Gökhan Atmaca - KBT Bilim Sitesi

Transkript

Gökhan Atmaca - KBT Bilim Sitesi
Medya Sponsoru olan
Türkiye’nin en çok okunan
ücretsiz bilim dergisi,
NetBilim Dergisi
Kuark Bilim
Topluluğu’nun
Bir
Çalışmasıdır.
Abonelik Ücretsizdir.
E-posta gönderin yeterli!
[email protected]
NetBilim
Dergisi
Editörden...
Herkes İçin
Bilim!
————————
Gökhan Atmaca, Editör,
[email protected]
http://facebook.com/anadoluca
Sayı 13
Nisan 2012
http://netbilim.kuark.org
Yayın
Kuark Bilim Topluluğu
[email protected]
http://www.kuark.org
Editöryal
N
etBilim Dergisi, geniş içeriği ile ücretsiz olarak yayınını sürdürmeye devam ediyor. Aslında
bu sayımızı Mart ayı içerisinde yayınlamayı
planlamıştık ve hatta hemen hemen tüm yazılarımız hazırdı. Yazar arkadaşlarımız titiz bir şekilde çalışmalarını
hazırlamış ve yayın kurulumuza iletmişlerdi. Ancak beklenmeyen aksilikler bu sayının Nisan ayında yayınlanmasını gerektirdi. Bu gecikme için özür dileriz. Nitekim bu
gecikme dergimizde bir takım değişikliklere vesile oldu.
Artık dergimizin iki ayda bir yayınlanma aşamasında olduğunu siz okuyucularımıza duyurabilirim buradan.
Önümüzdeki Haziran ayı ile birlikte 6 aylık bir deneme
aşaması planlıyoruz.
“Nisan2012” sayımızda “Mini Buzul Çağı ve İklim Değişikliği” başlığı altında geçirdiğimiz sert kışın ardından
medyada çıkan mini buzul çağı geliyor haberlerine yönelik konuyu irdeledik. “Anti Maddenin Doğası Üzerine”
başlıklı yazımızda ise evrenimizin ilgi çekici olgularından
birine kısa bir yolculuk yapacağız sizlerle. “Nanoteknoloji
Mühendisliği” başlığı altında ülkemizin ilk nanoteknoloji
mühendisliği bölümünün tanıtımına ve gelecekte yeni gelişmelere ilişkin bilgilere
ulaşabileceksiniz.
”Biyokoruyucular ve Laktik Asit Bakterileri” isimli yazımızda ise hazır gıdada biyokoruyucuların yeri hakkında
detaylı bilgilere erişebileceksiniz. Birbirinden farklı konularda diğer yazılarımızı da bu sayımızda bulabilirsiniz.
Yeni sayılarda görüşmek üzere...
Saygılarımla
Gökhan Atmaca
Editör, Gökhan Atmaca
[email protected]
Yayın Kurulu
Gökhan Atmaca
[email protected]
Polat Narin
[email protected]
Reklam ve İletişim
[email protected]
Abonelik
Abonelik ücretsizdir.
http://www.netbilim.kuark.org/abonelik
© 2012, Kuark Bilim Topluluğu
NetBilim dergisinin tüm hakları saklıdır
ve Kuark Bilim Topluluğu’na aittir.
NetBilim dergisi ücretsiz yayınlanmasına
rağmen bu şart sadece Kuark Bilim Topluluğu’na ait web sitelerinde yayınlanması ile geçerlidir. Kuark Bilim Topluluğu’nun izin vermediği hiçbir web sitesi veya
başka bir yayın organı NetBilim dergisinin herhangi bir sayısını kendi yayını üzerinden dağıtamaz.
Popüler Bilim Dergisi NetBilim
“İki ayda bir yayınlanır...”
Yayın Sorumlusu : Gökhan Atmaca
[email protected]
http://www.kuark.org/atmaca
http://twitter.com/kuarkatmaca
Yazarlar
:
Kenan Elibol
[email protected]
Buket Şafak
[email protected]
Gülcihan Utaş
[email protected]
Polat Narin
[email protected]
Muhammed Özen
[email protected]
Ali Çiçi
[email protected]
Dyt. Emel Zorlu
[email protected]
H Bahar Kuruca
[email protected]
Nur Mustafaoğlu
[email protected]
Damla Polat
[email protected]
Meltem Gündüz
[email protected]
Selçuk Arslan
[email protected]
İletişim
: [email protected]
http://twitter.com/netbilim
Web Sitesi
: http://www.netbilim.kuark.org
Siz de
dergimize yazı
gönderebilirsiniz...
[email protected]
Görüşleriniz
Görüşleriniz ve önerileriniz
bizim için önemlidir...
E-postanızı bekliyoruz:
[email protected]
Telif Hakkı
Dergimizin web sitemiz dışında herhangi bir sitede/yayında dağıtılması
ve dergi içindeki yazıların kopyalanıp
çoğaltılması suçtur.
5000 +
Okuyucu
5600 +
Okuyucu
4900 +
Okuyucu
- İçindekiler -
10 | Gökhan Atmaca
Mini Buzul Çağı ve
Küresel İklim
Değişikliği
22 | Ali Çiçi
Karanlık Madde
26 | Gülcihan Utaş—
Gökhan Atmaca
Anti Madde Doğası
Üzerine
34 | Selçuk Arslan
62 | Prof. Dr. Turgut Baştuğ
Nanoteknoloji
Mühendisliği
Biyokoruyucular ve
Laktik Asit Bakterileri
68 | Ayşe Köse
40 | Kenan Elibol
72 | Bahar Kuruca
Beynin Nöronal Aktivitelerinin Optik İncelenmesi
46 | Meltem Gündüz
Radyasyon Onkolojisi ve
Sağlık Fiziği
Mikroalgler
Telomeraz, Yaşlanma ve
Kanser
80 | Polat Narin
Einstein ve Doğruları
84 | Gökhan Atmaca
52 | Dyt. Emel Zorlu
Dünya’nın İlk Tek Atom
Transistörü
58 | Buket Şafak
86 | Damla Polat–
Obezite Kader Değildir
USB Belleklerde Devrim
Gökhan Atmaca
Grafen Kuantum Noktalar
Türkiye’nin
En Uzun Süreli
Ücretsiz
Bilim Dergisi
NetBilim
Dergisi
Nisan 2012—Sayı 13– Yıl : 5
http://www.netbilim.kuark.org
10
44
26
72
3. Nükleer Enerji ve Yenilenebilir
Enerji Kaynakları Uluslararası
Konferansı
Dergimizin medya sponsoru olduğu 20-23
Mayıs 2012 tarihleri arasında İstanbul'da
düzenlenecek olan 3. Nükleer ve Yenilenebilir Enerji Kaynakları Uluslararası Konferansı (NURER-2012) küresel enerji sorunlarının irdelenmesini amaçlamaktadır.
Konferans çok geniş bir spektrumda konular ile çok sayıda araştırma alanını içerirken enerji alanında çok sayıda çalışmaları bulunan konuşmacıların da katılımları
beklenmektedir.
Dünyamızda geleneksel fosil yakıtların aşırı kullanımından doğan küresel iklim değişikliğinin 'kaçınılmaz' olumsuz etkileri ve
fosil yakıtların rezervlerinin yok olma durumunda olması nedeniyle büyük bir
enerji krizine doğru insanlık sürüklenmektedir. Uzmanlar bu konularda hükümetlere uyarılarda bulunurken yeni çözüm yollarının bulunması yönünde arayışlarını sürdürüyorlar. Bu süreçte günden
güne artan enerji ihtiyacının karşılanması
için önemli alternatif yollardan biri, nükleer enerjidir. Bazı problemleri aşıldığında
bu enerji çeşidi iklime ve doğal çevrime
bağlı olmayan çok verimli bir enerji kayna-
ğıdır. Buna ilaveten; Güneş, jeotermal
kaynaklar, deniz dalgaları, rüzgâr gibi doğal kaynakların kullanılmasıyla çevreye
zararı neredeyse olmayan başka alternatif
enerji kaynakları doğmuştur. Şimdilerde;
kimi zaman nükleer enerji mi yoksa yenilenebilir enerji kaynakları mı tartışmaları
sürerken, kimi zaman da daha başka alternatif enerji kaynakları ortaya çıkarılabilir mi soruları gündemdeki tartışılan konulardandır. Hidrojen enerjisi ve gelecekte
gerçekten çok önemli bir enerji kaynağı
olacağı belirtilen nükleer füzyon reaktörleri de alternatif enerji kaynakları arasında
yerini bulmaktadır.
Ülkemizde ise enerji konulu tartışmalar
nükleer santrallerin ülkemizde kullanılıp
kullanılmayacağı konusunda tıkanıp kalmıştır. Bunda siyasilerin rolünün büyük
olduğu da kaçınılmazdır. Ancak diğer toplum kuruluşlarından da yıllardır bu tür
konuların tartışılabileceği geniş kapsamlı
etkinlikler yeterince yapılmadı ve toplumun bu konuda bilinçlendirilmesi eksik
kaldı. 20-23 Mayıs 2012 tarihleri arasında
İstanbul'da gerçekleştirilecek olan Nükleer
8
ve Yenilenebilir Enerji Kaynakları Uluslararası Konferansı (NURER-2012) ülkemizde bu
alandaki tek etkinlik olarak 3. kez düzenleniyor. Konferansın amacı, enerji sorunlarının çözümünün geniş kapsamlı ele alınması
için aktif bir forum oluşturulmasıdır. Bu durum www.nurer.org adresli internet sitesinde
şöyle açıklanmaktadır:
"Günümüz sanayi toplumlarının enerji girdileri büyük oranda fosil yakıtlara dayanmaktadır. Fosil yakıtlardan kaynaklanan enerji
ve çevre sorunlarının ön plana çıkması nedeniyle, fosil yakıtların kullanımının azaltılmasıyla yaşanan bu sorunların çok aza indirileceği artık tam olarak anlaşılmıştır. Uzun vadede bu tür fosil yakıtlarının yan etkilerini
azaltmak için önemli adımlar atılmalıdır. Bu
çerçevede, nükleer ve alternatif enerji kaynakları üzerine olan bu konferans karbon
içermeyen temiz enerji kaynaklarının tartışılmasını amaçlamaktadır. Toplantıyı düzenleyenler olarak nükleer ve yenilenebilir enerji
gibi iki ayrı enerji türünün artan enerji taleplerini karşılamak amacıyla güvenli enerji
çözümleri açısında birlikte ele alınmasına
inanıyorlar. Bu uluslararası konferansta yenilikçi çözümler için bilim insanlarından teknik firma temsilcilerine kadar ilgili insanların bir araya geldiği bir ortamın oluşması
amaçlanmaktadır. Üniversitelerimiz, araştırma kurumlarımız ve endüstrimizi bir araya
getirerek, yapılan çalışmaları kamuoyuna
duyurmak, bilimin yayılmasına katkıda bulunmak, kurumların bilgi birikimini uygulayıcılar ve bilimsel çevreler ile paylaşmak
9
amaçlanmaktadır. Bu üçüncü konferans ile
farklı ülkelerden, kurumlardan ve enerji firmalarından katılımcılarla bir teknik forum
oluşturmak hedeflenmektedir. "
Konferansta yurtiçi ve yurtdışından katılan
araştırmacılar sunumlarını gerçekleştirecek,
alanında temayüz etmiş çağrılı konuşmacılar
da spesifik konularda uzun konuşmalar yapacaktır. Konferansta seçilen yayınlar özel
bir sayı olarak SCI'da listelenen Energy
Conversion and Management (ECM) dergisinde yayınlanacak.
Konferans ile ilgili tüm sorularınızı konferans başkanlığını yürüten Prof. Dr. H. Mehmet ŞAHİN'e [email protected] e-posta
adresine yazarak gönderebilirsiniz.
Konferansa son bildiri gönderme tarihi 15
Mart 2012 iken konferans kaydı için son tarih 15 Nisan 2012'dir. 20-23 Mayıs 2012 tarihleri arasında İstanbul'da gerçekleştirilecek
olan 3. Nükleer Enerji ve Yenilenebilir Enerji
Kaynakları Uluslararası Konferansı'nın web
sitesi: http://www.nurer.org
Gökhan Atmaca
http://twitter.com/kuarkatmaca
Mini Buzul Çağı
ve
Küresel İklim
m Değişikliği
Gökhan Atmaca
Gazi Üni. Nanoscale Devices and Carrier Transport Group
Kuark Moleküler NanoBilim Araştırma Grubu
NetBilim Dergisi—Nisan2012– Sayı 13
Karbondioksit, metan gibi sera gazlarının atmosferimizde özellikle de insan aktiviteleri sonucunda artmasıyla beraber gezegenimizin ortalama sıcaklığında artış yaşandığı
son on yıllardır bilim dünyası tarafından tartışılan Kyoto Protokolü gibi ülkelerin hükümetlerini ilgilendiren bir konu oldu. Sıkça özellikle de yaz aylarında aşırı sıcaklıklar yüzünden insanların yaşamını yitirdiği haberlerde duyduğumuz “Küresel Isınma”
kavramı gezegenimiz üzerinde yaşanan küresel iklim değişikliği içerisinde aslında bir
süreç. Şüphe yok ki, insan aktiviteleri giderek arttığında, yani karbondioksit gibi sera
gazlarının atmosfere salınımını artırdığımız sürece bu küresel ısınma süreci devam
edecek. Bu sürecin sonunda ise kutuplarda bulunan buzulların, Alp dağları
Himalayalar gibi yüksek rakımlı bölgelerdeki kıtasal buz örtülerinin erimesi gerçekleşeceği ortada. Özellikle kutuplardaki buzulların erimesi denizlerdeki tuzluluk oranını
değiştireceğinden ve bu değişimin sonunda dünya üzerindeki iklimi dengeleyen okyanus akıntıları etkilemesi sonucu bir buz devrinin yaşanabileceği söylenebilir. Bu yazımızda ise buz devrinin nedenlerine ve yakın zamanda bir mini buzul çağının yaşanıp yaşanmayacağına değineceğiz.
Bir buz devri ya da daha sık kullanılan
ifadesiyle bir buzul çağı, Dünya'nın yüzey
ve atmosfer sıcaklığının uzun süreli düştüğü bir dönemi ifade eder. Sıcaklıkta böyle bir düşüşün sonucunda ise kıtasal buz
örtüsü, kutup buz örtüsü ve Alp buzulları
genişler. Uzun süreli bir buz devrinde, soğuk iklimin zaman zaman şiddetinin oldukça arttığı zamanlar buzul çağları olarak da ifade edilir ve bu soğuk iklimin şiddetinin azaldığı “aralıklı sıcak dönemler”
ise buzularası olarak adlandırılır. Buzul
bilimine göre hâlâ günümüzde dünyamızın
kuzey ve güney yarımkürelerinde bulunan
geniş buz örtülerinin aslında bizlerin bir
buz devri içerisinde yaşadığımızı söyler.
Bu tanım ise bize Pleistosen çağının başında başlayan buz devrinin hâlâ sürdüğünü
açıkça söyler çünkü Grönland ve
Antartika'da hâlâ buz örtüleri vardır.
Buz devirlerinin varlığına işaret eden üç
tür kanıt vardır. Bunlar jeolojik, kimyasal
ve paleontolojik kanıtlardır.
Buzul çağları için jeolojik kanıtlar kaya
erozyonu ve yüzey kazınması, buzultaş ve
toprağı, jeolojide drumlin denilen dar tepeler, vadi kesimi ve buzul tortuları birikintisi ve değişken buzullar gibi çeşitli formlar
halindedir. Ardışık buzullaşma jeolojik kanıtları tahrif etme ve silme eğilimindedir ve
bu da buzul çağlarını yorumlamayı zorlaştırmaktadır. Ayrıca, bu kanıtlar bugüne
kadar tarihlendirilmesi zordu, ilk teoriler
buzulların uzun buzularalarına kıyasla
kısa olduğunu kabul ediyordu. Dip tortularının ve bu çekirdeklerinin görünmesi
gerçek durumu ortaya çıkarıyordu: buz
devri uzun, buzularası ise kısa. Bunun
anlamı ise Dünya’nın aslında daha çok
soğuk iklimin şiddetli olduğu bir dönemden geçtiğine yönelik bir sonuca götürür
bizi. Bu güncel teorinin oluşması da biraz
zaman aldı.
Kimyasal kanıtlar ise ağırlıklı olarak dip
tortuları ile tortul kayaçlar ve okyanus tortul çekirdeklerindeki mevcut fosillerin izotop oranlarının değişimlerinden oluşmaktadır. Buz çekirdekleri, hava kabarcıklarını da kapsayan atmosferik numunelerden
ve buzlardan gelen fiziksel karakteristikler
o zaman ki iklimi tanımlar. Ağır izotoplar
içeren suyun buharlaşması, daha yüksek
bir ısı gerektirdiğinden, bu oran soğuk koşullar ile azalmaktadır. Bu da sıcaklığın
kayıt edilmesini sağlar. Ancak, bu kanıtlar
izotop oranları tarafından kaydedilen diğer
faktörler nedeniyle karmakarışık hâle gelebilir.
Paleontolojik kanıtlar fosillerin coğrafi
dağılımındaki değişimlerinden oluşmaktadır. Bir buzul döneminde soğuğa adaptasyonunu sağlamış organizmalar düşük enlemlere yayılır ve sadece sıcak koşullarda
yaşayabilen organizmalar nesli tükenmiştir veya düşük enlemlerin içine sıkışmıştır.
Bu kanıtın da yorumlanması zordur :

Dip tortularının geniş bir enlem aralığında uzun bir dönemi kapsaması,

Değişim olmaksızın birkaç milyon
yıldır yaşayan antik organizmaların
hangi sıcaklığa uygun olduklarının
kolayca teşhis edilmemesi

İlgili fosillerin bulunması gibi hususlar nedeniyle yorumlanması zordur.
12
Büyük Buz Devirleri
Dünya'nın geçmişinde en azından beş büyük buz devrinin yaşandığı biliniyor. Yüksek enlemlerde yani kutup bölgelerindeki
buzullar böyle devirlerden kalmadır.
İlk bilinen buz devri 2.3 milyar yıl önce
Proterozoik dönem sırasında oluşmuş
(http://www.scientificamerican.com/
article.cfm?id=the-first-ice-age). Gezegen
yüzeyinin buzla kaplandığı yer bilimciler
tarafından düşünülüyor.
850-630 milyon yıl önce Cryogenian döneminde oluştuğu düşünülen bir diğer büyük buz devri buzulların ekvatora kadar
ulaştığı bir Kartopu Dünya ürettiği söylenebilir. Muhtemelen yanardağlar tarafından üretilen karbondioksit (CO2) gibi sera
gazlarının birikmesi ile sona eriyor. Okyanuslar üzerindeki buzun ve kıtalar üzerindeki buzun varlığı silikat ayrışması ve fotosentezin her ikisini engellemiş olabilir,
Bu buz devrinin sonundan Ediacaran ve
Kambriyen Patlaması için sorumlu olduğu
öne sürülüyor ama bu model henüz yeni
ve tartışmalı.
420-460 milyon yıl önce
AndeanSaharan isminde diğerleri kadar büyük
olmasa da bir buz devri meydana gelmiş.
360-260 milyon yıl önce Güney Afrika'da
aralıklarla geniş kutup buzullarının Güney Afrika'nın Karoo bölgesi'nde olduğuna
dair açıkça kanıtlar keşfedildi. Bu nedenle
bu buz devrine Karoo Buz Devri denilmektedir.
Ayrıca
antik
süper
kıta
Dongwanaland'ın merkezindeki Arjantin'den de benzer kanıtlar elde edildi.
Günümüz buz devri, Pliyosen-Kuvaterner
buzulu, Kuzey Yarımküre’de buz örtülerinin yayılmaya başladığı 2.58 milyon yıl
önce başlar. O zamandan beri, dünya
40.000 ila 100.000 yıllık bir zamanda buzul dönemleri olarak adlandırılan bir zamanda buz örtülerinin genişlediği ve gerilediği buzul döngülerini gördü. Dünya şu
an bir buzularasında ve son buzul dönemi
10.000 yıl önce sona erdi. Kıtasal buz örtülerinin tüm kalanları olarak Grönland ve
Antartika buz örtüleri ve Baffin Adası gibi
küçük buzullar vardır.
Buz Devirlerinin Nedenleri
İster uzun dönemli bir buz devri olsun ister kısa süreli bir buzul çağı yahut buzulbuzularasında olan dönemler olsun buz
13
devirlerinin nedenleri tam olarak anlaşılamamıştır. Yine de atmosferin bileşimi,
Dünya'nın yörüngesindeki değişimler, tektonik plakaların hareketi, Dünya-Ay sisteminin yörünge dinamikleri, Güneş aktivitelerindeki değişimler, volkanizma, nispeten büyük meteoritlerin etkisi gibi önemli
faktörlerin buz devirlerinin oluşum nedenleri arasında gösterilebileceği konusunda
bilim insanları arasında bir uzlaşma var.
Bu faktörlerin bazıları birbirlerini etkileyebilir. Örneğin, Dünya'nın atmosfer bileşimindeki değişimler (sera gazlarının oranlarının değişmesi özellikle) iklimi etkileyebilir, iklim değişirken kendisi atmosfer bileşimini değişebilir
Dünya atmosferindeki değişimler: Son
100 - 1000 yıllık oldukça yakın bir dönemde insan aktivitelerindeki artış, özellikle
fosil yakıtların yanması, Güneş ısısını tuzaklayan/tutan atmosferdeki sera gazlarındaki hızlanan artışa ve paralelliğe neden olduğuna dair ciddi kanıtlar vardır.
Bilim insanlarının bir çoğunun görüş birliğine vardığı teori ortaya çıkan sera etkisinin aynı dönemde meydana gelen küresel
ısınmanın artmasının temel bir nedeni olduğu üzerinedir. Kalan buzulların ve kutup buz örtüsünün "hızlanarak" erimesinin ana nedenidir.
Sera gazı seviyelerinin buz devirlerinin başında düşmesi ve buz örtülerinin geri çekilmesi sırasında yükselmesi bunun kanıtıdır. Fakat sera gazların etkisi ve nedeni
arasındaki bağlantı kurmak zordur. Sera
gazı seviyeleri aynı zamanda kıtaların hareketi ve volkanizma gibi buz devirlerinin
nedenleri olarak ileri sürülen diğer faktörleri de etkilemektedir.
Kartopu Dünya hipotezi geç Proterozoyik
içinde ciddi donmanın atmosferdeki karbondioksit seviyesinin artışı ile sona erdiğini savunuyor ve Kartopu Dünya'nın bazı
destekçileri atmosferdeki karbondioksitteki düşme nedeniyle Kartopu Dünya'nın
oluştuğunu iddia ediyorlar. Bu hipotez
böylelikle gelecekteki bir Kartopu Dünya'ya işaret ediyor.
Science dergisinin Ağustos 2009 sayısında
yer alan bir çalışma, bir buz devri sonrasında Dünya'nın ısınması için ilk tetikleyici faktörün Güneş aktivitelerindeki değişimin bir kanıtı olduğunu değişimin şiddeti
için ise sera gazlarındaki artış gibi ikinci
faktörlerin önemli olduğu ortaya konmaktadır.
18. yüzyıla yani Endüstri Devrimi'ne kadar olan dönemde insanların tarım faaliyetleri yaptığı 8000 yıl öncesinden o döneme kadar Dünya iklimini ve ekosistemini
insanların önemli bir etkide bulunmadığı
ama Endüstri Devrimi'nden sonraki Dünya tarihinin son döneminde insan aktiviteleri önemli bir küresel etkiye sahip olduğu
düşünülüyor. Atmosferdeki sera gazı seviyeleri yazının devamında anlatacağımız
Milankovitch döngüleri denen periyodik
düzeni takibi durdu bu etkiler yüzünden.
William Ruddiman'ın gecikmiş-buzullaşma
hipotezi ise ilk çiftçilerin aktivitelerinin
muhtemelen birkaç bin yıl önce başlaması
gereken zamanlanmış buzulun gelişini önlediğini öne sürüyor. Ancak bu hipotez
olarak öne sürülse de herhangi bir kanıt
henüz yok.
17 Aralık 2008 tarihinde yapılan Amerikan Jeofizik Birliği'nin bir toplantısında
bilim insanları Asya'daki büyük çapta pirinç tarımının Avrupa'daki geniş ormansızlaştırma ile birleştirildiğinde son 1000
yıldır atmosferdeki sera gazlarının büyük
miktarlara yükseltilmesiyle dünya iklimini
değiştirmeye başladığı tartışmalı fikrini
destekleyen kanıtları ayrıntılı olarak ele
aldılar. Buna karşılık, daha sıcak bir atmosfer küresel ısınmayı destekler ve karbondioksitin daha az depolanması (daha
çok salınması) da okyanusları ısıtır böylelikle yeni bir buzul çağının başlangıcı önlenmiş olur.
14
Kıtaların konumu: Jeolojik kayıtlar gösterir ki buz devirleri kıtalar ekvatordan
kutuplara ısınan suyun akışı azaltacak
veya engelleyecek şekilde konumlandığında başlıyor. Bu böylece buz örtülerinin oluşmasına izin veriyor. Buz örtüleri
Dünya'nın yansıtıcılığını artırır ve böylece Güneş radyasyonunun emilmesi azalır. Daha az Güneş radyasyonu emildiğinde atmosfer soğur: soğuma buz örtülerinin genişlemesine/büyümesine neden
olur, böylece yansıma da giderek artar.
Buz devri sera gazlarının oluşturduğu
sera etkisinin artmasının neden olduğu
aşınmadaki azalmaya dek devam eder.
Bugünkü Dünyamız Güney Kutbu üzerinde bir kıtaya ve Kuzey Kutbu üzerine
neredeyse karalarla kilitlenmiş bir okyanusa sahip. Yer bilimciler Dünya'nın jeolojik yakın geleceğinde buzul dönemlerini
yaşamaya devam edeceğine inanıyorlar.
Bazı bilim insanları günümüz buz devindeki önemli bir faktörün Himalayalar olduğuna inanıyorlar. Çünkü böyle dağlar
Dünya'nın toplam yağışını artırmıştır ve
böylelikle atmosferin dışını yıkayan karbondioksiti oranı sera gazı etkisini azalt-
mıştır. Himalayaların oluşumu yaklaşık
70
milyon
yıl
önce
başladı
ve
Hilmalayalar hâlâ her yıl 5 milimetre civarında yükselmeye devam ediyor.
Himalayaların geçmişine göre 40 milyon
yıl önce orta-Eosen'den beri Dünya’nın
ortalama sıcaklığı uzun vadeli olarak düşüş göstermiş.
Okyanus akıntılarındaki dalgalanmalar: Antik iklim rejimlerine başka önemli
bir katkı da kıtaların konumu, deniz su
seviyeleri ve tuzluluk oranları gibi başlıca
faktörlerin düzenlediği okyanus akıntılarının değişimidir. Bu okyanus akıntıları
soğutabilirler örneğin Antarktika buzulunun oluşmasında rol almaları gibi ve ısıtabilirler tıpkı Britanya adalarını kuzey
iklimine zıt olarak ılıman bir sıcaklıkta
tuttukları gibi. Panama Kıstağı'nın kapanması yaklaşık 3 milyon yıl önce tropik Atlantik ve Pasifik Okyanusu arasındaki suyun değiş-tokuşunun sona ermesiyle Kuzey Amerika üzerinde güçlü bir
buzullaşmaya şimdiki dönemde yol açmış olabilir.
15
Okyanus akıntı dalgalanmalarının son buzul salınımları ile yeterince açıklanabildiğini analizler önermekte. Son buzul dönemi
sırasında deniz suyu seviyesi 20-30 metre
dalgalanmış, kuzey yarımküre buz örtülerinde çoğunlukla. Buz toplandığında ve
deniz su seviyesi yeterli düzeyde düştüğünde, Berin Boğazı (Sibirya ve Alaska
arasında bugün için 50 metre derinliğe
sahip dar bir boğaz) boyunca akış azalmıştı, sonucunda ise Kuzey Atlantikten gelen
akış arttı. Atlantikteki bu termohalin dolaşımının yeniden düzenlenmesi biriken kutup buzunun erimesine ve diğer kıtasal
buz örtülerinin azalmasına neden olan
Arktik içine ısı aktarımını artırır. Serbest
kalan su deniz su seviyelerini artırmasına
karşın Pasifikten gelen soğuk su girişi ile
kuzey yarımküre buz birikmesi beraberinde kayma.
Milankovitch döngüleri: Milankovitch
döngüleri Güneş etrafındaki Dünya'nın
yörüngesinin karakteristiklerindeki döngü
değişimleri kümesidir. Her bir döngü farklı
bir uzunluğa sahiptir, yani bazı zamanlar
onların etkileri bir diğerini güçlendirebilir
ve diğer zamanlar onlar bir diğerini kısmen iptal edebilir.
Milankovitch döngüleri bir buz devri içinde
buzularası ve buzul dönemlerin meydana
gelmesini etkilediğine dair güçlü kanıtlar
vardır. İçerisinde bulunduğumuz buz devri
en çok çalışan ve en iyi anlaşılanıdır, özellikle son 400.000 yılı, buz çekirdekleri sı-
caklık ve buz hacmi ile ilgili veriler ve atmosferin bileşimini kaydeden buz çekirdekleri ile kaplı olduğundan beri. Bu dönem içerisinde,
Milankovic yörüngesel kuvvet dönemleriyle
uyumlu buzul/buzularası frekansları çok
yakındır, yörüngesel kuvvet genellikle kabul edilmektedir.
Güneş'e olan uzaklığın değişimin kombine
etkileri, Dünya ekseninin presesyonu ile
kombine etkileri ve Dünya tarafından alınan Güneş ışığının Dünya ekseninin eğimine göre yeniden dağılıma sahip olur.
Dünya ekseninin eğimlerindeki değişimler
oldukça önemlidir, mevsimlerin yoğunluğunu etkiler çünkü. Örneğin, 65 derece
kuzey enleminde Temmuz ayındaki Güneş'in akı miktarı 450 W/m2'den 550 W/
m2'ye %25 oranında değişir. Buz örtüleri
yazları önceki kıştan karyağışı ile birikenlerin tümünü eritmeye çok soğuk olan
yazlarda ilerlediğine büyük ölçüde inanılırdı. Bazı çalışanlar yörüngesel kuvvetin gücünün buzullaşmayı tetiklemesi için çok
olduğunu düşünüyorlar ama karbondioksit gibi geri besleme mekanizmaları bu
uyumsuzluğu açıklayabilir.
Milankovitch
döngülerine
göre
son
800.000 yıldır buzul-buzularası salınımın
baskın periyodu 100.000 yıldır. Bunun
anlamı ise Dünya'nın dışmerkezliliğin ve
yörünge eğikliğindeki değişimlere karşılık
gelir. Ancak bu Milankovitch tarafından
tahmin edilen üç frekansın zayıf olduğunu
da gösterir. 3 milyon-0.8 milyon yıl önce-
16
3 milyon-0.8 milyon yıl öncesine denk gelen bir dönemde, baskın buzullaşma dönemi Dünya eksenin eğimindeki değişimlerin
41.000 yıllık periyoduna karşılık gelir. Bir
frekansa karşı diğerinin üstünlüğün nedenleri anlaşılması zayıftır ve bugün ki
güncel araştırmaların aktif bir alanıdır
ama Dünya'nın iklim sistemindeki bazı
rezonans formu ile ilgili muhtemelen bir
cevap sayılabilir.
Geleneksel Milankovitch ifadesi son 8 döngünün 100.000 yıllık döngüye sahip olduğunu açıklamaya çalışır. Ancak son yapılan çalışmalarla bu döngülerin farklı yıllarla olduğu tartışılmakta ve yeni bulgular
ortaya konmaktadır.
Volkanizma: Volkanik patlamalar buz
devilerinin başlamasına veya sonlanmasına katkıda bulunmuş olabilir. Denizaltı
volkanlarının metanı atmosfere salmasıyla
sera etkisinde hızlı bir artışa neden olduğunu ileri süren çeşitli araştırmalar yapıldı. Bu tür patlamaların olduğuna dair jeolojik kanıtlar olmasına rağmen yine de bu
patlamaların buz devirleri için tek başına
bir neden olabileceğini ispatlamaz. Diğer
taraftan, örneğin, 1815 yılında Endonezya'da Tambora yanardağındaki volkanik
patlamalar sonucunda atmosferi kül kap-
lar ve ertesi yıl 1816'da yaz olmayan bir yıl
geçirir dünya. Buna dair, Kuzey Avrupa ve
Kuzey Amerika'nın kuzeydoğusu Yeni İngiltere'de Haziran ve Temmuz aylarında
don ve kar yağışı olaylarının yaşandığı biliniyor. Yani, volkanik patlamalar sonucu
atmosfere yüksek oranda kül ulaştığında
bu tüm dünyayı kaplayabilir. Böylesine bir
durumda, volkanik küller gezegenimize
gelen güneş radyasyonunu engelleyen bir
bulut gibi davranacaktır, bu da dünya çapında bir soğumaya neden olur; bir patlamadan sonra bu soğumanın etkisi iki sene
kadar sürebilir. Volkanik küller içinde sülfür dioksit gazını oluşturan sülfür vardır,
dolayısıyla volkan patlamaları sırasında
sülfür de atmosfere karışır. Sülfür parçacıklar atmosferde stratosfer tabakasına
ulaştığından, sülfürik asit parçacıklarına
dönüşür. Bu parçacıklar da güneş ışınlarını yansıtır ve soğumanın sebebini oluşturan dünya yüzeyine güneş radyasyonundaki miktarın azalmasında başlıca sebeplerdendir. Özetlemek gerekirse, volkanik
patlamaların atmosfere saldığı gazlar/
volkanik küllerin oranına göre gezegenimizin ortalama sıcaklığına etki ettiği açıktır.
17
Tambora yanardağının kalderası...
Mini Buzul Çağı
önemli bir yoğunlaşma olayı takip etti.
1315 yılında başlayan üç yıllık sağanak
yağmurlar Kuzay Avrupa'da öngörülemeyen bir dönemi başlattı, ki 19.yüzyıla dek
Kuzey Avrupa'da daha aşırısı olmamıştı.
Buna karşılık, buzul uzunluğuna dayalı
bir iklim yapılandırması 1600'den 1850
yılına kadar büyük bir değişimin olmadığını gösteriyor, buna rağmen buzul örtülerinde güçlü bir geri çekilmeyi gösteriyor.
Özetle Mini Buzul Çağı’nı adımlar hâlinde
ele alırsak,

1250’de Atlantik buzulu genişlemeye
başlıyor

Buzullaşma yüzünden ölen bitkilerin
radyokarbon
tarihlemesine
göre
1275-1300 yılları arasında Baffin
Adası ve Izlanda’da buzullar var

1300’de Kuzey Avrupa'da sıcak yazlar durmaya başlıyor

1315-1317 arası Büyük Kıtlık yaşanmış

1550’de Dünya çapında buzullaşmanın genişlemeye başlaması (teoride)

İlk iklimsel minumum (yani büyük
soğuma)1650 yılında yaşanıyor

19. yüzyıl sonlarında ve 20. yüzyıl
başlarında ise Mini Buzul Çağı sona
eriyor.
Mini Buzul Çağı, “Ortaçağ Isınma Dönemi”
sonrası meydana gelen soğturma dönemidir. Gerçek bir buz devri olmasa da 1939
yılında François E. Matthes tarafından bilimsel literatüre girmiştir. Geleneksel olarak 16. yüzyıldan 19. yüzyıla uzanan bir
dönemi tanımlar. Yerel kayıtlar ile çalışan
iklim bilimciler ve tarihçilere rağmen bu
dönemin başlangıç ve son tarihleri üzerinde bir uzlaşma yok. NASA ise 1550 ve
1850 yılları arasında soğuk bir dönem belirledi ve bunu özellikle üç döneme ayırdılar: ilki yaklaşık 1650 yılında başlıyor, bir
diğeri 1770 yılında ve sonuncusu 1850
yılında, her biri hafif ısınma aralıklarla
ayrılıyor.
Mini Buzul Çağı'nın başladığı yıllar,
13.yüzyılın başlangıcına kadar uzanabilir,
buzullaşma Kuzey Atlantik'ten güneye
doğru ilerlemeye başlar bu yüzyılda,
Grönland buzullarında olduğu gibi.
Neredeyse dünya çapında buzulların genişlediğine dair anekdot kanıt yoktur ama
Baffin Adası ve İzlanda üzerindeki buzullar altında toplanan ölü bitkilerden yaklaşık 150 numunenin radyokarbon tarihlemesine göre Miller ve arkadaşlarının çalışmaları 1275 ve 1300 yılları arasında birden bire başlayan buzullarda genişleme ve Açıkça görülür ki bir mini buzul çağının
soğuk bir yazın varlığını gösterdi. Buna oluşması yüzyıllar almaktadır.
ilaveten 1430'dan 1455'e kadar olan yıllar
18
Mini Buzul Çağı mı Geliyor?
Son yılların en sert ve uzun süren kış
mevsimini yaşarken mini buzul çağının
geldiğine dair haberler yer aldı. Haberde
bazı bilim insanlarının yaptığı çalışmalara
atıfta bulunuyor. Bu bilim insanları yazı
içerisinde bahsettiğimiz buz devrinin nedenleri arasında gösterdiğimiz okyanus
akıntılarından birinin, Atlantik Okyanus’taki sıcak su akıntısında yavaşlama gördüklerini ifade etmişler. Gelecek yıllarda
da bu yavaşlamaya bağlı olarak sıcaklıklarda düşmenin gerçekleşebileceği söylenebilir. Oysa bir buzul çağının yaşanması
için yüzyıllarca süren bir sürecin gerçekleşmesi gerekiyor. Yazımız içerisindeki tarihlere ve dönemler halinde yaşanmış buzul çağları hakkındaki bilgilere bakılırsa
da bu açıkça görülebilir. Dolayısıyla bir
anda buzul çağı yaşanmaz. Bu konuda
Boğaziçi Üniversitesi’nden iklim fiziği alanındaki çalışmaları ile bilinen Prof. Dr.
Levent Kurnaz’a göre, “bunun meydana
gelebilmesi için korkunç bir şeyin gerçekleşmesi gerekir. Mesela dünya bundan 11.000
sene önce de 1.000 yıl süren bir buzul çağına girdi ve bu buzul çağına girmesi bir seneden kısa sürdü. Bu buzul çağının sebebi
o zamanlar Kuzey Amerika'nın büyük çoğunluğunu kaplayan bir tatlı su gölünü tutan doğal barajın yıkılarak suların tamamının korkunç bir sel şeklinde Atlantik Okyanusu'na akmasıydı. Bugün için dünyada
böylesi bir ani felaket beklemediğimiz için
iklim değişikliklerinin yavaş gerçekleşmesini bekliyoruz.” [8]
İklim değişikliği hakkındaki bilgilerimize
göre Endüstri Devrimi’nden bu yana atmosfere saldığımız sera gazları atmosfer
bileşimindeki düzenin dışına çıkarak Güneş’ten gelen ışınları daha fazla atmosfer
içinde tutmakta. Bu süreç giderek hızlandığında, atmosferin ısı tutma kapasitesi
arttığında gezegenimizin ortalama yüzey
sıcaklığı da giderek artacaktır. Artan bu
ortalama sıcaklıkla beraber kutuplardaki
buzulların erimesi sadece deniz su seviyelerinin yükselmesine sebep olmayacak diğer yandan da denizlerdeki tuzluluk oranlarının değişmesine yol açacak çünkü eriyen buzullar deniz sularının tam tersine
tatlı sulardır. Değişen tuzluluk oranları,
okyanus akıntılarını etkiler ve bu okyanus
akıntılarının değişmesi de dünya üzerindeki bütün iklim sistemlerini etkileyecektir.
Dünya iklim sistemlerinin bu şekilde bir
değişime maruz kalması biz insanlar gibi
tüm canlıları olumsuz yönde etkileyecek
bir olgudur. Nihayetinde, canlılar yaşadıkları bölgenin iklimine uyum göstererek hayatta kalmayı başarabilirler. Yaşamımızı
doğrudan etkileyen iklimin tüm dünya
üzerinde farklılaşması uyum sağladığımız
tüm çevreyi değiştirecektir, hayatımızın
daha zorlu olacağı anlamına da gelir bu.
Küresel ısınma dönemi içerisine girdiğimiz
bilinen bir gerçek iken zaman zaman yaşadığımız sert kışların ardından dünyadaki
iklimlerin bir değişim içinde olmadığına
düşünen insanlar olurken bu hataya asla
düşülmemeli. Çünkü iklim değişikliğinin
bir sonucu olarak mevsimlerde tutarsızlıkların yaşanacağı, yağışların daha sert olduğu kasırga gibi olayların daha şiddetli,
daha fazla olacağı ama kısa süreceği yazların giderek daha kurak ve daha sıcak
olacağı, aşırı sıcaklıklardan insanların yaşamını yitireceği bilim insanları tarafından
açıklanmaktadır. Sonuç olarak, bugün bir
buzul çağı dönemine girip girmediğimizden
daha çok değişmekte olan bir dünya iklimine sahip olduğumuzu bilmemiz daha
önemli. Evet, iklimimiz değişiyor!
Gökhan Atmaca
Gazi Üni. Nanoscale Devices and Carrier
Transport Group
Kuark Moleküler NanoBilim Araştırma
Kaynaklar:
1.
Gökhan Atmaca, Küresel İklim Değişikliği, NetBilim Dergisi 5.Sayı, Aralık 2009
2.
http://en.wikipedia.org/wiki/Ice_age
3.
http://en.wikipedia.org/wiki/
Little_ice_age
4.
http://en.wikipedia.org/wiki/
Ice_sheet
5.
http://en.wikipedia.org/wiki/
Timeline_of_glaciation
6.
http://www.giss.nasa.gov/research/
news/20120130b/
7.
http://www.yerbilimleri.com/yenibulgular-ve-kartopu-dunyavarsayimi/
8.
http://leventkurnaz.blogspot.com/
2012/02/yarn-buzul-cagnagirmiyoruz.html
19
3. Nükleer Enerji ve Yenilenebilir
Enerji Kaynakları Uluslararası
Konferansı
20-23 Mayıs 2012
Tarihleri Arasında
İstanbul’da Gerçekleştirilecek:
http://www.nurer.org
NetBilim Dergisi’ne
Reklam
Verebilirsiniz!
İletişim:
[email protected]
Karanlık Madde
Ali Çiçi
Uludağ Üniv. Fizik Böl.
Kuark Bilim Topluluğu
Karanlık madde, ışıma yapmayan, normal madde ile sadece kütle çekimsel olarak
etkileşen maddelere denir. Karanlık madde evrene düzgün dağılmamış ve miktarı
normal madde miktarından çok daha fazladır. Evrendeki toplam kütle çekimsel
enerjinin yaklaşık %4'ünü normal madde oluştururken, %22'sini karanlık madde
ve %74'ünü karanlık enerji oluşturmaktadır. Çeşitli karanlık madde adayları vardır. Bunlar Baryon kökenli ve baryonik olmayanlar diye ikiye ayrılır. Baryon kökenli karanlık madde çeşitleri: Macho'lar (Büyük kütleli sıkı halo cisimleri), beyaz cüceler, kızıl ötesi yıldızlar, kahverengi cüceler, gezegenler, yüzey parlaklığı
düşük galaksiler, nötron yıldızları, kara delikler, gaz, toz bulutları, kuark külçeleri. Baryonik olmayan karanlık maddeler ise; CDM (soğuk karanlık madde), HDM
(sıcak karanlık madde), Wimp'ler (zayıf etkileşimli büyük kütleli parçacıklar),
nötrinolar, susy parçacıkları ve aksiyonlardır.
NetBilim Dergisi—Nisan2012– Sayı 13
Karanlık maddenin varlığını, büyük ölçeklerde ışınım yapan maddenin miktarı
ile galaksilerin özel hızlarının bağdaştırılamamasından anlıyoruz. Yani, karanlık
madde, özel hızları kütle çekim yolu ile
etkiliyor. Caltech Üniversitesi'nden Prof.
Fritz Zwicky, Berenis'in Saçı takımyıldızını araştırırken bir şey fark etti. Berenis'in
Saçı takımyıldızının devinimlerini ölçerken bu kümede ne kadar kütle olduğu
hakkında bir tahminde bulundu. Sonra
da galaksilere bakarak aslında ne kadar
kütle gördüğümüz gerçeği ile kıyasladı.
Işıklı kütle miktarına göre kümeler içindeki galaksiler hızlı hareket ediyorlardı. Bu
kadar yüksek hızı açıklayabilmek için,
ışıklı kütleden daha fazla kütle olması gerekiyordu. Karanlık madde bir küme içerisindeki tüm galaksilerin hızlarını kütle
çekimiyle etkileyebiliyordu. Kütleden ne
kadar uzaklaşılırsa, kütle çekiminden o
kadar az etkileneceği için yörüngedeki
cisim daha yavaş hareket etmesi gerekiyor, galaksiler için de aynı şey söz konusu. Ancak galaksi dönüş oranları üzerine
olan çalışmaların öncüsü Amerikalı astro-
nom Vera Rubin tuhaf bir şey keşfetti.
Rubin, Samanyolu'na benzer galaksilerin
dönel eğrilerini inceliyordu. Rubin'in keşfi, ne kadar uzağa giderseniz gidin bir
maddenin yörüngesindeki gaz ve tozların
hızları sabit kalıyordu. Galaksilerin dış
bölümleri daha hızlı dönüyordu, galaksilerin parçalara ayrılmaması için daha fazla kütle olması gerekiyordu. Bu paradoksun çözümü galaksinin etrafında görünmez bir maddeden hale olduğunu varsaymaktır. Karanlık madde galaksilerde mevcuttu ve dönüş hızını sabit tutuyordu.
Baryon Kökenli Karanlık Madde
Karanlık madde ile görünen maddenin
aynı dairesel hıza sahip olduğu düşüncesi, karanlık maddenin de baryonik olduğu
ileri sürülmektedir. Karanlık maddenin
çoğunun da baryon kökenli olmadığı düşünülmektedir. Yine de baryon kökenli
karanlık madde, görünen maddenin bir
kaç katıdır.
3 Boyutlu karanlık madde haritası
Macho'lar: Baryon kökenli karanlık maddenin en ciddi adayıdır. Kara delikler, beyaz cüceler, nötron yıldızları, küçük kütlelerinden dolayı yıldız olamamış cisimler
Macho yani Büyük Kütleli Sıkı Halo Cisimleri sayılabilir.
Kızıl Ötesi Yıldızlar: Görünür ışımadan
çok, kızıl ötesi ışıma yaparlar. Güneş'in
yaklaşık onda biri kadar bir kütleye sahiptir. Kızıl ötesi yıldızların galaksi
halomuzun kütlesinin %6'sını oluşturduğu düşünülmektedir.
Kahverengi Cüceler: Vaktinden önce
doğmuş, Güneş'imizin yaklaşık %8'i kütleye sahip yıldızlardır. Çekirdekleri hidrojeni helyuma çevirecek kadar sıcaklığa
ulaşamaz. Çekirdeklerinde tepkime olmadığı için ışıma yapamazlar ve bu yüzden
bunlar yakınımızda bulunmadığı sürece
saptanmaları zordur.
Yüzey Parlaklığı Düşük Galaksiler: Yüzey parlaklığı normal bir galaksiden 5 ile
20 kat daha az ve sönük galaksilerdir.
Evrendeki karanlık madde miktarının ne
kadarının bu galaksilerin oluşturduğunu
ancak sayılarını bildiğimizde anlayabiliriz.
Nötron Yıldızları: Kütlesi, Güneş kütlesinin 1,4 katı ile 2 katı arasında olan yıldızlardır, karanlık maddeye çok fazla katkıları yoktur.
Kara Delikler: Evrenin ilk zamanlarında
oluşmuş ilkel kara delikler karanlık madde adayıdır. Ancak Stephen Hawking'e
göre de ilkel kara delikler buharlaşmış
olması gerekiyor.
Gaz: Hangi sıcaklıkta ve yoğunlukta olursa olsunlar spektrumun herhangi bir kısmında ışıma ve soğurma yaparlar. Ancak,
galaksilerde ve kümelerde hem parlak
hem de soğuk baryonik gazın olduğuna
dair kanıtlar vardır. Kümelerdeki karanlık
madde için sıcak gaz iyi bir takipçidir, bu
gaz sönük ve parlak maddenin yüksek
yoğunlukları etrafında kümelenmektedir.
24
Toz Bulutları: Ağır elementlerden oluşur
ve yıldızların iç bölgelerinde üretilirler.
Süpernova esnasında enjekte edilirler.
Toz karanlık haloda önemli bir bileşen
olacaksa diğer yıldızların haloda çok fazla
sayıda olması gerekiyor. Bu yüzden toz
bulutları ciddi bir karanlık madde adayı
değildirler.
Kuark Külçeleri: Bunlar birçok kuarkın
teoride kümelenmeleridir. Erken evren
esnasında üretilmişlerdir.
da üretildiler. Evrenin ilk zamanlarında
toplam yük korunumu ve parite değişmezliğinin ihlali geniş çaplı bir aksiyon
üretimine neden oldu. Üretilen aksiyon
sayısı, notrino sayısından bile çok daha
fazla olabilirdi. Aksiyonların normal madde ile etkileşimleri çok zayıf olduğundan
şimdiye kadar saptanamamışlardır.
Karanlık madde evrende sadece gizemli
bir kütle değil. Artık bilim insanları karanlık maddenin Büyük Patlama sırasında oluştuğunu biliyorlar. Karanlık madde
kütle çekimi etkisi ile bildiğimiz maddeye,
yıldızlara kümelenecekleri yapı iskelesi
oluşturuyorlardı. Kozmik bir ağ gibi davranarak, galaksilerin iskeleti rolünü üstleniyorlardı. Bu da aslında galaksilerin
neden rastgele biçimde oluşmuş gibi göründüğünü açıklıyor. Karanlık maddenin
kütle çekiminden kaynaklanıyordu.
Bilim
insanları
kütle
çekimsel
merceklenme yöntemi ile evrendeki karanlık maddenin üç boyutlu bir haritasını
çıkardılar. Işık, Einstein'ın da dediği gibi
kütle çekiminden etkileniyor ve bu sayede
karanlık maddenin de ışığa etkisi gözlemlenebiliyor. Bu yöntemle karanlık maddenin nerede kümelendiğini görebiliyoruz.
Karanlık maddenin haritasını galaksilerin
yerleri ile kıyasladığımızda bir iskelet gibi
davrandığını görebiliriz.
Baryonik Olmayan Karanlık Madde
Baryonik olmayan karanlık madde soğuk
karanlık madde ( CDM ) ve sıcak karanlık
madde (HDM) diye ikiye ayrılır. Soğuk karanlık madde parçacıkları WIMP olarak
da adlandırılırlar. Sıcak karanlık madde
parçacıklarına göre WIMP'ler daha düşük
hızlarda hareket ederler. CDM parçacıkları birbirleri ile kütlesel çekim yoluyla etkileşirler ve diğer maddelerle zayıf normal
bir etkileşimde bulunurlar. HDM parçacıkları CDM parçacıklarına göre çok daha
hafiftirler ve ışık hızına yakın hızlarda hareket ederler. Elektron nötrino, müon
notrino, tau nötrino ve bunların karşıtları
HDM'ler için adaydırlar. Evrenin kapalı
olabilmesi için yeterli sayıda fotino gibi
egzotik WIMP'lerin bulunması gerekiyordu. Fotinonun varlığı, süpersimetri adı
verilen bir teori tarafından öngörülmektedir. Bu teori kardeş parçacıkların varlığını
öne sürerek bilinen parçacıkların sayısını
iki katına çıkarmaktadır. Diğer baryonik
olmayan karanlık madde adayları SUSY
parçacıklarıdır. Çok önceleri evrenin Süper-Simetri (SUSY) zamanlarında Planck
zamanından önce doğanın dört kuvveti
birleşmiş ve birbirlerinden ayırt edilemeyecek haldeydi. Her parçacık aralarında
ħ/2 spin farkı olan kuramsal bir SUSY
ortağa sahipti. SUSY parçacıkları günümüze ulaşacak kadar kararlı bir yapıdaysalar karanlık madde adayı olabilirler.
Aksiyonlar, hafif kuramsal parçacıklar ve
baryonik olmayan karanlık madde adayıdırlar. Aksiyonlar evrenin ilk zamanların-
Ali Çiçi
Uludağ Üniversitesi Fizik Bölümü
Kuark Bilim Topluluğu
Kaynaklar:
Evrenin Kısa Tarihi – Joseph Silk
http://tr.wikipedia.org/wiki/Karanl%
C4%B1k_madde
http://en.wikipedia.org/wiki/Vera_Rubin
25
NetBilim Dergisi—Nisan2012– Sayı 13
Anti Maddenin
Doğası Üzerine
Gökhan Atmaca*
Gülcihan Utaş**
Kuark Bilim Topluluğu
*Gazi Üni. Nanoscale Devices and Carrier Transport Group
**İstanbul Üni. Fizik Bölümü
Elektronun zıt yüklüsü pozitron, anti proton ve anti nötronun keşfedilmesiyle anti gezegenlerin, anti yıldızların, anti galaksilerin olduğu bir
anti evrenin varlığına dair yorumlar akıllara gelmiyor da değil. Peki bu
anti madde nedir? Anti maddenin doğası üzerine kısa bir yolculuğa ne
dersiniz?
26
D
an Brown'un Melekler ve Şeytanlar isimli kitabı ve sinemaya uyarlanan filminde, bilim insanları en
şaşırtıcı bilimsel problemlerden birini çözmüşlerdi: anti maddenin yakalanması ve
depolanması. Gerçek yaşamda ise 2010
yılına kadar atomik anti maddenin tuzaklanması asla başarılamamıştı.
Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi'nde
(CERN) çalışan fizikçiler hidrojen atomunun antimadde (karşıt madde) olarak karşılığı olan antihidrojeni tuzaklamayı/
yakalamayı başardılar. Bu gelişme ise 14
milyar yıl önce evrenin oluşumundan çok
az bir zaman sonra gizemli bir şekilde
kaybolan madde (anti madde) üzerine yapılan deneyler için bir kilometre taşı sayılabilir.
İlk kez yapay olarak üretilen düşük enerjili antihidrojen atomları (bir antiproton çekirdeğinin yörüngesinde bir pozitron veya
anti madde elektrondan oluşan atomlar)
2002 yılında CERN'de oluşturuldu. Fakat
şimdiye dek, anti maddenin atomları evrenin oluşumundan sonra mikrosaniyeler
içinde bir gama ışını parlamasında yok
oldu ama normal madde ile evren genişlemeye devam etti.
Antihidrojen Laser Fiziği Cihazı (ALPHA)
deneyi California Üniversitesi, Berkeley
Üniversitesi ve Lawrence Berkeley Ulusal
Laboratuvarı (LBNL) kurumlarından fizikçileri içeren uluslararası bir işbirliğidir.
Bu deney ise 2010 yılında her biri bir saniyenin onda birinden biraz daha fazla
sürede olmak üzere 38 antihidrojen atomunu tuzaklayabildi.
Peki, bu tür deneyler neden yapılıyor?
Antihidrojen ve hidrojen arasındaki farklılıklar, örneğin onların atomik spektrumundaki farklılıklar, fizikte parçacıkların
yükleri ile ilgili parite değişimlerini açıklayan yük-parite-zamanı (CPT) simetrisini
otomatik olarak ihlal mi ediyorlar, parçacıkları ve onların etkileşimlerini açıklayan
bugün ki standart model çökmek üzere mi
ve evrenin oluşumu sırasında eşit miktarlarda oluşan madde ve anti maddeden,
Üstte bir antihidrojen atomunda pozitif yüklü bir
antielektron (pozitron), negatif yüklü bir antiprotonun
yörüngesindedir ve bu gösterim ise alttaki normal hidrojen atomunun ayna görüntüsüdür. Credit: Chukman
So, copyright © 2011 Wurtele Research Group. All
rights reserved.
anti maddenin neden bugün evrenin oldukça büyük bir kısmında olmayışı gibi
soruların cevaplarını bulmak amacıyla
CERN'de ve diğer parçacık fiziği araştırma
merkezlerinde böyle deneyler gerçekleştiriliyor. ALPHA deneyi de bunlardan biri.
Anti madde nedir?
Anti madde normal maddenin yani biz
canlıları, evrendeki pek çok gezegeni, yıldızı, galaksiyi oluşturan maddenin yük
olarak karşıtı şeklinde tanımlanabilir ve
ilk kez 1931 yılında fizikçi Paul Dirac tarafından öne sürüldü. Anti madde normal
madde ile etkileşmesi sonucu bir enerji
parlaması (foton salarak) ile tamamen yok
olur. Astronomlar uzayda önemli derecede
anti madde yok olması ile ilgili herhangi
bir kanıt göremezken anti madde bazı radyoaktif elementlerin bozunmalarında ve
27
ve dünyadaki yüksek enerji parçacık etkileşimleri sırasında üretildi. Berkeley Üniversitesi'nden fizikçiler Emilio Segre ve
Owen Chamberlain 1955 yılında o zaman
ki
adıy l a
Lawrence
Rady asyon
Laboratuvarı'nda şimdiki adıyla Lawrence
Berkeley
Ulusal
Laboratuvarı'nda
Bevatron hızlandırıcısında antiprotonları
oluşturmuşlardı ve anti maddenin varlığını doğrulayan bu çalışmaları ile 1959 Nobel Fizik Ödülü'nü kazanmışlardı.
la birlikte ilk saniyelerde birbirlerini tamamen yok etmeliydiler. Madde ve antimadde karşılaştığında ortaya çıkan ışık
tüm evreni sarmalıydı! Fakat, yine de biz,
gezegenimiz, galaksiler burada. Ancak evrende görebildiğimiz her şey sadece maddeden oluşmuş gibi görünüyor. O zaman
evrenin ilk zamanlarında antimadde ile
maddenin bir arada ve eşit olduğunu söyleyen teori kaybediyor mu?
Bu gizemin iki mantıklı çözümü söz konusu olabilir. İlki, maddenin fazla olmasında
Evrende antimadde nerede?
evrenin
ilk
saniyelerinden
sonra
antimaddenin giderek normal maddeye
Standard Model büyük patlama sonrası dönüşmesi. Buna yönelik 1998 yılında
maddeden daha fazla anti maddenin oluş- Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi'nde
ması gerektiğini öngörmesine rağmen ne- yapılan deneylerde kaon parçacığının antiden evren tamamen maddeden oluşmuş p a r ç a c ı ğ ı n a
antidönüşmesinin
gibi görünüyor?
parçacıktan kaonun kendisine dönüşüStandard Model'e göre madde ve anti münden daha zor olduğu gözlendi. Yani,
madde büyük patlama sırasında eşit mik- kaon parçacığı anti-parçacığına dönüşmetarda oluştu. Aslında, evrenin var oluşuyyi yeğlemektense anti-parçacığı bir
Abell 1689 gibi galaksiler, fizikteki standart modele göre hiç şekilde kaon parçacığına dönüşüvar olmamalılar. (Image: NASA N Benitez (JHU) et al.,)
yordu.
Bu tür deneyler başka araştırma merkezlerinde de başka
parçacıklar ile tekrarlanmaya
devam ediyor. Diğer ikinci çözüm ise evrenin ilk saniyelerinde madde ve antimadde bir şekilde birbirlerini yok etme anlayışından kaçındıkları üzerine.
Antimaddenin var olduğu bir
gerçek iken evrende nerede bulundukları kuşkusuz büyük
bir soru işareti. Bir yerlerde,
kainatın bazı ayna bölgelerinde, karşıt-madde gizlenmiş ve
karşıtkarşıt-yıldızlar,
galaksiler ve hatta belki de
karşıt-yaşam da var olmuş olabilir.
Bu konuya değindiğimiz KBT
Bilim Sitesi'ndeki yazımızı okuyabilirsiniz [4].
28
Antimaddede yerçekimi:
Antimadde yukarı mı düşer?
Antimadde üzerine başka bir gizem ise
antimaddeden oluşmuş bir canlı eğer
dünya gibi bir gezegen üzerinde yaşasaydı
dünyanın yerçekimine karşı nasıl davranırdı? Yük olarak maddenin
zıttı
olan
antimaddeden oluşmuş
bir canlı yukarı mı düşerdi? Yani bize karşı
Dünya’nın
uyguladığı
yerçekimi
antimadde
üzerine nasıl etki ederdi? İşte bu sorulara cevap arayan bilim insanlarından bazıları Avrupa
Nükleer Araştırma Merkezi’nde AEGIS isminde
bir deney yürütüyorlar
ve
bu
deneyde
antiprotonların
yerçekim ivmesini ölçmeyi
umuyorlar. Buradan da yola çıkarak
antimaddenin yerçekimi hakkında yeni
bilgiler elde edebilirler.
Bu konu hakkındaki ayrıntılara yine KBT
Bilim Sitesi’nde yer alan yazımızı inceleyebilirsiniz[5].
Anti-dünya?
Antihidrojeni üreten ve tuzaklamayı başaran bilim insanlarının antihelyumun ardından antikarbonlardan oluşan organik
antimolekülleri ve sonra tüm antiperiyodik tabloyu yapmalarını bekleyebilir
miyiz?
Her antiatom için aynı zamanda atomaltı
antiparçacıkların da üretilmesi gerekir, bir
antidöteryum
yapmak
için
önce
antinötronun
da
yapılması gerekir.
Antinötron nötr olduğundan elektromanyetik alanlar ile geleneksel yollarla yönlendirilmesi de imkânsız hâle gelir. Bu nedenle bunlardan çok sayıda yapmak gerek
ve her milyon kadar antinötron yaparken
bunlardan bir tanesinin antidöteryumu
oluşturması için doğru yerde olmasını
beklemek gerekiyor. Oldukça uzun bir süreç...
Anti-atomlar yapmak inanılmaz derecede
zaman alıyor; daha karmaşık bir şeyler
yapmak ise bir milyar yıl kadar sürebilir,
anti-dünya gibi.
Antimaddeden bomba yapılabilir mi?
"Antimadde öldürücü bir silah oldu. Güçlü
ve durdurulamaz. Bir kere CERN'de yapıldı
ve geriye hiçbir şey kalmadı... Göz kamaştırıcı ışık kapladı heryeri..."
Bir bilim-kurgu romanı yazıyor olsaydık,
rahatlıkla bu cümleleri yazabilirdik ama
antimadde için henüz böyle bir şey söz
konusu değil. Henüz...
Bununla ilgili CERN'de fizikçi olan Rolf
Landua şunları söylüyor, "CERN'de
antimadde fiziğinin 30 yıldan fazla süredir
yapacağı tüm antimaddeyi toplasak ve biraz da cömert olursak, elde edeceğimiz bir
gramın 10 milyarda biri kadar antimadde
olacaktır. Bunu ise parmak uçlarımızla
patlattığımızda mum alevinden daha fazla
tehlikeli olmayacaktır."
Yeterince antimadde elde ettiğimizi düşünsek bile bir gram antimadde bir milyon kere milyar dolarlık bir maliyete
neden olacağından hiç de mantıklı değil!
29
Antiprotonların Tuzaklanması
ALPHA deneyinde antiprotonları tuzaklamak için uygulanan yöntemde ilk önce
2002 yılında CERN'de pozitron bulutu ile onları 20 milimetre uzunluğunda ve 1.4
onları kombine eden deneylerde kullana- milimetre yarıçapında bir bulut içine sıbilmek için antiprotonları yeterince yavaş- kıştırılır ve soğutulur. Sonra, Berkeley
latan yavaşlatıcı denilen hızlandırıcılara Üniversitesi'nden profesör Lazar Friedland
benzer bir sistemde bir antiproton saye- tarafından geliştirilen bir teknik olan
sinde antihidrojen üretildi. Uluslararası otorezonans kullanılarak bu soğuk bulutişbirliği olan ATHENA deneyi soğuk ta, sıkıştırılan antiprotonlar antihidrojeni
antihidrojenin ilk dedekte edildiği bildiri- oluşturmak amacıyla iki parçacığın eşleştiği pozitron bulutuna benzer bir yerde üst
len deneydi.
2004 yılında ATHENA deneyi yerini üste itilir.
ALPHA deneyine bıraktı. Sonra ALPHA ve Tüm bu olanlar antihidrojen atomları tuATRAP deneyleri antihidrojeni tuzaklamak zaklamaya yarayan bir manyetik metal
için birbirleri ile yarıştılar. Bu yarış özel- silindirin (tüp) içinde gerçekleşiyor. Manlikle antihidrojen spektrumu ve yerçekimi yetik tuzak özel olarak konfigüre edilen bir
ölçümleri amacıyla laser deneylerinde ger- manyetik alandır. Kararlı bir plazma oluşçekleşti. Bu sırada, son sonuçlar yayınla- turmak amacıyla pahalı oktupol (iki elektna dek on milyonlarca antihidrojen ato- rik veya manyetik kuadrupole sahip yük
munun üretildiği ama 2010 yılına kadar dağılımı) süperiletken manyet kullanılarak
bu manyetik alan düzenlenir. Böylece
hiçbirinin tuzaklanamadığı da bir gerçek.
Yakalanan ve depolanan antihidrojen atomlarının ALPHA manyetik olarak antihidrojenlerin tuzaklanması sağlanır.
deneyindeki tuzakta gösterimi. Credit: Chukman So
Antihidrojenin tuzaklanması kolay değildir çünkü antihidrojen nötr, yüksüz bir
parçacıktır. Manyetik tüpler (metal silindirler) genellikle iyonize atomlar gibi yüklü
parçacıkları tuzaklamada kullanılır. Böyle
yüklü parçacıklar, manyetik alan boyunca
tüp merkezine geri döndüren bir elektrik
alanla karşılaşıncaya dek sarmal olarak
yan
yana
dizilirler.
Ancak
nötr
antihidrojen bu alanlardan normal olarak
etkilenmeyecektir. Fakat araştırma ekibi
antihidrojen atomun çok küçük manyetik
momentini manyetik alanı dik bir şekilde
artırarak antihidrojen atomu tuzaklamak
için bir avantaj olarak kullandılar. Manyetik ayna olarak da adlandırılan bu dik bir
şekilde manyetik alanı artırma işlemi merkeze doğru alanı geri yansıtmaktadır.
Çünkü manyetik moment oldukça küçüktür, antihidrojen ise oldukça soğuk, neredeyse mutlak sıfıra yakın. Bunun anlamı
araştırma ekibi antiproton yavaşlatıcıdan
yayılan başlangıçtaki enerjiden bir yüz
milyar kadar bir faktörle antiprotonları
yavaşlatmış olmalarıdır.
30
Bir kere tuzaklandıktan sonra deneyciler
birbirinden ayrılamayan antiprotonları bir
elektrik alan ile tam anlamıyla süpürürler,
sonra ayna alanlar kapatılır ve tuzaklanan
antihidrojen atomları normal madde ile
yok edilir. Etrafı çevreleyen dedektörler
proton-antiproton yok edilmesinin sonucu
olan yüklü piyonlara duyarlıdır. Kozmik
ışınlar aynı zamanda dedektörü tetikleyebilir ama bu yüklü pionların düz-çizgi izleri
kolayca
ayırt
edilebildiğinden
antiproton-proton yok olması deney içinde
bu şekilde doğruluğu sağlanmış olur. Çok
az sayıdaki antiproton tuzaktan geriye kalabilir
ama
onların
yok
olmaları
antihidrojene benzer görünüyor ama fizikçilerin simülasyonları antihidrojen yok
olmalarından başarıyla böyle olayları ayrılabildiğini göstermektedir. Yani deneylerden sızan anti madde yok!
2010 yılının Ağustos ve Eylül aylarında
yapılan bu deneylerde 335 antiproton
döngüsünden sadece 38 antihidrojen atomu tuzaklanabildi. Yaklaşık olarak birkaç
80 milyon antihidrojen atomunun üretildiği tahmin ediliyor bu sırada. Neredeyse
160 milyon antihidrojen atomundan sadece 38 atom yakalanabilinmiş. Bu oldukça
düşük bir oran aslında.
ALPHA deneyi bu ilk antihidrojen atomlarını yakalama başarısından sonra bu
antihidrojen atomlarının dedekte edilme
oranlarını artırmaya yönelik çalışmaya
devam ediyor.
Geçmişten Günümüze Anti Madde
1928 yılı öncesinde anti elektronlar Paul
Dirac tarafından teorik olarak öne sürüldüğü zamanlarda antimaddenin varlığı
hakkında bilgi yoktu. 1932 yılında anti
elektronlar yani pozitronlar Carl Anderson
tarafından kozmik ışınlarda bulundu. İlk
kez antiprotonlar da o zaman için en yüksek enerjili parçacık hızlandırıcısı olan
Berkeley Laboratuvarı'nın Bevatron hızlandırıcısında 1955 yılında kasten oluşturuldu.
İlk fizikçiler anti madde ve maddenin neden simetrik olmadıkları konusunda hiçbir sebep göremediler. Yani, aynı şekilde
fizik yasalarına uymalarını ama eğer öyleyse, simetrik olsa idiler ya da fizik yasalarına uymuş olsalardı, madde ve anti
madde büyük patlamadan sonra eşit bir
şekilde dağılmaları gerekirdi ya da eşit
Gama ışınları (mor) madde/antimadde demetlerine (sarı) odaklanmasıyla onları dönüştürebilir.
31
ALPHA deneyinde nötr anti madde tuzağının gösterimi. Credit: Chukman
So, copyright © 2011 Wurtele Research Group. All rights reserved.]
eşit miktarlarda yok olmaları. Her nasılsa
bu böyle olmadı, madde ve anti madde
bugün eşit miktarlarda değil. Bunun sebebi ise açık değil.
1960'lı yıllarda, fizikçiler atom altı parçacıkların bir şekilde bozunduğunu keşfettiler ama eğer yük eşlenmesi ve paritesi
(CP) süreçte ihlal edilirse mümkün olabilirdi bu. Sonuç olarak araştırmacılar anti
maddenin normal maddeden oldukça az
bir farklılıkla davrandığını idrak ettiler.
Hala, hatta bazı anitparçacıklar CP'yi ihlal
etmelerine rağmen zamanda ileriye hareket eden sıradan (anti olmayan) parçacıkların uyduğu aynı fizik yasalarına uyarak
antiparçacıklar zamanda geriye doğru hareket ediyorlar. CPT simetrisi (T zaman
için kısaltma) ihlal edilmemeli.
Bu varsayımı test etmenin bir yolu bir
antiproton yörüngesindeki pozitronların
enerji seviyelerine karşı bir normal protonun yörüngesindeki normal elektronların
enerji seviyelerini kıyaslamak olabilir. Yani antihidrojen ve normal hidrojen atomla-
rının spektrasını kıyaslamaktan bahsediyoruz. İşte ALPHA deneyinin en büyük
amacı antihidrojen atomları ile CPT simetrisini bu spektralara göre test etmek. Dolayısıyla ALPHA deneyi aynı zamanda
antihidrojen atomunun spektrasını ölçmeye de çalışıyor.
İlk kez antihidrojenin tuzaklanmasından sonraki bazı gelişmeler,



32
2010 yılının Aralık ayında Japonya'da
RIKEN'den
araştırmacılar
antihidrojen sentezlemek için yeni
bir teknik geliştirdiler
2011 yılının ilk aylarında fizikçiler
en
ağır
antiçekirdeği,
yani
antihelyum-4 çekirdeğini gözlediler
ilk kez
2011 yılının Mayıs ayına doğru
CERN'deki
araştırmacılar
antihidrojen atomlarını 1000 saniye
kadar
sınırlayabildiler/
hapsedebildiler
Elektrik alan çizgileri boyunca birbirleri ile çarpışanlar ışığın açığa çıkmasına sebep olurlar, sonra
parçacıklara, sonra yine ışık.

2011
yılının
Haziran
ayında
CERN'deki araştırmacılar antihidrojen
atomlarını 16 dakikadan daha fazla
süre tuzaklamayı başardılar
malarını sürdürüyor. Gelişen bilimin katkıları ile anti madde fiziği üzerine şimdilik
gizemini çözemediğimiz pek çok soru cevaplanmayı bekliyor...
Diğer taraftan anti madde sadece
laboratuvar ortamında mı üretiliyor?
Gökhan Atmaca
Gülcihan Utaş
Doğada çarpıcı bir örnek ile anti maddenin
doğal olarak oluştuğu Fermi uzay teleskobu
tarafından gözlendi. Fermi uzay teleskobu
geçen yıl gök gürültülü fırtınaların üzerinde Kaynaklar:
antielektronların yani pozitronların oluştu- 1. h t t p : / / w w w . p h y s o r g . c o m / n e w s / 2 0 1 0 - 1 1 antihydrogen.html
ğunu gözledi. Çok yüksek elektrik alanlar
2. http://www.bbc.co.uk/news/science-environmentoluşturan bu tür fırtınalar doğal olarak anti
12158718
madde oluşturan dünya üzerindeki bilinen 3. http://www.newscientist.com/special/antimattermysteries
belki de ilk kaynak.
Günümüz parçacık fiziğin ve bilim kurguda
fiziğin popüler ögelerinden biri olan
antimaddenin doğası üzerine çıktığımız kısa
yolculuk şimdilik bitiyor ancak bilim insanları her geçen gün anti madde üzerine çalış33
4. http://www.kuark.org/2012/02/anti-madde-nerede/
5. h t t p : / / w w w . k u a r k . o r g / 2 0 1 2 / 0 3 / a n t i - m a d d e gizemleri-anti-madde-yukari-mi-duser/
NetBilim Dergisi—Nisan2012– Sayı 13
Biyokoruyucular ve
Laktik Asit Bakterileri
Selçuk Arslan
Şölen Gıda
Biyokoruma ile laktik asit bakterileri kullanılarak gıdaların bozulması
sebebiyle oluşan ekonomik kayıplar azaltılmakta, gıda işleme maliyetleri düşürülmekte ve çeşitli mikrobiyel patojenlerin bulaşması engellenmekte diğer yandan tüketicilerin besleyici değeri yüksek, tazeye yakın tada sahip, az işlenmiş ve yemeye hazır gıdaların üretimi sağlanabilmektedir.
34
Gıdalar içerdikleri besin elementleri açısından mikroorganizmalar için uygun gelişim ortamlarıdır. Çok genel olarak sınıflandırmak istersek gıdaları, çabuk bozulan ve daha geç bozulan gıdalar olarak
ayırabiliriz. Çabuk bozulan gıdalara örnek
verecek olursak; süt, et, yumurta vb. protein içeriği zengin, su aktivitesi ve nemi
yüksek gıdalardır. Daha geç bozulan gıdalar ise kurutulmuş ya da salamura edilmiş (pastırma, turşu vb.) gıdalar örnek
verilebilinir. Çabuk bozulan gıdalar
mikrobiyel faaliyet açısından riskli gıdalar
grubunda yer almaktadır.
Gıda endüstrisinde meydana gelen teknolojik gelişmeler, gıda güvenliğini sağlayacak prosedürlerin uygulanması ve HACCP
gibi etkin bir işlemin uygulanmasına rağmen,
istenmeyen
mikroorganizmalar
(patojen ve zararlılar) hassas gıdalar için
hala risk faktörü olabilmektedir. Günümüzde gıda endüstrisinde ürün kalitesini
korumak ve raf ömrünü uzatmak amacı
ile ısıl işlemler, düşük sıcaklıklarda muhafaza, düşük su aktivitesiyle koruma,
antimikrobiyal maddeler kullanma ve son
zamanlarda kullanılan ve giderek de ilgilinin arttığı yöntem mikroorganizmalarla
koruma (biyokoruma) yöntemleri kullanılmaktadır.
Biyokoruma, gıdaların raf ömrünü uzatmak ve güvenliğini artırmak amacıyla gıdalara doğal mikroflora ve antimikrobiyal
ürünlerinin ilavesi anlamına gelmektedir.
Değişik gıdalarda, gıda güvenliği ve kalitesini sağlamak için patojenik ve bozulmaya
sebep olan mikroorganizmaların kontrolü
önemlidir. Tüketicilerin kimyasal katkı
maddeleri ile ilgili endişelerinin artması,
son yıllarda kimyasal katkıların kullanımı
giderek azalmış ve biyokoruma ilgi çeken
bir konu olmuştur. Fakat biyokoruma
yöntemininin pahalı olması, sınırlı aktivite
spektrumunun olması uygulanmasının
zor olması gibi nedenlerden dolayı pek tercih edilmemektedir.
Tüketicilerin genel talebi kimyasal koruyucu veya katkı maddelerinin gıdalarda
kullanılmasının azalması yönündedir. Tü-
keticiler daha yüksek kaliteli, kimyasal
koruyucu içermeyen, güvenli ve raf ömrü
uzun ürünler istemektedir.
Teknolojideki modern gelişmelere rağmen,
gıdaların korunması, sadece gelişmekte
olan ülkeler için değil, endüstrileşen dünya için de hala tartışılan bir konudur. Gıdaların bozulması sebebiyle oluşan ekonomik kayıpların azaltılması, gıda işleme
maliyetlerinin düşürülmesi ve gıda zinciri
boyunca mikrobiyel patojenlerin bulaşmasına engellenmesi, artan tüketici talepleri
doğrultusunda besleyici değeri yüksek,
tazeye yakın tada sahip, vitamince zengin,
az işlenmiş ve yemeye hazır gıdaların üretimi için uygulanan en önemli yöntem
biyokorumadır.
Biyokoruma yönteminde, doğal veya kontrollü mikroflora, laktik asit bakterileri
(LAB) ve/veya onların antimikrobiyal
ürünleri kullanılarak ürünlerinin raf ömrü uzatılabilmekte ve ürünler daha güvenli hale gelebilmektedir. Biyokoruma amacıyla ilave edilen kültürler patojenleri öldürmek ve ürünün raf ömrünü uzatmak
amacı güder. Bu kültürlere koruyucu kültürler de denir. Koruyucu kültürler gıdalarda doğal olarak bulunabileceği gibi
sonradan da ilave edilebilir. Koruyucu
kültürler, ürünün içindeki bir patojeni
veya istenmeyen bir mikroorganizmayı
önleme yeteneğine ve istenilen tekstür
35
(örneğin peynirdeki gözenekler gibi yapılar) ve aromayı elde etme durumuna göre seçilirler.
Koruyucu kültürler normal depolama koşullarında ürünün duyusal özelliklerini etkilememelidir. Koruyucu kültürler, organik asitler (laktik, asetik veya propiyonik asit gibi),
alkoller, karbondioksit, diasetil, hidrojen peroksit, bakteriyosinler, reuterin gibi düşük
moleküllü bileşikleri üreterek istenmeyen mikroorganizmaları önlemektedir.
Gıda kaynaklı bakterilerin ürettikleri bazı antimikrobiyal metobolitler.
Metabolitler
Etki
Organik asitler: Laktik asit, asetik asit,
propiyonik vb. asitler.
Bakteri ve küflere karşı.
Aldehitler, ketonlar ve alkoller:
Asetaldehit, diasetil,
Bakteri, küf ve bakteriyofajlara karşı.
Hidrojen peroksit.
Bakteri, küf ve virüslere karşı.
Reuterin.
Gram-pozitif bakterilere karşı.
Bakteriyosinler.
Gram-pozitif bakterilere karşı.
Gıdalarda starter kültür olarak kullanılan
laktik asit bakterileri (LAB), fermentatif
metabolizmaları sonucunda laktik asit
üreten, gram (+), bazı durumlarda
pseudo-katalaz olmasına karşın, genelde
katalaz(-), hareketsiz ve sporsuz bakterilerdir. Tüm laktik asit bakterileri, anaerobik olarak gelişirler, ancak birçoğu
fakültatif
anaerob
veya
mikroaerofiliktirler.
Laktik asit bakterileri grubunda, biyokimyasal ve ekolojik özellikleriyle birlikte,
filogenetik olarak birbirine yakın olan
“Carnobacterium,
En terococcus,
Lactobacillus, Lactococcus, Leuconostoc,
Oenococcus, Pediococcus, Streptococcus,
Tetragenococcus, Vagococcus, Weissella”
cinsleri yer almaktadır (Axelsson, 2004).
B if idob ac ter ium
cinsi
bakteriler,
filogenetik olarak diğer laktik asit bakterilerine benzememesine rağmen, biyokimyasal, fizyolojik ve ekolojik özelliklerinden
dolayı, genellikle laktik asit bakterileri
grubu içerisine dâhil edilmektedirler.
LAB, heksozlardan laktik asitin yanı sıra,
cins ve tür özelliklerine bağlı olarak, asetik asit, karbondioksit (CO2), alkol ve bazı
aroma maddeleri de üretmektedirler. Bu
maddelerin üretimi sırasında, az da olsa
gıdanın kalori değerinde bir değişme olmaktadır. Ayrıca, LAB, gıdanın bozulmasına neden olan mikroorganizmalar ve patojen mikroorganizmalar üzerine de, ürettikleri organik asitler, hidrojen peroksit,
laktoperoksidaz,
diasetil
ve
bakteriyosinler gibi maddeler nedeniyle
antagonistik etkiye sahiptirler. Bu nedenle, söz konusu bakteriler kullanılarak üretilen gıdalar, insan sağlığı açısından güvenilir gıdalar olarak kabul edilirler.
Laktik
asit
bakterilerinin
ürettiği
bakteriyosinlerin etki spektrumları, bazı
türlerle sınırlı olup, daha çok gram (+)
mikroorganizmalar üzerine antibakteriyal
etki gösterirler. Biyokimyasal özellikleri ve
etki spektrumları ise, bakteriyosin sentezleyen mikroorganizmalara (Lactococcus,
Pediococcus, Leuconostoc, Enterococcus,
Staphylococcus gibi) bağlı olarak farklılık
göstermektedir.
LAB’nin,
Listeria
monocytogenes, Staphylococcus aureus,
36
sahip olmayan, aerotolerant anaerob, asidi tolere edebilen, kuvvetli fermentatif
olup şeker fermantasyonu sırasında başlıca son ürün olarak laktik asit üreten kok
veya çubuk şeklinde bakterilerdir. Laktik
asit bakterileri genellikle besin içeriği bakımından zengin olan ortamlarda, örneğin
süt, et ve sebzelerde yoğun olarak bulunmaktadırlar.
Lactobacillus spp. 2–53°C’de (Optimum
30–40°C) gelişirler. Aynı zamanda bu bakLaktik Asit Bakterileri (LAB)
L ac tob ac illus
cinsi
b a k t e r i l e r , teriler, % 1–3 oranında laktik asit oluştuLactobacillaceae
familyasına
aittir. rarak, pH’yı 3,2–3,5’e kadar düşürürler.
Lactobacillus spp.‘in çoğu basil, ancak ba- Bu nedenle, aside dayanıklıdırlar.
zı türleri koko-basil şeklindedir. Bu bakte- Laktik asit bakterileri içerisinde, biyokimriler, gelişebilmeleri için amino asit, yasal ve ekolojik özellikleriyle birlikte,
peptit, nükleik asit türevi vitamin, tuz, filogenetik olarak birbirine yakın olan,
En terococcus,
yağ asidi veya yağ asidi esterleri ile fer- “ C a r n o b a c t e r i u m ,
mente edebilecekleri besin maddelerine Lactobacillus, Lactococcus, Leuconostoc,
Oenococcus, Pediococcus, Streptococcus,
ihtiyaç duyarlar.
Laktik asit bakterileri (LAB), sitokroma Tetragenococcus, Vagococcus, Weissella”
cinsleri yer almaktadır. Bifidobacterium
Clostridium botulinum ve Salmonella spp.
gibi birçok patojen mikroorganizma üzerinde etkili olmaları nedeniyle, gıdalarda
kullanım potansiyelleri söz konusudur.
Bununla birlikte, gıdaların korunmasında
diğer koruyucu maddeler veya diğer gıda
muhafaza yöntemleri ile birlikte kullanılmalarıyla, daha etkili olduğu, çeşitli çalışmalarla belirlenmiştir.
37
cinsi bakteriler, filogenetik olarak diğer laktik asit bakterilerine benzememesine rağmen, biyokimyasal, fizyolojik ve ekolojik özelliklerinden dolayı, genellikle laktik asit
bakterileri terimi içerisinde yer almaktadır.
Fermantasyon sonucu ana ürün olarak, laktik asit üretirler ve enerjilerini, substrat
düzeyinde fosforilasyon ile sağlarlar. Karbonhidrat metabolizmaları göz önüne alındığında, homofermentatif ve heterofermentatif olarak iki alt gruba ayrılmaktadır.
Homofermentatif türler, glikozdan tamamen laktik asit oluştururken, heterofermentatif
türler, laktik aside ek olarak, karbondioksit ve bazı diğer organik asitleri üretirler.
Fenotipik özellikleri baz alınarak yapılan değerlendirmede ise, Thermobacterium,
Streptobacterium, Betabacterium şeklinde üç alt gruba ayrılırlar.
Laktik asit bakterileri, gıdaların ve hafif alkollü içeceklerin üretiminde uzun yıllardır
kullanılmakla birlikte, özellikle son yıllarda çok çeşitli fermente ürünlerin üretiminde
rol oynayan en önemli endüstriyel mikroorganizmalar olarak bilinmektedirler.
Probiyotik olarak kullanılan laktik asit bakterilerinin sağlığa faydalı etkileri
Sağlığa faydalı oldukları alanlar
Laktoz intoleranssının hafifletilmesi
Öne sürülen mekanizma(lar)
Barsak florası üzerine olumlu
etki
-Bakteriyal galaktosidaz’ın laktoz üzerine
etki etmesi
-Toksik metabolit üretiminin
azaltılması yoluyla, aşırı gelişmiş olan floranın aktivitesinin etkilenmesi
-Antibakteriyal özellikler
İntestinal sistem infeksiyonlarının engellenmesi
-Sistemik veya salgısal immun cevap
stimulasyonu
-Barsak koşullarının patojenlerin yaşamasına imkân vermeyecek şekilde
değiştirilmesi (pH, kısa zincirli yağ asitleri,
bakteriyosinler)
-Agregasyon, koagregasyon yetenekleri
-İntestinal mukozaya yapışmak suretiyle
patojenlerin yapışmasının engellenmesi
-Besinler için rekabet
İmmun sistemin güçlendirilmesi
İltihabi veya alerjik reaksiyonların azaltılması
-Beyaz kan hücrelerinin fagositik
aktivitelerinin artırılması
-IgA üretiminin artırılması
-İntra-epitel lenfositlerin çoğaltılması
-Bağışıklık sisteminin dengesinin
yeniden düzenlenmesi
Sitokin sentezinin düzenlenmesi
Kolon kanseri riskinin azaltılması
-Mutajen bağlama
-Karsinojenlerin inaktif hale getirilmesi
Ürogenital infeksiyonlar
-Üriner ve vajinal kanal hücrelerine yapışma
-İnhibitor maddelerin üretimi (H2 O2 gibi)
Helicobacter pylori infeksiyonu
Laktik asit üretimi
- H. pylori’nin üreaz
aktivitesinin azaltılması
-Kolesterol asimilasyonu
-Safra tuzu hidrolaz enzim aktivitesi
Kan lipidlerinin düşürülmesi ve kalp hastalığı riskinin azaltılması
Laktik Asit Bakterilerinin
Antimikrobiyal Özellikleri
ğişme olmaktadır. Ayrıca, gıda kalitesini
bozan ve patojen mikroorganizmalar üzeLaktik asit bakterilerinin antimikrobiyal rine, ürettikleri organik asitler, hidrojen
etkisinin; laktik asit, hidrojen peroksit, peroksit, diasetil, bakteriyosin gibi madasetik asit, hidrojen sülfür, bakteriyosin deler ve laktoperoksidaz sistemi ile
ya da bakteriyosin benzeri maddelerden antagonistik etki gösterirler. Bu mikroorkaynaklandığı bilinmektedir. Bu olumlu ganizmalarla üretilen gıdalar, daha önce
özelliklerinden dolayı, birçok laktik asit de belirtildiği üzere, insan sağlığı açısınbakterisi, gıda güvenliğinin sağlanması ve dan güvenilir olarak kabul edilmektedirraf ömrünün uzatılmasının yanı sıra, ler.
intestinal enfeksiyonların ve bazı kanser
tiplerinin kontrolü gibi medikal alanda da “feel good with natural food—doğal besinlerle ile iyi hisset!”
kullanmaktadır.
LAB’lar “güvenli bakteriler” olarak kabul
edilirler ve koruyucu kültür özelliği taşırlar. Laktik asit bakterilerinin antagonizması, diğer mikroorganizmalarla besin
öğeleri için yarışarak ya da organik asitler
(asetik, propiyonik ve laktik asit gibi), hidrojen peroksit, antimikrobiyal enzimler,
diasetil ve bakteriyosinler gibi bir veya daha fazla antimikrobiyal aktiviteye sahip
bileşikler üretmelerinden kaynaklanmaktadır.
Laktik
asit
bakterilerinin
ürettiği
bakteriyosinlerin etki spektrumları, bazı
türlerle sınırlı olup, daha çok, Gr (+) bakteriler üzerine etkilidirler. Biyokimyasal
özellikleri ve etki spektrumları, sentezleyen mikroorganizmalara bağlı olarak farklılık
göstermektedir.
Lactococcus,
Pediococcus,
Leoconostoc
ve
Staphylococcus gibi birçok mikroorganizma tarafından sentezlenmeleriyle birlikte,
gıdalarda daha çok laktik asit bakterileri
tarafından sentezlenen bakteriyosinler
kullanılmaktadır. Listeria monocytogenes,
Staphylococcus
aureus,
Clostridium
botulinum ve Salmonella spp. gibi birçok
patojen bakteri üzerinde etkili olmaları
nedeniyle, gıdalarda kullanım potansiyelleri oldukça artmıştır.
Homofermentatif laktik asit bakterileri,
heksozlardan laktik asit, cins ve tür özelliklerine bağlı olarak, asetik asit, CO2,
alkol ve bazı aroma maddeleri üretmektedirler. Bu maddelerin üretimi sırasında az
da olsa, gıdanın kalori değerinde bir de39
Selçuk Arslan
Şölen Gıda
Kaynaklar:
1.
2.
3.
ARSLAN, S., 2010. “Lactobacillus
rhamnosus ‘un sünme (rope) hastalığı etkeni olan Bacillus cinsi bakteriler üzerine inhibitör etkisinin unlarda araştırılması”, Yüksek Lisans
Tezi, Çukurova Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, Biyoteknoloji Ana
Bilim Dalı, Adana, (2010).
ARICI Muhammet, SAĞDIÇ Osman
“Gıdaların Korunmasında Mikroorganizmaların Kullanımı” (Ed. Osman
Erkmen) Gıda Mikrobiyolojisi, Efil
Yayınevi, Ankara 2010,299.
TOK,
S.,
ASLIM,
B.,
2007.
“Probiyotik olarak kullanılan bazı
laktik asit bakterilerinin kolesterol
asimilasyonu
ve
safra
tuzları
dekonjugasyonundaki rolleri”, Gazi
Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi
Biyoloji Bölümü, Ankara 2007.
NetBilim Dergisi—Nisan2012– Sayı 13
Beynin Nöronal Aktivitelerinin
Floresan Sensörler ve Moleküler
Tellerle Optik İncelenmesi
Kenan Elibol
Gazi Üni. Nanoscale Devices and Carrier Transport Group
Kuark Moleküler NanoBilim Araştırma Grubu
Canlı mikroevrenindeki yapıların görüntülenmesi bilim insanlarının yıllardır üzerinde
çalıştığı bir konudur. Bu mikroyapıları görüntüleyip deneysel bilgiler toplamak amacıyla
fonksiyonel hücre görüntülemeyle ilgili birçok yöntem geliştirilmiştir. Sinir hücreleri
(nöronlar) şeffaf oldukları için görüntülenmesi zor olan hücrelerdir ve karmaşık yapıları
nedeniyle araştırmacıların her zaman ilgisini çekmiştir. Bir nöron, dendritlerden, bir
hücre gövdesinden, bir akson ve sinaptik sonlanmalardan oluşur. Nöronlar sinir sisteminin tüm durumlarını düzenlemek için birlikte çalışabildikleri gibi birbirleriyle de yarışabilirler. Nöronlarda; aksonlarınların gönderdiği kimyasal sinyalleri, dendritler alarak
elektrik sinyaline dönüştürür. Daha sonra elektriksel potansiyeller aksonlar boyunca
diğer komşu nöronlarların dendritleri üzerindeki sinapslara doğru iletilir ve süreç tekrarlanır. Aksonlar bilgiyi sadece bir yönde ilettikleri için bu durum polarizasyon olarak
isimlendirilmiştir.
40
Timothy Balmer and Bianca
Jones
Nöronlarda bulunan
hücre
zarından
Şek. 1. Bir nöronun yapısı.
aksonlar, aksiyon pog e ç e r k e n ,
tansiyeli olarak bilinen elektriksel pulsları stoplazmadaki Na+ ve K+ iyonlarının koniletirler. Bu elektrik pulsları, ilerleyen bir santrasyonları aksiyon potansiyeli sırasınmekanik dalgada (ses dalgası ya da bir da çok az değişir.
ipteki dalga) olduğu gibi sinir lifleri bo- Beynin nöronal aktivitelerinin optik inceyunca ilerler. Bu, akson zarında bulunan lenmesi, elektrokromik boyalar, hidrofobik
ve elektrikle yüklü iyonların geçmesine anyonlar, kalsiyum görüntüleme veya geizin vermek üzere açılıp kapanabilen iyon- rilim-duyarlı iyon kanalları gibi bir kaç
kanalları sayesinde gerçekleşir. Bazı ka- yolla yapılabilir. Floresans görüntüleme,
nallar sodyum (Na+) iyonlarının geçmesi- çoklu mekansal çözümlenmiş nöronların
ne bazıları da potasyum (K+) iyonlarının iletişimi ve elektriksel aktivitesini eşleyegeçmesine izin verirler. Bu kanallar hücre bilir ve böylece geleneksel elektrofizyolojik
zarının elektriksel depolarizasyonuna ya- ölçümleri tamamlayabilir. Bu nedenle
nıt olarak açıldıklarında, Na+ ya da K+ floresans görüntüleme ilgi çekici bir yöniyonları, hücrenin içi ve dışındaki kimya- temdir. Tarihi floresan gerilim görüntülesal ve elektriksel gradyentleri terslendire- me, bu geleneksel elektrofizyolojik ölçümcek şekilde bir akı oluştururlar. Aksiyon lerin tamamlayıcısı iken, gerilim değişimpotansiyeli bir lambanın açılıp kapatılma- lerine büyük ve hızlı tepki veren sensör
sından daha kısa bir sürede gerçekleşir. geliştirmenin zorluğu ile sınırlı kalmıştır.
Çok az iyon bu durumu oluşturmak için
41
Şek. 2’de floresans olayı şematik
olarak gösterilmiştir. Taban enerji
seviyesindeki bir elektron foton ile
uyarıldığında üst elektronik enerji
seviyelerinden birine geçer. Eğer
elekronik enerji seviyelerinin çokluğu taban enerji seviyelerinin çokluğu ile aynı ise direk geçiş gerçekleşir. Elektron 10-8 saniye gibi kısa
bir sürede, başlangıçta uyarıldığı
elektronun enerjisine eşit miktarda
enerjiye sahip bir foton salarak döner. Bu olay floresans olarak bilinir. Floresan boya ile doldurulmuş
bir nöronun ince dentritleri bile,
diğer yapılar elimine edilerek en
ince ayrıntısına kadar bu yöntemle
görüntülenebilir.
Son zamanlarda nöronlarda gerilim görüntüleme için foto-etkili elektron transferi (PeT)-tabanlı moleküler tel şeklinde
floresan sensörler geliştirilmiş, sentezlenmiş ve uygulanmıştır. Ayrıca, sağlam
gangliyon
paraziti
ile
sinaptik
ve
hippocampal kültürde aksiyon potansiyellerinin tek-denemede algılanmasını sağlamak için VoltageFluor sensörleri olarak
isimlendirilen sensörler kullanılmıştır.
Tsien Laboratuvarı’ndaki araştırmacılar,
Pet sensörlerin tasarımı, sentezi ve uygulama zorluklarını karşılaştırmıştırlar. Ayrıca nöronlar üzerine kapasitif bir yük
yerleştirmekten kaçınılmıştır, çünkü bu
normal beyin aktivitelerini görüntüleme
yeteneğimizi sınırlamaktadır. Diğer sorun
ise yerleştirme konusunda dikkatli düşünmek. Floresan gerilim sensörleri için,
kalsiyum göstergelerin aksine, prob
membrana lokalize olmuştur.
Şek. 2. Floresans olayının şematik gösterimi.
kaymalarına yol açar. Çünkü elektrik alan
doğrudan kromoforun enerji seviyelerine
ayarlanmıştır, çok hızlı (femtosaniye ya da
pikosaniye) sonuçlanan hypso ya da renk
koyultan, nöronlarda aksiyon potansiyeli
ve hızlı artış olaylarını çözmek için ölçeğin
mertebesini gerekenden daha hızlı kaydırır. Gerilim algılama kinetikleri, soğurma
ve salınım ile orantılı bir zaman ölçeğinde
meydana gelir. Bu küçük dalgaboyu kaymasını, dalgaboyunun bir fonksiyonu olarak en fazla değişen yoğunluk yani spektrumun kenarlarında kaydedilmiş en iyi
floresan sinyali belirler. En geniş lineer
tepkiler 100 mV başına -28% ΔF/F, en
tipik değeri ise 100 mV başına ~10%. Foto-etkili elektron transferi (PeT)-tabanlı
Ca+2 problar, hipokampal nöron kültüründe aksiyon potansiyeli için 150% varan ΔF/F değeri verir. Bu nedenle
elektrokromik boyalar nöronlardaki hızlı
Şek. 3a’da gösterilen elektrokromik boya- gerilim salınımlarına ayak uydurabilir.
lar, kromofor ve elektrik alan arasındaki Şek. 3b’de floresans rezonans enerji
doğrudan etkileşme sayesinde gerilime transferi (FRET)-tabanlı gerilim sensörleri
karşılık verir. Bu Stark etkisi, soğurma ve lipofilik anyonları kullanır, bunlar hücresalınım spektrumunda küçük dalgaboyu sel membran içine eklenir
42
küler tel sayesinde uyarılmış durumdaki
fluorophorea (fluorophore bir moleküldür
ve görünür ışık spektrumunun bir
floresan emisyonu oluşturmasını sağlar)
quencherden elektron transferi olmaktadır. Depolarizasyon elektrik alanın tersidir, elektron transferine engel olur ve
floresansı aydınlatır. Elektron transferi
nanosaniyeler içinde gerçekleşir sonra foton soğurulur ve mikrosaniyeler içinde
başlangıç
durumuna
geri
döner,
elektrokromik mekanizmadan daha yavaş
fakat temelde anlık bir biyolojik zaman
ölçeğindedir. Çünkü elektron transferi
hızla tersine çevrilir, membran potansiyeli
değişikliklerinden ziyade foton soğurularak yönetildiği için kapasitif yükleme
önemsiz olmalıdır.
Şek. 4b’de fare hipokampal nöronlarındaki aksiyon potansiyeli görülüyor. Burada
pikin sol yarısında Na+ iyon kanalları
açıkken sağ yarısında K+ iyon kanalları
ve transmembran potansiyeline bağlı olarak iç ve dış yapraklar arasında dağıtılır.
Lipofilik anyonun yer değiştirmesi, çift tabakalı lipid sayesinde gerilim kinetiklerini
milisaniye aralığında kontrol edebilir.
Plazma membranda hareketli yüklerin yavaş yer değiştirmesi bir kapasitif yük getirir ve hızlı değişimleri izlemek için kaydetme yeteneğini engeller. Şek. 3c’de
elektrokromik ve FRET-tabanlı VSDs'nin
en iyi özelliklerini birleştirmek için moleküler teller aracılığıyla PeT olarak bilinen
yeni bir gerilim algılama mekanizması denenmiştir. Bu PeT sensörlerde bir floresan
kaydedici bir moleküler tel yoluyla elektron zengini bir quenchere bağlanır, molekül içi elektron transferinin üstel mesafe
bağlılığı azaltır ve plazma membranının
kalınlığının büyük bir kısmı üzerine etkili
elektron transferi sağlar. Dinlendiğinde ya
da aşırı polarize (hyperpolarized) potansiyellerde, zardan geçen elektrik alan mole-
Şek. 3. Floresan gerilim algılama mekanizmaları. a) Elektrokromik gerilim-duyarlı boyalar (VSDs), kromofor
elektrik alan ile doğrudan etkileştiğinde Stark etkisi sayesinde gerilim algılar. Kromoforun enerji seviyelerindeki değişimler boyanın ışımasındaki küçük spektral kaymalar sonucu oluşur. b) Floresan rezonans enerji
transfer çifti gerilim sensörleri, lipofilik anyonlar kullanır (kırmızı). Depolarizasyon şimdi hareketsiz hale getirilmiş bir fluoroforun floresansını gidermek için anyonun yer değiştirmesine neden olur (yeşil). c) Moleküler tel foto-uyarılmış elektron transferi (PET) VSDs bir floresan kaydediciye (yeşil) bir membran-kapsayan
moleküler tel (siyah) sayesinde, elektron-zengini bir donör(verici)deki gerilim-duyarlı elektron transferine
bağlıdır.
43
Şek. 4. Nöronlarda aksiyon potansiyeli. a) Rat hipokampal nöronlar fazla
membran boyanması göstermektedirler (ölçek çizgisi 20 µm). b) Tekdenemelerde fare hipokampal nöronlarında uyandırılmış aksiyon potansiyeli görülüyor. c) Sülük Retzius hücrelerinde doğal aktivitenin optik görüntülenmesi (ölçek çizgisi 25 µm). d) c'deki hücrelerde doğal aktivitenin eşzamanlı optik ve elektrofizyolojik kaydı. Optik iz eşik altı membran potansiyelini ve aksiyon potansiyelini gösteren açık bir saptanabilir sinyalin mükemmele yakın uyumunu gösterir.
yon potansiyeli lifin iki ucu arasında yayılan bir depolarizasyon dalgası olarak iletilmiştir. Bu durum Şek. 4d’de Sülük
Retzius hücreleri için ölçülmüş aksiyon
potansiyeli grafiğinde gösterilmiştir. Geliştirilen bu yeni yöntem sayesinde nöron
görüntülemede iyi sonuçlar elde edilmiştir. Bundan sonraki çalışmalarda geliştirilen bu yeni yöntemle daha güzel sonuçlar
çıkarılabilir.
kanalları açık ve sağa doğru devam eden
sabit değerler dinlenim potansiyelidir. Bu
ölçümde, floresansta 20% ΔF/F civarında
artış gözlenmiştir ve optik iz fizyolojik iz
ile uyumludur. Sinir hücresinin gövdesinde aksiyon potansiyeli başladığında öncelikle Na+ iyon kanallarının açılmasıyla
sodyum iyonları hızlı bir şekilde hücre içine girmeye başlarlar ve milisaniyeler içinde yeni bir denge kurulur. Hücre zarının
karşılıklı iki tarafı arasında büyük bir potansiyel farkı değişimi oluşur. Hücre içindeki zar potansiyeli negatif olduğu değerden pozitif bir değere değişir. Bu pozitif
değişimle birlikte K+ iyon kanalları açılır
ve Na+ iyonlarının hücre içine giriş hızına
yakın bir hızda, potasyum iyonları hücre
dışına çıkar ve zar potansiyeli tekrar değişerek pozitif değerlerden başlangıçtaki negatif değerlere gelir. Aksiyon potansiyeli
elektriksel bir olaydır ve sinir liflerinin
elektrik iletkenliği yalıtılmış bir tel kadar
olmasa da elektrik iletimi iletkenlere benzer davranıştadır. Aksiyon potansiyeli liflerin bu özelliği nedeniyle aktif ve sinir
liflerine bitişik dinlenim durumundaki
hücre zarları arasında başka bir voltaj
gradyentine neden olur. Bu sayede aksi
Kenan Elibol
Gazi Üni. Nanoscale Devices and Carrier
Transport Group
Kuark Moleküler NanoBilim Araştırma
Kaynaklar:
[1] http://en.wikipedia.org/wiki/Neuron
[2]
http://www.piercenet.com/
browse .cfm?fldID=4DD9D52E-50568A76-4E6E-E217FAD0D86B
[3] Evan W. Miller, John Y. Lin, E. Paxon
Frady, Paul A. Steinbach, William B.
Kristan, Jr., and Roger Y. Tsien, PNAS,
109, 2114 (2012).
44
NetBilim’e
http://www.netbilim.kuark.org
web sitemizden
veya
[email protected]’a
boş e-posta göndererek
ücretsiz abone
olabilirsiniz.
45
NetBilim Dergisi—Nisan2012– Sayı 13
Radyasyon Onkolojisi
ve Sağlık Fiziği
Meltem Gündüz
Çanakkale Onsekiz Mart Üni.
Fizik Bölümü
Radyasyon, foton olarak adlandırılan parçacıkların yaydığı enerjidir.
Kararsız atomların yapıtaşında bulunan fazla nötronların parçalanması
sırasında ortaya çıkan ışınlar radyasyonu oluşturan temel etkenlerdir.
Doğadaki varlığı daimi olan ve çıplak gözle görülemeyen bu ışınlar alfa,
beta, gama adı verilen radyo dalgaları olarak görülebilir. Radyasyonun
varlığı 1896′da Fransız fizikçi Henri Becquerel tarafından uranyum tuzunun yaydığı ışınlar sayesinde fark edilmiştir. Uranyum elementi gelişen sanayi ve teknolojide artan kullanımı ile hayatımızın büyük bir
parçası haline gelmiş, bu durum radyasyonun etkilerinin de giderek
artmasına neden olmuştur.
46
İnsanoğlu sürekli olarak hem doğal hem
yapay çevresel radyasyon kaynaklarına
maruz kalır. Çoğu zaman farkında olmadan dokularımızı sürekli radyasyon ile etkileşimde bırakıyoruz. Radyasyonun canlı
hücreye zararı sanıldığından çok daha fazladır. Kimi zaman hücrenin kısmen parçalanmasına sebep olurken kimi zaman da
kalıcı hasara yol açmaktadır. Duyular ile
algılanamayan radyasyonun herhangi bir
eşik değeri olmadığı gibi en düşük dozların olası etkileri de en yüksek dozlardaki
sonuçlarla doğrudan ilişkilidir. Fakat öncelikli olarak bilinmesi gereken şudur ki
radyasyona maruz kalmanın hiçbir erken
belirtisi yoktur.
Doğal radyasyon kaynakları ve ortalama
dozları;

Güneş ve kozmik ışınlar; 30-40
milirem/yıl

Yerkürenin radyoaktif materyalleri;
40 milirem/yıl

Havadaki radon, gıda ve sudaki radyoaktif potasyum oranı; 25-30
milirem/yıl
şeklinde belirlenmiştir. Coğrafi yerleşim
maruz kalınan radyasyon oranının belirlenmesinde en önemli etkenlerdendir.
Yükseklik arttıkça kozmik ışın miktarı da
artacağından deniz kenarında etkisi en
aza indirgenen radyasyon, plato ve dağlık
alanlarda yaklaşık 3 kat daha fazla etkiye
neden olmaktadır.
Radyasyon ile Sağlık
Radyo dalgaları günümüzde sağlık ve tıp
alanında geniş ölçüde faydalanılan bir
kaynaktır. Özellikle kanser tedavilerinde
uygulanan en etkili yöntem haline gelmiştir. Kanser; kontrolsüz hücre çoğalması ve
sonucunda çevre dokulara yayılması ile
kan ya da lenf yoluyla uzak organlara kadar sıçrayabilen habis tümörlere verilen
isimdir. Ülkemizde kanser ile mücadele
için iyonizan radyasyon, kemoterapi,
immünoterapi, hormon tedavisi, cerrahi
müdahaleler gibi çeşitli yöntemlere ayrılmış olan ışın tedavileri uygulanmaktadır.
Yapılan müdahalaler genellikle tümörlü
hücrenin tamamen yok olmasını sağlarken noktasal etkisi sayesinde çevresindeki
hücrelerin zarar görmemesi için gerekli
olan korumaya da imkan vermektedir. Bilindiği gibi ışın tedavisinin yan etkileri de
çok fazladır. Çoğu zaman hastanın yaşam
kalitesini düşürmekte ve tedavinin olumsuz yönde etkilenmesine neden olmaktadır. Fakat başarılı bir tedavi sonrasında
yok olan hasta hücrelerin temizlenerek
vücudun kendini yenilemesi ile yeniden
sağlıklı yaşama kavuşmak artık imkansız
değildir.
Radyoterapi olarak adlandırılan radyasyon
tedavisinde yüksek enerjili X-ışınları,
elektron demetleri ve radyoaktif izotoplar
normal dokular için güvenli olan dozları
aşmadan kanser hücrelerini öldürmek
için kullanılır. Radyasyon kanser hücrelerini öldürmeyi iyonizasyon adı verilen bir
yolla başarır. Bazı hücreler radyasyon
sonrasında direk etkilendiği için hemen
ölürken, bazıları da kromozom ve DNA’lara hasar verip daha fazla bölünemedikleri
için ölürler. Radyoterapide temel amaç
tümör çevresindeki normal dokuları yapısal ve fonksiyonel olarak tahribata uğratmadan tümörün tamamen yok edilmesidir. Normal dokularda onarımı mümkün
zararlar bir noktaya kadar kabul edilebilir, ancak hayati dokuların korunması
47
mutlak gerekliliktir. Genel sağlık durumu
bozuk ve özellikle kan tablosu düşük olan
hastalarda radyoterapi uygulanamaz. Ayrıca cerrahi veya medikal uygulama esnasında meydana gelen yan etkiler, bazen
tümörün uygun olmayan lokalizasyonu
nedeniyle
hastanın
tedavi
endikasyonunun (ilgili süreçte tedavinin
nasıl olacağına işaret eden belirtiler) değişmesine sebep olabilir. Tedavi alanlarının belirlenmesini sağlamak için x-ışını
cihazı kullanılır ve bu belirleme işlemi için
simülatör sisteminden faydalanılır. Simülasyon filmleri ve planlama ile elde edilen
veriler ışığında ışınlanmasını istenmeyen
bölgelerin korunması için özel alaşımdan
yapılmış bloklar kullanılmaktadır. Genellikle kurşun içeren bu koruyucu bloklar,
ışının hasta hücrenin çevresindeki sağlam
hücrelere zarar vermesini engellemektedir.
Günümüzde radyoterapide uygulanan üç
ana yöntem vardır. Bunlar;
1.
Harici
(Eksternal)
Radyoterapi
[Teleterapi] – Uzak Tedavi
2.
Dahili
(İnternal)
Radyoterapi
[Brakiterapi] – Yakın Tedavi
3.
Sistemik Selektif Radyoterapi’dir.
Bu yöntemlerden kısaca bahsedersek. Diğer adı teleterapi olan harici radyoterapi; radyoaktif kaynak ya da ışını hastaya
gönderen ana bölüm ile hasta arasında
80-100 cm gibi uzaklığın bulunduğu radyoterapi tekniğidir. İnsan vücudunun herhangi bir bölgesinde yerleşmiş bir tümöre
ulaşmak için, ışınlar cilt, cilt altı ve yolu
üzerindeki normal dokulardan geçmek
zorundadırlar. Bu tekniği uygulayan makineler de eksternal tedavi (teleterapi) makineleri olarak adlandırılırlar. Eksternal
tedavide kullanılan cihazlar Co-60, Linear
akseleratörlar ve orto-voltaj-yüzeyel röntgen cihazlarıdır.
Dahili radyoterapi (brakiterapi); radyasyon kaynağının tedavi gerektiren alan
içinde veya yanında olduğu yakın mesafeli
tedavi tekniğidir. Yüksek enerjili x-ışınları,
vücut dışında bu tümöre yönlendirilir.
Ebrt aksine radyasyon kaynakları doğrudan kanserli tümörün kesin yerleşimini
içerir. Brakiterapi tek başına ve cerrahi,
dış yaygı radyoterapi (ebrt) ve kemoterapi
gibi diğer tedavi yöntemleri ile birlikte uygulanabilir. Hastanın hareketli tümör taşıdığı durumlarda tümör bünyesinde uygulanan yüksek doz ile tümörün kendi konumunu koruması sağlanarak ışının çevre
hücrelere verebileceği zarar en aza indirgenebilmektedir. En çok kullanılan radyoaktif kaynaklar Iridium 192, Radium 226,
I-125, Altın -198, Co-60, Sezyum 137'nin
solid radyoizotoplarıdır.
Sistemik selektif radyoterapi tedavisinde ise radyoaktif madde intravenöz olarak
verilerek radyoaktif maddenin hastalıklı
organda toplanması ve ışınlanması sağlanmaktadır. Bu yöntem için en iyi örnekler tiroid kanserlerinde I-131 ve kemik tümörlerinde Sr-90 uygulamalarıdır. Az kullanılan uygulamalardan biri de lenf damarı içine I-131 verilerek yapılan tedavidir.
48
İyonizan radyasyon canlı hücre ve organizmalar üzerinde birçok biyolojik olumsuzluğa sebep olmaktadır. Radyoloji çalışanları mesleki olarak az dozda da olsa
radyasyona maruz kaldıklarından dolayı
uzun dönemde yan etkilere rastlanmaktadır. İyonizan radyasyona en çok hassasiyet gösteren hücreler lenfositler (kan hücreleri)dir. Özellikle bu hücrelerde rastlanan olgular radyasyonun organizma üzerindeki tahribatını açık şekilde göstermektedir. Hücre tahribatı kemoterapi denilen
ilaç tedavisi ile en aza indirgenmeye çalışılmaktadır. Bu yöntem kimyasal ve biyolojik maddelerin vücuda verilmesidir aslında. Kemoterapi; kanser hücresinin DNA
sentezi yapmasını ve mitoz bölünmesini
durdurmak için kişiye özel uygulanan bir
yöntemdir. Kemik iliğinin baskılanması,
alyuvar ve akyuvar sayısında düşme, saç
ve kirpik dökülmesi, bulantı, kusma gibi
yan etkilerine rastlanmaktadır. Tedaviden
net olarak istenen sonuç alınamamış olsa
da kemoterapi sayesinde hastanın hayatının uzaması, hastalığın kötü etkilerinden
korunması, hayat kalitesinin artması gibi
olumlu yanıtlar alınmaktadır. Beyaz kan
hücreleri (antikorlar) tarafından üretilen
biyolojik aktif maddelerin (lenfokinler) kullanımı
immünoterapiye
dahildir.
İmmünoterapi; bağışıklık sistemi tarafından kanserli hücrelere karşı doğal bağışıklık reaksiyonu arttırma çalışmasıdır.
Araştırmacılar son zamanlarda interferon
alfa denilen bir interferon çeşidi ile belli
tipte lenf dokusu kanserlerinin kontrol
altına alınmasında başarılı sonuçlara
ulaşmışlardır.
Radyasyon Onkolojisi
Onkoloji ana bilim dalı altında, kanserli
bölge tedavilerinde kullanılan iyonizan
radyasyon sayesinde radyasyonun etkilerini, tümörlerin oluşum gelişim ve tedavi
sürecini inceleyen bölüme “Radyasyon
Onkolojisi” adı verilmiştir. Onkologlar tarafından yapılan araştırma ve çalışmalar
sonucu radyoterapistlerin farklı tedavi
yöntemleri üzerinde yoğunlaşmasına olanak
sağlayan
radyasyon
tedavisi
“Radyoterapi” (ışın tedavi) olarak adlandırılmaktadır. Işın tedavi genellikle radyasyon hassaslaştıcı ilaçlar ve cerrahi teknikler ile birlikte uygulanmaktadır. Radyasyon fiziği araştırma laboratuarlarında
kanser biyolojisi üzerine yapılan çalışmalarda tek başına radyoterapi analizleri ve
hasta takibi üzerine yeni protokoller geliştirilmektedir. Bilim adamları kanserin
moleküler ve hücresel köken tedavisinde
geliştirdikleri stratejiler ile tümör büyümesi ve oksijensizliğin etkilerini mercek
altına almışlardır. Fonksiyonel görüntüleme ile yeni keşiflere yol açan bu uygulamaların başarı oranını arttıracağı tartışılmaz bir gerçektir. Dünya çapında hızla
artan araştırmalar ve geliştirilen radyasyon odaklı teknikler sayesinde kanser ile
mücadele gün geçtikçe daha da kolaylaşarak hız kazanmıştır.
Radyasyon onkolojisi tedavileri radyo
onkologlar tarafından büyük bir titizlikle
uygulanmaktadır. Tümörü ortadan kaldırmak
için
gerekli
toplam
doz
49
hesaplandıktan sonra verilecek olan günlük dozu hesaplanır. Buna fraksinasyon
takvimi denir. Radyobiyolojik olarak
fraksiyonasyonun temelinde yatan hususlar kısaca 5R ile ifade edilebilir. Bunlar
repair, repopulasyon, redüstribüsyon,
reoksijenasyon ve radyosensitizasyon’dur.
Redüstribüsyon: Yeniden düzenlenme
demek olup, hücre döngüsünün değişik
fazlarındaki tümör hücrelerinin zamanla
faz değişikliğine uğramalarını ifade eder.
Repair: Radyoterapiye bağlı olarak tümör
hücrelerinde hasarlar meydana gelirken
sağlam dokularda da hasar oluşur. Radyoterapiyi günlük dozlara bölerek uygulamak, hasara uğrayan sağlam dokuların
tamirine zaman tanınmasını sağlar.
Reoksijenasyon: Yeniden oksijenlenme
demektir. Yapılan deneysel araştırmaların
sonucunda, ortamdaki oksijen miktarının
artması ile radyasyon etkisinin arttığı gözlenmiştir. Radyoterapinin ilerleyen seanslarında hasara uğrayan tümör hücrelerinin oksijen ihtiyacı azalacağından buna
bağlı olarak doku aralığındaki oksijen
konsantrasyonu artacaktır.
Repopulasyon: Sağlam dokuların bölünme ve çoğalma kabiliyetini yeniden kazanması anlamına gelir. Radyoterapiden kısmen ya da geçici olarak etkilenen sağlam
dokular tekrar normal döngüsüne dönerler.
Radyosensitizasyon: Radyoterapinin etkinliğini artıran pek çok ajan tespit edilmiştir. Radyoterapi bu ajanlarla kombine
edildiğinde tümör hücrelerinin tedaviye
daha iyi cevap verdiği gözlenmiştir. Bu
olaya radyosensitizasyon denmektedir.
50
Yan Etkiler ve Risk
Radyoterapinin olası yan etkileri birçok
faktöre bağlıdır. Alan genişledikçe komplikasyon riski artar. Ayrıca tedavi alanının
içinde yer alan kritik organ sayısı ve hacmi arttıkça risk artar. Her organın radyasyona direnci farklıdır. Gerek toplam gerekse günlük doz miktarı ne kadar yüksek ise
yan etki riski de o kadar yüksek olacaktır.
Hastanın yaşı ve genel sağlık durumu da
büyük önem taşımaktadır. Yaşlı ve direnci
düşük hastalarda, genel durumu bozuk
hastalarda radyoterapiye bağlı yan etkiler
çabuk gelişir ve daha problemli seyreder.
Doğru cihaz seçimi, doğru planlama ve
tedavi süresince dikkatli bir takiple yan
etki olasılığını asgariye indirmek mümkündür. Radyoterapi sonrasında oluşan
yan etkileri hafifletmek ve tedavinin başarısını artırmak için radyoterapi öncesinde,
uygulama süresinde ve sonrasında kişisel
bakıma da özel bir önem verilmelidir. Dinlenme, hijyen, doğru ve dengeli beslenme
hasar gören dokuların yenilenmesi için
çok büyük önem taşımaktadır. Radyoterapide erken tanı ve tedavi çok önemlidir.
gibi psikolojik etkiler ve vücuda zarar veren maddelerin tüketimi kanseri en çok
tetikleyen sebepler arasında ilk sırada yer
almaktadır. Sigara başta olmak üzere genetiği değiştirilmiş gıdalar, yanlış ilaç tedavileri, doğal olmayan yollarla üretilen
gıda vb maddelerin tüketimi arttıkça sağlıksız yaşamlar ve sonucunda karşımıza
çıkan ölüm sayısı da artacaktır. Ülkemizde sigara kullanımından kaynaklanan
kanser çeşitlerinde hızlı bir artışa rastlanmaktadır. Uzmanların açıklamaları 20-25
yıl içinde bu durumun ülkemizdeki en büyük sağlık sorunlarından biri olacağı yönünde. Sigara kontrolü ve sağlıklı beslenme koşullarına adapte olmuş bir yaşam
tarzı bu artışı durduracaktır.
Yaz Geliyor Haydi Gölgelenmeye..
Yanlış okumadınız.. Yaz aylarının en sevilen dinlencesi olan güneşlenmek, vücudunuz için önüne geçilemez hasarlara neden
olabilir. Hepimiz dört gözle deniz kum ve
güneş üçlüsüyle rahat bir tatil planlarken,
güneşin zararlı ışınlarından korunmayı
ihmal etmemeliyiz. Güneş ışınlarının zararlı radyasyon etkisini en aza indirebilmek için yaz sıcaklarını gölgede dinlenerek geçirme fikri ve uzman tavsiyeleri göz
ardı edilmemeli.
Meltem Gündüz
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi
Fizik Bölümü
Geç kalınmış tedavilerde nonspesifik ömür
kısalması, karsinogenez, genetik ve
teratojenik etkiler gibi geri dönüşümü olmayan sonuçlar ortaya çıkabilir.
T.C. Sağlık Bakanlığı Kanserle Savaş Dairesi’nin yaptığı araştırmalar gösteriyor ki
beslenme bozuklukları, üzüntü, sıkıntı
Kaynakça:
1.
Cember H. Introduction to health
physics.
2.
Williams
J;
Thwaites
D.
Radiotherapy Physics.
3.
Brady LW, Perez CA: Principles and
Practice of Radiation Oncology.
Lippincott.
4.
http://radonc.stanford.edu
5.
http://radonk.tripod.com
6.
www.kanser.com.tr
51
Obezite Kader Değildir
Dyt. Emel Zorlu
Gaziantep Şehitkamil Devlet Hastanesi
Diyet Uzmanı
Obezite ( şişmanlık) artık aşina olduğumuz bir kelime. Yazılı ve görsel
basında, internet ortamında, arkadaş muhabbetlerinde bahsi geçen ve
işin acı tarafı hem dünyada hem de ülkemizde sürekli artış gösteren
bir durum. Hayatın her anında karşımıza çıkan obezite kavramı aslında
nedir, neyi ifade etmektedir ve bu durum gerçekten bir hastalık mıdır?
Bu yazı obeziteye dair merak edilen konulara ve sürekli sorulan bazı
sorulara cevap niteliğinde olması amacıyla yazılmıştır.
52
NetBilim Dergisi—Nisan2012– Sayı 13
Dünya Sağlık Örgütü’ne göre obezite, vücutta aşırı miktarda ya da anormal derece yağ
birikmesi sonucu ortaya çıkan ve mutlaka
tedavi edilmesi gereken multifaktoriyel bir
sağlık sorunu olarak tanımlanmaktadır. Peki
kilolarından rahatsız olup “Diyete başladım”
diyen herkes bu grupta mı yer almaktadır?
Yani obezitenin belirleyicisi, ölçütü nedir?
Obezite çocuk ve yetişkinlerde ayrı şekilde
değerlendirilir. 18 yaş altı grup olan çocuklar için percentil eğrileri dediğimiz değerlendirme sonucuna göre obezite sınırı belirlenir.
Yetişkinlerde ise en yaygın olarak kullanılan
değerlendirme Beden Kitle İndeksi (BKI)’dir.
BKI kişinin kilosunun boyunun metre cinsinden karesine bölünmesiyle elde edilir.
( Örn: 72/ (1.6)2
) Çıkan değer 18.5 ile
24.9 arasında ise kişi sağlıklıdır. 25 ile 29.9
arasında olması hafif toplu grupta olduğunu,
30’un üzerinde çıkması da obez grupta olduğunun göstergesidir. 30’un üzerindeki her 5
birimlik artış derecelendirilmiş olarak
obezite sınıfını belirler.
maktadır.
Peki önemi ve riski fazla olan bu duruma
neden olan etmenler nelerdir?
Multifaktoriyel bir hastalık olması tanımı
obeziteye neden olan pek çok faktörün olduğunu gösterir. Bunlardan en önde gelenler;
aşırı enerji ( besin) alımı, sedanter ( hareketsiz) yaşam, metabolizma hızının yavaş olması, hormonal bozukluklar, genetik etmenler,
psikolojik rahatsızlıklar, sürekli alkol alımı,
sigara bırakma, teknolojideki gelişmelerdir.
Obezite; vücut sistemleri (endokrin sistem,
kardiyovasküler sistem, solunum sistemi,
gastrointestinal sistem, deri, kas iskelet sistemi) ve psikososyal durum üzerinde yarattığı olumsuz etkilerden dolayı pek çok sağlık
problemlerine
de
neden
olmaktadır.
Obezitenin çeşitli hastalıklarla ilişkisi bilinmekte olup morbidite ( hastalık oranı) ve
mortaliteyi ( ölüm oranı) artırıcı etkisi de ortaya konulmuştur. Fazla kilolu olma Avrupa
Bölgesinde her yıl 1 milyondan fazla ölümün
ve hasta olarak geçirilen 12 milyon yaşam
Yaygın olarak kullanılan 2. bir ölçüt ise bel
kalça oranıdır. Karın yağ miktarını yansıtan
bel çevresinin kalça çevresine bölünmesiyle
bulunan bir değerdir. Bu oranın kadınlarda
> 0.85 , erkeklerde > 1.00 olması obeziteyi
belirtir. Bu sonuç özellikle kalp damar hastalıkları için önemli bir kriterdir. Ayrıca bel
çevresinin kadınlarda 88 cm, erkeklerde 92
cm’den fazla olması hastalık riskini arttır-
yılının sorumlusudur. Obezitenin komplikasyonları
(neden
olduğu
hastalık/
rahatsızlıklar)
insülin
direncihiperinsülinemi, Tip 2 Diabet, koroner arter
hastalığı, hipertansiyon, hiperlipidemi –
hipertrigliseridemi ( kan yağlarının yüksekliği), metabolik sendrom, safra kesesi hastalıkları, karaciğer yağlanması, kemik ve eklem rahatsızlıkları, bazı kanser türleri
53
kanser türleri (kadınlarda safra kesesi, yumurtalık ve meme kanserleri, erkeklerde ise
kolon ve prostat kanserleri ), adet düzensizlikleri ( Polikistik over vb.), ruhsal sorunlar
(Anoreksiya nevroza (yemek yememe) veya
Blumia nevroza (kusarak yediği besinlerden
yararlanmama), Binge eating (tıkınırcasına
yeme), özellikle sık aralıklarla ağırlık kaybetme ve kazanma sonucunda deri altı yağ dokusunun fazla olması nedeniyle deri enfeksiyonları, kasıklarda ve ayaklarda mantar enfeksiyonları gibi durumlardır.
Obezitenin tedavisi
nasıl olmalıdır?
kontrolünde farmakolojik ( ilaç) tedavi uygulanabilir ve cerrahi müdahale yapılabilir.
Eğer siz de su içsem yarıyor, başkaları benim kaç katım yiyor, benden daha zayıflar
diyorsanız bir sağlık kuruluşuna başvurmalı, gerekli tetkikleri yaptırmalısınız. Çünkü
belirttiğim üzere obezite multifaktöriyel bir
hastalıktır ve fazla kiloların ardında her zaman aşırı yemek yemek olmayabilir.
Obeziteye neden olan etmenler arasında metabolizma hızının yavaş olmasından bahsetmiştim. Aynı kaloride yemekleri yiyip gün
boyu aynı aktivitelerde bulunan 2 insanın
verdikleri kiloların farklı olmasının nedeni
metabolizma hızı olabilir. Metabolizma hızı,
tam bir dinlenme durumunda, organların
çalışması, vücut ısısının korunması gibi yaşamsal faaliyetlerin sürdürülmesi için gerekli olan zorunlu enerji harcamasına denir.
Metabolizma hızının düşük olması, çok fazla
yemek yenilmemesine ya da diyet yapılmasına rağmen kilo vermeyi engelleyebilir. Metabolizmanın hızlanması için haftada en az 3-4
gün fiziksel aktivite ( yürüme, koşma, aerobik, spor vb.) yapılmalı, az az sık sık ( günde
5-6 öğün) yemek yenilmeli, bol bol su içilmeli, diyetteki yağ içeriği azaltılmalıdır. Yeşil
çay, greyfurt, elma gibi metabolizma hızını
arttıran besinler de tüketilebilir.
Obezitenin tedavisinde ekip çalışmasının
önemi büyüktür. Bu ekipte endokrinolog ya
da dahiliye uzmanı, diyetisyen, fizyoterapist
ve psikolog olmalıdır. Bu şekilde uygulanan
tedavi daha etkili olacaktır. Kişinin gerekli
kan tahlilleri yapılıp yorumlandıktan sonra
tedaviye başlanmalıdır. İlk aşamada amaç,
uygun egzersiz ve yaşam tarzı değişikliklerini
bireyin hayatına geçirmesini sağlamaktır.
Ardından beslenme ve diyet uzmanı tarafından kişiye uygun ve bireye özgü diyet tedavisine başlanmalıdır. Unutulmamalıdır ki diyet bireye özgüdür ve genel ilkeleri benzer
olmakla birlikte kişiye özel hazırlanmalıdır.
Diyet tedavisiyle istenilen sonuç elde edile- Metabolizma hızını etkileyen faktörler
meyen BKI > 40 olan hastalarda doktor nelerdir?
Yaş: Bebeklik döneminde
en yüksek olan metabolizma hızı yaşlılığa doğru yavaşlamaya başlar.
Cinsiyet: Erkeklerin metabolizma hızı kadınlara göre
daha yüksektir. Bunun sebebi erkeklerde kas oranının fazlalığı, kadınlarda ise
yağ dokusunun fazlalığıdır.
Bu nedenle günlük alınan
yağ oranı belirli sınırlarda
olmak şartıyla azaltılmalıdır.
Vücut sıcaklığı: Özellikle
ateşli hastalık durumunda
metabolizma hızı artış göstermektedir.37 0C’ den son54
sonra vücut ısısındaki her 10C artış metabolizma hızını %12.5 arttırır. Bu nedenle
hastalık dönemlerinde alınan enerji normal gereksinimden daha fazla olmalıdır.
Kimileri yaz ve kış mevsimlerinde aynı şekilde beslendiğini ama kış döneminde daha çok kilo aldıklarını söyler. Bunun nedeni kış mevsiminde hava sıcaklığına bağlı
vücut adaptasyonu sebebiyle metabolizmanın yavaşlamasıdır.
Hormonal durum: Tiroit bezinden salgılanan tiroksin hormonunun aşırı salgılanması metabolizma hızını arttırırken az salgılanması da azaltır.
yemek yada sadece zayıflama anlamında
olmayıp sağlığı korumak veya düzeltmek
amacıyla uygulanan beslenme düzeni anlamına gelmektedir. Günümüzde insanlar
diyet deyince sadece zayıflama diyetini algılamaktadırlar oysa diyet kelimesi bazı
hastalıklarda beslenme programının adı
( Diabetik diyet, kolonoskopi diyeti vb.) veya sporcu diyeti vb. gibi özel durumu olan
Uzun süreli açlık: Düzensiz yeme
yeme, öğün atlama ve uzun süreli
açlık durumlarında vücut savunmaya geçerek metabolizma hızını
düşürür. Yapılan bazı araştırmalarla uzun süre normalden az besin alan bireylerin metabolizma
hızlarının % 20 oranında azaldığı
saptanmıştır. Bu oran eğer bireyler uzun süre açlık durumunda
olursa % 50’ ye kadar çıkmaktadır.
Uyku: Uyuduktan 5-6 saat sonra metabolizma hızında % 10’a kadar düşme olur.
Diyet bileşimi: Protein ağırlıklı diyetler
metabolizma hızını arttırmaktadır. Fakat
bunun uzun süreli kullanımı başka rahatsızlıklara sebep olmaktadır. Dengeli bir
diyetin bileşeni %55- 60 karbonhidrat, %
12-15 protein, % 25-30 yağ şeklinde olmalıdır.
Diyet kelimesinin anlamı nedir?
“Diyete başlamak” zayıflamak isteyen herkesin kullandığı bir tabir ama aslında bu
kelime kullanıldığının aksine az yemek
bireylerin beslenme düzenlerinin tanımlanmasında da kullanılan bir terimdir.
Dengeli bir diyetin bileşiminde karbonhidrat oranının % 55- 60 olduğunu belirtmiştim. Günlük aldığımız enerjinin yarıdan
fazlasını bu grup oluşturduğuna göre diyet
yapan insanların ilk olarak yaptığı” ekmeği
kesmek” durumu aslında yanlış bir davranıştır. Zayıflamak için yapılan diyet asla
herhangi bir besin öğesini yada besin grubunu kısıtlayıcı olmamalı, her besin grubundan belirli oranlarda yemeği sağlamalıdır. Bu anlamda yapılan yanlış diyetler
kişinin metabolik dengesini bozduğu için
bir süre sonra verilen kilolar fazlasıyla geri
alınır ve obeziteye kapı açılmış olunur.
55
Doğru diyet nasıl olmalıdır?
•
Birey ideal kilosuna ulaştıktan sonra
beslenme düzenini değiştirir eski düzene
geri dönerse verilen kiloların geri alınması
kaçınılmaz olur. Bu nedenle yaşam tarzı
ve beslenme alışkanlıklarımızı değiştirmek
ilk hedefimiz olmalı.
•
Beslenme tek yönlü değil her besin
grubunu kapsayacak şekilde olmalıdır.
•
Alınan enerji kadar yaktığımız enerjiyle de ilgilenmemiz gerekir. Bu sebeple de
gün içerisinde hayatımızda mutlaka uygun
bir fiziksel aktivite olmalıdır. Haftada 3- 4
gün yapacağımız 45 dakika tempolu yürüyüş bize oldukça yardımcı olacaktır.
•
Hızlı verilen kilolar hızlı geri alınır.
Bu sebeple haftada 0.5- 1 kg ( 2-4 kg/ay )
arasında kilo kaybı en sağlıklı olanıdır.
•
DİYET BİREYE ÖZGÜDÜR! Kişinin
yaşına, cinsiyetine, kilosuna, yaşam temposuna, metabolik durumuna göre diyetisyen tarafından hazırlanmalıdır. Bu nedenle aynı diyeti farklı kişiler uygulamamalıdır.
tüm dünyada yayılan ciddi bir sağlık
problemidir. Bu nedenle obezitenin sağlığı
tehditi açısından önemi kavranmalı, gerekli önlemler en baştan alınmalıdır.
Obeziteden kurtulmak, sağlıklı bir biçimde
zayıflama için önce bireyin buna kendi hazırlaması ve kendine inanması gerekir.
Bundan sonra yapacağı şey, bir sağlık kuruluşuna başvurup diyetisyenden yardım
almasıdır.
Hepinize sağlıklı günler dilerim…
Dyt. Emel Zorlu
Gaziantep Şehitkamil Devlet Hastanesi
Diyet Uzmanı
Kaynaklar:
1.
www.beslenme.saglik.gov.tr
2.
http://www.diyetisyenara.com/v2/
d e f a u l t . a s p ?
Page=Kisisel&UyeID=4&Panel=Makale
Detay&MakaleID=368
Obezite 2 . dünya savaşı sırasında ortaya
çıkan salgın hastalıklardan sonra ilk defa
56
NetBilim Dergisi—Nisan2012– Sayı 13
USB Belleklerde Devrim
Buket Şafak
Balıkesir Üniv. Fizik Böl.
Hayatımızın teknoloji ile iç içe girmesinden bugüne kadar olan
kovalamacada yanımızda sürekli yeri olan neredeyse hepimizin sahip olduğu teknoloji ürünü USB flash bellekler. Bunlardan biraz bahsedelim.
Modern bilgi toplumunun temel problemlerinden birisi de günlük yaşantımızda hemen her alanda üretilen bilginin taşınması ve saklanmasıdır.
Özellikle son yıllarda giderek artan bir hızla üretilen bilginin işlenmesinde
ve saklanmasında hız ve kapasite artışı sağlayacak yeni nesil aygıtlara ihtiyaç duyulmaktadır. Bu nedenle, düşük boyutlu yarıiletken ve
nanoteknolojik aygıtlar üzerindeki araştırmalar yoğunluk kazanmıştır.
58
Yarı iletken endüstrisinin mikroelektronik
aygıtlarda performans artışı sağlamak
için temel stratejisi, boyutları küçülterek
daha küçük alanlara daha çok devre elemanı yerleştirmek olmuştur. Böylece, bilgi teknolojilerinde işlem hızı ve bellek kapasitesi artmış aynı zamanda üretim maliyetlerinde ve güç tüketiminde azalma
sağlanmıştır.
Günümüzde de süregelen bu strateji başarısını yarı iletken fiziğinde elde edilen
ilerlemelere borçludur. Endüstride devam
eden küçültme eğilimi doğrultusunda,
birim hücre boyutları 2005 yılında 90 nm
ve 2008 yılı başında 45 nm boyutlarına
inmiştir. “Yarı İletkenler için Uluslararası
Yol Haritası” (International Roadmap for
Semiconductors) öngörüsüne göre birim
hücre boyutlarının 2014 yılında 14 nm’ye
inmesi beklenmektedir. Nanometre boyutlarında yapıların üretimi, uygulanan fiziksel etkiler sonucunda atomların ya da
moleküllerin belli bir düzen ile sıralanmasıyla veya kimyasal reaksiyonlarla bir araya gelmesiyle gerçekleştirilebilir. Bu yöntem
“aşağıdan-yukarıya
yaklaşımı” (bottom-up approach) olarak adlandırılmaktadır.
A ş a ğ ı d a n yukarıya yaklaşımı atom ya da
moleküllerin daha
büyük ve düzenli
yapılar
oluşturmak için bir araya
gelmesi, diğer bir
deyişle, kendiliğinden organize olma süreci (self-organized processes) temeline dayanmaktadır. Kendiliğinden organize olmuş ada yapısının oluşabileceği ilk olarak
1938 yılında Stranski ve Krastanow tarafından ileri sürülmüştür. Günümüzde birçok farklı malzeme ve fiziksel özellik kullanılarak bellek aygıt üretebilmek için
araştırmalara devam edilmektedir. Bunlar
arasında teknolojik öneme sahip, yaygın
olarak kullanılan belleklerden birisi de
flaş belleklerdir. Flaş bellekler kalıcı hafızaya sahip aygıtlardır ve ortalama bilgi
saklama süreleri 10 yıldan büyüktür. Flaş
belleklerin bilgi saklamada kullandıkları
elektron sayısı yaklaşık 103’ tür. Flaş bellekler bilgi saklamak için enerjiye ihtiyaç
duymazlar. Bir flaş bellek sadece bilgi
yazma/silme ve okuma süreçlerinde enerjiye ihtiyaç duyar, bilgi yazıldıktan sonra
güç kesilse de yazılmış olan bilgi yıllarca
saklanabilir. Ancak flaş belleklerin daha
yaygın ve yüksek performanslı olarak kullanılabilmesi için dayanıklılıklarının arttırılması ve 10-20 milisaniye civarında olan
erişim hızlarının düşürülmesi ve tüketilen
enerjinin en aza indirgenmesi gerekmektedir.
Bunları gerçekleştirmeye yönelik araştırma, yakın zamanda Purdue Üniversitesi'nden geldi. Bu araştırmanın temel amacı, düşük enerji tüketen, uzun ömürlü,
veri yazma/okuma ortamı oluşturmak.
Zira normal şartlarda belleklerin çok sık
kullanıldığı, giderek daha yüksek kapasiteye sahip belleğe ihtiyaç duyulduğu bilgilerinden yola çıkan araştırmacılar, ısınma
ve kapasite sorunu gibi çözümleri son
kullanıcıda pek olmayan durumları azaltmaya ve engellemeye çalışıyorlar.
59
Artık hayatımızın neredeyse her alanına
olumlu katkı sağlayan nanoteknolojiden
yararlanan son ürün de flaş bellekler oldu. Nanoteknolojinin kullanıldığı flash
belleklerde sadece daha hızlı okuma/
yazma oranları alınmadı, ayrıca elektrik
tüketimi de yüzde 99 oranına kadar azaldı.
Kaliteli okuma/yazma için herkesin hayalindeki daha büyük bir depolama alanına
sahip taşınabilir bir USB flash bellek için
ilk adımlar atılmaya başlandı.
İngilizce açılımı ferroelectric transistor
random access memory olan, Türkçeye
Ferroelektrik Transistörlü Rastgele Erişimli
Hafıza
diye
çevrilebilecek
FeTRAM'ler yakın gelecekte hayatımıza
büyük katkı sağlayacaklar. Organik
Ferroelektrik polimer ile Silikon Nanobağlantıyı birleştiren bu yeni teknoloji,
Purdue Üniversitesi'nde geliştiriliyor.
nı açıkladılar. Ancak, Ferroelektrik polimer ile Silikon Nano bağlantıyı birleştiren
bu yeni teknoloji yakın gelecekte birçok
alanda hayatımızı daha kolay hale getirecek gibi görünüyor.
Buket Şafak
Balıkesir Üniversitesi
Fizik Bölümü
Kaynaklar:
1.
h t tp : / /w w w. i tr s.n e t/
Links/2005ITRS/Home2005.htm
2.
http://flash-bellek.com/usb-flashbellek/flash-bellek-nedir.html
3.
PIC18F4550 MİKRODENETLEYİCİSİ
İLE USB-PC VERİ AKTARIM ARABİRİMİ GERÇEKLENMESİ ( Yüksek
Lisans Tezi)
Bu teknolojiyi geliştiren üniversite araştırmacılarının yaptığı açıklamalara göre
bu bellekleri kısa süre içerisinde ticari
amaçla göremeyeceğimizi ama daha sonraki aşamalarda ticari olarak sunulacağı60
Kuark Bilim Topluluğu’nun
bir çalışma grubu olan
Kuark Moleküler NanoBilim
Araştırma Grubu
uzun süredir hazırlıklarını sürdürdüğü
Nanoteknoloji Tanıtım Kitapçığı’nı
tamamlamak üzere!
Gelişmeleri takip etmek için:
http://facebook.com/kuarkmnb
61
NetBilim Dergisi—Nisan2012– Sayı 13
Malzeme Biliminin Yeni Ufku
Nanoteknoloji Mühendisliği
Prof. Dr. Turgut Baştuğ *
Yrd. Doç. Dr. Nurdan Demirci Sankır *
Erkan Aydın **
*TOBB ETÜ Malzeme Bilimi ve Nanoteknoloji Mühendisliği Bölümü
**TOBB ETÜ Mikro ve Nanoteknoloji Programı
mesine yol açmıştır. Nanoteknolojinin getirdiği bilgi birikimi kullanılarak daha dayanıklı, daha fonksiyonel, daha hızlı/verimli,
daha az enerji sarfeden ve daha ucuz endüstriyel ürünlerin geliştirilmesi mümkün
olmaktadır. Nano ölçekte üretim gerçekleştiren ve Ar-Ge yapan sanayi kuruluşları,
klasik malzemeler ve üretim teknolojileri
kullananlara kıyasla daha fazla rekabet gücüne sahiptirler. TOBB Ekonomi ve Tekno-
Tüm mühendislik dallarında yeni ve ileri
teknolojili uygulamaların yapılabilmesi için
malzeme özelliklerinin ve davranışlarının
bilinmesi gerekmektedir. Tarih boyunca çağın gereksinimleri bilim ve teknolojiye yön
vermiştir. Bu gereksinimler doğrultusunda
maden, metalurji ve malzeme mühendisliği
arasındaki geçiş aynı sebeplerden dolayı
günümüzde malzeme bilimi ve mühendisliğinin, nanoteknoloji alanına doğru genişle-
62
Malzeme Bilimi ve Nanoteknoloji
Mühendisliği Nedir ve
Klasik Malzeme Mühendisliği’nden Farkları Nelerdir?
Teknoloji
Üniversitesi
(TOBB
ETÜ),
1.500.000’nun üzerinde üyesi ile Türkiye'nin en büyük sivil toplum örgütü olan Türkiye Odalar Borsalar Birliği tarafından kurulmuştur. Pek çok ilke imza atan TOBB
ETÜ çok önemli bir misyonu daha üstlenerek Türkiye’de lisans eğitimi veren ilk Malzeme Bilimi ve Nanoteknoloji Mühendisliği
Bölümü’nü kurmuştur. 2012-2013 öğretim
yılında ilk öğrencilerini alacak olan bölüm,
temel malzeme üretim ve karakterizasyonuna yönelik çalışmaların yanısıra
nanoteknolojinin ufuklarını kullanarak, klasik malzeme teknolojileri yaklaşımıyla sınırlarına ulaşmış olan endüstrilere yeni kapılar açan evrensel bilgi birikimine ve uygulama becerisine sahip, analitik düşünme ve
araştırma yapma yeteneği gelişmiş, kendini
sürekli yenileyebilen, girişimci ve lider genç
mühendisler yetiştirmeyi hedeflemektedir.
Sanayi-üniversite işbirliğinin ön planda tutulduğu eğitim ve araştırma vizyonu doğrultusunda ve sanayiden gelen istek ile TOBB
ETÜ MBN Mühendisliği Bölümü şekillenmiştir. Öğrencilerimiz, lisans eğitimleri sırasında TOBB ETÜ Ortak Eğitim ve Kariyer
Geliştirme Koordünatörlüğü ile anlaşması
olan 800'ü aşkın firmada ürün/proses geliştirme alanlarında sigortalı ve asgari ücret
alarak çalışma imkanına sahip olacaklardır.
Bu sayede öğrencilerimiz, mezun oldukları
zaman alanlarında edindikleri akademik
bilgilerin yanısıra bir yıllık iş deneyimine de
sahip olacaklardır.
Malzeme Bilimi ve Nanoteknoloji Mühendisliği (MBN) metal, yarıiletken, seramik, polimer, biyomalzemeler ve kompozit malzemelerin üretimi, karakterizasyonu, cihaz uygulamaları üzerinde çalışan, bunların yanısıra
nano boyutta malzemelerin endüstriyel uygulamaları konusunda faaliyet gösteren bir
bilim
ve
mühendislik
dalıdır.
Nanomalzemeler kullanılarak daha dayanıklı, yüksek verimli ve bilinen malzeme
teknolojileri ile üretilemeyen yeni ürünlerin
hayata geçirilmesi mümkündür. Örneğin,
su/kir tutmayan kumaş ve boyaların üretimi yapılmakta, otomotiv endüstrisinde çizilmeye dayanıklı kaplamalar yapılabilmekte,
kanser tedavisinde ve teşhisinde nano yapılar kullanılmakta, hafıza aygıtlarının kapasitesi arttırılmaktadır. Bunların yanısıra
uzay, havacılık ve askeriye gibi stratejik
öneme sahip uygulamalarda performans/
ağırlık oranı arttırılabilmektedir. Bu ve benzeri uygulamaların hayata geçirilmesinde
klasik Malzeme Bilimi ve Mühendisliği birikimi yetersiz kalmaktadır. Dolayısıyla tüm
dünyada Malzeme Bilimi ve Mühendisliği
değişime uğramaktadır. Bu değişimin merkezinde Nanoteknoloji bulunmaktadır. Nano
boyuta inildiğinde malzemelerin bilinen fiziksel ve kimyasal özellikleri değişmektedir.
Metaller yarıiletken gibi davranabilmekte, erime sıcaklıkları
düşmekte veya farklı dalga boylarında emisyon yapabilmektedirler. MBN mühendisleri nano
yapılı malzemelerin özelliklerini, üretim ve karakterizasyon
yöntemlerini öğrenerek 21. yüzyılın hızla gelişen ve değişen
ihtiyaçlarını karşılayabilecek
bilimsel ve teknik alt yapıya
sahip olacaklardır. Bu özellikleri ile iş dünyasında ön plana
çıkacak ve sektörlerinde lider
olan firmalarda çalışma imkanına sahip olabileceklerdir.
63
1’de gösterildiği üzere Nanoteknoloji 2000’li
yılların başında hızlı yükseliş eğrisine girmiş ve 21. yüzyılın sonuna kadar büyüme
hızının doğrusal olarak artması öngörülmektedir. Endüstri kuruluşlarının bilgi çağında rekabet güçlerini arttırmak ve hatta
hayatta kalabilmeleri yenilikçi ürünler geliştirme le ri
ile
mümkü n
o lacaktır.
Nanoteknoloji bu gelişimin anahtarıdır.
MBN mühendisliği öğrencileri malzeme yapısı, üretim ve testlerine yönelik temel Malzeme Bilimi ve Mühendisliği eğitimini de
alacaklarından TMMOB Metalurji Mühendisleri Odası’na bağlı olarak çalışabileceklerdir.
Dünya’da Nanoteknoloji Mühendisliği
Son yıllarda Nanoteknoloji alanında eğitim
veren üniversitelerin sayısında ciddi bir artış
olmuş
ve
Malzeme
Bilimi
ve
Nanoteknoloji Mühendisliği Bölümü dünyanın en iyi üniversitelerin en prestijli bölümleri arasındaki yerini almıştır. Dünya genelinde halen 61 yerde lisans, 131 yerde yüksek lisans ve 35 yerde doktora programı
mevcuttur (http://en.wikipedia.org/wiki/
Nanotechnology_education). Türkiye’de toplam 6 üniversitede Nanoteknoloji
ile ilgili lisansüstü program bulunmaktadır. TOBB ETÜ Mikro ve
Nanoteknoloji Yüksek Lisans/
Doktora Programı bu konuda Türkiye’de öncü programlardandır.
Nanoteknoloji eğitiminin lisans düzeyinde verilmesi konusundaki ilk
girişimi yine Türkiye’de TOBB ETÜ
yapmıştır. Dünya’da, Waterloo
Üniversitesi, Kaliforniya Üniversitesi, Danimarka Teknik Üniversitesi gibi pek çok üniversitede
Nanoteknoloji bölümleri lisans düzeyinde eğitim vermektedir. Ülkemizin bilim ve teknolojide dünyanın ileri gelen ülkeleri arasındaki yerini alması
21.
yüzyılın
teknolojisi
olan
Nanoteknoloji’yi anlaması ve uygulaması ile
mümkün olacaktır.
Nanoteknoloji marketi yıllık %11 büyüme
hızı ile dünyada en hızlı büyüyen pazarlarındandır. 2009 yılında Nanoteknoloji pazar
büyüklüğü yaklaşık 11 milyar dolar iken,
bu pazarın 2015 yılı itibariyle 20 milyar dolar olması beklenmektedir (kaynak: BCC
report). Şekil 2’den de görüldüğü gibi küresel markette en çok uygulama ve pazar bulan nanoteknoloji dalı nanomalzemelerdir.
Şekil 1: Endüstri devriminin aşamaları
Metal, yarıiletken, yalıtkan veya seramik
olsun tüm malzemelerin nano boyuttaki
özelliklerinin bilinmesi ve kontrol edilmesi
sayesinde yeni uygulama alanları doğmuştur. Günümüzde otomotivden elektroniğe,
sağlıktan güvenliğe kadar pek çok alanda
nanomalzemelerin kullanılması ile yeni ve
inovatif uygulamalar yapılabilmektedir.
Nanomalzemeler, nano üretim veya nano
karakterizasyonun avantajlarını kullanamayan ve bu teknolojiye ayak uyduramayan
şirketler ise batma tehlikesi ile karşı karşıya
kalacağı tahmin edilmektedir.
Nanoteknolojinin Günümüz
Teknolojilerindeki Yeri Nedir?
Dünyadaki endüstri devrimine bakıldığında
tekstil, demiryolu ve otomobil endüstrilerinin ardından 1900’lü yılların ortalarında
bilgi çağına geçilmiştir. Bu çağın gereksinimleri
doğrultusunda
üretim
ve
karakterizasyon yöntemlerinin her yıl daha
küçük ölçeklerde gerçekleştirilmesi doğrultusunda da Nanoteknoloji doğmuştur. Şekil
64
le hastanın yaşam kalitesi
düşürülmeden tedavi edilmektedir. Bunların yanısıra
b i y o - u y u m l u
nanokompozitler ile diş ve
kemik implantları geliştirilmektedir. Hafif ve dayanıklı
nanokompozitler, elektromanyetik
dalgaları
kalkanlama özelliğine sahip
kaplamalar, taşınabilir güç
kaynakları ise havacılık ve
askeriye sektörlerinin mevcut uygulamaları arasında yerini almıştır.
Şekil 2: Küresel Nanoteknoloji Marketi
Nanomalzemeler ve Uygulamaları
Nelerdir?
"Nanomalzeme" içerisinde veya yüzeyinde
100 nm'nin altında yapılar bulunduran tüm
malzemelere
verilen
genel
isimdir.
Nanoparçacıklar,
nanotüpler,
nanoçubuklar, nanoplakalar mühendislik
metodları ile üretilebilen nanomalzemelere
örnek
olarak
verilebilir.
Ayrıca
nanomalzemeler doğada bulunan yapılardan esinlenerek de üretilmektedir. Nilüfer
çiçeğinin yaprak dokusunda, bir kertenkele
türü olan Gecko ayaklarında, kelebeklerin
kanatlarında, kanatlı böceklerin gözlerinde
nano yapılara rastlamak mümkündür.
Nanoteknoloji uygulamalarının arasında en
fazla yere nanomalzemeler yer almaktadır
(Şekil 3). Bu yüzden mühendislik uygulamalarında nano yapıların özelliklerinin bilinmesi hayati önem taşımaktadır.
Şekil 3: Nanoteknoloji Uygulamalarının Alanlara
Göre Dağılımı
Malzeme Bilimi ve
Nanoteknoloji Mühendislerinin
iş olanakları nelerdir?
Ülkemiz kurum ve kuruluşları baz alındığında malzeme ile doğrudan ve dolaylı ilişkili olan sektörlerin oranı yaklaşık % 70’tir.
Bu nedenle malzeme mühendisine ihtiyaç
duymayan kuruluşların sayısı oldukça azdır. Bu geniş yelpaze içerisinde Malzeme
Bilimi ve Nanoteknoloji Mühendisliği savunma sanayiinden sağlık sektörüne, otomotiv,
kimya, tekstil, plastik, elektronik sanayii
gibi pek çok sektörde mühendis olarak iş
bulma imkânına sahiptir. Özetle MBN mühendislerinin iş alanları şöyle sıralanabilir;
Nano malzemeler günlük hayatımızda pek
çok uygulamada kullanılmaktadır. Bu uygulamaların başında kimya ve sağlık sektörleri gelmektedir. Antimikrobiyal, su ve kir
tutmayan kaplamalar, boyalar ve kumaşlar
marketlerde yerini almıştır. Bunun yanısıra
plastik ve kozmetik sektöründe de tüketicinin ihtiyaçlarını daha doğru bir şekilde karşılayabilecek ürünler nanomalzemeler kullanılarak üretilmektedir. Sağlık sektöründe
kontrollü ilaç salınımı, akıllı nanoyapılar
kullanılarak gerçekleştirilebilmekte böylelik65






Birincil malzeme üretim tesisleri,
Beyaz eşya, otomotiv, havacılık, petrokimya, enerji, elektronik sektörlerinde
faaliyet gösteren kurum ve kuruluşlar,
Tıp ve biyomedikal konularında çalışan kurum ve kuruluşlar,
Savunma sanayii ve araştırma kuruluşları,
Demir-çelik ve diğer metal, seramik ve
cam entegre işletmeleri,
Toz metalurjisi, döküm, ısıl işlem ve
bunun gibi kuruluşlar.
MBN mühendisleri yukarıda sıralanan alanlarda Ar-Ge, üretim ve kalite kontrol mühendisi olarak çalışabileceklerdir. TOBB
ETÜ genç girişimciler yetişme ilkesi ile mezunlarının kendi işlerini/şirketlerini kurmaları konusunda desteklemektedir. Bu doğrultuda MBN Mühendisliği mezunları da ilgi
alanları ile örtüşen konularda faaliyet gösteren kendi şirketlerini kurma potansiyeline
sahip olacaklardır.
Ayrıca, MBN Mühendisliği öğrencileri lisans
eğitimlerini tamamladıktan sonra Türkiye'de ve yurt dışında saygın okullarda lisansüstü eğitimlerine devam edebilirler. MBN
Mühendisliği lisans mezunları dünyanın en
iyi üniversitelerinin en prestijli bölümleri
arasında yer alan Malzeme Bilimi ve Mühendisliği bölümlerinde yüksek lisanslarını
ENARLAB
yapabilecekleri gibi yurt dışında yaygın olan
Nanoteknoloji Bilim ve Mühendisliği bölümlerinde de eğitim hayatlarına devam etme
şansına sahip olacaklardır. Bunun yanı sıra
mezunlarımız yüksek ihtisaslarını elektrik
elektronik mühendisliğinde, makine mühendisliğinde, bilgisayar mühendisliğinde,
kimya mühendisliğinde ve biyomedikal mühendisliğinde yapabileceklerdir. Malzeme
Biliminin yeni ufku olan Nanoteknoloji alanında ülkemizde ve tüm dünyada yetişmiş
eleman ihtiyacının çok yüksek olması mezunlarımızın lisansüstü eğitimlerini sürdürmelerinde de itici güç olacaktır.
İş Dünyasının Gözü İle Malzeme
Bilimi ve Nanoteknoloji Mühendisliği
Tüm mühendislik dallarında yeni ve ileri
teknolojili uygulamaların yapılabilmesi için
malzeme özelliklerinin ve davranışlarının
bilinmesi gerekmektedir. Otomotiv sanayinden, uçak sanayiye, seramik sanayinden
elektronik sanayine, plastik sanayinden,
tekstil sanayine kadar çok geniş bir yelpazede üretim yapan her türlü kurum/kuruluş
Malzeme Bilimi ve Nanoteknoloji Mühendisleri’ne ihtiyaç duymaktadır. Üniversitemizin
güçlü sanayii işbirlikleri çerçevesinde edindiğimiz bilgiler doğrultusunda, pek çok
farklı sektörde faaliyet gösteren Türkiye’de
ve dünyada büyük başarı kazanmış firmaların ürün ve proses geliştirme konularında kalifiye eleman ihtiyaçlarının olduğu saptanmıştır. Bu kapsamda sektörlerinde lider
olan pek çok kuruluş TOBB
ETÜ Malzeme Bilimi ve
Nanoteknoloji Mühendsiliği
Bölümü’nü desteklemektedir. Bu desteğe paralel olarak MBN öğrencileri lisans
eğitimleri
sırasında
A RÇE Lİ K ,
H A V E LS A N ,
ROKETSAN,
TOYOTA,
VESTEL gibi pek çok firmada ortak eğitimlerini gerçekleştirebileceklerdir.
66
TOBB ETÜ MBN Mühendisliği Bölümü öğretim üyeleri.Soldan sağa: Yrd. Doç. Dr. Nurdan Demirci SANKIR, Yrd. Doç.
Dr. Ersin Emre ÖREN, Yrd. Doç. Dr. Hatice DURAN, Prof. Dr. Turgut BAŞTUĞ, Doç. Dr. Mehmet SANKIR, Yrd. Doç.
Dr. Fatih BÜYÜKSERİN, Erkan Aydın.
liği vb. kurumlar tarafından desteklenen
yenilikçi pek çok araştırma projesi yürütülmektedir.
Bu projelerde yüksek lisans/
lisans seviyesinde ilgili öğrencilerimiz görevlendirilebilmektedir. MBN Mühendisliği Bölümü başlıca çalışma konuları;

Akıllı Malzemeler&Yapılar

Nano malzemeler

Nanoüretim ve karakterizasyon

Polimerler

Yenilenebilir Enerji

Biyofizik

Biyomalzemeler

Hesapsal Metodlar
olarak özetlenebilir.
TOBB ETÜ MBN
Mühendisliği Bölümü
TOBB ETÜ, Malzeme Bilimi
ve Nanoteknoloji Mühendisliği bölümünün eğitim programı üniversitemizin ve bölümümüzün vizyonu ve misyonu doğrultusunda ve dünyadaki teknolojik gelişmelere
paralel olarak düzenlenmiştir. Öğrencilerimiz 8 yarıyıla dağılan 141 kredilik bir program kapsamında temel malzeme bilimi ve
mühendisliği
derslerinin
yanı
sıra
nanomalzemeler, nano üretim ve nano
karakterizasyon gibi nanoteknoloji alanında
özelleşmiş dersler alarak konularında uzmanlaşacaklardır. Ayrıca zengin seçmeli
ders imkanı ile özelleşmiş konularda akademik bilgi birikimlerini arttırabileceklerdir.
Çift anadal imkanı ile Biyomedikal, Makina,
Elektrik Elektronik gibi farklı mühendislik
alanlarında veya fakültenin onayladığı diğer
dallarda lisans eğitimlerini paralel olarak
sürdürerek iki diploma sahibi olabileceklerdir. TOBB ETÜ MBN bölümü genç ve dinamik akademik kadrosu ile TÜBİTAK, Sanayi, Bilim ve Teknoloji Bakanlığı, Avrupa Bir-
Prof. Dr. Turgut Baştuğ *
[email protected]
Yrd. Doç. Dr. Nurdan Demirci Sankır *
[email protected]
Erkan Aydın **
[email protected]
*TOBB
ETÜ
Malzeme
Bilimi
ve
Nanoteknoloji Mühendisliği Bölümü
**TOBB ETÜ Mikro ve Nanoteknoloji Programı
67
NetBilim Dergisi—Nisan2012– Sayı 13
Tatlı ve Tuzlu Suların
Gizli Kahramanları :
Mikroalgler
Ayşe Köse
Ege Üniversitesi
Biyomühendislik Ana Bilim Dalı
Denizler ve okyanuslar her zaman ilgi çekici olmuştur bizler için. Akşam güneş batarken, gece yakamozu seyrederken, tekne ile gezintiye çıkarken, dalgalar kıyıya vururken ve daha pek çok anıda barındırdığımız ve hayranlık
duyduğumuz uçsuz bucaksız mavilikler onlar… Bazı nehirler denizlere, okyanuslara karışır bazıları ise kendi halinde kaynağından çıkar ve akmaya devam
eder nehir yatakları boyunca. Büyülü hikayelerde de yer etmiştir yer yüzünün su kaynakları. Ve aslında büyülere konu olacak, fantastik hikayeler tadında gizli kahramanları da vardı derinlerinde… Bu girişten sonra ilgi çekici
bir şeylerin bu yazıda saklı olduğu hissine kapılabilirsiniz ki bence kapılmalısınız da…
Bahsettiğim bu kahramanlar mikroalgler
olarak adlandırılan tatlı ve tuzlu su kaynaklarında yaşayan fotosentetik organizmalardır. Güneş ışığı ve inorganik karbon kaynağı
varlığında protein, karbonhidrat ve lipid gibi
ürünler üretmektedirler. Keşifleri çok uzun
yıllar öncesine dayanmakla beraber oldukça
farklı ve fazla alanlarda kullanılabilme imkanları mikroalgleri değişen dünyada
önemli bir yere koymuştur.
Genel olarak mikroalglerin kullanıldığı
alanlar gıda endüstrisinde, ilaç üretimlerinde hammadde olarak, kozmetik endüstride, besin takviyesi ilaçların yapısında, rekombinant protein
üretiminde ve özellikle ilgi çeken bir
alan olan algal biyodizel eldesinde kullanımında sıklıkla adlarından söz ettirmektedirler.
Uzak Doğu’nun pek çok ülkesinde
özellikle Japonya başta olmak üzere
Chlorella türlerinden elde edilen algal
biyokütle beslenme takviyesi olarak
kullanılmaktadır. Hücrelerin kendileri
sadece kurutulup tabletler haline getirildiğinde hem besleyici hem de bağışıklık sistemini güçlendirici özellikleri
sayesinde insan sağlığında rahatlıkla
kullanılabilmektedir. Aynı zamanda
hayvan yemi sanayisinde yemlere kat-
68
yemlere katkı maddesi olarak da kullanılabilmeleri ile de hayvan besiciliğinde (kümes,
küçük ve büyük baş) önemli bir yere sahiptirler. Sadece Chlorella türlerinden değil aynı
zamanda Spirulina’dan da elde edilen besin
takviyesi ilaçlar pek çok doğal ürün raflarında yer etmiş durumdadır ve tonlarla ifade
edilebilecek kadar fazla bir üretim de söz
konusudur.
Antioksidan
yapısında
ürettikleri
astaksantin, kantaksantin, lutein, βkaroten gibi pigmentler bu ürünlerin pazarına mikroalglerin girmesine olanak sağlamıştır. Kültür koşullarının kolay olması ve rahatlıkla üretilebilmeleri nedeniyle de üretim
anlayışı üretimin devamlılığını sağlayabilecek olan mikroalg türlerine doğru kaymıştır.
Son yılların gözde üretimlerinden iki tanesi
ise mikroalgal yağlardan yağ asitlerinin
eldesi
ve
bu
yağ
asitlerinin
de
transesterifikasyon yöntemi ile biyodizel
eldesi sıklıkla çalışılmaktadır. Pek çok tatlı
ve tuzlu su mikroalginin sahip olduğu yağ
asitleri Ekstraksiyon yöntemi ile alınıp katalizörler yardımıyla metil esterlerine dönüştürülmektedir. Elde edilen dizel ısınma amaçlı
ve taşıtlarda kullanılan petrol dizelinin yerine geçmek amacıyla kullanılmak istenmektedir aynı zamanda jet fuel adı verilen uçak
yakıtları için de kullanılması amaçlanmaktadır. Algal dizel üretiminin pek çok alt basamağı olduğu için kurulan tesisin kapasite
hesaplamaları hayati önem teşkil etmektedir. Mikroalgler stres koşullarında yağ metabolizmasını aktive ettikleri için verimlilik arttırıcı çalışmalar ile birim zamanda yağ üretimi
miktarını
arttırma
üzerine
yoğunlaşılmaktadır.
Mikroalgler başka bir uygulama ile de karşımıza çıkabilmektedirler. Çinko, bakır, kurşun gibi ağır metaller özellikle suların ve
toprakların kirlenmesini ve bu çevrelerde
yaşayan ekosistem canlılarının hayatlarını
tehdit eden bir unsur haline gelmiştir. Özellikle endüstriyel atık sulardan kaynaklanan
ağır
metallerin
kirliliği
ağır
metal
toksisitesine yol açmakta ve canlı yaşamında
büyük zararlara neden olmaktadır. Ağır metalleri üzerine alan ve kullanan Mikroalgler
sayesinde tatlı ve tuzlu su kaynaklarındaki
bu kirlilikler doğal olarak biyolojik yollarla
uzaklaştırılabilmektedir.
69
Bazı türler üretim ortamında çok baskın halde
iken ve rahatlıkla çoğalabilirken bazı türler ise
oldukça nazlı olarak adlandırılan ve yavaş üreyen, başka alg türleri tarafından
çabuk
kontamine olanlardır.
Aynı
zamanda
foto
miksotrofik olarak yanı
hem güneş ışığını hem de
ortama eklenen Gliserol,
glukoz, fruktoz gibi organik karbon kaynaklarında
çoğalabilen
Mikroalgler de bulunmaktadır. Pek çok tür
üzerine
fotomiksotrofik
çalışmalar yapılmaktadır.
Heterotrof
üretimlerin
yapılması sağlansa da bu
koşullarda üretim yapabilen tür sayısı yine
de azdır.
Mikroalgler çalışmaları keyifli, kolay kültüre
alınabilin ve güvenli üretimlerin sağlanabildiği organizmalardır. Su kaynaklarının gizli
kahramanları su yüzüne çıkartıldığında ise
yelpazesi geniş bir kullanım alanına sahip
olduklarını bize göstermektedirler.
Yine son yılların gözde konularından bir diğeri ise mikroalglerden genetik modifikasyonla rekombinant protein üretimidir.
Mikroalgler tarafından sağlanan proteinler
GRAS (Generally Regarded As Safe) sınıfına
girmektedir ve rahatlıkla kullanılabilir anlamına gelmektedir. Rekombinant protein üretiminde
kullanılan
model
mikroalg
Chlamydomonas reinhardtii’dir.
Temel anlamda mikroalglerin kullanıldığı Ayşe Köse
alanlar yukarıda listelenmiş ve bir özet ha- Ege Üniversitesi Biyomühendislik ABD
linde sunulmuş olanlardır. Tanımlanan Biyomühendislik Dergisi Editörü
mikroalg türleri ile daha farklı kullanım
alanları geliştirilebilmektedir. Üretimlerde
kullanılan alg türleri ise Haematococcus
pluvialis, Chlorella zofingiensis, Duneliella
salina, Chlorella sp., Chlorella vulgaris,
Nannochloropsis salina, Nannochloropsis
occulata, Phaeodactylum tricornutum ve
Botryococcus braunii’ dir.
Mikrolaglerin ne koşullarda üretildiği konusuna değinilirse, üretimler açık havuzlarda
atmosfere açık sistemler halinde kullanılmaktadır. Daha kontrollü koşullarda ise yapay ya da doğal ışık ile aydınlatılması sağlanan tübüler ve panel sistemler kullanılarak
üretimler yapılmaktadır. Her mikroalg için
algin büyüme kinetiğine göre üretim sistemi
seçilmesi yapılması en mantıklı karardır.
70
Türkiye’nin
Ücretsiz Bilim Dergisi
“NetBilim”,
Artık
İki Ayda Bir!
Herkes
İçin
Bilim!
http://netbilim.kuark.org
Telomeraz,
Yaşlanma
ve Kanser
Bahar Kuruca
Fatih Üniversitesi Biyoloji Bölümü
Telomerler, ökaryotik kromozomların uçlarında yer alır ve insanlarda
TTAGGG şeklindeki tekrarlayan ünitelere sahiptir. Telomerik DNA’nın
zincirinden sentezlenen telomeraz ise ribonükleoprotein yapısında
olan reverstranskriptaz enzimidir. Bu enzim kendi RNA’sını kalıp olarak kullanmakta ve sentezlediği TTAGGG parçalarını kromozomal uçlara ekleyerek, uçtaki kayıpları engellemektedir. Makale içerisinde, yaşlanmanın sebeplerinden biri olan telomer kaybı hipotezine değinilmiş,telomer dinamiği, Hayflick limiti, replikasyon sonu problemi ve
telomerazın kanserle olan ilişkisi irdelenmiştir. İnsan hücrelerinde gerçekleşen yaşlanmanın M1 ve M2 safhalarından meydana geldiği anlatılmış, bu aşamalarda görülen genel olaylara değinilmiştir. Sonuç kısmında ise telomer, kanser&telomer ve yaşlanma&telomer bağlantılarıyla
ilgili genel bir yorum yapılmış, gelecekteki beklentilere yer verilmiştir.
NetBilim Dergisi—Nisan2012– Sayı 13
İ
nsanoğlunun varoluşundan beri aklını
çelen en önemli sorulardan biri kuşkusuz; “Neden yaşlanıyoruz ve yaşlanmayı
durdurup ölümün önüne geçebilir miyiz?” sorusudur. Leonard Hayflick günümüzden 45 yıl önce, normal insan
fibroblastlarının en fazla 50 kez bölündüğünü, bu 50 bölünme sonunda gelişme ve bölünme yeteneklerini kaybettiğini bulmuştur
(1). Yaşlanan hücreler, metabolik aktivitelerini sürdürürken bölünmeyi bırakıyor ve
Hayflick limiti sonunda da ölüyorlardı.
Leonard Hayflick’in bu sonuca ulaştığı zamanlarda hücresel yaşlanma ve organizmanın yaşlanması arasındaki bağlantı daha
yeni kuruluyordu. Yapılan deneylerde, genç
insandan alınan hücrelerin yaşlılardan alınan hücrelerden kültür ortamında daha
fazla
bölündüğü
gözlenmişti.
Yine
laboratuvar ortamında yapılan deneylerde
kaplumbağa hücrelerinin 100’den fazla bölünme geçirdiği gözlenirken, fare hücrelerinin 10-15 defa bölünme geçirdiği görülmüştür. Bu sonuç da, ömrü uzun olan türlerdeki bölünme sayısının, kısa olan türlerdekinden fazla olduğunu göstermektedir (1).
Telomerler, onları, kromozumun diğer kısımlarından ayıran bir özelliğe sahiptir. Bu
özellik, telomer dinamiği olarak geçer.
Telomer dinamiği; DNA’nın, hücrenin geçirdiği bölünmeler sonucunda kaybını ve yeniden kazanılması olayını anlatır. İnsan gibi
lineer DNA’ya sahip olan canlıların somatik
hücrelerinde telomer dinamiği negatiftir;
her hücre siklusunda(Hücre siklusu, hücrenin bölünmesi ve büyümesi esnasında meydana gelen olayları kapsayan döngüdür.
Hücre siklusunda kontrol noktaları vardır
ve bu kontrol noktalarının mutasyon gibi
hatalar sonucunda değişimi kansere sebep
olabileceği gibi bölünmede problemler de
gösterebilir.) kaybedilen DNA miktarı, yeniden sentezlenen DNA miktarından fazladır
(2). Şekil1’de gösterildiği gibi, hücrelerin her
bölünme sonunda termal uçlardan bir miktar DNA kaybettiği ve bu kısalma sonunda
da hücresel yaşlanmanın meydana geldiği
ilk defa 1973’te Olovinikov tarafından ileri
sürülmüştür. Yaşlı hücrelerden elde edilen
telomerlerin de daha kısa olması bulguları
da Olovinikov’un savını destekleyici rol oynamıştır.
Telomerler ve Yapıları
İlk defa 1938 yılında Muller tarafından tanımlanan telomerler, ökaryotik canlılardaki
lineer kromozomların her iki ucunda da bulunan, heterokromatin yapısında olup, kromozomları,
degradasyon,
füzyon
ve
rekombinasyon gibi olaylardan koruyan,
kromozomun bütünlüğünü sağlayan, insanlarda “TTAGGG” dizi tekrarı içeren yapılardır.
Telomerler, ekzonüklezlara karşı dirençli
olup,
kromozomların
bütünlüğü
ve
stabilitesini korur. Aynı zamanda kromozomların nükleus/çekirdek zarına tutunarak belirli bir pozisyonda kalmasını sağlar.
Telomer yapısı incelenen organizmalarda,
telomerik DNA’nın türler arasında farklılıklar gösterdiği görülmüştür. Tekrarlanan dizi
Tetrahymena’da “GGGGTT” iken, insan ve
diğer memeli canlılarda “TTAGGG” şeklinde
tekrarlar olarak tespit edilmiştir (2).
Şekil1: Her hücre replikasyonu sonunda termal uçlardaki termal bölgenin anlamlı kısmı kısalır ve sonunda Hayflick limitine ulaştığında, bu kısmın yitirilmesiyle yaşlanma ya da ölüm meydana gelir.
Lineer DNA’nın Replikasyon
Sonu Problemi
Ökaryotik
hücrelerde
DNA’nın
replikasyonu 5’ – 3’ yönünde olup, 8-12
bp’lik RNA Primeri ile gerçekleşir. RNA
primeri, DNA polimeraz enziminin bağlanabilmesi için 3’-OH grubu sağlar; böylece
DNA polimeraz yeni zinciri sentezlemiş
olur. Şekil2’de de gösterildiği gibi, yeni sentezlenen yavru zincirin 5’ ucunda, RNA
Primerinin boyu kadar, 8-12 bp’lik, boşluk
oluşmaktadır. İşte bu duruma; sentezlenen
yeni kalıp DNA’nın 3’ ucunun kopyalanamamasına, replikasyon sonu problemi denmektedir. Bu problemi engelleyebilecek
mekanizmaların olmaması durumunda her
hücresel döngü sonunda kalıp DNA’nın 3’
ucunda 50-200 nükleotitlik kayıp oluşmaktadır ve bu durum da yaşlanmayı beraberinde getirmektedir (2).
Telomeraz Enzim Kompleksi
Reverstranskriptaz olan ve kendisine ait
RNA bulunduran telomeraz enzimi, telomer
boyunun
uzamasını
sağlar.
Guaninnükleotitlerince
zengin
olan
telomeraz enzimi, kendi RNA’sını kullanarak telomer DNA’sının tek zincirini sentezler.
Telomeraz enzim kompleksi; telomeraz proteinleri ve telomeraz RNA’sından oluşur.
Telomeraz proteinleri; temel telomeraz proteinleri (TERT proteini) ve yardımcı proteinlerden meydana gelir. RNA’dan DNA sentezlenmesinde katalitik görev yapan TERT proteini insanda HTERT olarak isimlendirilir ve
diziye komplementer “GGTTAG” tekrarlarından
oluşan
üniteleri
sentezleyerek
Guanin’ce zengin olan 3’ ucuna ekler. RNA
kalıbı yeni sentezlenen telomerik dizinin 3’
ucuna kayar ve DNA polimeraz, telomerazın
sentezlediği bu diziyi kalıp olarak kullanarak karşı komlementer zinciri tamamlar. Bu
şekilde telomeraz enzimi pozitif olan hücrelerde, her hücre bölünmesinde kaybolan
telomer boyu tamir edilir. Böylece telomer
boyu her zaman hücre bölünmesine yetecek
uzunlukta tutulur.
Şekil 2: Telomeraz enziminin inaktif olduğu insan somatik hücrelerinde görülen replikasyon sonu problemi. Bu
enzim aktif olmadığından, ardışık replikasyon döngülerinde yeni iplikçiğin gittikçe kısaldığı görülür. Bu da işlevsel öneme sahip olan genlerin kaybına neden olmaktadır.
İnsanda telomeraz aktivitesine ilk kez
servikal kanser hattı olan HeLa hücrelerinde rastlanmıştır. Bunun dışında, fetal, yeni
doğmuş
ve
yetişkin
testis
ve
ovaryumlarında rastlanmıştır. Yetişkinlerdeki tek çekirdekli perifal kan hücrelerinde
gözlenen telomeraz aktivitesi, tümör hücrelerininkine göre daha düşüktür. Telomeraz
aktivitesi, insan somatik hücrelerinde görülmezken, replikasyon kapasitesi yüksek
olan dokularda ve birçok kanser türünde
gözlenebilmektedir (1).
Hücresel Yaşlanma ve Telomer
Arasındaki İlişki
Yaşlanma; genetik bir programla düzenlenen ve organizmayı yapısal ve işlevsel değişmelerle ölüme götüren olaylar toplamıdır
(3).
74
ler bölünmelerini hayflick sınırına kadar
sürdürürler. Hayflick sınırı ortalama olarak
50 bölünme olarak belirlendiğinden, hücre
50 bölünme sonrasına M1 safhasına giriyor
denebilir.
Bu evrede CyclinDependentKinase (CDK)
oluşumu engellenir ve hücrenin G0 ya da
G1’den S fazına geçişi durdurulur. Böylece
hücre bölünemez ve yaşlanır (2).
M2 evresi: Bu evreye, M1 evresini aşan
hücreler girer. Bir hücrenin M1 evresini
aşıp M2 evresine gelebilmesi için, M1 evresini kontrol eden p53, p21, pRbgibi tümör
baskılayıcı proteinlerin yokluğu gerekir.
Böylece bu proteinler G1 evresinde görev
yapamaz ve hücre siklusu G2’den S fazına
atlar ve hücre, bölünmesine devam eder. Bu
durumda telomeraz aktivitesi aşırı azaldığından telomer boyu gittikçe azalır ve hücre
ölür (2).
Genç ve bölünmekte olan normal somatik
hücrelerin telomeraz enzimi inaktif olduğu
halde, hücre bölünmesi belli Hayflick sınırına kadar devam eder. Çünkü bu hücrelerde, telomer uzunluğu ~15 kbp olup, hücre
bölünmesine yetecek uzunluktadır. Ancak
her hücre bölünmesi sonucu, telomer boyu
giderek kısalır ve telomer boyu ~5-7 kbp’e
düştüğünden hücre bölünmesini sağlayamayacak duruma gelir (4). Böylece hücre
yaşlılık dönemine girer.
Germ hücrelerinin, servikal epitelyum, saç
folikülleri gibi yenilenebilen dokular ve kemik iliği hücrelerinin, hematopoetik kök
hücrelerinin ve aktif lenfositlerin telomeraz
aktivitesi düşük olarak devam etmektedir.
Ve bu sayede bu hücreler immortal/
ölümsüz hale geçmemektedirler (1).
Somatik hücre yaşlanması M1 (Mortalite 1)
ve M2 (Mortalite 2) evrelerinde gerçekleşmektedir.
M1 evresi: Bu evrede telomeraz enzimi
inaktif fakat telomer boyu bölünmeye yetecek uzunlukta olduğundan, somatik hücre-
Şekil3: Kanser hücrelerinin bir enzim olarak ürettiği
telomerazlar -mor renkte- (DNA dizilerine (TTAGGG)
eklenen telomerler) onların kısalmasını engelliyor.
[Art: Nicolle Rager Fuller]
75
Telomeraz ve Kanser
Bugüne kadar incelenen farklı tip tümörlerin %85’’inden fazlasında telomeraz aktivitesi tespit edilmiştir. Bu tespit, immortaltümoral hücrelerde telomerazınreaktive olduğunu göstermektedir (1).
M2 safhasındaki hücrelerin telomeraz enzimi regüle olup aktifleşirse telomerin boyu
tekrar uzar. M1 evresini kontrol eden p53,
p21 gibi kontrol proteinleri E6 gibi
viralonkoproteinler tarafından inaktive edilirse, M2 evresine geçerler. Eğer M2 evresinde telomer boyu sabit kalırsa, hücre M2
noktasını da aşar ve hücre immortal hale
geçerek bölünmeye devam eder. Böyle hücreler, telomerazreaktivasyonundan dolayı,
kırılma ve füzyonlara daha yatkın hale gelirler ve böylece onkogen aktivasyonu gösterirler (3,4). p53, pRbinhibisyonu, hücrenin
bölünmesine izin verir fakat hücreyi telomer
krizine sürükler. p53 kaybı nedeniyle hücre
büyüklüğü kontrol edilemez ve kaosa sürüklenen hücre, birçok kanser çeşidine ilk
adımı oluşturur.
“Telomer uzunluğunu arttırarak sonsuz
canlılığa sahip olabilir miyiz?” sorusunu
soran araştırıcılar, kültürü yapılmış insan
hücrelerinde telomeraz genlerinin klonlayarak, 1000 baz çifti sonrasında bile bölünmeye devam ettiklerini göstermişlerdir. Ancak böyle bir işlem yüksek oranda kanser
riski taşımaktadır (5).
Telomer&kanser ve telomer&yaşlanma ilişkilerinin tam olarak oturtulması için yeni
araştırmalara gerek duyulmaktadır. İnsan
telomerazının kansere yol açmadan klonlanması, telomeraz aktivitesini regüle eden
yeni genlerin bulunması ve ölüm ve yaşlanmaya yol açan telomeraz aktivitesi dışındaki
mekanizmaların tam olarak aydınlatılmasıyla beraber kanser tedavisinde yeni gelişmeler beklenmektedir.
Bahar Kuruca
Fatih Üniversitesi Biyoloji Bölümü
Kaynakça:
1.
2.
Sonuç
3.
İnsan primer hücreleri kullanılarak yapılan
deneylerde, telomeraz pozitif olan hücrelerde, yaşlanma özelliğinin ortadan kalktığı ve
hücre bölünmesinin devam ettiği görülmüştür. 20 popülasyon boyunca izlenen hücre
hatlarının büyümenin yanı sıra genö morfolojiye sahip oldukları da gözlenmiştir. Bu ve
benzer deneylerle beraber, telomer kısalmasının hücre uzunluğunun kısalmasında rol
oynadığı doğrulanmıştır (2).
4.
5.
Atlı K., Bozcuk A.N., GERİATRİ 2002,
CİLT:5, SAYI:3, SAYFA:112
Dikmen G., Doğan P., T Klin Tıp Bilimleri 2003, 23:334-341
Bozcuk A.N., Ömür Uzunluğunun Genetik Evrimi. Doğa Bilim Dergisi: Temel Bilimler,1989. Cilt:6, Sayı:3.
Başaran A., Tıbbi Biyoloji Ders Kitabı,
2004, Eskişehir: Pelikan Yayıncılık,
Bölüm:9, Sayfa:262,263.
Klug W.S.,Cummings M.R., Spencer
C.A.: Genetik Kavramlar, (Prof. Dr.
Reyhan Öner Çev.), Bölüm:12, Sayfa:
299
Dergimize
Reklam
Verebilirsiniz.
İletişim:
[email protected]
Telomeraz ve Kanser
Bugüne kadar incelenen farklı tip tümörlerin %85’’inden fazlasında telomeraz aktivitesi tespit edilmiştir. Bu tespit, immortaltümoral hücrelerde telomerazınreaktive olduğunu göstermektedir (1).
M2 safhasındaki hücrelerin telomeraz enzimi regüle olup aktifleşirse telomerin boyu
tekrar uzar. M1 evresini kontrol eden p53,
p21 gibi kontrol proteinleri E6 gibi
viralonkoproteinler tarafından inaktive edilirse, M2 evresine geçerler. Eğer M2 evresinde telomer boyu sabit kalırsa, hücre M2
noktasını da aşar ve hücre immortal hale
geçerek bölünmeye devam eder. Böyle hücreler, telomerazreaktivasyonundan dolayı,
kırılma ve füzyonlara daha yatkın hale gelirler ve böylece onkogen aktivasyonu gösterirler (3,4). p53, pRbinhibisyonu, hücrenin
bölünmesine izin verir fakat hücreyi telomer
krizine sürükler. p53 kaybı nedeniyle hücre
büyüklüğü kontrol edilemez ve kaosa sürüklenen hücre, birçok kanser çeşidine ilk
adımı oluşturur.
Sonuç
İnsan primer hücreleri kullanılarak yapılan
deneylerde, telomeraz pozitif olan hücrelerde, yaşlanma özelliğinin ortadan kalktığı ve
hücre bölünmesinin devam ettiği görülmüştür. 20 popülasyon boyunca izlenen hücre
hatlarının büyümenin yanı sıra genö morfolojiye sahip oldukları da gözlenmiştir. Bu ve
benzer deneylerle beraber, telomer kısalmasının hücre uzunluğunun kısalmasında rol
oynadığı doğrulanmıştır (2).
“Telomer uzunluğunu arttırarak sonsuz
canlılığa sahip olabilir miyiz?” sorusunu
soran araştırıcılar, kültürü yapılmış insan
hücrelerinde telomeraz genlerinin klonlayarak, 1000 baz çifti sonrasında bile bölünmeye devam ettiklerini göstermişlerdir. Ancak böyle bir işlem yüksek oranda kanser
riski taşımaktadır (5).
Telomer&kanser ve telomer&yaşlanma ilişkilerinin tam olarak oturtulması için yeni
araştırmalara gerek duyulmaktadır. İnsan
telomerazının kansere yol açmadan klonlanması, telomeraz aktivitesini regüle eden
yeni genlerin bulunması ve ölüm ve yaşlanmaya yol açan telomeraz aktivitesi dışındaki
mekanizmaların tam olarak aydınlatılmasıyla beraber kanser tedavisinde yeni gelişmeler beklenmektedir.
Bahar Kuruca
Fatih Üniversitesi Biyoloji Bölümü
Kaynakça:
1.
2.
3.
4.
5.
Atlı K., Bozcuk A.N., GERİATRİ 2002,
CİLT:5, SAYI:3, SAYFA:112
Dikmen G., Doğan P., T Klin Tıp Bilimleri 2003, 23:334-341
Bozcuk A.N., Ömür Uzunluğunun Genetik Evrimi. Doğa Bilim Dergisi: Temel Bilimler,1989. Cilt:6, Sayı:3.
Başaran A., Tıbbi Biyoloji Ders Kitabı,
2004, Eskişehir: Pelikan Yayıncılık,
Bölüm:9, Sayfa:262,263.
Klug W.S.,Cummings M.R., Spencer
C.A.: Genetik Kavramlar, (Prof. Dr.
Reyhan Öner Çev.), Bölüm:12, Sayfa:
299
Kuark Bilim Topluluğu:
http://www.facebook.com/kuarkorg
NetBilim Dergisi facebook’ta :
http://www.facebook.com/netbilim
NetBilim Dergisi—Nisan2012– Sayı 13
“Einstein”
ve
Doğruları
Polat Narin
Kuark Bilim Topluluğu
Gazi Üni. Nanoscale Devices and Carrier Transport Group
Klasik fizik ile açıklanamayan birçok deney, bir devrin kapanışının ve modern fiziğin doğuşunun bir göstergesiydi. Einstein bu
yeni devrin neresindeydi?
80
Fizik bilimi, doğayı anlamaya yönelik
maddeyi ve maddenin uzay-zamandaki
hareketini inceleyen aynı zamanda da
madde ve enerji arasındaki ilişkiyi irdeleyen bir doğa bilimidir. Dolayısıyla fizikçiler, doğada hareket eden nesnelerinin hareketlerini inceler ve onları anlamaya çalışır. Yüzyıllar boyu bütün fizikçiler, doğa
ile iç içe olan problemleri çözmeye çalışmaktadırlar ve bu problemlerin çözme girişimleri sonucunda da çok ilginç sonuçlar elde etmişlerdir. 1900’lü yıllara gelene
kadar klasik fizik gözümüzle gördüğümüz
dünyamızdaki çoğu fiziksel olayı açıklamıştır, hatta bazıları için bu yeterliydi bile!
Ancak artık bazı konuları açıklayamadığı
düşünen insanlar da yok değildi. Modern
fizikle tanışma süreci bu dönemlerde başlamıştır. Siyah cisim ışıması, Fotoelektrik
olay, Compton olayı bizlere modern fiziği
tanıtan en önemli deneylerdir. Isıtılan bir
cismin ışınım yaptığı biliniyor ve yayılan
enerjinin, ışımanın dalgaboyu ile olan ilişkisi araştırılıyordu. Buradan çıkacak sonuçlar fiziğe bir yön verecek ve yeni oluşumun temelleri atılacaktı. Bütün dünyada
fizikçiler o dönemi sıkı bir şekilde takip
ediyor ve herkes yeni bir fizik mi doğuyor
diye bekliyordu. Bu yapılan deneyler bu
uzun süren bekleyişi modern fizik ile taçlandırdı. Klasik fizik ile açıklanamayan bu
deneyler, bir devrin kapanışı ve modern
fiziğin doğuşunun bir göstergesiydi.
1900’lü yıllar kuantum fiziğinin başlangıcı
olarak kabul edilebilir. Kuantum kuramının ilk adımı Max Planck tarafından atıldı
aslında ve siyah cisim ışıması, kuantum
fiziğinin doğmasında büyük rol oynadı.
Max Planck siyah cisim ışımasında yayılan enerjinin ışımanın dalgaboyu ile ilgili
ilişkisinde ortaya çıkardığı kendi adının
verildiği Planck sabiti ile fizikteki gelecek
çalışmaları etkiledi. Albert Einstein, kuantum fiziğinin temelinde çok büyük bir rol
oynayan ve yaptığı bütün deneyleri kusursuz bir biçimde açıklayarak, hiçbir deneyin sonucunu şans ile açıklamayan büyük
bir deha olduğunu ifade etmek yanlış olmaz. Einstein, fotoelektrik olayı Max
1921 yılında Albert Einstein Vienna’da ders verirken
Planck’ın Planck sabitinden doğan kuanta
fikrini kullanarak açıkladı ve ışığın tanecikli yapıda olduğu da deneylerle gözlemlenmişti. Bu deneyler, dalga-parçacık ikileminde ışığın parçacıklı yapıda olduğunu
göstermiştir. Dalga-parçacık ikilemi kısaca şöyledir; kuantum mekaniksel olarak,
“Hareketli taneciğin aynı zamanda bir dalga özelliği de vardır.” De Broglie’nin meşhur sözü bu ikilemi açıklamıştır. 1905 yılı
Einstein için ve Fizik için bir dönüm yılıdır. İsviçre de Patent Enstitüsünde çalışırken bu klasik fizikle açıklanamayan bir
çok yanı olan fotoelektrik olayını tıpkı Max
Planck’ın siyah cisim ışıması olayında
yaptığı gibi ama onun fizik bilimine hediye
ettiği kuanta fikrini kullanarak Einstein,
matematiksel olarak açıklamıştı. Sonraları
anlaşılacaktı ki bu açıklama Einstein için
aslında bir kurtuluş olmuştur. Nihayetinde onun ünlü görelilik kuramları yerine
Nobel Fizik Ödülü’nü 1921’de fotoelektrik
olayını kuanta fikrini kullanarak açıklaması nedeniyle kazanmıştır.
Kuantum teorisindeki bu dönüm noktalarından birini klasik fizik dışına çıkarak
açıklayan Einstein tarafından ortaya konulan “Özel Görelilik Kuramı”, mekan ve
zamanın gözlemciye bağlı olarak değişebi-
81
değişebileceğini söylemektedir. Bu kuramın önemli sonuçlarından biri de E=mc2
formülü ki gerçekten çok önemlidir. Madde ile enerjinin birbirine bağlı olduğunu
söyler. Kuantum mekaniksel olarak ışık
hızı mertebesindeki hızlarda geçerli olup,
düşük hızlarda Newton mekaniği ile
uyumludur. Einstein istatistiksel fiziğe de
katkılarda bulunmuştur ve Hintli fizikçi
Nath Bose ile çalışmalara başlamıştır.
Bose bir gazın sıcaklığının mutlak sıfıra
düşürüldüğünde, onu oluşturan atomların kendi özelliklerini kaybedip, tek dev
bir atoma dönüşeceğini söylemiştir. Bose
bu metodu fotonlar için yapmıştır.
Einstein ise bunu ayırt edilemeyen parçacıklar için genellemiştir. Einstein etkileşmeyen bu parçacıklardan oluşan bozon
gazının tek bir kuantum durumunda yoğunlaştığını belirtmiştir.
Max Planck 1900’lü yılların başında siyah
cisim ışımasında kuanta fikrini ortaya
koyduktan sonra yani kuantum fiziğinin
temeli için bir zemin hazırladıktan sonra;
Einstein, Schrödinger, Bohr, De Broglie,
Dirac gibi önemli bilim adamları tarafından geliştirildi ve açıklandı. Kuantum kuramının geliştirilmesi ve ne olduğunun
anlaşılması için yenilikçi fizikçiler bütün
bilgi birikimlerini ortaya koymuş ve neticesini kuantum fiziği ile almışlardır.
Kuantum fiziği, kuantum düşünce yapısı
ve kuantum mekaniğinin harmanlanması
ile ortaya çıkmış ve bu düşünce yapısının
temelinde Albert Einstein da fotoelektrik
olayını matematiksel olarak ifade etmesiyle yer almasına rağmen sonraları kuantum fiziğinin en önemli ilkelerinden biri
olan belirsizlik ilkesine “Tanrı zar atmaz”
deyimiyle de karşı çıkmıştır. Yine de
Einstein, kuantum düşüncenin oluşmasına katkıda bulunurken onun en önemli
düşünce deneyi olan Görelilik Kuramı’nı
iyi açıklamıştır ve bu Einstein için çok büyük ilerleme olmuştur.
Albert Einstein, bilimde doğru işlerin yanı
sıra hatalar da yapmış olabilir. Kendisini
çok daha iyi yerlere getirecek olan sonuçları aslında bulup, kendi kuramına ters
olduğu için kabul etmeyen bir fizikçidir
aslında Einstein. Görelilik denklemlerini
oluştururken, Einstein bir şeyi fark etti
evren genişleyerek büyüyordu. Ancak
Einstein bu durumu kabul etmedi. Kendi
kuramının temelinde, sabit evren modeli
yatıyordu ve bütün denklemleri ona göre
düzenlemişti. Ancak bir gerçek vardı ki
evren genişliyordu. Einstein bu durumu
denklemlerdeki bir hatadan dolayı yaptığını düşünmüş ve ona kozmolojik sabit getirerek çözüm bulmuştur. Fakat Hubble
Uzay Teleskobu’nun yaptığı gözlemler sonucunda oluşturulan denklemlerde kozmolojik sabitin olmadığı söylenmiştir.
Einstein bu durumdan “hayatımda yaptığım en büyük hata” diye bahsetmiştir.
82
deneyin sonuçlarının ilk duyurulduğu zamanlarda tüm medyada yer alan Einstein
yanıldı mı gibi başlıkların ne kadar yanıltıcı olduğu son zamanlarda CERN’den yapılan açıklamalarla ortaya konmuştur.
Ancak yine de nötrinoların ışıktan hızlı
olup olmadığı test edilecek farklı deney
ortamlarında… CERN yaptığı açıklamada
Mayıs ayında tekrar ölçüm alacağını duyurmuştur. Nötrinolar ile ilgili deneyler
diğer farklı ortamlarda devam edecek ve
belki de farklı deney ortamlarında tekrarlanan deneylerin yine aynı sonuçları vermesi durumunda Einstein tekrar yanılmış
olabilir ancak bunun olma ihtimali oldukça düşüktür. Diğer yandan da
Einstein’in özel görelilik ve genel
görelilik kuramları yadsınamaz
bir şekilde evrenimize olan bakışımızı değiştirdiği gerçeğini değiştirEinstein, kozmolojik sabit hatasını kabul meyecektir hiçbir şey!
etmiş olmakla birlikte hala şüphe duymaya devam etmiştir. Einstein’nın hataların- Polat Narin
dan diğeri ise “belirsizlik prensibi” olarak Kuark Bilim Topluluğu
bildiğimiz ilkedir. 1927 yılında başlayıp, Gazi Üni. Nanoscale Devices and
1930’lara kadar süren Solvay kongresinde Carrier Transport Group
Niels Bohr ile yaptığı kuantum mekaniksel
tartışmalar Einstein’ı yine bir hataya sü- Kaynaklar:
rüklemekteydi. Einstein’a göre “Tanrı zar 1.
http://www.kuark.org/2012/02/
atmaz” düşüncesi geçerliydi. Ancak kuan- i s i k t a n - h i z l i - n o t r i n o - d e n e y l e r i n d e tum mekaniksel olarak iki fiziksel niceli- kusurlar/
ğin aynı anda sıfır hata ile ölçülmesi 2.
https://www.anadolu.edu.tr/aos/
mümkün değildi. Heisenberg bunu açıkla- kitap/IOLTP/2279/unite02.pdf
mış ancak Einstein buna karşı çıkmıştı. 3.
http://www.kuark.org/2011/11/
Niels Bohr ile sürekli bu konu hakkında fotoelektrik-olayi-ve-sonuclari/
tartışıyordu ancak ikna olmuyordu. Sonuçta Einstein yine yanılmıştı.
Einstein, yaptığı çalışmalarla fiziğe katkısını göstermiş ve açıkladığı sonuçlarla
kendisini kanıtlamıştır. Ancak doğruların
yanında elbette yanlışları da vardı. Son
günlerin tartışma konusu olan ışıktan hızlı nötrinolar, bir anda fizik dünyasını heyecanlandırmıştır.
OPERA
deneyinde
nötrinoların ışıktan hızlı olduğu sonucu
çıksa da kardeş deneyi olan aynı
nötrinolarla deney yapan ICARUS deneyinde ise tam tersi bir sonuç elde edilmesi
büyük tartışmalara da neden olmuştu. Bu
83
NetBilim Dergisi—Nisan2012– Sayı 13
Dünya’nın
İlk
Tek Atom Transistörü
Gökhan Atmaca
Gazi Üni. Nanoscale Devices and
Carrier Transport Group
Kuark Moleküler NanoBilim Araştırma
Gelecek kuantum hesaplama ve kuantum bilgisayar teknolojileri için çok önemli
bir basamak olan tek atom transistöründe yıllardır teorik yapılan çalışmaların sonucunda artık gerçekte üretilmiş, mükemmel bir atomik hassasiyete sahip silikon kristali üzerine fosfor atomlarından oluşan bir tek atom transistörü ilk defa
yapıldı.
84
M
rabilmeyi -bu gerçekten de ihtiyacımız
olan bir şeydi- ve aynı zamanda da geçiti
oluşturabilmeyi sağladı.”
Elektrodlar arasına uygulanan bir voltaj
birbirine dik elektrodlarda bir akım indükler.
UNSW’den bu araştırma grubu ultra yüksek vakum çemberi içindeki kristalin yüzeyinde atomları manipüle etmek ve görmek
amacıyla bir taramalı tünellemeli mikroskop (STM) kullandılar. Bir litografik süreç
kullanılarak, araştırmacılar kristal üzerinde fonksiyonel aygıtlar içine fosfor atomlarını düzenlediler ve sonra onları bir reaktif
olmayan hidrojen ile kapladılar.
Hidrojen atomları hassas olarak belirlenen
bölgelerde mikroskobun (STM) süper-iyi
metal ucu ile seçilerek kaldırıldı. Bir kontrollü kimyasal reaksiyon sonrası silikon
yüzeyi içindeki fosfor atomları katılır.
Son olarak, dört fosfor elektrodu ve
bir tek fosfor atomundan oluşan bu
yapı bir silikon katmanı ile kapsüllü
hale gelir ve bu aygıtın elektriksel teması metalik bağları hizalamak amacıyla silikon çip üzerindeki sıralanmış
işaretçilerden bir karmaşık bir sistem
kullanılarak sağlanmış olur. Bu aygıtın elektronik özellikleri tek bir fosfor
atom transistörü için yapılan teorik
yaklaşımlarla oldukça uyumlu çıktı.
Bu transistörlerin Moore Yasasına
ayak uydurarak yaklaşık 2020 yılında tek atom seviyesine ulaşılacağı
tahmin ediliyor. Moore Yasası, her 18
Bu tek atom transistörün STM'deki görüntüsüdür. Fosfor ayda bir çip bileşenlerin sayısının iki
atomları kırmızı olan bölgelerdedir. Credit: ARC Centre
katına çıkacağını öngören bilgisayar dofor Quantum Computation and Communication.
nanımında devam eden süreci tanımlar.
Bu büyük gelişme bunu (Moore Yasasıarama yapmak zorundaydılar ya da çalış- na uymayı) mümkün hale getirecek teknomalarından birini izole etmek amacıyla lojiyi geliştirdi ve aygıtların atomik sınıra
çok atomlu aygıtları ayarlamak.
ulaştıktan sonra nasıl davranacaklarına
Mikroskopik aygıt yüzeyini aşındıran çok dair üreticilere değerli bilgiler de verdi.
küçük görülebilir işaretleyicilere sahiptir
yani araştırmacılar metal kontaklarla bağ- Gökhan Atmaca
http://twitter.com/kuarkatmaca
lantı kurabilir ve bir voltaj uygulayabilir.
Araştırmanın lideri UNSW’den Dr. Martin Kaynak:
Fuechsle çalışmaları ile ilgili olarak, “ Bi- http://www.nature.com/nnano/journal/
zim araştırma grubumuz gerçekten de ne- vaop/ncurrent/full/nnano.2012.21.html
redeyse atomik hassasiyetle bir fosfor atomunu bir silikon ortamı içine konumlandıikro-mühendisliğin dikkate değer bir başarısı olarak New
South Wales Üniversitesi
(UNSW) fizikçileri bir silikon kristalinin
içerisine hassas bir şekilde yerleştirilen
tek bir atomu içeren çalışan bir transistör
yaptılar.
Çok küçük elektronik aygıt, bugünlerde
Nature Nanotechnology dergisinde yayınlanan bir yayında tanımlandı. Bu aygıt,
atomik ölçek elektrotlar ve elektrostatik
kontrol geçitleri arasında düzenlenen birbirinden ayrı fosfor atomunu aktif bir bileşeni olarak kullanır. Bu benzeri görülmemiş atomik hassasiyet eşsiz hesaplama
verimliliğine sahip gelecekteki bir kuantum bilgisayarın temel bir yapıtaşı olabilir.
Şimdiye kadar, tek atom transistörlerin
gerçekleştirilmesi için tek bir şansı vardı;
araştırmacılar ya çok sayıda aygıt üzerinde
85
NetBilim Dergisi—Nisan2012– Sayı 13
Biyomedikal Uygulamalar İçin:
Grafen Kuantum Noktalar
Damla Polat
Gökhan Atmaca
Kuark Moleküler NanoBilim Araştırma
Rice Üniversitesi'nin bir laboratuvarında grafen kuantum noktaları yaygın olarak
bilinen karbon fibere dönüştürmenin bir yolunu buldu. Grafen kuantum noktalar
elektronik, optik ve biyomedikal uygulamalarında yararlı olması beklenen özellikleri ile çok çok küçük madde lekeleri/zerreleri şeklinde tanımlanabilir.
86
R
ice Üniversitesi'nden malzeme bilimci Pulickel Ajayan, Çin, Hindistan, Japonya ve Teksas Tıp Merkez'lerinden çalışma arkadaşları ile bir işbirliği içinde grafen kuantum noktalar
yapmanın daha önceki tekniklerden daha
da basit hâle getiren bir adımlı kimyasal
süreci keşfetti. Bu çalışmanın sonuçları
Amerikan Kimya Derneği'nin dergisi Nano
Letters'da 2012 yılının Ocak ayında yayınlandı.
Grafen katmanların elektron demeti litografisi veya kimyasal bozulma kullanılarak
spesifik elektronik ve ışık saçan özellikleri
ile grafen temelli kuantum noktalar yapmak için çok sayıda girişim olmuştu.
Ajayan ve çalışma arkadaşlarının çalışmalarında karbon fiberler içinde grafitli karbon nanoalanların zaten var olduğundan
dolayı bunları daha ucuz ve bol bir şekilde
kullanmayı amaçladılar.
1980 yılında keşfedilen kuantum noktalar
bir boyut ve şekle bağlı band aralığı içeren
yarıiletkenlerdir. Kuantum noktalar bilgisayarlardan, ışık yayan diyotlar (LED), güneş hücreleri ve medikal görüntüleme aygıtları için laserlere kadar varan bir uygulama aralığında umut verici yapılardır. Bu
çalışma içerisinde Rice Üniversitesi'nde
keşfedilen kuru kimyasal süreç aracılığıyla
bulk (yığın) olarak üretilen 5 nanometre
altı karbon temelli kuantum noktalar yüksek çözünürlüğe sahip ve onların boyutları
onları oluşturan sıcaklık aracılığıyla da
kontrol edilebilir.
Oksidize karbon fiber ile ilgili bir deney
sırasında bir aktarımlı elektron mikroskobu ile bir kaç damlalık bir çözeltiye baktıkları sırasında karbon fiberin kimyasal işlemi aracılığıyla çıkartılan grafenin oksidize
olmuş nanoalanlarda bu kuantum noktaları görmelerini "tamamen sürpriz" olarak
niteleyen araştırmacılar. Bu nanoalanları
ya da grafen parçalarından oluşan zerreleri kuantum noktalar olarak tanımlamışlar
ama onlar üç boyutluydu, yani tam anlamıyla grafen kuantum disk gördüklerini
ifade ettiler. Diğer tekniklerle kuantum
noktaları oluşturmanın hem haftalar aldığı
hem de pahalı olduğu bir dönemde ticari
olarak yaygın olan karbon fiber malzeme-
Bu aktarmalı elektron mikroskobu görüntüsünde görülen siyah lekeler Rice Üniversitesi’nde kuru bimyasal süreç aracılığıyla üretilen grafen kuantum noktalarıdır.
sinin nispeten ucuz olduğu düşünülürse
bu yöntemin çok sayıda grafen kuantum
noktalar üretmek için büyük bir avantaj
sağlayacağı düşünülmekte.
Bu kuantum noktaların büyüklüğü ve
böylece onların fotolüminesans özellikleri
nispeten düşük sıcaklıklarda onların işlenmesiyle kontrol edilebildiği araştırmanın bir diğer bulguları arasında. Sıcaklığı
80'den 120 dereceye değiştirdiklerinde,
kuantum noktaların 120 derecede mavi,
100 derecede yeşil ve 120 derecede sarı
renkte ışıldadıkların gözlemişler. Grafen
kuantum noktaların bu tür özellikleri ise
tıbbi görüntüleme, protein analizi, hücre
izleme ve diğer biyomedikal uygulamalar
için büyük bir potansiyeldir. Bir atom kalınlığında olan grafen malzemesinin elektronik devrimindeki olağanüstü gelişimine
bu çalışma da yeni bir boyut kazandırmış
gibi görünüyor.
Damla Polat—Gökhan Atmaca
Kaynak:
http://www.physorg.com/news/2012-01graphene-quantum-dots-big-small.html
87
Kutup Buzulları Eriyor!
Photo by Sarah Das, Woods Hole Oceanographic Institution
Kuark Bilim Topluluğu
“Türk Gençliği, Geleceği İçin Çalışıyor!”