son gladyo - FarukArslan.com

Transkript

son gladyo - FarukArslan.com
ALMAN DERİN DEVLETİ’NİN GİZLİ TARİHİ
SON GLADYO: KILIÇ
FARUK ARSLAN
TANITIM
Avrupa’da artan ırkçılığın merkezi olan Almanya’da, Gladyo’nun Derin Devleti Kılıç,Alman
Gençliği Birliği (BJD) ile yabancı düşmanlığını körüklüyor. Son Gladyo olarak tasfiye
edilmeden kalan Kılıç, Ergenekon’ı da yönetir vedaha derindir. Almanya’nın Amerikan
çıkarlarına hizmet eden Kılıç’tan kurtulma kararı alması halinde Ergenekon sürecinde olduğu
gibi ortaya kirli Alman ve Amerikan bağırsakları dökülecektir. Gurbetçilerimize yönelik
işledikleri cinayetler deşifre olan Kılıç’ın Almanya’da BND’nin BKA, GSG9 gibi birimleri ve
Neo Nazi Partisi NPD’nin 64 bin üyesi var. Şimdi NPD’nin kapatılması tartışılıyor. Alman
Anayasa Mahkemesi, NPD’nin kapatılmasına karşı çıkıyor, çünkü alman Anayasa
Koruma Örgütü’nün bunların içinde çok sayıda ajanı var, onların açığa çıkmasından korkuluyor.
Derin Almanlar, uzun süredir vakıfları aracılığıyla, Türkiye`nin, etkin, dinsel ve mezhepsel
farklılıklarını ele alıyor, bu farklılıkları derinleştirerek ulus devleti zaafa uğratmaya çalışıyorlar.
Türkiye`de cumhuriyetin kuruluş felsefesi olan Kemalizm’in iflas ettiğini ve bu haliyle Avrupa
Birliği’ne alamayacaklarını her fırsatta dile getiriyorlar. Türk ulusunun uyduruk ve yapay
olduğunu empoze ediyorlar. Ayrıca Türkiye`deki, yerel yönetimlere işlerlik kazandırıp, federatif
sistemi Türkiye`de tanıtmak ve yerleştirmek, ülkemizde yerli köprübaşları oluşturmak için, çaba
sarf ediyorlar.
Almanya’da 2000’li yıllardan beri derin ve organize işler konuşuluyor. Bu kitapda şu üç soruya
yanıt veriliyor:
Asıl soru: Türkiye’de Alman vakıfları ve derin devleti Kılıç’ın üç atlısı olan BND, BKA ve
GSG9 acaba Türkiye’yi kaosa sokmayı amaç eden Ergenekon soruşturmasının neresinde yer
alıyor? Yoksa yer alamıyor mu?
İkinci temel soru: Acaba Türkleri hedef alan cinayetler, Alman makamların söylediği gibi
gerçekten yasadışı faaliyet gösteren bir çetenin işi mi? Yoksa Alman derin devletinin
İslamfobisiyi kullanarak gurbetçilerimizi kovmak için gerçekleştirdiği bir siyasi ve stratejik seri
operasyon mu?...
Üçüncü ana soru: Tüm NATO ülkelerinde Soğuk Savaş döneminin Gladyoları ortaya çıkarıldığı
ve tasfiye edildiği halde Alman derin devleti Kılıç’a neden kimse dokunamıyor? Alman
Gladyosu ile Türk Gladyosu Ergenekon arasındaki ilişkileri sorgulamalıyız.
Alman Gladyousu ortaya çıktığında Alman ekonomisi krize girecek, politik ortamı allak bullak
olacak ve sonuçta Avrupa Birliği en geç 2020 yılında çökecektir…
Alman Derin Devleti ve İstihbaratı peşime 2000 yılı başında Ankara’da bir Alman ajan takana
kadar ülkemizde ve diaporada yaptıklarından habersizdim. Ben Alman ajan Şermin’i değil, o
beni bulmuştu. Bu kitapda okuyacağınız bilgileride ben bulmadım, onlar beni buldu…
FARUK ARSLAN Kimdir?
12 Nisan 1969′de Ankara’da doğdu. Alanya nüfusuna bağlı olmakla beraber aslen Çorumludur. 3
yıllık GATA Sağlık Astsubay Hazırlama Okulu’ndan 1986′da mezun oldu. Sağlık Astsubay Sınıf
Okulu’dan mezun olmaya 3 ay kala 1987′de ayrıldı. Azerbaycan Üniversitesi Uluslararası
İlişkiler bölümünü bitirdi. Hazar’ın Statüsü konusunda tez yazarak 1997′de ‘Uluslararası
Hukukçu’ ünvanını kazandı. Kanada’da Centennial College’den 2008’de ‘Sosyal Toplumcu’
diplomasıyla mezun oldu. Toronto’da York Üniversitesi’nde Sosyoloji alanında yüksek eğitim
gördü ve 2011′de mezun oldu.
Arslan, Karabağ, Çeçenistan ve Abhazya savaşlarını yakından takip etti. Hazar’ın enerji
rezervleri ile ilgili yazdığı 3 binden fazla haber ve makale Türk ve yabancı basında yayımlandı.
Azerbaycan Zaman Gazetesi’nde muhabirlik, haber müdürlüğü ve köşe yazarlığı yaptı. CHA
Azerbaycan temsilciliğini 3 yıl yürüttü. 2 yıl süresince Türkiye’de yayımlanan Zaman
gazetesinde Bakü Mektubu adlı köşeyi yazdı. Azerbaycan’da yayımlanan ilk çocuk gazetesi
Tomurcuk’un kurucularından oldu. Zaman gazetesinde 2000 yılı sonuna kadar Ankara’da
diplomasi, Yurtdışı Baskılar, dış politika ve enerji muhabirliğini yürüttü. 14 ülkede basılan
Zaman’lara yönelik özel araştırma dosyaları hazırladı. Türk dünyası özel muhabirliği yaptı.
2000-2001’de Kanada Zaman gazetesi temsiciliği görevini üstlendi, Toronto muhabiri olarak
çalıştı. Kanada Türklerinin posta ile dağılan ücretsiz haber dergisi Sunrise’ı kurdu ve bir yıl
boyunca editörlüğünü yürüttü. 1998-2004 periyodunda Ali Alperen mahlasıyla sırasıyla Gündüz,
Muhalif, Gelecek Gazetesi, Hür Gelecek gazetelerinde köşe yazdı 2008 ile 2011 arası, kendi
ismiyle Milli Ocak haber portalında köşe yazısı yazdı. 2004 yılllarında Metafizik Magazin
dergisinde yazıları yayınlandı. 2004’den beri Kanada’da beş bin tirajla yayımlanan
Canadatürk’te aralıksız olarak, 2006’dan beri Almanya’da yayımlanan Platform dergisinde köşe
yazarlığı yapıyor. 2000’den 2006′ya kadar aralıksız her gün makaleler yazarak, sonsaniye.net
gibi çeşitli İnternet medyasında köşe yazılarıyla haberciliğini sürdürdü.
Ergenekon örgütünü tüm yönleriyle 2001′den beri sık sık yazan ve ortaya çıkartan ilk
gazetecidir. 2005 yılında yazdığı ‘Vadi’nin Şifresi Çözülüyor’ adlı kitabı, eski Ergenekon’dan
yeni Ergenekon’a geçilen süreci deşifre ettiği için Ergenekon çetesi tarafından
toplatılmıştır. Ergenekon’un karakutusu Tuncay Güney’i ilk defa Toronto’da bulan, röportaj ve
haberleriyle 2006 ve 2007 yıllarında meşhur eden isimdir. Ölüm kuyuları ve Asit kuyuları olarak
bilinen JİTEM kuyuları, Arslan’ın Karakutu Tuncay Güney kitabında verilen bilgiler savcılık
tarafından ihbar ve delil kabul edilerek açılmıştır. Halen Mason Bektaşiler kitabı, ABD, İngiltere
ve Türkiye’de üniversitelerde doktora tezi konusu olarak incelenmektedir.
Evli ve iki çocuk babası olan Arslan, Kanada ve Türk vatandaşı olarak Kanada’da gazetecilik
yaşamını sürdürüyor. Arslan, iyi derecede İngilizce, Almanca ve Azerice biliyor. 4 tanesi
İngilizce, 5 tanesi basılmayı bekleyen kitap çalışması ve yayınlanmış 16 eseriyle toplam 21
eseri bulunmaktadır. İngilizce eserlerinden ikisinin Türkçe tercümesi henüz yapılmamıştır.
Yayımlanmış Eserleri:
 Matrix’in 11 Eylül Kurgusu, Q-Matris Yayınevi, Nisan 2004.
 Hazar’ın Kurtlar Vadisi: Petrol İmparatorluğunda Güç Savaşları, Karakutu Yayınları , Nisan
2005, Ağustos 2006.
 Net Kırılma: Evenjelik Harbin Kurgusu, Karakutu Yayınları, Nisan 2005.
 Petrol Satrancı, Lulu Publisher, Nisan 2006.
 Kanada’ya Gelmenin Yolları-Kurtar Bizi Kanada, Lulu Publisher, Haziran 2006.
 Mesih’in Hızır’ı Barnaba: Hristiyanlığın Gizli Tarihi, Karakutu Yayınları, Kasım 2006.
 Keşmir’de Hz. İsa Efsanesi, Karakutu Yayınları, Aralık 2006.
 Vadi’nin Şifresi Çözülüyor,Evreca Yayınevi, Temmuz 2005.
 Kurtlar Vadisi Fenomeni, Lulu Publisher, Eylül 2006.
 Karakutu Ergenekon’un Karanlık İsmi: Tuncay Güney, Karakutu Yayınları, Kasım 2008.
 Mason Bektaşiler, Karakutu Yayınları, Nisan 2009. Mayıs 2010.
 Van Gölü Canavarı JİTEM. Lulu Publisher, Mayıs 2011.
 Gurbette Aykırı Konuşmalar, 15 Tarihi Röportaj. Lulu Publisher, Haziran 2011.
 Türkistan ve Ötesi, Gezdiklerim, Gördüklerim. Lulu Publisher, Temmuz 2011.
 Esra’rlı Coşkun Sosyolojik Analizler, Lulu Publisher, Ağustos 2011.
 Teşkîlât-ı Ergenekon, Lulu Publisher, Ağustos 2011.
 Kanadalı Müslümanlar, Mühtediler, Türkler, Lulu Publisher, Ağustos 2011.
 Son Gladyo: Kılıç.
İngilizce Eserleri:
 September 11 Fiction of Matrix (English), Lulu Publisher, June 2005 and 2011 Edition is
worldwide available all bookstores.
 Narratives on Canadian Muslims, Reverts, Turks (English) Lulu Publisher, June 2011.
 Sociological Writings in the Canadian Perspective (English) Lulu Publisher, June 2011.
 Merchant Splitting and Processing Plant Business Plan, (English) Lulu Publisher, June 2011.
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ : Son Gladyo Kılıç ve Gurbetçilerimiz!
TAKDİM: Alman Derin Devleti Kılıç, Son Gladyodur!
GİRİŞ: Almanya Üzerine Sosyolojik Anekdotlar
BİRİNCİ BÖLÜM : Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye savaşı!
İKİNCİ BÖLÜM: Kılıç’ın Mağduru Dr. Necip Hablemitoğlu
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: Alman Derin Devletinin Akıncıları: Alman Vakıfları
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: Almanların Kürt, CHP ve Deniz Feneri İlgisi
BEŞİNCİ BÖLÜM: Osmanlı’da Alman Derin Devleti
ALTINCI BÖLÜM: Alman Derin Devletinin Baronu: RUDOLF VON
SEBOTTENDORFF
YEDİNCİ BÖLÜM: Alman İstihbarat Örgütleri ve Naziler’in Gizemli Örgütleri
SEKİZİNCİ BÖLÜM: Gehlen Örgütü ve Almanya
DOKUZUNCU BÖLÜM Gehlen Sonrası Alman Derin Devleti
SON BÖLÜM: ABD Derin Devleti ve Kılıç’ın Yabancı Düşmanlığı
KAYNAKLAR
ÖNSÖZ
Son Gladyo Kılıç ve Gurbetçilerimiz!
Şahsen, Alman istihbaratı ile ilk tanışmam Şermin adında gazeteci görünümlü bir ajanları
vasıtasıyla olmuştu. Yeni Şafak gazetesinde diplomasi muhabiri olarak çalışıyordu ve Milli
Gazete’den bir Türk genci ile Mersin’in Mut ilçesinde daha yeni evlenmişti. Asıl adı Sonja idi.
Alman kraliyet ailesi Habsburg’un Bosna Hersek kolundan geliyordu. Anneannesi Habsburg
hanedanına gelin olarak gitmişti. Babasının Almanya’da halen bir şatosu, üzüm bahçeleri ve
şarap fabrikası vardı. 8 dil biliyordu ve bunlardan 6 tanesini anadili gibi konuşuyordu. Almanca,
Türkçe, Boşnakca, İngilizce, Hırvatca ve Sırbcası mükemmeldi. Yahudi Hebrew dilini ve
Fransızcayı anlıyordu. Böyle bir muhabire Yeni Şafak’ın verdiği asgari ücret tuhafıma gitmişti.
2000 yılı başında birden en iyi gazeteci arkadaşım oluvermişti. Almanca bilmem nedeniyle bana
her geçen gün daha da yakınlaştı. Artık bana ‘dokturcum’ diye hitap ediyordu.
Şermin sayesinde Alman istihbaratının Ankara’daki tüm merkezlerine, büyük yatırımlarına,
vakıflarına, enstütülerine ve büyükelçiliğine serbestce girdim, çıktım. Almanların Türkiye’deki
yatırımlarını reklam eden bir haftalık geziye katıldım. Bursa, Eskişehir ve Kocaeli ayakları çok
etkileyiciydi. Bosh’un fabrikasını gezerken, Alman derin devletinin ülkemize ne kadar sağlam
girdiğini fark ettim. Almanya’nın Ankara Büyükelçiliği tarafından 2000 yılının Eylül ayının son
haftası ve Ekim ayı başında bir grup gazeteci ile birlikte resmen Almanya’ya davet edildim. Tüm
bunları ayarlayan, beni kafalayan Şermin idi. Salak rolünde bilgi toplamak hoşuma gidiyordu.
Bende zokayı yutmuş bir balık görüntüsü verdim. Almanya hükümetinin resmi davetlisi olarak
gittiğim ‘Almanya'da Göç, İltica ve Alman Hukuk Devleti' konulu, bir haftalık Almanya gezisi
bana Almanların gücü ve oyunları konusunda aydınlattı. Diğer süper güçler karşısında
küçümsediğim Almanların daha derin çalıştığını gözlemledim. Gözüm açıldı.
Almanya’nın Berlin kentinde Cem Evi’ni ve PKK’nın açtığı anaokulunu 1 Ekim 2000’de
ziyaretimden sonra kafamda bu kitabı yazma fikri oluştu. Alman BND, Adalet ve İçişleri
bakanlığının üst düzy bürokratları,politikacıları ve sivil toplum örgütleri ile direct görüşmeler
ayarlanmıştı. Yeşillerin liderleri Cladio Roth ve Cem Özdemir’den derin bilgiler aldım.
Almanya’nın PKK’yı yönettiğine Hamburg’da Doğu Enstütüsü Müdürü Udo Steinbach’ı
ziyaretden sonra kesinlikle anladım. Bu eser, aslında 12 yıl gecikmiş bir kitapdır. Doç. Dr. Necip
Hablemitoğlu’nun Alman istihbaratı tarafından öldürülmesi nedeniyle yazımını sürekli
erteledim. Zaten kısa bir yoklamadan sonra basmaya cesaret edecek yayınevi bulamayacağımı
kavramıştım. Hemen hepsi, ‘hayatına mı susadın’ diyordu. Şimdi zamanı geldi.
Son Almanya Gladyosu Kılıç’ın dağıtılması artık zaruridir. Zaten Avrupa Birliği 2020 yılında
çökmeye mahkumdur. Şermin’in Alman ajanı olduğunu bize söyleyen gazeteci ve yazar Fehmi
Koru’dur. Peki neden onu Yeni Şafak’ta işe almıştı. Az kalsın kendi ellerimle Şermin’i Zaman
gazetesine sokacaktım. Bir saatlik iş mülakat görüşmesinden sonra köşe yazarlarımız Tamer
Korkmaz ve İbrahim Öztürk’ün bana ilk sitemi şu oldu: Faruk, nereden buldun bu Alman
ajanını? Ben onu değil, o beni bulmuştu. Bu kitapda okuyacağınız bilgileride ben bulmadım,
onlar beni buldu… Almanya’nın Türkiye ilgisinin nedenleri oldukca çeşitlidir.
Bazı Almanlar, atalarının Anadolu’dan göç ettiğine inanıyor, Cermen ırkının bir zamanlar Fırat
ve Dicle nehirleri arasında yaşadığını ileri sürüyorlar. Bu tesbiti, ‘Türkiye Kürtleriyle yakından
ilginiyorsunuz da neden İran, Irak ve Suriye Kürtleri ile ilgilenmiyorsunuz?’sorum üzerine Udo
Steinbach yapmış ve eklemişti. AB’ye girmek isteyen sizsiniz, size değiştirip dönüştürmeden,
Kemalizm’in diktatörlüğünü sona erdirmeden Türkiye’yi içimize alacağımızı mı sanıyordunuz?
Doğrusu oldukca açık sözlüydü. Almanya’nın Ankara Büyükelçisinin odasında neden
Türkiye’nin etnik haritasının bulunduğunu bile sordum. Muhatabımı epey terlettim. Bizle birlikte
olan DSP’nin eski lideri MasumTürker’in kardeşi, o dönemde Nokta Dergisi Ankara temsilcisi
olan Turgay Türker şunu söyledi: Helal olsun Faruk! Almanların dersini verdin. Bundan sonra
kendine dikkat et, bu adamlar peşini bırakmaz. Bizi verdikleri çok gizli ve derin bilgilerin esiri
haline getiriyorlar. Alman derin devletine dersini verecek güçte değiliz, bize tepeden bakıyorlar.
Ekonomi kötüye gidince ‘sonradan gelme müslüman göçmenler’ Avrupa’da hedef haline
gelmeye başladı. Artan ırkçılığın merkezleri Almanya ve Fransa. 2008’den beri ateşi yükselen
ırkçılık, ayrımcılık ve İslamfobi’yi körükleyen saldırılar nedeniyle 90 bin vatandaşımız ülkemize
geri döndü. Zaten amaçta Türkleri korkutmak, sindirmek ve Türkiye’ye geri dönmelerini
sağlamaktı. Ancak bunlar Almanların gitmesini istediği Türkler değildi. Daha çok “Kaliteli
Türkler”, okumuş, meslek sahibi ve diplomalı Türkleri kaçırmayı başardılar! Beyin göçü artık
tersine, lehimize çalışıyor. Okumuş çocuklar, hormonlu ırkçılığın ardındaki gizli elleri gördü.
NATO çerçevesinde kurulan Gladyo’nun, Alman Derin Devleti’nde karşılığının adı Kılıç’tır,
yani Alman Gençliği Birliği (BJD). Dış istihbarata bakan Federal Haber Alma Servisi (BND),
Askerî İstihbarat Servisi (MAD) ve iç istihbarata bakan Anayasayı Koruma Teşkilatı’nın
(Verfassungsschutz), artık Alman medyasında süren tartışmaların merkezinde yer alıyor.
Anayasayı Koruma Teşkilatı’nın beş binden fazla çalışanı ve 300 milyon avro bütçesi var ve
parlamentoya hesap vermek zorunda. Almanya’da Türklere yönelik Ekim 2011 işlenen 8 Nazi
cinayetlerinde çıban patladı. Gurbetçilerimizi hedef alan cinayetler deşifre olunca Alman
istihbaratı BND’nin gizli hücre orduları sayılan BJD, BKA ve GSG9, nihayet tartışılmaya
başlandı. Hessen Anayasayı Koruma Örgütü’nün ( MİT’in bölge şubesi gibi düşünün) bir
elemanının da 6 cinayette olay yerinde olduğu ortaya çıktı. Aramada 88 kişilik ölüm listesi
ortaya çıktı. Bonn Başkonsolumuz, çoğu dindar müslüman, sivil toplum örgüt lideri olmak üzere,
Türk diasporasının beyin takımı hedefteydi. Nazi cinayetlerin arkasındaki Alman derin devleti,
nefret uyandırdı. Sağduyulu, Türkleri seven Almanlar şimdi utanç içinde, nasıl özür
dileyeceklerini bilemiyorlar.
Yakın dostum Prof. Faruk Şen, 2008 yılında Türkiye’deki Referans gazetesinde yayınlanan
“Avrupa’nın yeni Yahudileri-Türkler” yazısı nedeniyle Alman hükümeti tarafından Türk
Araştırmaları Merkezi’ndeki görevinden alınmış ve daha sonra Türkiye’ye dönmüştü. Şen halen
Türkiye’de bir Alman Üniversitesi kurmak için çalışan TAVAK Vakfı’nın başkanı. Aydın,
demokrat bir akademisyendir. Şu görüşleri savunuyor: Türkiye’nin Almanya’daki Türklere karşı
yıllardır sürdürdüğü “vurdumduymazlığın” da payı var. Almanya’da yıllardır çok sayıda, 80
kadar MİT mensubu var. Bunların da Türklere yönelik bu cinayetlerin peşine düşüp, sorumluları
bulması gerekirdi. Dışişleri de konuyla daha yakından ilgilenmeliydi. Almanya’da beyin takımı
Türkler geri dönüyor ama en fakir en alt tabaka ve Alman devlet yardımından, sosyal kasalardan
para alarak yaşayan Türkler kalıyor. Onlar dönemiyor. Bu kesim Almanya’daki Türklerin
yaklaşık yüzde 40’ını oluşturuyor. Bunların yüzde 30’u da işsiz durumda. Bu yoksul kesim
arasında Almanlara dönük öfke ve tepki de artıyor. Daha agresif hale gelme ihtimalleri var. Bu
da Almanların başına yeni sosyal sorunlar açabilir. Neo Nazilerin özellikle küçük işletme
sahipleri ve dönercileri hedef alması da, onların küçük iş sahiplerini korkutup kaçırmak amacını
ortaya koyuyor. Ancak Türkler bu tip korkutmalara çok da papuç bırakmıyor. Halen
Almanya’da 77 bin Türk küçük işletmeci var. Bunların 15 bin kadarı da Türk dönercileri. Neo
Nazilerin hedefine ulaşması zor görünüyor. Neo Nazi Partisi NPD’nin 64 bin üyesi var. Şimdi
NPD’nin kapatılması tartışılıyor. Alman Anayasa Mahkemesi, NPD’nin kapatılmasına karşı
çıkıyor, çünkü Alman Anayasa Koruma Örgütü’nün bunların içinde çok sayıda ajanı var, onların
açığa çıkmasından korkuluyor. Takke düşerse kel gözükecektir!
Almanya’nın yoğun Türkiye ilgisi, Ergenekon ile bağlantılarından kaynaklanıyor. Derin
Almanlar, uzun süredir vakıfları aracılığıyla, Türkiye`nin, etkin, dinsel ve mezhepsel
farklılıklarını ele alıyor, bu farklılıkları derinleştirerek ulus devleti zaafa uğratmaya çalışıyorlar.
Türkiye`de cumhuriyetin kuruluş felsefesi olan Kemalizm’in iflas ettiğini ve bu haliyle Avrupa
Birliği’ne alamayacaklarını her fırsatta dile getiriyorlar. Türkiye`deki, yerel yönetimlere işlerlik
kazandırıp, federatif sistemi Türkiye`de tanıtmak ve yerleştirmek, için çaba sarf ediyorlar. ‘Alevi
İslamı’ adında müslümanlıktan soyutlanmış bir Alevi kimliği oluşturma projeleri hızla devam
ediyor. Militan Kürtleri siyasileştirip Türkiye’nin başını ağrıtmaktan hoşlanıyorlar. Hatta bazı
Almanlar, atalarının Anadolu’dan göç ettiğine inanıyor, Cermen ırkının bir zamanlar Fırat ve
Dicle nehirleri arasında yaşadığını ileri sürüyorlar.
Almanya gezimde, üst düzey Alman yetkililere Dazlakların arkasında durarak Hitler’in ruhunu
hortlatabileceklerini ve Alman hukuk devletini yıkacaklarını Ekim 2000’de net bir dille açıkca
söyledim ve kibarca uyardım. Şok olmuşlardı,benden böyle direkt bir tepki beklemiyorlardı.
Almanya’ya getirilen Türk gazeteciler yer, içer, eğlenir, doğru düzgün haber bile yazmazdı. Ben
ise, Almanların yanlışlarını sorguluyordum. Bu eserde de doğruları arayan araştırmacı bir
gazetecinin heyecanını, sezgilerini, bilgilerini, soluklarını bulacaksınız. Son Gladyo olarak
tasfiye edilmeden kalan Kılıç, aslında Ergenekon’ı da yöneten paralel güçlerden biridir ve daha
derindir. Almanya’nın Amerikan çıkarlarına hizmet eden Kılıç’tan kurtulma kararı alması
halinde Ergenekon sürecinde olduğu gibi ortaya kirli Alman ve Amerikan bağırsakları
dökülecektir. Almanya Türkiye’nin vazgeçemeyeceği bir ülke, umarız sağduyu galip gelir… Bu
kitap, Alman Derin Devleti Kılıç’ı deşifre ederek aslında Almanlara iyilik ediyor… Almanya’da
Türkiye gibi normalleşme sürecine girmelidir.
Faruk Arslan
Toronto, Kanada
26 Aralık 2011
GİRİŞ
Alman Derin Devleti Kılıç, Son Gladyodur!
Gerçekte Almanların ön ırkı Ren nehrinin doğu tarafına yerleşmiş Cermenler’dir. Saksonlar,
Frisler, Franklar, Thürüngenler, Alamanlar ve Bayuvarlar, bu genel anlamda Cermen ırkının
belkemiğini oluştururlar. Macarlar, Slavlar ve Keltikler ve de diğer uzaktan boylar Cermenlerle
karışarak zamanla Alman dilini ve kültürünü benimseyip Almanlaşmış ve bu etnik yapıda yer
edinmişlerdir. 9. ve 10. yüzyıl ortalarında bir millet anlayışı ile birlikte Franklar Krallığı'nı
oluşturmuşlardır. Ancak belli başlı Cermen boylarının birleşmesi ile birlikte bir krallık altında
Alman milleti oluşmaya başlamıştır. Bu arada kuzeyde Frisler, Franlar, Anglosaksonla, güneyde
ise Bayyuvarlar ile Saksonlarla karakteristik ve folklorik yapılara ayrılmışlardır. Batı Roma’nın
çöküşü sonucu çeşitli krallıklar ve derebeylikler kurmuşlar ve genelde Frank Krallıkları altında
tarihte yerlerini almışlardır. Esas anlamda Cermen soyu ve buna bağlı olarak Alman millet yapısı
ise 19. yüzyıl başlarında başlayan milliyetçilik akımı ile oluşmuştur. 1871 yılında ilk Alman
İmparatorluğu ile milli devlet oluşturulmuştur. Vatandaşlarına ise "Reichsdeutsche"
(İmparatorluk Almanları) denilmiştir. Bu milli sınırlar dışında kalan Alman kökenlilere ise diğer
tabir yakıştırılmış, Öz Şıvablar veya Güney Almanları olarak adlandırılmışlardır. Nasyonal
Sosyalizm , yani Nazi zamanında ise bunlara topluca "Volksdeutsche" (Halk Almanları)
denmiştir. İsviçre vatandaşlarının dilleri Almanca olsa da, onlar Alman milletinden görülmez,
sadece Almancayı almış ve özel ilişkiler kuran diğer Avrupalılar olarak bakılır. Anadili Almanca
olan yaklaşık 100 milyon insanın ortalama 80 milyonu kendisini Alman olarak görür.
Avusturyalılar'ın da büyük bir bölümü Cermen soyundan, yani Alman kökenlidir. İngilizler,
Danimarkalılar, Hollandalılar ve Fransızlar Alman değil; ama yine de Cermenik sayılırlar.
Avrupa’da Roma döneminin arkasında oluşan Avusturya Habsburg İmparatorluğu
boyunduruğunda pek sivrilmeden yaşayan Almanlar, 19. Yüzyıl başına kadar sadece
derebeylikler ve Frank Krallıkları kurmuşlardır. Napolyon’un sebep olduğu çalkalanmalar
sonucu 19. yüzyılın başında bütün Avrupa'da oluşan milliyetçilikle sivrilmeye başlamışlardır.
1871 de kurulan Alman İmparatorluğu sonucu kendileri de Avrupa'da söz sahibi olmaya
başlamışlardır. 1. Dünya Savaşı sonunda İmperatorluk Almanyası yıkılmış ve yerine Prusya
ağırlıklı Weimar Cumhuriyeti, Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg’un 30 Ocak 1933 tarihinde
şansölye olarak atadığı Hitler’in iktidara geçmesiyle sona ermiştir. Onun yerine kendilerini
Roma İmparatorluğu'nun varisi olarak group Üçüncü İmparatorluk ilan etmişlerdir. Adolf
Hitler'in getirdiği baskıcı rejim ve yenilikler Almanya'yı güçlü bir ülke yapmış, ülkedeki suç
oranı ve işsizlik ciddi derecede azalmıştır. 2. Dünya Savaş’ından sonra 3. Reich’de yıkılmış ve
ikiye bölünmüş, Almanya Demokratik Cumhuriyeti adını alan sosyalist, diğeri ise Batı Almanya
veya Federal Almanya adını alan demokratik iki Almanya kalmıştır. 1989'da şiddetsiz halk
ayaklanması ve Mihael Gorbaçov’un umursamazlığı sonucu Alman Demokratik Cumhuriyeti
lağvedilmiş ve ardından iki Almanya birleşmiştir. (1)
Bu birleşmiş Almanya'da milliyetçi duygular ve eylemler genellikle nasyonel sosyalist geçmişin
getirdiği bir tür utanma duygusu nedeniyle bastırılır ve hoş görülmez. Aşırı milliyetçilik ve
özellikle ırkçılık çeşitli yasalarla sınırlandırılmış veya yasaklanmıştır. Alman vatandaşlığı
kanunu temel olarak kan bağı prensibine dayalıdır. Yani herhangi bir kişi Alman vatandaşlığını
doğum yerinden bağımsız olarak, bir ebeveyni Alman vatandaşıysa edinir. Almanya
anayasasının 116. paragrafında 2001 yılına kadar Alman; hem Almanya'nın vatandaşlığına sahip
hem de Cermen soyundan gelen kişiler olarak açıklanmıştır. 2001 yılında çıkarılan vatandaşlık
kanununda ise, Alman vatandaşlığına sahip olanlar Alman olarak kabul edilmektedir. (2)
Avrupa’da artan ırkçılığın yeniden merkezi olan Almanya derin devleti Kılıç, 2000’li yıllarla
birlikte yabancı düşmanlığıyla oynamaya başladı.. Çok kültürlülüğe inanmıyor. NATO
ülkelerinde kurulmuş Gladyo’ların hemen hepsi dağıtıldığı halde Almanya’nın Ergenekon’u
olan Kılıç’a nedense kimse dokunamadı. Son Gladyo olarak kalan Kılıç, Ergenekon’dan daha
derindir. İş dünyası, istihbarat, bürokrasi, medya ve yargı ayakları vardır. Türk Ergenekon’u ile
ilişkileri, Kılıç’ı ortaya çıkardı. Hatta Türk 1 numaranın Alman kökenli olduğu sanılıyor.
Almanlar, uzun süredir vakıfları aracılığıyla, Türkiye`nin, etkin, dinsel ve mezhepsel
farklılıklarını ele alıyor, bu farklılıkları derinleştirerek ulus devleti zaafa uğratmaya çalışıyorlar.
Türkiye`de cumhuriyetin kuruluş felsefesi olan Kemalizm’in iflas ettiğini ve bu haliyle Avrupa
Birliği’ne alamayacaklarını her fırsatta dile getiriyorlar. Türk ulusunun uyduruk ve yapay
olduğunu empoze ediyorlar. Ayrıca Türkiye`deki, yerel yönetimlere işlerlik kazandırıp, federatif
sistemi Türkiye`de tanıtmak ve yerleştirmek, ülkemizde yerli köprübaşları oluşturmak için, çaba
sarf ediyorlar.
Asıl soru şu: Türkiye’de Alman vakıfları ve derin devleti Kılıç’ın üç atlısı olan BND, BKA ve
GSG9 acaba Türkiye’yi kaosa sokmayı amaç eden Ergenekon soruşturmasının neresinde yer
alıyor? Ya da yer alamıyor mu?
İkinci temel soru: Acaba Türkleri hedef alan cinayetler, Alman makamların söylediği gibi
gerçekten yasadışı faaliyet gösteren bir çetenin işi mi? Yoksa Alman derin devletinin bazı
amaçlar için gerçekleştirdiği bir siyasi ve stratejik seri operasyon mu?...
Üçüncü ve son soru: Tüm NATO ülkelerinde Soğuk Savaş döneminin Gladyoları ortaya
çıkarıldığı ve tasfiye edildiği halde neden Alman derin devleti Kılıç’a kimse dokunamıyor?
Kitabımda bu üç soruya yanıt vermeye çalıştım. Almanya’da 2000’li yıllardan beri derin ve
organize işler konuşuluyor. Almanya’da 2000 ile 2006 yılları arasında sekiz Türkiyeli ve bir
Yunanlı, Nazi faşistleri tarafından öldürüldü. Ama failler bulunamadı! Almanya’da işlenen
cinayetlerin %97’si çözülüyor ve failleri yakalanıyordu. Nedense dokuz göçmenin failleri
yakalanamıyor ve cinayetlerin arkasındaki sır perdesi açığa çıkarılamıyordu! Bu cinayetlerin
ırkçı motivlerle işlenmiş olduğunu kanıtlayacak deliller olmasına rağmen, soruşturma başka yöne
kaydırıldı. Alman polisi, cinayetlerin “ırkçı bir bağlantı“ ile işlendiği iddialarını kabul etmemişti.
Kasım 2011’de bir banka soygununun ardından hırsızların intihar etmesi, sonra bir evi ateşe
veren kundakçının yakalanması Almanya’nın ‘Susurluk kazası’ oldu âdeta. Dokuzu Türk on
kişiyi öldüren cinayet şebekesinin ucu Alman Ergenekon’una çıktı. Tüm bu olgular çete
üyelerinin Alman Anayasa Koruma örgütü adı verilen 'derin devlet yapılanması' ile bağlantılı
olduğu kuşkuları kuvvetlendiriyordu. Ortaya çıkan kimi bilgiler sadece buzdağının görünen
kısmıydı. Soruşmalarda Alman devletinin imajının sarsılmaması için, kimi ajanlara fatura
kesilmesi veya suçun PKK’nın, Türk mafyasının üzerine atılması dahi planlandı. Nazi çetelerinin
açığa çıkarılmaması için Kılıç, mücadele ediyordu. Ancak Nazi terör hücresinin ortaya
çıkmasıyla birlikte, tepki eylemleri de yükselmeye başladı. Göçmen örgütleri ve anti-faşist
gruplar eylemler yapıyor ve derin devlet ilişkilerini teşhir ediyordu.
Aşırı sağcı terörün en büyük darbeyi Alman istihbarat birimlerine vurduğunu söylemek yanlış
olmazdı. Özellikle medya, terörle mücadeleden sorumlu birimleri artık sert bir şekilde
eleştiriyordu. Tarihlerindeki en ağır eleştirilerle karşı karşıya kalan istihbarat birimleri, Aşağı
Saksonya Anayasayı Koruma Teşkilatı’nın hata yaptıklarını ifade etmesinin haricinde
suskunluğunu korudu. Almanya’da örgütlenme şekli birbirinden farlı olan üç istihbarat
teşkilatının denetimi 1978 yılından beri faaliyette bulunan Parlamenter Denetim Paneli (PKGr)
tarafından yapılıyordu. Toplantıları gizli yapılan panel daha çok dış istihbarata bakan Federal
Haber Alma Servisi (BND), Askerî İstihbarat Servisi (MAD) ve iç istihbarata bakan Anayasayı
Koruma Teşkilatı’nın (Verfassungsschutz) kontrolünden sorumluydu. Tartışmaların merkezinde
olan Anayasayı Koruma Teşkilatı’nın beş binden fazla çalışanı ve 300 milyon avro bütçesi
olmasıydı. Amerikalıların yürüttüğü çalışmalar ve harcadığı milarlarca dolarlık bütçeler,
elemanları kamuoyundan hep gizlenmişti. (3) Ülke derin ABD’nin uydusu gibiydi.
Başbakan Tayyip Erdoğan, Makedonya gezisi dönüşünde 3 Ekim 2011’de, Avrupa
başkentlerinde oldukça dikkat çekecek ve Türkiye ile Almanya arasında yepyeni bir tartışma
yaratan bir iddia ortaya attı: Alman vakıfları güneydoğu ve doğu’daki projeler üzerinden PKK’ya
yardım ediyor. Başbakan Erdoğan, uçakta gazetecilere şu dikkat çekici açıklamayı yapmıştı:
“Dünyada, Türkiye'de de faaliyet gösteren öyle vakıflar var ki bunlardan çok rahatsızım.
Özellikle bir Alman vakfının bölgedeki faaliyetleri çok dikkat çekici. CHP ve BDP'li
belediyelerle çalışıyor. Onlarla kredi sözleşmesi yapıyor. Bu tabii vakıf adı altında aslında bir
fon. Sözleşmeyi yaparken de şu müteahhit firmaya vereceksiniz diye şart koşuyor. Bu ilginç. Bu
yolla resmen PKK'ya para gönderiyor o vakıflar. Ama tabii teknik takipte ortaya çıkan bazı
noktalar var. Almanlara zaman zaman bu konudaki rahatsızlığımızı dile getirdik. Bir sonuç
alamadık. Ama rahatsız olduğumu söyleyebilirim.” (4) Mesaj ve adres oldukca net ve açıktı.
Alman vakıfları "öfkeli" ve "şaşkın" tepki verdiler. Erdoğan'ın neden bu açıklamayı yaptığı bana
göre açıktı. Alman vakıfları, 9 yıl önce "casusluk" suçlamasıyla mahkeme önünde çıkmış, ancak
söz konusu vakıflar mahkemede iddiaya göre Ergenekon tarafından zorla beraat ettirilmişti.
PKK’yı siyasileştiriyor ve Ankara’nın üzerine sürüyorlardı. Üstelik Türkiye’deki gizli yapıları
polis ve askeri istihbarat tarafından 5 Haziran 2011’de Diyarbakır’da ele geçirilen bir ajandaki
harddrive disk sayesinde öğrenilmişti. Devam eden KCK davası sürecinde polisin eline binlerce
döküman ve itirafcı geçmişti. Artık mızrap çuvala sığmıyordu.
Acaba Alman vakıflarına haksızlık veya yargısız infaz mı yapılıyordu? Gazeteci ve yazar
Mehmet Ali Birand Posta’daki köşe yazısında 6 Ekim 2011’de şunları yazdı: “Alman
vakıflarının BDP ve BDP'li belediyeler üzerinden PKK'ya para aktarması suçtu. KCK
operasyonlarında belediye yöneticilerinin gözaltına alındığına dikkat çeken Başbakan, bölgeye
gönderilen paranın yatırıma dönüşmediğine dikkat çekti. Bir Alman vakıflarının belediyeler ile
kredi sözleşmesi yaptığını belirten Erdoğan "Hangi müteahhitlerle iş yapmaları gerektiği
konusunda işaret veriyorlar. Bu yolla resmen PKK'ya para gönderiyor o vakıflar" dedi.
Türkiye’de faaliyet gösteren dört önemli Alman vakfı var: Konrad Adenauer-Friedrich EbertFriedrich Naumann- Heinrich Böll…
Bu vakıfların her biri, Almanya’nın önde gelen, son derece ciddi, ağırbaşlı düşünce
kuruluşlarıdır. Bütçeleri ve çalışmaları hem Türk hem de Alman yetkililer tarafından incelenir.
İstedikleri gibi para da harcayamazlar. Zira bağışlarla yaşadıklarından dolayı her kuruşları
denetlenir. Hemen hepsinin toplantılarına katıldım. Genel yaklaşımlarını izledim. Hiçbirinde
gizli kapaklı oyunlar çevirdikleri izlenimini edinmedim. Tam aksine, Türkiye’yi birçok
uluslararası konuda desteklemiş, hatta lobici gibi çalışmışlardır. İlgilendikleri sahalar,
bulundukları her ülkeye göre değişir.
Yıllar içinde Türkiye’de insan hakları, sivil-asker ilişkileri, Kürt sorunu, Ermeni sorunu, Kıbrıs,
Yunanistan ile ilişkiler, eksen kayması, Orta Doğu, Suriye gibi konularla ilgilenmişlerdir. Yani
biz hangi konuları konuşuyor idiysek, uluslararası kamuoyu Türkiye hakkında neleri merak
ediyorsa, hangisi moda ise onları ele alırlar. Eskiden Kıbrıs, Türk-Yunan, insan hakları, askersivil ilişkileri modaydı; şimdi eksen kayması, Türkiye nereye gidiyor ve Kürt konusu moda…
Üstelik bu vakıflar bulundukları bir ülkede yer altı çalışması da yapamazlar. O işleri yapanlar
vardır. Bu dört büyük vakıf yıkıcı faaliyetlerde bulunamaz, konuk oldukları ülkelerin resmi
makamlarının şikayetine yol açacak adım atamazlar. Bırakın böyle bir durumda o ülkeden
çıkarılmalarının kendilerine getireceği prestij kaybını, Alman yasaları da bu tip çalışmaları
cezalandırır. İspat edildiği taktirde bu vakıflar ellerindeki “vakıflık” statüsünü dahi kaybederler.
Alman sistemi çok demokratik, uygar ve disiplinlidir. Bu tip suçları görmezden gelmez. Bu
vakıflar kredi de veremezler. Konferanslar düzenlemenin ve raporlar hazırlamanın ötesine
geçemezler. Yani bir “düşünce kuruluşu” olmanın dışına çıkamazlar. Hele hele bir siyasi partiye
veya terör örgütüne destek sağlamak, para aktarmak bu vakıflar için bir suç oluşturur. Başbakan
suçlamada bulunduğuna göre elinde mutlaka bir bilgi veya belge vardır. Boşu boşuna böylesine
ağır bir konuşma yapmaz veya yapmaması gerekir. Bundan dolayı, şimdi Başbakan’ın delilleri
açıklaması bekleniyor.” (5)
Hemen belirteyim ki, Alman vakıfları ile ilgili iddialardan hukuki bir sonuç çıkmayacaktır.
Çünkü, bunlar illegal kuruluşlar değildir. Yaptıkları her şeyi hukuki kılıfa uydurma imkanına
sahiptirler. Hukuk dışı eylemler ise zaten farklı yollardan yapılmaktadır. Buna rağmen
Hükümetin elinde gerçekten bir takım yabancı kökenli vakıfların terör örgütüne yardım
yaptıklarının belgesi vardı, konuşmadan olaya diplomatik ve yargı yoluyla neşteri vurmak
gerekirdi. Ama bunlar devlet sırrıdır, açıklanırsa iki ülke arasındaki ilişkiler kopar. Ayrıca
vurgulamakta yarar var; bazı vakıf ilgililerinin BDP'li belediyelere yaptıkları ziyaret delil olmaz.
Çünkü, Avrupa'dan her sene yüzlerce parlamenter ya da yetkili gelip Güneydoğu'da bir dizi
ziyaretlerde bulunuyor. Sanıyorum tüm bu ziyaretler ilgili birimlerin gözetimi altındadırlar.
Böyle değilse sahipsiz bir ülkede yaşıyoruz demektir. Özelliklede Başbakan'ın şikayetçi
konumunda olması düşündürücüydü. Başbakanın amacı, herhalde Alman vakıflarının Türkiye’de
yasaklamak ve Alman ajanlarını sınırdışı etmek değil, sadece aba altıntan sopa göstermek ve bazı
odaklara mesaj veya gözdağı vermekti. Gemi azıya almışlardı, dur denmesi gerekiyordu.
Başbakanın delillerinin ne olduğunu bu kitabı okuduktan sonra daha iyi anlayacaksınız.
2002 de faili bir meçhul suikasta kurban giden Doç.Dr Necip Hablemitoglu Alman vakıfları
meselesini gündeme taşıyan ve bu konunun üzerine giden ilk isimdir. Hablemitoğlu, bugün en
çok adı geçen Friedrich Ebert Vakfı başta olmak üzere belli başlı 6 Alman vakfının Türkiye'deki
bazı siyasi kuruluşlara ve PKK'ya akıttığı paraların izini sürüyordu. Hablemitoğlu'nun Alman
vakıflarıyla ilgili çıkan kitabı, Alman istihbarat kuruluşlarını alarma geçirmiş ve daha sonra
ortaya çıkan belgelerde “Kitaplarının mutlaka raflardan indirilmesi gerektiği” üzerinde
durulduğu belirtilmişti. Hablemitoğlu öldürüldüğü 18 Aralık 2002 tarihinden 6 ay önce Alman
istihbaratları BND ve BKA çalışanlarının hazırlamış olduğu raporda, “Hablemitoğlu'nun Alman
vakıflarını ve şirketlerini araştırdığı ve bu konuda çıkan kitabının da raflardan mutlaka
indirilmesi gerektiği” şeklinde geçiyordu. Hablemitoğlu'nun hem bu bilgiyi hem “sıcak takipte”
olduğunu yakın çevresine aktarmıştı. Cinayetten sonra soruşturma bu yönde bir süre devam
etmiş, daha sonra Alman vakıfları konusu soruşturma kapsamından çıkartılmıştı. Ergenekon
soruşturmaları başlayınca Hablemitoğlu dosyası da yeniden önem kazandı.
Hablemitoğlu, öldürülmeden bir yıl önce yayımladığı “Alman Vakıfları ve Bergama Dosyası”
adlı kitabında, “Konrad Adenauer Vakfı, Körber Vakfı, Alexander von Humboldt Vakfı,
Friedrich Ebert Vakfı, Friedrich Naumann Vakfı, Heinrich Böll Vakfı, Hans Seidel Vakfı
özellikle dikkat çekenleridir” diyor ve Alman Orient Enstitüsü, Goethe Enstitüsü, Alman Kültür
Merkezi, Georg Eckert Enstitüsü, Fian Örgütü'nün Türkiye'deki faaliyetleri ve hibe
politikalarının mutlaka izlenmesi gerektiğini vurguluyordu.
Hablemitoğlu, CHP ile Ebert Vakfı arasındaki ilişkiden de ilk bahseden araştırmacılar içindeydi.
Hablemitoğlu kitabında şu bilgileri veriyordu: “Bu vakfın bilinmeyen faaliyetleri bilinenlerin çok
çok üzerindedir. Örneğin, 24 Haziran 2001'de, Türkiye'ye gelen Almanya Adalet Bakanı Herta
Daubler-Gmelin ile ‘özel' Türk vatandaşı arasındaki ‘özel enformasyon' görüşmesini, Friedrich
Ebert Vakfı'nın Türkiye Temsilcisi Hans Schumacher organize etmiştir. TÜSES Genel Sekreteri
ve CHP Beşiktaş İlçe Örgütü üyesi Nilüfer Mete'nin de aralarında bulunduğu kişiler ile Alman
Bakan'ın görüşmesi Alman Konsolosluğu'na ait Tarabya'daki Konukevi'nde gerçekleşmiştir.” (6)
Hablemitoğlu, Alman hükümetinin söz konusu vakıflara doğrudan bütçe ayırdığını ve milyar
euroları bulan bu bütçelerin önemli bir kısmının Türkiye'de hibe yoluyla kullandırıldığını da ilk
olarak belgeleriyle yazan isimdi. Hablemitoğlu neredeyse dağa çıkan her PKK militanının bu
vakıflar tarafından maaşa bağlandığını belirterek, söz konusu hibelerin birtakım sivil toplum
kuruluşları ve belediyeler vasıtasıyla örgüte ulaştırıldığını da dile getiriyordu. Hablemitoğlu
cinayetinde bugün Çeçenlere yönelik Rusya'nın yaptığı yargısız infazların bir benzerinin
yapılmış olabileceği üzerinde de duruluyordu. Hablemitoğlu cinayetinden 3 gün önce Alman
BND bağlantılı 9 kişilik GSG9 timinin İstanbul'a geldiği, bu timin Havaalanı'ndan diplomatik
pasaportlarla giriş yaptığı öne sürülüyordu. Ayrı timin Hablemitoğlu öldürüldükten iki gün sonra
gizli bir biçimde Türkiye'den ayrıldığı tespit edilmişti. O dönem bu grubun Türkiye'ye neden
geldiğinin üzerine gidilemedi. (7) Ankara’nın eli Almanlara karşı hep zayıf oldu.
Alman Vakıflarının faaliyetlerini dile getiren en yetkili ağızlardan biriside eski başbakanlardan
Bülent Ecevit idi. Ecevit, 1991'de DSP Genel Başkanı olarak yaptığı bir açıklamada, CHP Genel
Başkanı iken bu vakıfların kendisine de para teklifinde bulunduğunu ifşa ediyordu: Bir yabancı
Vakfın şube yöneticileri, ellerinde bir çanta dolusu parayla bana geldiler. O zaman yanımda
başkaları da vardı. Bana uluslar arası Sosyal Demokrat hareketi adına yardım etmek istediklerini
söylediler. Sonra da çantayı açıp parayı ortaya koydular. Ben hemen cevabını verdim. Böyle bir
yardımın kanuna aykırı olduğunu söyledim ve teklifi reddettim. (8)
Necip Hablemitoğlu’nun kitabında, onu mezara götüren okkalı satırlarda şunlar yazılıydı:
“Alman İstihbaratı Bundesnachrichtendienst (B.N.D), II. Dünya Savaşı sonrasında en az C.I.A.
ve Mossad kadar özgün bir yapılanmayla ortaya çıkmıştır. Örneğin, “askeri istihbarat”, “sanayiteknoloji istihbaratı”, “karşı istihbarat” gibi klasik uğraş alanlarının yanısıra, Doğu Almanya ile
bütünleşme dahil her alandaki stratejilerinin oluşturulmasında ve hayata geçirilmesinde; doğu
blokundan göçmen getirtilmesinde önemli görevler üstlenmiştir. Bölgedeki güç dengeleri
arasında ikili oynamak konusundaki ilk başarı da, 1972’de Münih Olimpiyatları sırasında Sovyet
Hükûmeti’nin tahrik edilmesi ve sonucunda oluşan tepkinin “Sovyetler Birliği’ni Öğrenme
Enstitüsü”nün kapatılma gerekçesi olarak kullanılması ile sağlanmıştır. Böylece, A.B.D.’nin
onayı da alınarak doğu bloku ile ilişkiler yoluna konulmuştur. Daha sonra ekonomik ve siyasal
açıdan ağırlığını iyice hissettiren Almanya; A.B.D. ve İngiltere gibi ülkelerden bağımsız
stratejiler geliştirmiştir. Örneğin, batılı müttefiklerine rağmen İran’la askeri-ticari ilişkilerin
geliştirilmesi; Birleşmiş Milletler ambargosu öncesi Libya ve Irak’la askeri-ticari ilişkilerin
sürdürülmesi; özellikle Irak’daki muhalif kürt gruplarına ülkesinde kucak açıp destek sağlarken,
Irak yönetimine Halepçe katliamında kullanılan Hardal Gazı başta olmak üzere her türlü
kimyasal ve konvansiyonel silâh ve askeri amaçlı elektronik araç ve gereçleri satması gibi.
Alman İstihbaratı BND, “arka bahçe” olarak nitelendirilen ve ekonomik açıdan “hayat alanı”
kabul edilen Yugoslavya, Bulgaristan, Romanya, Arnavutluk, Makedonya, Moldova, Ukrayna,
Beyaz Rusya, Estonya, Letonya, Litvanya, Azerbaycan, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan,
Tacikistan, Türkmenistan, Rusya Federasyonu, Çin Halk Cumhuriyeti, Afganistan, İran, Türkiye
ve Irak gibi ülkelerin yeraldığı geniş bir coğrafyada, Alman Devleti’nin çıkarlarını koruyup
kollama görevini fonksiyonel biçimde yerine getirmektedir. Klasik istihbaratçıların yanısıra,
ilgili tüm ülkeler hakkında “key-man’s” niteliğinde özel olarak hemen her alanda, örneğin
filolog, tarihçi, araştırmacı-gazeteci, antropolog, sosyal antropolog, arkeolog, sosyolog,
mühendis, çevreci, insan hakları uzmanı, sanatçı, sanat tarihçisi, ruhban, asker, demografi
uzmanı, tıpçı, ziraatçı, siyaset bilimcisi, halkbilimci, jeolog gibi farklı meslek dallarına mensup
elemanlar da istihdam edilmektedir. A.B.D.’nde Jamestown Vakfı, Hoover Enstitüsü gibi
akademik nitelikli kuruluşların örneklerine, Almanya’da Humboldt Vakfı ve Üniversitesi,
Osteurope Enstitüsü, Gettysburg Koleji, Bamberg Üniversitesi gibi çok sayıda “ilişkili”
akademik kuruluşlarda rastlamak mümkündür. İstihbarat servisi veren masum görünüşlü
vakıfların yanısıra, tıpkı A.B.D. ve İngiltere’de olduğu gibi sözkonusu servisler tarafından
kurdurulan ve yönetilen-yönlendirilen sivil toplum örgütleri, Almanya için de aynen ve de
fazlasıyla sözkonusudur. Başta İnsan Hakları olmak üzere, azınlıklar, göçmen ve mültecilik
konularında bu servisler ve bağlantılı vakıflar, enstitüler ve sivil toplum örgütleri birbirleriyle
sürekli paslaşmakta; enformasyon alışverişinin yanısıra birbirlerini de sürekli yakın takip altında
tutmaktadırlar. Alman Servisi BND’nin, A.B.D. ve İngiliz Servislerinin nitelikli profesyonel
kadrosuna oranla daha fazla “gönüllü” elemana sahip olmasının temelinde, bu toplumun adeta
genlerine işlemiş milliyetçilik duygularının ve de bilincinin yattığını kabul etmek gerekir. Aynı
duruma İsrail’de de rastlamak mümkündür. İsrail’de de tüm Yahudilerin -ister A.B.D., ister
Rusya Federasyonu ve isterse de dünyanın herhangi bir yerinde yaşasın- birer doğal Mossad
elemanı olduğu kabul edilir. Nasıl Yahudiler için Mossad’a çalışmak ve görev verildiğinde
sorumluluk üstlenmek ve yerine getirmek bir ulusal onur-dinsel vecibe olarak kabul ediliyorsa,
aynı durum Almanya için de daha yumuşatılmış olarak böyledir. Ancak, Almanya, profesyonel
istihbaratçıların yanısıra, yukarıda da belirtildiği gibi akademisyenlerden, gazetecilerden ve de
avukatlardan fazlasıyla yararlanmaktadır. Alman Servisi, adeta küçük bir avukat ordusuna sahip
bulunmaktadır. “Hayat Alanı” ya da “Arka Bahçe” olarak nitelendirilen hedef ülkelerdeki
azınlıkların her türlü legal-illegal ve hatta terörist örgütlerinin temsilcilerine, militanlarına kendi
ülkesinde yaşama hakkı tanımaktadır. Bu iş için Kiliselerden Mason localarına kadar pekçok
kuruluşu ve özel olarak oluşturulan yardım (!) amaçlı sivil toplum örgütünü (NGO) kamuflaj
olarak kullanan Alman Servisi, buralarda “ajan” olarak kullanabilecekleri işbirlikçileri saptama
ve yetiştirme fonksiyonunu yerine getirebilmektedir. Keza, hedef ülkelerdeki yetenekli, gelecek
vaad eden ve Almanya’ya karşı önyargısı bulunmadığı anlaşılan politikacıların, özellikle de etnik
ve dinsel sorunu mevcut olan politikacıların yanısıra, genç akademisyenlere de akademik
nitelikli burs dağıtan vakıflar yolu ile deyim yerinde ise “çengel” atılmaktadır. Aynı şekilde,
hedef ülkelerin üniversitelerinde paraya zaafı olan yetenekli akademisyenlere, o ülkenin “aile
yapısı”, “toplumsal sorunları”, “dinsel farklılıkları”, “azınlıkların kültürel özellikleri”,
“bölgelerarası ekonomik farklılıklar”, “insan hakları” gibi doğrudan dikkat çekmeyecek ama
sosyal-siyasal ve kültürel istihbaratta kullanılanılan verilerin elde edilmesini sağlayacak bilimsel
projelere destek sağlanmaktadır. Saptanmış eleman adaylarına belli bir yönlendirme sürecinin
sonunda gereksinim duydukları alanda her türlü destek sağlanmaktadır (tıpkı A.B.D. ve
İngiltere’de sözkonusu olduğu gibi). Almanya’da yaşayan yabancılardan sözkonusu standarda
sahip olan, bir başka deyişle nitelikli gençlere aynı yolla “çengel” atılırken, kontrolünde güçlük
çekilen ama işe yarayan militan-teröristler de avukatlar aracılığıyla sevk ve idare edilmektedir.
Örneğin, kabul edilebilir eylem sınırlarını aşan, Alman Devletine ters düşen ya da dıştaki imaj
açısından tutuklanması gerekenler, gözaltına alınmakta; sonra da bağlantılı avukatlar devreye
sokulmaktadır. Gözetim süresinde pazarlık ve yönlendirme yapıldıktan sonra, tutuklananlar
kontrollü olarak ama Alman Servisinin denetiminde serbest bırakılmaktadır. Hiç bir ülke
Servisinde bulunmayan bu kadar çok avukat, Alman “Derin Devleti”nin karakteristiğini
oluşturmaktadır.” (9)
Ünlü eski MİT mensubu Mehmet Eymür, faili meçhul kalan araştırmacı Necip Hablemitoğlu
cinayeti ile Danıştay baskınındaki ilginç bağlantılara dikkat çekiyordu: Hablemitoğlu, askeri
ihalelerle ilgili bilgi sızdıranca Ergenekon'un hedefi haline gelmiş olabilir... Hablemitoğlu
Almanların ve Alman vakıflarının Türkiye üzerindeki faaliyetlerini açığa çıkaran yayınlar
yapıyordu. Görünen hedefi, Almanların Türkiye üzerindeki etkinliğini kırmaktı. Ben o yayınların
hiçbir zaman Hablemitoğlu'nun kendisi tarafından kaleme alındığını sanmıyorum. Çünkü onu
aşan bilgiler vardı ve yazılar, resmi yazışma dilini andırıyordu. (10)
Yine de teşekkürler Necip! Almanların maskesini düşüren bu cesur ve gözüpek yaklaşımın,
analizin olmasaydı, belki bu eseri yazmazdım. Alman derin devletinin ekonomi ayağı çok
güçlüdür. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Amerikan sermayesiyle iç içe giren Alman tekelci
sermayesinin bir ayrılış sürecine girmiş olması Kılıç’ın sonunu getirebilir. Bu gelişmenin en
medyatik olanı 2009’da Daimler-Craysler ayrılığı ile yeni gerçekleşen Opel-General Motor
ayrılığıydı. Bu süreç ekonominin diğer alanlarında da yaşanıyor. Alman sermayesi artık
Amerikan ekonomik altyapısını “irreel, hantal ve yeni dönemin yeni ihtiyaçlarına uygun”
bulmuyor. Bu gelişme gelecekte Avrupa Birliği'nin özerk politikalar uygulaması durumunda,
ortak şirketler üzerinden Amerika'nın Avrupa'ya müdahale etme şansını elinden alıyor. Burada,
Bush yönetiminin Irak'a askeri müdahalesine Berlin hükümetinin açıktan muhalefeti sonrasında,
General Motors'un Avrupa'daki bazı üretim merkezlerini kapatacağını açıklamasıyla yaşanan
infiali hatırlamak gerekiyor. Almanya, ülkesindeki Amerikan askeri sayısını inanılmaz oranda
azalttı. Bir diğer dikkat çeken gelişme de, şimdiye kadar dünya ekonomisinin Suudi
sermayesinin Amerika'ya gittiği yönündeki ezberin de bozulma eğilimine girmiş olmasıydı.
Suudi Arabistan kraliyet ailesi 2.5 milyarlık bir başlangıç sermayesiyle Daimler'e ortak oldu.
Almanya’ya 2001’den beri 250 milyar dolar Arap parasının aktığı, açıklanmayan bir gerçek.
Alman basını, büyük şirketlerin, Arap petrol zenginleriyle ortaklık pazarlığı haberleriyle
doluydu. Gerçekten de Alman Ekonomi Bakanlığı bu süreci koordine etmek amacıyla, bakanlık
bünyesinde bir özel masa kurmuş bulunuyordu. Petro-Dolar'ın Amerikan piyasasından çekilerek,
yeni alanlar aramaya başladığı, burada da yüksek teknoloji ve altyapıya sahip Alman
şirketlerinin cazibesinin arttığını söylemek mümkündü. Ortadoğu'da siyasi itibarı yüksek olan
Almanya açısından bu gelişmenin Amerika ile rekabette önemli siyasi sonuçlar doğuracağı
açıktı. (11) Almanya’nın Amerikan çıkarlarına hizmet eden Kılıç’tan kurtulma kararı alması
halinde Ergenekon sürecinde olduğu gibi ortaya kirli Alman bağırsakları dökülebilirdi. Almanlar,
Kılıç’tan kurtulma savaşı vermezse bağımsız devlet olmazlardı. Türkiye’nin Ergenekonla
mücadelesi onlar için en güzel modeldi.
Türkiye, elbette Almanya ile ilişkilerini bozamazdı. Ancak Türkiye nereye aittir, AB’ye girmek
gereksiz midir, Almanlardan artık umudu kesmeli midir sorularını kendine sormalıdır; belki de
AB’ye girmeden kendi doğru bildiği yolda ilerlemesinin daha yararlı olacağı sonuca varabilir.
Nitekim kısa adı “TAVAK” olan “Türk Alman Eğitim ve Bilimsel Araştırmaları Vakfı”nın
birbirinden zengin içerikli, bilgi dolu yaptığı yayınlar, Türkiye’nin eksenini belirlemesine ışık
tutuyor. 2011 yılına ait raporlara imzasını atan Prof. Dr. Faruk Şen, Almanya’yı en iyi bilen
akademisyen ve aydındır. Vakfın merkezi İstanbul’da bulunuyor. Avrupa Birliği ile Türkiye
arasında sürdürülen “Katılım Müzakereleri” ve “Müzakerelerin Geleceği”ne TAVAK yararlı
katkılar sunuyor. AB ile ilgili doğru ve güvenilir bilgiler ile dokümanları AB Haber ve AB
Vizyonu siteleri ile Avrupa Birliğinin kendi sitesinden takip ediyorum. AB’de Euro’nun geleceği
artık tartışılıyor. Daha evvel bazı Alman iş adamları bazı öneriler ortaya atmış ve gelecekte
Euro’nun “Kuzey-Euro” ve “Güney-Euro” adları altında iki ayrı para birimi şeklinde yürürlüğe
konması olasılığını gündeme getirmişti. Alman derin devleti ve Kuzey Avrupa ülkeleri, Güney
Avrupa ülkelerine güven duymuyordu. AB’ye girdiği 1980 yılından beri 107 Milyar Euro hibe
alan Yunanistan gibi asalak ve şımarık ülkeleri artık sırtlarında taşımak istemiyorlardı. Avrupa
Birliği’nin batak ülkeleri olan Yunanistan, İtalya, İspanya ve Portekiz, hep güney yarıdandı.
Belçika orta batıda, İrlanda ise İngiltere’nin batısında yer alan ve ekonomisini şişirilmiş inşaat
sektörüne dayamış, başka göze çarpan bir endüstrisi bulunmayan bir ülkeydi. İnşaat sektörü
batınca, İrlanda da onunla beraber battı. Avrupa Birliği İrlanda, Yunanistan, Portekiz ve
İspanya’yı nasıl kurtarayım diye düşünürken 2012 yılında genişleme için öngördüğü
Hırvatistan’dan sonra 2014 yılında da Sırbistan gibi Balkan ülkelerini de tam üye yapmanın
kararlılığı içindeydi.Türkiye Türk diasporasını yönetmeye karar vererek doğru olanı yapıyordu.
AB, vize konusunda Türkiye’nin önüne 1959 yılından beridir yüksek duvarlar koyarken, 2011’de
Arnavutluk’a vizeyi kaldırdı, Rusya ve Ukrayna’ya da vizeyi kaldırmanın hazırlığını yapıyordu.
Yapılan gelecek bütçe planı ise geleceği adeta bize söylüyordu. 2014-2020 yılları için öngörülen
Avrupa Birliği’nin 7 yıllık bütçesi içinde Türkiye ile ilgili herhangi bir kalem ve ifade yoktu. Bu
da, Türkiye’nin AB’ye katılabileceği en erken tarihin 1 Ocak 2021 olabileceği anlamına
geliyordu. Tabii bu öngörünün de geçerliliği ancak, o tarihte Avrupa Birliği diye bir oluşumun
hala yaşıyor olmasına bağlıydı. Şahsen 2020 yılını görmeden AB’nin dağılacağını öngörüyorum.
Çünkü Almanya, Kılıç’ıer veya geç tasfiye edecek ve sadece Almanya’yı kurtarma odaklı planlar
yapacaktır. Türkiye 2014 yılında Avrupa Birliğine tam üye olabilseydi, bütçesinin AB’den
alabileceği toplam katkı 2 milyar Euro’yu hiçbir zaman geçemeyecekti. Yunanistan’ın 19802008 yılları arasında AB’den 107 milyar Euro hibe aldığı ve kaynaklarında artık sonuna
gelindiği dikkate alınırsa, Türkiye için Avrupa Birliğine girişin hiç bir kazanımı olmayacağı, gün
gibi aşikârdı.
Türkiye’nin geleceği, bu önümüzdeki on yılda, gerçekte AB yerine, İngilizce adlarının baş
harflerinin yan yana yazılımı ile “BRIC” olarak tanımlanan Brezilya, Rusya, Hindistan ve
Çin’den oluşan dünyanın yeni ekonomik devleri arasında gözüküyordu. Bölgeselbir güç olark
yükselen Türkiye’nin Almanya ve AB’ye ihtiyacı yoktu. Ekonomik ve siyasi bağımsızlığını
Frankfurt ve Brükel’e veremezdi. Zaten İran’ın nükleer çalışmaları ile ilgili olarak Türkiye ve
Brezilya ortak bir adım atmışlardı. Türkiye’nin dünya üzerindeki siyasi ve ekonomik konumu
değiştikçe, Kıbrıs konusunun çözüm şekli de birlikte değişime uğrayacaktı. Kıbrıs konusunda
AB’nin çözüm parametrelerinin ve perspektifinin Ankara’nın AB yolunu tıkamasıyla, yıllar
içinde Türkiye’nin küresel olarak ekonomik ve politik güçlenmesine paralel olarak, köklü bir
eksen değişikliğine gidileceği neredeyse kesindi. (12)
Sonunda Almanya’da Neo Nazilerin 88 kişilik ölüm listesi ortaya çıktı. Listede bazı Alman
politikacıların yanı sıra Türk örgütlerinin önde gelen isimleri de vardı. Almanya’da yıllarca
TAM’ın başında olan Prof. Faruk Şen , NTV’ye 17 Kasım 2011’de yaptığı açıklamada,
cinayetlerin Alman derin devletinin işi olduğunu söyledi ve ölüm listesine dikkati çekti.
Prof.Şen, şu noktaları vurguladı: Almanya’da Neo Nazi saldırılarının tarihi eskidir. Mölln ve
Solingen’de Türklere saldırılar ve kundaklama olayları hala hatırdadır. Burada toplam 7 kişi
ölmüştü. 2008’de meydana gelen Ludwigshafen yangınında Neo Nazi kuşkusu gündeme gelmiş,
ancak dosya örtbas edilmişti. Şimdi bu çete bağlamında bu dosya yeniden açılıyor. (13)
İtalya’dan başlayan Gladyo temizliği Almanya’da henüz yapılamadı. Ergenekon süreci
başladığında ve yeraltından gizli silahlar, çeşitli mekanlara saklanmış cephaneler bulunduğunda,
‘Dünya’da artık Gladyo’nun tarihte kaldığı, NATO’nun bu tip yapılanmalardan vazgeçtiği,
bunların komplo olduğu’ savunması yapılmıştı. Ancak devam eden hukuk sürecinde toprak altı
cephaneliklerin hiç de öyle eski zamanlardan kalma olmadığı ortaya çıkmıştı. Almanya’da ortaya
çıkan durum ise, Gladyo’nun sadece Türkiye’de değil Avrupa’nın kalbinde bile hala var
olduğunu ortaya koydu. Örgüt kendisini yok etmiyor sadece şekil değiştiriyordu. Gladyo üzerine
en ciddi çalışmayı yapan Danielle Ganser’in ‘NATO’nun Gizli Orduları’ adlı kitabında, ABD
Genelkurmay Başkanlığı’nın 28 Mart 1949’da genel stratejik konseptler isimli belgesinde
Almanya’nın hem yeraltı hem de Secret Army Recerves (gizli ordu güçleri) Stay-Behinds Units
(Cephe Arkası Güçleri) için mükemmel yetişmiş eleman potansiyeli olduğu belirtilmişti. Aynı
kitapta Ganser, Türk gladyosu için ise bütün yapılanmalar içinde en kanlı, tehlikeli ve halen
çözülememiş olduğunu belirtiyor. Alman Gladyosu’nun adı: BJD (Bund Deutscher JugentAlman Gençlik Birliği). (14) Bu yapılar tasfiye edilmiş gibi görülse de tıpkı Türkiye’de olduğu
gibi farklı biçimlerde kendilerini revize ederek varlıklarını sürdürüyorlardı. Kritik zamanlarda
ortaya çıkarak derin yapılar adına cinayet-kundaklama-infial benzeri olayları kolaylıkla
gerçekleştiriyorlardı. Yunanistan’ın mali krizini üstlenen ve zor günler geçiren Almanya’da
oluşan istikrar sarsılması BJD için oldukça uygun bir ortam olarak değerlendirilmişe benziyordu.
Avrupa Parlamentosu 1990’da İtalya’daki gibi Gladyo benzeri yapılanmaların ulusal meclislerce
araştırılmasını ve hukuki sürecin işletilmesini istemişti. Ancak bu neredeyse hiçbir ülkede
başarılamadı.Almanya’da, Türkiye’de ve diğer ülkelerde adı değişse de Gladyo olarak anılan bu
yapılanmaların temelini Özel Harpçiler/Gayri Nizami Harpçiler oluşturuyordu. Bunlar genel
olarak istihbarat ve askeri birimlerin güdümünde oluyor ve sivil güçlerle iç içe oluşturuluyordu.
Türkiye’de ulusalcı reflekslerin uzun bir emek harcanarak harekete geçirildikten sonra, tam
olarak ne yaptığının farkında bile olmayan bir çocuğa Rahip Santoro’nun kurşunlatılması neyse;
Almanya’da dönerci cinayeti olarak adlandırılan olaylarda Türklere yapılan oydu. Türkiye’de
ulusalcılık denilen refleksle bu yaptırılırken Almanya’da etnik reflekslerle gerçekleştiriliyordu.
Fark sadece buydu. İki ülke arasındaki diğer benzerlik de bu yapıların yok edildiğine yönelik
yaygın hale getirilen kanaatin tuzağına düşmeydi. Türkiye’de önce Susurluk sonrası şimdi
Ergenekon sonrası bu kanaat pompalanıyordu. Ama Gladyo’nun kalbine girilmediği müddetçe,
eski yapılar tasfiye olup yerine yenileri gelecekti. Ülkemizde Özel Harbe bağlı yapının toplamda
10 bin kişiden oluştuğu belirtiliyordu. Almanya’da aynı tuzağa düştü. Neo-Nazilerin tamamen
bitirildiği düşünülürken, ülkedeki bütün istihbarat ve askeri yapılanma ABD-İngiltere ve NATO
tarafından kuruldu. Irkçı akım istenildiği an istenildiği biçimde yükseltilebilir ve Almanya’nın
üzerine çökmek için kullanılabilirdi. Türkiye Ergenekon davasıyla konuyu hiç olmazsa “hukuki”
çerçeveye çekerek önemli bir adım attı. Almanya henüz bu noktadan oldukça uzaktaydı. Alman
yargısı hızla bu adımı atmalıydı. Türkiye ise Ergenekon davasının ötesine geçerek, Gladyo
benzeri yapılanmaların temelini/yaşam alanlarını yok edecek Anayasa sürecini tamamlamalıydı.
Aksi takdirde kendisini yeraltında ve örtülü biçimde revize edecek Türk Gladyosu, ilk uygun
konjonktürde daha çetrefilli ve mücadele edilmesi zor yöntemlerle geri dönecekti. Almanya'daki
8 Türk'ün öldürülmesi Neo-nazilerin basit bir ırkçılık cinayeti değildi. Soğuk savaş sonrası
bitmeyen ve kendini revize ederek hayatta kalan Derin Gladyo'nun işiydi. (15)
‘Dost acı söyler’ derler, ama sanki AK Parti hükümeti, 12 Haziran 2011 seçimindeki zaferin
ardından hızla ANAP’laşmaya başladı. Ergenekon ve Balyoz davaları savsaklanıyor ve süratle
‘Yeşil’leşen ve formasyon değiştiren Ergenekon ahtapotunun uzlaşma girişimlerine kanılıyordu.
Avı tavukları yemek isteyen tilkinin mübarek gözükmek için hacca gitmesi misali, Ergenekon
ejderhasının zeytin dalına güvenilip, ipleri gevşetiliyordu. İktidar sarhoşluğuna kendini fazla
kaptıran bazı devlütlü dostlarımız, ustalık döneminde parsa toplamayı, makam kapmayı, ihale
takipçiliğini, illegal zenginleşmeyi, adam kayırmayı ve zevkü sefayı zirveye çıkardı; tıpkı
ANAP’ın son dönemi gibi devleti babasının çiftliği sanıp tıksırıncaya kadar yeme
telaşındaydılar! Kendisine güven duyulan bu dostların bazıları, kurdun ağacı içerden yemesine,
çakalın, akbabanın leş sevdasına, yılanın yemeden önce avını etkisiz hale getirip zehrini
akıtmasına göz yumuyorlardı. Akrebin huyudur sokar, köşeye sıkıştırılan kedi tırmalardı. İş ehil
olana verilmiyordu. ‘Bizdendir, liyakatlı değilse bile koy gitsin orada liyakat kazanır’ tavrı,
iktidardan yıkılışın başlangıç emaresiydi. Maske değiştiren kobralara geçit verirseniz, sizi
pohpohlayanlara güvenir, size sonsuz kredi sunanları yüzüstü bırakırsanız, sonunuz hüsran
olurdu. Polis dursun diyen elçi ( Bülent Arınç) ve diğer aracılar krediyi tüketiyorlardı!
Ergenekon ejderhası henüz çökertilmedi, beş bin operasyonel elemanı sahada, beş binde elit
yönetici masa başında dört gözle tökezlemenizi bekliyordu.
Aktif Haberde, gazeteci ve yazar Yusuf Gezgin şunları yazdı: Hayatı boyunca dipçik yemiş,
asker korkusu yaşamış iktidar sahipleri, askerler kendilerine topuk selamı verip, karşılarında
hazırola geçince böyle bir zehaba kapılmış olabilirler. Yakın çevrelerini sarmış Ergenekon
kırıntısı siyasetçiler de bu doğrultuda konuşup, “artık bu askerlerle, Ergenekoncularla
uğraşmayalım; tehlike geçti. Daha fazlası orduyu yıpratmak olur” diye akıl verince, Sultanı
şahanelerimiz Ergenekon denen örgütün bittiğine ve derin yapıların damarlarımızdan,
bağırsaklarımızdan bile temizlendiklerine inanabilirler. Bir ameliyat yaptık ve bağırsaklar
temizlendi diye düşünebilirler. Ama bağırsaklarda kanser varsa bir ameliyatla temizlenmez. Bir
süre sonra yeniden ve daha güçlü nüksedebilir. (16) Bana sorarsanız, (Gezgin gibi
düşünüyorum): Ergenekon temizlenmiş veya çökmüş değil. Ergenekon’da temizlenenler, içeriye
tıkılanlar sadece derin örgütün, kripto yapının bazı ortaboy icracılarıdır; operasyonel
elemanlarıdır. Ama hala bu derin, sinsi yapının beyni ayaktadır. Stratejistlerinden,
teorisyenlerinden, esas oğlanlarından kimse tutuklanıp içeriye tıkılamamıştır.
Masanın etrafında olduğundan şüphelenilen bazıları yurt dışına kaçmış ise de, asıl masanın
başını tutanlar hala ülkededir; taktik hareketlere devam etmektedirler. Ancak stratejilerinde bir
kısım temel değişiklikler olmuştur. Bundan sonra daha uzun soluklu planlarla, daha sinsi, örtülü,
sureti haktan görünen, daha münafıkça taktiklerle ve stratejilerle ilerleyeceklerdir. Bu yapıya
hükmeden zevat ve güruh, artık Türkiye’de pek çok dengenin değiştiğinin, Kemalist formlarla,
laik ayaklarla oyun kuramayacaklarının, alan kazanamayacaklarının farkındadırlar.
Eskiden bu derin kripto ekip biraz münafıkça, ama daha çok kafirce hareket etmekte ve millete
ve değerlerine açıktan cephe almaktan, hakaret etmekten çekinmemekte idiler. Artık derin
yapıların temel taktiklerinde, stratejilerinde, jargonlarında büyük değişiklikler olmuştur. Bundan
sonra cepheden değil, yandan vurma, dışarıdan değil, içeriden çökertme, dost görünüp çakma,
dostlarla vuruşturarak enerjisini tüketme, bol nifak üreterek iç dengelerle oynama, ahlaki,
mali zaafları kullanarak teslim alma gibi yeni taktikler denenecek ve uygulanacaktır. Bütün
bunlar gayet muhafazakar, hatta dindar tavırlar içine girilerek yapılacaktır. Ergenekon’un
icracıları ve uygulayıcıları farklı isimlerdir. Ergenekon’un ve derin yapının beyni, özellikle
taktikler geliştiren, Ergenekoncu askerlere emirler veren sivil beyinleri neredeyse tam kadro
dışarıdalar. Şu anda onlar yeni Türkiye’ye, mevcut şarlara uyum sağlamakla meşguller. Kabuk
değiştiriyorlar. Yeni dönemde hangi zarfın ve kabuğun uygun olacağı, hangi renklerin makbul
olacağı noktasında fikir jimnastikleri yapıyorlar. Yeni stratejilerini daha kurmadılar ve devreye
sokmadılar. “Kara Kuvvetler” sanılan birkaç yüz kişiyi Silivri’de toplamakla karanlık yapı
çökmüyor. “Beyaz Kuvvetler” denilen başka bir kesim, gerekmedikçe silah kullanmayan, daha
çok toplum içinde etkin olan ve toplumu, toplumsal kesimleri manipüle eden elemanlar. Bunlar
toplumda meslek sahibi, etkin, itibarlı; ama derin yapı hesabına organize edilmiş ve çalıştırılan
kimseler; yani gazeteci, yazar, milletvekili, siyasetçi, doktor, öğretim görevlisi, din adamı,
avukat… Ergenekon denilen yapının sadece bir kısmı içeriye alındı. Bu tür yapıların en tepesinde
olan ve Ergenekon’a da hükmeden gayrı milli, kriptolar kontrolündeki derin yapı ise hepten
duruyor. Ergenekon ne çöktü ne de göçtü. Bir kısım ortaboy elemanları hariç hepsi ayakta ve
hepsi duruyor. Beyin takımı duruyor. Ayak takımı da “Beyaz”ıyla “Siyah”ıyla aynen duruyor. Şu
anda Ergenekon ve ona hükmeden derin yapı toplumdaki değişime paralel kendini yeniden
yapılandırıyor. Bir metamorfoz geçiriyor, şekil değiştiriyor. Kendisini muhafazakar (!)
Türkiye’ye uydurmakla meşgul. Eğer mevcut iktidarda veya Türkiye’de bir tökezleme, bir
sürçme olursa, hiç şüpheniz olmasın derin yapı ve Ergenekon aynen koruduğu beyniyle ve siyahbeyaz kuvvetleriyle alana iner ve Türkiye’ye yeniden kabuslar yaşatabilir. Türkiye’nin fazla
büyümesi dış odakları, Almanya, Fransa ve İsrail’i rahatsız ediyor, bu nedenle iç ve dış yeni
komplolara hazırlıklı olalım. Almanya’yı sosyolojik olarak tanıyıp alternatif bir tarih okumaya
bir sonraki bölümde hazırlanın…
GİRİŞ
Almanya Üzerine Sosyolojik Anekdotlar
Giriş kısmı biraz uzun yazdım, ünlü Alman düşünür Goethe’nin dediği gibi; “Uzun yazdığım için
hakkınızı helâl edin, kısa yazacak vaktim yoktu.” Bu bölüm, Almanları ve Almanya’yı yakından
tanımanızı sağlayacaktır. Gurbetçilerimizi Almanya ve Avrupa’dan kovma girişiminin tarihi
köklerini ve gerçek nedenlerini anlamınızı sağlayacaktır.
Avrupa kıtasında bulunan Almanya, Merkezî Avrupa bölgesindedir. Ülkenin başkenti Berlin,
uluslararası trafik plaka remzi “D”, Avrupa Birliği (AB) üyesi olduğu için para birimi “Euro”
(EUR)’dur (1 EUR = 100 Cent). Almanya, 357 bin 111 km² büyüklüğünde bir ülkedir. Nüfûsu
82 milyon 2 bin 356’dır. Almanya nüfûs bakımından dünyanın 13. büyük ülkesi, yüzölçümü
bakımından ise dünyanın 61. büyük ülkesidir. Yüzölçümü Türkiye’den daha küçük, fakat nüfûsu
Türkiye’den daha fazladır. Türkiye yüzünü Batı’ya, Almanya çatıya çevirmiştir; kiracılar çatı
katında otururlar. Türkiye’nin nüfûsu daha genç ve dinamik, fakat Almanya’nın nüfûsu daha
yaşlıdır ve devrini tamamlamıştır. Almanya’nın nüfûsu “selvi boylum”, Türkiye’nin nüfûsu “al
yazmalım”, Almanya’da yaşayan gurbetçilerin nüfûsu ise “selvi boylum al yazmalım”dır.
Gurbetçiler ne çekmişse Türkiye’de enflasyondan, Almanya’da entegrasyondan, yani
asimilasyondan çekmiştir. Gurbetçiler çok çalışkandır, karı – koca yıllarca çalışıp para
biriktirmişlerdir; koca makinaları, karı paspasları temizlemiştir; çok çok çalışıp çok çok para
biriktirmişlerdir, paralarını ne Hans’a, ne de Hasan’a koklatmışlardır fakat sonunda hepsini
Kombassan’a ve tabela İslami görünümlü şirketlere kaptırmışlardır. 30 milyar dolarlık bir
vurgun, hırsızlıktır bu. Gurbetçinin birikimleri çalınmıştır. Almanya’dakileri Alman devleti,
Türkiye’dekileri; Türk devleti ise, Türkiye’den Almanya’ya gelmiş gurbetçileri kazıklamıştır,
her iki devlet birden gurbetçileri öpmüştür! Almanya’nın kalbi Alanya’da, Türkiye’nin kalbi
Kreuzberg’de atmaktadır. Fazıl Say Türkiye’dekilerin korkusundan Alman’laşmış, Christoph
Daum da Almanya’dakilerin korkusundan Türk’leşmiştir. Gurbetçiler, yılda bir kez izin
yapmakta, ayda bir kez maaş almakta, haftada bir kez alışveriş yapmakta, fakat günde 20 kez
televizyon seyretmektedir; babalar oğullarıyla futbol maçı, anneler kızlarıyla pempe dizi
bakmaktadır. Almanlar hafta sonları balkonda uzanıp güneşlenmekte, gurbetçiler ise misafirliğe
gitmektedir; misafirlikte birlikte televizyon izlenmekte, iki paket çekirdek bitirilmektedir.
Almanlar’ın en sevdiği yemekler lahmacun ve döner kebab, gurbetçilerin ise Nutella ve Milch
Schnitte’dir. Yeni ehliyet alan Alman gençlerin arabalarında Tarkan CD’si, yeni ehliyet alan
gurbetçi gençlerin arabalarında ise Monrose CD’si çalmaktadır; ikisi bir araya geldiklerinde ise
ortak zevkleri olduğu için İsmail YK dinlemektedir.
Almanlar kahvaltılarını Türk çayıyla, gurbetçiler de Alman kahvesiyle yapmaktadır. Gurbetçiler
vatanı çok özlemekte, bu özlem konsolosluk önünde kuyruklar oluşturmaktadır. Gurbetçiler
oğullarını ve kızlarını Almanya’da büyütmekte, fakat Almanya’da büyümüş oğlanlara ve kızlara
kötü gözle bakmakta, Almanya’da büyümüş oğullarını ve kızlarını Türkiye’de evlendirmektedir;
Türkiye’den getirtilen damatlar parasızlık, Türkiye’den getirtilen gelinler ise yalnızlık
çekmektedir. Çocuklar babalarının, babalar kadınlarının, kadınlar da annelerinin sözünden dışarı
çıkmamaktadır. Almanlar çok çocuk yapanları takdir etmekte, gurbetçiler ise hor görmektedir.
Velhasıl uzatmaya gerek yok: Onlar biz olmuşlar, biz ise onlar. Burada herkes okula gitmekte,
insanlar okuma yazma öğrenmekte, fakat hiç okuyup yazmamaktadır. Burada insanlar az
evlenmekte, fakat çok boşanmaktadır; firma açan erkekler karılarını, Facebook adresi açan
kadınlar da kocalarını boşamaktadır. Türkiye’deki bütün günlük ulusal gazeteler burada da
çıkmaktadır; bu gazetelerimiz Türkiye’de “Türkiye Türklerindir” logosuyla, burada ise
“Almanya Hepimizindir” logosuyla çıkmaktadır. Bu gazetelerimiz Türkiye’de “başörtü
yasağını”, burada ise “başörtü özgürlüğünü” savunmaktadır; bu gazetelerimiz Türkiye’de “tek
dil, tek ırk, tek ideoloji” propagandası, burada ise “farklılıklar zenginliktir” propagandası
yapmaktadır. Almanya’nın durumu gittikçe kötüleşmekte, Türkiye’nin durumu da gittikçe
iyileşmektedir. Eskiden burada Almanlar gurbetçilere hava atmakta, gurbetçiler de memlekete
gidince Türkiye’dekilere hava atmaktaydı; şimdi ise burada gurbetçiler Almanlar’a hava
atmakta, memlekete gidince de Türkiye’dekiler gurbetçilere hava atmaktadır. Türkiye ileriye
gitmekte, Almanya geriye gitmekte, gurbetçiler ise iki ileri bir geri gitmektedir.
Almanlar kendilerine “Deutsch”, Almanya’ya da “Deutschland” derler. “Karl May des Orients”
(Doğu’nun Karl May’ı) tarafından kaleme alınan “Adını Arayan Coğrafya” kitabının 35.
sahifesinde yazıldığına göre “Deutsch” (Alman) kelimesinin kökeni, Eski Almanca’da “halk”
anlamına gelen “diota” sözcüğüdür. Gotça’daki “thiuda” ve Cermence’deki “theude” sözcükleri
de aynı anlamda kullanılıyordu. Almanya’nın ve Almanlar’ın isminin bugün dış dünyada
anılmasında, pekçok kişi farkında değildir ama, çok garip bir durum söz konusudur. Bugün bu
ülkede yaşayan kavmin ismi “Deutsch” (okunuşu Doyç) olup, bu kavim, tarihte yaşamış Cermen
ve Alman (Alaman) kavimlerinin soyundandırlar. Yani biz bunlara her ne kadar Alman, dillerine
Almanca, ülkelerine de Almanya diyorsak da, bunlar Alman değildirler. Cermenler ve Almanlar,
bunların atalarıdırlar. Fakat onlar tarihte kaldı, artık yaşamıyorlar. Şu anda burada “Deutsch”
(Doyç) kavmi yaşamaktadır ve bu kavim, tarihteki Cermenler’in ve Almanlar’ın soyundan gelen
kavimdir. Ancak bugün dış dünyadaki insanlar, bu kavmi kendi isimleriyle değil de, tarihte
yaşamış olan atalarının ismiyle anmaktadırlar. Bazı dillerde bu halk ve bu ülke, ataları olan
Almanlar’ın ismiyle anılırken (örneğin Türkçe’de “Almanya”, Arapça’da “Almaniye”,
Fransızca’da “Allemagne” gibi), bazı dillerde de bu halk ve bu ülke, yine başka bir ataları olan
Cermenler’in ismiyle anılır (örneğin Kürtçe’de “Cermenistan”, Yunanca’da “Ğermania”,
İngilizce’de “Germany” gibi). Oysa Almanlar da Cermenler de artık yaşamamaktadırlar; fakat
bugün yaşayan Doyç halkının atalarıdırlar. Aslında dış dünyada böyle ilginç bir muamaleye
maruz kalan tek ülke Almanya değildir. Meselâ İran da dış dünyada aynı muameleye tabi
tutulmaktadır. İran’ın Almanca’daki ismi “Persien”, İngilizce’deki ismi de “Persian” şeklindedir.
Almanca’da Farsça’ya ise “Persisch” denir. Halbuki Persler tarihte kalmış bir kavimdir ve şu
anda yaşamamaktadırlar. Bugün orada yaşayan halk Fars kavmidir ve dilleri de Persçe değil
Farsça’dır. Persler bunların atalarıdır. Persler de tıpkı Almanlar ve Cermenler gibi “En az 3
çocuk” kuralını ihlal ettikleri için Hakk’ın rahmetine kavuşmuşlardır. Aynim punun kibi,
Yunanistan’ın isminde de benzer bir karışıklık ortaya çıkmıştır. Burada da Yunan kavminin
Yunan, Elen ve Grek isimlerinden kaynaklanan bir farklılık göze çarpmaktadır. Yunanlar kendi
ülkelerini Elen ismiyle irtibatlandırarak “Ellás” diye anarken, örneğin Türkçe’de Yunan ismine
dayalı “Yunanistan”, İngilizce ve Almanca’da Grek ismine dayalı “Greece” ve “Griechenland”
isimleri kullanılmaktadır.
Almanya’nın iki denize kıyısı vardır. Bunlar, kuzeybatıda Kuzey Denizi, kuzeydoğuda ise Baltık
Denizi’dir. Almanya haritasını bir insan vücûduna benzetirsek, bu iki deniz, o insanın sağ ve sol
omuzlarındaki iki su kovası gibi durur. Ancak Almanlar Baltık Denizi’ni bu ismiyle anmazlar;
onlar bu denize “Ostsee” (Doğu Denizi) derler. Her iki deniz de adalar yönünden oldukça
zengindir ve Almanya’nın ikisi üzerinde de pek çok adası vardır. Kuzey Denizi (Nordsee)
üzerinde kıyıya paralel bir şekilde bir baştan bir başa Frizya Adaları uzanır. Bunlar batıdan
doğuya (aynı zamanda güneyden kuzeye) Borkum, Lütje Hörn, Kachelotplate, Memmert, Juist,
Norderney, Baltrum, Langeoog, Spiekeroog, Wangerooge, Minsener Oog, Oidoog, Alte Mellum,
Neuwerk, Scharhörn, Trischen, Blauort, Nordstrand, Nordstrandischmoor, Südfall, Pellworm,
Süderoog, Süderoog – Sand, Norderoog – Sand, Jarpsand, Hooge, Habel, Gröde, Oland,
Langeneß, Amrum, Föhr ve Sylt adlı adalardır. Bunların haricinde yine Kuzey Denizi üzerinde,
ana karadan uzak bir noktada Helgoland adası ile hemen yanıbaşındaki küçük Düne adası
bulunur. Ancak ikisi birden de idarî olarak Helgoland olarak anılır. Helgoland, Almanya’nın
“anavatana uzak olan” yegâne adasıdır. Ada yüzyıllarca Britanya egemenliği altında kalmıştır;
ada halkı da Britanya kökenli olup “Almanlaşmıştır”. Helgoland adasında konuşulan Almanca
kulağa çok ilginç gelir; ada halkı Almanca’yı İngilizce aksanıyla konuşmaktadır. Yani
konuştukları dil Almanca olduğu halde sesleri çıkarırken sanki İngilizce’deki harfleri okuyormuş
gibi çıkarırlar. Almanya’nın, diğer denizi olan Baltık Denizi (Ostsee) üzerinde de adaları vardır.
Almanya’nın Baltık Denizi’ndeki ada sayısı, Kuzey Denizi’ndeki ada sayısından çok daha azdır
ama ordaki adalara nisbeten çok daha büyüktürler. Bunlar batıdan doğuya (aynı zamanda
kuzeyden güneye) sırasıyla Fehmarn, Hiddensee, Rügen, Vilm, Ruden, Greifswalder Oie ve
Usedom adlı adalardır. Bunlardan 926 km² büyüklüğündeki Rügen, Almanya’nın en büyük
adasıdır ve uçak bileti bulamayan fukara Almanlar’ın tatil yaptıkları bir adadır. En doğudaki
Usedom ise Almanya ile Polonya arasında ikiye bölünmüş bir adadır. Adanın batısı Almanya,
doğusu Polonya topraklarıdır. Adanın Almanca adı “Usedom”, Lehçe (Polonya dili) adı
“Uznam”, Venetçe adı ise “Uznjöm” şeklindedir. Venetler, Batı Slav kökenli bir kavimdir ve
bunlar 7. yy’da, bugünkü Kuzey ve Doğu Almanya topraklarının genişçe bir alanında
yaşıyorlardı. O dönemlerde bu coğrafyanın adı da “Germania Slavica” (Slav Almanyası)
şeklinde idi. Elbe Nehri kıyısında yaşadıkları için bunlar şu anda “Elbslaven” (Elbe Slavları)
olarak anılırlar ancak sayıları yok denecek kadar azalmıştır.
Kuzey Denizi’nde, Frizya coğrafyasına paralel şekilde ve hilâl gibi kavis çizerek batıdan doğuya
(aynı zamanda güneyden kuzeye) uzanan Frizya Adaları, Frizya ülkesinin adalarıdırlar. Frizya,
üç ülke (Hollanda, Almanya ve Danimarka) arasında üçe bölünmüş bir coğrafyadır ve bu
coğrafyada Frizler yaşarlar. Avrupa tarihi boyunca Hollandalılar, Almanlar ve Danimarkalılar
tarafından katliâmlara ve asimilasyon politikasına maruz kalmış, bu asimilasyon politikasının bu
üç devlet tarafından halen dahi sürdürüldüğü bir kavim olan ve Frizce konuşan Frizler, Avrupa
kıt’âsında Hıristiyanlık dînini en son kabul etmiş olan topluluktur ve kılıçla, katliâmla
kendilerine dayatılan Hıristiyanlık’a karşı yüzyıllarca direnip mücadele ettikten sonra da gönüllü
olarak değil, kılıç zoruyla ve baskıyla Hıristiyanlaştırılmışlardır. Hollanda, Almanya ve
Danimarka tarafından uygulanan asimilasyon politikaları sonucu bugün Frizce de tıpkı
ülkemizdeki Lazca gibi tamamen unutulma ve yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Üçe
bölünmüş ve parçalanmış olan Frizya (Friesland) ülkesinin batı toprakları bugün Hollanda’nın,
doğu toprakları Almanya’nın, kuzey toprakları ise Danimarka’nın egemenliği altındadır. Frizya
(Friesland), bu coğrafyada “kayıp ülke”dir.
Almanya’nın tam 9 tane komşusu vardır. Bunlar; kuzeyde Danimarka, batıda Hollanda, Belçika,
Lüksemburg ve Fransa, doğuda Polonya ve Çek Cumhuriyeti, güneyde ise Avusturya ve
İsviçre’dir. Almanya’nın güneyindeki her üç ülke de (Avusturya, İsviçre ve Liechtenstein)
Almanca konuştukları için, Almanya’nın güneyinden ülkeyi nereden terk ederseniz edin, sınırın
öte yanında dil sorunu yaşamazsınız. Çünkü ülkeyi güneyden terk ettiğinizde, sadece
Almanya’yı terk etmiş olursunuz, Almanca’yı değil. Almanya’nın haritasına baktığınızda,
aslında bu ülkenin de ne kadar stratejik bir konumda bulunduğunu hemen anlarsınız. Zira
Almanya, dört ayrı kıt’â bölgesinin tam ortasındadır. Almanya’nın güneyi (kendisi de dahil
olmak üzere) Merkezî Avrupa, doğusu Doğu Avrupa, batısı Benelux, kuzeyi ise İskandinavya
topraklarıdır. Almanya, genelde komşuları tarafından sevilmeyen bir devlettir. Bunun tarihten
gelen haklı sebepleri vardır, kuşkusuz. Sömürgecilik ve emperyalizmin dünyayı kasıp kavurduğu
19. yy’ın ikinci yarısı ile 20. yy’ın ilk yarısında (o dönemlerde insanlar ve devletler göklere pek
hâkim değildiler ve en büyük güç, suya hâkim olmaktan geçiyordu), İngiltere, Hollanda, Belçika,
Fransa, İtalya, İspanya ve Portekiz gibi emperyalist devletler gemicilikte oldukça ilerlemiş ve
üstün bir deniz gücüne sahip oldukları için, tâ Afrika, Asya ve Amerika kıt’âlarına uzanıp
sömürgecilik faaliyetlerini icra ediyorlar, deniz gücüne sahip olmayan ve fakat aynı emperyalist
karaktere sahip olan Almanya ise mecburen elindeki tek güç olan kara gücüyle bu işi götürmeye
çalıştığı için ancak komşularına saldırabiliyor, Afrika ve Asya’ya uzanamadığı için ancak komşu
ülke ve toprakları işgal edebiliyordu. Dolayısıyla, örneğin Afrika halkları için bugün İngiltere,
Hollanda, Belçika, Fransa, İtalya, İspanya ve Portekiz zihinlerde neyi çağrıştırıyorsa, Avrupa’nın
“edilgen” halkları için de Almanya zihinlerde aynı şeyi çağrıştırıyor.
Federasyonla yönetilen Almanya, 16 eyaletten oluşan federal bir cumhuriyettir. Bunlar; başkenti
Münih (München) olan Bavyera (Bayern), başkenti Stuttgart olan Baden – Württemberg,
başkenti Wiesbaden olan Hessen, başkenti Mainz olan Renanya – Palatina (Rheinland – Pfalz),
başkenti Saarbrücken olan Saarland, başkenti Düsseldorf olan Kuzey Ren Vestfalya (Nordrhein –
Westfalen), başkenti Hannover olan Aşağı Saksonya (Niedersachsen), başkenti Hansestadt
Bremen olan Bremen, başkenti Hansestadt Hamburg olan Hamburg, başkenti Kiel olan
Schleswig – Holstein, başkenti Schwerin olan Mecklenburg – Ön Pomeranya (Mecklenburg –
Vorpommern), başkenti Magdeburg olan Saksonya – Anhalt (Sachsen – Anhalt), başkenti Erfurt
olan Thüringen, başkenti Dresden olan Saksonya (Sachsen), başkenti Potsdam olan Brandenburg
ve aynı zamanda federal cumhuriyetin de başkenti olan Berlin’dir. Almanya’da her eyalet iç
işlerinde serbesttir; ayrı parlamentosu, ayrı anayasası, ayrı hükûmeti, başbakanı, iç ve dış işler
bakanı, milletvekilleri, ayrı bayrağı vardır. Yaşadığınız eyaletteki kanunlar hoşunuza gitmiyorsa
veya ordaki rahatlık batıyorsa, başka bir eyalete taşınıp yerleşebilirsiniz. Aslında Almanya
dediğimizde bir değil, tam 16 ayrı devletten bahsetmiş oluyoruz.
Almanya’nın 2011’deki cumhurbaşkanı Christian Wulff, başbakanı Angela Merkel, dışişleri
bakanı Guido Westerwelle, içişleri bakanı Thomas de Maizière’dir. Almanya’nın en büyük
eyaleti olan Bavyera, aynı zamanda Almanya’nın en dîndar eyaletidir. Okullardaki sınıfların
duvarlarına “Haç” asılmasının yasal olarak mecburî olduğu tek eyalettir. Ülkenin aynı zamanda
en zengin eyaleti de olan Bavyera, “devlet içinde devlet” gibidir. Almanya’nın 16 eyaletinden
13’ü, belli bir coğrafyaya ve toprak parçasına sahip eyaletler iken, 3 tanesinin durumu biraz
farklıdır. Başkent Berlin şehri, tek başına eyalettir (tıpkı Avusturya’daki Viyana, Belçika’daki
Brüksel, Pakistan’daki İslamâbâd, Hindistan’daki Yeni Delhi, Endonezya’daki Jakarta,
Avustralya’daki Canberra, Somali’deki Mogadişu veya Brezilya’daki Brasília gibi). Hamburg
eyaleti ise ülkenin 2. büyük şehri olan Hansestadt Hamburg şehri ile Kuzey Denizi sularındaki
küçücük ve üzerinde sadece 44 insanın yaşadığı Neuwerk ile hemen yakınındaki yine küçücük
ve üzerinde insan yaşamayan Scharhörn ve Nigehörn adlı üç adacıktan oluşur. Bremen eyaleti de
ülkenin 10. büyük şehri olan Hansestadt Bremen şehri ile Kuzey Denizi kıyısındaki
Bremerhaven kentlerinden ibarettir. Yani Berlin eyaleti sadece bir şehirden, Bremen eyaleti iki
şehirden, Hamburg eyaleti ise bir şehir ve ikisinde insan yaşamayan üç adacıktan oluşur. Trafik
plaka remzi HH olan Hansestadt Hamburg ile trafik plaka remzi HB olan Hansestadt Bremen
şehirleri kastedildiğinde genelde sadece Hamburg ve Bremen denilir. Oysa bu yanlış bir
kullanımdır. Çünkü Hamburg veya Bremen dediğinizde kastedilen, eyaletler olmalıdır ve bu
durumda Hamburg derken sadece bir şehir değil, bir şehir ve üç ada birden, Bremen derken de
iki şehir birden (Hansestadt Bremen ve Bremerhaven) kastedilmelidir. Sadece şehirlerden söz
edildiğinde Hansestadt Hamburg ve Hansestadt Bremen şeklinde zikredilmesi daha doğru bir
kullanım olur. Çünkü işte o zaman sadece o şehri kastetmiş oluruz.
Almanya’nın tek yerli kavmi Almanlar değildir; bu ülkede konuşulan tek yerli dil de Almanca
değildir. Göçmen nüfûsun konuştuğu dillerin yanısıra, Almanca haricinde ülkede yerli azınlık
halkların konuştuğu diller de vardır. Bunların başında, yukarıdaki paragraflarda da “dil”e
getirdiğimiz Frizce gelir. Frizce, Frizya’da yaşayan Frizler tarafından konuşulur. Frizya ülkesi,
Hollanda, Almanya ve Danimarka arasında üçe bölünmüş, parçalanmış ve halkı birbirinden
kopartılmış bir ülkedir. Yüzyıllar boyunca Hollanda, Almanya ve Danimarka devletleri
tarafından, bilhassa Almanya ve Danimarka tarafından asimilasyon politikalarına maruz kalan ve
yok edilmek istenen Frizce’yi bugün ne yazık ki sadece yarım milyon kadar insan
konuşmaktadır. Bunların da 450 bin kadarı Hollanda Frizyası’nda yaşarlar ki, yine bunların da
350 bin kadarı Frizce’yi günlük yaşamlarında ana dil olarak konuşmaktadırlar. Hollanda devleti
Frizler’e ve Frizce’ye karşı daha esnek, hoşgörülü ve özgürlükçü bir yaklaşım sergilemiştir.
Almanya ve Danimarka yüzyıllar boyunca tamamen asimilasyoncu ve düşmanca bir politika
takip etmişlerdir ve mazlum Friz halkına karşı bu ırkçı – şoven politikalarını halen dahi devam
ettirmektedirler. Frizler Hollanda ve Almanya’da anayasal olarak “etnik azınlık” olarak
tanınmışlardır. Her iki ülkede “Friesland” (Frizya) adında birer vilayet vardır. Frizce,
Hollanda’nın Friesland (Frizce adı Fryslân) vilayetinde (merkezi, Flamanca adı Leeuwarden,
Frizce adı Ljouwert olan şehir) vilayetinde Flamanca’nın yanında ikinci resmî dildir.
Almanya’nın Frizya bölgesinde de tüm resmî tabelalar ve trafik işaretleri Almanca ve Frizce’nin
ikisiyle birlikte yazılır. Almanya’da diğer bir azınlık dili de, ülkenin en kuzeydoğusundaki
eyaletlerde konuşulan Sorpça’dır. Sorplar, Batı Slav kökenli bir halktır ve Sırplar’la isim
benzerlikleri de tesadüfî değildir; Sorplar ve Sırplar akrabadırlar (Almanya’daki Sorplar’ın
bayrağı da Sırbistan bayrağıyla aynıdır. Sorplar bir Batı Slav topluluğu, Sırplar da bir Güney
Slav topluluğudur. Zaten “Yugoslavya” ismi de, Sırpça’da “Güney Slavya” demektir.). Sorpça,
Almanya’nın Brandenburg eyaletinde (Sorpça adı “Bramborska”), ayrıca Saksonya eyaletinin
(Almanca adı “Sachsen”, Sorpça adı “Swobodny stat Sakska”) Sorpça konuşulan bölgelerinde
devletin ikinci resmî dilidir. Almanya, bu ülkenin ilk yerlileri olan, Almanlar’dan bile daha önce
bu topraklarda yaşayan Frizler’in konuştuğu Frizce’ye bile böyle bir hak vermemişken, sayıca
Frizler’den çok daha az olan (Türkiye’deki bir ilçenin nüfûsu kadar) Sorplar’ın konuştuğu
Sorpça’ya böyle bir hak tanımış olması oldukça ilginç ve hatta düşündürücüdür. Almanya’nın
Saksonya eyaletinin Bautzen (Sorpça adı Budyšin) kentinde bulunan Domıwina adlı Sorp
Enstitüsü tarafından açıklanan rakamlara göre bugün Sorpça’yı konuşan insanların sayısı 20 bin
ilâ 30 bin arasındadır ve bunlar Almanya’nın kuzeydoğusunda yaşarlar. Sayıca bu kadar az
olmalarına rağmen Sorplar, yaşadıkları bölgelerde pek çok gazete ve dergi çıkarmaktadırlar.
“Serbske Nowiny” (Sorp Gazetesi) adlı günlük gazete, “Nowy Casnik” (Yeni Gazete) adlı
haftalık gazete, “Rozhland” (Bakış) adlı aylık kültür dergisi, “Płomjo” (Alev) adlı çocuk dergisi,
Katolik kilisesinin çıkardığı “Katolski Posoł” (Katolik Elçi) adlı gazete, Protestan kilisesinin
çıkardığı “Pomhaj Bóh” adlı gazete (gazetenin ismini “Allâh yardımcın olsun” şeklinde tercüme
edebiliriz) bu bahsimizde zikredebileceğimiz gazete ve dergilerdir. Bununla birlikte, Domoniwa
tarafından altı ayda bir yayınlanan “Lětopis” adlı bilim gazetesini ve ayrıca pedagoglar
tarafından çıkartılan “Serbska Šula” (Sorp Okulu) adlı uzmanlık dergisini de listeye ekleyebiliriz.
Yazılı basının yanısıra görsel ve işitsel basında da aktif olan Sorplar’ın televizyon ve radyo
kanalları da vardır.
Almanya’nın bayrağı, yukarıdan aşağıya doğru “siyâh – kırmızı – altın” renklerin dizildiği
bayraktır ve bu anayasanın 22. maddesinin 2. paragrafında belirtilir. Bu renklerin kökeni, 1813
tarihinde Napoléon Bonaparte komutasındaki Fransız işgal kuvvetlerine karşı verilen Kurtuluş
Savaşı’na kadar dayanır. İşgal kuvvetlerine karşı destansı bir kurtuluş savaşı veren kahraman
Alman milletinin 1813 tarihindeki ulusal kurtuluş savaşına gönüllü olarak katılıp, asker
olmadıkları halde Alman ordusunun saflarında yiğitçe savaşan ve harp esnasında büyük
kahramanlıklar gösteren bir birlik vardı. “Lützowsche Freikorps” (Lützow Gönüllü Kolordusu)
adlı bu birlik, Prusya ordu kuvvetleri bünyesinde savaşan gönüllü bir birlik idi ve Major von
Lützow komutasında oldukları için bu isimle anıldılar. Kurtuluş savaşında Lützow Gönüllü
Kolordusu’nda savaşan bu gönüllülerin giydiği askerî kıyafetler “siyâh – kırmızı – altın”
renklerinde idiler. Bu birlikler kurtuluş savaşında büyük kahramanlıklar göstermiş, gönülllü
olarak katıldıkları savaşta sergiledikleri kahramanlıklar dilden dile dolaşmıştı. Haliyle, giydiği
kıyafetler bile bir efsanenin sembolü haline gelmişti. Savaştan sonra, bu hatırâyı canlı tutmak
adına, ilk olarak 1815 tarihinde Jena Üniversitesi, bu üç rengi, kurduğu öğrenci birliğinin
renkleri olarak kabul edip yaşatma kararı alınca, bu renkler daha çok popüler oldu. Ardından,
Renanya – Palatina (Rheinland – Pfalz) eyaletinin Neustadt an der Weinstraße (o zamanki adı
Neustadt an der Haardt) kentinde bulunan Hambach Şatosu (Hambacher Schloß) altında 27 – 30
Mayıs 1832 günlerinde düzenlenen Hambach Festivali’nde bu renkler “Almanya’nın birliğinin
sembolü” olarak kullanıldı. Daha sonra gittikçe sembolleşen bu renkler, Alman bayrağının millî
renkleri olarak kabul edildi.
Alman İmparatorluğu’nun kuruluş tarihi 18 Ocak 1871, bugünkü Federal Almanya
Cumhuriyeti’nin kuruluş tarihi ise 23 Mayıs 1949’dur. Ancak o tarihten itibaren dünya
haritasında iki Almanya birden vardı; çünkü Alman toprakları kapitalist ve komünist bloklar
arasında bölüşülmüştü. Batıda Federal Almanya Cumhuriyeti (Bundesrepublik Deutschland /
BRD), doğuda ise Alman Demokratik Cumhuriyeti (Deutsche Demokratische Republik / DDR).
Almanlar, her iki Alman devletinin başharflerinden (BRD ve DDR) esinlenerek, iki Almanya’yı
“Bernd ve Diederich adlı iki kardeş” olarak nitelemişlerdir ki, Bernd ve Diederich, ikisi de
Alman erkek isimleridir... İlkinden yirmi yıl sonra, 1939’da başlayıp, 1945’e kadar süren İkinci
Dünya Savaşı’nda, Almanya, faşizan ve ırkçı saldırganlığının cezasını çok ağır ödemişti. Adolf
Hitler “führerliğindeki” Almanya’nın yenilgisiyle biten savaştan dört yıl sonra, 1949’da ikiye
bölündü Almanya. Sovyetler Birliği, Mart 1952’de ABD, Büyük Britanya ve Fransa’ya bir
“dostluk anlaşması” önerdi. Buna göre, Almanya yeniden birleşmeli ve tek devlet haline gelmeli,
ama “yansız” olmalıydı. Doğu’ya da, Batı’ya da bağımlı olmamalıydı. Ancak, Batı Almanya’nın
Batı Bloku’na bağımlı olmasında kendileri açısından yarar gören Batılılar, SSCB’nin bu
önerisine yanaşmadılar. Zira Batılılar, bağımsız bir birleşik Almanya’nın, Doğu Bloku’ndan
yana bir çizgiyi benimsemesinden korkuyorlardı. Üstelik o zamanki muhâfazakâr koalisyon
hükûmeti, yani “Christlich Demokratische Union” (Hristiyan Demokrat Birlik / CDU),
“Christlich Soziale Union” (Hıristiyan Sosyal Birlik / CSU) ve “Freie Demokratische Partei”
(Hür Demokrat Parti / FDP) de Batı Bloku’na bağlı kalmaya kararlı bir politika izliyorlardı.
1952’den sonra iki Alman devleti arasındaki ayrışma, her geçen zaman daha da büyüdü. 1956’da
BRD ve DDR’in kendi özel orduları oldu. İki Alman devleti, düşman iki komşuydu sanki.
DDR’de ekonomik sıkıntıların başgösterdiği yıllarda, BRD, ekonomik olarak günden güne daha
da büyüyordu. Doğu Almanya (DDR) tam bir sefaleti yaşarken, Batı Almanya (BRD),
Avrupa’nın en zengin ülkesi olmaya doğru yol alıyordu. Bu yıllarda binlerce Doğulu Alman,
Batı Almanya’ya kaçtı ve iltica etti. Sonunda DDR, Batı’ya olan sınırını kapattı ve Batı Almanya
ile olan sınırını silâh zoru ile korumaya başladı. 1961’de Berlin’de sınır duvarının inşâ
edilmesiyle de Batı’ya olan son gediği de kapattı, Doğulular. Bir nokta çok önemli: 1952 ile
1969 yılları arasındaki “soğuk savaş” boyunca iki Alman ülkesi arasında iktisadî anlaşma vardır
sadece. Haziran 1953’te Doğu Berlin’de ve DDR’in diğer şehirlerinde komünist dikta rejimine
ve berbat ekonomik politikalara karşı büyük bir grev ve gösteri dalgası baş gösterdi. Asayişi yine
Sovyet tankları sağlıyordu. Batı’da ise tam tersi, halkın büyük çoğunluğu devletten ve rejimden
hoşnuttu. Bununla beraber, altmışlı yılların sonlarına doğru Batı Almanya’da, kapitalist ekonomi
politikalarına ve ABD’ye bağımlılığa karşı güçlü protestolar ve öğrenci gösterileri gerçekleşti.
İki Alman devleti arasındaki politik görüşmelerin başlangıcı, 1969 yılındadır. Bu, dönemin
başbakanı Willy Brandt ve O’nun sosyaldemokrat – liberal hükûmetinin “Ostpolitik” (doğu
politikası) adıyla Alman siyaset literatüründe yer alan meşhur politikasının attığı ilk adımlardı.
1972’de DDR ve BRD arasında bir “Grundlagenvertrag” (Esaslar Sözleşmesi) imzalandı. Politik
ve ekonomik anlaşmalar, iki ülke arasında sözleşmeden sonra iyileşmeye başladı. Bu antlaşmaya
göre, birçok Batılı Alman, DDR’deki akrabalarını her zaman ziyaret edebilir, ancak çok az
sayıdaki Doğulu Alman, BRD’yi ziyaret edebilirdi. İlk bakışta hiç de adil olmayan ve Batı
Almanya’dan yana gibi görünen bu anlaşma, sonraki yıllarda iki Almanya’nın da kaderini
çiziyordu. 1989 güzünde beklenmedik bir olay oldu: Macaristan Cumhuriyeti (Magyar
Köstársaság), Avusturya (Österreich) ile olan sınırını açtı. Böylece birçok DDR’li Alman’a, Batı
Almanya’ya kaçma fırsatı doğdu. Binlerce Doğulu Alman, Macaristan ve Avusturya üzerinden
Batı Almanya’ya firar etti. Uçaklarla, Macaristan’ın başkenti Budapeşte (Budapest)’ye giden
Doğu Almanya vatandaşları, ordan da karayoluyla Avusturya üzerinden Batı Almanya’ya
kaçıyorlardı. Batı Almanya’daki kaçaklardan haber bekleyen diğer “kaçak adayları” da, daha
önce Batı Almanya’ya kaçmış olanların onlar için elde ettiği oturma ve ilticâ izni yardımıyla,
Polonya (Polska)’nın başkenti Varşova (Warszawa) ve Çekoslovakya (Češk – o – Slovenská)’nın
başkenti Prag (Praha) üzerinden uçakla Batı Almanya’ya kaçıyorlardı. Yakın bir zaman içinde
başta Leipzig ve Dresden olmak üzere DDR’in büyük şehirlerinde yönetime karşı kitle gösterileri
başlıyordu. Bu gösteriler başta “özgür dış seyahat” (bilhassa Batı Almanya’ya serbestçe seyahat
özgürlüğü), “özgür seçimler, seçme ve seçilme hakkı” ve “liberal ekonomi” için, bu üç olgu
içindi. Ancak daha sonra gösterilerin rotası değişti ve kalabalık gösterici kitlelerinden
“Wiedervereinigung” (yeniden birleşme) sloganları yükseldi ve her geçen gün bu sloganlar daha
bir gür çıkıyordu gırtlaklardan.
Bu muhâlefet grupları karşısında, “Sozialistische Einheitspartei Deutschland” (Almanya
Sosyalist Birlik Partisi/SED) birkaç hafta içinde tüm gücünü ve iktidarını yitirdi. Berlin Duvarı
yıkıldı, Doğu Almanya tarihe karıştı ve toprakları Federal Almanya Cumhuriyeti’ne eklemlendi,
Almanlar da tek çatı altında birleştiler. 1961 ile 1988 yılları arasında 200 binden fazla insan
DDR’den kaçtı, yaklaşık 410 bin insan da yasadışı yollardan seyahat ederek geldi.Batı
Almanya’ya. Sadece 1989 yılında 350 bin civarında Doğu Almanyalı kaçtı Batı Almanya’ya.
Berlin Duvarı’nın yıkıldığı günlerin sıcak ortamında, Batı Berlin Belediye Başkanı, bir basın
toplantısında, 9 Kasım 1989 Perşembe günü, akşam saat 18:55’te şunu söylüyordu: “Bu gece
dünyanın en mutlu halkı, Almanlar’dır.” Gönül isterdi ki bu mutlulukları öyle de sürsün ama,
gelişmeler arzu edilenin tam tersi bir seyir izledi. Bugün itibariyle, dış dünyada eski itibarını
yitirmiş, ekonomik krizle boğuşan, işsizlik sorununu bir türlü halledememiş, gerek kendi
beceriksizliğinden ve bir “göç ülkesi” olduğunu geç kabullendiği için kendi hatasından, gerekse
ülkedeki göçmen nüfûsun çeşitli kaygılardan kaynaklanan inatçı karşı koyuşundan kaynaklanan
sebeplerle “entegrasyon” politikalarında da arzuladığı başarı seviyesini yakalayamamış mutsuz
bir Alman halkı vardır...
Berlin Duvarı’nın yıkıldığı (1989) ve o günden bu yana Almanya’da en büyük resmî bayram
olarak kutlanan 3 Ekim günü için kullanılan “İki Almanya’nın birleşmesi” ifadesi yanlıştır.
Çünkü “İki Almanya’nın birleşmesi” diye bir olay yaşanmamıştır; yaşanan, bir Almanya’nın
tarihe karışması, diğer Almanya’nın ise topraklarını genişletmesidir. 3 Ekim 1989 tarihinde bu
coğrafyada yeni bir devlet kurulmamıştır. DDR adlı devlet yıkılmış, tâ 23 Mayıs 1949’da
kurulmuş olan FAC ise o yıkılan devletin topraklarını da alarak daha da genişlemiştir. Federal
Almanya Cumhuriyeti, 3 Ekim 1989’a kadar 10, 5 eyaletli bir ülke iken, o tarihten sonra 16
eyaletli bir ülke olmuştur. Fakat ülke aynı ülke, devlet aynı devlettir. İki devlet kendini feshedip
birleşmemiş, Almanlar yeni bir devletin çatısı altında birleşmemiştir; bir devlet diğer bir devleti
yutarak topraklarını genişletmiştir. 3 Ekim 1989’dan sonra FAC’nin sadece başkenti değişmiştir;
Bonn’dan Berlin’e alınmıştır. Zaten 3 Ekim günü Almanya’da “İki Almanya’nın birleşmesi”
adıyla değil, “Alman Birliği Günü” (Tag der Deutschen Einheit) adıyla kutlanır. Zaten dikkat
edilirse, eski Doğu eyaletleri bugün Almanya’da “yeni eyaletler” (neue Bundesländer) olarak da
nitelendirilir.
İki denize kıyısı olan Almanya, göller yönünden de oldukça zengindir. Almanya’nın en büyük
gölü, Almanya – Avusturya – İsviçre arasında bulunan Konstanz Gölü (Bodensee)’dür. 536 km²
büyüklüğündeki Konstanz Gölü, Almanya’nın en güneyindedir. Almanya’nın ikinci büyük gölü
ise, tamamı Almanya topraklarında bulunan Müritz Gölü’dür. Mecklenburg – Ön Pomeranya
eyaletinde bulunan Müritz Gölü’nün büyüklüğü 117 km²’dir. Üçüncü sırada ise yine tamamı
Almanya topraklarında Bavyera eyaletinde bulunan 80 km²’lik Chiem Gölü gelir. Dördüncü
sırada ise Mecklenburg – Ön Pomeranya topraklarında bulunan 61, 54 km²’lik Schwerin Gölü
gelir. Almanya’nın beşinci büyük gölü ise, yine Bavyera topraklarında Starnberg Gölü’dür ve
büyüklüğü 56 km²’dir. Akarsular bakımından da bir hayli zengin olan Almanya’ya “nehirler
ülkesi” dersek, sanırım yanlış bir nitelemede bulunmamış oluruz.
Avrupa’nın en uzun 2. ırmağı olan 2888 km uzunluğundaki Tuna Nehri (Donau), Almanya
topraklarında doğar, Baden – Württemberg eyaletinin Freiburg ilinin Schwarzwald – Baar –
Kreis (merkezi Villingen – Schwenningen) ilçesine bağlı Donaueschingen kasabasında akıntısına
başlar ki, doğduğu yerleşim birimi de, zaten “Donau” (Tuna) adıyla anılmaktadır. Ren Nehri
(Rhein) ise, Almanya’nın 2. büyük akarsuyudur. 6 ülke dolaşan Ren Nehri, en çok Almanya
topraklarında akmaktadır. Aynı zamanda Almanya’nın iki ayrı ülkeyle (güneyden İsviçre,
batıdan Fransa) sınırını da çizmektedir. Almanya’nın 3. büyük ırmağı ise, akıntısını bu ülkede,
Hamburg’un Kuzey Denizi’ne açılan limanında tamamlayan Elbe Nehri’dir. Almanya, Tuna’nın
doğduğu, Ren’in en çok aktığı, Elbe’nin ise bittiği ülkedir.
Almanya coğrafî şekil olarak da çok ilginçtir. Ülkenin güneyi, tüm Avrupa’nın en yüksek bölgesi
olan Alpler’in bir parçasıdır ve oldukça dağlıktır. Ülkenin kuzeyindeki Frizya coğrafyası ise
deniz seviyesinden bile daha aşağıda olan bir coğrafyadır ve bir tane bile dağ yoktur.
Almanya’nın güneyi dünyanın en yüksek yerlerinden, kuzeyi de dünyanın en alçak
yerlerindendir. Böyle olduğu için Almanya’da ırmaklar genelde Nil Nehri gibi “güneyden
kuzeye doğru” akarlar. Almanya’nın en alçak noktası, Kuzey Frizya coğrafyasında, Schleswig –
Holstein eyaletinin Kreisburg ilçesine (merkezi Itzehoe) bağlı Wilster köyünün Neuendorf
mezrâıdır ve rakımı – 3, 54 m’dir. Almanya’nın en yüksek noktası ise Alpler bölgesinde, tam
Avusturya sınırında, Bavyera eyaletinin Yukarı Bavyera (Obetbayern) iline bağlı Garmisch –
Partenkirchen ilçesindeki Zugspitze adlı dağdır ve yüksekliği 2 bin 962 m’dir. Almanya’nın üçte
biri ormanlıktır. Ormanların 4 milyon hektarının işletmesi devlete, 3 milyon hektarının işletmesi
ise şahıslara aittir, özel mülkiyettir. Ormanlardan yılda yaklaşık 30 milyon m³ kereste elde edilir.
Almanya’da nüfûsu üç milyonun üzerinde olan sadece bir şehir, nüfûsu bir milyonun üzerinde
olan sadece dört şehir vardır. Almanya’nın en büyük şehirleri olan bu şehirler, büyüklük sırasına
göre, 3 milyon 431 bin 675 nüfûslu başkent Berlin, 1 milyon 772 bin 100 nüfûslu Hansestadt
Hamburg, 1 milyon 326 bin 807 nüfûslu Münih (München) ve 1 milyon 298 nüfûslu Kolonya
(Köln) şehirleridir. Bunlardan Hansestadt Hamburg, aynı zamanda tüm Avrupa Birliği (AB)
toprakları içinde “başkent olmayan en büyük şehir” durumundadır. Büyüklük bakımından
beşinci sırada bulunan Frankfurt (Frankfurt am Main) 664 bin 838, altıncı sırada bulunan
Stuttgart 600 bin 68, yedinci sırada bulunan Dortmund 584 bin 412, sekizinci sırada bulunan
Düsseldorf 584 bin 217, dokuzuncu sırada bulunan Essen 579 bin 759, onuncu sırada bulunan
Hansestadt Bremen 547 bin 360, onbirinci sırada bulunan Hannover 519 bin 619, onikinci sırada
bulunan Leipzig 515 bin 469 kişilik nüfûslara sahiptirler. Büyüklük listesinde Duisburg 15.,
Wiesbaden 22., Gelsenkirchen 25., Saarbrücken 43., Neuss 52., Darmstadt 55., Würzburg 57.,
Ulm 60., Offenbach am Main 65., Bottrop 66., Hanau 95., Konstanz 100., Aschaffenburg ise
125. sıradadır.
Almanya’da nüfûs artış oranı çok düşüktür; anne başına 1, 3 çocuk düşer. Buna rağmen km²’ye
222 kişinin düştüğü Almanya, nüfûs yoğunluğu bakımından Avrupa’da ilk sıradadır. Almanya
neredeyse tamamen şehirleşmiştir; 82 milyonluk Almanya’da, nüfûsu 2 binden daha az olan
köylerde yaşayan insan sayısı sadece 5 milyondur. Genel nüfûsun üçte biri, yani 30 milyona
yakın insan, nüfûsu 100 binden daha fazla olan şehirlerde yaşamaktadır. 82 milyon nüfûslu
Almanya’nın % 91’i (75 milyon) Alman vatandaşıdır. 75 milyon Alman vatandaşının 7 milyonu
göçmen kökenli olup sonradan Alman vatandaşı olmuşlardır. “Sonradan görme” Alman
vatandaşlarının % 51’i Doğu Bloku’nun çökmesinden sonra yıkılan SSCB’den (başta Kazakistan
olmak üzere) getirtilen Almanlar, % 34’ü de Polonya göçmenleridir. Alman devleti henüz yeni
yeni anlamaya başladı ama, Almanya bir göç ülkesidir. Almanya’da 7 milyon 255 bin 949
“Ausländer” (yabancı) yaşamaktadır. Almanya’da en büyük yabancı grubu 1 milyon 713 bin 551
kişilik nüfûsla Türkiye kökenliler oluşturmaktadır (Alman vatandaşı olanlar herhalde “vatan
haini” oldukları için resmi rakamda bu sayıya dahil değildir’!). İkinci sırada İtalyanlar (528 bin
318), üçüncü sırada Polonyalılar (383 bin 808), dördüncü sırada ise Yunanlar (294 bin 891) gelir.
Almanya’da yaşayan Çingeneler’in nüfûsu ise 70 bindir. Almanya dünyada en fazla göçmen
nüfûs barındıran 3. ülke durumundadır.
Hıristiyan bir ülke olan Almanya’nın % 30, 7’si Katolik, % 29, 9’u Protestan, % 3’ü Ortodoks,
% 0, 44’ü ise Yeni Apostolik olarak adlandırılan bunların hepsi Hıristiyanlar’dır. Bunun dışında
% 0, 2’lik orana sahip olan Yehova Şâhidleride vardır. Almanya’nın yeni eyaletlerinde ise,
durum biraz daha değişiktir; orası uzun yıllar komünist bir yönetim altında kaldığı için halkın
büyük çoğunluğu ateisttir ve hiçbir kiliseye bağlı değildir. Yeni eyaletlerde halkın % 34, 9’u
ateisttir. Bu oran Thüringen eyaletinde % 67, 7, Saksonya – Anhalt eyaletinde ise % 81, 7 gibi
yüksek bir seviyeye çıkar. Fakat komünizmi yaşamamış olan batı eyaletlerinde ateist sayısı çok
azdır. Almanya’nın ikinci büyük dînî topluluğu Müslümanlar, üçüncü büyük dîni topluluğu
Budistler, dördüncü büyük dînî topluluğu ise Yahudîler’dir. Özellikle Doğu Bloku’nun
dağılmasından sonra Doğu Avrupa, Ukrayna, Rusya ve Kazakistan’dan gelen göçler sonucu
sayıları daha bir artan Yahudîler’in Almanya’da şu andaki nüfûsu 106 bindir. Almanya, Fransa
ve Büyük Britanya’dan sonra Avrupa’da en fazla Yahudî nüfûsu barındıran üçüncü ülkedir.
Almanya’daki Budistler’in nüfûsu ise 250 bindir. Bunların yarısı Asya göçmeni, yarısı da
Budizm’i seçmiş olan Almanlar’dır. Almanya’daki Müslüman nüfûs yaklaşık 4 milyondur.
Müslümanlar’ın bir milyon 732 bini Alman vatandaşıdır ve bu sayı genel Alman nüfûsunun % 0,
12’sine tekabül eder. Almanya’da 4 milyon kadar Müslüman yaşamaktadır.
Şunu çok rahatlıkla söylebiliriz ki, dünyada bilime ve eğitime en fazla önem veren ülke
Almanya’dır ve bu yönüyle her türlü takdiri hak etmektedir. Almanya’nın her tarafında eğitim ve
öğretim ücretsizdir; okullarda çağdaş ve bilimsel bir eğitim verilmektedir. Bu, Almanya’nın tüm
dünya ülkelerine örnek olması gereken bir özelliğidir. Türkiye’deki gibi ezberci ve ideolojik
eğitim verilmez, çocuklara herhangi bir ideoloji de aşılanmaz. Çocuklara sadece bilim öğretilir
ve bu da çağdaş ve modern ölçülere uygun olarak gerçekleştirilir. 6 – 18 yaş arası öğrenim
mecburîdir. İlkokul 4 yıldır. Ondan sonra üç ayrı kategoriye ayrılan ortaöğrenim ve lise dönemi
başlar; ilkokulu en başarılı bir şekilde bitirenler ortaöğrenimini “Gymnasium” denen okullarda,
orta derecedekiler “Realschule” denen okullarda, düşük derecedekiler ise “Hauptschule” denen
okullarda devam ettirirler. Yani Türkiye’deki gibi herkes liseyi bitirene kadar aynı sürünün
içinde başıboş bir şekilde getirtilip, sonra herkes tek bir sınava (üniversite giriş sınavı) sokulup
çocukların bütün gelecekleri üç saatlik bir sınav sonucu belirlenmez. Bilakis çocukların
gelecekleri 5. sınıftan itibaren kademe kademe şekillenir. Çocuklar ilkokulu bitirdikten sonra, ya
temel okulun devamı kabul edilen 5 yıllık esas okulla, ya 6 yıllık ortaokulla, ya da 9 yıllık lise
arasında seçim yaparlar. Esas okulu bitirenler “Berufschule” denen 3 yıllık meslekî okullara da
giderek meslek sahibi olurlar. Almanya’daki mükemmel eğitim sistemi dünyanın hiçbir
ülkesinde yoktur. Almanya’da pekçok üniversite vardır. Ülkede bilim ve teknik öğrenimi
yapılan 196 yükseköğrenim kurumu vardır ki, bunların 100’den fazlası üniversitedir.
Almanya’nın ilk üniversitesi, 1386 tarihinde kurulan Heidelberg Üniversitesi, ikinci üniversitesi
ise 1476 tarihinde kurulan Tübingen Eberhard Karls Üniversitesi’dir ve her ikisi de Baden –
Württemberg eyaletinde olup adres olarak biribirlerine fazla uzakta değildirler. 19. yy’ın
sonunda kurulan Berlin Teknik Üniversitesi ile de Almanya, çağdaş eğitimin temellerini atmıştır.
Bunların haricinde, yine Hannover Leibniz Üniversitesi de dünyaca ünlü diğer bir üniversitedir.
Bugün ülkede yaklaşık 1 milyon 100 bin öğrenci yüksek öğrenim görmektedir ki, bunların 58 bin
kadarı göçmen işçilerin çocuklarıdır. Ancak bu kadar gelişmiş modern eğitim sistemine rağmen
Almanya’da 3 milyon insan okuma ve yazma bilmemektedir. Almanya’da basın ve yayın çok
gelişmiştir. Ülkede yayınlanan 373 gazetenin toplam tirajı 19 milyon 298 bindir. Noel
Bayramı’nda (25 – 26 Aralık) gazeteler yayınlanmaz.
Almanya, dünya çapındaki firmalarıyla meşhur bir ülkedir. Ülkenin en büyük firması, Bonn
şehrinde bulunan Deutsche Post AG’dir (Alman Posta Teşkilatı). Bünyesinde 475 bin 100 kişinin
çalıştığı bu firmanın yıllık cirosu 63 milyar 512 milyon Avro’dur. Münih şehrinde bulunan ve
yıllık cirosu 72 milyar 488 milyon Avro olan Siemens AG firmasında 398 bin 200 kişi,
Wolfsburg şehrinde bulunan ve yıllık cirosu 108 milyar 897 milyon Avro olan (Almanya’nın en
çok kazanan firması) Volkswagen AG firmasında 329 bin 325 kişi, Stuttgart şehrinde bulunan ve
yıllık cirosu 99 milyar 399 milyon Avro olan Daimler AG firmasında 272 bin 382 kişi,
Düsseldorf şehrinde bulunan ve yıllık cirosu 64 milyar 337 milyon Avro olan Metro AG
firmasında ise 242 bin 378 kişi çalışmaktadır. Almanya, enerji üretiminin % 52, 2’sini
madenlerden, % 17, 7’sini ise nükleer enerjiden elde etmektedir. Almanya’da iktidardaki CDU
bu nükleer santrallerin varlığını savunmakta, muhalefetteki SPD, Yeşiller ve Sol Parti bunlara
karşı çıkmaktadır. Almanya’da tarım, bugün itibariyle modern usûllerle yapılmaktadır. 1949
yılından sonra büyük bir hızla gelişen tarım, bugün büyük devletlerle boy ölçüşecek duruma
gelmiştir. Ülke topraklarının % 35’i ekime müsaittir. Elde ettiği ürünler arasında en başta
gelenler; buğday, çavdar, arpa, yulaf, patates ve şekerpancarıdır. Şekerpancarı, Alman
ekonomisinde büyük yer tutar. Ülkede pek çok şekerpancarı tarlası vardır. Almanya’da
hayvancılık oldukça gelişmiştir. Büyükbaş hayvancılığı ülkede önemli bir yer tutmaktadır. Sığır
yetiştiriciliği yaygındır. Büyükbaş hayvancılığın yanında tavukçuluk da gelişmiştir. Ülkede
yaşayan Müslümanlar’ın en önemli sorunlarından biri de “helâl kesim” meselesidir; bu sorun
özellikle Kurban bayramlarında daha görünür bir şekilde ön plana çıkmakta, ancak devlet bu
konuda katı tutumunu ısrarla sürdürmektedir. Almanya’da “helâl kesim” gibi bir dertleri olan iki
topluluk vardır; biri Müslümanlar, biri de Yahudîler. Almanya bu konuda Yahudîler’e bu
özgürlüğü verirken, aynı konuda Müslümanlar’a aynı özgürlüğü vermemekte veya verirken
sorun çıkarmaktadır. Ancak Müslümanlar’ın bu konudaki mücadelesine en büyük destek
Yahudîler’den gelmektedir. Almanlar Cuma günleri kırmızı et yemezler; balık yerler. Bunun da
dînî inanca dayalı sebepleri vardır. Almanya geniş otobanları ile meşhur bir ülkedir. Avrupa’nın
“hız limiti olmayan” otobanlarına sahip tek ülkesidir. Ancak otobanların hız limiti olan
yerlerinde ve özellikle de şehir içlerinde araba kullandığınız zaman çok dikkatli olmak
zorundasınız. Çünkü her yere radar koymuşlar. Dünyanın ilk otobanı Almanya’da, 1921
tarihinde başkent Berlin’in güneyinde yapıldı. İsmi AVUS’tur. Alman Karayolları tarafından
açıklanan rakamlara göre, Almanya’da toplam 12 bin 531 km uzunluğunda otoban vardır. En
genişi Frankfurt’taki 5 şeritli otobandır ve bu yönüyle uluslararası üne sahiptir. Adolf Hitler
zamanında yapılan bu otoban, savaş uçaklarının saldırıya uğraması halinde yere acil iniş
yapabilmeleri amacıyla 5 şerit genişliğinde yapılmıştır. Almanya’daki federal karayolların
toplam uzunluğu ise 40 bin 711 km iken, yerleşim dışı normal yolların toplam uzunluğu 86 bin
597 km, yerleşim içi yolların toplam uzunluğu da 91 bin 520 km’dir. Şehir içlerinde 50 km hız
limitini aşmanız yasaktır; yayaların da kullandığı yollarda ise bu limit 30 km’ye düşer.
Almanya aslında en çok da tren yolları ile meşhur bir ülkedir. Ülkedeki demiryollarının toplam
uzunluğu 35 bin kim’dir. Bunun 2 bin km’si hızlı tren seferleri için de kullanılır. Almanya’da
günlük ortalama 50 bin insan tren yolculuğu yapar. Havayolu denince de akla ilk olarak
Lufthansa gelir. Yıllık ortalama 50 milyon insan Lufthansa uçakları ile uçmaktadır. Bu ise
Almanya’nın toplam nüfûsunun yarısını aşmaktadır. Frankfurt şehrindeki Frankfurt Ren – Main
Uluslararası Havaalanı, Almanya’nın en büyük, Avrupa’nın ise Londra Heathrow Havaalanı ile
Paris Charles de Gaulle Havaalanı’ndan sonra üçüncü büyük havalimanıdır. Dünyada ise 9.
sıradadır. Lufthansa’nın merkezi buradadır. 8 Mayıs 1936 tarihinde hizmete açılan Frankfurt Ren
– Main Uluslararası Havaalanı, 1940 hektarlık bir alanda kurulu muhteşem bir havalimanıdır ve
buradaki 500 ayrı firmada toplam 71 bin kişi çalışmaktadır.
Almanya bugüne dek pekçok filozof ve düşünür yetiştirmiştir. Almanya’nın yetiştirdiği filozoflar
arasında Nikolaus von Kues, Gottfried Wilhelm Leibniz, Immanuel Kant, Georg Wilhelm
Friedrich Hegel, Arthur Schopenhauer, Friedrich Nietzsche, Martin Heidegger, Karl Marx,
Friedrich Engels, Theodor W. Adorno, Max Horkheimer ve Jürgen Habernas sayılabilir.
Marksizm’in kurucusu Karl Marx, Alman’dır ve Renanya – Palatina eyaletinin Trier
şehrindendir. Almanya’da bugüne dek pekçok dünyaca meşhur bestekâr ve müzisyen yetişmiştir.
Zaten her ikisi de Alman olan Avusturya ve Almanya, özellikle bu yönleriyle ön plana çıkmış
ülkelerdir. Almanya’da yetişen bestekârlar arasında Heinrich Schütz, Dietrich Buxtehude, Georg
Friedrich Händel, Georg Philipp Telemann, Johann Sebastian Bach, Ludwig van Beethoven,
Wolfgang Amadeus Mozart, Franz Schubert, Robert Schumann, Felix Mendelssohn Bartholdy,
Carl Maria von Weber, Hans Pfitzner, Max Reger, Richard Strauss, Richard Wagner, Johannes
Brahms, Anton Bruckner ve Gustav Mahler gibi isimleri sayabiliriz. Almanya’da bugüne dek
pekçok ünlü edebiyatçı ve şâir de yetişmiştir. Almanya’da yetişen edebiyatçılar arasında Walther
von der Vogelweide, Johann Wolfgang von Goethe, Friedrich Schiller, Jacob ve Wilhelm Grimm
kardeşler, Heinrich Heine, Kurt Tucholsky, Bertolt Brecht, Thomas ve Heinrich Mann kardeşler,
Hannah Arendt, Theodor Mommsen, Paul Heyse, Gerhart Hauptmann, Hermann Hesse ve
Heinrich Böll gibi ünlü isimleri zikredebiliriz.
Almanya’da bugüne dek pekçok ünlü seyyâh da yetişmiştir. Almanya’da yetişen seyyâhlar
arasında en başta Karl May (tam adı Karl Friedrich May) olmak üzere Hans Dernschwam, Jacob
Philipp Fallmerayer, Reinhold Rubenau, Ogier Ghislain de Busbecq, Salomon Schweigger,
Hellmut von Gerlach, Carl Ritter gibi isimleri anabiliriz. Almanya’da yetişen ünlü bilim adamları
arasında en başta Albert Einstein olmak üzere, Alexander von Humboldt, Max Planck, Werner
Heisenberg, Max Born, Wilhelm Conrad Röntgen, Heinrich Hertz, Nicolaus Otto, Rudolf Diesel,
Gottlieb Daimler, Carl Benz (Mercedes Benz otomobilinin mucidi; karısını çok sevdiği için,
ürettiği otomobile hânımının ismini vermiştir), Otto Hahn, Jusus von Liebig, Johannes
Gutenberg, Werner von Siemens, Wernher von Braun, Konrad Zuse, Philipp Reis, Adam Ries,
Friedrich Bessel, Richard Dedekind, Carl Friedris Gauß (Matematik’teki Gauss Yöntemi’nin
mucidi), David Hilbert, Emmy Noether, Bernhard Niemann, Karl Weierstraß, Johannes Müller
ve Christiane Nüsslein – Volhard gibi bilginleri sayabiliriz. Dünya tarihinin belki de en ünlü
bilim adamlarından biri olan Albert Einstein, 14 Mart 1879 tarihinde Baden – Württemberg
eyaletinin Ulm şehrinde doğmuştur.
Almanya özellikle 1961 yılında başlayan “işçi göçü” ile birlikte Türkler için “ikinci vatan”
olmuştur. Almanya ile Türkiye arasındaki işgücü anlaşması 30 Ekim 1961 tarihinde
imzalanmıştır. II. Dünya Savaşı (1939 – 45) sonrasında Almanya’nın, işgücü açığını “yabancı
işçi” ile kapatmaya karar vermesi sonunda önce İtalya (1955), sonra İspanya (1960) ve
Yunanistan (1960) ile işgücü anlaşmaları yapmıştır. Buna rağmen işgücü açığı kapatılamamıştır.
Arkasından Türkiye (1961), Fas (1963), Portekiz (1964), Tunus (1965) ve Yugoslavya (1968) ile
anlaşmalar yapılmıştır. Türkiye ile Almanya arasında 30 Ekim 1961 tarihinde imzalanan işgücü
alımına ilişkin anlaşmada, diğer ülkeler gibi teklifi yapan Türkiye olmuştur. Türkiye’deki 27
Mayıs 1960 askerî darbe sonrası kurulan askerî hükûmet, “ülkeyi modernleştirme” politikası
kapsamında “ihtiyaç fazlası” işgücünü süreli olarak yurt dışına göndererek, bir yandan iş
piyasasının yükünü hafifletmeyi, diğer taraftan acilen gereksinim duyulan dövizin Türkiye’ye
aktarılmasını ve ileride yurda kesin dönüş yapacak kalifiye elemanların getirecekleri deneyim ve
teknik bilgi birikimiyle ülkenin çağdaş ekonomik gelişimini teşvik amacını gütmektedir. Türkiye
yoğun işsizliğin önünü kesmek ve birkaç yıldır zaten Alman işverenler tarafından başlatılmış
olan işgücü alımını, yasal düzenlemelerle bir sisteme bağlamak istiyordu. Türkiye’nin teklifi
karşısında Almanya oldukça çekingen davranmıştır. Bu anlaşmanın yapılmasında Türkiye bütün
kozlarını ortaya koymuştur. Anlaşmanın yapılmasında en önemli neden Türkiye’nin NATO
üyeliği olmuştur. Berlin Duvarı’nın örülmesinin ve “Türk – Alman silâh arkadaşlığının” bu
sözleşmenin yapılmasında rolünün olup olmadığı da tartışmaya açık bir konudur. 2011,
Anadolu’dan Almanya’ya göçün 50. yıldönümüdür.
İNANILMASI ÇOK GÜÇ GERÇEKLER
Almanya’ya göçün başladığı yıllarda bu ülkede insanlarımız evlerinin oturma odalarını mescîd
yapıp cemaatle namaz kılarken, bugün Almanya’da büyük küçük, minareli minaresiz yüzlerce,
toplam bini aşkın cami vardır. Almanya’ya ilk gelen (siz “giden” okuyun) işçiler burada davul
zurnayla karşılandığı halde, daha sonraki yıllar içinde, özellikle son yıllarda Almanya’da başta
Türkiye kökenliler olmak üzere baş gösteren ırkçılık ve yabancı düşmanlığını sebeplerini
irdelerken, vakayı doğru bir şekilde değerlendirmek lazım. Bunun elbetteki birden fazla ana ve
yan faktörleri olabilir. Ancak, Almanya’daki yabancı düşmanlığının en başta gelen sebebi, yani
asıl sebebi, ne Türkiye’dekilerin iddia ettikleri gibi Alman halkının genlerinde Nazilik olması
gibi karalayıcı ithamlardır, ne de Almanlar’ın kendilerini savunurken iddia ettikleri gibi
Türkiye’den gelenlerin buraya uyum sağlayamaması, kriminal işlere karışması gibi mesnetsiz
ithamlardır. Almanya’daki yabancı düşmanlığının en başta gelen sebebi, hayatın hemen her
alanında, siyaset, ekonomi, sanat, edebiyat, spor, müzik, medya, hemen her alanda Türkiye’den
gelen göçmenlerin Almanlar’dan çok daha başarılı olması, çok daha başarılı işlere imza atması
ve “ürkek bir misafir” olmayı terk edip Almanya’nın siyasetine, ekonomisine, sanatına, sporuna,
her şeyine ama her şeyine yön vermeye başlamasıdır. Yani buradaki yabancı düşmanlığının asıl
sebebi, ırkçılık değil kıskançlıktır. Oysa Türkiye’de bu konuya çok ezberci ve düz mantıkçı bir
bakışla yaklaşılmaktadır. Almanya’daki yabancı düşmanlığını, Türkiye’deki laik ve sol çevreler
genelde Nazilik’le, Hitler rûhuyla, muhafazakâr ve sağ çevreler ise daha ucube ve daha
mantıksız bir yaklaşım göstererek işi tâ Haçlı ruhuna kadar götürerek yorumlamaktadırlar. Oysa
ki daha 30 sene kadar önce el üstünde tutulan yabancılara karşı bugün ciddî bir sosyal problem
haline gelen düşmanlığın sebebini anlamak gayet basittir. En kolayından şöyle bir örnekle
anlatayım: İlk nesil Türkler, Alman komşusunun firmasında işçi olarak çalıştı ve onlardan iyisi
yoktu; fakat Alman komşunun oğlu, 2. nesil Türkün firmasında işçi olarak çalışmaya başlayınca
problem de başlamış oldu. Elbette ki bu düşmanlığı yapan şahıs veya grupların, bunu yaparken,
kullandıkları argümanlarda Hitler ruhunu veya Haçlı ruhunu çağrıştıran ifade ve söylemler
olabilir; sonuçta her davranışın yaslandığı bir kök, bir dinamizm olmalıdır. Fakat yabancı
düşmanlığının asıl sebebi ne Nazizm’dir, ne Haçlılık’tır, ne de İslamofobia’dır. Bunlar sadece
argümanlardır. Gerçek sebep, kıskançlıktır.
“Bundesliga” (Federal Lig) olarak anılan Almanya profesyonel futbol liglerinde oynayan ve
hepsi de “zeki, çevik, aynı zamanda ahlaklı olan” pekçok Türkiye kökenli futbolcu olduğu gibi,
Almanya millî takımının formasını giyen Alman vatandaşı Türkiye kökenli futbolcular da vardır.
Alman millî takımında Türkiyeli iki oyuncu oynamaktadır. Bunlardan biri, şu anda İspanya’nın
Real Madrid takımında top koşturan 15 Ekim 1988 doğumlu Mesut Özil, diğeri de şu anda
Almanya’nın VfB Stuttgart takımında top koşturan 24 Nisan 1987 doğumlu Serdar Taşçı’dır.
Mesut Özil, Diyarbakır’dan Zonguldak’a göçüp Devrek ilçesinin Hışıroğlu köyüne yerleşen bir
ailenin çocuğu olarak Almanya’nın Kuzey Ren Vestfalya eyaletinin Gelsenkirchen şehrinde
doğmuştur. Artvin’in Yusufeli ilçesinden olan bir ailenin çocuğu olarak Baden – Württemberg
eyaletinin başkenti Stuttgart yakınlarındaki Esslingen am Neckar kasabasında doğan Serdar
Taşçı da defansta oynayan bir oyuncudur ve Alman millî formayı giymiştir. Mesut Özil ve
Serdar Taşçı dışında, Alman millî takımında oynayan diğer yabancı kökenli futbolcular, Tunus
kökenli Sami Xedira (babası Tunuslu, annesi Alman’dır; 4 Nisan 1987 doğumlu olup Mesut’la
birlikte İspanya’nın Real Madrid takımında top koşturuyor; daha önce Serdar’la birlikte VfB
Stuttgart’ta oynuyordu), Gana kökenli Jérôme Boateng (3 Eylül 1988 doğumlu olup İngiltere’nin
Manchester City takımında top koşturuyor), Polonya kökenli Lukas Podolski (4 Haziran 1985
doğumlu olup Almanya’nın 1. FC Köln takımında top koşturuyordu), Brezilya kökenli Cacau
(mâlumunuz olduğu üzere, Brezilyalı futbolcular gerçek isimlerini kullanmazlar, takma isimlerle
oynarlar, Cacau’nun gerçek ismi Claudemir Jeronimo Barreto’dur; 27 Mart 1981 doğumlu olup
Serdar’la birlikte VfB Stuttgart takımında top koşturmaktadır), Granada kökenli Mario Gómez
(babası Granadalı, annesi Alman’dır; 10 Temmuz 1985 doğumlu olup Almanya’nın Bayern
Münih takımında top koşturmaktadır), Polonya kökenli Miroslav Klose (babası eski bir fubolcu
olan Josef Klose, annesi ise Polonya bayan hentbol millî takımının oyuncusu olan eski hentbolcü
Barbara Jez’dir; 9 Haziran 1978 doğumlu olup Bayern Münih takımında top koşturmaktadır;
bugüne kadar 105 kez giydiği Alman millî takımı formasıyla 58 gol atma başarısı göstermiş olan
Klose, 68 golü olan Gerd Müller’den sonra Almanya adına en fazla gol atan 2. futbolcudur,
Nijerya kökenli Dennis Aogo (babası Nijeryalı, annesi Alman’dır; 14 Ocak 1987 doğumlu olup
Almanya’nın Hamburger SV takımında top koşturmaktadır), Polonya kökenli Piotr Trochowski
(22 Mart 1984 doğumlu olup Hamburger SV takımında top koşturmaktadır)’dir. Bugün Alman
futbol kulüplerinde de pek çok Türkiye kökenli futbolcu forma giymektedir. SV Werder
Bremen’de oynayan Onur Ayık, Borussia Dortmund’da oynarken Real Madrid’e transfer olan
Nuri Şahin (Türkiye millî takım oyuncusu) ve Yasin Öztekin, Eintracht Frankfurt’ta oynarken
Trabzon spora gelen Halil Altıntop (Türkiye millî takımı oyuncusu), Ümit Korkmaz (Avusturya
millî takımı oyuncusu) ve Cenk Tosun, SC Freiburg’da oynayan Ömer Toprak, Hamburger
SV’de oynayan Tunay Torun, TSG 1899 Hoffenheim’da oynayan kaleci Ramazan Özcan
(Avusturya millî takımının da kalecisidir), 1. FC Köln’de oynayan Taner Yalçın, Bayer
Leverkusen 04’te oynayan Eren Derdiyok (İsviçre millî takımı oyuncusu) ve Burak Kaplan, 1.
FSV Mainz 05’te oynayan Malik Fathi (Almanya millî takımı oyuncusu), 1. FC Bayern
München’de oynayan Hamit Altıntop (Türkiye millî takımı oyuncusu), 1. FC Nürnberg’de
oynayan İlkay Gündoğan ve Mehmet Ekici, FC St. Pauli’de oynayan Deniz Naki ve VfL
Wolfsburg’da oynayan Tolga Ciğerci’dir. Bunlardan Ümit Korkmaz ve Ramazan Özcan
Avusturya millî takımı, Eren Derdiyok İsviçre millî takımı, Hamit Altıntop, Halil Altıntop ve
Nuri Şahin de Türkiye millî takımı oyuncularıdırlar. İsviçre millî takımının yıldızı olan Eren
Derdiyok, Tuncelili bir ailenin çocuğudur. Türkiye millî takımında oynayan Nuri Şahin, Kırşehir
Kamanlı bir ailenin, Hamit Altıntop ve Halil Altıntop kardeşler ise Malatyalı bir ailenin
çocuklarıdırlar. Halil ve Hamit, ikizdirler. Almanya’da top oynayan futbolcular arasında her ne
kadar Serdar Taşçı ile Mesut Özil’in Alman millî takımını seçmesi bizi derinden yaralamış ve
üzmüş, büyük kederlere garketmişse de, Hamit Altıntop, Halil Altıntop ve Nuri Şahin’in Türk
millî takımını tercih etmesi tüm Türklerde sevinç ve coşku ile karşılanmıştır.
Almanya futbolda 3 kez dünya şampiyonu, 3 kez de Avrupa şampiyonu olmuştur. Almanya
dünya şampiyonluklarını 1954, 1974 ve 1990 yıllarında, Avrupa şampiyonluklarını da 1972,
1980 ve 1996 yıllarında kazanmış, bizim TRT ilk üçünü siyah – beyaz, son üçünü renkli
göstermiş, daha sonra yayına başlayan TRT 3 ise maçları banttan yayınlamıştır. İsviçre’de
düzenlenen 1954 Dünya Kupası’nda Almanya ile Türkiye aynı grupta yer alıp iki kez karşı
karşıya gelmiş, Almanya her iki maçı da çok farklı bir şekilde kazanmış (4 – 1 ve 7 – 2), “Berlin
panteri” Turgay Şeren bu kez bizi kurtaramamış, Lefter Küçükandonyanidis’in golleri hiçbir işe
yaramamıştır. Fakat Türkiye liglerindeki “ezelî rekabet” bu olaydan etkilenmemiş, yıllar sonra
Derwall Galatasaray’ı, Daum Beşiktaş’ı, Löw Fenerbahçe’yi, Briegel de Trabzonspor’u
çalıştırmış, bu duruma isyan eden Mustafa Denizli de Alemannia Aachen’in başına geçmiş,
Aachen Üniversitesi’nden mühendislik diplomasını alan Erbakan Türkiye’ye dönüp siyasî parti
kurmuş, Refah Partisi birinci parti olmuş, asker Sincan’da tank yürütmüş, ordan kopan AK Parti
ile yeni bir sayfa açılmış, Erdoğan ile Merkel birlikte maç seyretmiş, Mesut gol atınca Erdoğan
üzülmüş, maçtan sonra Merkel Mesut’u tebrik etmiştir.
Türkçe’den Almanca’dan geçen sözcüklerin olduğunu biliyor muydunuz? Türkçe’den
Almanca’ya geçmiş olan sözcükler, son yıllarda geçmiş olan “döner” ve “ayran” gibi
sözcüklerden ibaret değildir; geçmişi yüzyıllar öncesine kadar dayanan sözcükler de vardır.
Bunlardan biri “joghurt” (yoğurt) sözcüğüdür. Türkçe’deki “yoğurt” sözcüğü Almanca’ya
“joghurt”, İngilizce’ye “yoghurt”, Fransızca’ya “yaourt”, İspanyolca’ya da “yogur” şeklinde
geçmiştir. Almanca’daki “dolmetscher” (mütercim, çevirmen) sözcüğü de yine Türkçe
kökenlidir ve kaynağı “dil-meçer” (dil çeviren) sözcüğüdür. Aynı şekilde Almanca’daki “horde”
(ordu) sözcüğünün kaynağı da Türkçe’deki “ordu” sözcüğüdür. Sözcük İngilizce ve Fransızca’ya
da aynı şekilde, “horde” şeklinde geçmiştir. Almanca’da kullanılan “ziffer” (rakam) sözcüğü de
Arapça’dan geçen bir sözcüktür ve kaynağı, Türkçe’de de kullandığımız “sıfır” (0) sözcüğüdür.
“Sıfır” (0) rakamını Arap Müslümanlar bulduğu için, Batı toplumlarında “rakam” için “ziffer”
sözcüğü kullanılmaktadır ve bu sözcüğün kaynağı Arapça’daki “sıfır” sözcüğüdür. Bununla
birlikte, Almanca’dan Türkçe’ye geçmiş sözcükler de vardır. Örneğin Türkçe’de kullanılan
“bröçin” sözcüğünün kaynağı Almanca’daki “brötchen” sözcüğüdür ve “ekmekçik” (küçük
ekmek) demektir. Türkçe’de para birimi olarak kullanılan “kuruş” sözcüğünün kökeni de
Almanca’daki “groschen” sözcüğüdür. Aynı şekilde, Türkçe’de çatı katı pencereleri için
kullanılan “vasistas” sözcüğünün kaynağı Almanca’daki “Was ist das?” (Bu nedir?) soru
ifadesidir. Yine Türkçe’de kullanılan “şnitzel, şalter, bira, doçent, dram, element, genetik,
otoban, tekniker, panzer, filinta” gibi sözcüklerin kaynağı Almanca’dır.
Genel hatlarıyla Almanya hakkında bilgiler vermeye, Avrupa’nın tam ortasındaki bu dev ülkeyi
tanıtmaya çalıştık. Türk edebiyatının yaşayan en büyük temsilcilerinden biri olan Alev Alatlı, 4
ciltlik “Or’da Kimse Var mı?” adlı roman serisinin bir yerinde, romanının kahramanı Günay
Rodoplu’nun ağzından şöyle demektedir: “Almanya’nın 3 ayrı tarihi vardır: Biri Nazi olan
Almanlar’ın Almanya tarihi, biri Nazi olmayan Almanlar’ın Almanya tarihi, biri de Alman
olmayanların Almanya tarihi.” (17) Bizimkisi de “dördüncü” oldu galiba. Almanya’nın nereye
doğru koştuğunu incelemek için doğum ve yaşlanma oranlarına bakmak yeterlidir.
Alman Federal İstatistik Dairesi’nin 2011’de açıkladığı rakamlar, toplumsal yaşlanmanın
ürkütücü boyutlara vardığını ortaya koydu. Buna göre Almanya’da toplumun yüzde 20’si, yani
17 milyon kişi 65 yaşın üzerinde. Söz konusu durum Almanya’da emeklilik sisteminin nasıl
finanse edileceği ve kalifiye eleman açığının nasıl kapatılacağı tartışmalarını ateşliyor
Almanya’nın, yeni nesil eksikliği ve toplumsal yaşlanmayla başı dertte. Almanya’da 17 milyon
kişi 65 yaşın üzerinde. Bu sonuçlar Alman toplumunu dünyanın en yaşlı toplumu yapıyor.
Federal İstatistik Dairesi 750 sayfalık araştırmasıyla, “Almanlar kimdir?” sorusuna da cevap
aradı. Toplumun yüzde 20’si 65 yaş, yani emeklilik yaşının üzerinde ve çalışamaz durumda.
Araştırmanın sonuçlarını Federal İstatistik Dairesi Başkanı Roderich Egeler, İstatistik Dairesi’nin
yıllık kitabını tanıtırken açıkladı. Rakamlara göre Alman toplumunda 65 yaş üzerindekilerin
oranı 1950 yılında toplumun yüzde 10’unu oluşturuyordu. Diğer yandan Almanya’da yaşam
süresi ise uzadı. Buna göre 2007 ile 2009 yılları arasında doğan bir erkek çocuğu için ortalama
ömür beklentisi 77, kız çocukları için ise 83 yaşa ulaştı. 50’li yıllarda ortalama ömür ise 13-14
sene daha kısaydı. Öte yandan, Almanya’daki toplumsal yaşlanmanın asıl nedeni olan doğum
oranlarının düşüklüğü de araştırmada net şekilde ortaya çıktı. Buna göre ülkede doğum oranları
50’li yıllara göre yarıya düştü. Rakamlara göre 50’li yıllarda 1.1 milyon çocuk doğarken, 1010
yılında sadece 678 bin çocuk dünyaya geldi. Üstelik 50’li yıllarda Almanya’nın nüfusu daha
azdı. Buna rağmen ortalama 1.1 milyon çocuk dünyaya geliyordu. İstatistiklere göre Almanya’da
en az çocuk, 665 bin ile 2009 yılında dünyaya geldi. 2010 yılında ise yeni doğan çocuk oranında
küçük bir artış yaşandı. Genç nüfusuyla tanınan Hindistan’da her bin kişiye yeni doğan 23 çocuk
düşerken, bu oran Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) 14, Fransa’da 13, Almanya’da ise
sadece yüzde 8. 1950 yılında ise Almanya’da her bin kişiye 16 yeni doğan çocuk düşüyordu. Bu
rakam Brezilya’da şu anda yaşanan ortalama doğum oranına denk geliyor. (18)
Almanya’da doğum oranlarının sürekli düşmesi, buna karşın ortalama insan ömrünün sürekli
uzaması ise emeklilik sisteminin finanse edilmesi tartışmalarını tekrar tekrar gündeme getirdi.
Doğum oranlarındaki düşüklük ve toplumsal yaşlanma ülkede kalifiye eleman eksikliğini de
gündeme taşıdı. Konuyu tartışan ekonomi ve politika çevreleri hızlı bir kalifiye göç alma
sürecinin başlatılmasını istiyordu. Federal İstatistik Dairesi’nin verdiği rakamlara göre
Almanya’da şu anda nüfusun yüzde 19’u göçmen kökenlilerden oluşuyordu. Söz konusu kişilerin
anne yada babalarından en az birinin göçmen olması kriter alınıyordu. Söz konusu 16 milyon
göçmenin 9 milyonu Alman pasaportuna sahip vatandaşlardan oluşuyordu. Almanya'da yaklaşık
4 milyon Müslüman yaşıyor. Bunların 2.5 milyonu Türk kökenliydi. Alman devlet televizyonu
ARD için 2011’de yapılan bir kamuoyu araştırmasında her 3 Almandan 1'nin İslam'dan
korktuğunu ortaya çıkardı. (19) ARD televizyonunda yayınlanan "Morgenmagazin" adlı haber
programı için Infratest dimap adlı kamuoyu araştırma şirketinin düzenlediği ankete göre,
Almanların yüzde 39'u İslam'ın ülkelerinde yayılmasını büyük bir tehlike olarak görürken, yüzde
36 da İslam'ın yayılmasından endişeli duyduğunu belirtti. Ankete katılanların sadece yüzde 22'si
İslam'ın Almanya'da yayılmasından endişe duymadığını ve kendisi için bir problem
oluşturmayacağı yönünde görüş bildirdi. (20)
Alman medyasında 2000’li yıllarla birlikte sık sık Avrupa'da minare yasağı ve başörtüsü
yasağının ardından İslam'a karşı geliştirilen düşmanlık ya da korkunun nedenleri tartışılıyordu.
Amerika Birleşik Devletleri'ndeki ticaret merkezinin ikiz kulelerine yapılan ve tarihe 11 Eylül
olarak kaydı düşülen saldırılardan sonra sadece Avrupa'da değil bütün dünyada İslam'a ve
Müslümanlara karşı kimileri düşmanlık duygularını artırırken, kimilerinin de İslam'a karşı
korkuları, binlercesinin de ilgisi arttı. Ancak Müslümanların da korkuları arttı. Yani birtakım
mihraklar her iki tarafa da korku ve düşmanlık yayarak bir fesat ortamı oluşturmayı hedeflediler.
Maalesef başarılı da oldular. Avrupa'daki gelişmeler yeryüzünün diğer yerlerinden çok farklı
değildi. Zira günümüzde bütün dünyaya hakim olan bir siyasi güç ve ona hizmet eden devasa bir
medya ağı vardı. Özellikle 1950'lerden sonra Avrupa'da Müslümanların iş göçü ya da iltica yolu
ile giderek artışı burada yaşayan ve yeni gelen yabancılarla hem ayrı dil ve ayrı dinden olmaları
hasebiyle, hem de sosyal hayat bakımından fazla münasebetleri olmayan Hıristiyanların, tarihi ve
kültürel geleneklerine de uygun olarak İslam'a ve Müslümanlara karşı korkularını çoğalttı.
Önceleri demokrasi ve insan hakları adına çok fazla dile getirilemeyen İslam korkusu, 11
Eylül'den sonra, teröre karşı mücadele bahane edilerek, 'Islamofobi' adı altında terminolojik bir
özellik kazandı. Bu kavramın bir hastalık olarak sanki herkesin başına iki günde bir ya da hafta
sonları gelebilecek sıradan bir başağrısı imiş gibi gösterilmeye çalışılıyordu. Gerçekten de
Avrupa'da yaşayan, dini ne olursa olsun, Müslümanlar da dahil, insanların başlarına bu tür bir
ağrı, yani İslam korkusu arada sırada geliyor ya da getirtiliyordu. Peki bu hastalığın asıl sebebi
nedir?
Halk arasındaki bu hastalığın asıl sebebi, sosyal ve siyasi anlamda 'Antisemitizm'den hiçbir farkı
olmayan 'Antiislamizm'dir. Birtakım menfaat çevreleri ve siyasi mihraklar hem politikayı hem de
özellikle medyayı kullanarak halk arasında 'İslamofobi'nin, bir salgın gibi yayılmasını
sağlıyorlardı. Bu mihraklar, kendi çıkarlarına hizmet eden gayri adil düzenlerine karşı en
dinamik mücadelenin İslam'dan kaynaklanabileceğini çok iyi biliyorlardı. Bunun en son örneği
2009’da İsviçre'de yaşandı. Irkçı İsviçre Halk Partisi SVP'nin önderliği ve demogojik
propogandalarıyla, minareler roketlere benzetilerek, her tarafı simsiyah bir elbiseye bürünmüş
Avrupa'lılara baskının sembolü gibi gösterilmeye çalışılan bir bayan figürüyle, halka 'İslamofobi'
virüsleri aşılanarak bir referanduma gidildi ve beklendiği gibi de sonuçlandı. Söz konusu İslam
ve Müslümanlar olunca İslam'a karşı olan siyasetçilerin sağı solu pek belli olmuyordu. Yani
hepsi de 'antiislamist' olarak aynı tarafta yerlerini alıyorlardu. İslamizm diye bir tabir icat ettiler
ve bunu terörle ilişkilendirdiler. Yıllardır Sosyal Demokrat Parti SPD'li Thilo Sarrazin gibiler
sosyal demokrat olmalarına rağmen Müslümanlara karşı pekala ırkçı söylemler
geliştirebiliyorlardı. Sarrazin doğrudan iki ırkı hedef alarak 'Araplar ve Türkler sebze mevya
satmaktan, bir de başörtülü kızlar dünyaya getirmekten başka birşey bilmezler' diyerek hem
'antisemitist' hem de 'antiislamist' bir tavır ortaya koydu. Son olarak okullarda Müslüman kız
öğrencilere başörtüsünü yasaklamak gerektiğini de söylediği halde, halen Alman Merkez
Bankasının yönetim kurulunda krallar gibi yaşamaya devam ediyordu.
Orient insanı köylerine gelen yabancıyı Tanrı misafiri olarak başköşede ağırlarken, Oxident'li
tanımadığından, şimdiye kadar hiç görmediğinden hep korkardı. Ya onu yoketmek için elinden
geleni yapar, ya da ondan kaçardı. Her ne kadar birçok Avrupa'lı da bu gerçeği itiraf ederek
değişmek gerektiğini söylese de, çoğunluk hala bu geleneğin pençesinden kendini kurtaramadı.
İsviçre'de Müslümanların yoğun olarak bulunmadığı kantonlarda minarelere yasağa evet oyu
daha fazla çıkarken, ülkenin topu topu dört minaresinin bulunduğu yerlerde minare yasağına hep
hayır oyları çıktı. Almanya'da da 'Berliner Morgenpost' gazetesinin Berlin'de yaptığı bir ankette
halkın yüzde 53'ü minarelerin yasaklanmasına karşı çıkarken, yüzde 40'ı yasaklansın dedi.
Berlin'de İslam'a karşı korkuların, Müslümanların daha az yaşadığı doğu kısımlarda daha yoğun
olduğu görüldü. Avrupa'lının bu özelliğini çok iyi bilen 'antiislamist' siyaset ve menfaat çevreleri
Müslümanlarla gayrimüslim Avrupalıların biraraya gelmelerini engellemek için camiileri hep
arka sokaklarda gözden uzak tutmaya çalışıyorlardı. Minarelere de tabii ki hiç tahammüleri
yoktu. Gözden uzak, bilinmeyen, tanınmayan Müslümanlara karşı 'İslamofobi'yi de kullanarak,
halkı manipüle etmek suretiyle hedeflerine ulaşmaya çalışıyorlardı. Almanya´da göçmenlerin
topluma katılımını yada uyumunu sağlamak amacıyla yürütülen projelere her gün yenileri
ekleniyor ve müslümanlara yaşamları zehir ediliyordu.
Batılıları korkunç boyutta İslam korkusu sardı. Bu korku öylesine tehlikeli boyutlara ulaştı ki;
gelişmişlikle, özgürlüklerle anılan Avrupa, artık Müslümanlara karşı takındığı tavrından dolayı,
baskı, şiddet, yasak ve de korkularla anılıyordu. Avrupa’da ırkçı partilerin giderek güçlendiği
göze çarpıyordu. Sürü psikolojisi nedeniyle de bu partilere akın vardı. İslamfobik söylemler
yayılıyordu. 2011 ile düşmanca duygular ve politikaların oluşturulduğu yeni bir döneme girildi.
Almanya Başbakanı Merkel’in, “Çokkültürlülük tamamen başarısız” yorumunun, ırkçılığı ve
İslam karşıtladığını ateşlediği kesindi. Nazi geçmişine sahip Almanya'da alarm zilleri çalıyordu.
1990’dan beri 20 yılda Almanya’da 137 Müslüman öldürüldü. Fransa, Belçika, Hollanda
Müslüman kadınlara uygulanacak yasaklarla, İsviçre, camilerin minaresiyle uğraşıyordu!
Dünyanın referans aldığı İsveç’te, bir İslamfobik parti, ilk kez Meclis’e 2011’de 20 milletvekili
gönderdi. Fransa, 5 milyonluk nüfus içinde sadece 2 bin kadının kullandığı burka için 2011
Mart’ında yasak çıkardı. Aynı şeyi Belçika, sadece 30 Müslüman kadın için yaptı. Almanya
Merkez Bankası’ndan Thilo Sarrazin diye bir zat, yazdığı kitapta Müslümanların ortalama
Alman zekasını düşürdüğünü öne sürdü! Tıpkı 100 yıl öncesindeki gibi işin içine genler de
katılıyordu! Hollanda’da “Kur’an yasaklanmalı” diyen Wilders, hükümete destek veren isimdi.
İsveç'te keskin nişancılar, göçmenlerin peşine düşüyor, polis sadece "Tek başınıza sokağa
çıkmayın" ikazı yapıyorlardı. Irkçı partiler, mecliste göçle ilgili kararlar aldırıyorlardı. Neoırkçılar diye tabir edilen kesimler, Yahudileri çok sevdiklerini ayan beyan ifade ediyorlardı.
Yahudi lobileri de İslamfobik faaliyetlere destek veriyordu. Avusturya’da bir süne önce yapılan
“Irkçı Partiler Zirvesi”nde alınan ortak karar; Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkmaktı.
Gelişmeler hakikaten çok vahimdi!.. Aktif ırkçı partilerin olduğu ülkeler az buz değildi. İngiltere,
Fransa, Almanya, İtalya, Avusturya, Belçika, Bulgaristan, Danimarka, Macaristan, Letonya,
Norveç, Slovakya, İsveç, İsviçre ve Hollanda. İslamfobisinin yaşattığı uygulamalara paralel
olarak, Müslümanların sıkıntıları ve kaygıları da artırıyordu. Sözüm ona, özgürlükler kıtası
Avrupa, Müslümanların sayısının artışından ve İslam’ın gücünden korkuyordu. Avrupalılar
çocuk yapmıyor, başta Türkler olmak üzere müslümanların sürekli ürediği ve toplumlarını,
devletlerini çeyrek yüzyılsonra ele geçireceği korkusu yayılıyordu. Güya 2050 yılında
Almanya’nın yarısı müslüman olacaktı ve 30 yıl içinde Avrupa’da müslüman nüfusu yüz
milyonu geçecekti. Sürekli korku pompalanıyordu. Uyanın ve müslümanları topraklarınızdan
kovun denerek Hitler’in ruhu hortlatılıyordu. Bütün bu baskı ve zulümler o yüzdendi. Önyargının
neden olduğu İslam fobisi, insanlığa karşı işlenen büyük suçtu. Yapılanlar barbarcaydı… Özetle;
bu ülkeler ne özgürlükler ülkesi, ne de gelişmiş ülke olmaya doğru hızla ilerliyordu. (21)
Aslında yapılacak çok şey var. Bir kere korkularımızı yenmeliyiz. Müslüman kimliğimizi
gizleyemeyiz ve kimliğimizi Avrupa’nın kabul edebileceği bir şekle sokamayız. Batı toplumuna
kendimizi tanıtmalı ve onların neden, niçin, nasıl şeklindeki sorularına cevaplar üretmeliyiz.
Avrupa’lılar bizi gerçekten tanımıyorlar. Avrupa’lıların İslam’ı bizzat Müslüman’lardan
öğrenmelerini sağlamalıyız. Eğer durum şu an var olduğu şekilde sürerse Avrupa’daki
Müslüman nüfus sayısı çok aza iner. Şu an Avrupa’dan bir göç hareketi başladı. Bir çok
Müslüman karşılaştıkları kötü muameleler nedeniyle ülkelerine geri dönüş hazırlığı yapıyor.2006
yılından beri iyieğitimli40bin gencimiz Almanya’da uygulanan ırkçılık ve ayrımcılıktan dolayı
eğitim ve kalitelerine göre iyi iş bulamadıkları için Türkiye’ye döndü. Beyin göcü yaşanıyordu.
Bunda zararlı çıkanın Almanya ve Avrupa ülkeleri olacağı açıktı. Ancak bu yeni göç dalgası
Müslüman’larla Batı arasında oluşan düşmanlığı daha da körükleyecekti. Çünkü Avrupa’yı terk
eden Müslümanlar Batı hakkında hiç de iyi düşüncelere sahip değillerdi. Gurbetçilerin
bulundukları ülkede kalması sağlanmalıdır. Avrupa’nın güvenliği ve geleceği Türkiye’den
sorulacaksa, Almanların Ankara ile daha iyi geçinmesi zorunludur.
Türkiye üzerinde hesapları olan Alman ve Amerikan Gladyoların savaş çok eskiye dayanır.
Soğuk Savaş döneminde yürütülen konsept bugün iflas etmiştir. Global hegomanyayı ret eden
Almanlar ve daha yumuşak bir sistem kurmaya çalışan Amerikalılar arasında rekabet vardır.
Lokal kültürler ve dinleri, er veya geç global olan sömürgecileri ülkesinden çıkartarak daha milli,
belki daha ırkçı yaklaşımlar sergilemeye başlayacaktır. Bir sonraki bölümde, Alman ve
Amerikan Gladyolarının Türkiye savaşını okuyacaksınız…
BİRİNCİ BÖLÜM
Alman ve Amerikan Gladyolarının
Türkiye savaşı!
Soğuk savaş döneminde kurulan NATO’nun Gladyoları, Türkiye, Almanya ve Kanada dışında
tasfiye edildi. Tüm gladyoların finansörü Rockfeller ve Rothchild Grubları’dır. En güçlüleri
Almanya’dadır. Eğer çökertilmek istenirse Almanya ekonomisi batar ve Avrupa Birliği dağılır.
Uzun yıllar Alman Gladyosuna Türk Gladyosu Ergenekon’u kontrol ve idare görevi verildi. Bu
nedenle ülkemizde en fazla ajana sahip ülke Almanya’dır. CIA’dan bağımsızlığını ilan etmek
isteyen Alman Gladyosu, Türk Ergenekon’un da kanına girdi. Kalemleri okyanus ötesinde
kırıldı! Ergenekon’un Alman ve Amerikan kanadı hep rekabet halindeydi. Bugün bir kanadı
hapsi boylarken, diğer kanadı Amerikan ve Alman Gladyoları arasında ortada kaldı.
Ankara’da Ergenekon operasyonu soruşturması yeni gözaltılar sürerken, Türk Emniyet Genel
Müdürlüğü Alman istihbaratından Ergenekon’la ilgili bilgiler istemişti. Dananın kuyruğu da
zaten bundan sonra koptu. Cumhuriyet Gazetesi Başyazarı İlhan Selçuk, İşçi Partisi Genel
Başkanı Doğu Perinçek ve İstanbul Üniversitesi eski Rektörü Kemal Alemdaroğlu'nun
Ergenekon örgütüyle ilişkisi tartışmaları sürerken, Emniyet Genel Müdürlüğü, Alman İstihbarat
Teşkilatı (BKA)’dan Ergenekon’la ilgili elindeki bilgileri Şubat 2008’de talep etti. Önce yanıt
gelmedi. Ancak Türk emniyetinin Ergenekon’un uyuşturucu ticareti konusunda telefon
dinlenmelerinden elde ettiği bilgileri, 2008 boyunca ısrarla resmen istemeyi sürdürdü. Alman
istihbaratı, nihayet 2009’da Türk makamlarına belgeleri sundu. Bu belgeler arasında Emekli
yüzbaşı Muzaffer Tekin ile uyuşturucu kaçakçısı Yılmaz Tavukçuoğlu ile yaptığı telefon
görüşmelerinin kayıtları da bulunuyordu . PKK’nın haber örgütü ANF’ye bilgi veren yeminli bir
tercüman Türk makamlarına verilen belgelerin Türkçe’ye çevrildiğini de belirterek, ‘’Belgelerin
hem Almanca hem de Türkçe çevirileri Türklere teslim edildi’’ dedi. (22)
BKA, yani İç Alman istihbaratı, 19 Kasım 2003 tarihinde 14 dakika süren Tavukçuoğlu ile
Tekin görüşmesini saniye saniye kaydetmişti. Kayıtlara göre Muzaffer Tekin, kendisine "dikkat
et, arsanın bizimle bağlantısı olduğu anlaşılmasın" diyen Yılmaz Tavukçuğlu'na, "Problem olmaz
abi. Arsa kimin üzerine kayıtlı, bunu kimse araştırmaz burada" yanıtını veriyordu. Almanya'da
inşaat işleriyle uğraşan Yılmaz Tavukçuoğlu, Muzaffer Tekin'in de ortağı olduğu Doğuş
Faktoring'in sahibi Ertuğrul Yılmaz'ın Almanya'daki iş ortağıydı. Birlikte uyuşturucu ticareti
yaptıklarına ilişkin bilgilerin Alman istiharatının elinde olduğu tahmin ediliyordu. Ayhan
Parlak'ın kuzeni olan Ertuğrul Yılmaz, 2003 yılının Nisan ayında Almanya'da uğradığı silahlı
saldırıda öldürüldü.
Alman Anayasayı Koruma Teşkilatı'nın (BFV-Iç Istihbarat Servisi) 2001 ve 2002 yıllık
raporunda, Almanya'da faaliyet gösteren aşırı sağcı Türk gruplar arasında, Ergenekon örgütüne
de yarım sayfa yer veriliyordu. Raporda, teşkilatın Almanya’nın Mannheim ve Münih
şehirlerinde 40-50 arası üyesi olan bir grup olduğu belirtiliyordu. Rapordaki sağcı kuruluşlar
arasında, Ergenekon, Ülkü Ocakları, Atatürkçü Düşünce Derneği ve dinci sağ teşkilatlar yer
alıyordu. (23)
Elbette Ergenekon kolay çökecek bir yapılanma değildi. Dâvâ sürecine dahil edilenler örgütün
çökmesi için yeterli değildi. Ergenekon’un siyaset, yargı, medya ayağıyla hâlâ faaliyetlerini
yürütüyordu. Jitem –PKK-Ergenekon ilişkisi gerçekti ve henüz tam anlamıyla ortaya
çıkarılamadı. Ergenekon’un dış bağlantılarından Almanya ayağı dimdik ayakta duruyordu.
Türkiye'de Alman İstihbaratının konumu çok güçlüydü. Almanlar dünyada en iyi bilgi
bankasıydı. ABD'nin reklamı vardı ama Almanlar daha güçlüydü. Apoletli işadamlarındanda
daha güçlüydüler. Eğer Ergenekon sayfaları daha çok açılırsa altından Almanya çıkacaktı. İkide
bir Deniz Feneri diye bir dosya çıkarmaları şantaj içindi. Almanya, Ergenekon ilişkisini ve KürtAlman ilişkisi dosyası henüz daha açılamadı. Beyrut'tan Lübnan'dan Abdullah Öcalan'la kavgalı
olan Selim Çürükkaya'yı sözde Kızılhaç kaçırmıştır Avrupa'ya. Oysa, Veli Küçük yardımcı
olmuştu. Çürükkaya'yı Almanlar yurtdışına çıkarmıştı. Yoksa Öcalan, Selim'i de öldürtebilirdi.
Ergenekon etnik bir gruptu: Almanya'nın halen Ortadoğu'da ekonomik bir savaşı vardı ve bu
savaşı etnik grupları yönlendirerek yapıyordu. Sadece Kürtler etnik grup değildi. Cemalettin
Kaplan gibi tüm gruplarda, sol gruplar da dahil, tüm oyunun içinde Almanlar vardı. Türkiye
üzerinde değil, İran üzerinde de aynı şekilde etkiliydi Almanlar. İran istihbaratını Almanlar
eğitmişti. Almanlar, Ergenekon içinde paralel bir örgüt kurmuştu. (24) Ancak Almanlar askeri
ihale söz konusu olunca Metin Kaplan’ı pazarlıkla ihale karşılığı Ankara’ya 2004’de teslim
etmekten çekinmedi. Vermeden öncede hapishanede çırılçıplak soyup, onurunu, gururunu
zedeleyip, alay edip, Kaplan’ın intihar etmesini sağlamaya çalıştı.
Metin Kaplan'ın Alman avukatı Ingeborg Naumann , Kaplan'ın Türkiye'ye iade sürecini ve
Almanya'daki Müslümanların sorunlarını anlatırken verdiği şu bilgilerçarpıcıydı:
Metin Kaplan, sınırdışı edildiği gün, polis karakolunda nezarethaneye atılarak çırılçıplak
soyuldu. Adeta intihara teşvik ettiler. Almanya'da yasalara 'yabancı', 'Müslüman' ve 'terörist'
kavramlarını eklediler. Müslümanları göndermek için bunu yaptılar. Almanya'da birçok
Müslüman sınırdışı edildi. Eğer bir insan Müslüman ise tamam. Müslümanlar hakkında verilen
kararlar hazır. Onu hemen sınırdışı ediyorlar. Suçlu olup olmadığı araştırılmadan suçlu
muamelesi yapılıyor. Şartlar eskisi gibi değil. 'Müslümansan teröristsin' anlayışı var. Bir insan
'Allah'ın kanunlarını benimsemiyorum, elimin tersiyle itiyorum' diyorsa kimse buna dokunmaz.
Allah'ın kanunlarını inanç olarak benimseyenler ülkelerine gönderiliyor. Metin Kaplan'ın, 12
Ekim 2004 tarihinde özel bir uçakla Türkiye'ye iade edilmesi "siyasi bir karar" dı. Kaplan
Almanya'da adil yargılanmadı. İadesi kanunlara uyduruldu. Kaplan'ın suçlu olduğuna dair
mahkemenin vermiş olduğu kesin bir karar yoktu. Olaya hukuk çerçevesinden baktığımız zaman
Kaplan'ın mevcut şartlarda Türkiye'ye iade edilmesi mümkün görünmüyordu. Ama ilginç bir
şekilde apar topar Türkiye'ye iade ettiler. Kaplan sınırdışı edilirken her şey kanuna uydurularak
yapıldı. Kaplan'ın Türkiye'ye iade edilmemesi gerekirdi. Metin Kaplan Türkiye'ye iade
edilmeden önce Alman İçişleri Bakanı Otto Schilly, Türk İçişleri Bakanı Abdulkadir Aksu ile bir
görüşme yaptı. Bu görüşmelerden sonra askeri ihaleler gündeme geldi. Askeri ihaleler
karşılığında Kaplan'ın Türkiye'ye iade edildi. Schilly, Metin Kaplan'ın iade edilmesi için
Türkiye'ye geldi. Kaplan’a psikolojik baskı yaparak adeta intihara teşvik ettiler. Gardiyanlarla
konuştuğumda geceleri Kaplan'ı sürekli kontrol ederek intihar edip etmediğine baktıklarını
söylediler. Kaplan Almanca bilmediği halde bazı evraklar imzalatmaya çalışmışlar. Mahkeme
süreci devam ederken bile polislerin sürekli kendisine 'Seni yurdışına göndereceğiz' demesi çok
üzücü. Yurtdışına çıkarılma belgeleri Kaplan'ın ellerine tutuşturularak, uçağa bindirilip
Türkiye'ye gönderildi. Bu süreçte avukatı ile de görüştürmediler. Bu olayın yaşandığı güne kadar
kimseyle konuşmadım. Ama bu olay yaşandıktan sonra olup bitenleri kamuoyuyla paylaşmaya
başladım. Kaplan'a yapılanlardan sonra patlama safhasına geldim. Ve basına konuştum. Metin
Kaplan davasını üstlendiğim için anayasal kurumlar tarafından sıkıştırıldım. Hayatımın en zor
davası oldu. Bu davadan dolayı tehdit telefonları aldım. Sekreterlerim rahatsız edildi. Sürekli
telefon açarak 'Niye Metin Kaplan'ı savunuyorsun?' diye tehdit ediyorlardı. Telefonlarımı
dinliyorlardı. Şimdiye kadar birçok Müslümanın avukatlığını yaptım. Ama beni en çok zorlayan
Kaplan davası oldu. Kişisel bilgilerimi sordular. Ben de avukat olduğumu söyleyerek sorularına
cevap vermedim. 11 Eylül olayı ile Almanya'nın Müslümanlara karşı olan politikaları değişti.
Müslümanların aleyhine birçok yasanın çıktı. 11 Eylül'den sonra Avrupa'da ilk hedef olarak
Müslümanların seçildi. Hatta bir insan 'Ben demokrasi değerlerine bağlı kalacağım. Ama
inançlarımı da yaşayacağım' dese yine de sınırdışı ediliyor. Düşünsenize Müslümanlar
camiilerde namaz kılarken bile polisler namaz kılan insanların başında bekliyor. Her camii de
namaz kılamıyorlar. Sadece Diyanet'in camiilerinde namaz kılınabiliyor. (26)
Irkçılığı ve İslam düşmanlığını hortlatan derin Almanya, ABD’den koparak bağımsızlık savaşı
verirken, Hitler yaklaşımına geri dönüyordu. Deniz Feneri e.V'deki mali aykırılıkları fevkalade
önemseyen Almanya, PKK'lıların çoğunu tehditle toplayıp örgüte transfer ettiği milyonlarca
euro'yu görmezden geliyordu. Bu tip tuhaf bağlantıların küçük bir örneği de şuydu: Ergenekon
ve Balyoz davalarının fasa fiso olduğunu ispatlamak için didinen "angaje" gazeteci Gareth
Jenkins'e destek verenler arasında Alman Friedrich Naumann Vakfı da vardı. Almanya'daki
liberal Hür Demokrat Parti'ye yakın olan ve demokrasiyi savunduğunu söyleyen bu vakfın,
darbeci zihniyete göz kırpması çok ilginçti. Darbe hazırlığını "girişim özgürlüğü" olarak
görüyorlar herhalde. Genellikle bu tip negatif örneklere değiniyoruz. Peki ya pozitif görüntüleri,
tatlı dostlukları nasıl yorumlamalıydı? Mesela 12 Haziran 2011 seçimlerine kadar, elindeki tüm
medya organları aracılığıyla Ergenekon soruşturmasını sulandırmaya çalışan Aydın Doğan'a,
Temmuz 2009'da Almanların, Federal Liyakat Nişanı vermesi tuhaftı... Doğan Grubu ile Axel
Springer Grubu arasındaki ilişkilere, mesela Bild gazetesinin Yayın Yönetmeni Kia Diekmann'ın
aynı zamanda Hürriyet'in yönetim kurulu üyesi ydi. Yapboz oyunu gibiydi. Önce dağınık
parçalar kafanızı karıştırıyor, derken iki parça birleşiveriyordu. Uyumlu başka parçalar
bulduğunuzda da büyük resim ortaya çıkmaya başlıyordu. (27)
Almanları bu garibe hale düşüren Gladyo tarihine ve kullanılan Türklerle ilişkilerine şimdi
bakabiliriz: 2. Dünya savaşından sonra Amerikalıların özel görevler verdiği Hitler’in Gestapo’su
eski SS üyelerinin kurduğu bir örgüt olan ODESSA (Organisation Der Ehemaligen SSAngehörügen) Murat Bayrak’ı Yugoslavya’dan Türkiye’ye kaçırdı. Gladyo eğitim kampları ve
organizasyonunda etkin rol oynayan Nazi Generali Reinhard Gehlen ile irtibattaydı. Almanların
BND’sini ve derin devletini 1952’de kuran Gehlen, tüm NATO ülkelerinde de Gladyoları
örgütleyen en derin istihbaratçıydı. Aralık 2000’de açılan CIA’nın gizli belgelerinde Gehlen ve
eski Nazi subaylarıyla hangi örtülü operasyonlar gerçekleştirildiği ortaya çıktı. Yazdığım bilgiler
artık açık bilgidir, yıllarca kamuoyunun dikkatinden kaçırılan bu bilgileri ders olması açısından
yazmak gazetecinin kamu görevidir. Türkiye tarafından yeterince sahiplenilmeyen Almanya
Türk toplumu, zaman zaman iki ülkenin de iç ve dış siyasetini şekilendirmek için karşılıklı
olarak kullanılmışlardır. Almanya, Ankara’nın yönetim zafiyetinden yararlanarak Almanya’daki
Türk toplumunu zaman zaman iki ülkenin de iç ve dış siyasetini şekilendirmek için kullandı.
Ankara’da tepkisel olarak buna karşılık verdi. Gurbetçiler, Almanya ve Türkiye çatışmalarında
her iki devlet tarafından da ortaya konan iyi bir koz olarak görüldüler. Örneğin 1990 lı yıllarda
Almanya ile Türkiye arasında Alman yapımı Leopar tanklarının güneydoğu da PKK terör
örgütüne karşı kullanılıp kullanılamayacağı konusunda diplomatik alanda tartışmalar devam edip
giderken, Almanya tankların satış sözleşmelerine göre Almanya nın istemediği yerlerde bu
tankların kullanılamayacağını öne sürüyordu. Türkiye ise parası verilip alınmış tankların ve
silahların istediği her yerde kullanabileceğini iddia etmekteydi. Diplomatik alanda bu tartışmalar
devam edip giderken Türkiye, Almanya’nın yumuşak karnı olan Almanya’da ki Türkleri sahaya
sürmeye karar verdi. Bir yerler tarafından organize edilen gruplar Almanya’nın birkaç şehrinde
Almanya’yı protesto gösterileri yaptılar. Almanya’nın cevabı yine aynı yerden yani Türkiye’nin
yumuşak karnı olan Almanya’da ki Türk nüfusu üzerinden oldu. 29 Mayıs 1993 de Solingen
şehrinde Türklere ait Genç ailesinin evi kundaklandı ve ailenin 5 bireyi acı bir şekilde can verdi.
Almanya ile Türkiye’nin sahaya inmiş bu ilk düellosu ilerleyen yıllarda da devam etti. Zaman
zaman AB-Türkiye ilişkileri, Kıbrıs konusu, azınlıklar, Kürt sorunu vs gibi her konuda çatışan
iki devlet hesaplaşmalarını daha çok Almanya’da ki Türk toplumu üzerinden yaptılar. Yine şöyle
bir örnek verecek olursak Bergama’da ki Altın madeninin işletilmesi meselesinde Bergamalı
köylülerin organize edilip sokaklara dökülmesi, orada ki altın madeninin Türkiye tarafından
işletilmesinin engellenmeye çalışılması yine müttefikimiz dost ülke (!) Almanya’nın işiydi. O
madenin Türkiye tarafından işletilmesi demek hiç altın madenine sahip olmayan ama ABD de
sonra dünyanın ikinci büyük altın rezervini merkez bankasında muhafaza eden Alma nya‘nın,
Hindistan’dan sonra en büyük müşterisi olan Türkiye’yi kaybetmesi ve senelik 10 milyar dolarlık
bir altın ihracatı zararına uğraması demekti. (28)
Bergama olaylarının yoğun olduğu günlerde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Almanya yı kast
ederek „Bazı dost bildiğimiz ülkeler, ülkemizde ki vakıf ve dernekleri aracılığıyla (Frederic
Ebert vakfı ve Goethe Enstitüsü nü işaret ediyor) topaklarımızda çeşitli yıkıcı faaliyetlerde
bulunuyorlar“ dedi. Ve bu vakıfların bundan sonra daha sıkı denetleneceğini faaliyetlerinin
kontrol altına alacağını açıkladı. Bu açıklamanın üzerinden çok bir zaman geçmeden 3 Şubat
2008 günü Ludwigshafen kentinde yine Türklere ait bir bina kundaklandı ve 9 kişi yanarak
öldürüldü. Ne Solingen nede Ludwigshafen katliamlarında doğru düzgün bir soruşturma Alman
makamları tarafından yapılmadı, sorumlu olarak yakalanan bir iki alkolik sokak serserisinin
üzerine olay yıkıldı ve onlar da kısa bir süre sonra içerden salıverildiler. 2000’li yıllara kadar hep
savunma pozisyonunda kalan Türkiye AK Parti hükümetleri döneminde ve özelliklede dışişleri
bakanlığına Başbakan Tayyip Erdoganin dış siyaset başdanışmanı Ahmet Davutoğlu’nun
getirilmesinden sonra çok aktif bir dış siyaset politikası takip etmeye başladı. Sınır
komşularımızla olan birçok problem ortadan kaldırılırken; Orta Asya Türk Cumhuriyetleri,
Balkanlar ve İslam dünyası üzerinde Türkiye büyük bir söz sahibi oldu; yönetilen-yönlendirilen
konumundan yöneten-yönlendiren konumuna geçmişti Ankara. Tabii bu durum sadece Ortadoğu
ile sınırlı kalmadı ve AB politikalarınıda derinden etkiledi.1990’lı yılların başından bu yana
sırasıyla Mölln, Solingen, Rostock, Lübeck, Karlsruhe, Friedrichshafen’dan
sonra Ludwigshafen’da doğrudan konutlara yönelik kundaklama eylemi ve dokuz masum
vatandaşımızın katledilmesinin ardından Türkiye, güçlü bir hükümetinde verdiği özgüvenle
olaya doğrudan müdahil oldu. Olayı soruşturma komisyonlarına bizzat Türk emniyet ve adli
makamlarınıda katarak daha önceki yıllarda sergilenen içine kapanık, pısırık, politikaları terk
ettiğini ve yabancı ülkelerdeki vatandaşlarının arkasında olduğunu kibirli Alman politikacılara
göstermiş oldu. Ludwigshafen olayının hemen ardından bakanların ve bizatihi başbakanın olay
yerine gelerek Alman makamlarına hesap sorar tarzda konuşmalar yapmaları Türkiye’nin bu
konuda ne kadar hassas oluğunu göstermişti. Ludwigshafen katliamının üzerine Türk
Başbakanının ve hükümetinin bu denli düşmeleri Alman makamlarını ve Alman medyasını bir
anda şaşırttı ve adeta ne yapacaklarını, olaya nasıl yaklaşacaklarını bilemez bir hale soktu. Her
kafadan bir ses çıkmasına sebep oldu. (29)
Başbakan Recep Tayyip Erdogan in 11 Şubat 2008’de Köln kenti Arena spor salonunda 20 bin
Türk vatandaşına (bir o kadar da salon dışında kalabalık vardı) „Asimilasyon bir insanlık
suçudur. Sizleri asimile etmek isteyenlere asla müsaade etmeyiniz. Entegrasyona evet ama
asimilasyona kesinlikle hayır“ şeklinde konuşması, Alman siyasilerince ve medyada günlerce
tartışıldı. Hep bir ağızdan „paralel toplum istemiyoruz“ şeklinde karşılık buldu. Başbakan
Erdoğan’ın 27 Şubat 2011’de Düsseldorf arenasında yine aynı söylemleri tekrarlaması ve
Almanya’da yaşayan Türkleri Alman vatandaşlığına geçmeye ve bu ülkede siyaset yapıp söz
sahibi olmaya teşvik etmesi, Almanya‘ tarafından Türk başbakanının Almanya’nın iç işlerine
karışması olarak değerlendirildi ve günlerce eleştirildi. Başbakanın verdiği mesajlar, sadece
Almanya ile sınırlı kalmadı ve 12 Nisan 2011 tarihinde Fransa’nın Strasburg kentinde yine
Türklere yönelik yaptığı miting de ''Şunu açık açık söylüyorum; Sizler asla ve asla yalnız
değilsiniz. Sizler gurbette tek başına değilsiniz, kendi kaderine terk edilmiş asla değilsiniz. Sizin
arkanızda Türkiye Cumhuriyeti var kardeşlerim. Sizin arkanızda güçlü ekonomisiyle, dış
politikasıyla itibarlı bir ülke var. Sizin arkanızda şanlı bir tarih, köklü bir medeniyet, zengin bir
kültür var'' demesi Avrupa Birliğinin iki güçlü ülkesi Almanya ve Fransa’yı sarstı. Bu iki güçlü
ülke üzerinden tüm Avrupa Birliğine ve hatta dünyaya ince bir ayar ve mesaj verildi. Senelerce
Türkiye’yi ‘hasta adam’ sınıfına koyan sözde dost Avrupa ülkeleri şamar oğlanı niyetine
gördükleri Türkiye’nin hafiften silkinip kendine gelmesi karşısında bile ‘Osmanlılar geliyor’
korkusu ve sendromunu yeniden yaşamaya başladılar. (30) Avrupa’da yaşayan Türklerin oranı
Avrupa’daki bir çok devletin nüfusundan daha fazla bir orana erişmişti. Bazı AB ülkelerinde ki
Türk nüfusu yaklaşık olarak şu şekildedir:
ALMANYA: Toplam nüfusu 80 milyon, Türk nüfusu 4,5 milyon
HOLLANDA: Toplam nüfusu 11 milyon, Türk nüfusu 500 bin.
BELÇİKA: Toplam nüfusu 11 milyon, Türk nüfusu 500 bin.
FRANSA: Toplam nüfusu 66 milyon, Türk nüfusu 750 bin
İNGİLTERE: Toplam nüfusu 58 milyon, Türk nüfusu 100 bin.
İSVİÇRE: Toplam nüfusu 4.5 milyon, Türk nüfusu 50 bin.
AVUSTURYA: Toplam nüfusu 11.5 milyon, Türk nüfusu 80 bin.
İSVEÇ: Toplam nüfusu 10 milyon, Türk nüfusu 40 bin.
Bu kadar büyük bir nüfus potansiyelimizin bulunduğu Avrupa kıtasında; Sırbistan, Romanya,
Bulgaristan, Yunanistan gibi Balkan ülkelerinde yaşayan ve Osmanlıdan sonra Türkiye
Cumhuriyetinin kurulmasıyla nüfus mübadelelerine rağmen Balkan ülkelerinde kalan birkaç
milyon Türk nüfusunu da eklediğimizde; Avrupa’da en büyük nüfusa sahip milletler arasında ilk
beş milletten birisiyiz dersek hiç de mübalağa yapmış olmayız. Balkan ülkelerinde yaşayan yüz
binlerce insan kendisini Boşnak, Arnavut, Romen, Bulgar veya Yunan olarak değil; Türk olarak
görmekte ve gayet güzel bir şekilde Türkçeyi konuşarak yeni nesillerine de aktarmaktadırlar. Bu
kadar büyük bir nüfus potansiyelimizin olduğu bu kıta da bizim devletimiz bunun la ilgili ne
yapmaktadır diye sorduğumuzda ise rahatlıkla şunu söyleyebiliriz ki bu cevap kocaman bir
hiçtir. Bulundukları ülkede birçok haklarından mahrum kalan bu milyonlarca insanın hala milli
ve dini bayramları resmi tatil olarak kabul edilmemekte, Türk dili okullarda ve diğer devlet
kurumlarında geçerli bir dil olarak tanınmamaktadır. Okullar da, kendi aralarında Türkçe
konuşan çocuklara çeşitli cezalar verilmekte ve sindirilmeye çalışılmaktadır. Entegrasyon
programları adı altında devletler eliyle resmen asimilasyon politikaları yürütülmekte, basın ve
yayın yoluyla çeşitli şekillerde dinimiz, kültürümüz aşağılanmakta, alay konusu edilmektedir.
Okullara göz boyama amaçlı konulan Türkçe ve din derslerinde, çocuklara Kemal Sunal filmleri
izlettirilmekte, dersler laçkalaştırılmaktadır. Türkiye’den gönderilen Türkçe öğretmenleri bu
oyuna hemen adapte olmakta, hatta adeta bunun için seçilip gönderilmektedirler. Herşeye
rağmen buna direnen birkaç vatansever öğretmen ise kısa bir süre içerisinde hemen tekrardan
Türkiye’ye geri gönderilmektedir. Tüm bunlar bizim Dışişleri ve Milli Eğitim Bakanlıklarımızın
bilgisi dâhilinde olmakta ve tüm bunlara ses çıkartılmayarak onaylanmaktadır.
ABD, İsrail, Almanya gibi devletler tek bir vatandaşı için dünyayı ayağa kaldırırken bizim,
Avrupa’da milyonlara ulaşan nüfusumuz her türlü entrikaya, asimilasyona, kültür erozyonuna,
yakılmaya, horlanmaya, aşağılanmaya karşı yalnız ve yetim bırakılıyordu. Bunun geçmişte
sorumlusu olan hükümetler, her seçim döneminde Avrupa Türkleri Bakanlığı sözü verirken ne
hikmetse seçimden sonra bunu hemen unutmaktaydı. Gurbetöiler onlar için sadece sıcak para
gönderen yolunacak kazlardı! Nihayet Avrupa Birliği Bakanlığı kuruldu ve Avrupa’da yaşayan
Türkler ve Akraba ve Yabancı Ülkelerde yaşayan Türkler şeklinde bir başkanlık faaliyetine
2011 yılında başladı. Danışma Kuruluna gurbetçilerden 55 kişi seçilerek, ilkdefa onlara değer
verildi. Bunlar şunu göstermektedir ki, mahallenin pısırık, kötürüm, sümsük, hasta çocuğu artık
büyümüş ve dedesi Osmanlının mirasına sahip çıkmakta ve onun yolundan gitmektedir. (31)
Bugün hasta adam Avrupadır ve Almanya öksürünce tüm Avrupa nezle olmaktadır. Soğuk Savaş
döneminde ABD’nin oyuncağı olan Almanya, kendini aramaktadır. Henüz 60 yıl önce Reinhard
Gehlen(1902-1979) Nazi Almanya’nın ve Hitler’in Doğu cephesinden ve komünist Sovyetlerden
sorumlu casus şefi 22 Mayıs 1945’de Amerikan ordusunun CIC(Counter Intelligence Corps:
Kontra İstihbarat Birlikleri)’ne teslim olduğu ana kadar herhalde hiç kimse Nazilerin bu efsanevi
istihbaratçısının kariyerinin geri kalan kısmında düşman örgüt CIA ve onun evsahipliğini yapan
ülke A.B.D. ile işbirliğine hasredileceğini tahmin edemezdi. Bu konuya önümüzdeki bölümlerde
derinlemesine gireceğiz. Gehlen’in Türkiye bağlantısı neydi?
Ülkücüleri gaza getirmekle görevli Murat Bayrak, Türkiye’deki tüm faaliyetlerini “Hançer
Birliği” adına yürüttü. Bayrak, 12 Eylül darbesi sırasında MHP Genel Yönetim Kurulu Üyesi
olmasına karşın tutuklanmayan tek isimdi. Onun gibi serbest bırakılan diğer isimler de Özel
Harpçiydi ve Gladyo’ya çalışıyordu. Yugoslavya göçmeni Bayrak aynı zamanda CIA ajanları ve
gladyo yapılanmasında kilit rol oynayan Paul Henze ile Frank Terpil’le de bağlantılı idi. Bayrak
MHP’den önce Adalet Partisi’nde de milletvekilliği yapmıştı.
2. Dünya savaşından sonra, Gehlen ile sonradan Alparslan Türkeş’in yakın dostu olacak olan
Ruzi Nazar ABD’ye götürüldü. Türkeş’e NATO kamplarında eğitim verilirken, kendi isteği
üzerine ‘Ergenekon’ kod adını aldı. Özbek kökenli Ruzi Nazar, savaş sonrasında Alman
ordularına sığınmış bir isimdi. General Gehlen ve Nazar ikilisi, CIA içerisinde görevlendirildi.
Nazar bu görevde CIA Türkiye İstasyon Şefliği’ne kadar yükseldi. Enver Altaylı gibi Özbek
kökenlileri MİT’de kritik görevlere getirdi.
Ruzi Nazar’ın dikey yükselişi incelemeye değer. İkinci dünya savaşında Kızılorduda savaşırken
Almanlara esir düşen bir Özbekti. Almanların safına geçerek Türkistan taburlarında Kızılorduya
karşı savaştı, savaşın sonunda içinde yeraldığı Gehlen Organizasyonu sayesinde kesin ölüm
demek olan Ruslara teslim edilmek yerine ABD’ye Gehlen ile birlikte sığındı. Amerikan
vatandaşı oldu ve kararlı bir antikomünist olarak CIA'de görev aldı. 1950 sonrası kontrgerilla
eğitimi almak üzere ABD’ye gönderildi. Ölümsüz Başbuğ Alparslan Türkeş'in de dahil olduğu,
Özel harpci seçilmiş Türk subaylarla bizzat ilgilenen eğitimcilerden birisiydi. 1960'larda
Türkiye'de görev aldı. Türki kökeni sayesinde Ankara'da CIA ajanı gibi değil, Türk bir
vatanperver gibi görüldü. Bu ekstra güvenle tüm yöneticilerle dost oldu. Türkeş, kendi evinden
çok onun evinde takılırdı. Beraber dokuz ışıkçılık oynarlardı. Bu sıkı fıkı ilişki o kadar çok
dikkat çekerdi ki, MHP içinden bile itirazlar yükselirdi. Türk antikomünist örgütlenmesi
kendisine müteşekkirdi. Kızı `Sylvia Nasar`, filmi oscar ödülü alan `a beatiful mind` romanı ile
ünlü olduğunda kızını tanıtma bahanesiyle Ruzi amcaya ve onun Türkiye faaliyetlerine dair,
içimizden biri temalı övgü yazıları yazdı. Yazan gazeteci Ergenekon davasında halen yargılanan
`Güler Kömürcü`'dür. Ruzi nazar ve kızı Sylvia, Türk gençliğinin ünlü çizgi romanı Yüzbaşı
Volkan’da da karşımıza çıkarlar. Çocuk yaşta kadın memesi ile tanıştırarak asla inkar edilemez
bir hizmette bulunan `Yüzbaşı Volkan`'ın bir macerasına konuk olurlar. Bu macerada pos bıyıklı
Ruzi amca ve kızı, Ruzi'nin Kızılordu yılllarından başlayarak yaptığı işleri okuyanı kararlı bir
antikomünist yapacak duyarlıkta anlatırlar. Ruzi Nazar'ın CIA ajanı olarak görev yaptığı bir
ülkede gençlere meme ve millet bilinci kazandırmak için uğraşan bir çizgi romana konuk oyuncu
olarak girmesi onun Türkiye'de ne kadar içselleştirildiğinin komik bir göstergesidir. Bu arada
Ruzi Nazar, Türk Kontragerillasını finanse eden Rockfeller, Özel Harp Dairesi ile özel ilişkiler
geliştirdi. Üst düzey subaylarımızı eğittiler, beyinlerinı yıkadılar ve kendi halkını ve dinini dahi
düşman görecek kodlarla robotlaştırdılar. (32)
Alman istihbaratı ülkemizde dört vakfı, şirketleri ve diplomatik dokunulmazlığa sahip ajanlarıyla
mükemmel çalışıyordu.Türkiye’de Alman vakıfları ve derin devleti (BND, BKA,GSG9),
Türkiye’yi neredeyse kaosa sokmayı amaç eden Ergenekon’ın tam ortasında, yönetici kısmında
yer alıyorlardı. Kürt sorununun siyasileştirilmesi ve Aleviliğin İslam’dan ayrılarak ayrı bir din
haline getirilmesi üzerinde yoğunlaştılar. Dünya altın borsasını elinde bulunduran Almanların bir
hedefi de Türklerin kendi altın madenini çıkartıp, işlemesini engellemekti. Alman vakıflarının
istihbarat faaliyetleri ve altın hesabı konusunda kitap yazan Necip Hablemitoğlu’nu öldürtmesi
için Veli Küçük’e kimin emir verdiği ortadaydı! Küçük, Almanların sırlarına sahip kilit bir
Silivri sanığıydı...
Peki Alman BND’si nasıl çalışıyordu? 1970 ile 2005 arasında Almanya’da 42 bin 664 kişi,
Alman derin devleti için ajanlık, muhbirlik ve köstebeklik yaptı. Bunlar arasında Doğu Alman
sayısı 9 bin 822’dir. Almanya’da yararlandığı gurbetçi ve ülkemizde kullandığı ajan sayısı
onbinleri geçti. Hedefledikleri Türk veya Kürtleri, Alman sempatizanı, etki ajanı ve ücretli ajan
yapma kategorileri bulunuyordu. Kadın kullanma, zenginleştirme ve kasetli şantaj en fazla
kullandıkları yöntemlerdi. Almanlar uzun yıllardır telefonlarımızı dinliyordu. Kimin ne gibi
zafiyeti olduğunu, nasıl ele geçirilebileceğini biliyordu. Türkiye’de kullandıkları üst düzey üç
ajana verdikleri kod lakap isimler, “Baron”, “Kumarbaz” ve “Tilki” idi.
Ülkemizin doğusunda faaliyet gösteren yabancı ajan sayısı beş bini geçiyordu. Almanlar doğu
illerimize su arıtma tesisi, küçük barajlar yapma bahanesiyle çok sayıda ajanını yerleştirdi.
Bunların pek çoğu Türkçe ve Kürtçeyi ana dili gibi biliyordu. İstihbarat organlarımız, bu
ajanların çoğunun aslında kim olduğunu kısa sürede fark ediyor, ancak yakalamıyor ve sınırdışı
etmiyor veya edemiyordu.. 5 Haziran 2011’de rutin dışına çıkılarak 10 yıldır Diyarbakır merkez
olmak üzere doğu illerimizde Mossad adına casusluk yapan bir İsrail vatandaşı, askeri istihbarat
ve polis ortak operasyonu ile yakalandı. Bu bilgi ve haberi Türk medyasında okuyamadınız,
çünkü daha kimseye servis yapılmadı! Gazeteciler zaten hiçbir zaman haber ele geçirmez, hep
birileri tarafından avuçlarına konan servis haberlerle ‘süper gazetecilik’ yaparlar! Özel
kaynaklarım vasıtasıyla elde ettiğim bu bilgiyi paylaşmayı tarihe düşülecek bir not olarak
görüyorum. Mossad ajanı, ana dili gibi Türkçe ve Kürtçe biliyordu. Sabaha kadar süren sorgu
sonrası çözülmüştü. Anlattığı bilgileri evvelden yazsam, 12 Haziran 2011 seçimi yapılamazdı.
Konu sadece Yüksek Seçim Kurulu’nun adaylığına iptal ettiği, sonrada yeniden onayladığı
adaylardan ibaret değildi. Bölgede milletvekilliğine bağımsız aday olan Kürt kökenli
milletvekillerimizin bazıları yabancı istihbarat örgütlerine çalışıyordu. Mesela BDP Lideri
Selahattin Demşrtaş’ın MOSSAD’dan aldığı paralar belgelenmişti. Kimi sempatizan, kimi etki
ajanı, kimi ise kadrolu ajan vardı. En fazla milletvekili adayı devşiren istihbaratlar BND, CIA ve
Mossad idi. Bu adayların bir kısmı parlamentoya girdi ve çalıştıkları yabancı ülkenin
politikalarını ülke gündemine taşıdılar. Onları suçlamayalım. “Hain”, “satılmış” diyerek
aşağılamayalım. Yılllarca kendi ülkesinin vatandaşını ‘iç düşman’ gören Gladyo zihniyeti, onları
yabancı istihbaratların kucağına itti. Bir suçlu aranacaksa, Ergenekon’u ülkemizin başına bela
edenleri önce bulalım ve cezalandıralım. Alman ve Amerikan Gladyosunun filleri ve piyonları
çarpışırken altında ezilenleri kurtarmak vatandaşlık görevidir!
Alman derin devleti üzerine yazdığı kitaplarla tanınan yazar Jürgen Elsasser, Almanya ve
Türkiye’de 'uyuyan gladyo/kontrgerilla hücreleri' bulunduğunu ve Türklere yönelik cinayetlerde
bu hücrelerin parmağı olduğunu savunuyordu. Neo Nazi katillerin daha büyük örgütleri
saklamak için kılıf olarak kullanıldığını söyleyen Elsasser net konuşuyordu: 'Hatta hiç Nazi bile
olmayabilirler.' Elsässer, “Dönerci cinayetleri”nde ölen Türklerden sorumlu tutulan Neo
Nazilerin, gizli servis operasyonları için sahte bir kılıf olduğunu vurguluyordu.. Gurbetçi
cinayetlerinden sorumlu tutulan iki Alman’ın belki de Nazilikle hiçbir ilgisi bile
olmayabileceğini savunan Elsässer, Almanya ve Türkiye’deki “uyuyan gladyo hücreleri”
olduğunu ve cinayetlerde bu hücrelerin parmağı olduğundan emindi. Elsässer, şunları söyledi: 8
Türk ve bir Yunan’ın öldüğü Almanya’daki olaylar bir Neo Nazi üçlüsü ile bağıntılıdır. Burada
Anayasayı Koruma Örgütü (BfV) adındaki gizli servisin elemanlarını bulmak mümkün. Çılgın
Neo Naziler, amacı belli olmayan gizli servis operasyonları için sahte bir kılıftır. Bu seri
cinayetlerde elimizde 3 olgu var: Nazi Bağlantısı, Gizli Servis Bağlantısı, Türklerin bağlantısı.
2001 yılının Ağustos ayında bir Türk tanık Alman polisine seri cinayetlerde kullanılan silahı
teslim edeceğine dair söz verdi. Anlaşma iptal oldu. 2007 yılında bu cinayetlerin ardında
Diyarbakırlı bir aşireti de içeren bir uyuşturucu meselesi olduğuna dair bir dosya olduğu da
yazıldı. Belki Nazi bile olmadılar. Belki de bu üçlünün dönerci cinayetleriyle hiçbir ilişkisi
yoktur. Karavanlarında öldürüldüler (karavandan bir adamın çıktığını gören tanıklar var), sonra
da ne kadar kanıt varsa bunların bulundukları yerlere bırakıldı. Ama bir başka faraziye de
mümkün: Bu üçlü hiç Nazi olmadı. Devletin ajanlarıydılar ve sonuna kadar da öyle kaldılar. O
nedenle profesyonelce hazırlanmış, devlet istihbaratının kendilerine verdiği sahte kimlik
belgeleri bulundu. Bunlar 90’larda sağ çevrelere sızdırıldılar. Ancak hiçbir şey çıkmayınca
buradan çekildiler. O zamandan beri de çok başka bir iş üzerinde çalışıyorlardı ve öldürülmeleri
bu olaydan kaynaklanıyor olabilir. Bu iş üzerinde hiç konuşulmuyor. Gladyo, Amerikan
kontrolünden çıkmak üzere olan ülkeleri ve devletleri istikrarsızlaştırmayı amaçlar. 1970 ve
80’lerde İtalya’daki sahte bayrak operasyonlarıyla Gladio sağ ve sol terör örgütlerini bir kılıf
olarak kullandı. (Brigate Rosse) Türkiye ve Almanya kendi yollarını bulmayı amaçladılar.
Almanya, Libya savaşında geri durdu. Türkiye ise İran’a karşı saldırıyı engelledi. Gladyo'nun bir
çok uyuyan hücresi var. Bence Almanya ve Türkiye’de de mevcutlar. Alman ve Türk gizli
servislerindeki Amerikan hücrelerini araştırmalı. Gladio ulusal değildir. Angloamerikan aracıdır.
(33) Bu gözaçıcı ifşaatdan sonra Alman Kılıç’ı ile Türk Ergenekon’un paslaşması kimseyi
şaşırtmayacaktır.
TÜRK VE ALMAN ERGENEKONLARI ARASINDA İRTİBATLAR
1990 yılında İtalya'da patlayan Gladio skandalıyla tüm NATO üyesi ülkelerde örgütlendiği
ortaya çıkan Kontrgerilla örgütlerinin Batı'yı komünizmden korumak amaçlı hareket ettikleri ve
bu amaçla her ülkedeki sağcı-faşist gruplarının birbiriyle yardımlaştığı anlaşılmıştı. Alman
Ergenekonu 1952’de kuruldu, kuranlar eski Naziler ve General Gehlen’di. 1990 yılında İtalya'da
patlayan Gladio skandalı tüm Nato üyeleri gibi Almanya'yı da sarstı. İtalya'daki örgütün adı
Gladyo iken Almanya'dakinin adı 'Gehlen Harekatı' idi. Tüm Nato üyeleri gibi Almanya da
Sovyet işgaline karşı Nato anlaşmaları çerçevesinde ABD'nin CIA istihbarat servisi öncülüğünde
ülkesinde bu gizli örgütlenmeye gitti. Bu örgütün tezgahları aslında ilk kez 1960 yılında faşist
özellikli Alman gençlik yapılanması BVJ'ye karşı yapılan bir operasyonla ortaya çıkartılmıştı.
Alman Komünist Partisi (KPD) ve Alman Sosyalist Partisi’ne (SPD) karşı, aynen Türkiye’de 12
Eylül öncesini hatırlatan şekilde tezgahlar kurulmuştu. Alman Gladyosu bunun için de 17 bin
üyeli BVJ'yi (Bundes Vaterländischer Jugend / Alman Gençlik Federasyonu) kullandı. BVJ
aslında paravandı; arkasında Technischer Dienst (TD-Teknik Hizmetler Birim) vardı. Bu TD,
paramiliter bir örgüttü. Ancak Muhafazakar CDU Partisi, Amerikalılarla uzun uzun konuştuktan
sonra, açılan soruşturmaları durdurdu, herşey örtbas edildi. 12 yıl sonra, 1972’de, ülkenin çeşitli
yerlerinde toprağa gömülü silahlar bulunmaya başladı. Hükümet hemen, Sovyet işgali
gerçekleşirse, geride kalanların bunları kullanacağını ama artık tümünün imha edildiğini açıkladı.
Gelin görün ki, 6 Ekim 1981’de Uelzen Kasabası yakınlarında müthiş bir yeraltı silah deposu
bulundu. Bunun üzerine BVJ'yi kuran aşırı sağcı Heinz Lembke tutuklandı. Soruşturma Alman
polisini 33 ayrı yer altı silah deposuna daha götürdü. 13 bin 520 mermi, 50 roketatar, 156 kg
patlayıcı ve 258 el bombası ele geçirildi. Soruşturma daha ileriye gitmedi. 9 yıl sonra ise Gladio
skandalının patlamasıyla tüm Nato ülkelerinde olduğu gibi örgütün Almanya'daki varlığı da
resmen ortaya çıkarıldı. Gladyo'nun Alman koluna dair en geniş araştırmaları yapmış olan ünlü
Alman araştırmacı-gazeteci Leo Müller, "Avrupa’da, şeffaflıktan en uzak, gladyoya en büyük
destek veren, başka ülkelerdeki uzantılarıyla bağlantı içinde çalışan tek ülke Almanya’dır" diyor,
çok ağır bir suçlama yöneltiyordu. Alman İç İstihbarat Servisi (BFV)'nin 2001-2002 raporlarında
'Ergenekon Türk Sağcı Grubu' adıyla yeralan Almanya'da da örgütlenmiş Ergenekon
oluşumunun, yapısal olarak Alman faşist gruplarının oluşturduğu derin devlet yapısıyla aynı
özellikte olduğu belirtiliyordu. Alman istihbarat raporlarında Ergenekon oluşumu ile ilgili olarak
2001 yılındaki değerlendirmede; "Baden Württemmberg'in Mannheim Şehrinde 23-25 kişilik bir
oluşumun, Bavyera'nın Nürnberg şehrinde ise 30-35 kişilik yeni bir Türk Milliyetçi oluşumun
belirlendiği ve bu oluşumun Ergenekon adında olduğu tespit edilmiştir. Bu gurubun siyasi
ideolojisi olup olmadığı henüz bilinmemektedir. Ama genellikle Türk Ülkü Ocakları'ndan ayrılan
şahıslar bu oluşumun içinde yer almaktadır. Biz muhtemelen bu oluşumdaki şahısların Ülkü
Ocakları ile olan ideolojik tartışmalarından ve farklılıklardan ötürü ayrıldıklarını ve böyle yeni
bir oluşum kurduklarını düşünmekteyiz" dediği belirtiliyordu. Azerbaycan-Alman Dostluk
Derneği çatısı altında bir araya gelen Almanya'daki Ergenekon oluşumunun Almanya'da da kaos
eylemleri planladığı da iddialar arasındaydı. İddiaya göre, Köln şehrindeki Kürt Kültür Merkezi
havaya uçurularak olay Türk istihbarat birimlerinin üzerine yıkılmak ve İstanbul Ermeni
Patrikhanesi'ne canlı bomba gönderilerek kaos çıkarmak isteniyordu.
Ergenekon soruşturması sürecinde ortaya çıkan bulgular, örgütün, Kıbrıs ve Azerbaycan'dan
sonra Almanya'da da örgütlendiğini gösteriyordu. Sanıkların Almanya'daki güçlü bağlantıları
olduğuna dair bulgular savcıların ve mahkeme heyetinin de dikkatini çekmişti. Ergenekon
davasına bakan İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi, Ergenekon davası sanıklarının Almanya'daki
finans kaynaklarını mercek altına aldı. Bu girişim, dikkatleri bir kez daha Alman ve Türk
Kontrgerilla örgütlerinin işbirliği iddialarına çevirdi. 2001-2007 yılları arasında, Türk Ortodoks
Kilisesi'ne, Noel Baba Barış Derneği'ne, Vatansever Kuvvetler Güç Birliği Hareketi'ne veya
başkanı Taner Ünal'a, sanıklardan Ümit Sayın, Kemal Kerinçsiz, Sevgi Erenerol ve Veli Küçük'e
Almanya'dan herhangi bir ödeme yapılıp yapılmadığının sorulmasına karar veren mahkeme
heyeti, ödeme yapılmışsa ödenen meblağ ile ödeme tarihleri ve ne şekilde ödeme yapıldığının
sorulmasına hükmetmişti.
Ergenekoncuların 2001'den 2007 yılına kadar Almanya'daki oluşumlardan 1 milyon Euro para
yardımı aldığı iddia ediliyordu. Ergenekon sanıklarının banka hesaplarını inceleme altına alan
savcılık, Almanya'dan ciddi miktarda para transferi yapıldığı, bazı sanıkların bu ülkeden paravan
şirket ve sahte belgeyle para transfer ettiğini belirledi. Ergenekon tutukluları Veli Küçük ve
Kemal Kerinçsiz'in Almanya'daki Türk düşmanı Nazilerle kurduğu yakın ilişkiler neticesinde,
Ergenekoncuların en önemli merkezlerinden Türk Ortodoks Kilisesi'ne 380 bin, Noel Baba
Derneği'ne 90 bin, Vatansever Kuvvetler Güç Birliği Hareketi Genel Başkanı Taner Ünal'a 15
bin Avro yardımın yanı sıra, Veli Küçük'e de Hollanda ve Almanya gezileri için para ödendiği
ortaya çıkarıldı. Vakit gazetesi, Veli Küçük'e ödenen paraların dekontunu yayınladı. Bu
belgelerle, Ergenekoncuların Almanya'dan para aldığına dair iddialar doğruluk kazandı.
Ergenekon sanığı Kemal Kerinçsiz'in Almanya bağlantıları da gündeme geldi. Büyük
Hukukçular Birliği Derneği Başkanı Kemal Kerinçsiz'in bu birliği kurarken Alman NPD Partisi
Genel Başkanı Günter Deckert'le internet ortamında tercüman vasıtasıyla irtibata geçtiği ve aynı
oluşumu Türkiye'de kurduğu ileri sürülüyordu. Bu iddiaya göre, Günter Deckert, Almanya'da
1994 yılında Türkleri kundaklayan Nazi gençleri mahkemelerde savunmak için Alman Ulusal
Hukuk Birliği adında bir dernek kurdu. Bu dernek 1998 yılında Anayasa Mahkemesi tarafından
kapatıldı. Kerinçsiz de Büyük Hukukçular Birliği'ni kurarken 2001 yılında Deckert'le mail
ortamında iletişim kurdu ve Almanya'daki oluşumun aynısını Türkiye'de kurdu. Ergenekon
sanığı Veli Küçük'ün, Alman gladyosunun subaylarıyla buluşup istişarelerde bulunduğu da iddia
edildi. Veli Küçük'ün sık sık gittiği Hollanda ve Almanya'da Alman, Hollanda ve Danimarka'dan
gelen aşırı milliyetçi kişilerle buluştuğu iddia edilerek, "Bunlardan en ilginç buluşma Mölln ve
Solingen katliamlarını organize eden DVU Partisi Genel Başkanı Dr. Gerhard Frey ile
buluşmasıdır" deniliyordu. Bu buluşmada, Alman Özel Harp Dairesi'nde (ÖHD) uzun yıllar
görev yapan Yarbay Wilhelm Hillek'in de olduğu ifade edilerek "Hillek, Türklerin hepsini
karantinaya alalım, Türklerin olmadığı bir Almanya temiz bir Almanya olacaktır sözleriyle
tanınıyor" ifadeleri mahkeme kayıtlarına geçti.
2003 yılında aşırı sağcı bir Alman gazetesinde emekli Tuğgeneral Veli Küçük'ün çarpıcı bir
açıklaması yayınlandı: "Türkiye'de En kısa zamanda bir askeri müdahale gereklidir." Küçük,
2007'de başlatılan Ergenekon soruşturmasında tutuklandı ve Ergenekon davasının en önemli
sanıkları arasında yer alıyor. Veli Küçük, Alman gazetesine verdiği iddia edilen bu 'darbe
yapılmalı' açıklamasını duruşmalarda reddetti ve gazeteye böyle bir demeç vermediğini iddia etti.
Ancak Ergenekon davasına bakan mahkemenin yaptırdığı bilirkişi incelemesi haberin
yayınlandığını doğruladı. Veli Küçük'ün Alman faşistlerinin önde gelen gazetesi 'National
Zeitung'a verdiği ve Veli Küçük tarafından şiddetle yalanlanan “En kısa zamanda bir askeri
müdahale gereklidir” beyanını araştıran bilirkişi, ifadelerin gazetede aynen yer aldığını bildirdi.
Bilirkişi, 20 Kasım 2003 tarihli Alman National Zeitung gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Dr.
Gerhard Frey imzalı makalenin orijinalini temin ederek inceledi. Vakit'in ele geçirdiği 1.5
sayfalık inceleme yazısının başlığı ise “Almanları şimdi ne tehdit etmektedir” şeklindeydi.
Makalenin sonunda şu ifadeler yer alıyordu: “Biz emekli bir general ile Türkiye'nin durumu
hakkında konuştuk. Emekli General Veli Küçük, ‘Türkiye'de 25 yıldır hiçbir askeri el koyma
olmamıştır. Bu büyük bir yanlıştır. Fakat gelecek en kısa zamanda bir askeri müdahale
gereklidir. Çünkü politik konjonktür bu yöne zorlamaktadır' dedi.”
National Zeitung, 1951'de Alman Askerleri Gazetesi adıyla kuruldu. 1958'de Gerhard Frey
tarafından satın alınan gazete, 1963'te bugünkü adına kavuştu. Aşırı sağ yayın politikasıyla
bilinen gazetenin Genel Yayın Yönetmeni Gerhard Frey. Aynı zamanda aşırı sağcı Alman Halk
Birliği Partisi'nin kurucusu ve lideri olan Frey, yine aşırı sağcı Almanya Milliyetçi Demokratik
Partisi ile 2005 seçimlerinde ittifak yapmış, ancak her iki parti yüzde 5'lik ülke barajının altında
kaldığı için parlamentoda koltuk sahibi olamamıştı. Küçük ile Alman Kılıç’ın ilişkisi araştırmacı
Necip Hablemitoğlu ölümünde belirginleşti. Ölümüne yakın süreçte, Alman Vakıflarının
Türkiye'deki nüfuzunu, altın madenlerinin işletilmemesinde bu vakıfların etkisini ayrıntılı
inceleyen Hablemitoğlu, Kılıç’ın ölüm listesinde ilk sıraya yükseldi. Ömrünü Alman vakıflarının
Türkiye'deki faaliyetlerini araştırmaya adayan ve bu konuda kitaplar yazan Necip Hablemitoğlu
gözüne kurşın sıkılarak 2002'de öldürüldü. Cinayetin ardından soruşturma Alman vakıfları
üzerinde yoğunlaştıysa da bir süre sonra bundan vazgeçildi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın,
Alman vakıflarının Türkiye'de iç siyaseti dizayn etmek ve teröre destek vermek amacıyla bazı
belediyelere, siyasi partilere ve STK'lara yaptığı hibelere dikkat çekmesi, Necip Hablemitoğlu
cinayetini yeniden Türkiye gündemine getirdi.
Alman Vakıflarının Türkiye'deki nüfuzunu, altın madenlerinin işletilmemesinde bu vakıfların
etkisini ayrıntılı biçimde deşifre eden Necip Hablemitoğlu'nun öldürülmesi, Ergenekon
kapsamında da soruşturulmaya başlandı. Ergenekon soruşturmasını yürüten İstanbul Cumhuriyet
Başsavcılığı, 18 Aralık 2002’de suikasta kurban giden Ankara Üniversitesi öğretim görevlisi
Doç. Dr. Necip Hablemitoğlu’nun, emekli Tuğgeneral Veli Küçük’ün azmettirmesiyle Osman
Gürbüz tarafından öldürüldüğü iddiasına ilişkin dosyayı Ankara Cumhuriyet
Başsavcıvekilliği’ne göndermişti. Hablemitoğlu dosyasına girecek olan yeni belgeler, ikinci
Ergenekon iddianamesinin 124. sayfasında şöyle yer aldı:
“Şüpheli Osman Gürbüz’ün, 2002 yılında Necip Habemitoğlu’nun öldürülmesi işini Veli
Küçük’ün huzurunda ‘Gizli Tanık 9’a teklif ettiği, tanığın kabul etmemesi sebebiyle şüpheli Veli
Küçük’ün Osman Gürbüz’e hitaben ‘bu iş yine sana kaldı’ dediği, aradan geçen zaman
sonucunda şüpheli Osman Gürbüz’ün aynı tanığa ‘Necip Hablemitoğlu’nun paralarını kumar
masalarında bitirdik’ diyerek kendisinin bu cinayeti işlediğini itiraf ettiği, bu husustaki evrakın
tefrik edilerek Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderildiği anlaşılmıştır.”
Necip Hablemitoğlu’nun öldürülmesinin ardından, Ankara’da polise başvuran bir kişi, cinayeti
üstlenmiş, azmettirenin Çiftçi olduğunu iddia etmişti. İfadesi alınan Çiftçi, kanıt elde
edilemeyince serbest kalmıştı. Hablemitoğlu'nun katil zanlısı olduğu iddia edilen İbrahim Çiftçi,
İzmir'deki kafesine atılan el bombasıyla öldürülmüş ve bu el bombasının da Ümraniye'de ele
geçirilen 27 adet bombayla aynı kafile numarasına sahip olduğu ortaya çıkmıştı. Çiftçi'nin
Hablemitoğlu'nu çetenin talimatıyla vurduğu, ancak parasını alamadığı için itirafta bulunduğu,
bu nedenle de çetenin Çiftçi'yi el bombası atarak ortadan kaldırdığı iddia edilmişti.
Öte yandan Hablemitoğlu cinayetinde bugün Çeçenlere yönelik Rusya'nın yaptığı yargısız
infazların bir benzerinin yapılmış olabileceği üzerinde de duruluyordu. Hablemitoğlu
cinayetinden 3 gün önce Alman BND bağlantılı 9 kişilik GSG9 timinin İstanbul'a geldiği, bu
timin Havaalanı'ndan diplomatik pasaportlarla giriş yaptığı öne sürülüyordu. Ayrı timin
Hablemitoğlu öldürüldükten iki gün sonra gizli bir biçimde Türkiye'den ayrıldığı tespit edilmişti.
O dönem bu grubun Türkiye'ye neden geldiğinin üzerine gidilemedi.
Hablemitoğlu, bugün en çok adı geçen Friedrich Ebert Vakfı başta olmak üzere belli başlı 6
Alman vakfının Türkiye'deki bazı siyasi kuruluşlara ve PKK'ya akıttığı paraların izini sürüyordu.
Hablemitoğlu'nun Alman vakıflarıyla ilgili çıkan kitabı, Alman istihbarat kuruluşlarını alarma
geçirmiş ve daha sonra ortaya çıkan belgelerde “Kitaplarının mutlaka raflardan indirilmesi
gerektiği” üzerinde durulduğu belirtilmişti. Hablemitoğlu öldürüldüğü 18 Aralık 2002 tarihinden
6 ay önce Alman istihbaratları BND ve BKA çalışanlarının hazırlamış olduğu raporda,
“Hablemitoğlu'nun Alman vakıflarını ve şirketlerini araştırdığı ve bu konuda çıkan kitabının da
raflardan mutlaka indirilmesi gerektiği” şeklinde geçiyordu. Hablemitoğlu'nun hem bu bilgiyi
hem “sıcak takipte” olduğunu yakın çevresine aktarmıştı. Cinayetten sonra soruşturma bu yönde
bir süre devam etmiş, daha sonra Alman vakıfları konusu soruşturma kapsamından çıkartılmıştı.
Ergenekon soruşturmaları başlayınca Hablemitoğlu dosyası da yeniden önem kazandı.
Hablemitoğlu, öldürülmeden bir yıl önce yayımladığı “Alman Vakıfları ve Bergama Dosyası”
adlı kitabında, “Konrad Adenauer Vakfı, Körber Vakfı, Alexander von Humboldt Vakfı,
Friedrich Ebert Vakfı, Friedrich Naumann Vakfı, Heinrich Böll Vakfı, Hans Seidel Vakfı
özellikle dikkat çekenleridir” diyor ve Alman Orient Enstitüsü, Goethe Enstitüsü, Alman Kültür
Merkezi, Georg Eckert Enstitüsü, Fian Örgütü'nün Türkiye'deki faaliyetleri ve hibe
politikalarının mutlaka izlenmesi gerektiğini vurguluyordu. Hablemitoğlu, CHP ile Ebert Vakfı
arasındaki ilişkiden de ilk bahseden araştırmacılar içindeydi. Hablemitoğlu kitabında şu bilgileri
veriyordu: “Bu vakfın bilinmeyen faaliyetleri bilinenlerin çok çok üzerindedir. Örneğin, 24
Haziran 2001'de, Türkiye'ye gelen Almanya Adalet Bakanı Herta Daubler-Gmelin ile ‘özel' Türk
vatandaşı arasındaki ‘özel enformasyon' görüşmesini, Friedrich Ebert Vakfı'nın Türkiye
Temsilcisi Hans Schumacher organize etmiştir. TÜSES Genel Sekreteri ve CHP Beşiktaş İlçe
Örgütü üyesi Nilüfer Mete'nin de aralarında bulunduğu kişiler ile Alman Bakan'ın görüşmesi
Alman Konsolosluğu'na ait Tarabya'daki Konukevi'nde gerçekleşmiştir.”
Hablemitoğlu, Alman hükümetinin söz konusu vakıflara doğrudan bütçe ayırdığını ve milyar
euroları bulan bu bütçelerin önemli bir kısmının Türkiye'de hibe yoluyla kullandırıldığını da ilk
olarak belgeleriyle yazan isimdi. Hablemitoğlu neredeyse dağa çıkan her PKK militanının bu
vakıflar tarafından maaşa bağlandığını belirterek, söz konusu hibelerin birtakım sivil toplum
kuruluşları ve belediyeler vasıtasıyla örgüte ulaştırıldığını da dile getiriyordu. Ergenekon Terör
Örgütü soruşturmasını yürüten İstanbul Cumhuriyet Savcısı Zekeriya Öz, Veli Küçük'ün
ifadesini aldıktan sonra İstanbul'da bulunan Almanya Başkonsolosluğu'ndan bir kişi tarafından
tehdit edilmişti. Başsavcılığı telefonla arayan konsolosluk görevlisi, Öz ile görüşmek istediğini
bildirmiş ancak görüşme gerçekleşmeyince santral görevlilerine Savcı Öz'ü hedef alan tehditler
yağdırmıştı. Telefonda Zekeriya Öz'ü ölümle tehdit eden kişinin Almanya Başkonsolosluğu'ndan
aradığı resmi kayıtlarca belirlenmişti. Başsavcılık, konsolosluktan kimin aradığını bulunmak için
soruşturma açmıştı. Tüm bu gelişmeler doğrultusunda, Başsavcı Zekeriya Öz'ü Alman
istihbaratçıları yada onların görevlendirdiği bir kişinin tehdit etmiş olabileceği üzerinde
duruluyordu. (34) Gazeteci ve Yazar İbrahim Karagül, Yenişafak’ta Alman Ergenekonu’na ilk
dikkati çeken isimlerdendi. Şunları yazdı: Almanya'da Türkler'in oturduğu evler ateşe verildiği
günlerde "Alman Ergenekonu"na dikkat çekmiş, bir derin devlet yapılanmasının, sistemik bir
odağın, Alman ulusal iç ve dış politikası ekseninde örtülü operasyonlar yaptığını, bu
operasyonları da aşırı sağ çetelerle kamufle ettiğini ifade etmiştim. Evlerin kundaklanmasına ses
çıkarmayanlar, "Alman Ergenekonu" ifadesinden son derece rahatsız oldular. Yıllardır dikkatimi
çekerdi, izlerdim ama bu olaylardan sonra Alman istihbaratının Türkiye operasyonlarına daha bir
dikkatle bakar oldum. (35) Almanya ile Türkiye’nin ekonomik ilişkileri ve bu ülkede yaşayan 3
milyondan fazla gurbetçinin durumu politikacıların ağzını bağlıyordu. Herkes susuyordu. Oysa
Türkiye’deki her ekonomik krizde Alman parmağı dikkat çekiyordu. Her fırsatta karamsar
Türkiye raporları açıklayarak krizi tetikleyen, yada kriz ortamı hazırlayan Deutsche Bank, 1994
ve 2001 krizini de tetikledi. Alman Axel Springer’la (AS) ortaklığı bulunan Aydın Doğan’a ait
gazete ve TV’lerinin, Almanya’nın Türk ekonomisini hedef alan operasyonlarıyla paralel yayın
yapması dikkatlerden kaçmıyordu. ABD’de başlayıp tüm dünyaya yayılan ekonomik krizin
başlarında, Türk ekonomisi için sürekli felaket senaryoları çizen Doğan Grubu’na bağlı gazete ve
TV’ler Deutsche Bank’ın felaket raporlarını büyüterek verdi. Doğan Grubu’nun Türkiye’deki
krizi tetikleyici açıklamalarıyla eleştirilerin hedefi olan Deutsche Bank’la ortak bir şirketi de
bulunuyordu. Deutsche Bank ile Doğan Grubu’nun ortaklığında kurulan Türkiye’nin ‘ilk’ konut
finansmanı şirketi DD (Deutsche & Doğan) Haziran 2008′de faaliyete başladı.
Ergenekon davasının ikinci iddianamesinde de yer alan Aydın Doğan’ın Alman istihbaratı ile
olan sıkı işbirliği gözden kaçmadı. İddianamede SESAR Başkanı İsmail Yıldız’ın, emekli
Tuğgeneral Levent Ersöz’e, “Aydın Doğan, Alman istihbaratıyla olan ilişkisinin deşifre
edildiğini düşündüğü için zor durumda” şeklinde ifadeler kullanıldı. 3 Nisan 2009’da Anayasayı
Koruma Teşkilatı Başkanı Heinz Fromm imzasıyla Alman İçişleri Bakanlığı’na gönderilen,
“Türk Medyası” başlıklı yazıda, Alman Axel Springer’in ortağı olan Doğan Yayın Grubu’na
övgüler dizilirken, ‘dinci’ olarak nitelendirilen Kanal 7 ve Samanyolu TV için “Deniz Feneri e.V
davasında Anayasamıza aykırı haberler yayınlamışlardır” şeklinde ifadeler kullanılıyordu.
Almanya, hem kendi milletiyle bizim aramızı açan politikalar üretiyor, hem de bizi iç savaşa
sürüklemek isteyen İsrail´e en büyük desteği sağlıyordu. 40 yıl önce olmayan PKK´yı kuran
Sovyet KGB’sinden devralarak 1990 sonrası destekleyen İsrail + ABD + Almanya üçlüsüydü.
Eşzamanlı olarak Ergenekon´u besleyerek, ‘mason darbeci paşalara’ güneydoğumuzu
bombalatıp, faili meçhuller yaptırıp, uyuşturucu kaçakcılığında rol aldırıp, PKK´nın zemin
bulmasını planladılar ve büyümesini sağladılar! BND ve PKK bağlantısı oldukca belirgindir.
Alman derin devletinden bahsederken, BND’nin Alman şirketleri ve Türkiye’deki enerji
ihalelerine göz atmak gerekiyordu. Sadece Almanya’dan Ankara’ya uçan Almanların nereden
geldiklerine bakılsa yeterliydi. Almanlar, Ergenekon’daki işbirlikçileri sayesinde Ankara’yı
kendilerine ihale kapma yeri edindiler. Bu derin Almanların neler yaptığını gözeten, soruşturan
asla olmadı. Türkiye’de yabancı ajanların gayri resmi faaliyette olması anayasamıza aykırıydı.
Bu ajanların toplanması, deşifre ve sınırdışı edilmesi gerekiyordu. Keşke Türkiyenin BND kadar
başarılı bir örgütü olsaydı. 1990’larda Almanya’ya sözde PKK’lı ailelerin göç etmesinin sadece
ekonomik nedenlerden doğduğunu bile bile onları ilticacı statüsünde Almanya’ya kabul ettiler.
Hatta onlara maaş bağladılar. Kağıt üstünde hakimlere gerekenleri söyleyen ve Türkiye’yi
şikayet eden Kürtler, Türkiye’den rüşvetle aldıkları sahte mahkeme belgeleri ve evraklarla
yıllarca Almanları uyuttular veya böylesi işlerine geldi. 11 binden fazla direct PKK’lı olduğunu
söyleyerek iltica eden Türk vatandaşı bulunuyor, ama onlar Kürdistan’dan geldiklerini ifade
ediyor ve Almanlarda olmayan bir devleti kabul ediyordu. Bu tiyatro 30 yıldır sürüyordu. Alman
iltica mahkemeleri, Türkiye’nin infaz edildiği soytarılıklara, tiyatrolara sahne oldu. 2000’li
yıllarda Türkiye’nin Kürtlerle ilgili bu etnik sorun olmadığını bildirmesi yüzünden Kürt
sığınmacılar, Almanya’dan sürülme korkusuyla yaşıyorlardı. Zaten 2002 yılından beri
Türkiye’den iltica taleplerinin yüzde 92’si ret edildi. Geçmişte oturum ve vatandaşlık almış, aşırı
kaşarlanmış ve militanlaştırılmış, siyasileştirilmiş Kürtlerin Türkiye’ye geri dönmesinde
Türkiye’nin bir faydası olmadığı için Ankara sessiz kalıyordu. Ancak gittikce bu nüfus
Almanya’nın başına bela olmaya başlayınca Türk polisinden Alman polisi yardım istemek
zorunda kaldı. Berlin’de 2010 yılından beri Türk polisi Alman polisi ile birlikte çalışıyordu.
Alman makamları, Kürtlerin Alman sosyal devlet sistemine pahalıya patladığını artık anladı ama
geç kaldı. Kürt politikalarında değişiklikler yapmak kaçınılmaz hale geldi. Alman medyasına
halen PKK’lıların yönlendirdiği asker düimanlığını yansıtan azgın nefret ve düşmanlık dili
hakimdi. ABD’nin ardından Almanya’da 1993’de PKK’ yı terör örgütü ilan etti. Almanya Adalet
Bakanlığı ve İç İşleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcıları ile Ekim 2000’de görüşmüştüm. Yetkili
isimlere doğrudan sorduğum sorularda, eline kan bulaşmış, PKK’lı 11 bin katil militanı göz göre
göre neden sığınmacı olarak kabul ettikleriydi. Verdikleri cevap ilginçti: Yıllarca Türkiye’de
idam cezası vardı, ayrıca bu PKK’lıları Türkiye’ye iade etsek hapishanelerde işkence vardı.
Aslında Almanlar PKK’lılardan korkuyordu. Hiç bir Alman mahkemesi PKK’nın aktif
militanlarını doğru şekilde yargılayamıyordu. Sebebi, PKK’lıların Almanya’da dava hakimlerini
tehdit etmesi ve korkutmasıydı. Almanlar ülke içinde yükselen Dazlak ve Neonazi eylemleri ve
şiddetini durdurmaktan acizdi. Türkiye kendi içinde PKK’ lılarla mücadelede başarısız
kaldığından Almanya’daki PKK’lılara sıra gelemiyordu. Almanya’da PKK’lıların
cezalandırılmasına yönelik yeni çıkan ceza yasası (§§ 129, 129a, 129b Strafgesetzbuch:
Mitgliedschaft in einer terroristischen Vereinigung) na göre yargılanmaları gerektiği halde,
Ankara ve Bonn hiç bir şey yapmıyorlardı. Almanlar, bize dokunmayan yılan bin yıl yaşasın
demekle kalmıyor, yılanı daha iyi besliyorlar ve çoğalmasına çalışıyorlardı. Bir nevi Türkiye’ye
karşı ve diaspora Türklerini sindirmeye yönelik hazırlanmış düşmanı güçlendiriyorlardı.
Normalde kanun ihlalinde bulunsanız, üç dakikada ensenizde olan Alman polisi ve BND,
PKK’ya yönelik kıllarını kıpırdatmıyordu. Mesela Almanya’da kurulan Aksa Vakfı, Mescidi
Aksa’nın bakımını üstlendi ve Almanya’da resmi olarak yardım topluyordu. Alman Devleti,
Hamas’a yardım ediyor gerekçesi ile Vakfı kapattı, hesaplarına el koydu. Almanyada suçlu
olmak için yapmanız gereken tek şey İsraili eleştirmekti. Kendi kanunlarını uygulayamıyan
Almanya’ya demokratik ve hukuk devleti olarak tanımlamak zorlaşıyordu. Almanların pek çok
mağduru var ama en meşhuru şüphesiz bir suikata kurban giden Necip Hablemitoğlu’dur. Bir
sonraki bölümde Kılıç’ın bir tetikçiye infaz ettirdiği savunulan Hablemitoğlu cinayetini ele
alacağız.
İKİNCİ BÖLÜM
Kılıç’ın Mağduru Dr. Necip Hablemitoğlu
Wolfgang Feuerstein adında sözde bir Alman akademisyen, BND içinde Lazların ayrı bir ulus
olduğunu kanıtlamak amacıyla bir birim meydana getirmiştir. Bu birimin desteklediği,
yayınladığı dergi, kitaplar halkın beynini yıkamak için Türkiye'ye gönderilmiştir. Feuerstein de
aynı Udo Steinbach gibi Türkiye'ye giremiyor. Nedeni basit: Steinbach, PKK elebaşısı Öcalan ile
Ankara arasında arabuluculuk önerisini resmen ileten bir başka akademisyen. 1994’den beri
yasaklılar listesinde. Steinbach ileHamburga’ta yaptığımız görüşmede, "İslam'a yapılan
saldırıları, Müslümanlara yapılan baskıları merak edenler, Kemalist sistemin 80 yıldır Türkiye'de
yaptığına bakabilirler" ifadelerini kullanmıştı. Müslümanlar'ın yaşadıkları her yerde elbette cami
inşa edeceklerini de söyleyen Steinbach, "Batılı aydınlar, profesörler, siyasetçiler hep
Müslümanlar'ın özgürlüklere nasıl karşı olduğuna kafa yoruyor. Neden Müslümanlar'ın
özgürlüklerinin nasıl gasp edildiğini, ne tür baskılar gördüklerini kimse düşünmüyor?" diye
sormuştu.
Marburg Philipps Üniversitesi Yakındoğu ve Ortadoğu Araştırmaları Merkezi Başkanı Prof. Dr.
Udo Steinbach, "Müslümanlar'a demokratik bir ortam hazırlamadan, onlara demokratik haklarını
vermeden onlardan entegrasyon beklemek, haklı bir talep değildir, bir dayatmadır" görüşündeydi
ve Batı'nın İslam'a karşı çok önyargılı olduğunu ve Batı medyasının tamamen kötü niyetli bir
şekilde Müslümanlar'ı karalayan yayınlar yaptığını dile getirmişti. Batılı devletlerin ve elitlerin
"İslam'da reform" gibi taleplerinin gülünç olduğuna da işaret eden Steinbach, "Müslümanlar'dan,
İslam Peygamberi'nin yaşamadığı, kabul etmeyeceği bir hayat yaşamaları isteniyor. Bu dürüst bir
davranış değildir" dedi. Dünyanın her yerinde olabilecek adi vakaların İslam toplumunda
yaşanması halinde bunun İslam'a mal edildiğine de işaret eden etmiş ve şu tesbitlerde
bulunmuştu: "Bu açıkça saptırmadır, af buyurun ama İslam düşmanlığıdır. Zoraki evlilikler
dünyanın her yerinde var. Cinayet, gasp, anarşi her toplumda var. Lübnan'daki, Türkiye'deki,
Suriye'deki namus cinayetleri her toplumda var. Peki bu tür vakalar Müslümanlar arasında
olduğunda neden dinine mal ediliyor? Adam karısını öldürmüş, kadın kocasını aldatmış, anne –
baba kızını istemediği biriyle evlendirmiş. Bunun İslam'la ne alakası var? Batılı aydınlar,
profesörler, siyasetçiler hep Müslümanlar'ın özgürlüklere nasıl karşı olduğuna kafa yoruyor.
İslam'ın özgürlükleri yok edeceğini söylüyor. Neden Müslümanlar'ın özgürlüklerinin nasıl gasp
edildiğini, ne tür baskılar gördüklerini kimse düşünmüyor?" diye sordu. Çok faydalı bir
görüşmeydi. Kimdir bu adam, biraz tanıyalım.
Udo Steinbach, Almanya'da politika ile ilgilenen herkesin tanıması gereken, istihbarat
teşkilatının yöneticisi, Ermenilerin sözde soykırım konusunda kullandığı tezleri Ermeni
diasporası adına Türkiye aleyhine kullanan sözde akademisyen Taner Akçam'ın işvereni, Alman
islamı projesinin kuramcısı, PKK’lı Kürtçülerin hamisi ve taktik antrönörüdür. Defalarca
Suriye'ye giderek, Abdullah Öcalan ile görüşmeler yapmıştır. Alman Prof.Dr. ve ayrıca emekli
yarbay .1966 yılında yayınlanan "20.yüzyılda Türkiye. Avrupa’nın zor partneri" kitabı ile
meşhur oldu. KlasIk filoloji ve Arap edebiyatı okudu. Doktorasını "anonim Arap masalları"
üzerine yaptı. 1971-75 yılları arasında Alman İstihbarat Teşkilâtı’na (BND) "yakın bir kurum"
olduğu söylenen Ebenhausen (şimdi Berlin) Bilim ve Politika Vakfının Orta Doğu Masasını
yönetti. 1975 yılında Almanya’nın sesi radyosunun Türkce bölümüne müdürlük yapan
Steinbach, 1976'da Hamburg’daki Doğu Enstitüsü müdürlüğüne getirildi ve 2012 itibariyle
halende müdürüdür.
Türkiye’nin iyiligini (!) isteyen Emekli Alman Yarbay Türk gazetecilere şunları yapın diyordu:
1- Laiklik kaldırılsın.
2- Türk ulusalcılığı kaldırılsın.
3- Bunları Atatürk getirdi, dikte etti, zorladı; dolayısıyla yapay bunlar, Atatürk’u de kaldırın.
4- Atatürk zaten dinsizdi. Kaldırın gitsin Kemalizmi.Yoksa AB’ye almayız.
5- Kürtler Türklerden çok Almanlara benziyor. Sonuna kadar arkalarındayız.
6- Kürtlerle Konfederasyona gidilsin, Türkiye’de Almanya’da olduğu gibi eyaletler kurulsun.
Almanların Türkiye’nin kimliğinideğiştirme girişimini Atatürk döneminde de görmek
mümkündü. Atatürk’ün çocukluk arkadaşı ve yaveri Hasan Rıza Soyak’a göre CHP Genel
Sekreteri Recep Peker, 28 Haziran 1935’te İtalya ve Almanya’ya yaptığı seyahat sonrasında
faşizm ideolojisini esas alan bir tüzük hazırlamış, sabaha kadar tüzüğü inceleyen Atatürk,
sabahleyin hışımla odasından çıkarak “Kim bu zorbalar, bu kuvveti kimden alıyorlar, kendilerini
milletin iradesinin üstünde zannediyorlar, İsmet bunu okumamış herhalde” demiştir. Soyak’ın
“Efendim imzası var okumamış olması mümkün değil” sözleri üzerine, “Okumamış, okumamış,
geri verin iyice okusun” diye cevap verecektir. Soyak ayrıca Peker’in “Her partinin bir ideolojisi
var, bizimki Kemalizm olsun” dediğini Atatürk’ün de Peker’in tüzük taslağındaki faşizm terimini
kastederek “Sen bana hakaret mi ediyorsun” diye azarladığını ileri sürer. Atatürk’ün faşizme hiç
sıcak bakmadığının kanıtı olarak gösterilen bu hikâyeyi tamamlayan unsur ise, Recep Peker’in
15 Haziran 1936’da CHP Genel Sekreterliği’nden bizzat Atatürk tarafından uzaklaştırılmasıdır.
Hâlbuki bu tasarruf uzun süredir gündemde olan liberalizm-devletçilik çekişmesiyle ilgilidir.
Nitekim 1936’dan itibaren, aynen İtalya ve Almanya’da olduğu gibi, parti teşkilatlarıyla devlet
teşkilatları birleştirilecek, dâhiliye vekili, CHP genel sekreteri olurken, valiler bulundukları
vilayetlerde CHP başkanlığına atanacaklar, Umumi müfettişler ise hem parti teşkilatının hem de
devlet işlerinin denetleyicisi olacaklardır.
İsmet Paşa, Mustafa Kemal'le hep aynı düşünmüyordu. Ataürk, ordunun siyasete karışmasına
karşıydı. Yazar Atilla İlhan bu durumu şöyle izah ediyordu: İsmet Paşa ile Mustafa Kemal
arasındaki beraberlik çok ciddi bir dostluk sanılıyor ki, değil... 1935'li yıllarda İsmet Paşa yeni
bir Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) tüzüğü hazırlamaya karar veriyor. İsmet Paşa, o zaman hem
Başbakan hem CHP'yi idare ediyor. Genel sekreteri de bildiğimiz Recep Peker. Yeni tüzük
hazırlansın diye İsmet Paşa Recep Peker'i Avrupa’ya gönderiyor, Avrupa'daki partileri
incelemesini istiyor. Tüzük geliyor, İsmet Paşa ve Recep Peker İmzaladıktan sonra Mustafa
Kemal'e sunuyorlar, tüzüğü önce katipi olan Hasan Rıza bey alıyor. Hasan Rıza Bey de akşam
Mustafa Kemal'e takdim ediyor. Ertesi sabah geldiğinde Hasan Rıza Bey, Mustafa Kemal'i daha
banyodan yeni çıkmış bornozu sırtında elinde o belge ile görüyor, Mustafa Kemal soruyor,
"Kimmiş bu zorbalar?" diyor. Tabir aynen bu. "Hangi zorbalar?" diye soruyor Hasan Rıza Bey.
M.Kemal diyor ki, "Bu tüzüğün söylediği zorbalar. Çünkü tüzüğü hiç beğenmemiş, hatta kızmış,
neden? Nedeni çok basit. İsmet Paşa, Recep Peker'i Almanya ve İtalya'ya göndermiş. İncelediği
partilerse biri Nazi Parti, biri Faşist Parti. CHPtüzüğü bir Nazi ve Faşist parti tüzüğü. Tüzükte bir
yeni kuruluş var, o da şu, Büyük Millet Meclisi'nin üstünde bir yüksek konsey. O yüksek
konseyin, Almanya ve İtalya'daki ismi "Yüksek Faşist konsey." Yani Meclis onların işine
gelmeyen bir karar alırsa, o konsey bunu reddedebiliyor. Yani Cumhuriyet fikri, halk hakimiyeti
hepsi gümbürtüye gidiyor. Mustafa Kemal, "İsmet bunu görerek mi imzalamış?" diyor. 6 ay
sonra Recep Peker'i 1 yıl sonra da İsmet Paşa'yı görevden alır. İsmet Paşa'nın o tüzüğü
yaptırmasının nedeni; Mustafa Kemal'in hasta olduğunu bilmesidir. Gazi'nin öleceğini de
biliyorlardı. Nasıl olsa ölecek kendi iktidar olacak, iktidar olunca da uygulayacaktı. Tüzüğün bir
kısmını Gazi, Kurultayda değiştirse de tamamı değişmemiştir. Dolayısıyla CHPtüzüğü Nazi ve
Faşist tüzüktür. Hiçbir şey de değişmemiştir. Almanya'da da İtalya'da da devletle parti birdir.
Bizde de öyleydi.
Aslında Kemalist kadroların faşizme sempati duymalarının tarihi epey eskidir. Örneğin daha
1923’te Dersim Milletvekili Feridun Fikri (Düşünsel) Bey, Yenigün gazetesinde yayımlanan bir
röportajında “Bütün Avrupa faşizmin cihana getirdiği emniyet ve neşe ile ona doğru atılırken,
faşizmin bu suretle sanki pek tehlikeli bir şeymiş gibi görülmesi beni derin düşüncelere sevketti.
Faşizm korkulacak bir şey addolunamaz. Bilakis bizim gibi inkılâp yapmış ve onu yaşatmaya
azmetmiş milletler için faşizmden çıkarılacak düsturlar vardır” diye yazar. Halkevleri’nin selefi
Türk Ocakları’nın Büyük Reisi, iki kere Maarif Vekili Hamdullah Suphi (Tanrıöver), 1930’da
Türk Yurdu dergisinde “Faşizm bir vatan ideali etrafında iktisadi refahı, siyasi ve içtimai ahengi
tesis etmeyi düşünür. (...) Biz faşist milliyetperverliğin dünkü galeyanında hem mazimizi hem
istikbalimizi görürüz” der. Hakimiyet-i Milliye (Ulus) Başyazarı Falih Rıfkı (Atay), 1931 yılında
yazdığı “Faşist Roma, Kemalist Turan” başlıklı makalesinde “Türk yığınlarının terbiyesi için
Moskova’nın yığın terbiyesi metotları, devletçi Türk iktisatçılığı için faşizmin korporasyon
metotları benimsenmelidir” diye akıl verir. Yakup Kadri (Karaosmanoğlu) Kadro’nun 11.
sayısındaki “Ankara-Moskova-Roma” adlı makalesinde “Mussolini sayesinde, daha doğrusu
Faşizm sayesinde bütün İtalya kronometre gibi işleyen bir memleket halini almıştır” der. 22
Mayıs 1932 tarihli Cumhuriyet gazetesinde Yunus Nadi, “faşist İtalya ile devrimci Türkiye
arasındaki dostluğun” doğal olduğunu belirtirken, makalenin Fascio (Mussolini faşizmini
simgeleyen baltalı değnek demeti) ile Ay Yıldız’ı çevreleyen defne dalından bir taç bulunan
büyük, renkli bir kenar süsü ile kuşatılması dikkat çeker. Bu sevgi karşılıksız değildir elbette.
Bunu Mahmut Soydan’ın çıkardığı Milliyet gazetesinin 16 Temmuz 1933 tarihli sayısında yer
alan şu beyanattan anlayabiliriz: “Alman Başvekili [Hitler] diyor ki: Türkiye’de doğan ve
parlayan yıldız bize takip edilecek yolu gösterdi. Gazi öyle bir şahsiyettir ki ebediyen asrımızın
en büyük adamlarının en ön safhında bulunacaktır. Bu mevki, tarihin ona verdiği bir haktır.”
Soydan’a göre Hitler kendisine, “Türkiye’nin hayrete şayan inkişafından takdirle bahsetmiş” ve
“Faaliyet gayeleri aynı olan Büyük Türk milleti ile Alman milleti arasında sempati çok
kuvvetlidir” demiştir. Bu karşılıklı sempatinin eseri olduğu anlaşılan 1936 sonrası faşizan
uygulamalardan ancak İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın yenileceği anlaşılınca
vazgeçilecek, ancak rejime sinen faşist ruhu söküp atmak yakın tarihlere kadar mümkün
olmayacaktır. (36)
Steinbach’ın Türk faşizmini salık veren Kemalizmden kurtulmamızı tavsiye ederken Almanların
kendi üllkelerini faşizmin esaretinden henüz kurtaramaması pek manidardır. Her devlet,
topraklarında yaşayan insanlara hükmetmek ister. Bu temel istek Alman devleti için de
geçerlidir. Alman siyasetçilerle söyleşilerimde şu tesbitlerde bulundum: Türklerin Almanya'ya
sadakati ve bağlılığı istenmektedir. Bir belgeye göre Federal Meclis'teki Hıristiyan Demokratlar
Birliği'ne mensup Niedersachsen Eyalet Grubu üyelerinin çifte vatandaşlığa karşı çıkmalarının
asıl nedeni, ileride Türkler'in Federal Anayasa Mahkemesi tarafından ulusal azınlık hakları talep
edip, yüzde beşlik oy barajı uygulamasından muaf kalarak Federal ve Eyalet Meclisleri'ne
kolayca girebilen bir etnik azınlık partisi kurmaları kaygısından ibaretti. Bazı siyasetçiler,
Türklerin Alman toplumu içinde kontrol altında tutulması gereken ayrı bir toplum olduklarını
savunuyordu. Dönemin Federal Alman İçişleri Bakanı Otto Schilly bile, Almanya'da homojen ve
milli bir Türk azınlıktan rahatsız olmaktaydı. Hatta Türk dernekleri Alman siyasetçiler tarafından
toplumsal barışı tehlikeye sokan etnik çıkar örgütleri olarak tanımlanıyordu. Belki de bu yüzden
Almanya'da Türk Ulusal Kimliği'ne karşı çıkan bölücü, mezhepçi yıkıcı derneklere müsamaha
ediyordu. Udo Steinbach, entegrasyon konusunda Almanya'da Türkler ve Türkiye'nin karşı
çıkmalarına rağmen uzun süre faaliyet gösteren bazı hilafetçi gruplar yerine İslami açıdan liberal
olan Atatürkçüler ve Diyanet İşleri Başkanlığı'na bağlı olan ve karşıtlarınca sahte ve ulusalcı
"Devlet İslam’ını lanse etmekle suçlanan en büyük Müslüman dernekleri federasyonu Diyanet
İşleri Türk İslam Birliği'ni entegrasyonu engellemekle suçluyordu.
Steinbach, şöyle diyordu: "Türkiye'nin AB’ye üye olması halinde, AB'deki Müslüman nüfus
artacak... AB şimdiden 15 milyon Müslüman'a sahip ve 'İslamlaşmaya' devam edecek. Bu durum
kaçınılmaz. Sonuçta giderek daha güçlü şekilde Avrupa'ya doğru bastıran bir İslam dünyasıyla
komşuyuz. Eğer Türkiye, AB üyesi olursa artık Türklerle Müslüman sayısının 90 milyon olduğu
ve böylece Avrupa'da yaşayan Müslüman sayısını önemli ölçüde artırdığı sorusu ortaya
atılmayacak. Sorulacak olan, daha çok, AB'nin dönüşüm sürecine bağlı olarak Avrupa'nın
kültürel dönüşüm sürecini gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceği. Avrupa bunu yapabileceğine
inanmıyorsa tüm bunlardan vazgeçmeli, çünkü bu durumda bir gelecek söz konusu değil."
Almanya gezimizin ana sebebi sanırım Almanların kendilerini anlatma ve kendi lehlerine
yazacak Türk gazeteci kazanma girişimiydi. Gezi bende tam tersi etki yaptı doğrusu. Alman
vakıflarının Türkiye'deki faaliyetleri konusunda önemli bilgiler, 1999 ve 2000 yılında ortalığa
saçıldığında Ankara’daydım. Hablemitoğlu’nun yaptığı faaliyetleri de detaylarıyla
biliyorumdum. Kendi ekonomik çıkarlarına ters olduğu için sürekli olarak düşman gördüğü
Türkiye’de Alman vakıfları ve derin devleti (BND, BKA,GSG9), Türkiye’yi neredeyse kaosa
sokmayı amaç eden Ergenekon, geçmişte hep Alman derin devleti Kılıç ile dirsek temasında
çalıştı. Asıl sorulması gereken sorular şunlardır: Hablemitoğlu cinayetini Ergenekon soruşturma
kapsamına alan savcılar bu cinayette parmağı olduğu bilinen Alman vakıflarını da soruşturma
kapsamına alacak mıdır? Yeniden Ergenekon kapsamında görülecek Hablemitoğlu cinayetinde
Türkiye’deki Alman vakıfları başkanları ve yöneticileri sorgulanacak mıdır? Hablemitoğlu
cinayetinde parmağı olduğunu düşünülen Alman Gizli İstihbarat Servisinin bu olayla ilgili
arşivleri Almanya’dan istenilecek midir? Türkiye’yi bölmeyi amaç edilen Alman gizli
istihbaratının ve vakıflarının Ergenekon soruşturmasıyla ilişkisi olup olmadığı araştırılacak
mıdır? Sorulması gereken bu sorular hasıraltı ediliyordu. (37)
Kuşku yok ki, Necip Hablemitoğlu, Alman ve Amerikan gladyosu arasında kalmıştı. Yeni
düzenin ilk kurbanıydı. Suçu basitti: Avrupa Parlamentosunun A4-0432/98 sayılı kararından
sonra AB ülkelerinin neden Bergama'daki altın üretimiyle ilgilendiklerini araştırdı. Uzun
araştırma sonunda bu kararın arkasındaki ülkeyi ortaya çıkardı: Almanya... Sonra Bergama'da,
Havran'da, Sivrihisar'da, Uşak'ta ve daha pekçok altın yatağına sahip yerleşik merkezinde Alman
Vakıfları ve örgütleriyle karşılaştı. Almanya'daki Türkleri biliriz de, Türkiye'deki Almanları
bilenimiz var mıdır? Türkiye'de her türlü etnik, dinsel-mezhepsel ajitasyonu gerçekleştiren,
toplumsal, siyasal, ekonomik ve hatta genetik alanlarda hazırlattığı projelerle her türlü espiyonaj
faaliyetini sürdüren, yerel basında, yerel yönetimlerde, üniversitelerde, sendikalarda, kamu
kurum ve kuruluşlarında, kısaca stratejik öneme sahip birimlerde "etki ajanı" ve "Alman
sempatizanı" yetiştiren, radikal yapılanmalardan çevreci örgütlere, bölücü yapılanmalardan terör
örgütlerine, legal derneklerden siyasi partilere kadar uzanan çizgide, Türkiye'nin tüm değerlerine
karşı olan, ulus devletin parçalanmasını isteyen tüm rejim karşıtlarına lojistik destek veren, bu
ülkeyi alttan oyan bir avuç Alman istihbaratçısı, Türkiye'de Vakıf temsilcisi statüsünde göre
yapmakta ve Türkiye'deki Sivil Toplum Örgütleri (NGO) olgusunu çok iyi kullanmaktaydı...
Dr. Necip Hablemioğlu, alanında ilk olan bu araştırmasında, Türkiye'deki Alman yıkıcı
etkinliklerini belgeleriyle gözler önüne seriyordu. Ancak bu araştırma hayatına mal oldu. Bugün
artık Almanya’nın dünya altın piyasasını kontrol etme çabalarını biliyoruz. Aynı şekilde
Bergama’da altın aranması olayına organize bir şekilde karşı çıkan köylülerin sistemli
protestolarının arkasındaki gücü tanıyoruz: Alman Vakıfları. Dr. Necip Hablemitoglu'nun
Bergama'da siyanürle altın aranmasına direnen köylülerin aslında bir Alman komplosunun birer
parçası oldukları, Almanya’nın bu köylüleri kendi ekonomik çıkarları için çevrecilik hassasiyeti
altında ayaklandırdığı, bunu da siyasi parti uzantısı olan vakıfları kullanarak gerçekleştirdiği ile
ilgili iddialarının hemen ertesinde, 18 Aralık 2002 ‘de suikasta kurban gitti.
Dr. Hablemitoglu, Alman vakıfları ile ilgili yeni ve çok önemli bilgileri, Ankara 1. Nolu Devlet
güvenlik Mahkemesinde görülmeye başlamadan, Alman vakıfları davasında açıklamasına bir
hafta kala öldürülmüştü. Halen Türkiye’deki faaliyetlerine düşünce kuruluşu pozisyonunda
devam eden bu Alman vakıflarının, Almanya’daki her bir siyasi partinin çizgisini temsilen birer
temsilci gibi bulunduklarını söylemek mümkündü. Bunların önde gelenlerinden Konrad
Adenauer, Angela Markel’in Hristiyan Demokrat partisinin, Heinrich Boll, Yeşiller partisinin,
Feridrich Naumann, hür dekokrat ve liberallerin, Friedrich Ebert vakfı ise sosyal demokratların
çizgisine paralel faaliyet yürütmektedirler. Öldürülmeden birkaç gün öncesinde Yasemin Güneri
ile röportaj yapan Dr. Hablemitoğlu şu son uyarıyı yapmıştı; “Bergama'daki 'sivil itaatsizlik'
eylemlerinin finansmanı, merkezi Almanya'da bulunan ve sadece posta kutusunu adres gösteren
FIAN Vakfı'nca karşılanmaktadır. FIAN Vakfı'nın denetimi, Almanya Temsilcisi Petra
Sauerland üzerinden yapılmaktadır. FIAN'ın yanı sıra, Almanya İzmir Başkonsolosu Manfred
Unger, yerli işbirlikçilere para dağıtımında en üst karar verici konumundadır. Bu, Türk
makamları tarafından da biliniyor. Unger, Bergama'nın yanısıra, Eşme, Salihli, Sındırgı ve
Sivrihisar'daki 'altın karşıtı' diğer yerli işbirlikçileri de parasal yönden desteklemektedir.” Dr.
Hablemitoğlu, Merkezi Almanya'da bulunan tüm aşırı sol ve aşırı sağ yapılanmaların
Türkiye'deki uzantılarının Almanya'nın çıkarları doğrultusunda kullanıldığını, Türkiye’deki Sivil
Toplum Örgütleri olgusunu çok iyi kullanan, zaafları ve mevzuat açıklarını çok iyi değerlendiren
Alman istihbaratçılarının, Türkiye’de vakıf temsilcisi statüsünde de olsa görev yapmalarına
mevzuatı olanağı olmadığından, gerçekte Alman Dış İstihbarat Servisi olan
“Bundesnachrichtendienst” (BND) mensubu olan Türkiye’deki Alman “Derin Devleti”nin
temsilcilerinin, diplomatik dokunulmazlık kapsamında, gazeteci, akademisyen (arkeolog,
dilbilimci, Türkolog, siyaset bilimci, çevrebilimci, ekonomist, sosyolog, etnolog ve ilahiyatçı
ağırlıklı), serbest araştırmacı, sendikacı kimliğinde ve diğerleri de vakıf temsilcisi olarak
kesintisiz faaliyet gösterdiklerini anlatmıştı. (38)
Hablemitoğlu’nun kitabında "Türkiye"de faaliyet gösteren Alman vakıfları ve enstitüleri,
gerçekte Alman İstihbarat servisi BND"nin kontrolünde çalışan, tüm masrafları Federal
Bütçeden karşılanan taşeron NGO"lardır." sözleri üzerinde durulmalı ve düşünülmelidir. Yine
aynı araştırmaya göre Alman Doğu Enstitüsü için şu değerlendirmede bulunulmaktadır:
"Türkiye"deki Alman kökenli etnik bölücülüğün en önemli lojistik merkezlerinden biri olarak
kabul edilen Orient (Doğu) Enstitüsü ,1961 de Beyrut ta kurulmuştur. Udo Steinbach bir süre
müdürü olmuştur. Enstitünün tüm masrafları Federal Hükümet (Eğitim ve Araştırma Bakanlığı)
tarafından finanse edilmektedir. Almanya"nın Türkiye dahil Ortadoğu"da gözü-kulağı olan ve
BND"nin kadrolu elemanlarına "Bilimadamı" kamuflajı sağlayan; 1987 de Lübnan"daki iç savaş
nedeniyle tüm ajan kadrosunu İstanbul"a nakleden enstitü, 1994"ten itibaren tekrar Beyrut'a
taşınmıştır. Alman Dışişleri Bakanlığı bünyesinde faaliyet gösteren Ebenhausen Bilim ve
Politika vakfının yanısıra, Volkswagen Vakfı, Fritz-Thyssen Vakfı gibi BND ile koordineli ilgili
Alman vakıfları, söz konusu enstitüye ek kaynak oluşturmaktadırlar. Türkiye"de Cumhuriyet
karşıtı tüm bölücü unsurların 'entellektüel' düzeydeki yazar, sanatçı ve gazetecileri, enstitünün
İstanbul şubesi tarafından desteklenmekte,sevk ve idare edilmektedir." (39)
Türkiye Cumhuriyeti yasalarına göre kurulan vakıflar siyasi faaliyet gösteremezler ve siyasal
partilerin uzantısı olan bir statü içinde olamazlar. Anlaşılan iş Alman vakıflarına gelince, üstelik
izinsiz olarak yasa dışı bir biçimde ülkemizde özgürce (!) faaliyette bulunmalarına hiçbir engel
söz konusu değildi... Dostumuz Almanya"nın ülkemizde cirit atan, etnik ve mezhepsel haritamızı
çıkaran Alman vakıflarının Yücel Sayman yönetimi dönemindeki İstanbul Barosuyla ortaklaşa
gerçekleştirdikleri bir kaç faaliyete göz atmak yeterli bir fikir verecektir:
A)Türkiye ve AB Ulusal Egemenlik Haklarının Devri
KONRAD ADENAUER VAKFI
29 Ekim 2000 (tarihe dikkat...) Armada Oteli İstanbul
B)AZINLIK HAKLARI
(İngiliz konsolosluğunun katkılarıyla) HEINRICH BOLL VAKFI
24-25 Haziran 2000 Dorint plaza oteli İstanbul
C)TÜRKİYENİN AVRUPA BİRLİĞİNE TAM ÜYELİK SÜRECİNDE KIBRIS KONUSU
KONRAD ADENAUER VAKFI
30 Haziran 2001 Mercure Oteli Tepebaşı İstanbul.
Etkinliklerin ortak paydası, ulus devletin, bağımsızlık ve ulusal konulardaki duyarlılığın, Atatürk
ilkeleri ve Cumhuriyetin kazanımlarının tartışılır hale getirilmesi ve süreç içinde aşındırılmasıdır.
Etkinlikleri Alman vakıflarının finansal desteği ile düzenleyen İstanbul Barosu"nun o dönemdeki
başkanı Yücel Sayman, Ankara DGM de açılan Alman Vakıfları ve işbirlikçileri aleyhindeki
davanın sanıklarındandır." (40)
Yücel Sayman"ın casusluk ile yargılandığı davaya, Alman devlet görevlilerinin ilgilisi gerçekten
çok büyüktü. Türkiye'deki Alman Vakıfları hakkında yürütülen soruşturma çerçevesinde polisin
bazı merkezlere baskın yapması üzerine harekete geçen Dışişleri Bakanlığı'nın, Adalet
Bakanlığı'nı gizli bir yazıyla uyararak "Alman hükümeti soruşturmadan rahatsız. Vakıflara
yönelik soruşturmadan vazgeçilsin" dediği ve dönemin DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel
tarafından sürdürülen soruşturmaya siyasi baskı yapıldığı ortaya çıkmıştır.
Büyükelçi Uğur Ziyal imzalı 25 Aralık 2002 tarihli yazıda, Türkiye'deki bazı Alman
Vakıfları'na yönelik polis operasyonlarının Alman Hükümeti nezdinde büyük rahatsızlık verdiği,
Almanya Büyükelçiği Müsteşarı Dr Gerhard Nourney'in sık sık bakanlığa gelerek
rahatsızlıklarını ilettiğine dikkat çekilerek,"Malum olduğu üzere Alman Vakıfları köklü ve
prestijli kuruluşlardır. Friedrich Ebert Vakfı iktidardaki Sosyal Demokrat Parti'nin, Henrich Böll
Vakfı Yeşiller Partisi'nin, Konrad Adenauer Vakfı anamuhalefet Hristiyan Demokrat Birliği'nin
Friedrich Naumann Vakfı ise Liberal Parti'nin özerk vakıflarıdır. Bu vakıfların yıllık bütçeleri
200'er milyon DM olup her birinin yüzü aşkın ülkede temsilcilikleri vardır" denildi. Yazıda "Bir
yandan Almanya'da uyumlu çalışmalar yürüttüğümüz dernek ve kuruluşlarımız ile diğer yandan
terör örgütleri ve kökten dinci kuruluşların olumsuz varlığı gözönüne alındığında Alman siyasi
çevrelerinin tümünün tepkisine yol açabilecek gelişmelerin siyasi sorun olmadan çözülmesi
yararımıza olacaktır" denilmiştir.
Üç sayfalık yazının sonuç bölümünde ise şu görüşlere yer verilmişti:
"Alman Vakıfları'nın irtibat bürolarının polis tarafından ziyaret edilmelerinin siyasi açıdan iki
ülke ilişkilerinde sorun yaratma ve Almanya'daki Türk menfaatlerinin zedelenmesi sonucunu
doğurabileceği değerlendirilmekte olup mümkünse bu uygulamadan sarfinazar edilmesinin
yararlı olacağı değerlendirilmektedir." (41)
Biraz geriye dönelim ve filmin koptuğu noktaya bakalım. Konrad Adenauer Vakfı yöneticileri,
Ankara DGMde Alman vakıflarına ilişkin yürütülen soruşturma kapsamında, DGM Savcısı Nuh
Mete Yüksele 24 Nisan 2002’de Konrad Adenauer Vakfı Türkiye Temsilcisi Wulf Schönbohm
ile Yardımcısı Dirk Tröndle ifade verdi. Vakfın Türkiye temsilcisi Wulf Schönbohm, Suçlamalar
yersiz ve asılsız dedi. Aynı soruşturma kapsamında, Konrad Adenauer'in yanı sıra, Heinrich
Böll, Friedrich Naumann, Körber Vakfı, Orient Enstitüsü bulunuyordu. Konrad Adenauer Vakfı
Türkiye Temsilcisi Wulf Schönbohm, bianet'e yaptığı açıklamada, "Alman makamlarının,
Türkiye'deki Alman vakıflarına yöneltilen suçlamalardan dolayı tedirginliklerini Türk
makamlarına ilettiklerini" söyledi. Wulf Scönbohm açıklamasında şu noktalara dikkat çekti:
DGM tarafından yöneltilen "Türkiye aleyhinde faaliyette bulunmak, casusluk faaliyetlerinde
bulunmak" gibi suçlamalar tümüyle yersiz ve asılsızdır. Alman makamları, Türkiye'deki Alman
vakıflarına yöneltilen suçlamalardan dolayı tedirgin olduklarını Türk makamlarına ilettiler.
Ancak adli merciler ve devlet güvenlik mahkemesi bağımsız kuruluşlardır. Onlar üzerinde
etkileri olamaz. Gazetelerde çıkan ve bize yöneltilen suçlamalara ilişkin açıklamaları biz de
esefle kınıyoruz. Bize yöneltilen suçlamaları biz de maalesef gazetelerden öğreniyoruz. Bu gibi
olayları resmi makamlardan değil gazeteler aracılığıyla öğrenmemize anlam veremiyoruz. Bu
gelişmelerin doğru olup olmadığını bilmiyoruz. (42)
2002 yılında Alman vakıflarına yönelik casusluk iddiaları üzerine açılan davanın
iddianamesinde, Konrad Adenauer Vakfı Türkiye Temsilcisi Wulf Schönbohm ve yardımcısı
Dirk Tröndle, Heinrich Böll Vakfı Türkiye Temsilcisi Fügen Fatma Uğur, Frederich Ebert Vakfı
Türkiye Temsilcisi Hans Schumaher, Frederich Naumann Vakfı Türkiye Temsilcisi Wolfgang
Sachsenröder, Şarkiyat Enstitüsü Başkanı Claus Schönig ve yardımcıları Astrid Menz ve Börte
Sagaster, FİAN örgütü Başkanı Petra Sauerland, FİAN temsilcisi Birsel Lemke, eski İstanbul
Barosu Başkanı Yücel Sayman, Bergama köylülerini temsil eden Oktay Konyar, eski Bergama
Belediye Başkanı Safa Taşkın, avukat Senih Özay, Lemke ve Konyar'la bağlantılı çalıştığı
bildirilen Özcan Durmaz hakkında, TCK'nın "devletin emniyetine karşı gizli anlaşma" başlığını
taşıyan 171. maddesine göre 8 yıldan 15 yıla kadar ağır hapis istenmiş ve sonrasında sanıklar
beraat etmiştir. Görüldüğü gibi Alman devletinin desteğini arkasına alan Yücel Sayman,
casusluk suçlamasından beraat etmiştir. 4 Mart 2003’de ypılan son duruşma neticesinde Ankara
1 No’lu DGM, Alman vakıfları soruşturması kapsamında haklarında dava açılan onbeş kişinin
hepsinin beraatine karar verildi.
Dış İşleri Bakanlığımızdan aynı gün yapılan açıklamada, “Türk adaletinin tarafsız ve objektif
karakterini vurgulayan bu karar, Türkiye’nin Almanya ve AB ile ilişkilerinin geliştirilmesine
katkıda bulunduğuna öteden beri inandığımız Alman vakıflarının bu niteliklerini de
doğrulamaktadır. Alman vakıfları aleyhine açılan davanın tüm sanıklarının beraat kararıyla,
ülkelerimiz arasındaki köklü dostluğun ve yakın ilişkilerin bu süreçten daha da güçlenerek
çıkmış oldukları değerlendirilmektedir.” denildi. (43)
Yani mesele örtbast edilmiş oldu ve üstü kapandı. Oysa ahir ömrünü Alman vakıflarının
Türkiye'deki faaliyetlerini araştırmaya adayan ve bu konuda kitaplar yazan Hablemitoğlu
Almanlar ifade verdikten 7 ay sonra Aralık 2002'de öldürülmüştü. Cinayetin ardından
soruşturma Alman vakıfları üzerinde yoğunlaşmış ancak bir süre sonra bundan vazgeçilmişti.
Hablemitoğlu suikastını Gülen grubu üzerine yıkma cinliği Alman istihbaratının maharetiydi.
Veli Küçük’e Ergenekon Kılıç’tan emir geldi, verildi, oda talimatı HSYK'nın kınama cezası
verdiği Nuh Mete Yüksel’e verdi. DGM Cumhuriyet Savcılığı görevinden alınarak Ankara
Cumhuriyet Savcılığına atanmıştı. DGM Cumhuriyet Savcısı Nuh Mete Yüksel'in bir kadınla
yatakta çekilen video kasedini inceleyen Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, görüntülerin
montaj değil gerçek olduğuna karar verdiği günlerdi. Kurul'un kınama cezası verdiği Yüksel,
DGM Savcılığı'ndan ayrıldı. Türkiye'nin en tartışmalı davalarının savcısı olarak bilinen Yüksel,
hakkındaki iddiaları kabul etmedi. Kasetin montaj olduğunu ve kendisine komplo düzenlendiğini
söyledi.Yüksel, son olarak Fetullah Gülen ve Alman Vakıfları ile ilgili dosyalar hazırlamış
davaların açılmasına önayak olmuştu. İlginç durum ise şantaj kasedinin Çağdaş Eğitim Vakfı
ÇEV) Başkanı Gülseven Yaşer'in başkanlığı yaptığı vakıfta bulunması idi. Yeni Şafak gazetesi
ise, savcıyı çiçek suladığı evden çıkarken görüntülemişti. ÇEV ve Ergenekon, Alman
istihbaratıyla koordineli çalışıyordu.
Türkiye'de faaliyet gösteren Alman vakıfları yöneticileriyle Bergama'da siyanürlü altına
muhalefet eden köylülerin temsilcileri 'beraat etti'. 'Türkiye'nin bütünlüğü aleyhine legal casusluk
faaliyeti yürütmekle' suçlanan sanıklar için DGM'den oybirliğiyle beraat kararı çıktı. Dava eski
DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel tarafından, öldürülen Dr. Necip Hablemitoğlu'nun 'Alman
Vakıfları Bergama Dosyası' kitabına dayanarak açılmıştı. Almanya Dışişleri Bakanlığı ve Türk
Dışişleri Bakanlığı birer açıklama yaparak beraatten duydukları memnuniyeti dile getirdi. Bu
dava açıldığı günlerde Almanlarda ülkelerindeki Türk vakıflarına baskın düzenleyerek 300 kişiyi
gözaltına almıştı. Türkiye-Almanya arasında diplomatik bir krizin çıkmasına neden olan davada
aklanan sanıklar şunlardı: "Konrad Adenauer Vakfı Türkiye Temsilcisi Wulf Schönbohm,
yardımcısı Dirk Tröndle, Heinrich Böll Vakfı Türkiye Temsilcisi Figen Fatma Uğur, Frederic
Ebert Vakfı Başkanı Hans Schumacher, Frederich Naumann Vakfı Türkiye Temsilcisi Wolfgang
Sachsenröder, Orient Enstitüsü Başkanı Claus Schönig ve yardımcıları Astrid Menz ve Börte
Sagaster, eski İstanbul Baro Başkanı Yücel Sayman, FİAN örgütü Başkanı Petra Sauerland,
FİAN temsilcisi Birsel Lemke, Bergama köylülerinin temsilcisi Oktay Konyar, eski Bergama
Belediye Başkanı Safa Taşkın, avukat Senih Özay ve Özcan Durmaz".
Alman Narkotik İstihbaratı'nda görev yapmış Talip Doğan Karlıbel de, Alman faşistlerle Türk
Ergenekon'u arasındaki ilişkiyi deşifre etmişti. Alman faşistlerle Ergenekon çetesinin
bağlantısını ortaya koyan sansasyonel açıklamalar yaptı. Birde kitap yazan Talip Doğan Karlıbel,
bu ilişkinin temelini ideolojik birliktelik olarak ortaya koyuyordu. Karlıbel, Alman faşistlerin,
Türkiye'nin AB sürecini bloke etmek için Ergenekoncularla birlikte hareket ettiğini,
Ergenekoncuların da kendi çıkarları çerçevesinde bir devlet yapılanması kurmak için
Almanya'daki faşistlerden destek almak istediğini söylüyordu. Karlıbel'in verdiği ve insanın
kanını donduran bilgi ise; Alman ve Avusturya Özel Harp Dairesi'nde uzun yıllar görev yapan
Yarbay Wilhelm Hillek'le, Veli Küçük'ün özel günlerde bir araya geldiklerini söylemesiydi.
Bununla ilgili birçok belgenin Alman Güvenlik birimlerinde bulunduğunu belirten Karlıbel,
şunları söylüyordu; "Birçok buluşmaları olmuş. Bununla ilgili bir sürü belge var. Gerhard Frey'in
başında bulunduğu, Mölln ve Solingen katliamlarını organize eden DVU Partisi'nin geleneksel
çadır günleri yapılır. Bu çadır gününe dünyadaki faşist liderler gelir. Buraya Türkiye'den Veli
Küçük katılıyor." (44)
Hablemitoğlu Alman vakıfları raporunda fincancı katırlarını şu tesbitleri ile ürkütmüştü:
ABD’nin hedef ülkelerdeki küreselleşmeci NGO’lara dolaylı parasal destek için, NED
(Demokrasi Milli Fonu) üzerinden Cumhuriyetçi Partiye bağlı IRI (Uluslararası Cumhuriyetçi
Enstitüsü) ve Demokrat Partiye bağlı NDI (Ulusal Demokrasi Enstitüsü) ağırlıkta olmak üzere,
CIPE (Uluslararası Özel Girişimciler Merkezi), ACILS (Amerikan Uluslararası İşçi Dayanışması
Merkezi), Hoover Enstitüsü gibi merkezlere sahip olduğu biliniyor. NED, ABD Kongresi
denetiminde oluşturulmuş resmi bir para fonu olduğundan, harcamalarının gizliliği bulunmuyor.
Bu fona sadece Federal Bütçeden kaynak aktarılmıyor, ilâveten uluslararası şirketler ve stratejik
müttefik ülkeler de destek sağlıyor. Dolayısıyla, Türkiye dahil hangi üçüncü dünya ülkesinin
hangi işbirlikçi NGO’su bu merkezlerden hangi miktarda nakit yardım almış, internete
yüklenmiş resmi kaynaklardan kolaylıkla öğreniliyor. AB ülkelerinin de aynı amaçlı “birinci
sınıf” NGO’ları bulunuyor; ancak Türkiye’ye baktığımızda, en etkin Avrupalı NGO’lar arasında,
özellikle Almanların başı çektikleri gözlemleniyor. Türkiye’de faaliyet gösteren Alman Kültür
Merkezleri’nin yanısıra, Beyrut merkezli “Morgenlaendische Gessellschaft”a bağlı Orient
Institut’un İstanbul Şubesi ve Goethe Enstitüsü, Alman NGO’larının Türkiye’deki ilk sıçrama
noktaları olarak kabul ediliyor.
Türkiye’de faaliyet gösteren Alman vakıfları ve enstitüleri, gerçekte Alman İstihbarat Servisi
BND’nin kontrolünde çalışan, tüm masrafları Federal Bütçeden karşılanan “taşeron”
NGO’lardır. İşin ilginç tarafı, hemen her vakıf, -aşırı sağcı CSU ve solcu PDS dışında- rejime
entegre sorunu olmayan mevcut siyasal partilerin birer yan kuruluşudur. Örneğin, Almanya’nın
en büyük partilerinden biri olan Hristiyan Demokratik Birliği-CDU, Konrad Adenauer Vakfı’na,
Yeşiller ise Heinrich Böll Vakfı’na sahiptir. Aynı şekilde, Sosyal Demokrat Partisi-SPD’nin
Friedrich Ebert Vakfı, Hür Demokrat Parti-FDP’nin Friedrich Naumann Vakfı da aynı statü
içindeki vakıflar arasında yer almaktadır. Alman Parlamentosu’nda grubu bulunan partilerin
bünyesi içindeki bu vakıfların tamamı, iktidar-muhalefet ayrımı yapılmaksızın Federal
Hükûmetin “Politik Eğitim Fonu”ndan finanse edilmektedir. Bu vakıfların yurtdışı faaliyet
giderleri de tamamiyle Federal Hükûmet tarafından karşılanmaktadır. Resmen Alman
Hükûmeti’nden yardım alan sözkonusu vakıflar, dış ülkelere “Hükûmetdışı Sivil Toplum
Örgütleri” yani NGO olarak takdim edilmektedir. İşte bu vakıflar, 1984’den itibaren Türkiye’ye
gelerek ve de yasal boşluklardan yararlanarak, her biri birer “taşeronun taşeronu” legal Türk
NGO’sunun tabelâsı ardında faaliyetlerini sürdürmektedirler.
Söz konusu Alman vakıflarının yıkıcı-bölücü ve de espiyonaj faaliyetlerine karşı ilk kez Türk
kamuoyunu bilgilendirerek uyaran Türkiye’nin tek Doğubilimcisi Tamer Bacınoğlu, sözkonusu
vakıflarla ilgili şu çok önemli değerlendirmeyi yapmaktadır:
“… Alman parti vakıfları, devlet finansmanlı çok özel NGO’lardır ve Alman dışpolitikasının
önemli bir aracı durumuna gelmişlerdir. Alman Dışişleri Bakanlığı’nın … yayınında, ülkelerin
içişlerine sorun yaratmadan karışabilmek için ne tür ‘kamuflaj projeleri’ kullanabileceği üzerine
bir dizi ‘pratik örnek’ verilmektedir. ‘Politik Vakıflar’ın bu bağlamda ‘diyalog programları ile
yapıcı bir rol oynayacakları’ en yetkili ağızlardan itiraf edilmektedir.
Ankara ve İstanbul’da şubeleri bulunan tüm Alman parti vakıflarının programları kabaca şu üç
maddeden oluşur: Birinci maddedeki etkinlikler, Kemalizmin iflas ettiğini ve sorunun geçici bir
hükûmet sorunu değil, ‘yapay ve uyduruk Türk ulusunu tepeden inme yöntemlerle yaşatmaya
çalışan Türk devleti’ olduğunu kanıtlamayı amaçlar. Bu çerçevede üçlü bir strateji izlenir: A‘Toplumun değişik katmanlarını Kürt sorunu üzerine tartışmaya ve çözüm üretmeye alıştırmak’
ve buna paralel olarak ‘kürtçü gruplar’ ile Almanya arasında köprü kurmak. B- ‘Toplumun
değişik katmanları ile siyasal islâmcıları bir araya getirmek’ ve buna paralel olarak islâmcılar ile
Alman devleti arasında köprü kurmak. C- ‘Alevilerin aşırı İslâma karşı oluşlarını dikkate alarak,
Aleviler ile özel görüşmek ve konuyu gerektiğinde Kürt sorununa kaydırmak’.
İkinci maddedeki etkinlikler, ‘Türkiye’de yerel yönetimlere işlerlik kazandırmak’ amacıyla
Almanya’da adı var, kendi yok ‘federal sistem’i Türkiye’ye tanıtmayı hedefler. FDP’nin
Friedrich Naumann Vakfı, ‘federalizmi tanıtma’ çabalarını genelde Batı Anadolu’da yürütürken,
Yeşillerin Heinrich Böll Vakfı ‘federal yönetimin nimetleri’ni Doğu Anadolu konusunda
gündeme getirmektedir. Yeşiller’in bu vakfı şu sıralar, Türkiye’nin etnik çetelesini tutmakla
meşgul ve hem Alman Dışişleri Bakanı ile hem de aynı bakanlığa bağlı Alman resmi ‘araştırma’
enstitüleri ile ortak çalışmakta. SPD’nin Friedrich Ebert Vakfı da, daha ‘global’ bir yaklaşımla
‘Türkiye’de sivil toplum kurulabilmesi’ için çaba gösterirken, daha çok ‘ekonomi ağırlıklı
diyalog arayışı’nda olduğu izlenimini vermek istiyor. Türkiye’de ‘İslâmı demokrasiyle
barıştırmak’ yolunda en kapsamlı projeler ise CDU’nun Konrad Adenauer Vakfı’nca yaşama
geçiriliyor.
Vakıf ajandasının üçüncü maddesi, ‘yerli köprübaşları oluşturmayı’ öngörür. Almanya’ya davet
edilen Türk akademisyenleri, aydınlar, burs verilen doktora öğrencileri, vakıf şubelerine alınan
Türk elemanlar için ödenen Alman ‘kalkındırma yardımı’, bazı duyumlara göre yıldan yıla
katlanarak artırılmaktadır. Etkinlik alanlarının farklılığı, parti programlarının farklılığından değil,
aralarındaki görev dağılımından kaynaklanır… Almanya kökenli vakıflar, ‘biz NGO’yuz’ diyor.
Ancak ‘sivil toplum’, ‘küresel ekonomi’ ve ‘insan hakları’ için uğraşı verdiklerini iddia ederken,
‘Türk devletinin varlığı sorundur, Türk ulusu uyduruk bir yapıdır’ da diyebiliyorlar. Hepsi de
‘dost ve müttefik Almanya’ hesabına çalışıyor. Söylev’deki ‘Her tarafta ecnebi zabit ve
memurları ve hususi adamları faaliyette…” sözlerini hep anımsamalıyız”.
Federal Alman İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Bakanlığı tarafından hazırlanan ve Aralık 2000’de
yayınlanan “Yeni Türkiye Konsepti”, Alman vakıflarına, rutin faaliyetlerinin yanında –özellikle
espiyonaj ağırlıklı- yeni görevler yüklemektedir: “Köylülerde çevre bilincini geliştirmek; köylü
kadınları politikaya duyarlı hale getirmek; sistem karşıtı eleştirel ve alternatif medyacılığı teşvik;
çevre düşmanı yatırımlara özellikle turizm bölgelerinde gereksiz endüstri tesislerine, otoyollara
ve baraj inşaatlarına karşı sivil itaatsizlik eylemleri organize etmek vs. vs.” . İşte bu vakıflardan
birkaçı ve saptanan faaliyetlerinden bazıları:
KONRAD ADENAUER VAKFI
Halihazırda Dr. Wulf Schönbohm ve yardımcısı Dirk Tröndle gibi iyi derecede Türkçe ile,
Türkiye’nin zaaf boyutlarındaki etnik-dinsel-ekonomik-siyasal ve de toplumsal sorunlarını çok
iyi bilen iki servis elemanı tarafından yönetilen bu vakıf, 1984’den bu yana ülkemizde faaliyet
göstermektedir. Vakıf Temsilciliği, Ankara’da müstakil bir binaya sahip olup, İstanbul’da da
şube düzeyinde temsil edilmektedir. Vakıf, faaliyetlerini, Türk yasaları izin vermediğinden
dolayı, Türk Demokrasi Vakfı’nın işbirliği çerçevesinde kamufle etmeye çalışmaktadır. Vakıf
Temsilcisi Dr. Wulf Schönbohm’un ülkemizdeki etkinliği konusunda, bizzat kendi yazdığı şu
satırlar, bir fikir verecek düzeydedir: “Bu yılın 6 Temmuzu’nda Ardahan Subay Gazinosu’nda
akşam yemeğindeydim, telefonla arayıp Cumhuriyet Gazetesinde Türkiye’deki Alman
vakıflarının çalışmalarını kötü bir biçimde yansıtan bir makale yayımlandığını bildirdiler. Bize
ev sahipliği yapan Ardahan Valisi, nezaket gösterip kendi özel Cumhuriyet nüshasını bana verdi,
böylece ben de bilgi sahibi olabildim.
Ardahan ilinde belediye başkanları ve belediyede ve idarede çalışanlar için iki günlük bir
seminerin açılışını yapmıştım. Bu semineri uzun yıllar birlikte çalıştığım Türk ortağımız Türk
Belediyecilik Derneği (TBD) ile birlikte düzenlemiştik. Seminerin konuları arasında şehircilik,
ihaleler, belediye başkanının, belediye meclisinin ve belediyenin görevleri ve birbirleriyle
ilişkileri vardı. Ortağımız TBD, her yıl Türkiye’nin bütün yöre ve illerinde aşağı yukarı 100’e
yakın bu tür meslek eğitimi semineri düzenlemektedir. TBD ve Konrad Adenauer Vakfı (KAV),
iyi işleyen bir yönetim ve demokrasi için yerel düzeyde nitelikli yöneticilerin bulunmasını ve
bağımsız yetkilerle donanmış bir yerel yönetimin varlığının önemli bir önkoşul olduğu
görüşünde birleşiyorlar.
Bu ziyaret vesilesiyle Ardahan ve Artvin il merkezleri ve ilçelerinden sayısız memurla konuşma
fırsatı da bulmuş, açık yüreklilikleri, ehliyetleri ve coşkuları karşısında etkilenmiştim. Bu
konuşmalar, daha sonraki çalışmalarımız için bana bir esin kaynağı oldu. Aynı zamanda bu
yöredeki doğanın güzelliği, Türkiye’nin bu ücra köşesindeki insanların özel dostluk ve
candanlıklarını da tanımak fırsatını buldum”.
Wulf Schönbohm’un yazdıkları, dev bir gerçeğin küçük bir yansımasıdır. Alman vakıfçıları,
deyim yerindeyse, ellerini kollarını sallayarak, Türkiye’nin hemen her yerine rahatça
girebilmekte; faaliyet gösterebilmektedirler. Diğer yandan biliyoruz ki, Almanların Artvin,
Ardahan ve Rize illerine olan özel ilgisinin geçmişi 1960’lı yıllara dayanmaktadır. Wolfgang
Feurstein adlı bir istihbaratçı akademisyen (halkbilimci) bu yıllarda bölgede çalışmış ve sonuçta
“kaybolan laz ulusunu kurtarmak” misyonu adına, özel bir alfabe (Lazuri Alfabe) yaratmıştır.
Almanların bölgedeki etnik çalışmaları, daha sonra giderek yoğunlaşmıştır. Türkiye’de 47 ayrı
etnik halk söyleminden yola çıkan Alman istihbaratçı akademisyenleri, kendi ülkelerinde iki laz
örgütünün yanısıra, üniversitelerde kürsüler oluşturmuşlardır. Önceleri, Almanya’da basılan laz
alfabesiyle yazılmış kitapları valizlerine gizleyerek bölgeye getiren bu istihbaratçılar, artık
Alman vakıfları sayesinde örgütsel faaliyetlerini alenen yürütmektedirler, hem de
konaklamalarını orduevlerinde yaparak, valiler tarafından ağırlanarak…
K.A.V.’NIN BASIN VE KAMUSAL İLİŞKİLERİ
Dr. Schönbohm ve yardımcısı Tröndle’nin ilişki kurmadığı, kuramadığı sivil toplum kuruluşu ya
da resmi kurum ve kuruluş neredeyse sözkonusu değildir. Örneğin, sadece Türk Belediyecilik
Derneği değil, tabelâsı ardında faaliyet gösterdiği Türk Demokrasi Vakfı, Türkiye Gazeteciler
Cemiyeti, Arı Hareketi, TİSK, TOSYÖV, KA-DER ve daha yüzü aşkın sivil toplum örgütünün
yanısıra, üniversiteler ile de Konrad Adenauer Vakfı (KAV) müşterek etkinlikler
düzenlemişlerdir.
Vakıf, asıl gövde gösterisini 29-30 Haziran 2000’de düzenlediği “Türkiye’de Anayasa ReformuPrensipler ve Sonuçlar” adını taşıyan kongrede yapmıştır. Bu kongreye, Cumhurbaşkanı Ahmet
Necdet Sezer, Yargıtay Başkanı Sami Selçuk gibi kamuoyunun yakından takip ettiği isimler
katılmıştır. Katılımcıların temsil düzeyi, vakıf için adeta “aklanma”, “prestij artırma”,
“dokunulmazlık sağlama”, “ilgi odağı olma” yorumlarına yolaçmıştır. Tıpkı bildirilerin
toplandığı kitapçığın önsözünde Dr. Schönbohm’un yazdığı gibi: “… Yeni seçilen Türkiye
Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Türkiye Cumhuriyeti Adalet Bakanı Hikmet
Sami Türk ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Yıldırım Akbulut’un kongrenin açılışı ile
ilgili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisindeki siyasi bir takdim konuşması yapmaları konunun
önemini vurgulamış ve etkinliği düzenleyenleri ve katılanları onore etmiştir”.
Kongrede, BND danışmanlarından Prof.Dr. Kay Hailbronner, Türkiye açısından en kritik
konulardan biri “AB Üyesi Olarak, Egemenlik Haklarının Devri Sorunu” üzerine katılımcıları
Almanya’dan edinilen deneyimler (!) çerçevesinde bilgilendirmiştir. Alman iç istihbarat örgütü
olan “Federal Anayasa’yı Koruma Teşkilâtı”nın (BfV) en gözde hukukçularından Avukat Dr.
Christian Rumpf ise, tebliğleri değerlendirirken şu mesajları vermeyi ihmal etmemiştir:
“Temel haklar konusu herhalde Türk anayasa sistemindeki en ağır yaradır…. Ordunun Türk
anayasa düzeni içerisindeki rolü, sıkça Türkiye’nin gizli iktidarı olarak görülen Milli Güvenlik
Kurulu’yla bağlantılı olarak dile getirilmiştir. Öncelikle anayasanın birçok bağlamda orduyu da
kattığı tespit edilmelidir…. Milli Güvenlik Kurulu kararlarının hukuki açıdan bağlayıcı kararlar
değil, sadece hükümete ‘tavsiye’ niteliğinde olması da önemli değildir. Gerçekten bugüne kadar
Milli Güvenlik Kurulu’nun tüm tavsiyelerinin yerine getirildiğini ve 28 Şubat 1997 tarihli
köktenciliğe karşı mücadele hususundaki ‘tavsiyelerinin’ çok ağır gerçekleştirilmesinin de o
zamanki Erbakan hükûmetinin sonu olduğu görülmüştür. Aslında ordu Türk siyaset sisteminin
Avrupalılaşması konusunda pek çok siyasal parti veya hükümetten daha fazla katkıda bulunmuş
olsa da, böylece egemen bir ordunun Avrupa’nın özgürlükçü demokratik temel düzeniyle
bağdaşamayacağı şüphesizdir. Oturumlarda gözüken yaklaşımla doğal olarak Milli Güvenlik
Kurulu yapısının yeniden düzenlenmesi istenmiş, ‘sivillerin’ etkili egemenliği talep edilmiştir….
Kemal Atatürk’ün kendisinin ve o zamanki partisinin temel düşüncelerini bugünkü Avrupa’nın
entegrasyon gelişmeleriyle bağdaştırmak zorunludur. Zira bu temel düşüncelerin, özellikle
Kemalist milliyetçiliğinin çağın gereksinimlerine aykırı olan yorumu, AB’ye entegrasyonun
beraberinde getirdiği milliyetçi strüktürlerin bir kısmının tasfiyesine çelişki arz etmektedir” .
Dr. Rumpf, Atatürk’ün yaşadığı dönem itibariyle çağın koşullarına ve gereksinimlerine
tamamiyle zıt “anti-emperyalist” bir mücadele sonrasında ülkesine bağımsızlık kazandırdığı
gerçeğini es geçmekte ve Kemalizmin yorumunun saptırılarak AB talepleri çerçevesinde yeniden
yapılmasını ima etmektedir. Ancak, Türkiye’nin ergeç yola gireceğinin kanıtı ve emaresi olarak
“tüm Türkiye’de faaliyet gösteren İnsan Hakları Derneği ilk defa işkence vakalarında belirgin bir
azalma tespit etmiş” diyerek güvenilir, hatta MGK’dan da güvenilir bir kaynağa (!) atıfta
bulunmaktadır.
TEHLİKENİN BOYUTU: K.A.V.’NIN ÖNEMLİ ETKİNLİKLERİ
Konrad Adenauer Vakfı Türkiye Temsilciliği, her yıl çok sayıda konferans, seminer, atölye
çalışması ve sempozyum düzenlemektedir. Vakfın sadece 2000 yılında saptanan 33 etkinliğine
katılan davetli sayısı 3.000 olup, toplam 281 etkinliğe katılan davetli sayısı ise 23.400’dür. 2000
Yılı itibariyle üç tartışma forumu düzenlenmiştir. Siyasal diyalog kapsamındaki bu tartışma
forumlarının her birine, kendi alanlarında sivrilmiş 100’er davetli katılmıştır: “Orta Ölçekli
Sanayinin ve Modern Teknolojinin Bavyera Eyaletinde Teşviki” konulu forumun konuşmacısı
Müsteşar Hans Spitzner, “Yüksek Teknolojilerdeki Devrimsel Gelişmeler-Silahlı Kuvvetler İçin
Sonuçlar” konulu forumun konuşmacısı Dr. Holger Mey ve “Türkiye’de İnsan Haklarına Saygı
Eğitimi” konulu forumun konuşmacısı Prof.Dr. İonna Kuçuradi’dir.
Vakfa göre, “siyasi diyaloğun diğer önemli bir bileşeni, siyasi müşaveredir. Bu hususta Alman
siyasetçilere, önemli siyasetçiler ve şahsiyetler ile yerinde görüşme ve durum hakkında yerinde
fikir edinme imkânı sağlanır. Bu temasların her iki tarafın çalışmaları için çok faydalı olmakla
kalmayıp, aynı zamanda önyargıların tasfiye edilmesi ve karşılıklı diyaloğun
sağlamlaştırılmasına önemli bir katkı sağladığı geçmişteki uygulamalarda görülmüştür. 2000
Yılında Avrupa Halk Partisi (EVP) milletvekili Bayan Dr. Renate Sommer’in ziyareti, Bay Dr.
Norbert Lammert’in ziyareti (Milletvekili ve Alman Federal Parlamentoda Hristiyan Demokrat
Partisi/Hristiyan Sosyal Birliği CDU-CSU dış siyasi sözcüsü) ve milletvekili Manfred Grund
başkanlığında Thüring Eyalet Grubunun ziyareti gerçekleşmiştir”
Konrad Adenauer Vakfı, 2000 yılı içinde aşağıdaki uluslararası kongreleri düzenlemiştir:
“Turkey on Her Way to EU-Membership” başlıklı bir yuvarlak masa tartışması; “Türkiye’de
Okul Reformu Sonrasında Yabancı Dil Dersi Reformu” konulu sempozyum; “Küreselleşme ve
Modernleşme Sürecinde Kültürel Kimlik” konulu kongre; “Türkiye’de Anayasa Reformu-İlkeler
ve Sonuçlar” konulu kongre; “Karadeniz/Ereğli’de Bölgesel Gelişme” konulu kongre;
“Almanya’nın Birleşmesinin 10. Yılı” konulu etkinlik; “Alman Okullarında İslâm Din Dersi”
konulu kongre; “Türkiye ve AB-Ulusal Egemenlik Haklarının Devri” konulu kongre;
“Globalleşme-Türkiye İçin İktisadi Zorluklar ve Şanslar” konulu kongre; “Türkiye’de Yerel
Yönetimlerin Sınırötesi İşbirliği-Strateji ve Projeleri” konulu kongre vd. Vakıf, bu etkinliklerle
ulaşmak istediği hedefi ise şu cümlelerle ifade etmektedir: “Partnerimiz TDV sayesinde,
Ankara’daki Alman Büyükelçiliği ile birlikte organize edilen ‘Almanya’nın Birleşmesinin 10.
Yılı’ konulu etkinlikte olduğu gibi geçen yıl düzenlediğimiz etkinlikler için konuşmacı olarak
önemli siyasetçiler kazanılmıştır. Bahsi geçen bu etkinlik için, Almanya birleşmesini Türk bakış
açısından inceleyen Başbakan yardımcısı Mesut Yılmaz kazanılabilmiştir.”
Gerçi Vakıf, Mesut Yılmaz’ın kazanılmasıyla ilgili bilinenlere yeni bir ekleme yapmamaktadır.
Ancak önemli olan, bu etkinlikler sayesinde önemli siyasetçilere kanca atılarak kazanılması
hedefinin alenen ifade edilmesidir. Kaldı ki, yukarıda da ifade edilen, Federal İktisadi İşbirliği ve
Kalkınma Bakanlığı’nca hazırlanan “Alman NGO’larının 2001 Türkiye Konsepti”nde Konrad
Adenauer Vakfı’ndan “ANAP merkeziyle ve taşra bürokratlarıyla ilişki ağı kurması”
istenilmektedir. TDV yani Türk Demokrasi Vakfı’nın Başkanının ANAP milletvekili Bülent
Akarcalı olduğu, keza Vakıf Yönetim Kurulu’nda iki ANAP milletvekilinin Emre Kocaoğlu ve
Türkiye’de etnik hobileri ile tanınan Yılmaz Karakoyunlu’nun da bulunduğu gözönüne alınacak
olursa, KAV’nın Almanya’dan gelen resmi direktiflere nasıl bağlı kalmakta duyarlılık gösterdiği
anlaşılacaktır.
KAV, önemli politikacıların yanısıra, gençlerin de “kazanılmasına” büyük önem vermektedir.
Kendi cümleleriyle işte amaçları: “Gençlerin teşvik edilmesi, özellikle de gençlerin siyasi fikir
oluşturma sürecine katılımı, Türkiye’de yoğun olarak ihmal edilen bir sahadır. Bu husus, Türkiye
nüfusunun % 70’inin 35 yaşın altında bulunduğu dikkate alındığında özellikle şaşırtıcıdır. KAV
bu nedenle geçen yıl toplam üç gençlik konferansı (09.04.2000 tarihinde Gaziantep,
17.05.2000’de Mardin ve 19-21.05.2000’de Van) ve 23-25.11.2000 tarihleri arasında
Kuşadası/Aydın’da gençlik günleri konulu bir forum düzenlemiştir. Özellikle ‘Türkiye’nin
Geleceği, Geleceğin Türkiyesini Konuşuyor’çalışma konusu altında düzenlenen Van’daki
etkinlik, katılanlar için bir tartışma forumu sunmuştur. Foruma katılan 140 kişi, 4 çalışma
grubuna ayrılmış ve muhtelif konuların ele alınması ile görevlendirilmiş olup, sonuçları bir
komünikede toplanmıştır. En önemli sonuç, farklı menşelere rağmen, kültürel bir birlikte
yaşamanın temeli sayılabilecek müşterek ideallerin ve fikirlerin var olduğu yönündeki tespit
olmuştur”
Konrad Adenauer Vakfı’nın Güneydoğuya ilgisi, farklı menşelerle ilgilenmesi, Büyükelçi Dr.
Rudolf Schmidt’in daha güven mektubunu sunmadan KDP Temsilcilik Resepsiyonuna katılması;
Diyarbakır’da “biji Apo”, “kürdara azadi” pankartları ve sloganları altında şehir içmesuyu
tesislerinin temelini atması gibi ayrıntılar (!) Türk istihbarat kurumlarının engin hoşgörüsü (!)
altında yeni yeni etkinliklerin davetiyesini çıkarmaktadır (22). KAV’nın Türkiye’ye, Türkiye’nin
sorunlarına (!) ilgi yelpazesi öylesine geniştir ki, Türkiye dar gelmekte ve kimi zaman faaliyetler
ülke dışına taşmaktadır: “KAV’ın faaliyetleri sadece Türkiye ile sınırlı kalmamıştır. KAV, diğer
partnerleri ile birlikte Almanya ve Belçika’da üç etkinlik düzenlemiştir. Bunlar münferit olarak:
Berlin’de 21-24.09.2000 tarihlerinde ‘Helsinki’den Sonra Almanya-Türkiye İlişkileri İçin
Gelecek Perspektifleri: Gelişmeler ve Şartlar’ konulu uzman toplantısı; Köln’de ‘Yapısal
Dönüşüm İçerisinde Bulunan Orta Ölçekli İşletmeler” konusunda Alman/Türk ekonomi
toplantısı ve 09.12.2000 tarihinde Brüksel’de ‘Türkiye ve AB’ konulu uluslar arası sempozyum.
(45). Hablemitoğlu’nun yazdığı bu raporu oldukca paranoyak bulabilirsiniz. Mehmet Eymür’ün
savunduğu gibi daha çok MİT mensubu bir istihbaratçının kaleminden çıkmış gibi duruyor.
Ünlü eski MİT mensubu Mehmet Eymür, faili meçhul kalan araştırmacı Necip Hablemitoğlu
cinayeti ile Danıştay baskınındaki ilginç bağlantılara dikkat çekiyordu: Hablemitoğlu, askeri
ihalelerle ilgili bilgi sızdıranca Ergenekon'un hedefi haline gelmiş olabilir... Hablemitoğlu
Almanların ve Alman vakıflarının Türkiye üzerindeki faaliyetlerini açığa çıkaran yayınlar
yapıyordu. Görünen hedefi, Almanların Türkiye üzerindeki etkinliğini kırmaktı. Ben o yayınların
hiçbir zaman Hablemitoğlu'nun kendisi tarafından kaleme alındığını sanmıyorum. Çünkü onu
aşan bilgiler vardı ve yazılar, resmi yazışma dilini andırıyordu. Hablemitoğlu cinayetinden
hemen sonra çok dikkatimi çeken bir yayın yapıldı. Kimin tarafından hazırlandığı bilinmeyen ve
ordudaki yolsuzlukları teşhir eden 'yolsuzluk.com' isimli bir site vardı. Bu site cinayetin ardından
"Alçaklar" diye başlık atmıştı. Açıklamada, sitelerinin en büyük destekçisi olan vatansever Necip
Hablemitoğlu'nun vahşi bir şekilde öldürüldüğünü belirtiyor, askeri ihalelerle ülkeyi sömüren ve
rütbesini şahsi çıkarlara alet edenler, ağır dille cinayetin sorumlusu olarak suçlanıyordu. Bu
cinayeti incelerken bu gibi önemli noktaları dikkate almak gerekir. Bu sitede yayınlanan ordu
mensupları ile ilgili bilgi ve belgelerin içeriden elde edildiği ve istihbari çalışmalara dayandığı
bellidir. O dönemde Hablemitoğlu'nun bazı kuvvet komutanlarının danışmanlığını yaptığı da
söyleniyordu. Hablemitoğlu bu süreçte hem askeriyeye yakın görünüp, hem de yolsuzluk. com
adlı internet sitesine askeri ihalelerle ilgili bilgi sızdırınca Ergenekon'un hedefi olmuş olabilir.
Almanya, Türkler açısından en geniş istihbarat ağına sahip ülkelerden birisidir. Alman istihbaratı
Türkiye'de çok etkindir. Hablemitoğlu benim ABD'de bulunduğum dönemde CIA'e çalıştığımı
iddia eden ağır yazılar yazdı. Beni tanımıyordu. Bir tesadüf neticesinde onu yönlendirenin
Tuğrul Keskingören isimli kişi olduğunu öğrendim. Keskingören her taşın altından çıkan bir kişi.
Zannedersem halen ABD'de Virginia'da sosyoloji doktorası yapıyor. Ben ABD'de iken oradaki
PKK'lılarla ilgili istihbarat çalışmaları yürütüyordu. Büyükelçilikle, askeri ataşelikle ve benimle
ilişkisi vardı. Elçibey gibi önemli kişiler geldiğinde onları evinde ağırlıyor, Amerika'nın öbür
ucunda da olsa her etkinliğe katılıp, Türkçü web siteleri kuruyor, makaleler yazıyordu.
İnternetteki yazılarında bazen açık ismini, bazen de "Atilla Ongun" takma adını kullanıyordu. Bu
nedenle Hablemitoğlu onu iki ayrı kişi olarak tanıyordu. "Açık İstihbarat" isimli sitede de
yazıları var. Milliyetçi bir görüntüsü olan Keskingören, Yahudi asıllı bir Amerikalı ile evlendi.
2001 veya 2002'de Aydınlık Dergisi ABD Temsilcisi oldu. Tuncay Güney, ABD'ye gidişini
Aydınlıkçı Adnan Akfırat'ın sağladığını söyleyince Güney'i ABD'de karşılayacak ilk isim olarak
Keskingören'i düşündüm. Bana "CIA'cı", "Mossad'cı" diyenlerin önce kendilerine bakmaları
lazım. Yabancı servislerin Türkiye'de etkili noktalardaki insanlarla çalıştığı ve Türkiye'nin
politikasını yönlendiği düşüncelerim her geçen gün güçleniyor. Çıkar ilişkilerinin, maddi
hırsların ve fırsatçılığın ahlâki değerlerin çok üzerine çıktığı bir dönemde yaşıyoruz. Türkiye'nin
tüm temel müesseselerinin gözden geçirilmesi, düzenlenmesi, temizlenmesi gerekir. Mesela
Danıştay'ı koruyan şirketin müdürü, bir özel harpçiydi. Danıştay cinayeti sırasında binayı
korumakla görevli güvenlik şirketinin kameraları bozuktu. Bu şirketin oradaki güvenlik
şirketinin başında, benim yanımda da çalışmış olan O.Ç. isimli emekli albay var. (1990'lı yıllarda
MİT'te çalışan Orhan Çoban'ı kast ediyor.) Kaşif Binbaşı (Kozinoğlu) ile birlikte bize gelen
grubun en kıdemlisiydi. Olay günü kameraların bozuk olması benim de dikkatimi çekmişti.
Hablemitoğlu cinayetinde dee yabancı servislerin parmağı olabilir, ama eylemi yapanlar bu
servislerin içimizdeki uzantılarıdır.” (46)
Devam eden Ergenekon ve bağlı unsurların soruşturmasıyla mahkeme safhasına taşınmış
dâvâlarda eksik ayaklardan biri de finans kaynağıdır. Bu anlamda ya zamana yayılmış bir süreç
söz konusu ya da bu kaynaklardan kiminin devlet olanaklarına dayanmasından doğan bir sıkıntı
söz konusuydu. Bakınız İtalya’da Gladyo’nun finans kaynağı konusunda netleşmiş bir görüş ve
dâvâ kararı olmamakla birlikte, birçok hukuk dışı eylemin devlet olanaklarından, bazılarının da
ülkenin yüksek sermaye şirketlerinden temin edildiği durum ortaya çıktı. Bu arada Gladyo’ya
bağlı faaliyet gösteren yapıların, silâh ticareti, kara para aklama, uyuşturucu trafiğini yönetme,
fuhuş sektörüne hakim olma gibi yollarla da finans sağladıkları biliniyordu. Bütün faaliyetlerinde
bu tarz bir örgütlenmeyi model alan Ergenekon için de finans kaynağına dair çok kafa yormaya
gerek yoktu. Hatta, daha ekstra olarak, Ergenekon’un finans kaynaklarından birinin de TSK’nın
ihtiyacı olan silâh ve teknolojik restorasyon sürecinde, uluslar arası şirketlerden hatırı sayılır
komisyonlar aldığına dair ciddî emareler olduğunu söyleyebiliriz. Yine bizzat yapının kontrolüne
girmiş büyük sermaye gruplarının varlığına dair şüpheyi aşan bilgiler de yok değil. Kim bilir,
belki siyaset ve medya ayağına yönelik ciddî bir operasyonla bu kaynakları da deşifre etme şansı
bulabilir savcılar. (47) Mesela spor mafyası ve şike operasyonu ilginçti.
Spor yöneticiliği ile tanınan ve şike davasıyla ilgili tutukluluğu devam eden Aziz Yıldırım aynı
zamanda büyük şirketlerin yöneticiliğini yürüten bir işadamıydı. Fenerbahçe başkanı olması
sebebiyle spor yöneticiliğiyle bilinen Aziz Yıldırım aynı zamanda büyük şirketlerin de sahibi bir
işadamıydı. Yıldırım’ın inşaat, savunma, denizcilik, turizm, beton ve hayvancılığa kadar uzanan
sektörlerde önemli yatırımları var. Bunlardan Maktaş Makine, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin
muhabere entegre sistemini Alman Siemens ile birlikte kurmuştu. Futbolda şike soruşturması
kapsamında tutuklanan Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım, kamuoyunda daha çok spor
yöneticisi kimliğiyle tanınıyordu. Ama birçoğunun internet sitesi bile olmayan şirketleri ile
Fenerbahçe Başkanı, Türkiye’deki iş dünyasında kayda değer bir ağırlığa sahipti. Yıldırım’ın
şirketleri inşaat, savunma, denizcilik, turizm, beton ve hayvancılığa kadar oldukça geniş bir
alanda faaliyet gösteriyordu. Forbes Dergisi, Fenerbahçe Başkanı’nın iş hayatını incelediği
dosyada, Yıldırım’ın girdiği savunma ihalelerine dikkat çekiyordu. Fenerbahçe Başkanı’nın
yüzde 93 hissesini elinde bulundurduğu Maktaş Makine’nin en büyük müşterisinin NATO
olduğu biliniyor. Yıldırım, dayısı Faruk Yalçın’ın 1963’te Makyal İnşaat’ı kurarak NATO
ihaleleri almaya başlamasından 10 yıl sonra Maktaş Makine ile iş hayatına girdi. Şirket, 1973’ten
bugüne çoğu NATO için olmak üzere toplam 650 milyon dolarlık iş üstlendi. En büyük işi ise
TAFICS projesi için kazandığı ihale oldu. Maktaş, 1996’da TAFICS ( Türk Silahlı Kuvvetleri
Entegre Muhabere Sistemi) projesinin birinci aşaması için yapılan ihaleyi Siemens ile birlikte
223 milyon dolara kazandı. Aynı projenin ikinci aşaması için yapılan ihaleyi de 2003’te yine
Siemens-Maktaş ortaklığı 177 milyon dolara aldı. TAFİCS projeleri 2006’da dünyada
Siemens’in uluslararası ihaleleri kazanmak için rüşvet dağıttığı suçlamasıyla gündeme gelmişti.
Siemens’i dünyada zora sokan bu konu Türkiye’de ise gündeme gelmedi. Sahibi olduğu Gülhan
Denizcilik’in Dearsan tersanesiyle imzaladığı iş ortaklığı ile Türkmenistan’a 100 milyon dolarlık
iki karakol botu sattığına ilişkin haberlerde, önemli bir ortak olmasına karşın Aziz Yıldırım’ın
adı geçmedi. Aziz Yıldırım Maktaş Makine’nin yanı sıra İmsak Savunma, Savtem Savunma, As
İnşaat, Asbeton İnşaat, Aly İnşaat, Gülhan Denizcilik, AG Denizcilik ve Şahdem Süt Entegre
Hayvancılık şirketlerinin de hissedarıydı. Dergide yer alan dosyada Aziz Başkan’ın Fenerbahçe
yönetiminde yer alan isimlerle de sağlam iş ilişkileri olduğu hatırlatılıyordu. Fenerbahçe’nin
küme düşmesi ve Yıldırım’ın önderliğini kaybetmesi halinde Aziz Başkan’ın ’iş liginde’ eski
gücünü sürdürüp sürdüremeyeceği merak konusuydu. (48)
Hablemitoğlu’nun askeri ihalelerde ne kadar sır bildiği araştırılması gereken bir konu. Bu kadar
tesbit, sanırım yeterlidir. Alman derin devleti Kılıç’ın mağduru Hablemitoğlu’nu saygıyla
anmalıyız. Sıra Alman derin devleti Kılıç’ın akıncıların olan Alman vakıflarını ve Türkiye’deki
faaliyetlerini mercek altına almaya geldi.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Alman Derin Devletinin Akıncıları:
Alman Vakıfları
Federal Almanya'da Türkiye'ye yönelik ''kültür hizmetleri'' büyük ölçüde Alman vakıfları
aracılığı ile gerçekleştirilir. Söz konusu hizmetler, ''Türk halkına ve politikacılarına demokratik
tartışma kültürünü öğretmek''ten ''Elmalı kereste sanayisini teşvik'' e, ''özelleştirme ve serbest
piyasa ekonomisi dersleri'' nden ''gazeteci eğitimi''ne kadar çok renkli bir programu içerir.
Türkiye'de ''araşturma kurumu'' kisvesi altunda çalışmalarını sürdüren Alman vakıflarının hemen
hemen tamamı parti vakfıdır. Aşırı sağcı CSU ve sözde solcu PDS dışında Alman
Parlamentosu'nda grubu bulunan dört partinin tamamının Türkiye'de vakıfları vardır. Ülkemiz ile
ilk ilgilenen, Almanya'nın en büyük partisi CDU 'nun Konrad Adenauer Vakfı olmuştur. 1984'te
şubesini açmıştır. SPD 'nin Friedrich Ebert Vakfi 'nın İstanbul'a gelişi 1988'de olmuştur. Bunu,
1991'de FDP 'nin Friedrich Naumann Vakfi izlemiştir. Birlik 90/Yeşiller 'in Heinrich Böll Vakfı‘
da doksanlı yılların ortasında İstanbul'da faaliyete geçer. Alman Parlamentosu'nda grubu bulunan
partilerin vakıflarının tümü, federal hükümetin 'Politik Eğitim Fonu' ndan finanse edilmektedir.
Yurtdışı etkinlikleri de yine yüzde yüz federal hükümetce karşılanır. Konunun uzmanlarından
sosyolog Ute Paschner 'e göre, Alman parti vakıfları, devlet finansmanlı çok özel NGO'lardır ve
Alman dış politikasının önemli bir aracı durumuna gelmişlerdir. Alman Dış İşleri Bakanlığı'nın
elimize geçen bir yayınında, ülkelerin içişlerine sorun yaratmadan karışabilmek için ne tür
''kamuflaj projeleri'' kullanabileceği üzerine bir dizi ''pratik örnek'' verilmektedir. ''Politik
vakıflar''ın bu bağlamda ''diyalog programları ile yapıcı bir rol oynayacakları'' en yetkili
agızlardan itiraf edilmektedir. Ankara ve İstanbul'da şubeleri bulunan tüm Alman parti
vakıflarının programları kabaca şu üç maddeden oluşur:
Birinci maddedeki etkinlikler, Kemalizmin iflas ettiğini ve sorunun geçici bir hükümet sorunu
değil, ''yapay ve uyduruk Türk ulusunu tepeden inme yöntemlerle yaşatmaya çalışan Türk
devleti'' olduğunu kanıtlamayı amaçlar. Bu çerçevede üçlü bir strateji izlenir:
A- ''Toplumun değişik katmanlarını Kürt sorunu üzerine tartışmaya ve çözüm üretmeye
alıştırmak'' ve buna paralel olarak ''Kürtcü gruplar'' ile Almanya arasında köprü kurmak.
B- ''Toplumun değişik katmanları ile siyasal İslamcıları bir araya getirmek'' ve buna paralel
olarak ''İslamcılar'' ile Alman devleti arasında köprü kurmak.
C- ''Alevilerin aşırı İslama karşı oluşlarını dikkate alarak, Aleviler ile özel görüşmek ve konuyu
gerektiğinde Kürt sorununa kaydırmak.''
İkinci maddedeki etkinlikler, ''Türkiye'de yerel yönetimlere işlerlik kazandırmak'' amacıyla,
Almanya'da adı var, kendi yok ''federal sistem''i Türkiye'ye tanıtmayı hedefler. FDP'nin Friedrich
Naumann Vakfi ''federalizmi tanıtma'' çabalarını genelde Batı Anadolu'da yürütürken, Yeşiller'in
Heinrich Böll Vakfi ''federal yönetimin nimetleri''ni Doğu Anadolu konusunda gündeme
getirmektedir. Yeşiller'in bu vakfı, Türkiye'nin etnik çetelesini tutmakla meşguldür ve hem
Alman Dışişleri Bakanı ile hem de aynı bakanlığa bağlı Alman resmi ''araştırma'' enstitüleri ile
ortak çalışmaktadır.
SPD'nin Friedrich Ebert Vakfi da, daha ''global'' bir yaklaşımla ''Türkiye'de sivil toplumun
kurulabilmesi'' için çaba gösterirken, daha çok ''ekonomi ağırlıklı diyalog arayışı''nda olduğu
izlenimini vermek istiyor. Türkiye'de ''İslamı demokrasiyle barıştırmak'' yolunda en kapsamlı
projeler ise CDU'nun Konrad Adenauer Vakfi'nca yaşama geçiriliyor. Vakıf ajandasının üçüncü
maddesi ''yerli köprübaşları oluşturmayı'' öngörür. Almanya'ya davet edilen Türk
akademisyenleri, aydınlar, burs verilen doktora öğrencileri, vakıf şubelerine alınan Türk
elemanlar için ödenen Alman ''kalkındırma yardımı'', bazı duyumlara göre yıldan yıla katlanarak
arttırılmaktadır. Etkinlik alanlarının farklılığı, parti programlarının farklılığından değil,
aralarındaki görev dağılımından kaynaklanır. Vakıfların tek merkezden yönetildiğine,
birbirleriyle oldukca karışık ilişkiler içinde oldukları üzerine bir örnek verelim.
Konrad Adenauer Vakfı'nın Türkiye şefliğini bir süre, Alman ordusu kökenli Dr. Wulf
Schönbohm yaptı. Vakfın aylık dergisinin Ağustos 1997 sayısında, sekiz yıllık eğitim reformuna
''Türk ordusunun İslam düşmanlığı'' derken Türkiye Cumhuriyeti'ni de, ''kuruluşundan günümüze
İslamın inanç esaslarını ve dini duyguların belirtilmesini ezmek'' ile suçlamıştır. Konrad
Adenauer Vakfı'nın Türkiye danışmanı, Alman Dışişleri Bakanlığı'nın finanse ettiği Alman Doğu
Enstitüsü'nün Müdürü Udo Steinbach 'tır. Daha önce Almanya'nın Paris'teki büyükelçiliğinde
askeri ataşe olarak görev yapmıştır.
Konrad Adenauer, Katolik bir hakimin oğludur. Aynı zamanda, Alman İmparatorluğu'nun birliği
çerçevesinde bir Batı Alman Federal Devleti'nin kurulmasını öneren isimdir. Prusya Devlet
Konseyi'nin başkanlığını yapmıştır. Nazi Almanyası'nda Gestapo tarafından tutuklanmış ama
sonra serbest bırakılmıştır. Adolf Hitler'e yönelik 1944'teki 20 Temmuz Suikastı sonrası bir kez
daha tutuklanmıştır. 1945 yılında ise Amerika tarafından Köln Belediye Başkanlığına
getirilmiştir. Ve Hıristiyan Demokrat Parti'nin (CDP) Kurucu-Yönetim Kurulu Üyesi ve
Almanya Federal Cumhuriyeti'nin de ilk şansölyesidir.
Böyle birinin kurduğu vakıf, sahi Türkiye'nin yararına ne yapar?
Konrad Adenauer Vakfı uzun yıllardır Türkiye'de faaliyet göstermektedir. Özellikle basına
yaptığı maddi destekler, verdiği eğitimler hep dikkatimi çekmiştir. Vakıf senedinde amacını,
barışı, özgürlüğü kollamak, demokrasiyi ve insan haklarını hayata geçirmek, kendi kendine
yardım olanaklarını güçlendirerek yoksulluğa karşı savaşmak ve doğal yaşam kaynaklarını
korumak olarak açıklar.
Bu vakıf, 35 yıldır dünyanın her tarafında partnerleriyle birlikte Almanya adına çalışmaktadır.
Yurt dışında görev yapan personeli Afrika, Asya, Avrupa, Latin Amerika, Ortadoğu ve Kuzey
Amerika'nın yüzden fazla ülkesinde 200'ün üstünde proje ve programı koordine etmektedir.
Vakıf, danışmanlık ve eğitim programlarına, yayın faaliyetine, eğitim malzemesi teminine,
politik bilimler, toplum bilimleri ve ekonomi alanlarında bilimsel araştırmalara maddi destek
sağlamaktadır.
Türkiye'de ise gazeteciler cemiyetleri vasıtasıyla içimize kadar sızmıştır. Bergama'da altın
madeninin engellenmesi için yapılan eylemlerin arkasında da bu vakfın olduğu iddia
edilmekteydi. Antalya'da düzenlenen bir Türk-Alman Gazetecilik Semineri'nde Kuzey
Afrika/Ortadoğu seçim sonuçları ve yeni medyanın rolü gibi güncel siyasi olaylar ele alınarak,
gazetecilerimiz yönlendirilmeye çalışılmıştır.
Alman vakıfları Türkiye'de cirit atıyor ve binlerce aktif ajan veya nüfuz ajanı çalıştırıyorlar.
Yakından tanııdğım ve Hamburg’da ofisini ziyaret ederek röportaj yapma imkanı bulduğum
Steinbach, 1971-1975 yıllarında ''Ortadoğu masası'' şefi olduğu Ebenhausen Vakfi ile tanındı.
Bu vakıf, Alman dış istihbarat örgütü BND'ye yakınlığı ile bilinir. Ülkemizdeki Alman
vakıflarının programını en özlü ifade eden kişi sanırım Steinbach'tır.
15 Eylül 1998 günü Katolik kilisesine bağlı Lingen Akademisi'nin çagrısı üzerine verdiği
''İslam‘ın Avrupa için önemi'' konferansında şöyle demiştir:
''Sorun, Atatürk'ün bir paşa fermanıyla yarattığı yapay ürün Türk devleti ve Türk ulusudur.
Sorun, Kemalizm ve Kemalizmin ulusculuk ve laiklik ilkeleridir. Sorun, uyduruk, zorlama ve
yapay Türk ulusudur. Böyle bir ulus yoktur. Olmadığını, Türkiye'de yaşanan Kürt/Türk,
Müslüman/laik, Alevi/devlet çatışmalarında görmekteyiz. Bu uyduruk ulusu Atatürk nasıl kurdu?
Önce Ermenileri yok ettiler, sonra da Rumları. Kürtleri şu güne kadar neden yok etmediler,
bilinemez...''
Alman devletinin finanse ettiği Steinbach'ın enstitüsünün Türkiye'de bağlantısı olmadığı Alman
vakfı ya da ''araştırma kurumu'' yoktur. Örnegin Steinbach'in elemanlarından ''Alevilik ve
Kürtlük uzmanı'' Heidi Wedel , hem SPD'nin Friedrich Ebert Vakfı ile yakın ilişkidedir, hem de
Amnesty International adına Türkiye raporları hazırlar.
Alman Doğu Enstitüsü'nün İstanbul şubesi bünyesinde ''Gazi Mahallesi araştırması''nı da
yapmıştır. Bu enstitü, Türkiye'de çalışan tüm Alman vakıflarına ''bilimsel'' yol göstericilik
görevini üstlenmiştir. CDU'nun Konrad Adenauer Vakfı, ''Türk gençlerinde dini yaşantı
yoğunluğunu'' ele alan son ''bilimsel'' araştırmasında, Türk gençlerinin ''ezici çoğunluğunun,
devletin Müslüman kadınların giyimine karışmasına karşı olduğu''nu güya kanıtlamıştı.
Araştırmada, ''gerçek laikliğin türbana devlet dairelerinde, parlamentoda da izin vermesi
gerektiği'' savunuluyor.
Frankfurter Allgemeine gazetesinin Ankara muhabiri Horst Bacia da bu araştırmaya gönderme
yaparak Merve 'yi savunurken, ''Kemalist fosiller''e de veryansın ediyordu. Aynı gazetenin
İstanbul muhabiri Rainer Hermann da, Alman Doğu Enstitüsü'nün dergisi ''Orient'' te, kimi hoca
efendileri ''artik eskimiş Kemalizmin yerini alması gereken umut işaretleri'' olarak övmektedir.
Türkiye’de ki Alman derin devleti’nin temsilcileri, gerçekte Alman Dış İstihbarat Servisi
BND’nin mensubu olup, bir kısmı diplomatik dokunulmazlık kapsamında, bir kısmı gazeteci,
akademisyen, (arkeolog, dil bilimci, Türkolog, siyaset bilimci, çevre bilimci, ekonomist,
sosyolog, etnolog, ilahiyatçı)serbest araştırmacı, sendikacı kimliğinde ve diğerleri de vakıf
temsilcisi olarak kesintisiz faaliyet göstermektedir.(49)
Karanlık güçlerce katledilen bu ülkenin değerli aydını Hablemitoğlu’nun Alman vakıfları ve
Bergama dosyası isimli eserinde Türkiye’de faaliyette bulunan Alman vakıfları ve enstitülerinin,
Kültür merkezlerinin Alman İstihbarat servisi BND’nin kontrolünde olduğunu ve
finansmanlarının da Almanya tarafından karşılandığı iddia edilmektedir. Alman Vakıflarının
Almanya’nın kontrolünde faaliyet yürüttüğünü söyleyen sadece Hablemitoğlu değildir. Vakıflar
sadece demokrasi, piyasa ekonomisi vb. amaçlarını gerçekleştirebilecekleri ya da Alman
modelini ihraç edebilecekleri ülkelerde faaliyet göstermezler. Alman hükümetinin faaliyet
göstermesini istedikleri her ülkede çalışmaya hazırdırlar. Alman Gizli Servislerinin Türkiye
Operasyonları adlı kitabın yazarı Talip Doğan Karlıbel, “Almanlar istihbarat veya misyonerlik
faaliyeti yürütmektedir. Almanya demokrasiye geçiş sürecinde olan devletlerde, kendi ekolüne
dayalı bir sistem yerleştirmeye çalışmaktadır. Nesin Vakfı, yıllardır Almanya tarafından örtülü
bir şekilde desteklenmektedir. Friedrich Ebert Vakfı ve Heinrich Böll Vakfı, 1990′lı yıllarda
vakfa 244 bin marklık yardım yapmıştır. ” diyor ve şunları savunuyor: Son yüzyılda Türkiye’nin
yok olma eşiğine gelmesinin, milyonlarca insanını kaySon yüzyılda Türkiye’nin yok olma
eşiğine gelmesinin, milyonlarca insanını kaybetmesinin ve acılar çekmesinin nedeni Almanya ve
onun emperyalist isteklerine alet olmasıdır. Almanya, Türkiye’nin bu vefakâr davranışını kendi
topraklarında birçok yıkıcı ve bölücü örgüte destek vererek göstermiştir. Türkiye’nin tüm
anayasal sistemini çökertmek isteyen veya bölmek isteyen tüm siyasi ve askeri güçler, Almanya
topraklarında yeşermiş, büyümüş ve tehdit edici boyutlara erişmiştir. Alman istihbaratının
bağlantılı olduğu tarikatlar vardır. NGO’ların içimizdeki yerlş ve yabancı temsilcileri bulunur.
Örneğin Ergenekon sanığı Semih Tufan Gülaltay, Alman Narkotik İstihbaratı’yla bir işbirliği
içindeydi. Doğu Alman Gizli Servisi STASİ (Staat Sicherheits Dienst) PKK’ya destek sağladı.
Almanlar ile ortak çalışan “Ulusalcı Çeteler” bugün içeride.Türkiye’deki illegal örgütlerin
Alman ayakları vardır. (50)
Hem Hablemitoğlu’nun hem Karlıbel’in izaha çalıştığı Alman Vakıfları, Türkiye’de Almanya
lehine (ister istihbarat diyelim isterse Almanya menfaatlerini gözeten çalışmalar diyelim)
çalışmalar yapan kuruluşlardır. Türkiye’de varlığını devam ettiren Alman Vakıflarının gerçek
amacı Almanya lehine faaliyet yürütmektir. Buda gayet normaldir. Türkiye’de faaliyet gösteren
Alman Vakıflarının Altın rezervleri (özellikle Bergama) ile ilişkisi ve ilgileri sıkça gözler önüne
serilmiştir.Alman Vakıfları bu faaliyetlerini Türkiye’de işbirliği yaptığı sivil toplum kuruluşları
ve fonlardan beslediği yerli etki ajanlarına yaptırdığı demokrasi, katılımcılık, sivil toplum
başlıklı çalışmalarla kamufle ederek gerçekleştirmektedir. Alman Vakıfları gerçekleştirdikleri
faaliyetlerle toplumun değişik katmanlarını Kürt sorunu üzerine tartışmaya ve çözüm üretmeye
alıştırmak ve buna paralel olarak Kürtçü gruplar ile Almanya arasında köprü kurmayı
amaçlamaktadır. Yine aynı vakıfların organizasyonlarında Aleviler ve Alevi sorunu ağırlıkla yer
almaktadır.. Alman Vakıfları’ndan Konrad Adenauer Vakfı danışmanı Udo Steinbach, gerçek
niyetlerini şu sözlerle açığa çıkarmaktadır:
“Sorun, Atatürk’ün bir Paşa fermanıyla yarattığı yapay bir ürün Türk devleti ve Türk ulusudur.
Sorun, Kemalizm ve Kemalizmin ulusçuluk ve laiklik ilkeleridir. Sorun, uyduruk, zorlama ve
yapay Türk ulusudur. Böyle bir ulus yoktur. Olmadığını, Türkiye’de yaşayan Kürt/Türk,
Müslüman/Laik, Alevi/Devlet çatışmalarında görmekteyiz. Bu uyduruk ulusu Atatürk nasıl
kurdu? Önce Ermenileri yokettiler, sonra da Rumları. Kürtleri şu güne kadar neden yok
etmediler, bilinemez…” (51)
Almanya’da iktidar mücadelesi veren Alman siyasi partilerin bir nevi uzantısı diyebileceğimiz
Alman Vakıfları, Türkiye’ye karşı yakınlık duymayan ya da Türkiye’nin varlığına yönelik
mücadele sürdüren siyasi yapılarla ilişki içerisindedir. Türkiye’de Almanya adına faaliyet
yürüttüğü iddia edilen Alman Vakıflarının yasal statüsüde tartışmalıdır. Hulki Cevizoğlu’nun
Ceviz Kabuğu programı Alman Vakıflarının yasal durumunu gözler önüne seren güzel bir
program yapmıştı. Programda, Konrad Adanuer Vakfı temsilcisinin DPT ve Hazine
Müsteşarlığından izin aldıklarını ve yasal olduklarını iddia etmiş canlı yayına katılan Vakıflar
Genel Müdürü Nurettin Yardımcı da, Alman Vakıflarının Vakıflar Mevzuatına göre Türkiye’de
temsilcilik açma ve çalışma haklarının bulunmadığını belirterek bu vakıfların ülkemizde yasa
dışı faaliyet gösterdiğini açıkça ortaya koymuştur. Hazine Hukuk Müsteşarlığı yapmış Fetih
Özdemir’de ne DPT’nin ne de hazinenin Alman Vakıflarına böyle bir müsaade veremeyeceğini
söyledi. Programa telefonla katılan ve konuya ilişkin soru önergesi de vermiş olan o dönem DSP
İstanbul Milletvekili Erol Al, Alman Vakıflarının Alman İstihbarat Örgütü BND’nin uzantısı
olarak Türkiye’de faaliyet yürüttükleri ve Türkiye’deki partner kuruluşları ile ilişkilerinin
sorgulanması gereğini belirterek,”konu ile ilgili Türkiye’nin ulusal güvenliğini ilgilendirdiği için
ilgileniyorum”dedi. Alman vakıflarının faaliyetlerine dikkatlice bakıldığında bu vakıflar başta
Almanya çıkarlarını gözetmekle birlikte Milli Devlet, Milli Bilinç, Bağımsızlık duygusunun yok
edilmesi, Atatürk düşmanlığı, sivil itaatsizlik oluşturma ve Cumhuriyet karşıtlığı yapmaktadır.
Birçok siyasi parti bu vakıflarla bilerek ya da bilmeyerek işbirliğine giderek ortak atölye
çalışması yürütmektedir. Merkezi Bonn'da olan ve kurucuları arasında Alman Federal
Parlamento üyelerinin de bulunduğu Şeyh Said Vakfı 'nın da (1996) çalışmaları doğrudan
ülkemiz ile ilgilidir. Şu anda Türkiye'de şubesi olmayan vakıf, amaçlarını şöyle açıklamaktadır:
''Almanya'da yaşayan tüm Müslümanlara dini, sosyal ve kültürel hizmetler sağlamak... Kürt halkı
ile Alman ve Avrupalı halklar arasında diyaloğu geliştirmek.... Kürdistan'daki savaş kurbanlarına
destek sağlamak... Almanya'da yaşayan Kürtlerin yaşam standardının yükselmesi için çaba
harcamak... Kürt çocukları ve gençleri için gençlik örgütleri kurmak...'' (52)
Vakfın Başkanı Ali Homam Ghazi , ''Apo'nun Bonn temsilcisi'' olarak tanınır. Udo Steinbach'la
da çok yakın ilişki içinde bulunuyor. Kurucu üyelerden Heinrich Lummer ise, Alman
Parlamentosu'nda CDU milletvekilliği ve Berlin İçişleri senatörlüğü görevlerinde bulunmuştur.
Şeyh Said Vakfı kurulmadan önce, 1995 yılında, Abdullah Öcalan ile ikili görüşmeler yapmıştır.
Almanya kökenli vakıflar, laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti'ni dıştan ve içeriden
kuşatmaya alma çabasındadır. Tümü de, ''biz NGO'yuz'' diyorlar. Ancak ''sivil toplum'', ''küresel
ekonomi'' ve ''insan hakları'' için uğraşı verdiklerini iddia ederken, ''Türk devletinin varlığı
sorundur, Türk ulusu uyduruk bir yapıdır'' da diyebiliyorlar. Hepsi de ''dost ve müttefik
Almanya'' hesabına çalışıyor. . (53) Son olarak yine İstanbul'da Robert Bosch Vakfı'nın şubesi
kuruldu. Cevizoğlu epey ceviz kırdı ama sonuç alınamıyordu, Almanların korunma zırhı derindi.
31 Eylül 2000’de Prof.Dr Udo Steinbach, Hamburg’daki ofisinde yaptığım görüşmede, bizzat
bana Türkiye'nin mevcut haliyle değişmeden AB'ye giremeyeceğini söyledi. Benimle beraber
Nokta dergisi Ankara Temsilcisi Turgay Türker, Sabah, NTV ve Radikal’den birer gazeteci
arkadaş daha görüşmede vardı. Steinbach, 1923 laiklik ve milliyetçilik anlayışına göre kurulmuş
Türkiye'nin artık değişimi farketmesi gerektiğini belirterek, toplum içindeki değişimleri
gözönüne alarak gerçekleştireceği reformlarla AB'ye üye olunabileceğini savundu. Steinbach,
Ortadoğu, Kafkaslar ve Balkanlar'da etkili Türkiye'nin AB'ye üye olmasını "Avrupa için büyük
bir kazanç, zenginlik" olarak değerlendirdi. 1994'de PKK lideri Öcalan ile görüştüğü için
"istenmeyen adam" ilan edilerek Türkiye'ye giremediğini hatırlatan Steinbach, arabuluculukta
bulunduğunu itiraf etti. Steinbach, "Öcalan'a şiddete başvurmaması için öneri götürdüm. Bunu
Almanya için yaptım. Arabuluculukta bulunmam sayesinde PKK Almanya'da terörü bıraktı.
Daha esnek oldu." diye konuştu. Daha önce" Kürtler yok" söyleminde ısrar eden Türkr politikacı
ve diplomatlarının ağız değiştirdiğini ileri süren Steinbach, "Alman hükümetinin terör örgütü
PKK ile ilişkilerinin hatalı olduğunu kabul ediyorum. PKK bitmesine rağmen Almanya'da halen
yasaklı. Bunun gibi Kürtlerin varlığını inkar eden Türk devletine de bir anlam veremiyorum."
dedi. Türk politikasını Almanya'ya , AB'ye satmak" isteyenlerden büyük tepki gördüğünü dile
getiren Steinbach, buna rağmen Alman yönetimine Türkiye'in AB'ye alınmasına ilişkin raporlar
sunduğunu bildirdi. Steinbach, Atatürk'ün merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal gibi gerçekçi ve
pragmatist olduğunu belirtirken, " Atatürk bugün yaşasaydı Türkiye'nin AB'ye üye olmasını
isterdi. Daha gerçekçi davranırdı. Toplumun değiştiğini görür, Türkiye'nin çok renkli kültürel
yapısına sahip çıkardı." ifadelerini kullandı.
Almanların Kürt sorununu kullanma tarihi eskiye dayanır. “Kürt Sorunu” mu Yoksa Örtülü
Operasyon mu? Diplomasi ve İstihbarat Eliyle Kürt Toplum Mühendisliği isimli kitabında
konuya yer ayırtan ve TURKSAM’da Etnik Çatışmalar masasında iken bir makale kaleme alan
İbrahim Çevik, şu hususları masaya yatırıyordu: Oldukça uzun bir geçmişi olduğu halde yeni bir
konuymuş gibi son günlerde üzerinde çok konuşulan özelde Alman vakıfları, genelde vakıf
faaliyetlerinin ne oldukları konusunda bazı alıntılarla farklı bir bakış getirmenin yararının olacağı
değerlendirilmektedir. Özellikle; azınlık ve etnik topluluklar konularında yaptıkları araştırmalar
nedeniyle faaliyetleri rahatsızlık yaratan Alman vakıflarının çalışma izinlerinin bulunmadığı
konusu, buna örnektir. Bu konuyla ilgili olarak televizyonda yapılan bir programda; Konrad
Adenauer Vakfı temsilcisi Hazine Müsteşarlığı'ndan ve DPT'den alınma izinlerinin bulunduğunu
açıkladı. Ancak karşılığında Vakıflar Genel Müdürlüğü, söz konusu iznin alınmış olmasının
yasal bir geçerliliğinin bulunmadığını belirti. Devamla; yerli ve yabancı vakıfların Türkiye'de
bulunmalarını ve faaliyet izinlerini düzenleme yetkisinin yalnız kendilerinde olduğunu, bu
durumda nereden olursa olsun alındığı öne sürülen iznin yasal olarak geçerliliğinin olmadığını
bildirdi. (54)
“Casusluk yaptıkları iddiasıyla Alman vakıflarının aleyhinde açılan davanın görüldüğü 04 Mart
2003 tarihinden hemen bir gün önce Ankara'ya gelen Alman İçişleri Bakanı Otto Schilly,
PKK/KADEK'in ülkesinde yasaklandığını açıkladı. Ertesi gün yapılan duruşmada yeterli kanıt
bulunmadığı gerekçesiyle Alman Vakıflarının beraatına karar verildi.(55)“
“Alman vakıfları 2000'li yıllarda ülkemizdeki etnisite, dil kültür konularında düzenledikleri
etkinlikler için yıllık ortalama 1,5 ile 2,5 milyar mark harcamışlardır.(56)”
Buradan sonra bakış açımızı biraz genişletiyoruz:
“O günlerin başkanı Bill Clinton; teröristin eline silah geçmesini önlemeyi hedefleyen Ottawa
Anti-Personel Mayınları Sözleşmesini imzalamayı ret ederken, kendisinden sonraki başkan
BUSH, terörizme meydan okuyordu. "Terörizmi kollayan veya destek veren hangi ülke olursa
olsun ABD'ye hasım rejim olarak değerlendirilecektir!" diyordu. Birinin terörizmin işini
yapmasına engel olmayı ret ederken, diğerinin terörizme savaş açması karmaşık gibi görünebilir.
Oysa neden gayet basitti… Amerika'nın patronları hafif silahların ticaretini denetim altına alacak
bu sözleşmeyi Ulusal Silah Derneği-National Rifle Association'nin hoşuna gitmediği için
imzala(ma)yı ret etmişlerdi. Silah ihraca(atı)nın ulusların insan hakları ve demokrasi ihlalleriyle
bağlantılı olarak pazarlık konusu yapılmasına şiddetle karşı çıkıyorlardı. (57)
İlk anda kulağa hoş gelen sözlerin sahibi de, silahı yapan da, satan da, Cenova (Cenevre) ve
Ottowa Sözleşmelerini ortaya attığı halde imzalamaktan kaçınan da bizzat batının kendisidir.
Bunlardan ayrıca, içi boş insan hakları ve demokrasi vaadleri de batıya aittir. Gerçeği görmek
için fazla uzağa gitmeye gerek yoktur. Saddam’ın tuttukları elini bırakıp yere düşmesinden önce
yaptıkları ticarete bakmak yeterlidir.
Hala gerçeği görmeyenler için dünya ticaretiyle ilgili bir gerçeğe göz atmakta yarar
bulunmaktadır; Dünyaya şekil veren Çok Uluslu Şirketler büyük ölçüde Kuzey Amerika, AB ve
Japonya'dan oluşan üç bölgede bulunmaktadırlar. Dünyadaki 500 Çok Uluslu Şirketin 441'i bu
bölgededir ve küresel olarak üç tane güçlü bölgesel ticaret ve yatırım bloğu oluşturmuşlardır. Söz
konusu 500 Çok Uluslu Şirketin yıllık toplam satışı 11 trilyon dolar olup, 35 milyon kişiye iş
sağlamaktadırlar. Bu muazzam gücün pek çok think-tank, araştırma merkezi, vakıf ve istihbarat
teşkilatlarıyla işbirliği bulunmaktadır. Bu işbirliğinin amacı muktedir olduklarını ellerinden
kaçırmamak, merkezi konumlarını sürdürmektir. Bu ticaret ve finans tekellerinin küreselleşme
içerisinde; yurtsuz, vatansız, kimliksiz ve ulusal bayraksız bir dünya yaratarak kendi
imparatorluklarını kurmak istedikleri, dünya ekonomik haritasını kendi çıkarlarına göre yeniden
şekillendirmeye çalıştıkları konusunda pek çok tez bulunmaktadır. (58)”
“Batılı vakıflar, siyasi partiler, kiliseler, belediyeler ve HDÖ'lerin (STÖ) yerel muhataplarıyla
kurdukları doğrudan ilişkilerle devlet by-pass edilerek işlevsiz hale getirilmek istenmektedir.
Eğitim, kültür, sanat kullanılarak toplum bilinci yok edilmeye, yerine birey ve alt kimlik bilinci
konulmaya çalışılmaktadır. Batılı araştırmacılar Türkiye'de yaptıklarına benzer bir etnik esaslı
bir araştırmayı yasak olduğu için kendi ülkelerinde yapamazlar. Örneğin çeşitli isimler altında
ülkemizde faaliyet gösteren vakıfları akıllarına gelen her konuda, her yerde rahatlıkla etnik
araştırma yapan Almanların kendi ülkelerinde bunu yapmaları yasaktır. Yapamazlar...
İspanya'da, Belçika'da, Fransa'da da aynı yasak vardır. İtalya'da ise yalnızca yabancılar için
serbesttir. (59) Fransa’da olduğu gibi, değil böyle bir araştırmanın yapılması, tartışılması bile
ülkeyi karıştırmaya yeterdi. .
2000 ve 2011 Alman vakıfları skandalları aslında Almanların maskeli yüzünü ve ikili tavrını
yeterince Türk kamuoyuna gösterdi. Alman medyası olaya farklı yanaşıyordu. Alman Der
Spiegel dergisine konuşan vakıf temsilcileri, eleştirilerin amacının yasal Kürt kurumlarına suçlu
muamelesi yapmak olduğu görüşündeydi. Derginin İstanbul temsilcisi Jürgen Gottschlich'in
imzasını taşıyan makalede görüşlerine yer verilen Almanya Başbakanı Angela Merkel'in partisi
Hristiyan Demokrat Birliği'ne yakınlığıyla bilinen Konrad Adenauer Vakfı temsilcisi Erdoğan'ın
iddialarını "absürt" diye nitelendirdi. Yeşiller Partisi'nin sivil toplumdaki kolu olan Heinrich Böll
Vakfı'nın Türkiye ve Almanya'daki temsilcileri ise, suçlamaların temellerinin gerçeklere
dayanmadığını ve vakıfların kredi vermek ya da altyapı projelerini finanse etmek gibi bir
faaliyeti olmadığını, belirtti. Almanya'nın Türkiye Büyükelçisi Eberhard Pohl'ün yatırım bankası
KfW ve kalkındırma ofisi GIZ dışında Türkiye'de hiçbir Alman kurumunun altyapı projelerini
destekleyemeyeceği sözleri de hatırlatılan haberde, bu kurumların da ilgili Türk bakanlıklarının
onayını almadan hareket edemeyeceği hatırlatıldı. Gottschlich, "İlk bakışta böyle bir durum
şaşırtıcı olsa da, Alman vakıflarıyla ilgili çatışmalar Türkiye için yeni bir durum değil. (...)
Vakıflar çoğunlukla sivil toplum örgütleriyle çalışıyor ve elbette bunların bazıları nüfusunun
çoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğu bölgelerde faaliyet gösteriyor. Heinrich Böll Vakfı kadın
meselelerine odaklanıyor ama aynı zamanda Kürt muhalefetinden politikacılarla da görüşüyor"
dedi.
Heinrich Böll CEO'su Ralf Fücks bu faaliyetleri "sorunun barışçıl çözümünü hedefleyen
diyalogu geliştirmenin tek yolu" olarak nitelendirirken, vakfın İstanbul bürosu şefi Ulrike Dufner
ise, Erdoğan'ın açıklamalarını "milliyetçi duyguları körüklemek için bir girişim" olarak
tanımladı. Dufner eleştirilerin asıl hedefinin Alman vakıflarından ziyade sivil Kürt muhalefet
olduğunu belirtti. Dufner'in görüşlerine katıldığını belirten Fück de, "Erdoğan, BDP'yle
yapılacak her türlü işbirliğini suç gibi göstermek istiyor" dedi. Fück, "Hükümetin Kürtlere
verilen uluslararası desteği kesme stratejisi yürüttüğünü" belirtti. Dufner ise savcıların ofisine
gelmesini beklemediğini ifade ederek, "Suçlamaların temelleri bunun için çok zayıf" dedi.
Friedrich Naumann Vakfı ve Heinrich Böll Vakfı, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bazı
Alman vakıflarının PKK’ya destek verdikleri yönündeki suçlamalara yanıt verdi. Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan’ın bazı Alman vakıflarının PKK’ya destek verdiği iddiaları sonrasında
gözler bu vakıflara çevrildi. Türkiye’de faaliyet gösteren vakıflardan birisi de Friedrich
Naumann Vakfı. Telefon ile İstanbul’dan sorularımızı yanıtlayan vakıf temsilcisi Jörg Dehnert
iddialara tepkili. Dehnert’e göre Başbakan’ın adres gösterdiği vakıflar siyasi değil. Dehnert
şunları söyledi:
“Öncelikle Başbakan Erdoğan Alman vakıflarından söz etti, ancak Türkiye’de yalnızca siyasi
Alman vakıfları yok. Türkiye’de, diğer ülkelerde ve Almanya’da başka diğer siyasi olmayan
Alman kuruluşları da var. Bu birinci konu, ikinci konu ise Başbakan ve Türk hükümeti bizleri
yani siyasi vakıfları ve ne yaptığımızı çok iyi biliyorlar, bu sır değil ve bizlerin yaptıkları şeffaf.
Türk hükümetini aktivitilerimiz hakkında bilgilendiriyoruz. Herşeyden haberleri var, benim
izlenimim bizi yani siyasi vakıfları adres göstermediği şeklinde yoksa ismi açıklardı. Sanırım
siyasi vakıflardan değil diğerlerinden bahsediyor. İkinci olarak bunlar son derece ciddi iddialar
çünkü bu yalnızca Türkiye için değil Almanya için de suçtur. PKK, Almanya Federal
Cumhuriyeti için de bir terörist örgüttür dolayısıyla bu işle bağlantısı olanvakıflar bu konuda
aktif ya da aktör ise bunun cezasını çekmeliler. Sonucuna katlanmalı. Biz PKK ile çalışmıyoruz
bu insanlar ile konuşmuyoruz.”
Şu anki problemin Başbakan Erdoğan’ın net konuşmamasından ve ne demek ve kimi kastettiğini
açıkça belirtmemesinden kaynaklandığını kaydeden Dehnert “Eğer başbakan bu tür iddialarda
bulunuyorsa elinde ciddi deliller olmalı neden bu delilleri Alman diplomatik otoriteleri ile
paylaşmıyor” diye soruyor. BDP’li ve CHP’li belediyeler ile herhangi bir proje işbirliği içinde
bulunmadıklarını belirten Dehnert, “Başbakan bizleri çok iyi biliyor, bizi kastetmiyor, bizler
Türkiye’nin AB’de lobisini yapıyoruz” diyerek sözlerini tamamladı. Heinrich Böll Vakfı da
suçlamaları reddetti. Yeşiller partisine yakınlığı ile bilinen Heinrich Böll Vakfı Başkanı Ralf
Fücks, Deutsche Welle Türkçe Servisi’ne yaptığı açıklamada, suçlamaların kabul edilemez
olduğunu söyledi. Fücks, “Diğer Alman vakıfları da biz de Türkiye’deki belediyelerin alt yapı
projelerini desteklemiyoruz. Kredi de vermiyoruz, yasalar uyarınca kredi vermemiz zaten
mümkün değil. Siyasi açıdan bakıldığında da PKK’ya yakın bir tavır izlemek son derece saçma.
Çünkü Heinrich Böll Vakfı, sorunların şiddete başvurulmadan çözülmesi için çaba gösteren bir
kuruluş. PKK’nın silahlı eylemlerine hiç bir şekilde anlayış gösteremeyiz. Ancak sivil Kürt
muhalif gruplarla diyalog arayışı içindeyiz, bunu da doğru buluyoruz” şeklinde konuştu.
Hırıstiyan Demokrat Birlik (CDU) partisine yakınlığı ile bilinen Konrad Adenauer Vakfı’nın
Türkiye temsilciliğinden yapılan yazılı açıklamada, “hiç bir Türk belediyesine, il idaresine, başka
kurumlara veya örgütlere kredi olanağı sunmadıkları ve ödeme yapmadıkları” ifade edildi.
Açıklamada, Konrad Adenauer Vakfı’nın Türkiye’deki etkinliklerinin Dernekler Kanunu’na tabi
olduğu ve çalışmalarının Türk makamları tarafından denetlendiği belirtildi. (61)
Gelen tepkiler üzerine Erdoğan, ifşatına şöyle açıklık getirdi: Benim ne konuştuğumu maalesef
medya tam manasıyla aynen söylediğim gibi yansıtmıyor burada da bu yansıtmada bazı
cımbızlamaların olduğunu ifade edeceğim. O sohbetin kaydını şimdi size okuyorum: Bu vakıf
altında fon bunlarınki. Bu vakıfların kendi fonları var. Krediler hibeler veriyorlar ve bu kredi
nedir borçlandırmadır. Hibe borç değildir. Türkiye’de de bazı CHP belediyeleri kredi talebinde
hazine talimatı gerektiği için hazineye başvurmuşlardır. BDP’li belediyeler noktasında aldıkları
krediler vardır ve yatırım devam ediyor. Bir gazeteci arkadaşımız “PKK’ya para gönderiyorlar”
lafını kullanıyor. Ben ise “Para değil belediye ile kredi anlaşması yapıyor. Sözleşmede şu
müteahhide verilecek şartı konuyor” diyorum. Gazeteci arkadaş, “Şüpheli bir firma” diyor. Ben
de “Yani işi öyle bağlıyorlar” diyorum. Konunun aslı çerçevesi bu. Bu söylenen vakıflar benim
konuşmamla da gündeme gelmedi. Bu konu medyamız vasıtasıyla da gündeme gelmiş konular.
Alman vakıfları maalesef daha önce de buna benzer konularla gündeme geldi. Özel bu konuda
bilgi isterse lütfederler kendisiyle bu konuyu ayrıca görüşürüz. Kapıya koyup koymaması kendi
bileceği bir iştir. Türkiye’de bu tezgah yeni çalışmıyor. Benim anlattığım konu budur. Özellikle
ağırlıklı BDP’li belediyelere bu vakıflar kredi ve hibe mekanizmasını çok sık çalıştırıyorlar. (62)
PKK İLE ERGENEKON BAĞLANTISI
Bu bağlantının varlığı için çok sıradan bir olayla örnek vermek istiyorum…2007’de silâhlı saldırı
sonucu hayatını kaybeden Türkiye’nin önde gelen akaryakıt şirketlerinden birinin işletme
müdürlüğünü yapan Ömer Cemil Sanal’ın, bir yıl sonra ortaya çıkan e-posta yazışmaları, kaçak
akaryakıt satışındaki karanlık ilişkileri gün yüzüne çıkarmıştı. Akdeniz’de ve özellikle de
Mersin’de en büyük akaryakıt depolarının sahibi olan dev bir firmanın yöneticisi olan Ömer
Cemil Sanal isimli şahıs, görev yaptığı Hatay Dörtyol’da 6 Mart 2007 tarihinde iş çıkışı uğradığı
silâhlı saldırıyla hayatını kaybetmişti. Cinayetin ardından başlatılan soruşturmada Sanal’a bağlı
işletmelerde çalışan iki kişi cinayet zanlısı olarak tutuklandı ve olay ‘adi vak'a’ diye kayda
geçirildi. Bereket ki ağabeylerinin ölümünü şüpheli bulan kardeşleri Sema ve Deniz, cinayetin
izini sürdü. Bir yıl süren çalışmalarında ağabeyleri Ömer Sanal’ın, bilgisayarındaki kayıtların
silindiğini tesbit etti. Bu kayıtları da mahkemeye sundu.
Mahkemeye sunulan bilgi ve belgelerde, akaryakıt taşınmasında Kuzey Irak’ta PKK’ya yakın
kişilere verilen rüşvetler isim isim yer alıyordu. Yine aynı belgelerde, Türkiye’deki akaryakıt
şirketlerinin, kaçak akaryakıt için gizli akaryakıt hatları yaptıkları da öne sürülüyordu. Aynı bilgi
ve belgelerde, emekli bazı askerlerin de isimleri verilerek, bu kişilerin de akaryakıt kaçakçılığına
karıştığı öne sürülüyordu. Bölgede görev yapan, ancak Sanal cinayetinin ardından emekli edilen
üst düzey komutanın ismine Engenekon terör örgütü operasyonu kapsamında gözaltına alınan
emekli Tuğgeneral Veli Küçük’ün arşivinde çıkan dosyalarda da rastlanmıştı.
Yine eski bir PKK yöneticisi, eski Ergenekon soruşturma savcısı Zekeriya Öz’e gönderdiği bir
mektup ve kayıtlarda bir çok devlet yetkilisi ile Ergenekon şüphelisinin Öcalan ile ilişkilerini ve
görüşmelerini anlatmış, bunları belgelendirmişti. Bu isimlerden bazıları tutuklanmışken,
bazılarına dair henüz operasyon yapılmadığı da bilinmekte.
Hâlâ kabul etmek istemeyenler için, PKK’nın kuruluş aşamasında, Öcalan’ın yanında yer alan iki
kişinin devlet görevlisi olduğunu, Apocular’ın 12 Eylül darbe hazırlıkları yapılırken, devlet
tarafndan uyarılarak Suriye’ye kaçmalarının sağlandığını hatırlatsak yeter sanırım. Kesire’nin
MİT’çi babası konusunu da okurlarımız değerlendirsin ayrıca…
Bu iddianın ötesine geçmiş durumda. Dağlıca’da, Aktütün’de, Silvan’da ortaya çıkan durumu
başka nasıl okuyabiliriz ki? Kastamonu’da Başbakan’ın konvoyuna yapılan saldırının başka bir
tarifi olabilir mi seçim arefesinde? PKK ve Ergenekon’un amaçları doğrultusunda faaliyet
gösteren sözde STK’ların ortamı geren ve devlete ve siyasî otoriteye olan güveni sarsıcı
tahrikkâr beyanlarını başka nasıl değerlendirebiliriz? Yine aynı STK’ların “Bayrak ve Atatürk”ü
alet ederek başlattığı şehit provokasyonlarını iyi niyetli girişimler olarak mı değerlendireceğiz?
Ergenekon’un uluslar arası ayağına yasal olanaklar doğrultusunda dokunmak pek mümkün
görünmüyor. Çünkü örneğin Sabancı Suikastından ya da Uğur Mumcu’nun katlinden örnek
verecek olursak; bu suikastlerde uluslar arası hukukça legal kabul edilen bir ülke istihbarat
örgütünün varlığı sözkonusu. Yani MOSSAD… Ergenekon kapsamında olayı ele aldığınızda
MOSSAD’a dair kendi iç hukukunuzla bir yaptırımınız söz konusu olamaz. Ve suikastte silâhı
tutan el ile tetiği çeken parmak arasında somut bağ kurmanızı engelleyecek profesyonelce bir
operasyon uygulanmış. Bütün şüphelere rağmen somutlaştırılamayan bu ilişki nedeniyle uluslar
arası hukuk bağlamında da Ergenekon’un dış ayağına dokunmanız imkânsızlaşıyor.
Aynı şey Alman BND için de geçerli. Hablemitoğlu cinayetinin arkasındaki elin BND olduğuna
dair ciddî şüpheler olsa da bu ilişkiyi, yani tetiği çeken parmakla silâhı tutan el arasındaki
bağlantıyı somut kuramadığınızda, bu dış bağlantıya dair bir işlem yapmanız mümkün
olmuyordu. Ancak 2011’de patlayan MİT Müsteşarı Hakan Fidan ile PKK’nın Avruapa
sorumluları arasında yapılan gizli görüşmeleri haberini kayıtlarıyla basına sızdıranın Alman
Gladyosu Kılıç veya BND olduğu neredeyse kesindi. Amaçları belliydi: PKK ile Türkiye’nin
barış yapmasını engellemek. Türk milliyetçiliğini körükleyerek Tğrk ve Kürtleri birbirinden
ayırmak…
CHP’YE YARDIM SKANDALI
Başbakan Erdoğan’ın CHP ve BDP’li belediyeleri kredi işbirliği yapmakla suçladığı Alman
Kalkınma Bankası KfW’nin destek verdiği belediyeler arasında Bursa Tramvayı, Galata Köprüsü
gibi projelere imza atan AK Parti’li belediyelerde bulunuyordu. Almanları savunmak nedense
her zaman olduğu gibi Cumhuriyet gazetesine düştü. Cumhuriyet gazetesi Ankara Temsilcisi
Utku Çakırözer’in haberine göre, KfW yetkilileri, Türkiye’nin tamamı için 10 milyar Euro’luk,
sadece Belediyeler için bile 1 Milyar Euro’luk bir kredi portföyü hazırladı. Almanya’nın Ankara
Büyükelçisi Eberhard Pohl, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “Alman vakıfları PKK’ye destek
veriyor” diye itham ettiği kuruluşun, Milliyet yazarı Aslı Aydıntaşbaş’ın daha ilk gün tahmin
ettiği gibi Almanya’nın uluslararası kalkınma projelerini destekleyen Alman Kalkınma Bankası
(KfW) olabileceğini açıklayarak tüm suçlamaları reddetti. KfW’nin Ankara Temsilciliği
yetkilileri,Türkiye’de yürütmekte oldukları faaliyetler hakkında çarpıcı bilgiler verdi. KfW’nin
verdiği bilgilere göre; Almanya’nın yurtiçi ve yurtdışında kalkınma projeleri destekleyen bankası
KfW 1948’de kuruldu. Yüzde 80 hissesi Alman hükümeti, yüzde 20 hisseleri de federal
eyaletlere aitti. Merkezi Frankfurt’ta, dünyanın çeşitli ülkelerinde 70’den fazla temsilciliği vardı.
Banka Türkiye’de 50 yılda 10 milyar dolarlık projeye finansman desteği sağlamıştı. Türkiye’ye
üç temel alanda finansman sağlıyorlar. Belediyelerin altyapı ve çevre projeleri; küçük ve orta
ölçekli işletmelerin desteklenmesi ve yenilenebilir enerji ve enerji verimliliği projeleri.18
belediyede 26 proje gerçekleştirildi. Bugüne kadar 18 ilde, su temini ve atık su arıtma sistemleri
başta olmak üzere belediyelerin çeşitli ihtiyaçlarını karşılamak için 26 projeye 900 milyon
Avro’luk finasman kredisi sağlanmıştı. İstanbul’daki yeni Galata Köprüsü, Bursa tramvay
projesi, Yatağan termal santralı desülfirizasyon projeleri KfW finansmanıyla bitirilen projelerden
birkaçıydı. Güneydoğu Anadolu’da güneş enerjili santral fizibilite çalışması yürütülüyordu. KfW
finansmanından aslan payı AKP’li belediyelere gitmiş gözüküyordu. 1994’ten beri Melih
Gökçek’in (Önce RP, şimdi de AKP) Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu Ankara’ya 1995 ve
1996 yıllarında su temini, atık su arıtma ve biyogaz projelerinin finansmanı için 353.6 milyon
Avro kredi sağlamışlardı. KfW’nin tüm belediyelere ayırdığı finansmanın üçte biri Ankara’ya
verilmiş durumdaydı. 1987’den bu yana KfW tarafından proje finansmanı sağlanan belediyelerin
partilere göre listesi şöyleydi: ANAP 3, SHP 1, DYP 2, MHP 3, RP 3, DSP 1, HADEP 3, AKP 3,
DTP 1, Bağımsız 1.
KfW’den kredi desteği alan belediyeler arasında CHP’li bulunmaması dikkat çekiciydi. KfW, iki
ülke arasındaki anlaşmalar ve Türk hükümetinin de isteği üzerine son dönemde Doğu ve
Güneydoğu Anadolu’daki belediyelerin projelerini desteklemeye öncelik vermiş durumdaydı.
KfW’nin KOBİ’lere verdiği 200 milyon Avro’luk kredi desteğinin tamamı da yine Türk
hükümetinin isteğiyle çoğunluğu Doğu ve Güneydoğu illerinden oluşan kalkınmada öncelikli 49
ile ayrılmıştı. KfW finansman desteği destek vereceği her belediye projesi için öncelikle
Hazine’den yani hükümetten resmi talep yazısı istiyordu. Kendilerine kredi başvurusunda
bulunan belediyeleri de Hazine’ye yönlendiriyorlardı. Nihai anlaşma KfW ile Hazine
Müsteşarlığı arasında yapılıyor ve her projenin DPT tarafından yatırım programına alınması şartı
aranıyordu. Tüm anlaşmalar Bakanlar Kurulu üyelerince imzalandıktan sonra yürürlüğe
giriyordu. Krediyi alan belediyelerden projeyi yaptıracakları müteahhit şirketleri ve onu
denetleyecek uygulama müşavirini uluslararası ihale açarak şeffaf biçimde belirlemeleri
isteniyordu. Bu süreçlerin tamamı KfW tarafından denetleniyor. Başbakan Erdoğan, Alman
finansmanının belediyeler CHP ve BDP üzerinden PKK’ye aktarıldığına ait bulguları Alman
makamlarına ilettiklerini söylüyor ama KfW’nin Türkiye temsilciliğine bugüne kadar
hükümetten ya da yargı organlarından gelen şikâyet ya da soruşturma bulunmuyordu. (63)
Başbakanın aldatılmadığını gayet iyi biliyordum. İlk işaret fişeği makalemi 1 Haziran 2011’de
Kanada’da aylık yayımlanan Türk toplumunun sesi Canadatürk gazetesindeki köşemde yazdım:
Hakkâri ve Diyarbakır’dan 12 Haziran 2011 seçimi öncesi ulaşan bilgiler hoş değildi. Global
Ergenekon’un Suriye’de başlattığı Baas rejimini devirme hamlesine ve Hakkari’de oynanan
eşgüdümlü büyük oyuna daha fazla sessiz kalamayız. Çünkü düğmeye aynı merkezden basıldı.
Ergenekon’un baronu ve ejderi, global Ergenekon’dan aldıkları cesaretle ‘Kürt kozunu’ sahneye
koydular. Kandil ve İmralı’nın emirlerini CIA ve Mossad’dan aldığı talimatlarla yerine getiren
Demokratik Toplum Kongresi (DTK) ve BDP, “sürgünde Kürdistan parlamentosu” adı altında
özerklik kurmaya hazırlanıyordu. Mesele Kürt sorununu çözmek değil, çözdürmemekti...
Bu noktaya nasıl ve neden geldik? 10. Ergenekon dalgasında mason localarına ulaşılması, global
Ergenekon’u rahatsız etti. İstanbul baronları ve medya ayaklarına dokunulmaması için
hükümetle pazarlığa giriştiler. Başarılı oldular, Ergenekon soruşturması sadece ordudaki
ayaklara yönelirken, işi maliyeleştirenleri bilerek ıskaladı. Medyanın propaganda ayağında
tutuklananlar devede kulaktı. Seçimde zoraki seçtirilen Silivri ve PKK adaylarının oluşturacağı
kaos, seçim sonuçlarına gölge düşürmek için “Baron” ve “Ejder” ikilisinin global Ergenekon’dan
aldığı onayla tasarlandı. Aslında onları kendilerine dokunulmaması ve ihalelerden daha fazla pay
kapmak amacıyla hükümete şantaj için kullanıyorlar. Servetlerine servet katmayı
sürdürmelerinden rahatsız değilim ama Hakkari’de oynadıkları oyunu artık deşifre etmek
zorundayım.
Hakkâri için 2006’da alınan global Ergenekon kararı, 12 Eylül 2010 referandumu ve 12 Haziran
2011 seçiminde başarı ile uygulandı. Hakkari’de yaşayan her vatandaşımızın evinden baskıyla,
zorbalıkla, şantajla dağa, PKK’ya en az bir adam kaçırma projesi, bölgedeki Ergenekoncu
komutanların göz yumması ile gerçekleştirildi. 2008 yılına kadar PKK’ya Hakkâri’den katılan
insan sayısı yılda elli iken, son üç yılda bu rakam yılda beş yüze çıkartıldı. Kimse inkar etmesin,
elimde sağlam bir istihbarat raporu var. Karakol baskınları ile hükümet küçük düşürüldü. Halk
korkutuldu. Silah zoruyla yapılan seçimde BDP, Hakkâri’de tamamı, 36 bağımsız adayını
seçtirdi. Böylece planın ilk aşaması olan “kurtarılmış” Hakkâri kotarıldı. Bundan sonra Şırnak ve
Cizre başta olmak üzere başka iller Türkiye’den kopartılacak ve dört yıl içinde bölge halkının
tüm oyu sadece PKK’nın gösterdiği aday veya partiye kaydırılacak. Bunun adı demokrasi
değildir, diktatörlük, despotluktur. Hükümet acilen Yüksekova’ya il statüsü vererek emniyet
güçleri kadrolarını burada artırmalıdır veya bölgeye özel eğitimli tim birimleri kaydırılmalıdır.
Diyarbakır’da seçim öncesi ele geçirilen ve ağzı çözülen Mossad ajanından elde edilen bilgiler
ve belgeler kamuoyuna açıklanacak mı acaba? En kilit soruyu soralım: Hakkari’den ve diğer
Doğu illerimizden zorla seçtirilen BDP’li milletvekillerinden kimler hangi yabancı istihbarata ve
devlete çalışıyorlar? Nereden mali destek alıyorlar? Bu durum, milletvekilliğinin düşmesine
sebep değil midir? Ülkemizde bu işleri koordine eden yabancı diplomatlar kimlerdir? Neden
sınırdışı edilmiyorlar? En önemlisi Kürt sorunu, bu karmakarışık, çapraz, ensest ilişkilerle nasıl
çözümlenecek? Yeni anayasanın yapılmasına desteğe hiç niyeti olamayan CHP, MHP ve BDP’yi
kimler yanlış yönlendiriyor?
Mossad ajanından elde edilen istihbarat, bu sorulara ve fazlasına açıklama getiriyor. Irak, İran ve
Suriye’deki Kürtleri kapsayan plan çerçevesinde global Ergenekon, “Büyük Kürdistan” için
devrede. Suriye’deki Baas rejimi iktidarı, bizdeki cuntacı Ergenekoncularla aynı meşrepten
(Nusayri Alevileri dine oldukça uzak bir Şiilik koludur) olduğu halde neden tasfiye ediliyorlar?
Çünkü İran’ın Suriye ve Lübnan’daki Şii bağlantılarını sağlayan Şam rejimi artık işlevini yitirdi,
miadı doldu. Bizde de Baas benzeri cunta kurmaya çalışan Mason Bektaşi çetenin savunduğu
azınlıkların çoğunluğu yönetme stratejisi çöktü. Global Ergenekon, oyun ve oyuncu değiştirdi.
Yüzde 85’i Sünni Suriye halkı, AK Parti’ye ve liderine bayılıyor, er geç Türkiye’nin izinden
gidecektir.
Kendilerine ulaşılamasın diye bu kadar fırıldak çevirmeye gerek var mı? Ergenekon’da kod adı
“Ejder” olan şahıs, 9 Haziran günü AK Parti Genel Merkezi’ne giderek Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan’la görüştü ve helâlleşti. CHP’nin birinci parti olarak çıkacağı kehanetinde bulunan
kodaman işadamımız İnan Kıraç, aslında baronun sağkoludur, özel ulağıdır. Rahmetli Vehbi
Koç’un milyon dolarlarını Milliyet gazetesini satın alması için 1979’da Aydın Doğan’a getiren
isimdir o. Ergenekon yapılanmasında ilk ona giremese bile fitne çıkarmada üstad sayılır.
Gazeteci ve yazar Avni Özgürel, Radikal’daki köşe yazısında onu şöyle tanımladı: Yurtbank
patronu Ali Balkaner’in mahkeme ifadesinde “Bizler 18 büyük aileyiz. Hepimizin bağlı olduğu
bir başkanımız var. 18 büyük aile bir havuz oluşturduk. Tüm ekonomi bunların elinde toplanıyor.
İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nı manipüle eden kişi, bizim bağlı olduğumuz başkanımızdır.
Tokyo Borsası’nda 800 milyon dolar kaybetti, bana mısın demedi” diye tarif ettiği kişi.
Çılgın fitne projeleri ile baronu etkileyen, AK Parti’den ilk yerli otomobil projesini Karsan adına
kapacak kadar da uyanık bir işadamıdır Koçların damadı İnan Kıraç. Askerleri, siyaseti,
medyayı, yargıyı, iş dünyasını hatta sendikaları yöneten, yönlendiren, dış bağlantıları güçlü ve
oldukça masonik olan barondan bir kaç ricam var:
Lütfen, kendi ülkenize Fransız kalmayı artık bırakın! “Bidon kafalı”, “göbeğini kaşıyan adam”
dedirttiğiniz kitle ülkenin yarısı, yüzde 50’si olduğunu tescilledi. Nostaljik özlemle Jön
Türkler’in ruhunu çağırmayı da bırakın! Ordumuza yazık oluyor. Genelkurmay’ın boynuna
taktığınız süslü püslü kementi de çıkartın, sırıtıyor! Milletimiz uyandı, emanetini teslim aldı.
Size bir daha pabuç bırakır mı sanıyorsunuz? Kürt kartınızda boğulmadan kördüğüm haline
getirdiğiniz sorunda ve Hakkari’de ilmekleri açınız. Kürtlere ve Türklere, bu vatana yazık
oluyor. Yamalı bohçaya dönmüş darbe anayasamızın değişmesi için sadece siz CHP’yi ikna
edebilirsiniz... Bugüne kadar ülkemizde milyar dolarlar kazandınız. Faili meçhul cinayetlerin
altını kazırsak, emri veren eli ve elleri görebiliyoruz. Global Ergenekon da artık kurtaramazdı.
2011 Ramazan’ında Ağusos ayında, tüm sonbaharda terör saldırılarının azması ve şehit sayısının
artması, ülkemizi yeniden yol ayrımına getirdi. Sertlik politikalarına aniden geri dönüldü. Kürt
açılımı askıya mı alınıyordu? Terörü sonlandırmak için iki çarenin var olduğu zannedilir: Şiddet
kullanarak başını ezmek, köklerini kurutmak veya karşılıklı tavizler vermek, barışcıl yöntemle
kanı durdurmak, orta yolu bulmak... Aslında her zaman bir üçüncü yol daha vardır. Türkiye’de
ve gurbetteki Türkiyelilerin dilinde, kalbinde, gönlünde aynı özlem hissediliyordu: Yeter artık,
sabır taşı kırıldı; ne olacak bu PKK’nın hali!... Ameller niyetlere göredir. Niyetler karanlıksa
aydınlık yola çıkılması güçtür. İçte ve dışta bazı hain odaklar ve güçler PKK’yı bitirmemek için
direniyorlardı. Kürtler elinden silahı bırakırsa pazarlık güçlerini kaybedermişti... Verdikleri
şeytani akıl buydu! Oysa gelinen nokta tam tersine doğru işliyordu. PKK şiddette ısrar ettikçe
Kürtler, elde ettiği kazanımları kaybetme riski taşıyordu. Tarihimiz boyunca, hiç bir isyancı
hayal ettiklerini elde edememişti, hep aksiyle tokat yemişti. Kabakçı Mustafa’dan Şeyh
Bedreddin’e Patrona Halil’den Şahkulu isyanına kadar ayaklanmalara kısaca bir göz atınız.
Şahkulu’nu bizzat öldürtenin, isyan emrini veren Şah İsmail olduğunu göreceksiniz. PKK isyanı
da bir savaş değildir, ayaklanmadır ve isyancıların iki dünyada da yatacak yeri yoktu. Oyuncağı
kuranlar oyuncaktan bıkınca oyuncağı parçalar, çöpe atardı. PKK pimi çekilmiş serseri bir
bomba, mayındı. Kendisini gümletmesine az kaldı! Ortada yakın geçmişte Sri Lanka’da yaşanan
Tamil Kaplanları örneği bulunuyordu. 30 yıl süren ayrılıkçı terörün ardından Norveç’in devreye
girmesiyle Sri Lanka hükümeti 2006 yılından itibaren ateşkes ilan etti ve silahların bırakılması
ile ilgili barış görüşmeleri taraflar arasında Cenevre’de yapıldı. Sonuçta, Tamil Kaplanlarının
asla silah bırakmaya niyeti olmadığı üç yıl sonra başlayan terör olayları ile anlaşıldı. Tıkanan
görüşmelerin peşi sıra Sri Lanka hükümeti ordusunu Tamil Kaplanlarının bölgesine sürdü. Sonuç
20 binden fazla ölüydü, milyonlarca Tamil ise yurt dışına kaçtı.
Bugün Batı ülkeleri ve Hindistan’da 6 milyon Tamil ilticacı konumunda. Tamillerin lideri
Vellupillai Prabhakaran dahil örgütün tüm elebaşları öldürüldü ve örgüt ülke içinde bitirildi.
Kanada’da 300 bin Sri Lankalı var, çoğu Tamil. Burada barış içinde birbirlerini öldürmeden
yaşıyorlar. Colombo hükümetinin 2009 ve 2010 katliamlarına BM dahil tüm dünyanın sessiz
kaldığını PKK’lıların dikkatine arz ederim. Silah bırakmayan terör örgütü masum değildir.
ABD ve AB ülkelerinin acizlikten Suriye’deki katliamlara müdahale edemedi, Libya’ya ise 4 ay
süren NATO yardımının ardından 30 bin kişi öldü ve Kaddafi dönemi sona erdi. Dış konjontürün
ekonomik krizlere kitlendiği bir dönemde, kimse PKK’yı dinlemezdi. Türk ordusu ve polisinin
ortaklaşa büyük ve gerçekci bir operasyon düzenlenmesi halinde rahatlıkla yok edilebileceği beş
bin PKK militanına dünya kamuoyunda hiç kimse yas tutmayacaktır. PKK, eğer ‘KCK ile
dağdan şehre indik, şehirleri yakarız’ diyorsa, şehirlerdeki bin beşyüz kişilik yapılanmalarının
tüm isim ve adreslerinin emniyet güçlerinin elinde bulunduğunu unutuyorlardı. Bol katliamlı
politikalara yol yaparak Ankara hükümetini yanlış yapmaya zorlamakla Kürt hakları
savunulamazdı!
AK Parti’nin yürüttüğü Kürt açılım paketini PKK militanları ve BDP, Ergenekon ile dirsek
temasında baltaladı ve ellerine koca bir hiç geçti! Kürtlerin ülke nüfusunun yüzde 20’si olduğunu
varsaysak bile yüzde beş oy alan BDP’nin Kürtlerin tamamını temsil etmediği açıktı. BDP’nin
PKK’nın borazanı, sözcüsü olduğu ise bariz belli, hatta belgeli ve partilerini kapatacak kadar da
aşikârdı. O halde horozlanmaları nafile çabaydı! Kürtlerin üçte ikisi AK Parti’ye oy verdiğine
göre pazarlık güçleri zayıftı. Kürtlerin hakları bugün çiğnenmiyor, tersine pek popülerler, son 2
yılda yayınevleri habire Kürtlerle ilgili kitap basıyordu. Ülkemizdeki Lazlar ve Çerkezler
Kürtlere tanınan hakları kıskanmaya başladı.
O halde PKK kime güveniyordu? Elbette, 1998’den beri PKK’yı taşeron örgüt olarak kullanan
ve denetimine alan Mossad’a ve Alman BND’ye ve Kılıç’a bel bağlıyorlardı. Oysa Ankara
hükümetinin İsrail ile ilişkileri limoni ve eskisi gibi Genelkurmay’da odaları, MİT’de eğitmenleri
yoktu. Almanlar vakıfları üzerinden vurulmuş ve gereken gözdağı verilmişti. Ülkemizin her
tarafını dev kulaklarıyla dinleseler de, iki istihbaratda artık etkili olamıyorlardı. Ancak yüzlerce
ajanları bölgede cirit atıyordu. PKK’yı cesaretlendiriyor, organize ediyorlardı.
Bu zamana kadar Ergenekoncu askerler, Mossad ve Kılıç ile PKK işbirliği olmasaydı, çoktan
terörün kökleri kurutulmuştu. PKK, 1980 ile 1987 arasında Diyarbakır Cezaevinde yapılan
işkencelerle zorla doğurtuldu. Kasıt vardı. Daha sonra PKK’yı kullanmayan istihbarat örgütü
kalmadı, ‘Yedi Kocalı Hürmüz’e döndü. Devletin karanlık yüzü elini uyuşturucudan, insan
kaçakçılığından, silah ticaretinden çekmeden PKK veya Kürt sorunu bitirilemezdi. Birbirinden
beslenen vampirleri mağaralarından çıkartmayacak hamleleri yapmanın zamanı geldi. Maalesef
halen Hakkari’de 16 tane PKK kampı vardı, bazıları eskiden beri bizim askeri birliklerimize 3-5
km mesafedeydi. Kimse kimseye güvenmiyordu. Halkın korkusu bitirilip, belirsizlik devletine
güvene dönüşmeden açılım ve yatırım paketleri hikayeydi... Ergenekoncu askerler ordudan
temizlenebilseydi, PKK zemin bulamaz ve çoktan teslim olurdu! Ekim , Kasım ve Aralık
2011’de PKK’nın uyuşturucu depolarına yapılan baskınlarla gelir yolları tıkandı. Fransa’da
açılan davada Avrupa’dan yılda bir milyar dolar haraç toplayan PKK’nın adamları tutuklandı ve
peşin para gönderdiği kurye sistemi çökertildi. Hakkari’deki Kavaklı ana terörist yetiştirme
kampı dağıtıldı. KCK operasyonları ile şehir yapılanması çökertildi. Uyuşturucu ticaretinin
merkezi olan Van kentini ise deprem vurdu. Halen Van’ın Başkale sınır kapısı, Hakkari,
Yüksekova uyuşturucu yollarından katırlarla, eşeklerle uyuşturucu taşınıp Van’a getiriliyordu.
İşlenmiş halde Van’a İran ve Irak’tan gelen uyuşturucular, buradan İstanbul’a ve Avrupa’ya
pazarlanıyordu. Belki de deprem Allah’ın bize uyarısıydı… Van’ın halkı dindar olmasına
rağmen yüzde 80’nin araçları uyuşturucu taşımaktan sabıkalıydı! Kimin uyuşturucusu bu?
Elbette Ergenekon ve PKK’nın, MOSSAD, CIA ve BND’nin…Kürt Ergenekon’unun uyuşturucu
ticareti engellenirse, korku imparatorlukları sona ererdi. Politik gözüken güç elde etme savaşının
arkasında hep ekonomik savaş vardı... PKK, KCK, BDP ve İmralı’daki lideri resmen Kürt
Ergenekon’un taşeronuydu ve Kürtleri İslam’dan uzaklaştırarak Türk milletine düşman yapmaya
çalışmaktaydı. Zerdüşt dinini diriltmeye çalışmaları bunun deliliydi. Oysa ne zaman Türkler ve
Kürtler birlik olmuşsa dünyayı yönetmişti... Sultan Yavuz’un Kürtlerle elele Memlukluları ve
Safevileri perişan etmesi gibi... Bin yıldır kardeş olan iki milletin sağlam kardeşliği tarihi
zorunluluktu... O halde üçüncü yoldan başka mantıklı seçenek kalmıyordu. Bölgeye gelecek beş
bin kişilik özel eğitimli polis timlerinin aynı personeli, 2 yıl değil 10 yıl orada kalacak ve halk ile
iç içe, kardeşce yaşayacaktı. Öldürmeye değil yaşatmaya geliyorlardı. Bu sefer, 1993 ile 1996
periyodunda ‘bin operasyonla onbin kişiyi faili meçhul cinayet’ ile yok eden Ergenekon’un
silahlı örgütü JİTEM yoktu! Ergenekon’un karanlık general ve subayları hapiste yargılanıyordu.
İsrail ve Almanya derin devletleri ülkemize batamıyordu! ABD, Irak ve Afganistan’da
çuvallamış, yeni maceradan uzak duruyordu. Ekonomik krizlerle boğuşanlar, ekonomik patlama
yapan ülkemizin dinamizmini pörsümüş PKK ile durduramazdı... Bundan sonra, halkın dinine,
inancına, gelenek ve göreneklerine saygılı, devletin gülen yüzünü gösterecek bir polis kuvveti
görev başında olacaktı. Kandil Dağında göstermelik şovlara da ihtiyaç kalmayacak, zira
yalandan dağ taş dövmekle, 18 yaşında dağa zorla çıkartılmış fidanları öldürmekle terör sona
ermezdi. Vatandaşı yaşatırsan, devlet bölünmeden yaşardı!.. Bu planın karşısında duran iki ülke
ve iki istihbarat karşımıza çıkıyordu: Almanya’nın BND’si ve İsrail’in MOSSAD’ı… Alman
vakıflarının Kürtlerin siyasileştirilmesinde rolü büyüktür.
Peki Almanların Kürtlere olan ilgisi nereden geliyordu ve neden PKK sorununu kaşıyorlardı?
Sıra bu konunun geçmişine göz atmaya geldi.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Almanların Kürt, CHP ve Deniz Feneri İlgisi
1990’lı yılların başına geriye dönelim ve Almanların Kürtlere olan ilgisinin kilometre taşlarına
göz atalım. 1991 yılıydı, Almanya ve batı medyasında PKK'yla ilgili şu konular gündemdeydi ve
konu çok sıkı bir şekilde tartışılıyordu: PKK ayrılıkçı bir silahlı güç olarak siyasi mücadelesini
silahla veriyor ve ülkede gördükleri baskı rejimine tepki olarak Kürt bölgesini Türkiye
sınırlarından ayırmak ve bağımsız bir Kürdistan devleti kurmak istiyordu. Türkiye medyası ise
buna karşılık, genelde Kürtleri pek adamdan saymıyor ve PKK'yı da gözü dönmüş üç beş kişilik
bir terör gurubu ve bir papulcu takımı gibi horlayıcı bir dille lanse ediyordu ve henüz ülkede
öldürülen insanların sayısı 40 binlere ulaşmamıştı.
Türkiye kendi tezini demokratik batı ülkelerine kabul ettirmek için olağanüstü çaba harcıyordu.
Bu çerçeveden Türkiye genelkurmayı Almanya genelkurmay başkanını Türkiye'ye davet etmişti.
Resmi ziyaret çerçevesinde Alman generala Diyarbakır da dahil birkaç yere götürülerek bazı
gerçekleri bizzat yerinde görmesi ve ona göre bir değer yargısında bulunması istenmişti.
Almanya genelkurmay başkanı Türkiye'de iken DPA ajasına demeç vererek „Türkiye'nin teröre
karşı haklı bir mücadele verdiğini“ ileri sürünce dananın kuyruğu koptu. Almanya savunma
bakanlığı emrindeki genelkurmay başkanını resmi ziyareti henüz tamamlayamadan geri çağırdı
ve görevine derhal son verdi. Gerekçe: Yetkisi olmadığı halde siyasi konularda kişisel görüşünü
açıklamasıydı. Çünkü Almanya'da herkese her konuda oldukça geniş bir kapsamda görüş
açıklama özgürlüğü olduğu halde askerlere yasaktı. Bizim enteller PKK siyasallaşmak istiyor
derken, Almanya devleti ve hükümeti konuyu zaten siyasi olarak algıladığı ve kendi
genelkurmaybaşkanı da görev ve sorumluluklarının dışına çıktığı için görevine son vermişti.
Yine o yıllarda Doğu - Batı bloklarının sona ermesi ve iki Almanya'nın birleşmesi üzerine
miadını doldurmuş olan ve imha edilecek olan 200 kadar doğu Alman tankı NATO askeri
yardımı çerçevesinde Türkiye'ye hibe edilmişti. Kendi parlamentosununa bile sormadan ve
meclis onayını almadan Türkiye'ye yaptığı o yardımdan dolayı da o zamanın savunma bakanı
Gerhard Stoltenberg (CDU) hem bakanlık görevinden, hem milletvekilliğinden ve hem de tüm
siyasi kariyerinden olmuştu. (64)
Almanya genelde oldukça geniş basın ve düşünce özgürlüğüne sahipken, generallere siyasi
anlam verilebilecek her türden görüş açıklaması yasaktır. Örnek isterseniz, muhafazakar ve
bugünün iktidar partisi CDU’dan bir federal parlamento üyesi Martin Hohmann 2005 yılında
Yahudilere karşı bir gaf etti diye tüm siyasi kariyerinden olmuştu. Buna bravo dercesine
milletvekiline dayanışmasını bir mektupla dile getiren federal ordu müfettişi tuğgeneral Reinhard
Günzel sorguya bile çekilmeden, zamanın sosyal demokrat partili savunma bakanı Peter Struck
tarafından görevinden ve ordudan uzaklaştırılmıştı. Periyodik olarak yapılagelmekte olan AB
üyeliği müzakereleri için Brüksel’de ve yine o yıllarda yapılan bir toplantıda “askeriniz hangi
ölçüde sivil yönetimin altına alınabildi” sorusuna Türkiye heyeti büyük tepki göstererek
toplantıyı yarıda kesip geri dönmüştü ülkeye. Generallerimize yapılagelmekte olan yalakalık
başta medya olmak üzere toplumun neredeyse her kesiminde sırıtmaktaydı. Başta Taraf gibi
yürekli bir gazete çıkmaya başlayınca, halkı hiçe sayan zihniyet de bozuldu.
Kalubeladan beri ve halen de Kürt sorunu neden askere havale edildi diye afaki sorular gırıla
gidiyordu. Hiç kimsenin aklına şu soru gelmiyordu: Peki, asker hiç izin verdi mi olayın
demokratik bir ortamda ve hatta Büyük Millet Meclisinde konuşulup tartışılmasına?
PKK elebaşısı Öcalan’ın ABD tarafından Türkiye’ye teslim edilmesi ve akabinde PKK’nın tek
yönlü ateşkesi, beş yıl süreyle barış ve kardeşlik sürecinin başlaması askerlerimizi bayağı
rahatsız etti. AB toplantılarında da artık Kürtlere kültürel özgürlük, Kürtçe kurslara izin türünden
talepler gelince zamanın genelkurmaybaşkanı neredeyse “hop hoop, biraz ağır olun!” dercesine
“hayır öyle şeyler olamaz demiş ve zaten bölücü örgütün istediği oydu” deyip büyük bir barış ve
huzur ortamını elinin tersiyle geri çevirmişti. Beş yıllık sükunet ortamından sonra operasyonlara
başlayınca herşey silbaştan oldu. Dağlarda bir tek terörist kalmayana kadar mücadeleye devam
edeceğiz deyip fakir köylü çocuklarının sırtından zar attı generallerimiz. Şu an toplam general
sayısının neredeyse 10’da birisinin tutuklanması “etme kulum bulursun, meğer etmemiş olasın”
atasözünün doğruluk göstergesiydi. (65)
Irkçılığın ve faşizmin ayyuka vurduğu 90’lı yıllarda Almanya medyasında Türkiye ile ilgili şu
tür haberlere yer veriliyordu: Burdur’da kısa dönem paralı askerlik yapan Almanya’daki işçi
çocuklarına istisnasız olarak her birine ajanlık teklifi ve telkini yapılmaktaydı. Ki, bu Almanya
anayasası ve yasalarına karşı ağır bir suçtu. PKK’lı bölücülere veya sol örgütlere karşı ajanlık
Alman Kılıç’ın işiydi. Diplomatik dokunulmazlık zırhı altında Almanya’da görevli 80 MİT
elemanlarınca bazı gurbetçi vatandaşlar adım adım takip edilmekteydi. Günün birinde gerçekten
de bu tür şahıslarca takip edilmekte olduğundan kuşkulanan iki Kürt, bir Alman TV ekibini
haberdar ederek bir eylem tasarlamıştı. Sonradan olay Almanya TV ekranlarına yansıyınca konu
anlaşıldı. Takip edilmekte olan o iki kişi, bazı arkadaşlarını da harekete geçirerek, çaktırmadan
kıyıdan köşeden kendilerini takip ettirmişlerdi. Bir parkın içinden geçerken, biraz kuytu bir yere
gelince geri dönüp onları takip eden olası MİT ajanlarına saldırarak, dönen TV kamerası
karşısında bir hayli hırpaladılar. Aldıkları darbelerle çeşitli yerlerinden yaralanan o şahısların
saldıranlara karşı davacı bile olmadıklarını Alman TV’si saptamıştı. Bu TV haber Almanya
savcılığınca ihbar telakki edildi o zamanlar Almanya’nın çeşitli illerindeki Türkiye
Konsolosluklarında görevli sekiz diplomatın sınırdışı edilmelerine karar verildi. Buna Türkiye de
bir misilleme yapacaktı elbet. Soruna kolaylıkla bir çözüm bulundu. Almanya’nın Friedrich
Ebert Stiftung veya Konrad Adenauer Stiftung gibi vakıfların Türkiye’de yardım maskesi altında
casusluk faaliyetleri sürdürdükleri gerekçesiyle işlem yapılmalıydı. Ergenekon’un bir kanadı
Doçent Necip Hablemitoğlu’na bu görevi verdi. Düzenlediği rapor gerekçe gösterilerek
Almanya’nın Türkiye konsolosluğundan dört diplomat sınır dışı edildi. Kısa bir süre sonra da
ağzından laf kaçırmasın diye Hablemitoğlu öldürüldü. Cinayet organizasyonunu da zamanın
güçlü Ergenekon generali Veli Küçük’e havale edildi. (66)
2011 Ekiminde Erdoğan’ın, Alman Vakıfları ve Alman Kalkınma Bankası’nın kredi ve
hibelerinin yanlış yerlere gittiğini, ülkenin bölünmesi için kullanıldığını yüksek sesle ortaya
atması, yenibir derin hesaplaşmanın olduğu kanaatı uyandırdı. Bu iddia sahibi en yetkiliydi ve
çok ciddi bir iddia ortaya atmıştı. Neredeyse uluslararası savaş çıkaracak cinsten, büyük bir
olaydı bu. Ülkede özellikle uluslararası kurum ve kuruluşların çevre, kentsel dönüşüm ve altyapı
projelerine verdikleri maddi desteklerin kullanılması hükümetin gözetimi altında yapılırdı. Bu
yardımların ülkeye zarar verebilecek şekilde kullanılması söz konusu olamazdı. Hükümet bu
iddiayı ortaya neden attı? Almanya’da yaşayan Kürtler Ağustos 2011’de bazı militanca
faaliyette bulunan dernek ve kurumlar ulusal statülerini elde etmek üzere imza kampanyası
başlatmışlardı. Toplanan yeterli sayıda imza Alman Parlamentosu’na sunulmuş ve yasal süreç
işlemeye başlamıştı. İşte birçok faktör öne çıksa bile belirleyici factor PKK’lı Kürtlerin Avrupa
ayağının statüsü elde etme çabasıydı. Almanlar Kürtler yerine Türkiye’yi seçecekti elbette…
ALMANYA, VAKIFLAR VE CHP İLİŞKİSİ
Başbakan Erdoğan’ın, Türkiye’de faaliyet gösteren Alman vakıflarından duyduğu rahatsızlığı
dile getirmesi ve PKK’ya destek verdiklerini belirtmesi, gerçektende Almanların alışık olmadığı
bir durumdu. Başbakanın "Bir Alman vakıf var. CHP ve BDP'li belediyelerle çalışıyor”
şeklindeki açıklaması, dikkatleri dost ve müttefik gözüken ancak her fırsatta Türkiye'nin
kuyusunu kazan Alman vakıflara çevirdi. Araştırma, inceleme, çevrecilik, ortak proje, kültür ve
eğitim desteği kisvesi altında Türkiye'de büro açan bu Alman vakıfları, zaman zaman
Türkiye'deki etnik ve mezhepsel ayrımcılığı körüklemek, Türkiye'nin ulusal birliğini ortadan
kaldırmak için faaliyet yürüttükleri iddialarıyla gündeme geliyordu. Akit'e konuşan araştırmacıyazar Talip Doğan Karlıbel, çok çarpıcı açıklamalarda bulundu. CHP'nin Friedrich Ebert
Vakfı'ndan 85 bin euroluk para yardımı aldığını belgeleriyle ortaya çıkaran Karlıbel, Türkiye'de
53 Alman vakfının bulunduğunu, bu 53 vakıftan 5'inin siyasi vakıf olduğunu belirtirken, “Bu
vakıflar, Alman dış istihbarat servisi BND'nin sivil toplum ayağıdır. Bu vakıflar ne zaman bir
yere gittiyse o devlette kısa bir süre içerisinde terör odaklı oluşumlar oluşmuştur. Bu vakıflar
cuntalar yaşamış demokrasiye geçiş sürecindeki devletlerde, Alman ekolü bir siyasi sistem
oturtmak amaçlı vakıflardır” dedi. Türkiye'deki bu 5 siyasi vakfın derhal Türkiye sınırları
içerisinden çıkarılması ve yasaklanması gerektiğini ifade eden Karlıbel, bu vakıfların 25 yıldır
Türkiye'nin üniter yapısını bozacak faaliyetler içerisinde bulunduğunu vurguladı. Talip Doğan
Karlıbel, PKK sorurunu çözmek isteyen siyasi iradenin, teröre destek veren bu vakıfların
faaliyetlerini engellemesi gerektiğini dile getirdi.Alman vakıfların Aleviler üzerinde de büyük
oyunlar oynadığına dikkat çeken Karlıbel, “Türkiye'de mezhep sorunu çıkarıp aynı Irak'daki ŞiiSünni çatışmasını tetiklemek amaçlı faaliyetler içerisindeler. Aleviliğin İslam dışı olduğu tezini
yoğun bir şekilde işliyorlar” diye konuştu. Kolayca Türkiye'de temsilcilik açan bu vakıfların,
Avrupa'da Türkiye aleyhine kamuoyu oluşturduğuna işaret eden Karlıbel, “Yurtdışında PKK
propagandası yapıyorlar” şeklinde konuştu. Araştırmacı Karlıbel'in Türkiye'de bulunduğunu
söylediği 5 siyasi vakıf, Almanya Başbakanı Angela Merkel'in partisi Hristiyan Demokrat Birlik
Partisi'nin (CDU) Konrad Adenauer Vakfı, Alman Sosyal Demokrat Parti'nin (SPD) Friedrich
Ebert Vakfı, Alman Hür Demokrat Parti'nin (FDP) Friedrich Naumann Vakfı, Yeşiller Partisi'nin
Heinrich Böll Vakfı ve Alman Sol Parti'nin (Die Linke) Rosa Luxemburg Vakfı. Erdoğan'ın
rahatsızlığını dile getirdiği vakfın Friendrich Ebert olduğunu kaydeden Karlıbel, bu vakfın
CHP'ye para yardımında bulunduğunu ortaya çıkardığını hatırlattı. CHP'nin ve Alman
Büyükelçiliği'nin inkar ettiği bu yardımın gerçekleştiğinin, Alman Federal Savcılığı'nın, Yargıtay
Cumhuriyet Savcılığı'na gönderdiği cevabi yazıyla ortaya çıktığını anlatan Karlıbel, parti
kapatma sebebi olan bu konuda Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın, gerekli araştırmayı
yapmayarak konuyu kapattığını dile getirdi. Karlıbel, Ebert'in yaklaşık 20 yıldır CHP ve BDP'ye
para yardımında bulunduğunu iddia ederek, “Bu vakıflara Türkiye'de sadece AK Parti ve MHP
karşı çıkıyor. CHP ve BDP ise zaten bu vakıflarla iç içe faaliyet yürütüyor” değerlendirmesinde
bulundu. Friedrich Ebert Vakfı'nın Türkiye aleyhine yürüttüğü faaliyetlerin artık iyice deşifre
olduğunu vurgulayan Talip Doğan Karlıbel, bu yüzden Ebert'in misyonunu fiilen Türkiye'de
gözükmeyen aşırı komünist Sol Parti DIE Linke'nin Rosa Luxemburg Vakfı'nın üstendiğini
belirtti. Karlıbel şöyle konuştu: “Alman Sosyal Demokratlardan kopma aşırı komünist DIE
Linke'nin vakfı Rosa Luxemburg, fiilen Türkiye'de gözükmese de 3-4 yıldır İstanbul, Ankara ve
İzmir'de faaliyetlerini sürdürmektedir. İlginçtir bu vakıf Ebert Vakfı'nın faaliyetlerini
üstlenmiştir.” (67)
DENİZ FENERİ KILIÇ’IN BİR OYUNU
Almanların derin devleti Kılıç, Deniz Feneri skandalını üreterek AK Partiye Almanların neler
yapabileceğini göstermiş oldu. Aydın Doğan medyasında sık sık Deniz Feneri olayını soruşturan
Türk savcılarının konuşmasının engellendiği, Alman savcıların Türkiye’ye gelmelerine mani
olunduğu ve Türk savcıların belge toplamak için Almanya’ya gitme taleplerinin geri çevrildiği
yazılıyordu. Almanya’ya gitmek isteyen savcılara uçak paralarını kendilerinin karşılamaları
istendiği şeklindeki iddialar gündeme Doğan medyası tarafından sık sık dile getiriliyordu.
Bunların hepsi Alman Kılıç ile organik ve inorganik bağı olanların medyatik saldırısıydı.
Bunların hükümeti ve yargıyı yıprattığı kesindi. Yalnız kazın ayağı görünen gibi değildi.
Gazeteci ve yazar Fehmi Koru, Almanların foyasını net biçimde ortaya çıkardı. Habertürk’te
Akşam Raporu programına katılan gazeteci ve yazar Koru, bunların söylenip yazılmasında bir
mahsur bulunmadığını belirterek, şu tarihi konuşmayı yaptı: “Böyle bir şeyler varsa ortaya
çıkmasında yarar var ama, bunlar için harcanan zaman kadar asıl öğrenilmesi gerekenin
Almanların böyle bir operasyonu niye başlattığıdır. Hiç kimse bu konu ile ilgilenmiyor.
Almanlar bunu hep yapıyorlar. 1997 yılının Ocak ayında Denizfeneri e.V. davasını gören
Frankfurt Eyalet Mahkemesi, ikisi eski Yugoslav biri Türk vatandaşı olan 3 kişiyi yargılarken
birden bire mahkemenin reisi Tansu Çiller’in adını ortaya attı. Mahkeme Reisi, bunların
arkasında Türkiye’de bir siyasetçi var ve o siyasetçi izleri yok ediyor dedi. Türkiye karıştı. O
günün gazeteleri günler boyu bu olayı manşetlerden verdi. O zaman da Köstebek tarzı
manşetlerle Alman yargıcın sözleri ile Tansu Çiller manşetlere çekildi. 1998 yılının Şubat ayında
MGK toplandı ve ondan sonra 28 Şubat süreci başladı. Almanlar sonunda böyle bir yanlış
yaptıkları için özür dilediler. Ancak özür dilediklerinde ama ortada bir Refahyol hükümeti
kalmamıştı. 28 Şubat’a Almanların katkısıydı o. Aynı eyalet mahkemesi şimdi de tıpkı o
zamanki gibi bir istihbarat biriminin yardımı ile bu işi yapıyor. Almanya’da Anayasa’yı
korumaya yönelik olan bu örgüt Almanya’da kurulu olan Deniz Feneri derneğinin oradan
topladığı paraları hizmet olarak bir yerlere taşımasından rahatsız olmuşlar. Olayın içine kendi
adamlarını sokarak köstebek oluşturmuşlar bugün de karşımıza o mu bu mu yapıldı diye
karşımıza çıkıyorlar. “ dedi. Ayrıca Fehmi Koru, Almanya’da mahkemelerde anlaşmalı
cezalandırma diye bir sistem var tıpkı ABD’de olduğu gibi, sanığın suçunu kabul etmesi daha
düşük bir ceza veriliyor ve mahkeme görülmüyor. Almanya sanık olarak karşılarına gelenlerle
pazarlık yaptılar, 2-3 yıl cezalar verildi ama Almanlar yargılamadan vazgeçmedi. Aynı dönemde
Türkiye’de medya günlerce cezası belli olan yargılamayı manşetlere neden taşıdı kimse merak
etmedi.”dedi. Koru, bu olayın bir istihbarat operasyonu olduğunu bunu defalarca yazdığını ancak
Almanya’dan tek bir yalanlama gelmediğini söyledi. Koru bu dava ile Almanya’nın tıpkı
Sarkozy’nin Ermenistan’daki soykırım çıkışı gibi Türk siyasetinin içine müdahale ettiğini
savundu. (68)
Almanya'nın Türkiye'deki istihbarat faaliyetleri zaten hiçbir zaman sorgulanmadı. ABD
sorgulanır, İsrail sorgulanır, bütün boyutlarıyla tartışılır ama konu Almanya olunca herkes
sessizliğe bürünürdü. Alman istihbaratının bu ülkenin kılcal damarlarına kadar işlediğini
bildiğimiz halde, Mossad, CIA ve Rus istihbaratının en gizli operasyonlarından bir şekilde
haberdar olduğumuz halde bu konuda neden kimse bir söz söyleyemezdi? Yıllardır bunu hep
şaşkınlıkla izledim. Sarsıcı olaylar oldu, suikastler işlendi, etnik ve mezhep eksenli çatışmalar
çıkarıldı ama Alman istihbaratına tek söz söylenmedi. Mesela; Alevi-Sünni meselesinin
merkezinde hep Almanya vardır ama herkes bunu bilmezlikten geldi. Başbakan Tayyip
Erdoğan'ın; "Bazı Alman vakıflarının belediyeler ve müteahhitler üzerinden teröre dolaylı para
aktardığı"na dair cümleleri, sadece PKK'nın para kaynaklarını değil, Alman istihbaratının, derin
devletinin Türkiye operasyonlarını da tartışmaya açması gerekiyordu. Bu fırsat da suskunlukla
geçiştirilirse Türkiye adına gerçekten talihsizlik olacaktı.
Bugün, Türkiye'nin etkisini artırma, pozisyonunu güçlendirme, küresel güç olma yolunda
karşısına dikilen en belirgin ülke Almanya’ydı. Fransa ile birlikte önce Türkiye'nin Avrupa
Birliği projesini işlemez hale getirdiler. Yine Fransa ile birlikte, Doğu Akdeniz'deki krizin
mimarı da Almanya. Akdeniz'de ve Balkanlar'da; İsrail, Fransa, Yunanistan ve Rum Kesimi ile
Türkiye karşıtı eksen oluşumunun mimarlığını da Almanya yapıyordu. Türkiye'yi bütün
bölgelerden tecrit etmek, Anadolu'ya hapsetmek, Anadolu'da ise PKK üzerinden Kürt
meselesiyle ve Alevi-Sünni sorunlarıyla bu ülkenin bütün enerjisini tüketmek Alman dış
politikasının önceliklerindendi. Böyle olunca da, istihbaratıyla, vakıflarıyla, ekonomisiyle
Türkiye içinde belki de en etkin güç haline geliyordu. Konu Almanya olunca, hemen her siyasi
kesimden vakıflarda, insan hakları örgütlerinde, kitle iletişim araçlarında bir sessizlik oluyordu.
Sanki ortak bir yaklaşım, tek merkezden uyarı gibi bir görüntü var. Bu alana elini uzatan yanıyor,
kimse de uzatmıyordu zaten.
2010’da Almanya Cumhurbaşkanı Christian Wulff "İslam Almanya'nın parçası" diyerek bir
tartışma başlatmıştı. Türkiye'yi ziyaret ederken Angela Merkel keskin açıklamalarıyla tartışmayı
bitirdi. "İslam'ın ve Müslümanların Avrupa'nın parçası olmadığını, olamayacağını, bu gerçeğin
hiçbir zaman kabul edilmeyeceğini, bu güne kadarki sessizliğin ve bir arada yaşama söyleminin
yanılsamadan ibaret olduğunu, Batı'nın bu yöndeki gerçek niyetinin hep izlendiğini" söylüyordu
Merkel. Aslında bu sözlerin altında başka bir şey vardı: Almanya ve üzerinden Avrupa Birliği,
İslam karşıtlığı tezini ABD'den devralıyordu. Bu sefer Atlas Okyanusu'nun doğu yakasında
şiddetli bir İslam karşıtlığı yükseliyor, beraberinde aşırı sağın yükselişini, yabancı düşmanlığını
tetikliyordu. Eskiden bunu aşırı sağ gruplar yaparken şimdi, özellikle de ekonomik krizin
sarsmasıyla, hükümetler, devletler yapıyor, yabancıların bir an önce Kıta'dan sürülmesi
planlanıyordu. Tartışma Almanya olunca, konu sadece PKK ile sınırlı kalmıyordu. 2011’in Şubat
ayında, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde (KKTC) yapılan Türkiye karşıtı protestoları
yaptıranlar, "Türkiye defol" sloganları attıranlar da onlardı. Yani Almanya işin merkezindeydi.
Bir çarpıcı örnek daha vereceğim. Türkiye'de tam Ergenekon operasyonları başladığı günlerdi.
Almanya'da bir anda Türkler'in oturduğu evler yakılır oldu. Almanya'nın bir çok eyaletinde,
Avusturya'ya kadar yüzün üzerinde ev kundaklandı. Birkaç örnek vereyim: 3 Şubat 2008:
Ludwigshafen'deki yangında 9 kişi öldü, 60 kişi yaralandı. 14 Şubat 2008: Aldingen'de bir
Alman, Türklerin apartmanını ateşe verdi. 19 Şubat 2008: Marburg'da yine bir Türk ailenin evi 2
saat arayla 2 kez kundaklanmak istendi. 21 Şubat 2008: Münih'te evleri kundaklanan Türk aile
ölümden döndü. Öyle ki, Almanya'dan Türkiye'ye cenazeler geliyor, kundaklamalar hız
kesmiyordu. Oysa aynı dönemde ışırı sağ grupların bir taşkınlığı, yürüyüşü izlenmiyordu. Kim
yapıyordu bunları? Neden hiç kimse yakalanmıyordu? Tam bir derin devlet operasyonuydu bu.
Uzun süre devam eden yangınların failleri bulunamadı, gizlendi. Bırakın hepsini, bir kişi bile
ceza almadı. En son Alman Federal Savcılığı, bir açıklama yaptı ve bütün dosyaları kapattı. Eğer
Türkiye'de böyle bir şey olsa dünya yağa kalkardı. Almanya'ya kimse ses çıkaramadı.
Türkiye'de onca dernek, vakıf, insan hakları örgütü, medya organı, yazar-çizer sadece sustu.
Saldırılarla ilgili bütün dosyalar kapatıldı. Belki, Başbakan'ın bu açıklamasının başlattığı
tartışmalarla bu soruların cevapları da ortaya çıkardır. Sorular şöyleydi:
Alman devleti ya da AB, Türkiye'deki STK'ları da mı susturuyor? Türkiye kamuoyunun tepkisi
satın mı alındı? Yıllardır suskun kalan Alman aşırı sağı, çeteleri, neden Ergenekon operasyonu
başladıktan sonra harekete geçti? Kontrolden çıkmış ırkçı tahrikler sokaklarda hissedilmezken,
saldırılar devlet içinde bir yerlerden mi yönetiliyor? Avrupa'da yabancı düşmanlığı eskiden halk
kesimindeydi. Şimdi yönetimler bunu yapıyor. O zaman devlet böyle tehditlerle bu "sorun"dan
kurtulma yolunu mu tercih ediyor? Türkiye'deki saldırılarla, operasyonlarla Almanya'daki
saldırılar arasında bir bağ var mı? Birileri Türkiye'de Alman derin devletine yakın unsurları
tasfiye etmeye girişti de, bunun intikamı mı alınıyor?
Almanya'nın Türkiye operasyonları üzerindeki sis perdesi daha doğrusu perdeleme
kaldırılmalıydı. Türkiye'yi her alanda köşeye sıkıştırmaya çalışan bu ülkenin, sivil toplum
kuruluşları üzerindeki kontrol edici pozisyonu tartışmaya açılmalıydı. İnsanlarımız yanarken,
cenazeleri Anadolu'ya taşınırken bile, bu cinayetlerden sorumlu Alman derin devletini, "Alman
Ergenekonu"nu sorgulayamıyorsak, PKK'ya para transferinin önüne geçme şansımız yoktu! (69)
Beşi çocuk dokuz kişinin yandığı o dehşet saldırıyı hatırlayan var mı bugün? Camdan atılan
sekiz aylık bebeğin görüntüsünü, karnındaki beş aylık bebeğiyle can veren anneyi.
Ludwigshafen'dan Gaziantep'e uzanan trajediyi ne çabuk unuttuk. Ya da nasıl oldu da bu kadar
kolay unutturabildiler. Hem Almanya'da hem de Türkiye'de olayın üstünü nasıl örtebildiler. O
korkunç saldırıdan sonra, haftalarca devam eden, onlarca saldırıyı da, yangını da unutturdular.
Almanya'nın hemen her bölgesinden Viyana'ya kadar, Türklerin oturduğu binalara yönelik son
derece sistematik saldırılarla ilgili şu ana kadar hiçbir gelişme olmadı. Saldırganlar bulunamadı.
Olayın aslı çözülemedi. Hiç kimse tutuklanmadı, yargılanmadı, mahkum olmadı. Onlarca saldırı
olur ve bunların hiç biri çözülemezse, çözülmezse ne düşünürsünüz? Bunu sorgulamanın özel bir
kastı yok. Kimseyi karalamaya da çalışmıyoruz. Hiçbir ülkeyi ya da makamı. Ama Türkiye'de
meydana gelen çok daha küçük ölçekli bir saldırının nasıl bir travmaya yol açtığını, nasıl
uluslararası konuya dönüştüğünü, nasıl yetkili otoriteleri harekete geçirdiğini görüyoruz. Aynı
saldırılar Türkiye'de olsaydı, “yabancı”lara karşı olsaydı bütün Avrupa birleşip Türkiye'ye neler
yapardı, tahmin edebiliyor muyuz?
O zaman sormuştum; Malatya'da işlenen vahşi cinayetle Ludwigshafen'daki saldırı arasında ne
fark var? İkisinin sonuçlarını kıyaslayalım şimdi. Ne görüyoruz? Bunları neden yazıyorum.
Sadece olayı hatırlatmak için değil. Almanya, söz konusu saldırıyla ilgili soruşturmayı
tamamladı. Peki nasıl bir sonuç? Dosya tamamen kapatıldı, soruşturma durduruldu.
Soruşturmayı yürüten Frankenthal Savcılığı, yangının nedeninin çözülemediğini, bu halde
soruşturmanın yürütülmesine gerek kalmadığını açıkladı. “Kundaklama” olmadığını ise ısrarla
vurguladı. Ev hataen yakılmış olabilirmiş! Yani dokuz kişi kendini yaktı. Oysa görgü tanıkları
binayı yakan kişiyi görmüştü. Daha sonra ifadeleri değiştirildi. Nasıl değiştirildi, neden
değiştirildi, bilmiyoruz. İyi niyetli düşünelim. Diyelim bu olay çözülemedi. Peki hemen ardından
hemen her şehirde benzer saldırılar oldu, yangınlar çıktı. Onlar nasıl oldu? Bu Türkler, hep
birlikte evlerini yakma kararı mı aldı!
Hatırlatalım: Soruşturmanın ilk evrelerinde savcılık kundaklama olduğunu açıklamıştı. Daha
sonra tekrar bir açıklama yapıldı ve hiçbir şey söylenmedi. O açıklamada savcının hali
gözlerimin önünde. Şimdi ise dosya kapatıldı. Çok ağır ilerleyen soruşturmanın hiçbir aşaması
tatmin edici değildi. Böyle bir sonuç çıkacağı belliydi. Yanılmadık… Türkiye'de bile kimse
neden bu sonucu sorgulamaz, anlamak mümkün değil. Acaba saldırılar münferit olaylar mıydı?
Aşırı sağcı/ırkçı kesime mensup kişi veya küçük grupların kendi tasarrufları mıydı? Yoksa çok
daha derinden, sistemin içinden güçlerin yönettiği, yönlendirdiği çeteler miydi? Bir derin devlet
operasyonu muydu? Sadece aşırı sağcı demek tanımlama için yetmez. Aynı dönemde aşırı sağ
gösteriler, taşkınlıklar olmuyordu. Ama kundaklamaların son derece sistematik ve belli bir
amaca yönelik olduğu belliydi.
Öyleyse ortada gerçekten başka bir hesap vardı. Bu hesap görüldü ya da politika değiştirildi. Bu
yüzden bu süreci “Alman Ergenekonu” olarak niteledim. Öyle inanıyorum. Sadece sonuçlardan
hareket etsem bile, sadece saldırıların şekline baksam bile bu sonuç çıkıyor ortaya. Soruşturma
dosyası kapatılarak, saldırılar çözümsüz bırakılarak Almanya kendisini bir şekilde sıkıntıdan
kurtarmış oldu. Ama sonuç saldırı kadar ağır, kabul edilemez ve rencide edici. Saldırıların ilk
gününden bu yana, soruşturmadan bir şey çıkmayacağına, üstünün örtüleceğine, olayın klasik
ırkçı saldırı olmadığına, sistem içinden yönetiliyor olabileceğine, bu yüzden son derece
sistematik olduğuna ilişkin kanaatlerim değişmedi. Sonuç beni haklı çıkardı. Böyle olunca da,
sessizliğin nedenini anlayabiliyorum. Cevapları net olarak vermekten kaçındığımda sorular
sorarım ben. Hiç değilse o yönde bir kapı aralamak için. Bu konuda da şu soruları sormuştum:
Yıllardır suskun kalan Alman aşırı sağı, çeteleri, neden Ergenekon operasyonu başladıktan sonra
harekete geçti? Kontrolden çıkmış ırkçı tahrikler sokaklarda hissedilmezken, saldırılar devlet
içinde bir yerlerden mi yönetiliyor? Avrupa'da yabancı düşmanlığı eskiden halk kesimindeydi.
Şimdi yönetimler bunu yapıyor. O zaman devlet böyle tehditlerle “sorun”dan kurtulma yolunu
mu tercih ediyor. Türkiye'deki saldırılarla, operasyonlarla Almanya'daki saldırılar arasında bir
bağ var mı? Belli çevreler, çeteler, Ergenekonvari yapılar bu saldırılar üzerinden bir biriyle mi
hesaplaşıyor? Türkiye üzerindeki ABD-Avrupa çekişmesinin bedelini mi ödüyoruz? Birileri
Türkiye'de Alman derin devletine yakın unsurları tasfiye etmeye girişti de, bunun intikamı mı
alınıyor? Cevapları ne zaman öğreniriz, biliyor musunuz? “Alman Ergenekonu” kavramıyla
birlikte düşünürsek… (70)
Yukarıda İbrahim Karagül’ün Yeni Şafak gazetesinde yazdığı çok önemli iki yazıdan alıntılar
yaptım. İbrahim Karagül, Deniz Feneri davasının neden o dönem için bir yıl sonra başladığını
sorgularken aynı zamanda Almanya’da o dönemde yaşanan meşum vakayı da hatırlatıyordu.
Hani o Türklerin evlerinin yakıldığı,bebeklerin camlardan atıldığı ve sonunda tabutların
Almanya’dan Gaziantep’e taşındığı o soru işaretleriyle dolu kötü hadiseyi… 9 Eylül 2008
tarihinde Yeni Şafak’ta yayınlanan İbrahim Karagül’ün başka bir yazısının bir bölümünü
okuyalım tekrar:
“… Davanın (Deniz Feneri e.v H.Ö) bu denli gürültü koparmasının sebebi sadece; Türkiye’de iç
siyaseti etkilemesi, içeride birilerinin bunu birilerine karşı kullanılması değildi elbet. Davanın
kendisi, böyle kurgulandı. Yolsuzluk davası olarak değil, Türk iç siyasetini etkilemeye, belli bir
siyasal çevreyi yıpratmaya dönük olarak kurgulandı. Tartışmanın tarafları da sadece Ak Parti ya
da Başbakan Tayyip Erdoğan’la Aydın Doğan ya da Doğan Grubu değil. Almanya gerek davanın
hazırlanış biçimi, gerek kamuoyuna sunuş biçimi, gerekse Türkiye’nin iç siyasetini etkileyecek
hatta bir hınç kampanyasına dönüştürecek şekilde pazarlanması açısından tartışmanın en önemli
tarafı oldu. Hatta tartışmayı yönlendiren taraf durumunda. Türkiye’de kendine yakın olanlar
üzerinden Türk siyasetine bir derin “Alman müdahalesi” izliyoruz. İşte burada bizim de
söyleyeceklerimiz var.
Alman yargısı ile Alman dış politikası arasındaki bağ oldukça kaba bir şekilde kendini
hissettiriyordu. Sadece bu olayda, Deniz Feneri davası üzerinden AK Parti iktidarını hırpalama
girişiminde değil, çok acı bir olayda daha gördük bunu biz.
Almanya’daki yangınları hatırlayın. Hani Ludwigshafen’dan Gaziantep’e uzanan acıyı, beşi
çocuk dokuz kişinin nasıl yakıldığını, pencereden atılan bebeği hatırlayalım. Ardından
Almanya’nın her köşesinde, her kentinde, her kasabasında Türklerin oturduğu evlere yönelik
kundaklama faaliyetlerini hatırlayın. Hatta bu saldırıların Viyana’ya kadar yayıldığını..
Yangınlar son derece sistematikti. Belli bir haritaya göre saldırılar gerçekleşiyordu.
Bildiğimiz neonazi saldırılarına hiç benzemiyordu. Ne tuhaf, saldırganlar, Türkiye’de bile hemen
her sokakta olan, kameralar tarafından bile görüntülenmiyordu. Dokuz kişinin can verdiği
Ludwigshafen olayıyla ilgili elli uzman aylarca çalıştı. Görgü tanıkları nedense ifadelerini
değiştirdi. Hiç kimse yakalanmadı, gözaltına alınmadı, tutuklanmadı, yargılanmadı. Sadece bu
olayda değil, hemen sonrasında başlayan kundaklama olayları ile ilgili de (belki sayısı yüzü
geçmiştir) hiç kimse yakalanmadı, sorgulanmadı, yargılanmadı.Diyelim yüz tane ev
yakıldı. Alman polisi kimseyi bulamadı. Alman savcılığı hiç kimseyi mahkemeye sevk etmedi.
Böyle adalet teşkilatı, böyle polis teşkilatı, böyle istihbarat teşkilatı mı olur? Oysa böyle
olmadığını, Almanya’nın bu kurumlarının ne olduğunu biliyoruz. Aynı adliye sistemi bakın
Deniz Feneri Davası’nda ne kadar becerikli. Neden? Çünkü bu davanın başka hedefleri de var.
Alman Federal savcılığı doğru dürüst hiçbir açıklama yapmadan dosyaları kapattı. Hem de
büyük bir pişkinlikle. İşin daha da tuhafı, kimse; “yahu neler oluyor” diye sormadı.
Ben Almanya’nın bu tuhaf tutumunu sorgulayan yazılar yazdım. Olayı “Alman Ergenekonu”
olarak niteledim. Yangınların; Türkiye’deki Ergenekon davasından bir hafta sonra başlamasına
dikkat çektim. Şimdi “Alman Ergenekonu” kavramını yeniden düşünüyorum. Türkiye’deki
Ergenekon operasyonu sonrasında Almanya’daki sistematik derin devlet operasyonlarını yeniden
düşünelim. Türkiye’deki Ergenekon operasyonunun taraflarını da bir kez daha hatırlayalım. Her
hangi bir yolsuzluk davası üzerinden, Ergenekon tasfiyesinin de içinde bulunduğu, nasıl bir
siyasi kampanya yürütüldüğünü, bu kampanyanın Türkiye’deki iktidar aygıtlarını ne yöntem
sarsma hedefinde olduğuna özellikle dikkat edelim. Ama özellikle taraflara, hangi operasyonun
hangi ülkeleri rahatsız ettiğine bakalım derim ben.…” (71)
Bu yazının öncesinde İbrahim Karagül Alman Ergenekonu ile Türkiye’deki Ergenekon
yapılanmasını konu alan başka yazılar da yazdı ve birçok soruyu köşesine taşıdı. İbrahim bu
yaptığı ile bazı çevreler tarafından eleştirildi. Ancak o iddialarında ve rahatsızlık veren
yazılarında ısrar etti. Israr ettiği konuların çoğunda zaman İbrahim’i haklı çıkardı. Gerçektende
Almanya'ya ne oluyordu? Avrupa kimleri yakacaktı? Ekonomik krizle sarsılan Avrupa,
inanılmaz bir şekilde korumacı, dışlayıcı, hoşgörüsüz, agresif bir hal alıyor ve hızla aşırı sağa
kayıyordu. Son altmış yılda biriktirdiği değerlerden uzaklaşıyor ve İkinci Dünya Savaşı
dönemindeki tehlikeli ruh haline dönüyordu. Yıllardır birlikte yaşadığı insanları tehdit görüyor,
onlarla aralarına kalın duvarlar örüyor, sahiplendiği, övündüğü, model olarak dünyaya sunduğu
her şeyi elinin tersiyle itiyordu. Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne tam üyeliğinin ötesinde bir
sorundu bu. Tam üyelik artık her iki tarafta da sorgulanıyor ve "özel ortaklık" denemesi etkisi
kaybediyordu. Türkiye kendini merkeze alan uzun bir yürüyüşe çıkarken Avrupa, bırakın
kültürel sınırlarının ötesine taşmayı, kendi içindeki "farklılıklar"ı bile yok etmeye dönük
politikalara yöneliyordu.
ABD ve İngiltere'den periyodik olarak yükselen "yeni terör tehdidi"ne yönelik uyarıları ciddiye
almayan, İçişleri Bakanı'nın açıklamasıyla kendileri için böyle bir durumun söz konusu
olmadığını duyuran Almanya, son günlerde ısrarlı biçimde terör tehdidi konusunu işliyordu.
Sanki bir şeyler için böyle bir tehdit algılamasından medet umuluyordu. Alman Federal Meclis
binasına biri Türk altı kişinin saldırı düzenleyeceği iddiaları bizzat Başbakan Angela Merkel
tarafından teyit edildi. "Tehdit maalesef gerçek" açıklamasından sonra ülkedeki Müslümanlar ve
Türkler adeta göz hapsine alındı. Bazı siyasiler, Müslümanların muhbir olması gerektiğini bile
söyler oldu. Ardından camilere yönelik tehditler başladı. Alman siyasilerin ve karar alıcıların
böyle bir tehdit algılamasına yönelik tutumları, sokakları belli bir "düşman"a karşı harekete
geçiriyordu. Almanya için Türkler ve Müslümanlar tehdit sıralamasında listenin en üst sıralarına
yükseliyor. Yabancıların Almanya'yı terk etmesine, bu sorunun temelden çözülmesine yönelik
bir psikolojik operasyon hali söz konusuydu.
Henüz 2010’da Türkiye’yi ziyareti sırasında "İslam Almanya'nın bir parçası" diyen Almanya
Cumhurbaşkanı Christina Wulf, Türkiye ziyaretinde sıcak mesajlar verirken aslında Almanya'da
keskin bir tartışmayı alevlendirdi. Ancak gündemi belirleyen Wulf'un sözleri değil, Merkel'in
açıklamalarıydı. Almanya için esaslı sorunun ne olduğunu ilk kez bu kadar açık ortaya koyan
sözleri. "İslam'ın ve Müslümanların Avrupa'nın parçası olmadığını, olamayacağını, bu gerçeğin
hiçbir zaman kabul edilmeyeceğini, bu güne kadarki sessizliğin ve bir arada yaşama söyleminin
yanılsamadan ibaret olduğunu, Batı'nın bu yöndeki gerçek niyetinin hep izlendiğini" ortaya seren
sözlerdi bunlar... Merkel; "1960'ların başında ülkemiz yabancı işçileri Almanya'ya çağırdı, şimdi
de ülkemizde yaşıyorlar. Bir süre kendimizi kandırmıştık; kalmazlar, giderler diye. Ama
durumun böyle olmadığını görüyoruz" diyordu. Alman halkı onları kabul etmemiş, onlarca yıl
suskunlukla, sabırla gitmelerini beklemişti. Ama gideceklerine yönelik beklenti sonuçsuz çıkınca
da, hem Alman halkı hem de devleti gerçek niyetini ortaya koymaya başladı. Bütün hesaplar,
artık bu sorunun temelden çözülmesine odaklanmış haldeydi. Öyleyse, önümüzdeki yıllarda
Almanya'nın en esaslı tartışması bu olacaktı. Devletin ve kamuoyunun, yabancıların ülkelerine
dönmesine yönelik politikalarını, teşviklerini, psikolojik operasyonlarını izleyeceğiz.
2008 yılına dönelim. Türklerin ve Müslümanları evlerinin yakıldığı günlere. 2 Şubat:
Ludwigshafen'da, Solingen faciasına benzer bir olay yaşandı. Beşi çocuk dokuz kişi can verdi.
Türklerin evi ateşe verilmişti. Yakıldılar... Elli uzman aylarca saldırıyı çözmeye çalıştı.
Kundaklama olduğu kesindi. Ama sonraları Alman makamları kundaklama gerçeğini devre dışı
bıraktı. 4 Şubat'ta, Türklerin oturduğu başka bir ev kundaklandı, 16 kişi yaralandı. Saldırılar
hızla yayıldı. Almanya'dan Avusturya'ya, Viyana'ya kadar Türklerin oturduğu binalar ateşe
veriliyordu. Yüzün üzerinde binaya saldırı düzenlendi. Bunu yapanlar, içindekileri ateşle
yüzleştiriyordu. Uzun soruşturmalardan hiçbir sonuç çıkmadı. Bir tane bile delil bulunamadı.
Sokaklardaki hiçbir kamerada görüntü çıkmadı! Alman savcılığı, sonunda bir açıklama yaptı ve
bütün dosyalar kapatıldı. Ne garip değil mi! Hepimiz inandık bu açıklamaya. Almanya ve
Türkiye'deki insan hakları örgütleri ve sivil toplum kuruluşlarının hiç birinden ses çıkmadı. Tek
bir soru bile sorulmadı. Oysa o günlerde aşırı sağ, ırkçı gruplar sokaklarda dolaşmıyordu,
gösteriler yapmıyordu, yabancıları tahrik etmiyordu. Derin bir operasyondu bu. Sistematik, çok
iyi planlanmış çok iyi kamufle edilmiş saldırılar zinciriydi. Bir devlet koruması olmadan hiçbir
toplumsal kesimin, örgütün, ideolojik grubun yapamayacağı bir şeydi. Önceden yabancı
düşmanlığı tabandaydı, bazı gruplar kaba bir şekilde bunu yansıtıyordu. Ama işin niteliği
değişmişti. Artık çok daha derin, organize güçler, üstelik hiçbir iz bırakmadan bunu yapıyordu ve
Türkler'in ve Müslümanların ülkeyi terk etmeleri için ortam oluşturuluyordu. Aslında Avrupa
genelindeki terör girişimleri, uyarıları ve saldırılarının genelde böyle bir boyutu vardı. Öyle
görünüyor ki Almanya, bu sefer terör kartına sarıldı. Tehdit algılamalarını yadırgamamakla
birlikte, böyle bir ihtimali sorgulamak hiç de anlamsız değildi. Çünkü; Sadece Almanya'da değil,
bütün Avrupa'da aşırı sağ güçleniyor. Ekonomik krizin de tetiklemesiyle başkalarına tahammül
yok oluyordu. Çok kültürlülük politikası rafa kaldırılıyordu. AB içe kapanıyor, kimlik eksenli
politikalar öne çıkıyor, Avrupa artık misafirlerini istemiyordu.
Krizin bunalttığı, bencilleştirdiği kıta hırçınlaşıyor, ulusal politikalara yöneliyor, siyasi partiler
kitleleri ortak düşmana yönlendiriyor, bu düşmanlık üzerinden güç devşiriliyor, bir gelecek
projesi uygulanıyordu. Avrupalı liderlerin çıkışları, sokakları adeta tahrik eder hale geldi.
Dışlayıcı ve tehdit edici söylem, boydan boya bütün Avrupa'yı rehin alıyordu. Fransa'nın
öncülük ettiği ayrıştırma politikaları, minare, karikatür, kıyafet gibi her fırsatta öne çıkarılan
salgın, Almanya üzerinde etkisini tahminlerden çok daha fazla gösterdi. Avrupa ve dünya artık
bu yeni gerçekle yüzleşecekti. Almanya'nın terör tehdidine bu kadar sarılması, bu yönden endişe
vericiydi. Dar anlamda terör ve terör tehdidinin çok ötelerine giden bir durum söz konusuydu...
Avrupa, ateşle mi oynuyordu? Kimlerin külleri üzerine bir gelecek kuracaktı? Böyle giderse,
camilere yönelik saldırılar, evlere yönelik kundaklamalar yeniden başlayacaktı. Fransa
Mağripliler'in, Almanya Türkler'in külleri üzerinden, kanları üzerinden, canları üzerinden mi bir
gelecek kuracaktı? Endişe etmemek mümkün değildi...(72)
Asıl sorun veya soru şuydu: Almanya 'Ergenekon'u ne zaman çökertilecekti? Zamanla
Almanya'nın Ludwigshafen kentinde 2 Şubat'ta meydana gelen yangınla ilgili ayrıntılar
ortaya çıkmaya başladı. Beşi çocuk dokuz kişinin can verdiği trajik olayla ilgili elli uzman
dört hafta çalıştı. Ama ulaşabildikleri tek bir sonuç var o da yangının bir kundaklama
olduğuydu. Yangın, bodrumdaki merdivenlerin ikinci basamağında çıkmış, orada her
hangi bir elektrik tesisatı yokmuş, müdahale sonucu çıktığı kesindi.. Hepsi bu kadar.
Şüpheli ya da şüphelilerle ilgili araştırma sonuçlarına ilişkin merak ettiğimiz diğer
konularda hiçbir belirti yoktu. Oysa yangından hemen sonra, olaya şahit olan iki kız
çocuğunun birbirini teyid eden açıklamaları bundan çok daha ileri düzeydeydi: "Dışarıda
bir adam vardı. Genç gibiydi. Saçı siyahtı. Değnek, kağıt ve çakmak vardı. Kuzenim
kapıyı kapamaya çalışıyordu. Adam ayağını soktu. Kağıdı yakıp bebek arabasının yanına
attı. Biz de korktuk yukarı gittik. Bedriye dedesine 'aşağı yanıyor' dedi. Dedesi yangını
söndürmeye çalıştı başaramadı. Sonra itfaiyeciler geldi..."
İki ülkeyi de derinden yaralayan bir cinayetti bu. 1993'te beş kişinin hayatını kaybettiği
Solingen saldırısından çok daha vahimdi. Türk ve Alman kamuoyu acıyı birlikte paylaştı.
Ancak, camdan atılan sekiz aylık bebeğin görüntüsü, Türkiye toplumunun hafızasından
kolay kolay silinmeyecekti. Karnındaki beş aylık bebeğiyle yanan annenin, 2 ve 3
yaşlarındaki çocukların ve diğer kurbanların Gaziantep'e taşıdığı acıyı da
unutamayacaktı...
"Yananlar Türkiyeli olsa da, asıl yananın Almanya'nın geleceği, Almanya'nın değerleri,
Almanya'nın saygınlığı olduğu bilinmeliydi. Bu yüzden, hiç hoş olmasa da bu gerçekle
yüzleşilmeli. Yüzleşmeden kaçtıkça daha büyük faciaların yaşanacağı kabul edilmeli"
demiştim o günler. "Biz yanacaksak siz de yanarsınız" demiştim. Bu bir tehdit değildi,
olamazdı da. Bu bir yakınmaydı. Bir an önce başlama eğilimi gösteren yeni şiddet
dalgasının önlenmesi uyarısıydı. Başladı da... Ludwigshafen'daki saldırının ardından
Almanya'nın başka bölgelerinde de Türkler'in oturduğu binalarda yangınlar çıkmaya
başladı. Hiçbir bilgim yok ama sürece bakılırsa hepsi kundaklamaydı. Avusturya'ya bile
sıçradı. Dokuz kurbanın cenazesi sırasında Alman kamuoyunun gösterdiği hassasiyet
başka alanlarda da olmalıydı. Güvenlik alanında olmalıydı, bu dışlayıcı, yargılayıcı, yok
edici salgın engellenmeliydi.
Bu yönüyle çok ağır ilerleyen soruşturma sonuçları bizi tatmin etmedi. Bu şekliyle
etmeyecekti. Saldırıların faillerini bulmak bir yana, cinayet şebekesini besleyen bataklığın
kurutulması için köklü adımların da atılması gerekiyordu. Acaba saldırılar münferit
olaylar mıydı? Aşırı sağcı/ırkçı kesime mensup kişi veya küçük grupların kendi
tasarrufları mıydı? Yoksa çok daha derinden, sistemin içinden güçlerin yönettiği,
yönlendirdiği çeteler miydi? Sadece aşırı sağcı demek tanımlama için yetiyor mu? Bence
yetmiyordu. Bu soruları sormak, cevaplarını aramak öncelikle Alman yönetiminin
göreviydi. Malatya'daki saldırıyı hatırlayalım. Zirve Kitabevi'ne yönelik saldırıyı. Bir
Alman misyonerin boğazlanmasını. Bu vahşi cinayet Avrupa'da nasıl algılandı?
Tahammülsüzlük, höşgörüsüzlük, barbarlık, Türkiye'de ulusalcı çeteleşme olarak
algılandı. Şimdi, Trabzon'daki cinayet, Malatya'daki cinayet, Dink suikasti ve benzer
olayların birbirine bağlantısını sorguluyordu Türkiye. Ve bugüne kadar hiç yapılamayan
bir operasyonu yürütüyordu. Ergenekon operasyonu genişledikçe yepyeni bağlantıları
farkediyoruz. Ludvigshafen'daki saldırı Malatya'daki cinayetten daha mı az barbarcaydı?
Aynı değerlendirmelerin Almanya'daki saldırılar için de yapılması gerekiyordu.
Almanya'nın da bunları sorgulaması gerekiyordu. Sadece aşırı sağcılar demek yetmiyor,
örgütsel bağlantılarının çökertilmesi, sistem içindeki uzantılarının deşifre edilmesi
gerekiyordu. Türkiye'deki Ergenekon operasyonunun benzerinin orada da yapılması
gerekiyordu.
Tam da bu sırada, soru işaretleriyle yetinmeyip "spekülasyon" yapma arzusu depreşiyor
insanın. Malatya'daki cinayetin intikamını almak isteyenler olabilir miydi Almanya'da?
Bir derin hesaplaşma mantığı olabilir miydi? Hadi bunu geçelim. İnandırıcı bulmayalım.
Son yıllarda aşırı sağ eylemler, saldırılar önemli ölçüde azalmıştı. Azalmak bir yana, bu
denli vahşi saldırılar olmuyordu. Bir anda nasıl oldu da bu süreç başladı? Yangınların,
kundaklamaların, can kayıplarının, ırkçı saldırıların tam da Türkiye'de Ergenekon
operasyonu başladıktan hemen sonraya denk gelmesi, hiç beklenmedik anda ardı ardına
gerçekleşmesi bir soru işareti olabilir miydi? Aralarında sadece bir hafta/on gün vardı?
Neden kimse bu soruyu sormadı? Yıllardır suskun kalan Alman aşırı sağı, çeteleri, neden
hiç beklenmedik bir anda, Ergenekon operasyonu başladıktan hemen sonra harekete geçti?
Şüphe işte!... Deniz Feneri davasında da benzer bir zamanlama durumu söz konusuydu.
Neydi? Özetle şuydu:
1- Deniz Feneri davası sekiz ay sonra 1 Eylül'de, Ramazan'ın birinci günü başladı. Neden
bu kadar geç başladı? Daha önce bilinirken şimdi niye bu kadar gürültü kopardı?
2- Davanın Türkiye'de iç siyaset üzerine bir baskı unsuru olarak kullanılması nasıl
açıklanabilir?
3- Yoksa davanın kendisi, böyle mi kurgulandı? Türk iç siyasetini etkilemeye, belli bir
siyasal çevreyi yıpratmaya dönük olarak kurgulandı.
4- Almanya gerek davanın hazırlanış biçimi, gerek kamuoyuna sunuş biçimi, gerekse
Türkiye'nin iç siyasetini etkileyecek hatta bir hınç kampanyasına dönüştürecek şekilde
pazarlanması açısından tartışmanın en önemli tarafı oldu. Hatta tartışmayı yönlendiren
taraf bile diyebiliriz. Türkiye'de kendine yakın olanlar üzerinden Türk siyasetine bir derin
“Alman müdahalesi mi izliyoruz?
5- Alman yargısı ile Alman dış politikası arasındaki bağ bugünlerde oldukça kaba bir
şekilde kendini hissettiriyor. Çok acı bir örnek üzerinden giderek söylüyorum bunu.
6- Ludwigshafen'daki yangın, beşi çocuk dokuz kişinin hayatını kaybetmesi nasıl bu kadar
çabuk unutuldu? Yoksa unutturuldu mu?
7- Bu saldırıdan sonra onlarca ev daha yandı. Yangınları kimler çıkardı?
Almanya İçişleri Bakanlığı, güvenlik birimleri, adalet sistemi neden hiçbir saldırının
soruşturmasını sonuçlandıramadı? O zaman su soruları da sordum:
1- Türkiye üzerinde nüfuz çatışmasının bedelini mi ödüyoruz?
2- Diyelim Almanya böyle, Türkiye'den neden ses çıkmadı?
3- Sivil toplum kuruluşları uyuyor muydu? Yoksa susturuldu mu? Yoksa bu bir bağımlılık
ilişkisinin sonucu muydu?
4- Bugün Deniz Feneri olayı üzerinden hükümetle keskin bir kavgaya tutuşanlar o zaman
bu saldırılarla ilgili neden seslerini yükseltmediler?
5- Neden hiçbiri Almanya'ya tek bir cümle bile söyleyemedi?
Dikkat çekmeye çalıştığım tek şey şu: Ortada bir dava var. Yolsuzluk, vergi kaçırma ya da
başka bir şey. Alman yasalarına göre sorgulanan bir durum var. Buradan çıkacak sonuç
önemli. Yargılananlar mahkum olabilir. O zaman kamu vicdanında da mahkum olurlar.
Kendilerine saygı duyanların vicdanlarında da. Ama bu dava, Türkiye'nin iç siyasetini
etkilemeye, yönetmeye dönük kullanılamaz. Bunu ne Almanya yapabilir, ne Türkiye'de iş
tutuğu kimseler. Böyle yaparlarsa olay yolsuzluk boyutunu aşar başka bir hal alır. Şu anda
olan da budur. Buna Almanya'nın zemin hazırladığı açıkça belli. Peki ne yapılmak
isteniyor? İşte ben bunu sorguluyorum. Yolsuzluk, hırsızlık mı? Bunlara mı arka
çıkıyoruz. Bunlara mı destek veriyoruz. Asla! Varsa çalan bedelini ödemeli. Mümkünse
Türkiye'de bile yargılanarak! Ama bir olay istismar edilip bu ülkenin insanlarının yardım
duygularına savaş açılmamalı. Çünkü yardım kuruluşları, Türkiye adına, Türkiye'nin
uzanamadığı uzak bölgelerde, gücünün yetmediği büyüklükte işler yapıyor. (73)
CHP’nin en yumuşak karnı olan Almanya bağlantısına dair ortada dolanan şüpheleri bir
araya getirip görsel bir enstantane oluşturduğunuzda, Deniz Feneri eV.’de aldıkları
pozisyonu kavrama zorluğu çekmezsiniz. Bakılmayan bir pencereden açmak istiyorum
Deniz Feneri olayına. Misyonerlik faaliyetlerinde en radikal adımları atan, en geniş
coğrafyada çalışmalar yapan ve bunu bizzat devlet politikasına dönüştüren ülkelerden biri
Deniz Feneri iddialarının odağında bulunan Almanya’dır. Bu bakımdan Avrupa'daki Türk
isçiler de misyonerliğin ilgi alanlarından biri olmuştur hep. Onlara yönelik çalışmalar,
bilhassa OM (Operation Mobilization), WEC (WEC International), “Friends of Turkey”
ve “Orientdienst” isimli kuruluşlarca yürütülmüş ve yürütülmektedir. Bakınız, Almanya
Musnter´de bulunan İlahiyat Fakültesi, 1910 yılında devletten misyonerlik ile ilgili bir
bölüm kurulmasını isterken, “Misyonerlik ile Yüksek Okullarımızda hem teolojik, hem de
ilmî olarak uğraşmak, Alman devletinin çağımızda sürdürdüğü kolonileştirme gayret ve
çabalarını başarılı kılmak için bir zaruret halini almıştır” gerekçesini öne sürer. Öte
yandan, son yıllarda Türkiye ve Türk dünyasına yönelik misyonerlik faaliyetlerini
Almanya merkezli olarak inceleyen araştırmacılar, bu ülkedeki gerek Katolik, gerekse
Protestan misyonerlik kuruluşlarının, bağışlar, kilise gelirlerinden kesintiler ve gayrı
menkullerinin kiraları gibi gelirlerinin yanı sıra, Almanya hükümetinin gizli
ödeneklerinden de finanse edildiklerini belgeleri ile ortaya koyar. Kiliseler ve devlet
ödeneklerinden finanse edilen misyonerlik amaçlı yardımlar, son yıllarda Türkiye
merkezli yardım kuruluşlarının faaliyetleri kapsamında adeta cılızlaşır.
Deniz Feneri ve Deniz Feneri eV. “Yüzyılın İyilik Hareketi” sloganıyla misyonerlik amacı
taşımadan, bu Alman misyonerlik kuruluşlarının çalışma sahalarının tamamında,
yoksullar, afetzedeler, kriz mağdurları ve iç kargaşalarla yaşamını sürdürme zorluğu çeken
milletlere hayırseverlerin bağışlarını ulaştırdıkça, bu hareket misyonerlerin hedefine
oturur. Türkiye merkezli Deniz Feneri, Almanya adresli Deniz Feneri eV., cemaat odaklı
Kimse Yok Mu gibi; kimi cemaat, kimi ise bağımsız girişim hareketi olan yardım
kuruluşları, kimi zaman Uganda’da, kimi zaman Somali’de, kimi zaman Avustralya’da,
kimi zaman Çin’de, kimi zaman Japonya’da, Tacikistan’da, Kırım’da, Azerbaycan’da,
Yunanistan’da kısaca dünya coğrafyasının her noktasında yardıma muhtaç insanlara el
uzattıkça, sıcak yuvalar kurup bir tas çorba ikram ettikçe, başta Almanya olmak üzere
Hıristiyan misyonerlerin hedefine oturdu. Bu arada, Türkiye’de muhafazakârlaşma
eğilimini tetikleyen ve bugünkü siyasal fotoğrafın oluşumunda büyük katkı sağlayan
sosyolojik gerçekliğin arkasında da evrensel faaliyet gösteren bu yardım kuruluşları
vardır. Örneğin Deniz Feneri’ni destekleyen en önemli kuruluşlardan birinin Kanal 7 ve
internet ağında Haber7 olduğu ortadayken, Kanal 7’nin dış destekli bir darbe olan 28
Şubat’ta neler yaşadığını, nasıl hedef tahtasına konulduğu hâlâ tazeliğiyle duruyor
hafızalarımızda. Şimdi bu kadar veri ortadayken Hıristiyan Misyonerliğinin en önemli
adresi olan Almanya kaynaklı Deniz Feneri soruşturmasına kim nasıl inanmamızı
isteyebilir ki? Soruşturmanın Almanya’dan yakılan fitilinin inandırıcılık boyutu zorlama
bilgi ve sahtecilik maarifetiyle imal edilen mesnetsiz belgelerle çökmüştür zaten. (74)
Önemli bir nokta soruşturmanın Türkiye’de başlatılması için oluşturulan kamuoyu
baskısının arkasındaki adresin CHP olmasıdır. CHP’nin başında kirli bir komplo
sonrasında Genel Başkan olan Kemal Kılıçdaroğlu’nun bulunması tesadüf değildi. Kemal
Kılıçdaroğlu’nun Almanya ilişkileri, Kemal Kılıçdaroğlu sonrasında CHP’nin izlediği
politik çizgi, Deniz Feneri Soruşturması’nda bugün gelinen noktayı hiçbir zaman
birbiriyle bağlantısız, spontane gelişen olaylar diye görülemezdi. Alman Derin Devleti’nin
de desteğini alan Alman Misyonerlik Hareketleri, Deniz Feneri dosyası ile bir taşla iki kuş
vurmak istemiştir. Bunlar, hem ‘’Yüzyılın İyilik Hareketi”nin kendi çalışma alanlarından
temizlenmesini, hem de Türkiye’de yaşanan sosyolojik değişimin bir sonucu olan
muhafazakârlaşma sürecini kesintiye uğratmayı amaçlamaktadır. Sosyal bilimciler ile
siyaset sosyologlarının kamuoyu araştırmalarına dayandırarak yaptıkları yorumlar ve
Türkiye’de toplumsal yapı gerçekliğinden yola çıktığınızda, takdir edersiniz ki;
Türkiye’deki muhafazakârlaşma eğiliminin oransal artışıyla Cumhuriyet Halk Partisi’nin
iktidar olabilecek oy oranı arasında tersine bir ilişki vardır.
Bütün örtülü çalışmalarının temelinde Almanya bulunan, lideri Doğu Perinçek’in sır dolu
2 yıllık Almanya macerası hâlâ aydınlanmayan grup, kendilerine bağlı Aydınlık
gazetesinde, sözde soruşturma ile Dışişleri Bakanı sayın Ahmet Davutoğlu’nu da
ilişkilendirme telâşına kapıldı. Türkiye’nin özellikle son 7-8 senedir dış politikada
uyguladığı onurlu duruş ve plan masasında piyon değil, oyun kurucu rolünün altında yer
alan sayın Bakan’ın böyle bir süreçle birlikte anılması tesadüf olmazdı. Türkiye’nin
Davutoğlu liderliğinde yüklendiği misyon ile bölgede ve Avrupa arenasında kazandığı
saygınlık, AB içerisinde en fazla Almanya’nın kredisini eritti. Şimdi CHP tandanslı bir
soruşturmaya Almanya tandanslı bir grubun yayın organında Davutoğlu’nu da
ilişkilendirme çabaları sergileniyorsa, hepimiz “bir dakika” demek durumundayız. (75)
TÜRK MEDYASININ TAVRI
Güneydoğu'da BDP ve PKK eylemlerinde yer alan Almanları deşifre eden Habertürk Gazetesi'ne
cevap Radikal'den geldi! Başbakan Erdoğan'ın "Alman vakıfları belediyeler üzerinden PKK'ya
dolaylı olarak yardım aktarıyor" iddialarının ardından, olaya sert giren Habertürk Gazetesi'nde
"Güneydoğu'da Alman Ajanslar cirit atıyor" şeklinde bir haber yer aldı. Ancak habere, BDP ve
Almanlardan değil de Radikal gazetesinden cevap geldi.Gazete Habertürk’ün manşetinde,
istihbarat birimlerinin fotoğrafladığı Güneydoğu illerini üs edinen Almanlar’ı gündeme getirdi. 4
PKK’lının cenaze töreninde görülen, gazeteci gibi davranan Almanlar’ın Güneydoğu Anadolu’da
bir “ajanlık” faaliyeri yaptıklarına ilişkin habere, Radikal hemen “Ajan değil aktivist” diyerek
karşılık verdi. Habertürk’le Radikal arasında ajan kavgası çıkaracak olan haberde Radikal, bu
kez Almanlar’ı savundu. (76)
Radikal’in haberinde Alman ajanlarının ajan eğilaktivist olduğu savunuldu. Güya her PKK
eyleminde görüldüğü' öne sürülen Alman Michael Knapp, Alman parlamenterlerle yaptığı
temaslardan sonra hazırladığı raporları Türkiye'ye de iletiyordu. Michael Knapp ın Avrupa
Parlamentosu ve Almanya milletvekilleriyle Türkiye de bulunduğu 2010 temmuz ayında
Şemdinli de, çatışmayla sonuçlanan pek çok protesto gösterileri düzenlenmişti. Habertürk
gazetesinde, ‘PKK’nın her eyleminde Almanlar var’ başlıklı haberde fotoğraflarına yer verildi
ama Radikal’e göre ‘gazeteci kılığında’ hareket etmekle suçlanan Micheal Knapp’ın insan
hakları savunucusu ve tarihçiydi. Knapp’ın 2010 aralarında Alman milletvekillerinin de olduğu
bir heyetle İstanbul, Diyarbakır, Van ve Hakkari’de incelemeler yaptığı, polislerle de görüştüğü
ve hazırlanan raporun da Avrupa ve Alman parlamentolarına gönderdiği biliniyordu. Knapp 15
Ekim 2010’da 10 günlük bir inceleme için Türkiye’ye geldi. Beraberinde Avrupa Parlamentosu,
Almanya Federal Meclisi ile kimi eyaletlerin milletvekilleri ile avukatlar ve insan hakları
aktivistleri de vardı. İlk olarak Diyarbakır’a gidildi. Ardından Van, Hakkari, Şemdinli ve
Yüksekova’da inceleme yapıldı. İnceleme kapsamında bölgedeki avukatlar, baro ve belediye
başkanları, BDP’li milletvekilleri ve siyasetçiler, kimi dernekler ile yerel idarecilerle ve polis
yetkilileriyle görüşüldü. Kendisine ‘Brüksel, Berlin, KRV ve Hamburg İnsan Hakları Heyeti’
adını veren topluluk daha sonra da bir rapor hazırladı. Bu rapor Avrupa Parlamentosu, Almanya
Federal Meclisi ve Almanya’nın Ankara Büyükelçiliği’ne iletildi, Türkiye’de yayınlandı.
Micheal Knapp yine 2010’un temmuz ayında Berlin Demokrasi Evi’ndeki bir toplantıda bir
Alman milletvekili ve bir sosyologla birlikte, TSK’nın Güneydoğu’da kimyasal silah kullandığı
iddiasına ilişkin açıklamalarda bulundu. Knapp’ın da aralarında olduğu bir başka heyetin yine
2010’un ekim ayında KCK Davası’nın görüldüğü Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki
yargılamayı izledi. Knapp ve bir grup Alman parlamenteri, Alman ve Türk yetkililere açık
mektup yazarak, Hakkari’de tutuklanan BDP’lilerin bırakılmasını ve ‘çocuklara yönelik polis
şiddetinin durdurulmasını’ istemişti. (77) Almanlar bunu hep yapıyordu. İç işlerimize
karışıyordu. Türkiye’nin artık büyük bir devlet olduğunu kabullenemiyordu.
Ülke TV’deki Sıradışı’nda ise, CHP ile Almanya’nın Türkiye’deki vakıfları arasındaki ilişkiler
ve CHP’ye bu vakıflardan yapılan yardımın belgesi ortaya kondu. Turgay Güler’in konuğu Talip
Doğan Karlıbel, CHP ile Alman Vakıfları arasındaki bağlantıları ortaya koydu. CHP MYK üyesi
Ali Kılıç’ın Alman vakıflardan aldığı yardımın belgesi programda gösterildi. Bu yayınlar
sonrasında, Yargıtay Başsavcılığı CHP ile Alman Vakıfları arasındaki ilişkiye yönelik
soruşturma açtı. Cumhuriyet ve Milliyet gazeteleride geçmişte yabancı vakıflarına karşı yayınlar
yaptı. Şimdi ise Kanal 7 ve Vakit gazetesi yabancı vakıflara yönelik yayın yapabiliyordu. Bunun
nedeni menfaat ilişkileridir. Aydın Doğan medyası tamamen olayları örtpas peşindeydi. Alman
vakıflarının Türkiye’deki faaliyetleri sonrasında ya birçok insan öldürülmüş, ya pasivize
edilmiştir. Bazı gruplar bazı sivil toplum kuruluşları kullanılarak ciddibir etki ajanlığı
yapılmıştır. Bu şahısların Türkiye’de yarıgılanmalarını sağlayacak deliller toplandığı halde bu
kişiler tahliye edilmiştir. Bu vakıflar Atatürk aleyhtarı faaliyetler yapmasına karşın CHP bu
vakıflarla işbirliği içinde olmuş, hatta CHP’li Şahin Mengü bu vakıfların avukatlığını yapmıştır.
2002 yılından sonra bu vakıflar örtülü bir şekilde ödemeler yapmaya başlamıştır. Bu konu
2009’da medyada gündeme getirilmişti. Ali Kılıç aynı zamanda bir Alman vakıfının üyesidir.
Alman Vakfı’nın da Ali Kılıç’a yaptığı yardıma dair banka dekontu da mevcuttur. Bu belge
savcılarımızın emrindedir. İşin ilginci CHP tüm bu ilişkileri yayınlıyordu. Ancak arşivler bu
ilişki bağının çok ciddi olduğunu ortaya koymaktadır. Alman düşmanlığı yapmak niyetinde
değiliz. Ancak Türkiye’nin önde gelen bir parti veya kurum Almanya’dan demokrasi dersi
alacak değildir. Biz soykırım yapmamış bir milletiz. Soykırım yaptığı belgeli bir ülkeden de ders
alacak durumda değiliz. Almanya en büyük altın ihracatçısı, Türkiye’nin de altın üretimini
önlemek için de elinden geleni yapıyor. Almanya’da altın üretimi olmamasına rağmen başka
ülkelerden aldığı altını işleyerek en büyük altın tüketicisi konumundaki Türkiye’ye sattığı için bu
ticaretin bozulmasınını istemiyor. (78)
Vakit gazetesinde daha önce “Alman Vakfı’ndan CHP’ye para yardımı!” başlıklı bir haber
yayınlanmıştı. Haberin ayrıntısı, özetle şöyleydi: “CHP’nin Alman istihbaratı ve partileri
tarafından desteklenen Friedrich Ebert Vakfı’ndan 2005’te 85.000 Avro para yardımı aldığı
ortaya çıktı.” Vakit’in Alman Ebert Vakfı’nın CHP’ye para yardımı yaptığını gösteren belgeli
haberini destekleyen tespitler ortaya çıktı. Aralık 2002’de faili meçhul bir cinayete kurban giden
tarihçi yazar Necip Hablemitoğlu, Alman vakıflarının Türkiye ile neden yakından ilgilendiğini
anlattığı kitabında şu tespitte bulunuyordu: “Ebert Vakfı, Türkiye’deki siyasi partiler içinde en
çok CHP ile ilişki içindedir.” Gazetelere, “Alman vakıfları PKK’yı fonluyor” başlığı ile
yansıyan Erdoğan’ın sözleri, özetle şöyleydi: “BDP’li belediyelere bazı vakıflardan destek
geliyor. Özellikle bir Alman vakfının bölgedeki faaliyetleri çok dikkat çekici. Bu tür vakıflar
özellikle CHP’li ve BDP’li belediyeler ile kredi sözleşmeleri yapıyor... Bu kredi sözleşmelerini
yapmakla kalmıyorlar, hangi müteahhitlerle iş yapmaları gerektiği konusunda işaret veriyorlar.
Bu yolla resmen PKK’ya para gönderiyor vakıflar!.. Biz, Alman Hükümeti’ni uyardık ama
nedense vurdumduymaz davranıyorlar, bu konuda.” Erdoğan’ın bu sözleri, elbette çok çok
önemliydi... Malûm, “sivrisineklerle mücadele” etmek yerine, “bataklığın kurutulması”
gerektiğinden söz edilir... Demek oluyor ki; tek başına “PKK ile mücadele” yetmez, “PKK’yı
finanse eden kaynaklar”ın da kurutulması gerekir!.. Aksi halde; “para”yı verenler, “talimat” da
verirler ve PKK’yı her işlerinde kullanırlar!..Vakit ve Akit; Alman Ebert Vakfı ile ilgili, 20 Eylül
2008’den başlayarak, 10 Mart 2011’e kadar, “tam 10 haber” yaptı... 10 yıllık görmemezlik
döneminden sonra Başbakan Tayyip Erdoğan’ın dikkat çektiği bu “Alman Devlet Vakfı”nın;
sadece CHP’ye değil, BDP’ye ve dolayısıyla PKK’ya da kaynak aktardığı ortaya çıktı. Vakit ve
Akit’in haberlerine kaynaklık eden Araştırmacı-Yazar Talip Doğan Karlıbel; bir “önemli
ayrıntı”ya dikkat çekip, diyor ki; “Türkiye’de 53 tane Alman vakfı var... Bunlardan 5’i siyasî
vakıftır!.. Bu vakıflar, Alman Dış İstihbarat Servisi’nin sivil toplum ayağıdır!.. Bu vakıflar
nerede faaliyet gösteriyorsa, o ülkelerde terör odaklı oluşumlar olmuştur!.. Bu vakıflardan
Friedrich Ebert Vakfı, tam 20 yıldır CHP’ye ve PKK’nın siyasî uzantılarına para yardımında
bulunmuştur... Ancak, Friedrich Ebert Vakfı’nın yürüttüğü faaliyetler iyice deşifre olmuştur... Bu
yüzden de, Ebert’in misyonunu Rosa Luxemburg Vakfı üstlenmiştir! Alman Sosyal
Demokratlardan kopma aşırı komünist DIE Linke’nin vakfı Rosa Luxemburg, fiilen Türkiye’de
gözükmese de 3-4 yıldır İstanbul, Ankara ve İzmir’de faaliyetlerini sürdürmektedir.” (79)
CHP’li yöneticilerin sık sık Friedrich Ebert Vakfı’nın Almanya’daki davetlerine katıldığı, Şubat
2011’de 14 kişilik bir heyetle vakfın sponsorluğunda bir hafta Almanya’da ağırlandığı medyaya
yansımıştı. CHP PM Üyesi Didem Engin, Friedrich Ebert Vakfı’nın düzenlediği yuvarlak masa
toplantısında yaptığı konuşmada; Türkiye ve AB ilişkilerini sağlıklı bir zeminde yürütecek tek
partinin CHP olduğunu belirterek, CHP’nin tek başına iktidar için yürüttüğü çalışmalar
konusunda bilgi aktardı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “CHP’li belediyeler ile terör örgütü
PKK’ya destek verdiğini” söylediği Alman vakıflarından biri olan Friedrich Ebert Vakfı ile
Cumhuriyet Halk Partisi arasından su sızmıyordu. Uzun yıllardır vakfın pek çok toplantısına
kalabalık heyetlerle katılan CHP’de, Friedrich Ebert’in avukatlığını yapan isimler de vardı.
CHP’nin vakfın davetlisi olarak Almanya’ya yaptığı bu gezide CHP Gençlik, Kadın ve Bilim
Platformu Temsilcileri Berlin’de 6 gün boyunca vakfın misafiri olarak kaldılar. CHP’lilerin 6-11
Şubat 2011 tarihlerinde gerçekleştirdiği seyahatte Parti Meclis Üyesi Didem Engin, Milletvekili
Prof. Dr. Gaye Erbatur, Kadın Kolları Genel Sekreteri Nazik Işık, Kadın Kolları MYK Üyesi
Gülizar Köysüren, Bilim ve Yönetim Platformu Başkan Yardımcısı Doç.Dr. Fethi Açıkel,
Gençlik Kolları Genel Başkan Yardımcısı Kerem Yıldırım, Gençlik Kolları Genel Başkan
Yardımcısı Gökçe Pişkin, SODEV eski Başkanı Aydın Cıngı ve SODEV Yönetim Kurulu Üyesi
Barbaros Dinçer yer aldı. CHP PM Üyesi Didem Engin, Friedrich Ebert Vakfı tarafından
Berlin’de düzenlenen yuvarlak masa toplantısına katılarak Türkiye’deki güncel gelişmeler ve
CHP politikaları ile ilgili bir konuşma yaptı. Heyetteki diğer isimler de, vakfın değişik atölye
çalışmalarında faaliyette bulundular. 2002′de “bölücülük”ten yargılanan FEV’in Türkiye
Temsilcisi Hans Schumaher’i, CHP’nin avukatları savunmuştu. Eski CHP Manisa Milletvekili
Şahin Mengü de, Friedrich Ebert Vakfı ile organik ilişkisi olan bir isim olarak öne çıkıyordu.
Vakfın Türkiye’deki resmi avukatlığını yapan Şahin Mengü, FEV’in “bölücülükle” suçlanmasına
rağmen bu görevinden feragat etmedi. Ankara 1. Nolu Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından
2002 yılında hakkında dava açılan ve hazırlanan iddianamede; “1984 yılından günümüze
Türkiye’nin bütünlüğü ve Cumhuriyet rejimi aleyhinde gizli ittifak oluşturmak” suçunu işlediği
ileri sürülen Friedrich Ebert Vakfı’nın yöneticilerinin avukatlığını yapan Mengü, o dönem vakfın
Türkiye Temsilcisi olan Hans Schumaher’i savundu. Bölücülükle suçlanan vakfın Alman
yetkilisini Mengü’nün yanı sıra bir başka CHP avukatı Mutluhan Karagözoğlu ile Danıştay eski
Başkanı Sumru Çörtoğlu’nun yeğeni avukat Ahmet Ziyaettin Çörtoğlu savundu. Schumaher için
savcılık TCK 171. madde uyarınca cezalandırılma istemişti. (80)
Peki Osmanlı’da Alman derin devleti nasıldı, nerede konuşlanmıştı? Bu soruya yanıt vererek
devam edelim. Aksi halde Almanların gücünü kestirmemiz kolay olmayacaktır.
BEŞİNCİ BÖLÜM
Osmanlı’da Alman Derin Devleti
1900'lü yılların başından Osmanlı devletini kontrol etmeye çalışan ve özellikle 1911'den itibaren
orduya sızan bir Alman örgütlenmesi kesindi. Buna "Ergenekon" diyebiliriz, aslında ismi veren
örgütü kuran Baron Rudolf Von Sebottendorff idi. Bu örgüt 1914 sonrası öyle güçlü bir hale
geliyor ki Osmanlı Genelkurmay Başkanı ve 2. Başkanı bile Alman generallerden atanıyordu.
Yüz yıl sonra bugün Ergenekon zincirinin en güçlü halkaları olan "Alman malı" bölümleri açığa
çıkmadan sonuca varılamazdı! Bu konuyu köşe yazılarımda ilk yazdığımda "olamaz, ne diyor bu
adam" diyenler, Başbakan Erdoğan'ın açıklaması sonrası konuyu algılamaya ve sorgulamaya
başladılar ve Türk medyasında herkes birden Alman uzmanı kesildi.
Namık Kemal Zeybek’in eski damadı gazeteci Yiğit Bulut, Habertürk’te sonunda patladı ve
şunları yazdı. Murdoch'un yakın çevresinde, yönetiminde, Rebakah'nın yanı başında, "411 el
kaosa kalktı" manşeti atıldığında; öncesinde ve sonrasında Türkiye'de ve o manşeti atan
gazetenin yönetiminde! Şaka yapmıyorum; aynı adam Murdoch ve Türkiye'deki bazı basın
kuruluşlarının ortak paydası! Tekrar ediyorum: İngiltere'deki skandalları yaratanların odağındaki
isim ile Türkiye'de "411 el kaos'a kalktı" manşetini atan ve öncesinde-sonrasında halkın iradesine
kastedenlerin en yakınındaki isim hep aynı; Kai Diekmann. Sonuç: "Ergenekon nedir"
sorgulaması içinde Alman bağlantısına dikkat çekmiş özellikle Baron von Sebottendorff
isminden yola çıkarak Türkiye'deki yerleşik düzenin nasıl tesis edildiğini analiz ederken çok
önemli bir de not düşmüştüm; Ergenekon diye bir örgüt varsa ve bunun da "bir" numarası varsa;
bu kişi Türk değil... "Ergenekon" olarak düşündüğüm yapılanma "Osmanlı'nın 1900'lü yılların
başından 1919'a kadar etkisinde kaldığı" Almanlar tarafından tesis edilen "iskelet" üzerinde
şekilleniyordu. (81)
Osmanlı devleti, l. Dünya savaşına ittifak grubundan ve Almanya'nın yanında katıldı. Önceleri,
Osmanlı devleti savaşa katılmak istemedi. Tarafsızlığını ilan etti. Fakat Almanların baskısı
üzerine özellikle İttihat ve Terakki Partisi'nin baskısı sonucu savaşa katıldı. Osmanlı Alman
ilişkisi 1718 Pasarofça antlaşması ile başlamıştır. Fakat Almanlarla ilişkilerin asıl gelişmesi 1878
Berlin antlaşması sırasında oldu. Ev sahibi Almanya, burada Osmanlı devletini destekledi. Bu
olay, iki devletin birbirleriyle yakınlaşmasına yol açtı. 2. Abdülhamit, Avrupalı devletler
arasındaki rekabetten yararlanarak bir denge politikası oluşturmaya çalışmıştı. Özellikle
Almanların anti İngiliz tavırlarından yararlanmaya çalıştı. Hatta ilişkiler daha da geliştirilerek
Bağdat demiryollarının ihalesi Almanlara verildi. Bu ticari ilişki, Almanlarla ilişkilerin
gelişmesine yaradı fakat İngilizlerin tepkisine neden oldu. Çünkü, Almanlar İngilizlerin yayılma
alanlarına doğru sarkıyordu.
l. Dünya savaşında Osmanlı orduları komutanlıklarına Almanlar getirildi. Bu durum aslında
Osmanlı için bir yıkım oldu. Çünkü Almanlar, Osmanlı'nın kazanıp kaybetmesi ile ilgilenmiyor,
hatta Osmanlıların doğuda yenilmesini veya zayıflamasını arzu ediyorlardı. Çünkü zayıf bir
Osmanlı Almanların egemenliğine girmesi demektir. Bu konuda Avusturya-Macaristan
İmparatorluğu'nun İstanbul'daki o zamanki askeri ataşesi Joseph Pomiankowiski hatıralarında
şunları söylemektedir. "Mareşal Liman ile Baron Wangenheim, Berlin'den aldıkları emirleri
uyguluyorlar ve herhangi bir itirazda bulunmaya cesaret edemiyorlardı" Joshp Pomiankowiski
Almanların savaş politikasını şu şekilde özetler: "Alman savaş planlarının en önemlisi, BerlinBağdat demiryollarının açılması ve oradan Hindistan'a ulaşılmasıydı. Bunun için zayıf bir
Türkiye gerekiyordu. Türkiye'nin mağlubiyeti ve zayiatı, Alman politikasının ekmeğine yağ
sürerdi. Yalnız bu arada şunu da belirtmek gerekir ki, bunlar Avrupa'daki harbin seyrini
etkileyebilecek durumda değildi. Hele Çanakkale Boğazı'ndaki duruma hiç tesir etmezdi. Buna
mukabil doğudaki yenilgiler, Türkiye'nin Almanya'ya olan bağımlılığını artırır ve böylece de
Alman kuvvetlerinin Türkiye'ye yaklaşmasına sebep olurdu." (82)
Hatta Çanakkale savaşının uzamasının temel nedeni de bu Alman politikasıdır. Çanakkale savaşı
komutanı General Liman Von Sanders savaşı uzatmış ve bu savaşı Almanya'nın Avrupa'daki
durumuna göre ayarlamıştı. Hatta, Alman genel kurmayı bu konuda Liman'ı sürekli
sıkıştırıyordu. Hatta, onun davranışlarını gözetlemek için Von Lassow adlı bir kurmay Albayı'nı
görevlendirmişti. Çanakkale savaşının uzaması Almanya için hayati öneme sahipti. Çünkü bütün
itilaf devletleri boğazlardan geçmek için buraya yüklendiğinden Almanya Avrupa'da rahat nefes
almaştı. Eğer bu cephe kapanırsa, Avrupalı devletler Almanya'nın üzerine yükleneceklerdi.
Bundan dolayı, savaşın uzaması için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlardı. Hatta, Liman paşa
düşmanın Saros körfezinden çıkarma yapacak diye askerleri oraya kaydırıyor veya gündüz
gözünde Türk askerlerini düşman üzerine plansız programsız bir şekilde göndererek ağır kayıplar
vermemizi sağlıyordu. Kendisine karşı çıkan Albay Halil Sami Bey ve Albay Fevzi Bey'i
görevden alıyordu. (83)
Yine aynı mantık çerçevesinde Irak cephesine bakabiliriz. Burada Kutul Amara denilen yerde
Osmanlı Ordusu büyük bir başarı elde etti ve 11000 İngiliz askerini komutanlarıyla birlikte esir
aldı. Fakat Almanların Hindistan'a ulaşma hırsı yüzünden bölgede bulunan bu tecrübeli birlikler
İran üzerinden Hindistan'a gönderildi. Bu durumda Irak savunmasız kaldığından İngilizlerin
ikinci bir taarruzu sonucu Irak ve Bağdat düştü. Kafkas harekâtı da aynı şekilde Almanların
sıkıştırması sonucu başarısızlığa uğradık. Almanlar, Orta Avrupa'da İngiliz, Fransız ve Rus
kıskacından kurtulmak için Osmanlıları Ruslara karşı yönlendirdi. Almanların sıkıştırması
sonucu doğru düzgün hazırlanmayan Osmanlı ordusu Aralık ayında Sarıkamış'tan Kafkasya'ya
hareket etti. Mevsim savaşa uygun olmaması ve kış olması nedeniyle 90.000 askerimiz
Sarıkamış'ta donarak şehit düştüler. Fakat bu durum Almanların hiç umurunda değildi. Onlar,
sadece kendilerini kurtarmak istiyorlardı. Onların yönlendirmesi sonucu biz Almanları doğu
yönünde rahatlattık ama biz büyük kayıplar verdik.
Kanal cephesi de yine Almanların isteği üzerine açıldı. Almanlar, İngiliz baskısından kurtulmak
ve İngilizlerin dikkatini sömürgelerine çekmek ve ayrıca, İngilizlerin Hindistan sömürge
yollarının denetimini ele geçirmek amacıyla Osmanlı Ordusunu Mısır üzerine sevk ettiler. Sonuç
hüsranla bittiği gibi, İngilizler Osmanlı Ordusunu takip ettiler. Hicaz, Filistin, Suriye elimizden
çıktı. Görüldüğü gibi l. Dünya savaşına Osmanlılar Almanların bir oyunu neticesinde girmiş
olmalarına rağmen, yine onların emperyal çıkarları uğruna yenilgiye sürülmüşlerdi. Bu da bir
ülkesinin ordusunun komutanlığının yabancılara verilmesinin sakıncalarıdır. (84)
HARBİYE’DE ALMANYA DÖNEMİ
Harbiye'nin Abdülaziz'in tahttan indirilmesinde oynadığı rol sürekli bir kuşkuya neden oldu.
Osman Nuri Ergin'in Türk Maarif Tarihi'nde vurguladığı üzere: Asker Mektepleri bilhassa
Harbiye talebesi Abdülaziz'in hal'ine iştirak etmişlerdir, manevra ve talim için pek nadir olarak
çıkmaya mecbur oldukları zaman ise tüfeklerinde kurşun bulundurmazlar. Ergin, bu noktada
Alman askeri heyetinin başında bulunan Goltz Paşa sayesinde yasağın kaldırıldığını ve onun
"Asker Mekteplerinin namus ve haysiyetini kurtarmış ve yükseltmiş" olduğunu belirtiyor. Ergin,
"Osmanlı ve bugünkü Türk ordusunun modernleşmesinde bu paşanın büyük bir hissesi olduğunu
söylemek fazla bir metih olmaz sanırım" diyor. Prusya Genelkurmayı’nın ve Alman silah
endüstrisinin temsilcisi "Goltz Paşa ilk iş olarak ordu müfettişi sıfatıyla Askeri mektepleri ele
almış olduğu gibi Erkan-ı Harbiye-i Umumiye İkinci Reisi sıfatıyla da orduların taksimatı ve
seferberlik teşkilatıyla meşgul olmuştur." İttihat ve Terakki ile Cumhuriyet'in önde gelen askeri
liderlerinin zihni açıdan yoğrulduğu ortama Goltz Paşa'nın katkısı büyüktür. I. Dünya Savaşı
sırasında "Türk ordusuna kumanda mevkiinde bulunanlar hemen Kamilen paşanın yetiştirmiş
olduğu kimselerdi." Prusya militarizmi, II. Meşrutiyet ve Cumhuriyet kadrolarının entelektüel
birikiminde derin izler bırakıyordu. II. Meşrutiyet'e açılan süreçte "Cihet-i Askeriyye"nin
durumunu saptamaya Goltz'la başlıyor ve devam ediyorum. Bu çerçevede, ordunun içinde
bulunduğu koşulları değişik çizgilerle incelemek, İttihat ve Terakki'nin mili ter temellerinin
kavranması açısından önemlidir.
Harbiye'nin İstibdat Rejimi altında içerdiği çelişkilerin başlıcası "Zadegan Sınıfları"dır.
Harbiye'nin bağrında "tufeyli" olarak yerleşen bu sınıflarda egemenlerin çocukları eğitim
görüyorlardı. 1834'de Harbiye'nin açılmasından sonra burada eğitim görüp orduda büyük
mevkilere geçenlerin çocukları, "mümtaz bir sınıf" teşkil ettiler ve bu paşazadeler istibdat
döneminde Yıldız'da "Şehzadegân Mektebi"nde Sultanın ve hanedanın çocuklarıyla birlikte
okumaya başladılar. Bu "mektep" Osmanlı aristokrasisinin özel eğitim kurumu niteliğindedir.
Derviş, Namık, Gazi Osman ve Tunuslu Hayrettin Paşaların oğullan bu okulda eğitim gördüler.
Sonraları, Serasker Rıza, Bahriye Nazırı Hasan Hüsnü, Sadrazam Kamil Paşaların çocukları da
burada eğitim görmüşlerdir. Bir süre sonra II. Abdülhamit, "zadegânlar şehzadelerin ahlakını
bozuyor" gerekçesiyle onların bir kısmını Harbiye ve Bahriye Mekteplerine gönderiyordu.
1889'da II. Meşrutiyet'in ilanına kadar bu imtiyazlı eğitim devam ediyordu. Bu dönemde, İstibdat
İslâm'ına biat eden yüksek ulema sınıfı mensuplarının çocuklarına daha beşikte iken "Rüus"
denilen rütbeler ve "Arpalık" olarak bilinen aylıklar verildiği gibi Paşaların oğullarına da henüz
okul sıralarında iken livalığa ve ferikliğe (korgeneral) kadar askeri rütbeler ihsan ediliyor ve bir
kısmı da Hünkâr yaverliği unvanını alıyorlardı. Zadegânlar, mektebin Hünkâr dairesinde yani
Sultana mahsus binada kalırlar, yemeklerini halk çocuklarından ayrı bir yerde yerlerdi. 1895'te
Harbiye'de 100 kadar zadegân çocuğu eğitim görüyordu. Harbiye'de zadegân sınıfı açıldıktan
sonra ilk mezun olanlar arasında şu isimler yer alıyordu: Derviş Paşa'nın oğlu yaver ve Damat
Halit Paşa, İsmail Hakkı Paşa'nın oğlu yaver ve damat Ahmet Paşa, Tunuslu Hayrettin Paşa'nın
oğlu Tahir Bey erkânı harp sınıflarına ayrılıyorlardı. Bu askeri aristokrasiye Harbiye öğrencileri
tepki duyuyorlardı. Bu suretle zadegân sınıfında okuyup mezun olanlar orduda fiili hizmetlerde
görev almazlar; İstanbul'da veya babaları yüksek bir memuriyetle nerede ise onların yanında işsiz
ve güçsüz vakit geçirirlerdi. Bu paşazadeler sık sık rütbeler alırlar ve daha küçük yaşta paşa
olurlardı. Paşalık böylece babadan oğula geçen aristokratik bir mevki haline geliyordu.
İttihad ve Terakki'nin kurulduğu Askeri Tıbbiye, Alman İmparatoru'nun "Padişah üzerinde,
bizzat tesiri" sonucunda ve Gülhane'yi tesise memur edilen Rider Paşa'nın çabalan ile açılıyordu.
Askeri Tıbbiye için Haydarpaşa'da büyük bir bina yaptırılıyor ve İstanbul'da bulunan tıp
öğrencileri buraya naklediliyordu. 600 bin altın liraya mal olan yeni mektep binası yalnız
öğrencinin yatmasına mahsus kışla kısmı ile bir eğitim binasından müteşekkildi. Bu 600 bin altın
lira gibi muazzam bir rakama mal olan bina İstanbul'daki mektepten taşman kırık dolaplar, harap
karyolalarla döşeniyordu. Dershaneler, koğuşlar, tüm bina aksamı uydurma yapılıyordu. Okulda
çamaşırhane, mutfak, banyo, dezenfeksiyon, poliklinik daireleri hatta teşrih enstitüsü binaları
yapılmamıştı. Binaya muazzam para harcanıyor ancak öğrenciler önemsenmiyordu. Askeri
tabiplerin eğitimi alabildiğine yetersizdi. "Hastane ve laboratuvarlara yapılan masraf hemen hiç
hükmünde idi. "Binlerce Anadolu köylüsünün omurgasını oluşturduğu orduda neferlerin sağlığı
önemsenmiyordu. Ancak, Prusya Genelkurmayının, Rusya karşısında tutunabilecek güce sahip
bir Türk ordusuna olan stratejik çıkarları bu alana Alman uzmanların el atmasını getirdi. Rider
Paşa, Askeri Tıbbiye'yi yeniden organize etti. Almanlar, daha sonra orduda ve tıp alanında
yüksek mevkiler işgal edecek olan beş hekimi bu ülkeye eğitime götürdüler. Bunlar; Süleyman
Numan, Asaf Derviş, Ziya Nuri, Kerim Sebati, Eşref Ruşen idi. 1900 yılında Almanya'ya
gönderilen genç askeri tabiplerin bu ülkedeki tüm çalışma programları Rider Paşa tarafından
adım adım izleniyor, ülkeye dönüşlerinde Gülhane'de kendilerine birer hocalık veriliyordu.
Ordunun tüm önemli eğitim kademelerinde Alman askeri uzmanların etkinliği varlığını
duyuruyordu. 1904'e kadar Gülhane Askeri Tıbbiye Mektebi, Rider Paşa'nın, 1904-1907 arası
yine Alman Dayke Paşa'nm idaresinde faaliyetlerini sürdürüyor, 1907'de ise Almanya'dan gelen
Viting Paşa yönetimi devralıyor ve 1914'e kadar görevini sürdürüyordu. 1914-1918 zaman
aralığında ise Almanya'dan gelen Zelling ve Browning bir "Tababet-i Askeriye Tatbikatı
Mektebi" halini alan Gülhane'yi yönetiyorlardı.
İttihad ve Terakki kurucularından İbrahim Temo, "Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye"ye 1887'de
kaydolduğunu belirtiyor ve "müdür-i umumi" Miralay Namık tarafından kendilerine yapılan
baskıdan söz ediyor. Bu baskılar dayanılmaz bir hal almış olmalı ki Temo "anılar"ında, İstibdat
rejimine rağmen nasıl harekete geçtiklerini anlatıyor:
Bu baskıya karşı talebe grev yapmaya karar verdiğinden mesele büyüdü. Hep birlikte mektep
binasını izinsiz terk ettik ve mektebi boşalttık. İş fena bir şekil aldı. Demirkapı ile mektep binası
ciheti askeri birlikler tarafından abluka altına alındı. Bir hafta sonra çıkan irade-ı Padişahı ile
talebe mektebe kabul olundu. Fakat mektep idaresi, mesuliyetten kurtulmak için, güya hepsi
değil de, 340 talebeden yalnız 32 kişinin kabahatli olduğunu Saraya rapor etmişler. Padişah da
talebenin bu hareketinden ürkmüş olmalıdır ki, ikinci bir yemin etmek şartile affetmiş.(85)
Askeri okullardan yükselecek bir muhalefetten çekinen II. Abdülhamit, uzlaşma yolunu tercih
ediyordu. Bunda söz konusu okullardaki örgütlü muhalefetin çapı hakkında yeteri kadar
istihbarat akışının bulunmamasının da etkisi olmalıdır. Temo, "hükümet-i müstebidenin" yaptığı
baskının, "ufak bir propaganda" ile "bir hareketi milliye ve hürriyet fikri" temelinde "siyaset
muhiti" oluşturduğunu belirtiyor. İbrahim Temo, Sarayburnu'nda bulunan "tıbbiye-i askeriyye"de
arkadaşları ile kurdukları "cemiyet"ten söz ediyor. Bu gizli örgütte, İbrahim Temo, İshak Sukuti,
Mehmet Reşid, "o zaman çok sofu olan" Abdullah Cevdet kurucudurlar. Arnavut, Kürt ve
Çerkez kökenli bu şahsiyetler, 1889 senesinin 21 Mayıs günü ellerini birleştiriyorlar. Temo'nun
"Etnik-i Eterya" komitesine benzettiği bu oluşumun amacını belirlerken, "aziz vatanın bugünkü
durumu ve idare tarzıyla yok olup gideceğini hepimiz biliyoruz" diyordu. Temo, "çok ihtiyatlı
olarak çalışmaya başladık ve mensubunun çoğalmasına gayret sarf ettik. Güvenilir ve hür fikirli
birçok vatansever talebeden İstanbul dâhilinde epeyce vatandaşı cemiyete dâhil ettik" diyor.
İbrahim Temo, kurdukları gizli örgütün ilk toplantısına katılanları şöyle sıralıyor: O zamanki
adliye yüksek memurlarından Hersekli Ali Ruşdi, gazete muharrirlerinden İzmirli Ali Şefik,
tıbbiyeli Asaf Derviş (Paşa) (müderris), Muharrem Girid (Şam Tıp Fakültesi muallimi), Dr.
Abdullah Cevdet, İshak Sukuti, Şerafeddin Mağmumi, Çerkez Mehmed Reşid (86) Bu toplantıda
bulunan isimlerden Asaf Derviş Almanya'ya eğitime gönderilen beş hekimden biridir. Kendisine
"cemiyet"in kasadarlığı görevi veriliyor. Osman Nuri Ergin Türk Maarif Tarihi'nde Asaf
Derviş'in de aralarında bulunduğu bu beş kişilik grup için şunları yazıyor:
Rider Paşa bu hekimlerin burada yaptığı gibi Almanya'da tahsildeyken de peşlerini
bırakmıyordu. Orada tahsil edeceklere dersleri ve takip edecekleri yollan bizzat tespit ve takip
ediyordu. Gönderilen hekim hangi şubede tahsil edecekse İstanbul'da Rider Paşa'dan emir alır ve
gittiği yere kendisinin daha önce tavsiye edilmiş ve yerinin hazırlanmış olduğunu görürdü. Bu
hekimler bütün hatları tafsilat ve teferruatına kadar çizilmiş, bir program mucibine Almanya'da
hocaları, İstanbul'da Rider Paşa tarafından adım adım takip edilmek suretiyle tahsil görmüşlerdir.
Alman askeri heyetinin ordunun genç kadroları üzerinde nüfuzlarını artırma, politik istihbarat
edinme gibi işlevleri olduğu biliniyor. Bu askeri heyete ve Alman elçiliğine bağlı çalışan Alman
paşaların bilimsel amaçların ötesinde faaliyetler yürüttüğü şüphesizdir. "İttihad-ı Osmanî"nin
"kasadarı" Asaf Derviş'in "Rider Paşa tarafından adım adım takip edilmek suretiyle tahsil" gören
beş kişilik seçkin grubun içinde eğitimini sürdürmesi kayda değer.
Temo örgütlenmenin çelik çekirdeğine işaret ediyor: Daha sonra cemiyet, harbiye talebesi ve
subaylar arasına, mülkiye mektepleriyle medreselere yayıldı, hatta tekkelere kadar dal budak
saldı. Çoğalan partizanların vasıtasıyla mensup oldukları vilayetlere uzanmaya başladı.
"İttihad-ı Osmanî Cemiyeti" yaklaşık beş yıl sonra "Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti" adını
alıyordu. "İttihad-ı Osmanî Cemiyeti" önemli bir başlangıç olmakla birlikte, İttihad ve Terakki
Cemiyeti çapında siyasi örgütlenmeye sahip bulunmayan bir nitelik taşıyordu. Okuldaki felsefi
tartışmalar, politik arayışlar öğrencileri etkiliyordu. Pozitif bilimleri toplumsal olgulara
uygulama isteği ve bundan dolayı, "Tıp talebesinin mesleği doktorluk olduğu için siyaset nabzına
el uzatmamaları iktiza eder, hâlbuki millet hasta olsa nabzını kimin eline verecek, tabiidir ki
doktorların" tarzında görüşler temelinde, Askeri Tıbbiye öğrencileri siyasal yaşamda aktif bir rol
oynamayı istiyorlardı.(87) "Biyolojik materyalizmi, dinsel dogmaları yıkarak toplumu ileri
götürecek bir itici güç olarak", benimseyen Askeri Tıbbiye öğrencileri siyasal sisteme büyük
tepki duyuyorlardı. Bu dönemde biyolojik materyalizmin yanı sıra, 1889'da "Mekteb-i Tıbbiye-i
Askeriye"ye kaydolan Hüseyinzade Ali Bey, Rusya'da popülistlerin en güçlü olduğu Petersburg
Üniversitesi'nde 1887 yılına kadar okumuştu. Abdullah Cevdet'in anlatımıyla mektebe
kaydolduğu "zaman ulum ve fünun-u Aliyeyi Petersburg Darülfünunda görmüş tam bir sahib-il
ilm-ü kemal" olan Hüseyinzade Ali Bey, öğrenciler üzerinde "bir resul tesiri icra ederdi. Evet, o
Resulullah değildi, fakat bir resul-ül-hak idi." Böylece batılılaşmanın yoğun etkilerine açık olan
bu okulda, Rusya kaynaklı popülizmin tartışılmaya başlanması ile birlikte mevcut yönetime karşı
örgütlenmenin entelektüel kaynakları olgunlaşmaya başlıyordu. Kendilerini, "modernleşme"
taraftarı olarak gören bu şahsiyetler, birçok yerde Avrupa'nın üstünlüğünü vurgulayarak, Batı'nm
örnek alınmasını "kurtuluş" çaresi olarak sunuyorlardı. İttihad-ı Osmanî Cemiyeti'nin ilk dört
kurucusundan biri olan Abdullah Cevdet, ileriki yıllarda bir tek medeniyet olduğunu onunda
Batı'ya ait bulunduğunu, bunun gülü ve dikeni ile birlikte alınmasının tek çare sayılmasının
zorunluluğunu açıklayacaktı.
Askeri mekteplerdeki bu kaynaşma, tartışma ve hareketlilik egemenlik partileri ile batılı
sefaretler tarafından dikkatle izleniyordu. Hükümet ise gelişmelerden haberdar olmakla birlikte
tüm yapıyı çözecek düzeyde istihbarata sahip bulunmuyor, öğrencileri kışkırtacak ölçüde şiddet
kampanyalarını uygulamaya koymadan, okulların kurumsal baskı mekanizmalarını kullanmakla
yetiniyordu. Fakat 1895'de, saray destekli bir komplo düzeneği içinde "İttihat ve Terakki
Cemiyeti"nden tamamen bağımsız olarak hareket eden ancak Jöntürkler'e yakın olan Osmanlı
aristokrasisi mensuplarının da yer alması rejimi sertleştiriyordu. 1895 komplosunu 1876 benzeri
koşullar içinde algılayan rejim, harekete geçiyordu. İttihat ve Terakki çerçevesinde yeni bir
zemine oturmaya başlayan muhalif Jöntürk hareketinin bu saray darbesi ile bağlantısı
bulunmuyordu. O arada sarayda çeşitli egemenlik partileri arasında kıran kırana bir mücadele
yaşanıyordu. Hatta Abdülhamit'in saray içinde "La İlahe İllallah Cemiyeti" adı altında bir örgüt
kurduğu iddiaları yayılıyordu. Sultan kendisini güvence altında görmüyor ve muhalif egemenlik
partilerine karşı tedbir almak zorunda kalıyordu. Bu egemenlik partileri, muhtelif şehzadelerin
taraftarları sıfatıyla meşruiyet kazanmaya çalışıyorlardı. Ancak asıl muhalif çekirdeği Babıâli
bürokrasisi oluşturuyordu. Sait Paşa'nın planı doğrultusunda, iktidar yetkileri sarayda ve
komisyonlarda merkezileştirilirken, Babıâli gücünü yitiriyordu. İşte bu kesim, bir askeri darbenin
şartlarını oluşturmak için harekete geçiyordu. Söz konusu "kimseler yapılması düşünülen bir
saray darbesinin; en azından önemli bir kısım askeri paşaların desteğinin alınmaması halinde ölü
doğacağının da farkındaydılar. Nitekim 1895 başlarından itibaren, saray mensuplarından bir
kısmı, eski önemli bürokratlar ve bir kısım paşalar arasında 1876 koşullarını tekrar oluşturma
konusunda fikir birliğinin sağlandığı görülüyor."(88) Bu dönemde, yabancı raporlar, İstanbul'da
artan olayların "saraydan destek ve kuvvet alan" hareketler tarafından düzenlendiğine ilişkin
tespitler içeriyordu. Dış destek oluşturmak ve 1876 koşullarını sağlayacak planı yürürlüğe
sokmak için "risaleler" hazırlanıyor, İngiliz gazetelerine açıklamalar yapılıyordu. 2 Temmuz
1895 tarihli Pall Mall Gazette'de "Yüksek mevkide" bulunduğu anlaşılan bir Jöntürk'ün
açıklaması yayınlanıyordu. Bu açıklamaya göre:
Türkiye'deki Müslüman kitle, rejimden bıkmıştır. Ve İngiltere'nin makul ve akıllı bir şekilde
müdahalesini memnuniyetle karşılar. Fakat Islahat, İmparatorluğun içindeki her vilayet ve sınıfa
kadar yaygınlaştırılmalı ve kaynağın başı olan İstanbul'dan başlamalıdır... Şu an, Türkiye için
gerekli olan şey, İngiltere'de güçlü bir hükümetin Türkiye sorununu ciddi bir şekilde ele alması
ve ılımlılık ve kararlılık ile en gerekli olan yerde ıslahat için ısrar etmesidir. Fakat Türkiye'deki
ıslahat vetiresi İstanbul da başlamalı ve Sultan bu saltanatın ve kendi mevcudiyetinin Avrupa'nın
ikazlarını dinlemesine ve imparatorluğun adına yaraşır bir hükümet meydana getirmek için çaba
sarf etmesine bağlı olduğuna inandırılmalıdır. (89)
1898 yılında, İttihat ve Terakki'nin Cenevre merkezinin hazırladığı ve İstanbul'da bulunan
Cemiyet taraftarı subaylara gönderilen "talimat" doğrudan Saray'a yönelik bir askeri hücum
planını içeriyordu. Saray'dan bir kişi tarafından verildiği belli olan bilgiler oldukça ayrıntılıdır.
Yıldız Sarayı planını içeren belge daha sonra II. Abdülhamit'in özel arşivinde bulunuyordu.
1895'den itibaren süregelen darbeler zincirine eklenen bu girişim de bastırılıyordu. Mekteb-i
Harbiye öğrencilerinin de aralarında bulunduğu pek çok asker tutuklanıyordu. Yürütülen "askeri
tutuklama kampanyası" bazı sivil görevlileri de kapsıyordu. Bu arada Cenevre merkezi İngilizce
ilave yayınlamaya başlıyor ve 1895'ten itibaren müdahale taraftarlarının "gemilerini Boğaz'da
görmeyi arzuladıkları süper güce" böylece çağrı yapılıyordu. Bu ilavede yayınlanan yazılarda
Sultan taraftarı olmak "İngiliz aleyhtarlığı" buna karşılık Jöntürklük ise "İngiltere
destekleyiciliği" olarak sunuluyordu. 20 Kasım 1899 tarihinde İsmail Kemal Bey, İngiliz
Büyükelçisi Sir Nicolas O'Conor'dan görüşme talebinde bulunuyor. Elçi ise herhangi bir muhalif
ve "Jöntürk" heyetini kabul etmesinin imkânsız olduğunu belirtiyor ancak kendisine sadece bir
"sempati ziyareti" yapılacağı güvencesi veriliyor. Bunun üzerine İsmail Kemal Bey'in
liderliğinde bir grup yazar, ulema ve devlet memuru ziyareti gerçekleştiriyorlardı. Bu ziyaret
"aleni bir siyasi gösteri" olarak yorumlanıyor ve diğer emperyalist devlet temsilcileri tarafından
dikkatle izleniyordu. Avusturyalı diplomatlara göre, "İngiliz yanlısı gösteri geniş bir hareketin
yalnızca bir parçasıdır. Hareketin arkasında yüksek kademedeki devlet yöneticilerinin desteği
vardır ve her an bir "komplo" mümkündür. Bu arada sefaret gösterisinden kısa bir süre önce,
"İngiliz taraftarlığı açıkça gözüken" Ali Haydar Mithat (Mithat Paşa'nın oğlu) yurt dışına
kaçıyordu. İsmail Kemal daha sonra İngiltere'de bir askeri darbe planı ile ortaya çıkıyordu.
Sultan II. Abdülhamit'in yeğeni ve "Teşebbüs-ü Şahsi" programının öncüsü Prens Sabahattin ile
ortak hareket eden İsmail Kemal, hazırladıkları darbe plânını İngiliz makamlarına sunuyordu.
(90)
II. ABDÜLHAMİT HAN’IN ALMAN POLİTİKASI
Tanıdığı imtiyazlar, aldığı borçlar ve iflasıyla bir yarı sömürge haline gelen Osmanlı, sömürgeci
devletler için her parçası tutanın elinde kalan bir ülke haline gelmişti. Fransa, İngiltere, Rusya ve
sahneye biraz geç girse de Almanya başta olmak üzere sömürgeci devletlerin iştahını kabartan
bir ülkedir artık... Hemen hepsi de kapitülasyonlarla önemli imtiyazlar elde etmişlerdi. 1882’de
Düyun-u Umumiye’nin kurulması ile de adeta bir sömürge yönetimi kurmuşlardı. Şimdi sıra
sömürüyü daha da arttırmaya ve paylaşmaya gelmişti Osmanlıyı. Almanya diğer emperyalist
devletlerin ardından girmişti paylaşma yarışına. Tepside Osmanlı’nın olduğu masaya diğerlerine
oranlar biraz geç oturmuştu ve politikaları da biraz farklıydı. Kurbanlığına diğer aç kurtlardan
farklı olarak ilgi ve şefkat göstererek, onu parçalamak yerine tümden yutmak istiyordu.
Bu doğrultudaki yaklaşımlarını da 1880 yılında başlattı. 1880 yılında imzalanan bir anlaşmadan
sonra, çok sayıda Alman uzman, mülki idarede, tıpta, eğitimde, örgütte reform yapmak amacıyla
İstanbul’a geldi. Bunun ardından 1882 yılında Osmanlı ordusunun yönetiminde
görevlendirilecek bir Alman heyeti geldi. Alman emperyalistlerinin amacı, Osmanlı’yı, askeri
yapısını, modernleştirme, askeri yardım görüntüsü altında kendine bağlamaktı.
1883’de heyetiyle beraber Osmanlı’ya gelen ve 1895 yılına kadar Osmanlı Genel Kurmayının 2.
başkanı görevini yürütmüş olan General Von Der Goltz (Osmanlı’daki lakabı Golç Paşa’dır)
Almanya’nın sözde askeri yardım ve reform çabalarının asıl amacını bir Alman Askeri
yetkilisine yazdığı mektupta şöyle dile getirmektedir:
“ ... Öte yandan bu askerler (300 bin kişilik Redif Kuvvetleri) üzerinde doğrudan nüfuzumuzu
kullanarak Osmanlı ordusunun idaresini, evvelkinden ziyade ve artık elimizden bir daha geri
alınamayacak biçimde, ele geçirebileceğiz.. (91)
Osmanlı askeri yapısını ele geçirmenin altında yatan nedeni ise bir başka Alman yetkilisi,
Almanya’nın İstanbul’daki büyükelçisi Von Wangenheim şöyle itiraf ediyordu:
“Türkiye’de orduyu kontrol eden güç biz oldukça, Almanya’ya muhalif hiçbir hükümet
iktidarda kalamaz. (92).
Almanya’nın, Osmanlı’daki girişimleri de büyük oranda askeri amaçları da olan demiryolu
(yüzde 86 gibi büyük bir oranda) gibi altyapı projeleriydi. 1888’de Haydarpaşa-İzmit demiryolu
işletmesi ve İzmit-Ankara demiryolu inşası için çeşitli imtiyazlar aldı. Bunu 25 Ağustos tarihinde
imzalanan Osmanlı-Alman Ticaret Anlaşması, stratejik bir önemi olan Bağdat demiryolu için
görüşmelerin başlaması, 1900’de sekiz yıl sürecek olan Hicaz demiryolu inşaatının başlaması, 18
Mart 1902’de demiryolu imtiyazının Almanlara verilmesi, 3 Mart 1903’de çıkarılan bir kararla
da görülmemiş ek imtiyazlar verilerek demiryolu inşaatının Türk-Alman ortaklı Bağdat
Demiryolu Şirketi’ne verilmesi izledi. Emperyalistlerin, Doğu’ya mal pazarlamasını ve
hammadde taşımacılığını kolaylaştıracak olan ciddi bir öneme sahip Bağdat demiryolu’nun
yapımının, büyük imtiyazlarla Almanlara verilmesi, İngiltere’nin muhalefetine yol açtı. Sonunda
demiryolu inşaatının Alman kontrolü altında uluslararası bir Osmanlı teşebbüsü olduğu
yalanıyla, Deutsche Bank’ın öncülüğünü kabullenen Fransız ve Avusturyalı girişimcilerde dahil
edilerek inşaata başlandı.
Almanya’nın Osmanlı’ya himayeci yaklaşımı ticaretteki payının artmasını da sağladı. 18801909 yılları arasında Almanya ve Avusturya’nın, Osmanlı dış ticaretindeki payı yüzde 18’den
yüzde 42’ye yükseldi. Ayrıca Almanların Deutsche Bankı (Alman Bankası), Deutsch-Orient
Bank (Alman-Doğu Bankası) adıyla İstanbul’da açıldı.
Almanya emperyalizminin niyeti açıktır. Osmanlı’yı kendi sömürgesi haline getirmek ve başta
Bağdat Demiryolu olmak üzere ördüğü ağlarla sömürüsünü Doğu’ya doğru yaymak; buralardaki
İngiliz, Fransız emperyalizmiyle paylaşım yarışından üstün çıkmak. Bunu en azından Osmanlı
üzerinde adım adım başarmaktadır da. Bir yandan Osmanlı’yı giderek kendisine bağlarken diğer
yandan İngiliz-Fransız vd. emperyalistlerin paylarına da el atar. Örneğin Alman tekstilciliği
Yakındoğu’da İngiltere’nin pazarını elinden alır.
Osmanlı ise emperyalistler arası çelişkileri ve çekişmeleri göz önünde bulundurarak politikalarını
belirlemeye çalışmış fakat Alman emperyalizminin eline düşmekten kurtulamamıştır. 2.
Abdülhamid’in tahtta olduğu Osmanlı için Alman emperyalizminin görünüşte himayeci
yaklaşımı saldırgan bir tutum izleyen diğer emperyalistlere oranla daha yapıcıydı. Artık
dağılmaya yüz tutmuş imparatorluk denize düşen yılana sarılır misali ordusunu
modernleştirmeyi, altyapı çalışmalarını üstlenmeyi öneren Alman emperyalizmine sarılmıştır. Ve
o yılan Osmanlı’yı her gün biraz daha sarmalamış kanını emmeye zenginliklerini talan etmeye
başlamıştır. Alman emperyalistleri bir yandan, Gerek Majeste Sultan, gerekse Halifesi olduğu
dünyanın her tarafındaki 300 milyon Müslüman bilsinler ki, Alman İmparatoru onların en iyi
dostudur. (Alman Kralı 2.Wilheim“in 13 kasım 1898 de Şam“da söylediği sözler) diyerek
hamilik rolünün gereğini yerine getirirken, diğer taraftan kapalı kapılar ardında Osmanlı’yı
paylaşmak için diğer emperyalistlerle anlaşmalar yapmaktan geri kalmadılar.
1910’da Rusya iIe Potsdam Anlaşmasını imzalanarak Rusya’nın İran’daki nüfuzunu, Osmanlı
üzerindeki nüfuzlarının tanınması karşılığında kabul edilmesiyle Rus tehditi artar. 15 Şubat 1916
tarihinde ise Fransa ile Osmanlı’nın nüfuz bölgelerine ayrılmasını kabul ettikleri bir anlaşma
imzalarlar. Bu anlaşmaya göre Kuzey Anadolu ve Suriye Fransız nüfuz bölgesi olarak kabul
edilir ve bölgenin demiryollarının Bağdat demiryollarına bağlanması kararlaştırılırken Bağdat
demiryollarının geçtiği bölgeler ise Alman nüfuz bölgesi olarak kabul edilir. 15 Haziran 1914
tarihinde ise Londra’da İngiltere ile Bağdat Demiryolu Kumpanyası’nın yönetim kurulu
üyeliğine iki İngiliz’in alınması ve demiryolunun Basra’da bitmesi üzerine bir anlaşmaya
varırlar. İmtiyazlarla başlayıp, borçlanmalarla devam eden ve iflasa oradan da Düyun-u
Umumiye’ye kadar ulaşan seyirle emperyalizmin bir yarı sömürgesi haline gelen ve Balkanlar
başta olmak üzere toprak yitirmeye başlayan Osmanlı artık üzerinde emperyalistlerin pay kapma
yarışı yaptığı bir ülke haline gelmiştir. Daha 1913’te ABD Başkanı Wilson, kendisine İstanbul’ a
bir elçi gönderilmesini öneren ABD Dışişleri Bakanı’na şaşırıp, ‘Ne için? İmparatorluk nasıl olsa
yok olup gidecek’ diye cevap vermiş, Dışişleri bakanı da şu cevabı vermişti. ‘Nasıl yok olup
gittiğini görmek için’. (93) Parçalanmasına, emperyalistler tarafından paylaşılmasına kesin
gözüyle bakılan Osmanlı, emperyalistlerin çelişkilerinin giderek savaşı dayattığı koşullarda
Sultanın damadı Enver paşa’nın baskısıyla Almanların yanında 1. Paylaşım Savaşı’nda yer
almıştır. O yıllarda ülkenin adı zaten ‘Enverland’ olmuştur. 1. Paylaşım Savaşı’ndan yenilgiyle
çıkmasının ardından ise topraklarının tamamen paylaşılmasını gündeme getiren Sevr’le karşı
karşıya kalmıştır.
Bu devrede 2.Abdülhamid Han'ın ısrarla yapılmasını istediği ve yaptırdığı demiryollarının
devleti ayakta tutma girişimi olarak görmek gerekir. Şimendifer politikasının gayesi birinci
derecede askeri ve siyasi, ikinci derecede de iktisadi ve ticariydi. Vatanın müdafası için
herşeyden önce demiryolu inşaası zaruret teşkil ediyordu. 1877 Türk-Rus harbinde zarureti
büyük çapta ortaya çıkmıştı. Balkan isyanlarıyla bu harpten alınan dersler, ondan sonra
Rumelide hemen iki hattın yapılmasını gerektirmiş ve ilk olarak Selanik-İstanbul hattıyla,
Manastır-Selanik demiryolu vücuda getirildi. Abdülhamid düşmanlarının bile; "eğer bu hatlar
Abdülaziz devrinde yapılmış ve 300 milyon altın borcun onda biri bu işe harcedilmiş olsaydı,
1875 Balkan ayaklanmalarını hemen bastırmak ve belki de Türk-Rus harbini önlemek mümkün
olurdu." şeklindeydi. Nitekim bu hatların 1897 Türk-Yunan Harbinde muazzam faydaları
görüldü. II. Abdülhamid Han zamanında Türk topraklarına döşenen demiryolları, evvela
Rumeli'de 1993, sonra Anadolu'da 2507 kilometreye yükseldi.Halbuki Berlin Muahedesinden
evvel demiryollarının uzunluğu toplam 1145 kilometreden ibaretti. Abdülhamid Han'ın
demiryolu siyaseti, dış politikası ile içice idi. Batılı teşebbüs ve sermaye ve teknik merkezlerinin
Türk demiryollarını doğrudan doğruya üzerlerine alamayacaklarını başka tavizler talep
edeceklerini anlayarak demiryollarının inşası için işi siyasi bir faydaya bağlayarak hem devlet
emniyetini garinti altına almak, hem de memleketi büyük bir askeri ve iktisadi kıymete
kavuşturmayı düşünerek harekete geçti.
Yükselen endüstrisiyle İngiltere'nin karşısına dikilmekte olduğunu gördüğü Almanya'ya kollarını
açtı ve karadan Hindistan demiryolunun en hassas istikametini çizen Anadolu-Bağdat
demiryolunu Almanlara ihale etti. Böylece, Batılı iki büyük ve rakip devleti, kendi topraklarında
tecelli edici bir karşılaşmaya davet ederek rekabeti kızıştırdı. Birinden birini tutmakla öbürünün
şerrinden korunuyor ve hem devlet emniyetini sağlayıcı . hem de vatanı demiryoluna
kavuşturucu bir nimete erdiriyordu. Şartlarda da bu hesaba göre bir kolaylık ve hafiflik temin
ediliyordu. Avrupa'da sanayi inkılabı sonucunda ulaşımda demiryolu teknolijinin ortaya çıkması,
ulaşımda meydana getirdiği kolaylık, Doğu Akdeniz'i Basra Körfezi'ne demiryolu ile bağlamak
projeleri gündeme geldi. İngilizler, Hindistan hakimiyeti için 1840'lı yılların başından itibaren
yoğun bir çalışma başlattılar ve projeler hazırladılar. 1856'da William Andrew, İskenderun'dan
başlayıp Fırat Vadisi'ni geçerek Hindistan'a ulaşacak bir demiryolunun İngiltere'nin
Hindistan'daki hakimiyetini iyice artıracağından bahsediyordu. 1869'da Süveyş kanalının
açılması ve buranın kortrolunun 1881 'de İngilizlerin eline geçmesi İngilizleri deniz yolunun
daha rahat olması hasebiyle bu projeden vazgeçirtti. Bundan sonra projeyle Almanya ilgilenmeye
başladı. Almanya , Berlin'den Bağdat -Basra'ya kadar uzanacak 3B Projesi (Berlin-BosforBağdat) demiryolu ile hem Anadolu ve Mezopotamya'nın ekonoik zenginliklerinden
faydalanmak hem de Basra limanına kadar uzanacak bu demiryoluyla İngiltere'yi Hindistan'da
tehdit etmek istiyordu. Bu demiryolu Almanlar için büyük bir önem arzediyordu.
Alman İmparatoru 2. Wilhelm, Bağdat demiryolunun imtiyazını almak için 1888 ve 1898'de iki
kez Sultan'ı ziyarete gelmiş ve neticede Bağdat Demiryolu imtiyazı Almanlara verilmişti. İngiliz
ve Fransızlar, bu hattın, Doğu Akdeniz-Suriye-Irak hattında yer almasını isterlerken, Almanlar
Anadolu içlerinden geçmesini istiyorlardı. İngiltere ve Fransa'ya verilecek yukardaki hat
imtiyazına Sultan, bu hattın güneydeki Osmanlı vilayetlerini devletten koparacağı endişesi ile
bakıyordu. Bu nedenle Anadolu içlerinden geçmesini isteyen Almanlar'ı tercih etti. II.
Abdülhamid Han Bağdat demiryolunun Osmanlı devletine faydasının ekonomik ve askeri alanda
büyük olacağına inanıyor, kalkınmanın özellikle İmparatorluğun Asya topraklarına yöneltilmesi
İslam birliği politikasına uygun olacağı ve buradaki Müslümanlarla kaynaşmanın daha kolay ve
rahat olacağına inanıyordu. Demiryolunun Anadoludan geçerek Bağdat'a ulaşması ile zirai
ürünlerinin çürümesi önlenecek, yok pahasına satılmayacak, madenler atıl kalmayacaktı. Askeri
yönden faydalarına gelince; askerin intikalinin ve ihtiyacının daha çabuk ve seri sağlanması,
geçtiği yerlerde kuvvetin sağlamlaştırılması başta geliyordu.
Bağdat Demiryolu Projesi Avrupa'da Hasta Adamı tedavi edici ve kuvvetlendirici bir unsur
olarak değerlendirildi. Ortadoğu'ya Alınan emperyalizmini tesis edici bir yol olarak görülen
Bağdat Demiryolu, İngiliz ve Fransız koloniyalizmi içinde bir tehdit olacaktı. Bu tehdit,
1904'den sonra İngiltere, Fransa ve Rusya'yı bira-raya getirdi. Almanya'nın Drang Nacysa ve
Rusya'yı bir araya getirdi. Almanya'nın Drang Nacy Osten (Şark'a doğru) yolu kesilmek
isteniliyordu. Bağdat Demiryolu Projesi, Avrupa'da 1. Dünya Harbinin önemli sebeplerinden
birisini teşkil etti. Sultan II. Abdülhamid, İngiliz, Fransız ve Ruslar'ı da tatmin edecek, seslerini
kısacak bir demiryolu imtiyazları verdi. Böylece Dengeci bir politika ile serlerini def etmeye
çalışıyordu. Batı Anadolu'da İzmir-Kasaba arasındaki demiryolu yapımı Fransızlar'a da Suriye ve
Lübnan'da imtiyazlar verildi. Ruslara da "Karadeniz Andlaşması"yla Doğu Anadolu ve
Karadeniz Bölgelerinde demiryolu yapımı imtiyazları verildi.
Bağdat Demiryolu ile emperyalist devletlerin emelleri altüst oldu.Bağdat Demiryoluyla ,
Hindistan korkusunu aşılayarak İngilizleri dize getirmiş, Rusları İskenderun istikametinde "ılık
denize inme" politikasından vageçirtmiş, Hicaz demiryoluyla da İslam birliği idealini pırıldatarak
fevkalade korkutmuş ve Rusları Filistin'deki "Makamat-ı Mukaddese" koruyuculuğundan
dönmeye mecbur bırakmıştır. Abdülhamid Han'a düşmanı dahi bu dahiyane politikasını şöyle
dile getirecektir: "Artık Büyük Petro'ların, İkinci Katerina'ların emelleri altüst olmuştu. Çar,
Avrupa 'da,Osmanlıların tarihi mirasçısı sevdasından vazgeçtiği gibi, Filistin'de Mukaddes
toprakların koruyucusu olmak fikrinden de yavaş yavaş vaz geçiyordu. İşe Büyük bağdat hattı
Rusya'nın bütün siyasi teşebbüslerine mani oldu."
HICAZ DEMIRYOLU
Abdülhamid Han'ın en önemli hizmetlerinden birisi de Hicaz demiryolu olmuştur. Bu demiryolu
projesi ile Şam ile Medine ve Mekke şehirleri birbirine bağlanıyordu. Bu yol ile Hicaz ve
Yemen'de Sultan'ın otoritesi kuvvetlenecek, Mısır'da nüfuzunu artıracaktı. Demiryolu ile Hicaz
ve Yemen'e askerlerimiz emniyet içinde sevetmek mümkün olacak, hac farizasının yerine
getirilmesini de kolaylaştıracak, az da olsa geçtiği yerlerin ziraat ve ticaretini canlandıracaktı.
Hicaz Demiryolu, askeri ağırlıklı hat olması sebebiyle bölgede en çok İngiltere'yi tehdit edeceği
için, özellikle adı geçen devlet, demiryolunun yapılmasını istemiyordu. İngilizler sabote için
Arab kabileleri arasında, eski anane ve adetlerin bozulacağı, her sene hazineden aldıkları avaitin
(gelir, irat) kesileceği, deve ve at kervanlarının ortadan kalkacağı vb. gibi propaganda
yapıyorlardı. Üstelik, Şeyhlere bol para hediye ve silah dağıtarak onları inşaat aleyhine tahrik
ediyorlardı. Suriyeli Arab ve Sultan'ın özel sekreteri İzzet Paşa'nın Demiryolu yapımı için
madalya çıkararak İslam dünyasından yardım toplama talebi kabul edildi. II.. Abdülhamid Han,
50 bin lira ödeyerek yardımda bulunanlar listesinin en başında yeraldı. Bütün Müslüman
ülkelerinden özellikle Hindistan Müslümanları, İran,Tunus, Cezayir, Rusya Müslümanları, Doğu
Türkistan, Sumatra, Java, Malezya'dan büyük yardımlar gelmiş, Afganistan Sultam Amir Han da
en yüksek yardımı yapan kişiler arasında yeralmıştı. Ve nihayetinde bu yardımlar sonrasında
Eylül 1900'da hicaz Demiryolu inşaatına başlanıldı.
Osmanlı devleti, Hicaz demiryolu için yardım kampanyası başlatınca İngilizler Hindistan ve
Mısır'daki gazeteleriyle bunu baltalamaya çalışarak Türkler'in Hicaz Demiryolunu yapacak
kabiliyet ve iktidarda olmadıklarını,Müslümanları soymak için yeni bir bahane uydurduklarını,
Müslümanlar'ın boş yere aldanıp para vermemelerini propaganda ediyorlardı. Mısır'daki İngiliz
konsolosu da halkı demiryolu aleyhine tahriketmiş, fakat bütün bu İngiliz propaganda ve
tahrikleri biri netice vermemişti.
30 Ağustos 1908'de Hicaz demiryolu faaliyete geçti. İstanbul'dan kalkan tren Medine-i
Münevvere'ye kadar ulaşabiliyordu. İlk tren, İstanbul'dan gelen misaferlerle birlikte 27 Ağustos
Perşembe günü, Şam şehrinden Medine istikametine hareket etmişti. Trende, devlet
adamlarından müteşekkil kalabalık bir heyetten başka, yerli ve yabancı pekçok gazeteci
bulunuyordu. Özel trenin bir büyük salon-vagonu, bir lokantası, bir cami vagonu ve üç yolcu
vagonu vardı. Hız, o zaman için mükemmel sayılabilecek olan 40-60 km arasındaydı. Tren
yalnızca iki şey için duruyordu. İkmal ve namaz...Çöl kumlan üzerinde cemaatle namaz
kılınırken, ikmal için develerle su getiriliyordu. Tren 30 Ağustos Pazar günü öğleden sonra saat
iki sularında Medine-i Münevvereye varıldı.
Makedonya ve Ermenistan gibi Osmanlı bütünlüğünden koparılmak istenen yerlerin yanısıra
Arap illerinin dolayısıyla İslam beşiği topraklarının müdafası, İslam alemine, Kabeye doğru
giden yolların telkin edeceği maddi ve manevi bağ ve bağlılık değeri ve bu değerin içinde, hac
yolunun transit merkezlerini bu hat üzerinde toplayıcı ve bütün yolları Halifenin vatanına
bağlayıcı özelliğiyle büyük bir ehemmiyet arzediyordu. Abdülhamid Han'ın bu demiryolu
politikasıyla ince siyasetinin dehasını ortaya koyduğunu düşmanları tarafından itiraf edilmiş bir
gerçek oldu. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra İngiliz casusu Lawrance, peşine taktığı
bedevilerle Hicaz demiryoluna sabotajlar yaptı. Hicaz'daki isyanlar için bölgeye asker sevki
yapılamadı. Ve nihayetinde Medine İngilizlerin komutasında Osmanlının elinden çıkmıştı. (94)
SÖZDE ERMENİ SOYKIRIMINDA ALMANLARIN ROLÜ
Türk Genelkurmay’ının arşivin 1918’de kaçıran Almanya, 2005 yılında Türkler sözde Ermeni
soykırım yaptı dedi. Oysa Osmanlı ordusunun kontrolü ve komutası 1914-1918 yıllarında Alman
Genelkurmayındadı!. Ermeni iddiaları ile tartışılanların adı her ne ise, Osmanlı
Genelkurmay'ının 1913-1918 tarihleri arasında Almanya'nın kontrolünde olduğu ve Hans Von
Seeck 5 Kasım 1918 tarihinde giderken bütün arşivi yanında götürdüğü bilinmeden konuşulmaz!.
Nihayetinde Genelkurmay arşivini kaçıran Almanya, suç Almanların üzerine kalmasın diye 2005
yılında "Türkler Ermeni soykırım yaptı" bile demiştir. Acaba neden bugüne kadar hiçbir tarihçi
veya yetkili "bizim komutamız Almanlardaydı, bütün arşivi de çaldılar" demedi? O dönemi
kısaca hatırlarsak, iyi olur. Ordusunda reform yapmak isteyen Osmanlı 27 Ekim 1913 tarihinde,
"General Liman von Sanders komutasındaki Alman Askeri Yardım Heyeti Hizmet Sözleşmesini,
Bahriye Nazırı ve Harbiye Nazırı Vekili Çürüksulu Mahmud Paşa tarafından 5 yıllık bir süreyi
kapsayacak şekilde imzalandı." Bunun üzerine, Alman-Prusya sisteminde olduğu gibi, savaşlarda
asıl karar verici olan Genelkurmay örgütlenmesinin bir benzerini Erkan-ı Harbiye -i Umumiye
Dairesi -Osmanlı Genelkurmay Başkanlığı'na verdi. Bu amaçla, başlangıçta tümen komutanı
olması planlanan "Prusya Albayı Bronsart von Schellendorf , Erkan-ı Harbiye -i Umumiye
Dairesi Erkan-ı Harbiye Reis-i Saniliği-Genelkurmay Birinci Yarbaşkanlığı- Genelkurmay
Karargahı Kıdemli Başkanlığı görevine getirildi." Ve Osmanlı ordusunun bütün kritik noktalarını
Alman subaylar komuta etmeye başladı.
Yapılan düzenlemeler ile Enver Paşa yetkisizleşti ve Alman von Schellendorf fiilen
Genelkurmay Başkanlığı görevine getirildi. "Hatta bu tarihten sonra bazı belgelerde von
Schellendorf'tan ‘Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi' şeklinde bahsedilmeye başlandı. Aynı
iradeyle Genelkurmay teşkilatı yeniden değiştirildi ve Kritik Merkez Şube Müdürlüğü doğrudan
von Schellendorf'a bağlandı." Anlaşılacağa üzere, 1914 yılından itibaren Osmanlı ordusundaki
bütün yazışma, plan ve diğer tüm evraklar Almanların kontrolüne geçti.
Osmanlı Genelkurmay başkanı von Schellendorf , 20 Ağustos 1914 tarihinden itibaren "olası
savaş durumunda açılacak cephelerle ilgili planları" hazırladı. Osmanlı’da Alman komutasına
muhalif subaylar istifa etti veya pasif görevlere getirildi. I. Dünya savaşı başladığında ise "artık
denetim mutlak olarak von Schellendorf'un, dolayısıyla Alman Genelkurmayı'na" geçmişti.
"Alman denetimindeki Osmanlı Genelkurmayı bütün önemli kararları, sefer planlarını ve her tür
yığınağı zaten Alman Genelkurmayı'nın emir ve denetimi altında yapmaktaydı."
İlgili yazışma ve arşiv kayıtlarına Osmanlının "en üst düzey komutanlar dahil, hiçbir Türk subayı
plan ve yazışmalara ulaşamıyordu. Bu uygulama savaşın son dönemine kadar titizlikle devam
ettirildi..."
Alman Genelkurmayı’nın kontrolüne giren Osmanlı ordusuna en dikkat çekici tavır ve uyarı 20
Eylül 1917 tarihli raporu ile 7. Ordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa'dan geldi. Mustafa Kemal,
Enver Paşa ve Talat Paşa'ya gönderdiği raporda Suriye-Filistin cephesindeki durumu
vurgulayarak acilen, "içinde bulunduğumuz bataklıktan Almanlar'la beraber bulunarak kurtulmak
zaruri ise de, Almanlar'ın bu zaruretten imdadı ve harpten istifade ederek bizi müstemleke
şekline sokmak ve memleketimizin bütün menabiini (kaynaklarını) kendi ellerine almak
siyasetine muarızım (karşıyım) ve rical-i devletin bu hususta hiç olmazsa Bulgarlar kadar
müstakil ve kıskanç olmalarını lüzumlu görürüm..." diyecekti. Bunun üzerine Alman
Genelkurmayı birlikte savaştığı daha doğrusu savaştırarak öldürttüğü Osmanlı askerlerinin
başına von Schellendorf'un yerine 17 Aralık 1917 tarihinde İstanbul'a gelen Tuğgeneral Hans
von Seeckt (22 Nisan 1866 - 27 Aralık 1936) atandı. Hans von Seeck ise "5 Kasım 1918 günü
sabah saatlerinde" Osmanlı Genelkurmayı’ndaki belgelere göre, 1914 yılından itibaren yapılan
bütün yazışma ve evraklar ile Alman Genelkurmayı ile yapılan yazışmaların tamamını, üstelik 1
Kasım 1918 tarihinde Genelkurmay ile ilgili tüm sorumluluklarını devretmesine ve "31 Ekim
1918 gün ve 6083 sayılı tamim gereğince bu evrakların Merkez Şubesi'nde veya Riyaset
Yaverliği makamında bulundurulması" gerekirken Almanya’ya götürmüştür.
- Neden götürmüştür?
Bu sorunun yanıtı, bugün sözde Ermeni soykırım yalanları ile Türkiye'yi parçalamak
isteyenlerin, Türkleri nasıl birbirlerine düşürdükleri ile toprakları ellerinden nasıl alındığı
konusunda ortada "belge ve akıl" bırakmamak içindir.
Tarihte, zamanın kendisi çok önemlidir. Vicdanları olamayan bazı Ermeni veya paralı tarihçiler,
İngiliz ve Fransız kuvvetleri 19 Şubat 1915 tarihinde ikinci büyük bir taarruzla Çanakkale'yi topa
tutarken, Osmanlı topraklarında, tehcir veya kıyım adı ne olursa olsun 2 Şubat 1915 yılında
soykırımı başlatırlar ve son aylara kadar devam ettirirler. Çanakkale savaşı da 19 - 20 Aralık
1915 tarihleri arasında, Arıburnu ve Suvla'yı boşaltılması sonrası 8-9 Ocak 1916 tarihinde
tamamı sona erer ve diğer tarafta ise aynı ordu Ermeni vatandaşlarına kıyım uygular! Bugün,
ABD gibi çok donanımlı bir ordunun Irak'ta başına gelenleri gördükten sonra olanlara inanmayı
bir tarafa bırakın, 1914-1918 tarihleri arasında akan kanı, kaybedilen toprakların belgeleri ile
birlikte Alman Genelkurmayın emri ve komutasında olan Osmanlı ordusunun başına gelenleri,
ayrıntıya girmeksizin;
- 19 Aralık 1914 Sarıkamış harekatı,
- 1914 -1915 tarihleri arasında Çanakkale savaşı,
- 1916 Irak ve
- 9 Aralık 1917 Kudüs işgali de dahil olmak üzere bir bir öğrenelim.
Sonra da Almanya'nın 2005 yılında nasıl ve hangi hakla sözde soykırım tanıdığına bakalım....
Ayrıca, "...Enver Paşa hariç bir kısım İttihat Terakki ileri gelenleriyle birlikte, 8/9 Kasım 1918
gecesi U-67 numaralı Alman denizatlısı ile İstanbul'dan kaçtı. İşin ilginç tarafı, bu grubun
Türkiye'den kaçmadan önce İttihat Terakki arşivinin önemli bir kısmını yok" (95) etmesinin ise
not olarak bir yerlere yazalım ve günümüzün ittihatçılarını bir bir tespit edelim... Tabii ki savaş,
"yönetme siyasetinin iflasıdır." Hiç kuşku yok ki yaşanan acıların başlangıcında, ABD tarafından
Anadolu'da Protestanlaştırılan Ermenileri hatırlamakta fayda var. Dikkat edin, - Gelişen YahudiKürt müttefikliğini bizler seyrettik. Filistin ve İsrail topraklarında, 400 bin Yahudi Kürt
olduğunu çok kişi bilmez. Eski Genelkurmay Başkanlarından Moşe Yalom da, Türk
vatandaşlığından atılmış ve Mardin'li bir Kürt'tür. Bunu köşe yazısında Hürriyet gazetesi’nde 10
Ekim 2007’de ilk defa kaleme alan gazeteci Yalçın Bayerdir. Fakat, Türkiye'de 25-30 bin
civarında Yahudi yurttaşımız varken, sözde Kürdistan'ı 19. yüzyılın ortalarına doğru gezen
Haham David'in 1827 yılında aktardığı verilere göre, "toplam 15 sinagog ve 1.875 ailenin
varlığından" söz eder. O zaman, 400 bin (!) Yahudi Kürt nüfus nasıl bulundu ki? Elbette Kürtsüz
bir Kürdistan kurmak için bulundu! Önemli olan, ABD'li sapkınlar yarın Türklere, "bu sefer de
Kürtlere soykırım yaptı" dememeleri için, ilk önce 1914-1918 yıllarında dökülen insan kanı ile
kaybedilen Osmanlı topraklarının hesabını Alman Genelkurmay arşivlerinde mutlaka aramamız
gerekiyor... (96)
1916 YILINDAN İTİBAREN ALMANYA’DAN GÖNDERİLEN UZMANLAR
Birinci dünya savaşı sürerken, 1916 yılından itibaren, Almanlar, birçok bakanlığın çalışmasını
yeniden düzenlemek ve yapılandırmak için bir çok uzmanı danışman (müsteşar) olarak
Türkiye’ye yollarlar. Ordudaki Tümgeneral rütbesine eşit bir konumla görevlerine başlayan bu
uzmanların çoğu savaş sonuna kadar Türkiye’de görevlerine kalırlar. Prof. Dr. Franz Schmidt
Eğitim ve öğretim bakanlığında Başdanışman, Türk Kültür politikalarının belirleyicisi, Fransızca
yerine Alman kültürü ve dilinin Türk okullarına girmesinden sorumludur. Dr. Gräve Türk Maliye
Bakanlığında, Demir Para basımı bölümünde, Dr. Albert Hahl Türk Tarım bakanlığında, daha
önce Alman Koloni dairesinde Samoa adaları genel valisidir. Dr. Vassel Türk Maliye
bakanlığında, Genel müfettiş, sonra maliye Reformu komisyonu Başkanı, daha önce ise Yüzbaşı
rütbesi ile 6. Ordu’da İran’a yapılacak operasyonlarda Mareşal Golz’un kurmayında, 7/1916’ya
kadar İran’da çeşitli yerlerde Konsolostur. Dr. Karl Rudolf Heinze Türk Adalet bakanlığında
danışmandır. Karl Orth Türk Posta ve Telgraf Bakanlığında görevlidir. Albert Hopman,
Tümamiral, Türk Donanma Bakanlığında iyileştirme/geliştirme tasarımcısıdır. Emil Kautz Ziraat
Bankası Başkanlığına getirilir. Hugo Mayer Savaş Bakanlığına bağlı Gıda işleri dairesinde
Başdanışman olur. Friedrich von Fürstenberg Süvari Yüzbaşı, 1916-1917’de Osmanlı Tarım
bakanlığı Traktör biriminde, Gıda işleri başkanıdır. Yüzbaşı Prof.Dr. Weickmann(Weichmann)
1916 Türkiye'deki meteroloji, Hava gözlem istasyonları sorumlusu, Leipzig üniversitesinden
gelir ve İstanbul’daki merkezi yönetir. Veit Ticaret Bakanlığında Orman işlerinden sorumludur.
Dr. Karl Rudolf Heinze 1916-1918 yılları arasında İstanbul’da Türk Adalet bakanlığında
Başdanışmanı olarak çalışmış ve Talat Paşa dahil o dönemin bütün siyasileri ile çok iyi ilişkileri
olmuştur. (97)
Alman Korgeneral Bronsart Schellendorf, Türk K.K.Komutanlığının baş komutanıdır. Sadrazam
(Başbakan) Talat paşa ise yakın dostudur. Birinci Dünya harbinde Osmanlı ordusuyla, İngiliz ve
Fransız ordularına, doğu ve güney doğu Anadolu bölgelerinde ise Rus ordularına karşı
savaşıyordu. Tabii olarak savaşın cereyan ettiği bölgelerde Ermeni’ler yaşıyor. İlerleyen Rus
ordusuna çeşitli bölgelerde Ermeni’ler destek veriyor, daha da ileri giderek bağlı oldukları
Osmanlı ordusunu arkadan hançerliyordu. O arada Van –Bitlis-Maraş ve Adana’da Ermeni
isyanları başlıyor. Türk Kürt köyleri basılıyor. Korkunç katliamlar Ermenilerce
gerçekleştiriliyordu. Ayaklanmalarda maddi destek Ruslardan geliyordu. Eli silah tutan 15-16
yaşındaki gençler askere alındığı için köy, kasaba ve şehirlerde bulunan bir yığın masum ve
güçsüz Türk insanı , fırsat kollayan Ermenilerce acımasızca katlediliyordu. (98)
Amerikalı tarihçi Justin McCarthy’nin “Ölüm ve Sürgün” (“Death and Exile”) adlı kitabında
sözünü ettiği “Archives des Affaires Etrangères de France, Levant, Arménie. 1918-1919”
belgeleri şunları ortaya çıkarmıştı: 1 Kasım 1918 tarihinden itibaren Çukurova bölgesini işgal
eden Fransa, bölgede bir Ermeni devleti kurma vaadiyle Ermenileri kandırdı. Önce gönüllü
Ermeni taburları oluşturuldu. Daha sonra, ABD, Mısır, Suriye ve Fransa’dan 200 bin Ermeni
gelmesi üzerine, Fransız Doğu Lejyonu’na bağlı Ermeni Lejyonu kuruldu. Bu özel birliğe
Fransız üniforması giydirildi ve eline Fransız silahı verildi. (Aynı şeyi Çarlık Rusya 19141915’te Doğu Anadolu’da yapmıştı). Adı geçen birlik 1921 yılına kadar bölgede akıl almaz
katliamlar yaptı. Fransa için utanç verici olan bu günleri Çukurova halkı “Kaç-Kaç Dönemi”
olarak adlandırdı. 20 Ekim 1921’de TBMM hükümeti ile Fransa arasında imzalanan Ankara
Antlaşması’ndan sonra Fransız işgal kuvvetleri Suriye ve Lübnan’a çekilirken yanında 50 bin
Ermeni götürdü. Ardından, Fransızların Çukurova’da (Kilikya’da) yüzüstü bıraktığı Ermeniler
önce Suriye ve Lübnan’a, daha sonra da Fransa’ya gittiler. Bugün Fransa’da yaşayan 600 bin
Ermeni asıllı Fransız seçmenin öyküsü böyledir! Fransa’nın kandırdığı Ermenilerden özür
dilemesi gerekirdi. Türkiye’den özür dilemesi gerekmiyordu..Sömürgeciliğin faydalarını ders
kitaplarına koyan Fransa, kendi tarihiyle hiç bir zaman yüzleşmedi.
Hızını alamayan Ermeniler, kovulmalarının ardından ülkenin seçkin ve yetkin kişilerini
katlederek hedeflerine ulaşma gayreti içine girdi. 15 Mart 1921 de Almanya’da bulunan Talat
paşa NEMESİS örgütüne (ASALA’ dan dan önce Ermeni TAŞNAK partisine bağlı bir alt örgüt
olarak 1920’lerde , adını her nedense Yunan mitolojisindeki “Adalet ve İntikam Tanrıçası”ndan
alan ilk gizli Ermeni terör örgütü) bağlı yaşlı bir militan olan Tehliryan tarafından şehit edildi.
Daha sonra aynı örgütçe 05 Aralık 1921de Roma’da hariciye nazırı Sait Halim paşa şehit
edildi… Gelişen bütün olayları bilen Alman Korgeneral B.Schellendorf, 1916 da bildiği bütün
gerçekleri, baskılar nedeniyle ancak Temmuz 1921 de açıklayabilmiştir. Bütün bu olaylara
paralel olarak Ermeni ayaklanmaları devam etti. Talat paşa kendi ordusunu arkadan vuran
Ermeni’leri haklı olarak Kuzey Mezopotamya dediğimiz Dicle ve Fırat’ın birleştiği yer olan
Suriye- Irak bölgesine nakledilmesi (Tehcir) kararını verdi. Kesinlikle öldürme ve kötü
davranma emrini vermedi. Talat paşa verdiği kararla Ermeni’ler tarafından düşman ilan edilerek
1921 yılında yukarıda bahsedildiği şekilde şehit edilmişti. Göç sırasında Ermeni’ler
Mezopotamya’ya gidebilmek için Türk’lerin yaşadığı bölgelerden geçmeleri gerekiyordu.
Müslümanlara karşı zulüm yapan Ermeni’ler bu bölgelerden geçerken öç almak üzere burada
bulunan Kürt’lerin baskılarıyla savaş kuralı gereği ve kan davası bedeli öldürülmüştür. Geri
kalanlar ise hastalık, açlık ve soygun gibi doğal nedenlerle ölmüştür. (99)
Talat Paşa 15. Mart 1921 Berlin’de öldürüldüğü sırada, İngilizlere Talat Paşayı bağlayan üç
neden var. Birincisi; Mart başında Sevr anlaşmasının iyileştirilmesi içindir. Londra'da bir
konferans düzenlenmiş ve Londra’da Ankara hükümetini temsilen Bekir Sami Bey bulunuyordu.
Bütün dünya, Ermeniler dahil, Talat Paşa’da bu olayları takip ediyordu. İkincisi; Talat Paşanın
öldürülmesinden bir kaç gün önce bir İngiliz casusu olan Herbert Aubrey ile Londra’daki bu
görüşmeler de dahil kapsamlı bir görüşme yapmıştır. Üçüncüsü; Ingilizler Almanlardan Versay
anlaşması gereği savaş suçlularının cezalandırılması veya geri gönderilmelerini istiyordu. Talat
Paşa da kağıt üzerinde ceza almış ve savaş suçlusu sayılıyor, bu yüzden başka bir kimlikle kaçak
olarak Almanya'da kalmasına göz yumulmasına rağmen, resmen aranıyordu. Versay anlaşması
savaş tazminatı verilmesi, askersizleştirme ve Alman savaş suçlularının yargılanmak üzere
kendilerine( İngilizlere ve Fransızlara) verilmesini öngörür. Talat paşa cinayetinden sonra 5.
Mayıs 1921 tarihinde Ingilizler Londra ultümatomunu verdiler. Ya bu dediklerimizi 6 gün içinde
yaparsınız, ya da Ruhr bölgesini işgal ediyoruz. Bunun üzerine hükümet değişikliği olur. 10.
Mayıs'ta Wirth başkanlığında yeni bir hükümet kurulur. 11. Mayısta İngilizlerin istedikleri kabul
edilir. ( Erfüllungspolitik). Bunu askerler ve aşırı sağ partiler kabul etmez ve Almanya`da siyasi
cinayetler devri başlar bir çok siyasi liderler öldürülür.Talat Paşa cinayeti sanığı 3 Haziran
1921’de yapılan ikinci celsede serbest bırakılır. (100)
Bu sırada Alman hükümetinde Başbakan Fehrenbach Kabinesi: Adalet bakanı Dr. Karl Rudolf
Heinze 25.Haziran 1920 - 4. Mayıs 1921 icracı oldu. Başbakan Wirth Kabinesi’nde Adalet
bakanı Eugen Schiffer 10.Mayıs 1921 – 22. Ekim 1921 arasında görev yaptı. Talat paşanın
yargılanmasının sürdüğü sıralar Fehrenbach başkanlığında Alman Bakanlar kurulu görevdeydi.
İşin ilginç yanı bu kabinenin Başbakan yardımcısı ve Adalet Bakanı, yani cinayeti
cezalandırmaktan sorumlu bakanı yukarıda Talat paşanın İstanbul’dan bakanlıklardan çalışma
arkadaşı DVP partisine üye Dr. Karl Rudolf Heinze’dir. Türk Adalet Bakanlığının
başdanışmanıydı. Heinze anlaşılan bu konuda Talat Paşa lehine kılını kıpırdatmamıştı. Vefasız
çıkmış anlaşılan. Fehrenbach kabinesi 6.Mayıs 1921’de istifa eder. 10.5.1912’de Wirth kabinesi
kurulur. Bu kabinenin Adalet Bakanı ise Eugen Schiffer’dir. Duruşmanın 3.Haziran 1921’de
yapılan ikinci celsesinde Talat Paşa’nın katili güya akli dengesi yerinde olmadığı için serbest
bırakıldı.
Ermeni Araştırmaları Enstitüsü`nün belgesinde Almanların Ermeni kırımında rolü şöyle
anlatılıyordu:
`...1915 yılı başlangıcından itibaren Alman Büyük Karargâhında yapılan değerlendirmeler, üst
komuta kademesi tüm savaş boyunca Almanlara teslim edilen Osmanlı ordusu ve en önemlisi bir
Alman tarafından yönetilen Osmanlı Genelkurmay Başkanlığı gibi etkenler sonucunda Osmanlı
Ordusu kendi ülkesini korumaktan çok, Alman ütopyasına hizmet eder hale gelmişti... Bu süreç
`Ermenilerin geçici bir süre zorunlu göç ettirilmesiyle` sonuçlanan 1915 Geçici Yasası`nın
çıkarılmasına kadar net olarak devam etti... Bu dönemde Osmanlı Genelkurmay Başkanı ve
ikinci başkanı dahil olmak üzere komuta kademesinin büyük bir bölümü Alman generallerden
oluşuyordu... Dönemin en güçlü ismi şüphesiz Enver Paşa`ydı...`
Ermenilerin içine düştüğü acıklı duruma en fazla üzülen, acıyanlardanım. Hepimizin sülalesinde
mutlaka bir Ermeni gelin vardır. İtiraf etmeliyim, bizde de vardı. Yaşadıkları acılarda kullarında
hatası vardı. Nefsimizi temize çıkartmak yerine olaylara objektif bakabilsek tek taraflı olmaktan
kurtulacağız. Biraz geriye gidelim ve sorunun nereden başladığına göz atalım. Aslında her şey 2.
Mahmut tarafından 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması, Bektaşi tarikatının yasaklanıp
emlaklarına el konulması ve Fransız usulü merkezi yönetime geçilmesiyle başladı. Yavuz Sultan
Selim’den bu döneme kadar özerk olan Kürtlerde haklarını kaybettiler. Kürtlerden istedikleri
vergiyi merkezi yönetim artırınca Doğu’da Kürt aşiret beylerinin toprak işlerinde kullandığı
ırgatlar olan Ermeniler daha fazla ezildi. Rus, Fransız ve İngilizlerden medet ummaya başladılar.
Adaletsizlik, eşitsizlik varsa mutsuzluğun ve isyanların olması doğaldır.
93 Harbi sonunda Rusya Osmanlı topraklarındaki Ermeni toplumu üzerinde koruyuculuk
hakkına sahip olmak isteyince, Osmanlı, Berlin Anlaşması’yla İngiltere, Fransa ve Almanya’nın
da Ermenileri koruyuculuk hakkını kabul etti; denge siyaseti gütmeye başladı. Ermenileri ilk
kışkırtmalar Rusya’dan geldi. Rusya, 1878 Berlin Kongresi’yle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da
Ermenilerin çoğunlukla Kürt kardeşlerimizle birlikte yaşadığı toprakların yarısını topraklarına
ilhak etti. Böylece Ermeniler Rusçuluğa başladılar. Daha sonra Rusya, çekilmek zorunda kaldı,
fakat 1919’da Fransızların komutasında ve himayesinde Adana Bölgesi’ne getirilen Ermeni
Lejyonu, Adana, Urfa, Kahramanmaraş ve Gaziantep’te tarihin tanık olduğu en kanlı katliamlara
girişti. Ermeniler, bu kez Fransacı oldu, Türk kardeşini, Kürt kardeşini, Rum kardeşini ve Yahudi
kardeşini arkadan vurdu.
Bugün önümüzde duran Ermeni meselesi, Berlin Antlaşması’nın imzalanmasını izleyen dönemde
ortaya çıktı. Ermeni sorunu iki yönde gelişti: 1. Batılı devletlerin Osmanlı üzerindeki baskı ve
müdahaleleri. 2. Anadolu, Suriye ve Rumeli’de yaşayan Ermenilerin Anadolu’nun çeşitli
yerlerinde, özellikle Doğu Anadolu ve Çukurova’da (Klikya) yeraltında örgütlenmeleri ve
silahlanmaları. Anadolu’da 1880′den itibaren çeşitli Ermeni komiteleri kuruldu. Ancak, yerel
düzeyde kalan bu komiteler, Osmanlı yönetiminden şikayeti olmayan, barış ve refah içinde
yaşayan Ermeni halkının ilgisini çekmedi ve başarılı olamadılar. Osmanlı Ermenilerini içeride
kurulan komiteler yoluyla devlete karşı harekete geçirmek mümkün olmayınca, bu kez Rus
Ermenilerine Osmanlı toprakları dışında komiteler kurduruldu.
Böylece 1887′de Cenevre’de sosyalist eğilimli, ılımlı militan Hınçak, 1890′da ise Tiflis’te aşırı,
terör, isyan, mücadele ve bağımsızlık yanlısı Taşnak Komiteleri ortaya çıktı. Bu komitelere,
“Anadolu topraklarının ve Osmanlı Ermenilerinin kurtarılması” hedef olarak gösterildi.
İstanbul’da örgütlenen ve Avrupa devletlerinin dikkatlerini Ermeni meselesine çekerek Osmanlı
Ermenilerini kışkırtmayı hedefleyen bu iki örgüt, birbiriyle yarışırcasına ayaklanma
girişimlerinde bulundular: İlk isyan 1890′daki Erzurum’da gerçekleşti. Aynı yıl meydana gelen
Kumkapı gösterisi, 1892-93′te Kayseri, Yozgat, Çorum ve Merzifon olayları, 1894′te Kozan
(Sasun) isyanı, Babıali gösterisi ve Maraş (Zeytun) isyanı, 1896′da Van isyanı ve Osmanlı
Bankası’nın işgali, 1903′te ikinci Sasun isyanı, 1905′te Sultan Abdülhamid’e suikast girişimi ve
nihayet 1909′da gerçekleşen Adana isyanı izledi. İsyanların Osmanlı kuvvetlerince bastırılması,
dünya kamuoyuna propaganda maksatlı olarak “Müslümanlar Hıristiyanları katlediyor”
mesajıyla yansıtıldı ve Ermeni sorunu giderek uluslararası bir sorun niteliği kazandı. Ermeniler
ile Kürtler arasındaki ilişkiler bozulmuş ve düşmanca bir hal almıştı. Kürtler, Ermenilerin
Ruslarla yaptığı işbirliği sonucu ellerindeki tarım arazilerini kaybetmekten korkuyordu. Rusların
dünya savaşından galip çıkması halinde, geçmişte Ermenilere yaptıkları yüzünden kendilerinden
korkunç bir şekilde intikam alınabilirdi.
Dünya güçleri, Yunan, Bulgar, Sırp ve Ermeni meseleleriyle Osmanlıyı zincirleyip diri diri
parçalamıştı. 10 Ağustos 1920′de imzalanan Sevr anlaşması bir Kürt ve Ermeni Devletinin
kurulmasını öngörmüştü. Ancak İngiltere olmak üzere İtilaf Devletlerinin Kürt Politikası
Ermenistan politikası ile çakışmış ve Kürt Bölgesi olan bölgeler Ermenilere vaat edilmişti. 1891
yılında Sultan Abdülhamit tarafından kurulmuş olan Kürt Hamidiye Alayları, Rus ve Ermeni
işbirlikçilere karşı savaştı. II.Abdülhamit Kürt beylerini İstanbul’da topladı ve onlara, ‘Bu bölge
Ermenistan değil, Kürdistandır, vatanınıza, topraklarınıza sahip çıkın.’ dedi. Ondan sonra Kürtler
ile Ermeniler arasında çatışmalar başladı. Ermeni meselesi aslında Kürt meselesidir, bunu iyice
kafamıza sokalım…
Jön Türkler, 1908 yılında Sultan’ı hal’ etmelerinin ardından, bu Kürt gönüllü birliklerini
yeniden organize etmiş ve bunlara “aşiret alayları” veya “aşiret süvari alayları” adını vermişti.
Düzenli Ordu ile gevşek bağları olan bu birlikler, Balkan Savaşlarında ve sonraki dönemlerde
Ruslara karşı Kafkasya Cephesinde savaştı. Kürt bölgesinde Ermeni Devletinin kurulmasından
çekinen bazı başıbozuk gruplar, Ermeni tehciri sırasında kan davasının intikamını aldı. Çünkü
Ermeniler, çoğu Kürt kökenli Türk Genelkurmayı’nın kayıtlarına gore 508 bin kişinin
katilleriydi. Bazıları Osmanlı yöneticilerinden derin devlete mensup Teşkilatı Mahsusa
üyelerinin Kürtleri Ermeni tehciri ve katliamları sırasında ‘bir araç olarak’ kullandığını
savunuyor. Kürt Milis birlikleri, çoğunlukla, yerel makamlar tarafından ve sıklıkla İTC (İttihat
ve Terakki Cemiyeti) lokallerindeki militanların nüfuzu altında örgütleniyordu. 1915 Şubatında
bir Ermeni mebusun kabineye sunduğu rapora göre, bu milisler, hapishaneden salınan Kürt
suçlularla takviye edilmiş ve Kürt asker kaçakları tarafından silahlandırılmıştır. Aslında Tehcir,
Ermenileri topyekun yok olmaktan kurtarmıştır. Osmanlı’ya şükran duyacaklarına nankörlük
etmeyi sürdürüyorlar.
1912 yılı sayım sonuçları şöyleydi. Osmanlı İmparatorluğu hududunda 1300.000 Ermeni
yaşıyordu. Bu rakam İngiliz kaynaklarınca da doğrulanıyor. Göçe tabii nüfus ise,702.000
kişi..1,5 milyon Ermeni’nin ölümü ise saçma ve yanıltıcıdır. 702.000 kişiden 500.000 i sağlıklı
olarak Suriye ve Filistin’e ulaşıyor. Bu rakamı İngiliz-Rus ve Fransa ‘da harp ceride kaynakları
doğruluyor. Savaştan sonra eksilen nüfus 200 000 dolaylarında. Bunun ne kadarı hastalıktan ne
kadarı normal ölümle sonuçlandığı bilinemiyor. Geride kalan 150 bin civarında Ermeni
yetiminin Türk ve Kürt ailelere evlatlık verildiği, bir kısım Ermenilerin ise zoraki Alevi
müslüman olarak kalmayı başardıkları, bilinen fakat ne Türkiye nede Ermeniler tarafından asla
itiraf edilmeyen gerçeklerdir. Amerikalı tarihçi Justin Mc Carthy’e göre Anadolu da 3 milyon
Türk ve Kürt şehit edildi, 600 000 civarında da Ermeni kaybı var. Ermenilerin çoğunluğu
Taşnaklar yönetimindeki bağımsız Ermenistan devletinde 1918 ile 1921 arasında açlıktan,
hastalıktan ve yokluktan öldüğü biliniyor. Taşnaklar, kendi kötü yönetimlerinin yol açtığı
ölümleri de Türklere fatura ediyor ve hesap vermekten kaçıyorlar.
Ermeni kıyımı iddiaları bağlamında Ermenistan’ın ilk Başbakanı Ovanes Kaçaznuni’nin 1923
yılında Bükreş’te yapılan Ermeni meselesiyle ilgili Taşnak Partisi toplantısında sunduğu kendi
ve önemli bakanların imzasını taşıyan bir raporda şu itiraflarda bulunyordu: “Türklere savaşı biz
açtık. 1914 sonbaharında, Türkiye henüz savaşan taraflardan birine katılmadığı dönemde, Güney
Kafkasya’da büyük gürültü içinde ve enerjik biçimde Ermeni gönüllü birlikleri oluşturulmaya
başlandı. Türklere karşı ayaklandık. Barışı sabote etmek için savaştık. Artık hepimiz Türklerin
düşmanı olan İtilaf devletlerinin kampındaydık. Türklerle savaştık. Öldük ve öldürdük. Artık,
Türklere ne gibi bir güven telkin edebiliriz ki? Aklımız dumanlanmıştı Askeri operasyonlara
katıldık. Kandırıldık ve Rusya’ya bağlandık. Tehcir doğruydu ve gerekliydi. Gerçekleri
göremedik, olayların sebebi biziz. Türklerin milli mücadelesi haklıydı. Barışı reddetmemiz ve
silahlanmamız büyük bir hataydı. Türklere karşı ayaklandık ve savaştık. Sevr Antlaşması
gözümüzü kör etmişti. İsyanımızın temelinde İtilaf devletlerinin bize vaat ettiği büyük
Ermenistan hayali vardı. Ama biz hiçbir zaman devlet olamadık. Türkiye Ermenistan’ı diye bir
devletin hayalden öte olmadığı gerçeğini göremedik. Türkler doğru yaptı. 1915 yaz ve sonbahar
döneminde Türkiye Ermenileri zorunlu bir tehcire tâbi tutuldu. Türkler ne yaptıklarını
biliyorlardı ve bugün pişmanlık duymalarını gerektirecek bir husus bulunmamaktadır. Kaderden
şikâyet etmek ve felaketlerimizin sebeplerini kendi dışımızda aramak acıklı bir durumdur. Bu
bizim (hastalıklı) milli psikolojimizin karakteristik bir özelliğidir ve Taşnaksutyun Partisi de
bundan kaçamamıştır. Osmanlı’dan, Akdeniz’e uzanan bir Ermenistan talep ettik. Derhal gönüllü
birlikleri oluşturduk, Türklere karşı ayaklandık ve savaştık. İsyanımızın temelinde İtilaf
devletlerinin bize vaat ettiği Ermenistan hayali vardı, gerçeği göremedik.”
Osmanlı Devleti tarafından resmen emredilmediği için aslında Ermeni soykırımı yoktur,
ispatlanamaz ama Ermeni kıyımı vardır. Kürtlerin kan davası, mukabelesi vardır. Aradan yıllar
geçti, Ermeniler boş durmadı, vakıflarlar dernekler kurdular. Ermeni Diyasporası diyor ki, biz
terkettiğimiz topraklara geri döneceğiz, oraları geri alacağız, ama bunu savaşla değil satın alma
yoluyla yapacağız. Bu amaçla kurdukları vakıflarına derneklerine dini sömürü de yaparak
Avrupa vA amerikada para toplamaya başladılar. Filmler çevirdiler, ilanlar verdiler. Para
toplarken bir şeyi daha planladılar, bölgeye toprak satın almaya gittiklerinde zorlanmamalıydılar,
insanlar topraklarını kolaylıkla satmalıydı. Bu nasıl olacaktı? Elbette bölgede çıkarılacak bir
terörle, karışıklıkla, insanları bıktırıp yıldırarak bölgeyi boşaltmakla mümkün olacaktı. Bunun
ikinci faydası da bölgeye satın alma yoluyla yerleştiklerinde nüfus yoğunluğunu ele geçirmek
olacaktı. PKK, inkar edilen Kürt kimliğinin ve bilincinin gelişmesinde faydalı olsa bile ( bu
tesbiti terör karşıtı en ılımlı Kürtlerden dahi duydum), Kürtlerin Doğu’dan Batı’ya zoraki göçüne
yol açmış ve bölgede emlakı değersizleştirmiştir. PKK acaba kimin taşeronudur? Uluslararası
istihbarat servislerinin kullandığı bir maşa haline gelen PKK, en fazla Ermeni çıkarlarına hizmet
etmektedir. Dünyada topu topu 10 milyon Ermeni yaşıyor. Ermenistan’da dahi insanları
barındıramaz iken Türkiye’ye toplu bir göç gerçekleştirmeleri tam bir ütopyadır.
Taşnak ve Hınçak örgütlerinin terör birimleri, 1965 yılında terör metoduna döndü, 1970′li
yıllarda ASALA sahneye çıktı ve 1984′e kadar 42 Türk diplomatını şehit etti. Ermeni terör
örgütleri, dış dünyanın tepkileri üzerine 1980′li yıllarda taktik değiştirerek, PKK terör örgütü ile
işbirliğine girdi. 1984 yılında PKK sahneye itildi ve ASALA-Ermeni terörü geri plana çekildi. 4
Haziran 1993 tarihinde; Ermeni Hınçak Partisi, ASALA ve PKK terör örgütü mensuplarının
katılımıyla Batı Beyrut’ta bulunan PKK’ya Kürdüstan devleti için destek sözü verdi. Oysa
gerçek amaçları her fırsattan yararlanarak Türkiye’yi istikrarsızlığa sürüklemek ve sözde işgal
altındaki Ermeni topraklarını kurtarmak ve “Bağımsız Büyük Ermenistan”ı kurmaktır. Taşnaklar,
1998’de Robert Koçaryan ile Ermenistan devletini ele geçirerek Ermeni diyasporasının eline
verdi. Halihazırdaki cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan ise Hocalı katliamından sorumlu bir savaş
suçlusudur. Ermenistan, Diyasporanın kin, nefreti ve hırsı yüzünden acından ölmektedir. Bir
milyon kişi 1991’den beri ülkeyi terketmiştir, hiç bir diyaspora üyesi gidip orada yaşamaz.
Türkiye’ye gelip yaşayacaklarını da sanmıyorum.
Bugün Ermeniler, 1915 olaylarını çarpıtıp Türkiye’yi dolandırmak ve Yahudilerin Almanlardan
aldığı gibi milyar dolarlar istiyorlar. Muhtemel ABD-İran savaşında Türkiye, müttefiki
Amerika’ya destek vermezse, bölgede çıkacak bir savaşta Türkiye aleyhine çalışarak toprak
kazanmaya çalışacaklar. Ermenilerin çoğunluğu bu iki hayale inanıyor. Haritaları bile çizilmiş.
Yetkili bir tarihçiler kurulundan gelebilecek kararlar ödlerini kopartıyor. Politikacılara tarihçi
rolü verilmek isteniyor. Bu oyunu Kürtlerle beraber bozacağız. Kürtler hiç bir zaman
Türkiye’den ayrılmayacak ve Ermeni oyunlarına gelmeyecektir. Geçmişte olduğu gibi Kürtler,
bütün haklarını bugün de alacaktır. Rus, Fransız, İngiliz ve Alman oyunları hep Ermeniler
üzerinden oynandı ve Türkiye’nin tekrar güçlenmesi engellendi.
Almanlar, yeri geldiğinde Ermenilerin tarafını tutmuştur. Örneğin Berlin`de 15 Mart 1921
tarihinde Talat Paşa`yı şehit eden Ermeni teröristi, Alman Mahkemesinde yargılandıktan sonra
haklı görülüp beraat etti! Şaka değil! Yargılama yapıldı ve Alman mahkemesi `beraat` kararı
verdi! Ne kadar güzel `Osmanlıyı yer değiştirmeye alet et, sonra da Osmanlı Paşası`nı vuranı`
haklı bul! 1854 `Kırım Savaşı borçlanması` sonrası başlayan dönemde; `Osmanlı yavaş yavaş
Alman kontrolü` altına girdi! Bugün Almanya`da `demokrasiye, insan haklarına, hukukun
üstünlüğüne` inanan her birey o dönemi `asla onaylamıyor`! Bir `emperyalist` bilek güreşiydi,
birçok aydınlatılması gereken olay oldu! Önemli olan `bundan sonra Türkiye üzerinde aynı
oyunlara yeltenilmesin`! Sonuç: Bu detayları çok önemli bir amaç uğrunda yazdım! Türkler ile
Ermenilerin `arasını`, yaşananları daha derinden sorguladığımızda, yüzyıla yakın bir süre sonra
düzeltebilecek çok önemli bir tez ortaya çıkıyor: Ermeni yer değiştirmesi Almanların aldığı bir
karardı` ve uygulayan da Alman generali olan Osmanlı Genelkurmay Başkanı ve ona bağlı diğer
`Alman generalleriydi`! (100)
Almanya’da bu sırada bir devrim gerçekleştiğini unutmamak gerekir. Almanya'nın savaşı
kaybedeceği anlaşıldığında 40 bin denizcinin 29 Ekim-3 Kasım 1918'de Kiel limanını işgal
etmesiyle başlayan devrimci ayaklanma sonucu Osmanlı Devleti'nin müttefiki Kayzer II.
Wilhelm, Almanya'yı terk ederek Hollanda'ya yerleşmiş, iktidarın gerçek hâkimleri olan ve
Almanya'nın yenilmediğini, aksine Masonlar, Yahudiler ve Cizvitler tarafından 'arkadan
vurulduğunu' söyleyen Ludendorff ve Hindenburg görevlerinden ayrılmışlardı. Tarihe 'Kasım
Devrimi' olarak geçen hareketin önderi Almanya'nın Birinci Dünya Savaşı'ndaki konumuna
şiddetle karşı çıkan ve sosyalist bir devrim öngören Spartakistler adlı gruptu. (Grubun adı
Spartakusbriefen = Spartaküs'ten Mektuplar başlıklı risaleden geliyordu, Spartaküs ise tarihin ilk
devrimcisi idi.) 1919'dan 1933'e kadar sürecek bu yeni döneme 'Weimer Cumhuriyeti' denildi.
Ancak sosyalistlerin iktidarı ılımlılarla paylaşmayı reddetmeleri üzerine işler ters gitmeye
başladı. 4 Ocak 1919'da Berlin'de Spartakistlerin ayaklanma teşebbüsü 19 Ocak 1919'da aşırı
sağcı Berlin Muhafız Tümeni tarafından bastırıldı, Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg 1919'un
15 Ocak'ı 16 Ocak'a bağlayan gece işkence ile öldürüldüler. 13 Mart'ta Wolfgang Kapp adlı aşırı
sağcı bir gazetecinin önderliğindeki 'Kapp Darbesi' yaşandı. Darbe başarısız oldu ancak 1920
Ocağından itibaren uygulanmaya başlayan aşağılayıcı Versailles Antlaşması yüzünden Almanya
adeta İngilizlerin kontrolüne girmişti. İşte böyle karanlık bir ortamda, Berlin'de gündeme bomba
gibi düşen bir olay yaşandı. 1/2 Kasım 1918 gecesi bir Alman denizaltısı (ya da torpidosuyla)
İstanbul'dan kaçan Talat Paşa ve şürekâsı önce Sivastopol yakınlarındaki Gözleve'ye
(Evpatorya), oradan Almanların hazırladığı bir trenle Almanya'ya geçmiş, Alman Hükümeti'nce
önce Berlin'in 50 km. uzağında, Postsdam kenti yakınlarında ünlülerin sayfiye yeri olan
Neubabelsberg'e yerleştirilmişlerdi. Olay İstanbul'da duyulunca, yeni hükümeti kuran Ahmet
İzzet Paşa Almanlardan İttihatçıların hiç değilse askerî kanadından olan Enver ve Cemal
Paşaların iade edilmesini talep etmişti. Ancak Alman Hükümeti özellikle Talat Paşa'yı iade
etmeyi düşünmüyordu. Çünkü Talat Paşa hem üst düzey Alman yöneticileriyle dostluklar
kurmuştu, hem de Alman kamuoyu kendisini, Osmanlı Devleti'ni modernleştirmek için uğraşan
bir devrimci ve kadim Alman dostu olarak tanıyordu. Talat Paşa bir süre sonra eşi Hayriye
Hanım'la birlikte Berlin'in şık semti Charlottenburg'daki dokuz odalı geniş eve yerleşti.
'Cafer Saî', 'Ali Saî', 'Mehmed Saî' gibi takma adlar altında bu adreste üç yıl yaşayan Talat
Paşa'nın İstanbul'dan kaçarken 'Bizim siyasi ömrümüz artık sona ermiştir' dediğini unutmuşa
benziyordu. Çünkü bu üç yıl içinde evi yalnız Almanya'daki değil, Avrupa'daki eski Jön
Türklerin buluşma yeri olmuş, Talat Paşa Avrupa'nın çeşitli köşelerine dağılmış olan İttihatçıları
örgütlemeye çalışmış, İsviçre ve İtalya'da üst düzeyde siyasi temaslarda bulunmuştu. Bankeri
Davidoff aracılığıyla İngilizlerle Anadolu hareketinin başına geçmek için pazarlıklar yapmış,
Mustafa Kemal'e ve TBMM'deki bazı İttihatçılara mektuplar yazmıştı. O Salı sabahı Talat Paşa
son nefesini verirken yıllardır sarf ettiği 'Ben yatağımda ölmeyeceğim' cümlesinin acı bir şekilde
doğrulandığını aklından geçirmiş olmalıydı. İki saat kadar yerde kalan cesedin üzerinden
'Mehmed Saî' adına düzenlenmiş bir kimlik çıkmıştı ancak gerçek kimliğini yakınlardaki tütüncü
dükkânını işleten eski İttihatçılardan Dr. Nazım ve Dr. Bahaeddin Şakir teşhis ettiler. Ceset
morga kaldırıldı ve tahnitlenerek geçici olarak Neukölln'deki Türk mezarlığına defnedildi.
Olay Lübnan'dan ABD'ye kadar Ermenilerin yaşadığı coğrafyada büyük heyecan, Türk ve
Müslüman dünyasında ise büyük üzüntü uyandırmıştı. Fransa'daki La Figaro, İngiltere'deki The
Outlook, The Times, ABD'deki The Public Ledger of Philadelphia, Osmanlı Devleti'ndeki
Peyam-ı Sabah ve Journal d'Orient gibi gazetelerde suikastı onaylayan yazılar çıkmıştı.
ABD'deki New York Times ise16 Mart tarihli sayısında tehciri eski büyükelçisi Morgenthau'nun
ağzından özetliyor, 18 Marttaki sayısında Talat Paşa'nın Berlin'de çok konforlu bir hayat
sürdüğünü, iddialara göre bir Berlin bankasında 10 milyon markının olduğunu belirtiyordu. (Bu
iddia, İttihatçıların yanlarında büyük miktarda para ile kaçtıkları iddiasıyla örtüşüyordu. Ancak
eşi Hayriye Hanım yıllar sonra 'Berlin'de beş parasız kaldığımız günlerimiz oldu. Parmağımdaki
yüzükleri sattık. Nihayet kendisine verilen son hatıraları ve nişanları bile' diyecekti.)
Cinayeti işleyen Soghomon Tehliryan, 24 yaşında bir üniversite öğrencisiydi. Yakalandığında
cebinde 12 bin mark bulunmuştu. Bir bastonun başında yol açtığı 20 santimlik derin yaradan
dolayı kan kaybeden ve o gece ateşler içinde kıvranarak geçiren Tehliryan ertesi gün, cinayet
masasından Müfettiş von Manteuffel tarafından bir tercüman aracılığıyla sorgulanmış ve
sorgusunda '...Almanya'ya sadece Talat Paşa'yı öldürmek için geldim... Ailem Ermeni tehcirinde
öldü. Ben tesadüf eseri ölümden döndüm. Daha o zaman Talat Paşayı öldürmeye ant içtim...
Ermeni asıllı bazı vatandaşlar bana Talat Paşa'yı öldürmem için para verdi... Talat Paşa'nın
öldüğünü duyan vatandaşlarım, rahat bir nefes alacak ve bu başarımdan ötürü benimle iftihar
edeceklerdir. Bunu düşününce seviniyorum. Cinayeti sadece bu duyguyu tatmak için işledim'
demişti. Tehliryan 2 Haziran 1921 günü saat 9.30'da Charlottenburg Üçüncü Eyalet
Mahkemesi'ne çıkarıldı. Onu savunmak için, büyük bir bölümü Avrupa'daki ve ABD'deki
Ermeni diasporası tarafından toplanan 426 bin Mark ile Almanya'nın en ünlü üç avukatı
tutulmuştu. Yargıç Dr. Lehmberg şahitlere ve avukatlara, davanın Ermenistan'da değil Berlin'de
görüldüğünü hatırlatıp, politik yorumlara girmemelerini, iddialarını hukuk sınırları içinde
tutmalarını söyledikten sonra duruşma başladı. Yargıç, Tehliryan'a 'Talat Paşa'yı öldürmek
istediniz mi,' diye sorduğunda, Tehliryan'ın cevabı 'Soruyu anlamıyorum. Öldürdüğümü
söyledim ya!' olmuştu. Yargıcın 'Pişman mısınız,' sorusunu ise sanık, 'Hayır' diye yanıtlamıştı,
'bir insan öldürdüm, ama katil değilim.' Sanığın o güne dek yaşadıkları, tanık ve uzman
tanıkların ifadeleri dinlendikçe davanın rengi değişmeye başladı. 3 Haziran 1921 tarihli New
York Times gazetesinin yazdığı gibi, sanık sandalyesinde artık Soghomon Tehliryan değil İttihat
ve Terakki'nin güçlü adamı, son Osmanlı Sadrazamı Talat Paşa ve İttihatçı zihniyet oturuyordu.
Nitekim dava o günden sonra 'Tehliryan Davası' olarak değil 'Talat Paşa Davası' olarak
bilinecekti. Mahkemede anlattığına göre Soghomon Tehliryan 2 Nisan 1897'de İran'daki
Pakariş'de doğmuştu. Dört yaşına geldiğinde, tüccar olan babası Erzincan'a göç etmişti. O
zamanlar Erzincan 20 bin kadar Ermeni'yle 20-25 bin civarında Türk'ün yaşadığı bir şehirdi.
Protestan olan Tehliryan ailesi Erzincan'da 14 yıl boyunca rahat bir hayat sürmüştü.
Soghomon'un iki ağabeyi, evli ve bir çocuklu ablası, biri 15, diğeri 16 yaşında iki kız kardeşi
vardı. Birinci Dünya Savaşı başladığında ortanca ağabeyi askere alınmış, 1915'te Sogomon 18
yaşındayken, Tehliryan Ailesi Erzincan'daki ve ülkenin diğer bölgelerindeki Ermenilerle birlikte
Der Zor'a doğru ölüm yolculuğuna başlamıştı. Kafile şehirden henüz ayrılmıştı ki, jandarma ve
ahaliden oluşan gruplar konvoyu soymaya başlamış, ardından da jandarma konvoya ateş açmıştı.
Kız kardeşlerinden biri jandarmalar tarafından çalılıklara götürülmüş, orada tecavüze uğramıştı.
Başına bir darbe yiyen Sogomon iki gün sonra kendine geldiğinde ağabeyinin ölüsünü üzerinde
bulmuştu. Başı baltayla parçalanmış olan ağabeyinin bütün kanı üzerine akmıştı. Yol cesetlerle
doluydu. Cesetlerin arasında annesi de vardı. Kafilenin ön taraflarında yürüyen babasının ve
ağabeyinin, kucağında bebeği ile yürüyen ablasının akıbetlerini ise o günden beri bilmiyordu.
Sonrası uzun hikâyeydi. Yaşlı bir Kürt kadını onu saklamıştı. Yaraları iyileştikten sonra, Kürt
giysilerine bürünmüş ve İran'a doğru yola çıkmıştı. Dersim'de iki ay saklanmış, Harput
katliamından kurtulan iki Ermeniyle birlikte gündüzleri saklanıp geceleri yol alarak, ot ve bitki
kökleriyle karınlarını doyurarak sürekli doğuya yürümüşlerdi. Arkadaşlarından biri ot
zehirlenmesinden ölmüş, kalan iki arkadaş iki ay yürüdükten sonra Rus askerlerine sığınmışlardı.
Önce İran'da Salmast'a, sonra Gürcistan'da Tiflis'e geçmişlerdi. Tiflis'te uzun süre hasta yatan
Soghomon bir yıl sonra Rus ordularının Erzincan'ı işgal etmesi üzerine cesaretlenip Erzincan'a
gelmiş, harabe halindeki evlerini bulmuş, ailesinin eve sakladığı 4.800 altını alıp Tiflis'e geri
dönmüştü. 1919 Şubat'ında İstanbul, Selanik, Sırbistan, tekrar Selanik, Paris, Cenevre yoluyla
1920 başında Berlin'e varacak olan Soghomon Tehliryan bu seyahatleri sırasında sık sık sara
nöbetleri geçirmişti. İddiasına göre ilk nöbet Erzincan'daki yıkılmış evlerini gördüğünde
gelmişti. Tehliryan mahkemedeki ifadesinde, polis sorgusundayken söylediklerini
hatırlamadığını belirterek, Talat Paşa'nın Berlin'de yaşadığını bilmediğini, kendisini cinayetten
beş hafta önce tesadüfen gördüğünü, o tarihten beri annesinin sık sık rüyasına girerek
'Biliyorsun, Talat burada, ama sen buna aldırmıyorsun. Artık benim oğlum değilsin' dediğini
anlattı. Rüyalar sıklaşınca 5 Mart 1921'de Talat Paşa'nın Hardenberger Sokağı'ndaki evinin tam
karşısındaki 37 numaralı Bayan Dittman'ın evine taşınmıştı. 15 Mart Salı sabahı, odasında kitap
okuyup volta atarken, Talat Paşa'yı önce balkonda, sonra sokağa çıkarken görmüştü. Annesinin
hayali tekrar gözünün önüne gelmiş ve bavulundaki silahı kaptığı gibi yola düşmüştü. Hayvanat
Bahçesi'ne doğru yürüyen Talat Paşa'yı tek kurşunla öldürmüştü. Tutuklandığında cebinde
bulunan 12 bin mark, Erzincan'dan getirdiği 4.800 altından arta kalmıştı. İlk gün suikastın görgü
tanıkları, Tehliryan'ı tanıyanlar ve uzman tanıklar dinlendi. Tehliryan'ın iki ev sahibi sanığın
sessiz, terbiyeli, düzenli bir genç olduğunu, dans ve dil dersleri aldığını, geceleri karanlıkta
mandoliniyle acıklı şarkılar söylediğini, arada düşüp bayıldığını, bazı geceler uyuyamadığını
söylediler. Uzman tanıklardan 1890'lı yıllardan beri Doğu Anadolu'da görev yapan Protestan
rahibi Johannes Lepsius, 1890'lardan başlayarak 1915'e kadarki dönemi özetleyen uzun
konuşmasında Osmanlı Devleti'nde yaşayan 1.850.000 Ermeni'den 1.400.000'inin tehcir
edildiğini bunların yüzde 80'inin yollarda ve Der Zor'da imha edildiğini anlattı. Ardından, tehcir
sırasında İzmir'de ordu kumandanı olan Alman General Liman von Sanders dinlendi. Sanders,
Talat Paşa'nın tehcirin sorumlusu olduğunu ancak Talat Paşa'dan öldürmelerle ilgili herhangi bir
emir almadığını söyledi. 24 Nisan 1915'te İstanbul'da tutuklanarak Çankırı ve Ayaş'a gönderilen
280 Ermeni toplum liderinden biri olan Metropolit Krikoris Balakian ise, sadece 16 kişinin sağ
kurtulduğu o ölüm yolculuğunu anlattı. Aram Andonyon adlı tanık, Halep'te iken Talat Paşa'nın
imzaladığı tehcir emrini gördüğünü anlattı.
Mahkemenin tayin ettiği Berlin'in en ünlü psikolog ve nörologları Tehliryan'ın sara hastası
olduğunda mutabık kalmakla birlikte, cinayet sırasında bilincinin yerinde olup olmadığı
konusunda çelişik görüşler bildirdiler. Bu konu önemliydi çünkü yürürlükteki 1870 tarihli Alman
Ceza Kanunu'na göre öldürme fiili kasten işlendiyse 211. maddeye göre ölüm cezası verilirdi.
Öldürme kasıtlı değilse 212. maddeye göre beş yıldan hafif olmamak kaydıyla ağır hapis cezası,
öldürme ağır tahrik altında işlenmişse 213. maddeye göre altı aya kadar hapis cezasına
hükmedilirdi. 51. maddeye göre ise, sanık cinayeti işlediği anda şuursuz veya ağır akıl hastası ise
'özgür iradesinin çalışmadığı' (cezai ehliyetinin olmadığı) kabul edilerek serbest bırakılabilirdi.
Ertesi gün 12 kişilik halk jürisi kararını açıkladı: Sanık 51. maddeye göre beraat ettirilmişti.
Yargılamanın çok kısa sürmesi, tanık seçimi ve bunların çok azının dinlenmesi, sanığın polis
sorgusundaki ifadeleriyle mahkemedeki ifadeleri arasındaki çelişkilerin üzerine gidilmemesi,
olayın arkasında bir örgüt olup olmadığının sorgulanmaması, sanığın ruh sağlığı konusundaki
çelişik bilirkişi raporlarına rağmen katilin suçsuz bulunması, savcının temyize gitmekle birlikte
daha sonra yeterli belge olmadığı ve Tehliryan Almanya'yı terk ettiği için temyizden vazgeçmesi
Alman yargısıyla ilgili kuşkular yaratmıştır. Ancak bu kararın Birinci Dünya Savaşı sonrasında
ortaya çıkan yeni dünya düzeniyle ilişkisi olduğu açıktır. Bunun bir kanıtı savcılık makamının
Prusya Adalet Bakanlığı'na gönderdiği 26 Mayıs 1921 tarihli yazıdır. Yazıda savcı davanın
politik bir boyut kazanabileceği, savunma makamı tarafından suikasta yol açan motifin öne
çıkarılacağı, hatta Almanya'nın 1915 Tehciri'ndeki rolünün bile sorgulanabileceği, bununsa
Almanya'yla Türkiye arasındaki ilişkileri zedeleyeceği ihtimalinin altı çiziyordu. Nitekim sanık
avukatları müvekkillerini savunurken, Alman İmparatorluğu'nun çıkarlarını da kollayan bir yol
izlemişlerdi. Ayrıca, Tehliryan'ın, arkadaşlarının ve uzman tanıkların anlatımları jüri üyelerini
derinden etkilemişti. Bu arada eklemek lazım: Jüri sisteminin yargılama usullerine eklenmesi
1919'da olmuştu yani henüz bu konuda hukuksal normlar oluşmamıştı. Jürinin kararını gerekçe
göstermeden alabilmesi de kararı etkilemiş olmalıydı.
Peki, Tehliryan'ın şu veya bu nedenle hukuk ilkelerine aykırı biçimde beraat ettirilmesi, Talat
Paşa'nın Ermeni toplumuna karşı işlediği korkunç suçu geçersiz, Talat Paşa'yı masum mu
kılardı? Ülkesinde yargılanmamak için Almanya'ya kaçan, gıyabında idama mahkûm olduğu
halde Almanya tarafından ülkesine iade edilmeyeceğinden emin olan, mimarı olduğu trajediden
zerrece pişmanlık duymadığı her davranışından belli olan birinden kim, nasıl hesap soracaktı?
Bunun cevabını mahkemeyi yakından izleyen, sıhhiye subayı olarak Türkiye'de bulunmuş olan
ve tehcir sırasında sekiz bin fotoğraf çeken yazar Armin T. Wegner 'Adil Bir Karar' başlıklı
yazısında şöyle cevaplamıştı: '...Çelimsiz Ermeni öğrenci ve geniş omuzlu Talat Paşa bu davada
arka plânda kalmışlardır. Ön plâna çıkan yarısına yakını imha edilmiş bir halkın mezarından
ayağa kalkıp, savaşın çirkinliğine ve onun cellâtlarına çürümüş elleriyle uzanmaları ve bu
mahkemenin tribünlerinde o tanımlanamaz acıyı dünyaya haykırmalarıydı. İşte bu durum, bu
davayı Almanya'nın bu güne dek gördüğü en önemli davası haline getirmiştir. Burada anlatılan
olayların gücü öylesine büyüktür ki, jüri apaçık bir cinayete rağmen beraat kararı vermiştir...
Türk devlet adamının Ermeni halkının yok edilmesindeki suçtan payına düşeni hayatıyla
ödemesi haksız bir yargı gibi görünmekle beraber, kendisinin yol açtığı felaket öyle korkunçtur
ki; katilin, bütün benzer olaylarda olduğu gibi kınamamız gereken suçu, bir halkın
umutsuzluktan kurtulma çabası olarak algılanmıştır... Öldürülen bakanın kara çarşafı, kalkık
peçesiyle adliye koridorlarında hayalet gibi dolaşan karısı için de, en az kocasının felakete
sürüklediği yüz binlerce kadın kadar üzüntü duymaktayız. Ne var ki halklardan da üstün olan
tarihin iradesi, Talat'ın idamını, kendi kurbanlarından biri aracılığı ile infaz ederek yerine
getirmiştir.'
Talat Paşa'dan dokuz ay sonra, 18 Temmuz 1921'de eski Bağımsız Azerbaycan Cumhuriyeti'nin
Dahiliye Nazırı Behbud Han Cevanşir, İstanbul Beyoğlu'nda Pera Palas Oteli önünde Misak
Torlakyan adlı bir Ermeni tarafından öldürüldü. Torlakyan İstanbul'da İngiliz subaylarından
oluşan bir mahkemede yargılandı ve aynen Tehliryan davasında olduğu gibi, Cevanşir'in
Dahiliye Nazırlığı sırasında Ermenilere karşı işlediği suçlar vurgulandı ve Torlakyan'ın cinayeti
sara hastalığının etkisi altında işlediği kabul edilerek beraat ettirildi. 6 Aralık 1921'de, Talat
Paşa'dan önceki Sadrazam Said Halim Paşa, Roma'da faili meçhul bir cinayete kurban gitti. Daha
sonra bu olayı Arşavir Şıracıyan üstlendi.Ancak 1931'de Kuşçubaşı Eşref, Atina'da kendisini
ziyaret eden Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşa'nın mutemedi Nafi Bey'e, 1914'te Abbas Hilmi
Paşa'ya yönelik suikast girişimiyle ne Said Halim Paşa'nın ne de İttihatçıların rolü olduğunu
söylediğinde, Nafi Bey'in üzüntü içinde 'Vah vah... Bir masumun kanına girildi... Yazık oldu...
Hata ettik' dediğini anlatacaktı. Said Halim Paşa'yı, İtalyan Karbonari örgütü tarafından
yetiştirilmiş, İtalyan uyruğuna geçmiş bir Bulgar öldürmüştü. Bu iş için Bulgaristan hükümetine
de bir miktar para ödenmişti. 17 Nisan 1922'de Teşkilat-ı Mahsusa liderlerinden Dr. Bahaeddin
Şakir ve Trabzon'un 'Sopalı Mutasarrıf' lakaplı valisi Cemal Azmi, Berlin'de, Talat Paşa'nın
karısı Hayriye Hanım ve Dr. Rusuhi adlı bir İttihatçı ile çıktığı bir akşam gezisi sırasında kimliği
belirlenemeyen kişiler tarafından öldürüldü. Suikastçıların Ermeni İntikam Birliği'ne bağlı
olduğunu tahmin ettiğini söyleyen Alman polisi failleri bulmak için 50 bin Mark ödül koydu ama
kimse yakalanamadı. Daha sonra suikasti Aram Yerganian ve Arşak Şıracıyan da olayı üstlendi.
'Ermeni Ulusal Kahramanı' ilan edilen Tehliryan beraat ettikten sonra Soghomon Melkian adını
alarak izini kaybettirdi. 1956 yılında, Taşnakların 1919 baharında Erivan'da yapılan 9. Dünya
Kongresi'nde Ermeni toplumuna karşı suç işleyen 101 kişinin listesinin çıkarılmasından sonra bu
konuda üstüne düşeni yapmanın kendisinde bir obsesyon haline geldiğini açıkladı. 64
yaşındayken 23 Mayıs 1960'da ABD'nin San Fransisco şehrinde öldü ve Fresno şehrindeki
Ararat Mezarlığı'na gömüldü. Bugün bazı Ermeni kaynaklarında, Tehliryan'ın 1920'de İstanbul'a
uğradığında, Mıgırdıç Harutunyan (veya Harutun Mıgırdiçyan) adlı Ermeni'yi de öldürdüğü
belirtiliyor. İddialara göre Harutunyan Osmanlı gizli polisine bağlıydı ve 24 Nisan 1915'te
İstanbul'dan sürülen Ermeni liderlerinin adını o polise vermişti.
Murat Bardakçı'nın aktardığına göre, Talat Paşa'nın eşi Hayri Hanım, 1931'de aile dostları, eski
Deutche Bank Müdürü Wasserman'dan bir mektup aldı. Wasserman, Alman kanunlarına göre bir
cenazenin gömülmeden en fazla on sene bekleyebileceğini söyleyerek, müddetin dolmak üzere
olduğunu hatırlatıyordu. Hayriye Hanım, mektubu alıp Şükrü Saraçoğlu'na gitti. Saraçoğlu 'Konu
beni aşar' diyerek kendisini Atatürk'le görüştürdü. Çankaya'da başlayan görüşme akşam Tahsin
Uzer'in evinde devam etti. Bazı bakanların da iştirak ettiği konuşmanın sonunda Atatürk
'Cenazesinin naklini benden şu anda istemeyin, Almanya ile bu konuda görülecek hesabımız var,
izin verin şimdi gömülsün, zamanı gelince onu bizzat ben getirtirim' dedi ama sözünü tutamadı.
Talat Paşa'nın kemikleri İkinci Dünya Savaşı sırasında, Adolf Hitler'in Türk-Alman ilişkilerini
sıcaklaştırmak istemesi sayesinde Almanya'dan getirildi. 25 Şubat 1943 günü Sirkeci Garı'ndan
alınan tabut önce Şişli Sıhhat Yurdu'na getirildi, ertesi gün görkemli bir askerî törenle Şişli'deki
Hürriyet-i Ebediye Tepesi'ne gömüldü. Tören kıtasının önünde Reisicumhur İsmet İnönü'nün
çelengi vardı. (101)
2. Dünya savaşı sırasında pek çok Yahudi Alman Hitler’in zulmünden Türk pasaportu ile
kaçılırılarak Türkiye’ye İstanbul Üniversitesi’ne getirildi. Bunlar arasında rejim karşıtı
Almanlarda vardı. Aşağıdaki listedekiler Hitler dönemi öncesi İstanbul’a getirilen Almanlardır.
Prof. Dr. Friedrich Giese Ural-Altay dilleri dersleri veriyor, Berlin’den geldi.
Prof. Dr. Lehmann-Haupt Tarih ve Eski Orta Doğu Halkları dersleri veriyor, Berlin’den geldi.
Prof. Dr. Zarnik Zooloji(Hayvanbilim) Dersleri veriyor, Würzburg’dan geldi.
Prof. Dr. Schönborn Kamu hukuku dersleri veriyor, Tübingen’den geldi.
Prof. Dr. Jakoby Filozofi dersleri veriyor, Greifswald’dan geldi.
Prof. Dr. Hoffmann Siyasi iktisat(ekonomi) dersleri veriyor, Hannover’den geldi
Prof. Dr. Fritz Arndt Anorganik Kimya dersleri veriyor, Breslau’dan geldi.
Prof. Dr. Dr. Erich Nord Avrupa medeni hukuku dersleri veriyor, Alman Büyükelçiliğinde
Çevirmen
Dr. Fester Teknik kimya dersleri veriyor, Frankfurt’tan geldi.
Dr. Walter Penck Jeoloji dersleri veriyor, Leipzig’ten geldi.
Dr. Leick Botanik(Bitkibilim) dersleri veriyor, Greifswald’dan geldi.
Dr. Georg Anschütz Pedagoji ve Psikoloji dersleri veriyor, Hamburg’dan geldi.
Dr. Fleck Maliye Bilimi dersleri veriyor, Kiel’den geldi.
Dr. Bergsträßer Karşılaştırmalı semitik Dilbilimi dersleri veriyor, Leipzig’den geldi.
Dr. Obst Coğrafya dersleri veriyor, Marburg’dan geldi.
Dr. Hoesch Organik Kimya dersleri veriyor. Berlin’den geldi.
Dr.Unger Arkeoloji ve eski paralar dersleri veriyor, İstanbul’da Arkeolog
Dr. J. H. Mordtmann Tarih Metodolojisi dersleri veriyor, İstanbul Alman Büyükelçiliğinde
konsolos
Dr. Richter Alman dili ve edebiyatı dersleri veriyor, Greifswald’dan geldi.
Listedende görüleceği gibi yalnızca ordu değil, devletin her kadamesi Almanların idaresi ve
kontrolü altındadır. Ülke politikalarını tamamen Almanlar belirlemektedir. Türk milliyetç iliğini
körükleyerek Türkler ile Kürtleri ve Arapları birbirinden koparmaktadırlar. Araştırmacıların bir
husus dikkatinden sürekli kaçmaktadır. Osmanlıda iki tip Alman vardır. Birisi ilişkilerin
güzergahında ilerleyen Almanlar. İkinci grup ise tilki Kaiser’in özel ekibi. Protestan olan Kaiser
Osmanlının içerisine, İngiliz ve Amerikan misyonerleri gibi özel bir ekip daha sokmuş ve bunlar
ile iş bitirmekte. Papaz Lepsius’a Bulgaristan’da Alman-İngiliz-Rus-Fransız-Bulgar ve
Ermenilerden kurulan ajan oluşumuna katkıyı yine Aynı Kaiser sağlamaktadır. Lepsius’un
üzerinde oynadığı söylenen belgelerde hangi bölümlerde değişiklik yapılması gerektiğini
söyleyen bir Alman dışişleri yetkilisi var. Ve bu adam bir yerlerde Konsolosluk görevi yapmıştı.
Görev yaptığı yerden sürekli Osmanlı aleyhine şifre telgrafları göndermesi dikkatimizi çekmişti.
İşte bu adam belge operasyonunun baş mimarıydı. Hepsi arşivler açılınca önümüzdeki yıllarda
gündeme gelecektir. Osmanlıyı yaktıkları gibi Türkiye’yi de yakmak istiyorlar. 4 Şubat 1902
yılında Paris’te yapılan Sosyalist Enternasyonaline katılan Daşnak-Sutyun ve Prens Sebahattin
terörden yana olduklarını deklare ederken, aynı toplantıya İttihatçılar adına katılan Ahmed Rıza
(Osmanlının gelecekteki Parlamento Başkanı) ilk iki grubun söylemlerini reddetmiş ve Evrim
teorisinin şemsiyesi altında yeni bir Avrupa düzeninden bahsetmiştir. (102)
Osmanlı’da ve Türkiye‘de Alman derin devletini kökleştiren isim bir Osmanlı vatandaşı olan
Sebottendorf idi. Şimdi sıra Osmanlı Almanı Baronunu tanımaya geldi.
ALTINCI BÖLÜM
Alman Derin Devletinin Baronu:
RUDOLF VON SEBOTTENDORFF
1923’de kurulan genç Türkiye’de de Alman devletinin etkinliği 1945’e kadar açıktan devam
etmiştir. Daha sonra Soğuk Savaş döneminde ise derin yapılanmalar dönemi başlar. Türkiye’nin
bu yıllarda ekonomik ve siyasi ilişkilerinin en yoğun olduğu ülke Almanya’dır. O yıllarda aldığı
en büyük borç 150 milyon Mark tutarıyla Almanya’dan aldığı borçtur. 1942 yılında da 100
milyon Mark askeri malzeme sağlanması karşılığında Almanya’dan kredi alınır. Alman
emperyalizminin, 1933 yılında faşist Nazi’lerin iktidara gelmesiyle yeniden gündemine aldığı
Yakındoğu, Kafkaslar, ve Balkanlar’ı içeren egemenlik programı çerçevesinde Türkiye ile
geliştirdiği ilişkiler söz konusudur. Bu amaç doğrultusunda ekonomik ilişkiler geliştirilmiş
ziyaretler sıklaştırılmış, Alman heyetlerinden biri gelir biri gider olmuştur. Osmanlı’nın Almanya
ile ilişkileri sadece ekonomik alanla da sınırlı değildi. Osmanlı’nın son yıllarındaki askeri
ilişkileri aratmayacak olan ilişkiler geliştirilmişti. Türkiye’nin ordusunda görevli Alman
subaylar vardır ve Almanlar, Türkiye devletinin ordusunun ihtiyaçlarını karşılamak için
girişimlerde bulunmuşlardır. Amaç orduyu Alman askeri sanayine bağımlı kılmaktır. Yine
Osmanlı’nın son dönemlerinde olduğu gibi ordunun üst kademelerinde Almanlar vardır. Hatta
ordunun ve gizli servisin örgütlendirilmesi işini üstlenmişlerdir. Alman Piyade Generali
Mittelberger Türkiye Genelkurmayı’nı organize ederken, birinci Paylaşım Savaşı’nda Alman
Askeri Gizli Servisi’nin Başkanı olan General Nicolai tarafından ise Türkiye Genelkurmayı’nın
askeri istihbarat örgütü organize edilmiştir. Ayrıca Alman ordusu içinde eğitim gören Türkiyeli
subaylar vardır.
Almanya’nın emperyalist emelleri doğrultusunda özellikle de Sovyetler Birliği sınırları içinde
yaşayan Türk kökenli halkı da gözönünde bulundurarak Türkiye’de öne çıkardığı, telkin ettiği
politika ‘Turancılık’ olmuştur. Almanya, yayılmacı siyaseti içerisinde Türkiye’ye özel bir
misyon biçmiş ve bu rol Almanların 2. Paylaşım Savaşı yıllarında yenilgiye uğrayacağı belli
olana kadar karşılık da görmüştür. Almanların Türkiye’ye biçtiği misyonu Alman Büyükelçi ve
Türkiye Masası Şefi Hentig şöyle ifade etmiştir: Volga nehrinden Çin’e kadar, Rusya’nın Türk
kökenli halklarını Türkiye’nin siyasal önderliği altında toplama. (103)
Bu politikanın bir yansıması sayılabilecek olan 2.Paylaşım Savaşı sırasında Türk kökenli
Müslüman savaş esirlerinden birlikler kurma meselesi de ilginçtir. Sayıları 180.000 civarında
olan Türk kökenli Müslüman savaş esirlerinden 1942 yılında gönüllü kıtalar oluşturulmuş, bu
kıtaların eğitimiyle Türk subaylar ilgilenmiştir. Bu kıtalar şunlardır:
a- Türkmen, Özbek, Kazak, Kırgız, Kalpak ve Tacikler’den oluşan Türkistan Gönüllü Kıtası.
b- Azerbaycanlı, Dağıstanlı, İnguş, Lezgi ve Çeçenler’den oluşan Kafkas Gönüllü Kıtası.
c- Gürcü Gönüllü Kıtası
d- Volga-Tatar ve Kuzey Kafkasya Gönüllü Kıtası.
19 bağımsız tabur ve 24 bölükten oluşan bu kıtaların komutasında sadece 4 Alman subay görev
yapmıştır. Geriye kalan komuta kademesi Türklerden oluşmaktadır ve bölüklerin eğitimleriyle
Türkiye’den subaylar ilgilenmiştir.
Türkiye’nin Alman emperyalizmiyle olan yakınlığı Alman ordularının Stalingrad önlerinde
bozguna uğramasıyla gerilemeye başlar. Aynı yıllarda Anadolu topraklarında faaliyet yürütenler
bir tek Almanlar da değildir. İngilizler’in M16 istihbarat teşkilatının İstanbul’da birçok ajanı
vardır. İngilizler için Balkan istihbarat operasyonlarında İstanbul vazgeçilmez bir üs haline
gelmiştir. ABD’nin ise Türkiye’de güçlü bir casusluk ağı vardır. Balkanlar, Ortadoğu ve
SSCB’ye yakınlığı Türkiye’yi ABD için önemli bir üs haline getirmiştir. Office Of Strategie
Servises (OSS), ABD’nin istihbarat örgütü olarak bölgeyi mesken edinmiştir.
ABD’nin Türkiye’deki istihbarat ağlarını kurduğu dönem asıl olarak 2. Paylaşım Savaşı
yıllarıdır. ABD emperyalizminin oluşturduğu bu istihbarat ağının odağında Savaş Enformasyon
Bürosu (OWI) bulunmaktadır. OWI’nın bürosu İstiklal caddesindedir ve 20’si Amerikalı
yaklaşık 100 civarında da Türkiye’den çalışanı vardır. Bu büronun asli görevlerinden biri
Türkiye basınına ABD’nin istediği haberleri aktarmak ve Amerikan yaşam tarzını ifade eden
dergilerin, Holywood filmlerinin dağıtımını yapmaktır.
ABD ile ekonomik ilişkilerde 2. Paylaşım Savaşı yıllarında artmıştır. Sadece savaş sırasında
ABD’den alınan borç miktarı 95 milyon dolar tutarındadır. Kurtuluş Savaşı’nın ardından
bağımsızlık kazanılmış olsa da sömürgecilik ilişkileri devam ettirilmiş emperyalistlerden borçlar
alınmış ve yeniden emperyalizme bağımlılığın adımları atılmıştır. Fakat asıl bağımlılık ilişkileri
2. Paylaşım Savaşı’nın ardından emperyalizmin geliştirdiği yeni sömürgecilik ilişkileri dahilinde
kurulacaktır.
Türkiye’de Alman Derin devletini kuran Alman: Sebottendorf idi. Onun dönemini bitiren
DP’nin iktidara gel mesi oldu. DP gelir gelmez yaptığı işlerden biri de istihbarat teşkilatını
Almanların kontrolünden alıp CIA’ya bağımlı hale getirmek olmuştur. Bunu ustalıkla beceren
DP Hükümeti istihbarat çalışanlarının aylıklarının dahi CIA tarafından ödenmesini sağlar. DP
iktidarı döneminde kurulan bu ilişkiler daha sonra 1960 ihtilalinin ardından Yassıada
duruşmaları sırasında açığa çıkar. Yassıada duruşmaları sırasında ifade veren Milli Eğitim
Bakanlığı’na vekalet etmiş olan Başbakanlık Müsteşarı Ahmet Fatih Korur bu ilişkilerin örgütün
eski başkanlarından General Behçet Türkmen zamanında kurulduğunu söylemiştir.
Genelkurmay istihbarat Başkanlığı’nda görevli bir albayın 1953 yılında Milli Emniyet
Başkanlığı’na getirilmiş olan Behçet Türkmen’in ilk uygulamalarından birisi 6 kişilik çekirdek
kadroyu eğitim amacıyla ABD’ye göndermek olur. Aralarında daha sonra MİT Müsteşarı da
olacak Fuat Doğu’nun da bulunduğu bu 6 kişi ABD’de eğitimini tamamladıktan sonra
Türkiye’ye dönmüş ve Amerikalılarla birlikte İstanbul Emirgan’da açılan bir okulda dönemin
istihbarat kurumu olan Milli Amele Hizmet (MAH) personelini eğitmiştir.
MAH yabancı istihbarat teşkilatlarının ilişkilerine dair eski bir ABD ajanı Philip Agee şunları
anlatıyor:
“ ... CIA uzun yıllardan beri Türk Milli İstihbarat Teşkilatı ile çok yoğun bir işbirliği içindedir.
Bu örgütün eğitimi, ilerlemesi ve donatılmasını CIA sağlar. CIA“nın Türkiye“deki görevi,
“Doğu Bloku ülkelerinin misyon ve operasyonlarını“ kontrol etmek, bu ülkenin NATO ile
bağlarını güçlendirmek ve “Amerika“nın kapitalist hegemonyasının devamını sağlamaktır.
Tabii bu arada her yerde olduğu gibi ‘ komünizm ve aşırı sol hareketi kontrol ederek’ ABD
çıkarları için tehlikeli hale gelmelerini önlemekdir... (104)
Türkiye’nin Almanların elinden çıkması ve ABD kontrolüne girmesi en fazla Thule Örgütünün
kurucusu, Büyük Üstad Sebottendorf olarak tarihe geçen şahsı rahatsız eder. Yine de Gehlen
sayesinde Türkiye’de Alman derin devletinin parallel kolunu yerleştirmeyi başarır. Kimdir bu
Osmanlı Almanı? 9 Kasım 1875’de Dresden’de Adam Alfred Rudolf Glauer adıyla dünyaya
geldi. Aristokrat bir ailenin değil, bir lokomotif sürücüsünün oğlu idi. Genç Glauer, yarım
bıraktığı yüksek öğrenimini tamamlayamadan gemilerde çalışmaya başladı. Üç yıl süre ile
Avustralya dahil, bir çok ülkeyi dolaştı. Gemilerde elektrikçi olarak çalışan Glauer, Kahire’de
Hidiv Abbas Paşa’nın hizmetindeki etkili ve büyük toprak ağası olan Hüseyin Paşa’nın
maiyetine girdi. Glauer bir yıl süre ile Paşa’nın Bandırma ve Bursa’daki çiftliklerinde çalıştı. İşte
ilk kez Bursa’da Glauer, okültizmin sırlarıyla tanıştı. Hüseyin Paşa bir Bektaşi idi ve kendisine
emanet edilmiş bazı bilgiler vardı. Genç Alman Glauer’i Mevlevi tekkelerine sokan adam o oldu.
Kahire’de ise Paşa’nın has adamları tarafından ebced ve numeroloji alanlarında eğitildi. Glauer
Bursa’ya dönünce Hüseyin Paşa’nın isteği üzerine Bursalı ipek tüccarı yahudi Termudi ailesinin
yanına gönderildi. Termudi ailesinin gerçek uğraşları Kabbalizm ve Okültizm’di.Termudi’ler,
Ortadoğu’nun ve Levant’ın en gizli okült örgütlerinden birini yönetiyorlardı. Ortaçağdan kalma
simyacılığı ve okültizmi çok iyi incelemişlerdi. Baba Termudi, oğlu gibi sevdiği Glauer’e bazı
özel bilgiler aktardı. İşte bu bilgiler, Glauer’de ilk kez Bektaşilik ile, tüm gençliği boyunca
öğrendiği Aryanizm ve “Rune” yazıtları arasındaki bağ kurmasını sağladı. Termudi, onu
Akdeniz ülkelerinde çok yaygın olan ve Fransız Menfis Ritine göre çalışan bir mason locasına
soktu. Ayrıca kıymetli kitapçılığını ve okült çalışmalarına ait yazıları Glauer’e miras bıraktı.
1908 yılı sonunda Glauer yeniden İstanbul’a döndü. Bu sırada Meşrutiyet devrimi olmuştu
Glauer, İttihatçılarla iyi dostluklar kurdu. Glauer’in 1901’de girdiği loca, devrimci ve
Abdülhamit zamanında liberal düşüncenin propagandasını yapan bir loca idi. Glauer bu zaman
aralığında özellikle Bektaşi dervişleri ile yakın ilişkiler kurdu. O günlerin Türkisyesi’nde çok
yaygın olan tarikat, Avrupa masonları ile ilişki halindeydi. 1908’den itibaren İstanbul’da
simyacılık ve bağlantılı okültizm konularında konferanslar vermeye ve çevresini genişletmeye
başlamıştı. 1911’de Osmanlı vatandaşlığına geçmiş ve ilginçtir ki, bu olaydan çok kısa bir süre
sonra, Almanların en köklü ve soylu ailelerinden biri sayılan “Sebottendorf”lar tarafından evlat
edinilmişti. Böylelikle Sebottendorf, hem Osmanlı hem de Alman ilk ve tek Baron oluyordu. Bu
evlat edinme işlemi Alman makamlarınca tanınmadığı için, bu işlem Siegmund von Sebotendorf
von Rose (1843-1915) tarafından 1914 yılında Wiesbaden de tekrarlanmıştı. Glauer’in
Türkiye’deki ikameti 4 yıl sürdü. II. Balkan Savaşı'ndan sonra –ki Glauer gönüllü olarak Türk
ordusu saflarında savaşmış ve ağır yaralanmıştı-. Almanya’ya geri dönmüştü. Üvey babası
Siegmund 1915’de ölünce Elbe nehri kenarındaki Kleinschachwitz’de yaşamaya başadı ve orada
kendine 50.000 altın marklık bir villa yaptırdı. 15 Temmuz 1915’de ise Berlin’li zengin tüccar
Friedrich Müller’in kızı Berta Anna Ifland ile evlendi. Yaşamının yarısı Türkiye'de geçen ve
Türk vatandaşı olan Sebottendorf, Birinci Dünya Savaşında bir süre Kızılay'ın başkanlığını yaptı
ve Balkan savaşlarında Türklerin yanında çarpışarak yaralandı. Türkiye'de Bektaşiliğe, Gülhaç'a
ve Masonluk gibi pekçok örgüte giren baron, 1924 yılında ünlü ‘Eski Türk Masonları’nın
Uygulamaları’ kitabını yazarak sırlarını açıkladı. Bir süre Almanya'da kalıp ünlü Thule örgütünü
kurdu, ancak 1934 yılında Hitler'in emriyle Gestapo tarafından tutuklanıp toplama kampına
gönderildi. Çok geçmeden Türk vatandaşı olması dolayısıyla Türkiye'ye iltica etti ve burada
1945 yılında esrarengiz bir şekilde öldüğü kaydedilir. Ancak ölmediğini iddia edenler vardır.
Thule, “Germanen Orden” denilen gizli tarikatın, yeraltından yerüstüne çıkmasını sağlayan bir
kuruluştu. Birçok Alman soylusu buna üye idiler. Thule, 1919’den önce DAP’ı (Alman İşçi
Partisi) kurmuş ve partiye Hitler üye yapılmıştı. Bu parti sonradan NSDAP (Nasyonal Sosyalist
Alman İşçi Partisi) olmuştu. Sebottendorf, monarşist ve yahudi düşmanı idi. Ama aynı zamanda
“Memfis” adlı Mason locasına kayıtlı idi. Daha sonra da “İmparator Konstantin Tarikatı” olarak
bilinen ve Rusya’da çarlığı devrim sonrası, yeniden tesis etmeye çalışan gizli bir Ortodoks
örgütünün de üyesi olmuştu. Malta şövalyeleriyle bağlantılı olan bu tarikatta Sebottendorf çift
taraflı ajan olarak çalışmıştı. Sebottendorf, Hitler iktidara gelince aralarındaki anlaşmazlık
nedeni ile İstanbul’a kaçmıştı. Sebottendorf, 1926’da İstanbul’da Türkiye’nin Meksika fahri
konsolosluğunu yapmış ve Meksika’ya gidip gelmişti. Ayrıca iddialara göre, 1934-1945 yılları
arasında “SS”lerin gizli istihbarat örgütü olan “SD” (Sicherheitsdienst) hizmetinde çalışmıştı.
İngiliz istihbarat kaynaklarına göre de Almanya’nın teslim olması üzerine 9 Mayıs 1945’de
intihar etmişti. Diğer bir iddiaya göre, Sebottendorf, II. Dünya Savaşı sırasında Alman Gizli
Servisi için önce P. Leverkuehn (I. Dünya Savaşı’nda İran Cephesi’nde Türk Teşkilat-ı
Mahsusası ile birlikte görev yapan Alman Subayı) sonra da Herbert Rittlinger’in emrinde
çalışmıştı. Rittlinger, Sebottendorf’un çalışmalarını dengesiz bulmuş, hatta onun bir İngiliz ajanı
olduğundan şüphelenmişti. Rittlinger’in daha sonra öğrendiğine göre, Sebottendorf, 9 Mayıs
1945’de Boğaz içinde boğulmuş olarak bulunmuştu. Thule'nin lideri Rudolf von Sebottendorf,
bir iddiaya göre, Türk derin devleti Ergenekon'u kurması için öldü gösterildi, 1945-1957
arasında Türkiye'de 'Görünmeyen eller' tarafından korundu. Balıkesir ve Adana'da saklandı.
Thule örgütü ve üyeleri Hitler’in hem bilgisel, hem de siyasi hayatta başarı kazanmasında birinci
derece rol oynamışlardı. Hitleri ajan olarak geldiği yerden alıp siyasete sokan ve Hitleri bile gizli
polis tarafından koruyanlar onlardı. Gamalı Haçlı bayrağı bile bir Thule üyesi hazırlayıp, Hitlere
vermişti. Kısacası 1500 kişilik güçlü, zengin ve deneyimli kadrosu ile Thule, Hitler’in iktidara
yürümesinde birinci dereceden sorumlu bir kuruluştu.
Neo-Nazilerin Thule’si Manevi Cihazlanma Derneği adıyla Türkler tarafından 1958'de
Ankara'da kuruldu. 40 kişilik kurucu kadrosunun toplantıları Bulvar Palas'ta yapılırdı. Derneğin
onursal başkanı, dönemin İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay'dı. Ünlü mason Ekrem Tok ve
İstanbul'da yaşayan bazı Alman, Avusturyalı ve Polonyalılar da üyeler arasındaydı. Bunların bir
kısmı, geçmişte Nazi Partisi'nin babası olan gizli Thule örgütüyle sıkı ilişkileri olan kişilerdi. 27
Mayıs'ta çok etkili oldular. Dernek, Fener Patrikhanesi'ne Vatikan gibi 'Devlet içinde devlet'
statüsü verdirmek için ugraştı, Menderes'e tavsiyede bulundu. 60'larda ordu içinde de etkiliydi.
(105). Altındal'a göre, "1920'de bir rahip tarafından kurulan bu dernek, 1936'da İngiliz
İstihbaratı'nca gizli Nazi sempatizanı olmakla suçlandı. Yıkıcı faaliyetlerle bulunmakla da...
İngilizler, derneği 'Beşinci Kol faaliyetlerinde bulunan 'yıkıcı kuruluşlar listesi'nin en başındaki
ilk üçe soktular. Dernek, Hitler'in yenilgisinden sonra 1945'te Fransız ve Alman önde gelenlerini
gizlice buluşturarak, 5 yılda 3 bin kişiyi biraraya getirdi. Avrupa Topluluğu'nun da nüvesi bu
görüşmelerde atıldı. Derneğin ilkesi, Hristiyan ahlakının üstünlüğü çerçevesinde Katolikleri,
Protestanları ve Ortodoksları birleştirmekti..." Aytunç Altındal, derneğin bugün de çok etkin
olduğunu ileri sürüyor: "Manevi Cihazlanma Amerika'da en etkili kurumlardan biridir. Bill
Clinton yönetiminde çok etkiliydiler. Butros Gali, Zbigniew Brzezinski gibi ünlü şahsiyetler de
derneği övüyordu ve Clinton'dan özellikle İslam ve AT konusunda örgütle temas halinde
olmasını istiyorlardı. Yakın bir gelecekte derneğin Türkiye-Yunanistan ilişkilerinde arabuluculuk
görevine soyunduğunu görürseniz, hiç şaşırmayın!" Aytunç Altındal bu iddialarını Sabah'ta
yayınladığı "Mitler Doğmadan Önce" yazı dizisinde, "Türkiye ve Ortodokslar" adlı kitabında ve
Aktüel'le yaptığı söyleşide dile getirdi. Yazar Aytunç Altındal'ın 9 yıl araştırarak yazdığı
"Bilinmeyen Hitler" adlı kitabındaki belgeler, tarihteki karanlık ilişkilere ışık tutuyordu.
Altındal'a göre Alman diktatör Adolf Hitler'i dünya siyaset sahnesine taşıyan gizli örgütün
kurucusu Türk vatandaşı olmuş bir 'Bektaşi'ydi!
Milyonlarca insanın ölümünden sorumlu olan Alman diktatör Adolf Hitler'i dünya siyasetine
sokan gizli örgütün başındaki kişinin bir Türk vatandaşıydı. Bu gizli örgütün adı "Thule
Gesellschaft"tı (Thule Cemiyeti) ve başındaki kişinin adı Baron Rudolf von Sebottendorff'tu. Bu
örgütün ve Baron'un dünya tarihinde önemi ise führerini (başbuğ) arayan Almanya'nın başına
özel olarak eğittikleri Adolf Hitler'i getirmeleriydi. Baron ise hem bir Türk vatandaşı hem de bir
Bektaşiydi! Hayatı ve gerçek kimliği tamamen sis perdesi içinde olan Sebottendorff'un
ölümünün de nasıl, nerede ve ne zaman olduğu bilinmiyor.
KARANLIK BİR KİŞİLİK
Peki kimdi bu Baron? Neden Türkiye'deydi? Burada ne tür faaliyetler yürüttü? Altındal, "Kitabın
en can alıcı noktalarının başında bu soruların cevabını şöyle veriyor: "Bilinmeyen Hitler kitabı,
birçok tarihçinin belirttiğinin aksine Hitler'in 'bir iş kazası' olmadığını, gizli bir örgüt tarafından
dünya siyaset sahnesine nasıl sunulduğunu anlatıyor." Baron Rudolf von Sebottendorff kitapta
anlatılanlara göre gazete patronu, tanınmış bir astrolojist ve 'palmist'ti (el falcısı). Ayrıca
kadınlara da düşkünlüğüyle biliniyordu. Türkiye'de casusluk faaliyetleri sürdüren Baron, 1917
Bolşevik İhtilali'nden kaçarak Münih ve İstanbul'a sığınan Rus mültecilerle ve soylularla ilişkiye
girdi. Bunları Sovyet rejimine karşı örgütledi. Daha sonraki yıllarda ise anti-Bolşevik
faaliyetlerini yine Türkiye'de sürdürdü. İstanbul'da kaldığı müddetçe bir Almanca-Türkçe
sözlükte yazdı. Ayrıca Meksika'nın İstanbul fahri başkonsolusydu.
Baron'un yaşamı kadar ölümü de esrarengiz. Bir iddiaya göre savaş bittikten sonra 9 Mayıs
1945'te İstanbul Boğazı'na atlayarak (belki de atılarak) intihar etmişti. Diğer bir iddia ise
1934'teki kritik Bamberg toplantısından sonra Hitler tarafından öldürüldüğüydü.
Altındal ise her iki iddianın da gerçekleri yansıtmadığını söylüyor: "1956'da İsrail'in Mısır'ı işgal
etmesinden 6 ay sonra Adana'ya üç Alman vatandaşının geldiği tespit edildi. Bu kişilerden
birinin adı Rudolf Freiherr von Sebottendorff'tu. Sebottendorff, Türkiye'den ayrıldığında ise 82
yaşındaydı..." Kitapta Baron Rudolf von Sebottendorff'un Türk Dış İşleri Bakanlığı ve Emniyet
Genel Müdürlüğü'ne dayandırılarak verilen belgeler de yer alıyor. İstanbul Valiliği tarafından 20
Aralık 1968 tarihli yazıda Hitler'i dünya siyasetine sokan örgütün kurucusu Baron Rudolf von
Sebottendorff'un asıl adının Adam Alfred Rudolph Glauner olduğu belirtiliyor. 9 Kasım 1875'te
Hoyerswerda'da doğan Sebottendorff, 1911'de Osmanlı-Türk vatandaşlığına geçiyor. 'Baron'
ünvanını almış bir kişi. 1926-27 yıllarında İstanbul'un Meksika Fahri Başkonsolosluğunu da
yapan Sebottendorff, İçişleri Bakanlığı'nın kayıtlarına göre 1945 yılında İstanbul Boğaz'ında
muhtemel bir suikaste uğrayarak yaşamını yitiriyor.
Aytunç Altındal'ın açıkladığı bir diğer gizli kalmış gerçek ise Almanlar'ın I. Dünya Savaşı'ndan 3
yıl önce, 1911 yılında planladıkları Osmanlı'yı yutma planıydı. Kitapta Almanlar'ın bu gizli
planını gösteren bir de harita bulunuyor. Altındal bu haritanın önemini şu sözlerle açıklıyor: "Bu
harita dünya kamuoyunun önüne ilk defa bu kitapla getiriliyordu. Bu haritanın özelliği ise şu:
1911 yılında Alman Genelkurmay Başkanlığı gizli bir plan hazırlıyor. Gizli planda deniyor ki,
'Önümüzdeki 50 yıl içinde barışçı ya da savaşçı yollardan Osmanlı İmparatorluğu ve Fas'ı Alman
İmparatorluğu topraklarına katacağız.' Bu plan uyarınca da Alman Genelkurmayı bir harita
hazırlıyor. (106) Bu haritada, Anadolu dahil tüm Osmanlı toprakları ve Fas; gelecekteki Alman
İmparatorluğu'nun toprakları içinde gösteriliyor. Ama çok ilginçtir, bu plandan iki yıl sonra
Osmanlı İmparatorluğu, Almanlarla müttefik olarak I. Dünya Savaşına giriyor!" Kitapta Hitler'in
1933'e, yani iktidara getirildiği yıla kadar olan hayatından kesitler var. Ağırlıklı olarak Hitler'in
ailesi ve bu ailenin geçmişi var." Hitler'in hayatındaki bazı garipliklere de yer veriliyor. İşte
onlardan sadece ikisi: "Askerlik tarihinde kabul edilen bir gerçek vardır. Süngü savaşına giren
erler, en fazla 5 süngü savaşına girip sağ çıkabilir. Hitler ise 35'i süngü olmak üzere 42 savaşa
girmiş; ancak bu savaşlardan sağ çıkmasını bilmiştir. Zaten Hitler, bu özelliği ile Alman gizli
örgütünün dikkatini çekmiştir."
"Adolf Hitler'in hayatına giren 6 kadın var. Bu kadınlardan 5'i 7 kez intihara teşebbüs etmiş ve
3'ü de ölmüştür." (107)
Altındal'a göre derneğin bir de Türkiye kolu vardı. "1950'lerde NeoNazi hareketler yeni isimler
aldılar. 1954-55'lerde İstanbul'u ve büyük şehirleri güzelleştirme dernekleri sardı. Birçok
işadamının Avrupa ve İsviçre ile bağlantıları, bu dernekler aracılığıyla oldu" diyen Altındal’un
bahsettiği Türkiye'de Manevi Cihazlanma Derneği kayıp. Emniyet Genel Müdürlüğü ve
Dernekler Masası'ndaki kayıtlara göre, 1967'de feshedilmiş, evrakları da SEKA'ya gönderilmiş
gözüküyor. Oysa gerçek farklı. Manevi Cihazlanma Derneği'nin kurucuları ve bugünkü
üyelerinin hemen hepsi Mason veya Bektaşi. İsim listesini merak edenler Kara Kutu:
Ergenekon’un Karanlık İsmi Tuncay Güney kitabıma bakabilir. Kurucuların çoğu yaşamıyor.
Ama derneği çok iyi hatırlayan biri var: 27 Mayıs döneminin devrimci gençlik lideri Dr.
Memduh Eren. 12 Mart döneminde sol cunta davalarından yargılanan ve ağır işkenceler gören
Eren, dernekle ilgili duyduklarını şöyle anlatıyor: "Dönemin ihtilalci subaylarından, rahmetli
Celil Gürkan Paşa'nın en yakın dostlarındandım. Paşa ve eşi 1972'de bana derneğin kendileriyle
ilgilendiğini anlattılar. 1960'da; ihtilalden 10 gün sonra Celil Paşa Kıbrıs'ta görevli iken,
İstanbul'dan komsuları olan iki Yahudi aile ziyaretlerine geliyor. Ve birlikte İsviçre seyahati
yapmayı teklif ediyorlar. Paşa 'Mümkün değil. İhtilal oldu, görevimi terkedemem' diyor. Bunun
üzerine İstanbul'daki 1. Ordu Komutanının telefon emriyle Celil Gürkan'a 3 ay izin çıkartılıyor.
Gürkan ve eşi, Yahudi ailelerle beraber İsviçre'deki derneğin şatosuna gidiyor. Orada 15 gün
boyunca, günde 6 saat ders altında, beyin yıkamaya maruz kalıyorlar. Sonunda da "Spor elbisesi
alacağız' diye şatodan kaçıp Paris'e, yakınlarının yanına gidiyorlar..." Prof. Mahir Kaynak,
teoriyi kısmen doğrulayarak şunları ekliyor: "2. Dünya Savaşından sonra Alman gizli servisinin
artıklarını Amerika devraldı. Bu kadroların büyük bölümünü Güney Amerika'ya kaçırdılar. Hatta
buna 'Odessa Operasyonu' adı verildi. ABD'nin Güney Amerika'daki operasyonlarını bunlar
yürüttüler. Bunlar, yenik, esir ve suçlu eski Nazilerdir. Ve Amerika bunları istediği gibi kullanır.
Çünkü istendiği an idam edilebilirler! NeoNazizm'i de Almanya'nın hareket alanını sınırlamak
için ABD hortlattı. Şu anda Alman gizli servisi, Nazi aleyhtarı ve sosyal demokrat ağırlıklıdır."
Alman tarihçileri "Baron 1934'te Hitler'le çelişkiye düştü ve öldürüldü" dedilerse de, ölmemiş ve
İstanbul'a kaçırılarak 1934-45 yılları arasında Alman istihbaratı görevlisi olarak çalışmıştı.
Burada Taksim ve Teşvikiye'de yaşamış, Türk önde gelenleriyle dostluklar kurmuştu. İngilizler
"1945'te Almanya teslim olunca baron intihar etti" diyorlardı. Aytunç Altındal ise tersi
görüşteydi: "Baronun hayatını araştırdım. Ve Baronun 'öldüğü' söylenen tarihten 12 yıl sonra, bir
başka soyadı ile 1957'de Balıkesir'den Antalya'ya gelen 3 kişilik bir Alman heyetinde yer
aldığını, Antalya'da iki gece Cumhuriyet Oteli'nde kalarak Adana'ya geçtiğini saptadım.
Sebottendorf'un 1945-57 yılları arasında Türkiye'de 'Görünmeyen eller'ce korunduğu sanılıyor..."
(108). Aytunç Altındal’ın ‘Bilinmeyen Hitler’ adlı kitabında Hitler’i iktidara getiren Baron’un,
Mason ve Bektaşilerle bağlantısını, 2. dünya savaşı sırasında Türkiye’de bulunduğu sırada bazı
ilişkileri ile ilgili çarpıcı bilgiler bulunuyor. Tüm dünyayı kasıp kavuran 2. dünya savaşının en
önemli aktörü Hitler’in okült bir örgüt üyesi olduğunu, gizli bir örgütün o daha doğmadan
kendisi ile ilgili planlar yaptığını, bu örgütün İstanbul’da kurulduğunu, örgütü kuranın da Türk
olduğunu ilk önce yazan Aytunç Altındal ve sonra da ondan alıntıyla yazan Serdar Turgut’tu.
Turgut bu kitapla ilgili şunları yazdı: ‘Hitler'e ve Nazilere iktidar yolunu açan esrarengiz bir
okült örgütü var. Bunun adı 'Thule Gesselscahft'. İstanbul'da kurulan bu gizli örgütün kurucusu
bir Türk vatandaşı olan Baron Rudolph Von Sebottendorf'tu. Sebottendorf ile ilgili bilgilerin
devlet arşivlerinde derin bilgi olarak saklandığı da araştırmacı Altındal tarafından öne sürülüyor.
Bu bilgiler, tarihin gerçekten yazılmamış olduğunu, çünkü bu tür gizli bağlantıların atlanmasının
tercih edildiğini gösteriyor. Hitler ile İstanbul'da bir Türk vatandaşı tarafından kurulmuş gizli bir
örgütün bağlantısı tarihe tamamen farklı gözlerle bakmamıza yol açacak kadar önemli bir gerçek.
Tarih aslında bu tür bağlantılar ve gizli ilişkiler tarafından yazılıyor, ama resmi tarih
inceleyicileri bunları gözden kaçırmayı yeğliyorlar. Onların bu tavrı nedeniyle resmi tarihte
birçok açıklanamayan nokta ortada kalıyor.
Gazeteci yazar dostum Aydoğan Vatandaş da, kitaplarında Ergenekon ile Thule arasında
şaşırtıcı bağlantılar kuranlardan ve kitaplarında yazanlardan. Bunu şöyle açıyor: Ergenekon ve
Thule"nin birbirine çok benzeyen örgütler oluğunu düşünüyorum. Thule, kurulduğu ilk günden
beri karanlık bir örgüttü. Alman aristokrasisinden oluşan, karanlık amaçlar güden bir örgüttü.
Arkalarında Germonerden adında bir başka örgüt vardı. Tapınakçılardan fazlaca etkilenmişlerdi.
Okültist, simyacı ve Kilise karşıtıydılar. Sembol olarak gamalı haçı benimsemişlerdi. Şaşırtıcı bir
şekilde bu sembol daha sonra Nazilerin de resmi amblemi olmuştu. Ari ırkın üstünlüğünü ve
pan-Cermenik bir Alman imparatorluğunun kurulmasını savunuyorlardı. Pagan antik Alman
kültürünün yeniden uyandırılması en büyük hedefleriydi. Bu bağlamda Ergenekon"un da
Türkleri İslam öncesi Şaman köklerine götürmek isteyen bir örgüt olduğunu değerlendirmek
mümkün. Zaten basında çıkan kimi haberlerden bunun ipuçlarını da görebilmekteyiz. İlginçtir
ki, Alman ordusu içinde nasyonal sosyalizmi örgütleyen Thule örgütünün kurucusu Baron
Rudolf von Sebottendorff"tu. Uzun yıllar doğu ülkelerinde bulunmuş, araştırmalar yapmıştı.
Baron Rudolf Von Sebottendorff hem Osmanlı, hem de Alman vatandaşıydı, hem Bektaşi hem
de Mason"du. Akşam Gazetesi"Hitler`in arkasında bir Türk vatandaşı vardı" başlıklı 1. sayfadan
duyurdukları bir yazıya yer vermişti.Kim yazmıştı o yazıyı? Serdar Turgut yazmıştı, Aytunç
Aktındal`ı kaynak göstererek. Türk vatandaşı olduğu söylenen Baron, Almanya"da Hitler"i
iktidara getiren bir örgüt kurabildiyse, 1933-45 yılları arasında Türkiye"de olduğuna göre, neden
benzeri bir örgütü de Türkiye"de kurmuş olmasındı? Baron herhalde Türkiye"de çelik çomak
oynamadı! Baron Mısır ve İstanbul"da da uzun süre kalmıştı. Bu gezileri sırasında simya,
astroloji ve Kabala ve İslam sufizmi üzerinde çalışmalar yapmıştı.Burada dikkatimi çeken bir
başka nokta ise Baron ve adamlarının bir müddet sonra zamanın İçişleri Bakanı Şükrü Kaya
vasıtasıyla o zamanki adıyla MAH bugünkü ismi ile MİT"le bağlantılarının olmasıydı. Şükrü
Kaya o dönemin en kritik adamlarından biridir. O dönem Alman nüfuzunun Türkiye üzerinde en
yoğun olduğu dönemdir. Varlık Vergisi"nin uygulandığı yıllar. Nazi etkisi açıktır. Bu döneme
ışık tutan en değerli kitaplardan biri ise şu an nedense piyasada bulunmayan Uğur Mumcu"nun
"40"ların Cadı Kazanı" adlı kitaptır. Baron o dönemde Türkiye"de ne yapıyordu? Nisan 2006
tarihinde çok önemli bir kitap yayınlandı. Adı "Eski Türk Masonları"nın Uygulamaları."Kitabın
yazarı Baron Rudolf Von Sebottendorf"tu. Kitabın yayıncısı ise Namık Kemal"in torunu Numan
Menemencioğlu"nun yeğeni olan Kemal Menemencioğlu"ydu.Menemencioğlu önsözde şöyle
diyordu:"Bu sıralarda Sebbottendorf Türkiye"de çalışıyordu. O sırada casuslukla ilgisi olup
olmadığını bilmiyoruz ama Türkleri ve Türkiye"yi çok sevdiği eserin her sayfasında açıkça belli.
İkinci dünya savasında ise Türkiye"de casusluk faaliyetlerinde bulunduğu kaydedilmiştir."AntiBolşevik bir Monarşist olan ve aynı zamanda Hilafetçi bir Osmanlıcı olduğu söylenen
Sebbottendorf"un her ne kadar Nazilerle arası açılmışsa da, Hitler"in iktidara geçmesinde rolü
kesindir. (109)
1897 yılında Mısır"ın İskenderiye şehrine gelen Sebbottendorf, Hüseyin Paşa ile görüştükten
sonra 1900 yılına kadar, Hıdiv Abbas Hilmi"nin hizmetinde çalışmıştı. 1900 yılında İstanbul"a
gelerek Hüseyin Fahri Paşa"nın Beykozdaki (Çubuklu) köşkünde misafir kalmıştır. Hüseyin Paşa
hem Bektaşi, hem de Mason"du.Aynı kitaba bir açıklama yazan, araştırmacı Erhan Altunay ise
şöyle demektedir: "Bu bağlamda incelersek Sebbottendorf"un sözünü ettiği "Türk Masonları"nın
aslında bu Masonik kuruluşlar ile alakası olmadığını görürüz. Sebbottendorf olsa olsa başka bir
İslami tarikattan bahsetmekte, bu da büyük olasılıkla Masonlukla benzerlik gösteren Bektaşiliğin
bir kolu olmaktadır." (110) Kemal Menemencioğlu, Mehmet Sabahattin adlı bir yazarın konu ile
ilgili bir makalesini tercüme eder ve kitaba koyar. Kitabin 111. sayfasında su ifadeler önemlidir:
"Thule kısa bir surede komünist karşıtlığı ve milliyetçilik mucadelerinin odak noktası haline
gelmişti." (111)
Yani tıpkı Ergenekon gibi.Hilal ve Gamalı Haç dövmesi bu örgütün sembolü olabilir miydi?
Bu bilinmiyordu. Ancak bilinçdışı, bilincin konuştuğu dili anlar. Bunun sebebi, bilinçdışı dili,
bilincin tersine kelimeler kullanmaz, onun dili sembollerdir ve iletişim tarzı yazılı kelime veya
konuşma değil, imgelemedir. Bunun kuşkusuz bir anlamı vardır. Dolayısıyla bu tür sembollerle
kişiler aslında farkında olarak ya da olmayarak faaliyetlerine büyüsel-törensel bir anlam
yüklemek istemektedirler.Bu bağlamda Almanya"da birbiri ardısıra yaşanan Türklere yönelik
Nazi bağlantılı kundaklama olaylarının zamanlamasının özel bir anlamı olabilirdi. Son derece
ilginç bir durumdu doğrusu. Üstelik de ilginç olan bununla da sınırlı değildi. Görgü tanığı küçük
bir kız çocuğu elinde baston olan bir adamı olay yerinden uzaklaşırken görmüş, kendisine "ne
yaptığını sorusuna ise "ben Almanım" yanıtını aldığını aktarmıştı. Şimdi, Hrant Dink cinayeti ile
Ergenekon örgütü suçlanıyordu. Bu suikastla ilgili klip yapan bir genç vardı, elinde ise bir asa
bulunuyordu. İki olay arasında, örgüt sembolizmi bakımından bir bağlantı olabilirdi.
Bu mümkün görülüyordu. Öncelikle bu genç, o asayı neden eline almıştı? Bu davranış bilinçli mi
yoksa bilinçaltı ya da bilinç dışı bir davranış mıydı?Üzerinde Trabzonspor armalı eşofmanı, Türk
Bayrağı"nın önünde "amatörce" poz veren bu genç neden elinde bir "asa " tutmuştu? Nerden
gelmiştir aklına bu? Bu yaşta genç bir adam için bu tür bir asa kolayca bulunacak birşey
miydi?Bu genç aslında asayı yani sihirli değneğini eline aldığı zaman bilinçaltına iradenin
devreye geçmesi gerektiğini söylüyordu. Zira asa iradeyi temsil eder. Bu gencin tamamen
milliyetçilik duygularıyla verdiği bu pozda bu Asa o çocuğun elinde sanki bir emanet gibi
durmaktadır. Ergenekon emekli ve muvazzaf askerlerden destek alıyordu.
Aydoğan Vatandaş’a göre ilişkiler derindi: Ergenekon"u tarihsel kökleri olan, ideolojik temelli,
nasyonel sosyalist eğilimler taşıyan ama iktidarını kaybetmemek için hemen herkesle de
ittifaklar kurabilecek bir örgüttü. Kanımca Kemalist çizgiye değil daha çok Enverist çizgiye,
İttihatçılara yakındır. İttihatçıların da Alman nüfuzu altında olduklarını, Enver"in Kafkaslar"da
İngiliz aleyhtarı bir siyaset izleyerek Alman-Rus jeopolitiğine uygun bir konum aldığını
biliyoruz. Demek ki Enver"le Mustafa Kemal arasındaki mücadele sadece liderlik mücadelesi
değil aynı zamanda jeopolitik bir mücadeledir. II. Dünya savaşı yılları arasında Alman etkisinde
olan örgüt, değişen dünya konjonktürüne göre kendini yeniden tanımlamış olmalı. Dikkat
ederseniz II. Dünya savaşı sonrasında Alman istihbarat elitinden bazı isimler de Amerika"ya
gidip CIA"nın organizasyonunda görev aldılar. Türkiye"deki elit de Amerikan etkisi altında
kaldı. Eşit olmayan 2 güç stratejik işbirliğine girdiğinde, bu, zayıf gücün güçlü olanın uydusu
olmasıyla sonuçlanır. Soğuk savaş süresince Ergenekon ve ABD arasındaki ilişkinin pozitif
yönde seyrettiğini analiz edebiliriz. Diğer taraftan, bu tür örgütlerde motivasyon çok önemlidir.
Ergenekon her örgütte, her partide, her gazetede, her kurumda vardır. Devlet içerisinde bir
paralel devlettir. Kanımca ordu içerisinde bazı kurumlarda da çok etkilidir. Özellikle de görevi
zaten örtülü operasyonlar yapmak olan bir kurumda. Yani Türkiye"nin bir işgal durumunda
yeniden organize olmasını sağlamakla görevli bir kurum barış zamanında her halde boş duruyor
olmamalıdır. Önceleri daha çok sol çevrelerin Gladyo, Kontrgerilla kavramları yaygındı ve
Genelkurmay"a bağlı Özel Harp Dairesi ve Özel Harp Dairesi"nin atası sayılan Seferberlik
Tetkik Kurulu için kullanılırdı. Sonraları Daire"nin adı Özel Kuvvetler Komutanlığı oldu.
Derin devletin daha çok bu kurumlarla irtibatlı olduğu düşünülürdü. Sonra Deniz
Kuvvetleri"nden emekli bir binbaşı, Erol Mütercimler, Ergenekon adlı bir örgütten bahsedince
işler değişti. Derin devlet tartışmaları bu kez, Ergenekon kelimesi üzerinde yoğunlaştı.
Mütercimler’e göre soğuk savaş döneminde Komünizme karşı Avrupa"da kurulduğu söylenen
Gladio örgütünün bizdeki karşılığı Ergenekon"du. Mütercimler’in adını merhum Memduh
Ünlütürk Paşa"dan duyduğunu söylediği Ergenekon, ülkeyi 1971`den sonra 12 Eylül`e kadar
planlı programlı şekilde terörün, anarşinin içine sokmuştu. Sonunda gelinen noktada, artık
sokağa çıkamayan, can güvenliği olmayan, beş dakika sonrasından emin olamayan Türk halkı
darbeyi, askerleri yalvar yakar ister hale getirilmişti. Mütecimler"in o yıllarda Ergenekon ile
ilgili açıklamaları, Can Dündar"ın kitabından ayrıntılarıyla okunabilir. 2005 yılında "Derki" adlı
internette yayın yapan haber aktüalite dergisinde Dr. Mütercimler Metin Under"e şöyle der:
"Altını çiziyorum, derin devlet diye birşey yoktur. Bizde derin devlet diye bir olgu yok. Ne var,
çıkar çeteleri var. Devletin içinde kurulmuş çıkar çeteleri var. Bunlar çete, bunlar eşkıya."
Muhabir Metin Under dersine iyi hazırlanmıştır ve soruyu patlatır: "Ergenekon adlı Derin Devlet
yapılanmasıyla ilgili bildikleriniz neler?"
Yanıt son derece ilginçtir. "Ergenekon bana Tümgeneral Memduh Ünlütürk tarafından anlatıldı.
Açıklamayacağım. Çok büyük bir hadisedir. Toplam üç nüshası vardır. Birisi bendedir ve de
ölene kadar gizli kalacaktır. Bir nüsha banka kasasında gizleniyor. Muazzam bir derin devlet
örgütüdür. Ama ben ölene dek gizli tutacağım, açıklamayacağım. Benden sonra birileri doğru
olduğuna kanaat getirirse açıklar." (112)
THULE ÖRGÜTÜ
Tüm bilimsel yasalara karşı amansız bir savaş açan Hitler, acaba bu gücünü nereden
almaktaydı?. Bu büyülü ve gizemli gücün adı, Thule Örgütü idi. Bu örgütün kurucularından, şair
ve gazeteci, Dietrich Eckart, 1920"lerde, mimar Alfred Rosenberg ve Karl Haushofer ile birlikte,
Hitler"e, mistik Doğu"nun gizemlerini öğretmiş ve Hitler"in, o yıllarda bu örgüte katılmasını
sağlamıştır.Örgüt, adını "Thule Kornen"den almıştı. "Thule", İzlanda efsanelerindeki batık bir
kıtanın adıdır. Ayrıca, Grönland"ın batısında, halen bir Thule kenti bulunmaktadır. "Kornen" ise,
hem yarımada, hem de "boynuz" anlamına gelmektedir. "Thule Kornen", Thule Yarımadası
anlamına gelmekle beraber, Thule kentinin gerçek adı Qaanaak`tır. İki ismi beraber
okuduğumuzda "Zülkarneyn" (K165) kelimesi açıkça görülmektedir. Thule Örgütü"nün
sembolü, çift boynuzlu Viking miğferidir. Kökleri, kayıp kıta "Mu" uygarlığına dayanan bu
öğretinin temel taşları, insan psikolojisinin bilinmeyen yanları ve zaman boyutları idi.Amaçları,
"zamanda insan ve taşıt naklini" gerçekleştirerek, Dünya"nın kaderini değiştirip üstün bir ırk
meydana getirmek ve "üst zekâlılarla" diyaloga geçmekti. En büyük hedefi, zaman yolculuğunu
gerçekleştirerek Dünya"nın kaderini değiştirmek olan Thule Örgütü"nün, bu amaca ulaşacak
teknolojiye erişebilmek için, tarih öncesi üstün Aryan uygarlığının yaşadığı Hindistan ve Tibet"e
kadar uzandığı ve Hazreti Hızır"ın öğrencisi olarak zaman yolculuğunun sırrına eren Mevlana
Halid-i Bağdadi"nin de, Mekke-i Mükerreme"de kendisine söylendiği üzere, Hindistan yollarına
düştüğü ve Cihanabad"da irşad edildiği iddia edilir.
Türkiye’de neredeyse bir asırdır CIA, Fransız, MOSSAD, KGB gibi bütün İstihbarat örgütleri
zaman zaman sorgulanır. Alman istihbaratları BND, BKA’nın ülkenin her yerinde etkin olduğu
bilinmesine rağmen şimdiye kadar nedense gündeme getirilmez? Göz ardı edilmesinin sebebi
acaba Türkiye’deki derin devletle olan derin bağlantıları mıdır? Ergenekoncuların en büyük
destekçisi Alman derin devleti ve onun uzantıları olduğu artık deşifre olmuştur. Ergenekonculara
karşı Türkiye’yi Deniz Feneri davasıyla vurmak, zora düşürmek için PKK’yı kollayıp gözetmek,
para yardımı yapmak y.ne onların marifetidir. 12 Eylül darbesinden sonra Almanya’da PKK’nın
örgütlenmesi, para kaynaklarının ve kasalarının Almanyada olması, 500 bin kadar Kürt kökenli
vatandaşın Almanya’ya iltica edip PKK ile ilişkisi olanların hemen ilticalarının kabul edilmesi,
bu ülkede PKK’nın siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel, basın, yayın alanlarında örgütlenmesine
göz yumulması tesadüfi değil, büyük bir plan ve hesabın bir parçasıdır. Türkiye’nin güya dost ve
müttefiki olan bir Almanya’nın NATO ülkesi olarak Türkiye’nin Avrupa Birliğine girmesine
Fransa ile birlikte şiddetle karşı çıkmasının gerçek nedenleri hiçbir zaman gündeme
getirilmemektedir. Türkiye’de ki Alman Vakıfları Almanya’daki bağlı bulundukları siyasi
partilere düzenli olarak gönderdikleri raporlarda Aleviler, Kürtler, Azınlıklar ile ilgili sorunları
kaşıdıkları görülmektedir. Alman Politikacılar bu raporlara göre Avrupada Türkiye’ye karşı
politikalar üretmektedirler. (113)
Cumhuriyet Gazetesi Ergenekon'la ilgili haberleri neden görmüyor deniliyor. Göremez. Zira,
Cumhuriyet Gazetesi'nin kurucu felsefesinde Nazi ideolojisi, Nasyonel Sosyalizm vardır.
Cumhuriyet Gazetesi'ni kuran Yunus Nadi'nin hayat hikâyesi biraz da Türk basın tarihinin
hikâyesidir aslında. 1879'da Fethiye'de doğan İttihatçı Yunus Nadi, Alman yanlısı yayınlarından
dolayı da 'Yunus Nazi' olarak anılırdı! Johns Hopkins Üniversitesi Siyasal Bilgiler Okulu Dış
Politikalar Profesörü Barry Rubin, Milliyet Yayınları'ndan çıkan "İstanbul Entrikaları" adlı
kitabının 58-59 sayfasında şunları yazıyor: "Türk gazetecilerin desteğini sağlamak için,
'Nazi'lerle müttefikler arasında çekişme büyüktü. Alman Büyükelçi Von Papen, en etkili gazete
yapımcılarından biri olan Cumhuriyet'in toparlak yüzlü sahibi Yunus Nadi'ye ulaştı. Kendisi aynı
zamanda milletvekiliydi ve arazilere, madenlere, çiftliklere sahipti. Alman hükümeti özel ticari
ayrıcalıklar tanıyarak Nadi'yi daha da zenginleştirdi. Alman göçmenler ve müttefik diplomatlar
kendisini, 'Yunus Nazi' diye adlandırıyordu. "Bazı günler Cumhuriyet dengeliydi, ancak çokluk,
yenilmez Almanya'nın karşı konulmayacak kadar güçlü olduğunu savunuyordu.''
Aydoğan Vatandaş'ın Kayıp Kitap Barnabas'ın Sırrı adlı kitabında aslında Türkiye'de Alman
yanlısı yeraltı faaliyetlerini organize eden bir Alman Baron'a ve onun Türkiye'deki ilişkilerine ve
geçmişe dönük olarak Almanların İttihat Terakki üzerindeki etkilerine değiniliyordu. Roman'a
göre Hitler'i iktidara getiren Thule örgütünü anlayamazsanız, Ergenekon'u asla anlayamazsınız.
Thule'nin ideolojik, ezotreik dünya görüşünü anlayamazsanız, Ergenekon'u anlayamazsınız.
Thule askeri bir inisiyeler tarikatıydı. Ergenekon da öyledir. Thule, Almanya'yı pagan köklerine
götürmeye çalışıyordu, Ergenekon da Şaman köklerine götürmeye çalışıyor! Ergenekon'un
sınıfsal, ekonomik ve de dinsel boyutunu anlayamadan bu konuyu çözemezsiniz! (114)
Almanya’da aklı başında, vicdanı yerinde herkes bir süredir aynı şeyi soruyordu: “Bu ülkede
legal terörizm mi var?” Sorunun meali belli: Alman devleti, aşırı sağ örgütlerin sivillere yönelik
şiddet eylemlerine bilerek mi göz yumdu? Alman polisinin, faillerin Türkiyeli olduğuna ilişkin
önyargısını ele verircesine “Boğaziçi Operasyonu” adıyla yürüttüğü ve kurbanların ailelerine
“Öldürülen yakınınız muhtemelen mafya ya da uyuşturucu bağlantısı nedeniyle hedef seçildi”
türünden hiçbir somut bulguya dayanmayan açıklamalar yapmaktan utanmadığı seri cinayetlerin,
neo-Nazilerin marifeti olduğu ortaya çıktı. BfV (Türkçe açılımıyla “Anayasa’yı Korumak İçin
Federal Teşkilat”) kuruluş yasası itibariyle, Almanya’da demokratik düzeni tehdit edebilecek
oluşumlara karşı bir istihbarat ve kontr-sabotaj örgütü olarak çalışıyor. Ancak BfV’nin özellikle
göçmenlere yönelik bir “fişleme” merkezi olduğu da, Almanya’yı biraz bilen herkesin
malumudur. Şimdi, BfV’nin Thüringen eyaletindeki bürosunun, göçmenleri hedef alan seri
cinayetlerden sorumlu neo-Nazilere pasaport ve kimlik belgesi verdiği, BfV’nin Hessen eyalet
bürosu ajanlarının ise dokuz cinayetten altısında mahalde bizzat hazır bulundukları gibi,
vahameti azımsanamayacak bilgiler kamuoyuna yansımış durumda. Velhasıl, battı batacak
görünen Commerzbank’ını ayakta tutmaya çalışan Almanya’nın, günyüzüne çıktı çıkacak
izlenimi vermeye başlayan “derin devleti” ile hesaplaşmak zorunda kalacağı dönem yakındır.
“Tiefer Staat in Deutschland” yani Almanya’daki derin devlet meselesi, Ergenekon’un dönüm
noktasıdır ve sanıldığından daha derin bir mevzudur. Çünkü Türkiye'deki Ergenekon'un bir ayağı
da Derin Almanya'dır. (115)
Alman istihbaratının nereden koştuğunu incelersek, Nazileri, Dazlakları ve ırkçılığın esir aldığı
zihniyeti anlamamız mümkün olur. Ve Nazilerin gizemli örgütünü masaya yatırabiliriz.
YEDİNCİ BÖLÜM
Alman İstihbarat Örgütleri ve
Nazilerin Gizemli Örgütleri
Prusya’yı, Avrupa’nın büyük devletleri arasına sokan Kral Büyük Frederik (1712-1786) bir
devletin iç ve dış güvenliğinin istihbarat olmadan olmayacağını o zamanlardan anlamış ve
önmeler almıştır. Özellikle de askeri istihbarata çok önem vermiştir. Dönemin kusursuz örgütleri
arasında sayılan istihbarat servisini özenle oluşturmuştur. Alman Birliğinin kurucusu ve
Avrupa’nın şekillenmesinin mimarlarından Bismark’da (1815-1898) Frederik in yolundan
yürümüş, ayrıca siyasi istihbarat açığını da bu alana verdiği büyük önem sayesinde kapatmayı
bilmiştir. Yani Hitler’in iktidara gelişine kadar Almanya’da güçlü ve kusursuz çalışan iki büyük
istihbarat oluşumu gerçekleştirilmiştir. Bunlardan birisi Genelkurmay istihbaratı (Abwehr),
diğeri siyasi istihbaratı yönlendiren Alman Dışişleri Bakanlığı İstihbarat Servisi’dir. Bu iki
kuruluş organize halde ve beraberce çalışmışlardır.
Hitler’de istihbarata son derece önem vermiştir. Abwehr onun döneminde 5 şube olarak şöyle
organize olmuştur:
1- Geheimer Meldedienst adı verilen organizasyon. Bu şube espiyonaj ve kontrespiyonaj
(casusluk ve karşı casusluk) ile görevliydiler. Bu şubenin emrinde kara, hava ve deniz birlikleri
ve olanakları vardır. Ayrıca bu alanlarda uzmanlaşmış çok sayıda personele sahiptiler.
2- Sabotaj işleri: Bu şubece yerine getirilmiştir. Bu alanda uzman bombacılar, özellikle elde
tutulur bunların rahat kullanabilecekleri ve değerlendirecekleri bomba türleri geliştirmişlerdir.
Özelikle bomba patlatma ve yerleştirme konusunda bu şube uzmandırlar. 1960 dan sonra
Almanların bu konudaki uzmanlıklarından Türk asker ve sivil istihbaratçıları da eğitimler
yoluyla yararlandırılmışlardır.
3- Güvenlik olarak adlandırılan bu şube Almanlara karşı girişilecek sabotaj ve diğer casusluk
faaliyetlerinin eylemlerine karşı organize olmuştur.
4- Dış ülkelerdeki faaliyetlerle bu şube ilgilidir. Bunlar adam kaçırma, elde etme ve
organizasyonları sağlamakla görevlidiler.
5- Bu şubenin görevi ise merkez koordinasyonunu sağlamak ve eşgüdüm içinde sorunsuz
çalışılmasını gerçekleştirmektir.
Almanlar istihbaratı hep çok önemsemiştirler. 1939 yılında yalnız Berlin’de Abwehr’de ünlü
casus şefi Canaris’in emrinde çalışan ajan sayısı ( Bunlara V= Vertrauen= mutemet denirdi)10
binin üzerindeydi. Bunlara hizmet veren teknik uzman kadrosunun sayısı ise 18 bini aşıyordu.
Ajan V ler ünlü Majino hattı planlarını ele geçirmişlerdir. Canaris’in emrindeki bu kadro ayrıca
1937-1939 yılları arasında İngiliz, kara, deniz ve hava kuvvetlerine ait çok önemli planları ,
bilgileri, savaş düzenlerini öğrenip bu güçlerin hareket ve idari yapılarına kadar bütün
bilinmeyenleri çözmüşlerdir.
Hitler Abwehr’e ilaveten 1933 yılında saldığı dehşetiyle ünlü olan Gestapo ( Geheime
Staatspolizei) adlı devlet gizli polis teşkilatını kurmuş ve 1939 da bütün polis servislerini
merkezileştirme yoluna giderek bu yapıyı dev bir organizasyon haline getirmiştir. Buna da
RSHA ( Reichsicherheitshauptamt) adı verimiştir.Ancak Abwehr de çalışmalarına devam
etmiştir. Alman Güvenlik Yüksek Dairesi olarak adlandırılabilecek olan RSHA veya Alman
casusluk ve mukabil casusluk teşkilatı başlıca 7 daireden oluşmuştur. Bunlar:
1. Daire: Personel
2. Daire: İdari ve ekonomik işler
3. Daire: Parti işleri
4. Daire: Gestapo ( rejim düşmanları, kilise ve yahudilerle mücadele ve yurda girip çıkanları
kontrol)
5. Daire: Kripto- cinayet polisi, devlet organizmasıyla ilgili işler
6. Daire: Dış istihbarat espiyonaj
7. Daire: Dini ve ideolojik çalışmalar-belgeler, biyografiler, arşiv.
Hitler ordularının 2. Dünya Savaşında yenilmelerinin ardından Almanya’nın ikiye bölünmesi
üzerine zafer kazanan devletler öncelikle RSHA’yı dağıtmışlardır. Ortadan kalkan RSHA’nın
yerine ikiye bölünen Almanya’da Doğu ve Federal Alman istihbarat teşkilatları yeniden
örgütlenmiştir. İki Alman istihbaratı artık iki düşmandır.
Kapitalizmin başarısı, Avrupa devletlerinin koloniyal politikaları ve ucuz işçi kullanımıyla
büyümüştür. Endüstrileşme ve aydınlanma paradigmalarını gerçekleştiren politik ve ekonomik
güç, göçmenlerin sömürülmesine dayanır. Global sömürüyü ve çok uluslu devletlerin
hegemonyasını ilk temsil eden 17. ve 18. yüzyıllarda Dutch East India Company idi. Bu şirkette
çalışanlar Hollandalı değildi, taşradan toplanmış fakir Alman köylülerdi. Almanya,
sömürgeciliğe ve aşırı milliyetçiliğe dayalı ulus devlet oluşturmaya geç başladı. İngiltere, Fransa,
İspanya, Portekiz ve Hollanda, üçüncü dünya ülkelerini köleleştirip kolonileri haline getirirken,
Almanya uyuyordu. Göçmen veren bir millet konumundan göçmenleri ezen bir konuma
Almanya’nın yükselmesini incelemek gerekiyor. Almanların aşağılık kompleksini anlamadan 1.
ve 2. dünya savaşlarında takındıkları ‘üstün ırk’ söylemlerini kavrayamayız.
Endüstri reformunun düşüş yaşadığı 1800 ile 1860 periyodunda fakir Almanların yeni vatanı
Amerika oldu. Bu dönemde Amerika’ya Avrupadan göç edenlerin yüzde 66’sı İngiliz ise, yüzde
22’si Alman kökenliydi. 1860 ile 1920 arasında İrlandalılar, İtalyanlar, İspanyollar ve Doğu
Avrupalılar, özellikle Yahudiler her Avrupa ülkesinden toplu halde Kuzey Amerika’ya göç
ettiler. 1876 ile 1920 arasında 15 milyon göç ederken, bunun 6.8 milyonu Fransa, İsviçre ve
Almanya’ya taşındı. Boşalan Avrupa’da en ağır işlerde çalışan tarım ve endüstri işçiliğini artık
Polonyalılar, İtalyanlar ve İrlandalılar yapıyordu.
Avrupa’nın siyahlarıydılar. Yahudiler ve İrlandalılara İngiltere’de özgür işçi hakları verilmedi.
1875 ile 1914 arasında Rusya’dan gelen 120 bin Yahudi, en alttakilerdi. 1905 ve 1914’de
Yabancı Sınırlama Yasaları’na rağmen Yahudilerin ikinci nesilleri, iş veren konumuna
yükseldi, meslek ve sanat sahibi oldu ve 3. nesillerinin profesyonel mesleklerde zirveye çıkması
için asfalt yol hazırladı. Bu devrede Fransa ve Almanya’da işçilere ayrımcılık ve ırkçılık
uygulanmasına başlandı.
19. yüzyılın ortalarında ağır sanayi hamlesi yapan Almanya, Doğu Prusya’nın fakir tarım
işçilerinin dikkatini çekti ve büyük kentlere taşıdı. Polonyalılar ortada kalmışlardı. Prusya, Rusya
ve Avusturya Macar İmparatorluğu arasınd atoprakları bölüştürülen Polonyalılar, Almanya’nın
ağır işci gücü oldu. 1913’e gelindiğinde Alman maden yataklarında çalışan 410 bin işçiden 120
bini Polonyalıydı. Prusya, sınırdaki 40 bin Polonyalıyı daha kovdu. Ucuza, geçici, mevsimlik
çalışan Polonyalılar, Almanya’da itilip kakılan, her an sınırdışı edilebilen en alttakiler oldular.
1907’de Almanya’da İtalyan, Belçikalı ve Hollandalılarla birlikte toplam 950 bin yabancı işçi
vardı. Almanlar, aile birleşmesine izin vermiyor ve daimi iskanlarını engelliyordu. Yaklaşık 300
bin işçi tarım sektöründe, 500 bin işci endüstri alanında, 86 bin kadarı ise ulaşım ve ticarette
çalışıyordu. Aynı sistem Nazi ekonomisindede sürdü, ancak 1955’de Federal Almanya’da
misafir işçi kanunu çıkartılmasıyla sonlandı. (116)
Almanya’nın zorlamasıyla büyüyen 1. Dünya savaşı, işci politikalarını değiştirdi. Askerlik
hizmeti için Avrupalılar ülkelerine dönerken, Almanya yabancı işçilerin ülkelerini terketmesini
istemedi. Yabancı Polonyalı işçiler, Rusya ve Belçika’da işci gücü olarak istihdam edildi.
Almanya, Doğu Afrika ülkelerindeki kolonilerinden getirdiği sivil Afrikalıları köle asker ve
taşımacı olarak kullandı. Bunlardan 650 bini hayatını kaybetti. 1918 ile 1945 arası uluslararası
işçi göçünün durduğu yıllardır. Savaş esirleri, ücretsiz iş gücü olarak kullanılmıştır. Almanya’nın
aşırı ırkçılık bataklığına saplandığı bu dönemi masaya yatıralım.
NAZİZM’İN KÖKENİ VE TARİHİ
Nazizm, özellikle Faşizmin benzersiz bir örneği olarak yakından incelenmeli, tanınmalı ve
Nazizmin tarihsel soyağacı belirlenmelidir. İki Dünya Savaşı arasındaki dönemde varlığını
sürdüren “Germanorden”, “Thule Gellenschaft”, “Ariosophy” ve “Neo-Tampliyeler” gibi Gizlici
Örgütler gerçekten Alman Nazizminin en önemli köklerinden birini oluşturmuştur. Ne yazık ki,
Nazizm üzerine yapılan araştırmaların çoğu, Nazizmin çok çeşitli Gizlici ya da Gizemci
köklerinin hepsini Helena Blavatsky adlı zavallı yaşlı bir Rus kadının kapısının önüne
yığmışlardır. Gizlici Alman örgütlerinin bazı “teozofik” düşünceleri özümsemiş oldukları bir
gerçektir. Üstelik aynı hevesle Nietzsche’nin bazı öğretilerini de çarpıtmışlardır (Alman
ulusçuluğunu bir “budalalık uçurumu” olarak nitelendirdiği ve anti-Semitizme karşı çıktığı
bölümler, Nietzsche’nin kendi kız kardeşi tarafından titizlikle ayıklanmıştır). Nietzsche, “Üstün
İnsan”dan söz ederken, onun Ari ırktan ya da Alman olacağını asla söylememişti. Benzer
biçimde, Blavatsky’nin “Altı Kök Irk” öğretisi – Astral, Hyperborean, Lemurian, Atlantean, Ari
ve Geleceğin Irkı – de, Ari ırka pek fazla önem vermiyordu. Blavatsky’e göre, tüm var olan
ırklar ve uluslar arasından “mutant” bir nesil gibi yükselecek olan “Altıncı Irk”, diğerleri gibi
Arilerin de yerini alacaktı. Unutulmamalıdır ki iktidara geçen Naziler, aynen Masonluğa
uyguladıkları gibi, Almanya’da bulunan “Teozofik” locaların çoğunu ve sayısız Gizlici ve
Gizemci Derneği de kapatmışlardır.
Blavatsky dışında, Gizlici rol dağılımında sık sık adı geçen başka kişiler de vardır. Örneğin Jung,
mitolojiye olan ilgisi, ırksal bilinçaltı üzerine çalışmaları ve özellikle başlangıçta, “Töton”
ayinlerini ve gizemci düşünceyi canlandırma çabaları nedeniyle Nazilere destek olması yüzünden
en çok suçlanan kişilerdendir. Ne var ki, 1930 yılında hastalarının gördükleri düşler üzerinde
yaptığı çalışmasında Jung, düşlerde beliren “büyük sarışın hayvan” arketipini geleceğe yönelik
bir uyarı olarak kullanmıştır. Jung Nazizmi, “önderinin –Hitler’in- bilinçaltının arketipleri
tarafından ele geçirilmiş olduğu bir kitle psikozu” biçiminde nitelendirmiştir. Gurdjieff ve
Crowley de, olası Nazi destekçileri arasında sözü edilenlerdendir. Ancak, her ikisinin de
Fransa’daki direniş hareketinde gizlice çalıştıkları hakkında kanıtların bulunması, bu savı
tümüyle anlamsızlaştırmaktadır. “Prieuré de Sion” gibi bir çok gizli örgüt, Nazi Partisi çizgisinde
görünmekle birlikte, müttefiklere bilgi sızdırmaktan geri kalmamışlardır. Yine de, “Vichy”
Fransa’sı gibi yerlerde Gizlici örgütlerin Nazi taraftarı olarak görünmekten başka çarelerinin
bulunmadığını da vurgulamak gereklidir.
Gizlici Alman Tarikatlarına göz atalım. Alman Gizlici örgütlerinin bir çok temel öğretiyi
İngiltere’deki Hermetik gruplardan ve kıta Avrupa’sındaki Teozofik örgütlerden aldıkları bir
gerçektir. Yine de bazı ilkelerde önemli farklar vardır. Özellikle, Ari ırkın gizemci güçlerine
verdikleri önem ve alt düzeydeki ırklarla karışması sonucunda Ari ırkının yozlaşmaya başladığı
düşüncesi daha önce görülmemiş benzersiz birer yaklaşımdır. “Töton”lara olan düşkünlükleri
(Töton uygarlığının Hıristiyanlık tarafından geriletildiğine inanıyorlardı), Kuzey mitlerine,
“Rune” yazılarına ve “Svastika”ya olan ilgileri yeni pan-Cermen ulusçuluğun yarattığı
atmosferden kaynaklanmaktaydı. Avrupa’daki tüm dillerin tek bir Hint-Avrupa kökeni
bulunduğu, ve Hindulardan Helenlere kadar birçok mitin Ari kaynaklı olduğu düşüncesi saygı
duyulan dilbilimciler arasında giderek kabul görmekteydi. Diğer taraftan 1905 yılından beri
Ruslar, “Protocols of the Elders of Sion” (Zion Bilgelerinin Protokolleri) adlı broşür sayesinde,
aşağılık Sami ırkların Bolşevizmi yayarak Avrupa uygarlığının sonunu hazırladıklarını
kanıtlamak çabasındaydılar. Nazi panteonunun önde gelen kişileri olan Oswald Spengler ile
Alfred Rosenberg ve onlar kadar önemli olmasa da “Germanorden” örgütünün kurucusu Guido
von Liszt gibi düşünürler, Batı’nın giderek gerilediği düşüncesini yaymaktaydılar. Onlara göre
bu gerileyişin nedeni, Ari ırkları yönlendiren Faustçu ‘sınırsız’ ilke ile taban tabana karşıt olan
ve sürekli olarak Batı’da etki alanını genişleten Doğu Sami ırklarının felsefesiydi. Bu kişiler
ayrıca, Picasso ve Gaugin gibi ressamların Avrupa sanatına taşıdıkları ilkel Afrika, Latin ve
Polinezya unsurları karşısında dehşete düşmekte ve bunu yozlaşmanın kanıtı olarak
görmekteydiler. Modern müzikte ve özellikle caz müziğinde “vahşi ormanların tamtamlarını”
sezmekte, buna karşılık Wagner operalarını kendi beğenilerinin örneği kabul etmekteydiler.
Gizlici Alman dernekleri, materyalizmin ve rölativizmin güçleri ile gerçek tinsel Ari uygarlığı
arasında yaklaşmakta olan bir savaşı beklemekteydiler. Bu mahşeri savaşta düşmana acımanın
yeri hiç yoktu. Nazizmin ve gerçekleştirdiği katliamın kökleri işte burada yatıyordu.
Nazilerin, çok daha karanlık ve gizli bir örgütün görünen yüzü olduklarını ileri süren birçok
yazar vardır. Yeşil şapka takan, şeytani görünüşlü doğulu bir keşişin sık sık Nazi Partisi ileri
gelenleri ile birlikte görüldüğü hakkında çeşitli söylentiler yayılmıştır. Gizlice Nazilerin iplerini
elinde tutan Tibetli gizemci din adamları (lamalar) bulunduğu öyküsü de bu söylentilere
eklenmiştir. Henüz 1840’larda bile, “Agartha” efsanesi Almanya’da ilgi çekmeye başlamıştı.
Agartha efsanesi, yeraltında bulunan bir krallıktan söz etmekte, yeryüzündeki birçok kralı
denetiminde tutan ve “Dünyanın Efendisi” olan Agartha kralının çok yakında dünyayı kesin
olarak işgal edeceğini anlatmaktadır. Napoleon kendini tüm Avrupa’nın efendisi olarak
düşlerken, jeopolitik uzmanı Naziler dünyaya egemen olma düşleri içindeydiler (Hitler’in elinde
Amerika’nın işgali ile ilgili hazırlanmış planlar bulunuyordu; İtalyanlar Afrika’yı, Japonlar ise
Asya’yı yöneteceklerdi).
George Bush, 1990 yılında “Yeni Dünya Düzeni” sözlerini kullandığı zaman, dünyanın dört bir
yanındaki komplo kuramcıları çılgına döndüler. Bu sözler, OWG şifresiyle (One-WorldGovernment = Tek Dünya Yönetimi) çoktandır komplo kuramcıları arasında sıkça
kullanılıyordu. Ancak, bu sözleri Hitler’in “Bin Yıllık Reich” düşünden anımsayanlar da vardı.
Aynı sözler çok uzun zamandan beri “İlluminati” örgütü ve bu örgütün kuracağı dünya denetimi
ile de özdeşleşmişti. Kuşkusuz Naziler, düşmanları olan Yahudilerin, Masonların, uluslararası
bankacıların ve Bolşeviklerin dünyayı ele geçirmek için planlar yaptıklarını biliyorlardı! Zaten
tüm bu planlar “Zion Bilgelerinin Protokolleri”nde yok muydu?
Aslında tarih boyunca yinelenen bir olgudur bu: çeşitli komplocu örgütler, gerçek ya da hayali
diğer komplocu örgütlere karşı durmak için ortaya çıkarlar. Bunun en çarpıcı örneği “Kutsal
Vehm” örgütüdür. Ortaçağ’da Almanya’daki gizli örgütlerden biri olan Kutsal Vehm üyeleri,
kimliklerini gizlemek için keşiş başlıkları takarlar ve devlete baş kaldırdıklarını varsaydıkları
komplocu din sapkınlarını ve cadıları öldürürlerdi. Hitler, bazı yazılarında Kutsal Vehm’den
övgüyle söz etmiştir.
Akıldışı düşüncelerin Üçüncü Reich yönetimi sırasında ne ölçüde güçlendiğini belirten bir çok
araştırma vardır. "Oyuk-Dünya" kuramları ve "Buz-Dünyası" kozmolojileri geliştirilmiş; devler,
cinler ve kozmik savaşlarla ilgili garip inançlar yayılmıştır. 1930’larda, tümüyle "Atlantis" ve
diğer kayıp kıtaları araştırmaya, Kuzey halklarının kökenini Atlantis’te aramaya adanmış
dergiler yayınlanmıştır. Hitler, açıktan açığa kendini “burjuva aklı”nın düşmanı ilan etmiş ve
“kan ile düşünmek” kavramını ortaya atmıştır. Aynı yılların “Lebensraum” (Toprak Reformu)
hareketi modern endüstri, teknoloji ve kentleşme eğilimlerine şiddetle karşı çıkmış; basit, saf,
soylu köylü yaşamını kutsallaştırmıştır. Kentleri terk edenler, köylerde komün yaşamına
kalkışmışlar ve ekoloji, folk müziği, doğal yaşam, çıplaklık olgularını yüceltmişlerdir. El
sanatları, alternatif tıp, meditasyon ve hatta hayvan hakları bile gündemdeki konular olmuştur.
Ne var ki Nazizmi, yalnızca bilimsel özdekçilik ve modernleşmeye karşı bir tepki olarak görmek
hatalı olur. Naziler, bilimin Prometheusçu gücünün bilincindeydiler ve Peenemunde’de bulunan
V2 üssünü Alman biliminin zaferi olarak yüceltmişlerdi. Atom enerjisi ve radar üzerinde
müttefikler kadar çaba harcamışlardı. Daha sağlıklı nesiller yetiştirme bilimi ve uygulamalı
sosyal Darvinizm 1930’larda Almanya'da büyük rağbet görmekteydi. Birçok saygıdeğer sağlık
kuruluşu, alt sınıf üyelerini ve özürlüleri zorla kısırlaştırma programları öngörüyor, Güney ve
Doğu Avrupalılarla evlikleri yasaklamayı planlıyordu. Nazilerin, kitlesel kıyımları bile
endüstriyel ve bilimsel yöntemler açısından en etkin kesinlikteydi. Nazilerde eksik olan zeka
değil, şefkat ve insanlıktı.
Üçüncü Reich’ın gizli tarihine merak duyanların özel ilgi alanlarından biri de, Hitler’in “Spear of
Destiny”e (Kader Mızrağı) olan düşkünlüğüdür. Longinus’un mızrağı olarak da bilinen bu silah,
Avusturya İmparatorluk Müzesinde bulunmaktadır ve iddialara göre çarmıhtaki İsa’nın böğrünü
deşen mızrak budur. Bu mızrağı tüm Avusturyalı Kutsal Roma İmparatorları yanlarında savaşa
götürmüşlerdir. Walter Stein, Hitler’in bu silah tarafından adeta büyülendiğini ve Longinus’un
mızrağına sahip olunca Nazilerin dünya egemenliğinin ve Hıristiyanlık üzerindeki zaferlerinin
kesinleşeceğine inandığını yazmaktadır. Bu silahın Hitler için ne denli önem taşıdığı belli
değildir, zira sonunda mızrak Nazilerce ele geçirildiğinde Hitler, en azından herkesin
arasındayken hiçbir ilgi ve sevinç göstermez. Nazilerin kayıp kutsal eşyalara, özellikle
Hıristiyanlığa ait olanlara, özel ilgi besledikleri bilinmektedir. Edilgenlik, eşitliğe inanç gibi Batı
uygarlığını yozlaştırdıklarına inandıkları tüm değerlerin yabancı ve Doğulu bir din olan
Hıristiyanlıkça Ari ırka zorla yutturulduğunu düşünen Nazilerin, Hıristiyanlık karşıtı bu güdüleri
göz önüne alınınca, Hıristiyanlığın kutsal eşyaları için bu ilgileri oldukça şaşırtıcı duruma gelir.
Diğer taraftan Hitler’in kendi SS birliklerini, Cizvitler, Tampliyeler ve diğer Haçlı tarikatlerinin
modellerine uygun örgütlediği aşikardır. 1937’den kalma ünlü bir poster Hitler’i bir Tampliye
şövalyesi kılığında, kutsal zırhı kuşanmış olarak, şeytanla savaşa hazırlanırken göstermektedir.
Nietzsche, içerdiği hastalıklı Hıristiyan şövalye ülküleri nedeniyle, Wagner’in “Parsifal”
operasından nefret etmişken, Nazi kadroları bu yapıtı büyük coşku ile karşılamışlardır. Otto
Rahn, 1938 yılında Güney Fransa’da “Holy Grail”i (Kutsal Kase) aramaya koyulmuştur. Ne var
ki, İsa’nın soyundan gelenleri ya da “Son Yemek”te kullanılan bir şarap kadehini aradığını
unutmuş görünmektedir, zira Kahn’a göre Grail, “tanımlanması olanaksız büyüklükte bir güç
kaynağıdır”. Nazilerin gerçekten “Ahit Sandığı”nı arayıp aramadıkları ise bilinemiyor, ancak
Yahudilerin bu kutsal eşyasını ele geçirmek için Kuzey Afrika ve Mısır’da araştırmalar yapmak
üzere planlar hazırladıkları hakkında kanıtlar mevcut.
Parapsikoloji ve Paranormal, Naziler için çok önemliydi. Naziler, çeşitli paranormal olgulara
büyük ilgi duymaktaydılar. Albert Speer, açıkça “Geomancy” (toprakla ilgili bir tür falcılık) ile
ilgilenmiş, Almanya’da bulunan kutsal yöreleri listelemişti; Speer’in bazı mimari yapıtları, onun
“Nümeroloji” (sayılarla ilgili bir fal türü) ve gizemci geometrinin ilkeleri hakkında bilgi sahibi
olduğunu ortaya koymaktadır. “Vril” örgütü ise, toprağın derinliklerinde gizemli bir enerji
bulunduğu ve Alman halkının bu enerjiden yararlanabileceği düşüncesini ısrarla yaymaya
çabalamıştı. Hitler’in askeri harekatlar öncesi falcılara danıştığı çok bilinen bir özelliğidir.
Naziler arasında, bir casusluk yöntemi olarak parapsikolojiden yararlanma konusu da çok ilgi
çekmekteydi (bu yöntem savaş sonrasında CIA ve KGB tarafından yoğun biçimde
kullanılmıştır). Ayrıca Naziler, yerçekimine karşı durabilen (anti-gravity) aygıtlarla da
uğraşmışlardı; bir Nazi bilim adamı olan Viktor Shauberger tıpkı bir uçan daireyi andıran bir
hava taşıtı dizayn etmişti.
Ancak, Hitler’in en çok üzerinde durduğu konu “Hipnotizma”ydı. Nuremberg mitinglerinin
tanıkları, gösteriye katılan bir çok kişinin trans durumuna girdiklerini, cam gibi gözler ve açık
ağızlarla kalakaldıklarını aktarmışlardır. Hitler’in, eski önderlerin gizemli karizmatik güçlerini
incelemiş olduğu ve Cizvitlerin dikkati odaklama teknikleri hakkında araştırmalar yaptığı ileri
sürülmüştür. Goebbels’in azami propaganda için, ışık, ses ve tonlama, kitle psikolojisi gibi
toplumsal denetim tekniklerini titizlikle uyguladığı kuşkusuzdur. Trevor Ravenscroft’a göre,
Naziler yalnızca usta propagandacılar değillerdi, onlar aynı zamanda binlerce insanın iradesini
ele geçirebilen gerçek büyücülerdi.
Bir süreden beri, kuşku duyulması gereken, oldukça kaygan bir görüş rağbet kazanıyor. Bu görüş
pek basit bir akıl yürütmeye yaslanmakta: Naziler akıldışına, paranormal olaylara ve Gizliciliğe
kendilerini adamışlardı; Naziler korkunç işler yaptılar; Ergo, eğer paranormal olgulara ve
Gizemciliğe, Gizliciliğe olan ilgiyi durdurmazsak, özgürlük ve demokrasi tehdit altına girer, bir
başka Nazi rejimi iktidara gelebilir. Bu aptal akıl yürütme bir süredir azami etkiyle kullanılmaya
çalışılıyor. Halbuki, Nazilere karşı çıkan ve özgürlüğü korumaya çabalayan bir çok Gizlici de var
olmuştu. Britanya Adaları çevresine bir “gizemci güç alanı” yerleştirerek (!), Alman
uçaklarından ülkelerini korumaya çalışan Coventry cadıları buna en iyi örnektir. Ne yazık ki,
çabaları V2’ler karşısında boşa gitmişti. Nazilerin, kendi ideolojileriyle uyuşmayan gizemci ve
gizlici örgütleri kapattıkları herkesçe biliniyor. Naziler iktidara gelince ilk iş olarak halka
falcılığı ve Tarot kartlarını yasaklamışlardı; belki de bu etkinlikler nefret ettikleri Çingenelerle
özdeş olduğu için. Paranormal, metafizik, gizemci ve gizlici olgulara ilgi duyan herkes Nazi
değildir. Zaten Naziler, bir çok gizemci felsefeyi, kendi işlerine ve amaçlarına uydurmak için,
değiştirmişlerdir. İnsanoğlunun akıldışı ve bilinçaltı yönlerini açığa çıkarmak amacını taşıyan
Sürrealistlerin bir çoğu, Nazilerin “doğal gerçekçiliği” iktidar olunca Almanya’dan
ayrılmışlardır. Önceleri Nazi fikirlerine hoşgörü ile bakan Heidegger ve Thomas Mann gibi
metafizik düşünürler, sonunda Nazilerden nefret etmişlerdir. Nazizmi yalnızca bilime, akla,
teknolojiye, Aydınlanmaya ve Batı uygarlığının temeli olan Hıristiyanlığa karşı bir tepki olarak
değerlendirmek çok yanlış ve haksız bir tutum olur. Evrim olgusuna karşı çıkan diğer toplumsal
akımları Nazi olarak görmek de büyük bir hatadır. (117)
NAZİLERİN POLİS DEVLETİ VE SAVAŞ EKONOMİSİ
Faşist dönemle ilgili olarak akla hep, Gestapo (Hitler’in Gizli Polisi) ve Nazi partisinin silahlı
gücü olan SS (Schutzstaffel der NSDAP-NSDAP’ın koruma timi) gelirdi. Alman ordusu ve
polisi, faşizmin vahşetiyle anılmaktan uzak tutulurdu. Hem içerde hem de işgal edilen ülkelerde
aynı Gestapo ve SS birlikleri gibi etkindi. Alman polis vahşeti, Yahudi soykırımı, direnişçilere,
solculara, sosyalistlere uygulanan zulm ve sivil esirlerin çalışma kamplarında daha belirgindi.
Vahşetin nasıl örgütlendiği ve yasayı koruması gereken görevlilerin nasıl katil sürüsü haline
geldiğini anlamak için polisin tavrına bakmak yeterliydi.
Peki, Almanya’da, Hitler dönemindeki polis terörü gerçekten bilinmiyor muydu? Münster Polis
Yüksek Okulu Kurucu Başkanı sosyolog Klaus Neidhardt’ın bu soruya verdiği yanıt ilginçti:
“Konunun uzmanları bunları bilir. Ama önemli olan polis eğitiminde bunların anlatılmaması ve
polisin bunları bilmemesidir. Bütün bunları önce polisimizin öğrenmesi gerekiyor. Genç bir
polis, bir gösteride görevliyken, göstericilerin ‘Alman polisi, koruyor faşisti’ sloganı attığında
bununla ilgili hiçbir şey bilmediği ortaya çıkıyor…”
1918/19-1933 arasındaki Weimar Dönemi’nde Alman polislerin işkenceleri zirveye çıkmıştı.
Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’i öldüren ‘Freikorps’lar, aşırı sağcı çeteler ‘polis’
üniforması içindeydi. Daha sonra bu polislerin hepsinin hiyerarşi içinde, Hitler’in iktidara
gelmesini alkışladığı, Hitler’le birlikte polisin toplumdaki gücünün ve maddi durumunun
artacağına inandığı belgelerle yazılıydı. Polis, sanki beklenen an gelmiş gibi hemen Hitler
döneminin havasına girmişti. Burada bahsedilen ‘faşist’ siyasi gizli polis Gestapo değil, sayıları
o dönem 355 bini bulan bildiğimiz karakol polisi, toplum polisiydi. Polisin en büyük hedefi suç
işlenmeyen bir toplum yaratılmasıydı. Özellikle aynı suçu mükerrer işleyenlerin toplama
kampına götürülmesi fikri filizleniyordu. Bu ideoloji, kısa zamanda polisin ‘asosyalleri’ ve
siyaseten ‘düzgün olmayanları’ da toplamasına yol açtı. Yani polis, suç işleme potansiyeli
gördüğü herkesi almaya çalıştı. İnsan olarak herkesin suç işleme potansiyel olduğuna göre,
suçtan arındırılmış toplum bir tek demir gibi faşistlerle kurulabilirdi.
1935’te getirilen, “Almanların Alman olmayanlar dışındakilerle evlenme ve seks yasağı”,
Yahudilerin nüfus cüzdanına vurulan ‘J’ damgası ve toplu taşıma araçlarına binebilmek için
polisten özel izin alması zorunluluğu gibi kural ve uygulamalar, polislere geniş yetki veriyordu.
Benzeri yetkilerle Almanya’da faşizmin polisi güçlendirdiğini, polisin de faşizmi desteklediği
açıktı. Faşizan uygulamaların önemli bir kısmı da yasayla gerçekleşmiyor ve uygulamalar
yasayla denetlenmiyordu. Reichsführer-SS ve Alman polis birlikleri şefi Heinrich Himmler,
konuyla ilgili 1937’de şunları yazıyordu: “Alman nasyonal sosyalist polisler, görevlerini tek tek
yasalardan aldıkları yetkilere göre değil, nasyonal sosyalist devletin gerçekliklerine göre yapar…
Bu nedenle polislerin gücü, yasal-formel engellerle kırılamaz… ” Bizdeki ‘polisin şevkinin
kırılmaması gerektiği’ meselesi yani. Himmler’in bu konuşmasından iki yıl sonra Alman polisi
kitle katliamlarında etkin rol almaya başladı. İçerde görevli polisler, savaşla birlikte ‘polis
taburu’ haline getirilerek dış göreve de gönderiliyordu.
Hitler’in partisi NSDAP’nın haftalık yayın organı Illustrierte Beobachter’de çıkan haberler
önemli belgelerdi. Örneğin işgal altındaki topraklarda ‘düzeni sağlayan’ polisin Polonya’daki
Yahudi şehri Bialystok’te görevli olmadığı halde 800 Yahudi’yi sinagoga doldurup canlı canlı
yaktığını buradan öğreniyorsunuz. Bialystok katliamı ile ilgili hiç kimsenin yargılanıp ceza
almadı. Yine Sovyetler Birliği’nde binlerce Bolşevik nasıl kurşuna dizilmiş ve toplu mezarlara
gömülmüştü.
Beyaz Rusya’nın Mogilew kentinde 2./3.10.1941’de gerçekleştirilen ‘Yahudi Aksiyonu’ sonrası
polis raporunda şunlar yazılıydı: “Eylemin gerçekleşmesi sırasında tespit ettik ki, Yahudiler
ödlek ve sinsi bir korkaklık içinde bir köşeye siniyor ve çoğu kez pislik gibi bakan bu elemanları
sindikleri köşeden çıkarmak çok zor oluyor. Bu koşullar altında, bu ortamda 65 Yahudi’nin
kurşuna dizildiğini belirtmek gerekiyor.” Raporun altında başka bir yerde gerçekleşen eylemden
de haber veriliyor: “9./III. Pol.-Rgt. Mitte’de, her iki cinsiyetten 555 Yahudi kurşuna dizildi…”
Savaş sonrasında Gestapo, SS ve diğer silahlı-silahsız Alman birlikleri Nürnberg mahkemesinde
yargılanıp ‘suç örgütü’ ilan edilirken, Alman polisi böyle sınıflandırılmıyordu. Çok az sayıda
polis şefi görevden el çektirilirken, hemen hiçbir polis ciddi ceza almadı. İkinci Dünya Savaşı
sonrasında Alman polisi, sanki savaşta yokmuşçasına, elbisesinin rengini değiştirerek görevine
devam etti. Yıllar içinde birkaç istisna dışında savaş dönemiyle ilgili herhangi bir yargılama
olmadı. (118).
NAZİLERİN YABANCI İŞÇİ POLİTİKASI
1929’da başlayan Büyük Ekonomik Depresyon, ekonomilerini kurtarmak isteyen Almanların
faşistleşmesine kapı aralarken, iç ve dış düşman üretmelerine yol açtı. Nazi rejimi, inanılmaz
miktarda yabancı işçi gücünü sömürmeye başladı. Çünkü Avrupa’yı işgal planları yapan Adolf
Hitler, 11 milyon Almanı askere almıştı. Boşalan işci gücüne yenisi konmadan savaşamazdı. Bu
nedenle öncelikle geleneksel işci gücü tarlası, hazır rezervi olarak gördüğü Polonya’yı işgal
etti. İşgal edilen topraklarda bir hafta içinde kurulan İşçi Alma Ofisleri, polis ve asker kolluk
kuvvetiyle çalışacak tüm genç erkek ve kadınları topluyordu. Hitler, sadece bazı Avrupa
ülkelerinde biraz dostca davrandı ve gönüllü işcilik metodunu tercih etti. İspanyol, İtalyan ve
Hırvatlara kibar davrandı. Savaş sonunda 7 buçuk milyon yabancı işçi gücü kullanılıyordu ve
bunun 1.8 milyonu savaş esiriydi. 1944’de endüstriyel üretimin dörtte biri yabancı işciler
tarafından sağlanıyordu. Nazi rejimi ve savaş makinesi, yabancı işci sömürgeciliği olmasaydı,
daha erken çökebilirdi.
Yabancı işçilere nasıl davranılacağının prensiplerini yazan ve yöneten Alman Sauckel idi.
Filozofisi özetle şöyleydi: “Tüm işçiler mutlaka beslenecek ve barınacak yer verilecek ki,
maksimum seviyede sömürülebilsinler ve yüksek seviyede verim alınabilsin.” Bunun anlamı
yabancı işçilerin asker gözetimi altında çalıştırılmasıydı. Kaldıkları barakalarda kontrol
altındaydı. Sosyal hayatları ve sivil hakları yoktu. Sağlık sigortaları bulunmuyordu. Polonyalı,
Rus ve Yahudiler, etnik aidatlarını gösteren özel bir kimlik taşıyordu. Pek çok yabancı işci, kötü
beslenme, ağır iş şartları, bakımsızlık, hastalıklar ve ağır cezalardan dolayı öldü. Sauckel’in sert
disiplin kurallarının temelinde insanlıktan yoksun şu emri ve tavrı vardı: “Yabancı işçiler bir
nebze olsun umurumda değil. Eğer iş yerlerinde en küçük bir hata yapar veya suç işlerlerse, önce
hemen polise bildirin. Asın, kuriuna dizin onları. Umurumda değiller. Eğer tehlikeli iseler yok
edilmeleri gerekir.”
Nazilerin yabancı işcilere yaptıkları zulüm sadece kölelere yapılan eziyet ve işkencelerle
kıyaslanabilir. Aynı zihniyetin yansımalarını, izlerini daha sonraki dönemde de görmekteyiz.
1955 ile 1973 arasında Almanların uyguladığı misafir işçiyi kabul etme düzeni, aile birleşmesine
karşıydı ve göçmenlerin sürekli yerleşmesini engelliyordu. Ancak ailelerin birleşmesini
engelleyemediler, başaramadılar. 1973’de Alman hükümeti, yabancı işçilerin ülkelerine dönmesi
için elinden geleni yaptı. Türkler ve Kuzey Afrikalılar gitmediler. 1974 ile 1981 arasında yabancı
göçmen kadınların oranı yüzde 12 arttı. Yabancı çocuklarda yaşı 15’i bulanların oranı yüzde
52’ye çıktı. 1970’lerin sonunda yabancı göçmen yerleşimcinin nüfusu 4 milyondan 1980ların ilk
yıllarında Türklerin sayesinde beşyüzbin birden arttı.
1980’den beri geçen 30 yılda hızla yaşlanan Alman nüfusu kısa zaman içinde kendine bakamaz,
emeklilik ve hastalık sigortalarını ödeyemez hale geliyor. Bu sorun tüm Avrupa ülkeleri ve
Kanada’nın da sorunu. Müslüman nüfusu ise, özellikle 20 yıl sonra dünyanın en genç ve
dinamik nüfusu olarak aranan işçi gücü olacaktı. Bu nedenle Almanların veya başka milletlerin
ırkçılığı saman alevi gibi yanıp sönmeye mahkumtu! 1990’larda küçük Alman köyleri ve
yerleşim merkezlerinde başlayan cami ve mescit karşıtlığının bugün Almanya genelinde bir
ırkçılık tufanına dönüşmesinde, Türklerin kendilerini anlatamamalarının rolü büyüktü. Yabancı
işçiliğin ırkçılıkla ve ayrımcılıkla imtihanını en derinden hisseden Türkler, çok kültürlülüğü
Almanlara öğretecek derin kültür ve medeniyete sahiptir. Misafir kültür, dominant kültürü
aşılayacak ve bu aşı tutacaktır. Son yıllarda Almanya’da iyi yetişmiş 90 bin gencimiz anavatana
dönsede, geride kalanlar Almanya’da paradigmları değiştirebilecek sayıda ve potansiyelde…
Avrupa’daki Türkler, daha iyi eğitimli, donanımlı hale gelmeli, hoşgörülü ve diyaloga açık,
demokrat birer aydın olmalılar ve Neo-Nazi veya Dazlak Almanlar gibi itici ırkçılıktan uzak
durmalılar. Almanların ırkçı tavırlarına sabırlı olmalı, ateşe ,odun atmamalıyız, közü
körüklememeliyiz. Bulunduğumuz ülkelerde yıllar içinde yabancılıktan vatandaşlığa terfi etsek
de, topluluk yaşamının gerektirdiği iletişim ihtiyaçlarının karşılanması önemli bir sorun olarak
duruyor. Almanyadaki gurbetçilerimiz bu sorunu iliklerine kadar hissediyorlar. Çünkü Alman
istihbarat birimleri gurbetçilerimize karşı karanlık bir proje yürütüyor. Onları tanıyalım.
FEDERAL ALMAN İSTİHBARAT TEŞKİLATI BUNDESNACHRİCHTENDİENST ( BND)
Federal Almanya İstihbarat Servisi= Gehlen teşkilatıdır. Münih’e bağlı Pullach’da, General Von
Gehlen’in idaresinde kurulan Federal İstihbarat Servisinin emrinde 10 bin uzman ve ajan
çalışıyordu ve bütçesi de, 1952’de 40 milyon markın üzerindeydi. General Gehlen’in çok kısa bir
süre önce teşkilattan ayrılmasına rağmen Gehlen Teşkilatı adıyla da anılan Federal Almanya
İstihbarat Servisi, küçük hücreler şeklinde örgütlenip çalışmıştır. Dost veya düşman ayırd
etmeden aynı titizlikle çalışan teşkilat Almanya’nın özel statüsü gereği bu yıllarda CIA ile de
büyük paslaşmalar ve dayanışmalar içinde çalışmıştır.
Almanlar iç istihbarat konusunda ise özel olarak oluşturdukları “Batı Almanya Anayasasını
Koruma Ajansı”ndan yararlanmaktadırlar. Bu kuruluş aynı zamanda karşı casusuluk örgütü
olarak da faaliyet göstermektedir.Amerika’daki FBI’ya denk olan kuruluşun karargahı Köln’e
bağlı Ehrenfeld’de çalışmalara başlamıştır. Merkez teşkilatında bine yakın görevlinin bulunduğu
kuruluşa o zamanlar polis teşkilatı ile askeri istihbarat da yardım vermiştir.
Alman istihbaratında askeri bölüm çok önemlidir. Çünkü burada oluşturulan ve FOİ ( Field
Operations İntelligence) adı ile anılan grup vurucu güçtür ve eylemleri yapar. Eylemlerinde ünlü
ve acımasızlığıyla bilinen bir güçtür.
Karargahı Bonn’da bulunan BUNDESKRİMİNİLAMT da casusulukla mücadele eder. Bu
birimin çok ünlü laboratuvar ve teknik olanakları vardır.
Almanya’nın savaş sonrası statüsü gereği CIA Frankfurtta, Berlinde, Stuttgart’da bürolar
açmıştır. Frankfurt’taki CIA bürosu DAD (Department of Army Detachment), Münih’teki büro
SD (Special Detachment) adını, Stuttgart ve Berlin gibi yerlerdeki bürolararı ise US Mission (
ABD Misyonu) adını alırlar. Bunların ana amaçları komünizme karşı mücade etmektir. Bu
kapsamda Narodno Turudoyoz Soyuz adlı anti komünist Rus müyteci teşkilatına öğretmen
verirler.Bu dönemde Almanlar ile CIA nın işbirliği sonucu 1949 da Hür Hukukçular Birliği
kurulur. Bu birlik Batıya ilticaları teşvik eden bir istihbarat yan kuruluşudur.
Alman makamları 1968 yılında yaptıkları bir açıklamada ülkelerinde 15-16 bin kadar casusun
Doğu Bloku lehine çalıştığını sandıklarını, 1967 yılında bunlardan 167 , 1968 de de 350 kişinin
yakalanarak mahkemeye sevkedildiğini belirtmişlerdir.
BND’nin kuruluş yasası bulunmamaktadır. 12 Temmuz 1955 tarihli Bakanlar Kurulu Kararına
dayanılarak kurulmuştur. BND içinde yaklaşık 7 bin personel görev yapmaktadır. 1995 de
BND’nin Başkanlık koltuğunu Başbakan Kohl, muhalefet partisinden bir milletvekiline
vermiştir. BND değerlendirmelerinde Almanya’yı bir süper güç olarak yorumlayıp ona göre
analizler ve eylemler planlamaktadır.
BND bugün askeri istihbarat, siyasi istihbarat, teknolojik ve bilimsel istihbarat, dış istihbarat,
terörizm, uluslararası kaçakçılık, illegal geçişler ve Almanyaya sığınmalar konusunda istihbarat
çalışmaları yapmaktadır. İnsan, teknoloji, değerlendirme, idari işler, güvenlik, merkezi faaliyetler
olarak yapılanan BND etkinliği çok güçlü bir istihbarat örgütü konumunda bulunmaktadır.
Almanya’da önemli bir kurluşta Federal Anayasayı Koruma Teşkiltı (BfV) dir. 3 bini aşkın
personeli ile çalışan kurum, 27 Eylül 1950 de kurulmuştur. Teşkilatın iç yapılanmasında her ana
ünite, toplama ve kıymetlendirme olarak iki bölümde konumlanmıştır. Toplama bölümleri
operasyonları yürütmektedir. Eyaletlerin teşkilatları ile işbirliği bu bölümlerde esasdır.
1. daire arşiv işleri ve üniteler arası koordinasyon,
2. daire sağ terör ve radikal sağcı örgütlenmelerle ilgilenir,
3. daire sol terör ve radikal sol örgütlenmelerle ilgilenir,
4. daire kontr espiyonaj ile ilgidir
5. daire araştırma ve güvenlik ile ilgili işleri yürütür
6. daire idari işlerle sorumludur.
16 eyalette örgütlenmiş durumda bulunan BfV demokratik yapının korunmasından da
sorumludur. Eyaletlerde örgütlü bulunan LfV adınrdaki servisler ise bağımsız hareket etmekle
birlikte, aralarındaki koordinasyonu BfV gerçekleştirmektedir. 2012’de Bonn’da yeni yapılan
merkezine tamamen taşınmıştır.
DOĞU ALMANYA İSTİHBARAT SERVİSLERİ
MFS = Doğu Almanya Devlet Güvenlik Bakanlığı.
Almanların ayrılmasının sonunda Sovyet nüfuz alanında kalan Doğu Almanya casusluğun adeta
yüreği olmuştur. Öyküleringerçeklerle karıştığı olaylar yaşanmıştır casusluk adına Doğu ve Batı
Almanya arasında. Doğu Almanya’da gizli servis geleneğini geliştiren ve burasını Avrupa yani
Batı dünyası içinde bir ileri karakol gibi kullanan Moskovadır.
1950 yılında mevcut oluşumların tek çatı altında toplanmasıyla Doğu Almanya Devlet Güvenlik
Bakanlığı kurulmuştur. KGB bu bakanlığı oluşturduğu bir konseyle kontrol altında tutmuştur.
Bakanlığın emrinde 22 bin subay, 5 bin polis, 3 bin komünist partili memur çalışmıştır. karargahı
Doğu Belirlin’de Normannenstrasse’de bulunan MFS’in Batı Almanya ‘da adam kaçırma ve
öldürme , yıkıcı faaliyet ve propaganda işlerinde kullandığı 16 bini aşkın ajanının bulunduğu
bilinmektedir. İstihbarat bakanlığının başlıca daireleri ve görevleri şunlar olmuştur:
1. Daire : Doğu Almanya ordusu içinde iç istihbarat yapmak, askerlerin rejime sadakatini
sağlamak.
2. Daire : Batılı ülkelerde casusluk faaliyetlerinde bulunmak.
3. Daire : Sovyet işgal bölgesinde her türlü ekonomik faaliyet sahasında casusuluk çalışması
yapmak.
4. Daire : Din ile mücadele müesselere ortadan kaldırma.
“R” Dairesi : Berlindeki müttefik askeri misyonların faaliyetlerini izlemek.
MFS ayrıca idarecilerin güvenliğini sağlamak amacıyla 6300 kişilik bir muhafız kıtası da
oluşturmuştur.
Ayrıca HVA= Ana İstihbarat Dairesi adı altında Doğu Almanya Komünist İstihbarat Teşkilatı
adı altında Batılı ülkelerde casus şebekeleri kurmak ve istihbarat işleriyle görevli bir birim daha
vardır. HVA MFS’e bağlı bir birimdir ama ayrıca bir casusuluk okulu da vardır. Bu teşkilatların
koordinasyonundan ise VFK = Koordinasyon Dairesi adı verilen birim sorumludur. Bu da bir
gizli servis gibi çalışır. Elbe nehri üzerindeki Klietz’de bir casus okulları faaliyet göstermiştir.
Bunların teknik laboratuvarlarında gizli mürekkepler ve sahte belgeler üretimi
gerçekleştirilmiştir. Doğu Alman gizli servisi belge üretiminde oldukça başarılı ve ünlü bir servis
olmuştur. Bu konu gizli servislerde büyük önem taşımaktadır.
Ancak bu iki servisin kanlı bıçaklı günleri Doğu ve Batı Almanya’nın birleşme kararının
ardından tek çatı altında ortak çalışmaya dönmüştür. Bu birleşme sırasında Doğu Alman
casuslarla Batı Alman muhbirler büyük sıkıntılar çekmişler ama Batı Alman istihbarat çatısı
altında birleşmeyi başarmışlardır. Çok geniş bir arşivi bulunan MfS ile 1991 birleşmesinden
sonra çıkan durum sonucunda Alman Anayasayı Koruma Teşkilatı sorumlu kılınmıştır. Arşiv
bilgilerinin incelenmesi görevi bu teşkilata verilmiştir.
Bu birleşmeden ortaya çıkan bilgi ve ilişkiler ağı dünyanın en büyük istihbarat arşivini ortaya
çıkarmıştır. Önümüzdeki dönemde Almanların bundan kaynaklanan güçlerini diğer ülkeler
üzerinde kullanacaklarından hiç şüphe yoktur. Arşiv bulgileri içinde Türklere ait bilgilerin çokça
olması da doğaldır. Yani önümüzdeki günlerde Almanya hesabına casusluk yapacak Türklerin
sayısında bir artışın olması da doğaldır.
Necip Hablemitoğlu’nun kaleminden Almanya tarihine göz atmakta yarar var:
XIX.Yüzyılın ikinci yarısında Bismark ile kurumsallaşan, XX. Yüzyılın hemen başlarında II.
Wilhelm döneminde emperyalizm ve devlet kavramlarıyla özdeşleşen Alman faşizmi -kabul
edilebilir milliyetçilik anlayışının da ötesinde- iki temel hedefin gerçekleştirilmesini
öngörmekteydi: Ekonomik açıdan yeni “hayat alanları”na yani ürettiklerini pazarlayabilecekleri
sömürgelere sahip olurken, siyasal açıdan da “arka bahçe”de yani Avusturya-Macaristan,
Romanya, Çarlık Rusyası gibi ülkelerde yaşayan Alman ırkını bir bayrak altında toplamak yani
pan-germenizm!..
1. Birinci Dünya Savaşı Dönemi (Öncesi ve Sonrası)
Fas başta olmak üzere sömürge arayışlarından somut bir sonuç elde edemeyen II. Wilhelm
Almanya’sı için, Osmanlı İmparatorluğu, stratejik açıdan hayati bir önem taşımaktaydı. Örneğin,
Bağdat Demiryolu Projesi, ekonomik getirilerinin yanısıra, İngiltere’nin Hindistan yolunu tehdit
etmesi açısından da planlanmıştı. Ancak, Kayzer Wilhelm’in iki kez Osmanlı ülkesine gelmesi
ile gelişen ikili ilişkiler, Kerkük-Musul bölgesinde arkeolojik çalışma yapma izini ile gelen sözde
arkeologların jeolojik çalışma yaptıklarının anlaşılması ile ortaya çıkan kuşkuları giderememişti.
Sözkonusu bölgede zengin petrol yataklarının bulunması, Osmanlı İmparatorluğu üzerinde
emperyalist paylaşım kavgasında İngiltere, Çarlık Rusyası ve Fransa’yı da harekete geçirmişti.
Bu nedenle ortaya çıkan Trablusgarp ve Balkan Savaşları’nda, Almanya, tüm bu olumsuz
gelişmelere sadece seyirci kalarak ikiyüzlülüğünü, bir başka ifadeyle güvenilmezliğini ortaya
koymuştu. Almanya’nın emperyalist politikasının bir yansıması olan vefasızlığın bedelini,
Trablusgarp’ı, 12 Adayı ve Rumeli’deki topraklarımızın önemli bir kısmını kaybederek ödeyen
Osmanlı yöneticileri, özellikle de İttihatçılar, 1911’den itibaren İngiltere ve Fransa’ya ittifak
önerisinde bulunmuşlardı. Hatta, I. Dünya Savaşına girilmezden kısa bir süre önce, Mayıs
1914’de, Sadrazam Talât Paşa bizzat Kırım’a giderek Rus Çarı II. Nikola’ya ittifak teklif etmişti.
Bu üç emperyalist ülkenin yanısıra, Yunanistan ve Bulgaristan gibi küçük ülkeler bile Osmanlı
Devletinin ittifak önerisini reddettikten sonradır ki, Almanya, yeniden -bu defa alternatifsiz
olarak- gündeme gelmişti. İttihatçıların kendilerine güvenmediğini bu ittifak arayışları nedeniyle
anlayan Alman Hükûmeti, savaşa birlikte girme karşılığı resmen iki temel konuda “açık çek”
talep etmişti: Birincisi, İngiltere’yi sömürgelerinde meşgul etmek ve hammadde kaynaklarını
zaafa uğratmak için Padişah-Halifenin tüm müslümanlara yönelik olarak “Cihad-ı Ekber” (kutsal
savaş) çağrısında bulunması. İkincisi, Osmanlı Ordusunun en az % 25’sinin Alman Genel
Kurmayı emrine verilmesi. Almanya’nın istekleri tartışılmaksızın yerine getirilmişti.
Osmanlı Devleti, 2 Ağustos 1914 tarihli Osmanlı-Alman İttifak Anlaşmasının tüm
yükümlülüklerini yerine getirirken, Almanya’nın ikiyüzlü ihaneti yeniden sahneye çıkmıştı.
Şöyle ki:
I. Almanya, taahhüt ettiği silâh ve malzemeyi, özellikle de Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının
savunması için elzem olan uzun menzilli topların teslimini geciktirmişti. Bu gecikmenin bedeli
Çanakkale muharebelerinde Türk askerinin kanıyla ödenmişti.
II. Alman Genelkurmayı, Galiçya’da ve Kanal Harekâtında, Osmanlı Devletini doğrudan
ilgilendirmediği halde Türk Ordusunu kullanırken; kendi çıkarları için en seçkin birliklerimizin
ağır kayıplar vermesine neden olmuştu. Türk askerini canlı kalkan olarak kullanma oyunu,
hristiyan İtilâf askerlerini de kollamak (imhasını önlemek) amacına yönelik olarak Çanakkale’de
sahnelenmişti. İtilaf birliklerini en az 6 ay Çanakkale’de oyalamayı hesaplayan Alman Genel
Kurmayı, bu doğrultuda General Liman Von Sanders vasıtasıyla planını uygularken, Türk
tarafının ikiyüzbini aşkın asker kaybının başlıca sorumlusu olmuştu. Ta ki, Yarbay Mustafa
Kemal’in ünlü müdahalesine kadar…
III. Almanya’nın samimiyetsizliği daha I. Dünya Savaşı’nın hemen başlarında belli olmuştu.
Osmanlı Hükûmeti’nin İtilâf emperyalistlerine karşı tepki olarak, 1 Ekim 1914’den itibaren
geçerli olmak üzere Kapitülâsyonları kaldırdığını açıklayan (9 Eylülde İstanbul’daki
Büyükelçilere tebliğ edilen, 17 Eylülde de resmen yayınlanan) kararına öncelikle ve en sert karşı
çıkan ülkeler, Almanya ile diğer savaş müttefiğimiz Avusturya-Macaristan İmparatorluğu
olmuştu. İttihat ve Terakki Partisi liderlerinin sert eleştirileri sonrasında bu iki ülke
kapitülasyonlarla doğan haklarını her ne kadar daha sonra reddetseler de, kendileri ile ilgili
kuşku ve güvensizliğin bu vesileyle bir kez daha pekişmesine engel olamamışlardı.
IV. Almanya’nın güvenilmezliği ve hatta hainliği, Kafkas Cephesinde açık biçimde ortaya
çıkmıştı. Hazar petrolleri ile ilgili olarak Kafkasya ve Azerbaycan’ın Osmanlı kontrolü altına
girmesini istemeyen Almanya, Galiçya ve Ukrayna’da savaştığı can düşmanı Ruslarla işbirliğine
gitmiş ve bu gelişme Teşkilât-ı Mahsusa tarafından belgelenmişti. Keza, stratejik açıdan önemi
büyük olan Kudüs, düşman İngiliz birlikleri tarafından işgal edildiğinde, Alman Kiliselerinde
şükran ayinleri düzenlenmişti.
Aynı şekilde, Savaş sona erdikten sonra Almanya, kendisine sığınan Talât Paşa başta olmak
üzere önde gelen İttihatçı liderlerin Ermeni teröristler tarafından vahşice öldürülmelerine seyirci
kalmıştı. Hatta, Talât Paşa’nın katili, Türk Milleti ve de Hukukun temel kuralları ile alay
edilircesine Alman yargısı tarafından beraat ettirilmişti. İşte, Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye
Cumhuriyeti kurulduktan sonra, tüm bu deneyimleri unutmayarak Almanya ile mesafeli durmaya
gayret etmiş; bu arada Hitler’in yükselişini kuşku ve endişe ile izlemişti. Atatürk, Almanya’nın
dostu olunamayacağını; dostluk ya da düşmanlık kavramlarını ancak bu ülkenin çıkarlarının ve
de üstün ırk nazariyesinin belirlediğini çok iyi bilmekteydi.
2. II. Dünya Savaşı Dönemi (Öncesi ve Sonrası)
Alman toplumunda zaten var olan şoven ve saldırgan (irredantist) milliyetçilik duyguları, Versay
Barış Antlaşması’nın Almanya’ya yüklediği 56 Milyar Dolar savaş tamirat borcunun neden
olduğu ekonomik çöküntü ortamında daha da gelişerek yükseliş trendine girmişti. İtilaf
Devletlerinin daha sonra ödenmesi mümkün olmadığı anlaşılan bu borcu 33 Milyar Dolara
çekmesi, sonucu değiştirmemiş; yalnızca Hitler’i iktidara getirmeye yetmişti. Hitler’le birlikte,
pan-germenizm bir devlet politikasına dönüşerek hayata geçirilmiş; hatta daha da ileri gidilerek
“ari ırkın dünya egemenliği” söylemleri açıkça ifade edilmişti. Hitler Almanyası’nın ilk hedefi,
Alman dilinin konuşulduğu Alsas-Loren bölgesinden başlayarak İdil (Volga) nehrinin boylarında
yaşayan küçük Alman kolonilerini kapsayacak bir “germen vatanı” oluşturmaktı. Bu vatan
kapsamına, Türk bölgelerinden Kırım, Gence şehrindeki birkaç yüz kişilik küçük bir Alman
kolonisinin varlığı nedeniyle bu şehre kadar tüm Kuzey ve Güney Kafkasya ile iç Rusya’nın
önemli bir bölümü girmekteydi. İşte, İkinci Dünya Savaşı’nda Alman Ordularını Stalingrad
(Volvograd) önlerine kadar getiren neden buydu. Eğer Almanlar savaştan zaferle çıkmış
olsalardı, sıra tüm dünyanın Alman “hayat alanı”na dönüşmesine gelecekti.
3. Soğuk Savaş Döneminde Alman Milliyetçiliği
2. Dünya Savaşı’nın Almanya’da yarattığı ekonomik, toplumsal ve siyasal tahribat, savaşta
kazanılan tüm toprakların yanısıra Doğu Almanya’nın da kaybedilmesi ve ülkenin müttefik
devletler tarafından işgal edilmesiyle daha da büyük boyutlara ulaşmıştı. Ancak, bu olağanüstü
zor koşullarda Alman milliyetçiliğinin gelişimini önlemek asla mümkün olmadı. İşte bu noktada
Almanya yöneticileri, milliyetçiliklerini gizleyerek hatta ırkçı parti kurulmasını kâğıt üzerinde
yasaklayarak dış dünya önünde farklı bir imaj yaratmaya yöneldiler. Bir yandan A.B.D.’nin
baskılarına boyun eğerek Münih’de C.I.A. tarafından finanse edilen “Sovyetler Birliği’ni
Araştırma Enstitüsü”, “Hürriyet Radyosu”, “Hür Avrupa Radyosu” na izin verirken; diğer
taraftan Macaristan, Romanya, Sovyetler Birliği ile gizli pazarlıklar sürdürürerek soydaşlarını
kişi başına ortalama 35.000 Marktan başlayan ve eğitim durumuna göre yükselen bedel karşılığı
“satın almaya” başladılar. Alman Hükûmetinin bu girişimi elbetteki salt milliyetçilik
duygularıyla izah edilmezdi; konunun insani boyutu da kuşkusuz mevcuttu: II. Dünya Savaşı’nın
sona ermesiyle birlikte, Stalin, Alman Ordusu ile işbirliği yaptıkları gerekçesiyle, Türkiye
sınırında yaşayan “güvenilmez halklar” kapsamında Kırım, Karaçay, Balkar ve Mesket (Ahıska)
Türklerini, Çeçenleri, İnguşları ve de Volga boyunda yaşayan Almanları, -bebeğinden yaşlısına
kadar cinsiyet ayırımı yapmaksızın tümünü- Urallar, Sibirya, Özbekistan, Kazakistan ve benzeri
sürgün bölgelerine göndererek cezalandırmıştı. Örneğin, sadece Kırım Türklerinin hayvan
vagonlarında, en ilkel koşullarda ve yaklaşık iki ay süren yolculuklarında toplam nüfusunun %
46’sını kaybettiği gözönüne alındığında, Alman asıllı sürgünlerin kayıpları hakkında bir
kıyaslama yapmak mümkün olabilir. İşte Alman Devleti, sürgündeki soydaşlarının yanısıra,
Macaristan ve Romanya gibi komünist rejimin esareti altındaki soydaşlarına sahip çıkmak,
onların mağduriyetini gidermek yolunda bu ülkelere büyük meblağlar akıtmıştı… Ya Türkiye?!.
KONTROL EDİLEBİLİR İSTİKRARSIZLIK STRATEJİSİ
Günümüz koşullarında hedef düşman ülkeyi mahvetmek istiyorsanız, Irak, Libya ve Yugoslavya
örneklerinde olduğu gibi -A.B.D.’nin desteğini almak kaydıyla- Biirleşmiş Milletler gibi
uluslararası mekanizmayı kullanabilirsiniz. Ancak, güç kullanarak yapacağınız tahribatı kontrol
edebilmeniz kesinlikle olanaksızdır. Aynı şekilde, hedef ülkede ekonomik kriz çıkarabilirsiniz,
ancak bunun sonucunu da kontrol etmeniz sözkonusu değildir. Keza, yakın gelecekte hedef
ülkenin iletişim-elektronik ağının çökertilmesi de mümkün olabilir, ancak tüm bu “güç
kullanma” yöntemlerinin sonuçlarını önceden kestiremezsiniz, önlem alamazsınız. Bu tür güç
kullanımları, sözkonusu ülkelerde olduğu gibi ulusal birliği daha da pekiştirmeye, liderlerinin
sürekli iktidarda kalmalarına yol açabilir ya da yapay olarak çıkartılan ekonomik krizin dalgalar
halinde -Uzak Doğu ve Rusya’da olduğu gibi- Batıyı etkilemesi de olasılıklar dahilindedir. Bu
durumlarda harekâttan umulan çıkarların -en azından kısa ve orta vadede- elde edilmesi de
sözkonusu olamaz, üstelik çok yüksek meblağlara ulaşan masrafları da cabası.
İşte, hedef ülkeyi elde tutmanın ya da güçsüz düşürmenin en kolay, en güvenli ve ekonomik
yolu, “kontrol edilebilir istikrarsızlık” stratejisini uygulamak, bu yolda sürekli politikalar
üretmektir. Bu stratejiyi dışpolitikasında en sık kullanan ülkelerin başında A.B.D. ve A.B.
ülkeleri gelmektedir. Bu stratejinin en etkili yolu, önce hedef ülkedeki zaaf noktalarının bir başka
ifadeyle “yumuşak karın bölgeleri”nin saptanmasından geçmektedir. Bu bağlamda hedef ülkede
mevcut etnik-dinsel azınlıkların tüm boyutları ile profilinin çıkarılması ve potansiyelinin çok
yönlü belirlenmesi; ayrılıkçılığın tahrik ve teşvik edilmesi; tarihsel husumetin körüklenmesi;
terörün elaltından desteklenmesi ile ekonomik-siyasal-toplumsal kaos ortamının yaratılması;
ulusal birliğin zaafa uğratılması; zayıf ve kişiliksiz yöneticilerin desteklenmesiyle hedef ülkenin
dış müdahalelere sürekli açık hale getirilmesi vb. Bu stratejide ikili oynamanın her türlüsü var,
ancak doğrudan düşmanlık yok, müttefik görünmek ise ön koşul. Ne sizin yıkılmanızı istiyorlar,
ne de bölgedeki emperyalizmin belirlediği güç dengelerini bozacak biçimde kalkınarak
güçlenmenizi. Bu stratejinin tüm aşamalarını Türkiye dün yaşadı, bugün de yaşamakta; kendisini
yöneten çapsız alaturka politikacılarlar iş başında kaldığı sürece de yaşayacak. Önce, Osmanlı
İmparatorluğu’nun son döneminde yaşanan “ Doğu Sorunu” çerçevesinde yapılan dış
müdahaleler ve ayrılıkçı terör; Cumhuriyet döneminde ise şeriatçı ve kürtçü ayaklanmalar; sonra
sırayla Ermeni sorunu ve terörü; arkasından sağ-sol çatışması;daha sonra kürtçü PKK terörü;
sırada şeriatçı örgütlenme (Hizbullahçılar, Fethullahçılar, Kaplancılar, Milli Görüşçüler vb.), Ege
ve Kıbrıs sorunları; yeni yeni Pontus-Rum sorunu belki yine Ermeni sorunu ve terörü, mezhep
kavgası ve daha nice ihtimaller… Kısaca, bu stratejiyi oluşturup izleyenler var olduğu ve de
devletimiz gerçek devlet adamları tarafından yönetilmediği sürece, içte ve dışta yapay sorunlarla
sürekli meşgul edilen-tokatlanan Türkiye bölgesinde güçlenemeyecek, ağırlığını
hissettiremeyecek, düşmanlarına karşı tehdit oluşturmayacak!..
ALMAN “DERİN DEVLET”İ VE KOSOVA SORUNU
Alman Servisinin güç ve yetenekleri konusunda fikir veren en tipik örnek Yugoslavya’dır. Bu
ülkenin parçalanmasında en önemli rol işte bu BND’ye aittir. Önce Yugoslavya’nın Alman
Servisi tarafından uzun yıllar önce büyüteç altına alındığı anlaşılıyor. Bu ülkedeki etnik ve dinsel
grupların çok iyi analiz edildiği; Yugoslav bütünlüğünün simgesi olarak kabul edilen Tito’nun
ölümünden sonra da, Alman Servisinin katolik Hırvatlar ve Slovenler üzerinde çalışmalarını
yoğunlaştırdığı; Yugoslav Askeri Haberalma Örgütü K.O.S.’un buna engel olamadığı biliniyor.
Nitekim, Hırvatistan ve Slovenya’yı ilk tanıyan ülkenin Almanya olduğu, Hırvat ve Sloven
ayrılıkçılarına tüm lojistik desteğin Almanya’dan geldiği de bilinen bir gerçek. Almanya’nın bu
desteğini, ezilen azınlıklara ve insan haklarına karşı duyarlılığın tezahürü biçiminde algılamak da
mümkün değil. Ortodoks olmayan ama Yugoslavya’nın en zengin ve refah içindeki bu iki bağlı
cumhuriyetini koparmanın arkasında somut çıkar nedenlerini bilmek gerekir. Keza,
Almanya’nın, hem Sırplar ve hem de Hırvatlar arasında sıkıştırılıp katledilen yüzbinlerce
Boşnak’ın dramına -sırf Hırvatlara taraf oldukları için- seyirci kaldığı da biliniyor. Hırvatlara
yaptırım gücü olduğu halde bunu kullanmayarak sorunun çözümünü uzatan, üstelik müslüman
Boşnaklara yönelik etnik temizlik amacı ile kullanılmak üzere silâh sağlayan “insan hakları
savunucusu” Almanya’nın, “insan hakları” konusundaki çifte standardını tüm boyutları ile ortaya
koymak gerekmektedir.
Yaklaşık 15 yıllık iktidarı boyunca Alman faşizmini devletine egemen kılan Kohl döneminde,
müslüman olarak Kürt ayrılıkçılara örtülü ama tam destek sağlanırken, Arnavutlar da ihmal
edilmemişti. Ortodoks Arnavutların Yunanistan’ın güdümünde olduğunu; üstelik de sayısal
açıdan müslüman Arnavutlardan daha az olduğunu gözlemleyen ve de bu ülkedeki kaos ortamını
dikkate alan Alman Servisi, Enver Hoca’nın ölümü ve Arnavutluk İstihbarat Örgütü
SİGURİKİ’nin dağılmasını fırsat sayarak, -1988’den itibaren- illegal iktidar gücüünü elinde
bulunduran Arnavut mafyası üzerinden müslüman Arnavutlar’a oynamaya başlamıştır.
1990’lardan itibaren, Doğu Almanya’dan intikal eden ve NATO standartlarına uymayan Rus
yapımı silâh ve malzemeyi Arnavutluğa hibe eden Almanya, bu kapsamda önemli miktarda silâh
ve mühimmatın da Kosova Kurtuluş Ordusu U.Ç.K.’nın eline geçmesini sağlamıştır. Keza,
sürgündeki Kosova Hükûmeti’nin tanınmayan Başbakanı Bujar Bukoshi’yi Bonn’a götürerek
tüm ihtiyaçlarını karşılayan ve Almanya’yı iletişim-enformasyon üssü olarak kullanmasına izin
veren Almanya, Kosova sorununda da doğal olarak müslüman Arnavutların yanında yer almıştır.
Hiç şüphesiz bu ilgide, Kohl sonrası Sosyal-Demokrat yönetiminin A.B.D.-İngiltere
yakınlaşmasından rahatsız olmasının rolü de büyük olsa gerekir. İki Almanya’nın
bütünleşmesinden sonra, Orta Avrupa, Orta Doğu, Uzak Doğu, Orta Asya ve CIS ülkeleri ile
Rusya Federasyonu’nda bağımsız politika yürüten bu ülkenin giderek tehlikeli bir “dev”e
dönüşmesi karşısında, tedirginliği artan İngiltere’nin, Avrupa Birliğinin örgütsel disiplininden
kopma pahasına A.B.D.’ne yanaştığı biliniyor. İşte Almanya’nın Yugoslavya’ya yönelik askeri
harekâta destek vermesinin temelinde, bu ikili kombinasyona karşı şimdilik yalnız kalma riskini
göze alamamasının bulunduğu da ayrıca değerlendiriliyor. Şunu da kaydetmek gerekir ki,
Almanya’nın Arnavutluk ve Kosova’daki istihbarat-ajitasyon ve benzeri faaliyetlerinin önünün,
gerek M.İ.T. ve gerekse Makedonya’da Üsküp üzerinden bölgeye yönelik olarak çalışan C.I.A.
istasyonu tarafından kesildiğine, etkisizleştirildiğine ilişkin olumlu duyumlar alınıyor. Ancak
bilinen gerçek şu ki, Bosna’daki müslüman Boşnakların katillerinin en büyük destekçisi olarak
müslüman Arnavutlar arasında prestij ve imaj kaybına uğrayan BND, silâh akışını sürdürdüğü ve
tüm dünyadaki Arnavutların nakdi yardımlarını Almanya üzerinden transfer ettiği ve de sırtını
yalnızca U.Ç.K.’ya dayadığı için bölgedeki varlığını sınırlı da olsa hissettiriyor.
Burada esas olan, Kosova olayları dolayısıyla şimdilik bir insanlık sorunu ama ileride A.B.D.,
Almanya, İngiltere gibi ülkelerin Servisleri marifetiyle yükselen bir Arnavut milliyetçiliğine
doğru gitmesi kaçınılmaz olan Kosova sorununun Türkiye’deki yansıması. Türk Devletinin tüm
gelişmeleri izledikten, olasılıkları değerlendirdikten sonra alternatifli senaryolar üretmesi,
değişen durumlara karşı değişen görevler üstlenmesi ve önlemleri alması gerekmektedir. Çünkü,
önünde sonunda Arnavut milliyetçiliği, en azından Arnavutçanın eğitim dili olarak kabulü
istemiyle, Türkiye’de yaşayan ve -abartılı da olsa- 5 milyon civarındaki Arnavut kökenli
vatandaşlarımıza da bulaştırılmaya çalışılacaktır. Türk Devleti’nin bugüne kadar dikkate
almadığı bir başka sorun da Kosova Türkleridir. Müslüman Arnavut mültecilerle Kosovalı Türk
mülteciler arasında insani yardım açısından bir ayrım yapmak mümkün değilse de, Türkiye,
kaybedilmiş ülkelerimizin millli hatırası olan Türklere daha fazla ve özellikle sahip çıkmak
durumundadır. Onlara Türk olmanın gururunu ve ayrıcalığını tattırmak zorundadır. Bu sahip
çıkış, Türk olmanın, Türklük bilincini dış politikaya egemen kılmanın, tarihine saygının, köklü
ulusal devlet olmanın kaçınılmaz gereğidir.. .
Kosova’da Türk Olmak ya da Arnavutlaşmak asıl meseleydi. Balkan Savaşından sonra
Kosova’yı terkederken, daha doğrusu Kosova ulusal sınırlarımız dışında kalırken, geride tam 524
yıllık egemenliğin hâtırası olarak küçümsenemeyecek bir Türk topluluğu ile nice sanat eserleri
bırakmıştık. Bu eserlerin en anlamlısı da hiç şüphesiz Meşhet mevkiindeki Sultan I. Murat’ın
türbesiydi. Sırpların, Bulgarların ve Yunanlıların, gerek Balkan Savaşı sırasında ve gerekse
savaşın hemen sonrasında sivil Türklere karşı sürdürdükleri etnik temizlik sırasında yüzbinlerce
masum soydaşımız hayatını kaybederken, bir o kadarı da geri çekilen Türk askerleri ile birlikte
İstanbul’a doğru kitlesel göçe başlamıştı. Türk Tarihinin en dramatik geri çekilişiydi bu.
İstanbul’a ulaşabilenler, gerçi her ne kadar canlarını kurtarabilmiş iseler de, uzun süre açlık dahil
her türlü sıkıntıyı çekmişlerdi. Ya geride kalanlar, farklı nedenlerle doğup büyüdükleri
topraklardan ayrılamayanlar, ayrılmak istemeyenler?! İşte geride bıraktığımız Kosova Türkleri,
tam 524 yıllık Türk egemenliğinin bedelini, kanları ve malları ile Sırplara ödemeye
başlamışlardı, hâlâ da ödemekteler. Sadece Sırplara mı? Elbetteki hayır!.. Türklerden boşalan
evlere, müslüman Arnavutlar iskân edildiğinde yeni bir tehdidin başlayacağını hiç kimse tahmin
bile etmiyordu. Hazır camilerin, bakımlı evlerin ve verimli toprakların sahipsiz kaldığını duyan
fakir Arnavutların göçü öylesine ani olmuştu ki, Türkler kısa sürede azınlık konumuna
düşmüşlerdi. Kaldı ki, Sultan I. Murat’ın kanının akıtıldığı toprakları ortodoks-slav mantığı ile
kutsal toprak olarak kabul eden ve Sırp milliyetçiliği ile özdeşleştiren Sırpların iskânı da hep bu
kısa süre içinde gerçekleşmişti.
Sırp-Hırvat-Sloven Krallığının devlet terörü yaratarak Türk azınlığını sindirmeye yönelik
çabaları sonucunda, 1930’lu yılların başında onbinlerce Türk aile Kosova’yı terketmek zorunda
kalmıştı. Bunların şanslı olanları karayolundan ve yaya olarak Türkiye’ye ulaşabilirken, bir
kısmı da yollarda yitip gitmişti. İşte, Mustafa Kemal Atatürk, uluslararası nitelikteki nedenlerin
ve gereklerin yanısıra, Yugoslavya ile Türk azınlığın sorunlarını “düşman” olarak değil de “dost”
bir müttefik olarak çözebilmek; göç dalgasını durdurabilmek; Türk azınlığın yaşadıkları yerlerde
varlığını sürdürmesini sağlamak amacıyla 27 Kasım 1933’de bir Dostluk ve Saldırmazlık
Antlaşması imzalanmasına önayak olmuştu. Her ne kadar bu antlaşmada Türk azınlıkla ilgili bir
hüküm yeralmamışsa da göçlerin arkası önemli ölçüde kesilmişti. Kısa bir süre sonra da (9 Şubat
1934) Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya arasında bölgesel güvenlik kuşağı
oluşturmayı amaçlayan Balkan Antantı yürürlüğe sokulmuştu. İkinci Dünya Savaşı, neden
olduğu tüm yokluk ve tahribata rağmen, başta Kosova olmak üzere Yugoslavya’da yaşayan Türk
azınlığının en mutlu olduğu dönem olarak hatırlanıyor. Zira, bu savaşa kadar Türk azınlığa baskı
uygulayanların kendileri, savaş süresince Alman baskısı altına girmişlerdi.
Kosova Türkleri, ilk kez 1951’de Türkçe okulların açılmasıyla asimile edilme korkusunu
üzerlerinden atmışlardı. Ancak bu defa tepki, milliyetçi Arnavutlardan gelmişti. Bu tarihe kadar
sadece Prizren’de yaklaşık 50.000 Türkün şu veya bu şekilde Arnavutlaştırıldığını, milli
kimliğini kaybettiği bilindiği için, bu defa Arnavut baskılarına karşı bir direniş başlatılmıştı. Bu
arada Stalin yanlısı Rankoviç’in iktidardaki yükselişinin sürmesi üzerine iki ateş arasında kalan
Kosova Türkleri, 1956-57 Yılları arasında Türkiye’ye yönelik bir göç dalgasına kendilerini
kaptırmışlardı. Son olaylar öncesinde, Prizren’de toplam Türk nüfusu sadece 10.000 civarında.
Geriye kalanlar da Priştine ve diğer kasaba ve köylerde yaşamaktalar. Bugün, Kosova Türkleri,
Arnavutlardan ayırdedilmeksizin Sırp katilleri tarafından kitlesel biçimde imha ediliyor.
Canlarını kurtarabilenler, başta Arnavutluk, Makedonya, Türkiye, Almanya, Karadağ gibi
ülkelerde kurulan mülteci kamplarında yaşama savaşı veriyor. Ölüm ve açlık-hastalık arasında
yaşama mücadelesi veren Kosovalılara etnik ya da dinsel açıdan ayrım yaparak yaklaşmak
elbette ki insanlığa sığmaz. Ancak, Kosova Türkleri, tüm kamplar taranarak Türkiye’ye
getirtilmeli. Parçalanmış aileler Türkiye marifetiyle birleştirilmeli, yaraları sarılmalı. Arnavut
mültecilere her türlü insani yardım yapılırken, Türk asıllılara çok daha fazlası yapılmalı. Türk
oldukları için 1913’den bu yana büyük acılar ve ıstıraplar çeken Kosovalı soydaşlarımıza, Türk
olmanın gururu hissettirilmeli, bunca yıllık ihmalin, unutulmuşluğun tahribatı giderilmeli.
Kosova sorunu sona erdikten sonra Arnavutlar memleketlerine gönderilirken, zaten sayıları çok
az olan soydaşlarımızın Türk vatandaşlığına alınmasıyla çifte vatandaşlık hakkının sağlanmasına
çalışılmalı. İsteyenlerin Kosova’ya dönmesine de -sırf o topraklarda tarihsel kimliğimizin
muhafazası için- zorlama olmadan teşvik getirilmeli.
Almanta dost değilse hasım bir ülke miydi? Tarih şu gerçeği ortaya koymaktadır: Şovenizme,
saldırganlığa, ırkçılığa dayalı milliyetçilikler, asla refah ortamında değil, aksine büyük acıların
ve sıkıntıların yaşandığı dönemlerde gelişmektedir. Son olaylarla Arnavut milliyetçiliğinin ivme
kazandığı da herkes tarafından bilinmektedir. Kısa vadede Türkiye’yi ya da Kosova Türklerini
ilgilendiren bir sorun henüz yok görünüyor. Ancak ya orta ve uzun vadede?!. Özellikle de
arkasında Almanya gibi müttefikler (!) varsa…
Hablemitoğlu’nun bu makalesi, bilimsel endişelerden uzak bir biçimde, dost görünen, Türk
kamuoyunda hâlâ olumlu bir imaja sahip Almanya’nın gerçekte “hasım”, “düşman” bir ülke
olduğu gerçeğine dikkat çekmek için yazılmıştır. Almanya’nın pek bilinmeyen profilinin ortaya
konulmasına yöneliktir. Bu alanda yazılan uyarı niteliğindeki ilk makale olma gibi bir
dezavantaja da sahiptir. Bir bilim adamı titizliğiyle saptanan hususların her biri ile ilgili
araştırmaların ve yayınların yapılması, Türk halkının bilinçlendirilmesi ve yöneticilerin
bilgilendirilmeleri açısından kaçınılmazdır. Necip’i mezara götüren tesbitlere devam edelim:
23 Nisan 1999 İtibariyle Almanya’daki mülteci kamplarındaki Arnavutların sayısı,
Türkiye’dekinin yaklaşık ikibuçuk katıdır (yaklaşık 9.900 kişi). Alman İstihbarat Servisi BND,
bugüne kadar kullandıklarının yanısıra, bunların ve daha geleceklerin içinden “çengel” atacağı
Arnavutları hiç şüphe yok ki yetiştirecektir. Bu bir kehanet ya da tahmin olmanın ötesinde
gerçektir. 1960’lı yıllarda, Türkiye’den Almanya’ya giden işçilerimiz arasında, “Kürt”,
“Çerkez”, “Pomak”, “Boşnak”, “Arnavut”, “Laz” vb. kökenli vatandaşlarımızla, MarksistSiyasal İslamcı-Ümmetçi-Tarikatçı ve de Mezhepçi vatandaşlarımız arasında “çengel” atılanların
sayısı hiç de az değildir. Kamuoyumuz tarafından hiç bilinmeyen bir örnek vermek gerekirse,
BND ilişkili bir akademisyen olan Dr. Wolfgang Feurstein, 1960’lı yılların başından itibaren
Lazların ayrı bir ulus olduğu gerekçesiyle BND bünyesinde bir birim oluşturmuştur. Bu birim,
önce masum bir biçimde, Karadenizli işçilerimiz arasından “Kaşkar Kültür Halkası” teorisine
taraftar bulmaya çalışmıştır. Sıra, lazca alfabenin hazırlanmasına, sonra da bu alfabe ile yazılmış
ders kitaplarının basımına ve dağıtımına gelmiştir. Lazcanın bağımsız ve yeterli bir dil haline
dönüştürülmesi için akademik nitelikli çalışmalar yapılmış ve tüm yayınlar, folklorik nitelikteki
periyodikler dahil, başlangıçta gazeteci, akademisyen ve turist kimlikli BND elemanlarının
bavullarındaTürkiye’ye sokularak hedef bölgeye ulaştırılmıştır. Ancak, Feurstein’in yaklaşık 20
yıl öncesinde Türk makamları tarafından şüpheyle yakalanarak sorgulanması ve bir süre
gözaltında tutulmasından sonra, bu iş Almanya’da laz bilinciyle yetiştirilen ikinci jenerasyon işçi
çocuklarına havale edilmiştir. BND, sırf güvenlik gerekçesiyle ve Türkiye’yi uyandırmamak
amacıyla, uzun yıllar bu tür yayınları posta yerine güvenilir kuryelerle bölgeye göndermeyi
yeğlemektedir. BND’nin finanse edilmesi ile Türkiye’de 1994’ün ilk aylarında çıkarılan TürkçeLazca OGNİ adlı gazetenin mahkeme kararı ile kapatılması ve editörünün gözaltına alınması
olayı ile 1992’de İstanbul Üniversitesi’nde aşırı sol örgütlere mensup öğrencilerin bir boykot
eyleminde lazca yazılmış afiş asılması olayı, Alman medyasında Türkiye aleyhine defalarca
kullanılmıştır. Bugün Alman üniversitelerinde laz kürsüleri mevcuttur. Nitekim, Yunanistan’da
da laz kimliğini kabul eden yaklaşık 300 Türk vatandaşının burslu olarak üniversite eğitimi
aldığına ilişkin duyumlar gelmektedir.
Almanya’nın Türkiye düşmanı ayrılıkçı Kürtçü örgütlere, tüm şeriatçı tarikat ve radikal gruplara,
Dev-Yol, TİKKO gibi terörist marksist örgütlere sağladığı akılalmaz boyutlardaki destek, hiç
şüphe yok ki güvenlik birimlerimizin ve Dışişlerimizin bilgileri dahilindedir. Sağı-solu ve
bölcüsüyle Almanya’nın kucak açarak destek verdiği, her ay mülteci-sosyal yardımı adı altında
yüzmilyonlarca Mark ödediği bu vatan hainlerinden BND’nin beklediği ve talep ettiği tek
hizmet, belli günlerde Türkiye Büyükelçiliği, Konsoloslukları, T.H.Y. ve Turizm Büroları
önünde Türkiye aleyhine slogan attırmak; bu görüntüleri medyada kullanarak Türkiye aleyhine
kamuoyu oluşturmaktır. Bir de olası bir gelişmeye karşı bu sürüyü “tetikçi” olarak kullanmaktır.
Nedendir bilinmez, sokaktaki sade Türk insanı, Almanya’nın bu yönlerini hiç bilmez… Sadece
Almanya mı?!. Elbette ki hayır!.. Abdullah Öcalan örneğinde görüldüğü gibi İtalya’nın,
İskandinav ülkelerinin, İsviçre’nin, İngiltere’nin, Romanya’nın ve daha neredeyse bütün Avrupa
ülkelerinin aynı senaryoyu sahnelediklerini bizim insanımız bilmez, çünkü devletimiz tarafından
bilgilendirilmez…
HABLEMİTOĞLU’NDAN SOMUT ÖNERİLER:
1. Türkiye’de geçmişi Teşkilât-ı Mahsusa’ya dayanan Milli Merkez yapılanması yeniden
canlandırılarak “Kosova Milli Merkezi” kurulmalıdır. Aynı şekilde, Kosova sorununu yurt içinde
ve dışında savunacak sivil toplum örgütleri (dernek ve vakıf) yeterli sayıda oluşturulmalıdır.
Gerek Kosova Milli Merkezi ve gerekse ilgili sivil toplum örgütlerinin yönetimi, A.B.D.,
Almanya, İngiltere, İsrail modellerine uygun biçimde profesyonellere bırakılmalıdır (amatörlere
değil). Sorunun başından itibaren içinde yeralan Almanya’nın bu alanda NGO sıkıntısı
bulunmamaktadır. A.B.D. ise, NGO oluşturulmasındaki sorununu yakın bir geçmişte
çözümlemiştir (AFP Ajansının 31 Mart 1999 tarihli haber bülteninde, Başkan Bill Clinton’ın
Beyazsaray’da “National Albanian-American Council” Başkanı Avni Mustafaj ile 15 dakika
süren bir toplantı yaptığı ve bu toplantıyı Beyazsaray Sözcüsü David Leavy’nin de deklare ettiği
belirtilmektedir).
2. 12 Eylül öncesinde “halklara özgürlük” sloganı kapsamında yeralan “Türkiye’deki
Arnavutlara kendi dillerinde eğitim ve mahkemelerde savunma hakkı” söylemlerinin biraz
farklısı, Kosovalı Arnavutların ılımlı lideri İbrahim Rugova tarafından Hürriyet Gazetesi yazarı
Sayın Ferai Tınç’a ifade edilmiştir. Kosova olaylarından çok önce Rugova, Tınç’a Türkiye’de
beş milyondan fazla Arnavut’un bulunduğunu söyleyerek “Arnavutça eğitim talebinde
bulunuruz. Bu demokratik bir hak” demiştir. Türkiye’nin ileride Batı destekli bu tür taleplere
karşı hazırlıklı olması ve kaynağa anında müdahalede bulunması zorunludur.
3. Türkiye ayrılıkçı nitelikte bir Arnavut milliyetçiliği hareketine karşı güvenlik önlemlerini
şimdiden belirlemelidir. Türkiye’de yaşayan Arnavut kökenli vatandaşlarımız bugüne kadar
Türkiye Devletine bağlı kalmışlardır. Ancak, Osmanlı İmparatorluğunda da bu bağlılıklarını
sürdürürlerken, özellikle Balkan Savaşı’nda Kumanova’da Sırbistan Ordusuna karşı savaşan
Türk Birliklerinin, tüm Arnavutlar arasında küçük bir oran olan ayrılıkçılar tarafından nasıl
arkadan vuruldukları da, keza bu ihanetin tüm Balkan savaşının seyrini nasıl değiştirdiği de bir
anekdot olarak hatırlardan çıkarılmamalıdır. Her zaman yeni yeni Esat Toptanilerin var
olabileceği dikkate alınmalıdır.
4. Kosova Türkleri Türk Devletinin salt himayesine alınmalıdır. Bunun için projeler üretilmeli;
sonuçları yakından takip edilmelidir. Türkiye, Yugoslavya ile bundan sonraki ilişkilerinde, Niş
başta olmak üzere Yugoslavya’nın doğusunda yaşayan Türk azınlığını da dikkate almalıdır.
5. Almanya’nın salt bir hasım devlet olduğu gerçeğinden hareketle, güncel gelişmelere kolaylıkla
adapte ettirilebilen esnek misilleme stratejileri belirlenmelidir. Almanya, Balkanlarda
karşımızdadır. İran’a her açıdan destek vermektedir. Bu ülkedeki nüfusun yaklaşık yarısını
oluşturan ve temel insan haklarından mahrum edilen Azeri Türklerinin, Türkmenlerin,
Karapapakların ve benzeri Türk azınlıklarının karşısındadır. Aynı şekilde, Doğu Türkistan
Türklerine karşı Çin’e destek vermektedir. Keza, Orta Asya’da müttefik olarak kendisini Türk
kabul etmeyen, Yunanistan’la Askeri Savunma Antlaşması imzalayan Özbekistan
Cumhurbaşkanı İslâm Kerimov’u seçmiştir. Kısaca, Türkiye’nin çıkarları ile Almanya’nın
çıkarları her yerde çatışma durumundadır. Almanya, diğer taraftan Türkiye’nin kendisine işçi
vatandaşlarını kullanarak olası misilleme yapmasına karşı önlemini çoktan almıştır. Yıllar önce,
“Türk işçileri tasarruflarını Alman bankalarından aynı gün çeksinler” yolundaki çağrıları
değerlendiren Almanya, Türk işçileri arasındaki ideolojik-etnik ve dinsel ayrılıkları mükemmel
biçimde derinleştirmiş; işçi kuruluşlarını provoke ederek birbirine düşürmüştür. BND’in bu
yoldaki en büyük başarısı, Ermeni ve Kürt sorunu ile ilgili olarak Türkiye’nin yanında yer alan
en etkili örgüt olarak bilinen Avrupa Türk Dernekleri Federasyonu’nu pasifize etmek olmuştur.
Bugün bu örgütün yöneticileri olan eski ülkücüler, siyasal islamcılığın şemsiyesi altına girip,
Milli Görüşçülerle, Kaplancılarla, Hizbulllahçılarla omuz omuza “Ya Allah Bismillah” sloganı
atarak BND’ye hizmet sunmaktadırlar.
6. Türkiye, tıpkı Almanya’da ve diğer Batılı müttefiklerimizin biçtiği modele uygun olarak
“İnsan Hakları Dernekleri”ni kurmak ve etkinliğini arttırmak zorundadır. Ülkemizdeki mevcut
dernek, insan hakkı kavramını P.K.K.’lı teröristlerin hakkı olarak algılamakta; mevcut yasalara
göre izin almadan uluslararası kuruluşlarla ve Türkiye aleyhine işbirliği yapmaktadır. Bu
derneğin tasfiyesi, hukuka göre gereklidir, kapatılmaması ise Cumhuriyet Savcılarının ihmalidir.
İnsan haklarına en fazla önem veren -başta Almanya olmak üzere- ülkelerin insan haklarına
yönelik sivil toplum örgütlerinin yapılanması esas alınmalıdır. Bu cümleden, Türkiye’de devlet
eliyle resmen oluşturulan ancak birkaçı dışında üyelerinin devlet bilincine ve sorumluluğuna
sahip olup olmadığı tartışılan “İnsan Hakları Koordinatör Üst Kurulu”nun gereği de
kalmamaktadır. Zaten, Avrupa’da devlet eliyle resmen kurulan oluşumlara önem
verilmemektedir. “ Derin Devlet” olgusunun var olduğu Batılı ülkelerde, insan haklarını savunan
sivil toplum örgütleri, kendi devletinin uygulamaları dışında sadece hedef hasım ülkelerin
uygulamalarını eleştirmektedir. Özetle, A.B.D., İngiltere, Almanya gibi ülkelere kendi silâhları
ile karşılık vermenin zamanı çoktan gelmiştir, geçmektedir…
7. Türkiye, dıştan gelen baskı ve müdahalelere karşı hazırlıklı olmak üzere, üniversitelerin,
Ticaret ve Sanayi Odaları ve Borsaları Birliği’nin, T.S.K.’nin ve ilgili kurum ve kuruluşların en
üst düzeyde temsilcilerinin yeralacağı “Kriz Koordinasyon Merkezleri” oluşturmalıdır.
Akademik toplantılardan, resmen ilân edilmeyen ticari ambargolara, imza kampanyalarına,
kontrollü nümayişlere kadar her türlü önlem bu merkezlerde karara bağlanıp uygulanmalıdır. En
basitinden, İtalya örneğinde görüldüğü gibi, Türkiye ile iş yapan firmalar, çıkarları uğruna
Türkiye adına lobicilik yapabilmekte, hükûmetlerini sallayabilmektedir.
8. Türk Devleti, önüne her an çıkarılan ve sırada bekleyen etnik ve mezhepsel sorunlarla ilgili
olarak farklı dillerde konferans verebilecek; kitaplar yazabilecek ve hatta hasım ülkelerin etnik
ve dinsel sorunlarını takip, özellikle insan hakları ihlalleri konusunda sorgulayacak düzeyde iyi
yetiştirilmiş akademisyen kadrosuna sahip olmak mecburiyetindedir. A.B.D., Almanya ve
İngiltere’nin gücü buradan gelmektedir. Türkiye her türlü dış baskı ve müdahaleye karşı hazırda
beklemek; sonra da karşılığını vermek durumundadır. (118)
ALMANLARIN TÜRK LEJYONU
Birinci Dünya Savaşı’nda büyük bir yıkıma uğrayan Almanya’ya “bin yıllık bir gelecek” vaat
eden Hitler, 1800’lerin felsefe akımlarının öncüsü Almanya’nın yerine büyük bir disiplinle
ilerleyen askeri Almanya’yı koyabilmiş ve bu şekilde askeri anlamda çok büyük başarılar
göstermişti. Neredeyse 3 yıl içinde tüm Avrupa’ya ve Mısır hariç Kuzey Afrika’nın tamamına
“Gamalı Haç”a boyun eğmeyi öğretmişlerdi. Alman ordularını uçsuz bucaksız Rus cephesine
yönelten Hitler’in bilinen hataları olmasaydı, III. Reich uzun yıllar hükmünü sürdürürdü.
Biliyoruz ki durum böyle olmadı. Schutzstaffel; Türkçe karşılığı ile “Koruma Timi” anlamına
gelen bu mutantan harp makinesini yaygın kullanımıyla “SS” olarak biliyoruz. Kuruluş amaçları
Adolf Hitler’in şahsi güvenliğini sağlamaktı. Toplama kampları kurulana kadar polis görevi de
yapan silahlı parti militanlarından oluşuyordu. Bundan sonra Waffen-SS ve Allgemeine-SS
olarak 2 gruba ayrıldılar. Allgemeine-SS isimli grup polis görevi yaptı. Genellikle ordu kökenli
olmayan subaylar tarafından idare edildi. Çok büyük savaş suçları işleyen SS bölümü
Allgemeine-SS kuvvetleridir. Waffen-SS ise ordu eğitimi almış subaylar tarafından
yönetiliyordu. 1942’den sonra gençler askerlik vazifelerini burada yapmaya başlayınca da parti
muhafızı gibi bir özelliği kalmadı. Naziler Paris’ten Moskova’ya kadar çok büyük toprakları
işgal ettikleri için işgal ettikleri bölgelerin halklarından da asker temin etmişlerdir. Waffen-SS
toplamda 38 tümene sahipti ve bunların 26 tanesi Alman olmayan kavimlerden oluşmuştu.
Öncelikle Alman kavmine akraba kavimlerden askere alım olsa da, daha sonra diğer kavimlerden
de tümenler oluşturulmuştur. Bunlar: Macaristan, Letonya, Estonya, Arnavutluk, Hırvatistan,
Hollanda, İtalya, Flamanya, Valonya, Rusya ve Belarus birlikleriydi…
Bu 38 tümen haricinde gönüllü birlikler de Naziler için savaşmışlardır. 31 farklı isme sahip olan
bu gruplar arasında Türk Dünyası’na akraba halklar da vardır. Özbek, Kazak, Kırgız, Azeri,
Çerkes, Çeçen, Kırım Tatarı, Gürcü, Ermeni, Türkmen, Dağıstanlı, Karakalpaklar, İnguşlar,
Çuvaşlar, Udmurtlar’dan oluşan bu gönüllü birliklere Doğu Lejyonları diyoruz. Stalin’in
ordusunda Rus iklimine uygun olmayan teçhizatla görev yapmak mecburiyetinde kalan bu
halklar gerek Sovyet baskısı gerekse uzayan savaş sebebiyle milyonlarca kurban verdiler. Aileler
bir daha birleşmemecesine parçalandı ve büyük acılar yaşandı. Kırgız yazar Cengiz Aytmatov
“Toprak Ana” isimli eserinde o dönemde yaşanan drama ışık tutarken her açıdan baskı altındaki
bir halkın simgelerle konuşan dili olmayı da başarmıştı. Doğu Cephesine yönelirken, 22 Haziran
1941 günü başlayan Barbarossa Harekâtı’nın başında, Baltık halklarının, Ukraynalıların ve
Sovyet zulmünden yılan onlarca ulusun Nazi ordularını çiçeklerle karşılamasını görerek,
Sovyetler için, “Biz sadece kapıyı tekmeleyeceğiz ve tüm çürük bina yıkılacak.” diyen Führer
savaşın muhtemel süresi hakkında yanılıyordu. Başlangıçta Führer’in sözü doğru çıkacak gibi
görünmekteydi. Zaten zorla cepheye sürülen Kızıl Ordu’nun binlerce askeri ya firar ediyor ya da
subaylarını öldürerek teslim oluyorlardı. Kış mevsimi başladığı vakit iki milyonu aşkın esire
sahip olan Almanya bu gönüllü tutsakları SS Birlikleri’nin içine serpiştirmişti. Zaman geçtikçe
sayıları ve etnik çeşitlilikleri artan bu askerler Waffen-SS yönetiminde örgütlendiler.
Bu örgütlenmeyi Türkistan Milli Birlik Komitesi’nin kurucusu olan ve Alman-Sovyet Savaşı
başladığı dönemde Almanya’da olan Türkistanlı Veli Kayyum Han sağlamıştı. Türkistanlı
esirleri kamplardan kurtarmak için Alman genelkurmayı ile görüşmüş ve Türkistan Lejyonu’nu
kurdurmayı başarmıştı. 4 Ocak 1944 tarihinde Berlin’de yapılan bir toplantıda SS İdari
Merkezi’nin temsilcisi SS Binbaşı Schulte 1 Ocak 1944 tarihinden itibaren geçerli olmak
kaydıyla 450. Türk Taburu’nun ve subaylarının SS kadrosuna alındığını ve birliğin ilk komutanı
olan Andreas Meyer’in yarbay yapıldığını bildirmiştir. Bu lejyonda Rus ve Slav ırkına dâhil
olmayan, Kırım’dan Kafkasları da içine alarak Orta Asya’ya kadar uzanan topraklarda yaşayan
halklar görev yaptı. Türkistan Lejyonu, Özbekler, Kazaklar, Kırgızlar, Türkmenler,
Karakalpaklar, Balkarlar, Karaçaylar, Azeriler, Dağıstanlılar, İnguşlar ve Çeçenlerden
müteşekkildir.
Kur’an-ı Kerim ve iki kılıca el basarak, Türkistan Bayrağı’nın önünde yemin eden gençler sağ
kollarında “Türkistan, Allah Bizimle” yazılı askeri üniformalarını giyerlerdi. Lejyonun siyasi ve
milli tüm işlerini Türkistan Milli Birliği Komitesi yönetirdi. SS Şefi Heinrich Himmler bu
tümenin hava yolu ile Orta Asya’ya gönderilip burada bir ayaklanma başlatma fikrine büyük
destek vermiştir. Her ne kadar tümen olarak geçse de Türk Silahlı Kuvvetleri ölçülerine göre
alay seviyesindedir. Bu birliğe Trawkini’deki SS Birlik Eğitim Kampı’nda eğitim verilmiştir.
Yeterli üniforma, çizme ve donanım yoktu. Birliğin fotoğraflarında çok farklı Waffen-SS
üniformalarının görünmesinin sebebi budur. Beyaz Rusya’nın başkenti Minks’de örgütlenen
partizanlara karşı yapılan operasyonlara katılırken ileri düzey eğitimlerini de almaya devam
ediyorlardı.”Bu sırada alay komutasında da değişiklikler yapılmıştır. Binbaşı Meyer-Mader alay
komutasını bırakmıştır. Bu değişikliğin sebebi konusunda çeşitli rivayetler mevcuttu. Bunlardan
birine göre, Binbaşı, anti-partizan operasyonlarından birinde, bir düşmanın keskin nişancı
ateşiyle öldürülmüştü. Başka bir rivayete göre de, 1944 yılının Mart ayında alayda çıkan bir
isyan sırasında ölmüştü. Ancak büyük ihtimalle, Wehrmacht’a haber vermeden yeni Türk Birliği
için kara kuvvetlerinin diğer birliklerinden asker toplamaya çıktığı için kendisi askeri
mahkemeye çıkarılmış ve firar suçundan yargılanmıştı. Rütbesi binbaşılıktan indirilmiş ve 1944
yılının Mart ayında SS-Sonderregiment Dirlewanger’e (Dİrlewanger Ceza Alayı) gönderilmişti.
2 Mayıs 1944’de de çatışma sırasında öldürülmüştü.
28 Mart 1944’de Yuratishki’de, eski bir ordu yüzbaşısı olan ve 5 Şubat 1944’de Waffen-SS
yüzbaşısı rütbesiyle görev yapan SS-Hauptsturmführer Billig tarafından alay komutası
devralındı. Bu dönemde bazı düzensizlikler yaşanmış olmalı ki, Yüzbaşı Billig 78 isyancıyı
kurşuna dizdirtmiştir. Bu olay ve alkol sorunu yüzünden, 6 Nisan 1944’de Billig komutadan
alındı. Onun ardından SS-Hauptstmführer (Yüzbaşı) Hermann 27 Nisan 1944’de alay komutasını
devraldı. Bu komuta boşluğunda alaydaki isyankâr davranışlar kontrol altına alınmış ve alay
tekrar düzene sokulmuştu. Bu huzursuz dönemde alayda yüksek miktarda firar yaşanmış fakat
bunların çoğu 7–12 Nisan tarihleri arasında alayın hareketinde tekrardan gönüllü olarak alaya
teslim olmuşlardı. Yüzbaşı Hermann’ın 2 Mayıs 1944’de alay komutasını fiilen devralmasına
kadar neden alay kadrosunun yerlerinden ayrılmadıkları ve yeni komutanın gelmesini bekledikler
ise bilinmemektedir.”
Birlik Rusların Minks’deki cephe gerisi sabotaj faaliyetlerine karşı mücadele ettikten sonra 22
Haziran 1944 tarihinde çökmüş olan Merkez Ordular Grubu’nun savaş bölgesinden, önce
Lomza’ya oradan da Bialystock yönüne gönderildi.
“26 Ağustos 1944’de Doğu Müslümanları SS Alayı 9. Ordu’nun Emrine alındı. Bu tarihte tekrar
Von der Bach’ın kolordu grubuna dâhil oldu. Dış Mahallelerdeki çatışmalar 27 Ağustos 1944’e
kadar sürmüştü. Sonuç olarak Weichselviertel’deki çatışmalar 3-10 Eylül arasında,
Mokotow’daki çatışmalar 11-23 Eylül arasında, Zoliborz’daki çatışmalar da 29 Eylül-2 Ekim
1944 tarihleri arasında sürmüştü. 15 Eylül 1944’de alaya, Radom bölgesi üst SS şefliği ve polis
şefliği komuta etmişti. 24 Eylül 1944’de Alayın bazı kısımlarıyla, Albay Lang Muharebe
Grubu’na bağlı 3. Panzer Grenadier Taburu bünyesindeki Staufer Muharebe Grubu yer
değiştirdi. 29 Eylül 1944’de 9. Ordu’nun komutasında olan bölgeye ‘Varşova Muharebe Bölgesi’
adı verildi. Bölgede Dirlewanger Alayı’nın yanı sıra, Polis Taburu ‘Brückhardt’, Polis Taburu
‘Krabbe’ ve Müslüman SS Taburu ‘Kalus’ bulunmaktaydı. Bunun dışında Doğu Müslümanları
Alayı’ndan bahsedilmiyor. 3 Ekim’de Polonya Anavatan Ordusu teslim oldu. Bu sırada alayın
herhangi bir kısmının görev alıp almadığını, belge yetersizliği yüzünden bilmiyoruz.”
Bu birlikler tüm Nazi geri çekilişinde ve hatta Berlin Müdafaası’nda görev yapmışlardır. Bugün
tam sayısından emin olamasak da takriben bir buçuk milyon asker Kızıl Ordu’dan ayrılarak
Naziler için savaşmıştır. Bunlar ideolojik olarak Nazi yanlısı olmasa da Rus işgalini önlemenin
Almanya’ya destek olmaktan geçeceğini hesaplayan insanlardı. Dönemin şartlarını dikkate alan
bir değerlendirme bizi bu bakış açısının da yabana atılmaması sonucuna ulaştırır. Birçoğu
uzayıp giden savaşlarda ölen bu insanların bazıları da Stalin’in tarafından idam edilmiştir.
Müttefiklere esir düşen bir kısmı ise savaş sonrasında Stalin’e teslim edilmişlerdir. Onların
yolculuk güzergâhında bulunan Türkiye bu insanlar için sahte bir ümit ışığı olmuş, Türkiye’nin
kendilerini salıvereceği umudunu taşıyan bu askerler hayal kırıklığı içerisinde Stalin’in idam
mangalarının önüne sürülmüşlerdir.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Sovyet Rusya’ya karşı oluşturulan tugaylar bugün dahi bir tartışma
ve karalama kampanyasının konusudur. Balkanlarda Boşnak ve Arnavutlar, Orta Asa’da Türk
halkları halen Nazi işbirlikçisi olmakla itham edilir haldedirler. Bu kara propagandanın altında
tüm halkları baskı altında tutmaya yönelik siyonist hesabı görmemek mümkün değildir. Biz konu
ile ilgilenen herkesi bugünden geriye doğru bakarken o günün şartlarını hesaba katmaya ve kendi
vatanlarına yönelen birinci derecedeki bir tehlikeyi atlatmak için kendilerine daha uzak bir
tehlike ile ortak mücadele yürütmelerinin gerçek sebeplerini daha dikkatli tahlil etmeye davet
ediyoruz. (119)
Bugünkü Almanya aslında Hitler’in eski sağkolu, CIA’nın Soğuk Savaş dönemindeki has adamı
Gehlen’in eseridir. Bu nedenle Gehlen Organizasyonu’nu anlamadan Kılıç’ı çözemeyiz.
SEKİZİNCİ BÖLÜM
Gehlen Örgütü ve Almanya
Reinhard Gehlen(1902-1979) Nazi Almanya’nın ve Hitler’in Doğu cephesinden ve komünist
Sovyetlerden sorumlu casus şefi 22 Mayıs 1945’de Amerikan ordusunun CIC(Counter
Intelligence Corps: Kontra İstihbarat Birlikleri)’ne teslim olduğu ana kadar herhalde hiç kimse
Nazilerin bu efsanevi istihbaratçısının kariyerinin geri kalan kısmında düşman örgüt CIA ve
onun evsahipliğini yapan ülke A.B.D. ile işbirliğine hasredileceğini tahmin edemezdi. Hayat
sürprizlerle dolu… Alman Gizli Servisi’nin (BND) arşivleri, 2011 yılbaşından itibaren
tarihçilerden oluşan 4 kişilik bir ekibin araştırmasına açıldı. Araştırmacılar, öncelikle
kuruluşundan 1968’e kadar başkan olan, faşist Reinhard Gehlen zamanında ne kadar Nazi’nin
kurumda görev aldığını ortaya çıkaracak. Yayınlanan belgeler ve bazı mahkeme kararları
BND’de sanıldığından çok daha fazla eski faşistin çalıştığını ortaya çıkarmıştı. Bu araştırma,
CIA ve İngiliz gizli servisi MI.5 ve MI.6’nın eski faşistlerle Soğuk Savaş dönemindeki ilişkisini,
eski Nazi kadrolarının üç ülkenin gizli servislerinde ne ölçüde görev aldığını ve batı dünyasının
anti komünist mücadele amacıyla hangi karanlık ilişkiler içinde olduğunu da ortaya çıkaracak.
Ancak, Almanların çıkan her belgeyi önce, ABD ve İngilizlere gösterecekleri belirtiliyor.
BND, 1956’da ‘Organisation Gehlen’in devamı olarak kuruldu. Hitler’in generallerinden
Reinhard Gehlen, savaşta Hitler’in hizmetine sunduğu teşkilatını, 1947’de ABD’nin isteği
üzerine ‘Organisation Gehlen’ adıyla Federal Almanya için kurdu. Gehlen, generalken de
istihbarattan sorumluydu. Kariyerini, toplama kamplarında tutsakları sorgularken yaptı. Asıl
başarısını, Hitler’in işgal ettiği ülkelerde yakalanan gizli servis elemanlarının, subaylarının taraf
değiştirmeye zorlanmasında ve beyin yıkama faaliyetlerinde gösterdi. Gehlen, Doğu Yabancılar
Birliği Komutanı iken, bir ilke imza atmış ve devşirdiklerinden antikomünist, ‘çok uluslu bir
gizli servis’ kurmuştu. Gehlen, Almanya yenildiği, faşistler yargılandığı halde bu işten
sıyrılmasını da bu organizasyon yeteneğine borçluydu. Bir keresinde şunları söylemişti: “Batı
cephesi savaştan sonra Rusya’ya karşı olacaktır. Burada batı güçleri komünizmle mücadelede,
bana, ajanlarıma, bilgilerime büyük ihtiyaç duyacaktır. Çünkü ben her milletten insana taraf
değiştirttim ve ajanlaştırdım. Kimsenin benim kadar bilgisi ve adamı yok…”
Batı Almanya’nın ve ABD’nin bu antikomünist kadroları özellikle Sovyetler Birliği’ne karşı
kullandığı kesindi. Gehlen’in tam da Truman Doktrini’nin hayata geçtiği, komünizm tehlikesi
altında olan ülkelere maddi ve manevi yardım yapılacağının açıklandığı dönemde tekrar iş başına
getirilmesi de hiç tesadüf değildi. Gehlen’ın adamlarının Truman Doktrini gereği Türkiye’de
çalışmalar yürüttüğünü tahmin etmek de zor değildi. Bakalım, bu araştırmalar sonucunda
tarihçiler Türkiye’den de bahsedecek miydı?
Aslında BND’nin Nazilere sahip çıktığına dair çeşitli belgeler bulunuyordu. Örneğin, BND’nin
Yahudi soykırımı sorumlularından ve Hitler’in önemli adamlarından Adolf Eichmann’ın
Arjantin’de takma isimle yaşadığını, 1952’den beri bildiği ama hiç bir şey yapmadığı ortaya
çıkmıştı. Ta ki, İsrail, Eichmann’ın Mısır’da yaşadığına inanırken, 1957’de bir tesadüf sonucu
Arjantin’de olduğunu öğrenmişti ve 1960’da da MOSSAD Eichmann’ı İsrail’e kaçırmayı
başarmıştı. İsrail’de yargılanan Eichmann, 31 Mayıs 1962’de ‘insanlığa karşı suç işlemekten’
idam edildi. Bu zamana kadar İsrail’de idam edilen tek isim Eichmann oldu.
Araştırma, devlet yöneticilerinin faşistlerle ilişkisini, kimlerin gizli servise çalıştığını ya da gizli
servisçe izlendiğini açığa çıkarması açısından da ilginçti. Örneğin Almanya’nın 1959’dan 1969’a
kadar Cumhurbaşkanı olan Heinrich Lübke’nin, toplama kampı planlarında bulunan imzasının
sahte mi gerçek mi olduğu da ortaya çıkacaktı. Lübke, sahte olduğunu iddia etse de diğer
belgeler Hitler’e çalıştığını kanıtlamıştı.
Ancak basın, BND’nin ‘asıl sırlarının’ hiçbir zaman açık edilemeyeceği endişesini taşıyordu.
Çünkü tıpkı bizdeki gibi Almanya’da da ‘devlette süreklilik esastır’ kuralı işliyordu. BND’nin
1956’da Başbakanlığa bağlı olarak kurulması ve zamanın Başbakanlık Müsteşarı Hans
Globke’nin, Hitler’in İçişleri Bakanı ve 1935’te çıkarılan Yahudi düşmanı ve polisin yetkisini
artıran Nürnberger Rassengesetze’nin mimarı olması, buna yeterince iyi bir örnek oluşturuyordu.
Lyon Kasabı Klaus Barbie de BND’de çalıştı. Birçok kez savaş suçlusu olarak mahkûm olan
Klaus Barbie’nin de aranırken BND’de çalıştığı ortaya çıkmıştı. Gestapo yöneticilerinden ünlü
komünist avcısı Barbie, Hitler’in önde gelen işkencecilerindendi. İşkencelere bizzat katılacak
kadar hırslıydı da. Ancak savaştan sonra, basının 2010’da ortaya çıkardığı belgelere göre Barbie,
1966’da BND için çalıştı.
Klaus Barbie adı, Almanya’nın Hollanda ve Belçika’yı işgal etmesiyle, ‘işkence uzmanı’ olarak
gündeme gelmeye başlamıştı. Fransa’da direniş önderi Jean Moulin’in öldürülmesinden de bizzat
sorumlu tutuluyordu. Kayıtlara göre Barbie, Fransa başta olmak üzere birçok ülkede direniş
üyelerine, Yahudilere, partizanlara, komünistlere, kadın ve çocuklara işkence yaptı.
Sorgulananların dişlerini kırmak ve söküp çıkarmak için kerpeteni bizzat kullanıyordu. Sıcak su
banyosu işkencesini icat etti. İnsanları ölünceye kadar parmaklarından astırdı. Fransa’da
yetimhanede kalan Yahudi çocuklarının öldürülmesi olayından sonra ‘Lyon Kasabı’ olarak
anılmaya başlandı.
Savaş bittikten sonra ABD gizli servisi, Barbie’yi ‘antikomünistliğinden yararlanmak için’ işe
aldı. ABD, Sovyetlere karşı gizli servis elemanı arıyordu ve elbette eski faşistler bunun için
biçilmiş kaftandı. ABD Karşı İstihbarat Birimi'nin (Counter Intelligence Corps-CIC) ajanı
Robert S. Taylor, Barbie için üstlerine “Kesin kararlı bir antikomünist. İdealist bir Nazi. Barbie
bize, hapiste olduğundan daha yararlı olacaktır” diye yazmıştı. ABD, Barbie’ye önce
‘Organisation Gehlen’de iş verdi, sonra da kendi himayesine aldı.
Değerli bir antikomünist olan Barbie’yi ABD, arandığı Avrupa’da bırakmadı ve 1951’de
Bolivya’ya gönderdi. Barbie, Klaus Altmann adıyla Bolivya vatandaşlığına geçti. 1964'te,
General René Barrientos Ortuño darbeyle iktidarı ele geçirmişti. Barbie, Ernesto Che
Guevara’nın Bolivya’ya gelmesi üzerine İçişleri Bakanı’nın ve darbeci Başkan’ın danışmanı
olarak çalışmaya başlamıştı. Paramiliter faşist güçlerle polisleri eğitti. Bolivya Özel Harekât
Birliği'ni dizayn etti. 1967'de, Barrientos'un birlikleri Che 'yi pusuya düşürdü ve katletti. Alman
gazeteci Kai Hermann, Barbie’nin Che’nin yakalanmasında ve öldürülmesinde ‘kesinlikle’
parmağı olduğunu dile getiriyordu.
Bolivya’da kalan Barbie, Vietnam savaşında yaralıların ihtiyacı artınca, ABD’ye kinin ihracı
yaptı ve sonra diktatör Suárez ile uluslararası silah ticaretine başladı. 1970’te Nazi avcısı Beate
ve Serge Klarsfeld, Klaus Barbie’nin Bolivya’daki yerini tespit etti. 1972’de ünlü Fransız
devrimci ve kuramcı Régis Debray ve Alman kökenli Bolivya vatandaşı Monika Ertl, Barbie’yi
kaçırıp Fransa’ya getirmek için plan yaptı. Ertl, Che’nin öldürülmesinden sonra yeniden kuruluş
dönemi yaşayan Bolivya Kurtuluş Ordusu (ELN) militanıydı ve örgüt Barbie’nin Fransa’da
yargılanmasını sağlamak istiyordu. Ancak eylem başarısız oldu. Bolivyalı devrimci Monika Ertl,
12 Mayıs 1973’te kurşuna dizildi. Herkes Monika’yı Klaus Barbie’nin öldürdüğünü biliyordu.
Ama öldürmeden önce işkenceye uğrayıp uğramadığı anlaşılamadı, çünkü cenazesi ailesine
verilmedi. Hernán Siles Zuazo devlet başkanı olunca, Bolivya polisi Barbie’yi 19 Ocak 1983’te
yakaladı. 1987’de Fransa’ya verdi. Barbie, Fransa’da 842 insanın ölümünden sorumlu tutuldu
Yargılanırken, “O zamanlar savaş vardı, ben sadece görevimi yaptım” dedi. 1991’de Lyon’da
hapiste, görevini tamamlamış bir paçavra gibi öldü. (120)
Almanlar Agharta efsanesine inanmıştı ve uçuruma sürüklendiler. Aynı biçimde Ergenekon
iddianamesi kamuoyuna yansıyınca ortaya yeni bir Agarta Efsanesi çıktı. Aslınada Agarta ile
Ergenekon arasındaki bağlantı o kadar zayıf değildir. İtalya’da 1990’larda parlamento
soruşturması sonucu ortaya dökülen kanıtlar, Avrupa ve Amerika’da konuyu araştıran bazı
gazeteci ve yazarların bulguları, Gladyo içinden bazı fraksiyonların özellikle böyle bir mistik
zırhı üzerlerine geçirdiğine işaret ediyordu. ‘Vatan söz konusuysa gerisi teferruattır’ diye
özetlenebilen, tam olarak ne sağ ne sol olarak adlandırılabilecek, salt güce dayalı bir ideolojik
anlayışla siyaseti ve toplumu kukla gibi oynatan bu gruplar, kendi başlarına hareket ederek
Gladyo içinde Gladyo oluşturdu. Siyasi kökenleri nasyonal sosyalizm ve faşizme dayanan
Gladyo ortaklarının oluşturduğu bu gruplar, bombalamalar ve suikastler yoluyla toplumları
sindirmeyi amaçlıyordu. Eski patronları olan dış istihbarat örgütleriyle de pazarlık edecek ve
onların da gözlerini boyamaya çalışacak güce ulaşmışlardı.
Gladyo'nun şekillendirilmesinde rol oynayan önemli şahıslardan General Reinhard Gehlen aynı
zamanda bir Naziydi. İşin ilginç tarafı ise bu kişinin İsrail'in gizli servisi MOSSAD'la da
bağlantısının olmasıydı. Bütün bu bağlantılar Gizli Dünya Devleti'nin geri plandaki faaliyetleri
hakkında önemli ip uçları veriyordu. General Gehlen, Gladyo'nun oluşturulması ve
şekillendirilmesi merhalesinde önemli rol oynadı ve bu konuda Hitler'in yanında edindiği
tecrübeden yararlandı. Gladyo'nun siyonizmle bağlantısı hakkında Richard Deacon, ‘The Israeli
Secret Service’ adlı eserinde şu işaretleri veriyordu: "Almanya'daki kontrgerilla hareketi Gehlen
Organizasyonu savaş sonrası dönemde istihbarat toplamak üzere kurulan bir örgüt. Örgütün başı
Reinhard Gehlen, CIA yoluyla ABD'den destek alıyor. Bu örgüt için çalışan Alman yetkililerden
biri Nasır'ın (Mısır'ın eski cumhurbaşkanı Abdünnasır'ın) danışmanlığını yapıyor. Gereken
bilgileri yetkililere aktarıyor. Organizasyonda İsrail'le bağlantıdan haberi olan çok az kişi vardı.
Bağlantılar daha ileriki safhalarda Fransız istihbarat servisindeki MOSSAD ajanına haber
verilerek Paris'te yürütüldü. Fransa bir NATO üyesiydi ve bu MOSSAD ajanının da NATO
ülkeleri arasında askeri istihbarat edinme yolları vardı." Aynı eserde General Reinhard Gehlen'in
MOSSAD hesabına çalıştığı da özellikle vurgulanıyordu. Richard Deacon'a gore, Gehlen
1950'lerde Soğuk Savaş konusunda Amerika'nın en önemli elemanlarından biriydi. "İngiliz yazar
Sefton Delmer de şöyle diyordu; İsrail öyle bir pozisyondadır ki, Mısır'la Federal Almanya
arasındaki belgeleri ele geçirebilmektedir. Bundan hiç şüphem yok. Üstelik İsrail'in bu iki ülkede
de elçiliği yok. "İsrail, Gehlen Organizasyonu'yla sadece Mısır hakkında bilgi toplamıyor, aynı
zamanda Batı Alman İstihbaratı'nın işleyişini ve CIA'yle sağlam bağlantılarını da inceliyordu."
"Mossad hesabına çalışan BND şefi Reinhard Gehlen, ellilerde, Soğuk Savaş sırasında
Amerikalıların en önemli adamıydı. 1953'te Berlin direnişi ve 1956'da Macaristan olayları gibi
pek çok devrimin organize olmasına yardımcı oldu. Ayrıca Sovyetler Birliği'ne yüzlerce ajan
soktu." (121)
Gladyo'nun İtalya kanadının ise bu ülkenin en çok ismini duyuran P-2 Mason locasıyla yakın
irtibat içinde olduğu, hukuki soruşturmalar neticesinde ortaya çıkmıştı. Bu locanın üstad-ı azamı
Licio Gelli aynı zamanda İspanya iç savaşında faşistler adına savaşmış bir isimdi. İtalya'nın
mafyayla ve Gladyo ile yakın irtibatı olduğu tespit edilen eski başbakanı Giulio Andreotti de bu
locanın üyesiydi. Meşhur Temiz Eller Operasyonu'nda sorguya çekilen Andreotti başbakanlığı
döneminde Gladio'yu savunmuştu. P-2 locasının Gladyo ve mafya bağlantısı araştırıldığında bu
locanın üyeleri arasında 43 parlamenter, 54 üst düzey devlet görevlisi, başta Genelkurmay
başkanı Amiral Giovanni Torrisi olmak üzere 8'i amiral 30'u general 183 askeri yetkili, 19
hakim, avukatlar, polis komiserleri, bankerler, gazete sahipleri, yazarlar, baş yazarlar, 58
profesör, siyasi parti liderleri ve haber alma servisinin 3 eski başkanı olduğu tespit edilmişti. Bu
durum ülkede Gladyo'ya destek veren mason locasının ne kadar geniş bir alana yayıldığını ortaya
koyuyordu. P2-Mafya-Gladyo bağlantısının gün yüzüne çıkması sebebiyle başlatılan hukuki
soruşturmada bir takım ilginç gerçeklerle de karşılaşıldı. Locanın başkanı Gelli, İtalya
seçimlerinde Hıristiyan Demokrat Parti'nin seçimi kazanması için naylon operasyonlar
düzenlemiş ve bunun için CIA'den yardım almıştı.
Almanya’da “Anti-komünist Saldırı Birliği” adını alan Gladyo örgütünün başkanı, aynı zamanda
1945-1968 yılları arasında Alman İstihbarat Örgütü BND’nin de başkanlığını da yapan emekli
Nazi generali Reinhard Gehlen’den başkası değildi. Alman kontrgerillası, “Gehlen harekatı”,
“Stay Behind”, “Sword” gibi adlarla da bilinmektedir. 1950 yılında kurulan “Alman Gençlik
Örgütü (BDJ)” de bu nitelikteydi. Örgütün eski ajanlarından Dieter von Glahn, basına BDJ’nin
CIA tarafından finanse edilen çok sayıdaki örgütten biri olduğunu açıklamıştı.
Reinhard Gehlen, 1955-1968 yılları arasında Batı Almanya'nın gizli servisinin yöneticiliği
görevini üstlenen kadar ABD'ye de çalıştı. 1942 yılında Dış Doğu Orduları Komutanlığı'na
atandı ve burda Sovyet savaş suçlularına ve sivillerine karşı acımasız bir tutum sergiledi.
Loringhoven birliği 17 Temmuz 1944 tarihinde Gehlen'e Stauffenberg'in Adolf Hitler'e suikast
hazırlığı yaptığını bildirdi. Nazi yönetimi bu başkaldırıdan sıyrıldı. 1944 yılının Aralık ayında
tümgeneralliğe terfi etti. Nisan 1945 tarihinde Hitler intihar edince Gehlen de ordu
komutanlığından ayrıldı. Mart ayında Gehlen ve casusları pekçok gizli SSCB belgesinin
mikrofilmini çekti ve bunları Avusturya Alpleri'nde çelik davulların içine gizledi. Gehlen, Mayıs
ayında bu bilgileri Amerikan ordusundaki meslektaşlarına teslim etti. O dönem Sovyetler'le ilgili
fazla bilgiye sahip olmayan Amerikalılar bu bilgilerden ötürü Gehlen'e minnettar kaldı.
Bu aşamanın ardından, Amerikan Stratejik Hizmetler Bürosu (İngilizce: Office of Strategic
Services, OSS) ve CIA bünyesine faaliyet gösterecek olan Gehlen istihbarat örgütünü kuruldu.
350 eski Alman ordu istihbarat elemanı bu örgütün ilk kadrosunda yer alıyordu. Gehlen örgütü,
CIA adına Doğu Avrupa ile Sovyetler Birliği'ndeki istihbarat çalışmalarını sürdürdü. Örgüt,
1956'da şimdiki yapısını aldı. Bu, aynı zamanda Federal Almanya Gizli Servisi'nin de (Almanca:
Bundesnachrichtendienst, BND) kuruluşudur. Bu örgütün başına getirilen Gehlen, 1968
Nisan'ında Sovyet gizli servisi KGB adına casusluk yapan Heinz Felfe'in kimliğinin deşifre
edildiği operasyonun ardından istifa etti. Felfe skandalına rağmen istihbarat tarihinin en önemli
isimleri arasında anılan Gehlen 1979 yılında öldü.
Ama belki de Alman-Aryan Gehlen kendisini Anglo-Saxon-Aryan Amerikan kuzenleri yanında
hiç de yabancı hissetmedi. Belki de yabancı olan tek(outsider!) Nazi Avusturyalı(?) Adolf
Hitler’di. Fakat her ne olduysa ve nasıl olduysa Gehlen Nazi Almanya’nın III. Reich’nın sürme
şansının olmadığını daha 1942’lerde anlamıştı. 20 Temmuz 1944’de Hitler’e karşı
gerçekleştirilen ünlü suikast ve darbe girişimi başarısızlığa uğramış ve Hitler müteşebbisleri
intihar ya da infaz seçeneklerinden biri ile muhatap kılmıştı. Gehlen’in bu komplo
teşebbüsündeki rolü “küçük” düzeyde olsa gerek ki Gehlen kellesini bu tehlikeli operasyonda
korumasını bildi, dahası Alman ordusunda Korgeneralliğe bile yükseldi. Ve suikast girişiminden
daha bir yıl geçmeden ‘doğru adamlar’a teslim olma ferasetini de gösterdi. Ama bu işi yapmadan
önce “self-preservation”(kendi kendini koruma) içgüdüsü olsa gerek ki Sovyetlere ait çok değerli
arşivini bir davul içinde Bavyera Alplerinde yalnızca kendisinin bildiği bir ‘Kozmik Oda’ya
saklamayı da ihmal etmedi. Gehlen Amerikan 12. Ordusunun istihbarattan sorumlu tuğgenerali
Edwin Sibert’i yalnızca Sovyet Ordusuna ve politik liderlerine ilişkin derin bilgileri ile değil
fakat belki de daha önemlisi Amerikan Komünist Partisine sızmış Amerikan OSS(Office of
Strategic Services: CIA’in ata örgütü) ajanlarının isimlerini sayma yeteneği ile de şaşırttı.
Amerikalılar için okyanus ötesindeki bir Nazi’nin Amerikan Komünist partisindeki kendi
adamlarını bilme yeteneği fazlasıyla ikna ediciydi.
Gehlen Amerikalı kuzenlerine basit bir anlaşma önerdi. Eğer Amerikalılar esir kamplarındaki
Gehlen’in arkadaşlarına ve Gehlen’e özgürlüklerini bağışlarlarsa, Gehlen’de Amerikalılar için
çalışmayı ve kendi kaynaklarını onlarla paylaşmayı kabullenecekti. 20 Eylül 1945’te Gehlen ve
üç yakın arkadaşı A.B.D.’ye uçtular ve ünlü Alman-Amerikan işbirliğinin tohumları atıldı.
Gehlen org. çalışmalarına “Güney Alman Endüstriyel Gelişme Organizasyonu” isimli bir
“kamuflaj” yapılanma altında başladı. 350 Alman casusu ile işe başlayan Gehlen org. kısa
zamanda 4000 “gizli ajan”la çalışan eden devasa bir casus şebekesine dönüşecek ve Soğuk Savaş
boyunca Amerikan CIA’in Sovyetler Birliği’ndeki ve Varşova Blok’undaki gözü kulağı
olacaktır. Bu rakama artık Amerikan vatandaşı olup CIA’in bizatihi kendi gövdesinde görevini
sürdüren Nazi-Amerika’lıların da dahil olmadığını düşünürsek Gehlen org’un nelere kadir
olduğunu anlamak bakımından belki ufak bir fikre sahip olabiliriz.
Hitler döneminde Gizli Alman Devlet Polisi (Gestapo)’ nun yöneticisi olan Heinrich Müller,
Güvenlik Başdairesi' nde (RSHA) planlanmış, hazırlanmış ve organize edilmiş hemen hemen
bütün faaliyetlerde üst düzey görevli olarak önemli rol oynamıştı. Eylül 1939 başlarında siyasi
karşıtların "özel muameleye" tabi tutulmaları, yani katledilmeleri talimatını vermiştir. Keza
Eichmann' ın başında bulunduğu "Yahudi Şubesi" de Müller' in sorumluluğu altındaydı.
Sovyetler Birliği Yahudilerinin katledilmesi planının uygulamaya konmasının en ufak ayrıntısına
kadar Müller' in doğrudan etkisi olmuştur. Üstü olan Heydrich' in kendisine verdiği talimatların,
kendi birlikleri tarafından yerine getirilmesini sağlıyor ve gerçekleştirilen eylemleri rapor ve
tebliğ ediyordu. Heinrich Müller, Nazi Rejiminin en güçlü ""masabaşı" katillerinden biriydi.
Rütbesi SS ve polis kurumu korgeneraliydi. Kızıl Ordu' nun Berlin'e girmesinden beri kayıptır.
Söylentilere göre ise, albay rütbesinde Sovyet KGB’sinde yaşamına devam etmiştir. Bu
söylentilerin kaynağı ise, 1 mayıs törenlerinde halka gösterilen Alman savaş esirlerinin, KGB
kıtasında Müller' i görmüş olduklarına dayanmaktadır.
Müller ile Gehlen’in beraber çalıştıkları iddiası yabana atılacak cinsten değildir. Gestapo Müller
lakabıyla anılır. Joseph Trento tarafından 2001'de yayınlanan ‘The Secret History of CIA’ isimli
kitapta, Müller'in CIA tarafından Gehlen Organizasyonu bünyesinde görevlendirildiği iddia
edilmiştir. 1980 yılında bir CIA görevlisi ile İsviçre'de yaptığı mülakat Gregory Douglas
tarafından kitaplaştırılmıştır. Gehlen org. binlerce anti-komünist Doğu Avrupa ve Rus kökenliyi
Oberammergau kampında casusluk eğitiminden geçirip Komünist Blok’a sızdırmaktan Rus
suikast timi SMERSH’i deşifre etmeye ve Berlin Duvarı’nın altına inşa edilen ünlü Berlin
Tünel’i aracılığıyla Sovyet ve Doğu Avrupa elektronik komünikasyonlarının izlenmesine kadar
pek çok önemli işi de yürütmesini bildi. Gehlen org. bu süreçte başarısızlıklar da gördü, fakat
(Nazi) disiplinininden çok bir şey de yitirmedi ve pek çok bakımdan Amerikalı kuzenlerine de
ilham kaynağı oldular. Bu arada Gehlen org.’un NATO’nun gizli örgütü Gladio’nun baltası-“axe
of Gladio”- ve ODESSA organizasyonunda da merkezi bir role sahip olduğunun da iddialar
arasında yer aldığını belirtelim. (122)
KAYIP NAZİLER VE ANTİKOMÜNİZM
Antikomünist paramiliter örgütler ve Gladyo türü yapılar artık profesyonel Nazi kasaplarına
ihtiyaç duymuyordu. John Demjanjuk’un yakalanması eski Nazi ve CIA kurucusundan, Che’nin
katiline kadar bir sürü Naziyi akla getirdi. Sovyet askeri Demjanjuk savaş esiriyken taraf
değiştirmişti. Nazi toplama kamplarında gardiyanlık yaparken binlerce Yahudi’nin ölümünden
sorumlu tutulan 89 yaşındaki John Demjanjuk, yıllardır yaşadığı ABD'den yargılanmak üzere
Almanya'ya iade edildi. Bütün dünya bu haberle ilgilendi. Asıl adı Ivan Nikolayeviç Demjanjuk
olan Ukrayna asıllı zanlı, 70'li yılların ortalarında ABD'de tutuklanmış ve Amerikan
vatandaşlığından çıkarılarak İsrail'e gönderilmişti. Toplama kamplarından sağ kurtulmayı
başaran Yahudiler tarafından teşhis edilen Demjanjuk, İsrail'de yargılandığı mahkemede,
1988’de ölüm cezasına çarptırıldı.
Demjanjuk ise, asıl kendisinin Nazi kurbanı olduğunu söylüyor ve Sovyet Ordusu’nda Nazilere
karşı savaşırken esir düştüğünü ileri sürüyordu. Aslında Demjanjuk’un buraya kadar söyledikleri
doğruydu ancak, Demjanjuk esir düştükten sonra toplama kampında taraf değiştirdiğini ve
Alman faşistlerle birlikte savaş esirlerine kan kusturduğunu anlatmıyordu. Üst mahkemenin,
tanıkların ifadesini yeterli bulmaması üzerine dava süreci durduruldu ve Demjanjuk ölüm
cezasından kurtularak ABD'ye geri döndü.
Yeniden Amerikan vatandaşlığına geçen John Demjanjuk için yıllar sonra yargı süreci bu kez de
Almanya'da işlemeye başladı. Almanya’nın Ludwigsburg kentindeki Nasyonal Sosyalist Suçları
Araştırma Merkezi savcıları, (Zentrale Stelle der Landesjustizverwaltungen zur Aufklärung
nationalsozialistischer Verbrechen) toplama kamplarında gardiyanlık yaptığını yetkililerden
gizlediği için Demjanjuk hakkında dava açarak tutuklama kararı çıkarttı. 1958’de kurulan bu
kurumun tek amacı, dünyanını her yerindeki Nazileri mahkemeye çıkartmaktı. Doktorlar,
Demjanjuk'un yargılanması önünde sağlık engeli görmezse, Nazi dönemine ilişkin dava için
yargı süreci işleyecekti.
Nazi suçlularıyla ilgili araştırmalar yapan ve adeta bir Nazi avcısı gibi çalışan Simon Wiesental
Merkezi 2002'den beri yeryüzüne dağılmış hala yakalanamamış yüzlerce savaş suçlusu Nazi’nin
yakalanması için mücadele ediyordu. John Demjanjuk, en çok aranan 10 Nazi arasında 2.
sıradaydı. Simon Wiesental Merkezi uzun yıllardır Nazi avcılığı yapıyor ve şaşırtıcı derecede
çok Nazi’ye adı sanı belli olduğu halde hiçbir şey yapamıyordu. Aslında Soğuk Savaş
dönemiminin bitmesiyle dünyada daha çok Nazi daha fazla hâkim karşısına çıktı. Son yıllarda
daha çok Nazi’nin yargılanabilmesinin iki önemli nedeni vardı: Birincisi Soğuk Savaş’ın bitmiş
olmasından sonra, antikomünist paramiliter örgütler ve Gladyo türü yapıların artık bu tür
insanlara ihtiyaç duymamalarıydı. İkinci neden ise, daha önce çoğu resmi devlet görevinde olan
bu kişilerin önemli bir kısmının emekli olması ve artık devlette ihtiyaç duyulmaması nedeniyle
devletler tarafından korunmamalarıydı. Bu korunmamanın altında yatan nedenlerden biri de tabii
artık birçok kişinin yargılanabilir yaşı geçmiş olmasıydı. Hâkim karşısına çıksalar bile yaş
haddinden cezasını dişarda çekiyorlardı. Önce birinci tezimize uygun bir Nazi’yi hatırlatalım ve
daha sonra da birkaç hala kayıp Nazi’nin portresine bakalım.
Eski Nazilerin savaş bittikten sonra komünist rejimlerle mücadele etmek için kullanıldığı sır
değildi. Özellikle Latin Amerika'da komünizmle mücadele eden, askeri darbelerde kilit roller
oynayan CIA ajanlarının eski Nazi subayları tarafından eğitildiğini herkes biliyordu. Lyon
Kasabı olarak bilinen Klaus Barbie'nin (Klaus Altmann) Bolivya'da Che Guevara'yı yakalayan
Bolivya ordusuna yardım ettiği, paramiliter güçleri eğittiği de sır değildi. Barbie'nin And Dağları
etrafındaki ülkelerde bütün darbecileri ve faşistleri desteklediği, birçok işkencehaneyi yönettiği
biliniyordu. Barbie’nin arkasındaki güç ise ABD idi. ABD her ne kadar Nazi avcılarına yardım
ediyor gibi görünse de antikomünist mücadelede işlevsel kıldığı birçok Naziyi korudu, istihdam
etti. Bunlara açık örnek Barbie. Tam adı Nikolaus Barbie olan Klaus Altmann ismini de kullanan
Barbie, 1947 yılında Fransa’da sayısız işkence ve ölüm olayından sorumlu tutularak Lyon
Kasabı olarak gıyabında ölüm cezasına çarptırıldı. Peki, o zaman Barbie neredeydi? Sizi
uğraştırmayayım, ABD’nin o zamanki gizli servisi CIG’de (Central Intelligence Group) ajandı
ve servis şefi John J. McCloy Fransa’ya iadesini engelledi. Zaten 1949 yılında CIA kuruldu.
CIA’nın önemli aktörlerinden biri, Reinhard Gehlen idi. Gehlen’nin sahneye çıkmasıyla bir çok
Nazi gibi Barbie de daha aktif hale geldi.
Reinhard Gehlen, daha faşist Alman ordusunda generalken istihbarattan sorumluydu. Büyük
kariyerini toplama kamplarında tutsakları sorgularken yaptı. Hatta asıl konumuzu oluşturan John
Demjanjuk’un yakalandıktan sonra ajanlaştırılması, taraf değişimini sağlayacak beyin yıkama
işini bizzat Gehlen’in yapmış olma olasılığı büyüktü. Çünkü Gehlen savaşta Doğu Yabancılar
Birliği adıyla, tutsakken taraf değiştirenlerden ve gönüllü antikomünistlerden bir birlik kurdu ve
Sovyet Halklarının kurtuluşu için savaştı. Bu sıralarda kurduğu ve çok sayıda yabancı da
barındıran Gehlen Organizasyonu adlı gizli teşkilatı Almanya’nın gizli servisinin çekirdeğini
oluşturdu. Gehlen Almanya’nın yenileceğini anladığında bu organizsyonun ne işe yarayacağını
biliyordu. Gehlen’in dediği doğruydu. Almanya, ABD ve hatta Vatikan Gehlen’den yararlandı.
Gehlen’in üvey kardeşi Johannes Gehlen Vatikan’da papanın etrafında çalışıyordu.
Gehlen, hem Almanya’da hem de ABD’de çeşitli madalyalarla ödüllendirildi. Avrupa’daki eski
ve neo Nazilerle ilişkilerini hep sürdürdü. Nazi eskileri ya da Gehlen’in zorla Nazileştirdikleri ise
birer paçavraya dönüştükten sonra yargılanıyorlardı. Aranan Nazilerin önemli bir kısmı
Gehlen’in devşirdiği Alman olmayan Naziler’den oluşuyordu.
Simon Wiesenthal Center 2008’de yayımladığı listede Alman olmayan faşistlerin sayısı dikkat
çekiyordu. Çoğunun eski sosyalit ülke vatandaşı olması da ilginçti. Belki de antikomünizmde
yaptıkları iş bittiği için şimdi kolayca deşifre oldular. Listenin ilk sıraları şöyleydi:
1. Aribert Heim: Dr. Ölüm ya da Mauthausen Kasabı
Aribert Heim en çok aranan savaş suçlusu Nazilerin başında geliyordu. Aribert
Heim, Avusturya’da Mauthausen toplama kampında doktor olarak çalışırken "Dr. Ölüm" adını
almıştı. Çünkü Heim, tutsakları anestezi kullanmadan ameliyat ediyordu. Kampta kaldığı özel
odasındaki gece lambasının abajuru insan derisinden yapıldığı söylenirdi.
Savaş sonrası ABD güçleri Heim’ı 15 Mart 1945 trihinde gözaltına aldı. Heim Almanya’da
Ludwigsburg’taki savaş suçluları merkezine getirildi. 1947 yılından itibaren Heim hiçbir şey
olmamış gibi, devlet hastanelerinde doktor olarak çalışmaya başladı. ABDliler Heim’ı temize
çekmişti. 1954 yılından sonra Baden Baden kentinde jinekolog olarak çalışmaya başladı.
Heim, 1962'de Alman ve Avusturya makamlarının hakkında soruşturma açması ardından
kayıplara karıştı. Nazilerin mahkeme karşısına çıkması ve yargılanması içim mücadele veren
Simon-Wiesenthal-Center, Aribert Heim’ı Güney Amerika’da ararken Heim ikinci adı olan
Ferdinand Heim ismiyle Mısır’da yaşıyordu ve Avrupa’daki akrabalarıyla da ilişki içindeydi.
Heim, son yıllarında Mısır’da Tarık Hüseyin Ferid adını alarak müslüman oldu. 10 Ağustos
1992'de kanserden 78 yaşında öldü. Dünya bunu 4 Şubat 2009 tarihinde Alman 2. devlet kanalı
ZDF televizyonu ve New York Times gazetesinin araştırmaları sonucu öğrendi.
Heim’ın oğlu Rüdiger Heim, babasının savaş suçlusu olarak arandığını bildiğini, hatta ölmeden
önce Mısır’a giderek babasına ölünceye kadar aylarca baktığını anlattı. Rüdiger’e göre
yakalanma tehlikesi de olmamıştı.
2. John Demjanjuk’tan yukarıda bahsettik.
3- Sandor Kepiro (Şandor Kepiro):Entelektüel Macar Kasap
Macar Sandor Kepiro en az 1000 Sırp sivilin öldürülmesinden sorumlu tutuluyordu. Macar
Jandarması’nda subay olan Kepiro, en entelleüktüel Nazi kasabıydı: Hukuk doktoru ünvanına
sahipti. Şandor Kepiro’nun kasaplık kariyeri 23 Ocak 1942 tarihli Novi Sad katliamı ile
başlıyordu. Macarlar 1943 yılında bu katliam yüzünden Kepiro’yu yargılayıp hapse mahkûm etti.
Faşist Almanya’nın desteği ile hapisten kurtuldu. Savaşta Almanlarla çalışan Kepiro, 1946
yılında önce Avusturya’ya ardından da 1948 yılında sahte kimlikle Arjantin’e gitti.
Yaklaşık 50 yıl sonra Kepiro, yargılanmayacağı sözü aldığı için gizlice Macaristan’a döndü. Sol
çevreler bunu büyük bir skandal saydı ve ortalık karıştı. Şandor Kepiro bu gün gerçek adıyla
Budapeşte’de yaşıyordu ve ev telefonu da kendi adına kayıtlıydı. Budapeşte’deki bir sinegogun
yanında oturduğu da ironik bir biçimde tespit edildi.
4. Milovoj Asner: Hırvat Emniyet Müdürü
Hırvatistan’daki Nazi hükümeti döneminde kukla hükümette Hırvat emniyet genel müdürü olan
Milovoj Asner yüzlerce Yahudi, Sırp ve Çingene’nin sürülmesinden ve öldürülmesinden
sorumlu tutuluyordu. 95 küsur yaşındaki Milovoj Asner, bugün Avusturya Klagenfurt’ta Georg
Aschner adıyla yaşıyordu. 2011’de İngiliz "The Sun" gazetesine bir demeç veren Milovoj Asner,
“Bütün mahkemelerde ifade verebileceğini ve suçsuz olduğunu” söyledi. Resmi olarak bunama
gösteren Asner yargılanamaz durumdaydı. Milovoj Asner faşist “Ustaşa” haraketinin üyesiydi
ve Sırplara karşı savaşmaları için faşist Alman işgal yönetimi tarafından desteklendi. Faşist Nazi
desteğiyle işgale uğrayan Yugoslavya topraklarında, Sırplara katliam yapmaya başladılar. Josip
Broz Tito’nun Partizanlarıyla mücadeleye giriştiler. Almanların savaşı kaybetmesi ve
müttefiklerin Partizanlara destek vermesiyle birlikte Ustaşalar da etkinliklerini kaybetti. Milovoj
Asner ülkeyi terk etti. Soğuk Savaş yıllarında ne yaptığı karanlıktı. Asıl kimliği yıllar sonra
ortaya çıkan Asner’i Avusturya hükümeti sağlık gerekçesiyle Hırvatistan’a vermiyordu. Ancak
Simon-Wiesenthal-Center, Asner’in Hırvatistan maçını neşe içinde izlerken çekilmiş bir
fotoğrafını Avusturya adalet bakanlığına gönderdi.
5. Sören Kam: Danimarka’dan gönüllü Sören Kam, Danimarkalı Yahudilerin öldürülmesine
katıldığı için listenin 5. sırasında aranıyordu. Kam, 21 yaşındayken gönüllü olarak Nazilere
katıldı ve Doğu Cephesi’nde Sovyetlere karşı savaşan yabancılardan oluşan Nazi birliğinde
görev aldı. (Gehlen’den hatırlıyoruz) Önce sadece 1943 yılında bir Carl Henrik Clemmensen adlı
gazetecinin öldürülmesinden yargılanıyordu. Sören Kam, Nazilere karşı direnen Danimarkalı
sivillerine süikast düzenleyen bir çetenin kurucuları arasındaydı. Savaş’tan sonra Sören Kam
Almanya’ya kaçıp takma isimle yaşamaya başladı. 1956’da Alman vatandaşı oldu.
Danimarka’nın isteği üzerine 1968 yılında Münih’te mahkemeye çıkan Kam, Clemmensen’in
öldürülmesi olayına katıldığını ama ilk kurşunu arkadaşının attığını, ilk kurşunla da
Clemmensen’in öldüğünü söyledi. Dava düştü. Ancak 1995 yılında Avusturya’nın bir kentindeki
Nazi toplantısında çekilen bir film ortalığı karıştırdı. Gazeteciler, toplantıda Avusturya’da
2010’da bir trafik kazasında ölen neo Nazi Jörg Haider ve Heinrich Himmlers’in kızı Gudrun
Burwitz’i görüntülemenin peşindeydiler. Ancak filmlerde Danimarkalı Kam da vardı. Adeta
Avrupalı Nazilerinin genel toplantısıydı bu.
6. Harry Mannil: Estonya polisiHarry Mannil Estonya polisiydi ve Nazi işgali sırasında
Almanlarla çalışmaya başladı. Yüzlerce Yahudinin öldürülmesinden sorumlu tutuluyordu.
Savaştan sonra Venezuela’ya gitti. Venezuella ve ABD’de otomotiv sektöründe tanınmış bir iş
adamı oldu. Büyük iş admı Mannil kendisini kültür işlerine de verdi. 1994 yılında ABD eski
Dışişleri Bakanı Henry Kissinger ile Baltık Ülkeleri Stratejik Komitesi’ni kurdu. Saygın
işadamımız ama yüzlerce insanın ölümünden sorumlu olarak aynı yıllarda aranmaya da başladı.
Ancak arandığı ile kaldı.
7. Charles Zentai: Bir Macar daha Charles Zentai Macar ordusunda görevliyken Nazilerle
çalışmaya başladı. Toplu suçlarının yanında kişisel olarak da 18 yaşındaki bir gencin koluna sırf
Yahudi yıldızı takmadığı için öldürülmesinden de sorumlu tutuluyordu. Avustralya’da yaşayan
Charles Zentai bir biçimde korunmayı başardı.
8. Algimantas Dailide: Litvanya sivil polisi
Dailide, Litvanya sivil polisiyken Nazilerle çalışmaya başladı. Polonya ve Litvanya
Yahudileriyle komünistlerini Nazilere teslim etti. Dailide, 1950 yılında ABD’ye gitti. Emlakçılık
yaptı. 2004’ten beri Almanya’da yaşıyor. Soğuk savaşta Sovyetlere karşı antikomünist ABD
operasyonlarındaki rolü tartışılıyordu. İlk kez 2006 yılında Litvnya’da yargılandı ve 5 yıl hapse
mahkûm edildi. Yaşı ve ağlığı nedeniyle cezasını çekmedi.
9. Julius Viel: Çek Yahudilerini öldürdü. SS Subayı Julius Viel 2001 yılında yargılandı ve 1945
yalında Çek Cumhuriyeti’ndeki Theresienstadt toplama kampında 7 Yahudi tutsağı sırf zevk için
öldürmekten 12 yıl hapis cezası aldı. Viel yargılandığı sırada 83 yaşındaydı ve kanser hastasıydı.
Bir yıl sonra hiç hapse girmeden öldü.
10. Erich Priebke Erich Priebke, savaştan sonra Arjantin’e kaçmıştı. 1995 yılında İtalya’ya
döndü. SS Subayı Priebke 1944 yılında Roma’da 335 sivilin öldürülmesinden yargılandı.
Priebke 1998 yılında İtalya’da savaş suçlusu olarak ömür boyu hapse mahkûm oldu. 1 yıl sonra
salıverildi. (123)
Gehlen’in öncülüğünde kurulan Gladyolar tüm Avrupa ve demirperde ülkeleri ile Asya
ülkelerine kadar sıçradı. En önemli ve kalıtsal olan vaka ise, İtalyan örgütlenmelerinde ortaya
çıkan bürokrasi, ordu, polis erkleriyle masonik ilşkiler kurulması ve kullanılan tüm fertlerin
kendilerini bir devlet bağımsızlığı için antikominist bir örgütlenme içinde kendilerini görme
yanılgısıdır. En haince olanı ise toplumsal kaos ve ya kanı değişikliği (beyin kontrolü ) için
yapılan kitlesel eylemlerdir. İtalya'da tren garı bombalamaları, aşırı sağcı nasyonel sosyalistlerin
öldürülmesi bunlardan bazılarıdır. Kızıl Tugaylar'ca üstlenilmiş ancak Gladyo tarafından
yapıldığı soruşturmalar sonunda anlaşılmıştır.
Federal Almanya'da bugünde, ülkenin gizli servisi tarafından da "Sessiz Şebeke"olarak
tanımlanan "Stay Behind -örgütü" adında bir örgüt faaliyet gösteriyordu. NATO'nun İtalya'daki
kuruluşunda da Roma tarafından kısaca "Gladyo" olarak biliniyordu. Kuşkulu Gladyo Örgütünün
arkaplanı ve Kızıl Ordu'nun bir ileri hareketi durumunda örgütün partizanlarını kendi safına
çağırması hakkında komşu Avrupa ülkelerinin gazetelerinde yazılar çıkarken, Federal
Almanya'da hiç kimsenin en küçük bir bilgisi yoktu. Komşu ülkelerin parlamentolarında
araştırma önergeleri verilip, hükümetler bu gizli konunun üzerine günden güne daha çok
eğilirken, Bonn'da sessizlik egemendi.
Demokratik Alman Cumhuriyeti'nde ortaya çıkarılan Stassi Olayı'nın çözülen her düğümü
medyalarda yoğun şekilde yer alırken, bir gazetecinin Federal Almanya'da da bir Gladyo
birliğinin varlığı hakkında sorusu gündeme geldi. Bundan sonra çok uluslu NATO örgütünün
dışında bir kuruluş olduğu ortaya çıktı. İlk başta, doğal olarak kimse araştırmalardan netice
alınmasını beklemiyordu, çünkü hiç kimse bir şey bilmiyordu. Tüm olası sorumlu hükümet
üyeleri işi yokuşa sürüyordu. Kendisinden bilgi istenen savunma bakanı, ilk önce kendi
memurlarını gizli örgütlerin peşine düşürdüğünü öne sürüyordu. Hatta 30 Eylül 1980'e kadar
Brüksel'deki NATO askeri karargahının komutanı, Batı askeri ittifaklarının en ileri gizli bilgi
taşıyıcısı, eski genel müfettişi Wolfgang Altenburg hiçbir şey bilmediğini açıklıyordu. 1950’li
yılların sonunda sadece bir "ahbap çavuşlar klübünün bulunduğu ve buna öylesi bir örgüt
denemeyeceği kanısındaydı, general Altanberg. (Bu tanımı Encümeni Daniş ortaya çıktığında
eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel de kullanmıştı.) Hiçbir şey bilmeyenlerin listesi uzayıp
gidiyordu. Başbakanlık gizli servis koordinatörlerinden Horst Ehmke (SPD),
WaidemannSchreckenber-ger (CDU), BND'nin eski başkanlarından Klaus Kinkel ve Heribert
Hellenbroich gizli servis için gizli gündemle toplanan "Parlamento Kontrol Komisyonu"nun
federal meclis üyeleri bunlardan bazılarıydı. Herkes üç maymunu oynuyordu.
O zamanki ABD başkanlık güvenlik danışmanı Henry Kissinger (Dünya Derin Devleti’nin
Yönetim Kurulu Başkanıdır), bir İtalyan gazetesine verdiği demeçte Gladyo hakkında hiçbir
bilgisi olmadığını söylüyordu. Oysa ki bunların tümü bu örgüt hakkında herşeyi bilmek
zorundaydılar. Çünkü görevlerini yeminle ve anayasal gerekle üstleniyorlardı.
Federal Almanya'daki Gladyo örgütü hakkında tüm bilgiler yavaş yavaş ortaya çıkıyordu. Gizli
servise bağlı "Savunma Hazırlıkları" hiçbir zaman sadece bazı önemsiz gizli önlemlerle
yetinmiyordu. BND başkanları, iddia edildiği gibi görevleri sırasında dükkanlarının tüm
bölümlerini tanıyamamışlar mıydı? Başbakanlık gizli servis kontrolörünün sorumluluğu,
savunma durumunda alınan tüm gizli önlemler hakkında bilgisi olmadığından mı
açıklanamıyordu? Halkın temsilcileri, kırk yıl önce Federal Alman Meclisinde gizli servis
karargahları üzerinde demokratik kontrollerini yapabilmişler miydi ve bugün iddia edildiği gibi
mensupları gerçekten "hiçbir' şey bilmiyorlar mıydı?
Bazı muhalif politikacılar, seçim kampanyalarındaki çeşitli konuşmalarında bu örgütün
kokusunu hissettirmeye başlamışlardı. İlkin sosyal demokratların hükümetleri zamanında bu
konuya parmak basıldı. 14 Kasım'da SPD silahsızlanma uzmanı HermannScheer'i kamuoyu
önüne çıkardı. Scheer gerçi sadece bir parlamenterin açıklamasından başka bir şey yapmamıştı,
adaletin müdahalesini talep ediyordu:"Federal savcılığın bir sorunu bu."
"Parlamentonun ve hükümetlerin kontrolünün dışında silahlı askeribir gizli örgütün varlığı -ve
resmi Silahlı Kuvvetlerin statüsünün dışında- anayasal legaliteyle birleştirilemez ve bu hukuki
takibatı gerektirir," sonucuna ulaşılmıştı. Bu çağrı sonuçsuz kaldı.Hermann Scheer savcılığa
hiçbir suç duyurusunda bulunmadı. Parlamento Kontrol Komisyonu'nun partili arkadaşı Wilfried
Penner'e1969'dan 1982'ye kadarki yılların sosyal liberal koalisyonunun sorumluluk payını sordu.
Penner gazetecilere sonucu söyledi: Rapor yoktu!
Soru yöneltilenlerin hiçbirinin ne Gladyo'dan ne de benzeri örgütlerden haberi vardı! Penner,
basının önünde "mafyavari müdahalelerden söz ediyor ve "pisliklerin herkesin önünde
sergilenmesini" istiyordu.
Federal Gizli Servis (BND)'in, mesleğinin çiçeği burnunda başkanı Konrad Porzner, herşeyi
güzelce örtbas ettiğini göstermişti. 1974'den 1980'e kadar Helmut Schmidt'in başkanlığı sırasında
sosyal liberal sorumlulardan Manfred Schuler Spiegerde o zamanki BND şefi Gerhard Wessel'i
ilk kez önlemler hakkında bilgilendirdiğini açıkladığını anımsıyordu.
Büyük muhalefet partisi çok çabuk sessizliğe gömüldü. Kirli işlerin açığa çıkarılması için
yapılan tüm çağrılar bir haftada sus pus edilmişti. Eski yasama döneminin son oturumlarında
sosyal demokratlar meclisteki Parlamento Kontrol Komisyonu'nda -doğal olarak gizli- sorunu
gündeme getirdiler. Sorunla doğrudan ilgili öteki taraflar hakkında hiçbir şey sormadılar.
Savunma Komisyonu ve İçişleri Komisyonu,"Yeşiller"in Gladyo hakkında Federal Meclisteki
müzakerede verdikleri bir öneriyi CDU; CSU, FDP ve SPD'nin oybirliğiyle reddetti. "Yeşiller"
hükümet tarafından hiçbir zaman ciddiye alınmadı. Yasama döneminin başında oluşan,
Parlamento Kontrol Komisyonu'nda temsil edilmeyen Federal Meclis'teki tek fraksiyon Yeşiller,
sonuçta bir anahtar rolü oynadılar. Böylece az da olsa pisliklerin ilk kez gözler önüne serilmesine
neden oldu.
Yeşiller, Parlamento Kontrol Komisyonu'nun önceden belirlenmiş oturumundan önceki birkaç
gün, hükümetin üyeleri, Gladyo hakkındaki tüm bilgileri Penner'in başkanlığındaki Parlamento
Kontrol Komisyonu oturumunda -doğal olarak gizli- sergilemeleri; Dossier Spiegelin hemen bir
sonraki sayısında hemen yayınlattı. Buna göre Başbakanlığın Vl.ncı bölümünün yöneticisi
Hermann Jung bunu yazışmalara geçirdi. NATO Avrupa Başkomutanlığının arzusuyla Gladyo
geri çekildi, "müttefiklerin haberalma servislerinin korunması savunma durumunda da hesaba
katılmalıdır." Bu istek "1950’li yıllarda" gerçek oldu. Hem ulusal gizli servisin sorumluluğunu,
1954'den itibaren "Shape" adıyla Gladyo birlikleri olarak görevler üstlendi, hem de Avrupalılar
NATO Silahlı Kuvvetlerinin en yüksek askeri karargahı tarafından koordine edildi. 1959'da
federal gizli haberalma servisinin resmi üyesi oldu.
Aşağı yukarı 1973'e kadar" sabotaj grupları görevlerini yerine getirdiler. Düşürülen NATO
pilotları ya da işgal altındaki ülkelerdeki düşmanın el ulağı bilim adamlarının nasıl kurtarılacağı
"düşman hatlarının arkasında direniş güçleri oluşturmak" şeklinde ifade edildi. Bu gibi
operasyonlar için "kaynak ağı" olarak 50 asker, 125 genel ve 25 "kaynaktan kökenli" eleman el
altında tutulmuş V- olayında işgal altındaki ülkedensavaş için önemli kişilikler toplanmıştır.
BND'nin bünyesinde "yönetici örgüt" denilen75 kişilik birim kuruluydu. Zamanla bu aparat
güçlü bir biçimde yoğunlaştırıldı.
1981'de BND'nin bünyesindeki dört birim sabotaj eylemlerine ayrıldı ve "yönetici örgüt" 35
kişiyle sınırlandırıldı. "Eylem grupları" bu arada tümüyle dağıtıldı. BND bünyesindeki "Stay
behind - örgütü" tümüyle Almanlara geri kaldı. Yeraltı örgütlenmesinin korunması için
NATO'nun ilgili bölümü 1954'den itibaren "Tüm Koordinasyon Komitesi" adım aldı. 1990
Ekiminin sonunda Brüksel'de henüz işlevselliğini koruyordu, öteki özel birimler "Stay behind"
örgütünün telsiz sistemine özel sızmalar yapıyordu.
Daimler şubesi AEG/TSTde "zıpkın" adıyla teknikli telsiz gereçlerinden 854 BND siparişi henüz
yeni değildi. Bununla Avrupa çapında Gladyo ağını denetleyebilecekti. Toplam fiyatı aşağı –
yukarı 130 milyon marktı. Sadece 130 gereç, BND'nin tasarrufundaydı. Geri kalanı
"müttefiklere" veriliyordu. Bunun için Federal Almanya devlet kasasından 25 milyon mark
çıkıyordu, bunu kamuoyu duymalıydı. Başbakanlığın enformasyonu dışında önce bir milletvekili
sonunda, bilinmek istenenin sözünü etti. Bonn parlamentosunun en gizli çevresinden, Federal
Alman meclisinin sosyal demokrat Güvenilir Kişiler Kumlu'ndan Rudi Walther sözünü söyledi.
Bu kurulda haber alma servisinin bütçe planlan kontrol ediliyor ve onaylanıyordu. Bütçe
komisyonunun üyeleri seçilirken doğal olarak Yeşiller bunun dışına bırakılıyordu. Başkan Rudi
Wallher'in "Stay behind"in varlığından haberi vardı. Federal Alman Gladyo birliklerinin
milyarlar değerindeki giderleri, yakın döneme kadar örgüt tarafından düzenli olarak ödeniyordu.
Başbakanlık, en son raporunda örgütün "savaş sonrasındaki yıllara, olabildiğince geri giden"
tarihçesi hakkında hiçbir bilgi vermiyordu. Parlamento Kontrol Komisyonu milletvekillerinin
raporunda "Buradaki açıklama BND'ye düşer" deniliyordu. Aynı zamanda Gladyatörlerin
eylemleri hakkında da hiçbir bilgi yoktu.
Münih-Pullach'daki BND merkezinde ya da kamufle edilmiş ikametgahlarda görev dağılımı
yaparak tüm Federal Almanya Cumhuriyetine yayılan eylemlerdi bunlar. Gizli "değerlendirme
örgütü" tarafından ölçülen ve emir verilen eylemler hakkında da şöyle ya da böyle bilgi
yoktu.Tümüyle nihai açıklığıyla ortada olan Parlamento Kontrol Komisyonunun olurumdan önce
devlet bakanı ve başbakanlıktaki gizli servis koordinatörü Lutz Stavenhagen, Federal Alman
Gladyo ordusunun ortaya konulmasının yaklaşık bir zamanını telafuz etti: 1991 ilkbaharı.
Gevşemenin dönemi aşağı yukan aynı şekilde tekrarlandı durdu. Devlet Bakanı Bild an
Sonntag'da çıkan bir konuşmasında yeni bir enformasyon kapısını araladı.
Gladyo örgütünün NATO'nun kuruluşu karşısında Federal Almanya'nın "çok erken bir
yükümlülük açıklaması olarak" 1959'da temeli atılmıştır. Bu zaman noktasında artık ellili yılların
başında Almanya'da, Fransa'da, Benelux ülkelerinde, Danimarka'da, Norveç'te ve Avusturya'da
direniş grupları hemen hemen oluşturulmuştu ve ortak taktik kontrol altına girmişti. İttifakın gizli
servisleri arasındaki sağlam birlikler, 1951'den itibaren kuruldu ve tek tek Batı Avrupa'da
operasyon yapılacak ülkeler saptandı.
Başlangıcı Fransa ve İtalya yaptı. Yeraltı ordulannın ilk merkezleri Fransa'da bir yerdi ve
"Clandestine Committee for Planning"(CCP) olarak adlandırılıyordu. Ağ, 1959'a kadar Avrupa
çapında örüldü. 1964'de Belçika'daki son noktasıyla "Allied Clandestine Committee" (ACQ)'deki
merkezi değiştirildi. Bu haber alma ajansı hakkında daha sonra sızıntılar oldu, ancak henüz
hukuksal bir temeli yoktu, çok kaygan bir zemindeydi.
1968'de Başbakanlığın o zamanki şefinin ağzından telaffuz edildi ve sonradan Federal Almanya
başkanı olan Karl Carstens, Federal Alman haberalma servisi için bir"genel talimatname" emri
verdi. Sözde şöyle demişti emrinde: "BND, başbakanlık şefıyle anlaşarak savunma durumu için
gerekli hazırlıklara ve düzenlemelere girişebilir."
Savunma Bakanlığından bunun tersine yapılan açıklamalar karşısında, yedeklerin ciddi olarak
devreye sokulmaları hakkında Bundes-wehr'le danışmada bulunması, istihbarat aktarımında özel
görevdi. Onlar gününde ortaya çıkmayacak, tersine yer altında kalacaktı. Daha sonra 22
Kasım'da Bonn parlamentosunda çok sıkı gizlilik içinde Parlamento Kontrol Komisyonu
oturuma geçerken, hükümet milletvekillerine bilgi vermek çok resmi idi.
Skandal enformasyon yalanlar şeklinde ortaya çıktı. Parlamento Kontrol Komisyonu üyelerinin
haberlerine inanılabilseydi, hükümet nerdeyse otuz yıldan daha fazla süredir "Stay behind"
örgütünün eylemleri hakkında tek bir kanıt bulamayacaktı.
İlkyeraltı birliklerinin dayanaklarından 1977'ye dek, gizli servisin tarih yazımında bir beyaz
nokta temel oluşturmuştu. Bu eylemlerin arka planı, sorumluluğu ve ölçüsü soğuk savaşın
bilinen aşamalarında açıklık yerine daima bir bulanıklık içinde kaldı. Bundestag
milletvekillerinin gözünde, gizli servisin böylesi gevşek eylem girişimlerine nasıl kalkıştığı bir
bilmece olarak kaldı.
Devlet Bakanı Stavenhagen'in Federal Alman Gladyo şubesi hakkında böylesine tahrif edilmiş
belgelerle bilgi vermesi, aynı şekilde karanlıkta kalınca, parlamento ve kamuoyuna büyük ikna
gücüyle yönelttiği sorunun cevabını aradı: "Stay behind" hiçbir zaman iç politik eylemlere
kalkışmamıştı güya. Bu "o kadar açıktı ki" "tümüyle normal haber alma servisi birimi"şeklinde
davranılmıştı ve "hoş olmayan sürprizler" asılsızdı.
Lutz Stavenhagcn Parlamento Kontrol Komisyonunun oturumundan sonra Frankfurther
Allgemeinen Zeitungdaki bir spekülasyon dışında "Stay behind"le aşın sağcılar arasındaki bağı
yalanlıyordu. Gazete, 1981'de Uelzen'de yeraltına depolanan gizli silahların bulunduğundan söz
etmişti. Aşırı sağcı Lembke de aynı şekilde U-Haft'da sorgunun başlamasından önceki bir gün
bulunan silahlardan bahsetmişti. Devlet Bakanı "Stay behind"le ilişkinin "hiçbir zaman
olmadığını" açıklıyordu.
Ve Stern - TV'nin magazin televizyonunda, Gladyo'nun öncüsü, ilk kez 1950'li yıllarda
oluşturulan "Alman Gençlik Birliği" (BDJ) hakkında ilk belgeleri sergiliyordu, aynı şekilde Lutz
Stavenhagcn’ de bunu şiddetle reddediyordu. Alman Gençlik Birliği'nin aralarında Herbert
Wehner'in de bulunduğu ölüm listesi güya hiçbir zaman varolmamıştı.
Parlamento Kontrol Komisyonu üyeleri Burkhard Hirsch (FDP) ve Wilfried Penner(SPD), o
kadar eleştirmelerine rağmen bu düşünceye katılıyorlardı. Böylece FederalAlmanya Cumhuriyeti
demokratik dönüşüm davasında Avrupada ilk kez ciddi bir dümen neferi haline geliyordu. Öteki
sorular da benzeri küstahlıklarla karşılandı. Gazete muhabirlerinden biri Stavenhagen'in
işbirlikçiliğinin "bizim devletimizde de kamuoyu tarafından bilinmeyen gizli şeyler vardır"
sözleriyle de belgelendiriyordu. Pek çok günlük gazetede bu politik enformasyonun başarısı
hemen görüldü.
Enformatif parlamento oturumundan sonraki bir gün örneğin manşet şöyleydi:"Gladyo'ya giden
soruşturma izleri kapandı."Sayın Devlet Bakanı "açıklanmayan görüşme"nin sonunda sorunun
kapanmasını arzuediyordu. Sessiz Şebeke, en azından Federal Almanya'da ilk halkasının
bulunduğunu ortaya koyuyordu. Enformasyon politikasının stratejileri, aynı şekilde pek çok
Avrupa hükümetlerinde de görülüyordu. Medyalardan da ilk aktörlerinden hiç söz etmeksizin
sadece resmi açıklamalar yapılıyordu. Daha sonra hükümet sözcüleri, çeşitli ayrıntılar sunacaklar
ve gayrıresmi açıklamalarla daha çok şaşırtıcı eylemlerin lanse edilmesine başlanacaktı.
Telsiz telgraf aparatı tipleri hakkında halka açıklamalar yapılırken,"Gladyo"nun kökeni ve
kuruluş aşamasından sonraki ilk onyıllarından hiçbir şekilde sözedilmiyordu. Bonn Hükümeti,
Federal Almanya Cumhuriyetini tertemiz bir ülke olarak takdim ediyordu: Hiçbir zaman "iç
düşman"a karşı eylemler düzenlenmemişti, yapılan herşey tümüyle iyi niyete dayanıyordu,
hemen hemen komple bir şey yoktu ve olanlar her ülkede görülebilen tümüyle normal bir askeri
"önlem"den başka bir şey değildi.
Oysaki Bundeswehr'de; savaş durumunda Gladyo-Stratejisine benzer roller üstlenecek ve işgal
edilen ülkede ordu ve haberalma servisi için bir köprübaşı oluşturacak, her üç kolordusunda birer
"uzaktan gözetleme bölüğü"nün bulunduğu bir gerçekti. Partizan savaşı yürütecek böylesi
"special forces"a Bavyera'daki Amerikan kışlasının bulunduğu Bad Tölz'de beceri
kazandırılabiliyordu. Askeri tatbikatlarıneğilim planında, modem bir gerilla savaşı için gerekli
olan herşey bulunuyordu: Kurbağa adamlar, ekstrem durumlarda kurtarmalar, ev içinde savaş,
sessizce öldürmeydi...
Tümü orada eğitilen GIS, örneğin kaçırılan uçaktan rehinelerin kurtarılması için kurulmuştu.
Oniki kişinin bir araya getirilmesiyle oluşturulan bu birlikler, ayrıca tamamlayıcı özel bilgilerle
de donatılıyordu. Bunların eğitimini, telsizciler, doktorlar ve sabotaj uzmanlarından oluşan
birlikler sağlıyordu. Bad Tölz'deki (1937'de SS-Junker okulu olarak yapılmıştı) ABD kışlasında
Almanlar da eğitim görüyordu. Aynı zamanda tatbikat yapılan bu arazide, öteki bağlantıların ağı
da örülüyordu. Burada ayrıca bir İtalyan "Gladyo'su da bulunuyordu.
Bad Tölz'de de düzenli olarak konumlandırılan askerlerin sayısı hakkında ABD ordusu sessizdi:
"No comment" (yorum yok) diyorlardı.
Varşova Paktı devletlerinin üniformaları ve onların kullandıkları silahlarla da kamufulajlı olarak
donatılıyorlardı. Kamufle edilmiş Doğu Birliklerine ek olarak hazırlanan GIS için de özel bir dil
eğitimi veriliyordu. Kusursuz Almanca, Rusça, Polonyaca, Slovakça, Arapça ve İran dillerini
öğreten ekipler vardı. Aynca düşman bölgelerine yapılacak teröre hazırlanma ekipleri de
bulunuyordu. NATO'nun "Special Forces Section" ek yönetimi altında koordine ediliyordu bu
birlikler ve İngilizler de aşağı yukarı aynı şekildeydi: "Special Air Services" (SAS) Falkland
savaşında ek olarak devreye sokulmuştu.
Stay behind’a geri dönelim. Kamuoyu bir yandan bunun hakkında daima çok az bilgilendiriliyor,
hem de buna karşılık her zaman da çok iyi enforme ediliyordu. BND'deki "stay behind'
örgütünde bir "köstebek" vardı. Doğulu kadın ajan Heidrun Hofer, 1976 Aralığında ispiyoncu
olarak tutuklandı. BND'nin IV'ncü Bölüm'ünde sekreter olarak çalışıyordu.
"Krizler ve Savunma Durumunda Alınacak Önlemler" için 41D ve 43B kodlarıyla raporlar
hazırlıyordu. Gizli "stay behind" birliklerinin yönetimi hakkında raporlar da vardı elinin altında.
Heidrun Hofer ispiyon faaliyetleri yüzünden yargılanmıştı. Maskesi düşürüldükten sonra
ifadesinin alınışı sırasında Bavyera Cinayet Masasının 6'ncı kat penceresinden kendisini atmıştı.
Federal savcı, basına; 36 yaşındaki BND memurunun hayati tehlike taşımayan yaralarla
hastaneye kaldırıldığını açıklıyordu. Heidrun Hofer, 6 ncı kattan atladıktan sonra ağır yaralı
olmasına rağmen hayatta kaldı. Üç yıl kadar sonra sanık olarak ceza mahkemesi önüne
çıkarıldığında artık dava ilginçliğini yitirmişti. Uzmanlar medyalarda, olayın hukuksal
tartışmasının gizli servise çok zarar vereceğini belirtmişlerdi.
On yıl sonra, 1987'de Heidrun Hofer'e açılan dava zamanaşımı yüzünden düştü. İspiyoncuların
ortaya çıkarılmasından sonra, BND'deki önemli yeniden yapılanma milyonlarca masrafla
sağlanmıştı. Heidrun Hofer'in Demokratik Almanya Cumhuriyeti devlet güvenlik servisine ya da
Sovyet KGB'sine ulaştırdığı notlarla ciddi endişeler doğurduğu, BND gizli karargahının dışında,
Batı ülkelerinde işlenildi durdu. Heinz Höhne ve Hermann Zolling'in uzman olarak çizdikleri
tabloya göre; BND'nin ana karargahlannda biri "özel hava alanları ve limanlarla ABD'nin arka
bahçesi Atlantik kıyılarında" bulunuyordu.
Federal haberalma servisi, ispiyon olaylarının ortaya çıkışından sonra, yeni gizli karargahlar
aramak zorundaydı. "Stay behind" eylemlerinin hangi ciddi sonuçları olduğunu Pullach'lıların
duvarları dışında bugüne kadar hiç kimse bilemedi."Stay behind"ve Gladyo hakkında, en ileri
derecede gizlilik aşamasındaki belgelerin BND'nin NATO üssü 13 Heinz Höhne/Hermann
Zolling: PuHach'ın İçindeydi. (124)
Bağlantı memurunun "kozmik" parmaklarının arasına nasıl girdiğini Heidrun Hofer de tam
olarak biliyor muydu acaba? Demokratik Almanya Cumhuriyetinin yıkılmasından sonra Avrupa
ağındaki kadın ajanların kaç tane olduğu açıklanabilecek miydi? Durum artık tuhaf bir hal
almıştı: Federal Almanya'da ve öteki devlelerde; partizan ağının gizli tutulmasına anayasaların
aldırış etmediği, potansiyel muhaliflerin önemli gerçek kararlarıyla ortaya çıktığı biliniyordu.
Almanya’nın doğu ve batı olarak ikiye ayrılmasından sonra kurulan Federal Almanya
Cumhuriyeti aynı zamanda emperyalizmin Batı Avrupa’daki komünizme karşı mücadelenin
kalesi oldu. Ülkenin ikiye bölünmesinin bütün faturasının sosyalizme yüklendiği bir dönemde,
antikomünist mücadelenin temel dayanağını ise, Kızılordu tarafından ezilen Hitler faşizminin
çömezleri oldu. II. Dünya Savaşı sırasında düşman kampta bulunan nasyonal sosyalister, bu yeni
tabloda, komünizme karşı, emperyalizmin Batı Almanya“daki en önemli dayanakları oldular.
İtalya, Yunanistan, Türkiye gibi ülkelerde çeşitli vesilelerle kontrgerilla örgütlenmesi defalarca
gündeme gelip sorgulanmasına, hakkında çeşitli araştırmalar yapılmasına rağmen,
Almanya’ daki bu örgütlenmenin izine ise bugüne kadar çok ciddi bir şekilde ulaşılabilmiş
değildi. Çalışması ve planlamasıyla tam anlamıyla kontrgerilla örgütlenmesi olan bazı oluşumlar,
süreç içinde yeni kılıfla piyasaya sürülürken, en büyük antikomünist güç olan neonazilere ise,
Gladyo projektörü nedense çok az tutuldu.
2000’li yıllardan bu yana Almanya’da devam eden Neonazi ajanlar tartışması, geniş kamuoyu
tarafından hep bir ucundan sıradan bir durum olarak gösterilerek kapatılmaya çalışılıyordu.
Halbuki, ortada tekil bir olay ya da kişi değil, sistematik bir örgütlenme ağı bulunuyordu.
Dolayısıyla ortaya çıkan Neonazi ajanlar, Almanya’daki kontrgerillanın bir yönünü
oluşturuyordu. 17 Eylül 1990’de İtalya Başbakanı Giulion Andreotti’nin açıklamalarıyla, II.
Dünya Savaşı’ndan sonra başta Türkiye, Yunanistan ve İtalya olmak üzere birçok Avrupa
ülkesinde kontrgerilla ya da Gladyo (Kısa Kılıç) resmen ortaya çıkarılmıştı. Ancak, bütün
çabalara rağmen, Gladyonun varlığı diğer ülkelerde devletler tarafından kabullenmedi. Sonra, 3
Kasım 1996’da Susurluk yakınlarında meydana gelen Susurluk Kazası, Gladyo’nun Türkiye
boyutunu bir yönüyle açığa çıkardı. Tam da, devrimcilerin ve sosyalistlerin uzun yıllardan beri
tarif ettiği tarzda, devlet-mafya-politikacılar denkleminde kurulan kontrgerillanın, böylece
Türkiye boyutu da bir biçimiyle ortaya çıktı. Ergenekon ve Balyoz soruşturmaları ise tüm
tabloyu gözler önüne serdi. Türkiye’de Almanya, ABD, İsrail, Ergenekon içinde kendilerine
paralel güçler kurmuşlardı. Küçük piyonlar yem edilsede ana yapı korunuyordu.
Ama kontrgerillanın Almanya boyutu hep gizli kaldı. Kılıç hiç bir zaman dillendirilmedi.Bazı
kaynaklara göre, Alman Gladyosunun ilk temelini Stany-Behind-Organisation (SBO)
oluşturuyordu. SBO hakkında uzun yılar muhalif basın ve partiler tarafından ortaya çıkarılan
bilgilerin tümü devlet tarafından yalanlandı ve bu kurumun Gladyo olmadığı ileri sürüldü.
1991’de, SBO hakkında yayınlanan bir raporda, Federal Ordu’nun teşkilata tatbikat malzemesi
ve eğitim personeli sunduğu, bu örgütün Federal Haberalma Örgütü’nun (BND) tesislerinden
yararlandığı resmen kabul edildi. Bu raporda, Gladyo ile NATO arasındaki bağlantı sürekli
olarak gizlendi. Resmi iddialara göre SBO, BND’nin bir parçasıydı.
Aslına bakılırsa, temel kuruluş felsefesi Komünizme karşı mücadele etmek olan Gladyoya en
çok da Almanya’da ihtiyaç vardı. II. Dünya Savaşı’ndan sonra, dünyada oluşan ekonomik ve
politik dengeler, Federal Almanya’ya özel bir önem yüklüyordu. Bir taraftan ülkenin bölünmesi,
diğer taraftan ise coğrafik olarak Doğu Almanya’ya olan komşuluk, özellikle de ABD
emperyalizmi açısından oldukça önem arz ediyordu. Hitler sonrası F. Almanya’nın kapitalist
batının bir müttefiki olarak, sosyalist doğu’ya karşı tutum alması, emperyalizm açısından
vazgeçilmez bir stratejinin parçasıydı.
Ülkenin ekonomik ve politik yapılanması, bir bakıma antikomünist dinamik üzerinden
şekillendirildi. Bunu için de, temel kadro hiç şüphesiz, Hitler faşizmi döneminde üst düzeyde
görev yapan bakanlar, bürokratlar ve polis şefleri oldu. 1945’te Hitler faşizminin Kızılordu
tarafından yerle bir edilmesine rağmen, bütün mekanizma, ABD ve İngiliz emperyalizmi
sayesinde dağıtılamadı. Dışişleri diplomatları, yargıçlar, Gestopo ajanları, Hitler faşizmi
döneminde olduğu gibi görevlerini sürdürüyorlardı. Hitler faşizminin ekonomik olarak en büyük
destekçisi olan Siemens, Krupp, Deutsche Bank, Flick, ABS gibi tekeller de ülkenin en büyük
tekelleri olmaya devam ediyorlardı. 1949 yılında ilk kez toplanan Federal Parlamento oturan her
sekiz milletvekilinden birisi Hitler’in partisi üyesiydi. Yine, Hıristiyan Demokrat Birlik (CDU)
partisinin ilk başkanı olan Konrad Adenauer başkanlığında kurulan ilk hükümette neonazi
geçmişi olan bakanlar ve müsteşarlar bulunuyordu.
Bütün bunlar, II. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan Federal Almanya hükümetinin en temel
özelliklerinin başında antikomünizm olduğunu açık olarak gösteriyordu. Ayrıca, Hitler faşizmi
yıkıldığı halde, eski naziler örgütlenmelerini dağıtmamaya çalıştılar. Hitler’in partisi yeniden
kuruldu, ancak 1952’de Anayasa Mahkemesi tarafından yasaklandı. Bu arada, başka neonazi
örgütleri de kurulmaya başladı.
Alman gazeteci Olaf Goebel’in yazdığına gore de, F. Almanya’da Gladyo’nun ilk kurucusu,
Türkiye’de MİT’in de kurulmasında önemli rol oynayan Reinhard Gehlen’dir. Gehlen, Hitler
faşizmi döneminde önemli katliamlara katılan yüksek rütbeli bir general idi. Doğu Yabancı
Orduları’nı yöneten Gehlen, savaş sonrasında çevresinde topladığı beşbin adamla birlikte
ABD’nin hizmetine girdi. O dönem ABD’nin emri ile Gehlen, savaş sonrası Almanya’sında yine
neonazilerden oluşmuş, antikomünist arkadaşlarıyla ilk istihbarat örgütünü kurdu. 1947 yılının
sonundan itibaren ‘Servis’adıyla çalışan Gehlen grubu, 1949’da ise CIA’nin resmen güdümüne
girdi. Gehlen’in savaş sonrası Almanya’sının istihbarat örgütünün merkezi olarak seçtiği Münih
yakınlarındaki Pullach, 1 Nisan 1959 yılında yine Gehlen’in öncülüğünde kurulan Federal
Haberalma Örgütü (BND)’nin de üssü oldu ve halen de olmaya devam ediyordu. BND’nin
kurulmasında öncü rol oynayan nazi general Gehlen’in Türk Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT)’in
oluşumunda da Fuat Doğu ile birlikte çalıştığı biliniyordu.
Gehlen’in en büyük başarısı Amerikan askeri üslerinin çoğunluğunu Almanya topraklarına
taşımasıdır. NATO’Nun askeri kalbi Almanya’da atar. Bu nedenle en güçlü ve dağıtılması
neredeyse imkansız olan derin devletin Gladyo yapılanması olan Kılıç Almanya’da yerleşir.
ASlınfa Almanya 1945’den beri resmen Amerikan işgali altındadır, milliyetçi Almanlar bu gücü
artık ülkelerden tamamen atmaya çalışmaktadır.1990’dan beri Almanlar Amerikan askerinin
yüzde 70’ini geri göndermiştir ve profesyonel orduya geçerek, orduyu küçültmüştür. Buna
rağmen halen bu ülkede kalan ve diğer ülkelerdeki Amerikan askeri üslerine göz atmak
yeterlidir.
ABD'nin yaklaşık 760 askeri üssünden çoğunluğu bu ülkenin dışında bulunuyordu. ABD'nin
yabancı ülkelerde askeri kuvvet bulundurması temel olarak iki nedene dayanıyordu; stratejik ve
politik nedenler ile askeri nedenler. Stratejik ve politik nedenler arasında ABD'nin dünyanın
süper gücü olduğunu göstermek istemesi en önemli etkendi. ABD'nin çıkarlarını doğrudan
korumak, ana karalara kolaylıkla ulaşmak, doğru stratejiler uygulayıp uygun askeri kuvvetleri
kullanarak önemli müttefik ilişkilerini korumak, güçsüz (ve genelde ABD çıkarlarına hitap eden)
ülkeleri koruyarak dengeleri sağlamaktı.
Askeri nedenler arasında ise bölgesel durumlara hakim olma ve bilgi alma kolaylığı, müttefikleri
eğitme olanağı, bölgeleri daha iyi tanıyarak stratejiler geliştirebilme ve acil durumlarda anında
harekete geçme sayılabilirdi. ABD'nin sürekli olarak yurt dışında görev yapan, rotasyonla
hareket eden ve beklenmedik durumlarda operasyonlara katılan birlikleri bulunuyordu. Normal
koşullarda ülke dışındaki Amerikan askeri sayısı yaklaşık 235 bin ile 400 bin arası değişiyordu.
Rotasyon ve bazı özel durumlarda bu sayı daha da artabiliyordu. Birliklerin yüzde 44'ünü
Amerikan Kara Kuvvetleri, yüzde 30'unu Hava Kuvvetleri, yüzde 26'sını ise Deniz Kuvvetleri
oluşturuyordu. Dünyanın Çin’den sonra ikinci büyük ordusuydu.
Amerikan Kara, Hava ve Deniz Kuvvetleri'nin Avrupa'da 109-134 bin, Asya ve Pasifik'te 90 bin
personeli bulunuyordu. Bunların yaklaşık 48 bini Hawaii'de. Körfez'de ise 1991 yılında dek
ABD askeri bir varlık göstermiyordu. Bugün ise yılın büyük bölümünde bölgede faaliyet
gösteren 140 bin personel bulunuyordu. ABD'nin ülke dışındaki belli başlı üsleri arasında
aşağıdakiler sayılabilir:
DENİZ KUVVETLERİ:
1. Bahreyn - ASU-Bahrain
2. Diego Garcia - NSF Diego Garcia
3. Guam - USN Forces Marianas
4. Güney Kore - COMFLEACTS Chinhae
5. İngiltere - COMNAVACTUK London
6. İspanya - NS Rota
7. İtalya - NAS Sigonella
8. İtalya - NSA Gaeta
9. İtalya - NSA La Maddalena
10. İtalya - NSA Napoli
11. İzlanda - NATO Üssü Keflavik
12. Japonya - FLTACT Sasebo
13. Japonya - FLTACT Yokosuka
14. Japonya - NAF Atsugi
15. Japonya - Camp S D Butler (deniz piyadeleri)
16. Japonya - MCAS Iwakuni (deniz piyadeleri)
17. Küba - NS Guantanamo Körfezi
18. Puerto Rico - NS Roosevelt Roads
HAVA KUVVETLERİ:
1. Almanya - Geilenkirchen AB
2. Almanya - Ramstein AB
3. Almanya - Rhein-Main AB
4. Almanya - Spangdahlem AB
5. Avustralya - Woomera
6. Guam - Andersen AFB
7. Güney Kore - Kunsan AB
8. Güney Kore - Osan AB
9. İngiltere - RAF Lakenheath
10. İngiltere - RAF Mildenhall
11. İngiltere - RAF Molesworth
12. İtalya - Aviano AB
13. Japonya - Kadena AB
14. Japonya - Misawa AB
15. Japonya - Yokota AB
16. Panama - Howard AFB
17. Portekiz - Lajes Field
18. Suudi Arabistan - ABD Askeri Eğitim Misyonu
19. Türkiye - İncirlik AB
20. Türkiye - İzmir AS
KARA KUVVETLERİ:
1. Almanya - Ansbach
2. Almanya - Bad Kreuznach
3. Almanya - Bamberg
4. Almanya - Baumholder
5. Almanya - Darmstadt
6. Almanya - Friedberg
7. Almanya - Giebelstadt
8. Almanya - Giessen Depot
9. Almanya - Grafenwoehr
10. Almanya - Hanau
11. Almanya - Heidelberg
12. Almanya - Hohenfels
13. Almanya - Illesheim
14. Almanya - Kaiserslautern
15. Almanya - Kitzingen
16. Almanya - Mannheim
17. Almanya - Schweinfurt
18. Almanya - Stuttgart
19. Almanya - ABD Ordusu Avrupa
20. Almanya - ABD Bad Aibling
21. Almanya - Vilseck
22. Almanya - Wiesbaden
23. Almanya - Wuerzburg
24. Belçika - NATO-Brüksel
25. Belçika - Shape-Chievres
26. Güney Kore - Camp Casey
27. Güney Kore - Camp Henry-Taegu
28. Güney Kore - Camp Hialeah-Pusan
29. Güney Kore - Camp Humphreys
30. Güney Kore - Yongsan
31. Hollanda - Schinnen
32. İngiltere - Menwith Hill 33. İtalya - Livorno
34. İtalya - Vicenza
35. Japonya - Camp Zama
36. Japonya - Torii Station
37. Panama - Fort Clayton
38. Puerto Rico - Fort Buchanan
Görüldüğü gibi stratejik askeri üslerin çoğunluğu Almanya’dadır. Amerikalılar Almanya’da 60
yıldır dokunulmazlık statünde yaşıyorlardı. Nazilerin artığı olan akımları bu nedenle her zaman
içine sızarak amaçları doğrultusunda kontrol ettiler. NPD içindeki istihbarat görevlilerinin
sıradan eylemci olmayıp faşist partinin eylemlerine yol gösteren politikaların belirlenmesinde
etkili rol oynayan kişiler olmalarıyla, devletin gizli servis-faşist parti organizasyonu üzerinden
icraat göstermesi, devlet ajanlarının faaliyetlerini daha da ilgi çekici kılıyordu. Normal olarak
ajanlar, eğer bir örgütü izlemekle görevlendirilmişlerse, örgütün ya da örgütlerin eylemlerini
önleme ve o örgütlerin darbe yiyerek çökmelerini sağlamak üzere çaba göstermeleri gerekirdi.
Ama, eğer ajanlar izlemekle görevli oldukları örgütü zayıflatmaya değil de güçlendirmeye
çalışıyorlarsa, o zaman hedef örgütler üzerinden devletin gerçekleştirmeye çalıştığı amacın
kapsamı genişleyip farklılaşıyor demektir. CIA’nın politikası budur. (125)
Almanya, göçmenlere yönelik ırkçı cinayetler konusunda gündeme gelen yeni bilgilerle, Ekim
2011’den itibaren adeta artçı sarsıntılar yaşıyordu. Sekizi Türk dokuz göçmeni öldüren Neonazi
terör örgütüyle ilgili soruşturma, Alman istihbaratının katillerin yerini bildiğini ortaya çıkardı.
Tanınmış siyasi dergilerden Spiegel; Thüringen ve Sachsen eyaletlerinin iç istihbarat dairesi olan
anayasayı koruma dairelerinin, dokuz göçmen kökenli esnafı öldüren Neonazi teröristlerin 1999
yılında Chmenitz kenti çevresinde saklandıklarını bildiğini yazdı. Gizli bir araştırma raporuna
göre, yetkili makamlar silahlı saldırılar hakkında somut ipuçlarına dahi ulaşmışlardı. Teröristlere
yardım eden iki kişinin kaldığı evi belirleyen istihbaratçılar, Uwe Böhnhardt ve Beate Zschaepe
adlı örgüt mensuplarının da bu eve geldiğine dikkat çekmişti. Federal Anayasayı Koruma
Dairesi'nin söz konusu raporu, Noel'den önce federal hükümete gönderilmiş. İstihbarat
memurlarının 2000 yılının bahar ayında yaptıkları takiplerde Uwe Böhnhardt, Uwe Mundlos ve
Beate Zschaepe adlı teröristlere çok yaklaştıklarının belirtildiği raporda, istihbarat elemanlarının
bu gözlemler sayesinde Neonazi teröristlere yardımcı olan iki kişinin kaldığı bir eve ulaşmıştı.
Zschaepe ve Böhnhardt'ın da bu eve ziyarete geldiğinin tahmin edildiği raporda ayrıca, "En geç
1999 yılı ortalarında, arananların Chemnitz çevresinde ikamet ettiklerine dair bilgiler
yoğunlaşıyor.'' cümlesi yer aldı. Bunun dışında 1999 yılında yer altına inen Neonazilerin,
kriminal işlere bulaştığından da şüphe duyulmuş; gözaltına alınan bir Neonazi, devlet adına
çalışan bir muhbire, göçmenlere yönelik cinayetleri işleyen Neonazi üç teröristin çok sayıda
eylem gerçekleştirdikleri için artık paraya ihtiyaçları olmadığını söylemişti. Neonazi skandalı,
Uwe Böhnhardt ve Uwe Mundlos isimli zanlıların polis tarafından yakalanmak üzereyken intihar
etmeleri üzerine patlak vermişti. Hemen ardından Beate Zschaepe isimli zanlı da diğer zanlılarla
bir süre beraber yaşadığı bir evi ateşe verip polise teslim olmuştu. Yanan evin enkazından
Neonazi katillerin işledikleri cinayetlerle övündükleri CD'ler çıkmıştı. Daha sonra ırkçıları
izlemekle görevli istihbarat örgütü Anayasayı Koruma Dairesi eleştiri oklarının hedefi haline
gelmiş ve bu süreçte aşırı söz konusu cinayetleri işleyen Neonazilerin Nasyonal Sosyalist Yeraltı
(NSU) isimli istihbarat tarafından izlenen bir gruba üye oldukları ortaya çıkmıştı. Arka arkaya
ortaya çıkan skandallar aşırı sağcı gruplar içerisindeki muhbirleri tartışmaya açmış ve aşırı sağcı
Milliyetçi Demokratik Parti'nin (NPD) kapatılmasını tekrar gündeme getirmişti.
HVA-BND-MOSSAD BAĞLANTISI
Biraz geriye gidelim ve BND ve MOSSAD arasındaki bağların köklerine göz atalım. Markus
Wolf 1923 yılında komünist oyun yazarı Yahudi Friedrich Wolf'un oğlu olarak dünyaya gelmişti.
KGB'yle bağlantılı çalışan Wolf kısa sürede HVA Başkanlığı'na getirildi. Doğu Almanya
İstihbarat Servisinin başında 1958'den 1987'ye kadar Markus Wolf bulunuyordu. Bu soğuk
savaşın en gözde casusu, Batı Almanya'da ve diğer NATO ülkelerinde yüzlerce ajan yetiştirdi.
Almanya birleştiği zaman, Wolf tutuklanmaktan kurtulmak için Moskova'ya kaçmıştı. Alman
Hükümeti'nin kabul ettiğine göre Federal İstihbarat Servisi tarım malzemesi adı altında İsrail
gizli servisi Mossad'a askeri malzeme yollamıştı. Oysa bu, Wolf'u hiç şaşırtmıyordu. İyi
bilmekteydi ki BND ile Mossad arasında yakın bir işbirliği mevcuttu. Mossad'ın içinde
BND'den, BND'nin içinde de Mossad'dan delegeler vardı. (126) Yahudi şef Markus Wolf'un
başkanlığında Doğu Alman gizli servisi HVA, Münih Olimpiyatları'nda İsrailli sporcuların
öldürülmesi, Margaret Thatcher'e suikast girişimi, Beyrut'ta 17 CIA ajanının öldürülmesi gibi
birçok olaya karışmıştı. The Post gazetesi, yayınlanan bir köşe yazısında casus Wolf'un şu
olaylarla ilişkisi olduğunu iddia etti: 1972 Münih Olimpiyatları'nda İsrailli atletlere karşı
düzenlenen Kara Eylül saldırısına silah sağlanması, Margaret Thatcher'i öldürmek için Brighton
Grand Hotel'in IRA tarafından bombalanması, 1983'te Beyrut'taki Amerikan Konsolosluğu'nda
17 CIA ajanının öldürülmesi... Yahudi asıllı Wolf, bir kitap yazmak için yakın geçmişte Doğu
Berlin'den Moskova'ya gitmişti. Batılı istihbarat kaynaklarına göre gerçekte Wolf, Mikhail
Gorbaçov tarafından KGB'nin yeniden düzenlenmesi için Rusya'ya çağrılmıştı. Batılı kaynaklara
göre, Sovyetler bir KGB generali olan Wolf'u ve Batı Alman kuruluşlarına yerleştirdiği
"adamlarını", Birleşmiş Almanya'yı NATO'dan çıkarmak için kullanmayı planlıyordu.
Doğu Almanya'da reform hareketlerinin lideri olmasına rağmen, birçok Doğu Alman, Wolf'un
şimdi resmen dağılmış olan Alman gizli polis örgütü Stasi ile ilişkisini göz önüne alarak,
kendisinin gerçek amacı konusunda kuşku duyuyorlardı. Bu arada BND, pek çok istihbarat
örgütünün Mossad'a yaptığı "hizmeti" de yapmış, İsrail aleyhtarı tutukluları "sorgulamaları" için
Mossad ajanlarının eline vermişti. 1979'da Almanya'da bir skandal ortaya çıktı. Bu skandal Der
Spiegel'de açıklandı. Buna göre İsrail ajanları Alman hapishanelerine alınıp, rahatlıkla Filistinli
mahkumları sorguya çekebiliyorlardı. Hıristiyan Demokrat Partisi Başkanı Franz Joseph
Strauss'da bunu basın toplantısında teyid etmişti. BND ve Mossad ilişkileri Camp David'den
sonra daha da kuvvetlenmişti. (127) BND-Mossad ilişkisinin kilit isimleri arasında eski Nazi
subayları da vardı: "BND Başkanı, eski Nazi subayı Gehlen de Mossad'la sıkı işbirliği içindeydi.
Gehlen, Alman gizli servisi BND'nin başında bulunduğu sürece BND ile Mossad arasında etkin
bir işbirliği vardı. Mossad Almanlarla yaptığı bu işbirliğine karşılık Alman cezaevlerinde
bulunan Mossad aleyhtarlarını sorguladı. (128)
BND Başkanı Gehlen emekli olunca, yerine Gerhard Wessel geçti. Gerhard Wessel de Gehlen
gibi eski bir Nazi subayıydı. Daha sonraları BND'ye yeni genç isimler de katıldı. Fakat siyonizm
ile iyi giden ilişkiler hiç bozulmadı. Eski Nazi ajanlarının İsrail'i güçlendirmeye yardım etmesi
böylece sürüp gitti. Almanya'da kontrgerilla hareketinin adının da "Gehlen Harekatı" olması tabii
ki ilginç rastlantılardandı. BND'nin bağlantıları, Yahudi finans lobisi Trilateral ve Rockefeller'a
kadar uzanıyordu: BND'den Gehlen, 1955 yılındaki Bilderberg toplantısına katılmıştı. (129)
Manfred Murstein'da Mossad adına BND'de faaliyet gösteren Mossad'ın üst düzey
ajanlarındandı. Ernest Volkman konuyu şu şekilde özetliyor:
Manfred Murstein takma adlı Mossad ajanı BND'de çalışıyor. Yıllarca Monzar Al Kassar adlı
uyuşturucu ve silah kaçakçısını Mossad adına takip ediyor. Saddam Hüseyin'in gerektiğinde
öldürülmesi için yapılan planlardan biri Murstein'a ait. Plan şöyle: Saddam Hüseyin'e yakın bir
kişiyi para karşılığı ya da tehditle ayarlayıp Saddam'ın odasının planı istenecek. O kişinin haberi
olmadan üstüne patlama gücü yüksek olan patlayıcı yerleştirilecek. Sığınağın tesisatını yapan
Alman şirketiyle anlaşılıp bu bombanın ateşlenmesi ayarlanacak. BND'den Ghunter (Yahudi)
David Rockefeller yönetimindeki Trilateral Komisyonu'nun kurulmasında yer aldı. (130)
Wolfgang Lotz 1921 yılında Almanya'da doğmuş bir Yahudiydi. Lotz 16 yaşında yeraltı teşkilatı
Haganah'a katılmıştı. 1956 yılında İsrail askeri haberalma teşkilatı Aman ona yaşamını
değiştirebilecek bir görevde çalışmak isteyip istemediğini sordu. Bu sırada İsrailliler, Mısır
Devlet Başkanı Cemal Nasır'ın füze konusunda uzman eski Alman bilim adamlarıyla diğer ordu
uzmanlarını kendi bünyelerine aldığını işitmişlerdi. Aman'ın bu son derece sıkı korunan yapıya
sızabilecek bir ajana ihtiyacı vardı. Lotz bu plana en uygun kişiydi. Sarı saçları ve mavi
gözleriyle asla bir Yahudiye benzemiyor, aksansız ve kusursuz bir Almanca konuşuyordu.
Lotz'un kimliği değiştirildi ve Nazi hedefleri ve ideolojisine yakınlık duyan Kuzey Afrika'da
savaşan eski bir Alman askeri oluverdi. BND gerekli evrakların düzenlenmesinde İsrailliler'e
yardımcı oldu. Lotz efsanesini tamamlamak amacıyla, BND kaynağı olan sarışın bir Alman
kızını da eşi rolüyle ortaya çıkarmışlardı. (Aslen İsrailli olan bu genç kız daha sonra gerçekten de
Lotz'un eşi olmuştur.) Lotz 1959 yılında Kahire'ye gitti. Lotz'un yakın ilişki kurduğu Mısırlı üst
düzey ordu mensuplarından bazıları, Alman bilim adamlarını yakından tanıyorlardı. Mısırlılar
Lotz'u askeri üslere çağırıyor ve burada İsraillilerin çok merak ettikleri konular olan askeri
güçlerinden, takviye kuvvetlerinin niteliklerinden, uçaklarının kapasitesinden rahatça söz
ediyorlardı. Mısırlılar 1965 yılının başlarında Rus Ordu Haberalma Servisi GRU'nun yardımıyla
Lotz'un yasadışı telsiz yayını yaptığını saptadı. Lotz ve karısı tutuklandı. Lotz BND ajanı rolü
oynadı ve karısıyla beraber ömür boyu hapse mahkum oldu. 1967 Savaşı'nda İsrailliler Lotz ve
karısı karşılığında 500 Mısırlı tutsağın iade edileceğini söylediğinde, Mısırlılar Lotz'un İsrailli
olduğundan emin olabilmişlerdi. Sonuçta gönülsüz bir şekilde anlaşmaya razı oldular.
Devlet ajanları sızdıkları ya da NPD’de görüldüğü gibi kurucusu oldukları örgütün politikasında
belirleyici oluyorlarsa ve bu örgütün büyümesi için çaba gösteriyor, enerji harcıyorlarsa, bütün
bu eylem ve çabalar devlet kurumlarının bilgisi dahilinde gerçekleşiyorsa, bu tür örgütleri devlet
örgütü olarak görmek ve adlandırmak için yeterli neden var demektir. Kısacası gerçek terörün
sahibi güya onla mücadele edenlerdi. 11 Eylül 2001’den sonra geliştirilen doktrinlerde terörle
mücadele baskı, zulüm ve ayrımcılık için gerekçe haline getirildi. Bu durumda faşist-ırkçı
partiler içindeki devlet ajanları, bu parti veya partilerin eylemleri içinde, eylemlerin etkili
olmasını sağlamak üzere faaliyet gösterirken, sıkıştıkları herhangi bir durumda, ceplerinden
istihbarat kimliklerini çıkararak, Hitler selamıyla ‘Heil ajan!’çekmeleri, sıradan bir tutum haline
gelebilirdi! Eski İç İşleri Bakanı Otto Schily’nin geçmişte sergilediği ırkcı tutumuna bakılırsa, bu
tür olayların çoğalmasına şaşmamak gerekir. Almanya’da ırkçı örgütler içinde ortaya çıkan
neonazi ajanlar skandalı, bu söylediklerimizin bir fantezi değil, yaşanan gerçekler olduğunun
göstergesiydi. Bu türden örgütler içinde ya da bunların yönetimlerinin tümü açısından ajan
kullanılması amaca uygun düşüyordu. (65) Durum böyle olunca, ırkçı NPD içinde ortaya çıkan
ajanların faaliyetiyle bu tür parti ve örgütlerin faaliyeti ve hedefleri arasında temelde bir amaç
farklılığı bulunmuyordu. Ortaya çıkan belgelerin bu ırkçı partilerin önemli bir kısmının devletin
ajanları tarafından kurulduğu ve eylemlerine yön verildiği düşüncesini güçlendiriyordu.
Sonraki bölümde Gehlen sonrası Almanya, iki Almanya’nın birleşmesi sürecinde yaşananlar ve
yeni dünya düzeni BND’nin yeniden yapılandırılmasını inceleyeceğiz.
DOKUZUNCU BÖLÜM
Gehlen Sonrası Alman Derin Devleti
Gehlen, Batı Almanya bünyesinde 1968’e (1956’a kadar 1. adam olarak) kadar görevini sürdürdü
ve 1979’da 77 yaşında hayata gözlerini yumdu. Hatıratını ‘Servis’ adlı kitabında topladı. Soğuk
Savaş’ın belki de en soğuk casus şeflerinden biri olan Gehlen ve onun organizasyonu Gehlen
org. o zaman bu zaman özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Komünist dünyanın önemli
ölçüde çökmesiyle unutulmuş gibi gözüküyordu.
İtalya’da ortaya çıkan NATO’nun gizli ordusu haberleri TAZ’da yayınlanınca, Yeşillerin
milletvekili Manfred Such, 5 kasım 1990 tarihli soru önergesiyle, Helmut Kohl Hükümetini,
böyle bir örgütlenmenin olup olmadığı konusunda açıklama yapmaya zorladı. Başbakan böyle
bir örgütlenmenin olduğunu, olayı önemsemeyerek kabul etti. Savunma Bakanlığı’nda konuyla
ilgili bir açıklama hazırlanırken, RTL televizyonunda Gladio ile ilgili yapılan bir programda
Alman Gladyo’su içinde eski” Waffen SS” artıklarının olduğu haberinin yayınlanması tansiyonu
yükseltti ve Hükümet sözcüsü Hans Klein (CDU) yaptığı açıklamada Almanya’daki
örgütlenmenin, diğer pek çok ülkede olduğu gibi, aşırı sağ örgütlerden devşirme gizli bir
komando veya gerilla birliği olmadığını ancak ne olduğunu da “devlet sırrı” olduğu için
açıklayamayacağını söyledi. Federal Almanya’da seçimlere gidilmekteydi ve muhalefetteki SPD
ve Yeşiller olayın üstüne gittiler. SPD’nin parlamentoda milli savunma konularında uzmanı olan
Hermann Scheer bu grubu “Ku Klux Klan”a benzetti, halka ve muhalefete karşı operasyonlar
düzenlediğini söyledi. SPD, Parlamento’nun ve hükümetin kontrolü dışında askeri bir
örgütlenmenin ve anayasaya karşı olduğu için, olaya Cumhuriyet Baş Savcısı’nın (General
Bundesanvalt) el koyması gerektiğini söyledi.
Yine SPD’nin istihbarat kuruluşunu kontrol eden komisyonun üyesi olan Wilfried Penner,
“NATO’nun gizli bir ağının varlığını hiç duymadığını…. Ve bu kamunun önünde tartışılması
gerektiğini….” söyledi. Yine aynı komisyonun üyesi olan Burkhard Hirsch (FDP) “ … son
derece endişe ettiğini, bir şey bu kadar yıl gizli tutulmuşsa, uzun yıllara dayanan deneyimlerime
inanın, kokuşmuş bazı şeyleri saklamaktadır ….” dedi. SPD sıralarından konuyla ilgi araştırma
açılması isteklerine karşı, hükümetteki CDU tarafından, bu konunun senelerce hükümette olan
SPD’nin de bildiği bir konu olduğunu hatırlattı ve konu, Yeşiller’in üyesinin bulunmadığı
“Parlamentariche Kontrollkomission - PKK”un 22 Kasım 1990 kapalı oturumunda görüşüldü.
Bu kısaca anlattığım gelişme gazetelere geçen, bilinen politik süreç,. Peki buraya nasıl gelindi?
1990 yılında yazılan, yukarıda sözünü ettiğimiz, Federal Almanya Hükümeti’nin raporu, staybehind ordusunun NATO ülkelerinde, İkinci Dünya Harbi’nin hemen bitiminde başladığını
söyler. Harbin sonunda İşgal altındaki Almanya’da tam bir karmaşa hüküm sürüyordu. ABD,
İngiltere, Fransa olası bir Kızıl ordu saldırısına karşı, büyük bir gizlilik içinde, askeri bir gücü
hazırlamayı düşündüler. Aynı yıl RTL (Almanca yayınında) televizyonunun programında bu
gücün elemanlarının eski Waffen SS ’lerden oluştuğunu öğrenmek Alman kamu oyunu şoke etti.
Yine bu yıllarda açıklanan bir bilgide bu kararın ABD Genelkurmayının “Overall Strategie
Concept” başlıklı bir belge üzerine hazırlandı. ABD, İngiliz ve Fransız işgal bölgesinde
yürütülen çalışmalarda amaçlanan, en kısa zamanda, politik duruşlarına bakmaksızın, antikomünist inanışları temel olarak alınan, silah ve patlayıcı kullanabilen eski Nazilerin gizli bir
ordu (stay-behind) çatısı altında derlenmesi idi.
İlginç olan, ABD, Pentagon’un oluşturduğu ”Counter Intelligengence Corps - CIC” ile Nazileri
Nurmberg (Savaş suçluları) Mahkemesi’nde yargılamaya hazırlanırken , öte yandan bunları CIA
eliyle gizli bir ordu çatısı altında toplamaya başlıyordu. Bu proje ilk kez 1986 yılında, Allan
Ryan’ın hazırladığı, 600 sayfalık ABD Adalet Bakanlığı’nın bir raporunda ortaya çıktı. Raporun
açıklanması ile ilgili yapılan basın toplantısında ABD adalet Bakanlığı sözcüsü Barbie’nin
Alman stay-behind ordusunun kuruluşuna aktif olarak katıldığını kabul etti. Bu raporda, 1986
yılında CIC’nin savaşın bitiminden hemen sonra eski SS subaylarının, aralarında Lyon Kasabı
olarak bilinen Klaus Barbie’nin ve SS Oberstrumführer Hans Otto’nun olduğu Nazilerin, yine
Klaus Barbie’nin örgütlemesiyle bu gizli ordu çatısı altında toplandığı ve cezalandırılmaktan
kurtuldukları açıklanıyordu. Yani Alman stay-behind ordusunun çekirdeğinin kuruluşu
Barbie’nin çabalarıyla oluştu. Barbie, Almanya’nın aşırı sağcı Bund Deutscher Jugent’in (BDJ)
kuruluşunda aktif rol aldı. Daha sonra Nazilerin kaçışı, Vatikan’ın da yardımıyla oluşturulan
gizli bir ağ ile, Arjantin’e yönlendirildi.
Adalet bakanlığın açıklamasında, Müttefiklerin aranan hiçbir Nazi suçlusuna görev vermediğini
de söylüyordu. Daha sonra yapılan araştırmalar ve açıklamalar bu sözlerin doğru olmadığını
ortaya çıkardı. ABD’nin kadrosuna aldığı en önemli isimlerden bir diğeri de Reinhard Gehlen’di
Alain Guérin yazdığı biyografiye “Le Général Gris” ismini vermişti. Alman Federal Haber Alma
Teşkilatı’nı (Bundesnachrichtendienst - BND) kuran General Gehlen ile ilgili şu hikaye
anlatılırdı; “…. 1968 yılı Haziran ayında, Washington’a gitmek için Bonn havaalanında bekleyen
Franz Josef Strauss’a gazeteciler Amerika’dan U – 2 alıp almayacağını sorarlar. Dönemin güçlü
dışişleri Bakanı Starauss – Niye alalım? Bizim Gehlen çok daha becerikli. Dahası da
yakalanmıyor !... diye cevap verir. General Gehlen ismi Türkiye içinde önemlidir. Başta ünlü
MİT başkanı Fuat Doğu olmak üzere pek çok Türk istihbaratçısı Gehlen tarafından yetiştirilmiş
ve Alman istihbaratı Türkiye istihbaratı üzerinde etkin olmuştur.
1990 yılında Gladyo skandalı patlak verdiğinde, ismi açıklanmayan bir eski NATO istihbarat
sorumlusu General Gehlen’in Alman Stay-behind ordusunun kurucusu olduğunu ve NATO’nun,
CIA başkanı olan General Frank Wisner’in Alman Haber Alma Teşkilatını tamamen kendine
bağlı, bir parçası haline getirdiğini açıkladı. Bunu Federal Almanya Başbakanı Kondrad
Adenauer’in de bildiğini ve Başkan Truman ile Adenauer arasında 1955 yılında yapılmış yazılı
anlaşmalar olduğu açığa çıktı.
Daha sonra gazetelerde Stay-behind ordusunun aşırı sağcı Technischer Dienst ve Bund
Deutscher Jugent içinde CIA’ın kontrolünde ve maddi desteği ile örgütlendiği bilgileri
yayınlandı. 29 Ekim 1952 tarihli Der Spiegel, Almanya’da görülen örgütlenmelerin Fransa,
Belçika, Hollanda, Luxemburg, İtalya, İspanya ve Portekiz gibi başka “Batı Avrupa” ülkelerinde
de olduğunu vurguluyordu. Haftalık dergi, Fransa’da bu gizli ordunun Sosyal Demokrat İçişleri
bakanı Jules Moch’un bilgisi dahilinde 1948 yılında kurulduğunu da yazıyordu.
Bu haber patlaması, Der Spiegel’in anlattığına göre, 9 Eylül 1952 günü Eski bir SS subayı olan
Hans Otto’nun Frankfurt adi suçlar polisine giderek, kendi isteğiyle yaptığı açıklamalarla
başlamıştı. Eski SS subayı verdiği ifadede, “…. politik bir direniş örgütünün üyesi olduğunu,
olası bir Sovyet işgali halinde sabotaj eylemleri yapacaklarını, köprüleri bombalayacaklarını ….
“, “ … belli üyelerin ideolojik eğitime tabi tutulduklarını …”, “…. ABD, Rus ve Alman yapısı
silahları kullanmayı öğrendiklerini … “, “ … askeri eğitim aldıklarını, askeri taktikleri
öğrendiklerini … “, “ …. bu kişilerde pek çoğunun eski Alman hava ve kara ordusu, Waffen SS
mensubu olduklarını … “, “ … örgüte maddi desteğin Sterling Garwood isimli bir ABD
vatandaşı tarafından sağlandığını … “, ” … olası bir Sovyet işgalini beklerken, iç politikada
potansiyel bir tehlike olarak gördükleri KPD (Kommunistische Partei Deutschland) ve SPD’yi
(Sozialdemıkratische Partei Deutschland) hedef aldıklarını …. “ anlatmıştı.
Eski bir SS subayı olan Hans Otto’nun itiraflarından sonra geniş bir polis araştırılması başlatıldı.
Stay Behind gizli ordu kuruluşunun yaklaşık olarak 17 bin kişilik bir üyeye sahip BDJ (Bund
Deutscher Jugend) ve TD (Technischer Dienst) çatısı altında toplandıkları, Odenwald Ormanları
kıyısındaki Waldmichelbach kasabasının yakınlarında ve ABD askeri üssü Grafenwöhr’da
eğitim gördükleri, “Wamiba” kot isimli bir yerdeki gizli atış poligonu olduğu, sorguya çekme
yöntemleri öğretildiği, bu kuruluşlar ile CIA arasındaki para akışını Paul Lüth isimli bir Alman
vatandaşının yönettiği ortaya çıktı. Yukarıda ismi geçen ABD vatandaşı Sterling Garwood bu
kamplara sık sık gelmekte ve eğitim verenler arasında görülmekteydi.
Ortaya çıkan bu gerçekler görünüşte ABD – Federal Almanya ilişkilerini gerdi. Konrad
Adenauer bütün bu olaylardan haberi olmadığını söyledi. ABD Büyükelçisi Donnelly bu
girişimlerin Kore Savaşı süresinde oluşturulduğunu ve daha sonra terk edildiğini söyledi.
Olay Hessen eyaletinde patlak vermiş olmasına rağmen, federal düzeyde olduğu da ortaya
çıktığından bütün Almanya’yı sarstı. Hessen eyaletinin, olayların açıklık kazanması için
beklediği destek Başkent Bonn’dan gelmedi. Tam aksine iktidardaki CDU (Christlich
Demokratische Union Deutschlands) ABD yetkililerle müzakerelerle başlayarak olayı ört bas
etmeye, araştırmaları durdurmaya çalışıyordu. Karlsruhe Anayasa Mahkemesi, bütün Federal
Almanya halkını şaşırtan, 30 Eylül 1952 tarihinde aldığı bir kararla “sanıkların değişik ABD
ajanslarının emri ile kuruldukları gerekçesiyle”, Frankfurt polisi tarafından tutuklanan ve
sorguya çekilen bütün TD üyelerinin serbest bırakılmasına karar verdi. Hessen Eyaleti Başbakanı
August Zinn, “ …. Yüce mahkemenin ABD kontrolünde ve kararın kabul edilemez …. “
olduğunu söyledi, olayı Federal Parlamento’ya taşımaya karar verdi. İlk defa basın, Alman ve
yabancı kamu oyu resmen, Parlamentoda eski Nazilerin içinde olduğu, ABD tarafından finanse
edilip yönetilen stay-behind isimli kuruluşu öğrendi. Parlamento’da yaptığı konuşmada Zinn, “
…. bu konuyu kapatması için başbakan Adenauer ve ABD yüksek Komiseri Reeber tarafından
baskıya uğradığını …. “ “ … ve polisin ortaya çıkardığı bütün olayların ve bu işin 30 yıldan bu
yana sürdüğünü, “TD yöneticilerinin değişik Federal Almanya politikacılarıyla ilgili suikast
planları hazırladıklarını itiraf ettiklerini”, “…. ABD’den aldıkları yıllık yardımın 50 000 DM’ı
bulduğunu… “ polis bulgularına dayanarak anlattı.
1981 yılında emekli olan, CIA’da otuz yıl çalışmış,Thomas Polgar, Almanya’da CIA sorumlusu
olduğu yıllarda (1950 – 70), böyle bir örgüt olduğunu ve söylenenlerin gerçek olduğunu 1990
yılında kabul etti. 1990 yılında Dieter von Glahn “ …. stay-behind kuruluşunun sadece Hessen
esyaletinde değil öteki eyaletlerde de bulunduğunu ve görevlerinin “Gladyo” ile aynı,
Almanya’nın milli istihbarat kuruluşu olan Bundesamt für Verfassungsschutz – BfV’un da bu
kuruluştan ve çalışmalarından haberdar olduğunu …. “ söyleyecekti. (131)
General Gehlen ve başında olduğu “Organisasyon Gehlen” bu çalkantılardan, kuruluşun ismini
değiştirip, “Bundesnachrichtendienst - BND” adı altında fire vermeden çıkacak çalışmalarına
devam edecekti. Willy Brandt’ın başbakan yardımcısı olduğu dönemde Başbakanlığın hazırlatığı
“Rapport Merckel” günümüzde hala açıklanmamıştır. 1955 yılında Federal Almanya’nın NATO
üyesi olmasından sonra NATO’nun Almanya’daki gizli ordusu stay-behind, NATO içindeki
“Allied Coordination Committee”ye entegre edildi ve resmi, gizli bir kuruluş halini aldı. AEG,
Bosch, Siemens, Daimler gibi kuruluşlar da bu sistem içinde yerlerini aldılar.
Bütün soğuk harp boyunca Almanya ikiye bölünmüştü. Federal Almanya adına gizli savaşı
CIA’ya bağlı Bundesnachrichtendienst – BND, Demokratik Almanya (DDR) adına KGB’ye
(Komitet Gossoudarstvennoï Bezopasnosti – Devletin Güvenliği için Komite) bağlı, “Stasi” diye
anılan, “Ministerium für Staatssicherheit. – MfS” yürüttüler. BND, CIA ve MI6 (Military
Intelligence [section] 6), tarafında “kevgir” olarak görüldü. Duvarın yıkılmasından sonra
“Stasi”nin açıklanan belgelerinden, bu kuruluşun stay-behind’i yakından takip ettiği ve ayrıntılı
bilgi sahibi olduğu anlaşıldı.
Stasi belgeleri erişilebilir olduktan sonra, Telefon dinleme çalışmalarını yürüten III. Bölüm’ün
yöneticisi General Horst Männchen’in yazdığı 3.08.1984 tarihli rapora ulaşıldı. Raporunda
General, kendi hükümetine, stay-behind ile ilgili ayrıntılı bilgi vermekteydi. General Männchen
6 Kasım 1984 tarihli bir başka raporunda stay-behind kuvvetlerinin üyeleri üzerine ayrıntılı bilgi
verilirken, arasında kadınların da bulunduğunu bu kuruluşun, Varşova Paktı kuvvetleri için bir
tehlike olduğunu ve bu ağın tamamen deşifre edilmesinin zorunlu olduğunu söylüyordu. Daha
sonra yazılan bir raporda da, bu ağın BND tarafından, NATO’nun kontrolünde eğitildiğini ve
silahlandırıldığı ekliyordu. Aynı bilgilerin KGB’ye gittiği tartışmasız olarak düşünebilirdi.
Stay-behind konusunda en büyük skandal, BND’in Münih’teki merkezinde, stay-behind ile ilgili
IV. Bölümünde çalışan sekreter Heinrun Hofer’in Stasi için çalıştığı ortaya çıktığı zaman patladı.
Soruşturmalar sonu, BND’nin müdür yardımcısı Joachim Krase’nin de Stasi için çalıştığı
anlaşıldı. Duvarın yıkılmasından sonra erişilen Stasi dokümanlarından KGB ve Stasi
teşkilatlarının başından bu yana NATO’nun stay-behind gizli ordusundan ve çalışmalarından
haberdar olduğu anlaşıldı. Federal Almanya hükümeti değişik defalar bu ağın dağıtıldığını ve
silah depolarının kaldırıldığı söylemiş olsalar da, değişik tarihlerde tesadüfler sonu
cephaneliklere ortaya çıktı. Bunlardan en önemlisi 26 Ekim 1981’de Lüneburg yakınlarındaki
Ülsen kasabasındaki, ormancıların buldukları cephanelikti. Araştırmalar sonu ulaşılan Heinz
Lembke, polise daha başka 33 cephanelik gösterdi.
Gazeteci Harbart, yaptığı araştırmalarda, polisten gelen bilgilere dayanarak, 29. Eylül 1980 günü
Münih’te Oktoberfest sırasında patlayan, 13 ölüm 200 yaralıya sebep olan bombanın, Lembke
aracılığıyla, temelinde BND/NATO’nun olan depolardan temin edildiği iddiasında bulundu. Bu
iddia yalanlanmadı veya konuyla ilgili haberi yayınlayan gazeteci aleyhinde bir soruşturulma
açılmadı. Araştırmaları sürdüren polis, bombayı “Wehrsportgruppe Hoffmann” üyesi 21
yaşındaki Gundof Köhler’in koyduğunu söyledi. Dikkati çeken, bombanın çok uzmanlık isteyen
bir mekanizmasının olduğu ve Köhler’in böyle bir beceriye sahip olmadığıydı. Konuyla ilgili
olarak hazırlanan nihai raporda Lembke’nin “…. Anayasa düzenini tehdit eden bir davranışı
olmadığına, ….. faaliyetlerinin sosyal düzeni bozmaya yönelik olmadığına ….. “ karar verildi.
1996 yılında Süddeutsche Zeitung’ta bu geçmiş olayla ilgili çıkan bir yazıda o dönemde, olayın
arkasında olduğu söylenen aşırı sağcı kuruluşla ilgili hiçbir soruşturma yapılmamıştı. Köhler’in
bu olayın gerçek faili olduğu da kesin değildi. Yeşiller, olayı Parlamentoya taşımış ve konunun
PKK’nın (Parlamentariche Kontrollkomission) gizli oturumunda görüşüldüğünü savunmuştu.
Sorumlular, Almanya’da stay-behind gizli ordusunun varlığını, NATO’nun çatısı altında
uluslararası bir ağın varlığını ret ettiler. Ellerinden hiçbir şey gelmeyen Yeşiller çok kızgındılar.
Federal Almanya’nın NATO’ya girişi sırasında yapılan anlaşmaları sordular. Yine dişe dokunan
hiçbir cevap alamadılar. Almanya seçimlere gidiyordu. Yerleşik partiler bir şekliyle kendilerine
de dokunacak bu konuyu kapatmayı tercih ettiler. Başbakanlığın hazırladığı dört sayfalık bir
raporla konuyu ne zaman tekrar açılacağı bilinmez şekilde gömdüler .
Federal Almanya’daki, NATO’nun gizli ordusu stay-behind’i anlatırken, Türkiye ile benzerlikler
devamlı dikkatimi çekti. Gizli Ordu, başka NATO üyesi ülkelerde olduğu gibi çalışmalarını hem
orduyla hemde Milli İstihbarat, aşırı sağcı ve sahte solcu kuruluşlarıyla yürütmeyi tercih etmişti.
Bu tercihte Türk istihbaratının şekillenmesinde etkin rolü olan General Gelen’in rolü olmuştu.
Tabii, Türkiye’de Ordunun Milli istihbarat kuruluşunu son yıllara kadar kontrolünde tutmuş
olması da Türkiye’ye özgü bir durumdu. Türk İstihbarat teşkilatının başlangıcı ordu mensupları
ile oldu. 1927 yılında “Milli Emniyet Hizmeti” ile başlayan ve bugün MİT’le devam eden
süreçte 1927 – 1992 (Sönmez Köksal’a kadar) yılları arasında kuruşun başında bir asker bulundu
ve kadrolarda ağırlık askerler oldu. 1957 – 1960, 1961 – 1962 yılları arasında kuruluşun başına
bir sivil geldi. (132)
1990’dan 2006’ya kadar adeta unutulan Gehlen org. New York Times’da (133), Michael R.
Gordon imzasıyla, 27 Şubat 2006’ta yayımlanan Irak savaşındaki istihbarat savaşına ilişkin bir
raporla kendini tekrar bize gösterdi. Rapor Irak savaşı öncesi gelişmeler kadar savaşı
temellendiren istihbarat mücadelesine ilişkin de çok ilginç kimi gerçekleri su üzerine
çıkartıyordu. Rapor, 18 Aralık 2002 yılında Saddam Hüseyin liderliğinde toplanan Irak savaş
konseyindeki tartışmalar dahil olmak üzere Irak savaş planının bir kopyasının Amerikan Genel
kurmayına sızdırılması işini Bağdat’taki Alman istihbarat ajanlarının gerçekleştirdiğini açıkça
belirtiyordy. İşin daha garibi Alman ajanlar işlerini bitirdikten sonra sığındıkları yerin de Fransız
istihbaratının üssü olan Fransız Büyükelçiliği oluşuydu. Kuşkusuz resmi görüşü Irak’taki savaşa
karşıtlık olarak ortaya çıkan ve Fransız meslektaşı Chirac’la birlikte alenen Amerika’ya karşı
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde tavır alan Alman Hükümeti “chancellor”ü Gerard
Schröder’in kendi istihbarat örgütünün (eski deyişle Gehler org) içişlerine karışma yetkisinin
olup olmadığı düşünülebilirdi. Dünyada kendi istihbarat örgütünün yaptıklarından habersiz pek
çok Başbakan ve Hükümet olduğu veya Başkan’ların bile kendi istihbarat örgütlerince kurban
edilebildiği düşünülürse, bu gelişmeyi de sürpriz saymamak gerekirdi. Fakat rapor tam tersini
söylüyordu. Schroder ve Başkurmayı Frank-Walter Steinmeier -ki daha sonra Merkel
liderliğindeki hükümette Dışişleri Bakanı-‘nın operasyondan bütünüyle haberdar olduğunu 2.
raporla ısrarla ortaya koyuyordu. (134)
Bu arada listede Yeşillerin lideri, Schroder’in Dişişleri Bakanı Fischer’in de olduğunu not
edelim. Gariplikler burada da bitmiyordu. Alman ajanlar Amerikalı meslektaşlarına Bağdat’taki
askeri ve polis hedeflerinin karakteri ve konuşlanmaları kadar moral durumu da aktardıkları ve
daha ilginci Sinagogların ve “Torah rolls”(Tevrat metinleri)nin bulundukları siteleri bile
bildirdikleri raporun ortaya koyduğu birkaç gerçekten biriydi. Herhalde Gehler org’un varlığının
doğası gereği olsa gerek ki, Amerikan Genelkurmayının hazırladığı Irak savaşı ile ilgili ortaya
konan tavırlar perspektifinde hazırlanan bir “uluslar listesi”nde Almanya “noncoalition but
cooperating”(koalisyon dışı fakat işbirliği yapıcı) bir statüde listelenmişti. Bu arada Suudi
Arabistan ve Mısır’ın “silent partners”(sessiz partnerler) olarak listede yer aldığını da
hatırlatalım. (Mısır kendi hava sahasını Amerikalılara açıp Süveyş Kanalı’nında Amerikan
gemilerince kullanımına müsaade etmiş. Suudiler ise Delta Force ve Amerikan Özel
kuvvetleri’nin Arar’daki özel bir üsten Irak içine operasyon düzenlemesine müsaade etmişti.
Resmi Suudi açıklaması ise, bölgeyi sel felaketinden kurtulanlar için bir sığınma alanı olarak
designate ediyordu.
Tabii ki bu raporda Türkiye eksik olsaydı resim tamamlanamazdı. Awacs radar uçakları ve
Patriot misil baterilerinin Türkiye’ye gönderilmesi hararetli bir şekilde NATO’da tartışması
sürerken, ilk etapta bu plana karşı çıkan ülke de tuhaf bir şekilde Almanya olmuştu. Fakat Irak’a
Kuzey’den bir cephe açma kaygısıyla Türkiye’yi ikna etmeye çalışan A.B.D. Almanları bir
şekilde hem de çabucak ikna etmiş, dahası Almanlar misil baterilerinin gönderilmesinde de aktif
bir rol oynamıştı. Gehler org.’un Amerikan Büyük Ortadoğu Projesi’nin Irak ayağında görev
yapan üç değerli üyesi Amerikan Üstün Hizmet Madalyası (American Meritorious Service
Medals) ile ödüllendirildi. (135)
Bir başka örnekte Rusya’dan verelim. 9 Aralık 2007 Cuma günü Rusya'da Kuzey Avrupa gaz
boru hattının ilk bölümünün başlangıç noktasında içten bir tören yapıldı. Törene katılan Alman
ve Rus yetkililerin çoğu Almanya tarafında projenin güvenliği ile ilgilenen kurumun Alman Dış
İstihbarat Servisi (BND) olduğu konusunda hiçbir fikre sahip değildi.
BND, 2. Dünya savaşından sonra eski Wehrmacht istihbarat görevlisi Reinhard Gehlen'in
Amerikan gözetimim altında oluşturduğu "Gehlen Organizasyonu" (OG) ismi ile bilinen oluşum
temelinde 1956 yılının Nisan ayında kuruldu. Batı blokundaki diğer istihbarat organizasyonlarına
benzer biçimde BND de geleneksel olarak teknik istihbarata önem verdi ve bu alanda etkileyici
başarılar kazandı. Aynı dönemde ajan (Humınt-insana dayalı istihbarat) kullanımı ile alakalı her
alanda Doğu Alman rakiplerine –STASİ- karşı kaybediyordu. Ajan kullanımındaki zayıflık
bütün servis çalışmalarını etkiliyordu. Gehlen tarafından kurulan örgütün aralarında Berlin krizi
ve Berlin duvarının inşası (1961),Sovyet lideri Kruşçev'in yönetimden uzaklaştırılması (1964),
orta menzilli Sovyet SS-20 balistik füzelerinin Avrupa'ya konuşlandırılması (1974), İran'da
Şah'ın devrilmesi (1979), Afganistan'a Sovyet müdahalesi (1979), Sovyetler birliğinin çöküşü ve
Almanya'nın yeniden birleşmesi (1991) gibi 20. yy ın ikinci yarısındaki önemli uluslararası
olayların çoğunu önceden öngöremediği söylenebilir. Yinede 1968 İlkbaharında Gehlen,
istifasından kısa bir süre önce, Sovyet ordusunun Çekoslavakya'yı işgal etme olasılığına ilişkin
uyarıda bulunmuştu.
20. YÜZYILIN SONU
İkinci Dünya Savaşına giden yolda Alman Ordusunun işlevi ve İkinci Dünya Savaşı “felaketi”
dikkate alınarak, savaştan sonra yapılan ve halen yürürlükte bulunan 3 Mayıs 1949 tarihli
anayasada, hem olağan askeri bir yapılanma öngörülmemiş (örneğin, genelkurmay başkanlığı
makamına yer verilmemişti), hem de silahlı kuvvetlerin olağan işlevine kısıtlama getirilmiş
(örneğin, kendisinin saldırgan olacağı operasyonları yürütemeyeceği öngörülmüşti); bunlarla da
yetinilmemiş, silahlı kuvvetlerin savunma bakanlığına bağlı olmasının yanısıra, yasamanın da
“savunma komisyonu” üzerinden silahlı kuvvetleri denetim altında tutması öngörülmüştü.
Böylece Alman Silahlı Kuvvetleri üzerinde, çok açık, çok kesin ve çok güçlü bir sivil denetim
getirilmişti. Ancak 03 Ekim 1990 tarihinde gerçekleşen birleşme, izleyen dönemde Almanya’nın
savunma ve güvenlik yapılanmasının söz konusu yapısını değişime zorlamıştı. 1994 yılında
Almanya Anayasa Mahkemesi, Alman Silahlı Kuvvetlerinin NATO’nun “alan dışı” kabul edilen
coğrafyalarda görev üstlenmesinin önünü açmıştı. Birleşmeye kadar Silahlı Kuvvetlerini
merkezinde BM’nin yer aldığı görevlere gönderen Almanya, birleşmeden sonra BM’nin onay
vermediği Kosova’daki çatışmaları durdurmak için buraya asker gönderme kararı almıştı. Ve
Birinci Körfez Savaşında, ABD merkezli çok uluslu güce katılmıştı. Daha yakın tarihlerde, 2002
yılında ise, Alman Silahlı Kuvvetlerinde, olağan Genelkurmay Başkanlığı makamı ihdas
olunmuştu. Bu gelişmeler, birleşmeden sonra, Almanya’nın savunma ve güvenlik politikası ile
dış politikasını gözden geçirdiği yeniden belirlediği anlamına gelmektedir. Almanya, bugün
itibarıyla, başta Afganistan olmak üzere, birçok ülkede, BM ve/veya NATO kararları uyarınca
veya ortak bir mutabakat çerçevesinde oluşturulmuş çok uluslu güç içinde yer almaktadır.
Almanya, 2005 yılı verileri ile GSYİH’sının % 1.5’i oranında bir kaynağı askeri harcamalarında
kullanmaktadır. İlk bakışta, bu oran küçük gözükse de, Almanya’nın GSYİH’sı Dünyanın en
büyükleri arasında yer aldığı için, askeri harcamalara çok ciddi kaynak ayırdığı ortadadır.
Almanya’da, NATO Antlaşması kapsamında, çok uluslu karargah ve NATO üyesi ülkelerin
NATO’ya tahsisli güçlerinin ortak savunma faaliyetlerine katıldığı tesisler bulunmaktadır. Bu
bağlamda, ABD, Almanya’da belirgin bir askeri varlık bulundurmaktaydı.
Almanya/Kaiserslautern yakınlarındaki Ramstein askeri üssündeki Amerikan askeri varlığı,
ABD’nin kendi toprakları dışında bulundurduğu en büyük askeri varlık olup; ABD’nin,
onaylanmış NATO planları kapsamında, Almanya/Büchel‘de de nükleer silahlar bulundurduğu
kabul edilmektedir. (136)
Uluslararası politikada 1990’lı yılların başı denildiği zaman genelde ilk akla gelen, Sovyetlerin
çöküşüdür. Oysa aynı süreç içinde, üstelik eş zamanlı sayılabilecek, aralarında bağ bulunan bir
başka olay daha vardır. O da, Berlin Duvarının yıkılması ve iki Almanya’nın birleşmesidir. Önce
Berlin Duvarı yıkılmış, Sovyetlerin çöküşü daha sonra gerçekleşmiştir. Olaylara meydana geliş
sırasına göre bakarak, Berlin Duvarının yıkılmasının ve iki Almanya’nın birleşmesinin,
Sovyetlerin çöküşünün somut, belirgin ve ciddi bir işareti olduğunu söylemek mümkündür. Doğu
Almanya ile Batı Almanya, 3 Ekim 1990’daki birleşmişlerdir. Bu birleşmeden fazla söz
edilmemesi, Alman diplomasisinin kendine özgü işleyişi ve tercihleri ile açıklanabileceği gibi,
Alman Dış Politikasının orta ve uzun vadeli hedefleri bağlamında uluslararası kamuoyu nezdinde
fazla ön planda olmayı öngörmeyen bilinçli bir tercihin sonucu olarak da alınabilir. Almanya,
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, galip devletler tarafından ikiye bölünmüş ve bu durum Ekim
1990’a kadar devam etmiştir. Bölünme ile ortaya çıkan Batı Almanya, Batı Bloku ve Doğu
Almanya da, Doğu Bloku içinde yer almıştır. Bölünmeye rağmen, her iki Almanya da Soğuk
Savaş yıllarında kendi blokları içinde öne çıkan, önemli ve güçlü üyeler olmuşlardır. Bunun
içindir ki, ayrı ayrı kendi bloklarına ciddi güç katan bu iki Almanya’nın birleşmesi, başlangıçta
ciddi bir endişeye yol açmış ve tepkiyle karşılanmıştır. Söz konusu endişenin ve tepkilerin, iki
güçlü Alman Devletinin birleşmesinin ve bu birleşmenin doğuracağı sinerjinin “birleşik”
Almanya’ya sağlayacağı güçten ileri geldiğini söylemek mümkündür. “Birleşik” Almanya ile
ilgili endişeler ve tepkiler, AB’nin ve NATO’nun genişleme süreçleri ile eş zamanlı olmuştur ve
bu durum bir tesadüf olmaktan uzak görülmektedir. Çünkü iki Almanya’nın birleşmesinden
endişe duyan ve bu nedenle birleşmeye karşı çıkan Avrupa ülkelerinin, AB’ye ve NATO’ya üye
yapılmak suretiyle, ikna edilmiş oldukları ve birleşmenin önünün bu suretle açılmış olduğu
düşünülmektedir. Doğu Almanya ile Batı Almanya 3 Ekim 1990 tarihinde birleşmişler ancak, bu
birleşme nedeniyle yeni bir anayasa yapma yoluna gitmemişlerdir. “Batı” Almanya’nın 23 Mayıs
1949 tarihli anayasası, 03 Ekim 1990 tarihinden sonra, “birleşik” Federal Almanya’nın anayasası
olarak, yürürlükte kalmaya devam etmiştir. Bu, “Alman” olmanın birleştirici etkisine işaret eden
ve Almanya’nın geleceğine ilişkin değerlendirmede dikkate alınması gereken önemli bir husus
olarak görülmektedir. (137)
Almanya'nın 1991 de resmen yeniden birleşmesinden önce Batı Alman dış istihbaratının
faaliyetlerinin yaklaşık %40 ı ülkenin doğu bölümü hakkındaki bilgilerin toplanmasına ilişkindir.
Korkutucu doğulu rakipleri ortadan kalktıktan ve onun gizli servisi STASİ lağvedildikten sonra
BND kaynaklarının Doğu Avrupa'da elde ettiği pozisyon yeniden düzenlendi. Bu süreç
Almanya'nın doğuya doğru ekonomik ve politik genişlemesi sürecine paralel olarak yaşandı ve
bu sürecin başarısını sağladığı söylenebilirdi. 1991'den sonra ilk olarak BND aktif bir biçimde
ajan kadrolarının yeniden düzenlenmesi ve 1994'e kadar Almanya'da kalan Rus askeri heyetinin
asker yetkilileri arasında bilgi toplamakla uğraştı. Buna paralel olarak BND 80'lerin sonundan
itibaren Sovyetler sonrası oluşan boşlukta Almanya'yı sıkıntıya sokan göçmen akımında ülkeye
gelen göçmenlerin sorgulanması ile uğraştı. Böylece Alman istihbaratı Rusya hakkında kapsamlı
politik, ekonomik ve askeri bilgiler topladı. Benzer şekilde BND'nin resmi temsilcisi olarak
birçok Avrupa başkentinde ve hatta Tacikistan'ın başkenti Duşanbe'de görev yapan Alman
istihbarat topluluğu koordinatörü Bernd Schmıdbauer'in çabaları sayesinde 1990 ların sonunda
BND çalışanları resmi veya diplomatik görünüm altında 80'den fazla yerde aktiftiler. Özellikle
İran, Suriye, Lübnan ve bölgedeki diğer ülkelerin istihbarat servislerinin yöneticileri, iktidar
elitleriyle yakın ilişki kurdukları Ortadoğu'daki başarılarının not edilmesi gereklidir. Bunun
yanında BND İsrail istihbarat servisleri ile geleneksel olarak iyi ilişkiler geliştirdi.1993 den sonra
organizasyon Filistin Özerk yönetiminin güvenlik kurumlarının oluşturulmasında aktif bir
şekilde yer aldı. Ayrıca Lübnan Hizbullah'ının liderleri ile ilişki kurdu. Bu sayede 90’lı yılların
sonundan bu yana BND profesyonel seviyesini dikkate değer şekilde yükseltti. Bu süreçte zaman
zaman skandallarla sarsılmasına rağmen kuzey Atlantik ittifakının en güçlü ve verimli çalışan
istihbarat örgütlerinden biridir. Bünyesinde 6000'den fazla ajan görev yapmaktadır ve yıllık
bütçesi 400 milyon Euro’dur. Almanya'nın yükselen uluslar arası konumu ve güvenlik
tehditlerinin küreselleşmesine uygun olarak BND'nin faaliyetleri de son yıllarda küresel bir
görünüm kazandı.1997 yılı verilerine göre organizasyonun öncelikleri arasında ilk sırayı Rusya,
Türkiye,İran, Irak, Suriye, eski Yugoslavya'dan ayrılan devletler ve Arnavutluk hakkındaki
bilgilerin toplanması oluşturmaktadır. İkincil önemdeki konular arasında Çin, Cezayir, Libya,
Mısır, Sudan Angola, Güney Afrika, Suudi Arabistan, İsrail, Hindistan, Pakistan ve Tacikistan
ülkeler bulunmaktaydı. BND nin ilgi alanındaki 3.grup ülkeler içinde Baltık devletleri, Çek
Cumhuriyeti, Romanya, Bulgaristan, Afganistan, Kongo, Zimbawe bulunmaktaydı. Alman Dış
İstihbaratının en az ilgilendiği en son grupta ise bütün AB bölgesinin kapsıyordu.
Organizasyonun bugünkü öncelikleri, Gehlen döneminden biraz farklıydı 11 Eylül saldırısı ve
Avrupa dahil bütün Dünya'yı kaplayan terörizm dalgası uluslararası terörizme karşı mücadeleyi
öncelikler listesinde en üst sıraya çıkardı. Uluslararası terörizm terörist altyapıların onların finans
bağlantılarının ve dünya üzerindeki herhangi bir yerde teröristlerce rehin alınan Alman
vatandaşlarının yerlerinin tespit edilmesi ve kurtarılması sorununu ortaya çıkarmıştı. Bu alanda
yapılması gereken çok şey vardı. Bunlardan birincisi Schroder zamanında hükümetin yönetim
şefi Steinmeir'den dolayı Amerikalı muhatapları ile bozulan karşılıklı ilişkilerin normalleşmesini
sağlamaktı. Ayrıca NATO ve AB düzeyinde terörizme karşı ortak bir strateji geliştirilmesi ve
açık/somut yöntemlerin karşılıklı olarak uygulanması gerekmekteydi. Buna karşın Amerikan
tarafının Alman meslektaşlarına yönelik şikayetleri devam ediyordu. Almanya süratle ırkçılığa
kayıyor ve millileşiyordu. Son yıllarda terörizme karşı savaşın yanında uluslararası organize
suçla mücadelede oldukça önemli hale gelmişti. Almanya'da yasadışı göçmen dalgası, insan,
uyuşturucu, silah ticareti açısından büyük patlama yaşanmaktadır ayrıca sahte ve kara para
Alman finans sisteminde aklanmaktaydı. Organize suç türlerinin en tehlikeli şekli konvansiyel
olamayan silahların (radyoaktif materyaller, kimyasal ve zehirli maddeler v.s.) ticaretidir. İlgi
alanlarının yeniden belirlenmesine paralel olarak BND nin belirli ülkelere yönelik yaklaşımı da
değişti. İran, Çin, Rusya, gibi ülkelere yönelik üst düzey ilgisini korurken, Afganistan,
Özbekistan, Gürcistan, Bosna Hersek, Makedonya, Kosova, Bahreyn, Cibuti, Etyopya ve Eritre
gibi Almanya askeri gücünün bulunduğu ülkeler kollandı. 2004 yılında bu ülkelerdeki Alman
askerlerinin sayısı 7 binden fazlaydı. BND açısından birinci sıraya yükselmişlerdi. Bunun
yanında BND'nin Almanya'nın başta Polonya olmak üzere Çek cumhuriyeti ve Baltık ülkeleri
gibi AB ye üye olan doğu komşularına yönelik ilgisi de arttı. Polonyalılar Alman karşıtı
tutumları, ABD askeri üslerinin ülkesinde bulunması, Kuzey Avrupa gaz boru hattının inşasına
karşı çıkması ve çevrelerindeki Doğu ve Orta Avrupa ülkeleri ile kıtada alternatif bir jeopolitik
blok yaratabilecek olması sebepleriyle önem kazanıyordu. Almanya'nın Baltık ülkelerine yönelik
ilgisinin öncelikli sebebi ise, AB nin Rusya sınırında istikrarsız bir bölge oluşturmasıydı. Berlin
etno-politik oluşumların öngörülemeyen gelişmelerin ortaya çıkmasına sebep olacağından
korkuyordu. BND'nin faaliyetlerinin yönünü uluslararası terörizm ve organize suçla mücadele
doğrultusunda yeniden belirlemesine rağmen Rusya sahası bu organizasyon için en temel
alanlardan biri olarak kaldı. Alman liderliği tarafından Rusya, aynı anda hem enerji tedariki için
istikrarlı bir kaynak, hem Alman sermayesinin yatırımları için elverişli bir ülke ve hem de
uyuşturucu, kara para, organize suç ihracatı, gibi çeşitli tehditlerin kaynağı olarak görülüyordu.
Alman ekonomisinin Rusya'dan gelen petrol ve gaza bağımlılığının artması Rusya'nın iç
politikası, ekonomik ve sosyal durumu hakkındaki bilgilerin toplanmasını Almanya açısından
stratejik önemde bir görev haline getiriyordu ve bu görevde BND'ye verilmişti. Bugün diğer
şeyler yanında organizasyon Kuzey Avrupa gaz boru hattı gibi büyük ekonomik projelerin
durumunun izlenmesi ile de meşgul olmaktaydı. Yeltsin yönetimi sırasında Alman dış
istihbaratının Yeltsin'i muayene eden Alman doktorlar arasında ajanları vardı. 1994 yılında BND
Rus meslektaşları ile konvansiyonel olmayan silahların ve bu silahların yapımında kullanılan
teknolojilerin yayılmasına karşı birlikte mücadele edilmesine ilişkin bir anlaşma imzaladı. Son
15 yıl boyunca BND şefleri Rusya başkentini tekrar tekrar ziyaret ettiler. 2000 yılının Nisanın da
August Hannig'in Çeçenistan cumhuriyetini ziyareti Almanya'da büyük yankı uyandırdı. Alman
basını ve bir çok milletvekili Alman istihbaratının başkanını Moskova'nın Kafkaslardaki
eylemlerini dolaylı olarak meşrulaştırmakla suçladılar. Aynı zamanda Alman medyası BND'nin
FSB'ye Çeçen ayrılıkçıların uluslararası terörist organizasyonlarla olası bağlantılarıyla alakalı
bilgiler aktardığına ilişkin haberler yayınladı. Alman istihbarat kurumlarının koordinatörü Ernst
Uhrlau, Rus ve Alman istihbarat servisleri arasında uluslararası terörizm ve organize suçla
mücadele alanında karşılıklı bilgi değişimi yapıldığını kabul etti. BND nin CIS ve Rusya ile
bağlantılı faaliyetleri arasında Almanya'ya yönelik yasadışı göç ile alakalı 1997 yılında Alman
yönetimine verilen özel raporda yer aldı. Rapor eski Sovyet cumhuriyetleri vatandaşlarından 1.2
milyon kişinin önümüzdeki yıllarda Almanya'ya yasadışı yollardan gireceğini iddia ediyordu.
Rus karşı istihbaratı (FSB) nın resmi temsilcileri Rusya topraklarındaki istihbarat
faaliyetlerinden dolayı BND yi bir kez bile açıkça suçlamadı. Örneğin BND çeşitli Alman refah
fonlarını bir örtü olarak kullanmakla itham edildi. Benzer şekilde BND çalışanlarının
Moskova'da diplomatik kimlik altında hareket ettiği ve Rus politikacılar, iş adamları ve hükümet
üyeleri arasında bilgi toplamakla meşgul olduğu ileri sürüldü. Buna karşın Moskova'daki Alman
elçilik çalışanlarının casusluk suçlaması ile en son 1995 Mayıs’ında göz altına alındıkları
biliniyordu. O zamandan beri son 10 yıldır bu tür olayların meydana gelmediği anlaşılıyordu.
Artık Alman casuslar çok daha dikkatli hareket ediyorlar veya Rus muhatapları da değişen
politik durumu göz önünde tutuyordu. Bu yüzden şu sıralar yeniden gürültülü casusluk
skandalları yaşanmıyordu. (138)
ONUNCU BÖLÜM
ABD Derin Devleti ve Kılıç’ın Yabancı
Düşmanlığı
İkinci dünya savaşı İtalya ve Nazi Almanya’sının yenilgisinin yanı sıra, Amerika’nın atom
bombası atarak Hiroşima ve Nagazaki’de gerçekleştirdiği kitlesel ölümle son buldu derken,
ikinci dünya savaşını patlayan bu bombalarla ortaya çıkan Soğuk Savaş takip etti. Bu savaşın
temelinde, Doğu Avrupa ülkelerinin de komünizmi tercih etmesi ve Amerika’yı Sovyetler
Birliği’nin yanı sıra komünizmin de tehdit etmesi yer aldı. ABD, Sovyetler Birliği ile işbirliğine
gitti hatta kontrolü altına alarak tehdidi bire indirdi ama komünizmin Batı Avrupa ile sınırlı
kalmayıp Afrika ve Asya ülkelerinde de hızla yayılması tehdidin ne kadar büyük olduğunu
gözler önüne seriyordu. Amerika, düşmanın önünü kesme yolunu istihbarat örgütleri ve gizli
ordular oluşturarak bunları kullanmakta buldu. Nitekim Ulusal Güvenlik konseyi NSC ve
Merkezi haber alma teşkilatı CIA ’yı kurdu. Aslında Amerika’nın stratejik hizmetler bürosu OSS
isimli bir istihbarat merkezi mevcuttu ama artık komünizm isimli bir düşman vardı ve
Amerika’nın gerekirse örtülü operasyonlar yapabilecek bir gizli servise ihtiyacı vardı.Bu amaçla
CIA kuruldu ve komünizm ile savaşta ana rol CIA ‘ya verildi.
Bu gizli orduların oluşturulma fikri ise Nazi subayı olan Reinhard Gehlen’e aitti. Gehlen’e göre
Hitler’den sonra komünizm ile sadece Amerika baş edebilirdi. Bu amaçla 1945’te Amerika’ya
teslim oldu. Kızılordu ve Stalin hakkında bir takım belgeleri sundu ve 129 sayfalık bir sunum
verdi. Gehlen’den etkilenen Amerika, Gehlen’i CIA ‘nın başına geçirilen Allen Dulles ile temasa
geçirdiler. Gehlen’in kuracağı gizli ordu Almanya da yeni bir hükümet kurulana kadar Amerika
tarafından finanse edilecekti. Asıl finansörü ise Rockfeller Grubu olacaktı.
Gehlen, gizli ordularını kurmakla meşgulken gitgide yayılan komünizm Amerika’yı her geçen
gün daha da korkutmaktaydı. Bu amaçla stratejik noktalarda bulunan ülkeler ile işbirliği
arayışındaydı ve akla gelen ilk isim Türkiye idi. Soğuk Savaş’ın başlamasıyla Amerika’nın
Türkiye’ye askeri ve maddi yardımı da başladı. Amerika’nın asıl amacı Sovyetler Birliği’ne karşı
Türkiye’yi tampon bölge yapmaktı. 5 ekim 1947’de Türk Genel kurmay başkanı Salih Omurtak
başkanlığındaki heyet Amerika’ya gönderildi. Bu görüşme bir dönüm noktası oldu. Alınan karar
Türk subaylarının Amerika’ya gönderilip komünizme karşı gerilla eğitimi almasıydı.
Türkiye’de solculara karşı olan baskı gittikçe artarken Alparslan Türkeş ve Turgut Sunalp’in liste
başı olduğu ekip özel harp eğitimi görüyordu. Bu sırada subaylarını Amerika’ya eğitime
gönderen Türkiye, NATO’ya girmek istiyordu. Yalnız Türkiye’nin ilk talebi kabul edilmedi ama
ısrarcı davranan Türkiye talebini sürekli yeniliyordu. Tam bu sırada Amerika yanlısı Kuzey Kore
38. paralelde yer alan Güney Kore topraklarına girdi. Bu Türkiye için Amerika’ya yaranmak
adına eşsiz bir fırsattı. 25 Temmuz 1950’de Tuğgeneral Tahsin Yazıcıoğlu komutasında bir
tugay gönderildi. Bu sırada Güney Kore’de gönüllü olarak askere katılan 2 bin Çinli ülkemiz için
zor anların başlangıcı oldu ve tugay ilk ağır kayıplarını verdi.
Buna karşılık ikinci bir tugay Kore’ye gönderildi. Tugay komutanı ise Amerika’daki eğitimini
tamamlamış Turgut Sunalp’ti. Amerika’da ki eğitimini tamamlayan bazı subaylar da bu tugay
içinde özel harp tekniklerini pratiğe dökmek amacıyla Güney Kore’ye yollandı ama ikinci
tugayın çok şiddetli bir çatışma fırsatının olmaması durumundan daha çok Amerika’ da öğretilen
istihbarat ve sorgulama tekniklerini kullanma fırsatını bulabildiler.
Savaş sona erdiğinde NATO bünyesindeki ülkeler Sovyetler Birliği’nin Batı Avrupa ülkelerini
işgal etme çabasında bulunacağı korkusu sarmıştı. Bu durum Amerika ve İngiltereyi yeni yollar
arayışına götürdü ve gizli orduların kurulmasında karar kıldılar. Bu gizli orduların kuruluşunu
CIA ve MI6 üstlendi. Profesyonel askerlerin katılımı dahilinde gizli orduların kurulmasında
ülkelerin askeri ve istihbarat birimleri etkin rol aldı. Örgütlerin kurucuları Amerika’da eğitimden
geçti. Teknik destek silah yardımı hatta bu silahların saklanacağı gizli depolar oluşturuldu.
Bunların tüm kaynağı Amerika’ydı. Özel harbin tek unsuru askerler değildi. İşgal sırasında yer
altı operasyonları düzenleyebilecek siviller de mevcuttu. Bu siviller meslek grubu ayırt
edilmeksizin seçildi. Kamplarda sıkı bir özel harp eğitiminden geçirilen sivillere örgüte yeni
siviller bularak katma yetkisi verildi.
NATO ülkelerinde oluşturulan bu gizli ordulara tarihine bulundukları konuma göre isimler
verildi. NATO’ya bağlı ilk gizli ordu İtalya da oluşturuldu ve adı roma kılıcı anlamına gelen
“Gladyo” oldu. Fransa’da da İtalya’daki kadar etkin bir komünist hareket vardı. Fransa’da
kurulan gizli ordunun adı rüzgar gülü anlamına gelen “Rose Des Vent” konuldu. İtalya ve
Fransayı Portekiz takip etti ve bu gizli ordu “Aginter Pres” yani aginter yayıncılık adını aldı.
Ardından Belçika da kurulan gizli ordunun adı İtalya’nın ki ile aynı anlama gelen “Glavie” adını
aldı.Norveç in gizli örgütü “Rocambole” ise Özel Harp Dairesi’ne yakın bir tarihte kurulmuştur.
Danimarka’daki gizli ordu ise adını mitolojik kahraman “Absalon” dan almıştır. Ortaçağ’da
elinde kılıcıyla Rusları yenilgiye uğratan bir psikoposun adıydı. Fransa’nın hemen ardından gizli
bir ordu kuran Yunanistan’ın gizli ordusunun adı ise “Koyun Postu” oldu. NATO üyesi olmayan
İsviçre’nin gizli örgütünün adı “Gizli Müdaafa Örgütü”, Avusturya’nın ki “Gezici Spor ve
Dostluk Birliği”, İsveç’in ki ise “Silah Kardeşliği” idi.
Sonunda Türkiye Kore’ye asker gönderme amacına ulaşmış, 19 Eylül 1951’de NATO, Türkiye
nin katılımını onaylamıştır. Artık NATO üyesi olan Türkiye ise Soyvetler Birliği işgaline karşı
bir gizli örgütün kurulması gerekçesini kabul etmiştir. Amerika ve İngiltere’nin rehberliğinde
oluşturulan bu ordular daha önce İtalya, Fransa, Almanya, Yunanistan ve Belçika’da kurulmuştu.
Sovyetler Birliğine en yakın ülke Türkiye idi ve en kolay istihbarat Türkiye üzerinden
sağlanabilirdi. Diğer ülkelerde de olduğu gibi Amerika’nın rehberliği ile kurulan gizli ordulardan
biri Türkiye’de de kuruldu ve adı “Özel Harp Dairesi” oldu. Alparslan Türkeş, ABD’de eğitim
görürken ‘Ergenekon’ kod ismini kullanmış ve Amerikalı dostlarına Ergenekon destanından
bahsetmişti. Bu nedenle Türk derin devletinin gizli adı Ergenekon olarak kaldı. Gizlilik nedeni
ile kağıt üzerinde “Seferberlik Tetkik Kurulu” olarak gösterildi. Kurulan harp dairesi diğer gizli
ordular ile aynı işi görecekti. Komünizm ile mücadele, Özel Harp Dairesi kurulduktan hemen
sonra genelkurmay ikinci başkanlığına bağlandı ki, bu da gizliliğin boyutunu ortaya koyuyordu.
Özel Harp Dairesi’nin başına Daniş Karabelen komutan olarak atandıktan sonra yavaş yavaş
dairenin kadrosu oluşturulmaya başlandı. Karabelen, Genelkurmay tarafından tam yetkili ilan
edildi. Dolayısı ile dairede görev yapacak subay ve astsubayları kendisi seçiyordu. Özel Harp
Dairesi’ni oluşturan askeri unsurların oluşturulması için İzmir Menteş kampı Özel Harp Dairesi
kampı olarak kuruldu ve başına yine Karabelen getirildi.Eğitilen personele Kore’de uygulanan
özel harp ve örtülü operasyon teknikleri öğretildi. Görevleri ise komünistlere karşı halkı
örgütlemek, direniş ağı kurup tüm ülkeye yaymak, sabotaj, suikast ve benzeri yıpratma
operasyonları yapmaktı.
Özel Harp Dairesi’nde, Sovyetler Birliği’ne karşı cephe gerisinde direnişte askeri unsurların yanı
sıra sivil unsurlara da görev verildi. Örgütün ikinci unsurunu oluşturan sivillerin kaydı Özel Harp
Dairesinde kod isimler ile yapılıyor, özel harpçi siviller kesinlikle birbirini tanımıyordu. Her tür
meslek grubundan seçilip bir çoğu lise ve yüksekokul bitimi dönemlerinde daireye alınıyor,
Amerikalıların gösterdiği özel harp teknikleri sivil unsurlara da öğretiliyordu. Daha önemli bir
durum ise Amerika’nın yardımı ile oluşturulan silah depolarını bölgeye ait görevi bulunan
siviller de biliyordu. Görevleri işgal durumunda bu silahları depolardan çıkarmaktı. İlerki
yıllarda askeri unsurlar ‘bordo bereliler’ ismini alınca sivil unsurlarda ‘Beyaz Kuvvetler’ ismini
almıştır. Özel harp, soğuk savaşa uygun taktik ve strateji içeren yöntemlerden biriydi. Zaman
zaman gayri nizami harp, sınırlı harp, özel savaş, kontrgerilla savaşı gibi adlarla anılan özel harp
de askeri bir terimdir. Ancak burada orduların her türlü saldırı ile karşı karşıya kalması durumu
söz konusu olduğundan olay sadece askeri boyut ile sınırlı değil siyasal ve ekonomik boyutları
da kapsayan bir işlevi var.
Türkiye’nin NATO’ya üyeliği sadece silahlı kuvvetlerde yapısal değişikliklere yol açmadı.
Silahlı kuvvetlerden sonra en büyük yapısal değişiklik dönemin istihbarat teşkilatı Milli Amele
Hizmetleri (MAH)’de oldu. NATO’ya bağlı tüm ülkelerin gizli ordularının kuruluşunda ülkenin
istihbarat servisleri etkin görev almıştı ama Özel Harp Dairesi’nin kuruluşunda MAH yer almadı.
Ancak Özel Harp Dairesi kurulduktan sonra Amerikalılar MAH’a da el attılar ve ilk Özel Harp
Dairesi ve MAH’ın ortak çalışmasının temeli atılmış oldu. Bu ortak çalışma Tümgeneral Behçet
Türkmen’in MAH’ın başına geçirilmesi ile oldu.
Kurtuluş savaşı yıllarında istihbarat çok da koordineli olmayan başka örgütler tarafından
yürütüldü, genelde 30 bine yakın üyesş bulunan gönüllü Teşkilatı Mahsusa eliyle yapıldı.
Savaştan sonra ise bu faaliyetler genelkurmay istihbarat dairelerine ve ordu müfettişliklerine
verildi. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra ise Türkiye güçlü bir istihbarat örgütü kurmanın ilk
adımlarını attı, Almanya’dan yardım istendi ve bu amaçla albay Walter Nikolai 1926 yılında
Türkiye ye gelerek çalışmalara başladı. Bu faaliyetlerin sonuç vermesi ile MAH, 6 Ocak 1927 de
kuruldu. Alt yapı kadrosu asker ve sivillerden oluşan MAH’ın ilk başta espiyonaj,
kontrespiyonaj, propaganda, teknik ve destek faaliyetleri olarak adlandırılan dört ana şubesi
vardı. Özellikle espiyonaj şubesi tamamen askerlerden oluşuyordu. Bu nedenle teşkilat,
Genelkurmay Başkanlığı’na bağlıydı. Dolayısıyla MAH uzun yıllar Genel Kurmayın bir birimi
gibi çalıştı. Yaşanan gelişmeler ve özellikle MAH’ın kuruluşundan beri dillerde dolanan MAH,
CIA kontrolünde mi gibi söylentilerin detayları 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra Yassıada
yargılanmalarında su yüzüne çıktı. CIA’dan alınan paralar yargılamanın örtülü ödenek
bölümünde ortaya çıktı.
CIA’nın denetimine girmesi ve Özel Harp Dairesi ile ortak çalışmasından itibaren MAH için de
artık asıl düşman komünizmdi. Amerikalıların isteği MAH’ın sadece istihbarat faaliyetinde değil
ayrıca operasyonlar da düzenleyecek kabiliyete sahip olmasıydı. Bu nedenle anılan kararla MAH
bünyesindeki subayların da özel harp eğitiminden geçirilmesine karar verildi ve 1954 yılında
once dört subay, hemen sonra 17 subay Amerika’ya gönderildi. Dört subay içinde en rütbeli olan
ise yüzbaşı Fuat Doğu’ydu.Yaklaşık bir yıl süren eğitimin sonunda Türkiye’ye dönen ekibin
şimdiki görevi bu teknikleri diğer personele öğretmekti. Bunun için CIA tarafından hemen
Emirgan’da bir okul kuruldu. Adı İstihbarat Okulu olan bu özel harp eğitim merkezinin baş
öğretmeni Fuat Doğu’ydu. Her bir detaya değinilerek verilen bu eğitimler sonucu artık MAH
personeli operasyon da yapabilecek kabiliyete sahip oldu. Türkeş gibi daha gençken İsmet
İnönü’nün ismini bildiği Fuat Doğu, 14 eylül 1954 te MAH’a geçti.
Adnan Menderes hükümeti zamanında 1950’li yılların ortasında gündemde Kıbrıs sorunu vardı.
Yunanistan, 25 Temmuz 1955’te Birleşmiş Milletler’den Kıbrıs konusunu gündemine almasını
isteyerek sorunu uluslararası platforma taşıdı ki akabinde sorun uluslararası büyük bir
anlaşmazlığa dönüştü ve artık Kıbrıs Türkiye’nin iç politikasını belirlemeye başladı.
Bu dönemde Ermeni, Yahudi ve Rum vatandaşları rahatsız eden gelişmeler yaşanıyordu.
İstanbul’daki Rum ve Ermeniler kapılarında haç işareti ile karşılaştılar. Aynı günlerde
İstanbul’un bazı semtlerinde bazı kişiler tarafından Kıbrıs’ın tamamen Türk olduğunu gösteren
haritalar dağıtılıyordu ve bu kişileri kimse tanımıyordu.
Bu olayların yanı sıra Özel Harp Dairesinde’de gerginlik ve hareketlilik hakimdi. Özel Harp
Dairesi başkanı Karabelen görevden alındı, 28.Tümen komutanlığı yardımcılığına atandı. Yerine
de yeni komutan atanmadı. Karabelen’in yeni göreve başladığı sıralarda Expres gazetesinde
Atatürk’ün Selanik’teki evine bomba atıldığı haberi yayımlandı ve gazete kentin belli
bölgelerinde hızla dağıtıldı. Öte yandan Taksim meydanında izin alınmadan bir miting yapıldı.
Mitingin ardından olaylar çıkmaya başladı. Gayrimüslimlerin sıklıkla yaşadığı bölgelerde iş
yerleri taşlandı ve evlere saldırılar düzenlendi. Olayların gidişatından elde edilen izlenim bariz
olarak saldırgan grupların hedefleri önceden bildiğini gösteriyordu. Yağma gruplarının ellerinde
adresler olduğu kesinliğe kavuştu. Bu adresler MAH ve Özel Harp Dairesi’ne verilen listelerdi.
Ev ve dükkanların yanı sıra kilise ve mezarlıklara da saldırılar düzenlendi, korkunç zararlar
verildi. Saldırılar İstanbul’un akabinde gazetede yayımlanan haber doğrultusunda İzmir’e de
sıçradı ve saldırının hedefi Konak meydanına çekilmiş Yunan bayrağı oldu.
Gayrimüslimlerin evlerinin işaretlenmesinden bu yana İstanbul polisi alarmdaydı. Olaylar
başladığında polisler seyretmekle yetindi. Ne kadar yardım istense de polislerin verebildiği tek
cevap bir şey yapamam oldu. Polise hırsızlık ve yangın olayları dışındakilere göz yumun emri
gelmişti. Olayların başlamasının ardından sıkı yönetim ilan edildi. Sıkıyönetim komutanı
Nurettin Aknoz, İstanbul’u Beyazıt, Beyoğlu ve Kadıköy olarak 3 bölgeye ayırdı. Yağmalama
eylemlerine katılanları yargılamak adına bu üç bölgede askeri mahkemeler kuruldu ama tüm
yargılananlar hakkında bir süre sonra iddialar ve dosyalar düşürüldü.
Adnan Menderes’in komünistlerin kışkırtması olduğunu belirtmesi üzerine sıkıyönetim komutanı
Aknoz’un talimatıyla komünist avına çıkıldı. Polis çoğu bilindik isimler olmak üzere tahrik
etmek ve yağmaya katılmak suçlamasıyla 48 kişiyi göz altına aldı. Bunun yanı sıra Aknoz’da
tüm yayınların komünistler tarafından yapıldığının yazılması talimatı verdi. NATO ve üyesi
ülkeler, sıkı yönetim ve hükümet aleyhine kesinlikle yazı ve haber yer almayacaktı.
Öte yandan bombalama haberini veren istihbaratçı Mithat Perin’in sahibi olduğu Expres
gazetesinin o sayıyı yayına hazırlayan Gökşin Sipahioğlu, olayların istihbarat örgütü MAH
tarafından organize edildiğini yazıyordu. Hemen ardından yıllar sonra konuşan bir isim vardı.
Orgenerel Sabri Yirmibeşoğlu. Yaptığı açıklamayla 6-7 Eylül olaylarının ayakta alkışlamaya
değer bir şekilde koordine olmuş bir özel harp işi olduğunu belirtmiştir.
Özel Harp Dairesi’nin ilk gizli eylem alanı Kıbrıs oldu. Özel Harp Dairesi elini çabuk tutmuş üç
ay önceden adaya gidilip sivil unsurlar örgütlenmeye başlamıştı bile. Öte yandan Yunanistan
gizli ordusu “Koyun Postu” da Kıbrıs’taki Rumları örgütleme yoluna gitti. Dolayısı ile Özel
Harp Dairesi, Yunanlıların sivillerden kurduğu EOKA örgütü ile karşı karşıya geldi.Türkler de
sivillere eğitim vererek “kara çete”, “volkan” gibi örgütler kurdular ancak bu örgütler EOKA’ya
karşı organizede sıkıntı çekiyordu. İstenen, Türkiye’den askeri ve silah desteği verilmesiydi.
Sonunda Adnan Menderes hükümeti de adada gizli bir örgütün kurulmasını istedi. Amaç adanın
bir bölümünde Türk devleti kurulmasını sağlamaktı.
Gizli örgütün kurulma çalışmalarına başlayan İsmail Tansu, detaylı bir proje hazırladı. İçeriğinde
kurulacak gizli karargahlara kadar en detaylı bilgiler yer aldı. Bu sırada örgütün liderliği yarbay
Rıza Vuruşkan’a verildi.1 Ağustos 1958’de kurulan yavru özel harekat timi TMT’nin ilk dört
kişilik hücresi oluşturuldu. İlk etapta ise adaya 5 subay 14 de yedek subay gönderildi.
Adaya giden özel harpçilere maske görevler bulunarak kamufle sağlandı. TMT lideri
Vuruşkan’ın maske görevi müfettişlikti. Hiç bir yasal dayanağı olmayan bu örgütün silah ve
cephane teminatı ile Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes ilgileniyordu. Bakanlık, ilk olarak
adaya gönderilecek silahlara çürük raporu çıkartıyor daha sonrada depolardan çıkartılıyordu.
Sonradan da adaya sevk ediliyordu. Bunun akabinde ada ile Ankara Özel Harp Dairesi arasındaki
iletişimde kullanılmak üzere Türkiye’ye olası bir Sovyetler işgalinde NATO ile temas kurmak
için verilen telsizler kullanıldı. Amerikalıların denetimde telsizlerin yokluğunu farketmemeleri
için kutular peynir kalıplarıyla doldurulup tekrar gömüldü.
Kıbrıs’ta TMT içinde görev alacak siviller uçakla adadan Türkiye’ye getiriliyor eğitim veriliyor
ve tekrar adaya getirilirken yenileri Türkiye’ye getiriliyor, hiç bir boşluk yaşanmıyordu. Özel
Harp Daires’nin özel harp tekniklerini uyguladığı ilk yer Kıbrıs oldu bunu da kendi bünyesindeki
TMT ile yaptı. Rauf Denktaş onlara yardım etti ve liderliğe geldi. Kıbrıslı Türkeş, bu
yapılanmada gizli liderdi. 27 Mayıs 1960’ta Milli Birlik Komitesi’ni oluşturan 38 subayın
yönetime el koyduğu açıklanarak Türkiye ileride daha şiddetlilerini yaşayacağı ilk askeri darbeyi
gördü. Türkeş, darbenin sözcüsüydü. Orgeneral Cemal Gürsel liderliğindeki komite ordu içinde
tasfiyelere başladı, 7 bin 200 subay, 243 general emekli edildi. İlginç olan ise Amerika’nın tüm
masraflarını karşıladığı Özel Harp Dairesi’nin başında bulunan Karabelen’de emekliye sevk
edilen subaylar arasındaydı. ABD, Menderes’e değil sanki Türk ordusuna darbe yapmıştı.
Bu darbe, Özel Harp Dairesi için bir dönüm noktası niteliği taşıyordu. Çünkü Özel Harp Dairesi
bünyesinde emekli edilen tek subay Karabelen değildi. Bunun yanı sıra onu aşkın subay emekli
edildi ve yerlerine yenileri atanmadı. Milli savunma bakanlığından gelen ödenek de kesildi. Bu
nedenle de dairenin tüm yükü Yarbay İsmail Tansu üzerine kalmıştı. O da bunun üzerine
harekete geçerek daire ile ilgili planları öğrenmek istiyordu. Bu nedenle Başbakan Müsteşarı
Alparslan Türkeş’ten randevu aldı. Türkeş, tüm bu olanlar doğrultusunda dairenin komünizm ile
mücadeleden uzaklaştığı, Menderes’in istihbarat örgütü olarak çalıştığı izlenimini edinmişti.
Tansu ise Kıbrıs konusundaki hassasiyetten adadaki faaliyetlerde deşifre olma tehlikesi ile karşı
karşıya olduklarını dile getirdi. Bunun üzerine Türkeş, dairenin kapanmayacağını ve tüm
isteklerin karşılanacağının garantisini verdi. Aradan üç gün geçti. Ne paradan ne subaylardan
haber yoktu. Bunun üzerine Tansu tekrar Türkeş ile görüşmeye gitti. Sorunların hallolmadığını
gören Türkeş, Dışişleri Bakanı Selim Alper’i çağırarak ödeneğin teminini hemen sağladı ve
dairenin sorunları çözüldü.
Darbeden sonra görevden alınan Karabelen’in yerine uzun süre komutan atanmadı. Emekliye
sevk edilen subaylar arasında dairenin kurmay başkan ve başkan yardımcısı da olduğundan
dolayı neredeyse dairenin başı boş gibiydi. Üstüne, Alparslan Türkeş’in sürgün edilmesinden
sonra Milli Savunma Bakanlığı’ndan gelen para da kesildi ama Amerika’dan gelen parada hiç bir
aksaklık söz konusu değildi. Yedi ay sonra Özel Harp Dairesi yeni komutanına kavuştu, Emekli
Albay Faruk Ateşdağlı. Yalnız bu, Faruk Ateşdağlı’nın istediği bir görev değildi. Bu yüzden
daire işleri ile pek ilgilenmedi. Yine tüm sorumluluk İsmail Tansu’nun omuzlarında devam etti.
Bu ilgisizlikten dolayı kısa süre içinde Ateşdağlı görevden alındı hemen ardından dairenin
gördüğü en düşük rütbeli subay göreve atandı. Kurmay Binbaşı Şaban Başsoy, yaklaşık iki yıl
Özel Harp Dairesi görevini yürüttükten sonra yerine 27 Mayıs’ın en aktif üyelerinden Albay
Sezai Okan atandı.
27 Mayıs darbesini en sancılı atlatan askeri birlik Özel Harp Dairesi oldu. Bir sürü subay
görevden alındı, yenileri atanmadı. Daireye gelen örtülü ödenekte aksamalar oldu hatta kesildi.
Dairenin başı boş kalmasın diye atanan üç komutan da daire ile pek ilgili olmadı. Bu sıralarda
Türkiye kendi içinde önemli gelişmeler yaşıyordu. Yassıada’da idama mahkum edilen Adnan
Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan darağacına yollandı. Referandum ve seçim
yapıldı, en önemlisi ise genelkurmay başkanlığı koltuğuna Cevdet Sunay oturdu. Türkiye için
adeta yeni bir dönem başlıyordu. Bu yeni dönemin baş düşmanı yine komünizmdi, çünkü 27
Mayıs anayasasının yarattığı ortamda sosyalist fikirler tartışmaya çok açıktı. Bu sebeple özellikle
öğrenciler arasında sol görüş hızla yayılıyordu. Bu durumdan rahatsız olan Cevdet Sunay, devleti
kurtarma planını yürürlüğe koydu. Düşman yine aynıydı ve bu sefer komünistlere karşı devletin
yeni silahı ülkücülerdi. Her yerde devlet desteği ile Türkiye’nin menfaatleri için milliyetçi
dernekler açılıyordu. Tüm bu olaylar sürerken genel seçimler geldi ve Süleyman Demirel
başbakan oldu. Yeni hükümet göreve başlar başlamaz iki kurumda önemli değişiklikler oldu.
MİT ve Özel Harp Dairesi. Özel Harp Dairesi başına Tuğgeneral Recai Engin atandı. Yeni
kamplar açıldı, ödenek arttırıldı. Özel Harp Dairesi yavaş yavaş eski ihtişamına kavuşurken
MİT’de de köklü değişiklikler yapıldı. Fuat Doğu MİT müsteşarlığına getirilirken istihbarat daire
başkanlığına ise Cihat Akyol getirildi. Ne var ki bu iki özel harp eğitimli subay da ileri
zamanlarda her gün karşı karşıya gelmeye başladı ve MİT’te gergin bir hava hakim olmaya
başlamıştı. Cihat Akyol, MİT müsteşarlığının kendi hakkı olduğunu savunmasına karşın Fuat
Doğu’da Akyol’u koltuğunda gözü olmasıyla suçluyordu. Sonunda Süleyman Demirel kavgaya
müdahale etti ve Cihat Akyol, Özel Harp Dairesi başına getirildi ve bunun akabindeki bir
değişiklikte dairenin adı Seferberlik Tetkik Kurulu yerine Özel Harp Dairesi yani gerçek adını
almıştı. Cihat Akyol’un Özel Harp Dairesi başına gelmesi bir dönüm noktasıydı. Akyol, dairede
yeni bir yapılanmaya gitti. Varlığını bugün bile sürdüren Amerikan askeri yapısı ve teknikleri ile
birlikleri ve timleri yeniden dizayn etti. Bu sırada da gün geçtikçe gelişen dairenin artık küçük
kaldığı kanaatince dairenin seviyesi tümene yükseltilmişti.
Bu değişiklikler etkisini kısa zamanda Türkiye üzerinde gösterdi. Yeniden yapılanan Özel Harp
Dairesi etkinliğini sol hareketi önleme eylemlerinde gösterdi. Ülkücülerin başrol oynadığı
olaylar ve siyasal cinayetler bu dönemde yaygınlaştı. Tüm bunlar Cihat Akyol’un daire başında
iken hazırladığı broşür ve kitapçıklarda yer alıyor, provokasyon eylemlerin etkinliği detaylı
olarak anlatılıyordu. Akyol’un tüm anlattıklarının en son noktası darbeydi. 12 Mart ve 12 Eylül
gibi. Bir çok gizli ordunun da kullandığı bir teknik olduğu da aşikardır. Siyasal cinayetler
işleniyor, bombalar patlıyor, katliamlar gerçekleştiriliyor, sol ve sağ görüşlü öğrenciler karşı
karşıya getiriliyordu. Amaç ise halkın bıkması ve gelecek yönetime razı olmasıydı.
Komünizmle mücadelenin bir parçası olan ülkücüler, Türkeş’in açtığı komando kamplarında
gördükleri eğitim sonrası militan örgütlenmeye gidiyorlardı ve komünizme karşı şiddeti meşru
sayıyorlardı. Onlara göre devlet komünizme karşı hiçbir şey yapmıyordu, o halde onların bir
şeyler yapması gerekiyordu. Türkeş, açtığı kamplarda ülkücüleri hızla teşkilatlandırırken
buradaki çalışma programı detayları ile ilk kez 1970 yılında emniyet müdürlüğünün hazırladığı
raporda yer aldı. Raporda en göze batan ve en korkunç detay ise silahlı eğitim veriliyor olması
gerçeğiydi!
Özel Harp Dairesi başkanı Cihat Akyol, ABD başkanı Kennedy’nin soğuk savaş süreci
politikalarını sıkı takip ediyordu. Kennedy, o dönemde komünizm ile mücadelede yeni bir askeri
kuvvetten bahsediyordu. Özel kuvvetler! Türkiye’de de Özel Harp Dairesi bünyesinde özel
birimler kurulma girişimleri başlamıştı. Ne var ki hızlı ilerleme kaydedilemiyordu. Bunun
üzerine Cihat Akyol ekibi ile birlikte Amerika özel kuvvetler komutanlığını görmeye gitti. Akyol
ve ekibi detaylı bilgiler ile geri döndü. Cihat Akyol bu bilgileri Özel Harp Dairesi bünyesinde
uygulamaya koyulurken komando kamplarında militanlaşmaya giden ülkücüler sokaklara
çıkmaya başlamıştı. Hedefleri solcu öğrenciler, aydınlar ve bilim adamlarıydı. Amaç sol
hareketin önünü kesmekti ve buna kimse dur demiyordu.
Ülkücülerin sokaklara dökülmesinin ardından her gün yeni bir olay yaşanıyor, peş peşe bir solcu
öğrenciler, birde sağcı öğrenciler öldürülüyordu. İki grubada silahı veren aynı karanlık eldi. Bu
dönemde kimler tarafından işlendiği bilinmeyen cinayetler kayıtlara geçmiyordu. Bir Tıp
fakültesini basan ülkücülerinin silahlarının ordu malı olduğu tespit edildi. Cinayette kullanılan
6815296 seri numaralı silahın Jandarma Teğmen Mustafa İlerisoy’a kayıtlı olduğu ortaya çıktı.
İster istemez akıllara Özel Harp Dairesi’nin sivil unsurları ülkücüler mi sorusu geliyordu.
Solcular çok kızgındı.1971 yılında Cihat Akyol’un kuramına uyan provokasyon eylemleri
başladı. Üniversite öğrencileri öldürüldü, bombalar patlatıldı, katliamlar gerçekleştirildi, sivil
unsurlar sokağa döküldü ve sonunda 12 Mart 1971 günü darbe gerçekleştirildi. Sıkıyönetim ilan
edildi, özgürlükler askıya alındı hatta kullanılmaz hale getirildi. Darbe sola karşı yapıldı. Ama
tehlikeli görülen tüm sağcılarda içeri alındı. Sürgünler, gözaltılar, işkenceler başladı. Orduda
kendi içinde sola karşı bir tasfiye girişimine başladı. Amaç ülkeyi yeniden biçimlendirmekti.
Gözaltına alınan kişiler için özel işkenceler ve sorgu merkezleri hazırlandı. İstanbul’daki merkez
Ziverbey Köşkü’ydü. Sorgu ekibini özel harp eğitimi almış subaylar ve emniyetten bazı isimler
oluşturuyordu. Köşkte sol görüşü savunduğu için gözaltına alınan birçoğu tanınmış isimler
işkencelere maruz kalıyordu. Köşkteki işkenceci komutanlardan biri tanıdık bir isimdi, Turgut
Sunalp. Sunalp, emekli olduktan sonra verdiği demeçlerde sorgulara katıldığını açıkladı. Üstelik
işkenceli sorguları yapanların özel eğitimli olduğunu da itiraf etti.
27 Mayıs’taki gibi Özel Harp Dairesi, 12 Mart darbesinden de etkilendi ve bu sefer hedefte iki
önemli isim vardı. Fuat Doğu ve Cihat Akyol. İlk görevden alınan Fuat Doğu oldu, iki ay sonra
Lizbon büyük elçiliğine atandı. Cihat Akyol ise tasfiye edileceğini anlamasının üzerine bir
dilekçe ile kıtaya çıkmak istediğini beyan etti ve talebi hemen kabul edilerek yeni görev yeri
Trakya Tümen Komutanlığı’na ataması yapıldı. Cihat Akyol’un yerine ise hiç vakit
kaybedilmeden Tuğgeneral Kemal Yamak atandı.
1973 yıllarına gelinmesine rağmen iki yıl önce gerçekleşen darbenin etkileri hala sürüyordu. Bu
iki yıldan beri Özel Harp Dairesi’nin başkanlığını Yamak yürütüyordu. Sıkı yönetim komutanı
ise Akyol’dan önce Özel Harp Dairesi başkanlığını yapan Recai Engin idi. Tüm generallerde
olduğu gibi Kemal Yamak ve Recai Engin’in de gözleri yapılacak olan Yüksek Askeri
Şura’daydı. Her ikisi de görevlerinde kalmak istiyordu ve neticede istedikleri oldu.
Bu sırada gerçekleşen cumhurbaşkanlığı seçiminde koltuğa oramiral Fahri Korutürk oturdu. Yeni
cumhurbaşkanını seçmiş olan Türkiye için kritik bir dönemdi. Çünkü genel seçimler de
yaklaşmıştı. Kritik olan ise iki yıldır yönetimin askerin elinde oluşuydu, yönetime gelecek
isimlerin bu yüzden çok önemliydi. Bu seçimlere sert konuşmalarıyla damga vuran bir isim
vardı:Bülent Ecevit. Bu konularla ilgili ilk açıklamasını MİT için yaptığı eylemler karanlıktır
diyerek istihbarat teşkilatı hakkında yapmıştı ki seçim tarihi yaklaştıkça açıklamalar da
sertleşiyordu. Bu kez Ziverbey’deki olaylarla ortaya çıkan kontrgerilla ve işkencecilerden hesap
soracağını söyledi ve seçim zamanı geldiğinde açılan sandıklardan CHP çıktı. Dolayısı ile
Başbakanlık koltuğu Ecevit’in oldu.
Seçim meydanlarında kontrgerilladan hesap soracağız diyen Ecevit zamanla büyük sürprizlere
şahit oldu. İlk önce Ecevit’in makam telefonunun MİT üzerine kayıtlı olduğu ortaya çıktı.
Başbakanı bile rahatça dinliyorlardı. Bu konu, Ecevit’in, konuştuklarımda sakınca içeren bir şey
yok açıklamasıyla kapatıldı. Asıl sürpriz ise, Ecevit’in kontrgerilla olarak bildiği varlığından
dahi haberdar olmadığı Özel Harp Dairesi’nin, Ecevit’in ayağına gelmesiydi. 1974 yılından beri
her yıl alınan ödenek pek sağlıklı olmadı. Yamak’ın Amerikalı yetkililerle görüşmesi pek sağlıklı
olmadı. İhtiyaç olan yeni silahların haberleşme sistemlerinin yenilerinin verileceğini yalnız bu
maliyetin ödenekten kesileceğini belirttiler.Özel Harp Dairesi ödeneği alamadı. Akabinde gerekli
paranın örtülü ödenekten sağlanması teklifi ortaya sürüldü. Yalnız bir sorun vardı. Bu ödeneğin
kontrolü başbakanın elindeydi. Teklifin kabul edilmesi çok zor bir ihtimaldi ama yine de Genel
Kurmay Başkanı Semih Sancar randevu alarak Bülent Ecevit ile görüşmeye gitti. Bu görüşme,
dairenin deşifre olduğu andı.
Ecevit, ilk defa gizli bir kuruluştan haberdar oluyordu. Semih Sancar yanında Özel Harp
Dairesi’ne ait evraklar da getirmişti. İstenilen paranın yüksek olması nedeniyle bir düşüneyim
diyerek evrakları Sancar’dan aldı. Bu Ecevit için eşi bulunmaz bir fırsattı. Ödeneği sağlaması,
Özel Harp Dairesi’ni kontrol altına almak demekti. Ödeneği verecekti ama Özel Harp
Dairesi’nin tüm girdi çıktılarını öğrenme şartını ileri sürüyordu. Ecevit, hemen Özel Harp Dairesi
hakkında bir brifing istedi. Genelkurmay Başkanı Semih Sancar Ecevit’i arayarak brifing
verileceğini söyledi. Ecevit, daire hakkında brifing alacak ikinci siyasetçiydi. Brifing çok gizli
tutulmuştu. Semih Sancar ve Kemal Yamak eşliğinde brifing başladı. Yalnız bir nokta Ecevit’in
kuşkularına kuşku eklemişti. Bunun sebebi Özel Harp Dairesi’nin sivil uzantılarının olmasıydı.
Özel Harp Dairesi’nin varlığından artık haberdar olan Ecevit dairenin sivil unsurlarını iptal
etmek için girişimlerde bulunduysa da bu konu askıya alındı, çünkü daha önemli gelişmeler
yaşanıyordu. Ecevit’in başbakanlık koltuğunda TSK, 20 temmuz 1974’te Kıbrıs’a çıktı. Adada
aktif görev alan birimlerden biri ise Özel Harp Dairesi’ydi. Daireye ek bir görev de tahsis edildi.
Adadaki tüm istihbarat faaliyetlerini Özel Harp Dairesi yürütmeye başladı. Ancak hareketin son
günlerine yaklaşılmasına rağmen Genel Kurmay’a da Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na da bir
bilgi gelmiyordu. Sonunda görevi Genel kurmay İstihbarat Dairesi üstlendi ve Deniz
Kuvvetleri’ne istihbarat sağlandı. Yamak’a göre Deniz Kuvvetleri Komutanı Kemal Kayacan’ın
istediği tüm bilgiler albüm halinde gönderildi ancak çok gizli damgalı olduğundan askerler
tarafından ilgili komutanlıklara gönderilmek yerine arşive kaldırılmıştı. Özel Harp Dairesi’nin
istihbarat toplamaması nedeniyle ilk gece genel kurmay ile adaya çıkmaya çalışan birlikler
arasında irtibat sağlanamadı. Ancak bir sonraki gün irtibat sağlanabildi.
Harekatın birinci aşamasının sonunda barış görüşmeleri başladı. Ama konferanslar devam
ederken Rumların oyalama taktiğini uyguladıkları görüşünü edinilmesi üzerine Türk birlikleri,
adanın üçte birlik alanını kontrol altına aldı. Özel Harp Dairesi’nin harekat sırasında hiç bir
istihbarat sağlamaması, Kıbrıs nedeniyle dairenin üstüne gitmeyen Ecevit’te pişmanlık yarattı.
Kıbrıs harekatı devam ederken Özel Harp Dairesi Başkanı Yamak’da Cenevre’de
konferanstaydı, ama kulağı Türkiye’deydi. Nedeni ise tayin haberini bekliyordu. Konferans
sırasında Yamak’a Özel Harp Dairesi başkanlığından alındığı haberi geldi. Yamak’ın yeni görev
yeri 4. Zırhlı Tugay Komutanlığı oldu. Hiç beklemeden yerine Tuğgeneral Sabri Yirmibeşoğlu
atandı. Sabri Yirmibeşoğlu’nun Özel Harp Dairesi başkanlığına geçtiği sıralarda ülkücülerin
eylemleri yeniden başladı. Rys KGB’sinin kurdurduğu ,llegal sol örgütler ülkeyi mantar gibi
sarmıştı. 12 Mart darbesinden sonra bu eylemler kesilmişti ama komünizm tekrar diriliyor
gerekçesiyle ülkücüler yeniden harekete geçiyorlardı ve bunun önünü açan siyasi gelişmeler
yaşandı. Milliyetçi cephe hükümeti kuruldu. Hükümetin kurulmasıyla Özel Harp Dairesinin
savaş dönemi için eğittiği ve ülkücüler arasından seçilen sivil unsurlar da sokağa çıktı. Kapatılan
komando kampları yeniden açıldı, sivil unsurlar bombalı eğitime dahi tabi tutuldu. Kamptan
çıkan yer altı unsurlarını oluşturan vatansever ülkücüler artık üniversiteler ve sokaklardaydı.
Solcular ise sokaklarda eylem yapıyor, ABD’yi protesto ediyor ve üniversitelerin eğitim
yapmasını imkansız hale getiriyordu. Sağ ve sol yapılanmaları yönetenler özel birimlerdi.
1976’dan itibaren ise vurucu güç olarak yaklaşık 50 kişilik bir ekip ortaya çıktı. Ekibin lideri ise
Abdullah Çatlı’ydı. Abdullah Çatlı ile ilgili karanlık bilgiler Özel Harp Dairesi’nde görevli bir
subay olan Korkut Eken’in itirafıyla ortaya çıktı. En önemlisi ise Korkut Eken’in Abdullah
Çatlı’nın Özel Harp Dairesi’nin sivil unsurlarından olduğu itirafıdır. Sabri Yirmibeşoğlu, Özel
Harp Dairesi görevini iki yıl sürdürdü ve dairedeki çalışmaların çizgisini hiç bozmadan başarıyla
devam ettirdi. Özel Harp Dairesi’nde görevini devam ettirirken 1 Eylül 1976 tarihinden itibaren
Türkiye’ye verilen NATO İstihbarat Daire Başkanlığı boşalıyordu. Askeri şurada bu göreve
Yirmibeşoğlu’nun getirilmesine karar verildi ve Özel Harp Dairesi görevinden alındı. Yerine ise
örgütçü ve askeri disiplini ile ön plana çıkan Tuğgeneral Atilla Erdoğan atandı.
Bu sırada tekrar faaliyete geçen komando kamplarındaki eğitimlerden çıkan sivil unsurların
yarattığı katliamlar gittikçe artıyordu. Bunun yanı sıra sol muhalefet de kendini hissettirmeye
başlamıştı. Özellikle işçiler sokaklara dökülüyordu. Tam bir direniş sergiliyorlardı ve sol, bu
hareketliliğini en güçlü şekilde 1 Mayıs 1977 kutlamalarında gösterdi. Herkesin korkusu bu
kutlamayı solcuların greve dönüştürmesiydi ve öylede oldu. Bu sırada Ecevit tekrar
meydanlardaydı ve en çok vurgu yaptığı konu yine Kontrgerilla’ydı. Özel Harp Dairesi adını
zikir etmese de kontrgerilla hakkında mitinglerde konuşarak Türkiye’nin önündeki seçimler için
epey oy topluyordu.
Ergenekon’un dezenformasyon ve fitne koordinatörü ve provokatörü Doğu Perinçek’in
kışkırtmasıyla 1 Mayıs 1977 günü geldiğinde sol gruplar yavaş yavaş büyük bir coşkuyla Taksim
meydanına ilerliyordu.Her yer bayraklarla doluydu. Herkes büyük bir coşku içindeyken bir el
silah sesi duyuldu, ardından iki el. İnsanlar ne olduğunu kestiremiyor panikliyordu. Çok
geçmeden yaylım ateşi başladı. Sol grupların kaçabileceği tüm yollar kapatılmıştı. Özellikle
dikkatleri çeken sular idaresinin üstünden ateş açan tetikçilerdi. Resmen bir ölüm tuzağı
kurulmuştu. 20 dakika süren provokasyon amaçlı saldırıda 34 kişi öldü ve bir çok kişi yaralandı.
1 Mayıs vahşetini gerçekleştirenler amacına ulaşmıştı. Terörün boyutu halkı korkutmuş, kimseler
sokağa çıkmaz olmuştu. Bu durum yaklaşan seçimlerde iktidar olması beklenen CHP’nin işini
zorlaştırıyordu. Bu durum Bülent Ecevit’i rahatsız ediyordu ve bu vahşette hiçbir iz
bırakılmaması, kusursuz bir plan olması nedeniyle aklına ilk olarak Özel Harp Dairesi geliyordu.
Bunun akabinde Ecevit Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ü daire hakkında bilgilendirmeye karar
verdi. Bunun için 6 mayısta Çankaya köşküne çıktı ancak Korutürk Ecevit’ten anlattıklarını
yazılı olarak göndermesini istedi. Ecevit Korutürk’ün isteğini yerine getirerek bir mektupla
durumu Korutürk’e bildirdi. Bu mektup Türkiye için dönüm noktalarından biriydi. Sır gibi
gizlenen Özel Harp Dairesi artık Cumhurbaşkanlığında’ki resmi belgelere girmiş oldu. Ecevit’in
mektubu çok önemli bilgiler içeriyordu. Özel Harp Dairesi’nin tüm inceliklerini mektupta
belirtmişti. Bunun üzerine Korutürk’de mektuba resmiyet kazandırarak birer kopyasını
genelkurmay başkanı Sancar ve başbakan Süleyman Demirel’e gönderdi.
1 Mayıs katliamından sonra Özel Harp Dairesi’nin eylemlerini gündeme getiren Ecevit’de
hedefti artık. Yaklaşan seçimler dolayısı ile meydanlara çıkan Ecevit’in peşini saldırılar
bırakmıyordu. Bu yüzden Ecevit gittiği her yerde önemli derecede güvenlik önlemleri
aldırıyordu. Artık seçimlere beş gün kalmışken ve Ecevit çalışmalarına devam ederken önemli ve
herkesi şaşırtan bir gelişme oldu. 1 Haziran 1977 günü Kara Kuvvetleri Komutanı Namık Kemal
Ersun emekliye sevk edildi. Üstelik iki ay sonra yapılacak askeri şura beklenmeden. Bir süre
sonra açıklama yapan Genelkurmay Başkanı Sancar TSK macera peşinde koşanlara asla iltifat
etmeyecektir açıklamasını yaptı. Ancak bir yıl sonra bu sözlerin anlamı ortaya çıktı. Namık
Kemal Ersun, CHP’nin iktidara gelmesini önlemek için darbe hazırlığına girişmişti. Sık sık darbe
girişimi için İstanbul’a giden Ersun, Özel Harp Dairesi çıkışlı generaller subaylar ile bir araya
geliyordu. Seçim kararının alınmasından sonra terör hızlandı, olaylar artış kazandı ve 1 Mayıs
vahşeti gerçekleştirildi. Dolayısı ile 1 Mayıs katliamının arkasında Ersun ve ekibi vardı. Darbe
girişiminin arkasındaki fiili isim ise Alparslan Türkeş’ti. İki ay sonra askeri şura yapıldı ve
Ersun’un ekibinin tasfiyesi kararı alındı. Akabinde 850 subay ordudan atıldı. Atılanlar arasında
Özel Harp eski başkanı Recai Engin ve Korgeneral Musa Öğün’de vardı.
5 Haziran 1977 de Ersun emekliye sevk edilerek özel harpçilerin darbe girişiminin önüne
geçilmiş oldu. Başbakan Süleyman Demirel darbecilerin önünün tamamen kesildiğini
düşünüyordu. Ancak Ecevit’in hükümeti kurmasıyla özel harpçiler tekrar harekete geçti.
Unutulan bir isim vardı. Orgeneral Vecihi Akın. Özel Harp Dairesi’nin de kendisine bağlı olduğu
Akın’ın Ersun’a çok yakın olduğu biliniyordu. Ama ne diğerleri gibi emekliye sevkedildi ne de
kızağa çekildi. Ancak Doğan Öz cinayetinden sonra Akın, İzmir’de NATO karargahına atanarak
kızağa çekildi. Nedeni ise yeni bir darbe hazırlığıydı. Gizli toplantılar ve girişimler oldu. Bu
darbe girişiminin istihbaratını ise MİT sağladı. Yine bir sonuç alınamamış bir darbe girişimi
oldu.
1978’li yıllara gelinmişti. Büyük Reis Abdullah Çatlı’nın liderliğindeki 50 kişilik ekibin yarattığı
terör hızını gün geçtikçe arttırıyordu. Büyük eylemler, cinayetler hatta alışılmamış tarzda, adrese
bomba yollamak gibi bir sürü eylem gerçekleştiriyorlardı. Bu sırada sivil unsurların hedefi haline
gelen Ecevit 1978 yılının yazında Sarıkamış’taydı. Bunun üzerine Kahramanmaraş’taki sivil
unsurlar Türkiye tarihindeki en büyük katliam planlarından birini uygulamaya başladı. Siyasal
cinayetlerden katliamlardan sonra sıra inanç ayrımcılığı yaratmaktı. Bu katliam da tıpkı 1 Mayıs
gibi özel harp tarzı bir olaydı. Bu kez hedef Alevilerdi. Türkiye’yi 12 Eylül 1980 darbesine
götüren olaylardan biri Kahramanmaraş olaylarıdır. Bu dönemde Türkeş başbakan yardımcısıydı
ve MİT ve diğer istihbarat örgütlerinin tek hakimiydi. Türkeş bu dönemde bir planı devreye
soktu. Bu plana göre Kahramanmaraş gibi kentler Türklüğün kökenlerinin bulunduğu kentlerdi
ve bu kentlerdeki alevi ve solcular dokuyu bozuyordu. Bu kentler ülkücü örgütlenmenin cephesi
yapılmalıydı. Olaylar hemen başladı. Eylemler başladı, bombalar atılmaya başlandı. Hiç ara
verilmeden olaylar ikinci günde devam etti. Alevilerin evleri dükkanları yağmalandı. En ilgi
çekeni de güvenlik güçlerinin ortada olmamasıydı. Olaylar aynı 6-7 eylül olaylarını andırır
nitelikteydi. Hemen 13 ilde sıkıyönetim uygulandı. Sonunda yönetime asker de aktif şekilde
dahil oldu. Bülent Ecevit’e göre Kahramanmaraş olaylarının asıl amacı hükümeti sıkıyönetime
mecbur bırakmaktı. Evet amaç kesinlikle buydu.
Kahramanmaraş olaylarının aynısı Çorum’da da organize edildi. Yine hedef Alevilerdi. Evleri
tarandı, yağmalandı, kayıplar verdirildi ama Kahramanmaraş olayları kadar aktif bir durum
olmamıştı. Kusursuz bir organizasyon ile sivil unsurlar istediği noktaya ulaşmıştı. 1980 yılında
suikastler doruk noktasına ulaştı. Kahramanmaraş ve Çorum’un yanı sıra öyle katliamlar
oluyordu ki resmen darbeyi çağırır nitelikteydi ve sonunda çağırılan darbe 12 Eylül sabahı geldi.
Siyasi partiler sivil toplum kuruluşları kapatıldı, meclis feshedildi. Yüzlerce kayıp verildi
idamlar oldu işkencelerde ölenler oldu. Bu kez darbeden MHP’de nasibini aldı ancak Çatlı ve
Oral Çelik gibi devletle bağlantılı darbeye ortam hazırlayan kişiler çoktan yurtdışına kaçmıştı.
Sivil unsurlarının darbeye ortam hazırladığı Özel Harp Dairesi darbede de aktif görev aldı.
Darbeyi hazırlayan Orgeneral Haydar Saltık’tı. Saltık darbeden bir yıl önce çok özel bir birim
kurdu. Çok gizli bir dosya hazırladı ve komutanlara sundu. Bu darbe planı hazırlanırken üç
kurumdan yararlanıldı. Genelkurmay Harekat Başkanlığı, Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı ve
Özel Harp Dairesi. Doğrudan Saltığ’a bağlı olması nedeniyle istihbarat kaynağı Özel Harp
Dairesi’ydi. Darbe iznini alan ise NATO eğitimli Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya
oldu. 12 Eylül darbesi Türkiye’nin miladı oldu. Özel Harp Dairesi’nde 12 Eylül’den sonra
değişiklikler oldu. İlk değişen ise dairenin başkanı oldu. Tuğgeneral Aydın İlter, Kenan Evren
tarafından dairenin başına getirildi. Özel Harp Dairesi’nin hareketli günleri darbeden sonra
geride kaldı. Yalnızca ASALA operasyonları yapıldı. Hedef olan komünistler yargılanmış idam
edilmiş, ceza evlerine konmuştu. Bu dönemde Özel Harp Dairesi’nin kökeninde değişikler
yapılıyordu. Operasyonel görevler üstlenecek özel birlikler kuruluyordu. Sürekli eğitim gören bu
birlikler herhangi bir operasyonda verilecek görevi bekliyorlardı. İlter, Özel Harp Dairesi’nin
başındaki görevini 3 yıl sürdürdü. İlter, görevini 1983’te Tuğgeneral Cumhur Evcil’e devretti.
Özel Harp Dairesi’nde her yıl bir ekip Amerikan özel kuvvetleri kamplarına gönderiliyordu ve
zamanla bu kamplara gönderilen subay sayıları arttı. Giden yeni ekip arasında ilk sırada yer alan
iki isim vardı. Korkut Eken ve Eşref Hatipoğlu. Amerikan özel kuvvetlerinin aldığı eğitimin bire
bir aynısını aldılar.
Bu ekiplerin Amerika’dan dönmesiyle birkaç yıl önce kurulan ama pasif kalan özel birlikler
komutanlığı tam olarak aktif hale geçirildi. Bu komutanlık başına ise Korkut Eken getirildi. 1984
yılında iki yıl süren bu sıkı eğitimlerin sonunda bu timlerin sayısı dört olmuştu. Tamamen subay
ve astsubaylardan oluşuyordu. Yeni timlerin oluşturulması çalışmaları sürerken Türkiye yepyeni
bir tehditle tanıştı: PKK terör örgütü. 15 Ağustos 1984 günü akşam 21:00 sularında Siirt’in Eruh,
Hakkari’nin Şemdinli ilçeleri silahlı bir grup tarafından basılmıştı. Büyük bir şaşkınlık vardı,
çünkü hiç kimsenin beklemediği bir şeydi. Tüm yasadışı faaliyet yapacak kişiler darbe
dolayısıyla etkisiz hale getirilmişti. Bu tarih, PKK terör örgütü ile tanıştığımız tarih oldu ve örgüt
Türkiye ye karşı gerilla savaşını başlatmıştı. Bölgede ne polis ne de asker tam manasıyla bir
direniş gösterememişti. Akıllara gelen ilk isim Özel Harp Dairesi oldu ve hazırlanan timlerin
Güneydoğu’ya gönderilme kararı alındı. Ardından dört özel tim bölgeye kaydırıldı. Timlerin
başında ise Binbaşı Korkut Eken vardı. Yıllardır illegal görevlerde yer alan Özel Harp
Dairesi’nin artık resmi ve legal bir görevi vardı. PKK terör örgütü ile çatışmaya giriyorlardı. Bu
artık yüz üstüne çıkmanın belirtileriydi. Bu çatışmalarda Astsubay Yüksel Batır yaşamını yitirdi.
Batır, Özel Harp Dairesi’nin ilk şehidi olarak kabul edildi.
Artık Özel Harp Dairesi iyice yüz üstüne çıkmıştı. Hatta ilk defa basın karşısına geçtiler. Özel
Harp Dairesi Başkanı sıfatıyla basın karşısına çıkan ilk komutan Tuğgeneral Kemal Yılmaz oldu.
Kemal Yılmaz görevi devraldıktan altı ay sonra korgeneral Doğan Beyazıt’la basın karşısına
geçerek soruları cevaplandırdılar ama soruların cevaplanması kontrgerilla tartışmasının
kapanması yerine daha da ateşlenmesini sağladı. Bu sırada Genelkurmay Başkanlığı’na Doğan
Güreş paşa getirildi. Güreş paşanın da rahatsızlığı Özel Harp Dairesi’ydi, daire hakkındaki
tartışmaların son bulmayacağını görüyordu. Çünkü NATO bünyesindeki diğer gizli ordular
tartışmaların kurbanı olarak çil yavrusu gibi dağıtılmışlardı.
Ordu PKK terör örgütü ile mücadele için kullanılan Özel Harp Dairesini kapatmak, sivil
unsurlarını dağıtmak yerine yeni bir yapılanmaya gitti. Bu yapılanma ile bizzat Güreş paşa
ilgilendi.Bu yapılanma için Güreş para İngiltere ardından Amerika’ya giderek iki benzer özel
kuvvetleri görerek Özel Harp Dairesi’nin yapısında da değişikliğe gitti ve 1991 Eylül’ünde
dairenin adı “Özel Kuvvetler Komutanlığı“olarak değiştirildi. Bu ismin verilmesinin
sebeplerinden biri kontrgerilla suçlamasının üstünü kapatmaktı. Diğeri ise PKK terör örgütü
terörüne karşı son teknoloji ile donanımlı özel eğitimli askerlerle savaşmaktı.
Özel Kuvvetler Komutanlığı bugün üç unsurdan oluşuyordu; Bunlardan birincisi, işgal ve savaş
durumunda cephe gerisinde düşmanı bozguna uğratacak adı Seferberlik Tetkik Kurulu yani Özel
Harp Dairesi’nin ilk adı olan sivil unsurlar. Özel Harp Dairesi, Özel Kuvvetler Komutanlığı adını
aldığında sivillerin bağlı olduğu birim bir daireye dönüştürüldü, sayılarında artışa gidildi.
İkinci temel yapı ise, savaş ve işgal sırasında geri örgütlenmeyi yapacak askerlerden oluşuyordu.
Bu askerlerin bağlı olduğu yer, Muharebe Arama Kurtarma (MAK) Birliği’dir. Özel kuvvetlerin
en iyi yetişmiş subay ve astsubaylarının yer aldığı bu birim savaş ve işgal durumlarında cephe
gerisinde çok kritik noktalarda görev yapmak için eğitiliyordu.
Üçüncü temel yapı ise, terör olaylarında görev yapan timlerin bağlı bulunduğu özel kuvvetler
oluşturuyordu. Tugay seviyesinde olan bu kuvvet Amerikan özel kuvvetleri örnek alınarak
yapılandırılmıştı. Bu kuvvet Bordo Bereliler olarak da biliniyor ve bu kuvvetin eğitilmesine daha
fazla ağırlık veriliyordu.
Silahlı kuvvetler içinde en seçkin birlik olan özel kuvvetler personeli tamamen gönüllülük
esasına göre seçiliyordu. Eğitim tam 3.5 yıl sürüyor. iki yılı temel özel harp eğitimiyle geçiyor ve
eğitimdeki istihbarat dersleri önemli yer tutuyordu. Gizli haberleşme, Gizli faaliyetlere giriş,
gizli harekat tekniği, mülakat ve sorgulama, takip ve takipten kurtulma, istihbarat ve istihbarata
karşı koyma vb dersler alıyorlardı. Askeri derslerde gayri nizami harp üzerine kurulu: keşif, dikiz
ve gözlem, hedef analizi, tahrip, gerilla harekatı, kurtarma kaçırma, psikolojik harekat, liderlik
sabotaj, karadan ikmal, gizli hava harekatı, gizli deniz harekatı, hayatı idame, sualtı taarruz,
paraşüt, sızma, suikast, sabotaj, komando, yakın dövüş, harita okuma, taktik akın, kaçma
kurtulma, pusu dersleri ve pratik uygulamalarla kusursuz savaş makinesi oluyorlardı.
Temel kurslar harici eğitim sürecinin büyük bir bölümü tatbikatlarla geçiyordu. Bir yıl
uzmanlaşacakları alan ile ilgili eğitim görüyorlardı. Eğitimin son altı ayında ise alana hazırlık
olması açısından operasyonlara geçiliyordu. Bu süre zarfında çok sıkı bir yabancı dil eğitiminden
geçiriliyorlardı. Kursların bitmesi eğitimin bitmesi anlamına gelmiyordu. Timler eğitimlerini
sürekli tazeliyor ama PKK terör örgütü ile mücadele buna pek fırsat bırakmıyordu. Diğer
ülkelerde yapay hedefler üzerinde çalışan kuvvetlerin yanı sıra özel kuvvetler, Güneydoğu’da
aldığı tecrübeleri kullanıyordu. Her tür doğa koşuluna göre yetiştiriliyor, her tür teknoloji ile
donatılıyorlardı. Subay ve astsubaylardan oluşan ekipler, rütbelere göre A ve B timlerine
ayrılıyordu. A timinde tamamen subaylar yer alıyordu. Bu timde görev alan subaylara geleceğin
generalleri gözüyle bakılıyordu. B timleri ise astsubaylardan oluşuyordu. Tim komutanı ise bir
subay oluyordu. Son dönemde ise uzman çavuşlar da özel kuvvetlere alınmaya başlandı.
Güneydoğu’da bugün PKK terör örgütü ile bu timler çatışmaya giriyordu. (139) Bu noktaya nasıl
geldik?Bir ulus devlet kurma süreci olarak, özellikle Birinci Dünya Savaşı sonrası ve Kurtuluş
Savaşı yılları (1918-1923) gayri Müslimlerin kanlı çatışmalarla tasfiye edilip, egemenler içinde
muazzam değişimlerin yaşandığı bir dönem oldu. Yeni kurulan devletin baskı aygıtları böylesi
bir dönem içinde yapılandırıldı. İttihat Terakki'nin kurduğu ve ülkemizde modern kapitalist
devlete özgü ilk istihbarat örgütü sayılabilecek olan "Teşkilat-ı Mahsusa"dan (Özel Teşkilat)
Cumhuriyetin ilk yıllarında (1927) Milli Amele Hizmeti'ne (MAH) evrilen yapılanma,
Osmanlı'nın son yıllarından 1945'e kadar süren ilk dönemde, gerek ihtilalci bir sürecin içinden
gelmekten gerekse yeni devletin kuruculuk misyonunu taşımaktan ötürü günümüze dek son
derece etkili izler bıraktı. Modern devlete özgü baskı aygıtlarının oluşumundaki bu sürekliliğin
tarihsel kökleri Teşkilat-ı Mahsusa'nın kuruluş yıllarındaki koşullara dek uzanır. Rum, Bulgar,
Ermeni, Arap ve diğer milletlerin İmparatorluktan kopmak için yürüttükleri bağımsızlık
mücadeleleri esas olarak çete savaşları (gerilla savaşları) olarak gelişmekteydi. Sonradan
Cumhuriyet kadrolarını oluşturan İmparatorluk ordusunun subayları da önce bu çete savaşlarına
karşı mücadele içinde piştiler. Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet'in kuruluş süreci boyunca
kendileri de çete savaşları verdiler. Cumhuriyet'in ilk yıllarında da özellikle Kürt isyanlarını
bastırmak için bu yöntemleri zaman zaman kullandılar. Dolayısıyla "kontrgerilla yöntemleri",
ülkemiz egemenleri açısından bildik geleneksel yöntemleri miras almaktadır. 1948'de "Özel
Harp" eğitimi almak üzere 16 subay ABD'ye götürüldü. Ekibin liste başında, Yüzbaşı Turgut
Sunalp (12 Eylül sonrasında askerin partisi olarak kurdurulan ve iktidara hazırlanan MDP
başkanı) ve 1944'de Nazilerle bağlantılı "Turancılık Davası" sanıklarından Yüzbaşı Alpaslan
Türkeş vardı. Diğerleri ise Daniş Karabelen, Ahmet Yıldız, Mucip Ataklı, Suphi Karaman, Fikret
Ateşdağlı, Refik Tulga gibi isimlerden oluşuyordu. Özel Harpçilerin ilk pratiği 1950'de Kore
Savaşı'nda yer almak oldu. Savaşa katılan Özel Harpçi ekip içinde en yüksek rütbeli olan Daniş
Karabelen, eğitimini aldıkları ve Kore'de uygulamaya sokulan işkenceli sorgu tekniklerinin,
sabotaj, suikast gibi pratiklerin Türkiye'ye dönüldüğünde komünistlerle mücadelede kullanılması
için ekiptekileri özel olarak eğitmekteydi. Kore'de eğitilen ekibe, daha sonra 12 Mart darbesinde
(1971) İstanbul Sıkıyönetim Komutanı olan Faik Türün de katılmıştı. 1950'de tüm solcular
fişlenirken, 1951'de TKP'nin kökünü kazımaya yönelik ünlü "1951 tevkifatı" gerçekleştirilecek,
birçok solcu işkenceli sorgulardan sonra yıllarca kalacakları cezaevlerine atılacaklardı. Bunun
yanı sıra 1950'de Amerika'daki World Anti-Communist League (Dünya Anti-Komünist Birliği)
ile bağlantılı olarak Türkiye'de "Komünizmle Mücadele Dernekleri" kurduruluyordu.
Kapatıldıkları 1960 ortalarına kadar Anadolu'nun her tarafına yaygınlaştırılan bu dernekler,
KGB’nin kurdurduğu ateist yapılanmalarla savaşıyordu. 1950'de Demokrat Parti'nin iktidara
gelmesiyle Türkiye-ABD ilişkileri çok yakınlaşmıştı Türkiye, DP döneminde, Ortadoğu'daki en
Amerikancı devletlerin ve Soğuk Savaş politikası taraftarlarının başında sayılır hale gelmişti.
Nitekim İnönü döneminde NATO'ya girme talebi reddedilen Türkiye, 1951'de üye yapıldı.
NATO'ya üye olunurken sadece Cumhurbaşkanı, Başbakan, Milli Savunma, İçişleri, Adalet
Bakanları'nın imzaladığı, parlamentonun gerisinden gizlenen NATO Ek Protokolü'yle Türkiye'de
NATO'ya bağlı gizli bir ordu kurulması karara bağlanmış oldu. Özel Harp eğitimi alanlar
arasından seçilen bir grupla, Türkiye'de bu gizli ordu 1952 yılında kuruldu. Adı "Özel Harp
Dairesi" (ÖHD) oldu ama bu isim gizlendi. Kağıt üzerinde, "Seferberlik Tetkik Kurulu" adıyla
ordu bağlantılı sıradan bir resmi daire olarak kamufle edildi. Maaşlar ve teçhizat, Türkiye'nin
1974'deki Kıbrıs Harekatı'na tepki olarak başlayan ABD ambargosuna kadar, CIA tarafından
karşılandı. ÖHD'nin başkanlığı'na Kore Savaşı sonrasında Tuğgeneralliğe yükseltilen Daniş
Karabelen getirildi. Daniş Karabelen'in sicili Türkiye'deki baskı aygıtları arasındaki sürekliliği
göstermesi açısından tipiktir. Karabelen Teşkilat-ı Mahsusa'dan gelmekteydi; ilk gayri nizami
harp tekniklerini Birinci Dünya Savaşı'nda Maltepe'deki Teşkilat-ı Mahsusa kamplarında
öğrenerek Filistin Cephesi'nde savaşmıştı. Yaralandığı savaş sonrasında Maltepe'deki eğitim
kampında eğitimcilik yaparken Teşkilat-ı Mahsusa'nın liderlerinden Yenibahçeli Şükrü Oğuz'un
yardımcısı oldu; İttihat Terakki'cilerin ÖHD'ye benzeyen, içinde sivillerin de görev aldığı, ünlü
"Karakol" ekibi içinde yer aldı; 1948'de ilk özel harp eğitiminden geçirilenler arasında yer alarak
Kore'deki ekibi eğitti. DP döneminde ordu içindeki sömürücü-gerici grubun ana odaklarından
birisi olan ve DP'nin dolaylı destekçisi görüntüsüne bürünen ÖHD ve kontrgerillanın
ülkemizdeki ilk büyük icraatı Kıbrıs konusunda oldu. Özellikle Rumlar arasında gelişen solu ve
emperyalizmden bağımsız Kıbrıs taleplerini durdurmak için, ABD ve İngiltere adayı ikiye bölme
planını yürürlüğe koydu. ABD karşılıklı milliyetçiliği kışkırtmak üzere, Rum kesiminde EOKA
adlı faşist örgütü kurdurup Türklere karşı katliamları düzenletirken; Türkler arasında da TMT'yi
(Türk Mukavemet Teşkilatı) kurdurdu. Daha önceden İngiliz istihbaratına çalışmış olan Rauf
Denktaş'ın da yer aldığı TMT'nin kurulması ve çatışmanın örgütlendirilmesi tamamen ÖHD
eliyle yürütüldü. Kıbrıs politikalarının Türkiye içinde meşrulaştırılması ve esas olarak Rum
azınlığa karşı göçü zorlama, kısmen de sola karşı bir sindirme harekatı geliştirilerek İstanbul'da
6-7 Eylül olayları (1955) düzenlendi. Büyük bir talan, tasfiye ve sindirme operasyonu olarak
gelişen bu operasyon, ülkemizdeki ilk büyük kontrgerilla operasyonu olarak tarihte yerini aldı.
Operasyonun resmi bilançosu, 3 ölü, 30 yaralı; 73 kilise, 1 havra, 8 ayazma, 2 manastır, 3584'ü
Rumlara ait olmak üzere 5583 işyeri ve evin tahrip edilip, yakılması oldu. 27 Mayıs gelişen
sanayi burjuvazisinin ve kentli orta sınıfların desteğinde sivil-asker bürokrasinin başı çektiği ve
çağın koşullarına (yani yeni sömürgeciliğin yeni koşullarına) artık ayak uyduramayan DP
karşısında ABD'nin de arka çıkmak durumunda kaldığı bir darbeydi. Bu açıdan, DP'nin elimine
edilmesinin ardından asıl hesaplaşma darbe sonrasındaki süreçte, bu güçler arasında sürdü. 27
Mayıs'tan 12 Mart darbesine kadar, tüm 60'lı yıllar sivil-asker bürokrasi içinde büyük bir
çatışmaya sahne oldu. 27 Mayıs'ın ilk sıcak atmosferi geçer geçmez, ordu içinde büyük bir
gerilim içten içe tırmanmaya başlamış, birçok cuntacı ekip organize olmaya yönelmişti. 27
Mayıs darbesini emir-komuta zincirini kırarak gerçekleştirirken önemli bir erk elde eden ordu
içindeki sömürücü-gerici grubu temsil eden unsurlar da, özellikle ordu içindeki sol eğilimli
(Doğan Avcıoğlu ve Yön ekibinin başını çektiği) "radikal-milliyetçi" cuntacı oluşumlara karşı,
yeniden toparlanmaya ve fırsat kollamaya girişmişlerdi. Bu koşullarda 27 Mayıs darbesi devletin
tüm baskı aygıtlarında ve kontrgerilla faaliyetlerinde bir alt üst oluşa ve duraklamaya yol açtı. 27
Mayıs'ın hemen ardından ÖHD ve MAH'ın faaliyetleri, önemli ölçüde askıya alındı. Ordudan
gelen 27 Mayısçı subaylar, duruma el koyarak bu kurumların DP dönemindeki gibi esas olarak
içerdeki sömürücügerici grubun aparatları olarak işlevlenmelerini engellediler. 1960'larda
egemenler arasındaki çatışma atmosferi ve bu özgün koşullarda yapılan 27 Mayıs Anayasası
nispeten özgürlükçü bir ortam için uygun koşullar oluşturmuştu. dışa bağımlı bir sanayileşme
hızla gelişmeye başlamıştı. 1960'ların asıl çarpıcı olgusu, bu koşullarda yeni gelişmekte olan işçi
sınıfının, sola yönelen orta sınıf aydınların, Kürt ve Alevi toplulukların etkili bir siyasal
hareketlilik içine girmeleriydi.TİP'in kurulması ve 1965 seçimlerinde gösterdiği başarı; Türkİş'ten kopan beş sendikanın önderliğinde DİSK'in kurulması; yaygınlaşan grevler, toprak
işgalleri, üretici mitingleri ve en önemlisi üniversite gençliğinin yükselen devrimci mücadelesi
bu hareketliliğin somut görüntüleriydi. 27 Mayısçıların tüm çabalarına rağmen, 1965 seçimlerini
DP'nin devamcısı olan Demirel başkanlığındaki AP'nin kazanması, gerilimin tırmanmasına yol
açtı. Demirel, Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay ile el ele vererek yasal statüsü olmayan MAH
yerine ordunun ağırlığında resmi olarak kurulan MİT ve ÖHD'nin önünü açtı. Ödenekler
hızlandırıldı, faaliyetler yoğunlaştırıldı. Bu yıllarda Ortadoğu'da ve ülkemizde ilerici rüzgarı
durdurmayı hedefleyen ABD sadece devlet içinden kurumsal değişimi zorlamanın yansıra, çok
yönlü bir kuşatma faaliyeti sürdürmekteydi. Bu çerçevede ABD'nin "yeşil kuşak" projesi
çerçevesinde komünizmi kuşatmak isteniyordu. Türk generalleri dirensede Necmeddin
Erbakan’a tüm dini tarikat ve yapılanmaları bir siyasi parti çatısı altınd aörgütleme emir CIA’den
verildi. Dönemim Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler ve Hava Kuvvetleri Komutanı
Muhsin Batur’a sadece İsviçre’ye gidip orada öğretim üyeliği yapan Erbakan’ı ikna etmek
düşmüştü. Bir tiyatro oynanıyordu ve oynatanlar her zaman kazananlardı. Partisi beş defa
kapanıp açılan Erbakan derin koruma altında olduğunu biliyordu. Bu arada 27 Mayıs'ı
düzenleyenler arasında yer almasına rağmen, bir süre sonra Hindistan'a gönderilerek kızağa
çekilen Türkeş, yurda döndükten hemen sonra arkadaşlarıyla birlikte Bölükbaşı'nın Millet
Partisi'ne (CKMP) girmiş ve partiyi ele geçirerek MHP'nin inşasına yönelmişti. Bu girişimde
Yeşik Kuşak projesinin bir parçasıydı. 1965 öncesinde resmi kanallarda duraklatılan kontrgerilla
faaliyetlerinin gayri resmi bir biçimde sivil kanallar aracılığıyla yeniden başlatılmasına dönük bir
operasyondu ve gelişmeye başlayan solu durdurmak üzere tezgahlanmıştı. Nitekim bu
girişimlerin ardından, 1965 sonrasında, 27 Mayıs'ın ardından emekli edilen ÖHD başkanı
tümgeneral Daniş Karabelen'in önerisi doğrultusunda, MHP'li öğrencilerin "komando
kamplarında" özel harp eğitimlerine tabi tutulmasıyla, sivil faşist çeteler organize edilmeye
başlandı. 1970'e gelirken devrimci öğrencilerin katledilmesiyle başlayıp, 1975'ten sonra iç savaşa
doğru gelişen sürecin önü böylece açılmış oldu. Kontrgerillanın organize ettiği faşistlerin
saldırıları, öğrenci gençliğe dönük ilk cinayet olan 1969'da Taylan Özgür'ün öldürülmesinin
ardından sıçrama gösterdi. 12 Mart 1971 darbesine kadar, iki yılda onlarca gençlik önderi
komando kamplarında eğitilen faşistlerce katledildi. 1971'e gelirken ordu içinde çeşitli darbe
tezgahları mevcuttu ve yer yer bunlar iç içe geçiyordu. Bu süreçte kontrgerillacı güçler,
devrimcileri zan altında bırakmak ve kaos ortamı yaratarak darbeye uygun zemin hazırlamak için
çeşitli provokatif eylemler gerçekleştiriyorlardı. Kasım 1970'de İstanbul Taksim'deki Atatürk
Kültür Sarayı'nı yaktılar ve bu kontrgerilla eylemini solcuların üzerine attılar. 1967'den 1971'e
kadar ÖHD'nin başında tümgeneral Cihat Akyol, MİT'in başında ise General Fuat Doğu vardı.
Birbiriyle geçinemeyen bu ikili aynı kanat içinde yer alıyorlardı ve her ikisi de 27 Mayıs
sonrasında sarsıntı geçiren başında bulundukları örgütleri, bu dönemde kurumlaştırmayı
başarmışlardı. Her iki kurum da 12 Mart döneminde kritik görevler üstlenecek, egemenler içi
çatışmalarda kilit roller oynayacaktı. Cemal Madanoğlu, Doğan Avcıoğlu, İlhan Selçuk gibi sol
cuntacıların oluşturduğu "radikal-milliyetçi" ekip, Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler ve
Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur'un başını çektiği "devletçi-otoriter" güçleri de
yanlarına almayı hedefledikleri bir askeri darbeyi 9 Mart 1971 günü için planlamışlardı. Ancak
darbe yapılamadan önlendi. 27 Mayıs sürecinde ve sonrasında sömürücügerici gruba kanada
karşı ittifak yapan "radikal-milliyetçi" ekip ile "devletçi-otoriter" güçlerin ittifakı bu süreçte
bozuldu. Sömürücü-gerici grupla işbirliği yapan Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler ve
Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur'un başını çektiği "devletçi otoriter" güçler, 9 Martçıları
kandırarak darbeyi ertelediler ve 12 Mart'ta sömürücü-gerici grupla birlikte darbe yapıp 9
Martçıları tasfiye ettiler. Ordu içinde büyük bir tasfiye operasyonu düzenlendi ve yüzlerce 9
Martçı, yurtsever, solcu, devrimci subay ordudan ihraç edildi, emekliye ayrılması sağlandı. Bir
süre sonra da büyük bir kısmı tutuklanarak açılan kitlesel, geniş davalarda sanık sandalyesine
oturtuldu. Darbenin hemen sonrasında, cunta içinde kapışma hemen başladı. Cunta, "devletçiotoriter" güçler ve "sömürücü-gerici" güçler olarak ikiye bölünmüştü. Devletçi-otoriter
bürokrasiye hakim olmaya çabalayarak, resmi kurumları kontrol altında tutmaya gayret ediyordu.
12 Mart'ın hemen sonrasında hükümetin, Muhsin Batur'un ve devletçi-otorter güçlerin güçlü ismi
Faruk Gürler'in ağırlık koymasıyla, MİT'in başındaki general Fuat Doğu ve ÖHD'nin başındaki
tümgeneral Cihat Akyol görevlerinden alındılar. Birbiriyle pek geçinemeyen bu özel harpçi ikili
12 Mart sürecine gelirken yaşanan olaylardan ve kaotik ortamdan sorumlu tutulmaktaydı. Fuat
Doğu Gehlen'in öğrencisi ve sıkı bir hayranıydı. Cihat Akyol ise orduda meşhur "Beyaz Kitap"
olarak bilinen gayri nizami harp zihniyet ve tekniklerinin anlatıldığı kitabın yazarıydı. Buna
karşın sömürücü-gerici grup da İstanbul Sıkıyönetim komutanı olan özel harpçi Orgeneral Faik
Türün'ün himayesinde özellikle İstanbul'da icraatlarına devam etmekteydi. Ziverbey Köşkü'ne
tezgah kuran kontrgerilla ekipleri içinde MİT'çi Hiram Abas ve Mehmet Eymür'den, ÖHD'den
Orgeneral Turgut Sunalp'a dek sonraki yıllarda ünlenecek pek çok "siyasal" şahsiyet mevcuttu.
İşkenceli sorgularla devrimcilere dönük operasyonların, yanı sıra pek çok aydın hakkında
davaların açılması burada tezgahlanıyordu. Bu arada Ziverbey sömürücü-gerici grupla siyasal
ortamı etkileyecek hamlelerinin gerçekleştirildiği üsse dönüşmüştü. Cuntanın diğer yarısının
başındakileri, mesela Muhsin Batur'u 9 Martçıların arasına katarak mahkum ettirmeye dek
uzanacak ifadeler burada işkenceli sorgularla alınmaktaydı. Bu arada 5 Mart 1972'de Marmara
yolcu gemisi yakıldı. 28 Haziran 1972'de ise Eminönü araba vapuru batırıldı. Bu tipik
kontrgerilla eylemlerinden yine "komünistler" sorumlu tutuldu. Bu eylemler Ziverbey'deki
işkenceli sorgular sonrasında 9 Martçılara eklenen pek çok aydının yargılandığı davada suçlama
konusu oldu. 12 Mart döneminde kontrgerilla tüm sola karşı yürütülen katliamlarda,
operasyonlarda, işkencelerde aktif olarak yer aldı. Hüseyin Cevahir'in öldürüldüğü ev
baskınından, İsrail elçisi Elrom'un kaçırılması sonrasında tüm İstanbul'un ev ev aranmasına; bu
süreçte Ulaş Bardakçı'nın katledildiği ev baskınından, Kızıldere'de Mahir Çayan'ın da içinde yer
aldığı 10 devrimcinin özel olarak katledilmesine kadar tüm operasyonlarda MİT'çi Hiram Abas,
Mehmet Eymür ile ÖHD ekibi iş başındaydı. ÖHD'nin 1971'den 1974'e kadar başkanlığını
yürüten Tuğgeneral Kemal Yamak döneminde birçok cinayet, sabotaj gerçekleştirildi. Kemal
Yamak 1988'de Cumhurbaşkanı olan Özal'ın danışmanı olacaktı. Bu olgu sömürücü-gerici
grubun sürekliliğini ve 1980'ler sonrasında Özal'ın arkasında saf tuttuğunu gösteren iyi bir
örnektir. 12 Mart'ın son safhasına girilirken, 1973 yazında Genelkurmay Başkanı olan Faruk
Gürler, kısa bir süre sonra Cumhurbaşkanı olmaya soyunmuştu. Ancak cunta içindeki sömürücügerici grup Faruk Gürler'in adaylığına karşıydı. Cunta içindeki bu çatlağı gören Demirel ve
Ecevit el ele vererek, bir son dakika manevrasıyla Faruk Gürleri değil, emekli oramiral Fahri
Korutürk'ü Cumhurbaşkanı seçtiler. Emekli olan Faruk Gürler'i siyasetten tasfiye ederek 12 Mart
dönemini noktalamış oldular. 12 Mart döneminde 1961 Anayasası'nın nispeten özgürlükçü
yanları törpülendi. Hak ve özgürlükler budandı. Krizdeki dünya ekonomisinin yansıması olarak
halk yığınları aleyhine pek çok düzenleme yapıldı. Bu ekonomik düzenlemelerden tekelci
sermaye palazlanarak çıktı. 12 Mart darbesi egemenler açısından kazançları kadar kayıpları da
olan bir dönem olarak son buldu. Kazançlar hanesinin başında, ordu içinde 27 Mayıs sürecinde
önemli bir inisiyatif odağı haline gelen (ideolojik pozisyonu Doğan Avcıoğlu'nun Kemalizmi
soldan yorumlayarak o dönemin Nasır hareketi, BAAS milliyetçiliği gibi örneklerle paralellik
oluşturan) "radikal- milliyetçi" eğilimlerin tamamen tasfiye edilmesi sayılabilir. Bu tasfiyenin
etkisiyle "Radikal-milliyetçilik" 30 yıl sonra tarih sahnesine bir kez daha ancak 2000'li yıllarda,
sağ ve ırkçı bir versiyonuyla çıkabilecekti. Bu tasfiye ile birlikte, sömürge tipi faşizmin
kurumlaştırılmasına ve Amerikancı politikalara tam olarak yönelmeye, ordu içinden itiraz edecek
radikal dirençler kalmamıştı. Egemenlerin kayıplar hanesinin başında ise geçici olarak susturulsa
dahi özellikle devrimcilerin gösterdiği direnişin ardından halk muhalefetinin büyümesi geldi.
Egemenlerin iç çatışmalarının yarattığı çatlaklar, bu çatlaklardan ötürü kolaylıkla meşruiyetini
kaybeden baskı uygulamaları ve halkın ekonomik kayıplarından doğan toplumsal öfke, sol
muhalefetin büyümesinin ana zeminini oluşturdu. Egemenler 12 Mart öncesi süreçten dersler
çıkartmışlar ve yükselen sol muhalefeti bastırmakta yetersiz kalan resmi güçlerin yanında sivil
faşist odakları da etkili bir biçimde devreye sokmayı bir politik tercih olarak benimsemişlerdi.
Bu tercihin organizasyonunda kontrgerilla birimleri kaçınılmaz olarak öncelikli bir rol oynamaya
başladı. 12 Mart öncesinde toplumsal muhalefetin en dinamik kesimini oluşturan öğrenci
hareketi, sivil faşist hareketin önüne bastırılması gereken ana hedef olarak konuldu. 12 Mart
darbesinin hemen ardından, okullar, yurtlar, semtler sistematik biçimde faşist işgal altına
alınmaya başladı. Öğrenim özgürlüğü ve can güvenliği üniversite gençliğinin ana sorunları
haline geldi. 1973 seçimlerinde AP büyük bir oy kaybına uğrarken, CHP önemli bir oy artışı
sağladı. CHP-MSP hükümeti kuruldu. Af çıkarıldı ve tüm politik mahkumlar serbest bırakıldı.
Devlet dairelerindeki faşist kadrolaşma durduruldu. Ancak Başbakan Ecevit'in bu dönemde
önüne gelen en önemli sorun Kıbrıs oldu. 1974'de Rumların faşist EOKA örgütü darbe yapmıştı.
Türkiye, ABD'nin vetosuna rağmen adaya büyük bir askeri harekat düzenledi. Adanın üçte birini
işgal ederek Kıbrıs'ta federe bir Türk devletinin zeminini oluşturdu. ABD ise Türkiye'ye
ambargo uygulamaya başladı. Askeri desteğini tamamen kesti. İronik biçimde, Amerikan
ambargosu ÖHD'nin deşifre olmasına neden oldu. Zira ABD'nin ödediği maaşlar ve silah,
teçhizat desteği kesilince ÖHD birden ortada kalıvermişti. Paraların ödenmesi için Başbakan'ın
gizli ödeneğine başvurmak zorunda kaldılar ve Ecevit bu sayede ÖHD'nin varlığını öğrenmiş
oldu. Bu tarihten sonra meydana gelen olayların ardından Ecevit'in demeçleriyle kamuoyunda
yaygın bir kontrgerilla tartışması başladı. Öncesinde sınırlı sol çevrelerce dile getirilen bu olgu,
artık ülkenin en popüler konularının başında gelmeye başladı. Kıbrıs Harekatı'ndan kısa bir süre
sonra CHP-MSP koalisyonu bozuldu, yerine Demirel'in başbakanlığında AP-DPMSP-MHP'den
oluşan Milliyetçi Cephe (MC) hükümeti geldi. MC hükümeti sıradan bir hükümet değildi.
Gerçek anlamda gerici-faşist bloğun cephesel mücadele örgütüydü. Demirel sağ kamuoyunu ve
sermaye çevrelerini ilk kez bu denli yükselen solun güçlü bir "komünizm tehdidi" oluşturduğuna
ikna etmişti. MC hükümeti döneminde 3 milletvekili olan MHP'ye 3 bakanlık verilirken, ÖHD
ve MİT Başbakan yardımcısı olan Türkeş'in etki alanına girdi. faşist baskı ve işgaller polis
desteğiyle olağanüstü boyutlara ulaştı. 1976 sonlarında, çoğunluğu öğrenci olmak üzere, faşist
saldırılarda ölenlerin sayısı 100'e ulaşmışken, çatışmalar içinde ölen sağcı sayısı sadece 4'tü.
Buna rağmen, başta öğrenci gençlik olmak üzere direnme eğilimi artıyor ve devrimci mücadele
hızla yaygınlaşıyordu. Bu gerilimli ortamda ekonomik krizin de derinleşmesi ve hükümetin iç
gerilimlerinin artmasıyla, MC daha fazla yıpranmadan seçimler öne alındı. 1977 Haziran'ında
yapılacak seçimler öncesi tansiyon birden yükseldi. Türkeş seçimlerden CHP'nin güçlü çıkacağın
görmüş ve bunu engellemek için olağanüstü bir çaba içine girmişti. Önce Taksim'de kontrgerilla
güçleri 1 Mayıs gösterilerine katılan yüz binlerce insanı kurşun yağmuruna tuttular, 34 kişi öldü
yüzlerce kişi yaralandı. Bu o güne dek yapılan en büyük katliamdı ve ülkede şok etkisi
yaratmıştı. (4) Ancak saldırılar halkı kamçılamış seçim sürecinde tüm yurtta çatışmalar
tırmanırken solun yükselişi daha da hızlanmıştı. faşistler Isparta, Gerede ve en şiddetlisi de
Niksar'da olmak üzere, Ecevit'in seçim gezilerine kitlesel ve silahlı saldırılar düzenlediler. 29
Mayıs'ta İzmir'e seçim mitingine giden Ecevit'e Çiğli havaalanında bir polis tarafından zehirli
kurşunların kullanıldığı bir suikast düzenlendi. Ecevit sağ kurtulurken, İstanbul'un CHP'li
Belediye Başkanı Ahmet İsvan yaralandı. Polis memuru ise "silahı yanlışlıkla ateş almış"
denilerek üç buçuk ay sonra serbest bırakıldı. Suikast günü İstanbul'da ise Sirkeci Garında ve
Yeşilköy havalimanında valiz içinde ordu malı bombalar patladı, 5 kişi öldü. 2 Haziran günü
CHP'nin Taksim mitinginde Ecevit'e bir kez daha suikast yapılacağını bizzat Demirel kendisine
bildirdi. Olay geniş yankı yarattı ama heyecanlı geçen mitinge muazzam bir kalabalık katıldı.
Bu atmosferde 1 Haziran 1977 günü Kara Kuvvetleri Komutanı Namık Kemal Ersun emekliye
sevk edildi. Bu işlemle ilgili olarak Genelkurmay Başkanı Semih Sancar "Türk Silahlı Kuvvetleri
macera peşinde koşanlara asla iltifat etmeyecektir" dedi. Bunlardan sonra anlaşıldı ki, 1977
seçim süreci aynı zamanda ordudaki MHP'li isimlerin kontrgerilla desteğiyle bir darbe girişimine
sahne olmuştu. Her gün kirli çamaşırları ortaya dökülen 12 Mart'ın başarısızlıklarının
sergilenmesinin üzerine hayli yıpranan ordunun yeni bir maceraya, -hele artık emir-komuta
zincirinin bir kez daha kırılacağı, tüm ordu içi ilişkilerin altüst olacağı bir maceraya- tahammülü
olamazdı, olmadı da. Başarısız darbe girişiminin ardından bir ay sonra yapılan Yüksek Askeri
Şura'da (YAŞ), kontrgerillacı ekipten iki yüze yakın subay ordudan ihraç edildi. Aralarında
Genelkurmay İstihbarat Dairesi Başkanı özel Harpçi Recai Engin'den, 12 Mart'ın TRT Genel
Müdürü Musa Öğün'e kadar birçok önemli isim vardı. Darbe girişimine destek veren ÖHD'nin
bir önceki başkanı olan Orgeneral Kemal Yamak'ın da emekliye sevk edilmesi bekleniyordu.
Ancak Genelkurmay Başkanı'nın araya girmesi sayesinde gerçekleşmedi. İstanbul'da yapılan
darbe toplantılarına işadamları Sakıp Sabancı ve Halit Narin de katılmışlardı. Tabii bu sürece ve
olaylara dair hiçbir yargılama da yapılmadı, her şeyin üstü örtüldü, kamuoyu bir darbe girişimi
atlatıldığını ancak yıllar sonra fark etti. Birçok taşın birden beklenmedik biçimde yerinden
oynamasıyla birlikte, 1977 YAŞ'ı ordudaki dengeleri değiştirecek çok daha önemli gelişmelere
de sahne oldu. Ordu içindeki çalkantılar sürdüğü için, darbeyi bastıran Genelkurmay Başkanı
Semih Sancar'ın görev süresi bir yıl uzatıldı. Asıl mücadele ise Kara Kuvvetleri etrafında
belirginleşti. Demirel Kendisine yakın Orgeneral Ali Fethi Esener'i bu mevkiye getirerek
ordudaki etki alanını genişletmeye çalışıyordu. Oysa teamüllere uygun olan ve ordu içinde
istenen devletçi fikirleriyle bilinen 1.Ordu Komutanı Orgeneral Adnan Ersöz'dü. Bu gerilim iki
ismin birden emekli edilmesine yol açmış, piyango emekliliğini bekleyen Kenan Evren'e
vurmuştu. Kara Kuvvetleri Komutanı olan Kenan Evren'in 1978'de değişecek olan Genel
Kurmay Başkanlığı böylece kesinleşirken, aynı zamanda 12 Eylül cuntasının da taşları bu 1977
atamalarında yerleştirilmiş oluyordu. Yine cuntanın bir diğer üyeleri Orgeneral Nurettin Ersin
1.Ordu Komutanlığı'na, Orgeneral Sedat Celasun Genelkurmay İkinci Başkanlığı'na, Orgeneral
Tahsin Şahinkaya MGK Genel Sekreterliği'ne getirilmişti. Böylece MHP'ye yakın bir cunta
tasfiye edilirken, Semih Sancar eliyle 12 Eylül'ün "tarafsız" cuntasının temelleri 1977
atamalarında atılmış oluyordu. Aynı dönemlerde MİT'te de, müsteşarlar hükümetlere göre
değişiyor ama tüm 1970'ler ve 1980'ler boyunca sürecek ana çatışma tüm hızıyla sürüyordu. Nazi
generali Gehlen hayranı Fuat Doğu'nun öğrencisi olan Hiram Abas ile karşısında Nuri Gündeş,
kendi ekipleriyle teşkilatın işleyişine egemen olmaya çalışıyorlardı. taraflar, özellikle de Hiram
Abas, kurum üzerindeki prestijlerini sola dönük saldırılarda gösterdikleri başarılar üzerinden
sağlıyorlardı. Bu çatışma genellikle kişisel bir kariyer çatışması veya asker-sivil çatışması olarak
lanse edildi. Oysa tarihsel sürece bakıldığında, bu çatışmanın sömürücü-gerici unsurlarla,
"devletçi-otoriter" unsurlar arasında geçen bir iktidar mücadelesi olduğu anlaşılıyor. Hiram
Abas, Mehmet Eymür, Mahir Kaynak gibi isimler sömürücü-gerici grubu oluştururken, Nuri
Gündeş, Sabahattin Savaşman, Mehmet Ali Kaşıkçılar devletçi-otoriter ekibi oluşturuyorlardı.
Türkeş'in dünürü Şahap Homriş ve doğrudan MHP'li ekip de Hiram Abas'dan yanaydı.
Aynı süreçte ÖHD'de ise bir başka gelişme yaşanıyordu. ÖHD'deki kritik sömürücü-gerici
grubun sıçratılması ve teşkilatın kapsamlı bir tarzda kurumlaşması Cihat Akyol'la başlamış, 12
Mart döneminde Kemal Yamak'la sürmüştü. 12 Mart sonrasında ise kurumlaşma Sabri
Yirmibeşoğlu önderliğinde sürdü. 1960'lardan 1980'e kadar ÖHD yapılanmasının kritik unsurları
bu üçlünün elinde biçimlendi. İlk kuruluşundan itibaren sömürücü-gerici grubun etki alanı içinde
yer alan ÖHD'de, 12 Mart sonrasında yani Sabri Yirmibeşoğlu döneminde ordu içindeki
devletçi-otoriter güçler, denetimi ele geçirmiş oldular. 1974 sonrasında ÖHD'de önemli ataklar
yapan Sabri Yirmibeşoğlu döneminin o günler açısından en kayda değer icraatlarından birisi sivil
ekiplerin eğitimi için kamp çalışmalarının yeniden yoğunlaştırılmasıydı. Bu adımlar aracılığıyla,
1975'ler sonrasında tırmandırılan faşist saldırıların giderek iç savaş politikalarına dönüşmesinin
tohumları o günlerde atılmaktaydı. 5 Haziran 1977'de yapılan seçimlerden CHP %42 oy alarak
birinci çıkmasına rağmen tek başına hükümet olacak milletvekili sayısını 9 eksikle
yakalayamadı. Yeniden 2. MC hükümeti kuruldu. Çatışmaların daha da arttığı dönemde 2. MC
hükümetinin ömrü kısa sürdü. Altı ay sonra 10 AP milletvekilinin, siyasi tarihe "Güneş Moteli
Operasyonu" diye geçen kirli pazarlıklarla hepsine Bakanlık verilerek, CHP'yi desteklemeleri
sağlandı. Bu sayede 1978 başında CHP azınlık hükümeti kuruldu. Henüz Başbakanlığa adım
atamadan, egemenler Ecevit'in önüne kontrgerilla tartışmasını tekrar koydu. Hürriyet gazetesi
başta tüm basın Ecevit'e soruyordu: "Kontrgerilla var mıydı, yok muydu?", "Hükümet
döneminde Ecevit kontrgerilla iddialarıyla ilgili ne yapacaktı?", "Kontrgerilla dosyasını açacak
mıydı?". Daha ilk hafta Ecevit geri adım atarak Kontrgerilla diye bir şeyin olmadığını ilan etti.
Böylece iktidar stratejisinin egemenlerin saldırganlığına karşı uzlaşma üzerine dayalı olacağını
ortaya koyarak, kendisine umut bağlayan kitlelerde ilk büyük hayal kırıklığını yarattı.
Fakat faşistlerde ve kontrgerillada doğal olarak hiçbir uzlaşma sinyali yoktu. Aksine sola göz
açtırtmamak gerektiği üzerine bir mutabakat vardı. Saldırılar, cinayetler birden bire hem nicelik
hem de nitelik olarak muazzam bir tırmanışa geçti. Bu tırmanış esnasında iç savaşa doğru evrilen
çatışmaların sıçramasına yol açan, 12 Eylül darbesine gidişin taşlarını birer birer oluşturan kritik
katliam ve cinayetlerin hemen hepsinin arkasında aynı isim vardı. Abdullah Çatlı'ya bağlı olarak
CIA ve kontrgerilla kanalıyla kurdurulan ve yaklaşık 50 kişinin yer aldığı ekiplerde ileride her
birisi çok meşhur olacak isimler bulunmaktaydı: İstanbul'daki ekipte Oral Çelik, M.Ali Ağca,
Yalçın Özbay, Mehmet Şener; Ankara'dakinde ise İsa Armağan, Haluk Kırcı, Ercüment Gedikli,
Ünal Osmanağaoğlu, Bünyamin Adanalı, Üzeyir Bayraklı, Rıfat Yıldırım gibi isimler yer
alıyordu. Bilindiği üzere, Abdullah Çatlı'nın yanı sıra Oral Çelik, M.Ali Ağca, Yalçın Özbay ve
Mehmet Şener, gerçekleştirdikleri Abdi İpekçi cinayetinin ardından parça parça yurt dışına
kaçacak ve 12 Eylül sonrasında toplu olarak Avrupa'yı mesken tutarak CIA taşeronu olarak Papa
suikastını gerçekleştirecek ve Avrupa'da uyuşturucu ticaretinin bir ayağı haline gelecek; İsa
Armağan 1978'de Ankara'da 5 kişinin öldürüldüğü Balgat katliamını gerçekleştirecek; Haluk
Kırcı, Ercüment Gedikli, Ünal Osmanağaoğlu Ankara Bahçelievler'de 7 TİP'linin öldürülmesini
düzenleyecek; Üzeyir Bayraklı ve Rıfat Yıldırım, Hacettepe Üniversitesi öğretim üyesi
Doç.Bedrettin Cömert'i öldürecek; ekibin tümü Türkiye'yi sarsan birçok cinayette ve Maraş,
Çorum gibi büyük katliamlarda kilit rol oynayacak; Haluk Kırcı ve Abdullah Çatlı 1996'daki
Susurluk Skandalı'nın baş aktörleri haline geleceklerdi. Çatlı'ya bağlı bu ekiplerin en önemli
icraatlarından birisi, 16 Mart 1978'de, faşist işgal nedeniyle İstanbul Üniversitesi'ne toplu giden
öğrencilere yönelik bombalı saldırıydı. Katliamda 7 öğrenci öldü, 41'i yaralandı. Bu eylem
sonrasında çatışmaların ve saldırıların düzeyi bir anda sıçrama kaydetti. 24 Mart'ta Ankara'da
faşist cinayetleri ve yaşanan olaylardaki ÖHD bağlantısını soruşturan Savcı Doğan Öz'ün
öldürülmesiyle saldırılar azgınca devam ederken, faşistler ve kontrgerilla kendilerine dönük
operasyon yapma niyetindeki yargı içindeki kimi unsurlara, bürokratlara ve Ecevit Hükümeti'ne
de gözdağı vermekteydi. 8 Nisan'da İstanbul Üniversitesi öğretim üyesi Server Tanilli uğradığı
suikast sonucunda felç oldu. 17 Nisan günü Malatya'nın AP'li Belediye Başkanı Hamit
Fendoğlu'u paketle gönderilen bombayla öldürüldü. "Hamido" lakaplı Fendoğlu'nu solcuların ve
Alevilerin öldürdüğü bahanesiyle Malatya'da dükkanlar ve evler yağmalandı, solun
egemenliğindeki Alevi mahallelerine kitlesel silahlı saldırılar düzenlendi. Yıllar sonra aynı
günlerde Çatlı'nın Malatya'da olduğu ortaya çıktı. Aynı tarihte aynı düzenekle imal edilen 3 ayrı
paketin daha gönderildiği ortaya çıktı. K.Maraş'ın Pazarcık ilçesinde Alevi bir CHP'linin yanı
sıra Adana ve Adıyaman'a da bombalar gönderilmişti. Bu arada 1978 Nisan'ında Konya'da
yapılan bir toplantıya, 1977 tasfiyesinde geride kalan kimi generaller ile iş adamları Sakıp
Sabancı ve Halit Narin de katılmış, toplantıda yeni bir darbe planı üzerinde konuşulmuştu.
Ancak bu darbe zorlamasının başarısız kalması üzerine MHP sıkıyönetim ilan ettirerek iplerin
orduya geçmesi üzerinden CHP hükümetinin kademeli tasfiyesini hedefleyen bir planı
uygulamaya yöneldi. Çatışmalar ve saldırılar sürerken, özellikle nisan ayından itibaren Çatlı'ya
bağlı ekipler iyice ön plana çıktı. Suikastla sonucunda Ankara'da Doç.Dr. Bedrettin Cömert,
Trabzon'da Prof.Dr. Necdet Bulut, İstanbul'da Prof Bedri Karafakioğlu öldürüldü. Sivas'ta Alevi
mahallerine saldırılarak yeni bir katliam denemesi yapılmak istendi ama devrimcilerin
örgütlediği direniş sonucunda 3 kişinin öldüğü onlarca kişinin yaralandığı girişim başarısız oldu.
Ankara Balgat'ta kahve taranarak 5 kişi, Bahçelievler'de ise 7 TİP'li evlerine baskın yapılarak
öldürüldü. Nihayet öncesinde CIA Türkiye masası şefi Alexander Pack'in keşif yaptığı
K.Maraş'ta 19 Aralık 1978'de bir sinemada patlatılan bombanın solcu ve Aleviler tarafından
atıldığı söylentisiyle başlatılan ve günlerce süren katliamların sonucunda hedefe varılmış, Ecevit
Hükümeti 13 ilde sıkıyönetim ilan etmek zorunda kalmıştı. CIA ve ÖHD bağlantılı Çatlı'nın
ekibi ise tüm bu eylemlerde bilfiil yer almış hatta organizatör rolü oynamıştı. 1979 başından
itibaren başlayan sıkıyönetim sonrasında, direniş eğiliminin gelişmesine bağlı olarak cinayetler
de da tırmanarak sürdü. Gazeteci Abdi İpekçi, Prof.Dr. Ümit Doğanay, Prof.Dr. Cavit Orhan
Tütengil Türkiye'yi sarsan bu suikastların kurbanları arasındaydı. 1979 Nisanında TÜSİAD
gazetelere tam sayfa ilan vererek Ecevit Hükümetini devirmek için açıktan mücadeleye girişti.
Ülkede önemli bir kısmı yapay kıtlıklar başladı, insanlar kuyruklarda tüpgaz, yağ, ampul gibi en
temel ihtiyaçlarını edinmeye çalışıyorlardı. Bu gelişmelerin ardından Ecevit'e yönelik uygulanan
stratejinin fiili'de Allende'ye karşı yapılanlarla paralelliği belirginleşti. Aslında generaller 1978
sonbaharında emir komuta zinciri içinde bir darbenin koşullarını yoklamak üzere bir araya
gelmeye başlamışlardı. Ancak 12 Mart'ın pürüzleri ve sonrasındaki darbe girişimlerinin
başarısızlıkları Orgeneral Evren'i ve yeni Genelkurmay ekibini temkinli davranmaya ittiriyordu.
Ancak 1979 başından itibaren hava hızla değişmişti. Zira İran devrimiyle yıkılan Şah rejiminin
ardından, ABD'nin Ortadoğu'daki dayanakları birden zayıflamıştı. Artık ABD'nin istikrarsız,
sallantılı bir Türkiye'ye asla tahammülü yoktu. Bu nedenle de süreci bir askeri darbeye doğru
ittirmek için uygun koşulları oluşturmak ABD'nin başlıca hedefi haline gelmişti. 1979
Ekim'indeki ara seçimlerin sonucunda hezimete uğrayan Ecevit Hükümeti istifa etti, Demirel'in
Başbakanlığı'nda AP azınlık hükümeti veya kamuoyundaki popüler adıyla 3. MC kuruldu. Darbe
kurguları yeni hükümete makul bir zaman tanımak gereği üzerinden geçici olarak rafa kaldırıldı.
Ancak 1980 başında koşullar ve jeostratejik dengeler bir kez daha darbeyi zorlamaktaydı. Üç
önemli gelişme darbeyi artık "kaçınılmaz" hale getirmişti. Birincisi, 24 Ocak kararları olarak
tarihe geçen neoliberal programa geçişin altyapısını oluşturan kapsamlı bir ekonomik önlemler
paketinin ekonomiden sorumlu Bakan Turgut Özal'ın öncülüğünde yürürlüğe sokulmasıydı.
Emekçilerin haklarında yoğun bir budamayı zorunlu kılan paket ancak toplumsal muhalefetin
bastırıldığı otoriter bir yönetim koşullarında hedeflerine ulaşabilirdi. İkinci gelişme, 1980
Şubat'ında Afganistan'ın Sovyet ordusu tarafından işgal edilmesi, İran devrimi sonrasında
bölgede hayli zayıflayan ABD'yi panikleterek, Türkiye'yi "sağlama almaya" ittirmekteydi.
Üçüncü gelişme ise 1980'in Mart ayından itibaren Cumhurbaşkanlığı seçiminin tıkanmasıydı.
Zira 1960 Anayasası'na göre Cumhurbaşkanı seçilmeden meclis işleyemiyordu ve seçim süresiz
uzayabiliyordu. Nitekim mart ayından 12 Eylül'e kadar Cumhurbaşkanı seçilemeyecek ve meclis
fiilen işlerliğini yitirecekti. Artık egemenlerin, sermayenin, ordunun, kontrgerillanın tüm
kanatları, halk muhalefetini bastırmak ve yeni bir rejim kurmak üzere bir darbe ihtiyacı etrafında
birleşmeye başlamıştı. Bu gelişmeler ışığında ordu, 1980 başında siyasilere yönelik bir muhtıra
vererek bir yandan darbe için meşru bir zemin oluştururken, diğer yandan da darbe sonrasının
ekonomik ve siyasi programını hazırlamakla meşguldü. İzlenecek baskı politikalarından dış
politika adımlarına, yapılacak yeni anayasadan, izlenecek ekonomik programa kadar her şey
inceden inceye planlanıyordu. Oldukça güçlü ve hareketli bir toplumsal muhalefetin varlığı,
darbenin meşru zemininin geniş halk kitleleri arasında iyice sağlamlaştırılmasını darbeciler
açısından zorunlu kılıyordu. Bu da artık her gün 20-25 insanın öldüğü bir iç savaş ortamında
kitlelerin bıkmasına, yorulmasına yol açacak bir kaosun tesis edilmesinden geçmekteydi. 12
Eylül'e kadar faşistlerce gerçekleştirilen Çorum'daki Maraş benzeri bir katliam girişiminden
Kemal Türkler'in öldürülmesine dek tüm cinayetler bu kaos ve bıkkınlık atmosferinin tesis
edilmesine yönelikti. (140)
Türkiye’nin derin devlet ve karanlık olaylar tarihine kısaca burada değinmemizin sebebi,
Almanya’da olup bitenlerinde ülkemizden pek farklı olmadığını anlatmak içindi. Almanları
suçlamadan ve balonlarına iğne batırmadan önce çuvaldızı kendimize batırmaya çalıştım.
1980’den sonraki dönemi, Karakutu, Vadi’nin Şifresi Çözülüyor, Mason Bektaşiler ve Teşkilatı
Ergenekon kitaplarımda ayrıntılarıyla anlattığım için burada kısa kesiyorum. 1989’da iki
Almanya’nın birleşmesinin ardından artan yabancı düşmanlığının nedeni aslında ekonomiktir.
Peki ırkçı çıban peki neden ve nasıl patlatıldı? Veya zorla patlatıldı? Almanya, Müslüman ve
Türk göçmenleri kovmak mı istiyor?
IRKÇI ÇIBAN ALMANYA’DA NASIL PATLADI?
İki Almanya’nın birleşmesinin ardından artan yabancı düşmanlığı, 2000’li yıllarla birlikte AB’yi
tedirgin edici boyutlara ulaştı. 2 Ekim 2000’de Berlin’deki gözlemlerimi aktardığım aşağıdaki
yaptığım haber tehlike çanlarının çoktan çaldığının bir uyarısıydı: Almanya ve Avusturya’dan
sonra yabancılara yönelik artış gösteren ırkçı eylem ve kriminal olaylar İsviçre’ye de sıçradı.
Ekim 2000’de İsviçre’de büyük bir miting düzenleyen Neonazistler ve yabancı işçi karşıtları,
yabancıların çalışma ve oturma izinlerinin iptal edilerek sınırdışı edilmelerini istedi. O sırada
Almanya’daydım. Konuyla ilişkin sorularımı cevaplayan Almanya Adalet Bakanlığı Ceza
Kanunu uygulamalarından sorumlu Daire Başkanı Klaus Abmayer, 20 yıl önce önemsemeyerek
önlem almadıkları yabancı düşmanlığının büyük bir sorun haline geldiğini söyledi. Bir çok ırkçı,
Neonazist partiyi kapattıklarını, şiddete başvuranları cezalandırdıklarını ifade eden Abmayer,
“Kızıl Tugaylar terör örgütü gibi aşırı sol grupları kontrol altına aldık, ancak aşırı sağ grupları
ihmal ettik. 20 yıl sonra aklımız başımıza geldi. 1991′den sonra ırkçı eğilim arttı. Yabancı
düşmanlarına karşı yoğun bir mücadele başlattık. Toplum bilinçlendiriliyor.”dedi. Alman
Başbakan Shröder’in Doğu Almanları, “Irkçı saldırılar devam ederse zararlı çıkarsınız.
Yatırımlar azalır, maddi bakımdan çökersiniz.”diye uyarı yaptığını hatırlatan Abmayer, ırkçı
saldırıların Batı Almanya tarafında da görülmesinden dolayı endişelerinin arttığını bildirdi.
Alman anayasasına gore, ülke bütünlüğüne karşı gelenleri ve anayasal düzeni bozmak isteyenleri
ömür boyu hapisle cezalandırdıklarını dile getiren Abmayer, ancak bugüne kadar bölücülük
yapanlarla karşılaşmadıkları için, kimseye ceza verilmediğini söyledi. Türkiye’nin
Güneydoğu’sunda karşılaştığı soruna karşı aldığı önlemleri anladıklarını belirten Abmayer,
Almanya’da böyle bir sorun çıkmadığı için kendilerini mutlu saydıklarını kaydetti. Türkiye’deki
sorunun merkezi yönetimde ısrar edilerek yetkinin paylaştırılmamasından kaynaklandığını
savunan Abmayer, “Almanya da 16 eyalet var. Eğitim, okul, üniversite ve polis sistemi
konularında yetki eyaletlerin elindedir. Kültürel her türlü hakkı veriyoruz. Bir vatandaş istediği
gibi serbest dolaşamıyorsa rahat değildir. Merkezi yönetimle rahatlığı sağlamak zordur.
Belediyelere yetki verilirse pek çok sorun cözümlenir”diye konuştu. PKK’nın ve Avrapa’daki
siyasal kuruluşu ERNEK’nın çizgisini değiştirerek artık şiddet eylemine başvurmadığına değinen
Abmayer, bireysel olarak suç işlemeyen herkesin hukuk devleti anlayışı çerçevesinde serbestçe
yaşayabileceğini ifade etti. Almanya’nın gizlediği ırkçı çıban asıl 2000 ile 2011arasında patladı.
Şu bariz sorular her Türkün kafasında oluştu: Türkiye’de Alman vakıfları ve derin devleti (BND,
BKA,GSG9), Türkiye’yi neredeyse kaosa sokmayı amaç eden Ergenekon soruşturmasının
neresinde yer alıyordu?... Acaba Türkleri hedef alan cinayetler, Alman makamların söylediği
gibi gerçekten yasadışı faaliyet gösteren bir çetenin işi miydi? Yoksa Alman derin devletinin
bazı amaçlar için gerçekleştirdiği bir siyasi ve stratejik seri operasyon muydu?...
Aslında Almanya’da 2010’dan beri derin ve organize işler konuşuluyordu. Almanya’da 2000 ile
2006 yılları arasında sekiz Türkiyeli ve bir Yunanlı, Nazi faşistleri tarafından öldürüldü. Ama
failler bulunamadı! Almanya’da işlenen cinayetlerin %97’si çözülüyor ve failleri yakalanıyordu.
Nedense dokuz göçmenin failleri yakalanamıyor ve cinayetlerin arkasındaki sır perdesi açığa
çıkarılamıyordu! Bu cinayetlerin ırkçı motivlerle işlenmiş olduğunu kanıtlayacak deliller
olmasına rağmen, soruşturma başka yöne kaydırıldı. Alman polisi, cinayetlerin “ırkçı bir
bağlantı“ ile işlendiği iddialarını kabul etmemişti. Alman polisi daha çok Türk mafyasıyla
bağlantılı uyuşturucu çetesinin cinayetleri işlediği ihtimali üzerinde durmuştu. Bu içi boş tezi
güçlendirmek için soruşma komisyonunun adı “Bosborus” olarak konuldu. Hatta öldürülenlerin
aileleri bile zan altında bırakıldı. Failleri belirlenen ve öldürülenlerden ikisi dönerci oldukları
için ‘döner cinayetleri’ diye anılan seri cinayetlerin tarihleri, yerleri ve öldürülenlerin isim, yaş
ve meslekleri şöyleydi:
* 9 Eylül 2000: Nürnberg-Enver Şimşek (39) Çiçekçi.
* 13 Haziran 2001: Nürnberg-Abdürrahim Özdoğru (41) Terzi.
* 27 Haziran 2001: Hamburg-Süleyman Taşköprü (31) Manav.
* 29 Ağustos 2001: Münih-Habil Kılıç (38) Manav.
* 25 Şubat 2004: Rostock-Yunus Turgut (25) Dönerci.
* 9 Haziran 2004: Köln-Keup’te bomba-22 yaralı.
* 9 Haziran 2005-Nürnberg-İsmail Yaşar (50) Dönerci.
* 15 Haziran 2005-Münih-Theodorus Boulgarides (41) Çilingir.
* 4 Nisan 2006: Dortmund-Mehmet Kubaşık (39) Büfeci.
* 6 Nisan 2006: Kassel-Halil Yozgat (21) İnternet Cafe işletmecisi.
Alman polisi yıllarca aramasına rağmen güya katilleri bulamamıştı! Bir çok cinayette aynı
silahın kullanılması ise polisin olayları bir seri katil veya sapık’ın işlediğine dair teoriler
geliştirmesine yol açmıştı! Cinayetleri işleyenlerin paraya da ihtiyaçları vardı. Onun için banka
soygunculuğu da yapıyorlardı. Banka soygunu esnasında 2007 yılının nisanında bir de Heilbron
şehrinde kadın polisi öldürmüşlerdi. Son banka soygunu 4 Kasım 2011’de yapıldı. Bu soygun
sırasında iki Nazi polis tarafından sıkıştırıldı ama yakalanamadılar. Daha sonra Eisenach
şehrinde yanan bir karavanın içinde iki kişi ölü bulundu. Bu iki kişi Karavan ateşe verilmeden
önce kurşunlanmıştı. Alman basını, bu kişilerin yakalanacaklarını anlayınca intihar ettiklerini
yazıyordu. Bu kişilerin intihar etmediği, Alman istihbarat örgütleri ile olan ilişkilerinin açığa
çıkmaması için öldürüldüğü ve karavanın yakıldığı iddiaları da var. Ölen kişilerin bazı suçlara
karışmış olduğu belirlenince Zwickau’daki evlerinde arama yapıldı. Ölen iki kişinin yakını
olduğu belirlenen Beate Zschaepe adlı bir kadın da sorguya alındı. Bu kişilerin evinde yapılan
aramada 2007 yılında Heilbronn’da bir kadın polisi öldüren silah bulundu. Ayrıca kadın polise
ait bazı eşyalar da evde ortaya çıktı. Asıl büyük sansasyon ise „Döner Cinayetleri“ olarak bilinen
seri cinayetlerin silahının da bu evden çıkması oldu.
Aynı kişilerin evlerinde yapılan aramada bu kişilerin Almanya’da aşırı sağcı Neo-Nazi gruplarla
bağlantılı olduğu da ortaya çıktı. Böylece yıllardır gizemli kalan „Döner cinayetleri“ni Neo-Nazi
bağlantılı bir suç çetesinin işlediği de ortaya çıktı.Tüm Alman haber kanallarının 'flaş'
olarak geçtiği habere göre Almanya’da ünlü “Döner Cinayetleri“nin failleri yeraltındaki
Nasyonalsosyalistler adlı Neonazi terör hücresiydi. Katillerin evlerinde cinayetleri itiraf eden bir
Neo-Nazi propaganda videosu da bulundu. Alman basınında yer alan haberlere göre
Beate Zschaepe cezasının azaltılması karşılığı bilgi vermeyi kabul etti. Soruşturmada elde edilen
bilgilere göre, hücrenin üç üyesi ‘kan kardeşi’ olmuşlardı ve her çarşamba ‘AH 41’ (Adolf
Hitler) plakalı bir araçta toplantı yapıyorlardı.
Faillerin ikisi erkek, biri kızdı. Erkekler, Uwe Mundlos ve Uwe Böhnhardt’tı. Yaşları,
cinayetlere başladıkları sırada 26-27’ydi. Uwe Böhnhardt okumamıştı, inşaat işçisiydi. Çoğu
defa işsizdi. Uwe Mundlos bir profesörün oğluydu. Lisede okumuştu, üniversiteye gidememişti.
Üçlünün üçüncü kişisiyse Beate Zschaepe adlı kadındı. Öğrenimini yarım bırakmıştı.
Aralarındaki bağların temelinde ırkçılık vardı. Almanya’da başta Türkiyeliler olmak üzere
yabancılardan nefret ediyorlardı. Onlardan bir kısmını öldürmekle, geri kalanlarını ülkeyi terk
etmeye yönelteceklerini düşünüyorlardı.
Gelişmeler ilginç ilişkileri de açığa çıkarmaya başladı. Bu katil üçlü, 1998-1999 yıllarında
Anayasayı Koruma Örgütü’nün izlemesiyle, bombalı bir eyleme katılmak üzere iken
yakalanıyorlar. Haklarında suç kanıtları da bulunuyor ve buna rağmen serbest bırakılıyorlar.
Onlarla birlikte hareket eden bir arkadaşları var. O da yakalanıyor. Fakat hakkında bir suç kanıtı
bulunmadığı için serbest bırakılıyordu. Ama hakkındaki kayıtlar muhafaza ediliyordu. Anayasayı
Koruma Örgütü tarafından izlemenin devam etmesi gerekirken, izleme yapılmıyordu. Serbest
bırakılan üçlü katil ortadan kayboluyordu. Haklarında tutulan tutanakların sonradan silindiği
anlaşılıyordu.
Bild gazetesinin haberine göre, yakılan karavanda, sadece gizli servis çalışanlarına verilen
pasaportlar buluyordu. İktidardaki Hristiyan Birlik partilerinin meclis sözcüsü Hans-Peter Uhl,
“Bu tür belgeleri kural olarak sadece İstihbarat Teşkilatı adına gizli çalışan görevliler alır”
açıklamasını yaptı. Ayrıca Bild gazetesi, Beate Zschaepe‘in 1998’den sonra BND’nin
muhbirleriyle sıkça görüşmüş olduğunu yazdı. Alman basını katillerin üye olduğu örgüt
liderinin Alman iç istihbarat örgütü Anayasayı Koruma Teşkilatı’nın (BND) ajanı olduğunu
yazıyordu.
Bu cinayetlerin işlenmesinde Alman devletinin istihbarat teşkilatı içindeki kişilerin de ilgisi veya
bilgisi olduğuna dair ipuçları vardı. Seri cinayeti işleyenler sadece bu üç kişi değil, bunun
arkasında başkaları da bulunuyordu. Bunların kimler olduğu konusunda birçok iddia ortaya
atıldı. Biri, Anayasayı Koruma Örgütü’nün Thüringen Eyaleti’ndeki şefi olup birkaç yıl önce
görevinden ayrılan Helmut Roewer adındaki kişiydi. Öteki, örgütün istihbarat için kullandığı ve
o amaçla paralar ödediği bir elemandı. Bu eleman, katillerin 2006’da Kassel şehrindeki internet
kafede işlediği cinayet sırasında orada bulunuyordu. Failler kafeye girip, kafenin sahibinin oğlu
21 yaşındaki Halil Yozgat’ı oradakilerin gözü önünde öldürmüştü. Cinayetten sonra polisler
‘eleman’ın şahitliğine başvurdu. Fakat o, öldürenleri görmediğini, zaten olayı da fark etmediğini
söylüyordu. Bu eleman diğer beş cinayetin işlendiği yerlerin yakınında bulunuyordu. Ne tesadüf
değil mi? Tüm bu olgular çete üyelerinin Alman Anayasa Koruma örgütü adı verilen 'derin
devlet yapılanması' ile bağlantılı olduğu kuşkuları kuvvetlendirdi.
Ortaya çıkan kimi bilgiler sadece buzdağının görünen kısmıydı. Soruşmalarda Alman devletinin
imajının sarsılmaması için, kimi ajanlara fatura kesilmesi bile gündeme geldi. Bu gelişme, Nazi
çetelerinin açığa çıkarılması için mücadele edileceği anlamına gelmiyordu. Nazi terör hücresinin
ortaya çıkmasıyla birlikte, tepki eylemleri de yükselmeye başladı. Göçmen örgütleri ve antifaşist gruplar eylemler yapıyor ve derin devlet ilişkilerini teşhir ediyordu. 23 Kasım’da Berlin’de
Alternatif Göçmen Politikaları Ve Kültür Evi (Almende), göçmenlerin yoğun olarak yaşadığı
Kreuzberg semtinde bir basın açıklaması yaptı. Türkçe ve Almanca olarak yapılan
konuşmalarda, bu korkunç cinayetlerin yeni olmadığı, daha öncede Mölln ve Solingen’i
unutmadıklarını ve bu olayların ırkçı, göç politikasının bir sonucu olduğu belirtildi.
Bir banka soygununun ardından hırsızların intihar etmesi, sonra bir evi ateşe veren kundakçının
yakalanması Almanya’nın ‘Susurluk kazası’ olmuştu âdeta. Dokuzu Türk on kişiyi öldüren
cinayet şebekesinin ucu Alman Ergenekon’una çıktı. Almanya’nın en büyük yayınevlerinden
Cornelsen’in 2008 yılına kadar ilköğretim okullarının 7. sınıflarında okutulan Almanca kitabı
Türkleri şaşkınlığa uğratmıştı. Kitapta Türklerin ve Almanların bilinçaltında ürkütücü bir yer
tutan 1993 yılındaki Solingen yangınının faili Alman genci Marco ile alakalı bir metin vardı.
İkisi çocuk beş kişinin katili hakkında şunlar söyleniyordu: “Marco, böyle olmasını istemediğini
söylüyor. Onlara ders vermek istemişti. Onları korkutmaktı arzusu. Onlar, burada görülmek
istenmediklerini nihayet anlamalıydılar. Marco, herkesin böyle düşündüğünü söylüyordu. Marco,
bu şekilde konuşan yetişkinlerin isimlerini sayabilirdi. Onların sadece cesaretleri yoktu.
Yetişkinler konuşurdu. Yetişkinler yan çizerlerdi. Marco bir şey yaptı. Marco herkesin neden
kendisine karşı olduğunu anlayamıyordu. O sadece onlara biraz korku salmak istemişti ki, onlar
Anadolu’larına gitsinler. Merdivenlerin ahşaptan ve yıpranmış olması sadece tatsız bir tesadüftü.
Hem de o gün çocukların üst katlarda yalnız olmaları ve aşağıdaki dairelerin boş olması da öyle.
Yangında iki çocuğun ölmesine Marco çok üzülüyordu. Anadolu’da kalsalardı onlara hiçbir şey
olmazdı. Ancak Marco bu telaşı anlamıyordu. Şimdi herkesin Türkleri severmiş gibi yapmasını
anlamıyordu. Bu yalakalıkları duyunca midesi bulanıyordu. Elbette çocuklar için bu bir
şanssızlıktı. Ancak Marco’nun aslında hiçbir suçu yoktu.” Konuyu Almanya Zaman gazetesinin
kamuoyuna duyurması ve Türk sivil toplum kuruluşlarının protestosu sonrasında
yayınevi, Marco’yu aklayan metnin yerine Tolstoy’un çok kültürlü hayatı destekleyen ‘Üç oğul’
hikâyesini koydu.
Emekli polis Udo Ulfkotte’nin Müslümanları tehlikeli ve kötü insanlar olarak gösteren, Kur’an-ı
Kerim’in poşet içinde satılmasını isteyen kitabının reklamı yaklaşık 18 milyon basılan aylık
ADAC Motorwelt dergisinde, entelektüellerin okuduğu gözde Cicero dergisinde ve tpolis
sendikası dergisinde yayımlandı. Aynı fikirleri Yahudilere karşı seslendirecek kitabın bırakın
yazılmasını ve reklamının yapılmasını, tartışılması bile mümkün değildi. Sosyal Demokrat Parti
üyesi, yeni parti kursa yüzde 18 oy alacağı iddia edilen Thilo Sarrazin’in Türkleri Almanya’yı
kirleten ve geri götüren bir unsur olarak gösteren kitabı medyatik sansasyonla milyonu aşkın
sattı. Kitap telifinden milyonlarca avro kazanan Sarrazin tatile gittiği Türkiye’de kendisine
sorulan soruya “Ben Türkiye’yi seviyorum, Türkleri sevmiyorum.” şeklinde cevap verdi.
Bunlar son yıllarda Almanya’da açıktan yapılan ve Alman kamuoyunun tepki göstermediği ırkçı
faaliyetlere birkaç örnekti. Sadece Norveç’teki Breiwik gibi “suçsuz katliamcılar” sahneye
çıktığında görünür hâle gelen aşırı sağın toplumdaki karşılığı aldığı oyla sınırlı değildi. Duyarlı
Almanya ise dönerci cinayetleri olarak adlandırılan cinayetlerle ilgili gelişmeleri endişeyle takip
ediyordu. Adalet Bakanı Sabine Leutheuser-Schnarrenberger’in sesi, Almanya’nın duyarlı
vicdanının sesiydi: “90’lı yıllarda aşırı sağcılığı en kötü şekliyle bizler yaşadık. Mölln’ü,
Solingen’i, Hoyerswerda’yı, ölümleri, saldırıları, davaları hatırlıyorum... Soruşturmaların sonuna
kadar götürülmesi gerekiyor. Ben 1949’dan, yani savaştan sonraki Almanya’da aşırı sağcılığın,
solcu, İslamcı ya da başka bir terör grubundan daha az tehlikeli olarak algılanmadığı
kanısındayım.”
Yahudi soykırımı utancının örgülediği zor tarihi nedeniyle Almanya şüphesiz özel bir
sorumluluk taşıyordu. Örnek anayasası ile dikkat çeken ülke de bu özel sorumluluğunu,
demokrasisini güçlendirecek kendine has yöntemlerle yerine getirmeye çalışıyordu. Irkçı parti
NPD Avrupa’daki benzerlerine göre en az oyu Almanya’da alıyordu. Kapatılma tartışmaları hiç
bitmeyen parti üzerinde gizli bir izolasyonun olduğunu söylemek mümkündü. Gerek toplumda
gerekse bürokrasi içindeki destekçileri ile hareket sahası bulan aşırı sağcıların öne çıktığı
eylemler, hiçbir Avrupa ülkesinde Almanya’daki kadar büyük tedirginlik meydana getirmiyordu.
Olayın bulaşıcı olmasından korkan Alman makamları yarayı neşterle deşmek yerine hem
polisiye hem siyasi yöntemlerle üstünü örterek unutturmayı tercih ediyordu. Karnındaki bebeği
ile ırkçı bir Alman’ın bıçaklı saldırısında ölen Mısırlı Merve Şerbini cinayeti, Ludwigshafen
yangını gibi olaylar bunun taze örnekleriydi. Fakat Ekim 2011’de ortaya çıkan ‘dönerci
cinayetleri’ vakası ise üzeri örtülemeyecek kadar büyüktü. Almanlar “Neonazi katil çeteleri,
Solingen’den bu yana yaşanan en büyük siyasî hasara yol açtı.” sözleriyle görüşlerini ifade
ederken, olayın Türkçe karşılığı “Mızrak çuvala sığmıyor.”du. O yüzden olsa gerek Alman
makamları organize olduğu anlaşılan cinayetlere en üst düzeyde tepki verdi.
2010’da ‘İslam Almanya’ya aittir’ açıklaması ile Türklerin sempatisini kazanan Cumhurbaşkanı
Christian Wulff dönerci cinayetlerinde öldürülenlerin aileleri ile buluştu. Cumhurbaşkanlığı
Sarayı Bellevue’de gerçekleşen görüşmede federal hükümet ve siyasi parti temsilcileri de hazır
bulundu. Başbakan Angela Merkel cinayetleri Almanya için “utanç verici” ve “çok rahatsız
edici” olarak nitelendirip mağdurlara ve yabancılara güven veren şu sözleri söyledi: “Öncelikle
şunu söylemek isterim. Bu cinayetlerden doğal olarak en fazla etkilenen kurban yakınları,
devletin her şeyi aydınlığa çıkartacağına, soruşturmaları sonuna kadar götüreceğine ve aşırı
sağcılığın ülkemizde hiçbir şansı olmayacağına inansınlar. Şu da memnuniyet vericidir ki; bu
hepimizin görüşüdür, yani partiler üstü bir görüştür. Federal hükümet üzerine düşen her şeyi
yapacaktır.”
Ölenler Alman olsaydı, polisin yaklaşımı farklı olurdu. Bu korkunç olay Almanya’da tarihe kayıt
düşülecek bir ilki de hayata geçirdi. Federal İçişleri Bakanı Hans Peter Friedrich, ilk defa ‘sağcı
terörün’ varlığından söz etti. Almanya Türk Toplumu’nun merkezini ziyaret eden Federal
Almanya Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle ise hoşgörüsüzlüğe karşı hoşgörülü olmalarının
söz konusu olmadığını belirterek, “Almanya’da aşırı sağa ve yabancı düşmanlığına yer yoktur.
Hukuk devletinin tüm araçları ile ırkçılık ve şiddetle kararlı bir şekilde mücadele edeceğiz.”
dedi. Köln’de 2004 yılında saldırı düzenlenen Keup Caddesi’ndeki Türk esnafı ziyaret ederek
üzüntülerini belirten ve yeni dönemde iktidarın en büyük adayı görülen Sosyal Demokrat
Parti’nin Genel Başkanı Sigmar Gabriel, “Eğer bu cinayetler bir İslami örgüt tarafından
işlenseydi ve ölenler Alman olsaydı, tüm caddeler kapatılır, helikopterler havada uçuşur, devletin
tüm birimleri en yüksek mertebede harekete geçirilirdi.” sözleriyle hem ağır bir özeleştiri yaptı
hem de 11 yıllık bir duyarsızlığı vurguladı.
Adalet Bakanı Sabine Leutheusser-Schnarrenberger (FDP) olay karşısında çok kötü bir sınav
veren ve eleştirilerin odağına oturan iç istihbarat teşkilatı Verfassungsschutz (Anayasayı Koruma
Teşkilatı) için reform çağrısında bulundu. Güvenlik ve istihbarat servislerinin gözetiminden
sorumlu Alman Parlamenter Denetim Paneli (PKGr) Başkanı Thomas Oppermann (SPD) Naziler
tarafından işlenen cinayetleri, “Almanya’da son 60 yılda işlenen en anlaşılması güç ve en iğrenç
cinayetler” olarak tanımlayarak, “Devletimizin öldürülen insanları koruyamayışından dolayı
utanıyorum.” diye konuştu.
Bild gazetesinin 6 cinayete tanıklık ettiğini ileri sürdüğü Anayasayı Koruma Teşkilatı muhbirinin
hâlâ görevde olduğu Hessen Eyaleti’nin Uyum ve Adalet Bakanı Jörg Uwe Hahn ise ırkçı parti
NPD’nin kapatılmasını şu an gündeme getirmenin cinayetleri sulandırmaya hizmet ettiğini ve
tartışmaları başka yöne çevirme amacı taşıdığını vurguladı. Yeşiller Partisi’nin Türk milletvekili
Memet Kılıç da NPD’nin kapatılması tartışmalarını “sis bombası atmak” olarak niteleyerek aşırı
sağcı Vatan Korucuları örgütü ile alakalı olarak “Bana öyle geliyor ki biz sadece buz dağının üst
kısmını görüyoruz, altında daha büyük şeyler var.” ifadelerini kullandı.
Irkçı saldırılar karşısında daha önceleri tıpkı hükümet gibi temkinli tavır takınan Alman medyası
da oldukça sert söylemleri köşelerine taşırken, özeleştiri yapmaktan da geri durmuyordu. Mesela
Kölner Stadt-Anzeiger Alman toplumunun bakışındaki çelişkiyi ele aldığı yazısında “Özellikle
de toplumdaki orta sınıfın Neonazilere yaklaşımı tutarlı değil. Bir yanda Neonazilerden
hoşlanılmıyor, gerek düşünsel gerekse fizikî olarak varlıkları istenmiyor. Ama peki aşırı sağ
düşünceye karşı mücadelede, aşırı sağ çevreden çıkmak isteyenlere yardım için malî kaynaklar
kısıldığında kimse çıkıp bir şey diyor mu? Ya da aşırı sağcı ayak takımı tarafından taciz edilen
komşular için etkin bir destek sağlanıyor mu? Pek sayılmaz.” ifadelerini kullanıyordu.
Berlin’de yayımlanan “Tageszeitung” gazetesi ise Merkel’e seslendiği yazısında âdeta Türklerin
vicdanına tercüman oluyordu: “Kurbanlar için kamuoyuna açık bir devlet töreni düzenlenmesi
doğru bir sinyal olur. 2004 kışında Hint Okyanusu’ndaki tsunami felaketinde ölen Almanlar için
yapılanın, aşırı sağcılar tarafından öldürülenlere de hak görülmesi uygundur. Angela Merkel
şimdi selefi Helmut Kohl’ün yapamadığını yapma fırsatına sahip. 1993’te Solingen’de Türklerin
evinin yakılması olayında Kohl cenaze törenine gitmeye yanaşmamış ve böylece pek çok Türk
göçmenin yıllar boyunca Almanya’ya yabancılaşması riskini göze almıştı. Merkel birlikte yas
tutma becerisine sahip olduğunu gösterebilir ve böylece entegrasyon politikaları açısından da
önemli bir sinyal vermiş olur.”
Süddeutsche Zeitung ise yorumunda resmî makamları sert dille eleştiriyor ve şu soruyu
yöneltiyordu: “Bir Neonazi çetesinin elini kolunu sallayarak, takibata uğramadan, cinayet işleye
işleye Almanya’nın her yerinde dolaşabildiğinin; Anayasayı Koruma Teşkilatı’nın 15 yıldır
yayımladığı raporların yanlış olduğunun; içişlerinden sorumlu politikacıların bu temel üzerinden
çıkardıkları sonuçların mesnetsizliğinin ortaya çıkmasından, istihbaratçılarla aşırı sağcılar
arasındaki mesafesizlikle ilgili yeni ayrıntılar bulunmasından bu yana, bize çaresizce şu soruyu
sormak kalıyor: Acaba sadece Nasyonal Demokrat Parti’yi değil, Anayasayı Koruma Teşkilatı’nı
da mı yasaklamak gerek?”
Öldürülenlerden sadece ikisinin dönerci olmasına rağmen hoşlanmadıkları olaylara, aşağılama
kokan isim bulmada çok mahir olan Almanlarca üretilen ‘Dönerci Cinayetleri’ni kısaca
hatırlamak gerekirse şunlar söylenebilirdi: 2000 yılında önce Nürnberg’de Ispartalı bir çiçekçi
olan Enver Şimşek öldürüldü. Onu 2001’de Hamburg, Nürnberg ve Münih’te de bakkal
Süleyman Taşköprü, terzi Abdürrahim Özüdoğru ve manav Habil Kılıç cinayetleri takip etti.
Almanlar bunun üzerine herhâlde en iyi döner Boğaz’da yenir diye düşündüklerinden
“Bosphorus” adlı araştırma ekibini kurdular. 2002’de Rostock’ta arkadaşının döner büfesinde
çalışan Yunus Turgut hedef oldu. Üç yıllık bir aradan sonra ise yine Nürnberg’de Kürt asıllı
dönerci İsmail Yaşar öldürüldü. Bir hafta sonra Türklerle arasından su sızmayan Yunan çilingir
Münih’te öldürüldü. 2006’nın Nisan ayında ise iki cinayet daha işlendi. 4 Nisan’da büfeci
Mehmet Kubaşık Münih’te, 10 Nisan’da ise internet kafe sahibi Halit Yozgat, Kassel’de ölü
bulundu. Önyargılarıyla hareket eden “Bosphorus” ekibi uyuşturucu ve mafya kanaatleri
sebebiyle suçluyu hep Türkler arasında aradı. Ölen Türklerin yakınlarını zan altında bırakan bu
tavır yüzünden aileler acılarına üzülemedikleri gibi çevreleri de onlardan uzaklaştı. Alman polisi
Türk yetkililerle de iletişime geçti ama tamamında Ceska 83 silahı kullanılan cinayetleri
çözemedi.
Failler hep yanlış adreste arandı. Söz konusu kişiler göçmenler olunca Alman medyasının da
tavrı farklı olmuyordu. Onlar da sürekli sol cenahtan bilgilendirildikleri için cinayetlerin
arkasında “Türk Derin Devleti”nin olabileceğini yazmışlardı. Cinayetler 2006’da yine
anlaşılamayan bir sebeple sona erdi. Son olarak yakılan evde tabancası bulunan ve o zaman
olayla bağlantısı kurulmayan bayan polis Michéle Kaiserwetter 25 Nisan 2007’de Heilbronn’da
kafasına sıkılan tek kurşunla öldürüldüğünde henüz 22 yaşındaydı. 2007 sonrası bu olayla
bağlantı kurulan bir eylem veya cinayet olmadığı için dosya kapanma aşamasına gelmişti. Türk
Susurluk’unda sahneye bir kamyon çıkmış ve her şey değişmişti. Burada ortaya çıkan ise bir
karavandı. Seri katil iki Uwe’nin intihar ettiği karavan polis için daha doğrusu Almanya için
beklenmeyen sürprizlerin ve utanç duyulacak gelişmelerin başlangıcı olacaktı.
Örgüt üyeleri Uwe Böhnhardt (34) ve Uwe Mundlos (38) bir banka soygunundan sonra
kimlikleri tespit edildiği için saklanmaya başladılar. Fakat saklandıkları karavanda
yakalanacaklarını anlayınca arkadaşları Beate Zschaepe’yi telefonla arayıp belgeleri imha
etmesini isteyerek biraz garip bir yöntem kullanarak tüfekle intihar ettiler. Çok sayıda belgenin
olduğu örgüt evini bombalı kundaklama ile 4 Kasım günü yakıp belgeleri yok etmeye çalışan
Beate Zschaepe (36) ise örgütün üçüncü üyesiydi. Evi kundaklayıp yakmasına rağmen belgeleri
yok etmeyi başaramayan Zschaepe, daha düşük ceza almak umuduyla “Aradığınız kişi benim’
diyerek 10 Kasım 2011 günü teslim oldu.
Her nedense yangından hasar görmeyen belgeler ise Türk Susurluk’undaki malum çantayı
anımsatacak kadar önemliydi. Irkçı teröristlerin cinayetleri itiraf ettikleri ve planladıkları yeni
cinayetler hakkında da açıklamalarda bulundukları dört DVD’de sanıkların kendi görüntü ve
sesleri yer alıyordu. Evde ayrıca cinayetlerin işlendiği silah ve teröristlerin öldürdüğü Michéle
Kiesenwetter isimli polisle birlikte yaralanan diğer polisin ekipmanı ele geçirildi. DVD’ler
incelendiğinde bazı bombalama olaylarının da bilgisine ulaşıldı. Türklerin öldürülme anları da
kameraya çekilmişti. Zschaepe’nin yakmaya çalıştığı ama başarılı olamadığı diğer belgeler ise
terör örgütü ile Thüringen Eyaleti Anayasayı Koruma Dairesi arasındaki ilişkiyle ilgiliydi.
İstihbarat raporunda yer alan bilgiye göre üç terörist 1998 yılında yeraltına inmeden önce aşırı
sağ Thüringer Heimatschutz grubunda (Thüringenli Vatan Korucuları) aktif görevli idiler. Aşırı
sağcı parti NDP ile irtibatlı olduğu iddia edilen Thüringer Heimatschutz grubunun lideri Tino
Brandt’ın Anayasa Koruma Teşkilatı’na çalışan bir ajan olduğu zaten biliniyordu. Ancak
soruşturma delil yetersizliği nedeniyle 2007 yılında durduruldu.
Şimdi ise bu kişinin özel amaçlarla internet kafede bulunduğu ve 9 dönerci cinayetinin 6’sında
olayın yakınında olduğu şüphesi seslendiriliyordu. Eski bir emniyet müdürü olan Köln
Büyükşehir Belediye Başkanı Jürgen Roters ise Türk esnafa yaptığı geçmiş olsun ziyaretinde,
“Bu saldırıların arkasında başka aşırı sağ bir ağın olup olmadığını ortaya çıkarmak en önemli
görevdir. Anayasayı Koruma Dairesi mensuplarının işin içine karışmışlarsa bunun mutlaka
aydınlatılması gerekir. İlk işaret ise, Hessen’deki bir saldırıda bir istihbarat görevlisinin olay yeri
yanında bulunmasıdır. Bu gerçekten inanılmaz.” ifadelerini kullanması gelişmelerdeki vahim
boyutu ortaya koyuyordu. Roters bu endişesinde yalnız değildi. Aşırı sağcı terör hücresinin, 88
kişilik bir ölüm listesi hazırladığının ortaya çıkması örgütün diğer Neonazilerle bağlantılarının
olduğu şüphesini de uyandırdı. Aydınlatılmayan başka saldırı ve cinayet olaylarının da bu
örgütle bağlantılı olabileceği ihtimalini gündeme getirdi. Şimdi dosyalar tekrar raflardan
indirilirken, 2008 yılında Ludwigshafen kentinde yaşanan ve dört Türk kadın ve beş çocuğun
hayatını kaybettiği faili bulunamayan yangının dosyası da yeniden inceleniyordu.
Aşırı sağcı terörün en büyük darbeyi Alman istihbarat birimlerine vurduğunu söylemek yanlış
olmazdı. Özellikle medya, terörle mücadeleden sorumlu birimleri sert bir şekilde eleştiriyordu.
Tarihlerindeki en ağır eleştirilerle karşı karşıya kalan istihbarat birimleri Aşağı Saksonya
Anayasayı Koruma Teşkilatı’nın hata yaptıklarını ifade etmesinin haricinde suskunluğunu
korudu. Almanya’da örgütlenme şekli birbirinden farlı olan üç istihbarat teşkilatının denetimi
1978 yılından beri faaliyette bulunan Parlamenter Denetim Paneli (PKGr) tarafından yapılıyordu.
Toplantıları gizli yapılan panel daha çok dış istihbarata bakan Federal Haber Alma Servisi
(BND), Askerî İstihbarat Servisi (MAD) ve iç istihbarata bakan Anayasayı Koruma Teşkilatı’nın
(Verfassungsschutz) kontrolünden sorumluydu. Tartışmaların merkezinde olan Anayasayı
Koruma Teşkilatı’nın beş binden fazla çalışanı ve 300 milyon avro bütçesi vardı. (141)
Frankfurter Rundschau gazetesi ise süreci papaz kaçtı oyununa benzetiyordu: “Güvenlik
birimleri ve politikacıların şu an ortaya koyduğu oyunu beş yaşındaki çocuk bile bilir: Papaz
kaçtı. Polis sendikası, kendilerini daha üstün gören ve kıskanç bir şekilde ellerindeki gizli
bilgileri kimseyle paylaşmayan istihbaratçıların beceriksizliğine ateş püskürüyor. İç
istihbaratçılar ise Thüringen Eyaleti polis teşkilatı içinde Neonazi çetesinin destekçileri
bulunduğunu fısıldıyor. Böylece taraflar ellerindeki papazı mutlu bir şekilde birbirine
kakalamaya çalışıyor ve bu arada gerçekte olup bitenler yoğun bir sis perdesinin altına itiliyor. ”
İstihbarat mercek altındaydı. Bazı siyasilerin olayı istihbarat birimlerinin üzerine atma amaçlı
gördükleri ırkçı Nasyonal Demokrat Parti’nin (NPD) kapatılması konusu da medyada
tartışılıyordu. 2003 yılında NPD’nin kapatılması için yapılan başvuru Alman Parlamentosu için
utanca dönüşmüş ve başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Yapılan soruşturmada partinin federal yönetim
kuruluna kadar Anayasayı Koruma Teşkilatı’nın köstebekleriyle dolu olduğu anlaşılmıştı.
Anayasa Mahkemesi, bu şahısların sağladığı delilleri, düzmece olabileceği
şüphesiyle kullanmadı. NPD içinde olduğu söylenen yüzü aşkın köstebek ise devletten maaş
alan görevlilerdi. Çoğu istihbarat tarafından ikna edilmiş eski ırkçılar, yani Neonazilerdi. Şu an
için Türklerin büyük bir endişe taşıdığını söylemek doğru olmaz. Hatta suçsuz olduklarının
anlaşılması ve aşırı sağcı terörün görünmesine vesile olduğu için memnun oldukları bile
söylenebilirdi. En üst düzeyden taziye mesajı alıp bizzat ziyaret edilmeleri de kabul görme
açısından sevindirici gelişmelerdi. Bu şerden Alman ve Türk toplumunun birlikte yaşaması adına
hayırlı gelişmeler çıkarılması ihtimali az değildi. Tek köstebeğe yapılan teşhisin 2006 sonrası
cinayetleri bitirmesi gibi, cinayet şebekesine yapılan toplu teşhisin de bundan sonrasında olayları
bitirebileceği ifade ediliyordu. Olayın aydınlatılıp aydınlatılamayacağına gelince, bunu
Almanya’nın vicdanı ile mızrağa uygun çuval bulup bulamayacağı belirleyecekti. Alman
hapishanelerinde intihar vakalarının sıklığını hatırlatanlar ise itirafçı bayan terörist Beate
Zschaepe’nin özenle korunması gerektiğine dikkat çekiyordu.
90’lı yıllarda Brandenburg’ta aşırı sağcı “Kan ve Onur” (Blood and Honour) çetesine dahil olan
ve Anayasayı Koruma Dairesi’nde ajan olarak çalışan “Piato” kod adlı Carsten S.’nin, 1998
yılında yetkililere daha sonraki yıllarda Türk esnafları öldüren çete üyeleri ile ilgili bilgi vermişti
Carsten S., Saksonyalı bir Neo-Nazi’nin yakalanacaklarını anlayınca karavanı yakıp intihar eden
Uwe Mundlos, Uwe Böhnhardt ve teslim olan kadın terörist Beate Zschape’ye silah
sağlayacağını söylemişti. Neo-Nazi eylemlerinde hep ön saflarda yer alan Carsten S., bir
Nijeryalı öldürmeye teşebbüsten tutuklanmıştı. Alman basını, çete üyelerinin, Carsten S.’nin
polise yaptığı itiraflarla daha önce gözetim altında tutulabileceklerini yazdı. Neo-Nazi grubunun
hazırladığı 88 kişiden oluşan bir liste ele geçirildi. Neo-Nazilerin hedef ya da nefret listesi
olabileceği belirtilen belgede Türk ve İslam örgütlerinin temsilcileriyle, iki Alman siyasetçinin
de isimleri bulunuyordu. Türkler hedef alan Neo-Nazi hücresiyle ilgili soruşturmasını
derinleştiren Alman yetkililer, grubun 88 kişinin ismine yer verdiği bir listeye ulaştı. Listede,
insan hakları konusunda çalışan iki Alman siyasetçinin yanı sıra, Türk ve İslam örgütlerinin
temsilcilerinin adları yer alıyordu. Spiegel Online’nın haberine göre, kanıtlar arasında sayılan
listede, isimlerle birlikte sözkonusu kişilerin adresleri de bulunuyor. Belgenin bir hedef listesi
mi, yoksa muhalif olarak görülen kişilerle ilgili bir kayıt mı olduğu henüz açıklık kazanmadı.
Ancak listedeki kişi sayısının 88 olması bile dikkat çekiciydi. Çünkü aşırı sağcı lügatta, 88, H
harfinin karşılığı olarak görülüyor. Bu da “Heil Hitler”, yani “Çok Yaşa Hitler” sloganının
kısaltılmışı. Tagesspiegel Gazetesi’ne göre kuşku çeken liste 2005 tarihliydi. Listede yer alan
siyasetçiler Yeşiller milletvekili Jerzy Montag ve Hıristiyan Sosyal Birlik Partisi’nden HansPeter Uhl idi. Federal Suç Dairesi, Uhl’a, böyle bir listeden ve listede kendisinin de yer
aldığından haberdar etmişti. Montag, “Benim için korkunç bir his. Terör hücresinin tanıdık
isimlerinin etkisiz hale getirilmiş olması meselenin bittiği anlamına gelmez. Eğer böyle şeyler
düşünmüşlerse, diğerleri de düşünebilir. Eminim Almanya’da benzer saldırılar düzenleyebilecek
başka aşırı sağcılar da bulunmaktadır” diye görüş bildirdi.
Almanya’da 10 yıldan fazla bir süre içinde 8’i Türk 9 göçmeni öldüren, birçok saldırı
düzenleyen Neonazi teröristler, gündemde yer almaya devam ediyordu. Tageszeitung Gazetesi:
Mölln ve Solingen’de Türk ailelerin evleri ateşe verilmişti. Neonazi katil çeteleri, o zamandan bu
yana yaşanan en büyük siyasi hasara yol açtı. Başbakan Angela Merkel’in, devletin can
güvenliğini sağlayamaması nedeniyle kurbanların yakınlarından özür dilemesliydi. Handelsblaat
Gazetesi: NPD’nin yasaklanması konusunda, “Kimin aşırı sağcı, kimin muhbir olduğu ayırt
edilmeden NPD’nin yasaklanması girişimi hem anlamsız olacaktır, hem de sonuç
getirmeyecektir” değerlendirmesini yaptı. Alman EPA Ajansı, dönerci cinayetlerinin son kurbanı
olan Halil Yozgat’ın (21) ailesiyle görüştü. Ayşe ve İsmail Yozgat, o günlere geri döndü. 2007
yılında Hürriyet’te çıkan haberde Halil Yozgat’ın hikayesi ayrıntılı bir şekilde yazılmıştı. Şimdi
aileler, faillerin bulunmasının bu kadar uzun sürmesine tepkiliydi. (142)
Cinayet serisinin ilk kurbanı Enver Şimşek’in çocukları Semiya ve Abdulkerim Şimşek, son
gelişmelerle birlikte kurban yakınlarıyla yeniden görüşmeye başladıklarını belirterek “Diğer
ailelerle yeniden görüşmek, birlikte ne yapacağımıza karar vermek istiyoruz. Son gelişmeler
doğrultusunda dava açılır mı, mahkeme olacak mı, olası bir davada bizi neler bekliyor
bilmiyoruz. Bize katillerin o kişiler olduğu bilgisi dahi verilmedi. Bu anlayışı anlamak mümkün
değil” dedi. Almanya’da yabancı esnaf ve bir Alman polisi hedef alan neo-Nazi çetesinin ortaya
çıkan 2005 tarihli listesinde Türkiye’nin Münih Başkonsolosluğu’nun da bulunduğu ortaya çıktı.
88 kişinin ad ve adreslerinin yer aldığı listenin hazırlandığı dönemde Münih Başkonsolosu Babür
Hızlan’dı. Seri cinayetleri işleyen Zwickau neo-Nazi terör çetesinin 88 kişilik gizli listesinde
Alman politikacılar ve Türk dernek yöneticilerinin yanında Münih Başkonsolosluğu’nun ad ve
adresi de yer alıyordu. Ayrıca neo-Nazi terör hücresinin eylemleri üzerine hazırladığı Pembe
Panterli propaganda filminin bulunduğu DVD’nin bir kopyasını Münih Başkonsolosluğu’na
gönderilmişti. DVD, Kasım 2011’de posta yoluyla Başkonsolosluğa ulaştı. Zwickau neonazi
terör hücresinin 10 bin kişi ve kurumun ad ve adreslerinin bulunduğu ikinci gizli listede ise
Alman ordusunun silah depoları yer alıyordu. Bunun yanında listede Almanya’nın çeşitli
yerlerindeki silah dükkanlarının adresleri de bulunuyordu. Terör hücresinin listesinde Alman
ordusunun silah depolarının bulunmasıyla ilgili olarak, güvenlik birimleri, neonazilerin buralara
baskın düzenleme amacıyla hazırlamış olabileceği kuşkusunu taşıyordu. Federal Asayiş Şubesi
ve Alman güvenlik yetkilileri gizli listenin amacının ne olduğu sorusuna açıklık getiremiyordu.
Gizli listedeki isimler arasında Münih’in ağırlıkta olduğuna ve liste hazırlandığında ölmüş olan
kişilerin isimleri de vardı. Bavyera Eyaleti İçişleri Bakanlık Müsteşarı Gerhard Eck, Türkiye’nin
Münih Başkonsolosu Kadir Hidayet Eriş, Nürnberg Başkonsolosu Ece Öztürk Çil ve Yunanistan
Münih Başkonsolosu Sofia Grammata’yı bakanlığa davet ederek, eyalet hükümeti adına derin
üzüntülerini iletti. Köln kentinde ırkçılık protesto edildi. Aşırı sağcılara karşı Kalk semtinde bir
miting düzenleyen yaklaşık 500 kişi, sloganlar atarak, ırkçılığa lanet etti. Çok sayıda sivil toplum
kuruluşu, sendika, kilise, siyasi parti temsilcisinin yer aldığı grup ,aşırı sağcı bir grubun
yürümesine de izin vermedi. Almanya'da şok etkisi yaratan, 1990 yılından sonra işlenen, 20'si
Türk, 182 cinayetin dosyasının yeniden açılması kararlaştırıldı. Mağdurların ailelerine de
tazminat verilmesi için çalışma başlatıldı.
Alman gazetesi 'Welt am Sonntag'a konuşan Almanya Adalet Bakanı Sabine Leutheusser
Schnarrenberger, kurbanların ailelerinin acılarını paylaştığını söyledi. Alman bakan, ödenecek
tazminatların kimseyi geri getirmeyeceğini belirtirken, 'Yine de ödeyeceğimiz tazminatlarla
ailelerle olan dayanışmamızı göstermeye çalışacağım' dedi. Tazminat rakamı konusunda bilgi
vermeyen Bakan Sabine Leutheusser Schnarrenberger, cinayetlerin eksiksiz bir biçimde
aydınlatılmasının ölenlerin yakınlarına bir borç olduğunu, araştırmaların sonunda yabancı
düşmanlığından kaynaklanan daha başka kurbanların da ortaya çıkmasından endişe ettiğini
bildirdi.
Haftalık Der Spiegel dergisi, yetkili eyalet iç istihbarat teşkilatının 3 teröristin yakın çevresinde 3
ajan bulundurmasına rağmen bu şahısları tutuklatmanın mümkün olmadığını yazdı. İstihbarat ve
emniyet teşkilatlarının yapılanmasında arzulanan noktaya gelinemediğini ve ihmal ve hatalardan
dolayı bazı görevlileri zor soruların beklediğini söyleyen Almanya İçişleri Bakanı Hans-Peter
Friedrich, Federal Başsavcılığa ek yetkilerin devredilmesi ve eyalet aşırı ağır suçlarda olduğu
gibi yerel terör yapılandırmalarında da başsavcılığın kovuşturmaya el koyabilmesi gerektiğini
dile getirdi.
Almanya'daki sağ terörle daha etkili mücadele için ilk aşamada merkezi bir bilgi bankası
oluşturulması ve istihbarat birimleriyle polis arasındaki karşılıklı bilgilendirme sisteminin
iyileştirilmesi benimsendi. Bu çalışmayı destekleyen Alman Polis Sendikası Başkanı Bernhard
Witthaut, Deutschlandfunk Radyo'sunda bunun isabetli bir adım olacağını belirtti. Witthaut,
zanlılar hakkındaki bilgilerin eksiksiz paylaşılabilmesi durumunda bu cinayetler önlenipönlenemeyeceği sorusu üzerine, 'Bundan birkaç yıl önce böyle bir talepte bulunsak, özel verilerin
dokunulmazlığını savunanlar bizi yerden yere vururdu. Güvenlik makamlarına ihtiyaç duydukları
araçların verilmesi kanaatimce aciliyet taşıyor. Şimdi yapılmak istenen mevcut olan bilgilere
ulaşılmasını kolaylaştırmaktan başka bir şey değil' karşılığını verdi.
Deutche Welle'nin haberine göre, aşırı sağcılık ve ırkçılıkla mücadelenin bütün demokratlara
düşen bir görev olduğunu söyleyen Alman Yeşiller Partisi'nin Eş Başkanı Cem Özdemir, sadece
Nasyonal Demokrat Parti'nin (NPD) kapatılmasını istemenin yarar sağlamayacağını ve Nasyonal
Demokrat Yeraltı hücresinin eylemlerinden, Almanya'nın son derece farklı bir tehditle
karşılaştığının anlaşıldığını belirtti. Özdemir, 'Bu partiyi yasaklatmak problemi çözer mi, yoksa
yeraltına inecek olan militanların izlenmesini zorlaştırır mı, bilmem. Ama bu tartışma başladı.
Bundan on yıl önce istihbaratın ajanları zamanında partiden çekilmediği için Anayasa
Mahkemesi kapatmaya izin vermemişti. Bu nedenle önce Nasyonal Demokrat Parti'nin
kapatılması için gerekli şartlar hazır edilmeli" şeklinde konuşan Özdemir, şartların henüz hazır
olmadığını belirtti. Radyo Kassel ise, yapılan son bir kamuoyu araştırmasına katılan Almanlar'ın
yüzde 40'ının 'İslamcılık', yüzde 34'ünün ise aşırı sağı 'tehlikeli' gördüğünü bildirdi. Emnid
şirketinin bugün çıkan haftalık 'Bild am Sonntag' gazetesi için yaptırdığı ankette kanlı
eylemlerine rağmen ankete katılanların yüzde 34'ünü radikal sağı daha tehlikeli değerlendirirken,
Almanlar'ın yüzde 87 'sig Neonazi terörünü tehlike olarak görmediğini açıkladı. (143)
Almanya’da bir dönem Neo Nazilerin simge isimlerinden olan Manuel Bauer, Miliyet gazetesine
hayatının nasıl değiştiğini anlattı. Türk düşmanı olarak cezaevine giren Bauer, hayatını kurtaran
2 Türk mahkum nedeniyle aşırı sağla mücadeleye başladı. Milliyet gazetesinin haberine göre;
Doğu Almanya’daki Leipzig kentinin doğusundaki Totgau köyünde yaşayan Manel Bauer, neoNazi çevresi ile ilk defa 11 yaşındayken, 1990 yılında Adolf Hitler’i öven müzikler yapan okul
arkadaşları aracılığıyla tanıştı. Manuel Bauer, okul bahçesinde göçmen çocukları tartaklamakla
başladığı neo-Nazi kariyerinde 1990’ların sonlarında liderliğe yükseldi. 1997’de askere giden
Bauer, burada silah kullanmayı öğrendi ve ırkçı görüşlerini paylaşan kişilerle tanıştı. Bauer
şöyle konuştu: “Askerden döndüğümde ‘İntikam Paramiliter Grubu’ adıyla ilk grubumu kurdum.
Bu gerillayı andıran silahlı bir gruptu. Birilerini öldürmeyi planladık, ancak gerçekleştirmedik.
İkinci grubum ise ‘Aryan Savaşçılar’dı. Yabancıların olmadığı bir ülke için savaşıyorduk.
Bizden olmayan herkesi dövüyorduk. Diskolara ve sayısız iş yerine saldırı düzenledik."
Bauer’in grubunun hedefleri arasında bir Türk dönerci de vardı. O geceyi çok hatırlamayan
Bauer, “Çok karanlıktı ve aşırı alkol tüketmiştik. Tek bildiğim orayı ateşe verdik ve koşarak
karanlıkta kaybolduk. Oranın sahiplerini bir daha görmedim” dedi. Homoseksüel bir iş adamının
döverek gasp eden Bauer, “Nazi grubu için para bulmam gerekiyordu. Sadece homoseksüel
olduğu için onu seçtim. O adamı öldürmek istedim, ama şansıma bunu başaramadım” diye
konuştu. 2 yıl 10 ay hapse mahkum edilen Bauer, cezaevinde hayatını değiştiren olayı anlattı.
Bauer, “İki neo-Nazi arkadaşım ot içiyordu. Bana göre bu bir Amerikan davranışıydı, asla Alman
değildi. Bu kabul edilemez bir aşağılamaydı. Bağırınca bana saldırdılar, acımasızca vuruyorlardı.
İki Türk mahkum bana yardım etti. Buna inanamadım, çünkü onlardan nefret etmem
gerekiyordu” dedi. Gençleri neo-Nazi gruplardan kurtarmak için çalışan "EXIT" örgütü ile
bağlantıya geçen Bauer o süreçi şöyle anlattı: “Anaokulundan beri edindiğim tüm
‘arkadaşlarımı’ kaybettim, çünkü hepsi neo-Nazilerdi. Bazen ‘doğru mu yapıyorum’ diye
düşündüm. Ancak eğer özgür yaşamak istiyorsam, bunun yapabileceğimin en iyisi olduğunu
biliyordum. Hapiste Neo-nazi olmayan birçok kişi ile tanıştım, hepsi bana karşı arkadaş
canlısıydı. EXIT grubu ile yaptığım birçok konuşma bana yeni bir hayat kazandırdı.” Bauer,
Almanya’da 1998-2006 arasında 8’i Türk 10 kişinin öldürüldüğü neo-Nazi cinayetlerinin polisin
gözünden kaçmasının ise şaşırtıcı olmadığını ifade etti. Bauer, “Devlet yeraltında ne kadar aktif
aşırı sağcı olduğunu bile bilmiyor. Alman iç istihbaratından para alan çoğu muhbir aslında neoNazilere sırtını dönmüyor, devlete bilerek yanlış bilgi aktarıyor” dedi. Bauer, “Benim için Türk
arkadaşlarım ile çalışmak, konuşmak çok ilginç. Bu benim yeni hayatım ve bunu çok seviyorum.
Şimdi nefretten arınmış, sevgiyle dolu bir insanım” diyordu. (144)
KILIÇ NEDEN TEMİZLENMELİDİR?
Yakın geçmişte Nazilerin birçok Yahudiyi insafsızca katlettikleri gibi, bugünde Dazlaklar gibi
NeoNazist gruplar diğer pek çok etnik grubu da hedef alıyor. Almanya'daki yangın facialarının
ardı arkasının kesilmiyor. Almanya'da yabancılara karşı yıllardır yapılan organizeli bir
düşmanlık var ve bu yabancı düşmanlığının altında Alman derin devletin bulunuyor. Bu
’’Alaman derin devleti’’ yabancı düşmanlarını yönlendiriyor ve bu Neo Naziler Kılıç’ın bir nevi
çeteleri gibi hareket ediyorlar.
Thüringen Eyaleti Anayasayı Koruma Dairesinin eski başkanı Helmut Roewer'in, 1995 yılında
aşırı sağcı Almanya'nın Milliyetçi Demokratik Partisinin (NPD) eski Thüringen eyalet teşkilatı
başkanı Thomas Dienel'i muhbir olarak çalıştırmaya başlaığı ve Dienel'in 1997 yılına kadar bu
görevi için yaklaşık 40 bin mark (yaklaşık 20 bin avro) aldığı malum. NPD'nin eski başkan
yardımcısı Tino Brandt'ın da 1994 yılında muhbir olarak çalışmaya başladığı ve 2001 yılına
kadar yaklaşık 200 bin mark aldığı, bu parayla da izlemesi gereken "Thüringer Heimatschutz"
adlı aşırı sağcı terör grubunu kurduğu, bu gruba da Türkleri öldürdükleri tahmin edilen ve intihar
eden Uwe Böhnhardt ile Uwe Mundlos'un ve polise teslim olan Beate Zschaepe'nin üye olduğu
bilinen bir gerçek. Roewer'in verdiği bilgilere göre, ’’muhbirlere sadece Thüringen eyaletinde
1994-2000 yılları arasında yaklaşık 1,5 milyon avro ödendi’’. Bu para muhbirlerden sadece bilgi
almak için değil, muhbirler vasıtasıyla cinayet işletmek için kullanıldı. Dolayısıyla bu
cinayetlerden Federal İstihbarat Dairesi ve bunun yanında Eyalet Anayasayı Koruma
Dairelerinin suçu büyüktür. Bu Realiteyi Merkelin inkar etmesi, doğru olamaz. Merkel kuzu
postuna sarılmamalıdır, çünkü idare ettiği hükümet bu cinayetlerden sorumludur. Holger G'nin
ölen katillere araç temin ettiği, hatta söz konusu pasaportların da Holger tarafından sağlandığı
belirtiliyor. Basına konuşan bazı yetkililer Alman istihbaratının 1999'dan bu yana hem Nasyonel
Sosyalist Yeraltı örgütünden hem de Holger G.'den haberdar olduğunu söylüyor. Siz Sayın
Merkel, Almanya’nın başbakanı olarak bu iddialara nasıl bir cevap verebileceksiniz?
Almanya'nın önde gelen gazetelerinden Bild, kendi yaptığı araştırmalar sonucunda, anayasayı
koruma dairelerinin muhbir olarak görevlendirdiği aşırı sağcıların, Nazi terör gruplarının
kurulmasını sağladığını ve 2000 yılından beri Türklere yönelik Almanyada işlenen cinayetlerin
altısında Hessen Eyaleti Anayasayı Koruma Dairesinin bir muhbirinin olay yerlerinin yakınında
bulunduğunu iddia etti. Bu iddia çok ciddir, çünkü Alman Anayasayı Koruma Dairesinin
içerisinde ğörev yapan bazı yetkililer tarafından Nazi örgütlenmesi yönlendirilmektedir. Onların
izni olmadan Nazilerin almanyada eylem yapması mümkün değildir. İlk önce islam düşmanlıgını
Alman istihbarat birimleri ve bazı Politikacıları ileri sürdüler, bu vesileylede Nazi ırkçılarını
Türkiyelilere kaşı kullandılar. Almanya'da kamuoyunda 'dönerci cinayetleri' olarak bilinen ve
son 10 yılda 8'i Türk, biri Yunanlı toplam dokuz işyeri sahibi ve bir polis memuru cinayetlerinin
aşırı sağcıların işlediği anlaşıldı. ’’4 Kasım' 2011 de Saksonya eyaletindeki Zwickau kentinde bir
evde çıkan yangında Türk esnafın öldürüldüğü Ceşka tipi tabanca bulundu. Aynı gün Thüringen
eyaletne bağlı olan Eisenach kentinde yanan bir Araçın içinde polis tarafından aranan neonazi
teröristler Uwe Mundlos ve Uwe Böhnhardt’ın cesetleri bulundu. Daha sonra polise teslim olan
Beate Zschäpe'nin de delilleri yok etmek için evi yaktığı ortaya çıktı, ancak küller arasında
bulunan DVD'lerde, üç Neo-Nazi’nin ‘Nasyonal Sosyalist Yeraltı Grubu’ mensubu olduklarını
kabullendikleri ve işledikleri cinayetleri de itiraf ettikleri bildirildi’’.
Bu nedenle Almanya BaşbakanıDr. Angela Merkel, 2000 yılından bu yana 8 Türk ve 1 Yunan'ın
Naziler tarafından öldürülmesiyle ilgili olarak, bu olayın ülkesi için utanç verici bir durum
olduğunu söyledi. Şimdi Dr. Merkel’e sormak lazım, polisin ve istihbarat birimlerinin olayı
yıllarca aydınlatamamasıda skandal değilmi? CDU da Naziler yok mu? Sizin denetiminizde
hareket eden Alman İstihbarat Birimi (BND veya Verfassungschutz) ne iş yapıyor? Alman
İstihbaratının yazmış olduğu raporlarda bu NSUnazi-killer örgütlenmesinden niçin hiç
bahsedilmiyor? Bu Nazilerin bugüne kadar fark edilmeden cinayet işleyebilmeleri nasıl
mümkün? Türingen Eyaletinin istihbarat teşkilatı NSU’nun varlığından haberdar dağil miydi?
Alman isttihbaratı dokuz Türk işadamı Almanya’da Naziler tarafından katledilirken, niçin
susuyordu? Nazi Partisi olan NPD’nin en üst kademelerine sızan istihbarat birimi ajanlarınız (VPerson (vormals V-Mann, abgekürzt VP genannt) bu Nazileri yönlendirmedi mi? Bu nedenle
NPD’nin kapatılması sizlerin en yüksek mahkemesi tarafından hukuk dışı bulunmadı mı? Siz
Almanya’nın Başbakanı olarak ülkenizdeki yabancı düşmanlığını önlemek için ne yaptınız?
Kaçtane yabancı kökenli danışmanınız var? Almanya’da seçim dönemlerinde partinizin önemli
kadrolarından Bay KOCH’un yürüttüğü yabancı düşmanlığı kokan iğrenç politikayı ne çabuk
unuttunuz. ’’Alman basını cinayetleri işleyen ve polise yakalanmamak için intihar ettikleri öne
sürülen iki ırkçı Alman'ın yanan karavanında, sadece Alman gizli istihbarat elemanlarına verilen
pasaportlar bulunduğunu yazmıştı’’. O halde sormak gerekiyor, Merkel hanım, Alman istihbarat
mensuplarının kullandığı Pasaportu bu iki ırkcı nasıl kullanabiliyor? Onalara Alman istihbarat
birimi bu pasaportları vermedi mi? Merkel hanım, senin başı olduğun CDU’da ırkçı üyelerin yok
mu?
Alman makamlarının, işlenen ırkçı cinayetlerin aydınlığa çıkarılması için ucu nereye varırsa
varsın sonuna kadar gayret göstermeleri gerekir. Kılıç gerekirse Ergenekon gibi tasfiye edilmeli
veya karakoyunlar ayıklanmalıdır. Almanya‘daki cinayet serisi 2000 yılında başladı. 9 Eylül
2000’de Nürnberg’de çiçekçilik yapan Enver Şimşek dükkânında öldürüldü. Nürnberg’de 13
Temmuz 2001’de terzi Abdurrahman Özdoğru, 27 Temmuz 2001’de Hamburg’da sebze
toptancısı Süleyman Taşköprü, 29 Ağustos 2001’de Münih’te Habil Kılıç, 25 Şubat 2004
tarihinde Rostock’ta Yunus Turgut, 15 Haziran’da Münih’te Yunanlı Theodorus Boulgarides, 9
Eylül 2005’te Nürnberg’de dönerci İsmail Yazar ve son olarak 4 Nisan Salı günü Dortmund`da
büfeci Mehmet Kubaşık cinayetleri izledi. Şimdi bu cinayete Kurban giden insanlarımızın bur
mirasçılarına büyük görevler düşmektedir, Ceza davasına Müdahil olarak müracaat etmeleri
gerekir. Nazi Almanyası tarihin gördüğü en zalim ve acımasız rejimlerden biridir. Bu rejimi
ortaya çıkaran ırkçı ve faşist ideolojinin bir kez daha hortlamaması, insanlığa tekrar felaketler
getirmemesi için dünya çapında mücadele yürütülmelidir. (145)
Neo-Nazi örgütün 'Derin Almanya' için çalışıyor olmasını, 1970'li yıllardaki ünlü sol örgütlerle
birlikte düşünmek gerekiyor. Almanya'da Baader Meinhof, İtalya'da da Kızıl Tugaylar "kontr"
örgütlerdi! İki sol örgüt de Gladio mekanizmasının tasarımıydı. NATO-ABD'nin "Komünizmle
Mücadele" konsepti çerçevesinde kurgulanmış örgütlerdi... Örgütlerin varlığı, "Komünizm
tehlikesi kapıda!" alarmıyla özdeşti. Onları üreten de, finalde ortadan kaldıran da aynı GİZLİ
EL'di. Bu örgütlerin eylemleri başından beri biliniyordu. Dönemin İtalya Başbakanı Aldo Moro
"Uzlaşma" siyaseti nedeniyle GLADIO'nun hedefindeydi... Kızıl Tugaylar eylemiyle 1978'de
ortadan kaldırıldı. Baader Meinhoff da, BND (Almanya Gizli Servisi) CIA ve MOSSAD
tarafından örgütlenmişti. "Tesadüf" bu ya; İtalyan Kızıl Tugaylar'a mensup militanlar,
Ortadoğu'daki kamplarda Alman örgütü Baader Meinhof kadrosuyla beraber eğitiliyorlardı...
Kamplarda MOSSAD'a bağlı subaylar eğitim veriyordu.
Almanya Başbakanı Merkel, ülkesindeki aşırı sağcı akımın güçlenmesinden söz ederken; İçişleri
Bakanı Friedrich de "Aşırı sağcı terörizmin yeni bir şekli ile karşı karşıyayız" derken aslında bu
kontr örgütün derin arka planını gizlemeye çalışıyorlar. Neo-Naziler'in, Almanya "Anayasa'yı
Koruma Teşkilatı"nın derin hesapları doğrultusundaki örtülü operasyonlarda kullanıldığı ortaya
çıkmıştır. Anayasa'yı Koruma Teşkilatı'nın olaylardaki rolü ciddi biçimde sorgulanıyor. Dönerci
cinayetlerinin faillerinin evinden çıkan 88 isimlik infaz listesinde yer alanlardan 68'i Türk ve
İslam kuruluşlarının temsilcileriydi. Merkel'in "Çok kültürlülük politikası tamamen çöktü"
şeklindeki açıklamasını, Almanya'daki "Entegrasyon politikalarının farklılaşmış olduğu"
hususunu, bu bağlamda değerlendirelim... 2008 ile 2011 arası 190 bin Türk'ün, Almanya'dan
Türkiye'ye döndüğünü de bu resme ekleyelim. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Ekim
2011’de Münih'te ne demişti, bir de o açıklamayı hatırlayalım: "Öldürülenler sırf Müslüman ve
Türk oldukları için öldürülmüşlerdir. Bu cinayetler, Almanya'da on yıl boyunca çözülememişse;
o zaman bu sistemin, zihniyetin sorgulanması lazım. Biz de Türkiye'de faili meçhulleri
sorguluyoruz."
Yani? Almanya'daki faili meçhullerin de faili bellidir! Derin Almanya... Türkiye'ye karşı
yürüttüğü "örtülü savaş"ta, fena halde yakalanmış durumdadır... Ankara'nın dönerci
cinayetlerindeki derin arka planın peşini bırakmayacağı anlaşılıyor. Başbakan Erdoğan'ın
"Alman Vakıflarına" neden dikkat çektiği belliydi. Merkel'e "PKK yandaşlarının Almanya'da 6
milyar Euro topladığını" hatırlatmıştı. Cumhuriyet gazetesinin 2 Aralık tarihli manşetinde
"Almanya'daki Neo-Nazi cinayetine MİT'e çalıştığı söylenen bir Türk'ün de karıştığı" iddia
ediliyordu! Haberin kaynağı Alman Stern dergisiydi. Stern'in haberi ise "Amerikan istihbarat
kaynaklarına" dayanıyordu! Tamamen dezenformasyon bir haberi Cumhuriyet afiyetle
büyütüyordu... Böylelikle, dönerci cinayetlerinin derin arka planı örtülmeye çalışılıyordu.
Uydurma bir haber üzerinden, Almanya'yı himaye etmeye çalışan bir Cumhuriyet gazetesi vardı,
karşımızda! (146)
Ergenekon sanığı Bedrettin Dalan "Alman makamları ve Alman devleti beni teslim
etmez,Türkiye avucunu yalar. Ben dilediğim gibi geziyorum Batı ülkelerinde" diyordu... Daha 4
sene önce Alman devletine ve diğer tüm Batı devletlerine dümdüz giden ulusalcı Bedrettin
Dalan, şimdi sabah akşam Alman devletine dua ediyor.du... Eskiden "Türk ulusalcılığı" adına
Alman makamlarına ve tüm yabancı makamlara küfrediyordu. Şimdi ise Türk makamlarına
dümdüz gidiyordu Dalan... Bir anda "Alman ulusalcısı" oldu Ergenekon sanığı Dalan. Allah
sonunu hayretsin... Fakat Türk istihbarat ve güvenlik kuvvetleriyle Dalan'ın kovalamacası hiç
olmadı değil. Şu an Alman derin devletine sığınan Dalan, ABD'den de destek istemiş ve
bulamamıştı... O ağır hakaretler yağdırdığı Türk makamlarının bastırmasıyla ABD, bu firari terör
sanığının vizesini uzatmamıştı...
Taraf gazetesşnin çok başarılı Özel Haber Muhabiri Mevlüt Yüksel'in adım adım takip ettiği
Bedrettin Dalan, Yüksel'den çok rahatsızdı. Yüksel'in haber bombaları Dalan'ın kimyasını
bozmuş durumdaydı. Geçen hafta, 3.5 sene sonra Beyaz TV'deki yayına kendi arayarak
bağlanmasında son dönemin en çok yankı yaratan ve konuşulan kanalı Beyaz TV'nin gücünün
yanı sıra Takvim'in art arda gelen bomba haberlerinin de büyük payı vardı. Bu bağlamda hem
Mevlüt Yüksel'i hem de Takvim yöneticisi Ercan Demir ve Genel Yayın Müdürü Ergün Diler'i
kutlamak lazımdı... Öte yandan 2009 yılında da şu an Mevlüt Yüksel'in ve Takvim'in üstlendiği
bu "kimya bozma" işini yine bir başka başarılı gazeteci Cevheri Güven ve Star gazetesi
üstlenmişti. Star'dan Cevheri Güven o dönem art arda bombalar patlatmıştı. Mustafa
Karaalioğlu'nun Star'ının bu bağlamdaki başarısını unutmamak lazım... Bakın 27 ağustos 2009'da
Ergenekon sanığı Dalan'ın ABD'den kovulması Cevheri Güven'in haberine nasıl yansımıştı...
Ergenekon terör örgütü sanığı ve firarisi Bedrettin Dalan ABD'den kovuldu. Dalan'a ABD vize
vermedi. Dalan, soluğu önce Güney Amerika sonra da Rusya'da aldı. Dalan, Rusya'da işlerini
Ersöz'ün danışmanı olduğu şirket üzerinden yürütüyor.
Ergenekon silahlı terör örgütü iddiasıyla başlatılan soruşturma kapsamında gözaltına alınacağını
öğrenip yurt dışına kaçan ve yaklaşık 7 aydır firari durumda olan Bedrettin Dalan, Rusya'da.
Aylardır 'tedavi görüyorum' diyerek ABD'de yaşayan Dalan, Temmuz ayı sonuna kadar sağlık
raporu almıştı. Rapor süresi biten Dalan, ABD'de vize sorunu yaşayınca Güney Amerika
üzerinden Rusya'ya geçti. ABD'nin vize vermediği Dalan'ın, Rusya'daki işlemlerini Levent
Ersöz'ün danışmanı olduğu şirketler üzerinden yaptığı ve Ergenekon sanıklarının dostu Dugin'le
biraraya geldi. ABD vizesi biten ve aldığı 'seyehat etmesine engel sağlık sorunları var'
raporunun süresi de Temmuz'da dolan Bedrettin Dalan'ın, vize alabilmek için yaptığı başvuru,
ABD makamları tarafından geri çevrildi. ABD'de kaçak duruma düşmek üzere olan Ergenekon
firarisi Dalan'ın Ağustos ayı içinde Güney Amerika üzerinden Avrupa'ya oradan da Rusya'ya
geçtiği öğrenildi. Dalan'ın Rusya'da da kendisini rahat hissetmediği ve ülke içinde sık sık adres
değiştirdi. Dugin'in yanısıra bir diğer Ergenekon sanığı Doğu Perinçek'le yakın ilişkileri
Ergenekon iddianamesine yansımıştı. Dugin Ergenekon Davası'nı sert biçimde eleştiren yazılar
kaleme aldı... Dalan'la ilgili şok edici başka ayrıntılar bulunuyordu.. (148)
Hâl böyleyken, sırf “Dişlerimi yaptırıp hemen döneceğim” diyerek sırra kadem bastığından
değil, Poyrazköy’deki arazisinin ordunun gayrınizami mühimmat deposuna çevrilmiş
olmasından tutun da, gözaltına alınacağı haberini devlet katında hâlâ fevkalade muteber olduğu
izlenimi yaratan gölgeli MİT’çi Özel Yılmaz’dan almasına kadar çeşitli marifetleriyle, kendisine
Ergenekon sanıkları arasında gayet “mümtaz” bir yer edinen Bedrettin Dalan’ın yaptığı “Bana
bişeycikler olmaz, Almanya’nın kanatları altındayım” açıklaması apayrı bir mana kazanıyordu.
Adalet Bakanlığı Kasım 2011’de Dalan için resmen iade talebinde bulunduklarını, ancak
Almanya’nın “hakkında ağırlaştırılmış müebbet istenmesi” nedeniyle bu talebi reddettiğini
açıkladı. Şimdi Adalet, İçişleri ve Dışişleri bakanlıkları Dalan’ın iadesini yeniden talep etmek
için silbaştan bir dosya hazırlıyorlardı. Şurası kesindi; Şansölye Merkel ve liderliğindeki sağ
hükümet bugüne kadar Türkiye’den de, Türklerden de, AK Parti hükümetinden de
hazzetmediğini ortaya koymak için pek fırsat kaçırmadı. Şimdi Dalan’ın iadesine direnen Berlin,
bunun hukuki dayanakları ne olursa olsun, siyasi manasının, Türkiye’de halen süren ve asıl
hedefi Ergenekon’un çelik çekirdeğine erişip, o çekirdeği devletin içinden söküp atmak olan
mücadelenin engellenmesi olduğunu kavramalıydı. Böyle bir engelleme girişimi, ister istemez
akla, Almanya’daki derin devlet meselesini getiriyordu. Dalan’ı Türkiye’deki hukuk sürecinden
kaçırmaya ortaklık etmek, Ergenekon soruşturmasının önüne duvar çekmek demekti. Her duvar
gibi o duvar da er geç yıkılır. Ve yıkıldığında bir de bakmışsınız, o duvarın altında kalanları BfV
bile koruyamamış! İtalya’daki Gladio davasının anahtar sanıklarından Licio Gelli’nin dillere
destan firar ve iade hikayesinin Berlin’de iyi bilindiği kesindi. (149)
Almanlar herzaman hedef saptırmayı severdi. Mesela Almanya’da polis 20.11.2011 tarihinde
saat 13 ile 17 arasında Berlin’de faaliyet gösteren PKK’ya yakınlığı ilebilinen Alman-
Mezopotamya Dostluk Derneği'ne baskın düzenledi. Yaklaşık 5 saat arama yapan polis, dernekte
bulunan bazı Kürtlerin üzerindeki özel eşyalara el koydu. Bu aramalardaki asıl amacının
Almanya’daki gündemi değiştirmekten kaynaklanıyor olduğu düşüncesindeyim. Zira 9 Türkiyeli
esnafı öldüren neonazilerin faaliyetleri hakkında Federal Mecliste 21.11.2011 tarihinde özel bir
toplantı vardı. Ayrıca sözde intihar ettikleri iddia edilen bu Nazilerin otopsi raporu 21.11.2011 de
yayınlanacaktı. Gündem ister istemez 9 Türkiyeli esnafı hunharca öldüren
’’Nationalsozialistischer Untergrund’’ örgütünün faaliyetlerine kilitlenmişti. Nazilerin işlemiş
olduğu cinayetlerdeki derin devlet bağlantısını gazeteciler, hukukçular ve mebuslar araştırıyordu.
Böyle bir ortamda Kürdi dernek ve kurumlar aranarak gündem değiştirilmeye çalışıldı.
Ankara’nın ağzına bir parmakbal çalındı. Diğer taraftan bugün basından anlaşıldığı gibi, Neonazi
hücresi’’Nationalsozialistischer Untergrund’’(NSU) örgütüne bağlı katillerden Uwe Böhnhardt
ile Uwe Mundlos'un iddia edildiği gibi Zwickau'daintihar ederek ölmedikleri, bilinmeyen bir el
tarafından öldürülmüş olabilecekleri şüphesine Alman basınında geniş yer veriliyordu. Çünkü
otopsi raporunda katillerden birinin hem şakağına hem ağzına kurşun sıkıldığı ortaya çıktı.
Ayrıca bazı görgü tanıkları “silah sesleri duyulduktan hemen sonra karavan ateş aldı”
belirlemesinde bulunurken. Bazı görgü tanıkları da hiç silah sesi duymadıklarını, karavanın
aniden ateş aldığını belirtiyorlar. Bu durum katillerden birinin diğerini öldürdükten sonra intihar
etmiş olabileceğini işaret ettiği gibi, katillerin başka bir güç tarafından öldürülmüş olabileceğinin
işaretini de vermekteydi.
Bu konuda Alman devlet televizyonu ARD’nin açıkladığı bilgilere göre ’’dönerci katliamı’’
olayına sadece Anayasayı Koruma Dairesi değildi, Askeri Güvenlik Servisi'nin de bulaşmış
olabilirdi. Dolayısıyla Jena kentinde kullanılan bombanın Alman ordusunun mühimmat
deposundan Alman Derin Devleti tarafından ’’Nationalsozialistischer Untergrund’’ örgütüne
temin edildiği iddia ediliyordu. Bunu yanında Focus' derğisinin belirttiğine göre ’’Askeri
Güvenlik Servisi'nin Leipzig kentindeki bürosuna 1998 yılında üç kişilik terörist grubun
kaybolmasından sonra bulundukları yer hakkında bilgi verildiği, ancak Askeri Güvenlik
Servisi'nin Köln'deki merkezi tarafından bu bilginin değerlendirilmediği öne sürüldü‘‘.
Dolayısıyla bu ciddi belirlemeden yola çıkarsak, elde edeceğimiz sonuç, ’’Nationalsozialistischer
Untergrund’’ örgütünün Alman Derin Devleti tarafından kurulduğu, yönlendirildiği ve silahlı
eylem yaptırıldığı analizini yapmak zor değildi. Bu nedenle Almanya’da basın ve kamuoyu
şimdi “devletin sağ gözü kapalı mı?” sorusuna cevap aramaya çalışıyordu.
Bu bağlamda Almanya İçişleri Bakanı Hans-Peter Friedrich, 2000 yılından beri öldürülen
Türkiyeliler ile ilgili cinayetlerin araştırılmasında hata yapılmış olmasının mümkün olduğunu
söylüyordu. Dolayısıyla şimdi Bay Hans-Peter Friedrich e sormak gerekir, ülkenizde
bakanlığınıza bağlı olarak hareket eden ’’Alman Derin Devleti’’ olarak isimlendirilen bir gizli
güç var mıydı? Eğer böyle bir gizli güç yoksa nasıl olurda istihbarat memurlarınızın
kullandıkları pasaport ve kimlikleri ’’Nationalsozialistischer Untergrund’’ örgütü üyeleri
kullanabilir? Onlara sadece Alman İstihbarat Memurlarının kullanabileceği pasaportları kimler,
niçin ve hangi gayeyle verdi? Bu katillerin kullandıkları Passaportlar sahte değil, sadece ve
sadece resmi istihbarat memurlarının Almanya’da kullandığı pasaportlardır. Bay Hans-Peter
Friedrich şimdi zatınızın bizlere hikâye anlatmasına gerek yok. Bakanlığını yaptığınız ülkenizde
yaşayan yabancılara ikinci ve üçüncü sınıf insan muamelesi yapılmakta. Sizin ülkenizde yaşayan
yabancıların belgeleri arşivlerden bile çalınıp başka yerlere konulmakta. Almanya’da Alman
Derin Devleti mevcuttur. Bu karanlık güç organizeli bir şekilde kendi elini kire sokmadan
’’Nationalsozialistischer Untergrund’’ örgütü vasıtasıyla Türkiyeli işadamlarını Almanya’da
fiziken imha etmiştir. Bunu bundan böyle inkâr etmeniz mümkün değildir.
Bay Hans-Peter Friedrich sizin bir bakan olarak yapmanız gereken ’’Alman Derin Devleti’’nin
işlemiş olduğu suçları ortaya çıkarmanız olmalıdır. Yoksa basın aracılığıyla bizlere ajite çekip
soruşturmayı makaslamanız doğru olmaz. Almanya’da yaşayan yabancılar olarak artık bizler ne
ülkenizin hukuk sistemine nede demokrasi yapılanmanıza güvenmiyoruz, çünkü ülkenizde adalet
mekanizması bile mesele yabancılarla ilgili olduğunda adil davranmamaktadır. Bende bu
konularla ilgili çok duyum var. Ülkeniz öyle bir çelişkiler yumağına bürünmüştür ki, ülkenizde
rüşvet mekanizması işlemekte, rüşvet yiyerek karar veren ’’hukuk davalarına’’ bakan
hakimleriniz mevcuttur.
Bay Hans-Peter Friedrich diyorsunuz ki Almanya’da "Yaklaşık 1 düzine suçlu var. İlk
araştırmalara göre hata yapılmış olması mümkün". 10 cinayet işlenmesi ve 14 bankanın
soyulmasından sonra bu olayların aydınlatılamamış olmasının anlaşılır gibi olmadığını,
"İnsanların her zaman hata yapabileceğini, ancak bu kadar fazla hatanın yapıldığı bir olaylar
silsilesini politik yaşamımda ilk kez görüyorum". Bay Hans-Peter Friedrich sizin hata olarak
değerlendirdiğiniz olaylar silsilesi size bağlı olan memurlarınız tarafından bilinçli olarak
yapılmıştır. Memurlarınızın bilinçli olarak yaptığı olaylar silsilesini hata olarak değerlendirmeniz
bile, meseleye ne kadar dar pencereden baktığınızı göstermektedir. Sizin bir bakan olarak
yapmanız gereken ucu nereye varırsa varsın ’’Nationalsozialistischer Untergrund’’ örgütü ve bu
örgütün arkasındaki karanlık gücün işlediği suçları açığa çıkarmanız olmalıdır.
Bay Hans-Peter Friedrich Almanya'da aşırı sağcı şiddetin boyutları resmi makamlarınızın tahmin
ettiklerinden çok daha büyüktür. ’’Federal İstatistik Dairesi, 1990-2009 yılları arasında aşırı
sağcı saldırılar nedeniyle 47 kişinin öldüğünü kaydederken, Amadeu-Antonio Vakfı 1990'dan bu
yana tam 182 kişinin hayatını kaybettiğini açıkladı’’. Alman Die Welt gazetesinin haberine göre,
öldürülenler arasında sadece yabancı kökenliler değil, Alman polisler, avukatlar, evsizler,
pankçılar hatta çocuklar da var. İşte utanç listesindeki bazı isimler: Nihad Yusufoğlu: 17
yaşındaki Yusufoğlu, 28 Aralık 1990'da kalbine aldığı bıçak darbesi ile yaşıtı bir dazlak
tarafından öldürüldü. Samuel Kofi Yeboah: 1991'de Saarlouis'deki mülteci kampına yapılan
kundaklamada hayatını kaybetti. Bahide Arslan, Ayşe Yılmaz, Yeliz Arslan (10 yaşında): Üçü de
1992'de, Schleswig-Holstein Eyaleti'nde Mölln'deki evlerinde yakılarak öldürüldü. Gürsün Ince,
Hatice Genç, (18), Hülya Genç (9), Saime Genç (4): Solingen kentinde, 1993'de evlerinin
kundaklanması sonucu yanarak öldüler. İşte bu insanları fiziken imha ettiren asıl yapının adı
‘‘Alman Derin Devletidir‘‘. İçişleri bakanı olarak görevinizde bahsini ettiğimiz bu yapılanmanın
işlediği suçları ortaya çıkarmak olmalıdır. (150)
‘Dost acı söyler’ derler, ama sanki AK Parti hükümeti 2011’de hızla ANAP’laşmaya başladı. Bu
kitabımı bir erken uyarı fişeği olarak kabul edebilirsiniz. Almanların Ergenekon içinde kurduğu
parelel derin devlet ihmal ediliyor. Maalesef, Ergenekon ve Balyoz davaları savsaklanıyor ve
süratle ‘Yeşil’leşen ve formasyon değiştiren Ergenekon ahtapotunun uzlaşma girişimlerine
kanılıyor. Avı tavukları yemek isteyen tilkinin mübarek gözükmek için hacca gitmesi misali,
Ergenekon ejderhasının zeytin dalına güvenilip, ipleri gevşetiliyor. İktidar sarhoşluğuna kendini
fazla kaptıran bazı devlütlü dostlarımız, ustalık döneminde parsa toplamayı, makam kapmayı,
ihale takipçiliğini, illegal zenginleşmeyi, adam kayırmayı ve zevkü sefayı zirveye çıkardı; tıpkı
ANAP’ın son dönemi gibi devleti babasının çiftliği sanıp tıksırıncaya kadar yeme telaşındalar!
Kendisine güven duyulan bu dostların bazıları, kurdun ağacı içerden yemesine, çakalın,
akbabanın leş sevdasına, yılanın yemeden önce avını etkisiz hale getirip zehrini akıtmasına göz
yumuyorlar. Akrebin huyudur sokar, köşeye sıkıştırılan kedi tırmalar. İş ehil olana verilmiyor.
‘Bizdendir, liyakatlı değilse bile koy gitsin orada liyakat kazanır’ tavrı, iktidardan yıkılışın
başlangıç emaresidir. Maske değiştiren kobralara geçit verirseniz, sizi pohpohlayanlara güvenir,
size sonsuz kredi sunanları yüzüstü bırakırsanız, sonunuz hüsran olur. Polis dursun diyen elçi ve
aracıların kredisini tüketiyorsunuz! Ergenekon ejderhası henüz çökertilmedi, beş bin operasyonel
elemanı sahada, beş binde elit yönetici masa başında dört gözle tökezlemenizi bekliyor. Bu
sözüm Bülent Arınç’ı elçi olarak gönderen ve Ergenekon davalarını kapatmaya çalışanlaradır.
Osmanlı tarihinde padişahlar ne zaman derin yapıyla uzlaşmaya çalışmışsa hep kellelerini ve
iktidarlarını kaybetmişlerdir. Eğer temizliği yarım bırakırsanız, sizin sonunuzda farklı
olmayacaktır.
Aktif Haberde, gazeteci ve yazar Yusuf Gezgin şunları yazdı: Hayatı boyunca dipçik yemiş,
asker korkusu yaşamış iktidar sahipleri, askerler kendilerine topuk selamı verip, karşılarında
hazırola geçince böyle bir zehaba kapılmış olabilirler. Yakın çevrelerini sarmış Ergenekon
kırıntısı siyasetçiler de bu doğrultuda konuşup, “artık bu askerlerle, Ergenekoncularla
uğraşmayalım; tehlike geçti. Daha fazlası orduyu yıpratmak olur” diye akıl verince, Sultanı
şahanelerimiz Ergenekon denen örgütün bittiğine ve derin yapıların damarlarımızdan,
bağırsaklarımızdan bile temizlendiklerine inanabilirler. Bir ameliyat yaptık ve bağırsaklar
temizlendi diye düşünebilirler. Ama bağırsaklarda kanser varsa bir ameliyatla temizlenmez. Bir
süre sonra yeniden ve daha güçlü nüksedebilir. (151)
Bana sorarsanız, (Gezgin gibi düşünüyorum): Ergenekon temizlenmiş veya çökmüş değil.
Ergenekon’da temizlenenler, içeriye tıkılanlar sadece derin örgütün, kripto yapının bazı ortaboy
icracılarıdır; operasyonel elemanlarıdır. Ama hala bu derin, sinsi yapının beyni ayaktadır.
Stratejistlerinden, teorisyenlerinden, esas oğlanlarından kimse tutuklanıp içeriye tıkılamamıştır.
Masanın etrafında olduğundan şüphelenilen bazıları yurt dışına kaçmış ise de, asıl masanın
başını tutanlar hala ülkededir; taktik hareketlere devam etmektedirler. Ancak stratejilerinde bir
kısım temel değişiklikler olmuştur. Bundan sonra daha uzun soluklu planlarla, daha sinsi, örtülü,
sureti haktan görünen, daha münafıkça taktiklerle ve stratejilerle ilerleyeceklerdir. Bu yapıya
hükmeden zevat ve güruh, artık Türkiye’de pek çok dengenin değiştiğinin, Kemalist formlarla,
laik ayaklarla oyun kuramayacaklarının, alan kazanamayacaklarının farkındadırlar.
Eskiden bu derin kripto ekip biraz münafıkça, ama daha çok kafirce hareket etmekte ve millete
ve değerlerine açıktan cephe almaktan, hakaret etmekten çekinmemekte idiler. Artık derin
yapıların temel taktiklerinde, stratejilerinde, jargonlarında büyük değişiklikler olmuştur. Bundan
sonra cepheden değil, yandan vurma, dışarıdan değil, içeriden çökertme, dost görünüp çakma,
dostlarla vuruşturarak enerjisini tüketme, bol nifak üreterek iç dengelerle oynama, ahlaki,
mali zaafları kullanarak teslim alma gibi yeni taktikler denenecek ve uygulanacaktır. Bütün
bunlar gayet muhafazakar, hatta dindar tavırlar içine girilerek yapılacaktır. Ergenekon’un
icracıları ve uygulayıcıları farklı isimlerdir. Ergenekon’un ve derin yapının beyni, özellikle
taktikler geliştiren, Ergenekoncu askerlere emirler veren sivil beyinleri neredeyse tam kadro
dışarıdalar. Şu anda onlar yeni Türkiye’ye, mevcut şarlara uyum sağlamakla meşguller. Kabuk
değiştiriyorlar. Yeni dönemde hangi zarfın ve kabuğun uygun olacağı, hangi renklerin makbul
olacağı noktasında fikir jimnastikleri yapıyorlar. Yeni stratejilerini daha kurmadılar ve devreye
sokmadılar.
“Kara Kuvvetler” sanılan birkaç yüz kişiyi Silivri’de toplamakla karanlık yapı çökmüyor.
“Beyaz Kuvvetler” denilen başka bir kesim, gerekmedikçe silah kullanmayan, daha çok toplum
içinde etkin olan ve toplumu, toplumsal kesimleri manipüle eden elemanlar. Bunlar toplumda
meslek sahibi, etkin, itibarlı; ama derin yapı hesabına organize edilmiş ve çalıştırılan kimseler;
yani gazeteci, yazar, milletvekili, siyasetçi, doktor, öğretim görevlisi, din adamı, avukat…
Ergenekon denilen yapının sadece bir kısmı içeriye alındı. Bu tür yapıların en tepesinde olan ve
Ergenekon’a da hükmeden gayrı milli, kriptolar kontrolündeki derin yapı ise hepten duruyor.
Ergenekon ne çöktü ne de göçtü. Bir kısım ortaboy elemanları hariç hepsi ayakta ve hepsi
duruyor. Beyin takımı duruyor. Ayak takımı da “Beyaz”ıyla “Siyah”ıyla aynen duruyor. Şu anda
Ergenekon ve ona hükmeden derin yapı toplumdaki değişime paralel kendini yeniden
yapılandırıyor. Bir metamorfoz geçiriyor, şekil değiştiriyor. Kendisini muhafazakar (!)
Türkiye’ye uydurmakla meşgul. Eğer mevcut iktidarda veya Türkiye’de bir tökezleme, bir
sürçme olursa, hiç şüpheniz olmasın derin yapı ve Ergenekon aynen koruduğu beyniyle ve siyahbeyaz kuvvetleriyle alana iner ve Türkiye’ye yeniden kabuslar yaşatabilir. Türkiye’nin fazla
büyümesi dış odakları rahatsız ediyor, iç ve dış yeni komplolara hazırlıklı olalım…
Özellikle Almanlar üzerinden yapılacak saldırılara hazırlıklı olmak gerekir. Medeni
Almanya’dan kirli bağırsaklarını temizlemelerini bekliyoruz. Aksi halde ırkçılık tekrar
hortlayacak ve Hitler döneminde olduğu gibi Almanlar Avrupa’yı savaşlara sürükleyecek ve
medeni Avrupa medeneniyeti intihar edecektir.
KAYNAKLAR
1. CIA Dünya Raporu: Almanlar 2011. 66.42 milyonluk Alman nüfus göçmen nüfus
katılmadan hesap edilen en düşük rakamdır.
2. CIA Dünya Raporu: Almanlar 2011.73.42 milyon Alman nüfusu ve 78 milyonda Alman
vatandaşlığını kabul etmiş rakamdır.
3. Mahmut Çebi. Aksiyon. Irkçılık çıbanı sonunda patladı. 11. 12.2011.
http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/mobile_detailn.action?newsId=31050
4. Tüm Türk Gazeteleri. 3 Ekim 2011. Erdoğan: Alman Vakıfları PKK’ya Yardım Ediyor
5. Mehmet Ali Birand. Posta. 6 Ekim 2011.Alman vakıflarına yargısız infaz mı yapılıyor?
6. Necip Hablemitoğlu. Türkiye’deki Alman Vakıfları Raporu. Alman Vakıfları Bergama
Dosyası. Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 2003.
7. Rauf Atilla. Haber X. Hablemitoğlu’nu Almanlar mı Öldürdü?
8. Hürriyet. Alman Vakıfları Rüşvet Teklif Etti. 30 Eylül ve 3 Ekim 1991.
9. Necip Hablemitoğlu. Türkiye’deki Alman Vakıfları Raporu. Alman Vakıfları Bergama
Dosyası. Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 2003.
10. Mehmet Eymür. Akdeniz Haberler. Suikastte Askeri İhale İzi... 2003.
11. Mehmet Salih Çeviker. Odatv.com. Almanlar ile Amerikalılar Yollarını Neden Ayırıyor.
02.06.2009.
12. Ata Atun. Türkiye’de Manşet. AB-Türkiye İlişkileri Sarsıntıda. 23.12.2010.
13. Faruk Şen , NTV. Faruk Şen. NTV. Neo Nazi cinayetlerin ardında Alman derin devleti
var! Euractiv.com.tr, 17.11.2011
14. Danielle Ganser. NATO’nun Gizli Orduları. 2005.
15. Analiz/Aktifhaber. Almanya'daki Derin Gladyo İşbaşında. 15.11.2011.
16. Yusuf Gezgin. Aktifhaber. Ergenekon Çöktü mü? 1 Numara Kim? 22.12.2011.
17. Ibrahim Sediyani. 01 Kasım 2010. Haksoz haber. Almanya Üzerine Sosyolojik
Anekdotlar. http://www.haksozhaber.net/almanya-uzerine-sosyolojik-anekdotlar18567yy.htm
18. Alman Federal İstatistik Dairesi. 2011 Nüfus İstastikleri Raporu.
19. ARD. 2011 Kamuoyu Araştırması. Her 3 Almandan 1'i İslam'dan korkuyor.
20. ARD. "Morgenmagazin" Haber programı için Infratest dimap adlı kamuoyu araştırma
şirketinin yaptığı araştırma sonuçları. 2011.
21. Türkan Genç. Bursa’da Hayat. İslamfobi. 12 Kasım 2011.
22. Fırat Haber Ajansı. Ergenekon’la ilgili Alman İstihbaratı’ndan belge istendi. 26.03.2008.
23. Fırat Haber Ajansı. Ergenekon’la ilgili Alman İstihbaratı’ndan belge istendi. 26.03.2008.
24. Mahmut Övür. Sabah gazetesi. 'Ergenekon'a paralel bir örgüt var'. 19-07-2009
25. Emre Aköz. Sabah, 19 Aralık 2010
26. Vakit. Metin Kaplan'ın Alman avukatı Ingeborg Naumann: Hedef Müslümanlar. 1
Haziran 2005.
27. Emre Aköz. Sabah gazetesi. 17 Aralık 2011. ‘Alman işi yapboz oyunu’.
28. Mehmet Alkaç. Türkiye Manşet. Almanya -Türkiye Savaşları -1. 21.06.2011..
29. Türkiye’de Alman Vakıfları, 03.11.2011. Mehmet Alkaç. Türkiye Manşet. Almanya Türkiye Savaşları 2. 23.06.2011.
30. Mehmet Alkaç. Türkiye Manşet. Hasta Adam, 30.09.2011.
31. Mehmet Alkaç. Türkiye Manşet. . Bir kaç milyon Avrupalı,10.08.2011.
http://www.corummanset.com/kose_yazisi.asp?id=4810
32. Zihni Çakır. Kod Adı Darbe. Türkeş ile Rockfeller arasındaki ilişki. 09 Ocak 2010.
http://www.porttakal.com/haberler/politika/turkes-ile-rockfeller-arasindaki-iliski603478.html
33. Jürgen Elsasser. Star Gazetesi. Almanya ve Türkiye’de 'uyuyan gladyo hücreleri var. 4
Kasım 2011.
34. Abdullah Harun. Vakit. Naziler, Alman Ergenekonu’nun kılıfı. 4 Kasım 2011.
35. İbrahim Karagül. Yenişafak. Alman Ergenekon’u. 15 Kasım 2011.
36. Gotthard Jaeschke, Kurtuluş Savaşı İle İlgili İngiliz Belgeleri, (Çeviren: Cemal Köprülü),
TTK Basımevi, 1991; Giacomo Carretto, “1930’larda Kemalizm-Faşizm-Komünizm
Üzerine Polemikler I ve II”, Tarih ve Toplum, Sayı:17, s. 56-60; S. 18, s. 62-72; Hakkı
Uyar; “1930’lar Türkiye’sinde Kemalizm Algılamaları”
http://kisi.deu.edu.tr/hakki.uyar/21.pdf; Şeref Aykut, Kamâlizm, Muallim Ahmet Halit
Kitabevi, İstanbul 1936 (2. basım, Kaynak Yayınları, İstanbul 2008): Hasan Rıza Soyak,
Atatürk’ten Hatıralar, Yapı Kredi Yayınları, 2005.
37. Bilgin Türk. Alman Derin Devleti BND, Ergenekon ve Bir Taşla Birçok Kuş... 9 Şubat
2009. Politika Dergisi Sayı 12.
38. Ahmet Usta. Mardin Life. Dr. Hablemitoğlu Cinayeti ve Alman Vakıfları, 05 Ekim
2011. http://www.mardinlife.com/Dr-Hablemitoglu-Cinayeti-ve-Alman-Vakiflariyaziyaz-493)
39. Necip Hablemitoğlu. 2003. Alman Vakıfları Bergama Dosyası. Toplumsal Dönüşüm
Yayınları.
40. Hüseyin Özbek , Ufuk Ötesi Dergisi. Necip Hablemitoğlu ve Alman Vakıfları.
41. Uğur Ziyal. Türkiye Dış İşleriBakanlığı. Resmi mektup, 25 Aralık 2002 tarihli yazı,
Almanya Büyükelçiği Müsteşarı Dr Gerhard Nourney'e gönderilmiştir.
42. Bianet. Ankara Özgür Radyo, Alman Vakıfları DGMde, 25.04.2002.
http://bianet.org/bianet/bianet/9486-alman-vakiflari-dgmde
43. Türkiye Cumhuriyeti Dış İşleri Bakanlığı, 4 Mart 2003. No:33 - 4 Mart 2003, Alman
Vakıfları Aleyhine Açılan Davanın Son Duruşması Hakkında Açıklama
http://www.mfa.gov.tr/no_33---4-mart-2003_-alman-vakiflari-aleyhine-acilan-davaninson-durusmasi-hakkinda-aciklama.tr.mfa
44. Yeni Akit. 22 Aralık 2008. Talip Doğan Karlıbel: Alman faşistlerle Türk Ergenekonla
birlikte çalışıyor
45. Necip Hablemitoğlu. 2003. Alman Vakıfları Bergama Dosyası. Toplumsal Dönüşüm
Yayınları
46. Mehmet Eymür. Akdeniz Haberler. Suikastte Askeri İhale İzi... 2003.
http://www.akdenizhaberler.com/Haberler-Suikastte-Askeri-Ihale-Izi-67682.html
47. H.Hüseyin Kemal. Yeni Asya. Ergenekon’un finans kaynakları ‘uluslar arası
komisyonlar’ mı? 25.07.2011.
48. Zaman. Bilinmeyen Aziz Yıldırım. Askeri İhaleler Ondan Soruluyor. 01 Eylül 2011.
49. Necip Hablemitoğlu. Türkiye’deki Alman Vakıfları Raporu. Alman Vakıfları Bergama
Dosyası. Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 2003.
50. Talip Doğan Karlıbel. Alman Gizli Servislerinin Türkiye Operasyonları. 2007.
51. Swetlana W.Pogorelskaja, Çeviren: İrem Güney. Alman Dış Politikasının Aktörleri ve
Araçları Olarak Partilere Yakın Vakıflar. 1999.
52. Tamer Bacınoğlu, “Türkiye’de Alman Vakıflarının Marifetleri”, Cumhuriyet, 6 Temmuz
1999.
53. Hulki Cevizoğlu. Ceviz Kabuğu. Alman Vakıflarının Yasal Statüsü Yok. 2000.
54. İlkhaber. “Konrad bilmecesi çözüldü” 08.10.2001.
55. Akşam. “Vakıflara jet beraat kararı” 05 Mart 2003.
56. Zafer Güler. Alman Derin Devleti, Truva , s. 79
57. Gabriel Kolko.The Age Of War Lynne Reinner Publishers s. 81
58. S. Yılmaz . 21. Yüzyılda Güvenlik ve İstihbarat. Alfa Yayınları, s. 539
59. 20 minutes.“En-Europe-des-legislation-differentes” 31.01.2007.
60. İbrahim Çevik. “Kürt Sorunu” mu Yoksa Örtülü Operasyon mu? Diplomasi ve İstihbarat
Eliyle Kürt Toplum Mühendisliği. TURKSAM’da Etnik Çatışmalar Masası.
61. Deutsche Welle Türkçe, Sibel Yeşilmen / Jülide Danışman, 4 Ekim 2011 Alman
Vakıflarından Erdoğan’ın İddialarına Yanıt. http://www.borsarti.com/almanvakiflarindan-erdoganin-iddialarina-yanit.html#ixzz1aJBtVxmZ
62. Recep Tayyip Erdoğan: 'Alman vakıflar konusunda Kılıçdaroğlu'na yardım ederim'
3.Ekim 2011.
63. Utku Çakırözer, Cumhuriyet, 6 Ekim 2011. Alman Vakıfları Konusunda Başbakanı fena
aldatmışlar
64. Cumali Uyan. Librenews. Türkiye ile Almanya arasında bir karşılaştırma,
21.06.2009.http://www.librenews.eu/?style=other&section=writers&wid=6&aid=1636)
65. Cumali Uyan, Librenews. Neden Almanya’da Askeri Darbe olmuyor? 29.07.2010.
http://www.librenews.eu/?style=other&section=writers&wid=6&aid=2248
66. Cumali Uyan, Librenews. Alman Vakıfları hakkında Başbakan büyük bir pot kırdı,
05.10.2011, http://www.librenews.eu/?style=other&section=writers&wid=6&aid=2710 )
67. Yeni Akit. Erdoğan'ın Bahsettiği Alman Vakıf. 03 Ekim 2011.
68. Fehmi Koru. Habertürk Tv. Haber 7. Fehmi Koru'dan Deniz Feneri dersi.14 Ekim 2011.
http://www.haber7.com/haber/20111014/Fehmi-Korudan-Deniz-Feneri-dersi.php
69. İbrahim Karagül. Yeni Şafak. 'Alman Ergenekonu' ve PKK'ya para transferi... 4.10.2011
http://yenisafak.com.tr/yazarlar/?i=29227&y=IbrahimKaragul
70. İbrahim Karagül. Yeni Şafak. Alman Ergenekonu: Bu nasıl bir oyun! 25 Temmuz 2008.
71. İbrahim Karagül. Yeni Şafak. 9 Eylül 2008. Deniz Feneri Davası.
72. İbrahim Karagül. Yeni Şafak. Almanya'ya ne oluyor? Avrupa kimleri yakacak? 27 Kasım
2010.
73. İbrahim Karagül. Yeni Şafak. Almanya 'Ergenekon'u ne zaman çökertilecek? 29 Şubat
2008.
74. H.Hüseyin Kemal. Yeni Asya. Ergenekon’un finans kaynakları ‘uluslar arası
komisyonlar’ mı? 25.07.2011.
75. Aziz Üstel. Star Gazetesi. Alman ‘Ergenekonu’nun Türkiye tezgahları! 17 Ekim 2009.
76. Habertürk Gazetesi "Güneydoğu'da Alman Ajanslar cirit atıyor". 4 Aralık 2010.
77. Radikal. “Ajan değil aktivist”. 5 Aralık 2010.
78. Turgay Güler. Ülke TV. SıradışıProgramı. CHP ile Almanya’nın Türkiye’deki vakıfları
arasındaki ilişkiler ve CHP’ye bu vakıflardan yapılan yardımın belgesi.
79. Hasan Karakaya, Yeni Akit. CHP ve Alman Vakıfları İlişkisi Yazmıştık. 08.09.2011.
80. Furkan Altınok. Yeni Akit, CHP’nin Alman vakıfları ile ilişkisi, 7 Ekim 2011.
81. Yiğit Bulut. Habertürk. 1 Numara Alman Vatandaşı Olabilir mi? Kasım 2011.
http://www.haberturk.com/yazarlar/yigit-bulut/676334-1-numara-alman-vatandasiolabilir-mi
82. Joseph Pomiankowiski. Osmanlı İmparatoruğu'nun Çüküşü, Çev. Kemal Turan, Kayıhan
Yy., İst., 1990, s.90-91.
83. Sinan Avcı. Tarih ve Medeniyet dergisi. Sayı, 60 Mart 1999.
84. Milli Gazete. Gündem. l. Dünya savaşında Almanlar Osmanlı’yı kullandı. 24.01.2010.
85. İbrahim Temo'nun İttilıad ve Terakki Anıları, İst. 1987, s. 12.
86. Temo, age, s.16.
87. Dr. M. Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Düşünür Olarak Doktor Abdullah Cevdet ve
Dönemi, İst. 1981, s.22.
88. M. Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Örgüt olarak Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti ve
Jöntürklük, c.l (1889-1902), İst., 2. Baskı, 1989, s. 126.
89. Hanioğlu (1989), age, s. 127.
90. Suat Parlar. Osmanlı’dan Günümüze Gizli Devlet. Spartaküs yayınları, S.168.
91. İsmail Cem, Türkiye“de Geri Kalmışlığın Tarihi. S.241
92. Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt 6, S.1821
93. S.Yerasimos, Az Gelişmişlik Sürecinde Türkiye, S.601-602
94. 2. Abdülhamit Han’ın Şimendifer ve Hicaz Demiryolu Politikası.
http://home.arcor.de/abdulhamidhan/liderlik/hicazdemiryolu.html
95. Toplumsal Tarih dergisi. "Birinci Dünya Savaşı'ndaki Alman Askeri Yardım Heyeti'nin
Bilinmeyen Bir Yönü" Kasım 2000.
96. A. Medyalı, Kürdistanlı Yahudiler, birinci baskı 1992.
97. Mete Soytürk . 18 Mart 2007. Osmanlı Devletinin İstanbul’daki Bakanlıklarını yeniden
Yapılandırmakİçin 1916 Yılından İtibaren Almanya’dan Gönderilen Uzmanlar.
98. Şevket Süreyya Aydemir. Suyu arayan adam.
99. Fevzi Moray. Ermeni Meselesi Tezim. 22 Aralık 2011.
http://edebiyatgalerisi.net/2011/12/ermeni-meselesi-tezimdir-fevzi-moray/
100.
Yiğit Bulut. Habertürk. 1 Numara Alman mı?
101.
Ayşe Hür.Taraf. Mustafa Çolak, 'Tehcir Olayını'nın Propaganda Sürecindeki
Doruk Noktası: 'Talat Paşa Davası'', Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı 58, Cilt:
XX, Mart 2004; The Caseof Soghomon Tehlirian, Yay. Haz. Vartkes Yeghiayan,
Glendale, California, 2006; Hasan Babacan, Mehmed Talat Paşa 1874-1921(Siyasi
Hayatı ve İcraatı), TTK Yayınları, Ankara 2005; Talat Paşa Davası, Tutanaklar, Yay.
Haz. Doğan Akhanlı, Belge Yayınları, İstanbul 2003; Dilek Zaptçıoğlu, 'Talat Paşa
Davası', Cumhuriyet, 23 Nisan 1993.
102.
Mete Soytürk . 18 Mart 2007. Osmanlı Devletinin İstanbul’daki Bakanlıklarını
yeniden Yapılandırmakİçin 1916 Yılından İtibaren Almanya’dan Gönderilen Uzmanlar.
103.
Suat Parlar. Osmanlı“dan Günümüze Gizli Devlet. S.168, Spartaküs yayınları.
104.
Ahmet Raşidoğlu, CIA ve Emperyalizm Kıskacında Türkiye S.115.
105.
Aytunç Altındal, 1995. Neo-Nazilerin Thule’si Manevi Cihazlanma Derneği.
106.
Aytunç Altındal. ‘Bilinmeyen Hitler’. Aktüel, 1995. Sebottendorf'u 1945-57
yılları arasında Türkiye'de 'Görünmeyen eller' Korudu.
107.
Bülent Günal. Hitler'in ardındaki Bektaşi
http://www.aytuncaltindal.com/roportaj/hitlerin_ardindaki_bektasi.html
108.
Aytunç Altında. ‘Bilinmeyen Hitler’.
109.
Aydoğan Vatandaş. Kayıp Kitap Barnabas'ın Sırrı.
hhttp://www.derki.com/sayfalar13/erolkomplo.html
110.
Eski Türk Masonları"nın Uygulamaları, Hermes Yayınları, sf 102.
111.
Eski Türk Masonları"nın Uygulamaları, Hermes Yayınları, sf 111.
112.
Aydoğan Vatandaş. Kayıp Kitap Barnabas'ın Sırrı.
hhttp://www.derki.com/sayfalar13/erolkomplo.html
113.
Arif Altunbaş. 7 Ekim 2011. Almanlar Ne Kadar Dost?
114.
Nuh Gönültaş. Bugün Gazetesi. Yunus Nazi, Almanlar ve Ergenekon! 20 Şubat
2008.
115.
Yasemin Çongar. Taraf Gazetesi. Ergenekon’da dönüm noktası ya da ‘Tiefer
Staat in Deutschland’ 16 Aralık 2011.
116.
Necip Hablemitoğlu. Hasım Ülke: Almanya. Aydınlık. 24 Temmuz 2011.
http://merhabaaydinlik.info/2011/07/necip-hablemitoglu-hasim-ulke-almanya/
117.
Nazilerin Kökeni ve Tarihi. www.hermes.com
118.
Necip Hablemitoğlu. Hasım Ülke: Almanya. Aydınlık. 24 Temmuz 2011.
119.
Özgür Göndiken. 2. Dünya Savaşı ve Nazi Türk-Müslüman Lejyonu. 26 Kasım
2010. http://www.totalwar-turkiye.com/2-dunya-savasi-ve-nazi-turk-muslumanlejyonu#.TvdoyfIyenA
120.
Selami İnce, Birgün gazetesi. 10 Nisan 2011. Hitler'in polisleri
http://www.birgun.net/worlds_index.php?news_code=1302426649&year=2011&month=
04&day=10 )
121.
Richard Deacon. İsrail Gizli Servisi, sf.149.
122.
Murat Sofuoğlu, Ekopolitik. Gehlen.org işbaşında
http://www.ekopolitik.org/public/printnews.aspx?id=704)
123.
Selami İnce. Birgün Gazetesi. Kayıp Naziler ve Antikomünüzm. 17 Mayıs 2009.
http://www.birgun.net/sunday_index.php?news_code=1242560834&year=2009&month=
05&day=17
124.
Der Spiegel Sayı: 11/ 1971. BND'nin NATO üssü 13 Heinz Höhne/Hermann
Zolling: PuHach'ın İçindeydi.
125.
Antiwar. Almanya’da Amerikan üsleri.
126.
Newsweek, 11 Kasım 1991.
127.
The Middle East International, Eylül 1981.
128.
Dan Raviv, Yossi Melman, Every Spy a Prince, s. 57.
129.
Gonzales Mata, Les Vrais Maitres du Monde, s. 26.
130.
Wiener, 2 Şubat 1991.
131.
Ataman Aksöyek. Federal Almanya’da NATO’nun Gizli Orduları / II.(GLADİO).
19.03.2010. www.kuyerel.com
132.
Yücel Özdemir. Evrensel gazetesi. Almanya’nın neonazi Gladyosu. 29 Mart 2002
http://www.evrensel.net/v1/02/03/29/dosya.html.
133.
Michael R. Gordon. Newyork Times.“German Intelligence gave U.S. Iraqi
Defense Plan”, 27 Şubat 2006.
134.
II. bir rapor için bkz. “Berlin File says Germany’s spies aided U.S. in Iraq”, NYT,
2 Mart 2006).
135.
Murat Sofuoğlu, Ekopolitik. Gehlen.org işbaşında.
http://www.ekopolitik.org/public/printnews.aspx?id=704)
136.
İbrahim Çevik. Almanya Asya’nın Neresinde? ASCMER. (ascmer/24.11.2011)
www.ascmer.org ve URL: http://www.turkcelil.com/?p=46424
137.
İbrahim Çevik. Almanya Asya’nın Neresinde? ASCMER. (ascmer/24.11.2011)
138.
Simon Araloff, AIA European section, Çeviri Cem Şenol, Alman istihbaratı
Berlin-Moskova eksenini koruyor. 10.07.2007.
139.
Gök Yeleli Bozkurt. Özel Harp Dairesinin Bailangıçtan Günümüze Tarihçesi.
http://www.kibris1974.com/ozel-kuvvetler-komutanligi-t12222.html
140.
Halkın Devrimci Yolu . Sayı 1 – Ocak/Mart 2009.
141.
Mahmut Çebi. Irkçılık çıbanı sonunda patladı. Aksiyon. 11. 12.2011.
http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/mobile_detailn.action?newsId=31050
142.
Tüm gazeteler. Türk konsolosu Nazilerin ölüm listesinde. 20 Kasım 2011.
143.
Ntvmsnbc. 88 Kişilik Ölüm Listesi. 13 Aralık. 2011.
144.
Milliyet. Manuel Bauer: Hayatının Türkler Değiştirdi. 11 kasım 2011.
145.
Prof. Dr. Ümit Yazıcıoğlu. Almanya Derin Devleti. Almanya’daki Türkiyelilere
karşı işlenen cinayetler. 16.11.2011. Yüksekova Haber Gazetesi
146.
Tamer Korkmaz. Yeni Şafak. Derin Almanya. 18 Aralık 2011.
147.
Yasemin Çongar. Taraf Gazetesi. Ergenekon’da dönüm noktası ya da ‘Tiefer
Staat in Deutschland’ 16 Aralık 2011.
148.
Rasim Ozan. Taraf. Bedrettin Dalan ABD'den nasıl kovuldu?19 Aralık 2011.
149.
Yasemin Çongar. Taraf Gazetesi. Ergenekon’da dönüm noktası ya da ‘Tiefer
Staat in Deutschland’ 16 Aralık 2011.
150.
Prof. Dr. Ümit Yazıcıoğlu. Almanya Derin Devleti. 23.11.2011. Yüksekova
Haber Gazetesi. http://www.yuksekovahaber.com/yazi/almanyadaki-turkiyelilere-karsiislenen-cinayetler-2468.htm
151.
Yusuf Gezgin. Aktif Haber. Ergenekon’un 1 Numarası Kim, Ergenekon Çöktü
mü? 12 Aralık 2011.

Benzer belgeler