Milletler Cemiyeti ve Önlenemeyen Savaş

Transkript

Milletler Cemiyeti ve Önlenemeyen Savaş
A. Kıran, GAU J. Soc. & Appl. Sci., 3(6), 19-36, 2008
Milletler Cemiyeti ve Önlenemeyen Savaş
Abdullah Kıran1
Girne Amerikan Universitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, KKTC
Özet
Ocak 1917’de ABD Senatosunda bir konuşma yapan Woodrow Wilson, büyük güçler
tarafından desteklenecek bir “Barış Cemiyetinin” kurulması yönündeki talebini dile
getirdi. 18 Ocak 1919’da Paris’te toplanan Barış Konferansı’nda milletler cemiyetinin
kurulması ana gündem maddesi olarak ele alındı. Cemiyet Sözleşmesi Versailles
Antlaşmasının bir parçası olarak kabul edildiğinden, 10 Ocak 1920’de onaylanarak
yürürlüğe girdi. Cemiyetin temel amacı uluslararası işbirliğini geliştirerek uluslararası
barış ve güvenliği sağlamaktı. ABD, Cemiyetin kuruluş sürecinde en önemli desteği
sağlamasına rağmen daha sonra üye olamadı. ABD’nin Cemiyete giremeyişi, Cemiyetin
evrensellik iddiasını zayıflattığı gibi, saldırgan ülkelere karşı etkin bir tavır alma
umudunu da zorlaştırdı. Üstelik Sovyetler Birliği de 1934 yılına kadar Cemiyet içinde yer
almadı. ABD ve Sovyetler Birliği’nin yokluğu, Cemiyeti daha çok İngiltere ve
Fransa’nın çıkarlarını korumaya çalışan bir örgüte dönüştürdü. Buna rağmen Cemiyet,
“1920’lerde Yunanistan’ın Bulgaristan’a saldırısı” ve “Türkiye-Irak arasındaki sınır
sorunu” gibi meseleleri çözmekte başarılı oldu. Ancak Cemiyetin, büyük güçlerin taraf
olduğu çatışmaları çözme yönündeki başarısını test edecek sorunlar 1930’lardan sonra
başladı. Cemiyet 1932 yılında Japonya’nın Mançurya’ya karşı saldırısı ve İtalya’nın
1935-36’da Etiyopya ’yı işgal etme olayı karşısında yetersiz kaldı. 1933’te Almanya’da
iktidara gelen Hitler, Cemiyetten ayrılarak Versailles Antlaşmasını tanımadığını ilan etti.
1 Eylül 1939’da Almanya, Polonya’ya saldırdığında, iki gün sonra Fransa ve İngiltere
Almanya’ya karşı savaş ilan ettiler ve böylece Cemiyetin kurmaya çalıştığı uluslar arası
sistem çöktü.
Anahtar Kelimeler: Milletler Cemiyet, Kolektif güvenlik, Versailles Antlaşması
Savaş, Barış.
The League of Nations and the Unavoidable War
Abstract
In January 1917, when Woodrow Wilson (the US president) addressed the United
States Senate, he advocated the establishment of a “League for Peace” backed by
superior collective force. On January 18, 1919, when the peace conference convened in
Paris, the establishment of a League of Nations was on its agenda. Since the League
1
[email protected]
19
Multicore parallel processing
Covenant was part of the Treaty of Versailles, it was ratified and took effect on January
10, 1920. The main aim of the League was to promote international cooperation and to
achieve international peace and security. Although the United States was the main
force behind the establishment of the League of Nations, it did not become a member
of the organization. The failure of the US to join the League undermined the League’s
claim to universality and its hopes of taking effective action against aggressor states.
Besides the US, the Soviet Union was not a member of the organization until 1934.
With the absence of the US and the Soviet Union, the League subsequently came to be
controlled by the interest of France and Britain. But still, during the period of 1920’s,
the League was successful in solving some international problems, such as Greek
aggression against Bulgaria and Turkey’s Iraqi border dispute. The great test of
League’s ability to solve conflicts involving major powers began in 1930’s. The
League remained incapable of dealing with Japanese aggressions against China in 1932
when it occupied Manchuria and with the Italian aggression against Abyssinia
(Ethiopia) in 1935-36. In 1933, when Hitler came to power in Germany, he broke his
way with the League of Nations and denounced the Treaty of Versailles. On September
1, 1939, when Germany attacked Poland, two days later France and Britain declared
war against Germany, the Second World War began and the international system,
which the League aimed to establish failed.
Keywords: League of Nations, Collective security, Versailles Treaty, Peace, War
Giriş
Yaklaşık 10 milyon insanın ölümüne ve milyonlarca insanın açlık, hastalık ve
kıtlıklarla boğuşmasına sebep olan Birinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra, başta
savaşın galipleri olmak üzere, dünya nüfusunun dörtte üçünü temsil eden dünya
liderleri (Henig 1995: 2), devletlerarası sorunları barışçıl yollarla çözmek ve olası
sorunları sıcak çatışmaya girmeden engellemek amacıyla, uluslararası sistemde kimi
düzenlemelere gitmek ihtiyacını duydular. Bu yeni düzenleme devletlerarası işbirliği
esasına dayanmalıydı. Daha önce genellikle ikili ve bölgesel antlaşmalar şeklinde
gerçekleşen devletlerarası ilişkiler, savaştan sonra daha global bir içerik kazanarak
uluslararası bir nitelik taşıyacaktı. Bundan böyle, devletlerarası işbirliğini pekiştirmenin
en önemli unsurlarından biri, uluslararası organizasyonların oluşturulması olarak
görülüyordu. Bu bilinçle hareket eden galip devletler, Milletler Cemiyeti (Cemiyet-i
Akvam, League of Nations) adlı uluslar arası teşkilatın bir an önce hayata geçirilmesi
amacıyla kolları sıvadılar.
Milletler Cemiyetinin Kurulması
Ocak 1917’de Amerika Birleşik Devletleri Senatosunda konuşan Başkan Woodrow
Wilson, bir “Barış Cemiyetinin” kurulması ihtiyacını dile getirdi. Wilson büyük bir
tutkuyla, sadece daimi uluslararası bir organizasyonun üye devletler arasında
20
A. Kıran, GAU J. Soc. & Appl. Sci., 3(6), 19-36, 2008
saldırganlığı önleyebileceğine inanıyordu. Ona göre bu öncelikli bir konu idi ve ancak
böyle bir kurum gelecekteki savaşları önleyebilirdi (Mckay et al. 1987: 889). Yaklaşık
bir yıl aradan sonra yine ABD kongresinde konuşan Başkan Wilson, bu kez tarihi 14
noktasını, ABD hükümetinin savaş amaçları olarak açıklayacaktı. Bunlar açık
diplomasi şartı, denizlerin özgürlüğü, serbest ticaret, ulusların kendi kaderlerini
belirleme hakkı, koloniler üzerindeki hak iddialarının tarafsızca düzenlenmesi ve en
önemlisi de, yeni bir dünya düzeni çerçevesi olarak bir Milletler Cemiyeti’nin
kurulması idi (Crockatt 1995: 22). On dördüncü Nokta kurulacak bu cemiyete ilişkindi
ve Wilson bu önemli çağrısını şöyle formüle edecekti: “Büyük ve küçük devletlerin
politik bağımsızlık ve toprak bütünlüklerini garanti etmek amacıyla, belirli sözleşmeler
esası üzerinde ulusların genel bir birlikteliği oluşturulmalıdır.” (Bennet 1995: 25).
Wilson’un 14 noktası, küçük istisnalar dışında bütün Müttefik güçler tarafından savaş
amaçları olarak kabul edildi. Böylece Müttefik güçlerin hükümet başkanları, bir
güvenlik organizasyonunun oluşturulmasını kendi barış planlarının bir parçası olarak
taahhüt ettiler.
Milletler Cemiyetinin oluşturulması yönündeki ortak iradenin sergilenmesinin ardından,
ABD, Fransa ve Büyük Britanya’dan, aralarında tarihçi, hukukçu, diplomat ve
uluslararası hukuk profesörlerinin yer aldığı komisyonlar oluşturularak taslak çalışmalar
başlatıldı. Milletler Cemiyeti için ilk taslağı hazırlatan Wilson, ateşkesten bir ay sonra,
Aralık 1918’te Paris’e uçtu. Barış konferansının açılışından bir ay önce Avrupa
başkentlerini ziyaret eden Wilson, büyük halk kitleleri tarafından sevgi ile karşılandı.
18 Ocak 1919’da, barış konferansı Paris’te toplantıya başladı. Toplantının açılışından bir
hafta sonra ABD ve Büyük Britanya delegelerinin ısrarıyla, Milletler Cemiyeti’nin
oluşturulması yönündeki planın, barış antlaşmalarının ayrılmaz bir parçası olarak kabul
edilmesi yönünde bir karar alındı. Alınan karar, oluşturulacak Cemiyetin “anayasasına”
ilişkin detaylar üzerinde çalışmalar yapacak bir komisyonun kurulmasını da
kapsamaktaydı. W. Wilson, büyük ülkelerden ikişer, küçük 9 ülkeden birer temsilcinin
yer aldığı 19 kişilik komisyona başkan olarak atandı.
Komisyonunun çalışmalarını tamamlamasının ardından, sözleşmenin son taslağı 28
Nisan 1919’da barış konferansına sunuldu. Konferansa sunulan cemiyet sözleşmesi ve
diğer bütün destekleyici belgeler oybirliği ile kabul edildi. Böylece daha önce vekil
Genel Sekreter olarak atanan Sir Eric Drummond, organizasyon komitesinden
sekreterlik çalışanlarını atamak ve Cemiyet organlarının ilk oturumlarını hazırlamak
üzere görevlendirildi. Drummond, cemiyetin geçici merkezini Londra’da kurdu.
Cemiyet Sözleşmesi Versailles (Versay) Antlaşmasının bir parçası olduğundan,
teşkilatın resmi kuruluşu 8 ay daha geciktirilerek, 10 Ocak 1920’de Versailles
Antlaşmasının onaylanmasıyla yürürlüğe girdi.
Milletler Cemiyeti’nin 1920’de Cenevre’de yapılan ilk toplantısında 42 ülke temsil edildi
(O’Callaghan & Griffiths 2002: 176). Cemiyet, kurumsal anlamda devletlerarası
ilişkilerde bir devrim niteliğinde idi (Akehurst 2000: 23). Aynı zamanda Cemiyet, gerçek
anlamda tarihteki ilk evrensel devletlerarası organizasyondu (Magstadh 2006: 569).
21
Multicore parallel processing
Milletler Cemiyetine Üyelik
Henüz Cemiyet sözleşmesi onaylanmadan, Paris Barış Konferansı sürecinde hangi
ülkelerin üye olabilecekleri konusu şiddetli tartışmalara yol açmıştı. Öyle ki, ilk başlarda
kurucu üyelik, sadece Versailles Antlaşmasına imza atmış 27 galip devlet ve ‘Britanya
İmparatorluğu’ ile sınırlı bırakılmak istenmişti, fakat daha sonra bu engel aşılmış ve diğer
tarafsız ülkelerin de üye olması benimsenmişti (Akehurst 2000: 25). Tarafsız ülkelerin
üye olma konusu aydınlığa kavuştuktan sonra, diğer bir sorun da henüz bağımsız
olamamış ülkelerin üyelikleri konusunda yaşanmıştı. Özellikle Britanya, Genel Kurulda
oy sayısını artırmak amacıyla, egemenliği altındaki diğer ülkelerin de üye olarak kabul
edilmesini istiyordu. Bunların başında, o zamanlar İngiliz dominyonu olan Hindistan
geliyordu. Sonunda Britanya, yoğun ısrar ve uzun tartışmalardan sonra, egemenliği
altındaki ülkelerle Genel Kurulda 6 oya sahip olabilmişti.
Milletler Cemiyeti’nin asli üyeleri Sözleşmeye ilişik olan ‘Ekte’ isimleri yazılı olan şu
devletler idi: Belçika, Brezilya, Britanya İmparatorluğu (Birleşik Krallık, Avustralya,
Kanada, Yeni Zelanda, Güney Afrika ve Hindistan), Çin, Küba, Çekoslovakya,
Ekvator, Fransa, Yunanistan, Guatemala, Haiti, Hicaz, Honduras, İtalya, Japonya,
Liberya, Nikaragua, Panama, Peru, Polonya, Portekiz, Romanya, Yugoslavya,
Amerika Birleşik Devletleri (sonra üye olamadı), Uruguay. Bu ülkelerin Versay Barış
Antlaşmasının da altında imzaları bulunmaktaydı. Versailles Barış Antlaşması’nda
imzaları olmayıp, Cemiyet sözleşmesine imza atmış olan diğer ülkeler de şunlardı:
Arjantin, Şili, Kolombiya, Danimarka, Hollanda, Norveç, Paraguay, İran, El Salvador,
İspanya, İsveç, İsviçre ve Venezüella. Bu ülkeler Birinci Dünya Savaşı’nda tarafsız
kalmış olan devletlerdi.
Cemiyet Sözleşmesinin onaylanmasının ardından, Sözleşmeye imza atmış 40 ülke
Milletler Cemiyetinin kurucu üyesi kabul edildiler.
Daha sonraları Milletler Cemiyetine aralarında Avusturya (1920), Bulgaristan (1920),
Macaristan (1922) ve Almanya (1926) gibi eski düşman ülkelerin de yer aldığı 22 ülke
daha üye olarak kabul edileceklerdir. Kurucu ve ikinci grup ülkeler arasında yer almayan
Türkiye daha sonraları, 1932 yılında üye olmaya davet edilmiş ve üyeliği kabul edilmiştir
(Gündüz 1994: 4). Cemiyete toplam 63 ülke üye olacaktır; ancak girip çıkanlar dikkate
alındığında, sadece 1930’ların başlarında Cemiyette toplam 60 ülke bir arada
bulunabilecektir. Afrika kıtasından sadece Liberya ve Güney Afrika Cemiyete üye iken
Asya’dan Çin, Japonya ve Tayland temsil edilmekteydiler (O’Callaghan & Griffiths
2002: 177).
Varılan anlaşma gereği, kuruluş sürecinde üye olan ülkelere ek olarak, diğer tam
bağımsız ülkeler, dominiyom ve koloniler de, Genel Kurulun üçte iki oy kararı ile
Cemiyete üye olabilirlerdi. Buna rağmen Cemiyetten uzaklaştırma, sözleşmenin ihlali
ve yükümlülüklerin yerine getirilmemesi şartına bağlanmıştı. Bu da, ancak bütün üye
ülkelerin oy birliği kararı ile mümkün idi.
22
A. Kıran, GAU J. Soc. & Appl. Sci., 3(6), 19-36, 2008
Milletler Cemiyeti’nin kuruluşunda en önemli rolü oynayan ülke durumundaki ABD,
Cemiyete üye olma kararının Senatodan geçmemesi nedeniyle, üye olamadı (Mesquita
2006: 305). Senato üyelerinin çoğunluğu, Cemiyete üye olma taraftarı olmasına
rağmen, Senatoda üçte-iki oy sağlanamadığından ABD Cemiyete giremedi. Biri Kasım
1919, diğeri de Mart 1920’de Senatoda yapılan iki farklı oylamada da, Wilson’un
bütün çabalarına rağmen ABD Versailles Antlaşması ve onun bir parçası durumunda
olan Milletler Cemiyetini reddetti. Wilson’un yenilgisi, Amerikan halkının henüz
uluslar arası ilişkilerde öncü bir rol oynamaya hazır olmadığını da gösteriyordu (US
History 2005: 206).
ABD’nin Cemiyete üye olmamasının en önemli sebebi olarak Senatör Lodge’nin
oylama öncesinde senatoda yaptığı tarihi konuşma gösterilir. ABD’nin medeniyeti
korumak için savaşa girerek binlerce insanını bu yolda feda ettiğini ve milyarlarca
Dolar harcadığını dile getiren Lodge, uğruna bunca bedel verilen barışın, Sovyetlerdeki
Bolşevik rejimi iktidarda iken korunamayacağını söyler. Senatör Lodge’ye göre
Bolşevik rejimi altında büyük acılar çeken ve ağır bedeller ödeyen Rusya halkını bu
kıtlık, yokluk ve anarşik durumdan kurtarmak ABD’nin en önemli görevidir. Lodge
şöyle der: “Eğer Rusya’daki anarşinin Batı medeniyeti arasında yayılmasına izin
verilirse, bu medeniyet çöker. Biz Rusya’yı yardımsız bırakarak dünyaya enfeksiyon
yaymasına müsaade etmemeliyiz. Eğer biz Rusya’ya karşı görevimizi yerine
getirmezsek, bu saygınlığımıza gölge düşürür” (Taft 2004: 62).
Lodge göre Cemiyet içinde bir araya gelmiş ABD, İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya
gibi güçlü ülkeler, eğer gerçek anlamda barışın korunması ve Versailles antlaşmasının
hayata geçirilmesini istiyorlarsa, Bolşevik iktidarının Rusya’da yaydığı zehirleyici
enfeksiyonu kurutmalıdırlar. Bunu yapmamak, başlatılan işi yarıda bırakmak anlamına
gelir. Bununla birlikte Lodge, ABD’nin barış uğruna Almanya’yı işgal altında
tutmasının da taraftarıdır. Ona göre aksi taktirde henüz yeni özgürlüklerini kazanmış
Yoguslavya, Çekoslovakya, Polonya ve Lituanya gibi ülkeler güvende olmayacaklardır
(Taff 2004: 163).
Milletler Cemiyetinin kuruluş sürecinde Cemiyete üye olamayan diğer büyük güç ise
Sovyetler Birliğidir. 1917 devriminden sonra, uluslararası hukuk sistemine ideolojik
kaygılarla pek sıcak bakmayan Sovyetler Birliği Cemiyetin kuruluş sürecinde yer
almamış, ancak daha sonraları, 1934 yılında Cemiyete üye olmuştur. Cemiyete en son
olarak Mısır 1937 yılında katılmıştır.
Milletler Cemiyeti’nin İşleyişi
Milletler Cemiyetinin işleyişi genel olarak üç temel organa dayanmaktaydı. Bunlar
sırasıyla Genel Kurul(meclis - assembly), Konsey (Council) ve Sekreterlik (Secreteriat)
idi. Genel Sekreterin başkanlık ettiği Sekreterlik Cenevre’de bulunur ve genellikle örgüt
buradan yönetilirdi. Yıllık toplantılarını Cenevre’de düzenleyen Genel Kurul’da her üye
ülkeden delegeler katılır ve toplantılarda her ülke bir oya sahip olurdu. Konsey birkaç
23
Multicore parallel processing
daimi ve Genel Kurul tarafından seçilen bazı daimi olmayan üyelerden oluşurdu.
Sekreterlik ise, çeşitli uluslardan tarafsız memurların çalıştığı organizasyonun hizmetinde
bir organdı. Konsey ve Genel Kurulun gündemini oluşturmak ve düzenlenen toplantılardan sonra raporlar yayınlamak Sekreterliğin görevleri arasında yer alırdı.
Cemiyete üye olan bütün ülkeler doğal olarak Genel Kurul üyeleri idi. Sözleşmede
Genel Kurulun toplantıları ile ilgili herhangi bir plan yapılmamıştı, ancak yılda
yaklaşık bir ay süreli toplantılar kuruluşla birlikte geleneksel bir hal almıştı. Bu
toplantılar çoğunlukla Eylül ayında düzenlenirdi. Genel Kurul işlerinin büyük
çoğunluğunu 6 önemli komite ile yürütmekteydi. Bu komiteler 1) yasal sorunlar, 2)
Teknik organizasyonlar, 3) Silahlanmanın düşürülmesi, 4) Bütçe ve finans, 5) Sosyal
ve insani sorunlar, 6 ) Siyasal sorunları ele alırlardı. Her üyeye bütün komitelerde
temsil edilme hakkı tanınmıştı. Komite kararları çoğunluk oyu ile alınırdı, ancak son
onay için Genel Kurulda oybirliği gerekirdi (Bennet 1995: 31).
Cemiyet Konseyi’ndeki temsilin 5 daimi üye ve dört seçilmiş üyeden oluşması
tasarlanmıştı, fakat ABD’nin Senato kararı ile Cemiyet dışında kalması her iki kategori
arasında eşit bir denge oluşturmuştu. Gerek daimi ve gerekse daimi olmayan üyelerin
sayısında değişikliğe gitme yetkisi Genel Kurul ve Konsey’de idi. Ancak başlangıçta
ABD, Büyük Britanya, Fransa, İtalya ve Japonya daimi üyeler olarak belirlenmişlerdi.
Daimi üye olmayan ülkeler üç yıllık bir zaman dilimi için Genel Kurul tarafından
seçilirlerdi. Cemiyetin ilk dört daimi olmayan üyeleri Belçika, Brezilya Yunanistan ve
İspanya idiler (The League of Nations [TLN], 2008). 1926’da Locarno Antlaşmasıyla
Fransa ve Belçika ile sınır sorununu çözen Almanya ve daha sonra 1934 yılında da
Sovyetler Birliği Cemiyete girdiklerinde, her iki ülke de Konseye daimi üye olarak
kabul edilmişlerdi. 1930’larda Almanya, Japonya ve İtalya’nın Cemiyet üyeliğinden
çekilmeleri üzerine, daimi üye sayısını daimi olmayan üye sayısının altına düşürecektir
(Archer 1992: 21).
Cemiyet sisteminde Genel Kurul ve Konsey arasındaki yetki ve görev dağılımına
bakıldığında, sözleşmede ağırlığın önemli ölçüde Konseye verildiği hemen göze çarpar.
Bu anlamıyla Konsey toplantıları da Genel Kurul toplantılarına nazaran daha sık
yapılmaktaydı. Genel Kurulun Cemiyet içindeki görevleri şöyle sıralanabilir: 1) Yeni
üyelerin Cemiyete kabulü, 2) Bütçenin kontrol edilmesi, 3) Daimi olmayan üyelerin
Konseye seçimi, 4) Konsey üyelerinin seçimi ve görev sürelerine ilişkin kuralların
belirlenmesi ve 5) Antlaşmaların gözden geçirilmesinde teşvik edici düşüncelerle
önerilerde bulunmak (Bennet 1995: 32).
Üyelerden herhangi birinin veto hakkı olmadığı (Hasgüler & Uludağ 2005: 55) ve
genellikle kararların oy birliği ile alındığı Konsey şu görevleri yüklenmişti: 1)
Anlaşmazlıkları yatıştırıp uzlaşma yolları bulmak, 2) Sözleşmeyi ihlal eden Cemiyet
üyelerinin uzaklaştırılması, 3) Mandaların gözetim ve denetimi, 4) Sekreterlik
çalışanlarının kabul ve atanması, 5) Cemiyet merkezinin bir yerden başka bir yere
taşınması, 6) Silahsızlanma için planların yapılması, 7) Anlaşmazlıkların barışçıl yollarla
çözülmesi için Sözleşme şartlarının yerine getirilmesinde uygun metotlarla öneride
24
A. Kıran, GAU J. Soc. & Appl. Sci., 3(6), 19-36, 2008
bulunmak ve ambargoların uygulanması, 8) Uluslararası barışa herhangi bir tehdidin söz
konusu olduğu durumlarda, Cemiyet üyelerinden birinin çağrısı üzerine toplanmak
(Bennet 1995: 32).
Konsey genellikle İngiltere ve Fransa hükümetlerinin politikaları doğrultusunda
hareket ederken (Archer 1992: 21), Cemiyetin Genel Kurulu, özellikle küçük devletler
için daimi bir forum niteliğinde idi. Burada küçük ülkeler kendi düşüncelerini serbestçe
dile getirdikleri gibi, uluslararası sorunlar konusunda da bir derece söz sahibi
olabiliyorlardı (Watson 1984: 284).
Gerek Konsey ve gerekse Genel Kurulun kendilerine özgü görevlerinin yanı sıra, her iki
kurumun ortaklaşa yerine getirdiği sorumluluklar da vardı. Bir kere hem Genel Kurul
hem de Konsey, Cemiyetin ilgi alanı ve dünya barışını ilgilendiren konularda toplantılar
düzenlemekle yetkili idiler. Yine her iki kurum da, Daimi Uluslararası Adalet
Divanı’ndan danışma çerçevesinde görüş alma yetkisine sahipti. Devletler arasında baş
gösteren kimi sorunları çözümü için, sorunun taraflarından herhangi biri, Konsey’de
görüşülmekte olan bir meseleyi Genel Kurulun gündemine de taşıyabilirdi (Hasgüler &
Uludağ 2005: 56). Buna rağmen her iki kurumun ortak kararını gerektiren üç temel
sorumluluk da vardı. Bunlar a) Genel Sekreterin atanması, b) Daimi Uluslararası Adalet
Divanı üyelerinin seçilmesi c) Konseydeki daimi ve daimi olmayan üyelerin dağılımında
değişiklikler yapmak (Bennet 1995: 32).
Cemiyet yapısı içinde önemli bir yere sahip olan Sekreterlik görevi için sözleşmede
rehber olarak alınabilecek çok fazla bir şey belirtilmemişti. Dolayısıyla Sekreterlik bir
anlamıyla kendi yolunu çizmek ve sorumluluk alanını belirlemek durumundaydı.
Cemiyette 1919 ve 1933 yılları arasında Sekreterlik yapan Sir Eric Drummond, kişisel
başarısı ve inisiyatifiyle sekreterliğin görev sahasını belirli bir sisteme kavuşturmuş ve
bütün üye ülkelerin güvenini kazanmıştı. Cemiyetin yönetim bölümünü oluşturan
sekreterlikte Genel Sekretere bağlı 500 personel çalışırdı (O’Callaghan & Griffiths 2002:
176).
Milletler Cemiyeti ve Dünya Barışı
Milletler Cemiyetinin en önemli amaçlarından biri barışı korumak ve devletler arasında
çıkabilecek anlaşmazlık ve çatışmaları barışçıl çözümlere kavuşturarak olası savaşları
engellemek idi. Uluslar arası ilişkilere yeni bir düzen getirme anlamında önemli bir
sorumluluğu üstlenmiş Cemiyet, milletlerarası işbirliğini geliştirmek ve milletlerarası
barış ve güvenliği koruma amacını benimsemişti (Wilkinson 2007: 85). Bu anlamıyla
barış Milletler Cemiyeti’nin en temel felsefesi niteliğinde idi. Öyle ki, Cemiyet
Sözleşmesinin 26 maddesinden 10’u bu amaçlara ulaşma esası üzerine tesis edilmişti.
Barışın sürekli kılınması ve savaş tehdidine karşı caydırıcı olmak amacıyla Cemiyet,
kolektif bir güvenlik sistemini de kurumsallaştırmayı hedef olarak gütmekteydi.
Kısacası, Cemiyet yeni bir güvenlik sistemi oluşturarak artık dünyada yeni
“Armagedon”ların yaşanmasını engellemek istiyordu (Watson 1984: 282).
25
Multicore parallel processing
Cemiyet Sözleşmesi anti-hegemonyal bir meşruiyet sistemine dayanmaktaydı. Kolektif
güvenlik ilkesini benimsemiş olan Cemiyet, güçlüye karşı zayıfı korumayı hedeflerken
kolektif güvenliği sağlama sorumluluğunu da önemli oranda büyük güçlere
bırakıyordu (Watson 1984: 284).
Cemiyet sözleşmesi üye ülkeler arasında savaşa sebep olacak bir sorunun baş
göstermesi durumunda, soruna taraf ülkelerin
çatışmalara başlamadan önce
arabuluculuğa başvurmaları veya hukuksal çözüm yollarını tercih etmelerini
önermektedir. Şayet arabuluculuk ve hukuki yollarla bir çözüme ulaşılmadıysa, o
zaman Konseyin soruşturmasına başvurulabilirdi. Eğer arabuluculuk, hukuki yollar ve
Konseyin soruşturmasından da bir netice elde edilmemişse ve savaş kaçınılmaz ise, o
zaman ancak üç ay sonra savaşa başlayabilirlerdi2. Kısacası Cemiyet sözleşmesi savaşı
yasaklamıyor, ancak sözleşmeyi imzalamış olan ülkelerin, savaşa başlamadan önce
sunulan önerileri dikkate almayı zorunlu kılıyordu (Calvocorressi 1983: 86).
Cemiyet sözleşmesinin 16. Maddesi; sözleşmenin 12, 13 ve 14. maddelerini ihlal
ederek savaşa başvuran üye ülkeleri, Cemiyetin bütün üyelerine karşı savaş suçu
işlemiş olarak değerlendiriyordu. Bu durumda Cemiyet, Sözleşmeyi ihlal eden ülkeye
karşı derhal bazı yaptırımlara girişmeliydi. Öncelikle o ülke ile diğer üye ülkeler
arasındaki ticari ve finansal ilişkiler kesilmeli, üye ülke vatandaşlarının o ülke
vatandaşları ile görüşmeleri yasaklanmalıydı. Sözleşmeyi ihlal eden ülke Cemiyete üye
değilse bile, o ülke ile var olan ticari ve finansal ilişkilere son verilmeliydi.
Milletler Cemiyeti devletler arasındaki bloklaşma ve kutuplaşmaları engellemek
amacıyla, uluslar arasında gizli olarak yapılan antlaşmaları geçersiz saymaktaydı.
Cemiyete üye ülkelerin yapacakları anlaşmalar sekreterliğe kayıt edildikten sonra
yayınlanmalıydı. Hiç bir sözleşme veya uluslararası anlaşma kayıt edilmeyinceye kadar
bağlayıcı bir güce sahip değildi ve geçerli olarak kabul edilmezdi (Madde 18).
Milletler Cemiyeti’nin özellikle ilk yıllarda başarıyla çözüme kavuşturduğu bazı devletler
arası sorunlar da vardı. İsveç ve Finlandiya arasında sorun teşkil eden 6500 küçük
adacığın 1921’de çözüme kavuşturulması; aynı yıl Yugoslavya Krallığı ve Arnavutluk
arsındaki sınır meselesinin çözümü; Avusturya ve Macaristan’ının ödemekle yükümlü
kılındıkları savaş tazminatının ödenmesi amacıyla Cemiyet öncülüğünde iki ülke için
sağlanan borç; Almanya ve Polonya arasında sorun teşkil eden Yukarı Silesia’nın hangi
ülkeye katılacağı konusu; nüfus çoğunluğunun Alman olmasına rağmen Lituanya’nın
1923 yılında işgal ettiği liman kenti Memel’in geleceği gibi sorunlar, Milletler Cemiyeti
tarafından başarıyla çözüme kavuşturuldu (TLN 2008).
1925 yılında Bulgaristan ve Yunanistan arasında baş gösteren sınır anlaşmazlığında,
Yunan askerleri komşu Bulgaristan sınırını ihlal etmişti. Bulgaristan hükümeti, askeri
güçlerine sembolik bir direniş emri verirken, bu ihlali derhal Milletler Cemiyeti
2
Cemiyet Sözleşmesi için Bkz. Taft, William Howard. Collected Works of William
Howard Taft
26
A. Kıran, GAU J. Soc. & Appl. Sci., 3(6), 19-36, 2008
Konseyi’ne getirdi. Bu acil durum üzerine Konsey üç gün içinde toplandı ve Konsey
Başkanı Fransalı Briand ateşkes çağrısında bulunarak Yunanistan askerlerinin geri
çekilmesini istedi. Yunanistan’ın ihlalini kınayan Konsey, normal duruma
dönülmesini denetlemek amacıyla bölgeye askeri gözlemciler göndererek, meydana
gelen zarar ve çözüm konusunda tavsiyelerde bulunmak üzere bir inceleme
komisyonu oluşturdu. Briand’ın çabaları ve pozitif yaklaşımı sayesinde, Konsey
minimum zarar ile her iki ülkeyi uzlaştırdı ve böylece barış sağlanmış oldu (Bennet
1995: 35).
Milletler Cemiyeti’nin aracılığıyla çözüme kavuşturulan bir sorun da, daha çok Musul
sorunu olarak bilinen Türkiye ve Irak arasındaki sınırın belirlenmesi konusudur.
Milletler Cemiyeti 1927 yılında Polonya ve Litvanya arasında baş gösteren benzer bir
sorunun çözümünde de başarı gösterdi. Cemiyet, kısa tarihi boyunca teknik ve yasal
sorunlardan silahlı çatışmalara kadar yaklaşık 60 davaya baktı ve bunların yarısını
barışçıl bir çözümle sonuçlandırdı (O’Callaghan & Griffiths 2002: 176).
Milletler Cemiyeti ve Önlenemeyen Savaş
Milletler Cemiyeti’nin gerçek anlamda ciddi uluslararası sorunlarla yüzleşmesi 1930
yılından sonra başlayacaktır. Eylül 1931’de Japonya, Çin askerlerinin iki ülke
arasındaki demiryolu hattını sabote ettiği bahanesiyle Çin toprakları dahilinde kalan
Güney Mançurya Demiryolunu işgal etti. Demiryolu ve civarı, iki ülke arasında önemli
bir ticari güzergah niteliğindeydi. Japon güçlerinin Shangai’de uluslararası düzeni
tehdit ettiği sırada, 1926’dan beri hazırlıklarını sürdürülen Dünya Silahsızlanma
Konferansı Cenevre’de açılışını yapıyordu. Japonya’nın saldırılarını daha da
genişleterek Mukden’i işgal etmesi, başta Milletler Cemiyeti olmak üzere, bütün
dünyanın dikkatini bölgeye yöneltecektir. Artık herkes, Japonya’nın bir hak koruma
peşinde değil, doğrudan doğruya işgal amacında olduğunun farkındadır.
Gözler Milletler Cemiyeti’ne çevrilmiş durumdaydı. Üstelik Japonya, Versailles
Atlaşması’ndan pek memnun olmamakla birlikte (Archer 1992: 22), Milletler Cemiyeti
Konseyi daimi üyelerinden biri idi. Cemiyet Sözleşmesinin 11. Maddesi gereğince,
olay yerinde incelemeler yapmak üzere bir komisyonun oluşturulması gerekiyordu.
Ancak Japonya, bir inceleme komisyonunun bölgeye gönderilmesini Konsey’de veto
etti. Çin, Sözleşmenin 15. Maddesini esas göstererek, Japonya’nın vetosunun geçerli
olmayacağını dile getirdi. Çünkü 15. Madde uyarınca, soruna taraf olan ülkeler kararı
bloke edemezlerdi. Çin’in başvurusunu yerinde bulan Konsey, sonunda Mançurya’ya
gönderilmek üzere bir komisyonun oluşturulmasını kararlaştırdı. Ancak her şeye
rağmen Konsey, Japonya’ya karşı etkin yaptırımların hayata geçirilmesi, ekonomik
ve askeri ambargoların uygulanmasında kararlı bir tutuma sahip değildi. Zaten ABD’
de, zorlayıcı yaptırımları desteklemeyeceğini beyan etmişti.
Çin’in ısrarları neticesinde, büyük güçlerden oluşturulmuş beş kişilik Lytton
Komisyonu Mançurya’ya gitmek üzere hareket etti. Ancak Komisyon, olayların
27
Multicore parallel processing
başlamasından ancak yedi ay sonra Mançurya’ya varabilmişti. Bu arada Japonya işgal
harekatını tamamlamış ve ülkede kendisine bağlı kukla bir yönetim oluşturmuştu.
Üstelik Japonya, Mançurya’nın adını da Manchuku olarak değiştirmişti. Japonya’nın
bağımsız bir ülke olarak lanse ettiği Manchuku, uluslar arası toplum tarafından, sadece
Almanya ve İtalya tarafından bağımsız ülke olarak tanınmıştı; dünyanın geri kalanı
Mançurya’yı Çin’in bir parçası olarak kabul ediyordu (Wikipedia 2007). Lytton
Komisyonu raporunda da Japonya saldırganlığından dolayı kınanıyor ve Mançurya’nın
Çin’e iade edilmesi talep ediliyordu. Rapor Cemiyet Genel Kurulu’nda oylandığında,
42’ye karşı 1 oy ile geçti. Sadece Japonya rapor aleyhinde oy kullanmıştı. Cemiyet
raporunu hiçe sayan Japonya, Milletler Cemiyeti’nden istifa etti. Ancak Milletler
Cemiyeti raporda önerilenlerin yerine getirilmesi anlamında zorlayıcı hiç bir yaptırıma
baş vurmuyordu. Açıkçası Cemiyet, güçlü bir ülkeye yaptırımlar uygulama konusunda
yetersiz kalmıştı. Bu durum bir yandan Cemiyetin saygınlığına gölge düşürürken, öte
yandan Cemiyetin, güçlü üye ülkelerin taraf olduğu sorunlar karşısındaki iradesizliğini
de ortaya çıkarıyordu (Bennet 1995: 36). Nitekim Mançurya, İkinci Dünya Savaşı’nda,
1945’te Kızıl Ordu tarafından kurtarılıp Çine iade edilinceye kadar Japonya’nın
egemenliğinde kaldı.
1934 yılının başlarında İtalya, Somali ve Eritrede askeri yığınak yapmaya başladı. Aynı
yılın Aralık ayında, Etiyopya toprakları olarak bilinen Wal-Wal’da, İtalyan güçleri ve
Etiyopyalılar arasında şiddetli çatışmalar meydana geldi. Etiyopya İmparatoru Haile
Selassie, daha önce İtalya ile yapılan bir antlaşma çerçevesinde konunun arabuluculara
iletilmesi yönünde bir talepte bulundu. İtalya da özür dileyerek zararın tanzim
edilebileceği yönünde işaret verince, Etiyopya hükümeti Milletler Cemiyeti nezdinde
girişimlerde bulunarak konunun Konsey’de görüşülmesini istedi. Konunun Konsey’de
görüşülmesine rıza gösteren İtalya, sorunun gerçek anlamda bir çözüme kavuşturulmasından ziyade, zaman kazanma niyetindeydi.
Aslında Milletler Cemiyeti, daha önce Korfu adası sorunu nedeniyle de İtalya ile karşı
karşıya gelmişti. Korfu Adası, 1923’te Yunanistan ve Arnavutluk arasındaki bir sınır
sorunu olarak Milletler Cemiyeti gündemine geldiğinde, Konsey İtalyan general Enrico
Tellini’yi sorunu irdelemek amacıyla görevlendirmişti. 27 Ağustos 1923’te, Tellini ve
beraberindeki heyet Yunanistan kısmındaki sınırı incelerken suikasta uğradılar.
Oldukça öfkelenmiş olan İtalya lideri Benito Mussolini, Yunanistan’ın derhal tazminat
ödeyerek olaya karışanları infaz etmesini istedi. Oysa Yunanistan gerçek katillerin
kimler olduğunu bilmiyordu. Bunun üzerine İtalya güçleri 31 Ağustos 1923’te,
Yunanistan tarafında kalan Korfu adasını işgal edip 15 kişiyi öldürdüler. İtalya’nın
işgal eylemini kınayan Cemiyet, Yunanistan’ının da, Tellini’nin katilleri bulunana
kadar tazminatı kedilerine teslim etmesini istedi. Daha sonra Mussolini’nin
dayatmasıyla kararını değiştiren Cemiyet, Yunanistan’ı özür dileyerek hemen tazminat
ödemek durumunda bıraktı. Mussolini, Korfu konusunda zaferle çıkarken Cemiyet
sistemi de ağır bir darbe almıştı (Wikipedia, 2007).
Avrupa’da Hitler’in yarattığı endişe ile hareket eden İngiltere ve Fransa, İtalya
diktatörü Mussolini’yi karşılarına almak istemiyorlardı. Üstelik İngiltere ve Fransa,
28
A. Kıran, GAU J. Soc. & Appl. Sci., 3(6), 19-36, 2008
elden geldiğince İtalya’nın Afrika’daki hesaplarına müdahil olmamaktan yanaydılar.
Bu nedenle Etiyopya’nın şikayeti bilinçli olarak geç ele alınmıştı. Ağustos 1934’te
Fransa ve İngiltere’nin hükümet yetkilileri, Afrika sorununu görüşmek üzere İtalyan
yetkilileri ile masaya oturdular. Ancak Mussolini, İngiltere ve Fransa yetkililerinin
kendisine sundukları imtiyaz şeklindeki önerileri kabul edilemez bularak reddetti.
Ekim 1935’te, Mussolini’nin emri ile, General Pietro Badoglio komutasındaki 400,000
kişilik modern donanımlı İtalyan ordusu Etiyopya’yı işgal etti. İtalya, daha önceden
Eritre’de hazır tutuğu modern ve tam teçhizatlı güçlerini Etiyopya üzerine göndererek
kapsamlı bir işgal hareketine başlamıştı. İtalya, ağır bombardıman uçaklarına ek olarak,
sivil ve savunmasız Etiyopyalılara karşı mustard gazı da kullandı (Bennet 1995: 37).
Daha önceden İtalya’nın Afrika hesaplarından haberdar olan Milletler Cemiyeti, İtalya
saldırısına derhal yanıt verdi. İtalya hariç, Konseyin diğer üyeleri dört gün gibi kısa bir
zaman içinde oybirliği ile İtalya’nın Sözleşmenin 16. Maddesini çiğneyerek saldırgan
bir tavır içinde olduğunu ilan ettiler. Konsey bir yandan İtalyan saldırganlığını
kınarken, öte yandan İtalya’ya karşı alınabilecek askeri ve ekonomik ambargolardan
söz etmeye başladı. 11 Ekim’de, Milletler Cemiyeti’ne üye olan 54 ülkeden 50’si,
İtalyan saldırganlığına karşı ortak bir eylemin geliştirilmesini onayladı. Konseyin
kararlarına aldırmayan Mussolini, Roma’da halka hitap ederken “beyaz bir bayrak
dünyanın tepesine dikilmiştir” diyerek zaferiyle övünüyordu (Richardson & Stone
1995: 161)
İtalya’ya karşı ambargoların uygulanmasında karar kılan 50 ülke, bir koordinasyon
kurulu oluşturarak harekete geçti. Üye devletler İtalya’ya silah satılmaması konusunda
anlaşarak, İtalya’dan ithal edilen malların alımını durdurdular. Ambargo kararını alan
Cemiyet üyelerini açıkça tehdit eden Mussoluni, İtalya’nın askeri ambargolara askeri
araçlarla karşılık vereceğini söyledi (Çakmak 2005: 64). Bu arada, İtalyan hükümeti ve
iş adamlarına verilen krediler de kesildi. Ambargo İtalya’ya satılacak stratejik savaş
materyallerini de kapsıyordu. Ancak gıda, kömür, demir ve petrol gibi ürünler ambargo
dışında bırakılmıştı. İtalya’ya karşı alınan önlemler ülke ekonomisine ciddi zararlar
vermesine rağmen, İtalya’nın işgalden vazgeçmesi için yeterli olmamıştı. Ambargolar
birkaç ay içinde İtalya’nın altın rezervlerini kritik bir noktaya çekerken, İtalyan
Lirasında develasyona gitmek zorunlu olmuştu. Ancak her şeye rağmen, İtalya’nın
askeri eylemlerini durdurabilecek ek önlemlerin alınmasından kaçınılmıştı. Dahası,
başta İngiltere ve Fransa olmak üzere, Cemiyet içindeki hiçbir güç İtalyan
saldırganlığını durdurmak amacıyla askeri güce başvurmaya hazır değildi. Üstelik
halen İtalya ile diplomatik ilişkiler devam ediyordu. Çünkü, Konseyin en önemli iki
üyesi durumunda olan Fransa ve İngiltere, İtalya’ya uygulanan ambargoların, İtalya ile
aralarında savaş riski doğurabilecek bir boyuta taşınmasından yana değillerdi. ABD’de,
9 Ekim 1935’te, İtalya’nın cezalandırılması konusunda Cemiyet ile işbirliği yapmayı
reddetmişti. 1936 yılının Temmuz ayında, Mossolini’nin Etiyopya ’ya karşı zafer ilan
edip kendisi için Etiyopya İmparatoru unvanını kullanmasından iki ay sonra, İtalya’ya
karşı uygulanan ambargolar kaldırıldı (Bennet 1995: 37).
29
Multicore parallel processing
İtalya’ya karşı sürdürülen ambargoların kaldırılmasında İngiltere’nin tutumu etkili
oldu. Daha önce de Fransa, 1922 yılı sonlarında İtalya’da iktidara gelen Faşist
Mossolini iktidarını, ilerde Almanya’yı zayıf tutmak çerçevesinde kendileriyle hareket
edeceği umuduyla desteklemişti (Henig 1995: 36). İngiltere, 1933 yılında Almanya’da
iktidara gelip bir yıl sonra kendisini Führer ilan ederek tek parti diktatörlüğünü kuran
Hitler’in hızla silahlanma politikasından haberdardı (Heywood 1997). Hitler’in Mart
1936’da, Versailles Antlaşması ve Locarno Paktı’nı feshederek, Ren Irmağı’nın
batısında kalan toprakları (Rhineland) yeniden silahlandırması, İngiltere ve Fransa’yı
ciddi bir şekilde endişelendirmişti. 1925’te Almanya ile Milletler Cemiyeti arasında
yapılan antlaşmaya göre bu bölgede hiçbir devletin asker bulundurmaması karar altına
alınmıştı. Milletler Cemiyeti bu konuda da protestolar dışında herhangi bir yaptırım
uygulamadı. Gelecekte Almanya ile karşı karşıya gelme durumunda İtalya’nın
desteğini almak isteyen İngiltere, ambargoların kaldırılmasında ısrar etti. Oysa
İskandinav ülkeleri dahil olmak üzere, Avrupa’nın birçok ülkesi ambargoların
kaldırılmasından yana değildi, buna rağmen İngiltere’nin önerisine rıza göstermek
durumunda kaldılar.
Milletler Cemiyeti, Avrupa’nın büyük güçlerinden birine karşı uygulamaya koyduğu
ambargoları sonuna kadar sürdürmekte kararlı davranmamıştı. Japonya ve İtalya
Cemiyetin güvenilirlik ve saygınlığına önemli oranda gölge düşürmüştü. En önemlisi
Cemiyetin anti-hegemonyal siteminin çökmesiydi (Watson 1984: 285). Cemiyet
üyelerinden Haiti’nin delegesi, “unutmayalım ki bir gün biz de birilerinin Etiyopya ’sı
olabiliriz” diyerek geleceğe yönelik endişelerini ifade ediyordu (Bennet 1995: 38).
Bu arada silahlanma programını önemli oranda tamamlamış olan Almanya, başta
komşuları olmak üzere Avrupa için giderek açık bir tehdit teşkil etmekteydi. Aslında
Almanya’nın küçük çaplı da olsa yavaş yavaş silahlanması, daha demokratik Weimar
Cumhuriyetinin ilk yıllarında, Sovyetler Birliği ile yapılan gizli işbirliği çerçevesinde
başlamıştı. Almanya, Versailles Antlaşması ile kendisine biçilen yüklü savaş
tazminatını, yaşadığı ağır ekonomik koşullar nedeniyle ödeyemeyince, Fransa 1923’te
Almanya’nın sanayi bölgesi Ruhr’u işgal etmişti. Bu dönemde Almanya ve Fransa
arasında yeni savaşın çıkmasını engelleyen yegane faktör Almanya’nın nerdeyse
tamamen silahsız olmasıydı (Pietrzyk 2001: 31 – 54). Fransa’nın bu tavrı Almanya’nın
Sovyetler Birliği’ne yakınlaşmasında etkili olacaktır.
1922 ve 1923 yıllarında çok ciddi ekonomik bunalımlar yaşayarak devalüasyona giden
Almanya, 1924’te üretimini ikiye katladı. 1927 yılına gelindiğinde Almanya üretimde
savaş öncesi pozisyonunu kazanarak, Avrupa’nın en ileri sanayi ülkesi durumuna
gelmişti (Wright & Mejia 1973: 96). Artık Almanya silahlanma konusunda gerekli
altyapıya sahipti. Ancak Almanya’nın silahlanmayı önemli bir hedef olarak önüne
koyması, Ekim 1928 yılında Hermann Müller koalisyon hükümetinin bir “dört yıllık
silahları geliştirme” programını benimsemesi ile hız kazanacaktır. 1 Nisan 1933 yılına
kadar tamamlanması düşünülen bu program ile Almanya “16 tümen (division) ordu”
kurmayı planlamıştı. Oysa Versailles Antlaşmasının getirdiği sınırlama esas alındığında
Almanya en çok 7 tümen ordu kurabilirdi. En fazla 100 bin kişiden oluşacak Alman
30
A. Kıran, GAU J. Soc. & Appl. Sci., 3(6), 19-36, 2008
ordusunun ağır silahlar, tank, 10 000 tonajdan fazla savaş gemileri, askeri uçaklar ve
denizaltları gibi saldırı silahları edinmesi yasaklanmıştı (Henig 1984: 12).
Galip devletlerin Almanya’ya yasaklar koyması, tarihte sıkça görüldüğü gibi, bu
yasakların uygulanması hususunda sonuna kadar birlikte hareket edecekleri anlamına
gelmiyordu. Her şeyden önce Versailles, tipik bir savaş dönemi antlaşmasıydı. Ortak
düşman yenilgiye uğratıldıktan sonra, doğal olarak galip devletlerin birbirleriyle
çelişen çıkarları tekrar su yüzeyine çıkacaktı (Rich 1992: 4). Üstelik Almanya da bu
durumun farkındaydı. Eylül 1930 ‘da yapılan seçimlerin ardında demokratik
hükümetin dağılması ve Nasyonalist Sosyalistlerin güç kazanması, Almanya’nın
silahlanma politikasına daha da ivme kazandıracaktı. Almanya silahlanırken, Alman
halkı da gittikçe ancak yeni bir savaşla tamamen özgürleşebileceğini düşünmektedir
(Sherman 2000: 326).
Ekim 1933’te Hitler, Milletler Cemiyeti ile yollarını tamamen ayırarak otomatik olarak
silahlanma konusunda özgürlüğünü ilan etti. 1934 ve 1935 yılları arasında Hitler silah
üretimi ve askere alma konusunda büyük çabalar sarf ederek yoğun bir programı
hayata geçirdi. Artık Nasyonal Sosyalist rejim, Versailles Antlaşmasını hiçbir şekilde
tanımadığını açıkça ifade etmekten sakınmıyordu (De Gaulle 1968: 15).
Almanya’nın tehlikeli bir şekilde silahlanmasında savaş sonrası dönemde Versailles
sistemini oturtmaya çalışan Avrupa devletlerinin de payı vardı. Versailles
Antlaşması’nın Beşinci kısmında Almanya’nın silahsızlandırılması ele alınırken, giriş
bölümünde bütün ülkelerin silahlanmada bir sınırlamaya gitmeleri talep edilmekteydi.
Böylece Almanya, Versailles Antlaşması’nın V. kısmını temel alarak silahsızlanma
konusunda diğer ülkelerle eşit haklara sahip olması gerektiğini ileri sürüyordu. Ona
göre kendisini silahsızlandıran diğer ülkelerin de yasal ve ahlaki olarak silahsızlanma
sorumlulukları vardı (Richardson 1995).
Aslında Cemiyet Sözleşmesinin 8. Maddesi, barışın korunmasını, ulusal düzeyde
silahlanmayı minimum düzeye indirerek bu uygulamayı uluslararası bir yükümlülük
haline getirme ilkesine bağlıyordu. Bu anlamıyla silah indirimi ve silahlanmanın
sınırlanması, Milletler Cemiyetinin ilk görevleri arasında yer almaktaydı. Ancak
nedense Cemiyet bu konuda gerekli iradeyi gösteremedi ve bu alandaki çabaları
yetersiz kaldı. Cemiyetin 1926 yılında kurduğu ‘Silahsızlanma Konferansı için Hazırlık
Komisyonu’, dört buçuk yıllık bir zamanı silahsızlanmanın metot ve ilkeleri konularına
ilişkin teknik sorunları tartışmakla geçiştirdi. Yıllar öncesinden düzenlenmesi için
hazırlık çalışmaları başlatılan Silahsızlanma Konferansı ancak 2 Şubat 1932’de, 59
ülkeden temsilcinin katılımıyla Cenevre’de açılabildi (Richardson 1995: 68).
Silahsızlanma Konferansı daha baştan ölü doğmuştu, çünkü Cemiyet içinde en önde
gelen iki ülkeden biri olan Fransa silahsızlanmayı, güvenliği sağlamanın bir adımı
olarak görmüyordu. Üstelik savaştan sonra silahsızlanma düşüncesi daha çok AngloAmerikan kökenliydi. Daha sonra Amerika’nın Cemiyete katılmaması, Fransa’nın
statükoyu koruma uğruna Cemiyeti ‘silahlı bir organizasyona’ dönüştürme kararlılığını
31
Multicore parallel processing
daha da pekiştirmişti. Bu nedenle konferansta Fransa’nın silah indirimine gitmesi için
ciddi baskılar yapılacaktı (Wright & Mejia 1973: 90, 95).
17 Temmuz 1936’da, İspanya’daki Cumhuriyetçi sol eğilimli hükümet ile çoğunluğu
ordu mensubu olan sağcı isyancılar arasında çatışmalar başladığında, İspanya Dışişleri
Bakanı Alvarez del Vayo, ülkesinin birliği ve politik bağımsızlığını korumak amacıyla
Milletler Cemiyetinin kendilerine silah sağlamasını talep etti. Ancak İspanya hükümeti,
silah yardımı konusunda Cemiyetten olumlu bir haber alamadı. Birçok devletin
doğrudan veya dolaylı olarak müdahale ettiği ve dünya barışı için ciddi bir tehdit
oluşturan 1936-39 İspanya iç savaşı sırasında Milletler Cemiyeti müdahil olmama
prensibini (devletlerin diğer devletlerin iç işlerine karışmama yükümlülüğü) benimsedi.
Cemiyet, İspanya iç savaşını bir iç sorun olarak ele alırken, İtalya ve Almanya gibi
ülkeler cumhuriyetçi yönetime karşı, General Franco saflarında savaşmak üzere asker
göndermekten dahi geri kalmadılar. İspanya hükümetine yardımcı olamayan Cemiyet,
diğer güçlerin müdahalesi karşısında da sessiz kalmıştı (Wikipedia 2007).
Charles De Gaulle’nin deyimiyle ‘Almanya’nın silahlanmasında sadece platonik bir
protestoyla yetinen’ Milletler Cemiyetinin, Almanya komşularına saldırmaya
başladığında yapacağı pek bir şey yoktu (De Gaulle 1968: 16). Nitekim, 1938 yılı Mart
ayında Almanya, Avusturya’nın bundan böyle Almanya’nın ayrılmaz bir parçası
olduğunu ilan ederek, bu ülkenin artık Milletler Cemiyeti üyesi olmadığını açıkladı.
Irredentist bir politika yürüten Hitler, Almanya’nın daha önceki savaşlarda kayıp ettiği
toprakları ve Alman nüfusunun yaşadığı Avusturya gibi ülkeleri kendi egemenliği altına
almak istiyordu (Kegley 2007: 102). 1920 yılları başlarında gelişmekte olan Alman
demokrasisinin eşit bir üye olarak global sisteme entegre olmasını kabul etmeyen
İngiltere ve Fransa, yıllar sonra faşist Hitler rejimini defalarca ya Cemiyete katılmaya
yada Cemiyetin otoritesini tanımaya çağırdılar, ancak her defasında Hitler reddetti
(Richardson & Stone 1995: 164). Hitler sadece Milletler Cemiyeti gibi uluslararası
kurumları değil, uluslararası hukuk ve geleneksel milletlerarası ekonomik düzenlemeleri de ret ediyordu (Holsti 1995: 260).
Avusturya’yı işgal edip topraklarına katan Almanya bu kez Cemiyetin diğer bir üyesi
Çekoslovakya’ya göz koymuştu. Nitekim Almanya, Alman asıllıların çoğunlukta
olduğu Çekoslovakya’nın Südet bölgesi üzerinde hakkı olduğunu ileri sürünce
Çekoslovakya’nın buna karşı koyacak pek bir gücü yoktu. Gözler tekrar Cemiyete
çevrilmişti. İngiltere, Südet bölgesindeki Alman azınlığın durumunun dikkate alınarak
bölgeye otonomi statüsünün tanınıp Çekoslovakya sınırları dahilinde kalması yönünde
Hitler’i ikna etmek istedi. Ancak Südet bölgesindeki Nazileri Çekoslovak yönetime
karşı ayıklandırarak polisle çatıştıran Hitler, bundan böyle Alman azınlığın Çekoslovak
yönetimi altında yaşamasının mümkün olmayacağını ileri sürerek, bölgenin tamamının
Almanya’ya bağlanması yönünde baskı yaptı (Gilbert & Large 1991: 306).
Almanya’nın askeri operasyon yönündeki tehditlerini de dikkate almak durumunda
kalan İngiltere Başbakanı Neville Chamberlain, sonunda, Hitler’in “bundan böyle
Avrupa’da herhangi bir toprak talebinde bulunmayacağız” yönündeki açıklamalarını
güvence kabul edip Almanya’nın Çekoslovakya’dan bir parça koparmasına rıza
32
A. Kıran, GAU J. Soc. & Appl. Sci., 3(6), 19-36, 2008
gösterdi. Chamberlain’in Hitler'i yatıştırma politikası o dönem İngiltere’de de sıcak
karşılandı (Mesquita 2006: 44). Böylece Eylül 1938’de yapılan Münih Antlaşması’yla
Südet bölgesi Almanya’ya bırakıldı. Milletler Cemiyeti’nden umduğu desteği
bulamayan Çek Başbakanı Dr. Eduard Bene, “Avrupa demokrasisinin bir enstrümanı
olarak Cenevre artık ölmüştür” diyecekti (Richardson & Stone 1995: 154). Aradan 6 ay
geçtikten sonra Hitler başkent Prag’ı bombalayacağını söyleyince, bu kez
Çekoslovakya tamamen Almanya’nın boyunduruğu altına girdi.
İngiltere Başbakanı Chamberlain, Cemiyettin olaylar karşısındaki pasif tutumunu
eleştirerek daha aktif bir rol almasını isteyenleri “fanatik” ve “idealist” olarak
değerlendiriyordu. Ona göre daha aktif bir rol oynamaya kalkışmak İngiltere’yi savaşın
içine çekebilirdi. Chamberlain şöyle diyordu, “gerçekten halk gençlerimizin Cemiyet
için Mançurya, Etiyopya veya Çekoslovakya gibi uzak ülkelerde ölmesini mi istiyor? “
(Berk 1995: 159).
Eğer Almanya, Cemiyet üyelerinden birine karşı başlatacağı saldırıda Cemiyetin diğer
bütün üyelerinin güçlerini birleştirerek kendisine karşılık vereceğinden emin olsaydı,
büyük bir olasılıkla bu eylemden çekinirdi. Ancak Almanya, Cemiyetin böyle bir
iradeye sahip olmadığının farkındaydı. Daha önce ortak bir güvenlik konsepti
geliştiremeyen Cemiyet artık bu saatten sonra başarılı olamazdı. Kaldı ki Cemiyet
içinde sık sık dile getirilen ortak güvenlik konsepti, Etiyopya sorunu ile başarısızlığa
uğramıştı ve bu başarısızlıkta en büyük pay Cemiyetin motor gücü niteliğinde olan
İngiltere ve Fransa’ya aitti. Üstelik Almanya bütün bunların farkında idi; çünkü
İngiltere Başbakanı bu çaresizliği açıkça ifade ediyordu.
1920’lerde, genellikle küçük ülkeler arasında baş gösteren sorunları çözmekte başarılı
olan Cemiyet, 1930’larda Almanya, Japonya ve İtalya gibi güçlü ülkelerin taraf olduğu
sorunların çözümünde yetersiz kalıyordu. Bu ülkeleri durdurmak, Amerika desteğinden
de yoksun olan Cemiyetin gücünü aşıyordu. Almanya, Japonya ve İtalya gibi ülkeleri
saldırgan bir konuma getiren diğer önemli bir unsur da, 1930’larda bütün dünyada
yaşanmakta olan ekonomik kriz idi. Daha çok toprak kazanmayı daha yüksek bir refah
düzeyi ile eşdeğer sayan söz konusu ülkeler için dünya barışı ikincil planda idi.
N. Chamberlain, Cemiyetten ortak bir savunma gücü oluşturma beklentisi içinde olan
üyeleri uluslararası realiteyi görmezden gelmekle suçluyor ve şöyle diyordu, “Geçen
seçimlere kadar Cemiyetin ortak güvenlik oluşturması umudu vardı. Ben kendim de
buna inanıyordum. Ancak ben şimdi buna inanmıyorum Bugünkü oluşumla Cemiyet
hiç kimse için ortak güvenlik oluşturamaz. Kendimizi aldatmamalı ve daha da ötesi,
zayıf ve küçük ulusları(devletleri) aldatmamalıyız. Bir saldırı ile karşılaşmaları
durumunda, Cemiyet tarafından korunacakları düşüncesine kapılmamalıdırlar. Çünkü
böyle bir beklentinin bir şey ifade etmediğini biliyoruz (Berk 1995: 159).”
1939 yılı Aralık ayına gelindiğinde bu kez Sovyetler Birliği Finlandiya’ya saldırdı.
Finlandiya’nın başvurusu üzerine, 9-14 Aralık 1939’da Cenevre’de Sovyet saldırısı
görüşülmeye başlandı. Daha önceki yıllarda, Cemiyet yüzünden Japonya, İtalya ve
Almanya sorunlar yaşamak durumunda kalan İngiltere, Sovyetler Birliği’ni de bu
33
Multicore parallel processing
listeye dahil ederek karşısına almak istemiyordu; ama buna rağmen bir şeyler
yapılmalıydı. İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Halifax çatışmanın Baltık ülkelerine de
sıçramasından da endişe ediyordu. Sovyet saldırısına, daha öncekilere nazaran nispeten
radikal bir tepki vermek isteyen Cemiyet, 14 Aralık 1939’da, Sözleşmeyi ihlal ettiği
gerekçesiyle Sovyetler Birliği’ni Cemiyet üyeliğinden ihraç etti. Böylece Cemiyet
tarihinde ilk ve son olarak bir ülke Milletler Cemiyetinden ihraç edilmiş oluyordu.
1934’te Cemiyete giren Sovyetler Birliği yaklaşık 5 yıl Konsey’de daimi üye olarak
temsil edilmişti. Ancak Sovyetler Birliği ihraç edilirken Cemiyet kendi normlarını da
çiğnemişti. Konsey üyesi 15 üyeden sadece yedisi Sovyetler Birliği’nin ihraç edilmesi
yönünde oy kullanmıştı. Oysa ihraç kararı için oy birliği gerekliydi. Üstelik Sovyetler
Birliği’nin uzaklaştırılması lehinde oy kullanan yedi ülkeden (İngiltere, Fransa,
Belçika, Bolivya, Mısır, Güney Afrika ve Dominik Cumhuriyeti) üçü, (Güney Afrika,
Bolivya ve Mısır) oylamadan bir gün önce Konsey üyesi olarak seçilmişlerdi
(Wikipedia 2007).
İkinci Dünya savaşı boyunca, ne Milletler Cemiyeti Konseyi ve ne de Genel Kurulu
toplanabildi. Clausewitz’in deyimiyle, “artık siyasi irade askeri iradeye” boyun eğmişti
(Brodie 1973). Cemiyetin Cenevre’deki merkezi savaş boyunca tamamen işlevsiz
kalmıştı. Cemiyet savaş sonrasındaki sonuncu toplantısını 18 Nisan 1946’da
Cenevre’de düzenledi. 34 ülkeden delegelerin katıldığı toplantıda, oy çokluğuyla (33–
0) Milletler Cemiyeti örgütüne son verdi.
Sonuç
1939’da Milletler Cemiyeti Eski Başkanı Gilbert Murray, Cemiyetin dünya barışını
koruma anlamındaki rolünü değerlendirirken şöyle yakınıyordu, “Eğer sadece Britanya
tutarlı olarak Cemiyet sistemini destekleseydi tarihin gidişatı tamamen farklı olurdu.”
(Berk 1995: 155). Ne yazık ki Britanya ve Fransa, Milletler Cemiyeti gibi kuruluş
amacı “uluslar arası barışı koruma olan” bir organizasyonu, kuruluş felsefesi
doğrultusunda etkin bir araç olarak kullanamadılar. Böylece Cemiyet üyeleri
kendilerini, adım adım yaklaşan ve birincisinden çok daha yıkıcı olan bir savaşın içinde
buldular. Versailles Antlaşmasıyla kurulan barış ortamı sona ermişti. Çekoslovakya’nın
ardından, 1 Eylül 1939’da bu kez Almanya, Polonya topraklarına girince, iki gün
sonra İngiltere ve Fransa, Almanya’ya karşı savaş ilan ettiler. Böylece, yaklaşık 6 yıl
sürecek ve günde 23000 insanın ölümüne yol açacak dünyanın en yıkıcı savaşı
başlamıştı. Milletler Cemiyeti, 53 milyon insanın ölümüne yol açan bu savaşı
önleyememiş ve dünya barışını koruma amacında başarıya ulaşamamıştı.
Cemiyetin, uluslar arası barışın korunmasında başarılı olmamasının bir sebebi İngiltere
ve Fransa’nın yönetim eksiklikleri ise; diğer bir sebep de Amerika ve Sovyetler Birliği
gibi iki büyük gücün Cemiyette yer almamasıdır. Cemiyet için en büyük sorunu,
Versailles Barış Antlaşmasından memnun olmayan ülkeler çıkartmıştır. Öte yandan
Japonya, İtalya ve daha sonraları teşkilatta yer alan Sovyetler Birliği’nin Konsey’de yer
aldıkları dönemde Cemiyet Sözleşmesini ihlal ederek başka ülkelere saldırmaları,
34
A. Kıran, GAU J. Soc. & Appl. Sci., 3(6), 19-36, 2008
Cemiyetin kuruluş felsefesi ve sözleşmesi doğrultusunda hareket etmesini tamamen
zorlaştırmış, hatta imkansız kılmıştı. 1925’te Yunanistan ve Bulgaristan arasında baş
gösteren sınır anlaşmazlığı sorununu başarıyla çözen Cemiyet; Japonya, İtalya ve
Almanya gibi büyük güçler söz konusu olunca, ambargolar ve kolektif güvenlik
sistemini kararlı bir şekilde hayata geçirememiştir.
Sonuç olarak Versailles sisteminin çöküp, Milletler Cemiyetinin kurmaya çalıştığı
uluslararası sistemin başarısızlığa uğraması, insanlık tarihinin en büyük trajedisinin
yaşanmasına yol açmıştır.
Kaynaklar
Malanczuk P, 2000. Akehurst’s Modern Introduction to International Law, 7th revised
edition, Routledge, London and New York.
Archer C, 1992. International Organizations, London, New York, Routledge.
Bennet AL, 1995. International Organizations, Priciples and Issues, Englewood Cliffs,
Prenticettal.
Berk PJ, 1995. “Britain and appeasement in the late 1930s, was there a league of
Nations alternative?” in Richardson D, Stone G, Decision and Diplomacy.
Brodie B, 1973. War Politics, Macmillan Publishing Co., London, 1973.
Calvocorressi P, 1983. World Politics Since 1945, 4th Edition, Longman 1983, s.86.
Cemiyet Sözleşmesi için Bkz. Taft, William Howard. Collected Works of William
Howard Taft.
Chamberlain N, 1938. 22 Februrary 1938, Hansard Parlimentary Debates, HC, 5th
series, vol. 322, s.227, aktaran: Berk, Peter J. “Britain and appeasement in the late
1930s, was there a league of Nations alternative”, s.159.
Crockatt R, 1995. The Fifty Years War. The United States and the Soviet Union in
World Politics, 1941- 1991, Routledge.
Çakmak C, 2005. “Turkey In The Second World War ‘Evasive’ Or ‘Active’ Neutral?”
Journal of Academic Studies, August- October 2005, Volume: 7, Number: 26.
Gilbert F, Large DC, 1991.The End of the European Era, 1890 to the Present, W.W.
Norton Company, New York.
Gündüz A, 1994. Milletlerarası Hukuk ve Milletlerarası Teşkilatlar Hakkında Temel
Metinler, Gözden Geçirilmiş 2. Baskı, Beta Yayınları, İstanbul s. 4.
Hasgüler M, Uludağ MB, 2005. Uluslar arası Örgütler, Nobel Yayınları, 2. Baskı,
Ankara.
Henig R, 1995. Versailles and after, 1919-1933, Routledge, London and New York.
35
Multicore parallel processing
Heywood A, 1997. Politics, Macmillan Foundations, London.
Holsti KJ, 1995. International Politics, Prentice- Hall, Inc., New Jersey.
Charles WK jr, Wittkopf ER, 1999. World Politics. Trends and transformation; seventh
edition; St. Martin’s Worth.
Magstadh TM, 2006. Understanding Politics. Ideas, Institutions, Issues, Thomas
Wadsworth, United States.
McKay JP, Hill BD, Buckler J, 1987. A history of western society. 3rd edition, Volume
C: From the Revolution Era to the Present, Houghton Mifflin Company, Boston
Mesquita BB de, 2006. Principles of International Politics, People’s Power, Preferences
and Perceptions, Third Edition, CQ Press, Washington D.C.
Mesquita BB de, 2005. Principles of International Politics, s. 44.
O’Callaghan T, Griffiths M, 2002. International Relations, The Key Consepts,
Routledge, London and New York.
Outline of US Historiy, 2005. Bureau of International Programs US Department of
State.
Pietrzyk ME, 2001. “Explaning the post-cold war order: An international society
approach” International Journal on World Peace, New York, Vol. 18.
Rich N, 1992. Great Power Diplomacy 1814-1914, Mcgraw Hill, Boston.
Richardson D, Stone G, 1995. Decision and Diplomacy, Essay in Twentieth – Century
International History, Routledge.
Richardson D, 1995. “The Geneva Disarmament Conference”, in Richardson, Dick and
Stone Glyn, Decision and Diplomacy.
Sherman D, 2000. Western Civilization, Sources, Images and Interpretations, from
Renaissance to the Present, 3rd edition, McGraw Hill.
Taft WH, 2004. Collected works of William Howard Taft, Volume 7: Taft Papers on
League of Nations. Athens, OH, USA: Ohio University Press.
The League of Nations [TLN[, 2008 [Retrieved January 2008]
http://en.wikipedia.org/wiki/League_of_Nations.
Gaulle C de, 1986. The Complete War Memoirs of Charles De Gaulle. Translated from
French by Jonathan Griffin, Published by Simon and Schuster.
Watson A, 1984. The Evolution of International Society, A Comparative Historical
Analysis, Routledge, London and New York.
Wilkinson P, 2007. International Relations, Oxford University Press.
Wright G, Mejia A, 1973. An age of controversy. Discussion problems in 20th Century
European History.
36

Benzer belgeler