İndir

Transkript

İndir
Editörden
Müşterisiz metâ zayidir.
Dergimiz dokuzuncu yılına bu sayıyla birlikte
girerken, sizlerden gelen müspet yaklaşımlar
“her sayıda daha da iyi bir dergi” hedefimizi gerçekleştirmede bizleri isteklendiriyor. Yakın alakanızdan dolayı hepinize tek
tek teşekkür ediyoruz. Bu sayımızda da siz
değerli okurlarımız için yine dopdolu bir dergi hazırlamaya çalıştık. Beğeneceğinizi ümit
ediyoruz.
Mustafa Özcan Bey “Arap Baharı ya da İslâm’ın
Beşinci Dönemi” başlıklı makalesinde, geçen
sayımızda büyük ilgi gören tespitlerinin bir
yenisini daha sunuyor. Suriye baharı veya
devrimiyle birlikte çatışma sahasına dönüşen
Guta ile ilgili tespitleri yine çok çarpıcı.
Kur’ân-ı Kerim’in kaynak olarak merkeze
alındığı bir anlatımla diğer siyer kitaplarından
farklılığıyla dikkat çeken “Hz. Muhammed’in
(s) Hayatı ve İslâm Daveti” isimli 2 ciltlik siyer kitabı yazarı Prof.Dr.Celaleddin Vatandaş
hocamız ile gerçekleştirdiğimiz röportajdan
oldukça istifade edeceğinize inanıyoruz.
Doç.Dr.Ebubekir Sofuoğlu hocamızın Sultan
Murad-ı Hüdavendigâr’la Balkanlara gelen
huzuru işlediği yazısını müsamahalarına
sığınarak dört sayfada sizlere özetlemeye
çalıştık.
2-5
Arap Baharı
ya da İslâm’ın
Beşinci Dönemi
6-11
Prof. Dr
Celaleddin
VATANDAŞ
12-13
Sultan Murad-ı
Hüdavendigâr’le
Balkanlara
Gelen Huzur
Yusuf E. ERDEM
Yusuf Yavuzyılmaz Bey, gerek kendini çağdaş
diye tanımlayan kesimler, gerekse bir kısım
dindarların istismarına uğramış “Müslüman kadınlar” ile ilgili tespit ve görüşlerini
yazısında yansıttı. Benzer bir konuyu işleyen
Sahir Akça Beyin tesettür konusundaki
makalesini de ilgiyle okuyacaksınız.
Hamza Tekin hocamız bu sayıda, hepimizin
yolcusu olduğu varlığımızın ayrılmaz bir
parçası olan seferi konu edindi.
Fahri Tuna Bey “Ada’dan Portreler”de rahmetli Hattat Hafız Saim Özel’i sizlere biraz daha
yakından tanıttı.
Son söz olarak siz kıymetli okurlarımızdan,
dergimizi çevrenizdekilere tanıtmanızı
ve başkalarının da okumalarını sağlamak
suretiyle yaşatılmasına katkı sağlamanızı
rica ediyoruz. Cenâb-ı Hak’tan sıhhat ve afiyet temennisiyle sizleri dergimizle başbaşa
bırakırken, yeni bir sayıda buluşmak ümidiyle…
Ada’da kalın!
14-15
Vahyın
Işığında Yuvayı
Korumak
22-24
Müslüman
Kadının İstismarı
16-17
25-27
18-19
28-30
Faaliyetlerimiz
Yolcuyuz
Tesettür
Ada’dan
Portreler
Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Sahir AKÇA Genel Yayın Yönetmeni Yusuf Ertuğrul ERDEM Grafik&Tasarım Özer ÖZTÜRK Yayın Kurulu Sahir AKÇA, Yusuf Ertuğrul
ERDEM, Atilla YAKAR, Yusuf ERKAN, Enes İLGÜR Reklam Sorumlusu Atilla YAKAR Baskı Burak Ofset İrtibat: Atatürk Bulvarı Kadir Hoca Sokak (Öğretmenevi Yanı) Ötük Apt.
No:1/3 Adapazarı /SAKARYA Telefon: 0 264 277 19 46 E-mail [email protected]
Yayınlanan Yazıların Fikri Sorumluluğu Yazarlara Aittir. Gönderilen Yazılar İade Edilmez. İsim Zikredilerek İktibas Yapılabilir.
KÖŞE YAZISI
Mustafa ÖZCAN
Arap Baharı ya da
İslâm’ın Beşinci
Dönemi
Ahirzaman olaylarında Şam’ın yatay ve dikey anlamları bulunuyor.
Coğrafya ve aktörler bazında önemli misyonlar ifade edecektir. Bundan dolayı sahih hadislerde özellikle ahirzaman diliminde Şam’ın
bağlık bahçelik alanı olan Guta’ya işaret edilmektedir. Biset sırasında Gassanilerin merkezi Busra nasıl öneme haiz bir şehir ise keza
ahirzamanda da Şam aynı öneme haiz bulunmaktadır.
Numan Bin Beşir’in Huzeyfe’den
(Radiyallahu anhüma) rivayet ettiği
ve Ahmed Bin Hanbel’in Müsned’de
tahriç edilen İslâm’ın beş dönemiyle ilgili hadis Abdulmecid Zindani
gibi alimler tarafından yeni döneme ve Arap Baharına uyarlanmış ve
yansıtılmıştır. Dolayısıyla bu tespit,
Arap Baharının bir süreç olduğunu
ortaya koymaktadır. Bu süreç bir
yıllık olmayıp belki de yüzyıla damgasını vurabilecektir. Bundan dolayı
kimileri 2011’e İhvan yılı deseler de
kimileri İhvan yüzyılının başlangıcı olarak görmektedir. Bu sürecin
karakteri İslâm’ın yükselişiyle alakalıdır. İsmail Heniye ve hatta “The
Arab Spring is an Islamic uprising”
adlı makalesinde İran asıllı yazar
Ahmad Bakhshi gibiler de Arap Baharının İslâmî bir bahar olduğunu
yazıyorlar (1).
Numan Bin Beşir’in Huzeyfe Radiyallahu anh’dan rivayet ettiği hadiste şöyle buyrulmaktadır: “Nübüvvet dönemi Allah’ın dilediği kadar
sizde baki ve mahfuz kalır. Sonra
dilediğinde onu kaldırır. Sonrasında peygamberlik metodu üzerine
hilafet dönemi gerçekleşir. Peygamberlik tarzı üzerine hilafet de
Allah’ın dilediği kadar aranızda kalır ve sonra Allah aranızdan onu da
çeker alır. Daha sonra ‘melik ad’lık
ve ısırıcı kraliyet dönemi yaşanır. O
da Allah’ın dilediği kadar aranızda
kalır ve ardından Allah onu da kaldırır. Sonra melik cebriyye dönemi
gerçekleşir ve Allah dilediği kadar
onu da aranızda yaşatır ve ardından
Allah onu da çekip alır. Sonra peygamberlik üzerine hilafet dönemi
olur…”
2
İkinci hilafet dönemi İslâm’ın beşinci hilafet dönemine tevafuk
etmektedir. Burada iki hilafet döneminden bir de bozuk veya suri
hilafetten bir de cebriye döneminden bahsediliyor. İki farklı saltanat
döneminden bahsediliyor. Dikkat
çekici bir biçimde cebrilik ile ısırıcı
kraliyet dönemi birbirinden ayrılıyor. Ümera dönemi aslında saltanat
dönemidir. Cebabire dönemi ise
cumhuriyet adı altında militarist rejimleri akla getiriyor. Peygamberlik
dönemi hariç beş dönemden ikisi
imaret veya cebriye dönemi ikisi
de hilafet dönemi olarak anılıyor.
Şimdi ulemaya göre Arap Baharı ile
birlikte İslâm âlemi beşinci döneme
giriyor.
Peygamberlik ve onun metodu üzerine hilafet dönemi ölçüyle hareket
eder. Keyfi veya mutlak yönetim
anlayışı değil, ölçülü ve sınırlı ve
sorumlu anlayıştır. Kurallara bağlıdır. Keyfi hareket yoktur. İslâm
âlemi 19’uncu yüzyıl itibarıyla ahirzaman ve fitneler dilimine girmiştir.
19’uncu yüzyılın sonu ve 20’inci yüzyılın başı hadislerde belirtilen dördüncü dönemin başını teşkil ediyor.
Daha dakik bir şekilde ifade etmek
gerekirse; 1909 ve sonrası dördüncü dönemi temsil ediyor. Dördüncü
dönemin sonu ise 2000’lı yıllarda
sona eriyor. Arap Baharı ile birlikte
ya da 2011 ve devamında İslâm dünyasının yeni yani beşinci dönemi ve
baharı başlıyor. Bu dönem cebabire
döneminin karşılığı bir dönemdir
ve umulur ki bu dönemin ömrü
de Cebabire döneminin ömrü kadar olur. Mütekabiliyet dönemidir.
Cebabire dönemini 1909’dan baş-
lattığımızda bidayeti ile nihayeti
arasında tam 100 yıl var. 1923 ve
sonrasından başlattığımız ise 80-90
yıla tekabül ediyor.
Fitneler dönemi 19’uncü yüzyılda
başlamıştır ve Osmanlı’nın zayıflamasıyla birlikte İslâm’ın şevketi
kırılmış ve Müslümanlar dumura
uğramış ve içeri çekilmişlerdir. Bu
hem manevi değerlerde bir geri
çekilme ve hem de maddi ve fiziki güçte bir geri çekilme olmuştur.
Adeta İslâmiyet doğduğu topraklara
sürülmüş veya dürülmüştür. Bundan dolayı bazı hadislerde İslâm’ın
Medine-i Münevvere’ye çekileceği
ifade edilmiştir.
Yavuz Sultan Selim’den evvel Müslümanlar Anadolu’da nüfusun ancak yüzde 20’sini oluşturuyorlardı.
Yavuz Sultan Selim Arap dünyasını
Osmanlı toprakları içine katmasıyla birlikte nüfus dengesine oturmuştur. Yavuz’un İttihad-ı İslâm
politikası nüfus dengesini de sağlamıştır. Arap âleminin Osmanlı’ya
katılmasıyla birlikte Müslüman tebanın oranı yarıyı bulmuştur. Lakin
Osmanlı’nın gerilemesiyle birlikte
fetih bölgelerinden hızla bir geri
çekilme yaşanmış ve Anadolu’da ve
İslâm diyarlarında dini azınlıkların
oranı düşmüştür. 1877-78 savaşında
veya 93 harbi olarak bilinen harple birlikte Müslümanların Osmanlı
toprakları içindeki nüfusu yüzde 7075 civarına yükselmiştir. Balkan ve
Birinci Cihan Harbi ve sonrasında
ise bu oran yüzde 90’lar seviyesine
yükselmiştir. Zira mübadele olmuş
ve Müslümanlar Balkanlar’dan ve
Kafkaslar’dan çekilmişler ve bu yakadaki olan Hıristiyanlar da genelde
KÖŞE YAZISI
suyun öte yakasına çekilmişlerdir.
19’uncu yüzyıl birçok hadisin yansımasına mazhar olmuştur. Bunlardan birisi Osmanlı’nın çekilmesiyle
birlikte tahakkuk eden çanak hadisidir. Peygamberimiz ‘Milletler
üzerinize salınacak, adeta yiyicilerin sofraya üşüştükleri gibi üzerine
üşüşecekler’
buyurmuşlardır(2).
Özellikle de İslâm’ın kabuğuna daha
doğrusu özüne çekilmeyle ilgili birçok hadis bulunmaktadır.
Yine 19’uncu ve 20’nici yüzyıl hadis
diliyle fitneler ve melahim asrıdır.
da göstermiştir. Fitne hadislerinin
çoğunluğu Müslümanların edilgen
olduğu ve insiyatifi kaybettiği dönemlerle ilgilidir. Bu dönem 19’uncu
yüzyılda ve 20’inci yüzyılda zirveye
tırmanmıştır. Arap Baharına kadar
İslâmî anlayış iktidara veda etmiştir.
Arap Baharı ile birlikte Müslümanlar bir kez daha siyasi inisiyatif alma
gücüne erişmişlerdir.
Bazı ulemaya göre hadisler arasında
Birinci Dünya Savaşına işaret eden
hadisler de vardır. Bu, Ahlas (Deveçulu) Fitnesi ile ilgili hadistir. Pey-
Ebi Davud üzerine çalışmalardan
birisi olan Bezlu’l Mechud adlı eserin müellifi Muhammed Zekeriyya
Kandahlevi hadisler aynasında ahir
zamanın şifreli eşhası arasında olan
Şerif Hüseyin’i teşhis etmiştir. Üstadı Halil Ahmet Seharenfuri’nin
çığırını tamamlayan ve Süneni
Ebi Davud’un şerhlerinden Bezlu’l
Mechud kitabını ikmal eden Muhammed Zekeriyya Kandahlevi,
ahirzaman ve fiten hadislerinden
olan ‘Sümme yestelihu’nnasu ala
recülin ke verikin ala dil’in’ hadisini
Müslim’in rivayet ettiği bir hadiste
gece karanlığı parçacıkları gibi fitnelerin olacağı ve adamın mümin
olarak sabahlayıp kâfir olarak akşamlayacağı belirtilmektedir. Bu
söz konusu dönemin istikrarsız ve
değişken olacağının bir işaretidir.
Keza insan diniyle ilgili düştüğü fitnelerden kurtulamayarak belki de
imanını muhafaza edemeyeceğine
işarettir.
Pozitivizm, komünizm ve benzeri
ideoloji ve fikirler maalesef Fransız Devriminden beri dünyayı istila
etmiş ve etkisini İslâm dünyasında
gamberimiz kendi sulbünden çıkacak ahirzaman kahramanı Mehdi
(R. A.) bahsetse de bir de fitnenin
dumanı olacak ve yine kendi sulbünden gelecek bir adamın zuhur
edeceğini de haber verir. Onun her
ne kadar kendi sulbünden olsa da
kendi yolundan olmadığını ve kendi
yolundan olmayanın da kendisinden olmayacağını söyler. Muhammed Zekeriyye Kandahlevi söz konusu hadisin yorumunda bu zatın
Şerif Hüseyin olduğunu söyler. Yine
aynı hadis o zatın iktidarının güçlü
olmayacağını beyan eder. Süneni
şerh ederken bu hadisten maksat ve
muradın İngilizler’le beraber olup
Osmanlı’ya isyan eden ve arkadan
vuran Şerif Hüseyin fitnesi olduğunu haber vermiştir (Nazarat fi’l hadis, Ebu’l Hasan en Nedevi, s: 152,
Daru İbni Kesir) Muhammed Zekeriya Kandahlevi’nin tevazusu ve alçakgönüllülüğü bildiği hususlarda
geri çekilmesine mani olmuş ve bu
hadisin şerhinde de tam bir güvenle
ve isabetle bu hadisten kastedilen
şahsın ahir zaman şahsiyetlerinden
ve aktörlerinden olan Şerif Hüseyin
fitnesi olduğunu ifade etmiştir.
3
KÖŞE YAZISI
Hadis, insanların baldırı kaburgasına yapışmış bir adama biat edeceklerini haber vermektedir. Bir
nevi baldırı çıplak olan bu adamdan maksadın Şerif Hüseyin’in olduğu açıktır. Demek ki döl evladı
önemli olduğu kadar yol evladı da
önemlidir. Bazen de döl evladı ile
yol evladı birbirinden ayrılabilir. Bu
durumda Hazreti Peygamber (a.s.)
döl evladını değil yol evladını kendinden saymaktadır. İbnu’l Esir’in
en Nihayesi’nde yaptığı şerhte olduğu gibi, insanlar oyluk kemiğinin
eğe veya kaburga kemiği üzerinde
olması gibi bir adama biat ederler.
Oyluk ile eğe veya kaburga kemiği
bir araya gelmeyeceği gibi insanların biat ettikleri bu adamla da iktidar bir araya gelmeyecektir. İktidarı
ödünç olur. Nitekim Ürdün mail-i
inhidam bir bina gibi dış desteklerle ayakta durabilmektedir. Şerif
Hüseyin hanedanlığı Hicaz’da ve
Irak’ta yıkıldığı gibi daha 1970’li yıllara kadar Ürdün Ordusunu Gallup
Paşa ismindeki bir İngiliz yönetmiş
ve komuta etmiştir. Ve tek kurşun
atmadan bu ordu 1967 savaşında
Müslümanların ilk kıblesi olan Mescidi Aksa’yı terk etmiş ve Yahudilere
bırakmıştır. Önce Osmanlılara karşı
İngilizlerle anlaşan ardından Filistinlilere karşı Siyonistlerle ittifak
kuran bu hanedanlık en son 1967
yılında Doğu Kudüs’ü de kaybetmiştir. İbnu’l Esir açıkça insanların,
istikameti, düzeni ve senedi olmayan zayıf bir kişiye biat edeceklerini
ortaya koymaktadır (En Nihaye, cilt:
5, s: 176, el Mektebetü’l İslâmiyye ).
Demek ki nübüvvet mişkatından ve
penceresinden süzülen huzmelerle,
geleceğin tarihi ve Şerif Hüseyin’ler
ve akıbetleri görülebilmektedir.
Merhum İsmail Çetin Hoca da Dua
kitabında hadisi Muhammed Zekeriyya Kandahlevi gibi yorumlamıştır.
Hadislerden gelmiş geçmiş mühim
şahıslara iz düşürmek mümkündür.
Lakin mevzumuz günümüzle alakalıdır. Şerif Hüseyin dördüncü dönemin mühim adamlarından birisidir.
Fitne hadisleri ahirzaman dönemlerinin sıfatlarını ve karakterlerini
ortaya koymuştur. Bu karakterlerden birisi ‘lüke ibnü lüke/alçak oğlu
alçak’ ve ‘ruvaybida’ tarzı hadislerdir. Ruvaybida tabir caizse ciğeri
beş para etmez adamların iktidarı
ve yönetime gelmeleridir. Prof. Ab-
4
dullah Nasıh Ülvan bu hadisin anlamının sömürgecilik sonrası İslâm
dünyasındaki liderlere yansıdığını
beyan etmektedir. Rüvaybida tipli
liderler sömürgeciliğin yetiştirdiği
ve masonluğun beslediği liderler
tipine uygun düşmektedir. Bunların
dönemleri de elbette ki sömürgecilik sonrası dönemdir. Dolayısıyla
bu dönemde iktidara gelen liderler birçok vasıfla anılıyorlar. Bunlar
arasında cebabire, decacile sıfatları olduğu gibi ruvaybida sıfatı dahi
vardır. Abullah Nasıf Ülvan’a göre,
ruvaybida tarzı yönetimlerin en
önemli özelliği işbirlikçi karakterli
olmalarıdır. Bunlarla ilgili olarak
Kuveytli Abdullah Fehd En Nefisi 60
yıldan beri şeytanla dans ettiklerini
ve aynı yattıklarını ifade etmektedir.
İşte bunların döneminde Filistin
kaybedilir. Gerçekten de Şerif Hüseyin ve oğulları ve benzeri liderler
Filistin’in kaybından sorumludur
(3). Şimdi Arap Baharı işte bu takozları temizliyor. Hadislerde yine
sıbyan yani çocuksu iktidarlar döneminden bahsedilmektedir. Ebu
Hureyre bu dönemlerden birisinin
Mervanilere tekabül ettiğini söylemektedir. Muhtemelen Mervaniler
ilk Süfyaniler iktidarıdır. Manen
sonraki sibyan iktidarı veya Mervani
iktidarı İttihatçılar ve ardından gelen dönemdir.
Nitekim İslâm Yardımlaşma Teşkilatı Başkanı Ekmelüddin İhsanoğlu; Arap Baharının bir nevi Şerif Hüseyin’in huluf ve fululu yani
bakiyyesi olan diktatörlerin son-
baharı olduğunu söylemektedir.
Ortadoğu’da yaşanan değişim sürecini değerlendiren İslâm İşbirliği
Teşkilatı (İİT) Genel Sekreteri Prof.
Ekmeleddin İhsanoğlu; “ Yaşanan
Arap baharı değil, Arap diktatörlerinin sonbaharı.” diyor. Şöyle de
söylenebilir: Halkın baharı ve iktidarların sonbaharıdır. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da yaşanan değişim
sürecinin nasıl adlandırılacağı hâlâ
tartışılırken birçok Müslüman aydın, Batı dünyası tarafından ortaya
konan “Arap Baharı” tabirine karşı
çıkıyor. Katar’daki Medeniyetler İttifakı Forumu’na katılan Prof. İhsanoğlu da, bu isimlendirmenin yanlış
olduğunu ileri sürüyor. Brookings
Enstitüsü’nün düzenlediği dar kapsamlı bir toplantıda “İslâm İşbirliği
Teşkilatı Arap Ayaklanmasının Neresinde Duruyor?” başlıklı bir konuşma yapan İhsanoğlu, ardından
katılımcılarla yaptığı sohbette “Arap
Baharı”nin yanlış bir tabir olduğunu
ileri sürerek şöyle konuşuyor: “Bu
kavram ne yaşandığını yanlış anlatıyor. Yaşanan Arap baharı değil; Arap
diktatörlerin sonbaharı. Geriye kalan ise çok uzun bir süreç.” Genel
Sekreter, Müslüman dünyaya düşen
sorumluluğun, Ortadoğu’da yaşanan süreci müspet yönde yönlendirerek tahriplere mani olmak olduğunu vurguladı. Prof. İhsanoğlu’na
göre Ortadoğu’da sınırlar ve rejimler
dışarıdan belirlenirken ‘Arap halkları tarihin akışının bir unsuru olmaya
karar verdiler.’ Arap Baharı bölgenin
siyasi olarak yeniden şekillenmesine neden olacaktır. Lidersiz yola
başlayan Arap Baharı Fransız Devriminde olduğu gibi Napolyon’unu
bulacak ve siyasi misyonunu da icra
edecektir. ‘Ehli beytimden bir adam
Araplara hükmetmeden dünya sona
ermez’ gibi hadisler buna işaret ediyor. Tevbe ve Sâf Sûrelerinde İslâm
aleyhinde hem bir komplodan bahsediliyor ve hem de Allah’ın nurunu
tamamlayacağı vadi ifade ediliyor.
Sâf Sûresi’nin sekizinci ve dokuzuncu âyetleri ve Tevbe Sûresi’nin 32
ve 33’üncü âyetlerinde aynı vurgu
yapılıyor. Bu âyetlerde psikolojik
ve savaş ortamıyla İslâm nurunun
söndürülmek istendiğine işaret ediliyor. Psikolojik savaşın yanında fiili
savaşla da İslâm’ın nurunun söndürülmek istendiği kaydediliyor(4). Bu
dönemde Kur’ân-ı Kerîm’in haber
KÖŞE YAZISI
verdiği gibi İslâm’ın tealisi yaşanacaktır.
İslâm’ın beşinci döneminin tezahürleri şöyle sıralanıyor: Yahudilerin birinci ifsat ve büyüklenme dönemleri sahabeler nesli tarafından
bertaraf edildi ve Babil ve Roma’dan
sonra üçüncü kez Arap yarımadasından da kovuldular. Medine,
Fedek ve Hayber’den kovulmaları
sonucunda Şam’a yerleşmişlerdir.
Kimi Hıristiyanlar ve Yahudiler,
Müslümanların Arap yarımadasında hâkimiyet sağlamaları üzerine
Şam’a kaçmışlardır. Şam’dan da
dünyaya dağılmışlar, lakin 20’nci
yüzyılda
yeniden toparlanarak
bölgeye akın akın, fevç fevç (Lefif
halde, İsra Sûresi: 104) gelmişler ve
yığılmışlardır. Dolayısıyla Yahudi
haşri ve yeniden Ortadoğu’ya doluşmaları İslâm’ın öngördüğü gerçeklerden birisidir. Dolayısıyla İslâm’ın
müjdelediği gibi Medine’den atılmaları gibi bir gün Kudüs’ten de
yeniden atılmaları mukadderdir.
Kudüs’ün Müslümanların başkenti
olacağı veya Guta’da Müslümanların
salih kumandanlarının veya halifesinin olacağının haber verilmesi
buna işaret ediliyor. Hazreti İsa’nın
Şam’da Beyaz Minare’ye inmesi ve
oradan da Babu’l lüd’de Deccal’i
öldürmesi bu dönemle ilgili işaretler arasındadır. Hilafet ile Mehdi
veya mehdiyet meselesi birbirini
tamamlayan sıfatlardır. Birbirinden ayrı gayrı değildir. Her ne kadar
Said Havva Mehdi’den önce hilafetin yenilenebileceğini öngörse de
öngördüğü gibi çıkmamıştır. Hilafet ile Mehdi meselesi aynı kalıba
dökülmektedir. Taife-i mansura
(muzaffer bölük) da veya iki fustat
yine bu dönemle ve Şam’la alakalı
işaretlerdendir.
Arap Baharının İncisi Şam
Genelde meselelere aktüel gözlükle
bakılıyor. Tarihin derinliklerinden
akıp gelen anlam ihmal ediliyor.
İlahi gözle değil de genelde seküler gözlüklerle bakılıyor. Halbuki
bozuk da olsa İsrail bile meseleye
ilahi gözlükle bakmaya çalışıyor.
Ahirzaman olaylarında Şam’ın yatay ve dikey anlamları bulunuyor.
Coğrafya ve aktörler bazında önemli
misyonlar ifade edecektir. Bundan
dolayı sahih hadislerde özellikle
ahirzaman diliminde Şam’ın bağlık
bahçelik alanı olan Guta’ya işaret
edilmektedir. Biset sırasında Gassanilerin merkezi Busra nasıl öneme
haiz bir şehir ise keza ahirzamanda
da Şam aynı öneme haiz bulunmaktadır. Hadislerde Şam hakkında ve
ahirzaman diliminde ‘ukru dari’l
Müslimin’ ifadesi kullanılıyor; yani
Müslümanların otağı ve âdeta İslâm
yurdunun ve evinin merkezi. Bu anlamda Guta’ya gönderme yapan hadisler de vardır. Guta Suriye baharı
veya devrimiyle birlikte çatışma sahası olmuştur. Kanaatimce Şam
eksenli son olaylar da Suriye’nin
çehresini değiştirmeye aday. Eskilerin tabiriyle yeni misyonu için
zemin hazırlıyor. Semir Yunus gibi
çeşitli İslâmî yazarlar Suriye rejiminin cürümlerinin Firavun ve İsrail’in
cürümlerini geride bıraktığını, en
azından aratmadığını ifade ediyorlar(5).
Semir Yunus adlı yazar bu olaylarla veya Suriye devrimiyle birlikte
Taife-i Mansura denilen kitlenin
ortaya çıkacağını ifade etmektedir.
Yine Semir Yunus Hazreti İsa’nın
müteşabih bir biçimde Şam’a ineceğini ve yine bu topraklarda Deccal’i
öldüreceğini ifade etmektedir. Bazı
hadislerde de sarahaten Müslümanların Doğu Şeria merkezli olarak Yahudilerle savaşacağını ifade
etmektedir. Bu son olaylar ekseninde İsrail Deccal’i temsil ederken Çin
ve Rusya ekseni ise Yecüc Mecüc’ü
anlamını temsil ediyor olabilirler.
En doğrusunu Allah bilir. .
1-www.tehrantimes.com/opinion/95141the-arab-spring-is-an-islamic-uprising”
\t “_blank” http://www.tehrantimes.com/
opinion/95141- the -arab -spring -is-anİslâmic-uprising
2-Sünenü Ebi Davud, hadis 4297
3-Eş Şebab el Müslim fi muvaceheti tahaddiyat, Abdullah Nasif Ülvan s: 162-163
4- Vuu’d el Kur’an, Dr. Selah Abdulfettah el
Halidi, , Daru’l Kalem, s: 240
5-Lebbeyk Suriye, Dr. Semir Yunus, El
Müctema dergisi sayı 1986
5
R
RÖPORTAJ
Yusuf Ertuğrul ERDEM
öportaj
Kur’an-ı Kerim’in kaynak olarak merkeze alındığı bir anlatımla diğer siyer kitaplarından
farklılığıyla dikkat çeken “Hz.
Muhammed’in Hayatı ve İslam
Daveti” isimli 2 ciltlik siyer kitabı yazarı Celaleddin Vatandaş
isminin Sakarya’lı Adabülteni
okurları için farklı bir anlamı
vardır.
1992 yılında yazmaya karar
verip, okuma ve yazmanın birlikte eşlik ettiği 12 yılı aşkın süre
sonunda 2005 yılında mevcut
metin bitirilmiş ve kitap halini
almıştır. Adeta nüzul sırasına
göre bir Kur’an çalışması ile
siyerin bir birleşimi olan kitap,
2010 yılına geldiğinde altıncı
baskıya ulaşmış, tüm Türkiye’de
olduğu gibi Sakarya’da da özellikle Adabülteni ailelerinin en
çok okuduğu/okumakta olduğu
bir siyer kitabı haline gelmiştir.
Hatırlı dostlarının ricasıyla
teklifimizi kabul eden değerli
yazarımızla yaptığımız röportajı, onu ve eserlerini yakından
tanımanıza yardımcı olacağı
ümidiyle sizlerle paylaşmayı
bir görev biliyoruz.
6
Prof. Dr Celaleddin
VATANDAŞ
Yüksek Lisans ve Doktoranızı Sakarya Üniversitesi’nde
yaptığınızı biliyoruz. Sizin
için Sakarya ne ifade ediyor?
Doğrusunu söylemek gerekirse
Sakarya denildiğinde uykusuz
ve yorucu yolculuklar öncelikle
aklıma gelen şey oluyor. Çünkü
14 saati aşan bir otobüs ve tiren
yolculuğundan sonra kendimi
önce Arifiye’de sonra da Sakarya
Öğretmenevi veya belediyenin
kafeteryasında buluyordum. Siyer
çalışmamın birçok aşaması bu
yolculuklar sırasında planlandı.
O günlerde siyer çalışmamla ilgili
düşünce ve planlarımın yer aldığı
ajandamı hala saklarım. İlaveten
söylemek gerekirse Sakarya’ya
5 yıl gelip gittim. Çünkü yüksek lisans ve doktorayı Sakarya
Üniversitesi’nde yaptım. Dolayısıyla Sakarya’nın hayatımda özel
bir yeri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
“Hz.Muhammed’in Hayatı
ve İslam Daveti” isimli kitabınıza geçmeden önce ‘doğru peygamber tasavvuru’
nasıl olmalı sorusuyla başlayalım isterseniz…
Yaratılış amacına uygun olabilmek, hayatı doğru inşa edebilmek
için, doğru bilgiyi temsil eden
doğru modele ihtiyaç vardır. Kişi,
örnek aldığı modeliyle anlam ve
değer kazanır; örnek aldığı modeline göre şekillenir. Model, kişiliğin, inancın, hayat tarzının en
güçlü referansıdır. Böyle olduğu
içindir ki, bir insanı tanımak ve
değerlendirmek için modelini bilmek fazlasıyla yeter.
Ayrıca her insan, varlığını anlamlandırırken, hayat tarzını inşa
ederken, düşüncesini ve inancını oluştururken kendisine örnek
alacağı model arar. Bilinçli veya
bilinçsiz bir şekilde modelini de
bulur. Fakat insanın bütün özellikleri dikkate alınarak ifade edilecek olursa, çoğu zaman çok boyutlu hayatın her bir alanı ve konusu
için farklı model bulunmakta ve
onlar gibi olunmaya çalışılmaktadır. Bu ise önemli bir probleme
neden olabilmektedir. Farklı modellere uymak, kişinin psikolojik
dünyasında, hayat tarzında açığa
çıkan çatışmalara, garipliklere,
problemlere yol açmaktadır. Bunu
aşabilmenin veya problemi küçültebilmenin tek yolu ise mümkün
olduğunca en kapsamlı modele
sahip olmaktır.. Mümkün olduğunca doğru bilgiyi temsil eden
en kapsamlı modeli bulmak ge-
RÖPORTAJ
rekmektedir. İşin veya hayatın sonunda pişman olmamak, pişmanlıktan elleri ısırmamak, “eyvah
ben ne yaptım” dememek için bu
zorunludur.
Bilginin kaynağı, niteliği, aracı konusunda yapılmış ve çoğu kesimde hâlâ devam eden felsefî tartışmalara girmeden ifade edilecek
olursa, bir Müslüman için “doğru
bilgi” vahyin bilgisidir. İnsanlığın
“doğru bilgi”yi bulma serüveninde
amaca ulaşanlar, söz konusu bilgiyi bulan ve gereklerine “teslim”
olanlardır; yani Müslümanlardır.
Elbette ki bu büyük bir imkândır.
Ancak açıkladığımız nedenlerden
dolayı bu imkân çoğu zaman tek
başına yetersiz kalmaktadır. Hayatı en doğru şekilde inşa edebilmek, kişilik ve karakteri en güzel
şekilde oluşturabilmek için doğru bir modele de ihtiyaç vardır.
Bu durumda, doğru bilgiye ulaşmışlar için cevabı aranacak soru
şudur: “En doğru ve en kapsamlı
model kimdir?” Elbette ki bir Müslüman için kötülük önderi ve sembolü İblis veya yandaşları model
olamaz. Fakat ya bir melek? Bir
melek Müslümanın örnek alacağı
model olabilir mi?
Genel olarak bir insanın, özel
olarak da bir Müslümanın örnek
alacağı model melek de olamaz.
Çünkü melek, her insanda olduğu
gibi, nefsinin yanlış/kötü fısıltılarını duyup duran bir varlık değil.
Duygularıyla aklı arasında savaş
vermiyor. Biyolojik, psikolojik,
toplumsal; maddî, manevî ihtiyaçlarla kuşatılmış değil; acıkmıyor,
susamıyor, hastalanmıyor, malmülk, makam-rütbe, iyi bir gelecek, itibarlı bir iş özlemi taşımıyor.
Eşiyle, çocuğuyla, akrabasıyla,
arkadaşıyla, komşusuyla arasında problemler çıkmıyor; ihanete
uğramıyor, aldatılmıyor, oyuna getirilmiyor, küsmüyor, çekişmiyor.
Çocuklarının, yakınlarının eksikleriyle, yanlışlarıyla uğraşmak ve
onları cehennem yolcusu olmaktan alıkoymak için çaba sarf etmek
zorunda kalmıyor; bu konularda
herhangi bir endişe taşımıyor. Geçimini sağlamak için çalışmak zorunda değil; arzu ve tutkularıyla,
ilkeleri arasında sıkışıp kalmıyor.
İnancından dolayı hesaba çekilmiyor. “Niçin böyle yaşıyorsun?”
diye sorgulanmıyor. Hesap gününün korku ve umudunu taşımıyor.
Sormuyor, sorulmuyor; sorgulamıyor, sorgulanmıyor...
Bir melek, insanın modeli olamaz;
çünkü onun önünde tek yol var.
Onun yolu sadece “esenlik yurduna” giden bir yol. İnsanın önünde
ise iki yol var; biri ebedi azaba,
diğeri ise ebedi saadete uzanıyor.
İnsan bu iki yoldan birisini seçmek zorundadır. Her iki yol da
yolcusunu kendisine çağırıp duruyor; insan bir o yana meylediyor,
bir bu yana.
O halde bir insanın modeli yine
bir insan olmalı. Model de, kendisini örnek alacak kişi gibi zaaflara,
endişelere, korkulara, ihtiyaçlara,
özlemlere sahip veya bunları bilen
birisi olmalı. Tüm bunlara sahip
olan, ama hiç birisinin olumsuz
etkilerine, baştan çıkarıcı davetlerine boyun eğmeyen; boyun
eğmemenin yolunu ve yöntemini
7
RÖPORTAJ
bilen ve uygulayan birisi olmalı.
Bir insanın modeli yine bir insan
olmalı, fakat o herhangi bir insan
değil, kusursuz bir insan olmalı.
O doğru yolu bilen, yanlış yolun
çağrılarına kanmamanın yöntemine sahip olan, yanlış yoldan
uzak kalmanın iradesini kendisinde bulunduran birisi olmalı.
Dolayısıyla onda görülen, duyulan
her şey, örnek almayı gerektirecek
kadar doğru, iyi ve güzel olmalı. O
bir melek olmamalı, ama melekleri bile imrendiren bir mükemmelliğe sahip olmalı.
Var mı böyle birisi? Var! Onun
ismi Nuh’tur, Hud’dur, Salih’tir,
İbrahim’dir, Musa’dır, İsa’dır ve
özellikle de Muhammed’dir (s).
İnsanlığı cehaletin, kötülüğün,
yanlışlığın, ahlaksızlığın, zulmün
ve daha nicelerinin karanlıklardan aydınlığa çıkarmak amacında
8
olan İslam, insanlara sadece bilgi paketi olarak sunulmadı. O en
mükemmel modeli ile insanlığa
sunuldu. Yüce Allah, kullarına ihtiyaçları olan ve kendi imkânlarıyla
ulaşmaları mümkün olmayan bilgiyi verme lütfunun yanı sıra, bir
lütufta daha bulundu ve o doğru
bilgiyi hayata aktaracak, o bilgi
ile problemlerin çözüm yöntemini gösterecek modeli de gösterdi/
gönderdi.
celikle elçisinin üzerinde gösterdi.
Kur’ân, elçisini “büyük bir ahlâk
üzerinde” (Kalem, 4) olan bir şahsiyet yaptı, onda insanlar için örnek alınacak “en güzel” (Ahzâb 21)
özellikler inşa etti. Onun büyüklüğü ve güzelliği, dost-düşman herkesin tasdik ettiği bir özellik oldu.
Eşi Hz Aişe’nin tanımlamasıyla
“O’nun ahlâkı Kur’ân” oldu.
Dostlarının yanı sıra, düşmanlarının da tanıklığıyla biliyoruz ki,
insanlık için en doğru ve en kapsamlı model Hz Peygamber (s)’dir.
Ancak, maalesef, çoğu kimseler,
onu kendileri için örnek alınacak
model olarak görmekten kaçındılar. Bir kısmı yanlış gidişatının
geçici kazançlarına kanarak onu
reddederken; bazıları ise akılsızlığından, inadından, kötülük timsali karakterinden, kıskançlığından etkilenerek onu model olarak
görmekten kaçındı ve ona uymayı
reddetti. Bunlar, böyle yaparak
hakikati örten (kafir), hakikati
yanlışlarla bulandıran (müşrik)
oldular. Önlerindeki iki yoldan
ebedi azaba uzananın yolun yolcusu olmayı seçtiler. Bu tutum ve
tavırlarının gerekçesi olarak da,
onun bir insan oluşunu gösterdiler. Eğer yüce Allah kendilerine
bir model sunmuş olsaydı, bunun
ancak bir melek olabileceğini iddia ettiler. Modelin kendileri gibi
bir insan oluşunu kabullenmek
istemediler. “Bu ne biçim peygamber; (bizler gibi) yemek yiyor,
çarşılarda dolaşıyor! Ona bir melek indirilmeli, kendisiyle birlikte
o da uyarıcı olmalıydı!” (Furkan/7)
“Bir insan mı bize yol gösterecek”
(Teğabun,6) dediler.
İlahi iradenin insanlığa sunduğu
model peygamberdir. Peygamberlerin sonuncusu ve model oluşunu sağlayan her türlü özelliği
ayrıntılı olarak bilinen şahsiyet ise
Hz Muhammed (s)’dir. Allah onu
doğru bilgi ile, doğru bilginin tek
kitabı Kur’ân ile eğitti, yetiştirdi ve
insanlığın zirvesi kıldı. Böylelikle,
yüce Allah, ilahi bilginin değiştirici, mükemmelleştirici etkisini ön-
Ancak ne garip bir durumdur ki,
bazıları da ona inandığını, ona
itaat ettiğini, önündeki yollardan
edebi saadete uzanan yolun yolcusu olmayı istediklerini söylemelerine rağmen, onu model olarak
görmekten bilerek veya bilmeyerek kaçındılar. Bunlar kendilerini
samimi bir şekilde, içten gelerek
“Müslüman” olarak nitelediler,
ama Müslümanlıklarının yegâne
RÖPORTAJ
modeline uymaktan ısrarla uzak
durdular. Bunu ise onu kutsayarak yaptılar. Kutsayarak, onu
insan kategorisinden başka bir
kategoriye taşıdılar ve Allah’ın insanlar arasından seçtiği, eğiterek
mükemmel kıldığı o elçiyi model
almamalarının gerekçesini hazırladılar. Onu bazen meleklerin
düzeyinde ve hatta bazen de yüce
Allah’ın yanında yer alan özel ve
tek bir varlık olarak görme eğilimine sahip oldular. “Biz kim, O kim?”
biçimindeki sözlerine yansıyan
bir ayrımla, modellerini onda değil, kendilerince model olduğuna
inandıkları başka yerlerde, başka
şahıslarda aradılar.
Böylelikle bu iki kesim, çıkış noktaları farklı olmasına karşılık,
aynı noktaya varan bir yaklaşımın
mensubu oldular. Kafirler/müşrikler onu melek olmadığı için
model olarak görmekten kaçınırlarken, bazı “Müslümanlar” ise
onu kutsayarak örnek almaktan
uzaklaştılar.
Adabülteni’nin
Sakaryalı birçok okuru “Hz.
Muhammed’in Hayatı ve İslam Daveti” isimli eserinizle evlerinde siyer çalışmaları yapıyor. Allah Rasulü’nün
(s.a.v.) hayatını yazma gibi
şerefli bir vazifeye sizi yüreklendiren sebebin ne
olduğunu tüm okuyucularınız gibi bizler de merak
ediyoruz. Birçok siyer kitabı varken neden böyle bir
eser yazdınız? Sizin eserinizi diğer siyer kitaplarından ayıran temel özellikler
nelerdir?
Sorunuz kısa ama önemli. Dediğiniz gibi Türkçe telif edilmiş
veya Türkçeye tercüme edilmiş ve
hâlihazırda kitapçılarda kolaylıkla bulunabilecek birçok siyer var.
Üzerinde ciddi emek sarf edilmiş
onu aşkın siyerin ismini kolaylıkla
sıralamak mümkün. Bunların içerisinde cebe girecek hacimde bulunanlar olduğu gibi, bir kitaplı-
ğın büyükçe bir rafına zor sığacak
hacimde olanlar da var. İçlerinde
güzel bir üslupla kaleme alınmış
olanlar bulunduğu gibi, tamamen
akademik bir yaklaşımla yazılmış ve bu açıdan soğuk bir üsluba sahip olanlar da var. Olumsuz
olanları yani yanlış bir peygamber
tasavvurunu dile getirenleri bir
yana bırakarak söylemek gerekirse, mevcut siyerlerin içerisinde
birçok bakımdan yararlı olanlar
var. Bu açıdan da yeni bir siyer
çalışması yapma sebebini dile getiren sorunuz benimle ilgili olarak
anlamlı ve önemli bir sorudur.
Sorunuza cevap vermeden önce
şunu ifade etmekten kendimi
alamayacağım: Kabul etmek gerekir ki Allah resulünün hayatını
yazmak şerefli bir iştir. Bu şereften kim bir pay almak istemez ki!
Esasen bu bile yeni bir siyer çalışması yapmak için başlı başına yeterli bir gerekçedir. Dolayısıyla bu
şereften bir pay almayı elbette ki
ben de isterim ve istedim de. Ama
yine kabul etmek gerekir ki, Allah
resulünün hayatını yazmak şerefli
olduğu kadar zor, ağır sorumluluk gerektiren son derece ciddi
bir iştir. Zira hata kabul etmez bir
iştir. Örneğin, yapılacak itikadî
bir yanlış bütün hayırları siler
süpürür. Ama buna rağmen, sorumluluğumun bilincinden uzaklaşmadan böylesi bir işe giriştim
ve son derece yoğun geçen on iki
yılı aşkın bir zamanın sonunda
çalışmamı şimdilik tamamladım.
Şimdilik diyorum, çünkü muhtemel yanlışlık ve eksiklerin düzeltilmesiyle tamamlanma süreci
devam edecektir. Bu açıdan da
duyarlı okuyuculara sorumluluk
düşmektedir. Duyarlı okuyucular
tespit ettikleri yanlış veya eksikleri bildirirlerse hayırlı bir işe ortak
olmuş, güzel bir davranış sergilemiş olurlar. Gelelim sorunuza;
dediğim gibi kitapçı raflarında
onlarla ifade edilebilecek sayılara
varan ve konusu Resulüllah’ın hayatı olan kitaplar var. Fakat bunların hepsinin aynı düzeyde başarılı,
güzel ve en önemlisi de doğru ol-
duğunu söylemek pek mümkün
değil. Olumlu değerlendirilebilecek olanların bile birbirine oranla
birçok bakımdan artı veya eksileri
var. Burada dikkate alınması gereken öncelikli husus bir siyerde bulunması gereken en önemli özelliğin ne olduğudur. Bunun doğru
bilgiye dayanma özelliği olduğu
ise kolaylıkla söylenebilir. Cevap
kolay ve anlaşılır gibi görünüyor
ama esasen sıkıntı da buradan
başlıyor. Öncelikle hangi açıdan
doğru bilgiden bahsedildiğine
belirlemek gerekmektedir. Eğer
tarihi açıdan doğruluktan, Allah
resulünün hayatıyla ilgili sayısız
denebilecek oranda çok rivayetlerin içerisinden doğru olanları
belirlemekten bahsediliyorsa, bu
açıdan yeni bir siyer yazmak tamamen değilse bile büyük oranda
bilinenleri tekrar etmekten başka
bir anlama gelmez. Allah resulünün hayatıyla ilgili rivayetlerden
tarihi açıdan yanlış olanları ayıklayan, bir başka söyleyişle tarihi
kıymeti bulunan birçok siyerden
bahsedebiliriz. Merhum Muhammed Hamidullah’ın çalışması bu
açıdan listenin ilk sırasında ismi
anılmaya değer bir çalışmadır.
Fakat doğru bilgiye dayanma özelliği bir siyer için sadece tarihin
doğrularına uygunluk anlamına
gelmemektedir. Bir siyer her şeyden önce Kur’an’la, Kur’an’ın sunduğu ebedi hakikatle çatışmamalıdır. Bir siyeri doğru yapacak asıl
özellik budur ve bu özellik aynı
zamanda tarihi açıdan doğruluğu
da kapsamaktadır. Bir örnek vermek gerekirse, Peygamberimizin
amcası Hz Abbas’tan nakledilen
bir rivayete göre, yeğeni daha birkaç aylık küçük bir çocukken şahit
olduğu olağanüstülükler nedeniyle risalet öncesinde Resulüllah’a
iman edip Müslüman olmuştur.
Bu rivayeti birçok bakımdan reddetmek mümkün ama sadece
tarihi yönden değerlendirecek olsak bile bu rivayeti çöp sepetine
atmakta tereddüt etmeyiz. Çünkü
Hz Abbas’ın hicretin sekizinci yılı,
Mekke’nin fethinden önce Müs-
9
RÖPORTAJ
lüman olduğunu, üstelik Bedir’de
müşrik ordusunun saflarında yer
aldığını ve Müslümanlara esir
düştüğünü kesin olarak biliyoruz.
Dolayısıyla Hz Abbas’ın Müslüman oluşuyla ilgili rivayeti tarihi
açıdan kıymeti bulunan bir kitapta bulmak beklenmez. Ama bazı
rivayetler var ki tarihi başka bilgilerle çatışmadığı gibi, hatta aklen
de mümkün görünebiliyorlar. Bunun bir örneği olarak şu rivayeti
dikkate alabiliriz.
Biliyorsunuz Hz Aişe’ye atılan
iftira olayı ile ilgili olarak nakledilen rivayetlerin genel eğilimi,
bir ara Resulüllah’ın da eşinin bir
ahlâksızlık yapmış olabileceğini
düşündüğü tarzındadır. Bu hem
tarihi rivayetler açısından böyledir ve hem de bir insandan beklenebilecek normal bir tepkidir.
Ancak ben bu anlatımın doğru
olduğunu düşünmüyorum. Yani
Resulüllah’ın eşi konusunda kuşkuya kapıldığını kabul edilemez
buluyorum. Bu konuda delilim
öncelikle Kur’an’dır.
Hatırlayalım lütfen, yüce Allah bir
ayette peygamberinin ailesinin/
hane halkının tertemiz olmasını
murad ettiğini belirtilir. Ayet mealen şöyledir: “Ey peygamber hanesi! Allah sizden kiri gidermek
ve sizi tertemiz yapmak istiyor”
(Ahzâb, 33:33) Neden? Elbette ki
gerçek ve tam cevabı yüce Allah
biliyor. Ama insanın asli ve tek
dini olan İslam’ın insanlığa sunuluşunun son halkasını oluşturan
bir süreçte yüce Allah’ın peygamberini kişisel bir problemle uğraştırmak istemediği, resulünün
bütün gücünü hakikati tebliğ ve
beyana ayırmasını murat ettiği
söylenebilir. Dolayısıyla Allah’ın
ahlâksız bir kadını resulünün eşi
olmasına müsaade etmeyeceği
açıktır. Üstelik bu konuda başkasının da başka şekilde yorumlayabileceği söz konusu ayet konunun
tek delili değildir.
10
RÖPORTAJ
Konuya delil olabilecek hemen
herkes tarafından bilinen sahih
bir hadis vardır. Bu hadise göre
Resulüllah bir gün namaz sırasında ayakkabısını çıkarır. Kendisine uyarak namaz kılan müminler
de bunu namazın yeni bir kuralı
sanarak aynısını yaparlar. Resulüllah namaz sonrasında Cebrail
tarafından tabanına pislik bulaştığı bildirildiği için ayakkabısını
çıkardığını, yaptığı davranışın
namazın yeni bir hareketi olmadığını söyler. Şimdi bu rivayeti dikkate alarak düşünelim. Resulünün
ayakkabısına bulaşmış pislikle
namaz kılmasını istemeyen Allah, Resulüllah’ın evinde ve hatta
O’nun yatağında bir ahlâksızın bulunmasını ister mi? Aişe annemiz
-haşa- ahlâksız bir kadın olsaydı,
Allah bunu resulüne bildirmezlik yapar mıydı? Ahlâkî bir pislik
ayakkabıdaki pislikten daha mı az
önemli! Kısacası, bir siyerin sadece tarihi açıdan doğru olması yeterli değildir. Çünkü bir rivayetin
birçok klasik kaynak tarafından
nakledilmiş olması onun muhakkak doğru olduğu anlamına
gelmemektedir. Unutmayalım ki
tarih birçok bakımdan tarihçinin
ürünüdür. Dolayısıyla tarihi açıdan doğru olmak, Kur’an açısından da doğru olmak anlamına
gelmemektedir. Bu durum elbette
ki hadis kritiğini ilgilendiren, hadis metodolojisiyle ilgili bir konudur ve dün olduğu kadar bugün de
gündemdeki yerini olanca canlılığıyla korumaktadır.
Kur’an’ın oluşturduğu özne
bireyi yeniden ve nasıl inşa
etmek gerekir?
Risalet sürecinde nasıl inşa edildiyse öyle inşa etmek gerekir.
Risalet sürecinin veya yaygın ve
güzel isimlendirmeyle saadet
asrının bir ütopya olduğu söylemez. Çünkü ütopya insan zihninin
ürettiği ve gerçekliği bulunmayan
bir şeydir; hayaldir, tahayyüldür.
Ütopyaların geçmişte bir gerçeklikleri söz konusu olmadığı gibi
gelecekte de gerçekleşmeleri
mümkün değildir. Zira hayatla,
hayatı şekillendiren ve Kur’anî
terminolojiyle sünnetullahla ilgisi
bulunmayan tasavvurdurlar. Bir
benzetmeyle ifade etmem gerekirse, sıvıların akmadığı, katıların akışkan olduğu, yerçekimine
rağmen nesnelerin herhangi bir
dış etki olmaksızın havada asılı
kaldığı, canlıların kendi türlerinin dışında şeyler yavruladıkları,
taşların akıllı varlıklar gibi davranışlarda bulunduğu, ağaçların
yürüdüğü fantastik bir filmin senaryosundan farksız bir şeydirler.
Hâlbuki Asr-ı saadet yaşanmış
bir şeydir; tahayyül edilen bir şey
değil; insanlığın tanıdığı tarihi bir
gerçektir. Bu özelliğiyle de bütün
ütopyalardan ayrılır. O bir ütopya
değil, bir prototiptir; yani ilk ve
gerçekleşmiş ideal örnek.
Asr-ı saadet gerçek oluşuyla ütopyalardan ayrılır. Çünkü insan ve
toplum gerçeğine dayanır. Konuyu biraz açmak gerekirse; ütopyalar insan oluş gerçeğine, varoluş
gerçeğine aykırı bir kurguya sahiptirler. Örneğin mensuplarının
tamamının mal-mülk edinme
duygularını yok ettikleri ve herkesin sadece başkasının iyiliğini
düşündüğü, hiç kimsenin hiçbir
şekilde yanlış davranışta bulunmadığı, her zaman sadece adaletin geçerli olduğu, kötülüklerin
hayattan kovulduğu bir toplum
inşa edilebilir mi? Bu insanın yaratılış hakikatine, mayasına aykırıdır. Bunlar elbette ki kötü şeyler
değil, bu nedenle de gönlümüzden “keşke böyle olsa” diye geçiyor.
Ama bu durum insanın yaratılış
gayesine, iyi ile kötünün ayrışması
esasına dayanan imtihan şartına
aykırıdır. Önemli olan ütopyalarla tahayyül edilenler değildir.
Önemli olan nefsinin kötülük fısıltılarına rağmen hakikati, doğruyu,
güzeli tercih edebilen bireyler yetiştirebilmek; bireysel olarak ele
alındığında içlerinde iblise yandaş olma eğiliminde bulunan veya
bunu uygulamaya dönüştürenlere
rağmen toplumda adaleti gerçekleştirebilmek; hakikati batıla, güzellikleri çirkinliklere, doğruları
yanlışlara rağmen hâkim ve güçlü
kılabilmektir. İşte bu hem varlığın,
hayatın ilkeleriyle çatışmayan ve
hem de yaratılış gerçekliğine uygun olandır. Bu açıdan asr-ı saadet tahayyüllerin ürettiği bir ütopya değil, yaşanmış bir gerçektir.
Üstelik ütopyaların tasavvur dahi
edemediği kadar mükemmel bir
gerçektir. Zira asr-ı saadeti inşa
eden Kur’an hiçbir şekilde ütopya
kitabı olarak insanların zihinlerinde yer alan bir kitap olmadı. O,
insanlığın bireysel ve toplumsal
hayatında her zaman açığa çıkabilen temel problemlerin çözümlerini verdi ve asr-ı saadet bunların
uygulaması oldu. Peki bunun tekrarı olabilir mi? Muhteva itibarıyla
evet. Zira asr-ı saadet’te dosdoğru
ve güzel bir hayat tarzının özelliklerini açıklayan Kur’an, aynı şeyi
yapmaya muktedir bir rehberdir;
yeter ki kendisine kendisinin istediği şekilde uyulsun. O, saadet asrında sadece bir teori kitabı olmadı; hayatın kendisine yöneldi ve
bildirdiklerinin, açıkladıklarının
doğruluğunu bizzat hayatın içinde
yer alarak gösterdi ve akledebilenler için hala gösteriyor. Yeter ki
akledebilenlerden olalım. Unutmayalım ki O, herhangi bir kitap
değil, Kur’an’dır; Allah’ın insanlara lütfettiği hidayet rehberidir,
insanlığın tutunabileceği en sağlam ve en güzel tutamağıdır. O’nu
tutanlar bahtiyar olurlar. Kısacası
eğer ona uyulur, onun gösterdiği
istikamete, onun bildirdiği ve elçisinin açıklayıp uyguladığı gibi
gidilirse dünya her zaman yeni bir
asr-ı saadetlere gebedir.
Sakaryalı okuyucularınızla
sizi bir konferansta müsait
olduğunuz tarihte buluşturmayı arzu ederiz…
Şartlarım müsait olursa neden olmasın, onur duyarım.
11
TARİHTEN NOTLAR
Doç. Dr.
Ebubekir SOFUOĞLU
Sultan Murad-ı
Hüdavendigâr’le
Balkanlara Gelen Huzur
Osmanlı bu şekilde egemenliği altına aldığı Balkanları yönetirken, en önemli
insan hakkı kendi tercihine göre yaşama hakkı olan dini özgürlüklerini vermekle kalmamış, buraları bayındır hale de getirmişti. Sadece Adaleti tesis etmekle yetinmeyip, bölge halklarının hayat standartlarını da düşünmüş, bu
standartları her alanda yükseltmeye çalışmıştı.
1389 yılında yapılan Kosova Savaşına, aslında bir bakıma savunma savaşıdır demek de mümkündür. Yapılan anlaşmaya
uymayan Sırpların Timurtaş Bey komutasındaki 20 bin kişilik Osmanlı Ordusunu
tuzağa düşürüp 15 bin askeri kılıçtan geçirmesi, Kosova savaşına giden süreci tetiklemiştir. Hâlbuki Sultan Murat’ın böyle
bir sefer niyeti, en azından o süreç içerisinde yoktur. O, Sırpları Osmanlı birliğini
pusuya düşürüp katlettiği sırada, çocuklarının düğününü yapmakla meşguldü. Askerlerinin bu şekilde katledilişini duyan
Sultan Murat süratle sefere karar vermiştir. Bunu demekle burada, eğer Osmanlı
birliğine pusu kurulmasaydı 1389 Kosova
savaşı hiçbir zaman gerçekleşmeyecekti
imasında bulunulmamaktadır. Ancak bu
noktada savaşı ateşleyen bu pusunun da
gözden uzak tutulmaması gereğine dikkat çekilmektedir.
Yani, iddia edildiği gibi Osmanlı ordusu
bir savaş makinesi, öte yandan Balkanlar
da kendi halinde hiç bir devlete ve millete
saldırmayan uluslar değillerdi. Bu savaş,
bir haçlı savaşıydı ve bu savaş için dini
söylemler kullanılarak asker toplanmıştı.
Bu nedenle bu savaş, Balkanların kendini savunması değil, gittikçe büyüyen
Osmanlı’yı Balkanlardan atma amaçlı bir
saldırı savaşı şeklinde değerlendirilmelidir.
Osmanlı’nın kurulduğu 1299 yılından
beri, Osmanlı’nın varlığına karşı başta
Bizans olmak üzere saldırılar yapılmıştır.
Osmanlı da her milletin olduğu gibi, doğal olarak kendine yapılan bu saldırılara
karşı, tedbir almak durumundadır. Bu
tedbirler bazen savunma savaşı, bazen de
düşmanı, daha harekete geçmeden düşmanın topraklarında bertaraf etme şeklinde gerekleşmiştir… 1364 Sırp Sındığı,
1389 Kosova, 1444 Varna, 1448 II. Kosova
Savaşlarında dini söylemle ve Papa marifetiyle Osmanlı üzerine asker toplayan
Balkanlara karşı Osmanlı’nın savunmada
kalması, Hıristiyan müttefiklerin kendine
saldırmalarına göz yumması, hatta kendi
12
topraklarında da geri çekilmesi beklenmemelidir…
Dünya’nın Batı’sında da Doğu’sunda da,
Müslüman ve Hıristiyan bölgelerinde de
savaşanlar vardır, bu anlamda Dünya’nın
savaş çıkaran tek milleti Osmanlılar ve
Müslümanlar değildir. Orta Asya’dan çıkıp Avrupa’ya kadar giden Attila’nın savaşçılığı hatırlanırken, Avrupa’dan çıkıp
Afrika’ya, Hindistan’a kadar giden Büyük
İskender de unutulmamalıdır. Yani savaşan tek millet Osmanlı olmaması hasebiyle, savaş yoluyla Uluslar Arası problemlerin ele alınış ve çözülmeye çalışılma
şekilleri, o dönemin yaygın metodu iken,
diplomasiyi kullanmak da Birleş Milletler
teşkilatının var olduğu bu yüzyılın metodudur. Bu haliyle, eski yüzyılların metodu
olan savaşı, bu yüzyılın metodu diplomasinin yerine koymak ne kadar yanlış ise,
eski yüzyıllardaki savaşın yerinde diplomasiyi aramak, o denli yanlıştır. O dönemde Uluslar Arası ilişkiler savaş yoluyla
çözümleye alışılıyordu, bu dönemde ise
olabildiği ölçüde diplomasi ile çözümleye
çalışılmaktadır. Osmanlı da eski yüzyılların, savaşın kullanıldığı yüzyılların devleti
olduğu gibi ve o dönemde Batı’lı-Doğu’lu,
Hıristiyan-Müslüman her devletin savaştığı gibi savaşmıştır. Batı’lı-Doğu’lu,
Hıristiyan-Müslüman diğer devletleri bir
kenara ayırıp, sadece Osmanlı’yı saldırganlıkla, barbarlıkla suçlamak bilimsel
bir üslup olmadığı gibi insaf ölçüleri içinde de değerlendirilemez.
Bu haliyle Osmanlı, sadece çağdaşı olan
diğer devletlerin yaptığını yapmıştır. Ne
eksik, ne fazla... Diğer devletler gibi savaşmıştır. Dolayısıyla Osmanlı’nın savaşlarını
barbar bir işgal olarak değerlendirmek
oldukça haksız bir suçlama olacaktır. Acaba bir toprağı savaş yoluyla eline geçiren
devletler, yöre halkını nasıl yönetecektir.
Halkların temel hak ve özgürlüklerini onlara vermeyen, onları sömürenler gerçek
işgalcilerdir. Bu bakış açısıyla da, Osmanlı
hakkında işgalci tanımlamasının yapılması uygun düşmemektedir. Osmanlı,
eline geçirdiği topraklarda öylesine adaletli bir uygulamada bulunmuştur ki, bu
yönetim çoğu zaman bu toprakların eski
sahipleri ve halkların kendi milletlerinden olan yöneticilerinkinden daha adil
olmuştur. Bu nedenle Osmanlı hakkında
suçlama yapmadan önce nasıl bir yönetim tesis ettiğine bakmak gerekecektir.
Öncelikle, Sultan Murat’ın Kosova Zaferi
ile Balkan’lara büyük oranda yerleşen Osmanlı buralara barış ve huzuru getirmiştir. Bu haliyle kendisi savaş alnında şehit
düşen Sultan Murat aslında Balkanlarda
huzur döneminin Fatihi olarak algılanmalıdır.
Osmanlı ve
Balkanlardaki
İstikrar
Balkanlar, Osmanlı öncesi ve Osmanlı
sonrası dönemler ve hatta çağdaş dönemlerde sadece Türkiye’nin değil yüzyıllar boyu, Büyük güçlerin de ilgiyle izlediği önemli bölgelerden biri olagelmiştir.
Hatta önemli bölgelerden biridir yerine,
önemli kriz bölgelerinden biridir demek
daha yerinde bir tabir olacaktır…. Gerçekten de Balkanlar, Osmanlı öncesinde
olduğu gibi, Osmanlı’nın buralardan çekildiği 1912’den beri, sürekli kriz üreten
bölge halinde kalmayı sürdürmüştür.
Balkanların bu şekilde sürekli kriz üreten
bölge halinde kalmasına, onun taşımış
olduğu özellikleri yol açmıştır. Avrupa ile
Asya arasında adeta geçiş noktalarından
biri olması, kuzey ve güney Avrupa arasında bağlantı sağlayan bir özelliğe sahip
olması, uzun bir kıyı şeridiyle, Dünya ticaretinin şekillendiği Akdenize kıyı olması,
Balkanların sürekli karışık halde bırakılmalarının en önemli nedenlerinde biridir. Bir de bunlara ilaveten söylenebilecek
önemli bir neden olarak da çok karışık,
çeşitli ve kendi aralarında oldukça problemli bir nüfusa sahip olmasıdır…
TARİHTEN NOTLAR
Kendi aralarında sayıca çok fazla ve aralarında hem milli hem de dini hatta hem de
mezhebi açılardan problemli hatta tabir
yerinde ise asla bir araya gelemeyecek
kan davalı milletler yerine, Dünya tarihine
yön vermiş, tarihin belirli dönemlerinde
süper güç olma pozisyonuna kadar çıkmış, homojen, aralarında çok fazla problemleri olmayan millete ve güçlü bir devlete sahip olsaydı, Balkanlarda bu derece
sürekli güç değişimi yaşanmayabilirdi. Bu
çerçevede hiçbir Balkan devleti, Balkanları tek başına kontrol edebilecek güçte
değildir… Peki, Balkanları bir devletin tek
başına egemenliği altına alamayacağı kabul edilirse, o halde Balkan devletlerinin
kendi aralarında bir ittifak yapıp bölgesel
bir güç olma ihtimali mi burada düşünülmelidir. Bu ihtimal de mümkün değildir
çünkü, başta Bulgaristan olmak üzere
Balkan devletlerinde böyle bir ittifak yerine Avrupa Birliği ile eklemlenmek iradesi
vardır. Ayrıca bu irade olmasa bile Balkan
devletlerinin bir araya gelip bölgesel bir
güç olma ihtimali aralarındaki tarihe dayalı problemler nedeniyle de mümkün
gözükmemektedir. Sırplarla, Bulgarların, Bulgarlarla Yunanlıların, Arnavutlarla
hepsinin tarihe dayalı neredeyse kan davası haline gelmiş problemleri, birbirleri
üzerine üstünlük kurma iddiaları vardır…
Bu çerçevede Osmanlı’nın buralarda egemen olduğu yaklaşık 500 yıl, Balkanların
görmüş olduğu en istikrarlı bir dönemdir.
Güçlü devlet yapısıyla Osmanlı buralara
egemen olmuş ve başka devletlerin ve
milletlerin buralara karışmasını ve buraları karıştırmasını önleyerek, kendi içinde zaman zaman ortaya çıkan bazı yerel
problemler hariç, uzun süren bir barış
dönemi yaşanmasını sağlamıştır. Fakat
Osmanlı sonrasında bölge aynı huzuru ve
barışı bir türlü yakalayamamıştır. Bütün
topraklarında geçirmiş olduğu iki cihan
savaşına ilaveten, yaşamış olduğu diğer
krizler, tıpkı Osmanlı döneminde olduğu
gibi, onun barış içinde hayatını devam ettirmesini engellemiştir.
Bu anlamda Sultan Murat’ın buraları alması, Balkanları işgal değil, bu coğrafyayı
istikrarlı bir bölge haline getirmesi olarak
tanımlanmalıdır. Çünkü Balkanlar, Osmanlı öncesi dönemde ve Osmanlı sonrası dönemde bu denli uzun barış süreci
yaşamamıştır. Bu da Osmanlı yönetiminin Balkanlara getirmiş olduğu bir huzur dönemidir. Bu huzur dönemi sadece
Osmanlıların yaşadığı değil, Sırplarıyla,
Bulgarlarıyla, Yunanlılarıyla, Arnavutlarıyla tüm Balkan milletlerinin yaşadığı bir
barış dönemi olmuştur. Yaşanan bu dönem de Osmanlı’nın uyguladığı yönetim
anlayışından kaynaklanmaktadır.
Osmanlı Yönetimindeki Hoşgörü Anlayışı
Tarihçi Mustafa Naima Efendi “Dinsiz bir
devlet ayakta durabilir ama zâlim devlet
ayakta duramaz” der. Halkını adaletle
yönetmeyen devletler Naima Efendi’nin
de dediği gibi uzun süre hayat süremezler. Tarih de bunun örnekleriyle doludur.
Osmanlı Devletinin kurucusu Osman
Bey’in babası Ertuğrul Gazi oğluna “insanı yaşat ki devletin yaşasın” tavsiyesinde
bulunmuştu. Buna göre Osmanlı, İnsanların huzurunun, devletin hayatıyla doğru
orantılı olduğuna inanıyordu…
Kurulduğu ortaçağlardan başlayarak tesis etmeye çalıştığı bu sistemini, yıkıldığı
zamanlara kadar da hatasız bir şekilde
devam ettirmeye çalışan Osmanlılar, yönetimi altındaki her inanç topluluğundan
insanlara, dinlerini serbestçe yaşama
imkânlarını tanıyor, onları asimile etmek
gibi medeni toplumlara yakışmayan tutumlar içine girmiyordu. Yönetim felsefesinin temeline toleransı koyan, değişik
kültürlerde ve dinlerde insanların ve
milletlerin, kültürlerini ve dinlerini huzur
içinde yaşamalarını sağlayan Osmanlı,
eğitim, sağlık, ulaştırma, güvenlik, tarım
gibi gerekli diğer alanlarda da hizmetlerini eşit şekilde dağıtmaya çalışıyordu.
Maddi ve manevi ihtiyaçları giderilemeyen insan ve toplumların huzur içinde
olamayacakları düşüncesiyle, öncelikli
olarak bu ihtiyaçların temini Osmanlılar
için önemliydi.
Yönetimini, yörenin ihtiyaçlarına göre
belirleyen Osmanlı, bölgesine göre nüfusu Müslüman olan bölgelere Müslüman
yöneticiler, valiler, nüfusu Hıristiyan olan
bölgelere Hıristiyan ve genellikle o bölgelerden yöneticiler, valiler, prensler atayıp,
merkezi meclislere ve vilayet meclislerine de gayri müslim vekillerden de üyeler
seçilmesine izin vererek bölgenin kültürünü ve yaşayışını, insanların manevi yönünü de bu şekilde hesaba katıyor, ancak
işlerinin bölge halkının durumuna göre
yönetici tayin etmekle bitmeyeceğini biliyordu. Ayrıca, gayri Müslim cemaatlere
idari, adli ve hukuki muhtariyetler tanıyordu. Bölge halkının kabul edeceği, benimseyeceği, bölge halkıyla aynı kültüre
sahip bir yönetici tayinine dikkat etmenin
yanı sıra, bölgelerin hayat şartlarını belirleyen fiziki konular da Osmanlılar için çok
önemliydi.
Osmanlılar, egemenlikleri altındaki gayri
Müslimlere dinlerini yaşama özgürlüklerini ve kolaylıklarını vermelerinden
başka, gayri Müslim alt gurupların, daha
büyük guruplarca bile asimile edilmemelerini sağlayacak kadar düşünceliydi.
Bu nedenle 1557 yılında Peç şehrinde
bu amaçlarla Sokullu Mehmet Paşa’nın
girişimleriyle Sırp Patrikliği bile kurulmuştu. Bu durum karşısında G. Veinstein, Osmanlıların bu davranışının, Katolik
iktidarların Yahudi ya da Ortodoks halklar
üzerindeki hoşgörüsüzlükleriyle tezat teşkil ettiğini ifade ediyordu
Rum Patrikhanesinin, temel politika olarak kendisine, halklarını Yunanlaştırmayı
seçtiği dönemlerde Bizans topraklarında
yaşayan Hıristiyan olsun veya olmasın
bütün halklar üzerinde bir asimilasyon
politikası takip edilirken Balkanlarda ve
Anadolu’da birçok halk, sadece Bizans’la
değil aynı zamanda Rum Patrikhanesi ile
de mücadele etmek zorunda kalmışlardı.
Hatta o kadar ki, Bizans ve diğer derebeylerin idare tarzlarına karşılık, Osmanlıların disiplinli hareketleri ve fethedilen
yerlerin halklarına karşı adaletli, şefkatli
ve taassuptan tamamen uzak bir siyaset
takip etmeleri, vergilerin tebaanın ödeme
imkanlarına göre tertip edilmiş olması ve
bilhassa Ortodoks Balkan halkını Katolik
mezhebine girmeye zorlama adına ölümle tehdit edenlere karşı Türklerin, buralardaki unsurların dini ve vicdani hislerine
hürmet göstererek bu ince ve hassas noktayı prensip olarak kullanmaları Balkanların Katolik tazyikine karşı Osmanlı İdaresini bir kurtarıcı olarak karşılamalarına
sebep olmuştu.
Osmanlıların, idarelerinde bu kadar geniş hoşgörü içinde olmaları Fairfax Downey tarafından da açıklıkla ifade ediliyordu. Downey, yirmi muhtelif ırka mensup
halkın, II.Süleyman’ın hakimiyeti altında
sızıltısız, gürültüsüz yaşadığını aktarıyordu. Yine Downey, reayanın Müslüman
olmayanlar da dahil, arazi sahibi olmalarına cevaz verildiğini ve buna mukabil
onlara bazı mükellefiyetler yüklendiğini,
birçok Hıristiyan’ın, vergileri ağır ve adaleti kararsız olan Hıristiyan ülkelerindeki
yurtlarını bırakarak Osmanlı’ya gelip yerleştiklerini ifade ediyordu.
Osmanlıların idarelerinde tebaanın hak
ve özgürlüklerine ne derece dikkat etme
konusunda nasıl bir hassasiyet sergilediklerini Brockelmann’ın anlattıkları çok
daha güzel ortaya koymaktadır :”Müslüman Türkler, Fetihleri esnasında isteselerdi Hıristiyanlığı tamamen yok edebilirlerdi. Fakat mensubu bulundukları din,
buna müsaade etmez. Bu yüzden Fatih
Sultan Mehmet, nasıl ki daha önce dedeleri kilise teşkilâtında serbes bırakmak
suretiyle Bulgarları rahatsız etmedilerse
o da eski dini gelenekle tanınmış İslâmî
devlet görüşüne de tamamıyla uygun
olarak Ortodoks Rum ruhanî sınıfının
silsile-i merâtibini bütün salâhiyetleri ile
tanıdı. Hatta o, Hristiyanlar üzerindeki
medeni hukuk alanında kaza hakkını tanımak suretiyle kilisenin nüfûzunu artırdı
bile.”
Osmanlı bu şekilde egemenliği altına
aldığı Balkanları yönetirken, en önemli
insan hakkı kendi tercihine göre yaşama
hakkı olan dini özgürlüklerini vermekle
kalmamış, buraları bayındır hale de getirmişti. Sadece Adaleti tesis etmekle yetinmeyip, bölge halklarının hayat standartlarını da düşünmüş, bu standartları her
alanda yükseltmeye çalışmıştı. Osmanlı
Arşiv Belgelerinden alınmış hizmetler, bu
gayretlerin örnekleridir.
...
13
KÖŞE YAZISI
Mehmet KUZU
Vahyin
Işığında Yuvayı
Korumak
Eş, gönlün kendisine ısınıp sevgiyle bağlandığı kişidir. Ailenin bir ferdi, toplumun
da çekirdeğidir. İnsanın varoluş amacı,
imtihanın hikmet yüklü yönü bu birliktelikte ortaya çıkar. Dünya hayatının en anlamlı birlikteliğidir nikâhla kurulan yuvalar. Sevginin kuşattığı gönüller mutluluk
halesiyle nurlanır. Nikâhın içinde saklı,
Allah şahit tutularak yapılan ahitleşmeye
sadık kalınırsa, bu mutluluğun meyveleri
olan çocuklar da “salih” ve “saliha” olarak
yetişip ebedi saadet yurdunun kapısını
açık tutacaklardır. Bunun için iki husus,
“nikâh” ve “imtihan” mutluluğun kilit noktası olarak görülmelidir.
Nikâh, birlikteliği meşru kılar. Şahitlerin
huzurunda yapılan akitleşme yeni bir yuvanın kuruluşuna tanık olmak demektir.
Bu şahitlikte geline yönelik olarak onun
iffetli bir mümine olduğunun kabulü ve
beyanı vardır. Saliha bir hanıma ait özellikleri üzeride taşıyan eş yuvanın sorumluluğunu, yuvanın amaçlarına göre taşıyabileceğinin işaretidir. Yuvanın amacı,
yaratılış gayesine uygun nesiller yetiştirmektir. Ebeveynlerin en önemli vazifeleri
de çocuklarını bu hedefin gereklerine
göre hazırlamaktır.
Eşlerden diğeri olan damadın şahitlerinin “evetleri” de, damadın bu yuvanın
sorumluluğunu taşıyacak vasıflara sahip
olduğunun beyanıdır. Gencimiz, vahyin
yol göstericiliğinde, hassas anne ve babanın emekleri ve dualarıyla hazırlandığı,
çocukluk ve gençlik çağlarında, eğitiminde, hayata hazırlanışında “emin” vasfıyla
ziynetlendirildiğini geline güvence olarak
sunarlar. Zımnen şöyle derler: “Şahitliğini
yaptığımız kişiden emin olabilirsin.Asla
sana ihanet etmez. Harama hiçbir şekilde
teveccüh etmez. Bizim bu şahitliğimiz,
nikâhta sizi birbirinize helal kılan Allah
14
huzurundadır. Sevinçlerimiz yüzümüzü
aklayacağınıza olan inancımızdandır.”
Efendimiz (sas)’in isminin sıklıkla anılması, ümmet bilincinin önemine vurgu
içindir. Evliliğin dünyevi hedefinde bu
bilinç önemlidir. Yeni yuva, ümmetin bir
ferdi iken çekirdek bir cemaate dönüşün
ifadesidir. İşte şimdi sorumluluk arttı. Artık şeytanın hıncı ve saldırıları bu aile üzerinde şiddetlenecektir.
İmtihan hayatın bir parçasıdır. Kimin
ve neyin kulu olduğunun göstergesidir.
İmtihan samimiyet testidir. İnsan olmanın da gereğidir. Hayatın her safhasında
çok farklı şekillerde insan imtihana tabi
tutulur. Kendi nefsiyle, varlıkla, yoklukla, evladıyla, anne ve babasıyla, eşiyle,
çevresiyle... Ailenin imtihanı bir kasırga
gibi aileyi sarsar. İnanan gönüller vesvese girdabına kapılır. Nikâhta Allah’a
verilen sözler unutulur. Şahitler yalancı
şahit olma konumuna düşerler. Müminin güzel vasıfları kara bulutlarla örtülür.
Yani kulluk bilincinden uzaklaşılır. İnsan
olmanın gereğidir imtihan olmak. Bundan kokmamalı, ama hazır olunmalıdır.
İmtihanın ağırlığı, vahiy bilinciyle sürekli
yenilenmekle aşılabilinir. Bu dönemlerde
idrak tutulmasının önü “rabıtai mevt” ve
“nefis muhasebesi”yle açılmalıdır.
Ailesi, gelin evden çıkarılırken ona; “Yavrum bu evden gelinliğinle çıkarsın kefeninle dönersin” derdi. Bu ifade darbı
mesel olmuştur. Anne ve baba canlarından öte sevdikleri evlatlarının, bu mutlu
gününde neden acaba içinde ölümü de
hatırlatan bu uyarıda bulunuyorlar. Bu
her yuvanın bir imtihandan geçeceğinin,
bu imtihanda da ümitsizliğe düşmeden
sabırla, Allah’a tevekkül ederek mücadele
etmek gerektiğinin en etkili söylemidir.
Yoksa hiçbir anne ve baba evladının gittiği yerde işkence görmesine razı olacağını
söylemez.
Vahyin inşa ettiği bir ailede yetişen geçlerimizin izdivaçlarını bereketlendiren
değerlerin bu gün örselenmesi sebebiyle, yeni kurulan aileler büyük sarsıntılar
geçirmektedir. Boşanmaların zirve yaptığı modern çağda, ebeveynlerin şu serzenişleri çok manidardır: “Biz varımızı
yoğumuzu ortaya döktük, çocuğumuzu
sevdiği, tercih ettiği kişiyle evlendirdik.
İki aile de el ele verip hiçbir eksikliklerini
bırakmadık. Onlara ait müstakil bir daire
var, yalnız başlarına yaşıyorlar. Aradan altı
ay gibi kısa bir süre geçti. Bir gün baktık
ki bizimkiler bu birlikteliği sürdüremeyeceklerini söylüyorlar. Ne oldu? Biz bir
yerde yanlış mı yaptık?”.
Evet, hakkıyla bir nefis muhasebesi yapılacak olunursa, ebeveynler olarak bizim suçumuzun büyüklüğü ve vahameti
müşahede edilir. Liberal ekonominin bir
parçası olduğumuz günden beri, dünyevileşmenin imanlı insan üzerindeki etkilerini okuduk, dinledik, kendi aramızda
konuştuk. Tehlikeyi biliyorduk. Zira Efendimiz (sas) bizleri, vefatına yakın sahabesine Uhud şehitlerini ziyaretinde yaptığı
veciz konuşmasında uyarmıştı. O gün arkadaşlarını ziyaret etmiş, onlara dua edip
kendilerinden razı olduğunu söylemişti.
Sonra ashabına dönerek; “Bilesiniz ki
ben bundan sonra tekrar şirke döneceğinizden korkmuyorum. Benim korkum
sizin dünyevileşmenizdendir.”
Bu gün bu korkunun haklılığını görüyoruz. Maddi ve manevi sıkıntılarımızın
altında yatan bu sebep ailemizi de, çocuklarımızın yuvalarını da tehdit ediyor.
Teknolojinin de sunduğu rahatlık içinde
bizler de vahyin öğretilerine kulak tıkar
hale gelmedik mi? Çocuklarımızın yetiştirilmesinde, eğitilip geleceğe hazırlamadaki kaygılarımız bu gün yerinde mi?
Bir zamanlar kız çocuklarımızın bilinçli
bir anne, çevresine İslâm’ı tebliğ edecek vasıfta ihtiyaç duyulan bir muallim
yetiştirme aşkımız vardı. Şimdilerde bu
aşkımız da örselendi; “ne olur ne olmaz,
eşine muhtaç olmasın, kendi ayakları
üzerine dursun” anlayışıyla yer değiştirdi.
Kur’ân’dan uzaklaşma bir başladı mı mad-
di ve manevi hastalıklarda bünyeyi sarar.
İşte, bizde ve çocuklarımızda zuhur eden
kibir, haset, öfke, bencillik, hırs gibi insani
duyguların vahyin kontrolü dışına çıkması neticesinde sistemin bir parçası haline
geldik. Böyle bir ruh hali içerisinde bulunan insanların aileyi sarsacak imtihanlara tahammül etmesi, bu sarsıntıların
Allah’tan yuvaları yoklama olduğu bilincine sahip olmaları mümkün mü?
Yeniden iman etmeye, yeniden dirilişe
ihtiyacımız var. Neslimizin manevi hastalıklarında bizim sorumluluğumuz olduğu
unutulmamalı. Her şeyi eleştirmekle, kötülükleri sayıp dökmekle bir yere varılamayacağına göre, neslin kurtarılması için
çile çeken insanların oluşturdukları birlikteliklere sahip çıkılmalıdır. Yoksa “eşim
beni aldatıyor, bana ihanet etti. Bizim
birbirimize ne güvenimiz ne de sevgimiz
kaldı; boşanmak istiyoruz” diyerek yıkılan
yuvaların enkazı altında hepimiz kalırız.
15
FAALİYETLERİMİZ
Abdullah BÜYÜK
Hocaefendi’nin Konferansı
Abdullah Büyük hocamızın
“Gönüllerin Fethi” konulu
konferansı 15 Ocak 2012 pazar
günü saat 13:00’da Adapazarı
Kültür Merkezi’nde gerçekleştirildi.
Konferansa başta Ribat Eğitim
Vakfı Adapazarı Şubesi gönüllüleri olmak üzere çok sayıda
katılımcı aileleriyle birlikte ilgi
gösterdi.
Sakarya Adalet Girişimi’nin
Konferans Serisi
Mütefekkir-yazar Atasoy Müftüoğlu’nun
konuşmacı olarak katıldığı “Son Gelişmeler Işığı Altında İslam Dünyası” başlıklı
konferansla devam etti. 2 Mart 2012 Cuma
akşamı, Erenler Kültür Merkezi’nde gerçekleşen konferansta Müftüoğlu, Tunus’ta
TGTV Yeni Anayasa
Çalıştay Programı
Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı Üye
Kurumları Yönetim Kurulu Başkanlıklarının çalıştay usulünde genişletilmiş toplantısı;25 Şubat 2012 tarihinde, MÜSİAD
Genel Merkezinde “Yeni Anayasa ” gündemiyle yapıldı.Toplantı verimli bir şekilde icra edildi, kurumlar hazırladıkları
“Yeni Anayasa Teklif Metinlerini” öncelikle TBMM’nin http://yenianayasa.tbmm.
16
gov.tr/ adresine gönderdiler ve çalıştayda
da sunum yaptılar.Halkın görüşlerine
başvurulan süreçte geleceğe yön verecek
çalışmalarda üstünlük alınıp gereğinin
yapılmasının faydalı olacağı bilgileri paylaşıldı.30 Nisana kadar görüşlerin anayasa komisyonuna ulaştırılması gerekiyor.
başlayan ve Suriye’de kanlı bir şekilde devam eden süreci öncesiyle ve sonrasıyla
geniş bir perspektiften değerlendirerek,
yaşanan gelişmelerin mahiyeti hakkında
bir konuşma yaptı. Geniş katılımın olduğu program verimli geçti.
FAALİYETLERİMİZ
Başkan
Bşk. Ydr.
Sekreter
Sayman
Üye
Üye
Üye
: Gazanfer Üvez
: Mustafa Dikmen
: Atilla Yakar
: Fatih Çaltıkoğlu
: Adnan Keskin
:Namık Enginler
: Ahmet Ayhan Yenipazar
Sakarya Aile Derneği
Dernek; Aile, gençlik, çocuk eğitimlerinin etkinleştirilmesi, Aile bütünlüğünün
korunması, güçlendirilmesi, ayrıca sosyal refahının artırılmasına yönelik ulusal ve uluslar arası araştırma yapmak ve
projeler geliştirilmesini sağlamak, aileye
yönelik milli bir politikanın oluşmasına
yardımcı olmak ve bu konuda çalışmalar
yapan kişi ve kuruluşlara destek vermek
amacı ile kurulmuştur.
Sakarya Gençlik Eğitim ve Kültür
Derneği
Gençlik Eğitim Ve Kültür Derneği, İl’de ki
yaşayan tüm gençlerin kolektif çalışma
ve ortak karar alma anlayışı içerisinde;
gençlerin, Eğitim, Kültür ve Sosyal Hizmet alanlarında sorunları çözümlemek.
Eşitlik, özgürlük, katılımcı mekanizmaların güçlendirilmesini, birlikteliğini ve
sürekliliğini sağlayacak organizasyonla-
Başkan
Bşk. Yrd.
Sekreter
Sayman
Üyes
Üye
Üye
rın oluşturulmasını. Gençlerin; toplumsal yaşamın her alanında söz sahibi olmasını, kalite ve yaşanabilir bir dernekte,
yönetiminde gençlerin aktif rol almasını,
gençlik sorunlarına ilişkin uygulamalar ve çözüm önerileri geliştirmelerini
amaçlanmaktadır.
: Samet Erkan
: Yasin Müslim
: Huzeyfe Bilal Üvez
: Raif Şensoy
: Muhammed Erim
: Mustafa İsmail Keskin
: Serkan Erkan
17
KÖŞE YAZISI
Hamza TEKİN
Yolcuyuz...
Sefer bizim varlığımızın ayrılmaz bir parçasıdır. Sülbi pederden rahmi madere olan sefer ve yolculuk ile başlayan bu seyrin birinci etabı kabir kapısından içeriye girince tamamlanacak, oradan itibaren
yeni bir yolculuk başka âleme başka bir gidiş başlayacaktır.
Seyahate, yolculuğa “sefer” denmiştir; çünkü yolculuk, yani sefer kişinin huyunu, gizli kalmış ahlâkını
ortaya çıkarır, meydana döker. Yüzünü açan kadına da “safire” derler. Süpürgeye “misfere” denmiştir;
çünkü yeryüzündeki toprağı kaldırıp açar. Genellikle yolculuk iki kişi
birlikte yapıldığı için faale babından
geldiği şekliyle kullanılır. Yolculuğun şeri delilleri şu âyetlerdir:
“(Ey Muhammed!) Şüphesiz Rabbin, senin, gecenin üçte ikisine yakın kısmını, yarısını ve üçte birini
ibadetle geçirdiğini biliyor. Beraberinde bulunanlardan bir topluluk
da böyle yapıyor. Allah gece ve gündüzü düzenleyip takdir eder. Sizin
buna (gecenin tümünde yahut çoğunda ibadete) gücünüzün yetmeyeceğini bildi de sizi bağışladı (yükünüzü hafifletti.) Artık Kur’ân’dan
kolayınıza geleni okuyun. Allah,
içinizde hastaların bulunacağını,
bir kısmınızın Allah’ın lütfunden
rızık aramak üzere yeryüzünde dolaşacağını, diğer bir kısmınızın ise
Allah yolunda çarpışacağını bilmektedir. O halde, Kur’ân’dan kolayınıza
geleni okuyun. Namazı dosdoğru
kılın, zekâtı verin, Allah’a güzel bir
borç verin. Kendiniz için önceden
ne iyilik gönderirseniz onu Allah katında daha üstün bir iyilik ve daha
büyük mükâfat olarak bulursunuz.
Allah’tan bağışlama dileyin. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok mer18
hamet edendir.” (Müzzemmil- 20)
“O, yeryüzünü yaşanması kolay bir
yer yapmıştır. Öyleyse onun her
tarafını dolaşın ve Allah’ın verdiği
rızıktan pay almaya çalışın; ama
[hiçbir an aklınızdan çıkarmayın
ki] yine O’na döneceksiniz.” (Mülk,
14-15)
Yüce Resûl buyurmuşlardır ki; “Sefere çıkın (yolculuk yapın sıhhat bulursunuz ve zengin olursunuz”. Hadisi Beyhaki İbni Ömer’den ve İbni
Abbas’tan zayıf bir senetle rivayet
etmiştir. Tabarani’nin rivayetinde
“zengin olursunuz”un yerine selamet bulursunuz ibaresi vardır. İbni
Abdulber diyor ki; “Bu hadis bana
göre “sefer bir ateş korudur, bir azab
parçasıdır” hadisiyle çakışmamaktadır. Buradaki azabdan maksat
yolculuktaki, seferdeki yorgunluk
ve meşakkattir. Bu, alındığında sıhhat getiren ve iyileştiren acı bir ilaç
gibidir. Onun için denmiş ki sefer
sıhhat getirir, iyileştirir.” Bu fani hayatımızdaki yolculuğun zorluklarını
hatırlatırken, ahrete giden yoldaki
yolculuğun daha çetin olacağını
unutmamalıyız.
Sefer bizim varlığımızın ayrılmaz
bir parçasıdır. Sülbi pederden rahmi madere olan sefer ve yolculuk
ile başlayan bu seyrin birinci etabı
kabir kapısından içeriye girince tamamlanacak, oradan itibaren yeni
bir yolculuk başka âleme başka
bir gidiş başlayacaktır. Bu şahadet
âlemine geliş yolculuğumuz esnasında Yüce Resûlün tabiri ile ağaç
gölgesinde gölgelenmek kadar bir
kalış ve eğleniş içinde bulunacağız.
İşte bu gölgelikte kaldığımız esnada
çevremizi şöyle bir kolaçan etme
manasında olan yaptığımız dünyevi
seferler, şeriatın çizdiği yol ve istikamette ve Resûlün tavsiye ettiği şekilde olması gerekir
Ahiret yolculuğunun âdabı ve şekli
nebevi sünnette ve ilahi kitapta ayrıntılı olarak beyan edilmiştir. Menzili maksuda varmak için yola düşen
insan bu yolda tehlikelerden korunmak için nelere uyacak açıklanmış
ve gösterilmiştir.
Sefer yolu çetindir, zordur. Ana yolu
bulamamışsanız veya yanlış yola
sapmışsanız hursan içinde hüsrandır. Resûl hazretleri kenar yollara
sapmayın diyor, ana caddeyi bırakmayın diyor. O yol Resûlün getirdiği
şeriatla aydınlanan ve işaretleri ve
haritası belli olan yoldur. Onlardan
biri de bu yeryüzüdür. “De ki: “ Yeryüzünü dolaşın ve Allah’ın [insanı]
nasıl [harikulade bir şekilde] yoktan var ettiğini görün! Allah işte bu
şekilde ikinci hayatınızı da var edecektir; çünkü Allah her şeye kadirdir!” (29/20)
Yollar çok, yollar değişik; her biri
insanı bir yere alır götürür. Hedef
ve gaye dosta giden ve dosta varan
yolda rahat bir yolculuktur.
yollar
yollar
Sanırsın uzayıp sonsuza gider,
Sürüyüp peşinden seni de yeder,
Garibi, bahtsızı perişan eder,
Tükenip bitmeyen bu uzun Yollar.
Bazen dağdan geçer, kâh da ovadan,
Berzah şekli alır geçse obadan,
Eder âşıkları yurttan yuvadan,
Başkadır yokuşun ve düzün Yollar.
Kavuşturan sensin ayrı düşeni,
Ağlatan da sensin mes’ûd ve şen’i,
Ayırmakla bulup ancak neşeni,
Asıktır her zaman o yüzün Yollar.
Yollar ki kıvrımlı ince ve derin,
Suları berraktır rüzgârı serin.
Yollar ki anası gurbet ellerin,
Yağan üstünüze hep hüzün Yollar.
Yollar ki yolcuyu gurbete sürür,
Yollar ki üstünde garipler yürür,
Yollar ki aşığı dosta götürür,
Kederine acır öksüzün Yollar.
Hamza! Yürüdüğün yolların bitti
Dizindeki derman tükenip gitti,
Tüm dostlar dağılıp seni terk etti.
Karanlık hep sana gündüzün Yollar.
19
KÖŞE YAZISI
Sevenin Çok
Sevmeyenin De
Mustafa AYDIN
var
Bir insanın sevilmemesinden dolayı başkasını suçlaması asla doğru değildir.
Bize düşen “Rabbimiz biz kendimize zulmettik” itirafında bulunup bağışlanma dilemektir. Sevilmememiz günah ve kusurlarımızdan dolayı ise bunu
(kendini) insanın kendisi de sevmesi doğru değildir. Günah işlense dahi\ günah ne sevilir ve ne de savunabilir. Onların sevmediği ben değil, işlediğim
günahımdır. Bu durum da sevilmemeyi hak ettirir.
Cemaatimizden davranışlarıyla ve kalbiyle kibar ve nazik bir duruş sergileyen
Nihat Efendi yolda beni görünce bisikletinden indi ve bana doğru yönelerek
sevgi ve saygısını ifade ederek; Hocam,
“Sevenin çok, sevmeyenin de var” dedi.
Kendimi temize çıkarmak için değil,
bir hatıra olarak şunu nakledeyim. Yıllar önceydi Adapazarı Yeni Cami İmam
Hatibi merhum baba dostu Hasan
Yıldırım’dan dinlemiştim. Düzce merkez camiinde vaaz eden bir hoca efendi “bir kimseden herkes memnunsa o
münafıktır, herkes memnun değilse o
da münafıktır” der. Vaazı dinleyen babamın hafızlık hocası Hasan Şen hoca
efendi kendisinin Düzce de çok sevildiğini zan ederek bu sözden çok etkilenir
ve üzülür. Bir gün dostunun dükkânına
ziyarete gider söz arasında, bazı insanların kendisinden memnun olmadığını
ve şikâyetlerinin olduğunu duyunca
Allah’a hamd eder. Dükkân sahibi hamdin sebebini sorunca, hocamız dinlediği vaazı anlatır. Buna benze bir ifadeyi
ben de Fahreddin Razının tefsirinde
okumuştum.
20
Şimdi konuya dönecek olursak,
Kur’anın insan eğitimde “kendinizi temize çıkarmayın” hükmü vardır. İnsan
ne kendini ve ne de başkasını tam anlamıyla temize çıkarmamalıdır. Zarif bir
dostumun vefatında ki sohbetimde anlattığım şu hadis dinleyenlerimin aklını
karıştırmış olacak ki bana anlattım diye
biraz kırıldılar.
Ensâr kadınlarından olan Ümmü’l-Ala
(r. anha), Muhacirler Medine’ye hicret
ettiklerinde; Muhacirleri kur’a ile aralarında taksim ettiklerini söyledi ve şöyle
devam etti: Bizim ailemizin payına Osman b. Mazun düşmüştü. Biz, Osman’ı
evlerimizde misafir ettik. Fakat Osman’
bir müdet sonra ölümcül bir hastalık
yakaladı. Vefat edince yıkandı ve kendi
elbisesi içinde kefenlendi. Sonra Rasulüllah (as), cenazenin yanına geldi.
O sıra ben (cenazeyi tezkiye ederek),
Ey Ebâ’s-Saîb! Allah’ın rahmeti senin
üzerine olsun. Benim şahadetim şudur
ki, Allah Teâlâ muhakkak sana ikrâm
etmiştir, dedim. Bunun üzerine Rasulüllah:
“Allah Teâlânın bu ölüye ikram ve inayet
buyurduğunu sana bildiren nedir?” bu-
yurdu. Bende O’na,
- Ey Allah Rasulü! Babam sana feda olsun. Allah (bu imanlı kuluna ikram etmez de) kime ikram eder? dedim.
Bu defa da Rasulüllah (as): “Osman b.
Mazun gelince, yemin ederim ki O’na
ölüm gelmiştir ve yine yemin ederim
ki ben, Allah’ın Rasulü olduğum halde bana nasıl muamele edileceğini
bilemem!” buyurdu. Bunun üzerine
Ümmü’l-Ala dedi ki,
— Vallahi, bundan sonra ben, kimseyi
tezkiye etmeye cesaret edemiyorum,
demiştir.
Buhârî, hadisin devamında şu rivayeti
getirmiştir: Rasulüllah (as):
“Ben Osman b. Mazun’a da ne yapılacağını bilemem!” buyurdu. Ümmü’l-Ala
(r. anha),
- Rasulüllah’ın bu sözü beni kederlendirdi ve akabinde uyudum. Rüyamda
Osman’a ait, akmakta olan bir pınar gördüm. Uyanınca bu rüyayı Rasulüllah’a
haber verdim. Rasulüllah:
“ Senin Osman için gördüğün akar pınar (O’nun sevab getiren) O’nun amelidir.” buyurdu .
KÖŞE YAZISI
Bir insanın sevilmemesinden dolayı
başkasını suçlaması asla doğru değildir.
Bize düşen “Rabbimiz biz kendimize
zulmettik” itirafında bulunup bağışlanma dilemektir. Sevilmememiz günah
ve kusurlarımızdan dolayı ise bunu
(kendini) insanın kendisi de sevmesi
doğru değildir. Günah işlense dahi\
günah ne sevilir ve ne de savunabilir.
Onların sevmediği ben değil, işlediğim
günahımdır. Bu durum da sevilmemeyi
hak ettirir.
Şarap içen bir Müslüman\ birisinin
“Allah sana lanet etsin” demesi üzerine Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve
sellem lanet okuyan şahsı ikaz etmiş ve
“Bırakın onu. O Allah ve Resulünü seviyor ya!” demiştir. Şu bilinmeli ki günah
işlesek de Allah ve Resulü sevgimizdedir ve sevdamızdır.
Bir insanın günah ve sevaplarını
Allah’tan sonra en iyi kendisi bilir. Bu
sebepledir ki Kur’anın şu hükmü unutulmamalıdır. A’raf suresi 8. “O gün tartı
haktır. Kimin (sevap) tartıları ağır gelirse, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” Bu
ve benzeri ayetler sevabı ağır gelenlerin
kurtuluşunu müjdeler. Her Salih amel
on ve katlarıyla ikram edildiğine göre
ümidimiz odur ki kurtuluşa erenlerden
oluruz. Fakat bu bir dua ve temennidir
yoksa son hüküm Allah’a aittir bize değil.
Sevilmemekten sorumlu olanlar sevemeyenler değil, sevilmeyecek iş yapan
bendir. Yusuf peygamberi yok edip,
baba sevgisini almak isteyenler, gün
geldi Yusuf’un merhametine muhtaç
oldular. Bizde Yusuf’un kardeşleri gibi
sevilmeyecek iş yapmışsak, Yusuf ahlaklı dostlardan af ve kınanmamayı
bekleriz.
Foto: İhsan KORKUT
Velâkin bazen de “ Siz nasihat edenleri
sevmezsiniz” ayeti gelir gözümün önüne. Neyse son dileğim şudur ve siz den
de âmin sözünü beklerim.
“Rabbimiz bizi ahiret günün de rezil ve
rusvay etme” Âmin
21
KÖŞE YAZISI
Yusuf YAVUZYILMAZ
Müslüman
Kadının İstismarı
Türkiye’de özellikle seksenli yıllardan itibaren gelişen İslamcılık
akımının en belirgin ensturmanlarından birisi de türban sorunu olmuştur. Hiç şüphesiz modernitenin
tasarladığı yaşam biçiminde dinin
ve dince kutsal sayılan kavramların
belirleyici bir etkisi yoktur. Türban
sorununun bir anlamda din ile modern yaşam arasında kırmızıçizgi
oluşturması, sorunun dine ait bir
referansa sahip olmasından kaynaklanmıştır. Oysa Türkiye’de resmi söylem büyük ölçüde dinin toplumsal ve siyasal yaşam üzerindeki
etkisinin sınırlandırılması ilkesine
dayanmıştır. Kadın giyiminin görünür olması gerek İslamcıların, gerek
muhafazakarların, gerekse batıcı,
laik ve solcuların din tartışmalarında türbanın öne çıkmasına neden
olmuştur.
Türban tartışması daha genel anlamda din ve modernizm arasındaki gerilimin yaşama yansımasıdır.
İslamcılığın belirgin vasıflarından
birisi olan modernizm ve gelenek
karşısındaki duruşunu Cihan Aktaş açıklıyor: “Müslüman kökenli
ve az gelişmiş sayılan toplumları
modernleştirme adına işe başlayan
İslamcılık, kendinden önceki kuşakların dini anlama ve yaşama yol
ve yöntemlerini de eleştirmekten
geri durmamış, bu eleştiriyi zaman
zaman bütünüyle bir yazılı tarih ve
kültür inkârcılığına kadar vardırmıştır.”(1) Bu eleştiri tarzı İslamcıları sadece modernistlerle karşı
karşıya getirmekle kalmamış, aynı
zamanda geleneksel dini yaşantıya
karşıda tepkisel bir duruma itmiştir.
Özellikle geleneksel dinin dünyevi
sorunlar karşısındaki ilgisizliği, İslamcı kuşaklar için kabul edilebilir
bir şey değildir. Aynı zamanda onlar
devletin belirlediği sınırlar içinde
kalan bir dindarlığa sonuna kadar
karşı idiler. Hem modern hayata
katılmak hem de geleneksel rollerinin değiştirilmeye yaklaşılmaması
önemli bir açmazdı.
İslam’a göre insan yaratıcının sürekli gözetimi altındadır. Varlık evreninde sergilediği bütün tavır ve davranışlarından sorumludur. İnsanın
22
sorumluluğu sadece içinde yaşadığı topluma karşı yatay sorumluluk
değildir. O aynı zamanda yaratıcıya
karşı dikey olarak da sorumludur.
Modernite insanı secüler çerçevede tanımladığından, insanüstü bir
alanla olan bağlantısını dikkate almaz. Kamusal alan büyük ölçüde
modern zihin tarafından tanımlanmıştır.“ Müslüman kadının kendisini gerçekleştirmesi için çıkmaya zorunlu sayıldığı o resmi ve büyülü bir
yanı olan kamusal alan, hegomonik
iktidar merkezlerinin kitleleri biçimlendirmesi için tasarlanmış, bulunma ve görünme koşulları iktidar
sahipleri tarafından belirlenmiş, bir
resmi baskı mekanizması olarak işlev görmeye hazırlanmış bir alandı”
(2)
Tesettür tartışmaları din adına
konuşanların pozisyonlarını belirlemeleri açısından son derece
açıklayıcı olmuştur. Bu konuda konuşanları kaba bir tasnifle üç grupta
toplamak mümkündür.
1) Tesettürün Kuran’ın açık bir emri
olduğunu savunanlar.
2) Başörtüsünün Kuran’da olmadığını savunanlar.
3) Başörtüsüne siyasi bir sembol
olarak bakanlar.
Açık yüreklilikle şunu söylemek gerekir ki, bu tartışma ilmi bir tartışma
değildir. Zira devlet bu konuda taraf
olmuştur. Devletin taraf olduğu bir
tartışmada kişilerin alacakları pozisyon vatanseverlik ve vatan hainliği ikilemine sıkışacaktır.
Tesettürün Kuran’da açık olarak yer
aldığını savunanlar, örtünmenin
Kuran’ın bir emri, başörtüsünün de
bu emrin bir parçası olduğunu savunurlar. Kuran’da örtünme konusunda bulunan ayetlerin Hz. Peygamber
tarafından uygulanmasını birlikte
değerlendirirsek bu konudaki hüküm gayet açıktır. Kuran Müslüman
kadınlara örtünmeyi emretmektedir. Müslümanların bu kuralı uygulayıp uygulamamaları kendi kararladır. Hiçbir makam, mevki, kurul
ve uluslararası sözleşme inanca ait
bir kuralı ortadan kaldıramaz.
Tesettürün Kuran’da olmadığını savunanlar, eğer art niyetli değillerse
büyük bir metodolojik hata içindedirler. Çünkü bu konuya temel
oluşturabilecek ilmi ve tarihi değeri
olan doğru dürüst hiçbir argümanları yoktur. Bir konuda eğer karar
verecek kadar açıklıkta bir hüküm
yoksa dinin ikinci kaynağı olan
Sünnete başvurulur. Tesettür konusunda inen ayetlerin nüzul sebebine ve Peygamberin uygulamasına
bakılarak sorun çözülür. Tesettürün
Kuran’da olmadığını savunanlar
sünneti ve uygulamayı özellikle görmemezlikten gelmeleri anlamlıdır.
Başörtüsü üzerinden yürüyen tartışmanın bir yönü de, Türkiye’de
yaşanan sosyolojik dönüşümle ilgilidir. Türkiye de sistemi kuran
elit, çevreden gelen ve büyük ölçüde dini değerlerine bağlı yeni güç
karşısında bulunduğu pozisyonu
kaybetme korkusu içine girmiştir.
Yaşanan aslında bir elit değişiminin
getirdiği gerilimdir. Sistem içinde
elde ettikleri avantajlı pozisyonları
kaybetmek istemeyen elitler, yeni
güce karşı din üzerinden bir savaş
vermektedir. Merve Kavakçı olayı
sistem içi hesaplaşmanın sancılarını yansıtan en önemli olaylardan
birisidir. Başörtülü kadınlar genellikle kamusal alan dışında meşru
görülürken, birdenbire sistemin en
önemli organına talip olmuşlardır.
Bu durumun yarattığı şaşkınlık ve
gerilim başörtülülere karşı aşırı bir
tepkiye yol açmış ve devlete savaş
açmakla suçlanmışlardır. Bu olaylardan sonra kamusal alanda yasak
daha sıkı uygulanmaya başlanmıştır. İşin ilginç yanı Sami Selçuk’un
söylediği gibi bu yasaya dayanak
olacak herhangi bir hüküm ceza yasalarında halen bulunmamaktadır.
İslamcı hareketin kadın üzerinden
yürüyen bir diğer tartışma konusu
da feminizm konusudur. İslamcı hareket içinde kadının aktif bir
özne olarak yer alması bir taraftan
kadının tarihsel statüsünün tartışılmasına kapı açarken, diğer yandan
İslamcı söylem içine sınırları belirsiz feminist anlayış katıyordu. Secüler bir tarih ve toplum algısından
yola çıkan ve amaçları bakımından
KÖŞE YAZISI
23
KÖŞE YAZISI
İslam’dan farklı bir hedefe yönelen
feminizmin İslamcı kadınları nereye taşıyacağı temel bir problem
olarak karşımızda durmaktadır.
Fatma Karabıyık Barbarasoğlu’na
göre İslamcıları feminist ve liberal
söylemlere yönelten faktör kamusal
alanın dilidir. “ Kamusal alanın nötr
dili, Türk toplumuna göre yeniden
yorumlandığı için, dini kimliğin
kamusal alan dışında kalması, kamusal alanın tesettürlü kadınlara
yasaklanması, İslamcıların feminist
ve liberal söylemleri içselleştirmeleri gibi birtakım sonuçlara yol açmıştır.” (3) Bu durum İslami söylemin
feminist ve liberal söylem içinde
buharlaşarak belirsizleşmesi tehlikesini de barındırmaktadır.
Müslüman kadın gerek kendini
çağdaş diye tanımlayan kesimlerin,
gerekse bir kısım dindarların istismarına uğramıştır. Çağdaş olarak
tanımlayanlar örtülü kadınları geri,
ilkel, kandırılmış, örümcek kafalı
diye tanımlayıp aşağılama yoluna
gitmişlerdir. Onlara göre bu kandırılmış kadınları içinde bulundukları baskıdan kurtarmak gerekir.
Öte yandan bazı cemaat ve partiler
türbanı müspet ve ya menfi siyasette alabildiğine kullanmış, istediğini
elde edince de onları görmezden
gelmeye başlamıştır. Zar zor üniversiteyi kazanmış kızları direnişe
zorlayıp bir çıkış yolu göstermeden,
başını açacağına okuma diyerek
okuldan uzaklaştırmış, daha sonra holdinglerinde iş isteyen kızlara
ikinci eş olmayı teklif edecek kadar
alçalmışlardı.
Her defasında konuşmaya başladıklarında, tarihten ve Hz. Peygamberin yaşamından örnekler vererek,
İslam kadına büyük değer verdiğini
savunanlara, peki “siz eşlerinize,
kızlarınıza, annelerinize ne kadar
değer veriyorsunuz?” diye soracak
olursak derin bir sessizliğe gömüleceklerdir. Bu durum bizi kadın
konusunda İslam’dan çok geleneği
referans alarak hareket ettiğimiz
sonucuna götürecektir. Çünkü gelenek büyük ölçüde erkek lehine
şekillenmiş olup, onu toplumsal
yaşamda avantajlı bir konumda tutmaktadır.
24
Başörtü tartışmaları açık olarak gösterdi ki, kız okuyacakta ne olacak
diyen gelenek temsilcileri ile örtülü
kızlar okula giremez diyen çağdaşları, gerekçeleri ne kadar farklı olursa
olsun, bir araya getirmiştir. Bu kızlar, kadını ikinci sınıf gören gelenek
ve onu kamusal alandan dışlamaya
çalışan modernliğin oluşturduğu iki
kesimle mücadele etmenin zorluğunu yaşayarak büyüdüler.
Hiç şüphesiz giyiminden dolayı İslami kimliğini gizle(ye)meyen ve
bu yüzden acı çeken müslüman
kızlar, bu ülkenin medarı iftiharıdır.
Başlarındaki
örtüden dolayı okula, işe alınmayıp;
her türlü hakarete göğüs gererek sonuna kadar Allah rızasını gözeden o
dağ gibi yüreklere selam olsun. Bu
ülkede başı dik olarak gezebilecek
yiğitlerin en başında onlar geliyor.
Onları hangi nedenle olursa olsun
istismar edenlere gelince, bir gün
kazandığınız haram paralarla hacca
gitmeye kalktığınızda veya ölün anı
geldiğinde onlardan helallik dileyecek ve affedilmeyi bekleyeceksiniz.
Zaten hiçbir zaman unutmadıkları
sizi tanıyacaklar, belki helallik verecek ama yüzünüze öyle bir bakacaklar ki, o bakış sizi ömrünüz boyunca
yaşadığınıza pişman edecek. Onların sırtından seçim kazanıp daha
sonra görmezden gelenler, onlardan geçinebilecekleri bir işi esirgeyenler, onları üniversite kapılarında
süründürenler, onlara TBMM’nin
yolunu tıkayanlar, tesettür defileleri
düzenleyerek örtüyü ranta çevirenler, onları karın tokluğuna çalıştırıp
kazancına kazanç katanlar… Yarın
bu kızların Belçika’yı kendi ülkelerinden daha çok sevmelerini içinize
sindirebilecek misiniz? Onlara niçin
böyle düşünüyorsunuz diye utanmadan hesap sorabilecek misiniz?
Onların yaşadıkları haksızlıklara
karşı kırılan onurlarının hesabını
veremeyenler, çekin kirli ellerinizi
ve onları acılarıyla baş başa bırakın.
Başörtüsünü siyasi ve toplumsal
statü kazanmak için hoyratça kullananlar başörtüsünden dolayı mağdur olanlara bakıp acıyacağınıza
kendinizden utanın. Şurası unutulmamalıdır ki, tesettür herhangi bir
toplumsal statü ve çıkar için araçsallaştırılacak basit bir olgu değildir.
Ne yazık ki, asil bir mücadeleyi ranta çevirip, bu mücadele üzerinden
kazanç sağlamayı düşünebilecek
kadar alçaklaşan insanlarla aynı ortamları paylaşmak zorunda kalıyoruz. Tesettür mücadelesindeki kazanımlar bütünüyle bu işin çilesini
çekenlere aittir. Onlar bu mücadele
sonunda tesettürü sadece taşralı
kadınların kullandığı geleneksel bir
araç olmaktan çıkarıp, eğitim görmüş ve hayata etkin bir özne olarak
katılmak isteyen insanların özgürlük mücadelesine dönüştürmeyi
başarmışlardır. Tesettürlü kadınlar
hayatın değişik alanlarını etkileyen
yasağın ağır yükünü omuzlanmakla
kalmadılar, aynı zamanda kendi çocuklarının hayat mücadelesinde de
aynı travmayla karşılaştılar. Bu mücadele sırasında onların bekledikleri samimiyet güler yüz ve acılarının
paylaşılmasıdır.
Tesettür yüzünden acı çekenler, Habeşistan’a hicret eden Hz.
Sevde’nin mirasçılarıdır. Hz. Sevde,
Mekke’deki şartların ağırlaşması
üzerine Habeşistan’a hicret etmek
zorunda kalan bir sahabeydi. Bunca
sıkıntı yetmiyormuş gibi kocası da
Hıristiyan olmuş ve ona Hıristiyan
olması için baskı yapıyordu. Ancak
Hz. Sevde hem onun baskılarına göğüs geriyor, hem de inancında sebat
ediyordu. Daha sonra inancı ve ilkeleri uğruna kocasını terk edecek ve
bu tavrıyla Hz. Peygamberin takdirini kazanacaktır.
Tesettür mücadelesinin ön saflarını
işgal eden ve bir kısmı şimdilerde
holding sahibi olan insanlar, başörtüsünün toplumsal statüleri için
risk oluşturmaya başladığını görünce onları fark etmemeye başladılar.
Tesettür mücadelesinin tüm acılarını yüreklerinde hisseden kadınlar,
onları gördüklerinde şu soruyu soracaklar: Siz hiç güvendiğiniz kimselerin ihanetine uğramanın acısını
yaşadınız mı?
KAVRAMLARIMIZ
Sahir AKÇA
Tesettür
Yüzyıllardır bütün İslâm âleminde Müslüman hanımlar sade, koyu
renkte ve bol kıyafetleriyle Yüce Allah’ın tesettür emrini yerine getirdiler. Ama ne yazık ki günümüzde acayip, sulandırılmış, yozlaştırılmış bir tesettür anlayışıyla karşı karşıyayız. İslam’a göre tesettürdeki
gaye ve hikmet; kadının yabancı erkeklere karşı cinsi cazibesini gizlemektir.
Tesettür;
örtmek, gizlemek, saklamak anlamlarına gelen “Setr” kökünden;
örtünmek, gizlenmek, bir şeyle kapanmak demektir. Bir şeyi saklayan
ve gizleyen nesnelere “Setr” denildiği gibi, kapatılması gereken bir
şeyi gizlemeye de “Setr” denilir.
Erkek veya kadının şer’an örtülmesi
gereken yerlerini örtmesi demektir. Bir kimsenin örtmesi gereken
ve başkalarının da bakması haram
olan yerlerine “Avret yeri” denir.
Namazda da “Avret” denilen, bedenin gizlenmesi gereken kısımlarını
örtmeye de “Setr-i Avret”, avret
yerlerini örtmek denilmektedir.
“Mestur”veya
“Mesture”;
kapalı, gizlenmiş anlamına gelir.
Aynı kökten gelen “Settar”;
gizleyen, örten, saklayan anlamlarındadır. Allah (cc) için de bir sıfat
olan “Settâr-ul uyûb”; ayıpları
gizleyen, ortaya dökmeyen denilmektedir.
“Tesettür”, kavram olarak kadın ve erkek Müslümanların “Avret” yerlerini örtmelerini ifade
eder. Kur’an’da örtünmeyi emreden
âyetlere “Hicab” âyetleri denir.
Dilimizde ise “Tesettür” kelimesi daha yaygındır.
25
KAVRAMLARIMIZ
“Hicab”,
bir şeyi örtmek veya bir şeye engel
olmak demektir ki, tesettüre yakın
bir anlamı vardır. Hicab; örten, gizleyen, saklayan, görülmeye engel
olan demektir. Ne güzel bir duygudur Hicab’lı olmak, olabilmek,
hicab duyabilmek. Hicablı olmak;
hayalı olmak, arlı olmak, utanmayı
bilmektir.
“Avret”;
İslâm’a göre insanların örtmeleri ve dinen yabancı
sayılan kimselere göstermemeleri
gereken organlarına verilen addır.
Tesettür ise, avret yerlerini örtme,
gizleme, saklama ve koruma konusundaki İslâmî prensiptir, İslâmî bir
ibâdettir. İslâm’a göre Müslümanlar
yıkanma, temizlenme ve taharet
gibi durumlar dışında avret yerlerini başkalarına –zaruret olmaksızın– gösteremezler. Bu, Kur’an’ın
Müslümanlara getirdiği bir ölçü, bir
hüküm ve aynı zamanda bu bir fazilettir. Esasen insan için örtünme
fıtrî bir özelliktir. Sebebi ne olursa
olsun, insan örtünürse yaratılışına
daha uygun hareket etmiş olur, örtünmeye yarayan araçlar giyerek
kendisini değerli kılar, yaratılışına
uygun davranmış olur.
Örtünmenin amacı başkasının bakışlarından korunmak ve meşru olmayan cinsî isteklerden sakınmaktır. Erkeklerin gözlerini sakınması,
kadınların iffetini korumak içindir.
Kadınların yüz, el ve ayaklarından
başka, sarkan saçları dahil bütün
bedenleri avrettir.
Örtünmenin özellikleri; sık dokunmuş, altını göstermeyen kalınlıkta
olmalı, cilt rengini gösterecek incelikte olmamalıdır. Kalın da olsa
uzuvları belli etmemelidir.
Kur’an, örtünmesi gereken yerlere
çirkin yerler deyip, bunları örtecek
elbisenin Allah tarafından verildiğini beyan ediyor. (Araf, 26) Rabbimiz
bu organlara çirkin demekle onların
saklanması, gizlenmesi gerektiğini
haber veriyor, aslâ kendi yarattığı
insanı aşağılamak için değil. Bu nor26
mal bir şeydir. İnsanların çirkin veya
güzel dediği bir sürü bitki ve hayvan
bulunmaktadır. Onlar aslında çirkin
değil, insan duygusu onları öyle gördüğü için çirkin sanılmaktadır.
Başkalarının görmekle rahatsız olacağı, insan cinsini belli eden, bir kusur değil ama insana ait bir sır olan
“avret” yerlerinin gösterilmesi hoş
karşılanmamış, bunu örtecek elbise var edilmiş, sonra da böyle bir
giyimin insan için yüceltici, değer
kazandırıcı bir süs olduğu vurgulanmış, bütün bunların olabilmesi için
de insanın teslim olduğu Rabbinden hakkıyla çekinmesi anlamında
“Takva” elbisesini kuşanması
istenmiştir. İlk insanlar; Hz. Adem
(as) ve eşi Cennette giyinmiş olarak
yaşıyorlardı. (Araf, 21) Mü’min erkek
ve kadın Kur’an’ın örtünme–tesettür emrinden sorumludur. Başka
bir yoruma ihtiyaç olmadan tesettür
emri Kur’an’da çok açıktır ve bu da
Allah’ın sözü ve hükmüdür.
İnsanların tesettürle ilgili ileri–geri
söz söylemeleri, yorumları kendi
nefislerindendir ve imanın olgunlaşmamasının sonucudur. Allah’a
teslim olmuş, O’nun azabından
korkan ve O’nun vadine güvenen
takva sâhibi bir mü’min, nasıl olurda Rabbinin emrini tartışır? Allah’ın
hükmünü kendi aklına, zevkine, pozisyonuna, prensibine, sistemine ve
kendi hükmüne uydurmaya çalışır?
Böyle bir tavır mü’minlerin tavrı olamaz. (Nur, 30-31 ve Ahzab, 59) Peygamber Efendimiz (sav) bu âyetleri
hem tefsir etmiş hem de uygulayarak maksadın ne olduğunu göstermiştir. Bütün iyi niyetli âlimler de
meseleyi böyle anlamışlar ve açıklamışlar.
İslâm, Allah’ın insanlar için seçtiği
bir yaşama biçimi ve saadet yoludur.
Her emrin, her yasağın bir hikmeti,
bir sebebi vardır. Yasakladıklarının
insan ve topluma zararı olduğundan, emirlerinin ise kişi ve topluma
faydası olduğundandır. İman edenler Rabb’lerinin emrine teslim olurlar ve ellerinden geldiğince uymaya,
yasaklarından kaçınmaya çalışır.
İslâm sağlam bir kişilik, sağlam bir
toplum ve sağlıklı nesiller yetiştirme amacındadır. Müfsit insanların
bozduğu toplumu, kişilikleri ve nesilleri düzeltmek istiyor ve bunun
tedbirlerini almayı Müslümanlara
emrediyor.
Örtünmenin Allah katındaki, örtüsüzlüğünde Şeytan ve dostları yanındaki öneminin gereği gibi idrak
edilemediği görülüyor. Müslüman’ca
bir örtünme, Allah (cc) ile irtibat anlamına gelmektedir.
Tesettür-Örtünme de tıpkı Namaz, Ezan, Kâbe, Kurban, vs. gibi,
hele hanımların güzelce, Allah ve
Rasûlünün râzı olacağı bir şekilde
örtünmeleri Allah’ın yeryüzündeki
âyetlerinden bir âyet, şiarlarından
bir şiardır. Yerine getirilen bir emir
nasıl o emri vereni hatırlatırsa, örtünmek de Allah’ın emri olduğundan, örtünen bir hanımefendi de
elbette muhataplarına Allah’ı hatırlatacaktır.
Birçok kötülüğün aşırı isteklerden,
dizginlenemeyen
şehvetlerden
kaynaklandığı bilinen bir gerçektir. Şehvetlerin alabildiğine serbest
olduğu yerlerde huzur kalmaz, aile
bağları gevşer, nesiller bozulur, kadın ve erkeğin şerefi zarar görür. İnsanın fıtratı temiz aile ve temiz nesilden yanadır. Eşlerin birbirlerine
bağlılığı, insanların birbirine saygısı, kişinin değerinin yüce olması
faziletli davranışlardan geçer. İslâm
bunun için işe hain bakışların önünü kapatarak başlar, sonra kadını,
erkeği, nesli, fazileti korumak için
erkeğe ve kadına tesettürü emreder.
“Tesettür
İbâdeti”
mü’minler için bir güzellik ve bir erdemdir. Bu, aynı zamanda bir ibâdet
hürriyeti ve insan hakkıdır. Faydaları ise pek çoktur. Bu, İslâm’ın emridir, bir ülkenin veya bir halkın geleneği değildir.
Modaya uymayacak diye de kadın-
KAVRAMLARIMIZ
Müslüman genç kızlar ve hanımlar kendilerine şöylece
sorsalar (şu içinde yaşadığımız İlkbahar günlerini ve
önümüzdeki Yaz aylarını da
dikkate alarak): “Benim giyindiğim kıyafetteki niyetim
ve kıyafetimin özellikleri;
benim avret ve ziynetlerimi
gizlemeye ve başkalarının
bakışlarını engellemeye mi
yöneliktir, yoksa nefis ve şeytan ayartmalı başka bir niyete mi yöneliktir?
lar için güzel giyinmesinler demek
istemiyoruz. Tabii ki tesettürlü giyim, bakanları tiksindirecek, hoşuna gitmeyecek tarzda olmamalıdır.
Ama önemli olan sokakta yabancı
erkeklerin dikkatini çekecek, cinselliği öne çıkarıcı, vücut hatlarını
belli edici kıyafet olmamasına dikkat etmek gerekir. Lütfen hanımlar,
örtünmek önemlidir. Ama nasıl bir
örtünme? Kastettiğimiz Kur’an ve
Sünnet’in ruhuna, takvaya uygun
olan bir örtünmedir.
Yüzyıllardır bütün İslâm âleminde
Müslüman hanımlar sade, koyu
renkte ve bol kıyafetleriyle Yüce
Allah’ın tesettür emrini yerine getirdiler. Ama ne yazık ki günümüzde
acayip, sulandırılmış, yozlaştırılmış
bir tesettür anlayışıyla karşı karşıyayız. İslam’a göre tesettürdeki gaye ve
hikmet; kadının yabancı erkeklere
karşı cinsi cazibesini gizlemektir.
Tesettürlülerin sayısı artıyor diyor
ve seviniyoruz ama, sanki caddelerimiz örtülü mankenlerin yer aldığı
podyumlara dönüşmektedir. Tesettürün amacı olan gizlilik yerine,
sanki günümüzün tesettür anlayışı;
kendini gösterme, dikkat çekme,
cazibeyi artırma gibi farklı anlamlara kaydırılmaktadır.
Örtünmedeki samimi niyet; örtüyütesettürü cıvıklaştırmayan, sulandırmayan, yozlaştırmayan ve
ucûbeleştirmeyen bir amaç taşıyor
demektir.
Tarihin başlangıcından günümüze
kadar iffetin, hayânın ve sadâkatin
taşıyıcılarına, kıyâmete kadar bunu
sürdürecek olan bütün erdemli hanımlara selâm olsun.
Günümüze kadar ve özellikle son zamanlarda örtünme adına mücâdele
verenleri, İnkılapların akla hayâle
gelmez zulmünü görenleri, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat’ların
perişan ederek yetim-öksüz-yoksul
bıraktığı aziz kardeşlerimizi, yeniden “ Tesettür Dirilişi”nin sembolleri olmuş Hatice Babacan, Şûle
Yüksel Şenler, Emine Şenlikoğlu ve
daha nice isimlerini sayamadığım
şanlı mağdureleri (Bunlar da “ Tesettür Murabıta”larımızdır) Allah
için takdir, tebrik ve hayırla yâd
ederek selâm ve dualarımızı gönderiyoruz.
Kaynakça:
- İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K.
ECE.
- Örtünme Çağrısı, Mehmed GÖKTAŞ.
27
KAVRAMLARIMIZ
Fahri TUNA
HEM
okudu
yazdı
Hattat Hafız Saim ÖZEL
Hattat Hafız Saim
Özel Kimdir?
Kurşunlu (Yunuspaşa) Camii İmamı Hafız Hüseyin Efendinin ve
Hatice Hanım’ın tek çocuğu olarak 1919 yılında Taraklı’da doğar.
Anne tarafından dedesi Fenerli
Ev’in sahibi Haşim Ağadır. (1) Babası Hüseyin Efendi, Kuva-yı Milliyecilerdendir; Kurtuluş Savaşı’nda
açıkça Atatürk’ten, Kuva-yı Milliyeden yana tavır almış, cepheye
katılmıştır. Atatürk’ün 1922 yılında Taraklı’yı ziyaret edip “kendi
küçük gönlü büyük Taraklılılar”
diye hitap ettiğinde de yanındadır. Kurşunlu Camii’nde otuz seneden fazla imamlık yapar, resmi
Kur’an Kursu olmadığı için evleri
kurs gibidir. (2) Küçük Saim Mutlu bir çocuklukla birlikte hıfzını
babasından tamamlar. İlkokulu
Taraklı’da bitirir. 15 yaşındayken
İstanbul Aksaray’da oturan halasına misafirliğe gider.
İstanbul’daki Hocaları: Hasan Akkuş, Büyük Hamdi
Efendi Vs..
Benim için Taraklı iki çınar demekti: Biri Yusufbey Mahallesi’nde,
Ertuğrul Gazinin bölgeyi fethi sırasında diktiği yedi asırlık çınar;
diğeri seksen altı yaşındaki Hattat
Hafız Saim Özel.
Taraklı’ya her gidişimde – vakit
buldukça – ziyaret ettiğim, misafirlerimle tanıştırdığım, birlikte
dertleştiğimiz, halleştiğimiz, duasını aldığımız ilk kişi, ilk çınardı
Taraklılıların diliyle “Hafız Saim
Amca.”
28
Kendisinden dinleyelim :”Halamın komşusu Hafız Hasan Mücteba Bey ki hem şair, hem duagûh
(duacı) bir kişi idi. Beni aldı,
Nur-u Osmaniye Camiinin imamı
Hafız Hasan Akkuş’a götürdü. İki
sene Hasan Akkuş hocadan Kur’an
talim ettikten sonra, aynı camide
müezzinliğe başladım.” (3) Marmara Ü. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Mehmet Erkal,
Hafız Hattat Saim’in hocaları konusunda şunları söylüyor: “Hafız
Saim Ağbi, İstanbul’a geldiğinde
devrin Reis’ül-Kurrası Varnalı
Büyük Hamdi Efendi’den “aşere-
takrip-tayyibe” okuyor, Daha sonra Nur-u Osmaniye Camii Baş
İmamı Hasan Akkuş, Yavuz Selim
Camii İmam Hatibi Çolak Mehmet
Efendi ve Ayakları Kesik İsmail
Efendi olmak üzere, İstanbul’un
ileri gelen Hocaefendilerinden
kıraet ve hat sanatı üzerine tahsil
görmüştür.” (4)
Milliyet-Pazar için yapılan röportajda “ben İstanbul’u görünce
meftun oldum” diyen Saim Özel
artık İstanbulludur; evlilik yaşına
gelmiştir. Akrabası da olan Şerifağaların İbrahim’in küçük kızı Saime ile 1949 yılında hayatını birleştirecek ancak Saime Hanımla 56
yıl sürecek bu evliliğinden çocuğu
olmayacaktır. (5)
Güzel Sanatlara
Merak Sarıyor
Güzel sanatlarla, özelliklerle hat
sanatıyla iligisini, 2001 Mayıs
ayında kendisiyle Taraklı’da Yunsupaşa Camii kıblesindeki benim
tabirimle “Hattat Saim Efendi
Konağı”nda yaptığım söyleşiden
takip edelim:
Hat sanatıyla ilginiz nasıl ve
nerede başladı?
Hasan Akkuş Hoca’mın etkisiyle
bugünkü adı Mimar Sinan Üniversitesi olan Fındıklı’daki Güzel
Sanatlar Fakültesi Şark Tezyinat
Şubesi’nde misafir talebe olarak
eğitime başladım. Orada Reisül
Hattatin (Hat Ana Bilim Dalı Başkanı) Hacı Kamil Akdik Hoca’dan
eğitim aldık. İkinci hocamız Tülin Korman’ın babası Hacı Nuri
Korman’dı. Gayemiz tabii ki icazet
almaktı.
Bugünkü neslin anlayacağı dille
“icazet” ne demektir efendim?
“Sen artık bu işin kendi başına
yetkilisisin, ustalaştın” anlamında
bir belgedir. Bir yeterlilik, ustalık
belgesidir.
ADA’DAN PORTRELER
Siz icazeti kimden ve ne zaman
aldınız?
Merhum hattat Recep Berk’le
birlikte hobi olarak güzel sanatlara on sene devam ettik. Bizim
asıl hocamız asrın iki üstadından
biri olan Hacı Halim Özyazıcı’ydı.
Hocanın trafik kazasında vefatı
üzerine icazetimi Üstad Hamid
Aytaç’tan aldım.
Hat sanatını birkaç cümle ile özetler misiniz efendim?
İslam dünyasında yaygın bir
kibar-ı kelam vardır: “Kur’an
Mekke’de nazil oldu, Mısır’da
okundu,
İstanbul’da
yazıldı,
Pakistan’da tatbik edildi” diye.
“Hüsnü hatt’ın nükatın yazup çizenler bilir.” (Güzel yazının inceliklerini yazıp çizenler bilir) Hattın ölçüsü; hendese-i manevi yani
manevi bir görüş buluştur. Ecnebiler, göz alıcı buluyorlar, cezbedici buluyorlar ama anlayamıyorlar.
Kaç tür yazı vardır?
En yaygın olan sülus ve nesihtir.
Ta’lık, divani, celi sülus... ondan
fazla nevi vardır.
Siz en çok hangi türde yazı yazdınız?
Sülus ve nesih yazdım. (3)
“Hat Örnekleri” Kitabı –
Mekke’deki Hat
Tabloları
Kaç sergi açtınız?
İlk sergimi 1977’de Beşiktaş Yıldız
Caddesinde açtım. O günden bu
yana sekiz sergi açtım. Son üç sergim, Adapazarı Büyükşehir Belediyesi tarafından açılmıştır. (Not:
bu söyleşinin yapıldığı 2001 Mayısından bu yana Saim Özel’in 5 kişisel sergisi daha açılmış olup, bunların üçü Adapazarı Büyükşehir,
ikisi bolu Belediyesi’nce gerçekleştirilmiştir. Saim Özel’in vefat
ettiği 29 ekim 2005 tarihinde Bolu
Belediyesi Kültür Merkezi’ndeki
sergisi
devam
ediyordu.F.T.)
“Hat Örnekleri” adlı kitabınız
hakkında bilgi verir misiniz?
Cumhuriyet tarihinde Hüsnü Hat
üzerine ilk basılı kitaptır. Halim
Hocamın meşkleriydi onlar; çok
öğretici bir kitaptır. Bütün İslam
alemine dağıldı. (Not: 1967 ve
1974’de 2 baskısı yapılmıştır.F.T.)
Yazılarınız halen nereleri süslüyor?
1939’dan 1982’ye kadar 43 yıl İstanbul Camilerinde vazife yaptım.
Süleymaniye Camii baş imamlığından 1982 yılında emekli oldum. Dolayısıyla eserlerim en çok
İstanbul’da, Süleymaniye Camii,
Gedikpaşa Camii, Çarşıkapı Camii, Odabaşı Camii, Aynalı Çeşme
Camii ve Üsküdar Camileriyle Kasımpaşa Camii şadırvanındadır.
Taraklı Camiinin bütün yazılarını
ben yazdım.
Mekke’de de yazılarınız olduğu biliniyor.
STFA
firması,
Mekke-i
Mükerreme’den Mina’ya kadar giden Kral Halid Tüneli’ni yaptığında tüneldeki yazıları ben yazdım.
Sonra mermer sütuna işlenerek
oraya monte edildi.
Kur’an-ı Kerim yazdınız mı?
Kur’an yazmak her hattata nasip
olmuyor. Hamd olsun ben yazabildim. Pamuk Yayınları’nca 1991’de
neşredildi. Yakında ikinci baskısı
yapılacak.
29
ADA’DAN PORTRELER
Bazı gazetelerin Ramazan eklerinde tablolarınız yayınlanmıştı.
Yirmi sene kadar önce Milliyet gazetesinde günlük Ramazan ilavesi
olarak Hasan Çelebi, Hüsrev Subaşı ve benim beşer, Hocam Hafız
Hamid Bey’den on beş olmak üzere tablolarımız hediye olarak verildi. Bu hediyeler Profesör Doktor
Abdulkadir Karahan’ın organizasyonuydu. (3)
Reis’ül-Kurra Seçildi Ama...
Prof.Dr. Mehmet Erkal’ın naklettiğine göre, Reis’ül-Kurra Hendekli
Abdurrahman Gürses Hocaefendi
vefat ettiğinde (muhtemelen 1998
yılı) Hafız Saim Özel’in Res’ül –
Kurralığı gündeme gelmiş, kabul
de görmüş, Reis’ül – Kurra olmanın şartlarından birisi olan “sürekli İstanbul’da ikamet” şartı Saim
Ağbi’de (zaman zaman Taraklı’da
ikamet ettiğinden) bulunamadığından, yine bir Adapazarılı, Asker Hafız (Mehmet Eren) Reis’ül
– Kurralığa seçilmiştir. Halen de o
yürütmektedir.
Yine Erkal Hocamızın dediğine
göre “Hafız Saim Ağbi, Türkiye’de
üst düzey Kur’an ilimlerine vukufiyeti ve hat sanatındaki kabiliyetiyle tanınmıştır; kendisi hem Hafız
hem de Hattattı.” (4)
30
Hoşgörülü,Şakacı,
Cömert, Yardımsever Bir Kişilik
Taraklı ileri gelenlerine, onu yakından tanıyanlara “Hafız Saim
Özel nasıl bir insandı?” diye soruyoruz. İşte cevapları?
Ahi Naci İşsever’e göre “İlahiyatçılık mesleğini geleneksel taraklı
disiplini içinde ikmal etmiş; olgunlaştırmış, uzun bir zincirin
son halkasıydı. Hemen hemen her
adımı ahirette gezinen bir dünyalıydı. Alışılmış günlük kusurlarımızı, kendi kantarında günah kefesinden silen, bağışlayan ölçüleri
vardı. Latifeden çok hoşlanır, “latife latif olmak gerektir” diye telkinde bulunurdu. Sık sık şakalaşır,
bana bizim evi soyan “hırsız usta”
hikayesini anlattırır, kahkahalarla
gülerdi.”(6)
Baldızının oğlu Niyazi Kaynar’dan
eniştesi Saim Özel’i dinleyelim:
“Ben kendimi bildim bileli onlar
İstanbul’da otururlar, her bayram ve yaz tatillerinde mutlaka Taraklı’ya gelirlerdi. Ben ona
“Hacı Amca” diye hitap ederdim.
Hacı Amca çok cömert biriydi, yardımseverdi, hep bize hediyeler getirir, bayramlarda mutlaka harçlık
verirdi. Biz çocuklarda bir yandan
sohbet eder, bir yandan hat yazmayı sürdürürdü. Hiç çocukları
olmadıysa da çocuklara çok düşkündü, gizliden muhtaç çocukları
okuttuğunu duyardık.”(5)
Taraklı Belediye Başkanı Tacettin
Özkaraman’sa “Saim Amca”sı hakkında bakın neler söylüyor: “Hafız
Saim Amca, Taraklı’nın yetiştirdiği en önemli değerlerden biriydi.
Hoşgörülü, yardımsever, sevecen,
herkese iyilik yapmayı düstur
edinmiş ve hayatı boyunca da insanlara faydalı olmuş biriydi.” (1)
Prof.Dr. Mehmet Erkal’sa “mükemmel bir insan, memleket aşığı
bir insandı” diye özetleyecekti.
Allah rahmet eyleye.
Kaynaklar:
1) Tacettin Özkaraman, 1957 Taraklı
doğumlu. İlkokul öğretmeni, halen Taraklı
Belediye Başkanı,
29.10.2005 tarihinde Taraklı’da yaptığım
görüşmeden.
2) Milliyet – Pazar Gazetesi, Tarihe 1001
Canlı Tanık, İçimizden Biri, 13.06..2004
www.milliyet.com/2004/06/13/pazar/
paz13.html
3) Irmak Kültür-Sanat Dergisi, Sayı: 7,
2001 Haziran Sayısı, Sayfa: 12- 13, Fahri
Tuna’ın Saim Özel’le yaptığı söyleşiden.
4) Prof.Dr. Mehmet Erkal, 1944 Taraklı
doğumlu, Marmara Ü. İlahiyat F. Öğretim
Üyesi, Saim Özel’in yakın dostlarından,
29.10.2005 tarihinde kendisiyle yaptığımız
söyleşiden.
5) Niyazi Kaynar, 1949 Taraklı doğumlu,
emekli esnaf, Saim Özel’in baldızının oğlu,
29.10.2005’de yaptığımız görüşmeden.
6) Ahi Naci İşsever, 1944 Taraklı doğumlu,
edebiyat öğretmeni, 29.10.2005^de yaptığım görüşmeden.
SİZDEN GELENLER
Ayşe BEYAZIT ERKAN
Aile Yapımızdaki
Çöküntü
Hiçbir asırda eskimeyen, daima
yeni olan İslâm dininin temel
müesseselerinden biri de ailedir.
Kurulan aile eş, çocuklar ve akrabalardan meydana gelen şerefli
bir ocaktır. Aile bir milleti ayakta
tutandır. Müslüman milletimizi
mağlup edip perişan etmek isteyen dış güçler buna muvaffak
olamadıkları için, bizi içten yıkma
faaliyetlerine girişmişlerdir. Bu yıkıma da aile müessesesinden başlamışlardır. Üzülerek ifade edelim
ki, bugün aile yapımız da çok çeşitli tehditler altındadır. Müslüman aile kalesi sokakta, caddede,
dolmuşta, trende, mikrofonda
ve cemiyetin büyük bir kısmında taarruz altındadır. Allah(cc)
korusun, bu kale düşerse gerisi
felâkettir. Bütün bunlar bilerek
ve plânlanarak yapılan ve sırf aile
müessesesini yıkmak için oynanan oyunlardır. Dünyanın pek çok
ülkesinde yaşanan aile çarpıklıkları bizim aile yapımızı da sarsmıştır. Denilebilir ki, aile yapımız
bir çöküntüye gitmektedir. Toplumumuzu hızla saran alkolizm,
uyuşturucu, rüşvet, nikâhsız yaşama, kumar, hırsızlık, boşanma ve
inançsızlık aile binâmızı tahribe
yönelmiştir.
Boşanma oranlarının sürekli yükselişi, evden kaçan ve suça itilen
çocuk sayısının devamlı artışı
gençlerin uyuşturucuya yönelişi
gibi durumlar aile yapımızın bir
çöküşe gittiğinin acı göstergesidir.
Yüce Rabbimizin; “Zinâya yaklaşmayın, zîra o bir hayâsızlıktır, iğrenç bir iştir ve kötü bir yoldur.”
Emrine âdeta savaş açarak Müslümanların yaşadığı bir Ülkede
zinânın serbest bırakılmasını istemek, ailenin mezarını hazırlamaktır. Dünyanın hiçbir yerinde
böyle bir düşünce görülmemiştir.
Aile yapımızdaki çöküntünün sebeplerini şöyle açıklamak mümkündür:
1. Aile İslâm temelleri üzerine kurulmaktadır. Çocuklarımıza dinin
öğretilmesi bir ihtiyaç olarak kabul edilmediği gibi onlara örnek
bir aile yaşayışı da sunulmamıştır.
Büyürken, eş seçerken, evlenirken maddî değerlerin dışında bir
ölçü tanımadan kurulan aile kısa
zamanda sarsılmakta ve çöküşe
geçmektedir. Çünkü aileyi ayakta tutan inançtır, madde değildir.
Sevgi, muhabbet, müsamaha ve
fedakârlıktır.
2. Bazı çevreler aile hayatını sarsan her türlü çarpık ilişkinin
reklâmını yapmakta ve özellikle
genç nesillerin beynini tarumar
etmektedir. Nebîler Nebîsi (sav);
“Alkolün kötülüklerin anası ve
günahların en büyüğü” olduğunu
buyurmuştur. Fakat bu zamanda
alkolün her çeşidi özendirilmiş ve
alkol kullanmak çağdaşlık olarak
ortaya atılmıştır.
Cinâyetlerin % 85’inin, boşanmaların % 80’inin, eşlerini dövenlerin % 70’inin ve akıl hastalarının %
50’sinin alkol sebebiyle meydana
geldiği resmî rakamlarla açıklanmıştır. Görülüyor ki, kurban yine
ailedir.
3. “Devir değişti, zamana uymak
lâzım” gibi sözlerle anne ve babalar tutucu olarak mahkum edilmiş
ve çocukların üzerindeki etkinliği azaltılmıştır. Çocukların her
düşüncesi haklı, anne ve babaların her düşüncesi haksız olarak
gösterilmiştir. Bir erkek veya kız
çocuğu ailesine kafa tutmuşsa bu
alkışlanmıştır. Böylece aile çatışmaları desteklenmiş ve aile bütünlüğü sarsılmıştır.
4. Hayat müşterek düşüncesi ile
kadının iş hayatına atılmasından
dolayı, kadın evi ile işi arasında
bölünmüş, çocuklar yuvaya veya
bakıcıya bırakılmıştır. Büyükleryaşlılar huzur evlerine gönderilmiş, boşanmalar artmış ve böylece
aile yapısı bozulup parçalanmıştır.
Görülüyor ki, aile yapımız çöküş
hâlindedir. Bu binâ çökerse millet olarak ayakta kalmamız mümkün değildir. Bu bakımdan İslâm
dininde cemiyetin çekirdeği ve
kalesi olan aileye gereken önemi
vermeliyiz. Aile fertlerine yüce
İslâm dinini mutlaka öğretmeliyiz. Onların imanî, ahlâkî, amelî
duygularını
güçlendirmeliyiz.
Şahsiyetlerimizi kendi kültür ve
değerlerimizle ilmik ilmik dokumalıyız.
Unutmamalıyız ki, bizi ayakta tutan ailemizi tek koruyacak
olan İslâm’dır. Allah (cc) Kur’an-ı
Kerim’de şöyle buyuruyor: “Ey
iman edenler! Gerek kendinizi ve
gerekse ailenizi yakıtı insanlar ve
taşlar olan cehennem ateşinden
koruyunuz.” Âmin.
31
ÇOCUK SAYFASI
Bilmece
Adamın biri çok zayıf olduğu halde yatağa yattığında yatak kırılıyormuş. Niçin?
(Uykusu ağırmış.)
Temel her şimşek çaktığında saçını-başını düzeltiyormuş. Niçin?
(Fotoğrafının çekildiğini sanıyormuş)
Anne kırkayağın en çok yorulduğu gün hangisidir?
(Yavrularının ayaklarını yıkadığı gün.)
Fıkra
Temel, Dursun’a misafirliğe gitmiş.
Gece sağanak halde yağmur başlayınca Dursun konukseverlik göstermiş:
-Temel çok fena yağmur yağıyor, eve
gitme, burada kal.
Temel kabul etmiş, ama ansızın ortadan kaybolmuş. Aradan epeyce
zaman geçtikten sonra kapı çalmış,
bakmışlar kapıda sırılsıklam Temel:
-Neredesun ula Temel, merak ettik?
-Eve cittum pijamamu aldum da...
ebinde taşı, kalbinde değil. O zaman
bencillikten kurtulup başkalarına
merhamet beslemeye başlarsın.”
32
(Sırtının kaşınması)
Kaplumbağanın en çok nefret ettiği şey nedir?
Cami - Bulmaca
Soldan Sağa:
1 Câminin avlusunda cemaatin abdest alması için yapılan yapı
2 Câmilerde görevlendirilen, namaz kıldırmak ve halkı din konularında aydınlatmak üzere çalışan görevli
3 Câmilerde kıbleyi gösteren, imamın namaz kıldığı oyuklu yer
4 Câminin ortasında kalan; üstü açık, duvarla çevrili alan
5 Câmilerde vaaz verilen yüksekçe oturma yeri
6 Minarede ezan okuyanın durduğu yer
7 İmamla birlikte namaz kılanlar.
Yukarıdan Aşağıya:
3 Ezan okuyan kişi
5 Yarım küre biçiminde olan ve câmiyi örten dam
8 Câminin bitişiğinde, ezan okumak ve ezanı civara duyurmak için
ince bir kule şeklinde bir veya birkaç şerefesi bulunan yüksek yapı
9 Câmilerde imamın cuma ve bayram hutbelerini okuduğu yüksekçe
merdivenli yer
10 Yeryüzünde yapılan ilk ibadet yeri 11 Minarenin tepesine yerleştirilen hilâl (ay) şeklindeki tepelik