Ekonomik, Toplumsal, Siyasal Analiz Dergisi 2013/II Sayısı

Transkript

Ekonomik, Toplumsal, Siyasal Analiz Dergisi 2013/II Sayısı
T.C. MALTEPE ÜNİVERSİTESİ
İKTİSADİ VE İDARİ BİLİMLER FAKÜLTESİ
EKONOMİK, TOPLUMSAL VE
SİYASAL ANALİZ DERGİSİ
İMTİYAZ SAHİBİ
GENEL YAYIN YÖNETMENİ
EDİTÖR
: Prof. Dr. Kemal KÖYMEN
: Prof. Dr. Nazif GÜRDOĞAN
: Yrd. Doç. Dr. Serkan ÇİÇEK
YAYIN KURULU
: Prof. Dr. Nazif GÜRDOĞAN
Prof. Dr. Dinç ALADA
Prof. Dr. Süleyman Seyfi ÖĞÜN
Prof. Dr. Sadettin ÖZEN
Prof. Dr. Ergül HAN
YAYIN KURULU SEKRETERİ
: Canan AYAR
DANIŞMA VE HAKEM KURULU : Prof. Dr. Mehmet TANYAŞ
(Maltepe Üniversitesi)
Prof. Dr. Melek Akgün
(Maltepe Üniversitesi)
Prof. Dr. İzzettin ÖNDER
(İstanbul Üniversitesi, Emekli)
Prof. Dr. Mehmet TÜRKAY
(Marmara Üniversitesi)
Prof. Dr. Cem SOMEL
(Abant İzzet Baysal Üniversitesi)
Prof. Dr. Alkan SOYAK
(Marmara Üniversitesi)
Prof. Dr. Erinç YELDAN
(Yaşar Üniversitesi)
Prof. Dr. Oral ERDOĞAN
(Bilgi Üniversitesi)
Prof. Dr. Cavide UYARGİL
(İstanbul Üniversitesi)
Prof. Dr. Oya ERDİL
(Gebze İleri Teknoloji Enstitüsü)
Prof. Dr. Esin Can MUTLU
(Yıldız Teknik Üniversitesi)
Prof. Dr. Zeyyat SABUNCUOĞLU
(Uludağ Üniversitesi)
Prof. Dr. Ercan EREN
(Yıldız Teknik Üniversitesi)
Prof. Dr. Birsen ÖRS
(İstanbul Üniversitesi)
Prof. Dr. Cemil OKTAY
(Yeditepe Üniversitesi)
Prof. Dr. Ali Yaşar SARIBAY
(Uludağ Üniversitesi)
Prof. Dr. Mustafa DİLBER
(Fatih Üniversitesi)
Prof. Dr. Bülent DURMUŞOĞLU
(İstanbul Teknik Üniversitesi)
Doç. Dr. Hilal AKGÜL
(Bilgi Üniversitesi)
Doç. Dr. Namık Sinan TURAN
(İstanbul Üniversitesi)
Doç. Dr. Cumhur MUMCU
(Maltepe Üniversitesi)
Doç. Dr. Sinan ALÇIN
(Kültür Üniversitesi)
BASKI ve TASARIM
YAZIŞMA ADRESİ
E-MAIL
ISSN
: Hayalist Reklam
hayalist.com.tr
: Maltepe Üniversitesi
İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Marmara Eğitim Köyü 34857
Maltepe/İstanbul
: [email protected]
: 1303-0496
MALTEPE ÜNİVERSİTESİ
İKTİSADİ VE İDARİ BİLİMLER FAKÜLTESİ
EKONOMİK, TOPLUMSAL ve
SİYASAL ANALİZ DERGİSİ
•
Maltepe Üniveristesi – İİBF Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz
Dergisi, Maltepe Üniversitesi’nce yılda iki kez yayımlanan hakemli
bir dergidir.
•
Dergimizde tüm sosyal bilim dallarında makaleler
yayımlanmaktadır.
•
Dergide yayımlanmak üzere gönderilen yazılar, belirtilen kurallara
uygun olarak hazırlanmalıdır.
•
Dergide yayımlanan makalelerde görüşler yazarlara ait olup,
dergimizi bağlamaz.
•
Dergimizde yer alan makalelerden kaynak gösterilerek aktarma ve
alıntı yapılabilir.
İÇİNDEKİLER
Medeniyetin ortak paydasında insan olmak:
Yeni bir bilimsel algı çerçevesi ............................................9
Niyazi KARASAR
Financial crises and Turkish banking sector ...................41
Gonca ATICI
Türkiye’de kentleşme ve kentleşme politikaları ............53
Ahmet Mithat KİZİROĞLU
Entelektüel sermaye ve örgütlerin
performansı üzerine etkisi ..................................................79
Özlem YANAR
Sağlık turizmi ve termal turizmi açısından
sağlıklı yaşam köyü’nün incelenmesi ..............................97
Hamit VANLI ve Burak KÜÇÜK
Bir ideal toplum bileşeni olarak
İslam’ın temel ekonomik ilkeleri ....................................107
Ayşegül SİLİ ve Suna AKTEN ÇÜRÜK
2013/2
Medeniyetin
ortak paydasında insan olmak:
Yeni bir bilimsel algı çerçevesi
Niyazi KARASAR
Maltepe Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü
[email protected]
Giriş
“Nasıl bir insan” sorusu, insanlık tarihi kadar eskidir; verilen cevaplar
ise öznel ve muhteliftir. Herkes, kendi “beğenisine” uygun insan tipi arayışı
içindedir. Bu durum, bir arada yaşamak isteyenlerin “ortak algı” oluşturmada dikkate almak zorunda oldukları bir olgudur.
Geleneksel toplumlarda hayat nispeten durağandı; algılanan problemler
ve çözümleri de yereldi; hemen her şey yakın çevrenin gelenek ve görenekleri içinde çözülebiliyordu; yeni nesillerin bunları “emsal” alması yeterliydi.
Problem ve çözümlerdeki yerellik, kaçınılmaz olarak, farklı insan tiplerine
yol açsa da, bu durum günlük hayatta fazla rahatsızlık yaratmıyordu.
Ulaşım ve haberleşmenin baş döndürücü bir hızla ilerlediği; insanlar arası etkileşimin çoğalıp yoğunlaştığı; yerel, bölgesel, ulusal ve uluslar arası
birlikteliklerin yaygınlaştığı; kalabalıklar halinde birlikte yaşama sözleşmelerinin adeta zorunluluk olduğu bir dünyada “nasıl bir insan” sorusuna verilebilecek cevap da karmaşıklaşmıştır. Ortak ölçütlü algı ve uygulamalara
ihtiyaç duyulmaya başlanmıştır.
Bu bağlamda, bütün insanlığın birikimli ürünü olarak, tarihten süzülüp gelen ve insanlığı barış ve refah içinde birlikte yaşatmayı hedefleyen
9
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
bir “medeniyet” algısı ve bunun gerektirdiği bir insan tipinden söz etmekte yarar vardır. Böylesi bir insan olmanın en ayırıcı özelliği, galiba, hayatı
bir bütün halinde kuşatan “algısal irade kaynakları” üzerine inşa edilmiş
bütüncül bir bilimsel algı çerçevesine sahip olmaktır. Bu yeterliklere sahip
olmaya, adeta “kurucu ortak” anlamında, “medeniyetin ortak paydasında
insan olmak” da denilebilir.
Ne var ki, özellikle kendini nesnel dünya ile sınırlı hisseden “pozitivist
felsefe” üzerinden yapılan eleştirilerle gündeme taşınan bilimsel ve dini
olgu, bulgu, kabul ve telkinlere rağmen, henüz bu yönde bütüncül bir algı
çerçevesi geliştirilip hayata yansıtılabilmiş değildir. Doğuştan “problem
çözme” yeterliğine sahip olan insanın arzu edilen bu yetkinliğe nasıl ulaştırılacağı ve bunda eğitim sisteminin muhtemel rolünün ne olacağı önemle
tartışılması gereken konulardır. Burada böyle bir varsayımla hareket edilerek, çözümün muhtemel ipuçları olabileceği umulan düşünme gıdaları üretilmeye çalışılmıştır.1
Algısal İrade Kaynakları
Nesnel ve öznel yönleriyle bir bütün olan ve belki en ayırıcı özelliği problem çözmek olan insan, kendi karar süreçlerinde, farklı algısal irade kaynaklarından yararlanmaktadır. Yazar, bunlara “medeniyetin ortak paydasının
algısal irade kaynakları” demeyi uygun bulmuştur.
Bu bağlamda, herkesin farklı ölçülerde başvurduğu dört algısal irade
kaynağından (Şekil 1) söz edilebilir.2 Bunlar:
1. İlahi irade algısı
2. Toplumsal irade algısı
3. Bireysel irade algısı ve
4. Bilimsel irade algısıdır.
Herkes, kendi karar süreçlerinde, içinde bulunduğu ortam ile sahip oldu1 Bu makalede dile getirilenler, öz’de yeni bir algı çerçevesini ifade etmektedir. Diğer ayrıntılar
ise bilim dünyasının yabancısı olmadığı “genel geçer” kabuller ya da olgulardır. Bu nedenlerle,
fazla bir kaynak gösterme zorunluluğu hissedilmemiştir.
2 Niyazi Karasar, “Medeniyetin Ortak Paydasında Öğretmen Olmak,” Maltepe Üniversitesi
Eğitim Fakültesi’nde 24 Kasım 2011’de düzenlenen Öğretmenler Gününde yapılan konuşma. Bu
algı çerçevesinin kamuya yansıması ilk defa bu konuşma ile olmuştur.
10
2013/2
ğu yetişmişlik tür ve düzeyine göre farklılaşan ağırlıklarla bu irade kaynaklarından yararlanmaktadır.
Bunlar, kişinin hayattan edindiği öznel gerçeklik algılarıdır; yani gerçeğin bizzat kendisi değil, öznel birer tahayyülüdür. Bu nedenle, edinilen her
bilgi öznel, eksikli, geçici ve olasılıklı yapıdadır. Bu özellikleri nedeniyle
de eleştiriye açıktırlar.
Algılar, bilişsel niteliktedir; doğuştan gelen “genetik” özellikler ve duyusal yeterlikler yanında, içinde bulunulan sosyal, psikolojik, dini, ekonomik,
fizik vb koşulların bir ürünüdür. Bu durum, bireysel ve toplumsal farklılaşmaları kaçınılmaz kılarken, herkese bir tür “yanılabilme özgürlüğü” de
verir!
Bu algısal gerçekliklerin kendi aralarında sürekli bir etkileşim halinde
oldukları, bir anlamda birbirlerine “ihtiyaç” duydukları ve bu şekilde daha
güçlendikleri de söylenebilir – örneğin, dini algı ve uygulamaların entelektüel ilgi alanına girmesiyle, muhtemelen, dinin “gerçek” kimliği ile nihai
amaç odaklı algılanması kolaylaşacak; insanların inanma ihtiyaçlarının istismarı da önlenebilecektir!
Bir yandan çağdaş bilim anlayışındaki Kuantum algısal dönüşümü ile
yaşanan olasılıklı algı ve bir yandan da hayatın “bütünselliği” anlamında,
geleneksel “bilim” algısının dışında kalan alanların giderek daha belirgin
şekilde gündeme gelmesiyle, problem çözmede algısal irade kaynakları üzerinden “ortak ölçütlü” bir arayışın etkinleştirilmesi acil bir ihtiyaç olmuştur.
Şekil 1. Algısal İrade Kaynakları
11
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
Bir toplumda, algısal irade kaynakları bilincine sahip bireylerin çokluğunun, medeniyetin ortak paydasında, barış içinde birlikte yaşama sözleşmesi
yapmayı kolaylaşacağı umulmaktadır.
İlahi İrade Algısı
Pek çok insan için, temel bilgi kaynaklarının başında “vahiy” ile yansıdığı
varsayılan İlahi irade algısı gelir. Bu algı, varoluşun Rabce açıklaması anlamındaki bir kabulü, “kutsalı”, “külli irade”yi temsil eder. İnançlı bir Müslüman için “ilk neden” Allah iradesidir. Her şey O’nun iradesi ile olur. Bu,
İslam’ın temel iman esasıdır. Muhtemelen, bu iradeye tümü ile ulaşmak ya
da O’nu temsil etme iddiasında bulunmak mümkün değildir. Buna, Allah’ın
zatı ile beraber bulunan mutlak ve yaratılmış olanın bilgisine benzemeyen
“kadim ilim” de denmektedir.3 Farklı inanç ya da inançsızlık alanlarında
Allah kavramı ile ifade edilmese bile, hemen herkesin zihninde, iradesinin
“ilk ve mutlak” olarak algılandığı bir güç vardır!
Bir algıya göre, ilahi iradenin insanlara yansıması “doğrudan” (sözsüz,
gizli) ve “dolaylı” (sözlü, açık) şekillerde olmaktadır. Bunlara temelde “vahiy” denilebilir.4 Doğrudan ya da sözsüz (gizli) vahiy, yaratılanın özel irade ve gayreti olmaksızın doğuştan sahip olduğu ve bu anlamda Yaratıcının doğrudan transfer ettiği kabul edilen akıl, duyusal algı, sezgi, gönül,
vicdan, refleks ve doğal tepki gibi adlarla da anılan potansiyel güç olarak
algılanabilir. Buna “standart donanım” anlamında “zorunlu ilim” de denilebilir.
Dolaylı ya da sözlü (açık) vahiy ise, özel görevli elçiler (peygamberler)
aracılığı ile ulaştırılan; muhtemelen, evliya vb Allah dostu kişilerin de yardımı ile kuramsal ve uygulamalı olarak, insanlara tebliğ edilen mesajlardır.
Bunlar, yaratılan sistemin sağlıklı işlemesini temin edecek kurallar demeti anlamında bir tür “işletim kılavuzu” (kutsal kitaplar) olarak algılanır –
Kur’an, İncil ve Tevrat gibi.
İster doğrudan ister dolaylı olsun, İlahi irade’nin insandaki algısı, bire-bir bir mutlaklık ve eşitlik ile değil, kişiden kişiye farklılaşan bir idrak
3 Nureddin Es-Sabuni, Matüridiyye Akaidi, Çeviren: Bekir Topaloğlu (Ankara: Diyanet
İşleri Başkanlığı, 2005), s. 55.
4 Hüseyin Atay, İslamda İşçi-İşveren İlişkileri (Ankara: 1979), s. 4
12
2013/2
olan “inanç” iledir. Bu nedenle, kişinin “ilahi irade” adına edindikleri sadece
algısal gerçekliklerdir. Bunun en somut kanıtı, kişiden kişiye değişen “mutlaklık” algısının yaygınlığıdır. Zira dini mesajların tebliğ ve algılanışlarında,
içten ya da çıkara dayalı farklılaşmalar, çeşitli din, mezhep, tarikat vb oluşumlara neden olmuştur. Kuşkusuz, bu da yaradılışın bir “giz”i olsa gerek.
Bu kadar sınırsız yaratma ve yönetme gücü olduğu kabul edilen Allah, herhalde dileseydi, algılanışta da “algılama birliği” sağlayabilirdi! Bunun yerine, insanların önüne, adeta, “ulaşılmak için yarışılan” bir hedef konmuştur.
Belki, yaşamın itici gücü de budur; zira her şey bilinir olsaydı, uğraşın da bir
amacı kalmayabilirdi!
İnsanlar birçok konuda ilahi irade algılarına göre yaşamaya çalışırlar.
Tevhidi algıya göre, bütün ilahi iradeler benzer hedefler ve benzer mesajlar veriyor olsalar da herkesin kendi ilahi irade algısına göre kabul edilmiş
ve başarılı sonuçlar vermiş “doğruları” vardır. Ayrıca, bunlardan bağımsız
(“inançsız”) olarak yaşamaya çalışanlar da vardır. Medeni dünya, sürekli
olarak, bütün bu farklılıklara rağmen, insanları barış içinde bir arada yaşatmanın yollarını aramış ve sınırlı çevrelerde başarılı düzenlemeler de yapabilmiştir. Evrensel ölçekte başarı henüz bir hayal olarak gerçekleştirilmeyi
beklemektedir!
Bu algısal gerçeklikleri veri kabul eden bir bilimsel algı çerçevesi, özlenen toplumsal yaşam için önemli kazanımların yolunu açabilir. Bu şekilde,
mevcut algı ve uygulamaların karşılıklı anlaşılabileceği; en azından bilimin
geçerlik ve güvenirlik süzgecinden geçirilerek özdeki benzerliklerin fark
edilebileceği; “ortak ölçütler” konulup, toplumsal düzenin inşasında ilahi
iradenin de öngördüğü belli doğrulardan yararlanılabileceği5; ayrıca, farklılıklar ile birlikte de yaşanabileceği daha iyi anlaşılabilir. Böylece, herkesin
kendisini hem bağımsız hem bir bütünün parçası olarak göreceği bir aidiyet
duygusuna sahip olması; bu bağlamda, kendini başkalarının mutluluğu için
de sorumlu kabul ettiği bir hayat felsefesinin yaygınlaşması kolaylaşabilir.
Aslında, bütün bunların İslam’ın kapsayıcı ve zorlama öngörmeyen orijinal
algı ve uygulamaları ile de teşvik edildiği söylenebilir.
5 Stefano E D’Anna, Tanrılar Okulu, Çeviren: Şükrü Zafer Serinken (Bursa: ALTEO, 2005).
Dünyaca ünlü “eylem felsefecisi” ve bilim adamı olarak bilinen D’Anna, yönetici yetiştirmede
Kur’an, İncil ve Tevrat gibi kutsal kitaplardan önemli dersler çıkarılabileceğine dikkat
çekmektedir.
13
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
Toplumsal İrade Algısı
Bireysel ve toplumsal karar süreçlerinde etkili irade kaynaklarından biri
de örf, adet, felsefe vb kabullerden oluşan toplumsal irade algısıdır. Kişi,
içinde yaşadığı çevrenin algı ve uygulamalarından önemli ölçüde etkilenilir;
hayata adeta bu “algı çerçevesi” ile bakar, hemen her şeyi bu açıdan değerlendirir. Birçok şey, ciddi bir “doğruluk” (geçerlik) denetimine tabii tutulmadan, çevrenin alışkanlıkları doğrultusunda sürdürülür. Geleneğin ölçütü, zaman içinde, başkalarınca oluşturulan emsal olgusudur. Bir problemle
karşılaşıldığında, çözüm için, öncelikle toplumda egemen olan algı çerçevesi
işletilerek, benzer durumlardaki eski uygulamalar örnek alınır. Böylece, kararda, bilinenin ötesinde bir risk alınmamış olur! Eskiden var olan her uygulama ya da algılama, “haklı bir gerekçesi olduğu” ya da en azından ciddi
bir “risk taşımadığı” değerlendirmesi ile kabul edilip sürdürülmek istenir.
Ancak, bizzat hayatın kendisi bir değişim ve risk’tir. Artan bilgi ve gelişen
teknoloji, insan yaşamını önemli ölçüde etkilemektedir. O kadar ki, karşılaşılan problemler ve sorulan sorular aynı da olsa, çözümler ve verilecek
cevaplar zamanla değişebilmektedir!
Toplumsal iradenin yansıması olan örf, adet, gelenek ya da felsefe’nin
oluşumunda “otorite” olarak algılanan kişi ve kurumların önemli rolü vardır. Bu süreç, çoğu zaman, toplumda “otorite” figürü olarak, belli konularda
karar verme yetkisi ya da yeteneği olduğu kabul edilen kişi ya da kurumlara
başvuru şeklinde de işleyebilmektedir. Çocuk için, anne ve baba; bir bakanlık çalışanı için siyasi irade olan Bakan; bilimde, dinde, felsefede ve sanattaki yeterlikleri nedeniyle belli yetkilerle donatılmış bilim adamı, din adamı,
filozof, sanatçı vb kişiler ile yine toplum tarafından belli yetkilerle donatılan
kurumlar otorite olarak işlev görebilirler. Bunların bireysel ya da kurumsal
görüş ve önerileri “doğru” ya da doğruya en yakın gerçekler olarak kabul
edilip uygulanmaya çalışılır. Ancak, genellikle, aynı konuda farklı otoriteler
ve farklı yorumlar ortaya çıkar ve hangisinin “gerçek” kabul edilebileceğine
karar vermek güçleşir. Örneğin, inanç alanında çeşitli dinler; aynı din içinde, aynı Kutsal’a bağlı çeşitli mezhep ve tarikatlar ayrı ayrı “doğruluk” ya
da “üstünlük” iddiasında bulunabilmekte; bunların önderleri, pek çok kişi
tarafından otorite olarak algılanıp, oluşturdukları algı ve uygulamalar “sor14
2013/2
gusuz” izlenebilmektedir! Aynı şey farklı felsefi ve siyasi görüşler için de
geçerlidir; her birinin kendine özgü kabul ve kuralları vardır.
Toplumsal hayatı anlama ve yönetmede, bu gerçekliklerin, ne kadar öznel
olursa olsunlar, bir şekilde çalışılıp dikkate alınması gerekir. Bunlar içindeki
sınanmış başarılı örnekleri başkaları da kullanabilir. Tıpkı ilahi irade algısında olduğu gibi, yeni bir bilimsel algı ile toplumsal hayatı anlama ve yönetmede, barış içinde birlikte yaşama ve başarmanın ortak ölçütlerini bulmak
kolaylaşacaktır.
Bireysel İrade Algısı
Karar sürecinde yaygın olarak kullanılan algısal irade kaynaklarından
belki en önemlisi ya da en yaygın olarak kullanılanı bireysel irade algısıdır.
Bireysel irade algısı, yaradılışta, İlahi irade’nin “sözsüz vahiy” yansıması
olarak, kişide var olan potansiyelin eğitim, kültür vb pek çok toplumsal ve
çevre faktörlerinin de katkısı ile edinilen algısal gerçekliklerdir.
Kişi, çoğu zaman, kendi bireysel irade algısı ile hareket eder; en çok ona
güvenir. Ancak, ortak karar almada farklı kişilerin bireysel irade algıları arasında bir uzlaşı sağlama hiç de kolay değildir! Zira bireysel irade algıları
hemen her zaman özneldir; hangi öznelin daha “geçerli” ve daha “güvenilir” olduğunu söylemek güçtür. Herkesin özneli “kendince doğru”dur – örf
ve adetler ile inanç ve etnik yapı farklılıklarındaki uzlaşmaz ve çoğu zaman
yıkıcı olan tutumlar bunun en somut kanıtı olsa gerek.
Bireysel irade algısının, üç bileşeninden söz edilebilir: akıl/mantık (rasyonalizm), duyusal algı (empirizm) ve sezgi (gönül gözü).6 Bunların her üçü de
doğuştan var olan ve burada “zorunlu bilim” ya da “ilk donanım” denilebilecek bir “öz”ün bileşenleridir.
Akıl ya da mantık’ta kavrayış, muhakeme ve yargılama vardır; her şey,
bu amaçla konmuş “kurallar” içinde ele alınır; “gerçekler” bu yolla algılanmaya çalışılır; buna “rasyonalizm” de denir. Duyusal algı, beş duyu organı
6 Ebu Nasr El-Farabi, İdeal Devlet. El-Medinetü’l-Fazıla. Çeviri ve açıklamalar: Ahmet
Arslan (Ankara: Vadi Yayınları, 1997), s. 78. Farabi’de: mantık, tahayyül (sezgi, ruh, imgelem)
ve duyusal algı.
15
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
ile edinilebilen “objektif” tespitlerle sınırlıdır; buna “empirizm” de denir;
“ortak ölçüt” oluşturmak oldukça kolaydır. Geleneksel bilimsel algının en
çok itibar ettiği veriler bu yolla temin edilir. Bireysel iradede öznelliğin en
yoğun yaşandığı alan sezgi, sevgi ve “gönül gözü” olarak da ifade edilen
algılama boyutudur. Çoğu zaman “içimden bir ses bana diyor ki ...” gibi tamamen öznel ve bir başkasına yansıtılamayan algılamalardır, bunlar. İnsan
hayatında oldukça önemli bir yere sahiptir. Galiba, akıl ve duyusal algılar
bunun yaktığı ya da yakabildiği ışık ile yön ve etkinlik kazanabilmektedir.
Sezgi boyutu, özellikle tasavvufi platformlarda son derece belirleyici bir işleve sahiptir. O kadar ki, bu bileşenin ihmal edildiği ortamlarda, bir inancın
geniş kitlelerce kabulü olanaksız gibidir. İnsan hayatındaki önemli yerine
rağmen, sezgi “ortak ölçüt” oluşturmada yaşanan güçlük nedeniyle geleneksel bilimin ilgi ve çalışma alanı dışında kalmıştır.
Kuşkusuz, bireysel iradenin bu bileşenlerinin karar verme süreçlerindeki
yoğunlukları kişiden kişiye değişmektedir. Bunlardan her biri kimilerinde
varlığı ile yokluğu zor belli olan ince bir dere, kimilerinde bir küçük nehir ve
kimlerinde de kontrol edilemez bir çağlayan gibidir. Hepsinin ortak hedefi,
adeta, birbirlerini bütünleyen bir arayış içinde, bir yolunu bularak, gerçeklik
“deniz”ine ulaşabilmektir.
Bireysel irade algısı, hayatın “olmazsa olmaz”ıdır; insanı insan yapan temel öğedir. İnsan, kendi sınırlı tecrübeleri yanında, diğer iradelerin de algılayıcısıdır!
Ne var ki, bilinen bu gücüne ve vazgeçilmezliğine rağmen, bireysel irade
algısı ile alınan kararlarda muhtemel hata ölçüsünün bilinemeyişi ile bunların düzeltilme sürecinin zaman alıcı ve pahalı oluşu gibi önemli sınırlıkları
vardır. İnsanlık tarihi bireysel irade algıları ile alınan kararların yol açtığı
bireysel ve toplumsal gerginlik, ayrışma, çatışma ve yıkımlarla doludur.
Öz itibariyle “benzersizlik” anlamında “müzelik” olan birey, yaşamın doğal akışı içinde, hemen her türlü karar sürecinde kendi öznel irade algısını
kullanmaktadır. Yerel düzeyden evrensel düzeye kadar etkili olan bu sürecin, bireysel ve toplumsal barış ve refah için, bir şekilde yönetilebilmesi gerekmektedir. Bu farklılaşmayı kimileri “küreselleşme” kimileri “çok kültürlülük”, kimileri de “kozmopolitizm” olarak nitelendirmektedir. Kozmopolit
16
2013/2
algıda, tüm insanlık bir bütün olarak algılanmakta; herkesin herkese karşı
sorumlulukları olduğu; bunun için inanç ve toplumsal değerlerin de içinde
yer aldığı bütün farklılıklara saygı gösterilmek zorunda olunduğu varsayılır.7 Dördüncü İslam Halifesi Hz. Ali’nin Mısır Valisi Malik Eşter’e verdiği
görev talimatında8, herkesin “ya dinde kardeş, ya yaratılışta eş” oldukları
özlü hatırlatmasıyla, bütün insanlara eşit davranılması gerektiği vurgusu
Appiah’ın “kozmopolitizm” algısı ile büyük benzerlikler taşıyor, hatta belki
ona kaynaklık da ediyor gibidir.
Yeni bilimsel algı çerçevesi bireysel irade algılarındaki bu gerçekliği de
dikkate alacak şekilde yeniden yapılandırılmak zorundadır.
Bilimsel İrade Algısı
Bilimsel irade algısı ortak akıl ile ulaşılabilen bir “gerçeklik” algısıdır.
Temelinde “ortak ölçütlü” bir arayış vardır. Geleneksel algıda ortak ölçüt
“gözlenebilir ve nesnel” olsun istenir. Bugünkü medeniyetin ulaştığı fizik
başarılarda bu yaklaşım çok önemli bir yer tutmuştur ve tutmaya da devam
etmektedir.
Bilimsel irade algısına ulaşmada izlenen süreç “bilimsel yöntem” olarak
nitelendirilmektedir. “Bilimsel yöntem”in belki en önemli özelliği “ortak ölçütlü” bir sınama (test etme) süreci oluşudur. Bu süreçte, bireysel akıl ile
gerçekleşen tahminler “ortak ölçüt” ile sınanarak, “ortak akıl”a ulaşılmaya
çalışılır. Bu yönü ile bilimsel yöntem süreci, insanoğlunun ulaşabildiği en
güçlü uzlaşma formülü olarak algılanabilir.
Bilimsel yöntem, geleneksel beş basamaklı algıya Yazar’ın eklediği raporlaştırma ile birlikte, altı basamaklı bir süreç olarak ifade edilebilir. Bunlar:
1. Güçlüğün hissedilmesi
2. Problemin tanımlanması
3. Muhtemel çözümün tahmin edilmesi
4. Sınayıcı ortak ölçütlerin tespiti
7 Kwane Anthony Appiah, Kozmopolitizm: Yeni Küresel Ahlak. Çeviren: Fezal Gülfidan;
yayına Hazırlayan: Zülfü Dicleli (İstanbul: Türk Henkel Yayınları, 2007).
8 Hz Ali’den Devlet Adamlarına Öğütler. Advices of Ali (R.A.) for Statesmen (Ankara: Seha
Neşriyat, ty.).
17
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
5. Deneme/sınama (veri toplama) ve değerlendirmenin yapılması ile
6. Raporlaştırmadır.
Bu süreçler “tanılama–sınama–raporlaştırma” şeklinde gruplandırılarak
da ifade edilebilir (Şekil 2).9 İlk iki aşamaya “teşhis” ve “tedavi sınaması” da
denilebilir. Tanılama aşamasında problem anlaşılmaya; muhtemel çözüm
tahmin edilip soru ya da hipotez/denence formatında ifade edilerek, sınama
için “ortak ölçütler” tespit edilmeye çalışılır. Sınama aşamasında, problem
çözümüne yönelik tahminlerin belirlenen ortak ölçütler üzerinden toplanacak verilerle desteklenip desteklenmediklerine bakılır. Nihayet, bütün bu
süreç ve elde edilen sonuçlar, başkalarının da kolayca anlayabilmesi için,
belli bir model bütünlüğünde rapor edilir.
Fen ve tabiat bilimleri gibi alanlarında, gözlenebilir “nesnel” ölçütler geliştirilmiş ve önemli kazanımlar elde edilmiştir. Nesnel dünyanın anlaşılmasında çok önemli gelişmelerin önü açılmış; insanın doğaya hâkimiyeti
artmıştır. Muhtemelen bu başarılara da bakarak, sosyoloji ile anılan ünlü
Fransız matematikçisi Comte (1798-1857), teoloji ve metafizik dönemlerinin
kapandığını ifade ile pozitivist felsefenin egemen olması gerektiğini savunmuştur.
Şekil 2. Bilimsel Yöntem Süreci
Entelektüel kesimde destek bulan bu algı, zamanla, keskin bir din-bilim
ayırımı yapan; teoloji ve metafiziği “insanlığın ilerlemesini engelleyici” alan9 Niyazi Karasar, Bilimsel Araştırma Yöntemi: Kavramlar İlkeler Teknikler (25. basım.
Ankara: NOBEL, 1982 ... 2013).
18
2013/2
lar olarak, horlayan; yalnızca “nesnel olgu”ları önemseyen bir algı çerçevesine dönüşmüştür. Ancak, pek çok alanda nesnel ölçüt bulmak, maalesef, henüz mümkün olamamıştır; öngörülebilir yakın bir gelecekte başarılabileceği
de son derece şüphelidir. Bu koşullarda yalnızca “nesnel” ölçütlü bir arayış,
insan hayatının ancak bir bölümünü ele alıp anlamaya ve geliştirmeye çalışırken, öznel nitelikli sosyal ve manevi boyutta büyük ihmallere ve belki
yıkımlara yol açılmaktadır! Böylece, büyük ölçüde öznellikler üzerine kurulu insan hayatı önemli boyutlarıyla bilimsel sorgulamanın ilgi alanı dışında
tutulmuştur.
Ancak, bu dışlama uzun sürmemiş, sosyoloji, psikoloji, yönetim vb pek
çok alanda nesnel özentili ortak ölçütler arayışı başlamıştır. Bu amaçla, psikometri ve ekonometri gibi alanlar geliştirilmiştir. Ne var ki, bunlar nesnellikten uzak “paylaşılmış öznellikler” üzerine kurulu ortak ölçütler olduğu
gerçeği yeterince fark edilip kavramsallaştırılamamıştır.
Kuşkusuz, var olan “öznellikler” ne kadar nesnelleştirilebilirse geleneksel
bilimsel yöntemin işlerliği de o kadar kolaylaşacaktır. Bu konuda mesafe
alınması gerekli ve mümkündür. Bu, insanın, asırlardır kanıtlanmış “ortak
akıl gücü”ne inancın da bir gereğidir. Zira bir zamanlar, ancak “keramet”
denilebilecek şeyler, artık bilimin ortak ölçütlerine göre nesnelleştirilebilmiş; elektrik, radyo ve TV yayınları, mühendislik, tıp vb alanlarda önemli
gelişmeler sağlanmıştır. Kâinatın yaratılışı gereği, belki, bir miktar “giz”in
ulaşılamazlığı normal bulunsa bile, bu konularda daha işin başında olunduğu söylenebilir. Bu bağlamda, “nesnel ortak ölçüt” konusu, bilim çevrelerinin çok daha özgün kavramsal ve teknik çalışmalarını gerektirecektir.
Bu çalışmalara paralel olarak, öznel alanları da bir şekilde kuşatan yeni bir
bilimsel algı kavramına ihtiyaç var görünüyor. Bu çalışmada bu yönde bir
pencere açılmaya çalışılmıştır.
Aydınlanma Çağının Kısa Bir Muhasebesi
Evreni ve mevcut yaşamı anlamadaki teoloji ve felsefe ağırlıklı geleneksel algı ile orta çağ Avrupası’nın papazları ve kiliseleri bir tür ilahlaştıran
yaklaşımları, yoğun bir şekilde, “din-akıl” çatışmasının yaşanmasına yol açmıştır. Batıda, kendisi de bir papaz olan Martin Luther’in 1517’de Wittenber
19
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
Kilisesi kapısına astığı 95 maddelik itiraz ile kilise ve onu temsilen papaz
ve papa’nın “günahlardan arındırma” gücü ve etkinliğini “dinin istismarı”
olarak yorumlayıp karşı çıkması, Hıristiyanlık’ta “akıl’a vurulan zincirin
kırılması” ve aydınlanma çağına geçişi tetikleyen ilk ciddi girişim olarak
algılanmaktadır.
“Aydınlanmacı” düşünürlerin öncülüğünde, on altıncı ve on yedinci yüzyıl Orta ve Batı Avrupa’sında gerçekleştirilen bilimsel atılımların toplamı
anlamında anılan ”bilimsel devrim” ile de önemli kırılmalar yaşanmıştır.
Bunlar arasında: Copernicus’un 1543’deki “Göksel Cisimlerin Hareketleri
Üzerine” adlı eseri; Vesalius’un aynı yıl yayınladığı “Anatomi” kitabı; Kepler’in 1609 ve 1618 yıllarında gezegenlerin hareketlerini uzay ve zamanda
betimleyen matematiksel yasaları; Galileo’nun, 1610’dan sonra geliştirdiği
teleskopla gök cisimlerini incelemesi ve Aristo fiziğini yanlışlayıp Copernicus’u destekleyen çalışmaları; Descartes’in “Yöntem Üzerine Nutuk” adlı
“mantıklı düşünmenin kuralları” olarak lanse edilen ünlü felsefe eseri; Bacon’un 1620’de, “tümevarımsal” yöntem ile deneye ve gözleme dayalı bilgi üretmeyi açıklayan ünlü “Novum Organum” adlı yayını; Newton’un,
1686’daki “Tabiat Felsefesinin matematiksel İlkeleri” adlı kitabı; ve nihayet
Galieo’nun başlattığı atılımı sonuçlandıran ve yeryüzünde ve göklerdeki
tüm maddesel hareketleri açıklayan yasaları önemli bir yer tutmaktadır. Bütün bunlarla, içlerinde Aristo fiziği, Ptolemaios astronomisi, Galenos ve İbni
Sina tıbbının da bulunduğu, yaklaşık iki bin yıllık bilimsel birikimin yüz elli
yılda değişmesi anlamında bir sıçrama yaşanmıştır.10
Birinci aydınlanma çağı ile başlayan ve Newton fiziği ile sembolize edilen
atılımın felsefesi, dünyada, her şeyin belli sebep-sonuç ilişkileri içinde cereyan ettiğidir. Bacon’un anlatımı ile “nedensel ilişki” vardır. Doğaya egemen
olmak için onu harekete geçiren nedenleri kontrollü biçimde kullanabilmek
gerekir.
Aydınlanmacılar, tümü ile nesnel (gözlenebilir) verileri önemsemiş; nedensel ilişkileri “kesin”, “mutlak” ve “tek doğru” olduğu ve bunun denemelerle bulunabileceğini kabul etmişlerdi. Bu algılamada, her şey, son derece
10 Erdal İnönü, Bilimsel Devrim ve Stratejik Anlamı (2. baskı. Ankara: Türkiye Bilimler
Akademisi, 2005), ss. 14-16, 26.
20
2013/2
berrak, “tek sebep – tek sonuç” ilişkisi içinde, kolayca anlaşılabilecek nitelikte kabul edildi. Buna göre, bir şey ya vardır ya da yoktur; ikisi arası bir şey
söz konusu değildir; var olan şeyler de “nesnel” olarak ifadelendirilebilmelidir; bu anlamda ölçülemeyen şey, aslında, “yoktur”!
Böylece, daha sonra, adına “pozitivizm” denilen ve hâlâ geçerliğini büyük
ölçüde koruyan güçlü bir bilimsel algı gelişmiştir. Artık, var olduğu ya da
olabileceği sanılan her olgu ya da ilişki “ortak nesnel ölçütler” ile gözlenip
denenerek keşfedilmeyi beklemektedir. Kuşkusuz, bu algı, nesnel dünyanın
anlaşılması ve kontrol altına alınmasında büyük gelişmelere kapı açmıştır. O
kadar ki, bunu gözlemleyen ünlü Fransız matematikçi Comte (1798-1857)’ye
göre, ilk defa kullandığı “sosyoloji” terimi ile aydınlatılmak istenenler de
dahil, “bundan böyle pozitivist felsefe egemen olmalı; teoloji ve metafizik
dönemi artık kapanmıştır”.
Sonuçta, din-bilim ayırımına dayalı; teoloji ve metafiziğin, “insanlığın
ilerlemesini engelleyici” alanlar olarak horlandığı ve yalnızca “olgu”ların
önemsendiği “pozitivist” bir aydınlanma dönemi başlamıştır. Semavi dinlerin açıklamaları, nesnel olmadıklarından, tümü ile “bilimsel uğraş” dışında
ve “değersiz” sayılmış; o kadar ki, bazı kesimlerde, hayatın manevi boyutunun tümü ile reddedildiği, adeta “peygamberi bilim” olan bir insanlık dini
algısının oluşumuna yol açılmıştır! İnsanlık, bu şekilde, yaklaşık üç yüz yıllık (belki “şaşkın” denilebilecek) bir dönem yaşamıştır.
Bilimsel devrimi fiilen yaşayamayan toplumlarda, bu kavramlar, farklı
bir zihinsel donukluğa neden olmuştur. Adeta, mutlaklık algısı ile kutsandığı için eleştirilen “din”in yerini, gerçeğin tek ve mutlak temsilcisi gibi algılanmaya başlanan bilim almıştır.
Bu sınırlıklarla bile olsa, aydınlar arasında kendine güçlü bir yer edinen
“pozitivist” akımın halk’a yansıması aynı kolaylıkta olmamıştır. En azından,
toplumun bir kesiminin vicdanında gerçeği tam da temsil etmediğine inanılan “zapt edilmiş” yeni kaleler inşa edilmiştir! Bu algı çerçevesinin kabulü
için harcanan yoğun çabalara rağmen, ciddi “halk-aydın” ayrışması halen
bile yeterince önlenememiştir. Zira bu ayrışmayı giderecek yeni bir algı çerçevesi geliştirilip hayata yansıtılamamıştır. O kadar ki, hayatın öznel yönle21
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
rinin ihmal edilişini düşünen zihinlerde oluşan güvensizlikle, pozitivizmin
mevcut potansiyelinden bile yeterince yararlanılamayan ortamlar oluşmuştur.
Yeni Bir Bilimsel Algı Çerçevesi
İnsanlık, maddi ve manevi yönleriyle mutlu ve müreffeh bir hayat için
“medeniyetin ortak paydasında” yeni bir bilimsel algı çerçevesine muhtaç
görünüyor. Bu altbölümde, böyle bir ihtiyacı zorlayan faktörler ile geleneksel bilimsel yaklaşımda öngörülen kavramsal bazı değişiklikler özetlenmiştir.
Zorlayıcı Faktörler
Yeni algı çerçevesine olan ihtiyacı zorlayan faktörlerden belki en önemlileri arasında “hayatın bütünselliği”, “birlikte yaşama ve uzlaşma zorunluluğu” ile “kuantum fiziğinin yol açtığı algısal değişim” sayılabilir. Bu alt bölümde, yeni algı çerçevesini geliştirme, içselleştirme ve yaygınlaştırma için
anlaşılması gereken bu dinamikler kısaca tanıtılmaya çalışılmıştır.
Hayatın Bütünselliği
İnsanın maddi ve manevi boyutlarıyla bir bütün olduğu, dinen de ilmen
de hemen her zaman kabul edilmekle birlikte, ortak akıl sorgulamasına açılarak anlaşılmaya çalışılması büyük ölçüde maddi boyut ile sınırlı olagelmiştir. Oysa karar süreçlerinde kullanılan algısal irade kaynakları, yoğun
olarak, hayatın öznel boyutu ile de ilişkilidir ve hayatın maddi yönden iyileştirilmesi insanları mutlu etmeye yetmemektedir; hatta bireysel ve toplumsal yıkımlara bile neden olunabilmektedir.
Söylemlerde önemsenen bu gerçekliğin içselleştirilip gecikmeden bilimsel araştırmalara konu edinilmesi, elde edilecek sistemleştirilmiş bilginin
hayata yansıtılması beklenir. Aksi halde, küreselleşen dünyada barış içinde
birlikte yaşamak güçleşecektir.
Birlikte Yaşama ve Uzlaşma Zorunluluğu
Fizik, psikolojik vb özellikleri ve yaşam felsefesi açısından benzersizlik
anlamında adeta “müzelik” olan insan, tabiatı icabı, başkaları ile birlikte ya22
2013/2
şama ihtiyacındadır. Bu ihtiyaç, bireyi, başkalarını, yalnızca nesnellikleri ile
değil, benzersiz öznellikleri ile de anlamaya ve gerektiğinde bazı özgürlüklerden “vazgeçme” pahasına uzlaşıp, birlikte yaşama sözleşmesi yapmaya
mecbur etmektedir. Bu bağlamda, birlikte yaşamak isteyenler, birbirlerinin
görüş, tutum, inanç vb öznel algısal iradelerini anlamak ve ortak payda arayışında dikkate almak zorundadır. Bu anlamda, herkes birbirine muhtaçtır!
Bu düzende, insanlar “kendi özelinde tam; kamusal hayatta sınırlı özgürlüğe sahiptir”. Yani, ortak yaşam hiç bir kişi ya da grubun öznel algısına
göre kurgulanamaz. “Farklılıklarla birlikte yaşamak” belki en önemli toplumsal uzlaşı şeklidir. Böylesi bir uzlaşı, kabul edilebilir bir toplum düzeni
sağlaması yanında, kişilerin öznel algılarının bir şekilde sınanma hakkının
saklı tutulmasına da imkân verir. Zira toplumun “akıl ve vicdanında” kabul
görmeyen kuralların kalıcılığı olmadığı gibi toplumsal barışa katkısı da beklenemez!
Toplumsal uzlaşıların bir bölümü, pozitivist felsefenin ortak ölçütlü ve
gözlenebilir nesnel veriler (geleneksel bilimsel irade) üzerine inşa edilebilirken, insanoğlunu ilgilendiren din, demokrasi vb pek çok öznel alanda “ortak nesnel ölçüt” temini henüz mümkün değildir. Bu durum, daha farklı
arayışları zorunlu kılmaktadır.
Kuantum Fiziği ile Oluşan Algısal Değişim
Yirminci yüzyılda, başta Mack Plank, Einstein ve Niels Bohr olmak üzere, pek çok bilim insanının deney, tez ve antitezleriyle yaklaşık otuz yıllık
bir sürede olgunlaşan Kuantum fiziği/mekaniği ile gerçekleşen dönüşüm11
önemli izler bırakmıştır. Bununla, birinci aydınlanma döneminin Newton
fiziği bağlantılı “pozitivizm” algısının sınırlıkları daha iyi anlaşılmış; bilimsellik algısı ve uygulanma alanlarının değişimine tanık olunmuştur.
Kuantum fiziğinin tespitleriyle: ışığın sadece dalgalardan değil, cisimciklerden de oluştuğu; her parçacığın ayrık birimler halinde salındığı (dalgalar
üretebildiği); ilişki ağında uzaklığın sorun olmadığı; sürekli değişim (ışık-enerji) ve belirsizliklerin yaşandığı; böylesi bir ortamda, sonuçların, mutlak
değil, ancak “olasılıklı” olarak algılanabileceği kabul edilmiştir. Böylece,
11 Okuyucu, bu konuda pek çok yayına kolayca ulaşabilir.
23
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
birinci aydınlanma döneminin bilim felsefesinin temel algı çerçevesi olan
Newton fiziğinin “belirlilik/deterministic” ilişkiler imparatorluğu, “belirsizlik/indeterministic” ilişkiler kabulü ile kökten sarsılmıştır. Bilimsel yöntemin “tek sebep-tek sonuç” algısı yerine belki tümü ile bilinmesi bir yana
düşünülmesi bile zor olan “çoklu sebep-sonuç” algısı hakim olmuştur. Önceleri bazılarınca “bilim” alanı bile sayılmayan toplumbilimler artık daha
rahat çalışılmaya başlanmıştır. Kısaca evrene bakışta, insanlara yepyeni bir
pencere açılmıştır. Bu bağlamda, mutlak algılı pozitivizme yönelik eleştiri
ve karşı koymalar, fizik dünyadan önemli bir “destek” bulmuştur!
Ne var ki, Kuantum fiziğinin ürünleri olan bilgisayarlar, görüntüleme cihazları vb teknolojiler yaygın olarak kullanılırken, dönüşümün olaylara ve
doğaya bakıştaki yeni algı çerçevesi hayata henüz yeterince yansıtılamamıştır. Örneğin, insan yaşamında son derece önemli yer tutan din ve benzeri
öznel alanlar, pek çok bilim insanı ve “aydın” tarafından görmezlikten gelinmeye, dışlanmaya ya da açıkça aşağılanmaya devam edilmiştir!
Galiba, nesnel ve öznel ölçütleri birlikte dikkate alan ve bunları sorgulayabilen; bilinebilen sonuçların “algısal gerçeklikler” olarak “ihtimale dayalılığını” kabul eden yeni bir “bilimsel algı çerçevesi” kaçınılmaz bir ihtiyaç
olmuştur. Ortak aklın da inanç alanının Kutsal’ının da beklentileri bu olsa
gerek.
Değişen Bazı Kavramlar
Bilimsel araştırma faaliyetlerinde yeni bir algı çerçevesine ihtiyaç olduğu
varsayımı ile Yazar, bir yöntembilim öğrencisi olarak, kavramsal dönüşüme
yardımcı olabileceğini düşündüğü bir dizi “düşünme gıdası” üretmeye çalıştı.
Bu amaçla, bilimsel algı çerçevesinin önemli parametreleri olarak ortak
ölçüt kavramı ile araştırma ve bilimde ihtiyaç duyulan yeni sınıflandırma
önerilerinde bulunuldu.
Ortak Ölçüt: Paylaşılmış Öznellikler
Yeni bilimsel algı çerçevesindeki değişimin özünde, mevcut bilimsel yöntemdeki “ortak ölçüt” kavramının “paylaşılmış öznellik” olduğu kabulü
vardır. Bu bağlamda, nesnel-öznel nitelemesinin paylaşılmış “durağanlık”
üzerinden yapılabileceği düşünülmektedir. Halen, ağırlık, uzunluk, sıcaklık
24
2013/2
gibi artık durağan kabul edilen uzlaşılarla oluşan ortak ölçütlere “nesnel”;
başarı, yetenek, ilgi, beğeni, kalkınma gibi şimdilik daha az durağan (değişkenliği fazla) olan ortak ölçütlere de “öznel” nitelemesi yapılabilir. Yani,
paylaşılma “nesnel” denilebilecek bir durağanlığa ulaşabileceği gibi “öznel”
seviyede de kalabilir. Bu, bir süreçtir. Bugün “nesnel” olarak bilinen pek
çok ölçüt, insanlığın daha önce paylaştığı öznellikler üzerine kurulmuştur.
Önemli olan, karar alma sürecinde, mevcut bilinenler ışığında, “elde edilebilen en durağan dayanağı (veriyi) kullanabilmektir.
Özellikle sosyal bilimlerde halen kullanılmakta olan ortak ölçütlerin çoğunda “öznellik” ağır basmakta ve “nesnel” kabul edilebilecek durağanlıkta
veri temini mümkün olmamaktadır. Bunların ortak akıl ürünü bilgi üretebilmesi için “paylaşılmışlıkları artırılmaya” (daha durağan hale getirilmeye)
çalışılmaktadır. Aslında, bu ad ile anılmasa ve sınırlıkları yeterince dikkate
alınmasa da, halen pek çok alanda kullanılan ölçütler bu türdendir! Bu anlamda, durağan ortak ölçüt arayışı yeni değildir - “psikometri” ve “ekonometri” gibi alanlar bu yaklaşımın yaygın olarak bilinen uzmanlıklarıdır.
Henüz nesnelleştirilemeyen “paylaşılmış öznellikler” arayışında bilimsel diyalog önemlidir. Bu amaçla, uzman paneller ve gelişmiş istatistik
çözümlemeler sıkça kullanılmaktadır. Ayrıca, medeni dünyada “evrensel”
kabul görmüş ve çeşitli uluslararası sözleşmelerle koruma altına alınmış
“temel insan hak ve özgürlükleri” gibi ölçütler de saygın “paylaşılmış öznellikler” olarak kabul görmektedir. Bu bağlamda, “düşünce ve inanç özgürlüğü” adeta bütün özgürlüklerin taşıyıcısı olarak önemsenip tirizlikle
korunmaya çalışılan temel insan hakkı olarak tescil edilmiştir.
Kuşkusuz, ölçütteki öznellik payı arttıkça toplumsal uzlaşılar da zorlaşır.
Uzlaşma ilke, emek ve zaman ister. Böylesi bir uzlaşının anahtar ilkesi yada
kuralı farklılıklarda mantık aramaktır.
Bu süreç, bireysel akılların Yaratıcı iradeye yaklaşma yönünde birlikte bir
mükemmellik arayışı olarak da algılanabilir! Medeni dünyanın önemsediği bu algı henüz yeterince anlaşılıp yaygınlaştırılamamış olsa bile, İslam’ın
asırlar öncesinden koyduğu “meşveret” ve tasavvufta “başkalarından yana
olmak” (farklılıkları başkalarına mutluluk verecek şekilde değerlendirmek)
diye açıklanan ilkeler ile açıkça teşvik edilmiştir. Dolayısıyla, “farklılıklarda
25
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
mantık aramak”, bilimsel bir gereklilik olduğu kadar dinen de hoş görülebilir bir ilkedir denilebilir.
Bu yaklaşımda, her görüş ya da algı çerçevesi sınanmaya ve değerlendirilmeye değer sayılır. Uzlaşma, her zaman “benzer algı ve uygulamaların
kabulü” anlamına gelmez; farkın varlığının tespiti ve birlikte var olma iradesinin oluşturulması da önemli bir uzlaşıdır.
Bu gerçeklikler ışığında, sınırlıklarının da bilincinde olarak, bütün algısal
irade kaynakları daha rasyonel olarak kullanılabilecek; belki insanlığın barış
içinde birlikte yaşayabilme şansı artacaktır.
Gerçekten de, yirmi birinci yüzyılda, birey ve toplum yaşamında hissedilen pek çok problemin barışçıl yollarla çözümünde “ortak toplumsal algı”
önemlidir. Bu “ortak algı”, bazen “nesnel”, ama çoğu zaman, “paylaşılmış
öznellikler” türünden algısal ölçütlerle elde edilebilmektedir. Bu anlamda,
ortak ölçüt kavramı, bilim ve teknolojinin geliştirilmesi kadar, düşünce ve
inanç özgürlüğünün yaşandığı çoğulcu demokratik toplum yapısının da
“olmazsa olmazı” sayılır. Medeniyetin ortak paydasının “ideali” katılımcı
demokratik yapı, ancak paylaşılmış öznellikler ile kurulabilir ve yaşatılabilir.
Bu bağlamda, medeni dünyanın en büyük başarısı, galiba, “eşit koşullarda birlikte var olma” ortak ölçütünde (ilkesinde) uzlaşmış olmaktır. Bunun
için, mümkünse “nesnellik”; değilse, ortak algısal ölçütlü “paylaşılmış öznellikler” üzerinden yürütülen süreç ve ürünlerin geliştirilmesine çalışılır.
Zira gerçeğe yaklaşmada, henüz insanoğlunun üretebildiği daha güvenli bir
yol bilinmemektedir.
Ortak algısal ölçüt kullanımını teşvik eden pek çok ilmi ve dini gerçeklikten de söz edilebilir. Dini açıdan, “tevhit” algısının giderek daha bilinçli
şekilde insan hayatına yansıması ve “ortak akıl ve ortak gönül”e dayalı uzlaşıların giderek daha yoğun aranır olması önemli bir gelişmedir. Sıkça sözü
edilen “dinler arası diyalog” çalışmaları da bu ortak algı arayışının bir ürünü olsa gerek. Bilim kaynaklı en etkili gelişme ise, yirminci yüzyılda fizikte
yaşanan “Kuantum devrimi” ile her türlü bilimsel ürünün, kesin ve mutlak
26
2013/2
değil, “olasılıklı algısallık” olarak yorumlanabileceği gerçekliğinin daha iyi
anlaşılması ile yaşanmıştır.
Kuantum devrimi ile bilim adamlarına, adeta, “yanılabilme hürriyeti” tanınmış; sosyoloji, psikoloji vb sosyal bilim alanları yanında, öznellikte belki
en uç örnek olan inanç alanında da, isteyenler için, “paylaşılmış algısal ölçütler” ile bilimsel irade algılı uzlaşma arayışı daha bir saygınlık kazanmıştır. Bir başka ifade ile öznel alanlarda yapılan bilimsel çalışmalardaki “çekingenlik” havasını azaltıp, daha çok cesaretlendiren bir ortam oluşmuştur.
Daha açık bir deyişle, bilimdeki geleneksel nesnel ve mutlâkiyetci algı yıkılmış; öznelliğin en yoğun yaşandığı kutsal algılı inanç alanı bile “ortak akıl/
gönül” merakına açılmıştır.
İnanç alanında “ortak ölçüt” hakemliğine başvurmak da dini bir gereklilik gibidir.12 Kur’an’da araştırma, bilim ve akıl yüceltilmekte; bilinçli inanma
önemsenmektedir. Örneğin, “Hac:8-9”da ilmi olmayanların kibirlerine ve
insanları Allah yolundan saptırmalarına dikkat çekilmektedir!
Bu durum insan doğası ya da daha somutta insan zihninin işleyişi ve öğrenme süreci ile de bire bir uyumludur. Her şeyde olduğu gibi, insan, dini
de ancak kendi araştırıcı çabası ile anlayıp içselleştirebilir. Bu nedenle, ortak
akıl/gönül ile geliştirilen kavram, süreç ve ölçütlerin dini anlama ve yaşamada da kullanılması Yaratıcı güç’ün de istediği ilahi bir buyruk olsa gerek.
Bütün bunlar, Allah’ın kullarına bahşettiği akıl ve gönül’ün sistematik
hakemliğine başvurmak anlamına da gelmektedir. Bu hakemlik sürecinde,
muhtemelen, iman yansıması olan gözlenebilir amel sorgulaması hedef
alınabilir. Allah’a iman, kolay değişmeyen öznel bir kabul ya da yaşam
felsefesidir. Kişinin kendisi dışında buna kimse nüfuz edemez; Allah’tan
başka kimse de bunu bilemez ve değerlendiremez. Bir başka deyişle herkesin kendi “öznel algısal ölçütü” kendisi için değerlidir; bu anlamda “ortak
algısal ölçüt” arayışı bile gereksiz görülebilir. Ancak, “geçerlik” algısıyla
olmasa da, farklı inanç algılarına sahip kişilerin birlikte yaşamasının kurallarını oluşturmada bazı amellerde “ortak ölçüt” arayışı kaçınılmazdır. Bu
12 Ethem Ruhi Fığlalı, “Yeni Bir Geleceğe Açılırken İslam ve Müslümanların Bazı Meseleleri,”
Yeni Bir Geleceğe Açılırken İnsan ve Din Sempozyumu. Adana, 08-09 Kasım 2001 (Adana:
Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, 2002), s. 20.
27
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
amaçla, imanın “amel” sayılan (davranışa yansıyan) algı ve uygulamaları,
bilimsel yöntemin ortak ölçütleri olan geçerlik (validity) ve iç tutarlık (reliability) sorgulamalarına açılabilir. Tek başına “tutarlık” sorgulaması bile,
gerçek hayatta, “kültürel kalıplaşma” ürünü olarak, başkaca bir geçerlik ya
da tutarlık endişesi taşımadan yerleşen birçok algı ve uygulamanın ayıklanmasına; böylece, Kur’an-i temelde “iman amel” örtüşmesine ciddi katkılar
sağlayabilir.
Belki ancak böylece, bütün öznel alanlarda ortak aklı işletmek; özellikle
din, mezhep vb inanç farkları nedeniyle yaşanan ve bazen cana kıymaya
varan karşıtlıkları anlamak ve önlemek mümkün olabilir. Kuşkusuz, birlikte yaşama sözleşmesi yaparken, ortak ölçüt arayışında bütün algısal irade
kaynakları bir şekilde değerlendirilerek, insanın ve toplumun bütününe
hitap edilebilmek son derece önemlidir. Aksi halde, muhtemel boşlukların
doldurulmasında “çıkara dayalı bireysel öznellikler” artar, ortak akla dayalı
evrensel ilke ve uygulamaları hayata geçirmek zorlaşabilir!
Böylesi bir ortak ölçüt arayışında, tek bir gerçeklik algısı kadar, farklı gerçekliklerin varlığı ve bunların birlikte yaşanabileceği algısına ulaşılması da
mümkün ve aynı ölçüde önemlidir. Bu anlamda, her uzlaşı birlikte yaşama
sözleşmesi için temele konulan önemli bir taş gibidir.
Yazar, paylaşılmış ortak ölçüt arayışının önemli bir mekanizması olarak
geliştirdiği “evet, …; fakat, … sarmallı bilimsel diyalog süreci”ni önermektedir. Şekil 3.
Bilimsel diyalog, etkileşimli bir iletişim modelidir. Amaç, özellikle inanç
vb duygu ve değer yoğun alanlarda toplumsal uzlaşı sağlamaktır - “ben” ve
“sen”i “biz” yapmaktır; bir başka deyişle, “bireysel öznellikten paylaşılmış
öznelliğe” geçişi ya da farklı gerçeklik algıları ile yüzleşerek “birlikte var
olma” uzlaşısı sağlamaktır.
Bilimsel diyalogda başarı “farklı görüşlerde mantık arama; ölçütlü ve bağıntılı düşünme; ortak ölçütlülük; yanılabilmenin peşinen kabulü; kuşkuculuk; olasılıklı yargı; sabır ve kanıt için kararı erteleme gibi bilimsel tutum ve
davranışlara uygun hareket etmekle sağlanabilir. Bu modelde etkileşim için
küçük grupla çalışmak esastır. Bu yaklaşım, grubun küçüklüğü ve sözlü ile28
2013/2
tişim yoğunluğu nedenleriyle, yöntembilimdeki yaygın kullanımı ile “odak
grup görüşmesi” (focus group interview) olarak da anılabilir.
Bilimsel diyalog, özünde, problemin farklı düşünen tüm taraflarının katıldığı eleştirel düşünme sistematiğinde bir öğrenme sürecidir. Bu süreçte
taraflar, gönüllü olarak, birbirlerinin ortaya koyduğu açıklama, gerekçe ya
da seçenekleri karşılıklı olarak anlamaya, onlarda mantık, tutarlık ve mümkünse geçerlik aramaya, eleştirmeye, elemeye ve paylaşmaya; bu mümkün
değilse, herkesin yanılabilme hürriyetini kullanarak “farklılıklarla bir arada
yaşayabilecekleri” bir toplumsal sözleşme yapmaya çalışır.
Süreç olarak, bilimsel diyalog, öz’de, bilimsel yöntemdeki basamakları
izler. Yani, önce hissedilen güçlüğün problem olarak tanımlanmaya - hangi değişkenlerin etkili olduğu ve aydınlatılması gerektiği, hangi ilişkilerin
var olabileceği vb tespit ve tahminlerde bulunulmaya; hangi sorulara cevap
aranması gerektiğine; bu süreçte hangi ölçütlerin kullanılabileceğine; benzerlik ve farklılıklar hakkında bilgilenilmeye; farklılıklara yaşama hakkı
tanınması da dahil, “ortaklaşa kabul edilebilir” algı ve uygulamalara ulaşılmaya çalışılır.
Bu süreçte aranan nicel ve nitel verilerin toplanması ve değerlendirilmesinde de bilimsel yöntem sürecindeki teknikler kullanılır. Bu amaçla, diyaloga taraf olanlar, “görüşme”ye ön hazırlık olmak üzere, belgesel tarama,
gözlem, görüşme ve yazışma yolu ile topladığı bilgilerle, tartışmaya konu
olabilecek muhtemel noktaları önceden belirlemeye çalışırlar. Başarılı bir diyalog süreci için, bu tür bir ön hazırlığın önemi büyüktür.
Bilimsel diyalog’da, tartışmalar, farklılıklara saygı temelinde, mümkün
olduğu ölçüde, karşı tarafın özgürlük alanını genişletip rahatlatmak amacıyla yapılır. Bunun için süreç, karşıdakinin “güçlü/haklı” görünen yanları
samimi olarak anlaşılmaya çalışılıp vurgulanarak sürdürülür. Böylece, birlikte çalışmak ve/veya var olmak için uygun bir güven ortamı hazırlanır.
Daha sonra, o bağlamda bilinmediği, karanlıkta kaldığı, eksik ya da yanlış
algılanmış olabileceği sanılan farklı talepler de dile getirilebilir.
Bu süreçte, başlangıçta var olan görüş ayrılıklarını gidermenin ya da
azaltmanın ya da birlikte var olmaya karar vermenin anahtar kavramı, di29
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
yalogda, karşılıklı olarak “EVET” diyebilmeye çaba harcamaktır. Buradaki
“evet”, karşı tarafın mantığını anlamaya çalışmanın, mümkünse paylaşmanın ya da muhtemel farklılığa saygı duyulup birlikte var olma arayışının
samimi bir göstergesi olmalıdır. Zira her görüşün kendine göre bir mantığı
vardır; diyalogda karşı tarafa düşen, öncelikle bu mantığı anlamaya çalışmaktır. Bu anlamda, “evet, gerekçeni anlıyorum; galiba şunu … düşünüyorsun;
bu yönü ile haklı da olabilirsin; en azından bu farklı algıda bulunmana saygı duyarım” mesajı verilerek, iletişim rahatlatılır. Karşı tarafın buna vereceği karşılık
da benzer bir “mantık arama” söylemi ile olur. Böylece, taraflar arasında
başlangıçta sürtüşmeye de yol açan farklı algılar giderek örtüşmeye ya da
saygı içinde birlikte var olma noktasına evrilir.
Özetle, bilimsel diyalog bir “ölçütlü eleştirel düşünme ve sorgulama sürecidir. Bu süreçte, karar dayanağı olarak kullanılmak üzere, olabildiği ölçüde
net ve objektif sorularla bilgi alışverişinde bulunulmaya çalışılır. Kimsenin,
“hazır doğrular” ile başkalarına “nasihat” etmesi beklenmez. Aksine, düşündürücü, sorgulayıcı, ilham verici sorularla, karar sürecinde, kişinin görebildiği seçenek haritasını önce zenginleştirmek; sonra da, karşılıklı sorularla
bu seçenekleri eleyip bir uzlaşıya varmak amaçlanır. Bu nedenle, olabildiği
kadar çok sayıda ölçüt geliştirilmeye ve soru sorulmaya çalışılır. Zira her bir
ölçüt ve buna bağlı olarak sorulanlar çözüm seçeneklerini ve başarı olasılığını artırır; zihinlerdeki karanlık noktalar bu sorularla aydınlanır. Sorgulanmadığı için fark edilip düzeltilemeyen geçmiş saplantılardan kurtulmanın
bilinen en sağlıklı aracı sorulardır; çünkü değişim zihinseldir, zihni etkinleştiren de sorulan sorulardır.
Bu bağlamda, galiba, başarının sırrı sorulan soruların niteliğinde saklıdır.
Benzer sorunların sürekli olarak yaşandığı din gibi değer yargılarının yoğun
olduğu alanlarda yeni açılımlar, ancak, soruları değiştirmekle mümkün olabilir. Eskiden beri kullanılmakta olan “yargılayıcı sorular”, eski cevapların
bir tür tekrarından öte gitmeyen sonuçlar doğurur! Oysa öyle sorular vardır
ki, alanında devrim yaratır. Göçebe toplumların “suya nasıl ulaşırız?” sorusundan “suyu buraya nasıl getiririz?” sorusuna geçişleri ile “tarihin akışını
değiştirip”, yerleşik düzene yönelmeleri buna klasik ve güzel bir örnektir.13
13 Marille G Adams, Soruların Gücü: “Sorularını Değiştir, Hayatın Değişsin”. Çeviren Işıl
Ölmez (İstanbul: GOA, 2005).
30
2013/2
Bu nedenle, “özgürce soru sormak” hayati önemdedir. Tıpkı bilimsel
yöntemde “her gerekçeli iddiaya (hipoteze/denenceye) sınanma hakkı verildiği” gibi, bilimsel diyalog sürecinde de herkesin zihninde oluşan soruyu
sorma ve ona cevap arama/alma hakkı vardır.
Bilimsel diyalog süreci hemen her konuya uygulanabilir bir yapıya sahiptir. Diyalog’da, herkesin nesnel bir ortak ölçüt üzerinde anlaşması her
zaman mümkün olmayabilir. Bunun yerine, bireysel algı ve uygulamalar
anlamındaki “öznellikler” üzerinden fark edilebilirliğin artırılması; onlara
yaşama hakkı tanınması; nihayet mümkünse, “bireysel öznellikten paylaşılmış öznelliğe” geçiş için çaba harcanması önem taşır. Böylece, insanların
var olan bireysel farklılıklarıyla, barış içinde birlikte yaşamalarına imkân
verecek bir uzlaşma kültürünün oluşumuna ortam hazırlanmış olabilir. Örneğin, nesnel ölçütlü bilim algısına en uzak görünen dini konularda iman
esaslarının daha iyi anlaşılması, amel’in nihai amaç (misyon) geçerliği ve
iç tutarlık açılarından sorgulanarak iyileştirilmesinde de bilimsel diyalog
önemli bir rol oynayabilir.
Sağlıklı bir diyalog süreci başlatmanın ve var olan düşünce tıkaçlarını görebilmenin, belki de, ilk koşulu, bilerek ya da bilmeyerek ve tümü ile “doğru” kabul edilip tartışmaya kapatılan varsayımların fark edilmesi ve sorgulanmasına açık olmak; hatta böyle bir sorgulama süreci ile işe başlamaktır.
Bu anlamda diyalog, farklılıkların fark edilmesi üzerinden yanlış algıların
(“doğru” sanılan “yanlış”ların – “galat-ı meşhur”ların) düzeltilmesi için etkili bir mekanizmadır. Hintli bir şahsın, sohbet ettiği bir Hıristiyan’a, “kutsal saydıkları için inek eti yemedikleri” açıklamasında bulunurken, bunu
“Müslümanların domuzu kutsadıkları için yemedikleri” benzetmesinde bulunması yanlış bilgi ve varsayımların ne denli çarpık değerlendirmelere yol
açabildiğinin bir örneğidir.
Algılardaki farklılaşmalar hayatın bir gerçeğidir. Bunun çok önemli bir
nedeni de algısal irade kaynaklarının bütününün farkında olamayıştır. Herkes, kendince bunlardan bir yada bir kaçı ile karar verirken ya da onlardan
etkilenirken, başkalarının pozisyonlarının arka planından habersiz gibi yaşar ve uzlaşmak zorlaşır.
Diyalogun amacı farklılıkları ortadan kaldırmak kadar ve hatta belki ondan daha da önemli olarak, farklılıklarla bir arada yaşayabilmenin yolunu
31
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
açmaya çalışmaktır. O kadar ki, tek tanrılı dinlerdeki “yaratıcı” (Allah, Tanrı) kavramının niteliğinde bile tam bir uzlaşma olduğu söylenemez; ama
inanan herkes beyan edilmiş yada edilmemiş haliyle böyle bir güce inanır.
Bu durumda, diyalog ile algıları tek’e indirgemekten çok “farklılıklarla bir
arada yaşayabilmeyi kolaylaştırmak amaçlanır.
ALGILANAN SORUN: DÜùÜNCELER, TUTUMLAR, DURUMLAR
YargÕlayÕcÕTutumlar/Sorular!
Kargaúa/UyuúmazlÕk!
BBEN HAKLIYIM;dhNKh«
ABEN HAKLIYIM;dhNKh«
Anahtar: “Evet, ...; fakat, ... (EF)”OÕ
Ö÷renme Süreci
?
1AúamaBaúlangÕç'uruúlarÕ
?
2Aúama
EF
EF
3Aúama
EF
EF
4Aúama
4.
EF
EF
5Aúama
EF
EF
n.Aúama
BøZ
(BøRLøKTE EVET)
(Ortak AlgÕ ya da Birlikte Var Olma KararÕ)
PaylaúÕlanMutluluk!
Şekil 3. Bilimsel Diyalog Süreci: “Evet, ...; Fakat, ...” Sarmalı
32
2013/2
Bu yönü ile bilimsel diyalog bir kazanma-kaybetme çekişmesi (yarışması)
değil, birlikte kazanma/birlikte var olma arayışıdır. Bu nedenle, iletişimde
içerik ve sunuş karşı tarafı “güç durumda bırakma”, “köşeye sıkıştırma”,
“mat etme” ve benzeri duyguları değil, konuya ilişkin samimi “öğrenme”
ve “aydınlanma isteğini” yansıtan türden olmak durumundadır. Zira diyalog, yargılamak değil, öğrenmeye odaklı, akla takılan sorulara cevap arayan,
mevcut kabulleri (varsayımları) sorgulayan ya da var olan tahminleri (hipotezleri) sınayan ortak ölçütlü bir arayıştır.
Özetle ifade etmek gerekirse, belki yaratılışın da bir gizi olarak, müzelik
olma derecesinde farklılaşan insanlar birlikte yaşamak ister. Medeni dünya,
bu amacı “farklılıkların birlikte var olabildiği” gönüllü uzlaşı olan “katılımlı
demokrasi” gibi sistemler ile gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Kuşkusuz, çabaların başarısı, insanların diyalog sürecinin tasarım, içselleştirme ve uygulanmasındaki yetkinliğine bağlıdır.
Temel Araştırma: Kademeli Algı
Ölçütlerdeki paylaşılmış öznelliğin fark edilmesinin araştırma algısında
da bir yansıma bulması gerekir. Burada, geleneksel “temel” ve “uygulamalı” araştırmalara farklı bir algı çerçevesinden bakılmaya çalışılmıştır. En
önemli fark “temel araştırma”nın “bilgi üretme” işlevi öne çıkartılarak, çoğu
nesnel ölçütlü fen ve tabiat bilimlerinde “kuram” ile eşleştirilmiş geleneksel
bağından kopartılmasıdır. Bilindiği üzere kuram, pek çok araştırma ile üretilen bilginin sistemleştirilmesi sonucu ve nadiren elde edilen bir bilgidir.
Yani, her bilimsel çaba bir bilgi üretebilir; ama her bilgi kuram değildir. Kaldı ki bir bilginin değerli sayılabilmesi için illa kuram düzeyinde olması da
gerekmez; çoğu zaman bu mümkün de değildir. Aksine, pek çok sosyal bilim alanında ancak gerçekleşen kuram öncesi aşamaları da önemseyen yeni
bir “algı çerçevesi”ne ihtiyaç duyulmaktadır. Şekil 4’de bu durum sembolize
edilmiştir.
Bu yeni algıda temel araştırmalar, üretilen bilginin özelliğine göre kademelendirilmektedir. Birinci kademe, alana ilk giriş niteliğinde, karşılaşılan
problemin gerçekten ne olduğu ve hangi değişkenlerle bağlantılı olabileceğinin “kabaca” belirlenmesi anlamında bir “keşif” çalışması olan “açımlama”
düzeyidir. İkincisi kademe, mevcut durumun, probleme neden olduğu sa33
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
nılan değişkenler ve aralarındaki olası ilişkileri daha ayrıntılı olarak “tespit”
anlamında bir “ayrıntı saptama” düzeyidir. Bunlar bilimin “anlama” işlevine dönük, “nedir?” sorusuna cevap arayan çabalardır. Üçüncüsü, problemi
etkilediği tahmin edilen değişkenler arasında var olduğu sanılan nedensel
ilişkilerin belirlenip sınanmaya çalışıldığı “neden saptama” kademesidir.
Nihayet, son aşamada, problem alanındaki oluşumları sistematik ilişkiler
şeklinde açıklayabilecek “kavramsal bütünlük” çalışması olan “kuram geliştirme” düzeyinde bilgi üretimi yer alır. Bu son iki düzeyde bilgi üretimi
çabası bilimin “açıklama” işlevine dönük “niçin?” sorusuna cevap arayan
daha rafine ve üst düzey bir bilimsel etkinliği yansıtır. Alanın gelişmişliğine
göre, bilgi üretim düzeyleri de belli bir hiyerarşi içinde yükselir; bazen de
hiyerarşi izlenmeden sıçramalar yaşanır.
Böyle bir kademelendirme, nesnel konular yanında, din vb öznel alanlarda da “temel araştırma” çabasını özendirecektir. Zira geleneksel “temel
araştırma” kavramı, büyük ölçüde, nesnel alanlarda ve yalnızca “deneme”
modelli bir süreç içinde ve “kuram” geliştirmeye dönük çalışmalarla sınırlı
algılanırdı. Oysa burada, sınırlıkların da bilinci ile din vb öznel alanlarda da
bilimin “anlama” (keşfetme) ve bir ölçüde de “açıklama” işlevlerine uygun
araştırmaların yapılabileceğine dikkat çekilmektedir! Böylece, hayatın bütün halinde kavranmasına yardımcı olunabileceği umulur.
Uygulamalı araştırmalarda da genelde yaşanan bir algı hatasının düzeltilmesi gerekmektedir. Öz itibarıyla, uygulamalı araştırma temel araştırmada
elde edilen ya da uygulamalı araştırma sürecinde açığa çıkartılan bilginin
problemin fiili çözümüne yansıtılması sürecidir. Uygulamalı araştırmalar,
bir dizi “deneme-geliştirme” çabasından oluşur. Bunlar probleme taraf olanlarca, algıladıkları sorunların çözümünde sahip olunan öznel ve/veya nesnel bilginin birlikte değerlendirilmesi anlamındaki “aksiyon (“action”/eylem)” ile denenmiş ürün ve uygulama geliştirmeye dönük “AR-GE” (R&D)
araştırmaları olarak sınıflandırılmaktadır. Uygulamalı araştırmalar bilimin
“kontrol işlevi” ile bağlantılıdır – ki buna “teknoloji” de denilebilir.
Aksiyon araştırması, bilimsel diyaloga dayalı bir süreçtir; güncel literatürde, sıkça, “atölye (“workshop”/yön arama) çalışması” ya da “çalıştay”
olarak da anılmaktadır. Bu tür bir araştırma, tercihan bir uzman yöntembi34
2013/2
limcinin kolaylaştırıcılığında, probleme taraf (paydaş) olan ve çözüm arayan sınırlı sayıda kişinin aktif olarak katıldığı sistemli bir diyalog süreci ile
gerçekleştirilir. Bu süreçte, her paydaşın dile getirdiği “doğru”lara, sonuna
kadar tanınma ve sınanma hakkı verilir ve bütün bunlardan bir “ortak akıl”
ürünü oluşturulmaya çalışılır.
UygulamalÕ ArDútÕrmalar
Kuram
Geliútirme
Ürün/ Uygulama Geliútirme
(AR-GE)
Neden Belirleme
AyrÕntÕ Belirleme
Aksiyon
(Eylem)
AçÕmlama
Temel ArDútÕrmalar
Şekil 4. Araştırma Tür ve Düzeyleri
AR-GE türü çalışmalar geleneksel olarak mühendislik alanlarında daha
yaygın olmasına rağmen, bütün alanlarda uygulanabilme potansiyeli vardır. Muhtemel ürünler bir dizi deneme sonunda elde edildiğinden, genelde
gerektirdiği zaman uzun ve maliyet yüksek olsa da problemlere geçerli ve
güvenilir çözümler bulmada son derece başarılı bir süreçtir.
Uygulamalı araştırmalar, genel felsefe ve işleyiş itibarı ile din gibi öznel
alanlarda da pekala gerçekleştirilebilir. Bu amaçla, kişi isterse, dinini daha
bilinçli yaşayabilmek adına, dini algı ve uygulamalarını “dinin nihai amacı
(misyonu)” ile ne kadar uyumlu/geçerli ve kendi içinde ne kadar tutarlı
olduğu anlamında bir iç denetim ve değerlendirmeye (rasyonelleştirme sürecine) açabilir.
Bilim/İlim: Sistemleştirilmiş Ortak Algı
Bilimsel algı çerçevesi ile gerçekleştirilecek yeni kavramsallaştırma ihtiyaç alanından önemli biri de çeşitli kesimlerce farklılaştırılarak14 kullanılan
“bilim” ve “ilim” terimleri için ortak bir algı çerçevesi oluşturmaktır.
14 İrfan Yılmaz (ed.), Yeni bir Bakış Açısıyla İlim ve Din 1(İstanbul: Zaman Gazetesi, 1998), s.61.
35
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
Farklı algıların ulaştığı uç nokta, galiba, “ilim”i İslam’a özgü bir kavram
olarak algılayıp, “bilim”i Batı’nın pozitivist anlayışının ürünü sayan bir algıdır. Bu algıda ilim ”kainatı ve Kur’an’ı okuyarak” elde edilir; bilim ise doğayı ve hayatı gözlemleyerek.
Bilindiği üzere, mevcut katı pozitivist bilim algısı nesnel ölçütlü gözlenebilenlerle sınırlıdır; özellikle dini literatürde sıkça geçen ilim algısı ise,
“akıl ve gönül”ün öznellikleriyle algılanan, Kur’an ve hadis kaynaklarının
yorumu anlamında, Yazar’ın “rasyonalizasyon” diye ifade ettiği bireysel
muhakeme ve sezişe dayalı bir arayışın ürünüdür. Bu iki alan, yıllarca, nesnel-öznel algısal farklılıklara paralel olarak, adeta birbirlerini dışlayıcı bir
yapı sergiledi. Genel olarak ve biraz abartı ile tekrarlamak gerekirse: bilim terimini kullananlar, gerçekliğin ancak nesnel (pozitivist) ölçütlerle anlaşılabileceğini; ilim terimini kullananlar ise “asıl gerçek” algının “manevi boyut”ta
saklı olduğunu ve bunun da duyarlı bir akıl-gönül ikilisi ile kutsal metinlerden ve kainatın yaratılış gerçeğinden keşfedilebileceğini düşünmüşlerdir.
Konunun ayrıntılı tartışması bu çalışmanın sınırlarını aşmakla birlikte, algılardaki bu farklılaşmayı sürdürmenin fazlaca bir anlamı olmayacağı; yeni
bilimsel algı çerçevesinde ortak anlamlı bir terim üzerinde anlaşmakta yarar
olacağı söylenebilir. Bu amaçla, burada “bilim/ilim” anlamında “bilgi”yi
çağrıştıracak “sistemleştirilmiş ortak algı” deyimi önerilmekte.15 Ancak, bu
ifadenin mevcut alan yazınında (literatürde) henüz yer almadığı için kullanımı (en azından şimdilik) pratik görünmemektedir.
Bu safhada, “ortak algı” ile “eş anlamlı” oluşları unutulmadan, “bilim” ve
“ilim” terimlerinin bir arada kullanılmaları ya da birinin tercihi düşünülebilir. Belki, güncel yaygınlığı da olan “bilim” terimini kullanmak; ona “ilim”
ile temsil edildiği düşünülen öznel-manevi alanın anlam yükünü de katmak
daha uygun olabilir.
Kuantum fiziği ve bilim/ilim bütünleşmesi ile daha iyi anlaşılması gereken gerçekliklerden biri de insanoğlunun ulaşabildiği her türlü bilginin,
olasılıklı bir algıdan ibaret olduğu gerçeğinin kabulü ve bunun bireysel ve
toplumsal karar alma süreçlerine yansıtılmasıdır. Kuantum fiziği ile gerçekleşen dönüşüm geleneksel algıdaki “mutlak doğru” kabulünün bir “serap”
15 Niyazi Karasar, Bilimsel Araştırma Yöntemi: Kavramlar İlkeler Teknikler (25. basım.
Ankara: NOBEL, 2013); Niyazi Karasar, Araştırmalarda Rapor Hazırlama (17. Basım. Ankara:
NOBEL, 3012).
36
2013/2
benzeri bir “yanılsama” olduğu; bunun yerine, “gerçeğe yaklaşılabileceği”
ve bunun da “algısal gerçeklik” ya da gerçeğin “tahayyülü” olarak kabul
edilmesi gerektiği şeklinde bir değişime yol açmak zorundadır denilebilir.
Yani, bir bilgi kaynağında mutlak olsa dahi, insanlar tarafından algılandığı haliyle artık “öznel, eksikli ve olasılıklı” yapıdadır. Bilginin kaynağında
mutlak olması yada insanlarca “öznel” veya “nesnel” olarak niteleniyor olması bu gerçeği değiştirmiyor! Bu durum, geleneksel bilim ve ilim terimlerindeki ayırımın giderilmesi ile hayatın nesnel ve öznel yönleriyle bir bütün
olarak algılanışını da kolaylaştıracaktır. İslam’ın “gaybı Allah’tan başkası
bilemez” söylemi, hem dini hem de ilmi açıdan bu algısal gerçekliğin de bir
yansıması gibidir. Bu anlamda, her keşif, Bacon’un deyimiyle, uzun yolculukta “konaklama yeri” gibidir.
Aslında, öteden beri bilim çevrelerinde bilinen bu olasılıklı yapı, günlük
hayatta, çoğu zaman adeta görmezlikten gelinmektedir. O kadar ki, “mutlak
algılı” bazı konularda “sebep-sonuç” ilişkisi gibi gözlenen ama gerçek işleyişin hâlâ yeterince bilinmeyişi bilmezlikten gelinmektedir. Elektrik düğmesini çevirince elektrik ampulünün yanması, somut bir ilişkiyi gösterse de
bunun niçin yandığının açıklamasının, bir dizi gözlenemeyen kabule bağlı
olduğu akla bile gelmemektedir. Atom ile ilgili kabul ve kavramsallaştırmalar için de durum bir çok bilinmez hakkında yapılan kabullere dayalıdır.
Bunlar ne kadar gerçekse, doğrudan gözlemlenemeyen kimi öznel kabuller de o kadar gerçek olabilir.16 Bu durum, maddi ve manevi dünyaların bir
bütün halinde, içselleştirilmiş olasılıklı yapıda yeni bir bilimsel irade algı
çerçevesi içinde bilimsel sorgulamaya açılmasının bir başka gerekçesi olarak
kabul edilebilir.
Bu bağlamda, insanlar için “ilahi irade” de “bilimsel/ilmi irade” de ulaşılması hedeflenen, ama ulaşılabildiğinden emin olunamayan birer algısal
gerçekliklerdir – nihai “mutlaklar” değil. Toplumda var olan farklı “ilahi ve
ilmi irade algıları” bunun en güçlü kanıtıdır - manzara, insanın üzerinde
bulunduğu tepeye göre değişmektedir.
Özetle tekrar etmek gerekirse, medeniyetin ortak paydasında gerçekleşmesi umulan yeni aydınlanma döneminin ve buna uygun insan yetiştirme
16 Vahiyuddin Han, Din Bilim Çağdaşlık. Çeviren M. Önder Nar (İstanbul: Boğaziçi Yayınları,
2001), s. 54.
37
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
modelinin en temel özelliklerinden biri gerçekliklerin olasılıklı algısallığıdır. Bu gerçekliğin açıkça idrak edilip, insanı maddi ve manevi yönleriyle
bir bütün olarak ele alıp, özel ve toplumsal hayata yansıtılması, galiba, yeni
dönemin de anahtarı olabilecektir. Bu bağlamda, eğitim sisteminin adeta yeniden yapılandırılmasına ihtiyaç olduğu söylenebilir.
Sonuç
Yazar, yıllarca eğitim, araştırma, yayın ve danışmanlık hizmetleri verdiği
eğitim ve araştırma yöntembilimi alanlarında hissettiği bir eksikliği tartışmaya
açmak istedi: yaratılışta bir bütün olan insan, kendi türünü o bütünlükte ele
alabilmeyi henüz başarabilmiş değildir.
İnsanların kendi özel ve toplumsal karar süreçlerinde, Yazar’ın burada
“medeniyetin ortak paydası” olarak nitelediği “ilahi, toplumsal, bireysel ve
bilimsel irade kaynakları” önemli bir yer tutmaktadır. Farklı yoğunluklarda
da olsa, herkesin bunlardan yararlandığı ya da bir şekilde etkilendiği bir
gerçektir. Barış içinde birlikte yaşamanın artık bir tercih değil zorunluluk olduğu bu çağda, eğitim sistemlerinin başta gelen görevlerinden birinin de, her tür
ve kademede, bu kaynaklar hakkında herkese “gerekçeli bir farkındalık” kazandırmak
olduğu söylenebilir.
Bu bağlamda, bu yazının da hedef kitlesinden olan din ve bilim adamlarına ciddi sorumluluklar düşmektedir.
Yazar, böylesi bir aydınlık ortama uygun olacağını düşündüğü yeni bir
“bilimsel algı çerçevesi” için ürettiği düşünme gıdasını tartışmaya açtı. Özellikle, araştırma, bilim/ilim ve bilimsel yöntem kavramları için ciddi farklılaşma ihtiyaçlarına dikkat çekildi ve önerilerde bulunuldu.
Dinin konu olduğu hemen her durumda, bazı yanlış anlamalar kaçınılmaz gibidir. Bu nedenle, küçük bir hatırlatma yapmakta yarar vardır. Yazar,
“bilginin dinselleşmesi” ya da “dinin nesnelleşmesi” gibi bir arayış içinde
kesinlikle olmadı; sadece, bilim ve dinin kendi doğal yapıları içinde birbirini
daha gerçekçi bir şekilde anlayabilmeleri ve mümkünse yardımlaşabilmelerinin önünü açabileceği umulan düşünme gıdaları üretmeye çalıştı. Şu kadarla ki, ortak ölçüt arayışında, bütün algısal irade kaynaklarının “bilimsel
algı” sürecinde yer almasını engellemenin bir anlamı olmayacağı varsayıldı!
38
2013/2
Yeni bakıştaki “algısallık” gerçeği dinde de bilimde de “yanılabilmenin
mümkün olduğu” kabulüyle, “alçak gönüllülüğü”, olasılıklı düşünmeyi ve
uzlaşmacı olmayı zorunlu kılmaktadır. Aksi tutum ve davranışların, problemleştirilen din ve bilim algılarıyla bireysel ve toplumsal geri kalmışlık ve
çöküş ortamına yol açtığına ilişkin tarihi gerçeklikler bu çalışmanın da kabulleri arasındadır.
Anadolu insanı, “medeniyetin ortak paydası” olarak nitelenen bu olgunluğu, Kur’an kaynaklı İslami öğretileriyle Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli gibi gönül erlerinin kılavuzluğunda, asırlar öncesinde yaşamıştır.
Zamanla bazı kırılmalar olsa da, Anadolu bu genlerden hala zengindir; dünya milletleri de bu potansiyelin farkındadır. Aslında, doğuştan sahip olunan
“öz yeterlikler” anlamında bir “gizil güç” olarak da nitelenebilecek bu ortak
paydanın mevcut “küllenmiş” konumundan çıkartılıp bugünkü evrensel algıya taşınması bu toprakların insanları üzerinde bir “borç” gibidir!
39
2013/2
Financial crises and
Turkish banking sector
Gonca ATICI
Maltepe University, FEAS, Business Administration,
[email protected]
ABSTRACT
We used to witness global financial crises mainly generated by the developed
markets. After the increased liberalization trend, emerging markets that
integrated to global markets began to trigger global financial crises as well. With
the increased market integration, financial markets are much more vulnerable
to global shocks. Corporate governance issues and risk management practices
remain to be crucial in financial markets field. In local terms, following the
banking and liquidity crises experienced, especially the drastic ones in 20002001, Turkish banking sector has learned a lot and has developed substantial
amount of precautionary and structural measures towards the crises.
Keywords: Financial crises, emerging markets, banking sector, banking
regulation and supervision agency
ÖZET
Global finansal krizlerin esasen gelişmiş piyasalar kaynaklı olduğuna
tanık olmuşuzdur. Artan liberalleşme eğiliminin ardından global piyasalara
entegre olan gelişmekte olan piyasalar da global finansal krizleri tetiklemeye
başlamıştır. Artan piyasa entegrasyonu finansal piyasaları global şoklara karşı
daha kırılgan bir hale getirmiştir. Kurumsal yönetim konuları ve risk yönetimi
uygulamaları finansal piyasalar alanında kritik öneme sahip olmaya devam
etmektedir. Yerel anlamda, tecrübe edinilen bankacılık ve likidite krizlerinin,
özellikle de 2000-2001 krizinin ardından, Türk bankacılık sektörü edindiği
tecrübeler ışığında krizlere karşı büyük ölçüde önleyici ve yapısal tedbirler
geliştirmiştir.
41
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
Anahtar kelimeler: Finansal krizler, gelişmekte olan piyasalar, bankacılık
sektörü, bankacılık düzenleme ve denetleme kurumu
1. Introduction
Because of their vital consequences, intensity and frequency of financial
and banking crises both in national and global scale are taking serious attention. We used to witness global financial crises mainly generated by the developed markets. After the increased liberalization trend, emerging markets,
which integrated to global markets, begin to trigger global financial crises
as well. With the increased market integration, financial markets are much
more vulnerable to global shocks. The latest global financial crisis began in
July 2007 with the collapse of the two hedge funds of Bear Stearns. This
collapse has revealed the so-called subprime mortgage crisis in a fragile financial environment of increasing mortgage delinquencies and foreclosures
in the U.S., deepened, and widened in September 2008, by the bankruptcy
of Lehman Brothers. The main leading factors contributed to this global financial crisis could be summarized as the global imbalances, poor risk management practices, loose financial regulations and supervisions (Kenc and
Dibooglu, 2010).
In this study, we present major episodes and underlying reasons of the
financial crises both in global and national scale. While section two describes
the episodes of global financial crises, financial crises in Turkey are categorized and discussed in section three. Summary and concluding remarks are
presented in the final section.
2. Episodes of Global Financial Crises
There is a substantial literature on episodes of the financial crises, especially on the international ones (Kindleberger (1996), Bordo et al. (2001),
Eichengreen (2003), Isard (2005), Reinhart and Rogoff (2009)). Dungey et al.
(2010) and Bordo et al. (2001) used similar systematic comparison of the crises and divided the periods of crises into four parts; the Gold Standard Era
(1880-1913), the Interwar Years (1919-1939), the Bretton Woods Period (19451971), the Recent Period (1973-1997). The major crises of the Gold Standard
Era was the Baring crisis of 1890, resulting from the over investment in Latin
42
2013/2
America and the banking panic in the U.S. in 1907-1908 (Bordo and Eichengreen, 1999). Both crises have severe effects. While the Baring crisis triggered
an international crisis in England and Latin America, the 1907 crisis accelerated the worst crisis of this first era and spread to Italy from England via
France. Lending possibilities to Italy and other countries in the same region
has been sharply cut off during this incident (Bordo and Murshid, 2000). The
1907 crisis led to the foundation of the Federal Reserve Bank of New York
in 1914 but banking crises continued to occur until strong banking regulations and controls were put in practice in 1933. Outbreak of the World War-I
(1914) led to a massive capital outflow from the financial markets of U.S. to
its opponents. This situation handled by some precautionary measures such
as the closure of New York Stock Exchange, pooled U.S. gold reserves and
issue of emergency currency to ease banking panics. Severe business cycle
downturns of the interwar era (1920-21, 1929–33 and 1937-38) were related with tight money policy. The recession period beginning with the Great
Depression of 1929 to 1933, entails four banking panics. A credit crunch is
experienced between 1930–1933. In 1937, the stock market crashed and there
is also a collapse of bank lending in 1937–1938 (Bordo and Haubrich, 2010).
After the Great Depression, most countries imposed severe regulations on
banks or brought them under state control to prevent them from taking too
much risk and not to allow such a drastic depression to happen again. In the
Bretton Woods Period (1945-1971) banking crises were almost completely
eliminated. In Brazil, a twin crisis occurred in 1962, but apart from those,
there were no banking crises during the entire period. There were frequent
currency crises mostly occurred due to the inconsistency between macroeconomic policies and the level of the fixed exchange rates set in the Bretton
Woods system (Allen, 2008). In 1951, Federal Reserve Bank of New York’s
independence restored and the major concern appeared as the price stability
for the next 15 years (Meltzer, 2003). Disintermediation crunches occurred in
the years 1953, 1957 and 1960 (Wojnilower, 1985). An increasing amount of
countries adopted floating exchange rates by the broke down of the Bretton
Woods system on 1971 (Crockett, 2004; Haldane and Kruger, 2004; Dungey
et al., 2010). Regulations and public ownership went too far and prevented
financial system from allocating resources until financial liberalization start43
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
ed in the 1970’s and this caused the return of crises (Allen, 2008). The effect
of financial liberalization on growth and its impact on financial fragility and
the propensity to crises have been examined in separate studies. Kaminsky and Reinhart (1999), Demirguc-Kunt and Detragiache (1998), Glick and
Hutchinson (2001) found that the propensity to banking and currency crises
increases in the aftermath of financial liberalization period. (Ranciere et al.,
2006). In the Recent Period (1973-1997), Federal Reserve Bank of New York
continued tightening mainly to deal with the OPEC shock in 1974. This policy coincided with the Gulf War and recession years started (Bernanke and
Lown, 1991). The process of liberalization and integration of global financial
markets in 1980s is accelerated after 1990 (Rajan, 2000). In 1996, capital inflows to the developing countries reached $190 billion, more than ten times
of the average annual flow between 1984 and 1989. There were several episodes of financial turbulence in 1990s, such as the breakdown of the European Exchange Rate Mechanism in 1992-93, the Mexican crisis in 1994-95
spilled over into Argentina and Brazil through the so-called “Tequila effect”.
The East Asian crisis from mid-1997 to mid-1998 spread swiftly to a number
of other regional currencies. After the tech-boom (dot-com bubble) in 2001,
recession years have started for the U.S. Dungey et al. (2010) claims that
loose monetary policies, search for yield, financial innovations, inadequate
regulations and a regulatory arbitrage caused the crisis spread to the global
markets and increased its destructive effect. Reinhart (2009) defines the period 2008-2009 as a “second great contraction” with seriously declining real
GDPs in several countries.
3. Financial Crises in Turkey
Turkey is one of the leading emerging markets with her big potential,
high growth rate, increasing industrialization trend, big opportunity in
trade and foreign direct investment. Turkey has experienced significant size
and number of crises in her history. Most of them were originated by the
macroeconomic and political choices while some others are caused by the
international financial factors.
Some important episodes in the Turkish financial system could be listed as Ottoman period of 1847-1923, national banks period of 1923-1932,
44
2013/2
state-owned banks period of 1933-1944, private banks period of 1945-1960,
planned period of 1960-1980, financial liberalization period of 1980-2001 and
restructuring period of 2002-2007 (The Banks Association of Turkey, 2009).
In the Ottoman period, the first bank was founded by Galata Bankers in 1847.
The first banknote was issued in 1840 to compensate budget deficits. This
period proved the importance of national banking and government support
for national banking (Zarakolu, 1973). The national banks period (1923-1932)
is the development phase of the Turkish Economy. However, the Great Depression had negative effects on the Turkish economy. Main achievement
was the establishment of Central Bank in June 1930 even though it was used
to finance the deficits of public sector rather than executing an efficient monetary system (Akgüç, 1989). In the state-owned banks period (1933-1944)
banking sector was used to finance the expenses under the World War-II environment and State Owned Enterprises (Zarakolu, 1973). Great Depression
led to the closure of a many single-branch local banks in the beginning of
1930s due to the decreasing revenues. One of the biggest state owned bank
called Ziraat Bankası obliged to extend huge amount of loans to the government to cover the defense expenditures, which in turn led to a sharp contraction in agricultural loans during 1940-1944 (Tezel, 1986). In the private banks
period, (1945-1960) main policy was to accelerate the economic development
by the support of private sector. Foreign capital encouragement law was
enacted in 1954 for the purpose of accelerating foreign capital inflows and
foreign capital investments. Increasing investments, production, and welfare necessitated more loans. Economic balances began to deteriorate since
governments kept using the resources of Central Bank. Inflation, foreign
trade deficit, and external debt increased by 1953. In 1958, the Banks Association of Turkey was established with the purpose of developing the banking
business, to ensure the cooperation among banks and for the prevention of
unfair competition (Akgüç, 1989). In the planned period (1960-1980) there
was a shift to mixed economy with an increased government intervention.
An import substitution policy was followed and the economy was governed
as a closed economy in order to protect the domestic industries. Banks’ basic
role has been the financing of the investments stated in the development
plans. Most of the privately held Turkish commercial banks became hold45
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
ing-banks by the encouragement of the government with the purpose of increasing private sector investments. Difficulties of public sector which could
not secure resources and fail to increase the existing ones led the public sector depended to Central Bank loans. This resource was creating inflation due
to the emission operation of Central Bank (Artun, 1983).
In the financial liberalization period (1980-2001) 1980 is a milestone for the
Turkish banking sector. On July 1, 1981, interest rates were allowed to float
freely. In 1982, some banks with weak management were seized, closed,
merged, or unified with other names (Karacan, 1996). The Banks Liquidation Fund, which was formed in 1960, transferred into the Savings Deposit
Insurance Fund in 1983. The task of administration and representation of the
Savings Deposit Insurance Fund was transferred to the Central Bank of the
Republic of Turkey and legalized in 1985. By the new regulations in 1989,
most of the financial institutions preferred to use foreign exchange that led
a severe liquidity problem in banking sector. Banks invested in Government
bonds and Treasury bills by taking significant currency risk because of their
open positions, led to a highly volatile financial environment (Conkar et al.,
2009). Turkey experienced huge fiscal and external imbalances until the first
quarter of 1994. The main reason behind the crisis of 1994 was the unbounded growth of domestic debt stock. The Public Sector Borrowing Requirement
of Turkey increased steadily between 1988 and 1993. In April 5, the government announced an economic stabilization program (Celasun, 1998). International rating agencies downgraded the credit note of Turkey. The Turkish
Banks faced difficulty while making borrowings from foreign financial markets. Resources channeled to offshore banks in order to avoid the domestic
monetary and financial burdens (The Banks Association of Turkey, 2009).
After the output loss of 6.1% in 1994, the economy grew by 7.5% and 8% in
1995 and 1996 respectively (Celasun, 1998).
The effects of the 1998 Russian Crisis, the Marmara earthquakes of 1999,
early elections and change of government affected the Turkish economy
negatively (The Banks Association of Turkey, 2009). The Banking Law Nr.
4389 issued on June 18, 1999, introduced major international standards and
criteria into the banking system (Erdogan, 2002). Turkey agreed to apply
International Monetary Fund (IMF) policies supported by a 3-year exchange
46
2013/2
rate based disinflation program (Yeldan, 2001). The new economic program,
applied towards the end of 2000, put the banks into difficulty by asking them
to close their open positions (Yay, et al., 2001). Overnight interest rates jumped to 900% and interest rates on the public papers climbed to 50%. The
confidence to the program was lost. The program was collapsed one more
time in November 2000 as a result of the liquidity crisis caused by the sudden capital outflow (Ekinci and Ertürk, 2007). The drastic increases in the
interest rates caused damage in the fiscal structure of banks and worsened
the existing structural problems of banking system. Under the scope of the
stability program, Banking Regulation and Supervision Agency requested
banks to solve their open position problems until the end of 2000. Banks’
assets that almost composed of government bonds emerged the intense need
for liquidity and the scarce liquidity blocked the flow of payments in the
economy (Keyder, 2001). A political crisis followed these stressful times in
February 2001. The program and the fixed exchange rate system collapsed
and floating exchange rate system began to be implemented by ending the
disinflation program. Excessive optimism in the banking system, insufficient
inspection, maturity mismatch, lack of financial management in public sector, deformity in financial structure (duty losses of public banking, holding
banking, and inadequate capital stock) and deposit guarantee application
could be stated as the bases of the financial crises in this period. Many banks
were transferred to the Savings Deposit Insurance Fund. While some of them
were sold to the private sector, some others unified under different names.
Banking Regulation and Supervision Agency started a comprehensive multi-year restructuring program for the Turkish Banking system after the 2001
Crisis. The program had four main pillars: restructuring of the state banks,
prompt resolution of the Savings Deposit Insurance Fund banks, strengthening the private banks, strengthening the regulatory and supervisory framework (Conkar et al., 2009). In restructuring period (2002-2007), “Program
for transition to strong economy”, which was put into practice in 2001, was
revised at the beginning of 2002. Program targeted increasing the resilience of the economy against shocks; reduce the inflation and debts of public
sector, ensuring financial discipline, completion of financial reforms and reinforcement of banking system. Central Bank of the Republic of Turkey’s
47
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
duty was defined as price stability and the Bank was delegated instrument
independence, and a Monetary Policy Board was established. Public borrowing rate fell down and its maturity became longer due to the increase in
the inflow of foreign resources and the fall in risk premiums (The Banks Association of Turkey, 2009). The Banking Regulation and Supervision Agency
was established as a regulatory and financial authority with administrational and financial autonomy and top priority was given to the amendments
in the Banking Law. The first pillar of the banking restructuring process was
to solve the financial challenges encountered by the banking sector. Some
of the banks under the Savings Deposit Insurance Fund control were sold
while the others were merged. As a second pillar of restructuring process,
considerable public resources were transferred to strengthen the capital
structures of the state-owned banks. At the last stage, a program was adopted for reinforcement of the equity capital of private banks with low asset
quality. The Banking Regulation and Supervision Agency, aimed to increase
the transparency of balance sheets of banks, ensure compliance with international accounting standards and strengthen the financial structure of banks
by considering international regulations while adopting the said regulations. The ratio of non-performing loans to total loans (before provisioning)
in the banking sector increased to 29.5% at the end of 2001. “Istanbul Approach” was introduced in 2002 for a period of three years in order to solve the non-performing loan problem. Following the restructuring process,
performance of the banking sector rocketed between the 2002-2008 periods.
The total assets increased to $465 billion from $130 billion, total asset/GDP
ratio to 77% from 57%. The numbers of branches and headcount increased
swiftly. The shareholders’ equity of the sector increased to $54 billion from
$16 billion and its free equity to $40 billion from $3 billion. Risk management
systems improved and public supervision became more effective in this period. Favorable domestic and international economic conjuncture contributed to the positive developments in the Turkish financial sector as well.
4. Conclusion and Additional Remarks
When we consider trends of financial crises around the world, we realize
that developed economies are no more the only triggering source of global
48
2013/2
crises. The emerging economies are becoming another source to ignite global
financial crises due to the dynamics of globalization and increasing market
integration. In this financial environment, the frequency and magnitude of
global crises are assessed to be catching an upward trend. In the case of
Turkey, we expect that the possibility of a financial crisis originated by the
internal dynamics within the banking system is reduced after the restructuring of the Turkish Banking System. On the other hand, Turkey becomes
a risk sensitive market because of the increased globalization and market
integration level. With the pros and cons of being a growing economy within
crises, the Turkish Banking Sector turned into a mature business sector by
completing its restructuring process after the latest currency and banking
crises. This maturity contributes more to the economic development of the
country and is welcomed by the global markets.
As a consequence of the lessons learned from the previous financial crises
and through the precautions and restructuring efforts in the financial system,
Turkish Banking sector is affected from the global financial crisis to a rather
limited extent in comparison to its peers. The reasons behind these limited
negative effects could be attributed to the high capital adequacy ratio, high
asset quality, low currency and liquidity risks based on risk management
and public supervision besides the effective management of other risks. The
measures taken by the Central Bank and Banking Regulation and Supervision Agency contributed to the healthy functioning of banking sector against
the uptrend of risks in the global financial markets. In the Turkish banking
system, capital adequacy ratio, as a risk management tool is above the legal
limit of 8% since 1998. Especially, after the 2000 and 2001 crises, by the beginning of the restructuring period, capital adequacy ratio has been increased
well above the legal requirement and even the target ratio of 12% set in 2006
by Banking Regulation and Supervision Agency, far exceeding that of many
other emerging markets even in the global financial crisis years. In the Turkish Banking System, sound financial position of Turkish banks protects them
from asset quality deterioration and puts them under less pressure in their
lending activities by the positive effect of capital buffer and by the other risk
management tools, as well.
49
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
References
Akguc, O. (1989), Yüz Soruda Türkiye’de Bankacılık: İstanbulGerçek Yayınevi.
Allen, F. (2008), Understanding Financial Crises, The Wharton Global
Alumni Forum. Ho Chi Minh City, Vietnam.
Artun, T. (1983), İşlevi, Gelişimi, Özellikleri ve Sorunlarıyla Türkiye’de
Bankacılık: İstanbul- Tekin Yayınları.
Bernanke, B. and C. Lown. (1991), The Credit Crunch, Brookings Papers
on Economic Activity, 205–239 pp.
Bordo, M. D. and B. Eichengreen. (1999), Is Our Current International
Economic Environment Unusually Crisis Prone? Reserve Bank of
Australia Conference on Private Capital Flows, Sydney, Australia, 1999.
Bordo, M. D., B. Eichengreen, D. Klingebiel and P. M. S. Martinez.
(2001), “Is the Crisis Problem Growing More Severe?” Journal of
Economic Policy, No. 16, 51-82.
Bordo, M. D. and J. G. Haubrich. (2010), “Credit Crises, Money and
Contractions: An Historical View”, Journal of Monetary Economics, No.57,
1–18.
Bordo, M. D. and A. Murshid. (2000), “Are Financial Crises Becoming
Increasingly More Contagious? What is the Historical Evidence on
Contagion?” NBER Working Papers, National Bureau of Economic
Research, 2000.
Celasun, O. (1998), The 1994 Currency Crisis in Turkey, The World Bank
Policy Research Working Paper Series, No. 1913.
Conkar, K., A. Keskin and C. Kayahan. (2009), “Banking Crises and
Financial System in Turkey”, Journal of Modern Accounting and Auditing,
No.7, 21-35.
Crockett, A. (2004), Progress Towards Greater International Financial
Stability. The IMF and its Critics: Reform of Global Financial Architecture:
Cambridge UK-Cambridge University Press.
50
Demirguc-Kunt, A. and E. Detragiache. (1998), “Financial Liberalization
and Financial Fragility””, IMF Working Paper, No.98/83.
Dungey, M., J. Jacobs and Lestano P.A.M. (2010), The
Internationalization of Financial Crises: Banking and Currency Crises
1883-2008”, Research Report, University of Groningen, Research Institute
SOM (Systems, Organizations and Management).
Eichengreen, B. (2003), Capital Flows and Crises: Cambridge-MIT Press.
Ekinci, N. K. and K. A. Ertürk. (2007), “Turkish Currency Crisis of 2000–
2001, Revisited” International Review of Applied Economics, No.1, 29–41.
Erdogan, N. (2002), Financial Crises in Turkey and in the World, Ankara:
Yaklasım Publishing.
Glick, R. and M. Hutchinson. (2001), Banking Crises and Currency Crises:
How Common are the Twins. In: Financial Crises in Emerging Markets, New
York: Cambridge University Press.
Haldane, A. G. and M. Kruger. (2004), The Resolution of International
Financial Crises: An Alternative Framework, in IMF and its Critics: Reform
of Global Financial Architecture, Cambridge, UK: Cambridge University
Press.
Isard, P. (2005), Globalization and the International Financial System: What’s
Wrong and What Can Be Done, Cambridge, UK: Cambridge University
Press.
Kaminsky, G. L., C. Reinhart. (1999), “The Twin Crises: The Causes of
Banking and Balance of Payments Problems”, American Economic Review,
No.4, 473-500.
Karacan, A. I. (1996), Banking and Crisis, Ankara: Finans Dünyası
Yayınları.
Kenc, T. and S. Dibooglu. (2010), “The 2007–2009 Financial Crises,
Global Imbalances and Capital Flows: Implications for Reform” Journal
Economic Systems, No. 34, 3-21.
Keyder, N. (2001), “2000 and 2001 Crises and Stabilization Programs in
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
Turkey”, Journal of Economics, Business and Finance, 45.
Kindleberger, C. P. (1996), Manias, Panics and Crashes: A History of
Financial Crises: London: MacMillan Press.
Meltzer, A.H. (2003), A History of the Federal Reserve, Chicago: University
of Chicago Press.
Ranciere, R., Tornell, A., and Westermann, F. (2006). “Decomposing the
Effects of Financial Liberalization: Crises vs. Growth”, Journal of Banking
and Finance, No.30, 3331–3348.
Rajan, R. S. (2000), “(Ir) Relevance of Currency Crisis Theory to the
Devaluation and Collapse of the Thai Baht”, CIES Working Paper, No.30.
Reinhart, M. C. and K. S. Rogoff (2009), This Time is Different: Eight
Centuries of Financial Folly, Princeton and Oxford: Princeton University
Press.
Tezel, Y. S. (1986), Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi (1923-1950),
Ankara: Yurt Yayınları.
The Banks Association of Turkey (2009), 50th Anniversary of the Banks
Association of Turkey and Banking System “1958-2007”, Ankara: BDDK.
Wojnilower, A.M. (1985), “Private Credit Demand, Supply and Crunches,
How Different are the 1980s”, American Economic Review, No. 75, 351–356.
Yay, T., G. Yay and E. Yilmaz. (2001), Financial Crises and Financial
Regulations in the Period of Globalization, Istanbul: Chamber of Commerce
Publication.
Yeldan, E. (2001), On the IMF-Directed Disinflation Program in Turkey: A
Program for Stabilization and Austerity or a Recipe for Impoverishment and
Financial Chaos?
Zarakolu, A. (1973), Cumhuriyet’in 50. Yılında Memleketimizde Bankacılık,
Ankara: Turkiye Bankalar Birliği Yayınları.
52
2013/2
Türkiye’de kentleşme ve
kentleşme politikaları
Ahmet Mithat KİZİROĞLU
Maltepe Üniversitesi, MYO, Finans, Bankacılık ve Sigortacılık Bölümü
[email protected]
Özet
Kentleşme, kent sayısı ve kentlerde yaşayan nüfusun arttıran, toplumda
örgütlenme, işbölümü, uzmanlaşma yaratan, insan davranış ve ilişkilerinde
değişikliklere yol açan bir nüfus birikimi sürecidir. Türkiye, yaşam koşulları
yönünden imkân sağlama endişelerinin sonucu olarak ortaya çıkan kentleşme
ile 1950’li yıllardan sonra tanışmıştır. Türkiye’de kentleşme politikasını
belirleyen makam Çevre ve Şehircilik Bakanlığı olmakla birlikte, esas rolü
belediyeler oynamaktadır. Türkiye’nin kentleşme politikaları Beş Yıllık
Kalkınma Planlarıyla belirlenmekte, ancak bu planlar uygulanamadığı için,
dengesiz bir kentleşme süreci yaşanmakta, nüfus belirli bazı bölge ve büyük
kentlerde aşırı yoğunlaşmakta ve gelişmiş toplumlarda yaşanan kentleşmeden
farklı bir şekilde gerçekleşmektedir.
Anahtar Kelimeler: Kent, Kentleşme, Türkiye, Kentleşme Politikaları.
Abstract
Urbanization is the process of population growth that increases the number
and the population of the cities, creates organization of society, division of labor
and, specialization, and leads to changes in human behavior and relationships.
Turkey met urbanization that emerged as a result of the concerns of improving
living conditions after 1950s. In Turkey the Ministry of Environment and
Urbanization determines urbanization policy, yet the municipalities play
the main role. Urbanization policies of Turkey are determined by Five Year
Development Plans, however, as these plans can not be applied, an unplanned
urbanization process takes place, excessive population growth occurs, and
urbanization in Turkey happens differently from the urbanization of developed
societies.
Key Words: City, Urbanization, Turkey, Urbanization Policies
53
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
1. GİRİŞ
Kentlerin nasıl ortaya çıktığı konusunda üzerinde anlaşılan ortak bir görüş bulunmamakla birlikte, insan topluluklarının nüfuslarının artmasıyla
beraber bir araya gelerek yaşamaya başlamaları sonucunda meydana gelen
birlikteliklerin ortak yaşam alanları oluşturduğu ve bu ortak yaşam alanlarının da tarihte bilinen ilk kentleri ortaya çıkardığı kabul edilmektedir. Farklı
bilim dallarına mensup bilim adamları tarafından değişik biçimlerde tanımlanmasına karşın, kentlerin tarihin her dönemdeki ortak karakteri alanda(mekanda) yoğunlaşma ve birikme olmuştur (Richardson, 1978: 5-8).
Günümüzden birkaç bin yıl önce Akdeniz-Ortadoğu havzasında toprağı
ekip biçmeye başlayan insan göçebelikten ve ilkellikten kurtularak yerleşik
düzene geçmiş, önceleri küçük gruplar halinde yaşayan insanlar zamanla
büyük topluluklar haline gelerek kentleri kurmuş, zaman içinde değişen ve
gelişen kentler de uygarlığın gelişmesini sağlamıştır.
Kentler işbirliği ihtiyacının sonucunda doğmuş, kent dışında ortaya çıkan ve kenti meydana getiren katı, etkili ve acımasız genel kurallar, eski
adetlerin yerini almış ve bu arada çalışma kavramı da diğer faaliyetlerden
ayrılmıştır (Mumford, 1961: 41-47).
Kentlerin ortaya çıkışındaki ana nedenin ekonomik olduğu görülmektedir. Kentlerin doğuşuyla birlikte, mesleki ayrışma ve uzmanlaşma ortaya
çıkmış, karşılıklı yardımlaşan ailelerin oluşturduğu bir topluluk olan köyden farklı olarak ilk kentler, egemen bir azınlığın ihtiyaçlarını karşılamak
için örgütlenmiş ve bir sınıfın yönettiği toplumlar olmuştur (Mumford,
1961: 54).
Kent tanımı, değişik bilim dalları tarafından demografik, işlevsel, ekonomik, toplumbilim ve yönetim ölçütlerine göre farklı şekillerde yapılmakta
(Özer, 2004: 2-4). ve her kentin kendine özgü bir takım özellikleri olmasına
karşın, işlev ve şekilleri bakımından kentlerin genel olarak birbirine benzediği görülmektedir (Harris and Ulmann, 2002: 55-56).
sanayi devrimi ile birlikte yaşanan büyük değişim ve dönüşüme kaynaklık eden kentlerin tanımlanmasında, 16. yüzyıldan itibaren nüfusun ve etkinliklerin belirli bir alanda yoğunlaşmasını yansıtan fiziksel özellikler öne
54
2013/2
çıkmış (Goodall, 1972: 19-21) ve kentler dar anlamıyla, nüfus yoğunlukları
diğerlerine göre çok daha fazla olan yerleşim yerleri olarak tanımlanmaya
başlanmıştır (Mills, 1972: 2-4).
Kentler toplumsal gelişme içinde bulunan, toplumun yerleşme, barınma,
çalışma, dinlenme, eğlenme gibi ihtiyaçlarının karşılandığı, tarımsal uğraşılarda bulunanların az olduğu ve köylere göre nüfusu daha fazla olan yerleşme birimleridir.
Ekonomik, sosyal ve kültürel her türlü etkinliğin gerçekleştirildiği yerleşim birimleri olan kentler günümüzde üretim, ticaret ve ulaşım faaliyetlerinin yürütüldüğü merkezler haline gelmiştir.
Günümüzde dünya nüfusunun çoğunluğu kentlerde yaşamakta ve kentlerin nüfusu hızla artmaktadır. Ülkelere göre farklılık gösteren kentleşme
trendinin ise son 20-30 yılda en büyük değerine ulaştığı görülmektedir
(OECD, 2012; p-8).
Ülkelerin ve dünyanın gelecek ve kaderinin belirlendiği modern kentler,
yüksek derecede uzmanlaşmış veya çeşitlenmiş olup özellikle değişik hizmetleri sunmak üzere daha çok kendi nüfusları için üretim yapan mekânlar
durumuna gelmiştir (Hatt and Reiss, 2002: 30).
2.
KENTLEŞME KAVRAMI
2.1. Kentleşmenin Tanımı
Belirli bir yerleşim bölgesinde nüfusun aşırı artması sonucunda ortaya
çıkan kentleşme, sanayileşme ve modernleşme sürecinin bir sonucu olup,
toplumsal yaşamda meydana gelen yapısal bir dönüşümü ifade etmektedir
(Ertürk ve Sam, 2009: 11-13). Kentleşme dar anlamıyla; kent sayısının ve
kentlerde yaşayan nüfusun artması, geniş anlamıyla ise; kentleri büyüten ve
sayısını arttıran, toplumda örgütlenme, işbölümü, uzmanlaşma yaratan, insan davranış ve ilişkilerinde kentlere özgü değişikliklere yol açan bir nüfus
birikimi sürecidir (Keleş, 2008: 25-26).
Kentleşmenin ana özelliği, dinamik bir süreç olması, demografik değişimi içeren ekonomik özellikli bir olay olması, insan ilişki ve davranışlarında
55
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
değişikliklere yol açması ve örgütlü bir yönetim sürecini içermesidir. Kentleşme, nüfusun tarım dışı alanlara, sanayi ve karmaşık iş örgütlerinin bulunduğu kentlere akması sonucunda ortaya çıkan (Bilgili, 2006: 34), neden ve
sonuç olma özelliği bulunan iki yönlü sosyal bir olaydır.
Sanayi devrimi, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kırsal alanlarda
yaşayan insanların iş ve diğer imkânların daha fazla olduğu kentlere göç
etmelerine, bu mekânlarda nüfusun doğal artış oranının üzerinde artmasına ve hızlı kentleşmeye neden olmuştur. (Kutlu, 1986: 210) Sanayi devrimi
fabrikaların kurulmasını, yeni iş alanlarının ortaya çıkmasını sağladığı ve
kentlerde ilave işgücüne olan ihtiyacı arttırdığı için, kırsal alanlarda tarımla
uğraşan insanları kentlere yöneltmiştir (Türkdoğan, 1988: 104-105).
Ekonomik, sosyal, siyasi ve kültürel boyutları bulunan kentlileşme sürecinin sonunda ise, kent kültürüne sahip olan kentli insan tipi ortaya çıkmıştır
(Bal, 2003: 8-10). 20. yüzyılın en önemli ayırt edici özelliklerinden birisi
olan ve her ülkeyi farklı şekilde etkileyen kentleşme süreci sonucunda, dünyanın her yerinde mega kentler ortaya çıkmasına karşın, düzenli bir kentleşme olgusundan bahsetmek ise pek mümkün olamamaktadır.
2.2. Kentleşmeyi Etkileyen Faktörler
Kentleşmeyi etkileyen faktörler, itici, çekici, iletici nedenler ve göç olgusu
ile açıklanabilir.
İtici Nedenler (Ekonomik Nedenler); insanların içinde yaşadıkları
şartları dayanılmaz hale getiren veya rahatsız eden nedenlerdir. Bu nedenler genel olarak; kırsal alanlarda görülen zor yaşam şartları, topraksızlık,
toprağın düşük verimi, tabii afet ve doğa olaylardan daha fazla etkilenme,
gelir eksikliği, sınırlı iş, eğitim, sağlık imkanları, konut ve alt yapı (yol, su,
elektrik vb.) eksiklikleri, yoksulluk, kıtlık ve terör olaylarıdır. İçinde bir zorunluluk durumunu bulunduran bu nedenler, ekonomik nedenler olarak da
adlandırılmaktadır.
Çekici Nedenler (Sosyo-Psikolojik Nedenler); itici nedenlerin karşıtı
olan ve insanları kent hayatına çeken nedenlerdir. Bu nedenler; köy ile kent
arasındaki yaşam şart ve standartlarının farklılığından kaynaklanmaktadır.
Kentlerdeki iş imkânları, yüksek ücretler, yükselme imkânları, kentlerin
56
2013/2
sunduğu kolaylıklar (yol, su, elektrik, iletişim v.b.) eğitim, sağlık, konut ve
kamu hizmetlerinin bol oluşu ve daha renkli bir sosyal yaşamdır. İnsanlar
kentte elde edeceği gelirin daha fazla olma ihtimal ve umudu ile köyden
kente göç etmekte, ortaya çıkan göç olgusu paralelinde kentleşme süreci yaşanmaktadır (Yıldırım, 2004: 21).
İletici Nedenler (Siyasal ve Teknolojik Nedenler); insanların kentlere
yönelmesine aracılık yaparak kentleşme sürecini hızlandıran nedenlerdir.
Bu nedenler; sanayi devriminin getirdiği yenilikler, tarımda egemen olan
şartlar, siyasi kararlar, yönetim yapısının özellikleri, hukuk kurumları, uluslararası ilişkiler, savaşlar, siyasi anlaşmazlıklar, gezme, yerleşme ve ticaret
özgürlüğü konusundaki kısıtlamalar, hukuki kurallar ile iletişim ve ulaşım
imkânlarıdır (Keleş, 2008: 33-37).
Göç Olgusu; göç coğrafi mekân değiştirme sürecinin sosyal, ekonomik,
kültürel ve siyasi boyutlarıyla toplum yapısını değiştiren bir nüfus hareketi
olup (Özer, 2004; 11-14) insanların gelecekte hayatlarının tamamı veya bir
parçasını geçirmek üzere bir yerden başka bir yere yerleşmek kaydıyla yaptıkları coğrafi yer değiştirme hareketidir (Akkayan, 1979: 20).
Göç, ülkelerin veya daha küçük insan toplulukların nüfusunun yaş, cinsiyet ve işgücü yapısını göç alan ve veren yerler açısından birbirine zıt şekilde değiştirmektedir. Genellikle kırsal alanların iticiliği, kentlerin çekiciliği
paralelinde gerçekleşen kentleşme, göçlerin doğal bir sonucu olarak ortaya
çıkmakta, kırsal alanlardan kentlere doğru gerçekleşen göç toplumsal kurumları, kültürel değerleri, benlik ve kimlik yapılarını da dönüştürmektedir
(Akşit, 1998: 31).
Göç, ekonomik imkânlara göre nüfusun coğrafi dağılımın ayarladığı için,
toplumda denge kurulmasını sağlayan gerekli ve insanların yetenek ve uzmanlıklarından faydalanmayı mümkün kılan bir mekanizmadır (Murat,
2006: 350-51). Göç kişilerin yeni yerlere giderek yararlanabilecekleri fırsatların sayısını arttırırken, mesleki ve sosyal hareketlilik de sağlamaktadır (Tekeli, 1998: 12).
Sağladığı yararlarının yanı sıra göç, uzun vadede bir yerdeki nüfusun
aktif kısmının gitmesi ve gelişme hızının düşmesi sorununu da beraberin57
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
de getirmektedir. Göç konusundaki diğer sorunlar ise nüfusun bağımlılık
oranlarının artması, kırsal alanlarda yaş bileşiminin yükselmesi, üretimin
veriminin düşmesi (Serter, 1994: 53) göç eden kişilerin yeni yaşam yerleri ve
koşullarına uyum sağlamasıdır (Tekeli, 1998: 16-17).
Göçün göç alan yerler bakımından en önemli etkisi, yerleşim alanları ile
nüfusun büyümesi ve niteliğinin değişmesi, göç veren yerler açısından ise,
toplumsal katmanın verimli tabakası olan emek potansiyelini alıp götürmesidir. Göçler daha çok gelişmekte olan ve hızlı kentleşen ülkelerde görülmekte, bu ülkelerde imkânların daha fazla olduğu kentlere doğru hızlı göç
yaşanmaktadır.
3. TÜRKİYE’NİN KENTLEŞMESİ
Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasının ardından kurulan Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’nin ekonomik sistemini belirlemeye yönelik olarak İzmir’de yapılan Türkiye İktisat Kongresinde (1923) benimsenen bayındırlık
yatırımlarının ve ulaşım imkânlarının arttırılması ilkeleri, Türkiye’de kentleşmeyi hızlandıran ilk etkenler olarak kabul edilebilir (Kepenek ve Yentürk,
2000: 34).
Türkiye’nin kentleşme ile tanışması 1950’li yıllardan sonra kırsal alanlardan kentlere göçlerin başlaması ile olmuştur. Cumhuriyet’in kuruluşundan
itibaren, başta Ankara olmak üzere kentlerin düzenli gelişimine önem verilmiş, kentlerde yaşayanlara kamu yararının önceliği benimsetilmeye çalışılmış, 1937 tarihli “İdeal Cumhuriyet Köyü” projesi ile köylerin bile planlı
olması için çeşitli düşünceler üretilmiştir ve birçok plan yapılmıştır.
Çok partili döneme geçildikten sonra ise kamu hizmeti götürmek amacıyla, kırsal alanlara yönelik bayındırlık yatırımlarının yapılmaya başlanması
kentleşmeyi tetiklemiştir. Bu dönemde kırsal kesimin içinde bulunduğu toplumsal ve ekonomik koşullar ile toprak ve gelir dağılımındaki dengesizlikler
köyden kopmaları hızlandırmıştır (Yeter, 2008: 245-246).
Türkiye’de ekonomik, sosyal ve siyasi gelişme ile birlikte ilerleyen kentleşme, 1950’li yıllardan sonra hızlanmış (Ekin, 1986: 79), kısmen gelişmiş,
kısmen de gelişmekte olan ülkelerdekine benzemekle birlikte, Türkiye’ye
özgü birçok sorunu da içinde barındıran bir kentleşme olmuştur.
58
2013/2
3.1. Türkiye’de Kentleşmeyi Etkileyen Faktörler
Türkiye’de kentleşmeyi etkileyen nedenler üzerinde genel olarak bir görüş birliği bulunmamakla birlikte, kentleşmeyi etkileyen iç faktörler; demografik nedenler, tarımsal yapının değişmesi, dış faktörler ise; ekonomik,
toplumsal, siyasi ve uluslararası nedenler şeklinde ifade edilebilir (Özer,
2004: 50).
Bir grup düşünür Türkiye’deki kentleşmeyi itici, çekici ve iletici güçlerin
etkisi altında oluşan, gelişen ve değişen bir nüfus hareketi olarak nitelendirmektedir. Aksi görüşü savunanlar ise, kırsal alanda yaşanan değişimlere,
kentlere gelen grupların nerelerde yerleştiğine ve kurdukları yaşam biçimlerine bakılması gerektiğini ifade etmektedir (Tekeli, 2008: 50-53).
Türkiye’de nüfusun kentlere akmasında kentlerin çekiciliğinden çok, kırsal alanlardaki olumsuz yaşam şartlarının (itici nedenler) belirleyici olduğu
görülmektedir (Bal, 1999: 52). Türkiye’de kentleşme, kırsal alanlardaki ekonomik durumun bozulması ve kentli nüfusun 1950’li yıllardan itibaren hızlı
bir şeklide artması sonucunda gerçekleşmiştir. Tarımın makineleşmesi köylerden belirli büyük kentlere doğru iç göçü başlatmış, nüfusun bu kentlere
yönelmesi aşırı ve dengesiz bir kentleşmeye neden olmuştur (Vergin, 1986:
28-30). Tarım arazilerin parçalanarak verimsizleşmesi, makineleşmenin
önemli oranda iş gücünü açığa çıkarması, işsizlik, kişi başına düşen gelirin
düşüklüğü, eğitim, sağlık ve alt yapı eksiklikleri, terörün yarattığı güvensiz
ortam gibi nedenler de kırsal alanlardan kente göçü zorlamış ve hızlandırmıştır.
Sanayi kuruluşları bulundukları kentlerde iş imkânı ve emeğe olan talebi
arttırdığı için, nüfus kırsal alanlardan kentlere doğru akmış, sanayileşmeye
dayanmayan hızlı kentleşme ise köylerdeki gizli işsizliği kentlere taşımıştır (Keleş, 2008: 74-78). Türkiye’de ekonomik kaynak ve uzun vadeli nüfus
projeksiyonlarına dayanan kentleşme politikaları ve planları bulunmasına
rağmen uygulanamamış ve kentlerin sanayileşme hızı, tarımın modernleşme hızından daha yavaş olduğu için, genel olarak sahte kentleşme gerçekleşmiştir (Kıray, 1999: 131-134).
59
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
3.2. Türkiye’de Kentleşmenin Özellikleri
Kentleşmenin özellikleri belirlenirken kentleşme düzeyi, nitelikleri ve hızı
gibi bazı ölçütler kullanılmaktadır (Özer, 2004: 61-67). Türkiye’de toplumu
kentleşmeye iten ana unsur tarımın yapısındaki değişimdir. Kırsal nüfusun
kentlere doğru hızla akması şeklindeki kentleşme süreci kent ekonomilerinde birçok sorunu da beraberinde getirmiştir. Bu sorunların en önemlisi, kırsal alanlar ile kentler arasında nüfus ve gelir açısından eşitsizliktir. Nüfusun
bazı büyük kentlerde yoğunlaşması ise bu kentlerde yoksulluğu arttırmıştır
(Doğan ve Arslan, 2004: 234-236). Türkiye’de kentleşme dengesiz, ekonomik kalkınma ürünü olmayan ve sorun yaratan bir kentleşme olup, işlevsel
değişim yaratmayan, çevreyi kalkınma sürecine sokamayan, toplumsal ve
kültürel değişim yaratmayan bir kentleşme olarak yaşanmaktadır (Keleş,
1974: 53).
Türkiye’de kentleşme, yaşam koşulları yönünden imkân sağlama endişesinin sonucu ortaya çıkan bir olgudur. Kırsal alanların iticiliğinin kentleşmede baskın etken oluşu, kentleşmenin ekonomide meydana gelen gelişme
sonucunda olmadığını göstermektedir. Türkiye’de kentleşmenin demografik yönü ağır basmakta ve kırsal alanlar ile kentler ekonomik olarak da bütünleşmemektedirler.
Sanayide çalışan işgücünde önemli bir artış olmadığı, kentlerdeki iş olanaklarını aşan hızda nüfus büyümesi söz konusu olduğu için, Türkiye’deki
kentleşme sanayileşmemiş ülkelerdeki kentleşmeye benzemektedir. Düzensiz ve ekonomik büyümeyle paralel olmayan kentleşme, kamu hizmetlerinin ve yatırımların yetersiz kalmasına, kentlerde örgütlenme yokluğuna,
açık işsizliğe ve barınma sorunlarına neden olmaktadır (Özek, 1974: 53-57).
Büyük kentlerimizin çoğu sağlıksız yapılaşma, konut, ulaşım, içme suyu,
kanalizasyon, hava kirliliği, yeşil alanların azlığı, okul, eğitim ve kültürel
imkânların yetersizliği gibi birçok önemli sorunla karşı karşıya bulunmaktadır (Özer, 2004: 67-82). Türkiye’de kentleşme hareketinin en önemli özelliği,
ekonomik gelişme ve kalkınma hızının, kentleşme hızından daha düşük olması, köylerden kentlere göç edenler içinde açık ve gizli işsizler ile kayıt dışı
sektörlerde çalışanların sayısının çok fazla olmasıdır (Sezal, 1992: 78).
60
2013/2
Türkiye, gelişmiş ülkelerde 100-150 yıl gibi bir zaman diliminde yaşanan
kentleşme sürecini, birkaç on yıl gibi kısa bir sürede yaşamaya çalıştığı için
birçok sorunla karşılaşmaktadır (Tekeli, 2008: 49). Türkiye’deki kentleşme
hareketi genel olarak demografik bir kentleşme olup (Keleş, 2008: 61-64),
hızlı bir şekilde gerçekleşmektedir.
4. TÜRKİYE’DE KENTLEŞME POLİTİKALARI
Kentleşme politikası, devletlerin ve onları yöneten hükümetlerin kentleşmeyi düzenli ve dengeli bir şekilde ülke sathına yaymayı amaçlayan, ülke
topraklarının verimli ve sağlıklı bir biçimde düzenlenmesini hedefleyen
merkezi politikaları olarak tanımlanabilir. Kalkınmaya çalışan ülkeler için
önemli olan kentleşme politikası, nüfus, eğitim, sanayi, ulaştırma ve bayındırlık politikaları ile yakın ilişki içinde olup, bu politikalarla birlikte insanların yaşamlarını biçimlendirerek sağlıklı ve uygar yerleşim yerlerine sahip
olmalarını sağlamaktadır.
Bir ülkenin nüfus artış hızı ile iç ve dış göçleri yönlendiren, sanayi ve ticaret merkezlerinin şehir ve bölgelere gerçekçi bir şekilde dağılımını sağlamada önemli rolü bulunan kentleşme politikası ile bir yandan nüfusun baskısı
azaltılırken, diğer yandan nüfus dinamik bir güç olarak kontrol edilmektedir. Başarılı bir kentleşme politikası ile eğitim, iş, sanayi, kültür, resmi/özel
tesis ve konutlar arasında belli bir uyum sağlandığı için, zaman ve enerji
tasarrufu sağlanarak ülke toprak ve kaynaklarının daha verimli şekilde kullanılması da mümkün olabilmektedir.
Türkiye’de kentleşme politikasını belirleyen makam günümüzde Çevre
ve Şehircilik Bakanlığı (önceleri Bayındırlık ve İskân Bakanlığı) olmasına
karşın, esas rolü imar planlarının uygulanması, yeni alanların imara açılmasını ve düzenlenmesi görevlerini yürüten belediyeler oynamakta, kentler
çoğunlukla belediyelerin tasarrufunda şekillenmektedir. Türkiye’de kent
planlaması ve kentleşme konusundaki yasal düzenlemeler incelendiğinde;
1923–1928 yılları arasında kent planlaması konusunda yasal herhangi bir
düzenlemenin yapılmadığı ve imar planlarının bulunmadığı,
1930 yılında çıkarılan “1930 Sayılı Belediyeler Kanunu” ile bu eksikliğin
61
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
giderildiği ve imar planlarının zorunlu hale getirilerek, yapı işlemlerinde bu
planlara uyulmasının şart koşulduğu,
1933 yılında “Belediye Yapı Yolları Kanunu”, 1956 yılında “6785 Sayılı
İmar Kanunu”’nun yürürlüğe girmesi ile beraber imar konusundaki diğer
yasal düzenlemelerin oluşturulduğu,
Son olarak da “3194 sayılı İmar Kanunu” ile düzenleme yapılarak yapı
mevzuatının daha katı hükümlere bağlandığı görülmektedir.
İmar planları ile insan, aile ve toplum hayatını ilgilendiren, fiziki çevrenin
düzenlenmesinin yanı sıra, yapılan ve yapılacak olan yatırımların verimini
artırmak, toprağı korumak ve toprağın rasyonel olarak dağılımını sağlamak
gibi amaçlara ulaşılması da sağlanmaktadır.
Kentleşme politikası açısından 1982 Anayasası’ndaki yasal düzenlemelere bakıldığında;
Herkesin yerleşme ve seyahat hürriyetine sahip olduğu, yerleşme hürriyetinin; suç işlenmesini önlemek, sosyal ve ekonomik gelişmeyi sağlamak,
sağlıklı ve düzenli kentleşmeyi gerçekleştirmek ve kamu mallarını korumak
amaçlarıyla, seyahat hürriyetinin ise suç soruşturma ve kovuşturması sebebiyle ve suç işlenmesini önlemek amaçlarıyla sınırlandırılabileceği (T.C
Anayasası Madde 23),
Herkesin, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahip olduğu,
çevrenin geliştirilmesi, çevre sağlığının korunması ve çevre kirlenmesinin
önlenmesinin devletin ve vatandaşların ödevi olduğu ( T.C. Anayasası Madde 56),
Devletin şehirlerin özelliklerini ve çevre şartlarını gözeten bir planlama
çerçevesinde, konut ihtiyacını karşılayacak tedbirleri alacağı, ayrıca toplu
konut teşebbüslerini destekleyeceğinin (T.C. Anayasası Madde 57) belirtildiği görülmektedir.
Bu hükümler; sağlıklı ve düzenli kentleşmeyi gerçekleştirmek, herkesin
sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşamasını sağlamak, çevrenin geliştirilmesi,
çevre sağlığının korunması ve çevre kirlenmesi ile şehirlerin özelliklerini gözeten bir planlamanın yapılmasını zorunlu kılmaktadır.
62
Bu bağlamda Türkiye’de kentleşme politikaları “Beş Yıllık Kalkınma
Planları” ile “İmar Planları” yapılmakta, “Tüzükler”, “Yönetmelikler” ve
idare tarafından “İmar Kararları” çıkarılmak suretiyle uygulanmaktadır.
Türkiye’nin “Kentleşme Politikaları” genel hatlarıyla “Beş Yıllık Kalkınma
Planları”nda açıklanmaktadır. Bahse konu planlarda kentleşme konusunda
belirtilen hususlar aşağıdadır.
4.1. Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı (1963-1967)
Planda; nüfusun artması ve şehirlere akmasının, sanayileşmeyi zorunlu
kıldığı üzerinde durularak, nüfus artış hızının yüksekliğinin tarımdaki nüfus çokluğu sorununu giderek büyüttüğü ifade edilmiş (DPT, 1963: 65-73),
nüfusun şehirlere akmasına engel olmak amacıyla, tarım bölgelerinde tarımla ilgili olmayan alanlarda iş yaratmanın gerekli olduğu belirtilmiştir (DPT,
1963: 101-105).
Planda, nüfusun ve ekonomik çalışmaların aşırı yoğunlaştığı yerler “Büyük Şehir Bölgeleri (Metropoliten Bölge)” olarak tanımlanarak bu bölgelerde
birçok sosyal, ekonomik ve fiziki sorunların bulunduğuna işaret edilmiştir.
Bu sorunların çözülmesi için bu bölgelerin çevrelerinde yeni çekim ve büyüme merkezleri ile sanayi yaratmak suretiyle, nüfusun ve ekonomik çalışmaların daha dengeli bir şekilde dağılımını sağlayacak araçların araştırılması
planlanmıştır (DPT, 1963: 471-474).
Plan ile en uygun kent büyüklüğü kuralın benimsenerek, büyük kentlerin
büyümelerinin sundukları iş imkânlarıyla orantılı olması önerilmiş, bölgeler
arası denge ilkesine ağırlık verilerek yatırımların yapılmasında bu ilkenin
göz önüne alınması gerektiğine dikkat çekilmiş, ancak ayrıntılı ve açık bir
kentleşme politikasına yer verilmemiştir (Keleş, 2008: 81).
Plan, bölgelerarası gelişmişlik farklarının giderilmesinin yanı sıra köy
kalkınmasına da ağırlık vermiş, dağınık ve küçük ölçekli köy yerleşme yapısını göz önünde bulunduran bir yerleştirme politikasına dayalı, toplum kalkınması kavramını geliştirmiştir (DPT, 2007: 4). Planda hem nüfusun, hem
de ekonomik etkinliklerin daha dengeli ve düzenli bir şekilde dağıtılmasının
düşünüldüğü görülmektedir.
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
4.2. İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı (1968-1972)
Birinci Beş Yıllık Plana göre kentleşme politikası daha açık olarak saptanan İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planında kentleşme, ekonomik ve toplumsal
gelişmenin, özellikle de sanayileşmenin bir sonucu olarak desteklenmesi gereken bir olgu olarak ele alınmış ve kentleşmeden ekonomiyi iten bir güç
olarak yararlanılacağı belirtilmiştir (Keleş, 2008: 81-83).
Planda “Bölgesel Gelişme, Şehirleşme ve Yerleşme” sorunu konularında
temel ilkeler belirlenmiş ve alınacak ekonomik ve sosyal kararların dengeli
gelişme ve şehirleşmeyi gerçekleştirici yönde olacağı ifade edilmiştir (DPT,
1968: 263-64).
Plan’da ana hedefler olarak, sanayileşme, şehirleşme ve tarımda modernleşme kabul edilmiş ve şehirleşme konusunda bugün de geçerliğini koruyan
ilkelere yer verilmiştir. Planda konut ve konut sektörünün sorunları üzerinde önemle durulmuş, gecekondu sorunu çözüm önerilerine yer verilmiş
(DPT 2007: 4-6) ancak, kentleşmenin nasıl bir sanayileşme politikasına dayandırılacağı açık olarak belirlenmediği için büyük kentlerde yatırım yapılamamış, işsizlik ve eksik çalıştırma koşullarına boyun eğilerek, yurtdışına
işçi gönderilmesi cankurtaran simidi gibi görülmüştür (Keleş, 2008: 81-83).
İkinci Beş Yıllık Plan döneminde, şehirleşme konusundaki gelişmeler tutarlı olmamış, plan ile yıllık programların uygulanması arasında büyük aksamalar olmuş, birbirine uyumlu olmayan şehir planları ile kalkınma planları tutarlı bir şekilde uygulanamamıştır.
4.3. Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı (1973-1977)
Planda, hızla artan nüfusu tarım sektöründe tutma imkânının kalmadığı,
yüzyılın sonunda Türkiye’nin nüfusunun 70 milyona, şehirlerde yaşayan
nüfusun ise 55 milyona ulaşacağı ve bu nüfusun şehirlerde sanayi ve hizmet
sektörlerinde istihdam edilebileceği öngörülmüştür (DPT, 1973: IV).
Doğu Marmara bölgesinin ve özellikle İstanbul metropolünün büyük nüfus çekim merkezi haline geldiği, Karadeniz, İç Anadolu ve Doğu Anadolu
bölgelerinin başlıca göç veren bölgeler olduğu, hızlanan iç göçün doğal kaynaklarla nüfusun yerleşimi arasındaki dengeyi bozduğu belirtilmiştir.
64
2013/2
Türkiye’de 1950 yılından sonra hızlanan demografik şehirleşmenin (Demografik Şehirleşme: Şehirlerde ekonomik ve sosyal faaliyetlerin emme kapasitesinden fazla nüfusun yaşaması durumunu ifade etmektedir. ) bu dönemde de sürdüğü, 500 binden çok nüfuslu üç şehirde yaşayanların toplam
şehirli nüfusun % 31’ine ulaştığı ve hızlı şehirleşmenin, alt yapı ihtiyacını
arttırırken, arsa spekülasyonu sonucunda arazi değerlerini de hızlı bir şekilde yükselttiği ifade edilmiştir (DPT, 1973: 92-95). Planda;
•
Kentleşmenin nüfus yığılması biçiminde ve üç büyük kente yönelik
olarak ortaya çıktığı,
•
Demografik kentleşme süreci ile sanayinin belirli noktalarda yoğunlaşmasının, uzun dönemde ekonomik kalkınma açısından sorunlar
doğurduğu,
•
Ekonomik gelişme ve sanayileşmeyle uyumsuz ve aşırı nüfus yığılması biçiminde ortaya çıkan kentleşmenin, büyük alt yapı ihtiyaçları doğurduğu ve sınırlı kaynaklarının üretken olmayan bu alanlara
kaydırılmasına yol açtığı ifade edilerek (DPT, 1973: 112-113), şehirleşme konusundaki belirlenen ilkeler ve alınacak tedbirler açıklanmıştır
(DPT, 1973: 854-856).
Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı kentlerin mekânsal düzenlenmesi ve
yönetimine özel önem vermiş olup (DPT, 2007: 6), nüfusun büyük kentlere
akmasından çok, sosyal ekonomik ve kültürel bütünleşmeyi sağlayacak bir
kentleşmenin yaşanmasını hedeflemiştir. Planda, kırsal alanlar ile kentler
arasında karşılıklı ve kademeli bir ilişkinin sağlanması, kırsal alanlardan
kentlere göç eden nüfusun, kurulacak organize sanayi bölgelerinde istihdam edilerek kontrol edilmesi amaçlanmıştır.
4.4. Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı (1978-1983)
İki kısım olarak düzenlenen Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planında
Üçüncü Plan Döneminde kentleşme politikalarının yönlendirilmesinde ye65
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
tersiz kalındığı belirtilmiştir (DPT, 2007: 77).
Planda kentleşmeye ilişkin hedef ve politikalar belirlenmiş (DPT, 1979:
254) ve temel politikanın kentleri yaşanabilir kılmak, kent halkının asgari
ihtiyaçlarını karşılamak, yerleşme merkezlerinin düzenlenmesinde doğal ve
tarihi çevrenin korunması olduğu açıklanmıştır (DPT, 1979: 294-295).
Planda kentleşmenin ekonomik amacının; tarımsal gelişme, hızlı sanayileşmeyi ve sağlıklı bir kentleşmeyi tüm yurda yaymak, toplumsal amaçlarının ise; kişiler, toplum kesimleri ve bölgeler arasında gelir dağılımını iyileştirmek, köylü kentli ayırımını gidermek olduğu ifade edilmiştir (DPT, 1979:
653-657). Kentleşme konusundaki amaçlara ulaşabilmek için, kooperatifleşme, makineleşme, girişimcilik, sanayi yatırımları, teknolojik alt yapı, planlı konut yapımı ve köykentlerin araç olarak kullanılacağı belirtilmiş, çevre
sağlığına dikkat edileceği açıklanmıştır (DPT, 1979: 663-669). Planda, anakentlerin ülke kalkınmasındaki rollerini artırarak sürdürmeleri, kentleşmeyi
yavaşlatmak yerine kentleri yaşanabilir yapmak ve kent halkının ihtiyaçlarını karşılama ilkeleri benimsemiştir (Keleş, 2008: 84).
Metropoliten alanlarda kendilerine özgü yerel yönetim birimlerinin kurulacağı ifade edilerek, kentsel alanların sorunlarının mevcut mali olanakları
ve öz kaynaklarla çözüleceği belirtilmiştir (DPT, 2007: 6-7).
Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda, kentleşme hedefleri genel olarak; kentlerdeki arsa ve arazilerin kullanılırken kamu yararının göz önünde
tutularak, ucuz ve sağlıklı konut yapımı için yasal düzenlemelerin yapılması
ve gelir düzeyi düşük halk kesimleri için toplu konutlar yapılması planlanmıştır.
4.5. Beşinci Beş Yıllık Kalkınma Planı (1985-1989)
Planda, sanayileşme potansiyeli olan alanların tespit ve ilan edileceği,
kentlerde hizmet standardını yükseltecek yatırım ve politikalara ağırlık verileceği, dengeli kentleşmeyi sağlamak için orta büyüklükteki kentlerin destekleneceği, kentlerin ihtisaslaşmasının sağlanacağı, organize sanayi bölgelerinin kurulacağı belirtilmiş (DPT, 1984: 164-165) ve şehircilik hizmetlerinin
görülmesinde belediyeler ana kuruluşlar olarak kabul edilmiştir (DPT, 2007:
66
2013/2
7-8).
Öngörüsü, köylerden kentlere olan nüfus akımlarının süreceği ve kentleşmenin yavaşlamayacağı şeklinde olan ve kentleşmeye olumlu olarak yaklaşan planda göze çarpan özellikler; büyük kentlere göre orta büyüklükteki
kentlerin tercih edilmesi, büyük kentlerdeki yığılmanın caydırıcı önlemlerle
önlenmesi, kentler arasında uzmanlaşmanın sağlanması, tarım toprakları
üzerindeki dağınık ve düzensiz yapılaşmanın önlenmesi, sanayi kuruluşlarının yerlerinin tüm ülke sathına dağıtılmasıdır (Keleş, 2008: 84-85). Planda
kentleşme açısından dikkat çeken diğer bir husus ise, konut yapımı ile ilgili
düzenlemelerin varlığıdır. Ancak bu plan döneminde de hedeflenen ve beklenen gelişmelere ulaşılması mümkün olamamıştır.
4.6. Altıncı Beş Yıllık Kalkınma Planı (1990-1994)
Planda, kentlerde yaşayan nüfusun şehir hayatına uygun bir yapıya kavuşturulacağı, orta büyüklükteki (50.000-500.000 nüfuslu) kentlerin gelişmesinin destekleneceği, kentler arasında ihtisaslaşmanın sağlanacağı, nüfusları
artacak olan büyük kentler, metropoller ve metropolleşen yörelerde altyapı,
ulaşım, istihdam, konut, eğitim, sağlık sorunlarının hafifletmesine çalışılacağı, tarihi, kültürel, doğal değerlerin ve kıyıların korunacağı, kent planlaması
ile ilgili mevzuatın yeniden düzenleneceği ifade edilmiştir (DPT, 1989: 314315).
Planın temel stratejisinde; şehir kademelenmesini dengeli bir şekilde yönlendirmek üzere, büyük kentlere yönelimin azaltılması amacıyla, orta büyüklükteki kentlerin geliştirilmesi, araç olarak da organize sanayi bölgelerinin kullanılmasına önem verilmesi hedeflenmiştir. (DPT, 1989: 358).
Altıncı Beş Yıllık Kalkınma Planı dönemindeki dört hükümet programına bakıldığında; “Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı”nın onaylanması,
“Merkezi yönetim ile yerel yönetimler arasında koordinasyon sağlayacak
bir bakanlık kurulması çalışmaları” ve “Merkezi yönetim ile yerel yönetimler arasında görev, yetki, sorumluluk ve kaynak paylaşımına ilişkin çerçeve yasa çalışmaları” olmak üzere üç önemli adımın atıldığı görülmektedir
(DPT, 2007: 8).
Planda kentlerde kaliteli ve sağlıklı bir yaşam sağlamak amacından yola
67
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
çıkılmış ve orta büyüklükteki kentlerin ve kentler arası uzmanlaşma desteklenmiştir. Bu planda çevre ve çevre ilgili konular yeni yükselen bir değer
olarak karşımıza çıkmış ve planda yerleşme alanlarına sağlıklı ve kaliteli bir
çevrenin sağlanması esas alınmıştır.
4.7. Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planı (1996-2000)
Planda, nispeten gelişmiş olan yörelerdeki kentleşme sorunlarının önemli
ve acil sorunlar haline geldiği, metropol niteliği kazanan yerleşme merkezlerinde açık işsizlik, arazi spekülasyonu, yanlış yapılanma, enerji ve su yetersizliği, çevre kirliliği gibi sorunların giderek arttığı belirtilerek, amaçlar, ilkeler ve politikalar açıklanmış, İstanbul›un nüfusunun 2000 yılına kadar 11,5
milyona yükselmesinin beklendiği, bu nedenle, nüfusu bir milyonun üzerindeki büyük kentlere doğru göç eğilimini yavaşlatıcı politikaların uygulamaya konulacağı, yerleşmelerin planlanmasında kentlerdeki yaşam çevresi
ve yaşam kalitesinin geliştirileceği ve iyileştirileceği ifade edilmiştir. En az
bir kentin uluslararası bir merkez haline getirileceği ve kentler arasında ihtisaslaşmaya önem verileceği, kentlerde tarihi, doğal ve kültürel değere sahip
alan ve eserlerin korunması ve yenilenmesine önem ve öncelik verileceği
belirtilmiştir (DPT, 1996: 170-180). Ayrıca metropoller ile ilgili düzenlemelere de yer verilerek, konuyla ilgili amaçlar, ilkeler ve politikalar açıklanmıştır
(DPT, 1996: 184-187).
Planda, nüfusu bir milyonu aşan kentlere doğru olan göç eğiliminin, sanayileşme, kamu yatırımları ve özendirme politikaları ile engellenerek yavaşlatılması planlanmıştır. Ayrıca bölge merkezleri ile orta büyüklükteki
kentlerin geliştirilmesi tercih edilmiş, kentler arasında uzmanlaşmaya önem
verilmiş ve en az bir kentin uluslararası bir merkez durumuna getirilmesi
düşünülmüştür.
Bu planda, kentsel yaşam kalitesinin, imar planları, konut, altyapı ve arsa
gibi araçlarla iyileştirilmesinin yanı sıra, kentlerin güzelleştirilmesi, fikir ve
sanat etkinliklerinin özendirilmesi, kente göç edenlerin sorunlarının çözümü için eğitim kurumlarının, gönüllü ve sivil kuruluşların ve kitle iletişim
araçlarının rol oynayacağı uygulamalardan da söz edilmiştir (Keleş, 2008: 87).
Altıncı Beş Yıllık Kalkınma Planının bir devamı niteliğinde olan planda
68
2013/2
kentleşme açısından amaç, ilke, hedef, politikalar ve stratejiler detaylı bir
şekilde, özellikle de metropollerle ilgili olarak birçok tedbirin alınması planlanmış, ancak planın uygulanmasında daha önce olduğu gibi çeşitli nedenlerle başarı gösterilememiş, önemli gelişmeler kaydedilememiştir.
4.8. Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı (2001-2005)
Planda, kent ve kentlilik kültürünün oluşturulmasına dönük çalışmaların
yapılacağı, uluslararası düzeyde ticari ve mali merkezlerin oluşturulacağı,
kentlerin karakteristik kültür dokuları ile turistik özelliklerinin korunacağı,
orta büyüklükteki kentlerde sanayi bölgelerinin geliştirileceği ve teknokentlerin oluşturulacağı belirtilmiştir (DPT, 2000, 169-170).
Plan hazırlanırken, Yerel Yönetimler ve Kentleşme Özel İhtisas Komisyonu ve Yerel Yönetimler Kentleşme-İmar Alt Komisyonu olmak üzere iki
komisyon halinde çalışmıştır. Kentleşme ve imarla ilgili alt komisyonda,
kentleşmenin kent yoksulluğunu kır yoksulluğuna tercih edenlerin göçüyle gelişen bir süreç olduğu belirtilmiş, Türkiye kentlerinin temel karakteristiklerinin yoksulluk, sefalet, yasa ve hukuk tanımazlık, günlük yaşamda
kargaşa, ulaşım ve altyapı yetersizlikleri, kirlilik, denetimsiz büyüme, kaçak
yapılaşma şeklinde olduğu ifade edilmiştir (DPT, 2007: 9-10).
Planın dikkati çeken özelliği, bir yandan ulusal kültürün belirleyiciliği
çerçevesinde kent ve kentlilik kültürü oluşturulurken, diğer yandan kentlerin küreselleşmenin isteklerine cevap verecek duruma getirilmesidir (Keleş,
2008: 87-88). Planda kentsel alanlarda bilimsel yöntemlerle arsa üretimi ile
düzenli yapılaşmayı kolaylaştırmak ve etkin denetimlerin yapılması, konut
piyasasında fon fazlası olan kesimlerden ihtiyacı olan kesimlere kaynak aktaracak finansman sistemlerinin oluşturulması da öngörülmüştür.
4.9. Dokuzuncu Beş Yıllık Kalkınma Planı (2007-2013)
Planda, ekonomik büyümenin ve sosyal kalkınmanın istikrarlı bir yapıda
sürdürülmesi ve plan vizyonunun gerçekleşmesi yolunda belirlenmiş olan
stratejik amaçlardan birinin bölgesel gelişmenin sağlanması olduğu belirtilmiştir (DPT, 2006: 1-2).
Planın Beşinci Bölümünde, kent içi ulaşım, çevrenin korunması ve kent69
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
sel altyapının geliştirilmesinde yetersiz kalındığı, kırsal ve kentsel yerleşim
birimleri ile bölgeler arasındaki sosyo-ekonomik yapı ve gelir düzeyi dengesizliklerinin önemini koruduğu, kentlerin sunduğu istihdam imkânlarının
yoğun göç hareketlerinin yarattığı nüfus baskısını karşılamakta yetersiz kaldığı, 2006 yılında uygulamaya konulan “Köylerin Altyapısını Destekleme
Projesinin (KÖYDES)” kırsal yerleşim birimlerinin parçalı ve dağınık bir yapıya sahip olması nedeniyle, fiziki ve sosyal alt yapı hizmetlerinin etkin ve
yaygın bir şekilde sağlanmasını sınırlandırdığı ifade edilmiştir (DPT, 2006:
46-49).
Yedinci Bölümünde ise, kent içi ulaşımında çeşitlilik sağlanacağı, kent bilgi sistemlerinin geliştirileceği, çevre yönetim sistemlerinin oluşturulacağı,
kentsel altyapı ana planı ve finansman stratejisinin hazırlanacağı belirtilerek
(DPT, 2006: 72-74), kültürün korunması, geliştirilmesi ve toplumsal diyalogun güçlendirilmesi için yoğun göç ve çarpık kentleşme neticesinde ortaya
çıkan sosyo-kültürel uyum sorunlarını azaltıcı önlemlerin alınacağı ifade
edilmiştir.
Planda bölgesel gelişme politikasının merkezi düzeyde etkinleştirileceği,
göç baskısı altında olan kentlerin, göçten kaynaklanan temel sorunlarının
tespit edilerek fiziki ve sosyal altyapılarının iyileştirileceği, metropolleri küresel rekabette öne çıkaracak iş ve yaşam ortamının destekleneceği, bölgelerde yenilikçi, rekabet edebilir, dinamik ve yüksek katma değer yaratabilen
öncü sektörlerin destekleneceği belirtilmiştir. Ayrıca, kırsal kesimde kalkınmanın sağlanması için, ulusal bir “Kırsal Kalkınma Planı”nın hazırlanarak
uygulamaya konulacağı, kırsal alanda tarım ve tarım dışı ekonomik faaliyetlere yönelik insan kaynaklarının geliştirileceği, kırsal kesimde temel
altyapı ihtiyaçlarının karşılanacağı, gelişmekte olan merkezi yerleşim birimlerine, turizm bölgelerine, koruma alanlarına ve afet riski yüksek yörelere
öncelik verileceği belirtilmiştir (DPT, 2006: 90-94).
Planda, kentleşme ile ilgili tüm konular değişik paragraflara serpiştirilmiş durumdadır. Plan’ın; 157. paragrafında; hızlı ve plansız kentleşmenin
büyük kentlerde yaşanan yüksek nüfus artışı ve motorlu taşıt sahipliğindeki artış, kent içi ulaşımda yaşanan fazla yakıt tüketimi, çevre kirlenmesi,
kazalar ve trafik tıkanıklığı problemlerinin artarak devam etmesine yol aç70
2013/2
tığı ifade edilmiştir. 265. ve 273. paragraflarında göç ve kentleşmenin çeşitli nedenlerle artmakta olduğu vurgulanarak, yoğun göç ile çarpık kentleşmenin oluşturduğu uyum sorunlarının, terör ve asayiş başta olmak üzere
toplumsal bütünlüğü ve uyumu zedeleyici ortamlar hazırlamakta olduğuna
değinilmiştir. Planda kentleşmeye ilişkin politika önerisi sayılabilecek tek
ifade, yoğun göç ve çarpık kentleşme sonucunda ortaya çıkan sosyo-kültürel
uyum sorunlarını azaltıcı önlemlerin alınacağı ifadesidir (Keleş, 2008: 88).
Dokuzuncu Beş Yıllık Kalkınma Planının, belirli bir kentleşme politikasını
ortaya koyduğunu ve bu yolda yapılması gerekenleri açıkladığını söylemek
mümkün olamamaktadır. Devletin diğer politikalarını etkileme gücüne sahip olan ve Türkiye’nin önemli sorunlarından biri olan kentleşme konusunda net bir politika belirlenmemesi, planın önemli bir eksikliği olup, politika
eksikliği de kentleşme konusunda yaşanan sorunların giderek artmasına
neden olmaktadır.
Türkiye’de yaşanan kentleşme, dengeli ve düzenli olmayan hızlı nüfus
artışı ve göçler sebebiyle yoğun bir baskı altında yaşanmakta olup, gelişmiş
toplumlarda yaşanan kentleşmeden farklı şekilde gerçekleşmektedir. Türkiye’de Kalkınma Planları ile planlanmaya çalışılan, ancak planların çeşitli
nedenlerle uygulanamaması sonucunda dengesiz bir kentleşme süreci yaşanmakta, dengesiz kentleşme ise berberinde nüfusun belirli bazı bölge ve
kentlerde aşırı yoğunlaşması sonucunu doğurmakta, sanayi, ticaret, hizmet
ve tarım sektörlerinde iş imkânlarına sahip şehirlerin nüfusunu arttırmaktadır.
5. SONUÇ
Kentler günümüzde üretim, ticaret ve ulaşım faaliyetlerinin yürütüldüğü
merkezler haline gelmiştir. Dünya nüfusunun büyük çoğunluğu kentlerde
yaşamakta, ülkelerin ve dünyanın geleceği modern kentlerde şekillenmektedir.
Türkiye kentleşme ile 1950’li yıllardan sonra, kırsal alanlardan kentlere
göçlerin başlaması ile tanışmış olup, kentleşme kısmen gelişmiş kısmen de
gelişmekte olan ülkelerdekine benzer özellikler göstermektedir.
Türkiye’de kentleşme, yaşama koşulları yönünden daha iyi imkânlar
71
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
sağlama endişesinin sonucunda ortaya çıkmıştır. Kentleşmenin demografik
yönünün ağır bastığı Türkiye’de büyük kentlerin çoğu sağlıksız yapılaşma,
konut, ulaşım, su, kanalizasyon, hava kirliliği, yeşil alanların azlığı, okul,
eğitim ve kültürel imkânların yetersizliği gibi önemli sorunlar ile karşı karşıyadır. Bu durumun ana nedeni ise, kentleşme sürecinin gelişmiş ülkelerin
aksine çok daha kısa bir zaman diliminde gerçekleşmesidir.
Türkiye’de kentleşme politikaları, genel hatlarıyla “Beş Yıllık Kalkınma
Planları”nda açıklanmakla birlikte, bu konuda esas rolü belediyelerin oynadığı görülmektedir. Beş Yıllık Kalkınma Planları incelendiğinde aşağıdaki
sonuçlara ulaşılmaktadır.
Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planında; ayrıntılı ve açık bir kentleşme politikasına yer verilmemiş olup, büyük kentlerin sınırsız büyümesi önlenmek
istenerek, bölgeler arasında denge ilkesine ve özellikle de köylerin kalkınmasına büyük ağırlık vermiştir. Bu dönemde, nüfusun artması ve tarımda
makineleşmeye geçilmesi gibi nedenlerle, kırsal alanlardan kentlere doğru
yoğun göçlerin yaşanması ise kentleşme hızını arttırmıştır.
İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planında; kentleşmenin nasıl bir sanayileşme
politikasına dayanarak gerçekleştirileceği açık olarak belirlenmediği için
kentleşme konusundaki gelişmeler tutarlı olmamış, plan ile yıllık programların uygulanması esnasında aksaklıklar meydana gelmiştir.
Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Planında; kentlerin mekânsal düzenlenme
ve yönetimine özel önem verilmiş, sosyal ekonomik ve kültürel bütünleşmeyi sağlayacak bir kentleşmenin gerçekleşmesi hedeflenmiştir. Kırsal alanlardan kentlere göç eden nüfusun, kurulacak organize sanayi bölgelerinde
istihdam edilmesi, geri kalmış bölgelerin sorunlarının ise, yerel yönetimlerin güçlendirilerek çözülmesi amaçlanmıştır.
Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planında; kentleşmeyi yavaşlatmak yerine, kentleri yaşanabilir yerler yapmak ve kent halkının ihtiyaçlarını karşılamak ilkeleri benimsenmiş, doğal ve tarihi çevrenin korunmasının önemine
değinilerek, kentsel alanların yönetimiyle ilgili ilke ve politikalara ayrıntılı
olarak yer verilmiştir. Kentleşme politikasının hedefleri ise, kentlerdeki arsa
ve arazilerin kullanılırken kamu yararının göz önünde tutulması, kamu arsa
72
2013/2
ve arazilerin konut yapımı için yerel idarelere devredilmesi, ucuz ve sağlıklı
konut yapımı için yasal düzenlemelerin yapılması, özellikle gelir seviyesi
düşük halk kesimleri için toplu konutlar yapılması şeklinde belirlenmiştir.
Beşinci Beş Yıllık Kalkınma Planında; şehircilik hizmetlerinin görülmesinde ana kuruluşlar olarak belediyeler kabul edilmiş, büyük kentlerdeki
yığılmanın caydırıcı tedbirlerle önlenmesi, kentler arasında uzmanlaşmanın
sağlanması, tarım toprakları üzerindeki dağınık ve düzensiz yapılaşmanın
önlenmesi, sanayi kuruluşlarının yerlerinin ülke sathına yayılması hedeflenerek, konut yapımı konusunda düzenlemelere gidilmiş, ancak planlanan
hedeflere ulaşılması mümkün olmamıştır.
Altıncı Beş Yıllık Kalkınma Planında; kentlerde kaliteli ve sağlıklı bir yaşam sağlamak amacından yola çıkılarak, orta büyüklükteki kentler ve kentler arası uzmanlaşma desteklenmiş, çevre ve çevreyle ilgili konulara önem
verilerek, yerleşim alanlarında sağlıklı ve kaliteli bir çevrenin sağlanması
esas alınmıştır.
Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planında; kentleşme konusunda ilkeler, hedefler, politikalar ve uygulanacak olan stratejiler detaylı bir şekilde açıklanmış, metropoller ile ilgili olarak birçok tedbirin alınması planlanmış, ancak
planın uygulanmasında daha önceki planlarda olduğu gibi çeşitli nedenlerle
başarı gösterilememiş, önemli gelişmeler kaydedilememiştir.
Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planında; kent ve kentlilik kültürünün
oluşturulmasına dönük çalışmaların yapılması, uluslararası düzeyde ticari
ve mali merkezlerin oluşturulması, karakteristik kültür dokuları ile turistik
özelliklerin korunarak, orta büyüklükteki kentlerde sanayi bölgelerinin geliştirilmesi ve teknokentlerin oluşturulması planlanmıştır.
Dokuzuncu Beş Yıllık Kalkınma Planında; kentleşmeye ilişkin konular
değişik paragraflara serpiştirilerek, yoğun göç ve çarpık kentleşme sonucunda ortaya çıkan sosyo-kültürel uyum sorunlarını azaltacak önlemlerin
alınacağı ifade edilmiştir. Planda net bir kentleşme politikası belirlenmemiş
olduğu için, kentleşme konusunda sorunlar yaşanmasına neden olmuştur.
Sonuç olarak, Türkiye’de kentleşmenin dengeli ve düzenli olmayan hızlı
nüfus artışı ve göçler sebebiyle yoğun bir baskı altında yaşandığı ve gelişmiş toplumlarda yaşanan kentleşmeden farklı şekilde gerçekleştiği görül73
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
mektedir. Türkiye’de Kalkınma Planları aracılığıyla planlanmaya çalışılan,
ancak planların çeşitli nedenlerle uygulanamaması sonucunda dengesiz bir
kentleşme süreci yaşanmaktadır. Yaşanan dengesiz kentleşme ise, nüfusun
belirli bazı bölge ve büyük kentlerde aşırı yoğunlaşması sonucunu doğurmaktadır.
Kaynakça
Akkayan, T. (1979), Göç ve Değişme, İstanbul: İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Yayını.
Akşit, B. (1998), “İçgöçlerin Nesnel ve Öznel Toplumsal Tarihi Üzerine
Gözlemler: Köy Tarafından Bakış”, Türkiye’de İç Göç, Konferans, BoluGerede, 6-8 Haziran 1997, İstanbul: Türkiye Ekonomik ve Toplumsal
Tarih Vakfı, s. 31.
Bal, H. (1999), Kent Sosyolojisi, Ankara: Turhan Kitabevi.
Bal, H. (2003), Kentsel Yapı ve Kentlileşme Süreci. Isparta-Van
Karşılaştırması, Isparta: Fakülte Kitabevi.
Bilgili, A.E. (2007), “Şehir ve Kültür: İstanbul”, İstanbul Kültür Turizm,
2006 Değerlendirmesi, İstanbul: T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı İstanbul
Kültür ve Turizm Müdürlüğü.
Doğan, C. ve Arslan, Ü. (2004), “Kentleşmemiş Kent Ekonomileri:
Türkiye Örneği”, Küreselleşme Kıskacında Kent ve Politika, Ed.Muharrem
Güneş, Ankara: Detay Yayıncılık, s. 234-236.
DPT, (1963), Kalkınma Planı (Birinci Beş Yıl) 1963-1967, Ankara: DPT
Yayını
DPT, (1968), İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı 1968-1972, Ankara: DPT
Yayını.
DPT, (1973), Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı 1973-1977, Ankara: DPT
Yayını.
DPT, (1979), Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı 1979-1983, Ankara: DPT
Yayını.
DPT, (1984), Beşinci Beş Yıllık Kalkınma Planı 1979-1983, Ankara: DPT
74
2013/2
Yayın No: 1974.
DPT, (1989), Altıncı Beş Yıllık Kalkınma Planı 1990-1994, Ankara: DPT
Yayın No: 2174.
DPT, (1995), Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planı 1996-2000, Ankara: DPT
Yayını.
DPT, (2000), Uzun Vadeli Strateji ve Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı
2001-2005, Ankara: DPT Yayını.
DPT, (2006), Dokuzuncu Kalkınma Planı (2007-2013), Ankara: DPT
Yayını.
DPT, (2007), Dokuzuncu Kalkınma Planı 2007-2013, Yerleşme-Şehirleşme
Özel İhtisas Komisyonu Raporu, Ankara: DPT Yayını.
Ekin, N. (1986), “Hızlı Şehirleşmenin Sosyo-Ekonomik Etkileri”, Hızlı
Şehirleşmenin Yarattığı Ekonomik ve Sosyal Sorunlar, 10-11 Ocak 1986,
İstanbul: Siyasi ve Sosyal Araştırmalar Vakfı (SİSAV) Yayını, s.79.
Ertürk, H. ve Sam, N. (2009), Kent Ekonomisi, Güncellenmiş 3. Baskı,
Bursa: Ekin Basım Yayın
Dağıtım.
Goodall, B. (1972), The Economics of Urban Areas, Oxford: Pengamon
Press.
Hatt, Paul K., and Reiss, Jr. Albert. J. (2002), “Kentsel Yerleşimlerin
Tarihi”, 20. Yüzyıl Kenti, Çev. Bülent Duru, Ayten Alkan, Ankara: İmge
Kitabevi. s.30.
Harris, C. D. and Ullman E. L. (2002), “Kentin Doğası”, 20. Yüzyıl Kenti,
Çeviren: Bülent Duru ve Ayten Alkan, Ankara: İmge Kitabevi, s. 55-56.
Keleş, R. (2008), Kentleşme Politikası, Genişletilmiş, Güncelleştirilmiş
10.Baskı, Ankara: İmge Kitabevi.
Keleş, R. (1974), “Şehirleşmede Denge Sorunu”, Mimarlık Dergisi, Yıl:4,
Sayı:37, İstanbul, s.53.
Kepenek, Y. ve Yentürk, N. (2000,
İstanbul: Remzi Kitabevi.
Türkiye Ekonomisi, 10.Baskı,
75
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
Kıray, Mübeccel B.(1999), Toplumsal Yapı, Toplumsal Değişme, İstanbul:
Bağlam Yayınları.
Kutlu, K. (1986), “Hızlı Şehirleşme ve Ulaşım Sorunu”, Hızlı
Şehirleşmenin Yarattığı Ekonomik ve Sosyal Sorunlar, 10-11 Ocak 1986,
İstanbul: Siyasi ve Sosyal Araştırmalar Vakfı (SİSAV), s.210.
Mills, E. S. (1972), Studies in the Structure of Urban Economy, Baltimore:
John Hopkins Press for Resources fort the Future.
Murat, S. (2006), Dünden Bugüne, İstanbul’un Nüfus ve Demografik Yapısı,
İstanbul: ITO Yayın No: 2006-49.
Mumford L. (1961), The City in History, Its Origins, Its Transformations, Its
Prospect (Tarih Boyunca Kent: Kökenleri, Geçirdiği Dönüşümler ve Geleceği,
Çeviren: Gürol Koca ve Tamer Tosun, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2007.)
OECD. (2012), Trends in Urbanisation and Urban Policies in OECD
Countries: What Lessons for China?, Paris-France.
Özek, Ç. (1974), “Türkiye’de Şehirleşmenin Ana Nitelikleri ve Ceza
Adaleti Yönünden Yol Açabileceği Sorunlar”, Şehirleşmenin
Doğurduğu Ceza Adaleti Sorunları Sempozyumu (17-19 Aralık 1973),
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Ceza Hukuku ve Kriminoloji
Enst. Yayını, İstanbul: Fakülteler Matbaası, s. 53-57.
Özer, İ. (2004), Kentleşme Kentlileşme ve Kentsel Değişme, Bursa: Ekin
Kitabevi.
Richardson W. H. (1978), Urban Economics, Illionis: The Dryden Press,
Serter, N. (1994), Türkiye’nin Sosyal Yapısı, İstanbul: Filiz Kitabevi.
Sezal, İ. (1992), Şehirleşme, İstanbul: Ağaç Yayınları.
Tüfekçi, S. (2002), Kırsal Kesimlerden Büyükşehirlere Göç ve Göçün
Aile Yapısında Meydana Getirdiği Değişiklikler (İstanbul Örneği),
Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Isparta: T.C. Süleyman Demirel
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Tekeli, İ. (1997), “Türkiye’de İçgöç Sorunsalı Yeniden Tanımlanma
Aşamasına Geldi”, Türkiye’de İç Göç, Konferans, Bolu-Gerede, 6-8
76
2013/2
Haziran 1997, İstanbul: Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı, s.
12-16-17.
Tekeli, İ. (2008), Göç ve Ötesi, İlhan Tekeli Toplu Eserler-3, İstanbul: Tarih
Vakfı Yurt Yayınları.
Türkdoğan, O. (1988), Değişme, Kültür ve Sosyal Çözülme, İstanbul: Türk
Dünyası Araştırmaları Vakfı.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası (1982), Kanun Numarası: 2709, Kabul
Tarihi: 18.10.1982, Yayımlandığı R.Gazete: Tarih: 9.11.1982 Sayı:17863
(Mükerrer), Yayımlandığı Düstur: Tertip: 5 Cilt: 22.
Vergin, N. (1986), “Hızlı Şehirleşmenin Sosyolojik ve Siyasal
Sonuçları”, Hızlı Şehirleşmenin Yarattığı Ekonomik ve Sosyal Sorunlar,
10-11 Ocak 1986, İstanbul: Siyasi ve Sosyal Araştırmalar Vakfı (SİSAV)
Yayını, s. 28-30.
Yeter, E. (2009), Kentsel Gelişme ve Kültür Değerleri, İstanbul: Tarihi
Kentler Birliği Yayını.
Yıldırım, A. (2004), Kentleşme ve Kentleşme Sürecinde Göçün Suç Olgusu
Üzerindeki Etkileri, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara: T.C.
Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
77
2013/2
Entelektüel sermaye ve
örgütlerin performansı
üzerine etkisi
Özlem YANAR
İstanbul Sanat ve Meslek Eğitim Kursları (İsmek)
[email protected]
Özet
Bu çalışmanın temel amacı entelektüel sermaye kavramının işletmeler
üzerindeki öneminin vurgulanmasıdır. Bu kapsamda, entelektüel sermayenin
tanımı, unsurları ve örgütlerin performansı üzerine etkisi araştırılmıştır. Bilgi
çağı işletmelerini, yalnızca finansal sermaye ile ifade etmek mümkün değildir.
İşletmelerin maddi varlıklarının yanında, maddi olmayan varlıkları da
sermayelerinin bir parçasıdır. Bu bağlamda entelektüel sermaye, işletmelerde
fiziksel olarak görünmeyen ancak işletmeye rekabet üstünlüğü kazandıran
unsurlardır ve genel olarak işletmenin piyasa değeri ile defter değeri arasındaki
fark olarak ifade edilir.
Anahtar Kelimeler: Bilgi, Entelektüel Sermaye, Firma Değeri, İşletme
Performansı, İnsan Sermayesi, Müşteri Sermayesi, Yapısal Sermaye, ES.
Abstract
The main purpose of this study is to point out the significance of the
intellectual capital on firms. In this context, the definition of intellectual capital,
its elements and to determine the effect on the performance of organizations.
At the Age of Information, it is inconvenient to expound companies just by
financial capital. The intangible assets are also an essential part of their wealth.
In this respect, intellectual assets serve as a mean of competitive leverage and
they generally express the difference between the market and book values of
a company.
Key Words: Knowledge, Intellectual Capital, Goodwill, Firm Performance,
Human Capital, Relational Capital, Structural Capital, IC.
79
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
GİRİŞ
İngiliz şair Thomas Gray’in “Ignorance is bliss” yani güzel Türkçesiyle
“Cehalet saadettir” sözünden; cahilliğin fakında olunmadığı durumlarda,
bilmemenin mutluluk getirebildiği anlamı çıkarılabilir, ancak küresel dünyada, mevcut teknoloji ve iletişim ağlarıyla artık “bilinmeyeni bilmemek”
gittikçe zorlaşmaktadır. Bütün farkındalık süreçlerinin en önemlisi ve işletmelere rekabet gücü sağlayan en kuvvetli unsurlardan biri “entelektüel sermaye”dir.
’si, McDonald’s’ın,
’si, Facebook’un,
’si; şirket
Eczacıbaşı’nın
birikimlerinin görünmeyen sermaye değerlerini de ifade etmektedirler, bu
bağlamda dünya sıralamasında ilkler arasına giren şirketlerin maddi servetlerini aşan marka değerleri bulunmaktadır. Bilgi çağında, işletmelerin
zenginliklerini, ne sahip oldukları maddi varlıklar/maddi sermaye ne de
verimlilik göstergesi olan kârlılık ispatlar. Bilgi çağındaki en önemli zenginlik şirketlerin entelektüel açıdan birikimidir.
Entelektüel sermayeyi organizasyonel açıdan ilk ele alan yazar olan Thomas Stewart’a (1997) göre entelektüel sermaye; “bir şirketteki insanlar tarafından bilinen ve ana rekabet üstünlüğü kazandıran bütün şeylerin toplamıdır”.
Kurumların zenginliği insandır. Kurumların da insanlar gibi bilgiyi sindirebilmeyi, malumatı (enformasyonu) bilgiye, o malumatın temellerine,
dayanaklarına, diğer bilgilerle bağlantılarına inerek, dönüştürebilmeyi başarması gerekmektedir (İşevi ve Çelme, 2002).
Bilgi alınıp-satılabilen günümüzün en kıymetli metaıdır ve ticarete konu
olan her ürün gibi kâr/zarar analizinin yapılabilmesi için parasal değerinin
tespit edilmesi gerekir. Görünmeyen varlıkların fiyatını tespit etmek,
maddesel varlıklara oranla çok daha zordur. İşletmenin temel üstünlük konularından birini oluşturan, hatta bugünkü teknoloji çağında ve gelecekteki
siber çağda işletmelerin en önemli rekabet unsuru entelektüel sermaye; bilinmeli, ölçülmeli, raporlanmalı ve işletme sürekliliği için doğru yönetilmelidir.
80
2013/2
1. Bilgi
Enformasyonun demokratikleşmesi ile dünyaya bakma biçimimizdeki
değişim, uydu antenleri, internet ve TV sayesinde bugün akla gelebilecek
her türlü duvarın ötesini görebiliyoruz (Friedman, 1999). Sözü geçen demokratikleşmenin ardından daha fazla önem kazanan “bilgi” sözcüğü entelektüel sermayenin de tabanını oluşturmaktadır.
Rekabet yönünden avantaj olarak nitelendirilen bilgi; uzun zamandan
beri güç ile paralellik göstermektedir. Enformasyon çağı, bilgiyi, bugüne kadarki en önemli duruma getirmiştir ama aynı zamanda da bilginin raf ömrü
kısalmıştır (Appelbaum ve Gallagher, 2000: Çukacı, 2005).
“Bilgi belli bir düzen içindeki tecrübelerin, değerlerin, amaca yönelik enformasyonun ve uzmanlık görüşünün, yeni tecrübelerin ve enformasyonun
bir araya getirilip değerlendirilmesi için bir çerçeve oluşturan esnek bir bileşimidir. Bilgi, bilenlerin beyinlerinde ortaya çıkar ve orada uygulamaya
geçirilir. Kuruluşlarda yalnızca belgelerde ya da dolaplarda değil rutin çalışmalarda, süreçlerde, uygulamalarda ve normlarda da kendisini gösterir
(Davenport and Prusak: Zaim, 2005).”
Tablo 1: Bilgi Topolojisi
Biliyor
Bilmiyor
Biliyor
Bilmiyor
Sahip olduğunuzu bildiğiniz
bilgi
Sahip olmadığınızı bildiğiniz
bilgi
(Açık Bilgi)
(Bilinen Boşluklar)
Sahip olduğunuzu bilmediğiniz
bilgi
Sahip olmadığınızı bilmediğiniz
bilgi
(Örtülü Bilgi)
(Bilinmeyen Boşluklar)
Kaynak; Liam Fahey (Bobson College) Bilgi Topolojisi: Stewart, 1997.
2. Entelektüel Sermaye
Entelektüel kelimesi Latince “anlamak” anlamına gelen “intellegere ”
kelimesinden türemiştir (Bivona, 2008), entelektüel sermayenin (Intellctual
Capital) kelime anlamı ise Latince ilişkileri ifade eden “inter” ile okuma ve
81
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
bilgi edinmeyi ifade eden “lectio” kelimeleriyle, birikim ve toplamı ifade
eden “capital” kelimelerinden oluşmuştur. Kısaca entelektüel sermaye, tüm
ilişki ağlarının yönetimiyle elde edilen bilgi birikimi manasına gelmektedir
(Argüden, 2005).
Stewart, 1997 yılında yayınlanan “Entelektüel Sermaye: Örgütlerin Yeni
Zenginliği” adlı kitabında entelektüel sermayeyi, “elde edilmiş kullanılmış
bilgi” olarak tanımlamaktadır. Bunun; örgütün süreçleri, teknolojileri, patentleri, iş görenlerinin becerileri, müşteriler, tedarikçiler ve diğer ilişkili
taraflar hakkındaki bilgileri içerdiğini belirtmektedir. Stewart, entelektüel sermayeyi, “Brain Power” isimli makalesinde ise ‘işletmeye rekabet üstünlüğü sağlayacak, çalışanların bildiği her şeydir’ diye tanımlanmaktadır.
Stewart’ın bir diğer entelektüel sermaye tanımı ise şöyledir; “entelektüel sermaye; zenginlik yaratmak üzere kullanıma sokulabilecek olan entelektüel
malzemedir; yani enformasyon, entelektüel mülkiyet ve deneyimdir.”
OECD’ye göre entelektüel sermaye; işletmelerin sahip oldukları maddi
olmayan duran varlıkların, daha açık bir ifadeyle organizasyonel sermayenin ve insan sermayesinin ekonomik değeridir (Argüden, 2005).
Entelektüel sermaye ile ilgili yapılan birçok tanımlama ve unsurlarının
değerlendirilmesi Tablo 1’de özetlenmiştir.
Tablo 2: Entelektüel Sermaye Tanımları ve Unsurları
Araş rmacı
Tanım
Unsurları
Brooking
İşletmenin faaliyetlerini yerine
getirmesini sağlayan maddi olmayan varlıkların birleşimine verilen
isimdir.
-Piyasa varlıkları
-İnsan merkezli varlıklar
- Entelektüel özellik varlıkları
-Altyapı varlıkları
Stewart
Zenginlik yaratmak için kullanılabilen bilgi, entelektüel özellik,
deneyim gibi entelektüel malzemelerdir.
-İnsan Sermayesi: müşterilere çözüm
üretebilmek için gerekli kişisel yetenekler
-Yapısal Sermaye: piyasa ihtiyaçlarını
karşılamak için gerekli örgütsel yetenekler
-Müşteri Sermayesi: İşletmenin iş yaptığı kişilerle ilişkilerinin değeri
82
2013/2
Edvinsson
ve Malone
İnsan sermayesi ve yapısal sermayedir.
-İnsan Sermayesi: bilgi, beceri, yenilikler ve işletmenin bireysel çalışanlarının
yeteneklerinin toplamıdır. Ayrıca
işletme değeri, kültürü ve felsefesini
de içerir.
-Yapısal Sermaye: donanım, yazılım,
veritabanları, örgütsel yapı, patentler,
markalar ve çalışanların verimliliğini
arttıran her türlü örgütsel yetenektir.
Diğer bir deyişle çalışanların eve giderken ofiste bıraktıkları her şeydir.
Roos
Modern muhasebe yöntemlerinin
incelediği diğer tüm maddi olmayan varlıklar gibi normalde mali
tablolarda gösterilmeyen tüm
süreçler ve varlıklardır.
-İnsan Sermayesi: insan kaynaklarının
yetenekleri, davranışları ve aklıdır.
-Organizasyonel Sermaye: dış müşteri
ilişkileri, iç örgüt ve gelecekteki yatırımlarıdır.
-Entelektüel Mülkiyet
-İlişki Sermayesi
Youndt
Bir işletmenin entelektüel sermayesi, o işletmenin potansiyel kullanılabilir yetenek ile bilgi stokları
ve akışıdır.
-İnsan Sermayesi: çalışanların bilgi,
beceri ve yetenekleridir.
-Yapısal Sermaye: örgütsel bilgi ve
veritabanlarındaki özel deneyim,
kültür, iş yapış şekli, patentler ve el
kitaplarıdır.
-İlişki Sermayesi: insan ve yapısal sermaye arasındaki güçlü ilişkidir. Bilgi
paylaşımı yaratma ve aktarımıdır.
Kaynak: James C. Hayton, 2005: Akbay, 2007.
2.1. Entelektüel Sermayenin Unsurları
Stewart yenidünya ekonomisini tek bir cümleyle özetlemiştir; Finansal
sermaye işin en küçük bölümüdür”. Makineler, binalar üretim faktörlerinin
önceliğinden çıkmış yerine bilgi geçmişti (Stewart, 1997).
Tablo 2’de görüldüğü üzere entelektüel sermayenin unsurları konusunda
bir birlik olmamasına karşın aşağıdaki üç ortak temel unsur görülmektedir.
2.1.1 İnsan Sermayesi
Makineleşen dünyada insanların değeri daha da iyi anlaşılmalıdır. Ma83
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
kineler akılsız icatlardır. İnsan olmadan çalışamaz, verimli olamaz ve en
önemlisi kullanılamazlar. Teknolojinin gelişmesiyle çalışan sayısı azalsa da
asla sıfır çalışan ile işletme ilerleyemez. Örneğin; muhasebe yazılımları kullanılmadan önce bir işletme bilançosu hazırlamak hem birden fazla personele ihtiyaç duyulmakta hem de raporun oluşması günler almaktaydı, gelişen
teknoloji sayesinde hem iş gücü maliyeti hem de zaman tasarrufu sağlandı.
Ancak işletmenin dönem başı bilançosunu çok kısa sürede raporlayan sistem sadece girilen verileri, belirlenen parametrelerle, çıktıya dönüştürmüştür. Yazılım işletme bilançosunu, anlayamaz, yorumlayamaz ve üzerinde
yapılması gereken düzeltmeleri kendiliğinden yapamaz. Leif Edvinsson,
“Entelektüel sermayenin bir ağaç olduğunu varsayarsak, insanlar bu ağacın
yetişmesini sağlayan bitki özleridir” diyerek insan sermayesinin önemini
vurgulamıştır.
Kurumların zenginliği insandır. Kurumların da insanlar gibi bilgiyi sindirebilmeyi, malumatı (enformasyonu) bilgiye, o malumatın temellerine,
dayanaklarına, diğer bilgilerle bağlantılarına inerek, dönüştürebilmeyi başarması gerekmektedir (İşevi ve Çelme, 2002).
Hubert Saint-Onge’ye göre insan sermayesi; müşterilere çözümler
üretmek için çalışanların ihtiyaç duyduğu yeteneklerdir (Arıkboğa, 2003).
Stewart’a (1997) göre insan sermayesi; bir işletmenin çalışanlarına ait bireysel
bilgi stokudur. Çalışanların bilgi, beceri, tecrübe, motivasyon ve iş yapma tarzına
bağlıdır. İnsan sermayesinin bileşenleri Skandia tarafından aşağıdaki şekilde ifade
edilmiştir;
ønsan Sermayesi
Yetenek
øliúkiler
Kaynak: Skandia, 1998: Erkal, 2006.
Şekil 1: İnsan Sermayesinin Bileşenleri
84
De÷erler
2013/2
Tablo 3: İnsan Sermayesine İlişkin Örnekler
İnsan Sermayesi

Teknolojik bilgi

Eğitim

Mesleki yeterlilik

Meslekle ilgili takdir edilen değerler

Psikolojik olarak takdir edilen değerler

Girişimcilik coşkusu, mucitlik, kabullenici ve reddedici yetenekler, değişimcilik
Kaynak: Çelik, Perçin, 2000: Erkal, 2006.
2.1.2 Yapısal Sermaye
Dünya üzerinde yerleşmiş bürokratik düzenden yola çıkarak, işletmeler
açısından yüksek performans, en az zaman kaybı ve en az problemli ilerleyiş
için kuvvetli bir işletme yapısı tasarlanmalıdır. Adhokrasi tek başına işlerse işletmeler açısından sorumluluk dağılımında sorunlar çıkarabilecek gibi
görünse de aşırı bürokratik düzen ile çalışan işletmeler daha fazla soruna
sebep olmaktadır. Günümüzde çağdaş işletmecilik mantığıyla hareket ederek birçok işletmenin üniformalarından arındığı görülmektedir. Kalıplardan
ve formalitelerden kurtulan şirketler kendileri için en etkin şebekeyi tasarlayıp, işletme faaliyetlerinin aksamasını önlemeye çalışmaktadırlar.
Yapısal sermaye tamamen işletmenin tasarrufundadır. İşletmenin yapısını kusursuz tasarlayan işletmeler değer yaratmada başarılı olabilirler, Peter
Senge’nin “Yapı davranışı etkiler” sözü ile anlatmak istediği de budur.
Stewart’a (1997) göre yapısal sermaye “geceleri eve gitmeyen bilgi”dir ve
kuruluşun piyasa gereklerini karşılamasını sağlayan örgütsel sermayedir,
ayrıca müşterilerin değer verdiği çalışmaları destekleyen bilgi stoklarını yığmak ve bu enformasyonun şirket içindeki akışını hızlandırmak olmak üzere
iki amaca hizmet eder.
Yapısal sermaye, işletmenin ürününü üretip dağıtılmasını sağlayan stratejik yapısının, sistemlerinin ve süreçlerinin bir toplamı olarak kabul edilmektedir. Her işletmenin kendine özgü bir yapısal sermayesi bulunmakta
85
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
ve bu sermaye şirket çalışanları tarafından paylaşılmaktadır (Şamiloğlu,
2002: Erkal, 2006). Şekil 2’de Saint-Onge’ye göre organizasyonel yeteneklerin
unsurları yer almaktadır.
ORGANøZASYONEL YETENEK
STRATEJø
SøSTEMLER
…Organizasyonun
amaçlarÕ ve bunlara
ulaúmayÕ sa÷layacak
yollar
…süreçler (bilgi,
iletiúim, karar alma)
içindeki yollar ve
(ürün/hizmet ve
sermaye) akÕúlaUÕ
YAPI
KÜLTÜR
…sayÕOabilen
varOÕklarÕn
gruplandÕrÕlmasÕ
YapÕOar organizasyon
üyeleri arasÕndaki
iliúki ve pozisyonlarÕ
Kiúisel görüúler,
paylaúÕOan fikirler,
de÷erler ve normlarÕn
birleúmesidir.
Kaynak: Hubert Saint-Onge, 1998: Arıkboğa, 2003.
Şekil 2: Organizasyonel Yeteneklerin Unsurları
2.1.3 Müşteri Sermayesi
Müşteri sermayesi, işletmelerin piyasa değerini belirleyen en önemli
unsurdur. İşletme çevresi ile doğrudan ilgili olan müşteri sermayesine
ilişkiler sermayesi de denmektedir. Thomas Stewart’a göre müşterisi
olan her şirketin müşteri sermayesi vardır.
Müşteri sermayesi, entelektüel sermaye unsurları içinde en zor ulaşılanıdır. Çünkü bilginin işletme dışı kaynaklardan işletme içine akışı
sağlamak zorundadır (Arıkboğa, 2003).
Hubert Saint-Onge’ye (1998) göre müşteri sermayesi; işletmenin
faaliyetlerinin derinliği, genişliği ve kârlılığıyla birlikte işletmenin
unvan değeridir (Arıkboğa, 2003). Şekil 3’de Saint-Onge’ye göre entelektüel sermaye ve müşteri sermayesi ilişkisi yer almaktadır.
86
YAPISAL SERMAYE
2013/2
MÜùTERø
SERMAYESø
Partnerlik
øú Çözümleri
Ürün Çözümleri
Ticari
øúlemler
øNSAN SERMAYESø
Kaynak: Saint-Onge, 1998: Arıkboğa, 2003.
Şekil 3: Entelektüel Sermaye ve Müşteri Sermayesi İlişkisi
Ticari işlemler klasik alış-satışı ifade eder, diğer unsurları bir kurumsal
kaynak planlama (KKP veya ERP-Enterprise Resource Planning) yazılımı
sağlayıcı firma ile örneklemek mümkündür. Ürün çözümü; müşterinin ihtiyacı olan yazılım modüllerinin belirlenmesi, iş çözümleri; işletmenin var
olan modülleriyle ilgili sorunları değerlendirerek güncellemek, yeniden tasarlamak, yeni modül ihtiyacını tespit etmek, partnerlik ise yazılımın haricinde müşteriye danışman eleman sağlayarak işletmede çıkabilecek sorunlara anında müdahale etmektir.
Entelektüel sermaye yapısı içerisinde müşteri sermayesini oluşturan unsurlar aşağıdaki gibi sıralanabilir (Guthrie, 2001: Karacan, 2004);
•
Markalar,
•
İşle ilgili işbirliği,
•
Müşteriler,
•
Lisans anlaşmaları,
•
Müşteri sadakati,
•
•
İşletme adı,
İstenen nitelikteki
sözleşmeler,
•
Dağıtım kanalları
•
Franchising anlaşmaları.
87
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
2.2 Entelektüel Sermayenin Ölçülmesi
ve Ölçüm Yöntemleri
Entelektüel sermayenin teorik açıdan çok boyutlu değerlendirilmesi ve
“görünmeyen sermaye” kavramının benimsenmesinden sonra entelektüel
sermaye kavramının sayısallaştırılması ile ilgili çalışmalara 1990’lı yıllardan
sonra başlandığı görülmektedir. Entelektüel sermaye “ölçülemezse, yönetilemez” mottosu ile birçok beşeri sermaye uzmanının araştırma konusu olmuştur.
Entelektüel sermayenin ölçülmesindeki amaçlar kısaca aşağıdaki gibidir
(Zambon, 2002: Erkuş, 2006):
88
•
Örgüt stratejileri ile entelektüel sermayenin bütünleştirilmesini sağlamak
•
Örgüt ile ilgili çeşitli grupların ilgisini çekmek
•
Örgütün geçmiş ile geleceği arasında köprü kurmak
•
Örgütün isim yaparak çalışanlarına kimlik sağlamak ve kamuoyunda
tanınırlığını arttırmak
•
Sermaye piyasalarını etkilemek
•
Entelektüel sermayenin etkinliğini ölçmek
•
En etkili yönetim planlarını belirlemektir.
2013/2
Entelektüel sermayenin çok çeşitli ölçüm yöntemleri bulunmaktadır;
•
Piyasa Değeri - Defter Değeri
Yöntemi
•
Maddi Olmayan Varlıklar
Göstergesi
•
Piyasa Değeri / Defter
Değeri
•
Teknoloji Brokeri Yöntemi
•
Sullivan’ın Entelektüel
Sermaye Ölçüm Yöntemi
•
Ağırlıklı Patentler Yöntemi
•
İnsan Kaynakları Maliyeti ve
Muhasebesi Yöntemi
•
DATI Projesi
•
MERITUM Projesi
•
OECD Projesi
•
Bilgi Bilançosu Yöntemi
•
Bontis’in Entelektüel
Sermaye Performans Modeli
•
IC RatingTM Modeli
•
Tobin’in Q Oranı
•
Hesaplanmış Maddi
Olmayan Değer
•
Ekonomik Katma Değer
Yöntemi
•
Pazar Katma Değeri
•
Nakit Katma Değeri
•
Entelektüel Katma Değer
Katsayısı Yöntemi
•
Skandia Kılavuzu
•
Dengeli Puan Tablosu
Yöntemi
•
Entelektüel Sermaye Endeksi
•
Entelektüel Sermaye
Kıyaslama Sistemi
2.3 Entelektüel Sermayenin Kaydedilmesi,
Raporlanması ve Yönetilmesi
Entelektüel sermayenin ölçülmesi ile ilgili yapılan birçok araştırmada
Drucker’ın “Ölçemezseniz, yönetemezsiniz” sözüne atıfta bulunulmaktadır.
Entelektüel sermayenin unsurları ve ölçüm yöntemleri konusunda standart
bir görüş bulunmamasına rağmen, görünmeyen, işletmeye katma değer sağlayan ve stratejik kararlar almaya yardımcı olacak varlıkların muhasebe kayıtlarına alınması, raporlanması ve yönetilmesi gerekmektedir.
89
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
Entelektüel sermayenin ölçülmesi, kayda alınması ve raporlanması, muhasebecilere deneyimlerinden yararlanma, yeteneklerini ortaya çıkarma ve
geleceği şekillendirmede fırsatlar sunmaktadır. Leif Edvinsson, muhasebecilerin yeni görev alanlarını aşağıdaki şekilde sıralamıştır (Brinker, 2002:
Alagöz ve Özpeynirci, 2007):
•
Planlama: Muhasebe becerilerini ve tecrübelerini şirketlerin planlama sistemlerine uygulamak yani entelektüel sermayeyi ve ilgili veri
tabanlarını izlemek ve uygun programlar hazırlamak.
•
Standartlar: Entelektüel sermaye ile ilgili bilgi verme standartları (ölçümler, indeksler ve politikalar) geliştirmek.
•
Onaylama: Entelektüel sermaye hesaplarını resmileştirmek ve onaylamak.
•
Navigasyon: Değer yaratımı ve yönetim sistemlerini ve modellerini
müşterilere tanıtmak.
Entelektüel sermaye bir yönetim tekniği değil, bir örgütteki kaynak ve değerlerin yönetimine kökten bir yaklaşım olarak görülür (Kok, 2007: Özkara,
2008). Entelektüel sermaye yönetiminin esası, bilginin işletme için değer yaratan herhangi bir şeye dönüşmesidir (Belyolava, 2003: Karacan, 2004).
3. Entelektüel Sermayenin Örgütlerin Performansı
Üzerine Etkisi
Geleneksel üretime dayalı ekonomik sistemden, bilgiye dayalı ekonomik
sisteme geçilmesi ile entelektüel sermaye kavramı gittikçe önem kazanmaktadır. Bilgiye dayalı faktörler, şirketlerin rekabetçi üstünlük sağlayan faktörleri arasında en önemlileri olarak kabul edilmektedir. Bilgi ekonomilerinde, firma performansı üzerinde etkili olan entelektüel sermaye, oluşturulan
katma değer içerisinde çok önemli bir paya sahiptir. Johnson ve Kaplan
(1987), firma performansı üzerindeki en önemli etkenin entelektüel sermaye
olduğunu ileri sürerken, Bornemann (1999) entelektüel sermaye ile finansal
performans arasında çok güçlü bir ilişkinin olduğunu iddia etmektedir. Bilgi üretimi, değer oluşturma süreçlerinin bir parçası olarak ele alınmaktadır
(Şahin ve Alabay, 2011).
90
2013/2
Entelektüel sermaye, kârlarını yenilik ve bilgiye dayalı hizmetlerden elde
eden firmaların öneminin artmasını ve bu firmaların ilgi odağı olmasını sağlayan bir kavramdır. Bilgi firmaları olarak adlandırılan bu firmaların piyasa
değerleri bilançolarında belirtilen defter değerlerinden çok daha fazladır.
Microsoft gibi firmaların gerçek maddi varlıklarından daha çok sahip olduğu entelektüel varlıklar ve bu varlıkların gelire dönüştürebilme yeteneğinden elde edilmektedir. Bu tarz bilgiye dayalı firmaların piyasa değeri, entelektüel sermaye ve bunun unsurlarının etkin bir şekilde dengelenmesiyle
oluşmaktadır (Edvinsson ve Sullivan, 1996: Kayalı ve ark., 2007).
Rekabetin bütün şiddetiyle yaşandığı günümüzde işletmelerin varlıklarını sürdürebilmeleri ve rakipleri arasında fark edilebilmeleri; yalnızca üretimde değil her türlü örgütsel faaliyetlerinde en mükemmel performansa
yönelik davranışlarına bağlıdır. Bu çerçevede, ayrım yapılmadan tüm organizasyonel süreçlerin ele alınması, sürekli iyileştirme, toplam kalite, yalın
organizasyonlar gibi konseptler ve uygulamalar geliştirilmekte ve sonuçta
tüm organizasyonel süreçler için “sürdürülebilir mükemmel performans”
yaratılmaya çalışılmaktadır (Kanıbir, 2004).
Entelektüel sermaye, şirketin çalışanlarında, müşteri ilişkilerinde, organizasyondaki süreçlerde ve içlerindeki bilgi havuzlarında aranmalıdır. Rekabeti yakalamak için bilgiyi insanların beyinlerinden çıkarıp paylaşmak,
işlemek, sinerji yaratmak ve yaratıcılığı besleyerek şirkete katma değer sağlayacak yeni rotalar belirlemek gerekmektedir. Şirketler çalışanların ve yapılarının gücüyle bilgiyi çarparak gelecekte sürdürülebilir kazanç sağlayacak
potansiyel gücü ortaya çıkarabilirler (İşevi ve Çelme, 2002).
İşletmelerin rekabet avantajı elde edebilmeleri için kendilerine uygun
performans ölçüm sistemi ile toplam işletme performanslarını ölçmeleri
gerekmektedir. Başlıca performans ölçüm yöntemleri aşağıdaki gibidir
(Demir ve Taşkın, 2008):
•
Performans Prizması Modeli
•
Skandia Kılavuzu
•
Maddi Olmayan Varlıkların İzlenmesi Modeli
•
Kuantum Performans Ölçüm Modeli
91
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
•
Dengeli Skor Kartı Modeli
•
Verimlilik Ölçme ve Artırma Sistemi
YÖNETøM
ÜRETøM
Geleneksel
Mekanizmala
PAZARLAM
HALKLA
øLøùKøLER
FøNANS
øLøùKøSEL
SERMAYE
YAPISAL
SERMAYE
øNSAN
SERMAYESø
ENTELEKTÜEL SERMAYE
TEKNOLOJø
SÜREK/ø
øYø/(ù7øRME
MO7øVASYON
YENø/øKÇø/øK
YARATICILIK
PAYLAùIMCILIK
KATILIMCILIK
MESLEKø(öø7øM
TEMEL Eöø7øM
Bø/GøSøSTEMLEø
Bilgi Toplumu
MekanizmalarÕ
YOö81 REKABET BASKISI
Kaynak: Kanıbir, 2004.
Şekil 2: Organizasyonel Etkinlik ve Entelektüel Sermaye İlişkisi
Günümüzde kaynakların en etkin biçimde kullanılması gereğinin açıkça
anlaşılması ve yoğun rekabet ortamı ile birlikte, organizasyonları sahip oldukları insan sermayesini verimsiz kullanma lüksü bulunmamaktadır. Bu
92
2013/2
nedenle organizasyonlar, bünyelerinde bulunan insanların tümünü süreçlerin bütününe dâhil etmeli ve onların sahip olduğu fikirlerden, deneyimden
ve becerilerden maksimum düzeyde yararlanma yoluna gitmelidirler (Kanıbir, 2004).
Bütün bu gelişmelere rağmen, hala firma performanslarının ölçülmesinde finansal ve fiziksel faktörlere daha çok başvurulmaktadır. Maddi varlıklar hala önemini koruduğu halde tek başlarına belirleyici değildir. İçinde
yaşadığımız bilgi çağı şirketlerinde, maddi varlıklar ham girdilerdir ve bu
girdileri işleyip meydana getirdikleri yüksek katma değer ise entelektüel
sermayeleridir. Entelektüel sermaye, şirketlerin çalışanlarında, müşteri ilişkilerinde, organizasyonlardaki süreçlerde ve içlerindeki bilgi zenginliklerindedir (İşevi ve Çelme, 2002: Şahin ve Alabay, 2011).
Firmaların maddi olmayan sermayesini oluşturmaya ve bu sermayenin
kaldıraç etkisinden yararlanmaya odaklanan entelektüel sermaye ile hissedarların ve diğer tüm çıkar gruplarının haklarının korunmasını ve bu çerçevede söz konusu çıkar grupları arasındaki ilişkilerin yapısını düzenleyen
kurumsal yönetim anlayışı arasında kavramsal bir bağlantı ve önemli ortak
noktalar bulunmaktadır. Gerek entelektüel sermaye kavramının, gerekse de
kurumsal yönetim uygulamalarının ortak noktasını firmanın değer yaratma
amacını ana amaç olarak benimsemesi ile sosyal ve kültürel olguların değer
yaratma sürecinde karşılıklı etkileşiminin farkında olmaları oluşturmaktadır (Öztürk ve Demirgüneş, 2008).
Sonuç
Küresel dünyada işletmelerin, sürdürülebilir rekabet avantajı yakalayabilmeleri ve stratejik kararlar alabilmeleri için öncelikle kendilerini bütün
varlıklarıyla tanımlayıp bilmeleri gerekmektedir. Doğru anlaşıldığında ve
verimli kullanıldığında enformasyon işletmelerin en büyük kazanç kaynağıdır.
Entelektüel sermayesinin farkında olan, sermayeyi bir mali değer olarak
ölçebilen, muhasebe kayıtlarına aktarıp, mali tablolarında raporlayabilen
ve en önemlisi entelektüel sermayelerini yönetebilen bilgi çağı işletmeleri
piyasa ve defter değerlerini artırabilme avantajına sahip olacaklardır.
93
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
Alvin Toffler gibi gelecekçiler bilgi çağında Ford’un yerine Microsoft’un
geçtiğini vurgulayarak maddi varlıkların yerini görünmez varlıkların aldığını ve entelektüel varlıklara yapılacak yatırımın artacağına dikkat çekmişlerdir. Gelecekte, serveti sermayeye dönüştürecek (Gürdoğan, 2008) olan
işletmeler entelektüel sermayesini anlayan, kabul eden ve yönetmesini bilen
şirketler olacaktır.
Kaynaklar
Alagöz, A., & Özpeynirci R. (2002). “Bilgi Toplumunda Entelektüel
Varlıklar ve Raporlanması”, Afyon Kocatepe Üniversitesi İ.İ.B.F.
Dergisi, Cilt: 9, Sayı: 2.
Argüden, Y. (2005). “Entelektüel Sermaye”, ARGE Danışmanlık A.Ş.,
BZD Yayın ve İletişim Hizmetleri, İstanbul.
Arıkboğa, F. Ş. (2003). “Entelektüel Sermaye”, Derin Yayınları, İstanbul.
Aşıkoğlu, R., Özkara B., Bayraktaroğlu, S., Kutanis, R. Ö., & Elitaş C.,
(2008). “Entelektüel Sermaye – Teori Uygulama ve Yeni Perspektifler”,
Gazi Kitabevi, Ankara.
Bivona, E. (2008). “Exploring Intellectual Capital Investments Policies
in a Call Center through A ‘System Dynamics’ Resource Based View”,
Portuguese Journal of Management Studies, Lizbon, Portekiz.
Çukacı, Y. C. (2005). “Ekonomik Değer Olarak Bilginin Muhasebe,
İşletmeler ve Genel Ekonomi Açısından Değerlendirilmesi”, İnönü
Üniversitesi, İşletme Bölümü, Doğu Anadolu Bölgesi Araştırmaları.
Demir, A. S., & Taşkın H. (2008). “İşletme Performansını Ölçme
Modellerinin Karşılaştırılması; Kuantum Performansı, Maddi Olmayan
Varlıkların İzlenmesi, Performans Prizması ve Skandia Klavuzu
Modelleri”, Journal of Yaşar University, Cilt: 3, Sayı: 11.
Gürdoğan, N. (2008). “Serveti Sermayeye Dönüştürmek”.
Erkal, Z. E. (2006). “Entelektüel Sermaye – Ölçülmesi ve Raporlanması”,
Derin Yayınları, İstanbul.
Friedman, T. L. (1999). “Lexus ve Zeytin Ağacı Küreselleşmenin
94
2013/2
Geleceği”, Boyner Yayınları, İstanbul.
İşevi, A. S., Çelme B., “Entelektüel Sermayeyle Rekabeti Yakalamak”, I.
Ünak Genel Konferansı, 19 Mayıs Üniversitesi, Samsun, 2002.
Kanıbir, H. (2004). “Yeni Bir Rekabet Gücü Kaynağı Olarak Entelektüel
Sermaye ve Organizasyonel Performansa Yansımaları”, Havacılık ve
Uzay Teknolojileri Dergisi, Cilt: 1, Sayı: 3.
Karacan, S. (2004). “Entelektüel Sermaye ve Yönetimi”, İSMMMO
Yayınları, Mali Çözüm Dergisi, Sayı: 69.
Kayalı C. A., Yereli A. N., & Ada Ş. (2007). “Entelektüel Katma Değer
Katsayısı Yöntemi Kullanılarak Entelektüel Sermayenin Firma Değeri
Üzerine Etkisinin Belirlenmesine Yönelik Bir Araştırma”, Yönetim ve
Ekonomi, Celal Bayar Üniversitesi İ.İ.B.F. Dergisi, Cilt: 14, Sayı: 1.
Öztürk, M. B., & Demirgüneş K. (2008). “Kurumsal Yönetim Bakış
Açısıyla Entelektüel Sermaye”, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Dergisi, Sayı: 19.
Stewart, Thomas A. (1997). “Entelektüel Sermaye – Örgütlerin Yeni
Zenginliği”, MESS Yayıncılık, Çeviri; Nurettin Elhüsneyni, İstanbul.
Şahin O., & Alabay M. N., (2011). “Kobi’lerde Entelektüel Sermayenin
Firma Performansı Üzerine Etkileri”, Süleyman Demirel Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 14.
Zaim, H. (2005). “Yeni Gelişmeler Işığında Bilgi İşi ve Bilgi İşçisi”,
Sosyal Siyaset Konferansları Dergisi, Sayı: 49.
Zaim, H. (2005). “Bilginin Artan Önemi ve Bilgi Yönetimi”, İşaret
Yayınları, İstanbul.
95
2013/2
Sağlık turizmi ve termal
turizmi açısından sağlıklı
yaşam köyü’nün incelenmesi
Hamit VANLI ve Burak KÜÇÜK
Maltepe Üniversitesi, İİBF, Uluslararası Ticaret ve Lojistik Yönetimi Bölümü
[email protected]
Maltepe Üniversitesi, İİBF, Uluslararası Ticaret ve Lojistik Yönetimi Bölümü
[email protected]
Özet
Dünya’da yükselen trend olan sağlık turizmi ile bir ülkeden diğer bir ülkeye
hastanelerde bekleme sürelerinin uzunluğu, tedavinin dışarıda ekonomikliği
veya daha kaliteli sağlık hizmeti veya tedaviyle birlikte tatil yapma arzusu ile
gidilebilmektedir. Dünya nüfusunun, özellikle gelişmiş ülkelerin yaşlı nüfusu
%20’lere yaklaşmış olup 2050 yılında bu oranın %40’ı aşması beklenmektedir.
Engellilerin oranı %7-10, kronik hastalığı olanların oranı %12, orta seviyede
depresyon geçiren nüfus %15’lerdedir. Önümüzdeki yıllarda gelişmiş ülkelerin
nüfusunun %30’lara varan oranda bir nüfusun özel ve ayrıcalıklı bir ortamda
uzun süreli tatil yapmak ve sağlıklı bir yaşam arayacaktır. Bu kapsamda son
yıllarda Türkiye’de de sağlık turizmine yatırımlar yapılarak yılda ortalama
250.000 turistin gelmesi sağlanmıştır. Gelenlerin büyük çoğunluğunu
kaplıca ve termal tesisleri ziyaret edenler oluştururken, saç ektirme, göz
ameliyatları, estetik ve tüp bebek gibi cerrahi yöntemler için gelenlerin sayısı
da hızla artmaya başlamıştır. Bu çalışmada sağlıklı yaşam köyünün Türkiye’de
yaygınlaşan sağlık turizmi ve sahip olduğu termal turizm potansiyeli açısından
değerlendirilip, hem Avrupa ülkelerinden hem de Karadeniz’e komşu
ülkelerden gelecek turistlerin bölgesel kalkınmaya olan katkıları incelenip
önerilerde bulunulmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Sağlık Turizmi, Termal Turizmi, Sağlıklı Yaşam Köyü,
Bölgesel Kalkınma
97
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
ABSTRACT
With the emerging trend of medical tourism in the world, one country
to another country the length of waiting times in hospitals, affordability of
treatment at the outside or better quality health care or reached by the desire
to make a holiday with treatment. The world’s population, especially in the
developed countries is closer to 20% in the elderly population is expected to
exceed 40% of it in 2050. People with disabilities range of 7-10%, 12% of those
with chronic disease, moderate level of population suffering from depression
range of %15. In the coming years the population of developed countries a rate
of up to 30% of the population to make a special and privileged environment
and a healthy lifestyle will look for long-term holiday. In this context, the
investments made in recent years in Turkey, health tourism has brought to an
annual average of 250,000 tourists. The vast majority creating of those who visit
the spa and thermal plants, hair transplantation, eye surgery, aesthetics and in
vitro fertilization (IVF) such as surgical procedures began to increase rapidly
in the number of arrivals. In this study, with wellness and health tourism
is widespread in the village of thermal tourism in Turkey are evaluated in
terms of potential, examined the contribution to regional development and
recommendations by tourists from as European countries as neighboring
countries of the Black Sea.
Keywords: Health Tourism, Thermal Tourism, Healthy Lifestyle Village,
Regional Development
1. GİRİŞ
Dünya’da turizm anlayışı özellikle son yıllarda hızla değişmeye başlamış
ve buna bağlı olarak alternatif turizm anlayışı gelişmeye başlamıştır. Özellikle turizmden ciddi pay alan ülkeler, geleneksel yaz turizminin yanı sıra
golf turizmi, kış turizmi, kültür turizmi, inanç turizmi, yayla turizmi ve sağlık turizmi gibi turizm araçlarını çeşitlendirmekte ve 12 aya yayılması için
çalışmalar yapmaktadırlar. Bu çalışmalar neticesinde Dünya üzerinde yaşayan insanların hem ulusal sınırlar içerisinde hem de uluslararası düzeyde
olmak üzere sağlık hizmeti almak amacıyla ve / veya tıbbi hizmet almak
amacıyla seyahat etme eylemi içerisinde oldukları bilinmektedir.
Sağlık turizminin çok geniş bir konu olduğu, en önemli alternatif turizm
çeşidi olduğu bir gerçektir. Sağlık turizminin; medikal turizm, termal turizm,
SPA-Wellnes, engelli ve ileri yaş turizmi gibi birçok alt bölümleri olmakla birlikte bir turizm paketi olarak pazarlanması gerekmektedir. Dünya’da
98
2013/2
özellikle son yıllarda yükselen trend olan sağlık turizmi için Türkiye’de de
birçok hastane bünyesinde bu konuyla ilgili bölümler oluşturuyor. Ayrıca
özel hastaneler dışında, çeşitli şirketler veya girişimciler de sağlık turizminde faaliyette bulunmaya başladı. Türkiye hem kaplıca turizminde hem
planlı tedavide hatta yaşlıların bakımında Avrupa’ya alternatif potansiyel
bir ülkedir.
Dünyaca ünlü Türk doktorları tarafından modern yöntemlerle gerçekleştirilen tıbbi operasyonlar, Avrupa ve Amerika’ya oranla Türkiye’de çok
daha ucuza yapılabilmektedir. Türkiye, sağlık ve kaplıca turizmini geliştirerek iddialı hale gelerek şimdilik yılda 250 bin civarında turistin gelmesini
sağlamaktadır. Gelen turistlerin büyük çoğunluğunu ise kaplıca ve termal
tesisleri ziyaret edenler oluştururken, saç ektirme, göz ameliyatları, estetik
ve tüp bebek gibi cerrahi yöntemler için gelenlerin sayısı da hızla artmaya
başlamıştır.
2. TÜRKİYE’DE SAĞLIK TURİZMİ Ve TERMAL
TURİZMİ
Avrupa’da yaşayan insanlar yaşlanmakta, kronik hastalıklar çoğalmakta,
kaplıcalarda kür tedavileri yaygınlaşmakta, buna paralel olarak sağlık harcamaları büyük boyutlara ulaşmaktadır. Bununla birlikte hastaların bekleme süreleri artmış ve sağlık sigortaların karlılığı iyice azalmıştır. Avrupa bu
çerçevede yaşlıların bakımı kaplıcalarda kür tedavileri ve planlı tedavilerin
daha ekonomik olduğu için yurtdışına yönelmektedir. Türkiye hem kaplıca
turizminde hem planlı tedavide hatta yaşlıların bakımında Avrupa’ya alternatif potansiyel bir ülke konumundadır. Ülkemizde sağlık ve kaplıca turizmini geliştirmek için çeşitli çalışmalar yapılmaktadır.
Türkiye’nin iklimi, coğrafyası, misafirperverliği, termal kaynakları, kültürü, bölgesel yakınlığı ve turizm potansiyeli ile Avrupalı yaşlılara özellikle
65-75 yaşları arasındaki (sağlıklı olan) yaşlılara belli projeler çerçevesinde
daha güzel ve daha ekonomik bakım hizmeti ve yaşlı tatil köyleri sunulabilir. Böylelikle Avrupa’nın yaşlılarına daha ekonomik ve müreffeh bir hizmet, ülkemiz içinde büyük bir sağlık turizmi geliri olacaktır. Öte yandan
ülkemizin gelecekteki yaşlılık sorunları için de bir çalışma olacaktır.
99
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
Türkiye’de oldukça yeni bir kavram olan sağlık turizminin gelişme döneminde, objektif olmak ve ileriye dönük düşünmek çok önemlidir. Sağlık
turizmi sektörü farklı bir pazara hitap eden özel bir sektördür. Müşterilerin
isteklerini profesyonelce anlayıp karşılamayı zorunlu kılmaktadır. Türkiye’nin geliri yüksek olan turizm piyasası; birbirine bağlı kurumlar, örgütler,
federasyonlar ve çıkar grupları tarafından destekleniyor olmakla birlikte
hedefe ulaşma adımlarında zayıflığa sebep olmaktadır. Bir ülkede turizm
sektörünün gelişmesi için, otel doluluğunu artırmak ve turizm gelirini yükseltmek yeterli değildir. Sağlık turizmi daha ciddi bir kavramdır. Gelişmeyi, klinik ihtiyaçların karşılanıp karşılanmaması ile değerlendirmek gerekir.
Türkiye’nin sağlık turizminde bir dünya markası olması, kararlı davranması ve gereksiz bürokratik engelleri kaldırması doğrultusunda şekillenecektir
(SWAN, 2008, s:12).
Türkiye’de sağlık turizminde iddialı olmak için, önce yakınımızda ve kolay olan pazarlara açılmamız gerekmektedir. Türk Cumhuriyetleri, Afganistan, Irak, Suriye ve Orta Doğu gibi bize hem mesafe, hem de kültürel olarak
yakın olan ülkelere yönelmemiz uygun olacaktır. Bu bölgelerde sağlık kuruluşları hizmet açısından geri kalmış durumdadırlar. Bu açıdan termallerimiz
ve sağlık kuruluşlarımız pazarda daha kolay kabul görecektirler. Özellikle
estetik cerrahi ve termallere büyük talepler olup aynı zamanda ileri teknoloji gerektiren tedaviler ve infertilite de ilgi görülmektedir. Sadece hem mesafe hem de kültürel olarak yakın olan ülkelere yönelmekle kalmayıp batı
ülkelerin potansiyel pazarının da unutulmaması gerekir. Batı ülkelerinde
bekleme sırasının uzunluğu ve tedavi maliyetlerinin yüksekliği medikal turizm için ülkemizi cazip kılıyor (AYDIN, 2008, s:3).
Türkiye termal kaynaklar açısından Dünya sıralamasında da ilk sıralarda
gelmektedir. Türkiye’de 1800 termal kaynağından sadece 600 kadarı açıktır.
Bu kaynakların tam kullanımı halinde bulunduğu bölgede 60 bin yatak kapasitesi gerekiyor. Ancak sadece 15 bin yatak kapasitesi var olup bu 15 bin
yatak kapasitesinin ise sadece 1500’ü niteliklidir. İllere göre termal kaynaklar ve faydaları ise tablo 1’de gösterilmiştir.
100
2013/2
Tablo 1 Türkiye’deki Önemli Termal Kaynaklar ve Tıbbi Faydaları
Bursa-Oylat, Çekirge
Şişmanlık, romatizma, ağrılı hastalıklar, diyabet ve
gut rahatsızlıklarına
Çanakkale-Kestanbol
Kadın hastalıkları, romatizma, siyatik, kireçlenme,
lenf bezleri şişkinlikleri ve akciğer hastalıklarına
Denizli-Pamukkale, Kara-
Sindirim sistemi, tansiyon, deri ve basur rahatsı-
hayıt, Çizmeli, Gölemezli,
zlıklarına
Tekkeköy ve Kızıldere
Diyarbakır-Çermik
Romatizma, deri, solunum yolu, kadın, eklem ve
kireçlenme
Erzurum-Pasinler, Ilıca
Romatizma, sinirsel hastalıklar, eklem ve
kireçlenme rahatsızlıklarına
İzmir-Şifne, Ilıca, İçmeler,
Metabolizma bozuklukları, karaciğer, safra kesesi,
Balçova, Çeşme
pankreas, sindirim sistemi, göz hastalıkları, kalp ve
sinir sistemi rahatsızlıklarına
Manisa-Kurşunlu
Romatizma, deri solunum yolu, kadın, sinirsel
hastalıklar, ameliyat sonrası, eklem ve kireçlenme
rahatsızlıklarına
Muğla-Sultaniye
Romatizma, cilt, kan dolaşımı, kalp, solunum yolu,
sinir, böbrek ve idrar yolları rahatsızlıklarına
Nevşehir-Kozaklı
Kalp ve kan dolaşımı ameliyat sonrası rahatsızlıklarına
Rize-Ayder
Romatizma, deri, kalp ve kan dolaşımı, solunum
yolları, kadın, sinir ve kas yorgunluğu gibi hastalıklarına
101
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
Samsun-Ladik
Romatizma, sinir ve kas yorgunluğu, eklem ve
kireçlenme rahatsızlıklarına
Siirt-Billoris
Romatizma, deri, solunum yolları, kadın, sinir ve
kas yorgunluğuna
Sivas-Kangal
Yaralar, sivilce ve sedef hastalıklarına
Yalova-Termal, Armutlu
Romatizma, , diyabet, gut, şişmanlık, kalp ve kan
dolaşımı ile sinirsel rahatsızlıklarına
Kaynak: AYDIN, 2010 Sağlık Turizmini Geliştirme Derneği Yayınları
Günlük hayatın getirmiş olduğu zorluklara bağlı olarak stres, yorgunluk
ve gerginliklerden uzaklaşmak için kaplıca ortamı günümüz insanlarının
sadece fiziksel-bedensel değil, zihinsel-ruhsal sağlığı için de ideal bir atmosfer ve ortam oluşturuyor. Sıcak su banyoları, içmeler, inhalasyonlar ve
buhar banyoları gibi kaplıcalara özgü uygulamalar ile, çoğu kaplıca merkezinde uygulanan egzersiz, masaj, diyet ve beslenme ve daha başka doğal ve
geleneksel yöntemler kaplıcaları “sağlık tatili” için ideal ortamlar haline getiriyor. Bu arada, wellness, fitness, antistres, anti-yaşlanma gibi, yani stresi,
yaşlanmayı önleyici, insanı daha güçlü yapıcı birtakım kür kavramları gelişmekte ve daha sağlıklı bir yaşam amaçlı bir tatil-dinlenme için kaplıcalarda
kür almayı seçme ve daha sağlıklı olarak kaplıcadan dönme anlamında da
kullanılmaktadır (KARAGÜLLE, 2008, s:3). Kaplıcaların sağlamış olduğu
tatil-dinlenme imkanının ötesinde tedavi amaçlı olarak da kaplıcalara gidilmektedir. Daha kompleks bir yapıyla hizmet verilmekte olan bu tesisler ise
“Sağlıklı Yaşam Köyü” olarak nitelendirilmektedir.
3. SAĞLIKLI YAŞAM KÖYÜ’NÜN İNCELENMESİ
Dünya nüfusunun, özellikle gelişmiş ülkelerin yaşlı nüfusu %20’lere yaklaşmıştır. 2050 yılında bu oranın %40’ı aşması beklenmektedir. Engellilerin
oranı %7-10, kronik hastalığı olanların oranı %12, orta seviyede depresyon
geçiren nüfus %15’lerdedir. Dolayısıyla önümüzdeki yıllarda gelişmiş ülkelerin nüfusunun %30’lara varan oranda bir nüfusun bir şekilde özel ve
ayrıcalıklı bir ortamda uzun süreli tatil yapma ve sağlıklı bir yaşam araması
102
2013/2
planlanmaktadır. 2 milyarın üzerinde olacağı düşünülen bu nüfusun tatil ihtiyacı ve anlayışı rutin turizm hareketinin dışına çıkmak zorunda kalmıştır.
Bununla birlikte günümüzde 21. yüzyılın getirdiği şartlarla iletişim, ulaşım
ve sosyo-ekonomik şartlar değişmiştir. Böylelikle yaşlıların, engellilerin ve
kronik hastalığı olan kişiler için uygun ortamları olan örnek tatil köyü tesis
etmek gerekmektedir. Sağlıklı Yaşam Köyünde bulunması gereken özellikler ise; (URL 1, 2009)
• Ulaşım: Havaalanına yakın , mevcut karayolunun iyi, yüksek standartta olması
• Tabiat: Ortamın mutlaka yeşillik, güneşli mümkünse ırmak, göl ve deniz gibi manzarasının bulunması
• Hava: Ilıman, güneşli ve oksijeni çok olmalı.
• Alan: Tatil köyünün yerleştiği yer düz bir zeminde olmalı. Geniş yürüme parkurları, spor alanları ve birçok sosyal tesislerin olduğu bir alan
olmalı.
• Genişlik: İşletme maliyetleri, kapasite ve kabul edeceği kesimlerin
durumuna (Engelli, yaşlı depresyon vb.) göre orantılı bir büyüklükte
olmalı. Ama genel olarak 50 dönümden az olmamalı.
Türkiye’de Akdeniz, Marmara ve Doğu Karadeniz bölgeleri başta olmak
üzere Sağlıklı Yaşam Köyü’nün faaliyetleri açısında uygun bölgelerdir.
Özellikle Doğu Karadeniz bölgesi iklim itibariyle ılıman, mikro klima oluşturması, yılın her ayında fasılalarla yağmur alması, çok az olsa bile yılda
bir veya iki defa kar yağması önemli ayrıcalıktır. Bitki örtüsü itibariyle çok
farklı bir ekolojiye sahiptir. Turunçgillerden başlayarak çeşitli meyve ve sebzelerin yetişmesi yanında dünyada bulunan on bin çeşit bitki türünün dörtte
birinin bu yörede tespit edilmesi, konumunu ayrıcalıklı hale getirmektedir
(VANLI, 2013, s:48).
Ekolojide doğal olarak yetişmekte olan şifalı bitkilerin insan sağlığı üzerinde tedavi edici çalışmalarının tamamlanması ile konu çok daha farklı boyutlara ulaşacaktır. Kivi ve yaban mersini kültür çeşitlerinin kısa zamanda
yetiştirilmeye başlanması ile elde edilen bulgular bunun kanıtı olmaktadır
(VANLI, 2013, s:5).
103
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
SONUÇ VE ÖNERİLER
Türkiye’de sunulan sağlık turizmi imkanlarının çeşitliliğini artırma amacıyla birlikte ülke vatandaşlarının yaşam kalitesini ve gelirini artırmaya
yönelik olmak üzere ülkemizi ziyaret eden turistlerin beklentilerini karşılayacak düzeyde sürdürülebilirliği mümkün olan farklı ürünler sunabilecek,
farkındalık ve farklılaşma yaratabilecek bir turizm destinasyonu sunarak
sağlıklı yaşam köylerin sayısını artırarak ülkemizin bir marka haline gelmesi
sağlanabilir. Böylelikle verilen sağlık hizmetiyle birlikte sunulan kaliteli tatil
imkanı sayesinde ülkemiz sağlık turizmi konusunda dünyada örnek bir ülke
konumuna gelecektir.
Dünya’da hastaların herhangi bir sosyal güvence olmadan, kendi imkanlarıyla yaptırdıkları ameliyatlar; tüp bebek, göz, estetik, bazı diş operasyonları, saç ekimi gibi operasyonlar Türkiye için ilk planda en önemli pazarlardır. Ancak Türkiye bu konuda büyük bir rekabet içerisindedir. Rekabet
edilen ülkelerden bazıları ise; Fransa, Belçika, Norveç, Bulgaristan, Letonya,
Çekoslovakya, Macaristan, Slovakya, Malta ve Güney Kıbrıs’dır. Coğrafik
konumla birlikte fiyatlar açısından da rekabet edilmekle birlikte verilen hizmetin kalitesi açısından düşünüldüğünde ise avantajlı bir konuma sahip olduğumuz bilinmektedir.
Türkiye’de özel ve genel amaçlı olmak üzere 27 adet Joint Commission International (JCI) akreditasyon belgesi taşıyan hastane bulunmaktadır. Türkiye bu rakamla uluslararası akreditasyona sahip hastane sayısı açısından
dünyada ABD’den sonra 2. sırada yer almaktadır (MERİ, 2009, s:15).
Ülke vatandaşlarının yaşam kalitesini ve gelirini artırmak amacıyla ülkemizi ziyaret eden turistlerin beklentilerini karşılayacak düzeyde
sürdürülebilirliği mümkün olan farklı ürünler sunabilecek, farkındalık ve
farklılaşma yaratabilecek bir turizm destinasyonu sunmaktadır. Türkiye’de
böylesine turizm destinasyonuna sahip bir çok bölge il bulunmakla birlikte
önerimiz Rize ilinden yana olacaktır.
Rize’nin mevcut şartlarına göre sağlık turizmi çeşitlerinden birini veya
birkaçını ön plana çıkartmalı ve sağlık turizminin belli alanında markalaşmalıdır. Burada üniversiteye de görev ve sorumluluklar düşmektedir. Recep
104
2013/2
Tayyip Erdoğan Üniversitesi yenilikçi bir üniversite kimliğe bürünerek Rize’yi doğal bitki örtüsü, yeşilin her tonunun yıl boyuna bulunduğu, termal
kaynakları ve deniziyle sağlık turizmi açısından önemli bir merkez haline
getirebilmelidir.
Yeni kurulmuş olan Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Geliştirme Vakfı
sayesinde Karadeniz’de kıyısı bulunan ülkelerdeki üniversitelerin biri ile ortak çalışma yapılabilir. Özellikle Türk Cumhuriyetleri, dili ve kültürü esasa
alındığında bu konuda ön plana çıkmaktadır. Azerbaycan’da bir üniversite
ile yapılacak işbirliği sayesinde bölgede kurulacak böyle bir köye bu ülkelerden fazla miktarda tedavi amaçlı hasta gelecektir. Bunu, Ortadoğu ve Avrupa ülkeleri başta İngiltere, Hollanda ve Almanya olmak üzere diğer Avrupa
ülkeleri takip edecektir.
Hastaların bir taraftan tedavi edilirken diğer tarafta istirahat için genelde
yazın Doğu Karadeniz yaylalarında, Kış aylarında ise sıcak kaplıcalarında
kısa vadeli konaklamaları temin edilecektir.
Türkiye’nin çeşitli bölgelerinden tedavi amaçlı hastaların özellikle Soğanlı, Cankurtaran ve Ovit tünellerinin tamamlanmasında sonra Doğu Anadolu
ve Güney Doğu Anadolu bölgelerinden yöreye gelmesi ilave edilince önemli
bir sağlık turizminin oluşması kaçınılmazdır.
Rize’de yüksek teknolojiyi kullanan, nitelikli ve kaliteli sağlık hizmeti veren, deneyimli hekim kadrolarına sahip A sınıfı devlet veya özel hastanelerin
sayıca arttırılması gerekmektedir.
Gerekli teşviklerin sağlanması ile birlikte özel hastanelerin hizmet vermeye başlamasıyla hem istihdam imkanı sağlanacak hem de bölgeye dışsal fayda temin edecektir. Ayrıca döviz girdisi temin edilerek bölgesel kalkınmaya
katkı yapacaktır ve Türkiye’nin dış ödemeler bilançosuna olumlu yansıması
olacaktır.
105
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
KAYNAKLAR
AYDIN Dursun, “Sağlık Turizminde Komşu Ülke Avantajı”, Sağlık
Turizmi Büteni, Yıl:1, Sayı:5, ISSN: 1308-0563, 2008, s:3
AYDIN Dursun, “Antalya’da Sağlık Turizmi Yatırımları” Sağlık
Turizmini Geliştirme Derneği Yayınları, 2010
MERİ Bahar, “Türkiyede Sağlık Turizminin Geleceği” Sağlık Turizmi
Büteni, Yıl:2, Sayı:8, ISSN: 1308-0563, 2009, s:15
KARAGÜLLE Zeki, “Türkiye’de Mineralli Sular ve Kaplıca Tedavisi”
Sağlık Turizmi Büteni, Yıl:1, Sayı:1, ISSN: 1308-0563, 2008, s:3
SWAN, Suzanne, “Sağlık Turizminde Yol Haritası”, Sağlık Turizmi
Büteni, Yıl:1, Sayı:4, ISSN: 1308-0563, 2008, s:12
VANLI Hamit, “Maltepe Üniversitesi Ekonomik Coğrafya Ders
Notları”, 2013, s:5-48 İSTANBUL
URL 1, Sağlık Turizmi Geliştirme Derneği Sağlıklı Yaşam Köyü Projesi
http://www.saglikturizmi.org.tr/media/Pdf/10.pdf (Erişim:
29.04.2013)
106
2013/2
Bir ideal toplum bileşeni
olarak İslam’ın temel
ekonomik ilkeleri
Ayşegül SİLİ
Suna AKTEN ÇÜRÜK
KTO Karatay Üniversitesi İİBF Sosyal Hizmet Bölümü
[email protected]
KTO Karatay Üniversitesi İİBF İşletme Bölümü
[email protected]
Özet
Toplumsal yapı ile ekonomik süreçler arasındaki işlevsel ilişkiler,
sosyolojinin temel konularından birisini teşkil eder. Bireyler, gruplar ve
sistemler arasındaki karşılıklı belirleyici ilişkilerin görünürlük kazandığı
alanlardan biri olan ekonomik davranış ağı, aynı zamanda bireylerin ahlaki,
dini ve ideolojik tercihlerinin de yansıdığı bir zemindir. Düşünsel ve toplumsal
değerleriyle örtüşmeyen ekonomik yapılar içerisinde kaynaklara yön verme
ve değer kazandırma çabaları, İslam toplumlarında son dönemde güncelliğini
koruyan sorunların başında gelmektedir. Çözüm olarak İslam ekonomisi
uygulamalarını modern ekonomik sistemlere bir alternatif olarak ortaya
koyma girişimleri, seksenli yıllardan beri İslam toplumlarının gündeminde
yoğun şekilde yer almaktadır. Aslında bu girişimler, kapitalist uygulamalara
İslam dininin değerleri ekseninde refleksif tepki ortaya koyma niteliği
taşımaktadır. İslam›ın ekonomik ilkelerinin diğer sosyal, siyasal ve ahlaki
ilkeleri ile bütünlüklü bir yapı içerisinde anlam kazandığı düşünülürse, mevcut
tartışmaların şu an için mikro düzey bir değişim boyutunda gerçekleştiği
söylenebilir. Bu çalışmada ekonomik etkinliklerin sosyolojik işlevi bağlamında,
İslam ekonomisinin temel ilkelerinin İslam’ın ideal toplum tasarımı içerisindeki
yeri ve anlamı üzerinde durulacaktır.
Anahtar Kelimeler: Sosyal yapı, ekonomik sistem, İslam ekonomisi, İslami
finans.
107
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
Abstract
The functional relationships between social structure and economic processes
constitute one of the main subjects of sociology. Network of economic
behavior, one of the area, where the mutual determinative relationships
between individuals, groups and systems gain visibility, is also a ground,
on which the moral, religious, and ideological preferences of individuals
are reflected. In economic structures not overlapping with its intellectual
and social values, the efforts to direct and value the resources are the
leading problems keeping their actualities in Islamic societies in the recent
period. As a solution, the attempts to pose the Islamic economic practices
as an alternative to modern economic systems has heavily taken place in
the agenda of Islamic societies since 80s. In fact, these attempts possess
a character to present a reflexive reaction against the capitalist applications
on the axis of values of Islamic religion. When the economic principles of
Islam are considered to gain meaning in an integrated structure with
the other social, political, and ethical principles, at the moment, it can
be said that the existing discussions have become fact in a dimension of
change at micro level. In this study, in the context of the sociological
function of economic activities, the place and meaning of the fundamental
principles of Islamic economy in the ideal society design of Islam will be
emphasized.
Keywords: Social structure, economic
finance.
system, Islamic economy, Islamic
Giriş
Toplumsal sistem olarak da adlandırabileceğimiz toplumsal yapı kavramı; siyaset, hukuk, din, eğitim, ekonomi gibi başat kurumların karşılıklı
etkileşim ve bütünsel ilişkilerinden meydana gelen ve içeriği bir hayli genişletilebilen sosyal etkileşim alanına işaret etmektedir. Toplumsal yapının
norm, değer ve rol gibi bileşenlerini oluşturan bu kurumlar içerisinde ekonomik ilişkiler ağının, toplumsal hayatın diğer boyutlarını önemli ölçüde etkilediği bilinen bir gerçektir. Belirli bir anda belirli insanları bir araya getiren
fiili mevcut ilişkiler olarak toplumsal yapıyı tanımlayan Radcliffe-Brown’a
karşın, M. Ginserg terimi, daha kalıcı, sürekli ve örgütlü ilişkiler için kullanmak gerekliliği üzerinde durarak, toplumu oluşturan temel grup ve kurumların meydana getirdiği bir kompleks olarak açıklar (Bottomore, 1984: 112).
108
2013/2
Bununla birlikte toplumun çeşitli alt sistemlerden oluşan bir bütün olduğu
düşünüldüğünde, ekonomik süreçlerin toplumun diğer unsurlarını etkilediği gibi, aynı zamanda onlardan etkilendiği ve makro düzey bir sosyolojik
incelemede toplumun herhangi bir bileşenini ihmal etmenin, eksikli bir ele
alış olacağı düşünülmektedir. Yapı ya da sistem, toplumda belirli ihtiyaçları
karşılamak üzere görev yapan, işlevleri ve aralarında iç bağımlılıkları olan
çeşitli alt sistemlerden oluştuğuna göre, sistemin bütün parçaları birbirine
bağlıdır ve bileşeni oldukları bütünün sağlıklı işleyebilmesi için işlevlerini
yerine getirmekle yükümlüdür (Başak, 2003:140). Ekonomik alan, toplumsal
yaşamın maddi temelini teşkil eden kısmı olarak, toplumsal ve bireysel yaşamın devamlılığını sağlayan mal ve hizmetlerin üretime ve tüketime hazır
duruma getirilmesi yolu ile ihtiyaçları karşılamakta, ekonomik alana ilişkin
davranışlar ve kurallar ekonomik sistemi oluşturmaktadır. Ekonomik davranışlar olarak ifade edilen bu etkileşim alanının aynı zamanda ve kendi
içerisinde çok sayıda etkenler bütünü olması dolayısıyla, bireylerin hayat
görüşü ve yaşam tarzlarından bağımsız karaktere sahip olmadığı açıktır. Öyleyse dinî kurallar da ekonomik davranışı yönlendiren ahlaki değer ölçütleri
ve sosyal kurallar arasında yer almaktadır (Erkan, 2000:46) ve bu yönüyle
ekonomik sistemin değer-nötr (value-neutral) ve insanın diğer alanlardaki
edimlerinden bağımsız olmadığını söylemek mümkündür.
Ekonomik Davranışın Sosyolojisi: Toplumsalın
Bütünselliği
Toplumsal bir varlık olarak insan, ekonomik davranış aktörü olmasının
yanında, dinî olarak nitelenebilecek her türlü zihinsel ve davranışsal sürecin öznesi konumundadır. Dinî davranış, sosyal bir davranış olduğu gibi,
ekonomik davranış da daima toplumsal bir davranıştır ve diğer insanların
davranışlarıyla da anlamlı bir ilişki içerisindedir. Bu sebeple iktisat sosyolojisinin, ‘ekonomik insan’ın rasyonel amaçlı davranışlarıyla belirlenen ekonomik süreçleri inceleme tarzı, ekonomik olmayan faktörleri de değerlendirmeyi gerektiren kapsamlı bir analize gayret eder (Kazgan, 1980:17, Kehrer,
2007: 80). Özellikle 1980 sonrası dönemde iktisat biliminin diğer sosyal bilimlerin kavram ve kuramlarına yönelerek kapsama alanını açma arayışı ve
109
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
devamında ‘toplumsalın iktisadileştirilmesi ‘ne uzanan yönelimler, iktisat
bilimini uygulamalı matematiğin bir alt dalı olmaktan çıkarma çabalarını
içermektedir (Alada, 2004:4). Ekonomik davranışın aynı zamanda bir grup
davranışı olması dolayısıyla, toplumsal grubun ortak gayelerine hizmet
etme gibi bir özellik göstermesi, iktisatta zihniyet ve sosyal faktörlerin sayısal değerlerden daha önemsiz olmadığını ve hatta onları belirleyici potansiyelini göz ardı edilmez bir etken olduğunu göstermektedir.
Ekonomik davranışın dinî olanla bağımlılığı meselesi ele alınırken, modernleşme süreçleriyle paralel şekilde iki davranış alanını tam olarak birbirinden ayıran seküler toplumların çokluğu göz ardı edilmemelidir. Bunun
yanında dinin, toplumun ekonomik yapısıyla geniş ölçüde ilgili ve bazı durumlarda dinî ritüellerin ekonomik sistemde bir değişmeyi hazırlayabilir
nitelikte oluşu ekonomi ve din etkileşimini sosyolojik bir fenomen olarak
görünür kılmaktadır. Bu durumda iktisat bilimi açısından, ekonomik davranışları yönlendiren ve bu davranışların toplum üzerindeki sonuçlarını belirleyen ekonomi dışı unsurların dikkate alınması gereği (Buğra, 1995: 385)
ile birlikte ekonomi açısından dinin genel olarak iki konumu dikkat çekicidir. Bunlardan ilki, dinin teorik ve doktriner yanından çok büyük kitlenin
tavır ve davranışlarını yönlendiren değer ifadeleri, ikincisi, dinin dağınık
ve küçük gruplardan ziyade geniş toplum kitlesine hitap etme gereğidir
(Ülgener’den akt. Torun, 2003: 108). Bu iki özellik dinin ekonomik alandaki etki gücünün artmasında önemli rol oynamaktadır. Esasında din, geniş
yığınlara uzanan sade gündelik telkinleri ile insanın davranış biçimini ve
o yoldan değer ölçülerini şekillendiren derin bir etki gücüne sahiptir. Tarih
boyunca aile bağlarından, yakın ve uzak toplum katlarına, siyasete ve sanat değerlerine kadar bütün bir yaşayış düzenine damgasını vuran, kiminde
başarılı kiminde başarısız fakat hep düzenleyici olmak iddiasıyla devreye
giren daima dindir. Bu devreye giriş, iktisat alanını hiçbir zaman dışarıda
bırakmamıştır. Bu çerçevede İslam bütün bir dindir (Ülgener, 2006: 8) ve
toplumsal hayatın bütün alanları için düzenleyici ilkeler vaaz etmektedir.
Benzer bir ele alıştan hareketle iktisat ahlakı terimi ise, dinlerin psikolojik ve
pragmatist temellerindeki eylem içgüdüsüne işaret eder (Weber, 1993: 227).
Bu anlamda İslam dininin öngördüğü ahlâk ilkelerinin ekonomik davranışı
sosyal adalet lehine kısıtlayan niteliği, kendine has bir ekonomik davranış
110
2013/2
ağı üretmeye teşne bir karakter sergilemekte ve yüzlerce yıllık geleneksel
bilgi birikiminin, modern iktisadî düzen ekseninde yeniden tartışmaya açılmasını gerekli kılmaktadır.
Her ekonomik sistem, mevcut sosyal gerçeklikten hareketle oluşturulan
bir düşünce sisteminin varlığına bağlı olarak oluşturulur. Bu sebeple istisnasız bütün ekonomik düzenlerin düşünsel bir kaynağı, genel bir teorisi ve
uygulamada esas alınan temel prensipleri bulunur. Buradan hareketle kapitalizmin, liberal düşünceye dayalı, özel mülkiyet hakkı, sınırsız bireysel
özgürlük ve serbest rekabeti koruma ilkesinden yola çıkarak enstrümanlarını geliştirdiği ortadadır. Kapitalist düzenin, genel teorisinin düşünsel dayanağı John Locke’un şu ifadelerinde formüle edilmeye elverişlidir (İsmail,
1990:16) :
“Ne Kilisenin ne devletin ne de toplumun ferdin yükselmek ve kâr sağlamak gayesiyle giriştiği teşebbüsleri kösteklemeye hakları yoktur. Gücünü,
maharetini ve kabiliyeti istediği şekilde rahatça kullanabilmesi ve elinden
geldiği kadar ileriye gidebilmesi için her fert tam bir hürriyete sahip olabilmelidir. Ancak her vatandaşa her türlü mesleki çabada ve her iş dalında
sınırsız bir hürriyet garanti edildiği ve aynı zamanda o resmî, dinî ve ahlaki
ve içtimaî bütün baskılardan kurtarıldığı zaman topluma karşı yapılacak en
büyük hizmet yerine getirilmiş olur.”
Söz konusu çerçeve ilkeler kapitalist düzenin tesis edilmesi için yalnızca ekonomik değil, siyasal ve hukuksal düzenlemeleri de gerekli kılmakta,
kapitalist ekonomik davranışa uygun zemini hazırlayan sosyal atmosferin
meydana getirilmesinde belirleyici rol oynamaktadır. Öte yandan bir ekonomik sistemin toplumsal yapının diğer unsurlarından bağımsız şekilde tesis
edilmesinin imkânsız oluşu gibi, iktisat biliminin bir sosyal bilim ve uygulama alanının bizatihi toplumun kendisi olması hasebiyle sosyal gerçeklikten
hareket etme zorunluluğundan da söz edilebilmektedir.
Ekonomik davranışın sosyolojisine ilişkin araştırmalarda yararlanılan
araçların en önemlilerinden biri modellerdir. Modeller belli bir gerçeğin
amaca uygun bir biçimde basite indirgenerek kurulmuş biçimidir ve gerçekliğe yakınlık derecesine göre reel modeller ile ideal-düşünsel modeller
olarak ikiye ayrılmaktadır. Reel modeller sosyo-ekonomik gerçeğin belli bir
ekonomik ölçekte küçültülerek yeniden kurulmuş biçimidir. İdeal-düşünsel
111
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
modeller ise belli bir gerçeğe yaklaşabilmek için temsili olarak kurulmuş modellerdir. İslam ekonomisi kavramı, bir iktisadî model ve İslam düşüncesinin
bir bileşeni olarak ideal-düşünsel model tasarımı şeklinde sunulmaktadır.
İslami yaklaşım, ekonomi de dâhil bütün bileşenleri ile birlikte ucu-açık nitelikte bir dünya görüşünü ifade etmekte ve birtakım çerçeve ilkeler dışında
belirli-değişmez kalıplar içerisinde sıkıştırılamayan bir yaşam algısına sahip
bir özellik sergilemektedir. Bunun en önemli sebeplerinden birisi, sosyal yaşamın hem kendi içinde hem de toplumsal farklılıklar ekseninde dinamik bir
süreç oluşu ve sürekli devreye giren farklı değişkenlerle yeniden şekillenen
yapısıyla zaman ve mekân boyutlarının getirdiği bitimsiz değişim sürecinden azade bulunmayışıdır. Sosyo-ekonomik davranış yasaları bu bağlamda,
mekanik bir sürece bağlı değildir, belirli bir zaman ve belirli bir mekânda
kendine özgü biçimde tezahür eder. Ekonomi sosyolojisinin yaklaşımı içerisinde sosyo-ekonomik yasalar mantıksal tutarlılığa sahip olmakla birlikte,
bu yasaların tarihi bir duruma ilişkin olarak ortaya koyduğu empirik içerikli
hipotezler, tarihi durumun sürekli değişmesi yüzünden mutlak ve kesin
olmayıp, görelidir. Diğer taraftan ekonomik davranışlar açısından tarihsel
koşullar dışlandığında, zaman ve mekânın etkileriyle belirlenmeyen ortak
bir sosyal öz (Erkan, 2000: 24-28), ekonomi sosyolojisi araştırmalarının ve
özelde İslam ekonomisi çalışmalarının odağıdır ki genel-geçer ilkelerin tesisi evrensel ve değişmez birtakım toplumsal özellikler sayesinde mümkün
olabilmektedir.
İslam’ın Ekonomiye İlişkin İlkeleri ve Sosyolojik
Hareket İmkânları
Ekonomi bilimi, diğer sosyal bilimler kadar, insan faktörünün merkezde
olduğu bir bilim dalıdır ve insan, içinde bulunduğu her ortamda, düşünceleri
kadar, duygu, değer ve inançlarıyla davranan bir varlıktır. Diğer bütün toplumlarda olduğu gibi, İslam toplumlarında da yüz yıllardır süregelen uygulamalar, ilmi çalışmalar, toplumsal örf ve teamüller sayesinde kendine özgü
ekonomik anlayış ve davranış biçimlerini oluşturmuştur. İnsan-insan ilişkisinden, insan-madde ilişkisine kadar her alana ilişkin teorik açıklamalar,
uygulamaya yönelik tespitler ve uygulamaya yön veren İslami prensipler
mevcut olup (Tunç, 2010: 59), İslam’ın ekonomik alandaki düzenlemeleri son
50 yılda “İslam ekonomisi-İslam iktisadı” başlığı altında incelemeye alın112
2013/2
mıştır. İslam ekonomisi; ekonomik problemin ve insan davranışının İslam
dini açısından incelenmesi için yapılan sistematik bir çabadır ve üretim,
tüketim ve bölüşüm işlemlerinde geçerli olan uygun politika ve kuruluşların
düzenlenmesi ve teorik olarak anlaşılması için gerekli bilimsel çerçevenin
geliştirilmesini hedefler (Zaim, 1995: 46). Bu; halen gelişmekte olan bir süreç
olup, kavram üzerindeki tartışmalar devam etmektedir.
İslam ekonomisi konusu incelenirken öncelikle göz önünde bulundurulması gereken husus, bu kavramın değer-nötr ya da tarafsız olmadığı ve
İslam dini ekseninde şekillendiğidir. Dolayısıyla İslam ekonomisi kavramını, İslam dininin belli inanç esaslarından, evren ve hayata ilişkin temel
görüşlerinden arındırarak incelemek mümkün değildir (Es-Sadr,1979: 332).
Chapra, İslam ekonomisinin amaçlarını (2005: 3); İslam dininin etik normları
çerçevesinde ekonomik refahın temini, evrensel kardeşlik ve adaletin sağlanması, gelir dağılımında eşitlik, sosyal refah bağlamında bireysel özgürlüğün sağlanması olarak sıralamıştır. Sosyo-ekonomik adaletin sağlanması,
gelir ve zenginliğin adil ve eşit dağılımı amacı, İslam dininin etik yapısının
bir parçasıdır. İslamî açıdan insan, doğası itibariyle ideal, dengeli, adalet ve
ahlak temelleri üzerine dayalı bir toplum düzenini kurabilecek niteliklere
sahip bir varlıktır. İnsanı yeryüzünde halifesi olarak ilan eden Allah, aynı
zamanda onu bu görevin gerekli kıldığı tüm donanımla teçhiz etmiştir (Düzenli,
http://mediax.com.ro/kutuphane/kuran/kuran_ile_basyalan_kitaplar/63/1.htm,E.T. 8.01.2013). Kamu refahı ise İslamî bakış açısına göre,
belli bir sınıfın değil bütün bir halkın yaşama düzeyini yükseltmekle gerçekleşebilir. Kapitalizmdeki girişim özgürlüğü ya da sosyalizmdeki gibi özel
mülkiyet, kâr ve bireysel özgürlüğün reddi gibi toplumun bütününü kapsamaktan nispeten yoksun prensiplere dayanmak yerine, İslam’ın ekonomik
davranışı yönlendiren ilkeleri, toplumun bütün kesimlerinin taleplerini dikkate alan bir perspektife sahip görülmektedir. İslam bireye ekonomik özgürlük vermekte, ancak bunu kamunun çıkarları ile sınırlamaktadır. İslam
dini, kapitalizmin üzerine kurulduğu faizi yasaklayarak üretimde sermaye
faktörünün belirleyiciliğini sınırlamakta, aynı zamanda serveti kullanarak
işçinin emeğinin sömürülmesine karşı çıkmaktadır. Bununla birlikte kâr ve
özel mülkiyet realitelerini de inkâr etmeyerek, kapitalizm ve sosyalizmle birebir örtüşmeyen bir paradigmaya sahip olduğunu temel ilkeler itibariyle
113
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
ortaya koymaktadır. İslam’ın ekonomik ilkelerinin nasıl hayata geçirildiğine
bakıldığında Peygamberin su, toprak, otlak gibi malların bütün insanlara ait
olduğunu ilan ettiği, sonrasında Halife Ömer’in uygulamasında olduğu gibi
devletin kamuya ait olduğu kabul edilen mallara gerekli gördüğü başka metaları da ekleyebildiği görülmektedir. Halife Ömer, Kur’an ve Hadisin sessiz
kaldığı durumlarda, kendisi bizzat düzenleme yaparak zamanın ve toplumun koşul ve ihtiyaçlarına göre İslami bir ekonomik sistem tesis etmiştir. Bu
sistem ekonomik ve ideolojik güce dayalı siyasal bir sistemdir. Onun uygulamaya koyduğu ekonomik sistemin İslam devletinin ortaya çıkmasında en
büyük rolü oynadığı söylenmektedir (Rana, 1985:148). Bu durum henüz ilk
dönemlerde bile toplumsal koşullar dikkate alınarak, İslam’ın temel felsefesi
ile uyumlu ekonomik ve siyasal düzenlemelerin hayata geçirilme özgürlüğü
bulunduğunu ortaya koymaktadır.
İslam dininin, felsefî ön kabul olarak ideal ya da daha adaletli bir toplum
inancı ve tasarımına sahip olduğunu söylemek mümkündür. Buna bağlı
olarak insanlar, İslam’ın ortaya koyduğu etik ilkeleri ve vaaz ettiği ideal toplum tasarımını kendi tarihsel ve toplumsal koşullarını dikkate alarak hayata
geçirebilme yetisine sahiptir. Bu eksende İslam ekonomisinin, ulaşmak istediği amaçlar ve bu amaçlara ulaşmak için uyguladığı yöntemler açısından
gerçekçilik ve ahlakîlik olmak üzere iki temel özelliğe sahip olduğu iddia
edilmektedir. Çünkü İslam ekonomisi, sistem ve konularında, karakteri, içgüdüleri ve genel özellikleri bakımından insanlık realitesiyle uyuşan amaçları hedef edinmektedir ve insanları, insan güç ve imtihanlarının üstünde
bir hayal fezasında uçmaya zorlamaz (Es-Sadr,1979: 340). İslam, ekonomik
ilkeleriyle planlarını insan realitesi esasına göre, yani ele aldığı toplumun
mevcut sosyal, kültürel, tarihsel, siyasal vb. gerçeklik öğelerini dikkate
alarak uygulama amacı gütmektedir.
Tüm ekonomik yapılarda, ekonomik faaliyetler bir felsefi temele dayanarak gerçekleştirilmektedir. Her iktisadi bilgide birtakım felsefi varsayımlar
bulunur ve bu varsayımlar içten içe iktisadi bilgiyi devamlı olarak belirler.
İktisadi söylem içerisinde somutlaşarak iktisadi bilgiyi gizliden gizliye şekillendirir ve sınırlandırır (İşler ve Yılmaz, 2011: 11). İslami finansın felsefi
temelinin merkezindeki “değer maksimizasyonu” kavramı İslam’ın yaşam
değerleriyle somutlaşmış prensip ve yöntemlerle örülmüştür. Bu sebeple İs114
2013/2
lami finans felsefesini bir bütün olarak düşünmek mecburiyeti vardır. İslami
insan, Allah-kul-evren arasındaki ilişkileri ve mutlak gerçekliği araştırmaya çalışır. İnsan başıboş yaratılmamıştır ve Allah’ın halifesi konumundadır.
Hareketlerinde Allah’ın emir ve yasaklarını öteleyemez. Bu emir ve yasaklar
çerçevesinde hayatını ve ahiretini maksimize etmeye çalışır. Finans ilmi de
bu temel düşünceden soyutlanamaz. İslami insan, birtakım inanç esaslarına
bağlı olarak iktisadi hayatını düzenler ve sürekli bir gelişme sağlamaya çalışır (Akten Çürük, 2013: 7)
Hurşid Ahmed (2011: 61) İslami finans felsefesinin şu dört kavram üzerine inşa edilebileceğini ifade etmektedir: Tevhit, rububiyet, hilafet, tezkiye.
Bu kavramlar sözlük anlamları da nazara alınarak şöyle açıklanabilir:
1. Tevhid; “birkaç şeyi bir araya getirme, birleme” anlamlarına gelmekte
olup, “Allah’ın evrenin tek yaratıcısı olarak tanınması ile kulları olarak
bütün insanları, yaratılışın gerektirdiği aynı niteliklere ve aynı evrensel
statüye sahip olarak eşit kılması fikirlerini” ihtiva etmektedir (Faruki,
1998: 45 ). Ayrıca tevhid, inanç ve amel konularına ilişkin yaklaşımların yanında, insan yaşamının ekonomik, siyasi, dini ve sosyal yönlerinin birbirinden ayrılamayacağını ifade eder (Bikun, 2004).
2. Rububiyet; “Allah’ın, her şeyi bu ismi ile terbiye ettiğini, her şeyin varlığının O’ndan alındığını, ihtiyaç duyulan hususlarda O’na müracaat
edildiğini” ifade eder. Diğer bir ifade ile Allah, her varlığı, ayan-ı sabitesine uygun bir veya birden fazla ismi ile terbiye etmekte, yetiştirmekte ve geliştirmektedir (DİA 34.cilt, 2012: 373).
3. Hilafet; “birinin yerine geçmek, bir kimseden sonra gelip yerini almak,
birinin ardından gelmek/gitmek, yerini doldurmak, vekâlet ve temsil
etmek” gibi anlamlara gelmektedir. İnsanın, yeryüzünde dinin hükümlerini uygulamak ve dünya işlerini düzene sokmak üzere Allah’ın yeryüzündeki hâkimiyetini temsil etmesini yani halifesi olduğunu ifade
etmektedir (DİA 12.cilt, 2012: 373).
4. Tezkiye; “temizlenmek, arınmak, temize çıkarmak” anlamlarına gelmekte olup; nefsi; kirleten şeylerden temizlemekle alâkalıdır (DİA
41.cilt, 2012: 77).
115
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
Asutay (2008: 2.prg ) bu dört kavrama ilaveten adalet, ihsan, farz ve ihtiyar kavramlarının da İslami finans felsefesini temellendirdiğini ifade etmektedir:
1. Adalet; “davranış ve hükümde doğru olmak, hakka göre hüküm vermek, eşit olmak ve eşit kılmak” anlamlarına gelmekte olup; “ferdi ve içtimaî yapıda dirlik ve düzenliği, hakkaniyet ve eşitlik ilkelerine uygun
yaşamayı sağlayan ahlaki erdem” şeklinde ifade edilmektedir (DİA
1.cilt, 2012: 341).
2. İhsan; “bir şeyi, bir kimseyi iyice korumak” anlamına gelmekte olup;
maddi bir korunmadan ziyade ahlaki bir haslet olarak bir kimsenin
iffet ve namusunu korumasını ve bunu sağlayacak bir konumda
bulunmasını ifade etmektedir (DİA 21.cilt, 2012: 546).
3. Farz; “bir şeyi belirleyip kesinleştirmek” anlamına gelmekte olup; dinin mükelleften yapılmasını kesin ve bağlayıcı bir şekilde istediği fiilleri ifade etmektedir (DİA 12.cilt, 1995: 184).
4. İhtiyar; “iki şeyden birini diğerine tercih etmek, seçip ayırmak, üstün
tutmak” anlamlarına gelmekte olup; birkaç şey arasından birisini
bilinçli olarak gönül rızası ile seçme ve failin dilerse yapacak, dilerse
yapmayacak durumda olması anlamlarına gelmektedir (DİA 21.cilt,
2000).
Bu konuda en geniş değerlendirmeyi Uluslararası İslami Finans için İslam Hukuku Araştırmaları Akademisi (ISRA- International Shari’ah Research Academy for Islamic Finance) (2011: 7) yapmış ve İslami finansı felsefi
açıdan temellendiren yukarıda sayılan sekiz kavrama ilaveten risalet, ahiret,
kefalet, felah kavramlarını da bu kapsama dâhil etmiştir:
1. Risalet; “göndermek, elçilik, mektup, mesaj” gibi anlamlara gelmekte
olup; bir kimsenin irade beyanını diğer bir kimseye tebliğ etmesini ifade etmektedir (DİA 35.cilt, 2012: 125).
2. Ahiret; “evvelin mukabili olan son” anlamına gelmekte olup; dünya
hayatından sonra başlayıp ebediyen devam edecek olan ikinci hayatı
ifade etmektedir (DİA 1.cilt, 1988: 543).
116
2013/2
3. Kefalet; “bir şeyi bir şeye eklemek, katmak, birleştirmek” gibi anlamlara gelmekte olup; meşruiyet amacı olan bir hakkın (alacaklının alacağının) güvence altına alınmasının sağlanmasını ifade etmektedir (DİA
25.cilt, 2012: 168).
4. Felah; “arzu edilen şeyleri elde etme, istenmeyen şeylerden kurtulma,
hayır, nimet, refah ve saadet içinde bulunma” anlamlarına gelmekte
olup; kişinin dini ve ahlaki yükümlülüklerini yerine getirmesi sonucunda dünyada elde edeceği başarı ve mutlulukla, ahrette ulaşacağı
ebedi kurtuluş ve felahı ifade eder (DİA 12.cilt, 1995: 300).
İfade edilen felsefi kavramların ekonomiye yansıyan ve İslam ekonomisinin doktriner içeriğini belirleyen üç temel ilkesini ise Es-Sadr (1979) şöyle
kategorize etmiştir:
1. Karma mülkiyet ilkesi: İslâmiyet; bireysel mülkiyeti, toplumsal
mülkiyeti ve devlet mülkiyetini kabul etmektedir. Bu üç mülkiyet
türünden her birinin ayrı ayrı işlerlik alanları vardır. Bu mülkiyetlerden hiç birini istisna yani kural dışı olarak görmez veya bu mülkiyetlerden hiç birini, ortamın gerektirdiği geçici bir hal çaresi olarak kabul
etmez.
2. Sınırlı bir çerçeve içinde ekonomik özgürlük ilkesi: İslam ekonomisinde bireylere verilen özgürlük, İslâm’ın ortaya koyduğu ahlâkî ve
manevî değerlerle sınırlıdır. İslâm ekonomik alanda sosyal özgürlüğü
iki şekilde sınırlar: a) Gücünü, İslâm şahsiyetinin sübjektif ve fikri
muhtevasından alan bir sübjektif sınırlama b) Bireyin sosyal yaşayışını
düzenleyen dış güçlerin bir ifadesi olan objektif sınırlama.
3. Sosyal adalet ilkesi: İslâmiyet bu ilkeyi, İslâm toplumundaki servet
dağılımı düzeninin yüklendiği unsur ve garantilerde vücut bulmuştur.
Bu garantiler sayesinde dağıtım sistemi, İslamî adaleti gerçekleştirebilmekte, İslâm toplumunun dayanmakta olduğu değerlerle uyuşmaktadır.
Felsefî ve sosyolojik zemini oluşturan bu temeller, eğer varlığından söz edilecekse, bir İslam ekonomik sisteminin, bireyci ve toplumcu iki uç arasında
adaleti gözeten bir denge durumuna çağıran karakterini sergilemektedir.
117
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
Konuya islamî iktisat yazını açısından bakıldığında ise yoğunlukla ‘adalet’,
‘hak etme’ ve ‘rızkın eşitlenmesi’ kavramlarına odaklanılmakta, ‘emek’, ‘sınıf olgusu’ ve ‘mülkiyet’ gibi konularda sermaye rasyonalitesine bağlı kalınarak değerlendirme yapılmaktadır. Ongan’a göre İslami yazın (2008; 226);
sermayenin İslam ekonomisi kapsamındaki faaliyetlerini batı iktisadının
öngördüğü rasyonalite çerçevesinde benimsemekte ancak, bunun nesnel sonuçlarının İslam toplumunda gündeme gelmeyeceğini iddia etmektedir. Bu
iddiaların kökeninde ise, yalnızca reddiyeci bir anlayış yer almakta ancak,
bu anlayışa dayanak teşkil edebilecek somut önlem ve politikalar sisteme
dâhil edilmemiş bulunmaktadır.
İdeal Toplum Yapısı ve Ekonomik Düzen
Din olgusunun temelinde, öncelikli olarak ideal bir insan ve ideal bir toplum oluşturma hedefi yattığı bilinmektedir. Bu hedef ütopik ve uzak tasarım
bile olsa, bir proje olarak toplumları mevcut durumdan daha iyi bir hale
taşıma amacı taşımaktadır. İslam dini de bu çerçevede kendine ait ontolojik
kabullerinden hareketle hayat ve toplum karşısında birtakım ‘düzenleyici
ilkeler’ bütününe sahiptir. Hatta İslamî açıdan bakıldığında tek ilah olan
Allah’ın dini de tektir ve yeryüzünde insan hayatının başlamasından bugüne temel prensipleriyle aynen, değişmeden devam ede gelmiştir; dinler değil
‘din’ vardır. Bu temel Kur’an ilkesinden dolayı, mutlak manada ‘din’ kelimesi anıldığında ‘İslâm’ akla gelir (Kayhan, 2006;105). Bütün peygamberler söz
konusu ideal insanı ve toplumu oluşturmak için görevlendirilmişlerdir ve
hepsinin getirdiği dinin adı İslam’dır. Bu çerçevede İslam dininin, toplumları bulundukları her türlü problemli durum içerisinde ve kendi doğal, sosyal
ve ekonomik gerçeklikleri temelinde daha sağlıklı bir yapıya kavuşturma,
başka bir deyişle medeniyet üretme amacı taşıyan bir düşünce sistemi üzerine kurulduğu söylenebilir. Ekonomiye ilişkin prensipleriyle İslam dininin, evrensellik ilkesi bağlamında, birbirinden farklı özelliklere sahip bütün
toplumların ortak sosyal özünden hareket ettiği ve hiçbir toplumu kapsam
dışında bırakmayan kuşatıcı bir paradigmaya sahip olduğu görülmektedir.
Bunun yanında İslam’ın, toplumların kendine has niteliklerini de göz ardı
etmeden, her birisine kendi toplumsal yapılarına uygun İslamî araçlar geliştirebilmenin yolunu açma olanağını bünyesinde barındırdığı bir gerçektir.
118
2013/2
Tarih boyunca birbirinden zaman ve mekân açısından oldukça farklılık gösteren İslam toplumlarının, temel ilkeler doğrultusunda, fakat işleyiş olarak
birbirinden farklı ekonomik sistemler geliştirebilmesinin anlamı bu şekilde
açıklanabilir. Buna göre İslam’ın önerdiği toplumsal düzenin soyut, mekanik ve tarih-dışı bir ideal yapı ortaya koymaktan çok, söz konusu ilkelerin
kendi toplumsal durumundan hareketle özgün araçlarla hayata geçirilmesini talep ettiği söylenebilir.
İslam ideali ile Müslüman toplumların gerçek durumu arasındaki ayrıma pratik bir anlam kazandırma çabalarının İslam’ın kavramsal açıklığına
işaret edip, taklidin hâkimiyetine karşı bir denge unsuru oluşturması (Davies, 1991: 100), günümüzde de üzerinde durulması gereken bir gelenektir.
Fıtrat dini şeklinde formülüze edilen İslam’ın herkes için adil bir barış vaat
eden bir yeryüzü medeniyeti idealinin mevcudiyeti, bu kavramsal açıklık ekseninde mümkün olmaktadır. Vahiy esas alındığında kutsal kitabın
tüm toplumsal hükümleri, en temelde böylesi bir idealin temellerini atmak
içinse, Kur’an’ın iktisadi düzen açısından ortaya koyduğu ilkeler, mevcut
ekonomik sistemler için ciddi bir paradigma kaymasının temel yapı taşları
olarak düşünülmelidir. Bu ilkeler, İslam ekonomisi siyasetlerinin temel olası düşünce çekirdekleri, mantık-kurucu prensipler ya da dünya iktisadına
yeni bir yön vermek amacıyla girişilen dünya ölçekli tartışmalarda gözetilecek asli mihenk taşları olarak ele alınmalıdır (Arslan, 2012: XIV-XVII).
Kendi zamanımıza ve kendi fiziksel ve düşünsel coğrafyamıza dair bir İslami ekonomi tesis etmeyi mümkün kılan şey, geçmiş İslam medeniyetlerine
ait ekonomik düzenlemelerin İslam’ın tek doğru görünüşü olmadığı bilincidir. Ekonomik ilkeleri bağlamında İslam’ı çağın gereksinimlerinden ayrı
düşünmek, tevhit düşüncesine aykırı biçimde teori ve pratik arasında bir
bölünmeye sebep olacağından, İslam idealleri ile örtüşmeyecektir. Bu duruma tipik bir örnek olarak Kur’an’da iyilik yapmak tavsiye edilirken, hangi
davranışların iyilik olduğu bütün toplumsal yapıları kapsayacak şekilde tek
bir formda ifade edilmemesi gösterilebilir. Genel çerçeve çizilerek, bu nüveden hareketle insanların kendi koşulları içerisinde ‘iyilik’ olarak adlandırılabilecek durumlara uygun bir davranışta bulunması beklenir. İslam dini,
bireylerin ekonomik alan da dâhil olmak üzere tercihlerini sabit-değişmez
davranış kalıplarına bağlamaktan ziyade, kişilere belli prensiplerin oluştur119
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
duğu bir özgürlük alanında, kendi öznel koşullarına uygun olarak seçim
yapma hakkı tanımaktadır. Bu durum siyasetten kültüre, aileden eğitime
kadar birçok toplumsal yapı unsuru için geçerlidir. Ekonomiye dair politika
ve pratikler gerek bireysel gerekse toplumsal bazda birtakım temel ilkelere
riayet esasına göre şekillendirilmeye açık niteliktedir.
Sonuç ve Değerlendirme
Günümüzde bir İslam ekonomisinden-en azından ilkesel olarak- söz
etmenin en temel koşulu, İslam’ın ekonomik alanı düzenlemek üzere ortaya
koyduğu prensipler üzerine, çağın ve toplumun ihtiyaçlarına uygun somut ve özgün kurumlar inşa etmeyi gerekli kılmaktadır. İslam ekonomisi
çalışmalarında izlenecek metot, akıl yoluyla ulaşılacak sonuçların vahiyden gelen ilkeler ışığında yorumlanması ile ortaya konması (Tabakoğlu,
2005:18), ilkeler ve araçlar arasında anlama-açıklama gücü gelişkin İslamî teoriler geliştirilmesini içermelidir. Evrensel, çağlar-üstü ve dinamik İslam düşüncesinin genel karakteristiği, geleneğin güzel örneklerini
reddetmemekle birlikte, belli bir dönemdeki uygulama ve kurumların, diğer
bütün dönemlere genelleştirilmesi anlamıyla sınırlı görülmemektedir. Öte
yandan bir İslam ekonomisinin mevcudiyeti, seküler toplumların kendi zihniyetlerine uygun şekilde tasarladıkları kurumların toplumumuza adaptasyonundan ibaret olarak da düşünülmemelidir. Bu, önemli ölçüde kaynağını
İslam düşüncesinden alan yeni ekonomik araçların türetilebilmesiyle hayata
geçirilebilen bir paradigmayı ifade eder. Ülkemiz açısından İslami olarak
sunulan araçların, İslam toplumlarındaki sistemsiz ve eğreti pozisyonu,
sosyal bir proje olarak İslam’ın diğer sosyal ve ahlakî prensiplerinden neşet
eden bütünlüklü bir tasarımdan ziyade, mevcut neo-liberal enstrümanların
‘İslamîleştirilme’ çabalarına yakın durmaktadır. Bir İslam ekonomisi enstrümanının İslam’ın temel ekonomik ilkelerine zıt bir amaca yönelmesi, örneğin kapitalizm gibi yalnızca kâr elde etme motivasyonuyla topluma sunulması, bu açıdan çelişkili görülmektedir. Bir yandan ekonomik problemlerin
çözümü, sosyal adalet, kalkınma, halkın refah düzeyinin yükseltilmesi gibi
İslam idealleriyle uyumlu, öte yandan bireylerin temel haklarının çiğnenmemesi ilkesine riayet eden bir İslam ekonomisi teorisinin kurulması, finans
araçlarının bu ilkeleri görünür kılmasına bağlıdır. Esas olan amaç ve araç
arasında paralel ilişki olacaksa “İslami” sıfatıyla sunulan araçların, İslam’ın
120
2013/2
temel ilkelerine uygunluğu prensibi bu konuda belirleyici bir ölçüt olarak
düşünülmektedir. Mevcut ekonomik sistem içerisinde işlev gören enstrümanların bu ölçüt etrafında değerlendirilmesi, bu genel çerçeveye uygun
düşmeyenlerin de İslam düşüncesi açısından sahip olduğu sorunlu yapısının ortaya konulması bir zorunluluk teşkil etmektedir. Böyle bir değerlendirme ise teolojik, iktisadi, felsefi, sosyolojik vs. çok çeşitli ele alışları içeren
geniş bir perspektifle mümkün görünmektedir.
Türkiye’de bankacılık sektöründe ticarî alan ile sınırlı az sayıda enstrüman içeren İslamî finans çalışmalarının, İran, Pakistan ve Sudan gibi bütünüyle İslamî olma iddiası taşıyan ya da Malezya ve İngiltere gibi özellikle
bankacılık sektöründe İslamî araçların gelişimine yer açan ülkelere kıyasla,
başlangıç seviyesinde olduğu anlaşılmaktadır. Kaldı ki bankacılık sektörünün İslamî prensiplere uygun şekilde işliyor olması İslam ekonomik sisteminin gerçekleştiği anlamı taşımamakta, ticarî alan dışındaki sosyal ilişkiler ve
ekonomik davranış ağını (zekât, vakıf, sosyal yardım vs.) bir bütün olarak
ele alan çok boyutlu teorilere gereksinim duyulmaktadır. İslam’ın felsefî,
ontolojik ve epistemolojik zemini üzerine kurulan, ahlakî, sosyal ve siyasal
değerleriyle şekillenen teori ve buna bağlı pratikler, İslam ekonomisinden
söz edebilmenin zorunlu koşullarını teşkil etmektedir. Bu temel teorik zemin ve İslamî paradigmadan yoksun mevcut uygulamalar, şu an için yalnızca sınırlı girişimler ve geliştirilmeye muhtaç alternatifler sunmaktan ibaret
görülmektedir.
Kaynakça
Ahmed, H. (2011), “İslam’da Ekonomik Kalkınma” (Çev: Fatih Kul) Ed:
Faruk Yılmaz, İslam Ekonomi Felsefesi, Ankara: Berikan Yayınevi.
Akten Çürük, S. (2013), İslami Finansın Türkiye’deki Gelişimi, Mevcut
Sorunlar ve Çözüm Önerileri, Konya: Selçuk Ünv. Sosyal Bilimler Ens.
Yayınlanmamış Doktora Tezi.
Alada, A.D. (2004), “ İktisat Düşüncesinde Felsefi Yaklaşımın Önemi”,
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi , c.59,No.2, 1 - 17.
Arslan, E. (2012), Marx’ın Simiti, İstanbul: Kapı Yayınları.
Başak, S. (2003), “Kuramsal Yaklaşımlarda Yapıya İlişkin İkilemler”,
Gazi Üniversitesi İ.İ.B.F. Dergisi, 3/2003, 133-160.
121
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi
Bîkun, R.İ. (2004), İş Ahlakı, (Çev: Ahmet Yaşar) İstanbul: İGİAD
Yayınları.
Bottomore, T. (1984), Toplumbilim, (Çev.: Ünsal Oksay) İstanbul: Beta
Yayınları.
Buğra, A. (1995), İktisatçılar ve İnsanlar, İstanbul: İletişim Yayınları.
Chapra, M.U. (2005), “Objective Of The Islamic Economic Order”,Ed:
Sheikh Ghzali Sheikh Abod vd., Syed Omar Syed Agil, Aidit hj.
Ghazali, An Introduction To Islamic Economics & Finance, Malaysia,: CERT
Publications, 3-30.
Davies, M.W. (1991), İslami Antropolojinin Oluşturulması: Kendimizi
Ve Başkaları Tanımak, (Çev: Tayfun Doğukargın), İstanbul: Endülüs
Yayınları.
DİA (2012), Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, 1. Cilt, 12. Cilt, 21
Cilt, 25.Cilt, 34. Cilt, 35. Cilt, 41.Cilt, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı.
Düzenli,Y., Kur’an Işığında Evrensel Dengeler Ve İnsan, http://mediax.
com.ro/kutuphane/kuran/kuran_ile_basyalan_kitaplar/63/1.htm;E.T.
5.01.2013.
Fârûkî, İ.R. (1998), Tevhid (Çev:Dilaver Yardım, Lâtif Boyacı) İstanbul:
İnsan Yayınları.
Erkan, H. (2000), Ekonomi Sosyolojisi, 4. Baskı, İzmir: Fakülteler Kitabevi.
Es-Sadr, M.B. (1979), İslam Ekonomi Doktrini, (Çev: Mehmet Keskin Ve
Saadettin Ergün), 2. Baskı, İstanbul: Hicret Yayınları.
İsmail, İ.M. (1990), Çağdaş Ekonomik Doktrinler ve İslam, (Çev: Cemal
Aydın), İstanbul: Boğaziçi Yayınları.
ISRA- International Shari’ah Research Academy for Islamic Finance,
(2011) Islamic Financial System - Principles & Operations, Kuala Lumpur:
ISRA Pub.
İşler O., Yılmaz, F. (2011), İktisadı Felsefe İle Düşünmek, İstanbul:
İletişim Yayınları.
Kayhan, V. (2006), “Hak Dinin Tek Oluşu”, Elazığ: Fırat Üniv. İlahiyat
Fakültesi Dergisi, No: 11:1, 77-106.
Kazgan G. (1980), İktisadi Düşünce veya Politik İktisadın Evrimi,
İstanbul: Remzi Kitabevi.
122
2013/2
Kehrer, G. (1998), Din Sosyolojisi, (Der. Aktay, Y. ve Köktaş, M.E), Din
Sosyolojisi, 2. Baskı, Ankara :Vadi Yayınları.
Ongan, N.T. (2008), “İslam Ekonomisinde Bölüşüm”, Çalışma ve
Toplum Dergisi, 2008/4, 123-142.
Rana, İ. M. (1985), Hz. Ömer Döneminde Ekonomik Yapı, İstanbul: Bir
Yayıncılık.
Tabakoğlu, A. (2005), “Gayb İnancının Ekonomik Hayata Yansımaları”;
İslam İktisadı;
İstanbul: Kitabevi.
Torun, İ. (2003), Max Weber’de İktisadi Gelişme Düşüncesi, İstanbul:
Okumuş Adam Yayınları.
Tunç, H. (2010), Katılım Bankacılığı: Felsefesi, Teorisi Ve Türkiye
Uygulaması, 8. Baskı, İstanbul: Nesil Yayınları.
Ülgener, S. (2006), Zihniyet ve Din, İslam, Tasavvuf ve Çözülme Devri İktisat
Ahlakı, İstanbul: Derin Yayınları.
Weber, M. (1993), Sosyoloji Yazıları, Çev: Taha Parla, İstanbul: İletişim
Yayınları.
Zaim, S. (1995), İslam - İnsan - Ekonomi, 2. Baskı, İstanbul: Yeni Asya
Yayınları.
123
Yazarlar için gerekli bilgiler
1. Dergiye gönderilen makaleler, başka bir yerde yayınlanmamış veya
yayınlanmak üzere gönderilmemiş olmalıdır.
2. Yayınlanması istenen makaleler 3 kopya basılı ve ayrıca e-posta ekinde
aşağıdaki adrese gönderilmelidir:
Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal ANALİZ Dergisi
Maltepe Üniversitesi
İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Marmara Eğitim Köyü 34857
Maltepe-İstanbul
0216 626 10 50
3. Makaleler kâğıdın bir yüzüne çift aralıkla yazılmalıdır. Kaynaklar ayrı
sayfada yazılmalıdır. Makalenin ilk sayfasında şu bilgiler olmalıdır: a)
yazının başlığı; b) yazar(lar)ı; c) en çok 100 kelimelik Türkçe özet; d) en
çok 150 kelimelik İngilizce özet; e) Ayrı bir sayfada yazarın adı, adresi,
e-posta adresi, telefon numarası belirtilmelidir.
4. Kaynaklara göndermeler dipnotlarla değil, metnin içinde açılacak ayraçlarla yapılmalıdır. Ayraç içinde yazar(lar)ın soyadı, kaynağın yılı,
sayfa numaraları yazılmalıdır. Metin içindeki yollamalar şöyle örneklenebilir:
…açıklanmıştır (Küçükömer, 1972: 156-58). …Polanyi (1957: 254) belirtmektedir.
…(Ekelund ve Hebert, 1990: 286-7).
…Brewer (1988: 447) göstermektedir.
Kaynakçada aşağıda örneklenen biçim kurallarına uyulmalıdır:
KÜÇÜKÖMER, İ. (1972) İktisat İlkelerine Yeniden Bakış, İstanbul: Sermet.
POLANYI, K. (1957), “The Economy as Instituted Process”, K. POLANYI
vd. (der.), Trade and Market in the Early Empires, New York: Free Press,
243-70.
Ekelund, R.B. ve Hebert, R.F. (1990), A History of Economic Theory and
Method, New York: Mc Graw-Hill Publishing.
Brewer, A. (1988), “Cantillon and Mercantilism”, History of Political
Economy, C. 20, No. 3, Güz, 447-460.
Notlar
Notlar

Benzer belgeler