PDF seçeneği için tıklayın - Zeki Z. Kırmızı * Okumanın Sonuna

Transkript

PDF seçeneği için tıklayın - Zeki Z. Kırmızı * Okumanın Sonuna
2006 OKUMALARIM
DİZİN
Caldwell, Erksine; Bayırdaki Ev
Caldwell, Erksine; Tepedeki Ev
Caldwell, Erksine; Alınyazısı
Tahir, Kemal; Rahmet Yolları Kesti
Tahir, Kemal; Yediçınar Yaylası
Balzac, Honore de; Kibar Fahişelerin İhtişamı ve Çöküşü
Karasu, Bilge; Ne Kitapsız Ne Kedisiz
Eagleton, Terry; Edebiyat Kuramı
Giddens, Anthony; Sosyolojik Yöntemin Yeni Kuralları
Söğüt, Mine; Kırmızı Zaman
Altun, Selçuk; Annemin Öğretmediği Şarkılar
Botton, Alain de; Statü Endişesi
Percy, Walker; Sinema Müdavimi
Dölek, Sulhi; Küçük Günahlar Sokağı
Bener, Erhan; Sıra dışı Bir Kadının Otobiyografisi
Toibin, Colm; Kibar Üstad
Yedi Askı, Çev. İsmet Zeki Eyüboğlu
Doğan, Mehmet H.; Yapı Kredi Yayınları Şiir Yıllığı 2004
Akalın, Müslüm; Derdim Çoktur Hangisini Yazayım
Oğuzertem, Süha; Bir İnsanı Sevmek: Sait Faik
Cossery, Albert; Tanrının Unuttuğu İnsanlar
Caldwell, Erksine; Toprak Hasreti
Sarıhan, Ayhan; Yorgo Emmi
Karasu, Bilge; Narla İncire Gazel
Tahir, Kemal; Köyün Kamburu
Balzac, Honore de; İki Gelinin Hatıraları
İsegawa, Moses; Uganda Günceleri
Aksan, Doğan; Türkçenin Zenginlikleri İncelikleri
Karasu, Bilge; Altı Ay Bir Güz
Karasu, Bilge; Lağımlaranası ya da Beyoğlu
Jolly, Allison; Lucy‟nin Mirası. İnsanın Evriminde Cinsellik ve Zeka
Ecevit, Yıldız; “Ben Buradayım…” Oğuz Atay‟ın Biyografik ve Kurmaca Dünyası
Cüceloğlu, Doğan; İnsanı Ararken: Doğan Cüceloğlu Kitabı (2 cilt
Marquez, Gabriel Garcia; Benim Hüzünlü Orospularım
Bryson, Bill; Hemen Her Şeyin Kısa Tarihi
Özakman, Turgut; Şu Çılgın Türkler
Aruoba, Oruç; Benlik
Vila-Matas, Enrique; Bartleby ve Şürekası
Altuğ, Taylan; Modern Felsefede Metafiziğin Elenmesi
Eagleton, Terry; Kültür Yorumları
Kalkandelen, Zülal; Utanmış Sessizlik
Mete, Levent; Rika‟nın Beyninde
Caldwell, Erksine; Penceredeki Işık
Caldwell, Erksine; Yalnız Geçen Gün
Caldwell, Erksine; Sıcak Nehir
Caldwell, Erksine; Yaz Sonu
Caldwell, Erksine; Kuyudaki Zenci
Caldwell, Erksine; At Hırsızı
Pamuk, Orhan; Beyaz Kale
Pamuk, Orhan; Kara Kitap
Pamuk, Orhan; Yeni Hayat
Balzac, Honore de; Esrarlı Bir Vaka
Balzac, Honore de; Ursula Mirouet
Balzac, Honore de; Yaşamda Bir Başlangıç
1
Balzac, Honore de; Köylüler
Balzac, Honore de; Köylüler
Tahir, Kemal; Esir Şehrin Mahpusu
Tahir, Kemal; Kelleci Memet
Tahir, Kemal; Yorgun Savaşçı
Tahir, Kemal; Bozkırdaki Çekirdek
Tahir, Kemal; Kurt Kanunu
Faulkner, William; Aşk ve Ölüm
Faulkner, William; Kutsal Sığınak (Sanctuary)
Faulkner, William; Lekeli Günler (Sanctuary)
Smith, Zadie; İnci Gibi Dişler
Kiremitçi, Tuna; Yolda Üç Kişi
Balzac, Honore de; Modeste Mignon
Faulkner, William; Ses ve Öfke
Girard, Rene; Günah Keçisi
Pamuk, Orhan; Benim Adım Kırmızı
Pamuk, Orhan; Kar
Tahir, Kemal; Devlet Ana
Bener, Vüs‟at O.; Dost Yaşamasız
Kureishi, Hanif; Vücut
Tahir, Kemal; Büyük Mal
Faulkner, William; Sartoris
Reimertz, Stephan; Çayın Kültür Tarihi
Balzac, Honore de; Cousin Ponse 1, 2
Mert, Ali; Kavram Karmaşası
Faulkner, William; Döşeğimde Ölürken
Bener, Vüs‟at O.; Ihlamur Ağacı/İpin Ucu
Durukan, Kenan; Doğu-Batı İkilemine Dört Bakış: Montesquieu/Fanon/Galeanno/Said
Toptaş, Hasan Ali; Uykuların Doğusu
Kutlu, Mustafa; Chef
Balzac, Honore de; Bette Abla
Çavdar, Tevfik; İktisat Kılavuzu
Mahjoub, Jamal; Cinlerle Yolculuk
Baran, Ethem; Dönüşsüz Yolculuklar Kitabı
Tahir, Kemal; Yol Ayrımı
Comte-Sponville, Andre/Delameau, Jean/Farge, Arlette; Mutluluğun En Güzel Tarih
Faulkner, William; Ağustos Işığı
Bener, Vüs‟at O.; Buzul Çağının Virüsü
Bener, Vüs‟at O.; Bay Muannit Sahtegi‟nin Notları
Bener, Vüs‟at O.; Manzumeler
iskender, küçük; iskender‟i ben öldürmedim
Sadi; Gülistan, Çev. Kenan Sarıalioğlu
Wolf, Christa; Tensel
Bener, Vüs‟at O.; Siyah Beyaz
Faulkner, William; Ayı
Yücel, Tahsin; Ayna
Topuz, Hıfzı; Tavcan
Nothomb, Amelie; Özel İsimler Sözlüğü
Quignard, Pascal; Adı Dilimin Ucunda
Yapp, Nick; Gettyimages 1900‟ler
Yapp, Nick; Gettyimages 1910‟lar, Çev. Rahmi Öğdül, Literatür Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 400 s.
Yapp, Nick; Gettyimages 1920-1990
Yapp, Nick; Gettyimages 1930‟lar (10 cilt)
Fuentes, Carlos; Aura
Rıfat, Mehmet, Haz.; Honore de Balzac
Kavukçu, Cemil; Nolya
Bener, Vüs‟at O.; Mızıkalı Yürüyüş/Kara
Faulkner, William; O Akşam Güneşi
Vakil, Ardashir; O Bir Gün
Bener, Vüs‟at O.; Kapan
2
Wilhelm, Richard; I Ching ya da Değişimler Kitabı
Binyazar, Adnan; Şairin Kedisi
Duras, Marguerite; Ölüm Hastalığı
Kavukçu, Cemil; Gamba
Sennett, Richard; Saygı
Niemi, Mikael; Buzlar Kırılırken
Eco, Umberto; Kraliçe Loana‟nın Gizemli Alevi
Piccatori, S./Zuffi, S.,Ed.; Picasso
Faulkner, William; Abşalom, Abşalom
Gümüş, Semih; Kara Anlatı Yazarı: Vüs‟at O. Bener
Anar, İhsan Oktay; Puslu Kıtalar Atlası
Harvey, David; Postmodernliğin Durumu
Nicolaisen, Peter; Güneyin Bilinci: Faulkner
Rıfat, Mehmet, Haz.; Balzac Kitabı
Yücel, Tahsin., Haz; Balzac Hayatı Sanatı Eserleri
Alain; Balzac
Anar, İhsan Oktay
Tarus, İlhan; Vatan Tutkusu
Billy, Andre; Balzac‟ın Hayatı 1, 2.cilt
İleri, Selim; Fotoğrafı Sana Gönderiyorum
Bilbaşar, Kemal; Denizin Çağırışı
Anar, İhsan Oktay; Efrasiyab‟ın Hikayeleri
Rufin, Jean-Christophe; Kızıl Ağaçlar Ülkesi
Pacteau, Francette; Güzellik Sempomları
Faulkner, William; Köy
Yücel, Tahsin; İnsanlık Güldürüsü‟nde Yüzler ve Bildiriler
Bahtin, Mihail; Rabelais ve Dünyası
Anar, İhsan Oktay; Amat
Quignard, Pascal; Roma‟daki Teras
Rilke, Reiner Maria; Rodin
Aral, İnci; Ruhumu Öpmeyi Unuttun
Bilbaşar, Kemal; Pembe Kurt
Faulkner, William; Kurtar Halkımı Musa
Faulkner, William; Duman
Erbil, Leyla; Üç Başlı Ejderha
Lefevre, Raymond; Ingmar Bergman
Tolstoy, Lev Nikolayeviç; Çocukluk İlkgençlik Gençlik
Tolstoy, Lev Nikolayeviç; Yeniyetmelik
Tolstoy, Lev Nikolayeviç; Gençlik I
Tolstoy, Lev Nikolayeviç; Gençlik II
Murakami, Haruki; Zemberekkuşu‟nun Güncesi
Zweig, Stefan; Balzac
Altuğ, Taylan; Bir Ruh Kimiği Reşat Nuri Güntekin
Öktem, Altay; Beni Yanlış Öptüler
Süreya, Cemal; Sevda Sözleri
Vonnegut, Kurt; Ülkesi Olmayan Adam
Rilke, Reiner Maria; Rodin
Bilbaşar, Kemal; Pembe Kurt
Aral, İnci; Ruhumu Öpmeyi Unuttun
Weiss, Peter; Direnmenin Estetiği
Yourcenar, Marguerita; Alexis ya da Beyhude Mücadelenin Kitabı
Yourcenar, Marguerita; Doğu Öyküleri
Hornby, Nick; Hece Cümbüşü
Ferruhzad Furuğ; Dünya Sevmek İçin Çok Küçük
Ferruhzad Furuğ; Sonsuz Günbatımı
Tolstoy, Lev Nikolayeviç; Efendi ile Uşağı Hikayeler (TE 8)
Woolf, Virginia; Londra Manzaraları
Goodman, Lenn E.; İslam Hümanizmi
Yücel, Tahsin; Göstergeler
Meriç, Nezihe; Çisenti
3
Bilbaşar, Kemal; Ay Tutulduğu Gece
Erbil, Leyla; Hallaç
Tolstoy, Lev Nikolayeviç.; Sivastopol : Ağustos 1855
Yourcenar, Marguerite; Ateşler
Yacine, Kateb; Nedjma
Yacine, Kateb; Necma
Maistre, Xavier de; Odamda Seyahat
Quignard, Pascal; Amerikan İşgali
Bolla, Peter de; Sanat ve Estetik
Yourcenar, Marguerite; Bir Ölüm Bağışlamak
Tunç, Ayfer; Evvelotel/Saklı
Tolstoy, Lev Nikolayeviç; Kazaklar
Tolstoy, Lev Nikolayeviç; Kazaklar
Bezmozgis, David; Nataşa
Acu, Neslihan; Kadından Donkişot Olmaz
Gölcük, Mavi Neşe; Kar Beyrut Kar
Erbil, Leyla; Gecede
Aysever, Enver; Bir An Bin Parça
Bilbaşar, Kemal; Cemo
Lentricchia,F./McAuliffe, J.; Katiller, Sanatçılar ve Teröristler
Keskin, Birhan; Kim Bağışlayacak Beni
Keskin, Birhan; Y‟ol
Bergman, Ingmar; Katiller, Büyülü Fener
Baran, Ethem; Bozkırın Uzak Bahçeleri
Erbil, Leyla; Tuhaf Bir Kadın
Erbil, Leyla; Tuhaf Bir Kadın
Bilbaşar, Kemal; Memo
Yücel, Tahsin; Gökdelen
Yourcenar, Marguerite; Hadrianus‟un Anıları
Keskin, Birhan; Ba
Bauchau, Henry; Mavi Çocuk
Hobsbawm, Eric; Tuhaf Zamanlar
Engin, Aydın; Kitabın Adı Budur „Tan Oral Kitabı‟
Ullman, Liv; Değişim
Tolstoy, Lev Nikolayeviç; Savaş ve Barış 1
Tolstoy, Lev Nikolayeviç; Savaş ve Barış 2
Tolstoy, Lev Nikolayeviç; Savaş ve Barış 3
Tolstoy, Lev Nikolayeviç; Savaş ve Barış 4
Ümit, Ahmet; Ninatta‟nın Bileziği
Ende, Michel; Ayna İçinde Ayna: Bir Labirent Öyküsü (1994)
Rushdie, Salman; Utanç (1983)
Smith, Zadie; İmza Toplayan Adam (2002)
Hornby, Nick, Der.; Melekle Sohbet (2006)
Fainaru, Dan, Der; Theo Angelopoulos (2001)
Kundera, Milan; Perde (2005)
Gülsoy, Murat; Sevgilinin Geciken Ölümü
Erbil, Leyla; Eski Sevgili (1977)
Bilbaşar, Kemal; Yeşil Gölge
Saçlıoğlu, Mehmet Zaman; Güneş Umuttan Şimdi Doğar: Türkan Saylan Kitabı (2004)
Barthes, Roland; Romanın Hazırlanışı 1 (2003)
MacBean, James Roy; Sinema ve Devrim (1975)
Tekin, Latife; Muinar (2006)
Yourcenar, Marguerite; Zenon (1965)
Bibaşar, Kemal; Başka Olur Ağaların Düğünü (1956)
Quignard, Pascal; Villa Amalia (2006)
4
Caldwell, Erksine; Bayırdaki Ev, Çev. Suat Taşer, Varlık yayınları,
1.basım, 1953, İstanbul, 156 s.
Caldwell, Erksine; Tepedeki Ev, Çev. Mete Ergin, Kuzey yayınları,
1.basım, 1984, Ankara, 192 s.
Caldwell beni şaşırtmayı sürdürüyor. Güneyin insanları demiyorum, erkekleri mi bunlar,
yoksa Caldwell‟in erkekleri mi? Hemen hemen şiddetle özdeşleşmiş bu karakterlerin
karşısındaki kadınlar daha da ilginç. Şiddetin nesnesi olmalarına rağmen şiddetin öznesi olan
erkeklerden kopamıyorlar, onları savunuyor, yazgılarını benimsiyorlar. Sormak istediğim şu:
kadını şiddetin sevişi, sevme gücü farklı mı? Bu soru Tanrıya Adanmış Toprak‟tan geliyor.
Şiddet ve gücü simgeleyen öfkeli erkek, bir çekim odağı ve sonuç yıkım da olsa değer…(mi?)
Caldwell‟in solcu kimliği benim için önemli, ama Amerikalı yazarlarda (örneğin, London)
yaşanan gerilim Caldwell‟ce de yaşanıyor sanırım.
Güneyin kiracı çiftçilerini anlatan Caldwell, yereli evrenselleştirirken, tersini ıskalıyor
mu acaba?
Bıçak sırtında yürüyen biçemi, popülerin tuzağına düşebilirdi, sanırım düştü de…Ama
Caldwell Beckett için bile öncü sayılmalı bence…
*
Caldwell, Erksine; Alınyazısı, Çev. Memet Fuat, Adam yayınları,
2.basım, 1994, İstanbul, 150 s.
Bir anne kızın yaşam savaşının ve yenilgilerinin bir başka olağanüstü öyküsü…Caldwell
ayna tutmayı sürdürüyor, yoksul, umarsız erkeklere, kadınlara, Güneye, ABD‟ye,
insanoğluna…Caldwell okumalarım içinde en önemlilerinden biri.
Kadının şiddete uyumu, boyuneğişinde içburkan bir şeyler var…
*
Tahir, Kemal; Rahmet Yolları Kesti, Bilgi yayınları, 2.basım, 1970,
Ankara, 428 s.
Anadolu eşkıyalığına yüzeysel bir bakış diyebilirim. Bunun neresi eleştiri pek
anlamadım. Tahir diğer ve tümü birbirinin her açıdan inanılmaz bir yinelemesi olan köy
romanlarında olduğu gibi orta öyküsü (meddah) anlatıyor. O geleneğin kulağımızda yer etmiş
alışkanlıkları Tahir‟i yadırgamıyor. Tek boyutlu ve hoşça gelen anlatının çok boyutlu yapılar
karşısında hiç ama hiç şansı yok. Ben Tahir‟i eğlencelik sıradan okumalar olarak önerebilirim.
*
Tahir, Kemal; Yediçınar Yaylası, Adam yayınları, 4.basım, 2000,
İstanbul, 399 s.
5
Bitmez tükenmez bir gevezelik, hele de tek boyutlu ise (hemen her şey kendisini
yineliyorsa) bir noktadan sonra bıkkınlık veriyor. Tahir‟den okuduklarım değil, daha
okuyacaklarım yoruyor beni. Hele mapusane anılarına dayalı köy romanları okurunu tüketiyor
bence.
*
Balzac, Honore de; Kibar Fahişelerin İhtişamı ve Çöküşü, Çev. Birsel
Uzma, Oğlak yayınları, 1.basım, 2004, İstanbul, 692 s.
Büyük yazarın en oylumlu romanlarından biri, tıpkı Nucingen Bankası‟nda olduğu gibi,
ama daha üst düzeyde eldeki kalan malzemelerden kurgulanmış belli ki… Sözünü ettiğim
Taşralı şairin Paris serüvenini anlatan üç ciltlik önceki yapıt.
Balzac devrim ertesi Fransa‟sının hukuk dizgesine yakından bakıyor. Karakterler, eski
yeni, türlü durumlara tepki veriyor, bu yansımalar Paris ve Fransa‟nın fotoğrafını
keskinleştiriyor. Bu dev insan bedeni ve usu içerisinde sayısız ayna barındırıyor.
Ancak ökelerde saflık, şeytansı bir çözümleme gücüyle bir araya gelir, Balzac‟da olduğu
gibi…
*
Karasu, Bilge; Ne Kitapsız Ne Kedisiz, Metis yayınları, 5.basım, 2001,
İstanbul, 94 s.
Bu Türkçe yaratıcının denemeleri de eşsiz. Özellikle hayvanları ele aldığı yazıları
yeniden okunmalı. Türkçe Karasu‟nun elinde yıkanıyor.
Bir insanın yaşam arkadaşı yazarlar da vardır. Ben Oğuz Atay‟ın yanına Bilge
Karasu‟yu yerleştiriyorum.
İlhan Koman yazsaydı, Bilge Karasu yontsaydı…
*
Eagleton, Terry; Edebiyat Kuramı, Çev. Tuncay Birkan, Ayrıntı
yayınları, 2.basım, 2004, İstanbul, 304 s.
Olağanüstü bir çalışma. Eagleton bana en yakın Batılı düşünürlerden. Bu yapıt
hakkında ne söyleyebilirim, yeniden okumayı önermekten başka. Klasik kuramların ardından
fenomenoloji, yorumbilgisi, alımlama, yapısalcılık, göstergebilim, postyapısalcılık,
psikanalizi yorumlayıp eleştiren Eagleton yeni bir kuram önermediğini, politik eleştiri adlı
son bölümde belirtiyor.
Gerçek bir giriş yapıtı…
*
Giddens, Anthony; Sosyolojik Yöntemin Yeni Kuralları, Çev. Ümit
Tatlıcan/Bekir Balkız, Paradigma yayınları, 1.basım, 2003, İstanbul, 226 s.
6
Giddens‟ı çok önemli buluyorum, Marksizm dışından Marksizme katkı yaptığı
kanısındayım. Yorumcu sosyolojileri eleştiriden geçiren Giddens, faillik, edim-teşhisleri,
iletişimsel niyet gibi kavramları geliştirerek sosyolojinin özne olarak yaşam içerisindeki
yerini tanımlamaya çalışıyor.
Bu çalışma üzerinde uzunca durmak isterdim, ama zamanım yok yazık ki…
*
Söğüt, Mine; Kırmızı Zaman, Yapı Kredi yayınları, 1.basım, 2004,
İstanbul, 224 s.
Son zamanlarda övgüsü bol yapılan bu romanı okuyamadığımı, yarıda kestiğimi
söylemek zorundayım. Yazık ki romanla buluşamadım.
*
Altun, Selçuk; Annemin Öğretmediği Şarkılar, Sel yayınları, 4.basım,
2005, İstanbul, 176 s.
Eğlenceli olmasına karşın yaratıcı olamayan bir anlatı… Hoş, yaratıcı yapıt bolluğundan
da söz edilemez.
*
Botton, Alain de; Statü Endişesi, Çev. Ahu Sıla Bayer, Sel yayınları,
1.basım, 2005, İstanbul, 333 s.
Botton okuru olarak bu son yapıtla bir iniş yaşadığımı söyleyebilirim. Yaratıcı zekası
sanki çok da etkili olamamış burada. Reçeteye ramak kalması kötü…
*
Percy, Walker; Sinema Müdavimi, Çev. Gamze Varım, Ayrıntı
yayınları, 1.basım, 2005, İstanbul, 235 s.
Yine ender yarıda bıraktığım yapıtlardan…Dili mi, Türkçesi mi, bilemiyorum. Arayış
ama dil sanki bu arayışı desteklemiyor.
*
Dölek, Sulhi; Küçük Günahlar Sokağı, Dünya yayınları, 1.basım, 2005,
İstanbul, 403 s.
7
Son yılların en iyi Türk romanlarından… Anlatım tekniğine açılım getiriyor, değişik
düzlemlerden, açılardan şeylere (Dünyaya) bakıyor, yatay olarak genişliyor, insana güven
duygusunu geliştiriyor. Bir küçük başyapıt diyebilirim.
Hakkında çok konuşabilirim, ama gerek yok.
Bu okumayla evren yeniden kuruldu, en azından denendi bu, diyebilirim.
*
Bener, Erhan; Sıra dışı Bir Kadının Otobiyografisi, Dünya yayınları,
1.basım, 2005, İstanbul, 510 s.
Bu roman güncele yatan bir roman. İstersem ben de yapabilirim diyor. Önemli olan bu
yapılmalı mı?
Tutarsız karakterleriyle, özezerciliği bir çözüme dönüştürüyor sanki.
Yanlış (bir şeyler var).
*
Toibin, Colm; Kibar Üstad, Çev. Nurfer Çelebioğlu/Arzu Yazıcıoğlu,
Nokta yayınları, 1.basım, 2005, İstanbul, 323 s.
Henry James‟in son yıllarına bakan Toibin‟in romanı çevirisiyle çok şey yitirmiş bence.
Konusuyla ilgimi çekti, ama aradığım şeyi bulamadım. Cinsel kimliğini çözümleyememekten
çok açıklayamamak sorunu olabilir James‟in. Yine de bu romanda James gerçekten ne denli
var. Kuşkuluyum.
*
Yedi Askı, Çev. İsmet Zeki Eyüboğlu, Adam yayınları, 1.basım, 1985,
İstanbul, 70 s.
Erdal‟ın önerisiyle okuduğum klasik arap şiirinin önemli yedi örneğinden umduğum tadı
alamadım. Türkçe sorunu olabilir, sanırım bu şiiri önemli yapan tınısı, ölçüsü olmalı. İçerik
çok sığ çünkü…
*
Doğan, Mehmet H.; Yapı Kredi Yayınları Şiir Yıllığı 2004, Yapı Kredi
yayınları, 1.basım, 2005, İstanbul, 219 s.
Doğan son kez yıllığı hazırladığını söylüyor. Kötü haber…
*
Akalın, Müslüm; Derdim Çoktur Hangisini Yazayım…, Urfanın Sesi
yayınları, 2004, Urfa, 123 s.
8
Müslüm‟ün değişik yerlerde yayınladığı yazılarından bir derleme… Ölçülü, klasik bir
anlatımı var.
*
Oğuzertem, Süha; Bir İnsanı Sevmek: Sait Faik, Alkım yayınları,
1.basım, 2004, İstanbul, 274 s.
Sait Faik hakkında yapılmış bir sempozyumun kitabı… İçinde birkaç önemli yazı var.
*
Cossery, Albert; Tanrının Unuttuğu İnsanlar, Çev. Haldun Bayrı,
Kanat yayınları, 1.basım, 2004, İstanbul, 102 s.
Mısır kökenli Fransa‟da yerleşik yazarın gerçekten çarpıcı öyküleri, olağanüstü
suluboya Mısır sahneleriyle süslü…Yoksulluğun, yoksulluğun duran zamanının, acımasız
zaman duygusunun öyküleri…
Caldwell, Erksine; Toprak Hasreti, Çev. Mustafa Yurdakul, Varlık
yayınları, 1.basım, 1955, İstanbul, 228 s.
Caldwell‟in yine etkileyici, yine bence sonuna değin siyasal, çocuğu, kadını, yaşlıyı,
genç, saldırgan erkeğe karşı doğal bağlaşık sayan önemli romanlarından biri. Erkeği Caldwell
kadar kendi gerçeği içerisinde gösteren başka bir yazar var mı bilmem? Onun hakkında
okumadan sonra ayrıntılı yazabilsem…
Sarıhan, Ayhan; Yorgo Emmi, TC Kültür Bakanlığı Yayınları, 1.Bsım,
2002, Ankara, s.130, fotoğraflı.
Sarıhan‟ın başkasının zorlamasıyla okuduğum gezi yazısı bana çok şey vermediği gibi
sanırım biraz da rahatsız etti. Yorgo emmigiller Yunan ilinin faşist erleri değil mi?
*
Karasu, Bilge; Narla İncire Gazel, Metis yayınları, 2.basım, 1995,
İstanbul, 133 s.
Türleri, anlatıları, anlatıcıları, kurguyu belirsizleştirip yaşamla anlatıyı buluşturma
konusunda inanılmaz bir yaratıcılık sergileyen Karasu bir küçük başyapıtla daha karşımda.
Anlatı üzerine anlatı da olan metinde Karasu bilge kimliğiyle ayrıca seçiliyor. Çok katmanlı
(sınırsız diyebilirim, bu nedenle bir şey değil) yapısıyla aynı zamanda duygusal eğitimiyle de
yakından ilgili insan kişisinin. Yaşam ve ölüm üzerine, sevi üzerine bu görkemde daha önce
ne okuduğumu soruyorum kendime.
9
Bu bir antik kent, sahne ve yangın yaşamı bitirecek, birlikte bizi de. Bu acıyı duydum.
Onu Dağlarca‟nın yanına koyarım, Türkçeyi yarattığı için.
Bir Yeryüzü yazarı Karasu, yeryüzü onu ayrımsasın ayrımsamasın.
*
Tahir, Kemal; Köyün Kamburu, Adam yayınları, 4.basım, 2002,
İstanbul, 276 s.
Tahir elde kalmış, cezaevi gözlemlerinden Köyün Kamburu‟nu da çırpıştırmış. Anlatma
gücü (meddahlığı) belli ki ardı sıra sürüklüyor onu. Kemal Tahir, nasıl aşık geleneğinin
Anadolu‟da son insanı Veysel ise, onun gibi halk anlatı geleneğinin (yazılı olması bizi
şaşırtmasın) son insanı. Anlatılan şey Tahir‟e gelmiyor, ondan çıkıyor, bu nedenle tıpatıp
birbirinin aynı. Teksesli, ses iyi olsa da, tanıdık gelse de, salt bu nedenle üzerine atlasak da,
kendimize haksızlık etmemizin de bir sınırı olmalı. Tahir kaçınılmaz olarak daha gerilere
düşecek, yazının gidişinden belli.
Bunaltsa da okuyacağım.
*
Balzac, Honore de; İki Gelinin Hatıraları, Çev. Nurullah Ataç, Cem
yayınları, 3.basım, 1976, İstanbul, 294 s.
Balzac‟tan bir başka tansık. İki genç kadının yazışmasının arkasından doğan ve bir dizi
tartışmayı tetikleyen „İnsanlık Durumu‟. Evlilik, sevi, çocuk, dostluk, zeka, erdem, ölüm vb.
temalar üzerine Shakespeare‟vari bir deneme. Balzac‟ın doruklarından…
*
İsegawa, Moses; Uganda Günceleri, Çev. Gülden Şen, Doğan yayınları,
1.basım, 2005, İstanbul, 431 s.
İngiltere‟de yerleşmiş Ugandalı genç yazar İsegawa, 1998‟de Avrupa‟da patlattığı
özyaşamöyküsel ilk romanında yazın geleneğine bu denli şaşkınlık yaratacak ne gibi bir
katkıda bulundu anlamadım. Uganda‟nın 60‟lardan günümüze acı öyküsü bir yana, Uganda
Günceleri kötü bir anlatı denebilir. Çünkü oryantal açlık bir yana, Afrika‟nın derin tutkulu
öyküsü, ruhu Batılı beklenti için bile yeterli duyarlıktan yoksun. Değişik olma‟yla artık yetinir
mi oldu Batı?
Sabırla sonuna değin okuduğum anlatıyı Amerikanın büyük karaderili yazarlarının
öfkeli anlatılarıyla karşılaştırdım ister istemez. Isegawa yitirdi kuşkusuz. Büyük Batı
tezgahına dokundurmasına rağmen…
*
Aksan, Doğan; Türkçenin Zenginlikleri İncelikleri, Bilgi yayınları,
1.basım, 2005, İstanbul, 232 s.
10
Aksan, Türkçenin zenginliğini kanıtlama çabasını sürdürüyor. Dolayısıyla son
çalışmaları örnek çözümlemeleri olarak görülebilir. Okuması haz veren dilbilim yapıtları
bunlar. Bence kanıt yeterli. Türkçe eski ve varsıl bir dil. Anlatım gücü yetkin, sonsuz
denebilir. Belki Aksan‟dan, sonraki çalışmalarında Türkçenin geleceğe, çoğalmaya dönük
gizilgücü üzerinde durması beklenebilir (üretme, yaratma yeteneği).
Türkçenin zenginlikleri, Anadolu ağızlarındaki zenginlikler, Türkiye Türkçesinin
zenginlikleri yapıtın üç ana bölümünü oluşturuyor.
*
Karasu, Bilge; Altı Ay Bir Güz, Metis yayınları, 2.basım, 2002,
İstanbul, 83 s.
Yasam, anlatı ve doğayı çatışmasız sorgulayan yumuşaklığı oranında sıkı, tutarlı Türkçe
ile yazılmış yetkin metinler bunlar. Karasu için kurgu yaşamın içinde, anlatı da. Onun
yaşamla oyunu postmodernist anlatıcılardan bence çok uzak. Onun yalınkat bilgeliği her şeyi
çözüyor ve yeniden alçakgönüllü bir soruya dönüştürüyor. Onun zamanlarüstü bir yazma
gücü var. Metni zaman dışı…Bu o denli çok şeye işaret ki… Türkçenin sancaktarlarından biri
de Karasu.
*
Karasu, Bilge; Lağımlaranası ya da Beyoğlu, Metis yayınları, 2.basım,
2004, İstanbul, 228 s.
Karasu‟nun ölümünden sonra Akatlı derlemesi. Bana kalırsa Karasu‟nun en iyi
metinlerinden. Karasu anılarını yazacak biri değil, anı böylesi güzel anlatılara dönüşmedikçe.
Olağanüstü incelikler, gözlemler, duyarlıkların indirgendiğinde ortak paydası bir dil duygusu,
rengi, katmanı yaratmak bu metinlerin. Yarım kalmışlıkları onları ancak Karasu‟da daha
çekici kılabilirdi. Hümanizması üzerinde durulmalı.
*
Jolly, Allison; Lucy‟nin Mirası. İnsanın Evriminde Cinsellik ve Zeka,
Çev. Nalan Özsoy, Kitap Yayınları, 1. basım, 2004, İstanbul, 472 s.
Küresel organizma kavramına açılan; evrimde olumlu, dayanışmacı ve dişil
değerlere bilimsel bir yaklaşımla vurgu yaptığı çalışmasında, içgüdü kader midir? Doğru
mudur? Biyoloji statükoyu haklı çıkarır mı? sorularının da yanıtını arıyor primatolog Jolly.
Önemli bir çalışma.
*
Ecevit, Yıldız; “Ben Buradayım…” Oğuz Atay‟ın Biyografik ve
Kurmaca Dünyası, İletişim Yayınları, 1.basım, 2005, İstanbul, 580 s.
11
Atay‟ın yaşamını yapıtı üzerinden kurgulayan ve yorumlayan çalışma, yoğunluğu ve
düzeyiyle ilk örnek olmasına karşın Atay‟ı postmodernizme yamama girişimi, kimi
yargılarında çekiniklik, türk yazını içerisinde Atay‟in yerinin belirlenmesindeki boşlukları vb.
nedenlerle ele aldığı konunun (yani Oğuz Atay gibi en büyük yazarlarımızdan birinin)
oldukça gerisinde kalıyor.
*
Cüceloğlu, Doğan; İnsanı Ararken: Doğan Cüceloğlu Kitabı (2 cilt),
Söy. Canan Dila, Türkiye İş Bankası Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul,
569+550 S, fotoğraflı.
Canan Dila‟nın zekice ama zorlamayan sorularının karşısında Cüceloğlu tüm yetkinliği
ve yetersizliğiyle (dolayısıyla özellikle kaynaklarına ve düşlemine ilişkin yarattığı düş
kırıklığıyla) beliriyor, diyeyim.
*
Marquez, Gabriel Garcia; Benim Hüzünlü Orospularım, Çev. İnci
Kut, Can Yayınları, 3. basım, 2005, İstanbul, 109 s.
Büyük anlatma ustasının bunu yazmaya hakkı var bence ve biz de ne yazarsa yazsın
Marquez‟i okumak zorundayız. Onun ışığını en kötü yazısından çıkarmak yaratıcı okurun,
yani bizim işimiz (yaratıcılığımız oranında). Başkalarında kınayacağımız şeyi anlatısının
arkasındaki şey için (yani Marquez kendisi olduğu için) ona bağışlayacağız. Son anlatısı
Marquez‟in…
*
Bryson, Bill; Hemen Her Şeyin Kısa Tarihi, Çev. Handan Balkara,
Boyner Yayınları, 1.basım, 2004, İstanbul, 515 s. Ciltli, büyük boy.
Gezi yazarı İngiliz Bryson‟ın yapıtı büyüleyici bir çalışma. Durduğumuz yeri
görebilmemiz ne deni zorlaşmış, nasıl bir kibir biz insanoğununki… Oysa…
Bryson‟un bu yapıtını okumayan biriyle neyi tartışabilirsin?
Bilime kendi içinden bakmanın körlüğü nasıl aşılır? Bilimdışı bakışı zaten saymıyorum.
*
Özakman, Turgut; Şu Çılgın Türkler, Bilgi Yayınları, 1.basım, 2005,
Ankara, 748 s.
12
Ulusal savaşımız Batı Cephesinin romanlaştırılmış bu gerçekçi öyküsü daha çok
gençleri amaçlayan, eğitici bir çalışma. Çoğu kez usta anlatıcı ve kurgucu gözlerimin
yaşarmasına neden olsa da, amacının iyi yazının (Yazın) ötesinde olduğu belli.
*
Aruoba, Oruç; Benlik, Metis Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 152 s.
Aruoba‟yı hep çok merak ettim ve erteledim. Son felsefe-deneme yapıtı: Benlik. Düş
kırıklığı yaşadım desem doğru olur. Belki de dünyasına giremedim. Aruoba okuma isteğim de
söndü yazık ki…
*
Vila-Matas, Enrique; Bartleby ve Şürekası, Çev. Tülin Şenruh, Doğan
Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 225 s.
İspanyol Vila-Matas‟ın Bartleby sendromunu (Melville‟in „Yapmamayı yeğlerim‟i)
yazmayı birdenbire bir nedenle yadsıyan yazarlar, sanatçılar çerçevesinde ele aldığı anlatısı,
çevirisinin başarısına rağmen oldukça yavan geldi bana. Konu iyi ama…sıkıcıydı.
*
Altuğ, Taylan; Modern Felsefede Metafiziğin Elenmesi, Etik Yayınları,
1. basım, 2004, İstanbul, 104 s.
Metafizik kavramının felsefe için vazgeçilmezliğini öne süren Altuğ, Kant‟ın metafizik
temellendirmesini özetledikten sonra özellikle mantıksal pozitivizmin dile dayalı metafizik
(felsefe) eleştirisini Wittgenstein, Ayer ve Carnap çizgisinde değerlendiriyor.
*
Eagleton, Terry; Kültür Yorumları, Çev. Özge Çelik, Ayrıntı
Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 171 s.
Çok sevdiğim Eagleton‟un kültür kavramını çözümlediği bu kaynakları açısından zor
yapıtı, T.S. Eliot, R.Williams, vb. eleştirileriyle de kesin bir tanımlamadan kaçınsa da kavramı
daha doğru bir yere oturtuyor bence. Edward Said‟e sunumdaki incelik ve göndermede bence
çok anlamlı, küresel(leşme) tartışmalarının tam ortasında iken…
*
Kalkandelen, Zülal; Utanmış Sessizlik, Remzi Yayınları, 1. basım,
2005, İstanbul.
13
Bu küçük romanın neyi aştığı, neden yazıldığı benim için giz. Kalkandelen
Cumhuriyet‟e New York‟tan hoş Pazar yazıları geçiyordu.
*
Mete, Levent; Rika‟nın Beyninde, Can Yayınları, 1. basım, 2005,
İstanbul, 206 s.
Ruhbilimsel bilimkurgu denemesi iyi niyetli bir girişim olduğu çok açık olmasına
karşın, beklentilerimi tam karşılamadı. Daha iyisini yazarı yapabilir gibi geldi bana.
*
Caldwell, Erksine; Penceredeki Işık, Çev. Melih Cevdet Anday, Varlık
Yayınları, 1. basım, 1961, İstanbul, 168 s.
Caldwell‟den yine etkileyici bir roman. Yine ırkçılık, ama daha ötesi sevgisiz, acımasız
bir bencillik ve bunun kaçınılmaz sonucu masum ölümler… Yaşam biçimi, kültür(süzlük) ve
doğa mı bu insanları böyle körleştiriyor, inatçı yapıyor? Güzel bir çeviri, anlamlı bir
Cauldwell.
*
Caldwell, Erksine; Yalnız Geçen Gün, Çev. Mustafa Yurdakul, vd,
Varlık Yayınları, 1. basım, 1968, İstanbul, 71 s.
Yer yer ve az da olsa sıradan öyküler yazmakla birlikte Caldwell, çoğu kez de büyük
Amerikan öykü damarının has uzantısı olduğunu kanıtlıyor. Acı, ama yaşamdan; gülünç, ama
yaşamdan…Bu derleme en iyi öykülerinden…
*
Caldwell, Erksine; Sıcak Nehir, M. Zeki Gülsoy, Varlık Yayınları, 1.
basım, 1953, İstanbul, 128 s.
Çarpıcı, etkileyici öyküler. Özellikle Sıcak Nehir…Belli bir coğrafya ve insanları var bu
öykülerde.
*
Caldwell, Erksine; Yaz Sonu, M. Zeki Gülsoy, Varlık Yayınları, 1.
basım, 1956, İstanbul, 98 s.
14
Yine yerli (ABD‟li), etkili öyküler…Bir dünya öykü seçkisinde Caldwell‟in yeri olmalı,
London‟ın, Hemingway‟in yanısra…
*
Caldwell, Erksine; Kuyudaki Zenci, Çev. Memet Fuat, De Yayınları,
1. basım, 1968, İstanbul, 89 s.
Memet Fuat‟ın halk diliyle çevirip aslına tıpatıp yakıştırdığı olağanüstü Caldwell
öyküler seçkisi. İlk Urfa‟da bir lise öğrencisiyken okumuştum. Şeker Adam‟ı ve içindeki
blues‟u hiç unutamadım. Haklıymışım…
*
Caldwell, Erksine; At Hırsızı, Çev. Ülkü Tamer, Varlık Yayınları, 1.
basım, 1971, İstanbul, 183 s.
Olağanüstü bir çeviri. Derin Amerika. Ve derin blues…
*
Pamuk, Orhan; Beyaz Kale, Can Yayınları, 1. basım, 1985, İstanbul,
159 s.
Pamuk‟u ikinci kez okuduğum bu üçüncü romanından sonra topluca okumaya karar
verdim. Benim gördüğüm bu zeki ve her bakımdan donanımlı yazar, sanıldığınca ana, şana,
paraya yatırım yapmıyor yalnızca, tutkusu kendisini aşıyor belki de. Okur halkası ulusal
ekinimizin içerisine (onu yağmalasa da) hele hiç sığmıyor. O bir yeni oryantalist, doğulu bir
batılı aslında ve batıya doğuyu batılı gözüyle yazıyor. Ne yazık ki onun bir Edward Said‟i
yok. Bilgi istiflemesi de bundan. Kullandığı kaynaklar o denli erişilmez ki bunlara gerçekte
hiç bağlı değil ve iyi koku alıyor. Biliyor ki kibri saygı görecek, kini alkışlanacak, aşağılaması
para yağdıracak…
Doğu meselleri geçerlidir. Doymuş okur (Batılı) gizem yüklü, mistik temalara yatıyor,
aranış içerisinde. Gerçek doğu kaynaklarına ise öyle uzak ki, işte Pamukgiller sayesinde bu
kaynaklar için zahmete girmeyecek.
Pamuk‟un en önemli özelliği bilimsellik izlenimiyle okuru anlamların peşine takıp
birden çark ederek her türden ussal açıklamayı yerle bir edip başvuruyu (referans) anlamsız
bir hiçe dönüştürmek… Kararlı, sağlam görünen kurgusu ne yazık ki ironiden yoksun.
Yıkımının ardında halk zekası (karnaval duygusu) yok. Ama çok az yazarımızda olan bir şey
onda var: yazın duygusu. Bence ona yazar denebilir, kaç tane yazarımız için söylenebilir bu
bilmiyorum.
*
Pamuk, Orhan; Kara Kitap, Can Yayınları, 1. basım, 1990, İstanbul,
426 s.
15
Kara Kitap üzerinde durmaya değer bir yapıt, Pamuk‟un diğer yapıtları gibi. Bildik bir
yapıda değil. Rokoko ve ağdalı, yığışmalı dil, biçem okumayı güçleştirse de ucu açık,
döngüsel yapıyı destekliyor. Bu da diğerleri gibi bir arayışın (anlam) ve aramayışın öyküsü.
İçinde her şey var, ama bir şey bulduğunu sanan yanılır. Camus‟ye çok yakın değil, ama
Pamuk‟un okurken ayrımsadığım bir çok kaynağı var. Anlatısı içerik ve biçim açısından bana
kalırsa hiç özgün değil, ama cesaretiyle yeterince özgün. Hiç kimse bu denli çok ve ile bu
denli çok tümceyi yan yana dizmeye cesaret etmemiştir. Bir yansılama dili, seçilmiş, tepkici
bir dil bu ve bence Orhan Pamuk‟un önümüze koyup bizi tartıştırdığı şey değil, arkasındaki o
korkunç tutkulu nefreti önemli. Sanki biz ona ait bir şeyi ondan zorla alıkoymuşuz gibi bir
aristokrat kini yüklü ve dilinde yansıyor. Sanki yazarak, yazdıklarını nefret ettiği bizlere
okutarak, üstelik bundan her anlamda kazanarak öç alıyor.
Uzun çözümlemeler yapacak gücüm yok. Söyleyebileceğim çok şey olmasına karşın.
Onun oyun kavramı (tüm post modernitede olduğu gibi) saf değil. Tümcelerinin
dizilişindeki eşitlikçilik anlayışı inandırıcı değil. Gerçekte yazıda demokrat değil. Okur onun
için bir nesne.
*
Pamuk, Orhan; Yeni Hayat, İletişim Yayınları, 2. basım, 1994,
İstanbul, 280 s.
Hiçbir yapıtı Pamuk düzeyinin altında değil. Belki de en iyi anlatısı. Ama
yaklaşımındaki, biçemindeki, oyunlarındaki ve tüm bunların arkasındaki o ürkütücü
duygusundaki bitmez tükenmez yinelenme bıktırıcı oluyor sonunda. Çünkü her şey bir oyunsa
da, Pamuk oyunu o denli duru, suçsuz, masum değil.
Türkiye‟nin solu, Atatürkçüsü Pamuk‟ta, tam da onun istediği yere, çok basit bir yere
takıldı. Ne yazık ki zeka ve birikim olarak Pamuk onların çok ilerisinde. Belki de sorunumuz
bir eleştiri sorunu.
Orhan Pamuk‟u anlayabildiğimizi sanmıyorum.
Derrida‟yı, doğulu meselle buluşturup Pamuk açıkgözlüğüne yol açan süreci çok merak
ediyorum ve daha bir çok şeyi…
*
Balzac, Honore de; Esrarlı Bir Vaka, Çev. Yaşar Nabi Nayır, MEB
Yayınları, 1. basım, 1949, İstanbul, 319 s.
Balzac‟ın biraz kötü bir çeviri ve baskıya kurban gitmiş, döneminin siyasal bir
entrikasına fazlasıyla bağlı çocuksu romanında belki de ben rastlayamadım görkemli sahne ya
da sayfalara.. Çünkü Balzac‟da 400 sayfa bazen bir bölüm, sahne ya da paragraf için okunur
ve değer.
*
Balzac, Honore de; Ursula Mirouet, Çev. Sabiha Rıfat, MEB Yayınları,
1. basım, 1949, İstanbul, 317 s.
16
Balzac‟ın bir ökeden beklenecek saflıkla öyküsünün (?) odağına spiritüalizmi
yerleştirdiği (üstelik bilimsel bir tutumla) ortalama romanlarından biri. Balzac‟a özgü
inceliklerin anlatıda kol gezdiğini belirtmeyi gereksiz görüyorum.
*
Balzac, Honore de; Yaşamda Bir Başlangıç, Çev. Tahsin Yücel, Yapı
Kredi Yayınları, 1. basım, 2001, İstanbul, 171 s.
Tahsin Yücel‟in yetkin çevirisiyle Fransa‟da Balzac‟ın prizmasından ulaşım dizgesine,
toyluğa ve taşra çatışmalarına gülmeceli bir bakış. Bir Balzac romanı.
*
Balzac, Honore de; Köylüler, Çev. Zaven Biberyan, Oda Yayınları, 3.
basım, 1985, İstanbul, 333 s.
Balzac, Honore de; Köylüler, Çev. İsmail Yerguz, Oğlak Yayınları, 1.
basım, 2003, İstanbul, 446 s.
Balzac‟ın yazma yeteneğini sergileyen olağanüstü doğa ve karakter çözümlemelerinden
geriye roman olarak bir şey kalmıyor olsa da, gösteren bir roman bu. Önemli bulunmuş,
yazınsal açıdan olmasa gerek, kusurlu çünkü.. Yarım kalmış bir roman. Üçlü çatışmayı
çözümlemek isteyen Balzac, konunun önemi nedeniyle kurguyu harcamış…Yine de Aieges‟i
betimleyen 1. bölüm eşsiz…
Balzac‟tan bir metinler seçmesi yapmalı.
*
Tahir, Kemal; Esir Şehrin Mahpusu, Sander Yayınları, 3. basım, 1978,
İstanbul, 383 s.
Tahir‟in tatlı, ama aynı ağız ve biçemle mapusane çeşitlemeleri romanın ana dokusunu
zedeliyor, romanı onun şehvetli anlatma tutkusu bozuyor. İkinci yarı da romanı kurtarmaya
yetmiyor.
*
Tahir, Kemal; Kelleci Memet, Adam Yayınları, 3. basım, 1976,
İstanbul, 352 s.
Tahir‟in eski roman tiplerini sürdürdüğü, Çankırı, mapusane meddah anlatılarını
bıktırma kertesinde sürdürdüğü bence önemsiz bir yapıtı daha. Kemal Tahir okumak
keçiboynuzu yemekten kötü.
Anadolu köylüsü hakkında yerleşik önyargıları pekişerek sürüyor. Dallas dizileri…
*
17
Tahir, Kemal; Yorgun Savaşçı, Remzi Yayınları, 1. basım, 1965,
İstanbul, 480 s.
Yine abuk subuk sapkınlıklarına karşın romana en benzer romanlarından ikincisi.. İlki
Esir Şehrin İnsanları. Bu kez de tezler devreye giriyor yavaş yavaş. Yakın tarih üzerine,
Büyük savaş, Kurtuluş Savaşı, vb. tezleri… Tahir‟in solculuğunun onu özgünlük arayışına
iteklediğini kabullenmek istemiyorum. Tahir‟den merak edene önereceğim roman olur bu, ille
okuyacaksa.
*
Tahir, Kemal; Bozkırdaki Çekirdek, Tekin Yayınları, 5. basım, 2004,
İstanbul, 424 s.
Kemal Tahir‟in Enstitü tartışması. Kuruluş‟u iyi anladığı, hatta anladığı kanısında
değilim. Yoksa bu denli doğru bu denli yanlışla iç içe girer miydi? Yer yer yaratıcılığın
yansıdığı duyarlı bölümler içeriyor muydu acaba yapıt? Şöyle: anlatım öyle doğal, rahat ki…
Su sanki doğal yatağında akıyor. Dil Tahir‟in hem silahı, hem de tuzağı…
*
Tahir, Kemal; Kurt Kanunu, Bilgi Yayınları, 1. basım, 1969, Ankara,
404 s.
Tahir okumaya bir son vermeliyim. Hiçbir şey getirmeyen, tüketici bir okuma… Roman
düzeyine yaklaşan, tezleri geliştiren, Kuruluş‟u fena harcayan, bilgiç, orası burası sarksa da
yine de rahat okunan bir anlatı (diyelim).
*
Faulkner, William; Aşk ve Ölüm, Çev. Vahdet Gültekin, Güven
Yayınları, 1968, İstanbul, 330 s.
Bu büyük yazarın ilk romanı (1926). Özgün adı Askerin Payı. Bence ilk okumamda
değerini ayrımsamamışım. Bu denli alçakgönüllü bir dille, böylesine katmanlı bir biçem
yaratmak ve gündelik yaşam anlatılarıyla evrensel gerçeği sorgulamak Faulkner‟i kendisi
yapan şey olsa gerek. O zaman Pamuk‟la onu karşılaştıralım bir…
Neden bu yapıt bence başarılı çevirisine rağmen yeniden yayınlanmadı.
*
Faulkner, William; Kutsal Sığınak (Sanctuary), Çev. Ender Gürol,
Varlık Yayınları, 1. basım, 1962, İstanbul, 199 s.
18
Faulkner, William; Lekeli Günler (Sanctuary), Çev. Özay Sunar, Altın
Yayınları, 1. basm, 1968, İstanbul, 287 s.
Faulkner‟i dünyaya tanıtan ikinci önemli, ama Türkçede şanssız romanı. Yeniden
çevrilmeli. Faulkner coğrafyası ortaya çıkıyor: Yoknapatawha. Missisipi havzası ve insanları.
Caldwell‟den ayrımı ruhsal ayrıntıları ve katmanlı kurgusu olabilir mi? Evet, Caldwell büyük
bir yazar ama Faulkner yaratıcı bir yazar…
*
Smith, Zadie; İnci Gibi Dişler, Çev. Mefkure Bayatlı, Everest
Yayınları, 8. basım, 2005, İstanbul, 550 s.
Jamaika kökenli İngiliz yazar Smith (1975), bu şaşırtıcı ilk romanıyla geleneksel ve yeni
temaları, yine geleneksel ve yeni anlatı biçimleriyle buluşturuyor, ortaya Mefkure Bayatlı‟nın
olağanüstü çevirisiyle büyüleyici bir anlatı çıkıyor. Kendi ulusal yazınıyla koşullanmışlık,
Dünya yazınını değerlendirmede yetersizliğe yol açıyor, yerelin de sanırım abartılmasına.
Tansık saydığımız pek çok şey sıradan bir dünya örneği karşısında bayağılaşıyor. Orhan
Pamuk Faulkner‟ın ilk romanının (1926) ya da bir Zadie Smith‟in (2000) neresinde;
yaratıcılık, anlak, eleştiri, ironi, biçem, yapı, duyarlık vb. açılarından… Futbolumuz kadar
romanımız var hala (Naci) ve kendi bokumuza bir tansık ürünüymüş gibi bakmaktan
vazgeçsek artık iyi olacak…
*
Kiremitçi, Tuna; Yolda Üç Kişi, Doğan Yayınları, 1. basım, 2005,
İstanbul, 204 s.
Kiremitçi yollarını kesiştirdiği üç kişiyi anlatıcı seçimiyle de yorumluyor. Dürüst
bulduğum Kiremitçi yalın anlatımıyla dikkati çekse de anlatısı derinlikten yoksun. Tematik
büyüklüklerle anlatımda yalınlık ısrarı arasındaki gerilime umut bağlamış gibi duruyor. Belki
haklı, bundan bir şey çıkabilir, henüz çıkmadıysa da…Bir roman kendi çizgisinde bir düşüşe
de işaret.
*
Balzac, Honore de; Modeste Mignon, Çev. Oktay Rıfat, MEB
Yayınları, 1. basım, 1947, İstanbul, 407 s.
Oktay Rıfat‟ın eski ama güzel Türkçesinden bir Balzac daha…Modeste‟in kendine
uygun eşi bulma öyküsü, Balzac romantizminin yer yer su yüzüne çıkmasını da sağlamış.
Yavanlıklarıyla değil Balzac evreninin kimi bölümlerde birden belirişleriyle değerli ve
eğlenceli bir yapıt…
19
*
Faulkner, William; Ses ve Öfke, Çev. Rasih Güran, Remzi Yayınları, 1.
basım, 1965, İstanbul, 332 s.
Okuduğum için yaşamımı daha anlamlı bulduğum, yıllardır okumayı düşlediğim kitap…
Algı düzeniyle uyumlu bilinçakışı tekniği kusursuz roman, kendi coğrafyasını da yaratıyor.
Faulkner bir öke. Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük anlatıcılarından…
*
Girard, Rene; Günah Keçisi, Çev. Işık Ergüden, Kanat Yayınları, 1.
basım, 2005, İstanbul, 288 s.
Şiddet ve Kutsal‟ı tümleyen Girard çalışması, Hiristiyan söylemin şiddeti insanoğlunun
aşmasındaki önemli yerini vurguluyor. İsa kurban olmayı herkes için son kez seçerek,
kurbanın gerekmediği bir Dünyaya işaret etti. Beklentiyi kırdı. Günümüz insanı bu dili Kutsal
Metinlere rağmen bazen, yakalayabilirse belki bir umut var.
*
Pamuk, Orhan; Benim Adım Kırmızı, İletişim Yayınları, 1. basım,
1998, İstanbul, 470 s.
Pamuk‟un bu ilginç romanı da diğerleri gibi. Çok şey verir gibi yapıp hiçbir şey
vermemeyi bir tutum olarak benimsiyor. İzlenim veriyor okura ve dehşet salıyor. Yılgınlık
(okuru yıldırma) temelli bir roman. Oysa Pamuk oyun içerisinde olduğunu gösteriyor. Okur
eziliyor ve yazar yüceliyor. Böyle bir ezme ezilme ilişkisi içerisinde bir yazar kimliği
süzülüyor. Bir seçkinci, aristokrat kibirden fazlası var Pamuk‟da, belki de tam açımlanamamış
bir kin… (Bu da bir yazarlık numarası değilse).
Mış gibi‟nin yazarı, dolayısıyla önüne sonsuz bir olanaklar denizi açmış oluyor. Onu bir
yanından tutamazsınız, başkalaşır. Hep ötede, anlama sınırlarımızın dışındadır. Doğu ve
Batı‟ya ilişkin göndermeleri ise sadece Yüce‟nin biz zavallı yeryüzü varlıklarına orda burada
bırakıverdiği üstelik şaşırtmacalardır.
Pamuk kişiliğini koyuyor ortaya yapıtıyla. Bu anlamda cesur ve az örnekte
görüldüğünce yazar…
O denli çok kaynağa bağlı ki bir noktadan sonra her şey yapay, sahte bir sunuşa
dönüşüyor.
*
Pamuk, Orhan; Kar, İletişim Yayınları, 1. basım, 2002, İstanbul, 428 s.
Seriyallerin naif yapısını Kars‟da bir ihtilal parodisiyle buluşturan Pamuk, duygusal
manifestosunu da daha önce olmadığınca sergiliyor. Anlatı bir oyun, alıcı bunu bir oyun
olarak görsün, ama yazarın göndermeleri de boşa gitmesin. Yazarın tutumu saf değil,
20
arkasında katmerli, entelektüel kasıt çok kötü sırıtıyor. Ama kurduğu zekice tuzak insanları
Kars‟a haksızlık eleştirisine kilitliyor ne yazık ki…
*
Tahir, Kemal; Devlet Ana, İthaki Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul,
651 s.
Kolay okunan, son derece basit bir tarihsel serüven romanı. Bir Osmanlı altın çağı
çizmeye çalışılan romanın TDK ödülü, Dede Korkut, Yunus dili tıpkılamasına bağlı olsa
gerek. Yoksa ne büyük roman, ne de başka bir şey…Yine de Tahir‟den okunacak birkaç
kitabın arasında sayılmalı.
*
Bener, Vüs‟at O.; Dost Yaşamasız, Yapı Kredi Yayınları, 1. basım,
2003, İstanbul, 268 s.
Bu yıl yitirdiğimiz bu büyük yazar için geç bir toplu okuma girişimi. Yaşama
ödünsüzlüğü biçemine yansımış bu öfkeli yazarın öfkesi arınmış, saydamlaşmış zaman
içerisinde. Kurgu bile sahtekarlığıyla baş edemez olmuş. Yaşam kül yutturamamış Bener‟e.
Bu adamı anlamak zor, ama eşşiz bir mutluluk, dokunmanın bir yolu yasam denilen seye…
Belki de Necatigil onu iyi anladı.
*
Kureishi, Hanif; Vücut, Everest Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul,
316 s.
İki uzun öykü içeren, kimi öyküleri (kitaba adını veren başta) düşlemsel yapıtın yazarı
Kureishi İngiliz. Öykülerin ortak teması aile ve aile içi iletişim… Bu nedenle yer yer çok
dokunaklı olabiliyorlar. Batı kültürünün biçimlendirdiği ilişkiler bize uzak olsa da (acaba)
kuşaklar arası bağlar, değer yargıları çatışmalarının arkasında umut da vaat etmiyor değiller…
Bedensiz kalmadığımız sürece sanki umut var.
*
Tahir, Kemal; Büyük Mal, Adam Yayınları, 3. basım, 2004, İstanbul,
420 s.
Yediçınar Yaylası, Köyün Kamburu‟nu tamamlayan Büyük Mal Tahir‟in bitmez
tükenmez kötü Çorum anlatılarından… Roman kişileri durmadan birbirlerine anlatıyor, Tahir
de onların birbirlerine usanmazca anlattıklarını bize (okurlara) aktarıyor. Bu artık geleneksel
anlatı olanaklarından yararlanma falan değil, kimse kusura bakmasın…
Tahir‟in Anadolu‟sunda herkes (kadın erkek) birbirinin üzerine biniyor ve sayısız
„permütasyonlar‟ söz konusu… Sodom ve Gomorra buradaymış demek…
21
Üstüne, bir de Ermenilere binmiş miyiz, kökünü kazımacasına, çoluk çocuğuna
varıncaya… Tahir olduğuna göre düşmana da gerek yokmuş ya, anlaşılan Kemal Tahir‟i de
pek ciddiye alan, okuyan yokmuş, benim gibi salaklardan başka.
*
Faulkner, William; Sartoris, Çev. Gülten Yener, Can Yayınları, 1.
basım, 1985, İstanbul, 379 s.
Aslında bu Faulkner‟in üçüncü romanı, ben sırayı şaşırdım. Yoknapatawha‟sını
kurmaya başladığı, Güney‟in tarihiyle bütünleşmiş büyük ailelerden birinin, Sartorislerin
öyküsünü anlattığı… İlk romanıyla daha yeni bir anlatma tekniğini yoklayan Faulkner, biraz
geri çekiliyor, Ses ve Öfke‟den önce soluklanıyor bence. Ama anlatı tekniğindeki klasizme
dönüş, Güneyin epiğini, bunun içindeki kişisel dramı yakalamaya uzak değil. Tersine,
Faulkner romandan beklentisini Sartoris‟le açığa vuruyor, duyuruyor. Öyküsünü (anlatısına
eksen olacak) seçiyor. Belki de dramın bir yazgıyla (trajediyle) yüklenmesi Faulkner
öykülerini bu denli etkileyici yapıyor. Bir kişinin değil, bir soyun, bir coğrafyanın güç
değiştirilebilir ırası, tek tek kişileri zorluyor ve bu kişiler bu ürpertici yazgı karşısında
umarsızlığın hüznüne teslim oluyorlar.
Beyaz yaşlı kadın ocağın sacayağı gibi duruyor ve Yaşar Kemal bunu sezmiş olabilir mi
ya da Yaşar Kemal‟in tanıdığı Faulkner nedir?
*
Reimertz, Stephan; Çayın Kültür Tarihi, Çev. Mustafa Tüzel,
DostYayınları, 2. basım, 2003, İstanbul, 167 s.
Nefis bir yapıt, nefis bir çeviri… Çay içme zevkini arttıran, zevkli, hoş bir çalışma. Çay
içme bir seçici kültür olayına dönüştürülmeli bilge yazarına göre. Katılıyorum.
*
Balzac, Honore de; Cousin Ponse 1, 2 , Çev. Vahdi Hatay, MEB
Yayınları, 1. basım, 1990, İstanbul, 232/222 s.
Balzac‟ın son yapıtlarından Cousin Ponse, Paris‟in antika dünyasına ve bu dünya
üzerinden zengin akrabalarla ilişkilere göz atıyor, yine acımasız ve acılı gözlem güzüyle…
Dostluk, çıkarcılık, sonradan görme kibir, vb. duygular irdeleniyor. Balzac çoğu kez bir bilim
adamı gibi davranıyor. Bana kalırsa Balzac‟ın iyilerinden ve insanoğlunun küçük ruhu
didikleniyor bir anatomi dersinde olduğu gibi. İnsan için iyilik/kötülük kavramı önüne gelen
şeyle o denli ilgili ki…önüne bu şey gelmezse belki sonuna değin melek kalabilir insan.
*
Mert, Ali; Kavram Karmaşası, NK Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul,
176 s.
22
Aydınlanma, Cool, Doğaçlama, Etik, Gerçekcilik, Küreselleşme, Orta Sınıflar, Otorite,
Ütopya, Yabancılaşma kavramlarını Türk TKP gözlüğünden biraz konformist bir biçemle
irdeleyen Ali Mert‟e (takma adı) katlanmakta güçlük çektiğimi, kitabı birkaç kez bıraktığımı
elimden belirtmem gerek. Doğaçlama üzerine denemeye çok da itirazım yok aslında.
*
Faulkner, William; Döşeğimde Ölürken, Çev. Murat Belge, De
Yayınları, 1. basım, 1965, İstanbul, 216 s.
Faulkner‟ın tekniği sayesinde Güney kendini anlatıyor, beliriyor. Caldwell‟in,
Faulkner‟in yapıtının arkasında onlara dayatan bir gerçek(lik) var gibi. Yoknapatawha belki
buradan geliyor. Evin hanımının Jefferson gibi uzak bir yerde gömülmesi için yapılan büyük
ve acılı yürüyüşün çarpıcı bir biçem ve teknikle olağanüstü öyküsü olan roman, diğerleri gibi
anlatıyı farklı düzeylerde (kişisinin açısına bağlı olarak) gerçekleştirerek ve kişisine göre iç
konuşma, bilinç akışı yöntemlerine başvurarak çoğaltan etkisi yaratıyor.
*
Bener, Vüs‟at O.; Ihlamur Ağacı/İpin Ucu, Yapı Kredi Yayınları, 1.
basım, 2004, İstanbul, 165 s.
Bener‟in iki oyunu var. Aralarında da epey bir zaman. Bunlar Bener‟in yazın
çizgisindeki (daha çok yazın anlayışındaki) dönüşümü de gösteriyor. Acıdan katılma ve
anlamsıza direniş yaşantıları mı demeli buna bilmem. Dil (anlatma) bile kırılıyor, tiksiniyor
kendinden. Derim ki Bener‟in görkemi tiksintisine rağmen yine de yazabilmiş olmasının
göstergesel (imgesel) kanıtlarında izlenebilir. En son dil‟i de kaçırmamak için elinden
kimbilir nasıl ikna etti kendini, oyaladı. Türkçenin ve ülkemizin en önemli, büyük
yazarlarından biri Bener (Vüs‟at O.) ve oyunlarına rağmen böyle bu (özellikle de İpin Ucu‟na
rağmen).
*
Durukan, Kenan; Doğu-Batı İkilemine Dört Bakış:
Montesquieu/Fanon/Galeanno/Said, Türkiye İş Bankası Yayınları, 1. basım,
2005, İstanbul, 116 s.
Son derece yetersiz, savsız bir çalışma.
*
Toptaş, Hasan Ali; Uykuların Doğusu, Doğan Yayınları, 1. basım,
2005, İstanbul, 229 s.
Çok yankılanan bu romanı okuyamadım. Büyük düş kırıklığı. Anlatı dilini sevmedim
başta. Masal kipi konusunda çok mu koşullanmışım. Toptaş masal (mış) kipi kullanarak
tekdüze, tek boyutlu bir sessel ezgi çıkarmış ortaya ve insanın sıkıntıdan soluğunu kesiyor.
Yineleme izlenimiyle (çember kurgu) amaçladığı şeyde çok da başarılı olamadığı açık.
23
Romanın güncel işlevi bu değil bana kalsa. Yoksa biçem araştırmaları romanda sonsuz
seçeneklere açık. Kemal Tahir‟in çıkmazı da bir bakıma geleneksel anlatı biçiminde sıkışıp
kalmaktı.
Toptaş‟ın önceki birkaç kitabından etkilendiğimi anımsıyorum. Usta bir yazar olduğu
sözcükleri, nitemleri, eylemleri alışılageldik biçimleri dışında kullanma yeteneğinden, dile
yeni ve şaşırtıcı bir can verişinden belli. Türkçe onda yeni bir soluk gibi. Sözcüğü kendi
bağlamı dışına taşırıp da gerçekliği bu denli başarılı ve yalın aktarma gücü çok az
yazarımızda olsa gerek. Düş kırıklığım bu yüzden. Orhan Pamuk gibilerinden bence daha
önemli bir yazarın dili anlatısının önüne koymaması, dilin büyüsüyle en geniş anlamında
içeriği bulanıklaştırmaması gerekirdi. Yaşadığımız ne denli düşsel de olsa…
*
Kutlu, Mustafa; Chef, Dergah Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 214
s.
Kutlu beni şaşırtıyor, ülkemizde son zamanların en iyi romanlarından birini veriyor. Tek
katmanlı biçemle çok katmanlı içerik, geometrik bir kurguyla ve zehir gibi bir eleştiriyle ucu
açık bir başyapıt eşiğine ulaşıyor. Bir usta…
Balzac, Honore de; Bette Abla , Çev. Vahdet Gültekin, Halk El Sanatları ve
Neşriyat AŞ Yayınları, 1. basım, ?, İstanbul, 377 s.
Balzac‟ın son yapıtlarından Bette Abla (La Cousine Bette) kendi deyimiyle „korkunç bir
roman‟. Kötülüğün çözümlemesini yaptığı bu romanda da gerçeğin inanılmaz gücünü
duyumsuyoruz, çocuksu bitişlere rağmen. Balzac‟ın ticari aklı romanlarını başladığı gibi
bitirmesine engel de olsa Balzac‟da ne aramalı sorusunun en geçersiz yanıtı olay örgüsünde
tutarlılık olmalı. Onun anlatısındaki gerçeklik duygusu hiç de olay örgüsüne borçlu değil.
İnanılmaz‟ın inanılır oluşu da bundan. Bütün konusunda dağınıklık olgu konusunda
bilimsellikle dengeleniyor.
Balzac‟ın en iyi romanlarından ve iyi bir çeviri.
*
Çavdar, Tevfik; İktisat Kılavuzu, NK Yayınları, 3. basım, 2005,
İstanbul, 248 s.
Yararlı bir kılavuz. Küreselleşme konusunda güncel bilgi taşıması da artısı.
*
Mahjoub, Jamal; Cinlerle Yolculuk, Çev. Roza Hakmen, Yapı Kredi
Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 362 s.
Sudan kökenli İngiliz yazar Mahjoub, bir aile içi hesaplaşmadan kalkarak öteki açısında
bir kültür sorgulaması yapıyor. Dilinin içtenliği hesaplaşmanın en iyi anlatısını bulduğu
anlamına gelmiyor. Sonuçta Mahjoub izlenebilir bir yazar.
*
24
Baran, Ethem; Dönüşsüz Yolculuklar Kitabı, Doğan Yayınları, 1.
basım, 2005, İstanbul, 167 s.
Açık etkiler taşımasına rağmen (Topbaş, Kavukçu) bence iyi yolda Baran. Çocukluk ve
ilkgençlik dönemleri belki de Türkçede yazarını buluyor.
*
Tahir, Kemal; Yol Ayrımı, Adam Yayınları, 5. basım, 2004, İstanbul,
364 s.
Üçlemenin son kitabı ve benim de Tahir okumamın. Eziyetli bir okuma oldu. Tahir
anlatısı Tahircece Tahiri. Şehevi. Anlatma zevkinden eriyip gidiyor roman ve geriye çocuksu
tezler kalıyor. Romanı doğru anlasaydı (bir araç gibi değil) belki iyi şeyler çıkarabilirdi.
Parlak etkili sahneler de çerçeve yokluğundan anlamlarını yitiriyor.
*
Comte-Sponville, Andre/Delameau, Jean/Farge, Arlette; Mutluluğun
En Güzel Tarihi, Çev. Saadet Özen, Türkiye İş Bankası Yayınları, 1. basım,
2005, İstanbul, 135 s.
Mutluluk kavramına felsefe, din (hristiyanlık) ve aydınlanma geleneği açısından bakış,
bir söyleşi kitabı.
*
Faulkner, William; Ağustos Işığı, Çev. Murat Belge, İletişim Yayınları,
1. basım, 2003, İstanbul, 446 s.
Faulkner‟dan ikinci bir başyapıt daha. Güney kendi gizlerini açıyor. Irkçılıktan daha
kötüsü ırksızlığın kara-beyaz öyküsü insanlık epiğine dönüşüyor nerdeyse. Kişilerin
bakışlarıyla roman gerçekliği hep yeniden üretiliyor. Çoğulluk biçemleşiyor. Bir roman.
*
Bener, Vüs‟at O.; Buzul Çağının Virüsü, Yapı Kredi Yayınları, 1.
basım, 2004, İstanbul, 217 s.
Bir başyapıt. Türk yazınının da. Taşra ve Türkçe. Sızılmazlık dili. Bir aşk öyküsü
(anlatılmamış).
*
25
Bener, Vüs‟at O.; Bay Muannit Sahtegi‟nin Notları, Remzi Yayınları,
1. basım, 1991, İstanbul, 97 s.
Bener dilin kıyısında, dil sürgünü. Tüm kodlayıcılar gibi elindeki sonuncuyu da
parçalıyor. Ne kadar dürüst olduğunu kendisi de kestiremiyor. Rahat ederdi, edemedi. Ne
büyük bir ahlakçı Vüs‟at O. Bener. Kendine yalan söylemeyi içtenlikle denedi ve beceremedi.
*
Bener, Vüs‟at O.; Manzumeler, ,Des. Orçun Türkay ,Yapı Kredi
Yayınları, 1. basım, 2004, İstanbul, 57 s.
Bener‟in kendi poetikası içinde bir anlamı var.
*
iskender, küçük; iskender‟i ben öldürmedim, Sel yayınları, 1. basım,
Ekim 2005, İstanbul, 100 s.
İlk ve eksik k. iskender okumam… Sonuç alıcı değil. Uçlarda gezindiğine ilişkin,
keşliğine ilişkin öyle bir eda içinde, imgeleri de buna bağlı olarak bazen çarpıcı ama o kadar
kişisel (rastlansal) ki sanırım iyi ve kötü olana yakın, çarpmaya yatkın bir zekanın şiddeti
şiirini bir yerde öldürüyor.
Okunmaya değip değmeyeceğini kestiremedim.
*
Sadi; Gülistan, Çev. Kenan Sarıalioğlu, Bordo Siyah yayınları, 1.
basım, Ağustos 2005, İstanbul, 265 s.
Gülistan bir yanıyla klasik Doğu tadı taşıyor, çeviri de başarılı, ama gerçekten zamanları
aşabiliyor mu? Özgün dilde yapısı, tıpkı bizim Divan Şiirimiz gibi ilgi çekici olabilir.
*
Wolf, Christa; Tensel ,Çev. Özgür Pozan, Everest yayınları, 1. basım,
Şubat 2005, İstanbul, 128 s.
Yarım bıraktığım, bir türlü içine giremediğim, çevirisi de sorunlu bir roman.
*
Bener, Vüs‟at O.; Siyah Beyaz, İletişim Yayınları, 1. basım, 2003,
İstanbul, 106 s.
Bener‟in anı- öykü karışımı kitabında bence Siyah Beyaz, Kırık Fincanlar, Nihavend
Saz Semaisi gibi çok güzel öyküler var.
*
26
Faulkner, William; Ayı, Çev. Murat Belge , De Yayınları, 1. basım,
Nisan 1967, İstanbul, 118 s.
Faulkner‟dan etkileyici bir uzun öykü, bence başyapıt. Doğayla insan bilinenden çok
daha farklı bir şekilde buluşuyor bu öyküde ve av bir kaynaşma, buluşma ritüeline dönüşüyor.
*
Yücel, Tahsin; Ayna, Can yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 58 s.
Nefis bir yabancılaşma öyküsü. Aydını (?) sorgulamayı sürdürüyor Yücel.
*
Topuz, Hıfzı; Tavcan, Remzi KitabeviYayınları, 1. basım, 2005,
İstanbul, 221 s.
Yazınsal hiçbir değeri yok.
*
Nothomb, Amelie; Özel İsimler Sözlüğü, Çev. Berran Tözer , Dogan
Yayınları, 1. basım, Ocak 2005, İstanbul, 85 s.
Plectrude‟un öyküsü. Nothomb Kobe dogumlu (1967) Belçikalı bir kadın yazar. Çok
etkileyici öyküsü antik trajedilere gönderme yapıyor. Çağımızda geçen bir yazgı öyküsü pek
çok değişik duyguları da taşıyor yanı sıra. Nothomb‟un sade ama etkileyici dili başarılı
çevirmenin katkısını da alıyor, öykü dile dayalı bir yasamla hesaplaşmaya dönüşüyor. Sonuçta
yazgı yinelenmesi gerekliliğini yazarı kurguya sokarak ve onu Plectrude‟a öldürterek
göstermek zorunda kalıyor. Plectrude Nothomb‟u öldürüyor ve annesinden kendisine kalan
görevi gerçekleştiriyor.
*
Quignard, Pascal; Adı Dilimin Ucunda, Çev. Esra Özdoğan, Sel
Yayınları, 1. basım, Ekim 2005, İstanbul, 86 s.
Nefis bir masaldan dil ve dilin üzerinden yaşamın anlamına (birden anımsanan sözcük
ve orgazm) ilişkin özgün ve çok da kişisel denemelere yol alan ilginç bir anlatı. Dünyanın
Bütün Sabahları‟nı okumalı.
*
Yapp, Nick; Gettyimages 1900‟ler, Çev. Zeynep Sirer, Literatür
Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 400 s.
27
10 yıllık dönemler biçiminde fotoğraflarla 20.yüzyılın tematik tarihi. Metinler kısa ama
oldukça çekici ve eğlenceli. Önemli bir yayın. Bir de dönemin kısa bir kronolojisi verilseydi
iyi olacaktı.
*
Yapp, Nick; Gettyimages 1910‟lar, Çev. Rahmi Öğdül, Literatür
Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 400 s.
*
Yapp, Nick; Gettyimages 1920‟ler, Çev. Rahmi Öğdül, Literatür
Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 400 s.
*
Yapp, Nick; Gettyimages 1930‟lar, Çev. Rahmi Öğdül, Literatür
Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 400 s.
*
Yapp, Nick; Gettyimages 1940‟lar, Çev. Canan Feyyat, Literatür
Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 400 s.
*
Yapp, Nick; Gettyimages 1950‟ler, Çev. Mine Haksal, Literatür
Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 400 s.
*
Yapp, Nick; Gettyimages 1960‟lar, Çev. Canan Feyyat, Literatür
Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 400 s.
*
Yapp, Nick; Gettyimages 1970‟ler, Çev. Sema Bulutsuz, Literatür
Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 400 s.
28
*
Yapp, Nick; Gettyimages 1980‟ler, Çev. Banu Karaçam, Literatür
Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 400 s.
*
Yapp, Nick; Gettyimages 1990‟lar, Çev. Zeynep Sirer, Literatür
Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 400 s.
*
Fuentes, Carlos; Aura, Çev. Müntekim Ökmen, Can Yayınları, 1.
basım, 2005, İstanbul, 67 s.
Meksikalı büyük yazar Fuentes‟in ikinci tekil kişi anlatımlı 1962‟lerden büyüleyici bir
öyküsü, başarılı bir çeviriyle. F.‟nin da ilk kez okuduğu şey hakkında duygularını belirtmesine
yol açabilecek kerte etkileyici kuşkusuz. Tutku ölümü aşar (mı?). Aşmalı. Düş kurma
yeteneğimizi seferber edebiliyorsak bu olası. Ne yazık ki ve ne iyi ki insan bunu yap(z)abilir.
*
Rıfat, Mehmet, Haz.; Honore de Balzac, Çev. Mehmet Rıfat, vd., Kaf
Yayınları, 1. basım, Mayıs 1999, İstanbul, 359 s.
Balzac hakkında, kendi metinlerinden seçmeler de içeren çok iyi bir kılavuz kitap.
Balzac için el kitabı.
*
Kavukçu, Cemil; Nolya, Res. Cemil Küçükfilibe, Can Yayınları, 1.
basım, Eylül 2005, İstanbul, 62 s.
Kavukçu‟nun eski, çok başarılı bir öyküsü. Kavukçu kendi yolunda özgün bir yazar.
Taklitçileri çok. Yaşam, saltık yitirişin döngüsel ve bir o denli hüzünlü, umarsızlıkla „malul‟
öyküsü olmalı. Belki de haklı Kavukçu.
*
Bener, Vüs‟at O.; Mızıkalı Yürüyüş/Kara Tren , Yapı Kredi Yayınları,
1. basım, Mart 2004, İstanbul, 172 s.
29
Bener‟in anı-öyküleri. Bener‟ce. Bu da yeter. Maddesi (dili) kendi üzerine çöken büyük
ahlakçı. Türk Celine‟i olabilir miydi (Karanlığın Sonuna Yolculuk).
*
Faulkner, William; O Akşam Güneşi, Çev. Hamdi Koç, Yapı Kredi
Yayınları, 1. basım, Şubat 1993, İstanbul, 104 s.
Faulkner‟dan olağanüstü öyküler. Komedyanın (Balzac) Güney sürümü. Wash, Elly,
Kuru Eylül, O Akşam Güneşi, ve diğerleri. Ya Carcassone. Faulkner bir ülke kuruyor
(kurucu). Parçalarına işaret etmekle yetiniyor. Okur resmi yapıyor bir bakıma. Sinema
teknikleriyle yazı dilini Faulkner kadar buluşturan bir yazar belki de yok. Yazı kamera gibi
deviniyor. Görüntü anlamı destekliyor.
*
Vakil, Ardashir; O Bir Gün, Çev. Dilek Şendil, Everest Yayınları, 1.
basım, 2005, İstanbul, 309 s.
Vakil Hint kökenli İngiliz yazar. Roman bir gün içinde bir evliliğin çift yanlı ve boyutlu
bir sorgulamasını dürüstçe yapıyor diyelim. Kendinden olmadığını bildiği oğlunu çok seven
Ben ikilemler yaşıyor. Gururlu karısı Priya netleştiremediği arayışıyla yüzleşmek zorunda
alıyor. Kendini haklı bulduğu tek şey sanırım neden aldatmak gereği duyuyorum. Ahlak‟ın
bilinen çerçevesi buna yetmiyor. Genelde okur ilgisini kitap boyunca aynı düzeyde tutamayan
Vakil, son üç bölümde kendini aşıyor ve çok başarılı bir sahne yaratabiliyor. Priya ve Ben‟in
kavgaları, insanlık durumunun buruk, yakından, içerlek bir seyrine dönüşüyor. Yeter,
okuduğuma değdi. Bir katharsis bu.
*
Bener, Vüs‟at O.; Kapan, İletişim Yayınları, 1. basım, 2001, İstanbul,
81 s.
Bener‟den bir başka anı- öykü karışımı kitap (son). Özel okuma çizgimin şimdilik son
halkası. Tanpınar‟dan gelen Atay‟la, Karasu‟yla süren özel bir çizgi. Anar bir halka olabilir
mi?
*
Wilhelm, Richard; I Ching ya da Değişimler Kitabı, Çev. Levent
Özşar, Biblos Yayınları, 1. basım, 2005, Bursa, 267 s.
Klasik Çin metinleri. Jung her ne kadar bu metinler falcılığa indirgenmemeli dese de
sonuç bence değişmiyor. Kendi içinde bir dizi varsayıma dayandırılmış bir yorumlar ritüeli.
Sonunda her şeyi söylemenin yolu sanırım hiçbir şeyi söylememek.
30
Başarılı bir çeviri. Güzel bir yayıncılık olayı.
*
Binyazar, Adnan; Şairin Kedisi, Can Yayınları, 1. basım, 2005,
İstanbul, 149 s.
Anısal çağrışımlı Binyazar öyküleri belki öykücülüğümüze katkıda bulunmuyor, yine de
arı duygulu, doğru hesaplaşmalar içeren dürüst öyküler bunlar…
*
Duras, Marguerite; Ölüm Hastalığı, Çev. Nilüfer Güngörmüş/Haldun
Bayrı, Metis Yayınları, 1. basım, 2006, İstanbul, 43 s.
Bir dil büyücüsünün ask, cinsellik ve ölüm metaforları üzerine bir çalışması.
*
Kavukçu, Cemil; Gamba, Can Yayınları, 1. basım, 2006, İstanbul, 335
s.
Kavukçu romanda öyküsündeki o eşsiz, görkemli çizgisini tutturamadı hala. Kısa
anlardan bir tansık gibi ürettiği imgeler uzun anlatılarda birden büyüsünü yitiriyor. Yoğun
anlatıların yazarı daha çok. Roman gerekliyle gereksizin harmanı.
*
Sennett, Richard; Saygı, Çev. Ümmühan Bardak, Ayrıntı Yayınları, 1.
basım, 2005, İstanbul, 272 s.
Gelenekle modern yaklaşımlar arasında gündelik yaşamı belirleyen ilişkiler ve saygı
çizgisi oldukça ince bir anısal çözümlemenin konusu burada. Yine de gerçek saygının
zeminlerinden biri olarak hiyerarşi ve eşitsizliği söyleyebilmek için Sennett kadar cesur olmak
gerek sanırım. Tartışmalı bir çalışma bence. Fazla kişisel…
*
Niemi, Mikael; Buzlar Kırılırken, Çev. Soner Yaşar, Yerdeniz
Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 246 s.
Olağanüstü bir roman. Bir güldürü başyapıtı desem yanlış olmaz. Güzel bir çeviri. Ve
bir kuzey yaşamına çoşkulu, renkli bir tanıklık çağrısı. Zevkle okudum.
*
31
Eco, Umberto; Kraliçe Loana‟nın Gizemli Alevi, Doğan Yayınları, 1.
basım, 2006, İstanbul, 445 s.
Geçmişini arayan adam teması çevresinde görsel malzemeyle desteklenerek kurgulanan
roman ilk Eco romanım ve biraz düşkırıklığı…
*
Piccatori, S./Zuffi, S.,Ed.; Picasso, Çev. Cemal Kaan Emek, Dost
Yayınları, Ankara, 1. basım, 2001, İstanbul, 143 s.
Picasso hakkında biraz sağdan ama iyi bir kılavuz.
*
Faulkner, William; Abşalom, Abşalom, Çev. Asli Biçen, Yapı Kredi
Yayınları, 1. basım, 2000, İstanbul, 315 s.
Asli Biçen‟in Türkçe duyarlılığıyla biçilmiş, ne yazık ki özgün gücünü yitirmiş bir
Faulkner başyapıtı. Ağustos Işığı‟daki „melez‟ kırılmasının izi burada derinleştiriliyor. Güney
için önemli olanın zenciliğin kendisinden çok karışma olmasını iyi anlayabilmek gerek. Asıl
korkunç olan ve dinsel çıkarımlara yol açan, hatta dillere, sanata varan şey daha çok bu.
Orada suç (günah) bu bulaşma ile doğrudan ilgili. Faulkner görünen çelişkiyle yetinecek biri
değil, güneyli beyazın bilinci üzerinden insan trajedisini çözümlüyor.
Uyan Rosa; uyan- olmuştan, olagelmişten değil, olmamıştan, asla olamayacaktan uyan, Rosaolacaktan, olabilecekten değil, olamayacaktan, olmamalıdan; uyan, Rosa, umuttan, keder
olmasa bile yoksunluğun bir hoşluğu olacağına inanmıştın- ama orada kurtarılacak hiçbir
şey olmadığını fark ettin (…), s.121
(…) „Sadece rüya mıydı?‟ dedirtmeyip, daha ziyade tanrının kendisini itham ederek:
„Uyandıktan sonra bir daha asla uyanamayacaksam neden uyandım ki?‟ dedirten şey doğru
hikmet midir?
Bir keresine _Şuradaki duvarda, üzerine güneş çarpan morsalkımın nasıl damıtılıp odaya
sızdığının farkında mısın, sanki muğlağın binlerce unsurunun bir zerresinden bir diğerine
gizlice, sürtünmeyle (hafif-enellemesiz) ilerliyormuş gibi? Hatırlamanın malzemesi budurdokunma, görme, koklama: görmemizi, duymamızı, dokunmamızı sağlayan kaslar- zihin değil,
düşünce değil: bellek diye bir şey yoktur: beyin sadece kasların körü körüne yaptıklarını
hatırlar: ne eksik ne fazla: sonuçta ortaya çıkan yekün ise genelde yalan yanlıştır ve sadece
rüya diye anılmaya layıktır.(…) Evet, keder biter, silinir; biliyoruz;- ama bir de göz
pınarlarına sor ağlamayı unutmuşlar mı?, s.123
Tek sorun masumiyetti. Birdenbire ne yapmak istediğini değil, ne yapması gerektiğini
keşfedivermişti, istese de istemese de bunu yapmak zorundaydı, çünkü yapmazsa hayatının
geri kalanında kendisine tahammül edemezdi, onu o yapmak için ölen bütün kadınlarla
erkeklerin aşması için içinde bıraktıkları şeyle birlikte yaşayamazdı, s.185
32
…Toprağın uysal ve sevecen olduğuna, karanlığın sadece gördüğün, daha doğrusu içinde
göremediğin bir şey olduğuna inanıyordu, s.210
*
Gümüş, Semih; Kara Anlatı Yazarı: Vüs‟at O. Bener, Yapı Kredi
Yayınları, 1. basım, 1994, İstanbul, 97 s.
Bener‟in özellikle iki romanı üzerinde yoğunlaşan (Buzul Çağının Virüsü, Bay Muannit
Sahtegi‟nin Notları) bir çözümleme girişimi. Eli yüzü düzgün, ama işte o kadar. Hiç olmazsa
VOB‟nin Türk yazını içerisindeki önemini, yerini kavramış ve kavrama üzerine…
*
Anar, İhsan Oktay; Puslu Kıtalar Atlası, İletişim Yayınları, 16. basım,
2002, İstanbul, 238 s.
Felsefeci Anar‟dan felsefe temalı postmodern tanımları içerisine girebilecek bir ilk
roman… Neden bu romanın ve bu romanından ötürü yazarının bu denli yankılandığını
anlayamadığım için kendimden kuşku mu duymalıyım.
*
Harvey, David; Postmodernliğin Durumu, Çev.Sungur Savran, Metis
Yayınları, 2. basım, 1999, İstanbul, 407 s.
Son yıllarda okuduğum en önemli incelemelerden biri. Çok etkileyici. Harvey‟in
yaklaşımındaki yaratıcılık, diğer önemli postmodernite incelemelerinden farklı olarak onun
önce sorusunu doğru oluşturması, sonra nesnesine geleneksel birikimin ve yöntembilimlerin
ışığında kavrayıcı/kapsayıcı bakışı.
Önce modernizmi ve onun kapitalizme ilişkisini çözümleyen Harvey, postmodernligin
kapitalist ekonomi politikteki karşılığını araştırıyor ve en doğru soru geliyor arkasından:
postmodernizm kapitalizmin mantığı dışında mı? Zaman ve mekan kavrayışını ve
dönüşümünü irdeleyen olağanüstü çözümlemelerinin sonunda yanıltacak bir yargı vermekten
kaçınan Harvey, böylelikle gözümde saygınlığını bir kez daha pekiştirmiş oluyor.
Unutamayacağım bir çalışma kusursuz bir çeviriyle.
Belki kapitalizm, kendi dünya tarihi boyunca her zaman devrimci ve yıkıcı bir güç
olarak kalmasını sağlayan kuralları kendi içinde taşıyan bir toplumsal sistemdir. Öyleyse,
eğer “modernitede güvenilecek tek şey güvensizlik ise” bu güvensizliğin nerden türediğini
kavramak güç değildir. 128
Marx‟ın resmettiği şey, kapitalizm koşullarında, bireyciliği, yabancılaşmayı,
parçalanmayı, gelip geçiciliği, yenilikleri, yaratıcı yıkımı, spekülatif gelişmeleri, üretim ve
tüketim yöntemlerine (isteklerde ve ihtiyaçlarda) öngörülemeyecek değişiklikleri, mekan ve
zamanın algılanmasındaki değişiklikleri ve krizle yüklü bir toplumsal değişim dinamiğini
üreten toplumsa süreçlerdir. Eğer kapitalist modernleşmenin bu koşulları, hem modernist
hem de postmodernist düşünürlerin ve kültürel üreticilerin estetik duyarlılıklarını, ilkelerini
ve pratiklerini içinden çeip çıkardıkları maddi bağlamı oluşturuyorsa, postmodernizme
33
dönüşün toplumsal durumda herhangi bir köklü değişimi yansıtmadığı sonucuna varmakla
yakın görünüyor, s.133
Vardığım bir başka sonuç da şu: modernizmin uzun tarihi ile postmodernizm adını
taşıyan akım arasında farklılıktan çok daha fazla süreklilik mevcuttur. Postmodernizmi
modernizmin bağrında özgül bir kriz gibi görmek bana daha anlamlı görünüyor,s.137
Tarihsel materyalizmin ve aydınlanma projesinin bir yenilenme süreci yaşadığını
görüyoruz. İlki aracılığıyla postmoderniteyi tarihsel-coğrafi bir drum olarak kavramaya
başlayabiliriz. Bu eleştirel temelde anlatının imgeye karşı, etiğin estetiğe karşı, bir Oluş
projesinin Varlığa karşı bir taarruzunu başlatmak ve farklılık içinde birliği aramak, ama
bütün bunları, imgenin ve estetiğin gücünün, zaman-mekan sıkışmasının yarattığı sorunların,
jeopolitiğin ve ötekiliğin öneminin açıkca anlaşıldığı bir bağlamda yapmak mümkün olur.
Tarihsel-coğrafi materyalizmin gerçekten yenilenmesi Aydınlanma projesinin yeni bir
versiyonuna bağlılığın gelişmesine katkıda bulunabilir, s.393
*
Nicolaisen, Peter; Güneyin Bilinci: Faulkner, Çev.Yasemin Bayer,
Dünya Yayınları, 1. basım, 2006, İstanbul, 108 s., fotoğraflı
Büyük düşkırıklığı. Hem yetersiz bir kitap, hem de kötü bir çeviri. Faulkner hakkında
çok daha ciddi şeyler yayınlanabilir.
*
Rıfat, Mehmet, Haz.; Balzac Kitabı, Çev. Çeşitli, Yapı Kredi Yayınları,
1. basım, 1994, İstanbul, 366 s.
Aynı yapıt Kaf Yayınlarında okunmuştu. Cemil Meriç‟in Balzac‟a bir giriş yazısı ilginç.
*
Yücel, Tahsin., Haz; Balzac Hayatı Sanatı Eserleri, Çev.Tahsin Yücel,
vd., Varlık Yayınları, 1. basım, 1961, İstanbul, 94s.
Balzac için güzel bir kılavuz çalışma.
*
Alain; Balzac, Çev.Serpil Ekşioğlu, L-M. Yayınları, 1. basım, 2005,
İstanbul, 300 s.
Balzak uzmanlığı için çok önemli olabilir ama o denli kişisel ve deneme tadında
yorumlar ki, Alain‟ın yazısı Balzac‟ın önüne çıkıyor. Alain okusaydım benim için bir anlamı
olurdu, Balzac için olmadı.
*
34
Anar, İhsan Oktay; Kitab-ül Hiyel, İletişim Yayınları, 7. basım, 2001,
İstanbul, 144 s.
Ayna, nokta ve düşler üzerine yine felsefe temalı, ortalama bir kitap. Anar‟ın söylem
taklit etme yeteneğine diyecek yok. Bir moda gibi duruyor daha çok.
*
Tarus, İlhan; Vatan Tutkusu, Ağaoğlu Yayınları, 1. basım, 1967,
İstanbul, 274 s.
Oldukça sıradan ve kötü bir romandı.
*
Billy, Andre; Balzac‟ın Hayatı 1, 2.cilt, Çev. Fehmi Baldaş, MEB
Yayınları, 1. basım, 1949, Ankara, 422+408 s.
Kapsamlı, ama doyurucu olmayan bir yaşamöyküsü. Baskı çok kötü. Günümüz diliyle
yayınlanmalı.
*
İleri, Selim; Fotoğrafı Sana Gönderiyorum, Doğan Yayınları, 1. basım,
2006, İstanbul, 233 s.
Onun alçakgönüllügü yapabileceği katkının düzeyini düşürüyor ve İleri yazmaktan çok
yaşatmak istiyor. Başkalarının anılarıyla temellendirmeye çalışıyor yaşamını ve anlatısını. Yer
yer yüksek etkiler taşıyan öyküleri anı-öykü denebilecek türden ve romanla geldiği yerin
bence gerisinde. Çünkü temel sorgusu oylumlu anlatılara yatkın daha çok. Fotoğrafla kurduğu
son öykü ise daha iyi olabilirdi sanki kayıp duygusunun altında bu denli ezilmeseydi.
Faulkner nasıl anlatırdı?
*
Bilbaşar, Kemal; Denizin Çağırışı, Can Yayınları, 1. basım, 2003,
İstanbul, 140 s.
Bilbaşar‟ın bu ilk romanı şaşırtıcı ve etkileyici. Türk yazınında ilkler taşıması açısından
ayrıca önemli. Dostoyevski açık etkilerini taşıyan Bilbaşar, zayıf olan ruhbilimsel roman
geleneğimize katkıda bulunduğu gibi (Peyami Saya‟yı unutmamalı, Karaomanoğlu‟nu da.)
kendinden sonrasına da yol açtı diyebilirim, Oğuz Atay‟ı bile neden bu romana
bağlamayalım. Yusuf Atılgan haliyle.
Çok önemli bir roman ve iyi bir roman.
35
*
Anar, İhsan Oktay; Efrasiyab‟ın Hikayeleri, İletişim Yayınları, 8.
basım, 2002, İstanbul, 245 s.
Yine postmodern çerçeveler içerisinde korku, aşk, ölüm temalarının parodiler,
göndermeler, geleneksel anlatı yapılarıyla, özensiz bir dille ele alındığı eğlencelik bir roman
(diyelim). Bu türden kurgu (Pamuk) nereye kadar sabırla izlenebilir. Ne zaman bıktırır.
Ciddiye alınmamak çağrısı bir yere kadar eğlenceli olabilir diye düşünüyorum.
*
Rufin, Jean-Christophe; Kızıl Ağaçlar Ülkesi, Çev. Ali Cevat
Akkoyunlu, Doğan Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 407 s.
Biraz düşkırıklığına yol açtı bende roman. Bence çok sıradandı, anlatı birikiminin
gerisindeydi. Okurluğumun zevk almayla ilişkisi bu kadar zayıf olmasaydı belki… Gerilere
düşen bir roman.
*
Pacteau, Francette; Güzellik Sempomları, Çev. Banu Erol, Ayrıntı
Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 250 s.
Güzellik kavramı çevresinde kadına eril bakışın kökenlerini irdeleyen Pacteau, bu
gereksiz yere fazla kapalı kitabında sözkonusu bakışı kategorik alanlara ayırarak ruhsal
kökenlerine indirgiyor. Kitabı değerlendirebilmek için psikanalitik yazını bilmek gerekiyor az
çok.
*
Faulkner, William; Köy, Çev. Deniz Ilgaz, Can Yayınları, 1. basım,
1991, İstanbul, 365 s.
Ustalığının doruğunda Faulkner kendi coğrafyasına göz atıyor, yarattığı hayatın
belirtilerine, kıpırdamalarına, tümü birbiriyle ilgili olan bu hayatlar…
Bir başyapıt, nefis bir çeviri. Ne yazık ki üçlünün diğer kitapları yok Türkçede.
*
Yücel, Tahsin; İnsanlık Güldürüsü‟nde Yüzler ve Bildiriler, Yapı
Kredi Yayınları, 1. basım, 1997, İstanbul, 196 s.
Son derece özgün, akademik bir çalışma. Titizliği, sağlamlığıyla dikkati çekiyor.
Sanırım Dünyada Balzac üzerine en iyi kaynaklardan biri.
*
36
Bahtin, Mihail; Rabelais ve Dünyası, Çev. Çiçek Öztek, Ayrıntı
Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 527 s.
Bahtin‟in 1965‟de yayınlanan doktora tezi Rabelais gibi bir dev üzerinden sokak
kültürüne, direniş kültürüne bakıyor, onu temellendiriyor, kuram düzeyine çıkarıyor. Bir
bakıma Bahtin kuramını derinleştirip yaşamın sanat, sanatın da yaşam olduğu bir tasarım
biçimlendirmeliydi. Karnaval ruhunun devrimci özünü yakalamış Bahtin, onun iktidarla
ilişkilerini irdeliyor. Bahtin müthiş biri.
*
Anar, İhsan Oktay; Amat, İletişim Yayınları, 7. basım, 2005, İstanbul,
235 s.
Türkçe‟de kaygusuz Anar, ne yaptığını bilen biri olsa da bildiği bu şey beni
ilgilendirmiyor. Bunlar yazın geleneğini taçlandıran, öteleyen şeyler değil, küçük
eğlencelikler.
*
Quignard, Pascal; Roma‟daki Teras, Çev. Osman Senemoğlu, Sel
Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 103 s.
Quignard deneysel bir yazar. Roman için farklı alanlardan malzeme kullanıyor. Şimdilik
ilginç demekle yetineceğim. Soran yanı hoşuma gidiyor.
*
Rilke, Reiner Maria; Rodin, Çev. Esat Nermi, Yankı Yayınları, 1.
basım, 1968, İstanbul, 133 s.
Rilke Rodin‟e çözümleyici olarak değil bir şair olarak bakıyor ve öyle bir bakıyor ki…
büyüleyici. Belki de bir sanatçıyı bir sanatçının üzerinden anlamak gerek.
*
Aral, İnci; Ruhumu Öpmeyi Unuttun, Epsilon Yayınları, 1. basım,
2006, İstanbul, 189 s.
Aral günümüzün en önemli yazarlarından olmakla birlikte sanki henüz en önemli
yapıtlarını vermedi, bunu mayalıyor gibi. Geleceğe kalacak yazarlarımızdan. Bu öykülere
gelince tam beklediğim sey değil, tam beklediğim biçimde. Yine de okuduğum için
mutluyum, öneririm de.
*
37
Bilbaşar, Kemal; Pembe Kurt, Yeditepe Yayınları, 1. basım, 1953,
İstanbul, 82 s.
10 yıl kadar önce sen kalk Denizin Çağırışı gibi bence Türk Romanının önemli
örneklerinden birini ver, sonra bu öyküleri yaz. Bence Bilbaşar‟ın kendisi de kitapları kadar
okunmayı hak ediyor. Onu anlamak gerek. Genelde yavan, yazindışı öyküler.
*
Faulkner, William; Kurtar Halkımı Musa, Çev. Necla Aytür, Yapı
Kredi Yayınları, 1. basım, 2002, İstanbul, 309 s.
“Neden olmasın?” dedi McCaslin. “Burada, yeryüzünde, olup biten her şeyi bir düşün.
Düşün ki yaşamak, hayattan tat almak için kaynayan güçlü kanı sonunda toprak emiyor.
Elbette aynı zamanda keder ve aı da var, ama gene de, her şeye karşın, hayat yaşayana bir
şeyler, pek çok şey veriyor, çünkü sonunda acı çekmek olduğuna inandığın bir şeye katlanmak
zorunda değilsin, her zaman bunu durdurmayı, buna bir son vermeyi seçebilirsin. Ve acı
çekmek, kederlenmek bile hiçlikten iyidir, yaşamamaktan kötü yalnız bir tek şey vardır, o da
utanç. Ama sonsuza dek yaşayamazsın, ve hayat her zaman sen tüm olanakları yaşayıp
tüketmeden önce biter. Ve bütün bunlar bir yerlerde var olmayı sürdürmeli, bütün bunlar bir
yana atılmak için icat edilmiş, yaratılmış olamaz. Ve toprak derin değildir; kayaya gelene dek
çok fazla toprak yoktur. Ve toprak nesneleri alıp kendinde saklamak istemez; onları yeniden
kullanmak ister. Tohuma, meşe palamutlarına baksana, gömmeye kalktığın kokmuş ete bile ne
olduğuna bak: O da yok olmayı reddeder, yeniden ışığa, havaya erişinceye dek kaynaşır,
avaşır, durmadan güneşi arar. Ve onlar-“ (155).
Faulkner‟in en kutsal metni. Eski ahid esinli. Ama bu kez Musa yitirecek. Faulkner bir
çıkış görmez. Güneyin gururu kendi pisliği içinde onuruyla acısını çeker. Kendi ritüelleri,
donanımları, töreleri, karakterleri yeni bir uygarlık yaratmaya yetmemiştir. Buradan gelen
epik anlatı şuna işaret eder: daha yaşarken yitirilmiştir. Günah ve suç bile yitirilmiştir. Zaman
kırık tek tük bilinçlerde ona erişilmez bir anı, çağrışım değeri yüklemekten başka bir şey
yapamaz. Faulkner‟dan sonra bir anlatıcısı olmaz artık bu öykünün. Bir başyapıt bu
Balzacvari yaşam kesiti de.
*
Faulkner, William; Duman Talat Sait Hamlan, Can Yayınları, 1.
basım, 1991, İstanbul, 160 s.
Faulkner okumamın son kitabı. Daha sonra yazdıkları Türkçede yok. Örneğin, Köy‟le
başlayan üçlemenin ikinci, üçüncü ciltleri yok.
21 yaşında Halman‟ın olağanüstü güzellikte çevirisiyle bu kitap da (Knight‟s Gambit)
bir uzun öyküsü eksik çevrilmiş: hem de Knight‟s Gambit. Ama yine de iyi ki çevrilmiş.
Anlatımdaki berraklık, olgun Faulkner‟ın deneysel bir girişimine de işaret ediyor olabilir.
Belki Hollywood çözümlerinde de olabilir bu çalışması. Ne olursa olsun kendi temalarından
kopmuş değil. Yine biçemde yaratıcı. Yine güneyin ruhu bilinciyle insanları bütün. Onlar
sadece kendileri gibi yaşayarak Güneyi eksiltip, mitolojisini yükseltmiş oluyorlar.
38
Yaşamımın e önemli okumalarından biriydi bu. Ses ve Öfke‟yi, Ayı‟yı, Döşeğimde
Ölürken‟i, Sartoris‟i, saymak istemiyorum, Aşk ve Ölüm‟ü bile (ilk romanı: Soldier‟s Pay)
unutmam olanaksız.
Şunu söyleyebilirim: Güney diye (Yoknapatawha) bir yer vardı, Faulkner‟ın anlattığı…
*
Erbil, Leyla; Üç Başlı Ejderha, Okuyanus Yayınları, 1. basım, 2005,
İstanbul, 110 s.
Yazınsal yaratıcılık açısından belki bana çok şey vermese de arkasındaki güzel ve
yetenekli bu saygın yazarın sorumluluk çırpınışlarına, umutsuzluğuna değerli kanıtlar bu
metinler. Daha önce de Cüce‟sini (novella) okumuştum. Susamayan, bir insan olarak tepkisini
göstermek yükümlüğü altında yalvaçlaşan biri Erbil. Emeğine saygı duyuyorum. Onu topluca
okumaya karar verdim. Hallaç‟tan başlayarak. Umarım yazınsal açıdan geçmişte daha iyisini
başarmıştır.
*
Lefevre, Raymond; Ingmar Bergman, Çev. Cüneyt Akalın, AFA
Yayınları, 1. basım, 1986, İstanbul, 115 s.
Çok doyurucu olmasa da derli toplu bir Bergman dökümü.
Bergman‟ın felsefesinin temel tezlerinden biri böylece doğar: sevginin yitirilmesi,
ölümün yaklaşmasıdır. (23)
*
Tolstoy, Lev Nikolayeviç; Çocukluk İlkgençlik Gençlik, Çev. Mazlum
Beyhan, İletişim Yayınları, 1. basım, 2006, İstanbul, 400 s.
Tolstoy, Lev Nikolayeviç; Yeniyetmelik, Çev. Rana Çakıröz,
Cumhuriyet Yayınları, 1. basım, 1999, İstanbul, 128 s.
Tolstoy, Lev Nikolayeviç; Gençlik I, Çev. Rana Çakıröz/Cengiz Ekinci,
Cumhuriyet Yayınları, 1. basım, 1999, İstanbul, 128 s.
Tolstoy, Lev Nikolayeviç; Gençlik II, Çev. Rana Çakıröz/Cengiz
Ekinci, Cumhuriyet Yayınları, 1. basım, 1999, İstanbul, 128 s.
Tolstoy‟un bu ilk önemli yapıtının iletişim baskısı dizgi yanlışları yüzünden
okunmazlaşmış yazık ki. Oysa Beyhan iyi bir Rusça çevirmendir.
Kate Hamburger‟in Çocukluğum, İlkgençliğim, Gençliğim‟i (anı-roman) ele alan
incelemesinde geliştirdiği kavram (açık form ya da yapı, biçim denebilir) gerçekten anlamlı.
Tüm yapıtı açıklamaya yeter mi bilmiyorum. Yaşam, akan bir ırmak ve anlatı değişmecesi
(metafor) bunu yeterince özetler mi? Başlayan ve biten bir şey yok, akan bir şey var.
Sahneler, dizilişler, söyleyişler…
Belki de Tolstoy‟un tanrısal kabul ettirme (ikna) yeteneği de bununla ilgilidir.
39
Tolstoy‟la Balzac kesişir mi? Çevrensel bakış açıları (panoramik) düşünülürse niye
olmasın. Ama kökenler, sınıfsal tavırlar ve kararlar çok değişik…
*
Murakami, Haruki; Zemberekkuşu‟nun Güncesi, Çev. Nial Önol,
Doğan Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 738 s.
Auster‟in bu Japonya karşılığı oldukça etkileyici ve çarpıcı bir anlatı ortaya koyuyor.
Japon dilinin de ne büyük anlatılar üretebildiğini kanıtlıyor. Biz Türkçe yazınımız içinde
boğulakalacağız bu gidişle, bu çapsızlık, bu sığlıkla.
Japon dinsel kültüründen kaynaklar kullandığını sandığım, ne yazık ki bir Batı dilinden
çevrilen (ama çok iyi çevrilen) roman, postmodern bir roman sayılabilir mi? Dayandığı kültür
kökenlerinden bağı koparılıp bir Batılı gibi bakılırsa evet böyle algılanabilir. Ama ben doğu
sezgileri taşıyan bir okur olarak bunu kabul etmek istemiyorum. Bir bakıma Auster ne kadar
postmodernse demek geliyor içimden. Kurgu (yaşamı kurgulamak) değişmecesi ekseninde
yaşam ve onun anlatılışı büyülü bir biçem oluşturuyor. En azından Murakami‟nin yaratıcı
anlağından söz edebiliriz sanırım.
Sonra Latin Amerika büyülü gerçekciliğinin temel yaklaşımıyla, aile, evlilik kavramı hiç
olmadık bir bakış açısı içinde algılanabilir oluyor ki bu bile yazarın Dünya yazınına eşsiz bir
katkı yaptığının bir kanıtı sayılmalı.
Anlaşılan öykümün sonu gelmeyecek, sizden özür dilerim. Ama size gerçekten söylemek
istediğim, Bay Okada, şudur: özel bir anda, yaşamımı yitirdim ve kırk yılı aşkın bir süredir o
yitirilmiş yaşamla ayakta duruyorum. Ve bu durumda olan biri olarak, düşünüyorum ki
yaşam, burgacının içinde bulunan herhangi bir kimsenin hayal edebileceğinden çok daha
sınırlı. Işık, yaşam sahnesini sadece bir an, belki birkaç saniye aydınlatıyor. BU saniyeler
geçince, o andaki bildiriyi yakalayamadıysan eğer,ikinci bir olanak verilmiyor sana.
Yaşamının geri kalanını pişmanlık içinde ve umutsuz, derin bir yalnızlıkla geçirmek zorunda
kalıyorsun. Böyle bir alacakaranlık dünyasında, gelecekten hiçbir şey beklenemez. Böyle bir
insanın elinde tuttuğu, olması gerekenin eskimiş bir kalıntısından başka bir şey değildir. (244)
*
Zweig, Stefan; Balzac, Çev. Yeşim Tükel/Şebnem Sunar, Kabalca
Yayınları, 1. basım, 2002, İstanbul, 536 s.
Bir yaşamöyküsü bu kadar zevkle okunabilir mi? Zweig bağımlısı olmak ne kadar kolay
bunu anladım. Bu son çalışması Zweig‟ın. Bir yaşama belki de gerçeğinde olmayan açılımlar
getirerek, onu anlaşılabilir kılması, aramızda olabilirleştirmesi onun inanılmaz ökesine (deha)
kanıt.
Çok etkileyiciydi. Balzac, Balzac imgesine katkıda bulunuyor.
*
40
Altuğ, Taylan; Bir Ruh Kimiği Reşat Nuri Güntekin, İnkilap
Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 176 s.
Reşat Nuri‟nin roanlarında birbirini açımlayan, birbirin zenginleştiren iki uğrak
saptayabiliriz: Birincisi, onun roman dünyasının canlandırıcı ilkesi, tini olan bize özgü bir
duygu ethos‟udur. İkincisi ise, bu tinin, içersinde gerçeklik kazandığı zengin Anadolu
freski‟dir.(7)
Altuğ‟un sanki yarım kalmış, yeterince geliştirilmemiş bu çalışması yine de önemli.
Belki de Reşat Nuri hakkında en iyi çalışmalardan. Bence Tanpınar Reşat Nuri‟yi yeterince
anlayamadı, sezgisel sonuçları çarpıcı olsa da. Altuğ‟da alttan alta bir tez ileri sürüyor olsa da
bunu yeterince geliştirme konusunda sanki ikircim içerisinde. Yarım yamalak bir tezden
hemencecik küçük (!) bir ödünle saptamalara (geleneksel yazın değerlendirme anlayışımıza)
geçiveriyor. Oysa Güntekin‟in romanını melo‟dan (duygusal anlatı) neyin ayırdığını bilmek
zorundayız. İşte sorun bizim bir Troyat‟mızın, bir Zweig‟ımızın olmayışında. O yüzden
tümünü yitirdik nerdeyse o büyük anlatıcılarımızın. Yakup Kadri, Halit Ziya, Hüseyin Rahmi,
ve diğerlerinin.
“Fikrimce yalnız doğruluk hastalğı, bir hak ve hakikat meselesi etrafında toplanmak
kabiliyeti, bir cemiyeti mesut etmeye kafi gelemez… Bunun için acımak, birbirimizin
feryadını, iniltisini de duyabilmek lazım…” (Acımak, 1928)
*
Öktem, Altay; Beni Yanlış Öptüler, Everest Yayınları, 1. basım, 2005,
İstanbul, 259 s.
Öktem Türkçenin imge havuzuna özgün katkılarda bulunuyor olsa da biraz daha
alçakgönüllü, ama biraz daha kavrayıcı, bütünleştirici olmak, tek olanla genel olan arasındaki
dengeyi doğru kurmak zorunda.
İzlenmeli bence. 2005 öncesi tüm şiirlerini içeriyor bu kitap.
*
Süreya, Cemal; Sevda Sözleri, Yapı Kredi Yayınları, 27. basım, 2005,
İstanbul, 329 s.
Türkçe ondan kazanmış ve onunla büyümüş. Türkiye‟de üç şair varsa biri o. Mutlu eden
bir okuma, ama bitmeyecek bir okuma da.
*
Vonnegut, Kurt; Ülkesi Olmayan Adam, Çev. İlker Gülfidan, Galata
Yayınları, 1. basım, 2006, İstanbul, 131 s.
Sanırım eleştirisine, humoruna rağmen Vonnegut için iyi bir başlangıç değil. Ama
Vonnegut‟a doğru çekiyor okuyanı.
*
41
Rilke, Reiner Maria; Rodin, Çev. Esat Nermi, Yankı Yayınları, 1.
basım, 1968, İstanbul, 113 s.
Rodin hakkında belki yetersiz, ama ozanca, esinlendirici bir çalışma. Her Rodin
karşılaşmasının ilk bakacağı kaynaklardan biri olmalı. Yeni bir baskısı da yapılmalı bence.
*
Bilbaşar, Kemal; Pembe Kurt, Yeditepe Yayınları, 1. basım, 1953,
İstanbul, 82 s.
Bilbaşar Denizin Çağırışı romanından sonra gerilere savruluyor. Bir doktora tezi olabilir
bu. Neden? Dönemiyle Bilbaşar‟ın ilişkilerini yaman merak ediyorum. Ne düşündü, nereye
kadar ve ne yaptı?
Traktörler savaşı bir dönem öyküsü olabilir, yazınımızda klasikleşebilirdi. Ama bilgi
birikimi sezilen yazar, birikimiyle oransız kısır taşra yüzleşmeleri içinde bunalım yaşamış
olabilir. Taşra onu eksiltti belki de.
*
Aral, İnci; Ruhumu Öpmeyi Unuttun, Everest Yayınları, 1. basım,
2006, İstanbul, 187 s.
Aral‟ın her çıkan kitabını alır okurum. Kaçırmam. Büyük yapıtı hep ilerde gibi gelir
bana. Türkçesi dikkate değer. Duyarlığı da.
Bu öykülerinde tehlikeli sularda. Okurunu uyarıyor olsa da. Neden söz ederse etsin
öykülerinin yaşama ilişkin olduklarını anlayamayacak okurları çok olsa gerek. Yazarlık etkisi
yanıltabilir. Bir yazar olarak bütün bunları düşünmek zorunda olmasa da. Ben onu seviyorum
her şeye rağmen. Onun geleceğini daha çok.
*
Weiss, Peter; Direnmenin Estetiği, Çev. Çağlar Tanyeri/Turgay
Kurultay, Yapı Kredi Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 820 s.
Yazık ki 63. sayfasında okumayı bıraktım. Çünkü deneysel bir anlatı olmakla birlikte
roman ya da ötesi hiçbir beklentime karşılık düşmedi kitap. Sanki göndermesi kendi olan
(boş) bir anlatı izlenimi veriyor, taşımak istediği ruh askıda asılı kalıyor. Bunun Türkçesiyle
ilişkisi de yok, iyi bir çeviri çünkü. Yani ben antifaşist direnişi bu anlatı biçemiyle okumak
istemedim açıkçası, yoksa kitabın güçlüğü beni asla yıldırmaz, tersine okumaya daha çok
zorlardı. Weiss ne kadar büyük bir yazar olsa da benim de zamanım o denli (hele bu yaşta)
değersiz sayılmamalı.
*
42
Yourcenar, Marguerita; Alexis ya da Beyhude Mücadelenin Kitabı,
Çev. Sosi Dolanoğlu, Metis Yayınları, 1. basım, 1999, İstanbul, 85 s.
Yourcenar‟ın ilk romanı (1929). Birkaç açıdan ilginç bir yapıt. Yıllar sonraki baskı için
yazdığı (1963) önsözde belirttiği gibi biçim arayışı (romanın duygu tınısını yakalayacak
biçem) onu klasiklerin denediği mektupla açınlamaya sürüklemiş. Bence uyumlu da olmuş.
Ama bu romanı bir yirminci yüzyıl romanı yapmaktan da koparmıyor ve bunun ne olduğunu
anlamak biz okurlar için önemli olabilir. Çünkü içerik de aslında çok yeni ve aykırı durmuyor
(bir Celine değil Yourcenar). Romanın müzikal dokusu Türkçede azçok varlığını koruyor
diyebilirim.
Zevk sadece bir duygu olduğu için neden hor görülür anlamıyorum, madem ki acı
horgörülmüyor ve madem ki acı da bir duygu (22).
Hayat Monique, olası bütün tanımlardan daha karmaşıktır; basite indirgenmiş her
imge, kaba olma riskini taşır her zaman (…) Hayat şiirden daha fazla bir şeydir; fizyolojiden
daha fazla bir şeydir, hatta o kadar uzun zaman inandığım ahlaktan da. Hayat bunların
hepsidir ve çok daha fazlasıdır; hayat, hayattır. Tek servetimiz ve tek lanetimizdir. Yaşıyoruz,
Monique; her birimizin kendi özel, biricik hayatı var, değiştiremediğimiz geçmiş tarafından
belirlenen ve sırası geldiğinde azıcık da olsa, geleceği belirleyen hayatı (…) Başkaları bizim
varlığımızı görür, sadece biz kendi hayatımızı görürüz. Bu garip bir şeydir: hayatımızı
görürüz, onun böyle olmasından hayrete düşeriz, ama onu değiştiremeyiz. (23)
Sanırım ruhumuzun sınırlı bir klavyesi var, ve hayat ne yaparsa yapsın, ondan iki üç
zavallı notadan fazlasını çıkaramıyor (29).
Meyve anca zamanı geldiğinde, ağırlığı onu nicedir yere, toprağa doğru çektiğinde
düşer: bu içsel olgunluktan başka yazgı yoktur. Bunu size ancak çok belirsiz bir şekilde
söylemeye cesaret ediyorum; gidiyordum, belli bir amacım yoktu, o sabah güzellikle
karşılaştıysam bu benim kabahatim değildi (36)
Şeyleri giydirmeye çalışan düşgücümüzdür, oysa şeyler muhteşem bir biçimde çıplaktır
(37).
İç dökmeler, bir başkasının hayatını kolaylaştırmak amacını gütmüyorsa, zararlıdır
dostum (43).
Kadınların belleği, dikiş dikmek için kullandıkları o eski masalara benzer. Gizli
çekmeceleri vardır, çok uzun zamandır kapalı olan ve açılmayanları vardır; artık gül
tozundan başka bir şey olmayan kurutulmuş çiçekler, birbirine dolanmış yumaklar, birkaç
topluiğne vardır (50).
İlkinde olduğu gibi ağladım; bunca mutluluktan ya da minnetten değil, hayatın bu kadar
basit olduğu ve biz de onu kabul edece kadar basit olsaydık ne kadar kolay olacağı fikrine
ağladım (58).
Teselli edemediğimiz zaman gözyaşlarını görmemek belki daha iyidir (73).
*
Yourcenar, Marguerita; Doğu Öyküleri, Çev. Hür Yumer, Adam
Yayınları, 1. basım, 1985, İstanbul, 98 s.
Yourcenar‟ın Doğu Öyküleri (1938) yazarın da son notunda belirttiği üzere değişik
kaynaklara bağlı. İlk ve çarpıcı öykü Wang-Fo Nasıl Kurtarıldı‟yı izleyen öykülerin
düşkırıklığı yaratmaması olanaksız. Özellikle Balkan kaynaklı efsane öyküler doğu
öykülerinin derinliğinden yoksun. Yourcenar‟ın katkısını (amacını) ise ayrımsamak zor.
Kendini kolay ele veren bir yazar değil. Wang-Fo‟yu unutmam olaaksız.
43
*
Hornby, Nick; Hece Cümbüşü, Çev. Defne Orhun, Sel Yayınları, 1.
basım, 2006, İstanbul, 150 s.
Hornby İngiliz (Doğ.1957). Eğlenceli, zeki, yaratıcı bir çalışma. Ama o kadar. Okuma
üzerine keyifli, gırgır bir okuma oldu benim için. Kendisiyle alay edebilen herkes gibi özel
dikkate değer. Bazı sayfalara bayıldım diyebilirim. Hornby‟yle aynı kumaştanız. O yüzden
hısımım sayıyorum onu.
*
Ferruhzad Furuğ; Dünya Sevmek İçin Çok Küçük, Çev. Kenan
Karabulut, Gri Yayınları, 1. basım, 2006, İstanbul, 163 s.
Furuğ‟un mektupları, notları, söyleşilerinin derlemesi olan kitap ne yazık ki doyurucu,
yeterli bir yayıncı desteğinden yoksun (editoryal destek). Hemen her şey bu arada Fars dilinin
bu büyük ve güzel şairi de boşlukta kalıyor.
*
Ferruhzad Furuğ; Sonsuz Günbatımı, Çev. Onat Kutlar/Celal
Hosrovşahi, Ada Yayınları, 1. basım, 1989, İstanbul, 58 s.
Furuğ‟un İran çağdaş şiirindeki yerini merak ediyorum. Kadınlığıyla şiirini bir
başkaldırının aracına dönüştüren Furuğ duyguları görünür kılarak geleneğin sembolik ve
biçimsel yapılarından tematik, anlatımcı, içözgürlüğe dayalı yeni yapılara neredeyse
kendiliğinden geçiverdi. Büyük birikimleri belki yok, ama keskin bir duyarlık edinebilmiş ve
bunu da (rastlantıyla mı acaba) Farsçayla ilişkilendirebilmiş. Bir tansık gibi. Başka bir kaderi
olabilecekken şair olmuş Furuğ bir şeyi yaşayabilir, bir tek şarkı söyleyebilirdi, şiir söyledi,
iyi söyledi. Öbür yandan, ölüm yakasından bu yakaya hüzünle baktı ve ağladı mı?
*
Tolstoy, Lev Nikolayeviç; Efendi ile Uşağı Hikayeler (TE 8), Çev.
Mehmet Özgül, İletişim Yayınları, 1. basım, 2006, İstanbul, 195 s.
Tolstoy‟un kaleminden yaşam fışkırıyor, olması gerektiği gibi, çılgın ve delirmiş gibi
değil, olması gerektiği gibi. Tolstoy trajikle dramatik olanı hiç kimsenin yapamadığınca doğal
bir biçimde buluşturuyor. Okur ikisine de yaslamıyor asla anlatıyı, Tolstoy dünyasının
içerisinde buluyor kendisini birden. Konuşmalar (diyalog), burada (bizim dünyamızda)
olduğu gibi.
*
44
Woolf, Virginia; Londra Manzaraları, Çev. Şenay Kara, Alkım
Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 71 s.
Woolf‟un bu küçük yazılarını okumasaydım daha iyiydi. Rahatsız oldum. Çünkü onda
İngiliz emperyal gücüne dayalı bir gururun, seçkinciliğin içkin sürçmelerini yakalar gibi
oldum. Kimbilir belki yanılıyorum. Bu hoşnutluk dün İngiliz, bugün ABD söz konusu
olduğunda delirtebilir beni.
*
Goodman, Lenn E.; İslam Hümanizmi, Çev. Ahmet Arslan, İletişim
Yayınları, 1. basım, 2006, İstanbul, 462 s.
Bernard Lewis‟e adanan çalışmanın giriş bölümü taşıdığı sinsi yaklaşımı yeterince ele
veriyor. Bu yüzden tüm okuma isteğimi başından yitirdim. Birinci bölüm islamın sanata bakış
açısını irdelerken, asıl ilgimi çeken ikinci bölüm İslam içindeki Batıya dönük hümanist
geleneği Miskeveyh ve Gazali örneklerinde serimliyor. Üçüncü bölüm Arap tarih yazımını ele
alıyor. Titiz bir eleştiri gerektiren (Lewis gibi deşifre edilmeli) bir çalışma.
*
Yücel, Tahsin; Göstergeler, Can Yayınları, 1. basım, 2006, İstanbul,
190 s.
Son yıllarda okuduğum en güzel çalışmalardan. Çok etkilendim. Üç farklı bölümden
oluşan çalışma belki de bir giriş yapıtı. Çünkü Yücel bu çalışmayı daha nerelere götürebilir.
Türk yaşamının göstergelerini çözümleyen ve Türk yaşamını sorgulayan ilk uzun bölümü,
sözce, söylem, sözcelem, roman ilişkilerini kuramsal düzeyde temellendiren ikinci bölüm
izliyor. Üçüncü bölümde ise nefis bir Melih Cevdet Anday yorumu var ki bunu da ancak
Yücel yapabilirdi.
İnsan böyle bir kitap yüzünden yaşamı yaşanmaya değer bulabilir. Yaşadığından
pişmanlık duymayabilir.
*
Meriç, Nezihe; Çisenti, Yapı Kredi Yayınları, 1. basım, 2006, İstanbul,
114 s.
Şimdilik önemli bir yazarımızla tanıştığımı düşünüyorum. Bu son yapıtı. Yazmada
yazarları yönelten güdüler farklılaşabilir bir noktadan sonra. Yaşlı yazarları son yapıtlarıyla
değerlendirmeden önce iki kez düşünmeli. Türkçeyle özel bir ilişkisi var sanki ve bu hoşuma
gitti.
*
Bilbaşar, Kemal; Ay Tutulduğu Gece, Kovan Yayınları, 1. basım, 1961,
İstanbul, 205 s.
45
Bilbaşar‟ın gerilere savrulmuş bir yazarın, gazetelerde tefrika edilmiş, tefrika mantığıyla
sakatlanmış (çünkü günbegün yazılmış) oldukça kötü bir romanı.
Ama Bilbaşar Batı Kültürünün esinlerini derinden taşıyor ve duyumsatıyor bunu. Bir
roman değil sonuçta bu.
*
Erbil, Leyla; Hallaç, Türkiye İş Bankası Yayınları, 1. basım, 2004,
İstanbul, 118 s.
Erbil‟e ısınamayışımın nedeni onun gereğinden çok yapay, içtenliksiz oluşu mu? Son
novella‟larını da okudum. Çıkışında (1960, Hallaç) devrimci görünen biçemi (bu dildeki
tutumunu da kapsıyor) bence yeniden değerlendirilmeli. Duygu, düşünce tınlaması yabancı, el
işi. Bu yüzden sanki bize bir dayatma gibi duruyor öyküler. Yazısını nasıl geliştirdiğini
göreceğiz bakalım.
*
Tolstoy, Lev Nikolayeviç.; Sivastopol : Ağustos 1855, Çev. Esat Mermi
Erendor, BordoSiyah Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 119 s.
Tolstoy‟un gereğinden çok hafife aldığım, ama önemli bir romanı. Ne yazık ki yalnızca
son üçüncü bölümü bu çeviri. Tolstoy gerçekten bir Tanrı gibi bakıyor dünyaya. Baktığı yer
var oluyor, belirip ortaya çıkıyor. Yalnızca görkemli tablolardan söz etmiyorum, köşe
başındaki bir buluşma, siperlerden bir ayrıntı, sıradan bir askerin gün ışığında ortaya çıkan
yüzü ve tüm bu dünyalık şeyleri saran bir düşünce, bulut gibi, uzay gibi, dokunulabilir bir
evren gibi duruyor orada. Bir dal parçası, kuru bir yaprak, çamur, gerçekliğimiz içinde bile,
onun dünyasındakinden daha inandırıcı değil.
Has yazar kimdir, yazar kimdir?
*
Yourcenar, Marguerite; Ateşler, Çev. Sosi Dolanoğlu, Metis Yayınları,
1. basım, 1997, İstanbul, 197 s.
Yourcenar‟ın poetikası içerisinde biraz da aykırı duran metinsel şiirleri. Kendisinin de
belirttiği gereğinden çok kişisel (bana kalırsa yazarın güçlü bir sevi deneyiminin ürünü
bunlar) ve oldukça kapalı şiirleri, mitolojiyi, antik söylenleri 20.yüzyıl Avrupa uzamının
görüngüleri ile tümleyip arakesitinden aslında kırılgan, çekinik de denebilecek bir Yourcenar
yorumu çıkarıyor. Olabilecek en uzak yerden ama kendine bakıyor yazar. Büyük dil
deneyimi.
*
46
Yacine, Kateb; Nedjma, Çev. Aysel Bora, Can Yayınları, 1. basım,
2006, İstanbul, 240 s.
Yacine, Kateb; Necma, Çev. Sosi Dolanoğlu, Mitos Yayınları, 1. basım,
1991, İstanbul, 208 s.
Cezayir‟li Yacine akıllı bir adam olarak Fransızca yazmış romanını (1956). Yere göğe
konamayan bu romanının iki çevirisini karşılaştırmalı okudum ve Türkçede romanın pek bir
şey yitirmediği kanısındayım. Öyleyse? Batı kültürünün temel kaynaklarını çok iyi
özümsemiş görünen Yacin direnişin ruhunu ne kadar yansıtıyor ya da Arap ruhunu. Bu tipler
yeter mi? Bu kurgu hangi anlatı geleneğine bağlı? Romanın örgüsü belli bir şeye işaret ediyor.
Neye? Gelişmiş bir mimari. Takır tukur bir dil. Seçili. Öfkenin, öcün, kinin haklı ya da haksız
dili için başka yollar da denenmişti, daha etkili, anlamlı, sonuç alıcı. Roman Necma‟nın
yokluğuna odaklı. Bir kabile öyküsü olması ensesti bu denli kaçınılmaz kılmaya yeter mi?
Rahatsız olduğumdan değil, enseste dönük ikiyüzlü toplum ahlakını da eleştiriyorum (Reich
önümü açtı). Ama tüm bunlarla (dolambaçlarla) direniş nasıl doğrulanabiliyor ya da
yanlışlanabiliyor.
Geçelim.
*
Maistre, Xavier de; Odamda Seyahat, Çev. Ali Başak, Hayalet
Yayınları, 1. basım, 2005, İstanbul, 158 s.
Bu kitap tıpkı Tristram Shandy gibi ironinin başyapıtlarından biri. Karşı devrimci
Maistre, içine attığı çağdaş tarihi safra olarak zekice ortalığa çıkarıyor. Bayıldım. Etkili bir
eleştiri. 1794‟de yayınlanmış ilk. Botton‟la öğrenmiştim bu ünlü denemeyi. Türkçeleşmesi
gecikmedi.
Gerçek bir zevk okumasıydı.
Fakat ba dünyada daima Albert‟ler olacaktır. Birlikte yaşamak zorunda olduğu ve
ruhunun iç döküşlerinin, yüreğinin tatlı heyecanlarının ve hayal gücünün çoşkulu
atılımlarının, tıpkı kayalara çarpan dalgalar gibi çarpıp kırılacağı bir Albert‟i olmayan
duyarlı bir insan var mıdır? Ne mutlu, yüreğiyle kafası kendininkilere denk; zevkleri, hisleri
ve bilgileri kendininkilere benzer; hırs ve menfaatle gözü dönmemiş; ağaç gölgesini sarayın
şatafatına tercih edecek bir dost bulan kişiye! Ne mutlu, dostu olan kişiye! (66)
*
Quignard, Pascal; Amerikan İşgali, Çev. Elif Göktepe, Sel Yayınları, 1.
basım, 2006, İstanbul, 142 s.
Quignard artık izlediğim, önemli bulduğum bir yazar. Sözün gerçek anlamında bir
biçemi var. Birkaç katlı söylemi eşsiz bir zenginlik sağlıyor metnine.
Hele bu romanı 1950-1960 arası bir Fransa kasabasında Amerika ile Sovyetler arasında
gerilen dünyanın Fransa‟daki yankılarının izdüşümlerini öylesine etkili bir biçimde
somutlaştırıyor ki, soğuk savaşa giden insan öyküsü, savaştan çıkmış kuşakların dünya
imgelerinin hızla parçalanışı, vb. vb. bu kısacık Quignard romanıyla apaçıklaşıyor. Bence
47
çağımızın önemli bir yazarı. Anlama çabası üzerine biçmsel bir yorum gibi duruyor dili.
Anlamayı yenilemek, en azından farklılaştırmak istiyor.
Etkileyici.
*
Bolla, Peter de; Sanat ve Estetik, Çev. Kubilay Koş, Ayrıntı Yayınları,
1. basım, 2006, İstanbul, 152 s.
Ne kadar güzel bir kitap. Üzerinde uzunca duracağım. Estetik deneyimin biricikliği
üzerine bir yaklaşımı kuramsallaştırma girişimi çalışmasında Bolla üç örneğe odaklanıyor:
Barnett Newman‟ın vir heroic sublimis adlı resmi, Gleen Gould‟dan Bach Goldberg
Çeşitlemeleri yorumu, William Wordswoorth‟dan we are seven adlı şiiri.
Geliştirici, kişiye katkıda bulunan bir çalışma.
*
Yourcenar, Marguerite; Bir Ölüm Bağışlamak, Çev. Hür Yumer,
Adam Yayınları, 1. basım, 1988, İstanbul, 85 s.
Yourcenar‟ın 1938‟de yazdığı bu küçük roman yine yazarın kitabıyla ilgili 1962 tarihli
yeni baskı girişiyle başlıyor ve yapıtın ne olduğunu açıklıyor yeterince. Yourcenar‟da iki şeye
bilinçli bir yatkınlık var: antik tragedya ve klasik Fransız anlatı biçemi. Bu yüzden anlatıcı
söyleminin yadırgatabileceğini baştan söylüyor. Bir vurgusu hoşuma gitti ve katılıyorum
buna: soyluluk. İnsanın bir geleneği taşır gibi değil bir yüceliği taşır gibi üstlendiği türden
soyluluk. 1960‟larda sanatlarda (karakterlerde) bunun yokluğundan yakınan Yourcenar bir de
günümüzü, hele ülkemizi görseydi ne düşünürdü acaba.
Bu roman (ki etkilendim) bana şunu söylüyordu oldukça acı bir biçimde: aşkı
bağışlayamayan ölümü bağışlıyor demektir. Belki de aşkı karşılayabilecek tek şey ölüm
olduğu için. Ama ölmenin o kadar çok biçimi var ki belki en az kötüsü bir cenaze töreninin
konusu olandır.
Yourcenar ilginç bir biçimde Ayfer Tunç‟da yankılandı elbette (Evvelotel/Acılezzet). O
da sınırlardan söz ediyor: “…bir kadını sevmekten vazgeçebileceği sınıra kadar zorlarsın.
Sınırı hissettiğin anda sevmekten vazgeçen sen olursun”.
*
Tunç, Ayfer; Evvelotel/Saklı, Can Yayınları, 1. basım, 2006, İstanbul,
222 s.
Türkiye‟de hala yazan biri var. Ayfer Tunç gerçek bir yazar, bence ulus ötesi.
Büyüleyici güzellikte bu koşut öyküler (1989 Saklı/2006 Evvelotel) sayısız yazın dersleriyle
dolu. Engin birikimini yazıya ustaca yedirmiş Tunç, bence geçmiş ustaların yazınsal
duyarlıklarını daha bilgece geliştirmiş, ötelere taşımış gibi görünüyor. Umarım Tunç ve yazısı
hak ettiği yeri alır. Onun üretimi ne kadar çöp ürettiğimizi de ortalığa seriveriyor.
Uzun süredir özlediğim Türkçede anlatıyı Tunç karşılamakla kalmıyor, vaad ediyor
dahasını.
Her sözcüğü okunacak. Kaçırılmamalı.
48
*
Tolstoy, Lev Nikolayeviç; Kazaklar, Çev. Nur Nirven, Bordosiyah
Yayınları, 1. basım, 2002, İstanbul, 309 s.
Tolstoy, Lev Nikolayeviç; Kazaklar, Çev. Leyla Soykut, E Yayınları, 1.
basım, ?, İstanbul, 320 s.
Sivastopol Öyküleri Tolstoy‟un yazı evrenine ilişkin ipuçlarını barındırıyordu zaten.
Ama Kazaklar Tolstoy‟a önemli bir giriş sayılmalı.
Bu kitap, Rus soylusu Olenin‟in, Kazak köylü kızı Maryanka‟ya aşkı beni biraz sarstı
diyebilirim. Olenin‟in hesaplaşmalarındaki içtenlikten çok Maryanka‟nın gerçekte doğal
(doğru mu, ama başka türlü de davranamazdı kuşkusuz) davranışlarının çağrıştırdıkları benim
açımdan yeterince üzüntü vericiydi. Günümüz insan ilişkileri üzerine beni derinden
düşündürttü. Bazen doğruyla gerçeğin örtüşmediğini, isteklerimizin ne kadar doğru olsalar da
yaşamda bir karşılıklarının söz konusu olamayacağını Tolstoy bilgece anlatıyordu işte. Belki
de her şey olduğundan daha basitti. Bu nasıl görülebilir, ayrımsanabilirdi. Kültürel insanla
doğal insan ayrımında aslında biraz yapaylık da var. İnsanoğlunun dişisinin de, erilinin de
uyumlanma yeteneğinin sanılandan çok olduğunu düşünürüm. Tolstoy‟u yazmaya iten şey,
uygar dünya (!) ile iç hesaplaşması olsa gerek. O Maryanka‟yı, onun duruluğunu,
kendindeliğini, lekesizliğini arıyordu. Öte yandan, onun büyüklüğü şurada ki, Maryanka‟nın
tam kendisi gibi davranmasını öngörebilmişti. Tolstoy‟un ökesi (dehası) bu olsa gerek.
Bir yorumcu Tolstoy‟da „açık biçim‟ yapısından söz etmişti. Bir diğeri öykülerindeki
kişilerinin boyutluluğuna gönderme yapıyordu. Bir başkası da Kazaklar‟da Olenin‟e ve onun
dünyasına sivri oklarını yöneltmekten geri durmadı. Bence Tolstoy‟un örgülediği yazgı, tek
tek kişilerinin (Olenin‟in, Maryanka‟nın, Lukaşka‟nın, Yeroşka‟nın, vb.) yazgılarını aşıyor,
öyle gerçekleşiyor ki bu yazgılar, orada bir yerde kendi doğalarına uygun seyrediyorlar, bu
içimizi burkup perişan kılsa da bizi. Maryanka belki eksik gedik, yarım bir karakter ama,
yazınsal etkisini azaltmıyor bu durum.
Tolstoy‟un iç hesaplaşmalar için büyük pasajlar açması, bu aralıklar monologu bir
yapısal öge olarak poetikasının önemli bir parçasını oluşturuyor kanımca. İşte Olenin,
ormanın içinde, toprağa uzanarak düşüncelerini varlık ilintisi, buluşması zincirinin akışı
içerisinde özgür bırakıyor. Doğru ya da yanlış, ama insani bir edim bu… Aslında yaşam her
şeye rağmen sürekoduğu için trajedi olanaksız der gibi bu görkemli yazar. Acılarsa (dram)
hep yaşamla birlikte, elele…
„Sanki olağanüstü bir güç, onu benim aracılığımla seviyormuş gibi bir duyguya
kapılıyorum… Bütün evren, bütün doğa bu sevgiyi benim ruhuma zorla dolduruyormuş, bana,
“Sev onu!” diyormuş gibi bir duygu içindeyim. Onu yalnızca aklımla, hayalimle değil, bütün
varlığımla seviyorum. Onu severken de kendimi Tanrı‟nın yarattığı mutlu evrenin bir parçası,
ayrılmaz bir parçası gibi hissediyorum…‟ (K. 254)
„Bugün sanki kendiliğimden yaşamıyorum, sanki içimde benden çok daha güçlü bir şey
var: Beni sürükleyen, beni yönlendiren o! Şimdi acı çekiyorum, kendimi üzüyorum ama,
eskiden bir ölüden farksız olduğumu anlıyorum. Ancak bugün tam anlamıyla yaşıyorum.‟ (K.
256)
„Tıpkı Moskova‟dan ayrılırken olduğu gibi kapıda yine yüklü bir troyka duruyordu.
Yalnız, Olenin bu defa kendi benliğiyle bir hesaplaşmaya girmiyor, oradayken
düşündüklerinin, yaptıklarının saçma şeyler olduğunu, gerçek hayatla hiçbir ilgisi olmadığını
düşünmüyordu. Artık yeni bir hayata başlayacağını düşünerek de kendini avutmuyordu.
49
Maryanka‟yı eskisinden daha çok sevdiğini hissediyordu ama, artık asla onun kendisini
sevmeyeceğini biliyordu.‟ (K. 302)
*
Bezmozgis, David; Nataşa, Çev. Deniz Öztok, Everest Yayınları, 1.
basım, 2006, İstanbul, 144 s.
The New York Times‟ın yılın en iyi 100 kitabı listesine girmiş Nataşa, deyince yüzyılın
değil, yılın sözcüğü duralattı beni. Evet, bu olabilir.
Bu Letonya (Rus) Yahudi göçmeni Kanadalı yazar Woody Allen gibi, ama onun
ironisinden yoksun olarak, Yahudi koloninin tutunmaya çalıştığı dev ülkede göçün
aşamalarını birbirine zincirli özyaşamöyküsel öykülerle aktarıyor okurlarına. Cemaat
kültürünün ağır duyu ve duyarlıklarına sonuna kadar açık anlatılarda her şey biraz yüzeyde,
derinlikten yoksun bir söylem katmanında (ABD‟de oldukça etkili bir gelişim anlatısı)
izleniyor. Kendi okurunu ister gibi. Bu geleneğin daha iyileri oldu uzak/yakın geçmişte. Bana
hiçbir taşımayan Bezmozgis‟i bir daha okur muyum bilmem.
*
Acu, Neslihan; Kadından Donkişot Olmaz, Everest Yayınları, 1. basım,
2004, İstanbul, 239 s.
Acu‟nun (benim için yeni bir yazar) acı, buruk yergisi belki büyük, çarpıcı bir söylem
üretemiyor. Ama bu zeki kadın, büyük harfli olabilecek her şeye tepkili olduğundandır bu.
Tatlı, hoş bir iğnelenme tonunda okurca başlarda ilgiyle izlenebilen ve benimsenebilen roman,
sonlara doğru gücünü yitiriyor. Dürüst, içten ve hınzır dilini kadınla buluşturan Acu, umarım
birkaç taşı yerinden oynatabilir. Yazınsal açıdan değil ama düşünsel, duygusal açıdan Acu‟yu
yakınım, hısımım gibi görüyorum.
*
Gölcük, Mavi Neşe; Kar Beyrut Kar, Agora Yayınları, 1. basım, 2005,
İstanbul, 150 s.
Bu 1975 Diyarbakır doğumlu yazarı tanımak için okumak istedim ama ne denli
dirensem de okumada, başarılı olamadım. Metin zor olduğundan değil, en soyut metinleri bile
sürüklenerek okuyabilmiş biri olarak Gölcük‟ün metinlerinde beni geri iten şey, içtensizlik,
biçimcilik, kimliksizlik olabilir… mi?
*
Erbil, Leyla; Gecede, Adam Yayınları, 1. basım, 1968, İstanbul, 86 s.
İşte bir Leyla Erbil klasiği, aynı zamanda Türk Yazını klasiği. Bir doruk olarak (1968)
yapacağını yapmış(tır) Türk yazısı içinde.
Dil (Türkçe) devrimci bir kere. Canlı, devingen, açılı, sorucu, esnek ve (d)uyarlı.
50
Bu öykülerin bir yeni soluk taşıdığını da hissediyorum. Bir tür konformizm saldırısı gibi
algılanabilir anlatı (genelinde). Bu dünyada kimseye rahat huzur yok (İyi ki!). Kalıcı, ebedi,
saltık aldatmacalar bok dolu bağırsaklardan başka şey değiller.
İşte Erbil ve onun gençliği. Hırçınlığı ise bugüne gelir. O güzelim bilge sorguları
yapakor. Demek, saygın biri. Hakkını teslim etmeliyim.
Gecede bir (zor) başyapıt sayılabilir.
Tüm öyküler eşsiz olmakla birlikte Vapur‟u unutmam olanaksız. Ya Ayna, Hokkabazın
Çağrısı, Ölü, Tanrı.
*
Aysever, Enver; Bir An Bin Parça, Epsilon Yayınları, 1. basım, 2006,
İstanbul, 312 s.
Aysever‟in romanı ölçünleri tutturan kötü bir kitap. Bana okur olarak hiçbir şey
taşımıyor. Oya Baydar‟ı anımsatması boşuna değil. Ölçün anlatıyı sanat yapmaya yetmiyor.
Kişiler, bunların birbirlerine karşı duruşları, anlatı/anlatıcı ilişkileri, yapısal bütünlük, vb. öyle
çok konuda tekliyor ki roman, söyleyebileceğim daha iyi bir şey yok yazık ki. Kendi varlık
dayanağından yoksun, hepsi bu.
*
Bilbaşar, Kemal; Cemo, Can Yayınları, 6. basım, 2005, İstanbul, 228 s.
1967 TDK roman ödüllü kitap Bilbaşar‟da bir çıkışa da işaret. Kendi çizgisini
zorlamaktan öte dönüştürüyor. Mitolojik (destansı) bir anlatı örgüsüyle Türk dili boyutlanıp
çoğalıyor. Tragedyanın zamanlarüstü geçerliliği bu kitabı kabul edilebilir kılıyor. Anadolu
deyiş biçemi nasıl oluyorsa Denizin Çağırışı‟nın ardından gelebiliyor. Bilbaşar çok şaşırtıcı
bir yazar, inişli çıkışlı bir yazı tarihi var. 1967‟nin bu romanı kırdan kahraman üretme
çizgisini de halkçılık temelinde sürdürüyor. Çatışmanın oldukça ilkel betimi dilin (anlatı
dilinin) evrenselligi ile gideriliyor, geriye derin bilinçte varlığını koruyan halköyküsü kalıyor,
kuşaklar boyunca aktarılan bir efsane olarak. Halk, bu çocuk, destanlarla kendini iyileştiriyor.
Bilbaşar yazıları her zaman buna işaret etmese de oldukça zeki, donanımlı bir yazar. Rauf
Mutluay‟ın Memo girişindeki yazısı Bilbaşar‟ı ne kadar yakalıyor acaba?
*
Lentricchia,F./McAuliffe, J.; Katiller, Sanatçılar ve Teröristler, Ayrıntı
Yayınları, 1. basım, 2004, İstanbul, 208 s.
İkilinin (ABD) 11 Eylül ikiz kuleler saldırısını izleyen yılda (2003) ele aldığı yapıt,
sanatın romantizmden bu yana özellikle, hiç de masum, ellerinin temiz olmadığını savlıyor.
Yıkıcılığı sanatının amacı sayan sanatçı ve yapıt örnekleriyle (yer yer parlak çözümlemeler de
yaparak) şiddetin sanatla sandığımızdan daha yakın durduğunu belirten çalışma, William
Wordsworth, Unabomber, Don deLillo (Mao II), Norman Mailer, Fyodor Dostoyevsky (Suç
ve Ceza), Martin Scorsese (The King of Comedy), Bret Easton Ellis (Amerikan Sapığı),
Joseph Conrad (Karanlığın Yüreği), John Cassavetes (Shadows), Thomas Mann (Venedik‟te
Ölüm), Francis Ford Coppola (Apocalypse Now), Jean Genet (Balkon, Hizmetçiler,
Paravanlar), Frederick Douglas, Hermann Melville (Bartleby), J.M.Sygne (Babayiğit),
51
Thomas Bernhard (Wittgenstein‟ın Yeğeni), Heinrich von Kleist örnekleri üzerinde
yoğunlaşıyor.
*
Keskin, Birhan; Kim Bağışlayacak Beni, Metis Yayınları, 1. basım,
2005, İstanbul, 175 s.
1963 doğumlu şairin ilk beş kitabını (Delilirikler, 1991; Bakarsın Üzgün Dönerim,
1994; Cinayet Kışı+İki Mektup, 1996; Yirmi Lak Tablet+Yolcunun Siyah Bavulu, 1999;
Yeryüzü Halleri, 2002) içeren toplamda, rastgele bir gezintinin önüme çıkardığı kimi düşünce
ve mistik arınımla ilgili büyüleyici birkaç dize beni Keskin okuru yaptı. Pişman olmasam da
umduğumu bulmuş değilim. Çünkü zaman içinde geriye doğru dizilmiş kitaplar Keskin‟deki
mistik derinleşmeyi ve inanca özgü bir dili zaman içinde nasıl yetkinleştirdiğini gösteriyor
olsa da ardından okuduğum Y‟ol (2006) düşkırıklığı yaşamama yol açtı. Yine de eşsiz
dizeleri, hatta birkaç şiiri var, derim.
*
Keskin, Birhan; Y‟ol, Metis Yayınları, 1. basım, 2006, İstanbul, 72 s.
Keskin bu kitapla geriye savruluyor. Bence doruk 1999 yapıtı. Ama Ba adlı kitabını
okumadan karar vermemeliyim.
*
Bergman, Ingmar; Katiller, Büyülü Fener, Çev. Gökçin Taşkın, AFA
Yayınları, 1. basım, 1990, İstanbul, 335 s.
Kendine karşı da acımasız bu büyük İsveçli sinema yönetmeninin aynı zamanda bir
yazar duyarlığı da taşıması şaşırtıcı değil. Bergman kendisine kimi göndermeler de yaparak
yaratma sürecinin katı, ödünsüz ve bir o denli özgürlük tutkusuyla tutuşan yanını yazınsal
diyebileceğim bir kurgu içerisinde sergiliyor. Sinematografik çağrışımların yapaylığına karşın
anti konformizminde etkileyici, dürüst ve hoş bir şeyler taşıyor Bergman‟ın anıları.
Asıl önemli olan filmografisinin ne denli özyaşamıyla doğrudan ilgili olduğuydu. Bana
öyle geldi ki Bergman yaşadığı her ne ise (yapay ya da içten) onu görüntüledi. Kişisel
varlığını tüm bozma girişimlerine karşın altta yatan oldukça sağlam ve özgüvenli klasik
duygusu kendini duyumsatıyor elbette.
Annesine babasına bile borçsuz olduğundan yalan ona yakışıyor diyeceğim. Aldatmak
gerçeği yeniden ve bir başka biçimde kurmak değil de ne? Onun ihanet etmeye sonuna değin
hakkı vardı. İhanet etti.
Bilerek isteyerek sapkındı, patolojiydi. Bu izlenimi veriyor.
*
Baran, Ethem; Bozkırın Uzak Bahçeleri, Doğan Yayınları, 1. basım,
2006, İstanbul, 146 s.
Baran yazarlarımdan biri.
52
Onun katmerli dili, sabırlı okura gizlerini açıyor sonunda, hiç daha önce duymadığı bir
duyguyu seriyor önüne. Unutulmuşun, anımsanmayanın, orda bırakılıvermişin, geçiştirilmiş
an‟ın, şu yeniyetmeliğin, hem zamanın birden bir duvar gibi insanın önünde dikiliverişinin, o
zamanın üstesinden bir türlü gelinemeyişin büyüleyici öyküleri. Bir de su tıpkılama duygusu
olmasa. Nedense Baran başkasının dilini taşıyor gibi. Belki de yanılıyorum.
O küçüğün içinde yatan büyüğü gören birisi.
Öykülerini derecelendirmek olanaksız. En iyi öykülerini seçmeye çalışmam boşuna
oldu. Herhangi birinden vazgeçemedim. Bence geleceğin önemli öykücülerinden Baran.
*
Erbil, Leyla; Tuhaf Bir Kadın, Cem Yayınları, 3. basım, 1980,
İstanbul, 152 s.
Erbil, Leyla; Tuhaf Bir Kadın, Okuyan Us Yayınları, 7. basım, 2005,
İstanbul, 163 s.
1971‟de yayınlanan bu roman nasıl yankılandı anımsamıyorum. Bu köktenci ruh taşıyan
romanıyla Erbil birçok şeyi (tabu) sarsalamış, silkelemiş olmalı.
Dört bölümde kurmuş romanını Erbil: Kız, Baba, Ana, Kadın.
Devrimciliği yalnızca içeriğinde kalmayan, dilde, anlatı katmanında, yapıda, hatta
romanın ruhunda süren Tuhaf Bir Kadın yazınımızın önemli kımıldatıcılarından,
kaldıraçlarından bence. Ders dolu. Kuşkusuz Erbil‟e hayran olmamak olanaksız. Zaten
Gecede öyküleri böyle bir romanı (devrimi) önceliyordu.
Bilinç akışının Türkçeye yedirilişi ve yerelleştirilmesi bir yana, dil ağızlaşıyor, giderek
bireyleşiyor, bir canlı kişinin sözüne dönüşüyor. Yerel kimlik dilden taşıyor. Olağanüstü.
Bütün bunların arkasındaki o yatıştıralamayan öfkeye gelince, işte bu yatıştırılamayışı,
bu diriliğiyle, bu öfke, işte bu güzelliğiyle beni aldı götürdü, bunun için yazara yürekten
tesekkür ediyorum.
Romanın Okuyan Us Yayınlarından yeni baskısını da aldım ve şunu gördüm. Erbil hatır
gönül dinlemez biri. Romanı bu yüzden diri, canlı onun. Mustafa Suphi hakkında yeni
kaynaklardan yeni bilgiler bu yeni baskıya ara bölüm olarak girmiş. Okura hesap verecek
değil ya Leyla Erbil. Bu ödünsüzlüğüne hayran kaldım. Gerekirse okurun da ağzının payını
verebilir. Hiç ödül ummamış, beklememiş ki. Bu yüzden de kimseye yaltaklanmamış.
Önce saygın bir insan, sonra büyük bir yazar Erbil. Şimdi burada, böyle düşünüyorum.
*
Bilbaşar, Kemal; Memo, Can Yayınları, 1. basım, 2003, İstanbul, 468 s.
İlk kez 1968‟de (?) yayınlanan roman Cemo‟yu sürdürüyor ve onun Türk yazınında
açtığı dilsel çığırı geliştiriyor. Şeyh Sait ayaklanması çevresinde Alevi Kürt aşiretleri ve
köylerinin dalgalanmaları ve bu tarihsel bağlamda destansı sevda örgülemeleri Anadolu
Türk/Kürt sözlü anlatı geleneğini yeni bir düzlemde albaştan kuruyor. Bir tek şeyi anlamayı
çok istiyorum Bilbaşar okuru olarak. Bu halk ağzını, bu epik dili nerede, nasıl algıladı,
kavradı ve yazıya dönüştürebildi. Kendi kişisel tarihinde bu kavrayışın kaynakları nedir?
İpucu hiç yok yazık ki. Eleştirimizin en büyük eksiği sorusuz oluşu bana kalırsa.
Bilbaşar bunu hem de, 60‟ların sonunda yaptı. Cumhuriyete ve onun kurumlarına
mesafeli duruşu da ayrıca ilgiye değerdi. Şunu kanıtladı ki tarihsel tüm olaylar için verilen
53
kapsayıcı yargılar, tarihi belki de gerçekten yapan binbir çelişki ve ayrıntıları ve o ayrıntıların
içindeki o çavuşu, o tekmelenen kadının karnındaki çocuğu, çancı ustası ozan Memo‟yu,
devletin kolunun iyi ve kötü yüzünü, isyancının kim olduğunu, neye, niçin isyan ettiğini
ıskalamaktadır. Bilbaşar‟inki elbette Türk Yazınına (Kürt Yazınına değil) bir katkıdır. Çünkü
Türkçe çığırılmış, söylenmiş, onunla güzelleşmiş bir dille Alevi Kürtünün (Anadolulu
kardeşimizin) sevdası yankılanmakta kitap boyu.
Memo nasıl tuz yalamış keçileri çaldığı kavalla suyun üzerinden bir damla su içmeden
geçirmişse, Bilbaşar da beni her şeyi unuttururcasına kitabının üzerinden aşırttı diyebilirim.
Türünün iyi bir örneği olmayabilir, ama Türkçenin has dile gelişidir bu roman.
Bir Dersim Türküsü. Yanık. Ne aşklar yaşandı ve ne aşklarda ölündü. Bu içimi
kavuruyor, acım derinleşiyor.
*
Yücel, Tahsin; Gökdelen, Can Yayınları, 1. basım, 2006, İstanbul, 287
s.
Seçik, ayıklanmış, soyut, güncele yönelik bir Yücel yergisi, yazınımıza, üstelik hadi
yergi yazınımıza ne katıyor? Onun kurgusunun sağlam yapısı, dil duyarlığı, humoru, vb.
yapıtını vazgeçilmez bir romana dönüştüremiyor. Ama Türk Yazın geleneğinin en iyi kalıtçısı
olan Yücel, bence yazınımızın yazınsal değer taşırlık dışında kalan işlevsel değer taşırlığının
ayrımında, bilincinde bir aydın olarak, aslında yalnızca bir yazar değil, bir Türk aydını olarak
yaklaşıyor işine. İşte buradan bu kitap çıkıyor. Bu kitapta yergi büyük dünya ve Türk
örneklerinde olduğu gibi „karnaval‟ duygusu taşımıyor (böyle olmasını dilerdim), Sterne,
Aziz Nesin neyi gerçekleştirdi, bunu şimdi anlıyorum.
Yalan‟ın, Kumru ile Kumru‟nun gerisinde Gökdelen, önemsiz mi? Asla. Hatta canalıcı.
Sorun benim okurluğumun nitelik değiştirmesinde. Tada, yazın hazzına, bu kişisel, bencil
duygulara daha yakın duruyorum (yaşımla kuşkusuz, ilgili olarak).
Günümüzün postmodern mantığı düz bir çizgide izleniyor ve sonuç: yargı da
özelleştirilmeli. Hangi gerekçe tersine yatırabilir ki düşüncemizi.
Eğer yaşadığımız girdi‟mizi oluşturuyor, onu veri alıyorsak. Demek bağlamı da(hi)
tartışmalıyız, hem de çok gecikmeden.
*
Yourcenar, Marguerite; Hadrianus‟un Anıları, Çev. Nili Bilkur, Adam
Yayınları, 1. basım, 1984, İstanbul, 277 s.
Yourcenar‟ın başyapıtı olabilir mi? On yıllara yayılan bir araştırmanın ürünü olan
romanın yazım öyküsünü ve sancılarını da bir tür günlük biçiminde romanın sonuna eklemiş
Yourcenar. 2. yüzyılın bu büyük ve bilge imparatorunun gözünden, hatta yüreğinden dünyaya
bakmak olanaklıymış demek. Bunun için oldukça dürüst ve çalışkan olmak yetmeyebilir.
Arkasında taşıdığı evrensel yükü ayrımsamış, bunu içselleştirmiş, herhangi birinden ayrımını
ve ayrımsızlığını görmüş, kendi imparatorluğu önünde insan olarak da durmuş, yüzünde acı
duymanın sonsuz ve kızıl alazı dalgalanmış, kendi süreksizliğinden kalıcı olana işaretler
yollamış, sevmiş, ama sevmeyi „bilmiş‟, sevmenin „acı çekmek‟ olduğunu da bilmiş bir Sezar:
Hadrianus. Onun profilden duruşunu yakalamış Yourcenar, bunun peşine düşmüş daha
54
doğrusu. Bu imgeydi kımıldatan, başlatan diyor notlarında. Yaşam bir imparator için bile
kırılgan yeterince, bunu anlamamı sağlıyor Yourcenar ve onun bedenine, onun bedeninin
üzerinde biriken karı silkeleyişine, pelerinini yüzüne kaldırışına, İspanyadaki çocukluk
görüntüsüne, Fırat‟ın suyunda yansıyan yüzüne, onun Antinous‟u okşayışına bakmamı. Bir
insan, böyle bir şey olabilir mi, bir insan görünür oluyor, beliriyor, yoğun kıvamlı bir dilin,
geçiştirmeyen, dolduran ve yolalan, dalgalı bir dilin ilerleyişiyle.
Baskı kötü ve eskiydi. Dizgi yanlışları vardı.
İnsan dostluğunun dingin keyifleri benim için yok artık; insanlar beni artık sevemeyecek
kadar beğeniyor ve saygı duyuyorlar (225).
Bunu düşünebilen Hadrianus, bu denli umutsuz muydu. Gökyüzünde süzülen kartal, ölü
bir kartal mıydı gerçekte? Hadrianus yalnız mıydı, yalnızlığını gören biri mi?
Bana, iyi olmak için, mutlu olmak için bir tek neden, bir tek geçerli neden gösterin.
Bu dünyada, bu kentte, burada, böyle…
*
Keskin, Birhan; Ba,
Metis Yayınları, 1. basım, Mart 2005, İstanbul, 47 s.
Keskin ilgilenilmesi gereken, salınımlı iç dünyası ve arayışıyla dikkati çeken bir şair.
Kişiselden gizeme kayan gidiş gelişli dili, yer yer güzel dönüşler, duruşlar da içeriyor. Usa
sığmaz güzellikte „mısra-ı berceste‟leri var. Yapıyla ezgi arasında dengeye ulaşamamış ama
yakın duran şiiri gelişmeye açık. Geleceğin önemli şairlerinden biri olacak gibi geliyor bana,
temalarını genişletir, bağlamlarını yeni ufuklar içinde yeniden, hep yeniden tanımlamaya
üşenmezse. Çünkü tasavvuf seni alır derinleştirir, bir yere getirir, öyle bir yere getirir ki,
arkasında duran yalnızca „boşluk, hiçlik‟ olabilir. Kaç tasavvuf ehli bu riski göze almıştır
bilmem, ama bize öyküsü aktarılan (uydurulan) çoktur. Bu çokluk çok da soru işareti kaldırır.
„Zarif kardeşim benim‟ diyebilen birinde iş var bana kalırsa.
*
Bauchau, Henry; Mavi Çocuk, Çev. Sosi Dolanoğlu, Metis Yayınları, 1.
basım, Eylül 2005, İstanbul, 329 s.
Belçikalı yazar Bauchau‟nun okuduğum ilk kitabı. Kendi yazdığı en son romanı olabilir
1913 doğumlu bu yaşlı yazarın (Roman 2004 yılında basılmış). Yazarlık ve yayıncılığını ileri
yaşlarında ergenlik çağı uzmanı terapistlikle bütünleştiren Bachau kendi iş deneyimiyle ve
yazarlık ustalığıyla bu duyarlı, kırılgan, içtenlikli anlatıyı kotarabilmiş.
Aslında „başlangıçtaki kaos‟a (George Braque) kadar inme denemesi bu roman.
Savsızlığı, denemeyi, gündelik‟in sonsuz çeşitliliğini tedavinin çıkış noktasına koyan Bachau,
durum dilini (yansılama) başarıyla kullanışıyla da (Türkçe‟de Dolanoğlu üstesinden gelmiş
bunun bence) dikkati çekiyor. Suçu, korkuyu, kaygıyı paylaştıran, üleştiren olgun, deneyimli
tutum, aynı zamanda bir yazarlık yaklaşımı olarak da romanın omurgası içine yerleşiyor,
gelişmiş, incelmiş bir sinir aygıtı gibi çalışıyor.
Orion‟un ikileşmesi, Veronique‟in (terapist öğretmen) çelişkileri, ikileşmeleri ile,
Veronique‟in eşi Vasco‟nun müzik içinde ve müzikle mühendisliği arasında ikileşmeleri
55
hepimizin gerçekte üzerine gelen ışınlara, üçyüz beyaz atlıya, şeytan‟a ikna edici bir
gönderme sayılmamalı mı?
Öykü aynı zamanda yaşamın karşılayamadıklarına ve hiçbir zaman
karşılayamayacaklarına da işaret ediyor. Yenilgi süreklidir, iyileşme ise kabul etme‟dir. Kabul
etmenin tek koşulu ise güvenmektir. Güvenmek.
İş Mavi Çocuk‟un varlığında düğümleniyor. Mavi Çocuk varsa yaşamaya değer bir
şeyler de var. Onu taşıyabilecek gücü bulabilelim yeter ki içimizde. Öyle zor ki bu?
Veronique işte bu nedenle Orion‟a destek verirken kendini onarıyor aynı zamanda.
Orion da iyileştiren bir sayrı (hasta). Zaten başka türlü olabilir mi?
Bauchau‟nun saydam anlatısı tüm bu yapıyı ve ilişki biçimini olabilir ve geçerli kılıyor.
Bu romanın da buradan gelen bir iyileştirici gücü var. Bize arkamız sıra seyirten
Minotaurus‟u gösterdiği ve onunla baş edebilmenin yollarını, yaşadığımız labirent
içerisinde…
*
Hobsbawm, Eric; Tuhaf Zamanlar, Çev. Saliha Nilüfer, İletişim
Yayınları, 1. basım, 2006, İstanbul, 549 s.
Bu önemli Marksist tarihçinin yirminci yüzyılı kuşatan anıları beni tam anlamıyla
doyuramasa da ilgiyi hak ediyor (mu?). Bildiğimiz türde bir anı kitabı değil bu. Tarihçinin
özgün bakışıyla ilgili dayanak noktalarını, ipuçlarını, beslenme havzasını okura iletme gibi
öğretici bir tutumun yanı sıra tarih yapanla tarih yazan eytişimine (diyalektik) ilginç ve zor bir
örnek olarak seçiliyor.
Hobsbawm sanki otopsi masasında tarihin derisini yüzen bir öğretmen gibi tarihsel
olay‟la kendi bakışı arasındaki mesafenin değişkenliğini göz önünde sürekli tutarak, cazın
ritmine, doğaçlama yeteneğine de kendi yöntembilimi girdisi olarak gereken ve yeterli yeri
tanıyor. Onun tarihi gibi anıları da bir caz yorumu gibi.
Alçakgönüllülük elbette bu görkemli yaşama yakışıyor.
*
Engin, Aydın; Kitabın Adı Budur „Tan Oral Kitabı‟, Türkiye İş
Bankası Yayınları, 1. basım, Şubat 2006, İstanbul, 584 s.
Aydın Engin‟i çok sevmemin de rolü var kitabı okumamda. Onun usta, sevecen,
gerçekte de yansız sorularıyla bence Cumhuriyet Gazetesi arka sayfa karikatüristi Tan Oral‟ın
doğruya yakın bir resmi çıkıyor. Tan Oral‟ın tam bunu isteyip istemediğinden emin değilim.
Tan Oral beni, tıpkı Doğan Cüceloğlu‟nunki gibi çokça düşkırıklığına uğrattı. Sonuçta
katılmadığım çok az görüşü var. İnsan, kadın erkek ilişkilerindeki rahatlığı vb. belki doğru.
Ama altta yatan egemen olmak, eril kişi olmak ve bunun getirdiği bir tür şımarıklık benim
için yeterince huzur kaçırıcıydı. Seçimleri bu denli doğru ve yanılmayan (yanlış yaptım
derken bile insan bunu duyumsuyor) bir insan çıkar bir gün dünyaya da çeki düzen vermeye
kalkar. Kendiyle, kendi açıklamasıyla bu kadar doymuş biri oluşu sanırım beni rahatsız eden
şey.
Mizah‟a yüklediği özel anlam önemli, ama yeni değil. Yaşamı hafife almış gerçekte,
buna karşılık iyi anladığı savında. O zaman geriye ne kalır?
56
*
Ullman, Liv; Değişim, Çev.Nur Nirven, AFA Yayınları, 1. basım,
Haziran 1988, İstanbul, 227 s.
Liv Ullman‟ın, bu büyük Norveçli oyuncunun kırık dökük anıları bir tür günah çıkarma
işlevi görmüş belle ki. Kendisine o denli gömülü ki, anı diye bir tür olur mu, diye yeniden
düşündüm. Kişisel deneyimi paylaşıma açmaksa anı, o zaman buna uygun bir dil ve yol
tutturmalı. İnsanların önüne kendini koyma cesareti tartışmayı da kuşkusuz beraberinde
getirir. Ama vurgu özel‟in üzerindeyse ve buradan bir tartışma çıkamıyorsa, neden beni
(okuru) ilgilendirsin ki birilerinin anısı.
Bilgi(lenme) kırıntıları için anı okunur mu? Bu türü Neruda‟ya ve diğer parlak örneklere
karşın ciddiye alamıyorum ne yazık ki.
Yaşamında kızı Linn‟in (Bergman‟la birlikteliğinden), Ingmar Bergman‟ın, Farö
Adasının, yurdu Norveç‟in (özellikle bu yeterince dokunaklıydı) çok önemli olduğu
anlaşılıyor.
*
Tolstoy, Lev Nikolayeviç; Savaş ve Barış 1, Çev. Leyla Soykut, Cem
Yayınları, 1. basım, 1968, İstanbul, 575 s.
Tolstoy, Lev Nikolayeviç; Savaş ve Barış 2, Çev. Leyla Soykut, Cem
Yayınları, 1. basım, 1969, İstanbul, 583-1128 s.
Tolstoy, Lev Nikolayeviç; Savaş ve Barış 3, Çev. Leyla Soykut, Cem
Yayınları, 1. basım, 1970, İstanbul, 1135-1715 s.
Tolstoy, Lev Nikolayeviç; Savaş ve Barış 4, Çev. Leyla Soykut, Cem
Yayınları, 1. basım, 1971, İstanbul, 534 s.
Tolstoy nedir? Savaş ve Barış‟ın anlamı nedir? Bunu yazık ki birinci ciltin önsözü (K.
Lomunov) veremiyor. Onun üzerine yazılan, yapılan çalışmalar sayısız kuşkusuz. Tolstoy
kurumları, sağlığından başlayarak oluşmuş… Gorki, Savaş ve Barış için 19. yüzyılda tüm
dünyada yazılmış en iyi kitap derken aldanmıyordu. Balzac‟ın dev çabayla (yaşamı pahasına)
İnsanlık Komedyası‟nda yakalamaya çalıştığı şeyi, Fransa toplumunun ruhunu, işte Tolstoy
bir nehir roman içerisinde, görkemli bir tansıkla, Rus toplumu için gerçekleştiriyor, Rus
karakteri olaylar içinde kararıyor ve aydınlanıyor, ama deviniyordu.
Ayrıntının bütünle ilişkisini kavrayış gücü beni büyüledi diyebilirim. Usun yaşamla,
doğayla hesaplaşma gücü ve cesareti eşsiz sayfaların altındaki giz. Toplum, sınıf, birey
kendisi gibi davranıyor. Halk kendisini gösteriyor onun kavrayıcı bakışı içinde. Onun gibi
vazgeçmiş, sınıfını yadsımış biri olmak mı gerekiyor bunu için? O yüzden mi ufku sonsuz
açılımlar içeriyor. Her anlattığı şey ayrı ayrı değer kazanıyor, kendi başına var olabiliyor.
Onun imgelerinin varlıkbilimi üzerine mutlaka çözümlemeler vardır. Eposunu ise ayrı
değerlendirmeli. Ama öndeki karakterlere karşın arkada duran topluluk ruhunun yansıması
içinde öykü destansı bir anlatı, tat kazanıyor. Anlatısının akışkan ve demokratik oluşu onu
aynı zamanda anlatı tekniği açısından da bir öncü yapıyor. Kim Tolstoy‟un yazısındaki
„demokratik‟liğin ayrımında acaba?
57
Okur şu ya da bu kişi üzerinden bir yaşama tanıklık ediyor. Bunu derinlemesine
hissediyor. Etik değerler, iyi ve kötü kendisini sorguluyor. Her şey kendiliğinden, çok doğal
bir biçimde çiftyanlılık niteliğini taşıyor. Her şey hem kendisi, hem de kendisinden fazla bir
şey. Buna atlar, sis, insanlar, üniformalar, sofralar, her şey dahil. Onun (Tolstoy‟un) ökesi
(dehası) yalınlığın içinde kavranabilir.
O her şeyi yadsıdığı için her şeyin, tüm bir yaşamın sahibi olabildi. Herşeyi yitirmesi,
mülksüzleşmesi gerekiyordu.
(Tolstoy üzerine okudukça yazılacak).
*
Tolstoy hakkında yazdığım bu notların bir bölümünü yitirdim. Bu yüzden içimden
gelmedi yeniden dönmek.
Şimdi son cildi (dördüncü) okuyorum. Ama atlayarak, son bölümü, yani Tolstoy‟un
bana Hegel izleri taşıyan tarih felsefesi üzerine görkemli, etkileyici o bölümü okumadan
edemedim. Acaba kuramsal tarih çalışmaları, bu el yordamıyla ve anlatılarıyla
kaçınılmazcasına böyle bir tarih felsefesine ulaşmış Tolstoy‟u ne ölçüde değerlendirdi? Yoksa
kurgudan türeyen kurmaca bir tarih görüşü olarak dışarıda mı tutuldu bu deneme. Ama şöyle
düşünüyorum: Tolstoy, Savaş ve Barış‟ı yazdıysa bu 50-60 sayfadaki kristalleşme için
yazmıştır ya da bu felsefe, muhteşem yapıtın kaçınılmaz sonuydu (o kadar, bütün, tam bir
yapıya yakın duruyor ki Savaş ve Barış, felsefe içermesiz olmazdı).
Orada, Savaş ve Barış‟ta sahneler var. Bir olay, bir söyleşi, bir dizi eylem… Bu
sahnelere başka bir yaşantı parçasına tanıklık edercesine tanık oluyoruz ve inanılmaz bir
biçimde bu ayrıntının bizde bıraktığı izlenim bu sahnenin sınırlarını aşıyor, onun üzerinden
tüm bir topluluk, köylüler, aristokratlar, askerler, savaşlar, çarlar, 1812, bir tarih akıp geliyor,
içimizden geçerek gidiyor.
Birikiyor demedim, diyemem çünkü Tolstoy‟da bir de bu var. Sana parmağıyla bir şeyi
gösterir, seni duygu fırtınaları içerisinde allak bullak etmişken, sen gösterilmeyen yaşantılarla,
evrenin bir başka köşesindeki yaşamla, varlıkla buluşur, barışırsın. Başka yerlerdeki, o
gösterilmeyen yaşamların kanıtı oluyor gösterdiği Tolstoy‟un. Böyle bir şey olabilir mi? Bu
yüzden sarsılıyorum, gözlerim ikide bir sulanıyor. Komik, gülünç, sevgi ve neşe dolu bir
yemek masası, coşkulu bir salon toplantısı, bir köylü kulübesindeki eğlenti bile buna neden
olabiliyor.
Tolstoy‟un beni getirdiği, getirmek isteyebileceği kıvamdayım. Onun işaret ettiği şey bir
tansık (mucize) ve beni bu tansık bağlıyor, inandırıyor kendisine.
Daha uzun yazacağım.
*
Önsözdeki Lomunov, Tolstoy‟un oluşturduğu Rus karakteri olarak köylü Karatayev‟e
işaret ediyor, bunun yeterince geliştirilemediğini söylüyordu yanlış anımsamıyorsam. Ama
bunda birazdan fazla haksızlık var. Tolstoy‟un tüm yapıtı işte tam da bu karakteri ortaya
çıkarıyor, Piyer‟in, Andrey‟in, Nataşa‟nın, Nikolay‟ın, Kutuzov‟un ve yüzlerce kişisinin
arkasında. Tolstoy bir ulusa ve onun ruhuna gönderme yapıyor, bir kurucu gibi çalışıyor.
Onda kitlenin de büründüğü ayrı, tek tek bireylerin toplamını aşan kişilik, görünür oluyor. Bu
noktada Lermontov‟un, Puşkin‟in, bir ölçüde Gogol‟ün (ama bir ölçüde) yaptığı şeyi
tamamlıyor diyeceğim. Dostoyevski‟nin yaptığı Rus ruhunu ortaya çıkarmak değil, yapmaktı,
bu ayrı bir şey.
Bu ikinci okuma (yıllar sonra) kuşkusuz yeterince sarsıcıydı benim için. Çünkü başyapıt
nitemi kullandığım pek çok yapıtın, karşılaştırıldığında boyutsuz kalabileceğini de görebildim
böylelikle. Nedenini düşündüğümde, bunu Tolstoy‟la ilintilendirerek „sevgi dini‟ demek
istiyorum. Tolstoy‟un hiristiyanlığı hiçbir kalıba, biçimin içine sığmaz. Hatta buna
58
hiristiyanlık demek ne denli doğru olur ki? Onun sevgisinde inanç kalıplarını kendiliğinden
kırıp parçalayan bir şey var. Buna hümanizma denebilir mi? Daha çok meraklı, anlamak
isteyen bir çocuk girişimi, niyeti olarak yorumlayabilirim bunu. O davet ediyor, perdeyi
aralıyor, buyurun bakın, diyor, bizimle birlikte izleyerek. İzlerken şaşıp kalarak yaşamın
görkemli cümbüşüne… Yoo, böyle olmaz. Delidolu akıyor görünse de yaşam, tüm bunları
sarıp kucaklayacak, anlamlı kılacak bir açıklama, bir ilk neden olmalı. Köylü olan, toprakla
haşır neşir şu Rus (Tolstoy), kollarını burada sıvayarak işe koyuluyor. Düşünüyor,
düşündüğünü, insanlarını ve onların anlatılan öykülerini gözlemlerken ayrımsıyorum birden.
Düşünce de eylemin ve eyleyen varlığın arkasında sessiz, kapsayıcı, sarsıcı, dipten dibe
akıyor. Yaşam, düşüncesini de sırtlamış sürüklüyor. Tolstoy‟un ağzından dile geliyor.
Yaşamın kaynağı, bir düşüncesi, felsefesi var.
Anlıyorum ki (şimdi) Tarih Tolstoy‟un dediği gibi bireylerin birbirleriyle çelişik de
görünse o anda çıkarları, yalnızca kendi çıkarları için yapıp ettiklerinden ibaret ve anlıyorum
ki, Tolstoy sayfalar ve sayfalar boyu tarihi felsefesiyle, yaşamı düşüncesiyle buluştururken,
asıl yaptığı şey kendi yapıtının, sanatının felsefesini, düşüncesini kuramlaştırmaktı. Neden
yazarız, niye yazmalı, kimin için, nedir sanat (roman), vb. soruların yanıtı aranır Savaş ve
Barış boyunca. Tolstoy yapıta (sanata) ve etik‟e bakar. Kaçınılmaz biçimde böyle olur ve
Tolstoy‟u büyük yazar yapan şey de bu olur: bitmez tükenmezlik. Prenses Mariya, Nataşa
evlilikleri içinde (bu yeni durumda) yeni çatışmalara gebe sahnelerin eşiğinde orada
duruyorlar. Onların çocukları var. Prenses Mariya‟nın yeğeni, Andrey‟in oğlu 15 yaşında
gizemli geleceğin önünde öyle bırakılır. Oradan Dekabristler, nihilistler, anarşistler sökün
edecek. Rus yaşamı daha Ruslaşmış olarak Savaş ve Barış‟ın kaldığı yerden sürecek.
Tolstoy‟un okura verdiği bakış açısının özgünlüğü, bence en dikkate değer yanlarından.
Genellikle toplumun içinde kalarak en zengin anlatım açı ve tekniklerini, zaman ve uzam
içinde yer değiştirmelerine borçlu iyi sanatçılardan daha zengin ve daha fazla olarak Tolstoy
toplumsal bağlamı da bireyselleştirerek, ona bir üst bağlamdan bakıp, kutsal denen,
saltıklaştırılan insan toplumunun sürüselliğini, organik yanını görmeyi olanaklı kılıyor. Savaşı
bu denli kusursuz anlatabilmesinin arkasında da bu bakış açısı ve yöntemi var. Cepheyi,
cephedeki insanı, mangayı, tümeni, komutanı, imparatoru ve tümünü kapsayan devinimi, bu
tikelleşmiş tümü bile kendi, öz, varlıksal ikircimi içinde kararın bir adım önünde ya da
arkasında görebiliyor. O zaman her şey yaşamın içinde, olduğu gibi seyrediyormuşçasına
algılanabiliyor. Yaşamın özü: şu beliriyor. Rastlantı mı, zorunluluk mu değil, rastlantının
içindeki zorunluluk, zorunluluğun içindeki rastlantı.
Bir modelleme girişimi romanın kişileri arasında bir dizi rastlantı üzerinde
temellendirildiğini rahatlıkla kanıtlayabilir bize. Öte yandan tüm olay örgüsünde yazgının
ağır, kaçınılmaz elinin dayanılmaz ağırlığını da okurlar olarak derinden duyumsarız. Ama
romanı ne birine, ne ötekine indirgemek ve bununla açıklamak olanaklı… Tolstoy‟un yaptığı
şey, bu diyalektiği görünür kılmak, yaşamımızın her saniyesinin rastlansal temelini
yakaladığımızda, onun artık kaçınılmazlığını da teslim etmek.
Yaşamın ve Tolstoy‟un romanının zenginliği buradan geliyor. O an‟ın içine sıkışmış
çiftyanlılığa borçlu tüm varlık nedenini.
Romanın içinde, tıpkı denizde olduğu gibi çırpınan ve sürüklenen dalgalar yaşamları,
eylemleri kıyılara atıyor. Kırılan dalgalar, yaşamlar kendileri üzerine dönüp düşünüyorlar,
anlamaya çalışıyorlar ne olup bittiğini. Çıkardıkları sonuçlar onları kurtarmıyor belki, ama
bize arkadan gelen ikinci bir dalganın ipuçlarını da veriyor bunlar.
***
Bu noktada, nobelli yazarımız (Orhan Pamuk) editörlüğünde yayınlanan, İletişim
Tolstoy dizisinin Savaş ve Barış cildinin başına konan savlı (roman hakkında en ünlü
yorum!) metni artık okumayı daha çok erteleyemedim. Henri Troyat‟nın Tolstoy üzerine
59
kitabının (Türkçeye çevrilmedi, neden acaba? Gogol, Dostoyevski, sanırım Çehov üzerine
yaşamöyküleri çevrildi de) Savaş ve Barış‟la ilgili bölümü konmuş çevirinin girişine. Beni
büyük düşkırıklığına uğratan ve Troyat‟yı gözümden oldukça düşüren bu çelişkili yazıyı
eleştireceğim gerçi. Tolstoy hakkında duygusal yaklaşımı bir yana bilimsel bir yazın eleştirisi
örneği de olmayan bu metin miymiş Savaş ve Barış üzerine en iyi yorum, yaman
meraklandım doğrusu. Troyat‟nın yüzeysel ve tepkisel tutumunu bir yana bırakıyorum,
İletişim Yayınevi‟ni ve Editör Orhan Pamuk‟u da kınıyorum. Aşağıda Tolstoy üzerine
anlamlı bulduğum birkaç yargısını alıntılayacağım Troyat‟nın öncelikle.
“The Dawn‟da Strakov, Tolstoy‟a gurur veren şu satırları yazdı:‟Nasıl bir büyüklük ve
denge! Başka hiçbir edebiyat bize kıyaslanabilir bir eser sunmuyor. Binlerce karakter,
binlerce sahne, hükümetler ve ailelerin dünyaları, tarih; savaş, bebeğin ilk ağlayışından,
ölmek üzere olan piskoposun özenle seçilmiş son sözlerine kadar insan yaşamının her anı…
Üstelik hiç kimse bir başkasının gölgesinde kalmamış, hiçbir sahne ya da izlenim bir başkası
tarafından bozulmamış, bölümlerde olduğu gibi, bütünde de her şey açık, her şey uyumlu‟”.
“Savaş ve Barış‟a ait notların birinde Tolstoy, kitabın bir roman olmadığını, bir şii ya
da bir tarihi günce de sayılamayacağını; bunun yeni bir ifade biçimi olduğunu ve „yazarın
anlatmak istediklerine uygun olarak tasarlandığını‟ söyledi. Böylelikle bütün edebi
biçimlerden bağımsızlığını ilan ederek, okurları da eski alışkanlıklarını bırakmaya ve
kendilerince eserin genel yapısını keşfetmek için karakterlerin ve kurgunun ötesine geçmeye
çağırdı. Ve gerçekten, ancak gözler resmin içindeki binlerce detaya odaklanmaktan
uzaklaştığında, bütünün ihtişamı belirgin hale geliyordu. Sonrasında, bireysel kaderlerin
kargaşa ve kalabalığının çok ötesinde, evrene hükmeden ebedi yasalar ortaya çıkıyordu.
Doğum, ölüm, aşk, hırs, kıskançlık, acı, hiçlik; insanoğlunun derin ve durgun soluğu bizi
yüzümüzden vuruyordu.”
“Tolstoy‟un mucizesi de budur: Hepsi birbirinden farklı, hafif ama unutulmayacak
darbelerle çizilen yüzlerce karaktere, yaşamı armağan eder: askerler, işçiler, generaller, yüce
soylular, genç bakireler ve kadınlar. Kolaylıkla yaşı, cinsiyeti ve sosyal sınıfı değiştirerek
birinden diğerine geçer. Her birine ona özgü bir düşünce ve konuşma biçimi, bir fiziksel
görünüm, etten kemikten bir ağırlık, bir geçmiş ve hatta bir koku verir. Eğer bunlar (…)
istisnai insanlar olsalardı, bu kadar takdire değer bir şey kalmayacaktı. Ama hayır: bu
dramın kahramanları, sokakta rastlamış olsak merakımızı uyandırmayacak kadar sıradan
insanlar.”
“Kitabın anıtsal boyutlarına rağmen bu ayrıntı düşkünlüğü Tolstoy‟u bir an için bile
terk etmez.
“Tolstoy‟un bu yöntemi kullanarak karakterlerini hareketsizlikle dondurduğu sonucu
çıkarılmamalıdır. Aksine, insanın kişiliğinin karmaşık, dinamik ve değişken olduğuna
inanarak, kişilerini ortamlarına göre farklı ışıklarda göstermeyi başarır”.
“Bu türden binlerce gözlemle Tolstoy, karakterlerinin her birinin etrafında kesin bir
atmosfer yaratır. Her biri çok zor fark edilir bir sempati ve antipati örgüsünün arasında kalır.
En belirsiz jest bile, başka bir sürü bilinçte yankılanır. Prens Andrey, Piyer, Nataşa ve
Prenses Mariya, her zaman aynı yandan görünen tek boyutlu resimler değillerdir; okur
onların etrafında dolaşır ve bütün diğer karakterlerle karşılıklı bağlılıklarını hisseder. Hepsi
görecelik kanununa itaat eder.”
“Tolstoy, „Bir eser ancak kişinin ona hakim olan düşünceyi sevmesi halinde başarılı
sayılır, Savaş ve Barış‟ta benim sevdiği düşünce halktı‟, der.
60
“Diyaloglarda, her bir karakterin dili, sosyal konumu, mizacı, etrafındakiler ve yaşı ile
örtüşür. Manzara asla bir sahne dekoru gibi karakterlerin arkasına kurulmamıştır, onların
ruh hallerini yansıtır ve hareketlerinin bir parçasıdır (…) Tolstoy‟un arayışları, sıradan
ölümlüler tarafından doğrudan hissedilir olanların ötesine geçmez. Ama o, varlıkların ve
şeylerin cazibesine sıradan ölümlülerden daha yoğun karşılık verir. Bizi Öte‟ye yaklaştırmak
yerine, Burada-ve-şimdi‟ye yaklaştırır. İnsanlar ve bitkiler, taşlar ve hayvanlar onun için aynı
düzlemdedir.”
Troyat‟nın bu yazısında bana gülünç gelen birkaç eleştirisini özetlemek istiyorum:
Tolstoy, Napeloen‟a ve Kutuzov‟a karşı önyargılı. Aşırı milliyetçi ve hatta şoven bir
tutumu var.
Çar Alexandr‟ı da gereksiz yüceltir. Abartır. Yine şovenisttir.
Napoleon‟u ve içinde Fransız olan her şeyi aşağılar. Napoleon‟un nezlesine bağlar
savaşın kaderini.
Halktan bahseden Tolstoy‟un 2000 küsur sayfalık romanında ancak 200 sayfasında
halkın adı geçer.
Tolstoy sınıf güdüsüyle, Kont Tolstoy olarak, aristokrat bakış açısı içinde yazmıştır.
Bazı bölümler gereksiz ve uzundur (Masonluk).
Tarih anlayışı yanlıştır. Kahramanlara dayalı tarih tezine yönelttiği eleştiri doğru
değildir. Sonuçta, diyor Troyat, savaş kararını kim imzalıyor, Napoleon değil mi?
Tarihin olay ve kişilerinde küçük çarpıtmalar vardır.
Düşünce (felsefe) romanın en zayıf yanıdır. Zaten ikinci, üçüncü baskılarda
ayıklanmış, sonra Sofya‟nın (eşi) kararıyla yeniden eklenmiştir bu bölümler.
Tolstoy‟un nedenselci (determinist) tarih felsefesi artık geçersiz, yanlıştır.
Roman, Troyat için, atılabilir düşünce boyutu, başarılı olay örgüsü olarak iki
parçalıdır.
Kurgu içinde çelişkiler vardır. Nataşa‟nın yaşı yanlış ilerler. Aralıkta kumarda yitiren
Nikolay Rostov kasımda birliğine hareket eder. Prenses Mariya savaşa giden
ağabeyine gümüş ikon verir, ama daha sonra takı altın olur. Adlar roman boyunca
değişir, vb.
Aile ve gelenekler konusunda tutucudur.
*
[Sürdürüyorum.]
Tolstoy‟la gelen tansığın (mucize) ne olduğunu anlamak gerçekten önemli… Tanrı
soluğunu üfler ve Adem balçıktan doğar. Tolstoy yüzlerce ruh, renk ve kokuyu devindirir ve
onların gölgeleri, yansıları, uzam (mekan) içinde yankılanır. Bence tansık burada değil,
Tolstoy‟un nasıl olup da, neden bunu yaptığında, yapabildiğinde. Savaş ve Barış bir sınıf
konumundan yazılamaz, sınıfını, neyin varsa her şeyini, seni yapan her şeyi yadsıman,
kendini yadsıman gerekir. Tolstoy bunu yaptı, yapınca mı Savaş ve Barış (ve Anna
Karenina) olanaklı oldu, yoksa bu yapıtlarla mı geldi Yadsıma?
O Lermontov‟un, en çok da Puşkin‟in izini sürdü, belki Petro‟nun (Deli sanılan Çar) da.
Tolstoy ne kadar deliyse Petro da o kadar deliydi. Bir kişinin, bir kadının, çocuğun, bir
köylünün, kölenin, boyarın, prensin, vb. değil tüm bunların arkasındaki ruhun, bir Rus
ruhunun varlığından söz edilebilir miydi? Bu ruh acıkır, korkar, başkaldırır, kendini tarihin
öznesi, kımıldatıcısı olarak gerçekleştirebilir miydi? Savaş ve Barış bu ruhun aranışının, ama
61
daha çok yapılışının anlatısı, öyküsüydü işte. Bir halkın ruhu vardır, bir ailenin ruhu vardır.
Bu ruh belirir ve yiter. Gündelik yapıp etmelerdir bu ruhun kaynağı, unutmayalım.
Tolstoy için çarpıcı, etkileyici sahneler değildir önemli olan. Tersine bu tür sahneleri
yankılandığı düşünceler üzerinden, tartışarak ama yatıştırarak anlatır. Örneğin birçok yazar
için romanının doruğunu oluşturabilecek düello sahnesini Tolstoy handiyse geçiştirir. Piyer‟in
de içinde bulunduğu Rus esirlerini Fransızlar kurşuna dizer. Daha romanın başında Prens
Andrey‟in o unutulmaz ve koca bir romanı sürükleyebilecek eşi Prenses Lisa ölür, hüzünlü bir
soru olarak belleklerde anımsanır yalnızca. Ya Petya‟nın (Rostov kardeşlerin en genci, daha
çocuk olan) ölümü, Rusya‟nın ruhunun bu acımasız savaşa ödediği kanlı diyetin bu örneği?..
Piyer‟in güzel eşi Elen‟in ölümü. Bu romanın içinde kaç tane roman var diye sorulacak
olursa, bu sorunun karşılığı ancak „yaşam kadar‟, „yaşam kadar çok ve sınırsız‟ olabilir. Evet,
söyleyeceğim Tolstoy daha ilk yapıtlarında şiddete karşıdır. Bunun bilincine ve düşüncesine
sahip görünmektedir. Ruslar yurtlarını, Moskova‟larını işgal eden Fransızlardan gerçekte
nefret etmezler. Kutuzov, Fransızlara duygusuz yaklaşmayın demeye getirir askerlerine
seslenirken son çarpışmada, arkasından “ama …tirsinler gitsinler” demeden edemez.
Troyat‟nın işaret ettiği gibi, Rostov kardeşler romanı bir neşe dalgası olarak boydan
boya geçerler. Onlar romanın canlı, renkli halkasını oluştururlar. Onların duygusal
dönüşümleri üzerinde çevrelerinin yansılarını izleriz. Yaşam onlar ve diğerlerinin üzerinde,
suyun içinde kırılan ışık gibi yansır. Her su birikintisi suyu farklı kırar. Gölgeler ışığın açısına
göre uzar, kısalır. Nataşa bir basınçölçerdir (barometre) aynı zamanda. Romanın nemi,
yeğinliği, yağmur yükü, güneşli bulutlu oluşu, kederler, sevinçler, inanç ve zevk düşkünlüğü
göstergede anlatımını bulur. Nataşa ve diğer roman kişileri hem bedenlerinin doldurdukları
yer/zaman, hem de bedenlerinin dışındaki yer/zamanca gerçekleşir, çift yanlı ve etkili
olumsallıklar olarak varlık kazanırlar. Varlık kazanırlar sözünü özellikle kullanıyorum, çünkü
romanla birlikte bu insanlar yok olmazlar, bizim dışımızdaki başka yaşamların bedenleri,
ruhları, sahipleri olarak süre koyarlar. Nataşa‟nın gürültüsü roman içinde yankılanarak, her
şeyin üzerine izini bırakarak bırakıp çoğalarak akıp dururken, Sonya‟nın sessizliği, Lisa‟nın
erken ölümüne bağlı yaşamamışlığının hüznü birikir orada bir yerlerde. Andrey‟e yukarıdan,
İsa‟nın bulunduğu yerden sorar durur: neden öldüm ben? Eli, eli, lama sabaktani…
Ve romanın nasıl sürebileceğini kestirmek hiç zor değildir. Tolstoy, Lenin‟in yaratıcı
zekasının çok iyi yakaladığı, kavradığı gibi, geleceği öngörür. Bu denli tarihsel, yaşamsal
ipucundan ökesinin (deha) ürettiği, gelecek ve onun varsayımları doğrudur. Çünkü belki çok
ileri gitmiş olacağım, devrim Rusya‟da gerçekleşmiştir. Ama ondan önce Dekabristler, 1905,
vb. bunlar yaşandı. Piyer‟in yaşamı nasıl sürmüştür? Andrey‟in, Nataşa, Prenses Mariya,
Nikolay Rostov, vd.nin yaşamları nerelere sürüklenmiştir, bunu sanki kestirebilirmişiz gibi.
Troyat‟nın romanda Napoleon ve Alexandr konusuna yaklaşıma yönelttiği eleştiriye
katılmıyorum. Hiçbir karakter, bu tarihe yön vermiş Napoleon olsa bile, saltık bir varlık
olarak görülmemiştir ve görülemezdi zaten. Pek çok romanın yaptığı bu türden soyutlamalar,
Savaş ve Barış‟ın kalıcılığını zedelerdi. Napoleon hem kendisi, hem kendisi olmayan her
şeydir. Aynı zamanda sıradan bir insandır. Tolstoy bunu anımsatır, anımsatmak zorundaydı.
Bir Fransız‟ı, bir İmparatoru yüceltmek ya da küçültmek gibi bir basitliğe başvuramazdı. O
zaman yücelik arkasındaki kofluğu (uyumsuzluk ve ölçek yüzünden) işaret etmez, hatta
gülünç, bu çelişkiden doğmaz mı?
Aile kavramı konusunda Tolstoy‟u tutucu düşüncelerin sahibi olarak eleştirmek
Troyat‟ya ne katar anlayamıyorum. Ama aile kavramı üzerinde durmak gerektiğini ben de
kabul ediyorum. Gerçekten aile kurmak, aile sahibi olmak bir değer taşıyor gibi görünse de,
Tolstoy bunu saltık bir ulam (kategori) olarak mı sunuyor? Bu çok tartışmalı. İşte romanın
sonu ve iki evlilik ve bu iki evliliğin denge-dengesizlik sınırında taşıdığı o zengin olumsallık.
O zaman haksızlık yapmamalı. Sarhoş eden bir mutluluk, pembe bir ütopya beklenir bir
evlilikten. Bunun için aristokrat, burjuva ya da köylü olmak durumu değiştirmez. Tolstoy
62
konuya bu düzeyde yaklaşmamıştır. Ailenin her şeye rağmen taşıdığı özel değere işaret de
etmediğini söylemek istemiyorum. Bu sonul dayanışma tipi, örneği bir ruh olarak, her zaman
da iyi sonuç vermeyen bir ruh olarak, roman içinde sıkça belirir, varlığını duyurur.
Tolstoy‟un sınıf tavrına gelince, Troyat‟nın çelişkisi üzerinde durmayacağım, ama tam
da Tolstoy‟u Tolstoy (Andrey ve Piyer de yapan şeyin) yapan şeyin kendi konumunu,
toplumsal konumunu, sınıfını yadsımak olduğunu belirtmem gerek. Sınıfsal kaynaklarını,
mistik bir aşkınlık (transendantalizm) girişimiyle sınıfını yadsımak için kullanmış, bu roman
olanaklı olabilmiştir. Çünkü sınıfları ve yaşantılarını görüp, onların arkasında ve onları aşan
bir ruha, çelişik, kavgalı, kaynaşan ve birlikte olabilen o Rus ruhuna inebilmesi, bunu
görebilmesi gerekiyordu. Bunu görebilmesinin koşulu daha doğrusu, hangi sınıfın üyesi
olduğunu kavrayıp, bunun içeriğini algılayarak diğer sınıflara ulanabilmesiydi. Bu konu
işlenmesi gereken bir konu bana kalırsa. Sonunda halk olmak şu ya da bu sınıfın tekelinde
değildi. Halk ve onun ruhu bir aristokrat üzerinden de yakalanabilirdi, bir mujik üzerinden de,
bir asker, devlet adamı, fırın işçisi üzerinden de…
Tolstoy‟un dinsel arayışlarının arkasındaki gerekçeleri, dayanakları iyi anlaşılmalıydı.
Düşünceye gelince (felsefe) Tolstoy‟u böyle bir gerekçeden yoksun etmek ona büyük
haksızlık olur. Bir bakıma Tolstoy bu düşünceleri dile getirmek için Savaş ve Barış‟ı ya da
Anna Karenina‟yı yazmıştı. Bunlar olmadan romanın daha iyi ve etkili bir roman
olabileceğini söylemek sınırları aşmak olur (Troyat‟nın yaptığı). Tolstoy‟un insanları ve
onların yaşadıkları yerler ve zamanları bu düşüncelerin içinde anlam kazanmış, bunlarla var
olmuştur bana kalırsa. Tolstoy‟un yaşama ilişkin bir savı vardır. Yaşam onda (Savaş ve Barış)
bu sav içinde belirebilirdi, belirdi zaten.
“İşte bütün romancıların en büyüğü- Savaş ve Barış yazarı için başka ne diyebiliriz
ki…”/ Virginia WOOLF
*
Ümit, Ahmet; Ninatta‟nın Bileziği, Doğan Kitap Yayınları, 1. basım,
Ekim 2006, İstanbul, 112 s.
Hitit metinlerinin söylemini yansılayan, büyük olasılıkla da gerçek (anlatılmış) bir Hitit
öyküsünü aktaran Ninatta‟nın Bileziği, buluş ve özgün yaklaşım olduğunca, eski Anadolu
ekin (kültür) kaynaklarına gösterilmiş bir saygı, evrensel öykünün yalınkatlığına yapılmış
anlamlı bir gönderim de aynı zamanda. Belki kusursuz bir metin değil ama, çocuksuluk
amaçlanmış da olabilir (yazarınca). Eski metin nahifliğinden de kaynaklanabilir bu (o zaman
doğrudur).
Hititli genç kadının (Ninatta) cesareti günümüz okurunun (kadın okurların özellikle)
hayranlığını kazanabilir. Ama bizim okurluğumuzda sanırım bir sorun var. Okumak,
üzerimizden akıp giden bir şey. Kişisel, özgün bir deneyim olarak yaşanamıyor. Kaç
kadın(ımız) kendi gerçek dünyasında ve elbette kaç erkek(imiz) Ninatta‟nın evli, bir çocuk
babası Nuvanza‟ya apaçık, cesur tutkusunu, aşkını doğru bulabilir? Yoksa bu cehennem
aldatıcı mı? Yoksa özgür insanlar mıyız?
Ahmet Ümit‟in yapıtı birkaç açıdan okunması gerekli bir metin. Önce aşkın tarihten ve
yerden bağımsızlığının kavranılması için( aşkın anlamının da zamana ve yere bağlılıktan
doğduğunu hiç unutmadan), sonra her zamanda ve yerde kadının ve erkeğin aynı güzellikte ve
güzellikle sevebileceği; bir de geçmişimizi, köklerimizi bir duyguyla bugüne aktarabilmek;
hem tablet dilini de (Hitit) unutmadan.
63
Üzüldüğüm tek konu, kral Muvattali‟nin adının her yazılışında diyeceğim neredeyse
ayrı yazılması, bu eğer yazarın bir oyunu değilse (yersiz olurdu) dizgide bir büyük kusur
anlamına gelir. Muvvatali, Muvvattali, Muvattali, Muvatalli. Bana pes dedirtti. Üşenmezsem
Doğan Kitap‟lara durumu iletmeliyim.
*
Ende, Michel; Ayna İçinde Ayna: Bir Labirent Öyküsü (1994); Çev.
Jülide Binok, Kabalcı Yayınları, 1. basım, Eylül 2005, İstanbul, 301 s.
“Bağışla beni, daha yüksek sesle konuşamam.
Beni ne zaman duyacaksın, bimiyorum.
Acaba bir gün beni duyacak mısın?
Benim adım Hor.
Yalvarırım sesime kulak ver…”
Böyle başlayan bir kitap için umutlu olunabilirdi. Ama bu gizemli meseller ne benim
umduğum dille örtüşüyor, ne yeterince inandırıcı. Zen konusunda kafam aydınlık değil.
Dolayısıyla hermetizm yapay bir çağrı gibi geliyor okurun yapıta katılması konusunda. Kafka
örneği kaç on yıl gerisinde bu denli ortadayken… Yarıda kestim okumamı.
*
Rushdie, Salman; Utanç (1983); Çev. Aslı Biçen, Metis Yayınları, 1.
basım, Eylül 2005, İstanbul, 315 s.
Üç anneli Ömer Hayyam Şakil‟in öyküsü… Rushdie‟den ilk okumamdı. İslamcılar
zaten büyük bir yazar da değil, ikinci sınıf falan demişlerdi, koroya katılan yalakalarla
birlikte. Böyle olmamasını isterdim. Sorun Aslı Biçen‟de mi? Aslı Biçen çevirilerinden uzak
dur!
Geleneksel İngiliz ironisini doğu (Hindistan, Pakistan) yaşamlarına uygulayan Rushdie,
birkaç kafayı bir arada kullanıyor belli ki. Duruma göre bir birini, bir öbürünü. Ben ne yergiye
ısınabildim, ne yazarın (ki severim) öyküye yerli yersiz dalıp çıkmalarına. İçine giremedim ve
zorlamadım. 100. sayfalarda pes ettim.
*
Smith, Zadie; İmza Toplayan Adam (2002); Çev. Mefkure Bayatlı,
Everest Yayınları, 2. basım, Mart 2003, İstanbul, 395 s.
Alex-Li: imza topluyor ama öyküsü Kabala gizemleriyle basamak basamak gelişiyor.
Belki bu genç ve zeki yazar, Rushdie gibi üstlendiği İngiliz yergi geleneğinin sivri dilini
Yahudi teolojisinin gündelik yaşama yansıyan maskaralıklarına uzatıyor, Woody Allen‟in
New York Yahudi Cemaatini bir tüketim nesnesine dönüştürmesi gibi bir tasarıyı üstlenerek.
Kabala üzerinden İnci Gibi Dişler‟de olduğu gibi evrensel bir açılım yapılabilseydi buna bir
diyeceğim olmazdı. Kabala niye mizahın ögesi olarak kullanılmasın ki…
Ama içim baydı. Sürdüremedim okumayı.
64
*
Hornby, Nick, Der.; Melekle Sohbet (2006), Çev. Can Kantarcı, Sel
Yayınları, Temmuz 2006, İstanbul, 214 s.
Zadie Smith, Tek Başınayım, s. 87-97
İlginç, iyi sayılabilecek bir öykü!! Ama Zadie Smith hakkında öykü üzerinden bir
genelleme yaptıracak yeterlilikte değil. Smith‟i Türkçe‟de yakından izlemeye almış
bulunuyorum. Bu önümüzdeki yılların büyük Dünya yazarı olacak, bunu görür gibiyim.
Türkçe‟de Mefkure Bayatlı ile (çevirmen) şanslı bence. Can Kantarcı da fena değil.
*
Fainaru, Dan, Der; Theo Angelopoulos (2001); Çev. Mehmet
Harmancı, Agora Kitaplığı Yayınları, 1. basım, Şubat 2006, İstanbul, 199 s.
Angelopoulos‟un iyi tanınabildiği bir kitap bence. Dizgeli yapısı, sorgulama tekniğiyle
Angelopoulos‟un sinema poetikası sergilenebilmiş, yönetmenin dünyaya bakışı ve
yorumlayışı, felsefesi ortaya konulabilmiş.
*
Kundera, Milan; Perde (2005) ; Çev. Aysel Bora, Can yayınları, 1.
basım, Eylül 2006, İstanbul, 157 s.
KUNDERA, Milan; Perde: Yedi Bölümlük Bir Deneme (Le Rideau); Çev. Aysel Bora
Can Yayınları, 1. Basım, Eylül 2006, İstanbul, 157 s.
Fransa‟da 2005 yılında yayınlandı.
YORUM:
Sanatlar (yazın) kanonu, düşüncesinden yola çıkıyor Kundera, bu başı sonu belirsiz, yazının
kişisel söze aşırı bağlandığı, kişisel sözün de özseverlikle kendinden geçmiş gibi göründüğü
denemesinde. Bütünleşmiş bir kültür kaynağı olarak Avrupa düşüncesi konusunda içine
düştüğü umutsuzluğun dilinde yansıdığı Kundera, denemesini ve roman sanatını bıçaksırtı bir
dengeye oturtuyor: roman hem bir geleneği taşır, hem aykırıdır ona.
1. Devamlılık Bilinci
İlk soru şu: Geçmişin herhangi bir sanat dalındaki başyapıtının tıpatıp bir benzerini
günümüzde üretmek bir sanat değeri taşır mı? Yanıt deneylerimizle biliyoruz ki, hayır‟dır.
Sanatı tarih bilincinden, zaman duygusundan soyutlamak olanaksız. Estetik değer, sanatın
tarihsel evrimi bağlamında algılanabilir ancak (Jan Mukarovski, 1932). Ardından gelen
zorunlu soru: sanat zaman‟a bağlı, tarihsel ise, o zaman kalıcı ve süren estetik bir değer‟den
söz edilebilir mi? Yani sanat olarak süren şey ne?
Henry Fielding, „düzyazıyla yazılmış komik bir epik‟, diyor roman için (1749). Onu
roman yazmaya yönelten şey, „insan denen anlaşılmaz şey karşısında duyduğu şaşkınlık‟tır.
Ona göre, roman, buluş‟tur (invention): İnsan doğasının o zamana kadar bilinmeyen, gizli
65
kalmış bir yönünü bulgulama, baktığımız her şeyin gerçek özüne hızlı ve derin bir sızma,
tanıma edimi.
Roman bir düzyazı sanatıdır. Düzyazı ise yaşamın çetin, bayağı yanıyla ilgili değildir
yalnızca, aynı zamanda gözden kaçırılmış güzelliktir de. Don Quijote‟nin yapay, şiirsel
söylemi Sancho‟nun düzyazısıyla kırılır, düzyazılaşır, insanlaşır. Roman sanatı bunun için
vardır, yaşam denen önlenemez bozgun karşısında (insan yaşamı önlenemez bir bozgundur)
onu anlama girişimi, niyeti.
Roman, aynı zamanda öykü‟nün (story) zorbalığından kurtulma çabasıdır da. Fielding
(Tom Jones) her şeye rağmen öykünün birliği kuralını kıramadıysa da, Laurence Sterne
(Tristram Shandy) bunu başarmıştır (neşeli bir şenliktir ortada duran).
Soru: insan doğasını anlamanın en iyi yolu, büyük, dramatik olaylar mıdır gerçekten?
(s.21). Yanıt: Bakalım kendi yaşamlarımıza: Dramatik çatışmalar mıdır belirleyen
yaşamlarımızı, yoksa bitmez tükenmez „anlamsızlık‟ mı? Gerçekte, anlamsızlık yazgımız
değil midir?
Balzac‟la birlikte roman geçmişi, sahneler biçiminde bize yaşatabilen kurgulara (yapı)
dönüşmüştür. Sahnelerin görsel, işitsel aktarımı (gerçeğe benzerlik) romanın büyüsünü
oluşturdu. Eylemsel anlatının (Fielding) yerini betimleme (Balzac) almıştır. Betimleme, gelip
geçici olana acıma, yok olup gideni kurtarma çalışmasıdır (19.yüzyıl). Tarih, romanın içinde
görünürlük kazanır.
Sanatın (romanın) tarihi, teknik ya da Almanya Tarihi denilen şeyden farklıdır. Sanatın
dışında seyreden tarih, bildiğimiz tarih (insanlık tarihi) artık var olmayan ve yaşamımıza
doğrudan katılmayan şeylerin tarihidir. Sanat tarihi ise, değerlerin, yani bizim için gerekli
olan şeylerin tarihi olduğundan, her zaman vardır, sürekli bizimledir, bu nedenle her zaman
yeniden tartışılır. Kesin ölçütleri yoktur, yani estetik yargı kişisel bir savdır, ama nesnelliğin
peşinde bir sav.
Roman tüm bir yaşamı, bir anlık kesit içinde, yoğunluk içinde yakalar (hayatın bir anlık
güzelliği). Roman Balzacvari dramatik çatıdan gündelik olan‟a kayar. Teatrallik kırılmaktadır.
Gündelik olanın akışı içinde yaşamı yakalamak. İşte Flaubert (Madam Bovary,), Tolstoy
(Anna Karenina ve Anna‟nın intihar etme kararı). Anna‟nın kendini öldürmesi, bu acı verici
olay, Tolstoy‟un diliyle (iç monolog) bir ölümün güzelliği‟ne (sanata) dönüşür.
„Bir zamanlar, deniz banyosu sırasında, suya dalmaya hazırlanırken duyduğuna benzer
bir duygu kapladı içini…
„Başını omuzlarının arasına gömdü ve ellerini öne doğru uzatarak vagonun altına düştü‟
(Tolstoy, Anna Karenina).
Sanat işleyen tarihin yanı sıra, kendi tarihini yaratmak için vardır. Ayakta kalma şansı da
onundur.
2. Die Weltliteratur (Dünya Yazını)
Bir sanat yapıtını konumlandırabilmenin iki temel bağlamı vardır: 1. ulusunun tarihi
)küçük bağlam), 2. Sanatın uluslarüstü tarihi (büyük bağlam). Avrupa, edebiyatını tarihsel
tümlük içerisinde düşünmeyi başaramamıştır (Kundera bu düşüncede ısrar ettiğini belirtiyor).
Ne yazık ki edebiyat küçük bağlamda (ulusal) takılı kalmıştır. Oysa Rabelais‟yi en iyi bir Rus
(Bakhtin), Dostoyevski‟yi bir Fransiz (Gide), İbsen‟i bir İrlandalı (Shaw), Joyce‟u bir
Avusturyalı (Broch); Hemingway, Faulkner, Dos Passos‟u ise Amerikadan önce Fransa
anlamıştır. Demek, bir romanı anlamak için romanın özgün dilini bilmek gerekmiyor. Ne
Gide Rusça, ne Shaw Norveçce biliyordu.
Taşralılık önemli bir kavram. Şu anlamda:kültürünü büyük bağlamda (uluslarötesi) ele
almakta yetersizliktir bu. Büyük edebiyatlar bir yandan diğer ulusların edebiyatlarını
küçümser, görmezden gelirler. Küçükler ise çekimser dururlar. “Ulusun sanatçılarını
66
sahiplenmesi, bir eserin bütün anlamını, ülkesinde oynadığı role indirgeyen bir küçük bağlam
terörizmi halinde kendini gösterir (45)” Ama büyük bağlamın taşralılığına ne demeli? Büyük
bağlam da (örneğin Fransa) kültürünü büyük bağlamda ele almada yazık ki yetersizdir. Kafka,
Musil, Broch, Gombrowicz… Orta Avrupa büyük bağlamının takımyıldızının yıldızları olarak
biçime ve biçimde yeniliğe tutkuyla bağlıydılar, gerçekciliğin sınırlarını aşmaya çalışan
imgelem onları büyülüyordu, ama aynı zamanda her tür lirik baştançıkarıcılığa da geçit
vermiyorlardı.
Kitch sözcüğü, XIX. Yüzyılın ortalarında Münih‟te doğdu ve büyük romantik yüzyılın iç
bayıcı süprüntülerini ifade eder. Hermann Broch‟a göre XIX.yüzyılın baskın biçimi, birkaç
ayraca dışında „kitch‟di. Bayağı anlamına gelen vulgaire, halk anlamına gelen vulgus‟tan
gelir.
3. Şeylerin Ruhuna İnmek
“Ben her zaman şeylerin ruhuna inmeyi istemişimdir” (Gustave Flaubert). Ama şeylerin
ruhuna inmek iyi (olumlu) örnekler vermek anlamını asla taşımaz.
Kafka‟nın üç romanının (Amerika, Dava, Şato) yaptığı şudur: insanın diğer insanla değil,
uçsuz bucaksız bir yönetime dönüşmüş bir dünyayla çatışması. Ama psikolojik sorunsalı
ikinci plana atar Kafka. Durumu incelemeye yoğunlaşır.
Hermann Broch (Der Schlafwandler:1929-1932), “psikolojik roman yerine bilgi kuramına
dayanan roman”, der.
Sonuç: bir roman kahramanının güçlü ve unutulmaz olması için, gereken şey, „romancının
onun için yarattığı duruma ilişkin alanı tamamıyla doldurması‟dır. Romancı, anlattıklarının
uydurma olduğu söyleyebilir de.
Romancı tarihin hizmetçisi değildir; tarih ona çekici geliyorsa eğer, „insan yaşamının
etrafında dönüp duran ve barış zamanlarında, zaman durgun aktığında ortaya çıkmayan,
görünmez ve bilinmez olarak kalan beklenmedik olasılıkların üzerine ışık tutan bir projektöre
benzemesi‟nden (71).
Broch ve Musil‟in yanıtı son derece açık: onlar düşünceyi, ardına kadar açık bir kapıdan,
kendilerinden önce kimsenin yapmadığı gibi romanın içine sokmuşlardır.
XX.yüzyıl romanı iki ışıkla aydınlanır: hayalle gerçekliğin kaynaşması için sihirli bir çağrıda
bulunan gerçeküstücülük ve varoluşçuluk. Gerçeğe benzemek kaygısı taşınmaz artık. Hele
Kafka‟dan sonra. Hiçbir gerçeklik, inatçı bir incelemeye sonuna değin dayanamaz. Kafka
gerçeğe benzemeyenin üstüne gerçeğe benzerlik maskesi geçirir, bu da romanlarını taklit
edilemez bir sihirle kuşatır.
Sahne yoktur (Marquez‟de). Sahne anlatının kendinden geçmiş dalgaları içine dağılmış,
tamamen eriyip gitmiştir (Yüzyıllık Yalnızlık).
4. Romancı Nedir?
Romancıyı kiminle karşılaştırabiliriz? Lirik şairle.
Gençlik lirizm demektir. Kendine yoğunlaşan birey dünyayı değerlendiremez. Romancı din
değiştirmiş biridir, gençlik lirizminden çıkıp romancı olmuştur. Anti-lirik din değiştirme
romancının curriculum vitae‟sinde temel bir deneyimdir; kendinden uzaklaşmıştır, birden
kendine uzaktan bakar, sandığı kişi olmadığına hayret eder (Üstelik bu yanlış anlama genel ve
temel‟dir).
Efsanelerle dokunmuş perde (hazıryorumlar) yırtılır.
Şöhret hırsına sahip olmadan yazmak utanmazlıktır, romancının laneti de buradadır: onun
dürüstlüğü megalomanisinin (şöhret tutkusu) utanç verici darağacına bağlanmıştır.
“Sanatçı, gelecek kuşakları yaşamadığına inandırmak zorundadır” (Gustave Flaubert).
67
Roman bir tek yazarın imgeleminin biricik, teklit edilemez ve ayrılmaz yaratısıdır..Romancı
eserinin tek efendisidir; o eserinin kendisidir.
5. Estetik ve Varoluş
Olay üstüne kurulu arkaik epik sanatın yerini Hegel‟in tanımladığı Devlet örgütlenmesiyle
birlikte toplumun bireye dayatmaları, anonim iradenin belirlediği birey davranışlarına bağlı
olarak roman almıştır. Ama olay, boyun eğmenin sonucundan başka bir şey değilse hala olay
sayılır mı? Olayla, her zaman yinelenen hareketi birbirinden nasıl ayırmalı? Eyleme geçme
olanaklarının son derece kıt olduğu bürokratikleşmiş modern dünyada „özgürlük‟ sözcüğü
somut olarak ne anlama gelmektedir? (103).
Joyce gündelik hareketi dev mikroskopu ile büyütür. Tristram Shandy (Lawrence Sterne)
gülümsemesindeki köklü melankoliyle şöyle der gibidir: Eyleme geçen yenmek ister; yenen,
ötekine acı verir; olaydan vazgeçiş mutluluğun ve barışın tek yoludur (104). Rabelais gibi
Sterne‟de agelastlardan (gülmeyi bilmeyenler) nefret eder. Mizah komiklik değildir. Onun
gizli ışığı hayatın engin manzarasının tamamı üzerine yayılır. “Trajik bizi terk etti; ve belki
de, gerçek ceza budur”(108)
“Tarih trajik midir? Trajik kavramının kişisel kaderin dışında bir anlamı var mıdır?”(111).
“Cehennem (yeryüzündeki cehennem), trajik değildir; cehennem, trajikten hiçbir iz taşımayan
dehşettir” (112).
6. Yırtılan Perde
Jaromir John: Bir Çek romancısı. Patlamalı Canavar (1932) onun romanı. Bay Engelbert 20.
yüzyılın başlarında Prag‟da otomobillerle gelen felaketi keşfeder, gürültülerini. Prag‟da o
dönemde çok az otomobil vardı. Bu yüzden (alışarak unutmadığı için) Bay Engelbert rahatsız
olmuştu. Aynı şey Kafka‟nın bürokrasi deneyiminde de söz konusudur. John‟un yaptığı
hazıryorumla yetinmemek, hazıryorumun perdesine işlenmiş gerçeği kopyalamakla
yetinmemek, Cervantes gibi perdeyi yırtmaktı. Trajiğin perdesi yırtılmıştı (Victor Hugo:
Doksanüç Harbi).
Flaubert „iyi örnekler‟ yaratmak istemez, aptallığı gösterir, Madam Bovary‟de fazsayıyla aptal
vardır, o şeylerin ruhuna inmek ister, şeylerin ruhunda aptallığın tatlı perisinin dansını görür.
Salaklık karşısında akıl çaresizdir. Maskesini düşüreceği bir şey yoktur. Salaklık maske
takmaz. O öylece masum bir biçimde vardır. Samimi. Çıplak. Ve Tanımlanmaz. (124).
Adalbert Stifter: Avusturyalı yazar.Der Nachsommer (Yazsonu,1857) romanıyla bürokrasinin
ilk fenomenolojik betimlemesini ustaca yapar. Neye yaradığını anlamadığı işleri insana
yaptıran bürokrasiyi yadsıyan Risach‟ın öyküsüdür bu. Risach neye yaradığını anladığı işler
yapacağı bir yaşama susamıştır. O, „oldukları haliyle şeylere karşı saygı‟ duymak ister.
Arkasından gelen Şato (Kafka) „olduğu gibi olan şeylerin‟ bürokrasinin saldırısına uğrayışının
öyküsünü anlatır.
Özgürlük, sonsuz ama etkisizdir.Özel hayata herkes saygılıdır ama özel hayat olmaktan artık
çıkmıştır, özel olmayı ummaz bile. Zaman insan ve kurumlar için farklı akar. Ve serüven,
iradenin seçişi ve ilerleyişi değil, idari bir hatanın sonucudur. Peki savaşım (mücadele) nedir?
Ya zafer?
Ve Cioran, 1949: “Felaketler gençlerin eseri. Hoşgörüsüzlük doktrinlerini gerçekleştiren ve
harekete geçiren onlar; kana, çığlıklara, gürültüye ve barbarlığa susayan onlar. Benim
gençliğimde, bütün Avrupa gençliğe inanıyordu, bütün Avrupa gençliği politikaya, devlet
işlerine sürüklüyordu” (133). O zaman, kimse öncelikle yaşını anlamadan, ötekini anlayamaz.
Yaşamın dönemleri perdenin arkasında saklanmaktadır.
68
Ve yine o zaman, sabahın (gençlik döneminin) özgürlüğüyle, akşamın (ileri yaşlar dönemi)
özgürlüğü aynı şey değildir.
“Gençken arkadaşlarınla beraberken güçlüsündür, yaşlanınca yalnızken” (Goethe).
7. Roman, Bellek, Unutuş
Roman, unutuşun karşısında derme çatma bir biçimde berkitilmiş bir şatodur. Bir romandan
bile üzerinden zaman geçtikçe anımsadığımız nedir? “Bu yıkıcı unutuş karşısında romancı ne
yapacaktır? Umursamayacak ve okuyucusunun kitaba kendini tamamıyla vermeden, hızla,
unuta unuta, asla içine giremeden göz gezdireceğini bilse de, romanını unutulmayanın
yıkılmaz şötosu gibi inşa edecektir” (143).
İyi roman, sonunda ihlal eder (kuralı yıkar). Açık verir.
Kompozisyon en başından roman için önemli oldu. Diğer türlerden tiyatro ve şiirden ayırır
romanı. Yalnız teknik bir ustalık değil, bir yazarın biçem (üslup) özgünlüğünü taşır, her
romanın kimlik işaretidir.
Faulkner, romanın biçimi aracılığıyla çoğulluk yutturmacasını bozar (154). Dilbilgisel
çoğulluk aldatmacası ve onunla birlikte anlatıcı iktidarının yıkılması, romanın başlangıcından
itibaren bağrında taşıdığı bir olasılıktı (örneğin „mektup roman‟). Artık tek anlatıcının
istismarcı iktidarı yıkılmıştır. Bunu Laclos (Tehlikeli İlişkiler), Faulkner (Döşeğimde
Ölürken) yapmıştır. Demek bir süreklilik var. Bir roman (sanat) tarihi var. Ortak tarih, bu
yapıtları, anlamlarını aydınlatan, pırıltılarını sürdüren ve unutulmaktan koruyan çok sayıda
karşılıklı bağlantılar içine yerleştirir. Rabelais‟dir yankılanagelen. Her yapıt işte bu bağlam
içerisinde anlamını taşır.
Sanatlarının tarihinden koparıldıklarında, sanat yapıtlarından geriye pek bir şey kalmaz (156).
“Avrupa mucizesi işte buydu: mucize sanatı değil, tarihe dönüşen sanatıydı” (157)
Ne yazık ki, mucizeler kısa ömürlü oluyor! Havalanan, gün gelip yere konacaktır. Sanatın
artık hiç söylenmemişi aramaktan vazgeçeceği ve uslu uslu, kendisinden tekrarı
güzelleştirmesini ve bireyin mutlu mesut, varlığın tekbiçimliliğiyle kaynaşmasına yardım
etmesini talep eden kolektif hayatın hizmetine gireceği günü içim kararak hayal ediyorum.
Çünkü sanat tarihi gelip geçicidir. Sanatın gevezelikleri sonsuzdur”. (157).
*
Gülsoy, Murat; Sevgilinin Geciken Ölümü, Can yayınları, 2. basım,
2005, İstanbul, 199 s.
Gülsoy‟un iç hesaplaşmalarla başlayan ve insanın kendine karşı dürüstlüğü konusunda
belki tek boyutlu ama okurunu da yeterince yanına alabilen anlatısının son yılların
postmodern yaklaşımlarından esinler taşıyan bir tür gizemselliğe kayması, ötekinde ben‟in
yankılanmasından öte yinelenmesine dayalı „yerine geçme‟ ve eşdeğerlilik duygusunun
uzamlar ve zamanlarüstü bir bağlamsızlık içinde verilmeye çalışılması, soruyu da, sorguyu da
tüketiyor bir noktada. Soluk kesiliyor. Kesilen umarım okur olarak benim soluğumdur. Yine
de Murat Gülsoy‟u dikkate değer buluyorum. İzlemeye…
*
69
Erbil, Leyla; Eski Sevgili (1977), Türkiye İş Bankası yayınları, 1.
basım, Aralık 2002, İstanbul, 224 s.
Kitap beş öykü içeriyor:
Konuşmadan Geçen Bir Öykü
Clinton Godson
Biz İki Sosyalist Eleştirmen
Bunak
Eski Sevgili
Bunların içinde Türk anlatısının doruklarına yerleştirilecek olanları hemen söyleyeyim:
Bunak ve uzun öykü: Eski Sevgili. Eski Sevgili için bir başyapıt da diyebilirim. Oğuz Atay‟ın
Leyla Erbil‟e neler borçlu olduğunu sormak isterim ama daha önce Türk Yazını ona ne
borçlu. Bu Türkçeyi bilemiş Yazar, kişisel duruşuyla ve „aydın‟ eleştirisiyle bir geleneği
taşımanın ötesinde, anlatıda öncülük yapan yanıyla da çok daha fazla öne çıkmalıydı.
Sessizliğini anlıyorum Leyla Erbil‟in, ama bizim sessizliğimiz katlanılmaz. Birçok çağcıl
anlatı tekniğini Türkçede yinelemek değil yaptığı, Türkçede kurmak, yapılandırmak
olduğundan, Türkçe‟den bir Türkçe çıkardığından önemli. İçimde bir korku: nereye kadar?
Sonunda yenildi mi, Pes! Dedi mi?
*
Bilbaşar, Kemal; Yeşil Gölge, May yayınları, 1. basım, 1970, İstanbul,
438 s.
1969 May Roman Ödülü‟nü Mehmet Şeyda ile paylaşan roman. Bilbaşar rahat
diyalogları ve kolay anlatısıyla ustalığından öteye götüremiyor okuru. Yerel ağız benzetimi
bir renk verse de anlatıya bu ve benzeri teknikler romanı roman yapmaya yetmiyor, yazık ki.
Kemal Tahir beni Anadolu kasaba ve köylerinde cinsellik konusunda (bir tür azgınlık demek
doğru olur) şaşırtmıştı. Kemal Bilbaşar da benzer bir yaklaşım içinde. Bir de merak ettiğim
Bilbaşar‟ın Cumhuriyet‟e bakışı… Bir çok yapıtını okumam onun hakkında çelişkilerimi
gidermedi.
*
Saçlıoğlu, Mehmet Zaman; Güneş Umuttan Şimdi Doğar: Türkan
Saylan Kitabı (2004), Türkiye İş Bankası yayınları, 6. basım, 2006, İstanbul,
546 s.
Cumhuriyete en yakışan insan kim diye aramama gerek mi var? O Türkan Saylan. Bir
kurucu kuşkusuz. Bu söyleşi de bir kurucunun insana bakışının ne olması gerektiğini
gösteriyor. Nasıl insan olmalı sorusunu yanıtlıyor kitap.
*
Barthes, Roland; Romanın Hazırlanışı 1 (2003), Çev.Mehmet
Rıfat/Sema Rıfat, Sel yayınları, 1. basım,Ekim 2006, İstanbul, 244 s.
70
Barthes‟ın ders notları haiku ile roman arasındaki ilişkiden çıkarak bir kuram
geliştirmiyor. Bir saptama (yaratıcı) ypapıyor. Roman yankının yankılanmasından
yapraklanıyor, çoğalıyor, uzuyor, sözün kendini kovalamasından ama yakalayamayışından,
tam bu aralıktan fışkırıyor. Burada Barthes‟ın neden roman derken ilk usuna gelenin Tolstoy
ve Proust oluşunu benim kadar kim anlayabilir? Roman Haiku varlıkbiliminin sökümü
(yapısökümü) dense yeridir. Sonuçta anlatmanın başlangıcında Haiku (çığlık, belirim, epifani,
not) durup dururken, onun yorumlanmasına geçildiği andan başlayarak, ayraçlar,
değişmeceler (metafor) üzerinden bir kuyrukluyıldız olan ve diğer uçta duran romana
(anlatının diğer ucuna) ilmekleniyor. Barthes bunu şöyle özetlemiş: Yaşamdan yapıta.
Önemi düşündükçe anlaşılan bir çözümleme Barthes‟ınki…
BARTHES, Roland; Romanın Hazırlanışı 1. Yaşamdan Yapıta, Çev. Mehmet
Rıfat/Sema Rıfat
Sel Yayıncılık, Birinci basım, Ekim 2006, İstanbul, Büyük boy, 244 s.
Barthes‟ın romana giden yolda Not‟un önemi, Not Alma ile Haiku‟nun benzerliğine işaret
eden College de France Dersleri (1978-1979) için bir özet aşağıda sunulmaktadır. Bu notlar
Barthes‟ın annesinin ölümünü izleyen döneme ait. Bu sarsıntıyı bir Vita Nova‟ya (Dönüm
Noktasına) dönüştürme girişimi, bu derslere de damgasını belli ölçülerde vurmuştur.
Öğrencisi Eric Marty yönetiminde Nathalie Leger‟ce derlenip düzenlenen ders notları bir
sonraki ders yılı notlarıyla sürecektir.
2 Aralık 1978 Oturumu
İlk oturumda Barthes, bir yaşam seçme sorunsalı çevresinde kişisel çağrışımlarla yüklü
kavramlaştırma deneyimi içinde görünüyor. Vita Nova‟yı (Dante) ya da Vita Nouva‟yı
(Michelet) seçmesi gerektiğini söylüyor. Çünkü bu yaşamın kırılma noktası, bir başka deyişle
„özelin doruk noktası‟, yani orta nokta, yani yaşamın orta noktası yas‟tır (33). Burada yaşam
ikiye ayrılmıştır: önce/sonra. Durmak ve karar vermek zorundayız: artık birçok yaşamı
deneme şansımız yoktur, ama yeni bir tek yaşamı da seçmek zorundayız. Kurtulmak
zorundayız geçmişten, ölüme canlı canlı sürüklenmekten. Eğer bu seçimi yapamazsak
(girişimde bulunamazsak), yeri doldurulamaz, sevemez, başkalarına veremeyen mutsuz bir
varlık oluruz (acedia). Demek, değiş(tir)mek yaşamın ortası “sarsıntı”sına bir içerik vermek,
bir bakıma, bir “yaşam programı” kazandırmak demektir (34). Buradan yazıya geçen
Barthes‟a göre, tam burada vita nuova‟nın alanı yazmış olan kişi için yazıdan, yeni bir yazı
pratiğinin keşfinden başka bir şey değildir. Önceki yazı pratiğinden vazgeçmek, geçmişin şu
andaki yazıyı yönetmesinden ( tekdüzelik) kurtulmak demektir.
Dersi bitirirken, Barthes, kişisel birkaç dipnotu daha düşer. Dersler, sessiz bir işbirliği, örtük
bir karşılıklı konuşmadır. Başladığı andan itibaren ölmek zorunda olan, yakında ölecek olan
şeydir bu (Utsuroi1). Ama „ışık olduğu sürece yürümek gerekir‟ (Marcel Proust); „Ölülerin
ölülerini gömmesine izin verelim‟ (Matta 8). Yansız-olan da kendi anlatımını askıya alsın
(38).
9 Aralık 1978 Oturumu
“Geçen kez, bir yaşamın belli bir anında –ben bunu mitsel olarak “yolun ortası” diye
adlandırdım- bazı koşulların, bazı yıkımların etkisiyle Yazmayı İsteme‟nin (scripturire) bir
Çare, bir Pratik olarak kendini zorla kabul ettirebileceğini açıklamıştım. Bunun
1
Japonca, „çiçeğin solacağı an, bir şeyin ruhunun boşlukta, iki durum arasında asılı gibi durduğu an‟.
71
fantasmatik gücü de bir Vita Nuova‟ya, insanın yepyeni biçimde gitmesine olanak verir”
(43)
Barthes‟a göre roman‟ın bir üst-dili yok. Roman dediği, bir üstdilin (bilimsel, tarihsel,
toplumbilimsel) sorumluluğunda olmak istemeyen fantasmatik bir nesne. O zaman roman
üstüne yorum epokhe2 olarak ayraç içine alınır. Burada fantasma‟nın tanımı belirir: bütün üstromana özgü indirgeme işlemlerinin indirgenemez “kalıntı”sı (46). Kuşkusuz ona göre bütün
romanlar fantasma örneği oluşturmaz, binlercesi arasında Savaş ve Barış‟ı (Tolstoy), Kayıp
Zamanın İzinde‟yi (Proust) gösterir. Öyleyse fantasma, „öbürleri gibi olmayan Roman‟ı , hem
Dev, hem de Kalıntı olanı yakalar. “Sanki romanın „bilimsel-olmayan‟ özü „Roman‟
türünün yadsınmasında aranmış gibidir. İtiraf ediyorum: „bilimsel-olmayan‟ bir öz de
tuhaf bir kavramdır doğrusu! Belki de bir tür varoluşsal özdür, kim bilir? Bu da, „işte
bu!‟çığlğına denk düşer”(47). Barthes‟a göre okumanın ölçütü şu: yapıt gereklik duygusu
yaymalı, bizi „neden böyle? Neden böyle değil?‟ kuşkuculuğundan kurtarmalı. Buradaki
„gereklik‟in anlamı da şu: okumanın sonrasının öncesinden farklı olması. Öykü anlatılmamalı,
yalnızca yazılmalıdır (48).
Roman „aşk edimi‟ olarak fantasmalaştırılır. Buradaki aşk kendinden söz eden lirik olarak
aşk-aşkı değil, agape aşkı: sevdiklerinden söz etmek, roman‟dır söz konusu olan. Sevdiklerini
söylemek: sevmek+yazmak= tanımış ve sevmiş olduklarımıza hakkını vermek, yani onlar için
tanıklık etmek, onları ölümsüzleştirmek („sevdiklerini resmetmek‟). “Roman dünyayı sever
çünkü onu kımıldatır ve kucaklar. Romanda büyük bir cömertlik vardır, duygusal olmayan
bir için dökme vardır, duygusal olmayışın nedeni dolayımsal olmasıdır (Savaş ve Barış‟ı
düşünün)” (50). Roman bir yapıdır, bir dolayımlaştırma işlemi: duygusallık indirgenmiş, ilan
edilmemiş, bağıra bağıra söylenmemiştir. Roman küçümsemesi olmayan bir söylemdir;
yıldırmaya yeltenmez, baskı kurmaya kalkmaz, bu yüzden okuyanda da başkası üstünde baskı
kurmayan bir söylem pratiğine ulaşma isteği uyandırır. O zaman, Roman: Yansız-olanın
yazısı mı yoksa? (51).
16 Aralık 1978 Oturumu
Notatio, Lat. Not etme. Bir dil ırmağı ile (kesintisiz bir dil olan yaşam ile) kutsal bir jestin
sorunsal kesişmesinde birdenbire beliriveren. Barthes‟a göre bu dersin adı „sanki‟ olabilirdi,
çünkü „sanki‟ bir roman yapacakmış‟ gibi davranmaktadır. Önemli olan yöntem, yol‟dur
(Tao3). Ayrıca bu dersler Etik‟in Estetik‟le kesiştiği karışma noktasındaki Teknik‟tir.
6 Ocak 1979 Oturumu
Artık Barthes Haiku‟ya girmektedir bu dersle birlikte. Önce kendi Haiku‟sunu tanımlar.
Derdi, „Şimdinin not edilmesinden Romana, kısa parçalı bir biçimden uzun, sürekli bir biçime
geçme yolunda Haiku‟nun ışığını düşürmek (63). Ders genel bakış ve kaynaklara işaret eder.
13 Ocak 1979 Oturumu
Başta belirtir ki Barthes, Haiku‟nun büyüleyici yanı üzerine çözümleme yapılamaz, ama
yaklaşımda bulunulabilir. Haiku arzulanır (dayanılmaz Haiku itkisi). Haiku amacı donuk bir
performans (bulmaca) değil, dünyanın bir titreşimidir (şiirsel olan).
Haiku kesin olarak Sınıflandırılamayan‟dır, hiç anlam yitirmeden, rastgele, her yöne
açılabilen kitap, Dizim‟in (Sentagma) yadsındığı dünya, bağsızlık, Mutlak Şimdi‟nin birden
2
3
Yargıda bulunmama
Önemli olan yoldur, yol almadır, yolun sonunda bulunan değil
72
fışkırması; dolaysız, dolayımsız arzu‟dur. Bu sınıflandırmanın altüst edilişi bir o denli
moderndir (John Cage).(78).
Haiku‟da mülkiyet sarsıntı geçirir. Öznenin ta kendisidir, bir öznellik özüdür, ama bu öz
Yazar değildir. Haiku herkese aittir, herkesin haiku yazması akla uygundur. Bu onun dolaşıma
girmiş Arzu olduğunu da kanıtlar (79). “Belki de Sanat, Biçim budur: Bize Arzumuzu
üstlenme cesaretini veren şeydir: düşünme olgusudur: bir serüvenin coşkusudur” (80).
Gücünün, etkililiğinin son sınırı olarak dildir, açıkcası dili dengeleyen, ödüllendiren söylem.
İnsanlar zamandan önce mevsim‟i kavramışlardır, yani farkı ve tekrarı. (Ma4). Günümüzde
iklim değişikliğiyle Mevsim mitsel bir aşırtmaya, geçmişin edebiyatı‟na dönüşmüştür. Sonuç:
Haiku apaçık mevsimler duygusunu uyandırır (83).
20 Ocak 1979 Oturumu
Beklenmedik, eksiksiz, göz kamaştırıcı, mutlu anıyı betimler haiku ve okurda, kuşkusuz,
“kendisini yaratmış olan anının aynısını yaratır”(89). Bu Proust‟un istemsiz
anımsamasıyla ilişkisizdir. “Haiku‟da Sözcük (Haiku‟nun hologramı) suya amaçsız atılan
bir taş gibidir: Suda yarattığı halkalara bakmakla kalınmaz, taşın sesi de (plof sesi)
duyulur, işte o kadar” (89). Oturum bittiğinde Haiku‟daki Mevsim, Hava ve Saat
kavramlarına bireyleşme bağlamında değinilmiş olur.
27 Ocak 1979 Oturumu
Barthes diyor ki: günümüzde Nüans (Diaphora) kavramı, sürü uygarlığınca nevrotik biçimde
sansür edilmiştir, bastırılmıştır. Medya uygarlığı, nüansın saldırgan biçimde reddedilişidir.
(97).Blanchot‟dan şöyle bir alıntı yapıyor Barthes:” Her sanatçı özel bir yakınlık ilişkisi
içinde olduğu bir yanlışlıkla bağlantılıdır… Her sanatın kökeninde olağandışı bir kusur
vardır, her yapıt bu kökendeki kusurun kullanılmasıdır; tamlığın tehlikede olan yaklaşımı ve
yeni bir ışık gelir bu kökendeki kusurdan bize”. Gerçekten de endoksa5 açısından nüans,
elden kaçırılmış olan‟dır.
Evet, haiku ve onun etkisinde her kısa biçim, her Not etme bir anlamda esin eksikliğidir, yazı,
yaratım eksikliği; yani, boşa harcanmakta olan, kendi üstüne dönük doğuştan izlenim (101):
Varoluşun dildışı katışıksızlığı.
Haiku kayıp zamanın peşine düşmez, yeniden bulmayı düşünmez, tersine Zamanı hemen,
Anında bulmak‟tır. Zaman Haiku‟da hemen kurtarılmıştır: hissedilebilir ile yazı‟nın anında,
dolaysız gerçekleşmesi: demek, An‟ın bir yazısı (felsefesi) vardır.
Haiku bir jestin yarattığı sürprizdir (104). Göndergesi her zaman özel‟dir, hiçbir Haiku
genelliği üstlenmez. İndirgeme sürecinden arınıktır. Haiku, devinimi değişmez kılmaz, doğayı
böler, onu soyutlamaz (106). Öyleyse, o bir Olumsallık sanatıdır. “Bir Haiku herhangi bir
yerde, herhangi bir anda meydana gelen şeydir yalnızca” (Coyaud). Özneyi kuşatan olarak
birden oluveren şeydir (olumsallık, mikro-serüven). Bir anlamda Haiku‟da gönderge yoktur,
dolayısıyla gerçek anlamda ortaya konmuş, ileri sürülmüş sav niteliğinde (thetique) bir şey
yoktur; yalnızca çevreleyenler (koşullayanlar) ortaya konur, ama konu dağılır, koşullar içinde
buharlaşır: onu çevreleyen şey şimşek hızı süresindedir (109).
3 Şubat 1979 Oturumu
Yami6.
4
Ma, Jap. Ara(lık)
Genel kanılar
6
Yami, Jap.bir yanıp bir sönen, yarı karanlıkta çakan, sonra geri dönen şey
5
73
Utsuroi7.
Satori8.
Donuklaşmış görüntüde bir tür ses kesilmesi: (İnarritu‟nun Babil filminde Tokyo‟da yürüme
sekansı, Sessiz film). Betimleme, sağır ve dilsizdir, imge zorla sessiz duruma getirilmiştir
(118). Haiku‟nun gücü topyekün bir duyum yaratmaktır, bunun içinde duyusal beden
değişmeden kalır, ayrıştırmaktan çok mutluluk vermek söz konusudur (120). Ve, en insansı
olan (en yürek parçalayıcı yanıyla insanlık) en az insansı olanla, bitkiyle, hayvanla birleşir
(123).
10 Şubat 1979 Oturumu
Haiku bir benlikçilik (egotizm) hareketinden kaynaklanmıştır. Oyun tek başına oynanmış,
böylece zincir (renga) durdurulmuştur. Özne, tek başına bırakılmış, çatışma ortadan
kaldırılmış ve dolayısıyla ego yatıştırılmıştır: Yaratımında tek başına özne yantığı işin tadını
çıkarır. Gerçekten Ben Haiku‟da her zaman vardır. Sözcelemenin katışıksız şiiridir. Ben‟in
varolduğunu söylemek azdır bile: Çünkü, Ben, bütün duyguları eklemler, güçlendirir. Bu bir
Beden-Ben‟dir. (129). Haiku: Erotik-olmayan‟dır (131). Gerçekleğin yolu: Haiku, gerçeğin
yolu (söylem, ideoloji) değildir. Hayku, gerçekliği, ideolojik titreşimden, yani gücül bile olsa
yorumlanışından, „kaymağını alır‟ gibi alma sanatıdır )bir sanattır) (135). Yazı yoluyla, bir
şey işlem görmektedir ama bu bir etki değildir (136). Haiku‟nun bu Elde tutulamaz yanının
hiç kuşkusuz Zen ile ilişkileri vardır. “Ben Haikuyu bir Ara Olay‟ın belirişi, önemsiz bir
„kıvrım‟ın ortaya çıkması, büyük bir boş alandaki anlamsız bir çatlak olarak görüyorum
(satori)” (136).
17 Şubat 1979 Oturumu
Bu derste gerçek(lik) etkisini irdeliyor Barthes. Önce Fotoğraf üzerinde duruyor. Haiku ile
benzeşen yanını sorguluyor. Sinemadan farkını yorumluyor. Hayku, anlamı olmayan
göstergedir (142), dedikten sonra fotoğrafın da Haiku gibi her şeyi hemen verdiğini belirtiyor
(143). Her ikisi de gelişme göstermez, Haiku gibi fotoğrafı da sürdüremez, ona bir şey
ekleyemezsiniz. Katışıksız otoritelerdir, dayanacakları bir şey yoktur, ama eğer bir şey varsa o
da şudur: Bu, olmuştu. (143).
Gerçeğin bölünebilirliği açısından Haiku ile Şiire bakıldığında, şiirin gerçeğin dili olduğu
(bölünemez olduğundan) söylenebilir.
Yan yana sıralamaya dayalı yazı olarak Haiku Birlikte Varoluş (ilineksel bağın dışlandığı)
örneğidir.
24 Şubat 1979 Oturumu
Tilt: İşte bu!
Dağ yolundan geliyorum
Ah! Harika bu
Bir menekşe
(Başo)
7
8
Utsuroi, Jap. Bir şeyin iki halini ayıran ve birleştiren nazik an
Satori, Jap. sivrilen
74
Haiku büyültmez, uzunluğu değişmez, simge içine atlamaz, tramplen değildir- üstelik
yıldızlar da çok uzaktır (152).
Tilt‟in (İşte bu!) Zenle bir bağı vardır kuşkusuz. Bu bağ satori yoluyla, Vu-şi‟9ye (zen
kavramı) varır. Şeyler doğallıkları içinde, hiç yorum yapılmadan aktarılır: Sono-mana10. Vu-şi
şeylerin anlamları konusunu ciddi biçimde işleme isteğini bir tür yok etme biçimi. Asıl anlam,
üçüncü katta, yorumlama aşıldıktan sonra olanaklıdır: “Boşuna bakmış olursunuz her şeye;
hiçbir şey hilale benzemez”. Genel gerçek diye bir şey olamaz: haikunun, tüm haikuların
söylediği de budur (156).
Haiku dengesini yitirecektir (dengesini yitirmemek için kendini zor tutmaktadır) ya da
söylemenin hiçliği içinde dengesini yitirmek üzeredir (utsuroi) (158).
Bir terim:
concetto: çarpıcı-keskin söz. Haikuda bulunmamalıdır. Ayrıca Epigram, bir çarpıcı-keskin söz
olarak bir saldırganlığa dayalıdır. Her iki terim de Haikunun doğallığının yatay dilinin
karşısında yer alır. Öte yandan öyküleme Haiku için bir sınıra işaret eder.
3 Mart 1979 Oturumu
Peki Haiku ila anlatı arasında bir ara-biçim söz konusu mudur? Buna Brecht‟in sokak
sahneleri, gestus‟la yanıt verilebilir.
SONUÇ
“Şimdinin parçalı Not edilmesinden (örnek biçim Haiku) bir Roman tasarısına nasıl
geçilir? Yani, haikudan, bizim Batı düşüncemize, bizim yazı pratiğimize ne geçebilir?”
(167).
Gündelik Not Defteri. Not etmenin düzeyleri (gerçeğin bölünmesi): Sonsuza dek
bölünebilirlik duygusu (Proust için Valery). Not etmek için nereye kadar inilebilir?
10 Mart 1979 Oturumu
Not-edilebilirin özelliklerine bakalım:
İşlevsel özellik: klasik romanda, not-edilebilir-olan anlamsal bir değer taşır: gösterilen‟e ileten
bir göstergedir, öykünün dizgesi için gerekli olan bir şeyi duyurmaya yarar (173)
Yapısal özellik: Not edilen, içerikle (işlev) değil ortaya çıkış ritmi (biçim) ile belirlenir, ya sık
yinelenen, ya da biricik olan not edilir.
Estetik özellik: bir şeyin etkililiğini açıklamak için not alınır, bir davranış aşırılık, ölçüsüzlük
içinde özünü açığa çıkarır (175)
Barthes, bir Yazın Kuramı‟nda söylemselliğin bütün niceliksel olgularıyla ilgilenme gereğini
vurgular (178) Tümce, bir biçimbirim olarak öne çıkabilir bu durumda. Tümce mantıksal,
ruhsal, ideolojiktir, toplum tümce-biçim‟in normlarını uygular: tümce-olmayanı sıkı biçimde
denetler, insan yeteneği, tümce bırakabilme yeteneğidir. O zaman, Madam Bovary nitelikli
tümce tarafından oluşturulmuştur, aşkları, bıkkınlıkları Tümcelerden gelir, ölümü de
Tümceyle olur. Çoğumuz Bovary‟leriz: “Tümce bizi fantasma gibi, sık sık da bir „yem‟ gibi
peşinden sürükler (…) Yazar tümceler ustası olarak hata ustasıdır; ama onun bağışıklığı
vardır; „yem‟in bilincindedir; esinlidir, ama sanrılı değildir; o gerçek ile imgeyi birbirine
karıştırmaz, bunu onun yerine okur yapar” (182). “Tümcenin geleceği: İşte size bir toplum
sorunu-kimsenin de bu sorunla ilgili bir araştırma yaptığı yok”. (179)
Haikudan romana geçişte Modern Notun önemi açık: Bu Gerçeklik‟e (Hakikat) ilişkin bir
şeyle ilgili. Bunun için iki yol göstericiye başvurur Roland Barthes:
9
Vu-şi, Zen kavramı: özel hiçbir şey yok
Sono-mana: nasılsa öyle.
10
75
James Joyce: Şeyin Özü, Epiphany11
Joyce‟un epifanisi şudur: bir şeyin özünün, ne olduğunun anidan belirmesi: İşte bu! (Tilt,
Fr.quiddite, İng.whatness). Haikunun Ara Olay‟ı ile yakınlık açıktır. Her üçünde de (Haiku,
Epifani, Ara Olay) aynı anlam sorunsalı vardır: Doğrudan doğruya, hemen anlam belirten bir
olay söz konusudur. Sonuç hem özelliği, hem de güçlülüğü gösterir: Yorum-yokluğu. Yorum,
işin içine karışmak olacaktır. Söz konusu olan, anlamı vermemek, bir anlam vermemek
(yorumlamamak) gibi aşırı bir güçlük, cesaret isteyen şeydir (187). Joyce‟un başarısızlığı da
buradan kaynaklanarak dönüşüme uğrayıp, Epifanilerin Romana dönüşmesini sağlamış, Joyce
epifanileri romana akıtmıştır. Az-olan‟ın, kısa-olan‟ın kabul edilemezliğini anlatıyla
gidermiştir; yatıştırıcı, güven verici bir dolayıma başvurarak, bir büyük anlamın hazırlanışına
gitmiştir (188),
Marcel Proust: Gerçeklik (Hakikat)
Proust hiçbir zaman kısa biçimle ilgilenmemiştir: onun içten gelen yazı biçimi „dörtnala‟dır.
O, yazmak serüveninin kahramansı olmayan kahramanıdır; anlattığı öykü de yazmak
eyleminin öyküsü (190). İkincisi, Proust‟ta söz konusu olanın Joyce‟ta olduğu gibi Şeyin Özü
değil de, Duygulanımın Gerçekliği olmasıdır. Yine de Haiku‟nun „İşte bu!‟su sahnededir:
buna Gerçeklik (Hakikat) An‟ı denebilir. Gerçeklik an‟ı bir okuma olgusudur, yazma olgusu
değil. Dolayısıyla gerçekci bir tekniğe bağlanmaz. „Yani ortaya çıkan bir heyecan
(gözyaşlarına boğulmaya, aşırı derecede sarsılmaya dek varabilir) ile bizde okuduğumuz
şeyin gerçek olduğu (gerçekten yaşanmış olduğu) inancını uyandıran apaçıklığın, kesinliğin
birleşmesidir” (191). Gerçeklik Anı, Şey‟in kendisine Duygulanım yoluyla ulaşıldığında var
olur, öykünme (gerçekcilik) yoktur, ama duygusal açıdan kaynaşma vardır (196)
Ve Karmaşık Nitelikli Yazı‟ya dönersek, diyor Barthes, “bunu iki kutup arasında kurmaya
çalıştım: Not etmeler (Haiku, Epifani, Ara Olay ve Gerçeklik Anı) ile Roman” (197)
Gerçekten roman, büyük ve uzun akışı içinde, „gerçekliği‟ (anın gerçekliğini) savunamaz.
İşlevi bu değildir. Roman bir dokuma‟dır, dokunmuş bir kumaş: hayallerle, aldatmacalarla,
sahte şeylerle boyanmış parlak, renkli bir kumaş, bir Maya örtüsü. Üzerinde noktalar gibi
serpili Gerçeklik Anları bu örtünün varlığını mutlak olarak kanıtlar, doğrular. Roman sahteolan‟dan başlamaz ama hakiki-olan‟la sahte-olan‟ı sezdirmeden birbirine karıştırdığında, yani
kendini haykıran, mutlak hakiki ile, Arzu ve İmgelem‟den gelen renkli, parlak sahte-olan‟ı
birbirine karıştırdığında başlar (süslemek). “Roman oluşturmayı (yapmayı) başarabilmek
aslında yalan söylemeyi kabul etmek, yalan söylemeyi başarabilmektir (yalan söylemek de
çok güç olabilir)- yani sahte-olan‟la hakiki-olan‟ı birbirine karıştırmaktan ibaret olan bu
ikincil ve sapkın yalanı söylemektir. Öyleyse, uzun sözün kısası, romana direnmek, romanı,
romanın pratiğini başaramamak ahlaksal bir direniş olacaktır” (199).
Roland Barthes‟ın „College de France Yıllığı İçin Yaptığı Ders Özeti
“Romanın ne olabileceğini öğrenmek için, sanki bir roman yazmak zorundaymışız gibi
yapmaya çalıştık” (201).
Özet:
Zikrullah Kırmızı
11
Phaino, Yun. Bir tanrının görünmesi, belirmek, görünmek
76
HAİKULAR
Şafak vakti:
Arpa yaprağının ucunda,
İlkbahar kırağısı (Issa)
Küçük kedi
Yere yapıştırdı bir an
Rüzgarla sürüklenen yaprağı
(İssa)
YılbaşıÇalışma masası ve kağıtlar
Geçen yılki gibi (Matsuo)
Yeni yılın şafağı
Dünkü gün
Ne kadar da uzak
(İşiku)
Güz fundalığındaki yol,
Biri geliyor
Arkamdan (Buson)
Bir farenin çıkardığı ses
Tırmalarken bir tabağıNe kadar soğuk! (Buson)
İlk karı gördüm
O sabah,
Yüzümü yıkamayı unutuyordum
(Başo)
Tencereyi temizlerken
Suda hafif dalgalanmalar,
Yalnız bir martı (Buson)
İlkbahar yağmuru.
Çene çalarak gidiyorlar
Hasır palto ve şemsiye.
(Buson)
Kedi yavrusu
Kokluyor
Salyangozu. (Saimaro)
77
Çıt yok
Yaz sağanağından başka
Akşam vakti. (İssa)
Bir kuş öttüYere düştü
Kırmızı bir üzüm tanesi.
(Şiki)
Dağ yolundan geliyorum.
Ah! Harika bu!
Bir menekşe! (Başo)
Su küpünde yüzüyor
Bir karınca
Gölgesiz. (Seişi)
Akşam vakti sonbahar;
Aklım yalnızca
Annem babamda. (Buson)
*
MacBean, James Roy; Sinema ve Devrim (1975), Çev.Ertan Yılmaz,
Kabalcı yayınları, 1. basım, Temmuz 2006, İstanbul, 299 s., Büyük boy.
MacBean‟in polemiği öne çıkaran biçemi, konusunu derinleştirmesini bekleyen okuru
düşkırıklığına uğratıyor. Yazıyı (eleştiriyi) devrimci eylemle özdeşleştirmesinden
kaynaklanıyor kuşkusuz bu.
Şimdi Genel Dilbilim‟e (Saussure) kökenlenen Metz‟in sinemasal göstergebilimi
(sinemayı dile değil, söze, yani dilyetisine ulayan) sertçe eleştiriliyor ama eleştirilen için
okura biraz yardım etmek gerekmez mi? Gerçi MacBean‟in okuru, Metz‟i bilen bir okur
olmalı. O da biz değiliz sanırım. Ama yazarın Marksist bir sinema eleştirisini devrimci
eylemin bir parçası olarak üretme girişimi (yapısalcılık vb.den de destek alarak) aslında doğru
görünen bir girişim. Heyecanın kendisi bile öyle güzel ki… MacBean, anladığım kadarıyla
önce savaş ertesinin önemli sinema kuramcısı Bazin‟le hesaplaşmış, göstergebilim daha
sonraki dönemlerin işi. Jean-Luc Godard‟ı daha yakından tanımalıyım.
*
Tekin, Latife; Muinar (2006), Everest yayınları, 1. basım, Aralık 2006,
İstanbul, 261 s.
O güzelim (son birkaç yılın en güzel romanlarından) Unutma Bahçesi‟nden sonra Latife
Tekin‟in adı bile yeter, yazdığı her sözcüğü okumam için, derken işte elimden bırakmamak
için çok çaba harcadığım, ama dayanamayıp bıraktığım bir Tekin çalışması. Bu durum beni
78
üzüyor. Yetersizliği elbette ki kendimde buluyorum. Çünkü metnin arkasındaki tertemiz
sevgiyi, başkaldırıyı, sessiz inadı, direnişi görüyorum. Latife Tekin‟e saygım artıyor. Ama o
bitmez tükenmez sorgulama, mırlanma, o kapalı duruş, kurgunun çokca boşlandığı anlamına
gelmez mi? Anlatı başlığı altında değişik biçimlere hazırlıklı olmayı kabul ediyorum ama
nereye değin? Dil için buna da katlanılabilir, ama asıl sorun da dil değil mi? Bu takır tukur
metinde dil tadı nerede? (Zeynep Oral beni şaşırtıyor mu?).
*
Yourcenar, Marguerite; Zenon (1965), Çev.Müntekim Ökmen, Adam
yayınları, 1. basım, Ekim 1985, İstanbul, 328 s.
Okuduğum her sonraki yapıtında tamam işte doruğa ulaşmış, başyapıtı bu olmalı,
dediğim Yourcenar, Hadrianus‟un Anıları‟ndan sonra Zenon‟da bir 17. yüzyıl Flaman
coğrafyası ve tarihi yaratıyor. Titiz işçilik, boşluksuz som yapı, düşüncenin (felsefe) metinle
elele akışı, sorgu ve daha nice şey kusursuz bir anlatı için elbette yetmez, Yourcenar‟da daha
fazlası var demek. Bir kere şairliği var başta. Metin bir bulut, sis gibi çatıların üzerinde
geziniyor, sokaktan geçen kedi de kendi varlığıyla bağdaşıyor ve önemini kazanıyor kendi
boşluğunda… Yaşam öyle ciddiye alınıyor ki, boşlukta kalıyor, içi boşalıyor ya da. İman
imansızlığa işaret ediyor. Artılar eksileri gideriyor, elenince bilinç (özne, insan kişi) varlığın
uğultusu beliriyor ortalıkta derişen, dönüşen, akan.
Yourcenar tüm yapıtlarını anladığı için açıklıyor, bundan asla çekinmiyor. O denli haklı
işte anlatısı önünde. Bence büyük bir yazar. Yaşamı kımıldattığı için, odağı insandan öteye
kaydırdığı ve bu yüzden insanı kendi ölçeği içinde anlaşılabilir ve bir o denli de anlaşılamaz
kıldığı için.
Bu kötü basılmış ve Türkçede unutulmuş yapıt, aynı güzelim çeviriyle pırıl pırıl
baskıyla yenilense n‟olur?
*
Bibaşar, Kemal; Başka Olur Ağaların Düğünü (1956), Can yayınları, 1.
basım, 2003, İstanbul, 235 s.
Pembe Kurt‟daki bir öyküsünü (adını anımsamıyorum) romana süren Bilbaşar
ortalamanın altında bir yapıt daha üreterek (okumak kimi açılardan zevk verse de) beni
şaşırtmayı sürdürüyor. Birkaç romanı daha var ama yeter diyorum. Onun eşsiz yapıtı da Cemo
ve Memo. Denizin Çağışı‟nı da yabana atmıyorum. Eğlenceli bir kurgunun yazarı sürüklediği
yerde hakikilik duygusu oldukça yara alıyor. Demek ki, usta anlatıcılık yetmiyor.
*
Quignard, Pascal; Villa Amalia (2006), Çev. Ismail Yerguz, Sel
yayınları, 1. basım, Ekim 2006, İstanbul, 213 s.
Quignard‟ın en önemli özelliği, anlatıcısının değişkenliği, hatta oynaklığı. İktidar
payesi vermediği anlatıcısı yüzünden anlatı bir olumsallık olarak gerçekleşiyor. Diyaloglarda
açı değişikliği ise sinemasal.
79
Bazen, özellikle ayrıntılı, ama kısa tanımlanan, betimlenen çevre, nesneler yaşamın,
öykünün tutamak noktaları gibi. Bir gemiyi karaya bağlayan babalar gibi…
Anlatıcı ve zamanın (kiplerin) kırılışı, hızlı dönüşümleri yalnızca şaşırtma amacı taşıyor
olamaz. Bu metnin okurla (okuma eylemiyle) zamanını ve uzamını yeniden düzenlemesini
sağlıyor.
Bu hüzünlü, acılı metin Quignard‟ın yazı çizgisine de yeterince işaret ediyor bence.
Kadınlık içre uyuma göndermesini nasıl yorumlayacağımı kestiremesem de, ne denli anlayışlı
uyumlu olsalar da erkekler yaşamı yeterince güçle göğüsleyemiyor, tipik tepkiler veriyorlar.
Ben şimdilik Quignard‟ın anlatısının yapısal özellikleri üzerinde durulmasından
yanayım. Çünkü dram özellikle temizlemeye çalıştığı bir kılçık gibi duruyor yapıtında.
80

Benzer belgeler