Tarih Üzerine 1 - Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı

Transkript

Tarih Üzerine 1 - Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı
1942 yılında Kayseri’de doğdu. Kayseri lisesini bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümünü bitirdi. Stajını
İstanbul Erkek Lisesinde Nurettin Topçu’nun yanında yaptı.
Çocukluk döneminde Babasının Dedesine okuduğu Büyük Doğu
dergileri ile tanıştı. Henüz çocuk yaşta Büyük Doğu ikliminde yetişmeye başladı. Üniversite öğrenimi sırasında Necip Fazıl Kısakürek’in
yanında oldu. Büyük Doğu dergilerinin çeşitli devrelerinde yazmaya
başladı.
Büyük Doğu fikriyatını ve ideolocyasını anlama biçimi Necip
Fazıl’ın dikkatinden kaçmadı. 1978 Büyük Doğularında yazdığı Heyula
başlıklı yazı için Üstad “Profesörünün, meşhur muharririnin, politikacısının, içi geçmiş kabaklar gibi her türlü fikir cevherini yitirdiği bu kafa
kıtlığı devrinde, olgun gençlik kadromuzun en mümtaz örneklerinden
Ali Biraderoglu’na ait bu yazıyı bütün Batı dillerine çevrilmeye layık bir
değer ölçüsüyle takdim ederiz…” biçiminde bir sunuşla yayınladı. Nitekim Rapor dergilerinde de iki yazısı için benzer değerlendirmelerde
bulundu.
Necip Fazıl’ın ‘en yakını’ olma liyakatinden başka herhangi bir
kaygı taşımayan Ali Biraderoğlu üniversiteyi bitirdikten sonra Felsefe
öğretmenliğine başlar. Kayseri Lisesinde öğretmen, Kayseri Yüksek Öğretmen Okulunda öğretim görevlisi olarak çalışır.
Necip Fazıl’ın hemen bütün konferanslarında, dergi çıkarmalarında, kültürel faaliyetlerinde yanındaki insandır.
Arkadaşları ile Kayseri’de önce MTTB sonra Söğüt Fikir Kulübünde eşya ve hadiseleri anlamaya ve yorumlama çabalarını sürdürdü.
Necip Fazıl’ın vefatından sonra üstadını vuslata hazırlayan içerideki dört kişiden biridir. Necip Fazıl ve Büyük Doğu ile hesaplaşmayan,
konjönktürel kaygılardan uzak olmayan, oportünist ve pragmatik zaaflarla, aşağılık kompleksinden kurtulamamış, İslamı bir izm ve ideolojinin, yükselen değerin arkasına takan ve bilhassa 1980 sonrası ortaya
çıkan “fikir hareketlerini” ciddiye almadı ve bunları modern hareketler
olarak niteleyerek ucuzculuk ve sistem içinde yer bulma çabaları olarak
değerlendirdi. İslamı bir kültür ve medeniyet planında ele almayan, onu
zamanı ve mekanı belirleyici bir ‘üst’ kıymet hükmü olarak benimsemeyen hiçbir düşünceyi ciddiye almadı.
Bir süre Erciyes Üniversitesi Eğitim Fakültesinde Öğretim Görevlisi olarak çalıştı ve oradan emekli oldu.
Büyük Doğu, Rapor, Türk Edebiyatı Hece dergisinde pek çok yazısını yayınlamıştır. MTTB ve Söğüt Fikir Kulübü bünyesinde pek çok
konferans ve seminer vermiştir.
Evli ve iki çocuk babasıdır.
KAYSERİ EĞİTİM ve KÜLTÜR VAKFI
YAYINLARI
Yayın No: 15
Tarih Üzerine 1
Ali Biraderoğlu
Yayıma Hazırlayan:
Söğüt Fikir Kulübü
Kapak Fotoğrafı
Hayrettin Oğuz
Tasarım/Mizanpaj
Mustafa İbakorkmaz
Baskı ve Cilt
Orka Matbaa/0352.3221700
1. Basım
Kayseri 2013
İletişim
İstasyon Mah. Depo Cad. No-3
Tel:0352-2225417 Kocasinan/KAYSERİ
e-posta: kekvakfi@gmail. com
Web: www. kekvakfi. gen. tr
Tarih Üzerine
-IALİ BİRADEROĞLU
KAYSERİ EĞİTİM ve KÜLTÜR VAKFI YAYINLARI
İÇİNDEKİLER
GİRİŞ ............................................................................................... 7
HEYULA.......................................................................................40
XX. YÜZYIL TARİH FELSEFELERİ.....................................48
ARAYIŞ (ARAYAMAYIŞ).......................................................176
GİRİŞ
Cihan, şu veya bu kıymetin değil de, bizzat kıymet
ölçüsünün çivili bulunduğu can evinden, ruhundan
hastadır…
Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu, 26 Mart 1948
Dünya küçülüyor… Ve…. Gittikçe küçülen bir dünyada
yaşıyoruz veya “yaşadığımızı” sanıyoruz… Veya yaşıyormuş
gibi yapıyoruz. “Dünya” nedir?, “Hayat” nedir?, “Yaşama” nedir? Bütün bu kavramları bildiğimizi sanıyoruz, ”bir çocuk
bile bilir” diyoruz, ama facia da orada başlıyor… Evet, bu hüküm doğru, çünkü henüz çocuğun “fıtratı” bozulmadı. Henüz
“eğitim”le zihnî iğtişaş aşamasına ulaşamadı(!). Küçüklüğü nispetinde fıtrata yakın, küçüklüğü nispetinde Allahü Zü-l-celâl
Hazretleri’ne yakın!... Çocuk yalan söyleyemez!... Çocuk riyayı
bilmez… Çocuğa tabasbus yabancıdır… Ama biz “olgunlaştık
(!)”, biz fıtratı kaybediyoruz, çünkü biz “can evimizden, ruhumuzdan” hastalandık… Çünkü biz çok rahat yalan söyleriz…
Biz rüzgâr karşısında çelik putrel gibi, bütün tehditlere meydan
okumak yerine; eğiliriz, rüzgar geçince doğrulur, aslanlar gibi
kükreriz (!)… Biz Hak Teâlâ Hazretleri’ne ihlâsla secde etmeyiz, pazarlıksız iman etmeyiz ama biz, bir izahını bulup kuluna
taabbüd ederiz… ”Şeyh” deriz, “Üstad” deriz, “Siyasî lider” deriz, “Kanaat önderi” deriz, “Hoca” deriz, “Cemaat lideri” deriz,
7
“Hayırsever” deriz, “Müslüman zengin” deriz; deriz de deriz,
yakıştırır da yakıştırırız… Bu saydığım insanlara şer’î sınırları
zedeleyici, ihlal edici, hatta zıt vasıflar atfederiz…
Bizim kulluk ettiklerimiz de Evrensel Egemenlere kulluk
ederler… Meyveler olgunlaştıkça ağırlaşır, biz ise hafifleriz…
İnsanoğlu kabak değil ya! Tabii olgunlaştıkça hafifleyecek…
Ama ne kaybederek hafifliyoruz? Kaybettiğimiz yağ mı, kas mı?
Vücut kitle endeksimiz normal! Ama normallik rakamsal? Ne
kadarı yağ, ne kadarı kas? “İnanç” haline getirdiğimiz “imanımızı” kaybederek hafifliyor olmayalım! ???
Biz ancak; görüleni görüyoruz, görülmesi isteneni görüyoruz, görmemiz istendiği şekilde görüyoruz, kameradan gösterileni görüyoruz… Olgunlaşmış, yetişkinler için yeni bir “ben”
inşâ edildi, “Bireyselleşmiş ben”… Ama biz “ben”imizi kaybettik… Elbisesinin şekli, rengi, dinlediği müzik, konuşma
muhteva ve tarzı, seyrettiği her türlü görsel yayın; yemek cinsi
ve şekli, doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin yargıları başkaları
tarafından, egemenler tarafından tayin edilen; bir yeniyetme,
bir orta yaşlı veya ihtiyar, kadın veya erkek, kendinin “birey”
olduğunu iddia ediyor… ”Birey” olduğunu sanıyor… Bir insan
dışarıda bir uyarıcı olmadığı halde, varmış hissine kapılabilir….
Ses, ışık, koku, dokunma, tad… Bunun bir yanılgı olduğunun
(halüsinoz), farkında ise belki de bir tedavi şansımız olabilir…
Ama farkında değilse, gerçekliğine inanıyorsa (halüsinasyon)
hiçbir şansımız yok!
Modernite paranoyak, postmodernite şizofrenik.. Adam
tımarhanede “deli”ye soruyor: “Siz içerde kaç kişi siniz?”, “Deli”
soru ile cevap veriyor: “Siz dışarıda kaç kişisiniz?” Bizim “deli”
diye nitelediklerimiz, aklı hor görenler olmasın?
Bir konuyu çok iyi bildiğimizi ifade için, “avucumun içi gibi
biliyoruz” deriz… Dünyada avucunun içini çizecek kaç kişi var?
8
Küçülen dünyada zaman çok hızlandı… İnsanoğlu kuyruğunu kovalayan kedi veya akşama kadar ördüğünü sabaha kadar
söken Penelope; binbir zahmetle dağın zirvesine çıkardığı kaya,
her seferinde eski yerine yuvarlanan bir Sisyphos veya her an ciğeri pare pare edilen, fakat arkasından yeniden oluşan bir Prometheus… Yani anlamın kaybolması, yani evrene “saçma”nın
egemen olması, yani anlamsız mekaniksel rutin, yani gözü bağlı
kuyudan su çıkaran, eylemine yabancılaşmış, dolap beygiri…
Özellikle yabancı örnekler seçtim… Çünkü yaşadığımız gâvursal
bir durum… ”Yaşadığımız hayat”ın şerefi (!) onlara ait… Onların tarihî oluşum süreci getirdi bu noktaya hem kendilerini, hem
bütün dünyayı!...
Bu küçülen dünya, değişimi getirdi veya değişim dünyayı
küçülttü… “M.S. 1200 yılındaki Avrupa, M.Ö. 2000 yılındakinden çok ileri değil1”, “ 1750’lerin İngiliz erkeği (İngiliz
kadınını da ekleyebilirsiniz) maddi şeylerde kendi torunlarından çok Sezar’ın lejyönerlerine daha yakındı.2“ Galiba şu
örnek çok daha belirleyici ve açıklayıcı: “1865 yılında Amerikan başkanı Lincoln bir suikasta kurban gidiyor, Londra’da
12 gün sonra duyuluyor3” Bugün naklen zelzele seyrediyoruz,
bugün naklen savaş seyrediyoruz, yakında ebeveynler evlerinden savaşan çocuklarına talimat verebilecekler, “Dikkat! Sağında
düşman! Solda biri nişan alıyor!” Teknik imkânlar mahremiyeti
ortadan kaldırdı… Nur yüzlü çocuğunuzu severken dahi dikkatli olmak zorundasınız. Dinlenebilirsiniz, videoya kaydedilebilirsiniz… İnsanın ruhu fiziksel değişime yetişemiyor… Beş sekiz
saat sonra Amerika’dasınız…. Ayrı bir iklim, ayrı bir dil, ayrı bir
hayat tarzı… Gerçi Batı uygarlığının evrenselleşmesi kısmen
mahzurları ortadan kaldırıyor ama… Yine de, ruh yetişemiyor,
fiziğine… Havsala yakıcı bir değişim… İnsan nasıl uyum sağ1) Robert Heilbroner, İktisadî Sorun, çev Demir Demirgil, Çağlayan Kit. İstanbul,
1970
2) Antony Gıddens, Sosyoloji, çev. H. Özel-C. Güzel, Ankara, Ayraç Yay. 2000,
sh.550
3) Alvın Tofler, Üçüncü Dalga, çev. Ali Seden, İstanbul, Altın Kit.1981, sh. 107
9
layacak bu tarifi imkansız değişime…. Bugün aya, gezegenlere
seyahat düşünülüyor… Uzağın yakınlaşması, yakının uzaklaşmasına, hatta buharlaşmasına sebep oldu… Bugün “ben”imizi
bulamıyoruz!...
Birçok konuyu farkında olmadan yaşayarak öğreniyoruz…
Veya egemenler yaşadıklarımızı kendi tasavvurlarına göre kodlayıp, bize o şekilde öğretiyorlar… Evet, asırlar önce kendisine
“karanlık” unvanı verilen Heraklietos (540-480) “Aynı ırmaklara girenlerin üzerine hep başka başka sular gelir.4” diyor, zamanla
biraz daha geliştiriyor bu düşünceleri ve “Aynı ırmağa iki kere
girilemez-Daima her şey akmaktadır5” Böylece “değişimi” felsefesinin temeli yapıyor… Fakat bu zamanla, hayatın öğretmesi ile
“değişmeden başka her şey değişmektedir.” gibi bir yargıya
dönüşüyor… Gözünüz aydın nur topu gibi bir “tanrımız” oldu…
”Değişim”… “Zaman”… Biz onu şu şekilde kavramsallaştırdık:
Teoskronos… Zaman tanrı… Kronos, baş tanrı Zeus’u bile yargılayabilir… Ama dikkat Kronos’a, zamana güvenilmez.. Sonunda kendi kız kardeşi Rhea ile evlendi… “Değişmeden, başka her
şey değişmektedir” tezi televizyon okumaz-yazmaz herkesin
dilinde pelesenk ettiği bir “laf ” haline geliyor… Üzerinde düşünülür, işlenirse kavram olur, fikir olur aksi takdirde “laf ” olur…
Allah Teâlâ, biz azdıkça belâmızı veriyor… Gazete okur-yazarlığı
diye hafife alırdık… Hiç değilse o, bir emek, zahmet karşılığı
idi… Ya, televizyon okumaz-yazmazları?
Dur nereye gidiyorsun? “İman”ını burada bıraktın! Gömlek
gibi kolayca, çıkarıp attın! Nasıl “her şey değişiyor” diyebilirsin?
Zaman ve mekân üstü olan, harfi dahi değişmeden ahirete kadar
bakî olan Kur’an-ı Azimü’ş-şan’ı unutuyorsun! Hâtem-ül-Enbiyâ
Sallallahü Aleyhi ve Sellem’in lafzî mütevâtir, mânevî mütevâtir
haberleri6 var… Bize örnek olan; günümüze kadar gelmiş ha4) Walter Kranz, Antik Felsefe, Metinler ve Açıkla., çev. Suad Y. Baydur, İstanbul, İ.Ü.
Ed. Fak Sayı: 317, sh. I / 83
5) A.g.e. sh 91
6)“ Mütevatir sünnetin hükmü, Hz. Peygamber’e nispetinin kesin olarak sübûtudur.
10
yatı, amelî sünnetleri var… Yere nasıl basardı? Bir uyuz köpeğe
nasıl bakardı? Bir gülü nasıl temaşa ederdi? Yerde çirkin bir tükürük gördüğünde nasıl bir tepki vermiş idi? Biricik oğlu İbrahim
can çekişmeye başlayınca neler yaşamıştı? Nasıl “Cihad” ederdi?
(Cihad kavramını özellikle parantez içine aldık…) İçinde bir
sürü fikir namusundan mahrum, seviyesiz kâfirin karaladığı gazeteleri dahi dağıtmanın “cihad” olduğunu söyleyen zavallı
şarlatanlar var! İşte bu noktada; gökte yıldız ararken acemi mütefekkir taslakları önlerindeki küfür gayyasına düşme tehlikesi
ile karşı karşıya kalıyorlar… Ferdin imanını kurtarmaya kalkışırken, insanları imanından ettiler… Hanefî mezhebine mensup
bir Müslüman olarak, muhkem ayet (tevil, tahsis ve nesh farklı
fıkhî meseleler) ve mütevâtir hadisi inkâr etmeyen bir kişiyi tekfir edemem, ama sadece tekfir edemem, fakat imanına da şahitlik
edemem…
XVIII. Yüzyılın ortalarından sonra hayata müdahil olmaya
başlayan I. Sanayi devrimi her konuda tarifi mümkün olmayan
değişimin müellifi oldu… Derece derece bunu her sosyal birlik
yaşadı… Ve hayatın dayatması ile bunlara alıştı… Müslümanlar
için daha büyük trajedi, alışmaya alışmaları oldu… Bu arada
emperyalizmin “Öğrenilmiş Acizlik, Şok Doktrini“ gibi enstrümanlarını da unutmamak lâzım… İşte tam bu noktada Değişimin Sınırları, Kırmızı Çizgileri yavaş yavaş soluklaşmaya başladı,
zamanla da silindi… XVIII. Yüzyılda başlayan İslâm’da reform
hareketlerini de bu çerçevede mütâlaa etmek gerekir… Asıl bu
süreçte muhatabı olanların hiç farkında olmadığı çok önemli bir
konsept değişikliği oldu… Biz bu durumu Jean Baudrıllard’ın
implosion kavramının mükemmel açıkladığı kanaatiyle ve tarihsel oluşum süreçlerimizin farklı olduğu şuuru içinde, onu şartlarımıza uydurarak arz etmek istiyoruz… (Niçin kâfirlere muhtaç
oluyorsunuz? Sorusu meşru değil! Bizim derdimiz, kategorik
olarak kâfirlerle değil! Tahsis var! Fikir namusundan mahrum,
seviyesiz kafir’lerle)
Buna göre mütevâtir Sünnetle amel etmek farzdır ve onu inkâr eden kâfir olur”. Zekiyyüddin Şa’bân, Usûlü’l Fıkh, çev. İ. Kâfi Dönmez, Ankara, TDV, 2005, sh.76
11
“Sonuç olarak bütün bu süreci olumsuz bir şekilde algılayabiliriz. Bundan böyle bir kutbu diğerinden ayırabilmemizi sağlayabilecek hiçbir şey kalmamıştır. Sanki geleneksel o iki kutuptan, biri diğeri tarafından emilmiş gibidir. Bu bir implosion’dur
(için için kaynama, patlama diyebileceğimiz bir şekilde bir kutbun, diğeri içinde erimesi olayı) Simülasyon da zaten bu noktada devreye girmektedir.7” Belki de şu satırlar konuyu biraz daha
anlaşılır kılabilir: “Kutupların sigortasının atması, bütün
anlam dizgelerindeki kutupların kısa devre yapması, başta
yanılsama ile gerçek arasındaki ayrım olmak üzere, bütün
karşıtlıkların silinip giderek anlamlarını yitirmekte olmaları8” Her şeyin her şey olabildiği ama aynı anda hiçbir şeyin hiçbir şey olamadığı içe göçüş durumu… Ben Jean Baudrıllard’dan
esinlenerek durumu şöyle anlatmak istiyorum: Dışı nikelajlı bir
boru düşünelim… Bunun kutuplarından birinde sodyum (Na),
diğerinde hidroklorikasit (HCl)… Kutuplar kısa devre yapıyor,
bu iki kimyasal madde içe doğru patlıyor… Sonuçta Tuz (NaCl)
oluşuyor ve artan gaz havaya karışıyor… Bileşenlerden her biri
özelliklerini kaybediyor… Her iki bileşene de benzemeyen yeni
bir bileşim ortaya çıkıyor…
Bu metaforu şu örneğe uygulayalım: asırlardır artıp azalmasına, şekli ve yoğunluğu değişmesine rağmen devam eden bir savaşın tarafları olan Batı ve İslâm… Her şeye rağmen bunlar karşıt
kutuplar… Ama nasıl oluyorsa oluyor, “diyalog”, “medeniyetler
arası ittifak”, evrensel olarak postmodernitenin etkisi v.b. kutuplar kısa devre yapıyor, iki unsur içe doğru patlıyor… Ve yeni bir
konsept ortaya çıkıyor, İslam’dan bir takım değerler, özellikle asit
özelliğini verenleri uçup gidiyor… Ortaya hiçbir şeye, özellikle
İslâm’a benzemeyen bir bileşim çıkıyor…
Örnek olarak; İslâm’da kesin, açık, net Müslüman-kâfir;
iman-küfür ayrımı var… İşte bu içe patlama ile sınırlar
7) Jean Baudrıllard, Simülakrlar ve Simülasyon, çev. Oğuz Adanır, İzmir, Dokuz Eylül
Yay. 1998, sh.49
8) Sarp Erk Ulaş, Felsefe Sözlüğü, Ankara, Bilim-Sanat, 2002, sh. 711
12
silikleşiyor… Mesela Ehl-i Sünnet Müslümana göre, bir kâfir
cehenneme gider… Ama bu implosiondan sonra insan öyle
kazanımlar elde ediyor ki, öyle bir “makama” erişiyor ki; Allahü
Zü-l-celâl Hazretleri’nden daha merhametli oluyor ve kendisinin
kul olduğu insanları cehenneme atmaya gönlü razı olamıyor…
Daha doğrusu tevâzularından açıkça söylemiyorlar ama insan
tanrılaşıyor o “makam ”da… Artık, bu makamda kavramların
anlamı değişiyor… Yani tanrılaşma aşamasından sonra insan
kural koyucu oluyor… ”Makam”dan kasdınız ne? İşte onu biz
de bilmiyoruz!… Çünkü insan bir yaşadığı “makam”ı bilir; bir
de haberlere göre iman ettiği “makam”ı bilir! Biz insan olarak
yaşadığımız “insanlık makamı”nı ve bir de bildirildiği gibi iman
ettiğimiz peygamberlik makamını biliyoruz… Yaşamadığımız
ve iman etmediğimiz “tanrılık makamı”nı nerden bileceğiz? Bu
içe doğru patlamada iman-küfür de biribirine karışıyor… İmanküfür arasındaki kesin, koyu çizgiler de soluyor, silikleşiyor…
İslâmî manadaki “iman” metafizik, mistik, okültik, bir transandantal “inanç”a doğru evriliyor…
”İftar” ne demektir? Şeriat-ı Garrâ-yı İslâmiyye’ye göre
“oruç” tutmuş bir kişinin, yine aynı kaidelere göre orucunu bozması demektir… Dolayısıyla ancak ve ancak bir Müslüman oruç
tutar… Ancak ve ancak bir Müslüman iftar eder… Bir Müslüman için son hüküm: Ancak ve ancak oruçlu bir Müslüman iftara
davet edilir!... Asr-ı Saadet’te bir kâfirin iftara davet edildiğine
dair tek rivayet var mı? Sadece anlamaya çalışıyoruz… Acaba
onlar da şöyle mi düşünüyor? ”Bu sorudan anlaşıldığına göre kural koyucu olarak Peygamber de kabul ediliyor… Bir tanrı niçin
kural koyamasın? Bu naiv, çocukça bir yaklaşım!.. Peygamber
kural koyuyor da bir “kanat önderi”, bir “şeyh”, bir ”büyük siyasi”,
bir “zengin” Peygamber gibi kural koyamayacak mı?”
İşte �������������������������������������������������������
bunu sezdirmeye çalışıyoruz!.. Ortada itikadî bir mesele var! İman-küfür kavşağındayız… Bir kâfiri iftara davet eden
bir kişiyi tekfir etmiyoruz… Ama davranışlarının temelinde13
ki müşevviği tahlile ve tespite çalışıyoruz… ”Hâyâ” sahibi bir
Müslüman bir kâfiri iftara davet etmez, “nitelikli” bir kâfir de bu
davete icabet etmez! Kur’an-ı Azimü’ş-şanda kâfirler hakkında
ayetler var, Peygamberi Zîşân’dan gelen haberler ve tatbikatı var.
Ama bütün bunlar buharlaştırılıyor, etkisiz eleman haline getiriliyor… Yine birileri dürüstçe “Peygamber postacıdır!” diyorlardı… Ama yeniler çok daha tehlikeli, Peygamber sevgisinden
bahsederek, haberleri hevâ ve heveslerine göre yorumlayıp, yok
ediyorlar… Biz bu anlayışların temelindeki zihniyet bakımından
bâtınîliği çok önemsiyoruz ve ilerde üzerinde duracağız… Yalnız
buradaki mezhep olarak değil! Usûl ve zihniyet olarak!
Burada temel mesele veya çözümü açmaza sokan, İslam’ın
yapısı… Çünkü değişmeyen, sabiteleri olduğunu iddia eden
bir din, böyle bir implosiona razı olamaz… Şüphesiz burada
muhatabımız; İslam’a, İslam’ın tarif ettiği anlamda iman edenlerdir… Yoksa bu bağlamda; çaresizliklerini, imkânsızlıklarını,
acizliklerini, yetersizliklerini, sınırlılıklarını soyutlayarak, süblime (sözde Türkçe karşılığı olan “yüceltme” kavramını özellikle
kullanmıyorum. Anlam kaymasına sebep oluyor) ederek, damıtarak inşâ ettikleri bir transandantal varlığa inanan ve içinde
yaşadıkları toplum gereği bu inandıkları varlığı “Allah” olarak
kavramsallaştıran; içinde yaşadıkları toplumun bir sosyal gerçekliği olarak da kendilerini “Müslüman” diye niteleyenler muhatabımız değildir… Hevâ ve hevesine göre din inşâ veya imal
edenler de…
Ortaya anlaşılamaz bir durum çıkıyor… % 99 Müslüman,
şeriatı isteyen %2-3… Şeriat9 ne demektir?? Kandil geceleri
hassasiyeti büyüktür, kutlar veya kurtlandırır; çocuğu sınava
9) “Allah tarafından Peygamber vasıtasıyla vaz’ ve tebliğ olunan hükümleri havi İlâhî
kanun yerinde kullanılır bir tâbirdir.”…” Maamafih şeriat tabiri, din manasında da
müstameldir. Bu takdirde hem ahkâm-ı asliye denilen itikadiyyatı, hem de ahkâm-ı
fer’iyye denilen ibadat, ahlâk, muamelâtı ihtiva etmiş olur.” Osmanlı Tarih Deyimleri sözlüğü, M. Zeki Pakalın. III / 341…” Yani bu Kur’an’da beyan olunduğu üzere
Allah’ın sana vahyeylediği emr-ü nehyinden bir büyük ve geniş yol, muazzam bir
şerîat üzere seni me’mur ettik. Elmalı: 5 / 4317
14
girerken bilmem kaç kişinin, bilmem kaç kere belirli bir duayı
okuması için kapı kapı dolaşır; çocuğunun mahkemesi var dua,
ticareti var dua, kızının maçı var dua, her türlü menhiyat temennisi “inşallah”, anlamı terk-i mâsiva olan, tasavvufa mensubiyet
iddiasında bulunan şeyhine (!) ödül verilir, cifr hesabıyla “gayb”
hakkında bilgi edinilir, bu ve benzeri hayatın bütün alanlarında tanrının mutlak hâkimiyeti var… Ama muamelata tanrının aklı ermez!.. Tam manasıyla şizofrenik bir durum… Allahü
Zü-l-celâl Hazretleri cümlemizi şirklerden, özellikle nefs putundan, tanrılardan kurtarsın, iman nasip etsin…
Şu anda başta kendi şahsım olmak üzere, herkesin yapması
gereken, özellikle şu zikrettiğim konuları: İman tasavvuru, Allah
tasavvuru, Peygamber tasavvuru, Mukaddes kitap tasavvuru,
Ashab-ı Kiram tasavvuru, Bu dünya tasavvuru, Ahiret tasavvuru …..v.b. tasavvurları tenzih, tavzih hatta tecdid10… Hâssaten
bu mefhumları avucunun içi gibi bildiği vehminde olanlar daha
çok olmak üzere, özellikle kelime tekrarları (zikir?) ile kalbini
öldürmüş olanların… Kelimelerde hakikati kaybetmiş olanlar… Özellikle 70-80 yaşında törenle ödül almaya tenezzül eden
müteşayihlerin, sözde şeyhlerin, yabancı istihbarat servislerine
hizmet eden kanaat önderlerinin (!)11; ”Müslümanım” diyen
herkesin; daima tavzih, tenzih ve tecdid içinde olması… Birkaç
cümle de sözüm ona kendilerinde bir takım haller vehmeden
ödül alanlara!... Ödülle tescil edilmiş nefsâniyet âbidelerine:
Be hey gafil! Nefsini öyle terbiye et ki; kulun vereceği ödülden
müstağni olsun, bu istiğna tavrın ve ihlaslı şahsiyetinden dolayı,
çevrendekilerin aklına bile gelemesin, sana teklif dahi edemesinler ve bunun sonucunda da öte dünyada Allahü Zü-l-celâl
Hazretleri’nin lûtfedeceği mükâfatlara müstahak (müstahikk)12
ve nail olasın! Behey gafil! Bu dünyada halka yarandın… Bu
10) Kelime-i Tevhid’le…
11) İslâmî istilahda böyle bir ifade bilmiyorum!
12) Bizim telakkimize göre doğrudan doğruya mükafatlara müstahakk (hak etmiş,
hak kazanmış, lâyık) olmadan bahsetmek yanlıştır, fakat biz Hak Teâlâ Hazretleri’nin
doğrudan doğruya lütfuna bağladığımız için, kendi telakkimize göre doğru kullandık!..
15
dünyada ödülünü aldın!... Öteki dünyaya ne kaldı? Halka yaranan Hakk’a yaranamaz!… Hubb-i câh ile terk-i masiva imtizac
edemez… Zavallı gafiller çok acınacak haldesiniz…
Hayâsız din istismarcıları, hemen İslâmî mukaddeslerin
arkasına saklanmayın!... ”Gıybet”i istismar etmeyin!.. Şunu
unutmayın ki: “Hasenatü’l ebrar seyyiâtü’l mukarrebin. İyiler için hasenat sayılan bir takım harekât vardır ki, bunların
mukarrebînden suduru seyyiât, kabahat sayılır… Öyle işler
vardır ki, küçüklerden suduru terfi’i derecata vesile bilinirken
büyüklerden suduru ıyazen billâh bir cinayeti azime oluverir.13”
Sözüm ona “müceddid” olacaksınız, o makamdaki insan için
cinayet-i azime olan bir fiil işleyeceksiniz, kimse de sizi tenkid
etmeyecek!.. Birilerini, birilerinin zararından korumak için yapılan tenkitler “gıybet” değildir… Gerçek büyüklük, ibâhe imtiyazı değil; tersine mükellefiyetlerin artma sebebidir!.. Haram değil
mübahlardan kaçınmak v.b.!
Maalesef ben, istisnasız “Müslümanım!” diyen ve bir takım
meseleleri tartışan herkeste ama herkeste, bir anlayış farkı, moda
tabirle yorum farkı olduğu kanaatinde değilim… Ortada itikadî
bir mesele olduğunu düşünüyorum… Siz 19. 10. 2005 tarihinde 5411 sayı ile laik ve ulusal iradenin “tecelligâhı” olan yüce
mecliste kabul edilen kutsal “Bankacılık Kanunu” na göre
kurulmuş kurumların faaliyetlerine İslâm mukaddesatına aykırı
olarak “helâl“ diyorsanız, ortada itikadî bir mesele var demektir… Bunu “yorum” diye geçiştiremezsiniz! Önce adam gibi
oturun Kutsal Bankacılık Kanunu’nu okuyun… Şarlatanlığın
lüzumu yok, buralar B A N K
����������������������������������
A!... B A N K A!!! Ondan sonrası “Müslümanım” diyenleri kandırıp, yastık altındaki paralarını
kapitalist ekonomiye enjekte etmek için fikir namusundan
mahrum dehâların(!) icatları olan ens��������������������
trümanlar… Fıkıh ki13) “ Elmalı”lı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini, Kur’an Dili, İstanbul, Diyanet
İşleri Reisliği, 1935, sh. I / 932 V ve 4/ 3239
----Ve İmam-ı Rabbanî, Mektûbât-ı Rabbâni, çev. T. H. Alp, Ö.F. Tokat…, İstanbul,
Yasin Yay. 2004, sh.I / 439
16
taplarının “����������������������������������������������
şirket” ��������������������������������������
bahsinden bulduğunuz bir takım mefhumları istismar ederek şer’î manada meşrulaştıramazsınız… Şu
da ayrı “Müslümanım” diyenler de kandırılmaya hazır… Önce
yapıyorlar sonra soruyorlar… Veya hevâ ve hevesine göre
mütâlaa (fetva değil) alana kadar soruyorlar…
Spot döviz satım işlemleri, türev işlemler; döviz forward,
döviz future, döviz swap, döviz opsiyon, kefalete ücret, finans
kurumları, son olarak, ev ihtiyacına binaen en düşük faiz uygulayan herhangi bir bankadan faizle kredi alabilirsiniz! Her meseleye çözüm bulunur, daha doğrusu var… Yeter ki açık sırları
muhafaza edin! Açıktan faiz helal mi? diye sormayın… Biraz
dolaştırarak… Birkaç yıl sonra doğrudan da sorabilirsiniz? Yalnız bana bu zihniyetle; ihtiyaç, zaruret, meşakkat, zararın
izalesi, mefhumlarının istismarı ile inşâ ettiğiniz dünyada,
cevaz verilmeyen tek bir eylem gösterin!.. Niçin hep iktisadî
meseleler konuşuluyor ki? Ruh sağlığı tehlikede olan; doktor raporları ile sabit; genç, yaşlı; kadın-erkek, evli-bekâr, herkes için,
her ihtiyacı karşılayan her eylem meşrudur o zaman… Edebim
bu kadarına müsaade etti!
Şu kadarını hatırlatmakla yetineceğim: “Her hangi bir hey’eti
içtimaiyyede fâizsiz yaşanamayacağı hissi çoğalmaya ve fâizin
meşruiyetine çareler aranmağa başlandı mı orada sükût ve
inhitat ve devri cahiliyyeye irtica’ başlamıştır.14” Söylediklerimiz
ihlâs sahibi Müslümanlara… Yalnız Elmalılı’yı dikkatle mütâlaa
etmek lâzım: {Bunun için ilmi fıkıhta “şüphei riba, ribadır, zira
ribada şüphe mu’teberdir” diye bir kaide vardır.15} Buyrun size
Hanefi mezhebinden bir temel kaynak: “Ama faiz konusunda
tedbirli davranmak esas olduğu için, faizin şüphesi, gerçeğin
yerine konur.16” Ve devam eder: {Biz Hanefilere göre, faiz ko14) “Elmalı”lı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini, Kur’an Dili, sh. I / 955
15) A.g.e. sh. 954
16) Serahsî, Şemsü’l-Eimme Ebû Sehl Ebû Bekir Muhammed b. Ahmed, Mebsût,
Editör, M. C. Akşit, İstanbul, Gümüşev Yay. 2008, sh. 12 / 305
17
nusunda varlığı olasılık17 dâhilinde olan şey, tedbirlilik gereği
gerçekten varmış sayılır. Çünkü “Peygamber (s.a.v.), faizden, faiz
şüphesinden yasaklamıştır.” İbn Mes’ûd (r.a); biz, harama düşeriz korkusuyla helallerin onda dokuzunu terk ederdik” demiştir.18”
Biz; Şeriat-ı Garrâ-yı İslâmiyye nizamının, medeniyetinin;
devlete ve hayata hakim olmadığı, hiçbir sistemde “helâl“
diye bir kategorinin olmadığını (bulunmadığını) iddia ediyoruz!... Helal ve Haram İslami irade ve otorite ile ilgili…
Bu nizam dışında, hiçbir sistemin böyle bir meselesi ve kaygısı
yoktur…
Hayata hâkim olmak! Batı uygarlığının bir ürünü olan;
Marksist anlayışın Lenin versiyonu, Rusya’da 1917 Ekim’inde devleti ele geçirdi, fakat komünist insanı yaratamadı!.. Siz
devlete hâkim olmaya çalışırken devlet size hâkim olur…
Komünist; yürüyüş, gülüş, yeme, içme, konuşma, düşünüş, kılık kıyafet tarzı yaratamadı!.. Sadece devlete egemen oldu… Bir
“İslâmî gülüş ”ün olduğunu bugüne kadar hiç düşündük mü? Bir
Müslüman nasıl üzülür, nasıl sevinir, nasıl yemek yer, nasıl su
içer, nasıl yürür, nasıl hayal kurar, nasıl sever, nasıl hasret çeker?
Bir toplumun toplam geliri nasıl oluşur? {Nasıl bizi istedikleri gibi düşündürüyorlar? Bütün entellektüel hayatımızı
görünmez enstrümanlarla nasıl bağlıyorlar? ”Ulus” insanlığın
yaşadığı uzun sürecin belirli bir aşamasında ortaya çıkmış, evrenselleşemeden, bazı toplumlarda ortadan kalkmaya başlayan
bir sosyal birlik… Ulus-����������������������������������������
üstü ve ulus����������������������������
-altı sosyal birlikler oluş17) Bu mümtaz kitabı böyle tercüme edenlerden Allahü Zü-l-celâl Hazretleri’nin
huzurunda şikâyetçi olacağım… Otuz cilt tercümenin yirmi cildini okudum…
Ama nasıl okudum? Koşul, kanı, yanılma secdesi, ilke, geçerli, geçersiz, çağrı, özgü,
içermek, özdeyiş… v.b. gündelik dilde kullandığımız kavramlar, bir fıkıh kitabında
anlam kaymasına sebep olur…Siz “sahih” mefhumun, nasıl “ geçerli” kavramı ile
çevirirsiniz…Bu Müslümanlıktan utanma, imanlara zarar sonuçlar doğuruyor!
Allah cümlemizi islah buyursun!
18) Serahsî, sh. 12/ 307
18
makta… Fakat hepimizin farkına varmadan kullandığı “ulusal
gelir” v.b. deyimler, “ulus”un ezelî ve ebedî bir oluşum olduğu
izlenimi veriyor.} Ne kadarı faiz geliri? Ne kadarı faiz gideri? Büyük çapta zina ve alkolün serbestiyetine dayanan turist gelirleri
ne kadar? Meyhane, kahvehane, barhane ve benzeri hanelerden
elde edilen gelirler? Bir ara Türkiye vergi kralı bir hanenin sahibi
idi! Ne kadarı alkol ve bileşenlerinden geliyor? Faize bir şekilde
bulaşmamış yüzde kaç nüfus var? Gece, gündüz, yaz, kış demeden, alın teriyle tarlasında çalışan çiftinin yakıtına ödediği faizin
oranı ne kadar? İşte bu ve benzeri sorular düşünülünce laik, seküler, iktisâdî liberalizmi benimsemiş bir sistemde “helal” diye
bir kategoriyi bulmanın mümkün olmadığını iddia ediyoruz…
”Helâl”e haram demek küfür, “haram”a da helal demek küfür…
Bütçeyi de ayrıca düşünün!
Buraya kadar sadece üretimi sorguladım, ya ekonominin diğer unsuru olan “bölüşüm”… ”Üst gelir gruplarında tasarruf eğilimi daha fazladır.“ varsayımından hareket eden, vasıtalı vergilere
ağırlık veren, iktisad anlayışı İslâm’ın ekonomik tasavvurlarına
ne derece uygun? Ama yine unutmayalım; İslâm’da önemli olan
nasıl kazanıldığı! Nasıl
�������������������������������������������������
harcandığı ikincil bir sorun! Peki, hiç düşündünüz mü; bugün kullandığımız kaydî paranın İslâm tasavvuru muvacehesindeki yeri nerededir?
Zaten Hakk’a değil, halka göre sözde fetva verenler, şunu iyi
bilsinler ki; bugün; ayak, başı idare ediyor… Ayak; başın ilerisinde… İsterseniz caddedeki adamlara bakın! Herkesin ayağı başının ilerisinde… Zaten başlık, liderlik; ayağın, sürünün nefsî temayüllerini iyi takip ederek, onların ortalamasını; uygun zaman
ve mekânda onlara liderlik emri imiş gibi tebliğ etme sanatıdır…
Şimdi notlar standard sapma ile hesap ediliyor… Bu ortalamayı
hesaplamakta çok zor… Çünkü bir kişinin notu tüm sınıfı etkiliyor… Herkesi zenginliğine göre değerlendirmek! Çileli bir
faaliyet… Sonra Türkiye küçük Amerika oldu… Bir bakıyorsunuz hızlı bir dikey hareketlilikle yukarı çıkanlar, aynı hızla aşağı
19
iniyor… Hâsılı bu dengeleri dengelemek oldukça dengeli bir kişilik ister… Halk zaten başörtü meselesini halletmiş, böyle bir
meselesi yok, koskoca ulusun başka derdi yok mu? İşte o anda
sen liderlik dehânı (!) göstereceksin, İslâmî mukaddesleri ayağının altına alacaksın “Başörtü teferruattır!“ vecizeni salacaksın
cihana! İşte lider böyle olur! Hakk mı kuvvetli, halk mı? Şüphesiz halk kuvvetli!.. Doğru bir iz üzerindesin!... Doğru bir tercih
yaptınız! Ah! Ah! Şu insan hırsının bir de sınırı olsa! Tattıkça
susuzluğumuzu artırmasa!..
Yalnız şu biline ki; kendi nefsine hükmedemeyen, koca bir
ömrü “üstün olma ve hükmetme” hırsı uğruna harcamış, hesâbî
bir biçimde bazı ihtiraslarını ertelemiş hiç bir insanın, hiç kimseye hükmetmesi mümkün değildir.
Bütün felaketlerin mübâlâğadan kaynaklandığı şuuru içinde;
etik mes’uliyetini müdrik olarak, fikrî muhasebe mükellefiyeti
altında, son asırların nadir mütefekkirlerinden biri olarak gördüğüm Üstadım Necip Fazıl Kısakürek der ki: “Şeriat bir kırbaçtır!
Nefs yalnız onun dayağını sevmez!..19” Asırlardır herkesin
derdi, meselesi: Şeriat-ı Garrâ-yı Muhammediye… Herkes ama
herkes, bir şekilde şeriatı aşmaya, etrafından dolaşmaya çalışmıştır, kimi de yeniden restore etmeye çalışmıştır… Maalesef
aslî manası “şer’î çare, şeriat sınırları içinde çözüm” demek olan
“hile” sahtekârlığın, Hak Teâlâ Hazretleri’ni aldatmanın bir şekli haline getirilerek hile-i şer’iyye tabiri kullanılmıştır… Bugün;
oyun, aldatma, dubârâ20… Halk açıp fıkıh kitabına bakacak
değil! Galat-ı meşhur, lügat-ı fasihten evlâdır… Ramazan günü
oruçlusunuz… Birden hastalanıyorsunuz… Burada hile veya
hiyel nedir? Hâzık, Müslüman, kendi de oruçlu olan bir hekimin
izni ile orucunuzu yersiniz, sıhhatiniz avdet ettiğinde gününe
gün tutarsınız… İşte hile veya hiyel, bu demektir!... Dağ başında
19) Necip Fazıl Kısakürek, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu, İstanbul, BD Yay.
1984, sh. 144
20) Ferit Develioğlu Osmanlıca- Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ankara, Doğuş Mat.
1962, sh.442
20
kaldınız, su yok, abdest alamıyorsunuz… Bunun hiyeli veya hilesi, şer’î çaresi nedir? Gayet basit teyemmüm yaparsınız!
Fakat zamanın ilerlemesi ile yeni meseleler çıkıyor… Cemiyeti “Mevridi nasda ictihada mesağ yoktur .“(Mecelle. 13) itikad
ve hassasiyeti içinde; “Ezmanın tegayyürü ile ahkâmın tagayyürü inkâr olunamaz. (Mecelle. 38) şuur ve feraseti doğrultusunda
sürekli yenilemek yerine, hâşâ, Hak Teâlâ Hazretleri’ni aldatmaya yeltendiler… Koca koca �������������������������������������
âlimler������������������������������
(!)… Yüz yıllardır... Bir örnekle açıklamak istiyorum…. (A) şahsı maddî imkân sahibi…
(B) şahsının 100.000 TL. Paraya ihtiyacı var… Diyelim ki faiz
% 30… Bu adam 100.000 TL’yi alsa bir yıl sonra 130.000 TL.
ödeyecek… 30.000 TL. faiz olacak… Faizden kurtulmak gayet
kolay (! )... Bir (C) şahsı bulunur… (A) şahsı, bir kalemi v.b. (B)
şahsına 130.000 TL’ye veresiye satar… Ama malı kabzetmesi
şart… (B) Şahsı Kalemi aldı eline… (B) şahsının (A) şahsına
borcu 130.000 TL… (B) şahsı elindeki kalemi (C) şahsına
100.000 TL’ye peşine sattı ve nakit parasını aldı… (C) Şahsı,
kalemi, (A) şahsına peşin 100.000 TL’ye sattı ve parasını aldı…
Ne oldu mesele halledilmiş oldu!???? O kadar çok çeşitleri var ki,
akıl havsala almaz… Bal gibi faiz olan Para vakıflarına 400 küsur
yıl önce fetva verilmiş…21
Biz; anlayabildiğimiz kadarı ile Şeriat-ı Garrâ-yı İslâmiyye’yi
aşma teşebbüslerinin fikrî temelinde Bâtınî zihniyeti görüyoruz… Temellendirmeye çalışacağım… Birinci olarak şu noktayı tespit edelim: “Bu mezhebin dışı Rafızilik, içi tam bir
küfürdür.22” Fakat ”Bâtınîlik umumî bir tabirdir. Kur’an’ın dış
yüzü (zâhiri) olduğu gibi iç yüzü (bâtını) de vardır.23” anlayışıdır… Açık açık böyle söylenmese de, gizli, aşikâr, Şeriat-ı
21) Bu konuda “, Saffet Köse’nin, İslâm Hukukunda Kanuna Karşı Hile; Hile-i
Şer’iyye, İstanbul, Birleşik Yay. 1996” isimli kitabını… Ve “ Mustafa Baktır, İslâm
Hukukunda Zaruret Hali, Ankara, Akçağ, 1981” isimli kitabını tavsiye ederim…İlerde biz de yine döneceğiz!...
22) İmam Gazâlî, Bâtınîliğin İçyüzü, çev. Avni İlhan, Ankara, TDV Yay. 1993, sh.23
23) Abdülbâki Gölpınarlı, Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatlar, İstanbul, İnkilâp Kit.
21
Garrâ-yı Muhammediye’yi bir şekilde aşma gayreti de, bâtîni
bir zihniyeti işaret etmektedir… «içi tam bir küfür”������������
olan zihniyeti çağrıştıracak her türlü düşünme biçiminden, hal çaresinden
şiddetle kaçınmamız lâzım… Tekfir manasında değil ama…
1572’de (9 Zilkade 979) faize onunu on bir buçuktan (% 15)
fazla olmamak şartıyla izin verenler de, bâtınîliğe düşman kişilerdi muhakkak… Bunlar da çok büyük âlimlerdi… (Bana
sorarsanız, “âlim” ne demek? Bir mesele çıkacak, tefekkür yok,
çözüm üretemeyeceksiniz… En kolayı dini değiştirmek ve alim
olacaksınız!) Fakat kafalarının arkasında, onların deha(!)ları
ile buldukları çözüm yollarını şeriat erbabının anlayamayacağı
gibi bir anlayış yatıyordu… Düşünün ki; şu satırları bir âlim (!)
okusa, bize karşı bir tahfif tavrı takınacaktır… “Cahil adamlar!”
diyecektir…
Hâlbuki bize göre; Allahü Zü-l-celâl Hazretleri gaibi bilir…
“Çünkü Allah sinelerde saklı bütün sırları bilir24” Yani bize göre;
hâşâ, Hak Teâlâ hazretleri, vergi memuru değildir… Örneğimizdeki (A), (B) ve (C) şahıslarının sinelerinde saklı olanı biliyor… Vergi memuru beyana göre işlem yapar… Gaibi bilemez,
sinelerdekini bilemez… Mezhebî anlamda olmamakla beraber
zihniyet bakımından, Bâtınilikle tam bu noktada bağ kuruyorum… Demek ki biz ayetlerin zâhirine göre hüküm veriyoruz…
Onların, bu ayetlerin bâtınlarında anladıkları farklı bilgiler
var… Yoksa nasıl faize cevaz verebilirler? Para vakıflarına nasıl
fetva verilebilir? Şeriatta hüküm zahire göredir… Genel de farz
ibadetlere dayanır… Farz ibadetlerde de riya, gösteriş olmaz…
Nihayetinde Hâlık-ı Zül Celal’e karşı vazifeni yapıyorsun…
Maalesef bu konuda istismara en müsait ortam tarikatlarda
mevcut... Ve onlarca asırlardır, şeriat, tarikat ihtilafı yaşanmıştır… Tarikatların içindeki bazı unsurlar; hep bir yolunu bulup
şeriatı aşmaya çalışmış, şeriat ehlini hep zahirle uğraşan, dolayısıyla derinlerdeki (bâtın kavramını kullanmaktan imtina ettim)
24) Maide: 6 / 7
22
manayı anlayamayan insanlar olarak tahfif etmişlerdir. Nitekim
Hak Teâlâ Hazretleri’nin gerçek velileri, gerçek tarikat ehli,
asırlardır, Hakk’ın yanında, halkın zihniyeti ile savaşmışlardır!... İçinde bulunduğumuz durumda görüyoruz ki halk
galip gelmiştir… Ham yobaz kaba softalığın lüzumu yok, imkanlar âleminden bahsediyoruz!
Ben sadece işaret etmekle yetineceğim… Hedef kitlemiz
ihlâslı, sıradan “koca karı imanı”na sahip bizim gibi İslâm’ı yaşama konusunda iddiasız Müslümanlar. Tek gayemiz; bugün artık
istisnası olmadığını düşündüğümüz, şeriatın önünü kesen tarikatlar konusunda uyarmak… Güya Nakşibendi tarikatının diğerlerinden farklı olduğunu iddia ederdik, ama anlıyoruz ki; onun
da diğerlerinden hiçbir farkı kalmamış!.. Nitekim Muhteremler
birinci adım olarak istismarı önlemek için “şeyh”in vasıfları üzerinde durmuşlardır… Ve şeyhin; “Kâmil ve mükemmil”25 olması gerektiği sık sık vurgulanmıştır. “Hele günümüzde (İmam-ı
Rabbânî 1564-1624 yılları arasında yaşamıştır. A.B. ) bunun
cevazı daha da açıktır; zira şekil ve isim dışında ne müritlik
ne de şeyhlik kalmıştır. Günümüz şeyhlerinin kendilerinden haberleri yok, iman ve küfrü birbirinden ayıramıyorsa
Allah Teâlâ’dan nasıl haberleri olacaktır. Müritlerini nasıl
irşad edeceklerdir…26” Eğer bir talip “y������������������������
etersiz bir şeyhe bağlanırsa bu öldürücü zehirdir.27” Aynı satırlar bir de şu şekilde çevrilmiştir: “Nâkıs şeyhlerin sohbeti semm-i katildir28” Diğer bir
tercüme: “Böyle birine inabe etmek, öldürücü bir hastalıktır.29”
Bu muhteremlerin hepsi de amel üzerinde hassasiyetle durmuşlardır. Nitekim, Ebû Nasr Serrâc Tûsî (378/988) şöyle bir
25) İmam-ı Rabbanî, Mektûbât-ı Rabbâni, sh. I / 275 ve II / 266
26) A.g.e. sh.2 / 717
27) A.g.e. sah. I / 275
28) H. Hilmi Işık, Mektûbât Tercemesi, İstanbul, Işık Kit. 1974, sh. 112. semm-i
katil: Öldürücü tesiri olan zehir
29) İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, Abdülkadir Akçiçek, İstanbul, Çile Yay.
1977, sh. I / 172
23
nakil yapar: {Ebû Saîd bu ma’nâda şunları söylemiştir: “Allah’ın
kitabını idrâkin ilk derecesi, onunla ameldir.”30} Bir de olağanüstü, keramet, ilham gibi unsurların önemli olmadığı üzerinde
ısrarcı olmuşlardır… Şöyle bir nakil yapar: {Bir başka rivayette
yine Bâyezîd’in şöyle söylediği nakledilir: “Bir adam suyun üzerine seccâde serse, gökyüzüne bağdaş kurup otursa, şeriatın emir
ve nehiy çizgisindeki tavrını görmedikçe ona aldırmayın.”31 Nitekim Abdulkerim Kuşeyrî (986/1072) şöyle bir nakil yapmıştır
{İbn Fürek (�����������������������������������������������������
r.a.) der ki; “Mucize ile kerâmet arasındaki fark şudur: Peygamberler mucizeyi açıklamakla memurdurlar, kerâmeti
saklı ve gizli tutmak ise velîler üzerine vâciptir. Resûlullah (s.a.v.)
mucize sahibi olduğunu iddia ediyor ve bunu katiyetle ifade
ediyordu, velî ise kerâmet iddiasında bulunmaz, kendisinden
zuhur eden hâllerin bir mekr (oyun, istidrâc) olması caizdir ve
mümkündür.”32}
Hal böyleyken sayfalarca kerâmetini anlatanlara ne diyeceğiz? Cifiri kullanarak ayetlerle oynayanlara ne diyeceğiz? “Birinci Şuâ’da bir iki âyetin işaretinde, Risale-i Nurun sâdık talebelerinin, îmân ile kabre gireceklerini ve ehl-i cennet olacaklarını,
kudsî bir müjde ve kuvvetli bir beşaret bulunduğu gösterilmiştir!!!. 33“ Allah’ım bize doğu yolu göster… Şaşırtma bizi!
Merhumların hepsinde had safhada ve daima “helal” hassasiyeti, içinde, Hücvirî (999-1077) şöyle der: “İmdi, derviş, sohbeti tercih edince ailesine helalinden yedirmesi ve onun mehrini helal maldan ödemesi lazım gelir.34” Daima korku ile ümit
arası… Hiç kimse akıbetinden emin olamaz… Yukarıda gördünüz, birisi, birilerini hayatta iken cennetle müjdeliyor… Fakat
Şihâbuddîn Sühreverdî “Havf ve recâ da, tevbe, tevbe-i nasûha
30) Ebû Nasr Serrâc Tûsî, el-Lüma’, çev.H.Kâmil Yılmaz, Ankara, Altınoluk, sh. 77
31) A.g.e. sh. 316
32) Abdülkerim Kuşeyri, Kuşeyri Risalesi, çev Süleyman Uludağ, İstanbul, Dergah
Yay. 2009, sh.435
33) Said Nursî, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, İstanbul, Sözler Yay. 1991, sh. 27
34) Hucvirî Ali b. Osman Cüllâbî, Keşfu’l-Mahcûb
24
dâhildir. Çünkü kulun korkusu onu tevbeye götürür. Şayet korkusu olmasaydı tevbe etmezdi. Ümidi de olmasaydı korkmazdı.
Demek ki havf ve recâ mü’minin kalbinde birbirini gerektiren iki
durumdur. Havf ve recâ, tevbe ehline, istikâmetinde dengesini
sağlar.35”
Şeriat nasıl zahir konusunda ısrarcı ise, gerçek tasavvuf ehli
de Bâtınîliğin önünü kesmek için çok büyük hassasiyete sahiptir.
İmam Birgivî (1523-1573) şöyle der: “Naslar yani Kitâb ve sünnetteki deliller, mümkün oldukça zâhire göre yorumlanır. Bâtın
ehlinin iddiâ ettikleri mânâlara dönmek, nassları reddetmek,
günahı helâl kılmak, Şerîat-ı Şerîf ’i hafife alıp küçümsemek,
Allah-u Teâlâ’nın rahmetinden ümitsiz olmak, azâbından ve gazabından emîn olmak, kâhinlerin gaybden haber verdikleri
şeylerde tasdîk etmek küfürdür.36“ ve şöyle der: “Evet! Helâl
ve harâm konusunda şüpheli olan şeylerden sakınmak, tahâret
ve necâset konusundan sakınmak gibi değildir. Bilakis, helâl ve
harâm konusunda şüpheli olan şeylerden sakınmak, dinde çok
daha mühimdir ve selef-i sâlihînin ahlâk ve tavrıdır.37”
Gerçek Allah dostlarından, gerçek tarikat erlerinden bir kaç
hayat nefhası sundum… Bir demet çiçek sundum!... Şarlatanlar bizi çok rahatsız ediyor!.. Din istismarcıları! Ham yobaz ve
kaba softalar rahatsız ediyor… Bu kitaplar hayat veriyor… Hele
bu ve benzeri kitaplarda; sürekli şeriat, fıkıh, helal lokma üzerinde ������������������������������������������������������������
ısrarcı�����������������������������������������������������
olmalarına karşılık; keşf, ilham, keramet gibi sürünün tapındıkları konuları özendirme değil, ısrarla çekindirmeye
çalışmaları, maalesef bizim tahlillerimizin doğru olduğunu
gösteriyor. Biz zâhire göre hükmederiz! Nasıl ki birileri obsessif bir yaklaşımla akıllarını, cifire, bir başkası sakala, bir başkası
35) Şihâbuddîn Sühreverdî, Avârifü’l – Meârif, çev. Dilâver Servi, İstanbul, 1995,
sh.621
36)36 İmam Birgivî, Tarikât-ı Muhammediyye, çev. M. Fatih Güneş, İstanbul, Kalem
Yay. 2004, sh.141
37) A.g.e. sh. 833
25
dua anında elin şekline38 takılmışsa; biz de: “Şeriat-ı Garrâ-yı
Muhammediye��������������������������������������������
’nin tümüne takılmışız… Parça bütünün habercisidir… Biz bir noktasından vazgeçmeyiz… Kâinatı taksanız
bir noktanın yerini değiştiremezsiniz… Düşünün İslâm harflerindeki “nun”un noktasını aşağı çekseniz “be“ olur ve bütün
anlam değişir… “Göz”ün bir noktasını kaldırsanız “kör” olur!...
Yine doğru olduğuna inandığım şöyle bir analiz üzerinde
ısrarcıyım ve yer yer de tekrar ediyorum… Dünyadaki güçler,
kimse onlar, yerli işbirlikçileri ve din kompradorları ile ortak;
Türkiye’nin taşeronluğunda dünyada; metafizik, mistik, okültist, laik (önemli değil), seküler ( on yıllardır kanaatimiz, çok
çok önemli), iktisâdî ve siyasî liberal, rasyonalist… bir (İslâm?),
din inşâ etmeye çalışıyorlar… Zaten Türkiye buna çok müsait…
1718’de başlayan Osmanlı Batılılaşması ile yumuşak iniş yaptı ve
egemenleri, siyasileri de öyle bir terbiye edildi ki; teşne ve hizmete hazır… Ve görebildiğim kadarı ile bu projenin metafizik
yanını teologlar (İlahiyat fakülteleri, özellikle kelam); mistik ve
okültik yanlarını da tarikatlar, cemaatler, dinci vakıf, dernek ve
benzeri kurumlar ve onların aktiviteleri ile gerçekleştiriyorlar…
Kalan kısmını herkes… Galiba orkestrasyonu da Diyanet yapıyor…
Bir iş yapma (aksiyon demiyorum!) , başarma şehveti içindeki insanlar burnunun ucunu göremiyor… Rakamlar, rakamlar,
rakamlar… Sadece nicelik, nitelikten ne haber? İstanbul finans
merkezi oluyor! Finans merkezi olduktan sonra, ne merkezi olacak? Bilmem hangi şehir, hangi dağ turizm merkezi olacak! Ondan sonra ne merkezi olacak! Kız spor faaliyetlerinin vebalini
kim üstlenecek? Torunlarımıza nasıl bir ülke hazırlıyoruz?
38) Biz bunu hafife almıyoruz..Ama Fahr-i K����������������������������������
âinât Sallallahü Aleyhi ve S������
ellem
Efendimiz’in dua anında ellerinin farklı durumlarda olduğu görülmüştür. Bu aciz kaç
tane mübarek koltuğunun altının görüldüğü rivayetin tesbit etmiştir. Bitiştirdiği de
variddir. Ayrıca Bedir’deki dua anını da unutma!...
26
Ben ihlâs sahiplerini uyarıyorum! Faaliyetleri ile küfür binasına taş taşıyorlar, su taşıyorlar… İslam’ı������������������
�������������������������
tam manasıyla zaafa uğratıyorlar… Ben herkesin umduğu gibi ahirette hesabını
verirsiniz, demeyeceğim… Ben diyeceğim ki: “Kısas kıyamete
kalmaz!” Ben diyeceğim ki; Allahü Zü-l-celâl Hazretleri’nin bir
sıfatı da: M�������������������������������������������������
üntakim…�����������������������������������������
Aşağıda ismini verdiğim yazar ayet meallerini verdikten sonra şöyle devam ediyor: {Meallerini zikrettiğimiz ayetlerden anlaşılacağı üzere Allah’ın “müntakim” ve “zû intikam” sıfatları inkâr ve isyan edenlere yöneliktir. Allah kâfirleri,
müşrikleri, münafıkları, mücrimleri, günah işleyenleri cezalandırır. Allah zalim değildir. Hak etmeden hiçbir kuluna ceza vermez. İsyan eden fert ve toplumlara dünyada âfetler, musibetler
ve belalar vermesi Kur’an’da Allah’ın intikamı olarak ifade edilmiştir39.”
Ahretteki hesap başka… Uzlaşımsal olarak Açık Sırlar hiç
konuşulmuyor… Herkes ahlakın bozulduğundan bahsediyor!
Kendinize gelin! Herkes kendine gelsin! Ahlak, bulutların üzerinde bozulmadı… Bu dünya üzerinde bozuldu… Nasıl ki içki
şişede durduğu gibi durmuyorsa, haram para da kasa da durduğu
gibi durmuyor… Kimin ahlakı bozuldu? Ben, sen, o; biz, siz onlar… Bu saydıklarımdan başka dünyada yaşayan kimse var mı?
Çok bunaldım… Hak Teâlâ Hazretleri, cümlenin ırzını, namusunu ahlakını muhafaza buyursun!
Dil başlı başına azîm bir mesele… Açık Sırları konuşmaktan
imtina etmeyelim… Maalesef Türkçe, tefekkür bakımından işlenmemiş bir dil… Ah! Eski dilimiz gibi, bir yakınmanın haklı
olmadığını düşünüyorum… Eski dilimizin tefekkür bakımından
ne kadar işlendiği de tartışma götürür… Ama bu günkü kuşdilinden daha zengindi kuşkusuz… Geçen gün TV’de tesadüfen
rastladım, Divan Edebiyatını bilen bir kişi, bir Türkçe kelimeye
karşı on beşe yakın kelime saydı.. Ben dilci değilim… Fakat derlediğim gelişigüzel şu on kavramı karşılayacak kelimeler Türkçe
39) İsmail Karagöz, Esma-i Hüsna, Ankara, DİB, 2007, sh.349
27
’de nerede? Leibniz: ”Dil düşünmenin aynasıdır.” der… Şüphesiz düşünen insanların meselesi bu… Yoksa herhangi bir insan
günde en fazla 100-200 kelime ile konuşur…
ma
TEEMMÜL: İyice, etraflıca Düşünme
TEEMMULÂT-I AMÎKA: Derinden derine düşünüp taşın-
TEENNÎ:İlerisini düşünerek acelesiz, dikkatli davranma,
yavaş yavaş gitme
TEFAHHUS: İnceden inceye araştırma
TEFEHHÜM: (Fehm) Yavaş yavaş anlama, farkına varma
TAAKKUL: Akıl erdirme, zihin yorarak anlama
TEFEKKÜR: Düşünme, zihin yorma
TEDEBBÜR: Sonunu, hakîkati düşünme,
TEZEKKÜR: Hatıra getirme,
TEFAKKUH: İnce kavrayış
Biz Servet-i Funûn’cular gibi, lügatten kullanılmayan kelime, orijinal kelime aramadık, ama zihnimize geldiği şekilde
kullandık… 1960’lı yıllarda, hocalarından bir çoğu Türk Dil
Kurumu’nun etkili ve yetkili yöneticileri arasında bulunan ve
onlardan imtihana girmek zorunda olan benim gibi bir kişinin
farkında olmadan, uydurma dilin etkisinde kalması da normaldir. (?)
Yalnız size temim ederim ki; kullandığımız “çekler” karşılıksız değil!.. Entellektüel hazinemizde fazlasıyla karşılıkları
var… Yazarken, konuşurken kavramlarla muhatabımıza çek veriyoruz… Fakat maalesef entellektüel, fikrî ihlallerde, kesemize ait ihlallerdeki hassasiyeti göstermiyoruz… Çünkü kesemizi
kutsuyoruz, ona tapınıyoruz!...�����������������������������������
”Kese” mize ait en ufak bir ihlalde toplum, adliye, devlet; polisi, jandarması ile ayağa kalkıyor…
Bir masumun ırz u namusu pây-mâl edildiğinde verilen ceza ile,
değersiz bir eşyası alındığında verilen cezayı mukayese edin!
Bir adamın gözlüğünü alsanız gaspa giriyor, gözünü çıkarmanın
en az 5-10 katı ceza alırsınız!.. İktisâdî hayatta “karşılıksız çek”
28
çok ciddi bir mesele!.. İtibarsızlık unsuru… Peki fikri hayattaki
“karşılıksız çekler”? Hesabı verilmeyen kavramlar, çilesi çekilmeyen fikirler? İktisadî gümrük, devlet meselesi… Peki, “Fikir
Gümrüğü” nerede? “Fikir gümrüğü”nü kim kuracak? Kapitalist
ethos mülkiyeti kutsallaştırırken, fikri nesneleştiriyor…Nesneyi kutsallaştırırken, kutsalı nesneleştiriyor!.. Bütün kutsallar
“şey”leşiyor… Toplumumuzun “aziz”leri, “evliya”ları zenginler… Adam uyuşturucu kaçakçılığından, mafyatik yöntemlerle
ticaretten, inşaattan zengin olmuş; bir cami, bir mektep yaptırdı
mı, artık kutsallaşmıştır… Yattığı yere mum dikelim (!) …
Ömür boyu “ Üstad Okuyucu”luğu amaç edindim… Gönül huzuru ile bu sıfata lâyık olduğumu söyleyebilirim… Gözlerin kitaba karşı şerbetlendiği, beyinlerin kabız, dil ve kalemlerin
ishal olduğu bir dünyada yaşıyoruz… Böyle bir dünyada talip
olduğum “Üstad Okuyucu” ünvanı da pek mütevazı değil!
Kuşkusuz diğer bir meselemiz de alıntıladığımız tercümelerin kalitesi. Fikir namusu bakımından değiştirmeden aldık…
Değiştirmeye hakkımız yok!... Benim gibi tercümenin olamayacağı kanaatinde bir insan için, bu durum gayet normal… Ama
güzel bir tercüme bulmak o kadar zor ki!
Bir de kişisel tercih olarak bizim önemli gördüğümüz, başkalarından farklı ve yenimsi olduğunu düşündüğümüz noktaları
vurgulamak açısından, farklı bölümlerde zaman zaman özellikle
tekrarlar yaptık! Güneşin altında yeni bir şey yoktur… Eğer bir
işi ona verilen emekle değerlendiren bir zihniyete sahipseniz, bu
satırları da o ölçülere göre yargılayacaksınız… Bana sorarsanız
ölçünüz “emek” olmalı!...
“Anlam”ın anlamını kaybettiği bir evrende yaşıyoruz…
Katı olan her şey buharlaşıyor… Bütün kutsallar ayakaltında
sürünüyor…��������������������������������������������������
Bütün değerler, kutsallar, mukaddesler nesneleşiyor… Simülatif bir dünyada yaşıyoruz… Daha başta söylediğim
29
gibi kuyruğunu yakalamaya çalışan kediye benziyoruz… Fakat
bütün bunlar en hafif tabiri ile imanımız konusundaki hassasiyetsizliğin, kütlüğün, kabalığın, mazereti olmamalı…” Muhakkak ki Allah ve Melâikesi Peygambere hep salât ile tekrim
ederler, ey o bütün iyman edenler! haydin ona teslimiyyetle
salât-ü selâm getirin40.” Elmalı’lı merhum bu ayeti celilenin tefsirinde: “Bu âyet gösterir ki Peygambere salavât getirmek farzdır.
Ancak tekrarına taarruz yoktur. Sahih olan budur ki ismi zikrolundukça vacip olur.41” Özellikle entellektüel varlığı oryantalizm
tarafından resetlenmiş ve formatlanmış kişiler bu postmodern
oyunun tuzağına düşmektedirler… Hâlbuki nesneleşmeyi kırmak için, hatta gönlümüzün neşv ü nemâ bulması için dünden
daha dikkat ve rikkatle ihtimam göstermeliyiz diye düşünüyorum, bu ayet-i celileye…
Özellikle “bilim” zokasını yutanlar, ihtiram ifadeleri sözüm
ona peşin fikir, peşin kanaat izharı olacağı için, nesneleştirme
yoluna tevessül etmektedirler… Bu nasıl bir bilim anlayışıdır ki
sizi temel inançlarınızdan rahatça kopmanıza sebep oluyor…
Özellikle Kurtubî tefsirinde bu konuda geniş bilgi vardır.42 Ben
doğru hatırladığımı sanıyorum: 1950’li yılların sonlarında,
dahi, o zaman TV yok; radyo “Cumhurbaşkanı Hazretleri” diye
bahsederdi… Nasıl değişiyoruz farkında olmadan… Kur’an-ı
Azimü’ş-şan’da farz olarak nitelenen bir davranıştan nasıl da bu
kadar kolay vazgeçiyoruz? Bunun için bireyselleşmenin büyük
bir yalan olduğunu ve mümkün olmadığını iddia ediyorum…
İşte okuması�������������������������������������������������
-yazması olan bir akademisyen “çıkan neyse, yakışan o.” zihniyeti içinde… Herkesin gücü, bireyselliği, özgürlüğü;
dinine, ebeveynine yetiyor… Herkes “din” karşısında özgür…
Herkes Cenab-ı Hakk karşısında özgürlük sevdasında…
40) Ahzap Suresi: 33 / 56
41) Elmalı: 5 / 3923
42) İmam
������������������������������������������������������������������������������
Kurtubî, El-Câmiu li Ahkâmi’l Kur’ân, çev. M. Beşir Eryarsoy, İstanbul,
Buruc Yayınları . 2002, sh: 14 / 171
30
Bir laboratuar tesbiti: Muhammed b. İdrîs eş-Şâfiî
Hazretleri’nin, Fıkıh Usûlü konusunda bize kadar ulaşabilen
ilk eser olan “Er-Risâle“ adında bir kitabı var… Bunu iki İlahiyat Fakültesi öğretmeni tercüme ediyor… Prof. Dr. Abdülkadir
Şener- Prof. Dr. İbrahim Çalışkan… ”Çevirenler” imzası ile bir
Önsöz yazılıyor kitaba… Sanki yaptıkları işten utanç duyarak
yerin dibine geçen iki insan gibi, kendilerini mazur göstermek
i��������������������������������������������������������
çin şu açıklamayı yapıyorlar: “�������������������������
Tercümemizde Ahmed Muhammed Şâkir’in tahkik etmiş olduğu nüshayı esas aldık. Bu nüshada Peygamberimiz, ta’zim vasıflariyle zikredilmiş (Ben boltladım. A.B.) olduğundan biz de o lâfızlara karşılık olarak “Hazret”
kelimesini kullanmayı tercih ettik.43” Kaldı ki, metinde “Hazret”
de kullanılmıyor… ”Hz.“ kullanılıyor….
Yazıklar olsun, kınayıcıların kınamasından korktukları için gönül huzuru ile “Elhamdülillah Müslümanım!”
diyemeyenlere… Yalnız hepimiz, hepimiz, hepimiz, böyle
bir tecrübeden geçiyoruz…. Bir takım mazeretlerle bazı davranış biçimlerini benimsiyoruz… Daha sonra onlar kişiliğimizin
bir parçası haline geliyor… Amiyane tabirle, köprüyü geçinceye
kadar “ayı” ya, “dayı” diyoruz… Fakat bir süre sonra biz “ayı”
oluyoruz… Hem de öyle sadık bir “ayı” oluyoruz ki, gerçek
ayıları bile hayrette bırakıyoruz, kıskandırıyoruz… ”Köprü”ye
onlardan fazla sahip çıkıyoruz… Bırakın uzak tarihi… 1838…
İngilizlerle yap�������������������������������������������
ılan Serbest Ticaret Anlaşması, 1839….
�����������
Tanzimat Fermanı. 1856… Islahat Fermanı… 1850… Nizamiye
Mahkemeleri… Bunları yapanların hiç biri John, Brown değil…
Mustafa, Ali, Cevdet… Daha sonra açıklamaya çalışacağız, bu
pragmatizm bile değildir… Doğrudan doğruya oportünizmdir… Sanki bir gavur izmine sokarsak mânen beraat edeceğiz! O
beraatı önlemek için “bile” yi ekledim… Pragmatizm olsa mâzur
mu göreceğiz?
43) Muhammed b. İdrîs eş-Şâfiî, Er-Risâle, çev. Abdülkadir Şener- İbrahim Çalışkan,
2010, TDV. Sh. Önsöz
31
Alışmaya alışmayalım!... Gavura bu kadar kolay teslim olmayalım… Yalnız dikkat edelim… Kafamızın içi gavurlaşmış!... Sen
işçini köyden, küçük şehirden hiçbir oryantosyan eğitiminden
geçirmeden Avrupa’lara gönderirsen sorunlar çıkacaktır… Sen
zavallı Anadolu Çocukları’nı hiçbir hazırlıksız yüksek Lisans,
Doktora yapsın diye Batı’daki oryantalistlerin ağzına atarsan
sonuç ortada… Yazık bu zavallı çocuklar, şimdilerde artık yaşlandılar, Müslümanlıklarından utanıyorlar o gâvurun huzuruna
giderken… O gâvurlar da “ayı” eğitmekte özel eğitimli… Emirleri farkına varmadan içselleştiriliyor… ”Haydi! Koca oğlan!
Ağabeylerine selam ver!” Onlar da büyük bir iş başarmanın zevki içinde alacakları ödülleri düşünerek, ağabeylerine selam veriyorlar… Kuşkusuz her bir “selam”; İslâm’dan, imandan bir taviz.
“Görmüyor musun? Okyanus ötesinde koskoca adamlar… Gerdan kırıp, kırıtarak nasıl temennâ ediyorlar…
Bütün bu yaptığımız tespitler, Hüsn-i niyetli, bu tanımlamaların kapsamına girmeyenleri tenzihen mütâlaa edilmelidir.
Şu noktayı da özellikle işaret ederim ki; Necip Fazıl fikrî
bakımdan üst düzey küfür ortamlarında, entellektüel meclislerde, felsefe eğitimi yapılan zeminlerde, müntesiplerine kınayıcıların kınamasına aldırmadan, “Ben yobazım!” deme şuur
ve şehâmetini veren bir mütefekkir, örnek bir dava adamıdır!…
Burada “şehâmet” zekâ ve akıllılıkla beraber cesâret, yiğitlik;
“yobaz”lık, Allahü Zü-l-celâl Hazretleri ve Fahr-i kâinât sallallahü aleyhi ve sellem’e “pazarlıksız iman, Sıddıkî iman… Biz
herkesten Necip Fazıl’ı anlamasını beklemiyoruz!... Bu sürüye
zülüm olur… Şüphesiz her mevhibe Hak teâlâ hazretleri’nin bir
lütfudur, ama vesile olarak; birileri, hiç değilse, özellikle içinde
bulunduğumuz şartlarda��������������������������������������
, çocuklarının imanını kurtarma endişesi içinde olanlar, şunu bilin ki; Necip Fazıl öldü!... Fakat eserleri ortada… Özellikle çağımızı düşünerek teklif ediyoruz: Bu
vesileye yapışınız…
32
Bir münasebetle karşılaştığımız biri şöyle bir hatırasını anlatmıştı… Bu hatıralardan da nefret ediyorum… Herkes bir hatıra
anlatırken, sanki hadisenin asıl kahramanı kendisi… Bahsedilen
şahıs yardımcı aktör… Yani önemli olan mevzuu bahs kişi değil de kendisi gibi anlatıyor… ”Kendisi” derken de, sırf “nefsânî
kendisi”ni anlatıyor… Bu en hafifinden iğrenç bir durum…
Fakat bakt�����������������������������������������������������
ım bu hatırayı anlatan kişi,�������������������������
konuşmaktan pek zevk almıyor; kendisinden bahsetmek için değil, Üstad’ı anlatmak için,
daha doğrusu İslâm imanını, izzetini anlatmak için konuşuyor.
Böyle adamların hatıralarından da istifade etmeye herhalde hakkımız var… Hatta onların da saklamaya hakları yok…
Müşarünileyh anlatıyor: “{Altmışlı yılların ortalarından öncesi… Siz şimdi o günleri, o üniversite iklimini tasavvur, hatta
tahayyül dahi edemezsiniz! Üniversite öğretmenlerinin baş aktör olduğu, 27 Mayıs 1960 ihtilali olmuş… Başbakan ve Bakanlar asılmış… Üniversite öğretmenlerinin, ”siyah cübbeliler”in
otoriter ve totaliter yönetimi… Aykırı nefes almak bile düşünülemez… Anadolu’nun küçük bir şehrinde Lise bitirmiş bir
işçi çocuğuyum… �����������������������������������
Ömrümde profesör görmemişim…�������
Felsefe bölümünün öğrenci profili de o yıllarda nasıl diyeyim biraz
fantastik… ”sosyetik”… Ama ben de eziklik yok… İmanımdan
utanmıyorum… Gavurlara karşı fahr ve kibir sahibiyim…
Çünkü Necip Fazıl’ı çok çok küçük yaşlardan beri okumuşum
ve halen de okuyorum… İslâm izzetini hissediyorum veya
sahibim… O zamanın anlı şanlı hocalarından biri ile münakaşa
ediyoruz derste… Fakat zaman epey geçti: “Ahmet! Odama gel!
Sana bu konuyu anlatacağım.” dedi… Gayet tabii bir şekilde:
“Siz bana ne anlatacaksınız? Ben Necip Fazıl’ı okumuş biriyim!”
dedim… İnanın hiç mübalağa etmiyorum, yumruklarını sıkmış,
tepiniyordu: “Sen kedine nasıl böyle güveniyorsun?”}…..Yorum!...???
Hoş bir hava doğmuştu, biraz daha cesaretlendi, herhalde…
“İzin verirseniz bir hatıramı daha anlatmak, istiyorum” dedi. Ve
33
anlattı… {Bir gün tartışma derste bitmedi… Aldı, beni odasına
götürdü… O zaman “kürsü” tabir edilir… ”Sistematik Felsefe
Kürsüsü” diğer elemanları da orada… Daha masasına oturmadan, hışım içinde, yıllar geçti, belki yanlış hatırlıyor olabilirim
ama galiba elleri kolları titriyordu: “Ahmet! Anladık!. Sen Atatürk karşıtısın, Cumhuriyet karşıtısın, şeriatçısın… Niçin geldin, felsefe tahsili yapıyorsun?” diye sordu… Tuhaf bir psikoloji
ile… Yani sanki burası bizim oyun sahamız… Burası bizim çiftliğimiz… Senin işin ne? “ der gibi… Dedim ki, “Hocam! Ben Necip Fazıl’ı okumuş ve halen de okuyan bir kişiyim… Ve İmam-ı
Rabbanî Hazretleri buyuruyor ki; “Menşe-i küfrü tanımayanın
imanı nakıstır.” Ben felsefe tahsil edeceğim, küfrün menşeini
tanıyacağım… Eğer imanım devam ederse, demek ki gerçek,
imanmış, benim imanımdan korkum, şüphem yok!” dedim… O
sıra odada bulunanlardan biri, hatırladığım kadarı ile “demek ki,
biz kâfirmişiz” v.b. bir cümle söyledi… Hoca “sen sus!” diyerek
azarladı onu, bana döndü, “ne dedin? Ne dedin? Bir daha tekrarla” dedi… Ben İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin sözünü tekrarladım… Derhal, inanın heyecanla not aldı… Evet! Heyecanla ve
İslâm harfleri ile… Kendime güvenimin kaynağı ortada!... Necip Fazıl vesilesiyle İslam’ı anlamak, kavramak! “Gerçek İslâm”
gibi kavramsallaştırmaları hoş bulmuyorum… İslam’ı anladığım
için bir gavur profesör karşısında, profesörü ilk defa üniversitede görmüş bir işçi çocuğu olarak kendime güveniyorum… …}
dedi ve Yorum!???}
Sonra ben araştırıyorum ki; yukarda hatıra sahibinin bahsettiği hoca, 1908, Malatya doğumlu… Ortaokulu Malatya’da, liseyi Sivas’ta okumuş… Ve 1929’da yani 21 yaşında “felsefe yükseköğretimi için devlet bursu ile Almanya’ya gönderilmiş. Ve bu
çocuk “birey” olacak, öyle mi?
Bir de “Osmanlı Meselesi”nin muhasebesini yapmak lâzım…
Bir zamanlar Osmanlı kavramı ile İslâm aynı kabul edildiği için
Osmanlı’ya seviyesizce saldırıldı… Bir zamanlar İslâm’a cephe34
den hücum edilemediği için Osmanlıya saldırıldı… İnsanlar da
bunun farkında olduklarından, Osmanlıya yapılan iftiraları daha
baştan kabul edilemez buldular… Cumhuriyetçilerin Osmanlıya karşı makul, kabul edilebilir eleştirileri yoktu… Nitekim
şahsım adına benim gibi çok tarih mütâlaa eden insanlar da, tanıdıkça Osmanlıya hayranlığımız arttı… Ayrıca kısmen de olsa
fikir namusuna sahip sosyalist ve solcuların da pekiştirici etkisini
kabul etmemiz gerek diye düşünüyorum…
Fakat belki de son on yıl diyebileceğim zaman diliminde, bu
meselenin yeniden muhasebesinin yapılması gerektiğine kanaat
getirdim… Galiba bunda Osmanlıya akıl almaz, vicdan yaralayan iftiraların azalmasının da etkisi olduğu düşünülebilir… Birden Osmanlıyı kutsadığımızı keşfettim… Bunda daha önce, yeterince üzerinde düşünmediğim bazı bilgilerin de etkisi oldu…
Nitekim şimdi rahmetli olmuş, Osmanlı Tarihi yayınlamış bir
ağabeyimizin, faizin yasaklığı hakkında konuşulurken: “Bırak
hazret, Şeyhülislam fetva vermiş!” diye kesip atması, bu eleştirel sürece gelmemde çok etkili oldu… Demek ki bu düşünce
zihnimin bir tarafında muhafaza edilmiş, düşünsel geviş anında
da etkili olmuş… Yani farkına varmadan Osmanlı, İslâm’ın
önüne geçiriliyor… Yani bir fıkhî meseleyi tartışırken edille-i
şer’iyyeden değil, Osmanlı tatbikatından hareket ediyoruz…
Hâsılı son yıllarda Osmanlı Telakkisinin İslâm’ı gölgelediği
kanaati uyanmaya başladı ben de… Kaldı ki; sözde Osmanlı
hayranı olanlar�����������������������������������������������
, Osmanlının yapısal özelliklerinin cahili idiler… Sadece hamaset… Bunlar da ”İslâm” diyemedikleri için
“Osmanlı” demeye başladılar… Evet Osmanlı şiir gibi bir nizam kurmuş… Halen de kabul ediyorum… Ama bu nizam
yapısal bir esasa dayanıyor… Ve şiir gibi nizamın temeli de bugün hiç sözü edilmeyen, günümüz anlayışına taban tabana zıt,
mülkiyet ilişkilerine dayanıyor… Kısacası ortaçağda ana üretim
aracı olan toprak üzerinde ferdî mülkiyetin olmayışı… Netayic35
ül Vukuat’ta Mustafa Nuri Paşa çok güzel anlatır… Bağ, bahçe
ve ev mülkiyeti var… Nitekim bu Hz. Peygamber’in Hayber
tatbikatı, Hz. Ömer’in Suriye ve Sevad’daki tatbikatı, Selçukluların Ikta sisteminin de mükemmelleştirilmesine dayanır. Mülk
Allah’ındır, tasarruf hakkı padişahındır, padişah sahib-ül arza
tefviz eder. Oda reayaya kanuna göre dağıtır… Fakat sistem
XVI. Yüzyılın ortalarında bozulmaya başlıyor… Sebebleri derin… Ondan sonra bir sath-ı mailde aşağı doğru kaymaya başlıyor… Medreseler; ilmî bir inhitat, ahlakî bir tefessüh içindeler…
Taşköprülüzâde’nin kitabının tarihi 1532…
Benim teklifim şu: Mademki kurumsal yaklaşımdan mahrum, sadece bireysel rivayetlerle, romantik bir Osmanlı imajı
inşâ ettik… Mademki Osmanlının kurduğu nizamın bugüne
ışık tutup tutamayacağını hiç düşünmeden terk ettik… Belki o
zaman haklı da olabiliriz… Ama yeter artık! Şu anda ben bir desacralization- desakralizasyon, yani kutsaldan arınma teklif ediyorum… Kuşkusuz hayat ve devlet sadece akılla temellendirilemez, sadece akılla yargılanamaz… Kabul ama bu kadar hayale
dayanarak mistifike de edilemez… Sen 1572’de faize cevaz veriyorsan, ben seni sorgularım… Nasıl bu hale getirdin bu devleti?
Burada asıl mesele; İslâm dünyasının hali ortada… Kimi ve
neyi tenzih gayesiyle hareket ediyoruz? Bunun sorumlusu, bunun müsebbibi kim? Müslümanlık mı? Müslümanlar mı? Bizim
tereddütsüz cevabımız: Müslümanlar… O zaman Osmanlıyı,
İslâm’ı gölgelememesi için, yaptığı hatalardan ibret almamız
için, gerçekten müsbet yanlarından yararlanmamız için, İslâm’ı
tenzihen hareket etmemiz gerekir… Sonra Osmanlı bir nizam…
Tümüyle değerlendirmek lâzım… Osmanlıyı, hiç bilmiyormuş
gibi; yeniden araştırmak! Yeniden okumak! Yeniden muhasebe
yapmak! Mesela genelde bilinen kıymetli Osmanlı tarihleri yanında, hiç değilse birkaç temel, değerli kitap ismi:
36
= Taşköprülüzâde Ahmed Efendi ( 1495-1561), Mevzuat’ül
Ulûm, 1532, sadeleştiren Mümin Çevik, 1975, üçdal
= Lütfi Paşa, Asafnâme, 1541, Hazırlayan: Ahmet Uğur,
1982
= Bosna kadısı Hasan el kafi, Usûlü’l- Hikem Fî Nizami’-l
Âlem, 1596, Latinize eden: Mehmet İpşirli, 1981
= Künhü’l ahbar…..Gelibolu’lu Mustafa Âlî (1541 – 1600 )
Latinize eden: Faris Çerçi,
= Hırzü’l Mülük…. Yazarın ismi bilinmiyor, muhtemelen
devlet görevlisi, yaklaşık 1580 yılı dolaylarında III: Murad’a
sunulmuştur. Latinize eden, Yaşar Yücel. 1988
= Kitâb-ı Müstetâb.. Yazarı belli değil… Devşirme olması kuvvetle muhtemel.. Enderun mensubu olabilir. Tahminen
1620 yılında II. Osman’a sunulmuş olabilir. Latinize eden: Yaşar
Yücel. 1988
= Kitâbu Mesâlihi’l Müslimin ve Menâfi’il- Mü’minin.. İsmi
bilinmeyen, büyük bir ihtimalle ilmiye sınıfına mensub bir devlet görevlisi… Muhtemelen 1643-44 yıllarında Kemankeş Kara
Mustafa Paşa’ya arz edilmiş. Latinize eden: Yaşar Yücel. 1980
= Koçi Bey Risalesi, 1631, IV. Murad’a arz edilmiş. Sadeleştiren, Zuhuri Danışman.1993
Bu kıymetli kitaplar yazılış tarihlerine dikkat ederseniz, tam
Osmanlı devletinin sendelemeye başladığı XVI. Yüzyılın ortalarında; devletin tarihini, ilim hayatını, medreseleri, sosyal hayatı,
idarî yapıyı, askeri kurum v.b. anlatmaktadır… Kimileri padişahlara, kimileri Vezir-i âzamlara arz edilmiştir… Bir örnek olmak
üzere Ahmet Cevdet Paşa, Koçi Bey Risalesi hakkında şöyle bir
37
mütâlaa serdeder: “Göriceli Koçi Bey’in maarif isteyen Dördüncü Murada sunduğu Lâyihaları içinde toplayan bir risâledir.
Şani-Zade, Askerin sebeblerini anlatma yolunda yazılmıştır ki,
Göriceli Koçi Bey Dördüncü Murad Hazretlerine bu meziyetleri olgun bir yaşlılığın iradesi ile korkmadan göndermiştir.
Ebü’l-Necib risâlesine üstün denmeye lâyıktır.44”
Biz sadece İslâmı tenzih; zihniyet, hassasiyet ve kaygısında
olduğumuz için, bu arada hırpaladığımız, yıprattığımız kişi ve kurumlar umurumuzda değil!.. Yalnız şu nokta da biline ki; biz burada, Bilimsel, Felsefî, Soyut Gerçek peşinde koşan bir heveskâr
da değiliz! Ayrıca bu tür gerçekler de olduğuna da inanmıyoruz…
Bizim için tek gerçek, Şeriat-ı Garrâ-yı İslâmiyye’dir… Bizim bu
yaklaşımımızı eleştirenlerin önce bir nefs muhasebesi yapmaları
lâzım! Hangi fikri tenzihen hareket ediyorlar! Siz 1572’de faizi
meşrulaştırıyorsanız, İslâm’ın muhkem hükümlerine doğrudan
doğruya aykırı hareket ediyorsanız, hatalısınız!.. Ama o günkü
şartlarda ne yapabilirlerdi? Bu tür mantık konstürüksiyonları da
umurumda değil! Üç paralık dünyevî iktidarınız için imanımdan vaz geçmem mi isteniyor? ? On yıllardır çilesini çektiğim
konular… Nitekim bölümler ayırdım… ”Değişim”, “ Değişimin
Sancıları”, “Değişimin Sınırları”, “Oportünizm ve Değişim”…
Kısmet olursa “Oportünist Değişimin Aktörleri” başlığıyla bir
çalışma üzerindeyim!.. Bir toplumda “değişim ”in, yeniliklerin
nasıl yapılacağı ve sınırları belli… Biz bir fikrin Şeriat-ı Garrâyı Muhammediye�����������������������������������������
’ye uygun olup olmamasına bakarız… Tatbikattaki uygulamalar umurumuzda değil! Çünkü imanımız sınanıyor! Zahirde aleyhimize gibi gözükse de biz muhkem ayet ve
mütevatir hadisleri iman mevzuu olarak alırız… ”Güneş ışıklarını fatura kesseniz” dahi!
Biz materyalist değiliz… Biz M����������������������������
üslümanız!...���������������
Bizim imanımızı tatbikatlar tayin etmez… İmanımız tatbikatları tayin eder…
Bir materyalist “yolumuzu pratikler aydınlatıyor!” der… Biz ise
44) Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, Sadeleştiren; Dündar Günay, İstanbul,
Üçdal, 1993, sh. I / 15
38
imanımız pratikleri tayin ediyor deriz… Tatbikatta bir hata varsa
o uygulamadan kaynaklanıyor bize göre, imanımızın gereklerinden değil! Ve dikkat edin! Bugün dincilerin yolunu pratikler tayin ediyor… Zaten derinliğine düşünülürse, materyalizm ortak
paydasında bir iktisadî liberal ile kolektivistin farkı yok! Çünkü
bir materyalistin de metafiziği var!����������������������������
O da maddeyi mistikleştiriyor!
Peki, bir soru: Benim de kabul ettiğim o şiir gibi nizam, XVI.
Asrın ortalarından itibaren, Şeriat-ı Garrâ-yı Muhammediye’ye
kesin, aşikar, aykırı,���������������������������������������������
sözüm���������������������������������������
ona her yeniliği yaptı, sonuç? Zehirden ilaç olmaz!
Osmanlıya ait; iyi, güzel, doğru ne varsa, İslâm’dan! Osmanlıya ait; bütün hatalar, kusurlar, yanlışlar ise kendindendir!...
Müşahhasla, mücerreti karıştırmayalım… Osmanlının tatbikatındaki; yanlışlarla, hatalarla, kusurlarla İslâm’ı tenkit ne kadar
yanlışsa; Osmanlı tatbikatından iman umdeleri devşirmeye
kalkmak da aynı şekilde yanlış!
Akrep, nokta nokta ruhumu sokmuş,
Mevsimden mevsime girdim böylece.
Gördüm ki, ateşte cımbızda yokmuş.
Fikir çilesinden büyük işkence.
(Necip Fazıl)
Fikir çilesine talip olanlar aranıyor!.. ”Geçmeyen an, pörsümeyen yeni, solmayan renk”in çilekeş gönüldaşları aranıyor!....
39
HEYULA
Profesörünün, meşhur muharririnin, politikacısının içi geçmiş kabaklar gibi her türlü fikir cevherini yitirdiği bu kafa kıtlığı
devrinde, olgun gençlik kadromuzun en mümtaz örneklerinden
Ali BİRADEROĞLU’na ait bu yazıyı bütün Batı dillerine çevrilmeye layık bir değer ölçüsüyle takdim ederiz.
Necip Fazıl KISAKÜREK
Meşhur komünist manifestosu, “Avrupa’nın başına bir heyûlâ
bela kesilmiştir; komünizm heyûlâsı.1” cümlesiyle başlar ve bütün Avrupa devletlerince bir güç olarak kabul edildiğini, bütün
ülkelerin bu tehlikeyi önlemek için kutsal bir anlaşma yaptıklarına işaret ederek devam eder. Bu cümleleri 130 yıl önce yazanlar
bugünü görselerdi herhalde hayret ederlerdi. Çünkü Komünizm
Avrupa ile birlikte -teorisyen kehanetlerinin aksine- belki de
daha çok, Avrupa dışındaki sanayileşmemiş, teknik bakımdan
geri kalmış ülkelerde bir heyûlâ gibi dolaşıyor. Bugün dünya
üzerinde bu mitolojik canavardan korkup titremeyen ülke yok...
Uzun bir gelişim sürecinin sonunda, Birinci Sanayi Devrimi ile doğan yenidünyanın meselelerini Batı’nın sahip olduğu
değer sistemi ve kurumları çözebilecek güçte değildi. Böyle bir
çalkantı içinde Batı’da yeni doğan problemleri çözebilecek yeni
değerler vücuda getirilememesi bir yana, eski uygarlık kendi
1) K. Marx-F. Engels, Komünist Manifestosu, İstanbul, 1976, sh. 35
40
kendisiyle ve cesaretle hesaplaşıp kurumlarının doğru bir değerlendirilmesini yapabilecek yürekliliği bile gösteremedi. İçgüdülü
bir savunma duygusu içinde, taassupla eski değerlerine yapışan
Batı, içinde bulunduğu statüyü korumaktan başka bir gaye sahibi olamadan direndi, eski değerlerine sarıldı. Gerçi bu dönemde
Batı’da bazı soylu sesler çıkmıyor değildi; fakat onlar da sadece
Batı uygarlığı çöküşünün habercisi olmaktan ileri gidemediler.
Marksın en büyük başarısı böyle bir durumda Kapitalist sistemin büyük çapta doğru bir değerlendirmesini, analizini yapabilmiş olmasındadır. Çürümüş, kokuşmuş bir düzenin doğru
bir tahlilini yapmak, kendiliğinden ortaya çıkan boşluğu, masal
unsurlarıyla bezenmiş, mistik, muhayyel ve doğması mukadder
bir dünya ile kolayca doldurabilme şansını elde etmiştir. Her ne
kadar Batı düşüncesi tarafından da Marksizmin doğru bir tahlili yapılarak, eski fikirler rafına kaldırıldığı söylenebilirse de, bu
entellektüel planda yapılmış; Marks’ın hazırlop dünyasının yığın
üzerindeki sihrini yok edememiştir.
Her şeyden önce Marksın kitleler üzerindeki etkisinin entellektüel plandaki yüksek fikir yoluyla olmadığı gerçeğini kabul etmeden problemi çözemeyiz. Eylem içinde bulunan, koca devletleri dehşete salan gençleri, bilgisizlikle, duygusallıkla suçlamak
-bu tespit doğru dahi olsa- hiç kimseye onların eylemlerini basite
alma, hafife yorma hakkını vermez. Gücünüz varsa, söyleyecek
şeyiniz varsa, yapabiliyorsanız, gençliğin bu özelliklerinden ve
zaafından siz de istifade edin! Çünkü saf felsefi problemlerden
haberi olmayan, onlara aklı ermeyen o çocuklar dünyayı yorumlamak değil, değiştirmek gerektiğine inanıyorlar ve bu
misyonun kendilerine ait olduğuna iman ediyorlar. Dünyayı
değiştirmek için aksiyona katılan her kişinin düşünmesi, yüksek
fikirlerle donanmış olması gerekmez. Bir veya bir kaç kişinin düşünmesi yeter. “Dünyayı güvercin ayaklarıyla gelen fikirler
yönetir.” Eylem için bilmek değil, inanmak lazım; bilgi değil
iman gerek...
41
Marks yığın psikolojisini çok iyi bilen ve onun zaaflarını mükemmel bir şekilde değerlendirmiş bir kişidir. Yığının ana temayüllerini büyük bir ustalıkla yakalayabilmiştir. Bütün dış görünüşlerine ve özentilerine rağmen yığının istediği gerçekten
siyasi ve idari özgürlük değildir. Çünkü o fantezi peşinde
koşar; böyle bir imkânın gerçekleşmesini hiç bir zaman istemez, özgürlüğün getireceği yükü taşıma gücüne sahip değildir. Ona devamlı lafını ettiği, oyalandığı, sözde istediği özgürlüğü verdiğiniz anda ondan bıkacak, size başkaldıracak,
onu size iade etmeye can atacaktır. Yeter ki siz yine karar
verme yetkisinin kendisinde olduğu masalını sık sık tekrar
edin... Yığın kuvvetten hoşlanır ve daima sığınacağı kendi adına düşünüp karar veren, kendisi uyurken uyumayan;
kuvvetli emin bir kucak arar. Marks bu umudu verebilmiş
ve büyük çapta, yığını düşünme belasından(!) kurtarmıştır.
İnsanın, iradesini çok az kullanmak zorunda kalacağı, sımsıkı
zorunluluklarla çevrili, ilişkileri insan iradelerinden bağımsız
olarak ekonomik faktörlerin belirlediği, insan bilincinin mensup
olduğu sınıfa göre kendiliğinden oluştuğu bir dünya sunmuştur.
Bu dünyanın tek eksiği, gerçek insan (yapıp eden, duyan, mutlumutsuz olan, tarih şuuruna sahip, bilen düşünen, bazen karar
vermek zorunda olan, bio-psişik varlık) dan mahrum oluşudur.
Yoksa her şey yerli yerinde!... Haliyle bu büyük eksiklik de sınırlı
kişiler tarafından anlaşılabilmektedir. Bu konuda «büyük engisizyoncu masalını” özellikle hatırlatırım.
Batı uygarlığı; Rönesans, Reform ve Aydınlanma ile yavaş
yavaş bütün kutsal değerleri ve varlıkları dünyadan kovdu, sürüp
çıkardı. Fakat ortaya çıkan toplum tablosu kendisinin de ödünü
kopardı. Batı uygarlığının hali Marks›ın Sismondi›den aldığı
şu örneğe benziyor: Büyücü çırağı ustasının olmadığı bir anda,
artık sanatı öğrendiği kuruntusuna kapılarak, ustasının zincire
vurduğu bütün kötü ruhları serbest bırakır; fakat sanatı iyi öğrenememiştir, onlara hâkim olamaz. Batı; bazı kurallar tarafından
zincire vurulmuş ne kadar kötülük varsa akla ve ilme güvenerek
42
hepsini serbest bıraktı. Fakat hikâyedeki çırak gibi ortaya çıkan
önceden tahmin edemediği duruma hâkim
��������������������������
olamadı. Daha da fecisi, her şeyi öyle yıktı ki, bir «iyi» ve «kötü» bırakmadı, değer
yargılarının hepsini kökünden yıktı. İşte Marksizmin yayılış
sırlarından biri, bu kötü ruhlara hâkim olma, yeni değerler
getirme vaadi ve umududur ki bunun sahte bir çözüm olduğu
çok açık olsa dahi tesiri inkâr edilemez.
Kısacası Marksizm; hem ona karşı olanların, hem de taraftarlarının empoze etmek istediği gibi bir heyûlâ değildir. Yayılışının bazı objektif sebepleri vardır ki, biz bu yazımızda dikkatleri
özellikle şu nokta üzerinde toplamak istiyoruz: Marks’ın kitle
üzerinde etkili olmasının en önemli sebebi; eski değerlerin
hızla yıkıldığı, yeni değerlerin ise asırlardır doğum sancıları
içinde kıvranmasına rağmen bir türlü doğmadığı, insanların makinanın bir dişlisi haline geldiği bir dünyanın bütün
kurum ve değerlerine kesin bir şekilde başkaldırmasında ve
aynı dünyanın mutsuz, hafakanlar içindeki insanına umut
kaynağı olabilmesindedir. Dolayısıyla açık veya gizli, şu veya
bu sebeple kurulu düzeni savunan, bu düzenin bütün bozukluklarına hiçbir tedbir sahibi olmadan sırf ötekinin gelmemesi
için bazı, kendi doğrularını radikal bir biçimde, cesaretle ortaya
koyamayanların, bu heyûlânın sihrine kapılanlara ve kapılacak
olanlara, yeni bir dünya özlemi içinde yananlara söyleyecek sözleri yoktur.
Giden gitmekte, çöken çökmekte; komünizm ise pratik
bir deha ile bundan faydalanmakta, fakat gelenden, gelmesi
gerekenden henüz bir haber belirmemektedir.
Bu sır, davamızın en ince noktası ve inşamızın ana direği olarak ele, dile ve harekete geçirilmelidir.
BÜYÜK DOĞU, 29 Mayıs l978, 34. Yıl, l6. Devre, s.7.
43
NOT: Otuz k������������������������������������������������
üsur yıl önce yaptığımız bu tesp����������������
itlerimizin, hemen hemen hepsi bu gün de geçerli! Yalnız komünizm yerine
neo-liberalizmi koyun! Fakat bu geçen yıllarda İslamiyet nerede? Veya nerede idi, nereye geldi? Nasıl evrildi? Bu gün, kendilerini M��������������������������������������������������������
üslüman olarak niteleyenler; şu veya bu ����������������
sebeple, dün komünizme karşı gösterdiği muhalefeti, direnci gerçekleştirecek,
düşünme iklimine, zihin haritasına bugün sahip değiller! Niçin?
Neden? Nasıl? Hangi sebeple, İslam’a aidiyet iddia eden, bütün
topluluklar (“cemaat” İslami bir mefhum, bu lütfa hak kazanacak
insan toplumu olduğunu sanmıyorum!), sözde tarikatlar, dernekler, vakıflar Siyonizm’in, Amerikanizmin meccanî hizmetçisi? Bilmiyorum, bilemiyorum, ama öyle sanıyorum ki; sürekli
içinde bulunduğunuz durumu eleştirmek sürüyü yoruyor!.. O
çözüm arıyor! Çünkü halkta soyut zeka ( J. Piaget) yoktur. Çünkü halkta ideal bir dünya, ideal bir devlet, ideal bir nizam, ideal
bir insan tasavvuru yoktur! Bu saydığımız unsurların muhayyel
bir şablonuna sahip değildir. Aidiyet iddia ettiği, imanından fışkıran ab-ı hayatla sulanmış bir değerler örgüsü yoktur. Dolayısıyla uygulamaları, uygulanan politikaları; sözünü ettiği imanının
inşâ etmesi gereken bir mimarî ile mukayese etmez. Zihninde
bir kalıp olmadığı için onunla karşılaştıramaz! O, sadece karnının doymasına bakar! Bu nasıl bir karınmış? Bu meşru bir soru
değil, anlamsız bir soru veya itiraz, çünkü Hak Teâlâ Hazretleri
şöyle buyuruyor Kur’an-ı Azimü’ş-şan’ında: “ Çoklukla övünüş
sizi o kadar oyaladı ki, sonunda kabirleri ziyaret ettiniz.” (
Tekâsür: 102 / 1-2 ) Ayet-i Kerimelerin tefsirinde İmam Kurtubî
merhum şöyle açıklıyor: “ Yani mal çokluğu ile sayıca çoklukla övünüşünüz, sizi Allah’a itaatten alıkoydu ve bu, siz ölünceye, kabirlere defnedilinceye kadar sürüp gitti” ( el-Câmiu
li –Ahkâmi’l- Kur’ân, 19 / 310)
Bu noktada bizim teşhisimiz; halkın istediği mamayı komünizm veremedi! Halk da dinle soslanmış Amerikanizmin cazibesi ile komünizme karşı çıktı. Halk biraz da korktu.. “Şapkayı
asıp eve girilecek!” diye… Komünizmin çökmesi ile ki, böyle bir
44
çöküş yok, sadece �����������������������������������������
Marksizmin tam uygulanamayan Lenin versiyonu ((Ekim 1917’de gerçekleştirilen Proletarya Devrimi daha
Rusya Komünist Partisi’nin 21 Mart 1921’deki 10. Kongresi’nde,
NEP’le delindi… Buradaki hassasiyetimiz Şeriat-ı Garrâ-yı
Muhammediye’yi uyguladıklarını iddia eden gerek geçmişte,
gerekse günümüzdeki bazı oportünistlerin bu başarısızlıklarını
muazzez, müberrâ ve mukaddes şeriata sıçratma endişesi.)) denemesinin başarısızlığı var!... Bu Sovyet deneyinden sonra Neoliberalizm halkın talebi olan ekmeği, hatta pastayı verdi! Halk
görüyor! Halk gözüyle düşünür! Beyni ile değil! Artık ona anlatamazsınız! Neyi anlatamazsınız? Gördüğünün dışındaki hiçbir
şeyi! Varlığı, bolluğu, zenginliği görüyor! Ve gerekli algı oluşturuldu: “Kıskanma senin de olur!” Herkes sırasını bekliyor…
Ayrıca şunu da itiraf etmeliyiz ki; akmasa da herkese damlıyor…
Sağlık, eğitim hizmetleri küçümsenir gibi değil! Hatta imkanlara
sahip olmayanlar dahi kıskanmaktan öte pornografik bir temaşâ
hazzıyla olanı biteni seyrediyor… Hayat bir simülasyon haline
gelmiştir… Temâruz… ”Simüle etmek sahip olunmayan şeye
sahipmiş gibi yapmaktır.” (Simülakrlar ve Simülasyon, J. Baudrillard, 13) Durum tam da J. Baudrillard’ın teşhisini yaptığı gibi
implosion ( içe doğru patlama ). Yani iki kutup karşılaşıp infilak
etmiştir ve kutuplardan biri diğerinin içinde yok olmuştur.
Dikkat! Dikkat! Dikkat! Kendisi için imanın önemli olduğu
insanlara sesleniyoruz! Somut durumda diğer kutbun içinde soğurulan, yok olan kutup İslam’dır!
Otur kendi nefsini hesaba çek! Bu gün dünya dört yıldır devam eden, uzman tahminlerine göre on yıl daha devamı öngörülen böyle bir kriz içinde kıvranırken, herkes bir arayış içinde
iken, herkes neo-liberal ekonomileri eleştirirken sen nasıl bu kadar rahatsın? Dikkat et “iman”ın, “ inanç” haline gelmiş ve Neoliberalizm üzerinde temerküz etmiş! Veya başka bir gâvurizm
üzerinde! Ülkenin ekonomik göstergelerinin göreceli olarak
olumlu olması senin için kâfi mi? Fakat yine aldanıyorsun! Çün45
kü ekonomi sadece ekonomi değildir! Bir gün bunların karşılığını maddî veya manevî olarak alırlar… Zaten alıyorlar!
Hiç düşünmez misiniz? “İstanbul finans merkezi oluyor” diye
seviniyorsun! Bunun ahlakî, İslamî sonuçları ne olacak? Turizm
için ülkeye bilmem kaç yatak daha kazandırılıyor! Bilmem kaç
milyar dolar döviz gelece�������������������������������������
k! Peki, neleri götürecek!? Sende muhayyile de yok! Muhayyile olabilmesi, onun beslenebilmesi için
insanın transandant bir dünyası olması gerekir… Hiç değilse o
mekânın beslediği değerleri olması gerekir! Hiç düşünmez misin? Bir tüyüne kıyamadığımız, nur yumağı yavrularımızı nasıl
bir gelecek bekliyor? Kız veya erkek yavrularımızı? Bak dünyaya,
nereye doğru gitmekte olduğunu fehmetmeye çalış! Sen gördüğünden başkasına inanmazsın, ama tam görürken de alışıyorsun!
Seninle uğraşılmaz! Rabbimiz Celle Celâlühu Hazretleri cümlemizin imanını, ırz-u namusunu korusun! Âmin!
Bütün bu saydığımız ve saymadığımız sebepler tahtında, bu
günkü şartlarda, imkânlar âleminde Üstadımın da ifade ettiği
gibi, bir Müslüman için eşşekçe ümitlere yer yok! Fakat mâverâ
âleminde sonsuz derecede ümitliyiz! Çünkü o alem sebeplerin
geçerli olmadığı, sebep-sonuç zincirinin kırıldığı, sünnetullahın
Allahü Zü-l-celâl Hazretleri’nin emirleri ile kesintiye uğradığı bir
kozmik mekan!...
Yarın elbet bizim elbet bizimdir
Gün doğmuş gün batmış, ebed bizimdir.
(Necip Fazıl)
“ Ey oğullarım! Haydi gidin de Yûsuf’la kardeşinden
haber araştırın. Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin.
Çünkü Allah’ın rahmetinden, ancak kafirler gürûhu ümidini
keser.” ( Yûsuf: 12 / 87 ) İbrahimî imanın kâinatı ve ruhları parıl
parıl aydınlattığı bir durumu bize haber veriyor Kur’an-ı Azimü’şşan: “Melekler kendilerinin müjdeci ve bu müjdenin dönüşü
olmayan bir gerçek olduğunu, evlâdın mutlaka meydana gelece46
ğini te›kid ettiler, sonra da ümitsizlik ve çaresizlikten nehyettiler.“ (Vehbe Zuhayli, Tefsirü’l-Münir, 7 / 280) Burada şu noktaya özellikle dikkatleri çekiyoruz ki “ İbrahim aleyhisselam’ın
şaşması adet itibariyledir, kudret itibariyle değil.” (Beydavî
Tefsiri: 3 / 145) Fakat bizim anladığımız kadarı ile Hz. İbrahim
meleklerin telkini ve te’kidî karşısında müheykel ve mücessem
iman timsali olarak hayretler içinde kalıyor: “İbrâhim, ‘Sapıklardan başka, Rabbinin rahmetinden kim ümidini keser ki’
dedi” ( Hicr: 15 / 56 )
47
XX. YÜZYIL
TARİH FELSEFELERİ1
(Bu yazının ana çatısını 14.04.1973 tarihinde Çağımız Tarih Felsefeleri adıyla verilen seminer oluşturmaktadır)
Bugünkü anlamda “tarih” (Grekçe istoria) kavramını ilk defa
Heredot ( İ.Ö. 490-425) kullanmıştır. Ve tanımını da şöyle yapmıştır. “Bu, Halikarnassos’lu Herodotos’un kamuya sunduğu
araştırmadır. İnsanoğlunun yaptıkları zamanla unutulmasın ve
gerek Yunanlıların, gerekse Barbarların meydana getirdikleri
harikalar bir gün adsız kalmasın, tek amacı budur; bir de bunlar birbirleriyle neden dövüşürlerdi diye merakta kalınmasın.2”
Daha önceleri ise bu kavram, filozofların doğa hakkındaki düşüncelerini ifade için kullanılmıştır. Herodot’dan sonra, Thukidides ise sadece bir kayıt ve aktarma olmayıp, “değerlendirme ve
yorumlama etkinliği3” şeklinde kullanmıştır.
1) Pitirim A. Sorokin, Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri, çev. Mete Tunçay,
Ankara, Bilgi Yay. 1972 ve Arthur Hübscher, Çadaş Filozoflar,çev. İsmail Tunalı,
Erzurum, A.Ü. Fen-Ed Fak. 1963, isimli kaynaklardan özellikle yararlanılmıştır.
2) Herodot, Herodot Tarihi,çev. Müntekim, İstanbul, Remzi Kit. 1991, sh. 17
3) Doğan Özlem, Tarih Felsefesi, İstanbul, Ara Yay. 1992, sh. 18
48
{“Tarih Felsefesi” kavramını ilk kez Fransız düşünürü Voltaire (1694-1778) kullanmıştır.4} Fakat buna rağmen “Bu son düşüncelerde Augustinus’un (354-430) büyük başarısı olan tarih
felsefesine değinmiş oluyoruz. Augustinus, bir bakımdan, tarih
felsefesinin kurucusu da sayılır. Antik felsefe, daha çok, bir kosmos felsefesidir.5”
George Wilhelm Friedrich Hegel (1770-1831) Tarihte Akıl,
isimli yazısında şöyle der: “Tarih felsefesi, tarihin düşünen bakış
tarafından ele alınmasından başka bir şey değildir; düşünmeyi
burada asla bir tarafa atamayız… Felsefede spekülasyonun var
olanı gözetmeksizin kendisinden meydana getirdiği bir takım
sonuçlar yer alır; spekülasyon, bu sonuçlarla tarihe gider ve onu
malzeme olarak ele alır, olduğu gibi bırakmaz, tam tersine sonuçlara göre düzenler, tarihi a priori olarak kurar. Buna karşılık,
tarih, yalnızca olanı, olmuş olanı, olayları ve eylemleri kavramak
zorundadır.6”
Hegel felsefe ile tarih arasındaki ilişkiyi ve Tarih Felsefesini gayet net bir biçimde ortaya koyuyor… Yani Tarih Felsefesi
bir nev’î tarihsel olayların felsefesini yapmak, tek tek olaylardan
olabildiğince genel hükümler elde etmeye çalışmak… Olayları
analitik bir biçimde sorgularken, diğer taraftan, evrensel süreç
hakkında sentezler yaparak genel yargılar elde etmeye çalışır.
Kuşkusuz Tarih Felsefesinin elde ettiği yargılar, kesin, genel-geçer yargılar değildir.
Hegel felsefeye dünya tarihinin oluşmasında ve yorumlanmasında çok önem verir. Nitekim “Fransız Devrimi ve Hürlük
Kavramı” başlıklı yazısında: “Fransız devriminin felsefeden
doğduğu söylenmiştir; gerçekten felsefeye evrensel bilgelik
4) Hans Meyerhoff, Zamanımızda Tarih Felsefesi, çev. Abdullah Şevki, Ankara, Hece
Yay. , 2006, sh. 389
5) Felsefe Tarihi, Macit Gökberk, Ankara, Bilgi Yay. 1967, sh.188
6) Hegel, Batı’da Siyasal Düşünceler Tarihi-3, Mete Tunçay, Ankara, Teori Yay. 1986,
sh. 4
49
denmişse bu, yersiz değildir. Çünkü felsefe yalnız salt öz olmak
itibariyle, kendinden ve kendiliğinden hakikat değildir, aynı zamanda, canlılığını gerçek dünyada kazanan hakikattir.7” demiştir. Böylece felsefe somut olayları değerlendirerek genel ilkeler
tespit etmeye çalışırken, dünyayı da değiştirir. Ama bir politikacı
gibi, doğrudan müdahale ederek değil! Belki de tarihi yaptığını
sanan veya sandırılan aksiyon adamlarının, hatta kahramanlarının entelektüel dünyalarının inşâsına şu veya bu oranda müdahil olarak… Bu bakımdan Marx şu aykırı tespitinde tamamen
haksız olmayabilir: “Filozoflar yalnızca dünyayı değişik biçimde
yorumlamakla yetindiler, ama söz konusu olan onu (dünyayı)
değiştirmektir.8”
Greklerde “Döngüsel Tarih Anlayışı” veya “Çember Teorisi” diye kavramsallaştırılan bir tarih tasavvuru vardı. Bundan
da anlaşılan; Grekler için tabiat dünyası “genel düzen”e dayanıyordu… {Greklerin gözünde insanî-toplumsal yaşam, doğal
yaşamın bir uzantısı, ama “rastlantısal uzantı”sıydı…………
Wartenburg’a göre, “insanî olayları doğal süreçlermişçesine yorumlayan bu tablo, döngüsel bir tabloydu.” Bu döngüsel süreç
içinde insanlar, örgütlü toplumlar halinde yaşadıkları sürece, bu
devlet tiplerinin (aristokrasi, oligarşi, demokrasi v.b. A.B.) birinden öbürüne dönenip dururlardı. Bu nedenle Grekler için geçmiş ve gelecek, bu formların tekrarlanıp durduğu gelip geçici bir
evrenle ilgili zaman boyutlarıydılar. Yani insanların ve toplumların geçmişleri de, gelecekleri de, bu formlar çerçevesinde rastlantısal olarak dönen, bir sürekliliği olmayan şeylerdir. …….
Kısacası Grekler için tarih, rastlantısal olarak tekrar eden
bir süreçti. “Tarih tekerrürden ibaretti.”9}
Bu konuda Edward Hallet Carr’ın da şöyle bir tespiti var:
“Asya’nın eski uygarlıkları gibi, klasik Yunan ve Roma uygarlıkları
7) Hegel, Fransız Devrimi ve Hürlük Kavramı, çev. Kudret Hızar, Ankara, Tercüme
Dergisi, MEB, Cilt: 7, Sayı: 39-40, 19.Kasım.1946, sh. 305
8) K.Marx-F. Engels, Alman İdeolojisi, çev. Sevim Belli, Ankara, Sol Yay. 1976, sh.27
9) Doğan Özlem, 19( 1992)
50
da aslında tarihsizdirler. Gördük ki, tarihin babası Herodotos’un
pek az çocuğu vardı; klasik antik çağın yazarları genel olarak geçmişle olduğu kadar gelecekle de az ilgilenmişlerdi.10” Ama bu
noktada politikacı, militan ile filozof arasında çok ince bir çizgi
vardır….
İlk defa sistematik olarak Greklerin bu çember (dönümlü,
periyodik), döngüsellik anlayışını değiştiren Augustinus olmuştur. Augustinus’a göre: {Tanrı evreni özgür iradesi ile yaratmıştır; insanı da özgür yaratmıştır başlangıçta. Ama, ilk insan olan
Adem bu özgürlüğü ile günah işlemiştir: Yalnız iştihaları yüzünden değil, şeytan gibi kibri yüzünden işlemiştir bu günahı. Bununla da insan, Tanrıdan kopmuş, düşmüştür. Bu “düşme“ ile
de, günah ortaya çıkmıştır ve Âdem’in soyundan gelen bütün
insanlara bu “ilk günah” bir veraset olarak geçmiştir. Bu “soydan
gelen günah” da insandan “günah işlememe yeteneğini“ almıştır;
artık insan günah işlemeden edemez olmuştur; bu düşme yüzünden insanın iradesi “kötü”ye yönelmiştir. Bu yönelişten insanı, ancak, yine Tanrının inayeti ( gratia) kurtarır… Ona göre,
insanın günah yüzünden düşmesinden başlayarak, İsa Mesih’in
görünüp insana kurtuluş yolunu açmasından geçerek, bu yolun
sona ermesine (kıyamet) kadarki süreç, bir defalık tarihî bir
oluştur…11} dedikten sonra ekler Gökberk: “Tarihin bir defalık
olan, bir daha olmayacak, bir daha tekrarlanmayacak olaylardan kurulu bir süreç olduğu görüşünü, bu gerçek tarih bilincini
getiren Hıristiyanlık olmuştur.12”
Wartenburg’ta aynı noktaya temas ederek: {Yahudilik ve Hıristiyanlık, insanî-toplumsal yaşama ilişkin olarak, Antikçağın
tanımadığı yeni ve özel bir zaman anlayışı getirmiştir ki, bu zaman anlayışı, daha sonra ne ölçüde laikleşmiş olursa olsun, Batı
10) Edward Hallet Carr, Tarih Nedir, çev. M. Gizem Gürtürk, İstanbul, İletişim Yay.
1993, sh.130
11) Macit Gökberk, sh. 188
12) A.g.e. sh 188
51
düşüncesinin ürettiği hemen tüm, “tarih felsefeleri ”ne sinmiş
olarak her dönemde karşımıza çıkacaktır.13}
Tolstoy’un “Savaş ve Barış” isimli eserinde mükemmel bir
tarih felsefesi var uzunca… Ben işaret etmekle yetiniyorum14…
İşim acele!...
Tarih Felsefesinin bazı kavramlarının kısa analizinden sonra,
konuyu temellendirme açısından, Felsefe Tarihi’ne de kuşbakışı
bir göz atmanın gerekli olduğunu düşünüyoruz: M.Ö. X. Yüzyılda başlayan Antik Grek Mitolojisi ve VI. Yüzyılda felsefenin
doğuşu… M.S. IV. Yüzyıl ile XIV. Yüzyıl arasındaki Ortaçağ Felsefesi… Ortaçağ çok tartışmalı bir zaman dilimini kapsıyor…
Yakın zamanlara kadar çok olumsuz bir imaja sahipken, artık
ona atfedilen bu anlam hakkında çeşitli kuşkular ortaya atılmaktadır… Örnek olarak, Mehmet Ali Kılıçbay, “Düşsel Ortaçağ”
isimli kitaba yazdığı önsözde: {Başta ülkemizde olmak üzere,
dünyanın kültürden pek nasibini almamış geniş kesimlerinde
fazlasıyla basmakalıp bir Ortaçağ kavrayışı vardır. Cehaletin,
gaddarlığın, dinsel fanatizmin, cadıların… kol gezdiği bu Orta
Çağ imgesi, fazla öteye gitmeden, en azından böyle bir toplumsal yapılanmanın varlığının bin yıl sürdürmesinin olanaksızlığı
nedeniyle geçersizdir ve ancak sahte-aydınların “büyükler için
masallar” olarak yazdıkları sözüm ona eserlerin teması olabilir…
Orta Çağ her şeyin değiştiği, hem her şeyin inşa edildiği hem de
Avrupa’nın kurulduğu dönemdir, yani Avrupa hep yoktu, o, Orta
Çağın öz evladıdır. Her ânı ve yeri itibariyle heyecan verici bir
dönem olan Orta Çağ, basmakalıp cehaletlere kurban edilemeyecek kadar değerlidir.15} demektedir. Her ne kadar kanıtlardan
mahrum, bir polemik niteliği taşısa da, dikkate alınması gereken
bir yaklaşım….
13) Doğan Özlem, sh. 20. 1992
14) L.Tolstoy; Savaş ve Barış, çev. Leyla Soykut, İstanbul, Cem Yay. 1971, sh. 469534
15) Jurgis Baltrusaitis, Düşsel Ortaçağ, çev. M. Ali Kılıçbay, Ankara, İmge Kit. 2001,
sh.7
52
Kitabın orijinal isminde seçen “fantastique”, Türkçe ’ye “düşsel” olarak çevrilen kavramı; Orta Çağı tümüyle temizleyip, beraat ettirecek şekilde, dönemin bütün değerler sistemine, pratik
hayatına, topyekûn unsurlarına teşmil etmemek lâzım… Ortaçağı; muhasebesini yapmadan her türlü olumsuzluğun “ düşsel”
çapta bir temsili gibi görmek, hangi oranda bir düş kadar gerçeklik taşıyorsa; o çağı olumlu anlamda “bir düş alemi” gibi görmek
de, aynı oranda gerçekliğe sahiptir…
“Heretikliği (Katolik anlayıştan uzaklaşmak), hükümdara
karşı komployla eş tutan Engizisyon Mahkemesi; resmî olarak
Papa IX. Gregorius zamanında (1227-1241) kurulmuştur. İlk
önceleri Fransa’da başlamış ancak daha sonra İtalya, Almanya,
Bohemya, Macaristan, Slav ve İskandinav ülkelerine kadar yayılmış, tüm Katolik ülkeleri etkisi altına almıştır.16” Odun yığını
içinde yakılarak cezalandırılma, kırbaçla dövme, işkence sehpası, denizde suya daldırma, kor ateşte yürütme, işkence ayaklıkları, su işkencesi… verilen cezalardandır… Fransa’dan bir örnek:
“Cahors’a gelen engizisyoncular hükümlerini verirler, mahkûm
olanları bir toprak kalbura koyup bir beygire sürükleterek şehri
dolaştırır, sonra da yakarlardı. Moissac’da odunluğa atılarak yakılma şeklinde 210 heretiğin cezalandırılması gerçek bir terörü
provoke etmiştir. Toulouse’da da ölmüş olan katharları mezarlarından çıkarıp yeniden yargılamışlardır.17”
Almanya’dan bir örnek: “Bunlar acımasız saldırılar gerçekleştirmiş ve sayısız insanı katletmişlerdir. Annales de Worms’da
konuyla ilgili şöyle bir bilgi yer alır: heretiklerin büyük çoğunluğu yakılmıştır. Bunların sayısını vermek imkânsızdır.18”
Engizisyonların öldürdüğü insan sayısı olarak: ”Kurtz,
Avrupa’da toplam olarak 300.000 kişinin Engizisyon mahkeme16) Guy Testas&Jean Testas, Engizisyon, çev. Ali Erbaş, İstanbul, İnsan Yay. 2003,
sh.8
17) A.g.e. sh. 28
18) A.g.e. sh. 33
53
lerine kurban verildiğini tahmin etmektedir. Bu rakamın en azından 200.000 bini Almanya’da gerçekleşmiştir……… İngiltere,
İspanyol Engizisyonunun heretik faaliyetlere katıldıkları için
yaktığı kişilere oranla otuz kırk defa daha fazla kimseyi asarak
öldürmüştür.19”
Burada fikrin, düşüncenin, ideallerin, inançların, kısacası
maddî olmayan unsurların insanlar ve toplumlar üzerinde; nasıl
birincil, belirleyici, tayin edici etkiye sahip olduğunun somut bir
kanıtı ortaya çıkıyor… En büyük zulüm Almanya’da olmasına
rağmen en ciddi heretik, Katoliklikten sapma olan Protestanlık
da Almanya’da kök salmıştır… Yine aynı şekilde zulmün ikinci
muhatabı olan İngiltere’de de Protestanlık hâkimdir…
Hayata nakşedilemeyen, devlete egemen olamayan, aksiyona geçirilemeyen; bir İmana mensubiyet iddia edenler, kendi
inançlarından şüphe etsinler… Acaba inançları, mensubiyet iddia ettikleri İman mihrakının talepleri, tarifleri ve muhtevasına
göre İman mıdır? Toprağa atılan tohum yok olmaz, hayatiyetini
kaybetmez, çürümez; yeter ki arızalı olmasın, bozulmuş olmasın! Arızalı tohumlar ise insanı oyalayan alıkoyucu duraklardır
ve insanı ebedî mahrumiyete mahkûm ederler! Önce tohumu
kontrol! Şartlara uyuyor mu? Miyarlara uyuyor mu? Standartlara
uyuyor mu? Uymuyorsa beyhude bir debelenme, belki de daha
doğrusu patinaj yapma, avare kasnak gibi boşa dönme, “döndüğünü” sanma! Çünkü her dönüş bir aksiyondur, her dönüşün
maddî veya manevî bir semeresi olur… Gayret değil, çabalama
değil, çile ise hiç değil! Ama gündelik hayatınızda size bir teselli
sunuyorsa, diğer insanlara karşı gurur vererek kişiliğinizi güçlendiriyorsa, enâniyetinizi ve şeytaniyetinizi besliyorsa o da ayrı bir
kazanç… ”Hiçbir şey” değilken, size “bir şey olma” vehmi verebiliyorsa o da büyük kazançtır… ”Uyumak” için trankilizana,
müsekkine ihtiyaç duyurmuyorsa o daha büyük bir kazanç…
Hayatın bütün olumsuzluklarını inançla ikame edebiliyorsanız
19) A.g.e. sh. 75
54
o, en büyük bir kazanç! Ama dikkat! “İman”ı da “ inanç”la ikame
ediyorsunuz! İman yerine, inanç!
Fakat kul planında bütün mükellefiyetleri yerine getirdikten
sonra; yine de, matluba muvafık bir sonuç alınamıyorsa, yapılacak, İslâmî manada tevekküldür… Buna da biz “Trajik Sevinç”
diyoruz! Bir kere daha hatırlatalım ki, İslâm’da kader, itikadî bir
mevzudur, amelî değildir… Bir Müslüman kadere inanır, fakat
gaibi ancak Allahü Zü-l-celâl Hazretleri bildiği, kulun ise geleceği bilemeyeceği için kader yokmuş gibi hareket eder… Hep kadere iman şuuru içinde aksiyon!.... ”Kaderimde ne varsa o olur!”
hayasızlığı içinde tembellik İslâm’a tam manasıyla tam aykırı bir
haysiyetsizliktir!.... Be hey ahmak! Elbette kaderinde ne varsa o
olur! Ama kaderin ne olduğunu bilmiyorsun ki!
Düşünsel iklim bakımından: “Ortaçağ sonlarından beri
Avrupa’da yeniden batıl korkular zehirini yaymıştı. Onaltıncı ve
Onyedinci yüzyılın ilk yarısı cadı mahkemeleri çağıdır, yalnızca
Languedoc’ta 1577’de 400 büyücü yakılmıştır.20”
Ortaçağ’daki halkın genel evren tasavvurunu, halet-i ruhiyesini anlama ve gelecekle mukayese etme bakımından şu satırlar
önemlidir. “İblis, Hristiyanlığın gelişinden itibaren tehlikedir ve
tüm gücünü Hıristiyanların göksel lûtfu karşısına koyar. Bıkmadan usanmadan günlük hayatın her anında çalışır. 13. y.y.’da Richalmus adlı bir Sistersiyen rahip, insanın korkunç dramı olabilen
şeyi gösterme babında şaşırtıcı bir açıklamaya girişir: içimizden
her birimiz şeytanlar tarafından çevrilmişiz, denize dalındığında
bunlar su olacaklardır… …….Sefalet, sürekli savaşlar, halkı
bunaltan baskı ve zulümler kötülüğün muzaffer olduğu kanaatini kuvvetlendirir.21”
Bunun yanında “Satanik kültürün köylüler arasında birçok
müridi vardı. Zorlama ve tedirginlik, ruhları ajite ediyordu, an20) Norman Hampson, Aydınlanma Çağı, çev. Jale Parla, Hürriyet Vakfı, 1991, sh.20
21) Guy Testas&Jean Testas, sh. 60
55
cak kurtuluşun yolunu sağlayacak gece yapılan gizli toplantılarda
isyandan bahsediliyordu. Şeytanın başkanlığında büyücülerin
her Cumartesi yaptıkları gece toplantıları (şabbat), zengin burjuvaları ve bunların arkadaşlık ettikleri eşkıyaları korkutmak için
gerçek baskınlarla sona eriyordu.22”
Bütün bu unsurlara; feodalite, feodalitenin zulmü ve insanlık
haysiyetini iptal eden ethosu, serfin senyörün malı olması, mülkiyetinde olması; siyasî iktidarın parçalanması ve buna paralel
güven duygusunun kaybolması ile kilisenin maddî ve manevî istismarın mümessili olmasını da eklerseniz, ortaya köklü, nesnel
sebebleri de olan çok derin bir kötümserlik hali çıkıyor.
Macit Gökberk şayan-ı dikkat tespitlerde bulunur, Ortaçağla
ilgili; bir Müslümanın dikkatle mütâlaa etmesi gereken, öğretici,
tam anlamıyla ders verici: ”Skolastik felsefenin yapmak istediği
ile yapabildiğinin sonunda hesabını (parağrafta altı çizili vurgular bana aittir ben çizdim A.B.) çıkarmak istersek, şunu söyleyebiliriz: Skolastik Felsefe inan ile bilgiyi uzlaştırmak amacıyla işe
başlamıştı. Ancak, tasarladığını gerçekleştirememiştir. Yüzyıllar
boyunca süren uğraşmalarının sonucu, bilgi ve inan alanlarının
birleşmesi değil, büsbütün ayrılması olmuştur. Ortaçağı kapayıp Yeniçağı başlatan Renaissance’a bu ayrılış ile girilmiştir.
Bundan sonrasında gittikçe bağımsızlaşarak kendini bulan aklın
ışığıyla aydınlanmış yeni bir Avrupa kültürü olacaktır.23” Bu
mütâlaalarla Ortaçağı bitiren, Gökberk, Renaissance Felsefesine
giriş yaparken yine ısrarla ve bize göre farkında olmadan Müslümanlara: “Adam olun! Nereye gittiğinizi bilin! Bu yolun sonunda
nedamet duygusu yaşama asaletine dahi sahip olamayacaksınız!
Çünkü yolun başlangıcının farkında olmadığınız gibi, sürecin
ve sonucun da farkında olamayacaksınız! Çünkü kolanıza müsekkin karıştırdık! Hayvan olsanız, zehirli otları, doğuştan verili
içgüdülerinizle tespit eder ve yemezsiniz! Ama siz insansınız!”
der gibidir. Gökberk’in hayalen bana bildirdiklerine, benim kısa
22) A.g.e. sh. 62
23) Macit Gökberk, Felsefe tarihi, Ankara, Bilgi Yay. 1967, sh.214
56
ekim: “Sahi siz insan mısınız? İşbu sorunun ve bana Gökberk’in
hayalen söylediklerinin; iman, İslâm iddiasında bulunmadan, sırf
felsefi konseptle hareket edenlerle hiçbir ilgisi yoktur… Onlarla
felsefeyi ayrıca tartışırız! Lüzumuna binaen, ilanen duyurulur!”
Ve Gökberk hayalen değil de kitabı ile konuşmaya devam
ediyor: “Hristiyanlığın doğmalarını akılla işlemeğe, felsefe ile
temellendirmeye çalışan bu felsefe, giriştiği işte şu kanıya dayanıyordu: Dinin görüşü ile felsefenin görüşü birleşebilir; bunlar
birbirine aykırı değildirler, dolayısıyla birbiriyle kaynaştırılabilir,
birbirleri içinde eritilebilirler; başka bir deyişle: Tanrının kanunu (lex Dei) ile aklın kanunu (lex natura) denkleştirilebilir. Ancak, Skolastik felsefe kendisine amaç bildiği bu ideale hiç de tam
olarak ulaşamamıştır. Buradaki problem, inan (iman) ile bilgi ya
da inan ile felsefe arasındaki ilintiler problemidir.24”
İlerde “Değişimin Sancıları” bölümünde bu konulara tekrar
döneceğim…. Bütün amacım: Batı Tarihi oluşum süreci ile
İslâm Tarihi oluşum sürecinin farklı olduğu… Dolayısıyla
aynı yoldan gittiğinizi sanırsınız ama o yol sizin için yanlıştır…
Kaldı ki örnek aldığınız yoldakilerin de yanlış yolda olduğu görülmüşse… Feodalite, laiklik, iman ileriki bölümlerde yeri geldikçe tekrar döneceğiz… Bir otobanda yanlış bir yola girdiğinizde en az 150-200 km. dönüş yok! Zaten o kadar gittikten sonra
temyiz gücünüzü de kaybediyorsunuz… Temyiz25, temzîc26
oluyor… Yolun gittiği yeri, gidilecek yer sanıyorsunuz… Artık
gidilen yol, gidilecek yol oluyor… Artık misafir umduğunu değil, bulduğunu yiyor… Apati halindedir, “umduğunu” da unutuyor… Amaçla araç birbirine karışıyor…. Daha doğru bir ifade
ile araç kutsanıyor ve amaç haline geliyor… Artık pratik, teoriyi
tayin ediyor… Artık yaptıklarınız inanç oluyor! Bu sürece hizmet edenler, kâfirlerden çok, muvazaacılar… Muvazaacılar ile
münafıklık arasında çok ince bir çizgi var… Muvâzaa ile nifak
24) A.g.e. sh.224
25) İyiyi kötüden ayırma, seçme, ayırma.
26) Katma, karıştırma
57
sanki madalyonun iki yüzü gibi… Yapışık ikizler… Ayrılması
çok zor gibi gözüküyor bize!... Küfrün İslâm’a ne zararı var ki?
Soru yanlış oldu! Küfrün İslâm’a zararı; muvâzaa ve nifakdan
daha azdır… Güvenin ağacı kimseye fark ettirmeden yiyip bitirdiği gibi; bunlarda İslâm’ı içten yer bitirirler… Hz. Musa’nın
âsasını hatırla… Ben başka bir bölümde tekrar hatırlatacağım…
Bunlar, farenin kâğıdı kemirdiği gibi, İslâm’ı kemirdiler, kemiriyorlar ve kemirecekler…
Batı Uygarlığının diyalektik özelliği gereği Ortaçağ’ın rahminde filizlenen yeni düşüncelerin27 en azından XIV. Yüzyılın
başından itibaren fışkırmasıyla ortaya çıkan Renaissance, Reform… Fikrî planda değişim, felsefî konseptte değişim… Ve
bunlara eşlik eden positive-tabiat bilimlerindeki gelişmeler ve
söz konusu bilimlerin tabiata uygulanması ile yavaş yavaş ortaya
çıkan teknoloji… Fikir > Bilim > Teknoloji /// Teknoloji >
Fikir > Bilim /// Bilim > Teknoloji > Fikir /// Fikir > Bilim
> Teknoloji…. > > > > > Fakat bu bir fasit daire değildir… Kısır döngü değil! Yaratıcı, üretici, yenileyici, orijinal, değiştirici…
Fakat bu kavramlar positive anlam yükü kadar, negative içerik
de taşırlar… O zaman meselemiz, bu özelliklerin yönü! Bir beyin fırtınası çalışmasında soru: tuğla ne işe yarar? Yüzlerce cevap
var… En yaratıcı düşünme olarak seçilen cevap: Arkadaşımın
kafasına vurup öldürmeme yarar… En diverjant düşünme…
Yaratıcılık ve patoloji, aralarındaki ilişki veya ilişkisizlik her zaman ciddi bir sorun olmuştur28… Günümüzde en yaratıcı kişiler, bilgisayar korsanları veya türev piyasa enstrümanları ile mil27) En azından; Duns Scotus, ( 1270-1380), Ockham’lı William ( 1328-1349)
ve Roger Bacon( 1210-1294 ) Her üçü de Oxford Üniversitesinde okudu ve öğretmenlik yaptı. Her üçü de Fransisken… Niçin Renaisssance’i hazırlayan fikirler
İngiltere’den çıktı? Niçin bu filozoflar fransisken? v.b. gibi soruları biz şu anda tartışmayacağız…Yalnız şu kadarını bir ipucu olarak vermek isterim ki; Fransisken tarikatının üyeleri; aynı zamanda bir dilenci, hem de bir vâiz olmaları, tam bir yoksulluk
içinde yaşamaları ve manastırlara kapanmaları gerekiyordu…Kilisenin büyük maddî
gücü düşünülsün….Dolayısiyle mensupların yaşantıları ….
28) Nuray Sungur, Yaratıcı Düşünce, İstanbul, Evrim Yay. 1997, sh.58
58
yonlarca dolar gasbetmelerine rağmen hukukî olarak mahkûm
edilemeyenler!...
Bundan önce Ortaçağ hakkında işaret ettiğimiz kötümserlik,
aynı oranda iyimserliğe dönüşüyor! Ölçüsüz kötümserliğe karşılık, sanki rövanş alırcasına Ölçüsüz bir iyimserlik… Herhalde
daha doğrusu 110-150 yıl sürecek bir iyimserlik dalgası…
“16. ve 17. yüzyıllarda doğabilimleri büyük gelişmeler göstermiş ve bilimlerin teknik buluşlar yoluyla toplumsal yaşama
sağladığı katkılar, özellikle 18. yüzyılda Avrupa toplumlarına
bir ilerleme inancı getirmişti. Öyle ki, Aydınlanmacı insan, doğa
kadar toplumun da tam bir ilerleme içinde olduğuna yürekten
inanmaktaydı. Bu ilerleme inancı içindeki insanların üyesi oldukları toplumlar ise, aynı sıralarda bir uluslaşma süreci içindeydiler. Ortaçağın dinsel bir dünya devleti ülküsü altında eritmeye
çalıştığı ulusal farklılıklar, bireyci Hümanizma ve Aydınlanma
akımları içinde yeniden yeşertilmiş ve Avrupa toplumları, kendilerini ülkeleri, dilleri, kültürleri ve tarihleri bakımından farklı
uluslar olarak görmeye başlamışlardı.29” Birbiriyle sarmaş dolaş,
zaman bakımından hangisinin önce olduğunu tayinin zor olduğu karmaşık parametreler sonucu bir iyimserlik iklimi doğdu…
Fakat bu noktada feodalitenin zayıflamasının ve yıkılışının,
ulusal devletlerin kurulmaya başlamasının büyük halk kitlelerinin umutlarının yeşermesinde önemli rol oynadığını düşünüyorum… Çünkü feodalite, insan haysiyetini ayaklar altına alan bir
sosyo-ekonomik yapılanma idi.. Ve bir merkezi otoritenin olmayışı, feodal beyin, senyörün aynı zamanda yargı hakkına sahip olması, haliyle halk için çok olumsuz bir durumu ifade ediyordu…
Ve otoritenin feodal senyörler arasında dağıldığı bir yapıda,
ulusalcılık bir bütünlük ve güçlü devletin habercisi, nizamın müjdecisi dolayısıyla birleştirici bir unsur oluyordu…
Ama aynı ulusalcılık fikirleri, Osmanlı Devleti gibi, ümmet fikri
29) Doğan Özlem, Tarih Felsefesi, İstanbul, Ara Yay. 1992, sh.44
59
üzerine inşâ edilmiş İslâmî bir yapıda parçalayıcı oluyordu… İki
yüzyıl parçaladı, halen de parçalıyor… Kanaatimize göre daha
da parçalayacak! Nereye kadar? Bilmiyorum… Sosyal ve psikolojik olaylarda her zaman 2x2= 4 etmez.. Nihayet sistem Avrupa
ve Amerika’da da tersine çalışmaya başladı… Artık toplumları
çözüyor… Yugoslavya, Çekoslovakya, sırada Belçika ve hata
Amerika Birleşik Devletleri… Amerika Birleşik Devletleri artık melting pot değil… Bütün vatandaşlarını artık eritemiyor…
Batı etnik unsurların ergime noktası çok yükseldi… Örneği, hispanikler…
Aydınlanma konseptinde din ve metafiziğin yerine özellikle
bilim ve onun tatbikat alanı olan teknoloji geçti… Bilim kutsanarak “yeni tanrı” oldu… Hıristiyanlığın bildirdiği tanrı yerine ikame edildi… Hatta bu iyimserlik sınırlarını aşarak, hayalperestliğe kadar yol açtı… Aşkta mantık yoktur… Âşık maşûkasının hiç
bir hatasını görmez… Fuzuli’nin diliyle “âşık-ı sadık” olamaz…
”Âşık-ı sadık için sadece kendisi var, Mecnun’un ise ancak adı
var.” Koskoca filozoflar tam anlamıyla hayal âleminde yaşamaya
başlıyorlar… Batı edebiyatında Romantizmin şahikası olan V.
Hugo’yu kıskandıracak bir hayal hovardalığı içindeler. Hayallerin nerelere kadar uzanabileceğinin işareti olarak bir örnekle yetiniyorum: {Bilimi ilerlemenin motoru, reformların hizmetkârı,
insanın, mükemmelleşebilmesinin yegâne aracı, dünyanın acı ve
mutsuzluktan arındırılabilmesinin tek yolu olarak gören Aydınlanma düşünürlerinin gözünde bilim ölüme bile çare bulabilirdi.
Nitekim Benjamin Franklin (1706-1790), Joseph Priestley’ye
yazdığı mektupta şunları söyler: “Gerçek bilimin günümüzde
kaydettiği hızlı ilerleme zaman zaman benim dünyaya bu kadar
erken gelmiş olmaktan dolayı doğrusu hayıflanmama neden oluyor. Onun insanın madde üstündeki kudretini bir yüzyıl içinde
taşıyabileceği yüksekliği tahayyül etmek imkansızdır…. Bütün
hastalıklar, eski çağların hastalıkları dahi istisna olmayacak şekilde, çok güvenilir yollarla önlenebilir veya tedavi edilebilir ve ha60
yatlarımız, haz bakımından Tufan standardını aşacak ölçülerde
genişletilebilir…30”
Aydınlanmacılar, ilerlemeden; “İlkel”in basitliğinden uygarlığın karmaşıklığına, doğaya bağımlılıktan özgürlüğe, fakirlikten
zenginliğe geçişi anlarlar: “Aydınlanmanın eski tarih konsepsiyonlarıyla hiçbir ilişkisi kalmayan anlayışında ise, tarih, bir çizgi
boyunca ilerleyen ve kötü diye nitelenen şeylerin veya olumsuz
bir durumun kendisini yavaş yavaş, ama tümden terk ettiği, her
aşamada biraz daha pürüzsüz ve de daha mükemmel hâle gelen
bir süreç olarak görülür.31”
Her adımda bilimin hayatımızı olumlu yönde değiştireceği
umudu, bu iyimserliğin kaynaklarından biri olmaktadır: “Yeni
bilim önce kuşkunun, sonra da, yavaş yavaş, insan doğasına ve
insanın maddî ve toplumsal çevresini işine geldiği biçimde düzenleyebileceğine ilişkin misli görülmemiş bir iyimserliğin
doğmasına sebep oldu.32”
Hampson devam ediyor: “Bütün bunlardan ötürü, yüzyılın ortasında bilimsel düşünmenin genel yönelişi, yaradılışında ve yaşayabilmesinde ilahî müdahaleye bağımlı değişmez bir evren kavramına karşıydı……… Başka bir deyişle,
bilim; Evreni açıklayabilmenin gerekli bir ögesi olarak artık
Tanrı’ya ihtiyaç duymuyordu.33”
Ulrıch Im Hof: “Gerçekten de 18. yüzyıl, daha iyi bir dünyanın hayalini kuruyordu. Ancak bunu sadece hayal etmekle kalmıyor, aynı zamanda gerçekleştirmek de istiyordu. Bu nedenle
daha fazla sürdürülemeyecek herhangi bir durumun reformuyla ilgilenen pek çok yazıyla karşılaşmaktayız.34” der. O dönem30) Ahmet Cevizci, Aydınlanma Felsefesi, Bursa, Ezgi Kitap, 2002, 12
31) A.g.e. sh. 14
32) Norman Hampson, sh.21
33) A.g.e. sh. 69
34) Ulrıch Im Hof, Avrupa’da Aydınlanma, çev. Şebnem Sunar, İstanbul, Afa Yay.
61
de kaleme alınmış reform yazılarını ele alıp açıkladıktan sonra:
{Yüzyıl ilerledikçe daha da iyimser olunuyordu; çünkü –bunu
Huizinga’nın sözleriyle ifade etmek gerekirse: Ses ilk kez geriye doğru değil, ileriye doğru tınlıyordu: Bu çağ, kurtuluşunu
ideal bir geçmişin sözüm ona yeniden üretilmesinde değil, aklın
ve tinin kendi güçlerine güven duymakta arıyordu. Hayal edilen
bir geçmiş yerine hayal edilen dünyevî bir gelecek, ilk kez
insanlığın gözünün önünde bulunuyordu!.. İnsan doğasının
iyiliği, mükemmelliğe olan yatkınlığı, eğitimin ilerlemesi inanç
kuralı olmuştu. Şimdi tanınan ve sevilen doğanın… aklı, her zamankinden daha arı bir sevgiyle izlediğinde, her şey daha iyi
olacaktır.35}
Bu noktada şu yaklaşıma dikkatle eğilmek gerekir ki; positive
tabiat bilimlerindeki ilerlemeler, bu ilerlemelerin meydana getirdiği sanayi devrimi ve meydana gelen iyimserlik iklimi; hayatın
bütün alanlarına yansıyor ve Newton’un doğa bilimine benzer
sosyal bilimler kurulması fikrini tetikliyordu. Haliyle teknolojideki hayret verici ilerleme positivist bir konseptin yayılmasına
sebep oluyordu… ”Bütün aydınlanma projesinin merkezinde, Newton’un doğal dünya için yaptığını insan dünyası için
yapma hırsı vardı. Bir başka deyişle, aydınlanmış filozoflar
Newton’un doğa bilimine benzer bir toplum bilim inşâ etmeye özeniyorlardı.36”
Yukarıdaki tespitleri kavrayabilmek için, İsaac Newton
(1642-1727)’nun öneminin sebeblerine de kısaca temas etmek
gerekir. Aynı zamanda eleştirel bir gözle Batı Tarihi oluşum sürecini değerlendirirken, belki de İslâm tefekkür hayatının eksikliklerini de keşfedebiliriz. Ve tarihlere dikkat ederseniz halen kutsadığımız medreselerde, çok acı bir çöküşün yaşandığı dönem…
Daha sonrası zaten ma’lûm…. Taşköprülüzâde Ahmed Efendi
1995, sh. 149
35) A.g.e. sh. 151
36) Allan Megıll, Aşırılığın Peygamberleri, Tuncay Birkan, Ankara, Nilim-Sanat,
1998, sh. 37
62
(1495–1561)’nin 1532 yılında yazdığı Mevzuat’ül Ulûm isimli
eserinde: ”Şimdi ilme, âlimlere saygı, meşayıh ve fazıllara hürmetten bir şey kalmış mıdır? Eğer itiraz ve suâl yollu söz edib,
bu zamanda öyle âlim kalmadı; şimdiki âlimlerin saygı ve hürmete lâyık olmadıklarını büyükler de, çocuklar da biliyor dersen,
cevabında deriz ki şimdi öyle derin âlim kalmadı. Dediğin doğru ve makbuldür.37” demektedir… Yavuz Sultan Selim 1520’de
rahmet-i rahmana kavuşmuş, Kanunî tahta geçeli 12 yıl olmuş…
Evet, bizim medreselerimizde durum bu! Bakalım elin gâvuru
ne yapıyor?
“Galileo Galilei (1514-1642) de olduğu gibi, Newton’da da
asıl amaç, doğanın deneye açık işleyişini matematiksel bir teori
ile betimleme ve açıklamaktır. Galileo tek tek kalan kimi olgu
türlerinin anlaşılmasında bu yöntemi başarıyla uygular; fakat kapsamlı bir teoriye ulaşamaz. İlk kez Newton, görünüşte
aralarında hiçbir ilişki olmayan pek çok olgu türlerini (örneğin,
elmanın yere düşmesi ile Ay’ın dünya çevresinde dönmesi gibi)
bir kavram çerçevesinde toplama ve açıklama olanağı sağlayan
geniş kapsamlı teori düzeyine çıkabilmiştir.38” Ve devam eder:
“Newton’un formüle ettiği yasalar, evrenin yapı ve işleyişinin
mekanik nitelikte olduğu varsayımını içeriyordu.39” Burada Batı
zihniyetindeki kontinüte (kesintisizlik, süreklilik) tutumuna
dikkatinizi çekerim… Biri bir taş koyuyor, arkadan gelen üzerine
bir taş daha koyuyor… Bu sadece doğa bilimlerinde değil, beşerî
bilimlerde de aynı... Kendinden önce gelenleri yok saymıyor…
Demek ki burada, temel yaklaşım: Doğa bilimleri yeni konsept40 ve yeni yöntemle41 kesin, genel-geçer bilgiler elde ediyor37) Taşköprülüzâde Ahmed Efendi, Mevzuat’ül Ulûm, Sadeleştiren: Mümin Çevik,
İstanbul, Üçdal Yay…1975, I / 46 … Daha birçok kaynaklarda da acı acı yakınmalar
var! Biz sadece, dâvâsı İslâm olan ihlâs sahiplerini rahatsız etmek ve araştırma ve
tefekkürlerine vesile olmak için bir numune ile yetindik…
38) Cemal Yıldırım, Bilim Tarihi, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1994, sh.106
39) A.g.e. sh. 110
40) Renaissance, reform ve…
41) Francis Bacon( 1561-1626), Rene Descartes ( 1596-1650)
63
lar… Eğer biz de aynı yaklaşımla, aynı yöntemleri uygularsak,
sosyal bilimlerde de güvenilir bilgiler elde edebiliriz… Galiba
Doğu dünyasının yaptığı hatanın bir başka türünü de Batı dünyası yapıyor o dönemde ve halen kendileri ve kendileri ile birlikte bütün dünyanın ödediği felaketlere sebep oluyorlar… Doğu
dünyası; kendi tarihi oluşum sürecinin farklı olduğunu hesap
etmeden, Batı oluşum sürecini aynen taklide kalkıştı, hatta biz
de olduğu gibi kutsadı ve hatta tapındı… Batı dünyası da varlık
alanları arasındaki farkları ihmal etti. Oluşum ve değişim içinde
bulunmayan fizikî dünya konsepti ile her an oluşum ve değişim
içinde bulunan sosyal ve manevî alanı biri birbirine karıştırdı…
Galiba sorunların temelinde yatan bu yanlış analoji olsa gerek!...
Bu çağlarda Batı dünyasındaki, sözünü ettiğimiz iyimserliği
biraz daha somutlaştırmak, ete kemiğe büründürmek için bazı
filozofları, sosyologları zikretme ihtiyacı duydum: Örnek olarak;
Herder, Fichte, Kant ve Hegel v.b. bu iyimserliği paylaşmaktadırlar.
On dokuzuncu yüzyılın Sosyoloji ve Toplum felsefesinde;
Turgot, Condercet, Burdin, Saint Simon ve Comte; Herbert
Spencer’in (1820-1903) fikirleri evrim kavramıyla ifade edilebilir. “H. Spencer’in insanlığa ve hayatın durmadan gelişeceğine
inancı sonuna kadar sarsılmamıştır.42” Spencer sosyal organizmayı biyolojik organizmaya benzetir ve “toplumun karakterlerini, fonksiyonlarını, sistemlerini ve gidişlerini ya da yollarını,
süreçlerini ayrıntıları ile analiz eder.43 Auguste Comte (17981846) gerek toplumun, gerekse birey zekâsının gelişmesinin üç
hal kanununa göre olduğunu savunur: Teolojik düşünüş, Metafizik düşünme ve pozitif düşünme evresi… “Mezar taşında şu
yazı vardır: ilke olarak aşk, temel olarak düzen, amaç olarak ilerleme44”
42) Macit Gökberk, sh. 583
43) P.A.Sorokin, Çağdaş Sosyoloji Teorileri, çev. M. M. Raşit Öymen, İstanbul,
1975, sh. I / 183
44) N. Şazi Kösemihal, Sosyoloji Tarihi, İstanbul, Remzi Kit. 1968, sh. 155
64
Şu sosyologlar da; toplumsal-kültürel değişimin doğrusal bir
ilerleme ve gelişme içinde olduğunu savunmuşlardır: Ferdinand
Toennies(1855-1936)‘e göre, Toplumların iki biçimi vardır:
Gemeinschaft, gesellschaft… “Gemeinschaft, tarihsel olarak,
gesellschaft’tan öncedir45” Bu da doğrusal bir ilerleme kuramıdır.
E. Durkheim (1858-1917)’e göre de toplumların gelişmesi
ile iş bölümü ve bu aşamadan sonra da “Mekanik dayanışma” yerine “Organik dayanışma” geçer.46
Karl Marx (1818-1883)’da sosyalizme doğru ilerleyen doğrusal tarih fikrini savunmuştur. Sorokin, bizce de doğru kabul
edilen şöyle bir tespitte bulunur: “M a r x yazılarının bazı bölümleri ile çok alışkanlık kazanmış olan kimse, Marksistlerin şartlarını okurken, coşup taşmış olan mezheptaşlarının “ k u t s a l b
i r v a h i y”in bir çeşit sırf dogmatik yorumlamasını okumakta
olduklarını düşünmekten kendisini alamaz.47” Engels, Bebel, Kautsky, Cunow hepsi de birçok konuda toplumsal-kültürel olguların evrimi üzerine yazılar yazarak bu iyimserliğe katılmışlardır.
Siyaset bilimci, iktisatçı birçok ünlü düşünür, arkeoloji ve
tarih alanındaki uzmanlar bu doğrusal tarih tezini kabul ederek
kendi alanlarına göre temellendirmeye çalışmışlardır.
{Özetlemek gerekirse: On dokuzuncu yüzyılın sosyolojisi
ve öteki toplum, felsefe ve hatta doğa bilimleri, fizik, biyoloji ve
toplumsal-kültürel dinamiğin… Doğrusal eğilimlerini bulmak,
“ilkel” insan, toplum ya da kültürden bugüne değin uzanan düpedüz bir tek-doğrusal ana çizgi çizmekten ibaretti. Bütün tarih
süreci bir çeşit iyi düzenlenmiş kolej programı gibi düşünülüyordu: İlkel insan ya da toplum ilk sınıf öğrencisi idiler, sonra
45) P.A.Sorokin, Çağdaş Sosyoloji Teorileri, çev. M. M. Raşit Öymen, Ankara, Yeni
Desen mat. 1974, sh. II / 65
46) Sorokin, Çağdaş Sosyoloji Teorileri, II / 41
47) Sorokin, sh. II / 100
65
sırayla ikinci, üçüncü ve dördüncü (ya da yapılan sınıflandırmanın dörtten çok aşaması varsa, daha ileriki) sınıflara geçiyorlar
ve sonunda, ya “pozitivizm” ya da “herkes için özgürlük” yahut
söz konusu bilginin keyif ve beğenisi hangi sonul aşamaya işaret
ediyorsa o aşamada mezun oluyorlardı. 48}
XX. yüzyıl konseptini kavrayabilmeye zemin hazırlaması için; iskolastiğin kötümserliğinden; Renaissance, Reform ve Aydınlanma çağı felsefelerindeki iyimserliği, kadar
küçük fırça darbeleri ile resmetmeye çalıştık… Bu öyle bir
iyimserlik ki; bilim, bütün hastalıkları tedavi edecek, hatta önleyecek… Bilgi, doğayı ve toplumu tanrıya ihtiyaç olmadan açıklayabilecek!... Bu iyimserlik gerçekleşse idi, umutlar devlete, hayata ve doğaya nakşedilebilse idi, bugün nasıl bir hayatı yaşıyor
olacaktık acaba? Bu tasavvurlara göre nasıl bir evren inşâ etmiş
olacaktık acaba? Bu sorularda tamamen ütopik, haliyle cevapları
da aynı oranda ütopik! Çünkü böyle bir uzlaşılmış evren tasavvuru yok! Aynı iyimser resim içinde Marksistler de var, kapitalizmi, iktisadî liberalizmi benimseyenler de var! Birbirine zıt görüşlü insanlar bilimin kutsal iyimserlik çatısı altında toplanmışlar…
Her biri bilimden kendinin teyidini istiyor!... Gerçekleşmesi
mümkün olmayan bir talep… Umutlar, gerçekleşmeyince, solar, kurur… Bir kere bu süreç içinde Batı Uygarlığının diyalektik
özelliği işlevsel… Onun için antitezlerden kalkarak, bu dönemde Batı’nın dikensiz gül bahçesi olduğu gibi bir zehaba kapılmak
çok naiv bir yaklaşım olurdu…
Nitekim Arthur Hübscher: “Bu çağ, kendi içinde sakladığı
bütün imkânları, yükselme yanında batışı ve çöküntüyü de bütün açıklığı ile hissetmesini bilir ve sonunda belli bir derecede
bir felâket korkusundan pay almak gereğinde kalır.49” demektedir.
48) P.A. Sorokin, Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri, çev. Mete Tunçay, Ankara, Bilgi Yay. 1972, sh. 239
49) Arthur Hübscher, Çağdaş Filozoflar, çev. İsmail Tunalı, Ankara, A.Ü. Yay. FenEd. Fak. 1963, sh. 4
66
Bu durumda pesimist ve Terry Eagleton’un “Belki de dünyanın gördüğü en kasvetli düşünür.50” diye nitelediği filozof Schopenhauer (1788-1860) çağın batış duygusunun habercisi olur.
Bir kere Schopenhauer için bu dünya anlamlı bir dünya değildir.
Leibniz’in tersine dünya tümüyle kötüdür. Hayat, sefalet ve can
sıkıntısı arasında periyodik bir gidiş geliştir. “Şimdi dünyada hazza göre, acı ve ıstırap üreten daha fazla şey vardır. Keza büyük
bir zihin ve akıl yetisi buna sahip olan insanı, başka insanlara ve
onların yaptıklarına yabancılaştırma eğilimi içerisindedir; çünkü
bir insan ne kadar kendisine ve kendisinde olana sahipse, onlarda
o kadar az şey bulabilecektir ve onların haz duydukları yüzlerce
şeyi yavan ve sathi bulacaktır.51”, “Zekâ olgunlaştıkça acı artar en
çok insanın acı duyması da bu yüzden. Bu dünyayı iyi ya da dünyaların en iyisi saymak yalnız aptallık değil, bir küfürdür de.52”
İnsanın temel güdüsü yaşama isteğidir…. Bu istek de sürekli engellenir. Onun için yaşamak acı çekmektir… Bir bakıma
acı hiçbir anlamı olmayan “bütün yaşamın özüdür.” Postmodernitenin temel duygusu olan, anlamın kaybolmasının, hayatın
anlamının kaybolmasının izlerini çok derinlerde sürmek gerekiyor… “Görülüyor ki, insan varlığı acıdan başka bir şey değildir. Bunun tersini düşünenlere, iyimser filozoflara; hastanelere,
ameliyat salonlarına, karantina yerlerine, cezaevlerine, işkence
odalarına, esir kamplarına gitmelerini; savaş alanlarında, idam
meydanlarında, yoksulluğun gizlendiği karanlık izbelerde dolaşmalarını salık veriyor ve sonra dünya nasıldır sorusunu kendilerine yönetmelerini istiyor. Cevap kuşkusuz olumsuz olacaktır.
Öyleyse insanlar, acı ile yoğrulmuş bu yaşama neden katlanıyorlar? Aşk hayaline kapıldıkları için. Ama aşk, insan türünü sürdürmek için istemin, yani yaşama isteğinin bir oyunundan başka
bir şey değildir. Kısacası yaşam, acı ile sıkıntı arasında bir
50) Terry Eagleton, Postmodernizmin Yanılsamaları, çev. Mehmet Küçük, İstanbul,
Ayrıntı Yay. 1999, sh. 72
51) Schopenhauer, Okumak Yazmak ve Yaşamak Üzerine, çev. Ahmet Aydoğan,
İstanbul, Şule Yay. 2005, sh.29
52) Macit Gökberk, sh.548
67
saat sarkacı gibi durmadan gidip gelir.53” Suut Kemal Yetkin,
Schopenhauer’ın “Yaşamda; pazar günü sıkıntıyı, haftanın altı
günü de yoksulluğu simgeler.54” diyor.
Schopenhauer kadar evrensel ve derin olmasa da; çok sınırlı,
farklı bir hassasiyet ve yaklaşımın ifadesini yansıtsa da Marksist
şair Vladimir Vladimiroviç Mayakovski’nin ( 1893-1930) şu dizelerini anmadan geçemeyeceğim:
Şen şakrak biriyim ben
Ama söyleyin neye yarar bu sevinç
İnsanlar sınırsız bir acının ortasında yüzerken?
Dişler
Isırmak için gösterildi benim çağımda
Eller
Kırmak için.
Nasıl acı çekilir
Bunu siz
Nerden bileceksiniz!55
Kendisini, nefsini, kendi hayvansal biyolojik varlığını aşarak,
başkasını düşünmek, başkasının derdi ile dertlenmek, büyük bir
fikrî asâlettir… Aksine “ben”ini merkez yaparak çizdiği dairenin
dışına çıkamamak da bir fonksiyon çemberi içinde yaşamaktır.
İnsan bir çevre içinde yaşar… Hayvansa fonksiyon çemberi
içinde… (Üxküll) 56 Üxküll, Felsefi antropoloji alanında Darwinizmle mücadele etmiş bir filozof… Fakat Darwin’in sisteminin
ilk basamağındaki iki ayaklı mahlûkları görünce, insan şaşırıyor:
Darwin mi haklı? Üxküll mü haklı? Ben şaşırıyorum, karar sizin!
53) Suut Kemal Yetkin, Büyük Tedirginler, Ankara, Pars Matbaası, 1976, sh. 23
54) A.g.e. sh.24
55) C. Çapan-E. Canberk-E. Alova; Çağdaş Dünya Şiiri Antolojisi, İstanbul, Adam
Yay. 2000, 180
56) Bu arada her gün dünyanın farklı coğrafyalarında yüzlerce Müslüman ölürken;
“pay” dan pay almaya başlayan, erk sahibi olmanın, tarih yapmanın (!) mutluluğunu
yaşayan Türkiyeli dincilere de rahatlıklar dilerim!...Yalnız şu da biline ki, kaybedecek
değerleri olanlar, rahat olamazlar!
68
Bir Müslüman nasıl düşünür? Nasıl hisseder? Dışındaki evrene nasıl bakar? Nasıl yaşar? Bir kuşa, bir hayvana, bir çiçeğe
nasıl bakar? Bir başkasına nasıl bakar? Bütün bu sorulara cevap
niteliğinde Müslüman bir şairden bir örnekle mühürleyelim:
Kazanda su kaynasa sanki ben pişiyorum;
Bir kuş bir kuş öldürse ben can çekişiyorum…57
Burada Schopenhauer’ın farklı bir yaklaşımına dikkat çekmek gerekir… Genel olarak felsefe ve sanatta insanlar sadece entelektüel yanları ile ele alınmışlardır. Felsefede kendinizi
bulamazsınız… İnsanı bulamazsınız… Felsefî antropoloji de
bile. Sanki kanı alınmış, sinirleri kopartılmış, her türlü zaaftan
müstağni, bedensiz siluetler… Şeffaf varlıklar… Sanki baktığınızda beyninin içini görebileceğiniz transparan bir alaşım…
Etiyle, kemiğiyle, acıları, elemleri, mutlulukları, mutsuzlukları,
vefakârlıkları, sadakatleri, ihanetleri, kahramanlıkları, korkaklıkları ile insanı bulamazsınız. Yani yaşayan insanı bulamazsınız.
Konkre insanı bulamazsınız. Zaten sanatta da sadece aristokratlar vardır… Diğerleri figürandır. Bir arabacının tahlile değer
bir yanı yoktur. Alt tabakanın önemsenecek derin bir iç dünyası
yoktur. İlk defa Dostoyevski ile alt dereceden, on beşinci dereceden bir memur olan Devuşkin başkahraman olur…
Burada sınıflı bir toplum olan Avrupa’da; feodalitenin yıkılması ile toplumda meydana gelen altüst oluşun iyi değerlendirilmesi lâzım… Tam anlamıyla toplumun yeniden karılması…
Bir dünya kıyameti… Cumhuriyet’le; sınıfsız bir toplum
olan Osmanlıdaki tebaanın vatandaş olması ile; sınıflı toplum olan feodalitedeki serfin vatandaş olması aynı değildir.
Kuşkusuz Osmanlıda da bir takım tabakalar, farklılıklar vardır…
Ama bu hiçbir zaman sosyolojik anlamda bir sınıf niteliği kazanmamıştır…. Biraz insafla tefekkür, teemmül…. Padişahların yabancılarla evlenmeleri tenkit edilir, fakat düşünün padişahın da57) Necip Fazıl Kısakürek, Çile
69
yısı bile yok! Padişahın kayını bile yok... Böyle bir toplumda sınıf
teşekkül eder mi? Padişah anne veya hanımlarının zaman zaman,
konjonktürel bir şekilde yönetimde etkili olmaları ile, strüktürel
bir sınıf oluşturmaları ayrı konular.. Kuşkusuz bu konular böyle
romantik aşırı genellemelerle çözülemez. Asıl konu ortaçağda
ana üretim aracı olan toprakta ferdî mülkiyetin olmayışı… Nitekim iki yüz yıldır bütün gayretlere rağmen bu topraklarda burjuva üretilemedi… Çünkü burjuva kendi savaşını vererek, yırta
yırta sınıfını inşâ eder… Himaye ile sınıf oluşmaz… Bizde sun’î
ilkahla, tüp bebekle burjuva üretilmeye çalışılıyor. Teşvikler,
krediler, muafiyetler, kollamalar, kayırmalar… Gümrüklerde,
geçerliliği saatle sınırlı kararnameler… Özal; dahi (!) değil, büyük bir dahi (!) idi. Tabii biz anlayamadık, ama anlayanlar anladı… Bu kadar da olsun, dâhiyi anlamak için biraz da dahi olmak
lâzımdır… Bize göre, Bu anlayışla ancak vurguncu yetişir…
Felsefenin ve sanatın hayattan kopukluğu ve
Schopenhauer’ın farklılığını S. Kemal Yetkin şöyle vurgulamaktadır: “Schopenhauer’a gelinceye kadar, filozofların insanı yalnız
zekâ ve düşünceden başka bir şey değilmiş gibi ele almaları, kökleri bilinçaltının derinliklerinde bulunan duyguları ve içgüdüleri
hesaba almamaları, büyük yanılgılara ve felaketlere yol açmıştır.
İnsanlığın yalnız düşünceye ve ürettiği buluşlara güvenmesi, insanı ve insanlığın bugün içinde bulunduğu tedirgin, dengesiz,
mutsuz ve trajik duruma sokmuştur. Schopenhauer’ın, yüzyıl
unutulduktan sonra, günün filozofu olma yolunda yükselişi aslında onun gelecek zamanlara ışık tutan bir filozof olmasındadır.58”
Ve insanı bir savaşım alanı olarak görür Schopenhauer: “Bu
göreli özgürlükten kaynaklanan tasarlama yeteneği, eylemde kararsızlıkla kendini belli eden ve savaşım alanı insanın tüm canı ve
bilinci olan sıklıkla acı bir güdüler çatışmasından başka bir şeye
yol açmaz.59”
58) A.g.e. sh. 37
59) Schopenhauer, İstencin Özgürlüğü Üzerine, çev. Mehtap Söyler, Ankara, Öteki
70
Schopenhauer’ın insanla ilgili son yaptığı tespitler
Dostoyevski’yi çağrıştırıyor olabilir. Fakat biz çok farklı yaklaşımlar olduğunu düşünüyoruz… Schopenhauer’ın yaklaşımı
etik bir sorgulama iken, Dostoyevski’nin yaklaşımı; mistik, metafizik ve belki de yazarın Hıristiyanlık konusundaki hassasiyetini ve inançlarını hesaba katarsak dinidir...
Fakat bu pesimist filozof kuşkusuz yalnız değildir. Çağın
gerçekleri yavaş yavaş dorukları işgal etmektedir… Nasıl ki bazı
hayvanların beş duyularında akıl almaz insanı aşan özellikler vardır… İnsanın duymadığı sesleri duyarlar, hissetmediği kokuları
algılarlar… Kümes hayvanlarının zelzeleyi insanlardan önce duyup feryat etmeleri, çırpınmaları gibi… Çünkü insan kulağı ancak 20-20.000 frekans arasındaki sesleri duyar… Allah(c.c.)’ün
istisnaî kulları da (kavramsallaştırma sıkıntısı çekiyorum, sadece
dehayı ifade için kullandım.) biz sıradan insanların, ölümlülerin
duyamayacağı, entelektüel, fikrî zelzelelerin sesini bizden önce
duyuyorlar… Feryatlarına anlam vermediğimiz için alınlarına
simsiyah bir yağlı kara çalıyoruz: “Deli!” Bu noktada kim insan?
Kim hayvan? Ben karıştırıyorum!... Nitekim Batı uygarlığının düşünsel dünyasındaki bu zelzelenin sesini duyup Schopenhauer’a
eşlik edenler de vardır. Bunlardan bazıları: Lord Byron, Chateaubriand, Leopardi, Goethe, Fichte, Niebuhr, Stendhal…
Stendhal (1783-1842) Her deha hakkında ortak bir hüküm
verilmiştir… Kaçınılması hemen hemen mümkün olmayan bir
mahkûmiyet: Anlaşılamamak… Belki de doğrusu, hiç değilse
yeterince anlaşılamamak!... Ama bu çağdaşlarının kabahati değil! Suç kendilerinde! Çağının istediği türküleri çağırsa deha
olmaz… Sıradan bir insan olur… O türküleri söyleyen sürü ile
insan var… Kaybolur, gider… Geleceğin türküsünü çağırsa, çağı
anlamaz… Gerçekten bu dâhilerin kendilerinin bile ne yaptıklarını anladıklarından emin misiniz? Yoksa bunlar da elindeki
bombanın özelliğinden, etkisinden, sonuçlarından habersiz, sırf
Yay. 1998, sh. 45
71
oyun olsun diye kurcalarken, patlatan bir çocuğa mı benziyorlar?
Acaba o çocuğa bombanın doğuracağı zararları anlatsak, oynamaktan vazgeçirebilir miyiz? Yoksa kapıldığı oyun şehveti içinde
oynamaya devam eder mi idi? Biraz da dahi oynadığı oyunun
ihtirasına kapılmış oyuncu bir çocuk mudur? “Çocuk” olmayan
dahî olabilir mi? Veya, dahî “çocuk” olmamaya dayanabilir mi?
Mahalle çocuğu kendini, oyuna; içtenlikle, hiçbir karşılık beklemeden, bütün dünyasal ihtiraslarını parantez içine alarak; verir
ki, haberi olmadan gün batmış, akşam olmuş, sokakta kimseler
yok, yapayalnız!... Burada kesiyorum, biraz da siz düşünün! Reçetem yok! Olsa veririm, kıskanmam! Emim olun!
{Hüzünle çıkıyor merdivenleri en üst kata kadar (son zamanlarda sık sık soluğu kesiliyor), ışığı yakıyor, hesaplarını ve
kâğıtlarını gözden geçirmeye başlıyor. Acıklı bir bilanço: Hiçbir şeyi kalmamış, kitapları para getirmiyor Aşk Üzerine ( De
l’Amour, 1822) adlı kitabı on yılda topu topu on yedi nüsha60
sattı. (Yayınevi sahibi bir gün önce “Bu kitap kutsal mı ne, çünkü
kimse ona dokunmuyor” demişti alaylı bir şekilde.61” Ancak; “
Uzun süre takdir edilemeyen Stendhal edebiyatı, hayatın psikolojik yönlerini işlemeğe başlayınca büyük Fransız romancıları
arasına girmiştir.62” İşte bir deha ve muhatap olduğu muamele!...
Bu öncülerin; bu bunalım, endişe, korku, tedirginlik, anlamsızlık, bulantı çağının mübeşşirlerinin (Renaissance, Reform
ve… Aydınlanma ile doğan dünyayı heceleyemeyenler ve halen
siyasî ikbal için bir basamak olarak Batılılaşma, Avrupa Birliği
türküsü çağıran cehl-i mürekkeb içindeki siyasilerimiz için maalesef müjdelerimiz, bunlar…) hepsinin ortak yanı: “Savaşı, dünyada en çok nefret ettiği iki şeye tercih etmektedir: Çalışmak ve
can sıkıntısı.63”
60) Rakamla 10 yılda, 17 nüsha.
61) Stefan Zweig, Dünya Fikir Mimarları, Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar, çev. Ayda
Yörükân, Ankara, TİŞ Bankası, 1990, sh. III/ 156
62) Ender Gürol, Dünya Edebiyatcıları, İstanbul, Varlık Yay. 1964, sh.451
63) Stefan Zweig: sh. III / 138
72
Artık insanlar kendilerini arıyorlar… Kendilerini bulmalarına yardımcı olunmasını istiyorlar… Sadece yalıtılmış sorunları
aşmak istiyorlar… Bunlar: “Bilgi üzerindeki soğuk teorilerden bıkıp usanmış ve kalplerinin atışından başka hiçbir şeyi
bilmek istemeyen yepyeni insanlar64”
Yalnız burada söz konusu olan; Felsefe ve sanatın gökten
yere indirilmesi! Ete kemiğe büründürülmesi! Fakat dikkat, ayağa düşürülmesi değil!... Yani felsefenin ete kemiğe büründürülmesi, bütün insanların, toplumun intim sferlerinin, iç dünyalarının bir arkeolojik yöntemle kazıya tâbî tutularak derinliklerinin
keşfedilmesi65 cehdi, halklaştırılması demek değildir. Sürünün,
halkın, çokların, pek çokların, sıradan insanların tuzağına düşme
tehlikesinden dikkatle sakınılmalıdır. Yoksa “tehlikeli belkinin
filozofu”, F. Nietzsche ustamızın66 dediği gibi: {Felsefe özgürlük
tanrısının eliyle sokaklarda ve pazar yerlerinde ilan edilse bile,
genel “ irfan” (bildung) denen derde tutulmuş olan, fakat kültür
ve hayatında anlatı birliği olmayan bir çağ, felsefe ile ne yapacağını bilemeyecektir. Böyle bir zamanda felsefe, gezip dolaşan
bir yalnızın bilgince monologu, ferdin eline düşüveren çalınmış
bir mal, saklı bir oda sırrı yahut Akademi’lik ihtiyarlarla çocuklar
arasında tehlikesiz bir gevezelik olarak kalacaktır. Artık hiç kimse, felsefenin yasasını, kendi nefsinde gerçekleştirmeye cesaret
edemeyecektir.67”
64) A.g.e. sh. III/ 226
65) Sadece psikanilizi kasdetmiyorum…Topyekûn derinleşme…
66) Sanatkâr olarak usta, zenaat sahibi olarak değil!...Demirci ustası, ayakkabıcı ustası,
borsa ustası, müteahhit ustası, ticaret ustası, sanayici ustası, faizsiz finans ustası, siyaset ustası değil! Yalnız bu yargıları şiddetle protesto ediyorum… Çünkü ayakkabıcı,
demirci, duvarcı v.b. zenaatlarda el emeği, göz nuru var! Böyle olduğuna göre “zenaat
“kavramını; borsa ustası, müteahhit ustası, ticaret ustası, sanayici ustası, faizsiz finans
ustası, siyaset ustası gibi bağlamlarla yozlaştırarak, onlara da teşmil edemezsiniz… ”
Zenaat” kavramını ben genişlettim ama benim de hoşuma gitmedi…” Ben”im, benimin yakasına yapıştı…Vazgeçtim…”Zenaat” kavramını halkın kullandığı o asil anlamda kullanıyorum…Terzi ustasını unutmuşum…Tam el emeği, göz nuru…
67) Friedrich Nıetzsche, Yunanlıların Trajik Çağında Felsefe, çev. Nusret Hızır,
İstanbul, Elif Yay. 1963, sh.14
73
Ve Stendhal Aydınlanma Felsefesi’nin temel parametresi
olan akla da eleştirel bir tutum içindedir: “Dogmatizme karşı
oluşu, vaktinden önce gelişen Avrupacılığı, toplumun mekanik
bir akılcılığa dönmesinden duyduğu dehşet, her türlü bayağı ve
tumturaklı kahramanlıktan nefret etmesi, bütün bunların hepsi
bugün için de yeni ve geçerli olan şeylerdir.68”
Ludwig van Beethoven (1770-1827) önceleri iyimser…
Çünkü Napolyon’u69 insanlığın kurtarıcısı, saltanatın düşmanı,
fedakâr bir kahraman olarak görüyor ve ona hayran… Bestelediği üçüncü senfonisini ona ithaf etmeye karar veriyor. Tam eserin
müsveddelerini Paris’e göndermeye hazırlanırken İmparatorluğunu ilan ettiğini duyunca, müthiş sinirleniyor, senfoninin ithaf
sayfasını yırtıyor. «Demek Napolyon da alelade bir insanmış,
diğer diktatörler gibi o da insan kalplerini zedelemekten başka
bir şey bilmiyor». diye bağırıyor Beethoven, üçüncü senfonisini Napolyon›a ithaf etmekten vazgeçiyor. Eserine «Eroica»
(Kahraman) adını koyuyor ve «vücudu hala yaşadığı halde ruhu
çoktan ölmüş olan bir büyük adamın hatırasına hürmeten» kelimelerini ekliyor. Hayat, gerçekler hiçbir dehaya uzun süre
iyimser olma imkânını ve hakkını vermemiştir. Çünkü bir
dâhinin fırtınalar, kor ateşler, tufanlar içindeki, bu dünyaya sığmayan hayallerini hiçbir dünya sisteminin tatmin etmesi mümkün değildir… Her dahi umuda âşıktır…
Geçti istemem gelmeni,
Yokluğunda buldum seni;
Bırak vehmimde gölgeni,
Gelme, artık neye yarar?
(Necip Fazıl)
68) Stefan Zweig, sh.III / 226
69) A. de Chateaubrıand’ın Napoleon Bonaparte, Mezar Ötesinden Anılar, çev
Yaşar Nabi, Varlık,1969, kitabını özellikle anarken, şiddetle tavsiye ederim…
Chateaubrıand’ın şu bir cümlesi bile onun çapını ifadeye yeter, Napolyon’un cenazesinden bahsederken: “ Küçük insanlara anıt-kabirler yapılır, büyüklere bir taş ve bir
ad yeter.” Yukarıda zikredilen kitap. sh. 414
74
Bir keresinde Prensin sarayına Napolyon›un ordusuna mensup subayların geldiğini görünce o gece piyano çalmaktan vazgeçmişti. Prens «misafirlerimin huzurunda piyano çalmazsan,
harp esiri olarak şatoda hapsedileceksin» diye ihtar etti. Bu sözler üzerine Beethoven hiç bir şey demeden şatodan dışarı çıktı
ve bardaktan boşanırcasına yağan yağmur altında üç millik yolu
yürüyerek kasabaya geldi. Burada araba beklerken Prense de bir
mektup yazdı: «Prens» diye başlamıştı, «sen bugünkü halini,
doğuşuna ve talihine borçlusun. Ben ise kendi kendimi yetiştirdim. Bugüne kadar binlerce prens geldi geçti, bundan sonra da
binlercesi yaşayacak. Fakat yeryüzünde yalnız bir tek Beethoven
vardır.»
En sonunda; Bach, müziğin matematikçisiydi, Mozart şairi,
Beethoven ise filozofuydu şeklinde nitelenen bu dahinin geldiği
nokta: “Beethoven’in en son kuartet’inin derinliklerinden kopup gelen dünya-karşısında-duyulan-korku, genelleşir.70 “
Bu çöküş, endişe, kaygı, bunalım, korku, kuşku, bulantı, boğuntu çağının habercilerinden biri de C. Baudelaire’dir. (18211867) “1842 yılının Şubat ayında Paris’e döner. Bu tarihte ergenlik yaşına girdiğinden, babasının bıraktığı mirasla bir anda
zengin olur.71” Kim zengin olur? Bir dahi… Kaç gün sürer? Yaşadığı aşırılıklar içinde baba mirası eriyip gitmektedir, nihayet 21
Eylül 1844’te mahkemeye başvurulur, geliri kısıtlanır, parasının
yönetimi noter Ancelle’e bırakılır. Ayda 200 frankla yetinmek zorunda kalacaktır. “Çalışmalarının bir türlü karşılayamadığı harcamalar yüzünden, Baudelaıre, her geçen gün biraz daha borca
batmaktadır. Annesine yazdığı yakınmalarla, öfkelerle, yardım
yalvarışlarıyla dolu mektuplar, çektiği sıkıntıların, dayanılmaz
acıların yankılarıdır. Onun Paris’te 44 defa yer değiştirmesi bir
bakıma, hiçbir suretle kurtulamadığı iç sıkıntısını atmak içinse,
70) Arthur Hubscher, sh. 4
71) S. Kemal Yetkin, Baudelaıre ve Kötülük Çiçekleri, İstanbul, Varlık Yay. 1967,
sh.17
75
bir bakıma da alacaklıları atlatmak içindi.72” Bu araya (30 Haziran 1845) bir de ciddi intihar girişimi sıkıştırır.
Apollonie Sabatier adlı bir kadına âşık olur. Bu büyük bir
aşktır… 9 Aralık 1852’den itibaren beş yıl imzasız şiirler gönderir. {Ama 30 Ağustos 1857 de şairi yıllarca aradığı mutluluğa
ulaştıracak olan bu tutkunun kaçınılmaz sonucuna varmasıyla
sona ermesi bir olur. Bir günün gerçekliliği, beş yılın düşlerini
bir anda silip süpürmeye yetivermişti. 31 Ağustos 1857’de tanrıçasına şu mektubu yazar: “ ….. Nihayet birkaç gün önce benim
için bir Tanrıça idin, bu da o kadar rahat, o kadar güzel, o kadar
dokunulmaz bir şeydi ki; ama işte şimdi bir kadınsın….”73}
Hayalin realize edilmesi muhayyileyi berhevâ ediyor, kişilik
bir yanıyla çöküyor. İnsanın birden farkında olmadan, hayatının
bir parçası haline gelmiş koltuk değneğinin aniden, habersizce
çekilmesi gibi… Tek dayanağı olan sandalyesinin tam üzerine oturacağı sırada birden kayması gibi bir durum… Bir nevî
bombanın fünyeyle patlatılarak zararsız hale getirilmesi gibi…
Fakat bomba yıkıcı bir imkân, hayalse yaşatıcı bir umut! Realize
edilebilecek bir talep hayal olabilir mi? Ona atfettiğin anlamla
idealize ettiğin elma, birden realize olarak kafana aniden düşerse
ağaçtan… İşte kâinatın yıkıldığı andır, o an!... Hayal kurma ne
kadar büyük bir nimet! Yaşlandıkça insanın hayal teknesi olan,
muhayyilesi de velûdiyetini kaybediyor…
Tarih hep avcılar tarafından yazılır… Bir de “av”ların ağzı
dili olsa da onlar konuşsa idi, ne diyeceklerdi? Kirli bir mendil
gibi kullanılıp atılmak! Nasıl bir duygudur? Bilmiyoruz!... Gönül rızası ile yola çıkanların, akıbetleri bizi pek ilgilendirmez.
Desem de yine vicdanımın bir yanı sızlıyor… Her Don Kişot’a
bineceği bir Rosinenta, hizmet edecek bir Sancho Panza, bir
de sevgili: Dulcinea del Toboso…. Bu hakça bir taksim midir?
Aman efendim, onlar da kendilerini istismar ettirmesinler! Ama
72) A.g.e.sh.22
73) S. Kemal Yetkin, sh.26
76
karşı tarafın istismar ettiği savı da kabul edilemez… Asıl mesele:
“görmeden severek, çarpılıp sendelemek” ve O’nu “ yokluğunda
bulmak!” olsa gerek…
Fictiv, simülatif, sanal bir dünyada yaşıyoruz… İnsanlar tarafından kurgulanmış, nefsimize hoş gelen değerleri derhal kabul
ediyoruz… Örneği: Hadisde buyuruluyor ki: “Bir kimse âşık
olsa, iffetini korusa ve sonra da bu halde ölse şehit olarak ölür.”
Hâlbuki bu uydurmadır.74
Her ne kadar Baudrillard şu kavramı farklı anlamda kullansa
da, bu durumu ifade için de kullanılabileceğini düşünüyorum!
İmplosion! İçe doğru patlama… Zıt kutuplardaki, zıt değerlerin
berhevâ olarak birbirine karışması… Zıt kutuplardaki; İyiyi temsil eden ruhla, kötüyü temsil eden bedenin, patlayarak birbirine
karışması… Hayatın anlamı olan Yüce değerlerle, vasıta kıymetlerin infilak ederek birbirine karışması…. Sonsuz bembeyaz kar
çölüne mürekkep dökmek! Ana sütüne haram süt katmak!... Ve
bir düşüş! Ve bir kirlenme! Okyanusların bile temizleyemeyeceği bir kir!... Bakmaya kıyamadığınız gülün bir hayvan tarafından
hoyratça koparılması… Harikulade güzellikteki bir meyvenin
kaçınılması mümkün olmayan sonu… Asıl büyük facia nasıl bu
kadar aldanabildiniz?
Babasının ölümü, annesinin başka bir erkekle evlenmesi
Baudelaire’de yıkıcı diyebileceğimiz etkiler uyandırır… Nihayet 7 Temmuz 1865’te Hanfleur’da annesi ile buluşunca sevinç
gözyaşlarını tutamaz. Ama aradan kırk sekiz saat geçer geçmez
iç sıkıntıları başlar ve Bruxelles’e döner.. “His, hayal ve ruh coşkunluğu bakımından romantizm’e enikonu yakın olan Baudelaıre, romantique’lerden farklı olarak, bulanık, fakat derin bir iç
âlemine sahipti.75”
74) Harun Ünal, Uydurma Hadisler, İstanbul, Mirac Yay. 2007, sh.122
75) Orhan Veli, Fransız Şiiri Antolojisi, İstanbul, Varlık Yay. 1963, sh.40
77
İdefix halinde; yalnızlık, tiksinti, sıkıntı, hiçlik isteği, bunaltı… Bütün Çıplaklığı ile kalbim isimli eserinden: “Çocukluğumdan beri yalnızlık duygusu içindeyim. Ailem ve arkadaşlarım
arasında bile, alınyazımın sonsuz bir yalnızlık olduğunu duyuyorum. Ama gene de yaşamaya ve eğlenceye düşkünüm.” Can
sıkıntısını dile getiren “Okuyucuya” isimli şiirinden:
Hepsinden daha kötü, daha iğrenç bir var!
Gerçi yoksundur büyük çalım ve haykırıştan,
Ama isterse arzı bir anda eder harman,
Dilerse şu evreni bir esneyişte yutar
Bu, Can sıkıntısı’dır! Yaşla dolu gözleri,
Lülesini çekerek kurar darağaçları.
Sen çok iyi bilirsin, bu sinsi canavarı,
-İkiyüzlü okurum- ey kendimin benzeri!76
Ve haykırır: “İğrenç hayat! İğrenç Hayat77” Ve hemen devam eder: “Çokluk yalnızlık: işçil ve verimli şairin birbirleriyle
kolayca değiştirebileceği eşit deyimler. Yalnızlığını kalabalıklandırmasını bilmeyen, telâşlı bir kalabalık içinde yalnız olmasını bilmez.78” Bir kişinin cimriliğini vurgularken mükemmel bir
tespitte bulunur: “Liranın güzelliğinden başka bir güzelliği anlayamayacak kadar!79” Böylece Baudelaire’in bir korku, yalnızlık,
tiksinti içinde yaşadığını görüyoruz….
Frederich Nietzsche (1844-1900) Bir kütüphanelik çalışma gerekir anlamak ve anlatmak için Nietzsche’yi… Hayatı; yaşadıkları, yaşamadıkları, yaşayamadıkları… Fakat ben işin biraz
kolayını seçeceğim… Tercih ettiğimiz kısa özetleme konsepti
gereği, başka türlüsü olmaz…. Birkaç karakalem darbesiyle eskiz
çıkarmak… Soren Kierkegaard’ın naklettiği bir Latince atasözü76) Kötülük Çiçekleri, sah.78
77) Baudelaıre, Paris Sıkıntısı, çev. Tahsin Yücel, İstanbul, Ataç Yay. 1961, sh.15
78) A.g.e.sh.19
79) A.g.e. sh. 45
78
nün üzerine yükleyeceğim Nietzsche’yi… Veya tersi… {“Nullum unquam exstitit magnum ingenium sine aliqua dementia Hiçbir büyük deha yoktur ki biraz deli olmasın.” Delilik ilahi
kıskançlığın varoluşta dehalara kısmet olmuş bir acısı, bir ifadesidir. Öte yandan dehaların hüneri, ilahî iltifatın bir ifadesidir. O
halde dehâ, başlangıçtan itibaren evrenselle ilişkisinde şaşırtılmış ve paradoksla yüz yüze getirilmiştir.80} Evet biz de zaman zaman bu sorunu irdeliyoruz… Michel Foucault’nun Deliliğin Tarihi isimli kitabı ilginç, özellikle üçüncü cildi… Cosima Wagner
O’nun hakkında “çılgın” der, “hastalıklı” 81der… Baba Luther’ci
bir papaz… Nietzsche, beş yaşında babasını kaybeder… Küçüklüğünde dini bütün bir delikanlı, ağırbaşlılılığı yüzünden “küçük
papaz” diye anılıyor… Kurallara aşırı derecede bağlı… Acaba
bütün bunlar counter reaction mu? Karşıt tepkiler geliştirme
mekanizması mı? Daha o yaşta çocuk Frederich içindeki canavarı ehlileştirmeye, kontrol altına alamaya mı çalışıyor? Veya o
kadar acımasız kuralcılığın şarj ettiği kontrolsüz bir patlama mı?
Çağının bütün cins kafaları gibi, belki de hepsinden fazla
çelişkilerle yüklüdür… Belki de felsefedeki büyüklüğü de oradan gelmektedir… Sistem filozofları gibi kendini tutarlılık endişesi ile zincirlere vurmaz, etrafını aşılmaz duvarlarla çevirmez,
görünmez lazer ışınları ile ihata edilmemiştir, bütün toplumu
parantez içine almıştır, kendini sınırlamaz, düşünme teknesi
olan beyni şeffaftır, sesli düşünür gibi konuşur… Sanki Martin
Heidegger’in O’nun hakkındaki tespitinde mübalağa yok gibi
geliyor bize… Sanki kaskatı gerçek: {Bugün Nietzsche’nin
“izinde” ya da “ karşısında” da olsa, düşünen herkes, onun
aydınlattığı yolda ve gölgesinde iz sürmektedir.82} Zamanın
bu kadar hızlandığı bir zaman diliminde, yüzyılı aşkın bir zaman
80) Soren Kıerkegaard, Korku ve Titreme, çev. N. Ekrem Düzen, İstanbul, Ara Yay.
1990, sh. 92
81) Joachım Köhler, Aşklar ve Çiftler, çev. Atilla Dirim, İstanbul, İletişim Yay. 1999,
sh. 190, 192
82) Abraham Wolf, Nietzsche’nin Felsefesi, çev. S. Çelikbaş-H. S. Erdem, Erzurum,
Babil Yay. 2003, sh.9
79
süresince bir filozofun bu durumda, yıpranmadan kalması, halen
etkisini devam ettirmesi, aşılamaması; evrensel felsefe ve düşün
hayatı bakımından çok endişe verici… Durum sanatta da aynı…
Batı uygarlığı yaratıcılığını kaybediyor felsefede de, sanatta da…
Yeri göğü inleten bir çığlık, Nietzsche’den: “Tanrı öldü!83”
Şubat 1883 bu feryadın tarihi. Bir çok yerde tekrarlar tanrının
öldüğünü… Ama 1 Haziran 1889’da ki dizeleri:
Hayır!
Gel geri!
bütün işkencelerinle b i r l i k t e geri gel!
bütün göz yaşlarım
sana akıyor,
Yüreğimin son alevi
seni aydınlatıyor.
Gel, geri gel,
Tanınmaz tanrım! A c ı m benim!
Son mutluluğum benim!...84
İğtişaşa meydan vermemek için olduğu gibi veriyoruz bu örneği… Çünkü bu konularda, özellikle inanç konusunda metni
yorumlamaya giriştiğinizde, kendi kişilik bütünlüğünüzün aynasına düşen görüntülerin, daha önceden farkında olmadan, entelektüel konseptiniz tarafından çarpıtılma riski çok fazladır…
{“Kilise mi?” diye cevap verdim. “Bir çeşit devlettir, - en yalancısıdır.85} Ve devam eder: “Hıristiyanlık, antik kölelerin başka
bir türü için yaratılmıştı, iradesi ve aklı zayıf olanlar için, yani büyük köle kitlesi için.86” 30 Eylül 1888’de sağlıklı yıllarının sonu83) Frederich Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt, çev. Turan Oflazoğlu, İstanbul,
MEB, 1964, sh.7
84) Frederich Nietzsche, Dıonysos Dithyrambosları, çev. Oruç Aruoba, İstanbul,
Kabalcı Yay. 1993, sh.79
85) Frederich Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt, çev. Turan Oflazoğlu, İstanbul,
MEB, 1964, sh. 148
86) Frederich Nietzsche, Tan Kızıllığı, çev. H. Salihoğlu-Ü. Özdağ, Ankara, İmge Kit.
1997, sh.305
80
na doğru yazdığı “Deccal” isimli kitapta Hıristiyanlığı acımasızca
eleştirir. Sadece kısa bir alıntı ile yetineceğim: {Eskiden sadece
hastalık olan, bugün namussuzluktur, -bugün Hıristiyan olmak
namussuzluktur. V e i ğ r e n m e m de burada başlar. Çevreme
bakıyorum: bir zamanlar “hakikat” denen şeyin tek bir sözü bile
kalmamış ortada, bir rahip “hakikat” sözcüğünü daha ağzına bile
alınca, dayanamaz hale geliyorum. Dürüstlükle en ufak alışverişi olan kişi, bugün bilmek zorundadır ki, bir tanrıbilimci,
bir rahip, bir papa, söylediği her tümceyle, yalnızca yanılıyor değil, yalan söylüyordur, -artık elinde değildir, “masumca”, “cahilce” yalan söylemek.87}
Özellikle Ortaçağ felsefesi ve devam eden süreç mütâlaa
edilirse; dinsel yaklaşımların çok ciddi sorunlarla iç içe olduğu
görülür… Tanrı, din, Hıristiyanlık, kilise… Bu dehaların sorunu
ayrı ayrı bu değerlerin her biriyle mi? Yoksa hepsiyle mi? Yoksa
kilisenin istismarı ve Hıristiyanlığa sıçrayan olumsuzluklar, hep
birlikte din ve devamında da tanrıdan şüphe mi? Ben sadece temas edip geçiyorum. Ama ben hep böyle olduğuna inandım….
Batı her zaman kendini bir makyaj içinde sunmuştur… Dilek, temenni ve özlemlerini retorikten yaralanarak gerçeklik yargısı gibi takdim etmiştir. Hele artık günümüzde erbabından başkasının çözemeyeceği, deşifre edemeyeceği estetik ameliyatlarla
çıkıyor; kendi dışındakilerin, “barbar” ların karşısına… Batı ethosunu “barbar”ların üzerine bir balıkçı ağı gibi fırlatıyor…
Kurtulmak hemen hemen imkânsız… Kurtulmaya uğraştıkça
daha çok dolanıyorsunuz… İşte Nietzsche “Batı” yı bize makyajını silerek gösteren adamdır… Nietzsche “Batı”nın geçirdiği
bütün estetik operasyonları, vücudunun mevzûn görünmesi için
giydiği korseleri ifşâ eden dehadır! Yüz küsur yıl önceden bahsediyoruz! Bu arada J. J. Rouesseau (1712-1778) v.b. de unutmuyoruz!...
87) Frederich Nietzsche, Deccal, çev. Oruç Aruoba, İstanbul, Hil Yay. 1986, sh.54
81
Her mustarip, tedirgin, çilekeş dahi gibi; kendi kendiyle, toplumla, yalnızlıkla ciddi sorunları var! “Yalnızlığına kaç, dostum!
Seni büyük adamların gürültüsünden sersemlemiş, küçüklerin
iğneleriyle de delik deşik olmuş görüyorum…… Yalnızlığın
bittiği yerde, Pazar yeri başlar; Pazar yerinin başladığı yerdeyse,
büyük oyuncuların gürültüsü ve ağılı sineklerin vızıltısı başlar.
Dünyada en iyi şeyler dahi, göstereni olmazsa, değersizdirler:
bu göstericilere büyük adam halk der halk. Halk pek anlamaz
büyükten, yani: yaratıcılıktan. Ama büyük şeylerin bütün göstericilerinden ve oyuncularından hoşlanır.88” Bizim alıntı yaptığımız, kitabın birinci bölümünü 1883 yılının ilk aylarında yazmıştır. Ve “yalnızlık”ı öğütler… 1888’in son çeyreğinde yazdığı
Ecce Homo’da ise: “İnsanın çevresinde duyduğu o ürkünç sessizliğe gelince, o da ayrı şeydir. Yedi kattır yalnızlığın derisi; bir
şey işlemez içine. İnsanlara yaklaşırsın, dostlarını selamlarsın:
Gene bir ıssızlık, gene tek bir bakış yok karşılık veren. Olsa olsa
bir ayaklanma. Her birinde başka türlü olmak üzere, bana yakın
herkeste gördüm bu ayaklanmayı; sanırım, karşıdakini en çok
yaralayan şey, aramızda bir ayrım olduğunu birdenbire sezdirmektir89, -saygı duymadan yaşayamayan soylu yaradılışlara
pek az rastlanır.90 ”Bundan bir kaç ay sonra Haziran 1889’da ruh
sağlığı ciddi şekilde bozulmaya başlar… Bu bakımdan bu kitaptaki yalnızlıktan serzenişlerini biraz bu şartlar altında mütâlaa
etmek gerekir…
Daha ilk eserlerinde Batı uygarlığına başkaldırır: “Şimdi bütün yetenekleri tükenmiş, sağlam, sağlam kutlu dayanağı olmayan, bütün kültürlerce sıkıntılar içinde beslenmeye bırakılmış
bir kültür düşünülsün, işte bu çağımızdır, mitosu yok etmeye
yönelen Sokratesçiliğin bir sonucudur.91” Bugün tek bir Alman
88) Böyle Buyurdu Zerdüşt, sh.51
89) “ Senin sessiz gururun onların beğenisine hep aykırıdır; bir kez olsun hafiflik
etmek alçak gönüllüğünü gösterirsen, sevinirler.” Böyle Buyurdu Zerdüşt. sh. 54
90) Frederich Nietzsche, Ecce Homo, çev. Can Alkor, Ankara, Dost Yay. 1969, sh. 92
91) Frederich Nietzsche, Tragedyanın Doğuşu, çev. İ. Z. Eyüpoğlu, İstanbul, Ataç
kit.1965, sh. 105
82
filozofu olmadığını söyler… “Sonunda modern insan, masalda
anlatıldığı gibi, fırsat buldukça karnından korkunç boğuk sesler
çıkaran koca bir yığın hazmedilmemiş bilgi-taşlarını kendisiyle
birlikte her yana sürükler.92 Ve Nietzsche Batı uygarlığına şöyle
bağırır: “Ey XIX Yüzyılın mağrur, burnu büyük Avrupalısı, çokça
kuru gürültü ediyorsun! Senin bilgin doğayı sonuna dek kuşatmıyor, onu sona erdirmiyor, tam tersine kendi doğanı, kendini
öldürüyorsun yalnızca. Bilen kişi olarak üstünlüğünü, bir kez de
yapabilen kişi olarak geride kalışınla ( geriliğinle) ölç.93”
1888’de ise şöyle diyordu: “Son olarak unutmayalım ki İngilizler, derin sıradanlıklarıyla bir kez daha Avrupa ruhunun toplu
çöküntüsüne neden olacaklardır. 94“, “Avrupa halkları arasında
ulusallık çılgınlığının yol açmış olduğu, hâlâ da yol açtığı, hastalıklı yabancılaşma sayesinde, uzağı göremeyen eli çabuk politikacılar sayesinde…95”. 1886’da bu satırları yazan Nietzsche,
1888’de; Amerikalılar hakkında ilginç bir tespitte bulunur: “Ne
düşündüklerini bilmeyen, kuş beyinli Amerikalıların acınacak
gevezeliklerinden bana ne 96 “
İşte XIX. Yüzyılın en önemli ve gelecekte de en etkili olacak
filozofu; yalnızlık, korku, tedirginlik, bunalım, boğuntu duygularının pençesinde kıvranmaktadır. Kendisine kadar gelen bütün
değer levhalarını parçalamaktadır. Tek meselesi; bütün değerlerin yeniden değerlendirilmesidir…. Pragmatizmle de arasına mesafe koyar… Liberalizmle, feminizm gibi etkili akımlarla
arasında ciddi mesafe vardır…97 O “tehlikeli belki”nin, “çekiçle
92) Frederich Nietzsche, Tarih Üstüne, çev. Nejat Bozkurt, İstanbul, Say Yay. 1986,
sh.95
93) Tarih Üstüne, sh. 159
94) Frederich Nietzsche, İyinin ve Kötünün Ötesinde, çev. Ahmet İnam, İstanbul,
Yorum Yay. 2001, sh.170
95) İyinin ve Kötünün Ötesinde:173
96) Ecco Homo, sh. 37
97) Keit Ansell-Pearson, Kusursuz Nihilist, çev. Cem Soydemir, İstanbul, Ayrıntı Yay.
1998, sh.206,22
83
felsefe yapan” bir filozofudur… Çağındaki bütün değerlere başkaldırır…
Liberalizm hakkında bugün dünden daha çok geçerliliğini
koruyan bir yaklaşımla şöyle tespitlerde bulunur: “Bir nesnenin
değeri, onunla ulaşılan değil, onun için ödenen bedeldir- onun
için bize kaça mal olduğundadır. Bir örnek veriyorum; Liberal
kurumlar hedefe ulaşılır ulaşılmaz liberal olmaya son veriyorlar: Sonra da, liberal kurumlardan, özgürlüğe daha kötü ve daha
temelden zarar veren bir kurum kalmıyor. Gerçekten de bu kurumların ne yaptıkları biliniyor: Egemenliğe götüren istencin
temelini çürütüyorlar, onlar dağ ile vadiyi düzleyip ahlak biçiminde aynı seviyeye getiriyorlar, insanı küçük, korkak ve hımbıl
kılıyorlar - onların varlığında hep sürü hayvanı muzaffer oluyor.
Liberalizm: Türkçesi, sürüleştirme ve hayvanlaştırma…98” Buralarda Batı uygarlığını yataktan henüz kalkmış, makyajsız haliyle
görüyoruz… Olduğu gibi görüyoruz… Gözlerine dikkat! Sanki
yılan yuvası gibi! Vicdanı bile protez olan Batı uygarlığının protezsiz ağzı nasıl da iğrenç gözüküyor!... Şehvet işareti olan kalın
dudakları, emperyalizmin sonsuz iştihalarını yansıtıyor… Kan
içici yırtıcılar doyduktan sonra, artık avları ile yan yana yatabiliyor, onlara zarar vermeden! Sadece varlıklarını idame ve nesillerini devam ettirebilmek için doğuştan verili içgüdüleri ile hareket ediyorlar!... Asla fıtrata ihanet etmiyorlar!... Ya insan? Ya
“uygar” Batı Uygarlığı…. Nietzsche’ce konuşmak geldi içimden:
hayvandan daha hayvan!...
Şu tespit de mükemmel: {Bugün için yaşıyorlar, çok hızlı
yaşanılıyor. -Çok sorumsuz yaşanıyor: Tam da buna “özgürlük”
deniyor.} Ve alarm veriyor Nietzsche: “Açıkça görülen odur
ki, çağdaş evlilik bütün anlamını yitirmiştir: yine de bu durum
evliliğe değil, çağdaşlığa karşıtlık oluşturuyor. Evliliğin anlamı:
Erkeğin yasal ve tek yanlı sorumluluğunda yatardı: Evlilik mantığı onun ilkesel çözülmezliğindeydi: Duygu, tutku ve an’ın rast98) Frederich Nietzsche, Putların Alacakaranlığı, çev. Hüseyin Kaytan, İstanbul,
Akyüz Yay. 1991, sh. 73
84
lantılarına karşı sözünü geçiren aksanı o, böylece elde ediyordu. O aynı zamanda ailelerin eş seçmedeki sorumluluklarında
yatıyordu. Büyüyen hoşgörüyle birlikte sevgi-evliliği yararına
evliliğin doğrudan doğruya temeli, yani onu bir kurum yapan
şey, ortadan kaldırılmıştır. Bir kurum asla bir idiosyncrasy’nin
üzerine kurulmuyor, evlilik söylendiği gibi ‘sevgi’ üzerine
kurulmuyor -onu cinsel güdü üzerine, mülkiyet güdüsü (kadın
ve çocuk mülkiyeti olarak kabul ediliyor) üzerine, sürekli olarak
egemenliğin en küçük örneğini örgütleyen, ulaşılan geç, nüfuz
ve varsıllık ölçüsünü sıkı sıkıya korumak için yüzyıllar arasında
bir içgüdü-dayanışması ve uzun süreli ödevler hazırlamak için
çocuklara ve mirasa gereksinen egemenlik güdüsü üzerine kuruyorlar…… Çağdaş evlilik anlamını yitirmiştir- bunun sonucu
olarak da yıkılıyor.99”
İşte Nietzsche! Batı Uygarlığı’nın yüzündeki tül perdeyi yırttı, attı! İşte size çırılçıplak Batı Uygarlığı… ”Eskiden ………
İken, bugün evlilikler sevgi üzerine kuruluyor”… Masalı halen
devam ediyor… Üzülerek söyleyeyim ki, maalesef dinci çevrelerde… Onlar özellikle Batı’nın yüksek radyasyon atmosferinin
etkisi altındalar… Hele çoğunluk tarafından modern büyücülük, sihirbazlık haline getirilmiş psikolojinin etkisi altında… Evreni farkında olmadan lunaparklardaki aynadan seyrediyorlar…
Bu arada şu noktaya da işaret etmeliyiz ki; Nietzsche hakkında çok farklı yorumlar, farklı aidiyet iddiaları da var. Bunlardan bir örneği Eagleton’dan: “Tarihsel materyalizm ile Friedrich
Nietzsche’nin düşüncesi arasında belli genel koşutluklar saptamak güç değildir. Çünkü Nietzsche, kendi tarzında safkan bir
materyalisttir, emek sürecini ve bu sürecin toplumsal bağlantılarını pek göz önünde bulundurmasa da.100” Bu iddiayı biz; Yeterli argümanlarla desteklenmeyen, biraz zorlama aşırı genelleme
olarak kabul ediyoruz. Eagleton, kitabın ileriki sayfalarında bi99) A.g.e. sh. 75
100) Terry Eagleton, Estetiğin İdeolojisi, çev. Hakkı Hünler, İstanbul, Özne Yay.
1998, sh. 242
85
zim de katıldığımız şöyle bir yargıyı da dile getirir: “Nietzsche
ile Marx arasındaki en göze batan fark, Nietzsche’nin bir Marx’çı
olmamasıdır. Aslında Nietzsche yalnızca bir Marx’çı olmamakla
kalmayıp, hemen hemen her aydınlanmış liberal veya demokratik değerin de savaşkan bir muhalifidir.101 ”Sanki muhbirce bir
yaklaşım içinde Eagleton… ….“ Yaratıcının Yolu Üstüne” başlıklı bölümde; { Bir gün haykıracaksın “Her şey düzme” 102} diye,
yaratıcı düşünüre böyle bir komut veren Nietzsche’nin, felsefede
yaratıcılığı olmayan103 Karl Marx’a atfen Marx’çı olması nasıl
düşünülebilir? Nietzsche’yi; tüm hayvanî kadın düşmanlığı ve
militarist düşlemleyiciliği, Üçüncü Reich’ın habercisi olarak niteleyen Eagleton’ın şu satırları meseleyi biraz daha aydınlatır gibi
geliyor bize: “Nietzsche’nin bugünkü çömezlerinden pek çoğunun, Nietzsche’ci inanç sisteminin bu en tiksinti verici yönlerini
nasıl da tatlı tatlı kurguladıkları dikkate değer, tıpkı önceki bir
kuşağın bu yönleri bir ön-faşist Yahudi-düşmanlığı için kurguladığı gibi.104”
Ayrıca şu noktayı da vurgulamak benim için bir vicdan borcudur ki; Nietzsche’nin davranışlarının hiçbiri fantazi değil, hele
snopluksa hiç değil! Çünkü hayatında bedelini tam anlamıyla
ödemiştir… Sıradan insanlara borçsuz olarak ölmüştür…
Antik Grek dünyasının; kendi dışındakileri “barbar” telakki eden, köleliliği meşru gören ırkçı yaklaşımı, Batı Uygarlığı
konseptinde hiç bir zaman silinmemiştir. Toplumsal bilinçaltında daima residus105, (tortular) halinde varlığını sürdürmüştür.
101) A.g.e. sh. 252
102) Böyle Buyurdu Zerdüşt, sh.66
103) Karl Marx’ın dilin retorik gücünden, kavramların olumlu ve olumsuz anlam
yükünden yararlanarak kitleleri, hatta halen nasıl provakatif bir biçimde manipüle
edebildiğini inkâr mümkün değil! Sürüyü etkilemekle, fikirde yaratıcı olmayı birbirine karıştırmayalım! Dünya “yeni değerler” getirenlerin çevresinde döner…Marx’ın ,
Herakleitos ve Hegel’in çevresinde döndüğü gibi!...
104) Terry Eagleton, sh. 253
105) Meşhur İtalyan sosyoloğu Vilfredo Pareto ( 1848-1923)’nun kullandığı bir
kavram. Bunlar içgüdü değildir fakat, bir toplumu meydana getiren değişmeyen
86
Zaman zaman koyulaşır, kimi zaman silikleşir… Fakat her zaman varlığını devam ettirir. Nitekim günümüzde maalesef yine
aslına rücu ediyor… Şu anda Batı’da yabancıların başına gelen
aşağılanma ile başlayan, felaketler, yangınlar v.b. sabotaj olmayabilir… Fakat şunu da unutmayalım ki; farkında olarak veya olmayarak her Batı’lının olmasını istediği eylemlerdir. Dolayısıyla
bütün Batı’lılar en azından fer’î fâildir, vicdanen sorumludurlar… İnsanlar vicdanen, sadece aktif olarak, fiilin sujesi olarak
yaptıklarından değil; eylemsel olarak pasif biçimde, sadece entelektüel planda yapılmasını istediklerinden de sorumludurlar…
(Dostoyevski, Karamazof Kardeşler, Semerdiyakov’la İvan arasında geçen konuşma!)
Zübde-i âlem olan, merdüm-i dîde-i ekvân olan, âdem 106
denen mahlûk, hayvandan farklı olarak, sadece yaptıklarından
değil, niyetlerinden de sorumludurlar… ”İslam’da niyet” konusunun bağımsız olarak mütâlaa edilmesi gerekir bu noktada…
Fakat biz sadece işaret etmekle yetineceğiz… {Hz. Ömer radıyallahü anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: Ameller niyetlere göredir. Herkese niyet ettiği şey
vardır……107}
Her Batı’lı sorumludur… Çünkü Batı’da o vahşetlerin, eylemlerin gerçekleşmesine sebep olan iklimin oluşmasında fikren
rol sahibidirler... Kuşkusuz, bu tespitlerin tek istisnası: Gönülden
üzülenler! İçtenlikle telin edenler! Bütün imkân ve kabiliyetleri
ile Batı emperyalizmi ile savaşanlar! Bu arada ilahî bir ihtar seziyoruz! Batı’da çalışmaya gidenler çeşitli saiklerle, bilerek veya
bilmeyerek on yıllardır, Batı’yı kutsadılar… Hatta “Asıl İslam’ı
onlar yaşıyorlar!” gibi akla ziyan tespit ve teşhislerde bulundular.
Muhtemelen şimdi de bunları marjinal guruplara atfetme gibi
yanlış bir eğilim var. Bu tamamen gerçeklerle bağdaşmayan bir
yaklaşım… Kanında Batı Uygarlığı’nın zehrini taşıyan, üstünlük
eğilimlerdir….Belki “ kompleks” denebilir.
106) Şeyh Galip Divanı, Naci Okcu, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı, 2011, sh.64
107) İbrahim Canan, 16 / 114
87
şuuru içinde sermest, Batı’lı emperyalizmi olumlayan her Batı’lı,
bilinçaltında ırkçılık tohumları taşımaktadır… O iklim olmadan marjinal gruplar ortaya çıkamaz da, yaşayamaz da… Çarpıtılmış, istismar edilmiş de olsa Hitler’in arkasında koskoca bir
Alman idealizmi var… Sadece birkaç isim: Fichte (1762-1814),
Shelling (1775-1854), Hegel (1770- 1831), Schleiermacher
(1768-1834), Schopenhauer ( 1788-1860)….
Ayrıca önümüzdeki en büyük tuzak: Batı’nın dilek, temenni,
özlem ve hasretlerini gerçeklik yargısı sanmamız… Terennüm
ettikleri değerleri; eyleme geçirdiklerini, bizzat yaşadıklarını
sanmamız… Hâlbuki Batı gerçekleri kelimelerde kaybetti…
Batı’lı sadece düşündü, yaşamadı!... Kant felsefi antropolojisine
bir Latince atasözünü temel yaptı: Homo homini sacra res…108
Ama burada Kant olması gerekeni işaret ediyor… Olanı değil!
Müslümanlar ise Asr-ı Saadet’te temel ölçüler muvacehesinde düşündü, yaşadı… Fakat daha sonraki asırlarda temel ölçülerin emrettiği şekilde; yeniden düşünüp, yaşadıklarını kavramsallaştıramadı, yaşadıklarını düşünme kalıplarına dökemedi…
Muhasebesini yapamadı… Sadece aksiyonun sihrine kapıldı…
Onun içinde tıkandığının farkına varamadı… Varır gibi olduğu
örneklerde derinleşemedi… Çözümü sadece kanun-u kadime
dönmek sandı!... Ondan sonra da zaten atı alan, Üsküdar’ı geçti!... Osmanlı devletinin emperyalist nitelik taşımaması uygulamadaki samimiyetinin en büyük kanıtıdır, tabii sistem aksayana
kadar…
Nitekim Batı hakkındaki yargılarımızı ispat eden; XX. Yüzyıla devredilen, XX. Yüzyılın ethosunu oluşturan ırkçı okullar da
vardır sosyolojide… Arthur de Gobineau, Stewart Chamberlain, Vacher de Lapouge, Otto Ammon, Francis Galton, Karl Pearson…. v.b. Basit bir akım olmadığını sezdirmek için, isimlerini
verdim…
108) İnsan insan için kutsal bir varlıktır…
88
Fakat bunlar arasında en ilginç figür olan Arthur de Gobineau, üzerinde kısaca duracağım… Arthur de Gobineau, (18161882) çok ilginç bir figürdür: “19. Yüzyılda ileri sürülen ırkçı
kuramlar arasında özellikle Gobineau’nun kuramı çok gözde
olmuş, çok ün salmıştır. Öyle ki Gobineau’nun kuramı kendisinden sonraki ırkçı kuramlara temel ödevini görmüştür.109 ”
Tarihin ırkla yorumlanması teorisini işleyen “İnsan Irklarının
Eşitsizliği Üzerine Deneme”, isimli 1853’te yazdığı dört ciltlik
bir kitabı var… Gobineau’ya göre: {Toplumların gelişme ve yıkılmasında en önemli etken ırktır. Kendisine göre bir kavmin çözülmesi veya soysuzlaşması kavmin artık eski değerini yitirmesi
demektir. Başka bir deyimle: “Artık o kavmin damarlarında aynı
kan dolaşmamaktadır Yabancı kanların karışması ile gittikçe melezleşerek ırk değerlerini yitirmiştir.”}.
{Bu soysuzlaşmanın nedeni, “halkın damarlarında artık eski
kanın bulunmamasıdır110} Ne kadar kaba bir ırkçılık olduğunu
anlatmaya çalışıyorum. Nitekim {Kendisine göre ırklar arasında
eşitlik yoktur. “Bir takım ırklarda uygarlaşma yeteneği yoktur. Onları hiçbir çevre adam edemez.” Irklar içinde en yetenekli ve en yaratıcı olanı, beyaz ırkın özellikle “Arya” koludur. Bu
ırk ârî haldeyken gerçekten büyük mucizeler yaratmıştır.111}
Arthur de Gobineau’ya göre bugün ırklar o kadar karışmışlar, bunun sonucu olarak o kadar bozulmuşlardır ki, ıslah imkânı
kalmamıştır, gittikçe de bozulacaktır. Bunun nihayetinde: {“Milletler değil, insan sürüleri alınyazısı-yazgı olarak, uyku ile uyanıklık arasında ve uyuşukluk içinde kalacaklarından, yorgun ve
bitkin bir halde bulunacaklarından, onlar, pontins bataklarının
durgun suları içinde harap olan mandalar gibi, bundan sonra
109) N. Şazi Kösemihal, Sosyoloji Tarihi, İstanbul, Remzi kit. 1968, sh.60
110) P.A. Sorokin, Çağdaş Sosyoloji Teorileri, çev. M.M. Raşit Öymen, İstanbul,
1975, sh. I / 205
111) N. Şazi Kösemihal, sh. 62
89
hiçliğe gömüleceklerdir.” Bu toplumun ölümü ve bütün insan
uygarlığının sonudur.112}
Demek ki; Batış Felsefesi olarak nitelenen XX. yüzyıl: “Varlığımız için bir dış tehlikenin var olduğu temel duygusu ile
başlar. Tarih felsefesi çalışmaları, doğrudan doğruya tehdit
ve tehlike şuuru ile, her zamankinden çok daha fazla olarak
günün anlam ve ödevlerine yönelir.113” Endişe Çağı olarak
nitelediği XX. Yüzyıl hakkında Paul Tillich çok çarpıcı şu tespitlerde bulunur: {Yeni yüzyılın (Yirminci) başlangıcında, Batı
Avrupalıların çoğu, dünyada hâlâ her şeyin yolunda olduğu düşüncesinin huzur veren güvencesi altında yaşıyordu ve öyle ya da
böyle, akıl sahibi insan ile makinenin yenilmez birleşimi bu düşünceyi çok geçmeden gerçek kılabilirdi. Elli yıl sonra bu güvence kayboldu ve yerini yaklaşan umutsuzluk havasına bıraktı. Bu
yüzyılın ortalarında basılan üç roman, George Orwell’in 1984’ü,
C. Virgil Gheorghiu’nun 25. Saat’i, Arthur Koestler’ın Hasret
Çağı, H. G Wells’in daha önceki ahenkli iyimserlik havasının
geçip gittiğine işaret eder. “Batı Medeniyetleri” diye başlar
sözüne Gheorghiu’nun kitabındaki karakter, “25. Saat’lerine” ulaşmıştır: insanlığın kurtarılmanın ötesinde bulunduğu saate…”} Ve devam eder: {Yirminci yüzyıl ne anlama
geliyor? Bunun cevabını, ne entelektüel tarihçiler biliyor, ne
de aslında başka biri. Bilinen tek şey, Batı Avrupa’nın Dini
Çağ’dan veya Bilim Çağından niteliksel olarak farklı olan
bir çağa girmiş olmasıdır. Bizim zamanımızda, dini canlanma
gibi bir durum meydana gelmiştir fakat din hiçbir şekilde Aziz
Thomas Aquinas ve Luther’in zamanında olduğu kadar kültüre
hâkim olmamıştır. Son iki yüzyıl çok büyük bilimsel ilerlemenin meydana geldiği bir dönem olmuştur, fakat artık bilim
“kutsal inek” yani eleştirilemez bir kurum değildir. Yirminci Yüzyıl, önceki iki yüzyılın sağlamlığından, samimiliğinden ve
kesinliğinden yoksundur. On Sekiz ve On Dokuzuncu yüzyılın
112) P.A. Sorokin, sh. 209
113) Arthur Hübscher, sh.5
90
“gün ışığı dünyası” ile karşılaştırıldığında bir “gece karanlığı”,
bir “endişe çağı”dır.114}
Şöyle bir hatırlayalım: {İlk defa olarak kriz duygusu,
Rathenaus’un “Çağın Kritik’ine Dair” (1915) adlı eserinde
programlı bir ifade bulur. Hayatın genel olarak mekanikleştirilmesi, ilk defa olarak çağın en karakteristik problemi olarak görülür. Bir yıl sonra Hammacher’in “Modern Kültürün Temel Soruları“ üzerine yazdığı kitap, içinde bulunduğumuz durumun tarihi
kaynaklarını bulmaya uğraşır. Ve sonra Birinci Dünya Harbi şimdiye kadar geçer olan hayat-muhtevalarının çöküşünü yaklaştırır.
Spengler kitabının birinci cildini yazar; Spengler bu harbi, “bir
yüzyılın ve bütün yeryüzünde esecek korkunç harpler kasırgasının ilk gök gürlemesi” olarak adlandırır. “Batının Çöküşü” gelecek onyıllara karakteristik adını verir. Hemen harbin bitiminde
Paul Valery sesini yükseltir: “Artık kültürlerimizin ölümlü olduğunu biliyoruz…… Bugün biliyoruz ki, tarihin uçurumu içinde
bütün dünyalara yetecek kadar yer vardır. (1919 ) Bunlar birkaç
yıl sonra Toynbee’de hemen hemen kelimesi kelimesine tekrarlanacak olan cümlelerdir ve bunlar susup kalmayacaktır. “Gece
Başlıyor” diye Sibyll Aeneas’a seslenir… Birinci Dünya Harbini
kovalayan ilk yıllar içinde Karl Kraus, “İnsanlığın Son Günleri”
(1922’de yayınlanır) adını taşıyan binlerce sayfa tutarındaki dramını yazar. Hemen bunun ardından büyük çöküş teması İngiliz
sosyal romanını doldurur. Rose Macaulay, Galsworthys örneğine uyarak neslinin romanı olan “Aptal konuştu”yu (1923) yazar.
Bu bayan yazar, 1880’denberi süre gelen sosyal değişmeleri, dini
hareketlerin, sosyalizmin, hür düşüncenin, preraffalit romantizmin, kadın hareketinin manasız biribirini kovalaması olarak tasvir eder: Hayat bir gevezeliktir.115}
Bu zikrettiklerimiz dışında birçok isim, örnek olarak: Aldous
Huxley, Albert Schweitzer, Bertrand Russel, Karl Jaspers, Huizanga, Jean Giraudoux, H.G. Wells, Emmanuel Mounier, P. A.
114) http://www.dusuncetarihi.com/kategori/endise-cagi
115) Arthur Hübscher, sh.5
91
Sorokin, Ortega y Gasset, Jules Romain, Maritain, Berdjajew,
RichardBenz, Leopold Ziegler v.d…..
Burada farklı bir yaklaşımla da hesaplaşma gereğini duydum…. Christian Delacampagne: “20. Yüzyıl, diğer yüzyıllarla
kıyaslandığında, kabarık siciliyle dehşet dalında Nobel’i kaçırmazdı. Boş yere geçmişe bakmayalım: Dünya çapında bunca suçun işlendiği bir dönem daha göremeyiz. Rasyonel bir şekilde ve
soğukkanlılıkla organize edilmiş kitlesel suçlar, akıl sır ermez bir
düşünce sapkınlığının sonucu olan suçlardı bunlar.116” gibi tamamına katılacağımız bir tespitten sonra şöyle diyor: “Hâlbuki bu
yüzyıl, işler sarpa sarmadan önce çok iyi bir başlangıç yapmıştı.
Başlangıç açısından umut vaad ediyordu; hatta 1880 ile 1914 yılları arasında gücünün doruğunda olan Avrupa’nın iyimser olmak
için ciddi gerekçeleri bile vardı. Birinci Dünya Savaşı’ndan önceki otuz yıl boyunca tam manasıyla bir altın çağ yaşadı.117”
Bu yargılara itirazımız öncelikle yöntemsel açıdan… Tarihsel zamanla, fiziksel zaman farklıdır. Bu ayrımı yapmadığınızda
fahiş hatalara düşersiniz. Bir sosyal, psikolojik veya tarihi olayın
başlangıç ve bitişlerini, fizik laboratuarında cisimler üzerinde
deney yapar gibi tespit edemezsiniz. Dolayısıyla Birinci Dünya
Savaşı; 28 Haziran 1914 günü, Avusturya-Macaristan veliahdı
Arşidük François Ferdinand’ın Saraybosna’da bir Sırplı öğrenci tarafından öldürülmesi sebebiyle apansız başlamış bir savaş
değildir. “Birinci Dünya Savaşının sebep ve sonuçları, Fransız
İhtilâlinin ve bir çeyrek yüzyıl süren ihtilâl savaşlarının, müteakip yüzyıl içinde meydana getirdiği gelişmelerin devamlı ve tabii bir sonucundan başka bir şey değildir.118” Fransız İhtilâlinin
felsefi tasavvurlarda getirdiği yenilikler, sosyal kurumlar, gerek
genel zihniyet algısı ve “Modern dünyanın gelişmesinde bir dönüm noktası teşkil eden bu savaşın derin ve geniş sebeplerini
116) Chrıstıan Delacampagne, 20. Yüzyıl Felsefe Tarihi, çev. Devrim Çetinkasap,
İstanbul, T. İş Bankası Yay. 2010, sh.1
117) A.g.e. sh. 1
118) Fahir H. Armaoğlu, Siyasî Tarih, Ankara, SBF, Ankara, 1973, sh.409
92
görebilmek için, 1815’den sonraki gelişmelerin yeni unsurlarını
saymaya devam etmemiz gerekir.119”
Nitekim Spengler “Batını Çöküşü” isimli eserini Savaş çıkmadan önce yazmış, savaş münasebetiyle bastıramadığı için
ancak 1918’de yayınlamıştır. Demek ki gören gözler uygarlığın
zaaflarını görebiliyordu… Nitekim J. J. Rousseau (1712-1778)
nun Dijon Akademisinin 1749’daki açtığı müsabakada “İlimlerin ve sanatların ihyası ahlakın düzelmesine yardım etmiş midir?“
sorusuna verdiği: “İlimler ve Sanatlar Hakkında Nutuk” isimli
eseri; çeşitli biçimlerde isimlendirdiğimiz XX. Yüzyılın haberini
o günlerde veriyordu ve bir haykırışla bu soruya “Hayır!” cevabını veriyordu… Sırf merak uyandırmak için birkaç satır: “Sanatın tavır ve hareketlerimizi henüz kalıplara sokmamış ve hislerimize sunî bir ifade vermemiş olduğu zamanlar, âdetlerimiz
kaba fakat tabiî idi… Hep nezaket icapları, kibarlık zaruretleri
içindeyiz; hep âdetlere, usullere uymaktayız. Hiç kendi ruhumuza uyduğumuz yoktur. Kimse olduğu gibi görünmeye cesaret
edemez olmuştur… İlimlerimiz ve sanatlarımız tekâmüle doğru
gittikçe ruhlarımız bozulmuştur.120” Her ne kadar Post modern
kavramını ilk ve yaygın olarak A. Toynbee 1939 yılında kullanmış ise de, muhteva bakımından, ilk postmodernist yaklaşımın J.
J. Rousseau’ya ait olduğunu düşünüyoruz… Buna ek olarak F.
Nietzsche’nin feryatları ve…. Christian Delacampagne’ın iddia
ettiği gibi, Birinci Dünya savaşından önceki otuz yıl altın çağ değildir, hele “tam manasıyla bir altın çağ” hiç değildir…
Kuşkusuz burada takip edilmesi gerekli usûl; Birinci olarak
Christian Delacampagne hangi argümanlara dayanarak böyle bir
yargıya varıyor? İkinci olarak bu argümanların eleştirisi! Ne kadarı doğru? Ne kadarı yanlış? Askeri, ekonomik başarılar, teknoloji, tıp, eğitim, zenginleşme, özgürleşme, Aydınlanma’nın zaferi
(!) … Fakat bu yaklaşım müstakil bir çalışma gerektirir…
119) A.g.e. sh. 410
120) J.J. Rousseau, İlimler ve Sanatlar Hakkında Nutuk, çev. Sabahattin Eyüpoğlu,
MEB, İstanbul,1989, sh.18
93
Aynı zamanda sanatın, bilimsel yaklaşımın, epistemolojinin
altüst olduğu bir dönem XX. Yüzyıl… Max Planc, Niels Bohr,
Heisenberg, Einstein, Schrödinger, Pauli, Landau, Max Born ve
Kuantum Teorisi…. Newton’dan kalma mutlak zaman ve mekân
fikirlerinin paramparça olması… Bu depremin; bilimlerde, sanatta, meydana getirdiği değişiklik… Bu değişiklerin insan anlayışına, farkında olmasak da hayatımıza etkileri… İnsanın kendi
içinde çatır çatır yırtılması… Toplumun çatır çatır yırtılması…
Bireysel ve toplumsal fay hatlarının kırılarak biribiri üzerine bindirmesi…
Newton: “Tanrı görülmeksizin dünyayı yaptı ve onu yönetir
ve bize başka hiçbir Tanrıyı değil ama onu sevip ona tapınmamızı, ebeveynlerimizi ve efendilerimizi onurlandırmamızı, komşularımızı kendimiz gibi sevmemizi, ılımlı, türeli ve barışsever
olmamızı ve giderek hayvanlara bile acımamızı buyurmuştur121”
demektedir. Herbert Butterfield da: “Newton’un oluşturduğu
sistemde evren kurulu bir saati andırmaktadır. Tanrı’nın bir kez
kurmasıyla işlemeye başlayan bu makine tam bir düzen içindedir… Bu teoriyle, yerdeki ve gökteki tüm hareketlerin aynı
formülde toplandığını, aynı yasalara bağlandığını ve tüm evrenin değişmez ve birleştirici genel bir ilke çerçevesinde işlediğini görmekteyiz.122” tespitinde bulunmaktadır. Burada dikkat
edilmesi gereken, anahtar ifade “Evren… bu makine tam bir
düzen içindedir .“Bu düzenli makinanın yasalarını biz bilimle
tespit edebiliriz ve evrene istediğimiz gibi hükmedebiliriz….
Kör doğa güçlerini kontrol altına alabiliriz… İşte bu yaklaşımla
Batı bilim-tanrı’yı inşâ etti. Bilim, tanrı haline geldi! Bu günlerin, doğaya karşı söz konusu yaklaşımının oluşmasında F. Bacon
(1561-1626)’ın tutumunun başat etki yaptığını düşünüyoruz!...
1900-1927 yılları arasında doğan Kuantum Teorisi, insanlığın en büyük entelektüel atılımlarından birisidir. Einstein’ın
121) İ. Newton, Doğal Felsefenin Matematiksel İlkeleri, çev. Aziz Yardımlı, İstanbul,
idea, 1998, sh.189
122) Cemal Yıldırım, Bilim Tarihi, sh.205
94
rölativite, Heisenberg’in belirsizlik ve Bohr’un rastlantısallık
kuramları yeni ufuklar açtı. “Bu, bir başka deyişle pozitivist
bilim anlayışının kesin olarak yıkılışı anlamına gelmektedir.123 “ Çünkü elektron gibi küçük bir parçacığın konum ve hızını birlikte saptamak imkânsızdır. Bununla Newton mekaniği
paramparça oldu… O zaman en az birileri birilerini 200-300
yıl kandırdı… Demek ki bilim tanrı değilmiş!.. Evrensel süreçte görülen,”Dine Dönüş” eğiliminde veya “ikinci dinsellik
çığırı”nın başlamasında; bilimin kutsallığını kaybetmesinin, nesneleşmesinin de büyük etkisi olduğunu düşünüyorum… Fakat halen bilim-tanrının ölümünden haberi olmayanlar var! Çünkü halen daha Darwin nazariyesinden “bilimsel
gerçek” diye bahsedenler var, iştigal sahaları kuantum fiziği olan
akademisyenler arasında dahi!... Beşerin böyle garip adetleri var,
putunu kendi yapar, kendi tapar!...
Burada sanıyorum ciddiyetle mütâlaa edilmesi, tefekkür ve
teemmüle konu olması gereken bir husus var… Sıddıkî bir imana sahip olamadıkları için, Allahü Zü-l-celâl Hazretleri’ni otla,
çöple, kuşlarla, hayvanlarla, tabiattaki nizam ve intizamla
ispat etmeye kalkanlar halen hafıza renkleri ile hareket ediyorlar… Gerçekten çağdışı insanlar oldukları için, halen eski usûle
göre devam ediyorlar… Bu bağlamdaki çağdışı kavramından,
çağa taabbüd etmelerine, onun, takdirkârı, kulu kölesi olmalarına rağmen, çağı anlayamayanları kastediyoruz! Yoksa bizim
gibi, çağı hasta kabul edenlerin çağdışılığını değil!... Ayrıca ayetlerde buyrulduğu gibi bu saydığımız hususları; ot, çöp v.b. gibi
unsurlara tahfifen yaklaşmıyoruz!... Hepsinde ibretler var! Hak
Teâlâ hazretleri, hikmetlerine vakıf olmayı nasip buyursun! Ancak inanan insanlar bu hikmetler karşısında bir kere daha şükür
ederler!... Fakat bunlarla hiçbir şeyi ispat edemezsiniz! Çünkü
bu yöntem iki tarafı keskin bıçak gibidir… Çünkü bu, rasyonel iskolastik bir metafizik, ortaçağın sahalar metafiziği! Din
adına, bugüne kadar asırlardır, yıktığı yaptığından fazla olmuş123) Gencay Şaylan, Çağdaş Düşünce Akımları, Postmodernizm, Ders Notları, sh.
68
95
tur… Yani bütün meseleleri bilmece çözer gibi çözdüğünü sanır,
ama hiçbir meseleyi çözemez… İnsan bir kere bu yaklaşıma, bu
zihniyete bağımlı hale geldi mi, uyuşturucu gibi daha fazlasını
ister… Daha fazla kanıt, daha fazla kanıt!... İman mevzûunu kaybeder… Eğer siz kanıtlama gibi bir yaklaşımı usûl ittihaz edip,
temel alırsanız, eğer imanınızı bu kanıtlara muhtaç hale getirirseniz, şunu iyi bilin ki; her kanıt bir şüpheyi tetikler… İman, bu
kanıt bulma oyununun çarkları arasında ezilir, gider!... Eserle bu
kadar meşguliyet, müessire ulaşan yolu keser!
Bazı kişiler (kavramsallaştıramıyorum, acaba ‘Türkçüler’
denebilir mi? Tatminkâr değil!) Türklerin Müslüman oluşunu; eski Türk dininin İslam’a yakın oluşuna bağlarlar... ”Çünkü
Türkler, İslam’ın dışında temasa geldikleri dinlerin hiçbirisini, kendi inanç ve kültürleriyle bağdaştıramamışlardır.124” Bu
yazılı ifadeler veya lise çağlarımızda söz konusu gurubun canlı
performans olarak icra ettikleri aktiviteler de hep şu halet-i ruhiyeyi sezdim…. Kuşkusuz niyet okuma, ama sezgisel (intutional) olarak doğruluğuna inanıyorum... “Biz öyle kolay kolay, bir
Arabın getirdiği dine inanmazdık; ama bizimkine o kadar yakın
ki, onun için benimsedik!” Yoksa bu kabul, hiçbir şarta bağlı olmadan, mücerret hakikat olduğu için değil! İşte Hâlık-ı Zül Celal Hazretleri’ni kanıtlarla ispat etme telaşında olanlarda da, “Biz
kolay kolay inanmazdık, ama bu kanıtlar bizi mecbur ediyor. Ne
yapalım? Elimizden gelen bir şey yok!” Tutumu içinde görür gibi
oluyorum!... Yani şartsız, vasıtasız, pazarlıksız bir iman değil! Ve
bu adamların hepsinin korkunç enâniyet, ucb ve kibir içinde olduklarını düşünürseniz, belki de bu telaş kendi nefsâniyetlerine
karşı öz savunmaları olabilir!...
Yoksa bu ibretâmiz örnekleri kanıt olarak kullanmadan, sadece hikmetlerini düşünürseniz, Allahü Zü-l-celâl Hazretleri’nin
huzurunda bir kere daha tevazû içinde “Allahü Ekber!” diyerek
secdeye kapanırsınız… Bir kere daha size İslâm adına söylene124) G. Tümer-A. Küçük, Dinler Tarihi, Ankara, Ocak Yay. 2002, sh.79
96
cek söz kalmamış, bari Kant’ın “Problem Metafiziği” ile hesaplaşın!... İyi düşünün! Derinlikten mahrum, bu tür dilletantlık
(heveskârlık) seviyesindeki felsefe insanı dininden imanından
eder… Biraz teenni125 ile; tefahhus126, tefehhüm127 ve taakkul
128
gösterecektir ki, sizin ispat için kullandığınız tabiattaki nizam
ve intizam argümanından Batı Tanrı’yı inkara vardı… Doğadaki nizam ve intizam fikri tanrıyı gereksiz kıldı!... Bugün
gök cisimleri arasındaki çekim gücünün, aralarındaki uzaklıkların değişmesi dolayısıyla, değiştiği söylenmektedir.… Takılmışınız cehl-i mürekkeb içindeki, zavallı adamların peşine!... Biraz
İmam-ı Gazali’yi (1058-1111) teemmülât-ı amika129 ile anlamaya çalışın… Kozalite prensibinin eleştirisi konusunda niçin o
kadar ısrarcı oldu bin yıl önce!...
Bir örnek olmak üzere; hayvanlar öyle harikulade davranışlarda bulunurlar ki, insan aklı aciz kalır. Nitekim H. Bergson
da çok ilginç örnekler zikreder. Bir örnek verdikten sonra şöyle bir açıklama yapar: {Eşek arısının avını öldürmeden meflûç
edebilmesi için iğnesini tam hareket ukdelerine isabet ettirmesi
lâzımdır. Bu da arının “mahir bir cerrahlık ile haşarat âlimliğini
nefsinde cem etmiş” olmasını iktiza eder.130 } Ağzından kan
damlayan yırtıcı, vahşi bir aslanın dişleri ile yavrusunu taşırken
ki gösterdiği ihtimam; koca hayvanları parçalayıp yutan, katil bir
timsahın yavrularını şefkatle ağzına doldurup nehre bırakması… Bu ve benzeri hadiselere şahit olan Sıddıkî imana sahip bir
Müslüman içindeki yaşantıyı, deruni hayatındaki hali hiçbir kelimeye emanet edemez. Bir Müslüman tebessümü içinde, yavaşça,
sessizce haykırır: “Allahü Ekber!” Kâinattaki zerreden seyyareye
kadar, her türlü mevcûdâtın İlahî iradenin tasarrufunda olması125) İyice, etraflıca d������
üşünme
126) İnceden inceye araştırma
127) (Fehm) Yavaş yavaş anlama, farkına varma
128) Akıl erdirme, zihin yorarak anlama
129) Derinden derine düşünüp taşınma
130) M.Şekip Tunç, Bergson ve “ Manevî Kudret”e Dair Birkaç Konferans, İstanbul,
Muallim Ahmet.Halit Kitapevi, 1934, sh.40
97
nın, tezahürünü bütün varoluşu ile idrak etmenin verdiği tarifi
imkânsız bir iç yaşantı ile kulluğunun şuurunu yaşar… Tam bu
nokta; çok moda bir tabirle, dünyanın en büyük yalanlarından
biri olan, “ birey olmanın” reddidir. “Birey olma” iddiası da insanlığın ayrı bir ahmaklığı… Giydiği elbiseyi, rengini, dinlediği müziği, seyrettiği filmi v.b. bile kendileri seçemeyen bir sürü, kendi
evrenlerini inşâ iddiasındalar… Bir kere kullandığın dili bütün
teressübatı ile hazır buluyorsun!
Eğer ki ölçümüz akıl, mantık olacaksa; “nizam intizam
içinde çalışan bir doğada tanrıya ihtiyaç yoktur”a kadar da
yol açıktır!.. Veya en fazla saati kurup, artık müdahale hakkı olmayan saatçi gibi bir tanrı tasavvuru, deizm… Hz. Ali’nin mesh
konusundaki Sıddıkî zihniyetini iyi düşün! İspat için kullanılan
bütün sözde deliller şeytaniyet kokuyor… Siz ispat için kaç delil
getirirseniz, o sayının katları kadar soruya hazır olun! Kesin olmamakla birlikte; ısrarlı inkârın sonu, iman; ısrarlı ispatın
sonu da inkârdır…
Bazı düşünürlerin tarih felsefelerine geçmeden önce, onları
daha iyi anlayabilmek için, o zaman kesitinin özelliklerinin eskizini birkaç fırça darbesi ile nazarlara arz etmek istiyorum…
Bir kere şu basit gerçeği kabul edelim ki, bu XX. Yüzyıl tarih
felsefecilerinin yaşadığı: “1880’lerde Avrupa, dünya üzerinde
egemenlik kuran, onu dönüştüren kapitalist gelişmenin yalnızca özgün merkezi değil, aynı zamanda dünya ekonomisinin ve
burjuva toplumunun o güne kadar ki en önemli bileşeniydi.
Tarihte bundan daha Avrupalı bir yüzyıl olmadığı gibi, gelecekte de olmayacaktır.131” Eric Hobsbawm’ın bu tespitini
çok önemsiyor ve çok ciddiye alıyorum… Çünkü Avrupa’nın
tam Avrupalı olduğu çağda insanlığa verdiği, daha doğrusu veremediği; gelecekte de veremeyeceğinin teminatıdır. Yaratıcılığını, üreticiliğini kaybetmiş, yeni değerlerle, yeni bir toplum inşâ
etme imkânından mahrum, ruhî ve iktisadî bunalımlar, krizler
131) Eric Hobsbawm, İmparatorluk Çağı, 1875-1914, çev. Vedat Aslan, Ankara, Dost
Yay. 2010, sh. 27
98
içinde kıvranan, çırpınan Avrupa zihniyetinin, Avrupa Uygarlığının amiral gemisi emperyalist, ırkçı Amerika Birleşik Devletleri kendine ve dünyaya ne verebilecektir? Hemen ekliyorum; kan,
gözyaşı, dertler, çilelerden başka?
Batı’nın bu kısırlık, çırpınma, takallüs, kıvranma, boğulma,
bunalma, can sıkıntısının sanatta dışlaştığını görüyoruz: “Belki
de hiçbir şey, burjuva toplumunun bu dönemde içine düştüğü
kimlik bunalımını, sanatın 1870’ler-1914 arasındaki tarihinden
daha iyi açıklayamaz. Bu, hem yaratıcı sanatların, hem de izleyicilerinin pusulayı şaşırdığı bir çağ oldu.132” Fakat ben bu noktada
sanatın doğrudan doğruya felsefedeki oluşumun bir izdüşümü
olduğunu düşünüyorum… Kabaca filozof parmağını keserse
sanatkâr kolunu kesiyor… Çünkü epistemoloji tasavvurundaki
değişiklikler doğrudan doğruya obje yorumuna, evren kavrayışına etki ediyor… Bunalım felsefeleri, bunalım sanatını doğuruyor…
Ve dünyayı kana bulayan ve bulayacak olan kelimelerle ifade
edilemeyecek sonsuz ihtiras: {Fakat dünyayı daha da tehlikeli
bir yer haline getiren şey, sınırsız ekonomik büyüme ile siyasî güç
arasında, bilinçsizce kabul edilmeye başlanan örtük eşleşmeydi.
Örneğin, 1890’larda Alman İmparatoru, devleti için “güneşte bir
yer” istedi… II. William için bu deyiş, somut içerikten yoksun
bir slogan haline geldi. Bu deyiş sadece bir orantı ilkesini formülleştirmekteydi: Bir ülkenin ekonomisi ne kadar güçlü, nüfusu ne
kadar büyükse ulus-devletinin uluslararası konumu da o kadar
büyük olmalıydı. Hakkı olduğunu düşündüğü bu konum için teorik bir sınır yoktu. Şu milliyetçi deyişle ifade edildiği gibi” Heute Deutschland, morgen die ganze Welt” (Bugün Almanya, yarın
bütün dünya.)133}
Yukardaki ve takibeden birkaç alıntıyı mütâlaa ederseniz, I.
II. Dünya Savaşları insana hiç sürpriz gelmez… Yalnız burada
132) A.g.e. sh. 344
133) A.g.e. sh. 344
99
“sadece Ortadoğu’nun veya Müslümanların birbirini yediği “gibi
bir yargının ne kadar yanlış olduğu ortaya çıkar…
Henry Kissinger: “XX. Yüzyılın ilk on yılının sonunda,
yüzyıl boyunca barışı koruyan Avrupa Konferans düzeni artık
yoktu. Büyük Devletler, elli yıl sonraki Soğuk Savaş’ın yapısına
benzer şekilde kemikleşmiş iki güç bloğunun oluşmasına yönelen iki kutuplu bir çatışmanın içine kendilerini anlamsız bir körlükle atmışlardı. Ancak bir önemli fark vardı; nükleer silahlar çağında savaştan kaçınmak, en önemli, belki de başlıca dış politika
amacıydı. Oysa XX. Yüzyılın başlangıcında savaşlar, hâlâ saçma
bir nedenle başlatılabilirdi. Gerçekten de bazı Avrupalı düşünürler, belli aralarla kan dökülmesinin, temizleyici etkisi olduğunu
bile savundular ki, Birinci Dünya Savaşı, bu saf görüşün geçersizliğini vahşi bir şekilde gösterdi.134” demektedir.
Batının emperyalist ve ırkçı konseptini anlayabilmek için
Fromkin’in şu tespitini de malumun ilamı ve “açık sırlar” kabilinden sırf yabancı bir şahit göstermek için dikkatlerinize sunuyorum: “1914-1922 döneminde kararların verildiği masaların çevresinde sadece Avrupalılarla Amerikalılar oturmaktadır.
Bu Ortadoğu ülkelerinin sınırlarının Avrupa’da çizildikleri bir
dönemdi. Örneğin Irak ve Ürdün, İngiliz buluşudur ve Birinci
Dünya Savaşı’ndan sonra boş bir haritada sınırları İngiliz politikacılar tarafından çizilmiştir. Suudi Arabistan, Kuveyt ve Irak
sınırları 1922’de bir İngiliz devlet memuru tarafından belirlenmiştir. Suriye-Lübnan’da Müslüman ile Hıristiyanlar arasındaki
sınırlar Fransa; Ermenistan ve Sovyet Azerbaycan’ı sınırları da
Sovyetler Birliği tarafından çizilmiştir.135 demektedir…
Eski Genel Kurmay Başkanları’ndan İsmail Hakkı
Karadayı’nın da ilginç tespitleri var bu konuda: “Irak’la hududu134) Henry Kıssınger, Diplomasi, çev. İbrahim H. Kurt, Ankara, T. İş Bankası Yay.
1998, sh. 155
135) Davıd Fromkın, Barışa Son Veren Barış, çev. Mehmet Harmancı, İstanbul,
Sabah Yay. 1994, sh.3
100
muz dağların zirvesinden geçiyor. Bu İngiltere’nin yaptığı bir iş.
Bir yerde İngiliz parmağı varsa dikkat edeceksiniz. Bence adamlar, ileriyi düşünerek, ileride sorun çıksın diye sınırı dağların zirvesinden geçirmişlerdir. Bu hudut düzeltilmeli… Bunlar ilerisi
düşünülerek çizilmiş sınırlar. Türkiye’yi zor duruma sokacağı
hesaplanarak çizilmiş. Sadece Irak hududu değil, Suriye hududumuz da yine ilerisi düşünülerek çizilmiş. Suriye hududu öyle
bir çizilmiş ki, bizim topraklarımıza doğru bir girinti yapıyor. Ve
bu girintiden Suriye petrol çıkarıyor. Sınırın bizim tarafında ise
petrol yok. Petrol alanı hesaplanarak çizilmiş hudut. Bunu bilinçli yapmışlar136 “ Bu ve benzeri önemli fikirler izhar etmekte…
Dünyamız böyle bir XX. Yüzyıl yaşadı… İçinde bulunduğumuz XXI. Yüzyılı da bu yaşadığımız dönemi anlamadan kavrayamayız! Derinliğine nüfuz edemeyiz! Bu temellendirmelerden
sonra; eğer bazı düşünürlerin yaklaşımlarından örnekler verirsek, konunun inceliklerine daha iyi vakıf olunabileceğini düşündük! Bunun için de seçtiğimiz birkaç örnek üzerinde derinleşmeye çalışacağız!... Kuşkusuz, bu düşünürlerin analizlerinden,
teşhislerinden, çözüm yolları veya tekliflerinden, katıldığımız
yanları da olacak, katılmadığımız yanları da!... Ama en azından
problem alanlarını tam anlamıyla kavramamıza yardımcı olacaklar!...
Nikolay Y. DANİLEVSKİ (1822-1885)
St Petersburg Üniversitesinde okumuş… Rusya’nın çok fırtınalı, karmakarışık bir döneminde yaşamış… Gerçi gerek insan
hayatının, gerekse evrensel tarihin fırtınalı olmayan bir dönemi var mıdır? Bilmiyorum! Düşünmeye değer… I. Aleksandır
1801-1825 tarihleri arasında iktidardadır. Napolyon 12 Haziran
1802’de fiilen savaşa girişir Rusya’yla… 14-15 Eylül 1812’de
Moskova’ya girer… Vali Rastapçin şehrin ¾’ünü yakmıştır.
Napolyon’un başarısızlıklarının birçok sebebleri vardır… Fakat:
“Rus askerlerinin 1813-1815 yıllarında Batı Avrupa seferlerine
136) Fikret Bilâ, Komutanlar Cephesi, İstanbul, Detay Yay. 2007, sh. 114
101
iştirakleri, Rus zabitlerinden büyük bir kısmının görüş telakkilerinde ehemmiyetli değişiklikler hâsıl olmasına yol açtı.137”
Avrupa’nın siyasî, iktisadî yapısı, hürriyet fikirleri, özellikle Alman idealist felsefesi…
Bu fikirleri gerçekleştirmek için gizli cemiyetler kuruldu. {Bu cemiyetlerin ekserisi, o sırada Rusya’da çok yayılmış
olan “farmason loncalarını” andırıyordu. Fakat nihaî gayeleri
“farmason”lardan büsbütün başka idi.138} Bu gizli cemiyetlerden
önemli olanı 1816’da kurulan, “Kurtuluş Birliği”, “Refah Birliği”,
onun bölünmesinden ortaya çıkan “Kuzey Birliği”, “ Güney Birliği”…
1 Aralık 1825’de I. Aleksandır öldü, yerine I. Nikola (18251855) geçti. {I. Nikola ile Rusya tam anlamıyla bir zorbayı
“otokrat”ı tanımış oldu. Zaten “eli sopalı Nikola” yalnız kendi
ülkesini ezmekle kalmadı. Her zaman en gerici davaların hizmetine girerek; sırayla Polonya ve Macaristan’da patlak veren ayaklanmaları ezerek, Avrupa’da zaptiye rolü de oynadı. Reformlardan korkmak onda saplantı, gizlilik merakı ise hastalık haline
geldi.139}
Çar I. Nikola’ya itaati kabul etmeyenler, 14 Aralık 1825’de
Rusya’da ilk defa bir nümayiş ve ayaklanma başlatmışlardı. Fakat kanlı şekilde bastırıldı. Bu ayaklanma dekabr (aralık ) ayında
vuku bulduğu için. “Dekabristler“ adı verildi… {“Dekabristler“
hareketinin Rus zabitlerinin, yani asilzadelerin, istibdat rejimine karşı yaptıkları bir “hürriyet” mücadelesi olduğunu, bunun
“aşağı tabaka” ve halk kitlesi ile hiçbir ilgisi olmayıp herhangi bir
137) A. Nimet Kuran, Rusya Tarihi, Ankara, TTK, AKDT Yüksek Kurumu, 1987, sh.
312
138) A.g.e. sh. 313
139) Marcel Lıebman, Rus İhtilâli, çev. Semih Tiryakioğlu, İstanbul, Varlık Yay.
1968, sh. 16
102
“sınıf mücadelesi” mahiyetini haiz olmadığını söylemeğe lüzum
bile yoktur.140}
Bu arada Rusya’da Batıcı ve Slavcı düşünce akımları gelişmekte ve gizli örgütlenmeler oluşmaktadır. Bu devrimci guruplardan biri de Dışişleri Bakanlığı’nda memur olan Petraçevski
isimli memur tarafından kurulmuştu. Hem Danilevski, hem de
Dostoyevski’nin bu dernekle ilişkileri var idi. Burada muğlak bir
ifade kullanmamızın sebebi, dernek ve ciddiyeti hakkında tam
bilgiye sahip olamayışımız. Dostoyevski: “Petraçevski, budalanın, şarlatanın, gevezenin biridir. Hiçbir vakit ciddi bir iş yapamayacaktır.141” Bu ve diğer ifadeler derneğin ciddiyeti hakkında
kuşku uyandırıyor. Çar grup hakkında gizli raporun kenarına şu
notu düşüyor: “Hepsini okudum. Durum önemli. Konuşmalar
gevezelikten öteye geçmeseler bile, bunlara göz yummak, yaptıklarını suçlamamak olmaz. Senin de öğütlediğin gibi onları tutuklamak (tevkif etmek) gerek. Haydi, Tanrının izniyle, isteğin
yerine gelsin.142”
2 Nisan 1849 günü tevkifler gerçekleştiriliyor… Dostoyevski, idama mahkûm ediliyor, sonra sürgüne çevriliyor…
Dostoyevski’nin yaşadığı süreç, tam bir roman gibi fakat kaskatı
gerçek… Danilevski ise, Rus Bastille’si olan Petropavlovskaya
kalesinde yüz gün hapis yattıktan sonra beraat etmiştir.
Dostoyevski Ocak 1887’de Dekabristler ile Petraçevskicileri mukayese eden bir yazı yazmıştır: “Zaten Dekabristler
Petraçevskiciler’den sayıca çok fazlaydı ve Petraçevski örgütü
içinde varlıklı, seçkin zümreyle ilişkide olan azdı… Petraçevski
gurubu üyeleri Dekabristler’den daha eğitimli kişilerdi.143”
140) A.Nimet Kuran, sh. 319
141) Henri Troyat, Dostoyevski’nin Dünyası, çev. Leyla Gürsel, İstanbul, Nil Yay.
1966, sh.83
142) A.g.e. sh. 85
143) F.M.Dostoyevski, Bir Yazarın Günlüğü, çev. Kayhan Yükseler, İstanbul, YKK.
2001, II / 667
103
Rusya’da bu gelenek bitmez… Altmışlı yılların başında
Çernişevskiciler, yetmişli yılların başında Neçayevciler, Kazan
Olayı…. 1905’de ayaklanma… Mağlubiyete rağmen Lenin “manevra yaptık!” diyor… Ve nihayet ocak 1917 Sosyal demokrat
Krenski’nin başbakanlığı ve Ekim 1917 Bolşevik iktidarı…. Ve
gerisi malum…
Fakat Danilevski beraatından sonra hükümet memuru olarak resmi görevlerde çalışmıştır. Çeşitli eserleri vardır: Darwinizm Üstüne, Rus Rublesinin Devalüasyonu, Genel Avrupa Çıkarları (1878), Rusya ve Doğu Sorunu (1879), Büyük Rus Dili
Sözlüğü Rusya ve Avrupa isimli önemli kitabı, ilk defa 1869’da
Zaria (şafak) adını taşıyan bir Rus dergisinde bir dizi yazı olarak
çıkmış, daha sonra 1871’de kitap halinde çıkmıştır. Kitap Slavofiller ve tutucular tarafından coşkuyla karşılanmış; Batıcılar, liberaller sert eleştiriler yapmışlardır. Özellikle bu kitapla, Danilevski; Rusya’da Slavofilliğin ve daha sonra da Panslavizmin önemli
savunucularından olmuştur…
Danilevski’nin düşüncelerini etkili kılan unsurlardan biri
Rusya-Avrupa ilişkilerini temellendirme biçiminin halen güncelliğini koruyor olmasıdır. Hatta yaptığı değerlendirmenin sadece Rusya-Avrupa ilişkilerini değil, Avrupa dışı bütün ülkeler
için dahi vazgeçilemez gerçekler ihtiva etmesindedir. Danilevski
ilk olarak: “Niçin Avrupa Rusya’ya hep düşman kalıyor?” sorusuna cevap vermeye çalışmaktadır:
“Avrupa Rusya’yı kendisinin bir parçası saymamaktadır. Avrupa Rusya’da ve Slavlarda genel olarak kendisine tamamıyla yabancı bir şey görmektedir ve aynı zamanda da, Avrupa’nın Çin’i
ve Hint’i, Afrika’yı ve Amerikalıların büyük kısmını kendi imge
ve kalıbına göre yoğurup biçimlendireceği bir malzeme olarak
sömürdüğü gibi, yalnızca Avrupa’nın yararına olarak sömürülebilecek salt bir malzeme diye kullanılamayacak bir şey… Avru104
pa, Rusya’da ve Slavlıkta; yalnızca yabancı değil, aynı zamanda
kendisine düşman bir güç (ilke) görmektedir.144”
Danilevski’nin bu tespitlerini: Avrupa (Kara Avrupası yani
İngiltere ve Kuzey Amerika olarak bir bütün olarak alırsak) ve
dışındaki barbarlar şeklindeki bir genelleme yaparak anlarsak
yanlış olmaz diye düşünüyorum… Yani Avrupa ve dışındakiler… Londra Hava alanı gümrük geçişinde üç banko vardı:
İngiltere, AB ve diğerleri… Üçüncü bankonun muhatablarına
farklıydı davranışı gümrük memurlarının… Otuz yıl önce…
Nitekim bugün Türkiye’nin Avrupa Birliği ile olan serencamını
da bu bağlamda mütâlaa edebiliriz… Fakat Türkiyeli okur-yazar
takımı halen meseleyi kavrayamadığından, Niçin Yunanistan’ın
AB’ye alındığını sorguluyor ve bir türlü anlayamıyor!... Fakat
Türkiyeli okur-yazar takımı halen meseleyi kavrayamadığından,
Niçin Kuzey Kıbrıs’ın AB’ye alındığını sorguluyor ve bir türlü
anlayamıyor!... Bunlar AB’nin hangi kriterlerini yerine getirdi ki
Avrupa Birliği’ne alındı? Diye soruyorlar… Artık anlayalım, Batı
Uygarlığının temeli Antik Grek mitolojisi ve felsefesi…. Her ne
kadar coğrafî olarak Başlangıç Anadolu ve Trakya kıyıları olsa
da… Coğrafî sınırlara takılırsanız yanılırsınız! Evet, Avrupa kendi dışını tam da “sömürülecek bir malzeme“ olarak görür… İleriki bölümlerde temas edeceğiz… Batı’nın birinci özelliği ırkçılığı,
ikinci özelliği sömürücülüğü… Irkçı ve emperyalist Avrupa…
Yalnız kanaatimizce burada bir hata yapılıyor: Sol tandanslı kişiler sadece ekonomik emperyalizm olarak alırken, sağ tandanslı
kişiler sadece kültür emperyalizmi olarak alıyorlar…. Hâlbuki
kanaatimize göre; son tahlilde amacı kültürel emperyalizm
olan, iktisadî emperyalizm…
Ve Danilevski bir adım daha atıyor… Rusya Avrupa’ya ne
kadar fedakârlık yaparsa yapsın, Avrupa’nın kendi hakkındaki
nefretinin azalmayacağı gibi, bizce de doğru olan bir teşhiste bulunuyor. “ Biz herhangi bir Avrupa görüşünü ne kadar içtenlik ve
144) Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri, sh. 54
105
özgecilikle kabul etmişsek, Avrupa bizden o kadar ve derinliğine
nefret etmiştir. Bizim içtenliğimize inanmamış ve yalnızca Avrupa çıkarlarına en içten bir bağlılık olan yerde birtakım saldırgan
emperyalist planlar görmüştür. … Rusya ve Slavlıktan yalnız bir
Avrupa partisi ya da kesimi değil, bütün Avrupa partileri nefret
etmektedir… Avrupa’yı hangi çıkarlar bölerse bölsün, bütün
Avrupa partileri Rusya’ya karşı düşmanlıklarında birleşmektedirler. Bu düşmanlıkta; Avrupa papazları liberallerle, Katolikler
Protestanlarla, tutucular ilericilerle, aristokratlar demokratlarla,
kralcılar anarşistlerle, kızıllar beyazlarla, lejimistler145 ve Orleanistler146 Bonapartistlerle el sıkışmaktadır 147” Tümünün doğru
olduğuna inandığımız bu analizlerin tek yanlışı Batı düşmanlığını Rusya’ya hasretmesi… Doğru yaklaşımın Batı ve…. olduğuna inanıyoruz… 1869’da yayınlanan bu ve benzeri düşüncelerin
halen geçerliğini koruduğunu bugün de görüyoruz… Ve İslâm
dünyasının da Danilevski’nin bu Batı konseptinden öğreneceği
çok şeyler olduğunu düşünüyoruz.
Rusya Hıristiyan olduğu halde, Ortodoks mezhebine mensup olduğu için böyle bir yaklaşımın muhatabı oluyorsa, Müslümanların ayrıca düşünmesi gerekir. İslam’ın genel tasavvuru;
gayet sert, net, muhkem mümin-kâfir ayrımı bir tarafa, bari (Bakara/120) suresindeki şu ayet-i celile’ye ihlaslı bir Müslüman
gibi inanabilsek, (Müslümanlar hakkında iman konusunda temenni olur mu? İslâm hâyâ ve haysiyetine davet ediyoruz! İradî
bir eksiklik hissediyoruz! İman iktidarında bir eksiklik… İmanda eksiklik fazlalık olur mu? Olmaz… O zaman bu olan nedir?)
145) Genel olarak; tahttan indirilen bir hükümdarın yeniden tahta çıkarılmasına
taraftar olan… Özel olarak; 1830 yılında devrilen Bourban hanedanının taraftarları.
Babadan oğula geçen büyük toprak sahipliğinin çıkarlarını temsil ediyorlardı. İktidarda bulunan ve sınıf aristokrasisine ve büyük burjuvaziye dayanan orleans hanedanına
karşı mücadelelerinde lejitimistlerin bir bölümü pek çok kez toplumculuk demogojisine başvurdu ve kendisini burjuvanın sömürüsüne karşı emekçilerin koruyucusu
gibi gösterdi.
146) Fransa’da halkoyuna, zenginliğe ve yeteneklere dayanan meşrutî bir monarşinin
yeniden kurulmasını isteyenlerin partisi ya da siyasî tutumu.
147) A.g.e. sh. 54
106
birçok mesele halledilecek: “Sen milletlerine tabi olmadıkça
ne Yehud, ne Nasara senden asla hoşnud da olmazlar her
halde yol, Allah yolu de, şanım hakkı için sana vahyile gelen
bu kadar ilimden sonra bilfarz onların hevalarına tâbi olacak olsan Allah’tan sana ne bir veliy bulunur ne bir nasır148”
Bütün bunlara rağmen halen “diyalog” ve “medeniyetlerarası ittifak” gibi konseptlerde itikadî bir arıza hissediyorum… Peki, bu
sizin bildiklerinizi dinciler ve dinden bir şekilde nemalananlar
bilmiyor mu? gibi bir soru çok naiv… Çünkü mesele bilgi meselesi değil… Mesele hiçbir kınayıcının kınamasından korkmadan149 iman ve onun en azından düşünme planında tezahürü meselesi… İnsanlar oportünist, hele dinciler, hele dinden
bir şekilde nemalananlar, sadece çıkarlarını düşünüyorlar…
Fakat maddeci bir yaklaşımla “çıkar”ı sadece maddî olarak
almayın!... Bu hayasız, korkak, oportünist, imanları ile fahr
edemeyen, şükredemeyen insanlar, özellikle de dinden bir
şekilde nemalananlar, sırf üstün olma ve hükmetme, sürüye
tahakküm etmek ve şahsî güvenlik ve emniyetleri sağlamak
için imanlarını tehlikeye atmaktadırlar… Oportünizm konusunda bir bölüm ayıracağım…
Ayrıca şu noktaya da bilhassa dikkatlerinizi çekmek isterim, Ayet-i Kerime’de “millet” mefhumu geçiyor… Elmalı merhum, gayet mükemmel açıklıyor, sadece bir cümle, her meseleyi
halleder: “Meselâ Yehudîyet ve Nasraniyet bir millettir.150” Biz
politikacıları ayrı bir tabaka olarak gördüğümüz için ciddiye
almıyoruz! Muhatap da almıyoruz! Ama Müslüman ümmeti
nerede? Fikir namusuna sahip her insan, Müslüman olmak şart
değil, şunu bilir ki; İslâm ıstılahında, Kur’an ıstılahında Millet,
ümmet, din müteradif (sinonim, eşanlamlı) kavramlardır… Bu
kadar şuursuzluk olur mu? Renaissance’tan sonra Hıristiyanlığın kutsalları yerine ikame için üretilen laik, seküler kavramları,
148) “ Elmalı”lı Muhammed Hamdi Yazır, Hak dini Kur’an dili, İstanbul, Diyanet
İşleri Reisliği, 1935, sh. I/ 482
149) Maide Suresi: 5 / 54
150) A.g.e. sh. 484
107
İslâmî mefhumlarla karşılamak nasıl bir şuursuzluk? Şuurla yapıldı ise İslam’a ihanet! Ah bu dinciler! Ah bu dinciler! Ayakkabı satar gibi dini sattılar… Durkhiem’in “nation”una karşılık
bulacağız diye, Kur‘ani ıstılahlardan bu kadar kolay vazgeçmek
İslâm haysiyetine yakışır mı? İslam izzetine yakışır mı? İslâm iffetine yakışır mı? “La patrie” utanmadan nasıl “vatan” oldu? Biliyorum, okumuyorsun! Biliyorum düşünmüyorsun! Biliyorum
İslâmî hassasiyetler umurunuzda değil! Ama yine de hiç değilse,
sadece, aç bir ilmihale bak!151 Eğer zerre kadar haysiyetin varsa!
İslâmî mukaddeslerden, İslâmî tefekkürden bu kadar kolay vazgeçilir mi? Üç kuruşluk sosyolojiniz, felsefeniz için ben Kur’anî
mefhumlardan vazgeçmem! O mefhumlar benim mukaddesatımdır! O mefhumlar benim namusumdur! O mefhumlar benim ırzımdır! İslâmî tefekkürün yapıtaşları olan İslâmî mefhumlara gerekli, lâyık oldukları hürmeti ve dikkati göstermediğimiz
için sürünün anladığı anlamdaki “ırz”, “namus” ne halde takdirlerinize sunuyorum!
Bu konuda, “millet” konusunda herkes feryad etti! Fakat dinciler hariç! Onlar çok rahat! Hazmedemiyorum! Aklıma Fuzuli
merhumun, dinciler için fuzuli olan bir şiiri geldi:
Öyle ser-mestem ki idrâk etmezem dünyâ nedür
Men kimem sâkî olan kimdür mey û sahbâ nedür
Gerçi cânândan dil-i şeydâ içün kâm isterem
Sorsa cânân bilmezem kâm-ı dil-i şeydâ nedür
Vasldan çün aşık-ı müstâğni eyler bir visal
Aşıka maşukdan her dem bu istiğnâ nedür
Hikmet-i dünyâ vü mâfiha bilen arif degül
Arif oldur bilmeye dünyâ vü mâfiha nedür
151) Büyük İslam İlmihali, Ö. Nasuhi Bilmen, İstanbul, Bilmen Yay. 1986, Namaz
bahsi: 250,257, 273, 274, 275 ve 276. Maddeler..
108
Ah u feryâdun Fuzûlî incidübdür âlemi
Ger belâ-yı ışk ile hoşnûd isen gavga nedür
Merhumun affına sığınarak, şiirin derin, beni aşan tasavvufî
manasını ihmal ederek sadece birinci beyti, benim gibi insanların günlük diline çevireceğim: {Bu satırları yazdıktan sonra tekrar üzerine düşünürken, nefsime ağır geldi.” Beni aşan tasavvufî
mana”… Ve anlamadığımı itiraf ettiğim noktada, anladığını sanan sözde tarikat erbabından daha mükemmel anladığımı sezdim!.. Bu din bezirgânlarına karşı, bu İslam’ı maddî ve manevî
(Belki de ”psikolojik” daha doğru olabilir. ) istismar edenlere
karşı tevâzu’ yok! Onlara karşı kibir sahibiyiz!
Maalesef edeben doğru olmasa da, mefhumların anlamları üzerinde operasyon yaparak, şu anlamı veriyorum: “Dinciler
maddî, manevî, siyasî, bürokratik, askerî, adlî, akademik, ekonomik, ticarî iktidarın verdiği güçle öyle sarhoş oldular ki; dünyanın gerçekte ne olduğunu idrak edemiyorlar… Kendileri kimdir,
bu saydığımız iktidarı sunan sâkî kimdir, sakinin sunduğu, kendilerini kendilerinden geçiren şarabın cinsi nedir? ”Su akarken testini doldur”, diye bir atasözü var! Fakat telaşa da gerek yok! Bize
öyle geliyor ki; bu konjonktür böyle devam ettikçe, bu çeşmenin
suyunun kesilmesi söz konusu değil! Yeter ki, satacak İslâm gibi
malın (!) olsun! Düşmanına satarsın! Zaten müşteriler de onlar!
Egemenler, aktör değiştirmek isterlerse! İşin o tarafına aklım ermez! Fakat yine de sen çeşmenin başında iyi pozisyon almaya
bak! O itiş kakışta, testini kırdırabilirsin! Bir düşün! Testinden
başka bir şeyin yok! Sen de yok olursun! Tebahhur edersin! Buharlaşırsın! Hem de ve öncelikle en yakınlarının gözünde!... Aile
efradının gözünde!
Danilevski Rusya tarihinin muhasebesini yapıyor.
Avrupa’nın Rusya düşmanlığının hiçbir rasyonel temeli olmadığını, Rusya’nın ne Avrupa’yı tehdit, ne de işgal etmediğini, tersine Avrupa’nın Rusya’yı birçok kereler işgal ettiğini söylüyor.
“Avrupa’nın Rusya’ya karşı bu nefretinin nedenlerini ne kadar
109
uzun boylu ararsak arayalım, onları Rusya’nın şu ya da bu eyleminde yahut başka akıl alır olaylarda bulamayız. Bu nefrette
Avrupa’nın akla yatkın olarak açıklayabileceği bilinçli bir şey
yoktur. Gerçek neden daha derinde yatmaktadır.” Dedikten sonra bizim tarafımızdan kabulü pek mümkün olmayan şöyle bir
argüman ileri sürmektedir: “Bu neden, halklar için bir çeşit tarih içgüdüsü olan ve onları (irade ve bilinçlerine aykırı değil ise
de, buna bakmadan), kendileri için bilinmeyen bir ereğe doğru
sürükleyen, o kabile sempati ve antipatilerinin ulaşılmamış
derinliklerinde yatmaktadır. Çünkü aslında tarihin süreci, keyfî
insan planlarına göre değil (bu planlar onun ancak ikincil kalıplarını belirleyebilirler.) bilinçsiz tarih içgüdülerine göre ilerler.
Avrupa’nın Rusya’ya karşı nefretinden bu bilinçsiz eğilim, bu tarih içgüdüsü sorumludur…152”
Sanki Danilevski’yi onaylıyor izlenimi yaratan bir yaklaşım
içinde Sorokin: “Rusya ve Avrupa’nın arasında bir karşıtlığın
(antagonizm, karşıtlık A.B.) varlığı su götürmez; bilinçsiz düşünceler ve tarihsel çatışmalarla pekişen bilinçsiz tarih içgüdüsü
veya dürtüsünden kaynak alan derin kökleri olduğu kesindir.153”
şeklinde bir ifade kullanıyor…. Bugün yaygın olarak kabul edildiği anlamda; Felsefi antropolojinin insanda içgüdüyü red etme
eğiliminde olduğu ve hatta hayvanda bile bu anlamda içgüdünün tartışıldığı (Woodworth) bir konjonktürde bu tezi kabul
etmek mümkün gözükmemektedir. Nitekim Sorokin meşhur
eseri “Çağdaş Sosyoloji Kuramları” isimli eserinde: “Psikolojizm” bölümünün, “İçgüdü ile yorumlama” kısmında: “İçgüdücü
teoriler, aynı animist154 yorumlamanın saflaşmış şeklinden başka
bir şey değildir.155” dedikten sonra ekliyor: {Bu açıklama metodu
152) Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri, sh.56
153) A.g.e.sh.56
154) Sorokin adı geçen eserde: “ Ruhçuluk= animizm. Dedikten sonra; Bütün
olayların ilkel animist yorumlanması, onları orada gizli olan mystique ruhların faaliyetinin neticeleri gibi göz önüne almaktan ibarettir. Fırtına “Zeus’un faaliyetinin
belirtisidir”; ölüm, ruhun vücuttan ayrılması neticesidir; doğum, ruhun dişiye girmesi neticesidir. II / 144
155) P.A.Sorokin, Çaşdaş Sosyoloji Kuramları, çev. M.N. Raşit Öymen, Ankara,
110
gerçekte son derece basittir. Bununla birlikte, açıktır ki, bu metod esasında ruhçu açıklamanın aynıdır. Görünen fark, eskiden
kullanılan “zihin”, “Tanrı” yahut “şeytan” kelimelerinin yerlerine,
çok seçkin “içgüdü”ler terimi konmuştur. Bu açıklamaya hayret etmeli midir? Herkes insana, kendi hoşuna gittiği kadar farklı
içgüdüler dolduruyor! Bununla birlikte apaçıktır ki, buradaki
karanlığı, karanlıkla veya bilinmeyeni bilinmeyenle yahut bilinmeyeni, hiç bilinmeyenle açıklamaktan ibaret olan biri vardır.156”
Burada biraz da insanın suje veya obje olarak müdahil olduğu, diğer bir kavramsallaştırma ile beşerî bilimler alanının, nasıl
mayınlarla dolu bir alan olduğunu sezdirmeyi amaçlıyorum...
Eğer Danilevski, başka bir neden bulamadığı için, ille de psikolojik bir izah yapma ihtiyacı içinde ise, keşke, Jung’un “Toplumsal Bilinçaltı” kavramını kullansa idi, daha isabetli olabilirdi.
Gerçi o zaman da ben şöyle bir itirazda bulunma hakkını elde
ederdim ve derdim ki: Freud’un kullandığı ”Bilinçaltı” zaten
metafizik bir kavram… Rasyonel olarak, tüketici bir biçimde
çözümlenmesi mümkün değil! Metafizik bir kavrama, bir de
“toplumsal”ı eklerseniz, bilmediğiniz bir kavramı, daha koyu
bir bilgisizlik içinde bulunduğunuz bir kavramla birleştirerek ne
yaptığınızı sanıyorsunuz? Neyi açıkladığınızı sanıyorsunuz! İşte
bu bilim (!) uğruna imanlardan vazgeçiliyor!
Fakat Toynbee daha mantıklı argümanlarla kitabının, anlamlı olan “Rusya’nın Bizans’tan Devraldığı Miras” ara başlığı altında şu açıklamayı getiriyor: “Ruslar, Batının düşmanlığına,
yabancı bir medeniyetin inatçı taraftarları oldukları için maruz kalmışlar ve 1917 Bolşevik Devrimine kadar Doğu Ortodoks Âleminin bir ürünü olan Bizans medeniyetini kabul etmişlerdir.157” Toynbee’nin, sorunu, Bir kültür ve medeniyet meselesi
olarak temellendirmesine bütün kalbimizle katılıyoruz…
Kültür Bakanlığı, 1994, sh. II / 144
156) A.g.e. sh. II / 145
157) Arnold Toynbee, Medeniyet Yargılanıyor, çev. Ufuk Uyan, İstanbul, Yeryüzü
111
Batı uygarlığına karşı taarruz içinde olmayan bir ülkenin sırf
yabancı bir medeniyetin inatçı taraftarları oldukları için maruz kaldıkları düşmanlığı hesap edersek; Batı’nın Müslümanlara karşı beslediği düşmanlığı tahmin etmek güç değil! Birkaç
fırça darbesiyle asırları temsil eden bir resim: {Geçmişte, İslâm
ve bizim Batı toplumu değişik durumlar ve değişik rollerde birbirleriyle karşılaştılar. İlk karşılaşma, Batı toplumu daha henüz
“çocuk”ken ve İslâm, Arapların kahramanlık çağındaki en önemli dini iken meydana geldi. Araplar Ortadoğu’nun eski medeniyetlerini, topraklarını daha yeni fethedip birleştirmişler ve bu
imparatorluğu bir dünya devletine dönüştürmeye çalışıyorlardı.
Bu ilk karşılaşmada Müslümanlar Batı topraklarının yarısını istilâ ettiler ve az kalsın hepsini ele geçireceklerdi158” Ve
devam ediyor: “ Batının İslâm dünyası üzerine bu yoğun saldırıları, iki medeniyeti günümüzde yeniden karşı karşıya getirdi.159”
Sadece bir kaynak ve bir örnek, Luther, Türklere karşı savaşan Hıristiyanlara şöyle bir uyarı da bulunmaktadır: “Ve siz
Türklere karşı sefere çıkıyorsanız eğer, emin olunuz ve şüpheye düşmeyiniz ki, etten ve kandan olan, yani insan olanlara karşı savaşmıyorsunuz. Biliniz ki, siz büyük bir şeytan
ordusuna karşı savaşıyorsunuz; çünkü Türk’ün ordusu aslında şeytanın ordusudur.160” Bu metinlerde “Türk”, “İslâm”la
eş anlamlı kullanılıyor. Siz hesap edin Batı’lılardaki Müslüman
algısını!....
Danilevski’ye göre; Avrupa coğrafi bir birim değildir. Avrupa
Germen-Roma uygarlığının kendisidir. Yalnız bu noktada Batı
Uygarlığının evrensel bir uygarlık olmadığını, sadece uygarlıklardan biri olduğunu ileri sürer ki, daha sonra Spengler de karşılaşacağız bu düşünce ile Danilevski’nin kitabı yazdığı tarihte
Yay. 1980, sh. 163
158) A.g.e. sh.177
159) A.g.e. sh. 179
160) Leyla Coşan, Tanrım Bizi Türklerden Koru, İstanbul, Yeditepe Yay. 2009,
sh.188
112
bu yargı doğru olabilir. Ama ne var ki, bugün bu yargıyı düşünmemiz gerekiyor. Eğer Batı Uygarlığı batmayacaksa ki, biz çöküş
içinde olduğunu iddia ediyoruz, evrensel bir uygarlık olabilir…
Danilevski’ye göre; Rusya’nın tarihi oluşum çizgisi Batı’dan tamamen farklıdır.” Rusya ne skolastiğin baskısını tanımış ne de
modern bilimi yaratan düşünce özgürlüğünü bilmiştir. Kısacası,
Rusya Avrupa’nın iyiliğinden de Avrupa’nın kötülüğünden de
pay almamıştır. Yaşam ve etkinlikleri, Avrupa’nınkilerden tamamıyla ayrı olmuştur.161”
Danilevski, Zaria’daki yazısında tarih-kültür tip veya uygarlıkların belli başlı gelişim ve değişim yasalarını beş madde de
toplar, 3. yasası şöyle demektedir : “Belli bir tarih-kültür tipinden bir uygarlığın temel ilkeleri bir başka tarih-kültür tipinin
halklarına aktarılamaz. Her tip, -kendinden önceki yada kendisiyle hem zaman- yabancı uygarlıkların çok ya da az etkisi altında
kendi uygarlığını yaratır.162 “ Bu satırlar 1869’da yazılmış… Eğer
Danilevski gibi analitik zekaya sahip bir insan, bugün yaşasa idi,
bu kanaatlerinden en azından şüpheye düşeceğini ve hatta döneceğini iddia ediyorum… Nitekim Sorokin de şöyle bir tespitte
bulunur:” {Danilevski’nin üçüncü yasası, şimdilerde ağır basan
“kültüre girme” (acculturation) ve taklit kuramlarıyla keskin bir
biçimde çelişmektedir163” Bu konuyu da içine alan “Oportünist
Değişimin Aktörleri” başlığıyla bir bölüm açmayı düşündüğüm
için burada kesiyorum…
Danilevski’nin 5. Yasası: “Tarih-kültür tiplerinin gelişme çizgisi, büyüme dönemi sınırsız olarak sürüp giden, fakat çiçeklenme ve meyve verme dönemi nispeten kısa olan meyvelerini bir
kerede döküp tüketen çok uzun ömürlü ağaçların gelişme çizgisine benzer.164” Danilevski’ye göre Avrupa şimdiden (1869) gerileme dönemine girmiştir. Aslında gerileme on yedinci yüzyılda
161) Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri, sh.57
162) A.g.e.sh.63
163) A.g.e. sh. 65
164) A.g.e. sh.63
113
başlamış, çöküşün ilk belirtileri son on yıllarda ortaya çıkmaya
başlamıştır. Çöküşün işaretleri: Avrupa yaratıcılığının zayıflaması, kuşkuculuğun artması, Hıristiyanlıktan çıkılması, Avrupa’nın
sadece siyasal ve ekonomik alanlarda değil, kültür alanında da,
iktidar ve egemenlik için duyduğu doymak bilmez ihtiras…
Avrupa’nın yaratıcı güçleri zayıfladıkça, dünya egemenliği için
tutkusu daha da artmaktadır… Birleşmiş Avrupa ile ancak birleşmiş Slavlığın savaşabileceğini söylemektedir.
Sorokin, Danilevski’nin eserini değerlendirirken son olarak:
“En yüksek dereceden bir siyasal risale olarak başlayan bu yapıt,
siyasal savlarını öyle bir ölçüde ortaya koymuştur ki; tarih felsefesi ve kültür sosyolojisi üstüne parlak bir inceleme olmuş ve olağanüstü keskinlikte, özü itibariyle de doğru bir siyasal kehanet
ve önceden kestirme parçası olarak son bulmuştur. Bu kitabın
siyasal kesimlerini okurken, Danilevski’nin Rusya-Avrupa ilişkileri ve ilişkilerin geleceği üstüne görüşleriyle Sovyet hükümetinin aynı konudaki görüşleri arasında dikkate değer bir benzerlik
olduğunu görmeden edemeyiz. Sovyet hükümetinin güttüğü
politikalardan ve siyasal propagandasından Marksist terminolojiyi ve daha birkaç önemsiz ayrıntıyı kaldırırsak, Rus-Avrupa
ilişkileri üstüne Danilevski’nin ve Sovyet önderlerinin ideolojileri, özlerinde birbirlerine benzerler. Böylelikle, bu bakımdan en
tutucu bir Slavofil ile Komünist Politbürosu ve Enternasyonali
el sıkışmaktadır. İnsan, bunlardan daha garip yatak arkadaşları
düşünemez!165”
Ek olarak Dostoyevski’nin, Danilevski’ye karşı bir polemiğinden kısa da olsa bahsetmenin yararlı olacağını düşünüyorum.
Dostoyevski, Kasım 1877’de, “Bir Yazarın Günlüğünde” yazdığı bir yazıda Danilevski’yi biraz da acımasız olarak nitelenebilecek bir üslûpla eleştirir. Konu bizim için büyük bir hicrân olan
93 harbi… Veya 1877-1878 Osmanlı- Rus Savaşı… Sultan II.
Abdülhamid’in karşı olmasına rağmen, özellikle Mithat Paşa ve
165) A.g.e. sh. 71
114
Damat Mahmut Paşa, Redif Paşa gibi devlet adamlarının sebep
olduğu bir faciadır. Ruslar Ayastefenos (Yeşilköy)’a kadar gelmişlerdir. Bizimle ilgili olan kısmın sebep olduğu hicrânı gönlümüze gömerek Dostoyevski’ye dönüyoruz… Savaş 4 Nisan 1877’de
Rusların Eflak ve Boğdan’a girmesi ile başlamıştır. Dostoyevski,
yukarda andığımız yazısında halen savaş devam ederken; İstanbul, Kars ve Erzurum’un kendilerinin olması gerektiğini yazar.
Dostoyevski’nin şikâyetçi olduğu kişi kendi ifadesi ile “bundan
sekiz yıl önce Rusya ve Avrupa adlı harika bir esere imza atan
Nikolay Yakovleviç Danilevski’dir.” Dostoyevski, pek ayrıntıya
girmeyeceğim dedikten sonra, Danilevski’nin, Ruskiy Mir gazetesinde dizi halinde yazdığı yazıda, “İstanbul’un zamanla bütün
Doğu halklarının ortak kenti olması gerektiği sonucuna varıyor.
Bu topluluklar Ruslarla birlikte İstanbul’a eşit hak temeline dayanarak sahip olacaklarmış. Böyle bir yaklaşım bence şaşırtıcı.
Ruslar ve Slavlar arasında nasıl bir eşitlik söz konusu olabilir?
Aralarındaki eşitliği kim kılacak peki?166” Ve Dostoyevski sanki
nara atar: “İstanbul bizim olmalıdır, evet, İstanbul Ruslar tarafından fethedilecektir, Türklerden bize sonsuza dek geçecektir…
İstanbul’a, Boğazlar’a ve körfezlere sadece Rusya sahip olacaktır.167”
Dostoyevski yine devam ediyor: “Evet, bu büyük Hıristiyanlık davası, bu yeni Hıristiyanlık ve Ortodoksluk hareketi şu anki
savaşla başlamıştır; ancak N. Y. Danilevski hâlâ buna inanmıyor… İnanmıyor, bu açık, çünkü İstanbul’a sahip olmayı şimdilik kimsenin, Rusya’nın bile hak etmediğini düşünüyor.168”
Bu ifadelerden Danilevski’nin bu konuya kayıtsız olduğunu sanmayın, sadece Dostoyevski’den biraz daha teenni ile soğukkanlılıkla hareket ediyor. Danilevski’nin argümanını yine
Dostoyevski’den öğreniyoruz: “İstanbul’un Ruslar tarafından
166) F.M. Dostoyevski, Bir Yazarın Günlüğü, çev. Kayhan Yükseler, İstanbul, YKY,
2001, sh. II / 1029
167) A.g.e. sh. 1030
168) A.g.e. sh. 1033
115
işgal edilmesine birçok Avrupa devleti kesinlikle karşı koyacaktır.169”
Dostoyevski Batı’nın dinî konumunu şöyle değerlendirir:
“Batı’da artık gerçek Hıristiyanlık ve gerçek kilise mevcut değildir. Belki hâlâ birçok Hıristiyan vardır ve bunlar hiçbir zaman
yok olmayacaktır. Fakat Katoliklik artık gerçek Hıristiyanlık olmaktan çıkmış, soysuzlaşıp bir çeşit putperestliğe dönüşmüştür.
Protestanlık ise Ateizme doğru inmekte ve sağlam ahlâk kuralları
yerini titrek, sulu, dönek bir ahlâka bırakmaktadır.170”
İnsan değerlendirmesi de şöyledir: {Bu adam, Bir Rus ama
“Avrupalı” bir Rus. Ve bir çokları, pek çokları gibi Avrupalı olmaya aydınlanarak değil ahlâkını yitirerek başlamıştı. Evet, bu
şekilde ahlakını yitirmek, birçok kere bizce Rusları Avrupalılaştırmanın en emin yolu olarak görülmüştür.171”
Avrupa’nın geleceği hakkında çok kötümser: “Sizin o
Avrupa’nız genel, evrensel ve korkunç bir felâketin ve yıkılmanın
eşiğindedir… Artık bu uygarlık küçük desteklerle kurtarılamayacaktır. Kimsenin düşünemeyeceği bir şeyler olacaktır. Bütün
parlamenterlik, bu günlerde ortaya sürülen bütün içtimaî teoriler, bankalar, bilim, Yahudiler, hepsi bir anda yok edilecek ve
hiçbir izleri kalmayacaktır. Belki Yahudiler hariç. Çünkü onlar o
zaman bile, bu yıkılmayı kendileri için kârlı kılacak bir hareket
tarzı bulurlar. Bütün bunlar yakındır, kapımızdadır. Gülüyorsunuz değil mi? Gülmek iyidir. Tanrı size bunları kendi gözünüzle
görmeniz için uzun ömürler versin. İşte o gün şaşıracaksanız…
Yaşadığımız yüzyılda ve beki de önümüzdeki on yıl içinde
kopacak olan savaşa bütün güçler katılacaktır.172” Bu ifadeler,
tahminler, öngörüler 1880 yılına ait…
169) A.g.e. sh. 1034
170) Dostoyevski, Batı Çıkmazı, çev. Ülker Bilgin, İstanbul, Dergâh Yay.1975, sh. 51
171) A.g.e. sh. 60
172) A.g.e. sh. 83
116
OSWALD SPENGLER (1880-1936)
Avrupa ve Amerika’da büyük yankı ve etkiler yaratan
Spengler’in Batının Çöküşü isimli eseri 1911-1914 yılları arasında yazılmış, ismi 1912’de kararlaştırılmış, araya harb girdiği için
ancak Temmuz 1918’de yayınlanmıştır. Yukarda işaret ettiğimiz
gibi, Avrupa tarihinin çok karışık dönemine tekabül etmektedir.
173 nolu dipnotta zikrettiğimiz kitapta Dostoyevski 1880 yılında, on yıl içinde bir dünya savaşı beklemektedir. Spengler, XX.
Yüzyılın hemen hemen tüm ‘çöküş’, ‘endişe’, ‘politik romantizm’,
‘makineleşme’, ‘modernite eleştirileri’ ve ‘Doğu-Batı’ tartışmalarında çok önemli bir yere sahiptir… Bu çağ birçok özellik bakımından, aşırılıklar, zıtlıklar, çelişkiler yüzyılı.
Gerçekte yazar 1911 yılında günlük siyasî olayları ve onların mümkün gelişmelerini not etmeye çalışırken: “O zamanlar I.
Dünya Savaşı hem olması yakın olan, hem de tarihi bunalımın kaçınılmaz dış belirtisi olarak gözükmüş ve çabam onu geçmiş yılların değil de geçmiş yüzyılların ruhunu inceleyerek anlama173”ya
dönüşmüştü. Spengler böyle bir yaklaşımla meselenin üzerine
eğilince; içinde bulunduğu dönemi basit, sıradan bazı nedenlerle açıklamanın mümkün olmadığını, kökleri yüzyıllarca eskiye
dayanan bir tarihî safha değişimi olduğu kanaatine ulaşıyor ve
daha sonra açıklamasını yapacağı argümanlarını genel olarak sıralıyor: “Sanatın çöküşünü ve bilimin zayıflayan nüfuzunu; büyük şehrin (megalopolis) kırsal bölgelere karşı zaferinden ileri
gelen çocuksuzluk ve nüfuz azalışı gibi ciddî meseleleri; dalgalanmakta olan bir dördüncü sınıfın toplumdaki yerini; maddeciliğin, sosyalizmin parlamenter hükümetinin buhranını; devlete
karşı ferdin durumunu; özel mülkiyet ve onunla bağlantılı olan
evlilik meselelerini düşünün. Aynı zamanda, tamamen değişik
bir saha gibi görünen halk psikolojisi konusunda, mitosların, sanatların, dinlerin ve düşüncenin başlangıçları ile ilgili muazzam
çalışmaları düşünün, üstelik bu çalışmalar artık ideal değil de ke173) Oswald Spengler, Batının Çöküşü, çev. G. Scognamillo- N. Sengelli, İstanbul,
Dergah, 1997, sh.60
117
sinlikle morfolojik bir açıdan yapılıyor.174” Bu sayılan unsurların
analizinden sonra da, dar manada bütün dünyaya yayılmış olan
Batı Avrupa Kültürünün çöküşünün incelenmesi…
Spengler; yöntem konusunda devrimsel bir değişiklik yaptığını söyler… Ve bu değişimi tarih alanında Kopernik’in keşfine benzetir. Demek ki önce Kopernik (1473-1543)’in keşfini
ve önemini anlamamız gerekiyor… Ayrıca Kopernik vesilesiyle
şunu da ifade etmek isterim ki; felsefenin ve bilimlerin gelişmesi
için özgür siyasî, toplumsal bir ortamın, iklimin olması gerektiği
savı da çok naiv bir yaklaşım… İndirgemeci bir yaklaşım... Nitekim insanlık tarihine, en azından Batı Tarihi oluşum sürecine
baktığımızda bu savın ne kadar üstünkörü, yalınkat sıradan bir
konseptin ürünü olduğunu görürüz… Hiç değilse Protagoras
(482-411)’ın, artık modalaşmış olan, sıradan insanların bile bildiği Sokrates ( 469-399) ’in hayatını inceleyin…
Bu arada yine aynı naiv, çilesiz, kolaycı, indirgemeci bir mantığın eseri olan; İmam-ı Gazâlî Hazretlerinin İslâm felsefesi ve
tenkidî düşünceyi engellediği (yok ettiği?) gibi bir iddiayı kabul
edilebilir, hatta ciddî bulmuyorum… Çölde yağmurlar seller
meydana getiriyor… İnsanları ve önüne çıkan her nesneyi silip süpürüp götürüyor… Güçlü bir kum fırtınası çöllerde bütün yolları kapatıyor… Greyderler hazır bekliyor yolları açmak
için… Çölde fırtınalar doğayı değiştiriyor… Bir saat önceki tepe
yok olmuş, fakat farklı yerde yeni tepeler oluşmuş… Bu nasıl bir
akım ki, İmam-ı Gazâlî Hazretlerinin beyin teriyle boğulup, yok
oluyor… Bu arada beyin terinin beslendiği ihlaslı bir gönülden
fışkıran imanı da ihmal etmeyelim… Ama sizin filozof dedikleriniz eğer Russel’ın nitelediği gibi birer “commentators” 175 ise,
kızgın bir zemine düşen bir su katreciği gibi buharlaşıp giderler,
yok olurlar… Doğruyu bulmanın gerek şartı; yargılarımızda çilesizlikten, ucuzculuktan kaçınmak…
174) A.g.e. sh. 61
175) Bertrand Russel, History of Western Philosophy, London, G. Allen-U. Unwın,
1965, p. 420, 487
118
{Bilimde ilk büyük değişikliği ortaya koymak için, sakin ve
saklı çalışıyordu. Gerçekten otuz üç yıl hiç durmadan çalışması
sonucunda Kopernik dinle bilim arasında büyük bir yarık açan
düşüncesini ortaya attığı zaman, bilimle din arasındaki büyük savaşta başlamış oldu. Bu düşünce, bu keşif bir küçücük cümleyle
özetlenebilir: “Dünya güneşin çevresinde dönüyor.”176} Bugün
bir ilkokul öğrencisinin bile sıradan bir doğru olarak kabul ettiği
bu yargı devrim yaratıyordu.
Tepki biraz az oldu… Çünkü uzun zaman Kopernik tarafından yazıldığı sanılan, hâlbuki tepkiyi absorbe etmek için teolog
Profesör Osiander’in yazdığı önsözde; öğretinin ciddi olmadığı,
karşıtlarının da gerçek olabileceği, bir varsayımdan, matematik
spekülasyondan ileri gitmeyeceği ifade edilmişti. “Kopernikus
öğretisinin getirdiği yenilik, çok büyük ve günü için tehlikeli bir
devrimdi, çünkü binlerce yıldan beri inanılan ve kilisenin resmi
görüşü olan bir evren tasavvuru altüst ediliyordu. Yeni teori, geosentrik bir anlayış yerine heliosentirik bir anlayış koyuyordu:
Aristotales –ptolemaios sisteminde bütün gök cisimleri evrenin
merkezinde bulunan ve kendisi duran Yer’in etrafında hareket
ediyordu. Kopernikus ise, şimdi bu tabloyu tersine çeviriyor, güneşi ortaya koyuyor, içlerinde bir de kendi ekseni üzerinde dönen gezegenleri güneşin etrafında döndürüyordu. 177” Kuşkusuz
bu tasavvur yıllarca önceden yavaş yavaş oluşmuştu. Nitekim
Spengler: “Kopernik’in yerin güneşin çevresinde dönme nazariyesi, 1322 tarihli bir el yazması kitapta tersîm edilmiştir.178” bilgisini veriyor. Şu noktaya bir kere daha dikkat çekmek istiyorum:
{Kopernikus’un bu öğretisi Hıristiyanlık için tehlikeli bir gelişme idi… Kopernikus’un bu sistemine sert tepki gösteren Martin Luther, “Bu aptal bütün gökbilimi tersine çeviriyor.” diyecek
kadar ileri gidiyordu. Bir başka reformcu Jean Calvin ise eski
sistemin “kutsallığına” işaretle, “Kopernik’in otoritesini Ruhü’l
176) A.Adnan Adıvar, Tarih Boyunca İlim ve Din, İstanbul, Remzi kit. 1994, sh. 124
177) Macit Gökberk, sh. 272
178) Oswald Spengler, İnsan ve Teknik, çev. Kâmil Turan, Ankara, Töre-Devlet Yay.
1973, sh.85
119
Kudüs’ün üstüne çıkarmaya kim cesaret edebilir?“ diyerek konuyu dinsel bir boyutta değerlendirme yolunu seçiyordu.179”
Astronomideki bu değişikliğin felsefe üzerindeki etkilerine gelince: Bir kere başta kilise olmak üzere, bütün otoritelere
karşı başlayan güvensizlik duygusu daha da pekişiyordu. İnsanlığın yaşadığı postmodern konseptin yolları çok öncelerden döşenmeye başlamıştı.. İkinci olarak; düşünülsün ki, yerin merkez
olduğu (geosentrik), gökcisimlerinin ve güneşin yerin etrafında
döndüğü bir evren tasavvuru… Yani insan evrenin merkezi olan
yer üzerinde yaşayan kutsal bir varlık… Fakat Kopernik sistemi ile evren güneş merkezli (heliosentirik), sonsuz sayıda gök
cisminden oluşmuştur. Yer de bu sonsuz sayıdaki gök cisimlerinden biridir… Böylece insan kutsal yer üzerindeki, kutsallığını
kaybediyordu….
Nitekim Blaise Pascal (1623-1662)’ın şu yaklaşımında Renaissance Tabiat Felsefesinin evren tablosunun etkili olduğunu
düşünüyorum: “Buna göre insan, ne müthiş bir canavardır; ne
büyük yenilik, ne müthiş bir ucûbedir, ne büyük bir harikadır,
tüm nesnelerin yargıcıdır, bön bir solucandır, doğrunun yöneticisi, bilgisizliğin ve yanılgının lâğımıdır. Evrenin şatafatı ve aynı
zamanda pisliğidir.180” Son cümlenin farklı bir tercümesi de:
“evrenin şuuru ve yüzkarasıdır.181” Nitekim insan gittikçe kendi
kendini daha fazla sorun yapmaya başlıyor…
Spengler, Batı Avrupa tarih şemasını inanılmayacak kadar
yavan ve anlamsız bulmaktadır. Onun basit doğrusal ilerleyişi…” İ.S. On dokuzuncu Yüzyıl bize İ.Ö. On dokuzuncu Yüzyıldan çok daha önemli görünmektedir; ama Ay da, Jüpiter ya
da Satürn’den çok daha büyük görünür! Doğa bilimcisi bu göreli
uzaklık aldatmacasından kendini kurtaralı çok olmuştur, tarihçi
179) A. Taşkın-M. Becermen, Felsefe Tarihi-II, Ankara, Sentez Yay. 2013, sh. 33
180) Wilhelm Weischedel, Felsefenin Arka Merdiveni, çev. Sedat Umran, İz Yay.
1993, sh. 177
181) Araştırma, DTCF Felsefe Dergisi, I. Cilt, 1963, sh. 254
120
ise hâlâ ona mahkûm kalıyor”. ...Spengler, bunun yerine, tarihte
“Kopernikusçu görüşü” getirmektedir. –Buna göre, Hint, Babil,
Meksika, Çin, Mısır ve Araplarınki gibi öteki Yüksek Kültürler
karşısında Batılı ya da Klasik kültüre ayrıcalıklı bir durum tanınmaz ve her Yüksek Kültür, tarih şeması içinde Batılı ya da Klasik
kültüre eşit önemde sayılır.182”
“Büyük kültürlerin, bütün dünya olaylarının merkezi olduğu
farz edilen, bizim etrafımızda yörüngeler takip etmeye zorlandıkları bu Batı Avrupalı tarih planının en uygun belirtme şekli
Batlamyus sistemi’dir. Bu eserde onun yerine öne sürülen sistemi ben tarih alanında Kopernik keşfi olarak sanıyorum, bundan ki Hint, Babil, Çin, Mısır, Arap, Meksika kültürlerine karşıt
olarak Klasik veya Batı kültürüne herhangi bir mümtaz mevki
tanınmıyor. Dinamik oluşun ayrı dünyaları olan bunlar, tarihin
genel görüntüsü içinde kitle olarak, Klasik kültür kadar değerli
hatta sık sık, ruhî yücelik ve gelişme gücü yönünden ondan daha
üstün.183” dedikten sonra ekler: {İnsanın bütün gerçeğini aşırı bir
uzaklıktan yeniden gözden geçirmek, tarih alanında Kopernik’i
taklid etmektir… Gerçek tarihi görüş için kesin kelimeler “doğru” ve “yanlış” değil, “derin” ve “yüzeyde”dir.184}
Oswald Spengler’in bu yaklaşımı kanaatimize göre; emperyalizmin temeli olan ırkçılığa ve oryantalizme185 karşı çok ciddi bir polemiktir. Aynı zamanda sosyolojinin ve antropolojinin
kurgulaması ve uydurması olan primitive-toplum (ilkel toplum)
yalanına karşı bir öfke patlamasıdır… Nasıl ki Renaissance’ın
tabiat tablosu ile insan ve yerin kutsanması sona ermişse; aynı
şekilde Spengler’in bu yaklaşımı ile Batı uygarlığı ve insanının
182) Pitirm A. Sorokin, Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri, çev. Mete Tuçay,
Ankara, Bilgi Yay. 1972, sh.73
183) Batını Çöküşü, sh. 31
184) A.g.e sh. 103
185) Bu çok önemli konuda iki eseri hatırlatmakla yetineceğim: Edward W. Saıd,
Şarkiyatcılık, çev. Berna Ülner, Metis, 1999 ve Editör: Aytaç Yıldız, Oryantalizm,
Doğubatı, 2007
121
hegemonyasının hiç değilse entelektüel planda sona ermesi gerekir… Hiç kimse tahtını kolayca, isteyerek terk etmez, o zaman
iş büyük çapta bu uygarlığın dışındakilere düşüyor… Hafıza
renklerimizden arınarak, nesnel bir yaklaşımla Spengler’in getirdiği konseptle düşünürsek, Antik Grek insanlığın altın çağı
değil ve onunla başlayıp günümüze kadar gelen Batı uygarlığı da
doğrusal bir ilerleme içinde değil!... Batı uygarlığı dışındaki toplumlar da insan yiyen yamyamlar değil… Merkez kutsal, periferi
dışkutsal değil!
İnsanlar düşünürken bir takım hatalı yöntemlerden dolayı
yanlış sonuçlara varırlar… Bunların bazıları “Mantık Yanlışları”
dır, bazıları da özellikle psikolojik ihtiyaçlardan doğan tutum
yanlışlarıdır… Homosantrizm (insan merkeze koyması), etnosantirizm (insanın mensup olduğu, soy, kabile, aşiret, ulusu
merkeze koyması) ve geosantirizm (yeri merkeze koyması) …
Bütün nutuklardaki, kitaplardaki iddialarına rağmen; Batı bu hatalardan kurtulamadığı gibi, aksine tüm dünyaya da bulaştırdı…
İnsan dilek, temenni, özlem ve hasretlerinin türküsünü söyler…
Bizim gibi ahmaklar da gerçek sanır…. Batı asırlardır ve halen
olmak istediğini terennüm ediyor. Biz olduğunu anlıyoruz…
Batı’lı bütün evrenin insan (“İnsan”, sadece“kendisi”dir.) için
yaratıldığına inanır… Onun için sonsuza kadar onu istismar
eder… Yer, yer altı (nükleer atıkları düşünün), gökyüzü, denizler
çöplük oldu… (Homosantirizm), her bakımdan; bilim, felsefe,
teknoloji, insanlık, en mükemmel kendisidir. (Etnosantirizm),
bütün evrenin merkezi, değerler bakımından yeryüzüdür. (Geosantirizm)
Genel olarak bizim dışımızdaki bir insanın bize yabancı olan
eylemini derhal mahkûm ederiz… Hiç düşünmeyiz o insanın
böyle bir eylem gerçekleştirmesinin sebebi nedir? Niçin bizim
davranışlarımız “en iyi”? “İyi” nin ölçüsü nedir? Niçin bizim dışımızdaki değerler ve davranışlar hep “tuhaftır”? Hep “gülünçtür”?
Hep tahfife, hatta tahkire, alay edilmeye layıktır? Ben, ailemiz,
122
mahallemiz, okulumuz, takımımız, aşiretimiz, sülalemiz, ulusumuz, değerlerimiz, geleneklerimiz, uygarlığımız, kültürümüz?
Hepsi kutsadığımız, “kutlu” kabullerimizdir… Hepsi “değer
yargıları”mızdır!... Peki, hangi hakla “gerçek yargıları” olduklarını iddia ediyoruz?
Artık şu anda Batı’nın kurguladığı; bilim telakkisini nesneleştirerek, istismar ederek sadece kendi açısından inşâ ettiği bilimi ve tarihi sorgulama imkânına sahibiz. Şu kadarını da itiraf
edelim ki; Batının pseude (sözde, yalan) bilim, kültür, tarih algısına karşı çıkanlar da Batı’lılar… Nitekim gerek fiziki, gerekse
kültürel antropolojide tarafsız olmaya çalışan sesler yükselmektedir… Bunların tek tek eserlerinin analizi amacımızı
aşar… Ben çok önemli bazı yazarların, değerli bulduğum bazı
kitaplarını sadece isim olarak vereceğim… James G. Frazer (Altın Dal, Dinin Folklorun Kökenleri I-II ), Bronislaw Malinowski
(İlkel Toplum, Bilimsel Bir Kültür Teorisi; Büyü, Bilim ve Din),
Ruth Benedict (Kültür Örüntüleri, Krizanten ve Kılıç), Claude
Levi-Strauss (Yaban Düşünce, Irk Tarih ve Kültür, Hüzünlü Dönenceler) ve Clark Wissler…
Ne garip bir memlekettir, şu bizim cennet (?) yurdumuz? Bir
ortaokul, lise öğretmeninin branşına göre okutacağı asıl dersler,
bir de yardımcı dersler vardır… Başka derslere giremez… Haftada maaş karşılığı 15 saat, 6 saat mecburi ücretli, 9 saat ihtiyarî ücretli olmak üzere, en fazla 30 saat ders okutabilir… Devlet diyor
ki, daha fazla ders okutursan faydalı olamazsın… Fakat Türkiye
Cumhuriyeti Üniversiteleri’nde asıl ders, yardımcı ders ayrımı
yoktur, ücret almak için bir öğretim görevlisi haftada 40 saat, öğretim üyesi 42 saat her dersi okutur… Ders olmasa da bir şekilde icat edilir… Biliyorum, ben insanlarımı tanırım… Şimdi bazı
geri zekâlılar (!) anlayamayacak, nasıl olur? diyecekler. Bal gibi
olur… Çünkü lise öğretmeni okuyup anlatır (biraz onlara da
zülm ediyorum gibime geldi, ama…! Lütfen bir tatil günü gözlem için bir öğretmen evini ziyaret edin!) , üniversite öğretmeni
123
okumadan anlatır veya anlattırır! Yani birincisi kesbî, ikincisi
vehbî… Yani birincisi dökme suyla dönüyor, ikincisi kudretten…, Literatür takip eden, Görevini elinden geldiği kadar
yapmaya çalışan, gündüzünü gecesine katan, üreten, meslek
ve fikir namusuna sahip çilekeşleri tenzih ediyorum… Öyle
bir çark ki, dışına çıkamazsınız… Sorulabilecek, antropoloji v.b.
konularla ne ilgin var? sorusuna cevap vermek için anlattım hep
bunları!... Biz de okuturken, okuduk bu konuları; öğretirken, öğrendik… Yüzsüzce uydurduğum bir vecizeyi nakledeyim: “En
iyi öğrenme, öğretmedir.! İnsan öğretirken öğrenir!” Bizim ne
kabahatimiz var? Bize “okuma!” dediler okumadık, bize “öğrenme!” dediler öğrenmedik! En önemlisi “düşünme!” dediler düşünmedik… Yani ne demek istiyorsunuz? Açık konuşun!
Cumhuriyet değerlerine karşı mı gelse idik? Cumhuriyet’e isyan
mı etseydik, bu emirlerin tersini yaparak? Canımıza kasdınız mı
var?
Bir de Uygar (!) Batı’yı somut örneklerle tanıyabileceğimiz bazı kitaplar: Bartolomé de Las Casas (Kızılderili Katliamı), Jack D. Forbes (Kolomb ve Diğer Yamyamlar), Aımé
Césaıre (Barbar Batı), Howard Zinn (Amerika Birleşik Devletleri Tarihi), Davıd E. Stannard (Beyaz Adamın Akıl Almaz Vahşeti, Amerika’nın Soykırım Tarihi ), A.N. Nevıns- H.S. Commager, (ABD Tarihi), Marc Ferro (Sömürgecilik Tarihi) Daha önce
arz ettim… Bunların her biri üzerinde duramayız, ama bir iki
alıntı yapmaktan da kendimi alamıyorum….
1484-1576 yılları arasında yaşayan, Sevilla doğumlu, on
sekiz yaşında Yeni Dünya’ya gitmek üzere İspanya’dan ayrılan,
Kızılderili katliamına bizzat şahit olan, papaz olduktan sonra
Dominiken tarikatına giren, gördüklerini İspanyol Krallığı’na
bildirmeyi görev bilen, 1542 yılında Kızılderili Katliamı adlı eseri kaleme alan, Bartolomé de Las Casas isimli, eserine bakarak,
ruhî asalet sahibi olduğunu tahmin ettiğimiz bir ademoğlu’ndan
alıntı… Yalnız, zarurî not: “İnsanlık”ınızdan utanmayın bunları
124
okurken, “insanlık”tan nefret etmeyin… Her şeye rağmen insanız, merhum Akif ne güzel söyler:
Senin mâhiyetin, hattâ meleklerden de ulvîdir;
Avâlim sende pinhandır, cihanlar sende matvîdir.
Zeminlerden semâlardan taşarken feyz-i Rabbânî,
Olur kalbin tecellî-zâr-ı nûra nûr-u Yezdânî..
Musağğar cirmin amma, gâye-i sun’ -i İlâhı’sın;
Bu hâysiyetle pâyânın bulunmaz, bî-tenâhisin..
Kitabın girişinde: “Bölgedeki yerli halkın doğuştan ne kadar kibar, barışsever, ne kadar mütevazı ve ne kadar halim selim olduğu
göz önüne alındığı takdirde görülür ki, söz konusu aşırı davranışlar; insafsız, zorbaca, tabiî kanunlara, kilise kanunlarına ve medenî
hukuka aykırıdır ve kanunlar nezdinde şiddetle tenkit edilmekte,
kınanmakta ve men edilmektedir… Tabii bu anlattıklarım sayısız
zorbalığın küçük bir kısmını teşkil edecektir.186” der ve devam eder:
“Panama’ya 10 ilâ 15 fersah mesafede Paris adında büyük bir kral
yaşıyordu. Bir grup Avrupalı bu topraklara gelince kral onları
uzun zaman göremediği kardeşleri gibi karşıladı ve deniz albayına 5 bin castilian değerinde hediye verdi. İstemedikleri halde
kendilerine bu kadar değerli hediye veren bir kişinin çok zengin olması gerektiğini düşünen albay ve adamları, daha fazla altına sahip
olmak için bir plan yaptılar. Oradan ayrılır gibi yaptılar ve gecenin
en sakin zamanında geri dönüp savunmasız yakaladılar. Binaları
ateşe verdiler, yerlilerin büyük kısmını yakıp öldürdüler ve
50 ilâ 60 bin castilian daha çaldılar. Yerli kral canını kurtarmayı
başardı… Sonra büyük bir Hristiyan grubu bu krala karşı saldırı başlattı, pek çok adamıyla birlikte kralı öldürdü ve hayatta kalanların tamamını esir aldı. Esir alınanlar daha sonra
öldürüldü.187”
186) Bartolomé de Las Casas, Kızılderili Katliamı, çev. Ömer F. Birpınar, İstanbul,
Babıali Yay. 2006, sh.12
187) A.g.e. sh. 42
125
Bu alıntıladığımız bir uvertür… Daha neler neler… Fakat bu
kadarı bile yeter… Analitik bir yaklaşımla konuya eğilelim… Bir
tarafta bizim “yamyam” olarak nitelediğimiz “yerli” bir kral… Karşı tarafta, başlarında bir albay bulunan bir grup Avrupalı… Hangileri insana benziyor? Düşünelim Spengler haklı mı, değil mi?
Hıspanıola adasında şahit olduklarını şöyle anlatıyor Casas;
{Yerli yerleşim bölgelerine zorla girerek, küçük çocuklar, yaşlı erkekler, hamile kadınlar, hatta yeni doğum yapmış kadınlar dâhil
karşılarına çıkan herkesi katlettiler. Şiddetle vurarak parça parça
kestiler, sürüler halinde ağıla toplanmış koyunlar gibi karınlarını
yardılar. Bir adamı tek bir darbede ikiye bölüp bölemeyeceklerine
veya bir kişinin başını gövdesinden ayırıp ayıramayacaklarına, ya
da tek bir balta darbesiyle bağırsaklarını çıkarıp çıkaramayacaklarına dair bahislere girdiler. Memeden kesilmemiş bebekleri ayaklarından tutup annelerinin göğüslerinden ayırdılar ve baş aşağı kayalara çarptılar. Bütün bunlar olurken diğerleri ise gülüp eğleniyorlar,
bebekleri omuzlarının üzerlerinden bir nehre atıp, “kıvran, seni gidi
küçük velet!” diye bağırıyorlardı. Yollarına çıkan herkesi öldürdüler,
fırsat buldukça bir kadını ve bebeğini tek bir hamleyle kılıçtan geçiriyorlardı. Kimseyi sağ bırakmadılar, kurbanlarını ayaklarından
asabilmek için özellikle ters L şeklinde geniş darağaçları kurarak bir
defada on üç tanesini birden diri diri yakıyorlardı. Vücutlarına kuru
saman bağlayıp ateşe veriyorlardı. Bazılarını öldürmeyip bileklerini
kesiyorlar, ellerini öylece asılı bırakıp, “Bu mektubu al” diyorlardı.
Amaçları, onları böyle zavallı durumlara düşürerek, tepelerde gizlenenleri tehdit etmekti. Yerli liderleri ve eşrafı ise yere çakılı iki yaba
üzerine oturtulmuş dal parçalarından oluşan, bir tür demirden düz
ızgaraya bağlayıp kısık ateşte kızartıyorlardı. Yerli liderler, yavaş
yavaş ölürlerken acı ve çaresizlik içinde inliyorlardı (buraya kadar
dayanabildim. Kesiyorum. A.B.)… Bütün bu olanları ve başka
olayları kendi gözlerimle gördüm.188” diyor ve devam ediyor:
“Valinin adamlarından biri bütün çocukların bacaklarını kesip kopardı ve onları yerde emekletti.189” Alıntılara burada son veriyorum..
188) A.g.e. sh. 22
189) A.g.e. sh. 29
126
Çok rahatsız edici olduğu için konunun cinsel istismar boyutunu gömüyorum… (represyon veya süpresyon)
Ve çok zaman bu ve benzeri kaynakları mütâlaa edince, “Hayır!
Bu kadar olamaz! Yalan!” dedim… Sonra bir noktada yanıldığımı anladım… İsyanım haklı idi… Eğer söz konusu olanlar insan
olsaydı, isyanım haklı idi!.. Fakat onlar mutasyona uğramışlardı…
Onlar Batılı, onlar uygar, onlar insancıl olmuşlardı… Tam Renaissance felsefesinde “Hümanizm” bayrağının göndere çekildiği ve
bu zulüm uygulamalarının fikri zeminin hazırlandığı, taşlarının
döşendiği dönemler: Francesco Petrarca (1304-1374), Giovanni
Boccaccio (1313-1365), Niccola Machiavelli (1469-1527 ) Michel
de Montaigne (1533-1592). Oturdum düşündüm, Sonra zihnimin
tuzağından kurtulmaya çalıştım… Zihnimin döküldüğü kalıpları kırmaya çalıştım… Zihnimdeki kelepçeleri kırmaya çalıştım…
Gözlerime takılan gözlükleri parçaladım… Kendi gözlerimle görmeyi denedim… Gözümün önündeki tül perdeyi de parçaladım…
Başkalarında da kullanamasınlar…
O zaman sordum… Çok, çok basit bir soru: Yaşamadığımız
yüzyılları geçiyorum, bugün, şu gün, içinde yaşadığımız şu an bunların Filistin’de yaptıkları o yazılanlardan daha mı farklı? Irak’ta
yaptıkları çok mu farklı? Bosna’daki çok mu farklı idi? Irzlarını,
namuslarını tellala vermiş, kendi köpeklerini kullanarak, Suriye’de
meydana getirdikleri durum çok mu farklı? Uzakdoğu’da, Afrika’da
yaptırdıkları çok mu farklı? O zaman kesin kanaat getirdim ki, bu
yazılanlarda yalan yok! Mübalağa hiç yok! Mazlumların lehine olarak, çağımızdaki kitle haberleşme araçlarına rağmen bunları yapanlar, o gün neler yapmışlardır?
Bunları bir kere daha düşününce, galiba Batı’lı durumun mükemmel bir teşhis ve tespiti yine bir kitap isminde: “barbarlığın en
yüksek aşaması ABD” 190
190) Suat Parlar, barbarlığın en yüksek aşaması ABD, İstanbul, Anka Yay. 2004
127
Hemen şunu arz etmek isterim ki, adam (!) olursanız, ödülünüzü alırsınız. Onların Pavlov’dan başkasına akılları ermez… Herkesi de Pavlov’un köpeği olarak görürler… Etiniz hazır… Bu noktada
özellikle izzetini, namusunu İngilizlere satmış Mirza Gulam Ahmet
(1939-1908)’i hatırlatırım… Ayrıca bugünkü Amerikan versiyonunu da ihmal etmeyelim!
Anlatmaya çalıştığımız; Spengler ve benzeri yaklaşımlar, çevrenin, yani Batı uygarlığı dışındaki sosyal birliklerin merkezle aralarındaki çelişkiyi biraz yumuşatıyor. Çevrenin, merkeze girmesine,
sızmasına yardımcı olmayı amaçlıyor… Ve biraz da kanaatimizce
nesnel, analitik yaklaşımdan çok, bir öngörü… Kitabın kuluçka dönemini düşünürseniz 100 yıllık bir geçmişten bahsediyoruz… Gördüğümüz gibi (kadarıyla demiyorum.) zaman Spenglerci yorumları
haklı çıkarmıştır. Merkez kafasının içindeki buzları eritmek zorunda… Daha doğrusu buzullar eriyor, merkez buzullaşmış kafa ile
daha ileri gidemez… Eğer erime kontrollü olmazsa oluşacak tufan
hem kendini, hem de çevreyi boğar…
Ayrıca bu süreçte ortaya çıkan postmodern düşünceler, hatta bana göre zamanından önce ortaya çıkan düşüncelerin realize
edilerek hayata geçirilmesi, eski konseptin devamını imkânsız kılmaktadır. Artık bugün ne olsa gider yaklaşımı (goes on) egemen olmuştur… Modernite dayattı ama buraya kadar… Postmodernite
dağıttı… Postmodernite savurma aşamasına geldi, şimdi savuruyor, insanlar savruluyor! Yeryüzüne fırlatılan insan (Heidegger), korku ve titreyişle (Kierkegaard) savruluyor… Bir günde milyonlar fiziki olarak yer değiştiriyor… Onların ve onlara muhatap
olanların üzerindeki etkiler, değişim… 1865’de Amerikan başkanı
Lincoln bir suikaste kurban gittiğinde, Londra’da 12 gün sonra191
duyulmuştu. Bugün naklen zelzele seyrediyoruz… Naklen canlı yayın cinayet seyrediyoruz… Siyahî bir Amerikan başkanı ve siyahî
karısı ve siyahî çocukları… Daha dün bunlar beyazlarla aynı otobüse binemiyorlar, aynı okula gidemiyorlar, aynı lokantada yemek
191) Alvın Toffler, Üçüncü Dalga, çev. Ali Seden, İstanbul, Altın Kit.1981, sh.107
128
yiyemiyorlardı… Havsala yakıcı bir dikey hareketlilik… Evet ama
birilerinin de düşey hareketliliğine sebep oluyor… Latin Amerikalı
bir Papa… Spor sahalarındaki siyah hâkimiyeti… Her branşta…
Müzik… Sanat… Bugün Türkiye’de çok sayıda yabancı sporcu var!
Bunlar sahaya çıkarken veya başarılı hareketlerin sonunda, gol attıklarında hac çıkarıyorlar… Dünün yerli kâfiri, elin kafirinin kendi
dinine bağlılığını görünce, toplumsal bilinç altından gelen bir aidiyet
duygusu sebebiyle gönül huzuru içinde “gericiler, yobazlar” diyemiyor artık… Marjinal gruplar toplum içinde yer almaya başladı…
Fakat bu süreç içinde dünya nimetlerinden aldıkları payın rüyalarında bile hayal edemeyecekleri, evet rüyalarında bile hayal edemeyecekleri bir nispette olması dolayısıyla Müslümanlığa aidiyet iddia
edenler tam, manen genel felç durumundalar… Görmediğin bir oğlu
olmuş, çekmiş kulağını koparmış… Tam bu halk hikmetine uyan bir
tablo… Dinciler bir türlü şunu anlamadılar veya anlayamadılar;
çünkü yazar-çizerleri var, fakat mütefekkirleri yok! Düşünürleri var,
en sofistike hesap makinesi gibi sadece kişisel menfaatlerini hesap
ediyor, düşünüyor… Belki de bir vesikalı ile aynı sandıkta oy kullanıyorsunuz… Biliyorum siz gocunmazsınız, ama aynı garantiyi
karşı taraf için veremem… Evet evrensel süreçte size karşı bir yumuşama var… Kabul edilebilirdik kat sayınız iyice yükseldi… Fakat
düşünün ki, marjinal gruplarla birlikte… Buradaki marjinal kavramını niceliksel olarak değil, niteliksel olarak kullanıyoruz… Yani
merkezin terminolojisine göre… Yani zenciler, hispanikler, Müslümanlar, homoseksüeller, lezbiyenler, zaniler, zaniyeler ve diğerleri…
Müslüman muhkem ayet ve mütevatir hadisleri pazarlıksız
kabul eden insan demektir… Bugüne kadar bir harfi değişmeden
günümüze kadar geldiğine iman ettiğini iddia ettiğin Kur’an-ı
Azimü’ş-şan’da; homoseksüeller, lezbiyenler, zaniler, zaniyeler, kumar oynayanlar, içki içenler, kâfirler, faiz kullananlar, tesettüre uymayanlar, mürtedler hakkında hükümler nelerdir? Siz, bu sapmaları sadece bir tercih meselesi olarak kabul edebilecek
misiniz? Farklı hayat tarzlarını, farklı kültürleri toplumun bir
129
zenginliği olarak kabul edebilecek misiniz? Allah korusun ama
tutarlı olun, ailenizin zenginliği olarak da kabul edecek misiniz?
Başkasının çocuğunda, karısında, kızında şahit olduğunuzda
hoşgörü ile karşıladığınız bu farklı tercihleri, irsî bağınız olanlarda da gördüğünüzde aynı hoşgörüyü gösterebilecek misiniz?
Felsefe doğru soru sorma sanatıdır… Sorunun yanlışı olur mu?
Evet, olur! Belki bu sorunun doğrusunun formatı şöyle olmalıydı: irsî bağınız olanlarda, iki kişinin arasında kalacağını bilseniz
bu tür tercih farklarını, değişik yaşantı kalıplarını hoşgörüyle
karşılar mısınız? Bu hızla, zaman içinde nereye doğru evrilirsiniz? Bilmiyorum… Ama şimdi, şu anda sizi asıl rahatsız eden
üçüncü kişiler mi? Daha açıkçası sıkıntınızın sebebi Hakk değil,
halk mı? Bu konuda çok yanılıyorsunuz! Halkın hiçbir tasarrufa,
kimseye bir şey dediği yok! Yeter ki, muktedirlerden gelsin! Yoğurdunu yiyip oturuyor köşesinde!
Bir zamanlar birileri komünistleri ”namaz kılmayan kardeşlerimiz” şeklinde nitelerlerdi… Şimdiden bunlara da bir isim
bulun…. Eğer “Müslümanım” diyorsanız şu soruları sormaya
hakkımız var: İslam’da, bunların cezaları nelerdir? Muhsan bir
erkek zina işlerse cezası nedir? Had cezaları… Bir mürtedin
hükmü nedir? Kâfirin hükmü nedir? Recm ne demektir? Fahr-i
Alem Sallallahu Aleyhi ve Sellem zamanında kaç kişi recm edilmiştir?… Recm kuranda yok! Kur’an’da olanlara riayet ediyor musun ki? Faizin yasaklığı hakkında kaç ayet var… Sende
imandan geçtik, fikir namusu olmadıktan sonra, sen her yasağı
aşarsın! Haddizâtında günümüzün homoseksüelleri, lezbiyenleri,
zanileri, zaniyeleri, kâfirleri, mürtedleri de postmodern… Eğer saydıklarımızda modern bir konsept olsa sorarlar, “senin iman ettiğin
kitapta benim hakkımda şöyle şöyle diyor, eğer o nizam olsa bana
şu şu cezaları vereceksin… Sen ne hâyâsız adamsın! Sen imanını içselleştirememişsin! Bana karşı yaklaşımın bir Müslümana benziyor
mu? Ben kâfirim! İftar ne demektir? Bir kafir iftara davet edilir mi?”
İşimiz çok zor, eskinin hiçbir değerini bulamıyoruz!…. Yukarda saydığımız unsurlarını bile….
130
Gerek Spengler de, gerekse postmodern yaklaşımda
temel mesele, kültürler arasında bir ilerilik ve geriliğin olmadığı… Kültürler arasında bir üstünlüğün olmadığı… Davranış
farklılıklarının sadece bir tercih meselesi olduğu, ayrı hayat tarzları
olduğu, farklılıkların toplumların zenginliği olduğu… Bir Müslüman olarak böyle bir anlayışı kabul edecek misin? İmanınızla nasıl
telif edeceksiniz? “Gevşemeyin, hüzünlenmeyin. Eğer (gerçekten) iman etmiş kimseler iseniz üstün olan sizlersiniz192”,
“Allah katında hak din, İslâmdır193” Cuma’dan sonra bu ayet
okunmayınca, cemaatten biri, imama soruyor: “Bu ayet niçin
okunmuyor?” cevap: “Bize emir geldi Avrupa istediği için kaldırıldı. Elimizden hiç birşey gelmiyor. Bu ayeti okuyup soruşturma
geçiren arkadaşlarımız oldu, dedi..”
Yukarda arz ettiğimiz iki ayet-i kerimeyi tefsirlerinden
mütâlaa et! Allahü Zü-l-celâl Hazretleri’nin mü’minlere bahşettiği bu lûtuflardan bir kalemde vaz mı geçeceksin? Hak Teâlâ
Hazretleri’nin ikramına karşı, bu kadar istiğna insanı nereye götürür? Dikkat et! Hal sâridir… Onlara benziyorsun!...
Tarih felsefelerinde temel kavramlar, “kültür” ve “uygarlık”… Yazarların farklı yaklaşımları var. { Spengler’e göre
“kültür”, “ Özel bir ruhun itici gücü tarafından şekil verilmekte olan, üzerinde çalışılmakta olan bir ham maddedir,
üzerinde çalışılan madde oluşma, biçimlenme, şekil alma
sürecini yaşamaktadır.” Bu kültür sürecini yaşayan toplumlar,
güç aldıkları “ruh”un etkisi altında her istikamete yayılmakta,
zenginleşmekte, “ruh”un istediği şekil ve biçimi arayış halinde
bulunmaktadırlar. “Medeniyet”, “üzerinde yapılan çalışmalar
sonuçlandırılmış” bütün boyutları, derinlikleri ile oluşmuş, rengi kokusu belirmiş, tamamlanmış bir eserdir.194} Spengler: “Her
kültür kendi medeniyetine sahiptir… Medeniyet, kültürün önlenemez kaderidir… Medeniyetler gelişmiş bir insan türünün
192) Al-i İmran Suresi: 3 / 139
193) Al-i İmran Suresi: 3 / 19
194) İnsan ve Teknik, Kamil Turan, Giriş, sh. 21
131
varabileceği en dış ve sun’î durumlardır.195 “ demektedir. Fakat
Sorokin; Danilevski, Spengler ve Toynbee’nin, “bütün” niteliği
taşımayan bir şeye uygarlık-kültür sistemi demek gibi bir temel
yanılgıya düştüklerini196, söylüyor.
Bu noktada biz Sorokin’in eleştirilerine katılmıyoruz, çünkü
Spengler’in “bütünsel” bir “kültür” algısı olduğuna inanıyoruz..
Nitekim biz, kültür hakkındaki şu tasvirlerin yeterince kapsamlı
olduğunu düşünüyoruz: “Görülebilir tarihle, hayatla, ruhla, tabiatla, akılla ilişkilerini; ne gibi şekillerle kendini açığa vurduğunu
ve bu şekillerin halklar, diller ve dönemler, savaşlar ve fikirler,
devletler ve tanrılar, sanatlar ve zanaatlar, bilimler, kanunlar,
iktisadî şekiller ve dünya çapında fikirler, büyük adamlar ve büyük olayların nereye kadar bir timsal (sembol. A.B.) olarak kabul
edilebileceğini açık bir tarzda belirtmeliyiz.197”
Temel ve netameli mesele olan “çöküş”e gelince Spengler
şöyle diyor: “Batı’nın çöküşü, ilk bakışta klasik kültürün benzer
çöküşü gibi zaman ve yer içinde kısıtlanan bir olay gibi görünüyorsa da aslında bunun, bütün ciddiyetiyle ele alındığında,
var olmanın her yüce problemini içine alan felsefî bir mesele olduğu anlaşılır.198” Her kültür insan organizmasının gelişim
aşamalarından geçer: Çocukluk, gençlik, olgunluk, ihtiyarlık…
Bir kültür varlığının zirvesine ulaştıkça daha yiğit, ölçülü, sert,
şiddetli ve kendine güvenlidir.
“Nihayet, medeniyetin şafağında, ruhtaki ateş söner. Zayıflayan güçler yarı başarılı bir yaratma çabasına yeniden kalkışırlar ve bütün can çekişen kültürler
için yaygın olan klasisizmi meydana getirirler. Ruh bir kere daha
düşünür ve romantizmde geriye dönüp kendi çocukluğuna acıyarak bakar; nihayet, yorgun, isteksiz ve soğuk, bütün yaşamak
arzusunu kaybeder ve İmparatorluk Roma’sında olduğu gibi, faz195) Batının çöküşü, sh. 45
196) P.A. Sorokin- A.J.Toynbee, Sosyal Değişim Üzerine Denemeler, çev. Erdoğan
Güçbilmez, Ankara, A.Ü. Siyasal bil. Fak. 1964, sh. 12
197) Batının Çöküşü, sh. 20
198) A.g.e. sh. 19
132
la uzun süren gün ışığından kurtulup ilk mistisizmin karanlıklarına, ana rahmine dönmeyi arzu eder.199”
Spengler’in bu metaforik üslûbu gerçekten çok etkileyici…
Bu satırlarda bir rakibin yok olmasının mutluluğu yerine, yok
olması mukadder olan canlı bir organizmanın hüznü var. Bu “çöküş” haberini vermekten sanki mutlu imiş gibi, Spengler’i suçlayanlar biraz haksızlık ediyorlar… Belki sosyal meteorolog… Sadece gözlemler sonucu elde ettiği tahminlerini dile getiriyor…
Çünkü Batı tesirli felsefenin önemini anlayamadı. “Biz felsefeyi vaaz vermekle, kışkırtmakla, roman yazmakla karıştırıyoruz. İş şuraya varmıştır ki, bugünün ve yarının gerçek felsefesinin asıl imkânı söz konusudur.200” Spengler’in yüz yıl önce
dile getirdiği felsefenin varoluş sorunu, bugün, dünkünden çok daha
gerçek ve endişe verici… Felsefe yıktığı kutsallar yerine, kendi kutsallarını ikâme etmek istedi. Diğer bir deyişle felsefenin Batı’yı dolayısıyla da tüm dünyayı getirdiği nokta burası: çöküş!... Kendisi intihar
ediyor ama bütün insanlığın yuları da ellerinde… Hani insanlığı
yulardan kurtaracaktı… Onları da dibe çekip boğuyor…
Felsefenin yanlış “kullanılışı”na o kadar düşman ki Spengler
{Bugün tüm “felsefe“ içsel bir tahtı terk ve istifa veya mistisizmler
yoluyla realitelerden kaçmanın alçakça tutkusundan başka bir şey
değildir… Bize düşen, büyük bir kültürün tarihi tarafından bilinen
en zor zamanları yaşamaktır. Şeklini korumaya çalışan son ırk, yaşayan son gelenek, her ikisini de geride bırakan son liderler bundan
sonra daima muzaffer olarak tarihe geçeceklerdir.201” Sanki A. de
Gobineau’yu hatırlatıyor bize…
Spengler; felsefeye önem veriyor ama, bu konuda yanlış bir imaja da sahip olmamalıyız. Çünkü “Ebedî gerçekler yoktur. Her
felsefe kendi ve sadece kendi zamanının ifadesidir” der ve
199) A.g.e. sh. 108
200) A.g.e. sh. 56
201) A.g.e. sh 506
133
ekler ”ve eğer felsefe demekle, muhakeme şekilleri, manâ sınıflandırmaları ve benzeri konulardaki akademik aldatmacaları değil de
gerçek felsefeyi kastediyorsak, iki çağın aynı felsefî amaçlara sahip
olduğu görülmemiştir202” ve devamla düşünüre kendi anlayışına
göre bir görev alanı tayin eder: ”Onun için bana göre, bir düşünüre
uygulanacak değer testi, kendi zamanının büyük gerçeklerini
kavrama gücüdür. Sadece bu (kavrama gücü) onun tarif etmede ve incelemede uzman, sistem ve prensiplerin zeki bir mimarı mı,
yoksa eserlerinde ve sezgilerinde dile getirdiği zamanını gerçek ruhu
mu olup olmadığını tayin edebilir. Günlük olayları (aktüalite’yi)
kavrayamayan ve aynı zamanda idare edemeyen bir felsefeci
asla ön planda yer alamaz.203”
Zamanının felsefe konseptini eleştirirken çok isabetli teşhisler koyan ve felsefenin geleceği hakkında çok değerli öndeyilerde bulunan
Spengler’in, kendi felsefe anlayışı da ne derece “felsefî” bir yaklaşım?
Tartışılır… Sanki filozofla, siyasî danışmanı veya politikacıyı karıştırıyor gibi. Nerede ise sofistik bir yaklaşımı çağrıştırıyor. Hatta bu
anlayış bir oportünizmdir. Nitekim felsefenin yanlış kullanılışına
itirazı var Spengler’in, ama o da kullanmak istiyor… Çünkü bu
yaklaşımda felsefenin kullanılmasına itirazı yok! İnsan sormadan edemiyor: Batı asırlardır, en azından Renaissance’tan beri,
muharref bir “din”le felsefeyi kullanarak mı mücadele etti? Ve bu
“çöküş”ün sebebi bu anlayış mı? Batı zihniyeti, kitabî, akademik bilgilerde ifade edildiği gibi; “hiçbir fayda (dikkat! “Çıkar”, “menfaat”
demiyorum) düşünmeden, sadece bilmek için bilmek ereği ile objesi
üzerine eğilmediği” için mi bu söz konusu “çöküşe” mahkûm oldu?
Daha doğrusu felsefeyi kullanmak isteyen Batı’yı, Antik Grek dünyasının gerçek filozofları çarptı mı?
Herkesin aklına “gerçek filozof” deyince Sokrat geliyor… ”Savunma” demeye dilim varmıyor! Bir manifesto… Oku! Tekrar oku!
Bir daha oku! İnsanlığın yüz akı bu insanlar… Şöyle bir yargı ne
kadar anlamsız, ne kadar absürd olurdu? “Kendi zamanının bü202) A.g.e. sh. 54
203) A.g.e. sh. 55
134
yük gerçeklerini kavrama gücü olmayan” Sokrates, felsefeyi
kullanmadığı için kendini öldürttü!.... Benim de zihnim karıştı…
Yalnız zihnimin bir tarafından sürekli ikazlar geliyor, “unutmadan şu soruyu da sor, sor” diye… 500-600 yıllık bir Batı felsefesi
sürecini “ felsefeyi kullanmakla” itham etmek ne derece felsefî
bir yaklaşım?… Bir aşırı genelleme değil mi? Aşırı genelleme de en
büyük mantık yanlışı değil mi? En azından kendisi hakkında yakılarak öldürülme kararını veren mahkeme heyetine: “Siz bu kararı
verirken, benim dinlerken korktuğumdan daha çok korkuyorsunuz?” veya bazı rivayetlerde, kararı veren hâkimlere dönüp:
“Niçin sarardınız?” diye, soran Giordano Bruno (1548-1600)’ya
karşı büyük haksızlık değil mi? Sorunun cevabı: “Evet, haksızlık!”
Yine Spengler, anlaşılması zor bir yaklaşımla: “Günlük olayları (aktüalite’yi) kavrayamayan ve aynı zamanda idare edemeyen bir felsefeci asla ön planda yer alamaz.” Gibi bir tespitte
bulunuyor… Bir filozofun “ön planda yer alma” gibi bir kaygısının
olduğunu nereden çıkarıyor, Spengler? Argümanları neler? Sanki filozofu tehdit ediyor… Yalnızlıkla! Ünsüzlükle! Şöhretsizlikle! Doğru söylüyor Spengler; eğer filozof onun tavsiyelerine uymazsa, genç
kızlar etrafını çevirip, imzalı resmini istemezler!... Açılış törenlerinde, histerik, konvertik bir çılgınlığa kapılan sürüyü bulamazlar…
Hâlbuki düşünmüyor ki; belki de gerçek filozof tavrı, topluma, “ön
planda yer alma”ya, gök gürültüsü gibi, şimşek gibi koskoca bir “ hayır!” feryadıdır…
Ephesos kötü yönetiliyor, yurttaşları Herakleitos (540-480)’tan
gelip kanunlar yapmasını istiyorlar, fakat kabul etmiyor… Bir gün
bakıyorlar ki: {Artemis tapınağına çekilerek çocuklarla aşık oynuyor. Ephesoslular çevresine toplandıklarında şöyle diyor: “ Ne şaşıyorsunuz, reziller! Yoksa böyle yapmak sizinle birlikte devlet idare
etmekten daha iyi değil mi”·}?
Burada genel olarak Doğu dünyasının, özelde de Türkiye’nin,
fikir namusundan mahrum oldukları için yukarda verdiğimiz ör135
neklerdeki filozoflar gibi bir tavır gösteremeyen, fakat İslâma karşı
felsefeyi bir koçbaşı olarak kullanmaya kalkan teologları da uyarıyorum… Felsefe kendisinin kullanılmasına razı olmaz, intikamını
alır!... Bedeli imanınız olur!..
Batı’da felsefenin gerilemesi ile ilimde de gerilemenin
işaretleri görülüyor: “Şimdi Batı ilminin son safhasını çizmek
kaldı. Bugünkü görüş açımızdan çöküşün hafif meyilli yolu açıkça
görülmektedir. Bu da, bu ileriye, kaçınılmaz kadere bakma gücü,
faustianın özel istidatlarından olan tarihî kabiliyetin bir kısmıdır…… Önümüzde, bütün Avrupa’yı ve Amerika’yı saracak olan,
son bir manevî buhran durmaktadır. Aklın zulmü –ki, bunun
farkında değiliz çünkü onun doruğu biz kendimiziz- her kültürde
insan ile yaşlı insan arasındaki çağdan başka şey değildir. En doğru
ifadesi tam ilimlerin, diyalektiğin, ispatın, sebepliliğin tapınmasıdır.
Eskiden iyonik, bizim durumumuzda ise barok onun yükselen uzuvlarıydı. Şimdi ise mesele aşağıya doğru eğrinin ne şekil alacağıdır.204”
İlimlerin gerilemesinin en önemli sebebi faustian kültürün doğayı bir rakip, bir düşman gibi görerek onu manipüle etme, kullanma
ihtirasıdır: “Gerçekten biz geniş tesir için duyulan şiddetli arzuyu,
Batı ilminin başlamakta olan ve şimdiden idrak edilebilen çöküşünün bir işareti sayabiliriz205” Yani temel amaç tümüyle üstün olmak,
hükmetmek…
Her kültürün bir uygarlığı vardır ve o aşamaya geldiğinde: {Her
yüksek kültürün Uygarlık aşamasındaki genel karakteristikleri
şunlardır: “yuva”, “ırk”, “kan grubu” ve “anavatan”a karşılık kozmopolitlik ve megalopolis; yürek dilinin yerine bilimsel dinsizlik ya
da soyut ölü metafizik; saygı, gelenek, ve yaşlılara karşı düşünceli
davranmaya karşılık “soğuk olgusallık”; “benim ülkem” ve devlet
(ulus) yerine uluslar arası “toplum”; zor kazanılmış haklar yerine
“doğal haklar”; verimli toprak ve gerçek (canlı) değerler yerine para
ve soyut değer; “halk” (folk) yerine “kitle”; analık yerine cinsiyet,
204) Batının Çöküşü, sh. 302
205) A.g.e. sh. 239
136
dinsel ve kendiliğinden (spontane) halk-bayramları yerine panem
et circences (ekmek ve sirk oyunları); kültür-adamının içe yönelmesi
yerine emperyalist yayılma, şehirleşme, uluslararasılılaşma (enternasyonalleşme), Uygarlık-adamının enerjisinin dışa yönelmesi; nitelik ve birlik yerine büyüklük, senkretiklik, erk tutkusu, sınıf mücadelesi kültü vb. Bu ileri aşamada, kültürün daha önceki döneminin
değerlerini, kalıplarını ve ruhunu canlandırmak için birçok taklitçi
girişimler yapılır, fakat hepsi sonuçsuz kalır.206”
Spengler 1931’de yazdığı, “İnsan ve Teknik”de, teknikle hesaplaşmaya çalışır…. ”Batının Çöküşü”nün üzerinden hamilelik
dönemi baz alınırsa nerdeyse yirmi yıl ve bir dünya harbi geçmiştir. Teknik geometrik diziyle, baş döndürücü bir hızla ilerlemektedir. İnsanlığın ortak gayesi, kol emeğini makine ile ikâme etmektir.
Böylece insanları çalışma işkencesinden kurtarmaktır. Bütün amaç
ücretli kölelerin sefaletten kurtarılması… Marx’ın masalında ifade
edildiği üzere “herkese kabiliyetine göre, herkese ihtiyacına göre”…
Henüz Lenin öleli yedi yıl olmuş, Stalin henüz öldürdüğü insanların
kanıyla suladığı ümitleri yeşertebiliyor (!)… Henüz insan mezbahasını göremeyenler var… Teknolojik gelişme, tek amaç… Spengler
yakınır: “Ruhtan hiç bahsedilmiyordu.207” Bazılarında bir iyimserlik, daha önce temas etmiştik… Spengler tekniği geniş anlamda
alıyor… Ve ilginç bir noktaya temas eder, tekniği sadece alet kullanmakla sınırlamanın yanlış olduğunu söyler… Hayvanların da bir
çok teknikler uyguladığından bahseder: “Tekniğin gerçek mânâsını
ortaya koymak istiyorsak, işe ruhtan, yalnız ruhtan başlamamız
gerekmektedir.208”der.
Faustian ruhun temel özeliğini son derece isabetle dışlaştıran:
“Yaratıcı insan, tabiatın sınırlarını aşmış, her yeni icadla, ondan biraz daha ayrılmış, ona düşman olmuştur.209” tespitinde
bulunur… Artık 1931 yılında daha net olarak fikirlerini şöyle dile
206) Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri, sh. 78
207) İnsan ve Teknik, sh.27
208) A.g.e. sh. 29
209) A.g.e. sh. 56
137
getirir: “Perdenin tam son fasıl için açıldığı bugün, meselenin
en nazik safhasında bulunmaktayız. Kesin ve anî değişiklikler birbirlerini takib ediyor, trajedinin sonuna yaklaşıyoruz…… Mahlûk,
Halikının karşısına dikilmiştir. Bir zamanlar küçük mikyastaki
(mikrokosmos) insanın, tabiata karşı isyan edişi gibi, bugün de
küçük mikyastaki makine (mikrokosmos) kuzeyli insana isyan etmektedir. Dünyanın efendisi, makinanın kölesi olmaktadır. İstesek de istemesek de, bilsek de bilmesek de, makina hepimizi
istisnasız olarak kendi raylarının doğrultusunda harekete zorlamaktadır. Vurulmuş, muzaffer savaşçı, harp arabası tarafından
ölüme sürüklenmektedir.210”
Spengler’e göre: “Perdenin tam son fasıl için açıldığı
bugün”den sonra seksen küsur yıl geçti… Baktığınız yere göre değişir… Evren tasavvurunuza göre değişir… Spengler başarılı bir
sosyal meteorolog mudur, değil midir? Bu soruya cevap vermeden
önce Sorokin’in, analitik bir Spengler eleştirisinin konuya biraz daha
derinlik kazandırarak mütâlaamıza, tefekkürümüze yardımcı olabileceğini düşünüyoruz.
Sorokin; Danilevski, Spengler ve Toynbee’yi “çöküş” konusunda
birlikte eleştirir… ”Bu çeşit örnekler ilk bakışta saydam ve
inandırıcı görünürler. Fakat sıkı bir şekilde incelendikleri
ve doğru olup olmadıkları araştırıldığı zaman kesin anlamları ve geçerlikleri hakkında birçok sorulara yol açar.211” Şeklinde güzel ve öğretici bir giriş yapar… Sorokin’in bu yaklaşımı bir
nevî çözümleyici felsefe konseptine davettir…
Birinci olarak, “uygarlıkların ölümü” teşhisin de bulunurken,
“ölü” kavramından ne amaçlandığını sorar ki, çok isabetli bir yaklaşım… {Sözü geçen yazarların “uygarlıkların ölümünden” kasdettikleri bu “ölü” uygarlıkların her birinin tüm kültürünün – dilinin, politik, ekonomik, sosyal, bilimsel, felsefi, dini, ahlaki, hukuki
ve sair kültürel değerlerin- artık yaşamadığı, artık uygulanmadığı,
210) A.g.e. sh. 91
211) Sosyal Değişin Üzerine Denemeler, sh.15
138
yaşayan kültürel ve sosyal kurumların yapısına girmediği, etkin olmadığı ya da unutulmuş bulunduğu, artık bir tartışma ve düşünce
konusu teşkil etmediği ise, bu tezlerin, bütün bu “uygarlıklar” ve yazı
öncesi devresinin birçok toplulukları bakımından savunulamayacağı ortadır.212“ demektedir ve argümanlar vermektedir. Argümanlara
geçmeden önce, ben 213. dipnotta verdiğimiz ve bizim de katıldığımız tespiti, Sorokin’in cümlelerini aynen kendisine yöneltiyoruz…
Sorokin’in bu yaklaşımının konuyu açmaya değil, kilitlemeye yarayacağını düşünüyoruz… Soru analitik yöntem açısından doğru,
fakat mutlaklaştırılması açısından yanlış… Bu tür konstüriktif yaklaşım meseleyi a poria (çıkmaza)’ya götürür… Bireysel olarak “ölü”
ne demektir… Tıbbî ölüm, etik ölüm, dinî ölüm hepsi farklı anlamlar taşır… Eğer sağduyumuzla kabul ettiğimiz ilkeleri tartışma konusu yaparsak, tam bir çıkmaza gireriz… ”Ölü” diye gömdüğümüz
insanların 10-20 gün sonra dirilmeyeceklerini ispat edecek positive
bulgu var mı elimizde? En garanti yol, organ bağışı…
Sorokin, Yunan-Roma uygarlığının “büyük bir kısmının bugün
bile çok canlı olduğunu” söyler… Bir takım kimyasal işlemlerden
geçtikten sonra ilaç olan bir maddenin, artık eski halinde olduğunu
iddia etmek yanlıştır… Bir takım yağların sentezinden meydana gelen yeni sıvının içindeki yüzde beş oranındaki “zeytin ölmüştür”…
Bu örnek bayağı zorladı… Ama Sorokin öyle bir örnek daha veriyor
ki, tartışmasız kendi kendisi ile çelişkiye düşüyor… ”Aynı şey, gerekli
değişiklik yapılarak derece farklarıyla Mısır uygarlığından Osmanlı
Uygarlığına (ki Müslümanlığının, Osmanlı san’atının bazı şekillerinin, pijama giymek ve kahve içmek gibi bazı alışkanlıkların da gösterdiği gibi)213 kadar geri kalan 15 ölü uygarlık için
de söylenebilir.214” Bana bu örnekler çok naiv geldi… Ebru yapanın
bugün “el”i farklı… Kınalı el ve onun dünya tasavvuru… İnsan (kul
olmalı), hayvan, baba, ana, koca, çocuk, kaynana…… telakkisi…
212) A.g.e. sh. 16
213) Diğer bir tercümede:” Müslümanlığın, Osmanlı sanatının belli biçimlerinin,
polo oynamak, pijama giymek ve kahve içmek gibi benimsenmiş alışkanlıkların
gösterdiği üzere” Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri sh. 189
214) Sosyal Değişin Üzerine Denemeler, sh.16
139
Ojeli “el”in insan (birey olmalı)…. anne,... eş… ayakkabının eşi
gibi… Hayalleri, özlemleri, hasretleri, ihtirasları, talepleri, intikam
duyguları, vefaları, vefasızlıkları…. Aileye kocaya atfedilen anlam,
eşe atfedilen anlam… Sayın bay Sorokin; bugün anne, kız, hatta
babaannenin ufak farklarla makyaj malzemesinin, iç çamaşırlarının aynı olduğu bir dünyada yaşıyoruz… Mesela; İ L A Ç ve Ç A L
I aynı harflerden meydana geliyor… Biribirinin içinde mündemiçtir,
diyebilir miyiz?
Sayın bay Sorokin, üzerinde “bal” yazan bir kutunun içinin
analizine cesaret edemediği için, yüzündeki yazıya itibar etmekle
sorunu çözdüğünü veya Spengler’i yanlışladığını sanıyor. Beyana
dayalı analitik düşünme… Türkçe ‘ye bir deyim kazandırdık…
Hâlbuki analitik düşünme “beyan”ı da keser, biçer acımadan…
Rahmetli Üstad’ın hârikülâde ironik bir örneği vardı: Bir adam
fareden bir kıl koparıyor, filden bir kıl koparıyor…. Bu kıl bunun
aynıdır… Öyleyse fare filin aynıdır… Bugün parmağı ojeli kızlarımız ellerinde viski bardağı ile erkek arkadaşlarının evinde ney üflerken, ebrû yapıyorlar… Mübalağa var mı? Bilmiyorum! İki gün
önce Müslümanların (!) parası ile “hizmet” için kurulmuş, şu anda
kimin mülkiyetinde olduğunu bilmediğim numaralı bir özel kanalda başında paçavra parçası (tüm hüsnü niyetimize rağmen burada
kullandığımız paçavra kelimesini İslami anlamda tesettür unsuru
olan örtü ile özdeşleştirecek insanlar olabileceğini düşündüğümüz
için tekrar tekrar belirtelim ki paçavradan kastımız İslami örtü değildir…) olan bir mahlûk, karşısında “hoca” denen bir şarlatanla
program yapıyor. Canlı yayın, telefondaki ses: “Ben 29 yaşındayım,
iki çocuğum var, güzelim, kocam bana ilgi göstermiyor, başkası ile
gönül eğlendirebilir miyim?” cevabı dinleyemedim… Muhafazakâr
Anadolu şehirlerinden birinde ikâmet eden bir kişiye dehşet içinde anlatıyorum, şahit olduğum konuşmayı. Hiç şaşkınlık alameti
göstermiyor… Ben, onun şaşmadığına şaşarken, “ Ne var ki sizin
anlattığınızda, gayet masum bir vak’a… Müftülüğe telefon ediyor,
….Evli kadın, “Hamile kaldım, ne yapayım?” Ah bay Sorokin bizim
de sizden çok az farkımız kaldı… (Siz farkımız kalmadı, şeklinde
140
okuyun yine de) dinci televizyonların birbirinden hiç farkı yok…
Buna rağmen vebalde kalmamak için bir takım “hizmet” kanallarının anlaşılmaması için kapalı da olsa ipucu verdim…
İkinci olarak: {“Uygarlığın Ölümü” deyiminden tüm kültürün
bir parçasının -örneğin, dilinin, dininin, ya da bir sanat kalıbınınyok olması anlaşılıyorsa, bu sav, tanımın geçerliği kabul edildiği sürece doğrudur…… Tüm kültür ya da uygarlığın bir parçasının yok
olması onun tamamıyla ölmesi demek değildir. Bizim modamız her
mevsim değişir. Bizde satışı kısa zamanda milyonları bulan kitaplar
ortalama olarak en çok altı ay yaşar. Makine tipleri, zevkler, inançlar, siyasi yakınlık duyguları, halkın tuttuğu felsefeler, buna benzer
bir çok şey durmadan değişir: doğar, benimsenir ve yavaşça unutulur. Fakat bu Amerika ve Avrupa uygarlığının öldüğünü ve gömüldüğünü göstermez.215“
Üçüncü olarak; {Danilevski, Spengler ve Toynbee “uygarlığın
ölümünden” onun bütünlüğünün ve kişiliğinin çözülmesini anlıyorlarsa, bu anlayış doğru değildir.216}
Sorokin’in eleştirilerini özet halinde arz ettim… Sorokin’in analitik adımını her ne kadar ilk adım olarak olumladı isek de, mantık
örgüsünü bir bütün olarak naiv bulduk… Bir kere iki taraf farklı
düzlemde gibi geldi bana. Ve bana Nietzsche’yi çağrıştırdı: “Zerdüşt
dağdan yalnız indi ve kimseyle karşılaşmadı. Ama ormana girdiğinde, kutlu kulübesinde ormanda kök aramaya çıkmış yaşlı bir
adam belirdi birden önünde. Ve şöyle dedi yaşlı adam Zerdüşt’e:
“Yabancı değil bana bu gezgin kişi: yıllar önce geçmişti buradan. Adı
Zerdüşt’tü; ama değişmiş. O gün külünü dağlara götürüyordun: bugün de ateşini vadilere mi götüreceksin? Kundakçılığın cezasından
korkmuyor musun?...... Türkü söyleyerek, ağlayarak, gülerek ve mırıldanarak övüyorum benim Tanrım olan Tanrıyı. Peki, sen armağan olarak ne getiriyorsun?” Zerdüşt bu sözleri işitince, ermişi esenledi: “Ne vereyim ben size! Çabucak gideyim de bir şey almayayım
215) A.g.e. sh. 17
216) A.g.e. sh. 18
141
sizden!” – ve ayrıldılar böylece, yaşlı adamla Zerdüşt, iki çocuk gibi
gülüşerek.
Ama Zerdüşt yalnız kalınca, şöyle dedi gönlüne: “Nasıl olur!
Bu yaşlı ermiş, Tanrının öldüğünü daha işitmemiş ormanında.217”
Sorokin’in eleştirisini okuyunca birden, spontane bir çağrışımla
Nietzsche’den yaptığım, yukarıdaki alıntının, son cümlesi döküldü
dudaklarımdan… Gayri ihtiyari… Hemen metni buldum… Tam
matluba muvafık… Birde “Şen Bilimde218” aynı konu farklı biçimde
dile getiriliyor…. Fakat Nietzsche’nin koyduğu başlığı, kavramsallaştırmayı Sorokin için şık bulmadığımdan almadım… Sorokin’in
değeri eserleri ile ortadadır kuşkusuz… Bu kadar sert eleştirdiği
Toynbee dahi takdirkârıdır… Fakat “çöküş” konusundaki yaklaşımını biraz naiv buldum… Sorokin’in bu yaklaşımını “eleştirme”ye
çalışıyorum…
Burada biraz da, bir mesaj verme amacını güdüyorum… ”Eleştiri”, doğruyu bulmanın ilk adımıdır… Eleştiri iklimi olmayan bir
ortamda gerçekleri bulmak imkânsızdır… Oturup eleştirisini yapalım; Kant’ın “kritik”leri olmasa idi, evrensel felsefî süreç ne yöne
doğru evrilirdi? Ve o gün ve takip eden çağlar bundan nasıl etkilenir
di? En büyük mantık yanılgılarından biri, otoriteye başvurma, Otoriteye Tapınma’dır… (Argumentum ad Verecundiam) Yalnız evrensel ve yerli tutumda yanlış bir yaklaşım var… Bu postmodernist
tasavvurun yaygınlaşmasının bir sonucu… İnsanlar “eleştiri hakkını sahip olma”nın; araştırma, çalışma, okuma, gayret, düşünme,
teemmül, tefekkür, fikrî muhasebe kısacası, bir çile sonucu elde edilebileceğinin farkında değiller… “Eleştiri hakkı”nı doğuştan gelen
bir hak zannediyorlar… Ve dolayısıyla da bir kakafoni meydana geliyor… Kakafoniden bir nizam yaratmak, dehaların işi… Ravel’in
“Bolero”su, Necip Fazıl’ın “Azgın Deniz”i… Sürünün kakafonisi
bütün, her türlü değeri “kaka”laştırıyor… Gerçek buharlaşıyor…
217) Böyle Buyurdu Zerdüşt, sh.5
218) Şen Bilim, sh. 130
142
”Ne olsa gider” düzlemindeyiz artık…” Her şey mübahtır”a bir
adım var… Ayağımızı atsak o düzleme geçeceğiz… Elbisesinin rengini, biçimini, dinlediği müziği, saç şeklini, yürüme şekli gibi günlük
hayata dair basit aktivitelerini dahi “seçmek”ten aciz bir yeniyetme
veya yaşlı, hiç fark etmez, bir filozofu eleştirebilir. Yaz sıcağında çizme giyer, çünkü “moda”… Modanın iki özelliği var: yaygın ve geçici
olması… Allah’a karşı gelinebilinir, “Moda Merkezleri”nin tanrıları, tanrıçaları eleştirilemez… Eleştirseniz dahi yine aynı kulvardaki,
bir tanrı veya tanrıçayı referans alarak yargılayabilirsiniz…
Herkes herkesi “eleştirebilir”… Çünkü insandır… Fakat “haddini bilmek”, ”ego”nu kontrol altına almak, “nefsaniyet”ine gem vurmak, iradesini aktif hale getirmek de “insan olma”nın ayrılmaz bir
parçası değil mi? Sahi herkes, herkesi, her şeyi eleştirebilir… Peki,
sen önce “eleştiri”nin eleştirisini yaptın mı? “Eleştiri” ne demek? Unsurları nelerdir? Felsefe tarihindeki eleştirel tavır ve örnekleri? Eleştirme hakkı doğuştan mıdır? Kazanılan bir haksa şartları nelerdir?
En önemlisi, “eleştiri” ile “dedikodu” arasındaki fark nedir?
Babası tarafından ekonomik cazibesi, ucuzluğu dolayısıyla
alınan bir kıyafeti giymemek için intihara kalkışan bir yeniyetme,
moda olduğu için en sakil kıyafetleri giyer… Ayrı bir maliyet unsuru
olan, sun’î olarak eskitilmiş pahalı bir kıyafeti giyer… Suçlamıyoruz! Kimseyi suçlamıyoruz! Kimseyi suçlama hakkını kendimizde
bulamıyoruz! Sadece anlamaya çalışıyoruz… Çünkü o kıyafet,
zihniyet dünyasının dışlaşması… Bir nevi introspection (içgözlem)
in dışa vurumu… Evet, biz introspection’un sadece kelimelerle, seslerle, renklerle, kütlelerle gerçekleştirileceğini ifade ederdik… Sadece
sanatkârlar vasıtasıyla… Ama bugüne kadar anlayamamışız, gerçekten anlayamamışız kılık kıyafet de bir introspection enstrümanı..
Bir kere daha ifade diyoruz ki; Batı Uygarlığı, insan nefsaniyetine, insan egosuna219 en uygun bir uygarlıktır… Nihayet insan nef219) Katiyetle, katiyetle; “ nefs” ve “ego” eşdeğer kavramlar değildir… Bir uygarlığın
bir kavramı başka bir uygarlığa kat’î surette tercüme edilemez… En doğrusu aynen
kullanmak…” Nation”, “ millet” değildir; “ La Patrie”, “vatan” değildir; “ foundation”,
143
saniyetinin en yüksek noktası olan postmodernizme kadar geldik…
Bundan sonrası, bilmiyorum… Ayrandan aşağısı su… Sadece soruyorum: küfür kemale erdi (mi)? Küfrün zevâli başladı (mı)? Şu
anda postmodernitenin gayyasında çırpınıp duruyor tüm dünya!...
Spengler’in Kültür, medeniyet, ilim, tarih, sanat, şehir, kadın,
ana, burjuva, para, demokrasi, din, Hıristiyanlık v.b. konularda çok
özgün yaklaşımları var.. Bunlar gerçekten ufuk açıcı, hesaplaşılması
gereken düşünceler… Fakat bizim amaç edindiğimiz formata göre,
hepsinin üzerinde lâyıkıyla durmak mümkün değil! Sadece merak
uyandırmaya, okumaya özendirmeye, temel espriyi sezdirmeye çalışıyoruz… Temel amacımızda her adımda, farkında olmadan; imanımızdan ne kadar ucuz ve kolayca vazgeçtiğimizi hissettirmek…
Bunun için de bazen lazer ışığı, bazen röntgen ışığı, bazen iğne, bazen de matkap kullanıyoruz…
Spengler’in ilginç yaklaşımlarından biri de şehir algısıdır… Bir
kere şunu anlıyoruz ki; Spengler’e göre; canlı, hayatiyet içinde olan kültür, çiçeklenme döneminden itibaren gerilemeye
başlıyor ve donduğunda medeniyet haline geliyor… ”Tarihî
bir süreç olarak katıksız bir medeniyet, ölen ve inorganik hale gelen
şekillerin kademeli bitkinliğinden meydana geliyor.220” Bir kere böyle
bir kavramsallaştırma anlam kaymalarına sebep oluyor… Hâlbuki
bu konularda; yaşama biçimini, “kültür”; maddeyi kullanışlı hale
“vakıf ” değildir…” Republic”, “ cumhuriyet” değildir…” Biad”, “ election” değildir..
Asırlardır İslâmî kavramları gavurlaştırarak, kafamızın içi gavurlaştı…En az iki yüz
yıldır, sözde anlı-şanlı din alimleri bu cinayetin aslî failleridir…Sayın aklınıza gelenleri tek tek…Asıl temeldeki aslî fail ise en az 450 yıldır, ilmî tereddî ve ahlakî tefessüh içinde olan medreseler…(Medreselerin nasıl bozulmaya başladığını anlatan,
Taşköprülüzâde’nin kitabı, 1532’de yazılmış, yüreklerde hicran yarası açıyor…Ama
mecburuz hesaplaşmaya! Çünkü tek kaygımız İslâmî..) Gavur uygarlığının; beyin
teriyle, bazen canı pahasına ürettiği kavramları; ezerek, bozarak, törpüleyerek,
zımparalayarak bazı İslâmî kavramlarla tercümeye kalkışmak cehalet veya ciddi bir
fikir namusu zafiyetidir. Bu kilise kalıntısı ile cami inşâ etmeye benzer… Her tarafından haç fışkırır! Nitekim hepimizin zihninden haç fışkırırıyor….…Tabii sürü farkında değil…Farkında olsa sürü olmaz…Bu durumun eğitimin hiçbir şekil ve seviyesi
ile ilgisi yoktur…Sadece ümmet şuuruna sahip olup olmamakla ilgilidir….
220) Batının Çöküşü, sh. 46
144
getirmeyi “teknik” ve ikisinin sentezini uygarlık-medeniyet olarak nitelemek daha berrak zihne sahip kılabilir bizi… Ayrıca “ölmüş” kültür, medeniyet, kanaatimize göre “kült” kavramı ile ifade
edilebilir. Burada Spengler’in özellikle “teknik” kavramı algısını
önemsemiyor değilim… Yani aslanın, bir geyiği avlarken kullandığı
teknik! Bir diplomatın muhatabını ikna etmek için kullandığı teknik… Bir öğretmenin öğretme teknikleri… Bu noktada Spengler’e
katılıyorum… Genel eğilim olan ve hala da devam eden ”Teknik”i
aletle sınırlamak kavramı kısırlaştırıyor… Fakat aslı daha hacimli
olan, “Batının Çöküş”ünün -Türkçe’ye bir kısmı çevrildi-, bu anlam
kaymaları dolayısıyla, sonuna kadar mütâlaa eden bir okuyucunun bulunmamasından endişe ederim.. Buradaki endişem Spengler
adına değil! Okuyucu adına… Çünkü aykırı, ufuk açıcı, bazılarını
rahatsız edici, meşhur tabirle ezber bozucu, zihnimizin rutin çalışmasına çomak sokan bu gibi bir kitabın; basitleştirilmemiş bir ifade
ile, daha çok insanın okumasının sağlanması samimi temennimdi,
fakat yazarın tercihi bu yolda olmuş…. Fakat “meselenin içinde”
olmayan bir okuyucunun bu kavramlardaki anlam kaymalarından
kurtularak, zihnini netleştirmesinden kuşkuluyum…
Burada yanlış anlaşılmak istemem, kitap büyük emek mahsulü,
kısaltılması mümkün değil! ”Okuyabilen” okusun! Umurumda değil! Ayrıca kitap kalınlaşsın diye Marks’ın Kapital’i gibi lüzumsuz
istatistik ve malumatla da doldurulmuş değil!
Her toplumun kültürden medeniyete geçme zamanları farklıdır.
Nitekim Klasik dünya, IV. Yüzyılda, Batı ise XIX. Yüzyılda medeniyet safhasına geçmiştir. İşte bu medeniyet safhasında kararlar en küçük köyün bile önemli olduğu bütün dünyada değil de, üç veya dört
büyük şehirde alınıyor. ”Bu arada kültürün eski ve geniş manzarası,
taşralı olup, yüksek insanlığın artıkları ile sadece şehirleri beslemeye
yarar.221” Kuşkusuz şehirli insan ile taşralı insan farklı özelliklere sahiptir… Spengler geçekten önemli saptamalar yapar: “Topraktan
doğan ve büyüyen gerçek insan yerine, akışkan yığınlar şek221) A.g.e. sh. 46
145
linde birbirine dengesizce bağlı olan, yeni bir göçebe vardır: Parazit
şehirli –geleneksiz, bütünüyle kesin, dinsiz, zeki, verimsiz, köylüyü
ve köylünün en ileri şekli olan köy beyini küçümseyen. Sona, inorganik olana doğru büyük bir adımdır bu- ya nedir mânası?222” İlginç
yaklaşımlar…”gerçek insan”ın toprakta doğup, büyümesi; kuşkusuz
kendine özgü çevresel şartları ve değer yargılarını da işaret ediyor…
Ve “Dünya şehrinin (cosmopolis) kendisi, en üstün organik olmayan,
insanlarını köklerinden söktüğü, kendi içine çektiği, o kültür manzarasının ortasında yerleşmiş olarak oradadır.223” Deniz nasıl insanı
içine çeker; ruhunu, canını alır; sonra bedenini, cesedini fırlatır atarsa; şehirlerde insanın bütün manevî değerlerini sömürüyor, posasını
kaldırıp dünya şehrinin geometrik caddelerine fırlatıyor, imajı yarattı bizde…
Burada galiba en çok ilginizi çeken “dinsiz” nitelemesidir şehirli için… İlerde “Tanrıtanımazlık” başlığı altında yine bu konuya döner ve: “Doğru bir şekilde anlaşılan tanrıtanımazlık, kendini
tamamlamış ve dinî imkânlarını bitirmiş, inorganik olana düşen
bir maneviyatın gerekli ifadesidir… Tanrıtanımazlık kültürün
akşamı ile değil, medeniyetin şafağı ile ortaya çıkar… Her
yaşayan kültürdeki maneviyat dindardır, dine sahiptir, ister şuurlu
olsun, ister şuursuz. Maneviyat dinsiz olamaz, en fazla Medici’lerin224 Floransa’sında olduğu gibi, dinsizlik fikri ile oynayabilir. Fakat
büyük şehir insanı dinsizdir; bu varlığının bir kısmıdır, tarihî durumunun işaretidir.225” Çünkü bu insanın “iğreti hayatı her gün biraz
daha sun’îleşmektedir.226” Ve bu şartlar altında: “Ruhî bir kısırlık
doğmuş ve genelleşmiştir; bahtsız ve derinliksiz buz gibi bir şekil yavanlığı yaygınlaşmıştır.227” Bunlardan sonra çok çarpıcı bir yargıyı
222) A.g.e. sh. 46
223) A.g.e. sh. 253
224) XVI-XVIII. Yy’larda Floransa’da egemen olan bankacı İtalyan aile. Ekonomik
güçleri ile, Geleneksel kurumları amaçlarından saptırarak ve yüksek mevkilere ve
idari mevkilere kendilerine minnettar bıraktıkları kişileri atayarak siyasete egemen
oldular..
225) A.g.e. sh. 287
226) İnsan ve Teknik, sh. 89
227) A.g.e. sh. 90
146
dile getirir: “Köylü, bütün kültürlerden bağımsız ebedî insandır.228” Bu yargı çok büyük oranda bir aşırı genelleme ve soyutlama
ifade ediyor. Anladığımız kadarıyla J. J. Rousseau’yu çağrıştırıyor…
“Dünya şehirlerinin bu sun’î çevreden başka yerde yaşamasını imkânsız kılan şey, varlığındaki kozmik vuruş daimî azalırken,
uyanan şuurun gerilimleri gittikçe daha tehlikeli bir hal almasıdır…
Fakat medeniyet gerilimden başka bir şey değildir. Kafa medeniyetin
önde gelen kişilerinin tamamında, bilhassa sırf bir gerilim ifadesiyle
idare edilmektedir.229”
İnsanoğlu, tarihin oluşum sürecinin bir aşamasında, tarımın
ortaya çıkmasıyla çok köklü bir değişim geçirir ve : “İnsan köylüye
döner, toprakta yerleşmiş ve kök salmış bir bitki olur; köylü ruhu
doğada ve kırda bir ruh keşfeder. Doğa toprak Ana haline gelir. Bu
aşamalar tarih-dışıdır. Köylü tarih-dışıdır. Köy dünya tarihinin bir
parçası değildir. Köylü her kültürden bağımsız ebedî insandır. Kültürden önce gelir, kültürün ömrünü aşar, kuşaktan kuşağa üreyen,
bilge ve vurdumduymaz bir yaratıktır, mistik bir ruhu vardır –kuru
ve kurnaz; şehirlerde dünya tarihini yapan ebedî kan kaynağıdır. Şehirli olan her şeye karşı güvensizlik besleyen köylü, şehir yaşamına
ilgisizlikle bakar, dinden en yeni araca kadar şehir ürünlerini kabul
eder ve Charlemagne230’ın gününde nasıl idiyse öyle kalır. Sofuluğu
Hıristiyanlıktan daha eskidir; köylünün ahlak ve metafiziği bütün
din eve tinsel tarih alanının dışında kalır- gerçekte hiç bir tarihi yoktur.231”
Spengler’in kadın ve aile konusunda ileri sürdüğü fikirler de çok
tartışmaya yol açabilir… Sanki Spengler’in ana, çocuk figürü ile
kadın figürü farklı gibi… Nihayet ana da son tahlilde kadın değil
midir? “Çocuk geçmişle geleceği bağlar232” Her sanat eserinde çocuk
228) Batının Çöküşü. Sh. 331
229) A.g.e. sh.336
230) 2.nisan.742-28.ocak.814 yılları arasında yaşamış Frank kralı.
231) Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri, sh. 94
232) Batının Çöküşü, sh. 195
147
hayatın sonsuzluğunu ifade eder. Çocuk insanlığın bekasının teminatıdır. “Sonsuz oluşma analık fikrinde kavranmıştır, ana olarak kadın zaman ve kaderdir. Zaman ve mesafenin bütün timsalleri aynı
şekilde anneliğin de sembolleridir. Kaygı geleceğin kök duygusudur
ve bütün kaygılar analığa (analık duygusuna) aittir.233” Batı uygarlığının dinî sanatında analığı temsilin en soylu bir vazife olduğuna
işaret eden Spengler, çeşitli misaller verir. Tek tek saymayacağız. Örnek olarak; Alman Katolik Hıristiyanlığının dünya görüntüsünün
merkezine ıstırap çeken kurtarıcı (Hazreti İsa)’yı değil, ıstırap çeken
Ana’yı (Meryem Ana) yerleştirdiğini, söyler.
Daha önce Yunan sanatının, çocukların samimî temsilini ihmal
ettiğini ifade ettikten sonra, bu örnekleri takiben Spengler dikkat çekici, hatta çarpıcı bir tespitte bulunur: “Bu tiplere (batının sanatında temsil edilen analar) karşı Yunanlıların hayal gücü ya Athena
gibi amazon veya Afrodit gibi yüksek fahişe olan tanrıçalar yarattı.
Klasik kadın tipini meydana getiren köklü duyguda, verimlilik bitkisel bir vasıf taşır; gerek bu, gerekse başka bağlantılarda “soma” (vücut) kelimesi olayın mânasını eksiksiz bir şekilde açıklar. Bu sanatın
şaheserleri, Parthenon’un doğu yönündeki üç güçlü kadın vücudunu
düşünün ve onlarla bir annenin soylu görüntüsü olan, Rafael’in Sistina’daki Madonna’sını karşılaştırın. Bu sonuncu da bütün cisimlilik
yok olmuştur. O tamamıyla mesafe ve uzaydır.234” Ve devamındaki
verilen bilgilerle, değerlendirmeler yapmak gerekir.
“Dişi kozmiğe yakın durur. Toprağa daha derin kök salmıştır.
Tabiatın büyük devirli ritimleriyle doğrudan doğruya ilgilidir. Erkek daha özgür, diğer yönlerden olduğu kadar anlayış ve duyarlık bakımından da daha hareketli, daha uyanık ve daha atiktir.235”
Epeyce müphem satırlar… Fakat meselenin etik (ahlak felsefesi)
veya ahlâkî tarafını parantez içine alırsak; erkeğin daha özgür, daha
doğrusu daha rahat, daha da doğrusu daha hayvansal olduğunu
söyleyebiliriz organik yapı bakımından… Çünkü davranışlarının
233) A.g.e. sh.195
234) A.g.e. sh. 196
235) A.g.e. sh. 475
148
sonunda organik bir takım mükellefiyetler doğmamaktadır, vücuduna ait… Ama kadının yapacağı bir hata (ahlak terminolojisine göre
kullanmıyorum, biyolojik sonuçları bakımından kullanıyorum.)
organik olarak çok ciddi sonuçlar doğuracaktır… Doğum kontrol
vasıtaları kadına bu hayvansal rahatlığı verememiştir. Bütün tıbbî
gelişmelere rağmen kadın insandır… Çünkü, yine ahlâkî değerlendirmelerden bağımsız olarak söylüyorum; kadın daima istismar
edilen, nesneleştirilen, kullanılan durumundadır… Erkek bulduğu
her tükürük hokkasına tükürebilir, tohumunu saçıp gezebilir, ama
kadın? Bir gemiciyi düşünün uğradığı her limana tohumunu saçar
gider…
Ve biyolojik yapısı müsait olmadığı gibi kanaatimize göre psişik
yapısı da hayvan olmaya müsait değildir kadının… Son tahlilde kadının insan olmaya mahkûm olduğunu, insan olmanın kadının bir
yazgısı olduğuna inanıyoruz! Bizim sözüne ettiğimiz potens (gizil,
saklı) halinde bir imkândır, bunu kinetik hale çevirmek her kadının bireysel iradesinin konusudur… Yıllardır Sonya236’ın yaşadığı
kâbusun (başka kavram da bulmadım!) etkisinden kurtulamamış
bir insan olarak, tekrar iddia ediyorum: kadın hayvan sallaşamaz… Sonya hayvan olamadı, çünkü bir kadın hayvan olamaz!
Çok gayret eder, emek, çaba harcarsa o da belki, fakat o da geçici bir
zaman için…
Bu arada bir zamandır; Türkiye’nin orkestra şefliğinde İslâm
alemi genelinde akıl-sır ermez arabesk bir konser sergileniyor… Orkestra eşliğinde kasap havası… Daha önce de işaret ettiğim gibi…
Tam bir implosion… Tam bir içe doğru patlama, kaynama… Kutuplar kayboluyor… Bir borunun kutuplarındaki sodyum ve hidroklorik asit kapları patlıyor ve bir reaksiyon, bir kaynama, bakıyorsunuz sonuçta nurtopu gibi tuzunuz olmuş… Bildiğiniz tuz…
İnsanın ağzından muz, nar, elma, armut gibi enfes renklerle giren
meyveler, midede kutuplar yok olduğu için bir iç patlama sonucu…………..
236) Dostoyevski’nin “ Suç ve Ceza” daki kadın tipi..
149
Bu konserin bölüm başlıklarından biri de: kadın meselesi…
Adamlar, kızını, karısını, anasını, halasını bu uğura vakfetmişler…
Ben sizin argümanlarınızı haklı buluyorum: Güç, öyle bir güçtür ki
her türlü engeli siler, süpürür… Güçlü için her şey mübahtır… Üstün olma ve hükmetmenin öyle bir tadı var ki, her türlü değerin yok
sayılmasına değer… Çünkü siz değer üreticisi oluyorsunuz… Tanrı
olmanın dayanılmaz cazibesi… Fakat benim gibi hayvanların kulağına rahatsız edici sesler geliyor… Benim gibi hayvanlar siz insanların duymadığı sesleri duyarız… Sesler çok kuvvetleniyor… Sesin
frekansı geometrik diziyle artıyor… Yavaşça sorayım: çevrenizde bir
tane, bir tane pâk nasiye var mı? Ama siz de haklısınız…. Diyeceksiniz ki; siz saçmalıyorsunuz, asıl mesele, ben bahsettiğiniz o pâk
nasiyeyi aynada bulamıyorum ki, çevremde olsun! N. Bohr’da öyle
diyordu: “Kuantumu bulduğumda ölçemiyorum, ölçmeye başlayınca kaybediyorum… ”Bu yumurtayı kırmadan omlet yapmak!... Bu
kadın konusuna yine döneceğiz… Hem de güncelleyerek…
“Erkek, kaderi yaşayarak tecrübe eder, sebep-netice ilişkisini,
oluşmanın sebep mantığını kavrama yeteneğine sahiptir. Dişi, aksine, kendisi kader, zaman ve oluşmanın organik mantığıdır; işte
bu nedenle de sebeb-netice ilişkisi ona daima yabancıdır. Her ne
zaman insan kadere herhangi bir maddi şekil vermeye kalksa onu
dişi şeklinde hissetmiş, onu Moirai, Parcae, Norns olarak adlandırmıştır… Erkek tarihi yapar, kadın ise tarihtir… Dişi, aksine, esas,
ebedî, anaç, bitkimsi (Çünkü bitkide daima dişi olan bir şey vardır.)
asla değişmeyen, fakat bütün insan ve hayvan türlerinin varlığında
aynı şeyin kültürsüz tarihidir. Hayatın kendisiyle aynı anlamdadır.
Kadın hamile yatağında zaferini kazanır. Aztekler, yani Meksika
kültürünün Romalıları, doğum halindeki kadını harbeden savaşçı
olarak nitelendirirlerdi. Eğer ölürse, ölen bir kahramanla aynı işlemi
görürdü. Kadın için siyaset, onun vasıtasıyla çocukların anası olabildiği, onun vasıtasıyla tarih, kader ve geleceğin ta kendisi olabildiği
erkeğin ebedî fethidir. Onun derin çekingenliğinin, zariflik taktiğinin
hedefi daima oğlunun babasıdır…237”
237) Batının Çöküşü, sh.476
150
Katılacağımız taraflar var, katılmayacağımız taraflar… Ama
en azından düşünmeye, tartışmaya değer görüşler…
Buraya kadar Spengler’in genel anlamdaki kadın telakkisini
analiz etmeye çalıştık. Ama Spengler’e göre mademki, Batı kültürü,
medeniyet aşamasına geldi… Dolayısıyla çöküş içinde…. O zaman
yaşanan süreçte bu medeniyetin kadını hakkında ne düşünüyor?
Unutmayalım ki kitap yazılalı neredeyse yüzyıl olmuş… Bana, bu
konuda Spengler, bir sosyal meteorolog olarak başarılı gibi geliyor…
Bir de düşünelim ki, kitabın neşrini takip eden Cumhuriyet döneminde devrimler yapıldı, kadınlara haklar verildi… Bizde kadınlar;
Belediye seçimlerine 20 Mart 1930; Milletvekili seçimlerine 8 Şubat
1934’te katılıp 18 kadın milletvekili seçildi. İsviçre’de ise kadınlar bu
hakkı 7 Şubat 1971 (yazıyla bindokuzyüz yetmiş bir...) İsviçre’nin
kantonu olan Appenzell’de de 1990’da elde ettiler… Özellikle son
on yılda yapılan ciddi hamleler… Dolayısıyla Türkiyeli kadının,
Spengler’in analizini yaptığı günkü Avrupalı kadından geri olmadığını ve belki de daha ileri olduğunu düşünüyorum… Hele başına paçavra parçası bağlayıp, “bakış” hakkındaki Fahr-i Alem Sallallahü
Aleyhi ve Sellem’in hadis-i şeriflerine göre tehlike menzil içinde
bulunan kadınları da ve de kocalarını, babalarını, oğullarını, ağabeylerini Allah’a havale ediyorum… Bu bakımlardan Modern
Avrupalı kadından bahsederken aynayı ihmal etmeyelim… Her
konuda; özellikle ahlak, din, aile, namus, şeref, Batı’yı suçlarken,
her seferinde kalkıp aynaya bakalım… Batı’yı mücerret değerlerimiz, imanımız açısından; eleştirme, horlama, aşağılama hakkına sonunu kadar sahibiz… Fakat somut karşılaştırmalarla Batı’yı
eleştirmek fikir namusuna sahip bir insana yakışmayan, patolojik
bir yaklaşımdır… Sanki imanını (hatta “imandan” ne derece haberdar.?) yaşıyormuş gibi, sanki onunla mücehhez ve müzeyyen
gibi Batı’yı eleştireceksin? Bu bir savunma mekanizması!
“En başta kadın, köylü kadın, anadır. Çocukluktan beri
özlemini çektiği bütün uğraş bu tek kelimede anlatılmıştır.238”
238) A.g.e. sh. 337
151
Hâlbuki modern kadının çocuğuna karşı tutumu kendiliğinden,
çocukluğunda beri özlemini çektiği bir duygu değildir. Bir
simülasyondur. Çünkü birincil olarak ana değildir. {Fakat
birdenbire İbsen kadını, Kuzey tiyatrosundan Paris romanına
kadar uzanan bütün megalopolitan edebiyatın kahramanı olarak
ortaya çıkar. Çocukları yoktur, ruh tenakuzları vardır; evlilik
bir “karşılıklı anlayış”a varma hüneri, sanatıdır. Çocuklara karşı
olma konusu ister hiçbir şeyin mevsimini kaçırmayan Amerikan
leydisine, ister âşığının onu bırakacağından korkuya düşen
Parisli’ye, ister “kendine ait olan” İbsen kahramanına ait olsun,
hiç fark etmez; hepsi de verimsizdir… Çocuksuz zekâlar için bir
ahlâk ve Nora ile Nana’nın iç tenakuzları konusunda bir edebiyat
vardır.239”
“Megalopolis kadını ise, ister Paris ya da Newyork’ta
olsun… Çocuksuz bir İbsen kadınıdır, bir Nora ya da
Nana’dır.240”
Spengler, işimizi epeyce kolaylaştırdı… Hiç değilse iki referans noktası verdi; Nora ve Nana… Fakat bu eserlerin bütünlüğünü bozmadan, özetleyerek vermek o kadar güç ki, sanki benim
gönlümden fışkıran öz cümlelerim gibi, hiç birini feda etmeye
kıyamıyorum… Ama mecburuz…
Henrik İbsen (1828-1906)
İsveçli piyes yazarı, feminizmin candan koruyucusu,
“NORA, Bir Bebek Evi” isimli eserini 1879 yılında yazmış. Mütercimi Cevad Memduh Altar tarafından doyurucu bir tanıtım
yazısı yazılmış, kitabın Türkçe tercümesinin başına… Eseri
şöyle özetliyor: “Velhasıl bu dram, gerçek sevgi üzerine kurulmayan bir yuvanın iç yüzünü bütün fecaatiyle açığa vurmakta ve
aile dertlerine, ancak her türlü hodbinlikten uzak, karşılıklı bir
239) A.g.e. sh. 337
240) Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri, sh. 100
152
sevgi ile katlanılabileceğini ileri sürmektedir.241” Nora; hali vakti
yerinde bir memur ailesine mensup, genç, güzel, delice sevdiği
üç erkek çocuğa sahip. Helmer, Nora’nın kocası. Henüz genç denecek yaşta, yakışıklı, evine bağlı, eşi üzerinde fazla nüfuzu olan
ve eşinin bilgisiyle değil, bilâkis kadınlık safiyetiyle, kadınlık acziyle iftihar eden, etrafını göremeyecek kadar meşgul ve yaptığı
işlerden gurur duyan başarılı bir işadamı, şu anda aklımıza kimler geliyor, kimler? Bugünkü şartlarda başarılı olan bir politikacı,
başarılı bir akademisyen..… Rank, aile doktoru…
Fakat burada şu noktayı unutursak konunun inceliklerini
kaçırırız… Söz konusu tarihsel süreçte Batı bütün kurumlarıyla, dolayısıyla aile anlayışında da kutsalı kaybetmiş, kutsaldan
arınmış, laik konseptle hareket ediyor. (Bizim bu günkü durumumuz?) Dilek ve temennisi ailenin “gerçek sevgi üzerine kurulması”… Ama bu bir ütopyadır… Ve bir iflastır… Nora da bunun
canlandırılmış bir sembolü… Belki de mutlu bir rüyadan, kâbus
için de fırlayarak kalkma…
Çok dikkate şayan ki; 28 Ağustos 1335 ( m.1916 ) tarihli
Peyam gazetesinin,” İlave-i Edebiyesi”ndeki bir yazısında Merhum Süleyman Nazif: “Fakat azizim, İbsen’i anlamamak, bence
alelıtlak sanatı, güzelliği anlamamaktır242” demektedir.
Nora’nın birinci özelliği çok müsrif olması, ama farkında
değil, bir konuşmada kocası Helmer’e şöyle der: “Elimden geldiği kadar idare etmeye çalışıyorum.” Kocasının cevabı: “Çok
acayip insansın. Tıpkı baban gibi. Tıpkı babana benziyorsun.
Eline para geçirmek için didinirsin; ama onu bir de ele geçirdin
mi, parmaklarının arasından hemen akar gider, nerelere verdiğini kendin de bilmezsin. Mamafih seni böyle olduğun gibi kabul
etmek lâzım. Bu senin kanında var. Evet, evet, bu tamamıyla irsî,
Nora.”
241) H. İbsen, Nora, Bir Bebek Evi, çev. C.M. Altar, İstanbul, MEB, 1959, sh.XIII
242) A.g.e. sh. XVIII
153
Çevresinin kendi hakkındaki değerlendirmelerinden
şikâyetçi: “Siz hepiniz, benimle ciddi bir iş yapılamayacağını zannediyorsunuz.243” Tek amacı bir şekilde “üstün olmak ve
hükmetmek” bunu şöyle dile getirir: ”Evet, bir sürü insana söz
geçireceğiz, Thorwald herkese sözünü geçirecek, bunları
düşünmek bile hoş.244“ Bu nokta ihtilaflı, kadınlar istediği için
mi erkekler öyle olur? Yoksa erkekler istediği için mi kadınlar
böyle olur? Özellikle bizim tarihi oluşum sürecimiz incelenince muharrik gücün erkekler olduğu kanaatindeyim. Ama erkek
değişimi bir kere tetikledikten sonra, kadındaki değişim arzusu
kontrolsüz bir ihtiras haline geliyor ve geometrik diziyle artıyor… Biraz vicdanlı olalım, 100-150 yıl önce kadın burnunu çıkaramaz evinden… Bütün mekanı avuç içi kadar mahallesi veya
köyü, ziyaret edeceği, babası, amesi, dayısı.. En azında askerlik
için “dışarı” gidip değişik adet, ananelerle muhatap olan erkek,
biraz daha günümüze yaklaşalım, okumak için “dışarı” giden,
ojeli kızları gören erkek, mal almak için İstanbul’a giden erkek…
50-60 yıl önce başlı başına bir ritüel idi mal alma… Karısını kızını özendiren erkek, kontrolü elden kaçıran erkek… Hele bizim
ülkemiz gibi müthiş bir değişimin olduğu, bir göz açımlık zamanda insanların dikey hareketlilikten nasiplendikleri ve küçük
yaşta evlendikleri için, karısını ve eşeğini beğenmeyen yine erkek… Evine helal haram demeden, kul hakkı demeden kazanıp
(!) getiren erkek… Ben yine iddia ediyorum… İlk hareket ettirici erkek… Sonrasını bilmem… Ok yaydan bir kere çıktı mı?
Kabahat yayı çekende mi, okta mı?
Bizce asıl onu modern yapan özelliğe geliyoruz: “Hiç iyi
bir şey bulamıyorum; bana her şey saçma geliyor, her şey
mânasız geliyor.245” Hayatın anlamını kaybetmesi, “saçma”
duygusunun bütün benliğini kaplaması.
243) A.g.e. sh. 29
244) A.g.e. sh. 46
245) A.g.e. sh. 74
154
Çok önemli bir noktaya daha geliyoruz: “Ha evet, Doktor
Rank olacak; ama o buraya hasta bakmak için gelmez. Doktor
Rank bizim en yakın aile dostumuzdur. Günde en az bir defa
bizi arar. Yoksa biz geleli, Thorwald bir kere bile hastalanmadı.
Çocuklarımın da, benim de sıhhatimiz iyi246” Evlerine teklifsiz girip çıkan bir aile dostu. Fakat bir fırsatını bulup Doktor, Nora’ya
ilan-ı aşk eder.”Ah, azizim Doktor Rank, bu hareketiniz hakikaten çok çirkin.” Ve (Rank ayağa kalkar) “Sizi bütün kalbimle,
hiç kimsenin aşkına benzemeyen bir aşkla sevdiğim için mi? Bu
mu çirkin olan?” Nora’nın cevabı net değil: “Hayır ama bunu
bana söylememeli idiniz. Buna hiç lüzum yoktu.” Rank’ın
ısrarlı konuşmaları… Nora’nın yaklaşımı: “Tabiî bundan sonra
da buraya, evvelce nasıl geldinizse, öyle gelin… A, sizin buraya
gelmenizden memnun olurum… Evet, görüyorsunuz ya, öyle
insanlar vardır ki, onlarla bir arada bulunmaktan ancak haz
duyulur.247” Mahremiyet sınırlarının bu kadar esnediği bir hayat tarzı bedelini ödetecek doğal olarak… İnsan fıtratını yok sayan bir ilişkiler ağı… Sanki örümcek ağı… Neresinden tutsanız
delinecek!...
Ruhî inzibat ve müeyyideden mahrum genel hayat tarzı,
Türkiye’deki dincileri de, muhafazakârları da etkilemiştir hayatın bütün alanlarında. Evet, iktisadî faktör belirleyici değil, fakat
etkileyici olduğu da inkâr edilemez… Dolayısıyla ekonomik değişim paralel olarak hayatın her alanını da etkiliyor… Ekonomik
durum kendi hayat tarzını da inşâ ediyor. Hem genel, hem aile
içi mahremiyet telakkisi hüviyet değiştiriyor… Şer’an yabancı
sayılan kişiler için mahremiyet sınırları gevşiyor… Amcaoğlu,
dayıoğlu v.b. Şer’an yabancı ama artık tatbikatta kardeş statüsünde… Hele doğduğun şehir dışında gurbette yaşıyorsanız köylünüz, hemşeriniz hükmen kardeş… Şartları, meşrû gerekli ortamı
hazırlanmadan kadının yurt içi, yurt dışı tahsil hayatının genelleşmesi, iş hayatına atılması… Bütün toplumsal ilişkileri altüst
etmiştir. Ve…
246) A.g.e. sh.25
247) A.g.e. sh. 117
155
İş hayatın, modern hayatın en masum özelliği olarak insanlar ayrı ayrı kabinlerde yaşıyorlar, aralarına beton-çelik duvarlar
örülmüş, yirmi dört saat aynı oda da yaşasalar da… Bir kere insan kendi gölgesi ile kavgalı… İnsanların kendi burunlarının gölgesine tahammülleri yok!... Yabancılaşma… Artık insan boynunu tevazu içinde büktüğünde Hâlık-ı Zül Celal ile birlikte değil!
Yalnızız, yalnızız, yalnızız… ”Sekiz senedir evliyiz. Her ikimiz
de, sen de ben de, karı koca olarak daha ilk defa bugün birbirimizle şöyle bir ciddi konuşuyoruz. Sen hiç bunun farkına varmadın mı?… Hah, şimdi meselenin en mühim tarafına
geldik. Sen beni hiçbir vakit anlamadın. -Bana çok haksızlıklar
yapıldı… (Babasını ve kocasını kastederek) Siz hiçbir vakit beni
sevmediniz. Siz yalnız, bana âşık olmaktan zevk duydunuz.248”
Çok netameli bir noktaya geliyoruz: Bu kadar ilgi, ihtimam,
dikkat, masraf… Gerçekten modern insan altın buzağı haline
getirdiği çocuğunu içtenlikle seviyor mu? Yoksa “sevme”yi mi
seviyor? Yoksa çocuğunun şahsında; vasıtasız, çıkarsız o tertemiz, ana sütü kadar temiz “sevgi”yi mi arıyor? Vasıtasız, çıkarsız
sevgiyi ararken çocuğunu araçsallaştırıyor mu? Sözde tarikat, vakıf, dernek, cemaat, kermes (ne demekse?), hac, umre refikleri
tatmin etmiyor… Çünkü herkes biliyor ki, üstünlük ekonomik
seviye ile, sosyal statü ile… Yalanlar kimseyi kandırmıyor…
Hayvanlara gösterilen ilgi, kapıcı, müstahdem v.b. gibi ekonomik bakımdan alt statüdeki insanlara gösterilen ilgi… Daha da
özü: içki nasıl şişede durduğu gibi durmazsa, haram para da kasada durduğu gibi durmuyor…
Hatta çalışan anne, çocuğuna analık yapamamanın ezikliği
altında, çocuğuna gereğinden fazla fakat simülatif bir ilgi, şefkat
(?) gösteriyor ki; bu da çocuk kişiliğinin gelişmesinde çok olumsuz etkiler yapıyor… Aşırı kırılganlık, intikam hissi, güvensizlik,
aşırı güven!...
248) A.g.e. sh. 188
156
Modern insan bir mutluluk avcısıdır… Mutlu olmaya layık
olmak (E. Kant) gibi bir endişesi olmamıştır hiçbir zaman…
”Hayır, hiçbir zaman mesut değildim. Mesut olduğumu zannettim, ama hiçbir zaman mesut olamadım.249” Sirke sıvı olmasına
rağmen susuzluğu gidermez… Harareti daha da artırır… Masiva; insanı onulmaz, çaresiz biçimde susatır…
Dinci kanallarda psikolojiyi kavanozun dışından yalamış,
kafaları paçavra parçaları ile sarılmış modern büyücü tipleri (bu
disiplinin maksadını aşmayan temsilcilerini tenzihen) görünce
çok acıyorum, çok üzülüyorum… Ne, ne ile tedaviye çalışılıyor… ”Kendimi, hattâ mümkünse etrafımı iyice anlayabilmem
için, kendimle baş başa kalmaya mecburum. İşte onun için senin yanında artık daha fazla kalmama imkân yok.” Bu durumda
dahi kocasının kaygısı elâlem: “Demek sen yuvanı, kocanı, çocuklarını terk ediyorsun ha! Hem âlemin ne söyleyeceğini hiç
düşünmüyor musun?250” Spengler açısından bakarsak büyük
bir yanılgı içerisindeyiz. Çünkü: {Bu şehirler “tümüyle zekâ”dır.
Ruhsuzluğun sembolü olan satranç tahtası biçimini erek edinirler. “Yuva“ değildirler.251”
Elâlem kozundan sonra kocanın aklına yeni bir enstrüman
gelir: “Sen her şeyden evvel bir aile kadınısın, bir annesin.”
Farkında değil nesneleştirilen hiçbir değer, hiçbir yarayı tedavi
edemez. “Artık buna inanmıyorum. Zannedersem, her şeyden evvel bir insanım, tıpkı senin gibi - yahut her halde, insan olmaya çalışacağım.” (tam aydınlanmacı bir tutum. A.B.)
……. Kocası son maymuncuğu, belki bilinçli olarak sona sakladığı izlenimi vererek kullanır: ”Dine de inanmıyor musun?”
Koca zelzelenin farkında değil: “Ah, Thorwald, hele dinin ne
olduğunu, doğru dürüst bilmiyorum ya…. Daha genç kız
iken, kilisede rahip Hansen’in söylediği şeylerden başka bir
şey bilmiyorum” Şimdi koca biraz, yavaş yavaş meseleyi kavrı249) A.g.e. sh. 190
250) A.g.e.sh. 193
251) Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri, sh. 100
157
yor gibi, anladığımız kadarı ile ancak şu anda kendine güvenini
kaybetti, çünkü en kuvvetli yumruğu da muhatabı tarafından
hafif bir baş hareketi (swing) ile geçiştirildi… Tekrar başa dönüyoruz: “Ah, bu sözlerin hiçbirisi genç bir kadının ağzından işitilecek şeyler değil! Ama eğer din seni doğru yola götürmüyorsa,
bırak bari ben senin vicdanını sarsayım. Çünkü ne de olsa, sen de
bir ahlâk duygusunun olması lâzım gelmez mi? Ama cevap ver
-yoksa sende bu da mı yok?252” Nora’nın bütün değer yargıları
sarsılmış, hatta yıkılmış: “Evet, Thorward, senin bu sözüne cevap vermek o kadar kolay değil. Bunu hiç bilmiyorum. Hele bu
meselelerde kafam büsbütün bulanık. Yalnız, bu hususta senin
düşündüklerinden tamamen başka düşündüğümü biliyorum, o
kadar.” Kocası tekrar kadının önüne toplum putunu diker: “Çocuk gibi düşünüyorsun. İçinde yaşadığın cemiyeti anlamıyorsun.” Ama cevap hazır: “Hayır, anlamıyorum. Ama şimdiden
sonra onu da anlamaya çalışacağım. Onu da arayıp bulmam
lâzım, bakalım kim haklıymış, cemiyet mi, ben mi253?”
Nora, giyinmiş olarak ve elinde küçük bir seyahat çantası ile
tekrar gelir, çantayı masanın yanındaki iskemlenin üzerine koyar, mantosunu giyer: “Gece vakti yabancı bir erkeğin evinde
kalamam” der. Helmer, kapının yanındaki iskemleye yığılır ve
elleriyle yüzünü örter. “Nora! Nora!” (Etrafına göz gezdirir ve
ayağa kalkar.) “Bomboş. Artık o burda değil.” İçinde bir ümit
uyanır, En büyük mucize-?! Aşağıda kapanan bir kapının gürültüsü işitilir.
Spengler’in Batı’lı, Batı’nın kültür aşamasını geçerek, medeniyet aşamasına gelmiş toplumunun kadın imajı bu! Çöken bir
medeniyete yakışan da böyle bir kahraman… Özünü kaybettirmeden kısaca özetlemeye çalıştım bir şaheseri… Fakat bu alınan
kadarı bile sık sık tekrar ettiğim Üstad’ın, Batı’nın bütün meselelerini ifade eden şu satırlarını hatırlatmıyor mu size? “Cihan
şu veya bu kıymetin değil de bizzat kıymet ölçüsünün çivili
252) Nora, sh. 195
253) A.g.e. sh.196
158
bulunduğu can evinden, ruhundan hastadır254” İleri sürülen
hiçbir sebep Nora’da bir “vicdan burkulması255”na sebep olmuyor… Çünkü vicdan mevzuunu kaybetmiş… Ruh hasta olunca
kıymet ölçüleri sapır sapır dökülmüş… İleri sürülen kutsalların
hiçbiri hasta olan can evinde, ruhunda ma’kes bulmuyor…. Toplum, aile kadını, anne, genç bir kadın olmanın mükellefiyetleri,
Hıristiyanlık, ahlak duygusu… İçi boş teneke kutuları gibi kavramlar…
Bir panik halinde düşünmeden, düşünmek istemeden, yine
zihnime hücum ediyor, geliyor: İslâm öyle örselendi, öyle mıncıklandı ki, yukarıdaki örnekte gördüğümüz gibi kavramların
muhtevası buharlaştı… Toplum çatır çatır yırtılıyor… Bütün
sözde tarikatlar, cemaatler, vakıflar, imam-hatipler, din adamları, dernekler, bilumum İslâmî makyajlı dinsel kurumlar fare gibi
İslâmî mukaddesleri kemiriyorlar… Can evinden, ruhundan
hasta toplum artık tepki gösteremiyor… En son marifetleri,
bir din görevlisinin sözde bir hocanın şarlatanlığı, faizi meşrû
kılması… Siz toplumun ne duruma geldiğini düşünün ki sözüm
ona kanaat önderinin (ne demekse, İslam ıstılahatında böyle
bir kavram yok) emperyalizmin avucunun içinde, Siyonizm’e ve
Amerikanizme açık ve seçik bir biçimde hizmet etmesini tolere edebiliyor.. Kadını, erkeği, herkes bir Nora, vicdanlar kamaşmış!?... Mistik, metafizik, okültist, laik, seküler, rasyonalist,
iktisadî ve siyasî liberal bir din imal edildi… Hem de herkesin
gözü önünde… Sanayimiz ilerliyor… Sanayide masa imal eder
gibi din imal ettiler… Modüler mobilya… Çok amaçlı… Çıkarıyorsunuz, takıyorsunuz masa… Çıkarıyorsunuz takıyorsunuz,
yatak. Çıkarıyorsunuz takıyorsunuz, sandalye… Gecekondu
inşâ eder gibi din inşâ ettiler… Bunlar ancak paradan anlarlar…
Onun için iktisat terminolojisine göre konuşacağım; kötü para
iyi parayı kovar… En hafif tabiriyle bid’atler, Ehl-i Sünneti kovuyor…
254) Necip Fazıl Kısakürek, İdeolacya Örgüsü, İstanbul, Bd Yay. 1986, sh. 78
255) A.g.e.152
159
Spengler’in diğer referansı da Nana... Emile Zola (18401902) natüralizm akımının en başarılı örneklerden biri olan
Nana’yı 1880 yılında yazdı. “Zola’nın romanları, hiç kuşku
yok, ikinci imparatorluk döneminin toplumsal bir panoramasını verir.256” Nana’yı “O……” diye aşağılayıp geçemezsiniz… Nana bir megalopolis kadınıdır… Batı medeniyetinin
bir remzidir… Nora ve Nana sanatkârlar tarafından modern,
medenî kadının özellikleri süzülerek ete kemiğe büründürülmüş
bir müheykel timsallerdir. İkisi de sanatkârların toplumsal gözlemlerinden damıtılmış tiplerdir… Dolayısıyla gözlem konusu
olan tipler, etiyle kanıyla yaşayan tipler… Bunlar Dostoyevski
tipleri değildir… Karamazof Kardeşler’de dört kardeş var. Dördü de Dostoyevski’nin kişiliğinin bir yanını temsil eder… Ve
kozmik bir zaman içinde yaşarlar… Buradaki kahramanlarımızda öyle bir parçalanma yok! Ama buna rağmen sanatkârın yaratıcı hayal gücü ve estetik dehası ile yaptığı soyutlamaların hayalî
bir tecessümüdür… Bunun için hayatta birebir muadilini bulamazsınız… Sonra buradaki özellikler sadece Nana benzerlerine
de özgü değil!... Ve Batılılaşmayı kendine vaz geçilmez hedef
olarak koyan toplumların geleceğine de ışık tutar… ”İman”ını
bilerek veya bilmeyerek buharlaştırmış, iman-küfür, mümin-kafir zıtlığını törpülemiş; her kadın ve erkek, bu romanlarda eğer
korkmadan ararsa kendisini bulur? Her sayfanın içinden kendisinin fırladığını görür!...
Yoksul çamaşırcı kadının kızı Nana, toplumun ve hayatın
ana-babasına yaptıklarının acısını çıkarmağa and içmiştir sanki. Nana kadınlığını kullanarak bütün toplumdan öcünü alır. O,
toplumun tanınmış adlarını, zenginlerini kadınlığıyla dize getirmiş, onları alçaltmıştır. Bu romanda ayrıca erkek tiplemeleri
de bize ışık tutar… Bütün olumsuzlukların ana figürü kadınmış
gibi bir imaj da yanlış… Gerçekten erkek merkezli bir dünyada
yaşıyoruz… Ama kadınlar da yavaş yavaş faturaları ödetmeye
başladılar…
256) Emıle Zola, Nana, çev. Adnan Cemgil, İstanbul, Altın Klasikler, 1972, sh. 8
160
Nana’nın birinci özelliği: “Erkekleri böyle peşinden koşturmak hoşuna gidiyordu.257” Galiba İslami mânada mahremiyet tasavvurunun olmadığı her türlü toplumsal kadın-erkek
aktivitelerinde, bu oyun, şu veya bu derecesi ile temel bir kural
gibi geliyor… Kaçmak-kovalamak megalopolis hayatının tuzu
biberi oluyor… Çılgın bir mekaniksel rutin hayatının hoş bir yaratıcılık alanı olsa gerek… İş hayatında, sadece üstün olmak ve
hükmetmeye dayalı bir zihinsel oluşumun estetik çeşnisi…
Diğer bir özelliği: “Tam hazır olduğu sırada Nana, eteğini,
ters çevrilmiş bir koltuğun ayağındaki makaraya taktı, kumaş
boydan boya ayrılmıştı. Bunun üzerine öfkesinden ağız dolusu küfretmeğe başladı; zaten hep onun başına gelirdi böyle
aksilikler.258” Ne kadar çok insanın ortak davranışıdır… Tipik
bir, eşeğini dövemeyen semerini dövermiş mekanizması. Hayatı dövemeyen, ağzı dili olmayan bir nesneyi döver… Telefonda
patronundan azar işiten, bir çalışan telefonu yere çarpar… Yön
değiştirme veya kaydırma. (Displacement)
Nana çileden çıkar ve: “Sonra budalaca bir namusluluk nöbetine tutuldu, herkesin kafasını şişirerek iyi duygularını sayıp dökmeğe başladı; oğluna sağlam bir din eğitimi verecek,
kendisi de bundan sonra doğru yola girecekti. Sofradakiler onun
bu sözlerine gülerken, büyük lâflar ediyor, söylediğine inanmış
bir burjuva kadınının ciddiliği ile başını sallayarak insanın ancak
düzenli bir yaşayışla zenginliğe kavuşabileceğini, bir ot minder
üstünde ölmeğe niyeti olmadığını söylüyordu.259” Böyle günaha
batmış bir Dostoyevski tipinin sözlerinin en azında samimiyetine güvenebilirsiniz, ama bir burjuva kadının nedametine
asla… Ben bugünkü Rusya’dan bahsetmiyorum… Çünkü burjuva, kadını erkeği ile, hayatı trajik olarak kavrama yeteneğini yitirmiştir. Çünkü can evinden, ruhundan hastadır… Bütün hayatı
simülasyon… Sanal bir âlemde yaşar… Bütün derûnî hayatı, iç
257) A.g.e. sh. 69
258) A.g.e. sh. 102
259) A.g.e. sh. 221
161
yaşantısı protezdir… Bu tespitleri erkeklere de teşmil edebilir miyiz? Kuşkusuz, aynı hayat tarzını paylaşan bütün insanlar,
onun gereklerinde de ortaktırlar.
Hatırlayın Baudelaire’i, Nietzsche’yi…. Hemen hemen aynı
tarih dilimleri…. ”Bununla beraber lüks içindeki bu sarayında
Nana can sıkıntısından patlıyordu. Gecenin her dakikasında
bir erkek vardı yanında, tuvalet masasının çekmecelerine kadar
da para doluydu, fırçalar ve taraklarla karışık olarak. Ama bu
doyurmuyordu onu, bir boşluk hissediyordu hayatında, can
sıkıntısından esneme veren bir boşluk. Hayatı işsiz güçsüz, hep
birbirine benzeyen saatlerle biteviye geçip gidiyordu. (Ulaşamadım ama, sanırım burjuva kadınlarını oyalamak için kermes,
fakirlere yardım, hizmet gibi faaliyetler bu romanın yazıldığı tarihten sonra çıktı, çalışarak rehabilitasyon v.b.). Yarını düşünmüyordu. Yani, karşısına çıkacak ilk dala tünemeye hazır bir
kuş gibi yaşıyordu… Hep arabayla gezdiği için, bacaklarını
kullanma alışkanlığını kaybetmişti. Küçük bir kız çocuğunun
gülünç zevklerine kaptırmıştı kendini; mücevherlerini öpüyor,
budalaca eğlencelerle vakit öldürüyordu… Sonra böylece kendini bırakışı içinde, sadece güzelliğinin üstüne titriyor, sürekli
olarak vücuduna bakıyor, yıkanıyor, kokular sürünüyor…260”
Çiçeklerle konuşma, hayvan sevgisi (!) v.b. insandan nefretin bir
kefareti mi?
Ve bir megalopolisin burjuva kadınının sanırım eylem zembereğinin en temel motifini veriyor Zola bize, Nana’nın ağzından: “ …… Şunu kafana iyice yerleştir: serbest olmak istiyorum.261” Daha önceki sayfalarda da hamile kaldığı için sorar:
“Yani insan, başına bu kadar iş açılmadan keyfince yaşayamayacak mıydı?262” Biz Nora vesilesiyle kısmen temas etmiştik
daha önce…
260) A.g.e. sh. 347
261) A.g.e. sh. 468
262) A.g.e. sh. 418
162
Fakat insanın bio-psişik varlık yapısından fışkıran soruları
insan bastırabilir, daha doğrusu bastırdığını sanır (represyon,
süpresyon) ama orada hayatiyetleri devam ederler, kar altındaki
tohum gibi, kül altındaki ateş gibi… Hiç umulmadık bir anda
çok daha güçlü olarak karşımıza dikilirler, onları kandırıp gönderemeyiz eskisi kadar kolay… Yüzleşmek zorundayız… Herkes
insandır ve reel fenomenler kendisini terk ettiği anda bu sorulardan kendini kurtaramaz… Nana ”Sevgilim, Allah’a inanıyor musun? diye sordu… Yüzünde derin bir din korkusunun
izleri belirmişti. Sabahtan beri hep içinin sıkıldığından söz edip
durmuştu. Budalaca bir ölüm ve cehennem korkusu kurt gibi
kemiriyordu yüreğini. Zaman zaman, geceleyin, böyle çocukça korkulara kapılır. Gözü açık korkunç kâbuslar görürdü. ”Ve
sordu:{“Söylesene, cennete gider miyim ben dersin?” Bunu
söylerken bütün vücudu ürpermişti. Hıçkırıklar arasında : “Ölmekten korkuyorum… Ölmekten korkuyorum..” diyordu…
Elbette kimseye bir kötülük ettiği yoktu, bundan başka boynunda her zaman, içinde Meryem ananın resmi bulunan bir
madalyon taşırdı… Ama bu önceden yazılmıştı: evli olmayan
ve erkeklerle düşüp kalkan kadınlar cehennemi boylayacaktı.
Şimdi çocukluğunda okuduğu din dersleri bölük pörçük hatırına geliyordu. Ah insan ne olacağını doğru olarak bilebilseydi.
Ama gel gör ki kimsenin bir şey bildiği yok….. Ağır ağır: “Ölünce çirkin oluyor insan” dedi. Yanaklarını sıkıyor, gözlerini fal taşı
gibi açıyor, nasıl olacağını görmek için çenesini geriye doğru çekiyordu. Yüzünü böyle bir ezip büzdükten sonra “Bak! Kafam
nasıl küçülecek” diyordu… Genç kadın ağlamaya koyuldu…
neden olduğunu bilmeden dişleri takırdıyordu.263}
Nana sayesinde herhangi bir dinin özü kaybolunca, kabuğa
ait üretilen ritüellerin ne kadar önemli olduğunu idrak ediyoruz… Ölüm şuuru tarafından sürekli rahatsız edilen, her vesile
ile acizliğini, yetersizliğini idrak eden insan, soyutlamalarla kendine transandantal bir yüce varlık inşâ ediyor… İşte biz ısrarla
263) A.g.e. sh. 415
163
bu inanılan varlığın Cenab-ı Hakk olmadığını iddia ediyoruz.
Bugün Müslümanların önündeki en büyük tehlikenin bu yanılgı
olduğunu düşünüyoruz… En büyük tehlike küfr-i hâfî… Gizli
küfür…
Spengler’in para, basın, demokrasi ve aralarındaki ilişkiler
konusunda da dikkate değer fikirleri vardır. Bu konuları temellendirirken yine kültür, medeniyet ayrımı üzerinde inşâ eder düşüncelerini… Şu soruyu sorar: “Dünkü kültür politikasına karşı,
bugünkü medeniyet politikasının ayarı nedir?” ve sorunun cevabını şöyle verir: “Medeniyetin gücünü temsil eden, mücerrede
hizmet eden gerek klasik söz sanatı (retorik-belâgat) ve gerekse
Batı basını için, paradır. Halkın varlığının, tarihî şekillerin içine
göze batmadan giren, çoğu zaman bu şekilleri yok etmeden ve
hattâ rahatsız etmeden, para ruhudur.264 der ve devam eder:
“Kasaba akıl ve para demektir; onunla karşılaştırılırsa taşra geri
ve dar kafalıdır. En sonunda kasabanın kendisi, küçük veya büyük megapolisle karşılaştırıldığı zaman geri ve dar kafalıdır.265“
Spengler’e göre; tamamen serbestliğe kavuşmuş aklın vahşi bir
sembolü yükselir, bir damarı yükselir; bütün tarihinin sona erdirdiği merkez olarak dünya şehri ortaya çıkar.
Spengler’e göre akıl, teknolojiyi yaratan, bir unsurdur…
Oysa para ise, yönetir. Artık megalopolis döneminde akıl son
amacına ulaşmıştır… Hiçbir şeyden şikâyete hakkı yoktur…
Sonunda içinde bulunduğumuz uygarlığı, çöküşe mahkûm bir
uygarlığı yaratmıştır. Medeniyetin tam verimliliğe ulaştığı cosmopoliste; “Para ve akıl en büyük son zaferlerini kutlarlar. Bu insan gözünün ışık dünyasında gösterilen en suni, en maharetli, en
mucizevî olaydır; pek kurnazca olmayan, doğru olmak için fazla
iyi olarak kozmik oluşumun imkânlarının hemen hemen ötesinde kalır266”
264) Batını Çöküşü, sh. 48
265) A.g.e. sh.331
266) A.g.e. sh. 507
164
İnsanlar şu veya bu teoriden değil de teoriye olan “inanç”tan
vazgeçtiler… XVIII. Yüzyılın iyimserliğinden vazgeçtiler… Herhalde bu noktada modernitenin yarattığı aşırı iyimserlik ve sonrasında ortaya çıkan hayal kırıklığı bunda etkili oldu… Doğu
toplumlarında “Batı’nın Çöküşü”nün Batı’daki kadar reel
karşılığı olmayışının birçok sebepleri var… İzlenimlerime
göre bunlardan birincisi Doğu toplumlarında, Türkiye dâhil; sistematik, köklü bir tarih, medeniyet, kültür ve devlet tasavvurunun olmayışı… Çünkü Doğu zihniyeti devlet kurmayı, bir kültür ve uygarlık inşâ etmeyi çadır kurmak sanıyor… Toplumsal
bilinçaltında çadır fenomeninin derin izleri var… Orta Asya’dan
miras kalan… Devleti, uygarlığı da çadır sanıyorlar… Çadır gibi
de yıkılır sanıyorlar… Bu izlenimlerim akademisyen çevremden
edindiğim izlenimlerden oluşuyor… Halen insanlarımızın büyük bir kısmının “ tanrının öldüğün “ den haberi yok!
Diğer bir sebebi, Batı uygarlığının oluşum aşamasının sıkıntısını, çilesini, imkânını, mutluluğunu, mutsuzluğunu Batı yaşadı… Hayalleri donduran teknolojik değişim Batı toplumlarında
tarifi imkânsız bir iyimserlik meydana getirdi… Bir eförü.. Çünkü gerçek hayali aşıyordu… Fakat unutmayalım ki, her depresif
safhanın bir sonu, bir mani aşaması vardır… Kısacası bir nimet
külfet dengesi… Reel veya hayalî teknolojinin nimetini Batı
yedi, bugün de aynı oranda bunalımını, endişesini, sıkıntısını,
boğuntusunu yaşıyor… Doğu toplumlarının olumsuzlukları
da, nimetten istifade ettikleri oranda… Zamanın birinde kadın
hamama gitmiş, ter içinde yıkanıyor… O sıra bir haber geliyor,
kocan donarak öldü. Kadın hayret ediyor, donacak soğuk da yok
ya!
Bu yaklaşımım biraz mekanik, naiv gibi geldi… Üzerinde
düşünmem lâzım… Düşün de yaz! Ama düşünme bitmiyor ki!
Atalarımız ne güzel (!) söylemişler: “Düşün! Düşün! Berbat
işin.” Çünkü aynı güçte argümanlarla çevrenin, olumsuzlukları
merkezden daha şiddetli yaşadığı savunulabilir… Mukallidin,
165
musahhihin; müelliften daha çok çile çektiği söylenebilir… Yeniden inşâ tamirden kolay, denebilir… Bu araya şu mütâlaamı
da sıkıştırmak isterim ki; ikincil konularda şüpheci bir yaklaşımı ilke edinenler, bu konulardaki şüpheleri oranında,
itikadî meselelerde pazarlıksız iman ve teslimiyete yönelir… Ben imanla şüphe arasında bir illiyet bağı kurmak niyetinde değilim.. Fakat biraz da yaşadığın hayatı sorgula!... Hayatı
sorgulamıyorsun! Diyoruz… Sonra bu ikincil konularda çok
iddialı olma… Yanılsan ne olur? Dinine mi zararı var? İmanına
mı? Yalnız fikir namusuna sahip bir insan gibi davran…. Şunu bil
ki, her şeyi bilmek zorunda değilsin! Ama Allah korusun, birincil meseleler hakkında korku içinde bir şüpheyi barındırıyorsun
içinde… Onun için de ottan çöpten, hayvanlardan, hayat kitabından imanına destek arıyorsun! Bu dünyada “paradan” başka düşünülmeye değer hiçbir konu yok mu?... Dün bir kanalda
belgesel programında, bir kelebeğin oluşumunu harikulâde bir
teknikle çekmişler… Onu seyrettim… Defalarca “Alahü Ekber” ta benliğimden, DNA’larımdan fışkırdı… Hikmet-i ilahî
dedim… Sadece tebessüm ettim… O muhayyileyi yakan kelebeğin oluşumu olduğu için, Allah’ın mevcudiyeti gerçek değil!
Allahü Zü-l-celâl Hazretleri her şüpheden beri, var olduğu için o
kelebek var!... Allahü Zü-l-celâl Hazretleri hiçbir sebebe muhtaç
ve bağlı olmadan var olduğu için, hayatta bizi hayran bırakan tecelliler var!... Tüm yönlerden gören gözlere (sıradan bir insanın
gözünden, izlenimlerinden bahsediyorum, sadece derinliğine
bakmasını bilenlerin gözünden… Allah korusun Bâtıni bir manası yok.) hikmetler, tecelliler yağıyor… Her söylediğimizden
kuşku duyar olduk!... Herkes keramet, rüya, ilham, keşif peşinde… Herkes olağanüstü hal avcısı… Herkes çadır tiyatrolarında
şapkadan tavşan çıkarmak peşinde… Herkes de inanmaya hazır! Siyasî manada olağanüstü hal kalktı… Fakat psikolojik alana
kaydırıldı…
Batı toplumunun bunalımı merkezde mi daha şiddetli? Yoksa meydana getirdiği tusunamide mi? Depremin merkezindeki
166
tahribat? Etki alanındaki tahribat? Batı toplumunun doğal oluşum süreci içinde ortaya çıkan; iki-üç yaşında başlayan bir kız
çocuğu için dansın ifade ettiği anlam ile; ileri yaşlarda dansa
başlayan Batı uygarlığı dışındaki bir genç kız veya delikanlı için
ifade ettiği etik, estetik, psikolojik anlam ve sorunlar aynı mıdır?
Bütün hayat tarzlarına, davranış biçimlerine teşmil edilebilir…
Bir de bizim gibi “haritada deniz görmüş, boğulmuş” olanlar var… Batı’yı felsefesi, sanatı, bilimi vasıtasıyla tanıyanlar…
Bizler de tuhaf insanlarız!... Çünkü biz Batılı insanı kendisinden
daha iyi tanıdığımıza inanıyoruz… Çünkü biz, Batı Uygarlığını
içinde yaşayandan daha iyi anladığımıza inanıyoruz!... Ve aynı
zamanda çeşitli statülerle; akademisyen, öğrenci, işçi v.b. Batı’da
uzun yıllar kalmış olanların içinde de facto olarak yaşadıkları
kültürü, insanı tanıyamadıklarına şahit olduk… Galiba “kalmak
”la, “yaşamak” ayrı ayrı kategoriler… Bakmakla, görmek gibi…
Demokrasi meselesi ayrı netameli bir konu! Bizim “Kavramsal Totemizm” olarak kavramsallaştırdığımız duruma tam
karşılık geliyor… Bu deyimi kısmen Durkhiem’in “Din Hayatının İptidaî Şekilleri267” isimli eserinden esinlenerek ürettik…
Kısacası kavramların muhtevaları hakkında; ciddi, derinliğine
muhasebe yapıp, manalarını içselleştirmeden onları totem haline
getirmek… Ve çok ekstrem, provakatif, bir örnek vermiştim…
” Hürriyet Şairi “ Namık Kemal “Hürriyet”i anlamaz, diye…
Nitekim, O da, “hürriyetin aşkının esiri” oluyor, sonunda kendi
ifadesi ile…. 1856 yılında İngiltere’de “hürriyet” adıyla gazete
çıkarıyor bizimkiler… Yani bizim âcizâne “Kavramsal Totemizm” tezimize göre kavramlara mistik, metafizik anlamlar
yükleniyor… Muhasebesiz, çilesiz, son derece sığ Türkiyeli
yarı-aydın için her mesele “Demokrasi Sorunu”…. Yağmurda
caddeleri su mu basıyor, tam da bir demokrasi sorunu… Biraz
değişiklikte yapıyorlar: “Katılımcı Demokrasi” sorunu… Ailede
şiddet mi var? Aile de katılımcı bir demokrasi olmadığı için…
267) E. Durkheim, Din Hayatının İptidai Şekilleri, çev. Hüseyin Cahid, İstanbul,
1925,
167
Niçin bizim mahallenin takımı hep kaybediyor? Takım kadrosu,
tüm mahallenin oyları ile, katılımcı ilkelere göre tespit edilmediği için… Lütfen mübalağa ettiğimi söylemeyin… Irkçı zihniyetle yavaş yavaş filizlenmeye başlayan, Cumhuriyetle birlikte
üzerine benzin dökülen yüz yıllık Kürt meselesinin çözümü: katılımcı demokrasi… Demokrasinin elinde Sokrat’ın kanı var…
Peki, padişahlık mı istiyorsunuz? Etik bir soru değil! Amiyane
bir ifade ile belden aşağı vurma, boksta…. Hâlbuki yasak…
Önce şuna aklınız ersin, ondan sonra konuşalım: “Demokrasi,
eğer kendi alternatiflerini parantez içine alırsanız, rejimlerin en
kötüsü… ”Önce putunuzun, toteminizin yüzünü çamurla bir
kirletelim ondan sonra tartışırız…. Birinci operasyon: desakramentasyon… Kutsaldan arındırma… Nihayet tartıştığımız
felsefî, sosyolojik, siyasî bir kavram…
On yıllarca önce özellikle işlevsel perspektiften şöyle bir
tespit yapmıştım halen doğruluğuna inanıyorum: “Demokrasi;
büyük çapta Siyonist orijinli evrensel sermayenin, egemenliğini pekiştirerek sürekli yeniden üretmenin bilimidir…” Buradaki
“bilim” kavramındaki ironiyi, epistemolojideki yeni yaklaşımları veya en azından Feyerabend’ı hatırlarsanız haklı göreceğinizi
umuyorum!
Tanımımız ise: Vatandaşlarının ülke siyasasında kendilerinin söz sahibi oldukları vehmini yaratan sisteme, demokrasi
denir. Bu vehim ne kadar derinliğine ve genişliğine yaratılıyorsa
sistem o kadar demokratik, o kadar başarılıdır… Bu bakımdan
Türkiye’de mükemmel bir demokrasi var… Seçimlere katılım
oranlarını; Amerika, Avrupa, Japonya gibi ülkelerle karşılaştırın… Ayrıca Türkiyeli dincilerin demokrasi ile en ufak bir
sorunları yok! Çünkü onların Şeriat-ı Garrâ-yı İslâmiyye ile
çok ciddi ve derin meseleleri var… Ve Türkiye’nin öncülüğü
ve yardımları ile bu mesele tüm İslâm ülkelerinde Müslümanlığın içten çözülmesi ile çözümlenmektedir. Niyetimiz topunuzu
alıp kaçarak oyununuza son vermek değildir, zaten öyle bir gü168
cümüzde yok, fakat kendinizi bu kadar bu oyuna kaptırmayın…
Çocuklar mahallede öyle bir oyuna dalarlar ki; akşam namazı
geçer, yatsı geçer farkına varmazlar… Bu kitaplık bir mesele…
Fakat Müslümanları hiç değilse şu ayet-i kerimeyi tefsirleri ile
birlikte; teennî içinde, tefahhus, tefehhüm ve tefekküre davet
ediyorum: “Yer(yüzün) dekilerin çoğunluğuna uyarsan, seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar yalnızca zannın ardından gider ve
sade atarlar268” Sen! Sen! “ election”u, “seçim” diye çevirdin…
… Tekrarlıyoruz, hiçbir uygarlığın kavramları başka uygarlığa
tercüme edilemez… Ama bir savunma marjı var… Ama sen
o kadar hayâsızsın ki, her türlü insanla omuz omuz katıldığın
“seçim”e “biad” dedin… Hiç Hak’tan korkun, halktan utanman
yok mu?
Spengler sürekli para, maddî güç, demokrasi arasındaki ilişkiyi irdeler: “1700 yılına kadar izlenebilen itibarlı İngiliz politikacıları her değişiklikte politikacının alışveriş yaparmış gibi oy
topladığını, bir oyun bedelinin bir dönüm arazinin bedelinin bir
dönüm arazinin fiyatıyla eşit olduğunu söylemiştir…… Fakat
yine İngiltere’de politikada para, en tereddütsüz tarzda kullanılıyordu.269” Demokrasinin beşiği olan İngiltere’den bahsediyoruz… ”Demokrasinin başlangıcındaki soylu fikir ve ahlak önderlerinin yerini, şimdi gözünü budaktan esirgemeyen ve aydın
olmayan politikacılar alır. Bir patronu bir başkası devirir. Kavgalar huzursuzluklar ve güvensizlik müzminleşir270” Spengler’e
göre insanlar paranın hâkimiyetinden, çekişmelerden tiksinirler,
yorgun düşerlere yeni bir kurtarıcının gelmesini beklerler. Çok
daha acımasız bir yaklaşımla şöyle diyor “ Kütlenin düşüncesi,
dolayısıyla hareketi demirden bir baskı altında bulunmaktadır. Bu nedenle, ancak, insanların okuyucu ve seçmen olmalarına izin verilmiştir: yani çift taraflı kölelik. Halbuki
partiler birkaç kişinin itaatli maiyeti haline gelmektedir,
gelecek Sezarizmin gölgesi onlara dokunmaktadır. Para aklı
268) En’âm Suresi: 6 / 116
269) Batının Çöküşü, sh. 493
270) Bir Bunalım Çağı. sh. 102
169
mahvettikten sonra, demokrasi para vasıtasıyla kendi kendini mahveder.271” Hâlbuki daha önce Spengler “burjuva” başlıklı
bölümde: “Akıl yapar, para ise yönetir272 demişti. Bu yaklaşımına
göre Spengler’in, para aklı da yönetmeye kalktığında, aklı mahveder… Biz bunu; sermayenin, bilim ve teknolojiyi de kontrol
altına aldıktan sonra, demokrasiyi de kontrol altına alacağı ve de
mahvedeceği şeklinde anlıyoruz…
{Demokrasi de gerçek nedir? Basının irade ettiği şeydir.
Basının buyrukları istediği gerçekleri ortaya koyar, dönüştürür ve değiştirir..273” Bugün insanlar entelektüel bombardımanın etkisi altında korkak yaşıyorlar. Şu tespitler, insanlık adına çok acı ve düşündürücüdür: {Doğru olan nedir? Toplum
için sürekli olarak okuduğu ve duyduğudur… Basının arzu
ettiği şey doğrudur. Onun yöneticileri uyarır, değiştirir ve
başka şekle sokar. Üç haftalık bir basın çalışması sonucunda
“doğru” herkes tarafından bilinmektedir.274” Yine önceki sayfalara dönerek, konuyu tamamlamak açısından şu satırların çok
dikkatlice mütâlaa edilmesi gereğini özellikle vurguluyorum: “
…. Aktüalitede kamuoyunun özgürlüğü, kamuoyunun hazırlanmasıyla ilgilidir ki bu da para ister; ve basın özgürlüğü kendisiyle
birlikte basının sahip olma meselesini getirir ki bu da yine para
işidir; seçim hakkıyla birlikte seçim propagandası gelir ki burada
da parayı veren düdüğü çalar. Fikirlerin temsilcileri sadece bir tarafa bakarlar; para temsilcileri öteki yönünü görürler. Liberalizm
ve sosyalizm kavramları ancak para vasıtasıyla etken bir duruma
getirilir.275”
Bu satırlardan sonra sizin de ufkunuzu simsiyah bulutlar
kapladı mı? Veya ufku daha önce tozpembe görüyor idiyseniz
hiç değilse pembelikler dağıldı mı? Kuşkusuz bir düşünürün
271) Batının Çöküşü. sh. 531
272) A.g.e. sh. 493
273) Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri, sh. 102
274) Batının Çöküşü, sh. 529
275) A.g.e. sh. 492
170
mütâlalarını olduğu gibi kabul etmeyeceğiz ama kişisel bilgi
ve görgülerimizi bir daha yeniden değerlendirince; sermayeiktidar-basın ilişkilerinin sorgulanmaya değer olduğu kanaati
uyanmıyor mu? Bu arada bilim ve teknolojinin yeniden değerlendirilmesi gerekmez mi? Hele günümüzde sözüm ona bilimin
sırf ticarî maksatlarla insan sağlığı ile oynadığını fikir namusuna
sahip bilim adamları dile getirmiyorlar mı? Ben sadece işaret etmekle yetiniyorum ama bol miktarda örnekler var…
Spengler’in ilginç yaklaşımlarından biri de “İkinci Dinsellik
”in başlayacağı… ”İkinci dinselliğin materyali, ilk, asıl ve genç
dinselliğinkiyle aynıdır ancak ikincisinde tecrübe ve ifade edilmiştir. Rasyonalizmin çaresizlik içinde solmasıyla başlar,
sonra ilkbaharın şekilleri gözle görülür hale gelir ve nihayet ilk
inancın yüce şekillerinden önce gelmiş olan ilkel dinin tüm dünyası, bu safhadaki her kültürde bulunabilen popüler senkretizmi276 biçiminde güçlü olarak temellendirmek277”
Rasyonalizmin kendine atfedilen işlevleri yerine getirememesi, çaresizliğinin anlaşılması ile ikinci dinsellik başlar… Ve
aynı biçimde “fiziğin imkânları tükenmiştir ve metafiziğe olan
açlık kendini taptaze gösterir278” Bütün bu durumlar daha önce
işaret edildiği üzere büyük kültürlerin uygarlık aşamasına geldikten sonra ortaya çıkar: {Bıkkın ve hayal kırıklığına uğramış, güvensiz ve belirsiz, yaratıcılıktan uzak ve yorgun olarak, “kütleler”
canlandırılmış eski ya da yeni bir dinsellik biçiminde kurtuluş ve
zihin huzuru aramaya başlarlar – mistiklik, teosofi, gnostiklik,
astroloji ve (yerli ve yabancı) din kültleri, tarikatlar, “ kurtarıcıları” ve “ Mesihleri” olan hareketler. Buna paralel olarak, arıklanmış – eski ve yeni– bir ahlâk İncilleri, öğreticileri ve (sevgi, kardeşlik, barışçılık vb.) hareketleri dalgası yükselir…279”
276) Farklı görüşleri birlikli bir düşünce sistemi içinde uyumlu hale getirme tavrı.
277) Batının Çöküşü, sh. 465
278) A.g.e. sh. 466
279) Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri, sh. 106
171
Biz çalışmamızı Danılevski ve Spengler’le sınırlandırdık.
Ama bütünlüğü sağlamak için Arnold J. Toynbee, Walter Schubart, Nikolay Berdyaev, F.S.C. Northrop, Alfred L. Kroeber ve
Albert Schweitzer v.b. üzerinde de durmak gerekirdi…
Muhasebesini yaptığımız ve ismini andığımız düşünürleri
de genel olarak değerlendirdiğimizde, şu veya bu argümanlarla
“Batı’nın Çöküş” içinde olduğu ileri sürülmektedir… Bu tezi
kabul edersiniz, etmezsiniz… Ederseniz kanıtlarınız farklı olabilir… Organik bir uygarlık anlayışına sahip olabilirsiniz… Her
uygarlığın bir doğum, gelişme ve ölüm aşamaları olduğunu kabul ederseniz, Batı uygarlığının bu son safhasında olduğunu ileri
sürebilirsiniz… Veya Batı uygarlığının iç dinamiklerindeki zaaf
dolayısıyla yıkılmakta olduğunu iddia edebilirsiniz…
Benim kanaatime göre de Batı uygarlığı bir çöküş içinde…
Organik teoriye başvurmadan; bu uygarlığın İç Dinamikleri
itibariyle kendini yenileme iradesinin sonuna geldiğini, bu sebepten XVIII. Yüzyılda çöküşün bütün emarelerini göstermeye
başladığını ve bunların zamanla alâmet aşamasında ortaya çıktığını görüyoruz… Yalnız Batı medeniyeti dışı aktörler bakımından meseleye yaklaşırsak; bu uygarlığın zaaf ve yıkılma
işaretleri göstermesinde onların bir rolü olmadığını düşünüyorum… Veya Batı uygarlığının çökmeye başlamasında diğer uygarlıkların rolü olmamıştır… Halbuki İslâm Uygarlığı ve
bir cüzî olan Osmanlı uygarlığının yıkılmasında Batı uygarlığı
doğrudan müdahil olmuştur, derken bu tespiti, Batı açısından
olumsuz, suçlayıcı bir değerlendirme olarak almamak lâzım…
Hatta ben “geri bırakılmışlık” yaklaşımını da tam olarak kabul edemiyorum… Gerçi bu anlayış son çağlardaki XVIII-XIX.
yüzyıldaki emperyalist yaklaşım açısından ileri sürülürse kabul
edilebilir… Fakat milattan bin yıl önce lif lif örülmeye başlayan
bir uygarlık… XIII. Yüzyılın ortalarından itibaren Roger Bacon (1210-1294 ), Ockham’lı William (ö. 1349) ve Don Scotus
172
(1270-1380) ve… Birikimlerinin son bir muhasebesini yaparak
korkunç bir hamle yapıyor… Renaissance ve… Ve tam Selçukluların son, Osmanlı Devleti’nin ise kuruluş yılları… Osmanlı fetihleri… Edirne, 1362, Filibe ( Philippos/Plovdiv) 1363, Dubrovnik 1365, Niş 1371, Sofya 1368… Burnumuzun dibinde Batı
uygarlığı yavaş yavaş mayalanıyor, fakat bizim haberimiz yok!...
Adriyatik sahillerine kadar iniliyor, Renaissance’ın anayurdu
olan İtalya’ya mesafeniz bir adımlık… Bu Batı değerlerini almamanın değil; onun muhasebesini yapamamanın, onunla hesablaşamamın hicranıdır bizdeki… Siz onunla hesaplaşamazsanız,
o, sizin hesabınızı görür… Buyrun! Bugün kadınlarımızın iç
çamaşırları dahi Batı konseptine göre dizayn edilmiş… Biz meseleyi bir uygarlık meselesi olarak göremedik… Ve hala da göremiyoruz… Merhum bir ağabeyimizin yaklaşımı, ruh MRımızı
ne güzel veriyor… Çirmen mevkiindeki muharebeyi anlattıktan
sonra “Bu muhârebe, Osmanlı fütûhâtına karşı vukû bulacak
Balkan mukavemetini tamâmen kırmış ve Makedonya’nın
zaptını hazırlamıştır. (1371) Bu gâlibiyetten istifade eden
Osmanlı akıncıları Adriyatik sâhillerine ve Yunanistan yarımadasına inerek düşmanın iktisâdî menbâlarını kemirmeğe, harb gücünü ve mukavemetini kırmağa devam ettiler.280”
İşte şu kısa alıntının analizini yaparsanız, sadece fütûhâtla
sınırlandırılmış bir zihniyet yapısı… Eğer ki, temel gaye “ilâ-i
kelimetullah” idi, derseniz… Şunu unutmayalım ki, ilâ-i
kelimetullah’ın sadece vasıtasıdır fütûhât… Siz, fütûhâtı amaç
haline getirirseniz sonuç bu olur!... Ayağımızdaki çoraba, cebimizdeki mendile kadar gavur hakimiyeti… Burnunuzun dibinde, İtalya’da kazanlar kaynıyor… Bir uygarlık pişiriliyor, haberimiz yok… Ayrıca Kolonizatör Türk Dervişleri, (Ömer Lütfi
Barkan, tarihsiz) bu üzüntümüzü daha da artırıyor… Kahroluyoruz… Bu kadar mükemmel bir organizasyon, niçin çevrenin
fikri haritasının çıkarılması için kullanılmaz? Anlaşılır gibi değil!
Çok iddialı ve çok üzücü bir tespit ama İslam’ı tenzihen düşün280) Ziya Nur Aksun, Osmanlı Tarihi, İstanbul, Ötüken Yay. 1994, sh. I / 59
173
düğümüz için, hatır gönül dinlemeden söylemek borcundayız ki;
Osmanlı bütün meseleleri güvenlik açısından değerlendirmiştir.
Muhterem Sezai ağabey de… ”Osmanlı İmparatorluğu Batının yüzlerce yıl süren saldırışlarına iyi dayanıyordu. Ta Batı, büyük endüstriyi kurup o yolla Osmanlı Devletinin çevresindeki
bütün ülkeleri sömürge yapıncaya, Osmanlılara fikrî ve maddî
gücünü bütün yenilikleriyle toplu olarak yöneltinceye kadar.
Osmanlılar bu hareketin karşısına içten dayanışmalı yeni
bir güçle çıkamadılar. Çıkamadıkları için gün geçtikçe batının
diyeceklerini dinlemeğe başladılar.281” diyor… Aynı şekilde medeniyet meselesi olarak değerlendirmiyor... Nerdeyse merhum
Ziya Bey doğrultusunda bir yaklaşım…
Batı ile halen hesaplaşamadık!... Bir tam muhasebe yapsaydık galiba şu gerçeği görebilecektik: Osmanlı uygarlığının yıkılmasına Batı uygarlığı sebep olmuştur… Yalnız Sezai Bey’in
sandığı gibi değil… Bir kere “büyük endüstri” diye bir kavramsallaştırma yok! Bu konuların çilesini çekenler ”I. Sanayi devrimi” ifadesini kullanır… Ayrıca I. Sanayi devrimi sebep değil,
sonuç… Sezai Bey’in ciddi bir tarih tetebbuatı da olmadığı için
yanlış tahliller yapıyor… Bütün amacım hastalığı teşhis edebilmek… Hayal âlemine dalalım… Dünyayı XIII. Yüzyılın başında durduralım… Şartlar hiç değişmesin… Başta felsefe, bilim,
teknoloji… Bütün evren o günkü değerlerle yaşıyor… Statik…
Osmanlı Devleti yıkılır mı idi? Ben yıkılmayacağını iddia ediyorum… Burada ulaştırmak istediğim mesaj; Osmanlı devleti değişimi sezemedi… Doğan yeni şartlara uyum sağlayamadı… Ve
yeni şartlar statik yapısında fay hatlarının meydana gelmesine,
sonra da bunların birbirleriyle çarpışmasına sebep oldu… Tefekkür hayatı İslâmî ölçüler içinde kendini yenileyemedi…
Burada muhasebesi yapılması gereken temel konulardan biri
de; Osmanlı devletinin kurulduğu zaman diliminde İslâm te281) Sezai Karakoç, Yazılar I. İslâm, İstanbul, Fatih Yay. 1967, sh.49)
174
fekkürünün durumu!? Eğer ki; İmam Gazali’ (1058-1111) den
sonra büyük İslâm mütefekkiri yetişmemiş ise ki; bizim kanaat-i
âcizânemiz o merkezde, Osmanlı Devletinin nasıl bir yaratıcı tefekkür iklimi kurması mümkün olacaktı? Hayatın değişen şartlarını tefekkürle nasıl aşabilir idi ki? Bu sorular sürünün sandığı
gibi, bilmece yöntemleri ile halledilemez…
Buradan şu noktaya geliyoruz ki; eğer bizim tahlilimiz doğru
ise, o zaman Batı dışı uygarlıkların, işaret edilen boşluğu, çöküşün yerini doldurmasından söz edilemez… Çünkü eğer Batı uygarlığı başka bir uygarlığın ortaya çıkması ile çökmeye başlamış
olsa idi, yıkan uygarlık kendi değerlerini hep yeniden üreterek
bu boşluğu doldurabilirdi… Ama şimdi… Kendi iç çelişkileri ve
bu sorunları çözen diyalektik özelliği buharlaşmış bir uygarlık…
Biz simsiyah, zifiri bir karanlığın içerisinde kaldık… Reçeteler
vermek, kolay çözümler üretmek leke sabunu satıcılarının, bir de
çilesiz düşünürlerin (!) işi… Japonya’dan, Çin’den, Rusya’dan
bahsetmeyin, onların her biri de Batı uygarlığının hem de düşük
çocukları… Yeni uygarlık yaratma yeteneğine sahip değiller…
Peki, bu durumda İslâm âlemi! İslâm medeniyeti? Merhum
Üstadımın ifadesi ile imkânlar âleminde eşşekçe ümitlere yer
yok! Fakat mâverâ âleminde ümitler her zaman canlı! Her zaman
yemyeşil! Mâverâ âlemi, rahmet âlemi… ”Namaz, niyaz, gözyaşı
içinde bekleyiniz! “
175
ARAYIŞ (ARAYAMAYIŞ)
Batı uygarlığının çöküş içinde bulunduğunu, teknik başarıları dışında bütün değerler sisteminin tel tel döküldüğünü, epridiğini, güve yemiş bir kumaş gibi delik deşik olduğunu (traviyal), sudan bir doğruluk; birazcık düşünebilen, orta kalitedeki
her insan tarafından kabul edilen bir olgu olarak alıyoruz. Yeni
doğan dünyanın ortaya çıkan problemlerine dar geliyor Batı
değerler sistemi artık. “Değerli dostum, bütün nazariyeler
soluk olduğu halde, hayatın altın fidanı yeşildir.1” Bir tarafta
değişen hayat ve doğurduğu yeni yeni sorular, sorunlar! Antik
Grek dünyasından miras alınan “değişme” ve aynı “ değişme”nin
geometrik diziyle artması!.. Batı uygarlığı ortaya çıkan problemlere, cevap aranan temel sorulara cevap verebilme imkânını
kaybetmiş durumda. Batı uygarlığı diyalektik; üretici, yaratıcı,
değerler inşâ edici özelliğini kaybetmiştir. Modernite, özellikle
de Aydınlanma, insana bir deli gömleği giydirdi… İşte postmodernite, insanlığın bu deli gömleğini yırtma hamlesidir. Ama çatır çatır yırtma!... Kırarak dökerek yırtma! Ama gömlek o kadar
sağlam, o kadar mukavim dikilmiş ki; ancak böyle yırtılabilirdi!
Şimdide gömleksiz kalma endişe ve dehşeti içinde tiril tiril titriyoruz… Daha önce ki yaratıcı yıkıcılık (creative-destruction.
A. J. Schumpeter ‘1893 – 1950’) da olsa, yaratıcı bir yanı vardı…
Şimdi ise sadece yıkıyor!... İmha ediyor!
1) Goethe, Faust, çev. Recai Bilgin, Maarif Vekaleti, 1941, sh.85
176
Ortaya çıkan yeni sorular ve yeni sorunlar, karşısında sadece
sessiz bir hayret tavrı almaktan öteye varamıyor. Zaman zaman
kendi yöntemi ve görüş tarzı içinde bu tür sorulara yer olmadığını, bu tür soruların anlamsız olduğunu gevelemeye çalışıyorsa
da şüphesiz buna kendisi de inanmıyor. Dolayısıyla da inandırıcı olamıyor. Örnek olarak pozitivizmin, metafizik karşısındaki
tutumu… Kayıtsız kalmayı denedi fakat başarılı olamadı.. Kaldı
ki aynı zamanda tomurcuklanma ve gelişme imkânını kaybeden
Batı uygarlığının, insanlığa şimdiye kadar da iç ve dış; madde ve
mana âlemlerini ahenkleştirici bir değerler sistemi takdim edemediğini de iddia ediyoruz. Çünkü aşağıda kısaca temas etmeye
çalışacağımız gibi, Batı uygarlığı eksik ve çarpık doğmuştur.
Etiyle kemiği ile var olan, yaşayan insanı konu almak yerine, yeni
“Bir Adam Yaratma” girişiminde bulunmuştur… Belki de,
daha doğrusu fıtrata ihanet etmiştir!...
Batı uygarlığının yaratıcı gücünü, diyalektik özelliğini kaybettiğini, çöküş içinde bulunduğunu, yeni zaman ve mekâna
sahip olma potansiyelinden mahrum olduğunu temel bir doğru
olarak aldığımız için bu konuda uzun tartışmalara girmeyeceğiz. Yalnız burada XX. Yüzyılın son çeyreği ile XXI. Yüzyılın ilk
çeyreği arasında yayınlanan bazı kitapları sizinle paylaşacağız…
Amacımız içinde yaşadığımız çağı farklı perspektiflerden tanıtarak gerçekçi bir tespite yardımcı olmak… Yalnız burada Batının
cins kafalarından, çağın gelişimini okuyabilen, öngörü sahibi
filozof ve sanatçılardan bir kaçının sadece isimlerini, kitaplarını
vermekle ve bir kaç cümle ile düşüncelerini özetlemekle yetineceğiz. Bu kitapların isimleri bile Batı düşüncesinin doruklarında
bir asra yaklaşan zamandan beri “Yangın var! Kurtaran yok mu?”
gibi bir feryat imajı veriyor insana.
Bu yazı on yıllarca önce yazılmıştır… Ve böyle bir kitap listesi vermenin doğruluğu konusunda kuşkumuz vardı… Fakat
daha sonraki çalışmalarımız bazı yaklaşımlarımızda değişmelere
sebep oldu… Nitekim Taşköprülüzâde Ahmet Efendi’ (1495 –
177
1561) Üsküp’te İshak Paşa müderrisi iken 1532 yılında Arapça
olarak yazdığı Mevzuat’ül Ulüm isimli eserinde çok şayan-ı dikkat, analitik ve eleştirel bir yaklaşımla şu tespitte bulunuyor:
“Buraya kadar anlattıklarımız, sana bu ilmi ve âlimlerini
hatırlatmak içindir. Hiç olmazsa, bu ilimde olan imamların
isimleri ve kitapları akıl ve ilim sahiplerince bilinir. Zira
asrımızın âlimleri ve zamanımızın muhaddisleri ve fazılları, bu
ilimden ancak isimleri bilmek ve sahiplerinden bir parçasını öğrenmektedirler. Eski zamanlarda, hadis âlimlerinin asrı, asırların
hülasası, zamanları zamanların esâsı ve süsü idi. Sonra tedricî olarak yavaş yavaş bu şerefli ilim azaldı ve bu ilmin sâhipleri ma’rifet
ve kapsamada alîl olmuştur. Bütün ilimlerin de hali böyledir
ki, başlangıçta yükselme ve artma ile en yüksek dereceye
çıkıp, sonra yine eski haline döner. Belki tamamen kalkar.
Nitekim biraz sonra, bu sözün doğru olduğu anlaşılacaktır.
… Bundan sonra da gittikçe düşer. İnsanlar hatâ ve kusurlarla
meşgul oldukça, cehâlet ateşi alevlenip, ilim tamamen yok olur,
eseri ve izi kalmaz. Allahü Teâlâ daraltır ve açar. Dilediğini yapar.
Dilediği gibi hükm eder. O Hamîd ve Mecîddir.2”
Bu satırlar 1532 yılında dahi medreselerin nasıl bir aymazlık,
gaflet ve şuursuzluk içinde olduğunu gösteriyor… Artık kitabın
yazarı Taşköprülüzâde Ahmet Efendi; değil kitapların okunması, sadece yazar ve kitap isimlerinin öğrenilmesine dahi razıdır….
Tarihe bir daha dikkatinizi çekiyorum: 1532… Hal böyle olunca
günümüzde de “okuma “nın daha az olduğunu düşünerek, yukarda verdiğimiz kitaplara ek olarak bazı kitap, yazar ve küçük
özetler vermenin doğru olacağını düşündük! Ayrıca yukarıdaki bir alıntı ile Osmanlı medreselerini ilzam bir aşırı genelleme
değil midir? Aşırı genelleme insanı yanlışlara götüren en önemli mantık yanlışlarından biri değil midir? Kuşkusuz, bu sorular
meşrûdur!... Fakat şu noktayı arz ederek savunmamızı takdim
etmek isteriz ki; biz sadece bir kaynakla iktifa etmedik… Dola2) Taşköprülüzâde Ahmet Efendi, Mevzuat’ül Ulüm, , I / 471
178
yısıyla tespitler bir iki kanıta dayanan aşırı genellemeci spekülatif, konsruktif, duygusal anlam yüküyle meşbû yargılar değildir.
Üzülerek belirtelim ki kaskatı gerçeklerdir.
Nitekim Gelibolulu Mustafa Âlî Efendi (1541 – 1600)
Künhü’l Ahbar’da (yaklaşık 1598) şu başlığı açarak: “Mevlânâ
Atau’llâh Muallim-i Sultân Selîm Şâh”. O, günün medreselerinin ve ilim adamlarının halini, hayatını tasvir eder ve şöyle bir
mütâlaalar serdeder:” …… Andan Sultân Selîm cenâbına muallim tayin olunup, Manisa’ya teveccüh kılmışlardır. Vaktâ ki Sultân
Selîm Şâh mâlik-i saltanat u câh oldı. Monla-yı mezbûrın kudreti günden güne izdiyâd buldu. Ahdâşdan bazı müteallikâtını
ayaân-ı ulemâ menzilesine vasıl kıldı. ……Bu minval üzere
kudret-i tâamme peydâ idüp beş yıl mikdârı kâm-rân-ı rûzigâr
oldıktan sonra 1571 nisanında vefat eyledi.3” II.cilt / Sah. 126
Bir iktibas daha yapıyoruz: 1620 yılında II. Osman’a sunulmuş olabileceği tahmin edilen, yazarı belli olmayan Enderun
mensubu olabileceği öngörülen KİTÂB-I MÜSTETÂB’ta da
“Ve bu zikrolunan maddelerden mâ’adâ bir madde dahi budur
ki Âsitâne-i sa’âdetde olan cemî –i ehl-i menâsib yirmi beş otuz
yıldan berû rüşvet tarîkine sâlik olmuşlardır ve rüşveti dahi bir
mertebeye iletmişler ki hedâyâ deyu âşkâre kapudan kapuya
virilur ve alınur olmuşdur. Eğer ulemâ ve eğer vükelâ-i devlet
mâbeynlerinde bir âdet-i hasene olmuşdur ki el- iyâzü bi’llâh
mübâh mertebesine iletmişlerdir.“ der ve ulema silkinde olan
Efendilerin ahvalleri ki hedâyâ diye rüşvet alırlar, tesbitinden
sonra onların mallarını sayar döker ve “Bu takdîrce seccâde-i
Resûlullah- da olanlar ahvâlleri bu hallere varınca ve bu makule
efendiler su variken teyemmüm ile namaz kılmağa irtikâb idince
sâ’ir mîr-i mîran ve mîr-i liva ve hükkâm namında olanların eliyâzu bi’llâh ahvâl-i nâhemvârları takrîr ve tahrîri mümkin değildir ve fi’lleri ma’lûm ve zâhirdir..4”
3) Gelibolu’lu Ali Efendi, Künhü’l Ahbar, Latinize eden: Faris Çerçi, Erciyes Üniversitesi Yay. 2000, sh.II/ 126
4) Kitâb-i Müstetâb, Latinize eden: Yaşar Yücel, Ankara, TTK. 1988,sh. 23,24
179
Hicri 1053/ M. 1643-44 yılında Vezîr-i a’zam Kemankeş
Kara Mustafa Paşa’ya arz olunduğu tahmin edilen, Kitâbu
Mesâlihi’l-Müslîmîn ve Menâfi’i’l-Mü’minîn, isimli eserde
yazar, Bâbu’l-Evvel’de; “Mesâlih-i ulemâ-i izâm, ki nizâm-ı âlem
bunlarun iledir” dedikten sonra, ulemâya ne vechile ikram edilmesi gerektiğini anlatır fakat zikredilen tarihteki yürekler paralayıcı şu bilgiyi verir: “… ve nicesi fakîrlikten kitâblarunu satub
kara cahil olurlardı.Şimdi dahî bi ‘aynihidir…..5”
Uzunçarşılı; “İlmiye Mesleğinin Islâhı Hakkında Muhtelif
Tarihlerdeki Emir ve Fermanlar” diye bir başlık açar ve birincil el
kaynaklardan kıymetli bilgiler verir. Ve “XVI. Asrın yarısındaki
Divan-ı hümâyun mühimme defterlerinde şekavetlerinden sık
sık bahsedilen softaların6 ıslâhı hakkında 28 Muharrem 987 (27
Mart 1579) tarihli bir hükümden bir alıntı nakleder: “Bundan
akdem softa taifesi kendu hallerinde ve tahsil ve iştigallerinde
olmamak, cemiyetler idüp ok, yay ve sair alât-ı harb ile köyler
ve kasabalar basıp Müslümanların kiminin taze oğullarını cebren
gelüb, alıb gidib fi’il-i şeni eyleyüb umumen ehl-i fesad olanlarının haklarından gelinmek için ümera ve kuzâta ahkam-ı şerife
gönderilmişti……..”7
Özet olarak: “Daha evvelki tarihlerde müderrislik kanununa
aykırı tek tük yapılan usulsüzlükler istisna edilecek olursa bilhassa XVI. Asır sonlarına doğru hem müderris kalitesi itibariyle ve
hem de tedrisat ve talebe cihetiyle medreseler bozulmağa başlamış ve seneler geçtikçe bu bozukluk artmak suretiyle devam
etmiştir… bir kısım ulema zâdelere on beş yaşından evvel müderrislik rüûsları verilmesi, medreselerin inzibatı kalmayarak talebelerin para ve rüşvet ile müretteb ulûm görmeden müderris
5) Kitâbu Mesâlihi’l-Müslîmîn ve Menâfi’i’l-Mü’minîn, Latinize eden: Yaşar Yücel,
Ankara, TTK, 1988, sh.91
6) Sekiz Tetimme medresesi talebelerine de ( softa) deniliyordu. Osmanlı Devleti’nin
İlmiye teşkilatı, İ. Hakkı Uzunçarşılı, TTK Yay. Ankara, 1988, sh. 9;
7) Mühimme defteri, 31, s.143, Uzunçarşılı, sh.242
180
olmaları… Medreselerin bozulmasında âmil olan diğer sebeblerdendir.8” demektedir Uzunçarşılı.
Akdağ: “Büyük Öğrenci Hareketlerinin Başlama ve Genişleme Dönemi” genel başlığından sonra, “A. Öğrenci Çılgınlıklarını
Yaratan Ortam” ismiyle bir ara başlık ve “I-Medrese Öğrencilerinde Ruhsal Bunalım” diye bir başlık altında, konuyu genişliğine işler.
7 Temmuz 1572’de Bursa’da Hüsreviye Medresesinde
sûhtelerce gerçekleştirilen, vicdanımızı kanatan bir ahlaksızlıktan bahsettikten sonra, mahalle ahalisinin toptan mahkemede
“Sözü geçen medresede daima bu tür ahlaksızlıklar eksik değildir, sözün kısası içerden kopan feryatlardan evlerimizde oturamaz olduk, korkumuzdan da hiçbir şey yapmak elimizden gelmiyor.9” diye yanıp yakındıklarından bahsettikten sonra: “Bu gibi
ahlâk dışı suçları işleyenlere karşı fazla ağır cezaların uygulandığı
da pek az görülmüştür.10” der Akdağ.
Hemen hemen bütün ciddi araştırmalar ittifak halinde aynı
teşhisi paylaşmaktadırlar;
“Sayıları XVI. Yüzyıl ortalarından
itibaren iyice artan bu sûhteler11 gruplar halinde köylere yürüyerek açıkça eşkıyalığa başlamışlardı. Ayrıca devletin ihtiyacından
çok fazlaya varan medrese öğrencileri öğrenimlerini bitirdiklerinde gidecek yer bulamıyorlardı. Bu nedenle yer yer soygunculuğa ve toplu hareketlere girişerek uzun süren sûhte isyanları
yarattılar. Özellikle sûhte kargaşalıkları II. Selim’i takip eden dönemde devlet için ciddî bir mahiyet kazanacaktır.12”
8) Uzunçarşılı, sh.67
9) Bursa Şeriyye Sicilleri, A93/110,Vr.113b
10) Mustafa Akdağ, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası, Celâlî İsyanları, İstanbul, Cem, 1995, sh.193
11) Sûhte; Farsça bir tabir. Yanmış, tutuşmuş ( Develioğlu) Medrese talebelerinin
ilim aşkıyla yandıkları düşünüldüğü için onlara bu isim lâyık görülmüştür. Osmanlı
Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, Mehmet Zeki Pakalın, M.E.B., İstanbul, 1993,
sh. III/ 263
12) Yaşar yücel, Osmanlı Devlet Teşkilâtına Dair Kaynaklar, Ankara, TTK, 1988, sh.X
181
Biz şu noktaya dikkat çekmek istiyoruz ki; hemen hemen
hiçbir toplumda tarihî ve sosyal olayları objektif olarak değerlendirmek mümkün değildir, bu talep ancak bir dilek ve temennidir.... Çünkü insanın bir şekilde suje veya obje olarak müdahil
olduğu her durumda sübjektivite kaçınılmazdır. Ama bunun bir
ölçüsü, derecesi ve kıvamı vardır. Ancak sağduyuyu elden bırakmamak, kaybetmemek istenebilir. Aynı bizde ki “Resmî Görüş“,
Avrupa’da da var!... Asırlardır “Karanlık Dönem” olduğu bir mütearife olarak kabul edilen ve bizlere de kabul ettirilen “Ortaçağ”
hakkındaki bu yargının geçerliliğinden yavaş yavaş kuşku duyulmaya başlanmıştır!...
Doğmak isteyen her yeni; yuvada bulduğu, yerini daraltan
eski seleflerini boğmaya çalışmaktadır… Ayrıca bir de bunun yanında insan olarak nefsâniyetimiz, enâniyetimiz araya girince, bu
hesaplaşma çok vahşi bir durum almaktadır. Nitekim biz de en
az iki yüzyıllık süreçte, doğmak isteyen bir yeni ile ölmek istemeyen bir eski korkunç bir savaş yaşamaktadır. Eskinin direnci ne
kadar gerçekçi, kuvvetli, temeli güçlü ise; yeninin katliamı, zulmü de o denli acımasız ve gaddarca olmaktadır… ”Yeni“ kendinden ne derece emin değil, kuşku duyuyorsa; davranışları
o oranda hınç, akıl ve mantık dışılıkla malûl olmaktadır.
Nitekim biz bu katliamı hem maddeten, kellelere mal olacak
şekilde, hem de manen yaşadık… Şu nokta ayrı bir tartışma konusu: Selefimiz ölmesini bilebildi mi? Yalnız şunu iyi bilelim ki;
ölmesini bilenleri kimse öldüremez… Şehitlik ayrı bir konu!..
Fakat imanı, fikri için ölmesini bilenler her an başkalarının zihinsel dünyasında, yeniden doğarlar!... Başkalarının kişiliklerini yoğururlar, oluştururlar, zihniyetlere hakim olurlar!… Bu
saçma bir tenasüh inancı değildir… Henüz fikri, inancı, imanı
yok edecek bir silah keşfedilememiştir, edilemez de… Bir örnek
veriyorum: İskilipli Muhammed Atıf Hoca… İnşallah şehid olmuştur… Rabbimiz Celle Celâlühu Hazretleri’nin izni ile O’nun
şefaatini taleb ederiz! Alfabesi değişen ikinci bir ülke yok dün182
yada!... Var mı diye soralım da bilimsel (!) olsun… Bilmem dünyada mezar taşları sokak kaldırımı yapılan bir ülke daha var mı?
Bu soru bilimsel (!) oldu….
Hal böyle olunca söz konusu tarihin muhatabı olan iki tarafta tutum hatası yapıyor… Bir arabanın ancak geçebileceği bir
yol üzerinde burun buruna iki araba!... Devlet erkiyle mücehhez
yeni, eskinin üzerine züccaciyeci dükkânına girmiş bir fil gibi
saldırıyor… Bu süreci zulüm, haksızlık, işkence, inkâr ve asimilasyon takip ediyor. İşte tamda bu noktada bir iç patlama oluyor
(İmplosion, J. Baudelaire) kutuplar arasında!... Biri birine sarılmış, biri birini denizin dibine çeken iki kişi gibi… Artık iki tarafın da alçalmasının sınırı yoktur. Alçal ki yerin bu yer değildir!
Ve zalimin de, mazlumun da ahlakı bozuluyor… Zalim, nihayet
o da insandır!… İnsan fıtratına aykırı organize zulüm makinesinin iradesiz ve tercihler yapma imkânı olmayan bir parçası olduğu için (Bürokrasi, M. Weber ) kendi hakkında bir tiksinti, bir
bulantı hissediyor, bu da kişiliğini zehirliyor… Hatta belki de,
umulur ki; vicdanının neşrettiği radyasyon kendini yavaş yavaş
ömür boyu hastalıklara mu’sâb kılıyor… Mazlum ise, bu zulmün
sujesi olarak, o mazlumiyete hak kesbetmediği için ruhen intihar
ediyor… Eğer ki insan; asırlarca devam eden süreçte ilmî, itikadî
her türlü konuda imanının gereğini yerine getirmişse “mazlum”
dur. Allahü Zü-l-celâl Hazretleri tağutların değil, müstekbirlerin
değil, mustazafların yanındadır…
Osmanlıya karşı muhalefet, daha doğrusu düşmanlık; insafdan, ilimden, iz’andan, ahlaktan, şuurdan mahrum tam bir
imha hareketi şeklinde tecelli etti… Bu da Osmanlının bir şansı
oldu!... Çünkü bizim gibi Şeriat-ı Garrâ-yı Muhammediye’den
başka hassasiyeti ve meclûbiyyeti olmayan insanlar bile (körü
körüne) Osmanlıyı savunmak zorunda kaldı… Çünkü biliyordu veya hissediyordu ki; Osmanlıya karşı her hücumda gerçek
muhatap İslam’dı!... Ama artık değişen dünyada “ecdadımızın”
bütün hatalarını körü körüne savunmak yanlış bir yaklaşım…
183
Çünkü onların hataları doğrudan doğruya İslam’ı ilzam eden bir
durum yaratıyor. İslam düşmanlarının şuurlu bir şekilde gayet
başarı ile uyguladıkları bir hileye artık son vermeliyiz: müşahhasla, mücerredi karıştırmak!... Biz geçmişi savunmak için muazzez İslam’a leke sıçratılmasına razı olmamalıyız! Şeriat ölçülerine
göre onları değerlendirip, hatalarını, kusurlarını üzülerek de olsa
kabul etmeliyiz…
Osmanlı şiir gibi bir Devlet kurmuş… Bir nizam… Nizam-ı
alem… Ama keşke “Mevrid-i nasda içtihada mesağ yoktur.” şuuru içinde, “Ezmanın tagayyürü ile ahkâm’ın tagayyürü inkâr olunamaz.” umdesine göre, doğan yeni dünyanın meselelerine agâh
olabilse, zaman ve mekan üstü mevrid-i nassa, noktası noktasına
pazarlıksız bağlı kalmasına rağmen, doğan Yeni Dünya’yı kendi
inşâ edebilse idi!.. Bunun olabilirliğine iman ediyoruz! Fakat olmadı, bir minnacık ışık da yok! Fakat Allah her şeye kâdir!
Temel ölçü müşahhasla, mücerredi biri birinden ayıralım!...
Yalnız burada bir nokta çok önemlidir… Filistin! Filistin! Filistin! Mücessem ve müheykel bir iman timsali olarak, bütün
psikolojik kuralları, bütün zulüm yöntemlerini tek başına altüst
ediyor…. Artık bugün emperyalizmin en büyük silahı olan “Öğrenilmiş Acizlik“ aciz kalıyor Filistin mücahitlerine karşı!... Emperyalizmin çok uzun bilimsel (!) araştırmalar sonucu, “Yetersiz Uyarılma”ya dayanan doktrini yetersiz kalıyor, aynı tekniğin
bir uygulaması olan “Şok Doktrin”in kendisi şok oluyor!... (Bu
konuda Naomi Klein’ın hacimli ve kıymetli bir kitabı var. “Şok
Doktrini” … Alt başlığı da manidar: Felaket Kapitalizminin Yükselişi”. ) Çünkü Filistin’de; Filistinli bir mücahid ve mücahidede
iman soyut değil, somuttan daha somut bir gerçekliğe sahip…
Gidip görmedim, ama televizyonda gördüğümüz veya okuduğumuz zaman: “Mademki bu dünyada bu mücahidler ve mücahideler var ve Hak Teâlâ hazretleri de var!“ hükmü vicdanlarımızın
en derin katmanlarından fışkırıyor… Onlar insana, Rabbimiz
Celle Celâlühu Hazretleri’ni ve Fahr-i Kâinât SallallahüAaley184
hi ve Sellem Hazretleri’ni hatırlatıyor!... Söyleyecek çok şeyim
var, fakat İslamî edep sınırlarını aşmamaya çok büyük bir gayret
sarf ediyorum… Otu, çöpü, kâinat kitabını kutsayan, Allah’ın
varlığını onlarla ispata çalışan hayâsız emperyalizm, Siyonizm
ve Amerikanizm uşakları, bir kere de Filistinli bir Mücahid ve
Mücahideye baksınlar. O nur yüzlü mesture kerimelerimizin
röportajlarını okusunlar… O, şehid refikalarının röportajlarını
okusunlar! Onların başındaki; Türkiyeli birçok kadının başında,
hele hele cemiyet planına kendini pervasızca fırlatmış kadınların
taktığı paçavra değildir… O tesettür unsurları imanlarının muktezası olan nurdan, müberra örtülerdir… Nereden geldi? Nasıl
bir tedaî? İnanın bilmiyorum ama “Ey örtünen peygamber!13”
hitabı bütün benliğimi kapladı! Sanki onlara özel bir görev verilmiş Allahü Zü-l-celâl Hazretleri tarafından!... Filistin Enformasyon Merkezi sitesini takib edin…
Son Siyonist saldırısından sonra Siccil Taşları Savaşı’nda
şehit olanlar adına yapılan Törende, Kassam Tugayları yaptığı
açıklamada: “Düşman Bütün Silah, Ordu ve İmkânlarıyla
Örümcek Ağından Daha Zayıftır14” dedi… Bir yazı başlığı: “Ey Siyonistler Korkunun Rengini Anladınız mı?15” …
İsrail zindanlarında 13 yıl kaldıktan sonra çıkan, 11 çocuklu
Ebu Muhammed ve bu son vahşette şehid olan; Muhammed
El-Caberi’nin karısı mücahide Ummu Muhammed: “Onun kadar şehadete özlem duyan birini görmedim. Allah ona en güzel
vakitte ikramda bulundu. Ebu Muhammed, şehadetin mübarek
olsun!16” Şehadetinden üç gün önce Hacdan dönmüştü!... Onların Haccı da farklı, umresi de….
İşte bunlar insanlığın sınandığı sınır noktaları!... Müslümanların imanının imtihandan geçtiği anlar! Maalesef Türkiyeli Müslüman sen yıllar var ki böyle pâk nâsiyeler görmedin!... Bak! Bak
13) Müddessir, 74 / 1
14) Filistin Enformasyon Merkezi, 01.12.2012
15) Filistin Enformasyon Merkezi 26.11.2012
16) http://www.dogruhaber.com.tr/mobil/Haber.php?id=58646
185
şu mücahidlere, bak şu mücahidelere! Allah’ın huzurunda ihlasla
eğilen bu başlara!... Bak! Bak! Hâlık-ı Zül Celal Hazretleri’nin vaadi adına ölümü hor görenlere bak! Allah’ı hatırlatırlar insanlara!
Hz. Peygamber’i hatırlatırlar insana! Bak! Şu Kur’an-ı Kerim’i,
Hadis-i Şerifleri ciddiye alanlara! İnsana, insan olduğunu hatırlatırlar! İnsanın insanı aşan mukaddesatı olduğunu hatırlatırlar!
İnsanın bu kendini aşan, hayvansal varlığını aşan, bedeni, teni
aşan değerleri olduğunu hatırlatırlar! İşte bunlar erkeklerdir!
İşte bunlar kadınlardır… İşte bunlar onların nur yüzlü çocuklarıdır… Cenab-ı Hakk; Kur’an-ı Azimü’ş-şan’ında: “Erkekler,
kadınlar üzerine hâkim dururlar17” buyuruyor. Elmalılı merhum
bu ayetin tefsirinde: “Erkekler ve alel’husus recül olan tam erkekler kadınlar üzerine kavvamdırlar18.” Galiba merhuma sormamız
mümkün olsaydı, bu tefsirdeki manaya layık canlı örneklerin, Filistinli bu mücahidler olduğunu söylerdi! İftihar edin muhterem
ve muazzez Filistinli hemşirelerim böyle erkeklere sahipsiniz…
Bizde erkekler; karısının, çoluk çocuğunun sadakatini ve saygısını maddî değerlerle satın almaya bakıyor! Tabii sosyal aktivitelerden, “hizmet” ten kalan zamanda, evinde bulabilirlerse! Onlar
için üstün olma ve her türlü hâkimiyet para ile mümkün! Hadi
öyleyse paraya hücum! Tek gaye “pay”dan pay almak…
Filistin mücadelesi içinde yapılan hataları büyütmemek
lâzım… Her şeyden önce hayâ sahibi bir Müslüman şu soruyu
kendi vicdanına sormalı: Benim yüzyıldır cihad içinde olan bu
Müslümanları eleştirmeye hakkım var mı? Dünya üzerindeki
gücü malum Siyonizm ve büyük çapta onun tarafından manipüle edilen emperyalizmle cihad içinde olan bu Müslümanları
iyi değerlendirmek lâzım! Bir kaç milyonluk Yahudi ile baş edemiyorlar gibi bir yargıya sahip olmak için de hamâkatin evc-i
bâlâsında olmak gerekir!...
17) Nisâ, 4 / 34
18) Elmalı’lı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Diyanet İşleri Reisliği,
İstanbul, 1935, 2 / 1348
186
Burada biz bazı kadınlarımızdan eleştirel bir yaklaşımla söz
ederken; mübârek, müberrâ, muazzez, mümtâz ve müeddeb;
nur yüzlü, validelerimizi, kerimelerimizi, hemşirelerimizi tenzihen yaklaşıyoruz meseleye! Bugün, gâvurluğun bütün şubeleri
ile hakim olduğu dünyamızda, otuz iki dişini ruhuna gömmüş
tek arzuları Rabbimiz Celle Celâlühu Hazretleri’nin rızasını
kazanmak olan, mükafaatını da sadece O’ndan bekleyen Müslüman kadınlarının duasına muhtacız! Biz sizin ne tür ve hangi
yoğunlukta çileler çektiğinizi biliyoruz! Fakat biz şu gerçeği de
biliyoruz ve sizin de ihmal etmemenizi diliyoruz ki; bizim “paçavralılar” diye nitelediğimiz bu mahlûklar sizin çilelerinizi daha
da ağırlaştırıyor, meselelerinizin daha ağır seyretmesine sebep
oluyor… Hatta siz mukaddes ve pâk yuvanızda otururken, ister
istemez seyrettiğiniz Katran Siyahı Kutu’lardan saadet hanelerinize kendi ruhlarındaki çirkefi akıtıyorlar! Özellikle gençleri
manen iğfal ediyorlar!
Bizim başlarındaki örtüyü “paçavra” olarak nitelediğimiz aktörler; mübtezel, mütecâviz, müdebdeb, mültebis (iltibaslı, iki
veya daha çok şeyin –biri, öteki sanılacak sûrette- birbirine benzemesi, bu başı paçavralı tiplerden birinin en önemli derdi kadın
plajı eksikliği ), mücâdil (İslam’la cidal halinde, İslam’la didişme
halinde, direk bir İslam’a karşı oluş yok! Ama onu mıncıklayarak,
ruhlarındaki iğtişaşı etrafa sıçratıyorlar) olanlardır. Bizim hedefimiz İslam’ı istismar edenlerdir. Bizim eleştirimiz mukaddesatını feda ederek devşirdiği siyasî, iktisadî, akademik, bürokratik,
basınsal kazanımları (veya bize göre kaybedişleri, çünkü bunlar
yukarıya (!) doğru düşmektedirler) suret-i Hak’tan görünerek,
dünya Müslümanlarını zehirlemek için kullananlardır. Ve en başta da eşleridir. (Buradaki “eş “ kavramını, modernizmle sarmaş
dolaş, postmodern bir yaklaşımın bileşeni olarak kullanıyorum!
Zaten postmodernizmi de “at izinin it izine karışması” olarak
anlıyorum… Bunların işleri çok zor, çünkü, Modernizm dayatıyor, postmodernizm dağıtıyor!… (Dayatmalarla, dağıtmalar arasında denge kurmak???) Artık savuruyor!... İnsanları savu187
ruyor… Bir fırtınanın toz zerresini savurması gibi!... Teknoloji
harikası, mitolojik canavara benzeyen dev bir vincin, küçük bir
nesneyi savurması gibi…
Allahü Zü-l-celâl Hazretleri, Nur Suresi’nin 30. ve 31. Ayet-i
Celile’lerinde: “Mü’min erkeklere söyle: gözlerini sakınsınlar……”, “Mü’min kadınlara söyle: gözlerini sakınsınlar19”
( Elmalılı: 4/3497 ) Tefsirü’l- Münir’in Türkçe tercümesinde ise: “Mümin erkeklere söyle, gözlerini (harama karşı)
yumsunlar….20”, “Mümin kadınlara söyle, gözlerini (harama karşı) yumsunlar….21” buyuruyor…. Bu ayetlerin tefsirini okumak lâzım!... Murad-ı ilahî’yi fehmetmek lâzım! Nasıl
bir hayat tarzı isteniyor kullardan? Nasıl bir hayat tasavvur ve
tahayyül etmemiz gerekiyor? Fakat bizim gibi gâvursal bir dünyaya gâvursal bir konseptle bakanların anlayamayacağı bir hayat
tasavvuru!... Yalnız şunu belirtelim ki, tüylerimiz, ürpererek dehşet içinde birkaç tefsiri nakledeceğiz: “Mü’minelere de –ya’ni
mü’min kadınlara da– söyle: gözlerini indirsinler- helâl olmayan
erkeklere bakmaktan sakınsınlar, zira nazar zinanın postacısıdır derler22” ( Elmalılı ) Ve “Taberanî Abdullah b. Mes’ud’dan
(r.a.) Peygamberimizin (s.a.) şu hadis-i kudsîsini rivayet etmektedir: ‘Nâmahreme bakış İblis’in zehirli oklarından bir oktur. Kim bunu benim korkumla terk ederse onun yerine kalbinde tatlığını bulacağı iman veririm.23” Ve şöyle bir yorum getiriyor
Zuhaylî: “Gözleri yumma ırzı korumanın önünde zikredilmiştir.
Çünkü harama bakış zinanın habercisidir.24”
İşte size bir mü ‘minin hayat tarzını resmeden bir hadis-i şerif:
“Buhâri ile Müslim’deki rivayete göre Peygamber (sav) kendisi19) A.g.e. 4 / 3497
20) Vehbe Zuhaylî, Tefsirü’l-Münir, çev. H. Aslan, A. Efe…., İstanbul, Risale, 2007,
9 / 447
21) A.g.e. 9 / 447
22) Elmalı Tefsiri, 4 / 3503
23) Zuhayli: 9 / 451
24) A.g.e. 9 / 448
188
ne soru soran Has’amlı kadına bakan el- Fadl’ın yüzünü başka bir
tarafa çevirmiştir. Yine Peygamber (sav): “Gayret (kıskançlık)
imandandır. Mizâ (Karşılıklı olarak birbirlerinden lezzet almak) ise münafıklıktandır.“ diye buyurmuştur. Mizâ, erkek ve
kadınların bir araya getirilip sonra da birinin diğerinden lezzet
almasını sağlayacak şekilde onları başbaşa bırakmak demektir.25”
Ümmü Seleme radıyallahü anhâ anlatıyor: “Ben Resûlullah
aleyhissalâtu vesselâm’ın yanında idim. Yanında Meymune
Bintu’l- Hâris radıyallahü anhâ da vardı. (Bu esnada) İbnu
Mektum bize doğru geliyordu. –Bu vak’a , tesettürle emredilmemizden sonra idi- ve yanımıza girdi.. Resûlullah aleyhissalâtu
vesselâm bize :
“O’na karşı örtünün!” emretti. Biz:
“Ey Allah’ın resulü! O, âma ve bizi görmeyen (ve varlığımızı
tanımayan) bir kimse değil mi?” dedik. Bunun üzerine:
“Siz de mi körlersiniz?, siz onu görmüyor musunuz? 26“ buyurdu..
Bütün gerçek hayatımızı ve ufkumuzu saran simsiyah gâvur
dünyasından, açılan bir menfezden İslamî bir serâp gösterdim
size! Serap bir illüzyondur, bazen halüsünasyon bile olabilir! Fakat biz imanın gücüne inanıyoruz! Biz matluba muvafık bir imanın maddeyi manipüle edeceğine, ona ısıtılmış balmumu gibi
istediği şekli vereceğine inanıyoruz! Yeter ki, bir Müslüman gibi
iman et! Müslüman ol yeter!
Yukarda “Yalnız şunu belirtelim ki, tüylerimiz, ürpererek
dehşet içinde birkaç tefsiri nakledeceğiz” dedik ve naklettik!...
Şimdi sermayenin kısmen el değiştirmesi ile, Müslüman olup
25) İmam Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’ân, çev. M. B. Eryarsoy, İstanbul, Buruc
Yay. 2005, 12 / 357
26)��������������������������������������������������������
Kütüb-i Sitte, İbrahim Canan, Akdağ, 1988, sh. 10 / 233
189
olmadıklarını bilmiyorum ama, geniş spektrumlu bir tanım veya
daha doğrusu tasvirle, Dinsel Hassasiyet Sahipleri, maddî
imkan sahibi oldular. Belirli çevrelerce formül haline getirildiği
gibi “Mücahidler, müteahhit oldular!” Hâlbuki bunlara yapılan
en büyük zulüm bu formül! Bunlar hiçbir zaman mücahid olmadılar ki… Baştan beri sistemin içine girip ”ne kadar ne tırtıklayabiliriz?” kaygısı içinde idiler! Yani tırtıkladıklarıyla mutlu olmaya razı idiler… Fakat Amerika verdikçe veriyor!.. Hem
de bu Rabbimiz Celle Celâlühu Hazretleri’ne yapılan duaya da
benzemiyor… Ödülünüzü anında ekranda görebiliyorsunuz!
Bunlar ödül dağıtıcıların Türkiyeli taşeronları eliyle basına egemen olmaya zorlandılar… Tam bu durumla eş zamanlı olarak
karşılarında hemen, daha önce radikal olarak da tanınan gruplar
da dâhil olmak üzere vicdanlarını kiralamaya hazır bir kitle buldular! Kiraya vermek, satmaktan daha karlı oluyordu! Burada;
parola: dincilik, işareti: paçavra! Ve bunlar televizyonların karşısına geçip, birbirlerinin gözünün içine bakarak programlar yapmaya başladılar… Eğer siz de Kur’an-ı Azimüşşan’ı ve Hadis-i
Şerifleri ciddiye alıyorsanız, tüyleriniz diken diken olmuyor mu?
Her an Emr-i Kur’aniyye’yi tahfifen “gözlerini sakınmadan”, zinanın postacısı, zinanın habercisi olan İblis’in zehirli oklarını
birbirlerine fırlatıyorlar! Burada kesiyorum!!!!
Tam burada kesiyorum dedim, diğer odaya geçtim… Yine
“paçavralı” lardan biri, Dinî Hassasiyeti olan bir TV kanalında
bir erkekle konuşuyor… Gözleriyle erkeği parçalıyor, yiyor!….
Fakat meselenin tahlilini Müslümanların basiretine,
ferâsetine bırakıyorum! Namus meseleleri iğtişaşa gelmez! Bu
noktada kavramlarla oynanmaz! Zaten bu konuda uzlaşımsal
olarak Açık Sırlar’ın üzerine şal örtme yaklaşımı söz konusu…
O kadar ki toplumda bir apati hali egemen!... (psikiyatride ruh
hastalığının belirtisi olarak, normalde önemli sayılan şeylere yönelik bir duygusuzluk, anlamsızlık duygusu veya ilgisizlik.)27;
27) Selçuk Budak, Psikoloji Sözlüğü, Ankara, Bilim ve Sanat, 2003,sh. 80
190
ve devam ediyoruz: (Heyecansal tepkilerin şiddetinde nicelik
yönünden bir azalma görüldüğü zaman “indifference”, yani bir
ilgisizlik veya kayıtsızlıktan söz edilir. Bazen durum çok ileri derecede olur buna da apati denir.28) Fakat içinde bulunduğumuz
halin anlaşılabilmesi için, modernitenin paranoyak, postmodernitenin şizofrenik bir durum olduğunun bilinmesi gerekir. Bir
kere daha tekrar ediyorum: Modernite dayatıyor, postmodernite dağıtıyor!… Burada bir de şu aşağıda arz edeceğim durum
var mı? İnşallah yok! Sizin takdirinize bırakıyorum!
Bahçede baba oğul çalışıyor… Çocuk bakıyor gökyüzünde
bir uçak!
– Baba bir uçak gidiyor! Baba bakıyor gökyüzüne, teknolojinin üstünlüğü karşısında duyduğu eziklik ve çaresizlikle büyük
bir istiğna(!) tavrı içinde cevap veriyor:
-Bırak gitsin!...
İşimiz hikâyelere, fıkralara, masallara kaldı! Çünkü soyut düşünemiyoruz (Piaget). Her ne kadar anamızdan emdiğimiz süt
temiz olsa da, düşünsel bir süt bozukluğumuz var!... Entellektüel
bir miyopluğumuz var! Düşünsel renk körlüğümüz var…. Genelleme yapacağımız yerde özelleme, özelleme yapacağımız yerde genelleme yapıyoruz. İmana teslim olmamız gereken yerde
akla firar ediyoruz, aklı kullanacağımız yerde imana sarılıyor gibi
yapıyoruz! Buyrun size bir metafor daha… {Felsefî takılmak istedim! Gençler öyle kullanıyorlar (!)}
Genç delikanlı! İsmi üzerinde kanı deli!… Atın üzerine binmiş, kamçısını eline almış, gözü dünyayı görmüyor:
“Baba ben gidiyorum!” Baba bir ata bakıyor, bir oğluna, çaresizlik içinde:
28) İsmail Çifter, Psikiyatri, Klinik Psikiyatri,. Üçüncü baskı, G.Ü. Basın Yayın, sh 348
191
“Git de çabuk gel!” diyor….
Savunma mekanizmalarından hangisine giriyor? Onu da siz
bulun!
Namus endişesi ile kızını mahalle bakkalına ekmek almaya
göndermeyenler, Amerika’lara, Avrupa’lara gönderdiler!...
Ey Türkiyeli dinci! Artık senin arkan önün, sağın solun ve
hoşuna gitmeyecek ama başta, en başta sen, sen Homo Economicus oldun!.. Olduk! Veya en iyimser bir yaklaşımla; hepimiz
Homo Economicus gibi bir tutuma sahip olma özlemi içindeyiz!... Müjde!! İstanbul finans merkezi oluyor!….. Yılda bilmem
kaç milyar $ gelecek! Bayram ilan edebiliriz! Dinci bir siyasî
iktidar, pardon Dinî Hassasiyeti olan bir siyasî iktidar «Amme
Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı»nı kabul etti. “Yasada, İstanbul›un finans merkezi olmasına yönelik düzenlemeler
de yer alıyor. Bugüne kadar fon yönetim şirketlerinin Türkiye›de
ofis açmalarına engel olarak görünen vergi düzenlemeleri değiştirilerek, durumun Türkiye için bir avantaj haline dönüştürülmesi, finans piyasalarının geliştirilmesi ve derinleştirilmesi
amacıyla yabancı fonların Türkiye›den yönetimi teşvik ediliyor.
Düzenlemeyle, İstanbul›un uluslararası finans merkezi olması
yolunda da önemli bir adım atılması ve büyük ölçekli fonların
Türkiye›ye çekilmesinin vergisel açıdan teşviki amaçlanıyor.
Şimdi burada dikkat ederseniz, temel kaygılarımızın hepsi iktisadîdir… Bunun dışındaki sorular nafile, saçma sorulardır… Hatta naiv, çocukçadır! Böyle bir tasarrufun ahlakî olumlu
olumsuz yanları nelerdir? Bununla beraber ülkenin dağına taşına
yapılan turistik otellerin ahlakî etkileri neler olacaktır? Bu tür
başarıların “Başka Merkezler”i de beraberinde getirdiği yurt
dışındaki tecrübelerden anlaşılmıştır… Zaten zinayı da serbest
bıraktınız! Nur yüzlü yavrularımızı, torunlarımızı nasıl bir
192
gelecek bekliyor? Sorumu bir kere daha tekrar ediyorum: Nur
yüzlü yavrularımızı, torunlarımızı nasıl bir gelecek bekliyor? Varsa, kaldı ise senin sinir uçlarınla oynamaya çalışıyorum, ey dinci! Ey Dinsel Hassasiyet Sahipleri!... Gerçekten
siz bir zamanlar hiçbir fikir çilesi çekmeden, hiçbir muhasebeye
sahip olmadan, tam “çocukça“, “Turist ahlak götürür!” derdiniz… Turistin mi ahlakı değişti? Sizin mi ahlakınız değişti? En
doğrusu ikiniz birden mi değiştiniz, İslam zihniyetini ölçü alırsak? Siz turistten daha hızlı değiştiniz… Aradaki farkı kapattığınıza göre!..
Haddi zatında bunlar basit meseleler: Maliyeti minimize,
karı maksimize eden her türlü, değer ve davranış ahlakidir. Tersi
ise ahlaksızlıktır! Para, sistemin damarlarında dolaşan kandır…
Bankalar da sistemin kalbidir. …Faiz ise sisteme hayatiyet veren en önemli enstrümandır… Dolayısıyla faiz yasağı en büyük
ahlaksızlıktır. (!) Ama 19. 10. 2005 tarihinde kutsal T.C.M.M.
çatısı altında kabul edilen 5411 sayılı Bankalar Kanunu’na göre
kurulmuş, bal gibi birer banka olan kurumları, şu veya bu isimle
ibrâ etmek en büyük ahlaksızlıktır... Başlayalı dört yıl olan, on yıl
daha süreceği tahmin edilen krizin en önemli, belki de tek sebebi Şeriat-ı Garrâ-yı Muhammediye’nin yasak ettiği Ma’dûm’un
(elde olmayan bir şey, yok olan, mevcut olmayan) satışıdır. Ne
gam sen Allahü Zü-l-celâl Hazretleri ve Fahr-i Kâinât Sallallahü
Aleyhi ve Sellem’i aldatacağını sanarak, şu dört günlük dünya
için ahiretini satarsın! Nasıl? İstisnaî bir akid olan Selem’i genelleştirirsin… Murad-ı ilahi, sebeb-i vürud umurunda mı? Sen
yok musun sen! Sen ham yobaz kaba softa! “Peki, nasıl olacak?”,
“Müslüman nasıl yaşayacak?” diye bana sorma! Umurunda olmayan, çekmediğin çilenin arkasına sığınma! Bu oportünizmden
vazgeç! Bu hayâsızca mantık konstürüksiyonlarına sığınmaya
tenezzül etme! Peki, ben sana soruyorum: “Müslüman olmaya
mecbur musun? ” Bu daireden çıkarsın, Allah’ın boyasından temizlenirsin (!), nur (!) gibi yeni evren tasavvuruna sahip olur193
sun… Yepyeni bir aile, insan, etik, estetik, hukuk, iktisad, ahlak,
namus, hâyâ anlayışı, gül gibi yaşayıp gidersin!
Unutmadan, burada şu noktaya da dikkatinizi çekmek isterim ki; peşinen (hâşâ) Allahü Zü-l-celâl Hazretleri’ni ve Fahr-i
Kainat Sallallahü Aleyhi ve Sellem Hazretleri’ni fazla ciddiye
alırsanız, fazla yüz verirseniz; Reklam? Reklamda kullanılan kızlar bile sorun olur! Kazancınızın helâlliğine (!) gölge düşer!
Haa! Unutuyordum! Zaruretler memnuyu mübah kılar!
(Mecelle: Madde, 21… Hiç Mecelle’nin 13. ve 22. maddelerine
bakma! ) değil mi? O zaman bana tek bir yasak söyle… O zaman
her şey mübahtır! O zaman “Yasak yok”tur! Her şeye izin var!
Eğer böyle dersen nur yüzlü muazzez ve müberrâ kızının ve refikanın suratına nasıl bakacaksın? Bırak mukaddesatı, senin kuralın ve kutsalın bile yoktur! Ham yobaz, kaba softa! Onun için
sana bir kağıt parçasını bile emanet edemem!
Yalnız bu noktada şunu teslim etmem bir entellektüel namus borcudur ki; hangi saikle olduğuna bakmadan, bu konularda muhalefet yine sol tandanslı kişilerden geliyor…. Mustafa
Sönmez, “Gelir Uçurumu Ayağa Dolanıyor” başlıklı bir yazı
yazdı… Küresel kapitalizme ironik bir tasvirle yaklaştı: “Küresel kapitalizm, ters dönmüş kaplumbağa gibi. Kendi başına
doğrulmak için sağa sola hamle yapıyor, ama nafile. Kim
beni ters çevirdi, diye söyleniyor. Birinin gelip onu doğrultmasını bekledikçe bekliyor.”… Ve devam ediyor: “T. Bankalar
Birliği, 2012 Eylül verilerine göre, sadece tüketici kredisi borçlu sayısı 13 milyon!.. Bu sayıya, 25 milyon kredi kartı kullanıcısı arasından borçlananları da eklemek gerekir. Para otoriteleri
borçlu halkımızın profilinden biraz endişeli.29”
Sol tandanslı bir kişi borçtan kaygılanır… Ama Dinî Hassasiyet Sahipleri için “Borç yiğidin kamçısıdır!“ Şüphesiz, Allah
29) Mustafa Sönmez, Gelir Uçurumu Ayağa Dolanıyor, Cumhuriyet, 08.12.2012
194
kimseyi mecbur etmesin, reel hayat içinde insan olarak borçlanılabilinir… Ama Şeriat-ı Garrâ-yı Muhammediye’de borç mezmumdur!... Ne gam Dinî Hassasiyet Sahipleri için? Peki siz düzmece tarikatçılar, siz sözde cemaatler, siz sahte İslamî vakıflar,
dernekler; istinasız hepiniz, sizden ne haber? Sadece emperyalizme, sadece Siyonizme, sadece Amerikanizme hizmet ediyorsunuz… Sadece İslamî şuuru bulandırmaya, üzerini küllemeye
çalışıyorsunuz! Ve anlamaya çalış! Ey sen dinci!: İslam geçmişini
yer, kapitalizm geleceğini! Bugün içinde çırpındığımız ve çırpındıkça balıkçı ağı gibi dolandığımız evrensel iktisadî bunalımın
tek sebebi, insanlarının geleceklerini yemeleri!... Mortgage’yi
düşün, her türlü Türev piyasaları düşün: Futures, Forward, Opsiyon ve Swap. Ma’dûm’un satılamamasının hikmetini düşün!
İstanbul’un Finans merkezi olmasına karşı yine soldan bir
feryat, Nihal Kemaloğlu’ndan bir feryat: Yazının başlığı; “Yaşanamaz kent; uluslararası finans merkezi İstanbul” Ve kısaca
alıntı yapıyorum: “Küresel finansın kirli ve karanlık paralarını
kapmayı hedefleyen proje, İstanbul’u ‘kokuşturacak’ yeni bir
kentsel tehdit oysa. Dünyanın çatışma mevzilerinden akan kanlı
elmas, altın ve paradan oluşacak borsalarının ‘ahlak dışı ilişki
ve dağıtım ağları’ İstanbul’a kalkınmayı değil daha da çürümeyi
enjekte edecek. Üretim yapmayan ‘manipülatif finansın’ hizmet-bilişim sektöründeki dar istihdamıyla göz boyanırken, İstanbul kan emici kültürün kodlarına teslim ediliyor. Özel vergi
indirimlerinden faydalanmak için finans kentlere gelen para üretimi değil ‘paradan para’ kazanma spekülasyonlarını tırmandıracak. Para ve zenginliğin temsilleriyle kentin nicedir bozulmuş
siyasal ve sosyal dokusuna derin bir görgüsüzlük ve eşitsizlik katacak. Üç bin yıllık kadim kentin eriyen kozmopolitliği ‘vatansız’
parayla ikame edilmiş olacak. 30“
30) Nihal Kemaloğlu, Yaşanamaz Kent; Uluslararası Finans Merkezi İstanbul,
10.10.2009, Akşam,
195
Tüylerim ürperiyor, titriyorum: Dincilerde, hiçbir duruma,
ama hiçbir duruma tepki verme hassası kalmamış! Manevî Değerler Felci! Hatta Değerler Felci!
Çilekeş bir Müslümanın düşünsel mekanı, zihni, mayın tarlası gibi!... Biri patladı mı, bir birini tetikleyen infilaklar meydana
geliyor! Çağrışımlar! Çağrışımlar! Çağrışımlar! Bu zincirleme
reaksiyonları bir yerde durdurmak mümkün değil! Güneş enerjisi ile çalışan piller gibi! Beyin kendi kendini şarj ediyor! Buradaki amacımız kitap özetleri vermek değildir! Tersine dünyanın
nereden gelip, hangi meçhule doğru gittiğini bir nebze de olsa
aydınlatma, mümkün problemlerin görülmesini sağlamaya çalışma, çözüm denemelerine basamak olmak üzere sorgulamaya
yüreklendirmektir…
Ve bu uzunca girişin önemli bir amacı da “Batı batıyor!”,
“Batı çöküyor!”, “Batı yıkılıyor!“ ve benzeri gibi bizce de gerçekliği kesin olan söz konusu yargıların bizi hayvansal bir rahatlığın
içine atmasına engel olmak!... Adama sorarlar: {“Batı uygarlığı
yıkılıyor!” peki kabul ettik ama “Sana ne???” Batan Batı Uygarlığının yerine senin uygarlığın mı geliyor? Yıkılan Batı uygarlığını
İslam uygarlığı mı ikâme ediyor?} Kaldı ki sen yıkılan O uygarlığa; yalınkılıç, hiçbir muhasebe yapmadan dalma savaşı veriyorsun! “Sen” zaten “O“ olmuşsun! Daha doğrusu çarpık bir “O“.
“Ben” ve “O” olmayan garip bir halîta! “Hiçbir şey“ olmayan “bir
şey”!
Biz bu uzun girişte içinde büyük bir hikmet barındıran şu
atasözünün emrini yerine getirmeye çalıştık: “İğneyi kendine,
çuvaldızı ele batır!” Çileye açık, ruhî ve fikrî asalete inanan bizler, bu tutumun doğruluğuna inanıyoruz! En büyük ahlaksızlık,
bir takım savunma mekanizmalarına başvurarak insanın kendi
kendini aldatmasıdır. Entelektüellik iddiasında bulunan bir insan için en büyük fikrî soysuzluk “fikir çilesin” den kaçmaktır!
196
Biz; yazar, uluslararası ilişkiler uzmanı, stratejist, düşünür
(biz bu kavramla gazeteci ile filozof arası son on yıllarda türeyen
tipi kastediyoruz.), gazeteci gibi kişilerin eserlerinden bir seçme
yaptık… Ve bunların olabildiğince öz çizgisini kaybetmeden,
olabildiğince kısa özetlerini vermeye çalıştık… Ki Batı’yı kendi;
şaşı, renk körü zihinsel mekanizmalarımızdan çarpıtarak, yanlış
algılamayalım… Onu olduğu gibi kendilerinin gördüğü gibi görelim… Bir objenin yorumu olan resim değil de, bir fotoğraf gibi
algılayalım….
Özellikle telif tarihlerini ve parantez içinde orijinal isimlerini
de verdim… Bunlar üzerinde düşünelim! Düşünelim! İmal-i fikr
edelim! Muhtaç olduğumuz: Tefahhus (İnceden inceye araştırma), Teemmül (İyice, etraflıca Düşünme ), ve Taakkul (Akıl erdirme, zihin yorarak anlama)…
J. K. GALBRAITH (1908-2006)
İktisatçı ve iktisat tarihçisi. İnstitutionalists (kurumcu)
akımda yer alır. Gülten Kazgan: “Bu akım, ABD iktisadî düşünce evreninin özgün bir akımıdır. Bu akımın felsefî kaynağı
pragmatizmdir31.” der. Başkan J. F. Kennedy’nin danışmanlığını
yaptı. Demokrat parti ile yakın ilişki içinde idi. 1929 iktisadî krizi hakkında çok önemli bir kitap yazdı: Büyük Kriz 1929 (The
Great Crash 1929) 1977 yılında Kuşku Çağı’nda (The Age of
Uncertainty) şu tesbitlerde bulunuyor: “Kişisel çıkar ve girişim
özgürlüğü Eski Dünya’da dünyevî bir inançtı; Yeni Dünya’daysa bir din gibi ortaya çıkmıştır.32” Dünya nereye doğru evriliyor: “Marx ‘Bir proleter için vatan diye sınır yoktur ‘ demişti.
İşçiler açısından bu doğru çıkmamıştır. Fakat işveren için, şirket
yöneticisi için bu söz doğrudur.33” ve devam ediyor: “İki nokta daha var ki, geleceği fazla parlak görünmüyor. Bunlardan biri
kapitalizmin kente sorunlar yükleyen şeyleri -otomobil, uyuştu31) J.K.Galbraith, Kuşku Çağı, Çev. N. Himmetoğlu - R. Aşcıoğlu, Altın Kit. İstanbul,
tarihsiz, önsöz. sh.8
32),A.g.e. sh. 41
33) A.g.e. sh. 258
197
rucu madde, alkol- sağlamakta üstün bir beceri göstermesi, buna
karşılık kent sakinlerinin en çok gereksinim duyduğu şeyleri sağlamayı becerememek34.” Büyük ekonomist; teknolojinin oluşum
seyrinden, şehirleşmeden, ABD’de insanların sadece kazandıkları para ile ölçülüp, değerlendirilmesinden, suiistimallerden,
fakirlerin aksine farklı ırktan olsalar da zenginlerin birbirleri ile
iyi geçinmesinden şikayetçi!... Bir nükleer savaş tehlikesinden
oldukça rahatsız: “Bu küçük gezegenimiz nükleer bir savaştan sağ çıkamaz, ulusal ihtirasların ya da farklı ideolojilerin
körüklenmesi sonucunda çatışma çıkması kaçınılmazdır…
İnsanoğlu ölümlü olduğu düşüncesiyle bir arada yaşamayı öğrenmiştir. Şimdi de yeryüzünde herkesin ölebileceği ve çocuklarının, torunlarının var olmayacağı düşüncesine kendini alıştırmaya çalışmaktadır. Böyle bir alıştırma yeteneğine şaşmamak
elde değil.35”
Hemen kitap analizlerinin başında, bu ve benzeri soylu entelektüel kötümserlikler karşısında H. Melville’nin şu ölümsüz
cümlelerini ihmal etmek mümkün değildir. Derinliğine mütalaa
edilmesi dileğiyle… Ayrıca Batı’dan bahsediyoruz! Onun için
İslam ve iyimserlik, kötümserlik konusuna girmiyorum! “Öyleyse içinde dertten çok sevinç taşıyan bir ölümlü insan, ya gerçekten insan değildir, ya da olgunlaşmamıştır henüz.36” İşte bugün
Aralık ayının ortaları tüm dünyada kar yağışı… Doğa bütün zalimliği (!) ile dünyanın üzerine çökmüş! Tam şu anda, tam da şu
anda; hangi ülkede, hangi siperde, hangi dağın başında dudaklarında Kelime-i Şehadet mücessem iman timsali bir Mücahid
donmamak için soğuğa karşı savaş veriyor? Hangi anne yavrusunun donmaması için şu anda ölümcül bir telaş içindedir? Dikkat bu bestelenmiş şiirde geçen “sevinçli telaş“ değil! Devamını
muhayyilenize havale ediyorum?… Bizde unutturulmak istenen
34) A.g.e. sh 291
35) A.g.e.sh. 320
36) H. Melvılle, Moby Dıck Beyaz Balina, çev. S. Eyüpoğlu-M. Urgan, Cem Yay. İstanbul, 1972, sh. 544
198
her hadise komisyona havale edilir! Ben komisyona değil, herkesin ferdî vicdanına havale ediyorum!
Kahkaha ile gülebilir misiniz böyle bir evrende? Şu anda
hangi minnacık yavru, babası ile annesi kavga ederken, o küçücük dudaklarını büzerek ağlıyor? Şu anda babasının, bir şekilde
elde ettiği zenginliğin içinde, uyuşturucu müptelası olmuş bir
genç kız veya erkek, krizin pençesinde, bir miktar madde için her
şeyini feda etmeye, her şeyini feda etmeye hazır bekliyor? Maddî
sefaletten çok, manevî sefalet içinde olanlara mı acımalı? Maddî
iflas mı daha fecî, manevî iflas mı?
Galbraith’ın şu cümlelerini de önemsiyorum ve dikkatle not
ediyorum: “İnsanoğlunun kültürlüsü kötümser olur. Elde ettiği
başarılarına dayanıp bunlarla yetinmemeyi daha emin bir yol
olarak kabul eder… Zihinlerinde hep tehlikeler, bitirilmemiş
görevler, ulaşılmamış başarılar dolanır durur.37” Yalnız burada
kötümserlikle, ümitsizliği birbirine karıştırmamak lâzım! Bir
bed-bînin ümidi, kötümserliği kadar derindir!... İyimserinse bütün hayatı sathidir… Derinliği yoktur…
Her ne kadar üç paragraf önce; “Ayrıca Batı’dan bahsediyoruz! Onun için İslam ve iyimserlik, kötümserlik konusuna girmiyorum!” demiş isem de kendimi men edemedim! Hiç değilse
birkaç satır: “İbni Ebî Şeybe Musannefi’nde Abdülaziz bin Ebi
Ravvâd’dan rivayet ettiğine göre Ashab-ı Kiram arasında şakalaşma ve gülme biraz fazla olmaya başladı.38” İkinci bir rivayet:
“Rivayet edildiğine göre Peygamber (sav)’in Ashâbı Medine’de
bolluk ile karşılaştıklarında çokça şakalaşıp gülmeye başladılar.39”!... Ve şu ayet-i kerime inzal buyuruldu: “İman edenlerin,
Allah’ı ve Hak’tan ineni zikir için kalplerinin ürpermesi zamanı
hâlâ gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilip de
üzerlerinden uzun zaman geçmiş artık kalpleri katılaşmış olan37) Galbraith,sh. 296
38) Zuhayli; sh.14/ 268
39) Kurtubî; sh.17 / 91
199
lar gibi olmasınlar. Onlardan birçoğu fasıklardı.40” Ve bu sebeb-i
nüzullerden sonra güzel bir tefsir.41 Ve bir hikmet daha: “Bu dünyanın en kıymetli eşyası (metaı 42) hüzün ve gamdır. Bu sofranın
en lezzetli yemeği musibet ve acıdır. (elem43) Bu şekerler acı bir
ilaç olan ince bir kap içine yerleştirilmiş ve bu göz boyamayla
imtihan kapısı açılmıştır.44” Bir Hadisi-i şerifle bu konuyu şimdilik bitiriyoruz: Şayet benim bildiklerimi bilseydiniz; çok ağlar, az
gülerdiniz (Tirmizi, İbn Mace)
İşin en feci tarafı Siyonizm’in ve emperyalizmin uşaklığını yapan ve bugün bilerek veya bilmeyerek, nefislerine uyarak
İslam’a en büyük ihaneti yapan sözde tarikatçılar ve sözde cemaatçiler, hikmet çilesi çekmeden bir papağan gibi bu mukaddes
ölçüleri hayasızca tekrar ediyorlar… Hem kendilerinin hem de
muhataplarının önünü bir harami gibi kesiyorlar….
Galbraith’ın iktisadî tercihleri ise yükselen değerlere göre
farklı: “Galbraith’ın görüşüne göre kapitalizm kendi işleyişiyle
optimum şartları sağlayamaz. Bölüşüm sorunlarının ve toplumsal dengesizliğin çözülmesi için kamu müdahalesi gereklidir.45”
Galbraith; kapitalizmi, Klasik öğretiyi eleştirir, sistemin kendi
içinde bir versiyonu olan Keynesyen modellere de şiddetle karşıdır, sınıf çatışmasını savunan K. Marx’a ise hiç katılmaz…
Sema Yılmaz Galbraith’ın düşüncelerini çok güzel özetler:
“Galbraith çağımızın en ünlü teori karşıtı iktisatçısıdır. İktisat
teorisinin yerleşmiş fikirlerine yönelttiği eleştirilerle ün kazanır.
Galbraith ekonomide, yoğunlaşmanın kaçınılmaz olduğunu dü40) Hadid: 57 / 16
41) Elmalı: 6 / 4743
42) İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, Çev. Abdülkadir Akçiçek, İstanbul, Çile
Yay. 1977, sh. 2 / 1012
43) A.g.e. ‘ / 1012
44) İmam-ı Rabbâni, Mektûbât-ı Rabbâni, çev. T. H. Alp, Ö.F. Tokat, A.H. Yıldırım,
İstanbul, Yasin, 2004, sh. 2 / 549
45) K. Emiroğlu, B. Danışoğlu, B. Berberoğlu, Ekonomi Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yay.
Ankara, 2006, sh.310
200
şünür. Geleneksel iktisatçıların görünmeyen eli, modern ekonominin işleyişini açıklayamaz, öyleyse yeni bir kavrama ihtiyaç vardır. Galbraith karşı güç kavramını ortaya atar. Ona göre,
büyük çaplı şirketlere bir tepki olarak, piyasanın diğer yanında
başka büyük karşı örgütler doğar. Karşı örgütlere bir örnek olarak endüstri çapında örgütlenmiş sendikalar örnek verilebilir.
Modern piyasayı düzenleyen yeni mekanizma budur. Ona göre,
karşı güç bazı sektörlerde kendiliğinden oluşmuyorsa devlet
bunların oluşmasına yardım etmelidir. Galbraith, Keynesyen
politikaları da şiddetle eleştirir. Ona göre salt ekonomik büyüme bütün sorunları çözmeyeceği gibi devletin ekonomik alanda
tek görevi olarak tam istihdamı sağlamayı benimseyip kaynak
dağılımını pazar mekanizmasına bırakmakla yerinmesi tümüyle
yanlıştır. Çünkü büyük şirketlerin varlığı, pazar mekanizmasının
optimum olarak kaynak dağılımını sağlanmasını engellemektedir. Tüketiciler, büyük şirketlerin yöneticilerince, pazarlama
örgütleri ve reklam faaliyetleriyle yönlendirilmektedirler. Galbraith, büyük şirketlerin yapısını ve onların teknostrüktür adını
verdiği yönetici grubunu inceler. Ölçek ekonomisinin tanıdığı
avantajlardan yararlanan bu şirketlerin büyümesinde bir sınır
yoktur. Şirket büyüdükçe artık sahibinin onu tek başına yönetmesi olanaksızdır. Bir yığın teknisyen orta ve yüksek kademe
yöneticisi gerekir. Teknostrüktür hisse sahiplerine karşı karar
verme özgürlüğünü korumak için mücadele eder. Bunun için
şirketin büyümesine çalışır. Öyleyse modern şirketlerde karı
maksimize etme ilkesi, yerine büyüme ilkesine bırakır.46”
İşte “Arayış” veya daha doğrusu “Arayamayış”, kendini her
bakımdan ispat etmiş; akademisyen, ABD başkanı danışmanı,
bürokrat (Hindistan büyük elçisi, 1961-1963), önemli bir derginin editörü (Fortune), Amerikan Ekonomi Birliği Başkanı
(1972) v.b. gibi görevlerde bulunmuş, yüz yıllık bir ömrü ikmal
etmiş, bir insanın şahsında tecessüm ediyor!... Temel tezimiz;
Batı uygarlığının yaratıcı diyalektik özelliğini kaybettiği, mo46) Sema Yılmaz, J. K. Galbraith İktisadî Düşüncenin Değişimine bir Katkı, Kalderon
Yay.
201
dernitenin optimizminin buharlaştığı, bütün cins kafaların bir
arayış içinde olduğu… ”İnsanoğlu sınırlıya sığamıyor, sınırsızı
dolduramıyor!..”
Herkes arıyor! Herkes arıyor! Herkes arıyor! Bir kendine
“Müslümanım “diyenler aramıyor! Çok küçük marjinal bir grup
dışında… Ilımlı Müslümanlar (!), Dinî Hassasiyet Sahipleri (!)
galip uygarlığın kullanıp attıkları eski çamaşırlarına sahip çıkıyorlar. Ve bulduk sanıyorlar!... Bizim ana hedefimiz; itikadî hataya müncer olacak, Müslümanları apati halinden uyandırmak
için, onların sinir uçları ile bazen topluiğne, bazen tornavida, bazen de matkapla oynayarak bu durumu kavramalarına yardımcı
olmak! Yoksa amacımız kitap tanıtımı yapmak veya ma’lûmatfüruşluk değildir. Dikkat! İman; yükselen değerlere inanç; İslam
Psikolojik Rehberlik ve Danışmanlık, ibadet ritüeller haline geliyor, tarikatler ve cemaatler Sivil toplum Kuruluşlarına dönüşüyor….
Marshall BERMAN, 1982’de yazdığı “Katı Olan Herşey
Buharlaşıyor” ( All That İs Solid Melts Into Air ) isimli kitabına bu ismi, Karl Marx’ın (1818 - 1883) 1848 yılında yazdığı
“Komünist Manifestosu” nun bir paragrafından esinlenerek vermiştir. 30 yaşında yazdığı, retoriğin doruk noktası olan bu küçük kitabında Marx: “… burjuva çağını daha öncekilerden ayırt
eden bir dizi antika ve saygı değer kavram ve düşüncelerle birlikte donmuş ve pas tutmuş tüm toplumsal ilişkiler çözülüyor,
bunların yerine gelen yenileri de yerleşmeden ihtiyarlıyor. Bir
zamanlar sağlam ve kalıcı olan her şey buhar olup gidiyor kutsal
olan ise ayaklara düşüyor ve insanlar artık varoluş şartlarını ve
insanlar arası ilişkileri bütün çıplaklığıyla görmek zorunda kalıyor47.” Marx’ın, kapitalizmi, bütün eksiklerine rağmen başarılı
bir biçimde tahlil ettiğini iddia ettik ve ediyoruz… Fakat Marx
Kapital’in ön sözünde işaret ettiği gibi, bu analizleri İngiltere’deki
(İngiltere yılları 1849- 1883 ) gözlemlerine dayanarak yapmıştır.
47) Karl Marx, Manifesto, çev. Mümtaz Yavuz, İstanbul, Evren Yay. 1976, sh.40
202
Fakat sanayileşme sürecindeki fark hesap edilirse, sadece nicel değil, yavaş yavaş zenginleşmeye başlayan, Türkiyeli dincilerin, modernist, postmodernist kırması, hiçbir şeye benzemeyen
bir şey olan zihniyet dünyasına birçok bakımdan ışık tuttuğu
söylenebilir… Dikkat edilirse, mukaddeslerin nasıl buharlaştığını bizzat yaşıyorlar ve bunu entelektüel!! olarak da temellendirebilirler… Biraz saçma bir cümle oldu… O durumu temellendirecek olan kişi zaten zengin olamaz! Düşünsel sütü bozukluk
analizlerimizde yanlışlık yapmamıza sebep oluyor…
Post-modern toplum düşüncesi; moral ve toplumsal ilkeler, kişisel özgürlük ve kamu mutluluğu gibi bize 18. Yüzyıl
Aydınlanmasından gelen bütün toplumsal umutlarla alay eder.
Berman’a göre; modern hayatın girdabını besleyen unsurlardan
bazıları: Büyük keşifler, sanayileşme, demografik altüst oluş,
kentleşme, kitle iletişim sistemleri, ulus-devletler, kitlesel toplumsal hareketler, kapitalist dünya pazarı… ”Artık birçok insan
için, yüzyıllardır süren modernleşme projesi felaketle biten bir
hata, kozmik bir yıkım ve şer eylemi gibi görünüyor.48” diyor ve
devam ediyor: {“Havada bir umutsuzluk hissi var” diye yazıyordu Bernard James adlı bir kültürel antropolog 1973 yılında, “bir
his ki…. sanki insan bilim ve teknoloji tarafından dürtüklenerek
yeni ve geçici bir çağa girmiş.” Bu çağ, “Batı dünyamızın çöküşünün son dönemi; sorun apaçık. Aşırı kalabalıklaşmış ve yağmalanan bir gezegende yaşıyoruz. Ya yağmayı durduracağız ya
da yok olacağız.” James’in kitabı, 1970’lere özgü tipik apokaliptik bir başlık taşıyordu: İlerlemenin Ölümü. Bütün insanlığı öldürmeden önce öldürülmesi gereken bu ölümcül güç “modern
ilerleme kültürü” idi49.} “Kapitalizmin sorunu, her şeyde olduğu
gibi burada da, yarattığı insanî olanakları yok etmesindedir…
Bunun dışında, içimizde pazarlanması mümkün olmayan ne var
48) Marshall Berman, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, çev. Ü. Altuğ-B. Peker, İletişim,
İstanbul, 2006, sh. 119
49) A.g.e. 119
203
ise ya zorbaca bastırılır, ya kullanılmamaktan körelir ya da hayata geçecek fırsatı bile bulamaz50”
Kapitalist sistemde insanın metalaşması, bir nesne haline
dönüşmesi ancak bu kadar güzel ifade edilebilir!... Bu gün moda
haline gelen bireysellik, kişisel özgürlük gibi sloganların Batı
içinde bir dilek ve temenni olduğunun farkında mıyız acaba?
Bu arada Le Corbusier’den yaptığı bir alıntı hem bizi şaşırtır,
hem da mutlu eder: “New York’u İstanbul’la karşılaştıracak olursak diyebiliriz ki birisi bir felaket, ötekisiyse yeryüzü cenneti.51“
Bu mukayesenin yapıldığı yıl 1928. Ve analizlerine şöyle devam
eder: “Modern olmak, kişisel ve toplumsal yaşamı bir girdap deneyimi gibi yaşamak; insanın kendini ve dünyasını sürekli bir
çözülüş, yenilenme, sıkıntı, kaygı, belirsizlik ve çelişki içinde
bulması demektir. Kısaca katı olan her şeyin eriyip havaya karıştığı bir evrenin parçaları olmak… Öte yandan bir modernist
olmak, insanın kendini bu girdabın içinde bile bir şekilde evinde
hissetmeyi başarması, bu girdabın ritimlerini özümsemesi; bu
girdabın akıntıları arasında mahvedici akışının ortaya çıkmasına
izin verdiği gerçeklik, güzellik, özgürlük ve adalet biçimleri arayışında olmak demektir.52”
Gerçekte M. Berman ısrarla içinde bulunduğumuz durumu
kavramsallaştırma açısından, postmoderniteden bahsetmese
de; çizdiği modern tablosu yaptığı anlamlandırma bu durumu
çağrıştırmaktadır. Nitekim katı olan her şeyin buharlaşması modernitenin çözülüşünü ifade etmektedir. “Modern olmak, paradoks ve çelişkilerle dolu bir hayat sürmek demektir. Çağdaşlık,
ortak yaşamları kontrol etme ve çoğu zaman yok etme gücüne
sahip devasa bürokratik örgütlerin gölgesi altında yaşamak, ama
gene de bu güçlerin karşısına çıkmaktan, dünyayı değiştirmek ve
bizim kılmak için savaşmaktan bir an olsun caymamak demek50) A.g.e. 136
51) A.g.e. 395
52) A.g.e.460
204
tir. Aynı zamanda hem devrimci hem de muhafazakâr olmak…
Hatta denebilir ki tam anlamıyla modern olmak biraz da anti
modern olmak demektir. 53”
M. Berman’ın durumunu iyimser olmaya çalışan bir kötümserlik olarak niteleyebiliriz. Biraz da Schumpeter’in “Yaratıcı Yıkıcılık”ına sığınarak bu noktada tutunmaya çalışmaktadır.
{Modern ekonomi, çok farklı yönlerde de olsa, başarısının neden olduğu enerji ve çevre krizlerine kendini uyarlayarak büyümeye devam edecek gibi görünüyor. Gelecekteki uyarlama
süreci, büyük toplumsal ve siyasal altüst oluşlara yol açacak.
Ama çağdaşlaşma, daima felaket yaratarak “sonsuz bir belirsizlik ve ajitasyon“ atmosferinde gelişmiştir.} der ve şöyle bağlar: “Bizi sömürüyor ve parçalara ayırıyor olsa da çağdaşlaşma
süreci, enerji ve tahayyülümüze canlılık verir; bizi çağdaşlaşmanın yarattığı dünyayı kavramaya ve onunla yüzleşmeye, kendi
dünyamızı yaratmaya zorlar.54”
Bütün bu değerlendirmelerden sonra şöyle bir yargıya varabiliriz ki; M. Berman modernitenin bütün olumsuzluklarının
derinden derine farkında olmasına rağmen, sanki kendini Antik
Grek kahramanların yazgısına mahkûm ederek “Trajik Durumu”
benimsemektedir. Ama böyle bir zorlamanın gereğini anlamak
mümkün değildir… Nitekim kendinin sözünü ettiği ”büyük
toplumsal ve siyasal altüst oluşlar” günümüzde fazlası ile yaşanmakta, daha dün bir iktisatçı “Kriz salgın hastalıktır, her yere bulaşır!” başlıklı yazısında “Euro bölgesi kaybedilmiş bir on yıl
yaşayacak, bu ortada!55” demektedir. Bu durumun doğurduğu
mutsuzluklar, iktisadî, ahlakî bedeller, facialar düşünülürse M.
Berman’ın da ciddi bir zorlama içinde olduğu kabul edilebilir.
İyimserlik gibi gözüken bir kötümserlik!.. Gökkuşağı… Tam da
postmodern durumu resmeden bir tablo!...
53) A.g.e. 24
54) A.g.e. 463
55) Deniz Gökçe, Kriz Salgın Hastalıktır, her yere bulaşır, Akşam, 10.12.2012
205
Zbigniev BRZEZİNSKİ, CFR ve TLC üyesi, bu bakımdan üzerinde fazlaca durmak gerekecek… {Derin Dünya’nın
Politbürosu: CFR ( Council on Foreign Relations -Dış İlişkiler
Konseyi) Derin Dünya Devleti örgütünün merkez komitesi ya
da rüşeym halindeki hükümetinin yürütme kurulu olduğu iddia
edilmektedir. 21 Temmuz 1921’de New York’ta kurulmuştur.
…. CFR’ nin, aynı zamanda masonlukla da birebir ilişki içinde
olduğu söylenmekte idi.56”
Ayrıca İlluminati isimli kitapta; CFR ( Dış İlişkiler Komisyonu), TLC (Trilateral Komisyon), B (Bilderberg), M
(Mason)’ların bir listesi de var. Bazı kişiler bu teşkilatlardan birine üye iken, bazıları da birden çoğuna üye. Sözünü ettiğimiz Z.
Brzezinski hem CFR hem de TLC mensubu.57
Biz; Dünya Sisteminde klasik güç odaklarında zaafa müncer
olan bir güç dağılması, eprimesi olduğuna, Hükümet Dışı Güç
odaklarının ciddi oranda kuvvet kazandığına, Güçlenen Birey’in
ortaya çıktığına inanıyoruz. Bu gün bir ortaokul talebesi gübreyle bomba yapabiliyor. Kitle iletişim araçlarından, medyadan
büyük devletler kadar yararlanıyor. Pakistan’da sayıları binlerle
ifade edilen medreselerde yetişen talebeler hem Sovyet, hem de
Amerikan emperyalizmine kan kusturdu, kusturuyor. Bu medreseler dünya muvazenesinde söz ve etki sahibi… Onların dünya Siyonizm’ini ve emperyalizmini engelleyici cihad merkezli
anlayışlarına karşı; Türkiye’de mutasyona58 uğramış, halen de
uğratılmakta olan sahte ehl-i sünnetin her tonundaki ılımlı İslam
(!) ve sahte medreseler İslam düşmanları tarafından desteklenmektedir. Bu simülatif imaj dünyasında; tam teçhizatlı Siyonist
askerlere meydan okuyan on yaşındaki Filistinli bir kız çocuğu
56) Attila Akar, Derin Dünya Devleti, İstanbul, Timaş, 2003, sh. 97, 107
57) Texe Marrs, İlluminati, çev.A. Çimen-P.Demir,İstanbul, Timaş, 2002, sh. 282, 283
58) Biyoloji ve genetikten alarak, içtimaî konulara uyguladığımız bir kavram. “ Saf bir
türden türeyen bir bakteri topluluğunda, o bakterilere özgü niteliklerin bir daha eski
durumuna dönmemek üzere değişmesi. İlerdeki başka bir bölümde daha geniş bilgi
verilecektir. “Larousse: 6 / 2946
206
başlı başına bir mesele oluyor ve milyonların kalbine ümit nuru
ve direnç ruhu zerk ediyor.
Ama bütün bu ve benzeri argümanlara rağmen, CFR türü
gizli organizasyonların tamamen ortadan kalkmadığı fikrine katılıyorum. Ayrıca bütün uluslararası organizasyonlarda muhakkak bir Siyonist parmak ve manipülasyonu olduğunu toplumsal
bilinçaltımızın müktesebatı olarak biliyoruz….}
Zbigniev BRZEZİNSKI’nin 1989’da yayınlanan “Büyük
Çöküş” (Grand Failure: The Birth and Death of Communism in
the Twentieth Century ) isimli kitabı da bir çok bakımdan öğretici
unsurlar taşımaktadır… Bir kere kitabın ana mesajı 1986’da düşünülmüş ve yazımı 1988 yazında bitmiştir… Sovyet Rusya’nın
çöküşünden ve çöküş sebeplerinden bahsetmektedir ki, o günü
bizzat yaşayanların kabul edeceği gibi ciddi bir öngörüyü içinde
taşımaktadır. Marksizm ve uygulamadaki açmazlarını, Doğu Avrupa’daki komünist tatbikatlar ve sonuçları gibi konuları işlenmektedir… Gerçi Sovyetler Birliğinin bu kadar çabuk çökeceğini kimse tahmin edemiyordu: “Sovyetler Birliğinin dağılması,
yani gücün parçalanması, oldukça dinamik ve ters tepme olasılığı olan tahmin edilemez bir süreçti… Sonunun cumhuriyetler
birliği olacağını daha önceden tahmin ettiğimi söyleyemem59
Brzezinski, hemen hemen felsefe ve sosyal yansımalarını,
toplumsal pratiğe etkilerini kendine mesele yapan, düşünen her
insan gibi, komünizmin Rusya gibi bir tarım ülkesinde uygulamaya geçirilmesini biraz da hayretle karşılar: “Aslında bir İngiliz
müzesinin halka açık okuma odasında bir Alman Yahudisi göçmen tarafından düşünülmüş olan bu Batı Avrupa doktrininin,
yarı yarıya oryantal, bir anlamda ücra Avrasya imparatorluğunda
temel bulması; devrimci bir Rus’un tarihin cerrahı rolünü üstlenmesi oldukça tuhaf bir gelişmedir.60”
Ekim 1917 Bol59) Zbıgnıen Brezezinski, Amerika ve Dünya, İstanbul, Profil, 2009, sh. 201
60) Zbigniew Brzezinski, Büyük Çöküş, çev. G. Keskil-G. Pakkan, Ankara, T.İŞ Bankası, 1990, sh. 13
207
şevik Devrimi ile iktidara geçen Vladimir İlyich Lenin; daha 21
Mart 1921’de yapılan 10. Rusya komünist Partisi Kongresi’nde
NEP’le (Yeni Ekonomik Politika) kuramdan ödün verdi.
Lenin’in erken ölümü; Sovyet Rusya’da Stalin gibi demir
yumruklu bir adamın uzun yıllar (1924–1953) iktidarda kalmasına sebep oldu….” Stalin yönetiminde GULAG giderek
kabarıyordu. Toplu şekilde veya teker teker yapılan tutuklamalar giderek sıklaşan olağan hadiseler haline gelmişti.” … ve devam ediyor: “Milyonlarca insanın hayatı mahvedilmişti. Istırap
ve korku alt kesimi olduğu kadar, sosyal durumu iyi olanlara da
tesir etmişti.61” Bu arada bir takım ekonomik gelişmeler de sağlandı. Milli gelir resmî istatistiklere göre dört kat arttı. 1970’den
sonrada gerilemeye başladı… Bu arada Japon ekonomisi hızla
ilerlerken, teknolojide büyük üstünlük sağladı. “Aslında teknolojik alanda acı bir şekilde geri kalmaları Sovyet elit kesimin ciddi
düşünebilen bir azınlığını, diğer konulardaki duraklamaya duydukları endişeden daha büyük bir üzüntüye sürüklüyordu. Bu
insanlar, ekonomik ilerleme sağlayabilmek için bilimsel-teknik
yeniliklere ihtiyaç olduğunu ve Sovyetler Birliği’nin özellikle de
yeni teknolojinin sosyoekonomik uygulamasında geri kaldığını
biliyorlardı.62”
Brzezinski bir takım istatikî bilgiler verdikten sonra, İkinci
Dünya Savaşı’nı takip eden 40 yıllık süre sonunda bir kısım gıda
maddelerinin karneyle verildiği, tüketim malları tedarikinde de
sıkıntı çekildiğinden bahseder. İlk defa {8 Ocak 1988’de Mikhail Gorbachev ciddi bir yüz ifadesi ile “Perestroyka bizim son
şansımız” diyordu. “Eğer durursak, bu bizim sonumuz olur63.”}
Böylece çözülme toplumun bütün katmanlarında genişliğine ve
derinliğine önlenemez bir biçimde başladı.
61) A.g.e. 21
62) A.g.e. 31
63) A.g.e. 47
208
Brzezinski’ye göre çözülmenin on sebebi vardı: “Tartışılan
en önemli on konu arasında şunlar sayılabilirdi: 1) Ekonomik
Reform, 2) Sosyal Öncelikler, 3) Politik Demokratizasyon, 4)
Partinin Rolü, 5) İdeoloji, Din, Kültür, 6) Tarih (ya da Stalinizm), 7) İç Meseleler, 8) Afganistan’daki savaşla ilgili endişeler,
9) Dış Politika ve savunma politikası, 10) Sovyet bloğu ve dünyadaki komünist hareket.64”
Brzezinski; komünizmin Doğu Avrupa’daki uygulamalarında alacağı şekli tahmin için, şu noktanın önemli olduğuna işaret
eder: “Stalin, Sovyet tipi komünizmi Doğu Avrupa uluslarına
zorla kabul ettirmiş ve böylece kültür, din ve bilgi konularında
kendilerini Batı Avrupalılara yakın bulan bu insanların beynine
Marksizm-Leninizm-Stalinizm işlenmişti. Sonuçta ortaya benzeri görülmemiş bir İmparatorluk çıkmıştı: Sovyetler birliği
tahakküm eden ulus olduğu halde, yönetilen uluslar hiçbir
zaman onun kültür açısından kendilerinden daha üstün olduğunu düşünmediler.65”
Brzezinski; burada yöneten ve yönetilen açısından çok ince
bir ilişkiden bahsediyor. Kültürel değerler ve ilişkiler bakımından yönettikleri toplumlar, komşu dost ve düşman toplumlar konusu Osmanlı İmparatorluğu için de incelemeye değer nitelikte
bir sorun teşkil eder!... Bu bakımdan Osmanlının kendine zıt bir
dinin mensuplarını Balkanlarda uzun asırlar başarı ile yönetmesi
izaha muhtaç bir başarıdır! Ayrıca bu insanların kültürel açıdan
Osmanlıyı kendilerinden üstün gördükleri de düşünülebilir.?
Sovyetler Birliği’nin Doğu Avrupa ülkelerine yaptığı müdahalelerden bahseden Brzezinski; sözü Çin’e getirir ve: “Doğu
Avrupa’daki komünizmin aksine Çin komünizmi daha yerlidir;
ne dışarıdan alınmış ne de herhangi bir güç tarafından empoze
edilmiştir. Çin komünist liderlerden hemen hiçbiri Moskova’da
64) A.g.e.57
65) A.g.e. 93
209
eğitilmemiştir.66” dedikten sonra uzunca Çin’den bahseden Brzezinski: “Doktrin ve uygulama düzeyinde, Çinliler Sovyetler’e
oranla sosyal yenileştirme ve modernizasyon arayışında
daha ileri idiler.67” Fakat Brzezinski’nin tespitlerinde objektif
bir yaklaşımdan öte, Çin; nasıl olsa komünizm ilkelerini bırakıp
Batılı değerleri kabul edecektir. Bu sebeple onu rahatsız etmemeli gibi bir oportünizm sezdim… Nitekim kitabın yazılışından
günümüze kadar geçen çeyrek asırlık süreç, bizim tespitimizin
doğru olabileceği kanaatini kuvvetlendirmektedir.
Brzezinski; Sovyetler Birliği analizlerinde büyük oranda isabetli, fakat geleceğe ait projeksiyonlarında aynı derecede başarılı
değildir. “Çöküş”ü belirli bir oranda görebilmiş, fakat bu kadar
hızlı ve yaygın olacağını görememiştir. Fikrin maddeyi aşan öyle
bir gücü var ki; onun gücünün sınırlarını tahmin etmek çok zordur!... Fikrin gücüne inanalım! İnancın gücüne inanalım! İmanın gücüne inanalım!
“Büyük Satranç Tahtası” isimli kitabında geleceğe ait projeksiyonlarda (Kitabın yazılış tarihi: 1997 ); “Avrasya Balkanları” diye bir ifade kullanır, etnik çatışmaları ve büyük güçlerin bölgesel rekabetlerini çağrıştırmak üzere. Potansiyel olarak
çatışma riski taşıyan dokuz ülkeden bahseder: “Bu dokuz ülke
Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Özbekistan, Türkmenistan,
Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan ile Afganistan’dır. Listeye
potansiyel ilaveler Türkiye ve İran’dır. … Aynı zamanda her
iki ülke de potansiyel olarak iç etnik çatışmalara karşı hassastır. Eğer bunlardan birisi ya da her ikisi birden istikrarsızlaştırılacak olursa bölgenin iç sorunları halledilemez hale
gelebilir.68”
66) A.g.e. 129
67) A.g.e. 151
68) Zbigniev Brzezinski, Büyük Satranç Tahtası, Çev. E. Dikbaş-E. Kocabıyık, İstanbul, Sabah kitap, 1998, sh.114
210
Rusya’nın geleceği bakımında şu şayan-ı dikkat öngörülerde bulunur; Rus benliğinin bozulduğunu, mantar gibi
büyüyen şehirlerin Amerika’nın kötü özelliklerini taklit ettiğini, kâr odaklı bir zihniyetin egemen olduğunu, on yıl içinde Rusya cumhurbaşkanlarının Amerika veya İngiltere’de
eğitim görmüş kişiler olacağını söyler…
Kuşkusuz Sovyet Rusya’nın bu ani yıkılışı Marksizmi cazip
hale getiren yüzündeki tül perdeyi çekti aldı. Marx’a inanç azaldı, hem Rusya’da, hem de evrensel düzeyde, fakat buna rağmen
tamamen ortadan kalktığı da söylenemez. Nitekim dünyanın
içinde bulunduğu yaşadığımız Kriz’de ki, başlayalı dört yıl oldu,
on yıl daha devam edeceğini öngörenler var, herkesin ( Türkiyeli
dinciler hariç ) Neo-liberalizme, kapitalizme olan inancı sarsılmış, çözüm yolları arıyor. Bu cümleden olarak Eski Marxistler
yeniden, Marx’ı gündeme getirme heyecan ve ümidi içindeler…
Yıllarca önce ifade ettik Marxizm pseude (düzmece, sahte, uydurma) bir dindir… Ve inananları vardır… Tatbikatlardaki,
uygulamalardaki başarısızlıklar hiçbir zaman inancı zayıflatamaz veya ancak biraz şüphe tohumları yeşertirler zihinlerde! Hele inancı asla yok edemezler! Çünkü Marksistler felsefede materyalist bir ethosa sahip olsa da, Marksizme inanan
(Felsefe, inanç?) insan, ruhunda öte özlemiyle yanar tutuşur…
Sonsuz gerçek; rüyasıyla, hülyasıyla yaşar… Maddede maddeyi
aşmaya çalışır… Çünkü bu durumda maddenin mistifikasyonu
söz konusudur. Yoksa bizzat Marx’ın çektikleri, Troçki’nin hayatı, Lenin ve belki de milyarlarca Marxistin katlandığı çileler, işkenceler, ölüm dahil … Nasıl izah edilir bu idealizm? Bu sebeplerle Marxistlerin başta ifade ettiğim heyecan ve ümit tablosuna
tahfifen yaklaşmıyorum… Tersine saygı duyuyorum! Onların
bu yaklaşımında inancın zaferini görüyorum! İnanan insan sen
ne büyüksün! “İnanç”larının “iman” haline dönüşmesini, mevzuuna tam intibak haline gelmesini Hak Teâlâ Hazretleri’nden
bütün varlığımla niyaz ederim… Bir Müslüman, bir kafire sadece hidayete ermesi, imana nail olması için dua edebilir…
211
Burada bir nokta hep ihmal ediliyor… Acaba A. Simith’in
“görünmeyen el” i de mistik bir inanç konusu değil mi? Ayrıca,
“üst gelir gruplarında tasarruf eğilimi daha fazladır…….” diye
başlayarak kurulan hayali dünya tasavvuru, yeryüzü cenneti de,
masalın tamamı düşünülünce bir mistifikasyon değil mi? Yani
burada da bütün rasyonalite iddialarına rağmen kapitalist ekonomi anlayışlarının hepsinde de bir inanç söz konusu olduğunu
söylüyoruz… Hatta yüzeysel bir düşünme veya bakış için anlamsız gibi gelse de, bu iki eğiliminde de (Marksizm, Kapitalizm) son tahlilde ekonomiyi başat değer olarak almaları
dolayısıyla materyalist telakki sahibi olduklarını söylüyoruz…
Herkesin “arayış“ içinde olduğu bu dünya konjonktüründe
kendini “Müslüman” olarak niteleyen sözde Müslümanlara gelince; onlarda Şeriat-ı Garra-yı Muhammediye vasıl olma gibi
bir özlem, gerçekleşme rüyası, hülyası müşahede edemiyoruz.…
{Bunların tek derdi “para” kazanmak!. ..} gibi yaklaşımın çok
naiv olduğunu düşünüyoruz… Sadece “para” ya tapıyorlar yargısı yanlış… Çünkü bu tahlilde, araç amaç haline getiriliyor…
Oysa bunlar “güç” e, “iktidar”a, ve “kudret”e tapıyorlar!… Allahü Zü-l-celâl Hazretleri tasavvuru, çeşitli iğvâlarla69 iğtişaşa70 uğrarsa; Hak Teâlâ Hazretleri’nin ayet ve hadislerle sübut bulmuş
sıfatları hakkında bilerek veya bilmeyerek, farkında olarak veya
olmayarak ruha bir şüphe tohumu düşerse, “Allah’a inanmakla böbürlenilir, fakat o yokmuşçasına yaşanırsa“, Hz. Ömer’e
atfedilen hikmette olduğu gibi, “insan inandığı gibi yaşamayıp,
yaşadığı gibi inanmaya başlarsa ve bütün bunlara nefsâniyyet
ve enâniyyet ölçüleri içinde teviller bulur, kılıf uydurursa; insan
tanrı olmamaya nasıl dayanabilir?”
69) İğvâyı gerek şeytana gerekse putlara izâfe eden âyetlerde “bâtılı süsleyip hak gibi
gösterme” manasına gelmektedir. TDV İslam Ansiklopedisi: 21 / 525…Çeşitli hile-i
şeriyyelere dikkat! Özellikle güç elde etme önündeki her türlü mukaddes ölçülere
dikkat! Faizsiz banka? Faizsiz finans kurumları? Dikkat!!!
70) Karışıklık; duruluğu, saflığı kaybolma, bozulma ( Develioğlu- 495)
212
Ebû Nasr Serrâc Tûsî (378/988) Hazretlerinin şu ifadelerini
çok dikkatle tefakkuhla, tefehhüm etmeye çalışalım: {Ebû Saîd
bu ma’nâda şunları söylemiştir:” Allah’ın kitabını idrâkin ilk
derecesi, onunla ameldir. Çünkü amelin içinde hem ilim,
hem fehm, hem de istinbât vardır.” 71}
Tam bu durumda Güç, iktidar ve kudrete duyulan sınırsız
bir ihtiras, doyumsuz açlık, Hak Teâlâ Hazretleri’nin özellikle
“Kudretle ilgili Sıfatları”na karşı bir başkaldırıdır… Ki Kâdir,
Kadîr, Muktedir, Kavî, Metîn gibi ayet ve hadislerden istinbat
edilmiş 27 sıfat sayılıyor…72 “Güç, iktidar ve kudret” in günümüzde büyük çapta “para” ile elde edilebileceğini ve konjonktürün artık kendilerinin de bu kutsal nesneye uzanabilmeye
müsait olduğunu anladılar… Hatta birilerinin kendilerini paraya doğru ittiğini kavradılar, işin daha da ilginç yanı; kendilerini
pastanın yanına dahi yaklaştırmayan birilerinin, bunu niçin ve
hangi şartlara bağlı olarak yaptığını da sezdiler… Zaten geçen on
yıllar herkesi eğitmişti… Köpekleri eğitmek için, onların gözlerinin önünde aslanları döverlermiş. (aslanlar nerede? Yanlış bir
analoji oldu. Kendine benzetilen yok. Müşebbih-ün bih) Onun
için durumdan vazife çıkarmanın dehasına sahip oldular!....
Hatta ödül dağıtıcıların emirlerine gerek kalmadan, onların aklından geçeni okuyup gerçekleştirme savaşına girdiler… Gerek
Türkiye, gerekse bütün dünya Müslümanları bunun için paraya,
mevkie saldırdılar… Fakat burada şunu ihmal etmeyelim, haklarını teslim edelim ki, öncülük ve müelliflik şerefi Türkiyeli sözde
Müslümanlara ait… Model oluyorlar, örnek oluyorlar… Geçen
gün TV’de duydum… ”Türkiye’de her şey olunur, rezil olunmaz!” Ama ben eksik bulduğum kısmı tamamlıyorum: “Yeter ki
güçlü ol!” Üstün olma ve hükmetme ihtirası!... Hak Teâlâ Hazretleri Hesap Günü rezil, rüsvâ olmaktan muhafaza buyursun!
Gerçi biliyorsunuzdur, ama yine de teyiden bir kere daha
hatırlatayım ki; şunu da unutmayalım, bugün dünyada en bü71) Ebû Nasr Serrâc Tûsî, el-Lüma’, çev. H.K. Yılmaz, İstanbul, Altınoluk,1996, sh.77
72) İsmail Karagöz, Esma-i Hüsna, DİB, Ankara, 2007, sh.155
213
yük güç devşirme enstrümanı, işlevsel olarak matluba muvafık biçimde İslam’ı istismar edebilme imkan ve kabiliyetidir…
İslam’ı; Siyonizm’in ve emperyalizmin ihtiyaçları doğrultusunda
yeniden dizayn etmek… Fakat sürünün, yığının üzerinde güç ve
kuvvetini ispat etmen şartıyla!.. Fakat asıl şart, dünyanın bütün
coğrafyalarındaki ihlâslı Müslümanları kendine benzetmen şartıyla… Sen bizim örnek dairemizsin!… Sen bizim vitrinimizsin!
Seni iktisadî bakımdan ihya ediyoruz, sen de karşılığını ver! Vakıf kur, parti kur, dernek kur, sözde cemaat devşir, sözde tarikata
gir, sözde medrese aç, sözde Kur’an kursu aç, okullar aç, imamhatip okulları aç, yaz, konuş, TV, gazete! Yeter ki (bizim şahsen
var olduğunu umduğumuz) Ümmet-i Muhammed’i sürüleştir
ve sürüyü uyut! Ama sen de farkındasın, aslında sürü seni uyutuyor! Sürünün taleplerine uygun bir din inşâ ediyorsun! Sen de
pekâlâ biliyorsun; “Şeriat bir kırbaçtır! Nefs yalnız onun dayağını sevmez!...73” Onun için bütün gayretin, sürüyü Şeriat-ı
Garrâ-yı Muhammediye’nin iz’âc, ta’cîz ve tasallutundan kurtarmak! Bütün Şeriat-ı Garrâ-yı Muhammediye’ye pazarlıksız
bağlı tarikatların ulvî gayeleri de şeriatla nefsi terbiye etmektir…
Bütün maksûd terk-i ma-sivâ!... Müberrâ (bu mefhumu özellikle kullanıyorum; ibrâ edilmiş, berî kılınmış, temize çıkmış,
aklanmış ) tarikatları hâyâsızca, utanmadan ne hale getirdin?
Müteşayihlere, sahte şeyhlere ödüller veriyorsun! Seksenli yaşlardaki sözde şeyhteki tûl-i emeli ve hubb-i câhı görünce insan
gerçekten çok sarsılıyor, kendi adıma çok sarsıldım, düşündüm,
acıdım, acıdım! Fakat belki de ona sorsak, o da, “Bu sözde, sahte
müridlere benim gibi sözde şeyh bile fazladır! “ diyecek… Allah
cümlemizi ıslah etsin!
İnternet diye bir “aygıt” var artık hiçbir hareket gizli kalmıyor! Zaten kendi sitelerine bu görüntüleri koyanlar da görülsün
diye koyuyorlar.. Böylece güç devşiriyorlar… Bilmem sözde
hangi tarikat, binlerce kişi topladıkları propagandasını yapıyor73) N.F. Kısakürek, Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu, İstanbul, BD. Yayınları, 1984,
sh. 144
214
lar, kamuoyu oluşturuyorlar. Artık önemli olan Allah ve Resulünün rızâsı değil, sürünün taabbüdü!
Hanefi mezhebine mensup; mezhepsizlik gibi naiv yaklaşımları, çocukça, patolojik, hatta paronayak bulan bir insan olarak biz tekfir konusunda çok dikkatliyiz… Bu konudaki Hadis-i
Şerif malum… Biz; Tevili, tahsisi mümkün olmayan, nesh edilmemiş muhkem bir ayeti veya mütevatir bir hadisi inkar etmeyen bir insanı tekfir edemeyiz… Bu insanlar da bu incelikleri bildikleri içindir ki; zaten başka inceliklere nüfuz edemezler, idare-i
kelamda bulunuyorlar… Önce büyük harflerle “faiz haramdır!”
diyorlar arkasından “fakat”la bütün mukaddesleri altüst ediyorlar…” Kefalet karşılığı ücret alınamaz! ”Fakat”… Bütün zehirlerini “fakat” la kusuyorlar, fakat biz yine de bu adamları tekfir edemeyiz... Etmiyoruz!... Rabbimiz Celle Celâlühu Hazretleri’ne
havale ediyoruz…
Bu nasıl bir imandır ki; kâinata, dünyaya, doğaya, topluma,
insana, hayvana, nebata nakşedilme rüyası, hülyası ve özlemi ile
yanıp kavrulmaz!
Zbigniev BRZEZİNSKİ’nin 1993’te yazdığı “Kontrolden
Çıkmış Dünya“ (Out of Control: Global Turmoil on the Eve
of the Twenty-First Century ) isimli bir kitabını da önemine
binaen alıyoruz. Brzezinski daha kitabın önsözünde: “Benim
düşünceme göre dünya çapındaki değişim kontrolden çıkmış ve bu nedenle de çağımızın politik anlamı ve mesajının
subjektif olarak yeniden yorumlanması gerekir.74” dedikten
sonra çok çarpıcı bir tespitle şöyle diyor: “Dünya sanki otomatik pilota bağlanmış ve hızı gittikçe artan ama hangi yöne gideceği belli olmayan bir uçağa benziyor.”75 Brzezinski’ye göre
Yirminci yüzyıl “Mantık Çağı” olarak niteleniyordu ve bilim sayesinde dünya daha yaşanır bir hale geliyordu; bilim; özellikle
sağlık, beslenme ve modern iletişim araçları gibi insanoğlunun
74)- Zbigniev Brzezinski, Kontrolden Çıkmış Dünya, T. İş bankası, 1993, sh. VII
75) Zbigniev Brzezinski, a.g.e. XIII
215
fiziki durumunu geliştiren unsurları insanın hizmetine sunuyordu: “Ama ne yazık ki bütün bu gelişmeler ahlakî seviyeye yansımamış ve politikanın Yirminci Yüzyılın en büyük düş kırıklığı olmasına yol açmıştı. Tüm beklentilerin tersine, yirminci
yüzyıl insanoğlunun gördüğü en kanlı ve nefret dolu yüzyıl
olmuştur. Bu yüzyılda çoğunlukla kuruntuların egemen olduğu
politikalar inanılmaz boyutlarda ölümlere yol açmıştır. Zalimlik
kurumsallaşmış, büyük ölçüde yaygınlaşmıştır. İnsan öldürme
işlemleri kitlesel üretim seviyesinde örgütlenmeye başlamıştır.
İnsanlığın iyiliğini amaçlayan bilimsel gelişmeler ile her türlü
denetimden kurtulan politik kötülükler arasındaki karşıtlık insanı hayrete düşürür. Daha önce tarihin hiçbir döneminde insan
öldürmek bu kadar yaygınlaşmamış, hiçbir dönemde bu kadar
insanın hayatına mal olmamış, hiçbir dönemde böyle mantıksız
amaçlar uğruna insanların hayatına son verebilmek için bu kadar yoğun bir çaba gösterilmemiştir.76” Fakat burada günümüzle
daha önceki tarihlerde yaşanan her türlü çatışmayı, savaşları karıştırmamak lâzım. Çünkü: “Her ne olursa olsun, bu tür şiddet
gösterileri yoğun, vahşi, kanlı ama kalıcı olmayan gelip geçici
patlamalar halinde gerçekleşmişti.77” Batı ülkelerinde politik liberalizmle birleşen Hedonizm (hazcılık) ve ortaya çıkan {“Baştan Çıkarıcı Bolluk” kavramı, ahlakî değerlerin giderek azaldığı
ve maddî ve ruhi (psikolojik. A.B.) tatminin öne çıktığı bir toplumu tanımlar.78}
Brzezinski 1993’te kâhin gibi isabetli öngörülerde bulunuyor ve sanki bu günkü krizi o günlerden haber veriyor…
Amerika’nın yirmi kusurunu ve yerel sorunlarını sayarken bir
numarada Borçluluk, iki Dış Ticaret Açığı , üç Düşük Tasarruf ve
Yatırım diye devam ediyor…. Çevre sorununun bütün insanlığı
tehdit eden ciddi bir felaket olduğunu söylüyor.
76) A.g.e. sh4
77) A.g.e. sh.5
78) A.g.e. sh.72
216
Geçmişle bir mukayese yaparak: “Bir önceki yüzyılda,
Tanrı’nın her şeye kadir olduğuna inanan adam; yerini cennetin yeryüzünde kurulabileceğine inanan , bunun için de
yalnız insanı ezmekle kalmayıp doğayı yok eden seküler fanatiğe bırakmıştır.79” İnsanlığın bütün hayatını kontrol altında
tutabileceği zannına sahip faşizm, nazizm, komünizm gibi ütopyalar sona erdi… Fakat bunun maliyetini hesaplamak mümkün
değildir. (Çünkü hesap daha kapanmadı. A.B.) Evet, bir nevi Büyük Birader’le (1984, G. Orwell A.B.) sembolize edilen bu baskının sona ermesi: “Bu ütopyanın yıkılması ile Batı’nın ortaya
çıkardığı antitezi; kişisel, toplumsal ve cinsel arzular ile toplumsal davranışlar üzerinde mümkün olan en az kontrolü sağlamak
olarak özetlenebilir. Ama bütün değerler üzerindeki kontrolü
kaldırma fikri de subjektif ve görelidir. (izâfî, görece A.B.) Özet
olarak bu çağ; insanoğlunun zorlayıcı ütopyadan baştan çıkarıcı
bolluğa, meta-mitlerin kesinlikçiliğinden göreli bilinmezcilikle,
umursamazlıkla oyun oynayan bir çağa geçtiği bir dönem olmuştur.80”
Yalnız biz Brzezinski’nin postmodernizmi; düşünce sarkacının bir ucu olan totaliter meta-mitlerin yıkılması ile “düşünce
sarkacının diğer bir aşırıya doğru sallanması81” şeklindeki tespitlerine katılmıyoruz… Bu çok mekanik bir tespit… Çünkü
Batı Felsefesi Oluşum Süreci’nde, postmodernizmin çok ciddi
nedenlerden dolayı, hatta bu sürecin doğal oluşumu sonucunda
ortaya çıktığına inanıyoruz. Hatta biz postmodernizmi XVIII.
Yüzyılın ortalarından başlatıyoruz…
M. TOURAİNE’nin 1995’te yayınlanan “Altüst Olan Dünya, 21. Yüzyılın Jeopolitiği” (Le bouleversement du monde:
Geopolitique du XXIe siecle Science politique) isimli kitabı bir
çok tespit bakımından önemlidir, fakat biz kendimize koyduğumuz hedef bakımından muhtasar olarak, özellikle önemli gördü79) A.g.e. sh.227
80) A.g.e. sh.227
81) A.g.e. sh.258
217
ğümüz I. Bölüm’ün, 3. Faslı olan “dinselleşme” konusu üzerinde
duracağız. Bu konuya gelmeden önce M. Touraine; evrensel bir
bakış ve tespitle şöyle diyor: “Ekonomik yarışın kendisi bile
düzensizleşmiş gibi görünüyor: Mafyalaşmış şebekeler gezegeni kaplamakta, yozlaşma başını alıp gitmektedir… Nükleer terörü (Hiroşima, Nagazaki A.B.) yaşadıktan sonra,
dünya şimdi de düzensizliğe ve kaosa mı mahkum edilmiş
durumda? 82” Özellikle 90’lı yıllardan sonra mafya olgusunu
çok ciddiye alan ve üzerinde hassasiyetle duran birçok yazar olmuştur. Nitekim bir Fransız yazardan yukarıdaki tespitleri teyiden Kaos İmparatorluğu isimli kitapta; “Kosova’da Miloseviç’in
Çetnik teşebbüsleri ve Filistin topraklarında Şaron’un saldırgan
Siyonizm’inden söz ettikten sonra, hepimizi dehşete düşürecek,
her Müslümanı derinden düşündürecek şu projeksiyonlara yer
vermektedir: “Şiddete dayalı bu mini-sistemler bölgesel zararlar verebilir, ama uluslararası sermayenin hem şiddeti hem mali
sermayeyi kullanan tek kolu olan mafya ağlarıyla kaynak bulabilmek için ittifak yapmaları gerektiğinden, soykırıma dayalı yerel
küçük savaşların mafya ekonomisinden destek aldığı söylenebilir. Ama mafya ekonomisinin de küresel mali sistem içinde kendi
özgüllüğünü güçlendirmek ve korumak için küçük barbar savaşlara dayandığı söylenebilir.83” Yalnız “mafya” kavramını bizim
anladığımızın dışında kullanılan bağlamda ele almak lazım….
Daha sonra, Touraine; “Dünyanın Batılılaşmadan Arındırılması” gibi on yıllardır, belki de yüzyıllardır rahat bir uyku
içinde olanları rahatsız edecek, uyandıracak çarpıcı bir başlıktan
sonra; bir tespitte bulunur ve yine bir ara başlıkla: “Sorgulanan Batılı Düzen” …diğer başlık: ”Batının Bunalımı” , ve “
(Evrensel Bilinç) in Sınırları”) Artık sembollerden kurulu simülatif bir dünyada yaşıyoruz... Konuşmamıza gerek yok! Kitap
isimleri, bölüm ve ara başlıkları dahi kâfî!...
82) Marisol Touraine, Altüst olan Dünya, çev: Turhan Ilgaz, Ankara, Ümit Yayıncılık, 1997, 13
83) Alaın Joxe, Kaos İmparatorluğu, çev. Işık Ergüden, İstanbul, İletişim, 2003,122
218
Marisol, Ünlü sosyolog Alain TOURAINE’nin kızı… Çağımızı tahlil bakımından baba kızından çok daha derin ve başarılı olduğu, aynı zamanda felsefî bir konsepte sahip olduğu için
kısa bir alıntı yapma ihtiyacı hissettim: “İlerlemeye güvenimiz
kalmadı; zenginleşmenin kendisiyle birlikte demokratikleşme
ve mutluluğu getireceğine artık inanmıyoruz. Aklın özgürleştirici imgesinin ardından, karar gücünü tepede yoğunlaştıran bir
akılcılaştırmaya ilişkin kaygı verici izlek geldi. (Dikkat! Aydınlanmaya ince bir gönderme! A.B.) Gitgide, büyümenin doğanın
temel dengelerini yıkmasından, dünya düzeyinde eşitsizlikleri
artırmasından, herkese yıpratıcı bir değişiklik yarışını dayatmasından korkuyoruz. Bu endişelerin ardından daha da derin bir
kuşku beliriyor: Acaba insanlık doğayla olan ittifakını yıkmakla,
kendisini geleneksel baskılardan kurtulmuş ve yazgısının efendisi zannettiği bir anda, yabanıllaşmakla mı meşgul? (Renaissance
ve Aydınlanmanın doğa yaklaşımının şık bir eleştirisi A.B. ) Kimileri geleneksel toplumu, bu toplumun kodlarını, hiyerarşilerini, törenlerini özlüyor; bu kişilerin sayısı, özellikle de
modernleşmenin dışarıdan geldiği, sömürgeciler ya da aydın bir despot tarafından getirildiği ülkelerde daha fazla84”
Daha sonra ayrıca ele alacağım ama bu tespitlerin mütemmimi
olan Maalouf ’un şu satırlarını da özellikle ve dikkatle mütâlaa
etmek lâzım: “Düşman güçler tarafından korunduğu düşünülen birinin meşruiyeti kabul edilmez ve giriştiği her iş
değersiz görülür, ülkeyi modernleştirmek istiyorsa, halk
modernleşmeye karşı çıkar; kadınları özgürleştirmeyi hedefliyorsa, sokaklar protestocu çarşaflarla dolar.85”
Siyah satırlara özellikle dikkatinizi rica ediyorum… Benim
şu tespitimin tam bir ispatı: Osmanlının en büyük şansı veya
şanssızlığı muhaliflerinin seviyesizliği, cahilliği, ahmaklığı, sadece kör bir muhalefet hırsı ile Osmanlının bütün değerlerine toptan saldırmaları!... O yüzdendir ki hâlâ Osmanlıyı yıkamadılar…
84) Alaın Touraine, Modernliğin Eleştirisi, çev. Hülya Tufan, İstanbul, YKY, 1995,407
85) Amin Maalouf, Çivisi Çıkmış Dünya, çev. Orçun Türkay, İstanbul, YKY, 2009,
sh. 83
219
İslam adına; hatır ve gönül dinlemeden, Osmanlı’yı eleştirmeleri
gerekenler bile kontipiyede kaldılar, istemeden sanki savunma
gibi izahı güç bir durum… Şu anda şu veya bu biçimde Osmanlı, İslam’ın önünde “gerçek oluşları” imkansız kılan bir fecr-i
kâzip gibi duruyor… Müslümanları enterne ediyor… Sözde
Osmanlı, sözde tarikatlar, sözde medreseler, sözde cemaatler, sözde Kur’an kursları, sözde hafız okulları, her seviyede
resmî sözde dinsel okullar… Elbirliği ile İslam’ın önünde yıkılmaz baraj oluşturuyorlar… Sadece emperyalizme hizmet
ediyorlar… Şu anda Osmanlıyı savunanlar da aynı cehl-i
mürekkeb içinde!... Bilerek savunmuyorlar…
Oysa Taşköprülüzâde Ahmed Efendi’den (Mevzuat’ül
Ulûm, 1532), Gelibolulu Mustafa Âlî’ye (1541–1600, Künhü’l
Ahbar ), Bosna Kadısı Hasan Kâfî el- Akhisârî’ ye (Usûlü’l –
Hikem Fî Nizâmi’l- Âlem, 1596) kadar güzel, değerli eleştiriler
yapılmaya başlanmıştı… Tarihlere dikkat, biz sadece üç örnek
seçtik.. Fakat kurumsallaştırılamadı bu eleştiriler, sistematize
edilemedi! Döndü dolaştı yine çare olarak “âdet-i kadîm”e dönüş tavsiyesi ile son buldu… “âdet-i kadîm” eleştiri, sorgulama
konusu yapılmadı, yapılamadı… Yapılma ihtiyacının biraz farkına varılır gibi olduğu zamanda da, atı alan Üsküdar’ı geçmişti.
Bütün entelektüel fakültelerimizin DNA’ları âdet-i küfür tarafından paralizi generale musab kılınmıştı… Düşünsel genel felç!...
Artık bünye sadece dışardan gelen uyarıları pasif biçimde algılayabiliyor!..
Yeniden, tarihlere dikkat! Şu kadarı ehl-i imana bir ışık tutar, sanırım… 1572’de faiz devlet tarafından emr-i şerifle tesbit edilmiştir. Ve faiz anlaşmalarının kadı huzurunda yapılması
hükme bağlanmıştır… Burada net olarak şu tespiti yapalım
ki: yukarda saydığımız veya saymadığımız bütün “sözde,
düzmece, sahte “ kurumların amacı; sözde Müslümanları, Şeriat-ı Garrâ-yı Muhammediye’nin dar kalıplarından
(!) kurtarmaktır... Çünkü Şeriat-ı Garrâ-yı Muhammediye
220
hevâ ve hevesimize göre düşünmemize, en önemlisi istediğimiz
gibi kazanmamıza imkan vermiyor! Çünkü Şeriat-ı Garrâ-yı
Muhammediye’de nasıl kazandığınız önemlidir! Harcama sonra
gelir! Haram malın zekatı da yoktur, sadakası da!..
En sonunda kanaatimizi de arz edelim ki: Osmanlı şiir gibi
bir İmparatorluk kurmuş fakat …. XVI. yüzyılın ortalarından
itibaren …!? Biz sadece İslam’ı tenzihen düşünüyor, konuşuyor,
yazıyoruz! Ondan ötesi umurumuzda değil! Yeter ki İslam’a bir
toz zerresi bulaşmasın, onun ötesinde üretilen bütün değerlere, filin züccaciye dükkanına girmesi gibi, gireriz, altüst ederiz!
Allahü Zü-l-celâl Hazretleri’nin dininden başka ki oda tekdir ve
İslam’dır, hangi kurum veya kişinin yıprandığı umurumuzda değil!
Zaten bize göre 1718 başlayan bütün Batılılaşma hamlelerinin tek hedefi; bilerek veya bilmeyerek, samimiyetle veya ihanetle, İslam’dan soyutlanma aksiyonudur! Bırakın fazla geriye
gitmeyin: 1838 İngilizlerle yapılan Serbest Ticaret anlaşması,
1839 Tanzimat Fermanı, 1856 Islahat Fermanı, Birinci, İkinci
Meşrutiyet ve nihayet Cumhuriyet… Bu hareketlerden hiçbirinin kadroları ne Batı’yı anlayabildiler, ne de İslam’ı! İngiltere’de
“hürriyet” ismiyle gazete çıkaranlar bile.., “Hürriyet“ şairi Namık Kemal bile… Tam olarak meseleyi anlayamasa da:
Ne efsûnkâr imişsin ey didâr-ı hürriyet!
Esir-i aşkın olduk, gerçi kurtulduk esaretten,
diyebildi…
Bizim “Kavramsal Totemizm” diye kavramsallaştırdığımız
halet-i ruhiye! Biz Batı’yı taklit etmedik, Batı’ya tapındık!
Marisol Touraine, Soğuk savaş ve komünizm sonrası
Avrupa’da Milliyetçiliklerden bahsettikten sonra, anlamları farklı da olsa, her yerde, her dine ait Yeni Bir Dinselliğin bu yüzyılın
221
sonuna damgasını vurduğunu söyler. ”Bu devinim 1970’li yılların ortalarından itibaren kendini göstermiş, İran Devrimi ve
İmam Humeyni’nin iktidara gelişiyle birlikte genel bir bilinçlenme şeklinde gelişmiştir. O zamandan beri, İslam köktendinciliği
bir heyûlâ gibi, elbette öncelikle Ortadoğu ve Mağrip ülkelerinde, ama bir yandan da siyah Afrika ile daha düşük bir derecede
olmak üzere, Asya’da dolaşmaktadır.86” Bu yeni dinsellik genelde
Batı uygarlığının atıflarının yeterince tatmin edici olamamasından, büyük ideolojilerin tükenmesinden sonra ortaya çıkmıştır.
Özellikle Vatikan Diplomasisi bu Yeni Dinsellik konusunda
çok faal olmuş, bilhassa 1978’de Papa seçilen II. Jean-Paul’un
“Evrensel amaçlı ‘Yeni Hıristiyanlaştırma’ siyaseti, Katolik ülküyü, yeni bir toplumsal ve siyasal düzenin temeli kılmayı amaçlamakta idi.87” Katolik Kilisesinin daha az bilinmekle birlikte
Ortadoğu’da büyük angajmanları olduğunu söyleyen Touraine,
hepimizi düşünmeye sevk eden şu bilgiyi vermektedir: “Filistin
Kurtuluş Örgütü saflarında çok sayıda yüksek rütbeli Katolik din adamı bulunmaktadır.88” Bu bilgi Hamas’la Filistin
Kurtuluş Örgütü arasında şu anda Mısır’da yapılan görüşmelerin
olumsuzlukla sonuçlanacağının bir işareti olsa gerek!
Touraine’e göre; “Dinsel hareketlerin ilerleyişi eşitsizlikçi bir uluslararası düzeni yadsımanın aldığı biçimlerden
bir tanesidir.89” Biz genelde Touraine’in tespitlerine katılırken
O’nun ifade ettiği gibi bu hareketlerin 1970-1980’li yıllardan
çok önce başladığını ileri sürüyoruz, aynı şekilde söz konusu
hareketlerin yayılmasının gerekçelerini de çok naiv buluyoruz.
Touraine her ne kadar dinselleşmeye olumlu bakar ise de, bu
kendilerinin istediği kadar ve kıvamda olanınadır: “Körfez Savaşından sonra FKÖ’nün içine girdiği yalnızlık bir yandan da
Arafat’ı müzakereye itmiştir. Nihayet, intifada ve Hamas hareke86)Touraine, ön. ver., .92
87) A.g.e.93
88) A.g.e.94
89) A.g.e.116
222
tinin peşine takılarak sergilediği dinsel radikalleşme, hem İsrail,
hem de FKÖ açısından bir tehdit olarak belirmiştir.90” Hep bu
noktaya tekrarlıyoruz, vurguluyoruz: Bir Müslümanın iman, din,
müteal varlık, peygamber anlayışları, eşya ve hadislere bakışı ö t
e k i lerden çok farklıdır!
Touraine; terörizmin finansmanında, uyuşturucu kaçakçılığının önemini vurgular!...
“Ortadoğu’da Barış” başlıklı bölümde de: “Bağımsızlıkların
kazanılması, gerçek bir özgürleşmeye tekabül etmemiştir ve bunun petrol yüzünden olduğu söylenebilir.91”der!...
Genelde “Tarihin Sonu ve Son İnsan” isimli kitabı ile büyük gürültü kopartan Francis FUKUYAMA, 1999’da bizce
çok önemli olan, fakat hiç yankı yapmayan, bahsedilmeyen Büyük Çözülme, İnsanın Doğası ve toplumsal Düzenin Yeniden
Oluşması (The Great Disruption) isimli kitabını yazdı. Fakat
“Tarihin Sonu?” hakkında öyle spekülasyonlar yapıldı ki; belki
de “Tarihin Sonu?” bir sosyal mühendislik, yönlendirme veya
birilerine durumdan vazife çıkarma talimatı olarak görülebilir,
yorumlanabilir… Bilmiyorum!.. Fakat kitabın yazılış öyküsü o
kadar masumanedir ki… Chicago Üniversitesi, Fukuyama’yı
1988-1989 ders yılında bu konuda bir konferans vermek üzere
davet eder… Ve konferans 1989 yazında The National Interest
dergisinde “Tarihin Sonu?” isimli bir makale olarak, yayınlanır… Sonra yoğun ilgi üzerine kitab olur 1992 yılında, “Tarihin
Sonu ve Son İnsan” ismiyle... Yani bu anlatıma göre; “Tarihin
Sonu?” salt bir akademik faaliyet…
Francis FUKUYAMA; bu kitabında liberal demokrasilerin insanlığın evriminin son aşaması olduğunu işaret ederek:
“Batı’nın ya da Batı düşüncesinin zaferi, her şeyden önce Batı
liberalizmine alternatif olduğu varsayılan sistemlerin büsbütün
90) A.g.e. 357
91) A.g.e.354
223
tükenmesi olayında kendisini göstermektedir.92” der ve şöyle
devam eder: “Belki de Soğuk Savaş’ın ya da savaş sonrası dünya tarihinin sona ermesine değil fakat insanoğlunun ideolojik
evriminin son noktasına ulaşması ve beşeri yönetim biçiminin
son evresi olan Batılı liberal demokrasinin evrenselleşmesi anlamında tarihin sonuna tanıklık etmekteyiz.93” Yazının kısa özetini
verdikten, sonra kanaatimizce, bizim açımızdan çok önemli şu
cümleye dikkatlerinizi çekiyoruz: “ Ancak tarihin sonunda tüm
toplumların liberal toplumlar olması gerekmiyor; sadece onların
farklı ve daha yüksek insan toplumu biçimlerini temsil etme şeklindeki ideolojik iddialarına son vermeleri yeterlidir.94“ Bundan
sonra bizlerin bu naklettiğimiz cümle ile birlikte şu satırları derin
derin düşünmesi gerektiğini özellikle vurguluyoruz: “Çağdaş
dünyada, hem liberalizme, hem de komünizme siyasal alanda sadece İslam teokratik95 bir devlet önermektedir……
Daha az örgütlü olan diğer dini –hareketlerin yarattığı- etkiler, liberal toplumlarda yaşamasına izin verilen bireysel
yaşam alanında başarılı bir şekilde tatmin edildiler.96”
Herhalde bu ve benzeri cümleler genelde İslam ülkelerinde,
özelde de Türkiye’de neler yapıldığına ve yapılmak istendiğine
ışık tutuyor… Birçok bakımdan öncü, örnek, model olması bakımından Türkiye’nin önemini perçinliyor… Hele Amerika Birleşik Devletleri’nin Ortadoğu’dan çekilip Pasifik’e ve Afrika’ya
gitme konsepti içinde Türkiye çok daha bir önem kazanıyor…
Elinde “İslam” gibi bir vasıta, alet, meta, istismar edilecek bir
unsur olduktan sonra, bu “İslam” gibi eşsiz ihraç malı ile çok
iktisadî başarılar elde edersiniz…. Ama unutmayın ekonomi sa92) Francis Fukuyama, Tarihin Sonu mu? Çev. Yusuf Kaplan, Kayseri, Rey Yay. Tarihsiz, sh.14
93) A.g.e. 14
94) A.g.e.39
95) Teokratik devlet, dünyevî ve uhrevî otoritenin bir kişi veya kurumda toplandığı
yönetim biçimidir. Hristiyanlıkta olduğu gibi. İslam teokratik bir din değildir!
96) Tarihin Sonu mu? sh. 40
224
dece ekonomi değildir! Ekonomik değerler karşılığında nelerimizi veriyoruz?
Tarihin Sonu ve Son İnsan’ın “Teşekkürler” kısmında şöyle bir not var ki, anlamlı olabilir: “RAND Corporation başkanı James Thompson, kitabı hazırlarken bana bir çalışma odası
sağlayarak büyük bir nezaket gösterdi.97” Sözü edilen bu kurum
birçok spekülasyonun sujesi oldu. Bazıları gayet masumane bir
yaklaşım gösterirken: “Organizasyon ABD hükümetine, Milli güvenlik konularında stratejiler üretme konularındaki çalışmalarını
yoğunlaştırmıştır. Şirket eğitim, sağlık, hukuk ve bilim alanlarında da araştırmalar yapmaktadır 98” Kimileri bizim de katıldığımız
şu tespitlerde bulunmaktadır: “CIA ile birlikte çalışıyor. 1948 yılında kuruldu. Etkinliğini Soğuk Savaş döneminde Sovyet bloğuna karşı geliştirdiği yerüstü ve yer altı stratejilerle kanıtladı.
Ilımlı Komünizm”i (vurgu bana aittir A. B.) inşa ederek Sovyet Bloğun yıkılmasında CIA ile birlikte başrolü oynadı.99 Ve bir
kısmını alıntıladığımız yazı daha geniş ve daha fazla bilgi ihtiva
ediyor: ”Şu anda da dünya üzerinde ılımlı İslam’ın inşası gayreti
içindedir… Rand Corporation’un hazırladığı 2007 tarihli raporun başlığı ne garip ki; (Ilımlı Müslüman Ağlar Oluşturmak)
CIA ve Amerikan yönetimine sunulan Raporda, Ilımlı Müslüman Ağı’n oluşturulması için desteklenmesi gereken gruplar bakın nasıl sıralanmış: (vurgu bana aittir A.B.)
*Liberal ve laik Müslüman entelektüeller!
*Genç ve Ilımlı Din Bilginleri!
*Ilımlı Toplumsal Liderler!
*Cinsiyet Eşitliğini Savunan Kadın Grupları!
*Ilımlı gazeteci ve yazarlar!100”
97) Francis Fukuyama, Tarihin Sonu ve Son İnsan, çev. Zülfi Dicleli, İstanbul, Gün
Yay. 1993, sh. 6
98)�����������������������������������������������������������
VİKİPEDİ --- http://tr.wikipedia.org/wiki/RAND_Corporation
99) TOGEÇ
100) http://www.milligazete.com.tr/makale/rand-corporation-raporu-ve-abdninilimli-agi-99234.htm
225
Araştırılmaya değer bir konu! En azından yorumlar vakıalara bire bir uyuyor... Biz bu yazıları okumadan önce şöyle bir
tespitte bulunmuştuk; bir yerlerden emir var: “Ne yapıp yapıp
kadın evinden çıkarılacak!” Kermes, tarikat toplantısı, hizmet,
kutlu doğum haftası, kurs, tahsil denecek, bir şekilde kadın erkeklerle göz göze getirilecek!... Ondan sonra her şey yoluna (!)
girecek! Bu noktada ham yobaz –kaba softa ile konuşamazsınız!
Hangi noktada konuşabilirsiniz ki? Kadın erkek her insana ilim
farz! Peki şartları? Şartlar sağlanabiliyor mu? Bugün insanlar gerek Türkiye, gerek yurtdışında gündüzleri bile sokağa çıkmaktan
imtina ederken, Anadolu şehirlerinde dahi akşamları sokağa çıkmak risk taşırken, o muazzez ve Müberra kızlarınızı büyük şehir
denen dâsitanî canavarın kollarına nasıl atabiliyorsunuz? Teknolojik donanımların ve icatların mahremiyeti ortadan kaldırdığı,
herkesin panaptikona (Foucault) mahkûm olduğu bir çağda!
Daha fazlası muhayyilemizi berhava ediyor! Burada kesiyorum!
Ama Fukuyama’nın bizim sözünü ettiğimiz Büyük Çözülme isimli kitabı tamamen objektif tespitlere dayanan, bir vicdan
ve insaf sahibinin samimi feryatları gibi geldi... Hatta bir ebeveynin endişeleri, telâşı gibi geldi bize… O kadar samimi, o kadar
içten! Bildiğim kadarı ile kendisinin Julia isimli bir kızı ve David
isimli bir oğlu var… Sonuçta O da bir baba! İnsan; hangi örgütte,
hangi misyonla (misyon, özellikle seçtim, görev demedim.) bulunursa bulunsun bazen insan olmak zorunluluğu hissediyor…
İnsanlığın lüzumu olmadığı yerlerde dahi insan olmaktan kurtulamıyor… Bunun istisnası dinini istismar eden sözde Müslüman! Burada bir noktaya daha dikkatinizi çekmek istiyorum ki;
Büyük Çözülme’nin yazarı, daha altı yıl önce tarihin sona erdiğini iddia eden bir yazar!
Biz evrensel değişimin geometrik bir dizi ile gerçekleştiğine
inanıyoruz... Fakat değişim o kadar hızlı ki (ışığın yanıp-sönme
şiddetinden dolayı, mesela saniyede 40-50 kere) lambayı kesiksiz bir süreklilik içinde algılıyorsak; toplumsal değişimlerin
226
de farkına varamıyoruz. Bir illüzyon… Yani kitap 1999’da yazılmış… Aradan bunca yıl geçmiş… Verilen istatistîki bilgileri,
buna göre değerlendirin…
O kadar özlü tasvirler var ki özetlemeye gönlüm razı olmuyor, onun için Fukuyama’nın tasvirini uzun bir alıntı ile vereceğim: “Suç ve toplumsal kargaşa artmaya başlayınca dünyanın
zengin toplumlarının kentsel alanları neredeyse oturulmaz
hale geldi. İki yüzyıldır sürüp giden toplumsal bir kurum olan
akrabalığın çöküşü yirminci yüzyılın ikinci yarısında hızlandı.
Birçok Avrupa ülkesinde ve Japonya’da doğum oranı öylesine
düşük ki, yeterli göç olmazsa, bu toplumlar önümüzdeki yüzyılda nüfus kaybıyla karşı karşıya kalacaklardır. Evlilik ve doğumlar azaldı, boşanmalarsa hızla artıyor. Amerika Birleşik
Devletleri’nde üç çocuktan biri, İskandinavya’da ise çocukların yarısı evlilik dışı doğuyor. Sonuç olarak kurumlara duyulan güven kırk yıllık, derin bir çöküş sürecine girdi.101” Ve bizim bile (küçük, marjinal bir gurubu istisna edersek) hepimize,
özellikle dincilere kabul edilmez gelecek bir tespitte bulunuyor:
“ İşgücünün doğasındaki değişiklik fiziksel emeğin yerine
zihinsel emeğin geçmesiyle ortaya çıktı, böylece de milyonlarca kadını işyerlerine sürükleyerek ailenin dayanağı olan
geleneksel anlayışı yerle bir etti.102” Hâlbuki dinciler için kızların okuması, şartlar tartışma konusu yapılmadan, dinin (İslam
demiyorum) şartı… Fukuyama; İşte bir baba gibi gayet basit ve
sade endişelerini yazıya döküyor: “1980’lerde Amerika Birleşik
Devletleri’nde kıyılan nikahların yaklaşık yüzde ellisinin boşanmayla sonuçlanması bekleniyor. Evlenme oranlarındaki düşüşe
koşut olarak, boşanmış insanların oranı evli olanların karşısında giderek daha büyük bir hızla artıyor. Yalnızca otuz yıllık bir
süre içinde, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki boşanmış insanlar evlilerin dört katına ulaştı.103”
101) Francis Fukuyama, Büyük Çözülme, çev: Z. Avcı-A. T. Aydemir, İstanbul, Sabah
Yay.2000,14
102) A.g.e.15
103) A.g.e.45
227
İstatistikî bilgilerin eski olduğunu hatırlatarak “Gayri Meşru Çocuklar” bölümü ile devam ediyorum: “Evlilik dışı dünyaya
gelen çocukların sayısı giderek artıyor. 1940’da Amerika Birleşik Devletleri’nde bebekleri canlı doğan evlenmemiş kadınların
oranı yüzde 5 iken, bu oran 1993’te yüzde 31’e yükseldi. Gayrı
meşru çocuk oranları ırklara ve etnik gruplara göre farklılıklar
gösteriyor. 1993’te beyazlar arasında yüzde 23.6 olan gayri meşru çocuklar Afrika kökenli Amerikalılar arasında yüzde 68.7’ye
varıyordu. Siyah Amerikalı çocukların büyük bir çoğunluğu için
babasızlık yaygın bir olgudur ve yoğun bir yoksulluğun egemen
olduğu bazı bölgelerde annesiyle babası evli olan bir çocuğa pek
seyrek rastlanır.104”
Hatta meşruluk kavramının anlamı Avrupa’da daha large olduğu için istatistikler bize göre daha dehşet verici… ”Yirmi ile
yirmi beş yaş arasında olan Danimarkalı kadınların yüzde 45’i,
İsveçli kadınların yüzde 44’ü, Hollandalı kadınların yüzde 19’u
birlikte yaşamayı seçmişlerdir. Buna karşılık bu oran Amerika
Birleşik Devletleri’nde ancak yüzde 14’e ulaşır. ABD’de evlilik
dışı doğan çocukların yüzde 25’i birlikte yaşayan çiftlere aittir;
Fransa, Danimarka ve Hollanda’da bu oran çok daha fazladır,
İsveç’te ise yüzde 90’a varır. Bir çok ülkede nikahsız olarak birlikte yaşayan çiftlerin kesin sayısını belirlemek ya da bu sayının
değişimlerini incelemek için yeterli istatistikler yoksa da gözlemcilerin tümü çiftlerin evlenmek yerine birlikte yaşamaya yöneldikleri konusunda aynı fikirdeler.105”
Yalnız burada şu noktaya da dikkatinizi çekerim ki; ortak bir
yaşamla başlayan birlikteliklerin daha kısa olduğu ve birlikte yaşadıktan sonra gerçekleştirilen evliliklerin de böyle bir deneyim
geçirmeden yapılan evliliklere göre daha az istikrar gösterdikleri
tespit edilmiştir. ”Bu da, çiftlerin evlilik yükümlülüğü altına
girmeden önce birbirlerini tartabilmeleri için evlenmeden
bir süre birlikte yaşamalarının iyi olduğu konusundaki ge104) A.g.e. 46
105) A.g.e.47
228
nel kanıyla çelişkili bir durum. Başka araştırmalar sayesinde, aile içi şiddetin ve toplumsal izolasyonun evlilikten çok
birlikte yaşama ortamında geliştiği ortaya çıktı.106” Dedikten
ve çocuk, aile, boşanma konusunda bir takım istatistikleri değerlendirdikten Fukuyama; sonra bir kere daha teyiden vurgulama
ihtiyacını hisseder ki: “Böylece anlaşılıyor ki birlikte yaşamak
için yapılan anlaşmalar evlilikler kadar istikrarlı değil107”
Bu iç karatıcı istatistik bilgilerden sonra, Fukuyama’yı bir tarafa bırakarak, bu istatistiklerin dışındaki dünyayı ve kendi İslam
dünyamızın ve bu ülkenin durumunu cesaretle düşünmemiz
gerekir… Önce şu gerçeği doğrudan doğruya kabul edelim ki;
dünya küçük bir köy! Ülkeler arası bütün fikir, davranış gümrükleri kalkmış durumda… Bütün değerler bir anafor içinde altüst
oluyor… Bundan kurtulmak mümkün değil!
Şu anda yurt dışında farklı sebeplerle milyonlarca Türkiyeli
bulunuyor… Bu ülkeye, şu veya bu sebeple milyonlarca yabancı
geliyor her yıl… Evimizin en mûtenâ yerinde TV… Batı kültürünün bütün çirkefi hanelerimize akıyor! Akıyor! Akıyor! Kalb
gözü, gönül gözü açık olanlar veya bizim gibi sadece biyolojik gözü görebilenler, görüyor: manen boğuluyoruz. Gözünü
yuman sadece kendine, dünyayı gece yapar! Dünya dönüyor,
geceler, gündüzler biri birini takip ediyor… Mevsimler gelip
geçiyor… Çocuklar başkalarından saklanmak için gözlerini yumarlar. Kendileri başkalarını görmeyince başkalarının da kendilerini göremediklerini sanırlar… Bazı hastalıkların en tehlikeli
dönemi dışardan hastanın sıhhatli gözüktüğü zamandır. Artık
bu evrensel tesirlerden toplumun, ferdin masun kalması mümkün değildir. En tehlikeli durum mevsimsel geçişlerde yaşanır…
Çünkü insan hazırlıksız yakalanır… Atasözü hikmet dolu: ”Yaba
(Çobanların dağda kullandıkları, sarınıp yattıkları keçeden mamul giysi) ’nı yazın al! Kışın istersen al, istersen alma!” Çünkü
kışın nasıl olsa tedbirli olacaksın! Ama yaz, ama yaz! Tehlikelerle
106) A.g.e.49
107) Ag.e. 49
229
dolu… Özal iktidarda, Erdoğan iktidarda, derken bakmışsınız
ki, manevî bir ayaz, kurutup atmış sizi, tüm toplumu… Siz daha
farkında değilsiniz!
Asıl burada korkmamız gereken: Nasıl içki şişede durduğu
gibi durmuyorsa, haram para da kasada durduğu gibi durmuyor!
Bir kere şunu düşün: Allah ve Resulü’nün emir ve yasaklarının
hayata geçirilemediği bir sistemde “helâl” diye bir kategori
yoktur! Ancak “yasal olan”, “yasal olmayan” kategorileri olabilir… Bundan sonra korkmadan, nefsini yumruğunun içine al ve
düşün! Sadece İslam’ı tenzihen düşün!! Tüm ülke olarak şu veya
bu şekilde ürettiğimiz, ve yine şu veya bu şekilde bölüştüğümüz
ve şu veya bu biçimde tükettiğimiz bir yıllık gelirimizi nasıl elde
ediyoruz? (Üretim – bölüşüm - tüketim) Bu gelirin kalemleri
nelerdir? Bunun ne kadarı turizm geliri? İçkiyi ve fuhşu yasakladığınızda ne kadarı kalır? Bu soru sadece turistleri mi kapsamına alıyor? (Bir ara kimin vergi rekortmeni olduğunu hatırla!
Veya vergi rekortmenlerinin biri birinden farkı olup olmadığını
düşün!) Ne kadarı kahvehane, kumarhane v.b.inden geliyor? Ne
kadarı özel veya resmi alkollü içkiden? Bu gün tasarrufunuz %
12 civarında, yatırım ihtiyacınız % 24-25 civarında, aradaki farkı iç ve dış finansmanla kapatıyoruz, bu da doğrudan doğruya
faiz demektir… Bu gün bir şekilde faize bulaşmamış bir kişi bile
bulamazsınız!? Yediğiniz ekmeğin % şu kadarı faiz, kullandığınız
tuzun % şu kadarı faiz…v.b.
Biz şunu iddia ediyoruz ki; bu kapta toplanan adına toplam gelir denen bu paranın hiç bir safhasında “helâl” mefhumu
ve endişesi yoktur! “Helal” diye bir kategori yoktur! Fakat biz,
ondan bir şekilde adaletsizce (“Eşit” kavramını kullanmıyorum.
”Adalet”, herkesin hakkını alması… “Hak” nedir?) elde ettiğimiz
payımıza da bir takım anlamlar atfediyoruz. Bir Müslümanın
birinci görevi “helâl” mefhumunun olduğu bir nizamı inşâ etmektir. Aksi takdirde, böyle bir kategorinin olmadığı sistemde
mükellefiyetleri nelerdir?
230
Düşün! Düşün! Düşün! İslam’da önemli olan nasıl kazanıldığı! Sarf etme sonra gelir! Sarf mahalli, kazanmayı meşru kılmaz! Çünkü “haram” kazançla hayır yaptığını iddia
küfürdür! Çünkü harama, helal, demek küfürdür!
Bir zamanlar temel meseleyi, medeniyet mevzuû olarak kavrayamayanlar; TV antenlerine şeytanın boynuzu diyerek TV’siz
siteler inşâ eden ehl-i hamakat, cehl-i mürekkeb içinde debelenenler, şu anda çoluk çocuğu ile ne durumdalar acaba? Bizim
gibi şuurlu cahil olursanız, cehaletinizi idrak ederseniz, azimle,
sebatla, hatta hırsla (hırs mezmum, ama burada?) izale-i cehl
için çırpınırsınız!... Bir zamanlar “hepimizin” çok sevdiği Özal
diye bir adam vardı. TV. yayınlarından şikâyet edenlere ”kumandası elinizde” demişti… Bu nasıl bir nefsânî tuzak? Televizyonu
kapattınız ne ifade edecek? Hayatın kendisi müstehcen! Caddeler, sokaklar, parklar müstehcen!... Hayatı da mı kapatacaksınız?
Yani kimse bu şartlardan toplumu soyutlayamaz!
Fakat nefsimize karşı müthiş bir hoşgörümüz var! Rivayet
edilir ki, bir din görevlisi, kadınların-kızların kısa giyinmesinden
şikayet ediyor konuşmasında (vaaz?) deniyor ki: senin torununda kısa giyiniyor…. Cevap oportünizm dehasının ispatı: Ama
ona da yakışıyor!... Rabbimiz Celle Celâlühu Hazretleri cümlemizin yardımcısı olsun! Kaybedecek değerleri olanlar panik halinde! Bir uçağın düşmesine sebep olan gevşek bir cıvatasıdır…
Bu kadar rahat olmayalım, hiç değilse tevâzû içinde Allah’ın huzurunda duâ edelim!
Bugün biz toplumsal olarak, toplum pratikleri olarak, toplumu oluşturan değerler bakımından istatistiklerini sunduğumuz
ülkelerden pek farklı olamadığımızı düşünüyoruz! İtiraz hazır:
kuşkusuz o kadar değil! Ama bize “o kadar” ın sınırını tarif edin!
Bizim ahlak anlayışımızda “biraz” yok! Fıkra olarak anlatılırken
artık bugün değerler dünyamızın bir ölçüsü oldu: “Biraz Gebelik!” Bir toplumun hayatında 50-100 yıl ne ki? Ama gerçekleşen
231
değişim kanlarımızı donduruyor… İki gün önce namus endişesi ile kızını mahalle bakkalına ekmek almaya göndermeyenler,
Amerikalara, Avrupalara gönderdiler!.. Bu kısa sürede bu değişim havsala yakıcı!.. Nur suresinin 30. ve 31. Ayet-i Celile’ lerini
bir kere daha hatırlatıyorum!
Tekrar Fukuyama’ya dönüyoruz. O’na göre Büyük
Çözülme’nin dört sebebi var:
1-Artan fakirlik ve gelir eşitsizliği
2-Buna karşılık artan zenginlik
3- Modern refah devletinin ürünü (yani sonucu olarak A. B)
dinin düşüşü
4-Bireysel hakların artışını içeren geniş kültürel hareket108
Maalesef temel soru, Batı uygarlığı ile aramızda fiziksel zaman olarak kaç yıl olduğu. Batı uygarlığının yaşadıklarını bizim
kaç yıl sonra yaşayacağımız!.. Biz bu kitabı ilk mütalaa ettiğimizde, on yıl önce, hepimizi şu satırlar şoke etmişti.. { Kuşkusuz
“orası Amerika, bizim sağlam bir aile yapımız, ahlakımız var”
diyerek kendini aldatanlar hariç.} Ama kaç yıldır bizim de en
önemli meselelerimiz arasına girdi: “Bu davaların basında aldığı
yer, çocuk tacizi salgınının tüm ülkeye yayıldığını vurguluyordu.
Bu inanç, anne babalarının çocuklarına nasıl davranacaklarını
öğretmesinde de etkili olmuştur. 1980’lerin sonlarına doğru,
okul öncesi çocuklara verilen ilk uyarı yabancılara güvenmemesi
gerektiğiydi… Cinsel tacizle suçlanan öğretmenler artık öğrencilerini kucaklamak istemiyor.109”
Bunlar bizde olmaz, bizim aile yapımız sağlam, onlar gâvur,
gibi bir takım argümanlarla kendini avutmaya çalışanlar şunu
iyi bilsinler ki; bir uygarlık kompartımanlar şeklinde yan yana
dizilmiş bir katar değildir, dolayısıyla istediğinizi çözüp alamazsınız!... O bir bütündür. Mademki dünya ile bütünleşiyoruz, mademki onun iktisadî sistemini alıyoruz, ister istemez diğer unsur108) A.g.e.64
109) A.g.e.104
232
larını da almak zorundasınız… Başbakan Ülkenin bilmem kaç
milyar $’lık ihracatını, bilmem kaç milyar $’a çıkardığını öğünerek anlatıyor. Bir de gümrüksüz fikir ve hayat tarzı ithalatından
bahsetse ya!
Sizleri üzmek pahasına bir iki istatistik de şu cennet ( ! ) yurdumuzdan vereceğim:
“İlk Türkiye Ensest Atlası çıkarılıyor.. Meral Tamer…Milliyet…21.Mart.2012
Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu (TKDF) Başkanı
Canan Güllü, Haklı Kadın Platformu’nun 1. yaşını kutladığımız
toplantıda önümüze yepyeni bir gündem maddesi koydu: Ensest!
Evet TKDF projektörleri, en huzurlu yer olarak düşünülen
aile ortamında maalesef sık yaşanan taciz ve tecavüz gerçeğine
çevirmiş bulunuyor ve Türkiye’nin ilk Ensest Atlası’nı hazırlıyor. Güllü’den öğrendiğimize göre İstanbul Barosu’nda sadece
2010 yılında ensestle ilgili 11 bin davaya bakılmış. Kızlara sürekli ‘saklama’nın öğretildiği, bu nedenle taciz ve tecavüzü yaşayanların gerçekleri söyleyemediği bir ortamda bile bu rakam ortaya
çıkıyorsa, kayıtlara geçmeyenleri varın siz düşünün.”110
Devamı tahammü’l–fersâ, onun için alıntıyı burada kesiyorum. İsteyen internetten bularak okuyabilir. Bir daha oku! Bir
daha oku! Bir daha oku! Bu haberleri okudukça ağlayanları, ağladıkça okuyanları görüyor gibiyim!
Bir örnek daha vermeden geçemeyeceğim:
“Zonguldak Cumhuriyet Savcısı Veli San perşembe günü
katıldığı bir toplantıda Türkiye’de cinsel dokunulmazlığa karşı
işlenen suçlarda son 10 yılda yüzde 400 artış olduğunu söyledi.
110) “ İlk Türkiye Ensest Atlası Çıkarılıyor” Milliyet Gazetesi ( 21.Mart.2012 )
233
Savcı San, 2002›de ülke genelinde cinsel saldırı suçuyla ilgili 8
bin 146 dosya açılırken, 2011›de bu rakamın 32 bin 988›e ulaştığını açıkladı.111 “
Bu haber üzerine Akşam Gazetesinden Şenay Yıldız, Bilgi
Üniversitesi Öğretim Üyesi Yard. Doç. Dr. Ayten Zara ile bir röportaj yapıyor. İşte o röportajdan birkaç satır:
“-Erkek çocuklarına karşı cinsel istismar artıyor mu?
-Evet, eskiden yüzde 1-2’lerdeydi. Şimdi ise bu oran yüzde
8-9’lere yükseldi. Ama erkek çocuklar bunu kız çocuklar kadar
travmatik yaşamıyor, çünkü daha farklı anlamlandırıyorlar. Erkek çocuklarının gebelik ve bekâretin bozulması gibi ensestin
görünür sonuçlarının yaşamıyor olmaları bu tür cinsel şiddeti
uzun yıllar saklı kalarak yaşamalarına sebep olabiliyor. Bu durum kız çocuklarla yıllarca sürüyor ve daha ağır tahribatlar yaratıyor. Ben kendi çocuğumu 3-4 yaşından itibaren bu konuda
bilgilendirmeye başladım. Ona cinsel organlarının hangileri olduğunu, sağlıklı ve sağlıklı olmayan dokunmanın ne olduğunu,
sevgi alıp vermenin nasıl ve kimler tarafından olacağını anlattım
ve anlatmaya da devam ediyorum.112”
Haa! Sahi, az kalsın unutuyordum! Elli yıl önce Millî Gelir’imiz kaç milyar $ dı? Fert başına düşen GSMH ne kadardı? Fert
başına kaç kilo et yiyor, süt içiyorduk?... İhracatımız? Gördünüz
mü nasıl kalkındık? Başınıza çalınsın bu kalkınma! Başınıza çalınsın! Bedeli; din, iman, ırz, namus, izzet ve şeref olan kalkınma
başınıza çalınsın!
Fukuyama şöyle bir alıntı ile devam ediyor: “Fred Hirsch bu
noktayı, Büyümenin Toplumsal Sınırları adlı kitabında açıkça belirtmiştir: ‘Bireysel ve sözleşmeye bağlı ekonominin işlemesi için
gereken gerçek güven, kabullenme, zorlanma, zorunluluk gibi
111) “ Merhamet azaldı, şiddet ve suç arttı” Akşam Gazetesi ( 17.Kasım.2012)
112) “ İnsan İnsana Yabancılaşıyor” Akşam Gazetesi, ( 17.Kasım.2012)
234
toplumsal değerler, dinî inanca bağlıdır, ama piyasanın bireysel
ve rasyonalist temeli, dinî desteği gözden kaçırmaktadır113” dedikten sonra;
Geçmişin, Bugünün ve Geleceğin Yeniden Oluşumları isimli
kitapta; dinselliğe geri dönüş daha esnek, merkeziyetten uzak,
toplumsal normlardan daha az dogmatik olacaktır. Anladığımız
kadarı ile Fukuyama şunu demek istiyor; Toplumsal Normların
arkasında sosyal bir yaptırım vardır… Toplumsal Normlar ihlal
edildiğinde müeyyide ile karşılaşırlar. Belki de dogmatikten çok
normatif konseptleri vardır. Dinin rolü, sıkı inanç için ortaya
çıkmak yerine topluluk kurmak bilinciyle inanmaya başlayacaklardır. “Bir başka deyişle, insanlar, topluluğun yarattığı boşluk
ve töreleri, kültürel gelenekleri için dini geleneklerine geri döneceklerdir. Fakirlere ve komşularına, doktrine bağlılıklarından
dolayı değil, topluluğa ve güvene önem verdikleri için yardım
edeceklerdir. Eski duaları ve törelerini, tanrı tarafından indirildiklerinden değil, çocukları düzgün değerlere sahip olsunlar diye
önemseyeceklerdir. Bu anlamda dini pek ciddiye almayacaklardır. Din, toplumda da törenin ve toplumsal bağ ihtiyacının
kaynağı olacaktır. Modern, rasyonel ve şüpheci insanların, ulusal
bağımsızlıklarını kutladıkça, kültürel geleneklerindeki klasikleri
okudukça ciddiye alacağı bir durumdur. Din böylece hiyerarşik
özelliğini kaybetmekte ve kendiliğinden akılcı ve akılcı olmayan
otorite arasındaki çizgi bulanıklaşmaktadır.114”
Kasten biraz alıntıyı uzun tuttum ama anladığım kadarı ile Fukuyama’nın zihni de din konusunda pek net değil…
Sanki sosyolojizm konseptiyle yaklaşmakta konuya… Yalnız
Fukuyama’nın toplumsal bilinçaltını ( Jung) hesaba katmadan din telakkisi anlaşılamaz gibi geliyor bize… Kendisi Japon
kökenli, Amerika’da doğmuş, eğitim görmüş bir Amerikan vatandaşı… Dolayısıyla Japon dininin etkilerini ihmal etmemek
gerekir. Genellikle Japonlar şintoist- Budist… {Bir sanat tarih113) Fukuyama, 194
114) A.g.e.212
235
çisi hanımın Ortadoğulu konukların sorusuna verdiği yanıt, biz
Türklere ve Müslümanlara ters gelebilir ama anlamlıdır: “Şinto
doğdum, Budist olarak öleceğim. Arada Hıristiyanlık dâhil
öteki dinlerin öğretilerine tümüyle açığım. Benimkisi böyle
bir yol, sizinkisi nasıl, bilmek isterdim115”
Fakat geleceğe ait projeksiyonları yabana atılır cinsten değil!
Bizi rahatsız etse de öngörüleri maalesef geçekleşmeye yakın
gibi gözüküyor… Hele Türkiye toplumu için!... Japon dinlerini,
hatta Uzakdoğu dinlerini incelediğinizde bir oportünizm göremezsiniz! Bir Müslüman için kabulü mümkün olmayan inançlar
yumağı! Fakat saygıya lâyık! İnananlar var! ”Her Japon insanı,
tanrı (Kami) olmak yolunda ilerleyen ve tanrı (Kami) soyundan gelen bir varlıktır.116 Çünkü söz konusu dinlerde net, kesin,
aralarında aşılmaz duvarlar olan, kırmızıçizgileri olan kavramlar,
tasavvurlar yok! Aynı anda birkaç dine mensup olabiliyorsunuz.
“Budizm’in bilhassa ilk dönemlerinde Yaratıcı Tanrı fikri yoktur.117” Bize öyle geliyor ki; bu dinlerde, insanın kendi kendini
soyutlayarak ve süblime ederek oluşturduğu bir transandantal,
aşkın varlık tasavvuru vardır.
Ama mesele İslam’a gelince farklı bir boyutta ele almak gerekiyor… Çünkü itikadî umdeleri, kesin hatları ile çizilmiş İslam
gibi bir dinde size bu tür bir düşünme alanı yaratacak görecelik
yoktur. İşte o zaman ortaya oportünizm çıkıyor… Bırakın imanı,
kişiliği tümüyle iptal eden bir fikir namussuzluğu…
Kapsamlı ve önemli bir yere sahip “ Sosyoloji” kitabının yazarı olan Anthony GIDDENS, 1999 yılında Elimizden Kaçıp
Giden Dünya (Runaway) isimli küçük hacimli fakat önemli bir
kitap yazdı… İnsanlık tarihinin daima umutları ve kaygıları olduğunu işaret eden Giddens: {“Dünyanın acelesi var ve sonuna
115) Bozkurt Güvenç, Japon Kültürü, Ankara, T. İş Bankası Yay, 1980, 11
116) A.g.e. 101
117) Ali İhsan Yitik, Yaşayan Dünya Dinleri, Ankara, Diyanet İşleri Başkanlığı, 2007,
319
236
yaklaşıyor.” Başpiskopos Wulfstan 1014 yılında York’ta verdiği bir vaizinde böyle demişti. Aynı duyguların bugün de ifade
edildiğini düşünmek hiçbirimiz için çok zor olmasa gerek118}
Giddens felsefe tarihindeki iyimserlikten bahsederek, bilimlerin ilerlemesi ile olabilecekleri daha önceden öngörülebilen
istikrarlı bir toplumdan bahsedenleri zikrettikten sonra, büyük
bir hayal kırıklığı ile şöyle diyor: “Tersine, giderek daha fazla
denetimimiz altına girmekten ziyade, iyice denetimimizden
çıkıyor; elimizden kaçıp giden bir dünyaya dönüşüyor.119”
Bu özellikle Renaissance’la ortaya çıkan ve XVIII. Yüzyıl Aydınlanması ile tavan yapan, ilme güvenin doğurduğu optimizmin,
bir hayal kırıklığı ile sona ermesi demektir. Anladığımız kadarı
ile bu Leibniz’de ve J. J.Rousseau’daki ontolojik iyimserlik değil,
tarihin bir kesitine ait konjonktürel bir tutum!... Kanaatimize
göre; insanlığın geçirdiği son 400-500 yıllık (Buhar makinesini baz alırsanız, 1765’ten başlatmanız lâzım.) serencam, onun
elinden iyimser olma opsiyonunu almıştır… Artık bundan sonra
insanlık kendi kendini kandıramayacaktır…
Giddens; bilim ve teknolojinin ilerlemesinin çözümlediğinden çok sorun ortaya çıkardığını söylüyor… Örnek olarak, iklim
değişikliği ve getirdiği riskler… Küreselleşme, Ulus-devlet çağının sona ermesi ve getirdiği sorunlar… Ve kanaatimize göre çok
yanlış anlaşılan bir noktaya hassasiyetle parmak basarak, özellikle genel olarak iktisatçılar ve ulusalcıların analizlerinde ciddi
hatalara götüren bir yanlışı düzeltiyor: “İki grup da fenomene
hemen hemen yalnızca ekonomik açıdan bakıyorlar. Ne var
ki, bu yanlış bir bakış açısı. Küreselleşme ekonomik olduğu
kadar siyasal, teknolojik ve kültürel boyutlu bir olgu. Her
şeyden önce, iletişim sistemindeki, geçmişi ancak 1960’lara
kadar götürülebilecek olan, tüm gelişmelerden etkileniyor… Küreselleşmeyi salt dünya finans düzeni gibi büyük
sistemlerle ilgili bir şey olarak görmek yanlıştır. Küreselleş118) Anthony GIDDINS, Elimizden Kaçıp Giden Dünya, çev. Osman Akınhay, İstanbul, alfa, 2000, 13
119) A.g.e.14
237
me sadece ‘orada’, bireyden uzak yerlerde olanla ilgili değildir. Küreselleşme aynı zamanda “burada” fenomeni olup,
yaşamlarımızın mahrem ve kişisel yönlerini etkiler.120” Bugün 50 yıllık süreç içinde Atlantik’i ve Pasifik’i geçen bir milyondan fazla kablo var.
Giddens toplumların birbirleriyle koparılamaz bağlarla bağlandığını işaret ederek, bizce de doğru olan şöyle bir tespitte bulunuyor: “Küreselleşme süreçleri, bugün gerçekleşen en önemli
toplumsal değişmeler arasındadır. Kendisini tek tek toplumların
incelenmesiyle sınırlayan sosyolojik çözümleme, giderek artan
biçimde, eskimiş hale gelmektedir. İnsanlar olarak bizler, ortak
bir kaderi giderek daha fazla paylaşıyoruz. Ekolojik bozulma ya
da büyük ölçekli askeri kapışmalar gibi insan yaşamını kuşatan
temel sorunlar, kapsam olarak ister istemez küresel niteliktedir.121” Kuşkusuz insanlık tarihinin her aşamasında devletlerarası
ilişki ve etkileşim söz konusu idi. Fakat küreselleşen dünyada bu
ilişkiler özsel olarak farklı bir niteliğe bürünmüştür. Birincisi hiçbir devletin; kurulan veya bir türlü kurulamayan veya kurulma
sancıları çeken dünya sisteminin dışında kalamayacağı, ikincisi
de her sosyal birliğin; bir sivil toplum kuruluşundan, devlete kadar bütün aktivitelerinde küresel değerleri hesap etmesi gerektiği…
Yanlış bir izlenimde şudur ki; bir olguyu kabul etmekle, onu
tasvip etmek ayrı duruş biçimleridir. Ortada de facto bir durum
var: küreselleşme… Bu her şeyden önce ve bugün; pragmatizmin, Kara Avrupası felsefî müktesebatı ile gerdeğe girmesinin
mahsulü olan Amerikanizm’in evrensel bir yaygınlığa ulaşması (kavramları özellikle seçiyorum) demektir… Kaldı ki; kanaatimize göre nesebi sahihtir… Veled-i zina değildir… Fakat bu
işaret ettiğimiz düşünce sistemi dışındaki, onu oluşturan bileşenler dışındaki, unsurların nesebi şüpheli veya hatta şüphesiz
olarak gayri sahihtir….
120) A.g.e.23
121) Anthony Giddens, Sosyoloji, çev. H. Özel-C. Güzel, Ankara, Ayraç Yay. 2000,67
238
Periferinin önemsiz, kendilerince etkiler gibi gözüken değerleri, sadece ihmal edilebilecek ufak tefek unsurlardır… İç
çamaşırlarının dizaynı dahi işaret ettiğimiz uygarlık değerleri
tarafından biçimlendirilen, sözde İslam’ı yaşadıkları iddiasında
bulunan kadınların başlarındaki paçavranın önemli olmaması
gibi… Hatta bu iddialı tipler, bu gibi bazı alıkoyucu duraklarda
yersiz zaman kaybettikleri için, dış etkilere daha açık hale gelmektedirler… Sözde başlarını örten o paçavra, ruhlarının çırılçıplak ortada teşhirinin mazereti olmaktadır… Stadyumlarda
spor müsabakalarında “Allah! Allah!” diye tempo tutulmakta!...
Sen de sözde tarikat erbabı olarak sözde tekkelerde ”Allah!” de,
veya “Yallah!” de… Emperyalizm için mahzuru yok! Yeter ki uyu
ve uyut! Sen ödül al, ödül dağıt! İnşaatla meşgul bir arkadaşım
anlatmıştı… Baktım, paydosta, okuması yazması olmayan, yani
üzerine formel eğitimin çirkefi sıçramamış, bir amele, tek başına
bir köşede duruyor... Sordum “Ne yapıyorsun Ahmet?“ Cevap:
“Kelime tekrarı yapıyorum!” Devam ettim hangi kelimeyi tekrar
ediyorsun?” İşte mantıkları dondurucu cevap: “Allah!” Bu saf
İslamî şuura ne kadar muhtacız? Bu İslam vakarı ile sarmalanmış
tevâzuâ ne kadar muhtacız? Bu örnekler bizde “acaba”? sorusunu
uyandırıyor… Acaba bu gördüğümüz, duyduğumuz şarlatanlar
dışında….? Sabah namazına kalktığında abdest alırken, “ibriğinin sesini komşun duyarsa namazın kabul edilmez” diyen şuura… İslam’a ne kadar muhtacız Allah’ım!
Aynı şekilde Çin mutfağı… Japon bilmem nesi… Afrika
müziğinden minnacık melodiler… On yıllarca yıl önce âcizâne
şöyle bir tespitte bulunmuştuk ki; bu gün dünden daha geçerli;
Bir gün Japonya, Amerika’yı geçerek dünyaya egemen olabilir,
fakat bu Amerikanlaşmış bir Japonya olacaktır.
Yani küreselleşme olgusunu bir gerçeklik olarak kabul etmek, onu onaylamak değildir. Nitekim küreselleşmeyi bir olgu
olarak kabul eden Giddens; bazılarının, küreselleşmenin bir
avuç insana refah sunarken, çoğunluğu sefalet ve umutsuzluğa
239
mahkûm ettiğini söylediklerini, aktardıktan sonra; “Gerçekten,
istatistikler son derece ürkütücüdür. Dünya nüfusunun en yoksul beşte birinin küresel gelirdeki payı 1989 ile 1998 yılları arasında yüzde 2.3’ten yüzde 1.4’e düşmüştür… Bunun, küresel bir
köyden (village) ziyade küresel bir yağmaya (pillage) benzediği
söylenebilir122” İşgücü- sermaye ilişkisini de şöyle temellendirir:
“Küresel hareketin yaptıkları işgücünün değil, sermayenin
yararına; yatırımların değil, para sermayesinin yararına olmuştur. Çünkü sermaye işgücünden, para sermayesiyse diğer bütün sermayelerden ve doğrudan yatırımdan daha hareketlidir.123”
Giddens; Küreselleşmenin etkilerinden bahsederken aile
üzerindeki tahribatına da işaret eder: “Çinlilerin boşanma oranları Batı ülkelerine kıyasla hâlâ düşüktür, ama son zamanlarda
hızlı bir artış sürecine girmiştir. (gelişmekte olan diğer Asya ülkelerinde de gözlenen bir eğilim) Çin şehirlerinde artık yalnızca
boşanmaya değil, evlenmeden birlikte yaşamaya da daha sık rastlanıyor.124” Giddens, önemli bir sosyolog olduğu için şu tespitine de dikkatinizi rica ediyorum: “Erkeklerle kadınların eşitsizliği
geleneksel ailenin doğasından gelen bir durumdu. Ben bunun
öneminin abartılmış olabileceğini düşünmüyorum. Avrupa’da
kadınlar kocalarının ya da babalarının mülküydü (yasada taşınır
mal olarak tarif ediliyorlardı.)125”
Giddens’e göre; evet, demokrasi yayılıyor ama uygulandığı
ülkelerde büyük hayal kırıklığı yaratıyor: “Çoğu batı ülkesinde
politikacılara duyulan güven son yıllarda oldukça düşmüştür.
Özellikle ABD’de çok az insan oy verme alışkanlığında istikrarlıdır. Parlamenter politikayla ilgilenmediğini ifade eden insanların
sayısı, özellikle genç kuşak arasında gün geçtikçe çoğalmakta122) Giddens, Ocak.2000, 27
123) Anthony239 Giddens, Modernliği Anlamlandırmak, S. Uyurkulak- M. Sağlam,
İstanbul, Alfa, 2001,
124) A.g.e.68
125) A.g.e.69
240
dır.126” Dedikten sonra çok ironik bir anekdot aktarır: {Britanya ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki demokrasinin birbiriyle
çelişen özellikleri vardır. Bir zamanlar ABD’ye giden bir yolcu,
Amerikalı arkadaşına merakla şu soruyu yöneltir: “Akşam yemeğine davet etmeyi aklınızdan bile geçirmediğiniz insanlar
tarafından yönetilmeye nasıl katlanabiliyorsunuz?” Amerikalı
hemen yanıtı yapıştırır: “Peki siz, kendinizi akşam yemeğine davet etmesini aklınızdan bile geçirmediğiniz insanlar tarafından
yönetilmeye nasıl katlanabiliyorsunuz?127”
Küreselleşmenin, de facto evrensel bir olgu haline geldiği günümüzde, hakkında çok ciddi, eleştiriler yapılmaktadır.
Richard FALK da birkaç kitapla bu tartışmaya dahil olmuştur.
Biz yazarın, 1999’da yazdığı Yırtıcı Küreselleşme’yi (Predatory
Globalization) örnek olarak seçtik… Ayrıca 2001 yılında yayınladığı Küreselleşme ve Din, ( Religion and Humane Global
Governance) isimli kitabına da kısaca başvuracağız… Richard
FALK, fikir namusuna sahip bir aydın olarak Siyonistlerin son
iki katliamında da tarafsız raporlar verdi: “Birleşmiş Milletler
insan hakları yetkilisi Richard Falk: “İsrail Gazze’de savaş suçu
işledi.128” Ve ikinci katliamda da: “Richard Falk: İsrail kasten sivilleri vuruyor… Yahudi asıllı BM Özel Raportörü, İsrail’in son
saldırılarda bir kez daha Filistinli sivilleri kasten hedef aldığını
söyledi…. … Richard Falk bir Yahudi olmasına rağmen, Sabra
ve Şatilla kamplarında Hıristiyan Falanjist ve Yahudilerin ortaklaşa gerçekleştirdiği katliamda, İsrail’i suçlayan bir BM raporu
kaleme aldığı için Siyonist Yahudilerin tepkisini çekmişti. Amerikan vatandaşı olan Falk, Yahudilerin ölüm tehditleri yüzünden
CIA koruması altında dolaşıyor.129
Kitab’ın “Türkçe Baskıya Önsöz” başlıklı giriş yazısında (Bugünkü iktisat gurusu Kemal Derviş) diye hitab ederek, ironik
126) A.g.e.87
127) A.g.e.84
128) Yakın Doğu Haber, sitesi, 23.03.2009
129)���������������������������������������������
Dünya Bülteni, Haber Merkezi. 13.Aralık.2012
241
bir göndermeden sonra, kişiliğine uygun bir tesbitle başlıyor:
“Türkiye (ve başka yerler) için umutlu bir geleceğe doğru
ilk hakiki adım, bunalımın temelde bir ekonomi meselesinden çok, bir ahlâk ve değerler meselesi olduğunun derinden
kavranmasıdır.130”
Bir kere şu tespiti ile Küreselleşmeyi doğru bir yörüngeye
oturtuyor: “Bilgi çağının teknolojik kabiliyetleri küreselleştirici
dinamiği içinde barındırmaktadır, ve hepimizin karşısına çıkan
mesele bu teknolojilerin piyasa kriterleri kadar ahlâkî kriterlere
göre de kullanılmasını sağlama yollarını bulmaktır.131”
Bazı Türkiyeli okur-yazar {Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa,
(bundan daha riyakârca bir ifade olamaz. Sanki insan hafızası,
kişiliğinden bağımsız bir gerçekliğe sahipmiş gibi, malum savunmada olduğu gibi. Suçüstü yakalanan hırsız kendini savunuyor
– Ben almadım, elim aldı!) 1960’lı yıllardan önce eğer milletvekillerinin İlkokul diploması dahi yoksa ‘okur-yazar’ notu düşülürdü.} takımının sandığı veya onlara sandırıldığı gibi; bir kere
daha tekraren ve teyiden hatırlatıyorum ki; “küreselleşme” birilerinin imal edip, birilerinin ülkelerinin üzerine ilaçlama uçakları
ile püskürttüğü zehirli bir gaz değildir. Küreselleşme kanaatimize göre; MÖ X Yüzyılda Antik Grek mitolojisi ile başlayan, başat olarak Avrupa potasında eritilerek bir kıvama ulaşan bir uygarlığın, Amerika Birleşik Devletleri’nde pragmatizmle gerdeğe
girmesinden sonra oluşan; her türlü değerin evrensel bir nitelik
kazanmasıdır. Amerikanizmin evrenselleşmesi!... Ekonomi, bu
değerlerin sadece bir bölümüdür. Ayrıca bu uygarlığın dış etkilenimlerini de mahfuz tutuyorum…
Verili durumu, gerçeği bilgi olarak kabul etmek, onu tasvip,
olumlama anlamına gelmez… Dünyada “diyabet“ diye bir hastalığın olduğunu kabul etmek, onun olumlandığı anlamına gelme130) Richard Falk, Yırtıcı Küreselleşme, çev. Ali Çaksu, İstanbul, Küre Yayınları,
2001, sh.XI
131) A.g.e. sh.9
242
diği gibi… Nitekim Falk, Thomas Schelling’ten şu satırları alır:
“Beşte birinin zengin, beşte dördünün de fakir olduğu bir dünyada yaşıyoruz; zenginler zengin ülkelere, fakirler de fakir ülkelere
ayrılmış, zenginler çoklukla açık tenli, fakirler ise esmer tenli;
fakirlerin çoğu genellikle okyanusların ayırdığı ve zenginlerden
uzaklarda bulunan ücra “vatan” larda yaşıyor.
Büyük çapta göç mümkün değil. Sistemli bir gelir dağılımı
hiç yok. Varlıklılar arasında da etnik çatışma olduğu halde, yoksullar arasındaki çatışma daha şiddetli ve yıkıcı.132” Ve kendisi
devam ediyor: “Zengin ve açık tenli ülkeler kesin bir askerî
üstünlüğe sahip olup, fakir ve koyu tenli ülkelere sık sık
askerî müdahalelerde bulunuyorlar.133”
Ayrıca anlam kaymasına uğratılan, özellikle sebeple sonucun
karıştırıldığı “laiklik” konusunda gerçeklere, felsefî konsepte uygun tespitlerde de bulunuyor: “Laiklik; akıl ve bilimin dinî
otoriteye karşı her türlü sorumluluktan ve onun denetiminden kurtarılması ve ferdin, tabii haklardan farklı olarak,
toplumsal olarak meydana getirilen hakların aslî kaynağı
olduğunun kuvvetle vurgulanması yoluyla kilise ve devletin birbirinden ayrılması biçiminde ifade edilir.134” Demek
ki burada bir zihniyet meselesi var ve zihniyet sonucunda kilise
ve devlet birbirinden zaten kendiliğinden ayrılacaktır… Yani şu
soruya verdiğiniz cevap sizin durduğunuz yeri, tutumunuzu
belirler: Aklınıza gelen her türlü meselede; siyasî, iktisadî,
hukukî, içtimaî, eğitim, sanat, en basit hayat pratikleri …v.b.
konularda otoritenin kaynağı hangi mercidir? Eğer otoritenin kaynağı insanî diyorsanız, laiksiniz! İlahî diyorsanız laik
değilsiniz! Dolayısıyla bir Müslüman laik olamaz!
“Ferd laik olmaz, devlet olur” gibi hayâsızca konstürüksiyonları bırakın! Laik olmayan bir ferd, kendi imanından fışkıran
132) A.g.e. sh. 17
133) A.g.e. sh. 17
134) A.g.e. sh. 56
243
ilahî emir ve yasakları devlete nakşetmeyecek mi? Eğer bir insan,
imanını; hayata ve devlete hâkim kılma mecburiyeti ve hasretini
mevcudiyetinin tek gayesi kabul etmiyorsa; bu nasıl bir imandır?
Hâşâ Allahü Zü-l-celâl Hazretleri’ni kandıracağınızı zannetmeyin!… Tamda bu noktada itikâdî bir arıza olduğunu düşünüyoruz! Siz; tevili, tahsisi mümkün olmayan, nesh edilmemiş muhkem bir ayet olan (Nur: 24 / 2) zina cezasını, ve had cezalarını
“devlet yönetiyorum” diyerek kaldıracaksınız!!!??? Bunu imanla
nasıl telif edeceksiniz? Bir insan küfre girerken boynuzları çıkmıyor! ”Bu ifade bir Müslümana yakışıyor mu?” diye merhamet
sömürüsüne tenezzül etmeyin, biz olsa olsa nezaket hatası yapıyoruz. Sizin yaptığınız hayâsızlık (Haya imandandır. Kütüb-i
Sitte: 17 / 582)
Ali Fuat Başgil’in bu ülkeye yaptığı en büyük ihanet ve kötülük, laikliği; din, vicdan hürriyeti ile bilerek veya bilmeyerek
karıştırması!… Ve bu galat-ı mantık bizim gibi yobazları135 yaralarken; ham yobaz, kaba softanın136 işine geldi!... Çünkü onlar
oportünist! Asırlardır yaptıkları bu! Hile-i şer’iyye! Allah bütün
Müslümanlara rahmet eylesin Ali Fuat Başgil’in de nasibi varsa
buyursun alsın!
Yalnız burada şu unutulmasın ki kısas kıyamete kalmaz! Yine
de biz bilmeyerek diyelim, küfre o kadar hizmet etti ki söz konusu kişi… Ve yine de yaranamadı… Sanırım 60’lı yıllarda, galiba 163. Maddeye muhalefetten ağır cezada yargılandı… Halen
gözümün önünde, mahkeme kapısında beklerken, avukatı sigara
135) “Hiçbir kınayıcının kınamasından korkmadan” ( Mâide Suresi: 5 / 54 ) Allahü
Zü’lcelâl Hazretleri ve Cenâb-ı Seyyidi’l- Beşer Efendimiz’in emir ve yasaklarını pazarlıksız kabul eden mü’min!…
136) Kınayıcıların kınamasından korkarak; Allahü Zü’lcelâl Hazretleri ve Cenâb-ı
Seyyidi’l- Beşer Efendimiz’in emir ve yasaklarını nefsâniyet ve enâniyet aynalarında
yansıdığı şekliyle kabul edenler… Haddizatında, ham yobaz ve kaba softa ile küfür
yobazı bir madalyonun iki yüzü gibidir…Tekfir konusundaki hassasiyetimiz “aynı”
demeye engeldir…Bir noktasından hafifçe kesilmiş bir çemberin iki ucu gibidirler…
Dıştan uzak gibi görünmesine rağmen, karşı tarafa atlamaları, sıçramaları çok kolaydır…
244
verdi, ağzına tersinden aldı, galiba derecesini bilmiyorum ama
görme güçlüğü vardı… Çok üzülmüştüm!.. Ben burada kesiyorum. Fakat bana ait yargıları eleştirmeden, lûtfen kitabı137 okuyun! Hiç değilse Beşinci Kısım, II. Bölümdeki, “İlim ve İslam”
başlıklı bölümün yedi sayfasını okuyun!
Çağrışımlar, çağrışımlar, bir mesele diğerini çağrıştırıyor! İhmal edemiyorsunuz!
‹Neşve tahsil ettiğin sagar da senden gamlıdır
Bir dokun bin ah işit kase-i fağfurdan›
Mustafa Âli Efendi (1541- 1600) Künhül Ahbar’ın müellifi
Zarif porselen kâseye hafif bir dokunuş, sonu gelmez ihtizazlara sebep olur…
Falk’ın yine sekülarite konusunda önemli yaklaşımları var:
{Sekülerizmi, “Aydınlanma mirası”, “modernite”, “akılcılık” ve
“Akıl Çağı” gibi akraba mefhumlardan çözüp ayırmak zordur.
Yaygın olarak kullanılan bu terimler çerçevesinde müşterek bir
dünyevîlik ve bilimsel metod anlayışı, aşkın ve kutsal olana dair
iddialar hakkında şüphe duygusu ve geleneğe bağlı kalmaya yönelik bir reddiye bulunmaktadır. Bunun yerine ilerlemeye, teknolojik icatlara ve Batı’nın üstünlüğü ve talihine dair bir inanç
mevcuttur.138” Ve can alıcı bir noktaya daha parmak basar: “Sekülarizmin kökleri, bilgiyi ve toplum idaresini mümkün
olan en üst derecede, bilimsel akılcılığın gayrı-dinî temelleri üzerine bina etme arzusunda yer alıyordu.139”
R. Falk; Türkiye hakkında da bilgi sahibi… ”Modern Türk
devletinin kurucusu ve onun daimî lideri Kemal Atatürk” dedikten sonra devam eder: “Onun için sekülerizm modernite137) Ali F. Başgil, Din ve Laiklik, İstanbul, Yağmur Yay. 1962
138) Richard Falk, Küreselleşme ve Din, çev. H. Tuncay Başoğlu, İstanbul, Küre Yayınları,2003, sh.43
139) A.g.e.44
245
nin anahtarı olarak görünmüştü; modernite de, refah ve kuvvete götüren yoldu. Türk muhitinde sekülerizm, dinî fikir ve
uygulamaların özel alana hapsedilmesi ve orada dahi dinî fikir
ve uygulamaların önceliğinin tehdit edilmesi anlamına gelmekteydi.140” dedikten sonra şöyle mühürler hükmü: {“Sekülerizm”,
Türkiye’de hâlihazırda esas itibarıyla, toplumun siyasî hayatından İslam’ın tesirini uzaklaştırmak için kullanılan bir şifre kelime
olarak iş görmektedir.141”}
Ve Falk şöyle der: “son olarak, küresel eğilimler ve gelecekteki düzenlemeler konusundaki yorumcular için, mevcut şartlar
anlamlı tahminleri destekleyecek türden bir anlayış ortaya çıkaramayacak derecede karmaşıktır.142”
Falk; nükleer ve bio-savaşın tehlikelerinden, insan türüne
yönelik en büyük tehdidin teknolojiden geldiğinden bahsederek, robot ordularının genetik olarak planlanmasından söz ettikten sonra, şöyle önemli ve kötümser bir öngörüde bulunur:
“Modern çağ Batı’da bir sona yaklaşmaktadır; yani, bilimin
ve araç aklın beşerî toplumun ilerlemesini temin edeceğine olan
güven, din ve ruhaniliğin esas itibarıyla lüzumsuz olduğu fikri ve
–siyasî sınırlar, egemenlik, teritoryal hakimiyet ve hukukun üstünlüğü gibi- seküler fikirlerin, insanın kaderi hakkında iyimser
olmak için sağlam zeminler sunacağı ümidi.143”
Kendisi de bir Yahudi olmasına rağmen, Yahudilerin
ölüm tehditleri yüzünden CİA korumasında gezen Falk,
Filistinlilerin mücadelesini şöyle değerlendiriyor: “Burada
1980’lerin sonlarında Filistinlilerin yürüttüğü hareket, ezici ve
çoğu kere vahşi bir kuvvetin desteğindeki İsrail şiddetine muhalefet etmenin bir yolunu bulmak üzere kararlı, ama kendiliğin140) A.g.e. sh.55
141) A.g.e. sh.57
142) Richard Falk, Yırtıcı Küreselleşme, çev. Ali Çaksu, İstanbul, Küre Yayınları,
2001, sh.242
143) Richard Falk, Küreselleşme ve Din, sh.124
246
den gelişen bir teşebbüsten doğdu… Birçok çocuğun da katıldığı silahsız Filistinliler, ağır silahlı İsrailli işgalcilerle alay ederek
ve onlara taş hatta kaya atarak işgalin gayri meşruluğunu ve zalimliğini daha önce olmadığı kadar açık bir şekilde ortaya koydular. İsyanın siyasî etkisi, bizzat İsrail’in içinde ihtilaflar meydana
getirmek ve derinleştirmek oldu; işgalin gerekçesi ve kabul edilebilirliğine dair birçok tartışmaya yol açtı144”
Biz kendi usûlümüzü takip ederek kitap isimleri ve muhtevalarından hareketle evrensel oluşumu hecelemeye çalışırken
Samul P. Huntington’un 2004 yılında yazdığı çok çarpıcı, hatta
bizim gibi insanlarda dahi, emperyalizmin geldiği noktada, muhatap olduğu çaresizlik ve acizlik dolayısıyla merhamet ve acıma
duygularımızı tahrik edici “Biz Kimiz? Amerika’nın Ulusal
Kimlik Arayışı” (Who Are We? The Challenges to America’s
National Identity) isimli kitabına rastlıyoruz yol üzerinde!...
Fakat Huntington deyince kısada olsa; Ekim 1992 yılında Washington’da American Enterprise Institute’deki Bradley
Konferansı’nda ifade edilen ve daha sonra tebliğ olarak sunulan, 1993’te yazıya dökülen, “Medeniyetler Çatışması mı?” (The
Clash of Civilization?”) ismiyle, Foreign Affairs isimli dergide
yayınlanan, 1996’da hacimli bir kitab haline gelen ”Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması” (The
Clash of Civilization and the Remaking of World Order ) isimli
kitabından söz etmeden geçilemez…
Her ne hikmetse, hatırlayacağınız üzere, Fukuyama da yazdığı aynı dergideki makalesinin başlığının sonuna “?“ işareti koymuştu, “Tarihin Sonu?” (The End of History?), fakat kitapta
başlıkta bir değişiklik yaparak “?“ işaretini kaldırmıştı… “Tarihin Sonu ve Son İnsan” (The End of History and the Last Man)
Aynı şekilde Huntington da makalesinin ismini ”Medeniyet
Çatışması mı?” (The Clash of Civilization?), koymuştu, Fakat
144) Richard Falk, Küreselleşme ve Din, sh. 186
247
kitabın ismi: “Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin
Yeniden Kurulması” (The Clash of Civilization and the Remaking of World Order) Böylece ifade sorudan, gerçeklik yargısına dönüşüyor… Dilin retorik gücünden yararlanmaya çalışıyor.
Sanırım her şeye rağmen Dergi elit bir tabakaya hitap edeceği
için, bir sorgulama imajı verilerek, bilimsel kılınmaya çalışılıyor… Ama kitaba çoklara, pek çoklara hitap edeceği için, daha
isimde onların iradelerine ipotek konuluyor!.. ”Tarihin Sonu ve
Son İnsan”… ”Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin
Yeniden Kurulması”… Sürüyü düşünme, sorgulama işkencesine mahkûm etmeyeceksiniz!... Hemen bir sıyrılma yolu bulur…
Hatta daha da tehlikelisi formalite icabı sözüm ona demokratik
(!) konsept gereği kendi hakkında, yüzüne söylenenlerde gerçeklik vehmetmeye başlar ve söylediklerinizi, sorgulamaya yeltenirse…. Siz düşünün! Atasözümüz ne kadar mükemmel ve
gerçekçi: “Kızı kendine bırakırsan ya davulcuya kaçar, ya da zurnacıya!”. Onun bütün entellektüel fakültelerini sürekli kontrol
altında tutacaksınız!
Huntington’un temel tezi: “Yirminci yüzyılın büyük siyasal
ideolojileri liberalizm, sosyalizm, anarşizm, korporatizm, Marksizm, komünizm, sosyal demokrasi, konservatizm, milliyetçilik145, faşizm ve Hıristiyan demokratlığı içermektedir. Bunların
hepsinin ortak bir yanı vardır: Bunlar Batı Medeniyetinin ürünleridirler. Başka hiçbir medeniyet önemli bir siyasal ideoloji yaratamamıştır. Buna karşılık Batı da temel bir din üretememiştir.
Dünyanın büyük dinlerinin hepsi Batılı olmayan medeniyetlerin
ürünleridirler ve çoğu Batı Medeniyetinden önce ortaya çıkmıştır. Dünya Batılı dönemin dışına çıktıkça, gecikmiş Batı Medeniyetinin tipik belirtisi olan ideolojiler gerilemiş, ideolojilerin yeri,
dinler ve kimlik ile bağlılığın diğer kültürel biçimleri tarafından
145) İslam’ı bir medeniyet olarak algılayan bir Müslüman için millet, din ve ümmet
aralarında nüanslar bulunan müteradif mefhumlardır. Dolayısıyla siz medeniyetinize
ait mefhumların içini bu kadar ucuzca feda ederek, gâvurca telakkilerle doldurursanız,
böyle anlam kaymalarına sebep olursunuz! Her uygarlığın kendi ürettiği kavramları
orijinal halleri ile almaktır doğru olan.. Nasyonalizm…
248
alınmıştır. Batı medeniyetinin tuhaf bir ürünü olan, din ve uluslararası politikanın birbirinden Westfalen ayrılığı son bulmaktadır, Edward Mortimer’in belirttiği gibi, din ‘uluslararası ilişkilere
daha fazla girmektedir.’ Günümüzde Batı’da ortaya çıkmış olan
medeniyet içi siyasal düşüncelerin çarpışması yerine, medeniyetler arasındaki din ve kültür çarpışması geçmiştir.146”
Huntington’un çatışmaya dayalı bu anlayışı; Edward Said’in
de işaret ettiği gibi147 B. Lewis’in 1990’da yazdığı “Müslüman
Öfkesinin Kökenleri” isimli yazısından mülhemdir. Fakat birçok sözde Müslümanım diyenlerin çarpık peygamber tasavvurları yerine, daha doğru bir algıyı şöyle ifade etmektedir: “Muhammed (Fahr-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem A.B. ) diğer din
kurucuları gibi, sadece bir peygamber ve öğretmen değil; aynı
zamanda devletin ve toplumun başı, kural koyucu ve komutandı.148”
Huntington; bu yeniçağın çirkin dünya görüşünü (Weltanschauung) çok güzel ifade eden İngiliz romancı, Michael
Dibdin’in (1947-2007) Ölü Göl (1994) romanının kahramanı
Venedikli nasyonalist demagogdan aktarır: ”Gerçek düşmanlar olmadan gerçek dostlar olamaz. Ne olmadığımızdan nefret etmediğimiz sürece, ne olduğumuzu sevemeyiz. (Belki daha
doğru bir tercüme: Biz olmayandan nefret etmezsek, biz olanı sevemeyiz. A.B.) Bunlar yüzyıldan fazla bir süredir devam
eden duygusal kesitten sonra büyük bir ıstırapla yeniden keşfettiğimiz eski gerçeklerdir. Bunları inkâr edenler ailesini, mirasını, kültürünü, doğuştan kazandığı haklarını ve hatta kendilerini
inkar etmektedirler. Bunlar kolayca affedilecek şeyler değildir.”
Bu satırları iktibas eden Huntington, hemen arkasından kendi
146) Samuel P. Huntington, Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden
Kurulması, Çev. Mehmet Turhan-Z. Cem Soydemir, İstanbul, Okyanus, 2004, sh.67
147) Edward Said, Oslo’dan Irak’a ve Yol Haritası, çev. Murat Uyurkulak, İstanbul,
Agora, 2005, sh. 133
148) ttp://www.theatlantic.com/magazine/archive/1990/09/the-roots-of-muslimrage/304643
249
yorumunu da ekler: “Bu eski gerçeklerde yatan talihsiz gerçekler bilim adamları ve devlet adamlarınca reddedilemez.
Kimliklerini arayan, etnik durumlarını yeniden keşfeden
halklar için düşmanlar olmazsa olmazdır. Potansiyel olarak
en tehlikeli düşmanlıklar dünyanın en büyük medeniyetleri
arasındaki fay çizgisinde yer almaktadır.149”
Huntington’a göre din yeniden canlanıyor (sah. 27) ve bütün
dünyada kökten dincilik yükselmektedir. (sah. 42) Yine Huntington ısrarla vurgular: “İslam kültürü, İslam ülkelerinin çoğunda demokrasinin ortaya çıkmasındaki başarısızlığı açıklayabilir.150” Başka kitaplarında da sık sık bu konuya yeniden
döner: “İslâmcı ve Konfüçyüsçü kültürlerin, demokratik
gelişme için aşılmaz engeller oluşturduğu düşünülebilir.151”
İslam’ın adam (!) olmasından, İslam’ın demokratikleşmesinden umudunu kesmesine rağmen, her nasılsa Huntington için
bir ümit ışığı birden fışkırır içinden, nihayet çözümü bulmuştur.
NPQ’ye verdiği bir mülakatta: “Demokrasi oyununu kuralları
içinde oynamak, aşırıları ılımlılaştırabilir.152” Yukarıdaki ve
aşağıdaki ifadeler (147, 148 ve 151 nolu dipnotlar) düşünülürse
bu mütalaanın çaresizlik ve ümitsizlik içinde inanılmadan, son
çözüm olarak, hipotetik bir tavsiye olduğu düşünülebilir. Ben
kötü kalpli olduğum için, bu son tavsiyeyi birilerine talimat olarak da anladım…. Onlar bu sonucu okuyarak, düşünerek çıkarmazlar, zaten buna gerek de yok, onlara anahtar teslimi, komprime, kısa, öz talimatlar verilir!…
Yukarıda arz ettim, ben çok kötü kalpliyim, öküz altında buzağı arıyorum… Bunu biliyorum ama yine de kendime mani
149) Huntington, 22
150) A.g.e., 27
151) S.P. Huntington, Üçüncü Dalga, Yirminci Yüzyıl Sonlarında Demokratlaşma,
çev. Ergun Özbudun, Türk Demokrasi Vakfı Yayınları, Ankara, 2002, s. 304 ( Orijinal
basım tarihi, 1991 )
152) S.F. Huntington, Medeniyetler Çatışması, Çev. Levent Cinemre, Ankara, vadi
Yay. 1995, sh.81
250
olamıyorum! Bu bir obsesyon! Anlamsızlığını, saçmalığını bildiğiniz halde zihninizden bir türlü atamadığınız düşünceler… Üstünüze sağlık, entelektüel şaşılık ve zihinsel renk körlüğü de var
bende! Eşya ve olayları sağlıklı (!) insanların gördüğünden farklı
görüyorum… Elifi görsem hep mertek sanıyorum… Yuvarlak
hesap üç yüz yıllık (1718’i baz alıyorum) Batılılaşma sürecinde
ne zaman bu tür tavsiyeler duysam aklıma şu âyet-i celiler gelir:
{Şeytan ona vesvese verip dedi ki: “Ey Âdem , sana ebedîlik ağacını ve sonu gelmez bir mülkü göstereyim mi?”, “İkisi de ondan
yediler. Hemen kendilerine ayıp yerleri görünüverdi. Cennetin yapraklarını yamayarak üstlerini örtmeye başladılar. Âdem,
Rabbinin emirlerine karşı geldi de şaşırdı.”… ve devam eder
122, 123, 124, 125, 126 ve 127; “Haddi aşıp Rabbinin âyetlerine
iman etmeyenleri de böylece cezalandırırız. Âhiret azabı ise
daha şiddetlidir153.” Arz ettiğim ve konu ile ilgili Âraf ve Bakara
suresi’ndeki âyetlerin tefsirlerini tefakkuhla okuyarak teemmül
ve tefekkür etmek lâzım….
Yalnız kör gözlerin bile gördüğü kaskatı bir gerçek var ki,
asırlardır sadece illüzyonlar, halüsinasyonlar, seraplar içinde
yaşayanların göremediği bir gerçek; insan suretine girmiş şeytanlar Ebedilik ağacı ve zeval bulmayacak devlet vaadi ile imanımızı alıyorlar…. Hikmete bakın ki madden ve manen çırılçıplak
kalıyoruz da haberimiz yok! Hâyâsızca bütün yükü kadınların
omuzlarına yıktık, onlarda meseleyi bir paçavra ile hallettiklerini sandılar veya öyle görünüyorlar!... Bir gün sözde erkeklerine
sormadılar: “Bu paçavranın parası nereden geliyor?” Çünkü onlarda kadınlarına kızlarına şeytan gibi Ebedilik ağacı (!) ve zeval
bulmayacak devlet (!) verdiler. Fakat şimdi kadınlarımız da para
kazanmaya başladı???? Soru işareti koyuyorum… Çünkü geleceği tahmin hem çok zor ve çok rahatsız edici!
153)��������������������������������������������������������������������������
Tâ-Hâ Suresi: 20 / 120-127 . Kurtubî… “{ Nihâyet şeytan onu fitledi:” Ey
Âdem, dedi, seni ebedilik ağacına, zeval bulmayacak bir devlete ( ulaşdırmaya ) delâlet
edeyim mi?} ( H. B. Çantay )
251
Ve belki fikir namusuna sahip bazı insanların yeniden durup
düşünmesine vesile olur iyimserliği, ümidi ve hayali içinde şu satırları da aktarmadan geçemeyeceğim: “ Batı için temel sorun
İslamcı kökten dincilik değildir. Bu sorun bizzat İslam’dır,
başka bir deyişle, halkı kültürlerinin üstünlüğüne kani olmuş ve güçlerinin azlığını takıntı haline getirmiş farklı bir
medeniyettir. İslam’ın sorunu ise, CIA veya ABD Savunma
Bakanlığı değil, ama Batı’dır; halkı, kültürlerinin evrenselliğine inanmış ve azalmakta olsa bile, üstün güçlerinin, kendilerine bu kültürü dünyaya yayma yükümlülüğünü dayattığına inanan farklı bir medeniyettir. Bunlar, İslam ve Batı
arasındaki çatışmayı körükleyen temel bileşenlerdir.154 “
Huntington söz konusu kitabı şu temel soru ile bitirir: “Modernleşme, genelde, Medeniyetin maddi düzeyini, dünyanın her
yerinde zenginleştirmiştir. Peki ama medeniyetin ahlâki ve kültürel boyutlarını da zenginleştirmiş midir? 155” Huntington’da
çekirdek halinde bulunan bu soru, 11 Eylül’le daha da büyüyerek sekiz yıl sonra kitap halinde somutlaşır: “Biz Kimiz?
Amerika’nın Ulusal Kimlik Arayışı” (Who Are We? The Challenges to America’s National Identity)
Huntington’a göre; Amerikan İç Savaşı’ndan (12 Nisan
1861-12 Nisan 1865) sonra Ulusal kimlik, diğer kimliklerden
üstün tutulur oldu. 1960’lı yıllarda alt milliyet, çifte milliyet ve
çok uluslu kimlikler, ulusal kimliği erozyona uğrattılar. 11 Eylül
olayları çarpıcı biçimde ulusal kimliği ön plana çıkardı ise de;
“Charles Street’te on yediye çıkmış olan bayrak sayısı Kasım
ayında on ikiye, Aralık ayında dokuza, Ocak ayında yediye ve
Mart ayında beşe düştü; saldırıların birinci yıldönümüne ulaşıldığında dört tane bayrak kalmıştı.156”
154) Huntington, Medeniyetler Çatışması ve Dünya düzeninin Yeniden Kurulması,
sh. 322
155) A.g.e. 483
156) Samuel P. Huntington, Biz Kimiz? Amerika’nın Ulusal Kimlik Arayışı, Aytül
Özer, İstanbul, CSA Global Yayın, 2004, s. 8
252
1998 yılında Amerika’da 91.225 seyircinin bulunduğu ABDMeksika takımları arasındaki maçta ABD Ulusal marşının seyirciler tarafından yuhalandığını ifadeden sonra, “Ulusal kimlik
krizi küresel bir fenomene dönüşmüş durumda.” diye ekler ve
“21. Yüzyıl bir din çağı olarak yükseliyor.157” tespitinde bulunur
Huntington.
Üçüncü Bölümde “Amerikan Kimliğinin Bileşenleri”ni tahlil
ederken, ilk yerleşimcilerin Amerika’yı; ırk, etnik köken, kültür
ve en önemlisi de din çerçevesinde tanımladıklarını söyler. Kızılderili kabilelerin öldürülerek Batı’ya sürüldüğünü (Sah. 40, 49,
54), Amerika’nın bir sömürge toplumu olduğunu (Sah. 41, 43)
Amerikalıların kendi inançlarına bağlı olmayan kişilere eziyet ettiklerini (Sah. 48), siyahları alt ve aşağı sınıfların insanları olarak
kabul ettiklerini söyledikten sonra: ”Ayrıca Amerikalılar ırklar
arsındaki nitel farklılıkların çevresel değil, daha çok doğuştan olduğuna inanıyorlardı.158” saptamasını yapar.159”
Şu çarpıcı ve veciz senteze ulaşır: {Özetle, “Amerikan Doktrini” ya da “Amerikan Ruhu” Protestanlığın Tanrı’sız biçimidir,
“Kilise ruhuna sahip bir ulus” un laik doktrinidir.160”
Amerikan Kimliğinin Karşı Karşıya Kaldığı Meydan Okumaları şöyle sıralar: Alt Kimliklerin Yükselişi, Çifte Kimlikler
ve Yurttaşlık Erozyonu, Meksikalı Göçü ve Hispanikleşme,
Amerika’yı Dünyayla Kaynaştırmak…. Ve temel sorun olarak:
{1980’li yıllarda Amerikalılar giderek daha fazla ve ezici çoğunlukla ahlâkî yozlaşmanın kanıtı olarak yorumlanabilecek sorunlara odaklanmaya başladılar: Daha önce kabul görmeyen cinsel
157) A.g.e.15
158) A.g.e. 55
159) Amerika’daki ırkçılık ve yerlilere yapılan zulümler konusunda bazı kaynakları
önceki bölümde vermiştik..
160) A.g.e.69
253
davranışlar, erken yaşta gebelik, tek ebeveynli aileler, artan boşanma oranları, yüksek suç oranları, yaygın uyuşturucu kullanımı, basında pornografi ve şiddet ve çalışkan vergi mükelleflerinin sağladığı sosyal yardım fonlarıyla çok sayıda insanın son
derece kolay bir yaşam sürmesi (Dikkat! Üzerinde dikkatle ve
derinliğine durmak gerekir. Neo-liberal konsept! İnsan tasavvuru? A.B.) … Egemen olan entelektüel eğilimin, hiçbir kesin
değer ya da ahlâkî ilkenin var olmadığına, her şeyin göreceli
olduğuna inandığı yolundaydı… Bu meydan okumalarla karşı
karşıya kalan Amerikalılar, Michael Sand’ın “daha anlamlı sosyal
yaşama duyulan belirsiz, ancak yaygın açlık” diye adlandırdığı
gereksinimi karşılamak için giderek dine ve dinsel kavramlara
dönüyordu…161}
Küreselleşen, köy haline gelen bir dünyada yukarıda saydığımız ahlakî yozlaşmanın kanıtlarının sadece Amerika ile sınırlı
kalmadığını, diğer ülkelerle aralarında nihayet birkaç yıllık fark
ve rötar olduğunu düşünmek gerekir… Her ülke kendi takvimini yapabilir… Eğer ülkenizin bir şehri finans merkezi oluyorsa,
muhafazakârlık yuvası olan masum dağlarınız, kayak yapmak
için gelecek turistleri ağırlamak için otellerle doluyorsa, siyasileriniz ve iş adamlarınız gelecek dövizleri hesap ederek ellerini
ovuşturuyorsa, projeksiyonlarınızı revize edebilirsiniz!
Amerikan ethosunu anlayabilmek için şu satırlara da derinliğine eğilmek, îmâl-i fikr etmek gerekir: “Amerikalılar bilimi
yalnızca hayatı kolaylaştırmak için uygularken, bilgili ve
edebî Avrupa, gerçeğin kaynaklarını keşfetmeye çalışıyordu… Amerikan halkını Yeni Dünya’nın ormanlarını keşfetmek üzere yola koyulmuş İngiliz halkının bir bölümü olarak,
İngiltere’de kalanları ise rahat bir ortamda tüm güçlerini aklın
imparatorluğunu her yönde geliştirmeye adamış insanlar olarak
değerlendiririm.162”
161) A.g.e. sh. 343
162) Alexis De Tocquevılle, Amerika’da Demokrasi, çev. İhsan Sezal-Fatoş Diber, Ankara, Yetkin Yay. 1994, s.135
254
Tamda bu noktada İslamî geleneğin eşya ve hadiselere karşı
tutumunu; sözgelişi astronomi konusundaki yaklaşımını “eşyanın hakikati”ni163 anlamak için bir gayret mi, yoksa sadece ibadetteki vakit hassasiyeti dolayısıyla pratik bir faaliyet mi olduğunu düşünmek gerekir!
Huntington kitabını insanı sisler arasında bırakan şu müphem satırlarla bitirir: “ Amerika dünyaya dönüşüyor. Dünya
Amerika’ya dönüşüyor. Ve Amerika, Amerika olarak kalıyor.
Kozmopolit mi? Emperyalist mi? Ulusal mı? Amerikalıların tercihleri, bir ulus olarak onların geleceğini biçimlendirecek ve bir
dünyanın geleceğini…164”
Lübnan’da doğan, kırk yıla yakın zamandan beri (1976)
Paris’te yaşayan, çok sayıda kitabı Türkçe’ye çevrilen, Amin Maalouf, 2009 yılında, yine dikkat çekici olan Çivisi Çıkmış Dünya (Le déréglement du monde) isimli eserini yazdı… Maalouf;
belli ki çok dolu, teklif tekellüf olmadan giriyor konuya kitabın
ilk sayfasında: “Pusulasız halde girdik yeni yüzyıla. -Daha ilk
aylardan başlayarak, dünyanın hepten çivisinden çıktığını
düşündüren kaygı verici olaylar meydana geliyor; üstelik
bunlar bir çok alanda birden gerçekleşiyor- entellektüel
dünyanın, finans dünyasının, iklimin, etiğin çivisi çıkmış
durumda… Ve türümüzün manevi yetersizliğinin eşiğine
varıp varmadığı sorgulanıyor yine165” Yazar kaygılarında aşırıya kaçmadığı inancı içinde bir nevi haykırıyor: {Ben tehlike
var diye bağırıyorum ve bu duyulsun istiyorum sadece; öncelikli
niyetim çağdaşlarımı, “yol arkadaşlarımı”, bindiğimiz geminin
artık dalgalı denizde akıntıya kapıldığına, yolunun, yönünün,
görüş alanının, pusulasının bulunmadığına ve batmasını engellemek için acilen bir atılım yapılması gerektiğine inandırmak için
163) Hz. Peygamber’in duasında geçen bir ibare. Kütüb-i Sitte, İbrahim Canan, Akçağ, Ankara, 1992, sh. 14 / 10
164) A.g.e. 366
165) Amin Maalouf, Çivisi Çıkmış Dünya, çev. Orçun Türkay, İstanbul, YKY, 2009,
11
255
ve işleri zamana bırakarak şu hızımızı korumamız yeterli olmayacak. Zaman müttefikimiz değil bizim, yargıcımız. Şu an zaten
cezamızın erteleme sürecini yaşıyoruz.166 “
Maalouf; Soğuk Savaş’ın on milyonlarca insanın hayatına
mal olduğunu ifadeden sonra: {Ne var ki dünya bu savaştan çıktığında “daha aşağı bir düzeyde” buldu kendini; yani bununla
demek istediğim, daha az evrenselliğe, daha az akılcılığa, daha
az laikliğe; kazanılan görüşlere karşı, miras aldığı aidiyetleri güçlendirmeye; dolayısıyla da daha az özgürce tartışmaya yöneldi.167” Maalouf, böylece nerdeyse uzun zamandan beri unutulan
bir olguyu tartışmaya açmaktadır. Niçin insanlık kendini “daha
aşağı bir düzeyde” buldu, Soğuk Savaştan sonra? Galiba önce
bir kaç kategoride ele almak lâzım sorunu… Önce tahlil, sonra terkib… Birinci, ikinci Dünya savaşı… Yalta Konferansı….
Demirperde’nin oluşumu… O dünya içinde yaşananlar…. Nihayet marjinal bir kitlenin dışında yaşanan hayal kırıklıkları…
Solan, sönen umutlar… Demirperde dışında Sovyet tatbikatından ümitli olanların, bir anda umutsuzluğu… Gerek Ortadoğu,
gerekse Latin Amerika’da devrimci kuşaklar arasında yaşanan
ciddi hayal kırıklıkları… Karşıtları oluşturan sözde hür dünyanın, hayal kırıklığı yaşayanlara sunacakları bir planlarının, projelerinin olmayışı… Tamda Demirperde’nin yıkılışı arifesinde
neo-liberal görüşler yaygınlık kazanmaya başladı… Keynesyen
modellerin gözden düşüşü ve neo-liberalizmin ivme kazanması
70’li yılların sonlarına doğru… 9 Kasım 1989 Berlin Duvarı’nın
yıkılışı, Ocak 1949’da Moskova’da kurulan, Demirperde’nin
Ekonomik Yardımlaşma Konseyi, COMECON’un 28 Haziran
1991’de; askeri birlik olan Varşova Paktı ise 1 Temmuz 1991’de
tasfiye edildi.
Bütün bu çalkantı içinde sözde hür dünya, evrensel bir teklif, evrensel bir mesaj üretemedi… İşi bir fatalizmle halletmeye
çalışmaları…. Nasıl olsa her zaman rasyonel tercihler yapan bir
166) A.g.e. sh. 12
167) A.g.e. sh. 21
256
Homo Economicus var “bırakınız yapsınlar, bırakınız gitsinler,
bırakın geçsinler!“ (Laissez faire, laissez aller, laissez passer) Nasıl olsa onlar şahsi menfaatleri için çalışırken Görünmeyen bir
el toplumun menfaatini de sağlar… İnsanların inancı ve imanını terk etmesini isteyen Batı uygarlığı, onlara sadece metafizik
inançları rasyonel bir paket halinde sunuyordu… Yani rasyonel
bir metafizik! Sahalar metafiziği!...
Amin Maalouf, diğer yazarlar ile ortak bir endişeyi, çevre
sorununu dil getirir ve: {Aralık 1952’de Londra’da , “smog”un smoke (duman) ile fog’dan (sis) türetilen bir sözcük- beş günde
on iki bin kişinin ölümüne yol açtığının unutulmamasını ister.168”
Maalouf kitle psikolojisi ile ilgili ince bir ilke yakalar: “Düşman güçler tarafından korunduğu düşünülen birinin meşruiyeti kabul edilmez ve giriştiği her iş değersiz görülür, ülkeyi modernleştirmek istiyorsa, halk modernleşmeye karşı
çıkar; kadınları özgürleştirmeyi hedefliyorsa, sokaklar protestocu çarşaflarla dolar.169”
Maalouf “Batı ülkelerinin, göçmenlerine karşı tutumu öyle
herhangi bir konu değil. Bana göre -sırf ben de bir göçmen olduğum için söylemiyorum bunu- çok temel bir sorun bu.” açıklamasını yapma ihtiyacını duyduktan sonra: “Açık açık ve sözlerimi tartarak yazıyorum: Yaşadığımız dönemin en büyük
savaşı, öncelikle bu konuda, göçmenler konusunda verilmeli; bu savaşın kazanılıp kazanılmayacağını bu belirleyecek.170” dedikten sonra ciddi bir soruna dikkat çeker: “Özellikle Batı ile Arap-İslam âlemi arasındaki kopma, son yıllarda
daha da ciddileşti, o kadar ki, şu anda aralarındaki ilişkinin
onarılması güç gözüküyor.171”
168) A.g.e. sh.57
169) A.g.e. sh.83
170) A.g.e. sh. 169
171) A.g.e. sh. 203
257
Bu kadar feryattan sonra Maalouf kendini Öğrenilmiş
Çaresizlik’le172, fatalizmin173 kör çukuruna fırlatır atar. Ayrıca
aydın tavrından da kuşkuya düşürür insanı… Niçin, nasıl böyle
bir tutumda karar kılar? Niçin emperyalizmin avukatlığına soyunur? Buyurun kararı siz verin: “Dünyanın Amerika’ya her zamankinden fazla ihtiyacı var, ama burada söz konusu olan, hem
dünyayla hem de kendisiyle uzlaşmış bir Amerika, dünya çapındaki rolünü -doğrulukla, hakkaniyetle, yüce gönüllülükle; hatta
incelikle, zarafetle- başkalarına ve başkalarının değerlerine saygı
çerçevesi içinde üslenen bir Amerika.174 “
Tekrar tekrar okuyup düşününce, beni ancak tatmin eden bir
deyim türettim: Fanatik fatalizm!... Maalouf ’un dilek ve temennileri gerçek dünyada nasıl karşılık bulacak? Yumurtaları kırmadan omlet yapmak! Emperyalizmin yapısına aykırı… (fıtrat?)
Biz bu gâvurlara dua edemeyeceğimize göre175, birileri kiliselerde mum yaksınlar!... Bu aradığınız özellikler hiçbir zaman emperyalist bir devlette olmaz, olduğu zamanda emperyalizmden
vazgeçmiş demektir. Yapısı gereği her imparatorluk emperyalisttir, tek istinası Osmanlı İmparatorluğu!
Dünyanın gündemini işgal eden ve eğer başka bir bahane ile
ikame edilmezse daha uzun zaman işgal etmeye aday bir konuyu;
John L. ESPOSITO’nun 1999’da yazdığı hacimli bir kitap olan
İslam Tehdidi Efsanesi (The İslamic Threat: Myth or Reality?),
ile tartışacağız… Kitabın asıl ismi hipotetik, Türkçe isimlendirme biraz yanlış… ”Yazar Türkçe söylese idi nasıl söylerdi?“ man172) Martin E.P. Seligman, Learned Helplessness
173) Özellikle kavramı olduğu gibi kullanıyorum. Çünkü yanlış anlamalara sebeb
olabilir. Felsefe terminolojine göre; Fatalizmle, kadere iman aynı değildir. Fatalizm,
evrenin bütünüyle aşkın bir güç tarafından planlandığını ve irade-i cüz’iyye’nin bunun
değiştiremeyeceğine inanan negatif bir pasifizmdir. Kanaatimize göre; derinliğine,
bir konunun muhasebesini yaptıktan sonra pasif bir tutumu seçmek positif bir
passifizmdir.
174) A.g.e. sh. 214
175) Çünkü biz sadece hidayete ermeleri, İslam ile müşerref olmaları için dua ederiz!
258
tığı ile hareket edersek ki, doğru olan da budur çevirilerde, şöyle
derdi herhalde; İslam Tehdidi: Efsane veya Gerçek?…
İslam ve terör çok netameli, karmaşık ve derin bir konu; kitaplık değil, kütüphanelik bir çalışmaya ihtiyaç var… Fakat biz
usûlümüze sadık kalarak John L. Esposito’dan hareketle, muhtasar bir yaklaşımla, konuyu temellendirmeye ve değerlendirmeye çalışacağız… Fakat bu konunun derinliğine tespit ve teşhis
edilebilmesi için en azından şu yazarların yaklaşımlarının analizi
gerekir: Benjamin R. Barber, Samuel P. Huntington, Bernard Lewis, Giller Kepel, Olivier Roy, Edward W. Said, John L. Esposito,
Thomas L. Friedman, Francis Fukuyama, Noam Chomsky; hatta
İsrail’deki Post-Siyonist Hareket ve Revizyonistler, Yeni Tarihçiler v.b. Burada konunun anlaşılabilmesine yardımcı olabilmek
için şöyle basit bir sınıflama ve açıklama yapılabilir: İslamı siyasî
ve askerî tehdid olarak görenler, başta Bernard Lewis ve Samuel
P. Huntington; Siyasal İslamın gerilediğini savunanlar, Giller
Kepel ve Oliever Roy; Küreselleşmenin demokrasi için bir
tehdittir ve İslam’ın amacı da küreselleşmektir, dolayısıyla
İslam’ın demokrasi için benzer bir tehdit olduğunu savunan, Benjamin R. Barber; İslam’ın oryantalist bir yaklaşımla
yanlış değerlendirildiğini savunan Edward W. Said; İslam’a
oryantalist pencereden farklı bir yaklaşım içinde olan John
L. Esposıto, fikir namusunun görkemli bir timsali olan Noam
Chomsky… Ve evrensel tarihî süreci kavrayabilmek için; 1990’lı
yıllardan itibaren İsrail Üniversitelerinde canlı ve sürükleyici bir
tartışmaya sebep olan “Post-Siyonizm” ve “Revizyonistler” veya
“Yeni Tarihçiler” olarak bilinen ve “Siyonizm’in sömürgeci bir
hareket olarak değerlendirilebilmesini sağlayan176 “ akımları ve
özellikle başta Ilan Pappe ve Tom Segev gibi yazarları incelemek
lâzım….
“Müslümanım!” diyen bir kişinin konuyu, “İslam ve Terör”
meselesini, bir Müslüman gibi değerlendirebilmesi, temellen176) Ilan Pappe, Modern Filistin Tarihi, çev. Nuri Plümer, Ankara, Phoenix, 2007,
sh.368
259
direbilmesi ve çözebilmesi için de, ilk olarak hiçbir kınayıcının kınamasına aldırmadan {“Ey iman edenler! Sizden kim
dininden dönerse, (şunu iyi bilsin:) Allah öyle bir kavim
getirecek ki, Allah onları sevecek, onlar da Allah’ı sevecekler. Mü’minlere karşı alçak gönüllü; kâfirlere karşı şiddetli
olacaklar. Allah yolunda cihad edecekler ve kimsenin, hiçbir
kınayıcının kınamasından korkmayacaklar (dil uzatanın levminden korkmazlar. Elmalılı.. 2 / 1709 ). İşte bu, Allah’ın
bir ihsanıdır ki Onu dilediğine verir. Allah ihsanı bol olan
(her şeyi) çok iyi bilendir.177” Hikmetini anlamaya çalışması lâzım. Teenni içinde tefekkür ve taakkul lâzım… Haddizatında murad-ı ilahiyeyi biraz anlayabilmek için 51-75.
Ayetlerin özellikle tefsirlerini okumak lâzım. “hiçbir kınayıcının kınamasından korkmayacaklar”ı takiben, ürperten
şöyle bir açıklama geliyor: “Zamanın musibetlerinden korkan münafıklardan farklıdırlar178”diyor tefsir. Ve aynı konu
ile ilgili şöyle bir tefsir daha var ki tüylerimiz diken diken
oluyor: “Onlar cihad ederlerken hâlleri münafıkların haline benzemez, çünkü onlar (münafıklar. A.B.) Müslümanların ordusunda çıkarken, Yahudi dostlarının kınamasından
korkarlar; onlar tarafından kınanacak bir hareket yapmak
istemezler.”179 Allahü ekber! Allahü ekber! Ama bu Allah’ın
bir lûtfu ve ihsanıdır!!! ???}, Müslümanlığından utanmadan
İslam vakar ve haysiyeti, izzeti içinde “Elhamdülillah ben Müslümanım!” diyebilen bir imana nail olması, tefahhus, teemmülle hareket etmesi, bir entelektüel fikir namusunu içselleştirmiş
olması gerekir… ”Değişimin Sınırları” bölümünde bu konuya
tekrar döneceğiz. Fakat bir noktaya temas etmeden de geçemiyoruz:
“Savaştan önce Resulüllah’ı rüyamda görmüştüm. Tebessüm ediyordu. Sevinçli bir hali vardı. Savaştan sonra
tekrar gördüm. Başının üzerinde Scud füzeleri uçuyordu.
177) Maide: 5 / 54
178) Kurtubî, 6 / 287
179) Beydavî: 2 / 56
260
O füzeler çocukları öldürüyordu. Bu sebepten dolayı çok
üzülmüştü, hatta bu sebepten saçları ağarmıştı. Vallahi saçları ağarmıştı.180” diyen bir Fetullah Gülen’in bu konuya nasıl
yaklaşmasını beklersiniz? Irak işgalinde milyondan fazla insan hayatını kaybetti binlerce masumun ırz u namusu pây-mâl
oldu, İslam’ın mukaddesleri ayaklar altında kaldı, Ebu Gureyb’i
unutmayın!… “Ve nasıl bugün Amerikan bombalarının bahtsız
Afgan sivillerini vurmasına karşı tepkiler her kesimden yükseliyorsa, 1990’ların başında da, Bağdat’ta vurulan hastaneler, evler,
hemen her gün dünya kamuoyunun vicdanını sızlatmıştı..181”,
“İşgalciler İslam kültür mirasını, geçmiş uygarlıklara ait eserleri
talan ettiler, yok ettiler 182”
Peki, İsrail’deki tahribat: “Saddam, İsrail’e 39 Scud füzesi
attı. Bu füzeler 2 kişinin ölümüne sebep oldu183” ve “ Aynı
zamanda bu füzeler Saddam Hüseyin tarafından Körfez
Savaşı’nda İsrail’e karşı kullanılmışsa da psikolojik tesir dışında etkili olmamıştı.184” İşte tam da bu anda insan yaşadığı iç
oluşumları, ruhundaki intifayı kelimelere emanet edemiyor! İçimizde yaşadığımız bin bir sınırsız ve sayısız intiba, izlenim, fakat
kelimeler sayılı!... İnsan? İnsan? İnsan?
Ama şu satırları İslam izzet, hâyâ ve haysiyetine sahip insanları biraz daha üzmek, hatta kahretmek pahasını dikkatinize arz
ediyorum… Ebu Gureyb’den gönderilen bir mektup dolayısıyla yazılan yazının başlığı: “Tecavüz kurbanı Iraklı kadınların
çığlığı: Allah için bizleri öldürün!” Evet, pis, çirkef dolu bedenlerinden başka mukaddesleri olmayanlar bu satırları anla180) https://www.google.com.tr/#hl=tr&tbo=d&output=search&sclient=p
sy-ab&q Ve….http://www.tesbihat.asia/joomla/index.php/fethullah-guelen/
yalanlar/74-rueyalar-ve-fetullah.html
181) Mehmet Barlas, Yeni Şafak, Değişime Fazla Hazır Değiliz, 8.Kasım.2001
182) İbrahim Karagül, Yüzyıllık Kuşatma, İstanbul, Fide Yay.2005, sh.111
183) 28 Haziran 2004 / İBRAHIM DOĞAN --AKSİYON----http://www.aksiyon.
com.tr/aksiyon/haber-9373-32-al-tank-ihalesini-ver-israil-vizesini.html
184)Dicle Üniversitesi---- http://www.haberabone.com/gundem/scud-fuzeleriturkiyeye-yoneldi-h38981.html
261
yamazlar, “Eğer kalbinizde, ruhunuzda bir zerre insanlık,
haysiyet, onur ve şerefi varsa, birleşin ve bu hapishaneye
saldırın. Gelin ve kurtarın bizi! Elinize geçen bütün silahlarla bu hapishaneye saldırın! Hem onları hem bizleri öldürün! Biz çoktan ölmeye razıyız. Burayı yerle bir edin! Size
yalvarıyoruz; gelin ve kurtarın bizleri! Size, ailelerimize ve
ülkemize daha fazla utanç vermemek için ölmek istiyoruz!
Bizi öldürün! Size yalvarıyorum; Allah için bizleri, Amerikalıları ve onların piçlerini öldürün! Allah rızası için size
yalvarıyoruz….185”
Evet, kelimeler bitti! Bitti kelimeler! Bırakın Müslümanlığı,
insanlık bitti!.. Fakat biz hakkımızı helal etmiyoruz… Fetullah
Gülen ve ona bu fikrî temeli hazırlayan Said Nursi’yi Allahü Zül-celâl Hazretleri’ne havale ediyoruz… Bizim, Rabbimiz Celle
Celâlühu Hazretleri’nden başka sahibimiz yok, başvuracağımız,
yardım isteyeceğimiz bir merci yok! Onların sahipleri o kadar
fazla ki… Bu iki şahsın, bir halk tabiri ile niçin gönüllerinin
gâvura aktığı konusu, bizim için çok ciddi bir sorun! Toplumsal
bilinçaltlarının Arkeolojik bir Çözümlemeye ihtiyaçları var!...
İkinci olarak; emperyalizmi tanımadan hiçbir sorunu çözemezsiniz! Hiçbir isabetli teşhiste bulunamazsınız... Ama biz
böyle bir teşebbüse girişmeyeceğiz… Sadece karanlıklara zayıf
bir ışık tutmakla yetineceğiz: {Sovyetler Birliği Devlet Başkanı
Mikhail Gorbaçov’un başdanışmanlarından Georgiy Arbatov
1987 yılında Amerikalılara şu uyarıda bulunuyordu: “Sizin için
gerçekten korkunç bir şey yapıyoruz -sizi bir düşmandan yoksun bırakıyoruz… Sovyetlerin çöküşü Amerikan kimliğiyle ilgili sorunlara yol açtı. İ.Ö. 84 yılında Roma son ciddi düşmanı
Mithradates’i yendiğinde Sulla şu soruyu sormuştu: “Artık evrenin bize sunacak düşmanı kalmadığına göre, Cumhuriyetin yazgısı ne olacak? 186} Artık Saddam’ı Kuveyt’e ABD’nin saldırttığını biliyoruz. Ondan sonra Bush bir haçlı seferi başlattı. Bugün
185) Karagül, sh.310
186) S.P. Huntington, Biz Kimiz? sh. 258
262
yalan ve düzmece olduğu kesin olarak ortaya çıkan sahte argümanlarla Irak’ı işgal etti…
John L. Esposito’ya geçmeden önce şu soru ile hesaplaşmamız kaçınılmaz bir zarurettir: Savaş, çatışma, kriz, bunalım; Emperyalizm ve siyonizmin ontolojik bir özelliği midir? Yapılan entellektüel faaliyetlerin tümü de bir algı inşâ faaliyeti midir? Algı
oluşturma, algı yönetme… Yukardan aşağı doğru akan suyun
başında kurt, alt tarafta da kuzu… Kurt diyor ki: “Kuzu kardeş!
Sen benim suyumu bulandırıyorsun!”, Kuzu telaş içinde: “Yapma kurt kardeş! Sen yukarda, ben aşağıda, senin suyunu nasıl
bulandırırım?“ Kurt yüzündeki maskeye atıyor: “Aşağıda da olsan, yukarda da olsan fark etmez, ben seni yiyeceğim!” Biz savaş
ve çatışmanın emperyalizmin varlık şartı olduğuna inanıyoruz.
Dolayısıyla her türlü aktivite; diyalog, ittifak; Batı karşıtı her gücün kendinden taviz vermesi ile ve neticede emperyalizme hizmetle sonuçlanır. Hele taraflardan biri İslam olursa; yavaş yavaş,
bir sath-ı mailde, saba rüzgârlarının bayıltıcı hoş serinliğinin refakatinde küfre doğru yelken açar!
Abant Platformu sitesinde; “Georgetown Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler ve İslam Çalışmaları Bölümü Öğretim
Üyesi. John L. Esposito, “İslam’ın terörü reddettiğini batı
göremiyor” dedi. Alıntıdan sonra şöyle bir iktibasla devam ediyor: “İnsanlar aslında dirsek dirseğe yaşıyorlar ama geçmişte dirseklerimizin zaman zaman birbirlerine şiddetle çarptıkları da bir
gerçek. Fakat bizim İsa›mızın doğumundan 2000 yıl sonra ve
onların Muhammed’lerinin doğumundan 1400 yıldan fazla
bir zaman sonra şu soru sorulabilir mi: Acaba bütün bunlar bir daha tekrarlanmak zorunda mıdır? Yani dünya barışını kaosa sürükleyen ve bir devlet içinde de yaşanabilen
terörün, diğer dünya ülkelerini de derinden sarstığı gerçeği
az dikkate alınacak bir durum mudur? İslam’ın şiddeti hoş
görmediği, terörizme karşı savaşı, ilgili devlet hükümetlerinin çok sıkı tedbirleri ve terörist olmasından şüphelenilen
263
kişileri sorgulaması dünya siyasi arenasında özellikle de
Batı dünyasında bilinilmesi gereken bir gerçektir. Böylece
siyasi uzlaşının da yükselişi gerçekleşmiş olacaktır.187” Özellikle alıntıyı uzun tuttum, anlam kaymasına meydan vermemek
için. Birincisi en ılımlı John L. Esposito’ya göre de bizim-onların ötekileştirmesi, sınıflaması duruyor. İkincisi, defalarca
okumama rağmen tam anlayamadım! O süreç içinde yapılanlar
(en hafif bir kavramsallaştırma ile) anlamsız eylemlerdi, şimdi
o hataları tekrarlamayalım! Yani bizim Fahr-i Kâinat efendimizin yaptığı… Veya bizimkilerle, onlarınkiler şahsî ihtiraslarına
egemen olamadıkları için, saçma sapan sebeplerle birbirlerinin
dirseklerine şiddetle çarpmışlar! Onlar bir çocukluk yapmış,
biz akıllı uslu insanlarız aynı hataları tekrarlamayalım! Ama O
günün şartları yeniden ortaya çıkarsa, yine dirseklerin birbirine şiddetle çarpmasından “Müslümanım!” diyen kim kaçınabilir?…
Üçüncü olarak; Bütün mesele medeniyet meselesi… ve
onun en önemli unsuru olan dil…. Analitik filozoflardan Ludwig Wittgenstein’ın şu ünlü tesbitine dikkat: “Dilimin sınırları,
dünyamın sınırları demektir.188” Önce dilimiz istedikleri gibi
manipüle ediliyor, inşâ ediliyor… Her kavram bir şişedir, içi boşaltılıp, temizleniyor, arkasından istedikleri mayi ile, istedikleri
kıvamda dolduruluyor. Böylece dilimizin sınırları, zihnimizin
sınırları ve dünyamızın sınırları evrenin egemenleri tarafından çizilmiş oluyor. Biz kendimizin düşündüğünü sanıyoruz, hâlbuki biz birilerinin oluşturduğu kavramlarla egemenlerin tayin ettiği sınırlar içinde kekeliyoruz. Onun için bu kuşdili,
bu kısıtlı kavramlar, benim özgün dünyamı, tasavvur dünyamı
tercüme edemiyor… ”Düşünme “ karşılığı uzun zamandır işlenmemesine rağmen, lisanımızdaki kavramlar, nüanslarla: Teemmül, teemmülât-ı amîka, tefehhüm, tefekkür, tezekkür, tedebbür,
187) 25.ağustos.2007, Ceyda Sünbül, Abant Platformu, http://www.kadip.org.tr/
Haberler/Detay/1028/
188) Ludwig Wittgenstein, Tractatus Logıco-Phılosophıcus, çev. Oruç Aruoba, YKY,
İstanbul, 1996, sh.131
264
tefakkuh… Geçen gün televizyonda divan edebiyatına vakıf bir
zat, bir kelimeye karşılık, onbeş Osmanlıca kelime saydı…
Sıradan insan günlük dilde en fazla 150-200 kelime ile konuşur. Ama biraz sıranın dışına çıkan insana dar geliyor bu sözlük,
lügat istiyor o… ”Lûgat, bir isim ver bana halimden” Kavramlar
zihnimize giydirilen deli gömleğidir, beynimize vurulan kelepçelerdir!..
Nitekim söz konusu yazar ve bütün Batılı yazarlar, sömürge
valisi (sömürgeleştirilmiş zihin dünyamızın valisi) olarak hiçbir
tanım vermeden sürekli “terör”den bahsediyor... Sudan bir tanım
bulursunuz ararsanız… Kişi veya grupların fikirlerini tedhiş, zor
yoluyla kabul ettirmeye çalışmaları… Peki, siz II. Dünya Savaşı
veya sol jargonda olduğu gibi, yabana atılamayacak kavramsallaştırma ile II. Paylaşım Savaşı sonrasında, dünyayı paylaşacaksınız. BM, IMF, Dünya Bankası ve GATT’ı kuracaksınız. Kendinize göre bir sistem speküle edeceksiniz… Onu, tüm dünyaya
kutsal, mistik, metafizik, sihirli bir güce sahip düşünceler gibi
takdim ederek, herkesin bunlara inanmasını ve uygulamasını isteyeceksiniz. Önce suhûletle, dirençle karşılaşırsanız çakallarınız vasıtasıyla.189 Sonu savaşa çıkar… Binlerce ton bomba… O
zaman temel soru şu, kaç kişi katlederseniz terör tanımına girer?
II. Dünya Savaşı birkaç yüz milyon, Vietnam milyondan fazla,
Irak milyondan fazla, Afganistan birkaç yüz bin, Suriye henüz
yüz bini aşamadı, şanınıza yaraşır mı? Filistin? Bosna? Filipinler?
Yazar dilin duygusal anlam yükünden istifade ile “Seküler
ve İslâmcı, karşılaştığım Müslümanların çoğunluğu……190”
diyor… Maalesef Müslümanlarda analitik ve soyut düşünme
alışkanlığı (yeteneği demiyorum) olmadığı için kolayca dilin
olumlu veya olumsuz duygusal yükü altında eziliyorlar. Böylece
189) John Perkins, Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları, çev. Murat Kayı, April, Ankara,
2006, sh.21
190) John L. Esposıto, İslam Tehdidi Efsanesi, Ö. Baldık- A. Köse-T. Küçükcan, Ufuk,
İstanbul, sh.10
265
yeni bir kavramlar dünyası ve anlamlar evrenine esir oluyorlar.
(Kavramlar Dünyası, Anlamlar Evreni. Hangisi önce? ) Hâlbuki
önce kavram analizi… Seküler ne demektir? İslâm ne demektir? Müslüman ne demektir? Ondan sonra asıl soruya geliyoruz:
Seküler Müslüman olur mu? Plastikten yapılmış bir maket ne
kadar ev ise, seküler de o kadar Müslümandır… Laik, Müslüman? Yukarıdaki mantığın aynısı burada da geçerlidir. Biat,
seçim? Vakıf, foundation?
“-cı /-ci, -cu / -cü İsimden isim ve sıfat türeten ek: Kapı-cı,
köfte-ci, türkü-cü, balık-çı, simitçi191” Bir mesleğe aidiyet ifade
ediyor… Süleyman Nazif ’e atfedilen ironik bir tesbit var ki: “Nasıl her leblebici leblebi değilse, her Türkçü de Türk değildir”…
Hele bundan sonra “İslamcı“ bana çok yaralayıcı geliyor… Kaldı
ki bu İslamcılık tartışmalarını çok anlamsız buluyorum. Çünkü
bana ortada bir yorum farkı değil de, itikâdî bir mesele varmış
gibi geliyor… Her şeyden önce iman!
Bu terör ve İslam konusunu bir Müslüman gibi değerlendirebilmek için en azından üç unsur arz ettim! Bunların ışığında
Esposito’ya dönüyorum:
John L. Esposito bize rüşvet-i kelam gibi gelen şöyle bir tespitte bulunuyor: “Geçmişte olduğu gibi bugün de dinî aşırılık
bir tehlike, ancak bu sadece bir dinle sınırlı veya dinin özünde
olan bir durum değildir192” Dinî aşırılık ne demektir? Kitap boyunca ve diğer kitaplarında net değildir yazar… Şöyle bir tanım
veriyor: “İlk olarak, temel inançlara ya da dinin temellerine geri
dönmeyi isteyenler fundamentalist (köktenci) olarak adlandırılabilir. Dar anlamda bu, Kur’an’ı harfi harfine Allah’ın kelamı ve
Peygamber Muhammed’in sünnetini hayat için ahlaki bir model olarak kabul eden Müslümanların tümünü içerir193” Bundan
sonra yaptığı açıklamalar konuyu bulanıklaştırır.
191)��������������������������������������������������
Türkçe Sözlük, H.��������������������������������
Eren, TDK, Ankara, 1998, sh.256
192) John L. Esposıto, 28
193) A.g.e. sh. 41
266
Yazarın İslam hakkında çok isabetli tespitleri de var: “Kur’an
mesajı, yürürlükteki sosyo-politik ve dinî düzene bir meydan
okumaydı… Allah’a ve Peygamberine itaat, din kardeşliği, fakirlere zekât ve baskılara karşı mücadele (cihad) emredildi. Kur’an
fakirlerin, yetimlerin ve kadınların sömürülmesini kınadı…194”
Ve devam eder: “Sonuçta hem peygamber, hem de toplum lideri oldu. İslam hiçbir zaman kutsal ile dünyevî, din ile toplum
ve birey ile toplum arasında keskin bir bölünme öngörmedi…
Peygamber, toplum tarihinin dinamiklerine hem yön, hem
de cevap veren vahyi aldı ve aktardı… Eğer İslâm Allah’ın iradesine itaat anlamına geliyorsa, Müslüman da itaat eden, yani
Allah’ın iradesini hem ferdî hem de toplumsal hayatta takip edip
hayata geçiren kimsedir.195”
Cihad hakkında şayan-ı dikkat, hatta bazı Müslümanlar için
çok öğretici, rahatsız edici ve sarsıcı olan şu tespitlerde bulunur:
{Son olarak “cihad “ İslam’ın yayılması ve savunulması için mücadele etmek anlamına gelir. Tıpkı Peygamber örneğinin din
ve devletin potada eritilmesi noktasında bir paradigma ve
temel sunması gibi, onun eylemleri de toplum ve dünyayı ıslah etme çabasında İslâmî hareketlerin tümü için bir örneklik teşkil eder. Bu dünya, müminler ve kâfirler, Allah dostları ve
Allah düşmanları yahut Şeytan’ın takipçileri arasında bir savaş
alanıdır. Karşılıklı bir savaştır bu: “İnananlar Allah yolunda savaşırlar; kâfirler de putların yolunda. Öyleyse sen Şeytanların
dostlarına karşı savaş.” (4:76 )196 İslâm toplumunun misyonu,
İslâm hakimiyetini ve bölgesini küresel ölçekte genişletmektir; aynen Muhammed ve Ashâbının tebliğ, diplomasi
ve savaş yoluyla İslâm hakimiyetini yayması ve “savunması“
gibi. İslâm hukukunun şart koştuğu üzere müşriklere, dinden
çıkanlara (mürted) ve Müslüman idaresini reddeden ve Müslü194) A.g.e. sh. 72
195) A.g.e. sh. 73
196) Farklı bir meal: “ İman edenler Allah yolunda harb ederler. Küfr edenler de şeytan yolunda savaşırlar. Öyle ise o şeytanın dostlarıyla döğüşün. Şüphesiz ki şeytanın
hıylekârlığı zaifdir.” ( Nisâ Suresi: 4 / 76, A. Davutoğlu
267
man toprağına saldıran Ehl-i Kitaba karşı savaşmak, her Müslümanın yükümlülüğüdür. Savaşta ölmek imana ve Allah’a şahitlik
etmenin en yüksek biçimidir.197}
Yukarıdaki İslam’ı doğru anlayan ve anlatan bilgilerden sonra, bu bilgiler ve zihniyet dünyası ile kabil-i telif olması mümkün olmayan şu satırlar geliyor: “Batılılaşma ve laikleşme olarak
modernleşme, esas olarak, küçük bir azınlık olan toplumun elit
kesimini koruyan ve destekleyen bir ölçekte kaldı. Daha önemlisi, süreçlerin ve kurumların laikleşmesi, sorun yaşanmadan
zihinlerin ve kültürlerin laikleşmesine çevrilemedi. Müslüman
ülkelerde belli bir azınlık Batı laik dünya görüşünü kabul eder
ve uygularken, nüfusun çoğunluğu laik bakış değerleri içselleştiremedi.198”
Yukarıda John L. Esposito’dan uzunca yaptığımız iktibaslar, hiç değilse bilgi bazındaki anlayış, bir kere daha tezekkür ve
teemmül edilirse; bir Müslümanın laik bakış açısını nasıl içselleştirebileceği merak konusu olur haliyle! Kendi içinde çelişkili.
Böyle bir içselleştirme bir oportünizm (pragmatizm, tamamen
farklı anlamlar taşıyan bir felsefî ekol) değil mi? Sonra kaldı ki,
biz Yazarla son teşhislerinde ittifak halinde değiliz. Yazar; hiç endişe etmesin Türkiyeli Müslümanlar Batı laik dünya görüşünü
anlamasalar da, tam manasıyla, içtenlikle (“ihlâs” mefhumunu
özellikle kullanmıyorum) içselleştirdiler ve bütün İslâm dünyasına dizileri, okulları, karıları, kızlarıyla elbirliği halinde başarılı
bir biçimde ihraç ediyorlar… Bugün insanlar doğumlarından
ölümlerine kadar Batı laik dünya görüşü ’ne göre yaşıyorlar… Batı laik dünya görüşü ‘ne göre ana rahmine düşer, doğar,
beslenir, eğitilir, ilmek ilmek kişiliği örülür, kazanır, harcar, yaşar,
mirasını bölüşür, evlenir, aile sahibi olur ve ölür… Defnedilir.
Yaşantısı içinde zaman zaman görülen, ışıldayan iman ve ibâdet
tezahürleri, Batı’nın yükselen değerlerinin haddesinden geçerek
inanç ve ritüel haline gelmişlerdir insanların çoğunda…
197)John L. Esposıto, 78
198) A.g.e. sh. 44
268
John L. Esposito; Cemaleddin Afganî (1838-1897); Muhammed Abduh (1849-1905), Kasım Emin (1863-1908), Muhammed İkbal (1875-1938) ve Taha Hüseyin (1889-1973) gibi
İslâmî Modernist olarak nitelediği kişileri son tahlilde olumlar ve
bir nevi İslam âlemine örnek gösterir… ”Ulema ve onların gerici İslâm yorumlarına eleştirel yaklaşan Afganî, bir yenilenme
ve değişim mesajı vaz etti.” Buradaki “Ulema ve onların gerici
İslâm yorumları” tespitine özellikle XVI. Asrın ortalarından
günümüze kadar sınırlamasını koyduktan sonra, körü körüne
karşı çıkmak doğru değildir. Çünkü bu yargı kaskatı bir gerçeğin
ifadesidir. Ama söz konusu kişilerin çözümüne gelince: “Avrupa
ve onun modernite ölçütüne bir cevap olarak formüle edilen
bu mesaj, daha çok “Protestan İslâm” gibi bir şeydi.199”
Yazar Muhammed İkbal (1875-1938)’i mübalağalı bir biçimde övdükten sonra,
“Düşüncelerinin reformist
boyutu ve Batı düşüncesine açıklığı” tespitini de ifade eder ve
arkasından; {Afganî gibi İkbal de, Hıristiyanlığın yapmış olduğu türden bir İslâmî reformasyon ihtiyacından bahsetti:
“Biz bugün Avrupa’daki Protestan Reformasyonu’na benzer bir
dönemden geçmekteyiz ve Luther hareketinin ortaya çıkışı ve
sonuçlarının öğrettiği dersleri göz ardı etmemeliyiz.” 200} Nitekim Muhammed İkbal’in zihniyet dünyasını temsil bakımından
örnekler vermek istiyorum: “Aslında, dinî tecrübe, aklî ve
mantıkî yanı da ağır basan bir duygu halidir.201” Yola buradan çıkılınca gelinecek noktaya sadece bir örnek : “Cennet ile
cehennem herhangi bir yerin adı değil, ego’nun çeşitli durumlarıdır. ..Hayat birdir ve süreklidir… Diğer yandan,
cennet, ölüm ve felaket güçlerine zafer kazanma sevincinin
adıdır.202” Münih’te felsefe doktorası yapan İkbal’in şu satırları, felsefî konsepti hakkında bizleri şüpheye düşürecek unsurlar
199) A.g.e. sh. 114
200) A.g.e. sh. 119
201) Muhammed İkbal, İslamda dini düşüncenin yniden doğuşu, çev. Ahmet Asrar,
İstanbul, Bir Yay. 1984, sh.47
202) Muhammed İkbal, sh.169
269
içermektedir: “İlmî ve dinî ameliyeler bir bakıma paraleldirler. İkisi de gerçekten aynı dünyanın ayrı ayrı ifadeleridir.203” Ayrıca Cavidnâme’deki şu satırları, şer’î hassasiyeti hakkında şüphe doğuruyor:
Üçüncü şahid , Cenab-ı hakkın şuurudur
O halde kendini Cenab-ı hakkın ışığında gör
Eğer bu ışığın karşısında hiç sarsılmadan durabilirsen
Kendini Tanrı kadar canlı ve ebedi bil.
Yalnız bizim bu eleştirimizi, sanat hakkındaki şu yaklaşımımız ışığında değerlendirmek gerekir:
Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış;
Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış… ( 1939 )
Necip Fazıl…
Yani biz sanat adına bir takım şer’î ölçülerin örselenmesini
katiyen doğru bulmuyoruz…
John L. Esposito gibi İslam’a cepheden hücum etmeyen,
İslam’ı doğrudan doğruya hedef almayan, aşağılamayan kişilerin
ince bir oyun (trick) içinde olduklarını düşünüyoruz… İslam
hakkında objektif sayılabilecek bilgiler veriyorlar. Ben bir casusluktan bahsetmiyorum, samimiyetle kafalarındakini söylemiyorlar… Hep amiyane tabirle kafalarının arkasında farklı düşünceler var… Burada “takiyye” kavramı kullanılabilir mi? Belki…
Benim önemli bulduğum ve âcizane tespit ettiğim, buradaki
oynanan ince oyun, algı yönetimiyle şuurlarda İslam’ın bir kült
olarak idrak edilmesini, algılanmasını sağlamak…. Önce biz
kült kavramının analizini yapalım: “Antropolojik anlamıyla bir
kült, bir grubun yerel bir tanrıya ilişkin inançlar ve pratikler bütününü, tapınmasını anlatır.204” Ve şu kontekslerde kullanılır:
“İlkellerdeki kült-dernekleri205”, “İnandıktepe: Eski Hitit çağın203) A.g.e. sh. 259
204) Gordon Marshall, sosyoloji Sözlüğü, sh. 441
205) İnsan ve Kültür, Bozkurt Güvenç, İstanbul, Remzi kitabevi, 1994, sh.233
270
da önemli bir kült merkezi”, şu “Anadolu’nun Neolitik206 Sanatı”
başlıklı yazıda daha net anlaşılabilir Kült kavramı: “Bu kült anlayışına göre topraktaki kötüleri temsil eden Titanlar tarafından
yok edildiğine ve sonra yeniden canlanarak doğduğuna inanılan
Dionysos… Bu tür bir kült anlayışı farklı zamanlarda farklı
kültürlerde her zaman karşımıza çıkmaktadır.207”
Antropoloji terminolojisine göre kült; davranış biçimleri demektir…. Bu tanım “kültür” kavramı için de geçerlidir… Peki,
eşanlamlı kavramlar mı? Hayır, çünkü arada çok küçük gibi gözüken, çok büyük bir fark vardır… ”Her şeyi tutan“ bir fark…
İman sınırını tayin eden bir fark!... Kültür insanoğlunun canlı,
halen bizzat yaşadığı değerlerini ve davranış örüntülerini ifade
ederken; kült ise, yüzyıllar önce insanların kültür olarak bir zamanlar yaşadığı, fakat bir nevi müzeye kaldırdığı değerleri ifade
eder. Bir nevi kurutulan gül veya yapraklar gibi… Kült haline
gelmiş değerleri, nesneleri; kutsayabilirsiniz, saygı gösterebilirsiniz, bazı ritüellere dahi konu olabilir, Zümrüdüanka kuşu gibi
adı var kendi yok, hayallerinizi süsleyebilir… Fakat hayatiyetleri
yok; artık insanların iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış algılarını oluşturamazlar… Bazı kültler uzun zaman, bir şekilde hayatiyetlerini muhafaza ettirebilirler, kültürlerin içine sızabilirler…
Ama bir şartla; canlı, yaşanan kültürün ana parametrelerine aykırı olmamak şartı ile… Yükselen değerlere aykırı olmamak kaydıyla… Hatta yeni hayat tarzını teyid ve takyid eden kültler toplumun birlik ve beraberliğinin sembolü olarak, gereğinden fazla
hürmete muhatap olabilirler. Ne zaman ki yeniyi engellemeye
teşebbüs etti, boğulup atılırlar bir köşeye…
İşte anlaşılacağı üzere bahsettiğimiz ve benim “Kurnaz Oryantalizm= Şarkiyatçılık” olarak (şimdilik) kavramsallaştırdığım, oryantalistlerin amacı İslam’ı kült haline getirmek… Dinin
mistik, metafizik, okültik, biçimsel ritüellerine istediğiniz kadar
saygı gösterebilirsiniz… İslam’ı PDR (Psikolojik Danışmanlık
206) Yeni Taş Devri, onbin yıl sürmüş, Bozkurt Güvenç, 148
207) Tahsin Kimyonok, http://www.universite-toplum.org/text.php3?id=236
271
ve Rehberlik) ve Aile Danışmanlığı formatında istediğiniz gibi
kullanabilirsiniz. (Özellikle “kullanma” kavramını vurguluyorum, metalaştırmayı sezdirmek için) Kandil gecelerini ihya
(!) edebilirsiniz. Aşure günlerinde hiçbir mahremiyet kuralına
uymadan konu komşuya dindarlığınızın nişânesi ve ilânı olarak
aşure dağıtabilirsiniz. Kurban ve şeker Bayramlarınızı geçerli
kurallara göre kutlayabilirsiniz! Reel fenomenlerin sizi veya
çevrenizi terk ettiği anda transandantal varlığa özellikle sesli
biçimde yalvarabilirsiniz (Dua?). Komşunuzun kızı üniversite sınavına girecek, o modern bayanın kazanması için, bilmem
kaç kişi, bilmem kaç kere, bilmem ne okuyabilirsiniz! (okültist
yaklaşım!) Ticaretinizin başarılı olması için hayvanlar kesebilirsiniz.. (Kurban?), paralar dağıtabilirsiniz (Zekât?) Mevlana veya
benzer şahsiyetleri onlara ait olmayan sözlerle “turist terliği“
haline getirdikten sonra istediğiniz şekilde anabilirsiniz… Reklamlarda olduğu gibi Suudî Arabistan Seyahatleri yapabilirsiniz.
(Umre, hac?)
Hâsılı garbzedelik serbest: {İranlı düşünür Celal Ahmed’in
1960’larda garbiyatçılık literatürüne katkısı ‘garbzedelik’
(İng. Westoxification) terimi, yani Batı kültürünün İran kültürünü (Sadece İran mı? A.B.) zehirlemesi kavramı olmuştu. Ahmed şöyle diyordu: “Garbzedelik hastalığından veremden söz eder gibi söz ediyorum. Fakat belki bu hastalık
daha çok buğday biti istilasına benziyor. Onların buğdaya
içeriden nasıl saldırdıklarını gördünüz mü? Kabuk dokunulmadan kalır. Sadece bir kabuk (...) Tıpkı bir ağacın üstündeki içi boş bir koza gibi. Her neyse ben bir hastalıktan
bahsediyorum: Kendisinden çabuk etkilenilen bir çevrede
çabucak yayılan bir hastalıktan.”208}
Şarkiyatçılık Batılı olmayan bütün dünyayı; akademik çalışmalar, politik arşivler, dinî ve felsefî araştırmalar, dil ve
208) Ayşe Hür, Garbiyatcılık: Frenkistan’ın Frankaştaynı, Taraf, 05.08.2011
272
tarih incelemeleri yoluyla anlamak ve istismar etmektir …
“Şarkiyatçılık, sömürgeciliğin keşif koludur.”
“Şarkiyatçılığın özü Batı’nın üstünlüğü ile Şark’ın aşağılığı arasındaki silinemez ayrılık..209” Peki Batı’nın bu faaliyeti ne zaman başlamıştır? {Hristiyan Batı’da resmî biçimiyle
şarkiyatçılığın 1312’de Viyana’da toplanan Kilise Şurası’nın
“Paris, Oxford, Bologna, Avignon ve Salamanca” Üniversitelerinde “Arapça, Yunanca, İbranice ve Süryanice” kürsülerinin kurulmasının kararlaştırılmasıyla birlikte başladığı kabul edilir210”
Bu noktada ecdadımıza sormamız gerekmez mi? Gâvur;
toplumları istismar etmek için böyle gayret sarf ederken, siz hiç
değilse onların şerrinden korunmak için onları tanımaya çalışmalı değil mi idiniz? Hiç değilse Ümmet-i Muhammed’i gâvur
şerrinden korumak için… Geçmişe taabbüd yok! Geçmişe taabbüd yok! Ecdada tapınma yok! Ecdada tapınma yok! Farkına
varmadan Ataya Tapma Kültü’nün imanımıza sızmasına izin
vermemeliyiz! Halk irfanı; belki de ümmet ferâseti şu ifadeyi
bir atasözü halinde formülize etmiştir: “Dedesi ekşi elma yemiş,
torununun dişi kamaşmış!”…. Yüzyılların vebali boynunuzda ve
boynumuzda!...
Oryantalizm, Şarkiyatçılık uyumuyor… E. Said’in kitabından özenle seçtiğim kısa alıntıyı bir kere daha okuyun lûtfen!
Bizim “Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri” ve bu bölümde
anlatmaya çalıştığımız: Batı entellektüel yaratıcılığını kaybetti!
Teknoloji, maddî zenginlik önemli değil! Merhum Üstad, İdeolocya Örgüsü’nde “Bugünkü Dünya” başlığı altında şu dehşetengiz tespitte bulunur: “Cihan, şu veya bu kıymetin değil de
bizzat kıymet ölçüsünün çivili bulunduğu can evinden, ruhundan hastadır.211” Batı, eski cazibesini, ruhlara saldığı murakabesiz ve muhasebesiz gâvur hayranlığının eridiğini, buharlaş209) Edward W. Said, Şarkıyatcılık, çev. Berna Ülner, İstanbul, Metis Yay., 1999, sh.51
210) A.g.e. sh. 59
211) Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, İstanbul, b.d. Yay. 1986, sh.78
273
tığını anlıyor. Kitle iletişim araçları, seyahatler, çeşitli sebeplerle
göçler…. Din Kompradorları da zor durumda!...
Bugün OCCİDENTALİZM = GARBİYATÇILIK diye bir
akım doğdu. “Batı’nın düşmanlarınca insanlık dışı resmedilişine biz Garbiyatçılık diyoruz212” Artık Batı dışı dünyaya eski
oryantalist bakış açısı antipatik geliyor… Onun için bazıları “iyi
polis”i oynamak zorunda kaldılar… Daha önce de ifade ettiğimiz
gibi yaldızı kazıyınca alttan gerçek suratları fışkırıyor. Yukarda şu
ifadeyi kullandım “Din Kompradorları” ….Komprador; iktisaden az gelişmiş ülkelerde, gelişmiş ülke şirketleri ile anlaşarak
ülkesinin yer altı, yerüstü zenginliklerini emperyalizme peşkeş
çeken işbirlikçi, demektir… ”Ayrıca 16. Yüzyılda Batı Afrika
kıyılarında esir tacirlerine, köle olarak kullanılmak üzere, diğer
zencileri satan zenci aracılara komprador adı verilmiştir.213”
Din Kompradorları ifadesi ile aidiyet ifade ettiği dini damıtarak,
yükselen değerlere göre uygun veya benzer gibi olanları alan, ıslahı (!) kabil olanları bir takım muamelelerden geçirdikten sonra sterilize eden, olmayanları tasfiye eden tipi kastediyoruz…
Burada söz konusu olan sadece maddî çıkar değildir… Onunla
birlikte güç, iktidar, tahakküm! Bu tip sözde tarikatçıdır, sözde
cemaatçidir, sözde Ehl-i Sünnete bağlıdır…
Buraya kadar çağdaş evrensel süreci, bu konjonktür muvacehesinde, İslam alemi ve Türkiye’nin de içinde bulunduğu durumu tespit ve tasvir etmeye çalıştım…. Çok kısa sayılabilecek bu
kadarı dahi, hayatını şuurlu bir şekilde yaşayan, biraz okuyan, biraz düşünen, muhakeme eden ortalama bir XXI yüzyıl insanının,
hatta dünya küresel bir köy olduğu için XXI yüzyıl vatandaşının
(Modern anlamda da vatan? Kaldı mı?) konuyu ciddiyetle araştırması, gerektiği kanaatini uyandırdığını sanıyoruz.
212) Ian Buruma-Avıshaı Margalit, Garbiyatcılık, çev. Güven Turan, İstanbul, YKY,
2008, sh.12
213) Ekonomi Sözlüğü, 474
274
Bu kadarının dahi belirli bir seviye tutturabilen her insan
için, bu konunun ciddiyetle araştırmaya değer olduğu kanaatini uyandırdığını sanıyoruz. Yalnız burada bazı şüpheleri ortadan
kaldırabilmek için bir noktanın açıklanması ihtiyacı içindeyiz ki;
o da nasıl ki bir uygarlık çadır kurar gibi kurulmazsa, aynı
şekilde çadır yıkılır gibi de yıkılmaz. Bir uygarlığın kuruluşu,
asırlarca süren bir oluşum, bir sentezle gerçekleşmekte. Daha
sonra da bu uygarlık şu veya bu sebeple yaratıcılık özelliğini
kaybetmekte, böylece kendi kendini tekrar felaketine düşmekte,
bunun sonucunda da uygarlık için geriye sayma başlamaktadır.
Bu söylenenlerden de anlaşılacağı üzere, bir uygarlığın çökmesi
uzun bir süreç içinde gerçekleşmektedir. Kaldı ki yıkılırken dahi
uygarlık sürekli şekilde kendini yenileme hamlesi de yapmaktadır, ama mutlaka bu hamleler kaçınılmaz sonu geciktirmektedir
ancak. Bir Ortaçağ İslam uygarlığının ne kadar uzun bir zaman
dilimi içinde yıkıldığı göz önüne alınırsa söylediklerimize hak
verilir.
Nitekim İngiltere’de l984’te ortaya çıkan işçilerle polisin çatışmasında, bir kaç işçi ölmüştü. Chantebury’de yetmiş küsur
yaşlarında bir bayan panik içinde bize “ben bu ülkede bir polisin
bir insan dövdüğünü şimdiye kadar görmedim” diyordu. Fırtınayı getiren ufak esintiler değil mi?
Çöküş içinde bulunan bir uygarlığı meydana getiren ana değerlerin analizi ve bunlardan hangisinin yeni zaman ve mekân
için yeterli olmadığının teşhisi, söz konusu çözülüşün sebeplerini ve istenen, özlenen uygarlığın özelliklerini başarı ile ortaya
koyabilir. Aynı zamanda da bu tür eleştirel bir bakış açısı sağlıklı
bir çözüm bulma imkânını da sağlar.
Yalnız konumuz doğrudan doğruya Batı uygarlığının tahlili
olmadığı için; biz onu meydana getiren temel faktörleri en genel anlamıyla ele alacağız. Bu bakımdan Batı uygarlığını üç temel
faktöre indirgeyen görüş basit, fakat oldukça gerçekçi ve sağlıklı
275
bir açıdan bakmakta probleme. Bu görüşe göre, çok karmaşık bir
oluşum sonucu ortaya çıkan Batı uygarlığı, Antik Yunan dünyasının felsefî mirası, Roma›nın metod anlayışı, Hıristiyan ahlakının ve dinsel değerlerinin bileşimi sonucu oluşmuş bir uygarlıktır.
Şimdi bu faktörlerden her birine kısaca eleştirisel açıdan bir
göz atalım. Böylece uygarlığı meydana getiren faktörlerden hangisinin misyonunu yerine getiremediğini tespit etme imkânını
elde etmiş oluruz.
İlahî vahiyden mahrum Antik Yunan dünyası tabiattan insana, oradan da sistematik problemlere başını vura vura gelmiştir.
Başka bir açıdan bakıldığında Antik Yunan dünyası kesin doğruya inançtan kalkarak, her türlü doğrudan şüpheye varabilecek
bir kararsızlıkta gezinmiş, daha sonra da bu iki dönemi telif etme
gayreti içinde sistemleştirmeyi denemiş; fakat kanaatimizce
bunu başaramamış bir dönem. Dolayısıyla Batı uygarlığının
devrettiği miras, çözümlenmiş yanları ile değil de, ortaya
koyduğu problemleri açısından önemli. Önemi çözümlediklerinde değil, ortaya koyduğu problemlerinden gelmektedir. Belki de antik Yunan dünyası insan için mümkün problemlerden birçoğunu gündeme getirmiştir ve aynı problemler
asırlar boyu hep yeniden ele alınarak çözümlenmeye çalışılmış,
fakat her felsefî problemin kaderinde olduğu gibi bunlar da çözümlenmeden kalmıştır.
Roma ise orijinal bir felsefeye sahip olamamasına rağmen
-çünkü Roma, Antik Yunan felsefesinin bir çeşit tekrarından ibarettir- hukuk anlayışı ve nizam fikri ile Batı uygarlığının temel
direklerinden biri olmuştur. Seneca›nın çizmemde bir çivi eksik
olsa Roma medeniyetini eksik sayarım düşüncesinin, Batı uygarlığı üzerinde büyük etkisi olduğunu söylemek mübalağa olmasa
gerektir.
276
Hıristiyanlık ise Batı uygarlığının ahlak ve duygu yanının
oluşmasında tek etken olmuştur diyebiliriz. Öyle ki Batı uygarlığının kültür ürünleri sadece Hıristiyanlığın ve ona karşı çıkışların bir toplamından ibarettir. Çünkü Batı düşünce tarihi l4. Asra
kadar devam eden dönemde (ancilla theologıe) halinde yalnızca
Antik çağın araçları, metotları ile Hıristiyan inançlarını temellendirmeye uğraşmıştır. Dolayısıyla bu dönemde ortaya çıkan
bütün kültür ürünleri Hıristiyanlığın damgasını taşımaktadır.
Fakat bu dönem sonunda Rönesans’la birlikte çeşitli dozajlarda Hıristiyanlığa karşı bir başkaldırma başlamıştır. Bu karşı oluş
hareketi zaman zaman, doğrudan doğruya radikal bir biçimde
Hıristiyanlığa toslama biçiminde ortaya çıktığı kadar -ki örneğin
pozitivizm ve aydınlanma felsefesi- zaman zaman da bazı yenilemeler ve düzenlemeler yapma şeklinde ortaya çıkmıştır.
Böylece karmaşık bir etkileşim sonucu «Batı uygarlığı» dediğimiz değerler sistemi oluşmuştur. Yukarıda sözünü ettiğimiz
bu üç faktörün bileşiminden meydana gelen uygarlığın ana unsurları olan kültür ve tekniği ayrı ayrı tartışmak gerekir. Burada
özellikle bir noktayı vurgulamalıyız ki o da kültür ve tekniğin bir
biri ile olan ilişkisi ve etkileşimi konusunun ayrıca tartışmaya
muhtaç olduğudur. Fakat biz burada bu konunun tartışmasına
girmeyerek Toynbee›yi izleyip “kültürle teknik arasında zorunlu bir korelasyon olmadığı” noktasından hareket ediyoruz.
Bu açıdan bakınca bir çeşit Yunan aklı ve Roma metodunun ürünü olan Batı tekniği insanı hayrette bırakın harikulade gelişmeler
kaydetmiştir. Son elli yılda Batı tekniğindeki patlama belki de
insanlığın başlangıcından o güne kadarki gelişime eş. Hatta insanoğlunun meydana getirdiği teknik gelişim kendisini bile aştı,
emri altına aldı. Şüphesiz bundan sonraki teknik gelişimin hangi
çaplara ulaşabileceği hakkında açık ve seçik bir tahmin yürütmekten uzağız. Biz sadece burada Batı uygarlığı çerçevesindeki
baş döndürücü teknik gelişimin çapını bir oranda vurgulamak
istiyoruz.
277
Probleme bu açıdan bakınca uygarlıkları meydana getiren
faktörlerden biri olan tekniğin, Batı uygarlığı açısından düşünülürse geri, yetersiz olduğunu söyleyemeyiz. O halde Batı uygarlığının ana direklerinden biri olan teknik; sağlam, hatta çok “mükemmel”, gereğinden fazla gelişerek çağını bile aşmış. O zaman
çöküş içinde olduğunu söylediğimiz Batı uygarlığının tüm zaafı,
çöküş sebepleri kültürel değerleri ve büyük çapta bu değerlerin
etkisinde gelişip, oluşan siyasi, iktisadi, toplumsal, ruhsal, sanatsal her türlü değerler sistemi artık yetmemektedir. Aynı zamanda da bu eksiklik Antik Yunandan devralınan felsefi mirastan da
gelmektedir. Kültürel değişim, teknik patlamaya paralel bir
gelişim gösteremeyince; kemik sistemi kaslara oranla çok
fazla gelişen çocuklarda olduğu gibi uygarlıklarda da derece
derece sıkıntılar, bunalımlar ortaya çıkmaktadır. O zaman
biz Batı kültürünün eksiğini ve açmazlarını tespit etmekle özlenen uygarlığın özelliklerini tespit edebiliriz.
Batı insanının Bunalımı
Şurası bir gerçektir ki Batı uygarlığı şimdiye kadar gelip geçen
dünya üzerindeki birçok uygarlıktan sadece biridir. Batı uygarlığı
dünya uygarlıklarının ne ilki ne de sonuncusudur. Ama yan tutmadan itiraf etmek zorundayız ki; Batı uygarlığı alanı bakımından en geniş ve zaman bakımından en uzun olan bir uygarlıktır.
Bu noktada; Batılı insanın bunalımına geçmeden önce «Batı
uygarlığı» ve «Batı insanı» kavramlarından ne anladığımızı
ortaya koymak zorundayız. Klasik anlamıyla Batı uygarlığı belirli bir coğrafi bölge üzerinde daha önce saydığımız Yunan aklı,
Roma nizamı ve Hıristiyan ahlakı sentezinden (belki toplamı
daha doğru) doğan bir değerler sistemidir. Batılı insan da bu
coğrafi bölge üzerinde doğan ve anılan değerler sistemi içinde
yetişen insandır. Fakat biz bugün bu kavramların kapsamlarının
zaman boyutu içinde gelişerek daha zengin anlamlar kazandığı
kanaatindeyiz. Çünkü en yaygın olma özelliğine sahip olan Batı
278
uygarlığı, hemen hemen yeryüzünün her tarafına bulaşıcı bir
hastalık gibi yayılmış, herkes ona imkânları içinde nispet iddiasındadır. Aynı zamanda bu ülkelerin aydın sayılanları arasında
da korkunç bir sızma ve yayılma imkânı bulmaktadır. Dolayısıyla
Batı uygarlığının olumlu ve olumsuz yanları hem klasik anlamdaki Batı ve Batılı insanı etkilerken; hem de derece derece tüm
dünyayı ve insanları etkilemektedir. Belki de Dostoyevski›nin
Rusya için söylediğini, bütün Batılılaşma çabasındaki ülkeler
için genelleştirebiliriz. «Ve birçokların pek çokları gibi, Avrupalı
olmaya, aydınlanarak değil ahlakını yitirerek başlamıştı. Evet, bu
şekilde ahlakını yitirmek, birçok kere bizce Rusları Avrupalılaştırmanın en emin yolu olarak görülmüştür.» diyor, ondan sonra da Batı uygarlığının geleceği hakkındaki düşüncelerini şöyle
dile getiriyor: «Sizin o Avrupa’nız genel, evrensel ve korkunç
bir felaketin ve yıkılmanın eşiğindedir... Artık bu uygarlık küçük
desteklerle kurtarılamayacaktır. Bütün bu... bu günlerde ortaya
sürülen bütün içtimai teoriler, bankalar, bilim, Yahudiler, hepsi
bir anda yok edilecek ve hiçbir izleri kalmayacaktır. Belki de Yahudilik hariç. Çünkü onlar o zaman bile, bu yıkılmayı kendileri
için karlı kılacak hareket tarzı bulurlar.» Bütün bu söylediklerinin yakın, kapıda olduğunu ileri sürer dolayısıyla...214
Yalnız burada şu var ki; sözgelimi Batılı aydın, bu uygarlığın
kültürel değerlerinden doğan olumsuz değerlerin tüm sancısını
yürekten duyarken; onları taklit hevesinde olan, iktisaden geri
kalmış ülke aydınları da bu sancının taklidi içinde kıvranmaktadırlar. Sanıyoruz özenilen uygarlığın hastalığı tedavi edilirse,
taklit edeninki de kendiliğinden tedavi edilir.
Hatta biz Batı uygarlığının gayrı meşru çocuğu telakki ettiğimiz Marksizmi dahi Batı uygarlığı çerçevesinde mütalaa ediyoruz. Çünkü Marksizm bütün yeltenişlerine, açık meydan okuyuşlarına rağmen orijinal, yepyeni bir kültürel değerler sistemi
oluşturamamıştır. Pratikteki yarım asrı aşan uygulamasına rağ214)Dostoyevski, Batı Çıkmazı, sh.60.
279
men, henüz teorisindeki aile, insan, mülkiyet, toplum ve sanat
anlayışından en ufak bir eser olmadığı için, devrimin ilk heyecan
ve gücüyle tutturmayı başarabildiği bazı kurumlarda dahi, elde
eder gözüktüğü bazı mevzilerden çekilmek zorunda kalmış ve
sahip olur gibi olduğu kaleleri tekrar teslim etmiştir. Bütün bu
kurumlarda yeniden yavaş yavaş Batı uygarlığının temel prensipleri doğrultusunda yön düzeltmesi yapmak zorunda kalmıştır. Bazı gündelik yaşantıda zaman zaman görür gibi olduğumuz
yeni pratik davranış biçimleri de sadece burjuva geleneklerine
karşı olmak gibi, ilkel bir düşmanlıktan ileri gidemeyerek, kültürel bir değer sistemi oluşturamamıştır. Kaldı ki bu davranış biçimlerinden hemen hemen hepsi, yeni olmanın çocukça gururu
içindeki yeni yayılma temayülünde bulunan bütün doktrinlerde
görülebilen bir özelliktir. Zaten Marks’ın da kendi hayal ettiği
biçimde bir toplumun kurulabileceğine inanacak kadar saf olduğunu sanmıyorum. Marksizm hoş bir hikâye, gayet duygusal
bir şiirdir.
Dolayısıyla biz Batı insanı dediğimizde, Batı uygarlığının
kuşattığı coğrafi bölgeler içindeki insanları kastettiğimiz gibi;
bunun yanında o uygarlığın manevi havasında yetişerek o değerleri benimseyen tüm insanları da kastediyoruz. Dolayısıyla
kanaatimize göre tüm insanlık Batı uygarlığının içinde bulunduğu çıkmazların faturasını derece derece de olsa, coğrafî sınır
içindekiler daha fazla etkisi altında bulunsa da, ödemek zorunda
kalmaktadır.
Daha önce de işaret ettiğimiz gibi Batı uygarlığı çarpık doğmuştur. Çünkü ana direklerinden biri, hatta en önemlisi olan
Hıristiyanlığa göre insanoğlu dünyaya suçlu olarak gelmektedir.
İnsan henüz yarışa başlarken işlemediği bir günahın yükünü taşımak zorunda kalmaktadır. Ne yaparsa yapsın bu ilk günahtan
kurtulamayacaktır. Böylece bu düşünce toplumsal şuuraltında
sürekli şekilde beslenerek nesilden nesile aktarılmakta, her dönemde gençler farkında olmadan bu suçluluk duygusu içinde
280
yetiştirilmektedir. Fakat Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde, bu
suçluluk duygusu Hz. İsa sevgisi ile telafi edilerek yıkıcı olmaktan çıkarılabiliyordu. Fakat zamanla Hz. İsa sevgisi derece derece uçup giderken, suçluluk duygusu hiçbir antidota sahip olmadan orta yerde kalıverdi. Böylece insanoğlu kendini ne yaparsa
yapsın kurtulamayacağı, telafisi mümkün olmayan bir suçluluk
duygusu içinde buluverdi.
Ayrıca batıl itikatlar içinde kıvranan Batı ortaçağında, her
nasılsa zayıf bir ışıkla ortaya çıkabilen bilimin evren anlayışında
yaptığı değişiklikte insanın değerinin yavaş yavaş kaybolmasına
sebep olmuştur. Çünkü kilise anlayışına göre, yer evrenin merkezidir (geosentrik yer anlayışı). İnsanoğlu da evrenin merkezinde
yaşayan kutsal bir varlıktır. Fakat bu evren anlayışı zamanın bilim adamlarının tespitleri ile değişince, yerin güneşin etrafında
dönen binlerce gök cisminden oluşan evren içinde bir zerre olduğu, insanoğlunun da bu zerre üzerinde yaşayan bir zerre olduğu anlaşılıyordu (heliosentrik yer anlayışı). Böylece insanoğlu yanlış ve keyfi bir yorumlama ile asırlarca haksız bir biçimde
giydiği kutsallık üniformasını çıkartmak zorunda kalıyordu ki,
bunu kabul kolay olmasa gerekti.
Sürekli şekilde bilimsel buluşların kendi dininin doğruları ile
çelişmesi, batı insanını, devamlı olarak dininin doğruları ile yeni
yeni gelişen deneysel bilimin doğruları arasında bir tercihe zorluyordu. Bu da çatışmaya sebep oluyordu. Sürekli olarak devam
eden bu çelişki, Rönesans, Reform ve nihayet Aydınlanma çağı
ile Batılı insanın dini değerleri tamamen sırtından soyunarak atmasına kadar vardı. Artık Batılı, açıkça bütün dini değerlerine
başkaldırıyor ve «kendi hayatımı kendi imkânlarımla, kendi aklımla ben temellendireceğim» diyordu. Bu bakımdan Batı’daki
Hıristiyanlık düşmanlığını tümüyle dine karşı bir tavır olarak değerlendirmek tamamen yanlıştır.
281
Bütün saydığımız ve benzeri sebepler dolayısıyla Batı insanı bir “atılmışlık”, “terkedilmişlik” ve “yabancılık” duygusunun
cenderesi içine sıkıştırılmıştır. Artık o tüm evren üzerinde yalnızdır. Bütün insanlar ve nesneler sanki kendisine savaş açmıştır.
Sempatize (duygudaşlık) olabileceği tek bir insan yoktur evren
üzerinde. Hiç kimse ile organik bağ kurma imkânına da sahip
değildir. Bu o kadar trajik bir yalnızlıktır ki, tarihin hiç bir döneminde görülmemiştir. Çünkü Batılı “insanlar içinde en yalnız
insan” durumundadır. Milyonların içinde bulunmasına rağmen
yalnız olmanın verdiği umutsuzluk, sıkıntı çobanın yalnızlığı ile
kıyaslanabilir mi? Hiç değilse dağ başındaki çoban kendisiyle
olabiliyor. Yığın içindeki megalopolis insanın, kendi kendisiyle
olması da mümkün değildir. Modern insan Maupassant’ın dilinden feryat etmektedir: “İnsan hayatının bütün sırları içinde bir
tanesi var ki, ben onun aslına erdim: ömrümüzün büyük azabı
ebediyen yalnız olmamızdan doğuyor. Bütün gayretlerimiz, bütün hareketlerimiz sadece bu yalnızlıktan kaçmak içindir. Şunlar,
şu çatısız sıra âşıkları da, bizim gibi, bütün mahlûklar gibi bir dakikacık olsun yalnızlıklarını dindirmeğe çabalıyorlar. Fakat daima yalnızdırlar, daima yalnız kalacaklardır. Biz de öyle. Sadece
bunun az veya çok farkına varılıyor; o kadar… Hiç kimseye rastlamıyorum, etrafımın karanlığında hiçbir el bulamıyorum. Beni
anlıyor musun? Birkaç kişi bazen bu ezici ıstırabı sezmiştir.
Musset şöyle haykırdı idi:
Gelen, beni çağıran, kim? Kimse!
Ben yalnızım. Çalan saattir.
Ah yalnızlık ah zavallılık215”
Batılı insan şehvet duygusu ile bedenini aşarak bu yalnızlığı
yırtmayı denemiş, fakat sonunda büyük bir hayal kırıklığına uğramıştır. Çünkü hiç bir zaman bedensel faaliyetler yoluyla alınan
tensel hazlar, bedeni ortadan kaldırarak ruhların birleşmesini
sağlayamamaktadır. Çünkü bedenle bedeni aşmak mümkün
değildir. Bu tür bir çabada ve deneyde insanı bekleyen sadece
215) Guy De Mauppasant, çev. Enver B. Koryak, İstanbul, M.E.B. 1945, sh.32
282
bir ebedî mahrumiyettir. Bedeni aşmanın başka bir yolu olması
gerekir. Nitekim Leonardo da Vinci “cinsî birleşme (şehevî faaliyet) ve buna bağlı tüm eylemler o kadar iğrenç ki, eskiden beri
süregelen bir âdete uyulmazsa ve hala sevimli yüzlere rastlanmayıp, cinsel etkilerinin varlığını sürdürmese, çok geçmeden insan
soyu yeryüzünde tükenip gidecek.»
Nitekim Batı megalopolislerinde, bütün insanların gözleri önünde birbirlerine sarılan tipleri görürsünüz de; sanki iki demir direğin biri birine sarıldıklarını zannedersiniz.
Zannedersiniz de modern insanın trajedisine ağlamak gelir içinizden. Batılı için artık hayatın en büyük hazlarında biri olan
bu tür bir faaliyet bile anlamsız bir yapıp etmeye dönüşmüştür.
Birbiri üzerine bastırılan kalpler yırtınır gibi çırpınsa da, bedeni
aşarak birleşmek mümkün olamamaktadır. Bütün bunların bir
sonucu olarak, Batılı bedenini vasıta yerine koyarak, yaradılışın
dışında, fıtrata aykırı anormal davranış biçimleri ile haz devşirme savaşına girmektedir. Ama mukaddese aykırı her adım hüsran, hüsran, hüsran!
Yukarda bir cümle ile resmetmeye çalıştığım enstantaneye
elli yıl önce Zürich’te rastlamıştım… Ama değil büyükşehir, şehir, Batı bölgesi; on yıllardır bu manzaralara Türkiye’nin herhangi bir kasabasında, hatta muhafazakâr (!) kesimlerde de rastlayabilirsiniz! Ülkeyi uygarlaştırma, adam etme görevini uzun yıllar
orduevleri gerçekleştirdi. Şimdi artık onlara gerek yok, kasabalarda bile üniversitelerimiz var! Yalnız dikkat! Ara fazla hızlı kapatılıyor… Batı’nın yüzyıllarda kat ettiği mesafeyi biz on yıllarda
alıyoruz. Sonra Batı’daki hayat tarzı her şeye rağmen kendi uygarlığının oluşma sürecinde ortaya çıkıyor… Her şeye rağmen,
bizimle mukayese edince sanki doğal uzantı gibi… Ya bizde ki?
İki, üç yaşından beri balolar, salonlar, düğünlerde, doğum günlerinde erkeklerle iç içe dans ederek yetişen bir kız çocuğunun
muhatap kalacağı tehlike; ileri yaşlarda bu hayatı yaşamaya öze283
nen bizim ülkemizin çocuklarının maruz kalacağı tehlike ile mukayese edilemez!
Burada “tehlike” kavramını kullandım, bir kere her ebeveyn
için “namus” endişesi olduğuna inanıyorum, fıtrat! Ama çaresizlik… Ayrıca uyuşturucu, bedenin metalaşması, ölümle sonlanan
tecrübeler…
Bence bugün Batılı insanın en büyük çıkmazı «Niçin yaşıyorum?», «Hayat yaşanmaya değer mi» sorusuna doyurucu
bir cevap verememesidir. Bütün diğer sorular bunlardan sonra
gelmektedir.
Almanya›da uzun bir süre önce öğrenim yapan bir arkadaşım anlatmıştı: Bir gün Alman kız arkadaşlarından birinin intihara teşebbüs ettiğini söylerler. Herkes hayret eder. Genç, güzel,
ekonomik durumu gayet iyi, hayat dolu bir kız niçin intihara
kalkışır? Cevap verilmesi zor bir problem. Kalkarlar hastaneye
ziyarete giderler, sorarlar: «Niçin intihar etmeye kalkıştın?».
Niçine cevap, yine niçinden gelir: «Niçin yaşayayım». Kız iyi
olur, kalkar, hastaneden çıkar, bir süre sonra tekrar intihar eder
ve ölür... Batılı insanın içinde bulunduğu trajediyi ne kadar canlı,
içten bir biçimde ortaya koyabilen bir olay... Batı insanı yakamıza yapışmış, niçin yaşadığının hesabını soruyor, ondan sonra da
bu hayatın yaşanmaya değer olup olmadığı konusunda bir karar
verecek. Yoksa kendini kaybetme ihtiyacı içinde yırtınarak yaptığı çalışmalar sonunda elde ettiği başarı onun umurunda mı?
Hayatın anlamsızlığı düşüncesi, beraberinde “saçma”
düşüncesini de getiriyor. Eğer hayatın bir anlamı yoksa her
eylem bu anlam doğrultusunda bir varlık kazanmıyor, her
eylem o anlam planının gerçekleşmesi için bir adım değilse,
her şey saçmadır. Sonunda da elde kalan her olay karşısında
bir “bulantı”dır.
284
Üniversite mezunu bir İngiliz öğretmenle konuşuyorum...
Meseleyi açıyorum... Batının kültürel değerler bakımından çökmekte olduğunu söylüyorum... “Haklısınız!” diyor ve içini döküyor, sezgisel olarak kavradığı kadarıyla: “Huzur paradan önemlidir. Ben huzuru para ile satın alamam ki! Evet! bir saat, iki saat,
üç saat... Sonra? Bir pantolon, iki pantolon, üç pantolon... Sonra?
Her türlü iktisadi imkân... ya sonrası? diyor ve ekliyor: «Siz mutluluğu camide Tanrıyla birlikte olmak suretiyle parasızca bulabilirsiniz, ya ondan mahrum olanlar?» (Kendi kültürünün etkisiyle Allah›la sadece camide birlikte olunabileceğini sanıyor.)
Bu doymamışlık, tatmin edilmemişlik duygusunu ve teknik,
iktisadi gelişmenin boşluğunu basit bir biçimde Roma tarihinin
en büyük şahsiyeti olan Sezar’ın ağzından veriyor Camus…
CALICULA: Evet. Neyse! Ama ben deli değilim, hatta şu
güne dek akıllı bile olamadım. Yalnız, birden içimde imkânsızı
elde etme arzusu uyandı… Dünya, şu anki haliyle doyurucu gelmiyor bana.
HELİCON: Pek yaygın bir kanıdır bu.
CALICULA: Doğru. Eskiden böyle olduğunu bilmiyordum. Şimdi biliyorum. Dünya şu haliyle çekilir değil. Onun için
Ay’a, ya da mutluluğa, ya da ölümsüzlüğe, belki çılgınca bir şeye
ihtiyacım var.216
“Ay’ı istiyorum Ay’ı, elde edilemez olduğu için... O gün için.
Ya bugün olsa!...” Batılı insanın en büyük çıkmazı sürekli olarak,
doymak bilmeyen bir hırsla “imkansız”ı elde etmek istemesidir.
Tabii olarak “bazı imkânsızlar” gerçekleşince “imkânsız” olmaktan çıkıyor ve yeni yeni “imkânsızlık” putları dikilerek bir süre
sonra da onların peşinde koşuluyor.
216) Albert Camus, Caligula, Bertan Onaran, İstanbul, Yankı Yay. 1969, sh. 16
285
Batı insanı Faust’un ağzından soruyor: “Ben hangi elbiseyi
giysem, gene yeryüzündeki bu mahdut hayatın azabını duyarım.
… Bu dünya bana ne verebilir ki?217” Mephistopheles Faust’a
teklifte bulunur: “Benimle birlik ol. Bu günlerde marifetlerimi
seyredeceksin. Ben sana, şimdiye kadar hiçbir insanoğlunun
görmediği şeyleri vereceğim.218» Faust böyle bir an için her şeyini vermeye razı... «Eğer ben o ana: dur gitme! Aman ne güzelsin! diyecek olursam, sen beni zincirlere vurabilirsin. O vakit
yerin dibine geçmeye razıyım.219” Fakat o anı şeytanın kılavuzluğu ile dünyasal nimetlerle bulmanın imkânsızlığının farkındadır.
Faust ve milyarlarca Batılı insanın ağzı Faust›ta tek bir ağız olur
ve haykırır, işte Faustian insanın yüzyıllardır süren feryadı: «İlk
önce zekâmızın, bizzat kendisi hakkında beslediği yüksek fikre
lanet olsun! Duygularımıza nüfuz eden göz kamaştırıcı hayallere
ve rüyalarımıza girerek bizi aldatan şan ve şöhret hülyasına lanet
olsun! Mülkiyeti gururumuzu okşayan çoluk çocuk, uşak ve sapan gibi şeylerin hepsine lanet olsun! Bahşettiği servetlerle bize
cüretkarane işler yaptıran ve fuzuli eğlenceler için bize zemin hazırlayan zenginliğe de lanet olsun! Üzümlerin güzel kokulu suyuna ve aşkın o en yüksek mahzuziyetine (hâz etme, hoşlanma)
lanet! Ümide, imana ve hepsinden önce sabra lânet! 220”
Mephistopheles’e isyanı devam ediyor Faust’un… Ve hatta
şu anda ve gelecekteki milyarlarca Faustian insanın lâneti: ”Zavallı şeytan, bana ne vermek istiyorsun? Bir insanın, ulvî bir iştiyak içinde kıvranan ruhu, senin gibiler tarafından hiçbir vakit
kavranabilmiş değildir. Lâkin sende, karın doyurmayan yemekler, avucunun içinde durmadan cıva gibi kayıp giden kırmızı altınlar, hiçbir vakit kazandırmayan kumar, daha benim göğsümdeyken komşuma göz süzerek ona gönül bağlayan bir genç kız,
ilâhların hoşuna gidecek kadar güzel ve fakat bir şahap gibi kayboluveren bir şan ve şeref var, değil mi? Sen bana, koparılmadan
217) Goethe, Faust, Çev. Recai Bilgin, İstanbul, Mf.V., 1941, sh.66
218) A.g.e. sh. 70
219) A.g.e. Sh. 71
220) A.g.e. sh. 68
286
çürüyen bir meyve ve her gün yeniden yeşillenen ağaçlar göster
bakayım!221”
Artık bugün Batı; musikisi, resmi, şiiri, romanı ve felsefesi ile
maddenin tasallutundan kurtulma, madde sınırlarını aşma savaşı
vermektedir. Bugünkü Batı resmine bakın! Gittikçe soyuta doğru tırmanmaya çalışmakta, bütün sabit konturları ortadan kaldırarak, maddeden bağımsız, özgür bir nefes aramaktadır. Musikisi
korkunç bir kendinden kaçış ve kendini kaybediş duygusunun,
bir çığlığın dile getirilişi değil midir? Fiilleri de resmine eş, bütün
maddi kalıplardan kurtularak bilinçaltının özgür bir biçimde dile
getirilmesi savaşı veriyor. Aynı şekilde romanı da çıkmazların ve
ruhi boğuşmaların bir ifadesidir. Kısacası bütün sanatsal faaliyetleri korkunç hafakanların, ruhi travmaların, bunalımların, ruhi
kamaşmaların bir aksinden, sayıklamasından ibarettir. Bütün
değerlerin anası, besleyicisi, yönlendiricisi olan felsefe ise;
başlı başına bu sözünü ettiğimiz ruhî sefaletin, arayışın, bulamayışın, parçalanışın, hatta zaman zaman da bu cinnetin
dile getirilişinden ibarettir.
Bir Çözüme Doğru
Evet! Batı “bir şey” arıyor... Bu “bir şey “in ihtiyacı içinde
kıvranıyor... Bu da canıyla, kanıyla bütün varlığı ve benliği ile
inanabileceği, güvenebileceği, tutunabileceği, kendini, aklını,
bilimsel yöntemleri aşan bir şey... Bu öyle «bir şey» olmalı ki,
Batılı insanın eylemlerine bir anlam kazandırabilsin ve hayata bir
anlam kazandırabilsin.
Nedir batılı gençlerin Hindistan›a akınlarındaki mana? Ne
arıyorlar ve ne bulabileceklerini ümit ediyorlar gayet primitif
Hind felsefesinden(!)? Nedir Amerika›da ve Avrupa›da kendi
keyiflerine göre uydurmaya çalıştıkları tarikat soytarılıklarının
anlamı? Nedir ufak çapta da olsa Mevlevilik›e karşı özentinin
221) A.g.e. sh. 70
287
manası? Toplumsal cinnet haline gelen sporun, her türüne karşı bu derece düşkünlük ve anonimleşen cinsel ahlaksızlıklar
hangi ihtiyaçtan kaynaklanıyor acaba? İnsanı gerçek hayattan
çekip koparan uyuşturucu maddelere karşı bu derece düşkünlüğün anlamı ne? Nedir bu derece seyahate düşkünlüğün, sürekli
kendinden kaçma gayretinin manası? Falın her türlüsüne karşı
gösterilen bu mübalağalı ilgiyi nasıl yorumlayabilirsiniz? Astroloji, astronomiye rağmen yeniden mi hortluyor? Parapsikoloji
ve telepatiye karşı ilgi, kumara düşkünlük, spor-toto, spor-loto,
piyango ve kumarın her çeşidi ile malum insan zorunluluklar
dünyasının, sebep-sonuç dünyasının dışına çıkarak meçhulün
semaları içinde özgür bir evren aramaktadır? Kendi ifadesi dışında «şans», «talih» gibi kavramlarla dile getirdiği aşkın bir
gücün yardımına başvurarak, inanç boşluğunu kısmen de olsa
doldurabilme çırpınışı içinde midir?
Evet, batılı «bir şey» arıyor. Batı bir dünya görüşü arıyor...
Batı eşya ve olayları eğip bükmeyen, çarpıtmayan, her şeyi olduğu gibi görebileceği, insanlığın gözüne uyabilen, «eşyanın
hakikatini» kendine gösterebilecek bir «gözlük» arıyor. Eşya
ve olaylara insanlığı tatmin edici yeni yorumlar getirebilen bir
dünya görüşü arıyor.
Asırlardır felsefe labirentlerinde mustarip dehaların kendilerine tılsımlı alaşımlardan, sihirli bir dünya sunabilecekleri umudu içinde yaşayan, fakat artık bugün bir çıkmaz içinde olduğunun farkına varan Batı, kanaatimizce kendi yürüdüğü yolların,
tıkanıp kaydığı çıkmazların taklitçilerinden bir şey beklememektedir. Genel anlamıyla söylersek o ruhun hasretini çekmektedir.
Bu açıklamalardan sonra hemen temel bir doğru olarak, Batıya kendisinin denediği ve istediği sonuçları veremeyen,
doyurucu olmadığını açıkça gördüğü, kendisinin uyguladığı
bir yoldan nüfuz etmenin imkânsız olduğunu söyleyebiliriz.
Başka bir deyişle, ölümcül hasta, ölüm yatağında, kendisi ile bir288
likte götüreceklerinin feryatları arasında yatan Batı uygarlığını ve
insanlığını, denenmiş eski yollarla, yanlışlığı ortaya çıkmış geçici
çözüm denemeleri ile sağlığa kavuşturmak, kurtarmak imkânsız;
kurtarmaya çalışmakta manasızdır. Böyle bir gayret abesle iştigal
etmektir.
Bu bakımdan Batı kültürü eliyle şimdiye kadar geliştirilen
rasyonalist, emprist, pozitivist v.b. bir yöntemin Batı dünyasına,
insanlığa verebileceği fazla bir şey yoktur. Bu yollar çıkmaz, oyalayıcı sokaklardır. Siz Batı’ya, kendinizi, dünya görüşünüzü akılsal
bir temel üzerine oturtarak mı yaklaşmaya çalışıyorsunuz? Batılı cins kafalar bundan tiksinecektir. Çünkü Batı; Descartes,
Leibniz, Spinoza gibi dehaların öncülüğünde akıl dehlizlerinde geçirdiği serüvenlerden sonra aklı kusuyor. Siz Batı’ya
akıl adına saydığımız dehalardan fazla bir şey söyleyebileceğinizi
mi sanıyorsunuz? Siz Batıya pozitivist yaklaşımla hitap ederek,
sevimli gözükmeye mi çalışıyorsunuz? Birazcık problemlere aşina Batılı buna gülecektir. Çünkü pozitivizmin en güçlü temsilcisinin sonunda irrasyonel bir unsurun zorunluluğu ile eşya ve
olayları aşan, deneysel bir biçimde temellendirilmesi imkânı olmayan bir düşüncenin tasallutundan kendisini kurtaramayarak
bir “insanlık dini” uydurmak zorunda kaldığını bilecektir. Hatta
koskoca; olayların birbirinin arkasından gelişleri ile, benzerlikleri dışında her şeye sözde sırtını çevirmiş filozofun, aşık olduğu
kadının ölümünden sonra, günün belirli saatlerinde onun oturduğu koltuğun karşısına geçerek ibadet ettiği de bir gerçek. Sizin
Batı’ya pozitivizm, deney veya bilim adına bu dehalardan fazla
verecek şeyiniz olduğunu mu sanıyorsunuz?
Evet, Batı bir dünya görüşü, yepyeni bir dünya arıyor... Fakat
artık bu dünya, akılla, deneyle, sözüm ona bilimle kurulmayacak
kadar mükemmel olacak. Evet, bunlardan her biri akıl, deney,
bilim o dünyada layık oldukları yeri alacaklar. Fakat o dünyayı
kurucu, yapıcı ve temellendirici olamayacaklar.
289
Kurulacak yeni dünya Batı insanını ve onun tüm gedikli
âşıklarını aklın, deneyin, bitmez tükenmez cenderesinden kurtaracak. Öyle bir dünya ki; Batılının karma karışık, paramparça,
her şeyin, her değerin birbirini boğazladığı, herkesin takallüsler
içinde kıvrandığı bir hafakanlar dünyası yerine; her şeyin, her
değerin yerli yerine oturduğu bir dünya...
Aklı, deneyi, bilimi tüketen Batılı ancak bu dünyayı bir dinde bulacaktır. Artık bütün bu bunalımların sonucunda, yeni bir
dini dönem başlayacaktır. Çünkü bilimin kültürel değerler üretme konusunda çok kısır olduğunu biliyoruz artık. Bilim yavaş
yavaş kendi imkân ve sınırlarını gerçekçi bir biçimde tespit ederek inine dönme hazırlığı yapmaktadır. Üç buutlu zaman içinde
yaşayan insanın, içinden kopup gelen yaşayabilmesi zorunlu şart
olan sorularına cevap verememenin ezikliği içinde elini ovuşturmaktadır. Evet, ilim bizi gezegenlere götürebiliyor, fakat kalbimize götüremiyor. İlim tabiatın sırlarını başarıyla önümüze seriyor, fakat kalbimizin sırları önünde adeta susuyor...
Öyle zannediyorum ki insanlığın yüzyıllardır aradığı değerler; dünyada özentilere, yaranmaya yeltenmelere hiç ihtiyaç
duyulmadan İslam kültür ve medeniyetinin en bakir ürünleri
arasında gizlidir. Fakat mesele, bu değerleri saptırmadan, sevimli kılma ihtiyacı duymadan, bütün özellikleri ile, aslına
sadık kalarak, Batı’ya, tüm dünyaya belki de ilk önce kedimize takdim edebilmektir.
Bu konuda bugün Batı entellektüelinin yaşadığı bunalımı
değişik sebeplerle de olsa, asırlarca önce daha şiddetli bir biçimde, kanıyla canıyla duyan; sonunda çözüm bulma imkânına kavuşarak, bütün anlamsız yorumlara son veren İmam-ı Gazali bir
basamak olsa gerek. Çünkü onun duyduğu metafizik acıyı kaç
Batılı entellektüelin o kadar derinden duyabildiği ayrı bir tartışma konusu. Ayrıca İmam-ı Rabbani yöntemi de, bugün ihtilaçlar
içindeki dünyamızın problemlerini çözmede tek yol olsa gerek.
290
Şüphesiz akıl bir insanın sorumlu olabilmesi için Allah tarafından kendisine bahşedilen bir nimet. Birçok bilgiyi akılla elde
ettiğimiz de açık bir gerçek. Ama ne var ki akıl, tek başına hayatımızı temellendirme, bir dünya kurma gücüne sahip değildir.
Aynı yargıyı deney için de verebiliriz.
O zaman tek çıkış yolu olarak peygamberimizin ruhaniyetine sarılmak kalıyor. Bu nurdan ruhaniyetin çeşitli akislerinden
biri olan zikr-i hafî’ye dayanan ruhi terbiye, problemin tek çözüm yolu olsa gerek...
Bu yola bağlı, bu yolun ruhi disiplini içinde erimiş, olduğu
gibi kabul edilmiş değerlerden kurulu bir dünya, her türlü bunalımın sonu olabilir. Böyle bir dünyada artık her şey yerli yerindedir. Gösterişe yer yok...
Sürekli olarak belirli, insanı içten kavrayan ameller içinde,
insan kendi sonsuz varlığında, gerçek vazifesini gerçekleştirmek
için yol almaktadır artık. Her gün daha iyiye, daha güzele, daha
olguna doğru bitmeyen bir seyahat... Her adımda, her basamakta
yeni anlamlar kazanan bir dünya... Yavaş yavaş bütün değerlerin
bütün nesnelerin yerli yerine oturuşu... En hurda bir yapıp etmenin dahi bir anlam kazanması. Artık insan yapıp etmeleri, anlamsız bir rutin olmaktan çıkmıştır. Artık bu dünyada insan bir
böcek değildir. Artık teknik gelişim ile kültürel gelişim birbiri ile
ahenk içindedir. Teknik gelişim bir gaye olmaktan çıkmış olup,
sadece insanın yaşamasında kolaylık ve rahatlık sağlayan bir vasıta; bir alet olmuştur.
Evet, bu tasvir etmeye çalıştığımız dünyada da insanlar hayvansal bir rahatlığın içinde değildir. Bu dünyada da insanlar rahatsızdır. Ama buradaki rahatsızlık artık hayatın temelindeki çözülmezliği, insan acziyetini kavramaktan gelen, insanı
daha iyiye, daha doğruya, daha güzele götürücü bir rahatsızlıktır. Artık insan kendisini başkasına verebilme, başkası için
291
üzülme, başka insanlar için düşünme mertebesine ulaşmıştır.
“İnanan insana dünyada rahat yoktur”, fakat bu rahatsızlık maddenin terakki(?) edişinden meydana gelen ucuz bir rahatsızlık
değildir.
Tam anlamıyla zihnimde billurlaştıramasam da, son olarak
şu noktaya temas etmeden geçemeyeceğim: Bana öyle geliyor ki,
dünyayı, hayatı yavaşlatmadan, insanlığın sorunlarına çare bulmak mümkün değil gibi geliyor!.. Nasıl olur? Bilemiyorum! Ama
iki yolu var! Birincisi fiziki zamanı uzatmak… Mümkün mü?
Değil! Belki tımarhanede uzayabilir… Gün 50 saat v.b… Ama
gün değil 50 saat, 100 saat olsa yetmeyecek! Ya da gündelik aktivitelerin azaltılması… Eh, nasıl olacağını bilmiyorum ama tek
çıkar yol bu! Bir megalopolis insanını düşünelim… Zarurî aktivitelerini alt alta yazalım… Alacaklı çıkar gibi geliyor… Çünkü
zamanı o kadar muktesid kullanıyor ki…
Kahvaltı ederken, çoluk çocuğu ile sohbet, aynı anda haber
özetleri, aynı anda bir eliyle çorabını giyiyor… Yeter artık!
Herhalde unutmadınız! Ara başlık “Bir Çözüme Doğru” idi,
tam manasıyla çözdüm bütün meseleleri! Beklentilerinizi karşıladım… Adamın yüz tane koyunu var. Bir çobana veriyor. O güdecek. Bir süre sonra bir külek yoğurtla geliyor, çoban… Adam
bu nedir? diye soruyor… Çoban: “Elli tanesini kurt yedi, yirmi
tanesi yardan uçtu, yirmi tanesi hastalıktan öldü….” Tam denkleştiriyor sayıyı 100’e tamamlıyor… Şu yoğurtta sizin… Adam
yoğurdu alıyor… Kafasından aşağı döküyor yoğurdu çobanın…
Bir arkadaşı rastlıyor, soruyor: Ne oldu? Şükür alnımın akıyla hesabımı verdim diyor…
Galiba alnımın akıyla hesabımı verdim… Bana sitem etmeye
hakkınız yok! Felsefeden çözüm beklerseniz, sonunuz hep hüsran olur!
292
293
294
295
296

Benzer belgeler