Küreselleşen Dünyada Sosyal Hizmet Sempozyumu Kitabı

Transkript

Küreselleşen Dünyada Sosyal Hizmet Sempozyumu Kitabı
İÇİNDEKİLER
SÖZEL BİLDİRİLER............................................................................................................................ 1
ANABABALARIN ÇOCUK YETİŞTİRMEYE İLİŞKİN TUTUMLARI VE BİLGİ
DÜZEYLERİ İLE 11-18 YAŞ GRUBU ÖĞRENCİLERİN KENDİLERİNİ
DEĞERLENDİRMELERİ ARASINDAKİ İLİŞKİLERİN İNCELENMESİ.................................................2
DR. HALİS ÖZERK, PROF. DR. BİNNUR YEŞİLYAPRAK
ÇOCUKLARIN ANNE BABALARI TARAFINDAN TERKEDİLMELERİNİ VE KURUMLARA BIRAKILMALARINI NASIL
ÖNLEYEBİLİRİZ? ....................................................................................4
PROF.DR. NEŞE EROL(PH.D), DOÇ.DR. ZEYNEP ŞİMŞEK (PH.D)
TOPLUMSAL DUYARLILIK VE SOSYAL HİZMET “ MODEL PROJE ÖRNEĞİ” ............................... 10
BERRİN AKMAN, BANU YANGIN, YASEMİN USLUEL, EDA KARGI,
TURGAY BAŞ, NİLGÜN ÇELEN, MURAT ŞANLI
ÖNLEYİCİ SOSYAL HIZMET ÇALIŞMALARINDA SİVIL TOPLUM KURULUŞLARININ
ROLÜ VE DESTEĞİ............................................................................................................................ 17
ASSOCIATE PROF. OYA GÜNGÖRMÜŞ ÖZKARDEŞ
MADDE KULLANIMIYLA SAVAŞIMDA AİLE EĞİTİMİ YOLUYLA GENÇTEN GENCE
DESTEK PROJESİ.............................................................................................................................. 23
GÜNGÖR TOPRAK ÇABUK, YRD. DOÇ.DR. SELMA ÖNCEL,
DOÇ. DR. KADRİYE BULDUKOĞLU
TÜRKİYEDE UYGULANAN ANNE-BABA EĞİTİM PROGRAMLARI ................................................ 29
FATMA ÖZDOĞAN
BABA DESTEK PROGRAMI (BADEP) PROGRAM ADI: BABA DESTEK
PROGRAMI (BADEP)......................................................................................................................... 36
TÜRKİYE’DE EVSİZLER SORUNU VE SOSYAL HİZMET................................................................ 40
ASSOC. PROF. VEDAT IŞIKHAN
ALMAN ÇOCUK VE GENÇLİK YARDIM KANUNU’NA GÖRE GENÇLİK YARDIMININ
ÖNLEYİCİ HİZMETLERİ ................................................................................................................... 48
PROF. DR. EMİNE AKYÜZ
YASALARLA ÇOCUĞU NASIL KORURUZ?......................................................................................58
AV. TÜRKAY ASMA
EVLİLİK PROBLEMLERİ, SOSYAL VE FİZİKSEL ÇEVRE İLE ÇOCUK SAĞLIĞI
ETKİLEŞİMİNDE SOSYAL HİZMETLERİN ÖNEMİ.......................................................................... 67
ASSOC. PROF. DR. M. METIN DONMA, PROF. DR. ORKİDE DONMA
AİLENİN KORUNMASI VE DESTEKLEMESİNDE VE AİLE İLE İLGİLİ SOSYAL
HİZMETLERDE UYGULAMALI SOSYOLOJİNİN KATKI VE İŞLEVLERİ......................................... 74
ASSOC.PROF. VEHBI BAŞER, PHD
GÖÇ EDEN AİLELERİN İLKOKULA GİDEN ÇOCUKLARININ SOSYAL UYUM VE
BECERİLERİNİN İNCELEMESİ ...................................................................................................... 76
UZM. ŞEHNAZ CEYLAN, UZM. MÜNEVVER CAN YAŞAR, PROF. DR. ESRA
ÖMEROĞLU, YRD. DOÇ. DR. ADALET KANDIR
AİLE VE TÜRKİYE DİYANET VAKFI, KADIN FAALİYETLERİ MERKEZİ....................................... 110
AYŞE SUCU
ZİHİNSEL ENGELLİ ÇOCUKLARIN NİSONGER ÇOCUK DAVRANIŞ
DEĞERLENDİRME FORMU’NA GÖRE İNCELENMESİ................................................................. 114
ÖĞR.GÖR.DR. ARZU YÜKSELEN, PROF.DR. PINAR BAYHAN
KORUNMAYA MUHTAÇ 12 – 36 AYLIK BEBEK VE ÇOCUKLARIN SOSYAL DUYGUSAL GELİŞİMLERİNİN SOSYAL
DUYGUSAL DEĞERLENDİRME ARACININ ALT
ÖLÇEKLERİNE GÖRE İNCELENMESİ .......................................................................................... 125
DENİZ SOLAK, YARD.DOÇ.DR. ADALET KANDIR
ÜNİVERSİTELİ GENÇLERİN BAKIŞ AÇISIYLA “AİLE İÇİ SORUNLAR” ....................................... 140
ARŞ.GÖR.UZM.EDA KARGI, PROF.DR.BERRİN AKMAN
KORUNMAYA MUHTAÇ ÇOCUKLAR KAPSAMINDA YENİ BİR MODEL ÖNERİSİ:
KORUYUCU OKUL (ELAZIĞ İLİ ÖRNEĞİ, TÜRKİYE)..................................................................... 146
YRD.DOÇ.DR. NURİYE SEMERCİ, PROF.DR. Y. CEMALETTİN ÇOPUROĞLU,
YRD.DOÇ.DR. ÇETİN SEMERCİ, ARŞ.GÖR. ALİ SIRRI YILMAZ
TAM VE PARÇALANMIŞ AİLEYE SAHİP OLAN ÇOCUKLARIN DEPRESYON
DÜZEYLERİNİN İNCELENMESİ ...................................................................................................... 159
PROF. DR. NERIMAN ARAL, ASSOC. PROF. DR. FIGEN GÜRSOY, MA SC. HATICE DİZMAN
ÜNİVERSİTE GENÇLİĞİNİN EVLİLİĞE HAZIRLIK İLE İLGİLİ DÜŞÜNCELERİNİN
İNCELENMESİNE YÖNELİK BİR ARAŞTIRMA............................................................................... 174
YRD.DOÇ.DR. HAVİSE GÜLEÇ, ÖĞR.GÖR. DİLFİRUZ CÖMERT,
SHU. HÜSEYİN MEHMET BAYCIK
ERGENLİK DÖNEMİNDE ÇOCUĞU OLAN EBEVEYNLERİN AİLE ORTAMLARINI
ALGILAMALARININ İNCELENMESİ................................................................................................ 194
ASSOC. PROF. DR. FIGEN GÜRSOY, RES. ASS. MÜDRIYE YILDIZ BIÇAKÇI
ANNE-BABALARIN OKUL ÖNCESİ EĞİTİM KURUMU SEÇİMLERİ ÜZERİNE
ANNE-BABAYA İLİŞKİN ÇEŞİTLİ DEĞİŞKENLERİN ETKİSİNİN İNCELENMESİ......................... 211
DOÇ. DR. AYSEL KÖKSAL AKYOL, BİL. UZM. VUSLAT OĞUZ,NESRİN YILGIN
AİLE İÇİ İLETİŞİMDE TELEVİZYONUN ROLÜ............................................................................... 228
ÖĞR.GÖR.ZEYNEP AYDIN YILMAZ
POSTER BİLDİRİLER................................................................................................................... 239
KÜRESELLEŞMENIN TÜRKIYE’DE YOKSUL AILELERE YÖNELİK HİZMET
SUNAN KURUMLARA YANSIMALARI......................................................................................... 240
DOÇ. DR. SONGÜL SALLAN GÜL, DOÇ. DR. HÜSEYIN GÜL
AİLE MAHKEMELERİNİN İŞLEYİŞİNDE UZMANLARIN ROLÜ................................................... 247
ÖMER MAVI, ASLI ÇERI, GÜNGÖR TOPRAK ÇABUK
TÜRKİYE’DE SIĞINMACILARA VE MÜLTECİLERE YÖNELİK SOSYAL HİZMETLER.............. 255
SOCIAL WORKER ÖNDER BETER
SOSYAL YAPILANDIRMACILIK VE SOSYAL HİZMET: NE ÇEŞİT BİR İLİŞKİ?...........................265
FATIH ŞAHİN
SOSYAL POLİTAKALARDA TEMEL ÇÖZÜM ÜNİTESİ OLARAK AİLE......................................... 268
SADIK GÜNEŞ
KRİZ, KRİZE MÜDEHALE VE KRİZ TERAPİ..................................................................................278
DR. UĞUR ÖZDEMİR
ÇOCUKLARA DOĞRU BESLENME ALIŞKANLIKLARI KAZANDIRMADA AİLENİN ROLÜ.......... 285
ARŞ. GÖR. DR. YASEMİN DEMİRCİOĞLU, PROF. DR. SIDIKA BULDUK
BOŞANMIŞ BİREYLERİN, BOŞANMAYA UYUM DÜZEYLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ........ 292
UĞUR ÖZDEMİR, ARİF LAÇİN, TALİP YİĞİT, SEMRA SARUÇ, AYTEN KAYA KILIÇ
AİLE DEĞERLENDİRMEDE HARİTALAMA................................................................................... 302
DR. UĞUR ÖZDEMİR
KÜRESELLEŞME SÜRECİNDE TOPLUM TEMELLİ BAKIM ANLAYIŞI VE
SOSYAL HİZMET: TÜRKİYE ÖRNEĞİNDE BİR MODEL ÖNERİSİ...............................................307
ARŞ. GÖR. MEHMET ZAFER DANIŞ, SHU YASEMİN DANIŞ
AİLEYİ TEHDİT EDEN YENİ BİR TEHLİKE: SANAL İLİŞKİLER .................................................... 322
MEHMET KARACA
ÇOCUK VE ADOLESANLARDA GÖRÜLEN YEME BOZUKLUKLARININ
PSİKOLOJİK YÖNDEN İNCELENMESİ........................................................................................... 343
ARŞ. GÖR. DR. AYŞE DİLEK ÖĞRETİR, ARŞ. GÖR. DR. YASEMİN DEMİRCİOĞLU
ARŞ. GÖR. DR. NURCAN YABANCI
KÜRESEL RİSK TOPLUMUNDA SOSYAL HİZMETLERİN ÖNEMİ............................................... 355
YRD.DOÇ.DR. VEHBİ BAYHAN
BOŞANMIŞ AİLEDEN GELEN ÇOCUKLAR ÜZERİNE BİR ARAŞTIRMA...................................... 361
UĞUR ÖZDEMİR, ARİF LAÇİN, TALİP YİĞİT, SEMRA SARUÇ, AYTEN KAYA KILIÇ
AVRUPA BİRL İĞİNE UYUM SÜRECİNDE ÇIRAKLIK EĞİTİMİ:
ÇALIŞAN ÇOCUKLAR..................................................................................................................... 368
DOÇ.DR. MEHMET TAŞPINAR
LÖSEMİ HASTASI OLAN ÇOCUĞA SAHİP ANNELERİN KAYGI DÜZEYLERİNİN
İNCELENMESİ.................................................................................................................................. 384
DR. AYHAN BABAROĞLU, DOÇ. DR. GÜLEN BARAN
HUZUREVİNDE KALAN YAŞLILARIN CİNSİYET FARKLILIKLARINA BAĞLI
SOSYAL DIŞLANMA SÜREÇLERİ.................................................................................................. 396
ELİF GÖKÇEARSLAN, BİLGE ÖNAL DÖLEK
KÜRESELLEŞME AİLE VE DEĞİŞEN ALIŞKANLIKLARIMIZ......................................................... 400
YRD. DOÇ. DR. SALİH ZEKİ GENÇ
KÜRESELLEŞME SÜRECİNİN AİLE BİRLİĞİNE ETKİLERİ
(AİLE SOSYOLOJİSİ AÇISINDAN BİR DEĞERLENDİRME)........................................................... 401
YRD. DOÇ. DR. YELDA SEVİM, SELİN ÜNAL
KÜRESELLEŞME BAĞLAMINDA TÜRKİYE’DE SOSYAL POLİTİKALARIN DÖNÜŞÜMÜ............ 403
MEHMET FATİH AYSAN
KÜRESELLEŞME VE TASARRUF İLİŞKİSİ..................................................................................414 RÜŞTÜ ILGAR
ENGELLİ BİREYLERDE SOSYAL KABULÜN ÖNEMİ BİR ÖRNEK OLAY................................... 415
DR. ALİ CİVELEK
KÜRESELLEŞEN DÜNYADA SOSYAL HİZMETLER VE ÇOCUK ESİRGEME KURUMLARINDA YARATICI DRAMANIN
GEREKLİLİĞİ.......................................................................................... 416
ÖĞR.GÖR. ARZU BAYINDIR
YABANCI BİLDİRİLER................................................................................................................... 420
INTERNATIONAL SOCIAL SERVICE: A WITNESS AND AN ACTOR IN THE
SOCIAL DEVELOPMENT IN TODAY’S GLOBALIZING WORLD…………………………..…..……421
PROF. DR. RAINER FRANK
THE HAGUE CONVENTION OF 1996:
A MAJOR IMPROVEMENT IN THE PROTECTION OF CHILDREN’S RIGHTS,
AN OPPORTUNITY AND A PRIORITY FOR INTERNATIONAL SOCIAL SERVICE…………….. 429
VINCENT FABER
INTERNATIONAL SOCIAL SERVICE
COUNSELLING SERVICES TO CROSS-CULTURAL FAMILIES :
“A TOOL FOR PREVENTATION”.....................................................................................................435
CHRİS KONDOYAMİ
THE REPRESENTATIVE OF THE CHILD IN THE GERMAN FAMILY COURT PROCEDURE..... 440
INGRİD BAER
THE IMPORTANCE OF PROVIDING ALL THE PARTIES INVOLVED IN ADOPTION,
I.E. THE ADOPTION TRIANGLE, WITH SOCIAL COUNSELLING………………………………….446
HANS VAN HOOFF
PERMANENCY PLANNING IN INDONESIA POST DECEMBER 26, 2004 SOUTHEAST
ASIA TSUNAMI............................................................................................................................... 450
JOANNE SELINSKE
PROTECTING CHILDREN WITHOUT PARENTAL CARE
AT GLOBAL AND LOCAL LEVELS………………………………………………………………….....463
CHRISTINA BAGLIETTO
ISS UK – FAMİLY REUNİON PROJECT....................................................................................... 470
NADINE SCHMITT
CONFLICT MANAGEMENT - AN APPROACH TO INTERCOUNTRY FAMILY CONFLICTS?.... 475
SEBASTIAN REGITZ
THE INTERNATIONAL PARENTAL CHILD ABDUCTION SERVICE
OF INTERNATIONAL SOCIAL SERVICE AUSTRALIAN BRANCH..............................................478
SANDRA DE SILVA
POST ADOPTION SERVICES IN HUNGARY…………………………………………….…………... 482
JÚLIA ANDRÁSI DR.
INTERNATIONAL SOCIAL SERVICE, ITS ROLE IN THE CURRENT SOCIAL CONTEXT
AND ITS FUTURE IN THE LIGHT OF THE EXPERIENCE OF THE ITALIAN BRANCH................ 484
MRS CRISTIANA FABRETTI
IMPORTANCE OF PROTECTIVE AND PREVENTIVE SOCIAL SERVICES TO
ELIMINATE DOMESTIC VIOLENCE IN AZERBAIJAN...................................................................494
AYTAKIN HUSEYNLI
WE LIVE İN THE AGE OF THE REFUGEE, THAT IS....................................................................501
LOUIS MINSTER
HOLLANDA DA GÖÇMENLERDE GÖRÜLEN AİLEVİ SORUNLAR VE BUNLARA
SUNULAN SOSYAL HİZMETLER.................................................................................................. 505
MURAT CAN
K.K.T.C ’DE SOSYAL HİZMETLERİN GELİŞİMİ:.......................................................................... 509
SIDIKA ÖZDOĞAN
ENGELLİ BİREYLERE SAHİP AİLELERİN TEMEL GEREKSİNİMLERİ İLE ENGELLİ
BEREYLERE YÖNELİK POLİTİKALAR ARASINDAKİ İLİŞKİNİN İNCELENMESİ........................ 513
ASSOC. PROF. MESUDE ATAY
SUNUŞ
Sosyal hizmetler; artan, değişen ve gün geçtikçe çeşitlilik arz eden sosyal sorunları en aza indirgemek, bireylerin
gelişimlerine ve toplumun değişen koşullarına uyum sağlamalarına destek olmak, sosyal bilinci geliştirmek,
toplumdaki dezavantajlı kesimlere gereksinimleri doğrultusunda katkıda bulunmak gibi amaçlara sahiptir. Bu
nedenlerle bir toplumun çağdaş bir görünüme kavuşmasında önemli rol ve işleve sahip olan sosyal hizmetlerin
geliştirilmesi her toplum için büyük bir öneme sahip bulunmaktadır.
Yine Sosyal hizmetlerin önem taşıyan amaçlarından biri de, insan haklarını güvence altına almaktır. Eşitlik,
güvenlik, özgürlük, bütün insanların bedensel bütünlüğü ve insanlık onuru konusundaki hak ve prensiplerin tüm
toplum için de uygulanmasının acil bir gereklilik olduğu gerçeğinden hareketle hizmet veren Bakanlığıma bağlı
Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu’nun çok önemli görevleri vardır.
Dünyada ve ülkemizde yaşanan hızlı değişimler sonucunda meydana gelen ve toplumsal yaşamı son derece
olumsuz bir şekilde etkileyen köyden kente göç, beraberinde; nüfus artışı, yoksulluk, gecekondulaşma gibi
sorunların yoğunlaşmasına sebep olarak ülke kalkınmasına ket vurmaktadır. Tüm bunlar aile kurumunu derinden
etkilemekte, var olan değerler sistemini altüst etmektedir.
Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu; Sosyal devlet anlayışının gereklerini yerine getiren temel
kurumlardan birisidir. Çocuk, genç, kadın, özürlü ve yaşlılarımıza sürekli koruma ve bakım hizmeti götüren Kurum
ayrıca sosyal yardım, evlat edindirme ve koruyucu aile hizmetlerini de yürütmektedir.
Birinci Uluslararası Sosyal Hizmetler Sempozyumunun; yurt içi ve yurt dışından gelen katılımcıların sosyal hizmet
alanındaki uygulamalarında farklı bakış açılarını ortaya koymaları, uygulamalarda yaşanan sorunlarını
paylaşmaları ve çözüm önerilerini sunmaları açısından büyük yarar sağladığını düşünüyorum.
Birincisini düzenlediğimiz Uluslararası Sosyal Hizmetler Sempozyumu’nun; sosyal hizmetlerin daha etkili bir
düzeye kavuşturulmasında önemli katkılar sağlayacağına olan inancımı ifade eder, bu yayımın faydalı olmasını
diler hepinize saygı ve sevgilerimi sunarım.
Nimet ÇUBUKÇU
Devlet Bakanı
ÖNSÖZ
Küreselleşen dünyamızda özellikle iletişim ve teknoloji alanındaki gelişmeler bir yandan insanlara yeni
imkanlar yaratırken diğer yandan yoksulların gelir dağılımındaki eşitsizlik gibi bir takım sorunların ortaya
çıkmasına neden olmaktadır. Ekonomide yaşanan büyük değişimler tüm dünyada yoksulluğun gelir dağılımındaki
eşitsizliği giderek arttırmaktadır. Yeni ekonomik uygulamalar küreselleşmenin etkisiyle ülkemizdeki var olan
sorunların artmasına ve yeni sosyal sorunların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bu olumsuzluktan etkilenenler
başta çocuk olmak üzere kadın, yaşlı ve özürlü gruplardır.
Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğü özellikle dezavantajlı gruplar içerisinde
yer alan çocuk, genç, kadın, yaşlı ve özürlü bireylere yönelik koruyucu, önleyici, eğitici, tedavi ve rehabilite edici
hizmetleri sunmaktadır. Hizmet alanımıza giren tüm bireylerin kendi aile ve sosyal çevresinde bakımı ve
desteklenmesi ana hedefimiz olup, korunmaya muhtaç çocuklar hizmetlerimizin temelini oluşturmaktadır.
Her türlü destek mekanizmalarına rağmen çocuğun aile ortamında bakımının sağlanamadığı durumlarda
kuruluş bakımı hizmeti verilmektedir. Bugüne kadar uygulanmış olan koğuş tipi bakım tarzının çocuklarımızın
gelişiminde yarattığı olumsuz etkiler nedeniyle 8 ila 10 çocuğun kaldığı sevgi evleri modeli geliştirilmiştir.
Kuruluşlarımızda standardizasyonun sağlanması amacıyla 8 çocuğa 1 bakıcı anne uygulaması başlatılmıştır.
Sunulan hizmetin niteliğini artırmak amacıyla; hizmet alımı yoluyla sağlanan personelin çocuk gelişimi konusunda
eğitim ya da sertifika almış kişiler arasından seçilmesine özen gösterilmiştir.
Sorunların ortaya çıkmadan önlenmesi amacıyla çağdaş sosyal hizmet politikaları bağlamında birey aile
ve topluma yönelik sunduğumuz koruyucu-önleyici, eğitici-geliştirici, tedavi ve rehabilite edici hizmet modelleri
uygulamasında daha etkili ve verimli olabilmesi için dünyadaki örnek uygulamaların paylaşılması büyük önem
taşımaktadır.
Bu bağlamda uluslar arası katkı ve katılımla ilk defa düzenlenen bu sempozyumun sosyal hizmet
alanında çalışan her bireyin bilgi ve bilinç düzeyini yükseltmesi dileği ile saygılar sunarım.
İsmail BARIŞ
Genel Müdür
BİLİM KURULU ÜYELERİ
Prof.Dr.Sevil ATAUZ
Prof.Dr.İlhan TOMANBAY
Prof.Dr.Aliye MAVİLİ AKTAŞ
Doç.Dr.Ayşen GÜRCAN
OTURUM BAŞKANLARI
1. Oturum Başkanı : Prof.Dr.Aliye MAVİLİ AKTAŞ
2. Oturum Başkanı : Prof.Dr.Sevil ATAUZ
3. Oturum Başkanı : Doç.Dr.Ayşen GÜRCAN
4. Oturum Başkanı : Prof.Dr.İlhan TOMANBAY
5. Oturum Başkanı : Prof.Dr.Sevil ATAUZ
6. Oturum Başkanı : Prof.Dr.Aliye MAVİLİ AKTAŞ
7. Oturum Başkanı : Doç.Dr.Ayşen GÜRCAN
Saygıdeğer Bilim Kurulu Üyelerine ve oturum başkanlarına desteklerinden ve çalışmalarından
dolayı teşekkürü borç biliyor saygılarımızı sunuyoruz.
SÖZEL BİLDİRİLER
ANABABALARIN ÇOCUK YETİŞTİRMEYE İLİŞKİN TUTUMLARI VE BİLGİ DÜZEYLERİ İLE 11-18 YAŞ
GRUBU ÖĞRENCİLERİN KENDİLERİNİ DEĞERLENDİRMELERİ ARASINDAKİ İLİŞKİLERİN İNCELENMESİ
Dr. Halis ÖZERK
Prof. Dr. Binnur YEŞİLYAPRAK
Bu araştırmada, öncelikle anne-babaların çocuk yetiştirmeye ilişkin tutumları ve anne-babalık bilgi düzeylerinin
bazı değişkenlere göre incelenmesi ve çocukların kendilerinde tanımladıkları davranış problemleri ile ilişkisini
araştırmak amaçlamıştır.
Çalışma 360 annebaba ve 360 ergen olmak üzere 720 kişilik bir grup üzerinde gerçekleştirilmiştir. Araştırma
gruplarından biri olan anne-babaların çocuk yetiştirmeye ilişkin tutumlarının temel demografik özellikler ve bazı
değişkenler (örneğin çocuk sayısı gibi) ile ilişkisi ele alınmıştır. Bu bağlamda anne babalara PARI (Aile Hayatı ve
Çocuk Yetiştirme Tutum Ölçeği) uygulanmıştır.
Anne babaların, hamilelikten ergenlik dönemi sonuna kadarki süreçte anne babalık bilgi düzeylerini ölçmek
amacıyla da bir test geliştirilmesi hedeflenmiş ve ABBT (Annebabalık Bilgi Testi) geliştirilerek anne babalara
uygulamıştır. ABBT ile ölçülen anne babaların bilgi düzeyleri de temel demografik özellikler ve bazı değişkenler
bakımından incelenmiştir.
Diğer araştırma grubu olarak 11-18 yaş grubu öğrenciler ele alınmış ve bu öğrencilerin kendilerinde
değerlendirdikleri davranış problemlerinin neler olduğu YSR (Ergenlerde Davranış Değerlendirme Ölçeği) ölçeği
ile belirlenmeye çalışılmıştır. Bu problemlerin cinsiyet, sosyoekonomik düzey ve kardeş sayısı ile ilişkisine
bakılmıştır.
Bunun yanı sıra anne-babaların çocuk yetiştirmeye ilişkin gerek tutumlarının gerekse bilgi düzeylerinin 11-18 yaş
grubu öğrencilerin kendilerinde değerlendirdikleri davranış problemleri üzerinde anlamlı bir etkiye sahip olup
olmadığı sorgulanmıştır.
Çalışmada deneysel işlem yapılmayıp var olan durum betimlenmeye çalışıldığı için, İlişkisel Tarama Modeli
kullanılmıştır. Anne babaların tutumları ve bilgi düzeylerinin değişkenlerle ilişkisine ilişkin elde edilen veriler, SPSS
ortamında aritmetik ortalama ve standart sapma kullanılarak betimlenmiştir. Gruplar arasında, bağımlı
değişkenlere ilişkin farklar için; iki grup için t testi, üç ve daha fazla gruplar için de varyans analizi kullanılmıştır.
Anne babaların tutumları ve bilgi düzeylerinin 11-18 yaş grubu öğrencilerinin kendilerinde tanımladıkları problem
davranışlarla ilişkisini incelemek için ise çoklu regresyon analizi kullanılmıştır.
SPSS ortamında yapılan istatistiksel değerlendirmeler sonucunda, Anne babaların, bütün tutum alt boyutlarında,
PARI ölçeği ortalama puanlarının gerisinde kaldıkları, ağırlıklı olarak koruyucu, ve baskıcı tutum en az olarak da
demokratik tutum sergiledikleri görülmüştür.
Anne babalık bilgisi boyutunda ise; anne babaların ABBT’ nden vasat (orta) sayılabilecek puanlar aldıkları, bilgi
kaynakları bakımından da en fazla geleneksel bilgiye daha sonra magazinsel, en az olarak da bilimsel bilgiye
sahip oldukları görülmüştür.
Problem davranış boyutunda ise, 11-18 yaş grubu öğrencilerin kendilerinde değerlendirdikleri problem davranışlar
açısından YSR ölçeğine göre hiçbir alt boyutta klinik düzeyde problem davranış puanı elde edilmemiştir.
Anne babaların gerek tutum ögelerinin ve gerekse bilgi düzeyi ögelerinin, çocuklarının kendilerinde
değerlendirdikleri davranış problemlerini istatistiksel olarak anlamlı düzeyde belirlemediği görülmüştür.
ÇOCUKLARIN ANNE BABALARI TARAFINDAN TERKEDİLMELERİNİ VE KURUMLARA BIRAKILMALARINI
NASIL ÖNLEYEBİLİRİZ?
Prof.Dr. Neşe EROL(Ph.D)*
Doç.Dr. Zeynep ŞİMŞEK (Ph.D)**
Anne babalarından ayrı, çocuk yuvalarında yaşamak durumunda olan bebek ve küçük çocuklar; gelişimsel
gecikme, fiziksel gecikme,bağlılık gelişimi ve nöral atrofi açısından büyük risk altındadırlar. Araştırmacılar,
yuvalarda büyüyen çocuklarda psikiyatrik semptomların görülme sıklığının yüksek olduğunu ve ciddi olarak
uyaran yoksunluğu çeken bu çocuklarda ‘otizm benzeri’ davranışların da görüldüğünü vurgulamışlardır ( Ellis ve
ark. 2004; Rutter ve ark. 1999). Anne baba yerine geçebilecek süreklilik gösteren ve bire bir ilişkinin olmadığı
ortamlarda bebeklerin ve küçük çocukların yaşadıkları İHMAL’in şiddet ile eşdeğer olduğu da çalışmalarla ortaya
konmuştur (Balbernie 2001; Brown 2002).
Bebekler ve küçük çocuklar, onları koruyan kollayan, öpüp koklayan, kendisiyle konuşan, sinyallerine, mesajlarına
uygun yanıtlar veren duyarlı ve onlar için özel olan bir kişiye gereksinim duyarlar. Duyarlı bir bakıcı ve güvenli
bağlılıklar beyin gelişimini destekler. Araştırmalar, beyin gelişiminin en hızlı ve duyarlı olduğu dönemin 0-3 yaşlar
arasında olduğunu ortaya koymaktadır (Zeanah 2000)
Avrupa Birliğinin, Dünya Sağlık Örgütü ve İngiltere de bulunan Birmingham Üniversitesi tarafından 2002/2003
yılları arasında yürütülen ve Türkiye’ nin de içinde bulunduğu 33 ülkeyi kapsayan Daphne Programı kapsamında
yaklaşık 23.099 3 yaş ve altı çocuğa yuvalarda bakım verildiği saptanmıştır. Çalışma sonunda, yıllardır yapılan
araştırmalarda da ortaya konulduğu gibi “ 3 yaş ve altında olan HİÇBİR çocuk ona bire bir bakım veren bir
kişi olmadan yuvada kalmamalıdır” denilmektedir. Acil durumlarda 3 aydan fazla olmamak koşulu ile
yüksek-nitelikli yuvaların kullanılabileceği vurgulanmıştır.
Toplum olarak hepimizin; bebeklerin ve küçük çocukların sesi olabilme ve onların haklarına sahip çıkma
sorumluluğumuz vardır. Ayrıca bebekleri ve küçük çocukları koruma görevimiz vardır. Riskleri bile bile halen
bebek ve küçük çocukları yuvalarda tutacak mıyız? Acil önlemler alma zamanı gelmedi mi? Önleme çalışmalarına
hız verme zamanı gelmedi mi? Önleme çalışmalarını nasıl yürütebiliriz? Var olan sistem içerisinde neler
yapabiliriz?
Halen yaygın olan hizmet sunum sistemi açısından durum değerlendirildiğinde, hizmetlerin çoğunlukla sorun
ortaya çıktıktan sonra verilmeye çalışıldığı, sorunu önlemeye yönelik hizmetlerin etkinliğinin, ulaşılabilirliğinin ve
*
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı AD
**
kapsamının yetersiz olduğu bilinmektedir. Oysa gerek ulusal, gerekse uluslararası bağlayıcı nitelikteki yasa ve
sözleşmelerde ve sahip olunan politikalarda önceliğin koruyucu hizmetlere yönelik olması gerektiği
belirtilmektedir. Önleyici/koruyucu çalışmalar arasında; sağlıklı evlilik birlikteliğinin kurulması, evliliği sağlıklı
sürdürmenin sağlanması, ailelerin çocuk yetiştirme sorumluluk ve bilincinin yükseltilmesi, ergen gebeliklerin
önlenmesi, risk altındaki ailelerin erken dönemde saptanması ve gerekli desteğin verilmesi gibi sıklıkla
benimsenen yaklaşımlar yer almaktadır.
Korunmaya muhtaç çocuklar açısından örneklenecek olursa, her çocuğun en temel hakkı kendi öz ailesinin
yanında, anne babasıyla birlikte, sağlıklı bir ortamda büyümesidir. Hızla artan korunmaya muhtaç çocuk sayımızı
azaltmak ve çocuğun temel haklarını verebilmek için çocuğun korunmaya muhtaç duruma gelmesini önlemek,
birincil koruma kapsamında temel yaklaşımdır. Birincil koruma hizmetleriyle, korunmaya muhtaç çocuk sayısını
azaltabilirsek, korunmaya muhtaç duruma gelen çocuklar için de sunulan hizmetlerin nicelik ve niteliğini
yükseltebiliriz.
Başta Anayasa olmak üzere, tüm hizmet alanlarındaki yasal düzenlemelerde önleyici hizmetler yer almaktadır.
2828 Sayılı Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Kanunu’nun 9. maddesi,”b” bendinde de “Öncelikle
çocuğun aile içinde yetiştirilmesi ve desteklenmesi için aileye eğitim, danışmanlık ve sosyal yardımlarla
güçlendirmek, ….” maddesi yer almaktadır. Bunun için “aile danışma merkezleri, toplum merkezleri” gibi
kuruluşlar açılmış ve açılmaya devam etmektedir. Ancak ailenin değerlendirilmesine bütüncül yaklaşılıp, topluma
dayalı risk yaklaşımı temelinde sorunun çözümlenmesi hedeflendiğinde, sosyal hizmetlerin başta sağlık, eğitim
olmak üzere tüm sektörlerle birlikte çalışabilecek yapılanmayı kurması gerekmektedir. Böylece hem iş gücü ve
zaman açısından, hem de daha maliyet etkin bir yöntem olacağı düşünülmektedir. Sözü edilen bu model Sağlık
Bakanlığı tarafından 1991-1993 yılları arasında proje danışmanı Neşe Erol tarafından pilot çalışma olarak
Ankara’da başlatılmış, 1994-1998 yılları arasında ise 9 ilde uygulanmıştır. ‘Temel Sağlık Hizmetleri yoluyla
Çocuğun Psiko-Sosyal Gelişiminin Desteklenmesi” adıyla uygulanan bu hizmet modelinde, kurumlar arası
işbirliğinin ve çocuğun sağlığına bütüncül yaklaşımın başarılı bir örneği sunulmuştur (Erol ve ark. 1997; Erol 1999;
Şimşek 2001). Temel amacı, öncelikle gebe ruh sağlığını desteklemek, sağlıklı çocuk yetiştirmek ve risk altındaki
çocuk sayısını azaltmak olan bu modelde, sağlık ocağı bölgesinde hekim, hemşire, ebe, sosyal hizmet uzmanı ve
psikolog’dan oluşan ekip hizmeti oluşturulmuştur. Ekibin her üyesi kendi rolünü yerine getirmiştir. Böylece suça
itilmiş, madde kullanan, sokakta yaşayan, engelli duruma gelmiş, ihmal ve istismar edilmiş çocuk sayısının
azalmasına yönelik planlı çalışmalar gerçekleştirilmiştir. Benzer modelin Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme
Kurumu’na bağlı Toplum Merkezleri ve halen işlevselliğini sürdüren Sağlık Ocakları (aile hekimliği sisteminde
Toplum Sağlığı Merkezleri adı altında değiştirilmiştir), Ana-Çocuk Sağlığı Merkezleri tarafından sürdürülebilir bir
yapıda gerçekleştirilmesinin gelecek için umut vereceği
düşünülmektedir.
Elbette önleyici amaçlarla
gerçekleştirilen, kamu ve sivil toplum kuruluşlarının uyguladığı bir dizi proje bulunmaktadır. Önemli olan risk
gruplarını belirleyerek, ‘erken çocukluk eğitimi, ev ziyaretleri yoluyla ailenin desteklenmesi, hizmetlere
ulaşılabilirliği arttıran uyarı sistemlerinin kurulması’ gibi proje niteliğindeki çalışmaların etkisi kesinleşenleri hizmet
programına dönüştürmek ve yasal düzenlemelerimizde tanımlanan işlevleri ‘proje’ adıyla başlatmayıp var olan
hizmetlerin etkinliğini arttırmaktır. Ne yazık ki proje bittiğinde görevlerimizde beraberinde ortadan kalkmaktadır.
Birincil koruma çalışmalarıyla, korunmaya muhtaç çocuk sorununu tamamen ortadan kaldırmamız mümkün
olmamakla birlikte, sorunun kontrol altına alınması sağlanabilir. Sorun ortaya çıktıktan sonra ise, ikincil koruma
çalışmalarını planlayıp uygulamamız gerekmektedir. Bu aşamada önceliğin yuva ve yurt bakımına değil, koruyucu
aile ve evlat edinme hizmetine verilmesi gerekmektedir. Yapılan çalışmalar değerlendirildiğinde, koruyucu aile
yanında büyüyen çocukların davranışsal sorunlarının yuva ve yurtlarda büyüyenlere göre daha az olduğu
saptanmıştır. Ancak, koruyucu aile sisteminin başarıya ulaşması, düzenli kayıt sisteminin kurulması, aile
eğitimlerinin sürekliliği, çocuğu aile yannda izleyebilecek nicelik ve nitelikte meslek elemanı ile sağlanabilmektedir
(Şimşek 2004; Erol ve ark., 2005; Üstüner ve ark., 2006). İkincil koruma kapsamında, küçük ev modellerinin de
uygulanması bir çözüm olabilir. Ancak unutulmaması gereken, çocuğun birebir ilişki içinde anne-baba modelleriyle
büyümesinin sağlanmasıdır.
Toplum olarak hepimizin bebeklerin ve küçük çocukların sesi olabilme ve onların haklarına sahip çıkma
sorumluluğumuz vardır. Ayrıca bebekleri ve küçük çocukları koruma görevimiz vardır. Sonuç olarak, sosyal
sorunlara birincil, ikincil ve üçüncül koruma düzeyinde yaklaşmamız ve önceliği birincil koruma alanına vererek
kaynaklarımızı ve hizmet sunum sistemimizi bu yönde yapılandırmamız sorunlarımızla başa çıkma gücümüzü
arttıracaktır. Amaçlarımıza ulaşmada önümüzde uzun bir yol var ancak atacağımız her insanca adım bizlere daha
zengin ve anlamlı bir yaşam sunacaktır.
Kaynaklar
Balbernie R (2001). Circuits and circumstances: The neurobiological consequences of early relationship
experiences and how they shape later behavior. . Journal of Child Psychotherapy, 27, 237-255.
Brown K D (2002). Child Protection. In M.Rutter & E Taylor (Eds). Child and Adolescent Psychiatry (4th Edition p:
1158-1174). Blackwell Science.
Ellis H D, FisherP.A, Zaharie S (2004). Predictors of disruptive behavior, developmental delays, anxiety, and
affective
symptomatology
among
institutionally
reared
Romanian
children.
J.Am.
Acad
Child
Adolesc.Psychiatry,43:1283-1291.
Erol N (1996).Anne-baba el kitabı. “Çocuğun Psikososyal Gelişimi Açısından Temel Mesajlar”. Sağlık Bakanlığı
Yayınları, Ankara.
Erol N., Z. Şimşek., İ. Erten İ (1997). "Önleyici Çalışmalar: Anne-Baba-Bebek İlişkisini Güçlendirme ve Çocuğun
Psikososyal Gelişimini Temel Sağlık Hizmetleri Yoluyla Destekleme Projesi. Farklılıkla Yaşamak: Aile ve
Toplumun Farklı Gereksinimleri Olan Bireylerle Birlikteliği. (Ed: A. N. Karancı), Türk Psikologlar Derneği Yayınları,
Ankara (113-131).
Erol, N. (1999). Çocuğun Psikolojik Gelişimini Temel Sağlık Hizmetleri Yoluyla Destekleme. Türk Pediatri kurumu
XXXV. Ulusal Pediatri Kongresi “Çocuklarımız İçin Parlak Gelecekler”. Kongre Kitabı, s: 237-249.
Erol N (2004). Yuvalar ve yurtlar sorunun mu yoksa çözümün mü parçası? Koruma Altındaki Çocuklar; Prof. Dr.
Mualla Öztürk Anısına XVII. Sempozyum Sunuları – 23-25 Şubat 2004 (Yayına hazırlayan Runa Uslu). Ankara
Üniversitesi Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Yayınları. Yayın no: IX. Ankara Üniversitesi
Basımevi, 133-140.
Erol N, Şimşek Z, Üstüner S (2005) Çiçekli Dünyamda Elimi Yalnız Bırakma; Dünyada ve Türkiye’de Çocuk
Koruma Sistemleri; Kurum Bakımı, Koruyucu Aile ve Evlat Edinme. Ümit Matbaacılık. Ankara.
European Commission Daphne Programme in collaboration with the World Health Organization Regional Office
for Europe & The University of Birmingham, UK(2005). Mapping the number and characteristics of children under
three in institutions across Europe at risk of harm. Birmingham, UK.
Rutter M, Anderson-Wood L, Beckett C, Bredenkamp D, Castle J, Groothues C, Kreppner J, Keaveney L, Lord C,
O’Connor T G & The English and Romanian Adoptees Team (1999). Quasi-autistic patterns following severe
early global privation. Journal of Child Psychology & Psychiatry, 40 (4), 537-549.
Şimşek, Z. Massachusetts Koruyucu Aile Sistemi Deneyimleri, Sosyal Hizmet Sempozyumu (2004). Türkiye’de
Sosyal Hizmet Uygulamaları İhtiyaç ve Sorunlar”. 4-6 Kasım 2004, Alanya. Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri
Fakültesi Sosyal Hizmetler Bölümü, Bildiri Özetleri, 74.
Şimşek Z (2001). Çocuk Hakları Açısından Temel Sağlık Hizmetlerine Yaklaşım ve Sosyal Hizmet”, Sosyal
Hizmette Yeni Yaklaşımlar ve Sorun Alanları:Prof. Dr. Nihal Turan’a Armağan, Ankara.; 69-80.
Üstüner S, Erol N, Şimşek Z (2006). Koruyucu Aile Bakımı Altındaki Çocukların Davranış ve Duygusal Sorunları.
Çocuk ve Gençlik Ruh Sağlığı Dergisi; 12 (3); 130-140.
Zeanah C.H (2000). Disturbances of attachment in young children adopted from institutions. Journal of
Developmental & Behavioral Pediatrics, 15, 215-22
TOPLUMSAL DUYARLILIK VE SOSYAL HİZMET “ MODEL PROJE ÖRNEĞİ”
Berrin Akman / Banu Yangın
Yasemin Usluer / Eda Kargı
Turgay Baş / Nilgün Çelen
Murat Şanlı*
Çocuk Hakları Evrensel Bildirgesi’ne göre, “tüm çocukların bedensel, bilişsel, ahlaki ve sosyal bakımlardan
sağlıklı ve normal biçimde gelişebilmeleri için her türlü olanak ve kolaylık sağlanmalıdır; toplum, kimsesiz ya da
geçim kaynaklarından yoksun çocuklara özel ilgi göstermekle yükümlü olmalıdır; çocuk, her ortamda yardım
görmeli, sıkıntıdan kurtarılmalıdır”. Bu ifadeler, bildirgenin tamamında da ortaya konan iki özelliği yansıtmaktadır:
Çocukların hakları ve toplumun bu konudaki sorumluluğu. toplumun, üzerine düşen sorumluluğu taşıyabilmesi
farkındalığına ve duyarlılığına bağlıdır.
Staub (1979)’a göre toplumsal duyarlılık, olumlu sosyal davranışları içeren, başkasının ya da başkalarının
ihtiyaçlarına yönelik uygun davranışların üretilmesidir. Bu tanımdan yola çıkarak toplumsal duyarlılıkta, bir kişinin
sosyal sorumluluk içeren davranışlarda bulunması için, başkalarının ihtiyaçlarını, hedeflerini anlaması ve buna
uygun davranışları üretmesi gerekmektedir. Her bireyin, kendi sınırları ölçüsünde, bulunduğu ortamın gelişimini
etkileme potansiyeli ve sorumluluğu vardır. Bu nedenle, bu tür davranışlarda önemli olan büyük ya da küçük bir
topluluğa hizmet etmekten çok, destek olunan amaca ne ölçüde hizmet edilebildiğidir.
Toplumsal bir varlık olan insan, çevresine karşı duyarlı olmak zorundadır. Bu noktadan hareketle son yıllarda
okullarda, özellikle üniversitelerde toplumsal duyarlılık kazandırmaya yönelik çalışmalar çok büyük bir gelişme
göstermiştir. Okullar, aynı anda çok fazla öğrenciye ulaşabilir olma özellikleri nedeniyle, toplumsal hizmet
açısından çok uygun ortamlar yaratabilmektedir.
Okullarda çok çeşitli toplumsal hizmet çalışmaları yapılmaktadır. Mitchell'e (1998) göre özellikle Akran Destek
çalışmaları, Akran Danışmanlığı, Akran Öğretmenliği ya da Akran Arabuluculuğu gibi çalışmalar, okul iklimine
pozitif etkileri açısından çok popüler çalışmalar arasında sayılmaktadır Tüm bu çalışmaların amacı, öğrencilerin
yaşayarak deneyim kazanmalarını, günlük rutinden ayrılarak daha bireysel, kendi farklılıklarını yaşayacakları ve
kendilerini tanıyacakları, aynı zamanda bulundukları topluma fayda sağlayacakları bir sistem yaratmaktır. Ayrıca
bu deneyimler, öğrencilerin geleceğe ilişkin planlarını oluşturabilmelerine olumlu katkı getirmektedir. Sills (1957)'e
göre, bu kazanımların yanında, toplum hizmeti çalışmalarına katılan kişiler de başkalarına yardımcı olmanın, iyi
vatandaş olmanın ve bulundukları ortam için iyi şeyler yapabilmenin yarattığı manevi doyumu da yaşamaktadırlar.
Toplumsal Duyarlılık Nasıl Kazandırılır?
*
Hacettepe Üniversitesi & SHÇEK Atatürk Çocuk Yuvası
Prof.Dr. Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi Okul Öncesi Eğitimi A.B.D.,Yrd.Doç.Dr. Hacettepe Üniversitesi
Eğitim Fakültesi Sınıf Öğretmenliği A.B.D.,Yrd.Doç.Dr. Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi Bilgisayar ve
Öğretim Teknolojileri Öğretmenliği A.B.D.,Arş.Gör.Uzm. Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi Okul Öncesi
Eğitimi A.B.D.,Arş.Gör.Uzm. Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi Bilgisayar ve Öğretim Teknolojileri
Öğretmenliği A.B.D.,Sosyal Hizmet Uzmanı Başbakanlık SHÇEK Atatürk Çocuk Yuvası Md.Yrd.
Staub (1979), beklenen sosyal davranışların belli gelişimsel devrelerin sonucunda kazanıldığı görüşündedir. Buna
karşın, toplumsal bilincin içgüdüsel olarak kazanıldığı görüşünde olanlar
da vardır. Bu düşünceye göre insanoğlu, çevresine karşı duyarlı olma ve çevrede oluşturduğu etkinin, yani
davranışlarının sonuçlarını düşünme içgüdüsüyle doğmuştur. Doğuştan gelen bu içgüdü, çocukluk ve gençlik
yılları boyunca desteklenirse ve gelişirse, davranışlarının sorumluluğunu alan, topluma karşı duyarlı bireyler
yetişmekte; bu içgüdünün desteklenmediği ve gelişemediği durumda ise sorumsuz ve duyarsız bireyler
yetişmektedir.
Bir temel yaşam becerisi olan toplumsal duyarlılık ilk önce ailede daha sonra bireyin içinde bulunduğu arkadaş ve
okul çevresinde gelişir. Bu nedenle erken yaşlardan itibaren çocuklarda bu bilinci geliştirebilmek için şunlar
yapılabilir (Shapiro, 1997):
*Çocuklardan beklenen sorumlu ve düşünceli davranış çıtasını yükseltmek
*Çocuklara iyilik etme fırsatı vermek
*Çocukların bir toplum hizmetine katılmalarını sağlamak
*Çocuklarla başkalarının yaşantılarına, sıkıntılarına dair konuşmak
Çocuklarımız, hayatı sadece bizlerin yaşadığı açıdan değil, çok farklı yaşamsal deneyimlerden oluştuğunu bilerek
yaşarlarsa, toplumsal duyarlılık bilinci daha da gelişebilir.
HACETTEPE ÜNİVERSİTESİ EĞİTİM FAKÜLTESİ İLKÖĞRETİM BÖLÜMÜ OKUL ÖNCESİ EĞİTİMİ VE SINIF
ÖĞRETMENLİĞİ ANA BİLİM DALI – BİLGİSAYAR ve ÖĞRETİM TEKNOLOJİLERİ EĞİTİMİ BÖLÜMÜ İLE
KEÇİÖREN ATATÜRK ÇOCUK YUVASI İŞ BİRLİĞİYLE GERÇEKLEŞTİRİLEN GÖNÜLLÜ ABLALIK AĞABEYLİK /EĞİTİCİLİK PROJESİ
PROJENİN AMACI
I. 0-6 Yaş Gurubu Çocuklar İçin
Ankara Keçiören Atatürk Çocuk Yuvasında koruma altında bulunan 0-6 yaş grubundaki çocuklarla Hacettepe
Üniversitesi Eğitim Fakültesi Okulöncesi Eğitimi Ana Bilim Dalı öğrencileri, Uygulama dersleri kapsamında 2005
yılının Şubat ayından itibaren haftada bir tam gün olarak başlayan daha sonra haftada 3 tam güne çıkan erken
çocukluk eğitimi
günlerinde bir araya gelmektedirler. Bu günlerde koruma altında bulunan çocukların diğer
yaşıtlarıyla aralarında oluşan gelişimsel açığı kapatmak amacıyla sistemli bir erken çocukluk eğitimi programı
uygulanmaktadır. Yapılan gözlemler sonucu, çocukların uygulanan eğitim programından yarar sağladıkları
bununla birlikte en önemlisi oraya giden öğrencilerle veya çocukların deyimiyle “ablalarıyla” bir duygusal bağ
oluşturdukları görülmektedir. Öğrencilerimiz de çocuklarla daha fazla birlikte olmak istediklerini, eğitim vermenin
yanında sosyal aktivitelere de bu çocukları katmak istediklerini dile getirmişlerdir. Bu istekler doğrultusunda her
çocuğa bir gönüllü abla/ağabey fikri ortaya çıkmıştır. Gönüllü ablalar/ağabeyler hem hafta içi hem de hafta sonu
seçtikleri çocukla ilgilenecek, sinema, tiyatro, oyun oynama, birlikte yemek yeme v.b gibi etkinliklerde
bulunacaklardır. Gönüllü abla/ağabey il dışında olduğu zaman telefon ederek, mektup yazarak yine çocukla
iletişimini sürdürecektir. Kurumdan izin alındığı takdirde ev koşulları uygunsa bir akşam gönüllü abla/ağabeyin
evinde de yatılabilecektir. Bu projede, çocukların ilgi, sevgi ihtiyacını karşılamak ve çocukların gelişimlerini
(bilişsel, dil, sosyal, kişilik, duygusal, motor) oluşturulan sistematik bir erken çocukluk eğitimi programıyla
desteklemek ve çocuklara bir kişiye bağlanma fırsatı sunmak amaçlanmaktadır. Bu proje ülkemizde bu kapsamda
uygulanan ilk proje olması bakımından da, öncü niteliği taşıması açısından önemlidir.
II. 7-12 Yaş Gurubu Çocuklar İçin
Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi Sınıf Öğretmenliği Ana Bilim Dalı, ilköğretim okullarının birinci kademesi
olarak bilinen, 7-12 yaşındaki çocukları kapsayan 1.-5. sınıflara sınıf öğretmeni yetiştirmektedir. Toplumdaki tüm
bireyler için söz konusu olduğu gibi öğretmen adaylarımızdan da korunmaya muhtaç çocuklar konusunda duyarlı
ve onların sorunlarının çözümüne katkı getirmeye gönüllü olmaları beklenmektedir. Devlet tarafından koruma
altına alınmış olan çocuklara temel ihtiyaçlarıyla ilgili çeşitli olanakların sunulmaya çalışıldığı bilinmekte; bununla
birlikte özellikle bireysel gelişimleri konusunda kendilerine verilecek ek desteğin katkı getireceği düşünülmektedir.
Öğretmen adaylarının, koruma altındaki çocukların öncelikle bireysel eğitim ihtiyaçlarının giderilmesine gönüllü
katkı getirebilmeleri amacıyla kurumunuzla iş birliği yapılması amaçlanmaktadır. Bu projenin kapsamında,
öğretmen adaylarımızın, hafta içinde ve hafta sonunda belirlenecek “etüt saatleri”nde, yuvada koruma altında
bulunan 7-12 yaş grubundaki çocuklarla bir araya gelmeleri planlanmıştır. Bu etüt saatlerinde, öğretmen
adaylarının çocukların bireysel ihtiyaçlarına dönük olarak eğitmenlik yapmaları düşünülmektedir. Bireysel
farklılıklara bağlı ihtiyaçlardan yola çıkılarak tasarlanan bu çalışmanın çocukların bireysel gelişimlerine katkı
getireceği düşünülmektedir. Bu projenin, öğretmen yetiştiren diğer kurumlarla çocuk esirgeme kurumları arasında
gönüllülüğe dayalı bir bağın oluşturulmasına ön ayak olması da beklenmektedir.
Bilgisayar ve Öğretim Teknolojileri Eğitimi Bölümü’nün Amaçları
Yukarıda sayılan etkinlik ve amaçlara ek olarak Bilgisayar ve Öğretim Teknolojileri Eğitimi Bölümünün (BÖTE)
projeye gönüllü olarak katılacak öğrencileri hafta içi boş zamanlarında ve hafta sonlarında bilgisayar ve internet
konusunda çocukların yardım gereksinimlerini karşılayabileceklerdir..
BÖTE bölümü öğrencilerinin katılabilecekleri çalışmalar şu şekilde sıralanabilir;
·
Kurum bünyesinde çocukların kullanımı için ayrılmış bilgisayar laboratuarlarının düzenlenmesi,
laboratuarda bulunan bilgisayarların bakımı ve eksikliklerinin giderilmesi
·
Çocuk yuvalarında kalan çocukların temel bilgisayar becerileri kazanmaları, bilgisayarı daha verimli
kullanmaları, diğer dersleri için bilgisayar ve internetten faydalanabilmeleri gibi konularda çocuklara
yardım edilmesi
·
Eğitsel oyun ve yazılımlar aracılığıyla çocuklar için eğlenceli ve eğitsel etkinliklerin düzenlemesi
·
Dersleriyle ilgili ödev ve projelerini yaparken internetten nasıl yararlanabileceklerini
Kısa Vadeli Hedefler
*Korunmaya muhtaç çocukların,
gereksinim duydukları bireysel sevgi ve ilginin sağlanması
temel güven duygusu ve ait olma gereksiniminin sağlanması
bilişsel yönden bireysel ihtiyaçlarının karşılanması
akademik benlik kavramlarının olumlu yönde gelişmesi
öz güvenlerinin gelişmesi
yalnız olmadıklarını hissetmeleri
birey olarak değerli olduklarını hissetmeleri
sosyalleşmeleri
geleceğe dönük olumlu beklentilerin gelişmesi
*Uygulanan erken çocukluk eğitimi ve ilköğretime destek programı ile her gelişim alanının desteklenmesi ve
akranları ile oluşabilecek gelişimsel açığın oluşmasının engellenmesi
*Kurum çalışanları ile üniversite arasında işbirliğinin sağlanması
Uzun Vadeli Hedefler
1.
Korunmaya muhtaç çocukların her yönden sağlıklı bireyler olarak topluma katılmalarını sağlamak
2.
Akranlarıyla aralarındaki farkı kapatmalarına, kişilik gelişiminde önemli olan temel güven duygusunu
kazanmalarına yardımcı olmak
3.
Bir birey olarak değerli olduklarını hissetmelerini sağlamak
4.
Bilişsel, dil, sosyal-duygusal, motor gelişimlerine katkı getirmek
5.
Bu
gelişimlere destek olmak için bilgisayar ve interneti etkili kullanmalarını sağlayarak, toplumdaki
teknolojik değişimin gerisinde kalmalarını engellemek
6.
Bilgi ve iletişim teknolojilerinin amaç ve araç olarak kullanılması
7.
Amaç olarak bilgi ve iletişim teknolojilerinin kullanımı: Okur-yazarlık
8.
Araç olarak bilgi ve iletişim teknolojilerinin kullanımı: Tüm bu gelişim alanlarında iletişim,kendini ifade
etme, ilgi alanlarını keşfetme…vb. aracı olarak kullanma
9.
Başkaları ile iletişim kurabilme, çevreye karşı olumlu duygular geliştirmelerine yardımcı olmak
10. Çocukların geleceğe ilişkin beklentilerinin olumlu yönde gelişmesine katkı sağlamak
11. Toplumun her bireyinin özellikle eğitimcilerin, toplumsal sorunlara duyarlı ve bu sorunların çözümüne
gönüllü olmalarına katkı getirmek
12. Gönüllü eğiticilik sisteminin Türkiye genelinde yaygınlaşmasına destek vermek
13. Gönüllülerin, geleceğe yönelik “bir çocuğa sahip olmanın değerini” anlamalarına ve “iyi anne-baba ve
eğitimci olmanın” gereklerinin neler olduğu konusunda bilinç geliştirmelerine yardımcı olmak
Projenin Önemi
Yaşamın ilk yılları, özellikle erken çocukluk dönemi olarak adlandırılan 0-6 yaş gelişimin en hızlı olduğu ve kritik
evreleri içeren dönemdir. Bu dönemde çocuğun yaşamsal gereksinimlerine, gelişimine ve eğitimine yönelik
yatırımlar, onun geleceğine yapılan yatırımlar olmaktadır. Özellikle küçük yaşlarda kurum bakımı altına alınmış
korunmaya muhtaç çocuklar, yaşamlarını nitelikli bir şekilde sürdürebilmek, gelişimlerinin desteklenmesi, bireysel
ilgi ve sevgi gereksinimlerinin karşılanması açısından dezavantajlıdırlar. Anne-çocuk beraberliğinde fiziksel temas
büyük önem taşır. Özellikle 0-3 yaş arasında anne-çocuk arasında olması gereken bu yakın ilişkinin
gerçekleşmemesi, gelecekte görülebilen bir takım davranış bozukluklarının nedeni olarak gösterilmektedir. Yine
bu dönemde anne yokluğundan kaynaklanan” duygusal yoksunluk”, gerek zihinsel, gerekse duygusal ve sosyal
gelişimin gerilemesine ve gecikmesine neden olabilmektedir. Çocukta oluşacak temel güven duygusunun temeli,
annenin çocuğun ihtiyaçlarını belirli bir düzen içinde karşılamasıyla ve çocukla kurulan duygusal etkileşimle atılır
ve çocukta güven veya güvensizlik duygularının oluşumuna neden olur. Dolayısıyla anne-çocuk arasındaki
bağlanma ilişkisi çok önemlidir. Çocuklar davranışları, duygu ve düşünceleri ile gelişim özellikleri bakımından
yetişkinlerden farklı, değişime ve yeniliğe açık, algı ve öğrenme potansiyeli yüksek, kendilerine özgü varlıklardır.
Bu nedenle, erken dönemde uyarıcılarla karşılaşmaları için uygun eğitim ortamlarının sağlanması son derece
önemlidir.
Bireyin topluma sağlıklı olarak katılabilmesinde etkili olan bazı özellikler vardır. Bu bağlamda kendini güçlü ve
toplumun bir parçası olarak hissetme önemlidir. Birey, ait olduğu sosyal çevrenin gerektirdiği yeterliliklere sahip
olduğunda kendini güçlü ve o çevreye ait hissedebilir. Bireyin bu anlamda yeterli duruma gelebilmesinde,
ülkemizde zorunlu eğitim dönemine karşılık gelen ilköğretimin rolü önemlidir. İlköğretim okullarının birinci
kademesi olarak adlandırılan dönem 7-12 yaş grubundaki çocukları kapsamaktadır. Bu, çocukların bilişsel, psikomotor, duyuşsal ve sosyal yönlerden temel özelliklerinin belirginleştiği bir dönemdir.
Gelişimin her alanında bireysel farklılıkların önemi bilinmektedir. Diğer örgün eğitim kurumları gibi öğretimin toplu
olarak yapıldığı kurumlar olmakla birlikte, ilköğretim okullarının öğretim programlarında bireysel farklılıkların
dikkate alınmasının gerekliliği vurgulanmaktadır. Öte yandan bunun uygulamalara yeterince yansıyamadığı da
bilinmektedir. Bu bağlamda, çocuğu okul dışında desteklemenin gereği ortaya çıkmaktadır. Her ne kadar sosyoekonomik özelliklere bağlı olsa da aile, çocuğu herhangi bir yönden destekleyebilmektedir. Bu bakımdan da
korunmaya muhtaç çocukların dezavantajlı durumda olduğu söylenebilir.
Bu projenin iki önemli boyutunun olduğu düşünülmektedir. Bir yandan, devletin koruma altına almış olduğu
çocuklar okul dışında bireysel olarak desteklenecek; diğer yandan, geleceğin öğretmenleri bu konuda duyarlı ve
sorunun çözümüne katkı getirir duruma geleceklerdir.
ÖNLEYICI SOSYAL HIZMET ÇALIŞMALARINDA SIVIL TOPLUM KURULUŞLARININ ROLÜ VE DESTEĞI
Doç.Dr. Oya Güngörmüş ÖZKARDEŞ*
Eğitim, sağlık ve sosyal refah düzeyi ile toplumdaki bireylerin bu olanaklardan yararlanabilme konusunda eşit
haklara sahip olmaları gelişmiş bir toplum olmanın en önemli göstergesidir.
Eğitim, sağlık ve sosyal refah düzeyi bir anlamıyla birbiriyle çok yakından ilişkili ve birbirini etkileyen yapılardır.
Eğitim düzeyinin iyi olması özellikle bazı hastalıklara maruz kalma riskini azaltmakta ve bireyin gelecekte sosyal
refah düzeyinin daha çok artmasına yardımcı olmaktadır. Sosyal refah düzeyleri yüksek olan ailelerdeki bireyler
ise daha erken dönemden başlayarak ve daha uzun süreli eğitim almaktadırlar.
Toplumda eğitim alma, sağlıklı olarak yaşama ve sosyal haklardan yararlanma açısından bazı gruplar daha çok
risk altındadır. Özellikle de sosyo ekonomik açıdan dezavantajlı bölgelerden gelen bireyler, çocuklar ve kız
çocuklar.
Hepimizin bildiği gibi sorunlar oluşmadan önce risk faktörlerini bilmek ve bunlara yönelik önlemler almak hem
daha etkili hem de daha ucuz bir yöntemdir.
*
Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği
Bu açıdan bakıldığında, toplumdaki çocuk grubunun özellikle de sosyo - kültürel açıdan şanssız bölgelerden
gelenlerin, eğitime erken dönemde başlamaları için gerekli yatırımların yapılması, özellikle önem taşımaktadır.
Yapılan araştırmalar, erken çocukluk döneminde çocuklara yapılan yatırımın kısa ve uzun dönemli yararlarının
olduğunu ortaya koymaktadır.
Erken çocukluk döneminde eğitim alındığında çocuklarda ortaya çıkan kısa dönemli yararlar aşağıdaki gibi
özetlenebilir.
Kısa dönemli yararları:
·
Çocuklar zihinsel ve sosyal gelişim açısından daha avantajlı olmaktadır
·
Hastalık, ölüm, beslenme bozluklarına daha az rastlanmaktadır
·
Bu çocukların ailelerinde çocuk istismarları daha az olmaktadır
·
Kişisel hijyen ve bakımları daha iyi olmaktadır.
Uzun Dönemli yararları:
·
Çocukken eğitim almış olan çocuklar daha uzun süre okulda kalmaktadır
·
Bazı hastalık risklerine karşı daha korumalı olmaktadırlar.
·
Yine eğitimli olma; daha iyi boy ve kilo, daha yüksek yaşam süresi, daha iyi bir sağlığının olmasına da
yardımcı olmaktadır.
·
Yetişkinlik döneminde; kendine saygı, sosyal yetkinlik ve sosyal ilişkiler açısından daha başarılı
olmaktadırlar.
·
Bu grupta suç işleme oranı da daha düşük olmaktadır.
Ayrıca eğitimli olma,
·
Gelirin artmasına,
·
Çocuk bakımının kalitesinin yükselmesine,
·
Sosyal uyumun artmasına,
·
Doğurganlığın azalmasına da katkıda bulunmaktadır.
Yukarıda açıklanan sonuçlar, toplumdaki sosyo- kültürel açıdan şanssız bölgelerden gelen bireylere özellikle 0-8
grubu çocuklarına ve kız çocuklarına eğitim olanağı sunmanın ve bu konuda destek vermenin yaşamsal bir önemi
olduğunu göstermektedir.
Sivil toplum kuruluşları eğitim alanında ürettikleri projeler ve verdikleri desteklerle devletin bu alandaki
çalışmalarının yaygınlaşmasına yardımcı olmak açısından önemli bir rolü üstlenmektedirler.
Bir Örnek Olarak ÇYDD
Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneğinin önleyici sosyal hizmet çalışmaları kapsamında ele alınabilecek dört farklı
projesi vardır.
·
Kız çocukların okula gönderilmesi Projesi:
Bilindiği gibi, ülkemizde kız çocukların okula gönderilmemesi önemli sorunlardan biri olarak karşımıza
çıkmaktadır. ÇYDD kız çocuklarının okula gönderilmesinin yaygınlaştırılması için farklı isimlerde 7 proje
başlatmıştır. İlki 1996 da başlayan bu projeler halen yürütülmektedir. Başlangıcından bu yana ulaşılan toplam kız
öğrenci sayısı 15941 dir.
Başlama
ULAŞILAN
2005/2006
ÖĞRENCİ
Yılı
ÖĞRENCİ SAYISI
SAYISI
1996
2850
2000
(TURKCELL)
2000
9400
4500 + 500 üniversite
HER KIZIMIZ BİR YILDIZ (MERCEDES)
2004
401
401
( MİLLİYET)
2005
3000
3000
BİLGİ TOPLUMU KIZLARI (ERİCSSON)
2005
60
60
2005
180
180
2005
50
50
Toplam
15941
10691
ANADOLU'DA BİR KIZIM VAR ÖĞRETMEN
OLACAK
ÇAĞDAŞ TÜRKİYE'NİN ÇAĞDAŞ KIZLARI –
KARDELENLER
BABA BENİ OKULA GÖNDER
GELECEĞİN SİGORTACILARI (ANADOLU
HAYAT SİGORTA)
MESLEK
LİSELERİNDE
EĞİTİM
ALAN
GENÇLERE DESTEK (SCHNEİDER)
·
Yatılı Bölge Okullarını iyileştirme Projesi:
“YİBO’ları İyileştirme” projesi 2004 yılı içinde başlatılmıştır. Bu Proje kapsamında, Hakkari Merkez Kız YİBO pilot
okul olarak seçilmiştir. Bu okulun pansiyon binası baştan aşağı onarılmış ve diğer gerekli iyileştirmeler yapılmıştır.
Bu proje kapsamında halen 301 adet Yatılı Bölge Okulunun gereksinimleri karşılanmaktadır.
·
Okul Öncesi Eğitime Katkı Projesi:
ÇYDD 1997 yılından beri okul öncesi eğitime farklı birkaç kanaldan destek vermektedir. Bu çalışmaları şu
başlıklar altında toplamak olasıdır.
A.
Anasınıflarının Donatılması ve yeni ana sınıfları açılması:
1997 yılında bağışçı destekleri ile 137 ana sınıfı açılmıştır. Daha sonra 2004 Haziran ayında Danone firması ile
“Gülümseyen Gelecek Anasınıfları” protokolü imzalanmıştır. 2004-2005 öğretim yılında 81 ilimizde 250 anasınıfı
ve oyun parkı donanımı yapılmış ve hizmete sokulmuştur.
Bu projeler sayesinde bu güne kadar 19.350 çocuğa okul öncesi eğitimi şansı verilmiştir.
2006 – 2007 öğretim yılında da yine bu proje kapsamında 250 anasınıfı ve oyun parkı daha açılması
planlanmaktadır.
B.
Okul Öncesi Eğitim Programlarına Destek Verilmesi
Okul öncesi dönemi eğitim programlarına, ÇYDD var olan projelere mali katkı, çocuklara eğitim verme,
öğreticileri hizmet içi eğitimden geçirme ve ana-babaları bilgilendirme gibi etkinliklerle ek destek de
vermektedir.
1.
Erken Çocukluğu Geliştirme Projesine Mali Destek:
Erken Çocukluğu Geliştirme Projesi SHÇEK’in öncülüğü ve fon desteğiyle yürütülmüş bir projedir. Bu proje
kapsamında MEB, mevcut ve boş okullarını, (öğretimin yapılmadığı yaz aylarında) çocuk sayısına göre eğitime
tahsis etmiştir.
ÇYDD 1999 yılından başlayarak Van, Batman, Diyarbakır, Muş, Bingöl, Hakkari ve Sultanbeyli’de SHÇEK’le
Erken Çocukluğu Geliştirme Projesi yürütmüş ve bu yolla ortalama 8500 çocuğa Okul Öncesi Eğitim
sağlanabilmiştir.
2. Doğrudan Çocuklara Eğitim Verme Yoluyla Katkı:
a.
Erken Çocukluğu Geliştirme Projesi kapsamında 1999 yılında Batman’da, İstanbul Üniversitesi Hasan Ali
Yücel Eğitim Fakültesi Okul Öncesi Ana Bilim Dalı işbirliği ile 100 çocuğa 2 ay boyunca tam gün eğitim
vermiştir. Projede uygulanan eğitim programı yukarıda adı geçen üniversite tarafından hazırlanmıştır.
Yine üniversiteden gelen 2 okul öncesi öğretmeni ve rehberlik psikolojik danışma bölümü öğrencileri,
hizmetiçi eğitimden geçirilerek bu programda eğitici olarak çalışmışlardır.
b.
1999 Gölcük depreminin ardından İzmit bölgesinde açılan çadır okullarında yine üniversite işbirliği ile
çocukların normalizasyon süreçlerine katkıda bulunmak için programlar gerçekleştirilmiştir. Burada
uygulanan programlar İstanbul Üniversitesi Hasan Ali Yücel Eğitim Fakültesi Okul Öncesi Ana Bilim Dalı
tarafında hazırlanmış ve uygulayıcı olan gönüllülere süpervizyon yapılmıştır. Bu proje kapsamında okul
öncesi dönem çocukları da dahil olmak üzere yaklaşık 3.000 çocuk destek almıştır.
3. Ana Baba Eğitimi:
Yine üniversitelerden uzman desteği alınarak Erken Çocukluğu Geliştirme Projesine katılan çocukların
aileleri ile aile planlaması, çocuk gelişimi ve çocuk sağlığı konularında bilgilendirme toplantıları yapılmıştır.
4. Okul Öncesi Öğretmenlerine Hizmetiçi Eğitim Verme:
Erken Çocukluğu Geliştirme Projesi’nde görev alan öğreticilere hizmetiçi eğitim çalışmaları yapılmıştır.
ÇYDD’nin ilişkide bulunduğu üniversitelerin ilgili uzmanlarından oluşan bu ekiplerce öğreticilerin bir aylık, bir
haftalık ya da iki günlük Hizmetiçi Eğitim almaları bu projenin en önemli kazanımlarından biridir.
Bir aylık hizmetiçi programlarda öğreticiler İstanbul’da ağırlanmış, teorik derslerin yanında İstanbul’daki
anaokullarında 1 ay boyunca staj yapmışlardır.
ÇYDD, okul öncesi yaz okulları usta öğreticileri için İstanbul’da ve yerinde hizmetiçi eğitim yoluyla 300 kişiye
ulaşmıştır.
·
Ulusal Eğitime Destek Kampanyası Bünyesindeki Okuma Yazma Kursları Projesi
Ulusal Eğitime Destek Kampanyası içerisinde gerçekleştirilen Okuma yazma kursları çalışmalarına 8 Eylül
2001’de başlanmıştır. Bu proje kapsamında okuma yazma öğrenen ve ilköğretim diploması alanların sayısı
aşağıda verilmiştir. Aynı zamanda okuma yazma kurslarına katılan ve medeni nikahı olmayan kadınların toplu
nikah kıyma törenleri yapılarak çocuklarına nüfus kağıdı çıkartabilmelerine olanak sağlanmıştır.
Okuma yazma kursuna katılanların sayısı
İlköğretim diploması alanların sayısı
SONUÇ
20.295
1000
Yukarıda eğitim alanında destek veren Sivil Toplum Kuruluşlarından yalnızca biri olan ÇYDD nin çalışmaları
özetlenmiştir. Eğitim alanında devlet ve STK ların işbirliğiyle ortak projeler üretmesinin daha çok sayıda kişiye
ulaşmamızı sağlayacağı açıkça görülmektedir.
Bu da toplumdaki bütün bireylerin eğitim ve sağlık alanından eşit ölçüde yararlanmalarını kolaylaştıracak ve
gelişmiş bir toplum olma yönündeki adımlarımızı hızlandıracaktır.
KAYNAKLAR
Gaag,J.V.D. (2006) Erken Çocukluk Eğitimi- Ekonomik Kalkınmada İnsani Gelişme,Toplumsal ve Ekonomik
Kalkınma için Erken Çocukluk Eğitimi Konferansı Toplantı Notları,İstanbul.
Kağıtçıbaşı,Ç. (2006) Erken Müdahalenin Erişkinlikte Süren Etkileri,Toplumsal ve Ekonomik Kalkınma için Erken
Çocukluk Eğitimi Konferansı Toplantı Notları,İstanbul
MADDE KULLANIMIYLA SAVAŞIMDA AİLE EĞİTİMİ YOLUYLA
GENÇTEN GENCE DESTEK PROJESİ
Uzman Güngör Toprak ÇABUK*
Yrd. Doç.Dr. Selma ÖNCEL**
Doç. Dr. Kadriye BULDUKOĞLU**
GİRİŞ
Uyuşturucu madde kullanımı bir toplumsal sorun olarak ülkemiz gençliğini tehdit etmektedir. Küreselleşmenin
etkisiyle toplumlarda önemli değişmeler yaşanmaktadır. Değişimin etkileri ülkeden ülkeye, toplumdan topluma
farklılıklar göstermekle birlikte, olumlu ve olumsuz etkileri de bulunmaktadır.
*
**
Akdeniz Üniversitesi Sosyal Hizmetler Eğitim Araştırma Merkezi Sosyal Hizmet Uzmanı
Akdeniz Üniversitesi Antalya Sağlık Yüksek Okulu Öğretim Üyesi
Ülkemizde ailelerin daha iyi yaşamak için kırdan kentte göç etmeleri, özellikle büyük illerde uyum sorunu
yaşamalarına neden olmaktadır. Aynı şekilde Antalya’nın son 20 yılda almış olduğu hızlı ve yoğun göçün bireyler
üzerinde olumsuz etkileri bulunmaktadır.
Bunların başında; İşsizlik, kültür erozyonu, yoksulluk, kente
uyumsuzluk... gibi konuları sıralayabiliriz. Ailelerin yaşadığı sorunlar kuşkusuz çocukları da önemli ölçüde
etkilemektedir. Sorunların, çocuklara yansıması ise; eğitimini tamamlayamama, başarısızlık, sokakta çalışma,
madde kullanma, suç işleme, istismar edilme şeklinde olmaktadır.
AMAÇ
Projenin genel amacı, il genelinde yürütülen programlara katkı sağlamak; aile odaklı yürütülecek uygulamanın
sonrasında elde edilecek verileri, bu alanda çalışma yürüten uygulayıcıların kullanımına sunmaktır.
Projenin özel amacı, programa dahil edilen aileleri bir bütün olarak kabul edip, ebeveynlerin madde kullanan
çocuklarına nasıl yaklaşacakları ve destek olabilecekleri; ailedeki diğer çocuklarını nasıl koruyabilecekleri...
konularında eğitim yoluyla uygun yaklaşımlar geliştirmelerini desteklemektir.
MATERYAL METOD
Proje; 01 Haziran – 31 Aralık 2003 tarihleri arasında a)ön hazırlık, b)ailelerin belirlenmesi ve c)uygulama aşaması
olmak üzere üç ayrı aşamada gerçekleştirilmiştir.
Yürütülen projede, madde kullanan çocukların ailesi içerisinde desteklenerek daha iyi sonuç alınabileceği, aynı
zamanda bu gençlerin aileleri tarafından kontrol ve denetim altına alınabilmeleriyle diğer çocuklara daha az zarar
verebilecekleri düşüncesiyle; proje kapsamına bağımlı çocuklar yerine aileleri alınmış ve böylece ailelerle
çalışmanın daha anlamlı olacağı öngörülmüştür. Proje kapsamına uyuşturucu madde kullanan ve resmi kurum
kayıtlarında yer alan, 18 yaşından küçük ve ailesi Antalya’da yaşayan 20 çocuğun ailesinin alınması hedeflenmiş;
yapılan görüşmelerden sonra 12 istekli aile yazılı onayları da alınarak projeye dahil edilmiştir.
Projenin Yürütücüleri
Yerel Gündem 21 Antalya Kent Konseyi ile Akdeniz Üniversitesi Sosyal Hizmetler Eğitim Araştırma ve Uygulama
Merkezi ve Antalya Sağlık Yüksekokulunun işbirliği; Dünya Bankasının küçük hibeler programı desteğiyle
gerçekleştirilmiştir. Projede; iki danışman, üç süpervizör (biri danışman) yedi uygulayıcı üniversite öğrencisi ve bir
sekreter olmak üzere 12 kişi görev almıştır.
UYGULAMA SÜRECİ
Uygulama iki ayrı aşamada gerçekleştirilmiştir.
1.Projede görev alan öğrencilere yönelik eğitim toplantıları yapılmış; bu toplantılarda madde bağımlılığı, proje
kapsamındaki ailelerin özellikleri ve projenin nasıl yürütüleceği konularına yer verilmiştir.
2.Proje kapsamına alınan ailelerdeki ebeveynlere yönelik olarak; grup içi etkileşim, madde bağımlılığı konusunda
uzman iki öğretim üyesinin bilgilendirmesi ve toplum kaynaklarının kullanımı konularında toplantılar düzenlenmiş,
ailede yaşayan diğer çocukların katılımına yönelik de psiko-drama çalışmaları yapılmıştır.
Ebeveynlere yönelik toplantılarda genel olarak; madde kullanımının nedenleri, hangi maddenin ne tür fizyolojik,
duygusal, sosyal etkilerinin olduğu, madde kullanımı durumunda gereksinilen acil müdahale yöntemleri ve tedavi
kurumları
konusunda
uzmanlarla
bilgilendirme
desteği
verilmiştir.
Aileler,
iletişimi
kolaylaştırmada
kullanabilecekleri yaklaşımlar konusunda bilgilendirilmişler, böylece aile içi etkileşimlerin anlamaya dayalı yönde
geliştirilmesine destek olunması amaçlanmıştır. Ayrıca hem madde kullanan çocuk için, hem evdeki diğer
çocuklar için, mevcut durumlarına uygun eğitim ve iş olanakları konusunda, uzman katılımıyla, toplum
kaynaklarının kullanımı konusunda yönlendirme yapılmıştır. Toplantılar sırasında ailelerin birbirine model olması
hedefine yönelik olarak, pozitif yaklaşımların altı çizilerek, daha güçlü vurgulamaları yapılarak, grup içi öğrenme
ve değişime yönlendirme ilkesi uygulanmıştır. Başlangıçta ailelerde çaresizlik, ümitsizlik, yalnızlık duygusu
egemen ve toplumdaki sorumlu kuruluşlara öfke ön plandayken, son oturumda kendileriyle ilgili değişimin,
çocuklarına da olumlu yönde yansıdığına dair değerlendirmeler ve düşüncelerin egemen olduğu görülmüştür.
AİLELERDE BELİRLENEN SORUN VE GEREKSİNİMLER
Ev ziyaretlerinde ve ailelerle yapılan görüşme ve gözlemlere dayalı olarak belirlenmiştir:
· Ailelerin işbirliği yapmaya istekli oldukları,
· Madde kullanımına sigara ve bali ile başlandığı, ancak zamanla alkol, hap, esrar vb. maddelerin de beraberinde
kullanıldığı
· Madde kullanan çocukların eğitimlerine devam etmedikleri,
· Çocukların kol, boyun ve göğüslerinde kesik izlerinin olduğu,
· Aile içi ilişkilerde bozulmalar ve kopmalar olduğu,
· Çocukların genellikle evden kaçtığı ve sokakta yaşadığı,
· Çocuğun maddeyi bir arkadaş grubuyla birlikte kullandığı,
· Çocukların maddeyi elde etmek için suç işledikleri (hırsızlık gasp vb.), bu nedenle birçok kez karakola
götürüldükleri, hatta cezaevine girdikleri,
· Çocukların anne ve kardeşlerine zarar verdikleri, dövdükleri veya yaraladıkları, evdeki eşyalara zarar verdikleri,
· Üç ailenin dışındaki ailelerin gelir elde etmek üzere düzenli bir işlerinin olmadığı,
· Üç ailenin dışındaki ailelerin, parçalanmış olduğu, ya da birden fazla evliliklerin olduğu,
· Ailelerin, kullanılan maddeler ve bunların etkileri konusunda bilgi eksikliklerinin olduğu,
· Ailelerin bir taraftan çocuklarını kazanmak istedikleri, diğer taraftan (düzeleceği konusunda umutsuz ve inançsız
olduklarından) çocuktan kurtulmak istedikleri, hatta ölümünü dahi istemeye kadar varan karmaşık duygular
içinde oldukları,
· Toplumun madde kullanan çocuğu reddetmesi, aileyi de kabullenmemesi ve dışlaması nedeniyle, ailelerin
sürekli ev ve yerleşim yerini değiştirdikleri, bunu yapamayanların da içe dönük ve izole bir yaşantı sürdürdükleri,
· Bazı ailelerin çocuklarını kazanmak için uzun süre mücadele ettikleri, bunun sonucunda umutsuzluk,
tükenmişlik ve öğrenilmiş çaresizlik yaşadıkları,
· Ailelerin madde kullanan çocuğa odaklandıkları ve diğer çocuklarını ihmal ettikleri,
· Ailelerin tedavi kurumlarını yetersiz ve güvensiz buldukları, bu sorunun çözümünün kendilerini aştığına ve
yalnız bırakıldıklarına inandıkları,
· Aile bireylerinin çoğunluğunda sigara kullanıldığı, özellikle de babalarda alkol ve sigara kullanımının birlikte
olduğu belirlenmiştir.
DEĞERLENDİRME VE SONUÇ
Proje sonunda ortaya çıkan değişimler aşağıdaki gibi gruplandırılarak düzenlenmiştir.
Ailelerin Kendilerine Bakışlarında Ortaya Çıkan Değişimler
· Çocuğun madde kullanmasının nedenlerinden birinin de anne-baba tutumu olabileceğini fark ettiklerini,
· Çocuğa karşı şiddet kullanmanın, çocuklarını kendilerinden uzaklaştırdığını anladıklarını,
· Çocuklarına onu sevdiklerini, ona destek olmak istediklerini doğrudan söylediklerinde, çocuklarının kendilerine
daha fazla yaklaştığını,
· Kendilerini çaresiz, mutsuz, umutsuz hissetmenin problemi çözemeyeceğini, madde kullanımını bir hastalık
olarak kabul edip, zaman zaman iyileşmeler, zaman zaman yeniden alevlenmeler olacağını bilerek, umutlarını
kaybetmemeleri gerektiğini,
· Yalnız olmadıklarını anladıklarını, diğer ailelerle bir araya gelerek sorunları ve çözümleri paylaşmanın yararlı
olduğunu belirtmişlerdir.
Madde Kullanan Çocuğa Bakışlarında Ortaya Çıkan Değişimler
· Çocuğun hala ailenin bir üyesi olduğunu ve bunu ona hissettirmek için onunla bağlarını koparmamaları
gerektiğini,
· Çocuklarına sahip çıkmanın, onu ihmal etmemenin, reddetmek yerine kabullenmenin daha yararlı olduğunu,
· Onu evden uzaklaştırıcı olmak yerine, evi sevdirecek küçük sorumluluklar vererek kendini eve ait hissetmesini
sağlayacak tutum içerisinde olmaları gerektiğini ifade etmişlerdir.
Evdeki Diğer Çocuklara Bakışlarında Ortaya Çıkan Değişimler
· Madde kullanan çocuğa yoğunlaştıklarında diğer çocuklarını ihmal ettiklerini, oysa her bir çocuğun eşit ilgi ve
desteğe ihtiyacı olduğunu fark ettiklerini,
· Diğer çocuklarla ilgilenirken, konuşurken, madde kullananı örnek göstermenin, kıyaslama yapmanın yanlış
olduğunu gördüklerini belirtmişlerdir.
Maddeye Bakışlarında Ortaya Çıkan Değişimler
· Hangi nedenle, ne tür maddelerin, hangi etkiler için kullanıldığını öğrendiklerini,
· Maddeye bağlı olarak organlarda ve sistemlerde ortaya çıkabilecek sorunları anladıklarını,
· Ne kadar az kullanılır, ne kadar uzun ara verilirse, maddenin vücuda verdiği zararın azalacağını anladıkları,
olabildiğince az kullanmasının da bir kazanım olduğunu,
· Hemen ve tümüyle bırakılmasını beklemenin gerçekçi bir hedef olmadığını, olumlu gelişmeleri destekledikleri ve
uzun bir zaman dilimini göze aldıkları takdirde, bu hedefe ulaşabileceklerini anladıklarını,
· Madde kullanımı sırasında ortaya çıkabilecek acil durumda, çocuğa ve kendilerine yönelik oluşabilecek zararları
önlemede uygun yaklaşımı geliştirmeyi, öğrendiklerini belirtmişlerdir.
Kurumlara Bakış Açısında Ortaya Çıkan Değişimler
· Tedavi, önleme ve rehabilitasyon sorumluluğunun tümüyle kurumlarda olmadığını anladıklarını, kendilerine
düşen payı da fark ettiklerini ve bir şeylerin önce kendilerinden başlayarak değişeceğini gördüklerini ifade
ediyorlar.
· Kurumlarında danışmanlık yapmasını, onları ve çocuklarını ret etmemesini, kendi çabalarını da anlamaları ve
bunları geliştirmede yol gösterici olmasını bekliyorlar.
Madde Kullanan Çocuğun Geleceğine İlişkin Bakış Açılarında Ortaya Çıkan Değişimler.
· Çocuğun kendi kapasitesi doğrultusunda bir iş edinebileceğini, bunun için zorlamak yerine onun isteğine ve
becerilerine uygun olan işleri kendilerinin de destekleyerek, ona yardımcı olabileceklerine inandıklarını
belirtmişlerdir.
Projede Görev Alan Gençlerin Madde Kullanımına, Madde Kullanan Gence ve Ailesine Bakış Açılarında
Ortaya Çıkan Değişimler
· Yakında meslek yaşamına başlayacak olan gençler, ilgili konularda daha gerçekçi ve bilgiye dayalı bir görüş
açısı kazandıklarını, sorunu görmezden gelmek yerine; sorunun varlığını kabullenip, çözüm için yapılabilecek
şeyler olduğu inancıyla çalışıldığında, ilerlemeler olabileceğini gördüklerini ve benzer programlarda görev alıp,
çalışabilecek bir deneyime sahip olduklarını belirtmişlerdir.
ÖNERİLER
· Madde kullanımıyla savaşım konusunda, Kurumların ailelerin sosyal, kültürel ve ekonomik düzeylerine uygun,
ulaşılabilir, gerçekçi hedefleri olan ve içinde yaşadıkları koşulları da dikkate alan, ortak bir yaklaşım modeliyle
işbirliği halinde çalışmaların sürdürülmesi, Ailenin ve madde kullananın bulunduğu noktadan başlanması,
· Okullarda veli-öğrenci-öğretmen işbirliğinin daha açık ve ilgili bir şekilde yürütülmesi, çocukların eğitim
sürecinde bu konularla ilgili bilgilendirilip güçlendirilmelerinin sağlanması,
· Ailelerin ihtiyaç duyduklarında başvurabilecekleri semt danışma merkezlerinin oluşturulması ve bu merkezlerde
aile iletişiminin sürekliliğinin sağlanması,
· Ailede çocuğun istismarı ve ihmali olması durumunda, bundan sorumlu ebeveynlere, yasal yaptırım
uygulanmasını sağlayacak mekanizmaların oluşturulması ve işletilmesi,
· Toplumda yaşayan tüm aileleri madde kullanımı konusunda bilgilendirecek ve çözümün bir parçası olma
duyarlılığı kazandıracak eğitim programlarının düzenlenmesi ve uygulanması yerinde olacaktır.
TÜRKİYEDE UYGULANAN ANNE-BABA EĞİTİM PROGRAMLARI
Fatma ÖZDOĞAN*
Toplumların çekirdeğini oluşturan aile, neslin devamı, çocukların bakımı ve yetiştirilmesi, yeni nesillere kültürel
kimliğin, dinî ve ahlakî değerlerin kazandırılması, tarihsel ve toplumsal bilincin aktarılması, sevgi, saygı ve
hoşgörü esasına dayanan tutum ve değerlerin yerleştirilmesi gibi temel fonksiyonları üstlenen ve yerine getiren
evrensel bir kurum olma özelliliğiyle toplumda ikamesi olmayan hayati öneme haiz bir birim olarak, her çağın ve
her toplumun en temel sosyal bir kurumu olarak varlığını sürdürmektedir.
*
Aile ve Sosyal Araştırmalar Uzmanı Başbakanlık Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü
21. yüzyılda yaşanan bilimsel ve teknolojik gelişmeler, sanayileşme, büyüyen şehirleşme, iç ve dış göç
hareketleri, toplumsal hayatta birçok sorunu çözerken, birçoğunu da beraberinde getirmektedir. Aile kurumu
bu değişimler karşısında yer yer zayıflama eğilimi bazı koşullarda da parçalanma süreci yaşamaktadır. Temel
fonksiyonlarını yerine getiremeyecek kadar zayıflayan aile yapısının toplumsal yapıya olan etkilerinden
bahsetmemek mümkün değildir. Ailelerin parçalanması, tek ebeveynli ailelerin artması, boşanma oranlarının
yükselmesi, evlilik dışı beraberliklerin çoğalması, nesebi gayrî sahih çocukların artması, uyuşturucu kullanımının
yaygınlaşması, kültürel ve ahlakî değerlerde yozlaşma, suç oranlarının artması, bireysel ve toplumsal şiddetin
yaygınlaşması, kimlik bunalımı, psikolojik rahatsızlıklar gibi, insanı, aileyi ve dolayısıyla toplumu tehdit eden
sorunlar ortaya çıkmaktadır.
Toplumun refahı, barışı ve kalkınmasını derinden etkileyen aile sorunlarına somut, somut olduğu kadar işlevsel ve
gereksinimlerini önceden görebilen ve koruyucu, önleyici, rehabilite edici, yönlendirici ve tedavi edici bir
müdahaleyi yapabilecek uzmanlık grubuna ihtiyacın belirdiği günümüzde, tüm bu sorumluluğu üstlenecek bir
mekanizmanın bütüncül bir yapıda bir arada bulunmaması büyük bir eksiklik olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu
sorunlar karşısında bulunan çözüm yolları ise daha çok parçaları birleştirerek bütüne ulaşmak şeklinde cereyan
etmektedir.
Son yirmi yıldır evlilik kurumunun sağlıklı işleyişi konusunda çok sayıda kitap ve makale yayınlanmaktadır. “Aile
Okulu, Aile Eğitimi, Ana-Baba Okulu” diye adlandırılan yaygın eğitim programları aile üyelerinin ihtiyaçlarını,
taleplerini, sorunlarını karşılayabilecek bir çerçevede hazırlanarak sunulmaktadır. Benzer programlar, radyo ve
televizyonlarda gazete köşelerinde ve eklerinde de periyodik olarak sürdürülmektedir. “Bilinçli Evlilik, Bilinçli
Ebeveynlik” temasını hedefleyen bu programlar, seminerler ve kitaplar, aile bireylerinin aile olmanın bilinciyle
karşılaştıkları sorunları en aza indirebilmeleri, gerekli bilgi ve beceriye sahip olmaları için kamu kurumlarınca,
yerel yönetimlerce, sivil toplum kuruluşlarınca ve kişisel gelişim sektöründe hizmet veren şirketler aracılığıyla
ailelere sunulmaktadır.
Ülkemizde sistemli ve programlı Anne-Baba Okulu modeli 1982 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Eğitim Bilimleri Bölümü tarafından başlatılmıştır. İstanbul Üniversitesi Eğitim Bilimleri Bölümü'nün 23 yıldır
sürdürdüğü "Ana-Baba Okulu" projesi, 1989 yılından itibaren 27 ilde gerçekleştirilerek toplam 17 000 aileye
ulaşmıştır. Ülkemizde, ortalama hane halkı büyüklüğü 5 olarak kabul edilmektedir. 2000 yılı genel nüfus sayımı
kesin sonuçlarına göre yaklaşık 68 milyon (67.803.927) olan nüfusumuzda yine yaklaşık 14 milyon aile
bulunmaktadır. 23 yıldır sürdürülen "Ana-Baba Okulu" projesi ile ulaşılan toplam rakama bakıldığında 14 milyon
ailenin halen ulaşılmayı beklediği gerçeği de ortaya çıkmaktadır.
Tüm dünyada bireylerin bilinçli evlilikler ve bilinçli aile oluşturmasına, ailenin uyum becerileri ve düzeninin
sağlanmasında yardımcı ve destek olacak uzmanlaşmış danışmanlara ihtiyaç artmaktadır. Aile bağlarını
güçlendirmek, boşanmaları ve kuşaklar arası çatışmayı önlemek için 1880 yılından beri ABD’de, 1929’dan beri ise
Fransa’da uygulanan ‘Ana-Baba Okulu Projesi’ Malezya, Kore ve Endonezya’da devlet politikası haline
getirilmiştir. Malezya, Kore ve Endonezya gibi ülkelerde 2 ay süren eğitimlere katılmayan gençler
evlendirilmemektedir. Toplumumuzun yaşadığı hızlı toplumsal değişme; sosyal, politik, ekonomik ve eğitimle ilgili
pek çok şeyi değiştirmektedir. Dolayısıyla ailelerin gereksinimleri de farklılaşmaktadır. Bu nedenle hızlı değişim
içerisinde ailelerin gereksinimlerini karşılayacak ve toplumun her kesimine kolayca ulaşabilecek farklı aile eğitim
programlarının geliştirilmesine ve bu programların işlerlik kazanmasına ihtiyaç duyulmaktadır. Ayrıca
toplumumuzun bu konuda bilinçlendirilmesi ve programların yaygınlaştırılması da önem kazanmaktadır.
Geleceğin ve toplumun temeli olan ailelerin eğitimden geçirilmesinin sağlıklı bireylerden oluşan bir toplum
yapısına ulaşmada son derece önemli olduğu yapılan bilimsel çalışmalarda da kanıtlanmıştır. (Navaro, 1987;
Üstünoğlu, 1991; Öztop ve Telsiz, 1996). Eğitim alan anne babalarla eğitim almayan ve bu tür eğitim programları
dışında kalanlar arasında çocuk yetiştirme metotları ve sonuçları açısından yapılan değerlendirmeler de bu tür
programların sağladığı olumlu katkılara ışık tutmaktadır. (Kağıtçıbaşı, 1989; Sucuka ve diğerleri, 1997;
Kağıtçıbaşı, 1990).
Türkiye’de gerçekleştirilen programlara bakıldığında dört ana başlıkta toplayacağımız programların yanında çeşitli
dernek, vakıf ve belediyelerce uygulanan programların da varlığından söz etmek mümkündür.
Tüm bu programlarda hedefler ve amaçların ortak olduğu bulgusuyla birlikte, her bir programın modülleri ve temel
aldığı teorik yaklaşımları itibariyle farklılaştığı görülmektedir. Bunları uygulama yöntemleri açısından dört ana
grupta toplayabiliriz (Temel ve Ömeroğlu, 1993; Temel, 1998):
1.
Evde aile eğitimi yaklaşımı,
2.
Eğitim merkezlerinde aile eğitimi yaklaşımı,
3.
Kurumsal okulöncesi eğitim ile kaynaştırılmış aile eğitimi yaklaşımı,
4.
Basın yayın araçları ile uzaktan öğretim yoluyla aile eğitimi yaklaşımı.
Bu programlarda bilinçli ebeveynlik ve bilinçli evlilik ana başlığı etrafında temel hedefler şunlardan oluşmaktadır:
· Ailelerin çocuk gelişimi ve eğitimi konusunda bilgilendirilmelerini sağlamak,
· Her yaşın gelişim özelliğine göre çocuklarını tanımalarında yardımcı olmak,
· Çocuğun her alandaki gelişimini desteklemelerine ve hızlandırmalarına doğrudan katılımlarını sağlamak,
özellikle zihinsel ve dil gelişimlerini desteklemek,
· Ana babayı; aile ile çocuk arasında sağlıklı bir iletişim kurmanın önemi ve çocuk yetiştirme tutumları konusunda
bilgilendirmek,
· Çocukların davranış ve alışkanlıklarını değiştirme yollarını öğretmek,
· Ana baba adaylarını eğitmek,
· Evlat edinen ailelere, üstlendikleri ana baba rollerini benimsetmek,
· Ailelere çocuk sağlığı ve beslenmesi konusunda yardımcı olmak,
· Aileleri kendi hakları ile ilgili olarak bilinçlendirmek,
· Sağlıklı ve güçlü bir aileye sahip olmanın önemli bir ayrıcalık olduğu, ailenin yerinin doldurulamayacağı ve
taşıdığı değerlerin başka hiçbir kurum tarafından ikame edilemeyeceği gibi gerekçelerle toplumun ailenin
önemine dikkatini çekmek
· Ailede bireyler arası ilişkilerin sağlamlaştırılması, sorunların çözümü ve muhtemel sorunların ortaya çıkmasını
engellemek için rehberlik etmek,
· Aileleri yeni toplumsal şartlar içinde çeşitli konularda bilgilendirmek ve hangi bilgi ve hizmetleri nerelerden
edinebilecekleri konusunda rehberlik etmek,
· Ailelere, çocuğunu kendi kendine kararlar alabilen ve aldığı bu kararların sorumluluğunu taşıyabilecek,
özdenetim sahibi girişken, hem kendi haklarına saygılı, duygu ve düşüncelerini rahatlıkla söyleyebilen
yeteneklerini kullanabilen, kültür değerlerine sahip, ruhsal ve bedensel bakımdan sağlıklı bir kişi olarak
yetiştirmeleri için gerekli bilgileri vermek (Üstünoğlu, 1990).
Türkiye’de gerçekleştirilen en önemli ve yaygın uygulamalara bakıldığında bunları da dört ana başlıkta
özetleyebiliriz:
1. Gazi Üniversitesi Mesleki Eğitim Fakültesi Çocuk Gelişimi ve Okulöncesi Eğitimi Anabilim Dalı, Milli Eğitim
Bakanlığı Çıraklık ve Yaygın Eğitim Genel Müdürlüğü, UNICEF İşbirliği ile yürütülen 0-4 Yaş Erken Çocukluk
Gelişimi Anne Eğitimi Programı.
Bu program 1988 yılında yürütülen bir araştırmanın ilk sonuçlarına dayanmaktadır. 1993 yılından bu yana ise halk
eğitim merkezlerinde “Anne Eğitim Kursları” şeklinde yürütülmektedir. Program iki bölümden oluşmaktadır. 1.
Anne Eğitim Programı (AEP) 2. Gelişimsel Eğitim Programı (GEP) (Turan ve Diğ., 1996; Turan ve Diğ., 1997).
2. Milli Eğitim Bakanlığı Çıraklık ve Yaygın Eğitim Genel Müdürlüğü ve Anne Çocuk Eğitim Vakfı (AÇEV) işbirliği
ile yürütülen Anne Çocuk Eğitim Programı.
Bu program 1982-1986 yılları arasında Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyelerinden oluşan bir ekiple
gerçekleştirilen Erken Destek Projesinin bir ürünüdür. 1991-1993 yılları arasında Milli Eğitim Bakanlığı, UNICEF
işbirliği ile yürütülen program, 1993 yılından bu yana Anne Çocuk Eğitim Vakfının (AÇEV) destekleriyle Milli
Eğitim Bakanlığı ve Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu (SHÇEK) işbirliğinde uygulanmaktadır. Bu
programın Türkiye genelinde yürütülmesinden ise Milli Eğitim Bakanlığı Çıraklık ve Yaygın Eğitim Genel
Müdürlüğü ve Anne Çocuk Eğitim Vakfı (AÇEV) sorumludur. Halk Eğitim Merkezlerinde yapılan grup toplantıları 3
bölüm şeklinde düzenlenmektedir. Birinci bölüm “Anne Destek Programı”, ikinci bölüm “Üreme Sağlığı ve Aile
Planlaması”, son bölümü ise “Zihinsel Eğitim Programı (ZEP)” oluşturmaktadır. (Özkök ve Sucuka, 1994;
Kağıtçıbaşı ve Diğ., 1995; Sucuka ve Diğ., 1997).
3. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Eğitim Bilimleri Bölümü Öğretim Elemanları tarafından gerçekleştirilen
Ana Baba Okulu Projesi.
Ana Baba Okulu 1989 yılında ilk çalışmalarına başlamıştır. 33 saatlik bir eğitim dönemi içinde anne babalar,
Bebeklik Dönemi (0-2 yaş), Okulöncesi Dönemi, Temel ihtiyaçların kazanılmasında Ailenin Rolü, Son Çocukluk
Dönemi (6-12 yaş), Ergenlik Dönemi, Çocuğun Cinsel Eğitimi, Yaygın Anne Baba Tutumları, Çocuklarla İletişim
Nasıl Kurulur, Çocuklarda Uyum ve Davranış Bozuklukları, Eğitim Başarısını Yükseltmede, Sağlıklı ve Mutlu
İnsanlar Yetiştirmede Ailenin Rolü, Karıkoca İlişkilerinden Doğan Sorunlar, Eşlerde Problem Çözme, Çalışan
Anne ve Çocuğu, Baba Çocuk İlişkisi konularında bilgilendirilmişlerdir (Yavuzer, 1992).
3. Başbakanlık Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü tarafından gerçekleştirilen Aile Okulu Projesi.
Program toplam 16 modülden oluşturulmuş ve 2004 yılından itibaren tüm valilikler ve belediyelerin kullanıma
sunulmuştur. Aile okulu programının, valilikler, yerel yönetimler ve sivil toplum örgütleri aracılığıyla ülke genelinde
daha yaygın ve etkili bir biçimde uygulanması hedeflenmektedir. Programın uygulanmasında; Genel Müdürlük,
aile konusundaki bilgi birikimi ile aile okulu, ana-baba okulu uygulamaları arasında deneyimlerin paylaşılması,
eğitim programlarının oluşturulması konularında destek sağlayacaktır. Programlar, ailelerin yoğun katılımının
sağlanması amacıyla hafta içi ve hafta sonu seçenekleriyle 25 saatlik programı kapsamaktadır.
Bu temel uygulama projelerinin yanı sıra belediyelerce, üniversitelerin ilgili bölümleri tarafından, dernek ve
vakıflarca ve kişisel gelişim konusunda danışmanlık veren şirketlerce uygulandığı da görülmektedir. Basın yayın
aracılığıyla yapılan radyo ve televizyon programları ve yayınlanan kitaplarda da ayrıca bilgi ve eğitim verilmeye
çalışılmaktadır.
Ülkemizde bu konuda yayınlanan kitapları ve verilen seminerleri incelediğinizde hepsinde gözlenen ortak eksiklik,
insanı bir parça olarak ele almaları ve bu parçalı insan anlayışından yola çıkılarak problemler ve çözümler
parçalar üzerinden genel geçer tavsiyeler şeklinde sunulmaktadır. Aile ve evlilik kurumu aslında bir sistemdir ve
her aile ve evlilikte farklı sistemler bir araya gelmekte ve etkileşime girmektedir. Aile ve evlilik olgusuna parçadan
ziyade sistemci bakış açısıyla bütüncül olarak yaklaşma mecburiyeti vardır. Çünkü bu bakış açısına göre her bir
evlilik iki farklı sistemin bir araya gelerek yeni bir etkileşim sistemidir. Dolayısıyla her bir aile kendi içinde özgün bir
sistem oluşturur. Anne-baba ve çocuktan oluşan çekirdek aile de en az üç sistem, sürekli etkileşim halindedir.
Çok faktörlü ve etkileşimli bir sistem dinamiği içinde kurulan aile ve evliliğin sağlıklı işlemesi ve sağlıklı temeller
üzerinde devam etmesi için ne sadece iletişime ne sadece ekonomik faktörlere ne kültüre ne denkliğe ne
yetiştirilme tarzına indirgemeden bu programların değerini kabul etmek ve bunları yürütmek için kişisel ve
kurumsal çözümlerin geliştirilerek uygulamanın yaygınlaştırılması üzerinde durulmalıdır. Bu gerçeklerden
hareketle, sihirli, ucuz ve 3-5 saatlik eğitimler verilerek, evlilik problemlerini çözmeyi ve sağlıklı ilişkiler kurmayı
amaçlayan programlar yerine evlilik ve aile hakkında birkaç kitap okumanın, bir iki seminere katılmanın faydalı
olabileceği ama sürekliliğinin sağlanması konusunda ortak bir akıl geliştirilerek uzun soluklu bir çalışma ve
öğrenme sürecine girilmesi gerekliliği üzerinde duran bütüncül bir yaklaşımın benimsenmesi acil ve öncelikli bir
amaçtır.
KAYNAKLAR
Kağıtçıbaşı, Ç. 1989. “Okulöncesi Eğitimi ve Bir Erken Destek Modeli Olarak Anne Eğitimi” YA-PA 6. Okulöncesi
Eğitimi ve Yaygınlaştırılması Semineri, İstanbul, s.23-28.
Kağıtçıbaşı, Ç. 1990. “Çocuk Gelişiminde Erken Destek Projesi: Türkiye Örneği” Erken Çocukluk Eğitiminde Farklı
Modeller Semineri. Editör: Sevda Berkman. Eylül 10-14, İstanbul, s.41-59.
Kağıtçıbaşı, Ç., Bekman, S., Kuşçul, H., Özkök, Ü.S., Sucuka, N., 1995. Zihinsel Eğitim Programı. Anne Çocuk
Eğitim Vakfı Yayınları, İstanbul.
Kağıtçıbaşı, Ç., Bekman, S., Özkök, Ü.S., Kuşçul, H., 1995. Anne Destek Programı El Kitabı. Anne Çocuk Eğitim
Vakfı Yayınları I, İstanbul.
Navaro, L. 1987. “Çağdaş Anne Baba Eğitimi Neleri Kapsayabilir?”. YA-PA 5. Okulöncesi Eğitimi ve
Yaygınlaştırılması Semineri, 7-12 Eylül, s.43-47.
Öztop, H. ve Telsiz, M. 1996. “Ana-Baba Eğitimi” Yaşadıkça Eğitim. 46, s.4-7.
Özkök, S., Sucuka, N., 1994. “Anne Çocuk Eğitim Programının Okulöncesi Eğitim Sistemi İçindeki Yeri.” 10.YAPA Okulöncesi Eğitimi ve Yaygınlaştırılması Semineri. Ankara, s. 307-312.
Sucuka, N., Özkök, S.Ü. ve Vardar, B. 1997. “Anne Çocuk Eğitim Programı: Uygulama ve Değerlendirme”
Okulöncesi Eğitim Sempozyumu “Okulöncesi Eğitimde Yeni Yaklaşımlar” 30-31 Mayıs 1996, Ankara,
s.51-83.
Temel, F. ve Ömeroğlu, E. 1993. “Türkiye’de Okulöncesi Eğitimin Yaygınlaştırılmasında Aile Eğitimine Dayalı
Modeller”. T.C. Milli Eğitim Bakanlığı Okulöncesi Eğitim Genel Mdr. Okulöncesi Eğitimi, Nisan, Ankara.
Temel, F. 1998. “Anne-Çocuk Eğitim Programı ve Yaygınlaştırılması” Çağdaş Eğitim. 247, Ekim, s.8-10.
Turan, E., Şahin, F., Turla, A., 1996. “Okulöncesi Eğitimin Yaygınlaştırılmasında Bir Model Önerisi: 0-4 Yaş
Çocuk Gelişiminde Anne Eğitimi Projesi.” II. Ulusal Eğitim Sempozyumu, İstanbul.
Turan, E.Ö., Şahin, F.T., Turla, A. ve Can, M. 1997. “Çocukluk Döneminde Ev Ortamının Çocuğun Eğitimine
Etkisi”. I. Ulusal Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Kongresi. 28-30 Mayıs, Ankara, s.316-335.
Üstünoğlu, Ü. 1990. “Ailelerin Okulöncesi Dönemin Önemi Konusunda Bilinçlendirilmesi”. Türkiye Aile Yıllığı. T.C.
Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Yayınları Genel Yayın No:10, Ankara, s.49-55.
Üstünoğlu, Ü. 1991. “Aile Eğitiminde Farklı Yaklaşımlar”. Aile Eğitimi. T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu
Yayınları. Ankara, s.80-89.
Yavuzer, H., 1992. Ana Baba Okulu. Remzi Kitabevi, İstanbul.
BADEP
BABA DESTEK PROGRAMI (BADEP) Program Adı: Baba Destek Programı (BADEP)
Programı
Geliştiren
Program
Danışmanları:
Programı
ve
Prof.
Uygulayan
Dr.
Kurum:
Sevda
Geliştiren/Hazırlayanlar:
Erçin
Anne
BEKMAN
Üstün
*
,
Çocuk
Prof.
KİMMET,
Dr.
Eğitim
Çiğdem
Serkan
Vakfı
(AÇEV)
KAĞITCIBAŞI**
KAHYAOĞLU
Program Koordinatörü: Hasan DENİZ
Baba Destek Programı; babaya destek vererek çocuğun çok yönlü gelişimine katkıda bulunmayı hedefleyen bir
yetişkin eğitim programıdır. Baba Destek Programı, kısaca BADEP bir Anne Çocuk Eğitim Vakfı programıdır.
Programın amacı babalara destek vererek demokratik bir aile ortamının yaratılması ve bu sayede çocukların
varolan kapasitelerini en üst düzeyde gerçekleştirmelerini sağlamaktır. Katılımcı ve yüzyüze eğitim tekniklerinin
kullanıldığı program, babaların çocukla iletişimini sağlıklı kurmasını ve çocukların gelişimlerini desteklemeleri için
babalarda davranış değişikliği oluşturmayı hedeflemektedir.
BADEP’in hedef kitlesi 2-10 yaşları arasında
çocukları olan okuma yazma bilen babalardır. Program 15’er kişilik baba grupları oluşturularak, haftada bir gün 22.5 saatlik 13 oturum halinde uygulanmaktadır.
Baba Destek Programı ilk olarak 1997 yılında
pilot olarak uygulanmıştır. Programın
yaygın olarak
uygulanmasına ise 1999 yılından itibaren Eğitim-Sen’le yapılan işbirliği sonucunda başlanmıştır. 2004 yılında Milli
Eğitim Bakanlığı Çıraklık ve Yaygın Eğitim Genel Müdürlüğü ve Özle Eğitim Rehberlik ve Danışma Hizmetleri
Genel Müğdürlüğü ile yapılan protokolle Halk Eğitim Merkezlerinde, İlköğretim Okullarında ve Rehberlik Araştırma
Merkezlerinde uygulanmaktadır. BADEP’in yaygınlaşması amacıyla 2004 yılında Sosyal Riski Azaltma Projesi
(SRAP) kapsamında SHÇEK’le işbirliğine gidilerek SHÇEK bünyesindeki toplum merkezlerinde ve aile danışma
merkezlerinde BADEP uygulanmaya başlanmıştır. Milli Eğitim Bakanlığı ve SHÇEK işbirliği ile yaygınlaşmada
önemli adımlar atılarak, şu anda 22 ilde 7000 baba BADEP’e katılmıştır. BADEP grupları genelde öğretim yılına
bağlı olarak birinci döneminin başlangıcı olan Eylül ayında ve ikinci döneminin başlangıcı olan Şubat ayında
olmak üzere yılda iki kez oluşturulmaktadır.
BADEP NASIL UYGULANIYOR?
BADEP grup uygulaması şeklinde üçer saatlik 13 oturum olarak planlanmıştır. AÇEV tarafından açılan
seminerlerle eğitilen gönüllü öðretmenler tarafından uygulanan kurslarda katılımcı bir yaklaşım izlenmekte,
babaların kendi deneyimlerini grupla paylaşması özendirilmekte ve sorunlara birlikte çözüm bulma imkanı
*
Boğaziçi Üniversitesi
Koç Üniversitesi
**
yaratılmaktadır. BADEP'in bu özelliği nedeniyle, gruplar 15 kişi ile sınırlı tutulmaktadır. Her bir oturumda işlenen
konuları ve yaklaşımı ayrıntılı olarak içeren bir eğitici kitabının yanı sıra, katılımcılara dağıtılan çok sayıda eğitim
materyali bulunmaktadır.
PROGRAMIN AMACI
Ailenin anne, baba ve çocuklardan oluşan bir bütün olduğu düşünülerek, çocuğun gelişiminde anne kadar önemli
rol oynayan :
·
Babanın çocuk gelişimindeki öneminin farkına varması,
·
Babanın çocuk gelişimi konusunda bilgi edinmesi,
·
Babanın edindiği bilgiler ışığında çocuğun gelişimine uygun beklentiler içine girmesi,
·
Çocuk istismarının önlenmesi,
·
Babanın çocuğun gelişiminde daha etkin bir rol oynayabilmesi için gerekli desteği alması,
·
Babanın çocuk eğitimine katılarak cinsiyetler arası dengenin sağlanması,
·
Babanın demokratik yöntemler hakkında bilgi edinip bunları evde eşi ve çocuklarıyla yaşama geçirmesi,
böylece daha demokratik, daha mutlu bir aile ve toplum yapısının desteklenmesi,
·
Babanın uygulama sonucu edindikleri becerilerin bazılarını iş ve diğer toplumsal ilişkilerinde de kullanması
(‘iletişim becerileri’, ‘çatışma çözme yöntemleri’ vb.).
PROGRAMIN KONULARI
1.
Kontrat / Tanışma
2.
Babanın Rolü, Önemi ve Çocuğa Olan Etkisi
3.
Aile Tutumları
4.
Çocuğun Davranışlarını Kabul Etme ve Etkin Dinleme
5.
Ben Dili
6.
Olumlu Disiplin Yöntemleri I
7.
Olumlu Disiplin Yöntemleri II
8.
Çocuğun gelişim alanları ve Bedensel Gelişim
9.
Zihinsel Gelişim ve Kitap Okumanın Önemi
10. Sosyal Gelişim
11. Duygusal Gelişim
12. Oyunun Önemi
13. Genelleme
PROGRAMIN UYGULAMA ÖZELLİKLERİ
·
Programa
katılacak
kişilerin,
2-10
yaş
arasında
çocuğunun
olması
ve
okur-yazar
olması
gerekmektedir.(lise ya da üniversite eğitimi almış olmak bir sorun oluşturmaz).
·
Gruplar 15 kişiyle sınırlıdır. BADEP grup tartışması şeklinde işlenir. Katılımcılar birbirleriyle sorun ve
deneyimlerini paylaşırlar. Babaların belki de daha önce kimseye anlatmadıkları duygu ve düşüncelerini
paylaşma ortamı yaratılarak, sorunlara birlikte çözüm üretmeleri sağlanır.
·
BADEP grup çalışması şeklinde haftada ikibuçuk saatlik 13 oturum olarak uygulanır
·
Uygulama zamanı katılımcıların koşullarına göre karşılıklı görüşülerek tesbit edilir. Uygulamalar hafta içi
gündüz/akşam veya hafta sonu yapılabilir.
·
Uygulama 15 kişinin daire şeklinde oturabileceği bir odada yapılabilir. Çalışmanın yapılacağı odada bir
adet yazı tahtasına ihtiyaç vardır.
·
Uygulamada üyelere yazılı vb. materyal AÇEV tarafından sağlanmaktadır.
·
“Baba Destek Programı” Prof.Dr.Çiğdem Kağıtçıbaşı ve Prof.Dr.Sevda Bekman’ın danışmanlığında, baba
eğitimi konusunda eğitilmiş bir uzman tarafından uygulanacaktır.
·
Programın uygulanması bittiğinde Anne Çocuk Eğitim Vakfı tarafından katılımcılara katılım belgesi
verilecektir.
GRUP LİDERLERLERİNE YÖNELİK EĞİTİCİ EĞİTİMİ SÜRECİ
Milli Eğitim Bakanlığı Çıraklık Yaygın Eğitim Genel Müdürlüğü, Özel Eğitim Rehberlik ve Danışma hizmetleri
Genel Müdürlüğü ile Anne Çocuk Eğitim Vakfı işbirliği ile uygulanan Baba Destek Programı uygulayıcı adayları
programın uygulama özelliklerinden dolayı erkek, psikolojik danışman ve rehber öğretmenler ile Halk Eğitim
Merkezleri bünyesinde çalışan erkek sınıf öğretmenleri arasından belirlenmektedir. SHÇEK işbirliği kapsamında
ise BADEP eğitimci adayları toplum merkezleri ve aile danışma merkezlerinde görevli sosyal hizmet uzmanları
arasından belirlenmektedir.
BADEP Grup Lideri olmak için iki aşamalı eğitici eğitimi modeli planlanmıştır.
Birinci aşamada, eğitimci adaylarının AÇEV eğitimcileri tarafından ve program danışmanlarının gözetiminde
yoğunlaştırılmış bir eğitime katılmaktadır. 10 gün, 90 saat süren eğitimde grup yönetimi, grupla etkili iletişim,
BADEP’in temel özellikleri ve uygulama yöntemleri, örnek uygulamalar, sunum becerileri, yetişkin eğitimi
becerileri, uygulamalara yönelik riskler ve materyallerin tanıtımı, kullanımı gibi konular ele alnımaktadır.
İkinci aşamada da her adayın eğitim programı çerçevesinde kendi okullarında bir grup oluşturması ve uygulama
yapması planlanmaktadır. Bu uygulamalar sırasında eğitici adaylarının uygulamaları AÇEV gözlemcileri
tarafından takip edilerek süpervizyon çalışmaları yapılmaktadır. Eğitim sürecinin tamamlayan adaylara “Baba
Destek Programı Eğitimcisi sertifikası” verilmektedir. Sertifikasına alan eğitimcilerden her öğretim döneminde en
az bir uygulama yapması istenmektedir. Grup uygulamaları esnasında ve devamında AÇEV bünyesinde
değerlendirme ve süpervizyon toplantıları devam edecektir.
TÜRKİYE’DE EVSİZLER SORUNU VE SOSYAL HİZMET
Doç. Dr. Vedat IŞIKHAN*
*
Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmetler Yüksekokulu Öğretim Üyesi
ÖZET
Kent merkezlerimizde yoksulluk nedeniyle bir konuta sahip olamayan, ruh hastalığı, uyuşturucu, alkol ve sigara
bağımlısı, uhu, bali ve tiner koklayan, sokakta çalışan ve yaşayanlarla sürekli bir artış gösteren evsizler bugün
yaşamsal birçok sorunla karşı karşıyadır. Evsizlere yönelik hizmet kurumlarının ve sivil toplum girişimciliğinin
yetersizliği, evsiz sayısının sürekli artış göstermesi, örgütlenmede yaşanan sorunlar, bu alanda acil olarak mikro,
mezzo ve makro düzeyde sosyal hizmet müdahalelerini zorunlu hale getirmektedir.
Anahtar Kelimeler: Evsiz, evsizlik, sosyal hizmet, sosyal hizmet müdahalesi.
GİRİŞ
Bugün, evsizlik A.B.D., İngiltere, Almanya, Fransa, Hollanda gibi gelişmiş ülkelerdeki kamuoyunun, uzmanların,
politikacı ve medyanın ilgi odağı durumundadır. Genelde “geceleri yatacak uygun ve düzenli yeri olmayan,
terminal, metro, gar, köprü altları ve parklarda, toplumun marjinal bölgelerinde yaşayan kişi ve gruplar” evsiz
olarak tanımlanabilir. Evsizlik, 1980’lerde gittikçe artan bir sorun olarak kendisini hissettirirken, bu olguyu özellikle
ruh hastası ve madde bağımlısı çocuk ve kadınlar yoğun bir şekilde yaşamaktadır.
Aşağıdaki çalışmada, evsiz ve evsizliğin tanımı, evsizliğin nedenleri, evsizler konusunda ülkemizde yapılan
araştırma sonuçları ve evsizlere yönelik ne tür sosyal hizmet müdahalelerinin uygulanabileceği tartışılmaktadır.
1. EVSİZ ve EVSİZLİĞİN TANIMI
ABD’de 250,000’den fazla insan evsiz grubu içinde yer almaktadır (1). Yine A.B.D.’de liberal görüşü savunanların
tahminlerine göre yaklaşık 3 milyon insan barınacak bir yere sahip değildir. Bu evsiz nüfusa 55 yaş üzeri insanlar
dahil edilmiştir. Şimdiye kadar A.B.D’de yaşlı evsizlerle ilgili kesin bir sayı bilinmemektedir (2,3,4,5,6). Genel
olarak evsiz denilince aklımıza aşağıdaki tanım gelmektedir:
“Kişiler, geleneksel konutların dışında, yani, ya evsiz barınaklarında ya da konut olarak tasarlanmamış yerlerde sokaklar, terkedilmiş evler, otobüs durakları ve hastanelerin bekleme odalarında - gecelerini geçirip yaşıyorlarsa,
onlara evsiz denir”.
Evsizlikle ilgili cinsiyet farklılıkları, literatürde fazlasıyla görülmeye başlanmıştır. Kadınlar, erkeklere oranla daha
çok evsiz kalmaktadır. Çünkü ailenin stresleri özellikle ev içi (domestic) şiddetle ilgilidir. Görüşülen evsiz
kadınların üçte biri bir istismarla karşılaştıkları için evden ayrılıp evsiz kaldıklarını ifade etmiştir. Erkeklerden daha
çok kadınların kurumsal tedaviye ihtiyaçlarının arttığı, çocukların cinsel veya fiziksel istismara uğradığı
saptanmıştır (7).
2. EVSİZLİĞİN NEDENLERİ
Literatüre (7,8) ve Ankara’da yapılan araştırmaya dayanılarak (9) evsizliğin nedenlerini şu şekilde ifade etmek
mümkündür. Evsizlik ;
·
İşsizliğin ve yoksulluğun artması,
·
gelirlerinin ve satın alma gücünün giderek düşmesi,
·
asgari ücreti yükseltmede yaşanan başarısızlıklar ve sosyal yardım kuruluşlarınca yapılan yardımların
minimum düzeyde bir yaşam standartı sağlaması,
·
hükümetlerin sosyal güvenlik harcamaları ve hepsinden önemlisi konut yapımı alanındaki katkılarını azaltması
ve ödenebilir (affordable) konut açığı yani, ülke çapında özellikle düşük gelirli grupların erişebileceği ödenebilir
konut açığının sonunda,
·
akıl hastalığı, uyuşturucu alışkanlığı, kişisel varoluş ya da kendini gerçekleştirme yetersizliği,
·
uyuşturucu kullanımının yaygınlaşması ve zihinsel özürlü hasta sayısının artması,
·
ciddi zihinsel bozuklukların genç yaşlarda görülmeye başlanması,
·
ev fiyatlarının artması ve ekonomik şartların olumsuz etkileri,
·
yoksul grupların, gelirlerinin büyük bir kısmını kira olarak ödemeleri sonucunda oluşmaktadır. Ayrıca açık
işsizlik ve boşanmaların giderek artması dolayısıyla ailelerin parçalanmasını da evsizliğin nedenleri arasında
sayılabilir. Bu durum, boşanmanın mali yüklerinin, giderek kadınların omuzlarına binmesine neden olmaktadır.
Evsiz zihinsel özürlü kişiler arasındaki şizofren [zihinsel kopukluk, dış dünya ile iletişimin bozulması] hasta sayısı
manik depresif davranış gösteren kişilerden 38 kat, genel popülasyon içerisinde ise 25 kat daha fazla olduğu
bulunmuştur. Onların bu durumları sokak yaşamı ve yoksulluğun getirdiği zararlarla birleştiğinde yüksek riskli bir
durum teşkil etmektedir. Wolch ve Akita (1988) gözlemlerinde zihinsel, sosyal ve fiziksel durumların evsizler
üzerindeki etkilerini araştırmıştır. Bunların, kendilerine yardım edemeyen, yardımı reddeden veya kendilerine
uymayan yardımı reddeden, ailelerinden kopmuş, sağlık ve fiziksel görünümleri gittikçe kötüleşen evsizlerin
olduğunu gözlemlemişlerdir. Bu durumlar, yeni bir kronik evsiz insan topluluğunun oluşmasına neden olmaktadır.
Bu yeni alt kültürde, ciddi oranda zihinsel özürlülük en önemli sorundur. Bu durum çok özel ilgi gerektiren ruh
sağlığı hizmetlerine olan ihtiyacı arttırmaktadır (8).
Yapılan son araştırmalarda, evsizlerde üst düzeyde sosyal izolasyon, yabancılaşma, korku ve kendine güvensizlik
yaşandığı görülmüştür. Bu koşullar altında evsizler ile iletişime girmek, bir tedavi veya yardım programı
uygulamalarının kapsamlı sonuçlarına varmak oldukça güçtür. Çünkü evsizler arasında yoğun olarak görülen
zihinsel özürlülük, önemli bir engeldir. Gelecekte bu topluluğun gereksinimlerine yönelik daha fazla çalışmalara
ihtiyaç duyulmaktadır. Bu tür evsizlere yönelik özellikle toplum modeli psikiyatrik tedavi modeli vaka yönetimleri
uygulanmaktadır (9).
3. ÜLKEMİZDE EVSİZLERLE İLGİLİ YAPILAN ÇALIŞMALAR
Evsizlerle ilgili yapılan araştırmalar gözden geçirildiğinde iki araştırma sonucunun ülkemizde yaşanan evsizlik
olgusunun anlaşılmasına katkıda bulunduğunu göstermektedir (9,10):
A- Bu çalışma, Ankara’da 1995 yılında Eylül-Kasım ayları arasında 21.00 ile 01.00 saatleri arasında terminal, gar
ve bankaların bankamatik bölümlerinde yaşayan 58 evsizle derinlemesine görüşme (deep interview) yöntemiyle
gerçekleştirilmiştir (9). Elde edilen önemli sonuçlar aşağıda sunulmuştur:
3.1. Evsizlerin Sosyo - Demografik Özellikleri
·
Evsizlerin büyük bir kısmı (%60) kadınlardan oluşmaktadır. Bunu kimsesiz ve sokakta yaşayan çocuklar
izlemektedir.
·
Evsizlerin büyük bir kısmı okuryazar > ilk > ortaokul mezunudur. Bu grup içinde evsiz kalan çocukların
büyük bir kısmı okullarını yarıda bırakmıştır. Okulu bırakma nedenleri arasında; ailelerinin yetersiz gelire
sahip olması, babanın sürekli gelir getirecek bir işe sahip olamaması ve çalışmak zorunda olmaları gibi
nedenler gelmektedir.
·
Evsizlerin yaşları 9 ile 65 yaş arasında değişmektedir. Evsizlerin yaş ortalaması 21 olarak bulunmuştur.
·
Ankara’da sürekli ikamet ettikleri bir yer bulunmadığı; gecelerini genelde sıcak ve kısmen tehlikesiz olan
bankamatik, apartman girişleri ve terminalde geçirdiği; bunun yanında çok az bir kısmının, kendileri gibi
yoksul olan yakın akraba ve arkadaşlarının yanında kaldığı belirlenmiştir.
·
Evsiz kadınların büyük bir kısmı eşlerinden boşanmıştır. Boşanma nedenleri arasında şiddet, ruh sağlığı
bozukluğu, evi terk, yetersiz gelir ve aşırı geçimsizlik olduğu bulunmuştur.
3.2.
Evsizlerin Kullandığı Bağımlılık Yaratıcı Maddeler ve Önemli Sağlık Sorunları
·
Evsizlerin % 83’ünün alkol, sigara, uyuşturucu (hap); çocukların yoğun olarak (%92) bali ve tiner
kullandığı belirlenmiştir.
·
Evsizlerin en önemli sağlık sorunları arasında soğuk algınlığı, romatizma, bel ağrısı, ülser ve astım yer
almaktadır. Yaşamsal umutları olmadığı ve kendilerini bu topluma ait hissetmediği; toplumdan
soyutlandıkları zaten kentin uzak ve sakin yerlerinde yalnız yaşadığını ifade etmişlerdir.
·
Hiç bir gelire sahip olmayanların oranının yüksek olduğu (%89); evsiz kadın ve çocukların çok az bir
kısmının (%29) el arabaları ve çuvallarla kağıt, plastik, metal kutu, karton ve artıkları toplayarak gelir elde
ettiği saptanmıştır.
·
bazıları, yaşamlarını çöp ve sokaklardaki artıklardan topladığı ve bulduğu besin maddeleriyle
sürdürdüğü; hiç bir evsizin sosyal yardımdan yararlanmadığı saptanmıştır. Ayrıca birçoğunun ruh
sağlıklarının bozuk olduğu, bilinçlerinin yerinde olmadığı ve dengesiz davranışlarda bulunduğu
gözlenmiştir
B- 3 Ocak –3 Nisan 2002 tarihleri arasında Ankara’da evsizlere ait bir kurum olmadığı için SHÇEK Behice Eren
Çocuk ve Gençlik Merkezi’ne geçici olarak yerleştirilen 95 evsizle (dosya taraması) ilgili yapılan araştırma
sonunda elde edilen bulgular ise aşağıda sunulmuştur (10):
1. Cinsiyet ve Yaş: 95 evsizle yapılan araştırma sonunda 71 evsizin erkek olduğu ve 53 evsizin 32 yaş
üstü olduğu, evsizler arasında en düşük yaşın 12 ve en yüksek yaşın 83 olduğu saptanmıştır.
2. Eğitim Durumu= İlkokulu Mezunu= 8 evsiz, (okuma yazması olmayan = 2, ilkokul terk= 4, ortaokul
terk= 3, lise terk= 3, lise mezunu= 3 evsiz)
3. Medeni Durum= Eşinden Ayrılan= 14 evsiz, (eşi ölen= 3, bekar= 8, evli= 6 evsiz)
4. meslek= muavinlik/otoparkçılık yapan= 5 evsiz (işsiz= 2, ocakçı, işportacı= 1, aşçı= 2, amelelik= 1,
kepçeci= 1, hurdacılık yapan= 2, dul ve yetim aylığı alan= 1, özürlü maaşı alan= 1)
5. Şimdiye Kadar Nerede Kaldığı= Otelde kalan= 1 evsiz, (yakınları yanında= 1, çalıştığı işyerinde= 1,
huzurevinde = 1 evsiz)
6. Kuruma Geliş Nedeni= İş aramak /çalışmak için gelen ancak parasız kalan= 9 evsiz (otel parası
olmadığı için=2, aile geçimsizliği= 4, eşinden şiddet gördüğü veya eşiyle anlaşamadığı için= 1, tekerlekli sandalye
almak için= 1, tedavi amacıyla gelen= 1, emeklilik işlemleri için gelen ve bu sürede evsiz kalan= 1, havalar
düzelince yeniden çalışmaya başlayacak olan= 2, huzurevine yerleşmek için gelen= 2 evsiz)
7. Sağlık Durumu= İyi= 24 evsiz, (kas erimesi= 1, kronik şizofren, [psikiyatrist raporu olan= 7],
vücudunda darp izleri olan= 1, şeker hastası= 1, bel fıtığı, sırt ve göğüs ağrısı var= 2, saralı olan= 1, romatizma
başlangıcı= 1, karaciğer ameliyatı olan= 1, tüberküloz= 1, işitme ve konuşma özürlü (%40 özürlü)= 1, ifadeleri
sağlıklı olmayan= 6, kaza geçiren= 2, epilepsi= 1, böbreklerinde sorunu olan= 2, akli dengesi yerinde olmayan=2,
görme özürlü= 3, fiziksel özürlü= 9 evsiz)
8. Geçimi Nasıl Sağladığı= Kutu, hurda kağıt işleriyle uğraşan= 5 evsiz, (pazarcılık= 1, yeşil kart sahibi=
1, sosyal yardım alan= 1 evsiz)
9. Kaç Yıldır Sokakta Kaldığı= 1 Haftadır evsiz= 10 kişi, (geçici sürelerle 2 yıldır sokakta kalan= 1,
zaman zaman = 1, şimdiye kadar hiç sokakta kalmayan= 1, 15 gündür= 5, 1-5 aydır= 7, 2-4 yıldır= 15, 1 yıldır
hastanelerde kalan (numune hastanesi )= 1, 5-8 yıldır= 3, 16 yıldır= 1, 30-40 yıldır= 2 evsiz)
10. Kimsesi Var mı ? = Kimsesi olmayan (hiçbir yakını olmayan)= 7 evsiz, (ailesinden ayrı yaşayan= 2,
anne baba ayrı olduğu için yalnız yaşayan= 4 evsiz)
11. Kuruma Geliş Şekli= Kendisi gelen= 20 evsiz, (arkadaşlarından duyup bu kuruma gelen= 7, ulus
çocuk ve gençlik merkezinden gelen= 2, yakını tarafında getirilen= 4, polis karakolu gönderdi= 14, polis/zabıta
getirdi= 12, aşti’den geldi= 2, bu merkezi bilen çocuklar aracılığıyla gelen= 1, valilikçe gönderilen= 5, SHÇEK
Genel Müdürlüğü tarafından gönderilen= 1, sığınmacılar ve göçmenler derneği tarafından gönderilen= 1, sokakta
kalmayan= 1 evsiz)
12. İşlenen Suç Türleri= Uyuşturucu suçundan cezaevinde yatan= 1 evsiz, (cinayet suçundan
cezaevinde yatan= 2, 3413 sayılı yasadan yararlanan ve cezaevine giren y.y çocuğu= 3, bali tiner koklayan
çocuk= 1, alkol kullanan= 4, sigara= 2, hap= 1, merkezde çocuklarıyla kalan= 1, çete kurma, hırsızlık, adam
yaralama= 2, diğer suçlardan hapis yatan= 1 evsiz)
13. Destek Veren Kurumlar= Valilik, işsiz evsizlere iş bulunması için belediyeler, İş Bulma Kurumu ve Sanayi
ve Ticaret Odasının desteği alınmış.
14. Destek Vermeyen Kurumlar= S.B= Psikiyatri Desteği Vermemektedir. [Bunların Büyük Bir Kısmı
Tedavi Edilmek Zorunda]. Emniyet= Güvenlik İçin Personel Vermemektedir.
Evsizlere sunulan bu hizmetler “gece barınağı” şeklinde düzenlenmiştir. Üç aylık sürede, bu kurumdan
geçici-günlük hizmet alan evsiz sayısı toplam 500’e ulaşmıştır. Bu kuruluşlar, tampon kurumların görevlerini
yerine getirmektedir. Bu kurumda görevli sosyal hizmet uzmanları (SHU) tarafından çeşitli mesleki müdahaleler
yapılmıştır (sosyal yardıma ihtiyacı olanlara gerekli yardımın sağlanması, iş arayan evsizlere iş bulunması gibi).
Bu kurumda kamu kurum ve kuruluşlarından, özel kişilerden bağış yöntemi ile alınan yatak ve yorganlar,
parkenin üzerine serilme yoluyla evsizlerin barınma ihtiyacı karşılanmıştır. Kurumda 24 saat sıcak su mevcut
olup, evsizler bu kurumu “yıldızı olmayan turistik otel” olarak tanımlamaktadır. Bu kurumda, sabah-öğle-akşam
yemeği verilmekte, evsizlerin banyo, öz bakım hizmetlerine yardımcı olunmakta, giysisi olmayanlara giysi yardımı
yapılmaktadır (10).
4. EVSİZLERE YÖNELİK SOSYAL HİZMET MÜDAHALESİ
Literatürde evsizlerin ihtiyaçlarıyla ilgili Kaufman (1)’ın kullandığı üç kategorili bir model bulunmaktadır. Bu
hizmetler, acil yardım hizmetleri, geçiş hizmetleri ve dengeleme hizmetleridir. Aşağıda bu hizmetler hakkında bilgi
sunulmuştur.
4.1. Acil Yardım Hizmetleri
Acil yardım hizmetleri; barınma, yemek, giysi ve parasal yardımlardan oluşmaktadır. Bu birim, evsizlerin özel
ihtiyaçlarını karşılamaktadır. Acil yardım hizmetleri, evsizlerin kötü durumuna karşın; geçici bir dinlenme, barınma
ve korunma sağlamaktadır. Ancak, birçok acil yardım hizmeti, akşam yemeğiyle birlikte açılmakta, kahvaltıdan
sonra kapanmaktadır. Evsizlere herhangi bir soru sorulmadan bu hizmetlerin sağlanması gerekmektedir.
Evsizler, çok önemli bir sorun olarak algılanmadığı ve mevsimsel (özellikle kışın) bir sorun olarak ortaya çıktığı
için, evsizlerin sürekli yararlanabileceği bir kurum bulunmamaktadır. Mevcut uygulamalar kışın, dondurucu soğuk
sırasında sokakta yaşayan talihsiz evsizlerin donarak bulunması, bu konunun medyada yer alması, kapalı spor
salonlarının evsizlerin kullanımına sunulması ve havalar ısındığında buraların boşaltılması şeklindedir. Bu
hizmetler günübirlik, gelişigüzel, profesyonel olmayan ve geçici hizmetler niteliğindedir. Evsizlerle çalışıldığında,
evsiz grupların buzdağının görünen kısımları –yalnızlık, içe kapanma, yabancılaşma, yaşanılan toplumsal
adaletsizlik- olduğu görülecektir.
Evsizlerin ihtiyaçlarının karşılanması çabasında, acil yardım hizmetleri; değişik yaş grupları için çeşitli kaynak ve
hizmetler sağlamaktadır. Örneğin, yeterli derecede parasal yardım, giyinme ve yiyecek sağlama. Acil yardım
hizmetleri sadece ilk adım olan evden ayrılma kısmına müdahale edebilmektedir. Diğer hizmetler ise geçici
hizmetler ya da geçici yerleşmeler başlığı altında evsizlere verilmektedir.
4.2. Geçiş Hizmetleri/Geçici Yerleşmeler
Geçiş hizmetleri, evsizlere iş yardımı, sosyal hizmetler, sağlık hizmetleri, ruh sağlığı hizmetleri ve eve geçiş
yardımlarını kapsamaktadır. Geçici yerleşmeler, evsizlik sorununun çözümünde önemli bir yer tutmaktadır. Acil
yardım hizmetleri sadece krize müdahalede bulunmakta probleme sürekli çözümler bulamamaktadır. Geçici
yerleşmeler, birçok evsiz için bağımsızlığa ilk adım olmaktadır (1).
4.3. Dengeleyici Hizmetler
Dengeleyici hizmetler; ev hazırlık programı, iş ve destekleme hizmetlerinden oluşmaktadır. Bu hizmetlerin ana
hedefi, bireyleri, yaşam döngüsü çerçevesinde dengeye ulaşıncaya kadar desteklemektir. “Ev yaşamına hazırlık”,
evsizlere yönelik dengeleyici hizmetlerin sadece birisini oluşturmaktadır. Vaka yönetimine ihtiyaç, dağıtım
hizmetlerinde sürekliliğin sağlanması ve diğer yardımlar bu dönemde gerçekleştirilen diğer hizmetlerdir. Rife ve
Diğerleri(6)’nin 176 evsiz üzerinde yaptığı araştırmada, vaka yönetimi servislerinde, vaka yönetimi sıklığının kişiler
üzerinde anlamlı etkisi olduğu ortaya çıkmıştır. Bir işe sahip olma veya sosyal aktivite programlarına katılmanın
bireyin hayatı algılamasını etkilediği belirtilmiştir.
5. SONUÇ
Kent merkezlerinde, sokaklarda, yemek, para ve uyuyacak yer ararken gördüğümüz evsizlere yönelik hizmet
modellerini ivedilikle hayata geçirmek sosyal hizmet kurumlarının en önemli görevleri arasındadır. Evsizlerin
büyük bir kısmı psikiyatrik bir özgeçmişe sahiptir. Bu durum ve bulgular evsizlik olayına disiplinlerarası bir
yaklaşımla müdahale etmemizi gerektirmektedir. Ruhi ve akli yönden güçlükleri nedeniyle sosyal ve mental
işlevlerini tam olarak yerine getiremeyen kişilere hizmet veren hastaneler, ruh ve akıl sağlığı klinikleri, toplum ruh
sağlığı programları, çocuk rehberlik büroları gibi psikiyatrik ortamlarda uygulanacak sosyal hizmetlerde SHU aktif
rol üstlenebilmelidir.
Hizmeti sunanlar ve kamu kuruluşlarının, problemi hafifletmek için hazırlık yapması ve evsizliğin varlığını kabul
etmesi gerekir. Sosyal hizmet örgütlerinin kuruluş amacı olan, müracaatçıların bakımı, koruma ve tedavi etme
amaçlarını dolayısıyla onların yaşam kalitelerinin iyileştirilmesi ve geliştirilmesi görevlerini yerine getirebilmelidir.
Sorunun çözümü için sosyal politikalara, somut düzeyde program ve projelere ihtiyaç vardır. Sivil toplum
örgütlerinin, evsizlere yönelik hizmet sunumunda aktif rol üstlenmesi gerekir. Çoğu ruh sağlığını yitirmiş durumda
olan evsizlere yönelik [kış mevsimini ya da soğuk havaları beklemeden] geçici konutlar oluşturulmalıdır. Bunun
için organizasyon yeteneği gelişmiş ve toplumsal kaynakları maksimum düzeyde kullanabilecek SHU’na büyük
ihtiyaç vardır.
ALMAN ÇOCUK VE GENÇLİK YARDIM KANUNU’NA GÖRE GENÇLİK YARDIMININ ÖNLEYİCİ HİZMETLERİ
Prof. Dr. Emine AKYÜZ*
Bu sunumun amacı, Almanya’da çocuğun haklarını ve aile içerisinde korunmasını odak noktasına
yerleştiren; ailenin çocuğu yetiştirme ve koruma görevlerini yerine getirebilmesi için oldukça kapsamlı,
önleyici ve toplum tabanlı destek hizmetleri öngören Alman Çocuk ve Gençlere Yardım Kanunu’nu ve bu
Kanun’un düzenlediği önleyici hizmetleri kısaca tanıtmaktır.
Sunu üç ana başlık altında ele alınmıştır. Birinci başlık altında; çocuk ve gençlik yardım kurumları, ikinci
başlık altında; çocuk ve gençlik yardımının amaç ve görevleri, üçüncü başlık altında da gençlik yardımının
genel ve bireysel hizmetleri kısaca özetlenmiştir.
Almanya’da çocuk ve gençlik yardım hizmetleri ve kurumları oldukça gelişmiştir. Bu modern yapının yasal
dayanağı 1.1.1991 tarihli Çocuk ve Gençlere Yardım Kanunu’dur (ÇGYK). Bu Kanunla, eski kanunların bakış
açısı olan çocuk ve gençlerin kontrolüne yönelik yaklaşım terk edilerek, onların gereksinimlerini, haklarını ve aile
içinde korunmalarını ön plana alan yaklaşım benimsenmiştir. Bu Kanun’a göre çocuk ve gençlik yardımı,
çocukların ve gençlerin tehlikeye düşmelerini önlemeye, tehlikeyle karşılaşmış olanları korumaya; çocuklara,
gençlere, genç yetişkinlere ve onların ailelerine topluma uyum sağlamaları için yardım etmeye yönelmiş; etkinlik,
hizmet ve tedbirlerin bütünüdür.
I. Çocuk ve Gençlik Yardım Kurumları
Alman Federal Devlet sistemi içerisinde çocuklara ve gençlere yardım kurumları; federal devlet, eyaletler, şehirler
ve ilçeler olmak üzere merkezi ve bölgesel düzeylerdeki yapılar içerisinde konumlandırılmıştır.
Çocuk ve gençlik koruma ile ilgili kanun yapma yetkisi federal devletin sorumluluk alanındadır. Federal Gençlik
Bakanlığı, federal devletin çocuk ve gençlik plânı çerçevesinde, gençlik yardımı konusunda devlet genelindeki
etkinlikleri, eyalet üstü sosyal hizmet sunan kurum ve kuruluşları, girişimleri ve model projeleri destekler.
Federal eyaletler; Çocuk ve Gençlik Yardım Kanunu’nun çerçevesi içerisinde, kendi özelliklerine uygun ek yasalar
çıkararak, çocuk ve gençlik yardımını düzenler, tanımlar ve genişletir. Tüm federal eyaletlerde gençlik dairesi
bulunur.
Çocuk ve Gençlik Yardım Kanunu, şehirler ve ilçeleri gençlik dairesi kurmakla yükümlü kılmakta, belediyeleri de
gençlik yardımının geliştirilmesinden sorumlu tutmaktadır. Gençlik Dairesi, sosyal pedagojik içerikli uzman bir
kurumdur. (ÇGYK.m.70-71). Bu daire resmi gençlik yardım görevlerini üstlenmiş bir yönetim ile, yerel gençlik
politikasının ana hatlarını belirleyen gençlik yardım komisyonu’ndan oluşur.
Gençlik daireleri, farklı uzmanlık alanları olan ve resmen tanınmış özerk gençlik yardım kuruluşları ile ortak
çalışırlar. Kanun, özerk yardım kurumlarını destekleme ve resmen tanınma şartlarını ayrıntılı biçimde
düzenlemiştir (ÇGYK.m.74-78).
*
Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi
Resmi gençlik yardımının üstlenicisi kurumlar, Kanun’da belirtilen görevlerini yerine getirebilmeleri için gerekli
kurumların, hizmetlerin ve etkinliklerin zamanında ve yeterli miktarda mevcut olmasını sağlamakla yükümlüdürler.
Bu ihtiyaca
yanıt verebilecek sayıda uzman (sosyal hizmet uzmanı, psikolog, pedagog, psikiyatrist)
bulundurmakta dahildir.
II. Çocuk ve Gençlik Yardımının Temel Amacı ve Görevleri
Kanun, çocuk ve gençlik yardımının temel amacını şöyle belirlemiştir: Her çocuğun gelişimini, eğitimini, bağımsız
ve topluma uyumlu kişiliğinin oluşumunu desteklemek. Kanun; bu temel amaç doğrultusunda gençlik yardımına
aşağıdaki görevleri vermiştir:
· Genç insanların sosyal ve kişisel gelişimlerini desteklemek, mağduriyetlerine neden olan ortamı değiştirmek,
· Ana baba ve diğer yetiştirme sorumlularına yardımcı olmak ve rehberlik yapmak,
· Çocukları ve gençleri tehlikelerden korumak,
· Çocuklar, gençler ve aileleri için olumlu yaşam ortamları oluşturmak (ÇGYK. m.1).
· Bu temel amaç ve görevler çerçevesi içerisinde hizmetleri sunan yardım kurumlarının çalışma ve müdahale
alanları aşağıdaki gibi sınıflandırılabilir:
· Aileyi destekleyen yardım,
· Özel yaşam biçimine yardım,
· Ailenin yerini alan yardım.
Doğru yardım türü seçilirken farklı hizmet seçeneklerini veya birleştirilmiş yardımı gözönünde bulunduran bireysel
yaklaşım önemlidir. Kanun bireysel yardımı eğitim, gençlik veya aile danışma birimlerinde bireysel ve ailevi
sorunların çözümüne yönelik açıklayıcı, değerlendirici ve önleyici ilk müracaat noktası olarak tanımlamaktadır
(ÇGYK m.16,17,28).
III. Çocuk ve Gençlik Yardım Hizmetleri
Çocuk ve gençlik yardımı, Kanun’un 17-41 maddeleri arasında çeşitlendirilmiş hizmet sunumları olarak ayrıntılı
biçimde düzenlenmiştir.
A. Gençlik Yardımının Genel Hizmetleri
1. Gençlik Çalışması
Gençlik çalışması hizmetinin amacı, gençlerin kendilerini ilgilendiren kararları alma, toplumsal sorumluluk
üstlenme, toplumsal etkinliklerde bulunma yetenek ve becerilerini geliştirmektir. Bu nedenle; hizmetin hedef
grubunu herhangi bir şarta bağlı olmaksızın tüm çocuklar ve gençler oluşturur.
Şu alanlarda gençlik çalışması yapılabilir:
· Genel, politik, toplumsal, kültürel, sağlıksal doğa bilimsel okul dışı eğitim etkinlikleri,
· Spor, oyun ve toplumsal eğlencelere yönelik etkinlikler,
· İş yaşamını, okulu ve aileyi kapsayan etkinlikler,
· Uluslararası gençlik etkinlikleri,
· Çocuk ve gençlerin dinlenmelerine yönelik etkinlikler,
· Çocuk ve gençler için danışma hizmetleri (ÇGYK m.17).
Kanun, gençlik çalışması hizmetlerini sunacak birimler arasında özellikle gençlik birlik ve gruplarını ön
plana çıkararak onların gençlik yardım kurumlarınca desteklenmelerine önem vermektedir. Çünkü, gençlik
birliklerinin amacı, üyelerini devlette ve toplumda bağımsız yaşama hazırlamak, onlara demokratik kurumları
tanıtmak ve onların ilerde kamusal yaşama ilgi duymalarını sağlamaktır. Gençlik birliği kurmak için herhangi bir
örgütlenme yapısı gerekmemektedir. Gençlerin bir araya gelmeleri, gençlik birliğin oluşması için yeterli
sayılmaktadır.
2. Gençlik Sosyal Çalışması
Bu hizmet; tüm çocuk ve gençlere değil, sosyal ve bireysel bakımdan zor durumda olanlara yönelik bir gençlik
yardım hizmetidir. Bu durumdaki çocuk ve gençlere, okul ve meslek eğitimlerini, iş yaşamına kazandırılmalarını ve
toplumla bütünleşmelerini sağlamayı hedefleyen, sosyal pedagojik yardımlar sunulur (ÇGYK. m.13). Diğer
kurumlar tarafından verilen benzer nitelikteki hizmetler ile eşgüdümsüzlügü önlemek için, Kanun; gençlik
dairesinin okul idaresi, federal iş dairesi ve meslek veya meslek dışı eğitim veren kurum ve kuruluşlarla eşgüdüm
sağlaması gerektiğini vurgulamaktadır.
3. Yetiştirmeye Yönelik Çocuk ve Gençlik Koruma
Çocuklara, gençlere ve onları yetiştirmekle görevli kişilere, gençlik koruma hizmetleri sunulur.
Bu hizmetlerin amacı, çocuklara ve gençlere,
· Kendilerini tehlikeli etkilerden koruma becerisi, eleştirme, karar verme, kendisinden sorumlu olma ve başka insanlara
karşı sorumluluk duyma yetenekleri kazandırmak;
· Ana baba ve diğer yetiştirme sorumlularına da gençleri tehlikeli etkilerden korumalarına katkıda bulunacak
eğitim vermektir.
4. Ailedeki Yetiştirmeyi Destekleyen Yardımlar
Bu hizmetlerden bazıları ailedeki yetiştirmeyi genel anlamda destekleyen yardımlardır; Bazıları ise özel yaşam
biçimlerinde aileye sağlanan desteklerdir..
a.
Aileyi Destekleyen Genel Yardımlar
Çocuk ve gençlik yardımının önemli görevlerinden biri, ailelerin desteklenmesidir. Yalnızca parçalanan ailelerde
değil, görünürde uyumlu ailelerde bile çocuk yetiştirmeye ilişkin sorunlar ve yetersizlikler ortaya çıkabilir. Bu
yetersizlikleri ve sorunları önlemek ve gidermek için ailedeki yetiştirmeyi destekleyici hizmetler sunmak
gerekmektedir.
Bu hizmetler; çocuk yetiştirme sorumluluğunu taşıyan kişilerin, sorumluluklarının gereklerini çocuğun üstün
yararına uygun biçimde yerine getirmelerine katkı vermek amacını taşır. Bu nedenle de hizmetin verilmesi,
herhangi bir eğitim eksikliği şartına bağlı değildir. Bu hizmetlere aile eğitimi ve danışmanlığı, gençlere yönelik
sosyal pedagojik çalışma, birlikte yaşamı güçlendirmeye yönelik diğer yardımlar örnek gösterilebilir (m.16).
b. Yaşam Ortaklığı, Ayrılık ve Boşanmada Danışma Hizmeti
Burada öncelikli amaç; aileyi bir arada tutmaya yönelik hizmetler vermektir. Fakat bu mümkün olmaz da aile
dağılırsa, bu durumda ana baba sorumluluğunun çocuğun sağlıklı gelişimi doğrultusunda yerine getirilmesini
sağlamaya yönelik hizmetler sunulur. Bu bağlamda, ayrılık ve boşanma sırasında ve sonrasında oluşan bireysel
ve ailevi sorunların çözümüne katkı sağlayan yardımlar yapılır. Aile mahkemesi, çocuklu bir boşanma davası
açıldığında bunu gençlik dairesine bildirmekle yükümlüdür. Gençlik dairesi, taraflarının velâyetle ilgili bir talepte
bulunmuş olup olmadıklarına bakmaksızın, ana babaya yapabileceği hizmetleri bildirir (ÇGYK. m.17).
c. Velâyetin Kullanılmasında Danışma ve Destek Hizmeti
Çocuğu veya genci tek başına yetiştiren ana ve babalar gençlik dairesinden danışma ve destek hizmeti talep
edebilirler. Evlilik dışı çocuğun doğması söz konusu olduğunda, ananın; doğumdan önce babalığın belirlenmesini
talep etme hakkı vardır. Ana, çocuğa nafaka ödenmesini ve diğer masrafları talep ettiğinde, gençlik dairesinden
danışma ve destekleme hizmetleri isteyebilir.
Gençlik dairesinin bu durumdaki ana babalar için vermesi gerekli önemli bir hizmet de, çocukla velâyete sahip
olmayan ebeveyn ve diğer ilgililer arasındaki kişisel ilişkilerin kurulması ve uygulanmasında danışma ve
destekleme yardımı sunmaktır. Bu son durum özellikle; gözetimli ve korumalı kişisel ilişki uygulamasında söz
konusu olur (ÇGYK.m.18).
d. Günlük Bakımın Desteklenmesi
Günlük bakım, aileyi tamamlayıcı bir yardım türüdür. Günün belli bir bölümünde veya tamamında, çocuğa evde ya
da kurumda bakılmasını, yetiştirilmesini sağlamaya yönelik hizmetleri kapsar.
Çocukların günlük bakımının desteklenmesi, gençlik yardımının önemli ve ağırlıklı bir hizmet alanıdır. Bu hizmet;
herhangi bir eğitsel eksiklik şartı aranmaksızın 0-6 yaş arasındaki, hatta daha büyük yaşlardaki tüm çocukları
kapsar.
e. Sosyal Pedagojik Aile Yardımı
Bu yardım çeşidinde ailenin tümü odak noktasına alınır. Uzman; yetiştirmeyle ilgili görevlerin yerine
getirilmesinde, günlük yaşamdaki sorunlarla baş edilmesinde, çatışmaların ve krizlerin çözülmesinde, resmi daire
ve kurumlarla olan ilişkilerde aileye yardım eder.
Burada esas amaç, çocuğun aileden alınmasını önlemek veya alınmışsa en kısa süre içerisinde aileye dönmesini
sağlamaktır. Bu amaç, ailenin ekonomik durumunu iyileştirmek aile üyelerinin birbirleri ile ilişkilerini uyumlu hale
getirmek, ana babanın çocuk yetiştirme yeteneklerini tavsiye ve yardımlarla geliştirmek ve gerektirdiğinde onların
sosyal çevreleri ile bütünleşmelerini sağlamak ile gerçekleştirilebilir.
B. Bireysel Yetiştirme Yardımları
Bireysel çocuk ve gençlik yardım hizmetleri, yetiştirme sorumluluğuna sahip kişi; çocuğu veya genci esenliğine
uygun biçimde yetiştiremiyor ve yardım onun gelişmesi için “uygun” ve “gerekli” ise sunulur.
Uygun ve gerekli yardım nedir? Burada hareket noktası “eğitsel ihtiyaç” tır. Eğitsel ihtiyaca göre gençlik
yardımından sorumlu kurum, Kanun’un 28-35 maddeleri arasında düzenlenmiş yardım türlerinden birini sunar.
Kanun, bireysel olaylarda uygun yardıma karar verilirken aşağıdaki noktaların göz önünde tutulmasını
istemektedir.
· Yetiştirme hakkına sahip kişi, çocuk veya genç herhangi bir yardıma karar verilmeden önce, bu yardımın onun
gelişmesinde yol açabileceği olası sonuçlar hakkında bilgilendirilmelidir.
· Uzun süreli bir yetiştirme yardımı gerekli görünüyorsa, çeşitli alanların uzmanları, yetiştirme hakkı sahibi, çocuk
ve diğer ilgililerin katılımıyla bir yardım planı oluşturulmalıdır.
· Yardım ailenin dışında yapılacaksa, yukarıda belirtilen kişilerin, kurumun veya bakım yerinin seçimine
katılmaları sağlanmalıdır (m.36/1).
Kanunda yapılabilecek yardımlar, sınırlayıcı olmayarak sayılmıştır (CGYK. M.27-35).
1.
Yetiştirme Danışması
Yetiştirme danışması çocuklara, gençlere ve yetiştirmeden sorumlu kişilere ailevi sorunların çözümünde, ayrılma
ve boşanma durumlarında destek sunar. Hizmet gerçekleştirilirken çeşitli alanların uzmanları birlikte çalışırlar.
Hizmet, yetiştirme sorumlusu ve çocuk veya gencin onayı ile verilir. Ailenin diğer üyeleri ve yakın çevresinin de
sorunun çözümüne katkı vermeleri sağlanır (m.28).
2.
Grup Sosyal Çalışması
Grup sosyal çalışması; görünür biçimde gelişim ve davranış problemleri olan ileri yaşlardaki gençlere sunulan bir
hizmettir. Gence; bir grup içerisinde yoğun bir sosyal öğrenme süreci sağlayarak, gelişim zorluklarını aşmasında ve
çevresindeki sorunlarla başa çıkmasında yardım edilir. Bu süreç içerisinde gençlerle; okul, iş yaşamı ve eğitim
konularından yola çıkarak işsizlik, barınma, boş zaman ve karşı cinsle ilişkiler gibi problem odaklı çalışmalar yapılır.
3.
Yetiştirme ve Gözetme Yardımcısı
Yetiştirme ve gözetme yardımcısı, çocuğa veya gence gelişme sorunlarının yenilmesinde destek olur, onun ailesi
ile yaşam bağlarını koruyarak, bağımsızlaşmasını teşvik eder. Bu yardım, yetiştirme, gözetme, koruma, bakım
iyileştirme, danışma ve rehberlik gibi destek hizmetlerini kapsar. Burada amaç, çocuğun veya gencin içinde
bulunduğu güç yaşam koşullarının değiştirilmesi, sorunlara karşı dayanıklılığının artırılması, karar verme ve
bağımsızlık yeteneğinin kazandırılmasıdır (ÇGYK. m.30).
4.
Günlük Grup İçinde Yetiştirme
Günlük grup içinde yetiştirme yardımı, çocuğun veya gencin grup içinde sosyal öğrenme yoluyla gelişmesine, okul
ve meslek eğitimine, ana baba etkinliklerine destek verir. Burada amaç, çocuğun ailesiyle birlikte yaşamasını
tehlikeye düşüren eğitimsel eksiklikleri ve gelişim güçlüklerini gidermektir. Bu yardım, çocuğun yabancı bir yere
yerleştirilmesini önleyen yoğun biçimdeki gözetme hizmet türüdür. Çocuk veya genç aile içinde kalır, fakat hafta
boyunca gözetme ve yardım düzenlenir (ÇGYK.m.32).
5. Aile Dışında Düzenlenen Hizmetler
Aile dışında düzenlenen hizmetler, koruyucu aileye, kuruma, barınma guruplarına yerleştirmeden
bireysel gözetmeye kadar çeşitlilik göstermektedir (ÇGYK.m.33,34.).
Bu yerleştirme sürekli olabileceği gibi, belli süreli de olabilir, süreli yerleştirmede hedef, öz ailenin şartları
iyileştiğinde çocuğun aileye geri dönmesidir. Fakat tedbir süreci içerisinde bu hedefe ulaşılamayabilir. Bu takdirde
aile dışında sürekli bir yaşam şekli söz konusu olur (m.33,37). Bu yaşam şekli çocuğun yaşına ve gelişim
durumuna göre;
·
Evlat edinme,
·
Uzun süre geçerli olacak bir yaşam biçimi sunma,
·
Daha büyük yaştaki gençler için bağımsız yaşama hazırlama olabilir.
Bu süreç içerisinde gence, bağımsız yaşam sürmede, mesleki eğitimde ve çalışma yaşamında danışmanlık yapılır ve
destek verilir.
Bu hizmetler için kural olarak müracaatçının ödeme yapması gerekmez, fakat ailenin
ekonomik durumu uygun ise bazı hizmetler için katkı payı talep edilebilir
(ÇGYK.m.89-90). Çocuk ve gençlik yardımıyla ilgili sosyal veriler koruma altındadır
ve gizlilik ilkesi esastır. Birimler, verilen bilgilerin karşılıklı güvene dayalı
kullanılacağını garanti ederler (ÇGYK.m.61).
SONUÇ
Görülüyor ki Almanya’da 1.1.1991 tarihli “Çocuklara ve Gençlere Yardım Kanunu” ile modern bir gençliğe yardım
hukukunun ana çizgileri belirlenmiştir. Şöyle ki, çocuklara ve gençlere yardım bütünsel bir yapı içine alınmış,
gençliğe yardıma ilişkin bütün hizmetler ve tedbirler hem önleyici hem de tepkisel olmak üzere tek elde toplanmış,
önleyici hizmetlere ağırlık verilmiştir. Gençlere, hizmetlere ulaşmada dava edilebilir haklar tanınmış, onların
katılım ve karar verme haklarına önem verilmiştir. Hizmet biçimleri çeşitlendirilmiş, gençlere ve ailelere sunulacak
danışma ve destek hizmetleri genişletilmiştir; aile dışında yerleştirme biçimleri çeşitlendirilmiş; özerk toplumsal
kuruluşlara yer verilmiştir.
Çocuk ve gençlerin korunması, kişiliklerinin geliştirilmesi gibi iki temel amaca yönelmiş olan bu sistem kendine
özgü bir yargılama düzenini de getirmiştir. Şöyle ki gençlik dairesi, çocuk ve gençleri ilgilendiren davalarda
vesayet, aile ve çocuk mahkemelerini çocukları korumaya yönelik tüm önlemlerde destekler, bu mahkemelerle
çocuğun yararına işbirliği yapar, bu mahkemelere uygun kayyımlar ve vasiler önerir, bunlara danışmanlık yapar,
eksikliklerini gördüğünde mahkemeyi durumdan bilgilendirir.
Türk Medeni Kanunu ile sosyal ve kamu hukukunda çocukların korunmasına yönelik kanunların uygulanabilmesi,
resmi ve özel sosyal yardım kuruluşları arasında işbirliği ve eşgüdümün sağlanabilmesi, mevcut kaynakların
çocuk yararına kullanılabilmesi için ülkemizde de benzer bir çocuk ve gençlik yardımı yapılanmasına ihtiyaç
bulunmaktadır.
Yeni bir Çocuk Koruma Kanunu’nun yürürlüğe girdiği ve ayrı bir sosyal hizmetler yasa
tasarısının gündemde olduğu ülkemizde, çocuk koruma ve yardım sistemi oluşturulurken,
Alman çocuk ve gençlik sosyal yardım hukukundan ve bu hukuku uygulamaya geçiren
yapılardan yararlanılabilir. Ancak; şu hususu da belirtmek gerekir ki, bu sistemin Türkiye’de
aynen oluşturulabileceğini değil, bu sistemden yararlanılarak kendi toplumumuza uygun
biçimde düzenlenebileceğini düşünüyorum. Oldukça kapsamlı olan bu gelişmiş sistemi
özetleyen incelememiz, bu konudaki yaklaşım tartışmalarına katkı sağlayabilir.
Kaynaklar
Bauer, J. / Schimke, H.J. / Dohmel, W. : Recht und Familie, Luchterhard, 2001.
Bindzus, D./Musset, K.H: Grundzüge des Jugendrechts, Saarbrücken 1999.
Fieseler, G. / Herborth, R.: Recht der Familie und Jugendhilfe, Netherlands, 2000.
Münder, J. : Das neue Kinder-und Jugendhilfegesetz, in: Soziale Arbeit, S.90, s.206.
Oberloskamp, U. / Adams, U.: Jugendhilferechtliche Fälle Für Studium und Praxis, Köln 2001.
Oberloskamp, H.: Kindschaftliche Fälle für Studium und Praxis, Neuwied 1998.
Tekin, U. : Almanya’da Suça Yönelen Çocuk ve Gençlik İçin Yardım Kurumları, III. Ulusal Çocuk ve Suç
Sempozyumu, s.185-194, Ankara, 2005.
Textor, M. : Algemeine Förderung der Erzienung in der Familie, m.16 SBG VIII, München, 1996.
Wiesner, R. / Mörsberger, T. / Oberloskamp, H. / Stuck, J., : SGBVIII Kinder und Jugendhilfe, München, 2000.
WİESNER, R. / MÖRSBERGER, T./ OBERLOSKAMP, H. / STUCK, J., : SGBVIII Kinder und Jugendhilfe,
München, 2000.
YASALARLA ÇOCUĞU NASIL KORURUZ?
Çocuğun korunması disiplinler arası çalışmayı ve eş güdümü gerektirir.
Çocuğun korunması haklarını kullanabilmesiyle mümkündür.
Haklarını kullanamayan çocuğu doğal olarak koruyamayız da.
Bu durumda çocuğun hakları nelerdir?Bu hakları ulusal yasalar ve uluslararası sözleşmelerle nasıl koruyor ve
yasaları nasıl uyguluyoruz
Tüm bunları sizerle paylaşmak istemekteyim.
Av. Türkay ASMA
YASALARLA ÇOCUKLARIN KORUNMASI
Çocuklarımızın çocuk hakları sözleşmesinde belirlenen 4 ana grupta toplanan;
Yaşama
Gelişim
Korunma
Katılım haklarını nasıl koruyacağız.
Bu hakların korunmasındaki temel ilkeyi sözleşmenin 3. maddesi;
Kurumsal yada özel sosyal yardım kuruluşları, mahkemeler yada idari makamla veya yasama organı tarafından
yapılan ve çocukları ilgilendiren bütün faaliyetlerde çocuğun yararı temel düşüncedir, diyerek koymuştur.
Özellikle 2000 yılından sonra yayınlanan, yürürlüğe giren yasalarda bu ilkeye uyulmaya başlanmıştır.
Mk, Aile Mahkemeleri yasası, TCK,CMK,Çocuk Koruma Yasası,İnfaz Koruma gibi çocuğun yaşamını ilgilendiren
yasalarda, çocuğun öncelikli yararı ilkesi yer almıştır.
En son yürürlüğe giren yasalardan biri olan Çocuk Koruma Yasasının amaç maddesine baktığımızda;
1)Korunma gereksinimi olan çocukların,
2)Suça sürüklenen çocukların korunmasını, haklarının ve esenliklerinin güvence altına alınmasına ilişkin usul ve
esasları düzenlendiğini görürüz.Yasa, çocuğu; daha erken yaşta ergin olsa bile onsekiz yaşını doldurmamış birey
olarak tanımlamıştır.
Korunma gereksinimi olmayı da;
Duygusal,
Bedensel,
Zihinsel,
Ahlaki
Sosyal gelişimi ve kişisel güvenliği tehlikede olan ihmal veya istismar edilen çocuk olarak tanımlamıştır.
Yasada suça sürüklenen çocuğu,
Yasaların suç olarak tanımladığı bir fiili işlediği gerekçesiyle hakkında soruşturma veya kavuşturma açılan yada
hakkında tedbir uygulanmasına karar verilen çocuk olarak tanımlanmıştır.
Yasa,temel ilkeler olarak çocuğun yukarıda saydığımız 4 ana temel haklarının;
-Yaşama,gelişim,korunma ve katılım güvence altına alınmasını,
-Çocuğun öncelikli yarar ve esenliğinin gözetilmesini;
-Çocuk ve ailesinin ayrımcılığa tabi tutulmamasını,
-Çocuk ve ailesinin soruşturma ve kovuşturmanın her evresinde bilgilendirerek yargılama ve -karar süresine
katılımların sağlanması ,
-Adil etkili ve sürekli bir yargılama usulü izlenmesini,
-Soruşturma ve kavuşturma sürecinde çocuğun durumuna uygun özel ihtimam gösterilmesi
-Kararların alınmasında ve uygulanmasında çocuğun yaşamı ve gelişimine uygun eğitimi öğretimi ve toplumsal
sorumluluğunun desteklenmesini,geliştirilmesi,çocuk hakkında özgürlüğü kısıtlayıcı tedbirler ile hapis cezasının
en son çare olarak verilmesi,
Yine tedbir kararları verilirken kurum bakımı ve kurumda tutulmanın en son çare olarak görülmesi,
-Çocukların
bakılıp
gözetildiği
tedbir
kararlarını
kurumlarda
yetişkinlerden
ayrı
tutulması,
-Çocukların damgalanmasının yargılamanın ve uygulamanın gizliliğine onam verilmesi, Yasada gerek korunma
gereksinimi olan gerekse suça sürüklenen çocuklara uygulanacak tedbirler;
a)Koruyucu
b)Destekleyici tedbirler olmak üzere 2 ana bölümde toplanmıştır.
Bunlarda;
Danışmanlık,
Eğitim,
Sağlık,
Bakım,
Barınma tedbiri olarak gruplandırılmıştır.
Tedbirlerde genel ilke öncelikle; çocuğun kendi aile ortamında korunmasını sağlamaktır.
Bu nedenle aileye yada çocuğun bakımından sorumlu olanlara;
a)Çocuk yetiştirme konusunda, çocuklara da
Yaşam ve gelişim sorunları ile ilgili yol göstermek çözüm önerileri üretmek şeklinde danışmanlık eğitimi verilmesi
öngörülmektedir.
b)Eğitim tedbirlerinde amaç ise çocuğun bir eğitim kurumuna devamını sağlamak iş ve meslek edinmesine katkı
sunmayı amaçlayan gündüzlü veya yatılı okullarda verilen iş meslek sahibi olmayı sağlayan kurs yada sanat
alanlarına yöneltmek, bir usta yanına yerleştirmeyi amaçlar.
Sağlık Tedbiri
Çocuğun fiziksel ve ruhsal sağlığının korunması tedavisi için gerekli geçici veya sürekli tıbbi bakım ve
rehabilitasyonu kapsayan bağımlılık tedavisi öngören tedbirlerdir.
Bakım tedbiri
Çocuğun bakımından sorumlu kişilerin görevlerini yapmaması halinde çocuğun resmi yada özel bakım yurdu yada
koruyucu aile hizmetlerinden yararlandırılması veya bu kurumlara yerleştirilmesi tedbirlerini kapsar.
Barınma tedbiri
Barınma yeri olmayan çocuklu veya hayati tehlikede olan hamile kadınlara uygun barınma yeri sağlamaya
yönelik tedbirlerdir.
Bu tedbirlerin uygulanması istemiyle kimler nerelere başvurabilirler?
a)Adli ve İdari merciiler
b)Kolluk (güvenlik) görelileri
c)Sağlık ve eğitim kuruluşları
d)Sivil topum kuruluşları
Korunma
gereksinimi
olan
herhangi
bir
çocuğu
SHÇEK’na
bildirmekle
yükümlüdürler.
Çocuk ve çocuğun bakımından sorumlu kişilerde bu bildirimi yapabilirler.
Koruyucu ve destekleyici tedbir kararı ;
a)SHÇEK
ve
Cumhuriyet
Savcısı
istemi
üzerine
çocuk
hakimi
tarafından
alınır.
Karardan önce;
Çocuk hakkında sosyal inceleme yaptırılabilir.
Tedbirin tümü kararda gösterilir.Birden fazla tedbire karar verebilir.
Tedbirle birlikte çocuğu denetim altına alınmasına da karar verilebilir.
Çocuğun gelişimini olumsuz etkilediği durumlarda tedbir kaldırılır.
18 yaşın dolmasıyla tedbir kalkar. Çocuğun görüşü alınarak tedbirin devamını da istiyorsa öğretim ve eğitiminin
sonuna kadar uzatabilinir.Tedbir kararı verilirken TMK’nun çocuğun korunmasına ve haklarına ilişkin hükümleriyle
paralellik kurulabilir.Tedbir kararları üçer aylık sürelerle denetlenir.
Acil korunma kararı alınması;
Çocuğun derhal korunma altına alınmasını gerektiren bir durumla karşılaşılması halinde çocuk derhal SHÇEK
tarafından bakım ve gözetim altına alınır.
Kurum çocuğun kendisine teslim edildiği tarihten itibaren en geç 5 gün içinde çocuk hakimine başvurulur.Hakim 3
gün içinde karar verir. Bu kararla birlikte çocuğun bulunduğu yerin gizli tutulmasına yada kişisel ilişki kurulmasına
da karar verebilir.
Acil koruma kararı 30 günle sınırlıdır. Bu süre içinde kurumca çocuk hakkında sosyal inceleme yapılır.Kurum bu
incelemede çocuğa uygulanacak koruma şekillerini ve tedbir uygulanmasının şekil ve konumunu yasanın
öngördüğü ilkeler doğrultusunda hakime sunar.Hakim bu bilgileri değerlendirerek kararını verir.
Suça sürüklenen çocuklar;
Çocuk koruma yasası ile hakları korunan 2. grup çocuklar suça sürüklenen çocuklardır. Bu çocukları da yine 2
ana grupta inceleyebiliriz.
a)Suç işlediği sırada 12 yaşını doldurmamış yada 12 yaşını doldurmuş olmakla birlikte işlediği suçun anlam ve
sonuçlarını kavrayamayan ve 15 yaşını doldurmamış çocuklar
b)Suç işlediği sırada 12 yaşından büyük ve işlediği suçun anlam ve sonuçlarını kavrayan ve 15 -18 yaş arası
çocuklar
1. gruptaki çocuklara koruyucu ve destekleyici tedbirler uygulanır.Bunlar soruşturma ve kovuşturmaya tabi
tutulamazlar.Yasa bu tedbirleri çocuklara özgü tedbirler olarak tanımlamaktadır.
Genellikle bu tür çocuklara duruşma yapılmaksızın tedbir kararı verilir.Ancak hakim gerek görürse duruşmada
yapabilir.
Tedbir kararlarından önce idrak gücüne sahip çocuğun görüşü alınır.İlgililer dinlenir.Sosyal inceleme raporu
alınabilir.
Tedbir kararlarına taraflar itiraz edebilirler. İtiraz en yakın çocuk hakimine yapılır.
Soruşturma
Suça sürüklenen çocuğun soruşturması sadece görevli C. Savcıları tarafından yürütülür. Soruşturma sırasında
çocuğun avukatı hazır bulunur.Ayrıca sosyal hizmet uzmanı bulundurulabilir.
Hükmün açıklanmasının geri bırakılması
Çocuk daha önce kasıtlı bir suçtan mahkum olmamış ise,
Yeniden suç işlemeyeceği kanısı oluşmuş ise,
Çocuğun davranışları nedeniyle ceza hükmedilmesine gerek görülmeyen hallerde;
Kamunun yada mağdurun uğradığı zararın giderilmesi (ekonomik koşulları uygunsa koşulların gerçekleşmesi
halinde üst sınırı 3 yıla kadar hapis yada adli para cezası gerektiren fiillerde hükmün açıklanması 5 yıl süre ile
ertelenebilir.
Bu durumda çocuk 5 yıl süre ile denetimli serbestlik tedbirine tabi tutulur.Bu süre içinde çocuğun;
Eğitim kurumuna devam etmesine,
Belli yerlere gitmekten yasaklanmasına,
Belli yerlere gitmeye veya kişilerle ilişki kurmasına karar verilebilir.(yada başka bir yükümlülüğe)
UZLAŞMA
Suça sürüklenen çocuklarla ilgili olarak
Kovuşturulması veya soruşturulması şikayete bağlı
Kasten işlenen 15 yaşından küçükler için üst sınırı 2 yılı aşmayan hapis veya adli para cezasını gerektiren yada
taksirli suçlarda uygulanır.
TCK 31. maddesi fiili işlediği sırada 12 yaşını doldurmamış olan çocukların ceza sorumluluğu olmadığını kabul
etmiştir.Aynı madde çocuklara (12-18 yaş çocuklara ağırlaştırıcı müebbet hapis cezası verilemeyeceğini, 12-15
yıl arası hapis gerektiren hallerde 9-11 yıla kadar hapis verileceğini,diğer cezaların yarı oranında indirileceğini,
her fiile verilen cezanın 7 yıldan fazla olamayacağı hususları yer almıştır.
Çocukların cinsel istismarı;
Yeni TCK da bu başlıkla yer almıştır. Maddeye göre çocuğa cinsel istismarda bulunan 3-8 yıl arası hapis cezası
alır.
15 yaşından küçük yada kendisine karşı yapılan fiilin hukuki anlam ve sonuçlarını kavrayamayan çocuklara karşı
yapılan her tür cinsel davranış,
Diğer çocuklara karşı cebir şiddet-tehdit-hile veya iradeyi etkileyen başka bir nedene dayalı cinsel davranışlar bu
tanımın kapsamına girmektedir.
Bu suçun aile bireyleri üstsoy-2. ve 3. derecede kan hısımları üvey baba evlat edinen vasi eğitici-öğretici-bakıcı
sağlık hizmeti veren veya koruma ve gözetim yükümlülüğü bulunan diğer kişiler tarafından veya hizmet ilişkisinin
sağladığı nüfus kötüye kullanmak suretiyle bir veya birden çok kişi tarafından gerçekleştirilmesi halinde ceza yarı
oranında artırılır.
Koruma-gözetim yardım veya bildirim yükümlülüğü madde 97,
Yaşı veya hastalığı dolayısıyla kendini idare edemeyecek durumda olan bu nedenle kuruma ve gözetim
yükümlülüğü altında bulunan bir kimseyi kendi haline terk eden kişiye 3 aydan 2 yıla kadar hapis cezası verilir.
Terk nedeniyle, mağdur; hastalanmış, yaralanmış veya ölmüş ise ağırlaşmış suç hükümlerine göre ceza verilir.
Yardım veya bildirim yükümlülüğünü yerine getirmeyenler
Yaşı, hastalığı veya fiziksel durumu nedeniyle kendini idare edemeyecek durumda olan kimseye, hal ve koşulların
elverdiği ölçüde yardım etmeyen kişi, bir yıla kadar hapis yada adli para cezası ile cezalandırılırlar.
Ceza yargılamaları Kanunu:
Ceza yargılamaları yasası ile kendisine karşı suç işlenen çocuklara yönelik (mağdur konumunda) yeni haklar
tanınmıştır.(madde 234 ve devamı)
Avukatı yoksa kendisine Baro tarafından avukat atanması veya avukat atanmasını isteme:
Tanık sıfatıyla ifadesine başvurulurken;
Suçun etkisiyle psikolojisi bozulmuş çocuk bu suça ilişkin soruşturmada tanık olarak bir defa dinlenebilir.Bu tür
çocuklara dinlenirken psikoloji,psikiyatr tıp ve eğitim alanında uzmanlaşmış bir kişinin bulundurulması hükümleri
yer almıştır.
Türk Medeni Yasası ve küçüğün katılım hakkı
Yeni Medeni Yasasında çocuğun haklarının korunması yönünden hakime geniş takdir hakkı tanınmıştır.Çeşitli
tedbirlerle çocukların ve varsa mallarının korunması ilkesi getirilmiştir.
Bu yasanın paralelinde yürürlüğe giren Aile Mahkemeleri yasası ile çocuğun haklarının korunması sırasında
mahkeme yargıcına yol gösterecek önünü açacak uzman yardımı ve raporlarına yer verilmiştir.
Yine çocuk haklarının uygulanmasına yönelik Avrupa Sözleşmesi hükümleri uyarınca; velayet-vesayet-kişisel ilişki
evlat dinme gibi çocuğu birebir ilgilendiren davalarda, görüşüne saygı duyulması ve haklarının korunabilmesi için
özel temsilci atanması ilkeleri getirilmiştir.
Tüm bu bilgileri toparlayacak olursak 2000 yılından sonra yürürlüğe giren ve birbirini takip eden yasalar zinciri ile
çocuklarımızın hakları sözleşmedeki 4 temel ilke doğrultusunda korunmuştur.
Türk Yargısının bu konudaki en büyük esikliği bu yasaları uygulayan ve uygulatan hukukçu ve uzmanların çocuk
hakları konusunda gereken eğitimi almamış olmalarıdır.Bu nedenledir ki bu hükümler yeterince ve çocuğun
öncelikli yararı doğrultusunda uygulanmamaktadır.
EVLİLİK PROBLEMLERİ, SOSYAL VE FİZİKSEL ÇEVRE İLE ÇOCUK SAĞLIĞI ETKİLEŞİMİNDE SOSYAL
HİZMETLERİN ÖNEMİ
Doç. Dr. M. Metin DONMA*
Prof. Dr. Orkide DONMA **
Günümüzde teknolojinin ilerlemesi, beraberinde nüfus artışı, medya organlarının yaygınlaşması, her bireyin
insanoğlunun kullanımına sunulan olanaklardan yararlanma isteği, aileyi kuran bireylerin her ikisinin de çalışma
hayatına atılmalarını zorunlu hale getirmektedir. Bu bağlamda aileye yeni katılan bireyler eskiyle kıyaslandığında
çok daha değişik bir aile ortamında fiziksel ve zihinsel gelişimlerini tamamlamak durumunda kalmaktadırlar.
Bireylerin beklentilerine göre her gelir düzeyinde karşılaşılabilen geçim sıkıntısı ve tahammülsüzlük güzel
umutlarla kurulan bu sosyal çatının çökmesine ve bir sonraki nesil olarak adlandırılabileceğimiz çocuklarımızın,
kişiliklerini etkileyebilecek güçlü travmalarla bir anda yüz yüze kalmalarına neden olmaktadır. Bu nedenlere,
günümüzde giderek artan çevre kirliliği, beslenme ile ilgili doğru bilinen yanlışlar da katıldığında, ebeveynler ve
çocukların beraberce oluşturdukları ailelerin sosyal hizmetler ve desteklerden ne denli geniş kapsamlı biçimde
yararlanabilecekleri açıkça ortaya çıkar.
Aile oluşumundaki değişikliklerin çocuğun zihinsel, duygusal ve sosyal sağlığı üzerindeki etkileri günümüzde
üzerinde halen önemle durulan konulardır. Evde
hem annesi hem de babası ile yaşayan çocukların,
ebeveynlerinden yalnızca biri ile beraber yaşayan çocuklardan nasıl farklı oldukları araştırıldığında evli çiftlerin
yanlarında büyüyen çocukların yalnızca çocukluk çağında değil yetişkin olduklarında da zihinsel, sosyal ve
duygusal problemlerle çok daha az karşılaştıkları ifade edilmektedir. Kararlı bir aile yapısı içinde yetişen çocuklar,
daha yüksek bir yaşam standardına sahip olmakta, daha etkili bir biçimde korunup gözetilmekte, birlikte yaşama
ve çalışma deneyimi yaşamakta, duygusal olarak her iki ebeveyne de yakınlaşabilmekte, daha az stresli olay ya
da şartlarla karşılaşmaktadırlar. Evlilik problemlerinin adolesanlardaki uyumluluğu etkilediği, evlilikle ilgili sıkıntı ve
üzüntülerin evlilikteki anlaşmazlıklar kadar zararlı oldukları bildirilmektedir (2,8).
Ebeveynlerin ailede üstlendikleri görevlerle ilgili memnuniyetsizlikleri ne kadar fazla ise çocuğun umudu da o
kadar az olmaktadır. Uzmanlar yardımıyla, çocuklara bir amaç edinmelerinde ve bu amaçlarına ulaşabilmeleri
konusunda
stratejiler
kolaylaştırılabilmektedir.
geliştirmelerinde
yardımcı
olunarak,
onların
yaşama
umut
dolu
bakmaları
Uzmanların anne ve çocukları ziyaretleri de yararlı olabilmektedir. Bu tip programlar
*
Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı
T.C. Sağlık Bakanlığı, Süleymaniye Doğum, Kadın ve Çocuk Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, İstanbul
**
İstanbul Üniversitesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, İstanbul
özellikle, psikolojik açıdan alt düzeyde olan annelerin çocukları üzerinde yoğunlaşmalıdır. Bilindiği gibi anne ruh
sağlığı ile çocuğunki arasında doğrudan ve önemli bir ilişki söz konusudur (6,7,13,15,23).
Maternal depresyon ve evlilik ile ilgili anlaşmazlıklara tanık olan çocukların ilerideki yaşamlarında gözlenen akıl
sağlığı ile ilgili semptomlar
üzerindeki etkiler konusunda kız çocuklar ile erkek çocuklar arasında farklılıklar
görüldüğü saptanmıştır. Bu durumda, çocuklara yaklaşılırken cinsiyet farklılıkları da göz önünde tutulmalıdır (18).
Ebeveynlerden birinden daha az ilgi görmenin, yetişkinlikte artmış endişe, korku, huzursuzluk ve depresyon riski
ile beraber olduğu, daha çok sevgi ve ilgi görenlerde ise bu semptomların daha az olduğu bilinmektedir. Bununla
beraber, babanın daha fazla annenin ise daha az sevgi gösterdiği ailelerde çocuğun akıl sağlığının kötü olması
söz konusu olabilmektedir. Bu tip ailelerin bir takım problemleri olduğu, çiftler arasında duygusal problemlerin ve
çatışmaların yaşandığı, ebeveynlerin birbirlerine kötü davrandıkları, çiftlerin ayrı yaşadıkları ya da boşanmış
oldukları aileler oldukları ifade edilmektedir. Sonuç olarak, babanın daha fazla sevgi göstermesi her zaman daha
az huzursuzluk ya da depresyon riski anlamına gelmemektedir. Babanın anneden daha fazla sevgi dolu olduğu
ailelerde, aile problemlerinin daha fazla olması söz konusu olabilmektedir. Aile problemleri, babaların, çocuklarına
daha fazla ilgi göstermelerine yol açarken, annelerde ilgi azalması gözlenebilmektedir. Doğum sırasında babanın
sosyal sınıfının da çocukluk zekasının önemli belirleyicilerinden olduğu bildirilmiştir (19,20).
Ailenin komşuluk ilişkilerini geliştirmesi, çocuğun gelişimi açısından yararlı olabilmektedir. Komşuluk anlayışının
önemsenmediği ailelerin çocuklarının aşırı kilolu olma riskinde artış olduğu bildirilmiştir. Annelerin komşuluk
anlayışının çocukların televizyon izlemesi üzerinde etkili olduğu, bu anlayışın az olduğu ailelerde çocukların çok
daha fazla televizyon izlediği gözlenmiştir. Bu durumun, son yılların en önemli sağlık problemlerinden olan obesite
üzerinde etkili olduğu da rapor edilmiştir. Çocuklardaki klinik olarak anlamlı davranış problemleri ile aşırı kilo
arasında bir ilişkiden söz edilmektedir (5,10,11,21,22).
Aile, akrabalar ve arkadaşlar arasındaki fikir ayrılıkları da akıl sağlığının bozulmasına yol açabilmektedir. Özellikle
kardeşler arasındaki anlaşmazlıklar, ebeveynler ile çocuk arasındaki çekişmelerden daha güçlü bir biçimde akıl
sağlığı hakkında önceden fikir verebilen etkenlerden birini oluşturmaktadır (3).
Bir çok durumda boşanma kaçınılmaz olduğu için, boşanmış çiftlerin çocuklarının yaşadığı psikolojik travmanın en
aza indirilmesi için yollar aranması ve çözümlerin bulunması önemlidir. Çocuklar önünde kavga edilmemeli,
sonraki yaşam sistematik bir biçimde planlanmalı, çocuğun hem anne hem de baba ile güçlü ve sağlıklı ilişkiler
kurması ve bu ilişkileri sürdürmesinin sağlanması amaçlanmalı, gerekirse bu konuda bir uzmanın danışmanlığına
başvurulmalıdır (4).
Boşanmamış çiftlerinki ile kıyaslandığında, boşanmış çiftlerin çocuklarının daha fazla akıl sağlığı problemleri
olmakta, bu çocuklar okulu bırakma vb sorunları daha fazla yaşamaktadırlar. Bu problemler, planlanan
anne+çocuk programları ile çözülmeye çalışılmaktadır. Ebeveynler ile yapılan görüşmelerde, boşanma sürecinde
geçen zamanın kalitesinin artırılması ve boşanmanın aile üzerindeki potansiyel olarak yıkıcı etkilerinin
iyileştirilmesi için hukuk sisteminde reformların en iyi nasıl yapılandırılabileceği konularında değerli görüşler
sağlandığı bildirilmektedir. Çocuğun kendini güvende ve daha az yalnız hissetmesi, ebeveynleri ile iletişiminin
sürdürülmesi için çocuğun arzuları önemsenmelidir. Boşanma sürecinin psikolojik ve hukuki yönleri hakkında,
çocuğun yaşına uygun açıklamalar yapılarak çocuğun olumlu bir biçimde düzene uyum sağlaması sağlanabilir ve
akıl sağlığı desteklenebilir (24,25,27).
Aile bireyleri arasındaki etkileşimin çocukların davranışları üzerine etkilerinin incelendiği bir çalışmada, ebeveynler
arasındaki iyi etkileşimin ve açıklığa kavuşturulmuş aile sınırlarının çiftlerin ayrı yaşamaları sırasında ya da
boşanmaları sonrasında çocuğun akıl sağlığını koruyan faktörler oldukları sonucuna varılmıştır (26).
Prematüre bebeklerin ebeveynleri; genellikle bebeklerinin tıbbi açıdan yara almış olduklarını düşünürler.
Ebeveynlerin hissettikleri çocuklarının incindiği düşüncesinin
prematüre bebeklerdeki kötü gelişme ile
beraberliğinin olup olmadığı araştırıldığında, ebeveynlerdeki bu düşüncenin yoğunluğu ile çocukların şartlara
uyum sağlayamayışı ve kötü gelişimi arasındaki ilişkinin gerçekte hiçbir biçimde tıbbi açıdan yaralanma belirtisi
olmayan çocuklarda çok yüksek olduğu gözlendi. İlk doğum sonrasındaki doğumlar, uzun süre hastanede kalma,
annenin endişeli oluşu, annenin iyimser olmayışı, yaşam memnuniyetsizliği, düşük sosyal destek gibi faktörler,
ebeveynlerde çocuklarının tıbbi açıdan yaralandığı düşüncesinin yoğun olacağını önceden haber veren
özelliklerdir. Annenin bu düşüncesinin prematüre bebekleri üzerindeki kötü etkilerini azaltmaya ve arzu edilmeyen
sonuçları önlemeye yönelik girişimler ile bu tip annelere yardım programları düzenlenebilir (1).
Beslenme ve çevre kirliliğinin etkileri de çocuk ve anne sağlığı açısından gözardı edilemez. Çevre kirliliğinin
direkt sağlık üzerine etkilerinin yanısıra günümüzde yararlı yanları ön plana çıkarılarak bolca tüketilmeleri tavsiye
edilen gıdalar üzerindeki zararlı etkileri de
üzerinde yeterince durulması gereken
danışmanlık hizmeti verebileceği çok önemli konulardır
ve sosyal hizmetlerin
(9,12,16,17)
.
Sonuç olarak, çocuklar geleceğin yapı taşlarıdır. Olabildiğince sorunsuz aileler güzel bir gelecek için zorunludur.
Kültürümüzün bir bölümünü oluşturan dayanışma, aileyi kuran bireylerin en fazla üzerinde durması gereken bir
konu olmalı, aile bireyleri kolay
yol olan yıkmayı değil biraz fedakarlık ve hoşgörü gerektiren yapmayı
seçmelidirler. Sosyal, psikolojik, tıbbi, teknik konularda yardım alabilecekleri kurumlar teşkilatlandırılmalı ve bu
kurumlarda da danışmanlık hizmeti verebilecek uzmanlar bulundurulmalıdır. Doğum öncesi ve sonrasında anne
ve çocuk, çiftlerin dayanışma ve sevgi içinde olabildikleri ortamlarda yaşamlarını sürdürebilmeli; beslenme,
sorunlu gebelikler vb
(14)
çevre kirliliği ile ilgili olabilen çocuğun fiziksel, sosyal ve zihinsel gelişimlerini etkileyen
önemli konular derinlemesine araştırılmalıdır. Koruyucu, önleyici sosyal hizmetlerin, aile büyükleri ile bir arada
yaşama kültüründen uzaklaşmış, günümüzün çekirdek ailelerine verebilecekleri çok fazla destek olduğuna kesin
gözü ile bakılabilir.
KAYNAKLAR
1. Allen EC, Manuel JC, Legault C, Naughton MJ, Pivor C, O'Shea TM. Perception of child vulnerability among
mothers of former premature infants. Pediatrics 113:267-73, 2004.
2. Amato PR. The impact of family formation change on the cognitive, social, and emotional well-being of the
next generation. Future Child 15:75-96, 2005.
3. Bassuk EL, Mickelson KD, Bissell HD, Perloff JN. Role of kin and nonkin support in the mental health of lowincome women. Am J Orthopsychiatry 72:39-49, 2002
4. Bernet W. Child custody evaluations. Child Adolesc Psychiatr Clin N Am 11:781-804, 2002.
5. Burdette HL, Whitaker RC. A national study of neighborhood safety, outdoor play, television viewing, and
obesity in preschool children. Pediatrics 116:657-62, 2005.
6. Connelly TW Jr. Family functioning and hope in children with juvenile rheumatoid arthritis. MCN Am J Matern
Child Nurs 30:245-50, 2005.
7. Craig EA. Mental illness in women who have young children: current literature. Aust J Midwifery 16:5-9, 2003.
8. Cui M, Conger RD, Lorenz FO. Predicting change in adolescent adjustment from change in marital problems.
Dev Psychol 41:812-23, 2005.
9. Donma M, Donma O. Arsenic and nickel: Unavoidable constituents of our everyday diet. Med Hypotheses 66:
681, 2006.
10. Donma MM. Effects of dietary habits and physical activity on weight in 4 to 12 years old children. (OP)
9th
World Congress on Clinical Nutrition, Abstract Book 91, 24- 26 June 2002, London, United Kingdom.
11.
Donma MM, Donma O. Obesity, children, youth and media. (OP) 2nd
International Children and
Communication Congress, April 4-6, 2005, İstanbul University, İstanbul.
12. Donma MM, Donma O. Phytonutrients and Children : The other side of the medallion. Food Res Int 38: 68192, 2005.
13. Donma MM, Donma O, Sonmez S. What is the contribution of breast feeding to maternal mental health? Is it
important? Program and Abstract Book pp. 58-9, 2nd Annual International Mental Health at the Institute of
Psychiatry Conference Aug 31 – Sept 2 2005, King’s College London, London, United Kingdom.
14. Donma MM, Savan K, Donma O, Yıldırım A. Environmental factors, preterm delivery and low birth weight
infants in southeastern Turkey. International Symposium on Children’s Health and Environment, Proceedings &
Abstracts P-19, 18-20 October 2002, Cerrahpaşa Medical Faculty, İstanbul. (Publication of Turkish Medical
Association and Association of Physicians for the Environment, pp. 78-84).
15.
Donma MM, Sonmez S, Unver A, Sacan MT, Yavuz P, Erenel S, Algan Z, Yorulmaz E, Donma O.
Macrominerals and trace elements in preeclampsia: A risk factor for schizophrenia? Program and Abstract Book
pp. 55, 2nd Annual International Mental Health at the Institute of Psychiatry Conference Aug 31 – Sept 2 2005,
King’s College London, London, United Kingdom.
16. Donma O, Donma MM. Cadmium, lead and phytochemicals. Med Hypotheses 65: 699-702, 2005.
17. Donma O, Donma MM. Dietary metals, phytochemicals and cancer. J Nutr 133: 3866S, 2003.
18. Essex MJ, Klein MH, Cho E, Kraemer HC. Exposure to maternal depression and marital conflict: gender
differences in children's later mental health symptoms. J Am Acad Child Adolesc Psychiatry 42:728-37, 2003.
19. Jorm AF, Dear KB, Rodgers B, Christensen H. Interaction between mother's and father's affection as a risk
factor for anxiety and depression symptoms--evidence for increased risk in adults who rate their father as having
been more affectionate than their mother. Soc Psychiatry Psychiatr Epidemiol 38:173-9, 2003.
20. Lawlor DA, Batty GD, Morton SM, Deary IJ, Macintyre S, Ronalds G, Leon DA. Early life predictors of
childhood intelligence: evidence from the Aberdeen children of the 1950s study. J Epidemiol Community Health
59:656-63, 2005.
21. Lumeng JC, Appugliese D, Cabral HJ, Bradley RH, Zuckerman B. Neighborhood safety and overweight status
in children. Arch Pediatr Adolesc Med 160:25-31, 2006.
22. Lumeng JC, Gannon K, Cabral HJ, Frank DA, Zuckerman B. Association between clinically meaningful
behavior problems and overweight in children. Pediatrics 112:1138-45, 2003.
23. Olds DL, Robinson J, Pettitt L, Luckey DW, Holmberg J, Ng RK, Isacks K, Sheff K, Henderson CR Jr. Effects
of home visits by paraprofessionals and by nurses: age 4 follow-up results of a randomized trial. Pediatrics
114:1560-8, 2004.
24. Pruett KD, Pruett MK. "Only God decides": young children's perceptions of divorce and the legal system. J Am
Acad Child Adolesc Psychiatry 38:1544-50, 1999.
25. Pruett MK, Jackson TD. Perspectives on the divorce process: parental perceptions of the legal system and its
impact on family relations. J Am Acad Psychiatry Law 29:18-28, 2001.
26. Taanila A, Laitinen E, Moilanen I, Jarvelin MR. Effects of family interaction on the child's behavior in singleparent or reconstructed families. Fam Process 41:693-708, 2002.
27. Wolchik SA, Sandler IN, Millsap RE, Plummer BA, Greene SM, Anderson ER, Dawson-McClure SR, Hipke K,
Haine RA. Six-year follow-up of preventive interventions for children of divorce: a randomized controlled trial.
JAMA 288:1874-81, 2002.
AİLENİN KORUNMASI VE DESTEKLEMESİNDE VE AİLE İLE İLGİLİ SOSYAL HİZMETLERDE UYGULAMALI
SOSYOLOJİNİN KATKI VE İŞLEVLERİ
Doç. Dr. Vehbi BAŞER*
Bu bildiride, aile sorunlarının ve bu bağlamda aile bireylerinin karşılaştıkları güçlük ve sorunların aşılmasında
uygulamalı sosyolojinin ne tür katkıları olabileceği ve bu alandaki çalışmalarda ne tür işlevler üstlenebileceği
tartışılmaktadır.
Ailenin yapı ve işlevlerinde modernleşme çerçevesinde meydana gelen köklü dönüşümler, kabaca “geniş aileden
çekirdek aileye geçiş” süreci olarak betimlenmektedir. Türkiye’de, hukuksal ve siyasal modernleşme çabaları ile
başlayan aile alanındaki dönüşümler, sadece dar anlamda ailesel rol ve ilişkiler ile sınırlı değildir. Siyasal,
ekonomik ve kültürel alanlarda, doğrudan aile ile ilgili olmayan makro dönüşümler yanında, bu alanlardaki
yetersizlikler, artan işsizlik, yoksulluk gibi makro sorunlar, ailenin yapı ve işleyişi üzerinde bir dizi dışsallıklar
yaratmaya devam etmektedir. Bu bağlamda, aile alanında bir pastiş oluşturan geleneksel beklentilerle modern
*
Balıkesir Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü
beklentiler, ailede gerginliklere, uzlaşmazlıklara, çelişki ve çatışmalara ve hatta ailenin dağılmasına ve aile
bireylerinin bir dizi ardıl sorunlarla yüz yüze gelmesine yol açmaktadır.
Aile sorunlarının giderek ağırlaşması karşısında, anayasal ve diğer yasal düzenlemelere ilaveten ailenin
korunması 1998’de çıkarılan 4320 Sayılı Kanun ile bir kamu görevi haline gelmiştir. Türkiye’de doğrudan ya da
dolaylı olarak ailede yaşanan bu sorunlarla ilgili hizmet veren çeşitli meslekler bulunmaktadır. Bu mesleklerde,
ailesel sorunların aile grubu ya da aile bireyleri ile sınırlı ve daha ziyade psikolojik, sosyal psikolojik, eğitsel ve/ya
da psiko-terapik psikiyatrik tarzlarda tanımlanıp teşhis edildiği ve uygulanan koruyucu, destekleyici hizmetlerin de
geniş ölçüde bu yaklaşımlar tarafından karakterize edildiği söylenebilir. Oysa, ailenin sosyal bir kurum, ailelerin
sosyal gruplar ve sosyal aktörler olarak aile bireyleri arasındaki ilişkilerin de sosyo-kültürel yapı ve değişim
zemininde şekillendiği göz ardı edilemez. Ailedeki gerilim ve çatışmalar, sadece aile bireylerinden ya da o ailedeki
o bireylerin sadece psişik/psikiyatrik anlamda sorunlu olmasından kaynaklanmaz. Hatta aksine, çoğu durumda,
ailesel sorunlar, sosyo-kültürel yapı ve işleyişten, toplumdaki değişim ve gerilimlerden kaynaklanması nedeniyle,
“uygulamalı sosyoloji”lerin sorun alanında yer alır.
“Uygulamalı sosyoloji” (applied sociology), sosyal sorunların tanımlanmasında, çözüm için izlenen yol ve
yöntemler ile kullanılan araçlarda, çözümlerin etkinliğinin saptanması ve geliştirilmesinde sosyolojik bilgi birikimi
ve yöntembilimden yararlanılması, kısaca sorun-çözmede sosyolojinin kullanılması anlamına gelmektedir.
Günümüz dünyasında bir hayli gelişme göstermiş olan ve endüstri, kentleşme, sağlık, halkla ilişkiler, kitle iletişimi
gibi alanlarda olduğu kadar, aile alanında da uygulamanın bizzat içinde yer alarak katkıda bulunan uygulamalı
sosyoloji, ülkemizde yeni gelişmeye başlamış bir alandır. Türkiye’de aile alanındaki meslek mensuplarının
yetiştirilmesinde, sosyoloji dersleri sadece giriş düzeyinde kalmakta; ne eğitimde uygulamalı sosyolojiden ne de
aileye dönük hizmetlerde uygulamalı sosyologlardan yararlanılmaktadır.
Bu bildirinin amacı, Türkiye’de ailede yaşanan sorunların ve bu bağlamda bireylerin ailesel problemlerinin,
bunların kaynaklarının ve çözümünde izlenen yöntemlerin saptanmasında, daha etkin yeni çözüm yöntem ve
araçlarının geliştirilmesinde uygulamalı sosyolojinin katkıda bulunup işlev görme olanaklarının irdelenmesidir.
Anahtar sözcükler
uygulamalı sosyoloji
: ailesel sorunlar, aile hayatında beklentiler, ailenin korunması, aile hizmetlerİ,
GÖÇ EDEN AİLELERİN İLKOKULA GİDEN ÇOCUKLARININ SOSYAL UYUM VE BECERİLERİNİN İNCELEMESİ
Uzm. Şehnaz CEYLAN*
Uzm. Münevver CAN YAŞAR*
Prof. Dr. Esra ÖMEROĞLU*
Yrd. Doç. Dr. Adalet KANDIR*
ÖZET
Göç olgusu, toplumsal değişimin göstergelerinden biridir. Bir ülkenin sanayileşme ve kentleşme oranı
modernleşme süreci ile belirginleşmektedir. Endüstrinin gelişmesine paralel olarak ortaya çıkan kentleşme
olgusu ekonomik ve sosyal yapıdaki değişimlerde ifadesini bulur. Endüstriyel gelişme sonucu kentlerde ortaya
çıkan işgücü ihtiyacı, köyden kente göçün başlıca nedenini oluşturur. Köyden kente göç, sanayileşmenin bir
gereği olduğu kadar modernleşme sürecinin bir simgesi olarak da değerlendirilmektedir.
Kente göç eden aile üyeleri, bildikleri çevre ve ilişkilerden kopar, sosyal rollerini kaybederler. Ait olma, yeterlilik
ve denetim duygularından uzaklaşırlar. Bütün bu olumsuzluklar, uyum sorunlarını da beraberinde getirir. Kente
uyum sürecinde yaşanan tüm olumsuzluklar öncelikle ve özellikle çocukların gelişimlerini ve buna bağlı olarak
sosyal
uyumlarını etkiler.
Bu
nedenle,
göç
eden
ailelerin
çocuklarının sosyal
uyumlarının
kente
entegrasyonlarında önemli rol oynadığı düşünülmektedir.
Bu araştırma, göç eden ailelerin ilköğretim çağındaki çocuklarının sosyal uyum becerilerinin incelenmesi
amacıyla planlanmıştır. Çocukların sosyal uyum sorunlarının ortaya konularak, çözümleri üzerinde durulması,
onların sağlıklı kişilik özellikleri geliştirmesi yönünden büyük önem taşımaktadır.
Araştırmanın evrenini, Bursa ili merkez ilçelerindeki 1.-3.-5. sınıf öğrencilerinin öğretmenleri ve anne babaları
oluşturmaktadır. Örneklemi ise, tabakalı örneklem seçim tekniğine göre Bursa ili ve merkez ilçelerde en fazla göç
alan bölgelerde bulunan ilköğretim okullarına devam eden 1.-3.-5. sınıf çocuklarının öğretmenleri ve anne
babaları oluşturmaktadır.
Araştırmada veri toplama aracı olarak, araştırmacılar tarafından geliştirilen Kişisel Bilgi Formu ve “Sosyal Uyum
ve Beceri Ölçeği” kullanılmıştır.
Sonuç olarak, çocukların sosyal uyum ve becerilerine ilişkin bilgileri incelendiğinde; anne babalar ile
öğretmenlerin çocukların sosyal uyum ve becerilerine ilişkin algıları arsında anlamlı bir farklılığın olmadığı ortaya
koyulmuştur.
*
G.Ü. Mesleki Eğitim Fakültesi Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Bölümü
G.Ü. Mesleki Eğitim Fakültesi Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Bölümü
*
G.Ü. Mesleki Eğitim Fakültesi Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Bölümü
*
G.Ü. Mesleki Eğitim Fakültesi Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Bölümü
*
Göç eden ve etmeyen ailelerin çocuklarının sosyal uyum ve becerilerini öğretmen ve anne babaların algıları
arasında faktör 1 ve faktör 2 düzeyinde istatistiksel açıdan anlamlı bir farklılık bulunmuştur. Ancak faktör 3
düzeyinde anlamlı bir farklılığa rastlanmamıştır.
Göç eden ailelerde 30- 34 yaş grubu annelerin 35 yaş ve üzeri yaş grubundaki annelere göre çocuklarının sosyal
uyum ve becerilerine dair algılarının istatistiksel olarak farklılık gösterdiği, babaların yaşlarının ise anlamlı bir
farklılık yaratmadığı bulunmuştur.
Anne ve babaların eğitim durumunun yüksek olması çocukların sosyal uyum ve becerilerinde özellikle faktör 1 ve
faktör 2 düzeyinde anlamlı bulunmuştur.
Öğretmen ve anne babaların aile yapısına göre, çocukların sosyal uyum ve becerileri ile ilgili algıları anlamlı bir
farklılık göstermemiştir.
Genel ve faktör boyutunda “iş bulma” amacıyla göç eden ailelerin çocuklarının sosyal uyum becerileri anne baba
ve öğretmenleri tarafından daha düşük olarak nitelendirilmiştir.
Göç eden ailelerin memlekete gitme durumlarının ve gitme sıklıklarının çocukların sosyal uyum ve becerileri
üzerinde etkili olmadığı saptanmıştır.
Göç eden ailelerden kendilerini kentli olarak kabul etmeyenler, çocuklarının sosyal uyumsuzluklarının daha düşük
düzeyde olduğunu değerlendirmiştir.
Göçten pişmanlık duymayan ailelerin çocuklarının sosyal uyum ve becerileri anne-baba ve öğretmenleri
tarafından daha olumlu olarak değerlendirilmiştir.
Araştırmada tespit edilen sonuçlar doğrultusunda ailelere, öğretmenlere ve eğitimcilere gerekli öneriler
sunulmuştur.
Anahtar Kelimeler: Göç, sosyal uyum, sosyal beceri ve ilköğretim.
GİRİŞ
Toplumsal yaşam, bireylerin ortak sorunlarını birlikte çözebilme gereksinimi nedeniyle oluşmuştur. Toplumların
ekonomik, sosyal, kültürel ve yönetsel gereksinimlerini
karşılamaları, bireylerin birbirleri ile etkileşim halinde
olmaları sonucunda gerçekleşir. Toplumlar, dinamik yapılardır ve değişim en önemli özelliklerindendir.
Göç olgusu, toplumsal değişimin göstergelerinden biridir. Bir ülkenin sanayileşme ve kentleşme oranı
modernleşme süreci ile belirginleşir. Endüstrinin gelişmesine paralel olarak ortaya çıkan kentleşme olgusu
ekonomik ve sosyal yapıdaki değişimlerde ifadesini bulur.Endüstriyel gelişme sonucu kentlerde ortaya çıkan
işgücü ihtiyacı, köyden kente göçün başlıca nedenini oluşturur. Köyden kente göç, sanayileşmenin bir gereği
olduğu kadar modernleşme sürecinin bir simgesi olarak da değerlendirilmektedir.
Göç olgusunu gerçekleştiren bireyler, kentli olmayan gruplar içerisinde değerlendirilmekte, çözüm de onların kente
entegrasyonunda görülmektedir. Kente entegrasyon ise göç edenlerin uyum yeteneği ile doğru orantılıdır.
Kente göç eden aile üyeleri, bildikleri çevre ve ilişkilerden kopar, sosyal rollerini kaybederler. Ait olma, yeterlilik ve
denetim duygularından uzaklaşırlar. Bütün bu olumsuzluklar, uyum sorunlarını da beraberinde getirir. Kente uyum
sürecinde yaşanan tüm olumsuzluklar öncelikle ve özellikle çocukların gelişimlerini ve buna bağlı olarak sosyal
uyumlarını etkiler.
Bu nedenle, göç eden ailelerin çocuklarının sosyal uyumlarının kente entegrasyonlarında önemli rol oynadığı
düşünülmektedir.
ARAŞTIRMANIN AMACI VE ÖNEMİ
Göç sonucu çocuklar, yeni bir doğal ve toplumsal çevre ile karşı karşıya kalmaktadırlar. Çocukların göç nedeniyle
uyum sürecinde yaşadıkları sosyo-kültürel dezavantajlar onların kişilik gelişimleri üzerinde kalıcı izler
bırakabilmektedir. Çocuklar kendilerini olumsuz dış etkilerden koruyamayacak yaşta olduklarından, göçten çok
yönlü etkilenmektedirler.
Çocukların yaşadığı güvensizlik, kaygı ve çaresizlik duygularının, onların sosyal uyumlarında önemli rol oynadığı
düşünülmektedir. Çünkü göç, var olan sorunlara yeni sorunlar ekleyen bir olgudur. Buna rağmen, dünyada ve
ülkemizde bu konu üzerinde yoğunlaşmış az sayıda araştırma bulunmaktadır. Çalışmaların büyük bir bölümü,
yetişkinlerin kente uyumu ya da göçün çocukların fiziksel gelişimleri üzerine etkilerine yöneliktir.
Bu nedenle, bu araştırma göç eden ailelerin ilköğretim çağındaki çocuklarının sosyal uyum becerilerinin
incelenmesi amacıyla planlanmıştır. Çocukların sosyal uyum sorunlarının ortaya konularak, çözümleri üzerinde
durulması, onların sağlıklı kişilik özellikleri geliştirmesi yönünden büyük önem taşımaktadır.
YÖNTEM
Bu araştırma, göç etme durumuna bağlı olarak ilköğretim çağında çocuğu olan anne babaların ve öğretmenlerin
çocukların sosyal uyum ve becerilerine ilişkin görüşlerini ortaya koyduğundan yapılan çalışma betimsel nitelikte
olup, tarama modeli tipindedir.
Çalışma verileri; aileler ve öğretmenler için araştırmacılar tarafından geliştirilen anket ve Sosyal Uyum ve Beceri
Ölçeği ile toplanmıştır.
Geliştirilen anket iki bölümden oluşmaktadır; birinci bölümde; aileye ilişkin kişisel bilgilerini içeren sorular, ikinci
bölümde ise ailenin göçe ilişkin bilgilerini içeren sorular yer almaktadır.
Sosyal Uyum ve Beceri Ölçeği” ise, üç faktör ve toplam 32 maddeden oluşmaktadır. Faktör 1 de Sosyal Uyum’a,
Faktör 2’de Sosyal Uyumsuzluk’a, Faktör 3 de Sınırlı Sosyal Uyum’a ilişkin maddeler yer almaktadır.
Ölçeğin geçerlik ve güvenirlik çalışması Sosyal Uyum ve Beceri Ölçeği Ömeroğlu ve Kandır (2004) tarafından
geliştirilmiş olup, ölçeğin Alpha değeri toplamda .90 düzeyindedir. Bu da ölçeğin güvenirliğinin oldukça
olduğunu göstermektedir.
Evren ve Örneklem Seçimi
yüksek
Bu araştırma Türkiye’nin en fazla göç alan sanayi kentlerinden birisi olan Bursa ilinde yapılmıştır. Araştırmanın
evrenini Bursa ili merkez ilçelerindeki 1-3-5. sınıf öğrencilerinin öğretmenleri ve anne babaları oluşturmaktadır.
Örneklem seçiminde tabakalama yöntemi kullanılmıştır. Örneklem, kente göçle gelen ve yerleşik olan toplam 167
çocuk ve bu çocukların anne - babaları ile öğretmenlerinden oluşmuştur.
Verilerin Toplanması
Milli Eğitim Bakanlığı İlköğretim Genel Müdürlüğü’nden gerekli izinler alındıktan sonra,
Bursa İl Milli Eğitim
Müdürlüğü’nün eğitim birimindeki görevli kişiler aracılığı ile veriler toplanmıştır.
Verilerin Analizi
Anne babaya ilişkin bilgiler frekans ve yüzde dağılımları tablolar şeklinde verilmiştir. Öğretmen ve anne babaların
çocukların sosyal uyum ve beceri algıları arasında, göç etme durumuna göre
sosyal uyum ve beceri ölçeği
puanları arasında farklılık olup olmadığı t-testi ile analiz edilmiştir.
Çocukların sosyal uyum ve beceri ölçeği puanlarında anne ve babanın yaşının, eğitim durumunun, nereden göç
edildiğinin, etkili olup olmadığı Kruskal-Wallis testi ile değerlendirilmiştir.
Çocukların sosyal uyum ve beceri ölçeği puanlarında aile yapısının, memlekete gidiş durumunun, gidiş sıklığının,
ailenin kendini kentli olarak kabul etme durumunun, göçten pişmanlık duyma durumunun etkili olup olmadığı
Mann-Whitney testi ile analiz edilmiştir.
BULGULAR VE TARTIŞMA
Araştırma verilerinin analizi sonucunda elde edilen sayısal verileri göstermek amacıyla tablolarda düzenlenmiştir.
Sayısal veriler üç bölümde toplanmıştır; Birinci bölümde aileye ilişkin kişisel bilgiler, İkinci bölümde çocuğa ilişkin
kişisel bilgiler, Üçüncü bölümde çocukların sosyal uyum ve becerilerine ilişkin bilgiler yer almaktadır.
A. Aileye İlişkin Kişisel Bilgiler
Tablo 1. Aileye İlişkin Kişisel Bilgilerin Dağılımı
Kişisel
Bilgiler
Ailedeki Kişi
Sayısı
Ailede
Yaşayan
Bireyler
Göç Etme Durumu
Grup
Evet
Hayır
Toplam
n
%
n
%
n
%
2–3
20
17,4
12
24
32
19,4
4–5
66
57,4
29
58
95
57,6
6–7
29
25,2
9
18
38
23
Var
114
99,1
48
92,3
162
97
Yok
1
0,9
4
7,7
5
3
Var
112
97,4
45
86,5
157
94
Yok
3
2,6
7
13,5
10
6
Anne
Baba
Var
98
85,2
40
76,9
138
82,6
Yok
17
14,8
12
23,1
29
17,4
Var
30
26,1
8
15,4
38
22,8
Yok
85
73,9
44
84,6
129
77,2
Var
27
23,5
11
21,2
38
22,8
Yok
88
76,5
41
78,8
129
77,2
Var
6
5,2
5
9,6
11
6,6
Yok
109
94,8
47
90,4
156
93,4
Var
5
4,3
4
7,7
9
5,4
Yok
110
95,7
48
92,3
158
94,6
Var
1
0,9
4
7,7
5
3
Yok
114
99,1
48
92,3
162
97
Var
4
3,5
4
7,7
8
4,8
Yok
111
96,5
48
92,3
159
95,2
Var
3
2,6
4
7,7
7
4,2
Yok
112
97,4
48
92,3
160
95,8
Var
1
0,9
3
5,8
4
2,4
Yok
114
99,1
49
94,2
163
97,6
29 ve altı
22
19,1
18
36
40
24,2
30 – 34
55
47,8
22
44
77
46,7
35 ve üstü
38
33
10
20
48
29,1
29 ve altı
12
10,5
5
10,4
17
10,5
30 – 34
50
43,9
21
43,8
71
43,8
35 ve üstü
52
45,6
22
45,8
74
45,7
Annenin
İlkokul ve altı
56
50
31
62
87
53,7
Eğitim
Ortaokul
23
20,5
5
10
28
17,3
Durumu
Lise ve üstü
33
29,5
14
28
47
29
Babanın
İlkokul ve altı
33
30,3
17
34,7
50
31,6
Eğitim
Ortaokul
21
19,3
12
24,5
33
20,9
Durumu
Lise ve üstü
55
50,5
20
40,8
75
47,5
Ebeveynin
Anne
Çalışıyor
52
53,6
16
34,8
68
47,6
Çalışmıyor
45
46,4
30
65,2
75
52,4
Kardeş
Babaanne
Dede
Anneanne
Amca
Teyze
Dayı
Hala
Diğer
Annenin
Yaşı
Babanın
Yaşı
Çalışma
Çalışıyor
96
92,3
39
83
135
89,4
Çalışmıyor
8
7,7
8
17
16
10,6
Ücretli çalışan
52
81,3
13
81,3
65
81,3
Serbest
12
18,8
3
18,8
15
18,8
Ücretli çalışan
85
76,6
36
75
121
76,1
Serbest
26
23,4
12
25
38
23,9
6 – 10
31
27,2
23
44,2
54
32,5
11 – 15
52
45,6
14
26,9
66
39,8
16 ve üstü
31
27,2
15
28,8
46
27,7
Durumu
Baba
Çalışan
Annenin
Mesleği
Çalışan
Babanın
Mesleği
Evlilik
Süresi
Çekirdek aile
80
70,8
39
78
119
73
Geniş aile
33
29,2
11
22
44
27
Ailedeki
Bir
17
14,8
11
21,6
28
16,9
Çocuk
İki
67
58,3
25
49
92
55,4
Sayısı
Üç ve üstü
31
27
15
29,4
46
27,7
Aile Yapısı
Tablo 1’de ailelerindeki kişi sayısı sorulmuş ve göç eden ve etmeyen ailelerden alınan yanıtlar yüzdelere
çevrilerek tabloda verilmiştir. Buna göre; göç eden ailelerin %17.4’ü ailelerinde 2-3 kişinin, %57.4’ü 4-5 kişinin,
%25.2’si 6-7 kişinin yer aldığını belirtmiştir. Buna karşılık; göç etmeyen ailelerin %24’ü ailelerinin 2-3 kişiden,
%58’i 4-5 kişiden, %18’i 6-7 kişiden oluştuğunu ifade etmiştir. Elde edilen veriler ışığında göç eden ve göç
etmeyen ailelerin ortalama 4-5 kişiden oluştuğu söylenebilir. Ailedeki kişi sayısının ardından katılımcılardan ailede
yaşayan bireyleri belirtmeleri istenmiştir. Göç eden ailelerin %99.1’i anne, %97.4’ü baba, %85.2’i kardeş, %26.1’i
babaanne, %23.5’i dede, %5.2’si anneanne, %4.3’ü amca, %0.9’u teyze, %3.5’i dayı ve %2.6’sı ise halayla
birlikte yaşadıklarını belirtmiştir. Bununla birlikte; göç etmeyen ailelerin %92.3’ü anne, %86.5’i baba, %16.9’u
kardeş, %15.4’ü babaanne, %21.2’si dede, %9.6’sı anneanne, %7.7’si amca, %7.7’si teyze, %7.7’si dayı, %7.7’si
hala ile birlikte yaşadığını ifade etmiştir. Ailelerin yapısı incelendiğinde, göç eden ailelerin %70.8’inin çekirdek aile,
% 29.2’sinin ise geniş aileden oluştuğu görülmektedir. Diğer taraftan göç etmeyen ailelerin %78’i çekirdek aile,
%22 ise geniş aile yapısına sahiptir. Anne ve babaların yaşları sorulduğunda göç eden ailelerde annenin yaşının
büyük ölçüde 30 ve üstü yaş grubunda yer aldığı görülmektedir. Göç eden ailelerin %19.1’inde anne 29 yaş ve
altında, %47.8’i 30-34 yaşları arasında, %33’ü ise 35 ve üstü yaş grubundadır. Göç etmeyen ailelerde ise
annelerin %36’sı 29 yaş ve altında, %44’ü 30-34 yaşları arasında, %20’si ise 35 ve üstü yaş grubunda yer
almaktadır. Aynı şekilde göç eden ailelerin %10.5’inde babanın 29 yaş ve altında, %43.8’inin 30-34 yaşları
arasında, % 45.8’inin ise 35 ve üstü yaş grubunda yer aldığı görülmüştür. Ailelere eğitim düzeyleri sorulduğunda,
göç eden ailelerin %50’sinde annelerin ilkokul ve altı, %20.5’inin ortaokul, %29.5’inin de lise ve üstü eğitim
düzeyine sahip olduğu bulunmuştur. Göç etmeyen ailelerde ise, annelerin %62’si ilkokul ve altı, %10’u ortaokul,
%28’i ise lise ve üstü eğitim düzeyine sahiptir. Babaların eğitim düzeyi sorulduğunda, göç eden ve göç etmeyen
ailelerin tümünde babaların eğitim düzeylerinin annelere göre daha yüksek olduğu görülmüştür. Buna göre; göç
eden ailelerde babaların %30.3’ü ilkokul ve altı, % 19.3’ü ilkokul, %50.5’i lise ve üstü eğitim düzeyine sahiptir.
Benzer biçimde göç etmeyen ailelerde ise babaların %34.7’si ilkokul ve altı, %24.5’i ortaokul, %40.8’inin ise lise
üstü düzeyde eğitime sahip olduğu görülmüştür. Anne-babalara çalışma durumları sorulmuş ve göç eden
ailelerde annelerin %53.6’sı, babaların ise %92.3’ünün çalıştığı; göç etmeyen ailelerde ise annelerin %34.8’inin,
babaların ise %83’ünün çalıştığı bulunmuştur. Göç eden ve göç etmeyen ailelerde annelerin %81.3’ü ücretli
çalışan, geri kalanın ise serbest çalışan olduğu, göç etmeyen ailelerde babaların %76.6’sının, göç eden ailelerde
ise %75’inin ücretli çalışan olduğu belirlenmiştir. Ailelere evlilik süreleri sorulduğunda, göç eden ailelerin göç
etmeyen ailelere göre daha uzun süreli evliliklerinin olduğu bulunmuştur. Buna göre; göç eden ailelerin %27.2’si
6-10 yıllık, %45.6’sı 11-15 yıllık, %27.2’si 16 yıl ve daha fazla evli olduklarını belirtmiştir. Buna karşılık; göç
etmeyen ailelerin %44.2’sinin evlilik süresi 6-10 yıl, %26.9’u 11-15 yıl, %28.8’i 16 yıl ve üstüdür. Göç eden
ailelerin %14.8’inin tek çocuğa, %58.3’ünün iki, %27’sinin ise üç ve üstünde çocuğa sahip olduğu görülmüştür.
Göç etmeyen ailelerin ise %21.6’sı tek çocuklu, % 49’u iki, %29.4’ü üç ve daha fazla çocukludur.
B. Çocuğa İlişkin Kişisel Bilgiler
Tablo 2. Çocuğa İlişkin Kişisel Bilgilerin Dağılımı
Kişisel
Grup
Göç Etme Durumu
Bilgiler
Evet
Sınıf
Yıl
Kaybetme
Durumu
%
N
%
N
%
41
35,7
21
40,4
62
37,1
3
36
31,3
19
36,5
55
32,9
4
31
27
5
9,6
36
21,6
5
7
6,1
7
13,5
14
8,4
Var
11
9,6
4
7,7
15
9
Yok
104
90,4
48
92,3
152
91
4
50
0
0
4
36,4
1
12,5
1
33,3
2
18,2
0
0
1
33,3
1
9,1
1
12,5
0
0
1
9,1
Diğer
2
25
1
33,3
3
27,3
Dersler
86
74,8
31
59,6
117
70,1
Kurallara uyma
79
68,7
26
50
105
62,9
66
57,4
27
51,9
93
55,7
45
39,1
17
32,7
62
37,1
43
37,4
11
21,2
54
32,3
94
82,5
29
60,4
123
75,9
20
17,5
19
39,6
39
24,1
89
78,1
27
52,9
116
70,3
7
6,1
5
9,8
12
7,3
18
15,8
19
37,3
37
22,4
2
Okula
geç
başlama
Sağlık nedenleri
Yıl
Derslerinde
Kaybetme
başarısız
Nedeni
olması
Ekonomik
nedenler
Başarılı
olduğu
alanlar
Arkadaşlarıyla
ilişkiler
Eğitsel
kol
faaliyetleri
Sanatsal
faaliyetler
İstenilen
Öğretmenle
ilişkisi
Toplam
N
1
Okuduğu
Hayır
düzeyde
İstenilen
düzeyde değil
İstenilen
düzeyde
Anne-Baba
İstenilen
ile ilişkisi
düzeyde değil
Kısmen istenen
düzeyde
Tablo 2 incelendiğinde, tümü ilkokul öğrencisi olan göç eden ailelerin çocuklarının %35.7’sinin 1. sınıfta, %
31.3’ünün 3. sınıfta, % 27’sinin 4. sınıfta, geri kalan % 6.1’inin de 5.sınıfta okuduğu görülmektedir. Aynı şekilde
göç etmeyen ailelerin çocuklarının %40.4’ü 1. sınıf, %36.5’i 3.sınıf, %9.6’sı 4.sınıf ve % 13.5’i 5. sınıf öğrencisidir.
Örneklem genelinde ise, çocukların %37.1’i 1.sınıf, %32.9’u 3. sınıf, %21.6’sı 4. sınıf ve %8.4’ü 5.sınıf
öğrencisidir. Örneklemde ilkokul 2. sınıf öğrencisi yer almamaktadır. Göç eden ailelerin çocuklarının % 9.6’sının,
göç etmeyen ailelerin çocuklarının ise % 7.7’sinin öğrenimleri sırasında yıl kaybettiği görülmektedir. Bu ailelere
çocuklarının yıl kaybetme nedenleri sorulduğunda, göç eden ailelerin %50’si çocuklarının okula geç başlamasını,
%12.5’si sağlık sorunlarını, %12.5’i ekonomik sıkıntıları, %25’i ise bunların dışında kalan şeyleri neden olarak ileri
sürmüştür. Göç eden ailelerin ileri sürdüğü nedenler arasında derslerde başarısız olma yer almazken; göç
etmeyen ailelerin %33.3’ü derslerde başarısızlığı, %33.3’ü sağlık sorunlarını, %33.3’ü bunların dışındaki faktörleri
neden olarak öne sürmüştür. Göç eden ailelerin tersine, bu ailelerin ileri sürdüğü nedenler arasında okula geç
başlamanın yer almadığı göze çarpmaktadır. Anne-babalara .ocukların başarılı olduğu alanlar sorulmuş ve göç
eden ailelerin % 74.8’i çocuklarının derslerde, %68.7’si kurallara uymada, %57.4’ü arkadaşlarıyla ilişkilerinde,
%39.1’i eğitsel kol faaliyetlerinde, %37.4’ü ise sanatsal faaliyetlerde başarılı olduğunu belirtmiştir. Buna karşılık;
göç etmeyen ailelerin %59.6’sı çocuklarının derslerde, %50’si kurallara uymada, %51.9’u arkadaşlarıyla
ilişkilerinde, %32.7’si eğitsel kol faaliyetlerinde, %21.2’si ise sanatsal faaliyetlerde başarı gösterdiğini ifade
etmiştir. Anne-babalara çocuklarının öğretmenleriyle ilişkilerinin istenilen düzeyde olup olmadığı sorulduğunda;
göç eden ailelerin %82.5’i çocuklarının öğretmenleriyle ilişkilerini istenilen düzeyde olduğunu söylerken, %17.5’i
bunun tersini belirtmiştir. Göç etmeyen ailelerin %60.4’ü ise çocuklarının öğretmenleriyle ilişkilerinin istenilen
düzeyde olduğunu, % 39.6’sı ise söz konusu iletişimin istenilen düzeyde olmadığını ifade etmiştir. Bu durum göç
eden ailelerin çocuklarının daha iyi bir sosyal uyum ve becerisine sahip olduğunun bir göstergesi olarak ele
alınabilir. Aynı şekilde ailelere çocuklarının onlarla olan ilişkilerinin ne düzeyde olduğu sorulmuş ve göç eden
ailelerin %78.1’i çocuklarıyla aralarındaki ilişkiyi istenilen düzeyde, %6.1’i istenilen düzeyde değil, %15.8’i ise
kısmen istenilen düzeyde şeklinde değerlendirmiştir. Göç etmeyen ailelerin %52.9’u ise çocuklarıyla ilişkilerinin
istenilen düzeyde olduğunu, %9.8’i istenilen düzeyde olmadığını, %37.3’ü ise kısmen istenilen düzeyde olduğunu
belirtmiştir. Bu oranlar; göç eden ailelerin çocuklarıyla iletişiminin daha iyi olduğunu göstermektedir.
C. Çocukların Sosyal Uyum ve Becerilerine İlişkin Bilgiler
Tablo 3. Öğretmen ve Anne-Babaların Çocukların Sosyal Uyum ve Beceri Algıları Arasındaki Farkların ttesti Sonuçları
Ölçek
Ölçüm
n
Faktör1
Öğretmen
167
Anne-Baba
Faktör2
Öğretmen
167
Anne-Baba
Faktör3
Öğretmen
167
Anne-Baba
Toplam
Öğretmen
Anne-Baba
167
SS
sd
t
p
40.03
5.96
166
.04
.968
40.01
5.44
25.97
3.96
166
.46
.646
25.88
3.47
10.28
1.80
166
.54
.585
10.20
1.43
76.29
9.60
166
.32
.747
76.09
8.14
X
Anne-baba ve öğretmenlerden ayrı ayrı çocuklarda sosyal uyum ve beceri ölçeğini doldurmaları istenmiş ve her
iki grubun çocuklardaki sosyal uyum ve beceri algılarının birbirinden farklı olup olmadığına bakılmıştır. Bu amaçla
elde edilen verilere üç faktör üzerinden t testi uygulanmış ve anlamlılık düzeyi 0.05 olarak kabul edilmiştir. Ancak
Tablo 3’de t testi sonuçları; anne-baba ve öğretmenlerin, çocukların sosyal uyum ve becerilerine dair algıları
arasında anlamlı bir farkın olmadığını ortaya koymuştur (t (165) = .32, p>.747). Başka bir deyişle; anne-baba ve
öğretmenler, çocukların sosyal uyum ve becerilerini benzer biçimde değerlendirmiştir.
Tablo 4. Çocukların SUB Ölçeği Puanlarının Ailenin Göç Etme Durumuna Göre t-Testi Sonuçları
Ölçek
Göç durumu
N
Faktör1_O
Göç Eden
115
Göç Etmeyen
Faktör1_A
Faktör2_O
Faktör2_A
Faktör3_O
Faktör3_A
Toplam_O
Toplam_A
SS
sd
t
P
41.03
5.36
165
3.31
.001
52
37.82
6.66
Göç Eden
115
40.87
4.86
165
2.85
.005
Göç Etmeyen
52
38.26
6.25
Göç Eden
115
26.60
3.77
165
3.10
.002
Göç Etmeyen
52
24.59
4.05
Göç Eden
115
26.58
3.35
165
4.14
.000
Göç Etmeyen
52
24.28
3.21
Göç Eden
115
10.40
1.74
165
1.29
.198
Göç Etmeyen
52
10.01
1.93
Göç Eden
115
10.09
1.31
165
1.53
.127
Göç Etmeyen
52
10.46
1.65
Göç Eden
115
78.04
8.88
165
3.61
.000
Göç Etmeyen
52
72.44
10.09
Göç Eden
115
77.48
7.63
165
3.38
.001
Göç Etmeyen
52
73.01
8.46
X
Çocuklarda sosyal uyum ve beceri ölçeğini yanıtlayan aileler, göç eden ve göç etmeyen aileler olarak ikiye
ayrılmıştır. Daha sonra hem öğretmen hem de anne-babaların çocuklarının sosyal uyum ve becerilerine dair
algıları arasında, ailenin göç durumuna göre anlamlı bir farkın olup olmadığı t-testi ile incelenmiştir. T testi
sonuçları, göç eden ailelerin çocuklarının sosyal uyum ve becerilerinin, göç etmeyen ailelerin çocuklarınınkine
kıyasla
anne-baba ve öğretmenler tarafından farklı algılandığını ve bu farkın istatistiksel olarak da anlamlı
olduğunu göstermiştir (tanne-baba (165) =3.38, p<0.05; töğrt. (165) = 3.61, p<0.05, Bakınız Tablo 4). Tablo 4
incelendiğinde, Faktör 1 ve Faktör 2 düzeyinin her ikisinde de söz konusu farkın anlamlı olduğu
görülmektedir.Buna göre göç eden ailelerin çocukları, anne-babaları ve öğretmenleri tarafından sosyal uyum ve
becerilerinin daha yüksek olduğu şeklinde değerlendirilmiştir. Faktör 3 düzeyinde göç eden ve göç etmeyen
ailelerin çocuklarının sosyal uyum ve becerileri açısından anlamlı bir fark bulunamamıştır. Toplam anne-baba ve
öğretmenlerde ise, göç eden ve göç etmeyen ailelerin çocuklarının sosyal uyum ve becerileri açısından anlamlı
bir fark bulunmuştur.
Sır ve arkadaşları (1998), Diyarbakır il merkezine göç etmiş ve o bölgede yaşayan 100 aile ile görüşme
yapmışlardır. Araştırmada, uzman tarafından uygulanan TSSB Ölçeğini (CAPS) kullanmışlar (Blake ve ark., 1990)
ve göçmen grubunda %66 oranında Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) saptamışlardır.
Howard ve Hodes (2000), problemleri nedeniyle kliniğe başvurmuş olan 30 göçmen çocuk ve ailesine ait dosyalar
ile, 30 İngiliz çocuk ve ailesinin dosyalarını geriye dönük olarak taramışlardır. Göçmen çocuklarda nörolojik
bozukluklardan çok psikososyal kaynaklı bozukluklar olduğunu saptamışlardır (Akt: Ekşi, 2002). Bu bulgular
araştırma bulgularını destekler niteliktedir.
Bu sonuçlar, araştırmanın göç eden ailelerin çocuklarında sosyal uyum ve becerilerinin algılanması ile ilgili, göç
etmeyen ailelerin çocuklarının sosyal uyum ve becerilerinin algılanmasına nazaran belirgin farkın sosyal kaynaklı
olduğunu destekler niteliktedir.
Tablo 5. Çocukların SUB Ölçeği Puanlarının Ailedeki Kişi Sayısına Göre Kruskal-Wallis Test Sonuçları
Göç eden ve göç etmeyen ailelerin çocuklarının sosyal uyum ve becerileri ile bazı değişkenler arasında
bir ilişkinin olup olmadığı sorusuna yanıt aranmıştır. Bu amaçla öncelikle, göç eden ve göç etmeyen ailelerin
çocuklarının, sosyal uyum ve beceri ölçeğinden aldıkları puanların ailedeki kişi sayısına göre değişip
değişmediğine bakılmıştır. Göç eden ve göç etmeyen ailelerdeki çocuk sayılarına göre oluşturulan alt grupların
görece küçük olması ve puanların dağılımının normal olmaması nedeniyle ölçek puanları arasında ailedeki çocuk
sayısına göre anlamlı fark olup olmadığı parametrik olmayan Kruskal-Wallis testi ile incelenmiştir. Kruskal Wallis
analizi sonuçları Tablo 5’te verilmiştir. Analiz sonuçları, ailedeki çocuk sayısı ile çocukların sosyal uyum ve
becerileri arasında anlamlı ilişki olmadığını göstermiştir.
Tablo 6. Çocukların SUB Ölçeği Puanlarının Annenin Yaşlarına Göre Kruskal-Wallis Test Sonuçları
Ölçek/Pu
Yaş
an
FAK1_O
GT
FAK2_O
GT
FAK3_O
GT
TOP_OG
T
FAK1_A
B
FAK2_A
B
29 ve
az
30-34
35 ve
üstü
29 ve
az
30-34
35 ve
üstü
29 ve
az
30-34
35 ve
üstü
29 ve
az
30-34
35 ve
üstü
29 ve
az
30-34
35 ve
üstü
29 ve
az
30-34
35 ve
üstü
GÖÇ EDEN
Sıra
Sd
n
Ort.
2 42,
2 41
5 59,
2
5 35
3 65,
8 08
2 51,
2 82
5 56,
2
5 36
3 63,
8 95
2 58,
2 11
5 56,
2
5 98
3 59,
8 41
2 44,
2 45
5 58,
2
5 28
3 65,
8 43
2 55,
2 41
5 56,
2
5 32
3 61,
8 93
2 53,
2 02
5 55,
2
5 17
3 64,
8 97
c
2
p
6,6
4
,03
6
2,1
1
,34
7
,12
,93
9
5,5
3
,06
3
,80
,66
8
2,5
7
,27
6
GÖÇ ETMEYEN
Sıra
n
Sd c2
Ort.
18 29,7
2
22 23,5
2
2,42
5
10 22,2
0
18 23,0
0
22 26,9
2
,83
1
10 26,9
0
18 25,6
9
22 24,7
2
,16
0
10 26,9
0
18 27,5
8
22 24,7
2
,63
5
10 23,4
0
18 28,4
2
22 21,9
2
2,34
5
10 28,0
5
18 24,1
7
22 23,4
2
2,96
1
10 32,5
0
P
,297
,658
,920
,728
,310
,227
FAK3_A
B
TOP_AB
29 ve 2
az
2
30-34 5
5
35 ve 3
üstü
8
29 ve 2
az
2
30-34 5
5
35 ve 3
üstü
8
53,
11
66,
16
49,
01
54,
59
57,
15
61,
21
2
6,9
0
2
,62
18 25,9
4
,03 22 22,3
2
2
6
10 31,6
0
18 27,2
5
,73 22 21,8
2
4
4
10 30,4
0
2,89 ,236
2,78 ,248
Benzer biçimde annenin yaşıyla, göç eden ve göç etmeyen ailelerin çocuklarının sosyal uyum ve becerilerine dair
algılar arasında bir ilişkinin olup olmadığına da bakılmıştır. Bu noktada Kruskal Wallis testi sonuçları ilginç bir
bulgu ortaya koymuştur. Göç eden ailelerde 35 yaş ve üzerindeki anneler ile 30-34 yaş arasındaki annelerin,
çocuklarının sosyal uyum ve becerilerine dair algılarının istatistiksel açıdan anlamlı bir biçimde farklılık gösterdiği
bulunmuştur ( c2 (2) = 6.90, p<0.05, Bakınız Tablo 6). Göç eden ailelerdeki 30-34 yaşları arasındaki anneler, 35
yaş ve üzerindeki annelere göre çocuklarının sınırlı da olsa daha yüksek bir sosyal uyum ve beceriye sahip
olduğunu belirtmiştir. Diğer bir deyişle, bu yaştaki anneler, çocuklarının belirli bir çevre ve arkadaş grubu içinde
sosyal uyum ve beceri davranışları sergilediğini, ancak yeni bir çevre ve gruba bu uyum ve beceriyi taşımakta
güçlük çektiğini ifade etmiştir.
Coll ve arkadaşlarının (2002), farklı göçmen ailelerle yaptıkları çalışmaya katılan annelerin yaşları (%85) 30 yaş
civarındadır.
Araştırma sonuçlarında da araştırmaya katılan göç eden ailelerdeki 30-34 yaşları arasındaki anneler, çocuklarının
daha yüksek sosyal uyum ve beceriye sahip olduğunu belirtmişlerdir. Bu sonuç da, Coll ve arkadaşlarının
örnekleme aldıkları annelerin yaş gruplarıyla benzerlik göstermektedir. Ayrıca Coll ve arkadaşlarının yaptıkları
çalışmada, göç eden ailelerin 2. ve 5. sınıfa devam eden çocuklarına olan ilgilerinin çok düşük olduğu
görülmüştür. Bu da, çocukların sosyal uyum becerilerini etkilemektedir. Sonuçta göçün, göç eden ailelerin
çocuklarının sosyal uyum ve becerilerine ailenin büyük etkisinin olduğunu ortaya koymuştur.
Tablo 7. Çocukların SUB Ölçeği Puanlarının Babanın Yaşlarına Göre Kruskal-Wallis Test Sonuçları
GÖÇ EDEN
Ölçek/Pu
Yaş
an
FAK1_O
GT
FAK2_O
GT
FAK3_O
GT
n
Sıra
Ort.
29 ve 12 49,7
az
9
30-34 50 56,0
9
35 ve 52 60,6
üstü
3
29 ve 12 49,1
az
3
30-34 50 57,0
9
35 ve 52 59,8
üstü
3
29 ve 12 66,5
az
0
S
d
c2
2
1,2
1
2
1,0
4
2
1,0
7
GÖÇ ETMEYEN
Sır
S
p N a
c2
d
Ort.
5 20,
90
,5 21 26,
2 ,67
44
12
22 23,
77
5 13,
50
,5 21 24,
3,8
2
93
8
40
22 27,
09
,5 5 28,
1,0
2
70
85
3
P
,714
,143
,597
30-34
35 ve
üstü
29 ve
az
TOP_OG 30-34
T
35 ve
üstü
29 ve
az
FAK1_A 30-34
B
35 ve
üstü
29 ve
az
FAK2_A 30-34
B
35 ve
üstü
29 ve
az
FAK3_A 30-34
B
35 ve
üstü
29 ve
az
30-34
TOP_AB
35 ve
üstü
50 56,0
4
52 56,8
3
12 49,5
4
50 56,4
8
52 60,3
2
12 61,4
6
50 53,3
1
52 60,6
2
12 52,3
8
50 54,2
4
52 61,8
2
12 50,7
5
50 63,9
8
52 52,8
3
12 57,6
7
50 54,9
1
52 59,9
5
2
1,1
2
,5
70
2
1,4
4
,4
86
2
1,6
7
,4
32
2
3,6
6
,1
60
2
,54
,7
43
21 25,
55
22 22,
55
5 18,
50
21 27,
00
22 23,
48
5 21,
90
21 27,
14
22 22,
57
5 22,
70
21 24,
62
22 24,
80
5 24,
50
21 23,
64
22 25,
32
5 21,
20
21 26,
69
22 23,
16
2
1,7
1
,425
2
1,3
5
,509
2
,09
,953
2
,16
,923
2
,99
,607
Tablo 7’de göç eden ve göç etmeyen ailelerde babaların yaşlarının, çocukların sosyal uyum ve becerilerinin
değerlendirilmesinde etkili olup olmadığı incelenmiştir. Ancak uygulanan Kruskal-Wallis testi sonuçları, babaların
yaşları ile çocukların sosyal uyum ve becerileri arasında anlamlı ilişkili olmadığını göstermiştir.
Tablo 8. Çocukların SUB Ölçeği Puanlarının Annenin Eğitimine Göre Kruskal-Wallis Test Sonuçları
GÖÇ EDEN
Ölçek/
Puan
Eğitim
düzeyi
n
Sıra
Ort.
S
d
ilkokul
56 47,8
ve altı
2
FAK1_ ortaokul 23 62,0
2
OGT
4
lise ve 33 67,3
üstü
6
ilkokul
56 48,5
ve altı
2
FAK2_ ortaokul 23 59,4
2
OGT
6
lise ve 33 67,9
üstü
8
FAK3_ ilkokul
56 51,1
2
OGT
ve altı
3
c2
8,4
0
7,7
6
3,2
5
GÖÇ ETMEYEN
Sır
S
P n a
c2
d
Ort.
31 25,
21
,0 5 27,
2 ,06
15
00
14 25,
61
31 27,
56
,0 5 32,
2 5,32
21
80
14 18,
32
,1 31 24,
2 ,73
15
96
p
,967
,070
,692
TOP_
OGT
FAK1_
AB
FAK2_
AB
FAK3_
AB
TOP_A
B
ortaokul 23 61,2
6
lise ve 33 62,2
üstü
9
ilkokul
56 46,6
ve altı
7
ortaokul 23 60,5
9
lise ve 33 70,3
üstü
3
ilkokul
56 45,7
ve altı
8
ortaokul 23 69,9
3
lise ve 33 65,3
üstü
3
ilkokul
56 47,0
ve altı
1
ortaokul 23 64,2
6
lise ve 33 67,2
üstü
0
ilkokul
56 50,6
ve altı
7
ortaokul 23 63,7
2
lise ve 33 61,3
üstü
6
ilkokul
56 44,3
ve altı
3
ortaokul 23 70,8
5
lise ve 33 67,1
üstü
5
5
14
31
2
11,
51
,0 5
03
14
31
2
12,
54
,0 5
02
14
31
2
9,7
6
,0 5
08
14
31
2
3,8
9
,1 5
43
14
31
2
15,
93
,0 5
00
14
28,
20
27,
54
25,
74
30,
30
23,
25
26.
71
28,
80
21,
64
26,
84
34,
60
19,
29
25,
19
29,
90
24,
61
26,
84
32,
30
20,
11
2
,88
,642
2
1,46 ,482
2
4,84 ,089
2
,54
2
3,27 ,194
,763
Tablo 8 de çocukların sosyal uyum ve becerilerinin değerlendirilmesinde, göç eden ve göç etmeyen ailelerdeki
annelerin eğitiminin etkili olup olmadığı incelenmiştir. Yapılan istatistik analizleri sonucunda göç eden ailelerde
annelerin eğitim düzeyinin, çocukların sosyal uyum ve beceri ölçeğinden aldıkları puanlarda etkili olduğu
bulunmuştur. Buna göre; göç eden ailelerde ortaokul mezunu anneler, okur-yazar, ilkokul, lise ve yüksek okul
mezunu olan annelere göre, çocuklarının sosyal uyum ve becerilerini daha olumlu değerlendirmiştir (c2 (2) =
15.93, p<0.05). Buna karşılık öğretmenler, anneleri lise ya da yüksek okul mezunu olan göç eden ailelerin
çocuklarının sosyal uyum ve becerilerinin daha yüksek olduğunu belirtmiştir (c2 (2) = 11.51, p<0.05). Elde edilen
veriler, birinci ve ikinci faktörlerde anlamlıdır. Anne-baba ve öğretmenlerin çocukların sosyal uyum ve becerilerine
dair algılarındaki bu farklılığın nedeni; lise ve yüksek okul mezunu annelerin çocuklarını değerlendirirken daha
yüksek kriterler kullanmasına bağlanabilir. Göç etmeyen ailelerde annenin eğitim düzeyi ile çocukların sosyal
uyum ve becerileri arasında anlamlı ilişki bulunmamıştır.
Tablo 9. Çocukların SUB Ölçeği Puanlarının Babanın Eğitimine Göre Kruskal-Wallis Test Sonuçları
GÖÇ EDEN
Ölçek/Pua Eğitim
n
düzeyi
FAK1_OG ilkokul
T
ve altı
n
33
GÖÇ ETMEYEN
Sır
Sır
S 2
a
a
p
n
c
Sd c2
d
ort
ort.
.
43,
7,7 ,02 1 20,
2
2
2,55
32
4
1
7 88
P
,278
ortaokul 21
lise ve 55
üstü
ilkokul
33
ve altı
FAK2_OG ortaokul 21
T
lise ve 55
üstü
ilkokul
33
ve altı
FAK3_OG ortaokul 21
T
lise ve 55
üstü
ilkokul
33
ve altı
ortaokul 21
TOP_OGT
FAK1_AB
FAK2_AB
FAK3_AB
TOP_AB
lise ve 55
üstü
ilkokul
33
ve altı
ortaokul 21
lise ve 55
üstü
ilkokul
33
ve altı
ortaokul 21
lise ve 55
üstü
ilkokul
33
ve altı
ortaokul 21
lise ve 55
üstü
ilkokul ve 33
altı
ortaokul
21
lise
üstü
ve 55
53,
55
62,
56
39,
03
59,
40
62,
90
44,
06
61,
86
58,
95
38,
80
57,
05
63,
94
39,
05
61,
31
62,
16
37,
45
57,
14
64,
71
46,
80
52,
02
61,
05
35,
77
61,
64
64,
00
2
12, ,00
36 2
2
6,1 ,04
6
6
2
13, ,00
18 1
2
12, ,00
12 2
2
15, ,00
60 0
2
4,6 ,09
8
6
2
17, ,00
63 0
1
2
2
0
1
7
1
2
2
0
1
7
1
2
2
0
1
7
1
2
2
0
1
7
1
2
2
0
1
7
1
2
2
0
1
7
1
2
2
0
1
7
1
2
2
0
29,
21
25,
98
25,
38
28,
54
22,
55
25,
59
25,
38
24,
28
21,
53
29,
67
25,
15
22,
97
27,
63
25,
15
25,
24
26,
46
23,
93
27,
97
25,
96
21,
90
23,
59
27,
67
24,
60
2
1,35
,509
2
,09
,955
2
2,29
,318
2
,75
,685
2
,24
,884
2
1,79
,408
2
,60
,740
Tablo 9’da benzer şekilde çocukların sosyal uyum ve becerilerinin değerlendirilmesinde, göç eden ve göç
etmeyen ailelerdeki babaların eğitiminin etkili olup olmadığı incelenmiştir. Yapılan istatistik analizleri sonucunda
göç eden ailelerde babaların eğitim düzeyinin, çocukların sosyal uyum ve becerilerinin değerlendirilmesinde etkili
olduğu bulunmuştur. Buna göre; göç eden ailelerdeki lise ve yüksek okul mezunu babalar, okur-yazar, ilkokul ve
ortaokul mezunu babalara göre çocuklarının sosyal uyum ve becerilerini daha olumlu değerlendirmiştir (c2 (2) =
17.63, p<0.05). Faktör düzeyinde yapılan anlamlılık testlerinde ise, sosyal uyum boyutunda lise ve yüksek okul
mezunu babalara ek olarak ortaokul mezunu babaların da okur-yazar ya da ilkokul mezunu olan babalara göre,
çocuklarını daha olumlu değerlendirdiği bulunmuştur (c2 (2) = 12.12, p<0.05). Bu bulgularla paralel olarak,
öğretmenler de göç eden ailelerde babaları lise ya da yüksek okul mezunu olan çocukların sosyal uyum ve
becerilerinin daha yüksek olduğunu belirtmiştir (c2 (2) = 13.18, p<0.05).
Kolaitis ve arkadaşları (2003), yaptıkları araştırmada, Yunanistan’dan Eski Sovyetler Birliği’ne göç ettikten sonra
1980’li yılların başında tekrar Yunanistan’a geri dönüş yapan ailelerin 8-12 yaşlarındaki çocuklarının sosyal uyum
ve akademik becerilerine bakmışlardır. Bu çalışmada, 65 göç eden, 41 göç etmeyen ailelerin çocukları örneklemi
oluşturmuştur. Göç eden aileler Atina’nın dışında yüksek sosyo-ekonomik bölgelerde yaşamaktaydılar. Sonuçta
öğretmenler göç eden çocukların diğer gruba nazaran daha endişeli, daha dikkati
dağınık olduklarını
söylemişlerdir. Anne babalar ise, çocuklarının olgunlaşmamış davranışlar gösterdiklerini kabul etmişlerdir.
Tablo 8 ve 9’da, lise ve yüksek okul mezunu anne babaların çocuklarının sosyal uyum ve becerilerine
değerlendirirken daha yüksek kriterler kullandıkları sonucu, yukarıdaki araştırma sonuçlarıyla paralellik
göstermektedir.
Tablo 10. Çocukların SUB Ölçeği Puanlarının Aile Yapısına Göre Mann-Whitney Test Sonuçları
Ölçek/P Aile
uan
yapısı
GÖÇ EDEN
n
Sıra
Ort.
U
GÖÇ ETMEYEN
p
çekirde
8
57,1
FAK1_
k aile
0
6
1307
,93
OGT
geniş
3
56,6
,00
4
aile
3
1
çekirde
8
60,1
k aile
0
1
1071
,11
,00
4
FAK2_
OGT
n
Sıra Ort.
39
26,60
U
171
11
21,59
39
27,09
,50
152
11
19,86
39
25,56
,50
geniş
3
49,4
aile
3
5
çekirde
8
57,1
FAK3_
k aile
0
6
1307
,93
OGT
geniş
3
56,6
,00
2
aile
3
1
çekirde
8
58,7
TOP_O
k aile
0
1
1183
,38
GT
geniş
3
52,8
,00
6
aile
3
5
çekirde
8
55,1
FAK1_
k aile
0
8
1174
,35
AB
geniş
3
61,4
,50
7
aile
3
1
çekirde
8
58,1
FAK2_
k aile
0
3
1229
,56
AB
geniş
3
54,2
,50
6
11
24,50
,50
aile
3
6
FAK3_
çekirde
8
57,4
1282
,80
39
23,50
136
AB
k aile
0
7
,50
7
212
11
25,27
39
27,00
,00
156
11
20,18
39
25,62
,00
210
11
25,09
39
25,78
,00
203
,50
P
,313
,145
,953
,170
,916
,795
,063
geniş
3
55,8
aile
3
6
çekirde
8
56,4
TOP_A
k aile
0
7
1277
,78
B
geniş
3
58,2
,50
8
aile
3
9
11
32,59
39
25,09
198
11
,50
26,95
,707
Tablo 10’da anne-baba ve öğretmenlerden elde edilen verilere uygulanan Mann-Whitney U testi sonuçları; göç
eden ve göç etmeyen ailelerin mevcut yapılarının, çocukların sosyal uyum ve becerilerinin değerlendirilmesinde
etkili olmadığını belirtmektedir. Başka bir deyişle; anne-baba ve öğretmenlerin çocukların sosyal uyum ve
becerilerine dair algıları, ailenin çekirdek ya da geniş aile olmasına göre bir farklılık göstermemiştir.
Erman (1997) Türkiye’de kırdan kente ekonomik göç sürecine katılan kadınlar ile ilgili yaptığı çalışmada,
Türkiye’deki köylü kadınların çocuğunun şehirde yaşamayı köyde yaşamaya tercih ettiklerini belirtmiştir. Şehirde
çekirdek aile olarak yaşama şansı kadının bağımsızlığını artırmakta ve çocuklarının sosyal uyum becerilerini
desteklemelerini sağlamaktadır.
Buna karşın Eastmond (1993) ABD’ne göç etmek zorunda kalan Şilili ailelerle yaptığı araştırmada, göç eden
kadınların yaşam standartlarında ciddi bir düşüş olduğunu belirtmiştir. Çekirdek aile birimi içinde yaşamak
kadınların kamu yaşamından izole olmalarına neden olmakta ve sosyal uyumlarını etkilemektedir (Akt: İlkkaraca
ve İlkkaraca, 1998).
Tablo
11.
Çocukların
SUB
Ölçeği
Puanlarının
Nereden
Gelindiğine
Kruskal-Wallis Test Sonuçları
GÖÇ EDEN
Ölçek/Puan
FAK1_OGT
FAK2_OGT
FAK3_OGT
TOP_OGT
FAK1_AB
Grup
c2
P
2
5,60
,061
2
5,72
,057
2
4,82
,090
2
9,56
,008
2
8,57
,014
n
Sıra Ort. Sd
kent
45
57,47
köy
33
47,05
yurtdışı
35
65,79
kent
45
59,04
köy
33
46,15
yurtdışı
35
64,60
kent
45
57,44
köy
33
48,02
yurtdışı
35
64,90
kent
45
59,60
köy
33
42,95
yurtdışı
35
66,90
kent
45
57,66
köy
33
44,64
yurtdışı
35
67,81
Göre
FAK2_AB
FAK3_AB
TOP_AB
kent
45
59,73
köy
33
44,35
yurtdışı
35
65,41
kent
45
58,08
köy
33
54,76
yurtdışı
35
57,73
kent
45
58,84
köy
33
42,68
yurtdışı
35
68,13
2
7,61
,022
2
,23
,890
2
10,50
,005
Tabloda göç eden ailelerin geldikleri yerin, çocukların sosyal uyum ve becerileri üzerinde bir etkiye sahip olup
olmadığı sorgulanmış ve bu durum Kruskal-Wallis testiyle sınanmıştır. Test sonuçları, anne-baba ve
öğretmenlerin değerlendirmelerinde hem genel olarak, hem de faktör boyutunda anlamlı sonuçlar vermiştir. Tablo
11’e göre; köyden göç eden ailelerin çocuklarının, kentten ya da yurt dışından göç eden ailelerin çocuklarına
göre, sosyal uyum ve becerilerinin daha düşük olduğu bulunmuştur (anne-baba yanıtları için, c2 (2) = 10.50,
p<0.05, öğretmenlerin yanıtları için (c2 (2) = 9.56, p<0.05).
Takac’ın İsviçre’de yaptığı araştırmada, Gotenberg kentinde göçmen çocukları ile, İsveç çocuklarının uyum
durumlarını karşılaştırdığında göçmen çocuklarının İsveçli çocuklara göre daha kaygılı, saldırgan güçsüz ve
bağımlı olduklarını ve de akranları ile zayıf ilişkiler kurduklarını, benlik saygılarının düşük düzeyde olduklarını
bulmuştur (Hakan, 2004).
Yapılan araştırmalar kırdan kente göç sonrasında yaşanan uyum sorunlarını ortaya çıkarmaktadır. Göç sonunda
gelinen yeni yerleşim yerinde uygun yaşam koşullarının sağlanması ve bir kentli olarak yaşamın sürdürülmesi,
çoğu zaman kırın iticiliği ve çeşitli nedenlerle kente gelmiş, kısa sürede sağlıklı bir yaşam ortamı oluşturma
imkanından uzak göçerler için hiç de kolay olmamaktadır. Çünkü kentlileşme; kentleşme sonucunda, toplumsal
değişmenin insanların davranışlarında ve ilişkilerinde, değer yargılarında, ahlaki ve kişisel yaşam biçimlerinde
değişiklikler yaratması sürecidir (Keleş, 1983).
Tablo 12. Çocukların SUB Ölçeği Puanlarının Geliş Nedenine Göre Mann-Whitney Test Sonuçları
GÖÇ EDEN
Ölçek/Puan
FAK1_OGT
FAK2_OGT
FAK3_OGT
TOP_OGT
Grup
N
Sıra Ort. U
iş bulma
37
40,38
daha iyi koşulda yaşama
55
50,62
iş bulma
37
36,19
daha iyi koşulda yaşama
55
53,44
iş bulma
37
39,81
daha iyi koşulda yaşama
55
51,00
iş bulma
37
38,09
daha iyi koşulda yaşama
55
52,15
P
791,00
,070
636,00
,002
770,00
,043
706,50
,013
FAK1_AB
FAK2_AB
FAK3_AB
TOP_AB
iş bulma
37
44,50
daha iyi koşulda yaşama
55
47,85
iş bulma
37
38,11
daha iyi koşulda yaşama
55
52,15
iş bulma
37
40,62
daha iyi koşulda yaşama
55
50,45
iş bulma
37
39,27
daha iyi koşulda yaşama
55
51,36
943,50
,555
707,00
,013
800,00
,075
750,00
,033
Tablo 12’de ailelere göç etme nedenleri sorulmuş ve örneklemin genelinde “iş bulma” ve “daha iyi yaşam
koşulları” temel neden olarak belirtilmiştir. Tablo’12 ye göre, örneklemden elde edilen verilere uygulanan MannWhitney U testi sonuçlarında, göç etme nedenlerinin, çocukların sosyal uyum ve beceri ölçeğinden aldıkları
puanlarda etkili olduğu görülmüştür. Genel ve faktör boyutunda, iş bulma amacıyla göç eden ailelerin çocuklarının
sosyal uyum ve becerileri, anne-baba ve öğretmenleri tarafından daha düşük olarak nitelendirilmiştir.
İlkkaraca ve İlkkaraca (1998), Türkiye’nin Batısı’na ve Doğusu’na 1990’lı yıllarda göç etmiş 15-64 yaş arası
Batı’dan 530, Doğu’dan 599 kadına göç etme nedenlerini sormuşlardır. Göçün nedenleri arasında birinci sırayı
ekonomik nedenler almaktadır. Bu oran Türkiye’nin Batısı’na göç edenlerde %51.2, Türkiye’nin Doğusu’na göç
edenlerde %44.5’dir.
Yapılan araştırmada da, ailelerin “daha iyi koşullarda yaşamak için” göç ettikleri (öğretmenlere göre toplam sıra
ortalama 52.15, annelere göre toplam sıra ortalama 51.36) ortaya çıkmıştır. Bu sonuç yukarıdaki araştırma ile
paralellik göstermektedir.
Tablo 13. Çocukların SUB Ölçeği Puanlarının Memlekete Gidiş Durumuna Göre Mann-Whitney Test
Sonuçları
Ölçek/Puan
FAK1_OGT
FAK2_OGT
FAK3_OGT
TOP_OGT
FAK1_AB
FAK2_AB
FAK3_AB
Grup
GÖÇ EDEN
n
Sıra Ort.
gitmiyor
20
50,83
gidiyor
89
55,94
gitmiyor
20
56,40
gidiyor
89
54,69
gitmiyor
20
48,50
gidiyor
89
56,46
gitmiyor
20
50,23
gidiyor
89
56,07
gitmiyor
20
65,30
gidiyor
89
52,69
gitmiyor
20
52,40
gidiyor
89
55,58
gitmiyor
20
52,80
U
p
806,50
,512
862,00
,826
760,00
,293
794,50
,454
684,00
,106
838,00
,683
846,00
,723
TOP_AB
gidiyor
89
55,49
gitmiyor
20
63,08
gidiyor
89
53,19
728,50
,206
Tablo 13’de göç eden ailelere memleketlerine gidip gitmedikleri sorulmuş ve göç eden ailenin memlekete gitme
durumunun, çocukların sosyal uyum ve becerilerine etki edip etmediğine bakılmıştır. Bu amaçla uygulanan MannWhitney U testi sonuçları, söz konusu değişkenin çocukların sosyal uyum ve becerileri üzerinde etkili olmadığını
göstermiştir.
Tablo 14. Çocukların SUB Ölçeği Puanlarının Memlekete Gidiş Sıklığına Göre
Mann-Whitney Test
Sonuçları
Ölçek/Puan
Grup
n
Sıra Ort.
29
46,05
yılda bir veya daha 60
44,49
yılda birden fazla
FAK1_OGT
GÖÇ EDEN
U
P
839,50
,789
788,00
,471
716,00
,165
838,00
,779
817,50
,645
787,50
,468
833,50
,743
806,50
,575
uzun sürede
yılda birden fazla
FAK2_OGT
29
47,83
yılda bir veya daha 60
43,63
uzun sürede
yılda birden fazla
FAK3_OGT
29
39,69
yılda bir veya daha 60
47,57
uzun sürede
yılda birden fazla
TOP_OGT
29
46,10
yılda bir veya daha 60
44,47
uzun sürede
yılda birden fazla
FAK1_AB
29
46,81
yılda bir veya daha 60
44,13
uzun sürede
yılda birden fazla
FAK2_AB
29
47,84
yılda bir veya daha 60
43,63
uzun sürede
yılda birden fazla
FAK3_AB
29
43,74
yılda bir veya daha 60
45,61
uzun sürede
yılda birden fazla
TOP_AB
29
47,21
yılda bir veya daha 60
43,93
uzun sürede
Tablo 14’e göre, memlekete giden ailelere, ne sıklıkta gittikleri sorulmuş ve ailelerden temel olarak “yılda birden
fazla” ya da “yılda bir veya daha uzun sürede” yanıtları alınmıştır. Ancak yapılan istatistiksel analizler neticesinde,
memlekete gidiş sıklığının çocukların sosyal uyum ve becerileri üzerinde anlamlı bir etkisinin olmadığı
görülmüştür.
Tablo 15. Çocukların SUB Ölçeği Puanlarının Ailenin Kendini “Kentli” Olarak Kabul Etme Durumuna Göre
Mann-Whitney Test Sonuçları
GÖÇ EDEN
Ölçek/Puan
FAK1_OGT
FAK2_OGT
FAK3_OGT
TOP_OGT
FAK1_AB
FAK2_AB
FAK3_AB
TOP_AB
Grup
n
Sıra Ort.
evet
83
55,70
hayır
27
54,89
evet
83
58,36
hayır
27
46,70
evet
83
55,56
hayır
27
55,31
evet
83
56,93
hayır
27
51,09
evet
83
57,54
hayır
27
49,24
evet
83
59,17
hayır
27
44,20
evet
83
56,10
hayır
27
53,67
evet
83
58,43
hayır
27
46,50
U
P
1104,00
,909
883,00
,098
1115,50
,971
1001,50
,408
951,50
,239
815,50
,033
1071,00
,724
877,50
,091
Tablo 15’de ailelere kendilerini “kentli” olarak kabul edip etmedikleri sorulmuş ve bu durumun çocuklarının sosyal
uyum ve becerileriyle ilişkili olup olmadığı incelenmiştir. Göç eden ailelerden kendilerini kentli olarak kabul
etmeyenler çocuklarının sosyal uyumsuzluklarının daha düşük düzeyde olduğunu değerlendirmiştir. Uygulanan
Mann-Whitney U testi sonuçları bu farkın anlamlı olduğuna işaret etmektedir (U= 815.50, p<0.05).
Goldenberg (1973), Kanada’da, Motreal’e yeni göç etmiş 264 çocuğu içeren bir çalışma yürütmüştür. Çalışma
sonunda, çocukların % 41’inde bazı sosyal ve duygusal uyum problemleri olduğunu saptamıştır (Akt. Gün,
2002:78).
Tablo 16. Çocukların SUB Ölçeği Puanlarının Ailenin Göçten Pişmanlık Duyma Durumuna Göre MannWhitney Test Sonuçları
GÖÇ EDEN
Ölçek/Puan
FAK1_OGT
FAK2_OGT
Grup
n
Sıra Ort. U
evet
10
26,15
hayır
99
57,91
evet
10
37,95
hayır
99
56,72
P
206,50
,002
324,50
,072
FAK3_OGT
TOP_OGT
FAK1_AB
FAK2_AB
FAK3_AB
TOP_AB
evet
10
26,00
hayır
99
57,93
evet
10
22,60
hayır
99
58,27
evet
10
25,50
hayır
99
57,98
evet
10
27,40
hayır
99
57,79
evet
10
50,10
hayır
99
55,49
evet
10
23,40
hayır
99
58,19
205,00
,002
171,00
,001
200,00
,002
219,00
,004
446,00
,597
179,00
,001
Tablo 16’da göç eden ailelere, göçten pişmanlık duyup duymadıkları sorulmuş ve ailelerden alınan yanıtlarla
çocukların sosyal uyum ve becerilerinin birbiriyle ilişkili olup olmadığına bakılmıştır. Yapılan Mann-Whitney U testi
sonuçları; göçten pişmanlık duymayan ailelerin çocuklarının sosyal uyum ve becerilerinin anne-baba ve
öğretmenleri tarafından daha olumlu olarak değerlendirildiğini göstermiştir (Anne-baba yanıtları için U=179,
p<0.05, öğretmenlerin yanıtları için, U=171, p<0.05).
İlkkaraca ve İlkkaraca (1998) yaptıkları araştırmada, kadınların seçme şansı olsaydı %54.5’inin yine yaşamak için
İstanbul’a (metropol) geleceğini belirttikleri ortaya çıkmıştır. Bunun nedenini de, şehirde yaşamanın sağladığı
sosyal olanaklar olarak açıklamışlardır.
SONUÇ VE ÖNERİLER
Bu araştırmanın amacı, göç eden ailelerden gelen ilkokul 1-2-3-4-ve 5. sınıflarda öğrenim gören çocukların sosyal
uyum ve becerilerine ilişkin öğretmenlerinin ve anne babalarının görüşlerini ortaya koymaktır.
Öğretmenlerin ve anne babaların çocukların sosyal uyum ve becerilerine ilişkin görüşlerinden elde edilen sonuçlar
aşağıda sunulmuştur :
Araştırmada yer alan ailelerin demografik bilgileri incelendiğinde; göç eden ailelerin %57.4’ünün 4-5 kişiden
oluştuğu, büyük çoğunluğunun anne (%99.1) ve babası (%97.4) ile birlikte yaşadığı, %78 inin çekirdek aileden
oluştuğu, büyük çoğunluğunun anne yaşının 30 ve üzeri, babaların ise % 45.8’inin 35 ve üzeri yaş grubunda yer
aldığı, eğitim durumlarına göre annelerin %50’sinin ilkokul ve altı, %20.5’inin ortaokul mezunu,babaların ise
%50.5’inin lise üzeri eğitim durumuna sahip olduğu, annelerin %53.6’sının çalıştığı, babaların ise %92.3’ünün
çalıştığı, annelerin %81.3’ünün, babaların %75’inin ücretli bir işte çalıştıkları,göç eden ailelerin %45.6‘sının 11-15
yıllık evli olduğu, %58.3’ünün iki çocuklu olduğu belirlenmiştir.
Çocuklara ilişkin elde edilen demografik bilgiler incelendiğinde; göç eden ailelerin çocuklarının %9.6’sının
öğrenimleri sırasında yıl kaybettikleri,yıl kaybetme nedenleri sorulduğunda % 50 sinin “okula geç başlama”
nedenini ileri sürdüğü, çocukların %74.8’inin dersleri %68.7’sinin kurallara uymada başarılı olduğu, %82.5’inin
öğretmenleri ile ilişkileri istenilen düzeyde olduğu, %78.1’inin aileleriyle ilişkilerinin istenilen düzeyde olduğu,
öğretmen ve ailelerin görüşleri ile saptanmıştır.
Çocukların sosyal uyum ve becerilerine ilişkin bilgileri incelendiğinde;
Anne babalar ile öğretmenlerin çocukların sosyal uyum ve becerilerine ilişkin algıları arsında anlamlı bir farklılığın
olmadığı ortaya koyulmuştur.
Göç eden ve etmeyen ailelerin çocuklarının sosyal uyum ve becerilerini öğretmen ve anne babaların algıları
arasında faktör 1 ve faktör 2 düzeyinde istatistiksel açıdan anlamlı bir farklılık bulunmuştur. Ancak faktör 3
düzeyinde anlamlı bir farklılığa rastlanmamıştır.
Göç eden ailelerde 30- 34 yaş grubu annelerin 35 yaş ve üzeri yaş grubundaki annelere göre çocuklarının sosyal
uyum ve becerilerine dair algılarının istatistiksel olarak farklılık gösterdiği, babaların yaşlarının ise anlamlı bir
farklılık yaratmadığı bulunmuştur.
Anne ve babaların eğitim durumunun yüksek olması çocukların sosyal uyum ve becerilerinde özellikle faktör 1 ve
faktör 2 düzeyinde anlamlı bulunmuştur.
Öğretmen ve anne babaların aile yapısına göre, çocukların sosyal uyum ve becerileri ile ilgili algıları anlamlı bir
farklılık göstermemiştir.
Genel ve faktör boyutunda “iş bulma” amacıyla göç eden ailelerin çocuklarının sosyal uyum becerileri anne baba
ve öğretmenleri tarafından daha düşük olarak nitelendirilmiştir.
Göç eden ailelerin memlekete gitme durumlarının ve gitme sıklıklarının çocukların sosyal uyum ve becerileri
üzerinde etkili olmadığı saptanmıştır.
Göç eden ailelerden kendilerini kentli olarak kabul etmeyenler, çocuklarının sosyal uyumsuzluklarının daha düşük
düzeyde olduğunu değerlendirmiştir.
Göçten pişmanlık duymayan ailelerin çocuklarının sosyal uyum ve becerileri anne-baba ve öğretmenleri
tarafından daha olumlu olarak değerlendirilmiştir.
Araştırmanın sonuçları doğrultusunda aşağıdaki öneriler sıralanmıştır:
·
Devlet Politikaları ile İlgili Öneriler
1.
Öncellikle göçü doğuran işsizlik, yaşam koşullarının elverişsizliği, eğitim ve sağlık olanaklarının
yetersizliği gibi nedenlerin ortadan kaldırılmasına ilişkin gerekli önlemler alınabilir,
2.
Kırsal kesimden kente en fazla göçün yaşandığı sanayinin geliştiği kentlerde, yetişkinlere, gençlere ve
çocuklara yönelik sosyal-kültürel uyum kursları düzenlenebilir. Ayrıca yetişkinler ve gençler için mesleki
eğitim kursları düzenlenebilir,
3.
Devlet bu kursların düzenlenmesinde sivil toplum kuruluşları ile işbirliği yapabilir.
·
Milli Eğitim Bakanlığına Yönelik Öneriler
1.
Göç eden çocukların gençlerin ve ailelerin eğitim gereksinimlerini tespit etmek amacıyla özellikle en fazla
göç alan illerde araştırma merkezleri kurması önerilebilir,
2.
Tespit edilen sorunlara çözüm getirmek amacıyla çocukların ve ailelerin uyum sürecine katılmaları için,
sosyal uyum etkinlikleri düzenlenebilir,
3.
Gençlik merkezi sayıları arttırılabilir ve buralarda gençlere ve ailelerine yönelik sosyal uyum çalışmaları
yapılabilir,
4.
Toplumun ailenin çocukların gençlerin kısacası toplumda yaşayan her bireyin faydalanabileceği sosyal
5.
Öğretmenlere sosyal uyum konusunda hizmet içi eğitim çalışmaları düzenlenebilir,
6.
Hizmet içi eğitimlerde özellikle çocukların gençlerin ve ailelerin sosyal uyumla ilgili karşılaştıkları
uyum merkezleri açılabilir,
problemler üzerinde durulabilir.
·
Okullara Yönelik Öneriler
1.
Okul yönetimi tarafından göç eden anne babalara yönelik olarak sosyal uyumlarını kolaylaştırmak
amacıyla anne baba eğitimi bilgilendirme toplantıları düzenlenebilir,
2.
Okul yönetimi tarafından anne babaların uzun süre o ilde yaşayan anne babalarla kaynaşmaları için
kermes, partiler, piknik, geziler düzenlenebilir,
3.
Okul yönetimi tarafından kültürel farklılıklara saygıyı desteklemek için kendi yöresinin kültürel özelliklerini
tanıtıcı sınıf ortamında etkinlikler düzenlemesi sağlanabilir,
4.
Sınıf öğretmenleri tarafından göç eden çocukların evlerine ev ziyaretleri düzenlenerek, ev ortamları
gözlenebilir,
5.
Öğretmenler tarafından sınıf içi eğitim ortamlarını gözlemlerine dayanarak çocukların birbirleriyle
kaynaşmalarını sağlayacak şekilde düzenlenebilir,
6.
Çocukların birbirleriyle kaynaşmalarını sağlayacak etkinlikler düzenlenebilir.
·
Sivil Toplum Kuruluşlarına Yönelik Öneriler
1.
Sivil Toplum Kuruluşları, Devlet Kurumları ile işbirliği yaparak sosyal uyum merkezlerinin açılmasında
ekonomik destek sağlayabilirler,
2.
Bu merkezlerin donanımını( Materyal ve mobilya techizat vb.) sağlanmasında destek olabilirler,
3.
Toplum bilincinin oluşturulması için medya kuruluşlarını harekete geçirebilirler.
·
Üniversitelere Düşen Görevler
1.
Bugüne kadar göçle ilgili olarak yetişkinler üzerinde göçün nedenleri etkisi konusunda çalışmalar
yapıldığı göz önüne alınırsa ,erken çocukluk döneminde çocuğun gelişimine göçün etkilerine ilişkin
araştırma sayısının arttırılması önerilebilir,
2.
Göç eden ailelerin çocuklarının eğitimleri sırasında karşılaştıkları sorunların tespit edilmesine yönelik
3.
Milli Eğitim Bakanlığı, Sivil Toplum kuruluşları işbirliği ile uygulamaya dönük çözümler üreten sosyal
araştırmalar yapılabilir,
uyum projeleri planlayabilir,
4.
Göç alan illerde bulunan üniversitelerin bünyelerinde sosyal uyum araştırma merkezleri açılabilir.
KAYNAKLAR
COLL, C.G., AKIBA, D., PALACIOS, N., BAILEY, B., SILVER, R., DIMARTINO, L. And CHIN, C., 2002.
“Parental Involvement in Children’s Education: Lessons from Three Immigrant Groups.” Parenting: Science and
Practice, July-September, volume 2, number3, pages 3003-304.
ÇINGI, H ., 1994. Örnekleme Kuramı. H.Ü. Fen Fakültesi Basımevi. Beytepe, Ankara.BLAKE, D.D., WEATHERS,
F.W., NAGY, L.M. VE ARK., 1990. A Clinician Rating Scala for Assessing Curent and Lifetime PTSD. The
CAPS-I. Behaviour Therapist, 13:187-188.
EKŞİ, A., 2002. “Sığınmacı ve Göçmenlerde Psikopatoloji.” Türk Psikiyatri Dergisi, 13(3):215-221.
ERMAN, T., 1997. “The Meaning of City Living for Rural Migrant Women and Their Role in Migration: The Case of
Turkey.” Women’s Studies International Forum, 20(2): 263-273.
GÜN, Z, 2002. “Çocuk ve Göç”. İzmir: Ege Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü (Yayınlanmamış Yüksek Lisans
Tezi).
GÖKÇE, B., 1996. “Göç ve Metodolojik Tartışmalar.” II.Ulusal Sosyoloji Kongresi
(Toplum ve Göç) T.C.
Devlet İstatistik Enstitüsü, Mersin.
HAKAN, S.,2004. “Anadolu Lisesi Öğrencileri İle Yurt Dışı Yaşantısı Geçiren ve Anadolu Liselerine Gelen
Öğrencilerin Benlik Tasarımı Açısından Karşılaştırılması”, Milli Eğitim Dergisi, Bahar, sayı:162.
İLKKARACA, P. ve İLKKARACA, İ., 1998. “1990’lar Türkiye’sinde Kadın ve Göç.” Bilanço 98: 75 Yılda
Köylerden Şehirlere. Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul. s.305-322.
KAĞITÇIBAŞI, Ç., 2003.Yeni İnsan ve İnsanlar. Sosyal Psikoloji Dizisi 1, Evrim Yayınevi, İstanbul.
KAĞITÇIBAŞI, Ç., 2003. Kültürel Psikoloji. Sosyal Psikoloji Dizisi 2, Evrim Yayınevi, İstanbul.
KELEŞ, R., 1983. Türkiye’de Şehirleşme, Konut ve Gecekondu. Gerçek Yayınları, Ankara.
KÖKLÜ, N., ve BÜYÜKÖZTÜRK, Ş., 2000. Sosyal Bilimler İçin İstatistiğe Giriş. Pegem Yayıncılık. Ankara.
KOLAITIS, G., TSIANTIS, J., MADIANOS, M. And KOTSOPOULOS, S., 2003. “Psychosocial Adaptation of
Immigrant Grek Children from The Former Soviet Union.” European Child and Adolescent Psychiatry, 12:67-74.
SIR, A., BAYRAM, Y., ÖZKAN, M., 1998. “Zorunlu İç Göç Yaşamış Bir Grupta Travma Sonrası Stres Bozukluğu
Üzerine Ön Çalışma.” Türk Psikiyatri Dergisi, 9:173-180.
SÜMBÜLOĞLU, K., ve SÜMBÜLOĞLU, V., 1997. Biyoistatistik. Hatiboğlu
Yayınevi, Ankara.
TEZCAN, M., 1996. “Göç ve Eğitim” II.Ulusal Sosyoloji Kongresi (Toplum ve Göç). T.C. Devlet İstatistik Enstitüsü,
Mersin.
TEZCAN, M., 2000. Dış Göç ve Eğitim. Anı Yayıncılık. Ankara
YALÇIN, C., 2004. Göç Sosyolojisi. Anı Yayıncılık. Ankara.
AİLE ve TÜRKİYE DİYANET VAKFI, KADIN FAALİYETLERİ MERKEZİ
Ayşe SUCU
Toplumsal hayatın temel birimi ve çekirdeği olan aile her toplumun ve kültürün en eski sosyal kurumlarından
biridir ve insanlık tarihiyle birlikte ortaya çıkmıştır. Toplumun idamesinin ve ayakta kalmasının olmazsa olmazı
olan aile kurumu sosyolojik anlamda evrensel nitelikler taşımasına rağmen toplumdan topluma, kültürden kültüre
hatta zamana ve şartlara bağlı olarak toplumların kendi içinde de farklılaşmaktadır. Ancak “toplumsal yükümlülük”
dediğimiz toplumsal yaşamadan doğan ve sosyal ilişkilerimize bağlı bulunan yükümlülük ve ödevler gelişigüzel
olmayıp belli bir düzene ve belli bir takım kurallara bağlı bulunmaktadır.
İnsanın kadın ve erkek olarak yaratılıştan getirdiği birbirini tanıma, tamamlama ve beraber olma ihtiyacı, yine
yaratılıştan gelen düzen kurma düşüncesini yasal bir zemine oturtma eğilimi aile kurumunun insanî gerekçelerini
oluşturur. Ailenin farklılaşması, sözü edilen ihtiyaç ve eğilimlerin zaman içindeki değişimiyle ilgilidir. Mevcut
unsurların değişimi, kurumun yapısında ve fonksiyonlarında birtakım farklılaşmalara sebep olur. Kuşkusuz bu da
gelişme sürecinin bir gereğidir.
Aile kurumunun oluşumunda insanî gerekçelerin ötesinde sosyal ve kültürel yapıya dayalı özellikler de belli ölçüde bir
paya sahiptir. Bu sebeple biyolojik boyutu aşan ve psikososyal bir gerçeklik niteliği kazanan aile, mikrososyal çevre
olarak toplumun ilk örgütlü unsurlarından biri hâline gelir. Böylece insanın düzen kurma düşüncesi, aile içinden devletler
arası hukuka kadar oldukça geniş kapsamlı bir alanda yasal bir zemine kavuşmuş olur.
Modern toplumlarda, başta eğitim ve meslek hayatı olmak üzere birçok alanda ailenin üstlendiği sorumluluklar,
giderek devletin hizmet alanında yer almaya başlar. Geleneksel aile düzenindeki dayanışma, yardımlaşma, gelecek
tasarımı vs. kollektif ve merkezî iradeyle ortaya çıkarken, modern ailelerde bunlar, bireysel tercihler kapsamına
girmekte ve sorumluluk alanı aileden devlete kaymaktadır. Böylece modern aile üyeleri daha çok birey, daha az
sorumluluk çizgisine doğru bir evrilme sürecine girmektedirler. Bu durum ailenin geleneksel yapıdaki açılımlarını
daraltmakta, onu, çekirdek aile sınırlarına çekmektedir.
Türk ailesi bütün bu değişimleri elbette kendi dinamikleri içinde yaşamaktadır. Aile kurumunu küçültülmüş devlet gibi
işleten ve devlete aile kutsallığı nosyonuyla bakan (devlet baba kavramında olduğu gibi) geleneksel Türk ailesi,
sınırların daralması dönüşümünü şeklî olarak yaşamasına rağmen, dinamiklerinin işlevselliği yönünden alan
genişlemesine uğramaktadır. Evet, Türk ailesinde çekirdek aileye doğru bir gidiş vardır. Çocukların evlenmesi, yeni
bir yuva kurup ayrı evde yaşamaları, hem merkez ailenin delâlet ve desteğiyle gerçekleşmekte hem de maddî,
manevî ve ahlakî ilişkiler bağlamında birliktelikte ve sorumlulukta herhangi bir daralmaya meydan verilmemektedir.
Aksine, yeni birliktelik ve sorumluluk alanları doğurmaktadır. Örneğin aile şirketi olgusu gibi. Bu olgu ticarî ve meslekî
alanda aile kavramına yeni açılım imkânları sağlamaktadır. Ayrıca olağanüstü şartlarda, yakın aileler arası
dayanışma ve sorumluluk duygusu had safhaya ulaşmakta, bunun sonuçları devletin sorumluluğuna büyük katkılar
sağlamaktadır.
Elimizde bütün bunların sebeplerini açıklayabileceğimiz somut/nesnel veriler olmamakla birlikte, öznel
deneyimlerimiz; yaşantı ve tanıklıklarımız Türk aile yapısının tarihsel karakteristik özelliğinin öz dinamiklerine bağlı
kalarak kendini sürekli yenilediği, değişime ve gelişime bir kuşaktan diğerine geçen bir dirençle karşılık vermediği,
dolayısıyla esnek sınırlara sahip olduğu, zamana ve şartlara uyumluluk özelliğini koruduğu yönünde bir anlayışı
kuvvetlendirmektedir. Yani aile içindeki geleneksel değer yargıları, hayata bakış tarzı, estetik eğilimleri niteliksel
olarak değil, fonksiyonel açıdan bir değişime uğramaktadır. Bu bağlamda çocuklar, anne ve babalarıyla benzer
hassasiyetleri taşımakla birlikte, bunların ortaya konuluşunda farklı tepkiler vermektedirler.
Günümüzde Türk ailesinin kapsamı daralma eğilimi göstermiş olmakla birlikte işlevsel açıdan giderek yeni açılımlar
kazanmaktadır. Eğitim politikalarımıza, din hizmetlerimize ve aile eksenli çalışan sivil toplum örgütlerimize bu yönde
işlerlik kazandırılması, reel strateji açısından bir zorunluluk olsa gerektir.
Dünyada olduğu gibi ülkemizde de sivil toplum kuruluşlarının şüphesiz kendileri için belirledikleri hedefler,
doldurmayı planladıkları boşluklar var. Bu hedefler ve aynı zamanda bu kuruluşların varlık nedenidir de. Bunun için
de milli ve manevi değerlerin öğrenilmesi, korunması ve yaşatılması konusunda aktif rol oynayan burada eski adıyla
Türkiye Diyanet Vakfı Kadın Kolları yeni adıyla ise Türkiye Diyanet Vakfı kadın Faaliyetleri Merkezi kurulduğundan
itibaren sadece ‘kadın’ için değil, ‘aile ve toplum’ için çalışmayı kendine şiar edinmiş bir kuruluş olmasından dolayı
önemine binaen çalışmalarından bahsetmek istiyorum.
Sosyal ve kültürel faaliyetleri dengeli bir şekilde yürütmeye çalışan bu kuruluşun üyeleri, yaş, meslek ve eğitim
düzeyi açısından geniş bir yelpaze oluşturmaktadır.
Kadın Faaliyetleri Merkezi hem bir kadın kuruluşu olması hem de Dini bir organizasyon içinde yer alması sebebiyle
diğerlerine kıyasla daha geniş bir sorumluluk ve işlev alanına sahiptir. Bu kuruluş, öncelikli olarak, genelde ülkemiz
insanını özelde de kadınımızı, beslenebileceği ve sahip olmakla gurur duyacağı bir dini ve kültürel mirasın farkında
kılmayı arzu etmektedir.
Böyle bir dini ve kültürel mirası canlı tutma ihtiyacı son yıllarda kendini daha yoğun bir şekilde hissettirmektedir. Zira,
globalleşen dünyada, farklı dini ve kültürel hareketler, ‘her yere yuva yapmaya, her yere yerleşmeye ve her yerde
ilişkiler ağı kurmaya’ başlamıştır.
Böyle bir mirasın yokluğunun, başka kültür ve hareketlerin beslenebileceği en münbit zemini oluşturduğunun farkında
olan Kadın Faaliyetleri Merkezi hem yetişkinlere hem de ailenin bütün fertlerine yönelik programlarını oluştururken bu
durumu hep dikkate almıştır.
Bütün anılan bu çerçevede, aile ve toplum içindeki etkinlik alanları gittikçe artan kadınlara düşen görevin ne olduğu
ve geleceğe hangi değerleri taşıyacakları, gibi sorular kadınların bir yol haritası oluşturmasıyla sonuçlanacaktır.
Bu yol haritası çıkarılırken halen yaşanmakta olan kadın sorunlarının doğru ve objektif tespiti şarttır. Zira, kadınların
pek çoğu bir çok şeyden mahrum bırakılmakta, kendisine izin verilen dar bir çerçevede yaşatılmakta, eğitimden
uzaklaştırılmakta, gün gelip törelere kurban edilmektedir.
21. yüzyıla damgasını vuran globalleşme ya da küreselleşme kavramı ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasî açıdan tüm
dünyayı etkilemektedir. Dünyanın küçük bir köy haline dönüşmesi insanları nasıl etkileyecektir? Bu değişime kayıtsız
kalmak mümkün müdür? Bununla birlikte Avrupa Birliği’ne katılma noktasında emin adımlarla yürüyen Türkiye’nin ABD
ve AB ülkeleri tarafından model olacak bir ülke olarak görülmesi ve gösterilmesi bizim için çok önemlidir. Gerçekten
Türkiye hassas dengelere sahip bir coğrafyada bulunmakta ve Avrupa ile Asya arasında bir köprü vazifesi görmektedir.
Türkiye laik-demokratik ve halkının çoğunluğunun Müslüman olmasıyla diğer İslam ülkelerine model olarak
gösterilmektedir. Bu açıdan bakıldığında Avrupa Birliği’ne giriş sürecinde toplum tabanında köklü değişikliklerin olması
kaçınılmaz gibi görülmektedir. Bu sebeple hedeflerin iyi tespit edilmesi ve buna göre çözüm üretecek köklü adımların
atılması ve yapısal değişikliklerin yapılması gerekmektedir.
Değişimin en çok etkileyeceği kurum olarak toplumumuzun çekirdeğini oluşturan aile kurumu ön plana çıkmaktadır.
Sağlamlığıyla, toplumu ayakta tutan değer olarak gördüğümüz aile kurumu acaba parçalanacak mı, sorusu sıkça
gündeme getirilmektedir.
Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde yaşayan gurbetçilerimizin ikinci ve üçüncü nesillerinin içinde bulunduğu durum bu
konuda örnek olarak gösterilmekte ve bir karamsarlık havası yaratılmaktadır. Bu tür endişe ve sorunlar mutlaka dile
getirilecek ve çözüm yolları aranacaktır. Ama inanıyoruz ki çözümün can alıcı noktasında kadın bulunmaktadır. İyi
eğitilmiş, her yönden donanımlı, ailenin önemine vakıf olmuş ve değerlerine bağlı kadınların üstleneceği rol, ailenin
ve toplumun ayakta kalmasında ve sağlam temeller üzerine inşa edilmesinde var olan karamsarlık havasını
dağıtmaya yetecektir.
1911 yılında İstanbul’da kadınlara yönelik konferanslar düzenleyen Fatma Nesibe Hanım vatanın geleceğinde
kadının üstleneceği rol hakkında fikrini açıklarken özellikle anne olarak yeni bir nesil yetiştirmede kadının etkisi
üzerinde durur ve şöyle der: “Vatan, yarınki nurunu bizden alacaktır. Çünkü kadın mazi ve istikbal demektir. Kadınlar
gümüş iğnelere benzerler, onun akislerinde maziden istihaleye çalışan bir istikbal çehresi vardır.”
Görülmektedir ki; yüzlerce yıldır kadınlar ülkenin geleceğinin belirlenmesinde aynı hassasiyeti taşımışlardır.
İşte Kadın Faaliyetleri Merkezinin hedefi, toplumsal dönüşümü maddi ve manevi değerlerimize zarar vermeden
sağlayacak donanımlı ve iyi yetişmiş kadınlarımızın sayısını çoğaltmak ve dolayısıyla toplumumuz çekirdeğini
oluşturan aile kurumunun sağlam temeller üzerine inşa edilmesine katkıda bulunmaktır.
ZİHİNSEL ENGELLİ ÇOCUKLARIN NİSONGER ÇOCUK DAVRANIŞ DEĞERLENDİRME FORMU’NA GÖRE
İNCELENMESİ
Öğr.Gör.Dr. Arzu YÜKSELEN*
Prof.Dr. Pınar BAYHAN*
ÖZET
Yapılmış olan bu araştırma zihinsel engelli çocukların sosyal yeterlilik ve problem davranışlarının Nisonger
ÇDDF’na göre incelenmesi amacıyla planlanmıştır.
Araştırmanın örneklemini Ankara ili merkez ilçelerinde bulunan özel eğitim kurumları arasından seçilen on iki
kurum ve bu kurumlara devam eden 4-18 yaş grubundaki toplam 156 zihinsel engelli çocuğun anne-baba ve
öğretmenleri oluşturmaktadır. Karşılaştırmalı tipte tanımlayıcı nitelikli araştırmada, örneklemi oluşturan zihinsel
engelli çocukların gelişimsel düzeylerini belirlemede Elizabeth Munsterberg Koppitz’in “Bir Adam Çiz” testi; sosyal
yeterlilik ve problem davranışların değerlendirilmesinde ise Nisonger Çocuk Davranış Değerlendirme Formu
(Nisonger ÇDDF)’nun anne-baba uyarlaması ve öğretmen uyarlaması kullanılmıştır. Verilerin istatistiksel
analizinde, zihinsel engelli çocukların Nisonger ÇDDF’ndan elde edilen sosyal yeterlilik ve problem davranış
değerleri tek yönlü varyans analizi kullanılarak yaş grupları karşılaştırılmıştır. Varyansları homojen ve istatistiksel
olarak anlamlı (p<0.05) bulunan alt ölçekler ikişerli olarak post-hoc testlerinden TUKEY-HSD ile, varyansları
homojen olmayan alt ölçekler ise ikişerli olarak Mann-Whitney U testi ile karşılaştırılmıştır.
Nisonger ÇDDF’nin anne-baba ve uyarlamaları üzerinde cinsiyet değişkeninin incelenmesinde t testi kullanılmış
ve cinsiyetin her iki uyarlamadaki alt ölçeklerden elde edilen sonuçlar üzerinde etkisinin istatistiksel olarak anlamlı
olmadığı (p>0.05) bulunmuştur.
Anahtar Sözcükler: Zihinsel Engelli Çocuklar, Sosyal Yeterlilik,Problem Davranışlar
GİRİŞ
Toplumda genel olarak sosyal kabul yönünden güçlük yaşayan engelli bireylerin sosyal beceriler yönünden de
yeterli olmaması onların sosyal kabulünü biraz daha zorlaştırmaktadır. Zihinsel engelli bireyler gerek aile gerek
yakın çevre ile olan etkileşimlerinde gerekse akran etkileşimlerinde problem durumlarla karşı karşıya
kalabilmektedirler. Erken tanılama sonrasında erken müdahale programlarının uygulanmasıyla bilişsel, dil, motor,
özbakım ve sosyal gelişim alanlarında desteklenen çocuklar olumlu yönde ilerleme gösterebilecekler, kendilerine
*
*
Hacettepe Üniversitesi Ev Ekonomisi Yüksek Okulu Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Bölümü
Hacettepe Üniversitesi Ev Ekonomisi Yüksek Okulu Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Bölümü
olan saygıları, özgüvenleri artacak dolayısıyla başta aileleri ve yakın çevreleri olmak üzere toplum tarafından
kabul edilebileceklerdir.
Zihinsel engelli çocuklar kendi yaş gruplarındaki normal gelişim gösteren akranlarıyla aynı gelişim özelliklerine
sahip olamadıkları için akran etkileşiminde güçlük çekmektedirler. Bunun temelinde sosyal beceriler yönünden
yetersiz olmalarının yanı sıra dil ve bilişsel gelişim alanlarında sahip oldukları yetersizlikler de yer almaktadır.
Özellikle okulöncesi dönem zihinsel engelli çocuklar için bu yaş grubuna göre ben merkezci yaklaşım ve henüz
gelişmekte olan süperego dikkate alındığında akran etkileşimi bu dönem için bir kat daha güçleşmektedir.
Zihinsel engelli çocukların sosyal kabulüne engel olan önemli bir diğer faktör de problem davranışlardır. Sosyal
beceriler yönünden yetersizliği bulunan zihinsel engelli çocukların saldırganlık, içekapanıklık, hiperaktivite,
güvensiz, kaygılı ve kendine zarar verme gibi problem davranışlar göstermeleri onları toplumdan uzaklaştırmakta,
daha çok kendi hallerinde izole bir yaşam sürmelerine neden olmaktadır. Çünkü bu ve benzeri davranışlar
sergileyen zihinsel engelli bireylerin akranları, okul ortamı veya diğer sosyal çevrelerde uyum içerisinde
etkileşimde bulunabilmeleri oldukça güçtür.
YÖNTEM
Araştırmanın Evreni ve Örneklemi
Yapılmış olan bu araştırma zihinsel engelli çocukların sosyal yeterlilik ve problem davranışlarının Nisonger
ÇDDF’na göre incelenmesi amacıyla planlanmıştır.
Araştırmanın evrenini, Ankara il merkezinde bulunan SHÇEK ve MEB’na bağlı özel özel eğitim kurumlarına
devam eden zihinsel engelli çocukların anne-baba ve öğretmenleri oluşturmaktadır.
Araştırmanın örneklemini, Ankara ili Çankaya, Yenimahalle, Keçiören, Altındağ, Sincan ve Etimesgut merkez
ilçelerinde bulunan SHÇEK ve MEB’na bağlı özel özel eğitim kurumları arasından seçilen oniki kurum ve bu
kurumlara devam eden 4-18 yaş grubundaki toplam 156 zihinsel engelli çocukların anne- baba ve öğretmenleri
oluşturmaktadır.
Araştırmaya alınan çocukların %32’sini kız, %68’ini erkek çocuk oluşturmaktadır.
Örneklemi oluşturan zihinsel engelli çocukların yaş gruplarına göre dağılımına bakıldığında, 4-8 yaş grubunda
%27, 9-13 yaş grubunda %49 ve 14-18 yaş grubunda %24 zihinsel engelli çocuğun olduğu görülmektedir.
Araştırmanın örneklemini belirleme aşamasında öncelikle Ankara il merkezinde bulunan altı ilçede SHÇEK ve
MEB’na bağlı özel özel eğitim kurumlarına devam eden Zihinsel Engel tanılı
4-18 yaş grubundaki çocukların
sayıları öğrenilmiştir. İlçelere göre elde edilen bu sayılardan tabakalı rastgele örnekleme yöntemi uygulanarak her
ilçeden kaç çocuğun anne, baba ve öğretmeni ile çalışılacağı saptanmıştır. Buna göre Çankaya ilçesinden 91,
Yenimahalle’den 20, Keçiören’den 17, Altındağ’da 8, Sincan’dan 12, Etimesgut’dan 8 zihinsel engelli çocuk
örneklem grubunu oluşturmuştur. Son aşamada basit rastgele örnekleme yöntemiyle hangi ilçeden hangi çocuğun
anne, baba ve öğretmeniyle çalışılacağı belirlenmiştir.
Araştırmanın örneklem grubunu oluşturan çocukların anne, babalarının boşanmış ve ayrı yaşıyor olmamaları ve
anne veya babalarının ölmemiş olması durumları dikkate alınmıştır.
Araştırmaya alınan 4-18 yaş grubu zihinsel engelli çocukların hafif derecede engelli (IQ puanı 50-55’den 70’e
kadar) ve orta derece engelli (IQ puanı 35-40 ile 50-55 arası) oldukları eğitim aldıkları kurumlardan öğrenilmiştir.
Grossman (1983) ve DSM IV’e göre
bu aralıklarda yer alan zihinsel engelli çocuklar eğitilebilir durumdaki
zihinsel engeli çocuklar olarak tanımlanmaktadır (Akt.Heward, 1996).
Veri Toplama Araçları
Yapılan çalışma, karşılaştırmalı tipte tanımlayıcı nitelikli bir araştırmadır. Örneklemi oluşturma aşamasında
ilçelere göre belirlenen okullardaki 4-18 yaş grubundaki zihinsel engel tanılı çocuklara öncelikle Koppitz’in “Bir
Adam Çiz” testi uygulanarak zihinsel gelişimleri değerlendirilmiştir. Bu değerlendirme sonuçlarına göre örnekleme
seçilen zihinsel engelli çocukların anne-baba ve öğretmenlerine Nisonger Çocuk Davranış Değerlendirme Formu
(Nisonger ÇDDF) uygulanmıştır. Anne-baba uyarlaması ve öğretmen uyarlamasına ait değerlendirme sonuçları
karşılaştırılarak istatistiksel olarak incelenmiştir.
Örneklemi oluşturan zihinsel engelli çocukların anne-baba ve öğretmenlerini belirleme aşamasında bu çocuklara
Koppitz’in (1968) “Bir Adam Çiz” testi,
zihinsel engelli çocukların sosyal yeterlilik ve problem davranışlarını
belirleme aşamasında da Nisonger Çocuk Davranış Değerlendirme Formu’nun Anne-Baba Uyarlaması ve
Öğretmen Uyarlaması kullanılmıştır.
Nisonger Çocuk Davranış Değerlendirme Formu gelişimsel yetersizliği bulunan, yaşları 4-18 arasında değişen
çocukların sosyal yeterliliklerini ve problem davranışlarını ölçmektedir .
Zihinsel engelli çocukların sosyal yeterliliklerini ve problem davranışlarını ölçmede kullanılan bu form prososyal
veya uyum davranışı olarak tanımlanan 10 sosyal yeterlilik itemi ile dışa yönelik ve içe yönelik problem
davranışlar olarak tanımlanan 66 problem davranış itemini içermektedir.
Nisonger ÇDDF’nun anne-baba uyarlaması ve öğretmen uyarlamasında sosyal yeterliliğe yönelik olumlu sosyal
bölümüne ait alt ölçekler İtaatkar/Sakin ve Uyumsal Sosyal; problem davranış bölümüne ait alt ölçekler ise
Davranış Problemi, Güvensiz/Kaygılı, Hiperaktif, Kendine Zarar Verme/Sterotipik, Kendini İzole Eden/Ritualistik
şeklindedir. Problem davranışlara ait son alt ölçek anne-baba ve öğretmen uyarlamasında birbirinden farklıdır.
Anne-baba uyarlamasında problem davranışlara ait altıncı alt ölçek “Aşırı Duyarlı”, öğretmen uyarlamasında ise
“Sinirli”dir.
Veri Toplama İşlemi
Belirlenen kurumlarda eğitim alan zihinsel engel tanılı 4-18 yaş grubu tüm çocuklara Koppitz’in (1968) “Bir Adam
Çiz” testi uygulanarak gelişim düzeyleri saptanmıştır.
Toplanan resimlerin değerlendirilmesi aşamasında “Bir Adam Çiz” testinden en yüksek “1” puan olmak üzere “0”
ve daha düşük puan alan zihinsel engelli çocuklar örneklem grubuna alınmışlardır. Koppitz’in (1968) “Bir Adam
Çiz” testine göre 1 veya 0 puan zihinsel engel durmunu (IQ 70’in altı) ifade etmektedir. Ancak örneklem grubuna
alınan zihinsel engelli çocukların büyük çoğunluğunun bu testten 0’ın altında bir puan aldığı görülmüştür. Çankaya
ilçesinden altı, Yenimahalle ilçesinden iki, Keçiören, Altındağ, Etimesgut ve Sincan ilçelerinden birer özel özel
eğitim kurumundan 50’si kız, 106’sı erkek toplam 156 zihinsel engelli çocuğun anne-baba ve öğretmeni örneklem
grubunu oluşturmuştur. Nisonger ÇDDF’nun öğretmen uyarlaması zihinsel engelli çocuk listeleri belirlenmiş
kurumlara uygulanmaya başlanmıştır. Bir hafta süre sonrasında öğretmen tarafından doldurulan formlar
kurumdan teslim alınmıştır. Ailelerin farklı sosyo-kültürel düzeyde olmaları ve benzer uygulamalarla sık
karşılaşmadıkları dikkate alınarak Nisonger ÇDDF’nun anne-baba uyarlaması anne- babaya verilerek onların
değerlendirmelerini sağlamak yerine daha doğru değerlendirme yapılabileceği düşünülerek araştırmacı tarafından
bire bir görüşme yapılarak değerlendirilmiştir. Tassé ve Lecavalier (2000) Nisonger ÇDDF’yi kullanarak yaptıkları
benzer araştırmada, veri toplama aşamasında anne-baba uyarlamaları ile öğretmen uyarlamalarını aynı zamanda
toplayamadıklarını, 1 ay veya daha fazla süreyle toplanan veriler arasında özellikle karşılaştırmaya yönelik
araştırmalarda az da olsa bir etki olacağını belirtmişlerdir. Ancak yapılan araştırmada bu süre iki üç hafta arasında
değişmiş olup, bu etkiye maruz kalınmaması sağlanmıştır. Tassé ve Lecavalier (2000) tarafından belirtilen veri
toplama aşamasındaki diğer bir problem durum ise değerlendirme formlarının posta yoluyla anne-baba ve
öğretmene ulaştırılmasından kaynaklanan bir durumdur. Formların postalanması sonuçların hassasiyetinde taraf
tutmayı içerebileceği gibi posta aşamasında da bazı denek kayıplarına yol açtığı vurgulanmaktadır. Bu
saptamalardan yola çıkılarak araştırmanın veri toplama işlemi yukarıda belirtildiği şekilde yapılmış ve
değerlendirme aşamasında 130 anne, 18 baba ve 8 abla ya da ağabey ile görüşülmüştür. Kurumların genel isteği
doğrultusunda bu değerlendirme işlemi zihinsel engelli çocuk ve adölesanların eğitim aldıkları sürelerde
yapılmıştır.
Verilerin İstatistiksel Değerlendirilmesi
Zihinsel engelli çocukların sosyal yeterlilik ve problem davranışlarının Nisonger ÇDDF anne-baba uyarlaması ve
öğretmen uyarlamasına göre değerlendirilmesinde cinsiyetlerinin etkisi t testine göre incelenmiştir.
Zihinsel engelli çocukların sosyal yeterlilik ve problem davranışlarının Nisonger ÇDDF anne-baba ve öğretmen
uyarlamasına göre değerlendirilmesinde yaş gruplarının etkisi Tek Yönlü Varyans Analizi (ANOVA) ile
değerlendirilmiştir. Varyans analizine göre önemli bulunan değerler ikişer ikişer Post-Hoc testlerinden “TUKEY
HSD” testi ile karşılaştırılmıştır. Varyansları homojen olmayan değerler için uygulanan Kruskall-Wallis Varyans
Analizi’ne göre önemli bulunanlar ikişer ikişer “Mann Whitney U Testi” ile karşılaştırılmıştır.
BULGULAR VE TARTIŞMA
Nisonger ÇDDF anne-baba uyarlamasının örneklemi oluşturan zihinsel engelli çocukların cinsiyetlerine göre t testi
ile karşılaştırılmasının incelendiği Tablo 1’de, olumlu sosyal bölümünün itaatkar/sakin (t=0.478, p>0.05) ve
uyumsal sosyal (t=0.439, p>0.05) alt ölçeklerinde kız ve erkek cinsiyetleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir
fark bulunmadığı ortaya çıkmıştır. Anne-baba uyarlamasının problem davranış bölümünün alt ölçeklerine
bakıldığında davranış problemi (t=1.532, p>0.05), güvensiz/kaygılı (t=1.019, p>0.05), hiperaktif (z=-0.792,
p>0.05), kendine zarar verme/sterotipik (t=0.805, p>0.05), kendini izole eden/ritualistik (t=0.396, p>0.05) ve aşırı
duyarlı (t=1.603, p>0.05) alt ölçeklerinde kız ve erkek cinsiyetleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark
olmadığı görülmektedir.
Nisonger ÇDDF öğretmen uyarlamasının örneklemi oluşturan zihinsel engelli çocukların cinsiyetlerine göre t testi
ile karşılaştırılmasının incelendiği Tablo 2’de de Tablo 1’de olduğu gibi olumlu sosyal bölümünün itaatkar/sakin
(t=0.411, p>0.05) ve uyumsal sosyal (t=0.101, p>0.05) alt ölçeklerinde kız ve erkek cinsiyetleri arasındaki farkın
istatistiksel olarak anlamlı olmadığı görülmektedir. Öğretmen uyarlamasının davranış problemi (t=0.770, p>0.05),
güvensiz/kaygılı (t=0.593, p>0.05), hiperaktif (z=-0.130, p>0.05), kendine zarar verme/sterotipik (t=0.770, p>0.05),
kendini izole eden/ritualistik (t=1.023, p>0.05) ve sinirli (t=0.184, p>0.05) alt ölçeklerinde de kız ve erkek
cinsiyetleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmadığı ortaya çıkmıştır. Ritter (1989) öğrenme
güçlüğü bulunan ve cinsiyeti kız olan adölesanların sosyal yeterliliği ve problem davranışlarını değerlendirmeye
yönelik yaptığı çalışmada, öğrenme güçlüğü bulunan adölesan erkeklerde olduğu gibi kızların da herhangi bir
gelişimsel problemi bulunmayan akranlarına ve hemcinslerine göre sosyal yeterliliklerinin daha zayıf, problem
davranışlarının ise daha fazla olduğunu belirtmiştir.
Tablo 1 ve Tablo 2’deki sonuçlara göre, gerek anne-baba değerlendirmesinde gerekse öğretmen
değerlendirmesinde tüm alt ölçeklerde kız ve erkekler arasındaki farkın istatistiksel olarak anlamlı olmaması,
zihinsel engelli çocuklarda sosyal yeterlilik ve problem davranışların üzerinde cinsiyetin önemli bir değişken
olmadığının bir göstergesi olarak düşünülebilir. Cinsiyet tek başına bir değişken olarak zihinsel engelli çocukların
sosyal yeterlilik ve problem davranışları üzerinde etkili olmayabilir. Dolayısıyla bağımsız diğer değişkenlerin de
incelenmesi gerekebilir. Tassé ve arkadaşları (1996) Nisonger ÇDDF üzerinde yaş ve cinsiyetin etkilerini
incelemişlerdir. Araştırma sonucunda, yapılan araştırmaya benzer şekilde cinsiyetin Nisonger ÇDDF anne-baba
uyarlaması ve öğretmen uyarlamasında bulunan alt ölçek puanlarının hiçbirinde herhangi bir etkisi bulunmadığı
sonucu ortaya çıkmıştır. Dikkat çekici bir saptama ile gelişimsel yetersizliği bulunan çocuklarla ilgili pek çok önemli
araştırmada cinsiyetin problem davranışlar üzerinde az ya da çok hiçbir etkisinin olmadığı görülmüştür (Einfeld &
Tonge, 1994; Freund & Reiss, 1991; Marshburn & Aman, 1992; Spivack & Spotts, 1965). Bunun yanı sıra Eyman
ve Call (1977) farklı ortamlarda (psikiyatri kliniği, toplum merkezi, yaşadıkları ev) yaşamını sürdüren çocuklarla
yaptıkları bir araştırmada ise AAMD Adaptive Behavior Scale (Nihira, Foster, Shellhaas ve Leland, 1974)’in ikinci
bölümünde cinsiyet-akrabalık etkilerine yönelik istatistiksel olarak anlamlı bir sonuç elde etmişlerdir.
Tablo 3’da, Nisonger ÇDDF’nin örneklemi oluşturan zihinsel engelli çocukların yaş gruplarına göre tek yönlü
varyans analizinde
incelendiği görülmektedir. Nisonger ÇDDF anne-baba uyarlamasının olumlu sosyal
bölümünün itaatkar/sakin ve uyumsal sosyal alt ölçeklerinin her ikisinde de yaş grupları arasında istatistiksel
olarak anlamlı bir fark bulunmamıştır. Problem davranış bölümünde ise sadece hiperaktif alt ölçeğinde (p=0.001,
p<0.05) yaş grupları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark olduğu ortaya çıkmıştır. Diğer alt ölçeklerde ise
yaş grupları arasında farkın istatistiksel olarak anlamlı olmadığı (p>0.05) görülmektedir. Öğretmen uyarlamasında
hem olumlu sosyal bölümde yer alan alt ölçeklerde hem de problem davranış bölümünde yer alan alt ölçeklerin
hiçbirinde yaş grupları arasında fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmamıştır. Tassé ve arkadaşları (1996) 3-16
yaş arası zihinsel engelli çocukların sosyal yeterlilik ve problem davranışlarını değerlendirmeye yönelik olarak
Nisonger ÇDDF’yi kullanarak yaptıkları araştırmada, öğretmen uyarlamasında sadece güvensiz/kaygılı alt ölçeği
puanları üzerinde yaşın etkisi olduğunu saptamışlardır. Buna göre yaş büyüdükçe güvensiz/kaygılı alt ölçeğine
ait puanlarda artış olduğu görülmüştür. Freund ve Reiss (1991) ağır derecede ve sınırda zihinsel engeli bulunan
çocuk, adölesan ve yetişkinlerin problem davranışlarını anne-baba ve öğretmen yönünden inceledikleri
araştırmalarında, anne-baba uyarlamasından elde edilen verilerde içekapanık alt ölçeği ile yaş arasında bir ilişki
olduğunu belirtmişlerdir (Akt. Tassé ve ark., 1996).
Tablo 4’de Nisonger ÇDDF anne-baba uyarlamasında örneklemi oluşturan zihinsel engelli çocukların yaş
gruplarına göre TUKEY-HSD ile ikişerli olarak
karşılaştırılması incelenmiştir. Nisonger ÇDDF anne-baba
uyarlamasında tek yönlü varyans analizine göre istatistiksel olarak anlamlı bulunanlar ikişer ikişer Post-Hoc
testlerinden TUKEY-HSD ile karşılaştırılmıştır. Buna göre problem davranış bölümünün hiperaktif alt ölçeğinde
sadece 4-8 yaş grubu ile 14-18 yaş grubu arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark olduğu (p=0.001, p<0.05)
görülmektedir. 4-8 yaş grubu ile 9-13 yaş grubu ve 9-13 yaş grubu ile 14-18 yaş grubu
arasında istatistiksel
olarak anlamlı bir fark bulunmamıştır (p>0.05). Merrell ve Holland (1997) gelişimsel gecikmesi olan okulöncesi yaş
çocuklar ile önemli bir gelişimsel problemi bulunmayan aynı yaş grubu çocukların sosyal-duygusal davranışlarının
anne-baba ve öğretmen yönünden farklılıklarını incelemişlerdir. Örneklem grubundaki çocukların sosyal duygusal
davranışlarının anne-baba ve öğretmen yönünden algılanmasını değerlendirmede Preschool and Kindergarten
Behavior Scale (PKBS) kullanılmıştır. Gruplar arasında sosyal beceriler ve problem davranış puanlarında
istatistiksel olarak anlamlı farklılıklar bulunmuştur. Sonuç olarak gelişimsel gecikmesi olan okulöncesi yaş grubu
çocukların önemli bir gelişimsel problemi bulunmayan diğer okulöncesi yaş grubu çocuklarına göre sosyal
becerilerinin daha zayıf ve problem davranışlarının daha fazla olduğu saptanmıştır . İpek (1998) tarafından
zihinsel engelli çocukların sosyal gelişimleri üzerinde eğitimde dramanın etkisinin incelendiği araştırmada
çocukların sosyal gelişimlerini değerlendirmede ön test ve son test aşamasında Vineland Sosyal Olgunluk Ölçeği
kullanılmış, uygulanan drama eğitiminin bu çocukların sosyal gelişimleri üzerinde olumlu etkisi olduğu
bulunmuştur.
KAYNAKLAR
1.Heward, W. L. (1996). Exceptional Children. An Instruction to Special Education (5th Ed.), Merrill Publishing
Company, USA.
2. İpek, A. (1998). Eğitimde dramanın zihinsel engelli çocukların sosyal gelişimleri üzerindeki etkisinin
incelenmesi. Hacettepe Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
3. Koppitz, E. M. (1968). Psychological Evaluation of Children’s Human Figure Drawings. Grune & Stratton, Inc,
381 Park Avenue South, New York, USA.
4. Merrell, K., Holland, M. L. (1997). Social-emotional behavior of preschool age children with and without
developmental delays. Research and Developmental Disabilities, 18 (6), 393-405.
5.Ritter, D. R. (1989). Social competence and problem behavior of adolescents girls with learning disabilities.
Journal of Learning Disabilities, 22 (7), 460-461.
6. Tassé, M. J., Aman, M. G., Hammer, D., Rojahn, J. (1996). The Nisonger Child Behavior Rating Form: Age and
gender effects and norms. Resrach and Developmental Disabilities, 17 (1), 59-75.
7.Tassé, M. J., Lecavalier, L. (2000). Comparing parent and teacher ratings of social competence and problem
behaviors. American Journal on Mental Retardation, 105, (4), 252-259.
KORUNMAYA MUHTAÇ 12 – 36 AYLIK BEBEK VE ÇOCUKLARIN SOSYAL DUYGUSAL GELİŞİMLERİNİN
SOSYAL DUYGUSAL DEĞERLENDİRME ARACININ ALT ÖLÇEKLERİNE GÖRE İNCELENMESİ
Deniz Solak*
Yard.Doç.Dr. Adalet KANDIR**
ÖZET
Çocukların tüm gelişim alanlarında olduğu gibi sosyal ve duygusal gelişimlerinin de temeli büyük oranda ilk
yıllarda atılmaktadır.Bu nedenle erken çocukluk yılları yaşamın en kritik dönemini ifade etmektedir.Özellikle
bebeklik yıllarında çocuğun ihmal edilmesi, yadsınması onun başkaları ile olan ilişkilerini ve gelecek yaşamını
olumsuz etkilemektedir.Bu nedenle ilk yıllarda sosyal ve duygusal yönden doyum sağlayacağı ilişkiler kurulmalı,
onun sağlıklı bir duygu durumu oluşturabilmesi için gereken özen ve ihtimam gösterilmelidir.
Bu araştırma; 12 -36 aylık korunmaya muhtaç çocukların sosyal ve duygusal gelişimlerini değerlendirmek üzere
geliştirilmiş olan “12-36 Aylık Bebek ve Çocuklar için Sosyal Duygusal Değerlendirme Aracı”nın “Dışsallaştırma
Semptomları, İçselleştirme Semptomları, Deregulasyon, Yeterlilik-Yetenek, Kötü Adaptasyon, Sosyal İlişkililik, ATipik İndeks ve Klinik Önem Taşıyan Bireysel Maddeler”
alt alanları arasındaki ilişkiyi incelemek amacıyla
planlanmıştır.
*
Sosyal Hiz. Çoc.Esirgeme Kur.Bursa İli Sırameşeler Çoc.Yuvası Çocuk Gelişimcisi
Gazi Üniversitesi Mesleki Eğitim Fakültesi Çoc.Gel.Eğt.Böl
**
Araştırmanın temel alt evrenini, Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu Bursa ili Sırameşeler Çocuk Yuvası,
Ankara ili Keçiören Atatürk Çocuk Yuvası ve Ankara ili Bahçelievler İhsan Yazman Çocuk Yuvalarında kalan
korunmaya muhtaç 12- 36 aylık çocukların bakımından sorumlu kişiler oluşturmuştur.Araştırmada korunmaya
muhtaç çocukların betimsel karşılaştırmasının yapılabilmesi için sosyo-ekonomik düzeyi düşük 12-36 aylık
çocukların anne babalarından oluşan ikinci bir alt evren de seçilmiştir.Araştırma evren üzerinde yapılmış olup
ayrıca bir örneklem seçiminde bulunulmamıştır.
Araştırmada veri toplama aracı olarak; çocuklara, korunmaya muhtaç çocukların bakıcılarına ve karşılaştırma
grubundaki anne babalara ilişkin kişisel bilgilere ulaşmak için “Kişisel Bilgi Formu” ile Dr. A. Carter ve M. J.
Briggs-Gowan(1998) tarafından geliştirilen geçerlik güvenirliği Solak ve Kandır (2006) tarafından yapılan “ 12-36
Aylık Çocuklar için Sosyal Duygusal Değerlendirme Aracı” (The Infant – Toddler Social and Emotional
Assestment –Revised) kullanılmıştır.
.
Veriler uygun istatistiksel yöntemlerle analiz edilmiştir.
Sonuç olarak; korunmaya muhtaç çocukların Dışsallaştırma, deregulasyon, Kötü Adaptasyon, ve Klinik Önem
Taşıyan Bireysel Maddelerden oluşan alt ölçek puanlarının ortalamaları, karşılaştırma grubundaki anne babaların
çocuklarından anlamlı bir şekilde düşük bulunmuştur.Bununla birlikte karşılaştırma grubundaki anne babaların
çocuklarının Sosyal İlişkililik alt ölçeği puanlarının ortalaması korunmaya muhtaç çocuklarınkinden anlamlı bir
şekilde yüksek bulunmuştur.İçselleştirme, Yeterlilik-Yetenek, ve A Tipik indeks alt ölçek puanları arasında anlamlı
farklılıklar bulunamamıştır.
Anahtar kelimeler: Sosyal Gelişim, Duygusal Gelişim, Korunmaya Muhtaç Çocuklar
GİRİŞ
İnsan biyo-kültürel ve sosyal bir varlıktır. Bu kültürel koşullar içinde sosyal ilişkiler, hem toplumun, hem kültürün,
hem de bireyin yapısını etkilemektedir. Bireyin tüm yaşantısı çevresine uyum sağlama çabası içinde geçmektedir.
Bu uyum çabası doğumdan başlayarak bir gelişim göstermektedir. Çocukların tüm gelişim alanlarında olduğu gibi
sosyal ve duygusal gelişimlerinin de temeli büyük oranda ilk yıllarda atılmaktadır. Bu nedenle erken çocukluk
dönemi, yaşamın en kritik dönemini oluşturmaktadır.
Çocuğun toplum içinde yer alma sürecine “Sosyalleşme” adı verilmektedir. Çocuk dünyaya geldiğinde yalnızca
reflekslere sahiptir. Sosyal tepkileri ise (sevgi, nefret, aşk, korku vb.) yaşamın içinde, zamanla öğrenir. Çocuğun
yaşamının ilk yıllarında insanlarla olan ilişkisi onun sosyal ve duygusal tepkilerinin temelini oluşturmaktadır. Bu
yüzden çocukluk yılları diye tanımlanan yıllar, çocuğun sosyal ve duygusal gelişiminde önemli rol oynamaktadır.
Bu dönemde özellikle bebeklik yıllarında, çocuğun ihmal edilmesi, yadsınması (yok sayılması) onun başkaları ile
olan ilişkilerini ve gelecek yaşantısını olumsuz etkilemektedir. Bu nedenle çocuğun ilk yıllarında sosyal ve
duygusal yönden doyum sağlayacağı ilişkiler kurulmalı, onun sağlıklı bir duygu durumu oluşturabilmesi için ise
gereken özen ve ihtimam gösterilmelidir.
Erken çocukluk gelişimi çocukların yaşamın erken dönemlerindeki (0-8 yaş) motor, bilişsel, dil ve duygusal
gelişimini kapsamakta beslenme, sağlık, zihinsel gelişim ve çocukların sosyal iletişimleri için gerekli tüm girişimleri
içermektedir. Erken çocukluk gelişimi programlarının amacı; tüm çocukların fiziksel, zihinsel, sosyal ve duygusal
potansiyellerini
geliştirmelerini
sağlayacak
şekilde
çocuk
haklarının
korunmasıdır(http://csh.dergisi.org/pdf/pdf_CSH_176.pdf).
Çocuğun sosyal ve duygusal gelişimi çok önemli olduğundan, bu gelişim alanlarının bilinmesi, destekleyici eğitim
programlarının planlanması ve uygulanması
ve sonuçların değerlendirilmesi de
büyük önem taşımaktadır
(Merrell, 1999:309-310).
Ayrıca risk altındaki çocuk grubu içinde yer alan korunmaya muhtaç çocuklar açısından durum bir kat daha önem
kazanmaktadır.
Korunmaya muhtaç çocukların yaşadıkları ortamdaki yetersiz uyarım eksikliği, farklı bakıcıların ilgilenmesi,
personelin yetersiz ve eğitimsiz, teke tek ilişkinin yetersiz olması korunmaya muhtaç çocukların tüm gelişim
alanlarında geriliklerin ve duraksamaların olmasına neden olabilmektedir.
Bu yaşlarda çocukların çok fazla şefkate, sevgiye, vücut yakınlığına, yani teke-tek ilişkiye gereksinimleri olduğu
bilinmektedir. Ancak korunmaya muhtaç çocuklar, bütün bunları sağlayacak bir anne varlığından yoksun oldukları
gibi, onların yalnızca beslenme ve temizlik gibi fiziksel ihtiyaçlarını karşılayabilen bakıcılarla da anlamlı ve yakın
bir ilişki kurma olanağından yoksun olmaktadırlar. Çünkü yuvalarda bir çocuk ne kadar ilgi görürse görsün, günün
belli saatlerinde değişen ve aynı zamanda başka çocuklarla da ilgilenmek zorunda kalan değişik bakıcı annelerle
birlikte olmaktadırlar. En iyi koşullarda bile bir bakıcı anneye 8-10 çocuk düşmekte ve olanakları daha kısıtlı olan
yuvalarda ise bu sayı 20’nin üzerine yükselmektedir (Yıldırım, 1985: 37).
Yuvalarda ve yetiştirme yurtlarında anne-baba sevgisinden yoksun olarak büyütülen çocukların gösterdiği kişilik
bozuklukları, anne-baba sevgisinin çocuklara ne kadar gerekli olduğunu göstermektedir. Sevgiden yoksun olarak
yetişen çocuklar, zekaları yüksek olmalarına karşın, geriymiş gibi davranmakta, etkin olamamakta, aşırı derecede
içe kapanık, çekingen olabilmektedirler. Küçük yaşlarda sevgi yoksunluğu nedeniyle çocuklarda görülen kişilik
bozuklukları, yetişkin yaşlarına kadar etkisini sürdürebilmektedir (Özmen, 1989:15-16).
Kurum bakımı altında kalan çocukların sosyal ve duygusal gelişim yönünden yetişkinlere karşı sözel tepkilerde
bulunmakta, tanıdık ve yabancı kişileri ayırt etme, yüz ifadelerini taklit etme, belirli kişiye bağlılık geliştirme,
yetişkinlerle sosyal oyunlar oynama, sosyal ilişkide inisiyatif kurma davranışını yaşıtlarından daha geç
kazandıkları saptanmıştır. Bu çocukların yabancılardan korkma belirtilerini de uygun yaşta çıkmadığı
bulunmuştur. Aynı zamanda kurumda kalan çocukların ağrısı olduğunda ya da bir problemi çözmeleri gerektiğinde
yetişkinleri aramadıkları ve yetişkinlere karşı güven geliştirmede başarısız oldukları, zihinsel gelişim yönünden de
yaşıtlarından farklı özellikler gösterdikleri saptanmıştır. Zihinsel gelişimin önemli öğeleri olan problem çözme ve
algısal ayırt etme becerilerinde kurum bakımının olumsuz etkileri olduğu bulunmuştur. Bununla beraber deneysel
çalışmalarda kurum koşulları düzeltildiğinde çocukların IQ puanlarının da yükseldiği ortaya çıkmıştır (Gürvardar,
2001: 26).
Sonuç olarak; korunmaya muhtaç çocukların sosyal ve duygusal gelişimlerinin seyrinin belirlenmesi, buna bağlı
olarak tespit edilen yetersizliklere erken tanı konulabilmesi ve bu yönde desteklenebilmesi için “12-36 Aylık
Bebek ve Çocuklar için Sosyal Duygusal Değerlendirme Aracı”nın yararlı olacağı düşünülmektedir.
Araştırmanın Amacı
Bu araştırmanın amacı; Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumunda kalan 12 -36 aylık korunmaya muhtaç
çocukların sosyal ve duygusal gelişimlerini değerlendirmek üzere geliştirilmiş olan “12-36 Aylık Bebek ve Çocuklar
için Sosyal Duygusal Değerlendirme Aracı”nın “Dışsallaştırma Semptomları, İçselleştirme Semptomları,
Deregulasyon, Yeterlilik-Yetenek, Kötü Adaptasyon, Sosyal İlişkililik, A-Tipik İndeks ve Klinik Önem Taşıyan
Bireysel Maddeler”
alt alanları arasındaki ilişkiyi incelemektir.Bu çalışma, durum tespitinden elde edilecek
bulgular doğrultusunda yuva ve aile çocuklarının eğitim ihtiyaçlarına yönelik olarak daha etkili eğitim programları
hazırlayarak, sosyal ve duygusal gelişim yönünden desteklenmelerini sağlayabilmesi açısından önem
taşımaktadır.
YÖNTEM
Bu bölümde, araştırmanın modeli, evren ve örneklemi, veri toplama araçları ve teknikleri ile toplanan verilerin
analizine ilişkin bilgiler yer almaktadır.
Araştırmanın Modeli
Bu araştırma kurum bakımı altında yaşayan çocukların eğitimlerinden sorumlu kişilerin ve
sosyal yönden dezavantajlı bölgelerde yaşayan anne babaların demografik özelliklerini,
çocukların sosyal ve duygusal gelişimlerini değerlendirmek için eğitim ihtiyaçlarını
betimlemeye yönelik olduğundan genel tarama modelindedir.
Evren ve Örneklem
Araştırmanın temel alt evrenini, Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu Bursa ili Sırameşeler Çocuk Yuvası,
Ankara ili Keçiören Atatürk Çocuk Yuvası ve Ankara ili Bahçelievler İhsan Yazman Çocuk Yuvalarında kalan
korunmaya muhtaç 12- 36 aylık çocuklar oluşturmuştur.Araştırmada korunmaya muhtaç çocukların betimsel
karşılaştırmasının yapılabilmesi için sosyo-ekonomik düzeyi düşük ailelerin 12-36 aylık çocukları ikinci bir alt
evren olarak seçilmiştir.Araştırma evren üzerinde yapılmış olup ayrıca bir örneklem seçiminde bulunulmamıştır.
Veri Toplama Araç ve Teknikleri
Araştırmanın amaçlarına uygun gerekli ön veriler literatür taraması ile elde edilmiştir. Elde edilen ön veriler
doğrultusunda araştırmada veri toplama aracı olarak çocuğun eğitiminden sorumlu kişilere ve karşılaştırma
grubundaki anne-babalara ilişkin kişisel bilgi formu, ile Dr. A. Carter ve M.J. Briggs-Gowan tarafından 1998
yılında ilk kez U.S.A’de 7488 çocuğun katıldığı (rasgele seçilmiş) bir gruba uygulanarak geliştirilen,Türkiye’de
Kandır ve Solak tarafından geçerlik ve güvenirliği yapılmış olan “12-36 Aylık Çocuklar İçin Sosyal Duygusal
Gelişimi Değerlendirme Aracı” kullanılmıştır.
Verilerin Analizi
Kişisel bilgi formundan, Denver Gelişim Tarama Testinden ve Sosyal Duygusal Gelişimi Değerlendirme Aracı ile
toplanan veriler, bilgisayar ortamında ve “SPSS 11.5 for Windows” istatistik paket programı kullanılarak
çözümlenmiştir.
Ayrıca yuvada kalan korunmaya muhtaç çocuklar ile karşılaştırma grubunda yer alan ve anne babalarıyla
birlikte yaşayan çocukların Sosyal Duygusal Değerlendirme Aracı alt ölçek puanları arasındaki farklılıkları
incelemek amacıyla t testi kullanılmıştır.
Toplanan verilerin analizinde frekans (f), yüzde (%)değerleri kullanılmıştır.
BULGULAR VE TARTIŞMA
Bu bölümde araştırmaya alınan eğitimden sorumlu kişiler ve anne-babaların kişisel bilgileri, yuva ve aile
çocuklarının alt ölçek puanları ile ilgili tablolara yer verilmiştir.
Tablo 1. Çocukların Eğitiminden Sorumlu Kişilerin ve Karşılaştırma Grubundaki Anne-Babaların Yaşlarına Göre
Dağılımı
Eğitimden Sorumlu Kişi
Anne
N
%
N
%
N
%
15-20
0
0
4
13,3
1
3,3
21-30
2
33,3
20
66,7
16
53,4
31-40
3
50,0
5
16,7
12
40,0
41+
1
16,7
1
3,3
1
3,3
100,0
30
100,0
30
100,0
Yaş
Toplam 6
Baba
Tablo 1 incelendiğinde çocukların eğitiminden sorumlu kişilerin % 50,0’ının 31-40 yaşları arasında, % 33,3’ünün
21-30, % 16,7’sinin 41 yaş ve üstü, karşılaştırma grubundaki annelerinin, % 66,7’sinin 21-30, % 16,7’sinin 31-40
yaşları arasında, % 13,3’ünün 15-20, % 3,3’ünün 41 yaş ve üstü, karşılaştırma grubundaki babaların, %
53,4’ünün 21-30, % 40,0’ının 31-40 yaşları arasında, % 3,3’ünün 15-20, % 3,3’ünün 41 yaş ve üstü oldukları
görülmektedir.
Tablo 1’de çocukların eğitiminden sorumlu kişilerin 31-40 ve anne-babaların yaşlarının çoğunlukla 21-30 yaş
arası olduğu görülmüştür.
Tablo 2. Çocukların Eğitiminden Sorumlu Kişilerin ve Karşılaştırma Grubundaki Anne-Babaların
Durumlarına Göre Dağılımı
Öğrenim
Eğitimden
Öğrenim Durumu
Anne
Sorumlu Kişi
N
%
N
Baba
%
N
%
Okur-Yazar Değil
0
0
1
3,3
0
0
İlkokul Mezunu
2
33,3
13
43,4
8
26,7
Ortaokul Mezunu
0
0
7
23,3
5
16,7
Lise Mezunu
1
16,7
8
26,7
11
36,6
Üniversite Mezunu
3
50,0
1
3,3
6
20,0
Diğer
0
0
0
0
0
0
Toplam
6
100,0
30
100,0
30
100,0
Tablo 2 incelendiğinde çocukların eğitiminden sorumlu kişilerin, % 50,0’nın üniversite mezunu, % 33,3’ünün
ilkokul, % 16,7’ sinin lise mezunu oldukları, karşılaştırma grubundaki çocukların annelerinin eğitim durumuna
bakıldığında, % 43,3’ünün ilkokul, % 26,7’sinin lise, % 23,3’ünün ortaokul, % 3,3’ünün okumamış, % 3,3’ünün
üniversite mezunu, karşılaştırma babalarının eğitim durumuna bakıldığında. % 36,7’sinin lise, % 26,7’sinin ilkokul,
% 20,0’sinin üniversite mezunu, % 16,7’sinin ortaokul mezunu olduğu görülmektedir.
Tablo 2’de çocukların eğitiminden sorumlu kişiler çoğunlukla üniversite mezunuyken, karşılaştırma grubundaki
çocukların annelerinin çoğunlukla ilkokul, karşılaştırma grubundaki çocukların babalarının ise lise mezunu olduğu
görülmektedir.
Yaşar (1996) yaptığı “Elazığ ve Malatya İllerindeki Çocuk Yuvası ve Yetiştirme Yurtlarında Kalan Korunmaya
Muhtaç Çocukların Fiziksel ve Psiko-Sosyal Sorunlarının Araştırılması” konulu çalışmada ebeveynlerin eğitim
düzeylerini incelediğinde annelerin % 42,2’si, babaların % 25,6’sının okumadığı, annelerin % 22,8’inin, babaların
% 22,2’sinin ilkokul mezunu olduğunu bulmuştur.
Tablo 2’de görüldüğü üzere, çocukların eğitiminden sorumlu kişilerin, % 33,3’ünün ilkokul mezunu oldukları,
karşılaştırma grubundaki aile çocuklarının çocukların annelerinin öğrenim durumuna bakıldığında, % 43,3’ünün
ilkokul mezunu,
% 3,3’ünün okur-yazar olmadığı,karşılaştırma grubundaki çocukların babalarının öğrenim
durumuna bakıldığında, % 26,7’sinin ilkokul mezunu veya mezun bile olmadığı görülmektedir. Bu sonuçlar
Yaşar’ın bulduğu ebeveynlerin eğitim düzeyleri ile paralellik göstermektedir.
Ülkemizde erken çocukluk döneminde, anne-babaları destekleyen programların çok sınırlı sayıda olduğu
görülmektedir. Oysa, çocuğun gelişiminde ve eğitiminde belirleyici etkileri olan aile bireylerinin çocuk gelişimi ve
eğitimi konularında bilgilendirilmeleri, bilinçlendirilmeleri ve öğrendiklerini davranışa dönüştürebilmeleri için belli
bir program çerçevesinde eğitilmeleri gerektiği kabul edilen bir gerçektir.Bunun yanında, dezavantajlı bölgelerde
yetişen çocukların sayısının oldukça fazla olması, geleneksel aile yapısının halen geçerli olması, okuma yazma
düzeyinin yeterli düzeyde olmaması, anne baba tutumlarının, sağlıklı çocuk yetiştirmede istenen düzeyde
olmaması, okulöncesi eğitimin çoğunlukla kurumsal olması nedeniyle tüm çocukların okulöncesi eğitim
programlarından yararlanamaması gibi nedenlerden dolayı anne baba eğitiminin gerekliliğini ortaya koymaktadır
(Şahin ve Ersoy, 1999: 101).
Tablo 3. Çocukların Eğitiminden Sorumlu Kişilerin ve Karşılaştırma Grubundaki Ailelerin Gelir Düzeyine
Göre Dağılımı
Eğitimden Sorumlu Kişi
Aile
N
%
N
%
1-499 Milyon
3
49,9
8
26,7
500-999 Milyon
1
16,7
15
50,0
1 Milyar- 1.499 Milyar
0
0
6
20,0
1.5 Milyar- 1.999 Milyar
1
16,7
1
3,3
2 Milyar ve Üstü
1
16,7
0
0
Toplam
6
100,0
30
100,0
Gelir Düzeyi
Tablo 3’ de görüldüğü üzere çocukların eğitiminden sorumlu kişilerin % 49,9’unun dört yüz doksan dokuz milyon
lira ve altı, % 16,7’sinin beş yüz milyon ve dokuz yüz doksan dokuz milyon arası, % 16,7’sinin bir milyar beş yüz
milyon ile bir milyar dokuz yüz doksan dokuz milyon lira arası, % 16,7’ sinin ise iki milyar ve üstü, karşılaştırma
grubundaki ailelerin % 50,0’ının beş yüz milyon ve dokuz yüz doksan dokuz milyon arası, % 26,7’sinin dört yüz
doksan dokuz milyon lira ve altı, % 20,0’sinin bir milyar beş yüz milyon ile bir milyar dokuz yüz doksan dokuz
milyon lira arası, % 3,3’ünün ise iki milyar ve üstü gelire sahip oldukları görülmektedir .
Tablo 3’ de eğitiminden sorumlu kişilerin çoğu 0-499 milyon arası gelir düzeyine sahipken, ailelerin gelir düzeyi
çoğunlukla 500-999 milyon arasındadır. Bu durum ailelerin ekonomik düzeylerinin daha yüksek olduğunun bir
göstergesi olarak düşünülebilir.
Tablo 4. Çocukların Eğitiminden Sorumlu Kişilerin ve Karşılaştırma Grubundaki Ailelerin Sahip Olduğu Çocuk
Sayısına Göre Dağılımı
Eğitimden Sorumlu Kişi
Aile
N
%
N
%
Çocuk Sahibi Değil
0
0
0
0
Bir
2
33,3
18
60,0
İki
3
50,0
7
23,4
Üç
1
16,7
4
13,3
Dört
0
0
1
3,3
Toplam
6
100,0
30
100,0
Çocuk Sayısı
Tablo 4 incelendiğinde çocukların eğitiminden sorumlu kişilerin , % 50,0’ının üç çocuğu, % 33,3’ünün iki çocuğu,
% 16,7’sinin bir çocuğa, karşılaştırma grubundaki ailelerin, % 60,0’ının bir, % 23,3’ünün iki , % 13,3’ünün üç, %
3,3’ünün dört çocuğa sahip olduğu görülmektedir.
Tablo 4 incelendiğinde eğitiminden sorumlu kişilerin iki ve karşılaştırma grubundaki ailelerin sahip olduğu çocuk
sayısının çoğunlukla bir tane olduğu bulunmuştur. Sosyo-ekonomik düzeyi düşük ailelerde eğitim eksikliğinden
dolayı, çocuk sayısının fazla olduğu yapılan yayınlarda bilinmektedir. Burada sahip olunan çocuk sayısının az
çıkmasının sebebi büyük şehirde yaşıyor olmak, bilgi alabilecekleri kaynakların daha fazla olması ve uyaranların
daha çok olması, çalışıyor olmak, geçim şartlarındaki zorluklar olarak düşünülebilir.
Tablo 5. Yuva ve Karşılaştırma Grubundaki Aile Çocuklarının Alt Ölçek Puanlarının t_testi Sonuçları
Yuva (n=30)
Alt ölçek
Aile
(n=30)
t
p
X
S
X
S
.55
.33
.85
.40
3.19
.002
,74
,28
,78
,36
-,505
,616
,56
,39
,87
,38
-3,06
,003
Yeterlilik-Yetenek
1,08
,41
1,23
,50
-1,34
,187
Kötü Adaptasyon
,18
,15
,35
,22
-3,53
,001
Sosyal İlişkililik
1,41
,29
1,60
,26
-2,68
,010
A-Tipik İndeks
,60
,47
,53
,47
,62
,539
,62
,29
,86
,27
-3,20
,002
Dışsallaştırma
semptomları
İçselleştirme
Semptomları
Deregulasyon
(Düzensizleştirme)
Klinik Önem Taşıyan
Bireysel Maddeler
Tablo 5’de yuva çocuklarının dışsallaştırma, deregulasyon, kötü adaptasyon ve klinik önem taşıyan bireysel
maddeler alt ölçek puanlarının ortalamaları, karşılaştırma grubundaki ailelerin çocuklarından anlamlı bir şekilde
düşüktür (p<.05). Bu bulgu, yuva çocuklarının anılan alt ölçeklerle ölçülen özelliklerinin daha olumlu, başarılı
olduğunu göstermektedir. Buna karşılık karşılaştırma grubundaki aile çocuklarının sosyal ilişkililik alt ölçeği
puanlarının ortalamasının yuva çocuklarından anlamlı bir şekilde yüksek çıkması (p<.05), karşılaştırma
grubundaki ailelerin çocukları sosyal ilişki bakımından daha olumlu, başarılı olduklarını göstermektedir. Yuva ve
karşılaştırma grubundaki aile çocuklarının içselleştirme, yeterlilik-yetenek ve A-Tipik indeks alt ölçeklerindeki
puanları arasında anlamlı farklar bulunmamıştır (p>.05).
Yuva çocuklarının dışsallaştırma, deregulasyon, kötü adaptasyon ve klinik önem taşıyan bireysel maddeler alt ölçeklerinde daha başarılı
olmalarının sebebi; karşılaştırma grubundaki anneleri arasında yaşları 15-20 ve 41 yaş ve üstü olan annelerin olması, anne-babalar genç veya
deneyimsiz olması, annelerin % 43,3’ünün ilkokul mezunu olması, yuva çocuklarının eğitiminden sorumlu kişilerin belli bir eğitimden
geçmiş olması, eğitimden sorumlu kişi dışında çocukla ilgilenen kişilerinde bulunması etkilemiş olabilir.
SONUÇLAR
Bu araştırma Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumunda kalan 12 -36 aylık korunmaya muhtaç çocukların
sosyal ve duygusal gelişimlerini değerlendirmek üzere geliştirilmiş olan “12-36 Aylık Bebek ve Çocuklar için
Sosyal
Duygusal
Değerlendirme
Aracı”nın
“Dışsallaştırma
Semptomları,
İçselleştirme
Semptomları,
Deregulasyon, Yeterlilik-Yetenek, Kötü Adaptasyon, Sosyal İlişkililik, A-Tipik İndeks ve Klinik Önem Taşıyan
Bireysel Maddeler” alt alanları arasındaki ilişkiyi incelemek amacıyla yapılmıştır.
Araştırmanın örneklemini Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu Bursa ili Sırameşeler Çocuk Yuvası, Ankara
ili Keçiören Atatürk Çocuk Yuvası ve Ankara ili Bahçelievler İhsan Yazman Çocuk Yuvalarında kalan korunmaya
muhtaç 12- 36 aylık çocukların bakımından sorumlu kişiler ve araştırmada korunmaya muhtaç çocukların betimsel
karşılaştırmasının yapılabilmesi için sosyo-ekonomik düzeyi düşük 12-36 aylık çocukların anne babalar
oluşturmuştur.
Bu araştırmadan elde edilen sonuçlar iki grupta toplanabilir:
1.
Çocukların eğitiminden sorumlu kişiler ile karşılaştırma grubundaki anne ve babaların demografik
özellikleri ile ilgili sonuçlar;
Çocukların eğitiminden sorumlu kişiler ve karşılaştırma grubundaki anne babaların
yaşlarına göre dağılımı
incelendiğinde, çocukların eğitiminden sorumlu kişilerin % 50,0’ının 31-40 yaşları arasında, % 33,3’ünün 21-30, %
16,7’sinin 41 yaş ve üstü, karşılaştırma grubundaki annelerinin, % 66,7’sinin 21-30, % 16,7’sinin 31-40 yaşları
arasında, % 13,3’ünün 15-20, % 3,3’ünün 41 yaş ve üstü, karşılaştırma grubundaki babaların, % 53,4’ünün 2130, % 40,0’ının 31-40 yaşları arasında, % 3,3’ünün 15-20, % 3,3’ünün 41 yaş ve üstü oldukları görülmüştür
(Tablo 1).
Çocukların eğitiminden sorumlu kişilerin ve karşılaştırma grubundaki anne-babaların eğitim durumuna
göre dağılımı incelendiğinde, eğitimden sorumlu kişilerin % 50,0’nın üniversite mezunu, % 33,3’ünün
ilkokul, % 16,7’ sinin lise mezunu oldukları, karşılaştırma grubundaki çocukların annelerinin eğitim
durumuna bakıldığında, % 43,3’ünün ilkokul, % 26,7’sinin lise, % 23,3’ünün ortaokul, % 3,3’ünün
okumamış, % 3,3’ünün üniversite mezunu, karşılaştırma grubundaki çocukların babalarının eğitim
durumuna bakıldığında. % 36,7’sinin lise, % 26,7’sinin ilkokul, % 20,0’sinin üniversite mezunu,
%
16,7’sinin ortaokul mezunu olduğu görülmüştür (Tablo 2).
Çocukların eğitiminden sorumlu kişi ve karşılaştırma grubundaki ailelerin gelir düzeyine göre dağılımı
incelendiğinde çocukların eğitiminden sorumlu kişilerin % 49,9’unun dört yüz doksan dokuz milyon lira
ve altı, % 16,7’sinin beş yüz milyon ve dokuz yüz doksan dokuz milyon arası, % 16,7’sinin bir milyar beş
yüz milyon ile bir milyar dokuz yüz doksan dokuz milyon lira arası, % 16,7’ sinin ise iki milyar ve üstü,
karşılaştırma grubundaki ailelerin % 50,0’ının beş yüz milyon ve dokuz yüz doksan dokuz milyon arası, %
26,7’sinin dört yüz doksan dokuz milyon lira ve altı, % 20,0’sinin bir milyar beş yüz milyon ile bir milyar
dokuz yüz doksan dokuz milyon lira arası, % 3,3’ünün ise iki milyar ve üstü gelire sahip oldukları
görülmüştür (Tablo
3).Çocukların eğitiminden sorumlu kişi ve karşılaştırma grubundaki ailelerin sahip olduğu çocuk sayısına
göre dağılımı incelendiğinde çocukların eğitiminden sorumlu kişilerin, % 50,0’ının üç çocuğu, % 33,3’ünün
iki çocuğu, % 16,7’sinin bir çocuğa, karşılaştırma grubundaki ailelerin, % 60,0’ının bir, % 23,3’ünün iki ,
% 13,3’ünün üç, % 3,3’ünün dört çocuğa sahip olduğu görülmüştür (Tablo 4).
2. Yuva ve karşılaştırma grubundaki anne babalar ile birlikte yaşayan çocukların Sosyal Duygusal
Değerlendirme Aracı alt ölçek puanları arasındaki farklara ilişkin sonuç;
Yuva ve karşılaştırma grubunda aileleri ile birlikte yaşayan çocukların Sosyal Duygusal Değerlendirme Aracı alt
ölçek puanları arasındaki farkların anlamlılığı için yapılan t-testi sonuçları; yuva çocuklarının dışsallaştırma,
deregulasyon, kötü adaptasyon ve klinik önem taşıyan bireysel maddeler alt ölçek puanlarının ortalamaları,
normal çocuklardan anlamlı bir şekilde düşüktür bulunmuştur (p<.05). Bu bulgu, yuva çocuklarının anılan alt
ölçeklerle ölçülen özelliklerinin daha olumlu, başarılı olduğunu göstermiştir. Buna karşılık aileleri ile birlikte kalan
çocukların, sosyal ilişkililik alt ölçeği puanlarının ortalamasının yuva çocuklarından anlamlı bir şekilde yüksek
çıkması (p<.05), normal çocukların sosyal ilişki bakımından daha olumlu, başarılı olduklarını göstermiştir. Yuva ve
aileleri ile birlikte kalan çocukların içselleştirme, yeterlilik-yetenek ve A-Tipik indeks alt ölçeklerindeki puanları
arasında anlamlı farklar bulunmamıştır (p>.05). (Tablo 5 ).
ÖNERİLER
Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumunda kalan 12 -36 aylık korunmaya muhtaç çocukların sosyal ve
duygusal gelişimlerini değerlendirmek üzere geliştirilmiş olan “12-36 Aylık Bebek ve Çocuklar için Sosyal
Duygusal
Değerlendirme
Aracı”nın
“Dışsallaştırma
Semptomları,
İçselleştirme
Semptomları,
Deregulasyon, Yeterlilik-Yetenek, Kötü Adaptasyon, Sosyal İlişkililik, A-Tipik İndeks ve Klinik Önem
Taşıyan Bireysel Maddeler” alt alanları arasındaki ilişkiyi incelemek amacıyla yapılan bu çalışmadan elde
edilen sonuçlara göre şu öneriler verilebilir:
Çocukların sosyal gelişimlerini desteklemek, topluma uyumlarını kolaylaştırmak için çocuklara yönelik
sosyal etkinlikler artırılabilir.
12-36 Aylık Bebek ve Çocuklar İçin Sosyal Duygusal Değerlendirme Aracı (SDDA) gibi çocukların gelişimlerini
değerlendirmeye yönelik bilimsel yöntemler kullanılarak geliştirilmiş veya uyarlanmış olan ölçekler,
çocuk
gelişimciler, psikologlar, sosyal çalışmacılar, rehberlik ve psikolojik danışmanlar tarafından çocukları gelişimsel
yönden tanımak amacıyla kullanılabilir.
12-36 Aylık Bebek ve Çocuklar İçin Sosyal Duygusal Değerlendirme Aracı (SDDA) gibi çocukların gelişimlerini
değerlendirmeye yönelik bilimsel yöntemler kullanılarak geliştirilmiş veya uyarlanmış olan ölçekler, okul öncesi
eğitim öğretmenleri tarafından çocuklara rehberlik yapabilmek, çocukların eğitim ortamlarını buna göre
düzenleyebilmek ve eğitimlerinde kullanacakları gelişimsel hedefleri belirleyebilmek ve gerekli değerlendirmeleri
yapabilmek amacı ile kullanılabilir.
Anne-babaların eğitimi için anne-baba okulu, aile eğitim programları, Anne Çocuk Eğitim Programı, Baba Destek
Programı, İşlevsel Yetişkin Okuryazarlık Programı, Gelişimsel Eğitim Programı, Zihinsel Eğitim Programları
desteklenerek daha fazla sayıda kişinin yararlanabilmesi için yaygınlaştırılabilir.
Ayrıca toplum merkezlerinin sayısı arttırılarak, bu tür eğitimler ve merkezler yaygınlaştırılabilir.
KAYNAKLAR
GÜRVARDAR, Deniz. (2001). “Yetiştirme Yurdunda Yetişen Çocuklar İle Ana-Baba Yanında yetişen Çocukların
Umutsuzluk Düzeyinin Karşılaştırılması” Dokuz Eylül Üniversitesi Eğitim Bilimler Enstitüsü Eğitim Bilimleri
Ana Bilim Dalı Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi).
http://csh.dergisi.org/pdf/pdf_CSH_176.pdf
MERRELL, Kennneth. (1999). “ Behavioral, Social an Emotional Assessment of Children and Adolescent”
Lawrence Erlbaum Assoiates Publishers, 1999, Manwah, New Jersey, London
ÖZMEN, Berrin. (1989). “Annesiz Veya Babasız Büyüyen 5-8 Yaş Çocuklarının Kişilik Özelliklerinin İncelenmesi”
Hacettepe Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, (Yayınlanmamış Bilim Uzmanlığı Tezi), Ankara.
ŞAHİN TEZEL, Fatma ve Ö. ERSOY. (1999). “Erken Çocukluk Döneminde Türkiye’de Yapılan Anne Baba Eğitim
Çalışmaları” Gazi Üniversitesi Mesleki Eğitim Fakültesi, Mesleki Eğitim Dergisi. 1 (2), 103-108.
YAŞAR, Filiz. (1996). “Elazığ ve Malatya İllerindeki Çocuk Yuvası ve Yetiştirme Yurtlarında Kalan Korunmaya
Muhtaç Çocukların Fiziksel ve Psiko-Sosyal Sorunlarının Araştırılması” Fırat Üniversitesi Çocuk Sağlığı ve
Hastalıkları Ana Bilim Dalı (Yayınlanmamış Uzmanlık Tezi).
YILDIRIM, Zerrin. (1985). “İstanbul Bölgesi 0-3 Yaş Grubundaki Çocuklarda Anne Yoksunluğunun Çocuğun
Büyüme ve Gelişimi Üzerine Etkisi” İstanbul Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü Hemşirelik Programı,
(Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi).
ÜNİVERSİTELİ GENÇLERİN BAKIŞ AÇISIYLA “AİLE İÇİ SORUNLAR”
Arş.Gör.Uzm.Eda KARGI
Prof.Dr.Berrin AKMAN*
GİRİŞ
Toplumların yapılarının niteliği, kendilerini oluşturan ailelere bağlıdır. Toplumun sağlığı ailenin sağlığıyla doğrudan
ilişkilidir, bu nedenledir ki Anayasamızın 41.maddesinde “Aile Türk toplumunun temelidir, devlet ailenin huzur ve
refahı ile özellikle annenin ve çocukların korunması ve aile planlamasının öğretimiyle uygulamasını sağlamak için
gerekli tedbirleri alır ve teşkilatı kurar” hükmü yer almıştır. Çocuğun psiko sosyal gelişiminin temelleri de ailede
atılır. Aile dinamiğini olumlu ya da olumsuz yönde etkileyen pek çok etken vardır. Psikolojik, ekonomik, sosyolojik,
kültürel, biyolojik, çevresel etkenler bunlardan bazılarıdır. Aile çoğunlukla toplumun bir örneği küçük bir prototipi
olarak kabul edilir. Dolayısıyla aile toplumdur denilebilir. Bu nedenle ailenin çocuğun toplumsallaşmasındaki rolü
çok önemlidir.
Aile çocuğun sağlıklı bir şekilde eğitilmesi ve gelişmesinde, korunmasında, topluma kabul edilmesinde çok kritik
ve önemli bir görev üstlenmektedir. Aynı zamanda aile, yaşam döngüsünde bireyler arası etkileşimlerin
yaşandığı bir dinamiktir. Bu nedenle, bir diğer açıdan aile, çok çeşitli nedenlere bağlı olarak sorunların,
çatışmaların, huzursuzluk ve doyumsuzlukların yaşandığı bir ortama dönüşebilir. Goleman’a (1997) göre aile,
bireylerin öz-değerlerinin, ilk duygusal tepkilerin, duygu ve düşünceleri ifade etme biçimlerinin oluştuğu bir
düzlemdir. Bu bağlamda anne-baba, çocukların duygusal gelişiminde
önemli bir model olma işlevi
üstlenmektedirler. Aile sisteminin içerisinde evlilik ve anne-baba çocuk ilişkileri alt sistemleri oluşturmaktadır. Aile
sisteminin yapısını ve aile içi ilişkileri inceleyen bilim adamları uzun yıllardan beri evlilik ilişkisinde ya da annebaba-çocuklar arasındaki ilişkilerde yaşanan sorunların, çocukların ve gençlerin yaşamlarını doğrudan olumsuz
*
Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümü
bir şekilde etkilediği ve hatta çocuklarda ve gençlerde, kaygı, öfke, saldırganlık, uyum ve davranış bozuklukları,
düşük akademik başarı gibi değişkenlerle ilişkili olduğu yönünde görüş birliği içindedirler (Fincham, 1998).
Çocuğun yaşamındaki gelişimsel işlevinin önemi nedeniyle, bu araştırmada üniversite öğrencilerinin aile içi
sorunlara ilişkin düşüncelerinin belirlenmesi amaçlanmıştır. Bu genel amaç çerçevesinde, gençlerin aile içi sorun
olgusunu nasıl kavramsallaştırdıkları, ne tür sorunlar yaşadıkları, sorunların nedenleri ve çözümlerine ilişkin neler
önerdikleri, Türk aile yapısının günümüzdeki durumu ve geleceğine ilişkin neler düşündüklerinin belirlenmesi de
araştırmanın alt amaçlarını oluşturmaktadır.
YÖNTEM
Araştırma Ankara ilinde Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümü Okul Öncesi Eğitim Anabilim
Dalında lisans öğrenimi görmekte olan 16 öğrenci ile yürütülmüştür. Araştırma betimsel yöntemlerden içerik
analizi modelli niteliksel bir araştırmadır. Araştırmanın verileri görüşme yöntemi ile sağlanmıştır. Katılımcılar ile
gerçekleştirilen görüşmelerden elde edilen kayıtlar her iki araştırmacı tarafından paralel olarak çözümlenerek
kodlanmış ve verilere içerik analizi tekniği uygulanmıştır.
BULGULAR VE TARTIŞMA
Araştırma sonucunda kodlanan verilere uygulanan içerik analizi sonucunda, gençlerin, araştırmacılarla
gerçekleştirdikleri görüşmeler sırasında kendilerine yöneltilen sorulara verdikleri yanıtlar kategorileştirilmiştir.
Gençlerin görüşlerini içeren kategoriler ve yanıtların yüzdeleri aşağıda yorumlanarak açıklanmaktadır.
Görüşmeler sırasında öncelikle gençlerin aile içi sorun olgusunu nasıl algıladıkları ve kavramsallaştırdıkları ,bir
başka deyişle nasıl tanımladıkları incelenmiş ve verdikleri yanıtlara dayalı olarak iki farklı kategori belirlenmiştir.
Gençler aile içi sorunu % 85 oranında iletişim çatışmaları ve % 15 oranında da fiziksel-duygusal şiddet olarak
tanımlamaktadırlar. İletişim çatışmaları kategorisinde; çatışma, anlaşmazlık, fikir uyuşmazlığı gibi yanıtlar yer
alırken, fiziksel-duygusal şiddet kategorisinde ise psikolojik ve fiziksel şiddet, duygusal aşağılama, şiddet , hakaret
gibi yanıtlar yer almıştır.
Tablo.1 Gençler “aile içi sorun olgusunu nasıl kavramsallaştırmaktadır?
Kategoriler
%
İletişim çatışmaları
85
Fiziksel
15
duygusal
şiddet
Toplam
100
100
80
60
40
20
0
İletişim
çatışm ala
rı
%
Fiziksel
duygusal
şiddet
Görüşmelerde ikinci olarak, aile içinde ne tür sorunlar yaşandığı sorulmuş, gençlerin bu soruya verdikleri yanıtlar
da 5 farklı düzeyde kategorileştirilmiştir. Bu kapsamda, gençler, % 37.5 oranında evlilik ilişkisi ile ilgili sorunlar, %
31.25 oranında maddi sorunlar, % 12.5 oranında çocuk-ebeveyn ilişkisine dayalı sorunlar % 12 oranında stres ve
% 6.25 oranında da geniş aile sorunları bildirmişlerdir.
Tablo.2.Gençler ailelerinde ne tür sorunlar yaşıyorlar?
Kategoriler
%
Evlilik ilişkisi ile ilgili
38
Ekonomik
32
Çocuklarla ilişkiler
12
Stres
12
Geniş aile sorunları
6
evlilik ilşkisi
40
ekonomik
30
çocuklarla ilişkiler
20
stres
10
geniş aile
sorunları
0
Araştırmanın diğer bulgusu, gençlerin sorunların nedenlerine ilişkin düşüncelerini
kapsamaktadır. Sonuçlara bakıldığında, gençler aile içi sorunların % 60 oranında bireylerden kaynaklandığını ve
% 40 oranında da aile bireylerinin dışındaki etkenlerden kaynaklandığını düşünmektedirler. Gençler, bireysel
nedenler olarak, iletişimsizlik, kişilik sorunları, hoşgörüsüzlük, saygısızlık, alkol kullanımı gibi nedenleri sıralarken,
bireyin dışındaki etkenlere ise, işsizlik, geniş aile ile yaşanan sorunlar, küçük yerde yaşamak gibi nedenleri
sıralamışlardır.
Tablo.3 Gençlerin sorunların nedenlerine ilişkin düşünceleri
Kategoriler
%
Bireyin kendisinden kaynaklanan etkenler
60
Bireylerin dışındaki etkenler
40
60
50
40
30
20
10
0
bireyin kendisi
birey dışındaki
etkenler
Yaşanan sorunların olası çözüm yollarına ilişkin önerileri incelendiğinde, gençlerin yanıtları % 79.16 oranında,
iletişimin niteliğinin ve bireysel becerilerin geliştirilmesi, % 12.5 oranında, sosyal refah düzeyinin arttırılması
kategorilerinde toplanırken, verdikleri yanıtların % 8.33 oranında sorunların çözümlenebileceğine ilişkin
inançlarının olmaması ve % 4.16 oranında ise sorunların ayrılıkla (boşanma) çözümlenebileceğine inanma
kategorilerinde yer aldığı saptanmıştır.
Son olarak katılımcılardan Türk aile yapısının günümüzdeki durumunu değerlendirmeleri ve geleceğe ilişkin
görüşleri sorulmuştur. Gençlerin bu kapsamdaki görüşleri ise 3 farklı düzeyde kategorileştirilmiştir. Bu kategoriler
arasındaki yanıtların % 60 oranında olumsuz değerlendirmeler içerdiği, % 20 oranında olumlu değerlendirmeler
ve % 20 oranında ise nötr değerlendirmeler içerdiği saptanmıştır. Olumlu değerlendirmelere, geleneksel yapının
ve değerler sisteminin korunduğu, aile içi sorunların gelecekte eğitim düzeyinin artmasıyla düzelebileceği gibi
ifadeleri, olumsuz değerlendirmelere, aile yapısı bozuldu, boşanmalar arttı, evlilik kurumu önemini kaybetti,
bireyler önce kendi egolarını düşünüyorlar, bencilleşme var gibi ifadeleri, nötr değerlendirmeler ise, aileler
birbirine bağlı ancak hoşgörü eksik, aile kavramı önemseniyor ancak hoşgörüsüzlük arttı gibi ifadeleri
içermektedir.
Aile içi ilişkiler ve aile içi sorunlar ile ilgili literatür incelendiğinde, özellikle son yıllarda araştırmacıların da bu
araştırmada elde edilen sonuçlar ile benzer sonuçlar elde ettikleri görülmektedir. Turner ve Copiec (2006) in 649
üniversite öğrencisi ile yürüttükleri, aile içinde bireyler arası çatışmaların gençlerin ruh sağlığı ile ilişkisini
inceledikleri araştırmada, aile içi sorunların anlamlı bir şekilde gençlerdeki depresyon, alkol kullanımı, bağımlı
kişilik özellikleri gibi sorunların yordayıcısı olduğu, hatta gençlerin benlik saygısını azalttığı ve romantik ilişkilerini
de olumsuz etkilediği yönünde sonuçlar elde etmişlerdir.
Aşan (2006) ın 100 üniversite öğrencisinin katılımıyla gerçekleştirdiği araştırmasında, gençlerde stres yaratan
sorunların başında aile içi sorunların geldiği saptanmıştır. Ayrıca araştırma sonucunda bu stresin gençlerde uyku
düzeninin bozulması, iştahsızlık, konsantrasyon güçlüğü gibi gerek psikolojik gerekse fizyolojik sorunlara da yol
açtığı belirlenmiştir.
Bir başka araştırmada, Roxburgh (2006), evli ve çocuk sahibi anne-babalarla görüşmeler yapmıştır. Araştırma
sonucunda kadınların, erkeklere oranla, aile bireylerinin daha fazla nitelikli zaman geçirmeleri konusunda daha
istekli oldukları ve çaba gösterdikleri, ancak ev işleri, çocukların bakımına ayrılan zaman, ev dışında
gerçekleştirilen işler gibi nedenlerden ötürü çocuklarına yeterince zaman ayıramadıkları belirlenmiştir.
Yılmaz (1998), tek ebeveynli ve iki ebeveynli ailelerden gelen üniversite öğrencilerinin kendilik imgelerini
araştırdığı çalışmasında, duygu düzeyi ve aile ilişkileri boyutlarında tek ebeveynli ailelerden gelen gençlerin diğer
akranlarına oranla daha düşük puanlar aldıklarını belirlemiştir. Araştırmada incelenen değişkenlerin cinsiyete göre
de farklılaştığı saptanmıştır. Gençlerin benlik etkililiği, arkadaşlık ilişkilerinden sağladıkları doyum ve aile içi
çatışmaların incelendiği bir başka araştırmada Guthrie ve ark.(2006), aile içi çatışmaların gençlerin benlik
etkililiğini (self-efficacy) olumsuz etkilediği ve akran ilişkilerinden sağlayacakları doyumu da azalttığı yönünde
bulgular elde etmişlerdir. Ayrıca, Videon (2005) da, aile içinde anne-çocuk ve baba-çocuk ilişkisinin niteliğinin
çocukların ve ergenlerin psikolojik iyilik halini doğrudan etkilediğine ilişkin bulgular elde etmiştir. Ancak araştırma
sonucunda elde edilen bulgularda ergenlik çağındaki gençlerin babalarıyla olan ilişkilerinin anneleriyle olan
ilişkilerine oranla daha süreksiz (kesintili) ve istikrarsız olduğu belirtilmektedir.
Sonuç olarak, ilgili literatürdeki bilimsel bilginin ışığında, araştırma sonucu elde edilen sonuçlar genel olarak
değerlendirildiğinde, araştırmada görüşleri incelenen gençlerin çoğunlukla aile içi sorunlar yaşadığı, yaşanan
sorunları daha çok bireyler arası iletişimsizlikle ilişkilendirdikleri, sorunların daha çok bireye ilişkin özelliklerden
kaynaklandığını düşündükleri, ancak düşük oranda da olsa, stres, işsizlik, yaşam koşulları ile ilişkili güçlükler,
akrabalarla ve geniş aileyle yaşanan sorunlar gibi bireylerin iradesi dışında gelişen etkenlere de atıfta
bulundukları görülmektedir. Gençlerin sorunların çözümüne ilişkin olarak olumlu bakış açısına sahip oldukları,
ancak Türk aile yapısının günümüzdeki durumu ve geleceğine ilişkin değerlendirmelerinde daha karamsar
oldukları dikkati çekmektedir. Gençlerin; eğitime, değerlerin korunmasına, kaliteli iletişim ortamının bireylerin
becerilerini geliştirmeleriyle sağlanabileceğine vurguda bulunmaları da ilgi çekici sonuçlar olarak karşımıza
çıkmaktadır. Bu bulgulardan hareketle, toplumun temelini oluşturan ve toplumların sağlığını doğrudan etkileyici bir
işleve sahip olan aile yapısının güçlendirilmesi konusunda müdahale ve destek sistemlerinin oluşturulması ve okul
öncesi yıllardan üniversite eğitimine uzanan yelpazede hatta yaşam boyu öğrenme sürecinde aile içi ilişkilerin
niteliğinin arttırılmasına ilişkin farkındalık ve bilinç yaratacak eğitimin istendik düzeyde sağlanması gerekmektedir.
KORUNMAYA MUHTAÇ ÇOCUKLAR KAPSAMINDA YENİ BİR MODEL ÖNERİSİ: KORUYUCU OKUL
(Elazığ İli Örneği, Türkiye)
Yrd.Doç.Dr. Nuriye SEMERCİ*
Prof.Dr. Y. Cemalettin ÇOPUROĞLU**
Yrd.Doç.Dr. Çetin SEMERCİ***
Arş.Gör. Ali Sırrı YILMAZ****
ÖZET
Araştırmanın amacı, ilköğretim okullarına devam eden ve anne babası tarafından ihmal edilip korunmaya muhtaç
hale getirilen çocukların, yönetici ve öğretmen görüşlerine dayalı olarak geliştirilen ve sevgi eğitimini temel alan
“koruyucu okul” modelinin yapılandırılmasıdır. Koruyucu okul modeli, okulda korunmaya muhtaç çocukların
(okula velisi gelmeyen, evde değer verilmeyen, evde söz hakkı verilmeyen vb.) araştırılarak bulunması ve okul
süresince fizyolojik, sevgi, ait olma gibi rehberlik hizmetlerinin öğretmen ve yöneticiler tarafından yürütülmesini
gerekli kılmaktadır. Bu modelin temelinde öğretmen ve yöneticilerin çocuklara sevgiyle yaklaşması ve okul
dışında da çocukları izlemesi gerekmektedir. Modelde belirtilen ilkelerden bazıları şunlardır: (1) Öğretmen sınıfta
her çocuğa eşit davranacaktır, (2) Çocuğun sınıf dışında öğretmen ve yöneticilerle görüşmesi teşvik edilecektir,
(3) Öğretmen ve yönetici, ilgili çocukları evine çağırmayacaktır, okul ve okul dışında izlenmesi ve rehberlik işlerini
yürüteceklerdir, (4) Okul bir bütçe oluşturarak, ihtiyacı olan çocuklara günlük olarak belirlenen bir ücreti yiyecek,
içecek ve okul masraflarını karşılayacaktır, (5) Çocuklar, çalışmaya teşvik edilecek ve bireysel/grup olarak kurslar
verilecektir. Nitel olarak planlanan araştırmada, öğretmen ve yöneticilerle görüşme yapılmıştır. Araştırmanın
*
Fırat Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Bölümü
Fırat Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü
***
Fırat Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Bölümü
****
Fırat Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü
**
evreni Elazığ ili ilköğretim okullarıdır. Örneklemi ise random olarak seçilmiş beş okuldaki yönetici ve öğretmen
görüşleridir. Araştırmanın sonucunda koruyucu okul modelinin uygulanabilirliği tartışılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Koruyucu okul, korunmaya muhtaç çocuklar.
GIRIŞ
Sosyal sorunlar, sistem yaklaşımı çerçevesinde, sorunun algılanması ve çözüm önerileri üretilmesi bağlamında
sağlıklı çözümlere kavuşturulabilir. Sorunun doğru ve zamanında algılanması, muhtemel çözüm yolları önerileri ve
uygun çözümün seçilerek uygulanması her türlü sistemin temel süreçlerini oluşturmaktadır. Bu bakımdan sorunlar
kendilerini ağırlaşmış bir sorun olarak hissettirmeden önce, onların muhtemel gelişme seyirlerini önceden
öngörerek çözüm önerileri üretilmesi, sorunları daha başa çıkılabilir düzeylerde tutmamıza yardımcı olur. Bu
çalışmada önce sorunun ne olduğu, sonra neden sorun olarak algılandığı ve daha sonra da sorunun nasıl
çözülebileceği konusunda bir model önerisi ele alınmaktadır.
Korunmaya muhtaç çocuklar konusu, uluslararası ve ulusal çözüm bekleyen sorunlardan birisidir. Bu nedenle
üzerinde durulması ve çalışılması gereken bir konu olarak görülmüştür. Çünkü korunmaya muhtaç çocuklara karşı
gösterilen ilgi yetersizliği, ülkemizde gittikçe büyüyen bir sorun olan, sokak çocukları ve suçlu çocuklar olgusunu
beslemektedir.
Korunmaya muhtaç çocuklar bir başka deyişle korunması gereken çocuklar; (1) ana veya babasız, ana ve
babasız, (2) ana veya babası veya her ikisi de belli olmayan, (3) ana veya babası veya her ikisi tarafından terk
edilen, (4) ana veya babası tarafından ihmal edilip beden, ruh ve ahlaki gelişimleri tehlikede olan ve kötü
alışkanlıklara karşı savunmasız bırakılan ve başıboşluğa sürüklenen çocuklardır (Oğuzkan, 1993, 89, T.C.
Başbakanlık SHÇEK, Tarihsiz). Bu çalışmada dördüncü grupta yer alan, aileleri tarafından ihmal edilen çocuklar
sorunu değerlendirilerek, bu sorunun çözümüne yönelik bir model önerisi sunulmaktadır.
Mevcut Durum
DİE Adalet İstatistikleri verilerine göre, ceza evine giren 11–18 yaş grubundaki hükümlülerin, 1999 dan 2003
kadar olan süreçte belirgin bir artış gösterdiği görülmektedir.
Tablo 1: Yaş gurubuna göre cezaevine giren hükümlüler
Convicts received into prison by age group
Yaş Grubu
1999
2000
2001
2002
2003
11-15
83
81
67
92
235
16-18
894
835
740
1221
2409
19-21
3879
8391
4432
5702
8589
Age Group
Kaynak:
İstatistikleri
Yine
22-29
21396
22554
24400
25944
26912
30-39
29358
35080
39586
33372
31618
40-49
18922
24203
27729
21792
20278
50-59
6507
9274
11094
8022
7492
60-64
1297
1619
2133
1478
1296
1130
1432
2056
1332
1047
83466
98969
112237
98955
99876
DİE
göre eğitim
65+
Toplam
Total
DİE Adalet
verilerine
durumlarına göre cezaevine giren hükümlülerin dağılımlarına baktığımızda, sadece ilkokul okuyanların %90 gibi
bir orana sahip oldukları ve eğitim düzeyi yükseldikçe oranın gittikçe düşerek, üniversite mezunlarında %2’ye
gerilediği görülmektedir. Dolayısıyla suç oranı okulda kalma, ya da eğitimine devam etme oranıyla ters orantılı bir
şekilde azalmaktadır.
Tablo 2: Eğitim durumuna göre cezaevine giren hükümler
Convicts
Eğitim Durumu
1999
Education Level
2000
2001
2002
2003
education level
Okuryazar olmayan
Illiterate
1968
2241
2555
2784
2976
3259
2653
2614
2405
2442
78239
94075
107068
93766
94458
60899
71265
80562
68819
68150
-
-
-
-
82
8315
10733
12607
11896
12579
Okuryazar olup da okul
bitirmeyen
Literate
without
any
diploma
Bitirilen son öğrenim
durumu
Level
of
received into prison by
formal
education completed
İlkokul
Primary School
İlköğretim
Primary Education
Ortaokul ve dengi
Junior high school and
Kaynak:
equivalent
İstatistikleri
Lise ve dengi
High
school
ÖZGEDER’in
and
7419
9943
11644
10896
11334
equivalent
Adalet
yapmış
olduğu çalışmaya göre ise
(2005) 15 ildeki Ceza ve
Yüksekokul ve Fakülte
University
DİE
and
higher
Tutuk
1606
2134
2255
2152
2313
education
Evleri
Islahevlerinde 1440 çocuk
bulunmaktadır.
Toplam
83466
Total
98969
112237
98955
99876
ile
Bunların
%20’si 12-15, %80’i ise 1618 yaş grubundadır.
Öte yandan, Elazığ Çocuk Şube Müdürlüğü kayıtlarına göre Elazığ’da 2006 nın ilk üç ayı itibarıyla toplam suça
karışan çocuklar içerisinde öğrencilerin oranı önceki yıllara göre artarak %35’i bulmaktadır.
Tablo 2: Suça Karışan Çocuklar (2004-2006)
SUÇA KARIŞAN ÇOCUKLAR
YILLAR
GENEL
TOPLAM
ÖĞRENCİ OLANLAR
2004
652
184
2005
670
132
2006
(İLK
ÜÇ 154
55
AY)
ORANI
% 28 Öğrenci
%72 Öğrenci Olmayan
% 20 Öğrenci
% 80 Öğrenci Olmayan
% 35 Öğrenci
% 65 Öğrenci Olmayan
Kaynak: Elazığ Emniyet Müdürlüğü Çocuk Şube Müdürlüğü Kayıtları
Bu durumda, henüz cezaevi veya ıslahevine girmemiş, ancak girme riskini güçlü bir şekilde taşıyan “sokak
çocukları” ve ‘’suçlu çocuklar’’ olgusu önümüzde durmaktadır.
Toplam sayıları hakkında bir rakam verilememekle birlikte, TBMM Sokak Çocukları Komisyonunda 2004 yılında
verilen rakamlara göre 40.205 sokak çocuğunun sosyal hizmetlerden yararlandığı belirtilmektedir ki, buda en az
belirtilen kadar sokak çocuğunun bulunduğu ve kayıt altına alındığı anlamına gelir. Aynı raporda 635 bin çocuğun
da sokağa düşme tehlikesi ile karşı karşıya bulunduğu tahmin edilmektedir. Umut Çocukları Derneği’nin yaptığı bir
araştırmaya göre ise (İzmir ve Ankara’da) sokak çocuklarının en büyük grubunu 15 yaş altı çocuklar
oluşturmaktadır.
Bu sayılara göre, çocukların önce sokağa düştükleri, daha sonra da cezai sorumluluk yaşıyla birlikte
ıslahevi veya cezaevine düştükleri görülmektedir.
Şu halde önümüzdeki en önemli sorun risk grubundaki çocukların okullarında tutulabilmesi, sokağa
düşmelerinin engellenebilmesidir.
On sekiz yaşına kadar her insanın çocuk olduğu gözönüne alınırsa, bu neslin toplumun geleceğine büyük etki
yapacağı gerçeği ortaya çıkmaktadır. Gerek Uluslararası Çocuk Hakları Sözleşmesinin öngördüğü Korunma
Hakkı, gerekse kamu vicdanı bu nesillerin fiziksel ve ruhsal yönden sağlıklı, kendi değerlerinin farkına vararak
yetiştirilmesini gerektirmektedir(Aral ve Gürsoy, 2001, 36) (Doğan, 2001, 64). Bu anlamda okullara da büyük
görevler düşmektedir.
Elazığ Çocuk Şube Müdürlüğünün çalışmasındaki raporlarda, madde bağımlısı gençler anlatıyor;
·
Bali çekince kendimi o an mutlu ve zengin hissediyorum, güzel arabaların içindeymişim gibi geliyor.
·
Babam çok alkol alır, evde hep huzursuzluk çıkarırdı. Bende arkadaş grubumda kendim olabiliyordum.
·
Babam başımı dahi okşamadı, beni hiç kucaklamadı. Birgün “seni seviyorum” demedi.
·
Yine aynı çalışma raporunda belirtilen, çocukları sokağa iten nedenlere bakacak olursak, bunlar şu başlıklar
altında belirtilebilir:
·
Seçilen arkadaş grubu ve sosyal çevre
·
Bölünmüş ve parçalanmış aile
·
Ailenin ilgisizliği
·
Ailelerin bakabileceğinden fazla çocuğa sahip olmaları
·
Ekonomik olumsuzluklar
·
Aile içi şiddet
·
Sürekli başarısızlık ve reddedilme
·
Göç ve buna bağlı nedenler
·
Sokağın aldatıcı serbestliği ve özgürlüğü
·
Ahlaki ve ruhi çöküntü
·
Anne ve babanın eğitim düzeyinin düşük olması
·
Çocuk yetiştirme konusunda bilgi eksikliği
·
Basın ve medyanın olumsuz etkisi
Görüldüğü gibi çocuğu sokağa iten etkenlerin önemli bir kısmı aile eksenli sorunlardır. Kimlik gelişimi güçlü bir
biçimde kendisine saygıyı gerektirir. Bu nedenle ailesizlik çocuğun kendine saygıda ve güvende geri kalmasına
neden olur. Bu durumda okul devreye girmelidir (Biggar, 2001, 949). Gonsalez (1993, 256)’e göre, okullar
toplumun ihtiyaç ve beklentilerini belirlemeli ve buradan elde edilen sonuca göre toplumun değer ve ahlak
kurallarına göre eğitim vermelidir. Bu bağlamda korunmaya muhtaç çocuklar konusu, toplumun insani-vicdanisosyal ve moral bir sorunu olarak değerlendirilmektedir.
Bütün bunlar gözönüne alınarak bu araştırmada, korunmaya muhtaç çocuklar kapsamında yeni bir model önerisi
sunulmuş ve adına da “koruyucu okul” denilmiştir. Bu çerçevede, araştırmanın amacı, ilköğretim okullarına
devam eden ve anne babası tarafından ihmal edilip korunmaya muhtaç hale getirilen çocukların, yönetici ve
öğretmen görüşlerine dayalı olarak geliştirilen ve sevgi eğitimini temel alan “koruyucu okul” modelinin
yapılandırılması şeklinde belirlenmiştir. Araştırmanın sonucunda koruyucu okul modelinin uygulanabilirliği
tartışılmıştır.
Araştırmanın Yöntemi: Evren, Örneklem, Verilerin Toplanması ve Analizi
Nitel olarak planlanan araştırmada, öğretmen ve yöneticilerle görüşme yapılmıştır. Görüşler basit çözümleme
analizleri ile yorumlanmıştır. Araştırmanın evreni Elazığ ili ilköğretim okullarıdır. Elazığ İl merkezinde 69 ilköğretim
okulu bulunmaktadır. Örneklemi ise random olarak seçilmiş beş okuldaki yönetici ve öğretmen görüşleridir. Bu
okullar Cumhuriyet, Bahçelievler, Evren Paşa, Murat ve Elazığ İlköğretim Okullarıdır. Araştırmada 2005-2006
Eğitim-Öğretim Yılı Güz Döneminde Fırat Üniversitesi Eğitim Fakültesi dördüncü sınıfta eğitimlerine devam
etmekte olan 102 öğrencinin Okul Deneyimi dersi gereği toplamış oldukları verilerden yararlanılmıştır. 102 öğrenci
20’şerli gruplar halinde bu beş okula gönderilmiş ve 5 Müdür, 9 Müdür Yardımcısı ve Evren Paşa İlköğretim
Okulundan 4, diğer İlköğretim Okullarından 3’er olmak üzere toplam 16 öğretmenin görüşlerinden yararlanılmıştır.
Ayrıca, çalışmanın uygulamalı kısmını gerçekleştiren öğrenciler, araştırmanın yapıldığı okullarda tesadüfi olarak
belirlenmiş olan birer öğrenciyi iki hafta boyunca gözlemleyerek, belirlenen öğrencilerle arkadaşlık ilişkileri
sürdürmüşlerdir.
Araştırmanın Bulguları
Yöneticilerin (müdür ve müdür yardımcılarının), zaten tüm öğrencilere yardımcı oldukları belirlenmiştir.
Öğretmenler ise, Milli Eğitim Bakanlığı’nın uygulamaya koyduğu yapılandırmacılık anlayışına göre uygulanmaya
çalışılan programın kendilerini çok yorduğunu başka bir şeye vakit ayırıp ayıramayacakları konusunda
endişelerinin olduğunu belirtmişlerdir. Her şeye rağmen böyle bir model proje olarak uygulamaya konulursa
gönüllü olarak destekleyeceklerini dile getirmişlerdir. Kimsesiz Çocukları Koruma Derneği (2005) tarafından
yapılan bir araştırmaya gore de, korunmaya muhtaç çocuklarla ilgili çalışmalarda gönüllü olma düşüncesi oldukça
yaygındır.
Öğretmen ve yöneticilere göre şehir merkezindeki okullarda öğrencilerin yaklaşık %20’sinin ne annesi ne de
babası okula hiç uğramamaktadır. Sadece birinci ve ikinci sınıfta anne babaların çocuklarıyla ve onların okul
durumları ile ilgilendikleri söylenmektedir. Öğretmen ve yöneticiler bu öğrencilerin başıboş olduklarını, kötü
emelleri olan kişiler tarafından kolayca yönlendirilebileceğini vurgulamışlardır. Araştırmayı uygulayan öğrencilerin
raporlarına göre okula hiç uğramayan anne-babaların çocuklarının başıboş, suça eğimli olabilecekleri
söylenebilmektedir. Yukarıda ortaya konulan sorun açısından da bu sonuç okullardaki öğrencilerin %20’sinin risk
grubunda olduğunu düşündürmektedir.
Değerlendirme
Şehir merkezindeki okullarda %20’lik bir oranda anne-babaların çocuklarıyla ilgilenmedikleri ve kırsal kesimlerde
bu oranın artma ihtimali de göz önüne alınırsa “Koruyucu Okul” modelinin ne düzeyde önemli olacağı daha da
açıklık kazanacaktır. Çünkü ilk ve orta eğitimde Türkiye genelinde toplam öğrenci sayısının 2004/2005 öğretim yılı
itibarıyla yaklaşık 14 milyon olduğunu düşünürsek, basit bir genellemeyle bu rakamın %20 si 2,8 milyon gibi bir
sayıyı göstermektedir. Böyle bir gruba ilişkin riskin %10’unun gerçekleşmesi bile altından kalkılamaz sorunlara yol
açacaktır. 280 bin sokak çocuğu demektir.
Elazığ çocuk şube müdürlüğünün 35 kişilik bir sokak çocuğu gurubuna yönelik yaptığı çalışmada, sokağa düşen
çocukların yaşları büyüdükçe geri kazanımlarının güçleştiği tespit edilmiştir. Bu çocukların ancak 18’i geri
kazanılmıştır. Geri kazanılamayan çocuklar ise birer sokak çocuğu ve muhtemel suçlu olarak hayatlarını
sürdürmektedirler.
Böyle bir tablonun ortaya çıkarabileceği maddi ve manevi maliyetin koruyucu okul modelinin uygulanmasıyla çok
daha düşük bir düzeye indirilebileceği düşünülmektedir. Çünkü, koruyucu okul modeli çocukların sokaktan geri
kazanılmalarını değil, kaybedilmelerinin, yani sokağa düşmelerinin engellenmesini hedeflemektedir.
Koruyucu Okul Modeli
Koruyucu okul modeli, okulda korunmaya muhtaç çocukların (okula velisi gelmeyen, evde değer verilmeyen, evde
söz hakkı verilmeyen vb.) araştırılarak bulunması ve okul süresince fizyolojik, sevgi, ait olma, kendi değerini fark
etme gibi rehberlik hizmetlerinin öğretmen ve yöneticiler tarafından yürütülmesini gerekli kılmaktadır. Bu modelin
temelinde öğretmen ve yöneticilerin çocuklara sevgiyle yaklaşması ve okul dışında da çocukların izlenmesi gereği
yatmaktadır.
Bu çerçevede Modelin amaçlarını;
1- Risk grubundaki sorunlu çocukların tespiti,
2- Çocukların ve ailelerin sorunları doğru algılamaları ve doğru çözümler üretebilmelerinin sağlanması,
3- Sorunların tespiti ve çözümü için alabilecekleri rehberlik ve sosyal hizmetlerin neler olduğu konusunda
bilgilendirilmeleri,
4- Çocuklara yalnız olmadıkları, sevildikleri ve değerli oldukları hissettirilerek; ailelerine, okula, topluma
karşı yabancılaşmalarının önüne geçilmesi,
5- Çalışmaya ve başarıya motive edilmeleri olarak belirtebiliriz.
Modelle ilgili özet bilgiler Şekil 1 de verilmiştir.
İlkeler
Yönetici
Kurslar
Anne
Baba
Koruyucu
Okul
Öğretmen
Okul dışında izleme
Şekil 1. Koruyucu Okul Modeli
Sevgi
Bütçe
Koruyucu okul modelinde, öncelikle sevgi, yönetici, öğretmen ve anne-baba bir çarkın dişlileri gibidir. Bu modeli
yönetici ve öğretmen benimsemez, anne-baba desteklemez ve sevgi üzerine bir eğitim verilmez ise modelin
başarı şansı yoktur. Bu nedenle model öğretmen, yönetici ve anne-babalara seminerler halinde anlatılmalı ve pilot
uygulaması yapılmalıdır. Bu modele göre anne-babalar da seminerlere katılmalı; çünkü, tüm bilimsel veriler ve
araştırmalar çocuğun en uygun yetişme ortamının ailesinin yanı olduğunu, ailenin çocuğun psiko-sosyal
gelişiminde çok önemli bir yere sahip olduğunu göstermektedir. Bu nedenle modelde ailenin eğitimi de önemli rol
oynamaktadır. Zaten, Çocuk Koruma Kanunu (2005)’nun 5. Madde (a) bendine göre, danışmanlık tedbiri,
çocuğun bakımından sorumlu olan kimselere çocuk yetiştirme konusunda; çocuklara da eğitim ve gelişimleri ile
ilgili sorunlarının çözümünde yol göstermesi sorumluluğu verilmektedir.
Modelde öngörülen ilkelerden bazıları şunlardır:
1. Öğretmen sınıfta her çocuğa eşit davranacaktır,
2. Çocuğun sınıf dışında öğretmen ve yöneticilerle görüşmesi teşvik edilecektir,
3. Öğretmen ve yönetici, ilgili çocukları evine çağırmayacaktır, okul ve okul dışında izlenmesi ve
rehberlik işlerini yürüteceklerdir,
4. Okul bir bütçe oluşturarak, ihtiyacı olan çocuklara günlük olarak belirlenen bir harçlığı, yiyecek, içecek
ve okul masraflarını karşılayacaktır,
5. Çocukların sosyalleşmelerini, toplumla bütünleşmelerini ve özgüvenlerinin gelişmesini sağlayacak
çeşitli sosyal, kültürel ve sportif aktivitelere katılmaları teşvik edilerek gerekli şartlar sağlanacaktır.
6. Çocuklar, çalışmaya teşvik edilecek ve bireysel / grup olarak kurslar verilecektir.
7. Öğretmen ve yöneticiler kendi okullarına ait öğrencilerin izleyicisi olarak görevlendirilecekler ve bu
konuda eğitim ve ücret alacaklar.
Modelin süreçleri şu şekilde belirlenmiştir.:
1-
Model Yapılanması,
2-
Sorunlu çocukların tespiti ve çocukları tanıma analizleri,
3-
Ailelerin tespiti ve aile değerlendirme analizleri,
4-
Risk
analizleri;
sorunların
şidetine
bağlı
olarak,
çocukların
öncelik
kategorilerine
göre
sınıflandırılması,
5-
Çözüm önerileri geliştirilmesi; birey ve grup eğitim programlarının geliştirilmesi, bağımlılık
tedavilerinin yapılması, birey ve grup psikolojik danışma ve rehberlik hizmetlerinin verilmesi, sosyal
hizmet desteğinin sağlanması.
6-
Çözüm önerilerinin uygulanması için gerekli kurumsal ilişkilerin kurulması,
7-
Uygulamaların ve sonuçların izlenmesi ve gerektiğinde müdahale edilmesi.
Sonuç ve Tartışma
Bir çocuğun korunmaya muhtaç olabilmesi için anne-babasız olmasına gerek yoktur. Türkiye’de anne-babası
olup, çocuğuyla ilgilenmeyen birçok kişi vardır. Bu araştırma’da bu oran %20 civarında çıkmıştır. Özellikle, kırsal
kesimlerde bu oranın artma ihtimali vardır. Görülüyor ki, anne-babalar çocuklarıyla ilgilenmemekle, onları
başıboşluğa itmektedir. Bu süreçte okuldan ve aileden soğuyan çocuk, sokağa düşebilmektedir.
Bu durumda olan çocukların her türlü olumsuz etkenlerden korunabilmesi için okula düşen görevler vardır. En
sağlıklı değişme ve gelişmeler okullarda verilen eğitim sayesinde olmaktadır. Ancak okullar, belirlenen açık
işlevler yanında gizli işlevlerini de gerçekleştirmek durumundadır. Bu anlamda, araştırmada “koruyucu okul”
modeli, okulun bir gizli işlevi olarak görülebilir. Bu modele göre, okulda korunmaya muhtaç çocukların araştırılarak
bulunması ve okul süresince fizyolojik, sevgi, ait olma gibi rehberlik hizmetlerinin öğretmen ve yöneticiler
tarafından yürütülmesini gerekli kılmaktadır. Aynı zamanda, Sosyal Hizmetler tarafından da ailenin aile içi iletişim,
çocuk eğitimi, sosyal ve ekonomik destek gibi modele yönelik ihtiyaçlarının karşılanması gerekmektedir.
Modelin uygulanabilirliği Elaziğ Emniyet Müdürlüğü Çocuk Şube Müdürlüğü Ve Milli Eğitim Müdürlüğü Rehberlik
Araştirma Merkezi yetkilileri ile değerlendirilerek, olumlu görüş alınmıştır.
Bu model, milli eğitim bakanliği ve Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğü ile ortak bir
proje şeklinde yürütülmelidir.
Son söz: Çocuklar her türlü ihmal ve istismardan korunmalı ve onlar her koşulda yetişkinlerden daha özel
olarak ele alınmalıdır.
Mustafa Kemal ATATÜRK
KAYNAKÇA
Akşit, Güldal Çocuk ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı,
http://www.tbmm.gov.tr/komisyon/sokak_cocuklari_kom/basin/birgun20.12.2004.htm
Aral, N. ve Gürsoy, F. (2001). Çocuk Hakları Çerçevesinde Çocuk İhmal ve İstismarı. Milli Eğitim, (151), 36-40.
Biggar, H. (2001). Homeless Children and Education: An Evolution of the Steward B. McKinney Homeless
Assistance Act. Children and Youth Services Review, 23(12), 941-969.
Çocuk Koruma Kanunu, (2005). Kanun No: 5395, Kabul Tarihi: 03.07.2005
DİE Adalet İstatistikleri, http://www.die.gov.tr
Doğan, İ. (2001). Çocuk Hakları Açısından Türkiye’de Çocuk Olgusu, Milli Eğitim, (151), 54-65.
Gonsalez, J.M. (1993). School Meanings and Cultural Bias. Education & Urban Society, 25(3), 254-270.
Kimsesiz Çocukları Koruma Derneği, (2005). Türk Halkinin Kimsesiz ve Korunmaya Muhtaç Çocuklara Bakişi
Kamuoyu Araştirması, http://www.sosyalhizmetuzmani.org/kimsesizcocuklarikorumaarastirmasi.htm
(28/02/2006’da indirildi).
Oğuzkan, A.F. (1993). Eğitim Terimleri Sözlüğü. Üçüncü Baskı, Ankara: Emel Matbaacılık.
ÖZGEDER, (Özgürlğünden Yoksun GençlerelDayanışma Derneği), Islahevleri ve Cezaevlerinde Tutuklu ve
Hükümlü Bulunan Çocukların Sosyal ve Yasal Koşullarının İyileştirilmesi, Şubat 2005
T.C. Başbakanlık SHÇEK (Tarihsiz) . Çocuk Yuvaları,
http://www.shcek.gov.tr/portal/dosyalar/hizmetler/cocuk/hizm_cy.asp (28/02/2006’da indirildi).
Umut Çocukları Derneği, http://www.umutcucuklari.org.tr/arsiv/atastirma/idex.htm
TAM VE PARÇALANMIŞ AİLEYE SAHİP OLAN ÇOCUKLARIN DEPRESYON DÜZEYLERİNİN İNCELENMESİ
ANNE-BABASI
İLE
YAŞAYAN
VE
ANNE-BABA
YOKSUNU
OLAN
ÇOCUKLARIN
DEPRESYON
DÜZEYLERİNİN İNCELENMESİ
Prof. Dr. Neriman ARAL
Doç. Dr. Figen GÜRSOY
Uzman. Hatice DİZMAN*
GİRİŞ
Aile; insan türünün sürekliliğini sağlayan, ilk toplumsallaşma sürecini oluşturan, karşılıklı ilişkileri belirli kurallara
bağlayan, toplum kültürünü kuşaktan kuşağa aktaran, biyolojik, psikolojik, ekonomik, hukuksal yönleri bulunan
toplumsal bir kurumdur. (Dönmezer 2001).
Ailenin insan yaşantısı üzerindeki etkisi doğumdan önce başlamakta ve yaşamın sonuna dek etkinliğini
sürdürmektedir. Anne ve baba severek ve özenli bir bakım göstererek çocuğa güven ortamı yaratır. Aile çocuğun
sağlıklı büyümesini güven altına alabilirse, çocuğun yeteneklerini geliştirmesine yardım etmiş olur. Güven
duygusu içinde olan çocuklar, çevreleri ile daha iyi ve daha sağlıklı ilişkiler kurabilirler (Barut 1992, Başar 1992,
Dönmezer 2001).
Çocuğun sağlıklı bir kişilik geliştirmesinde ve içinde bulunduğu sosyal çevreye uyum sağlamasında, anne-babaçocuk ilişkisinin önemi her geçen gün daha iyi anlaşılmaktadır. Büyüme aşamalarında başarılı olan çocuklar, iyi
aile ilişkileri içinde yetişmiş bireylerdir. Aile içinde gerçekleşen başarılı ilişkiler, mutlu, arkadaşça, bunalımdan
uzak ve yapıcı bireylerin oluşumunu sağlar. Anne-babanın sevgi ve ilgisinden yoksun olarak büyüyen çocuklar,
büyük bir sevgi açlığı gösterirler. Bu açlıkta bir takım davranış ve uyum bozukluklarına neden olabilir (Bilal 1984,
Yavuzer 1997).
Ailenin boşanma, ebeveynlerden birinin veya her ikisinin ölümü, terk gibi nedenlerle parçalanması çocuğun
sosyalleşme sürecine zarar vererek sağlıklı bir kişilik geliştirmesini dolayısıyla da toplumsallaşmasını
engellemektedir (Başar 1996). Vaughn ve Block (1988) üç-yedi yaşları arasındaki çocukların kişilik gelişimleri ile
ebeveyn tutumları arasındaki ilişkiyi incelemişler ve araştırma sonucunda, erken çocukluk dönemlerinde ailedeki
sosyalleşme deneyimlerinin çocukların psikolojik gelişmeleri için önemli olduğunu belirlemişlerdir.
Altı-on iki yaşlar arasındaki okul çağı dönemi çocuğun bağımsızlını, kendi kişisel özelliklerini ve başarılarını
keşfetmeye başladığı bir dönemdir. Bu dönem stresinde en etkileyici olduğu dönemdir. Okulda sorunlarla başa
çıkmada üzüntü ya da endişeler ortaya çıkabilir. Bunun yanı sıra çocuğun ailede yaşadığı yoksunluklar bu stresli
dönemi daha da körükleyerek çocuğun depresif özellikler geliştirmesine neden olabilir (Saylor 1993,
Küçükkendirci 2000).
*
Ankara Universty
Home Economics Child Development and Education Department
Günümüzde çocukluk çağı depresyonunun, çocuk ve ergen ruhsal bozukluklarının önemli bir bölümünü
oluşturduğu görüşü kabul edilerek, çocuk ve ergen psikiyatrisinin önemli tedavi ve araştırma alanlarından biri
olmuştur. Çocuklarda depresyon durgunluk, isteksizlik, zevk alamama, oyun oynamama, ders başarısında düşme,
okula gitmek istememe, yeme ve uyku bozuklukları gibi belirtilerle ortaya çıkabileceği gibi, aşırı hareketsizlik,
huysuzluk, hırçınlık, davranım bozuklukları ile de kendini gösterebilmektedir (Öztürk 2001, Şenol 2005).
Yakın zamana kadar depresyon gerçek bir hastalık olarak değerlendirilmemekle birlikte, çocukların niçin
depresyona sürüklendiği ve onlara nasıl yardım etmek gerektiği gibi son derece gerekli bilgiler ancak son yirmi
yılda yapılmış araştırmaların ürünüdür. Uzun yıllar ihmal edilen, çocuk ve gençlerde görülen depresyonun
değerlendirilmesi önem kazanmaya başlamıştır (Miller 2002, Şenol 2005).
Bu düşünceden hareketle bu araştırma, farklı sosyo-ekonomik düzeylerde bulunan ilkokulların dördüncü ve
beşinci sınıflarına devam eden parçalanmış aile ve bütünlüğünü koruyan aileye sahip çocukların depresyon
düzeylerini belirlemek, parçalanmış aile ve bütünlüğünü koruyan aileye sahip çocuklarda sosyo-ekonomik düzey,
cinsiyet ve yaş, parçalanmış aileye sahip çocuklarda ise anne ya da baba yoksunluğunun nedeni ve anne ya da
babadan ayrılık yaşı gibi değişkenlerin depresyon düzeylerinde farklılık yaratıp yaratmadığının incelenmesi, elde
edilen sonuçlar doğrultusunda önerilerde bulunulması amacıyla planlanmıştır.
YÖNTEM
Örneklem
Parçalanmış aile ve bütünlüğünü koruyan aileye sahip çocukların depresyon düzeylerinin belirlenmesi amacıyla
yapılan araştırma, Ankara il merkezi sınırları içinde bulunan alt, orta ve üst sosyo-ekonomik düzeydeki semtlerden
seçilen 39 ilköğretim okulunun dördüncü ve beşinci sınıflarına devam eden çocuklar üzerinde yürütülmüştür.
Parçalanmış aileye sahip çocuklar öğretmen, idareci ve okul rehberlik servislerinin yardımlarıyla belirlenmiştir.
Araştırmada örneklemin seçiminde parçalanmış aileye sahip çocuklar için ölüm, boşanma ve terk veya uzun süreli
seyahat nedeniyle ailenin dağılması ve çocuğun üvey anneye veya babaya sahip olmaması, bütünlüğünü koruyan
aileye sahip çocukların ise anne ve babalarıyla birlikte yaşaması şartları aranmıştır. Seçilen ilköğretim okullarında
öğrenim gören parçalanmış aileye sahip çocukların tamamı ile anne-babası ile yaşayan aynı sayıda ve cinsiyette
çocuklar araştırmaya dahil edilmiştir. Her sosyo-ekonomik düzeyden anne-babası ile yaşayan 300, parçalanmış
aileye sahip olan 300 çocuk araştırmaya alınarak örneklem 600 çocuktan oluşmuştur.
Veri Toplama Araçları
Araştırmada bazı bilgileri elde edebilmek amacıyla “Genel Bilgi Formu” ile çocukların depresyon düzeylerini
ölçmek için Kovacks tarafından geliştirilen ve Öy (1990) tarafından uyarlaması yapılan “Çocuklar İçin Depresyon
Ölçeği” kullanılmıştır.
Çocuklardan işaretlemeleri istenen genel bilgi formunda çocuklara ve ailelerine yönelik sorular
bulunmaktadır. Çocuklar İçin Depresyon Ölçeği’nde gruplar halinde verilen cümlelerin içinden ölçeğin
doldurulduğu gün de dahil olmak üzere son iki haftada çocukların kendilerini nasıl hissettiklerini en iyi ifade eden
cümleleri bularak işaretlemeleri istenmektedir.
İşlem
Parçalanma durumunu saptamada öğretmen, idareci ve okul rehberlik servislerinin bilgilerinden yararlanılmıştır.
Uygulama yapılmadan önce okul yönetimi, okul rehberlik servisleri ve ilgili sınıf öğretmenleriyle önceden
görüşülerek araştırmanın amacı ve uygulamanın nasıl yapılacağı açıklanmış, anketin uygulanacağı gün ve saatler
saptanmıştır. Araştırmaya dahil edilen çocuklardan öncelikle parçalanmış aileye sahip olanlar belirlenmiş ve bu
çocuklar boş olan bir sınıfa alınmıştır. Parçalanmış aileye sahip olan çocukların bulunduğu her bir sınıftan aynı
sayıda ve ailesiyle yaşayan çocuklar da seçilerek ayrı bir sınıfa alınmış ve anketler uygulanmıştır. Uygulamadan
önce çocuklara bu çalışmanın bilimsel bir araştırma için yapıldığı, verecekleri cevapların gizli kalacağı, içten,
samimi ve doğru bilgi vermelerinin önemli olduğu açıklanmıştır. Parçalanmış aileye sahip olan çocukların
herhangi bir şekilde rahatsızlık hissetmemeleri amacıyla çocuklara tüm araştırma grubunun kura yoluyla seçildiği
açıklanmıştır. Uygulama için bir zaman sınırlaması yapılmamıştır.
BULGULAR
Parçalanma durumunun sosyo-ekonomik düzey, cinsiyet ve yaşa göre depresyon düzeyi açısından farklılık,
yaratıp yaratmadığını saptayabilmek için “Çift Yönlü Varyans Analizi” yapılmıştır. Anne ve baba yoksunluğunun
nedeni, anne ve babadan ayrılık yaşı değişkenlerinin parçalanmış aileye sahip olan çocukların depresyon
düzeylerinde farklılık yaratıp yaratmadığının belirlenmesinde ise “Tek Yönlü Varyans Analizi” kullanılmıştır.
Saptanan değişkenlerle çocukların depresyon düzeyleri arasındaki farklılık varyans analizine göre önemli
bulunduğunda farklılığın hangi gruptan kaynaklandığını saptayabilmek amacıyla Duncan testi yapılmıştır.
Tablo 1
Parçalanmış ve Bütünlüğünü Koruyan Aileye Sahip Çocukların Sosyo-Ekonomik Düzeylerine Göre Depresyon
Düzeylerine Ait Ortalamalar, Standart Sapmalar ve Varyans Analizi Sonuçları
Parçalanma Durumu
ve
Çocuk
Sosyo-Ekonomik Düzey
N
Depresyon
Puanı
X ±S
Parçalanmış Aile
Bütünlüğünü Koruyan Aile
Genel
Alt
100
14.80±8.50
Orta
100
16.66±9.40
Üst
100
14.14±8.90
Toplam
300
15.20±8.97
Alt
100
9.71±5.69
Orta
100
9.48±6.00
Üst
100
7.87±4.93
Toplam
300
9.02±5.60
Alt
200
AB12.26±7.65
Orta
200
A13.07±8.65
Üst
200
B11.01±7.84
Toplam
600
12.11±8.09
Varyans Analizi Sonuçları
SD
KO
F
Parçalanma Durumu
1
5728.86
103.40**
SED
2
216.37
3.91*
PD*SED
2
54.91
0.99
Hata
594
55.41
Toplam
600
*P<0.05
** P<0.01
Tablo 1 incelendiğinde parçalanmış aileye sahip çocukların depresyon puan ortalamalarının bütünlüğünü koruyan
aileye sahip çocukların depresyon puan ortalamalarından daha yüksek olduğu görülmektedir (Parç. Aile
15.20, Büt. Kor. Aile
X=
X = 9.02). Yapılan varyans analizi sonucunda da parçalanma durumu ile depresyon puan
ortalamaları arasındaki farkın istatistiksel olarak önemli (F[1-594]=103.40; P<0.01) olduğu belirlenmiştir. Tablo 1
deki sosyo-ekonomik düzeye ait ortalamalar incelendiğinde ise parçalanmış aileye sahip orta sosyo-ekonomik
düzeyde bulunan çocukların en yüksek depresyon puan ortalamasına sahip olduğu ( X =16.66), bunu alt sosyoekonomik ve üst sosyo-ekonomik düzeydeki çocukların puan ortalamalarının (Alt SED
X = 14.80, Üst SED X =
14.14) izlediği belirlenmiştir. Bütünlüğünü koruyan aileye sahip çocukların depresyon puanları incelendiğinde ise
alt sosyo-ekonomik düzeyde bulunan çocukların
üst sosyo-ekonomik düzeydekilerin ise
X = 9.71 orta sosyo-ekonomik düzeyde bulunanların X = 9.48,
X = 7.87 puan ortalamasına sahip olduğu saptanmıştır. Yapılan varyans
analizi sonucunda ise sosyo-ekonomik düzeyin depresyon puan ortalamaları üzerinde önemli farklılık oluşturduğu
saptanırken (F[2-594]=3.91; P<0.05), parçalanma durumu x sosyo-ekonomik düzey interaksiyonunun önemli bir
farklılık yaratmadığı (F[2-594]=0.99; P>0.05) ortaya konulmuştur.
Tablo 1 de görüldüğü gibi parçalanmış aileye sahip çocukların depresyon puan ortalamaları bütünlüğünü koruyan
aileye sahip çocukların puan ortalamalarından daha yüksektir. Aile yapısının bozulması ile çocuğun yaşamında,
psikolojik, sosyal, ekonomik değişiklikle beraber çocuklar yeni rolleri, yeni ilişkileri, ailenin yeni durumunu
anlamakta ve uyum sağlamakta güçlük çekebilir. Ayrıca çocukların anne-babaları tarafından reddedildikleri
yönündeki algıları da depresyonun artmasında etkili olmaktadır (Baran 1995, Elmacı 2001). Özmen (1989)
annesiz veya babasız büyüyen beş-sekiz yaş grubundaki çocukların kişilik özelliklerini incelediği çalışması
sonucunda da anne-baba yoksunluğunun çocuğun kişilik özelliklerini etkilediğini, dolayısıyla çocuğun depresyona
olan yatkınlığını arttırdığını ortaya koymuştur. Aral ve Gürsoy (2000) yaptıkları çalışma sonucunda parçalanmış
aileden gelen çocukların tam aileye sahip çocuklara oranla daha yüksek depresyon düzeyine sahip olduklarını
saptamışlardır. Parçalanmış aileden gelen ve anne-babasıyla yaşayan çocukların depresyon düzeyleri çeşitli
araştırmalarda da incelenmiş, parçalanmış aileye sahip çocukların depresyon düzeylerinin anne-babasıyla birlikte
yaşayan çocukların depresyon düzeylerinden yüksek olduğu ortaya konulmuştur (Aslıhan 1998, Elmacı 2001,
Erim 2001).
Tablo 1 deki sosyo-ekonomik düzeye ait ortalamalar incelendiğinde ise orta sosyo-ekonomik bulunan çocukların
en yüksek depresyon puan ortalamasına sahip olduğu saptanmıştır. Üst sosyo-ekonomik düzeyde bulunan
çocukların en düşük depresyon puanına sahip oldukları görülmektedir. Çocuğun ailesinin ekonomik ve sosyal
yapısının yaşanan olumsuz olayların etkilerini azaltabilecek durumda olması depresyonu engelleyebilmektedir.
İhtiyaçları karşılamadaki zorluklar çocuğu akranları ile kıyasa götürerek depresyona eğilimi hızlandırmaktadır
(Küçükkendirci 2000, Kıratlı 2001).
Küçükkendirci (2000) yaptığı çalışmada düşük sosyo ekonomik düzeyin depresyonu artırdığı vurgulamaktadır.
Aslıhan (1998) da yaptığı çalışmada, sosyo-ekonomik düzeyi yüksek ailelerin çocuklarının düşük sosyo-ekonomik
düzeydeki ailelerin çocuklarına göre daha az depresyon puanı aldıklarını saptamıştır.
Tablo 2
Parçalanmış ve Bütünlüğünü Koruyan Aileye Sahip Çocukların Cinsiyetlerine Göre Depresyon Düzeylerine Ait
Ortalamalar, Standart Sapmalar ve Varyans Analizi Sonuçları
Parçalanma Durumu
ve
Çocuk
Cinsiyet
Depresyon
Puanı
N
X ±S
Kız
161
15.49±9.13
Erkek
139
14.87±8.81
Toplam
300
15.20±8.97
Kız
160
9.66±5.19
Erkek
140
8.29±5.97
Toplam
300
9.02±5.60
Kız
321
12.58±7.98
Erkek
279
11.57±8.20
Toplam
600
12.11±8.09
Varyans Analizi Sonuçları
SD
KO
F
Parçalanma Durumu
1
5743.11
102.83**
Cinsiyet
1
145.90
2.61
PD*Cinsiyet
1
20.96
0.38
Hata
596
55.85
Toplam
600
Parçalanmış Aile
Bütünlüğünü Koruyan Aile
Genel
** P<0.01
Tablo 2 incelendiğinde parçalanmış aileye sahip kız çocukların depresyon puan ortalamalarının
çocukların depresyon puan ortalamalarının
çocukların depresyon puan ortalamalarının
X=
X = 15.49, erkek
14.87, bütünlüğünü koruyan aileye sahip çocuklarda ise kız
X = 9.66, erkek çocukların depresyon puan ortalamalarının X = 8.29
olduğu görülmektedir. Yapılan varyans analizi sonucunda, parçalanma durumu ile depresyon puan ortalamaları
arasındaki farkın istatistiksel olarak önemli (F[1-596]=102.83; P<0.01) olmasına rağmen, cinsiyet (F[1-596]=2.61;
P>0.05) ve parçalanma durumu x cinsiyet interaksiyonuna (F[1-596]=0.38; P>0.05) göre depresyon puan
ortalamaları arasındaki farkın önemsiz olduğu saptanmıştır.
Tablo 2 incelendiğinde; cinsiyete göre çocukların depresyon düzeyleri arasında anlamlı bir farklılaşma
saptanmamasına rağmen, kız çocukların depresyon puan ortalamalarının erkek çocukların depresyon puan
ortalamalarından biraz daha yüksek olduğu görülmektedir. Kız ve erkek çocukların yetiştirilmesinde uygulanan
farklı tutumlar sonucu, kızlar erkeklere göre daha bağımlı, daha kırılgan ve sorunlar karşısında daha az dirençli
olabilmektedirler (Kıratlı 2001). Yapılan çalışmalarda da kızların depresyon durumlarının erkeklere oranla yüksek
olduğu belirlenmiştir (Bird, Canino ve Rubio-Stipec 1988, Costello, Edelbrock ve Burns 1988, Jacobsen, Lahey ve
Strauss 1983, Küçükkendirci 2000, Larson, Richards, Raffaelli, Ham ve Jeweli 1990, Zanbak 2000).
Tablo 3
Parçalanmış ve Bütünlüğünü Koruyan Aileye Sahip Çocukların Yaşlarına Göre Depresyon Düzeylerine Ait
Ortalamalar, Standart Sapmalar ve Varyans Analizi Sonuçları
Parçalanma Durumu
ve
Çocuk Depresyon
Yaş
N
Puanı
X ±S
10
104
15.98±9.23
11
196
14.79±8.83
Toplam
300
15.20±8.97
10
99
8.84±5.83
11
201
9.11±5.49
Toplam
300
9.02±5.60
10
203
12.50±8.53
11
397
11.91±7.86
Toplam
600
12.11±8.09
Varyans Analizi Sonuçları
SD
KO
F
Parçalanma Durumu
1
5515.21
98.56**
Yaş
1
28.66
0.51
PD*Yaş
1
72.15
1.29
Hata
596
55.96
Toplam
600
Parçalanmış Aile
Bütünlüğünü Koruyan Aile
Genel
** P<0.01
Tablo 3 incelendiğinde; parçalanmış aileye sahip on yaş grubundaki çocukların depresyon puan
ortalamalarının
X=
15.98, on bir yaş grubundaki çocukların depresyon puan ortalamalarının
X=
14.79,
bütünlüğünü koruyan aileye sahip çocuklarda ise on yaş grubundaki çocukların depresyon puan ortalamalarının
X=
8.84, on bir yaş grubundaki çocukların depresyon puan ortalamalarının
X=
9.11 olduğu görülmektedir.
Yapılan varyans analizi sonucunda, parçalanma durumu ile depresyon puan ortalamaları arasındaki farkın
istatistiksel olarak önemli (F[1-596]=98.56; P<0.01) olmasına rağmen, yaş (F[1-596]=0.51; P>0.05) ve
parçalanma durumu x yaş interaksiyonuna (F[1-596]=1.29; P>0.05) göre depresyon puan ortalamaları arasındaki
farkın önemsiz olduğu saptanmıştır.
Tablo 3 incelendiğinde; yaşa göre çocukların depresyon düzeyleri arasında anlamlı bir farklılaşma
saptanmamasına rağmen, genel ortalamalara bakıldığında on yaş grubundaki çocukların depresyon puan
ortalamalarının on bir yaş grubundaki çocukların depresyon puan ortalamalarından biraz daha yüksek olduğu
görülmektedir
Küçük çocuklar, olgunlaşma süreci içinde olduklarından, olayları değerlendirmede büyük çocuklara göre yetersiz
kalmakta, dolayısıyla çeşitli olaylar karşısında yaşadıkları kaygıyı akılcı yollarla giderememektedirler. Bunun
sonucu olarak da kaygı, çekingenlik, içe kapanma gibi olumsuz davranışlar geliştirerek depresyona
girebilmektedirler (Başar 1996). Uras (2001) tarafından yapılan araştırma sonucunda yaş arttıkça depresyon
düzeyinin düştüğü ve küçük yaştaki çocukların daha fazla depresif belirtiler gösterdikleri ortaya konulmuştur.
Tablo 4
Parçalanmış Aileye Sahip Çocukların Parçalanma Nedenlerine Göre Depresyon Düzeylerine Ait Ortalamalar,
Standart Sapmalar ve Varyans Analizi Sonuçları
Parçalanma Nedeni
N
Çocuk Depresyon Puanı
X ±S
Ölüm
105
15.57±8.97
Boşanma
156
14.30±8.28
Terk ve uzun süreli seyahat
39
17.82±11.09
Toplam
300
15.20±8.97
Varyans Analizi Sonuçları
SD
KO
F
Parçalanma Nedeni
2
205.05
2.57
Hata
297
79.70
Toplam
299
Tablo 4 incelendiğinde; en yüksek depresyon puanına, annesi veya babası evi terk eden veya uzun süreli
seyahate çıkan çocukların sahip olduğu ( X = 17.82), bunu anne veya babası ölen ( X = 15.57) ve anne veya
babası boşanan ( X = 14.30) çocukların puanlarının izlediği görülmektedir. Yapılan varyans analizi sonucunda,
parçalanma nedenine göre depresyon puanı ortalamaları arasındaki farkın istatistiksel açıdan önemli olmadığı
(F[2-297]=2.57; P>0.05) saptanmıştır. Terk edilmiş olma duygusu, çocukta uyumsuzluk, yalnızlık, boşluk duygusu
oluşturabilir ve çocuğun depresyona girmesine neden teşkil edebilir (Yörükoğlu 1992, Aslıhan 1998).
Hunter (1984) aile çocuk ilişkisini konu alan çalışması sonucunda da terk gibi nedenlerle ortaya çıkan
yoksunluğun anne ya da baba ölümü nedeniyle ortaya çıkan yoksunluktan daha etkili olduğunu vurgulamıştır.
Tablo 5
Parçalanmış Aileye Sahip Çocukların, Anneden veya Babadan Ayrılık Yaşlarına Göre Depresyon Düzeylerine Ait
Ortalamalar, Standart Sapmalar ve Varyans Analizi Sonuçları
Anne veya Babadan
N
Çocuk Depresyon Puanı.
Ayrılık Yaşı
X ±S
0-1 yaş
34
16.50±10.33
2-5 yaş
55
15.16±9.19
5 yaş ve daha üstü
211
15.00±8.71
Toplam
300
15.20±8.97
Varyans Analizi Sonuçları
SD
KO
F
Ayrılık Yaşı
2
32.99
0.41
Hata
297
80.86
Toplam
299
Tablo 5 incelendiğinde; anneden ayrılık yaşı bir yaş ve altında olan çocukların depresyon puanın
beş yaş olan çocukların
X = 16.50, iki-
X = 15.16, beş yaş ve daha üstü olan çocukların X =15.00 olduğu belirlenmiştir. Yapılan
varyans analizi sonucunda anne veya babadan ayrılık yaşına göre depresyon puan ortalamaları arasındaki farkın
istatistiksel açıdan önemli olmadığı ((F[2-297]=0.41; P>0.05) saptanmıştır.
Anne ya da babadan birinin kaybı veya ayrılıkları demek olan dağılmış aile ortamı, bebeklik döneminde
gerçekleşirse, ailedeki duygusal ilişkileri azalttığından, bebeğin sevgiyi yeterince alamaması, onun büyüme ve
gelişimini geciktirip, engelleyebilir (Yavuzer 2001).
Tablo 6. Çocukların anne yada babadan ayrılık durumuna göre t-testi sonuçları
PARÇALANMA
N
X
S
t
sd
P
Baba Yoksunu
150
12.78
8.48
4.82
298
.000
Anne Yoksunu
150
17.61
8.28
DURUMU
Tablo 6’da görüldüğü gibi; yapılan t-testi sonucunu incelendiğinde anne babadan ayrılık durumuna göre
depresyon ortalamaları arasında anlamlı bir farklılık olduğu saptanmıştır (t(298)=4.82, p<.01).
Anne ve babanın çocuk üzerindeki etkileri farklıdır. Ruhsal gelişim açısından doğumdan sonraki ilk bir yıl içinde
bebek, kendisine bakan, sürekli gördüğü, tanıdığı ve güvendiği anneye bağlanmakta, ona diğer yetişkinlerden
farklı davranmaktadır. Bu süreç içinde karşılıklı oluşan yoğun ilişki bebeğin bakımı yanında duygusal yönden
beslenmesinin ve daha sonraki insan ilişkilerinde belirgin etkilerini hissettiren bir kendine güveni sağlayarak ruhsal
gelişimin ilk adımları atılacaktır. Anne ya da temel bakım veren kişinin yitirilmesi ya da bebekle bu kişi arasındaki
ilişkinin herhangi bir nedenle çok belirgin bir şekilde ve nitelik olarak bozulması depresyona neden olur (Şenol
2005).
Yıldırım (1985) sıfır-üç yaş grubunda bulunan annesi ile yaşayan ve anneden yoksun olan çocukların fiziksel,
gelişimsel ve duygusal gelişimlerini incelediği araştırması sonucunda, anneden yoksun olarak yaşayan çocukların
özellikle bir yaşından sonraki dönemlerde büyüme ve gelişmelerinin geri kaldığını ve bu çocuklarda davranış
bozukluklarının sık görüldüğünü belirlemiştir.
SONUÇ VE ÖNERİLER
Araştırma sonucunda, parçalanmış ve bütünlüğünü koruyan aileye sahip çocukların depresyon puan ortalamaları
arasında farklılıklar olduğu (P<0.01, P<0.05) saptanmıştır. Parçalanmış aileye sahip çocukların depresyon puan
ortalamalarının, bütünlüğünü koruyan aileye sahip çocukların puan ortalamalarından daha yüksek olduğu
belirlenmiştir. Parçalanmış ve bütünlüğünü koruyan aileye sahip çocuklarda sosyo-ekonomik düzeyin depresyon
puanı açısından farklılık yarattığı (P<0.05) belirlenirken, cinsiyet, yaş, parçalanma nedeni ve ayrılık yaşının önemli
farklılık oluşturmadığı saptanmıştır (P>0.05).
Toplumumuzda sıkça rastlanan ailenin parçalanması olayının, çocukları örselediği bilinen bir gerçektir. Bu durum,
çocuklarda üstesinden gelemeyecekleri duyguların baskısına yol açmaktadır.
Ailenin parçalanması durumunda, ebeveynlerin yeni durumlarına olgunlukla yaklaşabilmeleri gerekmektedir. Bu
nedenle, ailelerin bu konuda bilinçlenmeleri ve çocuklarına gereken duygusal ve sosyal desteği verebilmeleri
açısından, ailelere yönelik, bilgilendirme amaçlı seminerler ve toplantılar düzenlenebilir.
Ebeveynler ve sosyal çevre tarafından sağlanan destekleyici ilişkiler, çocuğun sağlığı açısından önemlidir. Bu
nedenle, çocukların, hem yaş dönemine has problemlerle hem de ailevi problemlerle başa çıkabilmelerini
sağlamak için, ebeveynler, eğitmenler ve sosyal çevre, sosyal destek imkanları artırabildiği ve destekleyici ilişkiler
yaratabildiği oranda, çocukların sağlıklı kişilik geliştirmeleri sağlanabilir.
KAYNAKLAR
Aral, N. & Gürsoy, F. 2000. Boşanmış ve boşanmamış ebeveynlerin çocukların depresyon düzeyleri
üzerine bir araştırma. Toplum ve Sosyal Hizmet, 1, 18-28.
Aslıhan, M. N. 1998. Parçalanmış veya tam aileye sahip çocukların öz-kavramı depresyon
akademik başarılarının yaş ve cinsiyet yönünden karşılaştırılması.
Yayımlanmamış
yüksek
düzeyleri
ve
lisans
tezi.
Çukurova Üniversitesi, Adana.
Barut, Y. 1992. Parçalanmış ailelerden gelen 15-18 yaş grubu yetiştirme yurdu çocukları ile
çocuklarında görülen anksiyete ve depresyon sıklığının incelenmesi.
normal
aile
Yayınlanmamış doktora tezi. On Dokuz
Mayıs Üniversitesi, Samsun.
Baran, G. 1995. Ankara’da bulunan çocuk yuvalarında kalan 7-11 yaş grubu çocuklarda cinsiyet rolleri ve cinsiyet
özellikleri kalıp yargılarının gelişimi. Yayınlanmamış doktora
tezi. Ankara Üniversitesi, Ankara.
Başar, F. 1992. Ankara kalaba çocuk ıslahevi’nde kalan 15-18 yaş grubu ergenlerin suça
ailenin etkisi üzerine karşılaştırmalı bir araştırma. Yayımlanmamış
Ankara.
yönelmelerinde
yüksek lisans tezi. Ankara Üniversitesi,
Başar, F. 1996. Üvey ebeveyne sahip olan ve olmayan 10-11 yaş grubundaki çocukların saldırganlık eğilimleri ve
kendilerini algılama biçimlerinin incelenmesi. Doktora. tezi.
Ankara Üniversitesi, Ankara.
Bilal, G. 1984. “Demokratik” ve “otoriter” olarak algılanan ana-baba tutumlarının çocukların uyum düzeylerine
etkisi. Yayınlanmamış doktora tezi . Hacettepe Üniversitesi, Ankara.
Bird, H. R., Canino, G., & Rubio-Stipec, M. 1988. Estimates of prevalance of chilhood
community survey in Puerto Rico. Arch. Gen. Psychiatry, 45, 1120-
maladjusment
in
a
1124.
Costello, A. J., Edelbrock, C., & Burns, B. J. 1988. Psychiatric disorders in pediatric primary
care.
Arch.
Gen. Psychiatry, 45, 1107-1116.
Dönmezer, İ. 2001. Ailede iletişim ve etkileşim. Sistem Yayıncılık, İstanbul
Elmacı, F. 2001. parçalanmış ve bütünlüğünü koruyan aileye sahip ergenlerin depresyon ve
uyum
düzeylerinde sosyal desteğin rolü. Yayımlanmamış yüksek lisans tezi. Kocaeli Üniversitesi, Kocaeli.
Erim, B. 2001. Yetiştirme yurtlarında ve aileleri yanında yaşayan ergenlerin benlik saygısı,
yalnızlık düzeyleri ile sosyal destek sistemleri açısından karşılaştırılması.
depresyon
Yayımlanmamış
yüksek
ve
lisans
tezi. Ankara Üniversitesi, Ankara.
Hunter,
T.
F.
1984.
Socializing
procedures
in
parent-child
and
friend
ship
relations
during
addolenseceince. Development Psychology, 20 (6), 1092-1099.
Jacobsen, R. H., Lahey, B.B., & Strauss, C. 1983. Correlates of depressed mood in normal
children.
Journal of Psychology, 19,145-152.
Kıratlı, D. 2001. Depremzede olan ve olmayan çocukların kaygı ve depresyon düzeylerinin
incelenmesi.
Yayınlanmamış yüksek lisans tezi. Ankara Üniversitesi, Ankara.
Küçükkendirci, H. 2000. İlköğretim ikinci kısım öğrencilerinde kovaks ölçeği ile depresyon
taraması
sonuçlarının sosyodemografik özelliklerle ilişkisi. Yayımlanmamış doktora tezi. Selçuk Üniversitesi, Konya.
Larson, R. W., Richards, M. H., Raffaelli, M., Ham, M., & Jeweli, L. 1990. Ecology of
depression
childhood and early adolescence: a profile of daily states and activities. J. Abnormal
Psychology, 99 (1), 92-
in late
102.
Miller, J. A. 2002. Çocuklarda depresyon. Çeviren: Müjde Işık. Özgür Yayınları, İstanbul.
Öy, B. 1990. Çocuklar için depresyon ölçeğinin öğrenciler ve çocuk ruh sağlığı kliniğine başvuran çocuklarda
uygulanması. Yayınlanmamış uzmanlık tezi. Hacettepe Üniversitesi, Ankara.
Özmen, B. 1989. Annesiz veya babasız büyüyen beş-sekiz yaş çocuklarının kişilik özelliklerinin incelenmesi.
Yayımlanmamış bilim uzmanlığı tezi. Hacettepe Üniversitesi, Ankara.
Öztürk, M. O. 200). Ruh sağlığı ve bozuklukları. Nobel Tıp Kitapevleri Ltd. Şti., Ankara.
Saylor, C. F. 1993. Chidren and disasters. Plenum Pres, New York
Şenol, S. 2005. Çocukluk ve gençlik döneminde depresyon.Çoluk Çocuk, 46,10-13.
Uras, B. 2001. Kurum bakımında olan ve ailesi yanında kalan çocuklarda öğrenilmişlik çaresizlik ile
puanları arasındaki ilişkinin incelenmesi. Yayımlanmamış yüksek lisans tezi.
depresyon
Ege Üniversitesi, İzmir.
Vaughn, B. E., & Block, J. H. 1988. Parental agreement on child rearing during early childhood and
the
psychological ccharacteristics of adolescents. Child Devolopment, 59, 1020-1033.
Yavuzer, H. 1997. Çocuk psikolojisi. Remzi Kitabevi, İstanbul.
Yavuzer, H. 2001. Ana-baba ve çocuk. Remzi Kitabevi, İstanbul.
Yıldırım, Z. (1985). İstanbul bölgesi 0-3 yaş grubundaki çocuklarda anne yoksunluğunun çocuğun
büyüme-
gelişimi üzerine etkisi. Yayınlanmamış yüksek lisans tezi. İstanbul Üniversitesi, İstanbul.
Yörükoğlu, A. 1992. Değişen toplumda aile ve çocuk. Özgür Yayınları, İstanbul.
Zanbak, H. (2000). Çocuk psikiyatrisi polikiliniğine başvuran hastalarla sağlıklı çocuklarda
kaygı ilişkisi. Yayımlanmamış yüksek lisans tezi. Uludağ Üniversitesi, Bursa.
depresyon
ve
ÜNİVERSİTE GENÇLİĞİNİN EVLİLİĞE HAZIRLIK İLE İLGİLİ DÜŞÜNCELERİNİN İNCELENMESİNE YÖNELİK
BİR ARAŞTIRMA
Yrd.Doç.Dr. Havise GÜLEÇ
Öğr.Gör. Dilfiruz CÖMERT*
SHU Hüseyin Mehmet BAYCIK**
ÖZET
Bu araştırma, üniversiteden mezun olma aşamasına gelmiş son sınıf öğrencilerinin, eş seçimindeki etkin kriterleri
belirlemek amacıyla planlanmıştır. Araştırmada, Çanakkale İl merkezinde bulunan Çanakkale Onsekiz Mart
Üniversitesinde, Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümünde öğrenci olan 400 kişilik bir örneklem grubu üzerinde
yapılmıştır. Örneklemde aynı sayıda kız ve erkek öğrenci yer almaktadır. Bilgi toplama aracı olarak öğrencilerin
evliliğe bakış açılarını ölçmek amacıyla 18 kapalı uçlu ve iki açık uçlu olmak üzere 20 sorudan oluşan Anket
formu uygulanmıştır. Anketteki her sorunun seçeneklerine ve cinsiyete göre çapraz dağılım tabloları hazırlanmış,
sonuçlar sayı ve yüzdelerle gösterilmiştir. Anket formunun geçerlik ve güvenirlik çalışması Yrd.Doç.Dr. Mehmet
Ural rehberliğinde yapılmıştır.
Yapılan analizler sonucunda gençlerin evlilikle ilgili doğru bilgiler yanında bazı eksik ve yanlış bilgilere de sahip
oldukları ortaya çıkmıştır. Bu noktadan yola çıkarak felsefi,sosyolojik,psikolojik ve ekonomik temelleri ve konu
ayrıntılarıyla verilmiş olan bir
ders, müfredata eklenmek için önerilmektedir. Bu dersin müfredata eklenmesi
sonucunda toplumda daha sağlıklı evliliklerin yapılacağı düşünülmektedir. Nasıl ki meslek sahibi olmak için
gençlerin eğitime ihtiyacı varsa, bilinçli bir evliliğe ve anne babalığa hazırlanmak için de eğitim gereklidir.
Önerilen bu ders zorunlu veya seçmeli olabilir. Evlilik hayatında mutluluğu bulamamış kişiler iş yaşamında da
verimli olamamakta ve olumsuzluğu işine ve iş arkadaşlarına
destek alarak,
yansıtabilmektedirler. Sunulan araştırmayı da
ortaokulda cinsel eğitim, lisede evliliğe hazırlık eğitimi (üniversitede seçmeli olabilir) ve
üniversitede anne babalığa hazırlık eğitiminin zorunlu hale getirilmesi önerilmektedir. Anahtar Kelimeler: Evlilik,
üniversite gençliği
GİRİŞ
İnsan yaşamı boyunca sürekli bir gelişim ve değişim içindedir. Ergenlik dönemi, belki de bu gelişim sürecinin en
önemli evresini oluşturur. Çocukluktan erişkinliğe geçiş olan ergenlik dönemi, bireyde gözlenebilen sürekli ve
süratli gelişimi kapsamaktadır.
Eğitim, belli amaçlara göre insanların davranışlarının planlı olarak değiştirilmesi ve geliştirilmesinin yasa ve
ilkelerini bulmaya ve bu amaçla teknikler geliştirmeye çalışan bir bilim dalıdır (Erden, Akman,1998). Eğitimin en
önemli amaçlarından biri, hatta en önemlisi bireyin içinde bulunduğu ortama dengeli bir şekilde uyum sağlamasını
gerçekleştirmektir. Bu uyumun sağlanmasına esas olacak temellerin toplumun en küçük birimi ailenin temeli olan
evlilik ile başlanıldığı tartışılmaz bir gerçektir.
*
Onsekiz Mart Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Okulöncesi Eğitimi Ana Bilim Dalı
ÇANAKKALE
**
Yakacık Toplum Merkezi Müdürü İSTANBUL
Evlilik, bir kadın bir erkek tarafından aktedilen fakat toplum adına devletin doğrudan doğruya ilgilendiği ve
üzerinde kontrol hakkı ve yetkisi olan bir ilişki sistemidir (Özgüven, 2001). Evlilik kurumu aile birliğinin
kurulmasında gereklidir (Arıkan, 1992).
Yükseköğrenim gençliği, insan hayatında ergenlik çağının son dönemini yaşamakta olan veya aşmakta olan bir
gruptur. Yükseköğrenim gençliği ev ve aile ortamından çıkmakta ve kendi kendine karar verme ve sonuçlarının
sorumluluğunu alma durumundadır. Bu dönem içerisinde akademik başarı, kız ve erkek ilişkileri, flört ve aile
kurma, kimlik kazanma gibi sorunları uygun olarak çözümleme ile yükümlüdür. Bu noktada gençlerin oldukça
seçici ve dikkatli davranmaları gerekmektedir (Tan, 1984).
Evlilik ve eş seçme geleneksel düzende tamamen bireyin ait olduğu ailenin bir sorumluluğu iken, bugün bireylerin
kişisel sorumluluğu haline gelmiş, görücü yolu ile evlenme geleneği, bireylerin bağımsız iradeleri ile seçmeleri
yöntemine dönüşmüştür. Bununla birlikte, eş seçme ve evlenme kararını verecek olan bireylerin içinde yaşadığı
toplumun değerlerinden tamamen bağımsız olarak serbest iradeleri ile kişisel olarak karar verdiklerini söylemek
oldukça güçtür.
Eş seçme süreci konusunda çeşitli kuramsal görüşler bulunmaktadır. Psikanalitik kuramın kurucusu Freud, eş
seçmeyi çocukların ana babadan karşı cins ebeveyne karşı hissettikleri yakınlık ve hayranlığa bağlamakta,
bilinçdışı karmaşık süreçler yolu ile kızların, baba ve erkeklerin, anne özelliklerini
taşıyan kişileri eş olarak
seçtiklerini belirtmektedir. Eş seçmede “benzerlik ilkesine” göre sınırlı bir bireyler grubu içinde yaş, ırk, din, etnik
köken, toplumsal sınıf, eğitim ve kişilik benzerliğine dayanılarak seçim yapılır (Onur,1997). Evlenecek kişilerin
benzer yönlerinin çok olmasının, evlilikte başarı şansını artıracağına inanılmaktadır. Eş seçiminde “zıt özellikler”
kuramına göre, eş seçiminde bireylerin kendilerinde olmayan niteliklere sahip olan kişileri seçmelerinin evlilik
başarısını artıracağına inanılmaktadır. Birbirlerini tamamlayan gereksinimler kuramı, eş seçiminde, bireysel
“gereksinimlerin doyumu”nun önemli olduğunu, benzeyen ve birbirlerini tamamlayan özellikleri olan eşleri
başarıya götüreceğini belirtmektedir. Uyaran-değer-rol kuramının adındaki, “uyaran”, “değer”, “rol” sözcükleri,
çiftlerin birbirlerini tanımaya yönelik, “kur yapma ve arkadaşlık” döneminin üç aşamasını vurgulamaktadır.
“Uyaran-değer-rol kuramına” eşler, kendilerine en iyi davranmaya çalışan bireyleri seçerler (Özgüven, 2001 ).
O’neill (1975) iki insanın evlenme kararını vermelerinde başlıca nedenler olarak sevgi, güvenlik, ekonomik refah,
cinsel ve duygusal paylaşımı saptamıştır. Ancak bu kararlar bireyden bireye olduğu gibi toplumdan topluma da
değişmektedir (akt. Köse ve Onar, 2000). Evlilik Toplumlara üretkenlik ve süreklilik sağladığı için toplumların çoğu
evlilik dışı cinsel ilişkileri ve özellikle doğacak çocuk açısından ortaya çıkacak sorumlulukları belirli bir düzene
bağlamaktadır (Güngören, 1998).
Ülkemizde “eş seçme” konusunda iki temel yaklaşım izlenmektedir. Bunlardan, birinci yaklaşımda, gençler kendi
aralarında anlaşıp eşlerini belirledikten sonra ailelerinin onayına sunmakta, ikinci yaklaşımda ise aileler çocukları
adına eşleri seçmektedirler (Özgüven, 2001).
Toplumlar hızla değişmekte ancak her kuşak bu değişmeye aynı ölçüde ayak uyduramamaktadır. Bunun sonucu
olarak geleneksel aileler genç kuşaklar üzerinde otoritelerini sürdürmek istemekte ve uygulanan baskı sonucu iki
kuşak arasında çatışmalar çıkmaktadır (Koptagel, 1991).
Bir dergide, bir okur evliliğinde nerede yanlış yaptığını şu şekilde anlatıyor: ”Evlenmeden önce şunları
düşünmedim: “Bana hitap edebilecek mi? Karakteri nasıl? Uyuşabilecek miyiz?” Sadece sevginin her şeyi
halledeceğini sandım. Oysa karşınızdaki insanı çok iyi tanımak gerekiyor. Ben bunu yapamadım.” (Gölcü,2004).
Hayatın içinde buna benzer pek çok örnekle karşılaşmak mümkün.
2000’li yılları yaşadığımız bu günlerde, eğitimin en önemli görevlerinden biri de, gençlerin
biyolojik ve psikolojik ihtiyacını giderici bilgiler verip, onların yaş, ilgi, gelişim özelliklerini
göz önüne alarak daha bilinçli eş seçmelerine ve aile kurmalarına yardım etmektir.
ARAŞTIRMANIN AMACI VE YÖNTEMI
Üniversiteden mezun olma aşamasına gelmiş son sınıf öğrencilerinin, eş seçimindeki etkin kriterleri belirlemek
amacıyla bu araştırma planlanmıştır.
Bu araştırmada veriler Anket-survey yöntemi ile toplanmıştır. Araştırmanın evreni 2003-2004 öğretim yılında
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümünde okuyan öğrencilerden oluşmaktadır.
Araştırmanın örneklemini ise Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümünde
öğrenim gören 400 dördüncü sınıf öğrencisi oluşturmaktadır. Örneklemde kız ve erkek öğrenci sayılarının denk
olmasına dikkat edilmiştir. Bilgi toplama aracı olarak öğrencilerin evliliğe bakış açılarını ölçmek amacıyla 18 kapalı
uçlu ve iki açık uçlu olmak üzere 20 sorudan oluşan anket formu uygulanmıştır. Anketteki her sorunun
seçeneklerine ve cinsiyete göre çapraz dağılım tabloları hazırlanmış, sonuçlar sayı ve yüzdelerle gösterilmiştir.
Anket formunun Test güvenirliliğini ölçmek için, sıra farkı korelasyon kat sayısı hesaplama işlemi yapılmıştır. Tek
ve çift numaralı sorular ayrılmış, tek ve çift soruların dereceleri arasında farklar bulunup elde edilen derece
farklarının kareleri alınarak bu kareler toplanmış ve korelasyon katsayısı formülüyle yerine koyulmuştur. Bir
yarının güvenirliliği 0,69 olarak bulunmuştur. Bu rakamın yüksek ya da düşük çıkması iki formun paralel olup
olmamasına bağlıdır. Bulunan korelasyon katsayısı testin yarısının güvenirlilik kat sayısını verdiğinden bu kat sayı
Sperman Brown formülü yardımıyla testin tümüne genellenmiştir. Testin tümünün korelasyon kat sayısı bu formül
kullanılarak 0.83 bulunmuştur.
Bulgular ve Tartışma
Farklı ırktan kişilerle evlilik konusunda ne düşündüklerini saptamak amacıyla öğrencilere “farklı ırktan insanla
evlilik konusunda ne düşündükleri” sorulmuş ve alınan cevaplar cinsiyete göre sınıflandırılarak sayı ve yüzdeler
halinde Tablo 1’de verilmiştir.
Tablo 1: Öğrencilerin, farklı ırktan insanla evlilik konusunda ne düşündüklerine ilişkin soruya verdikleri cevaplara
göre dağılımları
Farklı ırktan insanla evlilik Erkek
konusunda ne
düşünüyorsunuz?
Önemli
f
53
Kız
Toplam
%
f
%
f
%
26.5
88
44
141
35
Önemsiz
76
38
50
25
126
31.5
Kısmen Önemli
46
23
47
23.5
93
23.5
Kararsızım
25
12.5
15
7.5
40
10
Toplam
200
100
200
100
400
100
Tablo 1 incelendiğinde, örnekleme alınan erkek öğrencilerin % 38’inin farklı ırktan insanla evlilik
konusunda ırkın evlilikte önemli olmadığını düşündükleri ortaya çıkmıştır. Kız öğrencilerin ise
%31.5’inin farklı ırktan insanla evlilik konusunda ırkın evlilikte önemli olduğunu belirttikleri
görülmektedir.
Farklı ırktan kişi ile
evlilik konusunda kız ve erkek öğrenciler arasında önemli bir görüş ayrılığı
görülmemektedir.
Eş seçiminde dini inançların önemli olup olmadığını anlamak amacıyla öğrencilere “sizce dini inançlar eş
seçimi konusunda önemli midir?” şeklinde bir soru sorulmuş ve alınan cevaplar sayı ve yüzdeler halinde
Tablo 2’de gösterilmiştir.
Tablo 2: Öğrencilerin dini inançların eş seçiminde önemli olup olmadığı konusundaki soruya verdikleri cevaplara
göre dağılımları
Sizce dini inançlar eş seçimi
Erkek
konusunda önemli midir?
Önemli
Kız
Toplam
f
%
f
%
f
%
109
54.5
127
63.5
236
59
Önemsiz
54
27
23
11.5
77
19
Kısmen Önemli
34
17
47
23.5
81
20.5
3
1.5
3
1.5
6
1.5
200
100
200
100
400
100
Kararsızım
Toplam
Tablo 2’ye göre, her iki grubunda eş seçiminde dini inançlara önem verdikleri belirlenmiştir. Erkeklerin %54.5’i,
kızların ise %63.5’inin dini inançların eş seçiminde önemli olduğunu düşündükleri görülmektedir. Kız öğrencilerin
eş seçiminde dini inançlara daha fazla önem verdikleri söylenebilir.
Özgüven (1994)’in yaptığı araştırmada da dini inançların eş seçmede ne derece önemli olduğuna ilişkin soruya
öğrencilerin verdikleri cevaplar benzer özellikler taşımaktadır(Özgüven,2001).
Öğrencilerin eş seçiminde ekonomik bağımsızlığa önem verip vermediklerini belirlemek amacıyla “
sizce
ekonomik bağımsızlığını elde etmemiş kişilerle evlenmeli midir?” sorusu sorulmuş ve alınan cevaplar cinsiyete
göre sayı ve yüzdeler halinde Tablo 3’de gösterilmiştir.
Tablo 3: Öğrencilerin ekonomik bağımsızlığını elde etmemiş kişilerle evlenmenin doğru olmadığı ile ilgili soruya
verdikleri cevaplara göre dağılımları
Sizce ekonomik bağımsızlığını
Elde etmemiş kişilerle
Erkek
Kız
Toplam
f
%
f
%
f
50
25
40
20
90
%
evlenmeli midir?
Önemli
22.5
Önemsiz
Böyle bir evliliğin yürüyeceğine
76
43
48.5
21.5
23
99
11.5
24.8
122
165
61
inanmıyorum
Kararsızım
41.2
31
15.5
15
46
7.5
11.5
Toplam
200
100
200
100 400
100
Tablo 3 incelendiğinde, ekonomik bağımsızlığını elde etmemiş kişilerle evlenme konusunda araştırmaya alınan
erkeklerin %48.5’i önemsiz cevabını verirken kızların %61’i böyle bir evliliğin yürüyeceğine inanmadıklarını
belirtmişlerdir.
Ekonomik bağımsızlık konusunda erkeklere oranla kızların karşı cinsin ekonomik bağımsızlığına daha çok önem
verdikleri düşünülebilir. Köse ve Onar (2000) tarafından yapılan araştırmada da benzer sonuçlar ortaya çıkmıştır.
Araştırmaya dahil olan öğrencilerin evlenecekleri kişinin yaşının nasıl olmasını tercih ettiklerini belirlemek için
“evleneceğiniz kişinin yaşı sizce nasıl olmalıdır” sorusu sorulmuş ve alınan cevaplar cinsiyete göre sayı ve
yüzdeler halinde Tablo 4’de gösterilmiştir.
Tablo 4: Öğrencilerin evlenecekleri kişinin yaşının kaç olması gerektiği ile ilgili soruya verdikleri cevaplara göre
dağılımları
Evleneceğiniz kişinin yaşı
Erkek
Kız
Toplam
sizce nasıl olmalıdır?
f
%
f
%
f
%
Benimle aynı yaşta olmalı
37
18.5
23
11.5
60
15
Benden küçük olmalı
73
36.5
1
0.5
74
18.5
Benden büyük olmalı
16
8
Önemi yok
74
200
Toplam
133
66.5
149
37.2
37
43
21.5
117
29.5
100
200
100
400
100
Tablo 4’e göre, araştırmaya alınan öğrencilerin evlenecekleri kişinin yaşı ile ilgili soruya verdikleri dağılım
incelendiğinde erkeklerin %36.5’inin kendisinden küçük olmasını istediği, kızların ise %66.5’inin kendisinden
büyük olmasını istedikleri ortaya çıkmıştır.
Araştırmaya alınan erkeklerin daha çok kendilerinden küçük eş tercih ederken kızların ise kendilerinden büyük
kişileri tercih ettikleri söylenebilir. Özgüven’in (1994) yaptığı araştırmada “evleneceğiniz kişinin yaşı, size göre
nasıl olmalı?” şeklinde bir soru sorulmuştur. Öğrencilerin %41’i “seçeceğim kişinin yaşı benimki kadar olmalı”
cevabında toplanmış, %35’i “benden büyük olmalı” ifadesini kullanmışlardır (Özgüven, 2001).
Dış güzelliğe çok önem verilen günümüzde kız ve erkek öğrencilerin eş seçiminde bu konuda ne düşündüklerini
belirlemek amacıyla “, eş olarak seçeceğiniz kişinin fiziki güzelliği ile ilgili tercihiniz size göre nasıl olmalıdır”
sorusu sorulmuş ve alınan cevaplar sayı ve yüzdeler halinde Tablo 5’de gösterilmiştir.
Tablo 5: Öğrencilerin, eş olarak seçecekleri kişinin fiziki güzelliği ile ilgili tercihlerine göre dağılımları
Eş olarak seçeceğiniz kişinin fiziki güzelliği ile ilgili Erkek
tercihiniz size göre nasıl olmalıdır?
Kendim kadar güzel olmalı
Güzellik eş seçimi konusunda önemsizdir
Kendimden daha güzel olmasını isterim
Kendimden
isterim
Toplam
daha
az
güzel
Olmasını
Kız
Toplam
f
%
f
%
76
38
70
35
97
115
48.5
57.5
f
%
146
36.5
212
53
22
11
5
2.5
27
6.8
5
2.5
10
5
15
3.7
200
100
200
400
100
100
Tablo 5 incelendiğinde, örnekleme alınan öğrencilerin fiziki güzellik ile ilgili soruya verdikleri cevaplar
incelendiğinde erkeklerin %48.5 ve kızların %57.5’inin güzelliğin
eş seçimi konusunda önemsiz olduğunu
belirttikleri ortaya çıkmaktadır. Ancak sonuçlar incelendiğinde erkeklerin kızlara oranla güzelliğe daha çok önem
verdikleri de söylenebilir.
Üniversite öğrencileri üzerinde yapılan bir araştırmada, ideal eş özellikleri arasında “güvenilir olmak” ve
“zeki olmak” yer almakta iken “cazip görünüşün” daha az önemsendiği belirtilmiştir (Bilen, 1994).
Evlilik öncesi yapılan cinsel ilişkinin boyutu olarak, öğrencilere “sizce evlenme kararı verirken bekaret konusu
önemli midir? sorusu sorulmuş ve alınan cevaplar cinsiyete göre analiz edilerek Tablo 6’da verilmiştir.
Tablo 6: Öğrencilerin, evlenme kararı verirken bekaret konusunun önemli olup olmadığı ile ilgili soruya verdikleri
cevaplara göre dağılımları
Sizce evlenme kararı
verirken
Erkek
Kız
Toplam
f
%
f
%
f
%
138
69
94
47
232
58
26
13
71
17.8
Bekaret konusu önemli
midir?
Önemli
Önemsiz
45
22.5
Kısmen Önemli
17
8.5
52
26
69
17.2
Kararsızım
19
9.5
9
4.5
28
7
200
100
200
100
400
Toplam
100
Tablo 6 incelendiğinde, erkek (%69) ve kız (%47) öğrencilerin çoğunluğunun evlenme kararı verirken bekaret
konusunun önemli olduğunu düşündükleri görülmektedir. Ancak burada kızlara göre erkekler için bekaret
konusunun daha önemli görüldüğü görülmektedir.
Özgüven’in 1996’da yaptığı araştırmada da erkeklerin kız öğrencilere göre bekaret konusuna daha çok önem
verdikleri belirlenmiştir (Özgüven, 2001).
Yasalar çerçevesinde aile hukukunun sağlanması için 1926’da kabul edilen “Medeni Kanun’la aile ve evlilik yasal
kurallara
bağlanmıştır.
Ancak
günümüzde
nikahsız
beraberlikler
veya
“imam
nikahı”
kullanılan
yöntemlerdir.Öğrencilerin nikahsız beraberlik konusunda düşüncelerini ortaya çıkarmak amacıyla “eş olarak
seçeceğiniz kişiyle nikahsız beraberliği onaylıyor musunuz ?” sorusu sorulmuş ve alınan cevaplar cinsiyete göre
analiz edilerek Tablo 7’de verilmiştir.
Tablo 7: Öğrencilerin, eş olarak seçecekleri kişi ile nikahsız beraberlik konusundaki soruya verdikleri cevaplara
göre dağılımları:
Eş olarak seçeceğiniz kişiyle
Erkek
nikahsız beraberliği onaylıyor
Kız
Toplam
f
%
f
%
f
%
42
21
30
15
72
18
130
65
146
73
276
69
Kısmen Önemli
16
8
13
6.5
29
7.2
Kararsızım
12
6
11
5.5
23
5.8
musunuz ?
Evet
Hayır
Toplam
200
100
200
400
100
100
Tablo 7’ye göre, örnekleme alınan öğrencilerden, erkeklerin %65’inin ve kızlardan %73’ünün
eş olarak
seçecekleri kişi ile nikahsız beraberlik konusunda “hayır” cevabı verdikleri belirlenmiştir. Kız öğrencilerin erkek
öğrencilere göre, nikahsız beraberliğe daha olumsuz baktıkları görülmektedir.
Yapılan bir araştırmaya göre, bazı batı ülkelerinde nikahsız beraberlik yaygınlaşmış olmasına rağmen, evlilik
halen toplumların hemen tümünde önemini korumakta ve devletler tarafından teşvik edilmektedir (Durmazkul,
1991). Bu görüş elde edilen sonuçlarla örtüşmektedir.
Evlilikte çıkabilecek sorunlarla ilgili yardım alınabilecek kurumların sayısının arttığı günümüzde, gençlerin bu
konudaki tercihlerini saptamak amacıyla “evlilikte ortaya çıkacak sorunlarda kimlerden yardım alırsınız?” sorusu
sorulmuş ve alınan cevaplar cinsiyete göre analiz edilerek Tablo 8’de verilmiştir.
Tablo 8: Öğrencilerin, evlilikte ortaya çıkacak sorunlarda kimlerden yardım almak isteyeceklerini içeren soruya
verdikleri cevaplara göre dağılımları:
Evlilikte ortaya çıkacak
sorunlarda
Erkek
Kız
Toplam
f
%
f
%
f
68
34
58
29
126
%
Kimlerden yardım
alırsınız?
Aile büyüklerinden
31.5
Yakın arkadaşlardan
29
14.5
43
21.5
72
18
Aile danışmanlarından
Yardım almam
Toplam
43
60
200
67
110
33.5
27.5
21.5
30
32
100
16
200
92
23
100 400
100
Tablo 8 incelendiğinde, evlilikte ortaya çıkacak sorunlarda kimlerden yardım almak isteyecekleri ile ilgili soruya
erkeklerin %34’ünün “aile büyüklerinden” cevabını verirken kızların %33.5’inin “aile danışmanlarından”seçeneğini
tercih ettikleri ortaya çıkmıştır.
Buna göre, erkeklerin evlilikte çıkabilecek bir sorun için daha çok aile büyüklerini tercih ettikleri, ikinci tercih
olarak, yardım almak istemedikleri görülmektedir. Kızların ikinci tercihi olarak aile büyükleri gelmektedir.
Kentleşme oranının artmasıyla ülkemizde geniş aileden çok çekirdek aile yapısının mevcut olduğu bilinmektedir.
Gençlerin evlendikten sonra aileleri ile oturma konusundaki düşüncelerini belirlemek amacıyla “evlenince ailenizle
birlikte oturmayı düşünür müsünüz?” sorusu sorulmuş ve alınan cevaplar cinsiyete göre analiz edilerek Tablo
9’da verilmiştir.
Tablo 9: Öğrencilerin, evlendikten sonra aile ile oturma konusundaki düşüncelerini içeren soruya verdikleri
cevaplara göre dağılımları
Evlenince ailenizle birlikte
oturmayı düşünür
Erkek
f
Kız
%
Toplam
f
%
f
%
müsünüz?
Evet
Hayır
18
147
9
2
73.5
1
20
5
184
92
331
82.8
11
5.5
29
7.2
5
Kararsızım
18
9
Önemsiz
17
8.5
3
1.5
20
Toplam
200
100
200
100
400
100
Tablo 9’a göre, araştırma örneklemine katılan öğrencilerden erkek öğrencilerin %73.5’inin ve kız öğrencilerden
%92’sinin evlendikten sonra aile ile oturma konusunda “hayır” cevabını verdikleri belirlenmiştir. Ancak bu konuda,
kızlara göre erkeklerin daha geleneksel bir tutuma sahip olduğu söylenebilir.
Gençlerin evlilikte amaçladıkları boyutları belirlemek amacıyla öğrencilere “sizce evlilik neden gereklidir?” sorusu
sorulmuş ve alınan cevaplar cinsiyete göre sayı ve yüzdeler halinde Tablo 10’da gösterilmiştir.
Tablo 10: Öğrencilerin, evliliğin neden gerekli olduğuna dair düşüncelerini içeren soruya verdikleri cevaplara göre
dağılımları:
Sizce evlilik neden gereklidir?
Erkek
f
Kız
%
f
Toplam
%
f
%
Yaşantıları paylaşmak için
184
92 191
95.5 375
93.8
Çocuk sahibi olmak için
6
3
5
2.5
Evlilikte cinsel ilişkiye İzin verildiği için
6
3
2
1
8
2
Ailenin baskısı
4
2
2
1
6
1.5
400
100
200
Toplam
200
100
100
11
2.7
Tablo 10 incelendiğinde, evliliğin neden gerekli olduğuna dair soruya erkek öğrencilerin %92’sinin ve kız
öğrencilerden %95.5’inin “yaşantıları paylaşmak için” seçeneğini tercih ettikleri görülmektedir. Diğer seçeneklerin
yüzdeleri ise düşük çıkmıştır.
Özgüven
(1994)’in
üniversite
öğrencileri
ile
yaptığı
araştırmada
da
benzer
sonuçlar
elde
edilmiştir(Özgüven,2001).
Gençlerin nasıl bir evlenme yöntemini tercih ettiklerini belirlemek amacıyla öğrencilere “evlenme yöntemleri içinde
tercih ettiğiniz metot nedir?” sorusu sorulmuş ve alınan cevaplar cinsiyete göre sayı ve yüzdeler halinde Tablo
11’de gösterilmiştir.
Tablo 11: Öğrencilerin, evlenme yöntemleri içinde en uygun olarak düşündükleri metot konusundaki soruya
verdikleri cevaplara göre dağılımları:
Evlenme yöntemleri içinde tercih
ettiğiniz metod nedir?
Erkek
f
Ailenin beğenisi
Mantık evliliği
Uzun bir arkadaşlık dönemi
%
f
Toplam
%
3
1.5
4
2
60
30
50
25
131
İlk görüşte beğenerek
Toplam
Kız
65.5 139
f
%
7
1.8
110
27.5
69.5 270
67.5
6
3
7
3.5
13
3.2
200
100
200
100
400
100
Tablo 11’de, öğrencilerin, evlenme yöntemleri içinde en uygun olarak düşündükleri metot olarak erkeklerin %65.5
ile kızların ise %69.5 ile “uzun bir arkadaşlık dönemi”ni tercih ettikleri görülmektedir. Bu soru için erkek ve kız
öğrencilerin tercihlerinde paralellik bulunduğu söylenebilir.
Televizyonların ve internetin de etkisi ile gençlerin karşı cins ile tanışma şekilleri oldukça farklılaşmıştır. Bu
nedenle gençlerin evlenecekleri kişi ile tanışma şekli konusunda ne düşündüklerini belirlemek amacıyla “sizce
evleneceğiniz kişi ile tanışma şekliniz nasıl olmalıdır?” sorusu sorulmuş ve alınan cevaplar cinsiyete göre sayı ve
yüzdeler halinde Tablo 12’de gösterilmiştir.
Tablo 12: Öğrencilerin, evlenecekleri kişi ile tanışma şeklinin nasıl olması gerektiği ile ilgili soruya verdikleri
cevaplara göre dağılımları
Sizce evleneceğiniz kişi ile
Erkek
Kız
Toplam
tanışma şekliniz nasıl olmalıdır?
f
Aynı mekanda olmalı
46
Flört ederek
f
%
f
%
23
44
22
90
22.5
124
62
135
67.5 259
64.8
7
3.5
4
2
11
2.7
23
11.5
17
8.5
40
10
200
100
200
100
400
100
Aile büyüklerine bırakılmalı
Arkadaş tanıştırması
Toplam
%
Tablo 12’ye göre, erkek öğrencilerin %62 ve kız öğrencilerin %67.5’inin, evlenecekleri kişi ile tanışma
şeklinin “flört ederek” olması gerektiğini düşündükleri belirlenmiştir. İkinci sırayı ise “aynı mekanda olmalı” görüşü
almıştır. Keimer’in (1971) flört konusundaki çalışmasına göre; benlik saygısı yüksek kızlar daha çok flört etmekte
ve yüksek öğrenimde flört eden kızlar, etmeyenlere göre daha erken evlenmektedirler (Akt.Özgüven, 2001). Köse
ve Onar (2000) tarafından yapılan araştırma sonuçları bu sonuçlarla benzerlik göstermektedir.
Eski Türk ailesinin tersine, gençlerin eş seçmede daha rahat oldukları düşünülmektedir.
Gençlerin eşleri kimin seçmesi gerektiği konusundaki düşüncelerini ortaya çıkarmak amacıyla,
öğrencilere “sizce eşleri kim seçmelidir?” sorusu sorulmuş ve alınan cevaplar cinsiyete göre sayı ve
yüzdeler halinde Tablo 13’de gösterilmiştir.
Tablo 13: Öğrencilerin, eşleri kimin seçmesi gerektiği ile ilgili soruya verdikleri cevaplara göre dağılımları:
Sizce eşleri kim seçmelidir?
Kendim
Erkek
f
Kız
%
f
Toplam
%
f
%
197
98.5
199
99.5
396
99
Aile ya da büyükler
1
0.5
1
0.5
2
0.5
Arkadaş grubu
1
0.5
0
-
1
0.25
Akrabalar
1
0.5
0
-
1
0.25
200
100
200
Toplam
100
400
100
Tablo 13’e göre, erkek öğrencilerin %98.5’inin, kız öğrencilerin ise %99.5’inin eşleri kimin seçmesi
gerektiği ile ilgili soruya “kendim” cevabını tercih ettikleri ortaya çıkmıştır.
Geçmiş yıllara oranla, eş seçiminde ailelerin etkisinin daha az olduğu düşünülse de bu etkinin yok
olmadığı bilinmektedir. TV kanallarında “gelinim olur musun” gibi, bu yönde hazırlanan programların
gençleri ne kadar etkilediği önemlidir. Bu nedenle öğrencilerin konu ile ilgili düşüncelerini saptamak
amacıyla “sizce eş seçiminde ailenin rolü ne olmalıdır?” sorusu sorulmuş ve alınan cevaplar cinsiyete göre
analiz edilerek Tablo 14’de gösterilmiştir.
Tablo 14: Öğrencilerin, eş seçiminde ailenin rolünün ne olması gerektiği ile ilgili soruya verdikleri cevaplara göre
dağılımları
Erkek
Sizce eş seçiminde ailenin
Rolü ne olmalıdır?
Kız
f
Ailenin görüşü alınmalıdır
%
132
Aile karışmamalıdır
Evlenme kararını aile vermelidir
En son aileye danışılmalıdır
Toplam
Toplam
f
66
%
f
%
154
77
286
71.5
5
35
8.8
25
12.5
10
4
2
1
0.5
5
1.2
39
19.5
35
17.5
74
18.5
400
100
200
100
200
100
Tablo 14 incelendiğinde ise, erkeklerin %66’sının, kızların ise %77’sinin eş seçiminde, ailenin görüşünün alınması
gerektiğini düşündükleri belirlenmiştir.
Görüldüğü gibi, her iki grup da eş seçiminde ailenin görüşünü almak gerektiğini düşünmektedir. Bunun yanında
ağırlık gösteren ikinci görüş ise en son aileye danışılması gerektiğidir. Aile karışmamalıdır görüşünü ise kızlara
göre erkeklerin daha çok tercih ettikleri anlaşılmaktadır.
Gençlerin, evlilik için en iyi ortamın neresi olduğu konusundaki tercihlerini belirlemek amacıyla,
öğrencilere “sizce eş seçimi için en iyi ortam neresidir?” sorusu sorulmuş ve alınan cevaplar cinsiyete
göre analiz edilerek Tablo 15’de gösterilmiştir.
Tablo 15 : Öğrencilerin, eş seçimi için en uygun ortamın neresi olduğu yönündeki soruya verdikleri cevaplara
göre dağılımları
Sizce eş seçimi için en
Erkek
Kız
iyi ortam neresidir?
f
%
Arkadaş çevresi
93
46.5
Üniversite çevresi
74
Aile çevresi
İş çevresi
Toplam
Toplam
f
%
f
110
55
203
50.8
37
36
18
110
27.5
17
8.5
19
9.5
36
9
16
8
35
17.5
51
12.7
200
100
400
100
200
100
%
Tablo 15’e göre, erkek öğrencilerin %46.5’inin ve kız öğrencilerin %55’inin eş seçimi için en uygun ortamın
arkadaş çevresi olduğunu düşündükleri ortaya çıkmıştır. Bunun yanında her iki ikinci tercih olarak üniversite
çevresinin eş seçimi için uygun bir ortam olduğunu belirtmişlerdir. Özgüven’in 1994 yılında yaptığı araştırmada da
denekler üniversite çevresi ve arkadaş çevresinin eş seçimi için en uygun ortam olduğunu belirtmişlerdir
(Özgüven, 2001).
Günümüz gençlerinin, sosyo-ekonomik duruma ne kadar önem verdiklerini belirlemek
amacıyla öğrencilere“ sizce eş olarak seçeceğiniz kişinin sosyo-ekonomik durumu nasıl
olmalıdır?” sorusu sorulmuş ve alınan cevaplar cinsiyete göre sayı ve yüzdeler halinde Tablo
16’da verilmiştir.
Tablo 16: Öğrencilerin, eş olarak seçecekleri kişinin sosyo-ekonomik durumunun nasıl olmasını gerektiği ile ilgili
soruya verdikleri cevaplara göre dağılımları
Sizce eş olarak seçeceğiniz kişinin Erkek
sosyo-ekonomik durumu nasıl
olmalıdır?
Kendi
sosyo-ekonomik
durumum
f
Kız
%
99
f
Toplam
%
49.5 111
kadar
f
%
210
52.5
55.5
Kendimden daha yüksek
8
4
62
31
70
17.5
Kendimden daha az
9
4.5
0
-
9
2.2
111
27.8
400
100
Önemsiz
84
42
27
13.5
Toplam
200
100 200
100
Tablo 16 incelendiğinde, erkeklerin %49.5’inin, kızların %55.5’inin
eş olarak seçecekleri kişinin sosyo-
ekonomik durumunun kendi sosyo-ekonomik durumları kadar olması gerektiğini düşündükleri görülmektedir.
Görüldüğü gibi, kızlar ve erkeklerin çoğunluğu eşin sosyo-ekonomik düzeyinin kendilerininki kadar olmasını tercih
etmektedirler. Bunun yanında eşinin sosyo-ekonomik düzeyinin kendisininkinden daha yüksek olmasını tercih
eden, geleneksel düşünce yapısına sahip olan kızların oranı % 31 iken bu oran erkeklerde %4 olarak
görülmektedir. Sosyo-ekonomik düzeyin önemsiz olduğunu düşünen erkeklerin oranı %42 olarak görülürken
kızların ancak %13.5’i bu görüşü paylaşmaktadır.
Toplumların geleceklerini oluşturan ve güvence altına alan gençlerin her türlü bilgiye ve hizmete
ulaşmaya hakları vardır.Aslında bugünün gençlerinin vereceği kararlar dünyanın geleceğini ve gelecek
nesillerin başarılarını oluşturacaktır.
ÖNERİLER
- İlköğretimin orta bölümünde; cinsel eğitim, lisede evliliğe hazırlık eğitimi (üniversitede seçmeli olabilir) ve
üniversitede; anne babalığa hazırlık eğitiminin zorunlu hale getirilmesi gerekmektedir.
- Örgün ve yaygın eğitim kurumlarında, sosyal hizmetler toplum merkezlerinde gerekli uygun programlar
hazırlanarak geliştirilip uygulanmalıdır.
-
Gençlere; evlilikle ilgili eğitici seminerler, konferanslar verilmelidir.
- Anne-babaların evlilikle ilgili olarak gençlere baskı uygulamaması gerekmektedir.
Bu nedenle, anne-
babaların mümkünse anne-baba eğitim seminerlerine katılması yararlı olacaktır.
- Evlenecek gençlerin iş güvencesi olmalıdır.
- Ülkemizde Kız çocukların rolü konusunda sivil toplum örgütleri ve hükümetler çeşitli eğitim çalışmaları
başlatmalı ve bazı bölgelere öncelik verilerek bu çalışmalarda erken evliliklerin ve erken yaşta yapılan
doğumların tehlikeleri ayrıntılı bir şekilde hem anne babalara hem de genç kız ve erkeklere anlatılmalıdır.Sivil
toplum örgütleri, hükümetler, sağlık personeli ve basına da bu konuda önemli görevler düşmektedir.
- Evlenecek kız ve erkek, aile yaşamının gerektirdiği bütün görev ve sorumlulukları birlikte karşılamayı
önceden kabul etmelidir.Demokratik olmalıdırlar.
-
Televizyon ve basılı yayın organlarının gençleri doğru şekilde bilinçlendirme yönünde çaba göstermeleri
gerekmektedir.
- Evlenmeden önce, kısa süreli, her iki cinsiyete evlilik ile ilgili seminerler zorunlu hale getirilebilir.
- Sağlıklı aile düzeni ve evliliği devam ettirme konusu ile ilgili sıkıntı yaşanılan temel sorunlar saptanarak
bilinçli aileler ve çocukların zararını en aza indirecek uygulamalar geliştirilmelidir.
EVCİLİK OYUNU DEĞİL EVLİLİK
KAYNAKLAR
1.
Erden, M., Akman, Y.(1998). Eğitim Psikolojisi. Arkadaş Yayınevi, Ankara
2.
Bilen M. (1994).Sağlıklı İnsan İlişkileri. Teknik Basım, Ankara
3.
Onur, B. (1997).Gelişim Psikolojisi. İmge Kitabevi, İstanbul
4.
Gölcü,
Ö.(2004).
Evlilik.
Özgür
ve
Bilge
Dergisi.
Sayı:11,
Ss:1-4
.
www.ozgur
ve
bilge.Com/aile/Sayino:122002-51k
5.
Özgüven, İ.E.(2001). Ailede İletişim ve Yaşam. PDREM Yayınları,Ankara
6.
Özgüven, İ.E., (2000). Evlilik ve Aile Terapisi.PDREM Yayınları, Ankara
7.
Köse S. ve Onar A.(2000). Eğitim Fakültesi Psikolojik danışma ve Rehberlik Bölümü Öğrencilerinin
Evlilikte
8.
Eş
Seçiminde
Kriterleri
Durmazkul, A.(1991). Cinsiyete Göre Üniversite Öğrencilerinin Eş Seçimi
Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi , Hacettepe Üniversitesi, Eğitim
nelerdir.
Tercihleri.
Fakültesi
10.
Koptagel, G.,(1991).Hasta Aile, İstanbul
11.
Güngören, A.(1998). Cadıların Gün Batımı. Yol Yayınları, Tuba Matbaası,
12.
Tan, H.(1984). Psikolojik İnsan İlişkileri Danışma ve Psikoterapi. Milli Eğitim
Yayınları,
Arıkan, Ç.(1992). Yoksulluk, Evlilikte Geçimsizlik ve Boşanma. II. Baskı, Şafak
Matbaası,
İstanbul
İstanbul
13.
Ankara
ERGENLİK DÖNEMİNDE ÇOCUĞU OLAN EBEVEYNLERİN AİLE ORTAMLARINI ALGILAMALARININ
İNCELENMESİ
Doç.Dr. Figen GÜRSOY
Araş. Gör. Müdriye YILDIZ BIÇAKÇI*
Bu çalışma farklı sosyo ekonomik düzeyde bulunan ve ergenlik döneminde çocuğa sahip ebeveynlerin aile
ortamlarını algılamalarının öğrenim durumuna, çocuğun cinsiyetine ve sahip oldukları çocuk sayısına göre farklılık
yaratıp yaratmadığını ve anne ile babanın aile ortamlarını algılamaları arasında ilişki olup olmadığını belirlemek
amacıyla planlanmıştır. Çalışmaya 15-18 yaş grubunda farklı sosyo-ekonomik düzeyde bulunan, liseye devam
eden çocukların ebeveynleri dahil edilmiştir. Bu araştırmada ailelerin kendileri ve çocukları hakkında bilgi edinmek
amacıyla araştırmacılar tarafından oluşturulan “Genel Bilgi Formu” ve aile ortamlarını algılamalarını
değerlendirmek amacıyla Moss (1974) tarafından geliştirilen ve Usluer tarafından Türkçe’ye uyarlanan “Aile
Ortam Ölçeği” kullanılmıştır. Aile ortamı ölçeği birlik beraberlik ve denetim olmak üzere iki alt bölümden
oluşmaktadır. Elde edilen veriler “Varyans Analizi” ile değerlendirilmiştir. Araştırma sonucunda anne-baba
öğreniminin aile ortamı puanlarında farklılık yarattığı belirlenmiştir. Çocuk sayısının anne aile ortamı puanlarında
farklılık yarattığı gözlenirken, baba aile ortamı puanlarında farklılık yaratmadığı saptanmıştır. Çocuğun cinsiyetinin
de anne-baba aile ortamını algılama puanlarında farklılık yaratmadığı ortaya konulmuştur. Ayrıca anne ile
babaların aile ortamını algılamaları arasında ilişki bulunmadığı belirlenmiştir.
Anahtar kelimeler: Ergen, aile, ebeveyn tutumları, aile yapısı.
GİRİŞ
İnsan gelişiminde en hızlı büyüme dönemlerinden biri olan ergenlik dönemi çocukluktan yetişkinliğe geçiş dönemi
olarak tanımlanmaktadır (Eccless, et al. 1993). Bu dönem, ilk olarak hızla ilerleyen bedensel gelişme ve değişme
ile başlamakta bu değişimi ruhsal ve toplumsal değişme izlemektedir. İlk olarak bedensel değişmenin doğrudan
ya da dolaylı olarak yarattığı ruhsal değişmeler görülmektedir (Köknel, 1999). Bu ruhsal değişmeler arasında
ergenlerin kendilerine “ben kimim?” sorusunu sormaları, anne ve babalarından nasıl farklı duygu, düşünce ve
davranışlara sahip oldukları, ailelerinden farklı kendi değerlerinin neler olduğu, çevrenin ergen hakkında ergenin
ise çevre hakkında görüşlerini anlama uğraşıları bulunmaktadır. Ergen bu düşünceler nedeniyle kendini kabul
etmek, kişiliğini bulmak, çeşitli arkadaş gruplarına girmek ve kendi isteklerine ulaşmak için çaba göstermektedir
(Nelsen & Lott, 2001). Bu ruhsal değişmeler nedeniyle mutlu, uyumlu, dengeli ergenin yerini kaygılı, tedirgin,
dengesiz, uyumsuz ergen almaktadır. Bocalama ve kararsızlık içinde olan ergenin duyguları, ilgileri değişmekte;
coşkuları ölçüsüz, sınırsız ve dengesiz olarak değişiklik göstermektedir (Köknel, 1999).
*
Ankara Üniversitesi Ev Ekonomisi Yüksekokulu Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Bölümü
Bu değişimler ve farklılıklar ergeni olduğu kadar anne babayı da önemli ölçüde etkilemekte yeni korkular, yeni
heyecanlar ve kaygılar yaşamasına neden olmaktadır. Bu da aile ilişkilerine yansımaktadır. Aile içerisinde
yaşanan ilişkiler gerek ergenin gerekse anne babanın ruh sağlığı açısından önemlidir (Atalay Yörükoğlu,).
Özellikle anne babanın eğitim düzeyi düşük ise ergen daha fazla uyum ve ruhsal problemler yaşayabilmekte ve
bu durum da anne babanın ruhsal durumunu da olumsuz etkileyebilmektedir (Terrell-Deutsch, 1999). Ayrıca
anne babaların duygusal sorunları bulunan kişiler olmaları, evlilik ilişkilerinde başarılı olamamaları ergenin aile
içerisinde tartışmalara tanık olması, kötü ev koşulları ve anne babaların kendi gelişim dönemlerini dikkate alarak
ergenleri o ölçüler içerisinde değerlendirmeleri, anne babaların gencin kişiliğini hiçe sayarak ona kişisel konularda
seçme ve karar verme özgürlüğü tanımaması aile içerisinde gerginliğe neden olan etkenler arasında
sayılmaktadır (Nurmi et al. 997; Buchholz ve Catton 1999; Mcwhirter et al. 2002; Besett-Alesch et al. 2002;
Yörükoğlu,
).
Bu düşünceden hareketle araştırmada; ergenlik döneminde çocuğa sahip ebeveynlerin aile ortamlarını
algılamalarıda ergenin cinsiyetinin, sahip olunan çocuk sayısının, sosyo-ekonomik düzeyin, anne babanın
öğrenim düzeyinin ve anne babanın yaşlarının farklılık yaratıp yaratmadığını ve anne ile babanın aile ortamlarını
algılamaları arasında ilişki olup olmadığını belirlemek amacıyla planlanmıştır.
MATERYAL VE YÖNTEM
Bu çalışmada ergenlik döneminde çocuğa sahip ebeveynlerin aile ortamlarını algılamalarıda ergenin cinsiyetinin,
sahip olunan çocuk sayısının, sosyo-ekonomik düzeyin, anne babanın öğrenim düzeyinin ve anne babanın
yaşlarının farklılık yaratıp yaratmadığını ve anne ile babanın aile ortamlarını algılamaları arasında ilişki olup
olmadığını belirlemek amaçlanmıştır.
Evren ve Örneklem
Araştırmaya Ankara il merkezinde bulunan liselerin birinci ve ikinci sınıfına devam eden ergenlerin anne-babaları
dahil edilmiştir. Araştırmaya dahil edilen anne babalar 15-17 yaş grubunda bulunan lise öğrenimine devam eden
ergenlik döneminde çocuğa sahip olan ve araştırmaya gönüllü olarak 300 anne 300 baba olmak üzere toplam 600
ebeveyn üzerinde yürütülmüştür. Araştırma farklı sosyo-ekonomik düzeyde bulunan liselere devam eden
ergenlerin anne babalarıyla gerçekleşmiştir. Liseler alt, orta ve üst sosyo-ekonomik düzeydeki semtlerden
tesadüfi örneklem yöntemi (random sampling) ile seçilmiştir.
Veri Toplama Araçları
Araştırmada çocukların kendilerine ve ailelerine ilişkin bilgileri edinebilmek amacıyla “Genel Bilgi Formu” ile
ergenlerin anne-babalarının aile ortamlarını algılamalarını belirlemek için ise Moss tarafından 1974 yılında
geliştirilen Usluer tarafından Türkçe’ye uyarlanan “Aile Ortamı Ölçeği” kullanılmıştır.
Genel bilgi formu: Formda ergenin cinsiyeti, ailenin sahip olduğu çocuk sayısı, anne babanın öğrenim düzeyi ve
anne babanın yaşlarına ilişkin sorulardan oluşmaktadır.
Aile ortamı ölçeği: Moss tarafından 1974 yılında geliştirilen Usluer tarafından Türkçe’ye uyarlanan ölçek birlik ve
beraberli olmak üzere iki alt boyuttan oluşmakta ve yirmi altı maddeyi içermektedir. Aile ortamı puanlarının
yüksekliği birlik-beraberlik ve denetimin de arttığını göstermektedir.
Veri Toplama Yöntemi
Araştırmaya ilk olarak okulların bağlı olduğu Milli Eğitim Bakanlığı’ndan izin alarak başlanmıştır. Daha sonra okul
idarecileri ile görüşülerek veli toplantı tarihleri öğrenilmiştir. Okul idaresinin izni ile toplantılara katılarak anne
babalara araştırmanın amacı, ölçek ve ölçeğin cevaplanması hakkında bilgi verilerek gönüllü olan anne
babalardan anket sorularına içtenlikle cevap vermeleri istenmiştir. Ayrıca uygulamadan önce anne babalara isim
yazma zorunluluğunun olmadığı ve bu çalışmanın bilimsel bir araştırma için yapıldığı, verecekleri cevapların gizli
kalacağı, içten ve samimi olmalarının, doğru bilgi vermelerinin ileride kendilerine yardımcı olabilecek sonuçlara
ulaşılması için önemli olduğu açıklanmıştır. Uygulama için bir zaman kısıtlaması yapılmamıştır.
Verilerin değerlendirilmesi
Toplanan veriler iki aşamada değerlendirilmiştir. İlk önce toplanan anket formlarındaki bilgilerin çetelenmesi
yapılmış her anne babanın ve ailesi hakkındaki bilgiler değerlendirilmiştir. İkinci aşamada ise anne babaların aile
ortamını algılamalarından aldıkları puanlar “Aile Ortamı Ölçeği” hesaplanarak belirlenmiştir.
Verilerin Analizi
Araştırmadan elde edilen veriler SPSS 10.0 programında (Statistical Package for Social Sciences)
değerlendirilmiştir. Araştırmada ergenlerin cinsiyetinin anne babanın aile ortamını algılama puanlarında etkili olup
olmadığını belirlemek amacıyla “T-Testi”; sahip olunan çocuk sayısının, sosyo-ekonomik düzeyin, anne babanın
öğrenim düzeyinin ve anne babanın yaşlarının anne babanın aile ortamını algılamalarına ilişkin puanlarda farklılık
yaratıp yaratmadığını saptamak amacıyla “Tek Yönlü Varyans Analizi”; anne ile babanın aile ortamlarını
algılamaları arasında ilişki olup tespit etmek için ise “Pearson Korelasyon Testi” yapılmıştır. Ayrıca tek yönlü
varyans analizi sonuçlarında önemliliğin hangi gruptan kaynaklandığını belirlemek amacıyla ise “Tukey testi”
kullanılmıştır (Büyüköztürk, 2002).
BULGULAR
Tablo. 1. Araştırmaya alınan annelerin ergenlerin cinsiyetlerine göre aile ortamlarını algılamalarına ilişkin puan
ortalamaları, standart sapmalar ve t-testi sonuçları
AİLE ORTAMI
CİNSİYET
N
BİRLİK-BERABERLİK
DENETİM
X
S
sd
t
p
X
S
sd
t
p
298
.764
.44
26.48
5.03
298
.511
.61
26.76
4.31
Kız
117
45.35
7.02
Erkek
183
44.75
6.36
Tablo 1’de de görüldüğü gibi yapılan t-testi sonucu incelendiğinde ergenlerin cinsiyete göre annelerin hem
birlik-beraberlik [t(298)=.764 p>.05] hem de denetim [t (298)=.511, p>.05] puan ortalamaları arasında anlamlı bir
farklılık olmadığı saptanmıştır. Bu duruma rağmen birlik-beraberlik boyutunda kız ergenlerin puan ortalamalarının
( X = 45.35), erkek ergenlere ( X = 44.75) göre daha yüksek olduğu ortaya konulmuştur.
Tablo. 2 Araştırmaya alınan babaların ergenlerin cinsiyetlerine göre aile ortamlarını algılamalarına ilişkin puan
ortalamaları, standart sapmalar ve t-testi sonuçları
AİLE ORTAMI
CİNSİYET
N
BİRLİK-BERABERLİK
DENETİM
X
S
sd
t
p
X
S
sd
t
p
298
.273
.78
26.33
4.83
298
.694
.48
26.72
4.63
Kız
117
44.14
6.15
Erkek
183
43.93
6.47
Tablo 2’de de görüldüğü gibi yapılan t-testi sonucu incelendiğinde ergenlerin cinsiyete göre babaların hem birlikberaberlik [t(298)=.273 p>.05] hem de denetim [t (298)=.694, p>.05] puan ortalamaları arasında anlamlı bir farklılık
olmadığı saptanmıştır.
Tablo. 3 Araştırmaya alınan annelerin sosyo-ekonomik düzeye göre aile ortamlarını algılamalarına ilişkin puan
ortalamaları, standart sapmalar ve varyans analiz sonuçları
SED
N
AİLE ORTAMI
BİRLİK-BERABERLİK
S
X
X
DENETİM
S
Alt
1
1
0
0
44.55
6.58
27.01
4.74
Orta
2
1
0
0
43.06
6.20
26.08
4.46
Üst
3
1
0
0
47.37
6.38
26.69
5.05
GENE
L
3
0
0
44.99
6.62
26.59
4.76
VARYANS
ANALİZ
SONUÇLA
RI
KT
s
d
KO
P
KT
s
d
KO
P
Gruplararas
ı
958.2
87
2
479
.14
3
.00
31,32
44.6
47
2
22.32
3
.37
Grupiçi
12151
.700
2
9
7
40.
915
6735
.740
2
9
7
22.67
9
Toplam
13109
.987
2
9
9
67.8
0
2
9
9
p<.01
Tablo 3 incelendiğinde alt sosyo-ekonomik düzeyde bulunan annelerin birlik-beraberlik puan ortalamalarının
44.55±6.58, orta sosyo-ekonomik düzeyde bulunanların 43.06±6.20, üst sosyo-ekonomik düzeyde bulunanların
47.37±6.38 olduğu saptanırken, alt sosyo-ekonomik düzeyde bulunan annelerin denetim puan ortalamalarının
27.01±4.74, orta sosyo-ekonomik düzeyde bulunanların 26.08±4.46, üst sosyo-ekonomik düzeyde bulunanların
26.69±5.05 olduğu bulunmuştur. Yapılan varyans analizi sonucunda sosyo-ekonomik düzey ile anne birlikberaberlik (F(2-.297)=6.72 p<.01) arasındaki ilişki anlamlı bulunurken anne denetim puanları arasındaki farkın
anlamlı (F(2-.297)= .687 p>.05) olmadığı belirlenmiştir. Yapılan Tukey testi sonucunda birlik-beraberlik boyutunda
farklılığa üst sosyo-ekonomik düzeyde bulunan anneler ile alt ve orta düzeyde bulunan annelerin puanları
arasındaki farklılığın neden olduğu tespit edilmiştir.
Tablo 4. Araştırmaya alınan babaların sosyo-ekonomik düzeye göre aile ortamlarını algılamalarına ilişkin puan
ortalamaları, standart sapmalar ve varyans analiz sonuçları
Tablo 4’e göre alt sosyo-ekonomik düzeyde bulunan babaların birlik-beraberlik puan ortalamalarının 44.55±6.58,
orta sosyo-ekonomik düzeyde bulunanların 43.06±6.09, üst sosyo-ekonomik düzeyde bulunanların 46.52 ±5.50
olduğu saptanırken, alt sosyo-ekonomik düzeyde bulunan babaların denetim puan ortalamalarının 27.19±4.82,
orta sosyo-ekonomik düzeyde bulunanların 26.30±4.51, üst sosyo-ekonomik düzeyde bulunanların 25.98±4.87
olduğu bulunmuştur. Yapılan varyans analizi sonucunda sosyo-ekonomik düzey ile baba birlik-beraberlik (F(2.297)=3.46
.297)=
p<.01) arasındaki ilişki anlamlı olduğu gözlenirken baba denetim puanları arasındaki farkın anlamlı (F(2-
.687 p>.05) olmadığı ortaya konulmuştur. Yapılan Tukey testi sonucunda birlik-beraberlik boyutunda
SED
N
farklılığa
AİLE ORTAMI
BİRLİK-BERABERLİK
S
DENETİM
X
Alt
1
1
0
0
44.55
Orta
2
1
0
0
43.06
Üst
3
1
0
0
46.52
GENE
L
3
0
0
44.99
6.47
6.09
ekonomik
X
S
27.19
4.82
26.30
5.50
bulunan babalar ile alt ve
orta
düzeyde
bulunan
puanları
arasındaki
4.51
25.98
6.62
farklılıktan
görülmektedir.
4.87
26.59
4.76
Tablo
5.
alınan
annelerin
oldukları
göre
Gruplararas
ı
934.7
40
2
467
.37
0
Grupiçi
10831
.140
297
36.
468
Toplam
11765
.880
299
sd
KO
P
KT
.00
31,3-2
AİLE ORTAMI
BİRLİK-BERABERLİK
s
d
KO
78.6
20
2
39.
310
6680
2
9
7
22.
493
6758
.970
2
9
9
DENETİM
N
X
S
X
S
Tek
çocuk 1
7
0
42.08
6.90
25.88
5.41
İki
2
1
3
4
45.46
6.67
26.65
3.78
9
46.45
5.69
27.54
5.32
ve
düzeyde
kaynaklandığı
KT
Üç
sosyo-
babaların
VARYANS
ANALİZ
SONUÇLA
RI
ÇOCUK
SAYISI
üst
P
.17
Araştırmaya
çocuk
aile
sahip
sayısına
ortamlarını
algılamalarına ilişkin puan
ortalamaları,
standart
sapmalar ve varyans analiz
sonuçları
üzeri 3
6
GENEL
3
0
0
VARYANS
ANALİZ
SONUÇLARI
44.99
6.62
26.59
4.76
KT
sd
K
O
P
KT
sd
KO
P
Gruplararası
827.3
54
2
41
3.
67
7
.00
12,23
3-1
154.69
2
2
77.
346
.03
2-3
Grupiçi
12282
.632
29
7
41
.3
56
6625.6
94
297
22.
309
Toplam
13109
.987
29
9
6780.3
87
299
p<.01, p<.05
Tablo 5, incelendiğinde tek çocuk olan ergenlerin annelerinin birlik-beraberlik puan ortalamalarının
42.08±6.90, iki çocuk olanların 45.46±6.67, üç ve üzeri olanların 46.45±6.69 olduğu görülürken, tek çocuk olan
ergenlerin denetim puan ortalamalarının
28.88±5.41, iki çocuk olanların 26.65±3.78, üç ve üzeri olanların
27.54±5.32 olduğu bulunmuştur. Yapılan varyans analizi sonucunda çocuk sayısı ile hem anne birlik-beraberlik
(F(2-.297)= 29.836 p<.01) hem de anne denetim puanları arasındaki farkın anlamlı (F(2-.297)= 18.232 p<.05) olduğu
belirlenmiştir. Annelerin çocuk sayısına göre aile ortamlarını algılama puanlarına bakıldığında çocuk sayısının
önemli olduğu görülmektedir. Yapılan Tukey testi sonucunda birlik-beraberlik boyutunda farklılığa tek çocuk olan
annelerin puanları ile hem iki çocuğa hem de üç ve üzeri çocuğa sahip annelerin puanları arasındaki farklılığın
neden olduğu belirlenmiştir. Denetim boyutunda ise farklılığa iki çocuğa sahip annelerin puanları ile üç ve daha
fazla çocuğa sahip annelerin puanları arasındaki farklılığın neden olduğu ortaya konulmuştur.
Tablo. 6. Araştırmaya alınan babaların annelerin sahip oldukları çocuk sayısına göre aile ortamlarını
algılamalarına ilişkin puan ortalamaları, standart sapmalar ve varyans analiz sonuçları
AİLE ORTAMI
ÇOCUK
BİRLİK-BERABERLİK
SAYISI
DENETİM
N
X
S
X
S
Tek
7
44.22
6.66
26.40
3.90
çocuk1
0
İki-üç
1
43.38
5.89
26.31
5.15
çocuk
3
2
4
46.45
6.46
26.80
4.77
44.99
6.62
26.59
4.76
Üç
ve
9
üzeri 3
6
GENEL
3
0
0
VARYANS
ANALİZ
KT
SONUÇLARI
Gruplararası
s
P
KT
s
d
110.4
2
58
Grupiçi
KO
P
2
7.04
.73
22.71
d
55.
.24
14.0
229
95
11655
2
39.
6744
2
.422
9
244
.875
9
7
7
Toplam
KO
11765
2
6758
2
.88
9
.970
9
9
9
Tablo 6, incelendiğinde tek çocuk olan ergenlerin babaların birlik-beraberlik puan ortalamalarının 44.22±6.66,
iki çocuk olanların 43.38±5.89, üç ve üzeri olanların 46.45±6.46 olduğu görülürken, tek çocuk olan ergenlerin
denetim puan ortalamalarının
26.40±5.41, iki çocuk olanların 26.31±5.15, üç ve üzeri olanların 26.80±4.77
olduğu bulunmuştur. Yapılan varyans analizi sonucunda çocuk sayısı ile hem anne birlik-beraberlik (F(2-.297)= .754
p>.05) hem de anne denetim puanları arasındaki farkın anlamlı (F(2-.297)= 8.90 p>.05) olmadığı belirlenmiştir.
Tablo 7. Araştırmaya alınan annelerin öğrenim düzeye göre aile ortamlarını algılamalarına ilişkin puan
ortalamaları, standart sapmalar ve varyans analiz sonuçları
ANNE
ÖĞRENİM
AİLE ORTAMI
BİRLİK-BERABERLİK
DENETİM
N
X
S
X
S
İlköğreti
m1
2
6
42.95
8.58
27.07
5.41
Ortaöğre
tim2
8
6
44.06
6.06
26.43
5.28
Yüksekö
ğretim3
1
8
8
47.60
6.24
25.07
4.35
GENEL
3
0
0
44.99
6.62
26.59
4.76
VARYANS
ANALİZ
SONUÇLARI
KT
s
d
KO
P
KT
s
d
KO
P
Gruplararası
852.9
44
2
426.
472
.00
12,13
2-3
119.
748
2
59.87
4
.07
Grupiçi
1225
7.043
2
9
7
41.2
70
6660
.638
2
9
7
22.42
6
Toplam
1310
9.987
2
9
9
67.8
0.38
2
9
9
p<.01
Tablo 6, incelendiğinde tek çocuk olan ergenlerin babaların birlik-beraberlik puan ortalamalarının 44.22±6.66,
iki çocuk olanların 43.38±5.89, üç ve üzeri olanların 46.45±6.46 olduğu görülürken, tek çocuk olan ergenlerin
denetim puan ortalamalarının
26.40±5.41, iki çocuk olanların 26.31±5.15, üç ve üzeri olanların 26.80±4.77
olduğu bulunmuştur. Yapılan varyans analizi sonucunda çocuk sayısı ile hem anne birlik-beraberlik (F(2-.297)= .754
p>.05) hem de anne denetim puanları arasındaki farkın anlamlı (F(2-.297)= 8.90 p>.05) olmadığı belirlenmiştir.
Eğitim düzeyine göre annelerin aile ortamını algılamalarına bakıldığında birlik beraberlik boyutunda önemli olduğu
görülmektedir. Yükseköğrenim gören annelerin aileyi daha birlik içinde hissetmesine karşın sadece ilköğretim
eğitimi alan annelerin denetim duygusunun fazla olması çocuklarını daha fazla kendine güvenen bireyler olarak
yetiştirmesiyle açıklanabilir.
Tablo. 8 Araştırmaya alınan babaların öğrenim düzeye göre aile ortamlarını algılamalarına ilişkin puan
ortalamaları, standart sapmalar ve varyans analiz sonuçları
BABA
AİLE ORTAMI
ÖĞRENİM
BİRLİK-BERABERLİK
DENETİM
N
X
S
X
S
43.50
5.79
26.11
4.34
43.70
6.44
26.31
4.85
44.86
6.23
26.62
4.77
44.99
6.62
26.59
4.76
İlköğreti
2
m1
0
Ortaöğret
8
im2
6
Yüksekö
1
ğr.3
9
4
GENEL
3
0
0
VARYANS
ANALİZ
KT
SONUÇLARI
Gruplararası
s
P
KT
d
86.14
2
5
Grupiçi
KO
KO
P
2
4.803
.81
d
43.
.33
9.60
072
7
11679
2
39.
6749
2
22.72
.735
9
326
.363
9
5
7
7
Toplam
s
11765
2
6758
2
.880
9
.970
9
9
9
Tablo. 9 Araştırmaya alınan annelerin yaşına göre aile ortamlarını algılamalarına ilişkin puan ortalamaları,
standart sapmalar ve varyans analiz sonuçları
ANNE YAŞ
AİLE ORTAMI
BİRLİK-BERABERLİK
DENETİM
N
X
S
X
S
30-40
1
44.04
7.46
25.88
4.93
1
3
44.45
5.72
27.15
4.19
46.01
5.54
27.45
6.42
44.99
6.62
26.59
4.76
8
41-50
1
2
4
0
50
ve
2
üzeri3
2
GENEL
3
0
0
VARYANS
ANALİZ
KT
SONUÇLAR
s
KO
P
KT
s
d
KO
P
65.12
.05
2
1-2,2-3
d
I
Gruplararası
276.8
2
22
138
.04
130.
.41
1-
244
1
2,2-
2
3
Grupiçi
12833
2
43.
6650
2
22.39
.165
9
209
.142
9
1
7
7
Toplam
13109
2
6780
2
.987
9
.387
9
9
9
p<.01
Annenin yaşına göre annelerin aile ortamını algılamalarına bakıldığında hem birlik beraberlik hem de denetim
boyutunda yaşın önemli olduğu görülmektedir. Annenin yaşının yükselmesiyle annelerin hem denetim hem de
birlik beraberlik duygusunun fazla yaşadığı görülmektedir. Bu durum çocukları daha paylaşımcı daha işbirlikçi
yetiştirmenin yanında çevrenin etkisinden çekinmeleri nedeniyle daha kontrollü davranmalarıyla açıklanabilir.
Tablo 10. Araştırmaya alınan babaların yaşına göre aile ortamlarını algılamalarına ilişkin puan ortalamaları,
standart sapmalar ve varyans analiz sonuçları
BABA YAŞ
AİLE ORTAMI
BİRLİK-BERABERLİK
DENETİM
N
X
S
X
S
30-40
1
43.97
6.20
25.63
4.64
1
4
44.04
6.28
26.80
5.05
44.13
6.88
26.30
3.23
44.99
6.62
26.59
4.76
2
41-50
1
2
3
8
50
ve
3
üzeri3
0
GENEL
3
0
0
VARYANS
ANALİZ
KT
SONUÇLAR
s
KO
P
KT
s
d
KO
P
17.38
.46
d
I
Gruplararası
.752
2
.37
.
6
9
34.761
2
0
9
Grupiçi
1176
2
39.
6724.2
2
22.64
5.128
9
613
09
9
0
7
7
Toplam
1176
2
6758.9
2
5.880
9
70
9
9
9
Tablo 11. Annelerin ile babaların aile ortamlarını algılama puanları arasındaki ilişkiye ait Pearson Korelasyon testi
sonuçları
ANNE
Birlik-
BABA
Denetim
Beraberlik
ANNE
Birlik-
Birlik-
Denetim
Beraberlik
.00
.69
.43
.57
.78
Beraberlik
BABA
Denetim
.00
Birlik-
.69
.57
.43
.78
.00
Beraberlik
Denetim
p<.01
TARTIŞMA
.00
Ergenin cinsiyetine göre hem anne hem de babaların aile ortamını algılamalarına tablo 1ve 2’de bakıldığında
cinsiyetin önemsiz olduğu görülmektedir. Bunun yanında hem annelerin hem de babaların kız ergenlerin birlik ve
beraberlik puanlarının yüksek erkeklerin ise denetim boyutu puanlarının yüksek olduğu dikkati çekmektedir.
Cinsiyetin önemsiz olmasında en önemli etkenin anne babanın eğitimin yükselmesi dolayısıyla cinsiyet farklılığı
gözetmeksizin çocuklarıyla iletişimleri sürdürmeleri olduğu söylenebilir. Özellikle son yıllarda devlet ve çeşitli
kurumlar tarafından aileye yönelik eğitim programlarının artması bu sonucu beraberinde getirmiş olabilir.
Tablo 3 ve 4’ de görüldüğü gibi sosyo-ekonomik düzeye göre hem anne hem de babaların aile ortamını
algılamalarında birlik beraberlik boyutunda önemli olduğu görülmektedir. Bunun yanında üst sosyo ekonomik
düzeyde bulunan hem annelerin hem de babaların birlik ve beraberlik puanlarının yüksek olduğu gözlenirken,
denetim boyutunda ise daha düşük olduğu görülmektedir. Bunun durum ise alt sosyoekonomik düzeyde bulunan
ebeveynlerin onlarla birlikte çocuklarında ekonomik sıkıntıyı fazlasıyla yaşaması dolayısıyla, çocukların kötü
alışkanlıklara yönebilecekleri korkusuyla daha fazla kontrollü olmaları ve ergenlerin hayatlarını kurtarmaları için
okul yaşantıları üzerinde daha fazla baskı yapmalarıyla açıklanabilir. Üst sosyo-ekonomik düzeydeki birlik
beraberliğin artmasının nedeni olarak ekonomik sıkıntının olmaması nedeniyle ev içinde ve ev dışında ailenin
daha fazla birlikte bir şeyler paylaşarak ilişkilerini olumlu yönde geliştirmesi görülebilir.
Tablo 5 ve 6 incelendiğinde hem birlik hem de denetim boyutunun puanları incelendiğinde çocuk sayısı artıkça
annenin hem birlik beraberlik hem de denetim duygusunun arttığı görülmektedir. Çocuk sayısının artmasıyla
ailede birlik beraberlik duygusu artmakla birlikte, çocukların sayısının fazla olması nedeniyle daha az görüşülmesi
annenin çocuğu üzerindeki kontrolü de artmaktadır.
Bu nedenle aile ilişkileri ve anne-babanın eğitim düzeyi ergenin yalnızlık düzeyi üzerinde oldukça etkili olduğu
ifade edilebilir. Eğer anne babanın eğitim düzeyi düşük ise ergen uyum ve ruhsal problemler yaşayabilmekte ve
bu durum da onu yalnızlığa itebilmektedir. Aile ilişkilerinin yanında arkadaş ilişkileri de yalnızlık üzerinde etkili
olmaktadır. Fakat her ikisinin de yalnızlık üzerindeki etkileri farklı boyutta olmaktadır (Terrell-Deutsch, 1999).
ANNE-BABALARIN OKUL ÖNCESİ EĞİTİM KURUMU SEÇİMLERİ ÜZERİNE ANNE-BABAYA İLİŞKİN
ÇEŞİTLİ DEĞİŞKENLERİN ETKİSİNİN İNCELENMESİ
Doç. Dr. Aysel KÖKSAL AKYOL*
Bil. Uzm. Vuslat OĞUZ*
Nesrin YILGIN*
Araştırma, anne-babaların okul öncesi eğitim kurumu seçimleri üzerinde anne-babaya ilişkin çeşitli değişkenlerin
etkisinin incelenmesi amacı ile yapılmıştır. Araştırma örneklemine, Ankara il merkezinde 3-6 yaşlarındaki
çocukları okul öncesi eğitim kurumlarına devam eden 99 anne ve 51 baba alınmıştır. Araştırmada veri toplama
aracı olarak anne-babalar ile ilgili soruların yer aldığı Genel Bilgi Formu ve fiziksel koşullar, eğitsel ortamlar, açık
hava oyun alanları, personel ve program alt boyutları olan Okul Öncesi Eğitim Kurumu Seçimi Değerlendirme
Formu kullanılmıştır. Araştırmada elde edilen verilerin değerlendirilmesi için T-testi, tek yönlü ANOVA ve Tukey
testi kullanılmıştır. Araştırma sonucunda, anne-baba olma durumunun fiziksel koşullar ve açık hava oyun alanları
üzerinde; anne öğrenim düzeyinin fiziksel koşullar, eğitsel ortamlar ve personel üzerinde; kurum bulma şeklinin
ise eğitsel ortamlar üzerinde anlamlı bir farklılığa neden olduğu saptanmıştır Baba öğrenim düzeyinin ise okul
öncesi eğitim kurumu seçimi üzerinde etkili olmadığı sonucuna ulaşılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Anne-baba, okul öncesi eğitim kurumu, seçim
GİRİŞ
Okul öncesi yıllar, çocukların fiziksel, sosyal, duygusal, psikomotor ve bilişsel gelişimlerinin en hızlı olduğu
dönemdir. Çocuğun okul öncesi eğitim kurumuna devam etmesi bu gelişimlerini desteklemekte ve daha da
hızlandırmaktadır. Okul öncesi eğitim kurumlarının temel işlevi, öncelikle çocuğun gelişimini desteklemek ve
uygun ortamlar sağlayarak çocuğun yeteneklerini ortaya çıkarmak ve geliştirmektir. Fiziksel koşulları ve eğitim
programı bakımından iyi hazırlanmış bir okul öncesi eğitim kurumunda çocuk, arkadaş ilişkileri kurmayı, birlikte
işbirliği içinde olmayı ve sorumluluk almayı öğrenir (Demiriz vd., 2003).
İş ve ekonomik yaşamın getirdiği zorunluluklar, çalışan annelerin çocukları için okul öncesi eğitim kurumlarını
zorunlu hale getirmiştir. Bilimsel gelişmelerin etkisi ile de okul öncesi eğitim oluşumunun zorunluluk kazanması,
okul öncesi eğitimin önemini, değerini ve gereğini ortaya koymaktadır. Koç’un (1996) da belirttiği gibi, annelerin
çalışma yaşamına girmeleri okul öncesi eğitim kurumuna olan gereksinimi arttırmıştır. Bunun yanı sıra, okul
öncesi eğitimin öneminin kavranmış olması nedeniyle çalışan annelerin yanı sıra çalışmayan, ev hanımı olan
annelerin çocuklarının da okul öncesi eğitim kurumuna devam ettikleri dikkati çekmektedir.
Ebeveynler, çocuklarının gelişimi için gerekli ortam ve materyalleri sağlamada çaba gösterselerde, çocukların
sosyal çevrede akranlarıyla iletişimde bulunabilmeleri ve birtakım kazançlar edinebilmeleri için bilinçli ve sistemli
olarak düzenlenmiş eğitim ortamlarına ihtiyaç duyulmaktadır. Ebeveynlerin çocuklarını yetiştirme konusunda
*
Ankara Üniversitesi Ev Ekonomisi Yüksek Okulu Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Bölümü
Ankara Üniversitesi Ev Ekonomisi Yüksek Okulu Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Bölümü
*
Ankara Üniversitesi Ev Ekonomisi Yüksek Okulu Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Bölümü
*
sorumluluklarını okul öncesi eğitim kurumları ve eğitimcilerle paylaşmaları; okul öncesi eğitim kurumunda
teknolojinin getirdiği olanaklardan yararlanılması çocukların gelişimlerini desteklemekte, ilgi ve gereksinimlerine
daha etkili cevap verilebilmektedir (Metin vd., 1993).
Çocuğun eğitimi için en uygun okulu seçmek anne-baba için oldukça zordur. Aynı zamanda üzerinde en az
düşünülen ve hazırlık yapılan konulardan biridir. Çocuğun okul öncesi eğitimden ne derece yararlanacağı annebabaların okul öncesi eğitim kurumunu seçimiyle yakından ilgilidir.
Anne-babaların okul öncesi eğitim kurumu seçerken yeterli bilgiye sahip olmaları gerekmektedir. Ebeveynlerin
okul öncesi eğitim kurumu seçimleriyle ilgili önemli sorumluluklarından birisi kurumun özelliklerini titizlikle
incelemektir (Oktay, 1987; Küşin, 1991). Bunun için de seçim öncesi ve sırasında, ziyaret edilecek okul öncesi
eğitim kurumundan randevu almak, ilk görüşmede çocuğu götürmemek ve planlı hareket edebilmek için bir soru
listesi hazırlamak önem taşımaktadır (Erk ve Tanju, 1987; Koç, 1996).
Ebeveynlere seçimlerini yapmadan önce okul öncesi eğitim kurumlarının özellikleri hakkında bilgi sahibi olmaları
ve bu özellikleri beklentilerine uygunluğu açısından değerlendirmeleri önerilmektedir (Gülender, 1993). Annebabaların beklenti ve gereksinimlerini açık bir biçimde ortaya koymaları, çocuk gelişimi ve okul öncesi eğitimi
hakkında bilgi sahibi olmaları, çocuğu ve okul öncesi eğitim kurumunu iyi tanımaları gerekmektedir.
Okul öncesi eğitim kurumunda ebeveynlerin okul öncesi eğitim kurumu seçimlerinde ilk dikkat ettikleri konu
personel ve ücret olmakla beraber, okul öncesi eğitim kurumunun, sadece ailenin bütçesi değil, çocuğun
ihtiyaçları ve yaşam koşulları ile de uyumlu olmasına özen gösterilmelidir (Hohman 1992).
Okul öncesi eğitim kurumları, çocukların çok yönlü gelişimlerini desteklemeyi ve onları hayata hazırlamayı
amaçlamaktadır. Okul öncesi eğitim kurumlarının bu amaçları gerçekleştirebilecek fiziksel koşullara, eğitim
ortamlarına, açık hava oyun alanlarına, personele ve programa sahip olmaları gerekmektedir. Çocuğun okul
öncesi eğitimden etkili biçimde yararlanabilmesi, okul öncesi eğitim kurumu ile yakından ilgilidir (Köksal, 2002).
Okul öncesi eğitim kurumunda çocuğa verilen eğitimin niteliğini belirleyen öğelerden biri, kurumun fiziksel
konumunun düzenlenme biçimi ve donatımıdır. Çocuğun çevreyi denetim altında tutma, özsaygı ve ait olma
duyguları okulun ve eğitim ortamının düzenine göre biçimlenebilmektedir. İyi düzenlenmiş ve donatılmış bir ortam,
çocukların aktif katılımcılar olmalarını sağlamaktadır. Eğitim ortamları düzenlenirken, fen ve doğa, evcilik, kitap,
sanat, blok, müzik, kukla gibi köşelerin bulunmasına özen gösterilmelidir. Eğitim ortamlarında çocuklara sunulan
materyaller güvenli ve sağlam, çocuğun tüm gelişim alanlarını destekleyici nitelikte ve kalitede olmalıdır. Okul
öncesi eğitimin amaç ve hedeflerinin gerçekleştirilmesini sağlayacak eğitim ortamlarının planlanmasında yıllık
plandan başlayarak ve birbirini kapsayacak biçimde günlük planlara, hatta bir etkinliğin planlanmasına kadar
inilmekte ve uygulaması yapılmaktadır. Her plan sonunda belirlenen hedef ve hedef davranışların
gerçekleştirilmesi durumu değerlendirilerek tespit edilmektedir. Okul öncesi eğitimde eğitim ortamının
düzenlenmesinde öğretmenin rolü büyüktür. Öğretmen çocuğun öğrenmesi, araştırması ve incelemesi konusunda
rehberlik etmelidir. Öğretmen öğrenmeyi kolaylaştırıcı ve özendirici bir ortam yaratmalıdır. (Büyükkaragöz, 1993;
Demiriz vd., 2003; Oktay vd., 2003). Okul öncesi eğitim kurumlarında dikkat edilmesi gereken durumlardan birisi
de kurumun açık hava oyun alanlarıdır. İyi planlanmış açık hava oyun alanları, plan yapma, sıra bekleme,
paylaşma, öğretmenle ve arkadaşlarıyla konuşma ve ilişki kurmaya olanak vererek, çocukların sosyalleşmesini
sağlamaktadır. Okul öncesi çocukları, açık alanlarda, keşfetme ve yaratma, yapma ve yıkma, nesnelerin nasıl ve
niçin olduğunu öğrenme fırsatları elde etmektedirler. Bu nedenle, açık hava oyun alanları, çocuğu rahatlatmalı ve
birçok etkinlikleri bu alanlarda yapmalarına fırsat tanıyacak şekilde planlanmalı ve çocukların risk alma, mücadele
etme yeteneklerini destekleyici, çok farklı oyunlar oynamalarını, çocukların bahçede bulunan araçları, malzemeleri
kullanmasına izin verici nitelikte olmalıdır (Henniger, 1994; Yılmaz, 1994; Demiriz vd., 2003). Eğitim kurumlarında
belirli zaman dilimleri içerisinde gerçekleştirilmek üzere belirlenen hedeflere yönelik olarak hazırlanan planlar
eğitim programları olarak adlandırılmaktadır. Okul öncesi eğitim kurumlarında hazırlanan programın çocuğun
yaşı, gelişim düzeyi, ilgi ve ihtiyaçları, bireysel farklılıkları ve çevre özellikleri dikkate alınarak ailenin de içinde
bulundurulduğu esnek bir program olmasına özen gösterilmesi önemli bir faktördür. Program, çocuk için
keşfetmeyi ve araştırmayı desteklemeli, çocuğun gelişimine uygun malzemeler içermelidir ve esnek, yeniliklere
açık, problem çözme becerisini, olaylar arasındaki neden-sonuç ilişkisini kurmayı geliştirici hedefleri ve
kazanılması beklenen hedef davranışları içermelidir (Genç, 1987; Büyükkaragöz, 1993; Zembat, 1999). Yaşamın
en önemli yılları olan okul öncesi dönemde kullanılan eğitim programlarının çocuğun gelişimini desteklemeye
yönelik olarak hazırlanması onların gelecekteki yaşamlarında daha başarılı olmalarında etkili olmaktadır. Okul
öncesi eğitim programları aynı zamanda çocukların yaşantısında önemli bir öneme sahip olan ailelerin eğitime
katılmalarına da fırsat vermelidir. Aile katılım çalışmaları ile anne ve babalar bir taraftan okulda verilen eğitim
hakkında bilgilenirken bir taraftan da çocukların gelişim özellikleri, okul öncesi eğitim programları gibi konularda
bilgilenerek çocukları üzerinde daha olumlu bir etkiye sahip olabilmektedirler (Wortham, 2002). Kaliteli bir okul
öncesi eğitimde fiziksel koşullar, eğitsel ortamlar ve program ne kadar iyi olursa olsun amaca ulaşmada ve
başarının sağlanmasında personel önemli bir yer tutmaktadır. Okul öncesi eğitim kurumlarında hangi kademede
eğitim almış kişilerin sorumluluk alacakları kesin çizgilerle belirtilmesi gerekmektedir. Okul öncesi eğitim
kurumlarında personel olarak okul öncesi eğitimi müdürü ve müdür yardımcısı, okul öncesi eğitimi öğretmeni,
aşçı, hizmetli yer almalı; çocuk psikoloğu, sosyal hizmet uzmanı, beslenme uzmanı, çocuk gelişimi ve eğitimi
uzmanı, çocuk doktoru vb. personelin ise okul öncesi eğitim kurumlarına belirli zaman aralıklarıyla ve gerek
duyuldukça hizmet vermeleri sağlanmalıdır. Kurumlarda personelin sürekliliği, öğretmenlerin ve yöneticilerin
çocuk gelişimi ve eğitimi alanında, okul öncesi eğitim alanında yüksek öğrenim görmüş, çocuk sağlığı, fiziksel,
bilişsel, duygusal, sosyal gelişim alanlarında bilgili olması gerekmektedir (Bahar, 1993; Aral vd., 2002; Köksal,
2002).
Bazı araştırmalarda, okul öncesi eğitimin önemi, okul öncesi eğitim kurumlarında çalışan personel, okul öncesi
eğitim kurumlarında çalışan eğitimcilerin ebeveynlernden beklentileri, eğitim programları, okul öncesi eğitim
kurumlarında açık hava oyun alanları gibi konular üzerinde çalışılmıştır (Kalemci 1998, Köksal vd 2000, Turla vd
2001, Çaltık 2004). Ebeveynlerin okul öncesi eğitim kurumu seçerken öğretmen, kurumun iş yeri ya da eve yakın
olması, kurumun açık olduğu saatler, çocukların mutlu olup olmadıkları konularına dikkat ettikleri yapılan bazı
araştırmalarla ortaya çıkarılmıştır (Howes ve Olenick 1986, Farquhar 1991). Ayrıca Köksal (2002) tarafından
yapılan bir araştırmada, üç-altı yaş çocukları olan anne-babaların okul öncesi eğitim kurumu seçimlerini etkileyen
etmenler incelenmiş ve araştırmanın sonucunda annenin çalışma durumunun, sosyo-ekonomik düzeyin, okul
türünün, çocuğun yaşının okul öncesi eğitim kurumu seçimi üzerinde anlamlı bir farklılığa neden olduğu sonucuna
ulaşılmıştır.
Ebeveynlerin çocuklarını gönderecekleri okul öncesi eğitim kurumlarını seçerken dikkatli olmalarının önemli
olduğu kabul edilmesine rağmen anne ve babaların okul öncesi eğitim kurumları seçimlerini belirlemeye yönelik
çalışmaların yetersiz olduğu dikkati çekmektedir. Oysa, çocukların okul öncesi eğitim kurumundan etkili bir şekilde
yararlanmalarında seçilen kurumun özellikleri oldukça önemlidir. Bu nedenlerden dolayı, bu araştırmada annebabaların okul öncesi eğitim kurumu seçimlerini belirlemek; okul öncesi eğitim kurumu seçimi üzerinde anne-baba
olma durumunun ve kurum bulma şeklinin, anne-baba öğrenim düzeyinin farklılığa neden olup olmadığını
saptamak amaçlanmıştır.
YÖNTEM
Araştırmanın çalışma grubunu, Ankara’da Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı anaokullarına çocukları devam eden
toplam 150 ebeveyn (99 anne, 51 baba) oluşturmaktadır.
Araştırmada veri toplama aracı olarak araştırmacılar tarafından hazırlanan Genel Bilgi Formu ve Köksal (2002)
tarafından geliştirilen Okul Öncesi Eğitim Kurumu Seçimi Değerlendirme Formu kullanılmıştır. Okul Öncesi Eğitim
Kurumu Seçimi Değerlendirme Formu fiziksel koşullar, eğitsel ortamlar, açık hava oyun alanları, personel ve
program olmak üzere beş alt bölümden oluşmaktadır. Anket formunda, “fiziksel koşullar” ile ilgili on bir, “eğitsel
ortamları” ile ilgili yedi, “açık
OKUL ÖNCESİ
EĞİTİM
KURUMU
SEÇİMİ
ANNE-BABA
OLMA DURUMU
Fiziksel Koşullar
Anne
Baba
N
9
9
5
1
`
X
S
4.
1
9
4.
.6
7
.6
6
s
d
t
1
4
8
2.
0
6
p
hava oyun alanları” ile ilgili
beş, “personel” ile ilgili altı,
.041
“program” ile ilgili on üç
olmak üzere toplam kırk iki
adet soru yer almaktadır.
Tüm
maddelerin
faktörlerindeki
toplam
korelasyonların
.30’dan
yüksek olduğu belirlenmiştir.
Faktörlerin
katsayısı
alfa
güvenirlik
fiziksel
koşulları
için .81, eğitsel ortamlar için
.71, açık hava oyun alanı
için .88, personel için .79,
program için . 85 olarak
hesaplanmıştır.
Analizler, toplam yüz elli
ebeveynin
Okul
Öncesi
Eğitim Kurumu Seçimi Değerlendirme Formu’ndan aldıkları puanlar ve Genel Bilgi Formu’ndan elde edilen veriler
üzerinde SPSS (Statistical Package for Social Sciences) istatistik programı kullanılarak yapılmıştır. Okul Öncesi
Eğitim Kurumu Seçimi Değerlendirme Formu alt boyutlarına ilişkin puan ortalamaları üzerinde anne-baba olma
durumuna ve baba öğrenim düzeyine göre anlamlı bir farklılık olup olmadığını belirlemek amacıyla ilişkisiz
örneklemler için t-testi; anne öğrenim düzeyine, kurum bulma şekline göre bir farklılık olup olmadığını saptamak
amacıyla tek faktörlü ANOVA kullanılmıştır. Önemli çıkan sonuçlarda farklılığın hangi gruplar arasında olduğunu
belirlemek amacı ile Tukey Testi yapılmıştır. İlişkisiz örneklemler için t-testi iki ilişkisiz örneklem ortalamaları
arasındaki farkın anlamlı olup olmadığını test etmek için kullanılmaktadır. İlişkisiz örneklemler için tek faktörlü
ANOVA, ilişkisiz ikiden daha çok örneklem ortalamaları arasındaki farkın anlamlı olup olmadığını test etmek için
kullanılmaktadır (Büyüköztürk 2005).
BULGULAR
4
2
Eğitsel Ortamlar
Açık Hava Oyun
Alanları
Personel
Program
Anne
Baba
Anne
Baba
Anne
Baba
Anne
Baba
9
9
5
1
9
9
5
1
9
9
5
1
9
9
5
1
4.
1
4
4.
2
6
4.
0
6
4.
3
2
4.
2
6
4.
3
7
4.
1
8
4.
3
3
Anne-babaların okul öncesi
.6
9
.7
4
1
4
8
.9
3
.352
eğitim kurumları seçimlerini
belirlemek
ve
değişkenlerin
bazı
etkisini
saptamak için yapılan bu
.7
5
.6
3
1
4
8
2.
1
7
.031
.6
6
.6
9
1
4
8
.9
8
.328
araştırmanın
aşağıda
sonuçları
tablolar
halinde
verilmiştir.
Tablo 1 Araştırmaya dahil
edilen ebeveynlerin annebaba olma durumuna göre
Okul Öncesi Eğitim Kurumu
.5
8
.6
4
1
4
8
1.
3
7
.171
Seçimi
Formu’ndan
Değerlendirme
aldıkları
puanlara ilişkin ortalamaları,
standart sapmaları ve t-testi
sonuçları
Tablo’da görüldüğü gibi, anne-baba olma durumuna göre annelerin Okul Öncesi Eğitim Kurumu Seçimi
Değerlendirme Formu alt boyutlarına ait puan ortalamalarının fiziksel koşullar için`X =4.19, açık hava oyun
alanları için`X =4.06, program için`X =4.18 olduğu belirlenmiştir. Babaların Okul Öncesi Eğitim Kurumu Seçimi
Değerlendirme Formu alt boyutlarından aldıkları puan ortalamalarının fiziksel koşullar için`X =4.42, açık hava
oyun alanları için`X =4.32, program için`X =4.33 olduğu gözlenmektedir.
Anne-baba olma durumunun ebeveynlerin Okul Öncesi Eğitim Kurumu Seçimi Değerlendirme Formu’na ilişkin
fiziksel koşullar [t(148)=2.06, p<.05] ve açık hava oyun alanları [t(148)=2.17, p<.05] alt boyutları üzerinde anlamlı
bir farklılığa neden olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Ebeveynlerin okul öncesi eğitim kurumu seçimlerine ait eğitsel
ortamlar [t(148)=.93, p>.05], personel [t(148)=.98, p>.05] ve program [t(148)=1.37, p>.05] alt boyutları anne-baba
olma durumuna göre anlamlı bir farklılık göstermemektedir.
Anne-baba olma durumunun, fiziksel koşullar ve açık hava oyun alanları alt boyutlarından alınan puan
ortalamaları üzerinde farklılık yarattığı ve bu farklılığın babalar lehine olduğu dikkati çekmektedir. Babalar
annelere oranla okul öncesi eğitim kurumu seçerken fiziksel koşullar ve okulun açık hava oyun alanlarına
dahaçok dikkat etmektedirler. Okul öncesi dönemde olan çocukların önemli gereksinimlerinden birisi hareket
etmedir. Aynı zamanda oyunun bu dönemde olan çocuklar için ayrı bir önemi vardır. Babalar çocuklarının
rahatlıkla hareket edebilecekleri ve oyun oynayabilecekleri açık ve kapalı alanlara çok önem veriyor olabilirler.
Okul Öncesi Eğitim Kurumu Seçimi eğitsel ortamlar, personel ve program alt boyutlarından alınan puanlar
açısından anne-babalar arasında farklılığın olmaması, yani anne-babaların bu konularda benzer özeni
göstermeleri, ortak tutum içinde olmaları sevindiricidir.
OKUL
EĞİTİM
SEÇİMİ
ÖNCESİ
KURUMU
ANNE ÖĞRENİM DÜZEYİ
Tablo 2 Araştırmaya dahil edilen annelerin öğrenim düzeyine göre Okul Öncesi Eğitim Kurumu Seçimi
Değerlendirme Formu’ndan aldıkları puanlara ilişkin ortalamaları ve standart sapmaları
OKUL
ANNE
ÖĞRENİM
DÜZEYİ
İlköğretim
mezunu
Lise mezunu
Üniversite
mezunu
KURUMU SEÇİMİ
N
Fiziksel Koşullar
Oyun Alanları
Personel
`X ± S
S
`X ± S
13
4.01 ± 1.03
± 1.00
4.11 ± .67
40
3.98 ± .68
± .72
4.08 ± .67
46
4.41 ± .46
± .69
4.45 ± .60
ÖNCESİ
Eğitsel Ortamlar
Program
`X ± S
`X ± S
3.77 ± 1.02
4.03 ± .56
4.00 ± .65
4.10 ± .69
4.37 ± .52
4.29 ± .46
EĞİTİM
Açık Hava
`X ±
3.84
3.96
4.21
Tablo 2 incelendiğinde, üniversite mezunu olan annelerin Okul Öncesi Eğitim Kurumu Seçimi Değerlendirme
Formu’nun fiziksel koşullar (`X =4.41 ), eğitsel ortamlar (`X =4.37 ), açık hava oyun alanları (`X =4.21 ), personel
(`X =4.45 ), ve program (`X =4.29 ) alt boyutlarına ilişkin ortalama puanlarının; lise mezunu olan annelerin fiziksel
koşullar (`X =3.98 ), eğitsel ortamlar (`X =4.00 ), açık hava oyun alanları (`X =3.96 ), personel (`X =4.08 ) ve
program (`X =4.10 ) alt boyutlarına ilişkin puan ortalamalarından yüksek olduğu görülmektedir.
Tablo 3 Araştırmaya dahil edilen annelerin öğrenim düzeyine göre Okul Öncesi Eğitim Kurumu Seçimi
Değerlendirme Formu’ndan aldıkları puanlara ilişkin ANOVA sonuçları
FİZİKSEL
KOŞULLAR
ANOVA SONUÇLARI
KT
p
Sd
KO
F
Anlamlı fark
Gruplararası
Gruplariçi
TOPLAM
EĞİTSEL
ORTAMLAR
ANOVA SONUÇLARI
Gruplararası
Gruplariçi
TOPLAM
AÇIK HAVA OYN.
ALN.
ANOVA SONUÇLARI
Gruplararası
Gruplariçi
TOPLAM
PERSONEL
ANOVA SONUÇLARI
Gruplararası
Gruplariçi
TOPLAM
4.432
40.823
45.255
KT
2
96
98
Sd
2.216
.425
KO
5.211 .007
1-2, 1-3, 2-3
F
p
5.164
2
5.953 .004
41.639
96
46.803
98
KT
2.582
Anlamlı fark
1-2, 1-3, 2-3
.434
Sd
KO
2.009
2
1.780 .174
54.189
96
56.198
98
1.005
Annelerin öğrenim düzeyinin
F
Okul Öncesi Eğitim Kurumu
p
KT
Seçimi
Değerlendirme
Formu’na
.564
ilişkin
koşullar
Sd
KO
3.310
2
3.992 022
39.799
96
43.110
98
1.655
F
p
Anlamlı fark
1-2, 1-3, 2-3
.415
PROGRAM
ANOVA SONUÇLARI
KT
Sd
KO
F
p
1.099
2
.549
1.631
Gruplararası
201
Gruplariçi
32.343
96
.337
TOPLAM
33.442
98
olan anneler arasında olduğu yapılan ANOVA sonucunda belirlenmiştir. Fiziksel
fiziksel
[F(2-96)=5.21,
p<.01], eğitsel ortamlar [F(296)=5.95, p<.01] ve personel
[F(2-96)=3.99,
p<.05]
boyutlarından
alt
aldıkları
puanlar üzerinde anlamlı bir
farklılığa
Tablo
Anlamlı
neden
3’te
olduğu
görülmektedir.
farkın,
ilköğretim,
lise ve üniversite mezunu
koşullar, eğitsel ortamlar ve
personel alt boyutlarında üniversite mezunu olan annelerin daha yüksek puan aldıkları saptanmıştır. Annelerin
Okul Öncesi Eğitim Kurumu Seçimi Değerlendirme Formu’na
ait açık hava oyun alanları [F(2-96)=1.78, p>.05] ve program [F(2-96)=1.63, p>.05] alt boyutlarından aldıkları
puanlar öğrenim düzeylerine göre anlamlı bir farklılık göstermemektedir.
Üniversite mezunu olan anneler, lise ve ilköğretim mezunu olan annelere göre okul öncesi eğitim kurumunun
fiziksel koşullarına, eğitsel ortamlarına ve personeline daha çok önem vermektedirler.
Köksal (2002) da, anaokulu ve anasınıfına devam eden üç-altı yaş çocuklarının anne-babalarının okul öncesi
eğitim kurumu seçimlerini etkileyen etmenler konulu çalışmasında, anne öğrenim düzeyinin annelerin okul öncesi
eğitim kurumu seçimleri üzerinde anlamlı bir farklılığa neden olduğunu saptamıştır.
Tablo 4 Araştırmaya dahil edilen babaların öğrenim düzeyine göre Okul Öncesi Eğitim Kurumu Seçimi
OKUL
EĞİTİM
SEÇİMİ
ÖNCESİ
KURUMU
BABA
ÖĞRENİM
DÜZEYİ
Değerlendirme Formu’ndan
N
`X
S
sd
t
p
Lise
2
4.3
.7 4
.9
.353
mezunu
8
5
8
9 ÖNCESİ
3
OKUL
EĞİTİM
Fiziksel Koşullar
Üniversite
2
4.5
.4
KURUMU SEÇİMİ
3
2
6
N mezunu
Fiziksel Koşullar
Eğitsel
Ortamlar
Açık Hava
Lise
2
4.2
.8
4
.5
.561
Personel
Program
EBEVEYNLERİN Oyun Alanları
mezunu `X ± 8S 1
8
9
8
`X ± S
Eğitsel Ortamlar
KURUMU
Üniversite
2
4.3
.5
`X ± S
`X ± S
`X ± S
BULMA ŞEKLİ
mezunu
3
2
5
16 Lise
4.03
.56 .7 4
3.75 ± .65
2 ±4.2
.3
.715
4.09 mezunu
± .47
Tesadüfen
Açık Hava Oyun
8 4.04
9 ± .646 4.01
9 ±6.52
4.29
.55 .4
4.27 ± .51
Çalıştığı
Alanları kuruma 28 Üniversite
2 ±4.3
4.25 mezunu
± .48
bağlı olma
3 4.24
5 ± .466 4.24 ± .48
Tavsiye
80 Lise
4.31
.72 .8 4
4.30 ± .68
2 ±4.2
1.
.140
İlan
4.16 mezunu
± .81
.61
8 4.33
5 ± .721 4.23
9 ±50
Personel
Diğer
13 Üniversite
4.57
.47 .4
4.34 ± .52
2 ±4.5
4.24 mezunu
± .57
3 4.66
3 ± .417 4.62 ± .36
Lise
2
4.2
.7 4
.7
.439
mezunu
8
7
5
9
8
Program
Üniversite
2
4.4
.4
mezunu
3
0
8
aldıkları
puanlara
ortalamaları,
sapmaları
ilişkin
standart
ve
t-testi
mezunu
olan
sonuçları
Üniversite
babaların
puan
ortalamaları
incelendiğinde,
Öncesi
Eğitim
Seçimi
Okul
Kurumu
Değerlendirme
Formu’nun fiziksel koşullar
için (`X =4.52 ), eğitsel
ortamlar için (`X =4.32 ), açık hava oyun alanları için (`X =4.35 ), personel için (`X =4.53 ) ve program için (`X
=4.40 ) olduğu görülmektedir.
Babaların öğrenim düzeyinin Okul Öncesi Eğitim Kurumu Seçimi Değerlendirme Formu’na ilişkin fiziksel koşullar
[t(49)=.93, p>.05], eğitsel ortamlar [t(49)=.58, p>.05], açık hava oyun alanları [t(49)=.36, p>.05], personel
[t(49)=.1.50, p>.05] ve program [t(49)=.78, p>.05] alt boyutları üzerinde anlamlı bir farklılığa neden olmadığı
saptanmıştır.
Lise ve üniversite mezunu olan babaların kurum seçiminde fiziksel koşullar, eğitsel ortamlar, açık hava oyun
alanları, personel ve program alt boyutlarından birbirlerine çok yakın oldukları dikkati çekmektedir.
Tablo 5 Araştırmaya dahil edilen ebeveynlerin kurum bulma şekline göre Okul Öncesi Eğitim Kurumu Seçimi
Değerlendirme Formu’ndan aldıkları puanlara ilişkin ortalamaları ve standart sapmaları
3.92 ± .79
4.17 ± .85
13
3.81 ± .96
4.06 ± .90
3.64 ± 1.03
Tablo
5’te
ebeveynlerin
kurum bulma şekline göre Okul Öncesi Eğitim Kurumu Seçimi Değerlendirme Formu’ndan aldıkları puanlara
ilişkin ortalamaları ve standart sapmaları verilmiştir. Tablo incelendiğinde, ebeveynlerin kurum bulma şeklinde
fiziksel koşullar (`X =4.57 ), eğitsel ortamlar (`X =4.34 ), personel (`X =4.66 ) ve program (`X =4.62 ) alt
boyutlarından en yüksek puanı ilanlar aracılığıyla kurumu bulduklarını söyleyen ebeveynlerin oluşturduğu
görülmektedir.
Tablo 6 Araştırmaya dahil edilen ebeveynlerin kurum bulma şekline göre Okul Öncesi Eğitim Kurumu Seçimi
Değerlendirme Formu’ndan aldıkları puanlara ilişkin ANOVA sonuçları
OKUL ÖNCESİ
EĞİTİM KURUMU
SEÇİMİ
FİZİKSEL
KOŞULLAR
ANOVA SONUÇLARI
Gruplararası
Gruplariçi
TOPLAM
EĞİTSEL
ORTAMLAR
ANOVA SONUÇLARI
Gruplararası
Gruplariçi
TOPLAM
AÇIK HAVA OYN.
ALN.
ANOVA SONUÇLARI
Gruplararası
Gruplariçi
TOPLAM
PERSONEL
ANOVA SONUÇLARI
Gruplararası
Gruplariçi
TOPLAM
PROGRAM
ANOVA
SONUÇLARI
Gruplararası
Gruplariçi
TOPLAM
KURUM BULMA ŞEKLİ
Ebeveynlerin Okul Öncesi
KT
3.909
65.115
69.024
KT
8.419
66.943
75.362
Sd
4
145
149
Sd
4
145
149
KO
.977
.449
F
2.176
p
.075
Eğitim
Kurumu
Değerlendirme
fiziksel
KO
2.105
.462
F
4.559
p
.002
Anlamlı fark
1-2, 1-3, 1-4
1-5, 2-3, 2-4
2-5, 3-4, 3-5
4-5
oyun
KT
3.092
.144
64.328
67.421
F
p
.930
[F(2-
p>.05],
açık
alanları
[F(2-
145)=.93, p>.05], personel
[F(2-145)=1.74,
program
KT
1.972
.448
76.835
78.807
Formu’nun
koşullar
145)=2.18,
hava
Seçimi
p>.05]
p>.05]
ve
[F(2-145)=2.13,
alt
boyutlarından
Sd
4
KO
.493
145
149
.530
bulma
Sd
4
KO
.773
saptanmıştır (Tablo 5). Buna
145
149
.444
aldıkları
farklılık
F
p
1.742
karşılık,
puanların
şekline
kurum
göre
bir
göstermediği
kurum
bulma
şeklinin eğitsel ortamlar [F(2145)=4.56, p<.01] alt boyutu
üzerinde istatistiksel açıdan
KT
Sd
KO
3.057
4
.764
.080 52.003 145
55.059 149
F
p
2.131
.359
anlamlı bir farklılığa neden
olduğu belirlenmiştir. Yapılan
Tukey Testi sonucunda, tüm
gruplar arasında farklılığın önemli olduğu belirlenmiştir. İlan aracılığıyla kurumu bulan ebeveynlerin puanlarının en
yüksek olduğu, bunu sırasıyla tavsiye üzerine kurum bulan ebeveynlerin, çalıştığı kuruma bağlı okul öncesi eğitim
kurumu olduğu için kurum tercihi yapan ebeveynlerin izlediği görülmektedir. Tavsiye üzerine okul öncesi eğitim
kurumu bulan ebeveynlerin ortalamalarının ise düşük olduğu dikkati çekmektedir.
Anne-babalar için çok değerli olan çocuklarını tesadüfen buldukları bir okul öncesi eğitim kurumuna vermeleri
doğal olarak çok da mümkün görünmemektedir. Bunun yerine okul hakkında bilgilendikleri tavsiyeler ya da
ilanlardan etkilenmektedirler. Ebeveynlerin tercihlerinde çalıştıkları işyerlerinde okul öncesi eğitim kurumunun
olması da etkili olabilmektedir. Bu etkinin nedenleri arasında işyerlerinin kendi kurum personelinin çocuklarına
daha uygun ücret belirlemeleri, çalışılan yer ile çocuğun gittiği okul öncesi eğitim kurumunun yakın olması
sayılabilir. Bunların yanı sıra ebeveynler çalıştıkları işyerine bağlı olan bir okul öncesi eğitim kurumuna daha çok
güven duyuyor olabilirler.
ÖNERİLER
Anne-babalara okul öncesi eğitimin önemi, okul öncesi eğitim kurumu seçiminde dikkat edilecek konular hakkında
okul öncesi eğitim kurumları, Milli Eğitim Bakanlığı, üniversiteler, gönüllü kuruluşlar seminerler düzenleyebilirler.
Anne-baba eğitimi düzenleyen kurumlarda eğitim kapsamına okul öncesi eğitim kurumu seçimi konusu dahil
edilerek anne-babalara yönelik bilgilendirme çalışmaları yapılabilir. Bu konularda çalışırken farklı mesleklerden
olan uzmanların işbirliği içinde olmaları önemlidir. Bu nedenle çocuk gelişimi ve eğitimi uzmanları, okul öncesi
eğitimcileri, sosyal hizmet uzmanları birlikte çalışabilir.
Bundan sonra yapılacak araştırmalar için bazı önerilerde bulunulabilir. Anne-babaların okul öncesi eğitim kurumu
seçimlerini etkileyen etmenler daha büyük bir örneklem üzerinde araştırılabilir. Farklı okul öncesi eğitim
kurumlarına çocukları devam eden anne-babaların seçimlerini kurum türünün etkileyip etkilemediğine bakılabilir.
Bu araştırma, üç-altı yaş grubu çocukların anne-babaları ile yürütülmüştür. Farklı araştırmalarda sıfır-üç yaş grubu
çocukların anne-babaları ile de benzer çalışmalar planlanabilir.
KAYNAKLAR
Aral, N., Kandır, A. ve Can-Yaşar, M. 2002. Öğretmen Rehber Kitabı, Okul Öncesi Eğitim ve Okul Öncesi Eğitim
Programı (36-72 Aylık Çocuklar İçin). II. Baskı, Ya-Pa Yayınları, 184 s., İstanbul
Bahar, M. 1993. Okul Öncesi Eğitim Kurumlarında Yönetim. 9. Ya-Pa Okul Öncesi Eğitimi ve Yaygınlaştırılması
Semineri, s:373-375, Ankara.
Büyükkaragöz, S. 1993. Ana Babalarla Öğretmenlerin Okul Öncesi Eğitim Programı Hakkındaki Görüşleri. 9. YaPa Okul Öncesi Eğitimi ve Yaygınlaştırılması Semineri, s:66-76, Ankara.
Büyüköztürk, Ş. 2005. Sosyal Bilimler İçin Veri Analizi El Kitabı. Pegem A Yayıncılık, 5. Baskı, 201 s., Ankara.
Çaltık, İ. 2004. Milli Eğitim Bakanlığı’na Bağlı Anaokulu ve Anasınıflarında Görev Yapan Öğretmenlerin
Uygulanan Okul Öncesi Eğitim Programına ve Programın Kullanımına İlişkin Görüşlerin
İncelenmesi. Gazi Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi (yayımlanmamış), Ankara.
Demiriz, S., Karadağ, A. ve Ulutaş, İ. 2003. Okul Öncesi Eğitim Kurumlarında Eğitim Ortamı ve Donanımı. Anı
Yayıncılık, 120 s., Ankara.
Erk, T. ve Tanju, S. 1987. Nasıl Bir Yuva İstersiniz? Pembe Bağcık, (1); 26-28, İstanbul.
Farquhar, S. E. 1991. Prents as Discerning Consumers at Three Types of Early Childhood Centers. NZARE
National Conference. ED: 341503.
Genç, Ş. 1987. Okul Öncesi Eğitim Kurumlarında Eğitim Programları. Ya-Pa 5. Okul Öncesi Eğitimi ve
Yaygınlaştırılması Semineri, s:13-28, Antalya.
Gülender, S. 1993. Velilerin Okul Öncesi Kurumlarından, Kurumların Velilerden Beklentileri. 9. Ya-Pa Okul Öncesi
Yaygınlaştırılması Semineri, s:317-320, Ankara.
Henniger, M. L. 1994. Planning for Outdoor Play. Young Children. 49 (4); 10-15.
Hohman, C. A. 1992. How to Choose Family Day Care. Children Today, (21); 27-28.
Howes, C. and Olenick, M. 1986. Family and Child Care Influences on Toodlers Compliance. Child Development,
57; 202-216.
Kalemci, F. 1998. Okul Öncesi Eğitim Kurumlarının Çevre Düzenlemesi ve Çalışan Eğitimci Personelin Nitelikleri
Yönünden İncelenmesi. Aydoğdu Ofset, Ankara.
Koç, G. 1996 Anne Babaların Okul Öncesi Eğitim Kurumu Seçimini Etkileyen Etmenler. Gazi Üniveristesi, Yüksek
Lisans Tezi (yayımlanmamış), Ankara.
Köksal, A., Aral, N. ve Aktaş, Y. 2000. Ankara’da Bulunan Özel Okul Öncesi Eğitim Kurumlarında Çalışan
Yöneticiler ve Öğretmenlerin Ebeveynlerden Beklentilerinin İncelenmesi. Çocuk Gelişimi ve
Eğitimi Dergisi, 1 (2); 92-101.
Köksal, İ. 2002. Anaokulu ve Anasınıfına Devam Eden 3-6 Yaş Çocuklarının Anne-Babalarının okul öncesi Eğitim
Kurumu Seçimini Etkileyen Etmenler. Gazi Üniversitesi, Yüksek Lisan Tezi (yayımlanmamış),
Ankara.
Küşin, İ. 1991. Okul Öncesinde Aile ve Okul İşbirliği. Ya-Pa 7. Okul Öncesi Eğitimi ve Yaygınlaştırılması Semineri,
s:74-77, Eskişehir.
Metin, N., Arı, M., Güneysu, S., Dikmen, B., Atik, B., Aydın, Ç., Üstün, E. ve Uysul, N. 1993. Ana-Babaların
Anaokulundan Beklentileri. 9. Ya-Pa Okul Öncesi Eğitimi Yaygınlaştırılması Semineri, Ya-PA
Yayınları, s:96-106, Ankara.
Oktay, A. 1987. Okul, Öğretmen ve Aile Açısından Okul Öncesi Eğitimin Temel Nitelikleri, Pembe Bağcık (3); 1013.
Oktay, A., Gürkan, T., Zembat, R. ve Polat-Unutkan, Ö. 2003. Okul Öncesi Eğitim Programı Uygulama Rehberi,
Ne Yapıyorum? Neden Yapıyorum? Nasıl Yapmalıyım?. YA-Pa Yayınları, 184 s. İstanbul.
Turla, A., Şahin, F. T. ve Avcı, N. 2001. Okul Öncesi Öğretmenlerinin Fiziksel Şartlar, Program, Yöntem, Teknik,
Sınıf ve Davranış Yöntemi Sorunlarının Bazı Değişkenlere Göre İncelenmesi. Milli Eğitim
Dergisi, sayı: 151, http://yayim.meb.gov.tr/yayimlar/151/turla_sahin _ avci.
Wortham, S. C. 2002. Early Childhood Curriculum, Developmental Bases for Learning and Teaching. 3th Edition,
Upper Saddle Rivar, New Jersey Columbus, Ohio.
Yılmaz, G. 1994. Okul Öncesi Eğitim Yapıları. Yıldız Teknik Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi (yayımlanmamış),
İstanbul.
Zembat, R. 1999. Okul Öncesi Eğitimde Program. Marmara Üniversitesi Anaokulu/Anasınıfı Öğretmeni El Kitabı,
Okul Öncesi Eğitimde Temel Konular, (ed.: Rengin Zembat), Turan Ofset, 1. Basım, s. 49-71,
İstanbul.
AİLE İÇİ İLETİŞİMDE TELEVİZYONUN ROLÜ
Öğr.Gör.Zeynep Aydın Yılmaz
Çanakkale Onsekiz Mart
Üniversitesi Eğitim Fakültesi
1.1. GiRiŞ
Bireyin gelişiminde aile çok önemli rol oynar ve sosyalleşme sürecinde temel birimdir. Ailenin en önemli işlevleri
anne ve babanın ya da diğer aile üyelerinin çocuklarına sağladıkları bakım, sevgi ve eğitimdir. Çocuk geliştikçe,
anne babanın fiziksel, bilişsel ve sosyal olarak daha yeterli hale gelen çocuğuna karşı olan davranışı farklılaşır ve
bu durum giderek aile içindeki ilişkileri de değiştirir. Burada aileye düşen görev, her yaş dönemindeki çocuğuna
sevgi, ilgi göstermek, aynı zamanda kontrolü hiçbir zaman elinden bırakmamaktır. Anne babalar çocuklarının
davranışsal, duygusal, kişilik ve bilişsel gelişiminde temel birim olarak büyük önem taşır.
İletişim,tüm canlılar özellikle de insanlar arasında yüzyıllardan beri süre gelen temel bir olgudur. İnsanlar zaman
içinde daha etkili iletişim becerileri geliştirmektedirler. Bireyin gelişinde ve eğitiminde bir çok görevi ve işlevi olan
aile, iletişim bakımından da çok önemli bir kurumdur. Çünkü çocukların iyi bir gelişme gösterebilmeleri için annebaba çocuklar arasında etkili bir iletişim kurulması gerekmektedir. Etkili bir iletişim, aile üyelerinin karşılıklı olarak
bir birlerini düşüncelerini ve duygularını anlamalarını sağlar, iş birliği, yardımlaşma ve paylaşma davranışlarına yol
acar, çocukların gelişmesi için uygun bir ortam oluşmasına neden olur. İyi bir iletişimin gerçekleştiği aile
ortamında çocuklar daha özerk ve bağımsız bir kişilik geliştirirler. Düşünme, düşünce ve duygularını açıklama
özgürlüğü ve alışkanlığı kazanırlar. Buna karşılık etkili bir iletişimin oluşturulamadığı yer aldığı bir ortamda
çocukların gelişim engellenir. Çocuklar özgürce düşünemeyen , düşünce ve duygularını açıkça dile getiremeyen
bağımlı bir birey olurlar. İleride çeşitli sorunlarla karşılaşırlar. Bu nedenle aile bireyleri arasında,özellikle annebaba ile çocuklar arasında etkili bir iletişimin kurulması çok önemlidir.
İletişim, aile sisteminin işleyişinde ve iş birliği,karar verme gibi işlevler için gereklidir. Aileler ile yapılan
çalışmalarda da iyi iletişimin bulunduğu ailelerde, aile ilişkilerinden sağlanan doyumu daha fazla olduğu ortaya
çıkmıştır. İyi bir iletişim ailede kişilerin birbirlerine daha iyi tanımalarına, davranışlarda koordinasyona amaçların
belirlenmesine, kişilerin kendilerine ve diğer kişilere saygı duymalarına olanak sağlamaktadır. Aile içinde sevgi,
mutluluk, neşe, kızgınlık, üzüntü, korku vb. duyguların aktarılması ancak üyeler arası etkileşim ile olur.
Karşısındaki ile empati kurma, onu anlama veya onu anlayamama gibi aile işlevlerinin sağlıklı veya sağlıksız
olmasında çok önemli yeri olan davranışların temelinde, iletişim vardır.
Aile-içi iletişim çok önemli olduğu halde yeterince üzerinde durulmayan bir konudur.Yaygın olarak görülen iletişim
biçimi “gereksinme iletişimi” denilen durumdur.Bu iletişim durumunda, iletişimi belirleyen etmenler günlük gelişen
geresinimmelerdir.İletişim kodları da buna uygun sözcük formatlarıdır.Yemekte ne olduğu,çocukların okuldaki
durumları, günlük olayların kısa notları, telefon faturaları ya da beklenmeyen olaylar kısa konuşmalarla
aktarılırken, birlikte olunan zamanın çoğunu televizyon izlemek, televizyon program
yorumları, gündemdeki
konuların kısa değerlendirilmeleri ev içi iletişim mesajları olmaktadır.Daha derinlerde yer alan beklenenler, düş
kırıklıkları, geleceğe ilişkin duygular,insanlar arasındaki olumlu ya da olumsuz iletiler günlük iletişim içinde
kendine yer bulmamakta,bu nedenle de mesajlar örtülmekte, duygular sessizce geçiştirilmektedir. Aile-içi
iletişiminin düşük yoğunluğu, sıklığı, azlığı giderek insan arası ilişkileri de zayıflatmaktadır. Aile içinde
yabancılaşma görülmekte, etkin iletişim aile dışındaki gruplar arasına kaymaktadır. Baba iş yerindeki arkadaş
grubuyla, anne kadınlar arasındaki gruplarla, çocuklar da arkadaş gruplarıyla etkin iletişim kurmayı yeğlemekte,
duygu ve düşüncelerin paylaşımı da ev dışına taşımaktadır. Ev içinde zayıflayan iletişime karşın buna karşın ev
dışında canlanan ilişkiler, insanlar arasındaki yabancılaşmayı artırmaktadır. Bütün bunların çözümü, ev içinde
eşitlikçi, sosyal rolleri arkadaşça yumuşatan , aile disiplini kimseyi yaralanmadan kurup yürüten, anlayışlı, şevkatli,
ilkeli bir aile yapısını kurup sürdürebilmektedir. Eşler arasındaki anlayış ve davranış bütünlüğü iletişimi
güçlendirerek çocukların sosyal rollerin benimsemelerine yol acar. Böylece aile – içi iletişimde aile dışındaki
iletişimde doğru bir temele oturmuş olur.
Anne babanın ve aile içindeki diğer bireylerin çocukla olan iletişimi ve etkileşimi çocuğun aile içindeki yerini
belirler. Aile çocuğun ilk sosyal deneyimini edindiği yerdir.Çocuğa yöneltilen davranış ve ona karşı takınılan
tavır,bu ilk yaşantıların örülmesinde büyük önem taşır. Sosyal uyum üzerindeki çalışmalar, ailenin çocuk
üzerindeki ilk etkilerinin son derece önemli olduğunu kanıtlamıştır. Evlerinde yakın bir ilgiye,demokrasinin
birleştiğini gören çocuklar, en etkin, özgür ve arkadaşlarıyla ilişkilerinde en başarılı çocuklar olmaktadırlar. Buna
karşı daha sert bir denetim altında tutulan yada eğitim yöntemleri değişken olan ailelerde büyüyen çocuklar ise
karşı çıkma ve saldırganlık gibi yollarla kendilerini kabul ettirmek istemekte ve kendi iç dünyalarını açıklamakta
zorluk çekmektedirler. Dengeli, duygusal ve toplumsal etkileşimin güçlü olduğu aile ortamında, yeterli güven, sevi
ve sevecenlik içinde büyüyen çocuklar,gelişimleri için gerekli deneyimleri elde edebilirler. Hor gören cezalandıran
ya da hem sevip hem de soğuk davranan anne ve babaların çocukları bağımlı bir kişilik yapısına sahip
olmaktadırlar. Çocuğun aile üyeleri ile olan ilişkileri,diğer bireylere, nesnelere ve tüm yaşama karşı aldığı tavırlar,
benimsediği tutum ve davranışların temelini oluşturur.Aile aynı zamanda çocuğa, aile ve toplumun bir üyesi
olduğu bilincini aşılar ve uyum biçimlerinin temellerini atar. Anne-Baba-Çocuk ilişkisi, temelde anne ve babanın
tutumuna bağlıdır. Çocuklar arasında uyum bozukluğuna yol açan birçok olaya, yeterli ve uygun olmayan ilk
anne-baba-çocuk ilişkilerinin neden olduğu saptanmıştır.Anne ve babanın kendi çocukluk yıllarındaki deneyimi
şimdiki tutumlarında etkili olabilir. Çocukluk yılarında kendi anne babasıyla sağlıklı bir iletişim kuramayan, yeterli
sevgi göremeyen bir baba ya da aşırı baskı altında büyümüş bir annenin tutumları bu kötü deneyimler nedeni ile
olumsuz olabilir büyüme aşamalarında başarılı olan çocuklar, iyi aile ilişkileri içinde yetişmiş bireylerdir. Aile içinde
gerçekleşen başarılı ilişkiler, mutlu, arkadaşça, bunalımdan uzak ve yapıcı bireylerin oluşumunu sağlar. Anne ve
babanın sevgi ve ilgisinden yoksun olarak büyüyen çocuklar, büyük bir sevgi açlığı gösterirler, bu açlıkta bir takım
davranış ve uyum bozukluklarına neden olabilir. Çocukluktan erişkinliğe geçiş dönemi olan ergenlik döneminde
gencin, sorunlarını kolaylıkla çözebilmesi ve zorluğa uğramadan aşabilmesi, geçmişteki olumlu aile ilişkilerine
bağlıdır. Çocukluk döneminde sevgi ve güven duygusuyla yetiştirilen çocuk,mutlu bir ergen adayıdır. Daha o
dönemde anne ve babasıyla başarılı bir iletişim kurabilen çocuk, zorlu ergenlik döneminde de aynı arkadaşça
ilişkilerini sürdürerek, kişisel sorunlarını kolaylıkla çözebilir.
Kişinin kendiyle ve toplumuyla barışıklığı, kişisel mutluluğun yanında toplumsal barışı da getirecektir. İletişim
becerisi kazanmış bireyler çatışmalardan uzak, mutlu sağlıklı nesiller oluştururlar. Ailenin temel görevlerinden biri
de bu bireyleri topluma kazandırmak olmalıdır. Bunu sağlarken aile içi iletşim büyük önem taşımaktadır.
Ev ve aile çocukların gelişimlerinde olumlu ya da olumsuz etkileri olan en önemli ortamlardır. Çocuk doğumla
birlikte öğrenmeye başlar ve bu öğrenme süreci erken çocukluk dönemi boyunca devam eder. Çocuk bu dönemde
yaşamının büyük bir bölümünü aile ortamında geçirir. Bu nedenle çocukların eğitiminde anne babanın rolü çok
daha büyük ve önemlidir. Anne babalar çocuğun yeni şeyler öğrenmesini sağlayan, bilişsel, psiko-motor, dil,
sosyal ve duygusal özelliklerinin gelişmesi açısından çocuklarının ilk eğitimcileridirler.
Son dönemlerde dünyada ve ülkemizde meydana gelen hızlı değişim süreci teknolojik ve ekonomik şartlarla
sınırlı olmayıp sosyal ve kültürel alanları da etkilemektedir. Bu değişimden etkilenen kurumların başında da aile
kurumu gelmektedir.
Günümüzde bir aile ortamında dünyaya gözlerini açan çocuk, ebeveyniyle iletişime girmekle kalmayıp, ilk günden
itibaren bir kitle iletişim aracı olan televizyon ile de iletişime girmektedir. Çocuk- ebeveyn -televizyon ilişkisinde,
çoğu zamanlar çocuğun oyalanması için televizyonun özellikle ebeveyn tarafından açıldığı da sıkça gözlenebilen
bir durumdur. Taklit etme ya da izlediği bir davranışı yaşama geçirip geçirmeme durumu üzerinde, izlediği
programda söz konusu davranışa gösterilen tepkinin ve ait olduğu aile yapısının etkili olduğu da yine
araştırmalarda saptanmıştır. (Yeşil Tuna, 1999: 142)
Kimi çocuklar televizyon karşısında ailelerinin zorunluluklarından (anne babanın çalışması, çocuğun fiziksel bir
rahatsızlığı, anne babanın ev ile ilgili sorumlulukları vb.) dolayı fazla zaman geçirirler. Ayrıca televizyon karşısında
zaman geçiren çocuğun uslu durup aileyi uğraştırmaması, ailenin çocuğa yanlış model olması da çocukların
televizyon karşısında zaman geçirmesini artırmaktadır. Bu dönemde çocuğun çevresini model alıp konuşmayı
öğrenmesi, sosyalleşmesi gerekirken televizyon karşısında saatler geçiren çocukta konuşmada gecikmeler,
sosyal etkileşimde problemler görülebilmektedir. Bunun bir nedeni televizyon seyretmenin, pasif bir etkinlik olması
ve çok fazla dikkat gerektirmediği için çocuğun sosyalleşmesinde ve ifade edici dilinde problemlere sebep
olabilmesidir.Televizyon yalnız görsel algıya hitap eden doğası gereği, beynin sağ yarım küresindeki dille ilgili
bölgenin gelişimini engellemektedir. Aşırı uyarıcı öğelerle donatılmış programlar (çocuk programları, klipler,
reklamlar) beynin birkaç dikkat bölgesini etkileyecek şekilde ayarlanmıştır. Çocuk uzun süre televizyon seyredip
bu aşırı uyaranlara alıştığında, hafif uyaranlara dikkatini vermemekte bu nedenle böylesi programlar, onun
oyunlarda
ve
sosyal
ilişkilerinde
özgürce
beynini
kullanmasını
engellemektedir.
Televizyonun diğer bir olumsuz yanı ise verilen eğitimi bazı noktalarda olumsuz etkilemesidir. Örneğin iletişimi
artırılmaya çalışılan bireyin televizyonun karşısında saatlerce zaman geçirmesi verilen eğitimi de olumsuz
etkileyip bireyin öğrenmesini de yavaşlatacaktır.
1994 yılında TC Başbakanlık Aile Kurumu Başkanlığı tarafından “Televizyon ve Aile “ konulu bir araştırma
yapılmış. İstanbul, Afyon ve Sinop illerinde 509 ailede 1293 yetişkin 5-15 yaş arası 705 çocuk olmak üzere toplam
1998 kişi ile görüşme yöntemi ile yapılmıştır. Bu araştırma sonuçlarına göre: Araştırmanın konusu televizyonun
Türk ailesine yaptığı genel ve bütünsel etkinin ne olduğunu saptamaktır. En önemli kültürel etki araçlarından olan
televizyonun Türk aile yapısı içinde kullanım ve izlenme envanterinin (izlenme sıklığı, zamanı, ortamı, çocuk ve
ebeveynlerin izleme farklılıkları gibi) saptanması, bu çalışmanın en önemli amacını oluşturmaktadır. Bu
araştırmada hafta içi çocukların % 31’inin, hafta sonu ise % 71’inin günde dört saat ve daha fazla televizyon
izledikleri belirtilmiştir. Adı geçen çalışmada çocukların % 64’ünün ailesiyle birlikte televizyon izledikleri, çocukların
% 58’inin ise izleyecekleri programları kendilerinin seçtiği bildirilmiştir.
Günümüzde pek çok ülkede televizyonun olumlu veya olumsuz etkileri tartışılmaktadır. Ülkelerin toplumsal
yapıları ve buna bağlı olarak televizyon yayınlarının biçim ve içeriğine göre bu etkilenmeler farklılıklar
gösterebilmektedir. Bu araştırma aile içi iletişimde televizyonun rollünü belirlemeye yöneliktir.
1.2. ARAŞTIRMANIN AMACI
Çalışma,günümüzde pekçok olumsuz etkisi üzerinde durulan televizyonun aile bireylerinin ilişkisini nasıl
etkilediğini dolayısıyle toplumun en küçük birimi olan aile kurumunda iletişim sürecinin nasıl etkilediğini
belirleyip çözüm üretmeyi amaçlamaktadır.bu amaca ulaşmak çin alt problemlere cevap aranacaktır.
Alt problemler
1- Anne babanın televizyon izleme süresinin öğrenim durumuyla bir ilişkisi var mı?
2- Anne babanın televizyon izleme süresiyle çocukların televizyon izleme süreleri arsında bir ilişki var mı?
3- Ailede televizyon izleme süresi ile aile bireylerinin iletişimi arasında bir ilişki var mı?
2. YÖNTEM
Çalışma, kuramsal çerçevenin geliştirilmesi, uygulamada kullanılacak anketin hazırlanması; örneklemin
seçimi ve anketin ön uygulaması; düzeltilen anketin asıl örneklem gruba uygulanması; bulguların döküm
ve yorumlanması aşamasından oluşmaktadır.
Çalışmanın
amacını
gerçekleştirmek
için
ailenin temelini
oluşturan
annebabaların
görüşlerine
başvurulmuştur. Örneklemi, uygulamanın yapıldığı 2004-2005 öğretim yılında Çanakkale merkez ili ve
Çanakkale’ye bağlı Biga yarımadasındaki merkez ilçe ve köy arasından rastlantı örneklem yoluyla seçilen
ilköğretim okullarında öğrenim gören çocukların velileri oluşturmuştur. Anketi doldurmayı kabul eden
toplam 1990 kişiden çocuklarını 15 gün gözlemledikten sonra kendileri ve çocukları ile ilgili sorulara
cevap vermeleri istenmiştir. Ön anket çalışması için Çanakkale il merkezinden ve bir köydeki 30 kişilik bir
veliye taslak anket uygulanmıştır. Düzeltmeler yapılırken cevap şıkları ölçme uzmanlarının görüşleri ile
yeniden düzenlenmiştir.
3. BULGULAR ve YORUM
Ankete 1176 erkek, 814 kadın toplam 1990 veli katılmıştır. Katılan velilerin ortalama 30-39 yaş grubunda;
ilkokul mezunu ve ilçe merkezlerinde ikamet ettiği belirlenmiştir.
ALT PROBLEMLERE GÖRE BULGULARIN DEĞERLENDİRİLMESİ
1. Alt Problem: Anne babanın öğrenim durumuyla televizyon izleme süresi arasında bir ilişki var mı?
Yapılan istatistik çözümlemeler sonucunda ikisi arasında anlamlı bir ilişki bulunamamıştır.(r=.084). Bu ankete
katılan velilerin öğrenim durumunun televizyon izleme saatiyle ilişki zayıftır.
Velinin öğrenim durumu ile çocuğunun televizyon izleme süresi arasında ilişki olup olmadığı araştırılmış. Bu iki
unsur arasında anlamlı fakat ters bir yönde ilişki bulunmuştur
( r= -109). Bu bulgu, öğrenim durumu yüksek olan velinin çocuğunun daha az televizyon izlediğini göstermektedir.
2. Alt Problem: Anne babanın televizyon izleme süresiyle çocukların televizyon izleme süreleri arsında bir ilişki
var mı?
Bulgular doğrultusunda anne-babanın televizyon izleme süreleri arttıkça/azaldıkça çocuğunun da tv izleme
süresinin arttığı/azaldığı ortaya çıkmıştır(r=.270 ). Bu bulgu, velilerin çocuklarına televizyon izlemesi konusunda
kendilerinin örnek olduğunu göstermektedir. Televizyon izleme konusunda velinin yönlendirici bir etken olduğu da
ortaya çıkmıştır.
3. Alt Problem: Ailede televizyon izleme süresi ile aile bireylerinin iletişimi arasında bir ilişki var mı?
Bu alt problemde çocuğun televizyon izleme sıklığının aileleriyle ve çevresiyle iletişimi ne yönde etkilediği
araştırılmaktadır.Çocuğun televizyon izleme süresi ile televizyon izlerken kendisine sorulan sorulara cevap verme
sıklığı arasında anlamlı fakat ters yönde bir ilişki bulunmuştur( r=,-188). Anne-babaların televizyon izleme süreleri
ile televizyon izlerken çocuklarına cevap verme sıklığı arasındaki ilişki ters bir ilişki olarak bulunmuştur. Yani çok
televizyon izleyen annebaba çouklarıyla daha az konuşmaktadır(r= , -059). Çocuğun televizyon izleme süresi ile
söz kesmeden konuşma ve dinleme arasında anlamlı ancak düşük düzeyde bir ilişki bulunmuştur (r=,081). Bu
bulgu televizyon izleme süresi arttıkça çocuğun dinleme alışkanlığının azaldığını göstermektedir. Çocuk
karşısındakini dinlemeden konuşma içersine girmektedir.
Çocuğun televizyon izleme süresi ile aile bireyleriyle iletişim kurabilme oranı arasında anlamlı ancak ters yönde
bir ilişki bulunmuştur(r= -,066). Bu bulgu, televizyon izleme süresi arttıkça çocuğun aile bireyleriyle iletişiminin
azaldığını bir göstermektedir.
4.SONUÇ VE ÖNERİLER
SONUÇLAR
1-Araştırmaya denek olarak katılan annebabaların yaş ortalaması 30-40 arasındadır. Ankete katılanların çoğu
erkektir. Anne babalar çocuklarının televizyon izleme sürelerine müdahale edememektedir. Velinin eğitim düzeyi
arttıkça daha bilinçli bir televizyon izleyicisi olmakta ve çocuğunu da yönlendirmektedir. Bilinçli veli çocuğuna
faydalı olabilecek programları seçmekte, aynı zamanda süre sınırlaması da koymaktadır.
2-Araştırmada elde edilen verilere göre velilerin ortalama televizyon izleme süresi ile çocuğun izleme süresi
birbirine yakındır. Belki de aynı programları izlemektedir. Oysa okuldan ve işten eve gelen bireylerin birlikte vakit
geçirip eğlenebilecekleri çok daha iyi ortamlar yaratılabilir.Televizyon izleme pasif bir davranıştır. Aile bireyleri
televizyon izlerken birbirleriyle iletişim kuramamaktadırlar. Veliler televizyon izleme süresi bakımından çocuğa
yanlış örnek olmaktadır.
Aile bireylerinin televizyon izleme süresi arttıkça birbirleriyl konuşma süreleri azalmaktadır.Televizyon tek yönlü
iletişimiyle izleyiciyi savunmasız yakalamaktadır.
3- Anne-babaların görüşlerine göre televizyon çok izleyen çocukların aile içi iletişimi azalmakta, kendisine
soru sorulduğunda cevap vermemekte ve çevresinden kendini soyutlamaktadır. Söz kesmeden
konuşması, kendini ifade etme becerisi azalmaktadır. Araştırmanın bulgularına göre fazla televizyon
izlemek aile bireylerinin birbirleriyle etkileşimlerini azaltmaktadır.
Televizyon, aile kurumunun varlığının sağlıklı temeller üzerinde devamı konusunda olumsuz etkiler
yapabilmektedir. Toplumu oluşturan aile kurumunun temelini de insanlar arası ilişkiler oluşturmaktadır.
Sağlıklı ailenin ön koşulu, aileyi oluşturan bireyler arasındaki ilişkilerin sağlam temellere dayanmasıdır.
Televizyonu çok izleyen
bireylerin aileleriyle ilişkilerinin sağlamlaştırılmasına, bu ilişkilere derinlik
kazandırılmasına, aileyi oluşturan bireyler ararsındaki iletişim ve etkileşimin etkin ve kalıcı kılınmasına
yeterince vakit ayıramadıkları görülmektedir.Bütün bunların sonucunda da sağlıklı bir aile ortamı
oluşturabilmesi ve sürdürülebilmesi sağlanamamaktadır.
Bireyler, aile ilişkilerinin geliştirilmesinde ve aile ortamının sıcak bir yuvaya dönüştürülmesinde çok önemli
işlevlere yönelik olarak kullanabilecekleri serbest zamanlarını, televizyon karşısında harcamaktadırlar. Bu ise aile
içi etkileşimi zayıflatmakta ve bireyler arasındaki ilişkileri
olumsuz olarak etkilemektedir. Sonuçta da aile içi
ilişkilerin sgörünümü, “aynı çatı altında fakat birbirine yabancı bireyler” boyutuna doğru sürüklenmektedir. Bu
durum, çocukların sosyalizasyonunu ve kişilik gelişimini olumsuz yönde etkileyebilecek çok ciddi riskleri de
beraberinde taşımaktadır(Özkan,2001).
ÖNERİLER
Yapısı ve işleyişleri bakımından bazı farklılıklar göstermekle birlikte bütün toplumlarda varolan aile
kurumu güçlü olduğunda toplumu güçlü kılar.İletişimin büyük önem kazandığı günümüzde, aile bireyleri
arasında kurulan iyi iletişim sotnları sağlıkl bir biçimde çözmede etkili olacaktır. Adı yaygın olarak “kitle
iletişim aracı” olarak kullanılan televizyonun, izleyeni sessiz ve edilgen kılma özelliği yönünden
“iletişim”değil “iletmek”görevini üstlendiği bilinmektedir.Aile bireylerinin birbirleriyle iletişimi olumsuz
yönde etkileyen televizyon yayınları anne babalar tarafından kontrollü izlenmeli ve izlettirilmelidir. Anne
babaların televizyon izleme, kitap okuma gibi davranışlarda çocuklarına iyi örnek olması gerekirken
çocuğa TV izlemeyi yasaklamanın televizyona ilgi ve merakı daha da artıracağı unutulmamalıdır.
Televizyonda program seçmeyi, iyiyi seçmeyi öğretmeli bunu yaparken kendisi örnek olmalıdır.
Anne babaların çocuklarını televizyonun olumsuz etkilerinden korumak için “aktif aracılık” olarak adlandırılan bir
yola başvurmaları önerilebilir. Aktif aracılık, anababaların çocuklarıyla, televizyon hakkında konuşmalarıdır.
Programın gerçekliğini tartışmak, televizyonda izlenen davranışlar hakkında eleştirel yorumlar yapmak,
televizyonda sunulan bilgilere ek ve destekleyici bilgiler sağlamak, aktif aracılık yapmaktır. Aktif aracılık,
anababaların çocuklarıyla televizyon hakkında konuşmalarıdır (Nathanson, 1999). Programın gerçekliğini
tartışmak, televizyonda izlenen davranışlar hakkında eleştirel yorumlar yapmak, televizyonda sunulan bilgilere ek
ve destekleyici bilgiler sağlamak, aktif aracılık yapmaktır (Nathanson, 2001). Araştırmalar yetişkinlerin televizyonla
ilgili yorumlarının çocukların bir televizyon programının parçalarını anlamak için gerekli akıl yürütme biçimini
geliştirmelerine olumlu yönde etkisi olduğunu ortaya koymuşlardır. Yapılan araştırmalarda, yetişkinlerden,
izledikleri programlar hakkında ek bilgi alan ve bu programların yetişkinler tarafından yorumlandığını duyan
çocukların, içeriğe ilişkin daha çok şey hatırladıklarını ve daha çok şey öğrendiklerini göstermiştir.
Ailelerin, çocukları için uygun bulmadıkları progrm konusunda yapabilecekleri çeşitli
şeylerden biri de oldukça basit bir şekilde programı izlememek ve izlettirmemektir.
Televizyonun ne zaman, nasıl ve ne kadar izleneceğine ve televizyonda hangi içeriğin
izleneceğine ilişkin kurallar koyulmalıdır.Anne babalar televizyon karşısında kendileri ve
çocuklarını iletişimsiz bırakmamalı. Çocuklarla beraber düzeye uygun programları izlerken
soru sormalı irdelemeli, eleştirel düşünmeyi öğretmeli. Aile içi iletişim televizyon izlerken de
sürdürülmeli program seçiminde çocuk tek başına bırakılmamalı , doğru ve yararlı
programları seçme alışkanlığı geliştirilirken veliler tutarlı ve kararlı bir tutum içinde olmalıdır.
Kitap okuma alışkanlığının gelişmesi için televizyon kapatılmalıdır. Ailece kitap okuma saati
düzenlenmeli. Bu yapılırken baskıcı olunmamalı , çocuklarla ailece neşeli huzurlu verimli bir
zaman geçirmenin bir yolu olarak düzenlenmeli. Aile bireyleri beraber iyi programlar
izlemeli, iyi kötü seçimini çocuk doğru tercih yapmayı öğrenene kadar anababa yapmalı.
Televizyon izlemek konusunda yasaklamacı bir tutum yerine o zaman , daha güzel ve etkili
kullanabileceği oyun , sohbet , ailece ziyaretler vb. etkinlikler düzenlenebilir.
Televizyon kanalları geleceği geleceğimizin büyüklerini etkilemektedir. Evlerimizin en itinalı köşesinde
yaşantının içine bu kadar giren televizyon toplumu eğitmek , eğlendirmek için reyting hesaplamasını bir
kenara bırakıp iyi , düzeyli , doğru programlar hazırlamalıdır. Öncelikle televizyon kanalları, sorumlu
yayıncılık anlayışı içerisinde, medya etiği kavramını, çocukların ve gençlerin ruh sağlıklarını dikkate
alacak bir çerçevede tutmayı temel bir ilke olarak gözönüne almalı ve çocukların televizyon
izleyebilecekleri saatlerde, çocuklar için olumsuz içerik özellikleri taşıyan yayınlara yer vermemeyi, bir
sorumluluk meselesi olarak görmelidirler.
5. KAYNAKÇA
1. AKSAN, Doğan (1978),Her Yönüyle Dil C.I.s.8
2. AYBEK, Birsel (2002). “Televizyon ve Çocuk”
3. AYDIN YILMAZ, Zeynep, UZMAN Ersin,( 2005 ) Televizyonun ocukların Dil Gelişimine
Etkileri,Türk Dili Dergisi , S. 643 Temmuz, s.16-26
4. BATMAZ,Veysel; AKSOY, Asu (1995) “Türkiye’de Televizyon Ve Aile,” Basbakanlık Aile
Arastırma Kurumu Yay. Ankara, s.XIII.
5. ÖZKAN, Recep (2001. )“Aile ve Ailede kadının Konumu”, 1. Ulusal AileHizmetleri Sempozyumu, TC.
Basbakanlık Aile Arastırma Kurumu, Ankara
6. SAYIN,Önal (1999).”Aile Ortamında Televizyonun Çocuğun Toplumsallaştırılmasındaki Tek Yönlü
Belirleyiciliği“, Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi” İletişim Ortamlarında Çocuk Birey”
Sempozyum Eskişehir 13–15 Nisan
7. SEZER, Ayhan (1993). “İletişim Araçlarının Türkçe Öğretimine Etkileri”
İlköğretim Okullarında Türkçe Öğretimi ve Sorunları, TED Yayınları, Ank.
8.YEŞİLTUNA, Dilek Ç.(1999).”Kitle İletişim Sürecinde Çocuk, s.139-147. Anadolu Üniversitesi İletişim
Bilimleri Fakültesi İletişim Ortamlarında Çocuk ve Birey” Sempozyumu Eskişehir 13-15 Nisan
POSTER BİLDİRİLER
KÜRESELLEŞMENİN TÜRKİYE’DE YOKSUL AİLELERE YÖNELİK HIZMET SUNAN KURUMLARA
YANSIMALARI
Doç. Dr. Songül Sallan GÜL,
Doç. Dr. Hüseyin GÜL *
ÖZET
*
Süleyman Demirel Üniversitesi, Türkiye
Ülkemizde sosyal yardım ve hizmet alanında işlev gören çok sayıda kurum ve kuruluş olmasına karşın kamusal
yardım ve hizmetler alanında iki temel kurum öne çıkmaktadır. Bunlardan ilki, sosyal hizmet alanında köklü bir
kurum olan Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu ve diğeri de 1986 yılında kurulan Sosyal Yardımlaşma
ve Dayanışma Genel Müdürlüğüdür. Ancak 1980’lerdeki yeni liberal ekonomik politikaların, yerelleşmenin ve
küreselleşme rüzgarlarının bir gereği olarak devletin küçültülmesi ve yeniden yapılandırılmasıyla da sosyal hizmet
ve sosyal yardım alanı da yeniden dönüştürülmektedir. Yeni kamu yönetimi yasa sosyal hizmetler yerel
yönetimlere, il özel idarelerine bırakılmaktadır. Sosyal hizmet alanı ve bu alandaki meslek mensupları ise önemli
kayıplara uğramaktadır. Sosyal hizmetlerin alanı daraltılmakta, sosyal hizmet kapsamında olan pek çok sosyal
yardım ve destek zaman içinde Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Genel Müdürlüğüne (SYDGM) devredildiği
gözlemlenmektedir.
Bu çalışmada Kocaeli, Mersin, Isparta, Giresun ve Van illeri örneklerinde yapılmış bir alan araştırmasının
bulguları doğrultusunda SYDGM vakıflarında sosyal hizmetlerin önemi, çalışanlarının rolü ve SHÇEK’lerle olan
ilişkisi mesleğin ve Kurumun geleceği açısından sorgulanmaktadır.
Anahtar kelimeler: Sosyal hizmetler, sosyal yardım, SHÇEK, sosyal yardımlaşma ve dayanışmayı teşvik
vakıfları, sosyal yardımlaşma ve dayanışmayı teşvik fonu (SYDTF), SYDGM.
GİRİŞ
Sosyal Yarımlaşma ve Dayanışma Genel Müdürlüğü’nce (SYDGM) sosyal yardım “temel gereksinimleri
karşılayabilme olanaklarından yoksun olanlara yönelik bir sosyal güvenlik yöntemi ve sosyal hizmet alanı” olarak
tanımlanmaktadır (SYDGM, 2006). Sosyal hizmetler muhtaç ve ihtiyaç içinde olanların ve yoksulların
gereksinimleri üzerine yoğunlaşmaktadır. Sosyal hizmetlerin en önemli amaçlarından biri de kişileri devlet
yardımlarına bağımlılıktan kurtarıp, kendi kendilerine yeterli bir hale getirmektir. İhtiyaç içinde olan kişilere verilen
sosyal destek, devletçe yerine getirilen kamusal bir yardım olarak değerlendirilmektedir. Ülkemizde sosyal yardım
alanında Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu (SHÇEK), Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik
Fonu (SYDTF), Milli Eğitim Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü, Kızılay
Derneği, belediyeler ve çok amaçlı toplum merkezleri gibi pek çok kamu kurum ve kuruluşu ile sivil toplum
örgütleri faaliyet göstermektedir.
Ülkemizde sosyal yardım ve hizmet alanında pek çok kurum, kuruluş ve program olmasına karşın geniş kitlelere
en yaygın ulaşan iki temel kurum vardır. Bunlardan biri ülke genelinde 81 il müdürlüğüyle hizmet veren bir kamu
kuruluşu olan Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu’dur (SHÇEK). Kurum, 2005 yılı itibarıyla 95 çocuk
yuvasında 9,935 kimsesiz çocuğa (0-12 yaşları) hizmet vermektedir. Ayrıca, 110 yetiştirme yurdunda 10,517
genci koruma altına alarak hizmet vermektedir. Ayrıca, kuruma bağlı 44 çocuk ve gençlik merkezinde sokakta
yaşayan ya da sokakta çalışmaya zorlanmış çocuklara danışmanlık eğitim ve rehabilitasyon hizmetleri
verilmektedir (SHÇEK, 2006). Kurum bu hizmetleri devletçe bakılma ilkesi çerçevesinde sunmaktadır.
SYDGM de 1986’dan beri hizmet vermektedir. Müdürlük günümüzde tüm ülke genelinde 81 ilde 850 ilçede 931
vakıf aracılığıyla milyonlara (2004’de 7.2 milyon kişi) sosyal yardım ve sosyal hizmet dağıtmaktadır1. Ancak,
ülkemizde sosyal güvenlik alanında yaşanan dönüşümler, bu iki kurumun işleyiş mekanizmalarını değiştirirken,
sosyal yardım ve hizmet alanında çalışan grupları, özellikle sosyal hizmet uzmanlarını da yakından etkilemektedir.
1
Bakınız; BDK, 2004.
2001 Şubat ekonomik krizinin izlerinin silinmesin yönelik geliştirilen program ve politikalar, sosyal hizmet ve
yoksulluk yönetimi ve sunumu süreçlerini daha da karmaşıklaştırmış ve çok aktörlü hale getirmiştir.
Bu çalışmada ilk olarak sosyal hizmetler ve yardım alanında hizmet veren iki kuruluş olan SHÇEK ve SYDGM
arasındaki ilişkiler ve bağlantılar ile sosyal yardımları dağıtan SYDT Fon vakıflarının ve sosyal güvenlik
kurumlarındaki dönüşümün sosyal hizmet alanına ve sosyal hizmet uzmanlarının konumlarına etkisi
çözümlenmektedir. Daha sonra da, vakıfların işleyiş sistemleri tanıtılıp SHÇEK’in yeri ve sosyal hizmet
uzmanlarının önemi tartışılmaktadır. Çalışmada kullanılan veriler Kocaeli, Mersin, Isparta, Giresun ve Van
illerinde 2004 ve 2006 yılları arasında yapılan anket temelli bir tarama çalışmasından elde edilmiştir.
1.
Küreselleşmenin Sosyal Güvenlik Reformuna Etkileri: Sosyal Yardım ve Hizmetlerdeki Değişimler
1980’lerden bu yana yeni liberal ekonomik politikaların, yerelleşmenin ve küreselleşme dalgasının bir gereği
olarak devletin küçültülmesi ve yeniden yapılandırılmasıyla da sosyal hizmet ve sosyal yardım alanı yeniden
dönüştürülmektedir. Sosyal devletin yeniden yapılandırılmasının bir parçasını oluşturan yeni kamu yönetimi
reformu yasalarında, sosyal yardım ve hizmetler alanının yerelleştirilmesi ve sivil topluma devri ve
piyasalaştırılması konusunda düzenlemeler bulunmaktadır. Bu süreçte ise sosyal hizmetler alanı ve bu alandaki
meslek mensupları önemli kayıplara uğramaktadır. Sosyal devlet için fazlaca mali yük oluşturması ve
kurumsallaşmış yapısı gibi nedenlerle sosyal hizmetlerin alanının daraltıldığı, sosyal hizmet kapsamında olan pek
çok sosyal yardım ve desteğin, zaman içinde sosyal yardımlaşma ve dayanışmayı teşvik vakıflarına devredildiği
gözlemlenmektedir.
Bunun sonucunda da sosyal hizmetler bir dereceye kadar geçici olarak sunulan acil
yardımlara indirgenmiş gözükmektedir.
Yeni sosyal güvenlik reformunda sosyal korumanın ve sosyal hizmetlerin sunumunda getirilen en önemli
değişiklik, kamusal sorumluluk ve refah hakları temelli sosyal devlet anlayışından, kişisel sorumluluk, piyasa ve
sivil toplum temelli bir anlayışa geçiş yönündeki değişimdir. Sosyal güvenliğe ve sosyal hizmetlere en fazla
gereksinim duyan düşük ya da sabit gelirli kesimlerle hizmet sunumu sivil topluma ve yerel yönetimlere
bırakılmaktadır. Sosyal yardım ve hizmetlerin zorunluluk ve kriz halleri dışında verilmesi öngörülmemekte, sadece
piyasa düzeni içinde tatminkar bir gelir elde etme olanağı olmayan yoksullara yönelik olarak, oldukça
sınırlandırılmış, acil durumlarla sınırlı ve geçici yardım niteliği kabul görmektedir. Yine yardım ve hizmetlerin
yapılış biçimin doğrudan nakit para ya da piyasadan hizmet satın alımına dönüştürülerek ticarileştirilmesi ve
piyasalaştırılması sağlanmaya çalışılmaktadır. Dolayısıyla bu hizmetlerin serbest piyasa sistemi içinde
sağlanmasının amacı, devletin bu alanlardaki hizmet sunumundan vazgeçmesi, yani sosyal hizmet alanından
çekilmesidir (Sallan Gül ve Gül, 2005).
Benzer biçimde sosyal yardımlar ve primsiz ödemeler kanunu tasarısı taslağında 2828 sayılı Sosyal Hizmetler ve
Çocuk Esirgeme Kurumu kanununun 9 uncu maddesine (m) bendi eklenmiştir. m bendine, “sosyal yardımlar ve
primsiz ödemeler kanunu gereği aylık bağlananlardan yaşamak için gerekli hareketleri kendi kendine yapmaktan
aciz olanların kuruma ait kuruluşlarda bakımı için gelir ve aylıkların % 30’u kurum tarafından tahsil edilir” ifadesi
eklenmiştir. Böylece sosyal hizmet alanı yoksul ve muhtaç bile olsa, müşteri olma potansiyeli olanlar için uygun
görülmektedir. Son ekonomik krizlerle birlikte sosyal yardım alanların ınartması SYDGM vakıflarını öne çıkarmış,
sosyal hizmetler özellikle yoksullara yönelik sosyal yardımlar kapsamında değerlendirilmeye başlanmıştır.
Bu çalışmada SYDGM’de kurumsal sosyal hizmetlerin yeri ve sosyal hizmet uzmanlarının yeri tartışılmakta ve
2004-2006 yıllarında yapılan bir dizi araştırmanın Kocaeli, Mersin, Isparta, Giresun ve Van vakıf incelemeleri
değerlendirilmektedir. SYDGM vakıflarında sosyal hizmetlerin önemi, çalışanlarının rolü ve SHÇEK’lerle olan
ilişkisi mesleğin ve Kurumun geleceği açısından sorgulanmaktadır.
2.
Sosyal Yardım Alanında SHÇEK’in ve Sosyal Hizmet Uzmanlarının Yeri ve Önemi
Sosyal yardımlar alanında ve SYDGM bünyesinde sosyal hizmetlerin ve sosyal hizmetçilerin dahil edilmesi üç
aşamalı olmuştur. İlk aşama olarak, SYDGM ilk kurulduğunda, personelinin bir kısmının SHÇEK’den karşılanması
planlanmıştı. İkinci aşama, 2000 yılında karar mekanizmalarına sosyal hizmet uzmanlarının girmesidir. Üçüncüsü
de, 2001 yılından sonra Sosyal Riski Azaltma Projesi (SRAP) kapsamında kurumsal gelişim ve sosyal hizmet
projelerinin geliştirilmesidir.
SYDTF 1986 yılında kurulurken temel amaçlardan birisi kamu bürokrasinde büyümeye yol açmamak olmuştur.
Hem bunu sağlamak hem de sosyal hizmet ve yardım sunan kuruluşlar arasındaki işbirliğini sağlamak için icracı
kuruluşlar olan vakıflarda personelin SHÇEK’den uzman personellerden karşılanması amaçlanmıştır. Ancak
ilerleyen yıllarda SHÇEK’in kendi personelinin de yetersiz olması, vakıfları diğer kamu kurumlarından geçici
personel sağlamaya ve Valilik ya da Kaymakamlıkların onayı ile sözleşmeli personel çalıştırmaya yöneltmiştir. Bu
tür istihdam uygulamalarının bir sonucu olarak, zamanla vakıflar çok farklı sayılarda ve farklı ücret ve çalışma
koşullarında olan personele sahip olmuştur. İstihdam edilen personelin uzmanlık alanları, eğitim ve deneyim
düzeyleri önemli farklılıklar sergilemiştir.
Sosyal yardım alanında temel sorunlardan biri, sosyal yardım ve hizmete başvurudan ihtiyacın tatminine kadar
geçen sürede sosyal yardıma başvuranların ya da yararlanıcıların gördükleri muameleye ilişkin dile getirdikleri
şikayetlerdir. Yararlanıcıların ya da başvuru sahiplerinin temel iki talebi insan onuruna uygun olarak insanca
davranılmak ve kaliteli hizmet almaktır. Ancak, değişik sebeplerle (vakıfların çalışan saylarının yetersiz olması, iş
yüklerinin aşırılığı, iş süreçlerinin, yoksulluğun ve yoksulun açık tanımlarının olmaması vb.) vakıflarda başvuru ve
değerlendirme süreçlerinin çok da sağlıklı ve kaliteli bir biçimde işlemediği görülmektedir. Dolayısıyla, vakıf
personeli ile başvuru sahipleri ya da yararlanıcılar arasından bu nedenlerden kaynaklanan karşılıklı güven sorunu
yaşandığı gözlenmektedir.
Tablo 1. Vakıf Çalışanlarının Kadro, Nitelik, Cinsiyet Durumları
İl
Vakıfta
Toplam
Çalışan
Sayısı
Kadrol
u
Çalışan
Sayısı
Sözle
ş.
Çalışa
n
Sayısı
Geçici
Görev
li
Çalışa
n
Sayısı
Kadın
Çalışa
n
Sayısı
Üniversit
Sosyal Hizmet
e
Mezunu Uzmanı
Çalışan
Sayısı
Sayısı
Kocaeli (merkez)
14
yok
14
2
5
5
yok
Mersin (merkez)
11
yok
10
1
6
7
yok
Isparta
(merkez+ilçeler)
31
yok
16
15
9
4
yok
Van (merkez)
18
1
(Nakil)
16
1
2
2
1
Giresun
(merkez)
10
1
(Nakil)
7
2
6
2
1
Örneklem
Toplamı
84
2
(Nakil)
63
21
28
20
2
% 2.4
% 75
% 25
% 33
% 24
% 2.4
Örneklem
% 100
Toplamının %’si
Olarak
Araştırmanın yapıldığı illerde vakıfların iş yükü ile karşılaştığında personel sayılarının ve kapasitelerinin sınırlı
kaldığı gözlemlenmiştir. Vakıf personelinin büyük çoğunluğu sözleşmeli çalışmaktadır. Personelin sadece dörtte
biri üniversite mezunudur ve üniversite dereceleri ilahiyattan ve ziraat mühendisliğinden turizme kadar
değişmektedir. Yukarıda verilen Tablo 1’de de görüldüğü gibi, üniversite mezunları arasında da sadece iki tanesi
sosyal hizmet uzmanı derecesine sahiptir. Yani sosyal yardım ve sosyal hizmet sunan bir kamu kuruluşunda
sosyal hizmet uzmanı sayısı neredeyse yok denecek kadar azdır. Ayrıca, değişik alanlardan (sosyoloji, psikoloji,
iktisat, işletme, kamu yönetimi, vb.) diploma sahibi sosyal bilimci sayısı da oldukça sınırlıydı. Oysa yoksullukla ve
yoksulların sorunlarıyla başa çıkabilmek ve yoksulların gereksinimlerini karşılayabilmek özel hizmet bilgisi
gerektirmektedir.
Yine benzer olarak Fonun yönetsel yapısı içinde sosyal hizmet uzmanlarının dahil edilmesi, yani Kurul üyeleri
arasına SHÇEK Genel Müdürünün girmesi 2000 yılında olabilmiştir. 2001 ekonomi krizinde Uluslararası İmar ve
Kalkınma Bankası ile Türkiye Cumhuriyeti arasında imzalanan Sosyal Riski Azaltma Projesi’nin uygulanma
sorumluluğu Fon’a devredilmesiyle sosyal hizmet projelerinin geliştirilmesi kabul edilmiştir. Sosyal hizmet amaçlı
toplum merkezlerinin yaygınlaştırılması da hedeflenmiş ve 2004 yılında Proje Koordinasyon Birimine ulaşan
projelerin 294’ü de sosyal hizmet alt projesi olmuştur (SRAP, 2004).
Sonuç olarak, (sosyal güvenlik alanına ek olarak) kurumsal sosyal hizmetler alanında da sosyal devletin
sorumluluğu zayıflamış ve sivil topluma ve yerel yönetimlere devredilmiştir. Sosyal devletin kurumsal yapısının
zayıflatılmasına ve küçültülmesine paralel olarak, piyasa temelli çözümler, ticari hizmet sunumu, kişisel
sorumluluk ve kendi kendine yeterlilik sosyal hizmetler alanında öne çıkmakta ve sosyal hizmetler alanı daha çok
ihtiyaç içindekileri ve yoksulları hedefleyen sosyal yardım alanına sıkıştırılmaktadır. Kısacası, sosyal devlet ve
sosyal haklar anlayışından kişisel sorumluluk ve kendi kendine yeterliliğe dayalı çalışma temelli refah anlayışına
bir dönüşüm yaşandığı iddia edilebilir.
AİLE MAHKEMELERİNİN İŞLEYİŞİNDE UZMANLARIN ROLÜ
Ömer MAVİ
*
Aslı ÇERİ**
Güngör Toprak ÇABUK***
GİRİŞ
Birey ve toplum açısından biyolojik, psikolojik ve sosyolojik işlevleri olan aile kurumu, üyelerine ve devlete bazı
haklar ve görevler yüklemektedir. Aile birliğinin devamında devlet kendi üzerine düşen görevleri T.C.
Anayasasının 41.maddesi, Türk Medeni Kanunu, Aile Mahkemelerinin Kuruluş, Görev ve Yargılama Usullerine
Dair Kanun, Ailenin Korunmasına Dair Kanun, Çocuk Koruma Kanunu, Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları
Sözleşmesi gibi bazı kanun, sözleşme ve düzenlemelerle yerine getirmektedir.
Ülkemizde hızı giderek artan kültürel ve ekonomik değişimle paralel şekilde “Aile” kavramının barındırdığı
değerlerin de yıpranmasıyla bu konudaki sorunların arttığı ve çözümlerinin uzmanlık ister bir hale geldiği
gözlemlenmiştir. Hukuk sistemimizde görülen bu ihtiyaçla 2003 yılında 4787 sayılı Aile Mahkemelerinin Kuruluş,
Görev ve Yargılama Usullerine Dair Kanun yürürlüğe girmiştir.
Antalya’da Adalet Bakanlığına bağlı üç adet aile mahkemesi 2003 yılından itibaren kurulmuş, hizmet vermeye
başlamıştır.2005 yılının başlarından itibaren üç pedagog, iki psikolog ve bir sosyal hizmet uzmanı görev yapmaya
başlamış, başka kurumlardan sosyal hizmet uzmanları da uygulamalara kendi alanında uzman olarak destek
vermektedir.
Aile Mahkemelerinin görev alanına giren konulardan bazıları; boşanma, velayet, evlat edinme, evlenmeye izin,
nafaka davalarıdır. Aile mahkemelerinin dinamiği gereği, başvuran bireylerin ya da karşı tarafların; (isteyerek ya
da istemeyerek) yaşamlarında önemli değişiklikler olacağından; çoğu zaman bireylerin yaşadıkları önemli
sorunların giderilmesine yönelik bir girişimle bu değişim gerçekleşeceğinden diğer mahkemelerden farklı olarak
uzman desteğine ihtiyaç duyulmaktadır.
Bu süreçte uzman desteği iki ayrı noktada önem kazanmaktadır. Birincisi bireylerle yapılan ayrıntılı görüşmeler
sonrasında tarafların içinde bulundukları psikolojik, sosyal ve ekonomik durumların belirlenerek yargıya
iletilmesiyle mahkemenin sağlıklı sonuçlanmasına katkıda bulunmak, ikincisi bireyler arasındaki iletişim
tıkanıklığının boşanma sürecindeki ailelerin çocuklarıyla iletişimlerini sağlama ve sürdürülmesine yardımcı olmak
şeklindedir.
AMAÇ
Türkiye’de henüz çok yeni olan Aile Mahkemeleri ve bu mahkemelerde görev yapan uzmanların ailenin
bütünlüğünü koruma ya da bireylerin yaşanan bu travmadan en az düzeyde etkilenmelerini sağlamaya yönelik;
bilginin üretilmesi ve uygulayıcılarla paylaşılması düşüncesiyle ekip çalışması anlayışı içerinde değişik çalışmalar
yapılmaktadır. Bu alanda örnek uygulamalar yapılmakta, bilginin toplanıp kullanılması için formlar geliştirilmekte,
vaka tartışmaları düzenlenmekte, meslek elemanlarının mesleki yaklaşımlarının ne olması gerektiği yönünde
çalışmalar yapılmaktadır. Antalya 2. Aile Mahkemesinde yürütülen bu anlamda uygulamaların ve geliştirilen yeni
*
Pedagog
Psikolog
***
Sosyal Hizmet Uzmanı
**
modellerin konuyla ilgili bilimsel çalışmaları yürütenler ve bu alana ilgi duyan diğer meslek elemanlarıyla
paylaşılmasının anlamlı olduğu düşünülmektedir.
YÖNTEM
Uygulamalar bireylerle yüz yüze, derinlemesine yapılan görüşmelerle kurum kayıtları kullanılarak yürütülmüştür.
Ayrıca bazı sonuçlara ulaşabilmek için birçok test kullanılmıştır.
Kullanılan testler: Beier cümle tamamlama testi, kime göre ben neyim? Denver gelişim envanteri, kişilik ve tutum
envanterleri, patoloji belirlemeye yönelik envanter gibi bireyi tanımaya yönelik teknikler kullanılmakta ve bazen
çocuklara resim çizdirilmektedir.
KAPSAM
Antalya’da 2005 yılında Aile Mahkemelerine boşanma, velayet, evlat edinme, evlenmeye izin, nafaka... gibi
konularda ortalama 3000 dava açılmış, önceki yıllardan devam eden davalarla birlikte yaklaşık 5000 dava devam
etmekte ve her bir mahkemeye yıllık 1000–1500 dava düşmektedir. Antalya 2. Aile Mahkemesinde 2005 yılında
1000 davadan yaklaşık 500’üne uzmanlar görüş bildirmişlerdir.
AİLE MAHKEMELERİNDE İŞLEYİŞ VE UZMANIN ROLÜ
Aile mahkemelerindeki işleyiş: Aile Mahkemesi Hâkimi; Sosyal Hizmet Uzmanı, Psikolog, Pedagog ve
gerektiğinde ilgili diğer uzmanları araştırma, inceleme, sorun tespiti ve değerlendirme yapmak, kendisine bilgi
vermek, çözüm önerileri getirmek ve tarafları uzlaştırmak amacıyla görevlendirmektedir. 2.Aile mahkemesi olarak
uygulamalarda özellikle çocukların ve zayıfların haklarının gözetilmesi amacıyla da kadınların korunmasına önem
verilmektedir.
Uzmanlar; ihtiyaç dâhilinde mesleklerine göre bireysel olarak görüş bildirmekle beraber, genellikle ve ideal olarak
her üç meslek elemanın (sosyal hizmet uzmanı, psikolog, pedagog) yer aldığı ekip çalışması anlayışını
benimsemişlerdir. Ekip çalışmasında; sosyal hizmet uzmanı, psikolog, pedagog hâkim tarafından incelenmesi ve
görüş bildirilmesi istenen davada aile bireyleri (eşler, çocuklar), tarafların; akrabaları, komşuları, iş arkadaşları,
çocukların öğretmenleri ve gerekli gördükleri diğer kişilerle; mahkemede, tarafların evlerinde, işyerlerinde,
çocukların okullarında ve gerekli gördükleri diğer yerlerde, tarafların dosyaya sundukları bilgiler ve iddialar
doğrultusunda amaca yönelik olarak planlanmış görüşmelerle gerekli incelemeleri yapmakta ve her meslek
elemanı topladıkları bilgiler doğrultusunda mesleğinin bakış açısından durumu değerlendirmekte, bir sonuca
vararak ortak bir rapor halinde hâkime sunmaktadırlar.
Bu süreçte uzman gerekli gördüğü durumlarda, taraflar arasındaki sorunlarda danışmanlık yapmakta, taraflara
sosyal, psikolojik ve pedagojik destek vermekte, çözüm önerisi getirip uzlaştırmakta ve çözüm üretecek diğer
kurumlara yönlendirmektedir. Üç uzmanın beraber çalışmasının şartlar itibariyle mümkün olmadığı durumlarda bir
uzman mümkün olduğunca diğer uzmanların mesleki bakış açısından da bakmaya çalışarak çalışmayı
yürütmektedir.
Boşanmaların her geçen gün arttığı Antalya’da mesleki yaklaşım sürecinde, aile sorunlarının belirlenmesi ve
çözümünde yaşanan güçlüklerin başında; aileye bir görüşmeden fazla zaman ayrılamaması, gönüllülüğün en
önemli ilke olduğu görüşmelerde tarafların ya isteksiz davranmaları ya da ifade vereceklerini düşünmeleri, davayı
kaybetmemek için kişilerin kendilerini haklı çıkarmak adına doğru ifadelerden kaçınmaları, “mahkeme” ve “uzman”
kavramıyla ilgili kalıplaşmış olumsuz önyargılarının bulunması gelmektedir.
Aileye müdahale aşamasında; çocukların ve tarafların bundan sonraki yaşamlarında gerekli olacak psikolojik,
sosyal ve pedagojik önlemlerin alınması için mahkemeye ve taraflara önerilerde bulunulmakta, uzun zaman
isteyen müdahalelerde ise taraflar özellikle Sosyal Hizmetler Kurumu bünyesindeki Aile Danışma Merkezi’ne, Milli
Eğitim Bakanlığı bünyesindeki Rehberlik Araştırma Merkezi’ne ve hastanelerin psikiyatri servislerine
yönlendirilmektedir.
GÖRÜŞMELER SIRASINDA MESLEKİ YAKLAŞIMLAR
Görüşme ve incelemeler genellikle her üç meslek elemanının katımıyla gerçekleştirilmektedir. Buna göre her bir
meslek elemanının konuya yaklaşımı genel olarak aşağıda belirtilmiştir.
Psikolog yaklaşımı: Psikoloji disiplininde kullanılan teknik ve yöntemlerle tarafların ve çocukların geçmiş ve
hâlihazırdaki yaşantılarını, kişilik yapılarını, inanç ve değerler sistemlerini, sosyal ilişki kurma biçimlerini, gelecek
planlarını ve kaygılarını, belirgin herhangi bir psiko-patolojilerinin bulunup bulunmadığını, patolojinin var olduğu
durumlarda bunun aile içi ilişkilere etkisini, varsa geçmişteki ve hâlihazırdaki tedavi sürecini, tarafların evliliklerine
bakış açılarını, evlilik birliğini devam ettirebilecek psikolojide olup olmadıklarını, boşanmanın taraflar ve çocuklar
üzerindeki psikolojik etkilerini belirlemekte, olumsuz etkilerin oluşma olasılığı veya varlığında gerekli aile içi
düzenleme ve telkinleri yaparak önlem alarak sağaltım yapmakta, süreç sonrası gelişebilecek durumlar hakkında
taraflara bilgi vermekte, müşterek çocuğun velayeti söz konusu olduğunda, tarafların kişilik özellikleri ve psikolojik
sağlıkları açısından çocuğun gelişimini daha iyi destekleyecek konumdaki ebeveyni tespit etmekte, gereken
müdahalelerin yapılması veya daha ayrıntılı bir inceleme ve rehabilite süreci için gereken yönlendirmeleri
yapmaktadır.
Pedagog yaklaşımı: Bireyi tanıma tekniklerini kullanarak çocuğun; gelişim durumunu(kişilik, bilişsel, duygusal,
bedensel ve motor gelişim alanları), sosyal ilişkilerini, genel ve özel yeteneklerini, güdülerini, bilgi ve beceri
düzeyini, tutum ve değerlerini, tercih ve beklentilerini ve gerekli gördüğü başka konuları araştırarak çocuğu her
yönüyle tanımaya çalışmalı; çocuğun aile sorunlarından ne düzeyde etkilendiğini ve boşanmanın çocuğun
yararına olup olmadığını belirlemeli; çocuğun bakımıyla ve eğitimiyle ilgilenebilecek, gelişimini olumlu yönde
destekleyebilecek yetenekli, bilinçli ve bilgili ebeveyni belirlemeli; boşanma sürecinde ve sonrasında ebeveynler
arasındaki sorunlardan çocuğun olumsuz etkilenmesini engellemeye, boşanma sonrası ebeveyn-çocuk ve
ebeveynler arası ilişkileri düzenlemeye ve çocuğun eğitimi, gelişimi ve bakımı ile ilgili yararına olacak konulara
yönelik olarak danışmanlık yapmalı ve aile sorunlarını tespit etmelidir.
Sosyal hizmet yaklaşımı: Genel anlamıyla, sürece dâhil olan bireylerin özgeçmişi ve aile bilgileri, içinde
bulundukları sosyal, kültürel, psikolojik ve ekonomik özelliklerinin belirlenmesi, bireylerin içinde bulundukları
sorunun nedenleri, etkileri ve sonuçlarının bütünden özele doğru analiz edilmesi olup özelde ise tarafların sosyal
ilişkilerini dikkate alarak, sorunların bireyler üzerindeki etkisini gidermeye ya da azaltmaya yönelik önlemler
almak, bu konuda bireyleri bilgilendirmek toplum kaynaklarını kullanmaları yönünde desteklemek ve yol
göstermektir. Ayrıca velayet durumunda, çocukların sorunlardan en az etkilenmeleri, onların gelecekte hangi
tarafın yanında kalmaları durumunda daha sağlıklı yaşam sürdürebilecekleri konusunda öneri geliştirmek; konuyla
ilgili olarak ebeveynlerin geliştirmeleri gereken tutum ve davranışları konusunda destek vermektir.
YÜRÜTÜLEN ÇALIŞMALAR SONRASINDA BELİRLENEN SORUNLAR
Aile mahkemelerinde, boşanma ve velayetin değiştirilmesine yönelik davalar uzman yaklaşımı açısından iş
yükünün önemli bir dilimini oluşturmaktadır. Ayrıca ailelerin sorunlarını (a)mahkeme öncesi, (b)mahkeme süreci
ve (c)sonrası olmak üzere üç ayrı aşamada değerlendirmek yerinde olacaktır. Bu aşamada aile mahkemesinde
görevli uzmanların çalışmaları daha çok mahkeme sürecinde aktif ve fonksiyonel olmaktadır.
Sürdürülen çalışmalar sonrasında görüşmeler ve gözleme dayalı olarak;
Boşanmayla ilgili ailelerin büyük çoğunluğunda;
·
Tarafların birbirlerini önemli ölçüde yıprattıkları, iletişim yollarını tıkadıkları,
·
Taraflar arasında kişilik farklılığına bağlı uyumsuzluklarının olduğu,
·
Birbirlerine karşı sözel ve fiziksel şiddet uyguladıkları,
·
Eşler arasında sadakatsizliklerin olduğu,
·
Eşler arasında cinsel sorunlar ve uyumsuzlukların olduğu,
·
Eşler arasında sağlık sorunlarından kaynaklanan uyumsuzlukların olduğu,
·
Engelli ya da üvey çocukların varlığından kaynaklanan sorunların olduğu,
·
Bir tarafın diğer taraf üzerinde baskıları olduğu,
·
Zamanla değişen yaşam şartlarıyla değişen beklentilerin olduğu,
·
Ortak yaşamın yeterince paylaşılamadığı,
·
Tarafların sosyal ilişkilerinin ve psikolojik durumlarının bozulduğu, profesyonel destek olacak duruma
geldikleri, ya da aldıkları,
·
Ekonomik krizlerin aile üzerinde etkili olduğu,
·
Sosyal ve kültürel farklılıkların etkili olduğu,
·
Ebeveynlerin aileler üzerinde etkili olduğu,
·
Tarafların ailelerine aşırı bağımlılığı sonucu kendi aile birlikteliklerini kuramadıkları,
·
Tarafların çocuk yetiştirme konusundaki uyuşmazlıkları,
·
Bir tarafın diğer tarafı yok sayarak, yaşamını yeniden şekillendirdiği,
Boşanma sürecinde çocukların içinde bulunduğu durumun dikkate alınması
durumunda:
·
Çocukların yaşına ve cinsiyetine uygun yaklaşılmadığı,
·
Çoğu zaman çocukların taraflar arasında karşılıklı olarak kullanıldığı,
·
İhmal ve İstismar edildiği,
·
Eğitimlerinin, bakımlarının ve gelişimlerinin aksadığı ve etkilendiği,
·
Çocukların bir ebeveyn tarafından diğer ebeveynden fiilen ve manen uzaklaştırıldığı belirlenmiştir.
Velayetin değiştirilmesiyle ilgili olarak;
·
Boşanma süreci sonrasında eşlerin oluşturdukları yeni yaşam koşulları içerisinde değişen durumlar nedeniyle
çocukların önceki velayetlerinin değiştirilmesi istenmekte olup, bu durumda çocukların yaşadıkları sorunlar ön
plana çıkmaktadır.
Uzman yaklaşımında; ailenin bütünlüğünü korumaya yönelik bütün unsurlar dikkate alınarak değerlendirilmekte,
güçlendirilmesine destek olunmakta ancak, uzlaşmanın sağlanamaması durumunda tarafların olumsuzluklardan
en az şekilde etkileneceği tutum ve yaklaşım geliştirilmektedir. Görüşme sürecinde çocukların en az düzeyde
etkilenmeleri için aileler bilgilendirilmekte, desteklenmekte duruma göre müdahale edilmektedir. Zorunlu
olmadıkça çocuklarla yapılan görüşmeler çocukların doğal ortamlarında yapılmaktadır.
YÜRÜTÜLEN ÇALIŞMALAR SONRASINDA ORTAYA ÇIKAN İHTİYAÇLAR
Aile danışmanlığı ve aile terapisine yönelik hizmet birimlerinin sayısının arttırılarak meslek elemanlarının
çeşitlendirilmesi, böylece aile içi sorunların çözümsüzlük noktasına gelmeden desteklenmesinin sağlanması,
dolayısıyla boşanmaların azalması ya da boşanma kaçınılmaz ise olumsuz etkilerinin azaltılması, diğer yandan
ailenin bütünlüğünü korumaya yönelik hizmetlerin çeşitlendirilerek yaygınlaştırılması; aile ile bağlantı halindeki
kurum personelinin (öğretmen, polis, vb.) bilinçlendirilmesine ve bilgilendirilmesine yönelik çalışmaların yapılması,
pek çok geçimsizliğin boşanma aşamasına gelmesinin engellenmesi amacıyla aileyle ilgili polis kayıtlarına geçen
olaylarda polislerin uzman görüşleri doğrultusunda çalışması, kamuoyunun aileye müdahale alanında çalışan
kurumlardan haberdar edilmesi ve ailelerin bu tür kurumlara başvurmasını sağlamak amacıyla bilinçlendirilmeleri,
korunmaya muhtaç çocukların ve kadınların birincil ihtiyaçlarına cevap verebilecek kurumların yaygınlaştırılması
ve şartlarının iyi hale getirilmesi, aile ve sorunlarıyla ilgilenen kurumların kendi aralarındaki iletişimlerinin
güçlendirilmesidir.
Antalya 2. Aile Mahkemesi
**Akdeniz Üniversitesi Sosyal Hizmetler Eğitim Araştırma ve Uygulama Merkezi
TÜRKİYE’DE SIĞINMACILARA VE MÜLTECİLERE YÖNELİK SOSYAL HİZMETLER
Bir Proje Örneği: Mültecilere ve Sığınmacılara Yönelik Psiko-Sosyal Destek Projesi
Önder BETER*
ÖZET
Türkiye, sığınma ve göç alanında yeni bir yapılanmaya gitmektedir. Hiç şüphesiz, yapılacak yeni hukuki
düzenlemelerin sığınmacılara yönelik sosyal hizmetler için bir dayanak niteliğinde olacağı ve gelecekteki
uygulamalara zemin hazırlayacağı beklenmektedir. Yapılan çalışma, sığınmacılara yönelik koruyucu ve önleyici
sosyal hizmetlerin nasıl olması gerektiğine odaklanmakta bu konuda öneriler sunmaktadır. Bunun yanında,
çalışma, İstanbul ve Ankara’da üç yıldır yürütülen “Mültecilere Psiko-sosyal Destek Projesini” örnek bir çalışma
olarak ele almaktadır. Çalışmada sunulan öneriler söz konusu projede yürütülen çalışmalar neticesinde
geliştirilmiştir.
Anahtar sözcükler: Sığınma, sığınmacı, sosyal hizmetler
GIRIŞ
Türkiye’de mülteci ve sığınmacılara yönelik sosyal hizmetlere değinmeden önce, mülteci ve sığınmacı
terimlerinin** açıklanması yararlı olacaktır. Mültecilerin hukuki durumunu belirten Birleşmiş Milletler Sözleşmesi
(Cenevre Sözleşmesi) ve 1967 Ek Protokolüne göre mülteci (refugee), “kaynak ülkesi dışında bulunan, ırkı, dini,
milliyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi görüşü nedeniyle zulüm görmekten haklı nedenlerle
korku duyan ve ülkesinin korumasından yararlanamayan ya da yararlanmak istemeyen veya zulüm korkusu
nedeniyle geri dönmek istemeyen kişidir” (BMMYK, 1998: 68).
Sığınmacı (asylum seeker) ise “kendi ülkesi dışında bulunan, ırkı, dini, milliyeti, belli bir toplumsal gruba
mensubiyeti veya siyasi görüşü nedeniyle zulüm görmekten haklı nedenlerle korku duyan ve ülkesinin
korumasından yararlanamayan ya da yararlanmak istemeyen veya zulüm korkusu nedeniyle geri dönmek
istemeyen kişidir” (BMMYK, 1998: 68). Tanımlar eşanlamlı gibi görünse de, sığınmacı, mülteci olabilmek için
gerekli ölçütleri taşıyan; ancak kendisine resmi otoriteler tarafından henüz mültecilik statüsü tanınmayan kişiyi,
mülteci ise bu statüyü alan kişiyi tanımlamaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti, Cenevre Sözleşmesini coğrafi çekince ile kabul etmiştir. Bir başka ifade ile Türkiye, Avrupa
dışından gelen sığınmacılara mültecilik statüsü tanımayacağını belirtmiştir. Böylelikle, 1960 yılında Türkiye’de
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) kurulmuş ve 1960’tan ve günümüze kadar Avrupa
dışından gelen sığınmacıların mültecilik istemleri BMMYK tarafından değerlendirilerek üçüncü ülkeye yerleştirme
işlemleri gerçekleştirilmiştir (Kirişçi, 2001:71). Türkiye, Avrupa dışından gelen sığınmacıların sığınma
başvurularını kabul etmekte ve BMMYK’daki süreçleri sonlandırılıncaya kadar bu kişilerin ülkemizde yasal olarak
kalmalarına olanak tanımaktadır.
Avrupa Birliğine (AB) giriş süreci içindeki Türkiye, çeşitli alanlarda iç hukukunu AB mevzuatına uyumlaştırma
çabası içindedir. Bu alanlardan birisi de sığınma ve göç alanıdır. Bu doğrultuda, Türkiye, 2005 yılında sığınma ve
göç alanında ulusal eylem planını ortaya koymuştur. Bu plan, Türkiye’nin sığınma ve göç sistemine ilişkin yasal
çerçeveyi, idari yapıyı tamamlayacak geliştirme projelerini ve fiziksel altyapıyı içermektedir (UNHCR, 2005: 2).
Planda gereken koşulların oluşması halinde coğrafi çekincenin kaldırılacağı da ifade edilmektedir. Bunun yanında
Türkiye’nin AB mevzuatına uygun olarak çıkması beklenen bir sığınma ve göç yasası üzerinde çalıştığı da
*
İnsan Kaynağını Geliştirme Vakfı’nın BMMYK’nın desteği ile Ankara’da yürüttüğü Mültecilere Yönelik Psikososyal Destek Projesinde görevli sosyal çalışmacı ve Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyal
Hizmet Anabilim Dalı doktora öğrencisi
**
Bu çalışmada kullanılan “sığınmacı” terimi mülteci terimini de içerecek tarzda ele alınmıştır.
bilinmektedir. Bütün bu gelişmeler, sığınmacıların yaşadıkları sorunlarla baş edebilmeleri ve kendi sorunlarını
çözebilecek işlevselliği yeniden kazanabilmeleri için gerekli sosyal hizmetlere altyapı oluşturacak düzenlemelerdir.
Olması gereken sosyal hizmetlere değinmeden önce, hedef grubuna yönelik var olan sosyal hizmetlere değinmek
yararlı olacaktır.
1. Türkiye’de Sığınmacılara İlişkin Var Olan Sosyal Hizmetler
Sığınmacılar oldukça hassas bir grubu oluşturmaktadır. Bu grup, gerek kaynak ülkelerinde gerekse de sığındıkları
ülkelerde çok çeşitli sorunlarla karşılaşmakta ve bu sorunlardan yoğun bir biçimde etkilenmektedirler.
Sığınmacıların genel olarak yaşadığı sorunlar şunlardır: Yaşanan kayıplara ilişkin sorunlar (aile bireylerinin
yitirilmesi, ev, iş, sahip olunan malların yitirilmesi, vb.), dil zorlukları, sağlık sorunları, ırksal saldırılar, statülerine
ilişkin belirsizlik, sığınılan ülkedeki yeni yaşama uyum sorunları, barınmaya dayalı sorunlar, sorunlarıyla ilgilenen
profesyonel meslek elemanlarının olmayışı, eğitim sorunları, temel bakım hizmetlerine ve sosyal hizmetlere
ulaşma ve bu hizmetlerden yararlanamama (Davies ve Webb, 2000: 542). Yukarıda sayılan bu sorunlardan da
anlaşılacağı gibi, sığınmacılar sosyal hizmetlere gereksinim duyan hassas gruplar olarak değerlendirilmelidir.
Sosyal hizmetler, 24.05.1983 tarihli ve 2828 sayılı Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu (SHÇEK)
Kanununda aşağıdaki gibi tanımlanmıştır:
“Kişi ve ailelerin kendi bünye ve çevre şartlarından doğan veya kontrolleri dışında oluşan maddi,
manevi ve sosyal yoksunluklarının giderilmesine ve ihtiyaçlarının karşılanmasına, sosyal
sorunlarının önlenmesi ve çözümlenmesine yardımcı olunmasını ve hayat standartlarının
iyileştirilmesini ve yükseltilmesini amaçlayan sistemli ve programlı hizmetler bütünüdür”
Tanımdan da anlaşılacağı gibi, sosyal hizmetler, sistemli, programlı, belli bir dizgesi ve düzeni olan hizmetlerdir.
Oysa, Türkiye’de sığınmacılara yönelik sosyal hizmetlerin genellikle örgütlü, sistemli ve bütüncül bir yapıda
olmadığı gözlenmektedir. Bu hizmetlerin, birbirinden kopuk ve yetersiz olması sığınmacıların gereksinimlerinin
tam olarak karşılanamamasına ve sorunlarının etkili ve verimli bir biçimde çözülememesine neden olmaktadır.
Türkiye’de sığınmacılara yönelik var olan sosyal hizmetler genellikle, BMMYK, İnsan Kaynağını Geliştirme Vakfı
(İKGV), Uluslar arası Katolik Muhacerat Komisyonu (ICMC), Sığınmacılar ve Göçmenlerle Dayanışma Derneği
(SGDD) ve Mazlum-Der gibi bazı sivil toplum örgütleri (STÖ), belediyeler, kilise, vakıf gibi bazı dini kuruluşlar,
valilikler ve kaymakamlıklar bünyesinde görev yapan Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıfları eliyle
sağlanmaktadır.
Türkiye’de tüm ihtiyaç gruplarına yönelik sosyal hizmetlerin sağlanmasında en büyük kurumlardan birisi Sosyal
Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumudur (SHÇEK). Günümüzde SHÇEK, sığınmacı çocuklar alanında bazı
çalışmalarda bulunmakla birlikte, tam olarak sığınmacılık olgusu içerisinde yerini almamıştır. SHÇEK genellikle
refakatsiz gelen çocuklara koruma ve bakım hizmeti sunmaktadır. Emniyet Müdürlüğü ve BMMYK tarafından 18
yaş altı olduğu kabul edilen refakatsiz çocuklar, haklarında nihai bir karar verilinceye kadar SHÇEK’ e bağlı
kurumlarda kalabilmektedirler.
Sonuç olarak, sığınmacılara yönelik var olan hizmetlerin genellikle birkaç el tarafından yürütüldüğü ve bu
hizmetlerin çoğunlukla sorun çözücü, iyileştirici ve rehabilite edici olduğu gözlenmekte, koruyucu ve önleyici
çalışmalara nadiren rastlanmaktadır. Türkiye’nin AB’ye giriş sürecinde sığınma ve göç alanına ilişkin yeni
düzenlemelerde bulunması, hedef grubuna ilişkin koruyucu ve önleyici çalışmalara bir altyapı oluşturacaktır. Bu
süreçte alana ilişkin STÖ’ lerin ve uygulayıcıların da önerilerinin alınması yararlı olacaktır.
2.1. Sığınmacılara İlişkin Koruyucu ve Önleyici Sosyal Hizmetlerin Geliştirilmesine İlişkin Öneriler*
Sığınmacılara ilişkin koruyucu ve önleyici sosyal hizmetlerin geliştirilmesi ve uygulanması için sunulan öneriler
aşağıda ilkeler biçiminde sunulmuştur:
2.1. Bütüncül ve Sistemci Bir Bakış Açısı
Türkiye’de sığınmacılara ilişkin sosyal hizmetlerin yeniden yapılanması aşamasında, hedef grubunun ve Türkiye
toplumunun gereksinimlerinin mikrodan makroya kadar detaylı bir biçimde hesaplanması ve sistemci bir bakış
açısıyla ele alınması yararlı olacaktır. Bütüncül ve sistemci bakış açısı bireyi sosyal çevresi içinde ele almaktadır.
Birey, aile, sosyal çevre ve toplum gibi sistemler birbiriyle bağlantılıdır ve birbirinden bağımsız olarak
düşünülemez. Bu sistemlerin toplumsal yapı içindeki etkileşimleri, iletişimleri, devinimleri ve işlevleri, sığınma ve
göç olgusuyla bağlantılı olarak yapısal bir biçimde analiz edilmelidir.
2.2. Haklar Perspektifi
Sığınma olgusu çok boyutlu ve çok yönlü konular arasındadır. Çok boyutludur, çünkü bu olgunun toplumsal
boyutunun yanında kültürel, askeri, siyasal ve ekonomik boyutları da bulunmaktadır. Bunun yanında, sığınma ve
göç olgusu uluslar arası bir meseleye de işaret etmektedir ve genellikle uluslar arası güvenlik boyutu ile ele
alınmaktadır. Bu olgunun uluslar arası güvenlik kadar, insani yönü de bulunmaktadır. Hiç şüphesiz Türkiye’de
yapılacak yeni düzenlemelerde ulusal ve uluslar arası güvenlik konuları dikkate alınacaktır. Bununla birlikte,
sığınma olgusunun insani boyutunun da aynı derecede önem görmesi gerekir. Sığınmacılara yönelik yapılacak
yeni düzenlemeler insan hak ve özgürlüklerini temel almak durumundadır. Gelişmiş batı ülkeleri örneklerine de
bakılarak Türkiye toplumu özgünlüğünde, sığınmacıların yaşam doyumunun ve mutluluğunun dikkate alındığı
yeni düzenlemelerin yapılması önemlidir.
2.3. Disiplinlerarası Yaklaşım
Daha önce de belirtildiği gibi sığınma olgusu karmaşık ve çok boyutlu bir olguya işaret etmektedir. Bunun
yanında, sığınmacıların gereksinimleri ve yaşadıkları sorunlar çok çeşitlidir. Bu gereksinim ve sorunlar farklı
disiplinlerden
uygulamalara
gereksinim
doğurmaktadır.
Sorunların
çözümünde
ve
gereksinimlerin
karşılanmasında, uluslar arası ilişkiler, hukuk, sosyal hizmet, psikoloji, siyaset bilimi, gibi disiplinlerin birlikte yer
alması gerekmektedir. Sığınma alanında çıkarılacak yeni yasanın ve ilgili diğer mevzuatın disiplinler arası mesleki
ve bilimsel müdahalelere olanak tanıyacak tarzda hazırlanması ve bu türden uygulamalara altyapı oluşturması
gerekmektedir.
2.4. Çok Sektörlü Bakış
Hizmet grubunun ihtiyaçlarının karşılanması, sorunlarının çözülmesinde ve gruba yönelik sosyal hizmetlerin
yeniden yapılanması aşamasında kamu kurum ve kuruluşlarının yanı sıra STÖ’ lerin de işin içine dahil edilmesi
gerekmektedir. Dünyada iltica ve göç alanında hükümetler kadar sivil toplum örgütleri de rol almaktadır. Sivil
toplumun, sığınma ve göç alanında etkin roller üstlenmesi demokratik katılım ve toplum örgütlenmesi açısından
son derece önemlidir.
2.5. İletişim Ağının Kurulması
*
Bu öneriler, Ankara’da bulunan ve üç yıldır sığınmacılara psiko-sosyal destek sunan bir projede
sığınmacılarla birebir yapılan mesleki uygulamaların ve yapılan akademik çalışmaların bir sonucu
olarak ortaya çıkmıştır.
Sığınma ve göç alanında yapılacak düzenlemelerin hayata geçirilmesi, sığınmacıların gereksinimlerinin
karşılanması için gerek kamu kurum ve kuruluşları, gerekse sivil toplum örgütleri arasında bir iletişim ağının
oluşturulması gerekmektedir. Toplumda var olan kaynakların birbirinden kopuk oluşu, sığınmacıların bu
hizmetlerden haberdar olamamalarına ve böylece yararlanamamalarına sebep olmaktadır. Bu nedenle sığınma
ve göç alanında çalışan tüm kurum, dernek, vakıf, vb. örgütlerin arasında çoklu bir iletişim ağının oluşturulması,
hizmetlerin sistemli, bütüncül, etkili ve verimli olarak sunulması için son derce önemlidir.
2.6. İşbirliğine ve Eleştiriye Açık Olma
Sığınma ve göç alanında yapılacak yeni düzenlemelerde işlevsel olan kurumların birbirleriyle işbirliğinde
bulunmaya açık olmaları gerekmektedir. Türkiye’de kurumlar arasında işbirliğine kapalı olma ve çalışma alanına
ilişkin tekelci uygulamaların son bulması gerekmektedir.
2.7. Uluslararası İşbirliğine ve Ortaklığa Geçme
Bilindiği gibi, sığınma ve göç konuları uluslararası boyutu olan olgulardır. Türkiye’de de konuya yönelik
politikaların yapılmasında ve sosyal hizmetlerin tasarlanmasında uluslar arası işbirliğine geçme ve ortaklığa açık
olma büyük bir önem arz etmektedir.
2.8. Etkilik ve Verimlilik
Etkililik ve verimlilik sunulan hizmetlerin niteliği ve niceliği açısından oldukça önemlidir. Sığınma ve göç olgusuna
ilişkin yapılacak düzenlemelerde etkililiğin ve verimliliğin göz önüne alınması gerekmektedir. Bu sayede, sunulan
sosyal hizmetlerin hedef grubuna ne kadar ulaştığı, bu hizmetlerin ne kadar işlevsel olduğu, hizmetlerden
yararlananların gerekli doyumu sağlayıp sağlamadıkları gibi konular belirgin hale gelecektir.
2.9. Hizmetlerin Sürdürülebilirliği
Genellikle Türkiye’de sığınma ve göç alanında yapılan çalışmaların projeler bazında yürütüldüğü ve projelerin
sürelerinin sonlanmasıyla birlikte, sunulan hizmetlerin de sonlandırıldığı görülmektedir. Bu hizmetlerin örgütlü bir
yapıya kavuştuğuna nadiren rastlanmaktadır. Hizmetlerin sürekliliğinin sağlanması, daha bütüncül, sistematik ve
örgütlü çalışmaların yapılmasına olanak tanıyacaktır.
2.10. Bilimsel ve Akademik Çalışmalara Önem Verme
Sığınma alanı ile ilgili olarak ülkemizde yeterince bilimsel ve akademik çalışmanın olmadığı görülmektedir. Bu
durum, sığınmacıların içinde bulunduğu durumun ve yaşadığı sorunların tespitini, bu sorunlarla baş etme
yollarının ortaya çıkarılmasını güçleştirmektedir. Sığınmacılara ilişkin yapılandırılacak sosyal hizmetlerin bilimsel
ve akademik çalışmaların önemine değinmesi ve bu çalışmaları bir zorunluluk olarak görmesi gerekmektedir. Bu
sayede, sunulacak hizmetlerin niteliğini arttırmasıyla birlikte, daha etkili ve verimli uygulamaların yapılmasına
zemin hazırlanacaktır.
2.11. İzleme Süreci
İzleme aşaması, bütüncül ve sistemci bir bakış açısıyla yaklaşıldığında, sunulması planlanan bir hizmetin fikrinin
oluşması aşamasından itibaren başlamış bulunmaktadır. Bir çalışmanın yapılması (ya da hizmetin sunulması)
belli aşamalardan geçmektedir. İzleme süreci çalışma fikrinin oluşmasından değerlendirme aşamasının sonuna
kadar olan tüm süreçleri kapsamalıdır.
2.12. Değerlendirme
Değerlendirme aşamasına, sunulan hizmetlerden yararlanan hedef grubunun görüş ve önerilerinin de katılması,
hem haklar perspektifini gözeten, hem de etkili ve verimli olan bir değerlendirmenin yapılmasına katkı sunacaktır.
Halihazırda, rastlanan değerlendirmelerde de sığınmacı ve göçmenlerin görüşlerinin alınmadığı gözlenmektedir.
3. SIĞINMACI VE MÜLTECİLERE YÖNELİK PSİKO-SOSYAL DESTEK PROJESİ
İnsan Kaynağını Geliştirme Vakfı (İKGV*), mülteci ve sığınmacılara yönelik çalışmalarını uzun yıllardır
sürdürmektedir. 1989 yılında Bulgaristan'dan göçenler için uyum programı; Türkiye’deki sığınmacılara yönelik
üreme sağlığı ve temel haklar seminerleri; Eylül 2001- Şubat 2003 arasında yürütülen mültecilere yönelik hukuk
danışmanlığı; 2002 yılında İstanbul’da başlatılan ve desteği Hollanda Büyükelçiliği MATRA/KAP Programı
tarafından sağlanan psiko-sosyal destek çalışmaları bu çalışmalara örnektir. İstanbul’daki çalışmalar, 2003 yılı
Ağustos ayından itibaren BMMYK’nın desteği ile sürdürülmüş; bu çalışmaların başarısı üzerine benzer çalışma
2003 Kasım ayında Ankara’da başlatılmıştır.
Sığınmacı ve Mültecilere Yönelik Psiko-sosyal Destek Projesi halen İstanbul ve Ankara’da, BMMYK’nın desteği ile
İKGV tarafından yürütülmektedir. Proje, Türkiye’ye gelen sığınmacıların gerek kendi ülkelerinde karşılaştıkları
gerekse Türkiye’de karşılaştıkları durumlardan dolayı yaşadıkları psiko-sosyal sorunlarla baş etmelerini sağlamayı
amaçlamaktadır. Sığınmacıların, Türkiye’deki süreçlerine ilişkin sosyal danışmanlık hizmeti sunma, gerektiğinde
hukuki danışmanlık, vb. alanlar için yönlendirme yapma, sığınma sorunsalıyla ilgili kamuoyunda bilinç yükseltici
faaliyetler düzenleme, sığınmacılarla doğrudan ya da dolaylı olarak ilişki içerisinde bulunan STÖ ve ilgili kamu
kurum ve kuruluşları arasında bir işbirliği yaratacak ağ çalışması yapma da, projenin hedefleri arasında
bulunmaktadır.
3.1. Projenin Hedef Grubu
Proje, genel olarak Türkiye’ye giriş yapan ve ülkemizde yaşayan (ikametli veya ikametsiz olarak) bütün sığınmacı
ve mültecileri kapsamaktadır. Hedef grubu arasında; kadın ve çocuklar, yetişkinler, engelliler, yaşlılar gibi bütün
nüfus grubundan sığınmacı ve mülteciler bulunmaktadır. Bütün bu hedef gruplarına karşı hiçbir ayırım
yapılmaksızın (ırk, din, dil, cinsiyet, ikametli olma veya olmama, BMMYK’daki dosya durumu vb.) hizmet
verilmektedir.
3.2. Proje Kapsamında Görev Yapan Uzmanlar
Proje kapsamında İstanbul’da bir psikoterapist ve Arapça, Fransızca, Habeş ve Farsça tercümanlar; Ankara’da
tam zamanlı bir sosyal çalışmacı, yarı zamanlı iki psikolog (biri çocuk diğeri yetişkin psikologu), bir Farsça
tercüman görev yapmaktadır. Bunun yanında İstanbul ve Ankara’da projeye destek veren birer psikiyatrist
bulunmaktadır. Ayrıca, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmetler Yüksekokulundan iki öğretim görevlisi de projenin
Ankara ayağında iki yıl boyunca danışmanlık yapmışlardır. Disiplinlerarası çalışmanın gereğine inanılan projede
sığınmacılara ilişkin çalışmalarda ekip çalışması ve karşılıklı dayanışma en önemli unsurlar arasında yer
almaktadır.
3.3. Proje Kapsamında Sunulan Hizmetler
1
*
Sığınma süreçleri ve karşılaşılan sorunların çözümüne ilişkin disiplinler arası bir çalışma ile danışmanlık
1988 yılında kurulmuş olan İKGV, Türkiye’nin önde gelen kar amacı gütmeyen özerk bir sivil toplum örgütüdür.
İKGV, insan kaynağını geliştirmenin yanı sıra, üreme sağlığı ve aile planlaması bilincini yükseltmeyi amaçlamakta
ve bu alanda faaliyetlerde bulunmaktadır. Ayrıca, Vakıf, BMMYK’nın da uygulama partneridir. IKGV, Cinsel Yolla
Bulaşan Hastalıklar, HIV/AIDS Eğitimi, eğitim ve iletişim, toplum temelli üreme sağlığı hizmetleri, hizmet
sağlayıcılara ilişkin teknik eğitim materyallerinin geliştirilmesi, çocuk haklarının korunması ve kadının statüsünün
yükseltilmesi, mültecilere yönelik destek ve insan ticareti gibi çok çeşitli alanlarda çalışma yapmaktadır.
hizmeti sunma,
2
Ülkelerinde ya da sığındıkları ülke(ler)de yaşadıkları Post-travmatik Stres Bozukluklarının (kaygı, korku,
depresyon, uykusuzluk, kabuslar görme, vb.) ve bekleme süresinde karşılaşılan diğer psiko-sosyal
sorunların tedavisine yönelik hizmet sunma,
3
Gerektiğinde projeye gönüllü olarak destek sunan avukatların ve Ankara Barosu Mülteci Komisyonunun
yardımıyla ücretsiz olarak hukuki danışmanlık hizmeti sağlama,
4
Toplumsal kaynakların harekete geçirilmesi yoluyla, kısmi sosyal yardımda bulunma,
5
Sığınmacı çocukların eğitim almalarına ilişkin yönlendirici, motive edici ve destekleyici çalışmalarda bulunma
6
Hizmet grubuna yönelik daha aktif ve sistemli hizmetlerin sunulması için, sığınmacılarla çalışan STÖ’ler ve
diğer kuruluşlar arasında bir “ağ” oluşmasını sağlamak. Bu ağın sağlanması amacıyla kurum ziyaretlerinde
bulunmak.
7
Sığınmacıların evlerine ziyaretler düzenlenerek ‘psiko-sosyal inceleme ve değerlendirme raporu’ yazmak ve
bu raporları karar mekanizmalarına sunmak.
Yukarda sayılan tüm bu hizmetler kapsamında, 2004 ve 2005 yıllarında proje kapsamında İstanbul’da 91
sığınmacı ile 596 görüşme yapılarak psikolojik destek; Ankara’da toplam 603 sığınmacı ile 1070 mesleki görüşme
yapılarak psiko-sosyal destek sağlanmıştır. Projeden yararlanan sığınmacıların İstanbul’da %53’ünü kadınlar;
Ankara’da % 70’ini kadın ve çocuklar oluşturmuştur; çocukların oranı yaklaşık olarak % 24’tür. Ankara’da
görüşmelerin sonucunda toplumsal kaynakların da kullanımıyla yaklaşık 200’den fazla sığınmacıya çeşitli sosyal
yardımlar (gıda, giyim, kırtasiye malzemeleri, oyuncak, vb.) sağlanmıştır. Projeden hizmet alan sığınmacılar İran,
Irak, Afganistan, Somali, Sudan, Etiyopya, Kongo Cumhuriyeti, Çin, Nijerya, Eritre, Filistin gibi çok değişik
ülkelerden gelmektedir.
Proje 2006 yılında da faaliyetlerine devam
etmektedir.
Projenin gelecekte
yaygınlaştırılması ve büyütülmesi planlanmaktadır.
SOSYAL YAPILANDIRMACILIK ve SOSYAL HİZMET: NE ÇEŞİT BİR İLİŞKİ?
Fatih ŞAHİN§
ÖZET
§
Doçent Doktor, Başkent Universitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Sosyal Hizmetler Bölümü,
Sosyal yapılandırmacı yaklaşım neyin gerçek olduğuna ilişkin bilgi de dahil olmak üzere tüm bilgilerin sosyal
olarak yapılandırıldığını savunmaktadır. Bu makalede, sosyal yapılandırmacılık ile sosyal hizmet arasındaki ilişki,
Türkiye sosyal hizmet bağlamı örneğinde değerlendirilmektedir.
Anahtar Kelimeler: Sosyal yapılandırmacılık, sosyal hizmet.
GİRİŞ
Sosyal hizmet mesleğinin temel amacı, insanın iyilik haline geliştirmek, tüm insanların ve özellikle baskılanmış,
yoksul ve kolay incinebilir insanların ihtiyaçlarının karşılanması ve güçlendirilmelerini sağlamak olarak ifade
edilmektedir (NASW, 1996:1). Sosyal hizmetin çoğu tanımı, mesleğin değişme ajanı fonksiyonuna işaret
etmektedir. Değişmeyi sağlamak ise her şeyden önce müracaatçı sisteminin anlaşılmasını gerektirmektedir.
Varolan gelişme aşamasında, durumu anlamak için kullanılacak temel araç, şüphesiz, bilimsel bilgidir. Sosyal
hizmet meslek ve disiplini, müracaatçı sistemlerinin sorun ve ihtiyaçlarını kavrayıp kendi değer ve felsefesine
uygun çözümler getirme peşindedir ve bu çabasında teori, model ve yaklaşımları kullanmaktadır. Bununla
beraber, müracaatçı sistemlerinin içinde bulundukları problem ya da ihtiyaç durumlarını tanımlamaya yardım eden
bilgi ve teorik yaklaşımlar, mesleki uygulama sürecinde kullanılacak araçları, müdahale noktalarını ve hatta
müdahalenin özünü değiştirir. Böylelikle, problemin tanımı ve müdahale sürecinde bu kadar farklılık yaratabilen
teorik seçimler, sosyal hizmette son derece önemli hale gelmektedir.
Böylesi bir noktada, müracaatçı sistemlerine ilişkin gerçeği anlamak son derece önemli hale gelmektedir. Sosyal
bilimlerde gerçeğin ne olduğuna ilişkin soruya verilen cevabın iki kutubu vardır. Birinci cevap, dünya hakkındaki
gerçeğin dışarılarda bir yerde ve bireyden bağımsız olduğunu belirtmektedir. İkinci cevap ise, dünya hakkındaki
gerçeğin bireyden bağımsız olmadığını, bireyin algılama, düşünce ve inançlarına bağlı olduğunu savunmaktadır.
Modern sosyal ve davranış bilimlerinde birinci cevap klasik ampirizm, ikinci cevap ise sosyal yapılandırmacılık
(social constructionism) olarak adlandırılır. Gerçeğin, bireyin algılama, düşünce ve inançlarına bağlı olduğunu
savunan sosyal yapılandırmacı yaklaşımı anlamak, bireyselleştirme, katılım, bireyin ve toplumun bulunduğu
yerden başlama, self-determinasyon, insan hakları ve sosyal adalete son derece önem veren sosyal hizmeti
derinden etkileyecektir. Çünkü, sosyal yapılandırmacı yaklaşım, tıpkı sosyal hizmet gibi, insan ve topluma ilişkin
gerçeği anlama ve değiştirme çabasında başarılı olabilmek için değişme sürecine konu olanların görüşlerinin ön
plana çıkarılmasına büyük önem atfetmektedir.
Bu nedenle, bu makalede, sosyal yapılandırmacı düşünce ve sosyal hizmet eğitim ve uygulamasına getirdiği
bakış açısı Türkiye sosyal hizmet literatüründe kullanılan kavramlaştırmalar da göz önüne alarak incelenecektir.
SOSYAL YAPILANDIRMACILIĞIN TEMELLERİ
Sosyal yapılandırmacı düşünce Berger ve Luckman’ın (1971) çalışmalarına dayalıdır. Bu yaklaşım, genel olarak
kabul edilen sayıltıların baskın sosyal grupların çıkarlarını genişletmek açısından önemli rol oynadığını kabul
etmektedir. Daha da ötesinde, dünyayı anlama biçimimiz, gruplar arası etkileşim ve müzakerenin tarihsel
sürecinin ürünüdür. Bu anlamda, gerçeklik tarih, kültür ve bağlamdan bağımsız olmayıp sosyal olarak
yapılandırılmıştır (Houston, 2001).
Gerçeğin Yapılandırılması isimli eserlerinde Berger ve Luckmann (1966) neyin gerçek olduğuna ilişkin
düşüncelerimizde dahil olmak üzere tüm bilgilerin sosyal olarak yapılandırıldığını bildirmektedir. Çünkü insanlar
oluşmuş normları ve önceden belirlenmiş kalıpları olan toplum ve kültürlere dahil olurlar. Gerçeğin tanımı sosyal
olarak bir nesilden diğerine taşınır. Yine bu tanımlar sosyalizasyon süreci ile öğrenilir ve içselleştirilir. Sonuçta bu
bilgi bizim dünya görüşümüz, ideolojimiz haline gelir ve bu görüşlerimizi nadiren sorgularız (Berger & Luckmann,
1966; Robbins, Chatterjee & Canda, 1998).
Dil dünyayı yansıtmaz, dünyayı üretir (Witkin, 1999, s. 5). Dilin temel fonksiyonu, sosyal yaşamı koordine etmek
ve düzenlemektir (Gergen, 1994). Marcuse’un belirttiği gibi, insanlar, kendi dillerini kullanırken aynı zamanda,
efendilerinin dillerini kullanırlar (Ingram, 1990). Bu yaklaşıma göre, gerçekliği ona ilişkin yorumlarımızdan
bağımsız olarak anlayamayız.
Sosyal yapılandırmacılık bakış açısından bilgi, gözlemcinin çevresi ile etkileşiminden doğar. Bunun anlamı ise,
açıkça, bilimsel araştırmacının tarafsız bir noktada kalarak dünyaya ilişkin bilimsel gözlemler yapamayacağıdır.
Sosyal yapılandırmacılara göre, gözlemcinin değer, çıkar ve ilgileri her zaman işin içindedir ve gözlem yapmanın
bizatihi kendisi gözleneni değiştirir. Bilgi keşfedilmez, yaratılır ve önemli olan bağlamdır. Bu perspektiften
bakıldığında, bilgi ve algıyı etkileyen nörolojik ve biyolojik faktörler kadar bilgi ve algıyı biçimleyen sosyal, kültürel,
tarihsel, ekonomik ve politik koşullarda önemlidir (Dean, Rhodes, 1998, s. 256). Bir başka deyişle, politik ve
sosyal güçler, sosyal hayatta kullanılan kavramsallaştırmaları ve kategorileri etkilemektedir. Bu kategoriler ise,
onlara hayat veren politik ve sosyal kurumları desteklemektedir. Bu bakış açısı ile dil, anlamı ortaya çıkarmaktan
ziyade anlamı belirlemekte merkezi bir role sahiptir ( Dean, Rhodes, 1998, s. 256). Sosyal yapılandırmacılar,
problemi oluşturan sosyo-kültürel süreçler, müracaatçının ilişkileri çerçevesinde problemin anlamı ve
müracaatçının yaşam hikayesi üzerinde odaklanmaktadır (Cowger, 1998).
Bu makalede, sosyal hizmetin değer sistemi ve misyonu ile yakından ilişkili olan sosyal yapılandırmacık
çerçevesinden Türkiye’deki sosyal hizmet ele alınmaktadır.
SOSYAL POLİTAKALARDA TEMEL ÇÖZÜM ÜNİTESİ OLARAK AİLE
Sadık GÜNEŞ*
1.Genel çerçeve
Ailenin bir çözüm odağı olarak ele alınması fikri sosyal politikaların uygulama zemini bulması ile mümkün
olmuştur. Gelişmiş ülkelerde sosyal refahın toplumun tüm kesimlerine yaygınlaştırılması politikada hangi yaklaşım
benimsenmiş olursa olsun vazgeçilmez bir gerçek olarak öne çıkmaktadır. Nitekim modern toplumların temel
karakteristiği olan liberal (serbest piyasa) ekonomiler de sosyal politikalar önemle ele alınmakta, bireyin her türlü
isteği ve ihtiyacı devletler tarafından dikkate alınmaktadır. Yoksulluğu ne ölçüde aşmış olursa olsun her toplumda
çeşitli risk faktörleri vardır ve bunları çözümlemede kamu idaresi önemli yükümlülükler taşımaktadır. Devletin
“sosyal” niteliği, toplumsal risklerin azaltılması ve risk altındaki bireylerin desteklenmesini gerektirmektedir. Sosyal
devlet, ülke imkanlarından yararlanma konusunda dezavantajlı gruplara (özürlü, hasta, yaşlı, çocuk, kadın, vb.)
yaşama ve kendilerini geliştirme şansı tanır.
Ailelerin davranış modelleri biçimlendirdikleri, tesis ettikleri, işlevlerini yerine getirdikleri toplumsal değer ve
*
Aile ve Sosyal Araştırma Uzmanı Başbakanlık Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü
beklentileri ve bir dereceye kadar da bireysel tercihleri yansıtmaktadır. Ailelerin işlev ve rolleriyle ilgili toplumsal
değerler her ülkeye göre değişiklikler arzetmektedir. Bunun yanı sıra aile üyelerinin bireysel haklarıyla ilgili bazı
hukuki normlar uluslararası belgelerle deklare edilmiş ve birçok ülke bunları kabul etmiştir.
Aile, rolünü ve işlevlerini toplumdaki birçok değişiklik karşısında bunlara uyarlamakla birlikte üyelerinin, özellikle
bebek ve çocukların büyümesi ve gelişmesi için ve diğer bağımlıların, yaşlılar ve güçsüzlerin bakımı için esas olan
maddi, manevi ve mali desteği sağlamak için doğal çerçevesini hep korumuştur.
Aile, kültürel değerlerin sürdürülmesi ve korunmasında önemli bir etken olarak kalmaktadır. Daha geniş anlamda,
aile üyelerini eğitebilir, yetiştirebilir, motive edebilir ve destekleyebilir ki genelde bu böyle olmaktadır. Bu yolla da
aile, üyelerinin ilerideki gelişiminde ve hareketlerinde, kalkınma açısından çok önemli bir potansiyel olarak öne
çıkmaktadır.
Kısmen ekonomik modernizasyon ve kalkınmadan kaynaklanan ve yoğunlaşan baskıların bir sonucu olarak
doğan sosyal yapıdaki değişiklikler bir çok toplumda aile kavramının yapısını değiştirmiştir.
İletişim, ulaşım, bilgi erişimi alanlarındaki gelişmeler, bireylerin kendi geleneksel dünyaları dışındaki fikir ve
davranış normlarıyla daha sık temas kurmalarını sağlamıştır. Ayrıca, formal eğitim de beraberinde bir çok yeni
kavram getirmiştir. Hem kentsel hem de kırsal alanlarda yaşayan, çok sayıdaki insan, değişik yaşam biçimlerinin
farkına varmakta ve ayrıca diğer aile üyelerinin onayı olmadan daha fazla bireysel karar vermeye başlamaktadır.
Her ne kadar evrensel olmasa da küçülen aile ve ‘çekirdek aile’ üzerinde artan bir ilgi gözlenmektedir.
Sonuç olarak, birçok insan aile ilişkilerinde kendisini artık daha az sorumlu hissetmektedir. Ayrıca, birçok ailenin
temel ihtiyaçlarını karşılayabilme yetisi, kendi kontrolleri ötesindeki koşullar sebebiyle zayıflamıştır. Sonuçta,
birçok ailede üyelerin temel ihtiyaçlarının karşılanmasında yetersizlik ya da isteksizlik ön plana çıkmaktadır. Bu
durum sosyal politikaları yürüten kurumların (özel veya hükümet kuruluşlarının, uluslararası örgütler yahut yardım
derneklerinin) sıklıkla yüksek maliyetle bu miktarı telafi etmek zorunda oldukları anlamına gelmektedir.
Aileler olumlu anlamda, toplumda kalkınma ve yapıcı değişim unsurlar olarak önemli bir rolü yerine getirme
yeteneğine sahiplerken, sosyal problemler, istismar ve suistimal dahil toplumun olumsuz yönleri de sıklıkla aile
ilişkilerinde mevcuttur. Sağlıklı ve adil olmayan aile ilişkileri bağlamında ifade edildiğinde bu durum, bireysel
teşebbüsü ve kişisel gelişmeyi engelleyebilir.
Kısaca, ailenin herhangi bir basit yönü ve aile politikasının herhangi bir kolay tarifi bulunmamaktadır, bir dereceye
kadar, tüm politikalar aileleri etkilemektedir. Ancak, son yıllarda birçok toplumun yaşadığı köklü değişikliklere
rağmen, politika ve programlar, hala, gerçeği yansıtmaktan uzak kavram ve aile modellerine dayanma
eğilimindedir. Bu sebeple, genel eğilimler bilinebileceğinden, aileye yönelik daha geçerli ve uygun politikalar
yaratmak üzere mevcut tüm bilgilerin kullanılmasına büyük ihtiyaç duyulacağı görülmektedir. Zira, büyük ölçüde
güncelliğini kaybettiği görülen birçok politikanın aslında görülemeyen uzun vadeli yönleri de bulunabilir.
Bundan da ötesi, aile yapısı ve ailelerin işlevlerini yerine getirme yetenekleri üzerindeki ekonomik değişimin
etkilerinin daha iyi anlaşılmasını sağlamak olmalıdır. Dikkat çekicidir ki hem olumlu hem de olumsuz ekonomik
değişiklikler aile üzerinde güçlü bir etki yaratmaktadır.
2. Sosyal politakalarda aile ile ilgili temel kabuller
2.1. Toplumda en küçük yaşam ünitesi ailedir
Her birey bir aile ortamına bağlı olarak yaşamını sürdürür. Birincil yaşam ünitesi ailedir. Bireyin bedensel, zihinsel
ve ruhsal gelişimi ile ihtiyaçları aile ortamında sağlanır. Aileden bağımsız bir birey gelişimi ve refahından söz
etmek mümkün değildir. Başta gelişmiş toplumlar olmak üzere gelişme sürecinde hızla yol alan pek çok ülkede
aile odaklı çözüm programleri her geçen gün önem kazanmaktadır. Nitekim Birleşmiş Milletler tarafından dünya
kamuoyu gündeminde derinlikli yer etmesi bakımından ele alınan ve ülkemizde de sınırlı ölçülerde uygulanan
1994 Uluslar arası Aile Yılı bu gerekçelerden hareketle önem kazanmıştır. Uluslar arası Aile Yılında “Toplumda en
küçük yaşama birimi olarak aile”nin önemine dikkat çekilmiş ve toplumsal çözüm programlarının aile odağından
hareketle ele alınması zorunluluğu üzerinde durulmuştur.
2.2. Devlet aileyi korur
Anayasamızdaki “Aile Türk toplumunun temelidir. Devlet ailenin bütünlüğünü korumak ve refahını arttırmak için
gerekli tedbirleri alır” hükmü bu alanda yapılması gereken hizmetleri anayasal bir yükümlülük olarak ortaya
koymaktadır. Ailelere yönelik olarak yürütülecek hizmetlerin anayasal açıdan olduğu kadar sosyolojik olarak
önemli bir gerçek olduğu göz ardı edilemez.
2.3. Türk toplumunda aile değerleri önemlidir
Türk toplumu tarih boyunca güçlü aile değerleri ile birlikte var olmuş ve gelişmenin en önemli dinamiği olarak aile
içi işbölümü ile aileler arası dayanışmaya önem vermiştir. Halen yaşanmakta olan ağır ekonomik buhranın bu
güçlü aile değerleri ile hafifletildiği ve belli ölçülerde aşıldığı konusunda toplumda ortak bir kanaat mevcuttur.
Ekonomik sorunların aşılmasında aile değerlerinin etkili olduğu gerçeği pek çok ekonomik çözümlemede de
açıkça görülmektedir. Türk toplumunda var olan güçlü aile değerlerinin yalnız ekonomik sorunların değil genel
olarak bireyin gelişimini, refahını, huzurunu ilgilendiren pek çok konuda etkili olduğuna kuşku yok. Modernleşme
süreçlerindeki hızlı ilerlemeye rağmen ülkemizde aile değerlerine olan bağlılık devam etmektedir. Aile bağları Türk
toplumunda huzur ve barışın korunmasında, sevgi ve kardeşlik duygularının gelişmesinde, bireyde arzu edilen
‘biz’ bilincinin olgunlaşmasında hayli belirleyici olmaktadır.
2.4. Güven bunalımı güçlü aile ile aşılır
Son yıllarda yaşanan ekonomik ve sosyal problemler gelir dağılımında, siyasette, adalette, istihdamda, kültürde
pek çok olumsuzluğu beraberinde getirmiş ve toplumda olması gereken istikrar ve güven ortamını zedelemiştir.
Çeşitli toplumsal sorunların odağındaki birey giderek her şeyin buharlaştığı, geleceğin belirsizleştiği bu ortamda
sosyal bütünleşme kabiliyetlerini yitirmiştir. İstikrarsızlıkla birlikte gelen güven bunalımı kamusal alanla beraber
aile içindeki değerleri tahrip ederek bireyin toplumla bütünleşme bağlarını yok etmiştir.
2.5. Toplam yaşam kalitesi birimi ailedir
Yaşanan toplumsal ve ekonomik sorunların odağındaki birim de yine ailedir. Ağır ekonomik koşullar bireyle birlikte
aileyi derinden etkilemekte ve aile içi ilişkiler üzerinde olumsuz izler bırakmaktadır. Aile içinde her bireyin eğitim
ve istihdam durumu ailenin toplam yaşam kalitesi üzerinde doğrudan etkili olmaktadır. Ağır ekonomik sorunlar
ailenin fonksiyonları üzerinde doğrudan etkili olmakta ve aile içi ilişkileri bozmaktadır.
2.6. Gerçek ekonomik hesaplama birimi ailedir
Aile eksenli çözüm yönteminin temelinde, ailenin ekonomik bir ünite olarak benimsenmesi yatmaktadır. Başta milli
hasıla olmak üzere pek çok ekonomik hesaplamada temel birim olarak ailenin esas alınması bu yaklaşımın özünü
teşkil etmektedir. Buna göre bireyin ekonomik anlamda üretimi, kazancı, harcaması, satın alma gücü gibi temel
ekonomik göstergeler aileden bağımsız ele alınamaz. Bireyin ekonomik etkinliği ile bu etkinlikten elde ettiği
ekonomik değer yalnız kendisi için değildir. Gelir de olduğu gibi giderlerde de hesaplama birimi ailedir.
2.7. Sağlıklı aile sağlıklı birey demektir
Bireyin refahı ve mutluluğunu aileden bağımsız olarak ele almak mümkün değildir. Bireyin fizyolojik ihtiyaçları
kadar, sosyal ve psikolojik ihtiyaçlarının karşılanması da ailenin ortak desteğine bağlıdır. Toplumsal refahın
hesaplanması da aynı şekilde ailenin ortak gücü ile açıklanabilir. Bireyin eğitiminde ve ruh sağlığında aile içi
faktörler doğrudan etkilidirler.
2.8. Aile en geniş özgürlük alanıdır
Bireysel hak ve özgürlüklerin en geniş anlamda yaşanabildiği ortam aile ortamıdır. Birey, aile ortamında ‘biz’
duygusu içinde her türlü hak ve imkanı kullanır. Aile içinde bireysel özgürlüklerin yaşanması için kısıtlayıcı hiçbir
kurala gerek kalmaz. Güçlü aile yapısı ailenin bütün fertlerini aynı ölçüde kuşatacak ve sahip olunan refahı adil bir
şekilde paylaşacak değerleri barındırır.
3. Aileyi esas alan temel yaklaşımlar
Aileyle ilgili temel yaklaşımlar BM tarafından hazırlanan metinlerde ayrıntılı olarak ortaya
konulmuş ve bu
yaklaşımlar ülkemizde de büyük ölçüde kabul görmüştür. Esasen BM yerel farklılıkları gözeten yaklaşımlar
benimsemiştir. Bu bölümde büyük ölçüde BM tarafından geliştirilen ve ilgili ülkelere duyurulan temel yaklaşımlar
ele alınmıştır.
3.1 İnsani değerlerin kültürel kimliğin ve tarihi sürekliliğin koruyucusu olarak aile
Aileler kültürel değerlerin korunması ve aktarılmasında önemli bir aracıdır, ancak geçmişi tamamıyla muhafaza
etme gayretleri, zamanında toplumun ve bazı aile üyelerinin, özellikle kadınların, zararına gerçekleşmiş bazı
olumsuz tutumların sürdürülmesi olarak da gerçekleşebilir. Fakat aileler bunu yaparken bir yandan da toplumsal
değişim bağlamında yeni değerlerin yaygınlaştırılmasına ve uluslar arası metinlerde tesis edilmiş olan aile
üyelerinin haklarıyla uyumlu davranışlara da aracı olmak zorundadır.
3.2. Sosyal güvenlik kaynağı olarak aile içi destek sistemleri
Aile üyeleri arasındaki destek, bebekler ve çocukların büyümesi ve gelişimi ile sakat ve hastalar gibi ailenin diğer
bağımlı üyelerinin bakımı için önemli olan manevi, mali ve maddi desteği de içermektedir. Ev sorumluluklarının
paylaşımı, çocukların sosyalleştirilmesi ve ev içinde veya dışında çocuk bakımı ile ilgili diğer aile içi destek
etkinlikleri gibi hususlarla da ilgilidir. Aile içi desteğe küçüğün büyüğe, büyüğün küçüğe yardımı da girebilir. Aynı
şekilde, bu sağlam ve hasta arasında da olabilir.
Bu destekler, gerçek bir kaynak olarak ailenin ne ölçüde incelenebileceğini anlamak isteyen politika tayin ediciler
için büyük öneme sahiptir. Zira, daha net bir anlayış, ailelerin üyelerine yardım etme yeteneğini desteklemek
üzere daha etkin politikaların belirlenebilmesini mümkün kılabilecektir.
3.3. Destekleyici hizmetlerin önemi
Birçok aile, özellikle tek ebeveynli ve bayan aile reisi bulunan aileler, iş ve aile içi sorumlulukları dengede tutma
ihtiyacını yaşamın en zor günlük taraflarından biri olarak görmektedir. Bu ihtiyaçtan kaynaklanan stresin
azaltılması için daha fazla ilginin gösterilmesi gerekebilir. Her ebeveynin iş ve aile sorumluluklarını sosyal destek
sistemlerinin de yardımıyla yerine getirebilmesi sağlanmalıdır. Bu, ebeveynin bir gelir kaybına uğramadan,
çalışma kolaylıklarından, haklardan ve mesleki ilerlemelerden mahrum kalmadan sağlık, eğitim yahut çocuklarının
diğer ihtiyaçlarını yerine getirmeye yetecek zaman sağlayabilecekleri bir ortam anlamına gelmektedir. Bu hususta
benimsenen yaklaşımlar arasında doğum izni; işyerinde, işyeri yakınında veya evde çocuk bakımı hizmetlerinin
sağlanmasıyla ilgili kamu, toplum ve özel kolaylıklar; çocuklar ve yaşlılar için gündüz bakımı; yaşlılar ve hastalar
için hemşirelik hizmetleri ve esnek çalışma tarifeleri bulunmaktadır. İş güvenliği, kıdemlilik yahut terfiler açısından
aile içi yükümlülüklerinden ötürü ebeveynlerin cezalandırılmaması oldukça önemlidir.
3.4. Risk grupları ve aile yoksulluğuna karşı önlemler
Aile yoksulluğu göç, parçalanma, sokakta kalma gibi vahim sonuçlar doğurabilmektedir. Sosyal hizmet alanında
devletin yükünü arttıran temel durum aile yoksulluğudur veya ailenin işlevlerini yerine getirememesidir. Aile
yoksulluğu aynı zamanda toplumsal destek hizmetlerinin sağlıklı işlemediğini göstermektedir.
Bu problemlere yönelik benimsenen yaklaşımlar arasında muhtelif gelir güvenlik önlemleri, gelir destek
programları, aile ve çocuk ödenekleri, çocuk destekleme önlemleri, hastalık ve sağlık sigortaları, sakatlık
ödemeleri, işsizlik sigortası, vergi indirimleri, muafiyetler ve krediler bulunmaktadır.
3.5. Gelir yaratan kurumlar olarak aileler
Özellikle gelişmekte olan ülkelerdeki birçok aile gelir yaratan kurumlar olarak işlev görmektedir. Bu gelir yaratma
işlevi özellikle yaşamlarını sürdürebilmeleri için esastır, hele bu durum çok fakir ailelerde ve aile reisinin kadın
olduğu ailelerde daha önceliklidir. Bu ailelerin kendilerine olan güvenlerinin kredi, teknik yardım, eğitim, işbirliğinin
kullanımı ve pazarlama yardımı gibi yollarla desteklenmesine daha fazla önem verilmesi gerekebilir.
Dünyada çeşitli örnekleri olan bu uygulama ülkemizde de pilot çalışmalarla başlatılmış bulunmaktadır.
3.6. Okul olarak aile
Aile formal olmayan bir eğitim bağlamı oluşturmaktadır ve bu nedenle üyelerin formal eğitime geçeceği durumda,
ailenin destekleyici bir öğrenme ortamı yaratması gereklidir. Cahilliğin, düşüncelerin yayılmasına ve olumlu sosyal
değişime yardımcı olan yeni yaklaşımları, teknolojileri ve örgütlenme biçimlerini ailelerin benimseyebilme yeteneği
üzerinde dramatik bir etkisi bulunmaktadır. Sıklıkla görülen okulu erken bırakma veya okuldan atılmadan
kaynaklanan cehalet, ailelerin değişikliklere ayak uydurmasını, hayatta kalmasını ve hatta değişen koşullarda
başarılı olmasını sağlayan temel düzenleyici etkendir.
Program kapsamında benimsenen yaklaşım yetişkin nüfusun çeşitli eğitim programlarına dahil edilmesidir. ‘En
önemli okul ailedir’ gerçeğinden hareketle onların (özellikle annelerin) çocuklar için birer öğretmen olduğu gerçeği
göz önünde bulundurularak ailelerin eğitim açıklarını kapatmak önemli bir hedef olarak önümüze çıkmaktadır.
Program bu konuda çözümleyici yaklaşımlar getirmektedir. Aile eğitimi sadece bilgi edinme süreci olarak değil
aynı zamanda değerlerin benimsenmesi bakımından da büyük önem arzetmektedir. Toplumsal değerlerin
benimsetilmesinde ailelere büyük görev düşmektedir.
3.7. Sağlık ünitesi olarak aile
Beslenme, gıda güvenliği, temiz su ve aşı gibi sağlıkla ilgili konulara dayanan sorunlar gelişme stratejilerine
doğrudan bağlıdır; bu konular aileyi de doğrudan ilgilendirmektedir. Örneğin, aile içi refaha katkı, çocukların
beden ve zeka gelişimi, gıda ve sağlık imkanları, cinsiyet ayırımının ortadan kaldırılması ve sakatlığın önlenmesi.
Özellikle sağlık bakımı, çocuk ve anne sağlığı ve gıda güvenliği açılarından üyelerinin bütün sağlık ihtiyaçlarını
karşılamada ailelerin işlevini arttırmaları için konuya daha fazla dikkat çekilebilir. Bu alandaki eğitim açıkları bir an
önce giderilmelidir.
3.8. Doğum ve aile planlaması
Aile içi refah, büyük ölçüde, ailelerin doğurganlıkla ilgili doğru ve hassas seçimler yapabilmelerine bağlıdır. Bu
seçenekler, özellikle anne 18 yaşın altında ya da 35 yaşın üzerinde ise, anne ve çocuk morbiditesi ile ölüm
oranının düşürülmesi açısından önemlidir. Eşlerin her ikisi tarafından aile planlaması kararlarındaki tam, bilgili ve
ortak katılımı sağduyulu bir seçim ve aile içi rollerin ve sorumlulukların daha geniş bir biçimde paylaşılması
açısından oldukça önemlidir.
Kırsal ve kentsel alanlarda aile planlaması ve doğurganlık hizmetlerine ulaşabilme kadar doğum, cinsellik, doğum
aralığı, cinsel hastalıklar, ana - babalık yetenekleri ve sorumlulukları ile ilgili yetkin aile yaşamı eğitiminin
sağlanması hususunda daha fazla gayret edilmesi gerekmektedir. Aile eğitimi, aile değerlerinin desteklenmesi
kadar aile içi ve kişiler arası bağlamda sorumlulukların daha derinden kavranması için de gereklidir.
3.9. Kötü alışkanlıklarla mücadelede ailenin önemi
Uyuşturucu madde ve alkol bağımlılığı, geçmişte olduğundan daha kapsamlı olarak bilinmekte ve anlaşılmakta
olup, sıklıkla kopuk aile yaşantısından kaynaklanmaktadır. Kurbanların rehabilitasyonu ve bu tür vakaların
önlenmesi için, bu bağlamdaki aile kaynaklarını da kullanarak, çok daha fazla gayret gösterilmesine ihtiyaç
duyulmaktadır. Uyuşturucu kullanımı konusunda gençlerin ve ailelerin bilgilendirilmesi, bu alanda yürütülecek
mücadelede önemli bir adımdır.
KAYNAK
1.
------(2003)
58. Hükümet Programı (Acil Eylem Planı)
2.
------(2003)
59. Hükümet Programı
3.
AAK (2002)
4.
DPT (2001)
8. Beş Yıllık Kalkınma Planı
5.
DPT (2001)
Gelir Dağılımının İyileştirilmesi ve Yoksullukla Mücadele
2001 Aile Raporu
Özel İhtisas Komisyonu Raporu
6.
AAK (2001)
7.
AAK (1998)
8.
AAK (1998)
III. Aile Şurası; Tebliğler
9.
AAK (1998)
Ekonomik Hesaplama Birimi Olarak Aile
10.
AAK (1997)
Yüksek Enflasyonun Aile Üzerindeki Etkileri
11.
AAK (1997)
Aile Ödenekleri
12.
AAK (1995)
Aile Kurultayı, Bildiriler, Oturumlar
13.
BM
Uluslar arası Aile Yılı Deklarasyonu
14.
AAK (1994)
15.
AAK (1990)
(1994)
1.Ulusal Aile Hizmetleri Sempozyumu
III. Aile Şurası; Raporlar, Kararlar
1994 Uluslar arası Aile Yılı Özel İhtisas Kom. Rapor.
I. Aile Şurası; Raporlar, Kararlar,
16. ------------------www.dpt.gov.tr
17. ------------------www.shcek.gov.tr
18. ------------------www.tesev.org.tr
19. ------------------www.sydtf.basbakanlik.gov.tr
20.-------------------www.basbakanlik.gov.tr
21.-------------------www.ozida.gov.tr
KRİZ, KRİZE MÜDEHALE VE KRİZ TERAPİ
Dr. Uğur ÖZDEMIR*
GİRİŞ
21. yüzyıl insanlık tarihinde teknolojik gelişim açısından öyle büyük ilerlemelerin yaşandığı bir dönem olmaktadır
ki bu döneme isim bulmakta bile zorluk çekmekteyiz. Ancak aynı zamanda, günümüzde, tüm dünyada travmatik
yaşantılar insan yaşamını ciddi boyutlarda zorlamaktadır. Bireyler bir hastalık, sevilen birinin ölümü, boşanma ve
bunun gibi yaşam süreci içinde olağan ancak bireysel dönemde fırtınalı dönemlerden geçerler. Bunun yanı sıra
doğal gelişme süreci içinde ergenlik, orta yaş ve yaşlılık gibi dönemlerde de yeni gelişen duruma uyum için
zorlanırlar. Ayrıca doğal afetlerde bir travma nedenidir. Çeşitli ortamlarda çeşitli boyutlarda çıkan şiddet olayları,
saldırılar, terör, işkence ve dayak, savaşlar yine günümüz insanını zorlayan diğer travmatik yaşantılardır.
*
Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Sosyal Hizmetler Bölümü
Ülkemiz, travmatik yaşantıların ve bunun ağır bedellerinin oldukça yaygın görüldüğü bir özellik taşımaktadır. Bu
özellik üzerinde bulunduğumuz coğrafya, tarihsel ve siyasal miras ve süreç ile yaklaşık 100 yıldır süren ve
özellikle son zamanlarda daha da bir hız alan kültürel ve ekonomik değişim önemli belirleyiciler arasında yer
almaktadır. Bu değişim süreci, değer yargılarını, örf ve adetleri, ilişki biçimlerini ve sosyal destek mekanizmalarını
etkilemektedir. Bu tabloya ülkemizde yaşanan ve yaşanmakta olan dış ve iç göç, trafik kazaları, başta depremler
olmak üzere pek çok afet ve felaket, çok farklı ve yaygın terör ve saldırganlık süreçleri ile suç ve mağdurlarını
eklediğimizde bu değişimin dramatik hatta trajedik görüntüleriyle baş başa kalmaktayız. Bu hızlı değişim nüfus
içinde çoğunlukla bireyleri bir yalnızlaşma sürecine itmekte, pek çok şeye karşı bir yabancılaşma yaşamaktadır.
Bütün bunların sonucu olarak özellikle büyük kentlerde giderek ağırlaşan yaşam koşulları bireylerin kendi krizleri
tanımlamaları ve baş etmelerinde büyük zorlukları beraberinde getirmektedir.
KRİZ KAVRAMI VE DUYGUSAL ALANDA KRİZ
“Kriz” sözcüğü günlük yaşamımızda sık kullandığımız bir ifadedir. Kalp krizi, hipoglisemik kriz, ekonomik kriz,
uluslar arası ilişkilerdeki krizler vb. pek çok konuda olağan üstü bir durumu belirtmek üzere kullanılmaktadır.
Duygusal alanda kullanımı ise; bir olay yada duruma bağlı olarak ortaya çıkan, bireyin başa çıkma becerilerini
geçici olarak yetersiz kılan, yoğun bir belirsizliğin yaşandığı bir dönemi anlatır.
İnsanı zorlayan çeşitli durumların ve yaşam olaylarının ruh sağlığına olumsuz etkileri çok eskiden beri
bilinmektedir. Hayat bir çok iniş ve çıkışları ve yaşamı tehdit eden deneyimlerle doludur. Hepimizin sorunları ve bu
sorunların bizi aştığı, kriz durumuna dönüştüğü zamanlar vardır.
Sosyal bir varlık olarak insan, yaşam boyunca hastalık, boşanma, sevilen birinin ölümü gibi çeşitli fırtınalı
dönemler yaşar. Yaşamını altüst eden böyle durumlara uyum becerisi herkes de farklılık gösterir. Pek çoğumuz
kişisel ve çevresel potansiyellerimizi kullanarak işin içinden çıkarız. Ancak bazen ortalama %10 oranında
sorunların kişiyi aştığı görülür. O anda insan kendini yetersiz hisseder. Alışageldiği çözüm yollarını burada
kullanamadığını, bildiği yollarla işin içinden çıkamadığını görür. Süregelen yaşamında bir alt üst olma hali yaşar.
Bunu “ karanlık bir tünelin içinde hissediyorum, hiçbir çıkış yolu göremiyorum diye tanımlar. Kendini çok çaresiz
hisseder. Büyük bir korku içindedir. Artık hiçbir şeyin değişmeyeceğini, en azından iyi yönde değişmeyeceğini
düşünür. İşte bu hal, konumuz olan KRİZ durumudur. bu anda uygulanan terapotik müdahale modeli de krize
müdahaledir.
“Kriz” tanımları farklılıklar göstermekle birlikte “kriz “durumuyla ilgili bazı ortak noktalar tüm tanımlarda
geçmektedir. Bu ortak noktalardan hareketle Kriz, çeşitli duygusal zorlanmalar sonunda meydana gelen akut ve
süresi sınırlı bir denge bozukluğu olarak ifade edilmektedir. Bu süreç içinde kararlı, süregelen denge,
homeostasis bozulmuş olduğu ve duygusal bir dengesizliğin söz konusu olduğu literatürde sıklılıkla ifade
edilmektedir.
Kriz olgularında, kişinin süre giden hayatında çok önemli değişiklikler söz konusudur, ve birey bu değişikliklerle
nasıl başa çıkacağını bilemez, genellikle yoğun bir kaygı içindedir. Zorlu ve baş etmede zorluk yaşadığı bu
durumda her an kontrolünü kaybetme korkusu içinde olabildiğince çaresizlik yaşar. Literatürde ve gözlemlenen
olgularda bu durumda kişilerde ajite ve yıkıcı davranışlar görülebileceği bunların bireyin öfkesinin kendisine
dönerek intihara, dışarı yönelerek cinayete kadar gidebileceği üzerinde durulmaktadır.
Kriz konusunda, uygulamaya dönük verilerde kriz durumu öncelikli olarak bir tehdit şeklinde yaşanıyorsa yüksek
oranda aksiyete ile seyredeceği, öncelikli olarak kayıp duygusu ile yaşanıyorsa depresif belirtilerin görüleceğine
işaret edilmektedir.
Kriz ve krize müdahale konusunda önemli bir isim olan Gerald Caplan’a (1964) göre yaşamı tehdit eden bir
duruma alışılagelmiş problem çözme yöntemleri ile hakim olunmamışsa birey, bir kriz durumu yaşar. Caplan’ın
teorisinde “kriz” kavramı tehdit edici durumun kendisi değil, bireyin buna duygusal tepkisi olarak belirtilmektedir.
Caplan’a göre krizler 1-5 haftalık dönemler içinde iyi yada kötü sonlanacak durumlardır. Bu süre içinde yapılacak
müdahale çok etkili olabilir. Kriz sırasında birey ve ailesi yardım arayışı içindedirler, müdahaleye açık ve
hazırdırlar.
Kriz konusunda gerçekleştirilen çalışmalar incelendiğinde, patolojik olanın kriz olmayıp, sorunlara uyum sağlamak
için yapılan mücadele olduğu ve bir başka açıdan bakıldığında da krizin kişilik gelişimi içi bir fırsatta
oluşturabileceği sıklıkla belirtilmektedir.
Konuyla ilgili çalışmalarıyla tanınan Rapoport (1962,1967,1970) birbiriyle ilişkili üç faktörün sıklıkla kriz yarattığına
inanmaktadır.
1.tehlikeli bir olay
2.yaşam hedeflerine yönelik bir tehdit
3.yeterli başa çıkma mekanizmalarında bir eksiklik ile tepki vermede becerisizlik
Çoğu kriz kuramcısı (Aguilera 1970, Brandon 1970,Caplan 1964, lindeman 1944, Parad 1966, Rapaport 1970) iyi
uygulanan krize müdehale tekniklerinin bireyi en azından kriz öncesi işlevsellik düzeyine kavuşturmayı ve hatta
umut edildiği gibi bunu iyileştirmeyi hedeflediğini belirtmektedir.
KRİZ BİÇİMLERİNDEKİ FARKLILIKLAR
Konuyla ilgili çalışmalar dikkatle tarandığında pek çok kriz teoremcisinin farlı kriz tipolojileri çizdiği görülmektedir.
Bu farklılık krizi farklı algılamkatan çok krizi yaşayan bireye, krizin oluşumu ve krizin yaşanımı noktasında farklı
sınıflamalar yapılmasından kaynaklandığı görülmektedir.
Bu sınıflamalardan en fazla rağbet görenlerden biri Caplan’ın (1964), Erikson’un gelişimsel ve raslantısal krizler
modelini kullanarak gerçekleştirdiği modeldir. Buna göre gelişimsel krizler ; kişilik gelişiminin kognitif ve affektif
güçlük ve bozulmalarla karakterize geçiş dönemleri olarak tanımlanmaktadır. Bu tür krizler genellikle doğum,
bebeklik, çocukluk, ergenlik, erişkinlik, yaşlılık dönemleri ile karakterize edilmektedir. Raslantısal krizler ise
hastalık, boşanma, ve ölüm gibi önemli kayıpları içeren yaşamsal rahatsızlıklarla tetiklenen psikolojik ve
davranışsal bozulma dönemleri olarak açıklanmaktadır. Caplan gelişimsel ve raslantısal krizlerin kişilere büyüme
ve olgunlaşma için fırsatlar yarattığı kadar doğru müdehaller olmadığında duygusal ve zihinsel yıkım tehlikesi
yarattığı vurgulamaktadır.
Bir diğer kriz sınıflamasına sahip olan Hill (1949-1958) farklı aile krizlerini betimlemek üzere bir kavramsal
çerçeve geliştirmiştir. Hill’e göre aile krizleri dört grup içinde ele alınmaktadır.
1.
yalnızca üye kaybı ( bir çocuğun, eşin, yada ana-babanın ölümü )
2.
yalnızca üye girişi ( istenmeyen gebelik, bazı evlat edinmeler, yaşlıların aileye taşınması )
3.
yalnızca demoralizasyon (yetersiz destek,sadakatsizlik, alkolizm, madde kullanımı )
4.
demoralizasyon +üye girişi/ üye kaybı (boşanma, intihar vb)
Badwin (1978) tarafından gerçekleştirilen sınıflamada ise
kriz kavramının daha geniş kapsamlı ele alındığı
görülmektedir. Buna göre ;
1.
Durumsal krizler ( aileye ait bir sorun, alkolizm )
2.
yaşamsal krizler (emeklilik, evlilik)
3.
travmatik yaşam deneyimlerinden kaynaklanan krizler (ölüm, iş kaybı, tecavüz)
4.
Gelişimsel krizler (bağımlılık, kuşak çatışmaları, cinsel kimlik bocalamaları)
5.
Bir psikopatolojinin sonucu olan krizler (şiddetli nevrozlar, kişilik bozuklukları)
6.
psikiyatrik aciller
KRİZE MÜDEHALE VE KRİZ TEDAVİSİ
Parad (1990) krize müdehaleyi, stresin etkisiyle yetersiz kalan uyum kapasitelerini, psikolojik becerileri, sosyal
potansiyelleri, var olan duygusal dengesizlik döneminde acilen harekete geçirerek krizin olumsuz etkilerini
azaltmaya çalışmak olarak tanımlamaktadır. Bu konuda pek çok tanımın ortak bir sentezi sayılabilecek bu
tanımda krize müdahale de ki iki amaç betimlenmeye çalışılmaktadır. Bu iki anma.;
1.
Duygusal ve çevresel alandaki acil ilk yardımla bireyin ve çevrenin acısı azaltılmaya çalışılır
2.
Kriz esnasında bireyin uyum ve mücadele gücü kuvvetlendirilmeye çalışılır.
Krize müdahalede temel ilke, sorunu paylaşmak, sorunun tanımlanması, çözüm yolları üzerinde çalışmak olarak
betimlenmektedir.
Uygulamada bazı farklılıklara işaret edildiği görülmekle birlikte krize müdahale de genelde üç ana basamak
olduğu görülmektedir.
1.
Başlangıç
2.
Orta faz (2-5 görüşme)
3.
Sonuçlandırma (1-2 görüşme)
Kriz tedavisi yaklaşımlarında iki yaklaşımın üzerinde durulduğu görülmektedir. Jenerik ve spesifik yaklaşımlar
olarak adlandırılan yaklaşımında teknik özelliklerinin üzerinde titizle durulmasında yarar vardır.
Kriz tedavisinde krizi yaşayan kadar, krize müdahale eden uzmanlarında yerine getirmesi gereken ödevlerin
olduğu bilinmektedir. Paul (1966) kriz tedavisinde çalışan her profesyonelin yerine getirmesi gereken dört ödevi
olduğunu belirtir. Bunlar;
1.
krizi tetikleyen olayın belirlenmesi
2.
tetikleyen olaya verilen tepkilere karşı kullanılan savunma mekanizmaların saptanması
3.
Bu tepkileri hissete ve tanımaya karşı bireyin kullandığı temel savunmaları bireye gösterme
4.
Bireyin tetikleyen olayı ve buna karşı geliştirdiği tepkileri, bu tepkilere karşı oluşturduğu (bilinç dışı)
savunmaların tanımlanması.
REFERENCES
Aguilera DC.Messick MJ (1974) Crisis İntervention, Mosby Comp., Saint Louıs
Baldwin B.A. (1978) A paradigm fort he classification of emotional Crisis: Implications for Crisis intervention,
American J.Ortopsychiatry.
Caplan G. (1964) Principles of prevention psychiatry, Basic Boks.NY
Parad HJ, Parad LG (1990) Crisis İntervention: Yesterday, Today and Tommorrow, Recent Advaces in Crisis
intervention. International ınstitute of Crisis Intervention and Community Psychiatry Publications, Rao Punulollu
(ed) Huddersfield.
Roberts A.A. (2000) Crisis İntervention Hand book (ed Roberts A.R) Second Edition, Oxford University Pres, New
York.
Sayıl I (1977) psikiyatride kriz, krize müdehale kavramı ve bir uygulama. A.Ü. Tıp Fakültesi Mecmuası.
Sayıl I., Berksun O.,Palabıyıkoğlu R., Özhüven H.D., Soykan Ç., Haran S. (2000) Kriz ve Krize Müdehale. Ankara
Üniversitesi Psikiyatri Kriz Uygulama ve araştırma Merkezi Yayınları. No: 6.
Smith LL, 81987) Crisis İntervention. Theory and Practics, Emergency Psychiatry; J.E Mezzich. Zimmer B. (Eds)
Lirary of Congress
ÇOCUKLARA DOĞRU BESLENME ALIŞKANLIKLARI KAZANDIRMADA AİLENİN ROLÜ
Arş. Gör. Dr. Yasemin DEMİRCİOĞLU*
Prof. Dr. Sıdıka BULDUK*
ÖZET
Erken çocukluk dönemi çocukları, beslenme yönünden aileye bağımlıdır. Bu dönmede ailelerin çocuklarına
kazandıracakları doğru beslenme alışkanlıkları, çocukların sağlıklı bir yaşam sürmelerinin temelini oluşturacaktır.
Bu açıdan ailelere büyük sorumluluklar düşmektedir. Doğru beslenme alışkanlıklarının kazandırılması konusunda
çocuğa deneyim kazanması için fırsat tanınması ve aile büyüklerinin çocuklara iyi örnek olmaları, çocukların iyi
davranışlarını takdir edip ödüllendirirken, olumsuz davranışlarının doğrusunu göstermeleri ailelere düşen önemli
görevlerdendir.
Anahtar kelimeler: çocuk, yeme davranışı, aile
GİRİŞ
Okul öncesi dönem, çocukların hayatları boyunca sürecek beslenme alışkanlıklarını şekillendirmek açısından
önemli bir dönemdir. Bu dönemde çocukların sağlıklı ve düzenli bir beslenmeye ihtiyaçları vardır. Ömür boyu
sağlıklı yaşayabilmenin yolu çocukluk çağında yeterli ve dengeli beslenmekten geçmektedir. Çünkü kas iskelet
sistemi, kemik yoğunluğu, yağ dokuları ve zekâ gelişimi gibi hayati önem taşıyan fonksiyonların temelleri bu
dönemde atılmaktadır. Okul öncesi dönem, yetişkinlik için temel oluşturan alışkanlıkların kazanıldığı dönemdir. Bu
dönemde çocuğa iyi bir beslenme alışkanlığı, yeterli ve dengeli beslenme bilinci verilmelidir.
Yapılan araştırmalar yeme sorununun çok nadir durumlarda fiziksel bir nedene bağlı olduğunu göstermiştir.
Genellikle üzerine fazla düşülen, yemek olayına aşırı hassasiyet gösterilen ve çocuğun sağlığı ile gereğinden çok
ilgilenilen ailelerde çocuğun yemek yememesi ve beslenme problemlerinin yaşanması yaygın bir sorundur.
Yemek konusunda aşırı katı davranan ailelerde, endişeli ve huzursuz ailelerin çocuklarında yeme sorunlarına
sıklıkla rastlanmaktadır (Razon, 1987).
Kararlı bir disiplin uygulamayı başaramayan, şantaj ve tehdidi eğitim aracı olarak kullanan ailelerde de çocuğun
beslenmesi önemli bir sorundur. Çocuğuna aşırı derecede düşkün olan aileler, çocuğunun büyüdüğünü dikkate
almaz, hala bebek muamelesi yapar ve kendi kendine yemesine engel olur. Çocuğun sağlığı konusunda gereksiz
şekilde endişelenen aileler, çocuk yeterli besini alamaz korkusuyla onu pürelerle, hatta biberonla beslerler, çocuk
kendi başına yiyebilecek durumda olsa da kendileri beslemeyi tercih ederler (Razon, 1987).
Çocuğun eğitiminde aşırı katı ve otoriter bir tutum içinde olan aileler, çocuğun düzenli yemesini ve her gıdayı
almasını isterken çocuğa baskı yapar, yemek konusunu ailenin en önemli sorunu haline getirirler. Bu aileler
çocuklarını hırpalar, döver, aç bırakırlar. Bu şekilde çocuğa düzenli yeme alışkanlığı kazandıracaklarını
düşünürler (Razon, 1987). Çocuklarda zorlama ve korkutma, her istediğini yapmak, eğlendirerek yedirmek,
oyalamak, kıyaslayarak ve kıskandırarak yemesini sağlamak ailelerin sıklıkla gösterdikleri olumsuz davranışlardır.
Yapılan bir araştırmada (Bulduk ve Demircioğlu, 2002) ailelerin %51.3’ü ödüllendirme, %31.0’i ısrar etme,
%39.3’ü oylayarak yedirme ve %11.7’si arkadan kaşıkla koşturarak yemek yedirme davranışları sergiledikleri
saptanmıştır. Bir diğer çalışmada ise (Merdol ve ark., 1992) annelerin %67’sinin çocuklarını yemek yerken oyun,
*
*
Gazi Üniversitesi Mesleki Eğitim Fakültesi Aile Ekonomisi ve Beslenme Eğitimi Bölümü, Beşevler/Ankara
Gazi Üniversitesi Mesleki Eğitim Fakültesi Aile Ekonomisi ve Beslenme Eğitimi Bölümü, Beşevler/Ankara
TV vb ile oyaladıkları belirlenmiştir. Yemekle ilgili hiçbir uyarı çocuklar yemek yerken yapılmamalı, çocuklarla
birlikte faaliyet yada eğitim için bir araya gelindiğinde uyarılar söylenmelidir. Uyarı asla belirli bir çocuğu hedef
alarak söylenmemeli genel bir kural olarak anlatılmalıdır. Çocuklara yemek yemedikleri için iğneleyici, incitici
sözler söylenmemelidir. Yemekle ilgili ceza verilmemelidir (Merdol, 1999)
Bazı ailelerde ise çocuğun hiçbir sorununu önemsemez, bütün ilgi ve dikkatlerini çocuğun beslenmesi üzerine
yoğunlaştırırlar. Bu ailelerde çocuğun yemek yemesi için rüşvet, tehdit ve pazarlık en sık başvurulan çözümlerdir.
Bu ailelerde annesinin hassasiyetini fark eden çocuk saatinde yemez, yeme olayını saatlerce sürdürür, bazı
yiyecekleri reddeder, her yemekten ister veya her yemekten sonra ödül bekler. Çocukları yemekle ödüllendirmek
veya cezalandırmak sadece yemekle ilgili sağlıksız alışkanlıklar edinmelerine neden olur. Çocukların yemekle
değil sevgi ve ilgiyle ödüllendirilmeleri daha doğrudur. Beslenme işini olay haline getirmekle çocuk, sanki açığa
vuramadığı bazı duyguları dile getirmeyi başarır. Bu duygular endişeli bir anneyi cezalandırma, ilgisiz bir babanın
dikkatini çekme, aşırı otoriter bir anneye karşı gelme, ailenin ilgisini kıskanılan kardeşten kendine doğru çekme
olarak ele alınabilir (Razon, 1987). Aileler dikkatlerini çocuğun yemeğine değil, onun yeme davranışlarının pozitif
yönlerine odaklamalıdır. Yemek yemesi konusunda aşırı zorlayıcı, baskılayıcı, cezalandırıcı tutumlar başarıya
ulaşmaktan ziyade daha sakıncalı sonuçlar doğurabilir (Merdol, 1999).
Çocukların ne miktarda yiyeceğine kendisi, ne tür besinleri yiyeceğine aile karar vermelidir. Bu yaş grubundaki
çocuklar, henüz yetişkinlerin tüketebilecekleri porsiyonda yemek yiyemezler. Okul öncesi çocukların porsiyonları
yetişkin porsiyonlarının 1/3’ü yada ¼’ü kadardır. Çocuklara tüketebilecekleri miktardan daha az besin verilmesi,
fazlasını kendilerinin istemesi sağlanmalıdır (Merdol, 1999).
Okul öncesi dönem çocukları anne-babalarını model alırlar. Bu nedenle anne-babaların bu konuda iyi birer örnek
olmaları doğru beslenme alışkanlıklarının kazandırılmasında oldukça önemlidir. Aile fertleri çocuğa doğruyu
öğretirken, kendileri hatalı davranmamalıdır. Çocuk söylenenden çok gördüklerini taklit etme, öğrenme
aşamasındadır. Yapılan bir çalışmada (Bulduk ve Demircioğlu, 2002) çocuğunda yanlış beslenme alışkanlığı
bulunan ailelerin beslenme davranışı puanlarının çocuğunda yanlış beslenme alışkanlığı bulunmayan ailelerin
aldıkları puana göre önemli ölçüde daha düşük olduğu belirlenmiştir (p<0.05). Aileler yemeklerini çocuklarıyla
birlikte oturarak tüketmelidirler. Böylece ayakta, yürürken veya uzanmış haldeyken çocukların yemek yememeleri
gerektiği mesajı verilecektir. Çocuğun her öğünde sofrada en az on dakika oturması özendirilmeli ve çocuğun
kendi kendine yemesine izin verilmelidir. Çocuklar için ayrı beslenme oturumlarından kaçınılmalı, erişkin ve çocuk
beraber yemeye özendirilmelidir. Yemek sırasında günlük sorunlar ve aile içi tartışmalar yapılmamalıdır. Yemek
huzurlu ve neşeli bir ortamda yenilmelidir (Özmert, 2005).
Yemek yeme zamanını TV izleme gibi diğer faaliyetlerden ayırmak yemeğin sosyal yönüne odaklanmayı ve
olumlu yeme alışkanlıkları kazandırılmasını sağlayacaktır. Aile büyükleri özellikle çocuğun yanında yemek
seçmemeye dikkat etmelidirler. Bu durum bazı besinlerin çocuklar tarafından denenmesine engel olabilir (Merdol,
1999).
Çocuklara bazı yiyecekleri yasaklamak son derece yanlıştır. Bu yasak olduğu söylenen yiyeceğe olan ilgiyi daha
da artıracaktır (Merdol, 1999).
Çocuklara yemeği hızlı yemeleri konusunda baskı yapmak veya acele ettirmek onları strese sokar ve yeme
zevkini yok eder (Merdol, 1999). Yemek için yeterli zaman verilmeli, ama bu süre yarım saatten fazla
uzamamalıdır.
Çocuklara dağınıklığa sebep olsa dahi kendi kendilerine servis yapmalarına imkan tanımak ve bazı basit mutfak
faaliyetlerine (sebze-meyve yıkama, sandviç hazırlama,
sofra kurma gibi) onları da dahil etmek özgüven
sağlamaları açısından oldukça önemlidir (Merdol, 1999).
Bu yaş grubu çocukların sevdikleri besinlerin sınırlı düzeyde olması sebebiyle sevmediği besinlerin de
sofraya getirilerek, göz aşinalığı sağlanması veya sevmediği besinleri sevdikleri ile birlikte yada içinde
tüketmesi sağlanabilir. Bu yaştaki çocuklar düz veya sade besinleri daha fazla tercih ederler. Yemelerin
fazla karışık olmasından hoşlanmayabilirler. Bu durumda onlara ayrı porsiyonlar halinde sunmak,
dilerlerse kendilerinin karıştırmalarına olanak sağlamak daha uygundur. Çocuklar bazı besinleri
tüketmekten hoşlanmıyorsa o besin konusunda ısrarlı olunmamalı aynı grupta yer alan başka bir besin
alternatif olarak sunulmalıdır. Örneğin ıspanak sevmeyen bir çocuğa havuç alternatif olarak sunulabilir.
Her ikisi de A vitamini yönünden zengindir.
Çocuklara, yiyecekleri ilgi çekici halde sunmak, çeşitli şekillerde tabakları dekore etmek yeme isteklerini artırabilir.
Sofra düzeni olabildiğince sevimli olmalı. Bir oyun alanı gibi. Kullandığınız tabak ve bardakların renkli olması,
aksesuar seçimi yaparken çocukların hoşlandığı parlak renklerin tercih edilmesi sofrayı daha da çekici hale
getirecektir. Sofra kurarken çocuğun yardım etmesine izin vermek keyif almasını sağlayacaktır. Diğer insanlar gibi
onun da sofrada eliyle kavrayabileceği büyüklükte bardağı, dar ağızlı kaşığı, kör ağızlı çatalı ve derin tabağı vs.
yer almalıdır (Merdol, 1999).
Çocuğa, tabağına konulan her besinin vücut için yararları anlayacağı bir dille masal/hikayelerle anlatılmalıdır.
Güneyli (1988), 4-6 yaş grubu çocuklarında beslenme alışkanlıkları ve bunu etkileyen etmenler konusunda yaptığı
araştırmasında, ailelerin çocuklarına iyi beslenme alışkanlıkları kazandırmak için gayret sarfettiklerini ve sofrada
çocukla ilgilenilmesi, besinlerin ödül aracı olarak kullanılmaması vb. gibi olumlu davranışlar içinde olduklarını
gözlediğini belirtmektedir. Tüm aile bireylerinin birlikte yemek yemesi, sofrada çocukla ilgilenmesi, her birey için
ayrı bir tabak kullanılması, yemek pişirilirken çocuğun isteklerine uyulması, besinlerin ödül aracı olarak
kullanılmaması gibi konulara genellikle ve titizlikle uyulmaya çalışıldığı belirlenmiştir. Çalışmada, çocukların
yaşlarına göre verilmesi gereken yiyecek miktarlarının anneleri tarafından bilinmediği ve bu durumun da
çocuklarda yetersiz ve dengesiz beslenmeye neden olduğu saptanmıştır.
OKUL ÖNCESİ DÖNEMDE ÇOCUKLARA VERİLMESİ GEREKEN BESİN GRUPLARI VE MİKTARLARI:
BESİN GRUPLARI
Besinler
ORT. ÖLÇÜ
GR
Süt ve türevleri
Süt, yoğurt
2 Su Bardağı
500
Peynir, Çökelek
1.5 Kibrit Kutusu
30
Et, yumurta,
Yumurta
1 adet
50
K. baklagiller
Et
2-3 köfte kadar
60-90
Kuru Baklagiller
1-2 Yemek Kaşığı
20
Yeşil-sarı sebzeler
1-2 Yemek Kaşığı
100
Diğer sebzeler
2-3 Yemek Kaşığı
150
Meyveler
2 orta boy
200
Ekmek
3-4 İnce Dilim
100
Pilav-Makarna-Börek
2-3 Yemek Kaşığı-1 Dilim
50
Şeker
2 Yemek Kaşığı
20
Bal-Pekmez-Tahin-Reçel
1 Yemek Kaşığı
10
Yağ
1 Yemek Kaşığı
10
Sebze ve Meyveler
Tahıllar
Yağ ve şekerler
• SÜT VE TÜREVLERİ GRUBU: Kemik ve dişlerin yapıtaşı olan kalsiyumdan ve B vitaminleri yönünden
zengindir. Büyüme çağında olanlar gebe ve emzikli kadınlar için vazgeçilmez yiyeceklerdir.
• ET, YUMURTA VE KURUBAKLAGİL GRUBU: Vücudun yapı taşı olan proteinden, demir ve B vit. Zengindir.
Büyüme ve gelişme döneminde hastalıklara karşı direnç oluşumunda önemlidir.
• SEBZE VE MEYVE GRUBU: A ve C vitamini yönünden zengindir. Enfeksiyonlara karşı hassasiyeti azaltır.
Büyüme ve gelişmeye yardımcı olur.
• TAHILLAR GRUBU: Enerji kaynağıdırlar. B grubu vitaminler açısından zengindirler.
• YAĞ-ŞEKER GRUBU: Enerji verirler. Pekmez ve tereyağı dışındakilerin vitamin, mineral ve protein yönünden
beslenmeye katkıları yoktur. Pekmez; Fe, Ca ve bazı B vitaminleri yönünden zengindir (Bulduk ve Demircioğlu,
2002).
Bir öğünde süt-yoğurt, sebze-meyve, yumurta-mercimek-et ve tahıl grubundan bulunmasına dikkat edilmelidir.
Sonuç olarak, çocuklarda sağlıklı beslenme davranışlarının gelişmesi için, ailelerin yukarıdakilere ilave olarak
çocukların yemek zamanlarının düzenli ve aynı saatte olmasına, yemek kaplarının ayrı olmasına, ana ve ara öğün
aralarının iyi ayarlanmasına, çocuğu uykulu iken beslememeye, kolalı ve gazlı içecekler yerine taze sıkılmış
mevve suları veya ayranı tercih etmeleri, çocuğa doyduğu halde biraz daha yemesi konusunda ısrar etmemeye
dikkat etmeleri gerekmektedir. Unutulmamalıdır ki, çocuklara kazandırılan doğru beslenme alışkanlıkları sağlıklı
ve mutlu nesillerin yetişmesine yardımcı olacaktır.
KAYNAKLAR
Bulduk S. Demircioğlu Y. Ailelerin çocuklarına doğru beslenme alışkanlıkları kazandırmaya yönelik
davranışlarının belirlenmesi üzerine bir araştırma. Erken Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Sempozyumu, 74-80, Ekim
2002, Ankara.
Merdol TK. Beslenme Eğitimi Rehberi. Özgür Yayınları, Ankara, 1999.
Merdol TK. Özdurmuş Z. Aykan H. Ay A. Alpkaya F. Demir G. Ergül N. Farklı Sosyo-Ekonomik Düzeyde 1-6 Yaş
Grubu Çocukların Beslenme Davranışları ve Antropometrik Ölçümleri Üzerine Bir Araştırma, I. Ulusal Beslenme
ve Diyetetik Kongresi Ankara, 1992.
Özmert N. E. Derleme: Erken çocukluk gelişiminin desteklenmesi-I: Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Dergisi 48: 179195, 2005.
Razon N. Okul öncesi çocukta sık rastlanan uyum ve davranış sorunlarından bazıları ve anaokulunda çözüm
önerileri, 73-85, Ya-Pa 5. Okul öncesi eğitimi ve yaygınlaştırılması semineri, 1987.
U.Güneyli. 4-6 Yaş Grubu Çocuklarında Beslenme Alışkanlıkları ve Bunu Etkileyen Etmenler Konusunda Bir
Araştırma”, Beslenme ve Diyet Dergisi, 17:.37, 1988.
Yücecan S. Pekcan G. Besler T. Nursal B. (Çeviri editörleri) 2003. Amerikan Diyetisyenler Derneğinin Besin ve
Beslenme Rehberi (Türkçesi), Acar Matbaacılık, İstanbul.
BOŞANMIŞ BİREYLERİN, BOŞANMAYA UYUM DÜZEYLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ
Uğur ÖZDEMIR, Arif LAÇIN, Talip YIĞIT, Semra SARUÇ, Ayten Kaya KILIÇ*
GİRİŞ
Aile, evlilik süreci, bu süreçteki uyumsuzluklar ve boşanma birçok araştırmaya çeşitli açılardan konu olmuştur.
Bilindiği gibi aile, içinde bulunduğu toplumun özelliklerini yansıtan en küçük birim olarak tanımlanmakta aynı
zamanda toplumun sağlığı ve devamı açısından da büyük önem taşımaktadır. Kuşkusuz ki evlilikte uyum evliliğin
yapılanmasında beklenen ve arzu edilen bir durum olmakla birlikte çeşitli sorunlar ve zorluklar bazen bu uyumu
bozmakta ve ortaya sorunlar çıkmaktadır. Sorunlar aile yapısını kökünden sarsacak bir nitelik kazandığında
boşanma kaçınılmaz bir durum olarak ortaya çıkmaktadır.
Toplum ve kişi arasındaki bağı sağlama görevini yerine getiren “aile” kavram olarak tek başına kullanıldığı zaman
farklı anlamalara sahip olabilmektedir. Genellikle aile denildiğinde anne, baba ve çocuklardan oluşan çekirdek aile
akla gelmektedir. Bell (1975) ailenin dört ayrı tanımı üzerinde durmaktadır. Birinci tanımlamada aile üyelerinden
birinin fikrine dayanarak, onun duyguları ve fantezileri aracılığıyla aileyi tanımlama söz konusudur. İkinci tanım,
aileyi nükleer ve geniş yönüyle bir kurum olarak ele alan kültürel yaklaşımı içerir. Burada özel bir aileden söz
edilmez, kuramsal bir yaklaşım vardır ve genellikle sosyal psikoloji tarafından kullanılır. Üçüncü tanıma göre aile
sosyal birimdir, çeşitli parçaların oluşturduğu bir sistemdir, küçük bir grup olarak ele alınır ve küçük grupların
davranışları açısından incelenir. Dördüncü tanımlamada ise aile toplumun değerleri ile sınırlı bir grup olarak kabul
edilir. Bir başka tanımlamada ise; Aile; kan bağlılığı, evlilik ve diğer yasal yollardan, aralarında akrabalık ilişkisi
bulunan ve çoğunluklada aynı evde yaşayan bireylerden oluşan; bireylerin cinsel, psikolojik, sosyal ve ekonomik
ihtiyaçlarının karşılandığı, topluma uyum ve katılımlarının sağlandığı ve düzenlendiği temel bir toplumsal birimdir.
Bu tanımların yanı sırsa özellikle son dönemlerde aileyi bir sistem olarak tanımlayanların sayısı da oldukça
fazladır. Sistem perspektifine göre aile; bir geçmişi paylaşan, duygusal bağı olan, aile üyelerinin ve ailenin
bütününün ihtiyaçlarını karşılamak için stratejiler planlayan bireylerden oluşmuş kompleks bir yapı olarak ele
alınmaktadır.
Yapılan tanımlar ve ele alınma biçimi ne olursa olsun aile çevresinden etkilenen ve çevresini etkileyen bir sosyal
kurum olma özelliğini hep üzerinde taşımış ve bundan sonrada taşıyacaktır.
*
Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve idari bilimler Fakültesi, Sosyal Hizmetler Bölümü
Çevresini etkileyen ve çevresinden etkilenme özelliği aileyi tarihsel süreçte oldukça büyük farklılıklara yöneltmiştir.
Özellikle 20 yüzyıldan sonra toplumsal yapılarda ve toplumsal kurumlardaki değişim doğal olarak aileyi de pek
çok açıdan etkilemiştir. Literatürde toplumsal değişmeye paralel ailedeki değişmeler üç grup içinde ele
alınmaktadır.
1.
ailenin yapısında değişmeler: burada göze çarpan değişme; aile büyüklüğünün azalması, ailenin
küçülmesidir. Aile üretici olmaktan çok tüketici olmaya yönelmiştir, böylece dayanışma unsuru eskiye
oranla azalmıştır.
2.
ailenin görevleri açısından değişmesi: aile üyelerinin özellikle endüstrileşme sürecinin aile kurumu
üzerinde büyük etkileri olmuştur. Bu etkilerin yarattığı değişmeler arasında ailenin yerine getirdiği
görevler açısından, çekirdek ailenin ortaya çıkması, aile üyelerinin rollerinin değişmesi alanlarında
görülmektedir.
3.
Ailedeki çiftler ve üyelerdeki değişmeler: aileyi oluşturan unsurlardan birinin bulunmayışı veya
kaybedilmesi, doyumsuzluk, ölüm, boşanma, çocukların evi terk etmesi gibi olaylar aileyi büyük ölçüde
etkilemektedir. Diğer yandan kadınların iş hayatına katılımları ve eğitim imkanından daha yaygın bir
biçimde yararlanıyor olması ailenin ekonomik gücünü artırırken aynı zamanda ekonomik bağımsızlıktan
dolayı boşanmaları da kolaylaştırmaktadır.
Tüm toplumlarda temel toplumsal normlardan biri evliliklerin sağlıklı ve dengeli olarak sürmesidir. Evlenmeye
karar veren kişi de evlilik ilişkisi içinde daha mutlu ve huzurlu olma beklentisi içindedir. Ancak kimi zaman
beklentilerle gerçekler arasında bir uyum oluşmayabilir.
Evlilikte uyum istenilen ve beklenilen bir durumdur, fakat toplumsal yaşamda ortaya çıkan zorluklar bu uyumu
bozmakta ve ortaya sorunlar çıkmaktadır. Sorunlar aile yapısını kökünden sarsacak bir nitelik kazandığında
boşanma, kaçınılmaz bir durum olarak ortaya çıkmaktadır. Boşanma; genelde “ evliliğin sona ermesi” olarak
tanımlanmaktadır. Boşanma tanımlarında görece bir benzerlik olmakla birlikte boşanma, toplumlarda farklı
biçimlerde ortaya çıkmakta ve ele alınmaktadır.
Kuşkusuz boşanma, evlilik yaşantısının ortaya çıkışından beri var olan bir olgudur. Hukuksal yönden boşanma,
evlilik sözleşmesinin mahkeme kararıyla sona ermesi olarak kabul edilmektedir. Boşanmanın günümüzde özellikle
sanayileşmiş ülkelerde giderek arttığı gözlenmektedir. Ülkemizde de boşanma oranında bir artış olduğu
gözlenmektedir. Adalet bakanlığı boşanma istatistikleriyle de bu artış sayısal olarak da görülmektedir.
Tüm ülkelerde olduğu gibi boşanma oranında artış pek çok açıdan bir problem olarak ele alınıp işlenebilir bir olgu
olmakla birlikte boşanmış bireylerin, boşanma sürecine uyumu da hem birey hem boşanmanın ardında kalan
çocuklar hem de toplum ruh sağlığı açısından son derece önemli bir olguyu ve bu çalışmada da araştırmanın
odaklandığı sorunu ortaya koymaktadır.
AMAÇ
Bu çalışmanın amacı, boşanmış bireylerin, boşanma sürecine uyum düzeylerinin saptanması ve boşanmış
bireylerin uyum düzeylerine etki eden faktörlerin saptanması olarak planlanmıştır.
YÖNTEM
Çalışma Ankara ili sınırları içinde kartopu örneklem yöntemiyle ulaşılan ve bu çalışmaya katılmayı kabul eden 49
boşanmış bireyin verdiği bilgilerden oluşmaktadır.
Araştırma genel tama modeli içinde gerçekleştirilmiştir. Çalışmada veri toplama aracı olarak araştırma grubu
tarafından oluşturulan yarı yapılandırılmış görüşme formu ve boşanma sonrası uyum ölçeği kullanılmıştır. Veriler
görüşme tekniği aracılığıyla toplanmıştır. Yaklaşık 45 dakika süren görüşmelerde çalışmaya katılmayı gönüllü
olarak kabul eden araştırma grubuna tek oturumda yarı yapılandırılmış görüşme formu ve boşanma öncesi uyum
ölçeği uygulanmıştır. Bu ölçekte beş değerlendirme kriteri bulunmaktadır, bunlar: kendine değer vere, çözülme,
sinir, üzüntü, güven ve samimiyettir. Adı geçen ölçek 57 maddeden oluşmaktadır. Tenessenin Self- Concept
ölçeği ile desteklenmiş ve yüksek bir güvenirlik göstermiştir. Ölçek ülkemizde uygulanmıştır. Çalışma bilgisayar
ortamında uygun istatistiki programlar kullanılarak analiz edilmiş ve değerlendirilmiştir.
BULGULAR
Çalışmaya katılanların sosyo-demografik özellikleri incelendiğinde ; çalışma 22 bayan (%44.9) 27 erkek (%55.1)
(hukuksal olarak boşanmış ve ayrı evlerde yaşamlarına devam eden) boşanmış bireyden oluştuğu tablo1 de
görülmektedir.
Tablo 1: çalışmaya katılanların cinsiyet dağılımı
Cinsiyet
Sayı
Kadın
22
Erkek
27
Toplam
49
%
44.9
55.1
100
Çalışmaya katılanların %40.8 i 36-40 yaş arasındaki bireylerden oluşmaktadır (tablo2) çalışmaya katılanların yaş
ortalamalı ise 36.2 olarak saptanmıştır.
Tablo 2 : çalışmaya katılanların yaş dağılımı
Yaş
Sayı
18-25
2
26-20
9
31-35
18
36-40
20
Toplam
49
%
4.1
18.4
36.7
40.8
100
Tablo 3’ de çalışmaya katılanların eğitim düzeyleri gösterilmektedir. Buna göre çalışmaya katılanların yarısından
fazlasının %51 üiversite mezunu olduğu görülmektedir. Eğitim düzeyi en düşük orta okul mezunu olmakta, ve
ortaokul mezunu olan kişilerin toplamı ise 4 olarak görülmektedir.
Tablo 3 : çalışmaya katılanların eğitim düzeyleri
Eğitim düzeyi
Sayı
Ortaokul mezunu
4
Lise mezunu
20
Üniversite mezunu
25
Toplam
49
%
8.2
40.8
51
100
Çalışmaya katılanların sosyo-demorafik özelliklerinin değerlendirilir iken çalışmaya katılanların mesleki dağılımı
incelendiğine ise büyük bir bölümünün %61.2 memur olduğu görülürken, serbest meslek %32.7, emekli ve ev
kadını ise 5 2 oranında çalışmada temsil edilmişlerdir. Çalışamaya katılanların aylık gelirleri incelendiğinde ise
çalışmaya katılanların yarıya yakının bu çalışmanın gerçekleştirildiği 2002 yılında 901 milyonun üstünde bir gelire
sahip oldukları tablo 4’te görülmektedir.
Tablo 4: çalışmaya katılanların aylık gelirlerinin dağılımı
Aylık gelir
Sayı
250-400 milyon tl
5
401-600 milyon tl
2
751-900 milyon tl
20
901+ milyon tl
22
Toplam
49
%
10.2
4.1
30.8
44.8
100
Çalışmaya katılanların evliliklerine ilişkin bilgiler değerlendirildiğinde, çalışmaya katılanların %91.8’i 30 yaşın
altında evlenmiş bireylerden oluştuğu görülmektedir Tablo 5)
Çalışmaya katılanların toplam evli kaldıkları süre incelendiğin de ise %51’inin 4-9 yıl evli kaldıkları görülmektedir.
Ancak 1-3 yıl evli kalanların ve 10 yıldan sonra boşananların sayısında önemli sayılabilecek bir oran verdiği
görülmektedir (tablo 6).
Tablo 5 : çalışmaya katılanların evlenme yaşlarının dağılımı
Evlenme yaşı
Sayı
18-24
23
25-29
22
30-34
3
35+
1
Toplam
49
%
46.9
44.9
6.1
2.0
100
Tablo 6: çalışmaya katılanların evli kalma sürelerinin dağılımı
Evli kalma süreleri
Sayı
1-3
13
4-9
25
10+
11
Toplam
49
%
26.5
51.0
22.4
100
Ayrıca çalışmaya katılanların anne- baba ve veya kardeşlerinin evliliklerinde boşanma dağılımları incelendiğinde
çalışmaya katılanların %28.6 sının ailesinde boşanma olduğu eşlerinin ailesinde ise %40.8 oranında boşanma
olduğu saptanmıştır.
Araştırmaya katılan bireylerin boşanmaya uyum süreçleri incelendiğinde
yaş arttıkça uyum düzeyi puanın
yükseldiği görülürken (tablo 7) eğitim açısından eğitim düzeyinin artması ile uyum arasında anlamlı bir farklılığın
olmadığı saptanmıştır (tablo 8).
Tablo 7 : çalışmaya katılanları yaşlarına göre boşanma sürecine uyum puanlarının dağılımı
Yaş
Sayı
ortalama
En düşük puan
En yüksek puan
18-25
2
316.50
302.00
331.00
26-30
9
326.55
300.00
357.00
31-35
18
334.72
265.00
368.00
36-40
20
349.55
314.00
380.00
Toplam
49
338.53
265.00
380.00
Tablo 8 : çalışmaya katılanları eğitim düzeylerine göre boşanma sürecine uyum puanlarının dağılımı
Eğitim düzeyi
ortaokul
lise
üniversite
Sayı
4
20
25
ortalama
343.50
333.45
341.72
En düşük puan
300.00
302.00
265.00
En yüksek puan
36800
361.00
380.00
Toplam
49
338.53
265.00
380.00
Araştırmaya katılan bireylerin evlenme yaşlarında artış oldukça boşanma sürecine uyum puanlarının yükseldiği
görülürken (tablo 9). Evli kaldıkları süre yükseldikçe boşanmaya uyum düzeyleri puanlarının da yükseldiği
görülmüştür (Tablo 10).
Tablo 9 : çalışmaya katılanların evlenme yaşlarına göre boşanma sürecine uyum puanlarının dağılımı
Yaş
18-24
25-29
30-34
Toplam
sayı
23
22
4
49
ortalama
335.21
340.50
346.75
338.53
En düşük puan
300.00
265.00
335.00
265.00
En yüksek puan
372.00
380.00
364.00
380.00
Tablo 10 : çalışmaya katılanları yaşlarına göre boşanma sürecine uyum puanlarının dağılımı
Yaş
sayı
ortalama
En düşük puan
En yüksek puan
1-3 yıl
13
334.84
300.00
365.00
4-9 yıl
25
336.00
265.00
368.00
10 +
11
348.63
314.00
380.00
Toplam
49
338.53
265.00
380.00
Araştırmada ayrıca çok çocuklu bireylerin az çocuklu bireylere göre boşanmaya uyum puanlarının yükseldiği
görülürken, çalışmada gelir düzeyi ile uyum düzeyi arasında anlamlı bir sıralama saptanmamıştır.
DEĞERLENDİRME VE SONUÇ
Bugün endüstrileşmiş bir çok batı ülkesinde ve Türkiye’in bazı kesimlerinde evlilik, dostluğa, saygıya dayalı bir
kurum haline dönüşmüştür. Biyolojik, psikolojik ve toplumsal ihtiyaçların doyumuna yönelik olan, eşitlik ilişkilerine
dayanan ve ortak ihtiyaçların giderildiği bu kurumda samimi ilişkiler devam ettiği sürece evlilik kurumu önemini
korumaktadır. Bu kaybolduğunda da eşlerin evliliği bir anlam taşımamakta üstelik aile üyelerini de yıpratmaktadır.
Durum böyle olunca kimi ailelerde eşler ayrı yaşamanın kendileri için uygun olduğu sonucuna vararak boşanmayı
istemektedirler. Ancak boşanma bozuk olan aile ilişkilerinde kurtulma yolunda bir çözüm olmakla birlikte,
boşanma durumuna uyum ve yeni bir yaşantıya intibak etmek her kişi için her zaman aynı olamamaktadır.
Bu çalışmada boşanmış bireylerin, boşanma sürecine uyum düzeylerinin saptanması ve boşanmış bireylerin
uyum düzeylerine etki eden faktörlerin saptanması olarak planlanmıştır
Çalışmaya katılmayı gönüllü olarak kabul eden 49 kişiyle gerçekleştirilen çalışma sonucuna göre farklı sosyo
demografik özellikler sahip bir araştırma nüfusunda, boşanma sonrası boşanma sürecine uyum konusunda
erkeklerin kadınlardan daha fazla uyum sağladıkları sonucuna ulaşılmıştır. Ayrıca Araştırmaya katılan bireylerin
boşanmaya uyum süreçleri incelendiğinde yaş arttıkça uyum düzeyi puanın yükseldiği görülürken
açısından eğitim düzeyinin artması ile uyum arasında anlamlı bir farklılığın olmadığı saptanmıştır.
eğitim
Araştırmaya katılan bireylerin evlenme yaşlarında artış oldukça boşanma sürecine uyum puanlarının yükseldiği
görülürken Evli kalınan süre yükseldikçe boşanmaya uyum düzeyleri puanlarının da yükseldiği görülmüştür
Araştırmaya katılan bireylerin evlenme yaşlarında artış oldukça boşanma sürecine uyum puanlarının yükseldiği
görülürken , evli kaldıkları süre yükseldikçe boşanmaya uyum düzeyleri puanlarının da yükseldiği görülmüştür .
Bu çalışmada ulaşılan bilgiler ışığında aşağıdaki öneriler geliştirilmiştir.
·
Boşanma öncesinde, boşanma sürecinde ve boşanma sonrasında bireylere sosyal ve psikolojik destek
hizmeti sunmak, boşanma sürecinin bireylerde oluşturduğu korku, kaygı, sıkıntı, huzursuzluk ve
mutsuzluk ve mutsuzluk gibi çeşitli duygulara yönelik bireylerin baş etme güçlerini destekleyecek
hizmetlerin geliştirilerek yaygın bir biçimde ihtiyaç sahiplerine ulaştırılması.
·
Boşanma öncesinde ve boşanma aşamasında eşlere hukuki rehberlik hizmeti sunmak
·
Boşanma sürecinde ve boşanma süreci sonrasında eşlere ekonomik destek hizmetleri sunmak
·
Halkın boşanmış bireylere ilişkin olumsuz ve damgalayıcı bakış açılarını değiştirmeye yönelik, yazılı ve
görsel medya ile birlikte çalışmaların yapılması
KAYNAKLAR
Ackerman N.W. The Psychodynamics Of Family Life. USA: Basic Bookks Inc.
1958
Arıkan, Çiğdem. Alt Sosyo-Ekonomik Düzeyde Boşanmış Kadınların Psikososyal Durumları (Yayınlanmamış
Doktora Tezi) H.Ü, Ankara, 1990.
Atakan, Samire ”Boşanma Sürecinde Yaşanan Evreler” Psikoloji Dergisi, Cilt:6,
Sayı21, 1990.
Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu: Ailenin Güçlendirilmesi Ve Aile Politikaları,
Ankara, 1990.
Bell, J.E Family Therapy. New York: Jasan Aranson Inc. 1975
Clayton, R “ The Family, Marriage and Social Change” second edition
Masachusetts D.C. Heelth and Company, 1970
Die. Boşanma İstatistikleri. Türkiye İstatistik Yıllığı (1999), Ankara, 1999
Dominion, J Cinsel, psikolojik ve toplumsal açıdan boşanma. Çev: Mehmet
Harmancı, İstanbul: 1974
DPT. Türk Aile Yapısı Araştırması, yayın no : 2313, Ankara: 1992.
Eshleman, J.R. The Famıly. Sixth edition Masachusettes. Allyn and Bacon. 1991.
Gökçe, Birsen. Evlilik kurumuna ilişkin soyolojik yaklaşımlar. H.Ü. Sosyal Bilimler
dergisi, Ankara, 1978
Kessler, S. The American Way of divorce: Predictive for Change. Nelson Hall,
Chiago, 1979.
Reis, L., Family Systems in America. 4.ed. New York, 1988
Timur, Serim “ Türkiye’de aile yapısının belirleyicileri “ türk toplumunda aile”
Ankara, 1982.
Velidedeoğlu, H. Veldet. Ailenin Çilesi Boşanma. İstanbul: çağdaş yayınları, 1979.
Yıldırım, i. Evli bireylerin uyum düzeyleri” 3. psikiyatri, psikoloji, psikofarmokoloji
dergisi, 1,3,1993.
Yörükoğlu Atalay. Değişen Toplumda Aile ve Çocuk. İstanbul: 3. baskı, özgür yayınları, 1986.
Zastrow. C. Social Work With groups. Chicogo: Nelson-Hall Publishers, 1985.
AİLE DEĞERLENDİRMEDE HARİTALAMA
Dr. Uğur ÖZDEMİR*
Aile , her toplumda önemini koruyan temel bir kurum olarak varlığını sürdürmektedir. Ancak değişen toplumsal
yapı ve değerler ailenin her toplumda ve her zaman
tartışılan bir kurum olma özelliğini de beraberinde
oluşturmaktadır.
Sistem perspektifine göre aile bir geçmişi paylaşan, duygusal bağı olan, aile üyelerinin ve ailenin bütününün
ihtiyaçlarını
karşılamak
için
stratejiler
planlayan,
bireylerden
oluşmuş
karmaşık
bir
yapı
olarak
tanımlanmaktadır.Bu karmaşık yapı özellikle aile değerlendirme çalışmalarında son derece dikkatli olmayı ve var
olan durumu olabildiğince var olduğu şekliyle algılamayı ve bu algı üzerine müdehale planı yapmayı
gerektirmektedir. Bu nedenle aile değerlendirme çalışmalarında pek çok araç ve metod kullanılmaktadır.
Bu araç ve metodların genel hedefleri ailenin,yapısı, işlevleri ya da işlevlerini yerine getirme düzeyleri,roller, sorun
ya da sorunlar,ailenin güçleri,zayıflıkları,ilişki,iletişim yapıları, çevreyle uyumları vb. konularda bilgi alıp
başvuranın yada başvuranların sorunlarının çözümünde bu bilgileri kullanmaktır.
Bu çalışmada aile değerlendirmede iki yaklaşım olarak sunulan ilişki haritalama (=ekomap) ve Aile Soyağacı
(=genogram); aile dinamiklerini anlamada, ekolojik sistem teorisinden yararlanılarak geliştirilmiş terapist ve
danışanın birlikte çizerek oluşturdukları bir çalışma metodu olarak belirtilmektedir.
İlişki haritalama (ekomap)
Hartman tarafından, ailenin sorunları ve işlevlerinin iç ve dış alt sistemleri içinde gösterildiği bir çizim çalışması
olarak etkili bir araçtır. Ekomap in önemli bir özelliği aile ve dış çevresinin bağlantılarını birlikte ortaya konmasıdır.
Ekomap ile ailenin katılımı sağlanarak ailenin dışındaki sıkıntının anlaşılması ve aile dışındakilerle ilişkilerin
sistem içinde görülmesi sağlanır. Aile üyelerinin diğerlerine ilişkin savunmalarının azaltılmasında ve danışmanlık
alınmasında bu yol çok etkili olarak görülmektedir. Ekomap çalışmacının aile üyeleri ve diğerleri hakkında
*
Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Sosyal Hizmetler Bölümü
bilgilenmesi kadar aile sisteminin ve çevresinin tanınması açısından da değerli bir araçtır.Özellikle ailede
genellikle ilişki, iletişim sorunlarıyla başvuran danışanlarla, terapi sürecinin başlangıç aşamasında ikinci yada
üçüncü görüşmede aile içi dinamikleri değerlendirmek üzere kullanılabilecek bir çalışma yöntemidir.
İlişki haritalama çiziminde, önce çizimdeki iç ve dış daire ve çizimdeki anlamlandırma danışana iyice anlatılmalı ve
çizim olabildiğince danışan ile birlikte değerlendirmeler yapılarak gerçekleştirilmelidir.
İlişki haritalama çiziminde literatürde farklı örnekler olmakla birlikte aşağıda sunulan çizim karakterleri genelde
kabul görmektedir. ilişki haritalama çiziminde çizgilerin anlamlılığı aşağıda sunulmuştur.
: güçlü, sağlam, güvenilir bir ilişki, iletişim
: sınırlı bir ilişki ve iletişim
: Sağlam olmayan, güçsüz, stres yüklü bir ilişki
: Kırılma noktasında enerji yüklü bir ilişki
Aile soyağacı ,(Genogram) : Aile yapısını ve görevlerini açıklamak için kullanılan bir yöntemdir. Aile yapısına
ilişkin haritanın oluşturulmasında gerçekçi bir danışma alınarak geriye doğru üç jenerasyon geriye gidilerek
çizilme yapılabilmektedir. Çizilmede; doğum, hastalıklar, ölüm, evlilik, boşanma, iş, din, ve etnik özellikler üzerinde
çalışılabilmektedir. Ayrıca gerekliyse aile yapısıyla ilgili önemli fiziksel, psikolojik ve sosyal değişimlerle ilgili
bilgilere de yer verilir.
Aile soyağacı çalışmasında haritalama, danışan ile birlikte sık sık çizim onaylatılarak ve değerlendirmeler
yapılarak gerçekleştirilir. Danışanın kişilere ilişkin haritalamanın dışında aktarmaları varsa bu aktarmalarına izin
verilir.
Çizim 2 : Genogram çiziminde şekiller ve anlamı
: kadın
: Erkek
M : evlilik tarihleri D : boşanma tarihleri
: evlilik
: ölüm
: yasal olmayan evlilik
: çocuklar
: Bilinmiyor
Şekil 1 de Halil (19) adlı danışanın ekomap i görülmektedir iç dairede aile üyeleri dış dairede ise aile üyelerinin
iletişim içinde olduğu kurum, kişi yada görevler bulunmaktadır. Başta Halil olmak üzere aile üyelerinin kendi
aralarında ve dış sistemdeki olgu yada objelerle kurdukları ilişki Halil in gözüyle şekil 1’e yansımıştır.
Şekil 1: örnek ilişki haritalama (=ekomap)
Şekil 2 de ise Halil(19) adlı danışanın 2 jenerasyon geriye kadar giden aile genogramları görülmektedir.
Şekil 2: örnek genogram
Armutlu /Mengen/ Bolu
KAYNAKLAR
Carter, E.A.,& McGoldrick, M (1980). The Famıly Lifecycle: A Framework for famıly therapy. New York: Gardner
Pres.
Guerin P.J., Jr & Pendagast, E.G (1976). Evaluation of famıly system and genogram .In P.J Guerin Jr (Ed),
Famıly therapy : Theory and practice, New York: Gardner Pres.
Hartman, A. (1978). Diagrammatıc assesment of famıly relationsships, social Casework, 59, 465-476.
Hartman, A., & Laırd j. (1983). Famıly-centered social work practice. New York: Free Pres.
Holman, A. M. (1983) famıly assesment: Tools for understandıng and ıntervention. BEVERLY Hılls, CA: Sage
Publicatıons.
McPhatter, A, R (1991) Assesment Revisited : Acomprehensive Approach to Understandıng Famıly Dynamics.
Famılıes in Society: The Jornel of Contemporary HumAN Service, January.
Mınuchin, S (1974) Families and famıly therapy. Cambrıdge, MA: Harvard Unıversıty Pres.
Von Bertalanffy, L. (1968) General systems theory. New York: Braziller.
KÜRESELLEŞME SÜRECİNDE TOPLUM TEMELLİ BAKIM ANLAYIŞI ve SOSYAL HİZMET: TÜRKİYE
ÖRNEĞİNDE BİR MODEL ÖNERİSİ
Arş. Gör. Mehmet Zafer DANIŞ*
SHU Yasemin DANIŞ**
ÖZET
*
Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Sosyal Hizmetler Bölümü
(Hacettepe University Faculty of Economic and Administrative Sciences Department of Social Work)
E-mail: [email protected]
**
Sağlık Bakanlığı (Minestry of Health)
Küreselleşme süreci bir yandan yoksulluk ve yoksunlukları pekiştirmekte, öte yandan bilgi, eşya, sermaye ve
insanların sınırlar arasındaki hareket akışını hızlandırarak, yeni teknoloji, buluş ve yaklaşımların internet gibi
bilişim teknolojileri aracılığıyla dünyanın hemen her yerine ulaşmasına zemin oluşturmaktadır. Teknolojik alanda
yaşanan gelişmelere koşut olarak ortalama yaşam beklentisinin artması, düşük doğum ve ölüm hızı, halk sağlığı
hizmetlerinin yaygınlaşması dünya nüfusunun giderek yaşlanmasına ve yaşlanma süreci ile birlikte kronik
hastalıkların görülme sıklığının artmasına neden olmaktadır. Günümüzde aile kurumunun geleneksel rollerini gün
geçtikçe yitirmesi ise yaşlı bireylerin bakım sorununun daha da ağırlaşmasıyla sonuçlanmaktadır. Yaşlı, kronik
hastalıklı ve özürlü nüfusun tedavi ve bakım masraflarının sağlık ve sosyal hizmet harcamaları içerisindeki
payının artması, gelişmiş ülkelerin kurumsal ve yatılı düzenlemelerden; müracaatçı memnuniyetine dayalı, süreli,
etkili ve düşük maliyetli sağlık ve sosyal bakım hizmetlerine yönelmelerine neden olmaktadır. “Müracaatçı odaklı
toplum temelli bakım” (client-centered community based care) olarak adlandırılan sosyal hizmet odaklı bu
yaklaşım bakıma gereksinim duyan bireye, bağımsızlığını koruması ve kendi ayakları üzerinde durabilmesi için
gerekli bilgi ve sosyal yaşam becerileri kazandırma, yaşamını kendi evinde sürdürebilmesi için gereksinim
duyduğu destek ve yardımları sunma ve sosyal işlevselliğini yerine getirebilmesi için çalışma, rekreasyon ve diğer
olanaklardan yararlanmasını sağlama amacına yönelik olup ekip çalışmasını gerektiren bir hizmet modelidir.
Anahtar Kelimeler: Küreselleşme, müracaatçı odaklı toplum temelli bakım, eve yönelik hizmetler, sosyal politika
yönelimi, sosyal hizmetler.
Küreselleşme ve Sosyal Hizmetler
Son yirmi-otuz yıldır dünya genelinde varlığını belirgin bir biçimde hissettiren neo-liberalizm, devletlerin ulusal
düzeyde sosyal alana ayırdıkları payları kısıtlamalarına neden olmaktadır. Ekonomik açıdan dünya devletlerinin
giderek entegre olması ve sermayenin sınırlar arası serbestliği, ulusların geniş kapsamlı refah politikaları
uygulama olanaklarını erozyona uğratmakta, uygulanan politikalar gelir eşitsizlikleri ve yoksulluğun giderek artan
bir biçimde dezavantajlı nüfus grupları arasında yayılmasına yol açmaktadır. Ekonomilerin küreselleşme süreci ile
birlikte ortaya çıkan sosyal güvenlik krizi eğitim, sağlık ve sosyal hizmet gibi özü itibariyle kamusal olarak
tanımlanan alanlardan devletlerin giderek elini çekmesine sebep olmakta, gelirin yeniden dağıtılmasına yönelik
sosyal adaletçi yaklaşımlardan, bireysel risk anlayışına dayalı ferdi yaklaşımlara geçilmektedir.
Küreselleşen dünyamız, sosyal güvenlik alanında olduğu gibi sosyal hizmet sektöründe ve müracaatçı gruplarına
yönelik geleneksel hizmet anlayışında da köklü değişimlere sahne olmaktadır. Her geçen gün daha da artan
bilimsel ve teknolojik gelişmelere paralel olarak sosyal hizmetlerde bireye bakış açısı da farklılaşmaktadır.
Geçmişte, yardıma gereksinim duyan muhtaç durumdaki bireylerin korunması ve bakımı öncelikli hedef iken,
bugün bireyin yaşam kalitesinin geliştirilmesi, sağlıklı ve başarılı bir biçimde yaşlanarak, sosyal yaşama daha aktif
bir biçimde katılım sağlaması ve nihayetinde iyilik halinin ilerletilmesi amaçlanmaktadır. Bu nedenle, sosyal refah
seviyesi yüksek olan ülkelerde gereksinim içerisindeki nüfus gruplarına yönelik bakım modelleri hızlı bir biçimde
gelişmekte, hizmet sunumunda öncelikli olarak bireyin tercihleri göz önünde bulundurulmaktadır. Çocuk, genç,
yaşlı her yaş grubundan bakım ve sosyal desteğe gereksinim duyan bireyi, yatılı sosyal hizmet kurumlarının izole
edici ve psiko-sosyal açıdan örseleyici olumsuz etkilerinden uzak tutmak için onları alıştıkları ve sosyal ilişkilerini
sürdürdükleri yaşam alanı içerisinde çeşitli hizmetlerle destekleyerek, yaşamlarını kendi evlerinde ve aile
çevresinde sürdürmelerini sağlamak amacıyla, kurumsal bakım hizmetleri terk edilerek, toplum temelli bakım
modellerine geçilmektedir (Danış 2005).
On dokuzuncu yüzyıldan kalan geleneksel kurum bakımı düzenlemeleri (Danış ve Tufan 2003: 218)
köklerini medikal yaklaşımdan almakta (Chapman, Keating ve Eales 2003: 253) (özürlülük, yaşlılık, kronik
hastalık bireysel bir sorun olarak görülmekte ve bireyin içinde yaşadığı çevresel sistemlerle olan ilişki ve
etkileşimleri göz ardı edilmekte, bireyin kendi bünye ve/veya çevre şartlarından kaynaklanan uyumsuzluk
ve eksiklikleri bakım sorununa indirgenmekte, çözüm olarak ileri sürülen yaklaşım ise toplu bakım ve
yeme, içme anlayışına dayalı kurumsal ve yatılı bakım düzenlemelerinde aranmaktadır), bireyin var olan
gereksinim ve sorunları asgari bir yaşam düzeyinde bir kurum çatısı altında çözümlenmeye
çalışılmaktadır (Danış 2004: 51-52). Oysaki kurum bakımı sabit giderlerinin (personel, bina, mefruşat,
toplu yemek, ısınma, elektrik, su, telefon vb.) yüksekliğinin yanı sıra, bireyin yaşamını topluluğa
indirgemesinden dolayı (Koşar 1996: 101) yalnızlık, duygusal ve sosyal izolasyon, istismar, depresyon ve
umutsuzluluk durumlarının yaşanmasına neden olmaktadır (Sokolovsky 1983: 5; Olson 1994: 45; Wilson
2000: 60). Örneğin, ABD’de yapılan bir araştırmada huzurevine kabul edilen yaşlıların %8’inin ilk hafta,
%29’unun ilk ayda ve %45’inin ilk altı ay içinde öldüğü tespit edilmiştir (Adam 1985: 32). Bu durum yaşlı
bakım kurumlarındaki yaşam koşullarının yanı sıra yaşlı bireyin alışık olduğu çevreden, anılarından,
eşyalarından ve en temelde sevgi uyaranlarından uzaklaşması ile ilişkilendirlmektedir (Rinehart 2002: 7072).
Toplum Temelli Bakımın Tarihsel Arka Planı
Bakıma ve psiko-sosyal desteğe gereksinim duyan bireyin var olan gereksinimlerini karşılamaya çalışmak ve onu
yaşadığı ortamdan, evinden, yakın aile ve komşuluk ilişkilerinden uzaklaştırmadan sorunlarının çözümüne katkıda
bulunma anlamına gelen toplum temelli bakım uygulamalarının tarihi kökleri 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar
uzanmaktadır (Frumkin ve Lloyd, 1995: 2238). Bu tarihte Amerika’da dost ziyaretçi (friendly visitor) adı verilen
gönüllülerin hasta, yaşlı, özürlü ve muhtaç durumdaki bireylerin evlerine giderek sağladıkları yardımlar aynı
zamanda toplum temelli bakım hizmetlerinin tarihsel gelişim sürecinin de başlangıcı olarak kabul edilmektedir
(Danış 2005: 447).
İlk olarak dini gereklilik nedeniyle fakir hastaların evlerine düzenlenen ziyaretler şeklinde başlayan (Cimete 1998:
7) toplum temelli bakım hizmetlerinin gelişiminde sosyal hizmet uzmanlarının yanı sıra hemşireler de önemli rol
oynamıştır. ABD’de 1905 yılında Dr. Cabot sosyal hizmet uzmanlarını hastayı taburcu olduktan sonra evinde
izlemek, ailesinin ekonomik durumunu araştırmak, hastalığın tekrarını ve yayılmasını önlemek için uygulanacak
kurallar konusunda aileyi bilgilendirmek üzere hastanın evine göndermiştir (Turan 1999: 9). 1908 yılında
“Hayırseverlik Teşkilatı Cemiyeti” (Charity Organization Society)’nin bir uzantısı olarak kurulan “Ev Hizmetleri
Organizasyonu” (The Home Service Organization) I. Dünya Savaşı süresince ekonomik ve psiko-sosyal açıdan
savaşın olumsuz yansımalarından etkilenen birey ve grupların gereksinimlerini karşılamaya yönelik ev odaklı
sosyal hizmet ve yardımlar üretti (Toikko 1999: 356). Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde hemşire Lilian Wald sağlık
hizmetlerinin sosyal olması gerektiğini, sağlık, ekonomik durum, sosyal yaşam ve çevre şartlarının birbirleriyle
doğrudan ilişkili olduğunu, başarılı bir tedavi için bireyin içinde bulunduğu sosyo-ekonomik koşulların iyileştirilmesi
gerektiğini ifade etmiştir. Wald’ın bu yöndeki çabaları ABD’de 1919 yılında “Henry Street Nurses Settlement” isimli
ilk geniş kapsamlı toplum temelli bakım programının kurulmasına öncülük etmiştir. On beş bin kişiye hizmet veren
bu “toplum merkezi” (settlement house) her semt sakininin istediği zaman yararlanabildiği, ayaktan tedavi hizmeti
veren, gerekli durumlarda bireyin evine temel düzeyde sağlık hizmetleri götüren bir halk sağlığı hemşireliği
merkezi konumundaydı (Naylor ve Wilkerson 1999:121; Marek, Popejoy, Petrozki ve Rantz 2006: 80).
Yirminci yüzyılın ikinci çeyreğinden 1950’lilerin başına kadar olan dönemde yaşanan 1929 Dünya Ekonomik Krizi
ve İkinci Dünya Savaşı’nın ekonomik ve sosyal alandaki olumsuz etkileri toplum temelli bakım uygulamalarının bu
dönem içerisinde askıya alınmasına, daha çok kurumsal bakım düzenlemeleri ile hasta, yaşlı ve özürlü bireylere
sosyal bakım ve sosyal hizmetlerin sunulmasına yol açmıştır (Devereaux, Andrus ve Scott 1981; Toikko 1999;
Naylor ve Wilkerson 1999). Nitekim bu dönemde yoksulluk, işsizlik, kronik hastalıklar, enfeksiyonlar, özürlülük
artmış, koruyucu, önleyici ve geliştirici sağlık hizmetleri ve sosyal hizmetler yerine ağırlıklı olarak sağlık alanında
tedavi edici hizmetler (hastaneler), (Naylor ve Wilkerson 1999) sosyal hizmet alanında da kurum bakımı hizmetleri
(huzurevleri, bakım yurtları)’ne ağırlık verilmiştir (Hugman 1994). 1950’lili yıllarla birlikte kronik hastaların artan
hastane giderleri, yaşlı nüfusta meydana gelen hızlı artışın yol açtığı tedavi, bakım ve sosyal giderler maliyeti
daha az ve daha effektif olan toplum temelli bakım hizmetlerine olan talebi yeniden arttırmıştır. 1950 ve 1960
arasındaki dönemde ABD’de kırka yakın evde bakım (home care) programı açılmış ve bu programlar aracılığıyla
kronik hastalıklı bireyler ile günlük yaşam aktivitilerini yerine getirmekte güçlük çeken yaşlılara kendi evlerinde
bakım hizmeti verilmiştir. Bu programların içeriğinde hemşirelik, tıbbı bakım, sosyal hizmetler, ev temizliği, ulaşım
vb. destek ve yardım hizmetleri yer almıştır (Naylor ve Wilkerson 1999: 121).
Toplum temelli bakım hizmetlerinin gelişiminde 1965 yılı dönüm noktası olarak kabul edilmektedir. Bu tarihte
ABD’de çıkarılan Ulusal Sağlık Bakımı yasasında evde bakım, tıbbi bakım (medicare) programları aracılığıyla
hasta, yaşlı ve özürlü bireyler için yasal bir hak olarak tanınmıştır. Bu süreçle birlikte evde bakım pogramları hızla
artmış ve kurum bakımı düzenlemelerinden giderek uzaklaşılmıştır (Naylor ve Wilkerson 1999: 121). 1970’lere
gelindiğinde Avrupa ve Amerika geriye döndürülmesi güç bir yaşlanma trendinin içine girmiş, altmış beş ve yukarı
yaştaki kişilerin genel nüfus içindeki oranı ogüne kadar tarihte benzeri görülmemiş düzeye çıkmıştır. Uzun yaşam,
kalp-damar hastalıkları, şeker, yüksek tansiyon, üro-genital hastalıklar, kanser, alzheimer, demans vb.
kronik
hastalıkların görülme sıklığını ve kronik hastalıklara ayrılan tedavi giderlerini arttırmış, bu ise gelişmiş ülkelerin bir
sosyal güvenlik ve bakım krizi içine girmesine neden olmuştur.
Bugün gelişmiş ülkelerde sağlık harcamaları milli gelir içerisinde önemli bir yer tutmakta ve giderek artmaktadır
(Taylor ve Dakof 1987: 99; Easton 1998: 113). Son yirmi yılda kamu açıklarını kapatmak için sosyal alandaki
harcamalarını giderek kısıtlamalarına rağmen, nüfusun yaşlanması, ileri derecede kronik hastalık ve sakatlıklar,
yeni tedavi yöntemleri ve tıp teknolojisinin gelişmesi ve artan toplumsal beklentiler nedeniyle gelişmiş ülkelerin
sağlık giderleri bir türlü düşmemektedir (Sağlık Bakanlığı 1998: 1). Örneğin, ABD’de ulusal sağlık harcamaları her
yıl bir önceki yıla göre ortalama %10 artış kaydetmektedir. ABD’de gayri safi milli hasıla (GSMH) içindeki sağlık
harcamalarının payı 1960 yılında %5.3 iken 1995’te %15’e ulaşmıştır (Kılıç 1995: 33). Bugün İngiltere’de milli
gelirin %13’ü, Almanya’da %10.3’ü, Fransa’da %9’u (Oral 2001: 82-90), İsviçre’de %8’i (Zweifel 1995: 78) sağlık
harcamalarına ayrılmaktadır. Sağlık harcamalarının en büyük kısmını ise kronik hastalığa sahip bireyler ve
yaşlıların tedavi giderleri oluşturmaktadır. Örneğin, ABD’de tüm sağlık bütçesinin %75’i kronik hastalıkların
tedavisine ayrılmaktadır.
Günümüzde, küreselleşme sürecinin sosyal refah devleti uygulamalarını sona erdirmesi, ekonomideki kar amaçlı
politikaların sosyal alana ayrılan payları sınırlandırması, kamu sorumluluğuna dayalı risk anlayışından, ferdi risk
anlayışına yönelim vb. neo-liberal politikalar bakıma gereksinim duyan risk gruplarının tedavi ve bakım
maliyetlerinin mümkün olduğunca minimize edilmesi ve bu doğrultuda ailenin insiyatif almasının özendirilmesini
gündeme getirmektedir. Bu nedenle toplum temelli bakım anlayışında aile üyeleri bakıma gereksinim duyan
bireyin günlük bakımının sağlanması, istek ve beklentilerinin karşılanmasında profesyonel bakım ekibine destek
vererek, kilit rol üstlenmektedirler.
Bugün gelinen noktada, sosyal bakım hizmetlerindeki anlayış bakıma gereksinim duyan bireyi mümkün olduğunca
kendi ev ve aile ortamında maddi ve araçsal yardımlarla desteklemek ve bu süreçte ailenin kuşaklararası
geleneksel bakım rolünü yeniden canlandırmaktır. Bu amaç toplum temelli bakımın özünü oluşturmaktadır.
Toplum Temelli Bakım Hizmetleri
Amerika, Avrupa ve İskandinav ülkelerinde 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kurum bakımının, yaşlılar
üzerinde tıbbi açıdan ve psiko-sosyal yönden olumsuz etkileri olması, yaşlının sosyal çevre ile ilişkilerini
engellemesi, yaşlının kendi kaderini tayin (self determination) etmesi ilkesi ile çelişmesi vb. nedenlerle, kurum
bakımı terk edilmeye, alternatif bakım modelleri ve toplum temelli bakım gelişmeye başlamıştır (Nijkamp ve
Diğerleri 1991: 17-19). Amerikan Ulusal Evde Bakım Derneği (National Association for Home Care 1994 Akt;
Kaye 1995: 1) verilerine göre; Amerika’da yaşlılara evde bakım ve destek hizmetleri veren 15027 evde bakım
kurumu bulunmaktadır. ABD’de evde bakım programlarında görev alan personel sayısının yedi yüz bin bu
hizmetten yararlanan kişi sayısının her yıl otuz milyon civarında olduğu bilinmektedir. Ülkemizde ise sistemli bir
biçimde formel alanda evde bakım ve gündüz merkezleri gibi toplum temelli hizmet modellerine geçilememiştir.
Toplum temelli bakım beş temel özelliği söz konusudur. Bunlardan ilki bireyin eksiklik ve noksanlıklarından ziyade
onu var olan güçlü yanlarıyla ele alarak mevcut potansiyelini geliştirmek için profesyonel bir bakım perspektifi
sunmasıdır. İkincisi bireyin kişisel tercih, istek ve beklentilerini gözönünde bulundurarak yaşam akışını kendi
kontrolü dahilinde sürdürmesine olanak tanımaktadır. Üçüncüsü aile üyelerine bakıma gereksinim duyan yakını
için sorumluluk alma, meslek ekibine katkıda bulunma olanağı tanımaktadır. Bu bir nevi aracılık rolü (mediating
role) olarak kabul edilmektedir. Aile üyeleri hasta, özürlü ve yaşlı bireyin sorun ve sıkıntılarını, gereksinim ve
beklentilerini düzenli olarak evde bakım elemanlarına ileterek evde bakım ekibini daha hızlı ve etkili bir bakım
hizmeti verebilmeleri noktasında yönlendirmektedirler. Toplum temelli bakım hizmetlerinin dördüncü özelliği
bakıma gereksinim duyan bireyin fiziksel, bilişsel, psikolojik ve sosyal sınırlılıkları dolayısıyla toplumsal yaşamdan
kopmasını, dışlanmasını engellemek için toplumla birey arsındaki sınırları kaldırmaktır. Son olarak toplum temelli
bakım bireyin sorun ve gereksinimlerine özgü bir bakım konsepti sunduğu için maliyeti düşük, toplumsal çıktısı
daha yüksek olan insani odaklı bir hizmettir (Kane ve Degenholtz 1997: 19-23; Yee, Capitman, Leutz ve Sceigaj
1999: 726; Naylor ve Wilkerson 1999: 122; Gladstone ve Wexler 2002: 39-45).
Toplum temelli bakım hizmetleri bireyin kişisel ve sosyal yaşamı arasında bir köprü oluşturarak, bakımın yalnızca
fiziki boyutunu değil aynı zamanda psikolojik ve sosyal boyutunu da ön plana çıkarmaktadır. Hem mevcut sağlık
ve sosyal hizmet personeliyle daha çok müracaatçıya ulaşmak hem de ulaşılan müracaatçının en üst düzeyde
memnuniyetini sağlamak ancak toplum temelli bakım hizmetleri ile mümkündür. Nitekim bakıma gereksinim duyan
birey genelci bir bakış açısıyla ailesi, çevresi ve etkileşim içerisinde olduğu ilişki sistemleri ile bir bütün olarak ele
alınmakta, ona götürülecek olan bakım ve destek hizmetleri ise düzenli ve sistemli bir biçimde birey ve aile
incelemeleriyle somutlaştırılarak disiplinlerarası bir yaklaşımla koordine edilmektedir. Toplum temelli bakım
hizmetleri eve yönelik hizmetler (evde yardım, evde tıbbi bakım hizmetleri, süreli bakım, evlere yemek servisi,
evlere bakım ve onarım hizmeti, telefonla yardım servisi) gündüzlü hizmetler (serbest zaman değerlendirme,
ulaşım hizmetleri, sağlık, spor, beslenme, rehabilitasyon, diyet, kişisel bakım, hukuksal ve mali müşavirlik, tatil ve
piknik organizasyonu vb.) ve tıbbi, sosyal ve mesleki rehabilitasyon hizmetleri gibi çok geniş bir alana
yayılmaktadır. Birey mevcut hizmet seçeneklerinin yalnızca birinden yararlanabileceği gibi tümünden de aynı
anda yararlanabilir. Burada önemli olan bireyi mümkün olduğunuca kendi alıştığı ve ilişkilerine devam ettiği yaşam
alanı içerisinde çeşitli hizmetlerle desteklemek, kendi ayakları üzerinde durmasını sağlamak, yaşamını kendi aile
çevresinde ve ev ortamında sürdürmesine yardımcı olmaktır.
Ülkemize Özgü Bir Toplum Temelli Bakım Modeli Önerisi ve
Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu’nun Rolü
Bir çok ülkede evde bakım ve gündüzlü hizmetler gibi toplum temelli bakım hizmetleri yerel yönetimler, sivil
toplum kuruluşları ve özel sektör tarafından verilmektedir (Olson 1994: 44). Ülkemizde yaşlı, hasta ve özürlü
bireylere götürülecek evde bakım ve gündüzlü hizmetlerin organizasyonunda; bu hizmetlerin ülke geneline
yaygınlaştırılması, yerinden yönetim anlayışına uygun olarak hizmet verme sürecinde ortaya çıkan sorunların
ivedilikle çözümlenmesi ve mevcut kaynakların daha etkin bir biçimde kullanılabilmesi gibi gerekçelerle
belediyeler, sivil toplum kuruluşları ve özel sektör uygulayıcı olarak yer almalıdır (Danış 2004: 222). Belediyelerin
idari örgütlenmeleri içerisinde oluşturulacak “toplum temelli bakım hizmetleri şubeleri”, bakıma gereksinim duyan
yatalak ve kronik hastalıklı bireyler ile yaşlı ve özürlülere yönelik gündüz hizmetleri ve evde bakım hizmetlerinin
sevkinden ve idaresinden sorumlu olabilir. Bu hizmetler belediye sınırları içerisinde açılacak gündüz merkezleri
aracılığıyla, gönüllü kişi ve kuruluşların katkılarıyla yürütülebilir. Belediyelere ek olarak kamu yararına çalışan ve
kar amacı gütmeyen sivil toplum kuruluşları ile özel sektör de SHÇEK tarafından belirlenecek standartlara uymak
koşuluyla evde bakım ve gündüzlü hizmetler sunmak üzere gündüz merkezleri işletebilirler.
Belediyeler, kamu yararına çalışan sivil toplum kuruluşları ve özel sektör tarafından verilecek olan toplum temelli
bakım hizmetlerinin standardının belirlenmesi ve denetimi, ülkemizde bakıma ve yardıma muhtaç özürlü ve
yaşlılara yönelik hizmetlerin yürütülmesinden 2828 Sayılı Kanun gereği birinci derecede sorumlu olan SHÇEK
tarafından gerçekleştirilmelidir. SHÇEK bünyesinde “Toplum Temelli Bakım Hizmetleri Dairesi” kurularak özürlü
ve yaşlılara yönelik gündüzlü hizmetler ve evde bakım hizmetlerinin ülke genelindeki eş güdümü, hizmetlerin
esas, usul ve ilkeleri ile denetimi merkezi yönetimce sağlanmalıdır.
Evde bakım ve gündüz merkezlerinin görevleri detaylı olarak şu şekilde ele alınabilir:
- Bakıma gereksinim duyan özürlü, hasta ve yaşlıların mümkün olduğunca kendi evlerinde kendi çevrelerinde
yaşamlarını sürdürebilmeleri hedefine yönelik evde bakım hizmetlerinin sunulması (ev temizliği, çamaşırların ve
bulaşıkların yıkanması, ütünün yapılması, hazır yemek servisi, banka ve fatura işlerinin takip edilmesi,
alışverişin yapılması, ev bakımı ve onarımı, ev ziyareti, danışmanlık, telefonla takip, tıbbi takip ve hemşirelik,
geçici bakım ve refakat, vücut temizliği ve bakımı, tatil, kamp, gezi, serbest zaman değerlendirme ve ulaşım
hizmetleri),
- Bakıma gereksinim duyan özürlü, hasta ve yaşlıların serbest zamanlarını aktif bir biçimde değerlendirebilmeleri
için uygun günlük gezintiler, yemekler, eğlenceler, kültürel faaliyetler, kütüphane hizmetleri ve diğer serbest
zaman etkinliklerinin düzenlenmesi,
- Sivil toplum kuruluşları ve gönüllüler ile iş birliğinin sağlanması yoluyla mevcut kaynakların harekete geçirilmesi,
- Merkezlerin kurulduğu ve hizmet verdiği çevre içerisinde özürlü, hasta ve yaşlıların sorunlarının topluma
anlatılması,
- Özür, hasta ve yaşlılara yönelik, tıbbi, sosyal ve mesleki rehabilitasyon hizmetleri sunmak.
- Özellikle kırsal bölgelerde yaşayan sürekli veya geçici bakıma gereksinim duyan bireylerin sorunlarının, istek ve
beklentilerinin araştırılması ve ortaya çıkan bulgular doğrultusunda bu gruplara yönelik destek hizmetlerinin
geliştirilmesi için projeler yapılması,
- Özürlü, hasta ve yaşlıların toplum hayatına aktif olarak katılımını sağlayacak olanakların oluşturulması,
- Özürlü, hasta ve yaşlı bireye sahip ailelerin, bakım yükünü hafifletmek, stres ve kaygılarını azaltmak, moral
motivasyonlarını canlı tutmak, yaşadıkları sorunları tespit etmek, gereksinim ve beklentilerini karşılamaya
yönelik sosyal bakım ve destek hizmetlerini planlamak ve hayata geçirmek suretiyle ailelerin tükenmişlik (burn
out) düzeylerini azaltmaktır.
Toplum temelli bakım hizmetlerinin idari, eylemsel ve mesleki açıdan uygulamaya
nasıl aktarılabileceğinin daha iyi anlaşılması için; evde bakım hizmetleri
organizasyon şeması şu şekilde oluşturulabilir.
TOPLUM TEMELLI BAKIM HIZMETLERI ORGANIZASYON ŞEMASI
Sonuç ve Öneriler
Küreselleşme süreci ile birlikte dünya ekonomilerinin giderek entegre olması, ulus devletlerin uluslararası
konjonktüre ve politikalara bağlı olarak sosyal refah düzenlemelerinden vazgeçmeleri, dünya nüfusunun
demografik ve sosyal yapısında meydana gelen değişmeler, devletlerin yeni ve maliyet etkililiği yüksek olan
sosyal hizmet ve sağlık politikalarına yönelmelerine neden olmaktadır. Yaşlı, özürlü ve kronik hastalıklı nüfusun
bakım ve tedavi giderlerinin artması, ailenin geleneksel bakım rolünün ortadan kalkması, kan bağına dayalı
dayanışma modellerinin eski gücünü yitirmesi gibi nedenlerle bakıma gereksinim duyan kişi sayısı hergeçen gün
artmaktadır. Kurum bakımının psiko-sosyal açıdan olumsuz etkilerinin yanı sıra, yüksek maliyetli bir hizmet olması
devletlerin yeni ve çağa uygun sosyal bakım modellerine yönelmelerine neden olmuştur. Nitekim çağdaş dünyada
yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren kurumsal ve yatılı bakım modelleri terk edilmeye, evde bakım ve
gündüzlü hizmetler gibi toplum temelli bakım modellerine geçilmeye başlanmıştır. Toplum temelli bakım
müracaatçı odaklı bir hizmet olarak, bakıma gereksinim duyan birey ve ailesini bir bütün olarak ele alıp, bireyin
mümkün olduğunca normal yaşamın gereklerine ayak uydurması için onu kendi alıştığı ve yaşamını sürdürdüğü
ev ve aile ortamında desteklemeyi ve böylelikle bağımsız bir yaşam sürmesini amaçlamaktadır. Bireyin
gereksinim duyduğu eve yönelik hizmetlerin yanısıra, sosyal yaşamla etkileşimini güçlendirmeye yönelik gündüzlü
hizmetler, tıbbi, sosyal ve mesleki rehabilitasyon hizmetleri gibi çok geniş bir bakım konsepti sunan toplum temelli
bakım bu yönüyle disiplinler arası çalışmaya dayalı bir hizmet modelidir.
Ülkemizde formel sosyal hizmetler sisteminin uygulayıcısı konumunda olan SHÇEK Genel Müdürlüğü
daha çok kurumsal bakım düzenlemelerine dayalı sosyal bakım uygulamaları içerisindedir. Yaşlı ve özürlülere
yönelik evde bakım hizmetleri sunulmamakla birlikte bu nüfus gruplarına yönelik gündüzlü merkezlerin sayısı bir
elin parmaklarını geçmemekte ve bu merkezler aracılığıyla ulaşılan kişi sayısı yaklaşık altı milyon yaşlı, sekiz
buçuk milyon özürlünün yaşadığı Türkiye’de küçük bir mahalle nüfusundan daha azdır. Ülkemizin genel ekonomik
koşulları gözönünde bulundurulduğunda, sayıca az nitelikli personel ve kısıtlı bir bütçeye sahip SHÇEK’in mevcut
olanaklarını daha etkili bir biçimde kullanabilmesi ve daha fazla bakıma gereksinim duyan bireye hizmet
verebilmesi için süreli, belirli bir amaca dönük, etkili bakım hizmetlerine yönelmesi gerekmektedir. Toplum temelli
bakım, müracaatçılar tarafından istendik bir hizmet olmanın yanı sıra, sabit gider, personel ve maliyet açısından
daha ucuz bir hizmettir. Bu nedenle SHÇEK’in kurumsal ve yatılı bakım düzenlemelerinden daha toplumsal bakım
modellerine geçmesi acil bir zorunluluktur. SHÇEK bünyesinde oluşturulacak “Toplum Temelli Bakım Hizmetleri
Daire Başkanlığı” ve bu başkanlık çatısı altında kurulacak “Gündüz Merkezleri”, “Evde Bakım Hizmetleri” ve
“Tıbbi, Sosyal ve Mesleki Hizmetler” şube müdürlükleri aracılığıyla yurt genelinde yerel yönetimler, sivil toplum
kuruluşları ve özel teşebbüse bağlı olarak açılacak evde bakım ve gündüzlü hizmet programları sevk ve idare
olunabilir. SHÇEK bu süreçte kendi örgütlenmesi içersinde bu tarz merkezler açabileceği gibi açılacak
merkezlerin standartını belirleyerek, denetimlerini yapabilir.
KAYNAKLAR
ADAM, Eflatun. “Yaşlanma ve Psiko-Sosyal Etmenler”, 21. Ulusal Psikiyatri ve Nörolojik Bilimler
Kongresi, Çukurova Üniversitesi, Adana, 1985.
CHAPMAN, S. A., N. KEATING, J. EALES. “Client-Centered Community Based Care for Frail Seniors”, Health
and Social Care in the Community, Volume: 11, Number: 3, 2003: 253-261.
DANIŞ, M. Zafer ve B. TUFAN. “Küçük Grup Bakım Modeli :Beypazarı Sekli Yaşlılar Köşkü Örneği.” II. Ulusal
Yaşlılık Kongresi Kitabı, YASAD Yayını, Denizli, 2003: 217-226.
DANIŞ, M. Zafer. Yaşlıların Evde Bakım Gereksinimleri ve Evde Bakıma İlişkin Düşünceleri: Başarılı Yaşlanma ve
Yaşlı Bakım Modelleri, Güç-Vak Yayınları, Sosyal Hizmet Dizisi I, Ankara: Türkiye Güçsüzler ve
Kimsesizlere Yardım Vakfı Yayını, 2004.
DANIŞ, M. Zafer. “Home Care in the World and Turkey”, 1st International Care Congress, İstanbul, Princess
Hotel, 2-8 May 2005.
DANIŞ, M. Zafer. “Toplum Temelli Bakım Anlayışı”, Öz-Veri Dergisi, T.C Başbakanlık Özürlüler İdaresi Yayını,
Cilt: 2, Sayı: 1, Mayıs: 2005: 445-459.
DANIŞ, M. Zafer. Yaşama Derinden Bir Kucak, TÜGEV Yayınları, Gerontolojik Çalışmalar Dizisi I, Ankara: Türk
Geriatri Vakfı Yayını, 2005.
DEVEREAUX, O., L. G. ANDRUS, C. D. SCOTT. Elder Care: A Practical Guide to Clinical Geriatrics, New York:
Grune & Stratton Inc, 1981.
EASTON, L. KRISTEN, Gerontological Rehabilitation Nursing, Philadelphia: W. B. Saunders Company, 1998.
FRUMKIN, M., G. A. LIOYD, “Social Work Education.” The Encyclopedia of Social Work, ed: Edwards R. L., 19
th. Edition, Silver Spring, NASW Press, Maryland, (1995). Pp: 2238-2247.
GLADSTONE, J., E. WEXLER. “Exploring the Relationships Between Families and Staff Caring for Residents in
Long-Term Care Facilities: Family Members’ Perspektives”, Canadian Journal on Aging, Volume: 21,
Number: 3, 2002: 39-46.
HUGMAN, Richard. Ageing and the Care of Older People in Europe, New York, St. Martin’s Press, 1994.
KANE, R. A., H. DEGENHOLTZ. “Assesing Values and Preferences: Should We, Can We?”, Generations,
Volume: 21, Number: 1, 1997: 19-24.
KAYE, W. Lenard. “The Proliferation of Home Care Programs.” Journal of Gerontological Social Work,
New York: The Haworth Press, Volume 24, Number 3-4, 1995: 1-6.
KILIÇ, Bülent. “Amerika Bileşik Devletleri Sağlık Sistemi”, Toplum ve Hekim, Cilt: 9, Sayı: 64-65, 1995: 30-35.
KOŞAR, Nesrin. Sosyal Hizmetlerde Yaşlı Refahı Alanı, Ankara, 1996
MAREK, D. K., L. POPEJOY, G. PETROSKI, M. RANTZ. “Nurse Care Coordination in Community-Based LongTerm Care”, Volume: 38, Number: 1, 2006: 80-86.
NAYLOR, D. M., K. B. WILKERSON. “Creating Community-Based Care for the New Millennium”, Nursing
Outlook, May-June 1999: 120-127.
NIJKAMP, P., J. PACOLET., H. SPINNEWYN., A. VOLLERING., C. WILDEROM. Services For The Elderly in
Europe, Leuven, Commission of the European Communities, 1991
OLSON, K. Laura. The Graying of the World, USA, The Haworth Press, 1994
ORAL, A. İlhan. “Dünyada ve Türkiye’de Sosyal Sigortalar Kapsamında Sağlık Sigortası Uygulamaları”,
(Yayınlanmamış Doktora Tezi), Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2001.
RINEHART, H. Barbara. “Senior Housing: Pathway to Service Utilization”, Journal of Gerontological
Social Work, Volume: 39, Issue: 3, 2002:57-76.
SAĞLIK BAKANLIĞI. Avrupa Sağlık Reformu: Mevcut Stratejilerin Analizi, Ankara: Sağlık Bakanlığı Sağlık Projesi
Genel Koordinatörlüğü Yayını, 1998.
SOKOLOVSKY, Jay. Growing Old in Different Societies: Cross-Cultural Perspectives, USA, Wadsworth
Publishing Company, 1983
TAYLOR, S. E. ve G. A. DAKOF. “Social Support and the Cancer Patient”, S. SPACAPEN ve S. OSKAMP (Ed.),
The Social Psychology of Health, USA: Sage Publications, 1987: 95-116.
TOIKKO, Timo. “Social and Psychological Discourses in Social Casework During the 1920s”, Families and
Society, Volume: 80, Number: 4, July-August, 1999: 351-358.
TURAN, Nihal. Sosyal Kişisel Çalışma, V. DUYAN ve A. M. AKTAŞ (Ed.), Ankara, 1999.
WILSON, Gail. Understanding Old Age: Critical and Global Perspectives. London, Sage Publications, 2000
YEE, D. L., J. A. CAPITMAN, W. N. LEUTZ, M. SCEIGAJ. “Resident-Centered Care in Assisted Living”, Journal
of Aging and Social Policy, Issue: 10, 1999: 726.
ZWEIFEL, Peter. “İsviçre Sağlık Sistemi”, Toplum ve Hekim, Cilt: 9, Sayı: 64-65, 1995: 76-79.
AİLEYİ TEHDİT EDEN YENİ BİR TEHLİKE: SANAL İLİŞKİLER
Mehmet KARACA*
ÖZET
*
Arş. Gör. Fırat Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü, Elazığ
Toplumun varlık ve devamının en büyük garantisi onun temel birimi olan ailedir.
Ailenin korunması, çağın
gereklerine göre donatılması ve sağlıklı bir yapıya kavuşturularak topluma faydalı bir unsur olmasının sağlanması
her toplumun temel sorumluluklarındandır. Oysa aileyi tehdit eden pek çok tehlike ile karşı karşıya bulunmaktayız.
Bunların bir kısmı da yeni ilişki tarzlarını mümkün kılan internetten kaynaklanmaktadır.
Küresel iletişim ve bilişim ağı olan internet, bağımlılık, sanal seks, yalana dayalı sanal sohbet, elektronik gözetim,
şiddet içerikli oyunlar, siber kumar, dijital dolandırıcılık, sosyal izolasyon gibi pek çok problem ile aile içi güven
ortamını ve sıcak ilişkileri temelden sarsarak aileyi tehdit etmektedir.
Sosyal hayatımızda giderek daha çok yer almaya başlayan internet, kişiler arası iletişim ve ilişkilere yeni boyutlar
kazandırmakla birlikte, bireylerin aile içi ve sosyal çevre ile olan ilişkilerinde birtakım problemleri de beraberinde
getirmektedir. Aile ve eşlerin ihmal edilmesi, eşlerin aldatılma kaygısı yaşamaları, gerçek ilişkilerde bocalama gibi
pek çok problemden söz edilebilir. Kısaca, internet faydalı olabilecek zengin bir içeriğe sahip bulunmasına
rağmen kontrolsüz kullanıldığı takdirde, aile ilişkilerini derinden yaralayacak sorunlar yaşatabilir. Bu tür sorunların
önünün alınabilmesi ise, aile bireylerinin internet ve içerikleri konusunda bilinçlendirilmesine bağlıdır.
Bu çalışmada, yeni iletişim teknolojilerinden internet ve ilgili unsurlardan kaynaklanan tehlikelerden ailenin
korunmasının gerekliliği üzerinde durulmakta ve bu konuda öneriler sunulmaktadır. Anahtar Kelimeler: İnternet,
Sanal İlişkiler, Aile, İletişim
GİRİŞ
Kısaca uluslararası ağ (İnternational Network) olarak ifade edilebilecek olan internet, her kesimden kullanıcıya
önemli yararlar sağlayabilecek bir potansiyele sahip bulunmakta ancak, pek çok kullanıcı tarafından daha çok
eğlence ve yeni ilişkiler peşinde koşma aracı olarak değerlendirilmektedir. İnternet bağımlılarının sayısında her
geçen gün büyük bir artış yaşandığı gerçeği sıkça şikâyet konusu olmaktadır. Bireylerin internette kontrolsüz
şekilde gezinmeleri pek çok aile tarafından endişe ile karşılanmaktadır (ÖZERGİN 2004).
Temelde bilişim amacına hizmet etmek üzere tasarlanmış bulunan ve bilim camiasında bilgi otoyolu olarak da
adlandırılan internet, aslında ömür boyu eğitim ve araştırma alanında inkâr edilemeyecek bir açıklıkla ortada
olduğu gibi, çok büyük yararlar ve bulunmaz fırsatlar sunmaktadır. Bu gün internet sayesinde dünyanın neresinde
olursa olsun ilgi duyduğumuz herhangi bir alandaki bilgilere birkaç tıklama ile ulaşabilmekteyiz. Yine, dünyanın
neredeyse bütün kütüphanelerini ve bilimsel kaynakları bilim adamlarının hizmetine sunan internet bilgiye erişim
konusunda araştırmacıları çok büyük zorluklardan kurtardığı gibi, ayaklarına kadar getirdiği hizmetlerle işlerini de
olabildiğine hızlandırmış ve kolaylaştırmıştır. Bütün bunlar ve sayılamayacak çokluktaki daha başka hizmetler
internet aracılığıyla ulaştığımız nimetler olarak kabul edilebilir. Dolayısıyla, dünyamızın küreselleşmesine baş
döndürücü bir hız kazandıran internet çağın en büyük buluşlarından biri olarak da kabul edilebilir. Ancak pek çok
teknolojik buluş gibi, internetin de toplumun çeşitli kesimleri için yıkıcı kabul edilebilecek tesirlerinin bulunduğu
gözden kaçmamaktadır.
Bu çalışmanın, internet karşıtlığı yapmak gibi bir amacının bulunmadığını en başta belirtmek gerekir. Burada,
internetin sağladığı katkıların hakkı teslim edilmekle birlikte, özellikle aileye yönelik olarak meydana getirdiği
riskler konu edilmektedir. Siber alanı birkaç kez ziyaret etmiş olan herkesin az çok fark edebileceği gibi, internette
amaçsız bir şekilde sörf (gezinti) yapanların her an her türlü istenmeyen içerikle karşılaşmaları mümkündür.
Arama motorlarında arama yaparken veya internet adresi yazarken yapılacak bir harf hatası bile kullanıcıları
arzulanmayan görüntülerle karşı karşıya bırakabilir ya da tıklanan ilişimlerle hiç beklenmeyen tehlikelere davetiye
çıkarılmış olunabilir. Siber ağlarla örülü hayal denizinde olta atarken geriye bir sürü problemle dönmemiz de
mümkündür. Bilgisayarımızdaki verileri tehdit eden virüsler, kafamızı karıştıran yalan ve yanıltıcı haberler veya
sanal avcıların kurdukları tuzaklar, söz konusu problemlerden sadece bir kaçı olarak örnek verilebilir. Özellikle
çocuklar için bu tür sürprizler hiç hoş olmayan sonuçlar doğurabilir. Zira internet denilen siber alan, porno,
satanizm, terörizm, dolandırıcılık, kumar ve şans oyunları gibi saymakla bitmeyecek ve milyonlarca sayfaya ile
ifade edilen bir zararlı içerik yığını ile dolup taşmış bulunmaktadır.
Sanal İlişkiler ve Aile
Genel anlamıyla sanal ilişki, “ortak mekânda gerçekleşmeyen, yüz yüze görüşmeye dayanmayan, bedensel
temas olanağının bulunmadığı, araçlı bir iletişim ile gerçekleştirilen ve gerçeklikten ziyade hayali bir hüviyet arz
eden bağlantı” şeklidir. Bu açıdan bakıldığında bunun bir ilişki olarak kabul edilip edilmeyeceği bile tartışılabilir.
Kısaca, “internet aracılığıyla gerçekleştirilen ilişki” şeklinde ifade edilebilecek olan sanal ilişkiyi, “internet üzerinden
kurulan iletişim yoluyla gerçekleştirilen, yüz yüze olmayan, fiziksel yakınlık ve bedensel temasın bulunmadığı
ilişki” şeklinde tanımlamak mümkündür.
Sanal ilişkide, görüntü aktarıcı iletişim araçlardan faydalanarak sesli ve görüntülü görüşme imkânı da bulunmakla
birlikte genellikle bedensel temastan yoksun ve yüz yüze olmayan bir ilişki söz konusudur. Bu tür ilişkide bağlantı
doğrudan
doğruya
değil
de
çeşitli
araçlarla
gerçekleştirildiğinden
kişiler
kolaylıkla
hayali
kimlikler
kurgulayabilmekte, fiziksel ve kişilik özelliklerini olduğundan farklı yansıtabilmekte, aldatma ve yalana dayalı bir
dünya oluşturabilmektedirler. Bu gerçeklik ise, sanal ilişkileri güvenilirlikten uzaklaştırmakta ve bu tür ilişkilere
temkinli yaklaşılmasını zorunlu kılmaktadır. Ancak her şeye rağmen her geçen gün daha çok kişi çeşitli şekillerde
sanal ilişkiler kurmakta, bir kısmı bu ilişkileri gerçek hayata da taşımaktadır. Zaman zaman mutlu sonla biten
internet ilişkilerine rastlanmakla birlikte, bu tür ilişkilerin gerçek hayata taşınması sonucu değişik mağduriyetlerin
yaşandığına da tanık olabilmekteyiz.
“Evlilik ve kan bağına dayanan, karı, koca, çocuklar, kardeşler arasındaki ilişkilerin oluşturduğu, toplum içindeki
en küçük birlik” (TDK) olarak tanımlanan aile, sosyolojiye göre toplumun temel taşı olup, diğer toplumsal kurumlar
gibi toplumsal değişmelerden etkilenmeye açık bir kurumdur. Dolayısıyla aile tarih boyunca var olmakla birlikte,
toplumdan topluma ve çağdan çağa farklı yapılar sergilemiştir. Sanayi devrimi sonucu bu günkü şehirli aile yapısı
olan çekirdek aile vasfını kazanan bu kurum, güncel gelişme ve değişmelerden etkilenmeye devam etmektedir.
Çok büyük bir hızla değişmekte olan günümüz küresel dünyasında pek çok şey gibi aile de yıkıcı etkilere maruz
kalmakta ve çoğu toplumda çözülme ve dağılmadan kurtulamamaktadır. Gerek sorumluluk almaktan çekinen
kişilerin bir aile kurmaktan kaçınmaları, gerekse eşlerin ayrılmak suretiyle kurulmuş aileyi parçalamaları toplumun
temel taşı olan aileyi, dolayısı ile de toplumu sarsıntıya maruz bırakmaktadır. Aileleri parçalayan unsurların
başında ise, karşılıklı güvensizlik, anlayışsızlık ve geçimsizlik gelmektedir. Söz konusu değişkenler ise, siyasi,
ekonomik ve teknolojik değişmeler başta olmak üzere toplumsal olaylardan ve değişmelerden etkilenmeye
oldukça müsaittirler. İşte bu sebepten dolayı diğer teknolojik gelişmeler gibi internetin de toplum ve aileye yönelik
çok çeşitli etkilerinden ve sanal ilişkiler nedeniyle aileye yönelen tehditlerden söz edilebilir.
Sanal ilişkilerden kaynaklanan aileye yönelik tehditleri, aile bireylerine yönelik tehditler (yanlış ilişkiler kurma,
bağımlılık kazanma, kötü alışkanlıklar edinme, başarı ve verimde düşüş yaşama), aile bütünlüğüne yönelik
tehditler (iletişimsizlik, aileden uzaklaşma, yalnızlaşma, hayali dünyalar kurma, ailenin parçalanması), aile içi
güven ortamına yönelik tehditler (aldatılma kaygısı, eşler arası güvensizlik, ebeveyn-çocuklar arası güvensizlik)
ve mal ve can güvenliğine yönelik tehditler şeklinde sıralamak mümkündür.
Sanal İlişkilerle Ortaya Çıkan, Aileye Yönelik Tehditler
Arkadaş arama, sohbet (Chat) odası, tartışma grubu, oyun sitesi gibi çeşitli amaçlarla oluşturulmuş bulunan
sayısız internet sitesi, bireylerin elektronik ortamda karşılıklı iletişim kurmalarını kolaylaştırmak suretiyle yeni ilişki
tarzlarının gelişmesine ve bunların toplumsal ilişkiler arasında kendilerine yer bularak toplumsal kabul görmesine
katkıda bulunmuştur. Ancak, söz konusu platformlarda iletişim kuran kişilerin kimlikleri, fiziksel özellikleri, kişilikleri
ve gerçek niyetleri konusunda sağlıklı bir şekilde fikir sahibi olmak pek mümkün olmadığından, bu ortamlarda
kurulan ilişkiler gerçek ve yüz yüze ilişkiler kadar güven vermemekte ve sanal (hayali, kurgusal, gerçek olmayan,)
kalmakla birlikte gerçek ilişkiler üzerinde yaptıkları etkilerle değişik yaş, statü ve kişilik özelliklerine sahip kişiler
için çeşitli risklere kapı aralamaktadırlar. Bireysel yaşama, aile hayatına ve bireyler arası güven duygusuna zarar
verme potansiyeline sahip unsurları bünyesinde barındıran internetten ve internet üzerinden kurulan sanal
ilişkilerden aile kurumunun zarar görmesi kuvvetle muhtemel görünmektedir. Sanal âlem ve sanal ilişkilerden
kaynaklanan ve aileye zarar vermesi muhtemel unsurlar aşağıdaki başlıklar altında ele alınabilir.
1. Aile Bireylerine Yönelik Tehditler
Sanal ilişkilerin, bireysel yaşamda neden olabileceği başlıca olumsuzluklar, yanlış ilişkiler kurma, internet
bağımlılığı, kötü alışkanlıklar edinme ve bireysel verimde düşüşler yaşanması şeklinde sıralanabilir. Söz konusu
olumsuzlukların hem yetişkin bireyler hem de gençler ve çocuklar tarafından yaşanması mümkün olabilmektedir.
Bilgi, araştırma ve haber takibi gibi bir amacı olmadan internete bağlanan kişiler internette sörf (gezinme) ve Chat
(sanal sohbet) yapmaya genellikle hoş vakit geçirmek, kendilerini ifade etmek, heyecan yaşamak veya yeni
arkadaşlıklar kurmak gibi düşüncelerle başlamaktadırlar. Ancak böyle masum niyetlerle başlayan sanal ilişkiler ve
internet arkadaşlıkları kimi zaman istenmeyen sonuçlar doğurmaktadır. Örneğin, yetişkin aile bireylerinin aile
saadetlerini tehlikeye düşürecek ilişkilere başlamaları, genç aile bireylerinin uygunsuz kişilerle arkadaşlık
kurmaları ve ailelerinin haberi olmadan chat arkadaşlarıyla buluşarak istenmeyen olaylar yaşamaları veya
çocukların kendilerinden büyük kişilerle tanışarak onlardan olumsuz etkilenmeleri mümkün olabilmektedir. Bu tür
durumlara, medyada sıkça rastlamaya başladığımız internet aşkı yüzünden eşinden boşanan karı koca, chat
arkadaşı tarafından dolandırılan genç, internet arkadaşı tarafından tecavüz edilerek öldürülen kız veya chat
kavgasını sokağa taşıyarak bir birini öldüren çocuklar ile ilgili haberler örnek gösterilebilir. Hatta internette verilen
bir satış ilanı bile kişinin dolandırılmakla kalmayıp öldürülmesine kadar varan olaylar zincirini başlatabilmektedir.
Özellikle, gerçek hayatta bulamadığı mutluluğu sanal âlemde arayan eşler, gerçek hayatta iletişim ve arkadaşlık
kurmakta veya kendilerini ifade etmekte güçlük çeken veya kimlik arayışı içinde olan gençler ve internete bağlı
bilgisayarlar başında başıboş bırakılan ve amaçsızca sörf yapan çocuklar bu tür risklerle her an karşı karşıya
kalabilirler.
İnternette gezinen kişileri bekleyen tehlikeler yanlış ilişkiler kurmaktan ibaret değil elbet. İnternetin aşırı kullanımı
sonucu ortaya çıkması beklenen bir diğer olumsuzluk internet bağımlılığıdır. İnternet kullanımının, ağkolizm olarak
da ifade edilen bağımlılık derecesine varması bireylerin sosyal ve psikolojik yaşantılarında çok çeşitli problemlerin
derin boyutlarda ortaya çıkması sonucunu doğurabilir. İnterneti bir kaçış olarak gören ve her fırsatta kendini siber
uzay boşluğuna atmaya çalışan kişiler, bu problemleri yaşama açısından önemli bir risk grubunu
oluşturmaktadırlar. Özellikle, interneti kontrollü kullanabilme becerisini henüz yeterli düzeyde geliştirememiş olan
gelişim çağındaki gençlerde bağımlılık riskinin gözlenebileceği beklenmektedir. Bu sebeple, internet kullanan
bireylerde bağımlılık yönünde bulgulara rastlanıp rastlanmadığı sıkça araştırılmaktadır. Örneğin, Elazığ ilinde lise
öğrencileri üzerinde yapılan bir araştırmaya (M. Karaca tarafından hazırlanan ve henüz tamamlanmamış doktora
tezi) göre, öğrenciler arasında bağımlılık sinyalleri verenler önemli bir orana varmış bulunmaktadır. İnterneti
tamamen terk etmelerinin mümkün olmadığını belirterek risk altında olduklarını ortaya koyanların oranı %24,4;
sürekli internete bağlanmayı hayal ettiklerini belirtenlerin oranı ise %15,7 olarak gözlenmiştir.
İlk siberuzay psikoloğu olan Dr. Kimberly S. Young'a göre internet, tıpkı kumar gibi bağımlılık yapmakta, sağlık
sorunları, uykusuzluk ve depresif eğilimlere yol açmaktadır (Hürriyet,1999). Yani, günümüzde alkol bağımlılığı gibi
bir ağ bağımlılığından söz edilebilir (YÜCEL, 2005, ÇANKIRILI, 2005, GÖNÜL, 2003 vb.). Bu alanda danışmanlık
hizmetleri veren web sitelerinden, konuya yönelik psikolojik araştırmalara kadar çeşitli çabalara şahit olmaktayız.
Bu konuda yapılan çalışmalara göre, telefonun sürekli meşgul olması, telefon ve internet faturalarının kabarması,
internet nedeniyle eşler arasında anlaşmazlıkların baş göstermesi, misafirlik ve eğlence gibi ev dışı faaliyetlerde
azalma meydana gelmesi, sportif faaliyetlerden uzaklaşma, kondisyon kaybı, aile içi ilişkilerin ve bağların
zayıflaması, iş veriminde düşüş yaşanması, uykusuz kalma ve yorgunluk, elektronik alışverişte artış olması,
başka iş ve kişileri sanal yaşama engel olarak görme ve onlardan kaçış gibi belirtiler internet bağımlılığını ele
veren ipuçları olarak kabul edilebilir. Açıkça anlaşılacağı gibi, bu tür belirtilerin baş gösterdiği bir aile durumdan
olumsuz etkilenecek ve en kısa zamanda gerekli önlemler alınmadığı takdirde aile bağlarını tehlikeye atacak
boyutta bir huzursuzluk yaşanması kaçınılmaz olacaktır.
İnternette gezinen kişilerin kötü alışkanlıklar edinmeleri ve bu alışkanlıkları gerçek hayatta da sürdürmeleri gibi,
olumsuz kişilik özellikleri olarak kabul edilebilecek birtakım davranışlar ile çok sık karşılaşmaktayız. İnternette
sohbet ederken yalana başvurma, argo ve kaba ifadeler kullanma ve internette edinilen bu tür olumsuz
alışkanlıkları gerçek hayatta da sürdürme gibi davranışlar bu duruma örnek verilebilir. Yukarıda sözü geçen
araştırmaya (KARACA) göre, internette chat yapan öğrencilerin yaklaşık yarısı (%45,6) sanal sohbet esnasında
yalana başvurmaktadırlar. Yine, internet kullanan öğrencilerin yaklaşık beşte biri gibi önemli bir kısmı (%19,6)
internette iletişim kurarken kimi zaman argo/kaba ifadeler kullandıklarını belirtmişlerdir. Bu tür olumsuz
alışkanlıkları gerçek hayatta da sürdürmeye devam eden internet kullanıcılarının oranı ise, %10,1. Ancak, internet
ortamlarında edinilmesi muhtemel kötü alışkanlıklar yalan söyleme ve kaba ifadeler kullanmaktan ibret değildir.
Özellikle, sağlıksız şartlarda hizmet veren ve yeterince denetlenemeyen internet kafelerde ve bu isim altında
çalıştırılan oyun evlerinde, sigara ve bağımlılık yapıcı madde kullanımı gibi kötü alışkanlıklar edinilmesi de söz
konusu olabilmektedir. Pek çok ailenin çocuklarını göndermek istemediği internet kafelerin önemli bir kısmı, bu tür
olumsuzluklara zemin hazırlamaya müsait yapıları ile adeta birer suç ve sosyal sapma mekânı olarak işlev gören
yerler haline gelmişlerdir (YILDIZ, BÖLÜKBAŞ, 2005).
Düzensiz ve aşırı internet kullanımı sonucu, aile bireylerinin iş hayatlarında ve okul başarılarında bir düşüş
yaşanması ve bir verim kaybı meydana gelmesi beklenebilir. İnternet kullanımının, daha çok oyun ve eğlenceye
dönük olması, gereğinden fazla enerji ve zaman alması ve araştırma ruhunu yok edecek biçimde internetten hazır
ödevlerin indirilmesi, kişilerin performans kaybına uğramalarına ve özellikle öğrencilerin tembelliğe alışmalarına
ve derslerindeki başarılarının düşmesine yol açabilir. Sanal eğlenceye kendini aşırı derecede kaptıran ve interneti
bilişim ve eğitim aracı olmaktan ziyade eğlence ve zaman geçirme aracı olarak gören kişiler, hem okul hayatında
hem de gündelik yaşamda başarısızlığa mahkûm olma tehlikesi ile karşı karşıya bulunmaktadırlar. Yapılan çeşitli
araştırmalarla da ortaya konulmuştur ki, interneti kontrolsüz, düzensiz, amaçsız ve verimsiz kullanan bireylerin,
gerek günlük aktivitelerinde gerekse eğitim hayatlarında başarısızlıklarla karşılaşmaları kaçınılmaz olmaktadır. Bu
tür problemlerin önlenmesi, internetin amaçlı, planlı ve verimli kullanımı ile mümkündür. Burada ailelere ve
eğitimcilere önemli görevler düşmektedir. Gerek evlerde gerekse eğitim kurumlarında internetin bilişim ve eğitim
amaçlı kullanımının teşvik edilmesi, internet kullanımının aileler, çocuklar ve gençler için problem ve başarısızlık
kaynağından ziyade bir başarı aracı olarak işlev görmesinde fayda sağlayıcı bir yaklaşım olacaktır.
Burada elbette ki asıl suçu internette değil, onun araladığı kapıları dikkatsizce açan ve kontrolsüzce yanlış yola
giren kullanıcılarda aramak lazım. Ancak, gerek ailelerin gerekse bireylerin benzer olumsuzluklar yaşamalarının
ve mağdur olmalarının önlenebilmesi için gerekli tedbirlerin de geciktirilmeden alınması önem arz etmektedir.
2. Aile Bütünlüğüne Yönelik Tehditler
Sanal ilişkiler ve aşırı internet kullanımı sonucu ortaya çıkan ve aile bireylerinin birlik, beraberlik ve bütünlüğünü
bozabilecek potansiyele sahip unsurların bu yönde meydana getirebileceği başlıca olumsuzluklar, iletişim
kuramama, aileden uzaklaşma, yalnızlaşma, hayali bir dünya kurarak içine kapanma ve ailenin parçalanması
şeklinde sıralanabilir.
Bağımlılık derecesinde internet kullanımına kendilerini kaptıran bireylerde gözlenen en önemli belirtilerden biri,
aile, arkadaş, okul vb. birimlerden oluşan toplumsal çevreleri ile olan iletişimlerinde bir kopukluk yaşamaya
başlamaları ve giderek sosyal çevrelerinden uzaklaşmalarıdır. Bu durumdaki bireyler, gerçek ilişkileri artık sanal
ilişkiler kadar çekici bulmama, gerçek hayatta bulamadıkları haz ve mutluluğu sanal âlemde arama, günlük
hayatın acı veren gerçeklerinden kaçma veya internette sörfe daha fazla vakit ayırma isteği gibi çeşitli nedenlerle
gerçek kişilerle iletişimden kaçabilir ve toplumdan uzaklaşabilirler. Bu uzaklaşma ve iletişimsizlik, sadece dış
çevreye karşı olabileceği gibi, aileden kopma şeklinde de cereyan edebilir.
Bu şekilde toplumdan uzaklaşmaya ve iletişim becerilerini giderek kaybetmeye başlayan bireyler zamanla
toplumdan soyutlanarak yalnızlaşmaya ve kafalarında kurdukları hayali bir dünyaya hapsolmaya başlayabilirler.
Bu hayali dünya ise, genellikle kurgulama kimlikle kendilerini istedikleri gibi tanıttıkları, yalana dayalı, internet
ortamındaki manevra alanından ibaret bir dünya olmaktadır. Çünkü sanal sahnede bireylerin, beğenmedikleri
özelliklerini gizlemek, sahip olmak isteyip de olamadıkları özellikleri ise kendilerine mal etmek suretiyle kimliklerini
gönüllerince kurgulama ve karşılarındaki kişilerle hayali bir kişilik olarak ilişki kurma gibi bir özgürlükleri
bulunmaktadır. Ancak, bu sanal özgürlük zamanla psikolojik birtakım sorunları beraberinde getirmekte ve bu
problemlerin sosyal hayata da olumsuz yansımaları olmaktadır.
İnsanoğlunun topluma katılma ve toplumla bütünleşmiş bir birey olma süreci olarak cereyan eden sosyalleşmede,
çocukluk ve gençlik dönemleri çok büyük bir öneme sahiptir. Bu dönemler, sağlıklı ve uyumlu bir aile ve toplumda
geçirildiği takdirde bireylere büyük kazançlar sağlarken, aile veya toplum dışında, toplumdan kopuk ya da sorunlu
toplumsal ortamlarda geçirilmesi halinde gerek fert gerekse aile ve toplum açısından çok büyük problemlere
kaynaklık eder hale gelebilmektedir.
Çeşitli problemlere kaynaklık eden sosyal izolasyonun ortaya çıkmasında rol oynayan etmenler arasında
bilgisayar oyunları ve internet oldukça önemli bir yere sahiptir. Özellikle, patolojik internet kullanımı kişileri
toplumdan soyutlamakta, toplumsal ortamlardan uzaklaştırmakta, yalnızlık ve yabancılaşmaya itmektedir.
Bireyleri sosyal hayattan ve toplumdan uzaklaştıracak derecede internete bağımlı hale getiren etkenler,
yetişkinlerde daha çok haz veya değişiklik arama, yeni ilişkiler kurma, rahatsızlık uyandıran gerçeklerden kaçma,
yeni fırsatlar arama şeklinde ortaya çıkarken; çocuklarda daha çok merak, oyun, eğlence, yeni şeyler keşfetme ve
karşılaşılan değişik ve ilginç içeriklerin çekiciliği şeklinde kendini göstermektedir.
Evden hiç ayrılmadan günler hatta aylar geçirebilme (www.turkiye-avrupa.net, 2004) imkânı sağlayan internet,
sunduğu güç, hâkimiyet ve özgürlük algısı ile bireylerin toplumdan kendilerini soyutlanmalarına, kendi dünyalarına
kapanmalarına ve yalnızlaşmaya hız kazandırmaktadır. İnternet aracılığı ile yaşanmakta olan yalnızlaşma irade
dışı ve psikolojik bir sorun olarak gerçekleşebildiği gibi, iradi bir tercih olarak da cereyan edebilmektedir.
Gerek gerçek hayatın sanal âlemdeki gibi basit bir oyundan ibaret olmaması, gerekse ilişkilerin yalan üzerine bina
edilmesinin gerçek hayatta doğuracağı sakıncalar, yaşanması muhtemel sorunları içinden çıkılmaz bir hale
getirebilir. Bu durumun neden olacağı tahribat ise, etkisini daha çok aile ve çocukların hayatları üzerinde
gösterecektir. Eşlerden veya çocuklardan biri ya da bir kaçının internet bağımlılığı ya da sanal ilişkiler sonucu
gerçek hayattan kopması, toplumsal çevreden ve sosyal ilişkilerden uzaklaşarak yalnızlaşması ve hayali bir
dünyaya ya da iç dünyasına kapanması, aile bağlarının giderek zayıflamasına, hatta kopmasına ve ailenin
parçalanmasına yol açabilir.
3. Güven Ortamına ve Güvenliğe Yönelik Tehditler
Aile içi güven ortamının devamı her şeyden önce aile bireylerinin bir birlerine karşı dürüst davranmalarına, gizli
saklı işlerden kaçınmalarına ve karşılaşılan problemleri paylaşıp birlikte çare aramalarına bağlıdır. Gerek eşler
arasında gerekse ebeveyn ve çocuklar arasında karşılıklı güven ortamının devam ettirilmesi aile birliği, saadeti ve
devamı için hayati öneme sahiptir. Aile bireylerinden biri ya da bir kaçının, ötekileri dikkate almadan gizlice
birtakım işler çevirmeleri veya karşılaştıkları problemleri paylaşmamaları ya da gizlemeye çalışmaları durumunda
ise bireyler arası güven duygusu yok olmaya ve aile bağları zayıflamaya başlar.
Ailede sadakat, bağlılık ve güven duygularını olumsuz etkileyen çok değişik unsurlar bulunmaktadır. Günümüzde
internet ve sanal ilişkiler de bu unsurlar arasında yer almaya başlamış bulunmaktadır. Ailelerin sanal ilişkilerden
olumsuz etkilenmesi, en fazla eşlerin sanal seks veya flört yapması ya da eşlerden birinin böyle bir kaygı taşıması
sonucunda gerçekleşmektedir. Çünkü pek çok kişi, sanal da olsa internette eşinden gizli olarak başkalarıyla
görüşmenin, onlarla sırlarını paylaşmanın veya duygusal yakınlık kurmanın ihanet olduğunu düşünmektedir.
Örneğin, Avustralya'da 1117 kişi üzerinde yapılan bir araştırmaya göre, internet kullanıcılarının yüzde 41 gibi
önemli bir oranı (çoğunluğu kadın) "siber-ilişki"yi ihanet ve sadakatsizlik olarak görmekte, bunun gerçek ilişkiden
farklı olmadığını düşünmektedir. Araştırmaya katılanların yüzde 30'u, "heyecanlı bir internet sohbeti"nin, flörte
giden yolu açtığını, kişisel bilgiler verme ve birbirlerine fotoğraf göndermeyle sonuçlanabildiğini söylemiş.
Araştırmacı Dr. Monica Whitty, erotik içerikli internet sohbetinin, ortada fiziksel bir temas olmasa da ilişkiler
üzerinde gerçekten etkili olduğunu belirtiyor (Hürriyet, 2002).
Evli kişilerin sanal seks sitelerini dolaşmayı alışkanlık haline getirmeleri, karşı cinsle chat yapmayı özellikle tercih
etmeleri ve bu ilişkiyi ileri boyutlara taşımaya çalışmaları aileyi temelinden sarsacak derecede büyük bir problem
olarak kabul edilebilir. Çünkü böyle bir davranışı sergileyen kişinin, ya ailesi ile problemleri bulunmakta ya da
siber ilişkilere gereğinden fazla kapıldığından tehlikeli sona doğru giden bir yola girmiş bulunmaktadır. Gerek bu
tür ilişkilere girilmesi gerekse internette gizlice sörf yapılması veya aşırı internet kullanımı sonucu eş ve çocukların
ihmal edilmesi, aile bireyleri arasında var olan sadakat ve güven duygusunu zedeleyebilir. Eşinin aşırı derecede
veya gizlice internete bağlandığını öğrenen ya da böyle olduğunu düşünen kişi, aldatılma kaygısı duymaya ve
eşinin sadakatini sorgulamaya başlayacaktır. Bu durum ise, diğer eş itham edildiği şeyi kabul etse de etmese de
her halükarda aile ilişkilerinin ciddi bir darbe alması ile sonuçlanacaktır. Zira yapıldığı takdirde bu tür davranışın
yanlışlığı kadar, sanal âlemde yapılanların gizlenmeye çalışılmasının veya eşlerden birinin yapmadığı bir ihanetle
suçlanmasının yanlışlığı da ortadadır. Yani, hem sanal sadakatsizlik hem de ihanet ithamı aileyi parçalanmaya
götürecek kadar ciddi bir problemdir ve yaşanmış örneklere rastlamak da mümkündür (GÜNEŞ, 2003).
Bu tür bir problemle karşılaşılmaması için, her şeyden önce eşlerin ve öteki aile bireylerinin bir birine karşı dürüst
davranmaları, internette gezinme gibi belki basit görülebilecek işleri bile gizlice değil de görünür şekilde
gerçekleştirmeleri ve karşılıklı güven duygusunu zedeleyici tavırlardan ve şüphe ile karşılanabilecek
hareketlerden kaçınmaları gerekmektedir. Ayrıca, her internette gezinen illa ihanet edecek diye bir şey olmadığına
göre, kişinin eşine güven duyması, bir delile dayanmadan ithamda bulunmaması ve internet kullanan aile
bireylerine anlayışla yaklaşılması büyük bir önem taşımaktadır. Öte taraftan, aldatılma kaygısına ve aile içinde
güvensizliğe yol açacak sonuçlardan uzak durabilmek için, aile bireylerinin internet kullanımı ve karşılaşılması
muhtemel olumsuzluklar konusunda bilinçlendirilmeleri ve şüphe çekici hareket ve tavırlardan uzak durmaları da
ayrı bir önem arz etmektedir.
İnternette gezinme, sanal sohbet ve sanal ilişkiler sonucu, aile içinde korunması gereken bireyler arası karşılıklı
güven duygusuna zarar verebilecek durumlar yaşanabileceği gibi, mal ve can güvenliğini tehdit edebilecek
olaylarla karşılaşılması da mümkündür. Özellikle, elektronik ortamda kurulan iletişim esnasında güvenlik
önlemlerine dikkat edilmeden kimlik bilgileri (isim, yaş, cinsiyet, statü vb.), aile bilgileri (adres, telefon, iş, özel
durumlar vb.), mali bilgiler (banka hesabı, kredi kartı numaraları, şifreler vb.) gibi özel bilgilerin başkalarıyla
paylaşılması veya bu tür bilgilerin başkalarının eline geçmesine meydan verilmesi ya da aileden gizli olarak sanal
ilişkilerin gerçek hayata taşınması, söz konusu tehlikelere davetiye çıkarmak anlamına gelmektedir. Çünkü bu tür
bilgilerin kötü niyetli kişilerin eline geçmesi durumunda çok büyük mağduriyetler yaşanabilmektedir. Hatta siz özel
bilgilerinizi başkalarıyla paylaşmasanız da onları ele geçirmek ve bundan çıkar sağlamak için uğraşan siber
korsan ve dolandırıcılar hiç boş durmamaktadırlar. Zira siber suç denilen, internet aracılığıyla işlenen suçlar çok
yaygın bir şekilde işlenmekte ve bu tür suçların önlenmesinde çok büyük güçlüklerle karşılaşılmaktadır (ŞEN,
2006).
Öte taraftan, diğer aile bireylerinin haberi olmadan özellikle çocukların, internette tanıştığı ancak gerçek kimliği
hakkında hiçbir fikir sahibi olmadığı kişi veya kişilerle gizlice buluşmaya kalkışması akla gelebilecek her türlü
felaketle karşılaşılması ile sonuçlanabilir.
Kısaca, çağın gereği olan internetten yararlanmak ve daha çok bilgiye daha hızlı ulaşmak isteyen bireylerin,
internet ortamlarında bu amacı gerçekleştirmeye çalışırken, çok büyük tehlikelerle karşılaşmaları da mümkün
olabilmektedir. Pornografi ve çocuk pornosu, şiddet içerikli internet oyunları, aile ve toplumdan uzaklaşmanın
doğurduğu sosyal ve psikolojik sorunlar, bir kısım internet kafelerin sağlıksız ortamında zamanın boşa
harcanması gibi problemler açısından bakıldığında, çocuklar ve gençler başta olmak üzere internet kullanıcılarının
her yönden savunmasız bir durumda oldukları ve internet'in faydalarından çok zararlarıyla karşı karşıya
kalabilecekleri gözlenmektedir. Zira bilgiye kolayca ulaşma fırsatı bulan kullanıcılar, uygunsuz sitelere de aynı
kolaylıkta erişebilirler. Şiddeti, uyuşturucuyu, yasadışı örgütleri, sapık fikir ve ilişkileri, ölüm ve intiharı yücelten ve
teşvik eden ya da cinselliğe ilişkin çocukların gelişim düzeylerine uygun olmayan bilgiler sunan ve sayıları
milyonları bulan internet sitelerine ulaşmak hiç de zor olmamaktadır. Bu durum, kişilerin istenmeyen kişilerle
tanışmalarına, aileden gizli ilişkiler kurarak bunlardan zarar görmelerine, sosyal ve sportif etkinliklerden geri
kalmalarına ya da derslerine, arkadaşlarına ve ailelerine daha az zaman ayırmalarına yol açabilir. Yine, internet
ortamındaki ilişkilerin gizlice sürdürülmesi ya da diğer aile bireylerinin bu konudaki uyarılarının dikkate alınmaması
güvensizliğe ve bireyler arası ilişkilerde gerilime yol açabilir. Bu ise, aile içi ilişkilerin internetten zarar görmesi
anlamına gelmektedir.
Bu tür problemlerin yaşanmaması veya en az hasarla atlatılması ve aile içi ilişkilerin bu problemlerden fazla
etkilenmemesi için çocuklarla birlikte aile büyüklerinin de internet kullanımı konusunda bilinçlendirilmesi, karşılıklı
güven ortamının tesisi, internet kullanımının kontrollü gerçekleştirilmesi, bu konuda uygulanacak kurallar üzerinde
karşılıklı uzlaşmaya varılması ve karşılaşılabilecek problemlerin önceden kestirilip gerekli tedbirlerin alınması
oldukça büyük bir önem arz etmektedir.
SONUÇ
Pek çok kişi tarafından daha çok bir eğlence aracı olarak değerlendirilse de internet teknolojisi, her kesimden
kullanıcıya önemli katkılar sağlayabilecek bir potansiyele sahip bulunmaktadır. İnternetin sağladığı katkılar
saymakla bitirilemeyecek kadar çoktur ve hayatımızın neredeyse her alanında internet ile karşılaşacak duruma
gelmiş bulunmaktayız.
Kültürel alış verişi ve toplumlar arası iletişimi kısıtlayan sınırlar internet sayesinde ortadan kalkmaktadır. Dijital
kanallar sayesinde bireyler, toplumlar ve kültürler arası temas ve alış veriş oldukça kolaylaşmış ve bu durum
internet kullanıcılarını fazlasıyla etkiler hale gelmiş bulunmaktadır.
Temelde bilişim amacına hizmet etmek üzere tasarlanmış bulunan ve bilgi otoyolu olarak da adlandırılan internet,
bulunmaz fırsatlar sunmaktadır. İnternet sayesinde dünyanın bütün kütüphanelerine ve bilimsel kaynaklara çok
hızlı ve kolay şekilde erişebilmekteyiz. Dünyanın küreselleşmesine baş döndürücü bir hız kazandıran internet,
çağın en büyük buluşlarından biri olarak da kabul edilebilir. Ancak pek çok teknolojik buluş gibi, internetin de
toplumun çeşitli kesimleri için yıkıcı kabul edilebilecek tesirlerinin bulunduğu gözden kaçmamaktadır.
İnternetin toplumsal hayatımıza kazandırdığı kavramlardan biri de sanal ilişki olgusudur. Sanal ilişkide, genellikle
bedensel temastan yoksun ve yüz yüze olmayan bir ilişki söz konusudur. Bu tür ilişkide bağlantı çeşitli araçlarla
gerçekleştirildiğinden
kolaylıkla
hayali
kimlikler
kurgulanabilmekte,
kişilik
özellikleri
olduğundan
farklı
yansıtılabilmekte ve yalana dayalı bir dünya oluşturulabilmektedir. Bu gerçek, sanal ilişkiyi güvensiz kılmakta ve
bizi bu tür ilişkiye temkinli yaklaşmaya zorlamaktadır. Ancak, her geçen gün daha çok kişi sanal ilişkiler kurmakta,
kimisi de bu ilişkileri gerçek hayata taşıyarak değişik problemlerle karşı karşıya kalmaktadır.
Pek çok toplumsal kurum gibi aile de hızlı toplumsal değişimin yıkıcı etkilerine maruz kalmakta ve çözülmeye
doğru gitmektedir. Aileleri parçalayan unsurların başında ise, karşılıklı güvensizlik, anlayışsızlık ve geçimsizlik
gelmektedir. Söz konusu değişkenler, siyasi, ekonomik ve teknolojik gelişmeler gibi toplumsal olay ve
değişmelerden etkilenmeye oldukça müsaittir.
Sanal ilişkilerden kaynaklanan aileye yönelik tehditleri şu şekilde sıralamak mümkündür: 1. Aile bireylerine yönelik
tehditler (yanlış ilişkiler kurma, bağımlılık kazanma, kötü alışkanlıklar edinme, başarı ve verimde düşüş yaşama).
2. Aile bütünlüğüne yönelik tehditler (iletişimsizlik, aileden uzaklaşma, yalnızlaşma, hayali dünyalar kurma, ailenin
parçalanması). 3. Aile içi güven ortamına yönelik (aldatılma kaygısı, eşler arası güvensizlik, ebeveyn-çocuklar
arası güvensizlik) ve mal ve can güvenliğine yönelik tehditler.
Çeşitli amaçlarla oluşturulmuş bulunan sayısız internet sitesi, yeni ilişki tarzlarının gelişmesine ve toplumsal kabul
görmesine katkıda bulunmuştur. Ancak, söz konusu ortamda iletişim kuran kişilerin kimlikleri hakkında sağlıklı bir
fikir sahibi olmak pek mümkün olmadığından, bu tür ilişkiler yüz yüze ilişkiler kadar güven verici olmamakta ve
gerçek ilişkiler üzerinde yaptıkları olumsuz etkilerle çeşitli risklere kapı aralamaktadır. Dolayısıyla, internetten ve
internet üzerinden kurulan sanal ilişkilerden aile kurumunun zarar görmesi mümkün olabilmektedir.
Sanal alan, yanlış ilişkiler kurma, internet bağımlılığı, kötü alışkanlıklar edinme ve bireysel verimde düşüşe neden
olma gibi sonuçlar doğurmak suretiyle bireysel yaşamı olumsuz etkileyebilir. İnternete belirli bir amacı olmadan
bağlanan kişiler, sörf ve Chat’e genellikle hoş vakit geçirmek, heyecan yaşamak veya yeni arkadaşlıklar kurmak
gibi düşüncelerle başlamakta ancak masum niyetlerine rağmen istenmeyen sonuçlarla karşı karşıya
kalabilmektedirler. Aile saadetini tehlikeye düşürecek ilişkilere başlama, uygunsuz kişilerle arkadaşlık kurma ve
ailenin
haberi
olmadan
chat
arkadaşlarıyla
buluşarak
istenmeyen
olaylara
karışma
gibi
durumlar
yaşanabilmektedir.
İnternetin aşırı kullanımı bağımlılık yapabilmektedir. İnternet kullanımının, bağımlılık derecesine varması bireylerin
sosyal ve psikolojik yaşantılarında çeşitli problemlerin yaşanmasına yol açabilir.
Kişilerin internet ortamlarında (sanal ortam
veya internet kafeler) kötü alışkanlıklar edinmeleri
de
karşılaşabileceğimiz olumsuzluklardandır. Bu duruma, sanal sohbet esnasında yalana başvurma, argo ve kaba
ifadeler kullanma ve bu tür alışkanlıkları gerçek hayatta da sürdürme gibi davranışlar örnek verilebilir.
İnternet kullanımının, daha çok oyun ve eğlenceye dönük olması, gereğinden fazla enerji ve zaman alması ve
internetten hazır ödev indirilmesi, performans kaybına ve özellikle öğrencilerin tembelliğe alışmasına ve
başarılarının düşmesine yol açabilir. Sanal eğlenceye kendini aşırı derecede kaptıran ve interneti bilişim ve eğitim
aracı olmaktan ziyade eğlence ve zaman geçirme aracı olarak gören kişiler, hem okul hayatında hem de gündelik
yaşamda başarısızlığa uğrayabilirler. Bu tür problemlerin önlenmesi ancak, internetin amaçlı, planlı ve verimli
kullanımı ile mümkün olabilir.
Bağımlılık derecesinde internete kapılan bireyler, giderek iletişim sorunu yaşamaya ve sosyal çevreden
uzaklaşmaya başlamaktadırlar. Bu durumdaki bireyler, gerçek ilişkileri sanal ilişkiler kadar çekici bulmama, gerçek
hayatta bulamadıkları haz ve mutluluğu sanal âlemde arama, günlük hayatın acı gerçeklerinden kaçma veya
internette sörfe daha fazla vakit ayırma isteği gibi nedenlerle aile ve toplumdan uzaklaşabilirler. Bu şekilde
toplumdan uzaklaşmaya ve iletişim becerilerini giderek kaybetmeye başlayan bireyler zamanla toplumdan
soyutlanarak yalnızlaşmaya ve kafalarında kurdukları hayali bir dünyaya hapsolmaya başlayabilirler.
Sanal âlemdeki ilişkilerin yalan üzerine bina edilmesi, gerçek hayatta yaşanması muhtemel sorunları içinden
çıkılmaz bir hale getirebilir. Bu durumun neden olacağı tahribat ise, etkisini daha çok aile ve çocuklar üzerinde
gösterecektir. Eş veya çocuklardan birinin, internet bağımlılığı ya da sanal ilişkiler sonucu gerçek hayattan
kopması, toplumsal çevreden ve sosyal ilişkilerden uzaklaşarak yalnızlaşması ve içine kapanması, aile bağlarının
giderek zayıflamasına, kopmasına ve ailenin parçalanmasına yol açabilir.
Ailede güven ortamının devam ettirilmesinde, bireylerin bir birine dürüst davranmaları çok önemlidir. Ancak, ailede
sadakat, bağlılık ve güven duygularını olumsuz etkileyen çok değişik unsurlar bulunmaktadır. İnternet ve sanal
ilişkiler de bu unsurlar arasında yer almış bulunmaktadır. Eşlerden birinin sanal seks yapması ya da ötekinin
böyle bir kaygı taşıması, ailenin sanal ilişkilerden olumsuz etkilenmesi sonucunu doğurmaktadır. Zira çoğu kişi,
sanal ilişki ve siber ortamda duygusal yakınlık kurmanın ihanet olduğunu düşünmektedir. Özellikle, evlilerin sanal
seks sitelerinde gezinmesi veya sanal ilişkileri gerçek hayata taşımaya çalışması, aileyi sarsabilmektedir. Gizli
sanal ilişki, sörf ve aşırı internet kullanımı güven duygusunun zedelenmesine ve eşlerin aldatılmışlık psikolojisine
girmesine yol açarak aile ilişkilerine ciddi bir darbe vurabilir. Dolayısıyla sanal sadakatsizlik, aileyi parçalanmaya
götürecek kadar ciddi bir problem oluşturabilir.
Bu tür problemlerle karşılaşılmaması için, her şeyden önce eşlerin ve öteki aile bireylerinin bir birine karşı dürüst
davranmaları, internette gezinme gibi işleri gizlice değil de görünür şekilde gerçekleştirmeleri ve karşılıklı güven
duygusunu zedeleyici tavır ve davranışlardan kaçınmaları gerekmektedir. İnternet kullanan eş ve aile bireylerine
anlayışla yaklaşması da büyük bir önem taşımaktadır. Öte taraftan, aldatılma kaygısına ve aile içinde güvensizliğe
yol açacak sonuçlardan uzak durabilmek için, aile bireylerinin internet kullanımı ve karşılaşılması muhtemel
olumsuzluklar konusunda bilinçlendirilmeleri ayrı bir önem arz etmektedir.
Kısaca, çağın gereği olan internetten yararlanmaya çalışırken, özellikle aile hayatımızı etkileme potansiyeline
sahip çeşitli problemlerle karşılaşmamız mümkün olabilmektedir. Bu tür problemlerle karşılaşmamak veya onları
en az hasarla atlatabilmek ve aile ilişkilerinin bu problemlerden zarar görmesini önlemek için, bilinçli ve kontrollü
internet kullanımı, güven ortamının tesisi ve karşılaşılabilecek problemler konusunda tedbir alınması büyük bir
önem taşımaktadır. Burada ayrıca şunlar önerilebilir:
* Bizim günlerimiz veya saatlerimiz uygulaması. Aile bireylerinin bir araya geleceği, televizyon, telefon,
internet gibi teknolojik aygıtların kapatılıp sadece sohbet, oyun, eğlence, birlikte kitap okuma ve yaşanan olayların
paylaşılması ile geçirilecek, aileye mahsus zaman dilimleri belirlenmesi, aile bağlarının pekiştirilmesinde ve aile
fertlerinin sanal dünyalara savrulmalarının önlenmesinde fayda sağlayıcı olabilir.
* İnternet kullanım kural ve saatleri. Aile bireylerinin, özellikle çocukların internet kullanımının kontrollü
biçimde gerçekleştirilmesi için, bütün aile bireylerinin uyacakları kurallar belirlenip bunlara titizlikle uyulması
sağlanabilir.
* İnternette ayıklama yapılması. Aile bireyleri bilinçlendirilerek, ayrıca güvenlik sistemi veya filtre denilen
programlar kullanılarak uygunsuz sitelere erişim engellenebilir.
* Sanal arkadaşların öteki aile bireyleri ile tanıştırılması. Sanal ortamda atılan adımlardan ve kurulan
arkadaşlıklardan aile bireylerinin ve eşlerin haberdar edilmesi, internet, sanal sohbet ve sanal ilişkilerin, aile
bireylerini olumsuz etkileyerek yanlışlara sürüklemesini engellemede yarar sağlayıcı olabilir.
* Gerçek ve doğal yaşamın özendirilmesi. Doğa yürüyüşü, komşuluk ve akrabalık ilişkilerinin geliştirilmesi
ve gerçek ilişkilerin pekiştirilmesi sanal âleme kaçışı ve siber fantezilere sığınmayı önlemede fayda sağlayabilir.
* Spor ve oyuna teşvik. Yaşantımızda spor ve sosyal ilişkileri geliştirici oyunların önemi oldukça büyüktür.
Aile bireylerinin oyuna ve arkadaşlık ilişkilerine yönlendirilmesi siber uzayda savrulmasını önlemede etkili olabilir.
* Hobilerin geliştirilmesi. Bazı bireyler sosyal ortamlardan uzak durmaya doğuştan meyilli olabilirler.
Bireysel yeteneklerin ve hobilerin geliştirilmesi, aile bireylerinin içlerine kapanmalarını ve sanal âleme kaçmalarını
önlenmede fayda sağlayabilir.
* Gerekirse psikolog veya danışman desteği alınması. Bütün önlemlere rağmen bazı bireylerin internet
bağımlılığı ve uygunsuz sitelere erişimi engellenemeyebilir. Bu durumdan aile içi ilişkilerin ve aile bağlarının zarar
görmemesi için uzman desteğine müracaat edilebilir.
Burada sunulan önerilerle, internet kullanımının tamamen ortadan kaldırmasına değil, aşırı internet kullanımı ve
bağımlılığının önüne geçilerek bilişim teknolojisinin verimli ve faydalı şekilde kullanımının teşvik edilmesi ve
gerçek ilişkilerin sanala kurban edilmemesinin gereği vurgulanmaya çalışılmaktadır. Söz konusu tedbirlerin etkili
olmasının baskıcı bir tutuma değil, aile bireyleri arasında yapılacak bir sözleşmeye bağlı olduğu unutulmamalıdır.
Burada son olarak aile büyüklerine, kendilerinin de uyacakları bir internet kullanım sözleşmesi hazırlamaları ve
çocukları ile birlikte bu kurallara uyacakları konusunda anlaşmaları önerilebilir.
KAYNAKLAR
ALAT, Kazım, “İnternet Bağımlılığı: Gerçek mi? Kurgu mu?”, Isguc., Cilt :5 Sayı:1,
http://www.isguc.org/arc_view.php?ex=39 25.02.2004
ARAÇ, Tuğba (2001); IRC Farklı Bir Sosyalite Mi?, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Mimar Sinan Üniversitesi, İstanbul.
ATEŞMAN, Ender, “Internet ve Dil Kullanımı” http://ab.org.tr/ab2000/dokumanlar/kutup-ozet.html 07.12.2004
AYAZ, Mahmut (2001); Chat Geyikleri, Kora Yayın, İstanbul.
BÖLÜKBAŞ, Kenan (2003); İnternet Cafeler ve İnternet Bağımlılığı Üzerine Sosyolojik Bir Araştırma: Diyarbakır Örneği,
(Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Dicle Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji Anabilim Dalı, Diyarbakır.
BÖLÜKBAŞ, Kenan (2003a); “İnternet Cafelere Sosyolojik Bir Yaklaşım”, İnternet ve Toplum Sempozyumu, Dicle
Üniversitesi Hukuk Fakültesi-Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi (www.e-sosder.com), 18 Nisan 2003, Diyarbakır.
ÇANKAYA, Ayhan, “Bilişim Suçlarının Dünü Bugünü Ve Türkiye'deki Durumu”,
http://www.egm.gov.tr/apk/dergi/28/yeni/web/Ismail_KELES.htm 16.06.04
ÇANKIRILI, Ali, “Eyvah Çocuğum İnternette”, http://www.zaferdergisi.com/article/?makale=803 12.08.2005
ESGİN, Ali (2000); “Yeni Bir Bağımlılık Türü: İnternet Kafeler ve İşlevleri”, Bilim ve Ütopya, S: 8.
GÖNÜL, A. Saffet, “Gelişen İnternet, Bağımlılık ve Biz”, Karizma Dergisi, Ocak-Mart 2003, ss. 31-32
GÖRKEY, Murat vd., “İnternetin Sosyal Etkileri En Liberal Oyuncak: İnternet”, http://www.ise.projesi.com/
26.02.2004
GÜNEŞ (2003), “S@N@AL SEKS-İnternetin kırmızı noktalı yüzü”,
http://www.gunes.com/2003/01/02/yazidizisi/i1.html 15.03.2006
GÜNEŞ, İsmail, “İnternette Güvenlik ve Denetim: Masumiyet Yitiriliyor mu?”,
http://www.bilgiyonetimi.org/cm/pages/mkl_gos.php?nt=243 15.09.2004
http://mimoza.marmara.edu.tr/~cahit/Yayin/bildiri/inet-tr03/seytan_sanal_olum_gercek_Milliyet.htm 27.02.2004
http://www.ntvmsnbc.com/news/228764.asp, 07.12.2004
http://www.psikolog.org.tr/bulten/13/13_bagimlilik.htm 27.02.2004
http://www.turkiye-avrupa.net/haber/internet/index.cgi?ilk=10&son=20 06.12.2004
HÜRRİYET (1999), “İnternet Hastalığı”, http://arsiv.hurriyetim.com.tr/tatilpazar/turk/99/12/18/eklhab/21ekl.htm
15.03.2006
HÜRRİYET (2002), “İhanetin ‘sanal’ı olmaz”, http://arsiv3.hurriyet.com.tr/haber/0,,sid~1@w~12@tarih~2002-0529-m@nvid~132911,00.asp 15.03.2006
NTVMSNBC, (2003), “Bilgisayar oyunu hastanelik etti”,http://mimoza.marmara.edu.tr/~cahit/Yayin/bildiri/inettr03/Oyun_hastanelik_etti.htm 27.02.2004
ÖZERGIN, Ali, “Kinder und Computer - Nutzen und Gefahren”, die Fontäne Online (April-Juni 2004),
http://www.fontaene.de/archiv/nr-24/Kinder_und_Computer_01.htm 09.08.2005
POLAT, Nejla, “İnternetin Alışkanlıklarımız Üzerine Etkileri”, Selçuk İletişim Dergisi Sayı/Number:6, Ocak/January
2002, http://www.iletisim.selcuk.edu.tr/yayinler/dergi/ozet6.htm 26.02.2004
SUBAŞI, Necdet, (2001), “Sanal Cemaat Örüntüleri”, http://www.dergi.org/152001/0213.htm
ŞEN, Bilal, “İnternet Suçlarıyla Mücadelede Suç Önleme Anlayışı Ve Bilinçli Kullanıcı”,
http://www.misyonhaber.com/index.php/modules.php?name=News&file=article&sid=11 15.03.2006
TUNCER, Nilüfer, http://www.ab.org.tr/ab2000/dokumanlar/kutup-ozet.html 06.12.2004
YILDIZ, M. Cengiz, Kenan Bölükbaş, "İnternet Kafeler, Gençlik ve Sosyal Sapma", İnternet ve Toplum, ed.
A.Tarcan vd., Anı yay., Ankara, 2005
YILDIZ, M. Cengiz-Kenan BÖLÜKBAŞ (2002); “Sanal Sohbet: Chat”, Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi (www.e-sosder.com),
Sayı:2, Ekim 2002.
YILMAZ, Bülent, “Bilgilenme Hakkı, Eğitim ve Internet”, http://ab.org.tr/ab2000/dokumanlar/kutup-ozet.html
07.12.2004
YÜCEL, Rıfat, “Yeni Bir Salgın Hastalık: İnternet Bağımlılığı ve "Chat" Modası”,
http://mimoza.marmara.edu.tr/~cahit/Yayin/bildiri/inet-tr03/Istabip.htm 1
ÇOCUK
VE
ADOLESANLARDA
GÖRÜLEN
YEME
BOZUKLUKLARININ
PSİKOLOJİK
YÖNDEN
İNCELENMESİ
Arş. Gör. Dr. Ayşe Dilek ÖĞRETİR2
Arş. Gör. Dr. Yasemin DEMİRCİOĞLU3
Arş. Gör. Dr. Nurcan YABANCI4
ÖZET
Bu çalışmada makalede benlik saygısının vücut imajı kaygısının ve yeme bozuklarının gelişimde önemli bir risk ve
koruyucu bir faktör olduğu tartışılmış ve yeme bozukluklarının tedavisinde benlik saygısı yaklaşımının kullanımı
açıklanmıştır. Yeme bozukluklarının kronikleşmesi önemli duygusal, fiziksel ve sosyal etkilere neden olur. Yemek
bozuklukları, acilen önlenmesi konusunda stratejilere ihtiyaç duyulan psikiyatrik hastalıklar içersinde ölümle
sonuçlanma oranı en yüksek olanıdır. 1980’li yılların başında araştırmacılar tarafından yeme problemlerinin
önlenmesinde benlik saygısı yaklaşımı adapte edilmiştir. Benlik saygısı ve kendini gerçekleştirme yaklaşımının
çalışmalar sonucunda uygun, etkili ve güvenli olduğu desteklenmiştir. Yakın zamanda yapılan çalışmalarda
kullanılan benlik saygısının komponentleri olan koruma kontrol yöntemlerinin vücudundan memnun olmama,
diyeti kısıtlama, zayıf olma fikrini benimseme ve yeme bozukluğu ile ilişkili davranışları iyileştirdiği ortaya
konmuştur. Yeme bozuklukları tedavisi güç olan yaygın ve karmaşık bir bozukluktur. Etiyolojisi ve patogenezi göz
önünde tutulduğunda, tamamıyla psikopatolojik olduğu söylenemez. Bu bozukluklarda erken ve gelişimsel
psikopatoloji görüşünün uygulanması erken ve koruyucu müdahalelere yol açan önemli bir potansiyeldir.
2
Gazi Üniversitesi Mesleki Eğitim Fakültesi Çocuk Gelişimi Eğitimi Bölümü, Beşevler/Ankara
Gazi Üniversitesi Mesleki Eğitim Fakültesi Aile Ekonomisi ve Beslenme Eğitimi Bölümü,
Beşevler/Ankara
3
4
ANAHTAR KELİMELER: Adolesan, vücut imajı, benlik saygısı, yeme bozuklukları, risk ve koruyucu faktörler
GİRİŞ
Beslenme, büyüme, gelişme ve sağlıklı olarak yaşamın devamı için gerekli olan besinlerin vücuda alınması ve
kullanılması olarak tanımlanmaktadır. İyi beslenme alışkanlıkları sağlıklı ve kaliteli bir yaşamın temelini oluşturur.
Psikolojik durum insanların beslenme alışkanlıkları ile yakından ilişkilidir. İnsanlar, acıktıkları zaman gereksinim
duydukları kadar yemek yemelerine rağmen, üzüntülü, sıkıntılı, sinirli, mutlu ve heyecanlı olma gibi psikolojik
durumlar beslenme düzenini etkiler (Bayer, 1984).
Araştırmalar; çocukluğunda güven duygusundan yoksun kalan kişilerin, daha sonraki evrelerde bu güven
duygusunu, yeme davranışını denetim altına alarak sağlamaya çalıştığını göstermiştir (Croll et al., 2002; Stice,
2002).
Obezite, bireylerin ve toplumun estetik kaygıları ve beklentileri dışındaki bir durumun anlatımıdır. Obezite,
toplumlarda yüksek sıklıkla görülen, kalıtsal özellikler gösteren, yol açtığı diğer hastalıklar nedeniyle önemli
sonuçlar doğuran, önlenmesi ve tedavisi önemlilik taşıyan bir sorundur. Teknolojik olanaklar yaşamı
kolaylaştırırken, diğer taraftan sağlık sorunları ve hastalıklar şeklinde bedel ödemelerine yol açmıştır. Yiyeceklerin
albenisi, kolay ulaşılabilir olması ve fiziksel aktivitenin azalması sonucunda obezite sıklığı, özellikle çocuk
yaşlardan başlayarak hızla artmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü, obeziteyi endemik bir hastalık olarak
tanımlamaktadır (WHO, 2000, Candeğer, 2002).
Obezitenin önlenmesinde psikolojik yaklaşım önemlidir. Çocuk ve adolesanların kendi kendilerine saygı
duymalarının ve kendileri ile barışık olmalarının sağlanması obezitenin önlenmesi ve tedavisinde etkilidir, çünkü
bu tür çocuklar kilo problemlerinin sonucu olarak, düşük seviyede kendine saygı duyarlar. Kendine saygının
geliştirilmesi ve güçlendirilmesi ile vücut imajı ve yeme bozukluklarına yol açan diğer faktörlerin oluşması
arasında ilişki olduğuna inanılmaktadır. Örneğin, kendi imajı hakkında pozitif düşüncelerin geliştirilmesi ve
kendine değer verme hissinin oluşması çocuk ve yetişkinlerin vücut şekli ve büyüklüğü konularında daha fazla
tatmin olmalarına ve medya tarafından şekillendirilmiş olan gerçekçi olmayan ideal vücut ölçü ve şekilleri
konularında bu tür iletilere daha fazla karşı çıkmalarına ve direnç göstermelerine yardımcı olur. Yüksek seviyede
kendine saygısı olan çocuklar yeme bozukluklarıyla da yakından ilgili olan alay edilme, eleştirilme, stres ve panik
durumlarıyla baş edebilme yeteneğine sahiptirler (Paxton, 2002). Bundan da öte, fiziksel görünümün dışında diğer
kendi imajlarını da içeren pozitif kendine saygının gelişimi çocukların hem kendilerinin hem başkalarının
karakteristik özelliklerine daha fazla değer vermelerini sağlayabilir. Bu tür kendi imajının oluşması, çocukların
mükemmeliyetçi takıntılarını ve çocukların bir kimsenin sevilmesi, kabul edilmesi ve değer verilmesi için
mükemmel olmaya çabalamaları ya da mükemmel olmaları gerektikleri şeklinde inanışlarını azaltmaya yardımcı
olur. Mükemmeliyetçilik ile vücut imajı ve yeme bozuklukları arasında çok güçlü bir ilişki vardır (McVey et al.,
2002; Shissiak and Crago, 2001; Stice, 2002). Bu risk faktörlerinde değişiklik yapılması sonucu genç insanların
kendilerini daha fazla oldukları gibi kabul etmeleri ve gereksiz olan mükemmele ulaşma çabaları ile daha az
ilgilenmelerini sağlayabilir.
Üniversite öğrencisi 783 Türk üzerinde yapılan çalışmada on kişiden birinde (erkeklerin %9.2’sinde, kadınların
%13.1) yeme davranışı bozuklukları görülmüştür. Yeme davranışı bozukluğu olanların prevelansı cinsiyetler
arasında önemli farklılık göstermemiştir. Kovaryans analizi sonucunda yeme davranışı bozukluğu görülenlerde
benlik saygısı düşük, sosyal fizik kaygısı yüksek ve kaygı düzeylerinin normal yeme davranışı olanlara kıyasla
yüksek olduğu bulunmuştur. Yeme davranışı bozukluğu prevelansının Türk adolesanlarda yüksek olduğu, bozuk
yeme davranışlarının çeşitli psikolojik karakteristiklerle ilişkili olduğu sonucuna varılmıştır (Baş ve ark., 2004).
Yeme bozuklukları Aneroksia Nevroza (AN), Bulimia Nevroza (BN) ve yeme nöbeti gibi EDNOS (spesifize
olmayan yeme bozuklukları) şeklinde gruplandırılmıştır. Son yıllarda yoyo sendromu gibi yeme davranışı
bozuklukları da tanımlanmıştır.
Yoyo Sendromu: Devamlı zayıflayıp ağırlık artışı tekrarına yoyo sendromu denir. Yoyo sendromunda çocuklarda
başarısızlık duygusu çok görülürken, vücut diyete uyum gösterir, vücut ağırlığı yağ olarak tekrar kazanılır. Bunu
önlemek için çocuğun vücut ağırlığı konusunda gerçekçi hedefler konmalıdır (Wadden and Stunkard, 2003).
Yeme Nöbeti (Binge Eating Disorder): Obez kişilerin zayıflamak için 1-2 gün çeşitli yöntemleri denemeleri ve
sonra tekrar aşırı yemek yemeleri durumudur. (Whitney and Rolfes, 2002).
AN minimal vücut ağırlığını korumayı reddetme ile karakterizedir. Hastalıkta ciddi bir biçimde kilo alımından
korkulmaktadır. Batı ülkelerinde AN insidansı %0.5-1 ve BN insidansı %1-3 (American Psychiatric Asociation,
1994; Lytle, 2002), Amerika’nın doğusunda 1965 öğrenci üzerinde yapılan araştırmada BN kızlarda %1-3, erkek
%0.1, Texas Üniversitesindeki öğrencilerde BN kızlarda %1.3, erkeklerde %0.2 oranında bulunmuştur (Schotte et
al., 1987). Batı toplumunda düşük benlik saygısı, çocuk istismarı ve düşük gelir düzeyi yeme bozukluklarının
oluşumundaki risk faktörleridir. Yeme bozukluğu etiyolojisinde kültürel ve sosyal faktörler önemlidir. Bu
bozukluklar batı toplumlarının karakteristik özelliğidir ve nadiren diğer toplumlarda da görülmektedir. Batı
toplumunda gözlenen sosyo-kültürel baskılar, kadının cinsiyet rolünde fiziksel görünüşün önemli olması, aşırı
zayıf kadın modelinin ideal vücut imajı olması ve kadının fiziki görünümünün sosyal başarı üzerine etkisi yeme
bozukluklarının gelişiminde risk faktörüdür. AN’nın teşhisi BN’ya kıyasla daha kolaydır. Çünkü AN’da fiziksel
değişiklikler nettir. Fakat BN’da hastalar normal ağırlıklarında olabilir veya olmayabilir. Bu nedenle, AN’nın aksine
teşhisi daha güçtür. Buna ilave olarak, BN’lı hastaların tedaviyi kabul etme oranları daha düşüktür. (Kugu ve ark.,
2006).
Anoreksia Nevroza (AN): Bireyin beden imgesinin (kendi bedenini algılamasının) bozulması ve sonuçta kendisini
kilolu algılaması, beslenmeyi reddetmesi, bu nedenlerle de aşırı kilo kaybına uğraması olarak tanımlanabilir.
Anoreksia nevroza, yoğun şişmanlık korkusunun egemen olduğu, beden algısının bozulması, kendini aşırı kilolu
olarak algılama, aşırı kalori kısıtlaması ve oburluk dönemlerinin birbirini izlemesi, aşırı fiziksel aktivite, kendini
toplumdan izole etme, hastalığı reddetme ve kadınlarda amenore ile karakterize bir yeme bozukluğudur (Nelson,
1996; Gelder et al., 1989). Anoreksia’nın sözlük anlamı iştah kaybıdır. Nervosa ise sözlük anlamı olarak
emosyonel (duygusal) nedenlere işaret etmektedir. Aslında hastalığın ismi kendisi ile zıtlık taşımaktadır çünkü pek
çok anoreksia hastası yemeye karşı ilgisini ve iştahını kaybetmez. Tam tersi, kendileri yememelerine rağmen
iştahları açıktır ve sürekli olarak yemekle ilgilenirler: yemek tarifleri okuma, ailelerine özenle yemek hazırlama gibi.
Ancak hastanın yemek yemeyi ısrarla reddetmesi sonucu gelişen kilo kaybı yaşamını tehdit edecek düzeye
ulaşabilir. Ruhsal bozukluklar içinde ölümle sonuçlanabilecek nadir bozukluklardan birisidir. Anoraksialı insanların;
açlıktan ölmemekle, kilo almak arasında bir seçim yapmak gibi bir ikilem yaşadıkları görülmektedir. Gittikçe, daha
az yiyerek ve daha fazla eksersiz yaparak kişi güç kaybeder, yorgun ve zayıf düşer. Dikkatini toplamakta zorlanır
ve depresyona girer. Çünkü aslında, Anoreksia nervoza, bir şekilde kendini açlığa tutsak etmedir (Sinirlioğlu,
2006).
Bulimia Nevroza (BN): Bulimia nervoza ise oburluk ataklarının en az iki kere tekrarı ve bu durumun 3 ay veya
daha uzun süre devam etmesi, oburluk ataklarına bağlı olarak aşırı kilo alımı, kilo almayı önleme girişimleri,
beden imgesine aşırı ilgi olmasına karşılık şişmanlık korkusu olmaması, beden algılamasının bozulmaması,
oburluk ataklarının kontrolü dışında olması, sıkıntısını başkalarıyla paylaşabilme ve hekimin yardımına karşı
çıkmama ile karakterize bir yeme bozukluğudur (Nelson, 1996; John et al., 1988; Harrison et al., 1989).
Tarihsel gelişim sürecine bakıldığında yaklaşık 400 yıl önce tanımlanmış olan yeme bozuklukları, özellikle Avrupa
ve Amerika’da son yıllarda araştırmacıların ilgi odağı olmuştur. Tüm bu çalışmalara karşın, yeme bozukluklarının
etiyolojisi henüz belirsizliğini korumakta olup, araştırmalar genetik ve biyolojik, psikolojik ve sosyal etkenlerin
göreceli etkileşimi üzerinde yoğunlaşmaktadır. Öne sürülen etiyolojik modellerin hiçbiri diğerlerini dışlayamamakta
ve tek bir etiyolojik model üzerinden yürütülen tedavi yöntemlerinin başarıyla sonuçlanması da, hastalığın
etiyolojisini göstermekten çok, yalnızca modele destek olabilmektedir. Son yıllarda ise bu hastalıkların genetik
bileşenleri dikkat çekmeye başlamıştır. Aile ve genetik çalışmaları, önceleri kalıtımsal bir hastalık olarak
tanınmayan yeme bozukluklarına yatkınlıkta, genetik etkenlerin rolünü vurgulamaktadır. Ayrıca, klinik
fenotiplerinin tutarlı biçimde tanımlanabilmeleri de yeme bozukluklarını diğer birçok psikopatoloji gibi genetik
çalışmalara uygun kılmaktadır. Ancak, kültürel etkenlerin de kilo ve görünüm üzerindeki etkili olması ve yeme
bozukluklarının ağır formlarının göreceli olarak az görülmesi; genetik, biyolojik ve çevresel etkenlerin risk ve
patogenez üzerine önemli bir katkısı olduğunu düşündürmektedir (Kuruoğlu, 1995). Yeme davranışı
bozukluklarında genetik yatkınlığın inkâr edilmemesi gerektiği ve medyanın da önemli bir kültür etkisi oluşturduğu
ortaya konulmuştur. Medya, oyuncak sanayi ve benzeri pek çok yolla, çok küçük yaştaki çocuklara, ideal beden
imajları sunarak, topluma diyet yapmayı, sosyal bir beklenti olarak zorla benimsetmeye çalışmaktadır (Anon,
2006).
Risk faktörlerine maruz kalınan gelişimsel dönemde psikiyatrik problemlerin ortaya çıkma olasılığı daha yüksektir.
Çünkü bu dönemde meydana gelebilecek rahatsızlıkların ortaya çıkması ileride nitel değişikliklerin olmasına ve
hayatın ileri dönemlerinde normal gelişme sürecinin tamamlanmasını engel olabilir. Örneğin, adolesan dönemi
genç kızlarda yeme bozukluklarının görülmesi açısından kritik bir dönemdir. Vücut imajı gelişiminde
rastlanabilecek sıkıntı ve kilo ile aşırı ilgilenme adolesan dönemi öncesinde çok az rastlanır. Genç kızlar adolesan
dönemi sürecine girdiği ve normal vücut yağ dokusuna sahip olması sonucu sosyal bakış açısının da etkisi ile
ideal kadın vücut yapısı ile karşı karşıya kalır. Eğer genç kızların vücutları ideal vücut imajına uymaması
durumunda hemen negatif vücut imajı ile karşı karşıya kalabilirler. Bu negatif vücut imajının oluşması ile aynı
zamanda kişilerde birçok psikososyal değişiklikler de görülebilir. Bu dönemde ebeveynlerin gençler üzerindeki
etkisi azalmaya başlar ve arkadaş grubunun etkisi artar. Bunun sonucu olarak, arkadaşları ile ilişkileri sonucunda
birkişinin yükselen bir kendi imgesi oluşur. Bu kritik gelişimsel dönemde negatif vücut imajının oluşması diğer
gelişim dönemleri ile kıyaslandığı zaman ileriki dönemlerde yeme bozukluklarının oluşma riskini arttırır. Risk
faktörlerinin nasıl psikiyatrik bozukluklara yol açtığının açık bir şekilde anlaşılması karmaşıktır. Fakat önemli bir
nokta, psikopatolojinin herhangi bir tipinin tüm örnek-olaylarda tek bir faktör olarak en önemli faktör olması
mümkün değildir. Tam tersine birden fazla ve çoklu faktörün karışması sonucu önleyici faktörler zaman içinde bu
faktörlerden etkilenirler. Bu durum neden bir kimsenin psikiyatrik bozukluklara maruz kalırken diğer bir kişinin bu
bozukluklardan etkilenmediğini açıklar.
Avustralya’da uzun zamanlı bir çalışma olan Martin et al. (2000) yüksek negatif duygusallık ve çocukluk (3-4
yaşlarından başlayan) dönemindeki düşük ısrarcılığın yeme ve vücut imajı konularında risk durumunu arttıran
faktörler olduğunu göstermiştir. Yüksek negatif duygusallık ve düşük ısrarcılık arasındaki ilişkinin varlığı özellikle
genç kızlarda çok güçlüdür. Kızlardan vücut imajları açısından en yüksek derecede tatminsiz olanların en yüksek
seviyede negatif duygusallığa sahip olduğu belirlenmiştir. İspanya’da yapılan benzer bir çalışmada ise yeme
bozukluklarının oluşmasında düşük benlik saygısının yer aldığı belirlenmiştir (Gual et al., 2002). Bazı anne-baba
ve bebek karakteristikleri erken çocukluk döneminde yeme sıkıntılarının doğmasının ön evresi olduğu
bulunmuştur. Bebeklik döneminde annenin BKİ’si çocukların ilk 5 yaş döneminde kısıtlayıcı yeme alışkanlıklarının
doğması ile ilişkilidir. Anne babaların kendi bedenlerinden tatmin olmamaları, bulimik belirtiler, yüksek BKİ ve
obezitenin bulunması gizli yeme alışkanlığının ortaya çıkacağını tahmin etmemizi sağlar (Stice et al., 1999). Kötü
adapte olmuş anne-baba davranışlarının çok önemli bir şekilde yeme bozukluklarına yol açtığı görülmüştür.
Düşük anne baba şefkati, düşük anne-baba iletişimi, anne-baba ile az zaman geçirme, anne-babanın eğitim
durumunun düşük olması, adolesan ve erken çocukluk dönemlerinde ortaya çıkan birçok yeme bozuklukları ile
ilişkili olduğu saptanmıştır. Kısaca, çocuklukta yaşanan zıtlıklar yeme bozuklukları, yeme ve kilo problemlerinin
oluşma riskini arttırır (Johnson et al., 2002). Ward et al.(2001), anoreksik annelerin çoğunluğunda güvensizlik
olduğunu bulmuştur. Anoreksik kişiler ve annelerinin çözümlenmemiş travma veya psikolojik sorunları olduğu ve
bunun özellikle annelerde daha yüksek olduğu saptanmıştır.
Agras, Hammer ve McNicholas (1999), yaptıkları bir çalışmada, yeme bozukluğu olan annelerin çocuklarının
yeme alışkanlıklarına karşı yeme bozukluğu olmayan annelerin çocuklarına karşı gösterdikleri ilgiden daha
fazlasını gösterdiklerini bulmuşlardır. Schur et al. (1999), ilköğretimde okuyan çocukların % 50’sinin kilo
kaybetmek istediklerini, % 16’sının kilo vermek için çabaladıklarını ve % 75’inin ise ailesinden diyet konusunda
bilgi aldıklarını rapor etmişlerdir. Ayrıca kızların % 20’sinin ve erkeklerin % 8’inin 12 yaşında diyet yapma ve aç
kalma şeklinde yeme alışkanlıkları oldukları bildirilmiştir.
Kısıtlanmış çocukların daha az yemek yedikleri ve anne-babaları tarafından yeme alışkanlıkları üzerinde daha
fazla kontrole maruz kaldıkları belirtilmiştir. Daha az öğün yemek yiyen ve daha fazla abur-cubur tüketen
çocukların daha fazla anne-baba kontrolü altında oldukları bildirilmiştir. Buna ilave olarak, anne-baba tarafından
çocuklarının yeme alışkanlıkları konusunda direkt kontrolü altında olmaları anne-babanın sadece yönlendirmesi
ve model olmasına göre çocukların yeme alışkanlıklarını ve vücut yapıları konusundaki tutum ve davranışların
daha fazla etkilediği saptanmıştır (Smolak, 1999). Bu nedenle Batı kültürlerinde genç çocukların sağlık ve kilo
bilinci konusunda daha erken dönemde bilinçlenmeye başladıkları görülmektedir. Bu tür etkilenmenin yeme
bozuklukları oluşturmasında yeterli fakat gerekli bir nedensel faktör olduğu açıktır. Bu tür nedensel faktörlere
rağmen birçok çocuk yeme bozuklukları ile hayatları boyunca hiç karşılaşmayabilirler.
SONUÇ ve ÖNERİLER
Yeme bozuklukları yüzyılı aşkın bir süredir tanınmasına karşın, özellikle 1980'li yıllardan bu yana daha çok
tartışılan ve araştırılan bir psikiyatrik hastalık grubudur. Anoreksia nervoza ve bulimia nervoza yeme bozuklukları
grubunda yer alan başlıca iki ruhsal hastalıktır. Her ikisinin de tedavileri tartışmalıdır ve tedavide birçok
psikoterapi yönteminin bir arada uygulanması önerilmektedir (Güldal, 1999).
Yeme davranışı bozukluklarında temel ilke hasta ve ailenin psikiyatrik tedavisinin sağlanmasıdır. Bunun yanında
psikiyatrik tedaviye paralel olarak beslenme tedavisi de önemlidir. Yeme bozukluklarının tedavisinde, davranış
değişikliği önemli yer tutar. Okullarda; çocuklara, anne ve babalara abur cubur besinlerin çok fazla tüketilmemesi
ile ilgili eğitim verilmeli, çocukların daha sağlıklı besinleri seçmeleri ve bu besinlere çocukların okulda kolay
ulaşmaları sağlanmalıdır (Sullivan et al., 2002).
Yeme davranışı bozukluklarının önlenmesinde psikolog, doktor, diyetisyen başta olmak üzere sağlık çalışanları,
aileler ve öğretmenlere büyük görevler düşmektedir. Çocuk ve gençler doğru vücut imajı, sağlıklı beslenme
konusunda mutlaka bu konuda uzmanlaşmış bir ekip tarafından eğitilmelidir.
KAYNAKLAR
Agras S, Hammer L, McNicholas F. (1999). A prospective study of the influence of eating disordered mothers on
their children. International Journal of Eating Disorders 25:253-262.
American Psychiatric Asociation (1994). Diognostic and Statistical Manual ofmental disorders. 4th edn.
Washington, DC: American Psychiatric Press.
Anon.(2006)http://pdram.emu.edu.tr/tasarim_tr_1/beslenmebozukluklari.htm.
Baş M. Aşçı H.F. Karadudak E. Kızıltan G. (2004). Nutritional status of university students with binge eating
disorders. Adolescence 39:593-599.
Bayer AE. (1984). Eating out of control: Anorexia and bulimia in adolescents. Child Today, 7-11.
Behrman;Kliegman: Nelson (1996).Essential of Pediatrics, İngilizce 2. Baskıdan Türkçeye Çevrilmiş 1. Baskı,
Türkçe Çeviri Editörü: Muzaffer Tuzcu, Chapter: 2.
Candeğer Y. (2002). Sağlıklı Beslenme Kitabı. Elit Ofset Matbaacılık, İzmir.
Croll J. Neumark-Sztainer D. Story M. Ireland M. (2002). Prevalence and risk and protective factors related to
disordered eating behaviors among adolescents: Relationship to gender and ethnicity. Journal of Adolescent
Health 31(2), 166-175.
Gelder M. Gath D. Mayou R. (1989). Disorders of Eating, Oxford Textbook of Psychiatry.
Gual P. Perez Gasper M. Martinez-Gon-Zalea M. (2002). Self-esteem, personality, and eating disorders: baseline
assessment of a prospective population-based cohort. International Journal of Eating Disorders 31:261-273.
Gürdal A.(1999). Yeme Bozuklukları ve Tedavisi. Klinik Psikofarmakoloji Bülteni 9(1): 21-27.
Harrison G. Pope, Jr MD; James I. Hudson MD. (1989). Eating Disorders, Kaplan Textbook of Psychiatry,
Chapter: 39.
John A. Talbott MD. Robert E. Hales MD. Stuart C. Yudofsky MD. (1988). Eating Disorders, Textbook of Psyhiatry
Chapter: 23.
Johnson J. Cohen P. Kasen S. Brook J. (2002). Childhood adversities associated with risk for eating disorders or
weight problems during adolescence or early adulthood. American Journal of Psychiatry 159:394-400.
Kugu N. Akyüz G. Doğan O. Ersan E. İzgic F. (2006). The prevalence of eating disorders among university
students and the relationship with some individual characteristics Australian and New Zealand Journal of
Psychiatry 40:129-135.
Kuruoğlu AÇ. (1995).Yeme bozuklukları. Psikiyatri, Psikoloji, Psikofarmakoloji Dergisi, 3 (Ek 4):7-22.
Lytle LA. (2002). Nutritional issues for adolescents. J. Am. Diet. Assoc. 102 (3S): S8-S12.
Martin G. Wertheim E. Prior M. (2000). A longitudinal study of the role of childhood temperament in the later
development of eating concerns. International Journal of Eating Disorders 26:150-162.
McVey L. Pepler D. Davis R. (2002). Risk and protective factors associated with disordered eating during early
adolescence. Journal of Early Adolescence, 22(1), 75-95.
Paxton SJ. (2002). Research review of body image programs. An overview of body image dissatisfaction
interventions. Melbourne, Victoria: Victorian Department of Health and Human Services.
Schotte DE. Stunkard AJ. (1987). Bulimia vs bulimic behaviours on a college campus. Journal of the American
Medical Association. 258:1213-1215.
Schur E. Sanders M. Steiner H. (1999). Body dissatisfaction and dieting in young children. International Journal of
Eating Disorder 27:74-82.
Shisslak CM. Crago M. (2001). Risk and protective factors in the development of eating disorders. In JK.
Thompson and L. Smolak (Eds.) Body image, eatingdisorders and obesity in youth (103-125). Washington, DC:
American Psychological Association.
Sinirlioğlu H (2006). Yeme Bozuklukları. http://www.mcaturk.com/eriskin_yeme_bozukluklari.htm.
Smolak L. Levine M. Schermer F. (1999). Parental input and weight concerns among elementary school children.
International Journal of Eating Disorders 25:263-271.
Stice E. (2002). Risk and maintenance factors for eating pathology: A meta-analytic review. Psychological
Bulletin, 128(5), 825-848.
Stice E. Agras W. Hammer L. (1999). Risk factors for the emergence of childhood eating disturbances: A five-year
prospective study. International Journal of Eating Disorders 25:375-387.
Sullivan DK. Legowksi PA. Jacobsen DJ. (2002). A low-fat after school snack improves the nutritional quality of
elementary school children’s diets. Journal of American Dietetic Association 102 (5): 707-709.
Wadden TA. Stunkard AJ. (2003). Obezite Tedavi El Kitabı, I. Cilt,(Çeviri Edt: M. Kahramanoğlu, Yayın Edt:
Dursun, A.N.), Roche Müstahzarları San. A.Ş., İstanbul.
Ward A. Ramsey R. Turnbell S. (2001). Attachment in anorexia nervosa: a transgenerational perspective. British
Journal of Medical Psychology 74:497-505.
Whitney EN. Rolfes SR. (2002). Understanding Nutrition, 9th Edition, Wadsworth & Thomson Learning, USA.
WHO (2000), Obesity: Preventing and Managing the Global Epidemic, WHO Tecnical Report Series: 894,
Geneva.
KÜRESEL RİSK TOPLUMUNDA SOSYAL HİZMETLERİN ÖNEMİ
Yrd.Doç.Dr. Vehbi BAYHAN*
ÖZET
Risk Toplumu kavramı,
sanayi toplumu ve modernizm sonrası aşamayı ifade etmek üzere kullanılan bir
kavramdır.
Risk toplumunda, olası ve olan riskleri şu şekilde sınıflandırmak olanaklıdır:
1-Ekolojik Riskler: Nükleer savaş tehdidi, küresel ısınma, ozon tabakasının incelmesi, doğal riskler ( deprem,
sel, yangın vb. )
2-Sosyal Riskler: Ailenin dönüşümü ( postmodern aile örüntüleri; boşanmaların artışı, tek ebeveynli aileler,
yanlızlık, yabancılaşma ), işsizlik, sosyal tabakalar arası uçurum, ülkeler arası gelir uçurumu, insanların
mahremiyetine medya ve İnternet vasıtasıyla tecavüzün artması.
3-Teknolojik Riskler: Kitle imha silahları, kimyasal ve biyolojik silahlar, manyetik kirlenme.
4-Kültürel Riskler: Hayat alanlarının Amerikanlaşması ( medya ve sinema vasıtasıyla Hollywood kültürünün
bütün ülkeleri etkilemesi ), kültürel çatışma, fundamentalizm, etnosentrizm, tekdüze olma, homojenleşme.
5-Siyasal Riskler: Bölgesel çatışma ( Ortadoğu’daki İsrail-Filistin çatışması ), savaş, gelişmiş ülkelerin
hegemonyası ( ekonomik ve siyasal bağımlılık ), ulusaşırı kuruluşların ülke politikalarını yönlendirmesi ( IMF,
Dünya Bankası, Avrupa Birliği vb. ), terörizm.
Risk toplumunda sosyal riskleri, özellikle toplumun küçük modeli ve çekirdeği olan ailedeki
dönüşümlerden kaynaklanan sorunları azaltmak için, 21. Yüzyılda sosyal hizmetlerin önemi
daha da artmaktadır ve artacaktır. Bu bağlamda, aile terapisi ve aile danışmanlığı, koruyucu
sosyal hizmetlerin organizasyonunun devlet tarafından yapılması önem taşıyacaktır. Mutlu
aile mutlu toplum, mutsuz aile mutsuz toplum demektir. Eğer, ailede sorun varsa toplumda
da sorun mevcuttur. Sosyal riskleri önceden tespit edip, riskleri azaltma projeleri
yapılmalıdır.
BİLDİRİ
“Risk Toplumu” terimini ilk kullanan Alman Sosyolog Ulrich Beck’tir. Risk Toplumu kavramı, sanayi toplumu ve
modernizm sonrası aşamayı ifade etmek üzere kullanılan bir kavramdır. Beck ve Giddens’in, modernizm sonrası
oluşan yapıyı ifade etmek için kullandıkları bir diğer kavram ise “düşünümsel modernleşme” kavramıdır. Buradaki
düşünümselliğin anlamı, toplumun kendi kendisiyle karşı karşıya gelmesi, yüzleşmesidir. Düşünümsel
modernleşme, risk toplumu yapılanmasını getirir.
Risk toplumu, modern sanayi toplumunun yenilenme dinamiğinin yaratmış olduğu toplumsal, ekolojik ve bireysel
risklerin gitgide sanayi toplumunun denetim ve emniyet kurumlarının etki alanından çıktığı bir aşamadır.
Risk toplumuyla birlikte, klasik sanayi toplumunun temel çelişkilerini oluşturan, toplumsal “nimetlerin” (gelir, iş
sahası, sosyal güvenlik) paylaşımıyla ilgili ve buna elverişli kurumlarda çözülmeye çalışılmış olan çatışmalar,
toplum tarafından aynı anda yaratılan “şerrin” paylaşımına ilişkin çatışmalar tarafından gölgede bırakılır. Bu
*
İnönü Üniversitesi Sosyoloji Bölümü
durum, şerrin paylaşımından doğan üstlenme çatışmaları olarak yorumlanabilir. Bu bağlamda, değerlerin
üretimine eşlik eden risklerin –nükleer ve kimyasal ileri teknoloji, genetik mühendisliği araştırmaları, çevre tehdidi
ve Batılı sanayi toplumunun dışında yaşayan insanlığın giderek sefilleşmesi- sonuçları nasıl paylaşılacak, nasıl
bertaraf edilecek, yönetilecek ve meşrulaştırılacaktır?
Risk toplumu kavramı, sanayi toplumunda şimdiye kadar sorumluluk bilinci, güvenlik, denetim, zararların
sınırlandırılması ve zararların paylaşımı konusunda üretilen tehditlerin ağır bastığı modernlik evresi anlamına
gelir.
Risk toplumunda, olası ve olan riskleri şu şekilde sınıflandırmak olanaklıdır:
1-Ekolojik Riskler: Nükleer savaş tehdidi, küresel ısınma, ozon tabakasının incelmesi, doğal riskler (deprem, sel
yangın vb.)
2-Sosyal Riskler: Ailenin dönüşümü (postmodern aile örüntüleri; boşanmaların artışı, tek ebeveynli aileler,
yanlızlık, yabancılaşma), işsizlik, yoksulluk, sosyal tabakalar arası uçurum, ülkeler arası gelir uçurumu,
insanların mahremiyetine medya ve İnternet vasıtasıyla tecavüzün artması (George Orwel’in “1984” romanında
tasarladığı “Big Brother”in benzerinin yaşanması tehlikesi olasılığı).
3-Teknolojik Riskler: Kitle imha silahları, kimyasal ve biyolojik silahlar, manyetik kirlenme
4-Kültürel Riskler: Hayat alanlarının Amerikanlaşması (medya ve sinema vasıtasıyla Hollywood kültürünün bütün
ülkeleri etkilemesi), kültürel çatışma, fundamentalizm, etnosentrizm, tekdüze olma, homojenleşme
5-Siyasal Riskler: Bölgesel çatışma (Ortadoğu’daki İsrail-Filistin çatışması), savaş, gelişmiş ülkelerin
hegemonyası (ekonomik ve siyasal bağımlılık), ulusaşırı kuruluşların ülke politikalarını yönlendirmesi (IMF,
Dünya Bankası, Avrupa Birliği vb.), terörizm.
Sosyal alanlarda yaşanan risklerden, evlilik ve ailenin dönüşümü önem taşımaktadır. İki ya da üç kuşak önce
insanlar, evlendiklerinde nasıl bir süreç yaşayacaklarını bilirlerdi. Ancak, geleneksel yapı çözülmeye başlayınca,
insanlar evlendikleri ya da bir ilişkiye başladıkları zaman, evlilik ve aile kurumlarının değişmiş olması nedeniyle,
yaptıkları şeyin ne olduğunu tam bilmedikleri şeklinde bir duyguya kapılır oldular. ABD ve Britanya gibi
toplumlara “çok boşanma, çok evlilik” toplumları adı verilmektedir. ABD ve Avrupa’da 18-35 yaş arasındaki
kadınların dörtte biri kadarı, çocuk yapmaya niyetli olmadıklarını söylemektedirler. Ayrıca evlilik dışı çocuk
yapma artmıştır. Bu bağlamda, 1990 ile 1994 arasında ABD’de doğan çocukların %53’ü evlilik dışı
gerçekleşmiştir. Anneliğin evlilikten ayrılması “ailenin geleceği” konusundaki tartışmaların odak noktasını
oluşturmaktadır. ABD’de çocuğunu tek başına büyüten insanların oranı çok yüksektir, çünkü evlilik dışı
birlikteliklerin, boşanmanın oranları yüksek, birlikte yaşama oranları ise görece düşüktür. İngiltere’de 7 milyon
yetişkin yalnız yaşıyor. Bu 40 yıl önceki sayının üç katıdır.
Social Trends dergisi, 2020 yılında tek kişilik
hanelerin, toplam nüfusun yüzde 40’ına varacağı tahmininde bulunmaktadır. Bu durum, bilişim toplumlarında
“postmodern aile örüntüleri”nin yapısını vermektedir.
Risk toplumunda sosyal riskleri, özellikle toplumun küçük modeli ve çekirdeği olan ailedeki dönüşümlerden
kaynaklanan sorunları azaltmak için, 21. Yüzyılda sosyal hizmetlerin önemi daha da artmaktadır ve artacaktır.
Bu bağlamda, aile terapisi ve aile danışmanlığı, koruyucu sosyal hizmetlerin organizasyonunun devlet tarafından
yapılması önem taşıyacaktır. Mutlu aile mutlu toplum, mutsuz aile mutsuz toplum demektir. Eğer, ailede sorun
varsa toplumda da sorun mevcuttur. Sosyal riskleri önceden tespit edip, riskleri azaltma projeleri yapılmalıdır.
SONUÇ VE ÖNERİLER
21.Yüzyıl küresel risk toplumunda, dezavantajlı gruplar veya sosyal risklerden etkilenen kesimler (yoksullar,
yoksul birey ve aileler, çocuklar, yaşlılar, engelliler, kadınlar) sosyal hizmetler ve rehberlik hizmetine ihtiyaçları
bulunan sosyal gruplardır. Dolayısıyla, önceliği bu sosyal gruplara vermek üzere, sosyal hizmet uygulamalarının
devlet tarafından eşgüdümlenmesi ve denetiminin yapılması gerekmektedir. Sosyal refah devletinin sonu
söylemleri ile uygulanan piyasa sistemine dayanan toplumsal yapıda, dezavantajlı gruplar toplum dışına itilme
tehlikesini taşımaktadır. Sosyal devletin işlevini yerine getirmesi önem taşımaktadır. Toplum bir bütün olduğuna
ve toplumdaki dezavantajlı gruplar toplumdan soyutlanamayacağına göre, devlet sosyal hizmetlere gereken
önemi vermek zorundadır. Sosyal riklere karşı şu öneriler ifade edilebilir:
1-
Sosyal değişim sürecinde, toplumsal ve kültürel yapımızda değişip dönüşmektedir. Aynı zamanda, ailenin
dönüştüğü de görülmektedir. Kentleşme ve küreselleşme, daha bireyci ve çıkarcı bir davranış modeli
üretmektedir. Dolayısıyla, risk toplumu gerçeğinde, riskleri ve tehlikeleri önceden görüp, araştırıp önlem almak
gerekmektedir. Bunun için de, sosyolojik araştırmaların çoğalması ve desteklenmesi, icra makamındaki
kurumların da, sosyal sağaltım projelerini üretmesi ivedi görülmektedir.
2-
Başta aileden sorumlu Devlet Bakanlığı olmak üzere, diğer Bakanlıklar ile eşgüdüm içinde, kentsel alanlarda
“Sosyal Danışma ve Destek Merkezleri” kurulmalıdır. Bu merkezlerde, sosyal hizmet uzmanları, psikologlar ve
sosyologlar eşgüdüm içinde görev yapmalıdır.
3-
Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı kurulan “Gençlik Merkezleri”nin işlevleri ve
kapsayıcılığı
artırılmalıdır. Yerel yönetimlerin de “Gençlik Merkezleri”oluşturmaları zorunluluk haline getirilmelidir. Gençlik
Merkezleri, özellikle çocuk ve gençleri sosyal, kültürel ve sportif faaliyetler ile olumlu yönde yetişmelerine katkıda
bulunmalıdır.
4-
Halk eğitim faaliyetleri yeniden organize edilmeli. Yaz tatillerinde boş olan okullardan yararlanılarak, “yaygın
eğitim ve meslek kazandırma” için projeler geliştirilmelidir.
5-
Devlet Bakanlığı’nın sokakta kalanlar için kurduğu “Çocuk ve Gençlik Merkezleri” sayısı ve işlevi
arttırılmalıdır.
6-
Mutlak yoksullara ve dezavantajlı gruplara, hayatlarını sürdürebilecekleri yardım “Sosyal Yardımlaşma ve
Dayanışma Vakıfları” tarafından verilirken, özellikle genç işsizlere istihdam yaratıcı eğitim verilmelidir. Dolayısıyla,
“balık vermek değil balık tutmayı öğretmek” temel hedef olmalıdır.
7-
Sosyal Hizmetler Yasa tasarısında, Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü merkez ve taşra teşkilatlarında
“Sosyolog Kadrosu” ihdas edilmelidir.
Sosyal Hizmetler Yasa tasarısında, Adalet Bakanlığı’nın hazırlamış olduğu ve 20.07.2005 tarih ve 5402 sayılı
“Denetimli Serbestlik ve Yardım Merkezleri ile Koruma Kurulları Kanunu” örnek alınabilir. Bu yasada, psikolog ve
sosyal çalışmacı yanında, sosyolog kadrosu ihdas edilmiştir.
Çocuk yuvaları, yetiştirme yurtları ve huzurevleri ile yeni yapılanacak olan koruyucu aile sisteminde sosyologlar;
sosyal araştırma yapmalı, sosyal hizmet işleyişini izleyip denetlemelidir. Böylece, olası problemler önceden
belirlenip önlemler alınabilir. Sosyologlar, araştırma, gözlem yapma ve izleme yanında; kurum içindeki ve
dışındaki halkla ilişkiler faaliyetini de yürütebilirler. Sosyologlar, kurum içindeki çalışanların birbiriyle uyumu,
görevlilerin hizmet verilen bireylerle (çocuk, genç ve yaşlı) uyumlu etkileşimi, sosyal faaliyetler, rehberlik, kurumun
halkla ilişkileri vb. görevleri yapacak donanımda yetiştirilmektedir.
Sosyal hizmetler, sosyolojik bakış açısı ve uygulaması olmadan başarılamaz. Bunun için de, sosyal hizmetler
alanında sosyologların istihdamının önemi yadsınamaz bir gerçekliktir. Sosyal hizmetler kurumlarında,
sosyologların istihdamı önemli bir boşluğu dolduracaktır. İnsanımıza ve toplumumuza önem veriyorsak ve sağlıklı
bir toplum istiyorsak, sosyologlara gereken önemi vermek zorundayız. Çağdaş toplumlarda sosyologların önemli
işlevleri vardır. İnsanların olduğu her ortam, sosyologların da profesyonel olarak bulunmaları gereken yerlerdir.
Sosyolog kadro kanununun çıkarılması konusunda, 18-20 Mayıs 2004 tarihlerinde Ankara’da düzenlenen IV. Aile
Şurası’nda kabul edilen ve “Kent Yoksulluğu ve Aile Komisyonu”nun sonuç raporundaki öneri şu şekildedir: “Başta
aileden sorumlu Devlet Bakanlığı olmak üzere, diğer Bakanlıklar ve yerel yönetimler ile eşgüdüm içinde, kentsel
alanlarda “Sosyal Danışma ve Destek Merkezleri” kurulmalı ya da bu amaçla hizmete açılmış olan “Toplum
Merkezi”, “Aile Danışma Merkezi” gibi kuruluşlar yaygınlaştırılmalıdır. Bu merkezlerde, sosyal hizmet uzmanları,
psikologlar, sosyologlar, avukatlar, ev ekonomisti ve çocuk gelişim uzmanları eşgüdüm içinde görev yapmalı.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, “Sosyolog Kadro Kanunu”nun hazırlanarak çıkartılması ve bu bağlamda
kurumlar için gerekli olan meslek elemanlarının özendiriciliğinin sağlanması.”(IV.Aile Şurası
Kararları, 18-20
Mayıs 2004, T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Başkanlığı Yayınları, Ankara).
Aile Şurası’nın yapılış gayesi, durum saptama ve önerilerden hareketle politika geliştirme olmalıdır. Bizzat, Kadın
ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı’nın düzenlediği IV. Aile Şurası’nda alınan her karar önemsenmelidir. Aile
Şurası’nda alınan kararda önerilen yapılanmalar yanında, yeni hazırlanan yasa tasarısında Sosyal Hizmetler ve
Çocuk Esirgeme Kurumları’nda sosyologların istihdamının önünü açmak, Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet
Bakanlığı ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yetkisindedir. Sosyal bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nin, sosyal
hizmetler alanında sosyologlara görev vermesi bir gerekliliktir.
Son tahlilde, sosyal hizmetler alanında, sosyal çalışmacının istihdamının gerekliliği yanında, sosyologların da
istihdam edilmesi önem taşımaktadır. Çünkü, sosyal çalışmacı, psikolog ve sosyolog birbirini tamamlayan
meslek gruplarıdır.
KAYNAKÇA
Bayhan, Vehbi (2002): “Risk Toplumu”, Doğu Batı, Sayı:19, Ankara
Bayhan, Vehbi (2003) : “ Küresel Risk Toplumunda Eşitsizlikler”, IV. Ulusal Sosyoloji Kongresi, 16-18
Ekim 2003, Cumhuriyet Üniversitesi, Sivas
Bayhan, Vehbi (2004) : “ Kent Yoksulluğu ve Gençlik”, IV. Aile Şûrası, 18-20 Mayıs 2004, Ankara
Beck, Ulrich (1992): Risk Society: Towards a New Modernity, Sage, London.
Beck, Ulrich (1999): Siyasallığın İcadı, (Çev: N.Ülner), İletişim Yay., İstanbul
Beck, Ulrich ( 1999): Worl Risk Society, Polity Press, London
Beck, Ulrich (2001): “The Fight for a Cosmopolitan Future”, New Statesman, London, Nov 05, 2001
Fukuyama, Francis (2000): Büyük Çözülme (Çev:Z.Avcı-A.T.Aydemir), İstanbul
Furedi, Frank (2001): Korku Kültürü, (Çev:B.Yıldırım), Ayrıntı yay., İstanbul
Giddens, Antony (2000): Elimizden kaçıp Giden Dünya, (Çev: O.Akınhay), Alfa Yay., İstanbul
Maushart, Susan (2002): “ Kusursuz Çift” Wifework (Kadın İşi), The Observer, Radikal İki, 13.01.2002
Ungar, Sheldon (2001): “Moral Panic Versus The Risk Society: The Implications of The Changing Sites of Social
Anxiety”, The British Journal of Sociology, Jun 2001.
BOŞANMIŞ AİLEDEN GELEN ÇOCUKLAR ÜZERİNE BİR ARAŞTIRMA
Uğur ÖZDEMIR, Arif LAÇIN, Talip YIĞIT, Semra SARUÇ, Ayten Kaya KILIÇ*
GİRİŞ
Boşanma, kadın ve erkek arasında yasal, duygusal ve cinsel evlilik bağlarının bitirilme kararını içermektedir.
Evliliğin yasal bağı mahkemede çözülmekte, duygusal bağın çözülmesi ise uzun zaman almaktadır.İster
toplumsal baskılar isterse bireysel uyumsuzluk nedeniyle olsun her boşanma bireyde ani ortaya çıkan zamanla
sınırlı, yoğun bir strese yol açmaktadır. Boşanma sadece karıkoca olma aktinin sonlanmasını ifade etmemekte,
beraberinde birçok psikososyal sorunun yaşanmasına neden olmaktadır.
Boşanma kuşkusuz bireylerde bir farklılık yaratmaktadır.. Bu farklılıklara literatürde boşanmanın sonuçları
kavramı ile ifade edilmektedir. Boşanmanın sonuçları kavramı, açılan boşanma davasının, yapılan yargılama
sonucunda hakimin boşanmaya karar vermesi halinde ortaya çıkan psikolojik, sosyal, ekonomik ve hukuksal
sonuçları ifade etmektedir.
Boşanma kadın ve erkeği evli olmaya bireysel statülerini kaldırarak onları “boşanmış” olarak adlandırılan yeni bir
statüye sokmaktadır. Bu tamamlanmış, bitirilmiş, sonlanmış, evlilikten olan çocuk içinde artık yeni kavram
“boşanmış aile çocuğu olarak” tanımlanmaktadır.
Boşanma çoğu kez bireylerde çeşitli sosyal, ekonomik ve psikolojik sorunlara yol açmaktadır. Karşılaşılan
sorunlar yaşa, evlilik sürecine, kırsal veya kentsel kökenli oluşa, gelir, eğitim ve mesleki statü düzeylerine, çocuk
sayısına, boşanmaya kimin karar verdiğine, sosyal destek sistemlerine, uyum sağlama ve sorun çözme
kapasitesine, hukuki hizmetlerden yararlanabilme olanaklarına bağlı olarak farklı yoğunluklar kazanmaktadır. Bu
sorunlar hem kadınlarda hem erkeklerde görülmekle birlikte, literatürde kadınların erkeklere göre daha yoksunluk
çektikleri ve örselendikleri görüşü ağır basmaktadır. Boşanmış aileden gelen çocuklar üzerine gerçekleştirilen
çalışmalarda ise çocukların anne- babalarından bu süreçte daha fazla etkilendikleri ve hayatlarının bundan
sonraki dönemlerinde anne – babalarından daha fazla bu sürecin etkilerini yaşadıkları belirtilmektedir. Çünkü
boşanma, çocuğun gelişmesinde en önemli etken olan tam aileye son veren bir olaydır.
AMAÇ
Bu çalışmanın amacı evliklerini boşanma kararı ile sonlandırmış bireylerin kendi çocuklarında boşanma sürecine
ilişkin gördükleri sosyal, psikolojik farklılıklara ilişkin duygu ve düşüncelerinin değerlendirilmesidir.
YÖNTEM
Çalışma Ankara ili sınırları içinde kartopu örneklem yöntemiyle ulaşılan ve bu çalışmaya katılmayı kabul eden 37
boşanmış ve çocuğu olan bireyin verdiği bilgilerden oluşmaktadır.
*
Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Sosyal Hizmetler Bölümü
Araştırma genel tama modeli içinde gerçekleştirilmiştir. Çalışmada veri toplama aracı araştırma grubu tarafından
oluşturulan yarı yapılandırılmış görüşme formu uygulanmıştır. Çalışma bilgisayar ortamında uygun istatistikî
programlar kullanılarak çözümlemesi yapılarak değerlendirilmiştir.
Çalışmaya katılan, ve çocuklarının velayetlerine sahip olan bireylerin %86.5’i anne, %13.5’i ise babalardan
oluşmaktadır. Bu oran her iki grup açısından anlamlı bir farklılığı işaret etmekle birlikte toplumda boşanan çiftlerin
çocuklarının velayetlerine bakıldığında da benzer bir durumla karşılaşılmaktadır.
BULGULAR ve YORUM
Boşanma kararı verip, bunu uygulayan ve çocuk sahibi olan araştırma grubunda “çocukların velayetinin kimde
olduğunun dağılımı incelendiğinde büyük bir çoğunlukla &86.5 çocuğun velayetinin annede olduğu görülmektedir
(tablo1).
Tablo 1. çalışma grubunun çocuklarının velayetnin kimde olduğunun dağılımı
Velayetin kimde olduğu
Anne
Baba
Toplam
sayı
32
5
37
%
86.5
13.5
100
Boşanmanın çocuğun psikolojik yapısı üzerindeki etkileri, velayetin anne ve babada olmasına göre farklılıklar
göstermektedir. Bu sorun boşanma aşamasında başlamakta, boşanma başladıktan sonra uzun süre devam
edebilmektedir. Boşanma aşamasında eşler çoğu zaman velayeti kimin üstleneceği konusunda bir anlaşmazlığa
düşmekte, hatta bazen eşlerden biri ya da her ikisi, bu süreci “intikam almak” veya kaybettikleri özgüveni yeniden
kazanmak amacıyla kullanmak istemektedirler (Walter, 200:4-5) bu araştırmada velayetin %86.5 oranında annede
olması şaşırtıcı değildir. Bu konuda gerçekleştirilen pek çok çalışmada velayetin çoğunlukla anneye verildiği
görülmektedir.
Tablo 2: çocukların velayetini üstlenmeyen ve/veya alamayan eşin çocukları ne sıklıkla gördüğünün dağılımı
Çocukları görme
Haftada bir
2-4 hafta
3-12 ayda bir
Hiç görmüyor
yanıtsız
toplam
Sayı
8
9
10
5
5
37
%
24.8
28.1
31.1
15.6
15.6
1000
Tablo 2 de araştırmaya katılanlardan velayeti üstlenmeyenlerin yada velayeti alamayanların çocukları ne sıklıkla
gördüklerinin dağılımı bulunaktadır. Araştırma verileri içinde %31.1inin 3 ile 12 ayda bir çocuklarını görüyor
olmaları, %15.6 sının ise çocuklarını hiç görmüyor olmaları son derece dikkat çeken bir bulguyu oluşturmaktadır.
Boşanma durup dururken gerçekleşen bir durum değildir, bu yüzden boşanmaların ardında bir çok sorun,
tartışmalar, yabancılaşmalar vardır, bütün bunlar boşanma sürecini oldukça sancılı bir durum haline getirmektedir
(yörükoğlu, 1986:85) yaşanılan sıkıntılar velayet sürecini ve sonrasını sıkıntılı hale getirmektedir; çünkü çocuğun
velayetini üstlenen kişi; intikam almak veya çocuğunu kaybedebileceği vb duygu ve korkularıyla, diğer eşin
çocuğu görmesini istemeyebilmektedir (Tepp, 1983:58-59)
Tablo 3’de Çocuğun anne/babanın bir araya gelmesini istemelerinin dağılımı görülmektedir.buna göre çalışmaya
katılanların % 62.5 ‘inin çocuğu evlilik sonuçlandıktan uzun bir süre sonra bile anne-babalarının bir araya gelme
ihtimallerini sıcak tutmaya çalıştıkları görülmektedir.
Tablo 3: çocuğun anne/babanın bir araya gelmesini istemelerinin dağılımı
Çocuğun anne ve babanın bir araya gelmesini isteme
Evet
Hayır
yanıtsız
toplam
sayı
20
12
5
100
%
62.5
37.5
15.6
100
Gerek yurtiçi gerekçe yurtdışında yapılan çalışmaların ortaya koyduğu sonuçlara göre, boşanmanın olumsuz
sonuçları en fazla çocuklar üzerinde görülmektedir; ancak
boşanmanın çocuk üzerindeki etkisi, onun
boşanmadan sonraki çevresi, anne babasının tutumu ve yanında kaldığı ebeveynin tutumlarına göre
değişebilmektedir; ancak çocuk üzerinde derin etki yapan boşanmadan sonraki yaşantısıdır. Bu yasantı
boşanmadan daha fazla etkisini gösterebilmektedir. Bu doğrultuda boşanma sonrası uyum konusunda güçlük
çeken veya toplumsal tutumlardan etkilenen çocuklar anne ve babasının tekrar bir araya gelmesini
isteyebilmektedir (Akyüz, 1983:58)
Boşanma ile çocuklar hak etmedikleri bir ortam ile karşı karşıya kalırlar, onlarda boşanmanın doğrudan olmasa
bile dolaylı bir şekilde tarafı olurlar, aile bağlarının kopmasının çocuk üzerinde çok büyük etkileri vardır.
Wallerstein’a göre çoukların boşanmayla baş edebilmeleri çok uzun zaman almaktadır; ancak wallstein’a (1966)
göre bu durumun çocuğa uygun bir şekilde izah edilmesi boşanmanın çocuklar üzerindeki etkisini, geleceğe ilişkin
kaygılarını azaltmaktadır.
Tablo 4 te çocuğun boşanma kararına tepkilerinin dağılımı görülmektedir. Tablo verilerine göre çocukların
boşanma kararlarına en büyük tepkilerinin %51 oranında kayıtsızlık, %28.6 oranında hırçınlık, %20 oranında
ağlama ve %19.4 oranında ise kızgınlık gösterdiklerini, bir çocuğun ise bu karara kabul göstermeyerek tepki
verdiğini göstermektedir.
Tablo 4 : çocuğun boşanma kararına tepkisinin dağılımı
Tepki
Kızgınlık
Kabul etmedi
Hırçınlaştı
Ağlayarak
Kayıtsız davrandı
Yanıtsız 1 kişi
Evet
sayı
%
Hayır
sayı
%
Toplam
sayı
%
7
1
11
8
19
19.4
2.8
28.6
20.0
51.4
29
34
25
28
17
80.6
94.4
71.4
80.0
48.6
36
36
36
36
36
100
100
100
100
100
Boşanma, çocuğun gelişmesinde en önemli etken olan tam aileye son veren bir olaydır, bu doğrultuda
boşanmanın en kötü etkileri çocuklar üzerinde görülür, genellikle taraflar arasında bocalayan çocuk çeşitli duygu
ve davranışlar içinde kendini bulacaktır.
Tablo 5 de ise boşanmanın çocukların üzerindeki etkilerinin dağılımı görülmektedir. Tablo verilerine göre
çalışmaya katılan ebeveylerin ifadesine göre %43.2 oranında çocuk bu süreçten çok etkilenmiştir.orta derecede
etkilenenlerin oranı ise %32.4 olarak görülmektedir. Bir başka bakışla bu çalışmanın sonuçlarına göre %90
oranında çocuk ane babasının boşanmasından olumsuz olarak etilenmekte, bunlarında %40’ı çok olumsuz
etkilenmektedir.
Tablo 5: Boşanmanın çocuklar üzerindeki etkilerinin dağılımı
Etkililik
sayı
Çok
16
Orta
12
Az
5
Hiç
4
Toplam
37
%
43.2
32.4
13.5
10.8
100
Boşanmanın en fazla çocukları etkilediği çeşitli araştırmalar tarafından ortaya konmuştur, öyle ki boşanmanın
yaşanan olaylar perspektifinde ölüm olayından bile daha fazla çocuklar üzerinde etki yapabildiği araştırmalarca
ortaya konmuştur (yörükoğlu, 1986:168). Çocukların boşanmadan etkilenme durumları yaş, cinsiyet vb etmenlere
göre de değişebilmektedir.
KAYNAKLAR
Ackerman N.W. The Psychodynamics Of Family Life. USA: Basic Bookks Inc.
1958
Akyüz, emine “ medeni kanununa göre müşterek hayatın, ayrılık ve boşanmada
çocuğun korunması” Eğitim Fakültesi yayınları, Ankara, 1983.
Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu: Ailenin Güçlendirilmesi Ve Aile Politikaları,
Ankara, 1990.
Bahr, s. Galligan, R. Teenage Marriage and Maritakl Stability- Youth and Society,
1984
Bell, J.E Family Therapy. New York: Jasan Aranson Inc. 1975
Bohanman, Paul. “ Six stages of Divorce” Divorce and after. New York: Doubleday,
1970.
Bulut Işıl. “ Parçalanmış Aileden gelen çocukların davranış özellikleri hakkında bir
araştırma “ Hacettepe Üniversitesi SHYO dergisi, cilt 1, sayı2-3, 1983,
Buehler, C.A. the Parental Divorce Transition. Divorce Related Stressor and wellbeing. Jornal of Divorce, 1987
Cebiroğlu, Rıdvan. ”Boşanmış Aile Çocuğunun Ruhsal Durumu” 13. Ulusal Psikiyatri
ve Nörolojik Bilimler Kongresi, Ankara, 1979.
Die. Boşanma İstatistikleri. Türkiye İstatistik Yıllığı (1999), Ankara, 1999
Dominion, J Cinsel, psikolojik ve toplumsal açıdan boşanma. Çev: Mehmet
Harmancı, İstanbul: 1974
DPT. Türk Aile Yapısı Araştırması, yayın no : 2313, Ankara: 1992.
Erkan Gönül, “ Boşanmanın çocukların Benlik tasarımı düzeyine Etkisi”
(yayınlanmamış Doktora tezi) Ankara, Hacettepe Üniversitesi, 1986.
Eshleman, J.R. The Famıly. Sixth edition Masachusettes. Allyn and Bacon. 1991.
Küntay Esin. “ boşanmanın çocuklar üzerine etkisi” milliyet, 8 ocak 1989.
Özgü, Halis. “ boşanan eşler ve çocukları” iş ve düşünce dergisi, cilt 1, sayı: 182,
İstanbul, 1956.
Tepp, Alan. “Divorced Fathers, Predictors of Continued Paternal Involvement”
American Jornal of Psychiatry, 1991
Velidedeoğlu, H. Veldet. Ailenin Çilesi Boşanma. İstanbul: çağdaş yayınları, 1979.
Wallerstein, Judith. “ chidren of divorce: Preliminary Report of a ten year Fallow-up”
American Journal of Orthopsychiatry, 1986.
Yörükoğlu Atalay. Değişen Toplumda Aile ve Çocuk. İstanbul: 3. baskı, özgür
yayınları, 1986.
Zastrow. C. Social Work With groups. Chicogo: Nelson-Hall Publishers, 1985.
AVRUPA BİRL İĞİNE UYUM SÜRECİNDE ÇIRAKLIK EĞİTİMİ:
ÇALIŞAN ÇOCUKLAR
Doç.Dr. Mehmet TAŞPINAR*
ÖZET
Avrupa Birliği’ne (AB) üye olma hedefine yönelik çalışmaların hız kazandığı günümüzde, çıraklık eğitimi açısından
da bir uyum sürecinden geçmemiz kaçınılmazdır. Ülkemizde çıraklık eğitimi 3308 ve daha sonra çıkarılan 4702
sayılı Kanun esaslarına göre yürütülmektedir. Buna göre 14 yaşını tamamlamış olanlar 2-4 yıl süre ile çıraklık
eğitimine alınmaktadır. Öğrenciler çıraklık eğitimi süresince haftada 1 gün Mesleki Eğitim Merkezlerinde teorik
eğitim almakta, uygulamalı çalışmalarını ise çalıştıkları işyerlerinde yapmaktadırlar. Ancak 14 yaşın altında ve
ilköğretimi tamamlamamış çocukların çalışmaları uluslararası antlaşmalara göre de yasak olmasına karşın,
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı'nın Haziran 2004 verilerine göre 12-14 yaş grubunda kayıtlı çalışan çocuk
sayısı yaklaşık 470 bindir. Çoğunluğunu kırsal kesimden kentlere göç eden çocukların oluşturduğu bu kesimin
sayısında sekiz yıllık temel eğitimin yürürlüğe girmesiyle azalma olduğu kaydedilse de, sorun yine de önemli
boyutlardadır. Öte yandan kayıt dışı çalışan çocuk sayısı da net olarak bilinmemektedir. AB ile uyum çalışmaları
çerçevesinde konu çocuk işçiliği kapsamında ele alınarak, 2004 yılında gerekli mevzuat düzenlemeleri yapılmıştır.
Ancak bu düzenlemeye karşın çok sayıda çocuk işçi zor şartlarda ve yasal düzenlemelere aykırı olarak
çalıştırılmaktadır. Bu makalede uluslararası antlaşmalar ve yapılan yasal düzenlemeler ışığında çalışan çocuklar
sorunu ele alınmış ve konu çıraklık eğitimi kapsamında değerlendirilmiştir. Buna göre öncelikle sağlıklı bir bilgi alt
yapısı oluşturulması ve çalışan çocuk sayısı ve sektörlerinin belirlenmesi gerekmektedir. Ayrıca çalışan çocukların
çıraklık eğitimi kapsamına alınabilmesi yolları araştırılmalıdır. Bu konuda özellikle AB finansman kaynaklı projeler
geliştirilmesi yararlı olacaktır.
Anahtar kelimeler: mesleki eğitim, çıraklık eğitimi, çalışan çocuklar, AB ye uyum.
GİRİŞ
*
Fırat Üniversitesi, Teknik Eğitim Fakültesi,
Eğitim Bilimleri Bölümü 23119 ELAZIĞ.
E-mail: [email protected]
Mesleki eğitim hedef kitlenin özelliklerine göre farklı biçimde organize edilebilmektedir. Bunlardan biri de çıraklık
eğitimidir. Dünya’da büyük ölçüde işletme okul işbirliği modelinde sürdürülen çıraklık eğitimine çoğunlukla temel
eğitimden sonra bir iş yerinde çalışmaya başlayanların katılmaları mümkündür. Genellikle bu eğitime 14 yaş
sonrası mesleki eğitim almak isteyen bireylerin katılması gerekirken, özellikle az gelişmiş ve gelişmekte olan
ülkelerde, çalışan pek çok birey “çocuk” çıraklık eğitim sistemine dahil olmadan, üstelik yasal olmayan bir biçimde
ve kötü koşullarda çalışmaktadırlar. Kaldı ki 14 yaş öncesinde de çalışan çok sayıda çocuk vardır. Ülkemizin
gerek imza koyduğu uluslar arası antlaşmalar, gerekse üye olmayı amaçladığı AB normları açısından önemli bir
sorunu da “çalışan çocuklar” dır. Bu makalede “çalışan çocuk” olgusu genel hatlarıyla Dünya ve ülkemiz
ölçeğinde ele alınmış ve bu çocukların meslek eğitimi almaları açısından bir seçenek/alternatif olabilecek çıraklık
eğitimi incelenmiştir. Öncelikle “çalışan çocuk” kavramını ele almakta yarar vardır.
Kavram olarak çalışan çocuk
“Çalışan
çocuk“
kavramı
özellikle
yaş
ölçütüne
bağlı
olarak
farklı
toplumlarda
farklı
biçimlerde
tanımlanabilmektedir. Bu tanımlarda dikkati çeken özellik söz konusu toplumların gelişmişlik düzeyi, çocukların
çalıştıkları bölgelerin ekonomik ve sosyo kültürel özellikleri önemli bir değişken olarak karşımıza çıkmaktadır.
Umumi Hıfzısıhha Kanunu’nun 173 maddesine göre 12 yaşından küçüklerin çalıştırılmasının yasak olduğu
belirtilirken, İş Kanunu’nda ise 15 yaşını doldurmayan çocukların çalıştırılmayacağı hükme bağlanmış, ancak hafif
işlerde 14 yaşını dolduran çocuklara izin verilebileceği ifade edilmiştir (Resmi Gazete, 1930; Resmi Gazete,
2003). Her iki kanunda da yaş tanımlamada esas alınmıştır.
Uluslararası Çalışma Örgütü ise (ILO), 15 – 24 yaş grubunu genç işçi kabul etmekte, 146 sayılı tavsiye kararıyla
da 15 taban yaşının daha da yükseltilmesini önermektedir. ILO’nun çocuk işgücü tanımında benimsediği yaş sınırı
ise 15’tir. Türkiye’nin de imzaladığı Birleşmiş Milletler’in Çocuk Haklarına Dair Sözleşmesi’nin 1. maddesine göre
18 yaşına kadar her insan çocuktur. Medeni hukuktaki rüşt yaşı dikkate alındığında 18 yaşını doldurmamış olan
herkes “ küçük “ olarak adlandırılmaktadır (Karabulut, 1996: 2). Buna göre genel olarak bakıldığında 18 yaşından
küçükler “çocuk” olarak tanımlanabilmekle birlikte, daha çok 15 yaşın altında çoğunlukla ekonomik bir gelir elde
etmek amacıyla çalışma yaşamına erken yaşta katılan çocuklara “çalışan çocuk “ ya da “ çocuk işçi “
denilmektedir. Söz konusu çocukların çalışma nedenleri ve çalışma alanları şöyle özetlenebilir:
Çocukların başlıca çalışma nedenleri ve çalışma alanları
Çalışmak” denilen olgunun özünde ekonomik bir gelir elde edip, yaşamını sürdürme düşüncesi/amacı yer
almaktadır. Sadece bu açıdan bakıldığında bile bireylerin erken yaşlarda çalışmaya başlamalarının temelinde
ekonomik durum ön plana çıkmaktadır. Bir başka deyişle toplumların içinde bulundukları ekonomik koşullar bu
durumu oluşturan önemli bir etmendir. Toplumları bütün boyutlarıyla etkileyen küreselleşme olgusu ekonomik
alanda önemli değişimleri de beraberinde getirmiştir. Artan rekabet ve pazar arayışları üreticileri mal ve
hizmetlerin fiyatlarını düşürmeye zorlamış ve ucuz işgücü arayışı da gündeme gelmiştir. Bunun yanında nüfus
yapısı ve artış hızı, eğitim düzeyi, gelişmişlik düzeyi, eğitim-insangücü-istihdam yapısındaki dengesizlik, üretim
sistemlerindeki değişim gibi unsurlar da çocuk işçiliğinin oluşumunda önemli etmenledir.
Ülkemizde ise kırsal kesimden kentin varoşlarına göç eden bireyler ekonomik krizlerin de bir sonucu olarak yeterli
istihdam imkânı bulamamışlar ya da vasıfsız işlere talip olarak, zor koşullarda çalışmaya başlamışlardır. Yaşanan
ekonomik krizler sonucu uygulanana politikalar da işsizliği artırıcı etken olmuş ve kayıt dışı ve geçici/mevsimlik
diyebileceğimiz çalışma biçimleri öncelik kazanmıştır.
Bu tür değişimlerden en çok etkilenenler yapılan
araştırmalara göre kadınlar ve çocuklar olarak belirtilmektedir (Fazlıoğlu ve Dersan, 2004: s. 6). Büyük ölçüde
ailelerinin geçimlerine ekonomik bir katkı amacıyla çalışma yaşamında yerini alan çalışan çocuklar, aslında tüm
Dünya da çözüm bekleyen bir sorundur. Bu aşamada Dünya da ve ülkemizdeki mevcut durumu incelemekte yarar
vardır.
Dünya’da ve Türkiye’de çalışan çocuklara ilişkin sayısal veriler
Çocuk işçiliği dünya gündeminde öncelikli çözüm bekleyen bir sorundur. Milyonlarca çocuk, fiziksel, zihinsel,
eğitsel, sosyal, duygusal ve kültürel gelişimlerine zarar veren ve ulusal yasalarla uluslararası standartlara uygun
olmayan koşullarda çalışmaktadır. Bugün dünyada her altı çocuktan biri, zihinsel, fiziksel ve duygusal gelişmesi
açısından zararlı işlerde çalışmaktadır Çalışan çocukların büyük çoğunluğu, tehlikeli kimyasal maddeler ve
araçların söz konusu olduğu tarım sektöründe çalışmaktadır.
Günümüzde çalışan çocukların sayısını kesin
olarak söylemek mümkün olmasa da, ILO araştırmalarına göre dünyada 5-14 yaş grubunda 250 milyon çalışan
çocuk bulunduğu, 12-17 yaş grubu 283 milyon çocuğun çalıştığı için okula devam edemediği tahmin edilmektedir.
Yapılan araştırmalar, 5-14 yaş arasındaki çocukların % 25’inin ekonomik işlerde çalıştığını, bunların yarısından
daha az bir kısmının gerçek bir işte, geri kalanında hem okula devam edip hem de yardımcı işlerde çalıştığını
veya ailesinin veya koruyucusunun yanında ev hizmetlerinde çalıştığını ortaya çıkarmıştır. 120 milyonu tam süreli
olmak üzere dünyada yaklaşık 250 milyon çocuk çalışmaktadır. Bu çocukların yaklaşık 1/3 ise son derece zor
şartlarda, sağlık açısından
riskli alanlarda çalışmaktadırlar. 2004 yılı verilerine göre okul sistemi dışındaki
çocukların sayısı 121 milyon olup, çoğunluğu kızlardan oluşmaktadır. 121 milyon çocuğun 65 milyonu (%54) kız,
56 milyonu (%46) erkektir. Okula kaydolan çocuklar da genellikle okula düzenli olarak devam etmemektedir. Bu
nedenlerin başında aile geçimine katkıda bulunmak önemli yer tutmaktadır. Dünyada çalışan çocukların %61
Asya’da, % 32’si Afrika’da, %6‘sı Latin Amerika’da çalışmaktadır. Ancak nüfus yoğunluğu dikkate alındığında
oransal olarak en fazla çocuk çalışan kıta, Afrika’dır (Çalışma Genel Müdürlüğü, 2002a; Fazlıoğlu ve Dersan,
2004:. 7; ILO, 2004; UNICEF 2005). Ülkemizdeki durumu da gözden geçirmek de yarar vardır.
Çocuk işçiliği sorunu gelişmekte olan her ülke için olduğu gibi, ülkemiz açısından da önemli bir sorundur. Tüm
dünyada olduğu gibi bu sorun nüfus, eğitim düzeyi, ekonomik gelişmişlik ve sosyal kalkınma kavramlarıyla
ilişkilidir. ILO katkısıyla DİE tarafından gerçekleştirilen Ekim 1999 Çocuk İşgücü Anketi temel göstergelerine
bakıldığında 63,416,000 olarak tahmin edilen Türkiye nüfusunun % 25.4'ünü (16,088,000 kişi) 6-17 yaş grubu
bireyler oluşturmaktadır. Türkiye genelinde 6-17 yaş grubu arasında bulunan 16,088,000 çocuğun içerisinde
ekonomik faaliyette bulunanların oranı %10.2 (1,635,000 kişi) olarak tahmin edilmiştir. Ekonomik bir faaliyette
bulunan çocukların % 61.8'ini erkekler, % 38.2'sini ise kızlar oluşturmaktadır. 6-17 yaş grubu çocukların okula
devam durumları incelendiğinde % 78,8'lik bir devam oranı gözlenmektedir. Okul çağında olup okula devam
etmeyen 1 milyon 490 bin çocuk bulunmakta ve bunların %53.6’sı çalışmaktadır.Çocukların çalışma nedenlerinin
başında ailenin ekonomik gelirine katkıda bulunmak ilk sırayı almaktadır (Fazlıoğlu ve Dersan, 2004:. 7; ILO,
2004). Çalışan çocukların yüzde 57.6'sı tarım, yüzde 21.8'i sanayi, yüzde 10.2'si ticaret, yüzde 10.4'ü ise hizmet
sektöründe istihdam edilmektedir. (Atal, 2004). Görüldüğü gibi çalışan çocuklar ülkemiz açısından da önemli bir
sorundur. Bu sorunun önlenmesi için çeşitli çalışmalar yapılmaktadır. Bunları kısaca özetlemekte yarar vardır.
Türkiye’de çalışan çocuklara ilişkin yapılan çalışmalar
Çocuk işçiliği konusunda UNICEF “Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu” ve
ILO “Uluslar arası çalışma teşkilatı” dikkati çekmektedir. Örneğin ILO tarafından
başlatılan
“Çocuk
İşçiliğini
Sona
Erdirme
Uluslararası
Programı”
(IPEC)
kapsamındaki çalışmalar pek çok ülkede yürütülmekte ve yeni ülkeler bu çalışmalara
katılmaktadır. Ayrıca Çocuk işçiliğinin önlenmesi için katkı veren ülkelerin sayısının
da artığı görülmektedir (Çalışma Genel Müdürlüğü, 2002a). Oldukça olumsuz
şartlarda çalışan çocukların çalıştırılmamasına yönelik gelişmiş ülkelerde bile pek çok
yasal önlemler alınmasına karşın, hala çözüm bekleyen önemli bir sorun olarak tüm
Dünya’nın gündemindedir (Kuschnereit , 2001). Bu konu ile ilgili Uluslararası 17
sözleşme ve tavsiye kararı dikkati çekmektedir. Türkiye bunlardan 14 ünü
imzalamıştır. Bunlar TABLO 1’de görülmektedir.
TABLO 1: ÇOCUK İŞÇİLİĞİ İLE İLGİLİ TÜRKİYE'NİN
ONAYLADIĞI ULUSLARARASI SÖZLEŞMELER
No
İMZALANAN SÖZLEŞME
1
BİRLEŞMİŞ MİLLETLER ÇOCUK HAKLARI SÖZLEŞMESİ 1989
2
AVRUPA SOSYAL ŞARTI 1965
3
TRİMCİ ve ATEŞÇİ SIFATIYLA GEMİLERDE İŞE ALINACAKLARIN ASGARİ YAŞININ TESBİTİNE DAİR
15 SAYILI SÖZLEŞME 1921
4
HER NEVİ MADEN OCAKLARINDA YERALTI İŞLERİNDE KADINLARIN ÇALIŞTIRILMAMASI HAKKINDA
45 SAYILI SÖZLEŞME 1935
5
DENİZ İŞLERİNDE ÇALIŞTIRILACAK ÇOCUKLARIN ASGARİ YAŞ HADDİNİN TESBİTİ HAKKINDA 58
SAYILI SÖZLEŞME 1936
6
SANAYİ İŞYERLERİNE ALINACAK ÇOCUKLARIN ASGARİ YAŞ SINIRININ BELİRLENMESİ HAKKINDA
59 SAYILI SÖZLEŞME 1937
7
ÇOCUKLARIN
VE
GENÇLERİN
SANAYİDE
İŞE
ELVERİŞLİLİKLERİ
YÖNÜNDEN
SAĞLIK
MUAYENESİNE TABİİ TUTULMALARI HAKKINDA 77 SAYILI SÖZLEŞME 1946
8
İŞÇİLERİN İYONİZAN RADYASYONLARA KARŞI KORUNMASI HAKKINDA 115 SAYILI SÖZLEŞME 1960
9
YERALTI MADENLERİNDE İŞE ALINMADA ASGARİ YAŞ HAKKINDA 123 SAYILI SÖZLEŞME 1965
10
TEK İŞÇİNİN TAŞIYABİLECEĞİ YÜKÜN AZAMİ AĞIRLIĞI HAKKINDA 127 SAYILI SÖZLEŞME 1967
11
İSTİHDAMA KABULDE ASGARİ YAŞA İLİŞKİN 138 SAYILI SÖZLEŞME 1973
12
EN KÖTÜ BİÇİMLERDEKİ ÇOCUK İŞÇİLİĞİNİN ÖNLENMESİ VE ORTADAN KALDIRILMASINA İLİŞKİN
182 SAYILI ACİL EYLEM SÖZLEŞMESİ VE 190 SAYILI TAVSİYE KARARI 1999
13
ILO ANAYASASI 1919
14
ASGARİ ÇALIŞTIRMA YAŞINA İLİŞKİN 146 SAYILI TAVSİYE KARARI 1973
(Kaynak: Çalışma Genel Müdürlüğü, 2002b).
Bunlardan 138 No’lu sözleşme ile zorunlu eğitimini tamamlamamış ve 15 yaşından küçüklerin çalıştırılmaları
yasaklanmış, 14 veya 13 yaş için se sadece hafif işlere izin verilmiştir. 18 yaşına kadar da sağlık, güvenlik ve
moral gelişmelerine zarar verecek işlerde çalıştırılması yasaklanmıştır. 49 ülke bu sözleşmeyi imzalamıştır. 182
sayılı Sözleşme ile 18 yaşın altındakilerin çocuk kabul edildiği görülmektedir (Çalışma Genel Müdürlüğü, 2002a).
Ülkemizde uygulamaya konulan 4857 Sayılı İş Kanunu'nun 71. maddesine göre 15 yaşını doldurmamış çocukların
çalıştırılması yasaklanmıştır. Ancak, 14 yaşını doldurmuş ve ilköğretimi tamamlamış olan çocuklar, bedensel,
zihinsel ve ahlaki gelişmelerine ve eğitime devam edenlerin devamına engel olmayacak hafif işlerde
çalıştırılabileceği hükmü getirilmiştir. (Resmi Gazete, 2003). Bu yasa kapsamında ve AB uyum çalışmaları
doğrultusunda Çalışma Bakanlığı gerekli yönetmeliği hazırlayarak, çocukların çalıştırılamayacakları işler
belirlenmiştir. Böylece 138 sayılı sözleşmenin yasal düzenlemesi yapılmıştır. Bunun yanında temel eğitimin 8 yıla
çıkarılmış olması da bu açıdan olumlu bir gelişme olmuştur. Bu yasal düzenlemelerin yanında çeşitli kurum ve
kuruluşlar da bazı çalışmalar yapmaktadırlar. Bunlar şöyle özetlenebilir.
ILO Ankara Ofisi tarafından yürütülen Çocuk İşçiliğini Sona Erdirme Uluslararası Programı (IPEC) faaliyetleri
kapsamında bugüne kadar bazı çalışmalar yapılmıştır. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı bünyesinde, Çocuk
İşçiliği Birimi kurulmuştur. Kimyasalların İstanbul’da çalışan çocuklar üzerindeki etkileri konulu bir çalışma
yapılmıştır. Devlet İstatistik Enstitüsü tarafından çocuk işçiliği konusundaki önemli istatistikleri toplamak amacıyla
ulusal hane halkı araştırması yapılmış, 6-14 yaş grubu çocuklar incelenmiştir. Türkiye İşveren Sendikaları
Konfederasyonu da (TİSK) "Çalışan Çocuklar" alanında 1993 yılından beri Uluslararası Çalışma Teşkilatı
(ILO)'nın Çocuk İşçiliğinin Elimine Edilmesi Uluslararası Programı (IPEC) dahilinde çeşitli projeler dizisi
yürütmektedir.
Konfederasyon IPEC Projeleri kapsamındaki çalışmaları; zorunlu eğitim çağındaki çocukların eğitime
yönlendirilmelerini, zorunlu eğitim çağından sonra çalışmak zorunda kalan çalışan çocukların yasal çerçeve içinde
çalıştırılmaları ve çalışma şartlarının iyileştirilmesi konularında işverenlerin ve ilgili çevrelerin duyarlılıklarını
artırarak olumlu gelişmeler sağlanmasını; çocuklara, ailelerine ve işverenlerine sağlık, eğitim ve danışmanlık
hizmetleri verilmesini amaçlamıştır (TİSK, 2005).
Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu, Çıraklık Eğitim Merkezleri ile birlikte İstanbul’daki metal sanayi
sitelerinde seminerler düzenleyerek küçük ölçekli işyeri sahiplerinin duyarlılığını arttırmıştır. İstanbul Pendik
Sanayi Sitesinde Pendik ve çevre sanayi sitelerinde çalışan çocuklara hizmet vermek üzere bir çalışan çocuklar
bürosu kurulmuştur. Türkiye Esnaf ve Sanatkârlar Konfederasyonu, Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu,
Mesleki Eğitim ve Küçük Sanayi Destekleme Vakfı, İnsan Kaynakları Vakfı, Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi
Merkezi Vakfı, Türk Esnaf Sanatkâr ve Küçük Sanayi Araştırma Enstitüsü, Türkiye Kalkınma Vakfı, Fişek
Enstitüsü, Çalışan Çocuklar Bilim ve Eylem Merkezi Vakfı, TESK, Emniyet Genel Müdürlüğü Küçükleri Koruma
Birimi, Milli Eğitim Bakanlığı, DİSK, HAK-İŞ gibi kurum ve kuruluşlar üyelerine ve ilgililere, çocuk işçilere, çocuk
işçiliği konusunda eğitim verme, çalışan çocukların ailelerini iş sahibi yaparak çocuklarını çalışma yaşamından
çekmelerini amaçlama, çeşitli mesleki eğitim kursları düzenleme, sağlık hizmeti sunma gibi pek çok faaliyeti
gerçekleştirmişlerdir. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile İzmir'de seçilen meslek dallarında 2003 yılı
itibarıyla çocuk işgücünün sona erdirilmesi projesi başlatılmıştır. Ayakkabıcılık, konfeksiyon, oto tamir ve bakım
meslek dallarında 15 yaş altındaki çalışan çocukların işten çekilmeleri ve temel eğitime yönlendirilmesi ve 15-18
yaş arasındaki çalışan çocukların çalışma koşullarını iyileştirmeyi amaçlayan proje kapsamında işyeri izleme ve
sosyal destek sistemi kurulmuştur.
Bu kuruluşlarla işbirliği içinde çocuklara doğrudan destek ve çalışan
çocukların ailelerine sosyal destek ve gelir getirici etkinliklere yönlendirme çalışmaları sürdürülmektedir. Ayrıca
TÜRK-İŞ, HAK-İŞ ve DİSK Konfederasyonlarıyla ortaklaşa yürütülen “Sokaktan Eğitime" projesi kapsamında 6
ilde toplam 1710 sokakta çalışan çocuk yatılı ilköğretim bölge okullarına yönlendirilmiştir. (ILO, 2004).
Ayrıca Ankara Büyükşehir Belediyesi ile ILO-IPEC arasında sağlanan anlaşma ile 1993 yılında başlatılan
çalışmalarda, çalışan çocukların aileleriyle ilgili sorunlarını çözmek; okuyorlarsa, okuldaki sorunlarının çözümüne
katkı
sağlamak, daha güvenli
bir geleceğe yönlendirmek; onların ihmalini
ve istismarını önlemek
amaçlanmaktadır. Bunun için Ankara’da Sıhhiye Çok katlı Otoparkı içinde 200 çocuğa doğrudan hizmet verecek
biçimde 1200 m2’lik bir alan, 1 Temmuz 1993 tarihinden bu yana kullanılmaktadır. Sokakta çalışan çocuklara,
burada, beslenme, sağlık, spor ve animasyon faaliyetleri, eğitim yardımları yanında; sağlıklı-kalıcı meslek edinme
yönünde çalışmalar da yaptırılmaktadır (Fişek, 2005).
Bu çocukların yaşadığı olumsuzlukları azaltma açısından olumlu bir çalışma kısa adı ÇATOM olan Çok Amaçlı
Toplum Merkezleri dir. Örneğin 1995 yılından beri GAP bölgesinde faaliyet gösteren ÇATOM’larda 14 yaş üstü kız
çocuk, genç kız ve kadınlara yönelik okuma-yazma, sağlık, bilgisayar, anne eğitimi, girişimcilik vb. konularında
eğitim verilmekte; makine nakışları, tekstil, gümüş ve taş işleme, kuaförlük vb. alanlarda meslek kazandırıcı
programlar uygulanmaktadır. Üretim yaparak gelir elde eden genç kız ve kadınların bir bölümü çocuk bakıcılığı,
konfeksiyon,
sekreterlik, trikotaj, kuaförlük,
yatılı
ilköğretim
bölge okulları
(YİBO) vb.
alanlarda iş
bulabilmektedirler. Girişimcilik potansiyeli olanlar aldıkları kredilerle kendi işlerini kurmaktadırlar. ÇATOM'larda
2003 yılı içinde 190 genç kız/kadın iş bularak çalışmaya başlamış, 9 genç kız/kadın tarafından 6 işyeri açılmıştır
(Fazlıoğlu ve Dersan, 2004: 9). Görüldüğü gibi bu konuda önemli çalışmalar yapılmaktadır. Ancak yinede çalışan
çocuklar sorunu AB’ne uyum sürecinde de önümüzdeki önemli bir sorun olarak yerini korumaktadır. Söz konusu
çocukların çalışma özellikleri açısından konuyu çıraklık eğitimi bağlamında ele almakta yarar vardır.
Çıraklık eğitimi kapsamında çalışan çocuklar
Çıraklık eğitimi ülkenin ekonomik gelişimi için gerekli olan insan gücü kaynağını geliştirme açısından önemli bir
role sahiptir. Bu eğitim sırasında bir işyerinde çalışan birey işsizlik diye bir sorunla karşı karşıya değildir. Belirli bir
gelir elde ederken aynı zamanda mesleğinde uygulamalı çalışmalar yaparak kendini geliştirme fırsatı bulur (Obidi,
1995). Çıraklık eğitimi tam zamanlı eğitime devam etmek istemeyen bireyleri öğrenmeye motive etmede önemli
bir rol oynar. Yüksek nitelikli bir çıraklık eğitim sistemi, bilimsel ve teknolojik gelişmelerin ve hızlı değişim sürecinin
yakından izlenmesi ve böylece işverenlerin ve çalışanların ihtiyaçlarının karşılanması ile oluşturulabilir (Payne,
2002).
Çıraklık eğitimi Almanya, Avusturya, İsviçre, Danimarka gibi ülkelerde “dual sistem” denilen okula dayalı bir
sistemle, işyerine dayalı sistemin bir bileşimi olarak etkili bir biçimde uygulanmaktadır. Bu sisteme okul ile işyeri
birlikte yer almakta, program tüm tarafların katılımı ile hazırlanmakta, programın yürütülmesinde yerel
organizasyonlar etkin rol almakta ve program esnek bir yapıda uygulanmaktadır. Shavit ve Muller’in bu konuda 13
ülke arasında karşılaştırmalı olarak yaptıkları bir araştırmada, çıraklık eğitimine daha çok düşük gelirli ailelerin
çocuklarının katıldıkları ve Almanya gibi ikili sistemi uygulayan ülkelerin okula dayalı sistemi uygulayan ülkelere
göre daha iyi çıktılara/sonuçlara ulaştıkları görülmüştür. Bu sistemde istihdam sisteminin beklentilerine daha
uygun insan gücü yetiştirmenin mümkün olduğu görülmüştür (Higgins, 2003).
Ülkemizde de çıraklık eğitimi “ikili sistem” yapısına uygun biçimde yürütülmektedir. Çıraklık sistemi içinde çalışan
çocuklar çırak – kalfa – usta yapılanması içinde sistemde yer almaktadırlar. Kökenleri Ahilik sistemine kadar
uzanmaktadır. Daha sonra Lonca adı ile bu yapı biçim değiştirmiş, Cumhuriyetle birlikte varlığı sona ermiştir.
Ancak söz konusu çırak – kalfa – usta yapılanması varlığını sürdürmüş 1926 yılındaki Borçlar yasası, 1977 deki
2089 sayılı Çıraklık Kalfalık ve Ustalık Kanunu, 1986 yılında 3308 sayılı Çıraklık ve Mesleki Eğitim Kanunu ve
4702 sayılı kanun
bu konuda düzenlemeler içermiştir. Kısaca mevcut uygulamayı tanımakta yarar vardır
(Çalışma Genel Müdürlüğü, 2002c; Resmi Gazete, 1986; Resmi Gazete, 2001, Ulusoy, 2005,).
Buna göre 14 Yaşını doldurmuş, 19 yaşından gün almamış, en az İlköğretim okulu mezunu olan, sağlığı gireceği
mesleğin gerektirdiği koşullar açısından uygun olanlar çıraklık eğitimine alınırlar. 19 yaşını geçmiş olanlar ise ve
daha önce çıraklık eğitimi almamış olanlar ise yaşlarına ve düzeylerine uygun olarak düzenlenecek mesleki eğitim
programlarına göre çıraklık eğitimi programına alınabilmektedir.
Bu eğitime 507 sayılı Esnaf ve Küçük
Sanatkârlar Kanununa tabi işyerlerinde çalışan çırak yaşındaki gençlerin çıraklık eğitimi uygulama kapsamına
alınmış il ve meslek dallarında çalışan gençlerin çıraklık eğitimi görmesi zorunludur.
Uygulamaya göre ilköğretim okulunu bitirmiş ama 14 yaşını doldurmamış olanlar “aday çırak” statüsüyle eğitime
alınırlar. Haftada 1 gün mesleki eğitim merkezlerinde, diğer günlerde işyerlerinde uygulamalı eğitim alan aday
çıraklar 14 yaşını doldurunca çıraklık sözleşmesi ile, mesleklerin özelliklerine göre 2-4 yıl sürecek “çıraklık
eğitimine” katılırlar. Bu dönemde sigorta primleri devlet tarafından ödenmektedir. Bu dönem sonunda yapılacak
sınavda başarılı olanlara kalfalık belgesi verilmektedir. Daha sonra ise ustalık eğitim kurslarına katılanlar sonuçta
katılacakları bir sınavda başarılı olmaları halinde “ustalık belgesi” alıp bağımsız işyeri açabilmektedirler. Genel
olarak uygulama bu biçimde olmakla beraber, çıraklık eğitimine hiç katılmamış ama bir işyerinde çalışan, işyeri
açmış olanlar, örgün mesleki eğitim programlarını bitirenlerin ustalık belgesi alabilmesi vb. konularda çeşitli
düzenlemeler yapılmıştır.
Burada “çalışan çocuklar” açısından üzerinde durulması gereken konu ilköğretim kanununda temel eğitim
döneminde çocukların çalışmaları yasaklanmış olmasına karşın daha önce belirtildiği gibi çok sayıda çocuk
çalışmaktadır. Özellikle 14 yaş sonrası bireylerin çalışmaları halinde mutlaka çıraklık eğitim sistemi içinde yer
almaları zorunludur. Ülkemizde temel eğitimin 8 yıla çıkarılmasıyla 14 yaş öncesi bir işyerinde çalışma oranında
bir azalma olduğu bilinmektedir. Atal’ın belirttiği gibi (2004) sekiz yıllık kesintisiz eğitim ve çocuk işçiliğine getirilen
15 yaş sınırlaması Türkiye'de sanayide çalışan çocuk sayısını önemli ölçüde düşürmüştür. Ancak yaşanan
ekonomik sıkıntılar nedeniyle eskinin çırak çocukları artık birer sokak işçisi olarak çalışmaktadır. Bunların sayıları
ile ilgili çok sağlıklı istatistikler olmamakla birlikte, Türkiye'de 15-19 yaş arası çalışan 2 milyon 400 bin çocuktan
sadece 123 bini mesleki eğitim merkezlerine gidebildiği belirtilmektedir (Aktaş, 2005). Söz konusu dönemdeki
çocukların çıraklık eğitim
kapsamı dışında kalmaları bir
anlamda
emeğin sömürülmesi
olarak da
değerlendirilebilir. Çünkü bu çocuklar çoğunlukla kontrolden sosyal güvenceden uzak, düşük ücretlerle, kötü
koşullarda çalıştırılabilmektedir. Bu çocukların işsiz kalmaları, kötü alışkanlık kazanmaları, belirgin bir vasıf
kazanamadıkları için işsiz kalmaları da son derece olağandır.
Yapılan değerlendirmelere göre sonuçlar ve
öneriler şöyle özetlenebilir.
Sonuç ve Öneriler
Ülkemizde çalışan çocuk olgusu kaçınılmaz bir gerçektir. Ülkenin genel gelişmişlik durumu, yaşanan
ekonomik krizler, nüfus, gelir dağılımı, eğitim yapısı vb. olgular bunu oluşturan önemli etmenlerdir. Alınan
yasal önlemler, onaylanan sözleşmeler bu gerçeği yeterince değiştirmeye yetmemiştir. Temel eğitimin 8
yıla çıkarılmasıyla çalışan çocuk oranında bir azalma olduğu ifade edilmekle birlikte, gerek 14 yaş öncesi,
gerekse sonrasında bu olgu devam etmektedir. Öte yandan temel eğitimin tamamlanmasından sonra ise
çıraklık eğitimine katılma oranında da önemli bir azalma söz konusudur. Bu dönemde eğitim sisteminin
dışında kalmasına ve bir işte çalışmasına rağmen çalışan çok sayıda çocuk da mevcuttur. Bunun
nedenlerinin başında denetimsizlik, çıraklık eğitimi programlarının kapsamı ve kayıt dışı ekonomik yapı
olarak özetlenebilir. Buna göre öneriler şöyle özetlenebilir:
Öncelikli olarak temel eğitim çağında olup çalışan çocukların temel eğitime dahil edilmesi ile ilgili çalışmalar
yapılmalıdır. Bunun için ilgili tüm resmi ve özel kuruluşlar, gerçek ve tüzel kişiler sorumluluklarını yerine
getirmelidir. Burada mesleki eğitim merkezlerinin fonksiyonu is kanunu hükümleri içinde 14 yaşını
doldurmayanların hafif işlerde çalıştırılabileceği hükmü uyarınca onlara dönük kursları organize etmek ve bu
çocukların eğitim imkânına kavuşmasına yardımcı olmak olabilir.
Çalışan çocuklara yönelik olarak işgücü eğitim programları çıraklık eğitim sistemi içinde mesleki eğitim merkezleri
tarafından organize edilmelidir. 14 yaş sonrası ve kız ve erkek çocuklara yönelik olarak hazırlanacak meslek
edindirmeye ve belirli ölçüde ekonomik gelir kazandırmaya yönelik olacak bu programlar söz konusu çocukların
topluma kazandırılması başka bir değişle sosyal açıdan da önemli bir işleve sahip olacaktır.
Bu çocukların
beslenme, barınma iş bulma ya da kendi işini kurma vb. açılardan desteklenmeleri gereklidir. Bunun için mesleki
Eğitim merkezleri yanında ilgili kurum ve kuruluşların belirli bir koordinasyon içinde çalışmalarına ihtiyaç vardır.
Daha önce bahsedildiği gibi çok sayıda kurum ve kuruluş çeşitli çalışmalar yapmaktadır. Ancak bunların yeterince
koordineli olduğu söylenemez. Bu kurumlar bir üst organizasyon kapsamında koordine edilmeli, ÇATOM gibi
uygulamalar yaygınlaştırılmalı, uygulamaya mesleki eğitim merkezleri de dahil edilerek kapsam genişletilmelidir.
Bu amaçla yerel yönetimlerin koordinatörlüğünde projeler geliştirilmesi üstelik bu amaçla AB fonlarının
kullanılması bile mümkündür.
Ülkemizde mesleki eğitimin genel sorunlarından biri mesleki eğitimin prestiji konusudur. Temel eğitimden sonra
aileler çoğunlukla çocuklarını gelecekte bir üniversite hayaliyle genel eğitime yönlendirebilmekte, meslek eğitimine
ise başarı düzeyi daha düşük bireyler yönlenebilmektedir. Bu sorunun çözülmesi için öncelikli olarak istihdam
sisteminin gelişmesi gereklidir. Bunu yanında temel eğitimde ve orta öğretimin ilk yılında yapılacak yönlendirmeler
etkili olabilir.
Bunların yanında öneriler genel olarak şöyle sıralanabilir:
1. Çalışan çocukların ailelerinin sosyo – ekonomik koşullarının iyileştirilmesi için sosyal politikalar geliştirilmeli ve
uygulanmalıdır.
2. 8 yıllık ilköğretimin yaygınlaştırılarak çocukların çalışma yaşamına katılmaları geciktirilmelidir.
3. Çalışan çocuklar konusunda çeşitli kurum ve kuruluşların yaptıkları çalışmaların eş güdüm sağlayacak bir
yapılanmaya gidilmesidir. Bunu için çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın önderliğinde bir oluşum söz konusu
olabilir.
4. 8 yıllık temel eğitim kapsamında çocukların mesleki becerilerini ortaya çıkaracak, gelecekte onların meslek
seçmelerine yardımcı olacak bilgi ve beceri eğitimi verilmelidir.
6. Çırak statüsüyle mesleki eğitim merkezleri bünyesinde
”öğrenci” statüsüyle çalışan çocukların çalışma
koşullarının iyileştirilmesi sağlanmalıdır.
6. Meslek eğitiminde meslekler dünyasında meydana gelen değişimin doğrultusunda yeni meslek alanları eğitim
olanakları sağlanmalıdır.
7. Çıraklık eğitimi döneminde olmalarına rağmen bu kapsamda olmadan çalışan çocukların kapsam içine
alınabilmesi için hem yasa hükümlerinin uygulanması için denetimler artırılmalı, hem de bu çocukların çalıştıkları
alanlarla ilgili mesleki eğitim programları hazırlanıp uygulamaya konulmalıdır.
KAYNAKLAR
Aktaş, U. (2005). Haftada 80 saat Çalışıyor. Radikal Gazetesi, 21 Mart 2005.
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=147143 (20.09.2005).
Atal, N. (2004). Çıraktılar mendilci oldular.
http://arsiv.sabah.com.tr/2004/05/24/gnd110.html
Çalışma Genel Müdürlüğü. (2002a). ILO ve Çocuk Çalıştırılması.
http://www.calisma.gov.tr/calisan_cocuklar/ilo.htm (20.09.2005).
Çalışma Genel Müdürlüğü. (2002b). Çocuk İşçiliği İle İlgili Türkiye'nin Onayladığı Uluslararası Sözleşmeler
http://www.calisma.gov.tr/calisan_cocuklar/uarssoz.htm (20.09.2005).
Çalışma Genel Müdürlüğü. (2002c). Çocuk İşçiliği İle İlgili Ulusal Mevzuat
http://www.calisma.gov.tr/calisan_cocuklar/ulusal_mevzuat.htm (20.09.2005).
Fazlıoğlu A. ve Dersan N. (2004). Gap Bölgesinde Yoksul Çocukları Eğitime Kazandırma Yönünde Katılımcı Proje
Uygulamaları. Eğitimde Yeni Ufuklar II: “Eğitim Hakkı ve Okula Gidemeyen Çocuklar” Sempozyum Tebliği
3-4 Aralık 2004. Ankara. www.gap.gov.tr/Turkish/Sosprj/yoksulc.pdf (15.09.2005).
Fişek, G. (2005). Türkiye’de Çocuk Emeği Çalışmalarına Genel Bakış
http://www.fisek.org/019.php (20 Eylül 2005).
Higgins J. (2003). Labour Market Programmes for Young People: A Review. Youth Transitions Report Series
2003 http://www.msd.govt.nz/documents/publications/strategic-social-policy/youth-transitions-labour-marketprogrammes-for-young-people.doc (23.09.2005).
ILO. (2004). Çocuk İşçiliğiyle Mücadele (IPEC)
http://www.ilo.org/public/turkish/region/eurpro/ankara/programme/ipec.htm (20.09.2005).
Karabulut, Ö. (1996). Türkiye’de Çalışan Çocuklar. İstanbul: Araştırma Raporu.
www.festr.org/files/turkiyede_calisan_cocuklar.pdf (20.09.2005)
Kuschnereit, J. (2001). Trade Policy Against Child Labor? The Limited Effectiveness of Social Clauses.
International Politics and Society 3/2001
http://www.fes.de/ipg/ONLINE3_2001/SUMLISTE.HTM#9 (23.09.2005).
Obidi S. S. (1995). Skill Acquisition through Indigenous Apprenticeship: a case study of the Yoruba blacksmith in
Nigeria. Comparative Education 31(3), 369-283.
Payne. J. (2002). Reconstructing apprenticeship for the twenty-.rst century: lessons from Norway and the UK.
Research Papers in Education 17(3) 2002, ss. 261–292 http://www.voced.edu.au/cgi-bin/getiso8.pl?off=47276481&db=voced&patlist=keywords%3Amodern%20apprenticeship (20.09.2005).
Resmi Gazete. (1930). Umumi Hıfzıssıhha Kanunu Kanun No: 1593 Yayın Tarihi: 6.5.1930
Sayı: 1489, http://www.hukuki.net/www.saglikhukuku.net/bilgi/a014.asp (20.09.2005).
Resmi Gazete. (1986).Çıraklık ve Meslek Eğitimi Kanunu. Kanun No: 3308, yayın tarihi: 19.06.1986, Sayı:
19139. Ankara: Başbakanlık Basımevi.
Resmi Gazete. (2001). Yükseköğretim Kanunu, Çıraklık ve Meslek Eğitimi Kanunu, İlköğretim ve Eğitim
Kanunu, Millî Eğitim Temel Kanunu, Çıraklık ve Meslek Eğitimi Kanunu, Millî Eğitim Bakanlığı Teşkilât ve
Görevleri Hakkında Kanun ile 3418 Sayılı Kanunda Değişiklik Yapılması ve Bazı Kâğıt ve İşlemlerden
Eğitime Katkı Payı Alınması Hakkında Kanun ile Millî Eğitim Bakanlığının Teşkilât ve Görevleri Hakkında
Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun. Kanun No: 4702, Yayın tarihi: 10.07.2001, sayı: 24458. Ankara:
Başbakanlık Basımevi.
Resmi Gazete. (2003). İş Kanunu. .Kanun No: 4857, Kabul tarihi: 22.05.2003, yayın tarihi: 10.06.2003. Sayı:
25134. http://rega.basbakanlik.gov.tr/Eskiler/2003/06/20030610.htm#1 (20.09.2005).
TİSK. (2005). IPEC Projesi/Sanayide Çalışan Çocuklar ve TİSK’in Faaliyetleri. http://www.tisk.org.tr/ipec.asp
(20.09.2005).
Ulusoy, A. (2005). Kalifiye İşgücünün Yetiştirilmesinde Eğitim Kurumu-İşletme İşbirliği: Türkiye Uygulaması
İşveren Ağustos 2005. http://www.tisk.org.tr/isveren_sayfa.asp?yazi_id=963 (20.09.2005).
UNICEF. (2005). Child labour. http://www.unicef.org/protection/index_childlabour.html (20.09.2005).
LÖSEMİ HASTASI OLAN ÇOCUĞA SAHİP ANNELERİN KAYGI DÜZEYLERİNİN İNCELENMESİ
Dr. Ayhan BABAROĞLU*
Doç. Dr. Gülen BARAN·
Bu çalışma, lösemi hastası olan on-on beş yaş arasındaki çocukların annelerinin kaygı düzeylerini incelemek
amacıyla yapılmıştır. Araştırmaya Ankara il merkezinde bulunan Ankara, Hacettepe ve Gazi Üniversitesi
hastanelerinin pediatrik onkoloji ve hematoloji servislerinde yatan ve tedavilerine ayakta devam edilen seksen dört
çocuğun annesi dahil edilmiştir. Araştırmada çocukların kendisine, hastalığına ve ailesine ilişkin bazı genel
bilgileri elde etmek için araştırmacı tarafından hazırlanan “Genel Bilgi Formu”, annelerin kaygı düzeylerini
saptamak için “Aile Kaygı
*
·
Endişe Düzeyini
Ölçme Aracı”
kullanılmıştır.Verilerin istatistiksel açıdan
Ankara Ticaret Odası İlköğretim Okulu
Ankara Üniversitesi Ev Ekonomisi Yüksek Okulu Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Bölümü
değerlendirilmesinde;ikili gruplar için t-testi,ikiden fazla olan gruplarda varyans analizi kullanılmıştır.Araştırma
sonucunda annenin kaygı düzeyi ile ilgili olarak;çocuğun yaşının “aile yaşamına getirdiği sınırlılıklar” ve “bir kurum
bakımını tercih etme” boyutlarına ait puanlarda, cinsiyetin annenin “genel kaygı” sında , anne yaşının “ömür boyu
bakım” boyutuna ilişkin puanlarda anlamlı bir farklılık oluşturduğu saptanmıştır.Tedavi süresinin “mali kaygılar” ve
“kişisel ödül eksikliği”, ailede kronik hastalığı veya engeli olan başka bir bireyin varlığını “bağımlılık-kendini
yönetme”
ve
“sürekli
hastalık
kaygısı”
boyutlarından
alınan
puanlarda
anlamlı
farklılık
yarattığı
saptanmıştır.Araştırmadan elde edilen sonuçlar doğrultusunda öneriler getirilmiştir.
GİRİŞ
Kanser, hastalar için olduğu kadar aileler için de zorlu bir deneyimdir. Çünkü aile sadece bir arada yaşayan
insanlardan oluşan bir grup değil, karmaşık, güçlü ve dinamik bir sistemdir. Bu durumda kanser hastalığına sahip
olan yalnızca çocuk değildir. Hatta kansere bir aile hastalığı da denilebilir. Çocukluk çağı kanserleri sadece
çocuğun değil, tüm aile üyelerinin fiziksel, psikolojik ve sosyal dengesini bozan değişikliklere neden olmaktadır.
Çocuğuna kanser tanısı konan ebeveynler, ciddi kaybı içeren bir kriz yaşarlar. Tanı açıklandığında, toplumdaki
kansere ilişkin korkular, çocuk ve ebeveyndeki kaygı yoğunluğunu arttırmaktadır(Lovejoy 1986, Çavuşoğlu 1992).
Kanser tedavisinde elde edilen başarılara rağmen, kanser tanısı anne-babalar tarafından hala çocuğun ölüme
mahkumiyeti olarak algılanmaktadır. Hastalığın doğası nedeniyle oluşan kısıtlamalara tedavinin getirdiği
kısıtlılıkların da eklenmesi ve sık sık hastaneye gidip gelme zorunluluğu, çocuğun olduğu kadar anne-babanın da
kaygı düzeyini arttırır.(Kayaalp 1995, Baider et al. 1996, Baysal 1996).
Kaygının anneden çocuğa geçtiğini ifade eden kuramcılar, bu durumun ileride çocuğun güvenliğinin tehlikeye
girdiği anda yeniden yaşanan bir duygu olduğunu ifade etmişlerdir. Kanser hastalığı söz konusu olduğunda ise
hem çocukta, hem de annede kaygı düzeyleri artmış durumdadır.Kanserle yüz yüze kalma durumu, hasta
yakınlarının da kaygı yaşamasına neden olmaktadır. Hasta yakınlarının stres ve kaygı düzeylerinin düşürülmesi
hastalarıyla aralarındaki etkileşimde olumlu bir etki yaratmakta ve bu yolla hastaların da kaygı düzeyleri
düşürülmüş olmaktadır (Gençtan 1981, Clay 1999).
Kanser, aile içi dengelerin bozulmasına neden olur. Bu dengelerin bozulmasının ardından, aile üyeleri dengeyi
tekrar kurmaya çalışırlar. Bu süreç içerisinde aile üyeleri, hastalar kadar, bazen de onlardan daha çok duygusal
zorlanma gösterebilmektedirler(Sabbeth 1984 , Lawrence ve Rainey 1985).
MATERYAL VE YÖNTEM
Bu çalışma, lösemi tanısı konmuş on-on beş yaş arasındaki çocukların annelerinin kaygı düzeylerini incelemek
amacıyla yapılmıştır.
Araştırmanın örneklemine, Ankara il merkezinde bulunan Ankara, Hacettepe ve Gazi Üniversitesi hastanelerinin
pediatrik onkoloji ve hematoloji servislerinde yatan ve tedavilerine ayakta devam edilen seksen dört çocuğun
annesi dahil edilmiştir.
Araştırmada çocukların kendisine, hastalığına ve ailesine ilişkin bazı genel bilgileri elde etmek için “Genel Bilgi
Formu”,
annelerin
kaygı
düzeylerini
saptamak
için
“Aile
Kaygı
Endişe
Düzeyini
Ölçme
Aracı”
kullanılmıştır.AKEDÖA, Holroyd (1976) tarafından geliştirilmiştir. Toplam iki yüz seksen beş maddeden oluşan
orijinal form, yapılan faktör analizleri sonucunda altmış altı maddeden oluşan kısa forma dönüştürülmüştür.
AKEDÖA, üç boyut ve on bir alt boyuttan oluşmaktadır.Bu boyutlar şunlardır:Bağımlılık ve kendini yönetme( B.K.Y),
bilişsel bozukluk( B.B), aile yaşamına getirdiği sınırlılıklar
( A.Y.G.S ), ömür boyu bakım( Ö.B), aile içi uyumsuzluk( A.İ.U ), kişisel ödül eksikliği
( K.Ö.E ), sürekli hastalık kaygısı( S.H.K), fiziksel sınırlılıklar( F.S ), mali kaygılar( M.K), kurum bakımını tercih
etme( K.B.T.E ) ve aileye getireceği zorluklar( A.G.Z ). Ülkemizde AKEDÖA’ nın geçerlik ve güvenirliği Akkök
(1988) tarafından yapılmıştır.Verilerin istatistiksel açıdan değerlendirilmesinde; ikili gruplar için t-testi, ikiden fazla
olan gruplarda varyans analizi kullanılmıştır.
BULGULAR VE TARTIŞMA
Araştırmaya alınan lösemili çocuğa sahip annelerin kaygı düzeylerinde çocuğun yaşının, cinsiyetinin, tedavi
süresinin, annenin yaşının ve ailede kronik hastalığı veya engeli olan başka bireyin var olma durumunun farklılık
yaratıp yaratmadığına ilişkin istatistiksel analiz sonuçları aşağıdaki tablolarda verilmiştir.
Lösemi hastası olan çocukların yaşlarına göre annelerin kaygı düzeylerine ilişkin istatistiksel analiz sonuçları
Tablo 1’de verilmiştir.
Tablo 1. Lösemi hastası olan çocukların yaşlarına göre annelerin kaygı düzeylerine
ilişkin puan ortalamaları, standart sapma ve varyans analizi sonuçları
* P<.05
Annelerin kaygı düzeylerine ait genel kaygı puan ortalamaları incelendiğinde; 10-11 yaşında lösemili çocuğu olan
annelerin puanlarının, 12-13 ve 14-15 yaşında lösemili çocuğu olan annelerin puanlarından yüksek olduğu
görülmektedir. Lösemi hastası olan çocukların yaşlarına göre annelerinin kaygı düzeylerine ait boyut puanlarına
bakıldığında, varyans analizi sonucunda lösemili çocuğun yaşının, A.Y.G.S. ve K.B.T.E. boyutlarına ait puanlarda
anlamlı bir farklılık yarattığı saptanmıştır[ p<.05]. A.Y.G.S boyutu açısından farklılığı 14-15 yaş grubunda
çocukları olan annelerin puanları yaratırken, K.B.T.E. boyutunda 10-11 ile 12-13 yaş grubunda çocuğu olan
annelerin puanları arasındaki fark önemlidir. Lösemi hastası çocukların yaşlarına göre annelerin kaygı
düzeylerine ait diğer boyut puanları incelendiğinde ise 10-11 yaşında çocuğu olan B.K.Y., B.B, A.İ.U, K.Ö.E,
S.H.K., M.K. boyutlarında yüksek düzeyde olduğu görülmektedir. Ancak varyans analizi sonucunda annelerin
kaygılarına ait boyut puanlarının çocuğun yaşına göre anlamlı bir farklılık göstermediği saptanmıştır (p>.05).
Lösemili çocuğun yaşının aile yaşamına getirdiği sınırlılıklar konusunda farklılık yarattığı bulunmuştur. Aslında
hem küçük yaşlarda, hem de büyük yaşlarda sorunlar vardır. Ancak sorunların çeşitleri çocuğun yaşına göre
farklılık gösterebilir. Çocuğun hastalığı ve hastaneye yatması, ailenin bölünmesinin belirgin bir strese neden
olduğu ifade edilmektedir (Hersh ve Wiener 1993).
Kronik hastalığa sahip çocuğun bulunduğu ailelerde aile hayatı yeni bir düzenlemeyi gerektirmektedir. Bu düzeni
oturtamayan veya çok önemli zorluklarla karşılaşan aileler konu ile ilgili profesyonel bir kurum bakımına
yönelmektedirler. Böylece aileler hem hasta çocukları ile ilgilenildiğini bilirler hem de diğer sorumluluklarını yerine
getirebilirler (Dahquist ve Czyzewski 1993).
Lösemi hastası olan çocukların cinsiyetlerine göre çocukların ve annelerinin kaygı düzeylerine ilişkin istatistiksel
analiz sonuçları Tablo 2’de verilmiştir.
Tablo 2. Lösemi hastası olan çocukların cinsiyetlerine göre annelerin kaygı düzeylerineilişkin
puan ortalamaları, standart sapma ve bağımsız gruplar için t testi sonuçları
*p<.05
Annelerin kaygı düzeyleri ile ilgili genel puan ortalamalarına bakıldığında lösemili kız çocuğuna sahip annelerin
kaygı puanlarının, lösemili erkek çocuğa sahip annelerin puanlarından düşük olduğu görülmektedir.Yapılan t testi
sonuçları, çocuğun cinsiyetinin annenin genel kaygı puan ortalamalarında farklılık yarattığını göstermektedir [t=.24, p<.05].
Annelerin kaygı boyutlarına ait puanları incelendiğinde, lösemi hastası kız çocuğuna sahip annelerin K.Ö.E., F.S.
ve A.G.Z. boyutlarından aldıkları puanların yüksek olduğu görülmektedir. Ayrıca boyut puanları birbiri ile
karşılaştırıldığında gerek kız, gerekse erkek çocuğa sahip annelerin A.İ.U., B.B., Ö.B., K.B.T.E. boyutlarından
aldığı puanların diğer boyut puanlarından daha yüksek olduğu görülmektedir. Ancak, kaygıya ilişkin boyutların
hiçbirinde çocuğun cinsiyeti anlamlı bir farklılık yaratmamaktadır(p>.05).
Gelişen ergen cinsiyet kimliğinin ve rolünün doğal yaşantısına ayak uydurmakta zorlanan lösemi hastası çocuk,
bu alanda bilinçli yönlendirmeye ihtiyaç duyar.Hastalığın getirdiği sınırlamalar zor bir süreç yaşamasına neden
olabilir. Her iki cinsiyette de görülen sorunların bilinçli yaklaşımlarla giderilebileceği düşünülmektedir. Embiyaoğlu
ve Koptagel (1973), araştırma sonucunda istatistiksel açıdan anlamlı olmamakla birlikte cinsiyete göre yapılan
ayrımda kadınların hastalıklar karşısında erkeklere oranla daha fazla kaygı, korku ve üzüntü yaşadıklarını ifade
etmişlerdir. Yine Er (1998), hastanede yatan çocuklar ve ailelerinin kaygı düzeylerini etkileyen faktörleri incelediği
araştırmasında, kız çocuğu olan ailelerin kaygılarının erkek çocuğu olan ailelerin kaygılarından daha yüksek
olduğunu saptamıştır.
Lösemi hastası olan çocukların tedavi süresine göre annelerin kaygı düzeylerine ilişkin istatistiksel analiz
sonuçları Tablo 3’de verilmiştir.
Tablo 3. Lösemi hastası olan çocukların tedavi süresine göre annelerin kaygı
düzeylerine ilişkin puan ortalamaları,standart sapma ve varyans analiz sonuçları
* P< 0.05
**P< 0.01
Annelerin kaygı düzeylerine ait genel puan ortalamalarına bakıldığında, tedavi süresi 1 yıldan az olan çocukların
annelerinin puanlarının, tedavi süresi 1-2 yıl ile 3 yıl ve üzeri olan annelerin puanlarından yüksek olduğu
görülmektedir.
Kaygı boyutlarına ait puanlar incelendiğinde; tedavi süresi 1 yıldan az olan çocukların annelerinin B.K.Y., B.B.,
A.İ.U. ve M.K. tedavi süresi 1-2 yıl olan çocukların annelerinin K.Ö.E., S.H.K., F.S., K.B.T.E. ve A.G.Z., tedavi
süresi 3 yıl ve üzeri olan çocukların annelerinin ise A.Y.G.S. ve Ö.B. boyutlarından diğerlerine göre daha yüksek
puan aldıkları görülmektedir.
Yapılan varyans analizi sonuçları, tedavi süresinin K.Ö.E.
[p<.01] ve M.K. [ p<.05] boyutlarına ilişkin kaygı
puanlarında anlamlı bir farklılık yarattığını göstermektedir. K.Ö.E. ve M.K. boyutları açısından 3 yıl ve daha uzun
süredir tedavi gören çocukların annelerinin kaygı puanının diğerlerine göre en düşük düzeyde olduğu ve farklılığı
bu grubun yarattığı saptanmıştır. Diğer boyutların varyans analizi sonuçlarında tedavi süresinin anne kaygısı
üzerinde anlamlı bir farklılık yaratmadığı bulgusu elde edilmiştir (p>.05).
Lösemi hastalığı uzun süren, kronik bir hastalıktır. Hastalığın ilk zamanlarında görülen yoğun kaygı durumu,
zaman geçtikce ve tedavi ilerledikçe azalır. Ancak, tekrarlar bu kaygıyı arttıran dönemlerdir. Baştan beri yaşanan
bu durumda gerekli olan maddi kaynaklar ve sosyal güvence imkanlarının varlığı kaygıyı azaltıcı etkiye sahiptir.
Çünkü, lösemi tedavisi pahalı ve uzun süren bir hastalıktır. Araştırma kapsamına alınan ailelerin hepsinin sosyal
güvencesinin olması bu anlamda kaygının düşük olmasının sebebi olabilir. Hastalığa uyum zamanla oluşur ve
başlarda bu konuda ve hissettikleri hakkında konuşmak istemeyen anneler, artık rahatça konuşabilmekte, kendini
ve hissettiklerini ifade edebilmektedir. Böyle bir hastalığın yaşanması, annenin ve çocuğun kişilik yapısında derin
izler bırakabilir. Bir süre sonra belli rutinler haline gelen tedavi süreci daha katlanılır hale gelir. Bu sebeple kişisel
ödül eksikliği boyutunda kaygı düzeyinin zamanla azaldığı düşünülmektedir. Sözer(1991), kanserli çocukların baş
etme yeteneklerini incelediği çalışmasında, çocuklardaki kaygının tanıdan sonra zamanla giderek azaldığını,
çocukların ve annelerin zamanla baş etme becerilerini geliştirdiklerini ve bu sayede hastalığa psikolojik uyum
sağladıklarını belirtmektedir.
Lösemi hastası çocuğu olan annenin yaşına göre annelerin kaygı düzeylerine
ilişkin istatistiksel analiz sonuçları Tablo 4’te verilmiştir.
Tablo 4. Lösemi hastası çocuğu olan annenin yaşına göre annelerin kaygı düzeylerine
ilişkin puan ortalamaları, standart sapma ve varyans analiz sonuçları
* p< .05
Annelerin yaşlarına göre, kaygı boyutlarına ait puan ortalamaları incelendiğinde; 41 yaş ve üzerinde olan
annelerin A.Y.G.S., Ö.B., A.İ.U., K.Ö.E., S.H.K., F.S., K.B.T.E. boyutlarında diğer yaş grubundaki annelerden
daha yüksek puanlara sahip oldukları dikkati çekmektedir.
Yapılan varyans analizi, annenin yaşının kaygıya ilişkin Ö.B boyutuna ait kaygı puanlarda anlamlı bir farklılık
yarattığı sonucunu göstermiştir [p<.05]. Annenin yaşı yükseldikçe Ö.B konusunda yaşadığı kaygılar da
yükselmektedir. Duncan Testi sonuçları da 30-35 yaş grubundaki annelerle, 41 yaş ve üzerindeki annelerin
puanları arasındaki farkın anlamlı olduğunu göstermektedir.
Lösemili çocuğu olan anne, çocuğunun bakımı konusunda çeşitli kaygılara sahiptir. Yapılan tedavinin ve
bakımın en iyisi olmasını ister. Bu sebeple de bakımı daha çok kendisi yapar. Ancak annenin yaşlanması bazı
endişeleri de birlikte getirir. Anne yaşlandığı için kendini hastalığa ve ölüme daha yakın hisseder. Fakat
üzüntüsü kendisi için değil, hasta çocuğu içindir. Eğer kendisine bir şey olursa çocuğunun bakımını kimin
üstleneceği gibi düşünceler annenin kaygısını arttırır (Hersh ve Weiner 1993).
Özellikle kırk yaş ve üzerindeki anneler, kendisinden sonra çocuğunun bakımının nasıl ve kim tarafından
yapılacağı endişesini yoğun bir şekilde yaşamaktadırlar. Er (1998),hastanede yatan çocuklar ve annelerinin
kaygı düzeylerini etkileyen faktörlerin incelenmesi konulu araştırmasında, annenin yaşının hem çocukların hem
de annelerin kaygı düzeyini etkilediğini tespit etmiştir. Yine Gökeşmeoğlu(1995)’nun yaptığı araştırma
sonucunda da annenin yaşının, kanserli çocuğu olan anne-babaların kaygı, depresyon ve umutsuzluk
düzeylerinde anlamlı bir farklılık yarattığı tespit edilmiştir. Bir başka çalışmada da Flynt ve Wood(1989), genç
annelerin uyum sürecindeki kaynakları kullanamamalarının, yaşca daha büyük annelerin olgunluk ve deneyim
gibi özelliklerinin kaygı düzeyleri üzerinde etkili olmadığı sonucunu bulmuşlardır.
Lösemi hastası olan çocukların ailesinde kronik hastalığı/engeli olan başka bireyin olup olmamasına göre
annelerin kaygı düzeylerine ilişkin istatistiksel analiz sonuçları Tablo 5’de görülmektedir.
Tablo 5. Lösemi hastası olan çocukların ailede kronik hastalığı/engeli olan başka birey olma durumuna göre
annelerin kaygı düzeylerine ilişkin puan ortalamaları standart sapma ve bağımsız gruplar için t testi sonuçları
* P< 0.05
**P< 0.01
Tablodan, ailede kronik hastalığı/engeli olan başka bireyin olma durumuna göre annenin kaygı düzeyine ilişkin
genel puan ortalamaları incelendiğinde, ailede kronik hastalığı/engeli olan başka birey ”var” diyen annelerin kaygı
puanlarının “yok” diyen annelerin kaygı puanlarından daha yüksek olduğu görülmektedir.
Boyut puanlarına bakıldığında; ailesinde kronik hastalığı/engeli olan başka olan anneler, B.B., A.Y.S., Ö.B.,
K.Ö.E., S.H.K., M.K., K.B.T.E. ve A.G.Z. boyutlarından yüksek puan alırken, ailede kronik hastalığı/engeli olan
başka bireyin bulunmadığı anneler B.K.Y., A.İ.U ve F.S. boyutlarından yüksek puan almışlardır.
Yapılan t testi sonucunda ailede kronik hastalığı/engeli olan başka bir bireyin olma durumunun, B.K.Y. ve S.H.K.
boyutu puanlarında anlamlı bir farklılık yarattığı bulunmuştur [ p<.05, , p<.01].Diğer boyutlara ait t testi
sonucunda, ailede kronik hastalığı/engeli olan bireyin olma durumunun annenin kaygısı üzerinde anlamlı bir
farklılık yaratmadığı saptanmıştır (p>.05).
Lösemi hastası çocuğu olan annenin evde başka bir hasta veya engeli olan bireyin varlığı ile kaygısının yüksek
olacağı açıktır. Evde kronik hastalığı veya engeli olan bireyin var olması annenin daha fazla sorumluluk alması,
yorulması demektir.Bu da annenin kendine ayırabileceği zamanın tamamen yok olmasına, sosyal yaşamının
sınırlanmasına neden olabilir. Hem hasta çocuk, hem de evdeki diğer kronik hastalıklı veya engelli birey hemen
hemen her açıdan anneye bağımlıdır. Anne onların her şeyi ile ilgilenmek zorundadır. Bu ağır sorumlulukların
annenin kaygısını arttırması beklenen bir durumdur. Yine anne bu yoğun sorumluluk ve bakım yükünün sürekli bu
şekilde devam edeceğini, çocuğunun sürekli hasta kalacağını, evdeki kronik hastalıklı veya engelli bireyin hiç
iyileşmeyeceğini düşünerek kaygılanabilir.
SONUÇ VE ÖNERİLER
Bu çalışmanın sonucunda; çocuğun yaşının annenin genel kaygısı üzerinde anlamlı bir farklılık yaratmadığı,
ancak A.Y.G.S. ve K.B.T.E. boyutlarında anlamlı bir farklılığın bulunduğu tespit edilmiştir. Cinsiyetin, annenin
genel kaygısı üzerinde anlamlı bir farklılık oluşturduğu fakat diğer boyutlarda böyle bir farklılığın bulunmadığı
görülmüştür. Annenin yaşı, annenin genel kaygısına ilişkin puanlarda anlamlı bir farklılık göstermemektedir.
Ancak anne yaşının Ö.B.boyutundan elde edilen puanlarda istatistiksel açıdan anlamlı bir farklılık olduğu
görülmüştür.Ailede kronik hastalığı veya engeli olan başka bireyin varlığının B.K.Y. boyutuna ait puanlarda bir
farklılık yarattığı saptanmıştır .
Bu bulgular ışığında şu öneriler getirilebilir: Lösemili çocukların fiziksel ve psikolojik tedavilerine ailelerinde
katılması, bu hastalığın takip ve tedavisi için çok önemlidir. Hasta çocuğa uygulanacak tüm tedaviler hakkında
hasta çocuğun doktoru, çocuktan sorumlu hemşire, psikolog ve diğer sağlık elemanlarının oluşturduğu bir ekip
tarafından uygun bir ifade ile her zaman umut korunarak, anlayabilecekleri bir açıklama çocuğa ve ailesine
yapılmalıdır. Açıklamaları yaparken çocuk veya ailesinin içinde bulundukları durum,yaş, eğitim düzeyi gibi
faktörler göz önünde bulundurulmalıdır.Tedavinin başlamasıyla oluşabilecek bakım sorunlarını en aza indirmek
için ebeveynlere “Bakım Programları” hazırlanmalıdır. Hastanede yatarak tedavi görmesi gereken her hasta
çocuğun ebeveynlerine, özellikle de çocuğun yanında kalan annelere danışman psikolog tarafından bir uyum
programı uygulanmalıdır. Hastalar çocuk olduğu için tedavileri sırasında iyi oldukları zaman eğitimlerini
sürdürebilecekleri, oyun oynayıp ve serbest zaman etkinliklerinin bulunabileceği, hastanenin içinde fakat uygun
şekilde dizayn edilmiş bir alanın oluşturulması gerekmektedir. Bu alanlar planlanırken çocukların hastalıkları göz
önünde bulundurulmalıdır. Bu alanlardan tedavisini ayakta görenler de faydalanmalıdır. Tedavisini ayakta
sürdüren, fakat okula gidemeyen çocuklar için evlerine gidilerek bazı imkanların sunulması da bu çocuklar için
son derece iyi olacaktır. Hasta çocuğun tüm gelişim alanları takip edilmeli ve mümkün olduğu kadar hastalığın ve
tedavi uygulamalarının gelişim alanlarına yapabileceği zarar önlenmeye çalışılmalıdır. Hastaneye yatan veya
ayakta tedavi olan her lösemili hastanın ebeveynlerinin psikolojik sorunları taranmalı, yakınma ve problemlerinin
şiddetine ve türüne göre bir destek program uygulanmalıdır. Eğer grup rehberliği ve grupla psikolojik danışmalara
katılamaz ya da isteksiz olursa bu kişilere bireysel danışmanlık uygulanabilir.Kanser hastalarının tedavisini yapan
bakımını yürüten özel eğitim almış personelin bulunduğu kurumların oluşturulması yararlı olacaktır. Bunun
yanında hastane ortamının hasta ve hasta yakınlarının kaygı ve umutsuzluk düzeyini arttırdığı ve psikolojik
sorunları yoğunlaştırdığı düşüncesinden hareketle imkanlar çerçevesinde hastaların kendi evlerinde bu konuda
yetkin bir ekibin desteğiyle bakımları sağlanabilir.
Hastalığın tedavisinde kullanılan ilaçların pahalı ve tedavi sürecinin uzun olması nedeniyle hasta ve hasta
yakınları tedavi ile ilgili tüm alanlarda (ilaç,bilgilendirme. kalacak yer, yiyecek, giyecek vb ) resmi ve gönüllü
kuruluşların kendilerine daha fazla yardımda bulunmalarını istemektedirler. Resmi ve gönüllü kuruluşlar ile diğer
bireyler hasta çocuk ve ailelerinin bu gibi ihtiyaçlarının karşılanması konusunda daha duyarlı olmaları
önerilebilir.Sosyal güvencesi olmayan hastalara ve ailelere ekonomik sorunların çözümüne yardımcı olabilecek
desteğin sağlanması gerekmektedir.
HUZUREVİNDE
KALAN
YAŞLILARIN
CİNSİYET
FARKLILIKLARINA
BAĞLI
SOSYAL
DIŞLANMA
SÜREÇLERİ
Elif Gökçearslan5
Bilge Önal Dölek·
Yaşlılıkla birlikte bireylerin biyolojik olduğu kadar psikolojik ve toplumsal durumlarında değişimler yaşanmaktadır.
Yaşamın son dönemi olan yaşlılık, bireylerin hayatlarını sürdürürken yaşadığı pek çok zorluğu da beraberinde
getirmektedir. Bu dönemde bireyler pek çok sağlık sorunu ile karşı karşıya kalmanın yanı sıra pek çok toplumsal
sorunla da karşı karşıya kalmaktadır.
Yaşlanma ile birlikte ortaya çıkan rol ve statü kaybı kadın ve erkeğin birbirinde farklı sorunlar yaşamasına da
neden olabilmektedir. Kadın geleneksel toplumlarda kendisine biçilen ve yaşamda var olmanın tek gerekçesi
olarak kabul ettiği ev-içi rolleri (annelik, eşlik, ev içi işler vb), erkek ise ev dışı rolleri kaybetmektedir. Yaşlanmayla
birlikte ortaya çıkan bu kayıplar, bireylerin toplumdan hızla uzaklaşmasına neden olmaktadır.
Toplumsal roller ve statü kayıplarına ek olarak bireylerin sağlık sorunları yaşaması onların bir kez daha
dışlanmasına neden olmaktadır.
Yaşlıların sıklıkla yaşadığı bir süreç olan sosyal dışlanma dezavantajlı grupların yaşadığı bir sorundur.
Yaşlanmaya bağlı olarak sosyal dışlanmaya neden olan etmenleri dört grupta tanımlanabilir:
Yaşla ilişkili özellikler: Gelirle ilgili sınırlılıklar veya kayıplar, sağlığın ve sosyalliğin azalması. Emeklilikle birlikte
gelirin azalması, kronik hastalık koşullarının etkisi, yalnız yaşayan insanların ihtiyaçlarının artmasıdır.
Artarak çoğalan dezavantajlar: Doğuştan gelen bazı durumlar zamanla kişinin dezavantajlı duruma gelmesine
neden olabilir. Örneğin sınırlı eğitim ve çalışma fırsatları ileri dönemde düşük gelir ve sınırlı sosyal ve sağlık
hizmetleri kullanmaya neden olur.
Toplumun özellikleri: Yaşanılan bölgede ve toplumda dostluk ve ilgi konusunda zorluklar yaşanıyor olabilir. Aynı
zamanda yaşlıların incinebileceği durumlar ortaya çıkabilir. Bu durum nüfus, ekonomik düşüş, suç düzeyindeki
artış ve yaşanılan bölgedeki güvensizlik gibi faktörlerle birlikte değişiklik gösterebilir.
Yaş temelli ayrımcılık: Sosyo-ekonomik politikalarda yaşın etkisi yaşlılık temelli ayrımcılığa neden olabilir. Bu
durum yaşlılarda sosyal dışlanmanın çeşitli formlarında etkili olmaktadır. Yaşlı bireylerin statü kaybı yaşaması
beraberinde rol kaybı yaşamasına da neden olabilmektedir.
YAŞLILIKTA SOSYAL DIŞLANMANIN NEDENLERİ
1950’lerde ve 1960’larda Townsend ve Wedderburn gibi araştırmacılar yoksul yaşayan en geniş gruplardan birinin
yaşlı insanlar olduğunu, bu kişilerin özellikle tek yaşayan veya dul yaşlılar olduğunu ortaya koymuşlardır.
“Yapısal bağımlılık” olarak tanım genişletilmiştir. Buna göre zorunlu emeklilik; yoksulluk ve sosyal rol kaybına
neden olmuştur. 1990’lar boyunca düşük emekli maaşına ulaşma ile emekli maaşına ulaşamayan gruplarda
yaşanan dengesizlik sosyal dışlanmaya da neden olmuştur.
5
·
Araştırma Görevlisi, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmetler Bölümü
Araştırma Görevlisi, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmetler Bölümü
Sosyal dışlanma çeşitli nedenlerle kaynaklara ve hizmetlere ulaşamama şeklinde kendini göstermektedir. Maddi
kaynaklardan yoksunluk katılımsızlığa neden olan önemli bir durum olarak ele alınmıştır. Yukarıdaki temalardan
yola çıkarak sosyal dışlanma “normal” aktivitelerden uzaklaşma olarak tanımlanabilir. Bunlar:
·
Tüketim aktiviteleri: Toplumda normal olarak kabul edilen mal ve hizmetlerin minimum düzeyde
tüketilebilmesi,
·
Tasarruf aktiviteleri: Para biriktirme, bir mal sahibi olma, emekli aylığını elde etme,
·
Üretim aktiviteleri: Bir ekonomik veya sosyal değeri olan aktiviteler ile meşguliyet,
·
Politik aktiviteler: Geniş fiziksel ve sosyal çevre ile iletişim. Politik faaliyetlere katılım,
·
Sosyal aktiviteler: Bir toplum veya kültürel grup içinde tanımlanmak, aile ve arkadaş çevresi ile etkili sosyal
ilişkiler kurmak.
Sosyal dışlanma bireylerin fırsatlara ulaşma durumlarıyla ilgilidir. Özellikle küçük alanlar bireyleri çevreleriyle etkili
bir şekilde iletişim kurmaktan alıkoyar. Yukarıdaki tanımlara ek olarak sosyal dışlanma çok farklı formlarda
tanımlanabilir. Yaşlılarla ilgili ortaya çıkacak sosyal dışlanma faktörleri başka gruplarda daha da farklı işlenebilir.
YAŞLILARIN YAŞADIĞI SOSYAL DIŞLANMANIN BOYUTLARI
Yaşlı insanların dışlanma deneyimleri ile ilgili çalışmalar görece yenidir. Gelişen toplumlarda yaşlıların sosyal
fonksiyonlarını yerine getirememe ve üretim sisteminden uzaklaşma ile birlikte bu grubun yaşamın çeşitli
alanlarından dışlandığı dikkati çekmektedir.
Sosyal dışlanmayı ve yaşlı insanları nasıl etkilediğini anlamak için dışlanmaya yol açan boyutların tanımlanması
gerekmektedir. Bu araştırmada yedi boyuttan bahsedebiliriz.
1.
Sosyal ilişkilerden dışlanma (aile, çocuklar ve arkadaşlarla ilişki kurma ve bu ilişkilerin sıklığı),
2.
Kültürel aktivitelerden dışlanma (Sinema, opera, tiyatro vb aktiviteler)
3.
Yurttaşlık aktivitelerinden dışlanma (politik partilere, ticari birliklere vb üye olma)
4.
Temel hizmetlere ulaşmadan dışlanma (ulaşım, banka, postane, sağlık kuruluşları vb)
5.
Bölgeden/Komşuluk ilişkilerinden dışlanma (yaşadığı bölgenin bir parçası olabilme)
6.
Finansal üretimden dışlanma (gelirini nasıl kullanıyor)
7.
Toplumsal tüketim malları ( tv, buzdolabı, video, müzik setine sahip olma)
Yukarıdaki boyutlar, kent yaşamında yaşlının sosyal dışlanma düzeylerini ortaya çıkarmak amacıyla belirlenmiş
kıstaslardır.
Bu çalışmada amaç, huzurevinde kalan yaşlıların cinsiyet farklılıklarına bağlı olarak sosyal dışlanma süreçlerinin
incelenerek, dışlanma süreçlerini azaltacak alternatif hizmetlerin geliştirilmesine yardımcı olmaktır. Bu kapsamda
Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumuna Bağlı Ümitköy Huzurevinde kalan yaşlılar ile derinlemesine
görüşmeler yapılacak ve sosyal dışlanma boyutları kadın ve erkek yaşlılar açısından ayrı ayrı değerlendirilecektir.
KÜRESELLEŞME AİLE VE DEĞİŞEN ALIŞKANLIKLARIMIZ
Yrd. Doç. Dr. Salih Zeki GENÇ*
Dünya 20. yüzyılın son çeyreğinden bu güne sosyal hayatın her alanını etkileyen çok boyutlu bir değişim
sürecinde ilerlemektedir. Özellikle ekonomik gelişmeler dünyayı sınırların ortadan kalktığı tek bir Pazar haline
getirmiştir. Yalnızca malın değil, sermaye, emek ve girişim gibi üretim faktörlerinin dünya ölçeğinde hareketliliğinin
yarattığı ekonomik küreselleşme, kendisiyle beraber siyasal, sosyal ve kültürel alanlarda da bir küreselleşme
gerçeğini ortaya çıkarmıştır.
Tarihsel süreç içerisinde insanoğlunun ilk dönemlerinden bugünlere kadar varlığını sürdüren toplumsal
kurumlardan biri ve en önemlisi ailedir. Dolayısıyla aile, dün vardı, bugün var, yarın da olacaktır. Ancak bu süreçte
ailenin gerek yapısında, gerekse fonksiyonlarında çeşitli değişiklikler olmuştur.
Betimsel yöntem kullanılarak kaynak taraması yapılmış olan bu çalışmada, Küreselleşme, aile ve değişen
alışkanlıklarımız (Yemek, alış-veriş, eğlence vb) ele alınmıştır. Bunun yanında, bilişim teknolojilerinin (televizyon,
bilgisayar, internet, cep telefonu vb.) aile kurumuna dolayısıyla bireylerine etkileri ve kuşaklar çatışması üzerinde
durulmuştur. Sonuçta, küreselleşmenin aile kurumu ve alışkanlıklarımız üzerindeki etkilerinin olumsuz yönlerinin
olumlu yönlerine nazaran daha çok olduğu söylenebilir.
*
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümü
KÜRESELLEŞME SÜRECİNİN AİLE BİRLİĞİNE ETKİLERİ
(Aile Sosyolojisi Açısından Bir Değerlendirme)
Yrd. Doç. Dr. Yelda SEVİM*
Selin ÜNAL**
Aile sadece geleneksel olarak insanların biyolojik üremesinin gerçekleştiği bir ortam değildir. Aynı zamanda
sosyal yeniden üretimin odak noktasıdır. Cinsel farklılığın akrabalık, evlilik ve ortak ikametle etkileştiği yerdir.
Son yıllarda küreselleşme süresiyle birlikte ülkelerde meydana gelen hızlı sosyal değişimin evlenme oranlarının
düşmesine ve boşanma oranlarının artmasına yol açtığı bir gerçektir. Evliliğe yaklaşımda yeni eğilim genç
insanların yasal evliliği bir arada yaşama anlaşmasına yol açan birlikteliğin meşru şekli olarak algıladıkları,
mümkün olduğunca evliliği geciktirdikleri veya hiç evlenmediklerini göstermektedir. Ayrıca yapılan araştırmalar
eşlerin eğitim düzeyi ve endüstriyel yönden gelişmişliğin paralelinde yükselen refah düzeyi gibi faktörlerinde
boşanma oranlarının artmasında etkili olduğunu ortaya çıkarmıştır. Evlilikte sapma olarak nitelendirilen
boşanmaların yanı sıra eşcinsel evliliklerin, tek ebeveynli ailelerin ve birlikte yaşamaların sayısında artış
gözlenmektedir. Buna bağlı olarak gayri meşru çocukların sayısındaki artışta dikkati çekmektedir. Ailenin
bütünlüğünün korunması açısından bu sorunların göz ardı edilmemesi gerekmektedir.
Küreselleşmeyle birlikte kadınların çalışma hayatına katılımlarındaki artış beraberinde birçok sorunu birlikte
getirmiştir. Çocukların bakımı, ailedeki yaşlıların bakımı, evin sorumlulukları gibi görevler başka kurumlarca
yürütülmeye başlanmıştır. Kadının ekonomik bağımsızlığını kazanmasıyla birlikte, aile içerisindeki otoritenin
dağılımında da değişiklikler olmuştur. Bu da aile içinde çatışmalara yol açmıştır. Aile içi çatışmaların artmasına
paralel olarak boşanma oranlarında da artış görülmüştür.
Son bilimsel ilerlemeler bir dizi tıbbi yardımla üreme tekniğini olanaklı kılmıştır. Seçici ebeveynlik düşüncesi
kurum olarak aileyi sarsmıştır. Kimilerine göre tıbbi yardımla annelik Babanın rolünün ortadan kalkması ve
geleneksel ailenin bozulmasıyla ilgili korkuları da beraberinde getirmiştir. Bu durumda aile içinde işbölümü ve her
katılımcının rolünün öneminin yeniden değerlendirilmesine neden olmuştur.
Bu çalışmada küreselleşmenin aile birliğine olumsuz etkileri tartışılmıştır. Aile birliğinin sarsılması sonucu ortaya
çıkarılan olumsuzlukların giderilebilmesi için alınması gereken tedbirler, yapılabilecekler hakkında bilgi verilmeye
çalışılmıştır. Aile danışma merkezleri, toplum merkezleri, kadın sığınma evleri, aile ombudsmanlığı gibi sosyal
hizmet kurumlarının sayısının ve işlerliğinin arttırılması konusunda öneri sunulmaktadır.
*
Fırat Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi,Sosyoloji Bölümü,Öğretim Üyesi,
Fırat Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi,Sosyoloji Bölümü yüksek lisans öğrencisi
**
KÜRESELLEŞME BAĞLAMINDA TÜRKİYE’DE SOSYAL POLİTİKALARIN DÖNÜŞÜMÜ
Mehmet Fatih Aysan*
ÖZET
Bu çalışma, Türkiye’deki sosyal politikaların küreselleşme sürecindeki dönüşümünü incelemektedir. Makalenin ilk
bölümünde, sosyal politika okumalarında çokca bahsi geçen sosyal devlet, refah devleti, sosyal politika gibi
kavramlar incelenecektir. İkinci bölümde, II. Dünya Savaşı sonrası dönemde Türkiye ve dünyadaki sosyoekonomik dönüşüme değinilecektir. En son bölümde ise küreselleşme sürecinde Türkiye’de sosyal politikaların
dönüşümü analiz edilecektir. Makaleden çıkan sonuç, küreselleşme sürecinde yerel aktörlerin daha aktif rol aldığı
ve merkezi yönetimin yeni sorunlara çözüm üretemediğidir
GIRIŞ
Fransa geçtiğimiz aylarda istihdam yasası ve sonrasında çıkan olaylarla dünya gündemine oturdu. Yine aynı
günlerde Amerika’da yasa dışı göçü önlemek için gündeme getirilen kanun değişikliği farklı eyaletlerde binlerce
insanın yaptığı gösterilerle protesto edildi. Nisan ayının sonuna doğru ise sosyal güvenlik reformu yasası
TBMM’de kabul edildi. Son aylarda dünyada ve Türkiye’de yaşanan önemli tartışmaların hemen hemen hepsi
küreselleşme ve sosyal devletin değişen konumuyla alakalıydı
Makalenin konusunu teşkil eden sosyal politikaların küreselleşmeyle
birlikte Türkiye’deki dönüşümünü
irdelemeden önce, sosyal politika, sosyal devlet ve refah devleti gibi kavramların anlamını netleştirmemiz gerekir.
Bunları netleştirmeden yapılan çalışmanın bizi istediğimiz noktaya götüremeyeceğini hatta, kafa karışıklıklarını
*
Marmara Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, Yüksek Lisans Öğrencisi
biraz daha arttıracağını düşünüyorum. Makalenin diğer bölümlerinde ise dünyadaki sosyoekonomik dönüşüm ve
küreselleşmeyle birlikte sosyal politikaların Türkiye’deki dönüşümü analiz edilecektir.
Sosyal Politika, Sosyal Devlet, Refah Devleti
Sosyal politika, genel olarak toplumun refah düzeyinin yükseltilmesi; özürlüler, yaşlılar ve yoksulların korunması
için uygulanan politikalara denir. Paul Spicker sosyal politikayı sosyal hizmetler ve refah devletine atıfla tanımlar.
Sosyal hizmetler ise beş büyük parçadan; sosyal güvenlik, barınma, eğitim, sağlık ve sosyal çalışmadan oluşur
(Spicker, 1995, s. 3). Sosyal politikanın kavramsallaştırılmasında önemli katkısı bulunan Richard Titmuss ise
sosyal politikayı ve refah devletini incelerken, sosyal hizmetlerle sınırlı kalmayıp, başta etkisiz gibi görünen aile,
sağlık kurumları gibi farklı etkenlerin sosyal politika yapımındaki önemine değinir (Titmuss, 1969, s. 34-56).
Sosyal politika, II. Dünya Savaşı sonrası dönemde devleti ekonomiye tekrardan dahil eden Keynesyen ekonomi
ile gündeme oturur. 1929 Büyük Bunalımı sonrasında Keynes’in, başta işsizlik olmak üzere ekonomik sorunları
çözmek ve piyasayı düzenlemek için devletin aktif rol alması gerektiğini öngören savı, Roosevelt’in Amerikası da
dahil olmak üzere birçok ülkede uygulanmaya başlanır (Maurice ve Spicker, 1998, s. 22). Daha sonraki yıllarda
“refah devletinin altın çağı” olarak da nitelendirilen II. Dünya savaşı sonrası dönem, devletin ekonomiye direk
müdahale ettiği, tam istihdamın gerçekleştirilmeye çalışıldığı ve ulusal sermayenin desteklendiği bir dönemdir.
Burada hemen belirtmek gerekir ki, bu dönemin refah devleti, sosyal devlet ile eşitlenmiş ve sosyal devlet sadece
savaş sonrası döneme özgü bir fenomenmiş gibi algılanmıştır. Refah devleti ve sosyal devleti eşitlemek,
literatürdeki kafa karışıklığını daha da arttırmış, sosyal devlet sadece gelişmiş toplumlara özgü bir şeymiş gibi
görülmüştür.
Ancak sosyal devlet ve refah devletini eşitleyen genel kabulün aksine, refah devleti genel olarak sosyal devletin II.
Dünya savaşı sonrasında daha çok gelişmiş ülkelerde tecessüm etmiş şeklidir. Sosyal devlet ise tarihi kökeni çok
daha eskilere dayanan bir olgu, hatta devletin hayat buluşunun yegane sebeplerinden biridir. Klasik tanımıyla
devlet, bir toprak parçası üzerinde bağımsız insan topluluğunun biraraya geldiği siyasi teşkilattır. Bundan ötürü
toplum olmadan devletin teşekkül etmesi zaten düşünülemez ve devletin politikaları zaten toplumsaldır. Tarih
boyunca devletin kuruluşunun ana gayesi toplumun güvenlik ve düzeni iken, modern dönemde ve özellikle
günümüzde, devletin en önemli işlevlerinden biri ekonomik düzenleme ve toplumun refahı olmuştur. 6 Özellikle
1970’lerden sonra yukarıda bahsi geçen sosyal politika konularına ek olarak kadınlar, azınlıklar, çocuk ve gençler
gibi daha farklı gruplar sosyal politikanın gündemine girdi. Aslında bu noktada, daha kapsayıcı bir kavram olan
sosyal politika ile refah devleti arasındaki ayrım netleşir.
Refah devleti üzerine yaptığı çalışmada Rosanvallon, sosyal devlet ve refah devleti ayrımına gitmez. Fakat bizim
görüşümüze yakın bir tutumla refah devletini (sosyal devleti) 19. ve 20. yüzyıl kapitalizm ve sosyalizm
çatışmasına indirgemeden daha uzun bir tarihi süreç içinde, ulus devletin inşasıyla, ilişkilendirir (Rosanvallon,
2004, s. 20). Soyal politikayı yoksulluk ve sosyal dışlanma, yaygın eğitim, sosyal güvenlik ve çalışma hayatının
düzenlenmesi olarak dört alanda tanımlarsak dahi sosyal politikanın 16. yüzyıldan beri siyasetçilerin gündeminde
olduğunu söyleyebiliriz (Buğra ve Keyder ed., 2006 a, s. 9).
6
Sosyal politika kavramının tahlili, devletin tarihsel süreç içinde nasıl tanımlandığıyla yakından alakalıdır. Eflatun’dan günümüze
dek farklı devlet tanımları yapılmıştır. Farklı dünya görüşüne sahip teorisyenler devlete farklı roller yüklemişlerdir. Bu tartışma
daha ayrıntılı başka bir çalışmanın konusu olduğu için ayrıntılara daha fazla girilmeyecektir.
Son yıllara kadar refah devleti tüm gelişmiş ülkelerde benzer özelliklere sahip yekpare bir modelmiş gibi kabul
ediliyordu. 1990’ların başında Esping Andersen’ın çalışmaları, endüstrileşmiş batı toplumlarındaki refah
rejimlerinin kendi içinde farklılaştığını mukayeseli bir metodla bize gösterdi. Refah Kapitalizminin Üç Dünyası’nda
(The Three Worlds of Welfare Capitalism) Andersen, üç farklı refah rejimi sınıflandırması yapar: Anglo-Sakson
geleneğe dayanan ve piyasanın ana aktör olduğu Liberal Refah Rejimi, Kıta Avrupasının oluşturduğu Korporatist
Refah Rejimi, daha çok İskandinav ülkelerinde uygulanan ve evrensel sosyal haklara dayanan Sosyal Demokrat
Refah Rejimi (Andersen, 1990). Ferrera ise İspanya, Portekiz, İtalya ve Yunanistan’dan oluşan Güney Avrupa
ülkelerinin benzeşen yönlerini ampirik çalışmalarla destekleyerek Avrupa’da başka bir refah rejiminin de
olabileceğini iddia etti (Buğra ve Keyder der., 2006 a, s. 195-231). Sonuç olarak, çoğu zaman bir bütün gibi
görülen Avrupa’da dahi tek bir refah devleti modelinden bahsetmenin mümkün olamadığını görüyoruz. Sosyal
politika ve refah devleti ise birbirinden farklı fakat birbirini tamamlayan kavramlardır.
Refah Devletinin Altın Çağı
Daha sonra Fordizm dönemi olarak da adlandırılan savaş sonrası yıllarda; talep merkezli, sürekli kalkınmayı
amaç edinen ekonomi politikaları uygulandı. Bu sistemin temel varsayımı, kitlesel üretimin kitlesel tüketime eşit
olduğu ve üretimi arttırmak için tüketimin de arttırılması gerektiği idi.
Bu dönemi şekillendiren ekonomik, siyasi ve toplumsal üç temel nokta vardır. Birincisi, bu düzlemde hane halkının
ekonomik olarak belli bir refah seviyesine getirilmesidir. Bununla bağlantılı olarak masrafların azaltılması gerekir.
Savaş sonrası dönemde, hane halkının en önemli gider kalemlerinden biri olan sosyal güvenlik devlet tarafından
sağlanıp, çalışanlara verilen yüksek ücretlerle toplumun daha çok tüketimde bulunması hedeflenmiştir.
İkinci önemli nokta ise, yine ekonomi ile bağlantılı olmakla birlikte siyasi bir tercih sonucu devlet, korumacı bir
anlayış sergileyip ithal mallara yüksek vergiler koymuş ve kotaları kullanarak milli sermayenin güçlenmesini
sağlamıştır. Yine bu dönemde gelişmekte olan ülkeler ithal ikameci endüstrileşme politikalarına yönelmişlerdir.
Kimi zaman, yüksek meblağlar gerektiren ve özel sektörün imkanlarını aşan yatırımları, devletin kendisi direk
yapmış; kimi zaman ise iktidara yakın milli sermayenin desteklenmesiyle endüstrileşme sağlanmıştır. Bilinçli bir
siyasi tercihin sonucu olup, rekabetten yoksun olan bu tip endüstrileşme,
nihai ürünlerin daha pahalıya
üretilmesine, fakat işçilerin de daha yüksek ücret alabilmelerine zemin hazırlamıştır.
Bu dönemin genel toplumsal özelliği ise, ailede sadece erkeğin istihdama katılmasıdır. Kadının istihdama
katılmaması işsizlik oranını düşürüp Keynesci ekonominin tam istihdam hedefine ulaşılmasına katkı sağlar. Bu
durumun getirdiği bir diğer önemli husus ise, aile ihtiyaçlarının bir bölümünün piyasaya gerek kalmadan yine aile
içinde karşılanabilmesini ve bu tasarruf sayesinde daha fazla tüketimin sağlanabilmesidir. Küreselleşme ile birlikte
yukarıda bahsettiğimiz üç husus kökünden değişmiş, sosyal politika ve refah devleti daha farklı bir biçime
evrilmeye başlamıştır. Yukarıda Esping Andersen’dan alıntıladığımız farklı refah rejimlerinin terkedilmesinden
ziyade, bu rejimlerin küreselleşmeyle birlikte değiştiğini ve her birinin sürece farklı cevaplar verdiğini görürüz
(Özdemir, 2004 s. 27).
Küresel Dönüşüm ve Türkiye’deki Yansımaları
1973 sonrası birinci ve ikinci petrol krizleriyle birlikte refah devleti daha ciddi sorgulanmaya başlandı. Zaten
devletin ekonomideki etkin rolü liberaller tarafından her zaman eleştiri konusu olagelmişti. Ancak bu sefer artan
kamu harcamaları, kronik bütçe açıkları ve enflasyon refah devletinin bu şekilde sürdürülemeyeceğini, yeni bir
küresel ekonomik dönüşümün kaçınılmaz olduğunu gösteriyordu. 1980’lerde neo-liberal uygulamalar ve yeni sağ
politikalarla refah devleti ve sosyal politikalar sorgulanmanın ötesinde terk edilmeye başlandı. Amerika’da
Reagan’ın danışmanı Friedman, İngiltere’de ise Thatcher’ın akıl hocası Hayek neo-liberal politikaların fikri alt
yapısını oluşturdular.
Ancak hemen belirtmek gerekir ki, refah devletinin krizini sadece ekonomik etkenlerle açıklamak resmin tamamını
görmemizi engeller. Yaşlanan toplum, tüketimin teknolojik gelişme ve üretimle aynı oranda artmaması, aile
kurumunun ve kadının toplumsal rolündeki değişim, gençlerin ebebeyinlerinin yaşadıkları durağan hayatttan çok
daha farklı bir dünya tahayyül etmeleri de en az ekonomik etkenler kadar refah devletinin krizini doğuran
nedenlerdendir.
Yapısal bir dönüşüm getiren 24 Ocak 1980 kararları sonrası Türkiye, küreselleşme ve yeni ekonomik düzene en
iyi uyum sağlayan ülkeler arasında parmakla gösteriliyordu (Pamuk ve Kumcu, 2001). Çok kısa bire süre içinde
gerçekleştirilen yapısal uyum politikaları ve ihracatın hızla artması 1980’ler boyunca sürdü. Ancak paranın diğer
yüzü bu kadar parlak değildi. 1980’ler boyunca artan ihracat, reel ücretlerin düşük tutulması ve kayıtdışı ekonomi
ile sağlanmıştı. Artık yeni dönemde, herkes için sosyal güvenceli ömür boyu iş garantisi düşünülemezdi. Yukarıda
saydığımız ve refah devletinin temelini oluşturan, ekonomik, siyasi ve sosyal temeller hızlı bir dönüşüm
geçiriyordu.
Gelişmekte olan ülkelerde artan dış borç yükü, 1980 sonrası dönemde ithal ikameci endüstrileşmeye dayanan
kalkınmacı modellerin terk edilmesiyle sonuçlandı. Bu dönemde gelişmekte olan ülkeler için çizilen “kalkınma”
(development) hedefi yerini dünya ekonomisine entegre olup “büyüme”ye (growth) bırakmıştı. Yeni dönemde,
karşılaştırmalı üstünlüğü bulunan ürünlerin ihraç edilip, ekonomik büyümenin sağlanması gerektiği tezi savunuldu.
Artık gelişmekte olan ülkeler, ithal ikameci endüstrileşme değil, ihracata dayalı endüstrileşme takip edilmeliydiler.
1961 Anayasası’nın getirdiği “sosyal hukuk devleti” ilkesi ve kazanılan siyasi ve sosyal haklar, 1982 Anayasası ile
tırpanlandı. Hem siyasi partiler kanununda yapılan değişiklikler hem de sendika kurmadaki serbestliğin
kaldırılması siyasi anlamda daha farklı bir döneme geçildiğini gösteriyordu. Bu dönemde iktidara gelen sol ve sağ
eğilimli partiler farklı dünya görüşlerine sahip olmalarına rağmen piyasa ekonomisinin gereklerini yerine getirdiler.
Yine siyasal dönüşümle alakalı olarak 1980 sonrası dönemde hızlı bir yerelleşme süreci başladı. Dünya Bankası
ve diğer uluslararası kurumların da baskısıyla yerel yönetimlerin sadece sosyal politikalarda değil, diğer yönetim
faaliyetlerinde de rolü bir hayli arttı. Ancak yerel yönetimlerin kamu bütçesinden aldıkları pay artan
yükümlülükleriyle orantılı miktarda artmadı. Yerel yönetimlerin sosyal politikalarda daha aktif rol aldığı son dönem,
devletin sosyal politikaları istihdam sağlayarak yaptığı 1960’lardan bir hayli farklıydı. Bu dönemde daha çok
ihtiyaç sahibi, yoksul ve diğer uç gruplara odaklı, daha yoğun fakat daha kısa vadeli sosyal politikalar uygulandı.
Küreselleşme ve neo-liberal politikaların bir başka sonucu da, sivil toplum kuruluşlarının (STK) sosyal
yardımlardaki payının artması idi. Devletin de desteğiyle daha çok yoksullara ve 1999 sonrasında deprem
mağdurlarına STK’lar tarafından ciddi yardımlar yapıldı.7
7
Son on yılda Türkiye’deki STK’ların sosyal politikalardaki artan önemine dair ciddi bir çalışma yapılmamıştır.
Ancak karşılaştırmalı bir analiz için Salamon ve Anheier’in The Emerging Nonprofit Sector: A new Global Force.
Working Paper of the Johns Hopkins University. Institute for Policy Studies. Adlı eseri faydalı olabilir.
Aslında ekonomik, siyasi ve sosyal dönüşümü, birbirini tetikleyen bir döngü içinde ele almak en doğrusudur.
Yukarıda saydığımız ekonomik ve siyasi dönüşümle birlikte ailenin değişen rolü ve kadın emeğinin
metalaşmasının bu dönemde artışı bu döngünün diğer boyutunu oluşturur. OECD verilerine göre, son 20 yılda
Türkiye’de tarım sektöründe ücretsiz aile işçiliği azalırken, diğer sektörlerde kadının istihdama katılımı hızla
artmıştır (OECD, 2002). Diğer taraftan yine aynı dönemde aile, toplumsal riski üstlenmekdeki eski rolünü
gerçekleştirmekte zorlanmakta. Buğra ve Keyder’in Dönüşümdeki Türk Refah Rejimi adlı makalesinde Sosyal
Yardımlaşma ve Dayanışma Müdürlüğü’nün 1986 yılında kurulmasını ailenin ağırlaşan sosyal yükü artık
taşıyamamasına bağlanıyor (Buğra ve Keyder, 2006, s.15).
İstihadamın Sektörlere ve Cinsiyete Göre Dağılımı (%)
Tarım
Male
1988
1990
1995
2000
2001
2002
2003
İmalalat
Female Total Male
Endüstri
Female Total Male
Servis
Female Total
Male
Female Total
33,78 76,77
46,46 16,87 8,37
14,37 26,79 8,85
22,29
39,42
14,37
33,89 76,62
46,88 16,61 8,55
14,17 25,11 8,82
20,96
41,00
14,56
32,88 71,65
43,40 16,96 9,16
14,86 27,03 9,72
22,26
40,09
18,61
27,00 60,47
34,52 18,49 12,41
17,35 27,95 13,15
24,54
45,04
26,36
27,70 63,33
32,58 18,57 11,61
18,14 26,74 12,13
24,31
45,55
24,54
24,84 60,01
34,92 19,19 13,20
17,47 26,73 13,72
23,00
48,43
26,25
24,37 58,51
33,88 19,08 12,78
17,33 26,35 13,43
22,76
49,28
28,08
31,24
32,16
34,34
40,94
43,12
42,07
43,36
Kaynak: OECD, 2002
1980 sonrası yoksullukla mücadele için oluşturulan yeni kurumlar dışında bütçeden sosyal transferlere ayrılan
miktar dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de arttı. OECD verilerine göre 21 OECD ülkesinde kamu
sosyal harcamalarının GSMH’ye oranı 1980’de % 17.7 iken bu oran 2001 yılında % 21.9’a ulaştı. Türkiye’de ise
1980’de bu oran % 4.3 iken 1999 yılında bu oran % 13.2’ye yükseldi (OECD, 2004). Türkiye’deki sosyal
transferlerin önemli bir kısmı ise emeklilik maaşları ve sağlık harcamalarını oluşturmakta.
OECD Ülkelerindeki Sosyal Harcamalar
Toplam Kamu Sosyal Harcamalarının GSMH' ye Oranı %
Australia
1980
1985
1990
1995
1999
2000
2001
11,3
13,5
14,2
17,8
17,5
18,6
18,0
Austria
22,5
24,1
24,1
26,6
26,1
26,0
26,0
Belgium
Canada
Czech
Republic
24,1
14,3
26,9
17,4
26,9
18,6
28,1
19,6
27,2
17,4
26,7
17,3
27,2
17,8
m
m
17,0
18,9
19,8
20,3
20,1
Denmark
29,1
27,9
29,3
32,4
29,8
28,9
29,2
Finland
18,5
23,0
24,8
31,1
26,1
24,5
24,8
France
Germany
21,1
23,0
26,6
23,6
26,6
22,8
29,2
27,5
28,9
27,4
28,3
27,2
28,5
27,4
Greece
11,5
17,9
20,9
21,4
23,6
23,6
24,3
Hungary
Iceland
m
m
m
m
m
16,4
m
19,0
20,8
19,6
20,0
19,7
20,1
19,8
Ireland
17,0
22,1
18,6
19,4
14,2
13,6
13,8
Italy
Japan
18,4
10,2
21,3
11,0
23,3
11,2
23,0
13,5
24,1
15,1
24,1
16,1
24,4
16,9
Korea
m
m
3,1
3,6
6,9
5,6
6,1
Luxembourg
Mexico
23,5
m
23,0
1,8
21,9
3,8
23,8
8,1
21,5
9,0
20,0
9,9
20,8
11,8
Netherlands
26,9
27,3
27,6
25,6
22,5
21,8
21,8
New Zealand
Norway
17,2
17,9
18,1
19,1
21,9
24,7
18,9
26,0
19,5
25,8
19,2
23,0
18,5
23,9
Poland
m
m
15,5
23,8
22,2
21,9
23,0
Portugal
Slovak
Republic
10,9
11,1
13,9
18,0
19,8
20,5
21,1
m
m
m
19,2
18,9
18,3
17,9
Spain
Sweden
15,9
28,8
18,2
30,0
19,5
30,8
21,4
33,0
19,9
29,9
19,9
28,6
19,6
28,9
Switzerland
14,2
15,1
17,9
23,9
26,1
25,4
26,4
Turkey
United
Kingdom
4,3
4,2
7,6
7,5
13,2
m
m
17,9
21,1
19,5
23,0
21,2
21,7
21,8
United States
13,3
13,0
13,4
15,5
14,2
14,2
14,8
OECD-21 *
17,7
19,6
20,5
22,5
21,9
21,6
21,9
OECD 23 *
OECD-28 *
17,9
m
19,8
m
20,9
19,1
22,9
21,4
22,2
21,0
21,8
20,7
22,1
21,1
OECD-30 *
m
m
m
m
21,0
20,9
21,2
EU-15
20,6
22,9
23,4
25,6
24,2
23,7
24,0
Kaynak: OECD, 2004 Sosyal Harcama Verisi
Küreselleşmeyle birlikte devletin istihdam yaratan en büyük müteşebbis olduğu dönem artık kapanmıdı. Devlet
artan nüfusa rağmen kamu kesimindeki istihdam oranını düşürmeye çalışmakta, yeni alınan personeli de
sözleşmeli olarak istihdam etmekte.
Maliye Bakanlığı’nın verilerine göre genel bütçeli kuruluşların personel
kadrolarına baktığımızda 1978-1995 arasında kadrolu memur sayısı yaklaşık % 60 artarken sözleşmeli personel
% 300’ün üzerinde artmış, işçi oranı ise yaklaşık % 50 düşmüştür (Maliye Bakanlığı, 1996).
Sonuç
Refah devletinin altın çağı olarak adlandırılan 1960’lardan çok daha farklı bir devirde yaşadığımızı ve artık bu
dönemde eski refah devleti yapısının mümkün olmadığını herkes kabul ediyor. Küreselleşme, sosyal politikalar ve
temel aktörü sosyal devletin yeni bir form almasına neden oldu. Bu süreçte birbirini besleyen ekonomik, siyasi ve
sosyal dönüşümler yaşanmakta. Bu dönüşümler her yerde benzer sebeplerden kaynaklansa da bunların aynı
sonuçları doğurmadığı söyleyebiliriz. Türkiye’de devleti belli alanlara hapseden neo-liberal küreselleşme,
beraberinde sosyal güvencenin azalmasını ve yoksulluğu beraberinde getiriyor. Bu da, sosyal devlete olan
ihtiyacın 1960’lı yıllara oranla çok daha derinden hissedilmesine neden oluyor. Bir taraftan eski sosyal
güvencelerin zayıflaması, diğer taraftan merkezi yönetimin küresel dönüşüme köklü çözümler üretememesi
Türkiye’de son on yılda ikircikli bir yapının oluşmasına neden oluyor. Devlet bir taraftan yeni sosyal güvenlik
yasasıyla daha kapsayıcı politikalar üretmeye çalışırken, diğer tarafatan da yapması gereken temel sosyal politika
uygulamalarından özelleştirmeyle vazgeçiyor. Devletin boş bıraktığı alanlar yerel yönetimler tarafından kısıtlı
kaynaklarla doldurulmaya çalışılıyor. Bu süreçte daha çok yoksul ve işsizler gibi marjinal grupları hedef alan
politikalar üretilip toplumun omurgası ve sosyal politikaların en güçlü destekçisi olan orta gelirli kesim göz ardı
ediliyor.
KAYNAKLAR
Buğra Ayşe, ve Çağlar Keyder (der., 2006 a), Sosyal Politika, İstanbul: İletişim Yayınları.
Buğra Ayşe, ve Çağlar Keyder (2006 b), Turkish Welfare Regime in Transition, Journal of European Social
Policy, basım aşamasında.
Esping-Andersen, Gosta (1990), The Three Worlds of Welfare Capitalism, Cambridge: Policy Press.
Esping-Andersen, Gosta (1999), Social Foundations of Postindustrial Economies, Oxford: Oxford University
Press.
Maliye Bakanlığı (1996), Maliye Bakanlığı Verilerine Göre Genel Bütçeli Kuruluşlardaki Serbest Personel
Kadroların Yıllar İtibariyle Dağılımı.
OECD (2002), İstihdamın Sektör ve Cinsiyet Dağılımı, Paris: OECD İşgücü İstatistiği.
OECD (2004), Sosyal Harcama Verisi (1980-2001), Paris: OECD İstatistikleri.
Özdemir, Süleyman (2004), Küreselleşme Sürecinde Refah Devleti, İstanbul: İTO Yayınları.
Pamuk Şevket, ve Ercan Kumcu (2001), Artık Herkes Milyoner, İstanbul: Doğan Kitap
Rosanvallon, Pierre (2004), Refah Devletinin Krizi, çev. Burcu Şahinli, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları.
Salamon, L. M., ve Anheier, H. (1996). The Emerging Nonprofit Sector: A new Global Force. Working Paper of
the Johns Hopkins University. Institute for Policy Studies.
Spicker, Paul (1995), Social policy: Themes and Approaches, New York: Prentice Hall.
Titmuss, Richard M. (1969), Essays on the Welfare State, London: Unwin University Books.
Mullard Maurice, ve Paul Spicker (1998), Social Policy in a Changing Society, London: Routledge.
KÜRESELLEŞME VE TASARRUF İLİŞKİSİ
Rüştü ILGAR*
ÖZET
İnsanlığın ortaya çıkışından buyana, insanlar farklı ihtiyaçlarını karşılamak için çeşitli yollara başvurmuşlardır.
Ekosferde homeostatik dengeyi bozmadan çalışan dinamik bir ortamda yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Fakat 19.
Yüzyılda sanayi devrimi, ve günümüze kadar geçen sonraki süreçte ülkelerin çıkar politikaları, gelişen teknoloji,
üretimi artıran ülkelerin pazar arayışları, v.s küresel ölçekte bir takım değişiklikleri beraberinde getirmiştir.
Günümüzde ağırlığını hissettiren olgu küreselleşme kavramıdır (mekanın sıkışması, daralması, sınırların ortadan
kalkması, dünyanın aynılaşması v.s. ). Küreselleşme beraberinde hızlı ve aşırı tüketmeyi getirmiştir. İhtiyaç ve
aşırılık kavramlarının ayırt edilmesi oldukça güçleşmiştir. Buna karşın yapılacak en iyimser direniş ise tasarruf
önlemleridir. Buda dünyanın kısıtlı kaynaklarının sürdürülebilirliğine katkı sağlayacaktır. Bu tür sorumluluk
bilincine sahip davranışlar endüstrileşme ve sanayileşmenin beraberinde getirdiği çevresel bozulmaların da önüne
geçecektir.
ENGELLI BİREYLERDE SOSYAL KABULÜN ÖNEMİ
BİR ÖRNEK OLAY
Dr. Ali Civelek*
ÖZET
Bu çalışmada sosyal kabulün ne olduğu ve önemi açıklanmış, engelli bireyler için daha da önemli olan ailenin
sosyal kabulü konusunda yaşanmış bir örnek olay anlatılmıştır.
*
Yard.Doç.Dr. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Coğrafya Eğitimi Anabilimdalı, 17100,
Çanakkale
*
Doğu Akdenız Ünıversıtesı Eğitim Bılımlerı Bölümü Gazımagosa-KKTC
Örnek olayda, engelli çocuklarının bu durumunu kabullenemeyen bir ailenin hem kendi içinde hem de dış dünya
ile çatışmalarından söz edilmiştir. Bu bağlamda Ross’un, engelli çocuğa sahip aileler ve bu ailelerin yaşadıkları
duygusal basamaklarla ilgili çalışması ve kuramı açıklanmıştır. Daha sonra bu kuram ışığında, sözü edilen aileyle
yapılan çalışmalardan ve uygulamalardan söz edilmiş, çalışmanın sonuçları açıklanmıştır.
ABSTRACT
IMPORTANCE OF SOCIAL ACCEPTANCE FOR HANDICAPPED INDIVIDUALS
A CASE STUDY
This article primarily touches the importance of social acceptance. In this context, more importantly, vital
importance of families’ social acceptance for handicapped children is explained.
In the case study, a family’s social and emotional conflicts with themselves and with a socially unaccepted
handicapped child and their social environments are explained. In this context, Ross’s theory related to
handicapped children and their families and emotional stages which parents of handicapped children lived are
pointed out. Later, through this theory, applications on sample family and conclusions of the studying are
explained.
KÜRESELLEŞEN DÜNYADA SOSYAL HİZMETLER VE ÇOCUK ESİRGEME KURUMLARINDA YARATICI
DRAMANIN GEREKLİLİĞİ
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi
Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümü
Öğr.Gör. Arzu BAYINDIR
ÖZET
Günümüzün en önemli ve güncel konusu, kuşkusuz küreselleşmedir. Konunun daha
çok ekonomik boyutu
ele alınmaktadır. Kültürel boyutuna ise yeterince değinilmemektedir.
Teknolojik gelişmeler ile ekonomik ve ideolojik etkenler küreselleşmenin ana nedenleri arasında sayılabilir.
Bilişim teknolojilerinin ucuzlaması ve giderek yaygınlaşması mesafe ve sınır kavramlarını ortadan kaldırmıştır.
Uluslararasında bilgi alış-verişlerinin ivme kazanması, kültürel değerlerin birbirleriyle etkileşerek kültürleşme
sürecini hızlandırması yeni kültürel değerlerin oluşmasına zemin hazırlamıştır(Tezcan,2002:63). Bu çerçevede
düşünülürse, önemli olan toplum ve toplumu oluşturan bireylerin, küreselleşmenin hangi tarafında yer aldıkları
değil, küreselleşme sürecinin doğuracağı muhtemel sonuçlara karşılık önlem alabilecek ve değişimlerden yarar
sağlayabilecek yetilere sahip olmalıdır. Bu nedenle, küreselleşme gerçeğiyle birlikte ortaya çıkan değişim
olgusunu yadsımadan, yaşanan değişime karşı direnip, gelişmelere kapalı bir birey olma yerine, muhtemel
gelişmeleri önceden sezinleyip değişimlere ayak uydurmasını bilen bireylerin yetiştirilmesi amaçlanmalıdır. O
halde değişim, eğitim kurumlarından başlayarak yaygınlaşmalıdır.
Bireylerin kültürel ve duyarlılık algısı gelişimine yatırım yapan, bu gelişmeleri eğitim ve öğretimin amacı haline
getirebilen toplumlarda bireyler kendi kendilerini geliştirme yöntemlerini öğrenmiş olurlar. Eğer eğitimde
çocukların güçlüklerle başa çıkabilmeleri, yaşadıkları toplumu daha ileri seviyelere getirmede itici güç
oluşturmaları hedefleniyorsa, verilen eğitimin çocuklardaki yaratıcılık, kendine güven, insiyatif olma, bağımsız
düşünme, özdenetim ve sorun çözme potansiyellerini geliştirebilmesi gerekir. Bu potasiyeller, yıllardır Çocuk
Esirgeme Kurumlarımızdaki çocuklarımızın rehabilite edilmesinde sıkça kullanılan kavramlardır. Bunları
gerçekleştirebilmek için J.J.Rousseau’nun öne sürdüğü görüşlerden biri olan “sosyal ve fiziksel doğal çevrede
yaşayarak eğitim” tekniklerinden yararlanılabilir. Söz konusu tekniklerden biri de drama tekniğidir
(Aral,2000:37).
Yaratıcı drama, doğaçlama, rol oynama vb. tiyatro yada drama tekniklerinden yararlanılarak, bir grup çalışması
içinde, bireylerin bir yaşantıyı, bir olayı, bir fikri, kimi zaman bir soyut kavramı yada bir davranışı, eski bilişsel
örüntülerin yeniden düzenlenmesi yoluyla ve gözlem, deneyim, duygu ve yaşantıların gözden geçirildiğini
“oyunsu” süreçlerde anlamlandırılması, canlandırılmasıdır. (San, 2002:81)
Drama çocukluk döneminden başlayarak, çocuğun yaratıcılığı ve yaşamla ilgili gerçek durumların yeniden
yaratılmasında önemli bir rol oynar. Drama çocuklara; eleştiriden ve alaydan uzak, diledikleri tüm davranışları
deneme olanağı verir. Başka bir deyişle drama, çocukların özgürce rol yaparak bir kişiyi canlandırmalarını ve
başkalarının duygularını anlamalarını sağlar. Verrior’a göre; drama, çocukların öğrendikleri sırada hata yapma
korkusu olmaksızın riskleri göze almaları, sorunlarla korkusuzca yüz yüze gelmeleri, kendi kararları ve
seçimlerini dramatik bir çerçevede yansıtmalarını olanaklı kılar. (Üstündağ; 2002:245)
Küreselleşme sürecinde, ister kabul edilsin, ister reddedilsin; eğitimde düşünülen, yaratıcı, takım ruhunu
benimseyen, değişimci dünyada kendine güvenen bilginin, değerlerin tanımlarını yapabilen, ekolojik dengeyi
kavrayan, kadercilik ve ilgisizlikle savaşmayı amaçlayan çevresindeki olaylara duyarlı olan, ufuktaki ışıkları
gören ve diğer bireyleri aydınlatabilen gençlerin yetiştirilmesine ihtiyaç vardır.
Yaratıcı drama; çocuğun oynarken öğrendiği; duygularını ve düşüncelerini, problemlerini korkularını, kaygılarını,
sevinçlerini, üzüntülerini, kızgınlıklarını, meraklarını, hayallerini yansıttığı zevk alarak katıldığı, çocukta olumlu
tutumlar geliştiren ve kendine güven duygusunu yerleştiren eğlenceli etkinliklerini içerir. Bu etkinlikler, çocuğun
yeni yaşantılar ortaya koymasına; kurgulamasına, olay ve sorunlar karşısında çok geniş bir pencereden
bakarak çözüm yollarını keşfetmesine, özgürce oynamasına, kararlar almasına, canlı-cansız tüm varlıklara
bürünüp, -miş gibi yapmasına, olmayan bir şeyi görmenin, duymanın, hissetmenin hazzına varmasına,
efsaneler, öyküler ve masallarla yaratıcılıklarını ortaya koymasına fırsat verir.
Sonuç olarak, küreselleşen dünyada, Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumlarında dramanın
uygulanması gerekliliği önem taşımaktadır. Eğitimde yaratıcı drama tekniğinin küreselleşme sürecinde
keşfedilmesi bir rastlantı olamaz. Sosyal ve kültürel değişimlerin getirdiği sonuçlar; göçler, rekabet ortamı, aile
yapılarındaki değişimler, boşanmalar, televizyon, nüfus artışı, çocuklarımızın kültürler ve uluslararasındaki
etkileşimi kavrayan toplum olarak; kültürel değerlerini özümseyen, farklı kültürel değerlere saygılı,
değişimlerden maksimum yararı sağlayabilen niteliklere sahip, paylaşımcı işbirliği ve grup çalışmalarına yatkın
bireyler yetiştirmeyi gerekli kılmaktadır. Bu tanımlar, “Yaratıcı Drama” tekniğinin temel ilkeleri olduğuna göre ve
bizler geleceğimize bu değerleri kavramış bireyler yetiştireceksek; 10-20 yıl sonrasını düşünüyorsak, bugünden
Çocuk Esirgeme Kurumlarında yaratıcı dramanın kullanımıyla geleceğimize öncelik verilmelidir.
Bu bağlamda, çok sayıda uzmana ihtiyaç duyulacaktır. Sosyal Hizmet Uzmanlarımız yetiştirilirken
lisans
programlarına bu dersin eklenmesi ve mevcut sosyal hizmet uzmanlarımızın hizmetiçi eğitim ile kısa sürede
yetiştirilmeleri, bu konuda
üniversitelerde görev yapan akademik personel ve onların yetiştirmiş oldukları
bireylerden destek alınması bir öneri olarak sunulabilir.
KAYNAKLAR
ARAL, Neriman ve diğerleri. Drama. Yapa Yapa Yayınları. İstanbul: 2000
SAN İnci, “Eğitimde Yaratıcı Drama” Yaratıcı Drama. (editör; Ömer Adıgüzel) Naturel Yayınları, Ankara: 2002
“Yaratıcı Drama- Eğitsel Boyutları” a.g.e.
“Sanat ve Yaratıcılık Eğitimi Olarak Tiyatro” a.g.e.
ÜSTÜNDAĞ Tülay, “Temel Eğitimde Drama” Yaratıcı Drama. (editör; Ömer Adıgüzel) Naturel Yayınları, Ankara:
2002
TEZCAN Mahmut, “Küreselleşmenin Eğitim Boyutu” Eğitim Araştırmaları. (sayı 6) Anı Yayınları, Ankara: 2002
YABANCI BİLDİRİLER
INTERNATIONAL SOCIAL SERVICE:
A WITNESS AND AN ACTOR IN THE SOCIAL DEVELOPMENT IN TODAY’S GLOBALIZING WORLD
Prof. Dr. Rainer FRANK*
It is my pleasure and honour to be among you today. I am particularly delighted to introduce the broad theme of
this Conference, as indeed it touches the very heart of International Social Service and the very grounds of our
*
International President of ISS
work since over eighty years. But first of all, let me thank heartedly the General Directorate of Social Services ad
Child Protection Agency, for having undertaken this initiative. It is indeed a wonderful opportunity that so many of
us can be here today, whether from inside ISS, whether from other horizons, to exchange views and ideas on the
various aspects of international social development, on child protection, on social rights and on the challenges a
new world is posing to us. May the General Director, Mr. Tatlibal and his collaborators, in particular Mrs. Bilge Bol
and Ms. Demet Günes, be given my testimony of gratitude for making this possible, today.
Perhaps I should first give, shortly, some background information on ISS in Turkey. It has been now over 25 years
that ISS and the General Directorate have been collaborating together, both within our international work on
cases (the “casework”), and within a more specific relationship with the International Reference Centre for the
Rights of Children Deprived of their Parents (the IRC), as the General Directorate also acts as the Central
Authority for the 1993 Hague Convention on International Adoption. I know this longstanding cooperation, in both
its dimensions, is working very effectively. I shall stress that to us, Turkey has a most essential place in our
network, and our Correspondent is of utmost importance, for several reasons. First, Turkey has been for many
years a land of important emigration. The Turkish communities spread around the world are particularly important,
be it within Europe (and in my own country in particular), be it on other continents. These communities have
naturally maintained very strong relationships with their families, children, relatives in their homeland; hence, the
existence of a strong ISS Correspondent is of great importance in our casework activities. Second, in a more
conceptual perspective, Turkey is, everybody knows that, an essential link between the western world and the
Islamic one. Who else than this country could contribute better in building a relation of trust, confidence, mutual
respect and dialogue between worlds that, unfortunately as we can see in recent developments, tend to drift apart
from each other. As a global federation striving for a world of peace and harmony, further enriched through
mutually respected cultural diversity and where the dignity and integrity of individuals, families and children can be
protected across borders, Turkey definitely is a most crucial link in ISS’s network. Third, needless to say, by its
dimensions, political status in the world, population and history, Turkey ought to be strongly represented within
ISS. All reasons why I personally am delighted that we have such a dynamic and endeavouring Correspondent in
Turkey, through the General Directorate.
A world changing at fast-pace
I referred earlier on to some unfortunate developments in international relations. That may be one of the
challenges we, ISS, face in our daily practice but it certainly is not the only one. The world indeed has changed
considerably over the last 20 years. One may give an overall generic name, that of “globalization”, to these
changes, but perhaps it is worthwhile to explicit more in detail what they really are, and what are their
consequences in the field of work of International Social Service.
First, a soaring poverty, which is undermining all the hopes the world once had in international cooperation and
development. No one can deny that there is a growing gap between the rich and the poor: although there are
some exceptions of countries which see their economic growth rates rocketing, most of the developing world
keeps staggering in ever-increasing poverty. Africa is probably the continent in the most desperate situation, but it
is not the only one. This certainly leads to a widespread feeling of hopelessness for many people around the
world, who may seek a hypothetical better future in industrialized countries.
Second, in today’s world, economic interests and power definitely prevail over the political ones. Global decisionmaking centres shift progressively from the people – through democratic and representation mechanisms – to a
restricted number of economic powers who are only accountable to the shareholders, although I do acknowledge
that many international companies do have at times a genuine sense of citizenship responsibility. Davos seems at
times more influential in international development than the White House, the Palais de l’Elysee or Downing
Street are. As a consequence, global political choices may be taken for interests which are not necessarily
directly those of people, giving privilege to individuals seen as a mobile workforce rather than as migrants with
rights. Certainly, this requires that international (supra-national) regulations, conventions, guidelines be developed
and put into place to prevent the potential ruthlessness of such migratory patterns.
Third, in a world where every single concept may become a money-making merchandise, human beings are at
threat of being so “merchandized”. The risks of trafficking of the most vulnerable, in particular women and
children, who may be lured with shinier horizons by unscrupulous individuals or organised networks, has never
been so high. Higher risks require higher protection standards, stronger protection policies and the development
of specific activities in this matter.
Fourth, the intertwining of cultures and nationalities has probably never been so great. The “global village” has
almost turned to a reality. International and intercultural marriages are ever-increasing. This phenomenon could
be seen as paving the path to global harmony, unfortunately, it is counterbalanced, and probably outweighed by a
greater flexibility in moral standards, in customs and habits. International unions and marriages are made easier,
but so are international divorces and separations. This would not genuinely be a problem – after all, it just relates
to what one may think, in his or her own judgement, about these moral evolutions – if at the centre were not often
sitting children, torn in between conflicting parents and families.
Fifth, the industrialized countries, facing on the one hand a ageing population and on the other hand soaring
numbers of illegal immigrants, are currently trying to have their immigration channelled into what they refer to as a
“chosen immigration”. Only those with specific competences, with higher education, those who can offer
something in terms of productivity and efficiency to the host society and economy are being welcome. All the
others have little means to make their way through in the receiving country, sentenced de facto to a clandestine
life, a life at the margins of society, a life at risks of abuse, maltreatment and exploitation. Let’s not also forget
that, for those who are lucky enough to make a life in their new host country, there are still remaining behind the
wives or husbands, the children, the relatives, who at times get “forgotten” by their care-taker, left in oblivion in
their homeland.
And last, an ongoing economic crisis or austerity by which States tend to withdraw from their traditional welfare
responsibility for their citizens, to cut social budgets and to rely on the private and/or non-governmental sector to
fulfil these responsibilities. And, paradoxically enough, without providing them all the resources, in particular
financial, to undertake those duties effectively.
A rather grim picture altogether, indeed, characterised by exploding migratory patterns, rising poverty, broken
family ties, “merchandization” of the human being, loss of traditional values and, at great risks in the midst of all
this, the vulnerable ones: the women and the children.
What can, what should ISS do about it? Clearly, not only do we have a responsibility to intervene, as an
international organisation specifically concerned by cross-border movements and social rights, but of course we
do also have the competences, built upon over 80 years of practice, needed to fulfil adequately that particular
responsibility.
Above all, as a Social Practitioner.
Needless for me I believe to draw a detailed picture of what ISS is doing in this field. May I just quickly overview
the main features which form the basis of our specific and unique know-how on cross-border social problems: a
network of over 140 ISS units – Branches, Affiliated Bureaux and Correspondents – throughout the world, thanks
to which our international casework is enrooted into local customs, language particularities, intercultural
sensitivity, national legal frameworks and so forth; hundreds of highly skilled social workers and jurists strongly
dedicated to the cause of our global organization; an incomparable knowledge of the main social issues that cross
our world, and a unique position to haul out the main trends and features to which attention should be paid. If one
takes on the definition of social work as laid down by the International Federation of Social Workers, I quote: “The
social work profession promotes social change, problem solving in human relationships and the empowerment
and liberation of people to enhance well-being. Utilising theories of human behaviour and social systems, social
work intervenes at the points where people interact with their environments”, it clearly appears that ISS is ideally
placed, thanks to its network, to indeed work out in the most adequate manner this interaction between human
beings and their environment, at the very heart of social work.
Can we do more? Certainly we can, one should never think he or she has reached a point where his work and
dedication are sufficient. Ambition to do more, to do better, should always remain our driving force. ISS’s
casework is professional to no doubts, it is dedicated to the plight of the people we serve. However, perhaps we
should work harder on developing further our network and professional skills. Probably not so much in a
quantitative way, but certainly qualitatively. We have, as a global organisation, to find the means to reinforce our
intervention capacity, to improve our timeliness, to increase a sense of belonging to one same family, to support
the development of common and shared vision, methodologies, tools, to ensure a proper distribution of resources
within the network so as to provide our most financially precarious members with the means enabling them to
perform professionally and adequately what is expected from them. All issues on which we have to move forward,
for the sake of our beneficiaries, and I know that our General Secretariat – whose duty is to build and maintain
this overall operative frame – is certainly committed to undertake these tasks with unfailing will despite its limited
resources.
As an Expert of Social Rights
Thanks to our grass-rooted long-standing social practice, thanks to our unique position to relate individual
situations into an international perspective, we, ISS, are definitely in a most relevant position to bridge practice
and theory. All of us know here that these two concepts do not make much sense when taken in isolation. Theory
not validated by practice is merely unsubstantiated reflection, and practice not funded on a theoretical architecture
may bear risks of irrelevance. Because of its privileged observation position of the social trends criss-crossing our
world, ISS has been able to contribute most actively and with acute relevance in the development of many
important international conventions. Our social expertise is much valued by those organisations which have the
responsibility to prepare international regulatory or guiding texts. Our participation in the development of several
Hague Conventions, mainly those around protection of children, has been key to their relevance, usefulness and
authority. May I also mention the current process which is underway in cooperation with UNICEF for the
development of International Guidelines for the Protection and Alternative Care for Children Deprived of Parental
Care. Involved in this project for almost two years and a half now, ISS has taken a leading role in a process that
has an incredible ambition: to have international guidelines endorsed – we hope in a year time from now – by the
General Assembly of the United Nations, the community of all the world’s nations. These Guidelines will frame the
work of all the States, all the institutions, all the NGOs, all the communities, involved in care for children without
parents, all around the world. In other words, ISS will have steered, with UNICEF, an international text defining
the principles applicable to out-of-home care, within an amazingly far-reaching perspective. This example – and
there are others –is by itself, in my view, a crystal-clear illustration of what ISS can achieve at a global level,
thanks to its recognized and valued competence and experience.
Also, I would like to mention ISS’s current endeavour – our Secretary General will develop this further in his own
presentation this afternoon – in the wake of the growingly ratified 1996 Hague Convention on Parental Authority
and Protection of Minors. Drafted, here too, with some participation from ISS, this convention aims at framing the
international juridical cooperation around children torn in cross-border family conflicts. A noble, but above all,
much needed convention, given the current trends which I mentioned earlier. Although perceived initially by many
of us as a threat to our organisation, as the convention was somehow institutionalizing within the States’ duties a
great part of our traditional work, it in fact clearly brings new opportunities for ISS, on which we can develop and
further our action. But Vincent Faber will elaborate more on this later on.
Last of course, I should not forget to mention our IRC, the International Reference Centre for the Rights of
Children Deprived of their Parents, whose expertise and knowledge are widely praised worldwide – I know for
instance that the General Directorate cooperates with the IRC, a cooperation which I hope will grow even stronger
– and whose services are highly valued, whether within the ISS network or externally. IRC’s expertise is
undisputed, but perhaps we all have to maintain our efforts to – in this purpose of bridging theory and practice –
embed more closely its work within the overall mission of ISS, so both the IRC and the Units can benefit from
each other more fruitfully.
As a Witness at the Forefront of the Problems
This is probably the field in which ISS should become more efficient. Advocacy, meant as alerting the world –
through the political actors, the various institutional stakeholders, and why not, the media – on important issues is
probably not our strongest point. There are several reasons to this: by nature, social workers are not necessarily
the ones most at ease with media or political communication; also, strong and efficient lobbying and advocacy
requires specific communication knowledge and competences which we do not always have; and last, and
although our expertise is widely valued, we may not have the exposure and visibility enabling us to make our
statements heard. However, advocacy should, in my view, form integral part of our mandate. When, in our
practice, we face breaches of human or children’s rights, when we face worrying trends which we believe are
insufficiently or improperly addressed – trafficking of women and children, mistreated migrant children, asylum
seekers having their rights denied or ignored, status of the migrants in the host country, etc. - clearly it is our duty
to speak out, even at the risk of putting ourselves in an awkward position towards our governments. That of
course should be done with caution and intelligence: it is one thing to speak out and to blame, but surely this
makes no sense if, behind, we have nothing to offer and we are unwilling to be part of the solutions. But, as I trust
it came out clear from my earlier statements, we do have the practice and the expertise to have our voice and
views heard, understood and taken into account. As an illustration, I am personally very pleased that our IRC
Monthly Review comes now out with an Editorial. Sometimes, we, you, me, may be somewhat disturbed by this or
that statement. Perhaps do we not share at all times the views expressed therein. Perhaps indeed it may appear
at times over principled. Perhaps even sometimes should it go further and be more embedded in the realities of
child protection. But in any case, I have no doubts that expressing views beyond the simple technical, socio-
juridical expertise, pertains also to our mission, to raise awareness, to alert those who have the power to act and
change things, to put the plight of those who suffer into light.
It is time for me to conclude now.
As you can see, we do have lots of work on our table. Clearly, the world gets more complicated and gives rise to
new challenges. Clearly, the world gets more ruthless to the poor and the vulnerable, and their plight gets more
and more compelling. Clearly, our mandate ought to be furthered, strengthened, perhaps even broadened.
But it is my deepest conviction that International Social Service has, though its mission, through its network,
through its staff – may I thank again here every single ISS members, be it employees, volunteers, friends for their
professionalism and dedication – through the vision we all share for a world fit for its children and for its people,
through its competence, experience and expertise, all the tools and assets it needs to take up successfully the
challenges modern times bring to us.
We have been facing several difficulties during our eighty years of existence, which we always overcame, to get
even stronger afterwards. I know we are currently also amidst complicated times, that several of our units are
struggling to keep simply alive. But I am looking at our future with confidence and faith, because I know we have
within ourselves the keys for success.
Definitely, this Conference is one of these keys. The sum of knowledge present here and the collective reflection
we are all going to share during these two days, to no doubts, will give us more ideas, more insight, more energy
to best tackle the various issues and challenges I have pictured during my speech. I am personally very much
looking forward to the outcome of this Conference. Thank you again to the General Directorate for having made
this possible.
Our world needs us.
I can assure you we will be there.
THE HAGUE CONVENTION OF 1996:
A MAJOR IMPROVEMENT IN THE PROTECTION OF CHILDREN’S RIGHTS,
AN OPPORTUNITY AND A PRIORITY FOR INTERNATIONAL SOCIAL SERVICE
Vincent FABER *
When I joined International Social Service at the beginning of 2004, one of the first papers I came to read was
one written by the former Director of ISS Germany, Michael Busch. Many of you will remember, Mr. Busch was
much involved and had much interest in the developments of international conventions and regulations,
particularly at European level, which drive the work of our organization. He was thus one of the firsts in ISS to
identify the potential impacts – to no doubt most important – on our future, as a federation, of the recent 1996
Hague Convention. (As a footnote, and because this convention has a rather extensive name – convention on
jurisdiction, applicable law, recognition, enforcement and cooperation in respect of parental responsibility and
measures for the protection of children – I will systematically refer to it as the 1996 convention for the protection of
children, although of course this shortcut may not be best summarizing the substance of this text).
As a matter of fact, this convention – which is ratified by a steadily growing number of countries and which, to
many qualified opinions, is due to have a great international success – definitely touches at the heart of our
activities. Some 50 to 60 per cent of our international caseload relate directly to cases in which child protection
and decisions on parental authority are at stake. Hence, it was and still is clear that utmost attention has to be
given to the 1996 convention.
In his paper, Michael Busch, however, mainly emphasized the potential threat to ISS concealed in the convention.
He certainly was right to do so in order to raise our awareness and to sensitize all of us on the urgency to deal
with that new international development. He was right to do so because indeed, would we stay simply watching
the 1996 Convention train pass by without trying to climb in it, preferably in the locomotive, certainly our future
would be in great risk to be in jeopardy.
In my own analysis, I did immediately see the tremendous potential, the “golden opportunity” the 1996 Convention
was offering to ISS. The timing even somehow appeared to me as an almost miraculous coincidence, as this
opening was coming at a moment where ISS had some doubts about its own future. Having been specifically
hired to contribute to give our organization a new élan and to bring in some freshening ideas, rejuvenating
perspectives and indispensable reforms, it was all but logical that I had to grasp this chance with full hands. This
is precisely why, all my ISS colleagues here can confirm, I have put a lot of energy in convincing our governing
bodies to accept investing – including in the genuine financial sense of this word – in the development of this
project and to set the work-frame necessary for this endeavour. I am personally really delighted that most of ISS
Units have shown willingness to join in.
Why do we deem the 1996 Convention of paramount importance? As I said earlier, it does indeed touch the heart
of our action. But perhaps I should elaborate a bit more on the convention’s substance itself. Of course, I do not
have the pretension, and even less so the time, to make a comprehensive overview of its provisions. But I can
make a quick summary. The convention has for object the determination of the state that has jurisdiction in
matters of child protection and parental authority, the determination of the applicable law, to provide for the
recognition and enforcement of legal measures that have been taken. The principles applied in the convention
have been developed in great part thanks to the experience gathered around the 1961 and 1980 Hague
Conventions (respectively on protection of minors and on international child abduction). Basically, the 1996
Convention establishes a system of international cooperation, through the setting up of “Central Authorities” in the
*
Secretary General of ISS
contracting states and the definition of cooperation processes in between them. Further into details, the provisions
of the convention relate to, inter alia:
· Measures to be taken for the protection of children in international settings;
· Decision-making processes;
· Reporting procedures to assess the situation and determine the best interests of these children;
· Facilitation of communication when jurisdiction has to be passed on from a country to another;
· International information duties when children are at risk of danger;
· Facilitation of mediation and conciliation prior to legal decisions (this is a key point, on which I will come back
later).
Clearly, many, if not all, of these aspects are of concern to ISS. Moreover, one can even reasonably state that we
have been doing or contributing to all this well before they were laid down, black on white, in a formal convention,
a bit alike Mr. Jourdain in Moliere’s theatre piece “The Would-Be Gentleman” who was doing prose without
knowing. We can safely and unpretentiously assert that a great part of our daily work, perhaps even since our
creation, has consisted in building worldwide expertise around these issues. No surprise then that, in the
Explanatory Report on the 1996 Convention edited by the Permanent Bureau of The Hague Conference next to
the convention itself: (quote) “[To fulfil their tasks, Central Authorities could] recourse to bodies of such
uncontested competence of that of International Social Service”.
Of course, one should not be too candid, and again, as rightly pointed out by Michael Busch, there are risks for
ISS in the convention. The fact is that, through the somewhat “institutionalisation” of our traditional work within
state structures, regulated by the international legal frame set by The Hague, there exist threats to see ourselves
dispossessed, de jure, of a great part of our responsibilities and competences in the field of child protection, which
are transferred formally to governmental bodies. Notwithstanding, we have the potential to turn these threats into
real opportunities. ISS’s expertise is to protect individuals, families and children across borders. This is a unique
expertise, which hardly any other organization has. The 1996 Convention provides us with the right opportunity to
get it valorised, to have it put at the service of those who will be vested with the legal and intergovernmental
responsibility by the 1996 Convention. Let’s be clear: it is offending no one to safely assume (from our own
experience on other similar international conventions) that the Central Authorities will have neither the means, nor
the resources, nor the expertise to fulfil on their own what is expected from them. They will need to rely on
organizations that do possess these capacities. They will need to call for professional assistance and expert
services. They will need to turn to organizations that have the inter-cultural sensitivity demanded, by essence, by
cross-border child protection issues. Who else is better placed than ISS to respond to these requirements? The
fact is however that these Central Authorities, or those that will appear as the convention is increasingly ratified,
do not always know enough about us. They may ignore what we can offer, where and how we can help them in
their mandate. This is precisely why I would like to have you all here vigorously sensitized on the utmost urgency
for each and every ISS unit, be it a Branch, be it an Affiliated Bureau, be it a Correspondent to promote itself, to
put itself forward to their governments and official authorities so that indeed, they do identify the ISS unit as a
partner of crucial importance in the carrying out of the provisions of the 1996 Convention. I know that this is not as
easy as it appears. Many of us are social workers, and as such have a “built-in” reluctance to adopt marketing or
promotional attitudes. We are, by nature, prone to humility and modesty, and we do not like to put ourselves in the
limelight. But we ought to be convinced that this is now our duty, if we do not want to be left aside of these
developments. And, although I may appear un-politically correct, I am convinced that such partnership do bear
with them interesting ways to secure funds, which are badly needed. Again, let’s not forget that what is at stake
here is our future, perhaps even our survival.
What is the General Secretariat of ISS, for its part, doing around this theme? I mentioned earlier, as a key point,
the issue of mediation and conciliation. Everybody knows it: because of globalization, the number of intercultural
marriages is rocketing. For other reasons, and without any judgement, separation and divorce rates are steadily
increasing in parallel. This equation has logically, arithmetically shall I say, immediate consequences: the number
of children torn in international family conflicts is also increasingly growing. Just look at your national newspapers
and magazines, just listen to the radio or watch television news: dramatic situations where parents of different
nationalities – with their linguistic, cultural, religious differences adding on – fight against each other over custody
or access rights on their children is more and more often breaking news. As demonstrated earlier, the 1996
Convention now provides for some international legal frame to help solving such situations. But this may be a
lengthy process, it has to come to courts of justice, which are in many countries already over-jammed, lawyers get
involved, judicial procedures get stretched until exhaustion, reports have to be prepared. And in the meantime,
there is a kid, in the midst of the storm, a storm beyond his/her understanding, a storm that generates anxiety,
suffering, psychological trauma, a storm where s/he is the primary victim. If the 1996 Convention proposes
systems to solve juridically such family conflicts, it also clearly and explicitly advocates for mediation/conciliation
approaches to take place upstream, for the best interest the child. Such processes, which take place over
frontiers, definitely require very specific knowledge and sensitivity on the cultural, linguistic, social, legal and
political differences. They require a capacity to remain non-partisan, neutral and distant from the passions (often
of a nationalistic nature) entailed by such conflicts and which can hardly be guaranteed by national actors,
whether governmental or non-governmental. They need to be founded on unified methodologies. Only an
international institutionalised network, with unquestioned experience and competence in cross-border psychosocial issues, with a longstanding history of international casework, with well-structured, well-ground international
methods and practices, and – last but not least – with the best interests of the child at the heart of its professional
ethics can be of relevance there. Do I need to say more to portray ISS? Hence, indeed, our plan currently in
development to set up national and international networks of qualified conciliators, specialised in cross-border
family conflicts, through training, adequate means for exchange of information, through methodological support
and guidance. For these purposes, seminars at regional or sub-continental levels will take place in the coming two
to three years, gathering ISS actors, professional mediators, other concerned non-governmental bodies, and also
governmental stakeholders. Beyond these direct objectives, this project will also, I am deeply convinced of this,
greatly contribute to strengthening the ISS network, by promoting the active participation of many of our
Correspondents into these new developments and by reinforcing the sense of belonging to a common
organization, which for many reasons has probably been waning over the years lately. I also believe that this
project will somehow feed in and support the plans that are being developed within ISS units (there are already
numerous examples in Australia, Switzerland, Italy, Germany, France) or will provide some inspiration to those
looking for new tracks for their development, thus reasserting the role and functions that the General Secretariat
should fulfil at all times towards the ISS network: inspiration, support, guidance, expertise, training.
Before concluding, I would like to make a short digression and to quickly hook up to an earlier statement of our
International President, Professor Frank. As he said, Turkey is, given the dimensions of its communities that have
spread around the world, one of the very important elements of our network. Bi-national marriages involving a
Turkish mother or father are numerous in Europe and elsewhere. To date, Turkey has ratified a number of
international Hague Conventions, and in particular those related to the protection of children (those of 1961, 1980
and 1993). To date, however, the 1996 one remains to be signed and ratified. Because Turkey, as Professor
Frank said, has a special and major role to play in the international concert, in particular in bridging the Christian
and Islamic worlds together, ISS would definitely see the ratification of the 1996 Hague Convention by Turkey as
one of the most powerful and emblematic act this country can currently offer to the world, as a message of hope,
as a strong contribution to the advancement of children’s rights, and as a symbol of the strengthening of the ties
between communities which tend, sadly enough, to drift apart from each other in today’s world.
The Hague Convention of 1996 is there. States are getting organised accordingly. Ratifying countries are quickly
increasing. I have started my speech with Michael Busch, and I will finish it with him as well by taking his own
words: ISS can somehow feel genuinely proud that the systems put in place can be considered as the natural
heirs of ISS. Over 80 years of ISS work have paved the way to this. Now, it is up to us to decide if we want to
continue on this road we have prepared and contributed to build, or if we stand still, just looking behind at how
nice this road is, but unable to keep on pioneering the way ahead. The choice is ours, only ours. The 1996
Convention is a remarkable improvement, an essential instrument in the betterment of children’s rights. It is also a
golden opportunity for ISS, there, at hand’s reach, and I am sure that such an opportunity will not be offered to us
before long. Let’s not miss it, let’s all garner our energies, our dedication, our creativity, our enthusiasm, our
collective and individual competences, to successfully meet that challenge, for the best interest of our
organization but first and foremost for the best interests of those we are committed to serve and protect, and the
most vulnerable of them: the children.
I thank you for your attention.
INTERNATIONAL SOCIAL SERVICE
COUNSELLING SERVICES TO CROSS-CULTURAL FAMILIES :
“A TOOL FOR PREVENTATION”
Chris KONDOYANNI,
Director,
ISS Hellenic Branch
The idea of marriage counselling service at ISS – Hellenic Branch was conceived during the end off 1981. The
idea was enforced and became imperative since relocation and population movement was an increasing trend.
The need for the existence of a cross-cultural counselling service was reinforced during the recent years due to
the opening up students are studying abroad, international companies are transferring their staff in posts to other
countries, refugees searching asylum to receiving countries, people of all socio-economic bacgrounds travel
abroad during holidays.
Under the current conditions of population movement and resettlement it is easy to understand that the rate of
cross-cultural marriages and the formation of cross cultural families has dramatically increased.
The cross-cultural families are quite similar to the mono-cultural ones, in the way that they are structured, the way
they share their roles within the family etc. At the same time they have some special characteristics that make
them different.
These characteristics are:
· The different origin / nationality of the spouses
· The different way that the partners have been brought up and see their roles as husband / wife and parents
· The different language they speak. Sometimes they even communicate in a third language
· The different religion they believe in
· The different characteristics of their race
· The different cultural background
· The children share both parents’ cultural background and hold both citizenships
· The one of the spouse have to leave hisher country of origin, in order to settle in the other spouse’s country,
where she/he finds her/himself witout the parents supportive system, friends etc. that they had before.
· The adjustment procedure is hard for both spouses but harder for the one who has to adjust to a new
country, lifestyle, practices; socio-economic and legal system.
The above mentioned special characteristics of the cross-cultural families can be a source of inspiration for the
spouses and children as well. If both spouses are mature, secure and well prepared, they can bridge the cultural
differences between them and offer to their children a lifestyle that is enriched by the most effective cultural
practices and characteristics from both ends.
However, several cross-cultural families live their special situation negatively. In these cases, teh spouses aren’t
able to compromise the differences and complete each other.This often happens when spouses haven’t
managed to archieve emotional maturity in order to build new “cultural bridges” and reach each other.
The stress the tension stemming from those cultural differences combined with other problems lead to distructing
results. The cross-cultural families have to deal with hardships and problems that the mono-cultural have to deal
as well. But in their case, these seem to be more intense and their results are more dramatic.
Furthermore, the breaking up of a cross-cultural family may lead to child/children abduction by one of the parents
and his/her transfer to another country, usually foreign to him/her. In this case the child looses everything he/she
had before, including the right to both parents.
The ISS – Hellenic Branch has been a pioneer in the development of pre and post marital counselling programs
for cross-cultural families. The objective is to help families beyond cultural differences that may be a source of
conflict among family members and protect the rights of the children.
The way this programme works is that either both or one of the spouses contact s ISS usually known to him/her
trough Embassies / cross-cultural – Foreign Associations, newspaper publications or other Organisations. The
aim of the professional working with the case is too cooperate with both spouses and their family in general. It is
important that all the view points are considered in order to tackle ministerpretations and cultural differences.
The professional informs, clarifies, explains, counsells and leads in an objective way. The families are assisted to
deal with and go trough the crisis effectively. The professional is always focused on the child’s / children’s best
interests. Holding a dual citizenship, living trough two lifestyles, cultures, langues etc. The child may go trough
serious identity confusion, thus needing protection of his/her basic right as a child to grow in a relaxing, stable
environment where both parents are present.
The clients that we see fall mainly into the following categories, regarding the stage of their marital life:
· Those who intend to enter a cross-cultural marriage. It is important at this stage that the prospective
spouses are well prepared to accept and respect each other’s culture, instead of one trying to change the
other. Often the spouses are trying to make the other partner as they are.
· Those who are in the beginning of their marital life and who go trough the adjustment period. This
concerns not only their adjustment to new social and cultural environmental but also to theşr new roles as
husband and wife and as parents. This is also the period where the spouses try to establish the maintain their
cultural identities and personel boundaries.
In such cases the counselling programme plays a preventive role for future interpersonal problems that may
appear in the marriage , trough its timely-effective intervention and sensitization regarding:
1.
Differences in attidudes / ways of thinking
2.
Differences in culture, practice and beliefs
3.
The need to respect one’s culture and national identity
4.
The accetance and investment in a culture’s positive aspects
5.
The accetance of the double cultural identity one’s child may have
6.
The differences among legal and family framework as well as among issues regarding settlement and
profession.
From our experience of pre-material counselling and counselling right in the beginning of the marriage,
we relaised that the chances of limiting serious future complications were lessened in the case of early
intervention where information is shared and conflict resolution skills are cultivated.
It should also be noted that spouse who requests assistance first in this programme is mainly the foreign woman.
· The third category pertains to cross-cultural marriages, which have lasted for a few years but it comes the
moment that they go trough an acute crisis. Usually, in these marriages there are school-aged children. It is
in these marriages that we more often see an acting out behaviour of one or both spouses.
An example that can be mentioned at this point is the care and concern of the Hellenic extended family often
expressed in a Hellenic culturally appropriate way. This way be mistakenly considered by the foreign spouse as
an uninvited intervention.
Speacifially, in the Hellenic cullture a grandmother’s care and concern for her cross-cultural grandchild is
expressed through over protection, insistence about food, warm clothing etc. Such behaviour isn’t easily
acceptable by Western European or American mothers who have been raised in a diffferent way and therefore
they consider it is an intervention to their role.
The programme of post – marital counselling and support for cross-cultural families holds beyond its
therapeutic role, a preventive role as well.
· At the forth category belong these cross-cultural clients who come to us after they have shared divorce
proceedings. In these cases ISS tries to help spouses to go trough the mourning period and to work trough
their feelings of anger and sadness.
By keeping focused on the child’s / children’s best interests and right, the goal is to minimize the effects that the
marriage breaking-up brings.
Obviously, family counselling and mediation still paly an important role at this category, and our work in cases
where seperation is inevitable, is the following:
1.
Focus on child’s / shildren’s interest
2.
Minimize the parental competitive / antagonistic fellings and attidutes usually projected upon the child /
3.
Avoid complicated legal battles, aiming to mutual consent
4.
Sensitize the care-taker / custodian parent regarding his / her responsibilities to the child/ children and
children, suddenly transformed to my child, instead of our child.
the protection of their right to have access communication with the other parents.
5.
Prepare child and parent for settlement in either this country or a new one
6.
Refer the case with a detailed report to the country’s ISS – Branch where counselling and support
programmes may take place.
7.
Continue the collaboration and counselling with the remaining parent in order to exchange reports or
informations between ISS – Branches with the aim to facilitate family relationships.
From the response our clients convey to us, it seems that ISS – Hellenic Branch because of its philosophy as a
non-govenmental, non-religious, non political agency provides a facilitating environment for our forign clientsi on
where they feel that objectivity, will be secured and that wil not take the side of the Hellenic partner with whom
they are in conflict.
This is very important for our work with them because it eliminates their fantasies and projections. Therefore, we
believe that ISS has an important reole to play in the field of providing local services and counselling to aliens.
Cocluding, we should state that the main difference between the cross-cultural and mono-cultural families is that
in the cross-cultural relationships “the cultural differences” become the scapegoat and the perpetrator of the crisis,
onto which all evils are projected, thus, the “cultural differences” become the defence mechanism against the
emotional pain.
Support, orientation, sensitization and counselling – such as ISS programmes provide – are crucial for cross –
cultural families in order to build solid bases for productive future perspectives and be able to celebrate the gift of
the different cultural backgrounds.
March 2006
THE REPRESENTATIVE OF THE CHILD IN THE GERMAN FAMILY COURT PROCEDURE
Ingrid BAER
Since the reform of 1998 of the children' s family law in Germany a new institution has been installed: the
supporter of the child's interest in the family law procedure. In German language he is called Verfahrenspfleger
(V).
The idea behind it is the fact that both parents or other persons involved in the procedure have the support of a
lawyer or they can at least represent themselves. The child is not in this position and therefore needs the support
of a third person who acts in his/her interest.
In fact the UN Convention on the rights of the child requests in its article 12 that in any court or administrative
procedure which touches the child's interests the child should be given the opportunity to say its opinion either by
itself or through a representative.
In the UK and the USA the following system exists: the child is being given the support of even two persons in
public law procedures of special concern: the guardian ad litem and the solicitor.
In Germany it is just one person who will be given the responsibility to defend the child's interest and I shall name
him in the following by the German word Verfahrenspfleger ( V. ).
The court itself chooses such a person if this is considered necessary. The law which governs the family court
procedure ( in German
the so called
Gesetz über die Angelegenheiten der Freiwilligen Gerichtsbarkeit )
specifies in its § 50 the cases in which such a support is considered necessary in the following way:
1. If the interest of the child is in obvious opposition to the interest of his parents
2. If there is the question of separating the child from its parents because of parental child abuse or neglect
3. If there is question of taking the child away from the foster parents or other
related persons with whom he/she is living
If the court refrains from establishing a representation in such a case it has to give reasons to this in its decision.
In the first years after the reform not so many V. were named because jurisdiction had to get used to this new
procedure. Also there were certain reservations to it from different sides:
The Youth Welfare Offices who have the task to act for the welfare of the child thought that they could do the job
themselves. The lawyers considered it as an interference in their work. The parents thought that their rights were
reduced.
.
Conflicts of Custody and access
In the meantime the V. is quite well established and is being used frequently. The Youth Welfare Offices have
understood that he can be a great help to them. Often, especially in those cases were parents are strongly
fighting over custody or access it can be very time consuming to discuss the problems with them. The V. can
concentrate much more on these special cases in order to try to find solutions for the family which are in the child'
s best interest. In the cases where the cooperation between the V. and the Youth Welfare Office functions well,
they will both be able to make suggestions to the court which go in the same direction and help to prepare a
decision which best considers the welfare of the child.
In these cases of family court procedures on custody or access there has been a lot of discussion about the tasks
of the V.:
Is his only task to bring to the court's attention the wishes and feelings of the child? Or should he moreover try to
find out what is in the child' s best interest, which may not necessarily be what the child is wanting? If the latter is
the case the V. would need much more time in order to find out about the situation of the child, its special needs,
the possible solutions to the problem. He may have to talk to members of the extended family, to neighbours or
friends who know the family, or to a teacher or the caretaker in the kindergarden. This obviously would need
much more time than just talking to the child in order to find out about its wishes.
At this point the question of costs came up. The V. is paid per hour, at first by the court, and if the parents are
able to pay, the court will ask them for reimbursement. Those V. who understood their task in the more extended
way would of course produce higher costs for their work than others who kept to a strict restriction. The result is,
that until now there are quite different decisions in as far as the costs of the V. are concerned.
To my mind the text and the meaning of the law in its § 50 is rather clear: in order to represent the child's best
interest the V. cannot reduce his work by just saying what the child's wishes are. This is even more so, as the
judge himself has – according to § 50 b - to personally hear the child in the sense that he has to speak to the
child, even if it is young, either in the court or at a home visit. So in fact, the judge should know himself, what the
child's wishes are. The much more difficult thing is to find out, whether these wishes are in the child's interest. In
fact in most cases where parents are fighting over custody or access usually the child wants to be with both
parents. The difficulty is the conflict which the parents have among themselves. Their emotional trouble about
separation and diverse other problems often make it difficult for them to separate their conflicts as a couple from
the questions of access of the other parent
In order to finish the discussion about the function of the V., there is a new legal definition of his tasks in
preparation in the context of a planned reform of the law of procedure in family court which contains the following:
Among other tasks the V. has to clarify the best interest of the child and in order to do this, he can speak wit the
parents and other relevant persons and he can try to come to consensual solutions to the conflict.
The next question which comes up now is: how much effort should the V. make in cases of parental dispute in
order to reach a consensus?
In order to work out solutions in the interest of the child it will often be necessary to have extended talks with both
parents. However the V. is not a mediator. In mediation the conflicting parties are expected to sit together in order
to find by their own resources their proper solutions to the problem, with a certain help of the mediator. Several
sessions of this procedure are needed.
Mediation is being done by persons who have a specific professional training for this purpose. It is obvious, that in
cases where mediation seems to be a useful possibility, e.g. because the parents are still ready to talk to each
other, this should be done by a professional mediator, which the V. is usually not.
What is the qualification of a V.?
This is not defined in the law. But recommendations have been developed by practitioners who have formed a
professional organisation:
The person who is being given the task of V. should have practical experiences in giving support to children and
he/she should have specific legal, pedagogical and psychological knowledge. This means that persons of
different professional backgrounds can be chosen according to their special field of experience and to the specific
problems of the case in question.
Cases of child abuse
Let us think of the the second problem area which is cases in which child neglect or abuse is the issue. The
separation of a child from the parents against their will is a serious intrusion in their rights. According to German
law at first it must be clarified if measures of support for the family could help to solve the problem. So the V. will
have to meet with the child and with the parents in order to find out how serious the child neglect or abuse is and
whether it would in fact be better for the child to be taken away from the parents.
In many cases this will not be obvious and a more serious investigation will have to be made. This again is usually
not the task of the V. It may be necessary to get the opinion of a medical doctor or a child psychiatrist in order to
know more about the child's problems. These are investigations which normally the Youth Welfare Office will
already have initiated. The Youth Welfare Office will have to reflect what kind of support could be given to the
parents in order to help them to achieve their tasks better. If the child is already psychologically in trouble it may
be necessary to find the right child therapist for regular sessions with the aim of improving the psychological
condition of the child. This again is not the task of the V. He gives support to the child within the framework of the
family court procedure after his interviews with the persons concerned and makes suggestions to the court what
to do in order to best protect the child' s interests.
If it is seriously envisaged to take away the child from his parents, it is of course important to have the right
alternatives. Would it be a short term placement or does one have to plan for a long or even permanent
placement outside the family? Are there possibilities within the extended family or would a foster family be
preferable? Should one think of adoption as a longterm placement with the best legal security for the child?
In order to prepare the right decisions, all those concerned should come together to find the best solution: the V.,
the child therapist, the Youth Welfare Office and if possible the parents themselves. The child's opinion would of
course have been clarified first. It may not be decisive but it has to be taken into consideration as a very important
factor. The Youth Welfare Office is obliged by law to make a written plan for the child in such situations.
Immediate acting which takes out the child from the family without serious planning is allowed only to protect the
child from an acute danger.
If it is possible that the different helpers concerned come through their cooperation to the
same conclusions, they will be able to make suggestions to the court which are coordinated. In
this case it will be possible for the court to take a decision which is well founded because it
has been recommended from the different professional aspects. But of course there will also
be cases where opinions differ and then the court will have to make more investigations on its
own in order to find its decision.
Children in family foster care
The third area of problems where you need the V. is a court procedure in which it is question to take away the
child from his foster family or other closely related persons.
The thought behind this is the fact that children need emotional and social stability in order to develop a secure
personality. The change of placement to another child carer can destabilize the child seriously. Frequently
parents whose child has been living with a foster family or with another family member want the child to return to
them. The child having lived with the foster family for a longer period may feel well integrated in this family context
and may have problems to return to his parents. In these cases the V. has to try to find out, how strong are the
child's links to the foster family and what is or even was the relationship with the parents? In order to find out
about this, the V. will need skills how to speak with a child, which may have a conflict of loyalty or which may not
easily dare to express his feelings.
After knowing more about the child's situation, the question will have to be clarified
what are the chances of such a transfer and what are the dangers? Should one first try with extended visits? Will
there be supportive measures for the child after such a change or would he/she be left alone with the parents who
would again have problems with this child which has been estranged from them? Will it be preferable to leave the
child with the foster family and just make sure that visits improve the relationship with the parents?
If a thorough investigation on the child's relationship with the parents and with the foster parents seems
necessary, this again would have to be done by a child psychologist.
The V. would make use of the results of such an investigation in order to make his own suggestion how to solve
the problem in the interest of the child.
These were the most frequent cases in which the V. is needed, but there are of course others in which his work is
important in order to give support to the child in a family court procedure.
THE IMPORTANCE OF PROVIDING ALL THE PARTIES INVOLVED IN ADOPTION, I.E. THE ADOPTION
TRIANGLE, WITH SOCIAL COUNSELLING
Hans Van HOOFF*
For a great number of years now, International Social Service, Netherlands branch, and their Dutch merger
partner, Stichting Ambulante Fiom, have been working together in the field of searches for roots. Both
organisations believe that this phenomenon clearly is a specialised kind of social work. Fiom, which was the first
specialised social-work organisation in the Netherlands to help single mothers who abandoned their children (for
adoption) in this country, has understood very early that these mothers needed both socio-emotional and practical
help in considering the pros and cons and taking a decision, in view of the weight and consequences of that
*
Fiom/ISS Netherlands
decision. In this context it soon became clear that help should not be limited to the time when the pregnancy was
discovered or when a decision had to be made about the possibility of giving up the child, as the problems
associated with abandoning the child could continue to play a role in the mother’s life for the rest of her days.
Next (some 20 to 30 years later) the same Fiom began to play a role for those children who had been abandoned
by their mother (for the purpose of adoption) and who began to search for their roots. These children, too,
approached Fiom to get counselling before, during and, especially, following the search action to find their
biological parent(s). Scientific studies and other sources soon made it clear that it was of great importance that
children who were trying to find their roots were being coached. After all, search actions involve both many
practical difficulties and many socio-emotional elements that require – specialised – counselling.
Providing this help, Fiom initially developed an internal conflict. After all, the organisation had promised secrecy to
the mothers when they released their children. Yet, in order to satisfy the needs of the abandoned children, this
secrecy had to be violated. Because it was only by using the mother’s adoption files that enough information
could be gathered to locate them and to inform them about the wish of their child to get in touch or to get
information. Since the social taboo on single motherhood in the Netherlands had gradually disappeared and since
there was a growing interest in the needs of both (abandoning) mothers and (abandoned) children, Fiom began to
adjust its policy. What remained, however, was that special caution continued to be exercised in establishing
contact with the mother(s) while still respecting their decisions, both past and present.
This approach soon made it clear that both parties involved in the search action had a need for professional
counselling. Not only the child, but the mother as well, because emotions associated with abandoning the child
which had been suppressed thus far were allowed to express themselves now that the child was allowed to play a
role in her life again.
As a result of Fiom’s expertise in dealing with mothers who abandoned their children or with children
who had been abandoned, an increasing number of adoptive parents then asked the organisation to help
them with specific educational and identity problems which their adopted children had to cope with.
Although they were initially considered to be a separate category, the conclusion soon dawned that they,
too, were one of the parties involved in abandonment or adoption. As a result, the gradual understanding
has developed that, due to abandoning or adopting a child, all the parties involved will be mutually and
inseparably linked for the rest of their lives. And that professional help available should be adjusted
accordingly, so they will be able to learn from their mutual experiences while giving this dramatic event a
place in their lives.
Fiom initially dealt with this phenomenon on a national level only, i.e. within the Netherlands. However, as a result
of the partnership with International Social Service and because an increasing number of children has been
adopted from abroad in the Netherlands, these issues are seen more and more in an international perspective.
It is of great importance that every child searching for his or her “roots”, anywhere in the world, can get
counselling before, during and following a search action. Obviously, the same applies to every (single) mother
who released her child, wherever in the world she is, who wants to know how the child she gave up is doing.
Indeed, these search actions may lead to varying results, if only because of various practical difficulties.
Sometimes search actions are completely impossible as the available data are insufficient, or at least it is not
possible to find the person sought. What does it mean to the searcher and how should he/she cope with that?
How can this grow to be an integrated part of his or her life?
Or, if the person sought can be found, what if he or she does not want to have any contact, for whatever reason?
Although technically the search action may be successful, the searcher is likely to think differently. After all,
expectations at the start of the search action suggested quite a different outcome. Here, too, it is important that
the searcher is able to integrate all this into his or her personal life – and can go on.
If contact is established in the end, however, counselling will also be necessary before and, frequently, after the
meeting – or even occasionally during the meeting. Mutual expectations may vary enormously and great cultural
differences may be involved. Especially in cases where children have been adopted from abroad, they and their
biological parent(s) should be well prepared for the meeting if it is to have a chance of success in the sense of
resulting in permanent contact. Not only language plays a role; cultural backgrounds and their associated patterns
of expectations should be examined beforehand in order to be prepared for them and to see things in the right
perspective.Young people trying to find their roots will occasionally nourish expectations that are out of proportion,
sometimes including fantasies about the person they want to find. It is highly important, therefore, that these
expectations are eased in advance in order to avoid too much disappointment. It is also clear that not all the
problems faced by some youths will be resolved once they meet their biological parent(s). Occasionally they will
even have an additional problem, i.e. how to deal with the parent(s) and, particularly, with their expectations – or
vice versa.
A Dutch scientific study has shown beyond any doubt that it is of great importance to provide all the parties
involved in search actions with adequate counselling. The searcher should be well prepared for the meeting,
having a clear and, especially, realistic idea of what he can expect from the meeting or what role he wants to
assign to the biological parent in his life. The study also showed that the resulting contact is not always
permanent. Frequently, differences are too great and the two parties are unable to accept one another as part of
their lives.
Yet these meetings have not been in vain. Both parties have been able to answer some crucial existential
questions and they have found more certainty and something to hold on to.
This is why both ISS Netherlands and Fiom believe that it is essential for every child and every (single) mother
who once gave up her child to have the opportunity to search for their roots or their child, respectively, thus
finding roots for the rest of their lives and feeling connected both with their biological relatives and their adoptive
family.
Internationally, too, it is increasingly considered to be a right to know one’s descent. This is defined not only in the
Convention on the Rights of the Child; also, the European Court of Justice has underlined in several judgments
that one has the right to know one’s origins. Jurisprudence in many European countries has acknowledged this
right by now, varying from an absolute right to an assessment of interests in which great weight is assigned to the
interests of the child. Fiom/ISS are pleased with this development and they hope that an increasing number of
countries will provide all the parties involved with the opportunity to cope with this dramatic event in their lives.
Now that the right to know one’s descent has been legally acknowledged, it is up to the social workers all around
the world to make this right come true in a proper way. A way that does justice to the right of the child while taking
into account the interests of both the biological mother and the adoptive parents.
Fiom and ISS Netherlands therefore call upon all social workers around the world to consider counselling of all
the parties involved in the adoption triangle (including the technical aspects of searching for roots) as social work
and to dedicate themselves to this cause!
PERMANENCY PLANNING IN INDONESIA POST DECEMBER 26, 2004 SOUTHEAST ASIA TSUNAMI
Joanne SELINSKE*
Introduction:
Those working in the global, International Social Service network share a common vision of a world in which
human rights are enjoyed, children and other vulnerable individuals are protected and families are assisted to
overcome difficulties caused by humanitarian disasters, human rights crises, conflict situations, voluntary and
involuntary migration.
International Social Service has a rich tradition of informing international conventions that advance the human
rights particularly of children and families. Key among these is the 1948 Declaration of Human Rights which
recognizes the family as the natural and natural unit of society and as such deserves the full protection of the
state. This principle is further strengthened in the United Nations’ Convention on the Rights of the Child which
advances the child’s right to grow-up in a family environment.
Likewise, we are fortunate that our work takes us around the world to share experience and knowledge. While we
are grown in our competencies through the different approaches to problem solving that we have observed, we
have come to understand and be guided by the things we share in common. We have observed that all over the
world – all mothers want the same things for their children – safety, comfort, satisfaction of basic needs, freedom,
opportunity, realization of human rights… a future.
The mothers of South Asia wanted the same thing for their children before life changed forever on December 26,
2004 when a tsunami of historic scale devastated parts of Indonesia and other areas in the region.
The enormity of loss and devastation caused by the December 26, 2004 Southeast Asia tsunami is difficult to
comprehend. Likewise, it may be difficult for child welfare professionals to fully appreciate the complexity of
issues and the short term and long term interventions pursued by authorities in a nation with no recent history of
adoption as a permanency planning tool. Legal, cultural and religious mores exert dramatic influence in Indonesia.
*
M.S., Executive Director, International Social Service – United States of America Branch, Inc.
These values do not preclude adoption of the children orphaned by the tsunami by nonfamilial caretakers.
However, attachment to family and cultural lineage, devotion to religious and cultural values and connection to
community affiliation are so strong that Indonesian children orphaned by the tsunami will most likely find
permanence in familiar settings where heritage is preserved.
Estimates of the loss of life due to the tsunami range from 100,000 to four times that number. Exact figures are
unknown to a lack of nation-wide birth registry and the loss of governmental records in areas hardest hit by the
tsunami. In Indonesia alone, more than 600,000 people were displaced from their homes. Belief is widespread
that children were least capable of surviving given the power of the ocean surge that reached miles inland. A year
after, the number of children separated from their primary caregivers in Indonesia ranges between 2000 and
3000. Exact figures are unknown given the scale of displacement and the dispersal of survivors. Two important
questions remain unanswered: how many surviving children, lost both parents but are safe in the care of relatives
or family friends -- in kinship care; how many of these children are in other living circumstances that preclude
guarantee of their safety and/or protection.
As social work and social welfare professionals we understand that each crisis creates opportunity. Our
colleagues from the Far East are quick to remind us that the Chinese character for crisis and opportunity are the
same. Social welfare professionals know that the best solutions build on strengths of the individual, family,
community or nation experiencing the problem; while involving all those who have stake in the problem and the
solution. Solutions for large crises must respond to the immediate, the mid and long term. Finally, for major, long
term change to be effective it must be based on community support and reflective of both community values and
community will
Social Context:
Indonesian is the fourth most populace nation in the world. Its 242,000,000 (70 million under 15 years of age)
citizens inhabit 6000 islands in the world’s largest archipelagic state that straddles the equator in Southeast Asia
along the major sea lanes between the Indian and Pacific Oceans. In 1945 the nation declared its independence
– since the early 17th century it was colonized by the Dutch, in 1942 it was occupied by the Japanese. Eightyeight percent of the population is Muslim, and Islam is recognized as the national religion. (World Fact Book,
2005) National reforms in the 1990’s prompted decentralization to the local level of public policy decision making.
The net effect in this geographically dispersed, culturally diverse nation is a lack of centrality of solutions, even for
problems as large as reconstitution of normalcy of daily life for orphans in post-disaster recovery.
Indonesia’s is an economically “developing” country, with 15% of its population living below the poverty line in
2004. In the last decade, Indonesia codified the child’s right to access free, public education. Notwithstanding, a
decade later access is limited and not free. To overcome this deficit and the geographic distances separating the
population, religious and other sectarian groups operate boarding schools that house several dozen to two
thousand students each. Government officials have knowledge of 7000 boarding schools, but acknowledge an
incomplete count of both the number of schools and the numbers of children attending. No licensing nor
accreditation system exists and registration of these institutions is voluntary. In addition to these institutional
settings an unknown number of orphanages accommodate children without parental care and protection. These
factors underscore one of the most significant facts defining the care of orphans and other children who lack
parental care and protections in Indonesia. It is currently institutionally focused.
Despite long periods of separation from parents, institutional care is valued and pervades Indonesian society.
Care by extended family or kin is common; conversely, adoption is rare. Paradoxically, although child care may
not be assumed by birth parents, ties to the biological family are seldom legally or socially severed. Viewed from a
context where family is imagined to provide emotional security and safety, and adoption becomes an instrument
to achieve this end; this approach is perplexing. Viewed through the social and cultural lens of Indonesian life, this
approach demonstrates reverence of religious, cultural and historical attachments and the belief that these
connections provide the emotional security and safety that are illusory particularly given the harsh realities of life
in a developing economy where natural disasters commonly redefine geography as well as life.
Legal Context:
The Indonesian domestic legal system on child care and protection is rooted in the nation’s 1945 Constitution
(Articles 28 B (2) and 34 (1). In September 1990, the country ratified the United Nations Convention on the Rights
of the Child (CRC). Article 20 of the CRC provides that a child deprived of a family environment shall be entitled to
special protection and assistance. The same article details that alternate care for such children can “include, inter
alia, foster placement, kafalah of Islamic law or adoption or if necessary placement in suitable institutions for the
care of children”. (Indonesia is not signature to The 1993 Hague Convention on Protection of Children and Cooperation in Respect of Inter-country Adoption.)
In 2002, efforts to strengthen the country’s child protection and child welfare system culminated in the
Parliament’s adoption of Law no 23 on Child Protection, building upon the 1979 Law no 4 on Children’s Welfare
and the 1974 Law no 6 on Basic Provisions of Social Welfare. Article 39 articulates the legal framework for the
adoption of children deprived of parental care. However, adoption does not “sever the blood relationship between
the adopted child and his natural parents”.
The primacy of biological ties are further underscored in Article 32 of Law 23. It stipulates that even when
temporarily separated “there shall be no severance of relations between the child and his natural parents”. Article
33-36 delineates that an individual or institution may be appointed to serve as guardian; while Article 72 of the
same law, specifies that “the community shall be entitled to play as broad a role as possible in the effort to protect
children”. Community includes religious groups, neighborhood associations and family foundations. They may
assist by fulfilling the basic needs of children including providing social and financial support to families in
difficulties. Law 23 emphasizes residential care as the alternative form of care for children deprived of family.
Articles 37-38 exclusively regulates “fostering” that is “undertaken by an institution”. Nonresidential forms of care
are mentioned in Law 23 as a possibility but no provision regulate the specifics. (For a more complete delineation
of the legal framework on children deprived of family or at risk, the reader is referred to a report of International
Social Service and UNICEF Indonesia Supporting the Development of the Alternative Care System at Regional
(Aceh) and National Levels in Indonesia. 18 November 2005, www.iss-ssi.org.)
In late 2005, Regulation on Requirements and Procedures for the Appointment of Guardians was under
government review. These regulations allow a guardian to be appointed when the parents’ fail to fulfill their
responsibilities and obligations, when they are legally incapable or when their whereabouts is unknown. Among
the provisions under review, is decreasing from 24 months the time a child’s parent or guardian could be missing
(including deceased) before guardianship could be granted.
Within six weeks of the tsunami, the Indonesian Ministry of Social Affairs released a
Policy on Separated Children, Unaccompanied Children and Children left with One Parent in Emergency
Situations (February 2005). This policy stipulates that every effort be made to ensure that children are able to stay
with their families and communities. Further it stresses that the priority must be to reunite unaccompanied or
separated children with their parents or family relatives. The policy elaborates that adoption not be contemplated
during the emergency and only considered once all search and family reunification efforts have failed. At that
point, priority is given to adoption by relatives who are known to the children.
Finally, to overcome existing gaps in the legal framework to protect children lacking parental care, Indonesian
authorities have developed a comprehensive set of Guidelines covering a variety of circumstances and
organizations. Not yet codified in law, these guidelines direct practitioners to adhere to high standards of care and
protection of rights. Lacking the authority of law, they remain voluntary not compulsory.
Strength-Based Solutions:
Social welfare professionals have long succeeded in efforts to resolve problems developing solutions that build on
the strengths of those experiencing crises. In the instance of Indonesia, responding to the specific problem of
making permanent care plans for the children who lost their parental caretaker during the tsunami was facilitated
by a range of assets. The Indonesian government had been working for some time to develop a modern child
welfare system capable of protecting vulnerable children. In the prior decade, universal, free public education was
regulated if not yet realized. Law No 23 on Child Protection legislated significant reform although is still lacked full
funding. UNICEF is a well and active partner, helping to support initiatives at a local community level. The country
has relied for many decades on a strong system of concern and care at the local, village level. The nation is rich
in academia. Its’ social work training second to none – requiring 140 credit hours minimum for graduation.
Religion plays an enormous role in daily life and many religious leaders are activity involved in the matters of daily
life for children with and without parental care. Finally, widespread recognition and concern regarding the nation’s
reliance on institutions to care for children has set the state for charting a new direction; first in immediate
response to the immediate crises of several thousand children orphaned by the tsunami and later to being the
complication and timely task of deinstitutionalizing the numerous boarding schools and orphanages.
Cultural Values Define Indonesian Response:
Multiple challenges face Indonesian authorities seeking to guarantee child rights and extend protections,
particularly those who are biased towards family based solutions for children lacking parental care including those
orphaned by the tsunami. Institutional care is both a common solution to abandonment/neglect and a common
choice. Parents commonly select boarding schools (Pesantren) and orphanages as the best option for their
children’s care, as – particularly if the family is poor – they consider that at least in these institutions their children
will be fed and receive an education. Children without parents are considered fortunate to access the same.
Consequently, reshaping the national response to children lacking parental protection required a multi-faceted
strategy – that enshrines family-based care over institutional care.
Indonesia’s legal and social values reflect respect for and heavy reliance on institutional solutions. This
perspective is not likely to manifest in near future use of adoption as a permanency planning instrument. The
singularity of adoption, albeit if it provides the promised emotional security and stability for an orphaned or
abandoned child, does not weigh equally in the Indonesian framework. Consequently, contemporary solutions to
the crises of orphaning will rely on attachment to family lineage, cultural heritage, religious and community
affiliation -- even when they are precipitated by catastrophes of the proportion of the late 2004 tsunami. While its
physical effects moved sea and land for thousands of miles, the shock of the tsunami was not so great as to
dramatically shake or reshape the core values of Indonesian society.
Recommendations:
The Convention on the Rights of the Child (CRC) which Indonesia has ratified clearly states the preference for a
child to be raised in a family setting. Indonesian Government officials and professionals who were interviewed
expressed agreement with this provision. The Government with support of UNICEF and other NGO partners
should develop a short term plan to achieve this goal for all children who lost parents due to the tsunami. Based
on the lessons learned, all stakeholders should participate in developing a long range goal to accomplish the
same throughout the nation. Achieving both goals is ambitious and will require overwhelming public support in
order for political leaders and appointed government officials to garner the political will that this significant task will
require. A national “child and family” media campaign in needed to focus public attention on this important goal.
When reintegration into the family is not possible, other permanent family measures may be envisaged, such as
adoption or kafalah. Foster care, as a temporary solution in principle, may also be appropriate. For this purpose,
adequate structure should first be developed, as already explained in chapter A. In addition, social workers and
other professionals concerned should be trained for this work. ISS could propose its expertise in this regard. For
children residing in institutions that have kin and where it is in the best interests of the child, all efforts must be
made to reintegrate these children back into their family. It must be kept in mind that in some cases family
reunification may not always be the right solution, i.e. if the child is being placed with distant kin with whom he or
she has little or no affiliation, if the child is a teenager and has spent most of his/her life in an orphanage and
consider this as home. Most children will be best looked after in a family or extended family environment but for
some children, for different reasons staying in a family like orphanage or small group home where they receive
care and love and live in small groups may be preferable. In any case, the best interests of each child must be
considered. What is best for one child is not necessarily the best for the next child. ‘One size does not fit all’.
There needs to be more thorough monitoring of orphanages registered with local and national
government by local and national government. The general guidelines that have been issued by the Department
of Social Affairs are quite exhaustive and of a good standard (e.g. General Guidelines for the Provision of Social
Services to Children in Childcare Institutions 2004). From such guidelines clear standards need to be set by
National Government on the provision and standard of care in orphanages.
Training needs to be offered to a wide range of professionals and para-professionals by the Department of Social
Affairs including orphanages registered with them and local Government. Particular emphasis needs to be placed
on providing family type environments and for regular family and community contact. Staff of orphanages should
be carefully screened and if possible police checked, given appropriate and comprehensive training and paid a
fair salary for the responsibilities and work they undertake.
A rapid assessment needs to be undertaken of all orphanages (Panti) in Aceh to assess exactly the situation of
such children in institutions, how many have surviving family and their whereabouts and how many are biological
orphans. Staff members at these orphanages with the help of Dinas Sosial (and possibly international and local
NGOs) need to assess families and identify families that with the right type of support can take their children back.
Members of the national Department of Religion, who have established relationships with the religious boarding
schools and their network of orphanages can be instrumental in bridging the chasm that appears to exist between
the traditional and modern perspective and operations.
A cost analysis of institutional care could be undertaken as an advocacy tool to highlight that alternative family
based care is more economically viable than running institutions, although deinstitutionalization processes should
be primarily driven by the best interest of the child, before being a response to economical considerations.
Counselling services should be set up in maternity wards and also in clinics so that mothers who are considering
abandoning their babies can be counselled and supported. Similarly, this is an excellent platform for providing
parenting education and parenting support – both are key to protecting children and preserving family stability.
Orphanages cannot be ‘emptied’ overnight and the reality is that though children will be placed back with family,
extended family or possibly even a foster family or adoptive family, many children will remain in the orphanage.
For this reason it is imperative that each orphanage is encouraged to develop a more family like environment.
Significant efforts and energy should be devoted to embedding these facilities in the community within which they
exists. In order to promote normalization of the residential environment there must be significant and vibrant
interaction with the “real, outside world”. The Government’s Pati model offers in this respect an excellent model.
Smaller steps can be implemented in the immediate to normalize life and create family like environments as
possible. When children have family but for whatever reason this family can not look after them, whenever
appropriate these children should remain in contact with these family members as much as possible. Siblings
should never be separated because of the strong bond and affection that exists between them. Mental health
experts are beginning to recognize the significance and power of the sibling relationship. It is, they say, longer
lasting and more influential than any other, including those with parents, spouse, or children. When it is severed,
the effects can last a lifetime.
A complete detailing of the recommendations made by the International Social Service team can be found in the
full report, found on the ISS website” www.iss-ssi.org.
The following is a sampling of key recommendations.
As party to the UN Convention on the Rights of the Child, Indonesia has recognized “that the child, for the full and
harmonious development of his or her personality, should grow up in a family environment” and that “in all actions
concerning children […], the best interests of the child shall be a primary consideration”. Regarding the
Indonesian legal framework, whereas positive developments recently took place with a view to implement these
fundamental principles, further action should be taken in order to ensure that such developments are effective in
practice. As a large part of the Indonesian legal framework on children deprived of parental care is composed of
administrative guidelines, the binding impact of these rules is not guaranteed. Therefore it is recommended that
these rules be adopted as laws or regulations, either at national or local level, as it is the most appropriate,
according to the constitutional organization of the country. In addition, in order to ensure that the best interests of
the child are guaranteed in inter-country adoption procedures, Indonesia should ratify The 1993 Hague
Convention on Protection of Children and Co-operation in respect of Inter-country Adoption.
It is imperative that the large numbers of families looking after separated children in Aceh receive the right support
to be able to most effectively take care of these children for the long term. Initially all families caring for separated
children need to be identified and from this list using existing community structures, the village head, the women’s
groups, the clinics, the mosque, the youth groups and where they exist the child centers, the most vulnerable
families need to be identified and targeted with the support offered by existing programs (e.g. the joint
Depsos/UNICEF family support program). Families looking after separated children do not just require financial
and livelihood assistance, they also require information on good parenting, psycho-social issues, health, nutrition
and child development so that they can offer the best possible care to the children they have taken into their
families, whilst still ensuring the wellbeing of their existing family. In essence they need a full program of family
support. This information and support can be supplied through the existing community structures in the form of
workshops and participatory training.
In order to utilize existing experience and expertise these families should be encouraged to help support each
other by establishing parent and carer groups at a community level, where parents and carers can regularly meet
to discuss issues of concern. This would provide them with a forum to share best practice, and also reassure
them that other people are experiencing the same challenges that they are facing.
In the long term a community based social work infrastructure needs to be developed with social workers trained
in family and child matters, as well as with other professionals concerned with the protection and care of children
deprived of parental care. These professionals will need to operate at community/village level and be accountable
at district and in turn provincial level. Social workers through existing community structures can not only support
families that are looking after separated children but also identify and support other families in the community that
could foster or adopt 53 Preamble and art. 3, par. 1, of the CRC.
ISS recommends that a Child and Family Welfare Academy be created with initial locations in Banda Aceh and
Jakarta. This Academy would be aimed at acting as a resource centre, developing curricula, conducting training,
and providing counselling. It would be aimed at providing support to professionals, paraprofessionals, community
groups and private citizens who assume major responsibility for the health, welfare, education and care and
custody of children. This project could be based on a model, which has already been developed at the University
of Indonesia. ISS could contribute in this project through the Branches of its international network and its
International Reference Centre for the Rights of Children deprived of their Family.
A rapid assessment of the Panti (orphanages) in Aceh needs to be carried out identifying all children with
surviving parents and extended families. When appropriate and in the best interests of the child they should be
placed back into their families, who need to be offered whatever support is required. This could be linked into
existing family support, livelihood programmes (e.g. the Depsos/UNICEF initiative). Teams of staff within the
institutions or from the local social affairs office need to be trained to effectively assess the situation of surviving
families of children within residential care. Periodic review of the placement and appropriate supervision must also
be carried out. Adequate infrastructures should also be developed and professionals should be trained in order to
offer alternative permanent family measures for children who cannot be reintegrated into their family. Such
measures should include adoption, legal guardianship or kafalah. Adequate infrastructures for foster care, in
principle on a temporary basis, should also be developed. ISS expertise would certainly be relevant in this regard.
Inevitably some children will have to remain in institutions and so, these need to be rehabilitated to create a less
institutional environment by introducing a homely, more family like structure, with small group-living arrangements
and community integration. Contact with any remaining family should be maintained and where appropriate
financially supported. Finally above all siblings should never be separated.
The situation in Pesantren (religious boarding schools) is more difficult. However, it is
recommended that, at least in Aceh, a rapid assessment is undertaken on children in modern Pesantren and that
a survey is conducted with sensitivity of all children in traditional Pesantren. Efforts should be made through
workshops with staff, to train on psycho-social issues, health, nutrition and child development. These
assessments and workshops can be undertaken by the Department of Religious Affairs in partnership with and
with funding from other organisations. Much effort should be made to encourage parents of children in Pesantren
to make as many visits as possible and to have children back home as much as is possible. In some
circumstances this may lead together with appropriate support to a child being placed back with his/her family.
***
In order to put greater emphasis on human development within academic curricula, a Child and Family Institute
should be created. This Institute would stimulate the development of research, scholarship, policy analyses,
curriculum and training and would comprise specialists in social work, medicine, law, education, psychology,
human development and theology. By promulgating child ISS/UNICEF Development of the Alternative Care
System at Provincial (Aceh) and National Levels in Indonesia and family scholarship, it would fuel and inform the
political debate that is crucial to mobilizing the community to shape the public will in order to direct future
community action.
Finally, a national Child in Family campaign should be developed to communicate that the best place for a child to
grow up is in his or her family, with a view to promote de-institutionalization.
Such information could also be disseminated at community level. UNICEF and the Ministry should seek a high
profile community leader to be a spokesperson for this initiative.
Closing:
While the many dangers of globalization have been publicized and debated, for social workers and social welfare
professionals providing international social service, this development offers much promise. It will enable more
rapid transfer of knowledge and experience around the globe. This will fuel the further development of practice,
refinement of policy and accelerate human rights advances.
In a calamity as great as the December 2004 tsunami, cross fertilization of social welfare experience and
expertise helped to develop both immediate and long range solutions to the challenges facing a nation in shock.
Those committed to promoting care and protection for children and vulnerable adults can find some solace and
hope in the opportunity that arose from this crisis.
INTERNATIONAL REFERENCE CENTRE FOR THE
RIGHTS OF CHILDREN DEPRIVED OF THEIR FAMILY
(ISS/IRC)
PROTECTING CHILDREN WITHOUT PARENTAL CARE
AT GLOBAL AND LOCAL LEVELS
Christina BAGLIETTO*
The international community has increasingly taken action to ensure that children deprived of parental care
receive the attention they deserve, whether through international norms, domestic legislation or local initiatives.
Therefore, the current presentation intends to outline the successes and challenges of international cooperation
amongst governmental authorities and the NGO sector in the protection of these children. It will also set out
examples of programmes which were designed to enable international instruments to be implemented at national
levels and to benefit those most concerned at local level.
I.
INTERNATIONAL INSTRUMENTS
The last 15 years have witnessed the emergence of a number of instruments designed to enhance the protection
of children’s rights. Children deprived of parental care represent a group whose needs and rights have been
addressed by this development of international norms, which is still in progress today.
A. Development of international instruments
The United Nations Convention on the Rights of the Child (UNCRC), which came into force in 1990, remains the
most widely ratified international instrument. All States, except two, have ratified it and have engaged themselves
in implementing it and in reporting regularly on the progress of their implementation to the Committee on the
Rights of the Child. In addition, the Convention has, since its inception, been supplemented by two Optional
Protocols8 which are also increasingly being ratified by Member States of the United Nations.
*
Children’s Rights Assistant
Optional Protocol to the Convention on the Rights of the Child on the involvement of children in armed conflict and Optional
Protocol to the Convention on the Rights of the Child on the sale of children, child prostitution and child pornography, 25 May
2000. For more information on the Convention, its Optional Protocols and their implementation, see:
http://www.ohchr.org/english/bodies/crc/index.htm.
8
In 1993, the Hague Convention on Protection of Children and Cooperation in Respect of Intercountry Adoption
(THC-1993) became a fundamental instrument in regulating intercountry adoptions. It has become an excellent
example of cooperation between countries of origin and receiving countries in ensuring the respect for and the
protection of the best interests of the child deprived of a family and subject to adoption. It has now been ratified by
49 States and acceded by 19. It is hoped that the 1996 Hague Convention on Jurisdiction, Applicable Law,
Recognition, Enforcement and Cooperation in respect of Parental Responsibility and Measures for the Protection
of Children will meet a comparable success.
Most recently, UNICEF has commissioned the ISS to draft guidelines for the protection of children deprived of
parental care. These will be presented in further details at a later stage of this presentation.
B. Lessons learned from the implementation of international norms
What can we learn from the emergence and development of international norms in the field of children’s rights?
The implementation of an international instrument, in particular with such wide-ranging implications as the
UNCRC or the technicalities of THC-1993, is a challenge for every ratifying country. Whether an industrialised or
a developing country, whether a country of origin or a receiving country, all are faced with the need to reconsider
well-established practices and to rethink the allocation of human and financial resources in order to comply with
these newly integrated norms. It may well be a slow and challenging progress, but every step contributes further
to the protection of the rights of the child deprived of parental care.
Not only is this process a domestic challenge, but it also increases positive cooperation amongst States Parties to
these instruments. THC-1993, for example, has encouraged States Parties to work together in order to enhance
the effectiveness of adoption procedures between them and to ensure that these take place in the most beneficial
manner for the child. In this respect, the ISS/IRC has enabled professionals from these countries, including
authorities, adoption bodies, and academics, to share their experiences, to learn from good practices and to
understand the situation in the country at the other end of the adoption process. This is essential in working
positively at the international level. The Convention and the ISS/IRC programme have provided countries of origin
and receiving countries with a forum where to discuss and raise ethical, social and legal questions in relation to
adoption, which will enable them to implement international norms adequately and in the best interests of the
child.
In other words, the emergence and increasing ratification of instruments designed to protect children deprived of
parental care reflects a willingness to work together at international and regional levels. It has encouraged States
to take initiatives, provide efforts and search for results, in spite of important challenges, setbacks and delays, for
a better respect for, and protection of, the rights of children deprived of parental care. It, therefore, reflects a
positive approach to globalisation.
II. HOW DOES THE ISS CONTRIBUTE TO THE IMPLEMENTATION OF THESE INTERNATIONAL
INSTRUMENTS?
International instruments only become efficient if they are implemented appropriately at domestic level, by
national actors and stakeholders. As mentioned above, this can be a daunting and progressive task for all
countries concerned. It is in this context that the ISS can provide the technical support and the network of
professionals required, as I will outline now.
A. Presentation of the ISS/IRC
As you will well know from your regular work with our departments and from presentations by colleagues, the ISS
General Secretariat in Geneva has two main departments: the casework division and the International Reference
Centre for the Rights of Children Deprived of their Family. The latter is a programme created by the ISS and
designed to contribute world-wide to a better protection of children deprived, or at risk of being deprived, of a
family, and to promote their rights, in particular in alternative placements and adoption.
The ISS/IRC develops, in English, French and Spanish, documentation, information, research, expertise and
training aimed at the promotion of the rights of the child. In particular, it publishes a monthly review, which informs
and analyses legislation and practices relating to children without parental care and adoption world-wide. It is
distributed in industrialised and receiving countries which financially support the activities of the ISS/IRC and freeof-charge in all developing and countries of origin. In non-funding industrialised or receiving countries, it is
available through subscription. In 2005, there were 1,345 direct9 beneficiaries of the monthly review in 173
countries.
The ISS/IRC also issues training fact-sheets for distance training and exchange of experiences, designed to
support countries in the implementation of THC-1993 and other international norms relevant to the protection of
children without parental care. These are available in the same circumstances as mentioned above. In addition,
the IRC provides information and documentation via its website and in response to direct requests, and has also
provided specialist expertise through projects funded by intergovernmental organisations, such as UNICEF and
the OSCE.
The network which the ISS/IRC has developed over the past 10 years has enabled professionals world-wide to
gain a better understanding of international instruments, to direct their implementation towards compliance, to
learn from good practices abroad and to share their experiences with others, in countries of origin and in receiving
countries. This reflects a willingness, amongst national actors and stakeholders, to cooperate in the
implementation of international instruments for the benefit of the concerned children. We have also been made
aware that the ISS/IRC activities and the information we produce is then further disseminated at national level and
distributed to academic departments, local groups and initiatives, experts, etc. In other words, this network is a
participatory forum which enables local stakeholders to own the knowledge and understanding required to ensure
that international instruments reach those designed to benefit from them.
B. ISS/UNICEF Project of international guidelines for children without parental care
The project commissed by UNICEF on the drafting of international guidelines for the protection of children without
parental care is a further opportunity to involve many stakeholders in the protection of these children and to
enable them to participate in the creation and subsequent implementation of the norms.
9
Some ISS Branches are responsible for the distribution of the Monthly Review in their country; these indirect beneficiaries are
therefore not included in the present statistics.
These draft guidelines are the result of a joint project between the ISS and UNICEF, which called for international
standards on children without parental care. On 16 September 2005, the Committee on the Rights of the Child
devoted its general discussion day to the subject of “Children without parental care”. In its final conclusions, it
recommended that all international actors organise an expert meeting to prepare a set of international standards
for the protection and alternative care of children without parental care, which would be addressed to
Governments and to civil society at large. This resulted in a text which was discussed amongst the members of
the NGO Working Group for the protection of children without parental care, and which is currently being
examined by the members of the Committee on the Rights of the Child. Following their comments, the text will be
subjected to consultation amongst States. It is hoped that it will then finally be submitted for approval by the UN
General Assembly in 2007. The text of these guidelines is available on our website10.
C. In-country projects
For a more specific example of transfer of international norms and cooperation to local situations, it may be
interesting to explore some of ISS/IRC’s recent projects. These should provide you with an overview of the
potential opportunities for governmental bodies, NGOs and local civil society to cooperate in the protection of
children without parental care.
Ukraine: The Organisation for Security and Cooperation in Europe (OSCE) commissioned the ISS to carry out an
assessment of the current legislation, mechanisms and practice regarding the adoption of Ukrainian children,
against the background, in particular, of international standards and internationally-recognised principles in this
sphere. The final report resulted from two visits to Ukraine, during which the consultants met with a wide range of
individuals and entities, from the compilation and analysis of information requested in the form of a questionnaire,
and from an analysis of all legislative texts, decrees and government orders. It concluded with a number of
recommendations for improvement of the situation.
Given our limited focus of discussion, it is not so much the conclusion of this report and project which should draw
our attention. More importantly in an era of preventive and protective social services across borders is the nature
of this project. It is interesting to note that this project involved discussions with, and amongst, governmental
authorities, local authorities, national stakeholders and civil society. Furthermore, it was funded by an
intergovernmental organisation, the OSCE, and convened by an NGO, the ISS. All participated in the elaboration
of this assessment and discussed its findings in a concluding meeting.
Indonesia: In the context of the tsunami, which occurred in December 2004, the ISS was invited and financed by
UNICEF to assess the situation and needs of vulnerable children and families in Indonesia. In the context of the
current discussion, I wish to draw your attention to this project as an example of further cooperation, not only
between international organisations and the local communities, but also amongst the ISS network at large.
Training in Bulgaria and Peru: In 2004, ISS-Italy, in cooperation with the ISS/IRC and under a mandate of the
Italian Central Authority, operated the “Training for a good application of The Hague Convention on Intercountry
Adoption”. The seminars were designed to raise awareness to the ethical and legal principles applicable to
children deprived of their family and to reflect on the specific situation of the countries concerned. This project,
again, is an excellent example of international cooperation amongst receiving countries and countries of origin in
10
See : www.iss-ssi.org.
order to enhance understanding of, and compliance with, the international instruments relevant to their work and
to ensure that the best interests of the children concerned are indeed respected and protected.
In conclusion, the above-mentioned examples reflect the fact that the needs and rights of children deprived of a
family are issues which must be addressed as much at global as at local levels. Both approaches are fully
interdependent and rely on each other. In this context, the ISS/IRC plays an important role in, and provides a
forum for, transferring information, disseminating knowledge, and exchanging experiences between the global
and locals levels as well as between theory and practice.
The ISS/IRC always remains available and interested in engaging in projects aimed at the protection of children
deprived of parental care, whether at the international or at local level. It, thereby, hopes to contribute to better
collaboration between all countries and actors involved in the protection of children without parental care, to
ensure positive transfer of knowledge and experiences by social services and to enhance understanding and
implementation of international norms in specific country situations.
For any further information on our activities, please visit: www.iss-ssi.org or e-mail us at [email protected].
ISS UK – Family Reunion Project
Nadine SCHMITT*
“State Parties shall respect the right of the child who is separated
from one or both parents to maintain personal relations and direct
contact with both parents on a regular basis, except if it contrary to
the child’s best interest” (Article 9 of the UNCRC)
This article forms the basis of our work and is our guiding principle.
*
Intercountry Social Worker
The Libyan Family Reunion Project enables mothers to have contact with their children in Libya, who have been
abducted or retained by their Libyan fathers following the break up of the marriage.
BACKGROUND:
The project originates from 1997, when ISS UK became involved in facilitating contact between Libyan and British
parents and their children at the request of the Foreign and Commonwealth Office (FCO). The FCO initially
requested assistance to enable Libyan fathers to travel to the UK to spend time with their children. There were
concerns that such visits might not be welcome by the British mothers and ISS UK was asked to mediate.
ISS UK as a non-government organisation offered the necessary non-political affiliation needed at a time
when there were no diplomatic relations between the British and Libyan government. Working in
partnership with the Higher Committee for Children (HCC) in Libya, the government agency responsible
for child welfare, a successful visit took place in September 1997 with eight father’s visiting the UK. This
opened negotiations for a mother’s group visit to Libya, which took place in 1998.
First attempts for contact had been made in 1994 when a group of mothers visited Libya with the assistance of a
TV programme (Channel 4 – Cutting Edge), who also filmed throughout the visit. ISS UK was not involved in this
visit and therefore no direct comments can be made. It is reported that some mothers managed to see their
children, for others it was a painful experience because the children were not brought to the meeting as arranged.
Unfortunately the subsequent TV show offended the fathers greatly as it showed them in a very negative light.
Some mothers had made negative remarks/comments in front of the camera, which may have provided good
ratings for the TV programme, but resulted in the fathers not wanting their children to have any further contact
with their mothers. Before the HCC was willing to consider any further mothers’ visits, they wanted Libyan fathers
to travel to the UK to have contact with their children as there were also children who had been abducted by their
mothers
This experience has led to the decision not to involve the media in this project amymore and the mothers are now
asked to sign an agreement not to contact the media about the project prior to every visit.
LEGAL BACKGROUND:
The legal background to the project is such that Libya is not a signatory to the Hague Convention on International
Child Abduction and therefore the mothers have had no legal instrument or mechanism to have the children
returned to their care.
Libyan Law states that a child automatically takes the nationality of its father and that the child’s national law
always determines issues of custody. This means that Libyan Law will always prevail when custody/guardianship
is in dispute. The mother has the right to apply for custody, but even when granted access she must exercise her
rights within Libyan jurisdiction.
The above terms have made it very difficult for the mother to apply to a Libyan Court for residence or contact as
they often do not wish to live in Libya permanently. Even though a lot of mothers have lived in Libya during their
marriage, all of them chose to return to their country of origin. Some mothers have experienced violence during
their marriage and others would find it very difficult to work, but without work could not afford to live in Libya.
Therefore the groups also include mothers, who left Libya having found it too difficult to live there.
For these reasons ISS UK has to base the work on the UN Convention on the Rights of the Child, which is signed
by both Libya and the UK as binding obligations.
Furthermore in the late 1990’s it was often not possible for the mothers to travel to Libya to see their children. The
mothers required a letter of invitation from the fathers to be issued a visa. Even now the mothers can only travel
to Libya as part of a formal holiday group, she will not be able to obtain a visa if she is travelling by herself unless
such a letter of invitation is provided.
The first mother’s visit took place in 1998 and initially took place every two years. Since 2002 it is an
annual trip of two weeks in August, accompanied by two members of staff from ISS UK and joined by a
volunteer from the HCC in Libya for the whole time. The size of the group varies as not only mothers, but
grandparents, siblings or other extended family members may join the group. In 2005 21 people came on
the group visit to Libya.
THE VİSİT :
ISS UK continues to work closely with the HCC, who will visit the fathers once each mother has notified
ISS UK that they will be going on the trip. The HCC plays an important role in negotiating with the fathers
to secure their approval for contact between the mother and the child to take place. Where this is withheld
unreasonably the HCC has the power to sanction the visit. Many fathers especially in the years following
the separation form the mother, fear that the mother might re-abduct the child. Fathers can are therefore
be reluctant to give their consent to the visit. ISS UK does not support re-abduction and also asks the
mothers to sign an agreement not to abduct the child while on the group visit. The official nature of the
visit provides the father with the trust that the children will not be removed from Libya and it provides the
mothers with the safeguards of travelling within a group and being supported by ISS UK staff and the
other mothers.
The two weeks in Libya are very much family focussed with the mothers spending as much time as
possible with their children. During the trip most mothers and their children stay at a hotel together in a
relaxed holiday setting. There are some mothers that have rebuilt relationships with the father to a degree
where they feel comfortable to stay in the Libyan family home. In other families the trust has only been
established to the extend that the fathers will allow the children to spend the day at the hotel with the
mother, but not remain overnight.
ISS UK staff and the HCC volunteer are on hand to mediate between the parents or even the parents and
the children when problems occur. Understandably there is a lot of tension between the parents following
the abduction and other significant unresolved issues. At times it is difficult for the parents to remain
child-centred and not to focus on their problematic past. Problems can also arise between the mothers
and their children because of a lack of understanding for their different lives. Some mothers may feel
guilty not having stopped the abduction or having left their children in Libya when they could no longer
cope. The children’s ages when they lost contact to their mother plays an important part in their
relationship. Mothers come on the trip, who have not seen their children for a long time (in some cases it
has been 7 or 9 years) and therefore younger children will have little recollection of their mother. The
relationship can only slowly be rebuild. Older children will still remember their mother quite well and
some have memories of their lives in the UK having loved there prior to the abduction. Another problem
can be language as few children can no longer speak English and therefore communication with their
mother becomes extremely difficult. Not being able to share memories or talk about feelings can lead to
frustration on both sides. Some children seek to compensate for the “loss” of their mother by displaying
attention seeking behaviour and jealousy, which can be difficult for the mothers to handle.
It has become very clear over the years that no situation is settled. One father who had allowed his child
to spend the whole two weeks in the hotel in previous years, might one year decide that the mother has to
stay in the family home during the trip because he believes the child might be negatively influenced by
the mother or the other group members. In the family home he would be able to observe their
contact/relationship much better.
OUTCOME OF THE VİSİT :
Over the years there has certainly been an overall improvement in the children’s contact to their mothers,
but it is clear that without the annual visits the children would have much less contact. Some mothers
have reported that during the rest of the year email and phone contact is non-existent, others have said
that it is very sporadic and at the mercy the father.
This remains the case as the children get older and it is only once the children have reached the age of
majority 18 that there are more possibilities of liberties in legal terms. Boys become “independent” at the
age of 18, whereas the girls have to be married first before the father’s responsibilities cease.
In some cases once the children have turned 18 particularly the boys have travelled to the UK on
extended visits or even to study. While this is certainly a joyous moment for the mother and the children
it is not necessarily the end of all conflict. Some children find it difficult to settle in the UK and choose to
return to Libya. Others have remained in the UK to complete their studies, while some have chosen to
reside in the UK permanently.
For the girls it is much more difficult as they require their father’s approval to travel even after they have
turned 18. It is usually after they get married that they enjoy more frequent contact or visit to their mother.
CONCLUSİON:
Our experience shows that there is an ongoing need for annual visits to continue as the children require
assistance to ensure that Article 9 of the UNCRC is put into practice. It needs to be remembered that in
any family conflict be it separation and/or abduction it is the children that suffer the most and it is for
their benefit that contact to both parents is be maintained despite personal issues.
ISS UK is currently investigating whether this successful project could be set up with other Islamic
countries in order to support children in having an ongoing relationship with their parent in the other
country.
CONFLICT MANAGEMENT - AN APPROACH TO INTERCOUNTRY FAMILY CONFLICTS?
Sebastian REGITZ*
*
ISS – German Branch Berlin, March 2006
During its daily intercountry casework ISS is constantly dealing with family conflicts. To describe a conflict, on the
one hand, and to identify appropriate measures to handle it, on the other hand, we suggest to use a theoretical
approach called conflict management.
Of course, in ISS casework conflicts are being described and dealt with, since many years. Therefore, conflict
management could be both, to point out the experiences and professionalism of ISS and to break new grounds in
intercountry casework.
In conflict management the two decisive parts are to analyse the conflict and to identify measures to deal with it.
Conflict Capability
Social relationship without conflicts is impossible. That does not necessarily have to be a disadvantage. As
Johann Galtung11 describes it: „Conflict generates energy. The problem is how to channel that energy
constructively“. Therefore, Friedrich Glasl12 is arguing to help people to develop their social skills, i.e. to improve
one’s conflict ‘capability’.
Conflict capability in short:
* recognizing signs of a conflict early
* understanding mechanisms that determines conflict situations
* methods to express one’s own position without worsening the situation
* techniques to clarify positions and situations
* knowing when professional help is needed (Conflict capability of a single person is able to increase the
conflict resistance of a whole organisation.)
Analysis of the Conflict
Conflicts escalate successively. Glasl developed a model of nine levels of escalation. A conflict does not turn into
complete destruction, immediately, but intensifies successively, unless something is done to intervene. According
to Glasl a gradual intensification of a conflict is a downward movement. The escalation progressively activates
deeper and more subconscious levels, both in people and in groups, until these people or groups completely
loose their self-control. At the beginning of the escalation self-help is possible, later one needs professional
support. A model of escalation is helping the conflict parties in becoming aware of the existence and intensity of a
conflict in order to handle it constructively.
Driving mechanisms that continue to increase to the conflict are:
·
Snowballing of contentious issues (more issues are thrown into the disagreement) + Increasing simplification
in taking up the opposing party’s issues
·
Widening the arena, the circle of involvement is extended + Increasing personification
·
Pessimistic anticipation + Self-fulfilling prophecy: through my actions I create the situation I wanted to avoid
Third Party Intervention
Based on the text „Third parties between ‘Good Offices’ and ‘Power Mediation’“ of Norbert Ropers13:
+'Good offices' means a participation of the third party by covering all the measures that help the disputants arrive
a constructive solution of the conflict without a direct negotiating function of the third party (including provision of
11
Prof. Johann Galtung is a consultant to several UN agencies and a constantly traveling trainer/lecturer. An experienced peace
worker and Professor of Peace Studies, he is widely regarded as the founder of the academic discipline of peace research and one of
the leading pioneers of peace and conflict transformation in theory and practice.
12
Dr. Friedrich Glasl (Assistant Professor) has worked with conflict resolution in companies, schools, and communities for over
30 years, earning him and his techniques enormous respect.
13
Dr. Norbert Ropers - Director of the Berghof Foundation for Peace Support and Director of the Berghof Foundation for Conflict
Studies in Colombo (Sri Lanka). Areas of interest: theory and practice of ethnopolitical conflict management; integration of
conflict management into development co-operation and humanitarian aid; OSCE; southern Caucasus; Sri Lanka; training.
communication facilities, transport and accommodation; training the negotiators in methods that offer a win-win
solution).
+'Mediation' means directing the process of conflict management by the third party, always related to the content
of the conflict. Whereby a weaker form of negotiation (no consistent leadership-role of the third party, more
emphasis on the procedural side) could be described as facilitation.
+'Formal and informal arbitration/Litigation' means that a decision is based on legal principles and norms, by the
responsibility of a third party, i.e. it determines winners and losers.
+In 'power mediation' the third party is responsible for the outcome of the negotiation, and a decision is not based
on legal principles, but on the basis of whether the third party has the means to enforce its decision.
It is not difficult to see that along the spectrum from good offices to power mediation the influence on the
negotiating process by the third party is growing.
The interest of the third party is changing along the above described spectrum, from the interest, that two or more
parties are enabled to run negotiations to the interest to end a negotiating process, respectively a dispute or fight,
by its own rules and with the means of power.
ISS – a Third Party on a certain Level of Conflict Escalation
Following Glasl's model ISS is becoming a third party in family conflicts on an escalation level where self-help is
not longer possible.
Often, ISS casework is based on court decision or is supporting courts or social services by promoting the rights
of a child as subject of family conflicts. I.e., ISS is working as formal and informal arbitrator (following the concept
of Ropers).
Obviously, ISS is not able to become the role of a power mediator in a conflict, because ISS has no means to
enforce any taken decision.
But, and that is the actual state if ISS discussion, 'mediation' or even good offices are possible fields of ISS case
work, depending on the escalation level of a family conflict.
REFERENCES:
Johann Galtung, Peace by Peaceful Means, 1996
Friedrich Glasl, Confronting Conflict, 1999
Norbert Ropers, Peaceful Intervention, 1995
THE INTERNATIONAL PARENTAL CHILD ABDUCTION SERVICE
OF INTERNATIONAL SOCIAL SERVICE AUSTRALIAN BRANCH
Sandra DE SILVA
The International Social Service (ISS) has established a support service for families affected by International
Parental Child Abduction (IPCA). The Service was a result of the ISS Australia report, Living in Limbo, which is
available on the ISS Australia website. The IPCA Service was officially launched in October 2005 and is the only
specialist service of its kind in Australia.
The IPCA Service offers
·
a National Advisory and Support Line
·
an IPCA website
·
an IPCA Information Kit
·
national training
·
a national specialist network
·
a specialist referral database
The IPCA National Advisory and Support Line receives between 1-3 referrals a week, with a ratio of
approximately three female clients to every male client. The service provides all clients with telephone and email
support, and a few locally based clients have attended the service for in-person counselling.
The IPCA Service is explicitly child-focused which allows for objective support to both parties of parents. In
particular, the service has used the ISS global network to enable mediated contact between children and left
behind parents, especially during Hague proceedings.
The IPCA Website is part of the ISS Australia website and provides information and advice to families and
professionals. The contains a link to the Australian Attorney-General’s Department website on International Child
Abduction. The majority of referrals have come from parents accessing the IPCA website. ISS Australia plans to
make the site more interactive for potential clients, with a question and answer section and a section for parent
input and peer support.
The IPCA Kit contains introductory information for both families and professionals, as well as Fact Sheets and a
Prevention Plan. The Prevention Plan has been successfully used as a set of practical steps to reduce the
chances of abduction of her child. The IPCA Kit will soon be available on the website.
National Training and Specialist Network - The IPCA Service is now developing national training on IPCA
issues and is also developing a national specialist network. It is envisaged that a specially trained network will
lead into the development and implementation of a national IPCA prevention strategy.
FINDINGS TO DATE
Clients have presented to the service with a range of issues relating to the wrongful removal and/or retention of a
child, including: prevention, post-removal support, support during Hague proceedings, post-Hague proceedings
support, post removal tracing and broader international contact and parenting issues. Most clients have been left
behind parents, parents who have wrongfully removed or retained their child, or conflicted parents of separated
families.
Some cases involve a conflict between parents living in different countries, where ISS can assist in mediation
through its international network. Others involve tracing a child that a parent has not had contact with for many
years. Cases can develop from a long-term wrongful retention, where the child is now an adult and the issue is
about re-establishing contact with a parent.
Domestic Violence
There is a high correlation between international parental child abduction and domestic violence. In the majority of
cases, allegations of domestic violence are the key, or a contributing, motivating factor leading to the abduction.
The level of cases involving alleged domestic violence of a physical, sexual, emotional or financial nature is
approximately 70-80% of cases. This is in line with international findings.
ISS Australia has just been granted funding to research this correlation between IPCA and domestic violence,
which is of special interest to the Hague Permanent Bureau and will be a key point of discussion at the Special
Commission on the Hague Convention of 25 October 1980 on the Civil Aspects of International Child Abduction,
later this year. It is envisaged that the IPCA Service will present feedback to the Special Commission.
Intercultural families
The profile of cases with the IPCA Service supports the view that most IPCA involves inter-country couples with
children, exacerbated by intercultural differences, particularly where there are settlement issues and limited family
support for one or both parents.
Hague and Non-Hague cases
The IPCA Service has predominantly received referrals involving Hague countries, however where a child has
been removed to a non-Hague countries, locating and returning the child has proven extremely difficult.
Longer-term impacts
The IPCA Service has found that many families require ongoing support after children are returned in a Hague
case. Although the return of a child to the family marks the end of the international legal process, it is often the
beginning of a difficult period of adjustment, particularly where there may have been little or no preparation or
support for this.
Conclusions to Date
The early months of the ICPA Service’s establishment and operation has demonstrated:
·
there is demand for a specialist service;
·
a trained, specialist national network is critical to service delivery across a nation of this size;
·
the value of the ISS global network to such a service and its users;
·
the international interest in the establishment of this innovative Australian based service;
·
the need for examination of the particular situations of children and their parents where countries are not
signatories to the Hague Convention; and
·
the desirability of evaluation of the ICPA service following its full establishment and operation over a
period of time.
POST ADOPTION SERVICES IN HUNGARY
Júlia ANDRÁSI DR.*
The general attitude in Hungary is that the upbringing of a child is a private and confidential business of a family.
That is why people are usually against letting social workers and helpers in their families after the adoption. They
are usually afraid of these services instead of seeing them as means which can help them. According to the law,
there is no obligatory post adoption service that the families have to use after the adoption. (If some of them use
counselling or groups of mutual aid then it works on a voluntary basis.)
There is a 21 hours long training and counselling which is obligatory for couples (or singles) who want to adopt.
The counselling is taken by the psychologist of the competent child protection service. Without training and
counselling the couples (or singles) can not be declared as suitable for adoption. There is a good preparation of
the prospective adoptive parents before the adoption and a 30 days long pre-care period. The preparation is
made by the competent child protection service as well. If the adoptive parents need help after the adoption –
usually in the teenager ages when the children are more problematic-, they can visit the competent child
protection service. The psychologist of this service is to help the family if a problem arises. The families can turn
to him and he is obliged to help them. There are one or two psychologists working for each child protection
service.
There are so called “open adoptions”. Some of them are promoted by accredited bodies. Open adoption means
that the biological parents and prospective adoptive parents learn each other’s data before the adoption is settled
and the biological parents give their consent to the adoption of the child by the known adoptive parents. These
accredited bodies organise annual meetings of adopting families and mutual aid groups. The adoptive families
(who adopted their child with the help of that accredited body) can meet one another and talk about their
problems and the accredited bodies are there to help them if they get into hard situations after the adoption.
*
Central Authority, Hungary
We are in favour of the post adoption services and want them to be available for every adoptive family in
Hungary. We want them to see these not as a difficulty, negative consequence or barrier of the adoption but as
something that can help them if problems arise after the adoption is finalized.
Hungary ratified the Hague Convention on intercountry adoption in August 2005. In case of an international
adoption, Hungary, as a state of origin asks for follow up reports if an adoption is permitted and the family is back
in the receiving state. Before August the follow up reports were to be sent to the competent child protection
service of the country. Since August the receiving countries have to send their reports to the Central Authority for
intercountry adoption. We ask two reports after the adoption is finalized –in two months and twelve months. The
reports are to be made by a psychologist (or social worker) who can evaluate the child’s situation in the adoptive
family.
INTERNATIONAL SOCIAL SERVICE, ITS ROLE IN THE CURRENT SOCIAL CONTEXT AND ITS FUTURE IN
THE LIGHT OF THE EXPERIENCE OF THE ITALIAN BRANCH
Mrs Cristiana FABRETTI
Established in 1932, the Italian Branch of International Social Service has over 70 years experience in the
handling of cases related to migration, integration, family conflicts deriving from mixed marriages' and families
whose members live in different countries. Thus the Italian Branch has developed considerable expertise in the
fields of family mediation, the solution of international family conflicts and problems connected to migration such
as:
· Children's abduction during divorce or separation proceedings;
· Establishment and respect of visiting rights;
· Enquiries into relatives resident abroad with a view to custody of minors;
· Acknowledgement of paternity;
· Recovery of maintenance payments;
· Reestablishment of relationships;
· Family reunification;
· Search for origins;
· Unaccompanied foreign minors.
International Social Service has handled cases of this type -especially problems concerning family conflicts -since
times before the drafting of international agreements and also operates in non- signatory countries. ISS has thus
accumulated a considerable professional experience. Yet it is also an international network which is in constant
evolution thanks to the continuous updating generated by the handling of cases in various countries and to the
indispensable need to adapt to cultural and legislative changes.
The staff of the Italian Branch of ISS has always been composed by professional social workers, often with
specific legal skills, specialized in the delicate task of mediating directly with the persons concerned and/or with
local social services in different countries.
With the changes in the migratory phenomenon which have taken place over the last few years, Italy can no
longer be considered a country of emigration but rather a country of immigration. As a result the number of mixed
couples and mixed marriages in the country has increased, as well as the number of separations and thus the
number of related social, family and phsycological problems. Indeed, the preponderance of relationships between
European or "Western" citizens of a few years ago has now given way to a high number of relationships involving
citizens from various Asian, African and American countries. Moreover in addition to the socio-cultural problems,
normally encountered in mixed relationships, profound differences in legislation have to be considered especially
when family law is concerned. All this would make a direct dialogue among institutions and social services
extremely difficult.
Furthennore, it is necessary to bear in mind that foreigners often encounter considerable difficulties in settling
their life in a new country, difficulties which can seriously affect family relations when some (or all) members of the
family come from different cultural, religious or ethnic backgrounds.
Thus, the problems emerging are complex and very different to those encountered so far and, as a consequence,
they need to be studied by experts and approached in a neutral environment. Being perceived as more objective,
more open to cultural diversity and equidistant from the two socio- legislative systems involved, an international
organization such as International Social Service is perhaps the best body to be involved in this kind of research.
Mixed or foreign families experience the same marital difficulties as any other family. However, when combined
with cultural differences and the phenomenon of uprooting, sometimes these difficulties may appear more intense
and lead to more dramatic consequences. The Italian Branch has dealt with many problematic mixed or foreign
families, using its experience to develop various methodologies for coping with the problems involved. This
experience continues to evolve with each new case handled. However, it is our work with separated and
conflictive families which enables us to identify the elements we need to prevent further difficulties. Of course we
are referring to a limited number of families, since most mixed or immigrant families fortunately do not experience
these problems or manage to overcome them by using their own personal resources.
One of the most serious aspect encountered in the separation of mixed or foreign couples is the children
abduction by one of the parents and their transfer to another country (usually a country with which the children are
unfamiliar or which may even be completely unknown). In such - unfortunately increasingly frequent -situations,
the children often suffer serious traumas and lose many of their points of reference, including the right to be in
contact with both parents.
In this situation it is necessary to establish mediation with the foreign social service following the party which has
left Italy in order to enable performance of the delicate task of remote reconciliation and to encourage
maintenance of contact, visiting rights, payment of alimony contributions, etc.. In some cases, this kind of support
may prevent abduction, however, when abduction has already taken place, it is an essential means of verifying
what has happened, how the children involved are living and whether there is any possibility for a friendly solution
for their return.
ISS operates via an international network of branches whose professional figures cooperate with the legal and
administrative authorities involved in implementing family law agreements in various countries.
The Italian Branch has a long history of cooperation with the Italian Ministry of Justice, the juvenile courts and
public social services of the country.
ISS's general mission is to perform social enquiries abroad and to negotiate with parents living in different
countries with regard to the observance of visiting rights, the payment of alimony and the resumption of relations,
as well as to provide an objective analysis of the situation and to mediate in case of abduction.
In such cases, ISS has always perfonned simultaneous verification and reconciliation activities in the two
countries involved, engaging professional figures to meet both sides of the separated family. We cannot speak of
family mediation in the exact definition of the tenn as the activities are perfonned, when requested, whatever is
the emotional and judicial stage of the family procedure. This may mean that the parties involved are not ready to
cooperate in a reconciliation attempt and may not wish to be simultaneously present in the same location,
preferring to act separately and to dialogue through third party representatives. The recommendations regarding
family mediation published by the Council of Europe in 1998, dedicate a special chapter to international family
mediation and the need for services to be supplied by specifically qualified operators in consideration of the
development of the family and the increasing number of mixed or immigrant families in all European countries.
The fundamental aim of this type of mediation is to provide a bridge between the operators dealing with the
individual parties in the various national scenarios. Mediation between the different social services involved is an
essential aspect of the work performed by the ISS network. ISS sends the greatest possible amount of objective
data to the operator in the foreign country to allow a complete picture of the case before interviewing the person
concerned. These data include explanations of attitudes and details of actions and behaviors linked to the cultural
context of reference in order to reduce as much a s possible the occurrence of prejudice or preclusions, since this
task is not always easy for both the foreign and the local operator.
International mediation is naturally more necessary and probably more profitable in cases in which there is still
time for preventive measures to be taken or in which the conflict has not yet resulted in a legal struggle or
abduction. Indeed, in many cases, serious problems can be avoided as a result of couseling, cultural mediation,
the transmission of socio-legal information and a detailed understanding of the problems of the two ex-partners.
It is very important that all the operators involved are able to assess the cultural aspects of the conflict and
assume a position of neutrality, a position which does not require indifference to the problems to be faced, but
rather generates a more open and trusting approach.
Cases concerning family law and the dynamics of the mixed family are a large portion of the work of our network
and form part of the underlying mission of International Social Service, but it may be useful to have a look also at
some of the programs in which the local branches are engaged. The Italian Branch is currently working intensively
in the fields of unaccompanied minors and international adoptions.
UNACCOMPANIED MINORS
The Italian Branch of ISS has always been concerned with problems linked to the flow of unaccompanied foreign
minors to Italy and has implemented several special programs for foreign minors on the request of the involved
authorities. The phenomenon of unaccompanied foreign minors in Italy increased after the second Albanian
exodus in 1997 and, indeed, this was the year in which the first government measures were taken to set aside
funds and finance programs for their benefit. This was also the year in which the Italian Branch of ISS started its
cooperation with the Department of Social Affairs of the Prime Minister's Office (since 2001 with the Department
of Social Affairs of the Ministry of Labour and Social Policies), on behalf of the Committee for Foreign Minors.
Thanks to its practical experience and the studies it has completed together with other European branches, the
Italian Branch of ISS has always provided highly professional services aimed to this kind of minors and to their
needs. Furthermore, with the support offered by ISS's unique network of professional collaborators, all of whom
are perfectly aware of the local realities of the countries of origin of the minors involved, the Italian Branch has
also been able to establish specific programs benefiting unaccompanied foreign minors.
Professional family enquiries in their country of origin are an essential and priority element to be considered prior
to the taking of any decision regarding unaccompanied foreign minors in the country of immigration. Indeed, any
long term program in favour of a foreign minor -be it a permanent solution in Italy or the organization of assisted
repatriation -can only be approved after the situation in the country of origin has been carefully studied and
clarified. Naturally, when necessary, the minor is always protected.
As far as the practical supply of support is concerned, the staff of our partners operate throughout the territories of
their respective countries reaching -occasionally with considerable difficulty - even the families of minors living in
the most far-flung places or in spontaneous urban conglomerates totally lacking in civic order. Sometimes this has
taken a long time to draft a requested report on a family unit (this is especially true in countries in which requests
for enquiries have increased). However, ISS has now restructured its offices in order to cope with the increased
flow of minors, with the requirements of new conventions and with the needs of various institutional interlocutors,
especially with regard to Albania, Morocco and Romania. In fact the greatest flows of minors arrive from these
countries. Despite the difficulties encountered in this restructuring activity, ISS has nevertheless has ensured a
good level of continuity in performing social enquiries into the families of origin of the minors concerned and
especially those involved in assisted repatriation procedures.
In many countries, the offices of ISS have been reinforced via the identification of new partners and the
enhancement of the network upon which the work ofISS is based.
Once the social enquiry has been completed, it is necessary to decide on the future life of the minor. This decision
is taken by the juvenile authorities on the basis of the results of interviews with the child in Italy and the social
report performed abroad. In case of minor repatriation, ISS handles the practical side of the services supplied in
Italy. These services include accompanying the child to the airport, organizing his or her welcome abroad (in
cooperation with the ISS local partners), ensuring his or her reinsertion into the family of origin and setting up a
local project for his or her future.
Thanks to the gradual improvement in living conditions in Albania, Morocco and Romania, ISS now avails itself of
a real and proper map of resources. This allows us to ensure that the children and their families choose the best
future for the child, be it based on further schooling, professional training or apprenticeship with a company. This
map is the result of years of work aimed at raising the attention of school and training courses governors to
enable children to attend school or training course even when the academic year has already started. Further
important progress has also been made as far as encouraging the managers of large and small enterprises and
Italian and foreign businesses with offices in the country of reference, to offer jobs to repatriated minors.
A brief overview of the situation in the individual countries of reference shows that, over the last ten years, there
has been a considerable increase in the number of training schemes available in large cities and the number of
apprenticeship courses organized in small towns in Albania. Today Albania offers opportunities for every age
bracket and every professional level and is thus able to satisfy most requests for training regarding repatriated
minors.
Minors living in rural areas far from large cities are offered the chance to set up small businesses of their own.
These activities are supported from an economic point of view and generally give good results.
Minors who cannot attend training courses in the place in which their family lives and whose age or educational
background prevents them from setting up their own business, may be offered the chance to be hosted in a
residential centre in Tirana.
Romania offers many interesting training courses of various durations suitable for minors aged between 14 and
16 years of age.. In addition the Romanian school system is reasonably flexible and allows minors to return to
school at any moment of the academic year.
The main problem in Romania is the economic insecurity of the minors' families (and regions). For this reason,
over the last few years, our partner has established several residential centres (ranging from a centre in Calacha,
20 krn from Timisoara, accommodating up to 20 people to a number of apartments accommodating 4 -5 people
each) where minors attending training courses or completing apprenticeships in places other than their city of
origin may stay.
On the basis of the experience of past years, most minors who have participated in such training courses have
found a job either directly as a result of the training course, or as a result of contacts made with enterprises during
the course. However I8S also follows any minors who fails to find a job at the end of the course.
Romania also offers repatriated minors the chance to set up a small business of their own.
The situation in Romania is particularly interesting as our partner is currently proposing that Romania participate
in its international network by supplying professional operators to the European market.
As far as Morocco is concerned, up until two years ago there were no training schemes in the country other than
state schools, which did not allow children to return to school once term had started. Now, fortunately, the training
offer has increased with the creation of many new training schemes.
Training opportunities in Morocco now include a range of ten vocational courses (for mechanics, electricians,
plumbers, hotel and restaurant staff, telecommunications technicians, paramedics, carpenters, agriculture
technicians, planners) and contacts have been established to organize residential centres for young people
involved in agriculture training. Furthermore proposals have been advanced regarding the use of local funds for
the creation of a reception centre.
In addition to identifying and organizing of the most suitable training scheme for each minor and ensuring his or
her economic support, the reinsertion projects also include a period of time during which the minor and his or her
family is supported (few months after the minor's repatriation). Any minor who decide to set up autonomous
business activities are initially flanked by an expert in the chosen sector.
INTERNATIONAL ADOPTIONS
The Italian Branch of ISS is one of the few ISS offices which, as well as offering counseling, study and training
services, has also implemented international adoption programs directly. Indeed, in the 1950s, the Italian Branch
was responsible for handling the adoption of Italian minors in the USA, Australia and Canada, while, at a later
stage, it also organized the first adoptions by Italian couples of children from India and Korea. In 1983 it was
authorized to organize international adoptions pursuant to Law 184, an authorization that was confirmed with the
provisions of Law 476 of 1998. In April 2001, however, in view of the Italian position vis-a-vis the Hague
Convention, our Branch asked to be removed from the roll of agencies authorized to perform international
adoptions and returned to focusing exclusively on counseling, training and the supply of information to public
social services and administrative and judicial authorities.
In November 2001, the Italian Branch signed two agreements with the Commission for International Adoptions
(Central Authority on adoptions), the first regarding the organization of training programs for staff from the central
authorities of the countries of origin of the children: Peru, Colombia. Ukraine, Albania and Bulgaria. The second
agreement regarding special cases of adoption in countries in which there are no operative agencies. Special
cases being those regarding
mixed couples adopting in the country of origin of one member of the couple, the adoption of the brothers or
sisters of minors already adopted, and adoption by Italian couples resident abroad. According to this second
agreement, the couple has first to apply to the International Adoptions Commission and then, once authorized,
starts the adoption procedure through the International Social Service.
As far as the first agreement is concerned, training courses have been completed in Albania, Bulgaria and Peru,
while those to be held in the Ukraine and Colombia were cancelled by the International Adoptions Commission.
Instead a training course has been organized in Bolivia and it should terminate by the end of June 2006. The
organization of a fifth training course in Brazil is also being considered. Particularly well received by their
participants (government executives and members of the social and judicial sectors), the training courses were
held by experts from various sectors -legal, social, psychological -from Italy, from other host countries and from
the countries of origin of the minors adopted (the majority). One of the outcomes of the training courses was the
drafting of a manual that our Branch has distributed throughout the participating countries (printed version). A
computerized version of the manual is currently widely used by the General Secretariat in Geneva (International
Reference Centre).
The second agreement involved the collection and coordination by our office of information from the most farflung countries in which, when possible, we have made use of the cooperation of ISS correspondents. This work
has consists of approximately 30 cases per year involving Asia, Africa, Central and South America, United States
and Eastern Europe.
CONCLUSIONS
There is no doubt that one of the most startling phenomena of our times is the ease and speed with which
communications can now be exchanged. Indeed, many NGGs, voluntary associations and religious groups now
operate throughout the world with the aim of helping disadvantaged countries or disadvantaged groups within socalled rich countries (such as immigrants). All this seems to put the ISS and its network a little "to one side".
Yet, it must not be forgotten that the groups and countries being helped are made up of "real people" who have
the right to professional support wherever they may be and whatever their situation of crisis or hardship may
involve.
Thus the challenge ISS will have to face in the future will be that of making its professional skills and its ability to
intervene in the most appropriate manner, available to cases in which reconciliation and international mediation
are indispensable for the resolution of family conflicts. This will be especially important when the fragilities and
personalities of children are compromised and when prompt, targeted action is crucial.
At present, no NGO is ready to provide the same level of professional skill or to supply professional figures
capable of operating to the same standards as those of ISS in this field. Indeed, the work currently perfonned by
ISS can and must only be enhanced by the individual branches of ISS, each of which must try to establish
conventions with their own governments and central authorities, and by the General Secretariat vis-a-vis the
Hague Conference on intemationallaw.
Of course, training has always been a fundamental part of the work of ISS. At present the General Secretariat in
Geneva is organizing an interdisciplinary team of trainers from various areas of expertise, of various nationalities
and from some of the most experienced branches of ISS, for training operators who will have to deal with
international mediation in family conflicts in their countries of origin.
In the near future, for example, the branches of the host countries of adopted children could also be able to study
training models based on the Italian international adoption project. In such a way they may propose similar
models to the central authorities of their countries for training operators in countries of origin of the children.
It would be also interesting for ISS network to study and organize training courses for social operators in the
countries of immigration/emigration of unaccompanied minors.
IMPORTANCE OF PROTECTIVE AND PREVENTIVE SOCIAL SERVICES TO ELIMINATE DOMESTIC
VIOLENCE IN AZERBAIJAN
AYTAKIN HUSEYNLI *
In order to eliminate social problems social services designed for them are important to be protective and
preventive. It helps an issue to become a problem in the first place, and protects victims of problem when they
face it. In countries, which are in transition, the importance of protective and preventive services is not
acknowledged well. In Azerbaijan, being one of the transitional countries, the importance is mostly given to social
services that are aimed at providing assistance or aid to target population. For instance, one of the critical social
problems in Azerbaijan is domestic violence. It is one of the obstacles to achieve gender quality in all spheres of
the country (OMCT, 2004). Absence of preventive services such as awareness raising, educational, family
therapy, counseling and protective services, such as shelters for victims, hotlines and legal counseling, makes
this problem more critical and the victims of it more vulnerable.
There is no national statistics on domestic violence; however, the problem has been studied by non-governmental
organizations more broadly than any other social problems in Azerbaijan. In the result of studies it has been found
as a serious problem like in other societies and very critical statistics were reported. The study conducted by the
United States Agency for International Development (2001) among 7,668 women revealed that 30% of women
were verbally, 20% physically and 10% sexually abused in Azerbaijan. According to the study by International
Rescue Committee 317 cases regarding crimes of violence against women were registered in 2002 and 289 in
2003. Monitoring of the national press by local NGO, Clean World (34 periodicals published within one year),
revealed serious facts of violence. Newspapers during one year, March 2004-March 2005 reported about 520
cases of violence against women, with the mortality rate of 25% (129 cases). 85 cases out of this number was
domestic violence and 60% of these cases ended up with death of women (Gureyeva, 2005).
Although the domestic violence has been studied for a long time, social services, which would prevent the
problem and protect victims of the problem have not been designed and introduced by the government yet. The
government signed and ratified the Beijing Convention on Elimination all kind of Discrimination against Women in
1995. Moreover, the constitution of Azerbaijan Republic also guarantees equality between men and women. New
amendments were made to criminal code of the country that recognizes the violence as a crime (Gureyeva,
2005). However, preventive and protective family services are absent and it makes families vulnerable when they
face domestic violence. Families are not able to cope with domestic violence by themselves and it leads them to
tragic incidents which are not avoidable such as death, physical and psychological trauma of women, children as
well as men.
The reasons for domestic violence such as lack of legislation, low level of awareness on domestic violence and
growing patriarchal believes and family traditions, which will be discussed subsequently in this paper, also
emerge need for establishment of universal preventive and protective family services by the government.
Lack of protective and preventive services to protect families
Current social protection system for Azerbaijani citizens that includes economic, legal and social benefits was
inherited from the Soviet Union (Aliyev & Guliyev, 2005). These services are regulated by the legislation, which
was also designed during the Soviet Union. Since all social problems were controlled and regulated by the
*
MSW Social Work Master Degree Program,
Baku State University
centralized government these services are mostly focused on providing aid or assistance to people. The
philosophy of Soviet social services was to create equality between people. The purpose of these services was
distribution and redistribution of financial recourses (Aliyev & Guliyev, 2005). Therefore, current social services for
families provided by the government based on the same philosophy and idea. They mainly consist of public
assistance such as cash allowances and benefits for poor families, divorced, widowed parents and disability
benefits for families with a child or a parent with disabilities. These allowances and benefits are financed by the
government budget and are delivered by the Ministry of Labor and Social Protection and its local offices (Aliyev &
Guliyev, 2005).
Currently almost all infrastructures of the country are reformed by the State Program on Poverty Reduction and
Economic Development (SPRED), which is being implemented jointly by the government and World Bank, UN,
and IMF. SPRED, based on liberal market economy principles and ideas, also has not included protective and
preventive social services to families in social policy section. Only one social service, Targeted Assistance to
Needy Families was planned and designed to deliver cash assistance to poor families in the coming years. This
service complies all previous allowances and benefits under one service.
There is only one Women Crises Center in the country, which is run by the local NGO and is located in the capital
city. It has hotline, legal and psychosocial support services. Moreover, very few services, such as legal counseling
and rehabilitation services were provided by some national and international NGOs which are not systematic,
sustainable and depend on donor money to operate.
Lack of legislation on domestic violence
The Azerbaijan government signed and ratified CEDAW in 1995 to create an equal opportunity for women and
protect them from any violence. The Constitution of the Azerbaijan Republic guarantees equality between men
and women. The Criminal Code of the Azerbaijan Republic (2000) recognizes physical or psychological suffering
caused by violent acts or systematic beatings (Article 133), physical harm resulting in health disorders and
disabilities (Articles 126, 127 and 128) and cruel treatment or systematic humiliation (Article 125) as a crime.
However, there is no specific legislation on domestic violence (OMCT, 2004). That is why police also does not
work considering domestic violence to be a family issue and does not accept application of battered women. Only
if a woman had been severally beaten, was hospitalized and had medical examiner confirming infliction of serious
bodily injuries, police accepts her application. However, even if women dared to apply for the legal protection to
the court, the maximum penalty which was assigned to violators or three weeks of corrective labor (Azerbaijan
Gender Information Center, 2005).
Growing patriarchal believes and family traditions
One of the important reasons which contribute to high rate of domestic violence is growing patriarchal and
traditional family believes in the Azerbaijan society. Patriarchal traditions are strongly remerging in the families
after the collapse of the Soviet Union (USAID, 2005). Gender equality now is lower than in Soviet Union (USAID,
2005). It affects on definition of masculinity and femininity in the Azerbaijan society, which play an important role
for domestic violence. Mostly in Azerbaijan culture, the man needs to be deceive, competitive, main breadwinner,
violent, strong and having power over the woman in order to prove his masculinity, whereas femininity (woman) is
defined as passive, obedient, dependent and helpless.
Another factor is extended families. Mostly families in Azerbaijan consist of a mother, father, children,
grandparents and other extended members of the family. To live in extended families is very usual for sub-urban
and rural population but can very often be found in urban cities as well. Most mothers, fathers and other law’s
influence on decision-making of the family and they play an important role on reinforcing restriction on women
besides husbands. This mostly causes domestic violence and makes home not a refugee from violence but its
location.
Lack of knowledge about domestic violence
Generally the Azerbaijan society does not acknowledge domestic violence as a problem and it is considered as a
private matter of the family. Studies conducted by local NGOs report that husbands in Azerbaijan consider that, if
“a woman has been beaten, then she deserved it” (Gureyeva, 2005). Another huge problem is that women
themselves lack knowledge about women human rights and most of them accept domestic violence as a normal
behavior. Research conducted by Clean World revealed that 24 % of women of target group held believe that if
they were beaten they deserved it and 36% of battered wives justified behavior of their husband (Gureyeva,
2005).
The study conducted by UNDP (2006) reported that only 3% of women can apply to the police and none of them
knew how to act during the domestic violence. Moreover, since the establishment of Women Crises Center in
2001 only 4.806 women visited the center and 5.778 women used the hotline (Gureyeva, 2005). All these
indicators show significant low level of awareness of domestic violence among women.
Conclusion
Domestic violence is one of the serious human rights violations in the world and takes place in all societies
whether it is developed or not developed. In Azerbaijan due to lack of preventive and protective services the
problem makes families more vulnerable. Lack of legislation, lack of preventive and protective services, raising
patriarchal believes and low level of awareness on domestic violence in the society especially among women
cause domestic violence. It is very important that people get informed about the consequences of domestic
violence which rends apart families, couples, damages children and reduces the quality of life and people’s
general sense of well being.
Recommendations
In order to prevent domestic violence and eliminate its consequences the Azerbaijan government needs to
establish the following preventive and protective services. All these services need to be designed and established
by the government in order to be systematic and sustainable. Local NGOs can contract with the government in
order to deliver these services, however the government needs to play the main role. All these services can be
coordinated by the State Committee on Women, Children and Family Issues which was established in February,
2006:
1.
Adopt of legislation on domestic violence and establish mechanism for police, social worker and other
relevant bodies that can intervene while domestic violence takes place.
2.
Adopt legislation, which will allow keeping abuser (husbands in most cases) away from households. It is very
important to have this kind of legislation. Because in most cases women with children leave the household when
they face violence in order to have safety. Being away from their own home makes women and children more
vulnerable. Therefore it is very important to have a law which allows keeping husband away and leaving home for
women and children.
3.
Establish shelters with psychosocial, legal, vocational training and job finding services for battered and
abused women and for their children. The shelters should be prioritized for victims who live with husband in his
extended families, because even though a husband is kept away from the household, the extended family
members are still threat to victims; women and children.
4.
Establish family counseling centers, which will provide counseling services to families when they face the
violence.
5.
Establish therapy services for victims and abusers to help them with rehabilitation.
6.
Establish hot lines, which are free of charge.
7.
Run educational programs on domestic violence in schools, colleges and universities in order to increase
awareness on gender equality, domestic violence and its consequences. It will also help to change believes
regarding roles of husband and wife in the family which are sexist and patriarchal now.
References
Aliyev, A., & Quliyev, A., (2005). Methodological Basis of Social and Economic
Spheres (in Azerbaijani language). Adiloglu Center Press, Baku, Azerbaijan
Azerbaijan Gender Information Center (2003). Media-monitoring on Violence against
Women, Retrieved March 31 from Retrieved March 31 from
(http://www.gender-az.org/shablon_en.shtml?doc/en/library/reserch/ monitoring
International Rescue Committee (2003). Violence and Women in Azerbaijan
Retrieved April 2 from (http://intranet.theirc.org/docs/IRC%20Azerbaijan
%20VAW%20Assessment%20June%202004%20English.pdf
Gureyeva, Y. Report on Violence against Women in Azerbaijan for the UN Division
for the Advancement of Women. Retrieved March 31 from
http://www.stopvaw.org/Azerbaijan.html
United Nations Committee on Economic, Social and Cultural Rights (2004).
Alternative Report Violence Against Women in Azerbaijan
United States Agency for International Aid (2004). Gender Assessment for
USAID/Caucuses/Azerbaijan. Retrieved April 2 from www.genderaz.org/doc/en/development/assessment.pdf
United States Agency for International Aid (2001). Reproductive Health Survey
Azerbaijan. Retrieved April 2 from http://www.dec.org/pdf_docs/
PNACT158.pdf
WE LIVE IN THE AGE OF THE REFUGEE, THAT İS
LOUIS MINSTER
A person taking refugee (especially) in a foreign country; from war on persecution or natural disaster seeking
shelter from pursuit, or danger or trouble Ineviably established communities and patterns of communities face
disruption.
In the western and developing world the extended family is in crisis, where it exists at all _ distances from rural to
urban centres and modern living patterns – of the building of smaller units of accommodations per square meter
resict the dwelling to the nucleear family unit.
In the midst of these changes the European community is concerned not only that people are reluctant to
change their place of employement but to seek employement in other country.
Employees need not only a home but also the social security that accommodation offers, Language, health,
religion, cultural patterns are all some of the elements which contirbute to integration – and equally are the
elements which contirbute to social disadvantages.
There is of course powerfull evidence that social disadvantage is associated with increased chances of profound
ill health – reflected in the incidence long – standing illness.
Social Work
Historically social service agencies developed from the traditions of alleviating poverty and policing social
behaviour.
Social work and society are caught in an increase and changing relationship. Just as social work seeks to
influence society (and individuals and families within it), so society (in its many guises) seeks to control social
work, by setting limits on what social workers can and should do. Social work is situated in the middle, pulled
between the individual and society, the powerful and the excluded, negotiating and at times in conflict with both.
What is Social Work?
Social work today takes place in a variety of settings in the statuory, volundary and private sectors. Social workers
works in hospitals, doctors’ surgeries, schools, nurseries and prisons as well as in a wide range of primary social
work agencies (field-work, residential and day care). But this does not give any indication of what social workers
actually do in their many settings. ‘social work’, (Smale et al.) (2000, p.5), ‘is about the interventions made to
change social situations so that people who need support or are at risk can have their needs met more
appropirately that if no intervention were made. ‘This definition poses as many questions as it answers. Can
social workers cange social situations? How is this ‘intervention’ to be judged and by whom? What does
‘appropiately’ mean in this context? Who decides?
Social work cannot be seperated from society – we cannot explain or understand social work without locating it
within society.
What is Society?
The Oxford English Dictionary (1999 edition) suggests that society is ‘the aggregate of peole living together in a
more or less ordered community’. But what is an ‘aggregate’ of people? How many people must this include for it
to be considered in society? Does the definition assume a homogenieous or heterogeneous group of people?
What is a community? What does it mean to be ‘more or less ordered’ ? Most importantly, whose answers should
we accept and what are the implications of holding a particular position?
Social Work and ‘Modern’ Society
It was the social crisis which occured in western Europe and North America in the eighteenth and nineteenth
centuries that led to the creation of social work as an instuation and a profession. Social work emerged as a
response to this crisis and as a compromise between different wievs about what form that response should take.
Rapid industrialization and urbanization transformed the lives of all people, rich and poor alike. Social problems
that hadd been dispersed are largely invisible in the countryside (poverty and overcrowding, poor housing ill-
health and disease, alcohol and drug abuse, prosituation, unsupervised children) were commonplace in the towns
and cities.
Social Work and ‘Post Modern’ Society
It is impossible to say when the ’modern’ period in social work ended and the ‘post modernity’ began – supposing
that is exist But whatever we think about post modernity’ we can be certain that the world we are living in at the
beginning of the twenty-first century has changed and is continuing to change rapidly. The structure and
organization of social eork has been transforned.
Globalization has also been accompanied be attempts across advanced industrialised societies to cut public
expenditures and introduce new ways of managing welfare. In most counties, this has meant in increase in social
inequalities-paradoxically, the field of social work is extended just as resources are cut (Wilson, 1998, p.51). In
the UK, the mechanism of the market has been introduced troughout public sector agencies.Statutory social work
agencies have seen the creation of a split between purchaser and provider roles, and the introduction of charges
for services, the contracting out of services and the promotion of competition between statutory, voluntary and
private sector. (Pinkney). 1998, p.263), clients have become customers and social workers bugdet-holders, with
little control over the resources which they must purchase in the ‘market’ of care. Social workers are experlencing
high levels of anxiety and pressure, as they strive to maintain the social work role in the face of challanges from
other care professionals, such as occupational therapists, districts nurses and communitiy psychiatric nurses.
Today the lines between volundary and statutory agencies have become increasingly blurred. Most volundary
agencies rely heavily on local and central government funnding for their activities. Meanwhile statutory agencies
depend on the informal networks of caring to meet most social needs. There is a general acceptance (again) that
the state cannot provide all social welfare a ‘last resort service’, rationed by tests of income and need (Hill, 2000).
The ‘underserving poor’ of the past are today’s ‘socially excluded’ or ‘underclass’ and they are the major users of
statutory social work services.
So what of social work and society in future ?Realistically, social work will continue to be more about helping
peole to fit into society than about changing society- it will be concerned with maintenance rather than social
revolution (Davies, 1994). But given its breadth of scope, its complexities and its divertisities social work can do
more than this.Social work has previlaged access to the lives of individuals and the working of Society, exerting a
positive influnce on both.
It will equally be requested of the social Worker to understand the’sense’ of oue immigrant communities> Social
Workers will be called upon to understand interpred and real ideals about right and wrong. Justice and ethics,
culture and beliefs in regard to child rearing in particular.
THE FAMILIAL PROBLEMS OF THE IMMIGRANTS IN NETHERLANDS AND THE SOCIAL SERVICES
PROVIDED TO THEM
Murat CAN *
Besides the other definitions, immigration is a psychosocial transition period. Therefore it brings many other
problems along with it. When we look at the immigration of the Turks who live in the countries of the western
Europe, Netherlands in particular, we see that the immigration has at least four stages: the immigration of the
man, immigration of the woman following him, the immigration of the children which makes the family reunited
again and the recent position of the family in which the whole family lives together. When we consider this issue in
terms of our subject matter, we see that the family and the individuals are exposed to problems and diseases at
each stage of the immigration. The reason for this is that the protective-preventive-supportive systems in the
original country that the individual comes from no longer exists and the changing roles, the increasing or
decreasing roles, the lack of unity in the family leads to unbalances and disharmonies in and between the
families, between the families and the society. That is why the immigrants, the Turks in this case, need the ways,
methods and techniques related to the family issue (family therapy, family consultancy, family guidance, family
mediation etc.) more than the natives of that society needs.
As well known, in a therapy, consultancy or guidance relationship there exists a receiver, a transmitter and a
medium where these events takes place. When we examine these three actors in the special circumstances of
Netherlands we realize an unpleasant picture. Our citizens who have problems doesn’t pay effort to receive
assistance, the institutions and organizations of Netherlands do not or can not pay effort to give these people the
necessary assistance or, even worse than the past, the time and place does not allow this relationship to be build.
As a result, the dilemma that our citizens face becomes bigger and bigger. Recently, while the Turks are facing
the difficulties faced by the Netherlanders 30 or 40 years ago, there have been important changes in Netherlands
and in the quality and quantity of the abovementioned institutions and agencies based on family, in contrast to
Turkey. First of all the concept of family has gone through many structural and fundamental changes. The nuclear
family concept has been replaced with people living together with someone of the same sex (homosexual
relationships) or opposite sex-without a marriage- and the tendency to have a baby has increased in this kind of
relationships. And this can be put down to the increasing individual freedom and the selfishness arising thereof.
Due to these changes the content of the familial problems have changed too.
*
Psychotherapist
Tilburg Netherlands
In this context, in my opinion the “family support projects for families living in different circumstances” carried out
under the leadership of the Social Services and Child Protection Society, in particular, are tailored projects for the
needs of the Turks living abroad, especially in Netherlands and I think that they will be very fruitful. There is lot to
be learned from these projects by Netherlands and the Turkish society living there in this respect.
These abovementioned improvements concern the health and social service institutions by their nature. In order
to understand the issue in a better way it is useful to highlight the way of organization of this kind of institutions.
The health and social service institutions in Netherlands are organized in three stages. The first one of these
institutions is the family physicians and the social service offices, which are called the first line institutions. In
normal circumstances the citizens can go to these institutions without an appointment, but it has become
impossible in practice. The most important characteristic of these institutions is that they are close to the citizens
and they are organized all around the country.
The “second line” institutions constituting the second stage consist of the specialized health and social service
institutions. They are mainly the mental health centers, rehabilitation centers for addicts and other fields requiring
specialization. The basic condition for coming to this stage is going through the first line institutions. Mostly
outpatient treatment and assistance is provided at these institutions.
The places where inpatient treatment is delivered, specialized hospitals in particular, constitute the “third stage”
institutions. These are also specialized social services practice areas.
When we consider the issue in terms of the occupation of social services we see that the occupation of social
services dates back to 1899 in Netherlands and it is an acknowledged profession. It is known that at least 15
thousand individual workers (as a specialization in social services) exits. It also estimated that at least this much
social workers and socio-cultural workers exist. There are 120 private social service offices besides the other
different fields.
The position of the social services became clearer and the importance of it was better understood especially with
the re-development movements after the Second World War and the following socio-economic problems. The
occupation of social services is a “must” in the western world where the feudal relations have been totally erased
and family and other social relations have become weak and started to disappear.
In this respect, It is useful to mention that the services provided for the families are mostly delivered at the first
line institutions. Therefore these institutions face most of the problems. Another characteristic of the first line
institution, which distinguishes it from the second line institutions, is whether the individual has a symptom of a
disease. If a disease is in question, then the individual should be transferred to the second line institution. That is
to say, while the first line consists of family consultancy and support, the second line includes family therapy.
However, in daily practice the borders are not that clear. It is known that the Turkish citizens crowd in the first line
institutions maybe because it is closer to the citizens.
Besides this line structure which is generally free of charge, members of different professions render family
therapy, family consultancy etc. services in their own office for a fee. As there is no need for a waiting time in
these offices, it is known that they have been preferred more and more recently.
When we consider the issue in terms of the Turks, it is known that the institutions or agencies with or without a fee
are not that open to the Turkish citizens, that the Turkish citizens do not prefer these institutions mostly, they quit
in a short while if they prefer to go to these places, the desired improvement is not acquired, and they generally
deny or hide the problem or try to solve it with the traditional methods (threatening, hitting, shouting or preferring
the intervention of the ecclesiastics).
Despite of all these challenges, in recent months, the Turkish specialists, one of the leading being the speaker,
have established their private offices within the framework of a new configuration in order to help the citizens. In
our workshop this issue will be dealt in detail and there will be exchange of information between the two countries
taking the causes and effects of the issue into consideration.
TURKISH REPUBLIC OF NORTHERN CYPRUS
MINISTRY OF LABOUR AND SOCIAL SECURITY
DEPARTMENT OF SOCIAL SERVICES
EVOLUTION OF SOCIAL SERVICES IN T.R.N.C.:
Sıdıka ÖZDOĞAN
*
The very first efforts were started at Reformatory Schools affiliated to Cyprus Education Directorate on December
1, 1945 during the English colonial administration period. These services aimed at reforming and rehabilitating the
offending children and were implemented with the joint efforts of both the Greek and the Turkish.
The English Colonial Administration set the foundation of Social Services in 1948 in order to prevent the poverty
that naturally emerged after the World War II and the increasing cases of theft and begging as a result of the
poverty-related unemployment. Having started serving the society with a limited number of personnel and a more
limited field of duty, Department of Social Services provided support to individuals and the society both socially
and economically in every social case in Cyprus.
Department of Social Services maintained its activities after the foundation of the Turkish Republic of Northern
Cyprus in 1960 with Congregations performing 3/7 of the activities.
As a result of the armed conflicts between the two communities in December 1963, Turkish Society was forced to
live in restricted areas in the form of Cantons. Immigrant’s Offices were established in those regions with the aim
of finding a solution to the unemployment and housing-related socio-psychological problems of our people who
immigrated from 103 villages. These offices provided every kind of Social Service to the Turkish Society suffering
from unemployment, lack of housing and poverty.
All Turkish Cypriots immigrated to North during the population exchange performed in parallel with the agreement
concluded after the Peace Operation in 1974. Multidimensional efforts were put out to provide the required
immigrant’s houses, help them with respect to housing and rehabilitation, provide them with immigrant’s monetary
assistance and, most importantly, mitigate the effect of social and psychological problems of war on our people.
Department of Social Services completed its legal establishment in 1988 after going through all of the
abovementioned stages. Taking the advantage of the geographical structure of our country into consideration, it
also aimed at providing service to the whole society and is therefore organized accordingly; having one Center, 5
District Branches and 3 Offices.
We continue with our efforts to find solutions to problems due to the improving modern technology and the
changing demographical structure of society and to establish welfare at individual, family and society level. Based
on the assumption that a healthy society is composed of healthy families, we attach great importance particularly
to family problems and all our social workers are engaged in voluntary family works in this sense.
Domestic disputes, difficulty in adapting the new settlement, alienation and unemployment-related poverty
emerged as a result of the structural changes in the society. In terms of these problems arising from the social
structure, there were efforts to take services to people as effective as it was possible those days.
A family counselling center affiliated to the Department of Social Services has not yet been established in
T.R.N.C. but projects to do so are still being worked on. Preventive and supportive services that we provide to
*
Head of the Department of Social Services
families are shaped by the quality of the problem and these services are provided by the staff of the Department
of Social Services in the related region.
Families may sometimes feel the absence of the power and capability to get rid of the problems which arose out
of their will. Such a family may need to apply to a Social Service Institution. Social Services intervenes in families
experiencing certain problems before the family breaks up and tries to prevent such a break-up. The primary aim
of Social Services in intervening in the family is to establish the welfare of the child.
Not only poor and orphan children but also the children living in a normal family environment are included within
the scope of children’s welfare services since there are children in the society who have a family but who also
have psychological problems and emotional conflicts within the family. The family may come on the verge of
breaking up and dissolution despite the efforts of the family members and various professional interventions. In
our country, Department of Social Services takes care of the children of families that are broken-up and dissolved
due to certain reasons. Taken under the protection of our Department, these children are placed in appropriate
institutions.
Another service provided for the children in need of protection in our country is the protective family service.
Protective family service is the short or long-term care service provided by appropriate families under the control
and supervision of Social Services to children who can not be cared by his/her own family due to certain reasons
and who can not be adopted. Our aim is to care the children within a family environment rather than providing this
care at an institution. To this end, we have doubled our efforts to introduce and publicize Protective family service
to the society in 2006. With this aim, a reasonable amount of appropriation is allocated from the 2006 budget to
support this service.
Social Services also prepares a social investigation report in terms of guardianship. If parents are to get divorced,
the family court may ask for a social investigation report on the parents and the children in order to determine the
parent who will be the guardian of the children. The report to be prepared by Social Services will include
information on the psycho-social and economic statuses of the parents and the conditions that will ensure the
better bringing up of the children. The court evaluates the report and the opinions and renders a judgment of
guardianship.
· Social Services ensures the regular implementation and prevents the payment delays of the alimony that the
court adjudicated in order for the economic requirements of the little children of dissolved families to be met.
· Individuals put into prison due to certain crimes are periodically visited by social workers. Social Services works
to re-establish the relations of convicts with their families and particularly with their children upon request and to
have the children of the convicts visit them.
· The court may render a probation judgment and assign individuals and, particularly, the children to the control
of the Department of Social Services in order to prevent the re-offending of juvenile and young offenders who are
taken to court for certain offences and to reintegrate them into the society after a defined period of training.
Probation aims to reintegrate the juvenile or young offender into the society.
Conclusion: Social Services attains an outstanding position in the society with regard to the services it provides.
Its fields of duty are completely towards human beings. Increasing the social welfare level of the individual and
his/her family and therefore that of the society is among its most important objectives. Social Services in T.R.N.C.
defined new aims to be achieved in the following period in order to fulfill these objectives and to provide better
and modern services to the society.
The aims of Social Services are as follows :
·
Opening two modern old-age asylums with a capacity of 60 people each.
·
Completing the repair works at and opening the center to serve our disabled citizens over the age of 18.
·
Opening a new public child care center.
·
Establishing a family counselling center which will work to find solutions to the problems of the children
and the families.
·
Department of Social Services will go on making contributions to ensure sustainability of the Project on
the “Prevention of Child Abandonment” by SOS Children’s Village Association.
·
Our Department is one of the 4 pillars in Cyprus of the “Domestic Violence” project managed from
Finland and launched in a total of 6 countries. We established a committee and are contributing to the
efforts in this regard.
·
Our in-service training programs to improve the knowledge and skills of the personnel will be going on in
2006.
Assoc. Prof. Mesude Atay
East Mediterranean University
Faculty of Education
Department of Educational Sciences
INTERNATIONAL SOCIAL SERVICES MEETING
10-12 APRIL ANTALYA
Sudying the Relationship Between the Basic Needs of the Families Having Handicapped Members and the
National Policies for the Handicapped People in Turkey
While the educational approach to the children in the 21st century has adopted to the idea of family participation,
this approach also makes a strong emphasis over the role that the families of the handicapped play in the process
of their education, as well as undertaking their care.
The lack of national legislation and policies regarding the impaired individuals and their families prevent the
setting out of the value systems which will tackle with the requirements of them and their families. There is no
indication of any kind which demonstrates the basic educational requirements of the impaired and their families in
Turkey. We have also very limited findings coming out of certain individual researches. There is not satisfactory
and reliable data base either. As a result, the introduced policies and proposals in this regard have limitations to
be put into practice functionally.
In this study, the requirements of the families having handicapped individuals in Turkey will be assessed in
relation to such basic notions as democracy, human rights, equal access to educational facilities, etc. In addition
to this, attention will be drawn to the necessity for preparing a draft of national policy specifying the services to be
supplied for the handicapped and their families. In the way of making this draft functional and operational, a
attempt will be made to proceed a discussion over the question as to how to construct a model which is
compatible both with the requirements and the material conditions of the country. The process for the construction
of this model will be considered and discussed in three main phases:
Pre-diagnostic period (The period before having an impaired family member).
Diagnostic period (The period that the impaired participates to the family).
Post-diagnostic period (The period of providing the impaired for living with his/her family and as a member of the
society). ENGELLİ BİREYLERE SAHİP AİLELERİN TEMEL GEREKSİNİMLERİ İLE ENGELLİ BEREYLERE
YÖNELİK POLİTİKALAR ARASINDAKİ İLİŞKİNİN İNCELENMESİ
GİRİŞ
Bu çalışmada Türkiye’de yaşayan engelli bireylere sahip ailelerin gereksinimlerinin belirlenmesi ve buna
bağlı olarak, engellilere ve ailelerine sağlanacak hizmetlere yönelik ulusal bir politika taslağı hazırlanması
gereğine değinilmektedir. Önerilecek bu politikanın işlevsellik kazanmasını sağlamaya yönelik olarak, ülke
koşullarının olanak verdiği ölçüde bir organizasyon modeli geliştirmesi gerekliliği vurgulanmaktadır.
Toplumsal yapının varlığını sürdürebilmesi için hayati öneme sahip bir kurum olarak aile, insanlığın
sürekliliğini sağlamıştır ve sağlayacaktır. Tarihsel süreçte toplumun politik ve siyasi tüm yapılanmalarında bu
kurum desteklenerek, biçimlendirilmiştir.
Toplumsal yapılanmaya bağlı yaşam biçimlerinde şu ya da bu şekilde (etik ya da yasal) ailelerin gereksinimleri
belirlenmeye ve karşılanmaya çalışılmıştır.
Diğer ülkelerdeki gelişim sürecine baktığımızda, aile kurumunun kimi ülkelerde belirli dönemlerde çok önemli bir
yere yerleştirilmesine karşın, (İsviçre örneğindeki gibi) diğer ülkelerde ortadan kaldırılmaya çalışıldığı
görülmektedir. (1917 devriminin ilk dönemlerinde SSCB) (Aile Politikaları, 1991) Son elli yıl içindeki hızlı teknolojik
gelişmeler ve buna bağlı olarak toplumsal kaynakların daha etkin ve adil paylaşım imkânın doğması ile birlikte,
demokrasi düşüncesinin işlerlik kazandığı bir süreç başlamıştır.
Bu süreçte, demokrasi söylemi; eşitlik ve insan hakları terimlerini beslemiş ve geliştirmiştir. (Fulcher, 1989). Bu
terimler çerçevesinde, toplumsal yaşayışın en temel birimi olan ailenin hem demokrasinin teminatı, hem de gereği
olarak korunması ve gereksinimlerinin giderilmesine yönelik politikalar oluşturulmaya başlanmıştır (Örneğin,
A.B.D. , İngiltere, Japonya, Danimarka, Norveç, İsveç, Çin, vb. Ülkelerde söz konusu bupoliyikalar örülmektedir )
(Fulcher, 1989, Potts, 1989). Ülkemizde ise, varolan geleneksel yapı nedeni ile aile kurumuna yönelik formal
politikalar oluşturulması ihtiyacı yoğun olarak hissedilmemiştir. Ancak; son 20 yılda dünyadaki hızlı gelişmeler
sonucunda, hızlı ve çarpık bir değişim sürecine girilmesi ile birlikte bu alanda politikalar geliştirilmesi ve bunlara
işlevsellik kazandırılması sıklıkla gündeme gelmektedir.
Globalleşme sürecinde yaşadığımız bu çağda, yukarıda sözü edilen demokrasi, eşitlik, insan hakları gibi değerler
engelli bireylerin de diğer bireyler gibi toplumsal yaşama katılmaları gereğini bir değer yargısı olarak ortaya
çıkarmıştır. Bunun örnekleri kalkınmış ülkelerin bu anlamda yaşadıkları gelişme sürecine bakarak görmek
mümkündür (Labregere, 1992).
Bilindiği gibi, ülkelerin belirledikleri politikalar doğrultusunda toplumsal yaşamın yapılandırılması bir eğitim süreci
içerisinde gerçekleşir. Bu süreçte aktif olan ailenin işlevi, çocuğun toplumsal yaşama hazırlanmasıdır. Ailenin
çocuğa ilişkin gereksinimlerinin kaynağı, çocuğun gereksinimlerinin ortaya çıkması ile başlar. Bu gereksinimler,
birincil derecede
sağlık ile ilgili iken, bunun ardından eğitim gelmektedir. Bugün “Çocuğun formal eğitiminin başlangıcı, doğum
öncesi dönemde ele alınmalıdır” görüşü genel kabul görmektedir (Peterson, 1988). Erken çocukluk ve okulöncesi
eğitim doğum öncesinden annenin anneliğe hazırlığı ile başlayarak ilköğretimin ilk yıllarına kadar devam eden,
çocuğun doğuştan getirdiği gelişim potansiyelini azami ölçüde ortaya çıkarması için gerekli ortamı
ailede,toplumda ve okulda sağlamayı hedefleyerek çocuğun tüm gelişim alanlarını destekleyen bir eğitim sürecidir
(Atay ve diğerleri,2004). Dolayısıyla “aile gereksinimleri kavramı” erken eğitimin gündeme gelmesi ile önem
kazanmıştır. Engelli çocuklar söz konusu olduğunda ise, bu süreçteki gereksinimler daha belirgin olarak ortaya
çıkmaktadır. Günümüzde “engelli birey” etiketi, daha işlevsel bir tanım olan “özel gereksinimi olan bireyler”
kavramı ile yer değiştirme eğilimindedir. Bu tür bireylere sahip aileler de “özel gereksinimleri olan aileler” olarak
görülmeye başlanmıştır. (Labregere, 1992). Bunun çarpıcı örneklerinden bir tanesini Warnock Raporu (1978)
sonrasında yaşananlar oluşturmaktadır. Bu raporun en önemli saptamalarından birisi, İngiltere’de engelli çocuğun
eğitim sürecine ailelerin hiçbir şekilde katılmadığının vurgulanmasıdır. Bu saptama daha sonraki yıllarda dikkate
alınarak yeni çıkan yasalarda ailelerin eğitim sürecine aktif katılımı öngörülmüştür. (Wedell, 1990). Benzer şekilde
Amerika’da 1975 yılında kabul edilen yasa ile engelli bireylere ve bunların ailelerine sağlanacak hizmetlere ilişkin
yeni
düzenlemeler
getirilmiştir.
Bu
düzenlemelerde,
engelli
bireylerin
gereksinimlerinin
belirlenerek
“bireyselleştirilmiş eğitim programları” hazırlanması zorunluluğu getirilmiştir. Bu çerçevede aynı şekilde ailelerinde
gereksinimlerinin belirlenerek “Bireyselleştirilmiş Aile Hizmet Planları” hazırlanması zorunluluğu ortaya çıkmıştır.
Bu planların hazırlanmasında ailelere de belirleyicilik rolü yüklenmiştir. (Trohanis, 1988; Krauss, 1990; Minke and
Scott, 1993).Son yirmi yılda, engelli bireylerin topluma kaynaştırılmasında dikkate değer bir gelişme kaydeden
İspanya’da, bu başarıyı aileler sivil örgütlenme yolu ile bir baskı unsuru oluşturarak elde etmişlerdir. Aileler, kendi
gereksinimlerini karşılamak için etkin, yaptırımcı ve devlet işbirliği içinde politikalar oluşturulmasında önderlik
etmişlerdir. (Marchesi, 1986; Grtazer, 1991 ). Benzer süreçler birçok ülkede yaşanmakta ve benzeri çözümler
üretilmektedir. (Örneğin; İtalya, Fransa, Almanya, İsveç vb.)(Labregere, 1992; Krauss, 1990).
Yukarıda bahsedilen ülkelerin, yaşanılan süreçler sonunda vardıkları ortak nokta bir devlet politikası olarak
engelli, bireye sahip ailelerin özel gereksinimlerinin karşılanmasına yönelik yöntemler oluşturulması ve bunların
yaşama geçirilmesi zorunluluğudur.
Doğal olarak bu politikalar geliştirilirken ya da, yaşama geçirilirken pek çok zorluk ortaya çıkmaktadır. (Hulnick &
Hulnick, 1989; Shriver and Kramer, 1993; Minke and Scott, 1993; Krauss,1990). Örneğin ABD de özel gereksinimi
olan çocuklarının ailelerin, çocuklarına ilişkin verilecek kararlara (tanı, değerlendirme, eğitim vb.) katılma ve
verilecek kararlara yasal yollarla itiraz etme (mahkemeye başvurma) hakkının kullanılmasında pek çok sıkıntı
yaşandığı
dile
getirilmektedir.
Bu
sıkıntılar
ve
problemler
yeni
çözüm
önerilerini
beraberinde
taşımaktadır.(Goldberg, 1989). Çünkü, engelli bireylerin eğitsel gereksinimlerinin giderilmesinde bu alanda çalışan
profesyonellerin bakış açısı değişmiş olup,eğitim kalitsinin ebeveyn ve diğer aile bireyleri tarafından belirlendiği
ortaya çıkmıştır (Hallahan and Kauffmann 2006). Tüm bunlar ise, özel gereksinimleri olan ailelere yönelik
politikaların durağan olmadığını ve sürekli olarak, yenilenmesi gerektiğini ortaya koymaktadır.
TEMEL PROBLEMLER
İnsan hakları ve fırsat eşitliği kavramlar ile demokrasi söyleminin hâkim olduğu çağdaş ülkelerde aile politikaları
ve bu politikaların uygulanmasının gereksinimlere cevap verebilmesine karşın, Türkiye ve gelişmekte olan pek
çok ülkede, bu gereksinimler ulusal bir politik söylem içinde yeterli ve gereksinimler cevap verecek şekilde dile
getirilmemektedir. Dolayısıyla, bu konudaki atılımların öncelikli olması gerekli gibi görülmektedir.
Engelli bireylere ve ailelerine yönelik ulusal bir söylem ve politikanın eksikliği, öz değerler sistemi içinde engelli
birey ve ailelerinin gereksinimlerini ele alan bir değerler sisteminin oluşturulmasını engellemektedir. Ayrıca, engelli
bireylerin ve ailelerinin gereksinimlerini belirlemede kullanılacak herhangi bir ulusal gösterge ya da benzeri bir
araç geliştirilememiş olup, ulusal düzeyde bu alana yönelik yeterli ve sağlıklı bilgi mevcut değildir. Bu nedenle,
yapılan bilimsel çalışmalar sonucunda üretilen politikalar ya da getirilen önerilere sistem içinde işlevsellik
kazandırılması zor görülmektedir. Çünkü oluşturulan politikalar ve öneriler, sistemin gereksinimlerinden “uzak”
yapılandırılmaktadır.
Tüm bu yetersizliklerin yanında, ailelerin de sivil örgütlenmeye yönelik destekleyici ulusal bir söylemi ve geliştirdiği
etkin bir politikadan bahsetmek zordur.
Yukarıda değinilen eksiklik ve yetersizliklerin giderilmesine yönelik girişimlerin en önemlisi ve en ivedisi, engelli
bireylerin ailelerinin gereksinimlerinin belirlenmesini amaçlayan çalışmalar yapılması ve ulusal düzeyde politikalar
önerilmesidir.
Bu tür çalışmaların ilk bakışta engelli bireylere sahip aileleri hedef alması gerekli gibi görünse de aslında
toplumun tümünün gereksinimlerini belirlemeyi ve karşılamayı amaçlamaları zorunludur. Çünkü bu konuda
yapılacak çalışmalar ve oluşturulacak politikalar yalnızca engelli bireye sahip olan aileleri değil, her an engelli bir
bireyin aileye katılması riskine sahip diğer aileleri de yani toplumun tamamını kaçınılmaz olarak kapsayacaktır.
ÇÖZÜM VE ÖNERİLER
Demokratikleşme sürecinin bir gereği olarak, engelli bireyin topluma kaynaştırılması için gereksinimlerinin önem
kazanması ile engelli bireylere sahip ailelerin gereksinimleri de kaçınılmaz olarak gündeme gelmiştir. Bu nedenle
yapılacak olan çalışmalarda üç temel amaç dizisi dikkatli bir şekilde ele alınmalıdır.
Engelli bireylere sahip ailelerin gereksinimlerinin belirlenmesi,
Belirlenen gereksinimler doğrultusunda politikaların üretilmesi,
Ortaya konulacak olan politikaların işlevsellik kazanmasına yönelik organizasyon modelinin oluşturulması.
“Engelli bireye sahip aile” terimi, her ne kadar kapsam açısından sınırlı bir içerik taşıyor gibi görünse de, genel
anlamda düşünüldüğünde toplumun tamamını içine alan bir hacme sahiptir.
Ailelerin gereksinimlerinin ortaya çıkması engelli bir bireyin aileye katılması ile başlayan bir süreç değildir. Bireyin
aileye katılımı öncesinde başlayan ve daha öncesinde bu gereksinimlerin farkına varılmaması nedeni ile zor
yaşanan bir süreç olarak ortaya çıkmaktır. Engelli bireyin aileye katılımı yeni bir süreci başlatmamakta, zaten var
olan uzun bir sürecin yalnızca bir kesitine dikkat çekmektedir. Temelde bu süreci üç ana bölümde analiz etmek
mümkündür.
Tanı Öncesi Dönem (Engelli Bireye Sahip Olma Öncesi Dönemi)
Tanı Süreci (Engelli Bireyin Aileye Katılma Dönemi)
Tanı Sonrası Dönem (Engelli Bireyin Aile ve Toplumun Bir Parçası Olarak Yaşamını Sürdürmesi)
(I) TANI ÖNCESİ DÖNEM
Toplumsal yaşam içerisinde her bir birey yaşamının herhangi bir döneminde engelli olma ya da engelli bir yakına
sahip olma riskine sahiptir. Bu açıdan bakıldığında engele yönelik aile gereksinimlerinin belirlenmesi,
sınırlandırılması son derece güç bir uğraş olarak görülebilir. Ancak, sistematik ve işlevsel bir süreç yaklaşımı
kullanılarak bu güçlükler en alt düzeye indirilebilir. Bu noktada, kabul edilen çözüm, gereksinimlerinin toplumsal
bazda belirlenmeye çalışılması ve bunu yaparken kesin çizgilerle ayrılmamışta olsa engelli bireye sahip olma
durumunun üç dönem ve üç toplumsal bazda ele alınmalıdır şeklinde olabilir.
İlk toplumsal grubumuzu potansiyel olarak tanı öncesi sürece dâhil olan fakat belkli de hiçbir şekilde
engelli bir bireye sahip olmayacak olan aileler ve bireyler oluşturmaktadır. Çünkü engelli bireye sahip olma
durumuna ilişkin toplumsal gereksinimler bu durumun ortaya çıkmasından önce başlar. Yaşam süreci içinde
bakıldığında, karşılaştığımız gereksinimleri giderilmesinin en iyi yolunun bu gereksinimlerin ortaya çıkmasından
önce tahmin edilerek karşılanma yollarının belirlenmesi olduğu genel kabul gören ve işlevselliği bilinen bir
gerçektir. Bu gerçeklik planlanan çalışmaların amacını oluşturan olguya uyarlandığında engelli bireye sahip
ailelerin gereksinimlerinin belirlenmesinin, ana baba adaya hatta aday adayı olan tüm bireylerin bu konudaki bilgi
eksikliklerinin belirlenmesini de içerdiği görülecektir. Bu bilgiler ışığında üzerinde çalışılması gereken temel
aşama, genel olarak, toplumsal bazda eksikliklerin belirlenmesidir. Çünkü, toplumun bu konuda bilgi ve bilinç
düzeyindeki eksikliklerin belirlenmesinin çözümsel açıdan çok önemli olduğu düşünülmektedir. Böylece ailelerin
en temel gereksinimi olan engelli bir bireye sahip olmayı önleyen çalışmaların koruyucu özelliğinin yanı sıra,
önlenemeyen durumlarda erken tanının sağlanması da mümkün olacaktır.
(II)TANI SÜRECİ
Bu süreçteki gereksinimler, bir önceki dönemdekiler kadar kapalı kalmamakyadır. Çünkü bu süreçteki hedef grup,
engelli bireye sahip olma durumu ile fiili olarak karşı karşıyadır ve gereksinimleri de bu düzeyde çarpıcıdır. Bu
dönemde ailede ve ailenin yakın çevresinde engelli bireyin varlığı söz konusudur. Aile, artık engelden
haberdardır, engeli tanıma ve öğrenme çabasında olup, gerçekleri kabul etme sürecine girmiştir. Bu süreç
beraberinde birçok gereksinimi de taşır. Söz konusu bu greksinimlerin başında ailelerin psikolojik olarak
desteklenmesi ve tanı sonrası döneme yönelik rehberlik ve sosyal hizmetlerin planlanması ve yürütülmesi
gelmektedir.Tanı sürecinde sağlık hizmetleri çerçevesinde çocuğun hayatta kalabilmesi sağlık personelinin birinci
hedefi olurken erken tanı ile erken müdahale öncelikli olamamaktadır.
(III)TANI SONRASI DÖNEM
Bu süreç de bir önceki dönem gibi, belirgin gereksinimleri içermekle birlikte, yaşam boyunca devam eden uzun bir
dönemi kapsar. Bu dönemdeki aile gereksinimleri toplumsal kabul, sosyal güvence, mesleki eğitim gibi ileriye
yönelik beklentileri kapsar.
Sonuç olarak, engelli bireylerin ailelerinin gereksinimlerini belirleme ve karşılamaya yönelik olarak önerilecek
olan ulusal politikalar yukarıda açıklanan süreçler çerçevesinde hekimden eğitimciye aile derneklerinden çeşitli
bakanlıklara kadar birçok meslek grubunu ve toplumsal organizasyonu içerecektir.
Böylece tıbbı ve eğitsel
gereksinimlerin her alt alanı da kapsayacak bütüncül yaklaşım anlayışı ile çalışılabilecektir
Yapılacak olan sistemli çalışmalarda; ekonomik, sosyolojik, eğitim ve psikolojik alanlarda, aile gereksinimlerinin
belirlenmesi hedeflenmeli, ulusal bir politika oluşturulacak örgütlenme modelleri ile bu politikalara işlevsellik
kazandırılmalıdır.
Söz konusu politikaların aşağıdaki yaşam çizgisi içinde parça-bütün ilşkisi anlayışı ile geliştirilip geliştirilemediği
her zaman değerlendirilmelidir.
KAYNAKLAR
Aile Politikaları (1991). Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Yayınları. Türk
Tarih Kurumu Basımevi, Bilgin, V. (1991). “Yapısal Özellikleri İtibariyle Ailelerin Görünümü”.
Fulcher, G. (1989). “Integrate and Mainstream Comparative Issues in the Politics of these Policies” in (ed.)
Barton, L.In (ed.) Barton, . L.
Integration: Mythe or Reality. Falmer Pres. U.K.
Goldberg S.S. (1989). “The Failure of Legalization in Education, Alternative Dispute Resolution and the Education
For All Handicapped Children
Act of 1975. Joyrnal of Law and Education. 18 -3, pp; 441 -454.
Gortazar, A.(1991). “Country Briefing Special Education in Spain” European Jorunla of Special Meeds Education.
6- 1 pp; 57- 60
Hulnick, M., Hulnick, R. (1989). “Life”s Challenges, Curse or Opportunity.
Counselling Families of Persons with Disabilites”. Journal of Counseling and Development No-Dec. pp, 166- 199.
Kağıtçıbaşı, Ç. (1977). Culturel Volues and Population Action Programs.
Turkey Report Prepared for the D.N. Educational Scientific and
Cultural Organization. Krauss, M.W. , Scott, M.M. (1993). “The Development of Individualized Family Service
Plans:-Roles for Parent and Staff”. The Journal of Special Education. 27.1, pp; 82- 106.
Krauss, M.W. , Scott, M.M (1993). “The Development of Individualized Family
Service Plans:-Roles for Parent and Staff”. The Journal of Special Education. 27.1, pp; 82- 106.
Labregere A., (1992), Çev.: Doğan, Ö. ,Engelli Gençler İçin Aktif Yaşam, Kök Yayıncılık, Ankara.
Marchesi, A. (1986) “Project for Interagtion of Pupiles With Special Needs in Spain”, “European Journal of Special
Needs Education”. Vol. 1, No; 2, pp; 125- 133.
Minke, K.M. , Scott,M.M. (1993). “Development of Individualized Family
Service Plans, Roles for Parent and Staff”. The Journel of Special Education. 27- 1, pp;82: 106.
Peterson, N.L. (1988). Early Intervertion for Handicapped and At Risk Children. Inve publishing Co., U.S.A.
Potts,P.(1989).”Working Report; Educating Children and Young People with Disabilities or Difficulties in Learning
in the People’s Repuclic of China” in (ed.)Baston, L. Integration: Myth or Reality. Palmer Pres, U.K.
Robinson, C.C. , S.A. ,Backmon, P.C.(1988). “Parent Involvement in Early Childhood Special Education”in (ed.)
Jordan, J.B., Gallagher, J.Ö.,
Hutinger, P.L., Karnes, M.B. Early Childhood Special Education. Birth to Three. ERIC, U.S.A.
Unat, N., (1979). Türk Toplumunda Kadın. Ankara Çağ Matbaası.
Wade, B., Moore, M. (1987) Special Children, Special Needs. Provision in Ordinary Classrooms. Robert Royce
Ltd, U,K,
Wedell, K. (1990). “Children with Special Educational Needs, Past Present and Future” in (ed.). Evans, P. And
Varma, V.Special Education, Past Present and Future The Falmer Pres, U.K.

Benzer belgeler