine akmasına izin verdi. Kelimeleri o kadar zayıftı ki rüzgârla küçük kum tanecikleri gibi dağılıverdiler ve bir daha geri gelmediler, onlar bile onu yalnız bırakmışlardı. Sokak lambasının sarı, koruyucu ışığı bile onu saran karanlığı kovamadı ve kalın bir battaniye gibi üzerine yığıldı. Yavaş yavaş uykunun koruyucu kollarına doğru kayarken ağzında bir şeyler geveledi. Birkaç kuş kış soğuğunda, çöp tenekelerinin yanında baygın yatan kızın üzerinden uçtu, sadece onlar anlayabilmişti kızın neler anlatmak istediğini, sadece onlar fark edebilmişti ne kadar masum göründüğünü… “Korkuyorum…” dedi kız sesi titreyerek, uykusunda birileri kızıl renkteki perçemlerini yüzünden çekerken. Ve ikisi de o rezil görüntünün ortasından bir gölge gibi sessizce uzaklaştılar. Ayak sesleri… Yaklaşıyorlardı. Ne kadar kaçarsa kaçsın kurtulamayacaktı. Zaten kendi kendine öyle dememiş miydi? Bunun olacağını her ne kadar inkâr etse de biliyordu. Sesler şimdi daha yakından geliyor, nefeslerini ensesinde hissedebiliyordu. Kalp atışları kulaklarında çınlamaya başladı, adrenalini kanında hissetmişti, görüşü şimdi bulanıklaşmış, etrafı bir parlayıp bir kararıyordu ‘Kurtuluş olmadığını biliyordun. Bu senin kaderin, kabul et onu, yadırgama, hatta kucakla…’Bu sözler onun değildi, sanki vicdanı vücut bulmuş, onun aptallığıyla dalga geçiyormuş gibiydi. Kafasını iki yana salladı. Hayır, böyle bir kaderi kabullenemezdi. Böylesine pis, rezil bir kader onun için fazlaydı. O an yapabileceği tek şey onun sağ kurtulduğuna şükretmekti. ‘Sen yaptın, senin suçun. Kurtulamazsın… Kaçma, hayır, kabullen, tutun ona… Belki de hayatta sağ olduğunu kanıtlayabileceğin şey budur, belki de senin hala yaşadığını kanıtlayan tek şeydir bu. O yüzden ne olursa olsun yaptığın şeyi kabullen. Şu noktaya geldin artık, yapabileceğin başka hiçbir şey yok.’ Kızıl saçlı kız kafasını daha hızlı salladı, görünüşü şimdi daha da kötüleşmiş, artık etrafındaki nesneleri seçemez olmuştu. Yavaşladığını ve peşindekilerin ona daha da yaklaştığını hissetti. Kendini ne kadar daha da hızlı koşmaya zorlarsa zorlasın hızlanamıyordu, tam tersine iyice güçten düşüyordu. O kadar ki tökezledi ve yere yığıldı. Yara bere içindeki vücudu soğuk mermerle çarpışınca dudaklarından acı bir çığlık yükseldi. Etrafındakilerin kahkahalarını zorlukla seçebildi. Birisi saçını kavradı ve onu kendine doğru çekiverdi. Bu hareket onun başının hızla dönmesine ve bedeninin acıyla kıvrılmasına sebep oldu. Onların kirli ellerini yüzünde ve belinde hissetti, onu ayağa kalkmaya ve onlardan yana bakmaya zorluyorlardı; fakat o başını yerden kaldırmamakta diretiyordu. Birisi onu sertçe tokatladı ve geri yere bıraktı. Acı dolu inlemelerini duyunca zevkle kahkaha attılar. İçlerinden birisi alaycı bir şekilde bir ayağını sertçe kızın eline yerleştirdi ve ezmeye başladı. Kız yerde acıyla kıvranıyor, küfürler ve tehditler savuruyor, ağlıyordu. ‘Bir de utanmadan ağlıyorsun ha? Sana bir tavsiye. Başını yere eğme tatlım, yüzünü buruşturma. Bu onları daha da çok eğlendirecektir.’ Dediği gibi de oldu. Bazıları gülmekten artık yerlere yatıyor, kahkahalara boğuluyorlardı. Birkaç tanesiyse onu tekmelemeye başlamıştı. ‘Bir kez olsun beni dinle, aptallık etme ve gururuna tutun. Senin iyiliğin için, senin kendi iyiliğin için…’ Dediğini yaptı ve sızlanmalarını, tehditlerini ve gözyaşlarını kesti. Artık ağlamıyordu, her ne kadar acı dayanılmaz olsa da gururu elvermiyordu. Böyle aşağıda olmak, kendinden daha aşağılık insanlar tarafından dövülmek gücüne gidiyordu. Benim hatam, benim hatam… Tanrım ne kadar aptalım, diye düşündü. “İşte böyle tatlım… Yerini bil. Bundan böyle hak ettiğin yerde olacaksın, benim ayaklarımın altında.” Kahkahalar birbiriyle karışırken, o bir kez daha kendinden geçti. Geride ne gözyaşı ne kahkaha ne de umut kalmıştı. Nefes nefese uyandı. Her ne kadar her şeyin bir kâbus olduğunu bilse de, hepsi çok gerçekçiydi. Kahkahalar, tekmeler, hepsi… Hepsi sahte olamayacak kadar gerçekti. Bütün hepsini hissetmiş, acısını çekmişti. Kahkahalar teninde yankılanmış, tekmeler tenini bile delip geçmiş hatta vurulan yerler sanki gerçekten kanamış, morarmıştı. Aklımı yitiriyorum. Yattığı yerde doğrulmaya çalışırken bir hışırtı duydu. Çok yumuşak bir şeyin üzerinde yatıyordu, sanki saten çarşaflar… Bir hışımla yattığı yerden kalktı. Vücudu her ne kadar itiraz etse de, bir başkasının yatağında uyandığını fark edince paniklemişti. Sol omzundaki acıyı ve baş dönmesini yok sayıp etrafına baktı. Bulunduğu oda çok lükstü. Her eşya hani şu çok beğenip de etiketini görünce sanki elinizi yakıyormuşçasına bırakıp kaçtığınız türden eşyalardı. 4 kapılı geniş bir gardırop, hafif kahverengiye çalan adını bir türlü hatırlayamadığı kırmızı renkte çok fonksiyonel bir masa, üzerinde geçenlerde bir alışveriş merkezinde gördüğü fakat parasının yetmediği –ki maaşının iki katıydı- bir dizüstü bilgisayar ve son olarak içinde uyandığı iki kişilik geniş bir yatak. Aman Tanrım… Dün gece neler oldu? Ben hangi cehennemdeyim? Ayak sesleri… Birileri geliyordu, belki de ev sahibiydi. BALKON 12 Onu uyanık görmesine izin veremezdi, nedenini bilmiyordu yine de uyanık yakalanmak istemiyordu. Hemen kendini saten, ipeksi çarşafların altına attı ve çok ses çıkarmadığına şükretti. Odanın kapısı yavaşça açıldı, içeri giren kişi çok ses çıkarmamaya çalışıyordu, demek ki onun hala uyuduğunu zannediyordu. Güzel, yakalanmadım… “Tamam, uyandığı zaman ben seni ararım,” dedi içeri giren kişi fısıldayarak. Sesindeki endişe havada yankılanıyordu. Telefonunu kapatıp kızın yanına doğru ilerledi ve yatağın köşesine oturdu. Bakışlarını üzerinde hissetti, hafif, melodili, kulağa hoş gelen yine de tanıdık bir kıkırdama duydu. “Güzel, demek uyandın.” Gözlerini açıverdi. Fakat anında yapmamış olmayı diledi çünkü ışık çok keskindi ve gözleri sanki alev almıştı. Acıyla inledi ve gözlerini kollarıyla kollamaya çalıştı. Birisinin kıkırdadığını fark etti. Yavaş yavaş gözlerini araladı ve ışığa alışmalarını bekledi, karşındaki manzarayı gördüğünde ise dili tutulmuştu. Karnına yumruk yemiş gibi hissetti. Aman Tanrım… “Biliyorum, acı verecek,” dedi yavaşça. “Ama hayal görmüyorsun.” O an hissettiği duyguları sayamazdı bile. Aklından bin bir türlü düşünce geçiyor, nasıl karşılık vermesi gerektiğini bilmiyordu. Gerçek miydi? Yoksa bir hayalet mi? Hayır, olamazdı. O kadar da deli değildi. Gözlerini kapadı ve hissettiklerini gözden geçirdi, ne kadar haklı oluğuna inanması gerekiyordu, bilmiyordu. İhanet edilmiş, kullanılmış ve terk edilmiş. Bunca sene yalnız, bir başına, kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan küçük bir kız. Evet, kesinlikle böyle hissetmişti. Peki, neden göğsü sevinçle dolmuştu? Neden karşısındaki şekli silmeyi becerememişti kalbinden? Oysaki anılarından çekip çıkarmak kolay olmuştu, acıları unutmak, kalbini bir taşa çevirmek kolay olmuştu. Peki, neden ona tek bir bakışı, taşı tekrar bir et parçasına, savunmasız bir organa çevirmişti? Gözlerinin kapadı ve bir daha açtı. Karşısında gördüğü şeklin bir hayal olmadığından emin olunca gözlerinin yandığını hissetti. Fakat bu sefer ışıktan değildi. Kalbindeki acı başındaki ve omzundaki ile kıyaslanamazdı bile. Gözyaşlarının kollarını ve yüzünü ıslattığını hissetti. Sarsıntılar acıyan bedenini daha da yakarken gerçek yüzüne sert bir tokat gibi tekrar tekrar çarptı. Karşısındaki kahverengi, kısa, düz saçlı ve bal rengi gözlü bu kadın, yıllar önce öldüğünü zannettiği ablasından başkası değildi. Bölüm Bir: Solan Oyuncak Ayılar, Bozuk Çikolata ve Acı Bal Siyah. Göz kapaklarım ağırlaşırken gördüğüm tek şey buydu. Ya da hissettiğim. Darbe beklenmedik değildi. Sadece beklenmedik derecede hızlıydı ve bedenim yakalayamamıştı. Acısını bile yere düştükten sonra hissedememiştim. Gerçi çok sert çarpmıştı sonradan, gözyaşlarım ne kadar saklamaya çalışsam da istemsizce yanaklarımdan dökülüyor beni olduğumdan daha da aşağılanmış gösteriyordu. 12 yaşındaki bir çocuk bunca şeyi yaşayacak kadar ne yapmış olabilirdi? Sert. Evet. Bu bütün sorularımın cevabı olmuştu. Sadece yanlış zamanda, yanlış yerde olmak bile başına böyle şeyler getirebiliyor. Aslında atlatırım sanmıştım, belki de kurtulurum ya da en azından onu sakinleştirebilirim sonra da olan biten unutulur, affediliriz diye düşünmüştüm. Endişeliydim, korkuyordum ve bacaklarımın titrediğini hissediyordum ama o bunun farkında değildi. Olamazdı da zaten, alkol onun içinde insanlık namına ne kaldıysa hepsini yok etmiş, sadece bedenini kendisine zincirlemekle de kalmamış ruhunu da ele geçirmişti. Çok saftım. Kırmızı. Duyularımı yavaş yavaş kazanmaya başladığımda ilk gördüğüm renk olmuştu. Sonradan bunun sadece bir renk olmadığını keşfettim. Yere dökülmüş olan sıvı gri renkteki taşlarla çok uyumsuz duruyordu, fark etmemek imkânsızdı. Sanki birileri benim göz zevkimi bozmak için inadına oraya dökmüştü. Normal bir kırmızı da değildi, şarap gibi koyu ve yoğundu. Elimin altında daha fazlasının olduğunu hissettim, hatta daha fazlasının yayıldığını. Başım zonklamaya başladı. Çığlıklar. Tabi ki. Onlar olmadan olmaz. Birileri delirmişçesine bağırmaya başladı. Başımın patlayacağını hissettim. Kulaklarım masumca görevini yerine getiriyor, benim için etrafımdaki sesleri topluyordu fakat o an keşke sağır olsaydım dediğim anlardan biriydi. Karıncalanmış ellerimi zorlayıp kulaklarıma götürdüm ve sanki yırtarcasına onları çekiştirdim. Yine de çığlıklar tenimi kesti, sanki elimi de delip geçiyormuşçasına vahşice beynimde yankılandı. Etrafımdaki her şey, herkes çığlık atıyormuş gibi geldi bir an. Daha fazla tutunmak istemiyordum, eğer her şeyi sona erdirebilecekse kendimi bırakmaya hazırdım. Yavaş yavaş kendimi karanlığa döndüm ve havada süzülmeye başladığımı hissettim. Acı. Son darbe hepsinden başkaydı. Beni tekrardan olmam gereken yere döndürmüştü, kendime getirmişti. O an sadece her şeyin yok olmasını istedim. Her şeyin kırmızıya boyanmasını, siyahla kaybolmasını ve o sert dikenlerin o siyahta boğulmasını… Hatta çığlıklar bile kulağıma ninni gibi gelmeye başlamıştı, tiyatrolardaki arka fonda çalan o hafif ve rahatlatıcı müzik gibiydi hepsi. Bir an bir şeylerin beni sarmaladığını hissettim. Sıcaktı. Yumuşaktı. Ve acı yoktu. İstediğim olmuştu. Her yer kırmızıyla boyanmış artık sokağın gri mi kırmızı olduğu seçilmiyordu. Ve evet acı yoktu, gri yoktu hatta çığlık yoktu. Fakat neden siyah değildi? Neden her şey siyahla kaybolmamıştı? Neden yumuşaktı? Ve neden her şeyi yok eden kahverengiydi? Çikolata. Ah tabi. Yumuşak ve kahverengi… Tanıdık kokusunu içime çekerken o gün beni koruyacak birileri olduğu için ne kadar şanslı olduğumu düşündüm. Her zaman kullandığı şampuanının kokusu burun deliklerimi istila ederken kaslarımın rahatladığını hissettim. Gerçi şu ana kadar onları kastığımın farkında bile değildim. Her nasılsa beni sarmalayan yoğun ve sıcak kahve bütün acımı götürmüş, beni rahatlatmıştı. Fakat o tanıdık, bal gözler benim kendi gözlerimin bir parlayıp bir kararmasına engel olamıyor, düşüncelerimin bulutlanmasını önleyemiyordu. Yine de o gözlerde beni hala buraya bağlayan bir şeyler vardı. Beni olduğum yere çivileyecek kadar sert fakat bir kucak kadar yumuşacık. O gözler yavaş yavaş bulutlanmaya ve kararmaya başlayana kadar durumun farkında bile değildim. Yerde yanımda yatan kişi ablamdı. Nasıl yanıma geldiğini, beni nasıl rahatlattığını bilmiyordum ama saçından tutulup sürüklenene ve dizlerinin üzerinde oturtulmaya zorlanana kadar ne kadar hırpalandığını görememiştim. Tanrım, onun durumu benden beter gözüküyordu, ya da hissettiğimden beter. Başından korkunç miktarda kan akıyor, zaten neredeyse dövülmekten parçalanmış olan güzel yüzünü kana buluyordu. Karnımın soğuk bir hisle dolduğunu ve zaten boş olan midemin içindekileri boşaltmaya çalıştığını hissettim. Gözlerim karnına kayana kadar durumunun daha da kötüye gidemeyeceğini düşünüyordum. Gözyaşlarım şiddetlendi ve boğazım düğümlendi. Tanrım, lütfen bana bunun kötü bir şaka olduğunu söyle, diye düşündüm. Manzara kesinlikle berbattı. Gözlerimi karnından çekip yüzüne çevirdim ve kısa nefes alış verişlerini sayarken karnındaki bıçak yaralarını ve kan lekelerini unutmaya çalıştım. Teni daha önce bu kadar beyaz mıydı? Hayır. Gittikçe soluyordu, farkındaydım. Farkındaydı. Yine de bana bakıp gülümseyebiliyordu. Bu gücü nereden aldığını çok merak ettim. Ona gülümseme diye yalvarmak istedim. Ölmesi bu kadar komik bir şey miydi? Ölmek bu kadar kolay bir şey miydi onun için? Yaptığı çok saçmaydı. Hiçbirimizin sağ kalamayacağını bildiği halde neden önüme atlamıştı? Neden son dakika da olsa kendini düşünmemişti? Parlak bir geleceği olabilirdi, benim dışında. Hayatını o çukurdan kurtarabilirdi ve biliyorum ki gece gündüz çok çalışıyordu. Bana hiç sahip olamadığım aileyi sağlamıştı ve şimdi de ben onu gözümün önünde solmasını izliyordum. Neden? Aniden gelen kusma isteğini bastırdım ve zihnimi odaklanmaya ve düşünmeye zorladım. Sevgi. Gözlerinde gördüğüm bu muydu? Hayır, eğer o aptal şey onun ölmesine neden olacaksa nefret olmasını yeğlerdim. Benden nefret etmesini ve yoluna devam etmesini isterdim. Beni sokakta o halde gördükten sonra yüzüme bakıp gülmesini hatta onun da vurmasını şu ana tercih ederdim. Acıyan bedenim hıçkırıklarla sarsılırken dudaklarını oynattığını fark ettim. Gözyaşlarımı sildim ve düşüncelerimin, zihnimin sakinleşmesi için elimden geleni yaptım. Ne kadar zaman geçmişti? Ben bunları düşünürken ne kadar zaman harcamıştım? 1O saniye bile değerdi. Onu kurtaracak bir şeyler yapmam gerekirken oturup ağlamıştım. Aptal, saf, güçsüz… Dikkatimi dövülmekten çatlamış ve kanamış dudaklarına yönelttim. Söylemeye çalıştığı şeyi son gücüyle tekrar etmeye çalışıyordu. Onu durdurmak istedim ama yapamadım, sanki beynim onu dinlememi ve son dakikalarını istediğini yaparak geçirmesini söylüyordu. “-önemli değil. Beni çok özleme oyuncak ayım.” Ağzının kenarından akan kırmızı şerit sanki sonun habercisiydi. Kandan yapış yapış olan saçlarını tutan adam onu yere fırlattı ve daha önceden kafama vurmuş olduğu kırık bira şişesini eline tekrar aldı. Yüzündeki gülümsemeyi yırtıp atmak istedim fakat bedenim ağırlaştığını hissediyordum, sanki çelik yelek giymiş gibiydim, kollarımsa demirden yapılmışlardı sanki. O bana daha fazla yaklaşamadan kırmızı mavi ışıkların yanıp söndüğünü gördüm, ambulansların ve polis arabaların sirenleri sokağı dolduruyordu. Adamlar yakalandıklarını fark ettiklerinde elindeki şişeleri ve bıçakları fırlatıp kaçmaya çalıştılar fakat çıkmaz bir sokaktaydık ve polisler çoktan sokağın başındaydılar. “Buradalar!” diye bağırdıklarını duydum. Kesin sesinizi diye bağırmak istedim milyonuncu defa ama nafile. Etraf çok parlaktı ve göz kapaklarım artık tonlarca ağırlıktaydılar. Siyah.Kendimi boşluğa bırakırken artık her şeyin siyahla kaybolduğunu, tenimi yırtan sert dikenlerin onunla birlikte boğulduğunu fark ettim. Zihnimde yankılanan kahkahanın yüzüme ulaşamaması beni memnun etmişti. “Yine mi?” Kolunu yüzünden çekerken ablasının ona, o uyurken giydirdiği kazağın kolundaki ıslaklığı fark etti, terlemişti. Yattığı yerde doğrulmaya çalıştı, yine de belinden gelen itirazlar çok canını yakıyordu. Acıyı unutmaya çalıştı fakat her debelenişinde bu daha da imkânsız bir hale geliyordu. En sonunda yenilgiyi kabul edip yatağa geri yattı, tavanı seyretmeye başladı. Gözleri tavandaki kusursuz beyazda tembelce dolanıyor, büyük bir umutla inceleyebileceği ufak bir çatlak ya da en azından bir böcek arıyordu. Fakat hiçbir şey yoktu tavanda, sadece basit bir avize. Hemen sıkıldı ve yatakta dört dönmeye başladı, kendisine az önce gördüğü rüyayı unutmasını sağlayacak ya da sadece onu oyalayacak bir şeyler aramaya başladı; fakat odadaki hiçbir şey artık ilgisini çekmiyordu. Sadece odadan çıkmak istiyordu. Evde yalnız olmak canını sıkmıştı. Daha önce de yalnız kalmıştı fakat hiçbiri bu kadar kötü hissettirmemişti. Ablasını karşısında görünce krize girmiş, bir yandan ağlayıp hıçkırırken bir yandan da kahkahalara boğulmuştu. Ablası onu sarsmış, tokatlamış, birkaç kez adını haykırmış yine de yorgunluktan bayılana kadar o halde kalmıştı. Elleriyle yüzünü tokatladı sertçe ve kanın yüzüne hücum ettiğini ve yanaklarının yanmaya başladığını hissetti. Defolup gitmesini söylerken aklım neredeydi? Sıkıntıyla tuttuğu nefesi geri verdi. Eliyle saçlarını kavrayıp, yüzünü kapamıştı. Herhalde yalancı, sahtekâr ve sen ölüsün diye bağırırken neredeydi ise orda. O uyuya kalmışken ablası onu yalnız bırakmış, yanındaki masanın üzerine dışarı çıktığını ve dolapta yemek olduğunu belirten bir kâğıt bırakmıştı. Son bir gayretle en azından yatakta doğrulabildi ve yorganı üzerinden attı; aynı çabayla da bacaklarını yataktan sarkıtıp ayağa kalkmaya çalıştı. Başardığında oda etrafında dönmeye ve başı zonklamaya başladı, yine de adım atabildi ve duvara ağırlığını vererek yavaşça ilerledi; kapıyı açarak kendini oturma odasındaki koltuğa attı. Bir süre kendine gelmeye çalıştı ve baş dönmesinin geçmesini bekledi, daha sonra da düzgünce oturmayı denedi. Önündeki sehpaya ayaklarını uzattı ve televizyon kumandasını eline aldı. Kumandanın üzerinde anlamadığı birçok tuş vardı, yine de birkaçına bastı ve en sonunda önündeki dev plazmayı çalıştırmayı başardı. Kafasını ve belini koltuğun yumuşak yastıklarına yasladı ve rahatlamaya çalıştı, işe yarıyordu da. Rastgele tuşlara bastı ve televizyonda bir dram filmine denk geldi, kumandayı sehpaya geri bıraktı ve boş boş ekrana baktı. Filmdeki adam bir şeyler anlatıyordu fakat o ne dediğine konsantre olamıyordu, sadece dudaklarının hareket ettiğini görüyordu. Yavaş yavaş uykunun bastırdığını hissetti ve koltuktaki yastığı başının arkasına koyup gözlerini kapadı. Televizyonu kapamadı çünkü daha fazla sessizlik düşüncesi onu korkutuyordu. Uyandığında birileri zile sanki hayatı buna bağlıymışçasına basıyor, bir yandan da kapıya vurup bağırıyordu. Gözlerini ovuşturup yattığı yerde doğruldu, artık hiçbir yeri ağrımıyordu ve uykusu yoktu. Televizyondaki film bitmiş yerine 80’lerden kalma bir müzikal başlamıştı. Müzik hareketli ve hoştu, içini rahatlatmıştı. Fakat kapıdaki gürültü onu rahatsız etmeye devam ediyordu ve bir hışımla kapıya yöneldi. Dışardaki kişinin kendi kendine küfür ettiğini duyabiliyordu. Sertçe kapıyı açtı. Kapıdaki kişi kapıyı yumruklamaya hazır bir şekilde elini kaldırmış ve gözlerini kapamıştı. “-eğer kapıyı açmazsan yemin ediyorum… Sen de kimsin?” BALKON 14 “O soruyu benim sana sormam lazım,” dedi karşısındaki kadının gözlerinin içine sertçe bakarak. Yeşil gözler merak ve şaşkınlıkla büyümüştü ve kadının kaşlarının saç diplerine kadar kalktığına yemin edebilirdi. “Ben Beatrix. Sen Gabriela’nın nesi oluyorsun? “ Kaşlarını çattı. Gabriela mı? Bu adı bir yerden hatırlıyordu fakat Gabriela kesinlikle ablasının gerçek adı değildi. Demek adını değiştirdin. Öyleyse bu oyunu iki kişi de oynayabilir, çikolata. Kendini gülümsemeye zorladı ve gülümsemesinin gözlerine ulaşması için dua etti. Yavaşça elini öne uzattı ve gözlerini hafifçe kıstı. “Ben de Miel. Tanıştığımıza memnun oldum. Siz ablamın nesi oluyorsunuz?” Beatrix’in şaşırdığını hissedebiliyordu yine de kadın yavaşça elini sıktı ve diğer eliyle kumral saçlarını kulağının arkasına attı. “Ben iş arkadaşıyım. Ofisinde unuttuğu hastaneyle ilgili birkaç belge vardı. Yapılacak işlemlerin pazartesiye yetiştirilmesi gerekiyor, hatırlatmaya gelmiştim,” dedi düz bir sesle Beatrix. Sesinin tonunun arkasına gizlenmiş bir ‘sen anlamazsın’ vardı, fakat Miel umursamamaya karar verdi, hala gülümsemesinin solmaması için uğraşıyordu. Ah, o güzel suratı dağıtabilmek için neler vermezdi. “Ah, tabi ben ona hatırlatırım,” dedi kibarca. “Şimdi izin verirseniz…” Kadın anlayıştan uzak bir şekilde elindeki dosyaları ona uzattı. “Tabi sizi de uyandırmış oldum, kusura bakmayın.” Miel kadının bakışlarını takip etti ve kalçasına kadar uzanan kazağın altından az biraz gözüken asker yeşili bir boxer fark etti. Yüzünün saç rengiyle aynı olduğunu bakmadan bile anlayabilirdi, yüzü alev almış gibiydi. Yine de gülümsemesi yüzünü terk etmedi fakat artık gözlerine ulaşmadığını biliyordu, oyuna devam etti. Elini başını üstüne kaldırıp, kabaca esnedi ve hafifçe geğirdi, sertçe saçlarını daha da karıştırarak kafasını kaşıdı. “Evet, şimdi defolup giderseniz,” dedi sesindeki alaycı tonu saklamaya gerek duymadan. Eğlendiği gözlerinden okunuyordu, artık utanmıyordu. Ağzı kulaklarına varmıştı ve kadın cevap bile veremeden dosyaları elinden çekip kapıyı suratına kapadı. Dışarıdan bağırışlar duydu fakat aldırmadı, gülümseyerek kaslarını esnetti. Dışarı çıkmaya karar verdi, belki de bara bir uğrar ve patronuna neden dün gece ortadan kaybolduğunu açıklamaya çalışırdı. Ama ne diyecekti? Oh, patron kusura bakma. Dün gece çöp tenekesine ve üzerime kustuktan sonra orada uyuya kaldım ve sabah kalktığımda artık başka birinin evindeydim ve ben daha neler olduğunu kavrayamadan ben 12 yaşındayken beni korumak için kendi gözümün önünde dövülerek öldürülen ablamın evinde olduğumu ve daha da önemlisi onun yaşadığını öğrendim. Kısa süreli bir kriz geçirdim. Ah, söylemiş miydim? Kendisi şu anda aşırı zengin, bu bölgede ünlü birkaç hastanesi var ve nedense iş arkadaşından da öğrendiğim kadarıyla adını da değiştirmiş. Kesinlikle bunu söyleyemezdi. Yine de evde oturarak daha fazla canını sıkmak istemedi, zaten az önce ufak bir tehlike atlatmıştı. Kim bilir kaç tane daha iş arkadaşı gelebilirdi. Odaya geri döndü ve kotunu buldu. Boxerı çıkarmaya gerek duymadan kotu giydi ve gömleğini aramaya başladı. Banyoya bakmaya karar verdi ve anında geri döndü, sepetteki hali gece karanlığında göründüğünden daha beterdi. Ablasının dolaplarını karıştırmaya başladı ve koyu yeşil çizgili, beyaz bir tişört buldu. Ablasının bedeni onunkinden biraz büyüktü fakat bol tişörtlere hayır demezdi. Çantasını buldu ve ablasının içini karıştırmadığı için sevindi, sigara paketleriyle yakalanırsa ne yapacağını öğrenmek bile istemiyordu. Telefonunu çıkardı ve Jessie’yi aradı. Birkaç kez çaldı sonra birisi küfrederek açtı. “Saatten haberin var mı?” “Evet, iki olmuş,” dedi Miel gülerek. Akşam kaçta eve gittiğini merak etmişti. Ya da kaç tane şişe devirdikten sonra gittiğini. Karşıdan bir şeylerin devrilme sesi geldi ve birisi sessiz bir çığlık attı. Miel telefonun öbür ucunda Jessie’nin yorganla güreştiğini hayal etti. “Ciddisin. O kadar olmuş mu? Kahretsin, vardiyama geç kaldım.” Miel kaşlarını çattı. Ne zamandan beri Jessie hafta sonları da çalışıyordu? “Sen sormadan söyleyeyim. Paraya. İhtiyacım. Var.” Güldü. Onunla konuşmak kendini iyi hissettirmişti. “Birlikte gidelim, beni almaya gelir misin?” “Tabi, neredesin?” Miel alt dudağını dişledi. Ne söyleyecekti? Derin bir nefes aldı ve sakinleşmeye çalıştı. Jessie bilmeli, o anlar. “İnanmayacaksın ama…” ••••••• “Bana neden daha önce söylemediğini anlamıyorum.” Miel alt dudağını dişledi. Jessie’ye anlatmanın neden iyi bir fikir olduğun düşündüğünü merak ediyordu. Bugün kesinlikle kendinde değildi. Arabadaki sessizlik moralini daha da bozuyordu, evden de zaten sessizlik canını sıktığı için çıkmıştı. Fakat sessizliği şu anı yaşamaya tercih ederdi. “Anlayacağını düşünememiştim,” dedi yavaşça. Jessie kaba bir ses çıkardı ve ellerini direksiyona vurup, tutuşunu sıkılaştırdı. Miel, Jessie’nin kemiklerini görebiliyordu. “Bana neyi anlayıp anlayamayacağımı söyleme. Ben sana anlattım, değil mi?” Miel sadece başını salladı. Jessie ona kendi geçmişini anlatmıştı ve nasıl üstesinden gelmeye çalıştığını. Hatta ona nasıl oldu da anlattığını düşününce… “Bak, özür dilerim,” dedi Jessie sakinleşmeye çalışırken. “Özür dilerim. B-Ben sadece…” Miel elini omzuna koyarak onu susturdu, gözlerinin içi de yüzüyle birlikte gülüyordu. “Önemli değil, zaten sana daha önce anlatmalıydım.” Jessie sessizce küfretti, sonra da sırıtıyordu. “Bir de sana nasıl anlattığımı düşününce…” “Bana anne diyebilirsin, bebeğim,” dedi kızıl saçlı kız havayı yumuşatmak istercesine. Jessie hafifçe Miel’in omzunu yumrukladı. İkisi de sırıtıyordu, yine de hava bıçakla kesilebilecek kadar yoğundu, ağırdı. Araba kırmızı ışıkta sessizce dururken, içerisi hem hüzün hem de kahkahayla doldu. -5 ay önce- “Miel, içkileri hazırlamaya başla ve Jessie’ye de söyle hangi cehennemdeyse çıksın artık, etraf kalabalıklaşmaya başladı!” Miel oturduğu yerden kalktı ve o gün yanında ağrı kesici getirmediği için kendi kendine lanet okudu. Patronunda dönüp sessizce tamam dedikten sonra işine döndü. Ellerini üstüne sildi ve malzemeleri hazırlamaya başladı. Miel’in tahminine göre üniversiteli olmaları gereken dört genç içeri girdi ve sessizce etrafı izlemeye başladılar. Yüzlerindeki uyumsuz sırıtışlardan ve dengesiz hareketlerinden bara gelmeden önce bir yerlerde takılıp sarhoş oldukları belli oluyordu. Hatta belki de sarhoş olmakla yetinmemişlerdi. Bu iyi değil, diye düşündü. Hem de hiç değil. Gençler sendeleyerek bar bölümüne yaklaştılar, Miel göz ucuyla patronuna baktı. O da dikkat kesilmiş, herhangi bir sorun çıkarsa atlamaya hazır gibi duruyordu. Miel’i eliyle çağırdı ve yer değiştirdiler. “Sen git ve Jessie’yi bul.” Miel yavaşça kafasını salladı, duruma alışıktı yine de kendini huzursuz hissediyordu. Daha önce de böyle durumlarla karşılaşmışlardı ve patronları her zamanki gibi halletmişti. Titreyen ellerini yumruk yaptı ve barın arka bölümünden diğer personelin bulunduğu bölüme geçti. Ted ve Nel’in kadınlar tuvaleti önünde konuştuklarını gördü. Nel de onu fark etti ve eliyle yanına gelmesini işaret etti. Bir yandan Ted’in kolunu çekiştiriyor, bir yandan da işaret parmağını dudaklarına bastırıp sessiz olmasını söylüyordu. Miel kafasını salladı, kim bilir yine kimin arkasından ne işler çeviriyorlardı. Buraya ilk geldiğinde Nel, Ted’le birlikte onu da çağırmış, küçük gruplarına katmaya çalışmıştı. Reddetmişti ama yine de uzaktan yakından arkadaştılar. Nel, kesinlikle yirmi dokuz yaşındaki normal bir kadına göre çok çılgındı ve kesinlikle yaşını göstermiyordu. Ted ile yaptıkları küçük sululuklar çok aşağılayıcı değildi, ortamı neşelendirmek için yapıldığı çok açıktı fakat Miel bu ikisini nedense o kadar çok sevememişti. Özellikle de blender ile yaşadığı o ufak kazadan sonra. Gerçi artık çalıştırmadan önce içindeki malzemeleri bir kez daha gözden geçiriyor, başka şüpheli ‘şey’ olmadığından emin olduktan sonra, kapağın yerine tam oturduğunu da kontrol ettikten sonra çalıştırıyordu. Tamam, işler yavaşlıyordu, yine de yoğun bir günde birkaç müşteriyle birlikte kokteyl veya içki banyosu yapmaktan iyiydi. Daha da beteri artık shaker olayından sonra ellerini üç kez yıkadığına emin oluyor ve iki bölmenin de şüpheli bir maddeyle kaplanmadığına dikkat ediyordu. Tam da Nel daha da sinir bozucu olamaz derken şakaların dozu artmış, patrondan bile azar yediği halde yapaya devam etmişti. Şimdiyse normalde sarı olan saçlarını iki hafta kadar önce çamurcun rengine, evet çamurcun rengine boyatmıştı. İlk başta pişman olmuştu yaptığından fakat sonraki hafta daha bir memnun görünüyordu. Şimdi göz rengiyle aynı renk saçları vardı, şey… Yeni hobisini öğrenmek bile istemiyordu. Ted ise… Ted’di işte. Kendi halinde, ağırbaşlı, sessiz, sakin biriydi. Çoğu zaman Nel ile birlikte takılmasına rağmen ondan etkilenmiş gibi gözükmüyordu, hatta o az da olsa Nel’i etkiliyor gibiydi. En azından belirli bir yönde… Ona daha önce yaşını sormak istemişti fakat etrafına yaydığı hava nedense insanları ondan uzak tutuyordu, yine de eğer yaşını doğru tahmin ediyorsa –genç göründüğünü de hesaba katarsaen fazla otuz bir yaşında olmalıydı. İkisi de o burada çalışmaya başlamasından çok öncedir burada çalışıyorlardı, hiç sormamıştı ama belki de ilk açılışından beridir burada olabilirlerdi. “Neler oluyor?” diye sordu Miel. Sesindeki merak ve endişenin havada asılı kalmasını önleyememişti. Yine de karşısındaki ikisi bunu fark edemeyecek kadar telaşlıydılar. “Jessie kendini içeri kilitledi. En son senin yanına gidiyordu, şimdiyse çıkmak istemiyor,” dedi Nel endişeli bir anne edasıyla. “Bize kapıyı açmıyor, o haliyle görülmek istemediğini söyledi. İstersen sen de bir şansını dene.” Miel’in gözleri şaşkınla genişledi sonra sıkıntıyla kaşlarını çattı. Birincisi Jessie ile o kadar yakın değildiler, çünkü kız ondan hep uzak durmuştu. İkincisi eğer Nel ve Ted bile başaramadıysa o hangi Allah’ın belası yöntemle başaracaktı bunu? Yavaşça kapıyı çaldı ve düz bir sesle konuşmaya çalıştı. “Jessie?” Ses yoktu. Bir kez daha tıklattı, bu sefer daha sert bir şekilde, sesini de yükselterek. “Jessie, aç şu kapıyı.” Kapının ardında ufak bir hareketlenme oldu. “Hayır,” dedi biri sessizce. Miel nedense kızmaya başlıyordu, elinde değildi. Onun yüzünden bir ton bahşişi kaçırıyor olabilirdi. Daha da sert yumrukladı, artık neredeyse bağırıyordu. “ Jessie. Şu. Kapıyı. Aç.” Kapının ardında Jessie’nin huzursuzca kıpırdandığını hissetti. “Hayır, lütfen.” Titreyen sesi kapıyı zar zor aşıyordu. Miel sesini duyabilmek için kulağını dayamak zorunda kaldı, Nel’e endişeyle baktı. Aklındaki sorular yüzünden okunuyor olmalı ki kadın omuzlarını silkip kulağını kapıya dayadı. Miel kapıyı birkaç kez tekmeledi. “Jessie, üçe kadar sayıyorum ve şu lanet kapıyı açıyorsun.” Nel, Jessie’nin kapının ardında titrediğini hissedebiliyordu, Miel’i durdurmak istedi fakat kız çoktan kendinden geçmişti. “Madem zoru oynuyorsun,” dedi hazırlanarak. Nel ve Ted ona şüpheyle baktı, yüzündeki gülümseme hayra alamet değildi. “Ben de kapıyı zorla açarım.” Miel birkaç adım geri çekildi ve Nel ve Ted’in yüzlerinin korku ve şaşkınlıkla değişmesini zevkle izledi. Fakat daha o hareket edemeden kapının kilidi açıldı, yine de başka bir hareketlilik olmadı. Miel yavaşça kapıya doğru ilerledi ve Nel ile Ted’e orada durmalarını söyledi. Kapının kolunu çevirdi ve içeri girip, kapıyı arkasından sessizce kapadı. Jessie’nin durumunu artık tahmin edebiliyordu ve ani bir gürültünün onu korkutabileceğinin farkındaydı. Yine de içeri girdiğinde gördüğü şey beklentilerinin aşırı derecede üstündeydi. Jessie kadınlar tuvaletinin en dibinde gözleri yuvalarından fırlayacak derecede açık bir şekilde oturmuş, bacaklarını karnına çekmiş öne arkaya sallanıyordu. Saçlarını açmış ve bir kısmıyla yüzünü gizlemeye çalışıyordu. Bir elini yüzüne götürmüş, başparmağını hıçkırıkları arasında dişleriyle kemirip kanatmış, yine de durmamıştı, kanın hatta acının farkında bile değilmiş gibi duruyordu. Asıl korkunç olanı bir elindeyse keskin bir bıçak taşıyor olmasıydı. Kızıl saçlı kızın görebildiği kadarıyla Jessie’nin kemirdiği elinin bilekleri birkaç kez kesilmişti. Hemen tuvaletlerden birine girip aceleyle alabildiği kadar tuvalet kâğıdı aldı ve Jessie’nin yanına gitti. Önce bıçağı hızla elinden aldı ve öteye, Jessie’nin bir daha ulaşamayacağı bir yere fırlattı. Daha sonra tuvalet kâğıtlarını sıkıca bileğinin etrafına doladı. “Nel! Ted! Çabuk ilk yardım kutusunu getirin, soruları sonraya saklayın!” İkisinin de koştuklarını duydu. Başını kaldırdı ve Jessie’nin ölü gözlerinin içine baktı. Kız sessizce hıçkırıyor, ağlıyor ve sarsılıyordu. Miel dikkatini verince Jessie’nin bir şeyler mırıldandığını duydu. “Hayır… L-lüt-fe-fen… Bu g-gece olması-sın bbaba…” Daha sonra gözlerini sımsıkı kapayarak sesli bir şekilde ağlamaya başladı. Kızıl saçlı kız kaşlarını çattı. Jessie neyden bahsediyordu? Babası mı? O bunları düşünürken Nel ve Ted bir hışım içeri daldılar. İkisinin de korkuyla iç çektiklerini duydu. Onlara döndü ve sessiz olmalarını işaret etti. İlk yardım kutusunu onlardan alırken ikisi de yavaşça yanlarına geldiler. “A-anneme s-söy-lem-mem… L-lütfen…” Jessie’nin sesi gittikçe kısılıyordu yine de Miel onu rahatlıkla duyabiliyordu. S. 16 İlk yardım kutusundan bandajları çıkardı ve kandan yapış yapış olmuş tuvalet kâğıtlarını yavaşça kaldırdı. Kesikler hala kanıyordu. Kızıl saçlı kızın kaşları iyice çatıldı. Bu kadar derin kesecek kadar ne travma atlatmış olabilirdi? Böyle davranmasına ne yol açmıştı? Miel onca yıllık psikoloji derslerinin nereye gittiğini merak etti. “Da-daha f-fazla oolma-s-sın… Kaldıramam…” Jessie son sözlerinden sonra kısa bir çığlık attı ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı Vücudu sarsılıyor, kolları her sarsılışta daha da kanıyordu. Bandajları sıkıca sardı ve kızın gözyaşlarıyla yıkanan yüzüne bir kez daha baktı. Miel onu rahatlatmak istedi, sonra ise kaşlarının saç diplerine kadar fırladığına yemin edebilirdi. Kollarını kızın titreyen bedenine solamadan önce tereddüt etti yine de yaptı. Kızın irkildiğini hissetti hatta ona karşı koyuyor ve küçük, sessiz çığlıklar atıyordu. “Jessie, tatlım, geçti,” dedi kızın kulağına sessizce. Kız bir kez daha irkildi fakat artık karşı koymaktan vazgeçmişti. Tereddütle ona geri sarıldı. “A-anne?” “Efendim?” dedi Miel oyunu bozmadan. Onu bu haldeyken kandırarak kendini kötü hissediyordu ama belki de ona neler yaşadığını bir de kendi ağzından anlattırmanın tek yolu buydu. Jessie sessizce hıçkırdı. “B-benden n-nefret ediyor musun?” Sesi ağlamaktan ve çığlık atmaktan çatlamış, kurumuştu. Bilekleri kızıl saçlı kızın sırtına dokununca acıyla irkildi, yavaş yavaş kendine geliyordu. Miel kızın sırtını sakince, onu yatıştırmak için okşadı, onu biraz daha sıkıca sardı. “Hayır. Neden? Sence etmeli miyim?” diye sordu şüpheyle. “Hayır, a-ama dün gece b-babam y-yine odama ggeldi.” Küçük, korkmuş bir kız gibi, baba derken hafifçe titredi. Miel nefesini verirken sessizce küfretti. “Sana ne yaptı?” dedi biraz sertçe. Sesinin yükselmesine engel olamamıştı. Kızın biraz daha titrediğini fark etti. Teni kan kaybından dolayı soğuktu. “B-benden n-nefret etmeyeceksin d-değil mi?” diye sordu kız sesindeki şüphe ve korkunun yayılmasına engel olamayarak. “Hayır, tatlım. Ne yaparsan yap, öyle bir şey H.Dilara BAYRAKTAR BALKON 17 olmayacak,” dedi Miel. Onu ikna etmek için başını omzuna yasladı ve sırtını okşadı tekrar. Yanağına küçük bir öpücük kondurdu. “Söyle, bebeğim. Ne oldu?” Nel ve Ted bir karşılarındaki tabloya bir de birbirlerine bakıyorlardı. Durumu çoktan kavramış, müdahale etmemeleri gerektiğini çoktan kavramışlardı, yine de kızın yaşadıklarını kendi ağzından anlatmasının iyi bir şey olup olmadığından emin değildiler. Hatta Jessie’nin kendine geldiğinde neler yapacağını düşünmek bile istemiyorlardı. Fakat bir açıdan içindekileri dökmesi onun için iyi olabilirdi. En azından kısa bir süreliğine… “B-babam c-canımı yaktı, anne. E-elinde keskin b-bir ş-şey vardı. Karşı k-ko-koyamadım,” dedi hıçkırarak. Miel alt dudağını dişledi. “Sonra tatlım?” diye sordu çekinerek. Jessie çığlık attı. “K-kan…” diye bağırdı. “Hher yer de k- kan…” Miel’in kollarından sıyrılıp ellerini kulaklarına götürüp boğazını yırtarak geçen tiz bir çığlık attı. Öne arkaya sallanıyor, hıçkırıyor ‘kan’ diye bağırıyordu. Sonra yavaşça kendinden geçmeye başlarken Miel birkaç iş arkadaşının ve patronlarının içeri daldığını gördü. Arkalarından birkaç müşteri meraklı gözlerle içeriyi izliyordu. Hepsinin kafalarındaki düşünce aynıydı. Patronunun kendisini geri çektiğini hissetti ve ona bir şeyler dediğini duydu. Yine de ayakta duracak gücü kendinde zor buluyordu ve bakışlarını odaklayamıyordu. Kan kokusu burun deliklerini doldurmuş, beyninde saklamış olduğu bazı ‘sırlarını’ yüzeye çıkarmaya çalışıyordu. Kafasını sertçe salladı ve başını ellerinin arasına aldı. Birkaç meraklı gözün kendisini izlediğini hissetti fakat onlarla ilgilenmedi. Birisi onu omzundan tutup sarstı ve birkaç kez adını söyledi. Yüzüne birkaç tokat onu kendisine getirmeye yetmişti. Gözlerini kısarak, baş dönmesinin geçmesini bekledi ve karşısındaki kişiye odaklanmaya çalıştı. “Miel!” diye bağırdı Nel onu sarsarak. “İyi misin?” Endişesi gözlerinden okunuyordu ve bir tane daha Jessie vakası yaşamak istediği çok açıktı. Yüzüne hafif bir gülümseme yerleştirdi, fakat yuvalarından fırlayacakmış gibi duran gözleriyle onu daha da delirmiş gibi gösterdiğinden adı gibi emindi. Gözlerini kapadı ve nefesini büyük bir gürültüyle dışarı saldı. Bu sefer Nel’i sakinleştirebilecek kadar inandırıcı bir gülümseme yerleştirdi dudaklarına. “İyiyim. Sadece kan, bilirsin,” dedi sakin olmaya çalışarak. Hızlı hızlı solumasının durumu daha da iyiye götürdüğü söylenemezdi. Nel yavaşça kafasını salladı. “Tamam, istersen çıkıp hava alabilirsin, ben kalıp burayı temizleyeceğim.” Miel onaylarcasına kafasını aşağı yukarı salladı. Bir gün için çok şey yaşamışlardı. Kadınlar tuvaletinden neredeyse koşarak çıktı ve alkol kokusunu büyük bir sevecenlikle kucakladı. Bisquit Cohiba’nın kokusu burun deliklerine dolarken rahatladığını hissetti. Yine de bakmak istedi. Barın arka çıkışını kullandı ve yavaşça patronunun yanına gitti. Birbirlerine baktılar ve sonra ambulansın yanıp sönen kırmızı-mavi ışıklarının sokağı terk etmesini izlediler. Kızıl saçlı kız elini yüzüne götürdü, gözlerini kapadı ve kafasını iki yana sallarken nefesini büyük bir gürültüyle dışarı bıraktı. “Lanet olsun.” BUNLARI OKUMADAN … D.H. Lavrence : - Virginia Woolf: Franz Kafka : Rober Musil : Joseph Conrad: Lady Chatterley’in Sevgilisi Oğullar ve Sevgililer Deniz Feneri Mrs. Daloway Şato Dava Değişim Niteliksiz Adam A.Hamdi Tanpınar:- Huzur - Saatleri Ayarlama Enstitüsü - Mahur Beste - Beş Şehir Peyami Safa : - Kemal Tahir: - Devlet Ana - Esir Şehrin İnsanları - Yorgun Savaşçı - Karılar Koğuşu - Karanlığın Yüreği - Nostromo Vladimir Nabokov: Jorge Luis Borges: Aldous Huxley: - Bir Günbatımının Ayrıntıları Ada ya da Arzu Alef Atlas Cesur Yeni Dünya Bir Tereddüdün Romanı Matmazel Norali’nin Koltuğu Şimşek Yalnızız Cumbadan Rumbaya Fatih- Harbiye Yakup Kadri K.: - Kiralık Konak - Yaban Julio Cortazar: - Ayakizlerinde Adımlar Italo Calvino: - Varolmayan Şovalye - Ağaca Tüneyen Baron - Körleşme Orhan Kemal: - Bereketli Topraklar Üzerine Sebahattin Ali: - Kuyucaklı Yusuf - Büyülü Dağ - Budenbrug Ailesi Oğuz Atay : Elias Canetti: Thomas Mann: William Faulkner: - Kutsal Sığınak - Ses ve Öfke Andre Gide: - Pastoral Senfoni / DarKapı Henry James: - Bir Kadının Portresi Dostoyevski: - Karamozov Kardeşler Suç ve Ceza Cinler Yeraltından Notlar Delikanlı Budala Lev Tolstoy: - Anna Karenina Savaş ve Barış Diriliş Ivan Turgenyev: - Babalar ve Oğullar Nikolay Gogol : - Ölü Canlar Gustave Flaubert: - Madame Bovary Honore de Balzac: Stendhal: Goriot Baba Vadideki Zambak Modeste Mignon Eugenie Grandet - Kırmızı ve Siyah - Parma Manastırı - Tutunamayanlar - Tehlikeli Oyunlar - Korkuyu Beklerken -Bir Bilim Adamının Romanı Hasan Ali Toptaş: - Gölgesizler - Kayıp Hayaller Kitabı - Sonsuzluğa Nokta - Harfler ve Notalar İhsan Oktay Anar: - Suskunlar - Puslu Kıtalar Atlası - Efrasiyab’ın Hikayeleri - Amat - Kitabül Hiyel Elif Şafak: - Mahrem - Pinhan - Bit Palas - Şehrin Aynaları - Araf Bilge Karasu: - Gece - Göçmüş Kediler Bahçesi - Narla İncire Gazel Tahsin Yücel : - Peygamber’in Son Beş Günü - Vatandaş Latife Tekin: - Unutma Bahçesi - Ormanda Ölüm Yokmuş - Gece Dersleri ( Hazırlayan: F. KUTLUOĞLU ) BALKON 18 ÇÖZÜLEMEYEN MATEMATİK SORULARI MÜKEMMEL SAYI SORUSU: * Mükemmel sayı kendisi haricindeki tüm çarpanlarının toplamı kendisini veren sayıdır. Örneğin 6 mükemmel bir sayıdır. Çünkü kendisi haricindeki çarpanları yani 1, 2 ve 3 toplanınca kendisini verir: 1 + 2 + 3 = 6. Diğer örneklerse 28, 496, 8128 şeklinde gidiyor. Şimdiye kadar hiç tek mükemmel bir sayıya rastlanmamış. Merak edilen böyle bir sayının var olup olmadığı. Eğer vardır diyorsanız bu sayıyı, saklandığı yerden bulup çıkarmalı, ya da olmadığını ispat etmelisiniz? GOLDBACH HİPOTEZİ: * 2’den büyük her çift sayı iki asal sayının toplamıdır.’’1742’de Goldbach, Euler’e yazdığı bir mektupta bu önermenin ya doğru olduğunun ispatlanmasını ya da bunu sağlamayan bir örnek göstererek bu önermenin yanlış olduğunun ispatlanmasını istemiştir? PALİNDROMİK SAYILAR SORUSU: * Kapak, kütük, sus, yay, kepek kelimeleri ilginç bir ortak özellik ile dikkat çekiyor: düzden ve tersten okunduğunda aynı. Benzer bir yapıya sahip olan palindromik sayılar da düzden ve tersten okunduğunda aynı olan sayılardır: 1991, 10001, 12621, 79388397, 82954345928. Bu alandaki açık soru ise şöyle: Hem asal hem de palindromik olan sonsuz tane asal sayı bulunabilir mi? COLLATZ PROBLEMİ: * Önce bir pozitif tamsayı seçin. Bu sayıya yapılacak işlem şu: Sayı tekse 3 katını alıp 1 ekleyin. Sayı çiftse 2'ye bölün.Aynı işleme çıkan sayıya uygulayın. En sonunda elde edeceğiniz sayı 1'dir. Bu hipotezin yanlış olduğunu düşünüyorsanız bu hipoteze uymayan bir sayı bulun veya doğru olduğunu düşünüyorsanız hipotezin doğruluğunu kanıtlayınız? Hazırlayan: Ömer GÖKÇEOĞLU BALKON 19