Tarih Üzerine 1 - Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı
Transkript
Tarih Üzerine 1 - Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı
1942 yılında Kayseri’de doğdu. Kayseri lisesini bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümünü bitirdi. Stajını İstanbul Erkek Lisesinde Nurettin Topçu’nun yanında yaptı. Çocukluk döneminde Babasının Dedesine okuduğu Büyük Doğu dergileri ile tanıştı. Henüz çocuk yaşta Büyük Doğu ikliminde yetişmeye başladı. Üniversite öğrenimi sırasında Necip Fazıl Kısakürek’in yanında oldu. Büyük Doğu dergilerinin çeşitli devrelerinde yazmaya başladı. Büyük Doğu fikriyatını ve ideolocyasını anlama biçimi Necip Fazıl’ın dikkatinden kaçmadı. 1978 Büyük Doğularında yazdığı Heyula başlıklı yazı için Üstad “Profesörünün, meşhur muharririnin, politikacısının, içi geçmiş kabaklar gibi her türlü fikir cevherini yitirdiği bu kafa kıtlığı devrinde, olgun gençlik kadromuzun en mümtaz örneklerinden Ali Biraderoglu’na ait bu yazıyı bütün Batı dillerine çevrilmeye layık bir değer ölçüsüyle takdim ederiz…” biçiminde bir sunuşla yayınladı. Nitekim Rapor dergilerinde de iki yazısı için benzer değerlendirmelerde bulundu. Necip Fazıl’ın ‘en yakını’ olma liyakatinden başka herhangi bir kaygı taşımayan Ali Biraderoğlu üniversiteyi bitirdikten sonra Felsefe öğretmenliğine başlar. Kayseri Lisesinde öğretmen, Kayseri Yüksek Öğretmen Okulunda öğretim görevlisi olarak çalışır. Necip Fazıl’ın hemen bütün konferanslarında, dergi çıkarmalarında, kültürel faaliyetlerinde yanındaki insandır. Arkadaşları ile Kayseri’de önce MTTB sonra Söğüt Fikir Kulübünde eşya ve hadiseleri anlamaya ve yorumlama çabalarını sürdürdü. Necip Fazıl’ın vefatından sonra üstadını vuslata hazırlayan içerideki dört kişiden biridir. Necip Fazıl ve Büyük Doğu ile hesaplaşmayan, konjönktürel kaygılardan uzak olmayan, oportünist ve pragmatik zaaflarla, aşağılık kompleksinden kurtulamamış, İslamı bir izm ve ideolojinin, yükselen değerin arkasına takan ve bilhassa 1980 sonrası ortaya çıkan “fikir hareketlerini” ciddiye almadı ve bunları modern hareketler olarak niteleyerek ucuzculuk ve sistem içinde yer bulma çabaları olarak değerlendirdi. İslamı bir kültür ve medeniyet planında ele almayan, onu zamanı ve mekanı belirleyici bir ‘üst’ kıymet hükmü olarak benimsemeyen hiçbir düşünceyi ciddiye almadı. Bir süre Erciyes Üniversitesi Eğitim Fakültesinde Öğretim Görevlisi olarak çalıştı ve oradan emekli oldu. Büyük Doğu, Rapor, Türk Edebiyatı Hece dergisinde pek çok yazısını yayınlamıştır. MTTB ve Söğüt Fikir Kulübü bünyesinde pek çok konferans ve seminer vermiştir. Evli ve iki çocuk babasıdır. KAYSERİ EĞİTİM ve KÜLTÜR VAKFI YAYINLARI Yayın No: 15 Tarih Üzerine 1 Ali Biraderoğlu Yayıma Hazırlayan: Söğüt Fikir Kulübü Kapak Fotoğrafı Hayrettin Oğuz Tasarım/Mizanpaj Mustafa İbakorkmaz Baskı ve Cilt Orka Matbaa/0352.3221700 1. Basım Kayseri 2013 İletişim İstasyon Mah. Depo Cad. No-3 Tel:0352-2225417 Kocasinan/KAYSERİ e-posta: kekvakfi@gmail. com Web: www. kekvakfi. gen. tr Tarih Üzerine -IALİ BİRADEROĞLU KAYSERİ EĞİTİM ve KÜLTÜR VAKFI YAYINLARI İÇİNDEKİLER GİRİŞ ............................................................................................... 7 HEYULA.......................................................................................40 XX. YÜZYIL TARİH FELSEFELERİ.....................................48 ARAYIŞ (ARAYAMAYIŞ).......................................................176 GİRİŞ Cihan, şu veya bu kıymetin değil de, bizzat kıymet ölçüsünün çivili bulunduğu can evinden, ruhundan hastadır… Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu, 26 Mart 1948 Dünya küçülüyor… Ve…. Gittikçe küçülen bir dünyada yaşıyoruz veya “yaşadığımızı” sanıyoruz… Veya yaşıyormuş gibi yapıyoruz. “Dünya” nedir?, “Hayat” nedir?, “Yaşama” nedir? Bütün bu kavramları bildiğimizi sanıyoruz, ”bir çocuk bile bilir” diyoruz, ama facia da orada başlıyor… Evet, bu hüküm doğru, çünkü henüz çocuğun “fıtratı” bozulmadı. Henüz “eğitim”le zihnî iğtişaş aşamasına ulaşamadı(!). Küçüklüğü nispetinde fıtrata yakın, küçüklüğü nispetinde Allahü Zü-l-celâl Hazretleri’ne yakın!... Çocuk yalan söyleyemez!... Çocuk riyayı bilmez… Çocuğa tabasbus yabancıdır… Ama biz “olgunlaştık (!)”, biz fıtratı kaybediyoruz, çünkü biz “can evimizden, ruhumuzdan” hastalandık… Çünkü biz çok rahat yalan söyleriz… Biz rüzgâr karşısında çelik putrel gibi, bütün tehditlere meydan okumak yerine; eğiliriz, rüzgar geçince doğrulur, aslanlar gibi kükreriz (!)… Biz Hak Teâlâ Hazretleri’ne ihlâsla secde etmeyiz, pazarlıksız iman etmeyiz ama biz, bir izahını bulup kuluna taabbüd ederiz… ”Şeyh” deriz, “Üstad” deriz, “Siyasî lider” deriz, “Kanaat önderi” deriz, “Hoca” deriz, “Cemaat lideri” deriz, 7 “Hayırsever” deriz, “Müslüman zengin” deriz; deriz de deriz, yakıştırır da yakıştırırız… Bu saydığım insanlara şer’î sınırları zedeleyici, ihlal edici, hatta zıt vasıflar atfederiz… Bizim kulluk ettiklerimiz de Evrensel Egemenlere kulluk ederler… Meyveler olgunlaştıkça ağırlaşır, biz ise hafifleriz… İnsanoğlu kabak değil ya! Tabii olgunlaştıkça hafifleyecek… Ama ne kaybederek hafifliyoruz? Kaybettiğimiz yağ mı, kas mı? Vücut kitle endeksimiz normal! Ama normallik rakamsal? Ne kadarı yağ, ne kadarı kas? “İnanç” haline getirdiğimiz “imanımızı” kaybederek hafifliyor olmayalım! ??? Biz ancak; görüleni görüyoruz, görülmesi isteneni görüyoruz, görmemiz istendiği şekilde görüyoruz, kameradan gösterileni görüyoruz… Olgunlaşmış, yetişkinler için yeni bir “ben” inşâ edildi, “Bireyselleşmiş ben”… Ama biz “ben”imizi kaybettik… Elbisesinin şekli, rengi, dinlediği müzik, konuşma muhteva ve tarzı, seyrettiği her türlü görsel yayın; yemek cinsi ve şekli, doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin yargıları başkaları tarafından, egemenler tarafından tayin edilen; bir yeniyetme, bir orta yaşlı veya ihtiyar, kadın veya erkek, kendinin “birey” olduğunu iddia ediyor… ”Birey” olduğunu sanıyor… Bir insan dışarıda bir uyarıcı olmadığı halde, varmış hissine kapılabilir…. Ses, ışık, koku, dokunma, tad… Bunun bir yanılgı olduğunun (halüsinoz), farkında ise belki de bir tedavi şansımız olabilir… Ama farkında değilse, gerçekliğine inanıyorsa (halüsinasyon) hiçbir şansımız yok! Modernite paranoyak, postmodernite şizofrenik.. Adam tımarhanede “deli”ye soruyor: “Siz içerde kaç kişi siniz?”, “Deli” soru ile cevap veriyor: “Siz dışarıda kaç kişisiniz?” Bizim “deli” diye nitelediklerimiz, aklı hor görenler olmasın? Bir konuyu çok iyi bildiğimizi ifade için, “avucumun içi gibi biliyoruz” deriz… Dünyada avucunun içini çizecek kaç kişi var? 8 Küçülen dünyada zaman çok hızlandı… İnsanoğlu kuyruğunu kovalayan kedi veya akşama kadar ördüğünü sabaha kadar söken Penelope; binbir zahmetle dağın zirvesine çıkardığı kaya, her seferinde eski yerine yuvarlanan bir Sisyphos veya her an ciğeri pare pare edilen, fakat arkasından yeniden oluşan bir Prometheus… Yani anlamın kaybolması, yani evrene “saçma”nın egemen olması, yani anlamsız mekaniksel rutin, yani gözü bağlı kuyudan su çıkaran, eylemine yabancılaşmış, dolap beygiri… Özellikle yabancı örnekler seçtim… Çünkü yaşadığımız gâvursal bir durum… ”Yaşadığımız hayat”ın şerefi (!) onlara ait… Onların tarihî oluşum süreci getirdi bu noktaya hem kendilerini, hem bütün dünyayı!... Bu küçülen dünya, değişimi getirdi veya değişim dünyayı küçülttü… “M.S. 1200 yılındaki Avrupa, M.Ö. 2000 yılındakinden çok ileri değil1”, “ 1750’lerin İngiliz erkeği (İngiliz kadınını da ekleyebilirsiniz) maddi şeylerde kendi torunlarından çok Sezar’ın lejyönerlerine daha yakındı.2“ Galiba şu örnek çok daha belirleyici ve açıklayıcı: “1865 yılında Amerikan başkanı Lincoln bir suikasta kurban gidiyor, Londra’da 12 gün sonra duyuluyor3” Bugün naklen zelzele seyrediyoruz, bugün naklen savaş seyrediyoruz, yakında ebeveynler evlerinden savaşan çocuklarına talimat verebilecekler, “Dikkat! Sağında düşman! Solda biri nişan alıyor!” Teknik imkânlar mahremiyeti ortadan kaldırdı… Nur yüzlü çocuğunuzu severken dahi dikkatli olmak zorundasınız. Dinlenebilirsiniz, videoya kaydedilebilirsiniz… İnsanın ruhu fiziksel değişime yetişemiyor… Beş sekiz saat sonra Amerika’dasınız…. Ayrı bir iklim, ayrı bir dil, ayrı bir hayat tarzı… Gerçi Batı uygarlığının evrenselleşmesi kısmen mahzurları ortadan kaldırıyor ama… Yine de, ruh yetişemiyor, fiziğine… Havsala yakıcı bir değişim… İnsan nasıl uyum sağ1) Robert Heilbroner, İktisadî Sorun, çev Demir Demirgil, Çağlayan Kit. İstanbul, 1970 2) Antony Gıddens, Sosyoloji, çev. H. Özel-C. Güzel, Ankara, Ayraç Yay. 2000, sh.550 3) Alvın Tofler, Üçüncü Dalga, çev. Ali Seden, İstanbul, Altın Kit.1981, sh. 107 9 layacak bu tarifi imkansız değişime…. Bugün aya, gezegenlere seyahat düşünülüyor… Uzağın yakınlaşması, yakının uzaklaşmasına, hatta buharlaşmasına sebep oldu… Bugün “ben”imizi bulamıyoruz!... Birçok konuyu farkında olmadan yaşayarak öğreniyoruz… Veya egemenler yaşadıklarımızı kendi tasavvurlarına göre kodlayıp, bize o şekilde öğretiyorlar… Evet, asırlar önce kendisine “karanlık” unvanı verilen Heraklietos (540-480) “Aynı ırmaklara girenlerin üzerine hep başka başka sular gelir.4” diyor, zamanla biraz daha geliştiriyor bu düşünceleri ve “Aynı ırmağa iki kere girilemez-Daima her şey akmaktadır5” Böylece “değişimi” felsefesinin temeli yapıyor… Fakat bu zamanla, hayatın öğretmesi ile “değişmeden başka her şey değişmektedir.” gibi bir yargıya dönüşüyor… Gözünüz aydın nur topu gibi bir “tanrımız” oldu… ”Değişim”… “Zaman”… Biz onu şu şekilde kavramsallaştırdık: Teoskronos… Zaman tanrı… Kronos, baş tanrı Zeus’u bile yargılayabilir… Ama dikkat Kronos’a, zamana güvenilmez.. Sonunda kendi kız kardeşi Rhea ile evlendi… “Değişmeden, başka her şey değişmektedir” tezi televizyon okumaz-yazmaz herkesin dilinde pelesenk ettiği bir “laf ” haline geliyor… Üzerinde düşünülür, işlenirse kavram olur, fikir olur aksi takdirde “laf ” olur… Allah Teâlâ, biz azdıkça belâmızı veriyor… Gazete okur-yazarlığı diye hafife alırdık… Hiç değilse o, bir emek, zahmet karşılığı idi… Ya, televizyon okumaz-yazmazları? Dur nereye gidiyorsun? “İman”ını burada bıraktın! Gömlek gibi kolayca, çıkarıp attın! Nasıl “her şey değişiyor” diyebilirsin? Zaman ve mekân üstü olan, harfi dahi değişmeden ahirete kadar bakî olan Kur’an-ı Azimü’ş-şan’ı unutuyorsun! Hâtem-ül-Enbiyâ Sallallahü Aleyhi ve Sellem’in lafzî mütevâtir, mânevî mütevâtir haberleri6 var… Bize örnek olan; günümüze kadar gelmiş ha4) Walter Kranz, Antik Felsefe, Metinler ve Açıkla., çev. Suad Y. Baydur, İstanbul, İ.Ü. Ed. Fak Sayı: 317, sh. I / 83 5) A.g.e. sh 91 6)“ Mütevatir sünnetin hükmü, Hz. Peygamber’e nispetinin kesin olarak sübûtudur. 10 yatı, amelî sünnetleri var… Yere nasıl basardı? Bir uyuz köpeğe nasıl bakardı? Bir gülü nasıl temaşa ederdi? Yerde çirkin bir tükürük gördüğünde nasıl bir tepki vermiş idi? Biricik oğlu İbrahim can çekişmeye başlayınca neler yaşamıştı? Nasıl “Cihad” ederdi? (Cihad kavramını özellikle parantez içine aldık…) İçinde bir sürü fikir namusundan mahrum, seviyesiz kâfirin karaladığı gazeteleri dahi dağıtmanın “cihad” olduğunu söyleyen zavallı şarlatanlar var! İşte bu noktada; gökte yıldız ararken acemi mütefekkir taslakları önlerindeki küfür gayyasına düşme tehlikesi ile karşı karşıya kalıyorlar… Ferdin imanını kurtarmaya kalkışırken, insanları imanından ettiler… Hanefî mezhebine mensup bir Müslüman olarak, muhkem ayet (tevil, tahsis ve nesh farklı fıkhî meseleler) ve mütevâtir hadisi inkâr etmeyen bir kişiyi tekfir edemem, ama sadece tekfir edemem, fakat imanına da şahitlik edemem… XVIII. Yüzyılın ortalarından sonra hayata müdahil olmaya başlayan I. Sanayi devrimi her konuda tarifi mümkün olmayan değişimin müellifi oldu… Derece derece bunu her sosyal birlik yaşadı… Ve hayatın dayatması ile bunlara alıştı… Müslümanlar için daha büyük trajedi, alışmaya alışmaları oldu… Bu arada emperyalizmin “Öğrenilmiş Acizlik, Şok Doktrini“ gibi enstrümanlarını da unutmamak lâzım… İşte tam bu noktada Değişimin Sınırları, Kırmızı Çizgileri yavaş yavaş soluklaşmaya başladı, zamanla da silindi… XVIII. Yüzyılda başlayan İslâm’da reform hareketlerini de bu çerçevede mütâlaa etmek gerekir… Asıl bu süreçte muhatabı olanların hiç farkında olmadığı çok önemli bir konsept değişikliği oldu… Biz bu durumu Jean Baudrıllard’ın implosion kavramının mükemmel açıkladığı kanaatiyle ve tarihsel oluşum süreçlerimizin farklı olduğu şuuru içinde, onu şartlarımıza uydurarak arz etmek istiyoruz… (Niçin kâfirlere muhtaç oluyorsunuz? Sorusu meşru değil! Bizim derdimiz, kategorik olarak kâfirlerle değil! Tahsis var! Fikir namusundan mahrum, seviyesiz kafir’lerle) Buna göre mütevâtir Sünnetle amel etmek farzdır ve onu inkâr eden kâfir olur”. Zekiyyüddin Şa’bân, Usûlü’l Fıkh, çev. İ. Kâfi Dönmez, Ankara, TDV, 2005, sh.76 11 “Sonuç olarak bütün bu süreci olumsuz bir şekilde algılayabiliriz. Bundan böyle bir kutbu diğerinden ayırabilmemizi sağlayabilecek hiçbir şey kalmamıştır. Sanki geleneksel o iki kutuptan, biri diğeri tarafından emilmiş gibidir. Bu bir implosion’dur (için için kaynama, patlama diyebileceğimiz bir şekilde bir kutbun, diğeri içinde erimesi olayı) Simülasyon da zaten bu noktada devreye girmektedir.7” Belki de şu satırlar konuyu biraz daha anlaşılır kılabilir: “Kutupların sigortasının atması, bütün anlam dizgelerindeki kutupların kısa devre yapması, başta yanılsama ile gerçek arasındaki ayrım olmak üzere, bütün karşıtlıkların silinip giderek anlamlarını yitirmekte olmaları8” Her şeyin her şey olabildiği ama aynı anda hiçbir şeyin hiçbir şey olamadığı içe göçüş durumu… Ben Jean Baudrıllard’dan esinlenerek durumu şöyle anlatmak istiyorum: Dışı nikelajlı bir boru düşünelim… Bunun kutuplarından birinde sodyum (Na), diğerinde hidroklorikasit (HCl)… Kutuplar kısa devre yapıyor, bu iki kimyasal madde içe doğru patlıyor… Sonuçta Tuz (NaCl) oluşuyor ve artan gaz havaya karışıyor… Bileşenlerden her biri özelliklerini kaybediyor… Her iki bileşene de benzemeyen yeni bir bileşim ortaya çıkıyor… Bu metaforu şu örneğe uygulayalım: asırlardır artıp azalmasına, şekli ve yoğunluğu değişmesine rağmen devam eden bir savaşın tarafları olan Batı ve İslâm… Her şeye rağmen bunlar karşıt kutuplar… Ama nasıl oluyorsa oluyor, “diyalog”, “medeniyetler arası ittifak”, evrensel olarak postmodernitenin etkisi v.b. kutuplar kısa devre yapıyor, iki unsur içe doğru patlıyor… Ve yeni bir konsept ortaya çıkıyor, İslam’dan bir takım değerler, özellikle asit özelliğini verenleri uçup gidiyor… Ortaya hiçbir şeye, özellikle İslâm’a benzemeyen bir bileşim çıkıyor… Örnek olarak; İslâm’da kesin, açık, net Müslüman-kâfir; iman-küfür ayrımı var… İşte bu içe patlama ile sınırlar 7) Jean Baudrıllard, Simülakrlar ve Simülasyon, çev. Oğuz Adanır, İzmir, Dokuz Eylül Yay. 1998, sh.49 8) Sarp Erk Ulaş, Felsefe Sözlüğü, Ankara, Bilim-Sanat, 2002, sh. 711 12 silikleşiyor… Mesela Ehl-i Sünnet Müslümana göre, bir kâfir cehenneme gider… Ama bu implosiondan sonra insan öyle kazanımlar elde ediyor ki, öyle bir “makama” erişiyor ki; Allahü Zü-l-celâl Hazretleri’nden daha merhametli oluyor ve kendisinin kul olduğu insanları cehenneme atmaya gönlü razı olamıyor… Daha doğrusu tevâzularından açıkça söylemiyorlar ama insan tanrılaşıyor o “makam ”da… Artık, bu makamda kavramların anlamı değişiyor… Yani tanrılaşma aşamasından sonra insan kural koyucu oluyor… ”Makam”dan kasdınız ne? İşte onu biz de bilmiyoruz!… Çünkü insan bir yaşadığı “makam”ı bilir; bir de haberlere göre iman ettiği “makam”ı bilir! Biz insan olarak yaşadığımız “insanlık makamı”nı ve bir de bildirildiği gibi iman ettiğimiz peygamberlik makamını biliyoruz… Yaşamadığımız ve iman etmediğimiz “tanrılık makamı”nı nerden bileceğiz? Bu içe doğru patlamada iman-küfür de biribirine karışıyor… İmanküfür arasındaki kesin, koyu çizgiler de soluyor, silikleşiyor… İslâmî manadaki “iman” metafizik, mistik, okültik, bir transandantal “inanç”a doğru evriliyor… ”İftar” ne demektir? Şeriat-ı Garrâ-yı İslâmiyye’ye göre “oruç” tutmuş bir kişinin, yine aynı kaidelere göre orucunu bozması demektir… Dolayısıyla ancak ve ancak bir Müslüman oruç tutar… Ancak ve ancak bir Müslüman iftar eder… Bir Müslüman için son hüküm: Ancak ve ancak oruçlu bir Müslüman iftara davet edilir!... Asr-ı Saadet’te bir kâfirin iftara davet edildiğine dair tek rivayet var mı? Sadece anlamaya çalışıyoruz… Acaba onlar da şöyle mi düşünüyor? ”Bu sorudan anlaşıldığına göre kural koyucu olarak Peygamber de kabul ediliyor… Bir tanrı niçin kural koyamasın? Bu naiv, çocukça bir yaklaşım!.. Peygamber kural koyuyor da bir “kanat önderi”, bir “şeyh”, bir ”büyük siyasi”, bir “zengin” Peygamber gibi kural koyamayacak mı?” İşte ������������������������������������������������������� bunu sezdirmeye çalışıyoruz!.. Ortada itikadî bir mesele var! İman-küfür kavşağındayız… Bir kâfiri iftara davet eden bir kişiyi tekfir etmiyoruz… Ama davranışlarının temelinde13 ki müşevviği tahlile ve tespite çalışıyoruz… ”Hâyâ” sahibi bir Müslüman bir kâfiri iftara davet etmez, “nitelikli” bir kâfir de bu davete icabet etmez! Kur’an-ı Azimü’ş-şanda kâfirler hakkında ayetler var, Peygamberi Zîşân’dan gelen haberler ve tatbikatı var. Ama bütün bunlar buharlaştırılıyor, etkisiz eleman haline getiriliyor… Yine birileri dürüstçe “Peygamber postacıdır!” diyorlardı… Ama yeniler çok daha tehlikeli, Peygamber sevgisinden bahsederek, haberleri hevâ ve heveslerine göre yorumlayıp, yok ediyorlar… Biz bu anlayışların temelindeki zihniyet bakımından bâtınîliği çok önemsiyoruz ve ilerde üzerinde duracağız… Yalnız buradaki mezhep olarak değil! Usûl ve zihniyet olarak! Burada temel mesele veya çözümü açmaza sokan, İslam’ın yapısı… Çünkü değişmeyen, sabiteleri olduğunu iddia eden bir din, böyle bir implosiona razı olamaz… Şüphesiz burada muhatabımız; İslam’a, İslam’ın tarif ettiği anlamda iman edenlerdir… Yoksa bu bağlamda; çaresizliklerini, imkânsızlıklarını, acizliklerini, yetersizliklerini, sınırlılıklarını soyutlayarak, süblime (sözde Türkçe karşılığı olan “yüceltme” kavramını özellikle kullanmıyorum. Anlam kaymasına sebep oluyor) ederek, damıtarak inşâ ettikleri bir transandantal varlığa inanan ve içinde yaşadıkları toplum gereği bu inandıkları varlığı “Allah” olarak kavramsallaştıran; içinde yaşadıkları toplumun bir sosyal gerçekliği olarak da kendilerini “Müslüman” diye niteleyenler muhatabımız değildir… Hevâ ve hevesine göre din inşâ veya imal edenler de… Ortaya anlaşılamaz bir durum çıkıyor… % 99 Müslüman, şeriatı isteyen %2-3… Şeriat9 ne demektir?? Kandil geceleri hassasiyeti büyüktür, kutlar veya kurtlandırır; çocuğu sınava 9) “Allah tarafından Peygamber vasıtasıyla vaz’ ve tebliğ olunan hükümleri havi İlâhî kanun yerinde kullanılır bir tâbirdir.”…” Maamafih şeriat tabiri, din manasında da müstameldir. Bu takdirde hem ahkâm-ı asliye denilen itikadiyyatı, hem de ahkâm-ı fer’iyye denilen ibadat, ahlâk, muamelâtı ihtiva etmiş olur.” Osmanlı Tarih Deyimleri sözlüğü, M. Zeki Pakalın. III / 341…” Yani bu Kur’an’da beyan olunduğu üzere Allah’ın sana vahyeylediği emr-ü nehyinden bir büyük ve geniş yol, muazzam bir şerîat üzere seni me’mur ettik. Elmalı: 5 / 4317 14 girerken bilmem kaç kişinin, bilmem kaç kere belirli bir duayı okuması için kapı kapı dolaşır; çocuğunun mahkemesi var dua, ticareti var dua, kızının maçı var dua, her türlü menhiyat temennisi “inşallah”, anlamı terk-i mâsiva olan, tasavvufa mensubiyet iddiasında bulunan şeyhine (!) ödül verilir, cifr hesabıyla “gayb” hakkında bilgi edinilir, bu ve benzeri hayatın bütün alanlarında tanrının mutlak hâkimiyeti var… Ama muamelata tanrının aklı ermez!.. Tam manasıyla şizofrenik bir durum… Allahü Zü-l-celâl Hazretleri cümlemizi şirklerden, özellikle nefs putundan, tanrılardan kurtarsın, iman nasip etsin… Şu anda başta kendi şahsım olmak üzere, herkesin yapması gereken, özellikle şu zikrettiğim konuları: İman tasavvuru, Allah tasavvuru, Peygamber tasavvuru, Mukaddes kitap tasavvuru, Ashab-ı Kiram tasavvuru, Bu dünya tasavvuru, Ahiret tasavvuru …..v.b. tasavvurları tenzih, tavzih hatta tecdid10… Hâssaten bu mefhumları avucunun içi gibi bildiği vehminde olanlar daha çok olmak üzere, özellikle kelime tekrarları (zikir?) ile kalbini öldürmüş olanların… Kelimelerde hakikati kaybetmiş olanlar… Özellikle 70-80 yaşında törenle ödül almaya tenezzül eden müteşayihlerin, sözde şeyhlerin, yabancı istihbarat servislerine hizmet eden kanaat önderlerinin (!)11; ”Müslümanım” diyen herkesin; daima tavzih, tenzih ve tecdid içinde olması… Birkaç cümle de sözüm ona kendilerinde bir takım haller vehmeden ödül alanlara!... Ödülle tescil edilmiş nefsâniyet âbidelerine: Be hey gafil! Nefsini öyle terbiye et ki; kulun vereceği ödülden müstağni olsun, bu istiğna tavrın ve ihlaslı şahsiyetinden dolayı, çevrendekilerin aklına bile gelemesin, sana teklif dahi edemesinler ve bunun sonucunda da öte dünyada Allahü Zü-l-celâl Hazretleri’nin lûtfedeceği mükâfatlara müstahak (müstahikk)12 ve nail olasın! Behey gafil! Bu dünyada halka yarandın… Bu 10) Kelime-i Tevhid’le… 11) İslâmî istilahda böyle bir ifade bilmiyorum! 12) Bizim telakkimize göre doğrudan doğruya mükafatlara müstahakk (hak etmiş, hak kazanmış, lâyık) olmadan bahsetmek yanlıştır, fakat biz Hak Teâlâ Hazretleri’nin doğrudan doğruya lütfuna bağladığımız için, kendi telakkimize göre doğru kullandık!.. 15 dünyada ödülünü aldın!... Öteki dünyaya ne kaldı? Halka yaranan Hakk’a yaranamaz!… Hubb-i câh ile terk-i masiva imtizac edemez… Zavallı gafiller çok acınacak haldesiniz… Hayâsız din istismarcıları, hemen İslâmî mukaddeslerin arkasına saklanmayın!... ”Gıybet”i istismar etmeyin!.. Şunu unutmayın ki: “Hasenatü’l ebrar seyyiâtü’l mukarrebin. İyiler için hasenat sayılan bir takım harekât vardır ki, bunların mukarrebînden suduru seyyiât, kabahat sayılır… Öyle işler vardır ki, küçüklerden suduru terfi’i derecata vesile bilinirken büyüklerden suduru ıyazen billâh bir cinayeti azime oluverir.13” Sözüm ona “müceddid” olacaksınız, o makamdaki insan için cinayet-i azime olan bir fiil işleyeceksiniz, kimse de sizi tenkid etmeyecek!.. Birilerini, birilerinin zararından korumak için yapılan tenkitler “gıybet” değildir… Gerçek büyüklük, ibâhe imtiyazı değil; tersine mükellefiyetlerin artma sebebidir!.. Haram değil mübahlardan kaçınmak v.b.! Maalesef ben, istisnasız “Müslümanım!” diyen ve bir takım meseleleri tartışan herkeste ama herkeste, bir anlayış farkı, moda tabirle yorum farkı olduğu kanaatinde değilim… Ortada itikadî bir mesele olduğunu düşünüyorum… Siz 19. 10. 2005 tarihinde 5411 sayı ile laik ve ulusal iradenin “tecelligâhı” olan yüce mecliste kabul edilen kutsal “Bankacılık Kanunu” na göre kurulmuş kurumların faaliyetlerine İslâm mukaddesatına aykırı olarak “helâl“ diyorsanız, ortada itikadî bir mesele var demektir… Bunu “yorum” diye geçiştiremezsiniz! Önce adam gibi oturun Kutsal Bankacılık Kanunu’nu okuyun… Şarlatanlığın lüzumu yok, buralar B A N K ���������������������������������� A!... B A N K A!!! Ondan sonrası “Müslümanım” diyenleri kandırıp, yastık altındaki paralarını kapitalist ekonomiye enjekte etmek için fikir namusundan mahrum dehâların(!) icatları olan ens�������������������� trümanlar… Fıkıh ki13) “ Elmalı”lı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini, Kur’an Dili, İstanbul, Diyanet İşleri Reisliği, 1935, sh. I / 932 V ve 4/ 3239 ----Ve İmam-ı Rabbanî, Mektûbât-ı Rabbâni, çev. T. H. Alp, Ö.F. Tokat…, İstanbul, Yasin Yay. 2004, sh.I / 439 16 taplarının “���������������������������������������������� şirket” �������������������������������������� bahsinden bulduğunuz bir takım mefhumları istismar ederek şer’î manada meşrulaştıramazsınız… Şu da ayrı “Müslümanım” diyenler de kandırılmaya hazır… Önce yapıyorlar sonra soruyorlar… Veya hevâ ve hevesine göre mütâlaa (fetva değil) alana kadar soruyorlar… Spot döviz satım işlemleri, türev işlemler; döviz forward, döviz future, döviz swap, döviz opsiyon, kefalete ücret, finans kurumları, son olarak, ev ihtiyacına binaen en düşük faiz uygulayan herhangi bir bankadan faizle kredi alabilirsiniz! Her meseleye çözüm bulunur, daha doğrusu var… Yeter ki açık sırları muhafaza edin! Açıktan faiz helal mi? diye sormayın… Biraz dolaştırarak… Birkaç yıl sonra doğrudan da sorabilirsiniz? Yalnız bana bu zihniyetle; ihtiyaç, zaruret, meşakkat, zararın izalesi, mefhumlarının istismarı ile inşâ ettiğiniz dünyada, cevaz verilmeyen tek bir eylem gösterin!.. Niçin hep iktisadî meseleler konuşuluyor ki? Ruh sağlığı tehlikede olan; doktor raporları ile sabit; genç, yaşlı; kadın-erkek, evli-bekâr, herkes için, her ihtiyacı karşılayan her eylem meşrudur o zaman… Edebim bu kadarına müsaade etti! Şu kadarını hatırlatmakla yetineceğim: “Her hangi bir hey’eti içtimaiyyede fâizsiz yaşanamayacağı hissi çoğalmaya ve fâizin meşruiyetine çareler aranmağa başlandı mı orada sükût ve inhitat ve devri cahiliyyeye irtica’ başlamıştır.14” Söylediklerimiz ihlâs sahibi Müslümanlara… Yalnız Elmalılı’yı dikkatle mütâlaa etmek lâzım: {Bunun için ilmi fıkıhta “şüphei riba, ribadır, zira ribada şüphe mu’teberdir” diye bir kaide vardır.15} Buyrun size Hanefi mezhebinden bir temel kaynak: “Ama faiz konusunda tedbirli davranmak esas olduğu için, faizin şüphesi, gerçeğin yerine konur.16” Ve devam eder: {Biz Hanefilere göre, faiz ko14) “Elmalı”lı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini, Kur’an Dili, sh. I / 955 15) A.g.e. sh. 954 16) Serahsî, Şemsü’l-Eimme Ebû Sehl Ebû Bekir Muhammed b. Ahmed, Mebsût, Editör, M. C. Akşit, İstanbul, Gümüşev Yay. 2008, sh. 12 / 305 17 nusunda varlığı olasılık17 dâhilinde olan şey, tedbirlilik gereği gerçekten varmış sayılır. Çünkü “Peygamber (s.a.v.), faizden, faiz şüphesinden yasaklamıştır.” İbn Mes’ûd (r.a); biz, harama düşeriz korkusuyla helallerin onda dokuzunu terk ederdik” demiştir.18” Biz; Şeriat-ı Garrâ-yı İslâmiyye nizamının, medeniyetinin; devlete ve hayata hakim olmadığı, hiçbir sistemde “helâl“ diye bir kategorinin olmadığını (bulunmadığını) iddia ediyoruz!... Helal ve Haram İslami irade ve otorite ile ilgili… Bu nizam dışında, hiçbir sistemin böyle bir meselesi ve kaygısı yoktur… Hayata hâkim olmak! Batı uygarlığının bir ürünü olan; Marksist anlayışın Lenin versiyonu, Rusya’da 1917 Ekim’inde devleti ele geçirdi, fakat komünist insanı yaratamadı!.. Siz devlete hâkim olmaya çalışırken devlet size hâkim olur… Komünist; yürüyüş, gülüş, yeme, içme, konuşma, düşünüş, kılık kıyafet tarzı yaratamadı!.. Sadece devlete egemen oldu… Bir “İslâmî gülüş ”ün olduğunu bugüne kadar hiç düşündük mü? Bir Müslüman nasıl üzülür, nasıl sevinir, nasıl yemek yer, nasıl su içer, nasıl yürür, nasıl hayal kurar, nasıl sever, nasıl hasret çeker? Bir toplumun toplam geliri nasıl oluşur? {Nasıl bizi istedikleri gibi düşündürüyorlar? Bütün entellektüel hayatımızı görünmez enstrümanlarla nasıl bağlıyorlar? ”Ulus” insanlığın yaşadığı uzun sürecin belirli bir aşamasında ortaya çıkmış, evrenselleşemeden, bazı toplumlarda ortadan kalkmaya başlayan bir sosyal birlik… Ulus-���������������������������������������� üstü ve ulus���������������������������� -altı sosyal birlikler oluş17) Bu mümtaz kitabı böyle tercüme edenlerden Allahü Zü-l-celâl Hazretleri’nin huzurunda şikâyetçi olacağım… Otuz cilt tercümenin yirmi cildini okudum… Ama nasıl okudum? Koşul, kanı, yanılma secdesi, ilke, geçerli, geçersiz, çağrı, özgü, içermek, özdeyiş… v.b. gündelik dilde kullandığımız kavramlar, bir fıkıh kitabında anlam kaymasına sebep olur…Siz “sahih” mefhumun, nasıl “ geçerli” kavramı ile çevirirsiniz…Bu Müslümanlıktan utanma, imanlara zarar sonuçlar doğuruyor! Allah cümlemizi islah buyursun! 18) Serahsî, sh. 12/ 307 18 makta… Fakat hepimizin farkına varmadan kullandığı “ulusal gelir” v.b. deyimler, “ulus”un ezelî ve ebedî bir oluşum olduğu izlenimi veriyor.} Ne kadarı faiz geliri? Ne kadarı faiz gideri? Büyük çapta zina ve alkolün serbestiyetine dayanan turist gelirleri ne kadar? Meyhane, kahvehane, barhane ve benzeri hanelerden elde edilen gelirler? Bir ara Türkiye vergi kralı bir hanenin sahibi idi! Ne kadarı alkol ve bileşenlerinden geliyor? Faize bir şekilde bulaşmamış yüzde kaç nüfus var? Gece, gündüz, yaz, kış demeden, alın teriyle tarlasında çalışan çiftinin yakıtına ödediği faizin oranı ne kadar? İşte bu ve benzeri sorular düşünülünce laik, seküler, iktisâdî liberalizmi benimsemiş bir sistemde “helal” diye bir kategoriyi bulmanın mümkün olmadığını iddia ediyoruz… ”Helâl”e haram demek küfür, “haram”a da helal demek küfür… Bütçeyi de ayrıca düşünün! Buraya kadar sadece üretimi sorguladım, ya ekonominin diğer unsuru olan “bölüşüm”… ”Üst gelir gruplarında tasarruf eğilimi daha fazladır.“ varsayımından hareket eden, vasıtalı vergilere ağırlık veren, iktisad anlayışı İslâm’ın ekonomik tasavvurlarına ne derece uygun? Ama yine unutmayalım; İslâm’da önemli olan nasıl kazanıldığı! Nasıl ������������������������������������������������� harcandığı ikincil bir sorun! Peki, hiç düşündünüz mü; bugün kullandığımız kaydî paranın İslâm tasavvuru muvacehesindeki yeri nerededir? Zaten Hakk’a değil, halka göre sözde fetva verenler, şunu iyi bilsinler ki; bugün; ayak, başı idare ediyor… Ayak; başın ilerisinde… İsterseniz caddedeki adamlara bakın! Herkesin ayağı başının ilerisinde… Zaten başlık, liderlik; ayağın, sürünün nefsî temayüllerini iyi takip ederek, onların ortalamasını; uygun zaman ve mekânda onlara liderlik emri imiş gibi tebliğ etme sanatıdır… Şimdi notlar standard sapma ile hesap ediliyor… Bu ortalamayı hesaplamakta çok zor… Çünkü bir kişinin notu tüm sınıfı etkiliyor… Herkesi zenginliğine göre değerlendirmek! Çileli bir faaliyet… Sonra Türkiye küçük Amerika oldu… Bir bakıyorsunuz hızlı bir dikey hareketlilikle yukarı çıkanlar, aynı hızla aşağı 19 iniyor… Hâsılı bu dengeleri dengelemek oldukça dengeli bir kişilik ister… Halk zaten başörtü meselesini halletmiş, böyle bir meselesi yok, koskoca ulusun başka derdi yok mu? İşte o anda sen liderlik dehânı (!) göstereceksin, İslâmî mukaddesleri ayağının altına alacaksın “Başörtü teferruattır!“ vecizeni salacaksın cihana! İşte lider böyle olur! Hakk mı kuvvetli, halk mı? Şüphesiz halk kuvvetli!.. Doğru bir iz üzerindesin!... Doğru bir tercih yaptınız! Ah! Ah! Şu insan hırsının bir de sınırı olsa! Tattıkça susuzluğumuzu artırmasa!.. Yalnız şu biline ki; kendi nefsine hükmedemeyen, koca bir ömrü “üstün olma ve hükmetme” hırsı uğruna harcamış, hesâbî bir biçimde bazı ihtiraslarını ertelemiş hiç bir insanın, hiç kimseye hükmetmesi mümkün değildir. Bütün felaketlerin mübâlâğadan kaynaklandığı şuuru içinde; etik mes’uliyetini müdrik olarak, fikrî muhasebe mükellefiyeti altında, son asırların nadir mütefekkirlerinden biri olarak gördüğüm Üstadım Necip Fazıl Kısakürek der ki: “Şeriat bir kırbaçtır! Nefs yalnız onun dayağını sevmez!..19” Asırlardır herkesin derdi, meselesi: Şeriat-ı Garrâ-yı Muhammediye… Herkes ama herkes, bir şekilde şeriatı aşmaya, etrafından dolaşmaya çalışmıştır, kimi de yeniden restore etmeye çalışmıştır… Maalesef aslî manası “şer’î çare, şeriat sınırları içinde çözüm” demek olan “hile” sahtekârlığın, Hak Teâlâ Hazretleri’ni aldatmanın bir şekli haline getirilerek hile-i şer’iyye tabiri kullanılmıştır… Bugün; oyun, aldatma, dubârâ20… Halk açıp fıkıh kitabına bakacak değil! Galat-ı meşhur, lügat-ı fasihten evlâdır… Ramazan günü oruçlusunuz… Birden hastalanıyorsunuz… Burada hile veya hiyel nedir? Hâzık, Müslüman, kendi de oruçlu olan bir hekimin izni ile orucunuzu yersiniz, sıhhatiniz avdet ettiğinde gününe gün tutarsınız… İşte hile veya hiyel, bu demektir!... Dağ başında 19) Necip Fazıl Kısakürek, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu, İstanbul, BD Yay. 1984, sh. 144 20) Ferit Develioğlu Osmanlıca- Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ankara, Doğuş Mat. 1962, sh.442 20 kaldınız, su yok, abdest alamıyorsunuz… Bunun hiyeli veya hilesi, şer’î çaresi nedir? Gayet basit teyemmüm yaparsınız! Fakat zamanın ilerlemesi ile yeni meseleler çıkıyor… Cemiyeti “Mevridi nasda ictihada mesağ yoktur .“(Mecelle. 13) itikad ve hassasiyeti içinde; “Ezmanın tegayyürü ile ahkâmın tagayyürü inkâr olunamaz. (Mecelle. 38) şuur ve feraseti doğrultusunda sürekli yenilemek yerine, hâşâ, Hak Teâlâ Hazretleri’ni aldatmaya yeltendiler… Koca koca ������������������������������������� âlimler������������������������������ (!)… Yüz yıllardır... Bir örnekle açıklamak istiyorum…. (A) şahsı maddî imkân sahibi… (B) şahsının 100.000 TL. Paraya ihtiyacı var… Diyelim ki faiz % 30… Bu adam 100.000 TL’yi alsa bir yıl sonra 130.000 TL. ödeyecek… 30.000 TL. faiz olacak… Faizden kurtulmak gayet kolay (! )... Bir (C) şahsı bulunur… (A) şahsı, bir kalemi v.b. (B) şahsına 130.000 TL’ye veresiye satar… Ama malı kabzetmesi şart… (B) Şahsı Kalemi aldı eline… (B) şahsının (A) şahsına borcu 130.000 TL… (B) şahsı elindeki kalemi (C) şahsına 100.000 TL’ye peşine sattı ve nakit parasını aldı… (C) Şahsı, kalemi, (A) şahsına peşin 100.000 TL’ye sattı ve parasını aldı… Ne oldu mesele halledilmiş oldu!???? O kadar çok çeşitleri var ki, akıl havsala almaz… Bal gibi faiz olan Para vakıflarına 400 küsur yıl önce fetva verilmiş…21 Biz; anlayabildiğimiz kadarı ile Şeriat-ı Garrâ-yı İslâmiyye’yi aşma teşebbüslerinin fikrî temelinde Bâtınî zihniyeti görüyoruz… Temellendirmeye çalışacağım… Birinci olarak şu noktayı tespit edelim: “Bu mezhebin dışı Rafızilik, içi tam bir küfürdür.22” Fakat ”Bâtınîlik umumî bir tabirdir. Kur’an’ın dış yüzü (zâhiri) olduğu gibi iç yüzü (bâtını) de vardır.23” anlayışıdır… Açık açık böyle söylenmese de, gizli, aşikâr, Şeriat-ı 21) Bu konuda “, Saffet Köse’nin, İslâm Hukukunda Kanuna Karşı Hile; Hile-i Şer’iyye, İstanbul, Birleşik Yay. 1996” isimli kitabını… Ve “ Mustafa Baktır, İslâm Hukukunda Zaruret Hali, Ankara, Akçağ, 1981” isimli kitabını tavsiye ederim…İlerde biz de yine döneceğiz!... 22) İmam Gazâlî, Bâtınîliğin İçyüzü, çev. Avni İlhan, Ankara, TDV Yay. 1993, sh.23 23) Abdülbâki Gölpınarlı, Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatlar, İstanbul, İnkilâp Kit. 21 Garrâ-yı Muhammediye’yi bir şekilde aşma gayreti de, bâtîni bir zihniyeti işaret etmektedir… «içi tam bir küfür”������������ olan zihniyeti çağrıştıracak her türlü düşünme biçiminden, hal çaresinden şiddetle kaçınmamız lâzım… Tekfir manasında değil ama… 1572’de (9 Zilkade 979) faize onunu on bir buçuktan (% 15) fazla olmamak şartıyla izin verenler de, bâtınîliğe düşman kişilerdi muhakkak… Bunlar da çok büyük âlimlerdi… (Bana sorarsanız, “âlim” ne demek? Bir mesele çıkacak, tefekkür yok, çözüm üretemeyeceksiniz… En kolayı dini değiştirmek ve alim olacaksınız!) Fakat kafalarının arkasında, onların deha(!)ları ile buldukları çözüm yollarını şeriat erbabının anlayamayacağı gibi bir anlayış yatıyordu… Düşünün ki; şu satırları bir âlim (!) okusa, bize karşı bir tahfif tavrı takınacaktır… “Cahil adamlar!” diyecektir… Hâlbuki bize göre; Allahü Zü-l-celâl Hazretleri gaibi bilir… “Çünkü Allah sinelerde saklı bütün sırları bilir24” Yani bize göre; hâşâ, Hak Teâlâ hazretleri, vergi memuru değildir… Örneğimizdeki (A), (B) ve (C) şahıslarının sinelerinde saklı olanı biliyor… Vergi memuru beyana göre işlem yapar… Gaibi bilemez, sinelerdekini bilemez… Mezhebî anlamda olmamakla beraber zihniyet bakımından, Bâtınilikle tam bu noktada bağ kuruyorum… Demek ki biz ayetlerin zâhirine göre hüküm veriyoruz… Onların, bu ayetlerin bâtınlarında anladıkları farklı bilgiler var… Yoksa nasıl faize cevaz verebilirler? Para vakıflarına nasıl fetva verilebilir? Şeriatta hüküm zahire göredir… Genel de farz ibadetlere dayanır… Farz ibadetlerde de riya, gösteriş olmaz… Nihayetinde Hâlık-ı Zül Celal’e karşı vazifeni yapıyorsun… Maalesef bu konuda istismara en müsait ortam tarikatlarda mevcut... Ve onlarca asırlardır, şeriat, tarikat ihtilafı yaşanmıştır… Tarikatların içindeki bazı unsurlar; hep bir yolunu bulup şeriatı aşmaya çalışmış, şeriat ehlini hep zahirle uğraşan, dolayısıyla derinlerdeki (bâtın kavramını kullanmaktan imtina ettim) 24) Maide: 6 / 7 22 manayı anlayamayan insanlar olarak tahfif etmişlerdir. Nitekim Hak Teâlâ Hazretleri’nin gerçek velileri, gerçek tarikat ehli, asırlardır, Hakk’ın yanında, halkın zihniyeti ile savaşmışlardır!... İçinde bulunduğumuz durumda görüyoruz ki halk galip gelmiştir… Ham yobaz kaba softalığın lüzumu yok, imkanlar âleminden bahsediyoruz! Ben sadece işaret etmekle yetineceğim… Hedef kitlemiz ihlâslı, sıradan “koca karı imanı”na sahip bizim gibi İslâm’ı yaşama konusunda iddiasız Müslümanlar. Tek gayemiz; bugün artık istisnası olmadığını düşündüğümüz, şeriatın önünü kesen tarikatlar konusunda uyarmak… Güya Nakşibendi tarikatının diğerlerinden farklı olduğunu iddia ederdik, ama anlıyoruz ki; onun da diğerlerinden hiçbir farkı kalmamış!.. Nitekim Muhteremler birinci adım olarak istismarı önlemek için “şeyh”in vasıfları üzerinde durmuşlardır… Ve şeyhin; “Kâmil ve mükemmil”25 olması gerektiği sık sık vurgulanmıştır. “Hele günümüzde (İmam-ı Rabbânî 1564-1624 yılları arasında yaşamıştır. A.B. ) bunun cevazı daha da açıktır; zira şekil ve isim dışında ne müritlik ne de şeyhlik kalmıştır. Günümüz şeyhlerinin kendilerinden haberleri yok, iman ve küfrü birbirinden ayıramıyorsa Allah Teâlâ’dan nasıl haberleri olacaktır. Müritlerini nasıl irşad edeceklerdir…26” Eğer bir talip “y������������������������ etersiz bir şeyhe bağlanırsa bu öldürücü zehirdir.27” Aynı satırlar bir de şu şekilde çevrilmiştir: “Nâkıs şeyhlerin sohbeti semm-i katildir28” Diğer bir tercüme: “Böyle birine inabe etmek, öldürücü bir hastalıktır.29” Bu muhteremlerin hepsi de amel üzerinde hassasiyetle durmuşlardır. Nitekim, Ebû Nasr Serrâc Tûsî (378/988) şöyle bir 25) İmam-ı Rabbanî, Mektûbât-ı Rabbâni, sh. I / 275 ve II / 266 26) A.g.e. sh.2 / 717 27) A.g.e. sah. I / 275 28) H. Hilmi Işık, Mektûbât Tercemesi, İstanbul, Işık Kit. 1974, sh. 112. semm-i katil: Öldürücü tesiri olan zehir 29) İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, Abdülkadir Akçiçek, İstanbul, Çile Yay. 1977, sh. I / 172 23 nakil yapar: {Ebû Saîd bu ma’nâda şunları söylemiştir: “Allah’ın kitabını idrâkin ilk derecesi, onunla ameldir.”30} Bir de olağanüstü, keramet, ilham gibi unsurların önemli olmadığı üzerinde ısrarcı olmuşlardır… Şöyle bir nakil yapar: {Bir başka rivayette yine Bâyezîd’in şöyle söylediği nakledilir: “Bir adam suyun üzerine seccâde serse, gökyüzüne bağdaş kurup otursa, şeriatın emir ve nehiy çizgisindeki tavrını görmedikçe ona aldırmayın.”31 Nitekim Abdulkerim Kuşeyrî (986/1072) şöyle bir nakil yapmıştır {İbn Fürek (����������������������������������������������������� r.a.) der ki; “Mucize ile kerâmet arasındaki fark şudur: Peygamberler mucizeyi açıklamakla memurdurlar, kerâmeti saklı ve gizli tutmak ise velîler üzerine vâciptir. Resûlullah (s.a.v.) mucize sahibi olduğunu iddia ediyor ve bunu katiyetle ifade ediyordu, velî ise kerâmet iddiasında bulunmaz, kendisinden zuhur eden hâllerin bir mekr (oyun, istidrâc) olması caizdir ve mümkündür.”32} Hal böyleyken sayfalarca kerâmetini anlatanlara ne diyeceğiz? Cifiri kullanarak ayetlerle oynayanlara ne diyeceğiz? “Birinci Şuâ’da bir iki âyetin işaretinde, Risale-i Nurun sâdık talebelerinin, îmân ile kabre gireceklerini ve ehl-i cennet olacaklarını, kudsî bir müjde ve kuvvetli bir beşaret bulunduğu gösterilmiştir!!!. 33“ Allah’ım bize doğu yolu göster… Şaşırtma bizi! Merhumların hepsinde had safhada ve daima “helal” hassasiyeti, içinde, Hücvirî (999-1077) şöyle der: “İmdi, derviş, sohbeti tercih edince ailesine helalinden yedirmesi ve onun mehrini helal maldan ödemesi lazım gelir.34” Daima korku ile ümit arası… Hiç kimse akıbetinden emin olamaz… Yukarıda gördünüz, birisi, birilerini hayatta iken cennetle müjdeliyor… Fakat Şihâbuddîn Sühreverdî “Havf ve recâ da, tevbe, tevbe-i nasûha 30) Ebû Nasr Serrâc Tûsî, el-Lüma’, çev.H.Kâmil Yılmaz, Ankara, Altınoluk, sh. 77 31) A.g.e. sh. 316 32) Abdülkerim Kuşeyri, Kuşeyri Risalesi, çev Süleyman Uludağ, İstanbul, Dergah Yay. 2009, sh.435 33) Said Nursî, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, İstanbul, Sözler Yay. 1991, sh. 27 34) Hucvirî Ali b. Osman Cüllâbî, Keşfu’l-Mahcûb 24 dâhildir. Çünkü kulun korkusu onu tevbeye götürür. Şayet korkusu olmasaydı tevbe etmezdi. Ümidi de olmasaydı korkmazdı. Demek ki havf ve recâ mü’minin kalbinde birbirini gerektiren iki durumdur. Havf ve recâ, tevbe ehline, istikâmetinde dengesini sağlar.35” Şeriat nasıl zahir konusunda ısrarcı ise, gerçek tasavvuf ehli de Bâtınîliğin önünü kesmek için çok büyük hassasiyete sahiptir. İmam Birgivî (1523-1573) şöyle der: “Naslar yani Kitâb ve sünnetteki deliller, mümkün oldukça zâhire göre yorumlanır. Bâtın ehlinin iddiâ ettikleri mânâlara dönmek, nassları reddetmek, günahı helâl kılmak, Şerîat-ı Şerîf ’i hafife alıp küçümsemek, Allah-u Teâlâ’nın rahmetinden ümitsiz olmak, azâbından ve gazabından emîn olmak, kâhinlerin gaybden haber verdikleri şeylerde tasdîk etmek küfürdür.36“ ve şöyle der: “Evet! Helâl ve harâm konusunda şüpheli olan şeylerden sakınmak, tahâret ve necâset konusundan sakınmak gibi değildir. Bilakis, helâl ve harâm konusunda şüpheli olan şeylerden sakınmak, dinde çok daha mühimdir ve selef-i sâlihînin ahlâk ve tavrıdır.37” Gerçek Allah dostlarından, gerçek tarikat erlerinden bir kaç hayat nefhası sundum… Bir demet çiçek sundum!... Şarlatanlar bizi çok rahatsız ediyor!.. Din istismarcıları! Ham yobaz ve kaba softalar rahatsız ediyor… Bu kitaplar hayat veriyor… Hele bu ve benzeri kitaplarda; sürekli şeriat, fıkıh, helal lokma üzerinde ������������������������������������������������������������ ısrarcı����������������������������������������������������� olmalarına karşılık; keşf, ilham, keramet gibi sürünün tapındıkları konuları özendirme değil, ısrarla çekindirmeye çalışmaları, maalesef bizim tahlillerimizin doğru olduğunu gösteriyor. Biz zâhire göre hükmederiz! Nasıl ki birileri obsessif bir yaklaşımla akıllarını, cifire, bir başkası sakala, bir başkası 35) Şihâbuddîn Sühreverdî, Avârifü’l – Meârif, çev. Dilâver Servi, İstanbul, 1995, sh.621 36)36 İmam Birgivî, Tarikât-ı Muhammediyye, çev. M. Fatih Güneş, İstanbul, Kalem Yay. 2004, sh.141 37) A.g.e. sh. 833 25 dua anında elin şekline38 takılmışsa; biz de: “Şeriat-ı Garrâ-yı Muhammediye�������������������������������������������� ’nin tümüne takılmışız… Parça bütünün habercisidir… Biz bir noktasından vazgeçmeyiz… Kâinatı taksanız bir noktanın yerini değiştiremezsiniz… Düşünün İslâm harflerindeki “nun”un noktasını aşağı çekseniz “be“ olur ve bütün anlam değişir… “Göz”ün bir noktasını kaldırsanız “kör” olur!... Yine doğru olduğuna inandığım şöyle bir analiz üzerinde ısrarcıyım ve yer yer de tekrar ediyorum… Dünyadaki güçler, kimse onlar, yerli işbirlikçileri ve din kompradorları ile ortak; Türkiye’nin taşeronluğunda dünyada; metafizik, mistik, okültist, laik (önemli değil), seküler ( on yıllardır kanaatimiz, çok çok önemli), iktisâdî ve siyasî liberal, rasyonalist… bir (İslâm?), din inşâ etmeye çalışıyorlar… Zaten Türkiye buna çok müsait… 1718’de başlayan Osmanlı Batılılaşması ile yumuşak iniş yaptı ve egemenleri, siyasileri de öyle bir terbiye edildi ki; teşne ve hizmete hazır… Ve görebildiğim kadarı ile bu projenin metafizik yanını teologlar (İlahiyat fakülteleri, özellikle kelam); mistik ve okültik yanlarını da tarikatlar, cemaatler, dinci vakıf, dernek ve benzeri kurumlar ve onların aktiviteleri ile gerçekleştiriyorlar… Kalan kısmını herkes… Galiba orkestrasyonu da Diyanet yapıyor… Bir iş yapma (aksiyon demiyorum!) , başarma şehveti içindeki insanlar burnunun ucunu göremiyor… Rakamlar, rakamlar, rakamlar… Sadece nicelik, nitelikten ne haber? İstanbul finans merkezi oluyor! Finans merkezi olduktan sonra, ne merkezi olacak? Bilmem hangi şehir, hangi dağ turizm merkezi olacak! Ondan sonra ne merkezi olacak! Kız spor faaliyetlerinin vebalini kim üstlenecek? Torunlarımıza nasıl bir ülke hazırlıyoruz? 38) Biz bunu hafife almıyoruz..Ama Fahr-i K���������������������������������� âinât Sallallahü Aleyhi ve S������ ellem Efendimiz’in dua anında ellerinin farklı durumlarda olduğu görülmüştür. Bu aciz kaç tane mübarek koltuğunun altının görüldüğü rivayetin tesbit etmiştir. Bitiştirdiği de variddir. Ayrıca Bedir’deki dua anını da unutma!... 26 Ben ihlâs sahiplerini uyarıyorum! Faaliyetleri ile küfür binasına taş taşıyorlar, su taşıyorlar… İslam’ı������������������ ������������������������� tam manasıyla zaafa uğratıyorlar… Ben herkesin umduğu gibi ahirette hesabını verirsiniz, demeyeceğim… Ben diyeceğim ki: “Kısas kıyamete kalmaz!” Ben diyeceğim ki; Allahü Zü-l-celâl Hazretleri’nin bir sıfatı da: M������������������������������������������������� üntakim…����������������������������������������� Aşağıda ismini verdiğim yazar ayet meallerini verdikten sonra şöyle devam ediyor: {Meallerini zikrettiğimiz ayetlerden anlaşılacağı üzere Allah’ın “müntakim” ve “zû intikam” sıfatları inkâr ve isyan edenlere yöneliktir. Allah kâfirleri, müşrikleri, münafıkları, mücrimleri, günah işleyenleri cezalandırır. Allah zalim değildir. Hak etmeden hiçbir kuluna ceza vermez. İsyan eden fert ve toplumlara dünyada âfetler, musibetler ve belalar vermesi Kur’an’da Allah’ın intikamı olarak ifade edilmiştir39.” Ahretteki hesap başka… Uzlaşımsal olarak Açık Sırlar hiç konuşulmuyor… Herkes ahlakın bozulduğundan bahsediyor! Kendinize gelin! Herkes kendine gelsin! Ahlak, bulutların üzerinde bozulmadı… Bu dünya üzerinde bozuldu… Nasıl ki içki şişede durduğu gibi durmuyorsa, haram para da kasa da durduğu gibi durmuyor… Kimin ahlakı bozuldu? Ben, sen, o; biz, siz onlar… Bu saydıklarımdan başka dünyada yaşayan kimse var mı? Çok bunaldım… Hak Teâlâ Hazretleri, cümlenin ırzını, namusunu ahlakını muhafaza buyursun! Dil başlı başına azîm bir mesele… Açık Sırları konuşmaktan imtina etmeyelim… Maalesef Türkçe, tefekkür bakımından işlenmemiş bir dil… Ah! Eski dilimiz gibi, bir yakınmanın haklı olmadığını düşünüyorum… Eski dilimizin tefekkür bakımından ne kadar işlendiği de tartışma götürür… Ama bu günkü kuşdilinden daha zengindi kuşkusuz… Geçen gün TV’de tesadüfen rastladım, Divan Edebiyatını bilen bir kişi, bir Türkçe kelimeye karşı on beşe yakın kelime saydı.. Ben dilci değilim… Fakat derlediğim gelişigüzel şu on kavramı karşılayacak kelimeler Türkçe 39) İsmail Karagöz, Esma-i Hüsna, Ankara, DİB, 2007, sh.349 27 ’de nerede? Leibniz: ”Dil düşünmenin aynasıdır.” der… Şüphesiz düşünen insanların meselesi bu… Yoksa herhangi bir insan günde en fazla 100-200 kelime ile konuşur… ma TEEMMÜL: İyice, etraflıca Düşünme TEEMMULÂT-I AMÎKA: Derinden derine düşünüp taşın- TEENNÎ:İlerisini düşünerek acelesiz, dikkatli davranma, yavaş yavaş gitme TEFAHHUS: İnceden inceye araştırma TEFEHHÜM: (Fehm) Yavaş yavaş anlama, farkına varma TAAKKUL: Akıl erdirme, zihin yorarak anlama TEFEKKÜR: Düşünme, zihin yorma TEDEBBÜR: Sonunu, hakîkati düşünme, TEZEKKÜR: Hatıra getirme, TEFAKKUH: İnce kavrayış Biz Servet-i Funûn’cular gibi, lügatten kullanılmayan kelime, orijinal kelime aramadık, ama zihnimize geldiği şekilde kullandık… 1960’lı yıllarda, hocalarından bir çoğu Türk Dil Kurumu’nun etkili ve yetkili yöneticileri arasında bulunan ve onlardan imtihana girmek zorunda olan benim gibi bir kişinin farkında olmadan, uydurma dilin etkisinde kalması da normaldir. (?) Yalnız size temim ederim ki; kullandığımız “çekler” karşılıksız değil!.. Entellektüel hazinemizde fazlasıyla karşılıkları var… Yazarken, konuşurken kavramlarla muhatabımıza çek veriyoruz… Fakat maalesef entellektüel, fikrî ihlallerde, kesemize ait ihlallerdeki hassasiyeti göstermiyoruz… Çünkü kesemizi kutsuyoruz, ona tapınıyoruz!...����������������������������������� ”Kese” mize ait en ufak bir ihlalde toplum, adliye, devlet; polisi, jandarması ile ayağa kalkıyor… Bir masumun ırz u namusu pây-mâl edildiğinde verilen ceza ile, değersiz bir eşyası alındığında verilen cezayı mukayese edin! Bir adamın gözlüğünü alsanız gaspa giriyor, gözünü çıkarmanın en az 5-10 katı ceza alırsınız!.. İktisâdî hayatta “karşılıksız çek” 28 çok ciddi bir mesele!.. İtibarsızlık unsuru… Peki fikri hayattaki “karşılıksız çekler”? Hesabı verilmeyen kavramlar, çilesi çekilmeyen fikirler? İktisadî gümrük, devlet meselesi… Peki, “Fikir Gümrüğü” nerede? “Fikir gümrüğü”nü kim kuracak? Kapitalist ethos mülkiyeti kutsallaştırırken, fikri nesneleştiriyor…Nesneyi kutsallaştırırken, kutsalı nesneleştiriyor!.. Bütün kutsallar “şey”leşiyor… Toplumumuzun “aziz”leri, “evliya”ları zenginler… Adam uyuşturucu kaçakçılığından, mafyatik yöntemlerle ticaretten, inşaattan zengin olmuş; bir cami, bir mektep yaptırdı mı, artık kutsallaşmıştır… Yattığı yere mum dikelim (!) … Ömür boyu “ Üstad Okuyucu”luğu amaç edindim… Gönül huzuru ile bu sıfata lâyık olduğumu söyleyebilirim… Gözlerin kitaba karşı şerbetlendiği, beyinlerin kabız, dil ve kalemlerin ishal olduğu bir dünyada yaşıyoruz… Böyle bir dünyada talip olduğum “Üstad Okuyucu” ünvanı da pek mütevazı değil! Kuşkusuz diğer bir meselemiz de alıntıladığımız tercümelerin kalitesi. Fikir namusu bakımından değiştirmeden aldık… Değiştirmeye hakkımız yok!... Benim gibi tercümenin olamayacağı kanaatinde bir insan için, bu durum gayet normal… Ama güzel bir tercüme bulmak o kadar zor ki! Bir de kişisel tercih olarak bizim önemli gördüğümüz, başkalarından farklı ve yenimsi olduğunu düşündüğümüz noktaları vurgulamak açısından, farklı bölümlerde zaman zaman özellikle tekrarlar yaptık! Güneşin altında yeni bir şey yoktur… Eğer bir işi ona verilen emekle değerlendiren bir zihniyete sahipseniz, bu satırları da o ölçülere göre yargılayacaksınız… Bana sorarsanız ölçünüz “emek” olmalı!... “Anlam”ın anlamını kaybettiği bir evrende yaşıyoruz… Katı olan her şey buharlaşıyor… Bütün kutsallar ayakaltında sürünüyor…�������������������������������������������������� Bütün değerler, kutsallar, mukaddesler nesneleşiyor… Simülatif bir dünyada yaşıyoruz… Daha başta söylediğim 29 gibi kuyruğunu yakalamaya çalışan kediye benziyoruz… Fakat bütün bunlar en hafif tabiri ile imanımız konusundaki hassasiyetsizliğin, kütlüğün, kabalığın, mazereti olmamalı…” Muhakkak ki Allah ve Melâikesi Peygambere hep salât ile tekrim ederler, ey o bütün iyman edenler! haydin ona teslimiyyetle salât-ü selâm getirin40.” Elmalı’lı merhum bu ayeti celilenin tefsirinde: “Bu âyet gösterir ki Peygambere salavât getirmek farzdır. Ancak tekrarına taarruz yoktur. Sahih olan budur ki ismi zikrolundukça vacip olur.41” Özellikle entellektüel varlığı oryantalizm tarafından resetlenmiş ve formatlanmış kişiler bu postmodern oyunun tuzağına düşmektedirler… Hâlbuki nesneleşmeyi kırmak için, hatta gönlümüzün neşv ü nemâ bulması için dünden daha dikkat ve rikkatle ihtimam göstermeliyiz diye düşünüyorum, bu ayet-i celileye… Özellikle “bilim” zokasını yutanlar, ihtiram ifadeleri sözüm ona peşin fikir, peşin kanaat izharı olacağı için, nesneleştirme yoluna tevessül etmektedirler… Bu nasıl bir bilim anlayışıdır ki sizi temel inançlarınızdan rahatça kopmanıza sebep oluyor… Özellikle Kurtubî tefsirinde bu konuda geniş bilgi vardır.42 Ben doğru hatırladığımı sanıyorum: 1950’li yılların sonlarında, dahi, o zaman TV yok; radyo “Cumhurbaşkanı Hazretleri” diye bahsederdi… Nasıl değişiyoruz farkında olmadan… Kur’an-ı Azimü’ş-şan’da farz olarak nitelenen bir davranıştan nasıl da bu kadar kolay vazgeçiyoruz? Bunun için bireyselleşmenin büyük bir yalan olduğunu ve mümkün olmadığını iddia ediyorum… İşte okuması������������������������������������������������� -yazması olan bir akademisyen “çıkan neyse, yakışan o.” zihniyeti içinde… Herkesin gücü, bireyselliği, özgürlüğü; dinine, ebeveynine yetiyor… Herkes “din” karşısında özgür… Herkes Cenab-ı Hakk karşısında özgürlük sevdasında… 40) Ahzap Suresi: 33 / 56 41) Elmalı: 5 / 3923 42) İmam ������������������������������������������������������������������������������ Kurtubî, El-Câmiu li Ahkâmi’l Kur’ân, çev. M. Beşir Eryarsoy, İstanbul, Buruc Yayınları . 2002, sh: 14 / 171 30 Bir laboratuar tesbiti: Muhammed b. İdrîs eş-Şâfiî Hazretleri’nin, Fıkıh Usûlü konusunda bize kadar ulaşabilen ilk eser olan “Er-Risâle“ adında bir kitabı var… Bunu iki İlahiyat Fakültesi öğretmeni tercüme ediyor… Prof. Dr. Abdülkadir Şener- Prof. Dr. İbrahim Çalışkan… ”Çevirenler” imzası ile bir Önsöz yazılıyor kitaba… Sanki yaptıkları işten utanç duyarak yerin dibine geçen iki insan gibi, kendilerini mazur göstermek i�������������������������������������������������������� çin şu açıklamayı yapıyorlar: “������������������������� Tercümemizde Ahmed Muhammed Şâkir’in tahkik etmiş olduğu nüshayı esas aldık. Bu nüshada Peygamberimiz, ta’zim vasıflariyle zikredilmiş (Ben boltladım. A.B.) olduğundan biz de o lâfızlara karşılık olarak “Hazret” kelimesini kullanmayı tercih ettik.43” Kaldı ki, metinde “Hazret” de kullanılmıyor… ”Hz.“ kullanılıyor…. Yazıklar olsun, kınayıcıların kınamasından korktukları için gönül huzuru ile “Elhamdülillah Müslümanım!” diyemeyenlere… Yalnız hepimiz, hepimiz, hepimiz, böyle bir tecrübeden geçiyoruz…. Bir takım mazeretlerle bazı davranış biçimlerini benimsiyoruz… Daha sonra onlar kişiliğimizin bir parçası haline geliyor… Amiyane tabirle, köprüyü geçinceye kadar “ayı” ya, “dayı” diyoruz… Fakat bir süre sonra biz “ayı” oluyoruz… Hem de öyle sadık bir “ayı” oluyoruz ki, gerçek ayıları bile hayrette bırakıyoruz, kıskandırıyoruz… ”Köprü”ye onlardan fazla sahip çıkıyoruz… Bırakın uzak tarihi… 1838… İngilizlerle yap������������������������������������������� ılan Serbest Ticaret Anlaşması, 1839…. ����������� Tanzimat Fermanı. 1856… Islahat Fermanı… 1850… Nizamiye Mahkemeleri… Bunları yapanların hiç biri John, Brown değil… Mustafa, Ali, Cevdet… Daha sonra açıklamaya çalışacağız, bu pragmatizm bile değildir… Doğrudan doğruya oportünizmdir… Sanki bir gavur izmine sokarsak mânen beraat edeceğiz! O beraatı önlemek için “bile” yi ekledim… Pragmatizm olsa mâzur mu göreceğiz? 43) Muhammed b. İdrîs eş-Şâfiî, Er-Risâle, çev. Abdülkadir Şener- İbrahim Çalışkan, 2010, TDV. Sh. Önsöz 31 Alışmaya alışmayalım!... Gavura bu kadar kolay teslim olmayalım… Yalnız dikkat edelim… Kafamızın içi gavurlaşmış!... Sen işçini köyden, küçük şehirden hiçbir oryantosyan eğitiminden geçirmeden Avrupa’lara gönderirsen sorunlar çıkacaktır… Sen zavallı Anadolu Çocukları’nı hiçbir hazırlıksız yüksek Lisans, Doktora yapsın diye Batı’daki oryantalistlerin ağzına atarsan sonuç ortada… Yazık bu zavallı çocuklar, şimdilerde artık yaşlandılar, Müslümanlıklarından utanıyorlar o gâvurun huzuruna giderken… O gâvurlar da “ayı” eğitmekte özel eğitimli… Emirleri farkına varmadan içselleştiriliyor… ”Haydi! Koca oğlan! Ağabeylerine selam ver!” Onlar da büyük bir iş başarmanın zevki içinde alacakları ödülleri düşünerek, ağabeylerine selam veriyorlar… Kuşkusuz her bir “selam”; İslâm’dan, imandan bir taviz. “Görmüyor musun? Okyanus ötesinde koskoca adamlar… Gerdan kırıp, kırıtarak nasıl temennâ ediyorlar… Bütün bu yaptığımız tespitler, Hüsn-i niyetli, bu tanımlamaların kapsamına girmeyenleri tenzihen mütâlaa edilmelidir. Şu noktayı da özellikle işaret ederim ki; Necip Fazıl fikrî bakımdan üst düzey küfür ortamlarında, entellektüel meclislerde, felsefe eğitimi yapılan zeminlerde, müntesiplerine kınayıcıların kınamasına aldırmadan, “Ben yobazım!” deme şuur ve şehâmetini veren bir mütefekkir, örnek bir dava adamıdır!… Burada “şehâmet” zekâ ve akıllılıkla beraber cesâret, yiğitlik; “yobaz”lık, Allahü Zü-l-celâl Hazretleri ve Fahr-i kâinât sallallahü aleyhi ve sellem’e “pazarlıksız iman, Sıddıkî iman… Biz herkesten Necip Fazıl’ı anlamasını beklemiyoruz!... Bu sürüye zülüm olur… Şüphesiz her mevhibe Hak teâlâ hazretleri’nin bir lütfudur, ama vesile olarak; birileri, hiç değilse, özellikle içinde bulunduğumuz şartlarda�������������������������������������� , çocuklarının imanını kurtarma endişesi içinde olanlar, şunu bilin ki; Necip Fazıl öldü!... Fakat eserleri ortada… Özellikle çağımızı düşünerek teklif ediyoruz: Bu vesileye yapışınız… 32 Bir münasebetle karşılaştığımız biri şöyle bir hatırasını anlatmıştı… Bu hatıralardan da nefret ediyorum… Herkes bir hatıra anlatırken, sanki hadisenin asıl kahramanı kendisi… Bahsedilen şahıs yardımcı aktör… Yani önemli olan mevzuu bahs kişi değil de kendisi gibi anlatıyor… ”Kendisi” derken de, sırf “nefsânî kendisi”ni anlatıyor… Bu en hafifinden iğrenç bir durum… Fakat bakt����������������������������������������������������� ım bu hatırayı anlatan kişi,������������������������� konuşmaktan pek zevk almıyor; kendisinden bahsetmek için değil, Üstad’ı anlatmak için, daha doğrusu İslâm imanını, izzetini anlatmak için konuşuyor. Böyle adamların hatıralarından da istifade etmeye herhalde hakkımız var… Hatta onların da saklamaya hakları yok… Müşarünileyh anlatıyor: “{Altmışlı yılların ortalarından öncesi… Siz şimdi o günleri, o üniversite iklimini tasavvur, hatta tahayyül dahi edemezsiniz! Üniversite öğretmenlerinin baş aktör olduğu, 27 Mayıs 1960 ihtilali olmuş… Başbakan ve Bakanlar asılmış… Üniversite öğretmenlerinin, ”siyah cübbeliler”in otoriter ve totaliter yönetimi… Aykırı nefes almak bile düşünülemez… Anadolu’nun küçük bir şehrinde Lise bitirmiş bir işçi çocuğuyum… ����������������������������������� Ömrümde profesör görmemişim…������� Felsefe bölümünün öğrenci profili de o yıllarda nasıl diyeyim biraz fantastik… ”sosyetik”… Ama ben de eziklik yok… İmanımdan utanmıyorum… Gavurlara karşı fahr ve kibir sahibiyim… Çünkü Necip Fazıl’ı çok çok küçük yaşlardan beri okumuşum ve halen de okuyorum… İslâm izzetini hissediyorum veya sahibim… O zamanın anlı şanlı hocalarından biri ile münakaşa ediyoruz derste… Fakat zaman epey geçti: “Ahmet! Odama gel! Sana bu konuyu anlatacağım.” dedi… Gayet tabii bir şekilde: “Siz bana ne anlatacaksınız? Ben Necip Fazıl’ı okumuş biriyim!” dedim… İnanın hiç mübalağa etmiyorum, yumruklarını sıkmış, tepiniyordu: “Sen kedine nasıl böyle güveniyorsun?”}…..Yorum!...??? Hoş bir hava doğmuştu, biraz daha cesaretlendi, herhalde… “İzin verirseniz bir hatıramı daha anlatmak, istiyorum” dedi. Ve 33 anlattı… {Bir gün tartışma derste bitmedi… Aldı, beni odasına götürdü… O zaman “kürsü” tabir edilir… ”Sistematik Felsefe Kürsüsü” diğer elemanları da orada… Daha masasına oturmadan, hışım içinde, yıllar geçti, belki yanlış hatırlıyor olabilirim ama galiba elleri kolları titriyordu: “Ahmet! Anladık!. Sen Atatürk karşıtısın, Cumhuriyet karşıtısın, şeriatçısın… Niçin geldin, felsefe tahsili yapıyorsun?” diye sordu… Tuhaf bir psikoloji ile… Yani sanki burası bizim oyun sahamız… Burası bizim çiftliğimiz… Senin işin ne? “ der gibi… Dedim ki, “Hocam! Ben Necip Fazıl’ı okumuş ve halen de okuyan bir kişiyim… Ve İmam-ı Rabbanî Hazretleri buyuruyor ki; “Menşe-i küfrü tanımayanın imanı nakıstır.” Ben felsefe tahsil edeceğim, küfrün menşeini tanıyacağım… Eğer imanım devam ederse, demek ki gerçek, imanmış, benim imanımdan korkum, şüphem yok!” dedim… O sıra odada bulunanlardan biri, hatırladığım kadarı ile “demek ki, biz kâfirmişiz” v.b. bir cümle söyledi… Hoca “sen sus!” diyerek azarladı onu, bana döndü, “ne dedin? Ne dedin? Bir daha tekrarla” dedi… Ben İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin sözünü tekrarladım… Derhal, inanın heyecanla not aldı… Evet! Heyecanla ve İslâm harfleri ile… Kendime güvenimin kaynağı ortada!... Necip Fazıl vesilesiyle İslam’ı anlamak, kavramak! “Gerçek İslâm” gibi kavramsallaştırmaları hoş bulmuyorum… İslam’ı anladığım için bir gavur profesör karşısında, profesörü ilk defa üniversitede görmüş bir işçi çocuğu olarak kendime güveniyorum… …} dedi ve Yorum!???} Sonra ben araştırıyorum ki; yukarda hatıra sahibinin bahsettiği hoca, 1908, Malatya doğumlu… Ortaokulu Malatya’da, liseyi Sivas’ta okumuş… Ve 1929’da yani 21 yaşında “felsefe yükseköğretimi için devlet bursu ile Almanya’ya gönderilmiş. Ve bu çocuk “birey” olacak, öyle mi? Bir de “Osmanlı Meselesi”nin muhasebesini yapmak lâzım… Bir zamanlar Osmanlı kavramı ile İslâm aynı kabul edildiği için Osmanlı’ya seviyesizce saldırıldı… Bir zamanlar İslâm’a cephe34 den hücum edilemediği için Osmanlıya saldırıldı… İnsanlar da bunun farkında olduklarından, Osmanlıya yapılan iftiraları daha baştan kabul edilemez buldular… Cumhuriyetçilerin Osmanlıya karşı makul, kabul edilebilir eleştirileri yoktu… Nitekim şahsım adına benim gibi çok tarih mütâlaa eden insanlar da, tanıdıkça Osmanlıya hayranlığımız arttı… Ayrıca kısmen de olsa fikir namusuna sahip sosyalist ve solcuların da pekiştirici etkisini kabul etmemiz gerek diye düşünüyorum… Fakat belki de son on yıl diyebileceğim zaman diliminde, bu meselenin yeniden muhasebesinin yapılması gerektiğine kanaat getirdim… Galiba bunda Osmanlıya akıl almaz, vicdan yaralayan iftiraların azalmasının da etkisi olduğu düşünülebilir… Birden Osmanlıyı kutsadığımızı keşfettim… Bunda daha önce, yeterince üzerinde düşünmediğim bazı bilgilerin de etkisi oldu… Nitekim şimdi rahmetli olmuş, Osmanlı Tarihi yayınlamış bir ağabeyimizin, faizin yasaklığı hakkında konuşulurken: “Bırak hazret, Şeyhülislam fetva vermiş!” diye kesip atması, bu eleştirel sürece gelmemde çok etkili oldu… Demek ki bu düşünce zihnimin bir tarafında muhafaza edilmiş, düşünsel geviş anında da etkili olmuş… Yani farkına varmadan Osmanlı, İslâm’ın önüne geçiriliyor… Yani bir fıkhî meseleyi tartışırken edille-i şer’iyyeden değil, Osmanlı tatbikatından hareket ediyoruz… Hâsılı son yıllarda Osmanlı Telakkisinin İslâm’ı gölgelediği kanaati uyanmaya başladı ben de… Kaldı ki; sözde Osmanlı hayranı olanlar����������������������������������������������� , Osmanlının yapısal özelliklerinin cahili idiler… Sadece hamaset… Bunlar da ”İslâm” diyemedikleri için “Osmanlı” demeye başladılar… Evet Osmanlı şiir gibi bir nizam kurmuş… Halen de kabul ediyorum… Ama bu nizam yapısal bir esasa dayanıyor… Ve şiir gibi nizamın temeli de bugün hiç sözü edilmeyen, günümüz anlayışına taban tabana zıt, mülkiyet ilişkilerine dayanıyor… Kısacası ortaçağda ana üretim aracı olan toprak üzerinde ferdî mülkiyetin olmayışı… Netayic35 ül Vukuat’ta Mustafa Nuri Paşa çok güzel anlatır… Bağ, bahçe ve ev mülkiyeti var… Nitekim bu Hz. Peygamber’in Hayber tatbikatı, Hz. Ömer’in Suriye ve Sevad’daki tatbikatı, Selçukluların Ikta sisteminin de mükemmelleştirilmesine dayanır. Mülk Allah’ındır, tasarruf hakkı padişahındır, padişah sahib-ül arza tefviz eder. Oda reayaya kanuna göre dağıtır… Fakat sistem XVI. Yüzyılın ortalarında bozulmaya başlıyor… Sebebleri derin… Ondan sonra bir sath-ı mailde aşağı doğru kaymaya başlıyor… Medreseler; ilmî bir inhitat, ahlakî bir tefessüh içindeler… Taşköprülüzâde’nin kitabının tarihi 1532… Benim teklifim şu: Mademki kurumsal yaklaşımdan mahrum, sadece bireysel rivayetlerle, romantik bir Osmanlı imajı inşâ ettik… Mademki Osmanlının kurduğu nizamın bugüne ışık tutup tutamayacağını hiç düşünmeden terk ettik… Belki o zaman haklı da olabiliriz… Ama yeter artık! Şu anda ben bir desacralization- desakralizasyon, yani kutsaldan arınma teklif ediyorum… Kuşkusuz hayat ve devlet sadece akılla temellendirilemez, sadece akılla yargılanamaz… Kabul ama bu kadar hayale dayanarak mistifike de edilemez… Sen 1572’de faize cevaz veriyorsan, ben seni sorgularım… Nasıl bu hale getirdin bu devleti? Burada asıl mesele; İslâm dünyasının hali ortada… Kimi ve neyi tenzih gayesiyle hareket ediyoruz? Bunun sorumlusu, bunun müsebbibi kim? Müslümanlık mı? Müslümanlar mı? Bizim tereddütsüz cevabımız: Müslümanlar… O zaman Osmanlıyı, İslâm’ı gölgelememesi için, yaptığı hatalardan ibret almamız için, gerçekten müsbet yanlarından yararlanmamız için, İslâm’ı tenzihen hareket etmemiz gerekir… Sonra Osmanlı bir nizam… Tümüyle değerlendirmek lâzım… Osmanlıyı, hiç bilmiyormuş gibi; yeniden araştırmak! Yeniden okumak! Yeniden muhasebe yapmak! Mesela genelde bilinen kıymetli Osmanlı tarihleri yanında, hiç değilse birkaç temel, değerli kitap ismi: 36 = Taşköprülüzâde Ahmed Efendi ( 1495-1561), Mevzuat’ül Ulûm, 1532, sadeleştiren Mümin Çevik, 1975, üçdal = Lütfi Paşa, Asafnâme, 1541, Hazırlayan: Ahmet Uğur, 1982 = Bosna kadısı Hasan el kafi, Usûlü’l- Hikem Fî Nizami’-l Âlem, 1596, Latinize eden: Mehmet İpşirli, 1981 = Künhü’l ahbar…..Gelibolu’lu Mustafa Âlî (1541 – 1600 ) Latinize eden: Faris Çerçi, = Hırzü’l Mülük…. Yazarın ismi bilinmiyor, muhtemelen devlet görevlisi, yaklaşık 1580 yılı dolaylarında III: Murad’a sunulmuştur. Latinize eden, Yaşar Yücel. 1988 = Kitâb-ı Müstetâb.. Yazarı belli değil… Devşirme olması kuvvetle muhtemel.. Enderun mensubu olabilir. Tahminen 1620 yılında II. Osman’a sunulmuş olabilir. Latinize eden: Yaşar Yücel. 1988 = Kitâbu Mesâlihi’l Müslimin ve Menâfi’il- Mü’minin.. İsmi bilinmeyen, büyük bir ihtimalle ilmiye sınıfına mensub bir devlet görevlisi… Muhtemelen 1643-44 yıllarında Kemankeş Kara Mustafa Paşa’ya arz edilmiş. Latinize eden: Yaşar Yücel. 1980 = Koçi Bey Risalesi, 1631, IV. Murad’a arz edilmiş. Sadeleştiren, Zuhuri Danışman.1993 Bu kıymetli kitaplar yazılış tarihlerine dikkat ederseniz, tam Osmanlı devletinin sendelemeye başladığı XVI. Yüzyılın ortalarında; devletin tarihini, ilim hayatını, medreseleri, sosyal hayatı, idarî yapıyı, askeri kurum v.b. anlatmaktadır… Kimileri padişahlara, kimileri Vezir-i âzamlara arz edilmiştir… Bir örnek olmak üzere Ahmet Cevdet Paşa, Koçi Bey Risalesi hakkında şöyle bir 37 mütâlaa serdeder: “Göriceli Koçi Bey’in maarif isteyen Dördüncü Murada sunduğu Lâyihaları içinde toplayan bir risâledir. Şani-Zade, Askerin sebeblerini anlatma yolunda yazılmıştır ki, Göriceli Koçi Bey Dördüncü Murad Hazretlerine bu meziyetleri olgun bir yaşlılığın iradesi ile korkmadan göndermiştir. Ebü’l-Necib risâlesine üstün denmeye lâyıktır.44” Biz sadece İslâmı tenzih; zihniyet, hassasiyet ve kaygısında olduğumuz için, bu arada hırpaladığımız, yıprattığımız kişi ve kurumlar umurumuzda değil!.. Yalnız şu nokta da biline ki; biz burada, Bilimsel, Felsefî, Soyut Gerçek peşinde koşan bir heveskâr da değiliz! Ayrıca bu tür gerçekler de olduğuna da inanmıyoruz… Bizim için tek gerçek, Şeriat-ı Garrâ-yı İslâmiyye’dir… Bizim bu yaklaşımımızı eleştirenlerin önce bir nefs muhasebesi yapmaları lâzım! Hangi fikri tenzihen hareket ediyorlar! Siz 1572’de faizi meşrulaştırıyorsanız, İslâm’ın muhkem hükümlerine doğrudan doğruya aykırı hareket ediyorsanız, hatalısınız!.. Ama o günkü şartlarda ne yapabilirlerdi? Bu tür mantık konstürüksiyonları da umurumda değil! Üç paralık dünyevî iktidarınız için imanımdan vaz geçmem mi isteniyor? ? On yıllardır çilesini çektiğim konular… Nitekim bölümler ayırdım… ”Değişim”, “ Değişimin Sancıları”, “Değişimin Sınırları”, “Oportünizm ve Değişim”… Kısmet olursa “Oportünist Değişimin Aktörleri” başlığıyla bir çalışma üzerindeyim!.. Bir toplumda “değişim ”in, yeniliklerin nasıl yapılacağı ve sınırları belli… Biz bir fikrin Şeriat-ı Garrâyı Muhammediye����������������������������������������� ’ye uygun olup olmamasına bakarız… Tatbikattaki uygulamalar umurumuzda değil! Çünkü imanımız sınanıyor! Zahirde aleyhimize gibi gözükse de biz muhkem ayet ve mütevatir hadisleri iman mevzuu olarak alırız… ”Güneş ışıklarını fatura kesseniz” dahi! Biz materyalist değiliz… Biz M���������������������������� üslümanız!...��������������� Bizim imanımızı tatbikatlar tayin etmez… İmanımız tatbikatları tayin eder… Bir materyalist “yolumuzu pratikler aydınlatıyor!” der… Biz ise 44) Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, Sadeleştiren; Dündar Günay, İstanbul, Üçdal, 1993, sh. I / 15 38 imanımız pratikleri tayin ediyor deriz… Tatbikatta bir hata varsa o uygulamadan kaynaklanıyor bize göre, imanımızın gereklerinden değil! Ve dikkat edin! Bugün dincilerin yolunu pratikler tayin ediyor… Zaten derinliğine düşünülürse, materyalizm ortak paydasında bir iktisadî liberal ile kolektivistin farkı yok! Çünkü bir materyalistin de metafiziği var!���������������������������� O da maddeyi mistikleştiriyor! Peki, bir soru: Benim de kabul ettiğim o şiir gibi nizam, XVI. Asrın ortalarından itibaren, Şeriat-ı Garrâ-yı Muhammediye’ye kesin, aşikar, aykırı,��������������������������������������������� sözüm��������������������������������������� ona her yeniliği yaptı, sonuç? Zehirden ilaç olmaz! Osmanlıya ait; iyi, güzel, doğru ne varsa, İslâm’dan! Osmanlıya ait; bütün hatalar, kusurlar, yanlışlar ise kendindendir!... Müşahhasla, mücerreti karıştırmayalım… Osmanlının tatbikatındaki; yanlışlarla, hatalarla, kusurlarla İslâm’ı tenkit ne kadar yanlışsa; Osmanlı tatbikatından iman umdeleri devşirmeye kalkmak da aynı şekilde yanlış! Akrep, nokta nokta ruhumu sokmuş, Mevsimden mevsime girdim böylece. Gördüm ki, ateşte cımbızda yokmuş. Fikir çilesinden büyük işkence. (Necip Fazıl) Fikir çilesine talip olanlar aranıyor!.. ”Geçmeyen an, pörsümeyen yeni, solmayan renk”in çilekeş gönüldaşları aranıyor!.... 39 HEYULA Profesörünün, meşhur muharririnin, politikacısının içi geçmiş kabaklar gibi her türlü fikir cevherini yitirdiği bu kafa kıtlığı devrinde, olgun gençlik kadromuzun en mümtaz örneklerinden Ali BİRADEROĞLU’na ait bu yazıyı bütün Batı dillerine çevrilmeye layık bir değer ölçüsüyle takdim ederiz. Necip Fazıl KISAKÜREK Meşhur komünist manifestosu, “Avrupa’nın başına bir heyûlâ bela kesilmiştir; komünizm heyûlâsı.1” cümlesiyle başlar ve bütün Avrupa devletlerince bir güç olarak kabul edildiğini, bütün ülkelerin bu tehlikeyi önlemek için kutsal bir anlaşma yaptıklarına işaret ederek devam eder. Bu cümleleri 130 yıl önce yazanlar bugünü görselerdi herhalde hayret ederlerdi. Çünkü Komünizm Avrupa ile birlikte -teorisyen kehanetlerinin aksine- belki de daha çok, Avrupa dışındaki sanayileşmemiş, teknik bakımdan geri kalmış ülkelerde bir heyûlâ gibi dolaşıyor. Bugün dünya üzerinde bu mitolojik canavardan korkup titremeyen ülke yok... Uzun bir gelişim sürecinin sonunda, Birinci Sanayi Devrimi ile doğan yenidünyanın meselelerini Batı’nın sahip olduğu değer sistemi ve kurumları çözebilecek güçte değildi. Böyle bir çalkantı içinde Batı’da yeni doğan problemleri çözebilecek yeni değerler vücuda getirilememesi bir yana, eski uygarlık kendi 1) K. Marx-F. Engels, Komünist Manifestosu, İstanbul, 1976, sh. 35 40 kendisiyle ve cesaretle hesaplaşıp kurumlarının doğru bir değerlendirilmesini yapabilecek yürekliliği bile gösteremedi. İçgüdülü bir savunma duygusu içinde, taassupla eski değerlerine yapışan Batı, içinde bulunduğu statüyü korumaktan başka bir gaye sahibi olamadan direndi, eski değerlerine sarıldı. Gerçi bu dönemde Batı’da bazı soylu sesler çıkmıyor değildi; fakat onlar da sadece Batı uygarlığı çöküşünün habercisi olmaktan ileri gidemediler. Marksın en büyük başarısı böyle bir durumda Kapitalist sistemin büyük çapta doğru bir değerlendirmesini, analizini yapabilmiş olmasındadır. Çürümüş, kokuşmuş bir düzenin doğru bir tahlilini yapmak, kendiliğinden ortaya çıkan boşluğu, masal unsurlarıyla bezenmiş, mistik, muhayyel ve doğması mukadder bir dünya ile kolayca doldurabilme şansını elde etmiştir. Her ne kadar Batı düşüncesi tarafından da Marksizmin doğru bir tahlili yapılarak, eski fikirler rafına kaldırıldığı söylenebilirse de, bu entellektüel planda yapılmış; Marks’ın hazırlop dünyasının yığın üzerindeki sihrini yok edememiştir. Her şeyden önce Marksın kitleler üzerindeki etkisinin entellektüel plandaki yüksek fikir yoluyla olmadığı gerçeğini kabul etmeden problemi çözemeyiz. Eylem içinde bulunan, koca devletleri dehşete salan gençleri, bilgisizlikle, duygusallıkla suçlamak -bu tespit doğru dahi olsa- hiç kimseye onların eylemlerini basite alma, hafife yorma hakkını vermez. Gücünüz varsa, söyleyecek şeyiniz varsa, yapabiliyorsanız, gençliğin bu özelliklerinden ve zaafından siz de istifade edin! Çünkü saf felsefi problemlerden haberi olmayan, onlara aklı ermeyen o çocuklar dünyayı yorumlamak değil, değiştirmek gerektiğine inanıyorlar ve bu misyonun kendilerine ait olduğuna iman ediyorlar. Dünyayı değiştirmek için aksiyona katılan her kişinin düşünmesi, yüksek fikirlerle donanmış olması gerekmez. Bir veya bir kaç kişinin düşünmesi yeter. “Dünyayı güvercin ayaklarıyla gelen fikirler yönetir.” Eylem için bilmek değil, inanmak lazım; bilgi değil iman gerek... 41 Marks yığın psikolojisini çok iyi bilen ve onun zaaflarını mükemmel bir şekilde değerlendirmiş bir kişidir. Yığının ana temayüllerini büyük bir ustalıkla yakalayabilmiştir. Bütün dış görünüşlerine ve özentilerine rağmen yığının istediği gerçekten siyasi ve idari özgürlük değildir. Çünkü o fantezi peşinde koşar; böyle bir imkânın gerçekleşmesini hiç bir zaman istemez, özgürlüğün getireceği yükü taşıma gücüne sahip değildir. Ona devamlı lafını ettiği, oyalandığı, sözde istediği özgürlüğü verdiğiniz anda ondan bıkacak, size başkaldıracak, onu size iade etmeye can atacaktır. Yeter ki siz yine karar verme yetkisinin kendisinde olduğu masalını sık sık tekrar edin... Yığın kuvvetten hoşlanır ve daima sığınacağı kendi adına düşünüp karar veren, kendisi uyurken uyumayan; kuvvetli emin bir kucak arar. Marks bu umudu verebilmiş ve büyük çapta, yığını düşünme belasından(!) kurtarmıştır. İnsanın, iradesini çok az kullanmak zorunda kalacağı, sımsıkı zorunluluklarla çevrili, ilişkileri insan iradelerinden bağımsız olarak ekonomik faktörlerin belirlediği, insan bilincinin mensup olduğu sınıfa göre kendiliğinden oluştuğu bir dünya sunmuştur. Bu dünyanın tek eksiği, gerçek insan (yapıp eden, duyan, mutlumutsuz olan, tarih şuuruna sahip, bilen düşünen, bazen karar vermek zorunda olan, bio-psişik varlık) dan mahrum oluşudur. Yoksa her şey yerli yerinde!... Haliyle bu büyük eksiklik de sınırlı kişiler tarafından anlaşılabilmektedir. Bu konuda «büyük engisizyoncu masalını” özellikle hatırlatırım. Batı uygarlığı; Rönesans, Reform ve Aydınlanma ile yavaş yavaş bütün kutsal değerleri ve varlıkları dünyadan kovdu, sürüp çıkardı. Fakat ortaya çıkan toplum tablosu kendisinin de ödünü kopardı. Batı uygarlığının hali Marks›ın Sismondi›den aldığı şu örneğe benziyor: Büyücü çırağı ustasının olmadığı bir anda, artık sanatı öğrendiği kuruntusuna kapılarak, ustasının zincire vurduğu bütün kötü ruhları serbest bırakır; fakat sanatı iyi öğrenememiştir, onlara hâkim olamaz. Batı; bazı kurallar tarafından zincire vurulmuş ne kadar kötülük varsa akla ve ilme güvenerek 42 hepsini serbest bıraktı. Fakat hikâyedeki çırak gibi ortaya çıkan önceden tahmin edemediği duruma hâkim �������������������������� olamadı. Daha da fecisi, her şeyi öyle yıktı ki, bir «iyi» ve «kötü» bırakmadı, değer yargılarının hepsini kökünden yıktı. İşte Marksizmin yayılış sırlarından biri, bu kötü ruhlara hâkim olma, yeni değerler getirme vaadi ve umududur ki bunun sahte bir çözüm olduğu çok açık olsa dahi tesiri inkâr edilemez. Kısacası Marksizm; hem ona karşı olanların, hem de taraftarlarının empoze etmek istediği gibi bir heyûlâ değildir. Yayılışının bazı objektif sebepleri vardır ki, biz bu yazımızda dikkatleri özellikle şu nokta üzerinde toplamak istiyoruz: Marks’ın kitle üzerinde etkili olmasının en önemli sebebi; eski değerlerin hızla yıkıldığı, yeni değerlerin ise asırlardır doğum sancıları içinde kıvranmasına rağmen bir türlü doğmadığı, insanların makinanın bir dişlisi haline geldiği bir dünyanın bütün kurum ve değerlerine kesin bir şekilde başkaldırmasında ve aynı dünyanın mutsuz, hafakanlar içindeki insanına umut kaynağı olabilmesindedir. Dolayısıyla açık veya gizli, şu veya bu sebeple kurulu düzeni savunan, bu düzenin bütün bozukluklarına hiçbir tedbir sahibi olmadan sırf ötekinin gelmemesi için bazı, kendi doğrularını radikal bir biçimde, cesaretle ortaya koyamayanların, bu heyûlânın sihrine kapılanlara ve kapılacak olanlara, yeni bir dünya özlemi içinde yananlara söyleyecek sözleri yoktur. Giden gitmekte, çöken çökmekte; komünizm ise pratik bir deha ile bundan faydalanmakta, fakat gelenden, gelmesi gerekenden henüz bir haber belirmemektedir. Bu sır, davamızın en ince noktası ve inşamızın ana direği olarak ele, dile ve harekete geçirilmelidir. BÜYÜK DOĞU, 29 Mayıs l978, 34. Yıl, l6. Devre, s.7. 43 NOT: Otuz k������������������������������������������������ üsur yıl önce yaptığımız bu tesp���������������� itlerimizin, hemen hemen hepsi bu gün de geçerli! Yalnız komünizm yerine neo-liberalizmi koyun! Fakat bu geçen yıllarda İslamiyet nerede? Veya nerede idi, nereye geldi? Nasıl evrildi? Bu gün, kendilerini M�������������������������������������������������������� üslüman olarak niteleyenler; şu veya bu ���������������� sebeple, dün komünizme karşı gösterdiği muhalefeti, direnci gerçekleştirecek, düşünme iklimine, zihin haritasına bugün sahip değiller! Niçin? Neden? Nasıl? Hangi sebeple, İslam’a aidiyet iddia eden, bütün topluluklar (“cemaat” İslami bir mefhum, bu lütfa hak kazanacak insan toplumu olduğunu sanmıyorum!), sözde tarikatlar, dernekler, vakıflar Siyonizm’in, Amerikanizmin meccanî hizmetçisi? Bilmiyorum, bilemiyorum, ama öyle sanıyorum ki; sürekli içinde bulunduğunuz durumu eleştirmek sürüyü yoruyor!.. O çözüm arıyor! Çünkü halkta soyut zeka ( J. Piaget) yoktur. Çünkü halkta ideal bir dünya, ideal bir devlet, ideal bir nizam, ideal bir insan tasavvuru yoktur! Bu saydığımız unsurların muhayyel bir şablonuna sahip değildir. Aidiyet iddia ettiği, imanından fışkıran ab-ı hayatla sulanmış bir değerler örgüsü yoktur. Dolayısıyla uygulamaları, uygulanan politikaları; sözünü ettiği imanının inşâ etmesi gereken bir mimarî ile mukayese etmez. Zihninde bir kalıp olmadığı için onunla karşılaştıramaz! O, sadece karnının doymasına bakar! Bu nasıl bir karınmış? Bu meşru bir soru değil, anlamsız bir soru veya itiraz, çünkü Hak Teâlâ Hazretleri şöyle buyuruyor Kur’an-ı Azimü’ş-şan’ında: “ Çoklukla övünüş sizi o kadar oyaladı ki, sonunda kabirleri ziyaret ettiniz.” ( Tekâsür: 102 / 1-2 ) Ayet-i Kerimelerin tefsirinde İmam Kurtubî merhum şöyle açıklıyor: “ Yani mal çokluğu ile sayıca çoklukla övünüşünüz, sizi Allah’a itaatten alıkoydu ve bu, siz ölünceye, kabirlere defnedilinceye kadar sürüp gitti” ( el-Câmiu li –Ahkâmi’l- Kur’ân, 19 / 310) Bu noktada bizim teşhisimiz; halkın istediği mamayı komünizm veremedi! Halk da dinle soslanmış Amerikanizmin cazibesi ile komünizme karşı çıktı. Halk biraz da korktu.. “Şapkayı asıp eve girilecek!” diye… Komünizmin çökmesi ile ki, böyle bir 44 çöküş yok, sadece ����������������������������������������� Marksizmin tam uygulanamayan Lenin versiyonu ((Ekim 1917’de gerçekleştirilen Proletarya Devrimi daha Rusya Komünist Partisi’nin 21 Mart 1921’deki 10. Kongresi’nde, NEP’le delindi… Buradaki hassasiyetimiz Şeriat-ı Garrâ-yı Muhammediye’yi uyguladıklarını iddia eden gerek geçmişte, gerekse günümüzdeki bazı oportünistlerin bu başarısızlıklarını muazzez, müberrâ ve mukaddes şeriata sıçratma endişesi.)) denemesinin başarısızlığı var!... Bu Sovyet deneyinden sonra Neoliberalizm halkın talebi olan ekmeği, hatta pastayı verdi! Halk görüyor! Halk gözüyle düşünür! Beyni ile değil! Artık ona anlatamazsınız! Neyi anlatamazsınız? Gördüğünün dışındaki hiçbir şeyi! Varlığı, bolluğu, zenginliği görüyor! Ve gerekli algı oluşturuldu: “Kıskanma senin de olur!” Herkes sırasını bekliyor… Ayrıca şunu da itiraf etmeliyiz ki; akmasa da herkese damlıyor… Sağlık, eğitim hizmetleri küçümsenir gibi değil! Hatta imkanlara sahip olmayanlar dahi kıskanmaktan öte pornografik bir temaşâ hazzıyla olanı biteni seyrediyor… Hayat bir simülasyon haline gelmiştir… Temâruz… ”Simüle etmek sahip olunmayan şeye sahipmiş gibi yapmaktır.” (Simülakrlar ve Simülasyon, J. Baudrillard, 13) Durum tam da J. Baudrillard’ın teşhisini yaptığı gibi implosion ( içe doğru patlama ). Yani iki kutup karşılaşıp infilak etmiştir ve kutuplardan biri diğerinin içinde yok olmuştur. Dikkat! Dikkat! Dikkat! Kendisi için imanın önemli olduğu insanlara sesleniyoruz! Somut durumda diğer kutbun içinde soğurulan, yok olan kutup İslam’dır! Otur kendi nefsini hesaba çek! Bu gün dünya dört yıldır devam eden, uzman tahminlerine göre on yıl daha devamı öngörülen böyle bir kriz içinde kıvranırken, herkes bir arayış içinde iken, herkes neo-liberal ekonomileri eleştirirken sen nasıl bu kadar rahatsın? Dikkat et “iman”ın, “ inanç” haline gelmiş ve Neoliberalizm üzerinde temerküz etmiş! Veya başka bir gâvurizm üzerinde! Ülkenin ekonomik göstergelerinin göreceli olarak olumlu olması senin için kâfi mi? Fakat yine aldanıyorsun! Çün45 kü ekonomi sadece ekonomi değildir! Bir gün bunların karşılığını maddî veya manevî olarak alırlar… Zaten alıyorlar! Hiç düşünmez misiniz? “İstanbul finans merkezi oluyor” diye seviniyorsun! Bunun ahlakî, İslamî sonuçları ne olacak? Turizm için ülkeye bilmem kaç yatak daha kazandırılıyor! Bilmem kaç milyar dolar döviz gelece������������������������������������� k! Peki, neleri götürecek!? Sende muhayyile de yok! Muhayyile olabilmesi, onun beslenebilmesi için insanın transandant bir dünyası olması gerekir… Hiç değilse o mekânın beslediği değerleri olması gerekir! Hiç düşünmez misin? Bir tüyüne kıyamadığımız, nur yumağı yavrularımızı nasıl bir gelecek bekliyor? Kız veya erkek yavrularımızı? Bak dünyaya, nereye doğru gitmekte olduğunu fehmetmeye çalış! Sen gördüğünden başkasına inanmazsın, ama tam görürken de alışıyorsun! Seninle uğraşılmaz! Rabbimiz Celle Celâlühu Hazretleri cümlemizin imanını, ırz-u namusunu korusun! Âmin! Bütün bu saydığımız ve saymadığımız sebepler tahtında, bu günkü şartlarda, imkânlar âleminde Üstadımın da ifade ettiği gibi, bir Müslüman için eşşekçe ümitlere yer yok! Fakat mâverâ âleminde sonsuz derecede ümitliyiz! Çünkü o alem sebeplerin geçerli olmadığı, sebep-sonuç zincirinin kırıldığı, sünnetullahın Allahü Zü-l-celâl Hazretleri’nin emirleri ile kesintiye uğradığı bir kozmik mekan!... Yarın elbet bizim elbet bizimdir Gün doğmuş gün batmış, ebed bizimdir. (Necip Fazıl) “ Ey oğullarım! Haydi gidin de Yûsuf’la kardeşinden haber araştırın. Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah’ın rahmetinden, ancak kafirler gürûhu ümidini keser.” ( Yûsuf: 12 / 87 ) İbrahimî imanın kâinatı ve ruhları parıl parıl aydınlattığı bir durumu bize haber veriyor Kur’an-ı Azimü’şşan: “Melekler kendilerinin müjdeci ve bu müjdenin dönüşü olmayan bir gerçek olduğunu, evlâdın mutlaka meydana gelece46 ğini te›kid ettiler, sonra da ümitsizlik ve çaresizlikten nehyettiler.“ (Vehbe Zuhayli, Tefsirü’l-Münir, 7 / 280) Burada şu noktaya özellikle dikkatleri çekiyoruz ki “ İbrahim aleyhisselam’ın şaşması adet itibariyledir, kudret itibariyle değil.” (Beydavî Tefsiri: 3 / 145) Fakat bizim anladığımız kadarı ile Hz. İbrahim meleklerin telkini ve te’kidî karşısında müheykel ve mücessem iman timsali olarak hayretler içinde kalıyor: “İbrâhim, ‘Sapıklardan başka, Rabbinin rahmetinden kim ümidini keser ki’ dedi” ( Hicr: 15 / 56 ) 47 XX. YÜZYIL TARİH FELSEFELERİ1 (Bu yazının ana çatısını 14.04.1973 tarihinde Çağımız Tarih Felsefeleri adıyla verilen seminer oluşturmaktadır) Bugünkü anlamda “tarih” (Grekçe istoria) kavramını ilk defa Heredot ( İ.Ö. 490-425) kullanmıştır. Ve tanımını da şöyle yapmıştır. “Bu, Halikarnassos’lu Herodotos’un kamuya sunduğu araştırmadır. İnsanoğlunun yaptıkları zamanla unutulmasın ve gerek Yunanlıların, gerekse Barbarların meydana getirdikleri harikalar bir gün adsız kalmasın, tek amacı budur; bir de bunlar birbirleriyle neden dövüşürlerdi diye merakta kalınmasın.2” Daha önceleri ise bu kavram, filozofların doğa hakkındaki düşüncelerini ifade için kullanılmıştır. Herodot’dan sonra, Thukidides ise sadece bir kayıt ve aktarma olmayıp, “değerlendirme ve yorumlama etkinliği3” şeklinde kullanmıştır. 1) Pitirim A. Sorokin, Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri, çev. Mete Tunçay, Ankara, Bilgi Yay. 1972 ve Arthur Hübscher, Çadaş Filozoflar,çev. İsmail Tunalı, Erzurum, A.Ü. Fen-Ed Fak. 1963, isimli kaynaklardan özellikle yararlanılmıştır. 2) Herodot, Herodot Tarihi,çev. Müntekim, İstanbul, Remzi Kit. 1991, sh. 17 3) Doğan Özlem, Tarih Felsefesi, İstanbul, Ara Yay. 1992, sh. 18 48 {“Tarih Felsefesi” kavramını ilk kez Fransız düşünürü Voltaire (1694-1778) kullanmıştır.4} Fakat buna rağmen “Bu son düşüncelerde Augustinus’un (354-430) büyük başarısı olan tarih felsefesine değinmiş oluyoruz. Augustinus, bir bakımdan, tarih felsefesinin kurucusu da sayılır. Antik felsefe, daha çok, bir kosmos felsefesidir.5” George Wilhelm Friedrich Hegel (1770-1831) Tarihte Akıl, isimli yazısında şöyle der: “Tarih felsefesi, tarihin düşünen bakış tarafından ele alınmasından başka bir şey değildir; düşünmeyi burada asla bir tarafa atamayız… Felsefede spekülasyonun var olanı gözetmeksizin kendisinden meydana getirdiği bir takım sonuçlar yer alır; spekülasyon, bu sonuçlarla tarihe gider ve onu malzeme olarak ele alır, olduğu gibi bırakmaz, tam tersine sonuçlara göre düzenler, tarihi a priori olarak kurar. Buna karşılık, tarih, yalnızca olanı, olmuş olanı, olayları ve eylemleri kavramak zorundadır.6” Hegel felsefe ile tarih arasındaki ilişkiyi ve Tarih Felsefesini gayet net bir biçimde ortaya koyuyor… Yani Tarih Felsefesi bir nev’î tarihsel olayların felsefesini yapmak, tek tek olaylardan olabildiğince genel hükümler elde etmeye çalışmak… Olayları analitik bir biçimde sorgularken, diğer taraftan, evrensel süreç hakkında sentezler yaparak genel yargılar elde etmeye çalışır. Kuşkusuz Tarih Felsefesinin elde ettiği yargılar, kesin, genel-geçer yargılar değildir. Hegel felsefeye dünya tarihinin oluşmasında ve yorumlanmasında çok önem verir. Nitekim “Fransız Devrimi ve Hürlük Kavramı” başlıklı yazısında: “Fransız devriminin felsefeden doğduğu söylenmiştir; gerçekten felsefeye evrensel bilgelik 4) Hans Meyerhoff, Zamanımızda Tarih Felsefesi, çev. Abdullah Şevki, Ankara, Hece Yay. , 2006, sh. 389 5) Felsefe Tarihi, Macit Gökberk, Ankara, Bilgi Yay. 1967, sh.188 6) Hegel, Batı’da Siyasal Düşünceler Tarihi-3, Mete Tunçay, Ankara, Teori Yay. 1986, sh. 4 49 denmişse bu, yersiz değildir. Çünkü felsefe yalnız salt öz olmak itibariyle, kendinden ve kendiliğinden hakikat değildir, aynı zamanda, canlılığını gerçek dünyada kazanan hakikattir.7” demiştir. Böylece felsefe somut olayları değerlendirerek genel ilkeler tespit etmeye çalışırken, dünyayı da değiştirir. Ama bir politikacı gibi, doğrudan müdahale ederek değil! Belki de tarihi yaptığını sanan veya sandırılan aksiyon adamlarının, hatta kahramanlarının entelektüel dünyalarının inşâsına şu veya bu oranda müdahil olarak… Bu bakımdan Marx şu aykırı tespitinde tamamen haksız olmayabilir: “Filozoflar yalnızca dünyayı değişik biçimde yorumlamakla yetindiler, ama söz konusu olan onu (dünyayı) değiştirmektir.8” Greklerde “Döngüsel Tarih Anlayışı” veya “Çember Teorisi” diye kavramsallaştırılan bir tarih tasavvuru vardı. Bundan da anlaşılan; Grekler için tabiat dünyası “genel düzen”e dayanıyordu… {Greklerin gözünde insanî-toplumsal yaşam, doğal yaşamın bir uzantısı, ama “rastlantısal uzantı”sıydı………… Wartenburg’a göre, “insanî olayları doğal süreçlermişçesine yorumlayan bu tablo, döngüsel bir tabloydu.” Bu döngüsel süreç içinde insanlar, örgütlü toplumlar halinde yaşadıkları sürece, bu devlet tiplerinin (aristokrasi, oligarşi, demokrasi v.b. A.B.) birinden öbürüne dönenip dururlardı. Bu nedenle Grekler için geçmiş ve gelecek, bu formların tekrarlanıp durduğu gelip geçici bir evrenle ilgili zaman boyutlarıydılar. Yani insanların ve toplumların geçmişleri de, gelecekleri de, bu formlar çerçevesinde rastlantısal olarak dönen, bir sürekliliği olmayan şeylerdir. ……. Kısacası Grekler için tarih, rastlantısal olarak tekrar eden bir süreçti. “Tarih tekerrürden ibaretti.”9} Bu konuda Edward Hallet Carr’ın da şöyle bir tespiti var: “Asya’nın eski uygarlıkları gibi, klasik Yunan ve Roma uygarlıkları 7) Hegel, Fransız Devrimi ve Hürlük Kavramı, çev. Kudret Hızar, Ankara, Tercüme Dergisi, MEB, Cilt: 7, Sayı: 39-40, 19.Kasım.1946, sh. 305 8) K.Marx-F. Engels, Alman İdeolojisi, çev. Sevim Belli, Ankara, Sol Yay. 1976, sh.27 9) Doğan Özlem, 19( 1992) 50 da aslında tarihsizdirler. Gördük ki, tarihin babası Herodotos’un pek az çocuğu vardı; klasik antik çağın yazarları genel olarak geçmişle olduğu kadar gelecekle de az ilgilenmişlerdi.10” Ama bu noktada politikacı, militan ile filozof arasında çok ince bir çizgi vardır…. İlk defa sistematik olarak Greklerin bu çember (dönümlü, periyodik), döngüsellik anlayışını değiştiren Augustinus olmuştur. Augustinus’a göre: {Tanrı evreni özgür iradesi ile yaratmıştır; insanı da özgür yaratmıştır başlangıçta. Ama, ilk insan olan Adem bu özgürlüğü ile günah işlemiştir: Yalnız iştihaları yüzünden değil, şeytan gibi kibri yüzünden işlemiştir bu günahı. Bununla da insan, Tanrıdan kopmuş, düşmüştür. Bu “düşme“ ile de, günah ortaya çıkmıştır ve Âdem’in soyundan gelen bütün insanlara bu “ilk günah” bir veraset olarak geçmiştir. Bu “soydan gelen günah” da insandan “günah işlememe yeteneğini“ almıştır; artık insan günah işlemeden edemez olmuştur; bu düşme yüzünden insanın iradesi “kötü”ye yönelmiştir. Bu yönelişten insanı, ancak, yine Tanrının inayeti ( gratia) kurtarır… Ona göre, insanın günah yüzünden düşmesinden başlayarak, İsa Mesih’in görünüp insana kurtuluş yolunu açmasından geçerek, bu yolun sona ermesine (kıyamet) kadarki süreç, bir defalık tarihî bir oluştur…11} dedikten sonra ekler Gökberk: “Tarihin bir defalık olan, bir daha olmayacak, bir daha tekrarlanmayacak olaylardan kurulu bir süreç olduğu görüşünü, bu gerçek tarih bilincini getiren Hıristiyanlık olmuştur.12” Wartenburg’ta aynı noktaya temas ederek: {Yahudilik ve Hıristiyanlık, insanî-toplumsal yaşama ilişkin olarak, Antikçağın tanımadığı yeni ve özel bir zaman anlayışı getirmiştir ki, bu zaman anlayışı, daha sonra ne ölçüde laikleşmiş olursa olsun, Batı 10) Edward Hallet Carr, Tarih Nedir, çev. M. Gizem Gürtürk, İstanbul, İletişim Yay. 1993, sh.130 11) Macit Gökberk, sh. 188 12) A.g.e. sh 188 51 düşüncesinin ürettiği hemen tüm, “tarih felsefeleri ”ne sinmiş olarak her dönemde karşımıza çıkacaktır.13} Tolstoy’un “Savaş ve Barış” isimli eserinde mükemmel bir tarih felsefesi var uzunca… Ben işaret etmekle yetiniyorum14… İşim acele!... Tarih Felsefesinin bazı kavramlarının kısa analizinden sonra, konuyu temellendirme açısından, Felsefe Tarihi’ne de kuşbakışı bir göz atmanın gerekli olduğunu düşünüyoruz: M.Ö. X. Yüzyılda başlayan Antik Grek Mitolojisi ve VI. Yüzyılda felsefenin doğuşu… M.S. IV. Yüzyıl ile XIV. Yüzyıl arasındaki Ortaçağ Felsefesi… Ortaçağ çok tartışmalı bir zaman dilimini kapsıyor… Yakın zamanlara kadar çok olumsuz bir imaja sahipken, artık ona atfedilen bu anlam hakkında çeşitli kuşkular ortaya atılmaktadır… Örnek olarak, Mehmet Ali Kılıçbay, “Düşsel Ortaçağ” isimli kitaba yazdığı önsözde: {Başta ülkemizde olmak üzere, dünyanın kültürden pek nasibini almamış geniş kesimlerinde fazlasıyla basmakalıp bir Ortaçağ kavrayışı vardır. Cehaletin, gaddarlığın, dinsel fanatizmin, cadıların… kol gezdiği bu Orta Çağ imgesi, fazla öteye gitmeden, en azından böyle bir toplumsal yapılanmanın varlığının bin yıl sürdürmesinin olanaksızlığı nedeniyle geçersizdir ve ancak sahte-aydınların “büyükler için masallar” olarak yazdıkları sözüm ona eserlerin teması olabilir… Orta Çağ her şeyin değiştiği, hem her şeyin inşa edildiği hem de Avrupa’nın kurulduğu dönemdir, yani Avrupa hep yoktu, o, Orta Çağın öz evladıdır. Her ânı ve yeri itibariyle heyecan verici bir dönem olan Orta Çağ, basmakalıp cehaletlere kurban edilemeyecek kadar değerlidir.15} demektedir. Her ne kadar kanıtlardan mahrum, bir polemik niteliği taşısa da, dikkate alınması gereken bir yaklaşım…. 13) Doğan Özlem, sh. 20. 1992 14) L.Tolstoy; Savaş ve Barış, çev. Leyla Soykut, İstanbul, Cem Yay. 1971, sh. 469534 15) Jurgis Baltrusaitis, Düşsel Ortaçağ, çev. M. Ali Kılıçbay, Ankara, İmge Kit. 2001, sh.7 52 Kitabın orijinal isminde seçen “fantastique”, Türkçe ’ye “düşsel” olarak çevrilen kavramı; Orta Çağı tümüyle temizleyip, beraat ettirecek şekilde, dönemin bütün değerler sistemine, pratik hayatına, topyekûn unsurlarına teşmil etmemek lâzım… Ortaçağı; muhasebesini yapmadan her türlü olumsuzluğun “ düşsel” çapta bir temsili gibi görmek, hangi oranda bir düş kadar gerçeklik taşıyorsa; o çağı olumlu anlamda “bir düş alemi” gibi görmek de, aynı oranda gerçekliğe sahiptir… “Heretikliği (Katolik anlayıştan uzaklaşmak), hükümdara karşı komployla eş tutan Engizisyon Mahkemesi; resmî olarak Papa IX. Gregorius zamanında (1227-1241) kurulmuştur. İlk önceleri Fransa’da başlamış ancak daha sonra İtalya, Almanya, Bohemya, Macaristan, Slav ve İskandinav ülkelerine kadar yayılmış, tüm Katolik ülkeleri etkisi altına almıştır.16” Odun yığını içinde yakılarak cezalandırılma, kırbaçla dövme, işkence sehpası, denizde suya daldırma, kor ateşte yürütme, işkence ayaklıkları, su işkencesi… verilen cezalardandır… Fransa’dan bir örnek: “Cahors’a gelen engizisyoncular hükümlerini verirler, mahkûm olanları bir toprak kalbura koyup bir beygire sürükleterek şehri dolaştırır, sonra da yakarlardı. Moissac’da odunluğa atılarak yakılma şeklinde 210 heretiğin cezalandırılması gerçek bir terörü provoke etmiştir. Toulouse’da da ölmüş olan katharları mezarlarından çıkarıp yeniden yargılamışlardır.17” Almanya’dan bir örnek: “Bunlar acımasız saldırılar gerçekleştirmiş ve sayısız insanı katletmişlerdir. Annales de Worms’da konuyla ilgili şöyle bir bilgi yer alır: heretiklerin büyük çoğunluğu yakılmıştır. Bunların sayısını vermek imkânsızdır.18” Engizisyonların öldürdüğü insan sayısı olarak: ”Kurtz, Avrupa’da toplam olarak 300.000 kişinin Engizisyon mahkeme16) Guy Testas&Jean Testas, Engizisyon, çev. Ali Erbaş, İstanbul, İnsan Yay. 2003, sh.8 17) A.g.e. sh. 28 18) A.g.e. sh. 33 53 lerine kurban verildiğini tahmin etmektedir. Bu rakamın en azından 200.000 bini Almanya’da gerçekleşmiştir……… İngiltere, İspanyol Engizisyonunun heretik faaliyetlere katıldıkları için yaktığı kişilere oranla otuz kırk defa daha fazla kimseyi asarak öldürmüştür.19” Burada fikrin, düşüncenin, ideallerin, inançların, kısacası maddî olmayan unsurların insanlar ve toplumlar üzerinde; nasıl birincil, belirleyici, tayin edici etkiye sahip olduğunun somut bir kanıtı ortaya çıkıyor… En büyük zulüm Almanya’da olmasına rağmen en ciddi heretik, Katoliklikten sapma olan Protestanlık da Almanya’da kök salmıştır… Yine aynı şekilde zulmün ikinci muhatabı olan İngiltere’de de Protestanlık hâkimdir… Hayata nakşedilemeyen, devlete egemen olamayan, aksiyona geçirilemeyen; bir İmana mensubiyet iddia edenler, kendi inançlarından şüphe etsinler… Acaba inançları, mensubiyet iddia ettikleri İman mihrakının talepleri, tarifleri ve muhtevasına göre İman mıdır? Toprağa atılan tohum yok olmaz, hayatiyetini kaybetmez, çürümez; yeter ki arızalı olmasın, bozulmuş olmasın! Arızalı tohumlar ise insanı oyalayan alıkoyucu duraklardır ve insanı ebedî mahrumiyete mahkûm ederler! Önce tohumu kontrol! Şartlara uyuyor mu? Miyarlara uyuyor mu? Standartlara uyuyor mu? Uymuyorsa beyhude bir debelenme, belki de daha doğrusu patinaj yapma, avare kasnak gibi boşa dönme, “döndüğünü” sanma! Çünkü her dönüş bir aksiyondur, her dönüşün maddî veya manevî bir semeresi olur… Gayret değil, çabalama değil, çile ise hiç değil! Ama gündelik hayatınızda size bir teselli sunuyorsa, diğer insanlara karşı gurur vererek kişiliğinizi güçlendiriyorsa, enâniyetinizi ve şeytaniyetinizi besliyorsa o da ayrı bir kazanç… ”Hiçbir şey” değilken, size “bir şey olma” vehmi verebiliyorsa o da büyük kazançtır… ”Uyumak” için trankilizana, müsekkine ihtiyaç duyurmuyorsa o daha büyük bir kazanç… Hayatın bütün olumsuzluklarını inançla ikame edebiliyorsanız 19) A.g.e. sh. 75 54 o, en büyük bir kazanç! Ama dikkat! “İman”ı da “ inanç”la ikame ediyorsunuz! İman yerine, inanç! Fakat kul planında bütün mükellefiyetleri yerine getirdikten sonra; yine de, matluba muvafık bir sonuç alınamıyorsa, yapılacak, İslâmî manada tevekküldür… Buna da biz “Trajik Sevinç” diyoruz! Bir kere daha hatırlatalım ki, İslâm’da kader, itikadî bir mevzudur, amelî değildir… Bir Müslüman kadere inanır, fakat gaibi ancak Allahü Zü-l-celâl Hazretleri bildiği, kulun ise geleceği bilemeyeceği için kader yokmuş gibi hareket eder… Hep kadere iman şuuru içinde aksiyon!.... ”Kaderimde ne varsa o olur!” hayasızlığı içinde tembellik İslâm’a tam manasıyla tam aykırı bir haysiyetsizliktir!.... Be hey ahmak! Elbette kaderinde ne varsa o olur! Ama kaderin ne olduğunu bilmiyorsun ki! Düşünsel iklim bakımından: “Ortaçağ sonlarından beri Avrupa’da yeniden batıl korkular zehirini yaymıştı. Onaltıncı ve Onyedinci yüzyılın ilk yarısı cadı mahkemeleri çağıdır, yalnızca Languedoc’ta 1577’de 400 büyücü yakılmıştır.20” Ortaçağ’daki halkın genel evren tasavvurunu, halet-i ruhiyesini anlama ve gelecekle mukayese etme bakımından şu satırlar önemlidir. “İblis, Hristiyanlığın gelişinden itibaren tehlikedir ve tüm gücünü Hıristiyanların göksel lûtfu karşısına koyar. Bıkmadan usanmadan günlük hayatın her anında çalışır. 13. y.y.’da Richalmus adlı bir Sistersiyen rahip, insanın korkunç dramı olabilen şeyi gösterme babında şaşırtıcı bir açıklamaya girişir: içimizden her birimiz şeytanlar tarafından çevrilmişiz, denize dalındığında bunlar su olacaklardır… …….Sefalet, sürekli savaşlar, halkı bunaltan baskı ve zulümler kötülüğün muzaffer olduğu kanaatini kuvvetlendirir.21” Bunun yanında “Satanik kültürün köylüler arasında birçok müridi vardı. Zorlama ve tedirginlik, ruhları ajite ediyordu, an20) Norman Hampson, Aydınlanma Çağı, çev. Jale Parla, Hürriyet Vakfı, 1991, sh.20 21) Guy Testas&Jean Testas, sh. 60 55 cak kurtuluşun yolunu sağlayacak gece yapılan gizli toplantılarda isyandan bahsediliyordu. Şeytanın başkanlığında büyücülerin her Cumartesi yaptıkları gece toplantıları (şabbat), zengin burjuvaları ve bunların arkadaşlık ettikleri eşkıyaları korkutmak için gerçek baskınlarla sona eriyordu.22” Bütün bu unsurlara; feodalite, feodalitenin zulmü ve insanlık haysiyetini iptal eden ethosu, serfin senyörün malı olması, mülkiyetinde olması; siyasî iktidarın parçalanması ve buna paralel güven duygusunun kaybolması ile kilisenin maddî ve manevî istismarın mümessili olmasını da eklerseniz, ortaya köklü, nesnel sebebleri de olan çok derin bir kötümserlik hali çıkıyor. Macit Gökberk şayan-ı dikkat tespitlerde bulunur, Ortaçağla ilgili; bir Müslümanın dikkatle mütâlaa etmesi gereken, öğretici, tam anlamıyla ders verici: ”Skolastik felsefenin yapmak istediği ile yapabildiğinin sonunda hesabını (parağrafta altı çizili vurgular bana aittir ben çizdim A.B.) çıkarmak istersek, şunu söyleyebiliriz: Skolastik Felsefe inan ile bilgiyi uzlaştırmak amacıyla işe başlamıştı. Ancak, tasarladığını gerçekleştirememiştir. Yüzyıllar boyunca süren uğraşmalarının sonucu, bilgi ve inan alanlarının birleşmesi değil, büsbütün ayrılması olmuştur. Ortaçağı kapayıp Yeniçağı başlatan Renaissance’a bu ayrılış ile girilmiştir. Bundan sonrasında gittikçe bağımsızlaşarak kendini bulan aklın ışığıyla aydınlanmış yeni bir Avrupa kültürü olacaktır.23” Bu mütâlaalarla Ortaçağı bitiren, Gökberk, Renaissance Felsefesine giriş yaparken yine ısrarla ve bize göre farkında olmadan Müslümanlara: “Adam olun! Nereye gittiğinizi bilin! Bu yolun sonunda nedamet duygusu yaşama asaletine dahi sahip olamayacaksınız! Çünkü yolun başlangıcının farkında olmadığınız gibi, sürecin ve sonucun da farkında olamayacaksınız! Çünkü kolanıza müsekkin karıştırdık! Hayvan olsanız, zehirli otları, doğuştan verili içgüdülerinizle tespit eder ve yemezsiniz! Ama siz insansınız!” der gibidir. Gökberk’in hayalen bana bildirdiklerine, benim kısa 22) A.g.e. sh. 62 23) Macit Gökberk, Felsefe tarihi, Ankara, Bilgi Yay. 1967, sh.214 56 ekim: “Sahi siz insan mısınız? İşbu sorunun ve bana Gökberk’in hayalen söylediklerinin; iman, İslâm iddiasında bulunmadan, sırf felsefi konseptle hareket edenlerle hiçbir ilgisi yoktur… Onlarla felsefeyi ayrıca tartışırız! Lüzumuna binaen, ilanen duyurulur!” Ve Gökberk hayalen değil de kitabı ile konuşmaya devam ediyor: “Hristiyanlığın doğmalarını akılla işlemeğe, felsefe ile temellendirmeye çalışan bu felsefe, giriştiği işte şu kanıya dayanıyordu: Dinin görüşü ile felsefenin görüşü birleşebilir; bunlar birbirine aykırı değildirler, dolayısıyla birbiriyle kaynaştırılabilir, birbirleri içinde eritilebilirler; başka bir deyişle: Tanrının kanunu (lex Dei) ile aklın kanunu (lex natura) denkleştirilebilir. Ancak, Skolastik felsefe kendisine amaç bildiği bu ideale hiç de tam olarak ulaşamamıştır. Buradaki problem, inan (iman) ile bilgi ya da inan ile felsefe arasındaki ilintiler problemidir.24” İlerde “Değişimin Sancıları” bölümünde bu konulara tekrar döneceğim…. Bütün amacım: Batı Tarihi oluşum süreci ile İslâm Tarihi oluşum sürecinin farklı olduğu… Dolayısıyla aynı yoldan gittiğinizi sanırsınız ama o yol sizin için yanlıştır… Kaldı ki örnek aldığınız yoldakilerin de yanlış yolda olduğu görülmüşse… Feodalite, laiklik, iman ileriki bölümlerde yeri geldikçe tekrar döneceğiz… Bir otobanda yanlış bir yola girdiğinizde en az 150-200 km. dönüş yok! Zaten o kadar gittikten sonra temyiz gücünüzü de kaybediyorsunuz… Temyiz25, temzîc26 oluyor… Yolun gittiği yeri, gidilecek yer sanıyorsunuz… Artık gidilen yol, gidilecek yol oluyor… Artık misafir umduğunu değil, bulduğunu yiyor… Apati halindedir, “umduğunu” da unutuyor… Amaçla araç birbirine karışıyor…. Daha doğru bir ifade ile araç kutsanıyor ve amaç haline geliyor… Artık pratik, teoriyi tayin ediyor… Artık yaptıklarınız inanç oluyor! Bu sürece hizmet edenler, kâfirlerden çok, muvazaacılar… Muvazaacılar ile münafıklık arasında çok ince bir çizgi var… Muvâzaa ile nifak 24) A.g.e. sh.224 25) İyiyi kötüden ayırma, seçme, ayırma. 26) Katma, karıştırma 57 sanki madalyonun iki yüzü gibi… Yapışık ikizler… Ayrılması çok zor gibi gözüküyor bize!... Küfrün İslâm’a ne zararı var ki? Soru yanlış oldu! Küfrün İslâm’a zararı; muvâzaa ve nifakdan daha azdır… Güvenin ağacı kimseye fark ettirmeden yiyip bitirdiği gibi; bunlarda İslâm’ı içten yer bitirirler… Hz. Musa’nın âsasını hatırla… Ben başka bir bölümde tekrar hatırlatacağım… Bunlar, farenin kâğıdı kemirdiği gibi, İslâm’ı kemirdiler, kemiriyorlar ve kemirecekler… Batı Uygarlığının diyalektik özelliği gereği Ortaçağ’ın rahminde filizlenen yeni düşüncelerin27 en azından XIV. Yüzyılın başından itibaren fışkırmasıyla ortaya çıkan Renaissance, Reform… Fikrî planda değişim, felsefî konseptte değişim… Ve bunlara eşlik eden positive-tabiat bilimlerindeki gelişmeler ve söz konusu bilimlerin tabiata uygulanması ile yavaş yavaş ortaya çıkan teknoloji… Fikir > Bilim > Teknoloji /// Teknoloji > Fikir > Bilim /// Bilim > Teknoloji > Fikir /// Fikir > Bilim > Teknoloji…. > > > > > Fakat bu bir fasit daire değildir… Kısır döngü değil! Yaratıcı, üretici, yenileyici, orijinal, değiştirici… Fakat bu kavramlar positive anlam yükü kadar, negative içerik de taşırlar… O zaman meselemiz, bu özelliklerin yönü! Bir beyin fırtınası çalışmasında soru: tuğla ne işe yarar? Yüzlerce cevap var… En yaratıcı düşünme olarak seçilen cevap: Arkadaşımın kafasına vurup öldürmeme yarar… En diverjant düşünme… Yaratıcılık ve patoloji, aralarındaki ilişki veya ilişkisizlik her zaman ciddi bir sorun olmuştur28… Günümüzde en yaratıcı kişiler, bilgisayar korsanları veya türev piyasa enstrümanları ile mil27) En azından; Duns Scotus, ( 1270-1380), Ockham’lı William ( 1328-1349) ve Roger Bacon( 1210-1294 ) Her üçü de Oxford Üniversitesinde okudu ve öğretmenlik yaptı. Her üçü de Fransisken… Niçin Renaisssance’i hazırlayan fikirler İngiltere’den çıktı? Niçin bu filozoflar fransisken? v.b. gibi soruları biz şu anda tartışmayacağız…Yalnız şu kadarını bir ipucu olarak vermek isterim ki; Fransisken tarikatının üyeleri; aynı zamanda bir dilenci, hem de bir vâiz olmaları, tam bir yoksulluk içinde yaşamaları ve manastırlara kapanmaları gerekiyordu…Kilisenin büyük maddî gücü düşünülsün….Dolayısiyle mensupların yaşantıları …. 28) Nuray Sungur, Yaratıcı Düşünce, İstanbul, Evrim Yay. 1997, sh.58 58 yonlarca dolar gasbetmelerine rağmen hukukî olarak mahkûm edilemeyenler!... Bundan önce Ortaçağ hakkında işaret ettiğimiz kötümserlik, aynı oranda iyimserliğe dönüşüyor! Ölçüsüz kötümserliğe karşılık, sanki rövanş alırcasına Ölçüsüz bir iyimserlik… Herhalde daha doğrusu 110-150 yıl sürecek bir iyimserlik dalgası… “16. ve 17. yüzyıllarda doğabilimleri büyük gelişmeler göstermiş ve bilimlerin teknik buluşlar yoluyla toplumsal yaşama sağladığı katkılar, özellikle 18. yüzyılda Avrupa toplumlarına bir ilerleme inancı getirmişti. Öyle ki, Aydınlanmacı insan, doğa kadar toplumun da tam bir ilerleme içinde olduğuna yürekten inanmaktaydı. Bu ilerleme inancı içindeki insanların üyesi oldukları toplumlar ise, aynı sıralarda bir uluslaşma süreci içindeydiler. Ortaçağın dinsel bir dünya devleti ülküsü altında eritmeye çalıştığı ulusal farklılıklar, bireyci Hümanizma ve Aydınlanma akımları içinde yeniden yeşertilmiş ve Avrupa toplumları, kendilerini ülkeleri, dilleri, kültürleri ve tarihleri bakımından farklı uluslar olarak görmeye başlamışlardı.29” Birbiriyle sarmaş dolaş, zaman bakımından hangisinin önce olduğunu tayinin zor olduğu karmaşık parametreler sonucu bir iyimserlik iklimi doğdu… Fakat bu noktada feodalitenin zayıflamasının ve yıkılışının, ulusal devletlerin kurulmaya başlamasının büyük halk kitlelerinin umutlarının yeşermesinde önemli rol oynadığını düşünüyorum… Çünkü feodalite, insan haysiyetini ayaklar altına alan bir sosyo-ekonomik yapılanma idi.. Ve bir merkezi otoritenin olmayışı, feodal beyin, senyörün aynı zamanda yargı hakkına sahip olması, haliyle halk için çok olumsuz bir durumu ifade ediyordu… Ve otoritenin feodal senyörler arasında dağıldığı bir yapıda, ulusalcılık bir bütünlük ve güçlü devletin habercisi, nizamın müjdecisi dolayısıyla birleştirici bir unsur oluyordu… Ama aynı ulusalcılık fikirleri, Osmanlı Devleti gibi, ümmet fikri 29) Doğan Özlem, Tarih Felsefesi, İstanbul, Ara Yay. 1992, sh.44 59 üzerine inşâ edilmiş İslâmî bir yapıda parçalayıcı oluyordu… İki yüzyıl parçaladı, halen de parçalıyor… Kanaatimize göre daha da parçalayacak! Nereye kadar? Bilmiyorum… Sosyal ve psikolojik olaylarda her zaman 2x2= 4 etmez.. Nihayet sistem Avrupa ve Amerika’da da tersine çalışmaya başladı… Artık toplumları çözüyor… Yugoslavya, Çekoslovakya, sırada Belçika ve hata Amerika Birleşik Devletleri… Amerika Birleşik Devletleri artık melting pot değil… Bütün vatandaşlarını artık eritemiyor… Batı etnik unsurların ergime noktası çok yükseldi… Örneği, hispanikler… Aydınlanma konseptinde din ve metafiziğin yerine özellikle bilim ve onun tatbikat alanı olan teknoloji geçti… Bilim kutsanarak “yeni tanrı” oldu… Hıristiyanlığın bildirdiği tanrı yerine ikame edildi… Hatta bu iyimserlik sınırlarını aşarak, hayalperestliğe kadar yol açtı… Aşkta mantık yoktur… Âşık maşûkasının hiç bir hatasını görmez… Fuzuli’nin diliyle “âşık-ı sadık” olamaz… ”Âşık-ı sadık için sadece kendisi var, Mecnun’un ise ancak adı var.” Koskoca filozoflar tam anlamıyla hayal âleminde yaşamaya başlıyorlar… Batı edebiyatında Romantizmin şahikası olan V. Hugo’yu kıskandıracak bir hayal hovardalığı içindeler. Hayallerin nerelere kadar uzanabileceğinin işareti olarak bir örnekle yetiniyorum: {Bilimi ilerlemenin motoru, reformların hizmetkârı, insanın, mükemmelleşebilmesinin yegâne aracı, dünyanın acı ve mutsuzluktan arındırılabilmesinin tek yolu olarak gören Aydınlanma düşünürlerinin gözünde bilim ölüme bile çare bulabilirdi. Nitekim Benjamin Franklin (1706-1790), Joseph Priestley’ye yazdığı mektupta şunları söyler: “Gerçek bilimin günümüzde kaydettiği hızlı ilerleme zaman zaman benim dünyaya bu kadar erken gelmiş olmaktan dolayı doğrusu hayıflanmama neden oluyor. Onun insanın madde üstündeki kudretini bir yüzyıl içinde taşıyabileceği yüksekliği tahayyül etmek imkansızdır…. Bütün hastalıklar, eski çağların hastalıkları dahi istisna olmayacak şekilde, çok güvenilir yollarla önlenebilir veya tedavi edilebilir ve ha60 yatlarımız, haz bakımından Tufan standardını aşacak ölçülerde genişletilebilir…30” Aydınlanmacılar, ilerlemeden; “İlkel”in basitliğinden uygarlığın karmaşıklığına, doğaya bağımlılıktan özgürlüğe, fakirlikten zenginliğe geçişi anlarlar: “Aydınlanmanın eski tarih konsepsiyonlarıyla hiçbir ilişkisi kalmayan anlayışında ise, tarih, bir çizgi boyunca ilerleyen ve kötü diye nitelenen şeylerin veya olumsuz bir durumun kendisini yavaş yavaş, ama tümden terk ettiği, her aşamada biraz daha pürüzsüz ve de daha mükemmel hâle gelen bir süreç olarak görülür.31” Her adımda bilimin hayatımızı olumlu yönde değiştireceği umudu, bu iyimserliğin kaynaklarından biri olmaktadır: “Yeni bilim önce kuşkunun, sonra da, yavaş yavaş, insan doğasına ve insanın maddî ve toplumsal çevresini işine geldiği biçimde düzenleyebileceğine ilişkin misli görülmemiş bir iyimserliğin doğmasına sebep oldu.32” Hampson devam ediyor: “Bütün bunlardan ötürü, yüzyılın ortasında bilimsel düşünmenin genel yönelişi, yaradılışında ve yaşayabilmesinde ilahî müdahaleye bağımlı değişmez bir evren kavramına karşıydı……… Başka bir deyişle, bilim; Evreni açıklayabilmenin gerekli bir ögesi olarak artık Tanrı’ya ihtiyaç duymuyordu.33” Ulrıch Im Hof: “Gerçekten de 18. yüzyıl, daha iyi bir dünyanın hayalini kuruyordu. Ancak bunu sadece hayal etmekle kalmıyor, aynı zamanda gerçekleştirmek de istiyordu. Bu nedenle daha fazla sürdürülemeyecek herhangi bir durumun reformuyla ilgilenen pek çok yazıyla karşılaşmaktayız.34” der. O dönem30) Ahmet Cevizci, Aydınlanma Felsefesi, Bursa, Ezgi Kitap, 2002, 12 31) A.g.e. sh. 14 32) Norman Hampson, sh.21 33) A.g.e. sh. 69 34) Ulrıch Im Hof, Avrupa’da Aydınlanma, çev. Şebnem Sunar, İstanbul, Afa Yay. 61 de kaleme alınmış reform yazılarını ele alıp açıkladıktan sonra: {Yüzyıl ilerledikçe daha da iyimser olunuyordu; çünkü –bunu Huizinga’nın sözleriyle ifade etmek gerekirse: Ses ilk kez geriye doğru değil, ileriye doğru tınlıyordu: Bu çağ, kurtuluşunu ideal bir geçmişin sözüm ona yeniden üretilmesinde değil, aklın ve tinin kendi güçlerine güven duymakta arıyordu. Hayal edilen bir geçmiş yerine hayal edilen dünyevî bir gelecek, ilk kez insanlığın gözünün önünde bulunuyordu!.. İnsan doğasının iyiliği, mükemmelliğe olan yatkınlığı, eğitimin ilerlemesi inanç kuralı olmuştu. Şimdi tanınan ve sevilen doğanın… aklı, her zamankinden daha arı bir sevgiyle izlediğinde, her şey daha iyi olacaktır.35} Bu noktada şu yaklaşıma dikkatle eğilmek gerekir ki; positive tabiat bilimlerindeki ilerlemeler, bu ilerlemelerin meydana getirdiği sanayi devrimi ve meydana gelen iyimserlik iklimi; hayatın bütün alanlarına yansıyor ve Newton’un doğa bilimine benzer sosyal bilimler kurulması fikrini tetikliyordu. Haliyle teknolojideki hayret verici ilerleme positivist bir konseptin yayılmasına sebep oluyordu… ”Bütün aydınlanma projesinin merkezinde, Newton’un doğal dünya için yaptığını insan dünyası için yapma hırsı vardı. Bir başka deyişle, aydınlanmış filozoflar Newton’un doğa bilimine benzer bir toplum bilim inşâ etmeye özeniyorlardı.36” Yukarıdaki tespitleri kavrayabilmek için, İsaac Newton (1642-1727)’nun öneminin sebeblerine de kısaca temas etmek gerekir. Aynı zamanda eleştirel bir gözle Batı Tarihi oluşum sürecini değerlendirirken, belki de İslâm tefekkür hayatının eksikliklerini de keşfedebiliriz. Ve tarihlere dikkat ederseniz halen kutsadığımız medreselerde, çok acı bir çöküşün yaşandığı dönem… Daha sonrası zaten ma’lûm…. Taşköprülüzâde Ahmed Efendi 1995, sh. 149 35) A.g.e. sh. 151 36) Allan Megıll, Aşırılığın Peygamberleri, Tuncay Birkan, Ankara, Nilim-Sanat, 1998, sh. 37 62 (1495–1561)’nin 1532 yılında yazdığı Mevzuat’ül Ulûm isimli eserinde: ”Şimdi ilme, âlimlere saygı, meşayıh ve fazıllara hürmetten bir şey kalmış mıdır? Eğer itiraz ve suâl yollu söz edib, bu zamanda öyle âlim kalmadı; şimdiki âlimlerin saygı ve hürmete lâyık olmadıklarını büyükler de, çocuklar da biliyor dersen, cevabında deriz ki şimdi öyle derin âlim kalmadı. Dediğin doğru ve makbuldür.37” demektedir… Yavuz Sultan Selim 1520’de rahmet-i rahmana kavuşmuş, Kanunî tahta geçeli 12 yıl olmuş… Evet, bizim medreselerimizde durum bu! Bakalım elin gâvuru ne yapıyor? “Galileo Galilei (1514-1642) de olduğu gibi, Newton’da da asıl amaç, doğanın deneye açık işleyişini matematiksel bir teori ile betimleme ve açıklamaktır. Galileo tek tek kalan kimi olgu türlerinin anlaşılmasında bu yöntemi başarıyla uygular; fakat kapsamlı bir teoriye ulaşamaz. İlk kez Newton, görünüşte aralarında hiçbir ilişki olmayan pek çok olgu türlerini (örneğin, elmanın yere düşmesi ile Ay’ın dünya çevresinde dönmesi gibi) bir kavram çerçevesinde toplama ve açıklama olanağı sağlayan geniş kapsamlı teori düzeyine çıkabilmiştir.38” Ve devam eder: “Newton’un formüle ettiği yasalar, evrenin yapı ve işleyişinin mekanik nitelikte olduğu varsayımını içeriyordu.39” Burada Batı zihniyetindeki kontinüte (kesintisizlik, süreklilik) tutumuna dikkatinizi çekerim… Biri bir taş koyuyor, arkadan gelen üzerine bir taş daha koyuyor… Bu sadece doğa bilimlerinde değil, beşerî bilimlerde de aynı... Kendinden önce gelenleri yok saymıyor… Demek ki burada, temel yaklaşım: Doğa bilimleri yeni konsept40 ve yeni yöntemle41 kesin, genel-geçer bilgiler elde ediyor37) Taşköprülüzâde Ahmed Efendi, Mevzuat’ül Ulûm, Sadeleştiren: Mümin Çevik, İstanbul, Üçdal Yay…1975, I / 46 … Daha birçok kaynaklarda da acı acı yakınmalar var! Biz sadece, dâvâsı İslâm olan ihlâs sahiplerini rahatsız etmek ve araştırma ve tefekkürlerine vesile olmak için bir numune ile yetindik… 38) Cemal Yıldırım, Bilim Tarihi, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1994, sh.106 39) A.g.e. sh. 110 40) Renaissance, reform ve… 41) Francis Bacon( 1561-1626), Rene Descartes ( 1596-1650) 63 lar… Eğer biz de aynı yaklaşımla, aynı yöntemleri uygularsak, sosyal bilimlerde de güvenilir bilgiler elde edebiliriz… Galiba Doğu dünyasının yaptığı hatanın bir başka türünü de Batı dünyası yapıyor o dönemde ve halen kendileri ve kendileri ile birlikte bütün dünyanın ödediği felaketlere sebep oluyorlar… Doğu dünyası; kendi tarihi oluşum sürecinin farklı olduğunu hesap etmeden, Batı oluşum sürecini aynen taklide kalkıştı, hatta biz de olduğu gibi kutsadı ve hatta tapındı… Batı dünyası da varlık alanları arasındaki farkları ihmal etti. Oluşum ve değişim içinde bulunmayan fizikî dünya konsepti ile her an oluşum ve değişim içinde bulunan sosyal ve manevî alanı biri birbirine karıştırdı… Galiba sorunların temelinde yatan bu yanlış analoji olsa gerek!... Bu çağlarda Batı dünyasındaki, sözünü ettiğimiz iyimserliği biraz daha somutlaştırmak, ete kemiğe büründürmek için bazı filozofları, sosyologları zikretme ihtiyacı duydum: Örnek olarak; Herder, Fichte, Kant ve Hegel v.b. bu iyimserliği paylaşmaktadırlar. On dokuzuncu yüzyılın Sosyoloji ve Toplum felsefesinde; Turgot, Condercet, Burdin, Saint Simon ve Comte; Herbert Spencer’in (1820-1903) fikirleri evrim kavramıyla ifade edilebilir. “H. Spencer’in insanlığa ve hayatın durmadan gelişeceğine inancı sonuna kadar sarsılmamıştır.42” Spencer sosyal organizmayı biyolojik organizmaya benzetir ve “toplumun karakterlerini, fonksiyonlarını, sistemlerini ve gidişlerini ya da yollarını, süreçlerini ayrıntıları ile analiz eder.43 Auguste Comte (17981846) gerek toplumun, gerekse birey zekâsının gelişmesinin üç hal kanununa göre olduğunu savunur: Teolojik düşünüş, Metafizik düşünme ve pozitif düşünme evresi… “Mezar taşında şu yazı vardır: ilke olarak aşk, temel olarak düzen, amaç olarak ilerleme44” 42) Macit Gökberk, sh. 583 43) P.A.Sorokin, Çağdaş Sosyoloji Teorileri, çev. M. M. Raşit Öymen, İstanbul, 1975, sh. I / 183 44) N. Şazi Kösemihal, Sosyoloji Tarihi, İstanbul, Remzi Kit. 1968, sh. 155 64 Şu sosyologlar da; toplumsal-kültürel değişimin doğrusal bir ilerleme ve gelişme içinde olduğunu savunmuşlardır: Ferdinand Toennies(1855-1936)‘e göre, Toplumların iki biçimi vardır: Gemeinschaft, gesellschaft… “Gemeinschaft, tarihsel olarak, gesellschaft’tan öncedir45” Bu da doğrusal bir ilerleme kuramıdır. E. Durkheim (1858-1917)’e göre de toplumların gelişmesi ile iş bölümü ve bu aşamadan sonra da “Mekanik dayanışma” yerine “Organik dayanışma” geçer.46 Karl Marx (1818-1883)’da sosyalizme doğru ilerleyen doğrusal tarih fikrini savunmuştur. Sorokin, bizce de doğru kabul edilen şöyle bir tespitte bulunur: “M a r x yazılarının bazı bölümleri ile çok alışkanlık kazanmış olan kimse, Marksistlerin şartlarını okurken, coşup taşmış olan mezheptaşlarının “ k u t s a l b i r v a h i y”in bir çeşit sırf dogmatik yorumlamasını okumakta olduklarını düşünmekten kendisini alamaz.47” Engels, Bebel, Kautsky, Cunow hepsi de birçok konuda toplumsal-kültürel olguların evrimi üzerine yazılar yazarak bu iyimserliğe katılmışlardır. Siyaset bilimci, iktisatçı birçok ünlü düşünür, arkeoloji ve tarih alanındaki uzmanlar bu doğrusal tarih tezini kabul ederek kendi alanlarına göre temellendirmeye çalışmışlardır. {Özetlemek gerekirse: On dokuzuncu yüzyılın sosyolojisi ve öteki toplum, felsefe ve hatta doğa bilimleri, fizik, biyoloji ve toplumsal-kültürel dinamiğin… Doğrusal eğilimlerini bulmak, “ilkel” insan, toplum ya da kültürden bugüne değin uzanan düpedüz bir tek-doğrusal ana çizgi çizmekten ibaretti. Bütün tarih süreci bir çeşit iyi düzenlenmiş kolej programı gibi düşünülüyordu: İlkel insan ya da toplum ilk sınıf öğrencisi idiler, sonra 45) P.A.Sorokin, Çağdaş Sosyoloji Teorileri, çev. M. M. Raşit Öymen, Ankara, Yeni Desen mat. 1974, sh. II / 65 46) Sorokin, Çağdaş Sosyoloji Teorileri, II / 41 47) Sorokin, sh. II / 100 65 sırayla ikinci, üçüncü ve dördüncü (ya da yapılan sınıflandırmanın dörtten çok aşaması varsa, daha ileriki) sınıflara geçiyorlar ve sonunda, ya “pozitivizm” ya da “herkes için özgürlük” yahut söz konusu bilginin keyif ve beğenisi hangi sonul aşamaya işaret ediyorsa o aşamada mezun oluyorlardı. 48} XX. yüzyıl konseptini kavrayabilmeye zemin hazırlaması için; iskolastiğin kötümserliğinden; Renaissance, Reform ve Aydınlanma çağı felsefelerindeki iyimserliği, kadar küçük fırça darbeleri ile resmetmeye çalıştık… Bu öyle bir iyimserlik ki; bilim, bütün hastalıkları tedavi edecek, hatta önleyecek… Bilgi, doğayı ve toplumu tanrıya ihtiyaç olmadan açıklayabilecek!... Bu iyimserlik gerçekleşse idi, umutlar devlete, hayata ve doğaya nakşedilebilse idi, bugün nasıl bir hayatı yaşıyor olacaktık acaba? Bu tasavvurlara göre nasıl bir evren inşâ etmiş olacaktık acaba? Bu sorularda tamamen ütopik, haliyle cevapları da aynı oranda ütopik! Çünkü böyle bir uzlaşılmış evren tasavvuru yok! Aynı iyimser resim içinde Marksistler de var, kapitalizmi, iktisadî liberalizmi benimseyenler de var! Birbirine zıt görüşlü insanlar bilimin kutsal iyimserlik çatısı altında toplanmışlar… Her biri bilimden kendinin teyidini istiyor!... Gerçekleşmesi mümkün olmayan bir talep… Umutlar, gerçekleşmeyince, solar, kurur… Bir kere bu süreç içinde Batı Uygarlığının diyalektik özelliği işlevsel… Onun için antitezlerden kalkarak, bu dönemde Batı’nın dikensiz gül bahçesi olduğu gibi bir zehaba kapılmak çok naiv bir yaklaşım olurdu… Nitekim Arthur Hübscher: “Bu çağ, kendi içinde sakladığı bütün imkânları, yükselme yanında batışı ve çöküntüyü de bütün açıklığı ile hissetmesini bilir ve sonunda belli bir derecede bir felâket korkusundan pay almak gereğinde kalır.49” demektedir. 48) P.A. Sorokin, Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri, çev. Mete Tunçay, Ankara, Bilgi Yay. 1972, sh. 239 49) Arthur Hübscher, Çağdaş Filozoflar, çev. İsmail Tunalı, Ankara, A.Ü. Yay. FenEd. Fak. 1963, sh. 4 66 Bu durumda pesimist ve Terry Eagleton’un “Belki de dünyanın gördüğü en kasvetli düşünür.50” diye nitelediği filozof Schopenhauer (1788-1860) çağın batış duygusunun habercisi olur. Bir kere Schopenhauer için bu dünya anlamlı bir dünya değildir. Leibniz’in tersine dünya tümüyle kötüdür. Hayat, sefalet ve can sıkıntısı arasında periyodik bir gidiş geliştir. “Şimdi dünyada hazza göre, acı ve ıstırap üreten daha fazla şey vardır. Keza büyük bir zihin ve akıl yetisi buna sahip olan insanı, başka insanlara ve onların yaptıklarına yabancılaştırma eğilimi içerisindedir; çünkü bir insan ne kadar kendisine ve kendisinde olana sahipse, onlarda o kadar az şey bulabilecektir ve onların haz duydukları yüzlerce şeyi yavan ve sathi bulacaktır.51”, “Zekâ olgunlaştıkça acı artar en çok insanın acı duyması da bu yüzden. Bu dünyayı iyi ya da dünyaların en iyisi saymak yalnız aptallık değil, bir küfürdür de.52” İnsanın temel güdüsü yaşama isteğidir…. Bu istek de sürekli engellenir. Onun için yaşamak acı çekmektir… Bir bakıma acı hiçbir anlamı olmayan “bütün yaşamın özüdür.” Postmodernitenin temel duygusu olan, anlamın kaybolmasının, hayatın anlamının kaybolmasının izlerini çok derinlerde sürmek gerekiyor… “Görülüyor ki, insan varlığı acıdan başka bir şey değildir. Bunun tersini düşünenlere, iyimser filozoflara; hastanelere, ameliyat salonlarına, karantina yerlerine, cezaevlerine, işkence odalarına, esir kamplarına gitmelerini; savaş alanlarında, idam meydanlarında, yoksulluğun gizlendiği karanlık izbelerde dolaşmalarını salık veriyor ve sonra dünya nasıldır sorusunu kendilerine yönetmelerini istiyor. Cevap kuşkusuz olumsuz olacaktır. Öyleyse insanlar, acı ile yoğrulmuş bu yaşama neden katlanıyorlar? Aşk hayaline kapıldıkları için. Ama aşk, insan türünü sürdürmek için istemin, yani yaşama isteğinin bir oyunundan başka bir şey değildir. Kısacası yaşam, acı ile sıkıntı arasında bir 50) Terry Eagleton, Postmodernizmin Yanılsamaları, çev. Mehmet Küçük, İstanbul, Ayrıntı Yay. 1999, sh. 72 51) Schopenhauer, Okumak Yazmak ve Yaşamak Üzerine, çev. Ahmet Aydoğan, İstanbul, Şule Yay. 2005, sh.29 52) Macit Gökberk, sh.548 67 saat sarkacı gibi durmadan gidip gelir.53” Suut Kemal Yetkin, Schopenhauer’ın “Yaşamda; pazar günü sıkıntıyı, haftanın altı günü de yoksulluğu simgeler.54” diyor. Schopenhauer kadar evrensel ve derin olmasa da; çok sınırlı, farklı bir hassasiyet ve yaklaşımın ifadesini yansıtsa da Marksist şair Vladimir Vladimiroviç Mayakovski’nin ( 1893-1930) şu dizelerini anmadan geçemeyeceğim: Şen şakrak biriyim ben Ama söyleyin neye yarar bu sevinç İnsanlar sınırsız bir acının ortasında yüzerken? Dişler Isırmak için gösterildi benim çağımda Eller Kırmak için. Nasıl acı çekilir Bunu siz Nerden bileceksiniz!55 Kendisini, nefsini, kendi hayvansal biyolojik varlığını aşarak, başkasını düşünmek, başkasının derdi ile dertlenmek, büyük bir fikrî asâlettir… Aksine “ben”ini merkez yaparak çizdiği dairenin dışına çıkamamak da bir fonksiyon çemberi içinde yaşamaktır. İnsan bir çevre içinde yaşar… Hayvansa fonksiyon çemberi içinde… (Üxküll) 56 Üxküll, Felsefi antropoloji alanında Darwinizmle mücadele etmiş bir filozof… Fakat Darwin’in sisteminin ilk basamağındaki iki ayaklı mahlûkları görünce, insan şaşırıyor: Darwin mi haklı? Üxküll mü haklı? Ben şaşırıyorum, karar sizin! 53) Suut Kemal Yetkin, Büyük Tedirginler, Ankara, Pars Matbaası, 1976, sh. 23 54) A.g.e. sh.24 55) C. Çapan-E. Canberk-E. Alova; Çağdaş Dünya Şiiri Antolojisi, İstanbul, Adam Yay. 2000, 180 56) Bu arada her gün dünyanın farklı coğrafyalarında yüzlerce Müslüman ölürken; “pay” dan pay almaya başlayan, erk sahibi olmanın, tarih yapmanın (!) mutluluğunu yaşayan Türkiyeli dincilere de rahatlıklar dilerim!...Yalnız şu da biline ki, kaybedecek değerleri olanlar, rahat olamazlar! 68 Bir Müslüman nasıl düşünür? Nasıl hisseder? Dışındaki evrene nasıl bakar? Nasıl yaşar? Bir kuşa, bir hayvana, bir çiçeğe nasıl bakar? Bir başkasına nasıl bakar? Bütün bu sorulara cevap niteliğinde Müslüman bir şairden bir örnekle mühürleyelim: Kazanda su kaynasa sanki ben pişiyorum; Bir kuş bir kuş öldürse ben can çekişiyorum…57 Burada Schopenhauer’ın farklı bir yaklaşımına dikkat çekmek gerekir… Genel olarak felsefe ve sanatta insanlar sadece entelektüel yanları ile ele alınmışlardır. Felsefede kendinizi bulamazsınız… İnsanı bulamazsınız… Felsefî antropoloji de bile. Sanki kanı alınmış, sinirleri kopartılmış, her türlü zaaftan müstağni, bedensiz siluetler… Şeffaf varlıklar… Sanki baktığınızda beyninin içini görebileceğiniz transparan bir alaşım… Etiyle, kemiğiyle, acıları, elemleri, mutlulukları, mutsuzlukları, vefakârlıkları, sadakatleri, ihanetleri, kahramanlıkları, korkaklıkları ile insanı bulamazsınız. Yani yaşayan insanı bulamazsınız. Konkre insanı bulamazsınız. Zaten sanatta da sadece aristokratlar vardır… Diğerleri figürandır. Bir arabacının tahlile değer bir yanı yoktur. Alt tabakanın önemsenecek derin bir iç dünyası yoktur. İlk defa Dostoyevski ile alt dereceden, on beşinci dereceden bir memur olan Devuşkin başkahraman olur… Burada sınıflı bir toplum olan Avrupa’da; feodalitenin yıkılması ile toplumda meydana gelen altüst oluşun iyi değerlendirilmesi lâzım… Tam anlamıyla toplumun yeniden karılması… Bir dünya kıyameti… Cumhuriyet’le; sınıfsız bir toplum olan Osmanlıdaki tebaanın vatandaş olması ile; sınıflı toplum olan feodalitedeki serfin vatandaş olması aynı değildir. Kuşkusuz Osmanlıda da bir takım tabakalar, farklılıklar vardır… Ama bu hiçbir zaman sosyolojik anlamda bir sınıf niteliği kazanmamıştır…. Biraz insafla tefekkür, teemmül…. Padişahların yabancılarla evlenmeleri tenkit edilir, fakat düşünün padişahın da57) Necip Fazıl Kısakürek, Çile 69 yısı bile yok! Padişahın kayını bile yok... Böyle bir toplumda sınıf teşekkül eder mi? Padişah anne veya hanımlarının zaman zaman, konjonktürel bir şekilde yönetimde etkili olmaları ile, strüktürel bir sınıf oluşturmaları ayrı konular.. Kuşkusuz bu konular böyle romantik aşırı genellemelerle çözülemez. Asıl konu ortaçağda ana üretim aracı olan toprakta ferdî mülkiyetin olmayışı… Nitekim iki yüz yıldır bütün gayretlere rağmen bu topraklarda burjuva üretilemedi… Çünkü burjuva kendi savaşını vererek, yırta yırta sınıfını inşâ eder… Himaye ile sınıf oluşmaz… Bizde sun’î ilkahla, tüp bebekle burjuva üretilmeye çalışılıyor. Teşvikler, krediler, muafiyetler, kollamalar, kayırmalar… Gümrüklerde, geçerliliği saatle sınırlı kararnameler… Özal; dahi (!) değil, büyük bir dahi (!) idi. Tabii biz anlayamadık, ama anlayanlar anladı… Bu kadar da olsun, dâhiyi anlamak için biraz da dahi olmak lâzımdır… Bize göre, Bu anlayışla ancak vurguncu yetişir… Felsefenin ve sanatın hayattan kopukluğu ve Schopenhauer’ın farklılığını S. Kemal Yetkin şöyle vurgulamaktadır: “Schopenhauer’a gelinceye kadar, filozofların insanı yalnız zekâ ve düşünceden başka bir şey değilmiş gibi ele almaları, kökleri bilinçaltının derinliklerinde bulunan duyguları ve içgüdüleri hesaba almamaları, büyük yanılgılara ve felaketlere yol açmıştır. İnsanlığın yalnız düşünceye ve ürettiği buluşlara güvenmesi, insanı ve insanlığın bugün içinde bulunduğu tedirgin, dengesiz, mutsuz ve trajik duruma sokmuştur. Schopenhauer’ın, yüzyıl unutulduktan sonra, günün filozofu olma yolunda yükselişi aslında onun gelecek zamanlara ışık tutan bir filozof olmasındadır.58” Ve insanı bir savaşım alanı olarak görür Schopenhauer: “Bu göreli özgürlükten kaynaklanan tasarlama yeteneği, eylemde kararsızlıkla kendini belli eden ve savaşım alanı insanın tüm canı ve bilinci olan sıklıkla acı bir güdüler çatışmasından başka bir şeye yol açmaz.59” 58) A.g.e. sh. 37 59) Schopenhauer, İstencin Özgürlüğü Üzerine, çev. Mehtap Söyler, Ankara, Öteki 70 Schopenhauer’ın insanla ilgili son yaptığı tespitler Dostoyevski’yi çağrıştırıyor olabilir. Fakat biz çok farklı yaklaşımlar olduğunu düşünüyoruz… Schopenhauer’ın yaklaşımı etik bir sorgulama iken, Dostoyevski’nin yaklaşımı; mistik, metafizik ve belki de yazarın Hıristiyanlık konusundaki hassasiyetini ve inançlarını hesaba katarsak dinidir... Fakat bu pesimist filozof kuşkusuz yalnız değildir. Çağın gerçekleri yavaş yavaş dorukları işgal etmektedir… Nasıl ki bazı hayvanların beş duyularında akıl almaz insanı aşan özellikler vardır… İnsanın duymadığı sesleri duyarlar, hissetmediği kokuları algılarlar… Kümes hayvanlarının zelzeleyi insanlardan önce duyup feryat etmeleri, çırpınmaları gibi… Çünkü insan kulağı ancak 20-20.000 frekans arasındaki sesleri duyar… Allah(c.c.)’ün istisnaî kulları da (kavramsallaştırma sıkıntısı çekiyorum, sadece dehayı ifade için kullandım.) biz sıradan insanların, ölümlülerin duyamayacağı, entelektüel, fikrî zelzelelerin sesini bizden önce duyuyorlar… Feryatlarına anlam vermediğimiz için alınlarına simsiyah bir yağlı kara çalıyoruz: “Deli!” Bu noktada kim insan? Kim hayvan? Ben karıştırıyorum!... Nitekim Batı uygarlığının düşünsel dünyasındaki bu zelzelenin sesini duyup Schopenhauer’a eşlik edenler de vardır. Bunlardan bazıları: Lord Byron, Chateaubriand, Leopardi, Goethe, Fichte, Niebuhr, Stendhal… Stendhal (1783-1842) Her deha hakkında ortak bir hüküm verilmiştir… Kaçınılması hemen hemen mümkün olmayan bir mahkûmiyet: Anlaşılamamak… Belki de doğrusu, hiç değilse yeterince anlaşılamamak!... Ama bu çağdaşlarının kabahati değil! Suç kendilerinde! Çağının istediği türküleri çağırsa deha olmaz… Sıradan bir insan olur… O türküleri söyleyen sürü ile insan var… Kaybolur, gider… Geleceğin türküsünü çağırsa, çağı anlamaz… Gerçekten bu dâhilerin kendilerinin bile ne yaptıklarını anladıklarından emin misiniz? Yoksa bunlar da elindeki bombanın özelliğinden, etkisinden, sonuçlarından habersiz, sırf Yay. 1998, sh. 45 71 oyun olsun diye kurcalarken, patlatan bir çocuğa mı benziyorlar? Acaba o çocuğa bombanın doğuracağı zararları anlatsak, oynamaktan vazgeçirebilir miyiz? Yoksa kapıldığı oyun şehveti içinde oynamaya devam eder mi idi? Biraz da dahi oynadığı oyunun ihtirasına kapılmış oyuncu bir çocuk mudur? “Çocuk” olmayan dahî olabilir mi? Veya, dahî “çocuk” olmamaya dayanabilir mi? Mahalle çocuğu kendini, oyuna; içtenlikle, hiçbir karşılık beklemeden, bütün dünyasal ihtiraslarını parantez içine alarak; verir ki, haberi olmadan gün batmış, akşam olmuş, sokakta kimseler yok, yapayalnız!... Burada kesiyorum, biraz da siz düşünün! Reçetem yok! Olsa veririm, kıskanmam! Emim olun! {Hüzünle çıkıyor merdivenleri en üst kata kadar (son zamanlarda sık sık soluğu kesiliyor), ışığı yakıyor, hesaplarını ve kâğıtlarını gözden geçirmeye başlıyor. Acıklı bir bilanço: Hiçbir şeyi kalmamış, kitapları para getirmiyor Aşk Üzerine ( De l’Amour, 1822) adlı kitabı on yılda topu topu on yedi nüsha60 sattı. (Yayınevi sahibi bir gün önce “Bu kitap kutsal mı ne, çünkü kimse ona dokunmuyor” demişti alaylı bir şekilde.61” Ancak; “ Uzun süre takdir edilemeyen Stendhal edebiyatı, hayatın psikolojik yönlerini işlemeğe başlayınca büyük Fransız romancıları arasına girmiştir.62” İşte bir deha ve muhatap olduğu muamele!... Bu öncülerin; bu bunalım, endişe, korku, tedirginlik, anlamsızlık, bulantı çağının mübeşşirlerinin (Renaissance, Reform ve… Aydınlanma ile doğan dünyayı heceleyemeyenler ve halen siyasî ikbal için bir basamak olarak Batılılaşma, Avrupa Birliği türküsü çağıran cehl-i mürekkeb içindeki siyasilerimiz için maalesef müjdelerimiz, bunlar…) hepsinin ortak yanı: “Savaşı, dünyada en çok nefret ettiği iki şeye tercih etmektedir: Çalışmak ve can sıkıntısı.63” 60) Rakamla 10 yılda, 17 nüsha. 61) Stefan Zweig, Dünya Fikir Mimarları, Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar, çev. Ayda Yörükân, Ankara, TİŞ Bankası, 1990, sh. III/ 156 62) Ender Gürol, Dünya Edebiyatcıları, İstanbul, Varlık Yay. 1964, sh.451 63) Stefan Zweig: sh. III / 138 72 Artık insanlar kendilerini arıyorlar… Kendilerini bulmalarına yardımcı olunmasını istiyorlar… Sadece yalıtılmış sorunları aşmak istiyorlar… Bunlar: “Bilgi üzerindeki soğuk teorilerden bıkıp usanmış ve kalplerinin atışından başka hiçbir şeyi bilmek istemeyen yepyeni insanlar64” Yalnız burada söz konusu olan; Felsefe ve sanatın gökten yere indirilmesi! Ete kemiğe büründürülmesi! Fakat dikkat, ayağa düşürülmesi değil!... Yani felsefenin ete kemiğe büründürülmesi, bütün insanların, toplumun intim sferlerinin, iç dünyalarının bir arkeolojik yöntemle kazıya tâbî tutularak derinliklerinin keşfedilmesi65 cehdi, halklaştırılması demek değildir. Sürünün, halkın, çokların, pek çokların, sıradan insanların tuzağına düşme tehlikesinden dikkatle sakınılmalıdır. Yoksa “tehlikeli belkinin filozofu”, F. Nietzsche ustamızın66 dediği gibi: {Felsefe özgürlük tanrısının eliyle sokaklarda ve pazar yerlerinde ilan edilse bile, genel “ irfan” (bildung) denen derde tutulmuş olan, fakat kültür ve hayatında anlatı birliği olmayan bir çağ, felsefe ile ne yapacağını bilemeyecektir. Böyle bir zamanda felsefe, gezip dolaşan bir yalnızın bilgince monologu, ferdin eline düşüveren çalınmış bir mal, saklı bir oda sırrı yahut Akademi’lik ihtiyarlarla çocuklar arasında tehlikesiz bir gevezelik olarak kalacaktır. Artık hiç kimse, felsefenin yasasını, kendi nefsinde gerçekleştirmeye cesaret edemeyecektir.67” 64) A.g.e. sh. III/ 226 65) Sadece psikanilizi kasdetmiyorum…Topyekûn derinleşme… 66) Sanatkâr olarak usta, zenaat sahibi olarak değil!...Demirci ustası, ayakkabıcı ustası, borsa ustası, müteahhit ustası, ticaret ustası, sanayici ustası, faizsiz finans ustası, siyaset ustası değil! Yalnız bu yargıları şiddetle protesto ediyorum… Çünkü ayakkabıcı, demirci, duvarcı v.b. zenaatlarda el emeği, göz nuru var! Böyle olduğuna göre “zenaat “kavramını; borsa ustası, müteahhit ustası, ticaret ustası, sanayici ustası, faizsiz finans ustası, siyaset ustası gibi bağlamlarla yozlaştırarak, onlara da teşmil edemezsiniz… ” Zenaat” kavramını ben genişlettim ama benim de hoşuma gitmedi…” Ben”im, benimin yakasına yapıştı…Vazgeçtim…”Zenaat” kavramını halkın kullandığı o asil anlamda kullanıyorum…Terzi ustasını unutmuşum…Tam el emeği, göz nuru… 67) Friedrich Nıetzsche, Yunanlıların Trajik Çağında Felsefe, çev. Nusret Hızır, İstanbul, Elif Yay. 1963, sh.14 73 Ve Stendhal Aydınlanma Felsefesi’nin temel parametresi olan akla da eleştirel bir tutum içindedir: “Dogmatizme karşı oluşu, vaktinden önce gelişen Avrupacılığı, toplumun mekanik bir akılcılığa dönmesinden duyduğu dehşet, her türlü bayağı ve tumturaklı kahramanlıktan nefret etmesi, bütün bunların hepsi bugün için de yeni ve geçerli olan şeylerdir.68” Ludwig van Beethoven (1770-1827) önceleri iyimser… Çünkü Napolyon’u69 insanlığın kurtarıcısı, saltanatın düşmanı, fedakâr bir kahraman olarak görüyor ve ona hayran… Bestelediği üçüncü senfonisini ona ithaf etmeye karar veriyor. Tam eserin müsveddelerini Paris’e göndermeye hazırlanırken İmparatorluğunu ilan ettiğini duyunca, müthiş sinirleniyor, senfoninin ithaf sayfasını yırtıyor. «Demek Napolyon da alelade bir insanmış, diğer diktatörler gibi o da insan kalplerini zedelemekten başka bir şey bilmiyor». diye bağırıyor Beethoven, üçüncü senfonisini Napolyon›a ithaf etmekten vazgeçiyor. Eserine «Eroica» (Kahraman) adını koyuyor ve «vücudu hala yaşadığı halde ruhu çoktan ölmüş olan bir büyük adamın hatırasına hürmeten» kelimelerini ekliyor. Hayat, gerçekler hiçbir dehaya uzun süre iyimser olma imkânını ve hakkını vermemiştir. Çünkü bir dâhinin fırtınalar, kor ateşler, tufanlar içindeki, bu dünyaya sığmayan hayallerini hiçbir dünya sisteminin tatmin etmesi mümkün değildir… Her dahi umuda âşıktır… Geçti istemem gelmeni, Yokluğunda buldum seni; Bırak vehmimde gölgeni, Gelme, artık neye yarar? (Necip Fazıl) 68) Stefan Zweig, sh.III / 226 69) A. de Chateaubrıand’ın Napoleon Bonaparte, Mezar Ötesinden Anılar, çev Yaşar Nabi, Varlık,1969, kitabını özellikle anarken, şiddetle tavsiye ederim… Chateaubrıand’ın şu bir cümlesi bile onun çapını ifadeye yeter, Napolyon’un cenazesinden bahsederken: “ Küçük insanlara anıt-kabirler yapılır, büyüklere bir taş ve bir ad yeter.” Yukarıda zikredilen kitap. sh. 414 74 Bir keresinde Prensin sarayına Napolyon›un ordusuna mensup subayların geldiğini görünce o gece piyano çalmaktan vazgeçmişti. Prens «misafirlerimin huzurunda piyano çalmazsan, harp esiri olarak şatoda hapsedileceksin» diye ihtar etti. Bu sözler üzerine Beethoven hiç bir şey demeden şatodan dışarı çıktı ve bardaktan boşanırcasına yağan yağmur altında üç millik yolu yürüyerek kasabaya geldi. Burada araba beklerken Prense de bir mektup yazdı: «Prens» diye başlamıştı, «sen bugünkü halini, doğuşuna ve talihine borçlusun. Ben ise kendi kendimi yetiştirdim. Bugüne kadar binlerce prens geldi geçti, bundan sonra da binlercesi yaşayacak. Fakat yeryüzünde yalnız bir tek Beethoven vardır.» En sonunda; Bach, müziğin matematikçisiydi, Mozart şairi, Beethoven ise filozofuydu şeklinde nitelenen bu dahinin geldiği nokta: “Beethoven’in en son kuartet’inin derinliklerinden kopup gelen dünya-karşısında-duyulan-korku, genelleşir.70 “ Bu çöküş, endişe, kaygı, bunalım, korku, kuşku, bulantı, boğuntu çağının habercilerinden biri de C. Baudelaire’dir. (18211867) “1842 yılının Şubat ayında Paris’e döner. Bu tarihte ergenlik yaşına girdiğinden, babasının bıraktığı mirasla bir anda zengin olur.71” Kim zengin olur? Bir dahi… Kaç gün sürer? Yaşadığı aşırılıklar içinde baba mirası eriyip gitmektedir, nihayet 21 Eylül 1844’te mahkemeye başvurulur, geliri kısıtlanır, parasının yönetimi noter Ancelle’e bırakılır. Ayda 200 frankla yetinmek zorunda kalacaktır. “Çalışmalarının bir türlü karşılayamadığı harcamalar yüzünden, Baudelaıre, her geçen gün biraz daha borca batmaktadır. Annesine yazdığı yakınmalarla, öfkelerle, yardım yalvarışlarıyla dolu mektuplar, çektiği sıkıntıların, dayanılmaz acıların yankılarıdır. Onun Paris’te 44 defa yer değiştirmesi bir bakıma, hiçbir suretle kurtulamadığı iç sıkıntısını atmak içinse, 70) Arthur Hubscher, sh. 4 71) S. Kemal Yetkin, Baudelaıre ve Kötülük Çiçekleri, İstanbul, Varlık Yay. 1967, sh.17 75 bir bakıma da alacaklıları atlatmak içindi.72” Bu araya (30 Haziran 1845) bir de ciddi intihar girişimi sıkıştırır. Apollonie Sabatier adlı bir kadına âşık olur. Bu büyük bir aşktır… 9 Aralık 1852’den itibaren beş yıl imzasız şiirler gönderir. {Ama 30 Ağustos 1857 de şairi yıllarca aradığı mutluluğa ulaştıracak olan bu tutkunun kaçınılmaz sonucuna varmasıyla sona ermesi bir olur. Bir günün gerçekliliği, beş yılın düşlerini bir anda silip süpürmeye yetivermişti. 31 Ağustos 1857’de tanrıçasına şu mektubu yazar: “ ….. Nihayet birkaç gün önce benim için bir Tanrıça idin, bu da o kadar rahat, o kadar güzel, o kadar dokunulmaz bir şeydi ki; ama işte şimdi bir kadınsın….”73} Hayalin realize edilmesi muhayyileyi berhevâ ediyor, kişilik bir yanıyla çöküyor. İnsanın birden farkında olmadan, hayatının bir parçası haline gelmiş koltuk değneğinin aniden, habersizce çekilmesi gibi… Tek dayanağı olan sandalyesinin tam üzerine oturacağı sırada birden kayması gibi bir durum… Bir nevî bombanın fünyeyle patlatılarak zararsız hale getirilmesi gibi… Fakat bomba yıkıcı bir imkân, hayalse yaşatıcı bir umut! Realize edilebilecek bir talep hayal olabilir mi? Ona atfettiğin anlamla idealize ettiğin elma, birden realize olarak kafana aniden düşerse ağaçtan… İşte kâinatın yıkıldığı andır, o an!... Hayal kurma ne kadar büyük bir nimet! Yaşlandıkça insanın hayal teknesi olan, muhayyilesi de velûdiyetini kaybediyor… Tarih hep avcılar tarafından yazılır… Bir de “av”ların ağzı dili olsa da onlar konuşsa idi, ne diyeceklerdi? Kirli bir mendil gibi kullanılıp atılmak! Nasıl bir duygudur? Bilmiyoruz!... Gönül rızası ile yola çıkanların, akıbetleri bizi pek ilgilendirmez. Desem de yine vicdanımın bir yanı sızlıyor… Her Don Kişot’a bineceği bir Rosinenta, hizmet edecek bir Sancho Panza, bir de sevgili: Dulcinea del Toboso…. Bu hakça bir taksim midir? Aman efendim, onlar da kendilerini istismar ettirmesinler! Ama 72) A.g.e.sh.22 73) S. Kemal Yetkin, sh.26 76 karşı tarafın istismar ettiği savı da kabul edilemez… Asıl mesele: “görmeden severek, çarpılıp sendelemek” ve O’nu “ yokluğunda bulmak!” olsa gerek… Fictiv, simülatif, sanal bir dünyada yaşıyoruz… İnsanlar tarafından kurgulanmış, nefsimize hoş gelen değerleri derhal kabul ediyoruz… Örneği: Hadisde buyuruluyor ki: “Bir kimse âşık olsa, iffetini korusa ve sonra da bu halde ölse şehit olarak ölür.” Hâlbuki bu uydurmadır.74 Her ne kadar Baudrillard şu kavramı farklı anlamda kullansa da, bu durumu ifade için de kullanılabileceğini düşünüyorum! İmplosion! İçe doğru patlama… Zıt kutuplardaki, zıt değerlerin berhevâ olarak birbirine karışması… Zıt kutuplardaki; İyiyi temsil eden ruhla, kötüyü temsil eden bedenin, patlayarak birbirine karışması… Hayatın anlamı olan Yüce değerlerle, vasıta kıymetlerin infilak ederek birbirine karışması…. Sonsuz bembeyaz kar çölüne mürekkep dökmek! Ana sütüne haram süt katmak!... Ve bir düşüş! Ve bir kirlenme! Okyanusların bile temizleyemeyeceği bir kir!... Bakmaya kıyamadığınız gülün bir hayvan tarafından hoyratça koparılması… Harikulade güzellikteki bir meyvenin kaçınılması mümkün olmayan sonu… Asıl büyük facia nasıl bu kadar aldanabildiniz? Babasının ölümü, annesinin başka bir erkekle evlenmesi Baudelaire’de yıkıcı diyebileceğimiz etkiler uyandırır… Nihayet 7 Temmuz 1865’te Hanfleur’da annesi ile buluşunca sevinç gözyaşlarını tutamaz. Ama aradan kırk sekiz saat geçer geçmez iç sıkıntıları başlar ve Bruxelles’e döner.. “His, hayal ve ruh coşkunluğu bakımından romantizm’e enikonu yakın olan Baudelaıre, romantique’lerden farklı olarak, bulanık, fakat derin bir iç âlemine sahipti.75” 74) Harun Ünal, Uydurma Hadisler, İstanbul, Mirac Yay. 2007, sh.122 75) Orhan Veli, Fransız Şiiri Antolojisi, İstanbul, Varlık Yay. 1963, sh.40 77 İdefix halinde; yalnızlık, tiksinti, sıkıntı, hiçlik isteği, bunaltı… Bütün Çıplaklığı ile kalbim isimli eserinden: “Çocukluğumdan beri yalnızlık duygusu içindeyim. Ailem ve arkadaşlarım arasında bile, alınyazımın sonsuz bir yalnızlık olduğunu duyuyorum. Ama gene de yaşamaya ve eğlenceye düşkünüm.” Can sıkıntısını dile getiren “Okuyucuya” isimli şiirinden: Hepsinden daha kötü, daha iğrenç bir var! Gerçi yoksundur büyük çalım ve haykırıştan, Ama isterse arzı bir anda eder harman, Dilerse şu evreni bir esneyişte yutar Bu, Can sıkıntısı’dır! Yaşla dolu gözleri, Lülesini çekerek kurar darağaçları. Sen çok iyi bilirsin, bu sinsi canavarı, -İkiyüzlü okurum- ey kendimin benzeri!76 Ve haykırır: “İğrenç hayat! İğrenç Hayat77” Ve hemen devam eder: “Çokluk yalnızlık: işçil ve verimli şairin birbirleriyle kolayca değiştirebileceği eşit deyimler. Yalnızlığını kalabalıklandırmasını bilmeyen, telâşlı bir kalabalık içinde yalnız olmasını bilmez.78” Bir kişinin cimriliğini vurgularken mükemmel bir tespitte bulunur: “Liranın güzelliğinden başka bir güzelliği anlayamayacak kadar!79” Böylece Baudelaire’in bir korku, yalnızlık, tiksinti içinde yaşadığını görüyoruz…. Frederich Nietzsche (1844-1900) Bir kütüphanelik çalışma gerekir anlamak ve anlatmak için Nietzsche’yi… Hayatı; yaşadıkları, yaşamadıkları, yaşayamadıkları… Fakat ben işin biraz kolayını seçeceğim… Tercih ettiğimiz kısa özetleme konsepti gereği, başka türlüsü olmaz…. Birkaç karakalem darbesiyle eskiz çıkarmak… Soren Kierkegaard’ın naklettiği bir Latince atasözü76) Kötülük Çiçekleri, sah.78 77) Baudelaıre, Paris Sıkıntısı, çev. Tahsin Yücel, İstanbul, Ataç Yay. 1961, sh.15 78) A.g.e.sh.19 79) A.g.e. sh. 45 78 nün üzerine yükleyeceğim Nietzsche’yi… Veya tersi… {“Nullum unquam exstitit magnum ingenium sine aliqua dementia Hiçbir büyük deha yoktur ki biraz deli olmasın.” Delilik ilahi kıskançlığın varoluşta dehalara kısmet olmuş bir acısı, bir ifadesidir. Öte yandan dehaların hüneri, ilahî iltifatın bir ifadesidir. O halde dehâ, başlangıçtan itibaren evrenselle ilişkisinde şaşırtılmış ve paradoksla yüz yüze getirilmiştir.80} Evet biz de zaman zaman bu sorunu irdeliyoruz… Michel Foucault’nun Deliliğin Tarihi isimli kitabı ilginç, özellikle üçüncü cildi… Cosima Wagner O’nun hakkında “çılgın” der, “hastalıklı” 81der… Baba Luther’ci bir papaz… Nietzsche, beş yaşında babasını kaybeder… Küçüklüğünde dini bütün bir delikanlı, ağırbaşlılılığı yüzünden “küçük papaz” diye anılıyor… Kurallara aşırı derecede bağlı… Acaba bütün bunlar counter reaction mu? Karşıt tepkiler geliştirme mekanizması mı? Daha o yaşta çocuk Frederich içindeki canavarı ehlileştirmeye, kontrol altına alamaya mı çalışıyor? Veya o kadar acımasız kuralcılığın şarj ettiği kontrolsüz bir patlama mı? Çağının bütün cins kafaları gibi, belki de hepsinden fazla çelişkilerle yüklüdür… Belki de felsefedeki büyüklüğü de oradan gelmektedir… Sistem filozofları gibi kendini tutarlılık endişesi ile zincirlere vurmaz, etrafını aşılmaz duvarlarla çevirmez, görünmez lazer ışınları ile ihata edilmemiştir, bütün toplumu parantez içine almıştır, kendini sınırlamaz, düşünme teknesi olan beyni şeffaftır, sesli düşünür gibi konuşur… Sanki Martin Heidegger’in O’nun hakkındaki tespitinde mübalağa yok gibi geliyor bize… Sanki kaskatı gerçek: {Bugün Nietzsche’nin “izinde” ya da “ karşısında” da olsa, düşünen herkes, onun aydınlattığı yolda ve gölgesinde iz sürmektedir.82} Zamanın bu kadar hızlandığı bir zaman diliminde, yüzyılı aşkın bir zaman 80) Soren Kıerkegaard, Korku ve Titreme, çev. N. Ekrem Düzen, İstanbul, Ara Yay. 1990, sh. 92 81) Joachım Köhler, Aşklar ve Çiftler, çev. Atilla Dirim, İstanbul, İletişim Yay. 1999, sh. 190, 192 82) Abraham Wolf, Nietzsche’nin Felsefesi, çev. S. Çelikbaş-H. S. Erdem, Erzurum, Babil Yay. 2003, sh.9 79 süresince bir filozofun bu durumda, yıpranmadan kalması, halen etkisini devam ettirmesi, aşılamaması; evrensel felsefe ve düşün hayatı bakımından çok endişe verici… Durum sanatta da aynı… Batı uygarlığı yaratıcılığını kaybediyor felsefede de, sanatta da… Yeri göğü inleten bir çığlık, Nietzsche’den: “Tanrı öldü!83” Şubat 1883 bu feryadın tarihi. Bir çok yerde tekrarlar tanrının öldüğünü… Ama 1 Haziran 1889’da ki dizeleri: Hayır! Gel geri! bütün işkencelerinle b i r l i k t e geri gel! bütün göz yaşlarım sana akıyor, Yüreğimin son alevi seni aydınlatıyor. Gel, geri gel, Tanınmaz tanrım! A c ı m benim! Son mutluluğum benim!...84 İğtişaşa meydan vermemek için olduğu gibi veriyoruz bu örneği… Çünkü bu konularda, özellikle inanç konusunda metni yorumlamaya giriştiğinizde, kendi kişilik bütünlüğünüzün aynasına düşen görüntülerin, daha önceden farkında olmadan, entelektüel konseptiniz tarafından çarpıtılma riski çok fazladır… {“Kilise mi?” diye cevap verdim. “Bir çeşit devlettir, - en yalancısıdır.85} Ve devam eder: “Hıristiyanlık, antik kölelerin başka bir türü için yaratılmıştı, iradesi ve aklı zayıf olanlar için, yani büyük köle kitlesi için.86” 30 Eylül 1888’de sağlıklı yıllarının sonu83) Frederich Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt, çev. Turan Oflazoğlu, İstanbul, MEB, 1964, sh.7 84) Frederich Nietzsche, Dıonysos Dithyrambosları, çev. Oruç Aruoba, İstanbul, Kabalcı Yay. 1993, sh.79 85) Frederich Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt, çev. Turan Oflazoğlu, İstanbul, MEB, 1964, sh. 148 86) Frederich Nietzsche, Tan Kızıllığı, çev. H. Salihoğlu-Ü. Özdağ, Ankara, İmge Kit. 1997, sh.305 80 na doğru yazdığı “Deccal” isimli kitapta Hıristiyanlığı acımasızca eleştirir. Sadece kısa bir alıntı ile yetineceğim: {Eskiden sadece hastalık olan, bugün namussuzluktur, -bugün Hıristiyan olmak namussuzluktur. V e i ğ r e n m e m de burada başlar. Çevreme bakıyorum: bir zamanlar “hakikat” denen şeyin tek bir sözü bile kalmamış ortada, bir rahip “hakikat” sözcüğünü daha ağzına bile alınca, dayanamaz hale geliyorum. Dürüstlükle en ufak alışverişi olan kişi, bugün bilmek zorundadır ki, bir tanrıbilimci, bir rahip, bir papa, söylediği her tümceyle, yalnızca yanılıyor değil, yalan söylüyordur, -artık elinde değildir, “masumca”, “cahilce” yalan söylemek.87} Özellikle Ortaçağ felsefesi ve devam eden süreç mütâlaa edilirse; dinsel yaklaşımların çok ciddi sorunlarla iç içe olduğu görülür… Tanrı, din, Hıristiyanlık, kilise… Bu dehaların sorunu ayrı ayrı bu değerlerin her biriyle mi? Yoksa hepsiyle mi? Yoksa kilisenin istismarı ve Hıristiyanlığa sıçrayan olumsuzluklar, hep birlikte din ve devamında da tanrıdan şüphe mi? Ben sadece temas edip geçiyorum. Ama ben hep böyle olduğuna inandım…. Batı her zaman kendini bir makyaj içinde sunmuştur… Dilek, temenni ve özlemlerini retorikten yaralanarak gerçeklik yargısı gibi takdim etmiştir. Hele artık günümüzde erbabından başkasının çözemeyeceği, deşifre edemeyeceği estetik ameliyatlarla çıkıyor; kendi dışındakilerin, “barbar” ların karşısına… Batı ethosunu “barbar”ların üzerine bir balıkçı ağı gibi fırlatıyor… Kurtulmak hemen hemen imkânsız… Kurtulmaya uğraştıkça daha çok dolanıyorsunuz… İşte Nietzsche “Batı” yı bize makyajını silerek gösteren adamdır… Nietzsche “Batı”nın geçirdiği bütün estetik operasyonları, vücudunun mevzûn görünmesi için giydiği korseleri ifşâ eden dehadır! Yüz küsur yıl önceden bahsediyoruz! Bu arada J. J. Rouesseau (1712-1778) v.b. de unutmuyoruz!... 87) Frederich Nietzsche, Deccal, çev. Oruç Aruoba, İstanbul, Hil Yay. 1986, sh.54 81 Her mustarip, tedirgin, çilekeş dahi gibi; kendi kendiyle, toplumla, yalnızlıkla ciddi sorunları var! “Yalnızlığına kaç, dostum! Seni büyük adamların gürültüsünden sersemlemiş, küçüklerin iğneleriyle de delik deşik olmuş görüyorum…… Yalnızlığın bittiği yerde, Pazar yeri başlar; Pazar yerinin başladığı yerdeyse, büyük oyuncuların gürültüsü ve ağılı sineklerin vızıltısı başlar. Dünyada en iyi şeyler dahi, göstereni olmazsa, değersizdirler: bu göstericilere büyük adam halk der halk. Halk pek anlamaz büyükten, yani: yaratıcılıktan. Ama büyük şeylerin bütün göstericilerinden ve oyuncularından hoşlanır.88” Bizim alıntı yaptığımız, kitabın birinci bölümünü 1883 yılının ilk aylarında yazmıştır. Ve “yalnızlık”ı öğütler… 1888’in son çeyreğinde yazdığı Ecce Homo’da ise: “İnsanın çevresinde duyduğu o ürkünç sessizliğe gelince, o da ayrı şeydir. Yedi kattır yalnızlığın derisi; bir şey işlemez içine. İnsanlara yaklaşırsın, dostlarını selamlarsın: Gene bir ıssızlık, gene tek bir bakış yok karşılık veren. Olsa olsa bir ayaklanma. Her birinde başka türlü olmak üzere, bana yakın herkeste gördüm bu ayaklanmayı; sanırım, karşıdakini en çok yaralayan şey, aramızda bir ayrım olduğunu birdenbire sezdirmektir89, -saygı duymadan yaşayamayan soylu yaradılışlara pek az rastlanır.90 ”Bundan bir kaç ay sonra Haziran 1889’da ruh sağlığı ciddi şekilde bozulmaya başlar… Bu bakımdan bu kitaptaki yalnızlıktan serzenişlerini biraz bu şartlar altında mütâlaa etmek gerekir… Daha ilk eserlerinde Batı uygarlığına başkaldırır: “Şimdi bütün yetenekleri tükenmiş, sağlam, sağlam kutlu dayanağı olmayan, bütün kültürlerce sıkıntılar içinde beslenmeye bırakılmış bir kültür düşünülsün, işte bu çağımızdır, mitosu yok etmeye yönelen Sokratesçiliğin bir sonucudur.91” Bugün tek bir Alman 88) Böyle Buyurdu Zerdüşt, sh.51 89) “ Senin sessiz gururun onların beğenisine hep aykırıdır; bir kez olsun hafiflik etmek alçak gönüllüğünü gösterirsen, sevinirler.” Böyle Buyurdu Zerdüşt. sh. 54 90) Frederich Nietzsche, Ecce Homo, çev. Can Alkor, Ankara, Dost Yay. 1969, sh. 92 91) Frederich Nietzsche, Tragedyanın Doğuşu, çev. İ. Z. Eyüpoğlu, İstanbul, Ataç kit.1965, sh. 105 82 filozofu olmadığını söyler… “Sonunda modern insan, masalda anlatıldığı gibi, fırsat buldukça karnından korkunç boğuk sesler çıkaran koca bir yığın hazmedilmemiş bilgi-taşlarını kendisiyle birlikte her yana sürükler.92 Ve Nietzsche Batı uygarlığına şöyle bağırır: “Ey XIX Yüzyılın mağrur, burnu büyük Avrupalısı, çokça kuru gürültü ediyorsun! Senin bilgin doğayı sonuna dek kuşatmıyor, onu sona erdirmiyor, tam tersine kendi doğanı, kendini öldürüyorsun yalnızca. Bilen kişi olarak üstünlüğünü, bir kez de yapabilen kişi olarak geride kalışınla ( geriliğinle) ölç.93” 1888’de ise şöyle diyordu: “Son olarak unutmayalım ki İngilizler, derin sıradanlıklarıyla bir kez daha Avrupa ruhunun toplu çöküntüsüne neden olacaklardır. 94“, “Avrupa halkları arasında ulusallık çılgınlığının yol açmış olduğu, hâlâ da yol açtığı, hastalıklı yabancılaşma sayesinde, uzağı göremeyen eli çabuk politikacılar sayesinde…95”. 1886’da bu satırları yazan Nietzsche, 1888’de; Amerikalılar hakkında ilginç bir tespitte bulunur: “Ne düşündüklerini bilmeyen, kuş beyinli Amerikalıların acınacak gevezeliklerinden bana ne 96 “ İşte XIX. Yüzyılın en önemli ve gelecekte de en etkili olacak filozofu; yalnızlık, korku, tedirginlik, bunalım, boğuntu duygularının pençesinde kıvranmaktadır. Kendisine kadar gelen bütün değer levhalarını parçalamaktadır. Tek meselesi; bütün değerlerin yeniden değerlendirilmesidir…. Pragmatizmle de arasına mesafe koyar… Liberalizmle, feminizm gibi etkili akımlarla arasında ciddi mesafe vardır…97 O “tehlikeli belki”nin, “çekiçle 92) Frederich Nietzsche, Tarih Üstüne, çev. Nejat Bozkurt, İstanbul, Say Yay. 1986, sh.95 93) Tarih Üstüne, sh. 159 94) Frederich Nietzsche, İyinin ve Kötünün Ötesinde, çev. Ahmet İnam, İstanbul, Yorum Yay. 2001, sh.170 95) İyinin ve Kötünün Ötesinde:173 96) Ecco Homo, sh. 37 97) Keit Ansell-Pearson, Kusursuz Nihilist, çev. Cem Soydemir, İstanbul, Ayrıntı Yay. 1998, sh.206,22 83 felsefe yapan” bir filozofudur… Çağındaki bütün değerlere başkaldırır… Liberalizm hakkında bugün dünden daha çok geçerliliğini koruyan bir yaklaşımla şöyle tespitlerde bulunur: “Bir nesnenin değeri, onunla ulaşılan değil, onun için ödenen bedeldir- onun için bize kaça mal olduğundadır. Bir örnek veriyorum; Liberal kurumlar hedefe ulaşılır ulaşılmaz liberal olmaya son veriyorlar: Sonra da, liberal kurumlardan, özgürlüğe daha kötü ve daha temelden zarar veren bir kurum kalmıyor. Gerçekten de bu kurumların ne yaptıkları biliniyor: Egemenliğe götüren istencin temelini çürütüyorlar, onlar dağ ile vadiyi düzleyip ahlak biçiminde aynı seviyeye getiriyorlar, insanı küçük, korkak ve hımbıl kılıyorlar - onların varlığında hep sürü hayvanı muzaffer oluyor. Liberalizm: Türkçesi, sürüleştirme ve hayvanlaştırma…98” Buralarda Batı uygarlığını yataktan henüz kalkmış, makyajsız haliyle görüyoruz… Olduğu gibi görüyoruz… Gözlerine dikkat! Sanki yılan yuvası gibi! Vicdanı bile protez olan Batı uygarlığının protezsiz ağzı nasıl da iğrenç gözüküyor!... Şehvet işareti olan kalın dudakları, emperyalizmin sonsuz iştihalarını yansıtıyor… Kan içici yırtıcılar doyduktan sonra, artık avları ile yan yana yatabiliyor, onlara zarar vermeden! Sadece varlıklarını idame ve nesillerini devam ettirebilmek için doğuştan verili içgüdüleri ile hareket ediyorlar!... Asla fıtrata ihanet etmiyorlar!... Ya insan? Ya “uygar” Batı Uygarlığı…. Nietzsche’ce konuşmak geldi içimden: hayvandan daha hayvan!... Şu tespit de mükemmel: {Bugün için yaşıyorlar, çok hızlı yaşanılıyor. -Çok sorumsuz yaşanıyor: Tam da buna “özgürlük” deniyor.} Ve alarm veriyor Nietzsche: “Açıkça görülen odur ki, çağdaş evlilik bütün anlamını yitirmiştir: yine de bu durum evliliğe değil, çağdaşlığa karşıtlık oluşturuyor. Evliliğin anlamı: Erkeğin yasal ve tek yanlı sorumluluğunda yatardı: Evlilik mantığı onun ilkesel çözülmezliğindeydi: Duygu, tutku ve an’ın rast98) Frederich Nietzsche, Putların Alacakaranlığı, çev. Hüseyin Kaytan, İstanbul, Akyüz Yay. 1991, sh. 73 84 lantılarına karşı sözünü geçiren aksanı o, böylece elde ediyordu. O aynı zamanda ailelerin eş seçmedeki sorumluluklarında yatıyordu. Büyüyen hoşgörüyle birlikte sevgi-evliliği yararına evliliğin doğrudan doğruya temeli, yani onu bir kurum yapan şey, ortadan kaldırılmıştır. Bir kurum asla bir idiosyncrasy’nin üzerine kurulmuyor, evlilik söylendiği gibi ‘sevgi’ üzerine kurulmuyor -onu cinsel güdü üzerine, mülkiyet güdüsü (kadın ve çocuk mülkiyeti olarak kabul ediliyor) üzerine, sürekli olarak egemenliğin en küçük örneğini örgütleyen, ulaşılan geç, nüfuz ve varsıllık ölçüsünü sıkı sıkıya korumak için yüzyıllar arasında bir içgüdü-dayanışması ve uzun süreli ödevler hazırlamak için çocuklara ve mirasa gereksinen egemenlik güdüsü üzerine kuruyorlar…… Çağdaş evlilik anlamını yitirmiştir- bunun sonucu olarak da yıkılıyor.99” İşte Nietzsche! Batı Uygarlığı’nın yüzündeki tül perdeyi yırttı, attı! İşte size çırılçıplak Batı Uygarlığı… ”Eskiden ……… İken, bugün evlilikler sevgi üzerine kuruluyor”… Masalı halen devam ediyor… Üzülerek söyleyeyim ki, maalesef dinci çevrelerde… Onlar özellikle Batı’nın yüksek radyasyon atmosferinin etkisi altındalar… Hele çoğunluk tarafından modern büyücülük, sihirbazlık haline getirilmiş psikolojinin etkisi altında… Evreni farkında olmadan lunaparklardaki aynadan seyrediyorlar… Bu arada şu noktaya da işaret etmeliyiz ki; Nietzsche hakkında çok farklı yorumlar, farklı aidiyet iddiaları da var. Bunlardan bir örneği Eagleton’dan: “Tarihsel materyalizm ile Friedrich Nietzsche’nin düşüncesi arasında belli genel koşutluklar saptamak güç değildir. Çünkü Nietzsche, kendi tarzında safkan bir materyalisttir, emek sürecini ve bu sürecin toplumsal bağlantılarını pek göz önünde bulundurmasa da.100” Bu iddiayı biz; Yeterli argümanlarla desteklenmeyen, biraz zorlama aşırı genelleme olarak kabul ediyoruz. Eagleton, kitabın ileriki sayfalarında bi99) A.g.e. sh. 75 100) Terry Eagleton, Estetiğin İdeolojisi, çev. Hakkı Hünler, İstanbul, Özne Yay. 1998, sh. 242 85 zim de katıldığımız şöyle bir yargıyı da dile getirir: “Nietzsche ile Marx arasındaki en göze batan fark, Nietzsche’nin bir Marx’çı olmamasıdır. Aslında Nietzsche yalnızca bir Marx’çı olmamakla kalmayıp, hemen hemen her aydınlanmış liberal veya demokratik değerin de savaşkan bir muhalifidir.101 ”Sanki muhbirce bir yaklaşım içinde Eagleton… ….“ Yaratıcının Yolu Üstüne” başlıklı bölümde; { Bir gün haykıracaksın “Her şey düzme” 102} diye, yaratıcı düşünüre böyle bir komut veren Nietzsche’nin, felsefede yaratıcılığı olmayan103 Karl Marx’a atfen Marx’çı olması nasıl düşünülebilir? Nietzsche’yi; tüm hayvanî kadın düşmanlığı ve militarist düşlemleyiciliği, Üçüncü Reich’ın habercisi olarak niteleyen Eagleton’ın şu satırları meseleyi biraz daha aydınlatır gibi geliyor bize: “Nietzsche’nin bugünkü çömezlerinden pek çoğunun, Nietzsche’ci inanç sisteminin bu en tiksinti verici yönlerini nasıl da tatlı tatlı kurguladıkları dikkate değer, tıpkı önceki bir kuşağın bu yönleri bir ön-faşist Yahudi-düşmanlığı için kurguladığı gibi.104” Ayrıca şu noktayı da vurgulamak benim için bir vicdan borcudur ki; Nietzsche’nin davranışlarının hiçbiri fantazi değil, hele snopluksa hiç değil! Çünkü hayatında bedelini tam anlamıyla ödemiştir… Sıradan insanlara borçsuz olarak ölmüştür… Antik Grek dünyasının; kendi dışındakileri “barbar” telakki eden, köleliliği meşru gören ırkçı yaklaşımı, Batı Uygarlığı konseptinde hiç bir zaman silinmemiştir. Toplumsal bilinçaltında daima residus105, (tortular) halinde varlığını sürdürmüştür. 101) A.g.e. sh. 252 102) Böyle Buyurdu Zerdüşt, sh.66 103) Karl Marx’ın dilin retorik gücünden, kavramların olumlu ve olumsuz anlam yükünden yararlanarak kitleleri, hatta halen nasıl provakatif bir biçimde manipüle edebildiğini inkâr mümkün değil! Sürüyü etkilemekle, fikirde yaratıcı olmayı birbirine karıştırmayalım! Dünya “yeni değerler” getirenlerin çevresinde döner…Marx’ın , Herakleitos ve Hegel’in çevresinde döndüğü gibi!... 104) Terry Eagleton, sh. 253 105) Meşhur İtalyan sosyoloğu Vilfredo Pareto ( 1848-1923)’nun kullandığı bir kavram. Bunlar içgüdü değildir fakat, bir toplumu meydana getiren değişmeyen 86 Zaman zaman koyulaşır, kimi zaman silikleşir… Fakat her zaman varlığını devam ettirir. Nitekim günümüzde maalesef yine aslına rücu ediyor… Şu anda Batı’da yabancıların başına gelen aşağılanma ile başlayan, felaketler, yangınlar v.b. sabotaj olmayabilir… Fakat şunu da unutmayalım ki; farkında olarak veya olmayarak her Batı’lının olmasını istediği eylemlerdir. Dolayısıyla bütün Batı’lılar en azından fer’î fâildir, vicdanen sorumludurlar… İnsanlar vicdanen, sadece aktif olarak, fiilin sujesi olarak yaptıklarından değil; eylemsel olarak pasif biçimde, sadece entelektüel planda yapılmasını istediklerinden de sorumludurlar… (Dostoyevski, Karamazof Kardeşler, Semerdiyakov’la İvan arasında geçen konuşma!) Zübde-i âlem olan, merdüm-i dîde-i ekvân olan, âdem 106 denen mahlûk, hayvandan farklı olarak, sadece yaptıklarından değil, niyetlerinden de sorumludurlar… ”İslam’da niyet” konusunun bağımsız olarak mütâlaa edilmesi gerekir bu noktada… Fakat biz sadece işaret etmekle yetineceğiz… {Hz. Ömer radıyallahü anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: Ameller niyetlere göredir. Herkese niyet ettiği şey vardır……107} Her Batı’lı sorumludur… Çünkü Batı’da o vahşetlerin, eylemlerin gerçekleşmesine sebep olan iklimin oluşmasında fikren rol sahibidirler... Kuşkusuz, bu tespitlerin tek istisnası: Gönülden üzülenler! İçtenlikle telin edenler! Bütün imkân ve kabiliyetleri ile Batı emperyalizmi ile savaşanlar! Bu arada ilahî bir ihtar seziyoruz! Batı’da çalışmaya gidenler çeşitli saiklerle, bilerek veya bilmeyerek on yıllardır, Batı’yı kutsadılar… Hatta “Asıl İslam’ı onlar yaşıyorlar!” gibi akla ziyan tespit ve teşhislerde bulundular. Muhtemelen şimdi de bunları marjinal guruplara atfetme gibi yanlış bir eğilim var. Bu tamamen gerçeklerle bağdaşmayan bir yaklaşım… Kanında Batı Uygarlığı’nın zehrini taşıyan, üstünlük eğilimlerdir….Belki “ kompleks” denebilir. 106) Şeyh Galip Divanı, Naci Okcu, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı, 2011, sh.64 107) İbrahim Canan, 16 / 114 87 şuuru içinde sermest, Batı’lı emperyalizmi olumlayan her Batı’lı, bilinçaltında ırkçılık tohumları taşımaktadır… O iklim olmadan marjinal gruplar ortaya çıkamaz da, yaşayamaz da… Çarpıtılmış, istismar edilmiş de olsa Hitler’in arkasında koskoca bir Alman idealizmi var… Sadece birkaç isim: Fichte (1762-1814), Shelling (1775-1854), Hegel (1770- 1831), Schleiermacher (1768-1834), Schopenhauer ( 1788-1860)…. Ayrıca önümüzdeki en büyük tuzak: Batı’nın dilek, temenni, özlem ve hasretlerini gerçeklik yargısı sanmamız… Terennüm ettikleri değerleri; eyleme geçirdiklerini, bizzat yaşadıklarını sanmamız… Hâlbuki Batı gerçekleri kelimelerde kaybetti… Batı’lı sadece düşündü, yaşamadı!... Kant felsefi antropolojisine bir Latince atasözünü temel yaptı: Homo homini sacra res…108 Ama burada Kant olması gerekeni işaret ediyor… Olanı değil! Müslümanlar ise Asr-ı Saadet’te temel ölçüler muvacehesinde düşündü, yaşadı… Fakat daha sonraki asırlarda temel ölçülerin emrettiği şekilde; yeniden düşünüp, yaşadıklarını kavramsallaştıramadı, yaşadıklarını düşünme kalıplarına dökemedi… Muhasebesini yapamadı… Sadece aksiyonun sihrine kapıldı… Onun içinde tıkandığının farkına varamadı… Varır gibi olduğu örneklerde derinleşemedi… Çözümü sadece kanun-u kadime dönmek sandı!... Ondan sonra da zaten atı alan, Üsküdar’ı geçti!... Osmanlı devletinin emperyalist nitelik taşımaması uygulamadaki samimiyetinin en büyük kanıtıdır, tabii sistem aksayana kadar… Nitekim Batı hakkındaki yargılarımızı ispat eden; XX. Yüzyıla devredilen, XX. Yüzyılın ethosunu oluşturan ırkçı okullar da vardır sosyolojide… Arthur de Gobineau, Stewart Chamberlain, Vacher de Lapouge, Otto Ammon, Francis Galton, Karl Pearson…. v.b. Basit bir akım olmadığını sezdirmek için, isimlerini verdim… 108) İnsan insan için kutsal bir varlıktır… 88 Fakat bunlar arasında en ilginç figür olan Arthur de Gobineau, üzerinde kısaca duracağım… Arthur de Gobineau, (18161882) çok ilginç bir figürdür: “19. Yüzyılda ileri sürülen ırkçı kuramlar arasında özellikle Gobineau’nun kuramı çok gözde olmuş, çok ün salmıştır. Öyle ki Gobineau’nun kuramı kendisinden sonraki ırkçı kuramlara temel ödevini görmüştür.109 ” Tarihin ırkla yorumlanması teorisini işleyen “İnsan Irklarının Eşitsizliği Üzerine Deneme”, isimli 1853’te yazdığı dört ciltlik bir kitabı var… Gobineau’ya göre: {Toplumların gelişme ve yıkılmasında en önemli etken ırktır. Kendisine göre bir kavmin çözülmesi veya soysuzlaşması kavmin artık eski değerini yitirmesi demektir. Başka bir deyimle: “Artık o kavmin damarlarında aynı kan dolaşmamaktadır Yabancı kanların karışması ile gittikçe melezleşerek ırk değerlerini yitirmiştir.”}. {Bu soysuzlaşmanın nedeni, “halkın damarlarında artık eski kanın bulunmamasıdır110} Ne kadar kaba bir ırkçılık olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Nitekim {Kendisine göre ırklar arasında eşitlik yoktur. “Bir takım ırklarda uygarlaşma yeteneği yoktur. Onları hiçbir çevre adam edemez.” Irklar içinde en yetenekli ve en yaratıcı olanı, beyaz ırkın özellikle “Arya” koludur. Bu ırk ârî haldeyken gerçekten büyük mucizeler yaratmıştır.111} Arthur de Gobineau’ya göre bugün ırklar o kadar karışmışlar, bunun sonucu olarak o kadar bozulmuşlardır ki, ıslah imkânı kalmamıştır, gittikçe de bozulacaktır. Bunun nihayetinde: {“Milletler değil, insan sürüleri alınyazısı-yazgı olarak, uyku ile uyanıklık arasında ve uyuşukluk içinde kalacaklarından, yorgun ve bitkin bir halde bulunacaklarından, onlar, pontins bataklarının durgun suları içinde harap olan mandalar gibi, bundan sonra 109) N. Şazi Kösemihal, Sosyoloji Tarihi, İstanbul, Remzi kit. 1968, sh.60 110) P.A. Sorokin, Çağdaş Sosyoloji Teorileri, çev. M.M. Raşit Öymen, İstanbul, 1975, sh. I / 205 111) N. Şazi Kösemihal, sh. 62 89 hiçliğe gömüleceklerdir.” Bu toplumun ölümü ve bütün insan uygarlığının sonudur.112} Demek ki; Batış Felsefesi olarak nitelenen XX. yüzyıl: “Varlığımız için bir dış tehlikenin var olduğu temel duygusu ile başlar. Tarih felsefesi çalışmaları, doğrudan doğruya tehdit ve tehlike şuuru ile, her zamankinden çok daha fazla olarak günün anlam ve ödevlerine yönelir.113” Endişe Çağı olarak nitelediği XX. Yüzyıl hakkında Paul Tillich çok çarpıcı şu tespitlerde bulunur: {Yeni yüzyılın (Yirminci) başlangıcında, Batı Avrupalıların çoğu, dünyada hâlâ her şeyin yolunda olduğu düşüncesinin huzur veren güvencesi altında yaşıyordu ve öyle ya da böyle, akıl sahibi insan ile makinenin yenilmez birleşimi bu düşünceyi çok geçmeden gerçek kılabilirdi. Elli yıl sonra bu güvence kayboldu ve yerini yaklaşan umutsuzluk havasına bıraktı. Bu yüzyılın ortalarında basılan üç roman, George Orwell’in 1984’ü, C. Virgil Gheorghiu’nun 25. Saat’i, Arthur Koestler’ın Hasret Çağı, H. G Wells’in daha önceki ahenkli iyimserlik havasının geçip gittiğine işaret eder. “Batı Medeniyetleri” diye başlar sözüne Gheorghiu’nun kitabındaki karakter, “25. Saat’lerine” ulaşmıştır: insanlığın kurtarılmanın ötesinde bulunduğu saate…”} Ve devam eder: {Yirminci yüzyıl ne anlama geliyor? Bunun cevabını, ne entelektüel tarihçiler biliyor, ne de aslında başka biri. Bilinen tek şey, Batı Avrupa’nın Dini Çağ’dan veya Bilim Çağından niteliksel olarak farklı olan bir çağa girmiş olmasıdır. Bizim zamanımızda, dini canlanma gibi bir durum meydana gelmiştir fakat din hiçbir şekilde Aziz Thomas Aquinas ve Luther’in zamanında olduğu kadar kültüre hâkim olmamıştır. Son iki yüzyıl çok büyük bilimsel ilerlemenin meydana geldiği bir dönem olmuştur, fakat artık bilim “kutsal inek” yani eleştirilemez bir kurum değildir. Yirminci Yüzyıl, önceki iki yüzyılın sağlamlığından, samimiliğinden ve kesinliğinden yoksundur. On Sekiz ve On Dokuzuncu yüzyılın 112) P.A. Sorokin, sh. 209 113) Arthur Hübscher, sh.5 90 “gün ışığı dünyası” ile karşılaştırıldığında bir “gece karanlığı”, bir “endişe çağı”dır.114} Şöyle bir hatırlayalım: {İlk defa olarak kriz duygusu, Rathenaus’un “Çağın Kritik’ine Dair” (1915) adlı eserinde programlı bir ifade bulur. Hayatın genel olarak mekanikleştirilmesi, ilk defa olarak çağın en karakteristik problemi olarak görülür. Bir yıl sonra Hammacher’in “Modern Kültürün Temel Soruları“ üzerine yazdığı kitap, içinde bulunduğumuz durumun tarihi kaynaklarını bulmaya uğraşır. Ve sonra Birinci Dünya Harbi şimdiye kadar geçer olan hayat-muhtevalarının çöküşünü yaklaştırır. Spengler kitabının birinci cildini yazar; Spengler bu harbi, “bir yüzyılın ve bütün yeryüzünde esecek korkunç harpler kasırgasının ilk gök gürlemesi” olarak adlandırır. “Batının Çöküşü” gelecek onyıllara karakteristik adını verir. Hemen harbin bitiminde Paul Valery sesini yükseltir: “Artık kültürlerimizin ölümlü olduğunu biliyoruz…… Bugün biliyoruz ki, tarihin uçurumu içinde bütün dünyalara yetecek kadar yer vardır. (1919 ) Bunlar birkaç yıl sonra Toynbee’de hemen hemen kelimesi kelimesine tekrarlanacak olan cümlelerdir ve bunlar susup kalmayacaktır. “Gece Başlıyor” diye Sibyll Aeneas’a seslenir… Birinci Dünya Harbini kovalayan ilk yıllar içinde Karl Kraus, “İnsanlığın Son Günleri” (1922’de yayınlanır) adını taşıyan binlerce sayfa tutarındaki dramını yazar. Hemen bunun ardından büyük çöküş teması İngiliz sosyal romanını doldurur. Rose Macaulay, Galsworthys örneğine uyarak neslinin romanı olan “Aptal konuştu”yu (1923) yazar. Bu bayan yazar, 1880’denberi süre gelen sosyal değişmeleri, dini hareketlerin, sosyalizmin, hür düşüncenin, preraffalit romantizmin, kadın hareketinin manasız biribirini kovalaması olarak tasvir eder: Hayat bir gevezeliktir.115} Bu zikrettiklerimiz dışında birçok isim, örnek olarak: Aldous Huxley, Albert Schweitzer, Bertrand Russel, Karl Jaspers, Huizanga, Jean Giraudoux, H.G. Wells, Emmanuel Mounier, P. A. 114) http://www.dusuncetarihi.com/kategori/endise-cagi 115) Arthur Hübscher, sh.5 91 Sorokin, Ortega y Gasset, Jules Romain, Maritain, Berdjajew, RichardBenz, Leopold Ziegler v.d….. Burada farklı bir yaklaşımla da hesaplaşma gereğini duydum…. Christian Delacampagne: “20. Yüzyıl, diğer yüzyıllarla kıyaslandığında, kabarık siciliyle dehşet dalında Nobel’i kaçırmazdı. Boş yere geçmişe bakmayalım: Dünya çapında bunca suçun işlendiği bir dönem daha göremeyiz. Rasyonel bir şekilde ve soğukkanlılıkla organize edilmiş kitlesel suçlar, akıl sır ermez bir düşünce sapkınlığının sonucu olan suçlardı bunlar.116” gibi tamamına katılacağımız bir tespitten sonra şöyle diyor: “Hâlbuki bu yüzyıl, işler sarpa sarmadan önce çok iyi bir başlangıç yapmıştı. Başlangıç açısından umut vaad ediyordu; hatta 1880 ile 1914 yılları arasında gücünün doruğunda olan Avrupa’nın iyimser olmak için ciddi gerekçeleri bile vardı. Birinci Dünya Savaşı’ndan önceki otuz yıl boyunca tam manasıyla bir altın çağ yaşadı.117” Bu yargılara itirazımız öncelikle yöntemsel açıdan… Tarihsel zamanla, fiziksel zaman farklıdır. Bu ayrımı yapmadığınızda fahiş hatalara düşersiniz. Bir sosyal, psikolojik veya tarihi olayın başlangıç ve bitişlerini, fizik laboratuarında cisimler üzerinde deney yapar gibi tespit edemezsiniz. Dolayısıyla Birinci Dünya Savaşı; 28 Haziran 1914 günü, Avusturya-Macaristan veliahdı Arşidük François Ferdinand’ın Saraybosna’da bir Sırplı öğrenci tarafından öldürülmesi sebebiyle apansız başlamış bir savaş değildir. “Birinci Dünya Savaşının sebep ve sonuçları, Fransız İhtilâlinin ve bir çeyrek yüzyıl süren ihtilâl savaşlarının, müteakip yüzyıl içinde meydana getirdiği gelişmelerin devamlı ve tabii bir sonucundan başka bir şey değildir.118” Fransız İhtilâlinin felsefi tasavvurlarda getirdiği yenilikler, sosyal kurumlar, gerek genel zihniyet algısı ve “Modern dünyanın gelişmesinde bir dönüm noktası teşkil eden bu savaşın derin ve geniş sebeplerini 116) Chrıstıan Delacampagne, 20. Yüzyıl Felsefe Tarihi, çev. Devrim Çetinkasap, İstanbul, T. İş Bankası Yay. 2010, sh.1 117) A.g.e. sh. 1 118) Fahir H. Armaoğlu, Siyasî Tarih, Ankara, SBF, Ankara, 1973, sh.409 92 görebilmek için, 1815’den sonraki gelişmelerin yeni unsurlarını saymaya devam etmemiz gerekir.119” Nitekim Spengler “Batını Çöküşü” isimli eserini Savaş çıkmadan önce yazmış, savaş münasebetiyle bastıramadığı için ancak 1918’de yayınlamıştır. Demek ki gören gözler uygarlığın zaaflarını görebiliyordu… Nitekim J. J. Rousseau (1712-1778) nun Dijon Akademisinin 1749’daki açtığı müsabakada “İlimlerin ve sanatların ihyası ahlakın düzelmesine yardım etmiş midir?“ sorusuna verdiği: “İlimler ve Sanatlar Hakkında Nutuk” isimli eseri; çeşitli biçimlerde isimlendirdiğimiz XX. Yüzyılın haberini o günlerde veriyordu ve bir haykırışla bu soruya “Hayır!” cevabını veriyordu… Sırf merak uyandırmak için birkaç satır: “Sanatın tavır ve hareketlerimizi henüz kalıplara sokmamış ve hislerimize sunî bir ifade vermemiş olduğu zamanlar, âdetlerimiz kaba fakat tabiî idi… Hep nezaket icapları, kibarlık zaruretleri içindeyiz; hep âdetlere, usullere uymaktayız. Hiç kendi ruhumuza uyduğumuz yoktur. Kimse olduğu gibi görünmeye cesaret edemez olmuştur… İlimlerimiz ve sanatlarımız tekâmüle doğru gittikçe ruhlarımız bozulmuştur.120” Her ne kadar Post modern kavramını ilk ve yaygın olarak A. Toynbee 1939 yılında kullanmış ise de, muhteva bakımından, ilk postmodernist yaklaşımın J. J. Rousseau’ya ait olduğunu düşünüyoruz… Buna ek olarak F. Nietzsche’nin feryatları ve…. Christian Delacampagne’ın iddia ettiği gibi, Birinci Dünya savaşından önceki otuz yıl altın çağ değildir, hele “tam manasıyla bir altın çağ” hiç değildir… Kuşkusuz burada takip edilmesi gerekli usûl; Birinci olarak Christian Delacampagne hangi argümanlara dayanarak böyle bir yargıya varıyor? İkinci olarak bu argümanların eleştirisi! Ne kadarı doğru? Ne kadarı yanlış? Askeri, ekonomik başarılar, teknoloji, tıp, eğitim, zenginleşme, özgürleşme, Aydınlanma’nın zaferi (!) … Fakat bu yaklaşım müstakil bir çalışma gerektirir… 119) A.g.e. sh. 410 120) J.J. Rousseau, İlimler ve Sanatlar Hakkında Nutuk, çev. Sabahattin Eyüpoğlu, MEB, İstanbul,1989, sh.18 93 Aynı zamanda sanatın, bilimsel yaklaşımın, epistemolojinin altüst olduğu bir dönem XX. Yüzyıl… Max Planc, Niels Bohr, Heisenberg, Einstein, Schrödinger, Pauli, Landau, Max Born ve Kuantum Teorisi…. Newton’dan kalma mutlak zaman ve mekân fikirlerinin paramparça olması… Bu depremin; bilimlerde, sanatta, meydana getirdiği değişiklik… Bu değişiklerin insan anlayışına, farkında olmasak da hayatımıza etkileri… İnsanın kendi içinde çatır çatır yırtılması… Toplumun çatır çatır yırtılması… Bireysel ve toplumsal fay hatlarının kırılarak biribiri üzerine bindirmesi… Newton: “Tanrı görülmeksizin dünyayı yaptı ve onu yönetir ve bize başka hiçbir Tanrıyı değil ama onu sevip ona tapınmamızı, ebeveynlerimizi ve efendilerimizi onurlandırmamızı, komşularımızı kendimiz gibi sevmemizi, ılımlı, türeli ve barışsever olmamızı ve giderek hayvanlara bile acımamızı buyurmuştur121” demektedir. Herbert Butterfield da: “Newton’un oluşturduğu sistemde evren kurulu bir saati andırmaktadır. Tanrı’nın bir kez kurmasıyla işlemeye başlayan bu makine tam bir düzen içindedir… Bu teoriyle, yerdeki ve gökteki tüm hareketlerin aynı formülde toplandığını, aynı yasalara bağlandığını ve tüm evrenin değişmez ve birleştirici genel bir ilke çerçevesinde işlediğini görmekteyiz.122” tespitinde bulunmaktadır. Burada dikkat edilmesi gereken, anahtar ifade “Evren… bu makine tam bir düzen içindedir .“Bu düzenli makinanın yasalarını biz bilimle tespit edebiliriz ve evrene istediğimiz gibi hükmedebiliriz…. Kör doğa güçlerini kontrol altına alabiliriz… İşte bu yaklaşımla Batı bilim-tanrı’yı inşâ etti. Bilim, tanrı haline geldi! Bu günlerin, doğaya karşı söz konusu yaklaşımının oluşmasında F. Bacon (1561-1626)’ın tutumunun başat etki yaptığını düşünüyoruz!... 1900-1927 yılları arasında doğan Kuantum Teorisi, insanlığın en büyük entelektüel atılımlarından birisidir. Einstein’ın 121) İ. Newton, Doğal Felsefenin Matematiksel İlkeleri, çev. Aziz Yardımlı, İstanbul, idea, 1998, sh.189 122) Cemal Yıldırım, Bilim Tarihi, sh.205 94 rölativite, Heisenberg’in belirsizlik ve Bohr’un rastlantısallık kuramları yeni ufuklar açtı. “Bu, bir başka deyişle pozitivist bilim anlayışının kesin olarak yıkılışı anlamına gelmektedir.123 “ Çünkü elektron gibi küçük bir parçacığın konum ve hızını birlikte saptamak imkânsızdır. Bununla Newton mekaniği paramparça oldu… O zaman en az birileri birilerini 200-300 yıl kandırdı… Demek ki bilim tanrı değilmiş!.. Evrensel süreçte görülen,”Dine Dönüş” eğiliminde veya “ikinci dinsellik çığırı”nın başlamasında; bilimin kutsallığını kaybetmesinin, nesneleşmesinin de büyük etkisi olduğunu düşünüyorum… Fakat halen bilim-tanrının ölümünden haberi olmayanlar var! Çünkü halen daha Darwin nazariyesinden “bilimsel gerçek” diye bahsedenler var, iştigal sahaları kuantum fiziği olan akademisyenler arasında dahi!... Beşerin böyle garip adetleri var, putunu kendi yapar, kendi tapar!... Burada sanıyorum ciddiyetle mütâlaa edilmesi, tefekkür ve teemmüle konu olması gereken bir husus var… Sıddıkî bir imana sahip olamadıkları için, Allahü Zü-l-celâl Hazretleri’ni otla, çöple, kuşlarla, hayvanlarla, tabiattaki nizam ve intizamla ispat etmeye kalkanlar halen hafıza renkleri ile hareket ediyorlar… Gerçekten çağdışı insanlar oldukları için, halen eski usûle göre devam ediyorlar… Bu bağlamdaki çağdışı kavramından, çağa taabbüd etmelerine, onun, takdirkârı, kulu kölesi olmalarına rağmen, çağı anlayamayanları kastediyoruz! Yoksa bizim gibi, çağı hasta kabul edenlerin çağdışılığını değil!... Ayrıca ayetlerde buyrulduğu gibi bu saydığımız hususları; ot, çöp v.b. gibi unsurlara tahfifen yaklaşmıyoruz!... Hepsinde ibretler var! Hak Teâlâ hazretleri, hikmetlerine vakıf olmayı nasip buyursun! Ancak inanan insanlar bu hikmetler karşısında bir kere daha şükür ederler!... Fakat bunlarla hiçbir şeyi ispat edemezsiniz! Çünkü bu yöntem iki tarafı keskin bıçak gibidir… Çünkü bu, rasyonel iskolastik bir metafizik, ortaçağın sahalar metafiziği! Din adına, bugüne kadar asırlardır, yıktığı yaptığından fazla olmuş123) Gencay Şaylan, Çağdaş Düşünce Akımları, Postmodernizm, Ders Notları, sh. 68 95 tur… Yani bütün meseleleri bilmece çözer gibi çözdüğünü sanır, ama hiçbir meseleyi çözemez… İnsan bir kere bu yaklaşıma, bu zihniyete bağımlı hale geldi mi, uyuşturucu gibi daha fazlasını ister… Daha fazla kanıt, daha fazla kanıt!... İman mevzûunu kaybeder… Eğer siz kanıtlama gibi bir yaklaşımı usûl ittihaz edip, temel alırsanız, eğer imanınızı bu kanıtlara muhtaç hale getirirseniz, şunu iyi bilin ki; her kanıt bir şüpheyi tetikler… İman, bu kanıt bulma oyununun çarkları arasında ezilir, gider!... Eserle bu kadar meşguliyet, müessire ulaşan yolu keser! Bazı kişiler (kavramsallaştıramıyorum, acaba ‘Türkçüler’ denebilir mi? Tatminkâr değil!) Türklerin Müslüman oluşunu; eski Türk dininin İslam’a yakın oluşuna bağlarlar... ”Çünkü Türkler, İslam’ın dışında temasa geldikleri dinlerin hiçbirisini, kendi inanç ve kültürleriyle bağdaştıramamışlardır.124” Bu yazılı ifadeler veya lise çağlarımızda söz konusu gurubun canlı performans olarak icra ettikleri aktiviteler de hep şu halet-i ruhiyeyi sezdim…. Kuşkusuz niyet okuma, ama sezgisel (intutional) olarak doğruluğuna inanıyorum... “Biz öyle kolay kolay, bir Arabın getirdiği dine inanmazdık; ama bizimkine o kadar yakın ki, onun için benimsedik!” Yoksa bu kabul, hiçbir şarta bağlı olmadan, mücerret hakikat olduğu için değil! İşte Hâlık-ı Zül Celal Hazretleri’ni kanıtlarla ispat etme telaşında olanlarda da, “Biz kolay kolay inanmazdık, ama bu kanıtlar bizi mecbur ediyor. Ne yapalım? Elimizden gelen bir şey yok!” Tutumu içinde görür gibi oluyorum!... Yani şartsız, vasıtasız, pazarlıksız bir iman değil! Ve bu adamların hepsinin korkunç enâniyet, ucb ve kibir içinde olduklarını düşünürseniz, belki de bu telaş kendi nefsâniyetlerine karşı öz savunmaları olabilir!... Yoksa bu ibretâmiz örnekleri kanıt olarak kullanmadan, sadece hikmetlerini düşünürseniz, Allahü Zü-l-celâl Hazretleri’nin huzurunda bir kere daha tevazû içinde “Allahü Ekber!” diyerek secdeye kapanırsınız… Bir kere daha size İslâm adına söylene124) G. Tümer-A. Küçük, Dinler Tarihi, Ankara, Ocak Yay. 2002, sh.79 96 cek söz kalmamış, bari Kant’ın “Problem Metafiziği” ile hesaplaşın!... İyi düşünün! Derinlikten mahrum, bu tür dilletantlık (heveskârlık) seviyesindeki felsefe insanı dininden imanından eder… Biraz teenni125 ile; tefahhus126, tefehhüm127 ve taakkul 128 gösterecektir ki, sizin ispat için kullandığınız tabiattaki nizam ve intizam argümanından Batı Tanrı’yı inkara vardı… Doğadaki nizam ve intizam fikri tanrıyı gereksiz kıldı!... Bugün gök cisimleri arasındaki çekim gücünün, aralarındaki uzaklıkların değişmesi dolayısıyla, değiştiği söylenmektedir.… Takılmışınız cehl-i mürekkeb içindeki, zavallı adamların peşine!... Biraz İmam-ı Gazali’yi (1058-1111) teemmülât-ı amika129 ile anlamaya çalışın… Kozalite prensibinin eleştirisi konusunda niçin o kadar ısrarcı oldu bin yıl önce!... Bir örnek olmak üzere; hayvanlar öyle harikulade davranışlarda bulunurlar ki, insan aklı aciz kalır. Nitekim H. Bergson da çok ilginç örnekler zikreder. Bir örnek verdikten sonra şöyle bir açıklama yapar: {Eşek arısının avını öldürmeden meflûç edebilmesi için iğnesini tam hareket ukdelerine isabet ettirmesi lâzımdır. Bu da arının “mahir bir cerrahlık ile haşarat âlimliğini nefsinde cem etmiş” olmasını iktiza eder.130 } Ağzından kan damlayan yırtıcı, vahşi bir aslanın dişleri ile yavrusunu taşırken ki gösterdiği ihtimam; koca hayvanları parçalayıp yutan, katil bir timsahın yavrularını şefkatle ağzına doldurup nehre bırakması… Bu ve benzeri hadiselere şahit olan Sıddıkî imana sahip bir Müslüman içindeki yaşantıyı, deruni hayatındaki hali hiçbir kelimeye emanet edemez. Bir Müslüman tebessümü içinde, yavaşça, sessizce haykırır: “Allahü Ekber!” Kâinattaki zerreden seyyareye kadar, her türlü mevcûdâtın İlahî iradenin tasarrufunda olması125) İyice, etraflıca d������ üşünme 126) İnceden inceye araştırma 127) (Fehm) Yavaş yavaş anlama, farkına varma 128) Akıl erdirme, zihin yorarak anlama 129) Derinden derine düşünüp taşınma 130) M.Şekip Tunç, Bergson ve “ Manevî Kudret”e Dair Birkaç Konferans, İstanbul, Muallim Ahmet.Halit Kitapevi, 1934, sh.40 97 nın, tezahürünü bütün varoluşu ile idrak etmenin verdiği tarifi imkânsız bir iç yaşantı ile kulluğunun şuurunu yaşar… Tam bu nokta; çok moda bir tabirle, dünyanın en büyük yalanlarından biri olan, “ birey olmanın” reddidir. “Birey olma” iddiası da insanlığın ayrı bir ahmaklığı… Giydiği elbiseyi, rengini, dinlediği müziği, seyrettiği filmi v.b. bile kendileri seçemeyen bir sürü, kendi evrenlerini inşâ iddiasındalar… Bir kere kullandığın dili bütün teressübatı ile hazır buluyorsun! Eğer ki ölçümüz akıl, mantık olacaksa; “nizam intizam içinde çalışan bir doğada tanrıya ihtiyaç yoktur”a kadar da yol açıktır!.. Veya en fazla saati kurup, artık müdahale hakkı olmayan saatçi gibi bir tanrı tasavvuru, deizm… Hz. Ali’nin mesh konusundaki Sıddıkî zihniyetini iyi düşün! İspat için kullanılan bütün sözde deliller şeytaniyet kokuyor… Siz ispat için kaç delil getirirseniz, o sayının katları kadar soruya hazır olun! Kesin olmamakla birlikte; ısrarlı inkârın sonu, iman; ısrarlı ispatın sonu da inkârdır… Bazı düşünürlerin tarih felsefelerine geçmeden önce, onları daha iyi anlayabilmek için, o zaman kesitinin özelliklerinin eskizini birkaç fırça darbesi ile nazarlara arz etmek istiyorum… Bir kere şu basit gerçeği kabul edelim ki, bu XX. Yüzyıl tarih felsefecilerinin yaşadığı: “1880’lerde Avrupa, dünya üzerinde egemenlik kuran, onu dönüştüren kapitalist gelişmenin yalnızca özgün merkezi değil, aynı zamanda dünya ekonomisinin ve burjuva toplumunun o güne kadar ki en önemli bileşeniydi. Tarihte bundan daha Avrupalı bir yüzyıl olmadığı gibi, gelecekte de olmayacaktır.131” Eric Hobsbawm’ın bu tespitini çok önemsiyor ve çok ciddiye alıyorum… Çünkü Avrupa’nın tam Avrupalı olduğu çağda insanlığa verdiği, daha doğrusu veremediği; gelecekte de veremeyeceğinin teminatıdır. Yaratıcılığını, üreticiliğini kaybetmiş, yeni değerlerle, yeni bir toplum inşâ etme imkânından mahrum, ruhî ve iktisadî bunalımlar, krizler 131) Eric Hobsbawm, İmparatorluk Çağı, 1875-1914, çev. Vedat Aslan, Ankara, Dost Yay. 2010, sh. 27 98 içinde kıvranan, çırpınan Avrupa zihniyetinin, Avrupa Uygarlığının amiral gemisi emperyalist, ırkçı Amerika Birleşik Devletleri kendine ve dünyaya ne verebilecektir? Hemen ekliyorum; kan, gözyaşı, dertler, çilelerden başka? Batı’nın bu kısırlık, çırpınma, takallüs, kıvranma, boğulma, bunalma, can sıkıntısının sanatta dışlaştığını görüyoruz: “Belki de hiçbir şey, burjuva toplumunun bu dönemde içine düştüğü kimlik bunalımını, sanatın 1870’ler-1914 arasındaki tarihinden daha iyi açıklayamaz. Bu, hem yaratıcı sanatların, hem de izleyicilerinin pusulayı şaşırdığı bir çağ oldu.132” Fakat ben bu noktada sanatın doğrudan doğruya felsefedeki oluşumun bir izdüşümü olduğunu düşünüyorum… Kabaca filozof parmağını keserse sanatkâr kolunu kesiyor… Çünkü epistemoloji tasavvurundaki değişiklikler doğrudan doğruya obje yorumuna, evren kavrayışına etki ediyor… Bunalım felsefeleri, bunalım sanatını doğuruyor… Ve dünyayı kana bulayan ve bulayacak olan kelimelerle ifade edilemeyecek sonsuz ihtiras: {Fakat dünyayı daha da tehlikeli bir yer haline getiren şey, sınırsız ekonomik büyüme ile siyasî güç arasında, bilinçsizce kabul edilmeye başlanan örtük eşleşmeydi. Örneğin, 1890’larda Alman İmparatoru, devleti için “güneşte bir yer” istedi… II. William için bu deyiş, somut içerikten yoksun bir slogan haline geldi. Bu deyiş sadece bir orantı ilkesini formülleştirmekteydi: Bir ülkenin ekonomisi ne kadar güçlü, nüfusu ne kadar büyükse ulus-devletinin uluslararası konumu da o kadar büyük olmalıydı. Hakkı olduğunu düşündüğü bu konum için teorik bir sınır yoktu. Şu milliyetçi deyişle ifade edildiği gibi” Heute Deutschland, morgen die ganze Welt” (Bugün Almanya, yarın bütün dünya.)133} Yukardaki ve takibeden birkaç alıntıyı mütâlaa ederseniz, I. II. Dünya Savaşları insana hiç sürpriz gelmez… Yalnız burada 132) A.g.e. sh. 344 133) A.g.e. sh. 344 99 “sadece Ortadoğu’nun veya Müslümanların birbirini yediği “gibi bir yargının ne kadar yanlış olduğu ortaya çıkar… Henry Kissinger: “XX. Yüzyılın ilk on yılının sonunda, yüzyıl boyunca barışı koruyan Avrupa Konferans düzeni artık yoktu. Büyük Devletler, elli yıl sonraki Soğuk Savaş’ın yapısına benzer şekilde kemikleşmiş iki güç bloğunun oluşmasına yönelen iki kutuplu bir çatışmanın içine kendilerini anlamsız bir körlükle atmışlardı. Ancak bir önemli fark vardı; nükleer silahlar çağında savaştan kaçınmak, en önemli, belki de başlıca dış politika amacıydı. Oysa XX. Yüzyılın başlangıcında savaşlar, hâlâ saçma bir nedenle başlatılabilirdi. Gerçekten de bazı Avrupalı düşünürler, belli aralarla kan dökülmesinin, temizleyici etkisi olduğunu bile savundular ki, Birinci Dünya Savaşı, bu saf görüşün geçersizliğini vahşi bir şekilde gösterdi.134” demektedir. Batının emperyalist ve ırkçı konseptini anlayabilmek için Fromkin’in şu tespitini de malumun ilamı ve “açık sırlar” kabilinden sırf yabancı bir şahit göstermek için dikkatlerinize sunuyorum: “1914-1922 döneminde kararların verildiği masaların çevresinde sadece Avrupalılarla Amerikalılar oturmaktadır. Bu Ortadoğu ülkelerinin sınırlarının Avrupa’da çizildikleri bir dönemdi. Örneğin Irak ve Ürdün, İngiliz buluşudur ve Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra boş bir haritada sınırları İngiliz politikacılar tarafından çizilmiştir. Suudi Arabistan, Kuveyt ve Irak sınırları 1922’de bir İngiliz devlet memuru tarafından belirlenmiştir. Suriye-Lübnan’da Müslüman ile Hıristiyanlar arasındaki sınırlar Fransa; Ermenistan ve Sovyet Azerbaycan’ı sınırları da Sovyetler Birliği tarafından çizilmiştir.135 demektedir… Eski Genel Kurmay Başkanları’ndan İsmail Hakkı Karadayı’nın da ilginç tespitleri var bu konuda: “Irak’la hududu134) Henry Kıssınger, Diplomasi, çev. İbrahim H. Kurt, Ankara, T. İş Bankası Yay. 1998, sh. 155 135) Davıd Fromkın, Barışa Son Veren Barış, çev. Mehmet Harmancı, İstanbul, Sabah Yay. 1994, sh.3 100 muz dağların zirvesinden geçiyor. Bu İngiltere’nin yaptığı bir iş. Bir yerde İngiliz parmağı varsa dikkat edeceksiniz. Bence adamlar, ileriyi düşünerek, ileride sorun çıksın diye sınırı dağların zirvesinden geçirmişlerdir. Bu hudut düzeltilmeli… Bunlar ilerisi düşünülerek çizilmiş sınırlar. Türkiye’yi zor duruma sokacağı hesaplanarak çizilmiş. Sadece Irak hududu değil, Suriye hududumuz da yine ilerisi düşünülerek çizilmiş. Suriye hududu öyle bir çizilmiş ki, bizim topraklarımıza doğru bir girinti yapıyor. Ve bu girintiden Suriye petrol çıkarıyor. Sınırın bizim tarafında ise petrol yok. Petrol alanı hesaplanarak çizilmiş hudut. Bunu bilinçli yapmışlar136 “ Bu ve benzeri önemli fikirler izhar etmekte… Dünyamız böyle bir XX. Yüzyıl yaşadı… İçinde bulunduğumuz XXI. Yüzyılı da bu yaşadığımız dönemi anlamadan kavrayamayız! Derinliğine nüfuz edemeyiz! Bu temellendirmelerden sonra; eğer bazı düşünürlerin yaklaşımlarından örnekler verirsek, konunun inceliklerine daha iyi vakıf olunabileceğini düşündük! Bunun için de seçtiğimiz birkaç örnek üzerinde derinleşmeye çalışacağız!... Kuşkusuz, bu düşünürlerin analizlerinden, teşhislerinden, çözüm yolları veya tekliflerinden, katıldığımız yanları da olacak, katılmadığımız yanları da!... Ama en azından problem alanlarını tam anlamıyla kavramamıza yardımcı olacaklar!... Nikolay Y. DANİLEVSKİ (1822-1885) St Petersburg Üniversitesinde okumuş… Rusya’nın çok fırtınalı, karmakarışık bir döneminde yaşamış… Gerçi gerek insan hayatının, gerekse evrensel tarihin fırtınalı olmayan bir dönemi var mıdır? Bilmiyorum! Düşünmeye değer… I. Aleksandır 1801-1825 tarihleri arasında iktidardadır. Napolyon 12 Haziran 1802’de fiilen savaşa girişir Rusya’yla… 14-15 Eylül 1812’de Moskova’ya girer… Vali Rastapçin şehrin ¾’ünü yakmıştır. Napolyon’un başarısızlıklarının birçok sebebleri vardır… Fakat: “Rus askerlerinin 1813-1815 yıllarında Batı Avrupa seferlerine 136) Fikret Bilâ, Komutanlar Cephesi, İstanbul, Detay Yay. 2007, sh. 114 101 iştirakleri, Rus zabitlerinden büyük bir kısmının görüş telakkilerinde ehemmiyetli değişiklikler hâsıl olmasına yol açtı.137” Avrupa’nın siyasî, iktisadî yapısı, hürriyet fikirleri, özellikle Alman idealist felsefesi… Bu fikirleri gerçekleştirmek için gizli cemiyetler kuruldu. {Bu cemiyetlerin ekserisi, o sırada Rusya’da çok yayılmış olan “farmason loncalarını” andırıyordu. Fakat nihaî gayeleri “farmason”lardan büsbütün başka idi.138} Bu gizli cemiyetlerden önemli olanı 1816’da kurulan, “Kurtuluş Birliği”, “Refah Birliği”, onun bölünmesinden ortaya çıkan “Kuzey Birliği”, “ Güney Birliği”… 1 Aralık 1825’de I. Aleksandır öldü, yerine I. Nikola (18251855) geçti. {I. Nikola ile Rusya tam anlamıyla bir zorbayı “otokrat”ı tanımış oldu. Zaten “eli sopalı Nikola” yalnız kendi ülkesini ezmekle kalmadı. Her zaman en gerici davaların hizmetine girerek; sırayla Polonya ve Macaristan’da patlak veren ayaklanmaları ezerek, Avrupa’da zaptiye rolü de oynadı. Reformlardan korkmak onda saplantı, gizlilik merakı ise hastalık haline geldi.139} Çar I. Nikola’ya itaati kabul etmeyenler, 14 Aralık 1825’de Rusya’da ilk defa bir nümayiş ve ayaklanma başlatmışlardı. Fakat kanlı şekilde bastırıldı. Bu ayaklanma dekabr (aralık ) ayında vuku bulduğu için. “Dekabristler“ adı verildi… {“Dekabristler“ hareketinin Rus zabitlerinin, yani asilzadelerin, istibdat rejimine karşı yaptıkları bir “hürriyet” mücadelesi olduğunu, bunun “aşağı tabaka” ve halk kitlesi ile hiçbir ilgisi olmayıp herhangi bir 137) A. Nimet Kuran, Rusya Tarihi, Ankara, TTK, AKDT Yüksek Kurumu, 1987, sh. 312 138) A.g.e. sh. 313 139) Marcel Lıebman, Rus İhtilâli, çev. Semih Tiryakioğlu, İstanbul, Varlık Yay. 1968, sh. 16 102 “sınıf mücadelesi” mahiyetini haiz olmadığını söylemeğe lüzum bile yoktur.140} Bu arada Rusya’da Batıcı ve Slavcı düşünce akımları gelişmekte ve gizli örgütlenmeler oluşmaktadır. Bu devrimci guruplardan biri de Dışişleri Bakanlığı’nda memur olan Petraçevski isimli memur tarafından kurulmuştu. Hem Danilevski, hem de Dostoyevski’nin bu dernekle ilişkileri var idi. Burada muğlak bir ifade kullanmamızın sebebi, dernek ve ciddiyeti hakkında tam bilgiye sahip olamayışımız. Dostoyevski: “Petraçevski, budalanın, şarlatanın, gevezenin biridir. Hiçbir vakit ciddi bir iş yapamayacaktır.141” Bu ve diğer ifadeler derneğin ciddiyeti hakkında kuşku uyandırıyor. Çar grup hakkında gizli raporun kenarına şu notu düşüyor: “Hepsini okudum. Durum önemli. Konuşmalar gevezelikten öteye geçmeseler bile, bunlara göz yummak, yaptıklarını suçlamamak olmaz. Senin de öğütlediğin gibi onları tutuklamak (tevkif etmek) gerek. Haydi, Tanrının izniyle, isteğin yerine gelsin.142” 2 Nisan 1849 günü tevkifler gerçekleştiriliyor… Dostoyevski, idama mahkûm ediliyor, sonra sürgüne çevriliyor… Dostoyevski’nin yaşadığı süreç, tam bir roman gibi fakat kaskatı gerçek… Danilevski ise, Rus Bastille’si olan Petropavlovskaya kalesinde yüz gün hapis yattıktan sonra beraat etmiştir. Dostoyevski Ocak 1887’de Dekabristler ile Petraçevskicileri mukayese eden bir yazı yazmıştır: “Zaten Dekabristler Petraçevskiciler’den sayıca çok fazlaydı ve Petraçevski örgütü içinde varlıklı, seçkin zümreyle ilişkide olan azdı… Petraçevski gurubu üyeleri Dekabristler’den daha eğitimli kişilerdi.143” 140) A.Nimet Kuran, sh. 319 141) Henri Troyat, Dostoyevski’nin Dünyası, çev. Leyla Gürsel, İstanbul, Nil Yay. 1966, sh.83 142) A.g.e. sh. 85 143) F.M.Dostoyevski, Bir Yazarın Günlüğü, çev. Kayhan Yükseler, İstanbul, YKK. 2001, II / 667 103 Rusya’da bu gelenek bitmez… Altmışlı yılların başında Çernişevskiciler, yetmişli yılların başında Neçayevciler, Kazan Olayı…. 1905’de ayaklanma… Mağlubiyete rağmen Lenin “manevra yaptık!” diyor… Ve nihayet ocak 1917 Sosyal demokrat Krenski’nin başbakanlığı ve Ekim 1917 Bolşevik iktidarı…. Ve gerisi malum… Fakat Danilevski beraatından sonra hükümet memuru olarak resmi görevlerde çalışmıştır. Çeşitli eserleri vardır: Darwinizm Üstüne, Rus Rublesinin Devalüasyonu, Genel Avrupa Çıkarları (1878), Rusya ve Doğu Sorunu (1879), Büyük Rus Dili Sözlüğü Rusya ve Avrupa isimli önemli kitabı, ilk defa 1869’da Zaria (şafak) adını taşıyan bir Rus dergisinde bir dizi yazı olarak çıkmış, daha sonra 1871’de kitap halinde çıkmıştır. Kitap Slavofiller ve tutucular tarafından coşkuyla karşılanmış; Batıcılar, liberaller sert eleştiriler yapmışlardır. Özellikle bu kitapla, Danilevski; Rusya’da Slavofilliğin ve daha sonra da Panslavizmin önemli savunucularından olmuştur… Danilevski’nin düşüncelerini etkili kılan unsurlardan biri Rusya-Avrupa ilişkilerini temellendirme biçiminin halen güncelliğini koruyor olmasıdır. Hatta yaptığı değerlendirmenin sadece Rusya-Avrupa ilişkilerini değil, Avrupa dışı bütün ülkeler için dahi vazgeçilemez gerçekler ihtiva etmesindedir. Danilevski ilk olarak: “Niçin Avrupa Rusya’ya hep düşman kalıyor?” sorusuna cevap vermeye çalışmaktadır: “Avrupa Rusya’yı kendisinin bir parçası saymamaktadır. Avrupa Rusya’da ve Slavlarda genel olarak kendisine tamamıyla yabancı bir şey görmektedir ve aynı zamanda da, Avrupa’nın Çin’i ve Hint’i, Afrika’yı ve Amerikalıların büyük kısmını kendi imge ve kalıbına göre yoğurup biçimlendireceği bir malzeme olarak sömürdüğü gibi, yalnızca Avrupa’nın yararına olarak sömürülebilecek salt bir malzeme diye kullanılamayacak bir şey… Avru104 pa, Rusya’da ve Slavlıkta; yalnızca yabancı değil, aynı zamanda kendisine düşman bir güç (ilke) görmektedir.144” Danilevski’nin bu tespitlerini: Avrupa (Kara Avrupası yani İngiltere ve Kuzey Amerika olarak bir bütün olarak alırsak) ve dışındaki barbarlar şeklindeki bir genelleme yaparak anlarsak yanlış olmaz diye düşünüyorum… Yani Avrupa ve dışındakiler… Londra Hava alanı gümrük geçişinde üç banko vardı: İngiltere, AB ve diğerleri… Üçüncü bankonun muhatablarına farklıydı davranışı gümrük memurlarının… Otuz yıl önce… Nitekim bugün Türkiye’nin Avrupa Birliği ile olan serencamını da bu bağlamda mütâlaa edebiliriz… Fakat Türkiyeli okur-yazar takımı halen meseleyi kavrayamadığından, Niçin Yunanistan’ın AB’ye alındığını sorguluyor ve bir türlü anlayamıyor!... Fakat Türkiyeli okur-yazar takımı halen meseleyi kavrayamadığından, Niçin Kuzey Kıbrıs’ın AB’ye alındığını sorguluyor ve bir türlü anlayamıyor!... Bunlar AB’nin hangi kriterlerini yerine getirdi ki Avrupa Birliği’ne alındı? Diye soruyorlar… Artık anlayalım, Batı Uygarlığının temeli Antik Grek mitolojisi ve felsefesi…. Her ne kadar coğrafî olarak Başlangıç Anadolu ve Trakya kıyıları olsa da… Coğrafî sınırlara takılırsanız yanılırsınız! Evet, Avrupa kendi dışını tam da “sömürülecek bir malzeme“ olarak görür… İleriki bölümlerde temas edeceğiz… Batı’nın birinci özelliği ırkçılığı, ikinci özelliği sömürücülüğü… Irkçı ve emperyalist Avrupa… Yalnız kanaatimizce burada bir hata yapılıyor: Sol tandanslı kişiler sadece ekonomik emperyalizm olarak alırken, sağ tandanslı kişiler sadece kültür emperyalizmi olarak alıyorlar…. Hâlbuki kanaatimize göre; son tahlilde amacı kültürel emperyalizm olan, iktisadî emperyalizm… Ve Danilevski bir adım daha atıyor… Rusya Avrupa’ya ne kadar fedakârlık yaparsa yapsın, Avrupa’nın kendi hakkındaki nefretinin azalmayacağı gibi, bizce de doğru olan bir teşhiste bulunuyor. “ Biz herhangi bir Avrupa görüşünü ne kadar içtenlik ve 144) Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri, sh. 54 105 özgecilikle kabul etmişsek, Avrupa bizden o kadar ve derinliğine nefret etmiştir. Bizim içtenliğimize inanmamış ve yalnızca Avrupa çıkarlarına en içten bir bağlılık olan yerde birtakım saldırgan emperyalist planlar görmüştür. … Rusya ve Slavlıktan yalnız bir Avrupa partisi ya da kesimi değil, bütün Avrupa partileri nefret etmektedir… Avrupa’yı hangi çıkarlar bölerse bölsün, bütün Avrupa partileri Rusya’ya karşı düşmanlıklarında birleşmektedirler. Bu düşmanlıkta; Avrupa papazları liberallerle, Katolikler Protestanlarla, tutucular ilericilerle, aristokratlar demokratlarla, kralcılar anarşistlerle, kızıllar beyazlarla, lejimistler145 ve Orleanistler146 Bonapartistlerle el sıkışmaktadır 147” Tümünün doğru olduğuna inandığımız bu analizlerin tek yanlışı Batı düşmanlığını Rusya’ya hasretmesi… Doğru yaklaşımın Batı ve…. olduğuna inanıyoruz… 1869’da yayınlanan bu ve benzeri düşüncelerin halen geçerliğini koruduğunu bugün de görüyoruz… Ve İslâm dünyasının da Danilevski’nin bu Batı konseptinden öğreneceği çok şeyler olduğunu düşünüyoruz. Rusya Hıristiyan olduğu halde, Ortodoks mezhebine mensup olduğu için böyle bir yaklaşımın muhatabı oluyorsa, Müslümanların ayrıca düşünmesi gerekir. İslam’ın genel tasavvuru; gayet sert, net, muhkem mümin-kâfir ayrımı bir tarafa, bari (Bakara/120) suresindeki şu ayet-i celile’ye ihlaslı bir Müslüman gibi inanabilsek, (Müslümanlar hakkında iman konusunda temenni olur mu? İslâm hâyâ ve haysiyetine davet ediyoruz! İradî bir eksiklik hissediyoruz! İman iktidarında bir eksiklik… İmanda eksiklik fazlalık olur mu? Olmaz… O zaman bu olan nedir?) 145) Genel olarak; tahttan indirilen bir hükümdarın yeniden tahta çıkarılmasına taraftar olan… Özel olarak; 1830 yılında devrilen Bourban hanedanının taraftarları. Babadan oğula geçen büyük toprak sahipliğinin çıkarlarını temsil ediyorlardı. İktidarda bulunan ve sınıf aristokrasisine ve büyük burjuvaziye dayanan orleans hanedanına karşı mücadelelerinde lejitimistlerin bir bölümü pek çok kez toplumculuk demogojisine başvurdu ve kendisini burjuvanın sömürüsüne karşı emekçilerin koruyucusu gibi gösterdi. 146) Fransa’da halkoyuna, zenginliğe ve yeteneklere dayanan meşrutî bir monarşinin yeniden kurulmasını isteyenlerin partisi ya da siyasî tutumu. 147) A.g.e. sh. 54 106 birçok mesele halledilecek: “Sen milletlerine tabi olmadıkça ne Yehud, ne Nasara senden asla hoşnud da olmazlar her halde yol, Allah yolu de, şanım hakkı için sana vahyile gelen bu kadar ilimden sonra bilfarz onların hevalarına tâbi olacak olsan Allah’tan sana ne bir veliy bulunur ne bir nasır148” Bütün bunlara rağmen halen “diyalog” ve “medeniyetlerarası ittifak” gibi konseptlerde itikadî bir arıza hissediyorum… Peki, bu sizin bildiklerinizi dinciler ve dinden bir şekilde nemalananlar bilmiyor mu? gibi bir soru çok naiv… Çünkü mesele bilgi meselesi değil… Mesele hiçbir kınayıcının kınamasından korkmadan149 iman ve onun en azından düşünme planında tezahürü meselesi… İnsanlar oportünist, hele dinciler, hele dinden bir şekilde nemalananlar, sadece çıkarlarını düşünüyorlar… Fakat maddeci bir yaklaşımla “çıkar”ı sadece maddî olarak almayın!... Bu hayasız, korkak, oportünist, imanları ile fahr edemeyen, şükredemeyen insanlar, özellikle de dinden bir şekilde nemalananlar, sırf üstün olma ve hükmetme, sürüye tahakküm etmek ve şahsî güvenlik ve emniyetleri sağlamak için imanlarını tehlikeye atmaktadırlar… Oportünizm konusunda bir bölüm ayıracağım… Ayrıca şu noktaya da bilhassa dikkatlerinizi çekmek isterim, Ayet-i Kerime’de “millet” mefhumu geçiyor… Elmalı merhum, gayet mükemmel açıklıyor, sadece bir cümle, her meseleyi halleder: “Meselâ Yehudîyet ve Nasraniyet bir millettir.150” Biz politikacıları ayrı bir tabaka olarak gördüğümüz için ciddiye almıyoruz! Muhatap da almıyoruz! Ama Müslüman ümmeti nerede? Fikir namusuna sahip her insan, Müslüman olmak şart değil, şunu bilir ki; İslâm ıstılahında, Kur’an ıstılahında Millet, ümmet, din müteradif (sinonim, eşanlamlı) kavramlardır… Bu kadar şuursuzluk olur mu? Renaissance’tan sonra Hıristiyanlığın kutsalları yerine ikame için üretilen laik, seküler kavramları, 148) “ Elmalı”lı Muhammed Hamdi Yazır, Hak dini Kur’an dili, İstanbul, Diyanet İşleri Reisliği, 1935, sh. I/ 482 149) Maide Suresi: 5 / 54 150) A.g.e. sh. 484 107 İslâmî mefhumlarla karşılamak nasıl bir şuursuzluk? Şuurla yapıldı ise İslam’a ihanet! Ah bu dinciler! Ah bu dinciler! Ayakkabı satar gibi dini sattılar… Durkhiem’in “nation”una karşılık bulacağız diye, Kur‘ani ıstılahlardan bu kadar kolay vazgeçmek İslâm haysiyetine yakışır mı? İslam izzetine yakışır mı? İslâm iffetine yakışır mı? “La patrie” utanmadan nasıl “vatan” oldu? Biliyorum, okumuyorsun! Biliyorum düşünmüyorsun! Biliyorum İslâmî hassasiyetler umurunuzda değil! Ama yine de hiç değilse, sadece, aç bir ilmihale bak!151 Eğer zerre kadar haysiyetin varsa! İslâmî mukaddeslerden, İslâmî tefekkürden bu kadar kolay vazgeçilir mi? Üç kuruşluk sosyolojiniz, felsefeniz için ben Kur’anî mefhumlardan vazgeçmem! O mefhumlar benim mukaddesatımdır! O mefhumlar benim namusumdur! O mefhumlar benim ırzımdır! İslâmî tefekkürün yapıtaşları olan İslâmî mefhumlara gerekli, lâyık oldukları hürmeti ve dikkati göstermediğimiz için sürünün anladığı anlamdaki “ırz”, “namus” ne halde takdirlerinize sunuyorum! Bu konuda, “millet” konusunda herkes feryad etti! Fakat dinciler hariç! Onlar çok rahat! Hazmedemiyorum! Aklıma Fuzuli merhumun, dinciler için fuzuli olan bir şiiri geldi: Öyle ser-mestem ki idrâk etmezem dünyâ nedür Men kimem sâkî olan kimdür mey û sahbâ nedür Gerçi cânândan dil-i şeydâ içün kâm isterem Sorsa cânân bilmezem kâm-ı dil-i şeydâ nedür Vasldan çün aşık-ı müstâğni eyler bir visal Aşıka maşukdan her dem bu istiğnâ nedür Hikmet-i dünyâ vü mâfiha bilen arif degül Arif oldur bilmeye dünyâ vü mâfiha nedür 151) Büyük İslam İlmihali, Ö. Nasuhi Bilmen, İstanbul, Bilmen Yay. 1986, Namaz bahsi: 250,257, 273, 274, 275 ve 276. Maddeler.. 108 Ah u feryâdun Fuzûlî incidübdür âlemi Ger belâ-yı ışk ile hoşnûd isen gavga nedür Merhumun affına sığınarak, şiirin derin, beni aşan tasavvufî manasını ihmal ederek sadece birinci beyti, benim gibi insanların günlük diline çevireceğim: {Bu satırları yazdıktan sonra tekrar üzerine düşünürken, nefsime ağır geldi.” Beni aşan tasavvufî mana”… Ve anlamadığımı itiraf ettiğim noktada, anladığını sanan sözde tarikat erbabından daha mükemmel anladığımı sezdim!.. Bu din bezirgânlarına karşı, bu İslam’ı maddî ve manevî (Belki de ”psikolojik” daha doğru olabilir. ) istismar edenlere karşı tevâzu’ yok! Onlara karşı kibir sahibiyiz! Maalesef edeben doğru olmasa da, mefhumların anlamları üzerinde operasyon yaparak, şu anlamı veriyorum: “Dinciler maddî, manevî, siyasî, bürokratik, askerî, adlî, akademik, ekonomik, ticarî iktidarın verdiği güçle öyle sarhoş oldular ki; dünyanın gerçekte ne olduğunu idrak edemiyorlar… Kendileri kimdir, bu saydığımız iktidarı sunan sâkî kimdir, sakinin sunduğu, kendilerini kendilerinden geçiren şarabın cinsi nedir? ”Su akarken testini doldur”, diye bir atasözü var! Fakat telaşa da gerek yok! Bize öyle geliyor ki; bu konjonktür böyle devam ettikçe, bu çeşmenin suyunun kesilmesi söz konusu değil! Yeter ki, satacak İslâm gibi malın (!) olsun! Düşmanına satarsın! Zaten müşteriler de onlar! Egemenler, aktör değiştirmek isterlerse! İşin o tarafına aklım ermez! Fakat yine de sen çeşmenin başında iyi pozisyon almaya bak! O itiş kakışta, testini kırdırabilirsin! Bir düşün! Testinden başka bir şeyin yok! Sen de yok olursun! Tebahhur edersin! Buharlaşırsın! Hem de ve öncelikle en yakınlarının gözünde!... Aile efradının gözünde! Danilevski Rusya tarihinin muhasebesini yapıyor. Avrupa’nın Rusya düşmanlığının hiçbir rasyonel temeli olmadığını, Rusya’nın ne Avrupa’yı tehdit, ne de işgal etmediğini, tersine Avrupa’nın Rusya’yı birçok kereler işgal ettiğini söylüyor. “Avrupa’nın Rusya’ya karşı bu nefretinin nedenlerini ne kadar 109 uzun boylu ararsak arayalım, onları Rusya’nın şu ya da bu eyleminde yahut başka akıl alır olaylarda bulamayız. Bu nefrette Avrupa’nın akla yatkın olarak açıklayabileceği bilinçli bir şey yoktur. Gerçek neden daha derinde yatmaktadır.” Dedikten sonra bizim tarafımızdan kabulü pek mümkün olmayan şöyle bir argüman ileri sürmektedir: “Bu neden, halklar için bir çeşit tarih içgüdüsü olan ve onları (irade ve bilinçlerine aykırı değil ise de, buna bakmadan), kendileri için bilinmeyen bir ereğe doğru sürükleyen, o kabile sempati ve antipatilerinin ulaşılmamış derinliklerinde yatmaktadır. Çünkü aslında tarihin süreci, keyfî insan planlarına göre değil (bu planlar onun ancak ikincil kalıplarını belirleyebilirler.) bilinçsiz tarih içgüdülerine göre ilerler. Avrupa’nın Rusya’ya karşı nefretinden bu bilinçsiz eğilim, bu tarih içgüdüsü sorumludur…152” Sanki Danilevski’yi onaylıyor izlenimi yaratan bir yaklaşım içinde Sorokin: “Rusya ve Avrupa’nın arasında bir karşıtlığın (antagonizm, karşıtlık A.B.) varlığı su götürmez; bilinçsiz düşünceler ve tarihsel çatışmalarla pekişen bilinçsiz tarih içgüdüsü veya dürtüsünden kaynak alan derin kökleri olduğu kesindir.153” şeklinde bir ifade kullanıyor…. Bugün yaygın olarak kabul edildiği anlamda; Felsefi antropolojinin insanda içgüdüyü red etme eğiliminde olduğu ve hatta hayvanda bile bu anlamda içgüdünün tartışıldığı (Woodworth) bir konjonktürde bu tezi kabul etmek mümkün gözükmemektedir. Nitekim Sorokin meşhur eseri “Çağdaş Sosyoloji Kuramları” isimli eserinde: “Psikolojizm” bölümünün, “İçgüdü ile yorumlama” kısmında: “İçgüdücü teoriler, aynı animist154 yorumlamanın saflaşmış şeklinden başka bir şey değildir.155” dedikten sonra ekliyor: {Bu açıklama metodu 152) Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri, sh.56 153) A.g.e.sh.56 154) Sorokin adı geçen eserde: “ Ruhçuluk= animizm. Dedikten sonra; Bütün olayların ilkel animist yorumlanması, onları orada gizli olan mystique ruhların faaliyetinin neticeleri gibi göz önüne almaktan ibarettir. Fırtına “Zeus’un faaliyetinin belirtisidir”; ölüm, ruhun vücuttan ayrılması neticesidir; doğum, ruhun dişiye girmesi neticesidir. II / 144 155) P.A.Sorokin, Çaşdaş Sosyoloji Kuramları, çev. M.N. Raşit Öymen, Ankara, 110 gerçekte son derece basittir. Bununla birlikte, açıktır ki, bu metod esasında ruhçu açıklamanın aynıdır. Görünen fark, eskiden kullanılan “zihin”, “Tanrı” yahut “şeytan” kelimelerinin yerlerine, çok seçkin “içgüdü”ler terimi konmuştur. Bu açıklamaya hayret etmeli midir? Herkes insana, kendi hoşuna gittiği kadar farklı içgüdüler dolduruyor! Bununla birlikte apaçıktır ki, buradaki karanlığı, karanlıkla veya bilinmeyeni bilinmeyenle yahut bilinmeyeni, hiç bilinmeyenle açıklamaktan ibaret olan biri vardır.156” Burada biraz da insanın suje veya obje olarak müdahil olduğu, diğer bir kavramsallaştırma ile beşerî bilimler alanının, nasıl mayınlarla dolu bir alan olduğunu sezdirmeyi amaçlıyorum... Eğer Danilevski, başka bir neden bulamadığı için, ille de psikolojik bir izah yapma ihtiyacı içinde ise, keşke, Jung’un “Toplumsal Bilinçaltı” kavramını kullansa idi, daha isabetli olabilirdi. Gerçi o zaman da ben şöyle bir itirazda bulunma hakkını elde ederdim ve derdim ki: Freud’un kullandığı ”Bilinçaltı” zaten metafizik bir kavram… Rasyonel olarak, tüketici bir biçimde çözümlenmesi mümkün değil! Metafizik bir kavrama, bir de “toplumsal”ı eklerseniz, bilmediğiniz bir kavramı, daha koyu bir bilgisizlik içinde bulunduğunuz bir kavramla birleştirerek ne yaptığınızı sanıyorsunuz? Neyi açıkladığınızı sanıyorsunuz! İşte bu bilim (!) uğruna imanlardan vazgeçiliyor! Fakat Toynbee daha mantıklı argümanlarla kitabının, anlamlı olan “Rusya’nın Bizans’tan Devraldığı Miras” ara başlığı altında şu açıklamayı getiriyor: “Ruslar, Batının düşmanlığına, yabancı bir medeniyetin inatçı taraftarları oldukları için maruz kalmışlar ve 1917 Bolşevik Devrimine kadar Doğu Ortodoks Âleminin bir ürünü olan Bizans medeniyetini kabul etmişlerdir.157” Toynbee’nin, sorunu, Bir kültür ve medeniyet meselesi olarak temellendirmesine bütün kalbimizle katılıyoruz… Kültür Bakanlığı, 1994, sh. II / 144 156) A.g.e. sh. II / 145 157) Arnold Toynbee, Medeniyet Yargılanıyor, çev. Ufuk Uyan, İstanbul, Yeryüzü 111 Batı uygarlığına karşı taarruz içinde olmayan bir ülkenin sırf yabancı bir medeniyetin inatçı taraftarları oldukları için maruz kaldıkları düşmanlığı hesap edersek; Batı’nın Müslümanlara karşı beslediği düşmanlığı tahmin etmek güç değil! Birkaç fırça darbesiyle asırları temsil eden bir resim: {Geçmişte, İslâm ve bizim Batı toplumu değişik durumlar ve değişik rollerde birbirleriyle karşılaştılar. İlk karşılaşma, Batı toplumu daha henüz “çocuk”ken ve İslâm, Arapların kahramanlık çağındaki en önemli dini iken meydana geldi. Araplar Ortadoğu’nun eski medeniyetlerini, topraklarını daha yeni fethedip birleştirmişler ve bu imparatorluğu bir dünya devletine dönüştürmeye çalışıyorlardı. Bu ilk karşılaşmada Müslümanlar Batı topraklarının yarısını istilâ ettiler ve az kalsın hepsini ele geçireceklerdi158” Ve devam ediyor: “ Batının İslâm dünyası üzerine bu yoğun saldırıları, iki medeniyeti günümüzde yeniden karşı karşıya getirdi.159” Sadece bir kaynak ve bir örnek, Luther, Türklere karşı savaşan Hıristiyanlara şöyle bir uyarı da bulunmaktadır: “Ve siz Türklere karşı sefere çıkıyorsanız eğer, emin olunuz ve şüpheye düşmeyiniz ki, etten ve kandan olan, yani insan olanlara karşı savaşmıyorsunuz. Biliniz ki, siz büyük bir şeytan ordusuna karşı savaşıyorsunuz; çünkü Türk’ün ordusu aslında şeytanın ordusudur.160” Bu metinlerde “Türk”, “İslâm”la eş anlamlı kullanılıyor. Siz hesap edin Batı’lılardaki Müslüman algısını!.... Danilevski’ye göre; Avrupa coğrafi bir birim değildir. Avrupa Germen-Roma uygarlığının kendisidir. Yalnız bu noktada Batı Uygarlığının evrensel bir uygarlık olmadığını, sadece uygarlıklardan biri olduğunu ileri sürer ki, daha sonra Spengler de karşılaşacağız bu düşünce ile Danilevski’nin kitabı yazdığı tarihte Yay. 1980, sh. 163 158) A.g.e. sh.177 159) A.g.e. sh. 179 160) Leyla Coşan, Tanrım Bizi Türklerden Koru, İstanbul, Yeditepe Yay. 2009, sh.188 112 bu yargı doğru olabilir. Ama ne var ki, bugün bu yargıyı düşünmemiz gerekiyor. Eğer Batı Uygarlığı batmayacaksa ki, biz çöküş içinde olduğunu iddia ediyoruz, evrensel bir uygarlık olabilir… Danilevski’ye göre; Rusya’nın tarihi oluşum çizgisi Batı’dan tamamen farklıdır.” Rusya ne skolastiğin baskısını tanımış ne de modern bilimi yaratan düşünce özgürlüğünü bilmiştir. Kısacası, Rusya Avrupa’nın iyiliğinden de Avrupa’nın kötülüğünden de pay almamıştır. Yaşam ve etkinlikleri, Avrupa’nınkilerden tamamıyla ayrı olmuştur.161” Danilevski, Zaria’daki yazısında tarih-kültür tip veya uygarlıkların belli başlı gelişim ve değişim yasalarını beş madde de toplar, 3. yasası şöyle demektedir : “Belli bir tarih-kültür tipinden bir uygarlığın temel ilkeleri bir başka tarih-kültür tipinin halklarına aktarılamaz. Her tip, -kendinden önceki yada kendisiyle hem zaman- yabancı uygarlıkların çok ya da az etkisi altında kendi uygarlığını yaratır.162 “ Bu satırlar 1869’da yazılmış… Eğer Danilevski gibi analitik zekaya sahip bir insan, bugün yaşasa idi, bu kanaatlerinden en azından şüpheye düşeceğini ve hatta döneceğini iddia ediyorum… Nitekim Sorokin de şöyle bir tespitte bulunur:” {Danilevski’nin üçüncü yasası, şimdilerde ağır basan “kültüre girme” (acculturation) ve taklit kuramlarıyla keskin bir biçimde çelişmektedir163” Bu konuyu da içine alan “Oportünist Değişimin Aktörleri” başlığıyla bir bölüm açmayı düşündüğüm için burada kesiyorum… Danilevski’nin 5. Yasası: “Tarih-kültür tiplerinin gelişme çizgisi, büyüme dönemi sınırsız olarak sürüp giden, fakat çiçeklenme ve meyve verme dönemi nispeten kısa olan meyvelerini bir kerede döküp tüketen çok uzun ömürlü ağaçların gelişme çizgisine benzer.164” Danilevski’ye göre Avrupa şimdiden (1869) gerileme dönemine girmiştir. Aslında gerileme on yedinci yüzyılda 161) Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri, sh.57 162) A.g.e.sh.63 163) A.g.e. sh. 65 164) A.g.e. sh.63 113 başlamış, çöküşün ilk belirtileri son on yıllarda ortaya çıkmaya başlamıştır. Çöküşün işaretleri: Avrupa yaratıcılığının zayıflaması, kuşkuculuğun artması, Hıristiyanlıktan çıkılması, Avrupa’nın sadece siyasal ve ekonomik alanlarda değil, kültür alanında da, iktidar ve egemenlik için duyduğu doymak bilmez ihtiras… Avrupa’nın yaratıcı güçleri zayıfladıkça, dünya egemenliği için tutkusu daha da artmaktadır… Birleşmiş Avrupa ile ancak birleşmiş Slavlığın savaşabileceğini söylemektedir. Sorokin, Danilevski’nin eserini değerlendirirken son olarak: “En yüksek dereceden bir siyasal risale olarak başlayan bu yapıt, siyasal savlarını öyle bir ölçüde ortaya koymuştur ki; tarih felsefesi ve kültür sosyolojisi üstüne parlak bir inceleme olmuş ve olağanüstü keskinlikte, özü itibariyle de doğru bir siyasal kehanet ve önceden kestirme parçası olarak son bulmuştur. Bu kitabın siyasal kesimlerini okurken, Danilevski’nin Rusya-Avrupa ilişkileri ve ilişkilerin geleceği üstüne görüşleriyle Sovyet hükümetinin aynı konudaki görüşleri arasında dikkate değer bir benzerlik olduğunu görmeden edemeyiz. Sovyet hükümetinin güttüğü politikalardan ve siyasal propagandasından Marksist terminolojiyi ve daha birkaç önemsiz ayrıntıyı kaldırırsak, Rus-Avrupa ilişkileri üstüne Danilevski’nin ve Sovyet önderlerinin ideolojileri, özlerinde birbirlerine benzerler. Böylelikle, bu bakımdan en tutucu bir Slavofil ile Komünist Politbürosu ve Enternasyonali el sıkışmaktadır. İnsan, bunlardan daha garip yatak arkadaşları düşünemez!165” Ek olarak Dostoyevski’nin, Danilevski’ye karşı bir polemiğinden kısa da olsa bahsetmenin yararlı olacağını düşünüyorum. Dostoyevski, Kasım 1877’de, “Bir Yazarın Günlüğünde” yazdığı bir yazıda Danilevski’yi biraz da acımasız olarak nitelenebilecek bir üslûpla eleştirir. Konu bizim için büyük bir hicrân olan 93 harbi… Veya 1877-1878 Osmanlı- Rus Savaşı… Sultan II. Abdülhamid’in karşı olmasına rağmen, özellikle Mithat Paşa ve 165) A.g.e. sh. 71 114 Damat Mahmut Paşa, Redif Paşa gibi devlet adamlarının sebep olduğu bir faciadır. Ruslar Ayastefenos (Yeşilköy)’a kadar gelmişlerdir. Bizimle ilgili olan kısmın sebep olduğu hicrânı gönlümüze gömerek Dostoyevski’ye dönüyoruz… Savaş 4 Nisan 1877’de Rusların Eflak ve Boğdan’a girmesi ile başlamıştır. Dostoyevski, yukarda andığımız yazısında halen savaş devam ederken; İstanbul, Kars ve Erzurum’un kendilerinin olması gerektiğini yazar. Dostoyevski’nin şikâyetçi olduğu kişi kendi ifadesi ile “bundan sekiz yıl önce Rusya ve Avrupa adlı harika bir esere imza atan Nikolay Yakovleviç Danilevski’dir.” Dostoyevski, pek ayrıntıya girmeyeceğim dedikten sonra, Danilevski’nin, Ruskiy Mir gazetesinde dizi halinde yazdığı yazıda, “İstanbul’un zamanla bütün Doğu halklarının ortak kenti olması gerektiği sonucuna varıyor. Bu topluluklar Ruslarla birlikte İstanbul’a eşit hak temeline dayanarak sahip olacaklarmış. Böyle bir yaklaşım bence şaşırtıcı. Ruslar ve Slavlar arasında nasıl bir eşitlik söz konusu olabilir? Aralarındaki eşitliği kim kılacak peki?166” Ve Dostoyevski sanki nara atar: “İstanbul bizim olmalıdır, evet, İstanbul Ruslar tarafından fethedilecektir, Türklerden bize sonsuza dek geçecektir… İstanbul’a, Boğazlar’a ve körfezlere sadece Rusya sahip olacaktır.167” Dostoyevski yine devam ediyor: “Evet, bu büyük Hıristiyanlık davası, bu yeni Hıristiyanlık ve Ortodoksluk hareketi şu anki savaşla başlamıştır; ancak N. Y. Danilevski hâlâ buna inanmıyor… İnanmıyor, bu açık, çünkü İstanbul’a sahip olmayı şimdilik kimsenin, Rusya’nın bile hak etmediğini düşünüyor.168” Bu ifadelerden Danilevski’nin bu konuya kayıtsız olduğunu sanmayın, sadece Dostoyevski’den biraz daha teenni ile soğukkanlılıkla hareket ediyor. Danilevski’nin argümanını yine Dostoyevski’den öğreniyoruz: “İstanbul’un Ruslar tarafından 166) F.M. Dostoyevski, Bir Yazarın Günlüğü, çev. Kayhan Yükseler, İstanbul, YKY, 2001, sh. II / 1029 167) A.g.e. sh. 1030 168) A.g.e. sh. 1033 115 işgal edilmesine birçok Avrupa devleti kesinlikle karşı koyacaktır.169” Dostoyevski Batı’nın dinî konumunu şöyle değerlendirir: “Batı’da artık gerçek Hıristiyanlık ve gerçek kilise mevcut değildir. Belki hâlâ birçok Hıristiyan vardır ve bunlar hiçbir zaman yok olmayacaktır. Fakat Katoliklik artık gerçek Hıristiyanlık olmaktan çıkmış, soysuzlaşıp bir çeşit putperestliğe dönüşmüştür. Protestanlık ise Ateizme doğru inmekte ve sağlam ahlâk kuralları yerini titrek, sulu, dönek bir ahlâka bırakmaktadır.170” İnsan değerlendirmesi de şöyledir: {Bu adam, Bir Rus ama “Avrupalı” bir Rus. Ve bir çokları, pek çokları gibi Avrupalı olmaya aydınlanarak değil ahlâkını yitirerek başlamıştı. Evet, bu şekilde ahlakını yitirmek, birçok kere bizce Rusları Avrupalılaştırmanın en emin yolu olarak görülmüştür.171” Avrupa’nın geleceği hakkında çok kötümser: “Sizin o Avrupa’nız genel, evrensel ve korkunç bir felâketin ve yıkılmanın eşiğindedir… Artık bu uygarlık küçük desteklerle kurtarılamayacaktır. Kimsenin düşünemeyeceği bir şeyler olacaktır. Bütün parlamenterlik, bu günlerde ortaya sürülen bütün içtimaî teoriler, bankalar, bilim, Yahudiler, hepsi bir anda yok edilecek ve hiçbir izleri kalmayacaktır. Belki Yahudiler hariç. Çünkü onlar o zaman bile, bu yıkılmayı kendileri için kârlı kılacak bir hareket tarzı bulurlar. Bütün bunlar yakındır, kapımızdadır. Gülüyorsunuz değil mi? Gülmek iyidir. Tanrı size bunları kendi gözünüzle görmeniz için uzun ömürler versin. İşte o gün şaşıracaksanız… Yaşadığımız yüzyılda ve beki de önümüzdeki on yıl içinde kopacak olan savaşa bütün güçler katılacaktır.172” Bu ifadeler, tahminler, öngörüler 1880 yılına ait… 169) A.g.e. sh. 1034 170) Dostoyevski, Batı Çıkmazı, çev. Ülker Bilgin, İstanbul, Dergâh Yay.1975, sh. 51 171) A.g.e. sh. 60 172) A.g.e. sh. 83 116 OSWALD SPENGLER (1880-1936) Avrupa ve Amerika’da büyük yankı ve etkiler yaratan Spengler’in Batının Çöküşü isimli eseri 1911-1914 yılları arasında yazılmış, ismi 1912’de kararlaştırılmış, araya harb girdiği için ancak Temmuz 1918’de yayınlanmıştır. Yukarda işaret ettiğimiz gibi, Avrupa tarihinin çok karışık dönemine tekabül etmektedir. 173 nolu dipnotta zikrettiğimiz kitapta Dostoyevski 1880 yılında, on yıl içinde bir dünya savaşı beklemektedir. Spengler, XX. Yüzyılın hemen hemen tüm ‘çöküş’, ‘endişe’, ‘politik romantizm’, ‘makineleşme’, ‘modernite eleştirileri’ ve ‘Doğu-Batı’ tartışmalarında çok önemli bir yere sahiptir… Bu çağ birçok özellik bakımından, aşırılıklar, zıtlıklar, çelişkiler yüzyılı. Gerçekte yazar 1911 yılında günlük siyasî olayları ve onların mümkün gelişmelerini not etmeye çalışırken: “O zamanlar I. Dünya Savaşı hem olması yakın olan, hem de tarihi bunalımın kaçınılmaz dış belirtisi olarak gözükmüş ve çabam onu geçmiş yılların değil de geçmiş yüzyılların ruhunu inceleyerek anlama173”ya dönüşmüştü. Spengler böyle bir yaklaşımla meselenin üzerine eğilince; içinde bulunduğu dönemi basit, sıradan bazı nedenlerle açıklamanın mümkün olmadığını, kökleri yüzyıllarca eskiye dayanan bir tarihî safha değişimi olduğu kanaatine ulaşıyor ve daha sonra açıklamasını yapacağı argümanlarını genel olarak sıralıyor: “Sanatın çöküşünü ve bilimin zayıflayan nüfuzunu; büyük şehrin (megalopolis) kırsal bölgelere karşı zaferinden ileri gelen çocuksuzluk ve nüfuz azalışı gibi ciddî meseleleri; dalgalanmakta olan bir dördüncü sınıfın toplumdaki yerini; maddeciliğin, sosyalizmin parlamenter hükümetinin buhranını; devlete karşı ferdin durumunu; özel mülkiyet ve onunla bağlantılı olan evlilik meselelerini düşünün. Aynı zamanda, tamamen değişik bir saha gibi görünen halk psikolojisi konusunda, mitosların, sanatların, dinlerin ve düşüncenin başlangıçları ile ilgili muazzam çalışmaları düşünün, üstelik bu çalışmalar artık ideal değil de ke173) Oswald Spengler, Batının Çöküşü, çev. G. Scognamillo- N. Sengelli, İstanbul, Dergah, 1997, sh.60 117 sinlikle morfolojik bir açıdan yapılıyor.174” Bu sayılan unsurların analizinden sonra da, dar manada bütün dünyaya yayılmış olan Batı Avrupa Kültürünün çöküşünün incelenmesi… Spengler; yöntem konusunda devrimsel bir değişiklik yaptığını söyler… Ve bu değişimi tarih alanında Kopernik’in keşfine benzetir. Demek ki önce Kopernik (1473-1543)’in keşfini ve önemini anlamamız gerekiyor… Ayrıca Kopernik vesilesiyle şunu da ifade etmek isterim ki; felsefenin ve bilimlerin gelişmesi için özgür siyasî, toplumsal bir ortamın, iklimin olması gerektiği savı da çok naiv bir yaklaşım… İndirgemeci bir yaklaşım... Nitekim insanlık tarihine, en azından Batı Tarihi oluşum sürecine baktığımızda bu savın ne kadar üstünkörü, yalınkat sıradan bir konseptin ürünü olduğunu görürüz… Hiç değilse Protagoras (482-411)’ın, artık modalaşmış olan, sıradan insanların bile bildiği Sokrates ( 469-399) ’in hayatını inceleyin… Bu arada yine aynı naiv, çilesiz, kolaycı, indirgemeci bir mantığın eseri olan; İmam-ı Gazâlî Hazretlerinin İslâm felsefesi ve tenkidî düşünceyi engellediği (yok ettiği?) gibi bir iddiayı kabul edilebilir, hatta ciddî bulmuyorum… Çölde yağmurlar seller meydana getiriyor… İnsanları ve önüne çıkan her nesneyi silip süpürüp götürüyor… Güçlü bir kum fırtınası çöllerde bütün yolları kapatıyor… Greyderler hazır bekliyor yolları açmak için… Çölde fırtınalar doğayı değiştiriyor… Bir saat önceki tepe yok olmuş, fakat farklı yerde yeni tepeler oluşmuş… Bu nasıl bir akım ki, İmam-ı Gazâlî Hazretlerinin beyin teriyle boğulup, yok oluyor… Bu arada beyin terinin beslendiği ihlaslı bir gönülden fışkıran imanı da ihmal etmeyelim… Ama sizin filozof dedikleriniz eğer Russel’ın nitelediği gibi birer “commentators” 175 ise, kızgın bir zemine düşen bir su katreciği gibi buharlaşıp giderler, yok olurlar… Doğruyu bulmanın gerek şartı; yargılarımızda çilesizlikten, ucuzculuktan kaçınmak… 174) A.g.e. sh. 61 175) Bertrand Russel, History of Western Philosophy, London, G. Allen-U. Unwın, 1965, p. 420, 487 118 {Bilimde ilk büyük değişikliği ortaya koymak için, sakin ve saklı çalışıyordu. Gerçekten otuz üç yıl hiç durmadan çalışması sonucunda Kopernik dinle bilim arasında büyük bir yarık açan düşüncesini ortaya attığı zaman, bilimle din arasındaki büyük savaşta başlamış oldu. Bu düşünce, bu keşif bir küçücük cümleyle özetlenebilir: “Dünya güneşin çevresinde dönüyor.”176} Bugün bir ilkokul öğrencisinin bile sıradan bir doğru olarak kabul ettiği bu yargı devrim yaratıyordu. Tepki biraz az oldu… Çünkü uzun zaman Kopernik tarafından yazıldığı sanılan, hâlbuki tepkiyi absorbe etmek için teolog Profesör Osiander’in yazdığı önsözde; öğretinin ciddi olmadığı, karşıtlarının da gerçek olabileceği, bir varsayımdan, matematik spekülasyondan ileri gitmeyeceği ifade edilmişti. “Kopernikus öğretisinin getirdiği yenilik, çok büyük ve günü için tehlikeli bir devrimdi, çünkü binlerce yıldan beri inanılan ve kilisenin resmi görüşü olan bir evren tasavvuru altüst ediliyordu. Yeni teori, geosentrik bir anlayış yerine heliosentirik bir anlayış koyuyordu: Aristotales –ptolemaios sisteminde bütün gök cisimleri evrenin merkezinde bulunan ve kendisi duran Yer’in etrafında hareket ediyordu. Kopernikus ise, şimdi bu tabloyu tersine çeviriyor, güneşi ortaya koyuyor, içlerinde bir de kendi ekseni üzerinde dönen gezegenleri güneşin etrafında döndürüyordu. 177” Kuşkusuz bu tasavvur yıllarca önceden yavaş yavaş oluşmuştu. Nitekim Spengler: “Kopernik’in yerin güneşin çevresinde dönme nazariyesi, 1322 tarihli bir el yazması kitapta tersîm edilmiştir.178” bilgisini veriyor. Şu noktaya bir kere daha dikkat çekmek istiyorum: {Kopernikus’un bu öğretisi Hıristiyanlık için tehlikeli bir gelişme idi… Kopernikus’un bu sistemine sert tepki gösteren Martin Luther, “Bu aptal bütün gökbilimi tersine çeviriyor.” diyecek kadar ileri gidiyordu. Bir başka reformcu Jean Calvin ise eski sistemin “kutsallığına” işaretle, “Kopernik’in otoritesini Ruhü’l 176) A.Adnan Adıvar, Tarih Boyunca İlim ve Din, İstanbul, Remzi kit. 1994, sh. 124 177) Macit Gökberk, sh. 272 178) Oswald Spengler, İnsan ve Teknik, çev. Kâmil Turan, Ankara, Töre-Devlet Yay. 1973, sh.85 119 Kudüs’ün üstüne çıkarmaya kim cesaret edebilir?“ diyerek konuyu dinsel bir boyutta değerlendirme yolunu seçiyordu.179” Astronomideki bu değişikliğin felsefe üzerindeki etkilerine gelince: Bir kere başta kilise olmak üzere, bütün otoritelere karşı başlayan güvensizlik duygusu daha da pekişiyordu. İnsanlığın yaşadığı postmodern konseptin yolları çok öncelerden döşenmeye başlamıştı.. İkinci olarak; düşünülsün ki, yerin merkez olduğu (geosentrik), gökcisimlerinin ve güneşin yerin etrafında döndüğü bir evren tasavvuru… Yani insan evrenin merkezi olan yer üzerinde yaşayan kutsal bir varlık… Fakat Kopernik sistemi ile evren güneş merkezli (heliosentirik), sonsuz sayıda gök cisminden oluşmuştur. Yer de bu sonsuz sayıdaki gök cisimlerinden biridir… Böylece insan kutsal yer üzerindeki, kutsallığını kaybediyordu…. Nitekim Blaise Pascal (1623-1662)’ın şu yaklaşımında Renaissance Tabiat Felsefesinin evren tablosunun etkili olduğunu düşünüyorum: “Buna göre insan, ne müthiş bir canavardır; ne büyük yenilik, ne müthiş bir ucûbedir, ne büyük bir harikadır, tüm nesnelerin yargıcıdır, bön bir solucandır, doğrunun yöneticisi, bilgisizliğin ve yanılgının lâğımıdır. Evrenin şatafatı ve aynı zamanda pisliğidir.180” Son cümlenin farklı bir tercümesi de: “evrenin şuuru ve yüzkarasıdır.181” Nitekim insan gittikçe kendi kendini daha fazla sorun yapmaya başlıyor… Spengler, Batı Avrupa tarih şemasını inanılmayacak kadar yavan ve anlamsız bulmaktadır. Onun basit doğrusal ilerleyişi…” İ.S. On dokuzuncu Yüzyıl bize İ.Ö. On dokuzuncu Yüzyıldan çok daha önemli görünmektedir; ama Ay da, Jüpiter ya da Satürn’den çok daha büyük görünür! Doğa bilimcisi bu göreli uzaklık aldatmacasından kendini kurtaralı çok olmuştur, tarihçi 179) A. Taşkın-M. Becermen, Felsefe Tarihi-II, Ankara, Sentez Yay. 2013, sh. 33 180) Wilhelm Weischedel, Felsefenin Arka Merdiveni, çev. Sedat Umran, İz Yay. 1993, sh. 177 181) Araştırma, DTCF Felsefe Dergisi, I. Cilt, 1963, sh. 254 120 ise hâlâ ona mahkûm kalıyor”. ...Spengler, bunun yerine, tarihte “Kopernikusçu görüşü” getirmektedir. –Buna göre, Hint, Babil, Meksika, Çin, Mısır ve Araplarınki gibi öteki Yüksek Kültürler karşısında Batılı ya da Klasik kültüre ayrıcalıklı bir durum tanınmaz ve her Yüksek Kültür, tarih şeması içinde Batılı ya da Klasik kültüre eşit önemde sayılır.182” “Büyük kültürlerin, bütün dünya olaylarının merkezi olduğu farz edilen, bizim etrafımızda yörüngeler takip etmeye zorlandıkları bu Batı Avrupalı tarih planının en uygun belirtme şekli Batlamyus sistemi’dir. Bu eserde onun yerine öne sürülen sistemi ben tarih alanında Kopernik keşfi olarak sanıyorum, bundan ki Hint, Babil, Çin, Mısır, Arap, Meksika kültürlerine karşıt olarak Klasik veya Batı kültürüne herhangi bir mümtaz mevki tanınmıyor. Dinamik oluşun ayrı dünyaları olan bunlar, tarihin genel görüntüsü içinde kitle olarak, Klasik kültür kadar değerli hatta sık sık, ruhî yücelik ve gelişme gücü yönünden ondan daha üstün.183” dedikten sonra ekler: {İnsanın bütün gerçeğini aşırı bir uzaklıktan yeniden gözden geçirmek, tarih alanında Kopernik’i taklid etmektir… Gerçek tarihi görüş için kesin kelimeler “doğru” ve “yanlış” değil, “derin” ve “yüzeyde”dir.184} Oswald Spengler’in bu yaklaşımı kanaatimize göre; emperyalizmin temeli olan ırkçılığa ve oryantalizme185 karşı çok ciddi bir polemiktir. Aynı zamanda sosyolojinin ve antropolojinin kurgulaması ve uydurması olan primitive-toplum (ilkel toplum) yalanına karşı bir öfke patlamasıdır… Nasıl ki Renaissance’ın tabiat tablosu ile insan ve yerin kutsanması sona ermişse; aynı şekilde Spengler’in bu yaklaşımı ile Batı uygarlığı ve insanının 182) Pitirm A. Sorokin, Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri, çev. Mete Tuçay, Ankara, Bilgi Yay. 1972, sh.73 183) Batını Çöküşü, sh. 31 184) A.g.e sh. 103 185) Bu çok önemli konuda iki eseri hatırlatmakla yetineceğim: Edward W. Saıd, Şarkiyatcılık, çev. Berna Ülner, Metis, 1999 ve Editör: Aytaç Yıldız, Oryantalizm, Doğubatı, 2007 121 hegemonyasının hiç değilse entelektüel planda sona ermesi gerekir… Hiç kimse tahtını kolayca, isteyerek terk etmez, o zaman iş büyük çapta bu uygarlığın dışındakilere düşüyor… Hafıza renklerimizden arınarak, nesnel bir yaklaşımla Spengler’in getirdiği konseptle düşünürsek, Antik Grek insanlığın altın çağı değil ve onunla başlayıp günümüze kadar gelen Batı uygarlığı da doğrusal bir ilerleme içinde değil!... Batı uygarlığı dışındaki toplumlar da insan yiyen yamyamlar değil… Merkez kutsal, periferi dışkutsal değil! İnsanlar düşünürken bir takım hatalı yöntemlerden dolayı yanlış sonuçlara varırlar… Bunların bazıları “Mantık Yanlışları” dır, bazıları da özellikle psikolojik ihtiyaçlardan doğan tutum yanlışlarıdır… Homosantrizm (insan merkeze koyması), etnosantirizm (insanın mensup olduğu, soy, kabile, aşiret, ulusu merkeze koyması) ve geosantirizm (yeri merkeze koyması) … Bütün nutuklardaki, kitaplardaki iddialarına rağmen; Batı bu hatalardan kurtulamadığı gibi, aksine tüm dünyaya da bulaştırdı… İnsan dilek, temenni, özlem ve hasretlerinin türküsünü söyler… Bizim gibi ahmaklar da gerçek sanır…. Batı asırlardır ve halen olmak istediğini terennüm ediyor. Biz olduğunu anlıyoruz… Batı’lı bütün evrenin insan (“İnsan”, sadece“kendisi”dir.) için yaratıldığına inanır… Onun için sonsuza kadar onu istismar eder… Yer, yer altı (nükleer atıkları düşünün), gökyüzü, denizler çöplük oldu… (Homosantirizm), her bakımdan; bilim, felsefe, teknoloji, insanlık, en mükemmel kendisidir. (Etnosantirizm), bütün evrenin merkezi, değerler bakımından yeryüzüdür. (Geosantirizm) Genel olarak bizim dışımızdaki bir insanın bize yabancı olan eylemini derhal mahkûm ederiz… Hiç düşünmeyiz o insanın böyle bir eylem gerçekleştirmesinin sebebi nedir? Niçin bizim davranışlarımız “en iyi”? “İyi” nin ölçüsü nedir? Niçin bizim dışımızdaki değerler ve davranışlar hep “tuhaftır”? Hep “gülünçtür”? Hep tahfife, hatta tahkire, alay edilmeye layıktır? Ben, ailemiz, 122 mahallemiz, okulumuz, takımımız, aşiretimiz, sülalemiz, ulusumuz, değerlerimiz, geleneklerimiz, uygarlığımız, kültürümüz? Hepsi kutsadığımız, “kutlu” kabullerimizdir… Hepsi “değer yargıları”mızdır!... Peki, hangi hakla “gerçek yargıları” olduklarını iddia ediyoruz? Artık şu anda Batı’nın kurguladığı; bilim telakkisini nesneleştirerek, istismar ederek sadece kendi açısından inşâ ettiği bilimi ve tarihi sorgulama imkânına sahibiz. Şu kadarını da itiraf edelim ki; Batının pseude (sözde, yalan) bilim, kültür, tarih algısına karşı çıkanlar da Batı’lılar… Nitekim gerek fiziki, gerekse kültürel antropolojide tarafsız olmaya çalışan sesler yükselmektedir… Bunların tek tek eserlerinin analizi amacımızı aşar… Ben çok önemli bazı yazarların, değerli bulduğum bazı kitaplarını sadece isim olarak vereceğim… James G. Frazer (Altın Dal, Dinin Folklorun Kökenleri I-II ), Bronislaw Malinowski (İlkel Toplum, Bilimsel Bir Kültür Teorisi; Büyü, Bilim ve Din), Ruth Benedict (Kültür Örüntüleri, Krizanten ve Kılıç), Claude Levi-Strauss (Yaban Düşünce, Irk Tarih ve Kültür, Hüzünlü Dönenceler) ve Clark Wissler… Ne garip bir memlekettir, şu bizim cennet (?) yurdumuz? Bir ortaokul, lise öğretmeninin branşına göre okutacağı asıl dersler, bir de yardımcı dersler vardır… Başka derslere giremez… Haftada maaş karşılığı 15 saat, 6 saat mecburi ücretli, 9 saat ihtiyarî ücretli olmak üzere, en fazla 30 saat ders okutabilir… Devlet diyor ki, daha fazla ders okutursan faydalı olamazsın… Fakat Türkiye Cumhuriyeti Üniversiteleri’nde asıl ders, yardımcı ders ayrımı yoktur, ücret almak için bir öğretim görevlisi haftada 40 saat, öğretim üyesi 42 saat her dersi okutur… Ders olmasa da bir şekilde icat edilir… Biliyorum, ben insanlarımı tanırım… Şimdi bazı geri zekâlılar (!) anlayamayacak, nasıl olur? diyecekler. Bal gibi olur… Çünkü lise öğretmeni okuyup anlatır (biraz onlara da zülm ediyorum gibime geldi, ama…! Lütfen bir tatil günü gözlem için bir öğretmen evini ziyaret edin!) , üniversite öğretmeni 123 okumadan anlatır veya anlattırır! Yani birincisi kesbî, ikincisi vehbî… Yani birincisi dökme suyla dönüyor, ikincisi kudretten…, Literatür takip eden, Görevini elinden geldiği kadar yapmaya çalışan, gündüzünü gecesine katan, üreten, meslek ve fikir namusuna sahip çilekeşleri tenzih ediyorum… Öyle bir çark ki, dışına çıkamazsınız… Sorulabilecek, antropoloji v.b. konularla ne ilgin var? sorusuna cevap vermek için anlattım hep bunları!... Biz de okuturken, okuduk bu konuları; öğretirken, öğrendik… Yüzsüzce uydurduğum bir vecizeyi nakledeyim: “En iyi öğrenme, öğretmedir.! İnsan öğretirken öğrenir!” Bizim ne kabahatimiz var? Bize “okuma!” dediler okumadık, bize “öğrenme!” dediler öğrenmedik! En önemlisi “düşünme!” dediler düşünmedik… Yani ne demek istiyorsunuz? Açık konuşun! Cumhuriyet değerlerine karşı mı gelse idik? Cumhuriyet’e isyan mı etseydik, bu emirlerin tersini yaparak? Canımıza kasdınız mı var? Bir de Uygar (!) Batı’yı somut örneklerle tanıyabileceğimiz bazı kitaplar: Bartolomé de Las Casas (Kızılderili Katliamı), Jack D. Forbes (Kolomb ve Diğer Yamyamlar), Aımé Césaıre (Barbar Batı), Howard Zinn (Amerika Birleşik Devletleri Tarihi), Davıd E. Stannard (Beyaz Adamın Akıl Almaz Vahşeti, Amerika’nın Soykırım Tarihi ), A.N. Nevıns- H.S. Commager, (ABD Tarihi), Marc Ferro (Sömürgecilik Tarihi) Daha önce arz ettim… Bunların her biri üzerinde duramayız, ama bir iki alıntı yapmaktan da kendimi alamıyorum…. 1484-1576 yılları arasında yaşayan, Sevilla doğumlu, on sekiz yaşında Yeni Dünya’ya gitmek üzere İspanya’dan ayrılan, Kızılderili katliamına bizzat şahit olan, papaz olduktan sonra Dominiken tarikatına giren, gördüklerini İspanyol Krallığı’na bildirmeyi görev bilen, 1542 yılında Kızılderili Katliamı adlı eseri kaleme alan, Bartolomé de Las Casas isimli, eserine bakarak, ruhî asalet sahibi olduğunu tahmin ettiğimiz bir ademoğlu’ndan alıntı… Yalnız, zarurî not: “İnsanlık”ınızdan utanmayın bunları 124 okurken, “insanlık”tan nefret etmeyin… Her şeye rağmen insanız, merhum Akif ne güzel söyler: Senin mâhiyetin, hattâ meleklerden de ulvîdir; Avâlim sende pinhandır, cihanlar sende matvîdir. Zeminlerden semâlardan taşarken feyz-i Rabbânî, Olur kalbin tecellî-zâr-ı nûra nûr-u Yezdânî.. Musağğar cirmin amma, gâye-i sun’ -i İlâhı’sın; Bu hâysiyetle pâyânın bulunmaz, bî-tenâhisin.. Kitabın girişinde: “Bölgedeki yerli halkın doğuştan ne kadar kibar, barışsever, ne kadar mütevazı ve ne kadar halim selim olduğu göz önüne alındığı takdirde görülür ki, söz konusu aşırı davranışlar; insafsız, zorbaca, tabiî kanunlara, kilise kanunlarına ve medenî hukuka aykırıdır ve kanunlar nezdinde şiddetle tenkit edilmekte, kınanmakta ve men edilmektedir… Tabii bu anlattıklarım sayısız zorbalığın küçük bir kısmını teşkil edecektir.186” der ve devam eder: “Panama’ya 10 ilâ 15 fersah mesafede Paris adında büyük bir kral yaşıyordu. Bir grup Avrupalı bu topraklara gelince kral onları uzun zaman göremediği kardeşleri gibi karşıladı ve deniz albayına 5 bin castilian değerinde hediye verdi. İstemedikleri halde kendilerine bu kadar değerli hediye veren bir kişinin çok zengin olması gerektiğini düşünen albay ve adamları, daha fazla altına sahip olmak için bir plan yaptılar. Oradan ayrılır gibi yaptılar ve gecenin en sakin zamanında geri dönüp savunmasız yakaladılar. Binaları ateşe verdiler, yerlilerin büyük kısmını yakıp öldürdüler ve 50 ilâ 60 bin castilian daha çaldılar. Yerli kral canını kurtarmayı başardı… Sonra büyük bir Hristiyan grubu bu krala karşı saldırı başlattı, pek çok adamıyla birlikte kralı öldürdü ve hayatta kalanların tamamını esir aldı. Esir alınanlar daha sonra öldürüldü.187” 186) Bartolomé de Las Casas, Kızılderili Katliamı, çev. Ömer F. Birpınar, İstanbul, Babıali Yay. 2006, sh.12 187) A.g.e. sh. 42 125 Bu alıntıladığımız bir uvertür… Daha neler neler… Fakat bu kadarı bile yeter… Analitik bir yaklaşımla konuya eğilelim… Bir tarafta bizim “yamyam” olarak nitelediğimiz “yerli” bir kral… Karşı tarafta, başlarında bir albay bulunan bir grup Avrupalı… Hangileri insana benziyor? Düşünelim Spengler haklı mı, değil mi? Hıspanıola adasında şahit olduklarını şöyle anlatıyor Casas; {Yerli yerleşim bölgelerine zorla girerek, küçük çocuklar, yaşlı erkekler, hamile kadınlar, hatta yeni doğum yapmış kadınlar dâhil karşılarına çıkan herkesi katlettiler. Şiddetle vurarak parça parça kestiler, sürüler halinde ağıla toplanmış koyunlar gibi karınlarını yardılar. Bir adamı tek bir darbede ikiye bölüp bölemeyeceklerine veya bir kişinin başını gövdesinden ayırıp ayıramayacaklarına, ya da tek bir balta darbesiyle bağırsaklarını çıkarıp çıkaramayacaklarına dair bahislere girdiler. Memeden kesilmemiş bebekleri ayaklarından tutup annelerinin göğüslerinden ayırdılar ve baş aşağı kayalara çarptılar. Bütün bunlar olurken diğerleri ise gülüp eğleniyorlar, bebekleri omuzlarının üzerlerinden bir nehre atıp, “kıvran, seni gidi küçük velet!” diye bağırıyorlardı. Yollarına çıkan herkesi öldürdüler, fırsat buldukça bir kadını ve bebeğini tek bir hamleyle kılıçtan geçiriyorlardı. Kimseyi sağ bırakmadılar, kurbanlarını ayaklarından asabilmek için özellikle ters L şeklinde geniş darağaçları kurarak bir defada on üç tanesini birden diri diri yakıyorlardı. Vücutlarına kuru saman bağlayıp ateşe veriyorlardı. Bazılarını öldürmeyip bileklerini kesiyorlar, ellerini öylece asılı bırakıp, “Bu mektubu al” diyorlardı. Amaçları, onları böyle zavallı durumlara düşürerek, tepelerde gizlenenleri tehdit etmekti. Yerli liderleri ve eşrafı ise yere çakılı iki yaba üzerine oturtulmuş dal parçalarından oluşan, bir tür demirden düz ızgaraya bağlayıp kısık ateşte kızartıyorlardı. Yerli liderler, yavaş yavaş ölürlerken acı ve çaresizlik içinde inliyorlardı (buraya kadar dayanabildim. Kesiyorum. A.B.)… Bütün bu olanları ve başka olayları kendi gözlerimle gördüm.188” diyor ve devam ediyor: “Valinin adamlarından biri bütün çocukların bacaklarını kesip kopardı ve onları yerde emekletti.189” Alıntılara burada son veriyorum.. 188) A.g.e. sh. 22 189) A.g.e. sh. 29 126 Çok rahatsız edici olduğu için konunun cinsel istismar boyutunu gömüyorum… (represyon veya süpresyon) Ve çok zaman bu ve benzeri kaynakları mütâlaa edince, “Hayır! Bu kadar olamaz! Yalan!” dedim… Sonra bir noktada yanıldığımı anladım… İsyanım haklı idi… Eğer söz konusu olanlar insan olsaydı, isyanım haklı idi!.. Fakat onlar mutasyona uğramışlardı… Onlar Batılı, onlar uygar, onlar insancıl olmuşlardı… Tam Renaissance felsefesinde “Hümanizm” bayrağının göndere çekildiği ve bu zulüm uygulamalarının fikri zeminin hazırlandığı, taşlarının döşendiği dönemler: Francesco Petrarca (1304-1374), Giovanni Boccaccio (1313-1365), Niccola Machiavelli (1469-1527 ) Michel de Montaigne (1533-1592). Oturdum düşündüm, Sonra zihnimin tuzağından kurtulmaya çalıştım… Zihnimin döküldüğü kalıpları kırmaya çalıştım… Zihnimdeki kelepçeleri kırmaya çalıştım… Gözlerime takılan gözlükleri parçaladım… Kendi gözlerimle görmeyi denedim… Gözümün önündeki tül perdeyi de parçaladım… Başkalarında da kullanamasınlar… O zaman sordum… Çok, çok basit bir soru: Yaşamadığımız yüzyılları geçiyorum, bugün, şu gün, içinde yaşadığımız şu an bunların Filistin’de yaptıkları o yazılanlardan daha mı farklı? Irak’ta yaptıkları çok mu farklı? Bosna’daki çok mu farklı idi? Irzlarını, namuslarını tellala vermiş, kendi köpeklerini kullanarak, Suriye’de meydana getirdikleri durum çok mu farklı? Uzakdoğu’da, Afrika’da yaptırdıkları çok mu farklı? O zaman kesin kanaat getirdim ki, bu yazılanlarda yalan yok! Mübalağa hiç yok! Mazlumların lehine olarak, çağımızdaki kitle haberleşme araçlarına rağmen bunları yapanlar, o gün neler yapmışlardır? Bunları bir kere daha düşününce, galiba Batı’lı durumun mükemmel bir teşhis ve tespiti yine bir kitap isminde: “barbarlığın en yüksek aşaması ABD” 190 190) Suat Parlar, barbarlığın en yüksek aşaması ABD, İstanbul, Anka Yay. 2004 127 Hemen şunu arz etmek isterim ki, adam (!) olursanız, ödülünüzü alırsınız. Onların Pavlov’dan başkasına akılları ermez… Herkesi de Pavlov’un köpeği olarak görürler… Etiniz hazır… Bu noktada özellikle izzetini, namusunu İngilizlere satmış Mirza Gulam Ahmet (1939-1908)’i hatırlatırım… Ayrıca bugünkü Amerikan versiyonunu da ihmal etmeyelim! Anlatmaya çalıştığımız; Spengler ve benzeri yaklaşımlar, çevrenin, yani Batı uygarlığı dışındaki sosyal birliklerin merkezle aralarındaki çelişkiyi biraz yumuşatıyor. Çevrenin, merkeze girmesine, sızmasına yardımcı olmayı amaçlıyor… Ve biraz da kanaatimizce nesnel, analitik yaklaşımdan çok, bir öngörü… Kitabın kuluçka dönemini düşünürseniz 100 yıllık bir geçmişten bahsediyoruz… Gördüğümüz gibi (kadarıyla demiyorum.) zaman Spenglerci yorumları haklı çıkarmıştır. Merkez kafasının içindeki buzları eritmek zorunda… Daha doğrusu buzullar eriyor, merkez buzullaşmış kafa ile daha ileri gidemez… Eğer erime kontrollü olmazsa oluşacak tufan hem kendini, hem de çevreyi boğar… Ayrıca bu süreçte ortaya çıkan postmodern düşünceler, hatta bana göre zamanından önce ortaya çıkan düşüncelerin realize edilerek hayata geçirilmesi, eski konseptin devamını imkânsız kılmaktadır. Artık bugün ne olsa gider yaklaşımı (goes on) egemen olmuştur… Modernite dayattı ama buraya kadar… Postmodernite dağıttı… Postmodernite savurma aşamasına geldi, şimdi savuruyor, insanlar savruluyor! Yeryüzüne fırlatılan insan (Heidegger), korku ve titreyişle (Kierkegaard) savruluyor… Bir günde milyonlar fiziki olarak yer değiştiriyor… Onların ve onlara muhatap olanların üzerindeki etkiler, değişim… 1865’de Amerikan başkanı Lincoln bir suikaste kurban gittiğinde, Londra’da 12 gün sonra191 duyulmuştu. Bugün naklen zelzele seyrediyoruz… Naklen canlı yayın cinayet seyrediyoruz… Siyahî bir Amerikan başkanı ve siyahî karısı ve siyahî çocukları… Daha dün bunlar beyazlarla aynı otobüse binemiyorlar, aynı okula gidemiyorlar, aynı lokantada yemek 191) Alvın Toffler, Üçüncü Dalga, çev. Ali Seden, İstanbul, Altın Kit.1981, sh.107 128 yiyemiyorlardı… Havsala yakıcı bir dikey hareketlilik… Evet ama birilerinin de düşey hareketliliğine sebep oluyor… Latin Amerikalı bir Papa… Spor sahalarındaki siyah hâkimiyeti… Her branşta… Müzik… Sanat… Bugün Türkiye’de çok sayıda yabancı sporcu var! Bunlar sahaya çıkarken veya başarılı hareketlerin sonunda, gol attıklarında hac çıkarıyorlar… Dünün yerli kâfiri, elin kafirinin kendi dinine bağlılığını görünce, toplumsal bilinç altından gelen bir aidiyet duygusu sebebiyle gönül huzuru içinde “gericiler, yobazlar” diyemiyor artık… Marjinal gruplar toplum içinde yer almaya başladı… Fakat bu süreç içinde dünya nimetlerinden aldıkları payın rüyalarında bile hayal edemeyecekleri, evet rüyalarında bile hayal edemeyecekleri bir nispette olması dolayısıyla Müslümanlığa aidiyet iddia edenler tam, manen genel felç durumundalar… Görmediğin bir oğlu olmuş, çekmiş kulağını koparmış… Tam bu halk hikmetine uyan bir tablo… Dinciler bir türlü şunu anlamadılar veya anlayamadılar; çünkü yazar-çizerleri var, fakat mütefekkirleri yok! Düşünürleri var, en sofistike hesap makinesi gibi sadece kişisel menfaatlerini hesap ediyor, düşünüyor… Belki de bir vesikalı ile aynı sandıkta oy kullanıyorsunuz… Biliyorum siz gocunmazsınız, ama aynı garantiyi karşı taraf için veremem… Evet evrensel süreçte size karşı bir yumuşama var… Kabul edilebilirdik kat sayınız iyice yükseldi… Fakat düşünün ki, marjinal gruplarla birlikte… Buradaki marjinal kavramını niceliksel olarak değil, niteliksel olarak kullanıyoruz… Yani merkezin terminolojisine göre… Yani zenciler, hispanikler, Müslümanlar, homoseksüeller, lezbiyenler, zaniler, zaniyeler ve diğerleri… Müslüman muhkem ayet ve mütevatir hadisleri pazarlıksız kabul eden insan demektir… Bugüne kadar bir harfi değişmeden günümüze kadar geldiğine iman ettiğini iddia ettiğin Kur’an-ı Azimü’ş-şan’da; homoseksüeller, lezbiyenler, zaniler, zaniyeler, kumar oynayanlar, içki içenler, kâfirler, faiz kullananlar, tesettüre uymayanlar, mürtedler hakkında hükümler nelerdir? Siz, bu sapmaları sadece bir tercih meselesi olarak kabul edebilecek misiniz? Farklı hayat tarzlarını, farklı kültürleri toplumun bir 129 zenginliği olarak kabul edebilecek misiniz? Allah korusun ama tutarlı olun, ailenizin zenginliği olarak da kabul edecek misiniz? Başkasının çocuğunda, karısında, kızında şahit olduğunuzda hoşgörü ile karşıladığınız bu farklı tercihleri, irsî bağınız olanlarda da gördüğünüzde aynı hoşgörüyü gösterebilecek misiniz? Felsefe doğru soru sorma sanatıdır… Sorunun yanlışı olur mu? Evet, olur! Belki bu sorunun doğrusunun formatı şöyle olmalıydı: irsî bağınız olanlarda, iki kişinin arasında kalacağını bilseniz bu tür tercih farklarını, değişik yaşantı kalıplarını hoşgörüyle karşılar mısınız? Bu hızla, zaman içinde nereye doğru evrilirsiniz? Bilmiyorum… Ama şimdi, şu anda sizi asıl rahatsız eden üçüncü kişiler mi? Daha açıkçası sıkıntınızın sebebi Hakk değil, halk mı? Bu konuda çok yanılıyorsunuz! Halkın hiçbir tasarrufa, kimseye bir şey dediği yok! Yeter ki, muktedirlerden gelsin! Yoğurdunu yiyip oturuyor köşesinde! Bir zamanlar birileri komünistleri ”namaz kılmayan kardeşlerimiz” şeklinde nitelerlerdi… Şimdiden bunlara da bir isim bulun…. Eğer “Müslümanım” diyorsanız şu soruları sormaya hakkımız var: İslam’da, bunların cezaları nelerdir? Muhsan bir erkek zina işlerse cezası nedir? Had cezaları… Bir mürtedin hükmü nedir? Kâfirin hükmü nedir? Recm ne demektir? Fahr-i Alem Sallallahu Aleyhi ve Sellem zamanında kaç kişi recm edilmiştir?… Recm kuranda yok! Kur’an’da olanlara riayet ediyor musun ki? Faizin yasaklığı hakkında kaç ayet var… Sende imandan geçtik, fikir namusu olmadıktan sonra, sen her yasağı aşarsın! Haddizâtında günümüzün homoseksüelleri, lezbiyenleri, zanileri, zaniyeleri, kâfirleri, mürtedleri de postmodern… Eğer saydıklarımızda modern bir konsept olsa sorarlar, “senin iman ettiğin kitapta benim hakkımda şöyle şöyle diyor, eğer o nizam olsa bana şu şu cezaları vereceksin… Sen ne hâyâsız adamsın! Sen imanını içselleştirememişsin! Bana karşı yaklaşımın bir Müslümana benziyor mu? Ben kâfirim! İftar ne demektir? Bir kafir iftara davet edilir mi?” İşimiz çok zor, eskinin hiçbir değerini bulamıyoruz!…. Yukarda saydığımız unsurlarını bile…. 130 Gerek Spengler de, gerekse postmodern yaklaşımda temel mesele, kültürler arasında bir ilerilik ve geriliğin olmadığı… Kültürler arasında bir üstünlüğün olmadığı… Davranış farklılıklarının sadece bir tercih meselesi olduğu, ayrı hayat tarzları olduğu, farklılıkların toplumların zenginliği olduğu… Bir Müslüman olarak böyle bir anlayışı kabul edecek misin? İmanınızla nasıl telif edeceksiniz? “Gevşemeyin, hüzünlenmeyin. Eğer (gerçekten) iman etmiş kimseler iseniz üstün olan sizlersiniz192”, “Allah katında hak din, İslâmdır193” Cuma’dan sonra bu ayet okunmayınca, cemaatten biri, imama soruyor: “Bu ayet niçin okunmuyor?” cevap: “Bize emir geldi Avrupa istediği için kaldırıldı. Elimizden hiç birşey gelmiyor. Bu ayeti okuyup soruşturma geçiren arkadaşlarımız oldu, dedi..” Yukarda arz ettiğimiz iki ayet-i kerimeyi tefsirlerinden mütâlaa et! Allahü Zü-l-celâl Hazretleri’nin mü’minlere bahşettiği bu lûtuflardan bir kalemde vaz mı geçeceksin? Hak Teâlâ Hazretleri’nin ikramına karşı, bu kadar istiğna insanı nereye götürür? Dikkat et! Hal sâridir… Onlara benziyorsun!... Tarih felsefelerinde temel kavramlar, “kültür” ve “uygarlık”… Yazarların farklı yaklaşımları var. { Spengler’e göre “kültür”, “ Özel bir ruhun itici gücü tarafından şekil verilmekte olan, üzerinde çalışılmakta olan bir ham maddedir, üzerinde çalışılan madde oluşma, biçimlenme, şekil alma sürecini yaşamaktadır.” Bu kültür sürecini yaşayan toplumlar, güç aldıkları “ruh”un etkisi altında her istikamete yayılmakta, zenginleşmekte, “ruh”un istediği şekil ve biçimi arayış halinde bulunmaktadırlar. “Medeniyet”, “üzerinde yapılan çalışmalar sonuçlandırılmış” bütün boyutları, derinlikleri ile oluşmuş, rengi kokusu belirmiş, tamamlanmış bir eserdir.194} Spengler: “Her kültür kendi medeniyetine sahiptir… Medeniyet, kültürün önlenemez kaderidir… Medeniyetler gelişmiş bir insan türünün 192) Al-i İmran Suresi: 3 / 139 193) Al-i İmran Suresi: 3 / 19 194) İnsan ve Teknik, Kamil Turan, Giriş, sh. 21 131 varabileceği en dış ve sun’î durumlardır.195 “ demektedir. Fakat Sorokin; Danilevski, Spengler ve Toynbee’nin, “bütün” niteliği taşımayan bir şeye uygarlık-kültür sistemi demek gibi bir temel yanılgıya düştüklerini196, söylüyor. Bu noktada biz Sorokin’in eleştirilerine katılmıyoruz, çünkü Spengler’in “bütünsel” bir “kültür” algısı olduğuna inanıyoruz.. Nitekim biz, kültür hakkındaki şu tasvirlerin yeterince kapsamlı olduğunu düşünüyoruz: “Görülebilir tarihle, hayatla, ruhla, tabiatla, akılla ilişkilerini; ne gibi şekillerle kendini açığa vurduğunu ve bu şekillerin halklar, diller ve dönemler, savaşlar ve fikirler, devletler ve tanrılar, sanatlar ve zanaatlar, bilimler, kanunlar, iktisadî şekiller ve dünya çapında fikirler, büyük adamlar ve büyük olayların nereye kadar bir timsal (sembol. A.B.) olarak kabul edilebileceğini açık bir tarzda belirtmeliyiz.197” Temel ve netameli mesele olan “çöküş”e gelince Spengler şöyle diyor: “Batı’nın çöküşü, ilk bakışta klasik kültürün benzer çöküşü gibi zaman ve yer içinde kısıtlanan bir olay gibi görünüyorsa da aslında bunun, bütün ciddiyetiyle ele alındığında, var olmanın her yüce problemini içine alan felsefî bir mesele olduğu anlaşılır.198” Her kültür insan organizmasının gelişim aşamalarından geçer: Çocukluk, gençlik, olgunluk, ihtiyarlık… Bir kültür varlığının zirvesine ulaştıkça daha yiğit, ölçülü, sert, şiddetli ve kendine güvenlidir. “Nihayet, medeniyetin şafağında, ruhtaki ateş söner. Zayıflayan güçler yarı başarılı bir yaratma çabasına yeniden kalkışırlar ve bütün can çekişen kültürler için yaygın olan klasisizmi meydana getirirler. Ruh bir kere daha düşünür ve romantizmde geriye dönüp kendi çocukluğuna acıyarak bakar; nihayet, yorgun, isteksiz ve soğuk, bütün yaşamak arzusunu kaybeder ve İmparatorluk Roma’sında olduğu gibi, faz195) Batının çöküşü, sh. 45 196) P.A. Sorokin- A.J.Toynbee, Sosyal Değişim Üzerine Denemeler, çev. Erdoğan Güçbilmez, Ankara, A.Ü. Siyasal bil. Fak. 1964, sh. 12 197) Batının Çöküşü, sh. 20 198) A.g.e. sh. 19 132 la uzun süren gün ışığından kurtulup ilk mistisizmin karanlıklarına, ana rahmine dönmeyi arzu eder.199” Spengler’in bu metaforik üslûbu gerçekten çok etkileyici… Bu satırlarda bir rakibin yok olmasının mutluluğu yerine, yok olması mukadder olan canlı bir organizmanın hüznü var. Bu “çöküş” haberini vermekten sanki mutlu imiş gibi, Spengler’i suçlayanlar biraz haksızlık ediyorlar… Belki sosyal meteorolog… Sadece gözlemler sonucu elde ettiği tahminlerini dile getiriyor… Çünkü Batı tesirli felsefenin önemini anlayamadı. “Biz felsefeyi vaaz vermekle, kışkırtmakla, roman yazmakla karıştırıyoruz. İş şuraya varmıştır ki, bugünün ve yarının gerçek felsefesinin asıl imkânı söz konusudur.200” Spengler’in yüz yıl önce dile getirdiği felsefenin varoluş sorunu, bugün, dünkünden çok daha gerçek ve endişe verici… Felsefe yıktığı kutsallar yerine, kendi kutsallarını ikâme etmek istedi. Diğer bir deyişle felsefenin Batı’yı dolayısıyla da tüm dünyayı getirdiği nokta burası: çöküş!... Kendisi intihar ediyor ama bütün insanlığın yuları da ellerinde… Hani insanlığı yulardan kurtaracaktı… Onları da dibe çekip boğuyor… Felsefenin yanlış “kullanılışı”na o kadar düşman ki Spengler {Bugün tüm “felsefe“ içsel bir tahtı terk ve istifa veya mistisizmler yoluyla realitelerden kaçmanın alçakça tutkusundan başka bir şey değildir… Bize düşen, büyük bir kültürün tarihi tarafından bilinen en zor zamanları yaşamaktır. Şeklini korumaya çalışan son ırk, yaşayan son gelenek, her ikisini de geride bırakan son liderler bundan sonra daima muzaffer olarak tarihe geçeceklerdir.201” Sanki A. de Gobineau’yu hatırlatıyor bize… Spengler; felsefeye önem veriyor ama, bu konuda yanlış bir imaja da sahip olmamalıyız. Çünkü “Ebedî gerçekler yoktur. Her felsefe kendi ve sadece kendi zamanının ifadesidir” der ve 199) A.g.e. sh. 108 200) A.g.e. sh. 56 201) A.g.e. sh 506 133 ekler ”ve eğer felsefe demekle, muhakeme şekilleri, manâ sınıflandırmaları ve benzeri konulardaki akademik aldatmacaları değil de gerçek felsefeyi kastediyorsak, iki çağın aynı felsefî amaçlara sahip olduğu görülmemiştir202” ve devamla düşünüre kendi anlayışına göre bir görev alanı tayin eder: ”Onun için bana göre, bir düşünüre uygulanacak değer testi, kendi zamanının büyük gerçeklerini kavrama gücüdür. Sadece bu (kavrama gücü) onun tarif etmede ve incelemede uzman, sistem ve prensiplerin zeki bir mimarı mı, yoksa eserlerinde ve sezgilerinde dile getirdiği zamanını gerçek ruhu mu olup olmadığını tayin edebilir. Günlük olayları (aktüalite’yi) kavrayamayan ve aynı zamanda idare edemeyen bir felsefeci asla ön planda yer alamaz.203” Zamanının felsefe konseptini eleştirirken çok isabetli teşhisler koyan ve felsefenin geleceği hakkında çok değerli öndeyilerde bulunan Spengler’in, kendi felsefe anlayışı da ne derece “felsefî” bir yaklaşım? Tartışılır… Sanki filozofla, siyasî danışmanı veya politikacıyı karıştırıyor gibi. Nerede ise sofistik bir yaklaşımı çağrıştırıyor. Hatta bu anlayış bir oportünizmdir. Nitekim felsefenin yanlış kullanılışına itirazı var Spengler’in, ama o da kullanmak istiyor… Çünkü bu yaklaşımda felsefenin kullanılmasına itirazı yok! İnsan sormadan edemiyor: Batı asırlardır, en azından Renaissance’tan beri, muharref bir “din”le felsefeyi kullanarak mı mücadele etti? Ve bu “çöküş”ün sebebi bu anlayış mı? Batı zihniyeti, kitabî, akademik bilgilerde ifade edildiği gibi; “hiçbir fayda (dikkat! “Çıkar”, “menfaat” demiyorum) düşünmeden, sadece bilmek için bilmek ereği ile objesi üzerine eğilmediği” için mi bu söz konusu “çöküşe” mahkûm oldu? Daha doğrusu felsefeyi kullanmak isteyen Batı’yı, Antik Grek dünyasının gerçek filozofları çarptı mı? Herkesin aklına “gerçek filozof” deyince Sokrat geliyor… ”Savunma” demeye dilim varmıyor! Bir manifesto… Oku! Tekrar oku! Bir daha oku! İnsanlığın yüz akı bu insanlar… Şöyle bir yargı ne kadar anlamsız, ne kadar absürd olurdu? “Kendi zamanının bü202) A.g.e. sh. 54 203) A.g.e. sh. 55 134 yük gerçeklerini kavrama gücü olmayan” Sokrates, felsefeyi kullanmadığı için kendini öldürttü!.... Benim de zihnim karıştı… Yalnız zihnimin bir tarafından sürekli ikazlar geliyor, “unutmadan şu soruyu da sor, sor” diye… 500-600 yıllık bir Batı felsefesi sürecini “ felsefeyi kullanmakla” itham etmek ne derece felsefî bir yaklaşım?… Bir aşırı genelleme değil mi? Aşırı genelleme de en büyük mantık yanlışı değil mi? En azından kendisi hakkında yakılarak öldürülme kararını veren mahkeme heyetine: “Siz bu kararı verirken, benim dinlerken korktuğumdan daha çok korkuyorsunuz?” veya bazı rivayetlerde, kararı veren hâkimlere dönüp: “Niçin sarardınız?” diye, soran Giordano Bruno (1548-1600)’ya karşı büyük haksızlık değil mi? Sorunun cevabı: “Evet, haksızlık!” Yine Spengler, anlaşılması zor bir yaklaşımla: “Günlük olayları (aktüalite’yi) kavrayamayan ve aynı zamanda idare edemeyen bir felsefeci asla ön planda yer alamaz.” Gibi bir tespitte bulunuyor… Bir filozofun “ön planda yer alma” gibi bir kaygısının olduğunu nereden çıkarıyor, Spengler? Argümanları neler? Sanki filozofu tehdit ediyor… Yalnızlıkla! Ünsüzlükle! Şöhretsizlikle! Doğru söylüyor Spengler; eğer filozof onun tavsiyelerine uymazsa, genç kızlar etrafını çevirip, imzalı resmini istemezler!... Açılış törenlerinde, histerik, konvertik bir çılgınlığa kapılan sürüyü bulamazlar… Hâlbuki düşünmüyor ki; belki de gerçek filozof tavrı, topluma, “ön planda yer alma”ya, gök gürültüsü gibi, şimşek gibi koskoca bir “ hayır!” feryadıdır… Ephesos kötü yönetiliyor, yurttaşları Herakleitos (540-480)’tan gelip kanunlar yapmasını istiyorlar, fakat kabul etmiyor… Bir gün bakıyorlar ki: {Artemis tapınağına çekilerek çocuklarla aşık oynuyor. Ephesoslular çevresine toplandıklarında şöyle diyor: “ Ne şaşıyorsunuz, reziller! Yoksa böyle yapmak sizinle birlikte devlet idare etmekten daha iyi değil mi”·}? Burada genel olarak Doğu dünyasının, özelde de Türkiye’nin, fikir namusundan mahrum oldukları için yukarda verdiğimiz ör135 neklerdeki filozoflar gibi bir tavır gösteremeyen, fakat İslâma karşı felsefeyi bir koçbaşı olarak kullanmaya kalkan teologları da uyarıyorum… Felsefe kendisinin kullanılmasına razı olmaz, intikamını alır!... Bedeli imanınız olur!.. Batı’da felsefenin gerilemesi ile ilimde de gerilemenin işaretleri görülüyor: “Şimdi Batı ilminin son safhasını çizmek kaldı. Bugünkü görüş açımızdan çöküşün hafif meyilli yolu açıkça görülmektedir. Bu da, bu ileriye, kaçınılmaz kadere bakma gücü, faustianın özel istidatlarından olan tarihî kabiliyetin bir kısmıdır…… Önümüzde, bütün Avrupa’yı ve Amerika’yı saracak olan, son bir manevî buhran durmaktadır. Aklın zulmü –ki, bunun farkında değiliz çünkü onun doruğu biz kendimiziz- her kültürde insan ile yaşlı insan arasındaki çağdan başka şey değildir. En doğru ifadesi tam ilimlerin, diyalektiğin, ispatın, sebepliliğin tapınmasıdır. Eskiden iyonik, bizim durumumuzda ise barok onun yükselen uzuvlarıydı. Şimdi ise mesele aşağıya doğru eğrinin ne şekil alacağıdır.204” İlimlerin gerilemesinin en önemli sebebi faustian kültürün doğayı bir rakip, bir düşman gibi görerek onu manipüle etme, kullanma ihtirasıdır: “Gerçekten biz geniş tesir için duyulan şiddetli arzuyu, Batı ilminin başlamakta olan ve şimdiden idrak edilebilen çöküşünün bir işareti sayabiliriz205” Yani temel amaç tümüyle üstün olmak, hükmetmek… Her kültürün bir uygarlığı vardır ve o aşamaya geldiğinde: {Her yüksek kültürün Uygarlık aşamasındaki genel karakteristikleri şunlardır: “yuva”, “ırk”, “kan grubu” ve “anavatan”a karşılık kozmopolitlik ve megalopolis; yürek dilinin yerine bilimsel dinsizlik ya da soyut ölü metafizik; saygı, gelenek, ve yaşlılara karşı düşünceli davranmaya karşılık “soğuk olgusallık”; “benim ülkem” ve devlet (ulus) yerine uluslar arası “toplum”; zor kazanılmış haklar yerine “doğal haklar”; verimli toprak ve gerçek (canlı) değerler yerine para ve soyut değer; “halk” (folk) yerine “kitle”; analık yerine cinsiyet, 204) Batının Çöküşü, sh. 302 205) A.g.e. sh. 239 136 dinsel ve kendiliğinden (spontane) halk-bayramları yerine panem et circences (ekmek ve sirk oyunları); kültür-adamının içe yönelmesi yerine emperyalist yayılma, şehirleşme, uluslararasılılaşma (enternasyonalleşme), Uygarlık-adamının enerjisinin dışa yönelmesi; nitelik ve birlik yerine büyüklük, senkretiklik, erk tutkusu, sınıf mücadelesi kültü vb. Bu ileri aşamada, kültürün daha önceki döneminin değerlerini, kalıplarını ve ruhunu canlandırmak için birçok taklitçi girişimler yapılır, fakat hepsi sonuçsuz kalır.206” Spengler 1931’de yazdığı, “İnsan ve Teknik”de, teknikle hesaplaşmaya çalışır…. ”Batının Çöküşü”nün üzerinden hamilelik dönemi baz alınırsa nerdeyse yirmi yıl ve bir dünya harbi geçmiştir. Teknik geometrik diziyle, baş döndürücü bir hızla ilerlemektedir. İnsanlığın ortak gayesi, kol emeğini makine ile ikâme etmektir. Böylece insanları çalışma işkencesinden kurtarmaktır. Bütün amaç ücretli kölelerin sefaletten kurtarılması… Marx’ın masalında ifade edildiği üzere “herkese kabiliyetine göre, herkese ihtiyacına göre”… Henüz Lenin öleli yedi yıl olmuş, Stalin henüz öldürdüğü insanların kanıyla suladığı ümitleri yeşertebiliyor (!)… Henüz insan mezbahasını göremeyenler var… Teknolojik gelişme, tek amaç… Spengler yakınır: “Ruhtan hiç bahsedilmiyordu.207” Bazılarında bir iyimserlik, daha önce temas etmiştik… Spengler tekniği geniş anlamda alıyor… Ve ilginç bir noktaya temas eder, tekniği sadece alet kullanmakla sınırlamanın yanlış olduğunu söyler… Hayvanların da bir çok teknikler uyguladığından bahseder: “Tekniğin gerçek mânâsını ortaya koymak istiyorsak, işe ruhtan, yalnız ruhtan başlamamız gerekmektedir.208”der. Faustian ruhun temel özeliğini son derece isabetle dışlaştıran: “Yaratıcı insan, tabiatın sınırlarını aşmış, her yeni icadla, ondan biraz daha ayrılmış, ona düşman olmuştur.209” tespitinde bulunur… Artık 1931 yılında daha net olarak fikirlerini şöyle dile 206) Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri, sh. 78 207) İnsan ve Teknik, sh.27 208) A.g.e. sh. 29 209) A.g.e. sh. 56 137 getirir: “Perdenin tam son fasıl için açıldığı bugün, meselenin en nazik safhasında bulunmaktayız. Kesin ve anî değişiklikler birbirlerini takib ediyor, trajedinin sonuna yaklaşıyoruz…… Mahlûk, Halikının karşısına dikilmiştir. Bir zamanlar küçük mikyastaki (mikrokosmos) insanın, tabiata karşı isyan edişi gibi, bugün de küçük mikyastaki makine (mikrokosmos) kuzeyli insana isyan etmektedir. Dünyanın efendisi, makinanın kölesi olmaktadır. İstesek de istemesek de, bilsek de bilmesek de, makina hepimizi istisnasız olarak kendi raylarının doğrultusunda harekete zorlamaktadır. Vurulmuş, muzaffer savaşçı, harp arabası tarafından ölüme sürüklenmektedir.210” Spengler’e göre: “Perdenin tam son fasıl için açıldığı bugün”den sonra seksen küsur yıl geçti… Baktığınız yere göre değişir… Evren tasavvurunuza göre değişir… Spengler başarılı bir sosyal meteorolog mudur, değil midir? Bu soruya cevap vermeden önce Sorokin’in, analitik bir Spengler eleştirisinin konuya biraz daha derinlik kazandırarak mütâlaamıza, tefekkürümüze yardımcı olabileceğini düşünüyoruz. Sorokin; Danilevski, Spengler ve Toynbee’yi “çöküş” konusunda birlikte eleştirir… ”Bu çeşit örnekler ilk bakışta saydam ve inandırıcı görünürler. Fakat sıkı bir şekilde incelendikleri ve doğru olup olmadıkları araştırıldığı zaman kesin anlamları ve geçerlikleri hakkında birçok sorulara yol açar.211” Şeklinde güzel ve öğretici bir giriş yapar… Sorokin’in bu yaklaşımı bir nevî çözümleyici felsefe konseptine davettir… Birinci olarak, “uygarlıkların ölümü” teşhisin de bulunurken, “ölü” kavramından ne amaçlandığını sorar ki, çok isabetli bir yaklaşım… {Sözü geçen yazarların “uygarlıkların ölümünden” kasdettikleri bu “ölü” uygarlıkların her birinin tüm kültürünün – dilinin, politik, ekonomik, sosyal, bilimsel, felsefi, dini, ahlaki, hukuki ve sair kültürel değerlerin- artık yaşamadığı, artık uygulanmadığı, 210) A.g.e. sh. 91 211) Sosyal Değişin Üzerine Denemeler, sh.15 138 yaşayan kültürel ve sosyal kurumların yapısına girmediği, etkin olmadığı ya da unutulmuş bulunduğu, artık bir tartışma ve düşünce konusu teşkil etmediği ise, bu tezlerin, bütün bu “uygarlıklar” ve yazı öncesi devresinin birçok toplulukları bakımından savunulamayacağı ortadır.212“ demektedir ve argümanlar vermektedir. Argümanlara geçmeden önce, ben 213. dipnotta verdiğimiz ve bizim de katıldığımız tespiti, Sorokin’in cümlelerini aynen kendisine yöneltiyoruz… Sorokin’in bu yaklaşımının konuyu açmaya değil, kilitlemeye yarayacağını düşünüyoruz… Soru analitik yöntem açısından doğru, fakat mutlaklaştırılması açısından yanlış… Bu tür konstüriktif yaklaşım meseleyi a poria (çıkmaza)’ya götürür… Bireysel olarak “ölü” ne demektir… Tıbbî ölüm, etik ölüm, dinî ölüm hepsi farklı anlamlar taşır… Eğer sağduyumuzla kabul ettiğimiz ilkeleri tartışma konusu yaparsak, tam bir çıkmaza gireriz… ”Ölü” diye gömdüğümüz insanların 10-20 gün sonra dirilmeyeceklerini ispat edecek positive bulgu var mı elimizde? En garanti yol, organ bağışı… Sorokin, Yunan-Roma uygarlığının “büyük bir kısmının bugün bile çok canlı olduğunu” söyler… Bir takım kimyasal işlemlerden geçtikten sonra ilaç olan bir maddenin, artık eski halinde olduğunu iddia etmek yanlıştır… Bir takım yağların sentezinden meydana gelen yeni sıvının içindeki yüzde beş oranındaki “zeytin ölmüştür”… Bu örnek bayağı zorladı… Ama Sorokin öyle bir örnek daha veriyor ki, tartışmasız kendi kendisi ile çelişkiye düşüyor… ”Aynı şey, gerekli değişiklik yapılarak derece farklarıyla Mısır uygarlığından Osmanlı Uygarlığına (ki Müslümanlığının, Osmanlı san’atının bazı şekillerinin, pijama giymek ve kahve içmek gibi bazı alışkanlıkların da gösterdiği gibi)213 kadar geri kalan 15 ölü uygarlık için de söylenebilir.214” Bana bu örnekler çok naiv geldi… Ebru yapanın bugün “el”i farklı… Kınalı el ve onun dünya tasavvuru… İnsan (kul olmalı), hayvan, baba, ana, koca, çocuk, kaynana…… telakkisi… 212) A.g.e. sh. 16 213) Diğer bir tercümede:” Müslümanlığın, Osmanlı sanatının belli biçimlerinin, polo oynamak, pijama giymek ve kahve içmek gibi benimsenmiş alışkanlıkların gösterdiği üzere” Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri sh. 189 214) Sosyal Değişin Üzerine Denemeler, sh.16 139 Ojeli “el”in insan (birey olmalı)…. anne,... eş… ayakkabının eşi gibi… Hayalleri, özlemleri, hasretleri, ihtirasları, talepleri, intikam duyguları, vefaları, vefasızlıkları…. Aileye kocaya atfedilen anlam, eşe atfedilen anlam… Sayın bay Sorokin; bugün anne, kız, hatta babaannenin ufak farklarla makyaj malzemesinin, iç çamaşırlarının aynı olduğu bir dünyada yaşıyoruz… Mesela; İ L A Ç ve Ç A L I aynı harflerden meydana geliyor… Biribirinin içinde mündemiçtir, diyebilir miyiz? Sayın bay Sorokin, üzerinde “bal” yazan bir kutunun içinin analizine cesaret edemediği için, yüzündeki yazıya itibar etmekle sorunu çözdüğünü veya Spengler’i yanlışladığını sanıyor. Beyana dayalı analitik düşünme… Türkçe ‘ye bir deyim kazandırdık… Hâlbuki analitik düşünme “beyan”ı da keser, biçer acımadan… Rahmetli Üstad’ın hârikülâde ironik bir örneği vardı: Bir adam fareden bir kıl koparıyor, filden bir kıl koparıyor…. Bu kıl bunun aynıdır… Öyleyse fare filin aynıdır… Bugün parmağı ojeli kızlarımız ellerinde viski bardağı ile erkek arkadaşlarının evinde ney üflerken, ebrû yapıyorlar… Mübalağa var mı? Bilmiyorum! İki gün önce Müslümanların (!) parası ile “hizmet” için kurulmuş, şu anda kimin mülkiyetinde olduğunu bilmediğim numaralı bir özel kanalda başında paçavra parçası (tüm hüsnü niyetimize rağmen burada kullandığımız paçavra kelimesini İslami anlamda tesettür unsuru olan örtü ile özdeşleştirecek insanlar olabileceğini düşündüğümüz için tekrar tekrar belirtelim ki paçavradan kastımız İslami örtü değildir…) olan bir mahlûk, karşısında “hoca” denen bir şarlatanla program yapıyor. Canlı yayın, telefondaki ses: “Ben 29 yaşındayım, iki çocuğum var, güzelim, kocam bana ilgi göstermiyor, başkası ile gönül eğlendirebilir miyim?” cevabı dinleyemedim… Muhafazakâr Anadolu şehirlerinden birinde ikâmet eden bir kişiye dehşet içinde anlatıyorum, şahit olduğum konuşmayı. Hiç şaşkınlık alameti göstermiyor… Ben, onun şaşmadığına şaşarken, “ Ne var ki sizin anlattığınızda, gayet masum bir vak’a… Müftülüğe telefon ediyor, ….Evli kadın, “Hamile kaldım, ne yapayım?” Ah bay Sorokin bizim de sizden çok az farkımız kaldı… (Siz farkımız kalmadı, şeklinde 140 okuyun yine de) dinci televizyonların birbirinden hiç farkı yok… Buna rağmen vebalde kalmamak için bir takım “hizmet” kanallarının anlaşılmaması için kapalı da olsa ipucu verdim… İkinci olarak: {“Uygarlığın Ölümü” deyiminden tüm kültürün bir parçasının -örneğin, dilinin, dininin, ya da bir sanat kalıbınınyok olması anlaşılıyorsa, bu sav, tanımın geçerliği kabul edildiği sürece doğrudur…… Tüm kültür ya da uygarlığın bir parçasının yok olması onun tamamıyla ölmesi demek değildir. Bizim modamız her mevsim değişir. Bizde satışı kısa zamanda milyonları bulan kitaplar ortalama olarak en çok altı ay yaşar. Makine tipleri, zevkler, inançlar, siyasi yakınlık duyguları, halkın tuttuğu felsefeler, buna benzer bir çok şey durmadan değişir: doğar, benimsenir ve yavaşça unutulur. Fakat bu Amerika ve Avrupa uygarlığının öldüğünü ve gömüldüğünü göstermez.215“ Üçüncü olarak; {Danilevski, Spengler ve Toynbee “uygarlığın ölümünden” onun bütünlüğünün ve kişiliğinin çözülmesini anlıyorlarsa, bu anlayış doğru değildir.216} Sorokin’in eleştirilerini özet halinde arz ettim… Sorokin’in analitik adımını her ne kadar ilk adım olarak olumladı isek de, mantık örgüsünü bir bütün olarak naiv bulduk… Bir kere iki taraf farklı düzlemde gibi geldi bana. Ve bana Nietzsche’yi çağrıştırdı: “Zerdüşt dağdan yalnız indi ve kimseyle karşılaşmadı. Ama ormana girdiğinde, kutlu kulübesinde ormanda kök aramaya çıkmış yaşlı bir adam belirdi birden önünde. Ve şöyle dedi yaşlı adam Zerdüşt’e: “Yabancı değil bana bu gezgin kişi: yıllar önce geçmişti buradan. Adı Zerdüşt’tü; ama değişmiş. O gün külünü dağlara götürüyordun: bugün de ateşini vadilere mi götüreceksin? Kundakçılığın cezasından korkmuyor musun?...... Türkü söyleyerek, ağlayarak, gülerek ve mırıldanarak övüyorum benim Tanrım olan Tanrıyı. Peki, sen armağan olarak ne getiriyorsun?” Zerdüşt bu sözleri işitince, ermişi esenledi: “Ne vereyim ben size! Çabucak gideyim de bir şey almayayım 215) A.g.e. sh. 17 216) A.g.e. sh. 18 141 sizden!” – ve ayrıldılar böylece, yaşlı adamla Zerdüşt, iki çocuk gibi gülüşerek. Ama Zerdüşt yalnız kalınca, şöyle dedi gönlüne: “Nasıl olur! Bu yaşlı ermiş, Tanrının öldüğünü daha işitmemiş ormanında.217” Sorokin’in eleştirisini okuyunca birden, spontane bir çağrışımla Nietzsche’den yaptığım, yukarıdaki alıntının, son cümlesi döküldü dudaklarımdan… Gayri ihtiyari… Hemen metni buldum… Tam matluba muvafık… Birde “Şen Bilimde218” aynı konu farklı biçimde dile getiriliyor…. Fakat Nietzsche’nin koyduğu başlığı, kavramsallaştırmayı Sorokin için şık bulmadığımdan almadım… Sorokin’in değeri eserleri ile ortadadır kuşkusuz… Bu kadar sert eleştirdiği Toynbee dahi takdirkârıdır… Fakat “çöküş” konusundaki yaklaşımını biraz naiv buldum… Sorokin’in bu yaklaşımını “eleştirme”ye çalışıyorum… Burada biraz da, bir mesaj verme amacını güdüyorum… ”Eleştiri”, doğruyu bulmanın ilk adımıdır… Eleştiri iklimi olmayan bir ortamda gerçekleri bulmak imkânsızdır… Oturup eleştirisini yapalım; Kant’ın “kritik”leri olmasa idi, evrensel felsefî süreç ne yöne doğru evrilirdi? Ve o gün ve takip eden çağlar bundan nasıl etkilenir di? En büyük mantık yanılgılarından biri, otoriteye başvurma, Otoriteye Tapınma’dır… (Argumentum ad Verecundiam) Yalnız evrensel ve yerli tutumda yanlış bir yaklaşım var… Bu postmodernist tasavvurun yaygınlaşmasının bir sonucu… İnsanlar “eleştiri hakkını sahip olma”nın; araştırma, çalışma, okuma, gayret, düşünme, teemmül, tefekkür, fikrî muhasebe kısacası, bir çile sonucu elde edilebileceğinin farkında değiller… “Eleştiri hakkı”nı doğuştan gelen bir hak zannediyorlar… Ve dolayısıyla da bir kakafoni meydana geliyor… Kakafoniden bir nizam yaratmak, dehaların işi… Ravel’in “Bolero”su, Necip Fazıl’ın “Azgın Deniz”i… Sürünün kakafonisi bütün, her türlü değeri “kaka”laştırıyor… Gerçek buharlaşıyor… 217) Böyle Buyurdu Zerdüşt, sh.5 218) Şen Bilim, sh. 130 142 ”Ne olsa gider” düzlemindeyiz artık…” Her şey mübahtır”a bir adım var… Ayağımızı atsak o düzleme geçeceğiz… Elbisesinin rengini, biçimini, dinlediği müziği, saç şeklini, yürüme şekli gibi günlük hayata dair basit aktivitelerini dahi “seçmek”ten aciz bir yeniyetme veya yaşlı, hiç fark etmez, bir filozofu eleştirebilir. Yaz sıcağında çizme giyer, çünkü “moda”… Modanın iki özelliği var: yaygın ve geçici olması… Allah’a karşı gelinebilinir, “Moda Merkezleri”nin tanrıları, tanrıçaları eleştirilemez… Eleştirseniz dahi yine aynı kulvardaki, bir tanrı veya tanrıçayı referans alarak yargılayabilirsiniz… Herkes herkesi “eleştirebilir”… Çünkü insandır… Fakat “haddini bilmek”, ”ego”nu kontrol altına almak, “nefsaniyet”ine gem vurmak, iradesini aktif hale getirmek de “insan olma”nın ayrılmaz bir parçası değil mi? Sahi herkes, herkesi, her şeyi eleştirebilir… Peki, sen önce “eleştiri”nin eleştirisini yaptın mı? “Eleştiri” ne demek? Unsurları nelerdir? Felsefe tarihindeki eleştirel tavır ve örnekleri? Eleştirme hakkı doğuştan mıdır? Kazanılan bir haksa şartları nelerdir? En önemlisi, “eleştiri” ile “dedikodu” arasındaki fark nedir? Babası tarafından ekonomik cazibesi, ucuzluğu dolayısıyla alınan bir kıyafeti giymemek için intihara kalkışan bir yeniyetme, moda olduğu için en sakil kıyafetleri giyer… Ayrı bir maliyet unsuru olan, sun’î olarak eskitilmiş pahalı bir kıyafeti giyer… Suçlamıyoruz! Kimseyi suçlamıyoruz! Kimseyi suçlama hakkını kendimizde bulamıyoruz! Sadece anlamaya çalışıyoruz… Çünkü o kıyafet, zihniyet dünyasının dışlaşması… Bir nevi introspection (içgözlem) in dışa vurumu… Evet, biz introspection’un sadece kelimelerle, seslerle, renklerle, kütlelerle gerçekleştirileceğini ifade ederdik… Sadece sanatkârlar vasıtasıyla… Ama bugüne kadar anlayamamışız, gerçekten anlayamamışız kılık kıyafet de bir introspection enstrümanı.. Bir kere daha ifade diyoruz ki; Batı Uygarlığı, insan nefsaniyetine, insan egosuna219 en uygun bir uygarlıktır… Nihayet insan nef219) Katiyetle, katiyetle; “ nefs” ve “ego” eşdeğer kavramlar değildir… Bir uygarlığın bir kavramı başka bir uygarlığa kat’î surette tercüme edilemez… En doğrusu aynen kullanmak…” Nation”, “ millet” değildir; “ La Patrie”, “vatan” değildir; “ foundation”, 143 saniyetinin en yüksek noktası olan postmodernizme kadar geldik… Bundan sonrası, bilmiyorum… Ayrandan aşağısı su… Sadece soruyorum: küfür kemale erdi (mi)? Küfrün zevâli başladı (mı)? Şu anda postmodernitenin gayyasında çırpınıp duruyor tüm dünya!... Spengler’in Kültür, medeniyet, ilim, tarih, sanat, şehir, kadın, ana, burjuva, para, demokrasi, din, Hıristiyanlık v.b. konularda çok özgün yaklaşımları var.. Bunlar gerçekten ufuk açıcı, hesaplaşılması gereken düşünceler… Fakat bizim amaç edindiğimiz formata göre, hepsinin üzerinde lâyıkıyla durmak mümkün değil! Sadece merak uyandırmaya, okumaya özendirmeye, temel espriyi sezdirmeye çalışıyoruz… Temel amacımızda her adımda, farkında olmadan; imanımızdan ne kadar ucuz ve kolayca vazgeçtiğimizi hissettirmek… Bunun için de bazen lazer ışığı, bazen röntgen ışığı, bazen iğne, bazen de matkap kullanıyoruz… Spengler’in ilginç yaklaşımlarından biri de şehir algısıdır… Bir kere şunu anlıyoruz ki; Spengler’e göre; canlı, hayatiyet içinde olan kültür, çiçeklenme döneminden itibaren gerilemeye başlıyor ve donduğunda medeniyet haline geliyor… ”Tarihî bir süreç olarak katıksız bir medeniyet, ölen ve inorganik hale gelen şekillerin kademeli bitkinliğinden meydana geliyor.220” Bir kere böyle bir kavramsallaştırma anlam kaymalarına sebep oluyor… Hâlbuki bu konularda; yaşama biçimini, “kültür”; maddeyi kullanışlı hale “vakıf ” değildir…” Republic”, “ cumhuriyet” değildir…” Biad”, “ election” değildir.. Asırlardır İslâmî kavramları gavurlaştırarak, kafamızın içi gavurlaştı…En az iki yüz yıldır, sözde anlı-şanlı din alimleri bu cinayetin aslî failleridir…Sayın aklınıza gelenleri tek tek…Asıl temeldeki aslî fail ise en az 450 yıldır, ilmî tereddî ve ahlakî tefessüh içinde olan medreseler…(Medreselerin nasıl bozulmaya başladığını anlatan, Taşköprülüzâde’nin kitabı, 1532’de yazılmış, yüreklerde hicran yarası açıyor…Ama mecburuz hesaplaşmaya! Çünkü tek kaygımız İslâmî..) Gavur uygarlığının; beyin teriyle, bazen canı pahasına ürettiği kavramları; ezerek, bozarak, törpüleyerek, zımparalayarak bazı İslâmî kavramlarla tercümeye kalkışmak cehalet veya ciddi bir fikir namusu zafiyetidir. Bu kilise kalıntısı ile cami inşâ etmeye benzer… Her tarafından haç fışkırır! Nitekim hepimizin zihninden haç fışkırırıyor….…Tabii sürü farkında değil…Farkında olsa sürü olmaz…Bu durumun eğitimin hiçbir şekil ve seviyesi ile ilgisi yoktur…Sadece ümmet şuuruna sahip olup olmamakla ilgilidir…. 220) Batının Çöküşü, sh. 46 144 getirmeyi “teknik” ve ikisinin sentezini uygarlık-medeniyet olarak nitelemek daha berrak zihne sahip kılabilir bizi… Ayrıca “ölmüş” kültür, medeniyet, kanaatimize göre “kült” kavramı ile ifade edilebilir. Burada Spengler’in özellikle “teknik” kavramı algısını önemsemiyor değilim… Yani aslanın, bir geyiği avlarken kullandığı teknik! Bir diplomatın muhatabını ikna etmek için kullandığı teknik… Bir öğretmenin öğretme teknikleri… Bu noktada Spengler’e katılıyorum… Genel eğilim olan ve hala da devam eden ”Teknik”i aletle sınırlamak kavramı kısırlaştırıyor… Fakat aslı daha hacimli olan, “Batının Çöküş”ünün -Türkçe’ye bir kısmı çevrildi-, bu anlam kaymaları dolayısıyla, sonuna kadar mütâlaa eden bir okuyucunun bulunmamasından endişe ederim.. Buradaki endişem Spengler adına değil! Okuyucu adına… Çünkü aykırı, ufuk açıcı, bazılarını rahatsız edici, meşhur tabirle ezber bozucu, zihnimizin rutin çalışmasına çomak sokan bu gibi bir kitabın; basitleştirilmemiş bir ifade ile, daha çok insanın okumasının sağlanması samimi temennimdi, fakat yazarın tercihi bu yolda olmuş…. Fakat “meselenin içinde” olmayan bir okuyucunun bu kavramlardaki anlam kaymalarından kurtularak, zihnini netleştirmesinden kuşkuluyum… Burada yanlış anlaşılmak istemem, kitap büyük emek mahsulü, kısaltılması mümkün değil! ”Okuyabilen” okusun! Umurumda değil! Ayrıca kitap kalınlaşsın diye Marks’ın Kapital’i gibi lüzumsuz istatistik ve malumatla da doldurulmuş değil! Her toplumun kültürden medeniyete geçme zamanları farklıdır. Nitekim Klasik dünya, IV. Yüzyılda, Batı ise XIX. Yüzyılda medeniyet safhasına geçmiştir. İşte bu medeniyet safhasında kararlar en küçük köyün bile önemli olduğu bütün dünyada değil de, üç veya dört büyük şehirde alınıyor. ”Bu arada kültürün eski ve geniş manzarası, taşralı olup, yüksek insanlığın artıkları ile sadece şehirleri beslemeye yarar.221” Kuşkusuz şehirli insan ile taşralı insan farklı özelliklere sahiptir… Spengler geçekten önemli saptamalar yapar: “Topraktan doğan ve büyüyen gerçek insan yerine, akışkan yığınlar şek221) A.g.e. sh. 46 145 linde birbirine dengesizce bağlı olan, yeni bir göçebe vardır: Parazit şehirli –geleneksiz, bütünüyle kesin, dinsiz, zeki, verimsiz, köylüyü ve köylünün en ileri şekli olan köy beyini küçümseyen. Sona, inorganik olana doğru büyük bir adımdır bu- ya nedir mânası?222” İlginç yaklaşımlar…”gerçek insan”ın toprakta doğup, büyümesi; kuşkusuz kendine özgü çevresel şartları ve değer yargılarını da işaret ediyor… Ve “Dünya şehrinin (cosmopolis) kendisi, en üstün organik olmayan, insanlarını köklerinden söktüğü, kendi içine çektiği, o kültür manzarasının ortasında yerleşmiş olarak oradadır.223” Deniz nasıl insanı içine çeker; ruhunu, canını alır; sonra bedenini, cesedini fırlatır atarsa; şehirlerde insanın bütün manevî değerlerini sömürüyor, posasını kaldırıp dünya şehrinin geometrik caddelerine fırlatıyor, imajı yarattı bizde… Burada galiba en çok ilginizi çeken “dinsiz” nitelemesidir şehirli için… İlerde “Tanrıtanımazlık” başlığı altında yine bu konuya döner ve: “Doğru bir şekilde anlaşılan tanrıtanımazlık, kendini tamamlamış ve dinî imkânlarını bitirmiş, inorganik olana düşen bir maneviyatın gerekli ifadesidir… Tanrıtanımazlık kültürün akşamı ile değil, medeniyetin şafağı ile ortaya çıkar… Her yaşayan kültürdeki maneviyat dindardır, dine sahiptir, ister şuurlu olsun, ister şuursuz. Maneviyat dinsiz olamaz, en fazla Medici’lerin224 Floransa’sında olduğu gibi, dinsizlik fikri ile oynayabilir. Fakat büyük şehir insanı dinsizdir; bu varlığının bir kısmıdır, tarihî durumunun işaretidir.225” Çünkü bu insanın “iğreti hayatı her gün biraz daha sun’îleşmektedir.226” Ve bu şartlar altında: “Ruhî bir kısırlık doğmuş ve genelleşmiştir; bahtsız ve derinliksiz buz gibi bir şekil yavanlığı yaygınlaşmıştır.227” Bunlardan sonra çok çarpıcı bir yargıyı 222) A.g.e. sh. 46 223) A.g.e. sh. 253 224) XVI-XVIII. Yy’larda Floransa’da egemen olan bankacı İtalyan aile. Ekonomik güçleri ile, Geleneksel kurumları amaçlarından saptırarak ve yüksek mevkilere ve idari mevkilere kendilerine minnettar bıraktıkları kişileri atayarak siyasete egemen oldular.. 225) A.g.e. sh. 287 226) İnsan ve Teknik, sh. 89 227) A.g.e. sh. 90 146 dile getirir: “Köylü, bütün kültürlerden bağımsız ebedî insandır.228” Bu yargı çok büyük oranda bir aşırı genelleme ve soyutlama ifade ediyor. Anladığımız kadarıyla J. J. Rousseau’yu çağrıştırıyor… “Dünya şehirlerinin bu sun’î çevreden başka yerde yaşamasını imkânsız kılan şey, varlığındaki kozmik vuruş daimî azalırken, uyanan şuurun gerilimleri gittikçe daha tehlikeli bir hal almasıdır… Fakat medeniyet gerilimden başka bir şey değildir. Kafa medeniyetin önde gelen kişilerinin tamamında, bilhassa sırf bir gerilim ifadesiyle idare edilmektedir.229” İnsanoğlu, tarihin oluşum sürecinin bir aşamasında, tarımın ortaya çıkmasıyla çok köklü bir değişim geçirir ve : “İnsan köylüye döner, toprakta yerleşmiş ve kök salmış bir bitki olur; köylü ruhu doğada ve kırda bir ruh keşfeder. Doğa toprak Ana haline gelir. Bu aşamalar tarih-dışıdır. Köylü tarih-dışıdır. Köy dünya tarihinin bir parçası değildir. Köylü her kültürden bağımsız ebedî insandır. Kültürden önce gelir, kültürün ömrünü aşar, kuşaktan kuşağa üreyen, bilge ve vurdumduymaz bir yaratıktır, mistik bir ruhu vardır –kuru ve kurnaz; şehirlerde dünya tarihini yapan ebedî kan kaynağıdır. Şehirli olan her şeye karşı güvensizlik besleyen köylü, şehir yaşamına ilgisizlikle bakar, dinden en yeni araca kadar şehir ürünlerini kabul eder ve Charlemagne230’ın gününde nasıl idiyse öyle kalır. Sofuluğu Hıristiyanlıktan daha eskidir; köylünün ahlak ve metafiziği bütün din eve tinsel tarih alanının dışında kalır- gerçekte hiç bir tarihi yoktur.231” Spengler’in kadın ve aile konusunda ileri sürdüğü fikirler de çok tartışmaya yol açabilir… Sanki Spengler’in ana, çocuk figürü ile kadın figürü farklı gibi… Nihayet ana da son tahlilde kadın değil midir? “Çocuk geçmişle geleceği bağlar232” Her sanat eserinde çocuk 228) Batının Çöküşü. Sh. 331 229) A.g.e. sh.336 230) 2.nisan.742-28.ocak.814 yılları arasında yaşamış Frank kralı. 231) Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri, sh. 94 232) Batının Çöküşü, sh. 195 147 hayatın sonsuzluğunu ifade eder. Çocuk insanlığın bekasının teminatıdır. “Sonsuz oluşma analık fikrinde kavranmıştır, ana olarak kadın zaman ve kaderdir. Zaman ve mesafenin bütün timsalleri aynı şekilde anneliğin de sembolleridir. Kaygı geleceğin kök duygusudur ve bütün kaygılar analığa (analık duygusuna) aittir.233” Batı uygarlığının dinî sanatında analığı temsilin en soylu bir vazife olduğuna işaret eden Spengler, çeşitli misaller verir. Tek tek saymayacağız. Örnek olarak; Alman Katolik Hıristiyanlığının dünya görüntüsünün merkezine ıstırap çeken kurtarıcı (Hazreti İsa)’yı değil, ıstırap çeken Ana’yı (Meryem Ana) yerleştirdiğini, söyler. Daha önce Yunan sanatının, çocukların samimî temsilini ihmal ettiğini ifade ettikten sonra, bu örnekleri takiben Spengler dikkat çekici, hatta çarpıcı bir tespitte bulunur: “Bu tiplere (batının sanatında temsil edilen analar) karşı Yunanlıların hayal gücü ya Athena gibi amazon veya Afrodit gibi yüksek fahişe olan tanrıçalar yarattı. Klasik kadın tipini meydana getiren köklü duyguda, verimlilik bitkisel bir vasıf taşır; gerek bu, gerekse başka bağlantılarda “soma” (vücut) kelimesi olayın mânasını eksiksiz bir şekilde açıklar. Bu sanatın şaheserleri, Parthenon’un doğu yönündeki üç güçlü kadın vücudunu düşünün ve onlarla bir annenin soylu görüntüsü olan, Rafael’in Sistina’daki Madonna’sını karşılaştırın. Bu sonuncu da bütün cisimlilik yok olmuştur. O tamamıyla mesafe ve uzaydır.234” Ve devamındaki verilen bilgilerle, değerlendirmeler yapmak gerekir. “Dişi kozmiğe yakın durur. Toprağa daha derin kök salmıştır. Tabiatın büyük devirli ritimleriyle doğrudan doğruya ilgilidir. Erkek daha özgür, diğer yönlerden olduğu kadar anlayış ve duyarlık bakımından da daha hareketli, daha uyanık ve daha atiktir.235” Epeyce müphem satırlar… Fakat meselenin etik (ahlak felsefesi) veya ahlâkî tarafını parantez içine alırsak; erkeğin daha özgür, daha doğrusu daha rahat, daha da doğrusu daha hayvansal olduğunu söyleyebiliriz organik yapı bakımından… Çünkü davranışlarının 233) A.g.e. sh.195 234) A.g.e. sh. 196 235) A.g.e. sh. 475 148 sonunda organik bir takım mükellefiyetler doğmamaktadır, vücuduna ait… Ama kadının yapacağı bir hata (ahlak terminolojisine göre kullanmıyorum, biyolojik sonuçları bakımından kullanıyorum.) organik olarak çok ciddi sonuçlar doğuracaktır… Doğum kontrol vasıtaları kadına bu hayvansal rahatlığı verememiştir. Bütün tıbbî gelişmelere rağmen kadın insandır… Çünkü, yine ahlâkî değerlendirmelerden bağımsız olarak söylüyorum; kadın daima istismar edilen, nesneleştirilen, kullanılan durumundadır… Erkek bulduğu her tükürük hokkasına tükürebilir, tohumunu saçıp gezebilir, ama kadın? Bir gemiciyi düşünün uğradığı her limana tohumunu saçar gider… Ve biyolojik yapısı müsait olmadığı gibi kanaatimize göre psişik yapısı da hayvan olmaya müsait değildir kadının… Son tahlilde kadının insan olmaya mahkûm olduğunu, insan olmanın kadının bir yazgısı olduğuna inanıyoruz! Bizim sözüne ettiğimiz potens (gizil, saklı) halinde bir imkândır, bunu kinetik hale çevirmek her kadının bireysel iradesinin konusudur… Yıllardır Sonya236’ın yaşadığı kâbusun (başka kavram da bulmadım!) etkisinden kurtulamamış bir insan olarak, tekrar iddia ediyorum: kadın hayvan sallaşamaz… Sonya hayvan olamadı, çünkü bir kadın hayvan olamaz! Çok gayret eder, emek, çaba harcarsa o da belki, fakat o da geçici bir zaman için… Bu arada bir zamandır; Türkiye’nin orkestra şefliğinde İslâm alemi genelinde akıl-sır ermez arabesk bir konser sergileniyor… Orkestra eşliğinde kasap havası… Daha önce de işaret ettiğim gibi… Tam bir implosion… Tam bir içe doğru patlama, kaynama… Kutuplar kayboluyor… Bir borunun kutuplarındaki sodyum ve hidroklorik asit kapları patlıyor ve bir reaksiyon, bir kaynama, bakıyorsunuz sonuçta nurtopu gibi tuzunuz olmuş… Bildiğiniz tuz… İnsanın ağzından muz, nar, elma, armut gibi enfes renklerle giren meyveler, midede kutuplar yok olduğu için bir iç patlama sonucu………….. 236) Dostoyevski’nin “ Suç ve Ceza” daki kadın tipi.. 149 Bu konserin bölüm başlıklarından biri de: kadın meselesi… Adamlar, kızını, karısını, anasını, halasını bu uğura vakfetmişler… Ben sizin argümanlarınızı haklı buluyorum: Güç, öyle bir güçtür ki her türlü engeli siler, süpürür… Güçlü için her şey mübahtır… Üstün olma ve hükmetmenin öyle bir tadı var ki, her türlü değerin yok sayılmasına değer… Çünkü siz değer üreticisi oluyorsunuz… Tanrı olmanın dayanılmaz cazibesi… Fakat benim gibi hayvanların kulağına rahatsız edici sesler geliyor… Benim gibi hayvanlar siz insanların duymadığı sesleri duyarız… Sesler çok kuvvetleniyor… Sesin frekansı geometrik diziyle artıyor… Yavaşça sorayım: çevrenizde bir tane, bir tane pâk nasiye var mı? Ama siz de haklısınız…. Diyeceksiniz ki; siz saçmalıyorsunuz, asıl mesele, ben bahsettiğiniz o pâk nasiyeyi aynada bulamıyorum ki, çevremde olsun! N. Bohr’da öyle diyordu: “Kuantumu bulduğumda ölçemiyorum, ölçmeye başlayınca kaybediyorum… ”Bu yumurtayı kırmadan omlet yapmak!... Bu kadın konusuna yine döneceğiz… Hem de güncelleyerek… “Erkek, kaderi yaşayarak tecrübe eder, sebep-netice ilişkisini, oluşmanın sebep mantığını kavrama yeteneğine sahiptir. Dişi, aksine, kendisi kader, zaman ve oluşmanın organik mantığıdır; işte bu nedenle de sebeb-netice ilişkisi ona daima yabancıdır. Her ne zaman insan kadere herhangi bir maddi şekil vermeye kalksa onu dişi şeklinde hissetmiş, onu Moirai, Parcae, Norns olarak adlandırmıştır… Erkek tarihi yapar, kadın ise tarihtir… Dişi, aksine, esas, ebedî, anaç, bitkimsi (Çünkü bitkide daima dişi olan bir şey vardır.) asla değişmeyen, fakat bütün insan ve hayvan türlerinin varlığında aynı şeyin kültürsüz tarihidir. Hayatın kendisiyle aynı anlamdadır. Kadın hamile yatağında zaferini kazanır. Aztekler, yani Meksika kültürünün Romalıları, doğum halindeki kadını harbeden savaşçı olarak nitelendirirlerdi. Eğer ölürse, ölen bir kahramanla aynı işlemi görürdü. Kadın için siyaset, onun vasıtasıyla çocukların anası olabildiği, onun vasıtasıyla tarih, kader ve geleceğin ta kendisi olabildiği erkeğin ebedî fethidir. Onun derin çekingenliğinin, zariflik taktiğinin hedefi daima oğlunun babasıdır…237” 237) Batının Çöküşü, sh.476 150 Katılacağımız taraflar var, katılmayacağımız taraflar… Ama en azından düşünmeye, tartışmaya değer görüşler… Buraya kadar Spengler’in genel anlamdaki kadın telakkisini analiz etmeye çalıştık. Ama Spengler’e göre mademki, Batı kültürü, medeniyet aşamasına geldi… Dolayısıyla çöküş içinde…. O zaman yaşanan süreçte bu medeniyetin kadını hakkında ne düşünüyor? Unutmayalım ki kitap yazılalı neredeyse yüzyıl olmuş… Bana, bu konuda Spengler, bir sosyal meteorolog olarak başarılı gibi geliyor… Bir de düşünelim ki, kitabın neşrini takip eden Cumhuriyet döneminde devrimler yapıldı, kadınlara haklar verildi… Bizde kadınlar; Belediye seçimlerine 20 Mart 1930; Milletvekili seçimlerine 8 Şubat 1934’te katılıp 18 kadın milletvekili seçildi. İsviçre’de ise kadınlar bu hakkı 7 Şubat 1971 (yazıyla bindokuzyüz yetmiş bir...) İsviçre’nin kantonu olan Appenzell’de de 1990’da elde ettiler… Özellikle son on yılda yapılan ciddi hamleler… Dolayısıyla Türkiyeli kadının, Spengler’in analizini yaptığı günkü Avrupalı kadından geri olmadığını ve belki de daha ileri olduğunu düşünüyorum… Hele başına paçavra parçası bağlayıp, “bakış” hakkındaki Fahr-i Alem Sallallahü Aleyhi ve Sellem’in hadis-i şeriflerine göre tehlike menzil içinde bulunan kadınları da ve de kocalarını, babalarını, oğullarını, ağabeylerini Allah’a havale ediyorum… Bu bakımlardan Modern Avrupalı kadından bahsederken aynayı ihmal etmeyelim… Her konuda; özellikle ahlak, din, aile, namus, şeref, Batı’yı suçlarken, her seferinde kalkıp aynaya bakalım… Batı’yı mücerret değerlerimiz, imanımız açısından; eleştirme, horlama, aşağılama hakkına sonunu kadar sahibiz… Fakat somut karşılaştırmalarla Batı’yı eleştirmek fikir namusuna sahip bir insana yakışmayan, patolojik bir yaklaşımdır… Sanki imanını (hatta “imandan” ne derece haberdar.?) yaşıyormuş gibi, sanki onunla mücehhez ve müzeyyen gibi Batı’yı eleştireceksin? Bu bir savunma mekanizması! “En başta kadın, köylü kadın, anadır. Çocukluktan beri özlemini çektiği bütün uğraş bu tek kelimede anlatılmıştır.238” 238) A.g.e. sh. 337 151 Hâlbuki modern kadının çocuğuna karşı tutumu kendiliğinden, çocukluğunda beri özlemini çektiği bir duygu değildir. Bir simülasyondur. Çünkü birincil olarak ana değildir. {Fakat birdenbire İbsen kadını, Kuzey tiyatrosundan Paris romanına kadar uzanan bütün megalopolitan edebiyatın kahramanı olarak ortaya çıkar. Çocukları yoktur, ruh tenakuzları vardır; evlilik bir “karşılıklı anlayış”a varma hüneri, sanatıdır. Çocuklara karşı olma konusu ister hiçbir şeyin mevsimini kaçırmayan Amerikan leydisine, ister âşığının onu bırakacağından korkuya düşen Parisli’ye, ister “kendine ait olan” İbsen kahramanına ait olsun, hiç fark etmez; hepsi de verimsizdir… Çocuksuz zekâlar için bir ahlâk ve Nora ile Nana’nın iç tenakuzları konusunda bir edebiyat vardır.239” “Megalopolis kadını ise, ister Paris ya da Newyork’ta olsun… Çocuksuz bir İbsen kadınıdır, bir Nora ya da Nana’dır.240” Spengler, işimizi epeyce kolaylaştırdı… Hiç değilse iki referans noktası verdi; Nora ve Nana… Fakat bu eserlerin bütünlüğünü bozmadan, özetleyerek vermek o kadar güç ki, sanki benim gönlümden fışkıran öz cümlelerim gibi, hiç birini feda etmeye kıyamıyorum… Ama mecburuz… Henrik İbsen (1828-1906) İsveçli piyes yazarı, feminizmin candan koruyucusu, “NORA, Bir Bebek Evi” isimli eserini 1879 yılında yazmış. Mütercimi Cevad Memduh Altar tarafından doyurucu bir tanıtım yazısı yazılmış, kitabın Türkçe tercümesinin başına… Eseri şöyle özetliyor: “Velhasıl bu dram, gerçek sevgi üzerine kurulmayan bir yuvanın iç yüzünü bütün fecaatiyle açığa vurmakta ve aile dertlerine, ancak her türlü hodbinlikten uzak, karşılıklı bir 239) A.g.e. sh. 337 240) Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri, sh. 100 152 sevgi ile katlanılabileceğini ileri sürmektedir.241” Nora; hali vakti yerinde bir memur ailesine mensup, genç, güzel, delice sevdiği üç erkek çocuğa sahip. Helmer, Nora’nın kocası. Henüz genç denecek yaşta, yakışıklı, evine bağlı, eşi üzerinde fazla nüfuzu olan ve eşinin bilgisiyle değil, bilâkis kadınlık safiyetiyle, kadınlık acziyle iftihar eden, etrafını göremeyecek kadar meşgul ve yaptığı işlerden gurur duyan başarılı bir işadamı, şu anda aklımıza kimler geliyor, kimler? Bugünkü şartlarda başarılı olan bir politikacı, başarılı bir akademisyen..… Rank, aile doktoru… Fakat burada şu noktayı unutursak konunun inceliklerini kaçırırız… Söz konusu tarihsel süreçte Batı bütün kurumlarıyla, dolayısıyla aile anlayışında da kutsalı kaybetmiş, kutsaldan arınmış, laik konseptle hareket ediyor. (Bizim bu günkü durumumuz?) Dilek ve temennisi ailenin “gerçek sevgi üzerine kurulması”… Ama bu bir ütopyadır… Ve bir iflastır… Nora da bunun canlandırılmış bir sembolü… Belki de mutlu bir rüyadan, kâbus için de fırlayarak kalkma… Çok dikkate şayan ki; 28 Ağustos 1335 ( m.1916 ) tarihli Peyam gazetesinin,” İlave-i Edebiyesi”ndeki bir yazısında Merhum Süleyman Nazif: “Fakat azizim, İbsen’i anlamamak, bence alelıtlak sanatı, güzelliği anlamamaktır242” demektedir. Nora’nın birinci özelliği çok müsrif olması, ama farkında değil, bir konuşmada kocası Helmer’e şöyle der: “Elimden geldiği kadar idare etmeye çalışıyorum.” Kocasının cevabı: “Çok acayip insansın. Tıpkı baban gibi. Tıpkı babana benziyorsun. Eline para geçirmek için didinirsin; ama onu bir de ele geçirdin mi, parmaklarının arasından hemen akar gider, nerelere verdiğini kendin de bilmezsin. Mamafih seni böyle olduğun gibi kabul etmek lâzım. Bu senin kanında var. Evet, evet, bu tamamıyla irsî, Nora.” 241) H. İbsen, Nora, Bir Bebek Evi, çev. C.M. Altar, İstanbul, MEB, 1959, sh.XIII 242) A.g.e. sh. XVIII 153 Çevresinin kendi hakkındaki değerlendirmelerinden şikâyetçi: “Siz hepiniz, benimle ciddi bir iş yapılamayacağını zannediyorsunuz.243” Tek amacı bir şekilde “üstün olmak ve hükmetmek” bunu şöyle dile getirir: ”Evet, bir sürü insana söz geçireceğiz, Thorwald herkese sözünü geçirecek, bunları düşünmek bile hoş.244“ Bu nokta ihtilaflı, kadınlar istediği için mi erkekler öyle olur? Yoksa erkekler istediği için mi kadınlar böyle olur? Özellikle bizim tarihi oluşum sürecimiz incelenince muharrik gücün erkekler olduğu kanaatindeyim. Ama erkek değişimi bir kere tetikledikten sonra, kadındaki değişim arzusu kontrolsüz bir ihtiras haline geliyor ve geometrik diziyle artıyor… Biraz vicdanlı olalım, 100-150 yıl önce kadın burnunu çıkaramaz evinden… Bütün mekanı avuç içi kadar mahallesi veya köyü, ziyaret edeceği, babası, amesi, dayısı.. En azında askerlik için “dışarı” gidip değişik adet, ananelerle muhatap olan erkek, biraz daha günümüze yaklaşalım, okumak için “dışarı” giden, ojeli kızları gören erkek, mal almak için İstanbul’a giden erkek… 50-60 yıl önce başlı başına bir ritüel idi mal alma… Karısını kızını özendiren erkek, kontrolü elden kaçıran erkek… Hele bizim ülkemiz gibi müthiş bir değişimin olduğu, bir göz açımlık zamanda insanların dikey hareketlilikten nasiplendikleri ve küçük yaşta evlendikleri için, karısını ve eşeğini beğenmeyen yine erkek… Evine helal haram demeden, kul hakkı demeden kazanıp (!) getiren erkek… Ben yine iddia ediyorum… İlk hareket ettirici erkek… Sonrasını bilmem… Ok yaydan bir kere çıktı mı? Kabahat yayı çekende mi, okta mı? Bizce asıl onu modern yapan özelliğe geliyoruz: “Hiç iyi bir şey bulamıyorum; bana her şey saçma geliyor, her şey mânasız geliyor.245” Hayatın anlamını kaybetmesi, “saçma” duygusunun bütün benliğini kaplaması. 243) A.g.e. sh. 29 244) A.g.e. sh. 46 245) A.g.e. sh. 74 154 Çok önemli bir noktaya daha geliyoruz: “Ha evet, Doktor Rank olacak; ama o buraya hasta bakmak için gelmez. Doktor Rank bizim en yakın aile dostumuzdur. Günde en az bir defa bizi arar. Yoksa biz geleli, Thorwald bir kere bile hastalanmadı. Çocuklarımın da, benim de sıhhatimiz iyi246” Evlerine teklifsiz girip çıkan bir aile dostu. Fakat bir fırsatını bulup Doktor, Nora’ya ilan-ı aşk eder.”Ah, azizim Doktor Rank, bu hareketiniz hakikaten çok çirkin.” Ve (Rank ayağa kalkar) “Sizi bütün kalbimle, hiç kimsenin aşkına benzemeyen bir aşkla sevdiğim için mi? Bu mu çirkin olan?” Nora’nın cevabı net değil: “Hayır ama bunu bana söylememeli idiniz. Buna hiç lüzum yoktu.” Rank’ın ısrarlı konuşmaları… Nora’nın yaklaşımı: “Tabiî bundan sonra da buraya, evvelce nasıl geldinizse, öyle gelin… A, sizin buraya gelmenizden memnun olurum… Evet, görüyorsunuz ya, öyle insanlar vardır ki, onlarla bir arada bulunmaktan ancak haz duyulur.247” Mahremiyet sınırlarının bu kadar esnediği bir hayat tarzı bedelini ödetecek doğal olarak… İnsan fıtratını yok sayan bir ilişkiler ağı… Sanki örümcek ağı… Neresinden tutsanız delinecek!... Ruhî inzibat ve müeyyideden mahrum genel hayat tarzı, Türkiye’deki dincileri de, muhafazakârları da etkilemiştir hayatın bütün alanlarında. Evet, iktisadî faktör belirleyici değil, fakat etkileyici olduğu da inkâr edilemez… Dolayısıyla ekonomik değişim paralel olarak hayatın her alanını da etkiliyor… Ekonomik durum kendi hayat tarzını da inşâ ediyor. Hem genel, hem aile içi mahremiyet telakkisi hüviyet değiştiriyor… Şer’an yabancı sayılan kişiler için mahremiyet sınırları gevşiyor… Amcaoğlu, dayıoğlu v.b. Şer’an yabancı ama artık tatbikatta kardeş statüsünde… Hele doğduğun şehir dışında gurbette yaşıyorsanız köylünüz, hemşeriniz hükmen kardeş… Şartları, meşrû gerekli ortamı hazırlanmadan kadının yurt içi, yurt dışı tahsil hayatının genelleşmesi, iş hayatına atılması… Bütün toplumsal ilişkileri altüst etmiştir. Ve… 246) A.g.e. sh.25 247) A.g.e. sh. 117 155 İş hayatın, modern hayatın en masum özelliği olarak insanlar ayrı ayrı kabinlerde yaşıyorlar, aralarına beton-çelik duvarlar örülmüş, yirmi dört saat aynı oda da yaşasalar da… Bir kere insan kendi gölgesi ile kavgalı… İnsanların kendi burunlarının gölgesine tahammülleri yok!... Yabancılaşma… Artık insan boynunu tevazu içinde büktüğünde Hâlık-ı Zül Celal ile birlikte değil! Yalnızız, yalnızız, yalnızız… ”Sekiz senedir evliyiz. Her ikimiz de, sen de ben de, karı koca olarak daha ilk defa bugün birbirimizle şöyle bir ciddi konuşuyoruz. Sen hiç bunun farkına varmadın mı?… Hah, şimdi meselenin en mühim tarafına geldik. Sen beni hiçbir vakit anlamadın. -Bana çok haksızlıklar yapıldı… (Babasını ve kocasını kastederek) Siz hiçbir vakit beni sevmediniz. Siz yalnız, bana âşık olmaktan zevk duydunuz.248” Çok netameli bir noktaya geliyoruz: Bu kadar ilgi, ihtimam, dikkat, masraf… Gerçekten modern insan altın buzağı haline getirdiği çocuğunu içtenlikle seviyor mu? Yoksa “sevme”yi mi seviyor? Yoksa çocuğunun şahsında; vasıtasız, çıkarsız o tertemiz, ana sütü kadar temiz “sevgi”yi mi arıyor? Vasıtasız, çıkarsız sevgiyi ararken çocuğunu araçsallaştırıyor mu? Sözde tarikat, vakıf, dernek, cemaat, kermes (ne demekse?), hac, umre refikleri tatmin etmiyor… Çünkü herkes biliyor ki, üstünlük ekonomik seviye ile, sosyal statü ile… Yalanlar kimseyi kandırmıyor… Hayvanlara gösterilen ilgi, kapıcı, müstahdem v.b. gibi ekonomik bakımdan alt statüdeki insanlara gösterilen ilgi… Daha da özü: içki nasıl şişede durduğu gibi durmazsa, haram para da kasada durduğu gibi durmuyor… Hatta çalışan anne, çocuğuna analık yapamamanın ezikliği altında, çocuğuna gereğinden fazla fakat simülatif bir ilgi, şefkat (?) gösteriyor ki; bu da çocuk kişiliğinin gelişmesinde çok olumsuz etkiler yapıyor… Aşırı kırılganlık, intikam hissi, güvensizlik, aşırı güven!... 248) A.g.e. sh. 188 156 Modern insan bir mutluluk avcısıdır… Mutlu olmaya layık olmak (E. Kant) gibi bir endişesi olmamıştır hiçbir zaman… ”Hayır, hiçbir zaman mesut değildim. Mesut olduğumu zannettim, ama hiçbir zaman mesut olamadım.249” Sirke sıvı olmasına rağmen susuzluğu gidermez… Harareti daha da artırır… Masiva; insanı onulmaz, çaresiz biçimde susatır… Dinci kanallarda psikolojiyi kavanozun dışından yalamış, kafaları paçavra parçaları ile sarılmış modern büyücü tipleri (bu disiplinin maksadını aşmayan temsilcilerini tenzihen) görünce çok acıyorum, çok üzülüyorum… Ne, ne ile tedaviye çalışılıyor… ”Kendimi, hattâ mümkünse etrafımı iyice anlayabilmem için, kendimle baş başa kalmaya mecburum. İşte onun için senin yanında artık daha fazla kalmama imkân yok.” Bu durumda dahi kocasının kaygısı elâlem: “Demek sen yuvanı, kocanı, çocuklarını terk ediyorsun ha! Hem âlemin ne söyleyeceğini hiç düşünmüyor musun?250” Spengler açısından bakarsak büyük bir yanılgı içerisindeyiz. Çünkü: {Bu şehirler “tümüyle zekâ”dır. Ruhsuzluğun sembolü olan satranç tahtası biçimini erek edinirler. “Yuva“ değildirler.251” Elâlem kozundan sonra kocanın aklına yeni bir enstrüman gelir: “Sen her şeyden evvel bir aile kadınısın, bir annesin.” Farkında değil nesneleştirilen hiçbir değer, hiçbir yarayı tedavi edemez. “Artık buna inanmıyorum. Zannedersem, her şeyden evvel bir insanım, tıpkı senin gibi - yahut her halde, insan olmaya çalışacağım.” (tam aydınlanmacı bir tutum. A.B.) ……. Kocası son maymuncuğu, belki bilinçli olarak sona sakladığı izlenimi vererek kullanır: ”Dine de inanmıyor musun?” Koca zelzelenin farkında değil: “Ah, Thorwald, hele dinin ne olduğunu, doğru dürüst bilmiyorum ya…. Daha genç kız iken, kilisede rahip Hansen’in söylediği şeylerden başka bir şey bilmiyorum” Şimdi koca biraz, yavaş yavaş meseleyi kavrı249) A.g.e. sh. 190 250) A.g.e.sh. 193 251) Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri, sh. 100 157 yor gibi, anladığımız kadarı ile ancak şu anda kendine güvenini kaybetti, çünkü en kuvvetli yumruğu da muhatabı tarafından hafif bir baş hareketi (swing) ile geçiştirildi… Tekrar başa dönüyoruz: “Ah, bu sözlerin hiçbirisi genç bir kadının ağzından işitilecek şeyler değil! Ama eğer din seni doğru yola götürmüyorsa, bırak bari ben senin vicdanını sarsayım. Çünkü ne de olsa, sen de bir ahlâk duygusunun olması lâzım gelmez mi? Ama cevap ver -yoksa sende bu da mı yok?252” Nora’nın bütün değer yargıları sarsılmış, hatta yıkılmış: “Evet, Thorward, senin bu sözüne cevap vermek o kadar kolay değil. Bunu hiç bilmiyorum. Hele bu meselelerde kafam büsbütün bulanık. Yalnız, bu hususta senin düşündüklerinden tamamen başka düşündüğümü biliyorum, o kadar.” Kocası tekrar kadının önüne toplum putunu diker: “Çocuk gibi düşünüyorsun. İçinde yaşadığın cemiyeti anlamıyorsun.” Ama cevap hazır: “Hayır, anlamıyorum. Ama şimdiden sonra onu da anlamaya çalışacağım. Onu da arayıp bulmam lâzım, bakalım kim haklıymış, cemiyet mi, ben mi253?” Nora, giyinmiş olarak ve elinde küçük bir seyahat çantası ile tekrar gelir, çantayı masanın yanındaki iskemlenin üzerine koyar, mantosunu giyer: “Gece vakti yabancı bir erkeğin evinde kalamam” der. Helmer, kapının yanındaki iskemleye yığılır ve elleriyle yüzünü örter. “Nora! Nora!” (Etrafına göz gezdirir ve ayağa kalkar.) “Bomboş. Artık o burda değil.” İçinde bir ümit uyanır, En büyük mucize-?! Aşağıda kapanan bir kapının gürültüsü işitilir. Spengler’in Batı’lı, Batı’nın kültür aşamasını geçerek, medeniyet aşamasına gelmiş toplumunun kadın imajı bu! Çöken bir medeniyete yakışan da böyle bir kahraman… Özünü kaybettirmeden kısaca özetlemeye çalıştım bir şaheseri… Fakat bu alınan kadarı bile sık sık tekrar ettiğim Üstad’ın, Batı’nın bütün meselelerini ifade eden şu satırlarını hatırlatmıyor mu size? “Cihan şu veya bu kıymetin değil de bizzat kıymet ölçüsünün çivili 252) Nora, sh. 195 253) A.g.e. sh.196 158 bulunduğu can evinden, ruhundan hastadır254” İleri sürülen hiçbir sebep Nora’da bir “vicdan burkulması255”na sebep olmuyor… Çünkü vicdan mevzuunu kaybetmiş… Ruh hasta olunca kıymet ölçüleri sapır sapır dökülmüş… İleri sürülen kutsalların hiçbiri hasta olan can evinde, ruhunda ma’kes bulmuyor…. Toplum, aile kadını, anne, genç bir kadın olmanın mükellefiyetleri, Hıristiyanlık, ahlak duygusu… İçi boş teneke kutuları gibi kavramlar… Bir panik halinde düşünmeden, düşünmek istemeden, yine zihnime hücum ediyor, geliyor: İslâm öyle örselendi, öyle mıncıklandı ki, yukarıdaki örnekte gördüğümüz gibi kavramların muhtevası buharlaştı… Toplum çatır çatır yırtılıyor… Bütün sözde tarikatlar, cemaatler, vakıflar, imam-hatipler, din adamları, dernekler, bilumum İslâmî makyajlı dinsel kurumlar fare gibi İslâmî mukaddesleri kemiriyorlar… Can evinden, ruhundan hasta toplum artık tepki gösteremiyor… En son marifetleri, bir din görevlisinin sözde bir hocanın şarlatanlığı, faizi meşrû kılması… Siz toplumun ne duruma geldiğini düşünün ki sözüm ona kanaat önderinin (ne demekse, İslam ıstılahatında böyle bir kavram yok) emperyalizmin avucunun içinde, Siyonizm’e ve Amerikanizme açık ve seçik bir biçimde hizmet etmesini tolere edebiliyor.. Kadını, erkeği, herkes bir Nora, vicdanlar kamaşmış!?... Mistik, metafizik, okültist, laik, seküler, rasyonalist, iktisadî ve siyasî liberal bir din imal edildi… Hem de herkesin gözü önünde… Sanayimiz ilerliyor… Sanayide masa imal eder gibi din imal ettiler… Modüler mobilya… Çok amaçlı… Çıkarıyorsunuz, takıyorsunuz masa… Çıkarıyorsunuz takıyorsunuz, yatak. Çıkarıyorsunuz takıyorsunuz, sandalye… Gecekondu inşâ eder gibi din inşâ ettiler… Bunlar ancak paradan anlarlar… Onun için iktisat terminolojisine göre konuşacağım; kötü para iyi parayı kovar… En hafif tabiriyle bid’atler, Ehl-i Sünneti kovuyor… 254) Necip Fazıl Kısakürek, İdeolacya Örgüsü, İstanbul, Bd Yay. 1986, sh. 78 255) A.g.e.152 159 Spengler’in diğer referansı da Nana... Emile Zola (18401902) natüralizm akımının en başarılı örneklerden biri olan Nana’yı 1880 yılında yazdı. “Zola’nın romanları, hiç kuşku yok, ikinci imparatorluk döneminin toplumsal bir panoramasını verir.256” Nana’yı “O……” diye aşağılayıp geçemezsiniz… Nana bir megalopolis kadınıdır… Batı medeniyetinin bir remzidir… Nora ve Nana sanatkârlar tarafından modern, medenî kadının özellikleri süzülerek ete kemiğe büründürülmüş bir müheykel timsallerdir. İkisi de sanatkârların toplumsal gözlemlerinden damıtılmış tiplerdir… Dolayısıyla gözlem konusu olan tipler, etiyle kanıyla yaşayan tipler… Bunlar Dostoyevski tipleri değildir… Karamazof Kardeşler’de dört kardeş var. Dördü de Dostoyevski’nin kişiliğinin bir yanını temsil eder… Ve kozmik bir zaman içinde yaşarlar… Buradaki kahramanlarımızda öyle bir parçalanma yok! Ama buna rağmen sanatkârın yaratıcı hayal gücü ve estetik dehası ile yaptığı soyutlamaların hayalî bir tecessümüdür… Bunun için hayatta birebir muadilini bulamazsınız… Sonra buradaki özellikler sadece Nana benzerlerine de özgü değil!... Ve Batılılaşmayı kendine vaz geçilmez hedef olarak koyan toplumların geleceğine de ışık tutar… ”İman”ını bilerek veya bilmeyerek buharlaştırmış, iman-küfür, mümin-kafir zıtlığını törpülemiş; her kadın ve erkek, bu romanlarda eğer korkmadan ararsa kendisini bulur? Her sayfanın içinden kendisinin fırladığını görür!... Yoksul çamaşırcı kadının kızı Nana, toplumun ve hayatın ana-babasına yaptıklarının acısını çıkarmağa and içmiştir sanki. Nana kadınlığını kullanarak bütün toplumdan öcünü alır. O, toplumun tanınmış adlarını, zenginlerini kadınlığıyla dize getirmiş, onları alçaltmıştır. Bu romanda ayrıca erkek tiplemeleri de bize ışık tutar… Bütün olumsuzlukların ana figürü kadınmış gibi bir imaj da yanlış… Gerçekten erkek merkezli bir dünyada yaşıyoruz… Ama kadınlar da yavaş yavaş faturaları ödetmeye başladılar… 256) Emıle Zola, Nana, çev. Adnan Cemgil, İstanbul, Altın Klasikler, 1972, sh. 8 160 Nana’nın birinci özelliği: “Erkekleri böyle peşinden koşturmak hoşuna gidiyordu.257” Galiba İslami mânada mahremiyet tasavvurunun olmadığı her türlü toplumsal kadın-erkek aktivitelerinde, bu oyun, şu veya bu derecesi ile temel bir kural gibi geliyor… Kaçmak-kovalamak megalopolis hayatının tuzu biberi oluyor… Çılgın bir mekaniksel rutin hayatının hoş bir yaratıcılık alanı olsa gerek… İş hayatında, sadece üstün olmak ve hükmetmeye dayalı bir zihinsel oluşumun estetik çeşnisi… Diğer bir özelliği: “Tam hazır olduğu sırada Nana, eteğini, ters çevrilmiş bir koltuğun ayağındaki makaraya taktı, kumaş boydan boya ayrılmıştı. Bunun üzerine öfkesinden ağız dolusu küfretmeğe başladı; zaten hep onun başına gelirdi böyle aksilikler.258” Ne kadar çok insanın ortak davranışıdır… Tipik bir, eşeğini dövemeyen semerini dövermiş mekanizması. Hayatı dövemeyen, ağzı dili olmayan bir nesneyi döver… Telefonda patronundan azar işiten, bir çalışan telefonu yere çarpar… Yön değiştirme veya kaydırma. (Displacement) Nana çileden çıkar ve: “Sonra budalaca bir namusluluk nöbetine tutuldu, herkesin kafasını şişirerek iyi duygularını sayıp dökmeğe başladı; oğluna sağlam bir din eğitimi verecek, kendisi de bundan sonra doğru yola girecekti. Sofradakiler onun bu sözlerine gülerken, büyük lâflar ediyor, söylediğine inanmış bir burjuva kadınının ciddiliği ile başını sallayarak insanın ancak düzenli bir yaşayışla zenginliğe kavuşabileceğini, bir ot minder üstünde ölmeğe niyeti olmadığını söylüyordu.259” Böyle günaha batmış bir Dostoyevski tipinin sözlerinin en azında samimiyetine güvenebilirsiniz, ama bir burjuva kadının nedametine asla… Ben bugünkü Rusya’dan bahsetmiyorum… Çünkü burjuva, kadını erkeği ile, hayatı trajik olarak kavrama yeteneğini yitirmiştir. Çünkü can evinden, ruhundan hastadır… Bütün hayatı simülasyon… Sanal bir âlemde yaşar… Bütün derûnî hayatı, iç 257) A.g.e. sh. 69 258) A.g.e. sh. 102 259) A.g.e. sh. 221 161 yaşantısı protezdir… Bu tespitleri erkeklere de teşmil edebilir miyiz? Kuşkusuz, aynı hayat tarzını paylaşan bütün insanlar, onun gereklerinde de ortaktırlar. Hatırlayın Baudelaire’i, Nietzsche’yi…. Hemen hemen aynı tarih dilimleri…. ”Bununla beraber lüks içindeki bu sarayında Nana can sıkıntısından patlıyordu. Gecenin her dakikasında bir erkek vardı yanında, tuvalet masasının çekmecelerine kadar da para doluydu, fırçalar ve taraklarla karışık olarak. Ama bu doyurmuyordu onu, bir boşluk hissediyordu hayatında, can sıkıntısından esneme veren bir boşluk. Hayatı işsiz güçsüz, hep birbirine benzeyen saatlerle biteviye geçip gidiyordu. (Ulaşamadım ama, sanırım burjuva kadınlarını oyalamak için kermes, fakirlere yardım, hizmet gibi faaliyetler bu romanın yazıldığı tarihten sonra çıktı, çalışarak rehabilitasyon v.b.). Yarını düşünmüyordu. Yani, karşısına çıkacak ilk dala tünemeye hazır bir kuş gibi yaşıyordu… Hep arabayla gezdiği için, bacaklarını kullanma alışkanlığını kaybetmişti. Küçük bir kız çocuğunun gülünç zevklerine kaptırmıştı kendini; mücevherlerini öpüyor, budalaca eğlencelerle vakit öldürüyordu… Sonra böylece kendini bırakışı içinde, sadece güzelliğinin üstüne titriyor, sürekli olarak vücuduna bakıyor, yıkanıyor, kokular sürünüyor…260” Çiçeklerle konuşma, hayvan sevgisi (!) v.b. insandan nefretin bir kefareti mi? Ve bir megalopolisin burjuva kadınının sanırım eylem zembereğinin en temel motifini veriyor Zola bize, Nana’nın ağzından: “ …… Şunu kafana iyice yerleştir: serbest olmak istiyorum.261” Daha önceki sayfalarda da hamile kaldığı için sorar: “Yani insan, başına bu kadar iş açılmadan keyfince yaşayamayacak mıydı?262” Biz Nora vesilesiyle kısmen temas etmiştik daha önce… 260) A.g.e. sh. 347 261) A.g.e. sh. 468 262) A.g.e. sh. 418 162 Fakat insanın bio-psişik varlık yapısından fışkıran soruları insan bastırabilir, daha doğrusu bastırdığını sanır (represyon, süpresyon) ama orada hayatiyetleri devam ederler, kar altındaki tohum gibi, kül altındaki ateş gibi… Hiç umulmadık bir anda çok daha güçlü olarak karşımıza dikilirler, onları kandırıp gönderemeyiz eskisi kadar kolay… Yüzleşmek zorundayız… Herkes insandır ve reel fenomenler kendisini terk ettiği anda bu sorulardan kendini kurtaramaz… Nana ”Sevgilim, Allah’a inanıyor musun? diye sordu… Yüzünde derin bir din korkusunun izleri belirmişti. Sabahtan beri hep içinin sıkıldığından söz edip durmuştu. Budalaca bir ölüm ve cehennem korkusu kurt gibi kemiriyordu yüreğini. Zaman zaman, geceleyin, böyle çocukça korkulara kapılır. Gözü açık korkunç kâbuslar görürdü. ”Ve sordu:{“Söylesene, cennete gider miyim ben dersin?” Bunu söylerken bütün vücudu ürpermişti. Hıçkırıklar arasında : “Ölmekten korkuyorum… Ölmekten korkuyorum..” diyordu… Elbette kimseye bir kötülük ettiği yoktu, bundan başka boynunda her zaman, içinde Meryem ananın resmi bulunan bir madalyon taşırdı… Ama bu önceden yazılmıştı: evli olmayan ve erkeklerle düşüp kalkan kadınlar cehennemi boylayacaktı. Şimdi çocukluğunda okuduğu din dersleri bölük pörçük hatırına geliyordu. Ah insan ne olacağını doğru olarak bilebilseydi. Ama gel gör ki kimsenin bir şey bildiği yok….. Ağır ağır: “Ölünce çirkin oluyor insan” dedi. Yanaklarını sıkıyor, gözlerini fal taşı gibi açıyor, nasıl olacağını görmek için çenesini geriye doğru çekiyordu. Yüzünü böyle bir ezip büzdükten sonra “Bak! Kafam nasıl küçülecek” diyordu… Genç kadın ağlamaya koyuldu… neden olduğunu bilmeden dişleri takırdıyordu.263} Nana sayesinde herhangi bir dinin özü kaybolunca, kabuğa ait üretilen ritüellerin ne kadar önemli olduğunu idrak ediyoruz… Ölüm şuuru tarafından sürekli rahatsız edilen, her vesile ile acizliğini, yetersizliğini idrak eden insan, soyutlamalarla kendine transandantal bir yüce varlık inşâ ediyor… İşte biz ısrarla 263) A.g.e. sh. 415 163 bu inanılan varlığın Cenab-ı Hakk olmadığını iddia ediyoruz. Bugün Müslümanların önündeki en büyük tehlikenin bu yanılgı olduğunu düşünüyoruz… En büyük tehlike küfr-i hâfî… Gizli küfür… Spengler’in para, basın, demokrasi ve aralarındaki ilişkiler konusunda da dikkate değer fikirleri vardır. Bu konuları temellendirirken yine kültür, medeniyet ayrımı üzerinde inşâ eder düşüncelerini… Şu soruyu sorar: “Dünkü kültür politikasına karşı, bugünkü medeniyet politikasının ayarı nedir?” ve sorunun cevabını şöyle verir: “Medeniyetin gücünü temsil eden, mücerrede hizmet eden gerek klasik söz sanatı (retorik-belâgat) ve gerekse Batı basını için, paradır. Halkın varlığının, tarihî şekillerin içine göze batmadan giren, çoğu zaman bu şekilleri yok etmeden ve hattâ rahatsız etmeden, para ruhudur.264 der ve devam eder: “Kasaba akıl ve para demektir; onunla karşılaştırılırsa taşra geri ve dar kafalıdır. En sonunda kasabanın kendisi, küçük veya büyük megapolisle karşılaştırıldığı zaman geri ve dar kafalıdır.265“ Spengler’e göre; tamamen serbestliğe kavuşmuş aklın vahşi bir sembolü yükselir, bir damarı yükselir; bütün tarihinin sona erdirdiği merkez olarak dünya şehri ortaya çıkar. Spengler’e göre akıl, teknolojiyi yaratan, bir unsurdur… Oysa para ise, yönetir. Artık megalopolis döneminde akıl son amacına ulaşmıştır… Hiçbir şeyden şikâyete hakkı yoktur… Sonunda içinde bulunduğumuz uygarlığı, çöküşe mahkûm bir uygarlığı yaratmıştır. Medeniyetin tam verimliliğe ulaştığı cosmopoliste; “Para ve akıl en büyük son zaferlerini kutlarlar. Bu insan gözünün ışık dünyasında gösterilen en suni, en maharetli, en mucizevî olaydır; pek kurnazca olmayan, doğru olmak için fazla iyi olarak kozmik oluşumun imkânlarının hemen hemen ötesinde kalır266” 264) Batını Çöküşü, sh. 48 265) A.g.e. sh.331 266) A.g.e. sh. 507 164 İnsanlar şu veya bu teoriden değil de teoriye olan “inanç”tan vazgeçtiler… XVIII. Yüzyılın iyimserliğinden vazgeçtiler… Herhalde bu noktada modernitenin yarattığı aşırı iyimserlik ve sonrasında ortaya çıkan hayal kırıklığı bunda etkili oldu… Doğu toplumlarında “Batı’nın Çöküşü”nün Batı’daki kadar reel karşılığı olmayışının birçok sebepleri var… İzlenimlerime göre bunlardan birincisi Doğu toplumlarında, Türkiye dâhil; sistematik, köklü bir tarih, medeniyet, kültür ve devlet tasavvurunun olmayışı… Çünkü Doğu zihniyeti devlet kurmayı, bir kültür ve uygarlık inşâ etmeyi çadır kurmak sanıyor… Toplumsal bilinçaltında çadır fenomeninin derin izleri var… Orta Asya’dan miras kalan… Devleti, uygarlığı da çadır sanıyorlar… Çadır gibi de yıkılır sanıyorlar… Bu izlenimlerim akademisyen çevremden edindiğim izlenimlerden oluşuyor… Halen insanlarımızın büyük bir kısmının “ tanrının öldüğün “ den haberi yok! Diğer bir sebebi, Batı uygarlığının oluşum aşamasının sıkıntısını, çilesini, imkânını, mutluluğunu, mutsuzluğunu Batı yaşadı… Hayalleri donduran teknolojik değişim Batı toplumlarında tarifi imkânsız bir iyimserlik meydana getirdi… Bir eförü.. Çünkü gerçek hayali aşıyordu… Fakat unutmayalım ki, her depresif safhanın bir sonu, bir mani aşaması vardır… Kısacası bir nimet külfet dengesi… Reel veya hayalî teknolojinin nimetini Batı yedi, bugün de aynı oranda bunalımını, endişesini, sıkıntısını, boğuntusunu yaşıyor… Doğu toplumlarının olumsuzlukları da, nimetten istifade ettikleri oranda… Zamanın birinde kadın hamama gitmiş, ter içinde yıkanıyor… O sıra bir haber geliyor, kocan donarak öldü. Kadın hayret ediyor, donacak soğuk da yok ya! Bu yaklaşımım biraz mekanik, naiv gibi geldi… Üzerinde düşünmem lâzım… Düşün de yaz! Ama düşünme bitmiyor ki! Atalarımız ne güzel (!) söylemişler: “Düşün! Düşün! Berbat işin.” Çünkü aynı güçte argümanlarla çevrenin, olumsuzlukları merkezden daha şiddetli yaşadığı savunulabilir… Mukallidin, 165 musahhihin; müelliften daha çok çile çektiği söylenebilir… Yeniden inşâ tamirden kolay, denebilir… Bu araya şu mütâlaamı da sıkıştırmak isterim ki; ikincil konularda şüpheci bir yaklaşımı ilke edinenler, bu konulardaki şüpheleri oranında, itikadî meselelerde pazarlıksız iman ve teslimiyete yönelir… Ben imanla şüphe arasında bir illiyet bağı kurmak niyetinde değilim.. Fakat biraz da yaşadığın hayatı sorgula!... Hayatı sorgulamıyorsun! Diyoruz… Sonra bu ikincil konularda çok iddialı olma… Yanılsan ne olur? Dinine mi zararı var? İmanına mı? Yalnız fikir namusuna sahip bir insan gibi davran…. Şunu bil ki, her şeyi bilmek zorunda değilsin! Ama Allah korusun, birincil meseleler hakkında korku içinde bir şüpheyi barındırıyorsun içinde… Onun için de ottan çöpten, hayvanlardan, hayat kitabından imanına destek arıyorsun! Bu dünyada “paradan” başka düşünülmeye değer hiçbir konu yok mu?... Dün bir kanalda belgesel programında, bir kelebeğin oluşumunu harikulâde bir teknikle çekmişler… Onu seyrettim… Defalarca “Alahü Ekber” ta benliğimden, DNA’larımdan fışkırdı… Hikmet-i ilahî dedim… Sadece tebessüm ettim… O muhayyileyi yakan kelebeğin oluşumu olduğu için, Allah’ın mevcudiyeti gerçek değil! Allahü Zü-l-celâl Hazretleri her şüpheden beri, var olduğu için o kelebek var!... Allahü Zü-l-celâl Hazretleri hiçbir sebebe muhtaç ve bağlı olmadan var olduğu için, hayatta bizi hayran bırakan tecelliler var!... Tüm yönlerden gören gözlere (sıradan bir insanın gözünden, izlenimlerinden bahsediyorum, sadece derinliğine bakmasını bilenlerin gözünden… Allah korusun Bâtıni bir manası yok.) hikmetler, tecelliler yağıyor… Her söylediğimizden kuşku duyar olduk!... Herkes keramet, rüya, ilham, keşif peşinde… Herkes olağanüstü hal avcısı… Herkes çadır tiyatrolarında şapkadan tavşan çıkarmak peşinde… Herkes de inanmaya hazır! Siyasî manada olağanüstü hal kalktı… Fakat psikolojik alana kaydırıldı… Batı toplumunun bunalımı merkezde mi daha şiddetli? Yoksa meydana getirdiği tusunamide mi? Depremin merkezindeki 166 tahribat? Etki alanındaki tahribat? Batı toplumunun doğal oluşum süreci içinde ortaya çıkan; iki-üç yaşında başlayan bir kız çocuğu için dansın ifade ettiği anlam ile; ileri yaşlarda dansa başlayan Batı uygarlığı dışındaki bir genç kız veya delikanlı için ifade ettiği etik, estetik, psikolojik anlam ve sorunlar aynı mıdır? Bütün hayat tarzlarına, davranış biçimlerine teşmil edilebilir… Bir de bizim gibi “haritada deniz görmüş, boğulmuş” olanlar var… Batı’yı felsefesi, sanatı, bilimi vasıtasıyla tanıyanlar… Bizler de tuhaf insanlarız!... Çünkü biz Batılı insanı kendisinden daha iyi tanıdığımıza inanıyoruz… Çünkü biz, Batı Uygarlığını içinde yaşayandan daha iyi anladığımıza inanıyoruz!... Ve aynı zamanda çeşitli statülerle; akademisyen, öğrenci, işçi v.b. Batı’da uzun yıllar kalmış olanların içinde de facto olarak yaşadıkları kültürü, insanı tanıyamadıklarına şahit olduk… Galiba “kalmak ”la, “yaşamak” ayrı ayrı kategoriler… Bakmakla, görmek gibi… Demokrasi meselesi ayrı netameli bir konu! Bizim “Kavramsal Totemizm” olarak kavramsallaştırdığımız duruma tam karşılık geliyor… Bu deyimi kısmen Durkhiem’in “Din Hayatının İptidaî Şekilleri267” isimli eserinden esinlenerek ürettik… Kısacası kavramların muhtevaları hakkında; ciddi, derinliğine muhasebe yapıp, manalarını içselleştirmeden onları totem haline getirmek… Ve çok ekstrem, provakatif, bir örnek vermiştim… ” Hürriyet Şairi “ Namık Kemal “Hürriyet”i anlamaz, diye… Nitekim, O da, “hürriyetin aşkının esiri” oluyor, sonunda kendi ifadesi ile…. 1856 yılında İngiltere’de “hürriyet” adıyla gazete çıkarıyor bizimkiler… Yani bizim âcizâne “Kavramsal Totemizm” tezimize göre kavramlara mistik, metafizik anlamlar yükleniyor… Muhasebesiz, çilesiz, son derece sığ Türkiyeli yarı-aydın için her mesele “Demokrasi Sorunu”…. Yağmurda caddeleri su mu basıyor, tam da bir demokrasi sorunu… Biraz değişiklikte yapıyorlar: “Katılımcı Demokrasi” sorunu… Ailede şiddet mi var? Aile de katılımcı bir demokrasi olmadığı için… 267) E. Durkheim, Din Hayatının İptidai Şekilleri, çev. Hüseyin Cahid, İstanbul, 1925, 167 Niçin bizim mahallenin takımı hep kaybediyor? Takım kadrosu, tüm mahallenin oyları ile, katılımcı ilkelere göre tespit edilmediği için… Lütfen mübalağa ettiğimi söylemeyin… Irkçı zihniyetle yavaş yavaş filizlenmeye başlayan, Cumhuriyetle birlikte üzerine benzin dökülen yüz yıllık Kürt meselesinin çözümü: katılımcı demokrasi… Demokrasinin elinde Sokrat’ın kanı var… Peki, padişahlık mı istiyorsunuz? Etik bir soru değil! Amiyane bir ifade ile belden aşağı vurma, boksta…. Hâlbuki yasak… Önce şuna aklınız ersin, ondan sonra konuşalım: “Demokrasi, eğer kendi alternatiflerini parantez içine alırsanız, rejimlerin en kötüsü… ”Önce putunuzun, toteminizin yüzünü çamurla bir kirletelim ondan sonra tartışırız…. Birinci operasyon: desakramentasyon… Kutsaldan arındırma… Nihayet tartıştığımız felsefî, sosyolojik, siyasî bir kavram… On yıllarca önce özellikle işlevsel perspektiften şöyle bir tespit yapmıştım halen doğruluğuna inanıyorum: “Demokrasi; büyük çapta Siyonist orijinli evrensel sermayenin, egemenliğini pekiştirerek sürekli yeniden üretmenin bilimidir…” Buradaki “bilim” kavramındaki ironiyi, epistemolojideki yeni yaklaşımları veya en azından Feyerabend’ı hatırlarsanız haklı göreceğinizi umuyorum! Tanımımız ise: Vatandaşlarının ülke siyasasında kendilerinin söz sahibi oldukları vehmini yaratan sisteme, demokrasi denir. Bu vehim ne kadar derinliğine ve genişliğine yaratılıyorsa sistem o kadar demokratik, o kadar başarılıdır… Bu bakımdan Türkiye’de mükemmel bir demokrasi var… Seçimlere katılım oranlarını; Amerika, Avrupa, Japonya gibi ülkelerle karşılaştırın… Ayrıca Türkiyeli dincilerin demokrasi ile en ufak bir sorunları yok! Çünkü onların Şeriat-ı Garrâ-yı İslâmiyye ile çok ciddi ve derin meseleleri var… Ve Türkiye’nin öncülüğü ve yardımları ile bu mesele tüm İslâm ülkelerinde Müslümanlığın içten çözülmesi ile çözümlenmektedir. Niyetimiz topunuzu alıp kaçarak oyununuza son vermek değildir, zaten öyle bir gü168 cümüzde yok, fakat kendinizi bu kadar bu oyuna kaptırmayın… Çocuklar mahallede öyle bir oyuna dalarlar ki; akşam namazı geçer, yatsı geçer farkına varmazlar… Bu kitaplık bir mesele… Fakat Müslümanları hiç değilse şu ayet-i kerimeyi tefsirleri ile birlikte; teennî içinde, tefahhus, tefehhüm ve tefekküre davet ediyorum: “Yer(yüzün) dekilerin çoğunluğuna uyarsan, seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar yalnızca zannın ardından gider ve sade atarlar268” Sen! Sen! “ election”u, “seçim” diye çevirdin… … Tekrarlıyoruz, hiçbir uygarlığın kavramları başka uygarlığa tercüme edilemez… Ama bir savunma marjı var… Ama sen o kadar hayâsızsın ki, her türlü insanla omuz omuz katıldığın “seçim”e “biad” dedin… Hiç Hak’tan korkun, halktan utanman yok mu? Spengler sürekli para, maddî güç, demokrasi arasındaki ilişkiyi irdeler: “1700 yılına kadar izlenebilen itibarlı İngiliz politikacıları her değişiklikte politikacının alışveriş yaparmış gibi oy topladığını, bir oyun bedelinin bir dönüm arazinin bedelinin bir dönüm arazinin fiyatıyla eşit olduğunu söylemiştir…… Fakat yine İngiltere’de politikada para, en tereddütsüz tarzda kullanılıyordu.269” Demokrasinin beşiği olan İngiltere’den bahsediyoruz… ”Demokrasinin başlangıcındaki soylu fikir ve ahlak önderlerinin yerini, şimdi gözünü budaktan esirgemeyen ve aydın olmayan politikacılar alır. Bir patronu bir başkası devirir. Kavgalar huzursuzluklar ve güvensizlik müzminleşir270” Spengler’e göre insanlar paranın hâkimiyetinden, çekişmelerden tiksinirler, yorgun düşerlere yeni bir kurtarıcının gelmesini beklerler. Çok daha acımasız bir yaklaşımla şöyle diyor “ Kütlenin düşüncesi, dolayısıyla hareketi demirden bir baskı altında bulunmaktadır. Bu nedenle, ancak, insanların okuyucu ve seçmen olmalarına izin verilmiştir: yani çift taraflı kölelik. Halbuki partiler birkaç kişinin itaatli maiyeti haline gelmektedir, gelecek Sezarizmin gölgesi onlara dokunmaktadır. Para aklı 268) En’âm Suresi: 6 / 116 269) Batının Çöküşü, sh. 493 270) Bir Bunalım Çağı. sh. 102 169 mahvettikten sonra, demokrasi para vasıtasıyla kendi kendini mahveder.271” Hâlbuki daha önce Spengler “burjuva” başlıklı bölümde: “Akıl yapar, para ise yönetir272 demişti. Bu yaklaşımına göre Spengler’in, para aklı da yönetmeye kalktığında, aklı mahveder… Biz bunu; sermayenin, bilim ve teknolojiyi de kontrol altına aldıktan sonra, demokrasiyi de kontrol altına alacağı ve de mahvedeceği şeklinde anlıyoruz… {Demokrasi de gerçek nedir? Basının irade ettiği şeydir. Basının buyrukları istediği gerçekleri ortaya koyar, dönüştürür ve değiştirir..273” Bugün insanlar entelektüel bombardımanın etkisi altında korkak yaşıyorlar. Şu tespitler, insanlık adına çok acı ve düşündürücüdür: {Doğru olan nedir? Toplum için sürekli olarak okuduğu ve duyduğudur… Basının arzu ettiği şey doğrudur. Onun yöneticileri uyarır, değiştirir ve başka şekle sokar. Üç haftalık bir basın çalışması sonucunda “doğru” herkes tarafından bilinmektedir.274” Yine önceki sayfalara dönerek, konuyu tamamlamak açısından şu satırların çok dikkatlice mütâlaa edilmesi gereğini özellikle vurguluyorum: “ …. Aktüalitede kamuoyunun özgürlüğü, kamuoyunun hazırlanmasıyla ilgilidir ki bu da para ister; ve basın özgürlüğü kendisiyle birlikte basının sahip olma meselesini getirir ki bu da yine para işidir; seçim hakkıyla birlikte seçim propagandası gelir ki burada da parayı veren düdüğü çalar. Fikirlerin temsilcileri sadece bir tarafa bakarlar; para temsilcileri öteki yönünü görürler. Liberalizm ve sosyalizm kavramları ancak para vasıtasıyla etken bir duruma getirilir.275” Bu satırlardan sonra sizin de ufkunuzu simsiyah bulutlar kapladı mı? Veya ufku daha önce tozpembe görüyor idiyseniz hiç değilse pembelikler dağıldı mı? Kuşkusuz bir düşünürün 271) Batının Çöküşü. sh. 531 272) A.g.e. sh. 493 273) Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri, sh. 102 274) Batının Çöküşü, sh. 529 275) A.g.e. sh. 492 170 mütâlalarını olduğu gibi kabul etmeyeceğiz ama kişisel bilgi ve görgülerimizi bir daha yeniden değerlendirince; sermayeiktidar-basın ilişkilerinin sorgulanmaya değer olduğu kanaati uyanmıyor mu? Bu arada bilim ve teknolojinin yeniden değerlendirilmesi gerekmez mi? Hele günümüzde sözüm ona bilimin sırf ticarî maksatlarla insan sağlığı ile oynadığını fikir namusuna sahip bilim adamları dile getirmiyorlar mı? Ben sadece işaret etmekle yetiniyorum ama bol miktarda örnekler var… Spengler’in ilginç yaklaşımlarından biri de “İkinci Dinsellik ”in başlayacağı… ”İkinci dinselliğin materyali, ilk, asıl ve genç dinselliğinkiyle aynıdır ancak ikincisinde tecrübe ve ifade edilmiştir. Rasyonalizmin çaresizlik içinde solmasıyla başlar, sonra ilkbaharın şekilleri gözle görülür hale gelir ve nihayet ilk inancın yüce şekillerinden önce gelmiş olan ilkel dinin tüm dünyası, bu safhadaki her kültürde bulunabilen popüler senkretizmi276 biçiminde güçlü olarak temellendirmek277” Rasyonalizmin kendine atfedilen işlevleri yerine getirememesi, çaresizliğinin anlaşılması ile ikinci dinsellik başlar… Ve aynı biçimde “fiziğin imkânları tükenmiştir ve metafiziğe olan açlık kendini taptaze gösterir278” Bütün bu durumlar daha önce işaret edildiği üzere büyük kültürlerin uygarlık aşamasına geldikten sonra ortaya çıkar: {Bıkkın ve hayal kırıklığına uğramış, güvensiz ve belirsiz, yaratıcılıktan uzak ve yorgun olarak, “kütleler” canlandırılmış eski ya da yeni bir dinsellik biçiminde kurtuluş ve zihin huzuru aramaya başlarlar – mistiklik, teosofi, gnostiklik, astroloji ve (yerli ve yabancı) din kültleri, tarikatlar, “ kurtarıcıları” ve “ Mesihleri” olan hareketler. Buna paralel olarak, arıklanmış – eski ve yeni– bir ahlâk İncilleri, öğreticileri ve (sevgi, kardeşlik, barışçılık vb.) hareketleri dalgası yükselir…279” 276) Farklı görüşleri birlikli bir düşünce sistemi içinde uyumlu hale getirme tavrı. 277) Batının Çöküşü, sh. 465 278) A.g.e. sh. 466 279) Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri, sh. 106 171 Biz çalışmamızı Danılevski ve Spengler’le sınırlandırdık. Ama bütünlüğü sağlamak için Arnold J. Toynbee, Walter Schubart, Nikolay Berdyaev, F.S.C. Northrop, Alfred L. Kroeber ve Albert Schweitzer v.b. üzerinde de durmak gerekirdi… Muhasebesini yaptığımız ve ismini andığımız düşünürleri de genel olarak değerlendirdiğimizde, şu veya bu argümanlarla “Batı’nın Çöküş” içinde olduğu ileri sürülmektedir… Bu tezi kabul edersiniz, etmezsiniz… Ederseniz kanıtlarınız farklı olabilir… Organik bir uygarlık anlayışına sahip olabilirsiniz… Her uygarlığın bir doğum, gelişme ve ölüm aşamaları olduğunu kabul ederseniz, Batı uygarlığının bu son safhasında olduğunu ileri sürebilirsiniz… Veya Batı uygarlığının iç dinamiklerindeki zaaf dolayısıyla yıkılmakta olduğunu iddia edebilirsiniz… Benim kanaatime göre de Batı uygarlığı bir çöküş içinde… Organik teoriye başvurmadan; bu uygarlığın İç Dinamikleri itibariyle kendini yenileme iradesinin sonuna geldiğini, bu sebepten XVIII. Yüzyılda çöküşün bütün emarelerini göstermeye başladığını ve bunların zamanla alâmet aşamasında ortaya çıktığını görüyoruz… Yalnız Batı medeniyeti dışı aktörler bakımından meseleye yaklaşırsak; bu uygarlığın zaaf ve yıkılma işaretleri göstermesinde onların bir rolü olmadığını düşünüyorum… Veya Batı uygarlığının çökmeye başlamasında diğer uygarlıkların rolü olmamıştır… Halbuki İslâm Uygarlığı ve bir cüzî olan Osmanlı uygarlığının yıkılmasında Batı uygarlığı doğrudan müdahil olmuştur, derken bu tespiti, Batı açısından olumsuz, suçlayıcı bir değerlendirme olarak almamak lâzım… Hatta ben “geri bırakılmışlık” yaklaşımını da tam olarak kabul edemiyorum… Gerçi bu anlayış son çağlardaki XVIII-XIX. yüzyıldaki emperyalist yaklaşım açısından ileri sürülürse kabul edilebilir… Fakat milattan bin yıl önce lif lif örülmeye başlayan bir uygarlık… XIII. Yüzyılın ortalarından itibaren Roger Bacon (1210-1294 ), Ockham’lı William (ö. 1349) ve Don Scotus 172 (1270-1380) ve… Birikimlerinin son bir muhasebesini yaparak korkunç bir hamle yapıyor… Renaissance ve… Ve tam Selçukluların son, Osmanlı Devleti’nin ise kuruluş yılları… Osmanlı fetihleri… Edirne, 1362, Filibe ( Philippos/Plovdiv) 1363, Dubrovnik 1365, Niş 1371, Sofya 1368… Burnumuzun dibinde Batı uygarlığı yavaş yavaş mayalanıyor, fakat bizim haberimiz yok!... Adriyatik sahillerine kadar iniliyor, Renaissance’ın anayurdu olan İtalya’ya mesafeniz bir adımlık… Bu Batı değerlerini almamanın değil; onun muhasebesini yapamamanın, onunla hesablaşamamın hicranıdır bizdeki… Siz onunla hesaplaşamazsanız, o, sizin hesabınızı görür… Buyrun! Bugün kadınlarımızın iç çamaşırları dahi Batı konseptine göre dizayn edilmiş… Biz meseleyi bir uygarlık meselesi olarak göremedik… Ve hala da göremiyoruz… Merhum bir ağabeyimizin yaklaşımı, ruh MRımızı ne güzel veriyor… Çirmen mevkiindeki muharebeyi anlattıktan sonra “Bu muhârebe, Osmanlı fütûhâtına karşı vukû bulacak Balkan mukavemetini tamâmen kırmış ve Makedonya’nın zaptını hazırlamıştır. (1371) Bu gâlibiyetten istifade eden Osmanlı akıncıları Adriyatik sâhillerine ve Yunanistan yarımadasına inerek düşmanın iktisâdî menbâlarını kemirmeğe, harb gücünü ve mukavemetini kırmağa devam ettiler.280” İşte şu kısa alıntının analizini yaparsanız, sadece fütûhâtla sınırlandırılmış bir zihniyet yapısı… Eğer ki, temel gaye “ilâ-i kelimetullah” idi, derseniz… Şunu unutmayalım ki, ilâ-i kelimetullah’ın sadece vasıtasıdır fütûhât… Siz, fütûhâtı amaç haline getirirseniz sonuç bu olur!... Ayağımızdaki çoraba, cebimizdeki mendile kadar gavur hakimiyeti… Burnunuzun dibinde, İtalya’da kazanlar kaynıyor… Bir uygarlık pişiriliyor, haberimiz yok… Ayrıca Kolonizatör Türk Dervişleri, (Ömer Lütfi Barkan, tarihsiz) bu üzüntümüzü daha da artırıyor… Kahroluyoruz… Bu kadar mükemmel bir organizasyon, niçin çevrenin fikri haritasının çıkarılması için kullanılmaz? Anlaşılır gibi değil! Çok iddialı ve çok üzücü bir tespit ama İslam’ı tenzihen düşün280) Ziya Nur Aksun, Osmanlı Tarihi, İstanbul, Ötüken Yay. 1994, sh. I / 59 173 düğümüz için, hatır gönül dinlemeden söylemek borcundayız ki; Osmanlı bütün meseleleri güvenlik açısından değerlendirmiştir. Muhterem Sezai ağabey de… ”Osmanlı İmparatorluğu Batının yüzlerce yıl süren saldırışlarına iyi dayanıyordu. Ta Batı, büyük endüstriyi kurup o yolla Osmanlı Devletinin çevresindeki bütün ülkeleri sömürge yapıncaya, Osmanlılara fikrî ve maddî gücünü bütün yenilikleriyle toplu olarak yöneltinceye kadar. Osmanlılar bu hareketin karşısına içten dayanışmalı yeni bir güçle çıkamadılar. Çıkamadıkları için gün geçtikçe batının diyeceklerini dinlemeğe başladılar.281” diyor… Aynı şekilde medeniyet meselesi olarak değerlendirmiyor... Nerdeyse merhum Ziya Bey doğrultusunda bir yaklaşım… Batı ile halen hesaplaşamadık!... Bir tam muhasebe yapsaydık galiba şu gerçeği görebilecektik: Osmanlı uygarlığının yıkılmasına Batı uygarlığı sebep olmuştur… Yalnız Sezai Bey’in sandığı gibi değil… Bir kere “büyük endüstri” diye bir kavramsallaştırma yok! Bu konuların çilesini çekenler ”I. Sanayi devrimi” ifadesini kullanır… Ayrıca I. Sanayi devrimi sebep değil, sonuç… Sezai Bey’in ciddi bir tarih tetebbuatı da olmadığı için yanlış tahliller yapıyor… Bütün amacım hastalığı teşhis edebilmek… Hayal âlemine dalalım… Dünyayı XIII. Yüzyılın başında durduralım… Şartlar hiç değişmesin… Başta felsefe, bilim, teknoloji… Bütün evren o günkü değerlerle yaşıyor… Statik… Osmanlı Devleti yıkılır mı idi? Ben yıkılmayacağını iddia ediyorum… Burada ulaştırmak istediğim mesaj; Osmanlı devleti değişimi sezemedi… Doğan yeni şartlara uyum sağlayamadı… Ve yeni şartlar statik yapısında fay hatlarının meydana gelmesine, sonra da bunların birbirleriyle çarpışmasına sebep oldu… Tefekkür hayatı İslâmî ölçüler içinde kendini yenileyemedi… Burada muhasebesi yapılması gereken temel konulardan biri de; Osmanlı devletinin kurulduğu zaman diliminde İslâm te281) Sezai Karakoç, Yazılar I. İslâm, İstanbul, Fatih Yay. 1967, sh.49) 174 fekkürünün durumu!? Eğer ki; İmam Gazali’ (1058-1111) den sonra büyük İslâm mütefekkiri yetişmemiş ise ki; bizim kanaat-i âcizânemiz o merkezde, Osmanlı Devletinin nasıl bir yaratıcı tefekkür iklimi kurması mümkün olacaktı? Hayatın değişen şartlarını tefekkürle nasıl aşabilir idi ki? Bu sorular sürünün sandığı gibi, bilmece yöntemleri ile halledilemez… Buradan şu noktaya geliyoruz ki; eğer bizim tahlilimiz doğru ise, o zaman Batı dışı uygarlıkların, işaret edilen boşluğu, çöküşün yerini doldurmasından söz edilemez… Çünkü eğer Batı uygarlığı başka bir uygarlığın ortaya çıkması ile çökmeye başlamış olsa idi, yıkan uygarlık kendi değerlerini hep yeniden üreterek bu boşluğu doldurabilirdi… Ama şimdi… Kendi iç çelişkileri ve bu sorunları çözen diyalektik özelliği buharlaşmış bir uygarlık… Biz simsiyah, zifiri bir karanlığın içerisinde kaldık… Reçeteler vermek, kolay çözümler üretmek leke sabunu satıcılarının, bir de çilesiz düşünürlerin (!) işi… Japonya’dan, Çin’den, Rusya’dan bahsetmeyin, onların her biri de Batı uygarlığının hem de düşük çocukları… Yeni uygarlık yaratma yeteneğine sahip değiller… Peki, bu durumda İslâm âlemi! İslâm medeniyeti? Merhum Üstadımın ifadesi ile imkânlar âleminde eşşekçe ümitlere yer yok! Fakat mâverâ âleminde ümitler her zaman canlı! Her zaman yemyeşil! Mâverâ âlemi, rahmet âlemi… ”Namaz, niyaz, gözyaşı içinde bekleyiniz! “ 175 ARAYIŞ (ARAYAMAYIŞ) Batı uygarlığının çöküş içinde bulunduğunu, teknik başarıları dışında bütün değerler sisteminin tel tel döküldüğünü, epridiğini, güve yemiş bir kumaş gibi delik deşik olduğunu (traviyal), sudan bir doğruluk; birazcık düşünebilen, orta kalitedeki her insan tarafından kabul edilen bir olgu olarak alıyoruz. Yeni doğan dünyanın ortaya çıkan problemlerine dar geliyor Batı değerler sistemi artık. “Değerli dostum, bütün nazariyeler soluk olduğu halde, hayatın altın fidanı yeşildir.1” Bir tarafta değişen hayat ve doğurduğu yeni yeni sorular, sorunlar! Antik Grek dünyasından miras alınan “değişme” ve aynı “ değişme”nin geometrik diziyle artması!.. Batı uygarlığı ortaya çıkan problemlere, cevap aranan temel sorulara cevap verebilme imkânını kaybetmiş durumda. Batı uygarlığı diyalektik; üretici, yaratıcı, değerler inşâ edici özelliğini kaybetmiştir. Modernite, özellikle de Aydınlanma, insana bir deli gömleği giydirdi… İşte postmodernite, insanlığın bu deli gömleğini yırtma hamlesidir. Ama çatır çatır yırtma!... Kırarak dökerek yırtma! Ama gömlek o kadar sağlam, o kadar mukavim dikilmiş ki; ancak böyle yırtılabilirdi! Şimdide gömleksiz kalma endişe ve dehşeti içinde tiril tiril titriyoruz… Daha önce ki yaratıcı yıkıcılık (creative-destruction. A. J. Schumpeter ‘1893 – 1950’) da olsa, yaratıcı bir yanı vardı… Şimdi ise sadece yıkıyor!... İmha ediyor! 1) Goethe, Faust, çev. Recai Bilgin, Maarif Vekaleti, 1941, sh.85 176 Ortaya çıkan yeni sorular ve yeni sorunlar, karşısında sadece sessiz bir hayret tavrı almaktan öteye varamıyor. Zaman zaman kendi yöntemi ve görüş tarzı içinde bu tür sorulara yer olmadığını, bu tür soruların anlamsız olduğunu gevelemeye çalışıyorsa da şüphesiz buna kendisi de inanmıyor. Dolayısıyla da inandırıcı olamıyor. Örnek olarak pozitivizmin, metafizik karşısındaki tutumu… Kayıtsız kalmayı denedi fakat başarılı olamadı.. Kaldı ki aynı zamanda tomurcuklanma ve gelişme imkânını kaybeden Batı uygarlığının, insanlığa şimdiye kadar da iç ve dış; madde ve mana âlemlerini ahenkleştirici bir değerler sistemi takdim edemediğini de iddia ediyoruz. Çünkü aşağıda kısaca temas etmeye çalışacağımız gibi, Batı uygarlığı eksik ve çarpık doğmuştur. Etiyle kemiği ile var olan, yaşayan insanı konu almak yerine, yeni “Bir Adam Yaratma” girişiminde bulunmuştur… Belki de, daha doğrusu fıtrata ihanet etmiştir!... Batı uygarlığının yaratıcı gücünü, diyalektik özelliğini kaybettiğini, çöküş içinde bulunduğunu, yeni zaman ve mekâna sahip olma potansiyelinden mahrum olduğunu temel bir doğru olarak aldığımız için bu konuda uzun tartışmalara girmeyeceğiz. Yalnız burada XX. Yüzyılın son çeyreği ile XXI. Yüzyılın ilk çeyreği arasında yayınlanan bazı kitapları sizinle paylaşacağız… Amacımız içinde yaşadığımız çağı farklı perspektiflerden tanıtarak gerçekçi bir tespite yardımcı olmak… Yalnız burada Batının cins kafalarından, çağın gelişimini okuyabilen, öngörü sahibi filozof ve sanatçılardan bir kaçının sadece isimlerini, kitaplarını vermekle ve bir kaç cümle ile düşüncelerini özetlemekle yetineceğiz. Bu kitapların isimleri bile Batı düşüncesinin doruklarında bir asra yaklaşan zamandan beri “Yangın var! Kurtaran yok mu?” gibi bir feryat imajı veriyor insana. Bu yazı on yıllarca önce yazılmıştır… Ve böyle bir kitap listesi vermenin doğruluğu konusunda kuşkumuz vardı… Fakat daha sonraki çalışmalarımız bazı yaklaşımlarımızda değişmelere sebep oldu… Nitekim Taşköprülüzâde Ahmet Efendi’ (1495 – 177 1561) Üsküp’te İshak Paşa müderrisi iken 1532 yılında Arapça olarak yazdığı Mevzuat’ül Ulüm isimli eserinde çok şayan-ı dikkat, analitik ve eleştirel bir yaklaşımla şu tespitte bulunuyor: “Buraya kadar anlattıklarımız, sana bu ilmi ve âlimlerini hatırlatmak içindir. Hiç olmazsa, bu ilimde olan imamların isimleri ve kitapları akıl ve ilim sahiplerince bilinir. Zira asrımızın âlimleri ve zamanımızın muhaddisleri ve fazılları, bu ilimden ancak isimleri bilmek ve sahiplerinden bir parçasını öğrenmektedirler. Eski zamanlarda, hadis âlimlerinin asrı, asırların hülasası, zamanları zamanların esâsı ve süsü idi. Sonra tedricî olarak yavaş yavaş bu şerefli ilim azaldı ve bu ilmin sâhipleri ma’rifet ve kapsamada alîl olmuştur. Bütün ilimlerin de hali böyledir ki, başlangıçta yükselme ve artma ile en yüksek dereceye çıkıp, sonra yine eski haline döner. Belki tamamen kalkar. Nitekim biraz sonra, bu sözün doğru olduğu anlaşılacaktır. … Bundan sonra da gittikçe düşer. İnsanlar hatâ ve kusurlarla meşgul oldukça, cehâlet ateşi alevlenip, ilim tamamen yok olur, eseri ve izi kalmaz. Allahü Teâlâ daraltır ve açar. Dilediğini yapar. Dilediği gibi hükm eder. O Hamîd ve Mecîddir.2” Bu satırlar 1532 yılında dahi medreselerin nasıl bir aymazlık, gaflet ve şuursuzluk içinde olduğunu gösteriyor… Artık kitabın yazarı Taşköprülüzâde Ahmet Efendi; değil kitapların okunması, sadece yazar ve kitap isimlerinin öğrenilmesine dahi razıdır…. Tarihe bir daha dikkatinizi çekiyorum: 1532… Hal böyle olunca günümüzde de “okuma “nın daha az olduğunu düşünerek, yukarda verdiğimiz kitaplara ek olarak bazı kitap, yazar ve küçük özetler vermenin doğru olacağını düşündük! Ayrıca yukarıdaki bir alıntı ile Osmanlı medreselerini ilzam bir aşırı genelleme değil midir? Aşırı genelleme insanı yanlışlara götüren en önemli mantık yanlışlarından biri değil midir? Kuşkusuz, bu sorular meşrûdur!... Fakat şu noktayı arz ederek savunmamızı takdim etmek isteriz ki; biz sadece bir kaynakla iktifa etmedik… Dola2) Taşköprülüzâde Ahmet Efendi, Mevzuat’ül Ulüm, , I / 471 178 yısıyla tespitler bir iki kanıta dayanan aşırı genellemeci spekülatif, konsruktif, duygusal anlam yüküyle meşbû yargılar değildir. Üzülerek belirtelim ki kaskatı gerçeklerdir. Nitekim Gelibolulu Mustafa Âlî Efendi (1541 – 1600) Künhü’l Ahbar’da (yaklaşık 1598) şu başlığı açarak: “Mevlânâ Atau’llâh Muallim-i Sultân Selîm Şâh”. O, günün medreselerinin ve ilim adamlarının halini, hayatını tasvir eder ve şöyle bir mütâlaalar serdeder:” …… Andan Sultân Selîm cenâbına muallim tayin olunup, Manisa’ya teveccüh kılmışlardır. Vaktâ ki Sultân Selîm Şâh mâlik-i saltanat u câh oldı. Monla-yı mezbûrın kudreti günden güne izdiyâd buldu. Ahdâşdan bazı müteallikâtını ayaân-ı ulemâ menzilesine vasıl kıldı. ……Bu minval üzere kudret-i tâamme peydâ idüp beş yıl mikdârı kâm-rân-ı rûzigâr oldıktan sonra 1571 nisanında vefat eyledi.3” II.cilt / Sah. 126 Bir iktibas daha yapıyoruz: 1620 yılında II. Osman’a sunulmuş olabileceği tahmin edilen, yazarı belli olmayan Enderun mensubu olabileceği öngörülen KİTÂB-I MÜSTETÂB’ta da “Ve bu zikrolunan maddelerden mâ’adâ bir madde dahi budur ki Âsitâne-i sa’âdetde olan cemî –i ehl-i menâsib yirmi beş otuz yıldan berû rüşvet tarîkine sâlik olmuşlardır ve rüşveti dahi bir mertebeye iletmişler ki hedâyâ deyu âşkâre kapudan kapuya virilur ve alınur olmuşdur. Eğer ulemâ ve eğer vükelâ-i devlet mâbeynlerinde bir âdet-i hasene olmuşdur ki el- iyâzü bi’llâh mübâh mertebesine iletmişlerdir.“ der ve ulema silkinde olan Efendilerin ahvalleri ki hedâyâ diye rüşvet alırlar, tesbitinden sonra onların mallarını sayar döker ve “Bu takdîrce seccâde-i Resûlullah- da olanlar ahvâlleri bu hallere varınca ve bu makule efendiler su variken teyemmüm ile namaz kılmağa irtikâb idince sâ’ir mîr-i mîran ve mîr-i liva ve hükkâm namında olanların eliyâzu bi’llâh ahvâl-i nâhemvârları takrîr ve tahrîri mümkin değildir ve fi’lleri ma’lûm ve zâhirdir..4” 3) Gelibolu’lu Ali Efendi, Künhü’l Ahbar, Latinize eden: Faris Çerçi, Erciyes Üniversitesi Yay. 2000, sh.II/ 126 4) Kitâb-i Müstetâb, Latinize eden: Yaşar Yücel, Ankara, TTK. 1988,sh. 23,24 179 Hicri 1053/ M. 1643-44 yılında Vezîr-i a’zam Kemankeş Kara Mustafa Paşa’ya arz olunduğu tahmin edilen, Kitâbu Mesâlihi’l-Müslîmîn ve Menâfi’i’l-Mü’minîn, isimli eserde yazar, Bâbu’l-Evvel’de; “Mesâlih-i ulemâ-i izâm, ki nizâm-ı âlem bunlarun iledir” dedikten sonra, ulemâya ne vechile ikram edilmesi gerektiğini anlatır fakat zikredilen tarihteki yürekler paralayıcı şu bilgiyi verir: “… ve nicesi fakîrlikten kitâblarunu satub kara cahil olurlardı.Şimdi dahî bi ‘aynihidir…..5” Uzunçarşılı; “İlmiye Mesleğinin Islâhı Hakkında Muhtelif Tarihlerdeki Emir ve Fermanlar” diye bir başlık açar ve birincil el kaynaklardan kıymetli bilgiler verir. Ve “XVI. Asrın yarısındaki Divan-ı hümâyun mühimme defterlerinde şekavetlerinden sık sık bahsedilen softaların6 ıslâhı hakkında 28 Muharrem 987 (27 Mart 1579) tarihli bir hükümden bir alıntı nakleder: “Bundan akdem softa taifesi kendu hallerinde ve tahsil ve iştigallerinde olmamak, cemiyetler idüp ok, yay ve sair alât-ı harb ile köyler ve kasabalar basıp Müslümanların kiminin taze oğullarını cebren gelüb, alıb gidib fi’il-i şeni eyleyüb umumen ehl-i fesad olanlarının haklarından gelinmek için ümera ve kuzâta ahkam-ı şerife gönderilmişti……..”7 Özet olarak: “Daha evvelki tarihlerde müderrislik kanununa aykırı tek tük yapılan usulsüzlükler istisna edilecek olursa bilhassa XVI. Asır sonlarına doğru hem müderris kalitesi itibariyle ve hem de tedrisat ve talebe cihetiyle medreseler bozulmağa başlamış ve seneler geçtikçe bu bozukluk artmak suretiyle devam etmiştir… bir kısım ulema zâdelere on beş yaşından evvel müderrislik rüûsları verilmesi, medreselerin inzibatı kalmayarak talebelerin para ve rüşvet ile müretteb ulûm görmeden müderris 5) Kitâbu Mesâlihi’l-Müslîmîn ve Menâfi’i’l-Mü’minîn, Latinize eden: Yaşar Yücel, Ankara, TTK, 1988, sh.91 6) Sekiz Tetimme medresesi talebelerine de ( softa) deniliyordu. Osmanlı Devleti’nin İlmiye teşkilatı, İ. Hakkı Uzunçarşılı, TTK Yay. Ankara, 1988, sh. 9; 7) Mühimme defteri, 31, s.143, Uzunçarşılı, sh.242 180 olmaları… Medreselerin bozulmasında âmil olan diğer sebeblerdendir.8” demektedir Uzunçarşılı. Akdağ: “Büyük Öğrenci Hareketlerinin Başlama ve Genişleme Dönemi” genel başlığından sonra, “A. Öğrenci Çılgınlıklarını Yaratan Ortam” ismiyle bir ara başlık ve “I-Medrese Öğrencilerinde Ruhsal Bunalım” diye bir başlık altında, konuyu genişliğine işler. 7 Temmuz 1572’de Bursa’da Hüsreviye Medresesinde sûhtelerce gerçekleştirilen, vicdanımızı kanatan bir ahlaksızlıktan bahsettikten sonra, mahalle ahalisinin toptan mahkemede “Sözü geçen medresede daima bu tür ahlaksızlıklar eksik değildir, sözün kısası içerden kopan feryatlardan evlerimizde oturamaz olduk, korkumuzdan da hiçbir şey yapmak elimizden gelmiyor.9” diye yanıp yakındıklarından bahsettikten sonra: “Bu gibi ahlâk dışı suçları işleyenlere karşı fazla ağır cezaların uygulandığı da pek az görülmüştür.10” der Akdağ. Hemen hemen bütün ciddi araştırmalar ittifak halinde aynı teşhisi paylaşmaktadırlar; “Sayıları XVI. Yüzyıl ortalarından itibaren iyice artan bu sûhteler11 gruplar halinde köylere yürüyerek açıkça eşkıyalığa başlamışlardı. Ayrıca devletin ihtiyacından çok fazlaya varan medrese öğrencileri öğrenimlerini bitirdiklerinde gidecek yer bulamıyorlardı. Bu nedenle yer yer soygunculuğa ve toplu hareketlere girişerek uzun süren sûhte isyanları yarattılar. Özellikle sûhte kargaşalıkları II. Selim’i takip eden dönemde devlet için ciddî bir mahiyet kazanacaktır.12” 8) Uzunçarşılı, sh.67 9) Bursa Şeriyye Sicilleri, A93/110,Vr.113b 10) Mustafa Akdağ, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası, Celâlî İsyanları, İstanbul, Cem, 1995, sh.193 11) Sûhte; Farsça bir tabir. Yanmış, tutuşmuş ( Develioğlu) Medrese talebelerinin ilim aşkıyla yandıkları düşünüldüğü için onlara bu isim lâyık görülmüştür. Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, Mehmet Zeki Pakalın, M.E.B., İstanbul, 1993, sh. III/ 263 12) Yaşar yücel, Osmanlı Devlet Teşkilâtına Dair Kaynaklar, Ankara, TTK, 1988, sh.X 181 Biz şu noktaya dikkat çekmek istiyoruz ki; hemen hemen hiçbir toplumda tarihî ve sosyal olayları objektif olarak değerlendirmek mümkün değildir, bu talep ancak bir dilek ve temennidir.... Çünkü insanın bir şekilde suje veya obje olarak müdahil olduğu her durumda sübjektivite kaçınılmazdır. Ama bunun bir ölçüsü, derecesi ve kıvamı vardır. Ancak sağduyuyu elden bırakmamak, kaybetmemek istenebilir. Aynı bizde ki “Resmî Görüş“, Avrupa’da da var!... Asırlardır “Karanlık Dönem” olduğu bir mütearife olarak kabul edilen ve bizlere de kabul ettirilen “Ortaçağ” hakkındaki bu yargının geçerliliğinden yavaş yavaş kuşku duyulmaya başlanmıştır!... Doğmak isteyen her yeni; yuvada bulduğu, yerini daraltan eski seleflerini boğmaya çalışmaktadır… Ayrıca bir de bunun yanında insan olarak nefsâniyetimiz, enâniyetimiz araya girince, bu hesaplaşma çok vahşi bir durum almaktadır. Nitekim biz de en az iki yüzyıllık süreçte, doğmak isteyen bir yeni ile ölmek istemeyen bir eski korkunç bir savaş yaşamaktadır. Eskinin direnci ne kadar gerçekçi, kuvvetli, temeli güçlü ise; yeninin katliamı, zulmü de o denli acımasız ve gaddarca olmaktadır… ”Yeni“ kendinden ne derece emin değil, kuşku duyuyorsa; davranışları o oranda hınç, akıl ve mantık dışılıkla malûl olmaktadır. Nitekim biz bu katliamı hem maddeten, kellelere mal olacak şekilde, hem de manen yaşadık… Şu nokta ayrı bir tartışma konusu: Selefimiz ölmesini bilebildi mi? Yalnız şunu iyi bilelim ki; ölmesini bilenleri kimse öldüremez… Şehitlik ayrı bir konu!.. Fakat imanı, fikri için ölmesini bilenler her an başkalarının zihinsel dünyasında, yeniden doğarlar!... Başkalarının kişiliklerini yoğururlar, oluştururlar, zihniyetlere hakim olurlar!… Bu saçma bir tenasüh inancı değildir… Henüz fikri, inancı, imanı yok edecek bir silah keşfedilememiştir, edilemez de… Bir örnek veriyorum: İskilipli Muhammed Atıf Hoca… İnşallah şehid olmuştur… Rabbimiz Celle Celâlühu Hazretleri’nin izni ile O’nun şefaatini taleb ederiz! Alfabesi değişen ikinci bir ülke yok dün182 yada!... Var mı diye soralım da bilimsel (!) olsun… Bilmem dünyada mezar taşları sokak kaldırımı yapılan bir ülke daha var mı? Bu soru bilimsel (!) oldu…. Hal böyle olunca söz konusu tarihin muhatabı olan iki tarafta tutum hatası yapıyor… Bir arabanın ancak geçebileceği bir yol üzerinde burun buruna iki araba!... Devlet erkiyle mücehhez yeni, eskinin üzerine züccaciyeci dükkânına girmiş bir fil gibi saldırıyor… Bu süreci zulüm, haksızlık, işkence, inkâr ve asimilasyon takip ediyor. İşte tamda bu noktada bir iç patlama oluyor (İmplosion, J. Baudelaire) kutuplar arasında!... Biri birine sarılmış, biri birini denizin dibine çeken iki kişi gibi… Artık iki tarafın da alçalmasının sınırı yoktur. Alçal ki yerin bu yer değildir! Ve zalimin de, mazlumun da ahlakı bozuluyor… Zalim, nihayet o da insandır!… İnsan fıtratına aykırı organize zulüm makinesinin iradesiz ve tercihler yapma imkânı olmayan bir parçası olduğu için (Bürokrasi, M. Weber ) kendi hakkında bir tiksinti, bir bulantı hissediyor, bu da kişiliğini zehirliyor… Hatta belki de, umulur ki; vicdanının neşrettiği radyasyon kendini yavaş yavaş ömür boyu hastalıklara mu’sâb kılıyor… Mazlum ise, bu zulmün sujesi olarak, o mazlumiyete hak kesbetmediği için ruhen intihar ediyor… Eğer ki insan; asırlarca devam eden süreçte ilmî, itikadî her türlü konuda imanının gereğini yerine getirmişse “mazlum” dur. Allahü Zü-l-celâl Hazretleri tağutların değil, müstekbirlerin değil, mustazafların yanındadır… Osmanlıya karşı muhalefet, daha doğrusu düşmanlık; insafdan, ilimden, iz’andan, ahlaktan, şuurdan mahrum tam bir imha hareketi şeklinde tecelli etti… Bu da Osmanlının bir şansı oldu!... Çünkü bizim gibi Şeriat-ı Garrâ-yı Muhammediye’den başka hassasiyeti ve meclûbiyyeti olmayan insanlar bile (körü körüne) Osmanlıyı savunmak zorunda kaldı… Çünkü biliyordu veya hissediyordu ki; Osmanlıya karşı her hücumda gerçek muhatap İslam’dı!... Ama artık değişen dünyada “ecdadımızın” bütün hatalarını körü körüne savunmak yanlış bir yaklaşım… 183 Çünkü onların hataları doğrudan doğruya İslam’ı ilzam eden bir durum yaratıyor. İslam düşmanlarının şuurlu bir şekilde gayet başarı ile uyguladıkları bir hileye artık son vermeliyiz: müşahhasla, mücerredi karıştırmak!... Biz geçmişi savunmak için muazzez İslam’a leke sıçratılmasına razı olmamalıyız! Şeriat ölçülerine göre onları değerlendirip, hatalarını, kusurlarını üzülerek de olsa kabul etmeliyiz… Osmanlı şiir gibi bir Devlet kurmuş… Bir nizam… Nizam-ı alem… Ama keşke “Mevrid-i nasda içtihada mesağ yoktur.” şuuru içinde, “Ezmanın tagayyürü ile ahkâm’ın tagayyürü inkâr olunamaz.” umdesine göre, doğan yeni dünyanın meselelerine agâh olabilse, zaman ve mekan üstü mevrid-i nassa, noktası noktasına pazarlıksız bağlı kalmasına rağmen, doğan Yeni Dünya’yı kendi inşâ edebilse idi!.. Bunun olabilirliğine iman ediyoruz! Fakat olmadı, bir minnacık ışık da yok! Fakat Allah her şeye kâdir! Temel ölçü müşahhasla, mücerredi biri birinden ayıralım!... Yalnız burada bir nokta çok önemlidir… Filistin! Filistin! Filistin! Mücessem ve müheykel bir iman timsali olarak, bütün psikolojik kuralları, bütün zulüm yöntemlerini tek başına altüst ediyor…. Artık bugün emperyalizmin en büyük silahı olan “Öğrenilmiş Acizlik“ aciz kalıyor Filistin mücahitlerine karşı!... Emperyalizmin çok uzun bilimsel (!) araştırmalar sonucu, “Yetersiz Uyarılma”ya dayanan doktrini yetersiz kalıyor, aynı tekniğin bir uygulaması olan “Şok Doktrin”in kendisi şok oluyor!... (Bu konuda Naomi Klein’ın hacimli ve kıymetli bir kitabı var. “Şok Doktrini” … Alt başlığı da manidar: Felaket Kapitalizminin Yükselişi”. ) Çünkü Filistin’de; Filistinli bir mücahid ve mücahidede iman soyut değil, somuttan daha somut bir gerçekliğe sahip… Gidip görmedim, ama televizyonda gördüğümüz veya okuduğumuz zaman: “Mademki bu dünyada bu mücahidler ve mücahideler var ve Hak Teâlâ hazretleri de var!“ hükmü vicdanlarımızın en derin katmanlarından fışkırıyor… Onlar insana, Rabbimiz Celle Celâlühu Hazretleri’ni ve Fahr-i Kâinât SallallahüAaley184 hi ve Sellem Hazretleri’ni hatırlatıyor!... Söyleyecek çok şeyim var, fakat İslamî edep sınırlarını aşmamaya çok büyük bir gayret sarf ediyorum… Otu, çöpü, kâinat kitabını kutsayan, Allah’ın varlığını onlarla ispata çalışan hayâsız emperyalizm, Siyonizm ve Amerikanizm uşakları, bir kere de Filistinli bir Mücahid ve Mücahideye baksınlar. O nur yüzlü mesture kerimelerimizin röportajlarını okusunlar… O, şehid refikalarının röportajlarını okusunlar! Onların başındaki; Türkiyeli birçok kadının başında, hele hele cemiyet planına kendini pervasızca fırlatmış kadınların taktığı paçavra değildir… O tesettür unsurları imanlarının muktezası olan nurdan, müberra örtülerdir… Nereden geldi? Nasıl bir tedaî? İnanın bilmiyorum ama “Ey örtünen peygamber!13” hitabı bütün benliğimi kapladı! Sanki onlara özel bir görev verilmiş Allahü Zü-l-celâl Hazretleri tarafından!... Filistin Enformasyon Merkezi sitesini takib edin… Son Siyonist saldırısından sonra Siccil Taşları Savaşı’nda şehit olanlar adına yapılan Törende, Kassam Tugayları yaptığı açıklamada: “Düşman Bütün Silah, Ordu ve İmkânlarıyla Örümcek Ağından Daha Zayıftır14” dedi… Bir yazı başlığı: “Ey Siyonistler Korkunun Rengini Anladınız mı?15” … İsrail zindanlarında 13 yıl kaldıktan sonra çıkan, 11 çocuklu Ebu Muhammed ve bu son vahşette şehid olan; Muhammed El-Caberi’nin karısı mücahide Ummu Muhammed: “Onun kadar şehadete özlem duyan birini görmedim. Allah ona en güzel vakitte ikramda bulundu. Ebu Muhammed, şehadetin mübarek olsun!16” Şehadetinden üç gün önce Hacdan dönmüştü!... Onların Haccı da farklı, umresi de…. İşte bunlar insanlığın sınandığı sınır noktaları!... Müslümanların imanının imtihandan geçtiği anlar! Maalesef Türkiyeli Müslüman sen yıllar var ki böyle pâk nâsiyeler görmedin!... Bak! Bak 13) Müddessir, 74 / 1 14) Filistin Enformasyon Merkezi, 01.12.2012 15) Filistin Enformasyon Merkezi 26.11.2012 16) http://www.dogruhaber.com.tr/mobil/Haber.php?id=58646 185 şu mücahidlere, bak şu mücahidelere! Allah’ın huzurunda ihlasla eğilen bu başlara!... Bak! Bak! Hâlık-ı Zül Celal Hazretleri’nin vaadi adına ölümü hor görenlere bak! Allah’ı hatırlatırlar insanlara! Hz. Peygamber’i hatırlatırlar insana! Bak! Şu Kur’an-ı Kerim’i, Hadis-i Şerifleri ciddiye alanlara! İnsana, insan olduğunu hatırlatırlar! İnsanın insanı aşan mukaddesatı olduğunu hatırlatırlar! İnsanın bu kendini aşan, hayvansal varlığını aşan, bedeni, teni aşan değerleri olduğunu hatırlatırlar! İşte bunlar erkeklerdir! İşte bunlar kadınlardır… İşte bunlar onların nur yüzlü çocuklarıdır… Cenab-ı Hakk; Kur’an-ı Azimü’ş-şan’ında: “Erkekler, kadınlar üzerine hâkim dururlar17” buyuruyor. Elmalılı merhum bu ayetin tefsirinde: “Erkekler ve alel’husus recül olan tam erkekler kadınlar üzerine kavvamdırlar18.” Galiba merhuma sormamız mümkün olsaydı, bu tefsirdeki manaya layık canlı örneklerin, Filistinli bu mücahidler olduğunu söylerdi! İftihar edin muhterem ve muazzez Filistinli hemşirelerim böyle erkeklere sahipsiniz… Bizde erkekler; karısının, çoluk çocuğunun sadakatini ve saygısını maddî değerlerle satın almaya bakıyor! Tabii sosyal aktivitelerden, “hizmet” ten kalan zamanda, evinde bulabilirlerse! Onlar için üstün olma ve her türlü hâkimiyet para ile mümkün! Hadi öyleyse paraya hücum! Tek gaye “pay”dan pay almak… Filistin mücadelesi içinde yapılan hataları büyütmemek lâzım… Her şeyden önce hayâ sahibi bir Müslüman şu soruyu kendi vicdanına sormalı: Benim yüzyıldır cihad içinde olan bu Müslümanları eleştirmeye hakkım var mı? Dünya üzerindeki gücü malum Siyonizm ve büyük çapta onun tarafından manipüle edilen emperyalizmle cihad içinde olan bu Müslümanları iyi değerlendirmek lâzım! Bir kaç milyonluk Yahudi ile baş edemiyorlar gibi bir yargıya sahip olmak için de hamâkatin evc-i bâlâsında olmak gerekir!... 17) Nisâ, 4 / 34 18) Elmalı’lı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Diyanet İşleri Reisliği, İstanbul, 1935, 2 / 1348 186 Burada biz bazı kadınlarımızdan eleştirel bir yaklaşımla söz ederken; mübârek, müberrâ, muazzez, mümtâz ve müeddeb; nur yüzlü, validelerimizi, kerimelerimizi, hemşirelerimizi tenzihen yaklaşıyoruz meseleye! Bugün, gâvurluğun bütün şubeleri ile hakim olduğu dünyamızda, otuz iki dişini ruhuna gömmüş tek arzuları Rabbimiz Celle Celâlühu Hazretleri’nin rızasını kazanmak olan, mükafaatını da sadece O’ndan bekleyen Müslüman kadınlarının duasına muhtacız! Biz sizin ne tür ve hangi yoğunlukta çileler çektiğinizi biliyoruz! Fakat biz şu gerçeği de biliyoruz ve sizin de ihmal etmemenizi diliyoruz ki; bizim “paçavralılar” diye nitelediğimiz bu mahlûklar sizin çilelerinizi daha da ağırlaştırıyor, meselelerinizin daha ağır seyretmesine sebep oluyor… Hatta siz mukaddes ve pâk yuvanızda otururken, ister istemez seyrettiğiniz Katran Siyahı Kutu’lardan saadet hanelerinize kendi ruhlarındaki çirkefi akıtıyorlar! Özellikle gençleri manen iğfal ediyorlar! Bizim başlarındaki örtüyü “paçavra” olarak nitelediğimiz aktörler; mübtezel, mütecâviz, müdebdeb, mültebis (iltibaslı, iki veya daha çok şeyin –biri, öteki sanılacak sûrette- birbirine benzemesi, bu başı paçavralı tiplerden birinin en önemli derdi kadın plajı eksikliği ), mücâdil (İslam’la cidal halinde, İslam’la didişme halinde, direk bir İslam’a karşı oluş yok! Ama onu mıncıklayarak, ruhlarındaki iğtişaşı etrafa sıçratıyorlar) olanlardır. Bizim hedefimiz İslam’ı istismar edenlerdir. Bizim eleştirimiz mukaddesatını feda ederek devşirdiği siyasî, iktisadî, akademik, bürokratik, basınsal kazanımları (veya bize göre kaybedişleri, çünkü bunlar yukarıya (!) doğru düşmektedirler) suret-i Hak’tan görünerek, dünya Müslümanlarını zehirlemek için kullananlardır. Ve en başta da eşleridir. (Buradaki “eş “ kavramını, modernizmle sarmaş dolaş, postmodern bir yaklaşımın bileşeni olarak kullanıyorum! Zaten postmodernizmi de “at izinin it izine karışması” olarak anlıyorum… Bunların işleri çok zor, çünkü, Modernizm dayatıyor, postmodernizm dağıtıyor!… (Dayatmalarla, dağıtmalar arasında denge kurmak???) Artık savuruyor!... İnsanları savu187 ruyor… Bir fırtınanın toz zerresini savurması gibi!... Teknoloji harikası, mitolojik canavara benzeyen dev bir vincin, küçük bir nesneyi savurması gibi… Allahü Zü-l-celâl Hazretleri, Nur Suresi’nin 30. ve 31. Ayet-i Celile’lerinde: “Mü’min erkeklere söyle: gözlerini sakınsınlar……”, “Mü’min kadınlara söyle: gözlerini sakınsınlar19” ( Elmalılı: 4/3497 ) Tefsirü’l- Münir’in Türkçe tercümesinde ise: “Mümin erkeklere söyle, gözlerini (harama karşı) yumsunlar….20”, “Mümin kadınlara söyle, gözlerini (harama karşı) yumsunlar….21” buyuruyor…. Bu ayetlerin tefsirini okumak lâzım!... Murad-ı ilahî’yi fehmetmek lâzım! Nasıl bir hayat tarzı isteniyor kullardan? Nasıl bir hayat tasavvur ve tahayyül etmemiz gerekiyor? Fakat bizim gibi gâvursal bir dünyaya gâvursal bir konseptle bakanların anlayamayacağı bir hayat tasavvuru!... Yalnız şunu belirtelim ki, tüylerimiz, ürpererek dehşet içinde birkaç tefsiri nakledeceğiz: “Mü’minelere de –ya’ni mü’min kadınlara da– söyle: gözlerini indirsinler- helâl olmayan erkeklere bakmaktan sakınsınlar, zira nazar zinanın postacısıdır derler22” ( Elmalılı ) Ve “Taberanî Abdullah b. Mes’ud’dan (r.a.) Peygamberimizin (s.a.) şu hadis-i kudsîsini rivayet etmektedir: ‘Nâmahreme bakış İblis’in zehirli oklarından bir oktur. Kim bunu benim korkumla terk ederse onun yerine kalbinde tatlığını bulacağı iman veririm.23” Ve şöyle bir yorum getiriyor Zuhaylî: “Gözleri yumma ırzı korumanın önünde zikredilmiştir. Çünkü harama bakış zinanın habercisidir.24” İşte size bir mü ‘minin hayat tarzını resmeden bir hadis-i şerif: “Buhâri ile Müslim’deki rivayete göre Peygamber (sav) kendisi19) A.g.e. 4 / 3497 20) Vehbe Zuhaylî, Tefsirü’l-Münir, çev. H. Aslan, A. Efe…., İstanbul, Risale, 2007, 9 / 447 21) A.g.e. 9 / 447 22) Elmalı Tefsiri, 4 / 3503 23) Zuhayli: 9 / 451 24) A.g.e. 9 / 448 188 ne soru soran Has’amlı kadına bakan el- Fadl’ın yüzünü başka bir tarafa çevirmiştir. Yine Peygamber (sav): “Gayret (kıskançlık) imandandır. Mizâ (Karşılıklı olarak birbirlerinden lezzet almak) ise münafıklıktandır.“ diye buyurmuştur. Mizâ, erkek ve kadınların bir araya getirilip sonra da birinin diğerinden lezzet almasını sağlayacak şekilde onları başbaşa bırakmak demektir.25” Ümmü Seleme radıyallahü anhâ anlatıyor: “Ben Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın yanında idim. Yanında Meymune Bintu’l- Hâris radıyallahü anhâ da vardı. (Bu esnada) İbnu Mektum bize doğru geliyordu. –Bu vak’a , tesettürle emredilmemizden sonra idi- ve yanımıza girdi.. Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm bize : “O’na karşı örtünün!” emretti. Biz: “Ey Allah’ın resulü! O, âma ve bizi görmeyen (ve varlığımızı tanımayan) bir kimse değil mi?” dedik. Bunun üzerine: “Siz de mi körlersiniz?, siz onu görmüyor musunuz? 26“ buyurdu.. Bütün gerçek hayatımızı ve ufkumuzu saran simsiyah gâvur dünyasından, açılan bir menfezden İslamî bir serâp gösterdim size! Serap bir illüzyondur, bazen halüsünasyon bile olabilir! Fakat biz imanın gücüne inanıyoruz! Biz matluba muvafık bir imanın maddeyi manipüle edeceğine, ona ısıtılmış balmumu gibi istediği şekli vereceğine inanıyoruz! Yeter ki, bir Müslüman gibi iman et! Müslüman ol yeter! Yukarda “Yalnız şunu belirtelim ki, tüylerimiz, ürpererek dehşet içinde birkaç tefsiri nakledeceğiz” dedik ve naklettik!... Şimdi sermayenin kısmen el değiştirmesi ile, Müslüman olup 25) İmam Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’ân, çev. M. B. Eryarsoy, İstanbul, Buruc Yay. 2005, 12 / 357 26)�������������������������������������������������������� Kütüb-i Sitte, İbrahim Canan, Akdağ, 1988, sh. 10 / 233 189 olmadıklarını bilmiyorum ama, geniş spektrumlu bir tanım veya daha doğrusu tasvirle, Dinsel Hassasiyet Sahipleri, maddî imkan sahibi oldular. Belirli çevrelerce formül haline getirildiği gibi “Mücahidler, müteahhit oldular!” Hâlbuki bunlara yapılan en büyük zulüm bu formül! Bunlar hiçbir zaman mücahid olmadılar ki… Baştan beri sistemin içine girip ”ne kadar ne tırtıklayabiliriz?” kaygısı içinde idiler! Yani tırtıkladıklarıyla mutlu olmaya razı idiler… Fakat Amerika verdikçe veriyor!.. Hem de bu Rabbimiz Celle Celâlühu Hazretleri’ne yapılan duaya da benzemiyor… Ödülünüzü anında ekranda görebiliyorsunuz! Bunlar ödül dağıtıcıların Türkiyeli taşeronları eliyle basına egemen olmaya zorlandılar… Tam bu durumla eş zamanlı olarak karşılarında hemen, daha önce radikal olarak da tanınan gruplar da dâhil olmak üzere vicdanlarını kiralamaya hazır bir kitle buldular! Kiraya vermek, satmaktan daha karlı oluyordu! Burada; parola: dincilik, işareti: paçavra! Ve bunlar televizyonların karşısına geçip, birbirlerinin gözünün içine bakarak programlar yapmaya başladılar… Eğer siz de Kur’an-ı Azimüşşan’ı ve Hadis-i Şerifleri ciddiye alıyorsanız, tüyleriniz diken diken olmuyor mu? Her an Emr-i Kur’aniyye’yi tahfifen “gözlerini sakınmadan”, zinanın postacısı, zinanın habercisi olan İblis’in zehirli oklarını birbirlerine fırlatıyorlar! Burada kesiyorum!!!! Tam burada kesiyorum dedim, diğer odaya geçtim… Yine “paçavralı” lardan biri, Dinî Hassasiyeti olan bir TV kanalında bir erkekle konuşuyor… Gözleriyle erkeği parçalıyor, yiyor!…. Fakat meselenin tahlilini Müslümanların basiretine, ferâsetine bırakıyorum! Namus meseleleri iğtişaşa gelmez! Bu noktada kavramlarla oynanmaz! Zaten bu konuda uzlaşımsal olarak Açık Sırlar’ın üzerine şal örtme yaklaşımı söz konusu… O kadar ki toplumda bir apati hali egemen!... (psikiyatride ruh hastalığının belirtisi olarak, normalde önemli sayılan şeylere yönelik bir duygusuzluk, anlamsızlık duygusu veya ilgisizlik.)27; 27) Selçuk Budak, Psikoloji Sözlüğü, Ankara, Bilim ve Sanat, 2003,sh. 80 190 ve devam ediyoruz: (Heyecansal tepkilerin şiddetinde nicelik yönünden bir azalma görüldüğü zaman “indifference”, yani bir ilgisizlik veya kayıtsızlıktan söz edilir. Bazen durum çok ileri derecede olur buna da apati denir.28) Fakat içinde bulunduğumuz halin anlaşılabilmesi için, modernitenin paranoyak, postmodernitenin şizofrenik bir durum olduğunun bilinmesi gerekir. Bir kere daha tekrar ediyorum: Modernite dayatıyor, postmodernite dağıtıyor!… Burada bir de şu aşağıda arz edeceğim durum var mı? İnşallah yok! Sizin takdirinize bırakıyorum! Bahçede baba oğul çalışıyor… Çocuk bakıyor gökyüzünde bir uçak! – Baba bir uçak gidiyor! Baba bakıyor gökyüzüne, teknolojinin üstünlüğü karşısında duyduğu eziklik ve çaresizlikle büyük bir istiğna(!) tavrı içinde cevap veriyor: -Bırak gitsin!... İşimiz hikâyelere, fıkralara, masallara kaldı! Çünkü soyut düşünemiyoruz (Piaget). Her ne kadar anamızdan emdiğimiz süt temiz olsa da, düşünsel bir süt bozukluğumuz var!... Entellektüel bir miyopluğumuz var! Düşünsel renk körlüğümüz var…. Genelleme yapacağımız yerde özelleme, özelleme yapacağımız yerde genelleme yapıyoruz. İmana teslim olmamız gereken yerde akla firar ediyoruz, aklı kullanacağımız yerde imana sarılıyor gibi yapıyoruz! Buyrun size bir metafor daha… {Felsefî takılmak istedim! Gençler öyle kullanıyorlar (!)} Genç delikanlı! İsmi üzerinde kanı deli!… Atın üzerine binmiş, kamçısını eline almış, gözü dünyayı görmüyor: “Baba ben gidiyorum!” Baba bir ata bakıyor, bir oğluna, çaresizlik içinde: 28) İsmail Çifter, Psikiyatri, Klinik Psikiyatri,. Üçüncü baskı, G.Ü. Basın Yayın, sh 348 191 “Git de çabuk gel!” diyor…. Savunma mekanizmalarından hangisine giriyor? Onu da siz bulun! Namus endişesi ile kızını mahalle bakkalına ekmek almaya göndermeyenler, Amerika’lara, Avrupa’lara gönderdiler!... Ey Türkiyeli dinci! Artık senin arkan önün, sağın solun ve hoşuna gitmeyecek ama başta, en başta sen, sen Homo Economicus oldun!.. Olduk! Veya en iyimser bir yaklaşımla; hepimiz Homo Economicus gibi bir tutuma sahip olma özlemi içindeyiz!... Müjde!! İstanbul finans merkezi oluyor!….. Yılda bilmem kaç milyar $ gelecek! Bayram ilan edebiliriz! Dinci bir siyasî iktidar, pardon Dinî Hassasiyeti olan bir siyasî iktidar «Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı»nı kabul etti. “Yasada, İstanbul›un finans merkezi olmasına yönelik düzenlemeler de yer alıyor. Bugüne kadar fon yönetim şirketlerinin Türkiye›de ofis açmalarına engel olarak görünen vergi düzenlemeleri değiştirilerek, durumun Türkiye için bir avantaj haline dönüştürülmesi, finans piyasalarının geliştirilmesi ve derinleştirilmesi amacıyla yabancı fonların Türkiye›den yönetimi teşvik ediliyor. Düzenlemeyle, İstanbul›un uluslararası finans merkezi olması yolunda da önemli bir adım atılması ve büyük ölçekli fonların Türkiye›ye çekilmesinin vergisel açıdan teşviki amaçlanıyor. Şimdi burada dikkat ederseniz, temel kaygılarımızın hepsi iktisadîdir… Bunun dışındaki sorular nafile, saçma sorulardır… Hatta naiv, çocukçadır! Böyle bir tasarrufun ahlakî olumlu olumsuz yanları nelerdir? Bununla beraber ülkenin dağına taşına yapılan turistik otellerin ahlakî etkileri neler olacaktır? Bu tür başarıların “Başka Merkezler”i de beraberinde getirdiği yurt dışındaki tecrübelerden anlaşılmıştır… Zaten zinayı da serbest bıraktınız! Nur yüzlü yavrularımızı, torunlarımızı nasıl bir 192 gelecek bekliyor? Sorumu bir kere daha tekrar ediyorum: Nur yüzlü yavrularımızı, torunlarımızı nasıl bir gelecek bekliyor? Varsa, kaldı ise senin sinir uçlarınla oynamaya çalışıyorum, ey dinci! Ey Dinsel Hassasiyet Sahipleri!... Gerçekten siz bir zamanlar hiçbir fikir çilesi çekmeden, hiçbir muhasebeye sahip olmadan, tam “çocukça“, “Turist ahlak götürür!” derdiniz… Turistin mi ahlakı değişti? Sizin mi ahlakınız değişti? En doğrusu ikiniz birden mi değiştiniz, İslam zihniyetini ölçü alırsak? Siz turistten daha hızlı değiştiniz… Aradaki farkı kapattığınıza göre!.. Haddi zatında bunlar basit meseleler: Maliyeti minimize, karı maksimize eden her türlü, değer ve davranış ahlakidir. Tersi ise ahlaksızlıktır! Para, sistemin damarlarında dolaşan kandır… Bankalar da sistemin kalbidir. …Faiz ise sisteme hayatiyet veren en önemli enstrümandır… Dolayısıyla faiz yasağı en büyük ahlaksızlıktır. (!) Ama 19. 10. 2005 tarihinde kutsal T.C.M.M. çatısı altında kabul edilen 5411 sayılı Bankalar Kanunu’na göre kurulmuş, bal gibi birer banka olan kurumları, şu veya bu isimle ibrâ etmek en büyük ahlaksızlıktır... Başlayalı dört yıl olan, on yıl daha süreceği tahmin edilen krizin en önemli, belki de tek sebebi Şeriat-ı Garrâ-yı Muhammediye’nin yasak ettiği Ma’dûm’un (elde olmayan bir şey, yok olan, mevcut olmayan) satışıdır. Ne gam sen Allahü Zü-l-celâl Hazretleri ve Fahr-i Kâinât Sallallahü Aleyhi ve Sellem’i aldatacağını sanarak, şu dört günlük dünya için ahiretini satarsın! Nasıl? İstisnaî bir akid olan Selem’i genelleştirirsin… Murad-ı ilahi, sebeb-i vürud umurunda mı? Sen yok musun sen! Sen ham yobaz kaba softa! “Peki, nasıl olacak?”, “Müslüman nasıl yaşayacak?” diye bana sorma! Umurunda olmayan, çekmediğin çilenin arkasına sığınma! Bu oportünizmden vazgeç! Bu hayâsızca mantık konstürüksiyonlarına sığınmaya tenezzül etme! Peki, ben sana soruyorum: “Müslüman olmaya mecbur musun? ” Bu daireden çıkarsın, Allah’ın boyasından temizlenirsin (!), nur (!) gibi yeni evren tasavvuruna sahip olur193 sun… Yepyeni bir aile, insan, etik, estetik, hukuk, iktisad, ahlak, namus, hâyâ anlayışı, gül gibi yaşayıp gidersin! Unutmadan, burada şu noktaya da dikkatinizi çekmek isterim ki; peşinen (hâşâ) Allahü Zü-l-celâl Hazretleri’ni ve Fahr-i Kainat Sallallahü Aleyhi ve Sellem Hazretleri’ni fazla ciddiye alırsanız, fazla yüz verirseniz; Reklam? Reklamda kullanılan kızlar bile sorun olur! Kazancınızın helâlliğine (!) gölge düşer! Haa! Unutuyordum! Zaruretler memnuyu mübah kılar! (Mecelle: Madde, 21… Hiç Mecelle’nin 13. ve 22. maddelerine bakma! ) değil mi? O zaman bana tek bir yasak söyle… O zaman her şey mübahtır! O zaman “Yasak yok”tur! Her şeye izin var! Eğer böyle dersen nur yüzlü muazzez ve müberrâ kızının ve refikanın suratına nasıl bakacaksın? Bırak mukaddesatı, senin kuralın ve kutsalın bile yoktur! Ham yobaz, kaba softa! Onun için sana bir kağıt parçasını bile emanet edemem! Yalnız bu noktada şunu teslim etmem bir entellektüel namus borcudur ki; hangi saikle olduğuna bakmadan, bu konularda muhalefet yine sol tandanslı kişilerden geliyor…. Mustafa Sönmez, “Gelir Uçurumu Ayağa Dolanıyor” başlıklı bir yazı yazdı… Küresel kapitalizme ironik bir tasvirle yaklaştı: “Küresel kapitalizm, ters dönmüş kaplumbağa gibi. Kendi başına doğrulmak için sağa sola hamle yapıyor, ama nafile. Kim beni ters çevirdi, diye söyleniyor. Birinin gelip onu doğrultmasını bekledikçe bekliyor.”… Ve devam ediyor: “T. Bankalar Birliği, 2012 Eylül verilerine göre, sadece tüketici kredisi borçlu sayısı 13 milyon!.. Bu sayıya, 25 milyon kredi kartı kullanıcısı arasından borçlananları da eklemek gerekir. Para otoriteleri borçlu halkımızın profilinden biraz endişeli.29” Sol tandanslı bir kişi borçtan kaygılanır… Ama Dinî Hassasiyet Sahipleri için “Borç yiğidin kamçısıdır!“ Şüphesiz, Allah 29) Mustafa Sönmez, Gelir Uçurumu Ayağa Dolanıyor, Cumhuriyet, 08.12.2012 194 kimseyi mecbur etmesin, reel hayat içinde insan olarak borçlanılabilinir… Ama Şeriat-ı Garrâ-yı Muhammediye’de borç mezmumdur!... Ne gam Dinî Hassasiyet Sahipleri için? Peki siz düzmece tarikatçılar, siz sözde cemaatler, siz sahte İslamî vakıflar, dernekler; istinasız hepiniz, sizden ne haber? Sadece emperyalizme, sadece Siyonizme, sadece Amerikanizme hizmet ediyorsunuz… Sadece İslamî şuuru bulandırmaya, üzerini küllemeye çalışıyorsunuz! Ve anlamaya çalış! Ey sen dinci!: İslam geçmişini yer, kapitalizm geleceğini! Bugün içinde çırpındığımız ve çırpındıkça balıkçı ağı gibi dolandığımız evrensel iktisadî bunalımın tek sebebi, insanlarının geleceklerini yemeleri!... Mortgage’yi düşün, her türlü Türev piyasaları düşün: Futures, Forward, Opsiyon ve Swap. Ma’dûm’un satılamamasının hikmetini düşün! İstanbul’un Finans merkezi olmasına karşı yine soldan bir feryat, Nihal Kemaloğlu’ndan bir feryat: Yazının başlığı; “Yaşanamaz kent; uluslararası finans merkezi İstanbul” Ve kısaca alıntı yapıyorum: “Küresel finansın kirli ve karanlık paralarını kapmayı hedefleyen proje, İstanbul’u ‘kokuşturacak’ yeni bir kentsel tehdit oysa. Dünyanın çatışma mevzilerinden akan kanlı elmas, altın ve paradan oluşacak borsalarının ‘ahlak dışı ilişki ve dağıtım ağları’ İstanbul’a kalkınmayı değil daha da çürümeyi enjekte edecek. Üretim yapmayan ‘manipülatif finansın’ hizmet-bilişim sektöründeki dar istihdamıyla göz boyanırken, İstanbul kan emici kültürün kodlarına teslim ediliyor. Özel vergi indirimlerinden faydalanmak için finans kentlere gelen para üretimi değil ‘paradan para’ kazanma spekülasyonlarını tırmandıracak. Para ve zenginliğin temsilleriyle kentin nicedir bozulmuş siyasal ve sosyal dokusuna derin bir görgüsüzlük ve eşitsizlik katacak. Üç bin yıllık kadim kentin eriyen kozmopolitliği ‘vatansız’ parayla ikame edilmiş olacak. 30“ 30) Nihal Kemaloğlu, Yaşanamaz Kent; Uluslararası Finans Merkezi İstanbul, 10.10.2009, Akşam, 195 Tüylerim ürperiyor, titriyorum: Dincilerde, hiçbir duruma, ama hiçbir duruma tepki verme hassası kalmamış! Manevî Değerler Felci! Hatta Değerler Felci! Çilekeş bir Müslümanın düşünsel mekanı, zihni, mayın tarlası gibi!... Biri patladı mı, bir birini tetikleyen infilaklar meydana geliyor! Çağrışımlar! Çağrışımlar! Çağrışımlar! Bu zincirleme reaksiyonları bir yerde durdurmak mümkün değil! Güneş enerjisi ile çalışan piller gibi! Beyin kendi kendini şarj ediyor! Buradaki amacımız kitap özetleri vermek değildir! Tersine dünyanın nereden gelip, hangi meçhule doğru gittiğini bir nebze de olsa aydınlatma, mümkün problemlerin görülmesini sağlamaya çalışma, çözüm denemelerine basamak olmak üzere sorgulamaya yüreklendirmektir… Ve bu uzunca girişin önemli bir amacı da “Batı batıyor!”, “Batı çöküyor!”, “Batı yıkılıyor!“ ve benzeri gibi bizce de gerçekliği kesin olan söz konusu yargıların bizi hayvansal bir rahatlığın içine atmasına engel olmak!... Adama sorarlar: {“Batı uygarlığı yıkılıyor!” peki kabul ettik ama “Sana ne???” Batan Batı Uygarlığının yerine senin uygarlığın mı geliyor? Yıkılan Batı uygarlığını İslam uygarlığı mı ikâme ediyor?} Kaldı ki sen yıkılan O uygarlığa; yalınkılıç, hiçbir muhasebe yapmadan dalma savaşı veriyorsun! “Sen” zaten “O“ olmuşsun! Daha doğrusu çarpık bir “O“. “Ben” ve “O” olmayan garip bir halîta! “Hiçbir şey“ olmayan “bir şey”! Biz bu uzun girişte içinde büyük bir hikmet barındıran şu atasözünün emrini yerine getirmeye çalıştık: “İğneyi kendine, çuvaldızı ele batır!” Çileye açık, ruhî ve fikrî asalete inanan bizler, bu tutumun doğruluğuna inanıyoruz! En büyük ahlaksızlık, bir takım savunma mekanizmalarına başvurarak insanın kendi kendini aldatmasıdır. Entelektüellik iddiasında bulunan bir insan için en büyük fikrî soysuzluk “fikir çilesin” den kaçmaktır! 196 Biz; yazar, uluslararası ilişkiler uzmanı, stratejist, düşünür (biz bu kavramla gazeteci ile filozof arası son on yıllarda türeyen tipi kastediyoruz.), gazeteci gibi kişilerin eserlerinden bir seçme yaptık… Ve bunların olabildiğince öz çizgisini kaybetmeden, olabildiğince kısa özetlerini vermeye çalıştık… Ki Batı’yı kendi; şaşı, renk körü zihinsel mekanizmalarımızdan çarpıtarak, yanlış algılamayalım… Onu olduğu gibi kendilerinin gördüğü gibi görelim… Bir objenin yorumu olan resim değil de, bir fotoğraf gibi algılayalım…. Özellikle telif tarihlerini ve parantez içinde orijinal isimlerini de verdim… Bunlar üzerinde düşünelim! Düşünelim! İmal-i fikr edelim! Muhtaç olduğumuz: Tefahhus (İnceden inceye araştırma), Teemmül (İyice, etraflıca Düşünme ), ve Taakkul (Akıl erdirme, zihin yorarak anlama)… J. K. GALBRAITH (1908-2006) İktisatçı ve iktisat tarihçisi. İnstitutionalists (kurumcu) akımda yer alır. Gülten Kazgan: “Bu akım, ABD iktisadî düşünce evreninin özgün bir akımıdır. Bu akımın felsefî kaynağı pragmatizmdir31.” der. Başkan J. F. Kennedy’nin danışmanlığını yaptı. Demokrat parti ile yakın ilişki içinde idi. 1929 iktisadî krizi hakkında çok önemli bir kitap yazdı: Büyük Kriz 1929 (The Great Crash 1929) 1977 yılında Kuşku Çağı’nda (The Age of Uncertainty) şu tesbitlerde bulunuyor: “Kişisel çıkar ve girişim özgürlüğü Eski Dünya’da dünyevî bir inançtı; Yeni Dünya’daysa bir din gibi ortaya çıkmıştır.32” Dünya nereye doğru evriliyor: “Marx ‘Bir proleter için vatan diye sınır yoktur ‘ demişti. İşçiler açısından bu doğru çıkmamıştır. Fakat işveren için, şirket yöneticisi için bu söz doğrudur.33” ve devam ediyor: “İki nokta daha var ki, geleceği fazla parlak görünmüyor. Bunlardan biri kapitalizmin kente sorunlar yükleyen şeyleri -otomobil, uyuştu31) J.K.Galbraith, Kuşku Çağı, Çev. N. Himmetoğlu - R. Aşcıoğlu, Altın Kit. İstanbul, tarihsiz, önsöz. sh.8 32),A.g.e. sh. 41 33) A.g.e. sh. 258 197 rucu madde, alkol- sağlamakta üstün bir beceri göstermesi, buna karşılık kent sakinlerinin en çok gereksinim duyduğu şeyleri sağlamayı becerememek34.” Büyük ekonomist; teknolojinin oluşum seyrinden, şehirleşmeden, ABD’de insanların sadece kazandıkları para ile ölçülüp, değerlendirilmesinden, suiistimallerden, fakirlerin aksine farklı ırktan olsalar da zenginlerin birbirleri ile iyi geçinmesinden şikayetçi!... Bir nükleer savaş tehlikesinden oldukça rahatsız: “Bu küçük gezegenimiz nükleer bir savaştan sağ çıkamaz, ulusal ihtirasların ya da farklı ideolojilerin körüklenmesi sonucunda çatışma çıkması kaçınılmazdır… İnsanoğlu ölümlü olduğu düşüncesiyle bir arada yaşamayı öğrenmiştir. Şimdi de yeryüzünde herkesin ölebileceği ve çocuklarının, torunlarının var olmayacağı düşüncesine kendini alıştırmaya çalışmaktadır. Böyle bir alıştırma yeteneğine şaşmamak elde değil.35” Hemen kitap analizlerinin başında, bu ve benzeri soylu entelektüel kötümserlikler karşısında H. Melville’nin şu ölümsüz cümlelerini ihmal etmek mümkün değildir. Derinliğine mütalaa edilmesi dileğiyle… Ayrıca Batı’dan bahsediyoruz! Onun için İslam ve iyimserlik, kötümserlik konusuna girmiyorum! “Öyleyse içinde dertten çok sevinç taşıyan bir ölümlü insan, ya gerçekten insan değildir, ya da olgunlaşmamıştır henüz.36” İşte bugün Aralık ayının ortaları tüm dünyada kar yağışı… Doğa bütün zalimliği (!) ile dünyanın üzerine çökmüş! Tam şu anda, tam da şu anda; hangi ülkede, hangi siperde, hangi dağın başında dudaklarında Kelime-i Şehadet mücessem iman timsali bir Mücahid donmamak için soğuğa karşı savaş veriyor? Hangi anne yavrusunun donmaması için şu anda ölümcül bir telaş içindedir? Dikkat bu bestelenmiş şiirde geçen “sevinçli telaş“ değil! Devamını muhayyilenize havale ediyorum?… Bizde unutturulmak istenen 34) A.g.e. sh 291 35) A.g.e.sh. 320 36) H. Melvılle, Moby Dıck Beyaz Balina, çev. S. Eyüpoğlu-M. Urgan, Cem Yay. İstanbul, 1972, sh. 544 198 her hadise komisyona havale edilir! Ben komisyona değil, herkesin ferdî vicdanına havale ediyorum! Kahkaha ile gülebilir misiniz böyle bir evrende? Şu anda hangi minnacık yavru, babası ile annesi kavga ederken, o küçücük dudaklarını büzerek ağlıyor? Şu anda babasının, bir şekilde elde ettiği zenginliğin içinde, uyuşturucu müptelası olmuş bir genç kız veya erkek, krizin pençesinde, bir miktar madde için her şeyini feda etmeye, her şeyini feda etmeye hazır bekliyor? Maddî sefaletten çok, manevî sefalet içinde olanlara mı acımalı? Maddî iflas mı daha fecî, manevî iflas mı? Galbraith’ın şu cümlelerini de önemsiyorum ve dikkatle not ediyorum: “İnsanoğlunun kültürlüsü kötümser olur. Elde ettiği başarılarına dayanıp bunlarla yetinmemeyi daha emin bir yol olarak kabul eder… Zihinlerinde hep tehlikeler, bitirilmemiş görevler, ulaşılmamış başarılar dolanır durur.37” Yalnız burada kötümserlikle, ümitsizliği birbirine karıştırmamak lâzım! Bir bed-bînin ümidi, kötümserliği kadar derindir!... İyimserinse bütün hayatı sathidir… Derinliği yoktur… Her ne kadar üç paragraf önce; “Ayrıca Batı’dan bahsediyoruz! Onun için İslam ve iyimserlik, kötümserlik konusuna girmiyorum!” demiş isem de kendimi men edemedim! Hiç değilse birkaç satır: “İbni Ebî Şeybe Musannefi’nde Abdülaziz bin Ebi Ravvâd’dan rivayet ettiğine göre Ashab-ı Kiram arasında şakalaşma ve gülme biraz fazla olmaya başladı.38” İkinci bir rivayet: “Rivayet edildiğine göre Peygamber (sav)’in Ashâbı Medine’de bolluk ile karşılaştıklarında çokça şakalaşıp gülmeye başladılar.39”!... Ve şu ayet-i kerime inzal buyuruldu: “İman edenlerin, Allah’ı ve Hak’tan ineni zikir için kalplerinin ürpermesi zamanı hâlâ gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilip de üzerlerinden uzun zaman geçmiş artık kalpleri katılaşmış olan37) Galbraith,sh. 296 38) Zuhayli; sh.14/ 268 39) Kurtubî; sh.17 / 91 199 lar gibi olmasınlar. Onlardan birçoğu fasıklardı.40” Ve bu sebeb-i nüzullerden sonra güzel bir tefsir.41 Ve bir hikmet daha: “Bu dünyanın en kıymetli eşyası (metaı 42) hüzün ve gamdır. Bu sofranın en lezzetli yemeği musibet ve acıdır. (elem43) Bu şekerler acı bir ilaç olan ince bir kap içine yerleştirilmiş ve bu göz boyamayla imtihan kapısı açılmıştır.44” Bir Hadisi-i şerifle bu konuyu şimdilik bitiriyoruz: Şayet benim bildiklerimi bilseydiniz; çok ağlar, az gülerdiniz (Tirmizi, İbn Mace) İşin en feci tarafı Siyonizm’in ve emperyalizmin uşaklığını yapan ve bugün bilerek veya bilmeyerek, nefislerine uyarak İslam’a en büyük ihaneti yapan sözde tarikatçılar ve sözde cemaatçiler, hikmet çilesi çekmeden bir papağan gibi bu mukaddes ölçüleri hayasızca tekrar ediyorlar… Hem kendilerinin hem de muhataplarının önünü bir harami gibi kesiyorlar…. Galbraith’ın iktisadî tercihleri ise yükselen değerlere göre farklı: “Galbraith’ın görüşüne göre kapitalizm kendi işleyişiyle optimum şartları sağlayamaz. Bölüşüm sorunlarının ve toplumsal dengesizliğin çözülmesi için kamu müdahalesi gereklidir.45” Galbraith; kapitalizmi, Klasik öğretiyi eleştirir, sistemin kendi içinde bir versiyonu olan Keynesyen modellere de şiddetle karşıdır, sınıf çatışmasını savunan K. Marx’a ise hiç katılmaz… Sema Yılmaz Galbraith’ın düşüncelerini çok güzel özetler: “Galbraith çağımızın en ünlü teori karşıtı iktisatçısıdır. İktisat teorisinin yerleşmiş fikirlerine yönelttiği eleştirilerle ün kazanır. Galbraith ekonomide, yoğunlaşmanın kaçınılmaz olduğunu dü40) Hadid: 57 / 16 41) Elmalı: 6 / 4743 42) İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, Çev. Abdülkadir Akçiçek, İstanbul, Çile Yay. 1977, sh. 2 / 1012 43) A.g.e. ‘ / 1012 44) İmam-ı Rabbâni, Mektûbât-ı Rabbâni, çev. T. H. Alp, Ö.F. Tokat, A.H. Yıldırım, İstanbul, Yasin, 2004, sh. 2 / 549 45) K. Emiroğlu, B. Danışoğlu, B. Berberoğlu, Ekonomi Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yay. Ankara, 2006, sh.310 200 şünür. Geleneksel iktisatçıların görünmeyen eli, modern ekonominin işleyişini açıklayamaz, öyleyse yeni bir kavrama ihtiyaç vardır. Galbraith karşı güç kavramını ortaya atar. Ona göre, büyük çaplı şirketlere bir tepki olarak, piyasanın diğer yanında başka büyük karşı örgütler doğar. Karşı örgütlere bir örnek olarak endüstri çapında örgütlenmiş sendikalar örnek verilebilir. Modern piyasayı düzenleyen yeni mekanizma budur. Ona göre, karşı güç bazı sektörlerde kendiliğinden oluşmuyorsa devlet bunların oluşmasına yardım etmelidir. Galbraith, Keynesyen politikaları da şiddetle eleştirir. Ona göre salt ekonomik büyüme bütün sorunları çözmeyeceği gibi devletin ekonomik alanda tek görevi olarak tam istihdamı sağlamayı benimseyip kaynak dağılımını pazar mekanizmasına bırakmakla yerinmesi tümüyle yanlıştır. Çünkü büyük şirketlerin varlığı, pazar mekanizmasının optimum olarak kaynak dağılımını sağlanmasını engellemektedir. Tüketiciler, büyük şirketlerin yöneticilerince, pazarlama örgütleri ve reklam faaliyetleriyle yönlendirilmektedirler. Galbraith, büyük şirketlerin yapısını ve onların teknostrüktür adını verdiği yönetici grubunu inceler. Ölçek ekonomisinin tanıdığı avantajlardan yararlanan bu şirketlerin büyümesinde bir sınır yoktur. Şirket büyüdükçe artık sahibinin onu tek başına yönetmesi olanaksızdır. Bir yığın teknisyen orta ve yüksek kademe yöneticisi gerekir. Teknostrüktür hisse sahiplerine karşı karar verme özgürlüğünü korumak için mücadele eder. Bunun için şirketin büyümesine çalışır. Öyleyse modern şirketlerde karı maksimize etme ilkesi, yerine büyüme ilkesine bırakır.46” İşte “Arayış” veya daha doğrusu “Arayamayış”, kendini her bakımdan ispat etmiş; akademisyen, ABD başkanı danışmanı, bürokrat (Hindistan büyük elçisi, 1961-1963), önemli bir derginin editörü (Fortune), Amerikan Ekonomi Birliği Başkanı (1972) v.b. gibi görevlerde bulunmuş, yüz yıllık bir ömrü ikmal etmiş, bir insanın şahsında tecessüm ediyor!... Temel tezimiz; Batı uygarlığının yaratıcı diyalektik özelliğini kaybettiği, mo46) Sema Yılmaz, J. K. Galbraith İktisadî Düşüncenin Değişimine bir Katkı, Kalderon Yay. 201 dernitenin optimizminin buharlaştığı, bütün cins kafaların bir arayış içinde olduğu… ”İnsanoğlu sınırlıya sığamıyor, sınırsızı dolduramıyor!..” Herkes arıyor! Herkes arıyor! Herkes arıyor! Bir kendine “Müslümanım “diyenler aramıyor! Çok küçük marjinal bir grup dışında… Ilımlı Müslümanlar (!), Dinî Hassasiyet Sahipleri (!) galip uygarlığın kullanıp attıkları eski çamaşırlarına sahip çıkıyorlar. Ve bulduk sanıyorlar!... Bizim ana hedefimiz; itikadî hataya müncer olacak, Müslümanları apati halinden uyandırmak için, onların sinir uçları ile bazen topluiğne, bazen tornavida, bazen de matkapla oynayarak bu durumu kavramalarına yardımcı olmak! Yoksa amacımız kitap tanıtımı yapmak veya ma’lûmatfüruşluk değildir. Dikkat! İman; yükselen değerlere inanç; İslam Psikolojik Rehberlik ve Danışmanlık, ibadet ritüeller haline geliyor, tarikatler ve cemaatler Sivil toplum Kuruluşlarına dönüşüyor…. Marshall BERMAN, 1982’de yazdığı “Katı Olan Herşey Buharlaşıyor” ( All That İs Solid Melts Into Air ) isimli kitabına bu ismi, Karl Marx’ın (1818 - 1883) 1848 yılında yazdığı “Komünist Manifestosu” nun bir paragrafından esinlenerek vermiştir. 30 yaşında yazdığı, retoriğin doruk noktası olan bu küçük kitabında Marx: “… burjuva çağını daha öncekilerden ayırt eden bir dizi antika ve saygı değer kavram ve düşüncelerle birlikte donmuş ve pas tutmuş tüm toplumsal ilişkiler çözülüyor, bunların yerine gelen yenileri de yerleşmeden ihtiyarlıyor. Bir zamanlar sağlam ve kalıcı olan her şey buhar olup gidiyor kutsal olan ise ayaklara düşüyor ve insanlar artık varoluş şartlarını ve insanlar arası ilişkileri bütün çıplaklığıyla görmek zorunda kalıyor47.” Marx’ın, kapitalizmi, bütün eksiklerine rağmen başarılı bir biçimde tahlil ettiğini iddia ettik ve ediyoruz… Fakat Marx Kapital’in ön sözünde işaret ettiği gibi, bu analizleri İngiltere’deki (İngiltere yılları 1849- 1883 ) gözlemlerine dayanarak yapmıştır. 47) Karl Marx, Manifesto, çev. Mümtaz Yavuz, İstanbul, Evren Yay. 1976, sh.40 202 Fakat sanayileşme sürecindeki fark hesap edilirse, sadece nicel değil, yavaş yavaş zenginleşmeye başlayan, Türkiyeli dincilerin, modernist, postmodernist kırması, hiçbir şeye benzemeyen bir şey olan zihniyet dünyasına birçok bakımdan ışık tuttuğu söylenebilir… Dikkat edilirse, mukaddeslerin nasıl buharlaştığını bizzat yaşıyorlar ve bunu entelektüel!! olarak da temellendirebilirler… Biraz saçma bir cümle oldu… O durumu temellendirecek olan kişi zaten zengin olamaz! Düşünsel sütü bozukluk analizlerimizde yanlışlık yapmamıza sebep oluyor… Post-modern toplum düşüncesi; moral ve toplumsal ilkeler, kişisel özgürlük ve kamu mutluluğu gibi bize 18. Yüzyıl Aydınlanmasından gelen bütün toplumsal umutlarla alay eder. Berman’a göre; modern hayatın girdabını besleyen unsurlardan bazıları: Büyük keşifler, sanayileşme, demografik altüst oluş, kentleşme, kitle iletişim sistemleri, ulus-devletler, kitlesel toplumsal hareketler, kapitalist dünya pazarı… ”Artık birçok insan için, yüzyıllardır süren modernleşme projesi felaketle biten bir hata, kozmik bir yıkım ve şer eylemi gibi görünüyor.48” diyor ve devam ediyor: {“Havada bir umutsuzluk hissi var” diye yazıyordu Bernard James adlı bir kültürel antropolog 1973 yılında, “bir his ki…. sanki insan bilim ve teknoloji tarafından dürtüklenerek yeni ve geçici bir çağa girmiş.” Bu çağ, “Batı dünyamızın çöküşünün son dönemi; sorun apaçık. Aşırı kalabalıklaşmış ve yağmalanan bir gezegende yaşıyoruz. Ya yağmayı durduracağız ya da yok olacağız.” James’in kitabı, 1970’lere özgü tipik apokaliptik bir başlık taşıyordu: İlerlemenin Ölümü. Bütün insanlığı öldürmeden önce öldürülmesi gereken bu ölümcül güç “modern ilerleme kültürü” idi49.} “Kapitalizmin sorunu, her şeyde olduğu gibi burada da, yarattığı insanî olanakları yok etmesindedir… Bunun dışında, içimizde pazarlanması mümkün olmayan ne var 48) Marshall Berman, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, çev. Ü. Altuğ-B. Peker, İletişim, İstanbul, 2006, sh. 119 49) A.g.e. 119 203 ise ya zorbaca bastırılır, ya kullanılmamaktan körelir ya da hayata geçecek fırsatı bile bulamaz50” Kapitalist sistemde insanın metalaşması, bir nesne haline dönüşmesi ancak bu kadar güzel ifade edilebilir!... Bu gün moda haline gelen bireysellik, kişisel özgürlük gibi sloganların Batı içinde bir dilek ve temenni olduğunun farkında mıyız acaba? Bu arada Le Corbusier’den yaptığı bir alıntı hem bizi şaşırtır, hem da mutlu eder: “New York’u İstanbul’la karşılaştıracak olursak diyebiliriz ki birisi bir felaket, ötekisiyse yeryüzü cenneti.51“ Bu mukayesenin yapıldığı yıl 1928. Ve analizlerine şöyle devam eder: “Modern olmak, kişisel ve toplumsal yaşamı bir girdap deneyimi gibi yaşamak; insanın kendini ve dünyasını sürekli bir çözülüş, yenilenme, sıkıntı, kaygı, belirsizlik ve çelişki içinde bulması demektir. Kısaca katı olan her şeyin eriyip havaya karıştığı bir evrenin parçaları olmak… Öte yandan bir modernist olmak, insanın kendini bu girdabın içinde bile bir şekilde evinde hissetmeyi başarması, bu girdabın ritimlerini özümsemesi; bu girdabın akıntıları arasında mahvedici akışının ortaya çıkmasına izin verdiği gerçeklik, güzellik, özgürlük ve adalet biçimleri arayışında olmak demektir.52” Gerçekte M. Berman ısrarla içinde bulunduğumuz durumu kavramsallaştırma açısından, postmoderniteden bahsetmese de; çizdiği modern tablosu yaptığı anlamlandırma bu durumu çağrıştırmaktadır. Nitekim katı olan her şeyin buharlaşması modernitenin çözülüşünü ifade etmektedir. “Modern olmak, paradoks ve çelişkilerle dolu bir hayat sürmek demektir. Çağdaşlık, ortak yaşamları kontrol etme ve çoğu zaman yok etme gücüne sahip devasa bürokratik örgütlerin gölgesi altında yaşamak, ama gene de bu güçlerin karşısına çıkmaktan, dünyayı değiştirmek ve bizim kılmak için savaşmaktan bir an olsun caymamak demek50) A.g.e. 136 51) A.g.e. 395 52) A.g.e.460 204 tir. Aynı zamanda hem devrimci hem de muhafazakâr olmak… Hatta denebilir ki tam anlamıyla modern olmak biraz da anti modern olmak demektir. 53” M. Berman’ın durumunu iyimser olmaya çalışan bir kötümserlik olarak niteleyebiliriz. Biraz da Schumpeter’in “Yaratıcı Yıkıcılık”ına sığınarak bu noktada tutunmaya çalışmaktadır. {Modern ekonomi, çok farklı yönlerde de olsa, başarısının neden olduğu enerji ve çevre krizlerine kendini uyarlayarak büyümeye devam edecek gibi görünüyor. Gelecekteki uyarlama süreci, büyük toplumsal ve siyasal altüst oluşlara yol açacak. Ama çağdaşlaşma, daima felaket yaratarak “sonsuz bir belirsizlik ve ajitasyon“ atmosferinde gelişmiştir.} der ve şöyle bağlar: “Bizi sömürüyor ve parçalara ayırıyor olsa da çağdaşlaşma süreci, enerji ve tahayyülümüze canlılık verir; bizi çağdaşlaşmanın yarattığı dünyayı kavramaya ve onunla yüzleşmeye, kendi dünyamızı yaratmaya zorlar.54” Bütün bu değerlendirmelerden sonra şöyle bir yargıya varabiliriz ki; M. Berman modernitenin bütün olumsuzluklarının derinden derine farkında olmasına rağmen, sanki kendini Antik Grek kahramanların yazgısına mahkûm ederek “Trajik Durumu” benimsemektedir. Ama böyle bir zorlamanın gereğini anlamak mümkün değildir… Nitekim kendinin sözünü ettiği ”büyük toplumsal ve siyasal altüst oluşlar” günümüzde fazlası ile yaşanmakta, daha dün bir iktisatçı “Kriz salgın hastalıktır, her yere bulaşır!” başlıklı yazısında “Euro bölgesi kaybedilmiş bir on yıl yaşayacak, bu ortada!55” demektedir. Bu durumun doğurduğu mutsuzluklar, iktisadî, ahlakî bedeller, facialar düşünülürse M. Berman’ın da ciddi bir zorlama içinde olduğu kabul edilebilir. İyimserlik gibi gözüken bir kötümserlik!.. Gökkuşağı… Tam da postmodern durumu resmeden bir tablo!... 53) A.g.e. 24 54) A.g.e. 463 55) Deniz Gökçe, Kriz Salgın Hastalıktır, her yere bulaşır, Akşam, 10.12.2012 205 Zbigniev BRZEZİNSKİ, CFR ve TLC üyesi, bu bakımdan üzerinde fazlaca durmak gerekecek… {Derin Dünya’nın Politbürosu: CFR ( Council on Foreign Relations -Dış İlişkiler Konseyi) Derin Dünya Devleti örgütünün merkez komitesi ya da rüşeym halindeki hükümetinin yürütme kurulu olduğu iddia edilmektedir. 21 Temmuz 1921’de New York’ta kurulmuştur. …. CFR’ nin, aynı zamanda masonlukla da birebir ilişki içinde olduğu söylenmekte idi.56” Ayrıca İlluminati isimli kitapta; CFR ( Dış İlişkiler Komisyonu), TLC (Trilateral Komisyon), B (Bilderberg), M (Mason)’ların bir listesi de var. Bazı kişiler bu teşkilatlardan birine üye iken, bazıları da birden çoğuna üye. Sözünü ettiğimiz Z. Brzezinski hem CFR hem de TLC mensubu.57 Biz; Dünya Sisteminde klasik güç odaklarında zaafa müncer olan bir güç dağılması, eprimesi olduğuna, Hükümet Dışı Güç odaklarının ciddi oranda kuvvet kazandığına, Güçlenen Birey’in ortaya çıktığına inanıyoruz. Bu gün bir ortaokul talebesi gübreyle bomba yapabiliyor. Kitle iletişim araçlarından, medyadan büyük devletler kadar yararlanıyor. Pakistan’da sayıları binlerle ifade edilen medreselerde yetişen talebeler hem Sovyet, hem de Amerikan emperyalizmine kan kusturdu, kusturuyor. Bu medreseler dünya muvazenesinde söz ve etki sahibi… Onların dünya Siyonizm’ini ve emperyalizmini engelleyici cihad merkezli anlayışlarına karşı; Türkiye’de mutasyona58 uğramış, halen de uğratılmakta olan sahte ehl-i sünnetin her tonundaki ılımlı İslam (!) ve sahte medreseler İslam düşmanları tarafından desteklenmektedir. Bu simülatif imaj dünyasında; tam teçhizatlı Siyonist askerlere meydan okuyan on yaşındaki Filistinli bir kız çocuğu 56) Attila Akar, Derin Dünya Devleti, İstanbul, Timaş, 2003, sh. 97, 107 57) Texe Marrs, İlluminati, çev.A. Çimen-P.Demir,İstanbul, Timaş, 2002, sh. 282, 283 58) Biyoloji ve genetikten alarak, içtimaî konulara uyguladığımız bir kavram. “ Saf bir türden türeyen bir bakteri topluluğunda, o bakterilere özgü niteliklerin bir daha eski durumuna dönmemek üzere değişmesi. İlerdeki başka bir bölümde daha geniş bilgi verilecektir. “Larousse: 6 / 2946 206 başlı başına bir mesele oluyor ve milyonların kalbine ümit nuru ve direnç ruhu zerk ediyor. Ama bütün bu ve benzeri argümanlara rağmen, CFR türü gizli organizasyonların tamamen ortadan kalkmadığı fikrine katılıyorum. Ayrıca bütün uluslararası organizasyonlarda muhakkak bir Siyonist parmak ve manipülasyonu olduğunu toplumsal bilinçaltımızın müktesebatı olarak biliyoruz….} Zbigniev BRZEZİNSKI’nin 1989’da yayınlanan “Büyük Çöküş” (Grand Failure: The Birth and Death of Communism in the Twentieth Century ) isimli kitabı da bir çok bakımdan öğretici unsurlar taşımaktadır… Bir kere kitabın ana mesajı 1986’da düşünülmüş ve yazımı 1988 yazında bitmiştir… Sovyet Rusya’nın çöküşünden ve çöküş sebeplerinden bahsetmektedir ki, o günü bizzat yaşayanların kabul edeceği gibi ciddi bir öngörüyü içinde taşımaktadır. Marksizm ve uygulamadaki açmazlarını, Doğu Avrupa’daki komünist tatbikatlar ve sonuçları gibi konuları işlenmektedir… Gerçi Sovyetler Birliğinin bu kadar çabuk çökeceğini kimse tahmin edemiyordu: “Sovyetler Birliğinin dağılması, yani gücün parçalanması, oldukça dinamik ve ters tepme olasılığı olan tahmin edilemez bir süreçti… Sonunun cumhuriyetler birliği olacağını daha önceden tahmin ettiğimi söyleyemem59 Brzezinski, hemen hemen felsefe ve sosyal yansımalarını, toplumsal pratiğe etkilerini kendine mesele yapan, düşünen her insan gibi, komünizmin Rusya gibi bir tarım ülkesinde uygulamaya geçirilmesini biraz da hayretle karşılar: “Aslında bir İngiliz müzesinin halka açık okuma odasında bir Alman Yahudisi göçmen tarafından düşünülmüş olan bu Batı Avrupa doktrininin, yarı yarıya oryantal, bir anlamda ücra Avrasya imparatorluğunda temel bulması; devrimci bir Rus’un tarihin cerrahı rolünü üstlenmesi oldukça tuhaf bir gelişmedir.60” Ekim 1917 Bol59) Zbıgnıen Brezezinski, Amerika ve Dünya, İstanbul, Profil, 2009, sh. 201 60) Zbigniew Brzezinski, Büyük Çöküş, çev. G. Keskil-G. Pakkan, Ankara, T.İŞ Bankası, 1990, sh. 13 207 şevik Devrimi ile iktidara geçen Vladimir İlyich Lenin; daha 21 Mart 1921’de yapılan 10. Rusya komünist Partisi Kongresi’nde NEP’le (Yeni Ekonomik Politika) kuramdan ödün verdi. Lenin’in erken ölümü; Sovyet Rusya’da Stalin gibi demir yumruklu bir adamın uzun yıllar (1924–1953) iktidarda kalmasına sebep oldu….” Stalin yönetiminde GULAG giderek kabarıyordu. Toplu şekilde veya teker teker yapılan tutuklamalar giderek sıklaşan olağan hadiseler haline gelmişti.” … ve devam ediyor: “Milyonlarca insanın hayatı mahvedilmişti. Istırap ve korku alt kesimi olduğu kadar, sosyal durumu iyi olanlara da tesir etmişti.61” Bu arada bir takım ekonomik gelişmeler de sağlandı. Milli gelir resmî istatistiklere göre dört kat arttı. 1970’den sonrada gerilemeye başladı… Bu arada Japon ekonomisi hızla ilerlerken, teknolojide büyük üstünlük sağladı. “Aslında teknolojik alanda acı bir şekilde geri kalmaları Sovyet elit kesimin ciddi düşünebilen bir azınlığını, diğer konulardaki duraklamaya duydukları endişeden daha büyük bir üzüntüye sürüklüyordu. Bu insanlar, ekonomik ilerleme sağlayabilmek için bilimsel-teknik yeniliklere ihtiyaç olduğunu ve Sovyetler Birliği’nin özellikle de yeni teknolojinin sosyoekonomik uygulamasında geri kaldığını biliyorlardı.62” Brzezinski bir takım istatikî bilgiler verdikten sonra, İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden 40 yıllık süre sonunda bir kısım gıda maddelerinin karneyle verildiği, tüketim malları tedarikinde de sıkıntı çekildiğinden bahseder. İlk defa {8 Ocak 1988’de Mikhail Gorbachev ciddi bir yüz ifadesi ile “Perestroyka bizim son şansımız” diyordu. “Eğer durursak, bu bizim sonumuz olur63.”} Böylece çözülme toplumun bütün katmanlarında genişliğine ve derinliğine önlenemez bir biçimde başladı. 61) A.g.e. 21 62) A.g.e. 31 63) A.g.e. 47 208 Brzezinski’ye göre çözülmenin on sebebi vardı: “Tartışılan en önemli on konu arasında şunlar sayılabilirdi: 1) Ekonomik Reform, 2) Sosyal Öncelikler, 3) Politik Demokratizasyon, 4) Partinin Rolü, 5) İdeoloji, Din, Kültür, 6) Tarih (ya da Stalinizm), 7) İç Meseleler, 8) Afganistan’daki savaşla ilgili endişeler, 9) Dış Politika ve savunma politikası, 10) Sovyet bloğu ve dünyadaki komünist hareket.64” Brzezinski; komünizmin Doğu Avrupa’daki uygulamalarında alacağı şekli tahmin için, şu noktanın önemli olduğuna işaret eder: “Stalin, Sovyet tipi komünizmi Doğu Avrupa uluslarına zorla kabul ettirmiş ve böylece kültür, din ve bilgi konularında kendilerini Batı Avrupalılara yakın bulan bu insanların beynine Marksizm-Leninizm-Stalinizm işlenmişti. Sonuçta ortaya benzeri görülmemiş bir İmparatorluk çıkmıştı: Sovyetler birliği tahakküm eden ulus olduğu halde, yönetilen uluslar hiçbir zaman onun kültür açısından kendilerinden daha üstün olduğunu düşünmediler.65” Brzezinski; burada yöneten ve yönetilen açısından çok ince bir ilişkiden bahsediyor. Kültürel değerler ve ilişkiler bakımından yönettikleri toplumlar, komşu dost ve düşman toplumlar konusu Osmanlı İmparatorluğu için de incelemeye değer nitelikte bir sorun teşkil eder!... Bu bakımdan Osmanlının kendine zıt bir dinin mensuplarını Balkanlarda uzun asırlar başarı ile yönetmesi izaha muhtaç bir başarıdır! Ayrıca bu insanların kültürel açıdan Osmanlıyı kendilerinden üstün gördükleri de düşünülebilir.? Sovyetler Birliği’nin Doğu Avrupa ülkelerine yaptığı müdahalelerden bahseden Brzezinski; sözü Çin’e getirir ve: “Doğu Avrupa’daki komünizmin aksine Çin komünizmi daha yerlidir; ne dışarıdan alınmış ne de herhangi bir güç tarafından empoze edilmiştir. Çin komünist liderlerden hemen hiçbiri Moskova’da 64) A.g.e.57 65) A.g.e. 93 209 eğitilmemiştir.66” dedikten sonra uzunca Çin’den bahseden Brzezinski: “Doktrin ve uygulama düzeyinde, Çinliler Sovyetler’e oranla sosyal yenileştirme ve modernizasyon arayışında daha ileri idiler.67” Fakat Brzezinski’nin tespitlerinde objektif bir yaklaşımdan öte, Çin; nasıl olsa komünizm ilkelerini bırakıp Batılı değerleri kabul edecektir. Bu sebeple onu rahatsız etmemeli gibi bir oportünizm sezdim… Nitekim kitabın yazılışından günümüze kadar geçen çeyrek asırlık süreç, bizim tespitimizin doğru olabileceği kanaatini kuvvetlendirmektedir. Brzezinski; Sovyetler Birliği analizlerinde büyük oranda isabetli, fakat geleceğe ait projeksiyonlarında aynı derecede başarılı değildir. “Çöküş”ü belirli bir oranda görebilmiş, fakat bu kadar hızlı ve yaygın olacağını görememiştir. Fikrin maddeyi aşan öyle bir gücü var ki; onun gücünün sınırlarını tahmin etmek çok zordur!... Fikrin gücüne inanalım! İnancın gücüne inanalım! İmanın gücüne inanalım! “Büyük Satranç Tahtası” isimli kitabında geleceğe ait projeksiyonlarda (Kitabın yazılış tarihi: 1997 ); “Avrasya Balkanları” diye bir ifade kullanır, etnik çatışmaları ve büyük güçlerin bölgesel rekabetlerini çağrıştırmak üzere. Potansiyel olarak çatışma riski taşıyan dokuz ülkeden bahseder: “Bu dokuz ülke Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Özbekistan, Türkmenistan, Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan ile Afganistan’dır. Listeye potansiyel ilaveler Türkiye ve İran’dır. … Aynı zamanda her iki ülke de potansiyel olarak iç etnik çatışmalara karşı hassastır. Eğer bunlardan birisi ya da her ikisi birden istikrarsızlaştırılacak olursa bölgenin iç sorunları halledilemez hale gelebilir.68” 66) A.g.e. 129 67) A.g.e. 151 68) Zbigniev Brzezinski, Büyük Satranç Tahtası, Çev. E. Dikbaş-E. Kocabıyık, İstanbul, Sabah kitap, 1998, sh.114 210 Rusya’nın geleceği bakımında şu şayan-ı dikkat öngörülerde bulunur; Rus benliğinin bozulduğunu, mantar gibi büyüyen şehirlerin Amerika’nın kötü özelliklerini taklit ettiğini, kâr odaklı bir zihniyetin egemen olduğunu, on yıl içinde Rusya cumhurbaşkanlarının Amerika veya İngiltere’de eğitim görmüş kişiler olacağını söyler… Kuşkusuz Sovyet Rusya’nın bu ani yıkılışı Marksizmi cazip hale getiren yüzündeki tül perdeyi çekti aldı. Marx’a inanç azaldı, hem Rusya’da, hem de evrensel düzeyde, fakat buna rağmen tamamen ortadan kalktığı da söylenemez. Nitekim dünyanın içinde bulunduğu yaşadığımız Kriz’de ki, başlayalı dört yıl oldu, on yıl daha devam edeceğini öngörenler var, herkesin ( Türkiyeli dinciler hariç ) Neo-liberalizme, kapitalizme olan inancı sarsılmış, çözüm yolları arıyor. Bu cümleden olarak Eski Marxistler yeniden, Marx’ı gündeme getirme heyecan ve ümidi içindeler… Yıllarca önce ifade ettik Marxizm pseude (düzmece, sahte, uydurma) bir dindir… Ve inananları vardır… Tatbikatlardaki, uygulamalardaki başarısızlıklar hiçbir zaman inancı zayıflatamaz veya ancak biraz şüphe tohumları yeşertirler zihinlerde! Hele inancı asla yok edemezler! Çünkü Marksistler felsefede materyalist bir ethosa sahip olsa da, Marksizme inanan (Felsefe, inanç?) insan, ruhunda öte özlemiyle yanar tutuşur… Sonsuz gerçek; rüyasıyla, hülyasıyla yaşar… Maddede maddeyi aşmaya çalışır… Çünkü bu durumda maddenin mistifikasyonu söz konusudur. Yoksa bizzat Marx’ın çektikleri, Troçki’nin hayatı, Lenin ve belki de milyarlarca Marxistin katlandığı çileler, işkenceler, ölüm dahil … Nasıl izah edilir bu idealizm? Bu sebeplerle Marxistlerin başta ifade ettiğim heyecan ve ümit tablosuna tahfifen yaklaşmıyorum… Tersine saygı duyuyorum! Onların bu yaklaşımında inancın zaferini görüyorum! İnanan insan sen ne büyüksün! “İnanç”larının “iman” haline dönüşmesini, mevzuuna tam intibak haline gelmesini Hak Teâlâ Hazretleri’nden bütün varlığımla niyaz ederim… Bir Müslüman, bir kafire sadece hidayete ermesi, imana nail olması için dua edebilir… 211 Burada bir nokta hep ihmal ediliyor… Acaba A. Simith’in “görünmeyen el” i de mistik bir inanç konusu değil mi? Ayrıca, “üst gelir gruplarında tasarruf eğilimi daha fazladır…….” diye başlayarak kurulan hayali dünya tasavvuru, yeryüzü cenneti de, masalın tamamı düşünülünce bir mistifikasyon değil mi? Yani burada da bütün rasyonalite iddialarına rağmen kapitalist ekonomi anlayışlarının hepsinde de bir inanç söz konusu olduğunu söylüyoruz… Hatta yüzeysel bir düşünme veya bakış için anlamsız gibi gelse de, bu iki eğiliminde de (Marksizm, Kapitalizm) son tahlilde ekonomiyi başat değer olarak almaları dolayısıyla materyalist telakki sahibi olduklarını söylüyoruz… Herkesin “arayış“ içinde olduğu bu dünya konjonktüründe kendini “Müslüman” olarak niteleyen sözde Müslümanlara gelince; onlarda Şeriat-ı Garra-yı Muhammediye vasıl olma gibi bir özlem, gerçekleşme rüyası, hülyası müşahede edemiyoruz.… {Bunların tek derdi “para” kazanmak!. ..} gibi yaklaşımın çok naiv olduğunu düşünüyoruz… Sadece “para” ya tapıyorlar yargısı yanlış… Çünkü bu tahlilde, araç amaç haline getiriliyor… Oysa bunlar “güç” e, “iktidar”a, ve “kudret”e tapıyorlar!… Allahü Zü-l-celâl Hazretleri tasavvuru, çeşitli iğvâlarla69 iğtişaşa70 uğrarsa; Hak Teâlâ Hazretleri’nin ayet ve hadislerle sübut bulmuş sıfatları hakkında bilerek veya bilmeyerek, farkında olarak veya olmayarak ruha bir şüphe tohumu düşerse, “Allah’a inanmakla böbürlenilir, fakat o yokmuşçasına yaşanırsa“, Hz. Ömer’e atfedilen hikmette olduğu gibi, “insan inandığı gibi yaşamayıp, yaşadığı gibi inanmaya başlarsa ve bütün bunlara nefsâniyyet ve enâniyyet ölçüleri içinde teviller bulur, kılıf uydurursa; insan tanrı olmamaya nasıl dayanabilir?” 69) İğvâyı gerek şeytana gerekse putlara izâfe eden âyetlerde “bâtılı süsleyip hak gibi gösterme” manasına gelmektedir. TDV İslam Ansiklopedisi: 21 / 525…Çeşitli hile-i şeriyyelere dikkat! Özellikle güç elde etme önündeki her türlü mukaddes ölçülere dikkat! Faizsiz banka? Faizsiz finans kurumları? Dikkat!!! 70) Karışıklık; duruluğu, saflığı kaybolma, bozulma ( Develioğlu- 495) 212 Ebû Nasr Serrâc Tûsî (378/988) Hazretlerinin şu ifadelerini çok dikkatle tefakkuhla, tefehhüm etmeye çalışalım: {Ebû Saîd bu ma’nâda şunları söylemiştir:” Allah’ın kitabını idrâkin ilk derecesi, onunla ameldir. Çünkü amelin içinde hem ilim, hem fehm, hem de istinbât vardır.” 71} Tam bu durumda Güç, iktidar ve kudrete duyulan sınırsız bir ihtiras, doyumsuz açlık, Hak Teâlâ Hazretleri’nin özellikle “Kudretle ilgili Sıfatları”na karşı bir başkaldırıdır… Ki Kâdir, Kadîr, Muktedir, Kavî, Metîn gibi ayet ve hadislerden istinbat edilmiş 27 sıfat sayılıyor…72 “Güç, iktidar ve kudret” in günümüzde büyük çapta “para” ile elde edilebileceğini ve konjonktürün artık kendilerinin de bu kutsal nesneye uzanabilmeye müsait olduğunu anladılar… Hatta birilerinin kendilerini paraya doğru ittiğini kavradılar, işin daha da ilginç yanı; kendilerini pastanın yanına dahi yaklaştırmayan birilerinin, bunu niçin ve hangi şartlara bağlı olarak yaptığını da sezdiler… Zaten geçen on yıllar herkesi eğitmişti… Köpekleri eğitmek için, onların gözlerinin önünde aslanları döverlermiş. (aslanlar nerede? Yanlış bir analoji oldu. Kendine benzetilen yok. Müşebbih-ün bih) Onun için durumdan vazife çıkarmanın dehasına sahip oldular!.... Hatta ödül dağıtıcıların emirlerine gerek kalmadan, onların aklından geçeni okuyup gerçekleştirme savaşına girdiler… Gerek Türkiye, gerekse bütün dünya Müslümanları bunun için paraya, mevkie saldırdılar… Fakat burada şunu ihmal etmeyelim, haklarını teslim edelim ki, öncülük ve müelliflik şerefi Türkiyeli sözde Müslümanlara ait… Model oluyorlar, örnek oluyorlar… Geçen gün TV’de duydum… ”Türkiye’de her şey olunur, rezil olunmaz!” Ama ben eksik bulduğum kısmı tamamlıyorum: “Yeter ki güçlü ol!” Üstün olma ve hükmetme ihtirası!... Hak Teâlâ Hazretleri Hesap Günü rezil, rüsvâ olmaktan muhafaza buyursun! Gerçi biliyorsunuzdur, ama yine de teyiden bir kere daha hatırlatayım ki; şunu da unutmayalım, bugün dünyada en bü71) Ebû Nasr Serrâc Tûsî, el-Lüma’, çev. H.K. Yılmaz, İstanbul, Altınoluk,1996, sh.77 72) İsmail Karagöz, Esma-i Hüsna, DİB, Ankara, 2007, sh.155 213 yük güç devşirme enstrümanı, işlevsel olarak matluba muvafık biçimde İslam’ı istismar edebilme imkan ve kabiliyetidir… İslam’ı; Siyonizm’in ve emperyalizmin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden dizayn etmek… Fakat sürünün, yığının üzerinde güç ve kuvvetini ispat etmen şartıyla!.. Fakat asıl şart, dünyanın bütün coğrafyalarındaki ihlâslı Müslümanları kendine benzetmen şartıyla… Sen bizim örnek dairemizsin!… Sen bizim vitrinimizsin! Seni iktisadî bakımdan ihya ediyoruz, sen de karşılığını ver! Vakıf kur, parti kur, dernek kur, sözde cemaat devşir, sözde tarikata gir, sözde medrese aç, sözde Kur’an kursu aç, okullar aç, imamhatip okulları aç, yaz, konuş, TV, gazete! Yeter ki (bizim şahsen var olduğunu umduğumuz) Ümmet-i Muhammed’i sürüleştir ve sürüyü uyut! Ama sen de farkındasın, aslında sürü seni uyutuyor! Sürünün taleplerine uygun bir din inşâ ediyorsun! Sen de pekâlâ biliyorsun; “Şeriat bir kırbaçtır! Nefs yalnız onun dayağını sevmez!...73” Onun için bütün gayretin, sürüyü Şeriat-ı Garrâ-yı Muhammediye’nin iz’âc, ta’cîz ve tasallutundan kurtarmak! Bütün Şeriat-ı Garrâ-yı Muhammediye’ye pazarlıksız bağlı tarikatların ulvî gayeleri de şeriatla nefsi terbiye etmektir… Bütün maksûd terk-i ma-sivâ!... Müberrâ (bu mefhumu özellikle kullanıyorum; ibrâ edilmiş, berî kılınmış, temize çıkmış, aklanmış ) tarikatları hâyâsızca, utanmadan ne hale getirdin? Müteşayihlere, sahte şeyhlere ödüller veriyorsun! Seksenli yaşlardaki sözde şeyhteki tûl-i emeli ve hubb-i câhı görünce insan gerçekten çok sarsılıyor, kendi adıma çok sarsıldım, düşündüm, acıdım, acıdım! Fakat belki de ona sorsak, o da, “Bu sözde, sahte müridlere benim gibi sözde şeyh bile fazladır! “ diyecek… Allah cümlemizi ıslah etsin! İnternet diye bir “aygıt” var artık hiçbir hareket gizli kalmıyor! Zaten kendi sitelerine bu görüntüleri koyanlar da görülsün diye koyuyorlar.. Böylece güç devşiriyorlar… Bilmem sözde hangi tarikat, binlerce kişi topladıkları propagandasını yapıyor73) N.F. Kısakürek, Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu, İstanbul, BD. Yayınları, 1984, sh. 144 214 lar, kamuoyu oluşturuyorlar. Artık önemli olan Allah ve Resulünün rızâsı değil, sürünün taabbüdü! Hanefi mezhebine mensup; mezhepsizlik gibi naiv yaklaşımları, çocukça, patolojik, hatta paronayak bulan bir insan olarak biz tekfir konusunda çok dikkatliyiz… Bu konudaki Hadis-i Şerif malum… Biz; Tevili, tahsisi mümkün olmayan, nesh edilmemiş muhkem bir ayeti veya mütevatir bir hadisi inkar etmeyen bir insanı tekfir edemeyiz… Bu insanlar da bu incelikleri bildikleri içindir ki; zaten başka inceliklere nüfuz edemezler, idare-i kelamda bulunuyorlar… Önce büyük harflerle “faiz haramdır!” diyorlar arkasından “fakat”la bütün mukaddesleri altüst ediyorlar…” Kefalet karşılığı ücret alınamaz! ”Fakat”… Bütün zehirlerini “fakat” la kusuyorlar, fakat biz yine de bu adamları tekfir edemeyiz... Etmiyoruz!... Rabbimiz Celle Celâlühu Hazretleri’ne havale ediyoruz… Bu nasıl bir imandır ki; kâinata, dünyaya, doğaya, topluma, insana, hayvana, nebata nakşedilme rüyası, hülyası ve özlemi ile yanıp kavrulmaz! Zbigniev BRZEZİNSKİ’nin 1993’te yazdığı “Kontrolden Çıkmış Dünya“ (Out of Control: Global Turmoil on the Eve of the Twenty-First Century ) isimli bir kitabını da önemine binaen alıyoruz. Brzezinski daha kitabın önsözünde: “Benim düşünceme göre dünya çapındaki değişim kontrolden çıkmış ve bu nedenle de çağımızın politik anlamı ve mesajının subjektif olarak yeniden yorumlanması gerekir.74” dedikten sonra çok çarpıcı bir tespitle şöyle diyor: “Dünya sanki otomatik pilota bağlanmış ve hızı gittikçe artan ama hangi yöne gideceği belli olmayan bir uçağa benziyor.”75 Brzezinski’ye göre Yirminci yüzyıl “Mantık Çağı” olarak niteleniyordu ve bilim sayesinde dünya daha yaşanır bir hale geliyordu; bilim; özellikle sağlık, beslenme ve modern iletişim araçları gibi insanoğlunun 74)- Zbigniev Brzezinski, Kontrolden Çıkmış Dünya, T. İş bankası, 1993, sh. VII 75) Zbigniev Brzezinski, a.g.e. XIII 215 fiziki durumunu geliştiren unsurları insanın hizmetine sunuyordu: “Ama ne yazık ki bütün bu gelişmeler ahlakî seviyeye yansımamış ve politikanın Yirminci Yüzyılın en büyük düş kırıklığı olmasına yol açmıştı. Tüm beklentilerin tersine, yirminci yüzyıl insanoğlunun gördüğü en kanlı ve nefret dolu yüzyıl olmuştur. Bu yüzyılda çoğunlukla kuruntuların egemen olduğu politikalar inanılmaz boyutlarda ölümlere yol açmıştır. Zalimlik kurumsallaşmış, büyük ölçüde yaygınlaşmıştır. İnsan öldürme işlemleri kitlesel üretim seviyesinde örgütlenmeye başlamıştır. İnsanlığın iyiliğini amaçlayan bilimsel gelişmeler ile her türlü denetimden kurtulan politik kötülükler arasındaki karşıtlık insanı hayrete düşürür. Daha önce tarihin hiçbir döneminde insan öldürmek bu kadar yaygınlaşmamış, hiçbir dönemde bu kadar insanın hayatına mal olmamış, hiçbir dönemde böyle mantıksız amaçlar uğruna insanların hayatına son verebilmek için bu kadar yoğun bir çaba gösterilmemiştir.76” Fakat burada günümüzle daha önceki tarihlerde yaşanan her türlü çatışmayı, savaşları karıştırmamak lâzım. Çünkü: “Her ne olursa olsun, bu tür şiddet gösterileri yoğun, vahşi, kanlı ama kalıcı olmayan gelip geçici patlamalar halinde gerçekleşmişti.77” Batı ülkelerinde politik liberalizmle birleşen Hedonizm (hazcılık) ve ortaya çıkan {“Baştan Çıkarıcı Bolluk” kavramı, ahlakî değerlerin giderek azaldığı ve maddî ve ruhi (psikolojik. A.B.) tatminin öne çıktığı bir toplumu tanımlar.78} Brzezinski 1993’te kâhin gibi isabetli öngörülerde bulunuyor ve sanki bu günkü krizi o günlerden haber veriyor… Amerika’nın yirmi kusurunu ve yerel sorunlarını sayarken bir numarada Borçluluk, iki Dış Ticaret Açığı , üç Düşük Tasarruf ve Yatırım diye devam ediyor…. Çevre sorununun bütün insanlığı tehdit eden ciddi bir felaket olduğunu söylüyor. 76) A.g.e. sh4 77) A.g.e. sh.5 78) A.g.e. sh.72 216 Geçmişle bir mukayese yaparak: “Bir önceki yüzyılda, Tanrı’nın her şeye kadir olduğuna inanan adam; yerini cennetin yeryüzünde kurulabileceğine inanan , bunun için de yalnız insanı ezmekle kalmayıp doğayı yok eden seküler fanatiğe bırakmıştır.79” İnsanlığın bütün hayatını kontrol altında tutabileceği zannına sahip faşizm, nazizm, komünizm gibi ütopyalar sona erdi… Fakat bunun maliyetini hesaplamak mümkün değildir. (Çünkü hesap daha kapanmadı. A.B.) Evet, bir nevi Büyük Birader’le (1984, G. Orwell A.B.) sembolize edilen bu baskının sona ermesi: “Bu ütopyanın yıkılması ile Batı’nın ortaya çıkardığı antitezi; kişisel, toplumsal ve cinsel arzular ile toplumsal davranışlar üzerinde mümkün olan en az kontrolü sağlamak olarak özetlenebilir. Ama bütün değerler üzerindeki kontrolü kaldırma fikri de subjektif ve görelidir. (izâfî, görece A.B.) Özet olarak bu çağ; insanoğlunun zorlayıcı ütopyadan baştan çıkarıcı bolluğa, meta-mitlerin kesinlikçiliğinden göreli bilinmezcilikle, umursamazlıkla oyun oynayan bir çağa geçtiği bir dönem olmuştur.80” Yalnız biz Brzezinski’nin postmodernizmi; düşünce sarkacının bir ucu olan totaliter meta-mitlerin yıkılması ile “düşünce sarkacının diğer bir aşırıya doğru sallanması81” şeklindeki tespitlerine katılmıyoruz… Bu çok mekanik bir tespit… Çünkü Batı Felsefesi Oluşum Süreci’nde, postmodernizmin çok ciddi nedenlerden dolayı, hatta bu sürecin doğal oluşumu sonucunda ortaya çıktığına inanıyoruz. Hatta biz postmodernizmi XVIII. Yüzyılın ortalarından başlatıyoruz… M. TOURAİNE’nin 1995’te yayınlanan “Altüst Olan Dünya, 21. Yüzyılın Jeopolitiği” (Le bouleversement du monde: Geopolitique du XXIe siecle Science politique) isimli kitabı bir çok tespit bakımından önemlidir, fakat biz kendimize koyduğumuz hedef bakımından muhtasar olarak, özellikle önemli gördü79) A.g.e. sh.227 80) A.g.e. sh.227 81) A.g.e. sh.258 217 ğümüz I. Bölüm’ün, 3. Faslı olan “dinselleşme” konusu üzerinde duracağız. Bu konuya gelmeden önce M. Touraine; evrensel bir bakış ve tespitle şöyle diyor: “Ekonomik yarışın kendisi bile düzensizleşmiş gibi görünüyor: Mafyalaşmış şebekeler gezegeni kaplamakta, yozlaşma başını alıp gitmektedir… Nükleer terörü (Hiroşima, Nagazaki A.B.) yaşadıktan sonra, dünya şimdi de düzensizliğe ve kaosa mı mahkum edilmiş durumda? 82” Özellikle 90’lı yıllardan sonra mafya olgusunu çok ciddiye alan ve üzerinde hassasiyetle duran birçok yazar olmuştur. Nitekim bir Fransız yazardan yukarıdaki tespitleri teyiden Kaos İmparatorluğu isimli kitapta; “Kosova’da Miloseviç’in Çetnik teşebbüsleri ve Filistin topraklarında Şaron’un saldırgan Siyonizm’inden söz ettikten sonra, hepimizi dehşete düşürecek, her Müslümanı derinden düşündürecek şu projeksiyonlara yer vermektedir: “Şiddete dayalı bu mini-sistemler bölgesel zararlar verebilir, ama uluslararası sermayenin hem şiddeti hem mali sermayeyi kullanan tek kolu olan mafya ağlarıyla kaynak bulabilmek için ittifak yapmaları gerektiğinden, soykırıma dayalı yerel küçük savaşların mafya ekonomisinden destek aldığı söylenebilir. Ama mafya ekonomisinin de küresel mali sistem içinde kendi özgüllüğünü güçlendirmek ve korumak için küçük barbar savaşlara dayandığı söylenebilir.83” Yalnız “mafya” kavramını bizim anladığımızın dışında kullanılan bağlamda ele almak lazım…. Daha sonra, Touraine; “Dünyanın Batılılaşmadan Arındırılması” gibi on yıllardır, belki de yüzyıllardır rahat bir uyku içinde olanları rahatsız edecek, uyandıracak çarpıcı bir başlıktan sonra; bir tespitte bulunur ve yine bir ara başlıkla: “Sorgulanan Batılı Düzen” …diğer başlık: ”Batının Bunalımı” , ve “ (Evrensel Bilinç) in Sınırları”) Artık sembollerden kurulu simülatif bir dünyada yaşıyoruz... Konuşmamıza gerek yok! Kitap isimleri, bölüm ve ara başlıkları dahi kâfî!... 82) Marisol Touraine, Altüst olan Dünya, çev: Turhan Ilgaz, Ankara, Ümit Yayıncılık, 1997, 13 83) Alaın Joxe, Kaos İmparatorluğu, çev. Işık Ergüden, İstanbul, İletişim, 2003,122 218 Marisol, Ünlü sosyolog Alain TOURAINE’nin kızı… Çağımızı tahlil bakımından baba kızından çok daha derin ve başarılı olduğu, aynı zamanda felsefî bir konsepte sahip olduğu için kısa bir alıntı yapma ihtiyacı hissettim: “İlerlemeye güvenimiz kalmadı; zenginleşmenin kendisiyle birlikte demokratikleşme ve mutluluğu getireceğine artık inanmıyoruz. Aklın özgürleştirici imgesinin ardından, karar gücünü tepede yoğunlaştıran bir akılcılaştırmaya ilişkin kaygı verici izlek geldi. (Dikkat! Aydınlanmaya ince bir gönderme! A.B.) Gitgide, büyümenin doğanın temel dengelerini yıkmasından, dünya düzeyinde eşitsizlikleri artırmasından, herkese yıpratıcı bir değişiklik yarışını dayatmasından korkuyoruz. Bu endişelerin ardından daha da derin bir kuşku beliriyor: Acaba insanlık doğayla olan ittifakını yıkmakla, kendisini geleneksel baskılardan kurtulmuş ve yazgısının efendisi zannettiği bir anda, yabanıllaşmakla mı meşgul? (Renaissance ve Aydınlanmanın doğa yaklaşımının şık bir eleştirisi A.B. ) Kimileri geleneksel toplumu, bu toplumun kodlarını, hiyerarşilerini, törenlerini özlüyor; bu kişilerin sayısı, özellikle de modernleşmenin dışarıdan geldiği, sömürgeciler ya da aydın bir despot tarafından getirildiği ülkelerde daha fazla84” Daha sonra ayrıca ele alacağım ama bu tespitlerin mütemmimi olan Maalouf ’un şu satırlarını da özellikle ve dikkatle mütâlaa etmek lâzım: “Düşman güçler tarafından korunduğu düşünülen birinin meşruiyeti kabul edilmez ve giriştiği her iş değersiz görülür, ülkeyi modernleştirmek istiyorsa, halk modernleşmeye karşı çıkar; kadınları özgürleştirmeyi hedefliyorsa, sokaklar protestocu çarşaflarla dolar.85” Siyah satırlara özellikle dikkatinizi rica ediyorum… Benim şu tespitimin tam bir ispatı: Osmanlının en büyük şansı veya şanssızlığı muhaliflerinin seviyesizliği, cahilliği, ahmaklığı, sadece kör bir muhalefet hırsı ile Osmanlının bütün değerlerine toptan saldırmaları!... O yüzdendir ki hâlâ Osmanlıyı yıkamadılar… 84) Alaın Touraine, Modernliğin Eleştirisi, çev. Hülya Tufan, İstanbul, YKY, 1995,407 85) Amin Maalouf, Çivisi Çıkmış Dünya, çev. Orçun Türkay, İstanbul, YKY, 2009, sh. 83 219 İslam adına; hatır ve gönül dinlemeden, Osmanlı’yı eleştirmeleri gerekenler bile kontipiyede kaldılar, istemeden sanki savunma gibi izahı güç bir durum… Şu anda şu veya bu biçimde Osmanlı, İslam’ın önünde “gerçek oluşları” imkansız kılan bir fecr-i kâzip gibi duruyor… Müslümanları enterne ediyor… Sözde Osmanlı, sözde tarikatlar, sözde medreseler, sözde cemaatler, sözde Kur’an kursları, sözde hafız okulları, her seviyede resmî sözde dinsel okullar… Elbirliği ile İslam’ın önünde yıkılmaz baraj oluşturuyorlar… Sadece emperyalizme hizmet ediyorlar… Şu anda Osmanlıyı savunanlar da aynı cehl-i mürekkeb içinde!... Bilerek savunmuyorlar… Oysa Taşköprülüzâde Ahmed Efendi’den (Mevzuat’ül Ulûm, 1532), Gelibolulu Mustafa Âlî’ye (1541–1600, Künhü’l Ahbar ), Bosna Kadısı Hasan Kâfî el- Akhisârî’ ye (Usûlü’l – Hikem Fî Nizâmi’l- Âlem, 1596) kadar güzel, değerli eleştiriler yapılmaya başlanmıştı… Tarihlere dikkat, biz sadece üç örnek seçtik.. Fakat kurumsallaştırılamadı bu eleştiriler, sistematize edilemedi! Döndü dolaştı yine çare olarak “âdet-i kadîm”e dönüş tavsiyesi ile son buldu… “âdet-i kadîm” eleştiri, sorgulama konusu yapılmadı, yapılamadı… Yapılma ihtiyacının biraz farkına varılır gibi olduğu zamanda da, atı alan Üsküdar’ı geçmişti. Bütün entelektüel fakültelerimizin DNA’ları âdet-i küfür tarafından paralizi generale musab kılınmıştı… Düşünsel genel felç!... Artık bünye sadece dışardan gelen uyarıları pasif biçimde algılayabiliyor!.. Yeniden, tarihlere dikkat! Şu kadarı ehl-i imana bir ışık tutar, sanırım… 1572’de faiz devlet tarafından emr-i şerifle tesbit edilmiştir. Ve faiz anlaşmalarının kadı huzurunda yapılması hükme bağlanmıştır… Burada net olarak şu tespiti yapalım ki: yukarda saydığımız veya saymadığımız bütün “sözde, düzmece, sahte “ kurumların amacı; sözde Müslümanları, Şeriat-ı Garrâ-yı Muhammediye’nin dar kalıplarından (!) kurtarmaktır... Çünkü Şeriat-ı Garrâ-yı Muhammediye 220 hevâ ve hevesimize göre düşünmemize, en önemlisi istediğimiz gibi kazanmamıza imkan vermiyor! Çünkü Şeriat-ı Garrâ-yı Muhammediye’de nasıl kazandığınız önemlidir! Harcama sonra gelir! Haram malın zekatı da yoktur, sadakası da!.. En sonunda kanaatimizi de arz edelim ki: Osmanlı şiir gibi bir İmparatorluk kurmuş fakat …. XVI. yüzyılın ortalarından itibaren …!? Biz sadece İslam’ı tenzihen düşünüyor, konuşuyor, yazıyoruz! Ondan ötesi umurumuzda değil! Yeter ki İslam’a bir toz zerresi bulaşmasın, onun ötesinde üretilen bütün değerlere, filin züccaciye dükkanına girmesi gibi, gireriz, altüst ederiz! Allahü Zü-l-celâl Hazretleri’nin dininden başka ki oda tekdir ve İslam’dır, hangi kurum veya kişinin yıprandığı umurumuzda değil! Zaten bize göre 1718 başlayan bütün Batılılaşma hamlelerinin tek hedefi; bilerek veya bilmeyerek, samimiyetle veya ihanetle, İslam’dan soyutlanma aksiyonudur! Bırakın fazla geriye gitmeyin: 1838 İngilizlerle yapılan Serbest Ticaret anlaşması, 1839 Tanzimat Fermanı, 1856 Islahat Fermanı, Birinci, İkinci Meşrutiyet ve nihayet Cumhuriyet… Bu hareketlerden hiçbirinin kadroları ne Batı’yı anlayabildiler, ne de İslam’ı! İngiltere’de “hürriyet” ismiyle gazete çıkaranlar bile.., “Hürriyet“ şairi Namık Kemal bile… Tam olarak meseleyi anlayamasa da: Ne efsûnkâr imişsin ey didâr-ı hürriyet! Esir-i aşkın olduk, gerçi kurtulduk esaretten, diyebildi… Bizim “Kavramsal Totemizm” diye kavramsallaştırdığımız halet-i ruhiye! Biz Batı’yı taklit etmedik, Batı’ya tapındık! Marisol Touraine, Soğuk savaş ve komünizm sonrası Avrupa’da Milliyetçiliklerden bahsettikten sonra, anlamları farklı da olsa, her yerde, her dine ait Yeni Bir Dinselliğin bu yüzyılın 221 sonuna damgasını vurduğunu söyler. ”Bu devinim 1970’li yılların ortalarından itibaren kendini göstermiş, İran Devrimi ve İmam Humeyni’nin iktidara gelişiyle birlikte genel bir bilinçlenme şeklinde gelişmiştir. O zamandan beri, İslam köktendinciliği bir heyûlâ gibi, elbette öncelikle Ortadoğu ve Mağrip ülkelerinde, ama bir yandan da siyah Afrika ile daha düşük bir derecede olmak üzere, Asya’da dolaşmaktadır.86” Bu yeni dinsellik genelde Batı uygarlığının atıflarının yeterince tatmin edici olamamasından, büyük ideolojilerin tükenmesinden sonra ortaya çıkmıştır. Özellikle Vatikan Diplomasisi bu Yeni Dinsellik konusunda çok faal olmuş, bilhassa 1978’de Papa seçilen II. Jean-Paul’un “Evrensel amaçlı ‘Yeni Hıristiyanlaştırma’ siyaseti, Katolik ülküyü, yeni bir toplumsal ve siyasal düzenin temeli kılmayı amaçlamakta idi.87” Katolik Kilisesinin daha az bilinmekle birlikte Ortadoğu’da büyük angajmanları olduğunu söyleyen Touraine, hepimizi düşünmeye sevk eden şu bilgiyi vermektedir: “Filistin Kurtuluş Örgütü saflarında çok sayıda yüksek rütbeli Katolik din adamı bulunmaktadır.88” Bu bilgi Hamas’la Filistin Kurtuluş Örgütü arasında şu anda Mısır’da yapılan görüşmelerin olumsuzlukla sonuçlanacağının bir işareti olsa gerek! Touraine’e göre; “Dinsel hareketlerin ilerleyişi eşitsizlikçi bir uluslararası düzeni yadsımanın aldığı biçimlerden bir tanesidir.89” Biz genelde Touraine’in tespitlerine katılırken O’nun ifade ettiği gibi bu hareketlerin 1970-1980’li yıllardan çok önce başladığını ileri sürüyoruz, aynı şekilde söz konusu hareketlerin yayılmasının gerekçelerini de çok naiv buluyoruz. Touraine her ne kadar dinselleşmeye olumlu bakar ise de, bu kendilerinin istediği kadar ve kıvamda olanınadır: “Körfez Savaşından sonra FKÖ’nün içine girdiği yalnızlık bir yandan da Arafat’ı müzakereye itmiştir. Nihayet, intifada ve Hamas hareke86)Touraine, ön. ver., .92 87) A.g.e.93 88) A.g.e.94 89) A.g.e.116 222 tinin peşine takılarak sergilediği dinsel radikalleşme, hem İsrail, hem de FKÖ açısından bir tehdit olarak belirmiştir.90” Hep bu noktaya tekrarlıyoruz, vurguluyoruz: Bir Müslümanın iman, din, müteal varlık, peygamber anlayışları, eşya ve hadislere bakışı ö t e k i lerden çok farklıdır! Touraine; terörizmin finansmanında, uyuşturucu kaçakçılığının önemini vurgular!... “Ortadoğu’da Barış” başlıklı bölümde de: “Bağımsızlıkların kazanılması, gerçek bir özgürleşmeye tekabül etmemiştir ve bunun petrol yüzünden olduğu söylenebilir.91”der!... Genelde “Tarihin Sonu ve Son İnsan” isimli kitabı ile büyük gürültü kopartan Francis FUKUYAMA, 1999’da bizce çok önemli olan, fakat hiç yankı yapmayan, bahsedilmeyen Büyük Çözülme, İnsanın Doğası ve toplumsal Düzenin Yeniden Oluşması (The Great Disruption) isimli kitabını yazdı. Fakat “Tarihin Sonu?” hakkında öyle spekülasyonlar yapıldı ki; belki de “Tarihin Sonu?” bir sosyal mühendislik, yönlendirme veya birilerine durumdan vazife çıkarma talimatı olarak görülebilir, yorumlanabilir… Bilmiyorum!.. Fakat kitabın yazılış öyküsü o kadar masumanedir ki… Chicago Üniversitesi, Fukuyama’yı 1988-1989 ders yılında bu konuda bir konferans vermek üzere davet eder… Ve konferans 1989 yazında The National Interest dergisinde “Tarihin Sonu?” isimli bir makale olarak, yayınlanır… Sonra yoğun ilgi üzerine kitab olur 1992 yılında, “Tarihin Sonu ve Son İnsan” ismiyle... Yani bu anlatıma göre; “Tarihin Sonu?” salt bir akademik faaliyet… Francis FUKUYAMA; bu kitabında liberal demokrasilerin insanlığın evriminin son aşaması olduğunu işaret ederek: “Batı’nın ya da Batı düşüncesinin zaferi, her şeyden önce Batı liberalizmine alternatif olduğu varsayılan sistemlerin büsbütün 90) A.g.e. 357 91) A.g.e.354 223 tükenmesi olayında kendisini göstermektedir.92” der ve şöyle devam eder: “Belki de Soğuk Savaş’ın ya da savaş sonrası dünya tarihinin sona ermesine değil fakat insanoğlunun ideolojik evriminin son noktasına ulaşması ve beşeri yönetim biçiminin son evresi olan Batılı liberal demokrasinin evrenselleşmesi anlamında tarihin sonuna tanıklık etmekteyiz.93” Yazının kısa özetini verdikten, sonra kanaatimizce, bizim açımızdan çok önemli şu cümleye dikkatlerinizi çekiyoruz: “ Ancak tarihin sonunda tüm toplumların liberal toplumlar olması gerekmiyor; sadece onların farklı ve daha yüksek insan toplumu biçimlerini temsil etme şeklindeki ideolojik iddialarına son vermeleri yeterlidir.94“ Bundan sonra bizlerin bu naklettiğimiz cümle ile birlikte şu satırları derin derin düşünmesi gerektiğini özellikle vurguluyoruz: “Çağdaş dünyada, hem liberalizme, hem de komünizme siyasal alanda sadece İslam teokratik95 bir devlet önermektedir…… Daha az örgütlü olan diğer dini –hareketlerin yarattığı- etkiler, liberal toplumlarda yaşamasına izin verilen bireysel yaşam alanında başarılı bir şekilde tatmin edildiler.96” Herhalde bu ve benzeri cümleler genelde İslam ülkelerinde, özelde de Türkiye’de neler yapıldığına ve yapılmak istendiğine ışık tutuyor… Birçok bakımdan öncü, örnek, model olması bakımından Türkiye’nin önemini perçinliyor… Hele Amerika Birleşik Devletleri’nin Ortadoğu’dan çekilip Pasifik’e ve Afrika’ya gitme konsepti içinde Türkiye çok daha bir önem kazanıyor… Elinde “İslam” gibi bir vasıta, alet, meta, istismar edilecek bir unsur olduktan sonra, bu “İslam” gibi eşsiz ihraç malı ile çok iktisadî başarılar elde edersiniz…. Ama unutmayın ekonomi sa92) Francis Fukuyama, Tarihin Sonu mu? Çev. Yusuf Kaplan, Kayseri, Rey Yay. Tarihsiz, sh.14 93) A.g.e. 14 94) A.g.e.39 95) Teokratik devlet, dünyevî ve uhrevî otoritenin bir kişi veya kurumda toplandığı yönetim biçimidir. Hristiyanlıkta olduğu gibi. İslam teokratik bir din değildir! 96) Tarihin Sonu mu? sh. 40 224 dece ekonomi değildir! Ekonomik değerler karşılığında nelerimizi veriyoruz? Tarihin Sonu ve Son İnsan’ın “Teşekkürler” kısmında şöyle bir not var ki, anlamlı olabilir: “RAND Corporation başkanı James Thompson, kitabı hazırlarken bana bir çalışma odası sağlayarak büyük bir nezaket gösterdi.97” Sözü edilen bu kurum birçok spekülasyonun sujesi oldu. Bazıları gayet masumane bir yaklaşım gösterirken: “Organizasyon ABD hükümetine, Milli güvenlik konularında stratejiler üretme konularındaki çalışmalarını yoğunlaştırmıştır. Şirket eğitim, sağlık, hukuk ve bilim alanlarında da araştırmalar yapmaktadır 98” Kimileri bizim de katıldığımız şu tespitlerde bulunmaktadır: “CIA ile birlikte çalışıyor. 1948 yılında kuruldu. Etkinliğini Soğuk Savaş döneminde Sovyet bloğuna karşı geliştirdiği yerüstü ve yer altı stratejilerle kanıtladı. Ilımlı Komünizm”i (vurgu bana aittir A. B.) inşa ederek Sovyet Bloğun yıkılmasında CIA ile birlikte başrolü oynadı.99 Ve bir kısmını alıntıladığımız yazı daha geniş ve daha fazla bilgi ihtiva ediyor: ”Şu anda da dünya üzerinde ılımlı İslam’ın inşası gayreti içindedir… Rand Corporation’un hazırladığı 2007 tarihli raporun başlığı ne garip ki; (Ilımlı Müslüman Ağlar Oluşturmak) CIA ve Amerikan yönetimine sunulan Raporda, Ilımlı Müslüman Ağı’n oluşturulması için desteklenmesi gereken gruplar bakın nasıl sıralanmış: (vurgu bana aittir A.B.) *Liberal ve laik Müslüman entelektüeller! *Genç ve Ilımlı Din Bilginleri! *Ilımlı Toplumsal Liderler! *Cinsiyet Eşitliğini Savunan Kadın Grupları! *Ilımlı gazeteci ve yazarlar!100” 97) Francis Fukuyama, Tarihin Sonu ve Son İnsan, çev. Zülfi Dicleli, İstanbul, Gün Yay. 1993, sh. 6 98)����������������������������������������������������������� VİKİPEDİ --- http://tr.wikipedia.org/wiki/RAND_Corporation 99) TOGEÇ 100) http://www.milligazete.com.tr/makale/rand-corporation-raporu-ve-abdninilimli-agi-99234.htm 225 Araştırılmaya değer bir konu! En azından yorumlar vakıalara bire bir uyuyor... Biz bu yazıları okumadan önce şöyle bir tespitte bulunmuştuk; bir yerlerden emir var: “Ne yapıp yapıp kadın evinden çıkarılacak!” Kermes, tarikat toplantısı, hizmet, kutlu doğum haftası, kurs, tahsil denecek, bir şekilde kadın erkeklerle göz göze getirilecek!... Ondan sonra her şey yoluna (!) girecek! Bu noktada ham yobaz –kaba softa ile konuşamazsınız! Hangi noktada konuşabilirsiniz ki? Kadın erkek her insana ilim farz! Peki şartları? Şartlar sağlanabiliyor mu? Bugün insanlar gerek Türkiye, gerek yurtdışında gündüzleri bile sokağa çıkmaktan imtina ederken, Anadolu şehirlerinde dahi akşamları sokağa çıkmak risk taşırken, o muazzez ve Müberra kızlarınızı büyük şehir denen dâsitanî canavarın kollarına nasıl atabiliyorsunuz? Teknolojik donanımların ve icatların mahremiyeti ortadan kaldırdığı, herkesin panaptikona (Foucault) mahkûm olduğu bir çağda! Daha fazlası muhayyilemizi berhava ediyor! Burada kesiyorum! Ama Fukuyama’nın bizim sözünü ettiğimiz Büyük Çözülme isimli kitabı tamamen objektif tespitlere dayanan, bir vicdan ve insaf sahibinin samimi feryatları gibi geldi... Hatta bir ebeveynin endişeleri, telâşı gibi geldi bize… O kadar samimi, o kadar içten! Bildiğim kadarı ile kendisinin Julia isimli bir kızı ve David isimli bir oğlu var… Sonuçta O da bir baba! İnsan; hangi örgütte, hangi misyonla (misyon, özellikle seçtim, görev demedim.) bulunursa bulunsun bazen insan olmak zorunluluğu hissediyor… İnsanlığın lüzumu olmadığı yerlerde dahi insan olmaktan kurtulamıyor… Bunun istisnası dinini istismar eden sözde Müslüman! Burada bir noktaya daha dikkatinizi çekmek istiyorum ki; Büyük Çözülme’nin yazarı, daha altı yıl önce tarihin sona erdiğini iddia eden bir yazar! Biz evrensel değişimin geometrik bir dizi ile gerçekleştiğine inanıyoruz... Fakat değişim o kadar hızlı ki (ışığın yanıp-sönme şiddetinden dolayı, mesela saniyede 40-50 kere) lambayı kesiksiz bir süreklilik içinde algılıyorsak; toplumsal değişimlerin 226 de farkına varamıyoruz. Bir illüzyon… Yani kitap 1999’da yazılmış… Aradan bunca yıl geçmiş… Verilen istatistîki bilgileri, buna göre değerlendirin… O kadar özlü tasvirler var ki özetlemeye gönlüm razı olmuyor, onun için Fukuyama’nın tasvirini uzun bir alıntı ile vereceğim: “Suç ve toplumsal kargaşa artmaya başlayınca dünyanın zengin toplumlarının kentsel alanları neredeyse oturulmaz hale geldi. İki yüzyıldır sürüp giden toplumsal bir kurum olan akrabalığın çöküşü yirminci yüzyılın ikinci yarısında hızlandı. Birçok Avrupa ülkesinde ve Japonya’da doğum oranı öylesine düşük ki, yeterli göç olmazsa, bu toplumlar önümüzdeki yüzyılda nüfus kaybıyla karşı karşıya kalacaklardır. Evlilik ve doğumlar azaldı, boşanmalarsa hızla artıyor. Amerika Birleşik Devletleri’nde üç çocuktan biri, İskandinavya’da ise çocukların yarısı evlilik dışı doğuyor. Sonuç olarak kurumlara duyulan güven kırk yıllık, derin bir çöküş sürecine girdi.101” Ve bizim bile (küçük, marjinal bir gurubu istisna edersek) hepimize, özellikle dincilere kabul edilmez gelecek bir tespitte bulunuyor: “ İşgücünün doğasındaki değişiklik fiziksel emeğin yerine zihinsel emeğin geçmesiyle ortaya çıktı, böylece de milyonlarca kadını işyerlerine sürükleyerek ailenin dayanağı olan geleneksel anlayışı yerle bir etti.102” Hâlbuki dinciler için kızların okuması, şartlar tartışma konusu yapılmadan, dinin (İslam demiyorum) şartı… Fukuyama; İşte bir baba gibi gayet basit ve sade endişelerini yazıya döküyor: “1980’lerde Amerika Birleşik Devletleri’nde kıyılan nikahların yaklaşık yüzde ellisinin boşanmayla sonuçlanması bekleniyor. Evlenme oranlarındaki düşüşe koşut olarak, boşanmış insanların oranı evli olanların karşısında giderek daha büyük bir hızla artıyor. Yalnızca otuz yıllık bir süre içinde, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki boşanmış insanlar evlilerin dört katına ulaştı.103” 101) Francis Fukuyama, Büyük Çözülme, çev: Z. Avcı-A. T. Aydemir, İstanbul, Sabah Yay.2000,14 102) A.g.e.15 103) A.g.e.45 227 İstatistikî bilgilerin eski olduğunu hatırlatarak “Gayri Meşru Çocuklar” bölümü ile devam ediyorum: “Evlilik dışı dünyaya gelen çocukların sayısı giderek artıyor. 1940’da Amerika Birleşik Devletleri’nde bebekleri canlı doğan evlenmemiş kadınların oranı yüzde 5 iken, bu oran 1993’te yüzde 31’e yükseldi. Gayrı meşru çocuk oranları ırklara ve etnik gruplara göre farklılıklar gösteriyor. 1993’te beyazlar arasında yüzde 23.6 olan gayri meşru çocuklar Afrika kökenli Amerikalılar arasında yüzde 68.7’ye varıyordu. Siyah Amerikalı çocukların büyük bir çoğunluğu için babasızlık yaygın bir olgudur ve yoğun bir yoksulluğun egemen olduğu bazı bölgelerde annesiyle babası evli olan bir çocuğa pek seyrek rastlanır.104” Hatta meşruluk kavramının anlamı Avrupa’da daha large olduğu için istatistikler bize göre daha dehşet verici… ”Yirmi ile yirmi beş yaş arasında olan Danimarkalı kadınların yüzde 45’i, İsveçli kadınların yüzde 44’ü, Hollandalı kadınların yüzde 19’u birlikte yaşamayı seçmişlerdir. Buna karşılık bu oran Amerika Birleşik Devletleri’nde ancak yüzde 14’e ulaşır. ABD’de evlilik dışı doğan çocukların yüzde 25’i birlikte yaşayan çiftlere aittir; Fransa, Danimarka ve Hollanda’da bu oran çok daha fazladır, İsveç’te ise yüzde 90’a varır. Bir çok ülkede nikahsız olarak birlikte yaşayan çiftlerin kesin sayısını belirlemek ya da bu sayının değişimlerini incelemek için yeterli istatistikler yoksa da gözlemcilerin tümü çiftlerin evlenmek yerine birlikte yaşamaya yöneldikleri konusunda aynı fikirdeler.105” Yalnız burada şu noktaya da dikkatinizi çekerim ki; ortak bir yaşamla başlayan birlikteliklerin daha kısa olduğu ve birlikte yaşadıktan sonra gerçekleştirilen evliliklerin de böyle bir deneyim geçirmeden yapılan evliliklere göre daha az istikrar gösterdikleri tespit edilmiştir. ”Bu da, çiftlerin evlilik yükümlülüğü altına girmeden önce birbirlerini tartabilmeleri için evlenmeden bir süre birlikte yaşamalarının iyi olduğu konusundaki ge104) A.g.e. 46 105) A.g.e.47 228 nel kanıyla çelişkili bir durum. Başka araştırmalar sayesinde, aile içi şiddetin ve toplumsal izolasyonun evlilikten çok birlikte yaşama ortamında geliştiği ortaya çıktı.106” Dedikten ve çocuk, aile, boşanma konusunda bir takım istatistikleri değerlendirdikten Fukuyama; sonra bir kere daha teyiden vurgulama ihtiyacını hisseder ki: “Böylece anlaşılıyor ki birlikte yaşamak için yapılan anlaşmalar evlilikler kadar istikrarlı değil107” Bu iç karatıcı istatistik bilgilerden sonra, Fukuyama’yı bir tarafa bırakarak, bu istatistiklerin dışındaki dünyayı ve kendi İslam dünyamızın ve bu ülkenin durumunu cesaretle düşünmemiz gerekir… Önce şu gerçeği doğrudan doğruya kabul edelim ki; dünya küçük bir köy! Ülkeler arası bütün fikir, davranış gümrükleri kalkmış durumda… Bütün değerler bir anafor içinde altüst oluyor… Bundan kurtulmak mümkün değil! Şu anda yurt dışında farklı sebeplerle milyonlarca Türkiyeli bulunuyor… Bu ülkeye, şu veya bu sebeple milyonlarca yabancı geliyor her yıl… Evimizin en mûtenâ yerinde TV… Batı kültürünün bütün çirkefi hanelerimize akıyor! Akıyor! Akıyor! Kalb gözü, gönül gözü açık olanlar veya bizim gibi sadece biyolojik gözü görebilenler, görüyor: manen boğuluyoruz. Gözünü yuman sadece kendine, dünyayı gece yapar! Dünya dönüyor, geceler, gündüzler biri birini takip ediyor… Mevsimler gelip geçiyor… Çocuklar başkalarından saklanmak için gözlerini yumarlar. Kendileri başkalarını görmeyince başkalarının da kendilerini göremediklerini sanırlar… Bazı hastalıkların en tehlikeli dönemi dışardan hastanın sıhhatli gözüktüğü zamandır. Artık bu evrensel tesirlerden toplumun, ferdin masun kalması mümkün değildir. En tehlikeli durum mevsimsel geçişlerde yaşanır… Çünkü insan hazırlıksız yakalanır… Atasözü hikmet dolu: ”Yaba (Çobanların dağda kullandıkları, sarınıp yattıkları keçeden mamul giysi) ’nı yazın al! Kışın istersen al, istersen alma!” Çünkü kışın nasıl olsa tedbirli olacaksın! Ama yaz, ama yaz! Tehlikelerle 106) A.g.e.49 107) Ag.e. 49 229 dolu… Özal iktidarda, Erdoğan iktidarda, derken bakmışsınız ki, manevî bir ayaz, kurutup atmış sizi, tüm toplumu… Siz daha farkında değilsiniz! Asıl burada korkmamız gereken: Nasıl içki şişede durduğu gibi durmuyorsa, haram para da kasada durduğu gibi durmuyor! Bir kere şunu düşün: Allah ve Resulü’nün emir ve yasaklarının hayata geçirilemediği bir sistemde “helâl” diye bir kategori yoktur! Ancak “yasal olan”, “yasal olmayan” kategorileri olabilir… Bundan sonra korkmadan, nefsini yumruğunun içine al ve düşün! Sadece İslam’ı tenzihen düşün!! Tüm ülke olarak şu veya bu şekilde ürettiğimiz, ve yine şu veya bu şekilde bölüştüğümüz ve şu veya bu biçimde tükettiğimiz bir yıllık gelirimizi nasıl elde ediyoruz? (Üretim – bölüşüm - tüketim) Bu gelirin kalemleri nelerdir? Bunun ne kadarı turizm geliri? İçkiyi ve fuhşu yasakladığınızda ne kadarı kalır? Bu soru sadece turistleri mi kapsamına alıyor? (Bir ara kimin vergi rekortmeni olduğunu hatırla! Veya vergi rekortmenlerinin biri birinden farkı olup olmadığını düşün!) Ne kadarı kahvehane, kumarhane v.b.inden geliyor? Ne kadarı özel veya resmi alkollü içkiden? Bu gün tasarrufunuz % 12 civarında, yatırım ihtiyacınız % 24-25 civarında, aradaki farkı iç ve dış finansmanla kapatıyoruz, bu da doğrudan doğruya faiz demektir… Bu gün bir şekilde faize bulaşmamış bir kişi bile bulamazsınız!? Yediğiniz ekmeğin % şu kadarı faiz, kullandığınız tuzun % şu kadarı faiz…v.b. Biz şunu iddia ediyoruz ki; bu kapta toplanan adına toplam gelir denen bu paranın hiç bir safhasında “helâl” mefhumu ve endişesi yoktur! “Helal” diye bir kategori yoktur! Fakat biz, ondan bir şekilde adaletsizce (“Eşit” kavramını kullanmıyorum. ”Adalet”, herkesin hakkını alması… “Hak” nedir?) elde ettiğimiz payımıza da bir takım anlamlar atfediyoruz. Bir Müslümanın birinci görevi “helâl” mefhumunun olduğu bir nizamı inşâ etmektir. Aksi takdirde, böyle bir kategorinin olmadığı sistemde mükellefiyetleri nelerdir? 230 Düşün! Düşün! Düşün! İslam’da önemli olan nasıl kazanıldığı! Sarf etme sonra gelir! Sarf mahalli, kazanmayı meşru kılmaz! Çünkü “haram” kazançla hayır yaptığını iddia küfürdür! Çünkü harama, helal, demek küfürdür! Bir zamanlar temel meseleyi, medeniyet mevzuû olarak kavrayamayanlar; TV antenlerine şeytanın boynuzu diyerek TV’siz siteler inşâ eden ehl-i hamakat, cehl-i mürekkeb içinde debelenenler, şu anda çoluk çocuğu ile ne durumdalar acaba? Bizim gibi şuurlu cahil olursanız, cehaletinizi idrak ederseniz, azimle, sebatla, hatta hırsla (hırs mezmum, ama burada?) izale-i cehl için çırpınırsınız!... Bir zamanlar “hepimizin” çok sevdiği Özal diye bir adam vardı. TV. yayınlarından şikâyet edenlere ”kumandası elinizde” demişti… Bu nasıl bir nefsânî tuzak? Televizyonu kapattınız ne ifade edecek? Hayatın kendisi müstehcen! Caddeler, sokaklar, parklar müstehcen!... Hayatı da mı kapatacaksınız? Yani kimse bu şartlardan toplumu soyutlayamaz! Fakat nefsimize karşı müthiş bir hoşgörümüz var! Rivayet edilir ki, bir din görevlisi, kadınların-kızların kısa giyinmesinden şikayet ediyor konuşmasında (vaaz?) deniyor ki: senin torununda kısa giyiniyor…. Cevap oportünizm dehasının ispatı: Ama ona da yakışıyor!... Rabbimiz Celle Celâlühu Hazretleri cümlemizin yardımcısı olsun! Kaybedecek değerleri olanlar panik halinde! Bir uçağın düşmesine sebep olan gevşek bir cıvatasıdır… Bu kadar rahat olmayalım, hiç değilse tevâzû içinde Allah’ın huzurunda duâ edelim! Bugün biz toplumsal olarak, toplum pratikleri olarak, toplumu oluşturan değerler bakımından istatistiklerini sunduğumuz ülkelerden pek farklı olamadığımızı düşünüyoruz! İtiraz hazır: kuşkusuz o kadar değil! Ama bize “o kadar” ın sınırını tarif edin! Bizim ahlak anlayışımızda “biraz” yok! Fıkra olarak anlatılırken artık bugün değerler dünyamızın bir ölçüsü oldu: “Biraz Gebelik!” Bir toplumun hayatında 50-100 yıl ne ki? Ama gerçekleşen 231 değişim kanlarımızı donduruyor… İki gün önce namus endişesi ile kızını mahalle bakkalına ekmek almaya göndermeyenler, Amerikalara, Avrupalara gönderdiler!.. Bu kısa sürede bu değişim havsala yakıcı!.. Nur suresinin 30. ve 31. Ayet-i Celile’ lerini bir kere daha hatırlatıyorum! Tekrar Fukuyama’ya dönüyoruz. O’na göre Büyük Çözülme’nin dört sebebi var: 1-Artan fakirlik ve gelir eşitsizliği 2-Buna karşılık artan zenginlik 3- Modern refah devletinin ürünü (yani sonucu olarak A. B) dinin düşüşü 4-Bireysel hakların artışını içeren geniş kültürel hareket108 Maalesef temel soru, Batı uygarlığı ile aramızda fiziksel zaman olarak kaç yıl olduğu. Batı uygarlığının yaşadıklarını bizim kaç yıl sonra yaşayacağımız!.. Biz bu kitabı ilk mütalaa ettiğimizde, on yıl önce, hepimizi şu satırlar şoke etmişti.. { Kuşkusuz “orası Amerika, bizim sağlam bir aile yapımız, ahlakımız var” diyerek kendini aldatanlar hariç.} Ama kaç yıldır bizim de en önemli meselelerimiz arasına girdi: “Bu davaların basında aldığı yer, çocuk tacizi salgınının tüm ülkeye yayıldığını vurguluyordu. Bu inanç, anne babalarının çocuklarına nasıl davranacaklarını öğretmesinde de etkili olmuştur. 1980’lerin sonlarına doğru, okul öncesi çocuklara verilen ilk uyarı yabancılara güvenmemesi gerektiğiydi… Cinsel tacizle suçlanan öğretmenler artık öğrencilerini kucaklamak istemiyor.109” Bunlar bizde olmaz, bizim aile yapımız sağlam, onlar gâvur, gibi bir takım argümanlarla kendini avutmaya çalışanlar şunu iyi bilsinler ki; bir uygarlık kompartımanlar şeklinde yan yana dizilmiş bir katar değildir, dolayısıyla istediğinizi çözüp alamazsınız!... O bir bütündür. Mademki dünya ile bütünleşiyoruz, mademki onun iktisadî sistemini alıyoruz, ister istemez diğer unsur108) A.g.e.64 109) A.g.e.104 232 larını da almak zorundasınız… Başbakan Ülkenin bilmem kaç milyar $’lık ihracatını, bilmem kaç milyar $’a çıkardığını öğünerek anlatıyor. Bir de gümrüksüz fikir ve hayat tarzı ithalatından bahsetse ya! Sizleri üzmek pahasına bir iki istatistik de şu cennet ( ! ) yurdumuzdan vereceğim: “İlk Türkiye Ensest Atlası çıkarılıyor.. Meral Tamer…Milliyet…21.Mart.2012 Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu (TKDF) Başkanı Canan Güllü, Haklı Kadın Platformu’nun 1. yaşını kutladığımız toplantıda önümüze yepyeni bir gündem maddesi koydu: Ensest! Evet TKDF projektörleri, en huzurlu yer olarak düşünülen aile ortamında maalesef sık yaşanan taciz ve tecavüz gerçeğine çevirmiş bulunuyor ve Türkiye’nin ilk Ensest Atlası’nı hazırlıyor. Güllü’den öğrendiğimize göre İstanbul Barosu’nda sadece 2010 yılında ensestle ilgili 11 bin davaya bakılmış. Kızlara sürekli ‘saklama’nın öğretildiği, bu nedenle taciz ve tecavüzü yaşayanların gerçekleri söyleyemediği bir ortamda bile bu rakam ortaya çıkıyorsa, kayıtlara geçmeyenleri varın siz düşünün.”110 Devamı tahammü’l–fersâ, onun için alıntıyı burada kesiyorum. İsteyen internetten bularak okuyabilir. Bir daha oku! Bir daha oku! Bir daha oku! Bu haberleri okudukça ağlayanları, ağladıkça okuyanları görüyor gibiyim! Bir örnek daha vermeden geçemeyeceğim: “Zonguldak Cumhuriyet Savcısı Veli San perşembe günü katıldığı bir toplantıda Türkiye’de cinsel dokunulmazlığa karşı işlenen suçlarda son 10 yılda yüzde 400 artış olduğunu söyledi. 110) “ İlk Türkiye Ensest Atlası Çıkarılıyor” Milliyet Gazetesi ( 21.Mart.2012 ) 233 Savcı San, 2002›de ülke genelinde cinsel saldırı suçuyla ilgili 8 bin 146 dosya açılırken, 2011›de bu rakamın 32 bin 988›e ulaştığını açıkladı.111 “ Bu haber üzerine Akşam Gazetesinden Şenay Yıldız, Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi Yard. Doç. Dr. Ayten Zara ile bir röportaj yapıyor. İşte o röportajdan birkaç satır: “-Erkek çocuklarına karşı cinsel istismar artıyor mu? -Evet, eskiden yüzde 1-2’lerdeydi. Şimdi ise bu oran yüzde 8-9’lere yükseldi. Ama erkek çocuklar bunu kız çocuklar kadar travmatik yaşamıyor, çünkü daha farklı anlamlandırıyorlar. Erkek çocuklarının gebelik ve bekâretin bozulması gibi ensestin görünür sonuçlarının yaşamıyor olmaları bu tür cinsel şiddeti uzun yıllar saklı kalarak yaşamalarına sebep olabiliyor. Bu durum kız çocuklarla yıllarca sürüyor ve daha ağır tahribatlar yaratıyor. Ben kendi çocuğumu 3-4 yaşından itibaren bu konuda bilgilendirmeye başladım. Ona cinsel organlarının hangileri olduğunu, sağlıklı ve sağlıklı olmayan dokunmanın ne olduğunu, sevgi alıp vermenin nasıl ve kimler tarafından olacağını anlattım ve anlatmaya da devam ediyorum.112” Haa! Sahi, az kalsın unutuyordum! Elli yıl önce Millî Gelir’imiz kaç milyar $ dı? Fert başına düşen GSMH ne kadardı? Fert başına kaç kilo et yiyor, süt içiyorduk?... İhracatımız? Gördünüz mü nasıl kalkındık? Başınıza çalınsın bu kalkınma! Başınıza çalınsın! Bedeli; din, iman, ırz, namus, izzet ve şeref olan kalkınma başınıza çalınsın! Fukuyama şöyle bir alıntı ile devam ediyor: “Fred Hirsch bu noktayı, Büyümenin Toplumsal Sınırları adlı kitabında açıkça belirtmiştir: ‘Bireysel ve sözleşmeye bağlı ekonominin işlemesi için gereken gerçek güven, kabullenme, zorlanma, zorunluluk gibi 111) “ Merhamet azaldı, şiddet ve suç arttı” Akşam Gazetesi ( 17.Kasım.2012) 112) “ İnsan İnsana Yabancılaşıyor” Akşam Gazetesi, ( 17.Kasım.2012) 234 toplumsal değerler, dinî inanca bağlıdır, ama piyasanın bireysel ve rasyonalist temeli, dinî desteği gözden kaçırmaktadır113” dedikten sonra; Geçmişin, Bugünün ve Geleceğin Yeniden Oluşumları isimli kitapta; dinselliğe geri dönüş daha esnek, merkeziyetten uzak, toplumsal normlardan daha az dogmatik olacaktır. Anladığımız kadarı ile Fukuyama şunu demek istiyor; Toplumsal Normların arkasında sosyal bir yaptırım vardır… Toplumsal Normlar ihlal edildiğinde müeyyide ile karşılaşırlar. Belki de dogmatikten çok normatif konseptleri vardır. Dinin rolü, sıkı inanç için ortaya çıkmak yerine topluluk kurmak bilinciyle inanmaya başlayacaklardır. “Bir başka deyişle, insanlar, topluluğun yarattığı boşluk ve töreleri, kültürel gelenekleri için dini geleneklerine geri döneceklerdir. Fakirlere ve komşularına, doktrine bağlılıklarından dolayı değil, topluluğa ve güvene önem verdikleri için yardım edeceklerdir. Eski duaları ve törelerini, tanrı tarafından indirildiklerinden değil, çocukları düzgün değerlere sahip olsunlar diye önemseyeceklerdir. Bu anlamda dini pek ciddiye almayacaklardır. Din, toplumda da törenin ve toplumsal bağ ihtiyacının kaynağı olacaktır. Modern, rasyonel ve şüpheci insanların, ulusal bağımsızlıklarını kutladıkça, kültürel geleneklerindeki klasikleri okudukça ciddiye alacağı bir durumdur. Din böylece hiyerarşik özelliğini kaybetmekte ve kendiliğinden akılcı ve akılcı olmayan otorite arasındaki çizgi bulanıklaşmaktadır.114” Kasten biraz alıntıyı uzun tuttum ama anladığım kadarı ile Fukuyama’nın zihni de din konusunda pek net değil… Sanki sosyolojizm konseptiyle yaklaşmakta konuya… Yalnız Fukuyama’nın toplumsal bilinçaltını ( Jung) hesaba katmadan din telakkisi anlaşılamaz gibi geliyor bize… Kendisi Japon kökenli, Amerika’da doğmuş, eğitim görmüş bir Amerikan vatandaşı… Dolayısıyla Japon dininin etkilerini ihmal etmemek gerekir. Genellikle Japonlar şintoist- Budist… {Bir sanat tarih113) Fukuyama, 194 114) A.g.e.212 235 çisi hanımın Ortadoğulu konukların sorusuna verdiği yanıt, biz Türklere ve Müslümanlara ters gelebilir ama anlamlıdır: “Şinto doğdum, Budist olarak öleceğim. Arada Hıristiyanlık dâhil öteki dinlerin öğretilerine tümüyle açığım. Benimkisi böyle bir yol, sizinkisi nasıl, bilmek isterdim115” Fakat geleceğe ait projeksiyonları yabana atılır cinsten değil! Bizi rahatsız etse de öngörüleri maalesef geçekleşmeye yakın gibi gözüküyor… Hele Türkiye toplumu için!... Japon dinlerini, hatta Uzakdoğu dinlerini incelediğinizde bir oportünizm göremezsiniz! Bir Müslüman için kabulü mümkün olmayan inançlar yumağı! Fakat saygıya lâyık! İnananlar var! ”Her Japon insanı, tanrı (Kami) olmak yolunda ilerleyen ve tanrı (Kami) soyundan gelen bir varlıktır.116 Çünkü söz konusu dinlerde net, kesin, aralarında aşılmaz duvarlar olan, kırmızıçizgileri olan kavramlar, tasavvurlar yok! Aynı anda birkaç dine mensup olabiliyorsunuz. “Budizm’in bilhassa ilk dönemlerinde Yaratıcı Tanrı fikri yoktur.117” Bize öyle geliyor ki; bu dinlerde, insanın kendi kendini soyutlayarak ve süblime ederek oluşturduğu bir transandantal, aşkın varlık tasavvuru vardır. Ama mesele İslam’a gelince farklı bir boyutta ele almak gerekiyor… Çünkü itikadî umdeleri, kesin hatları ile çizilmiş İslam gibi bir dinde size bu tür bir düşünme alanı yaratacak görecelik yoktur. İşte o zaman ortaya oportünizm çıkıyor… Bırakın imanı, kişiliği tümüyle iptal eden bir fikir namussuzluğu… Kapsamlı ve önemli bir yere sahip “ Sosyoloji” kitabının yazarı olan Anthony GIDDENS, 1999 yılında Elimizden Kaçıp Giden Dünya (Runaway) isimli küçük hacimli fakat önemli bir kitap yazdı… İnsanlık tarihinin daima umutları ve kaygıları olduğunu işaret eden Giddens: {“Dünyanın acelesi var ve sonuna 115) Bozkurt Güvenç, Japon Kültürü, Ankara, T. İş Bankası Yay, 1980, 11 116) A.g.e. 101 117) Ali İhsan Yitik, Yaşayan Dünya Dinleri, Ankara, Diyanet İşleri Başkanlığı, 2007, 319 236 yaklaşıyor.” Başpiskopos Wulfstan 1014 yılında York’ta verdiği bir vaizinde böyle demişti. Aynı duyguların bugün de ifade edildiğini düşünmek hiçbirimiz için çok zor olmasa gerek118} Giddens felsefe tarihindeki iyimserlikten bahsederek, bilimlerin ilerlemesi ile olabilecekleri daha önceden öngörülebilen istikrarlı bir toplumdan bahsedenleri zikrettikten sonra, büyük bir hayal kırıklığı ile şöyle diyor: “Tersine, giderek daha fazla denetimimiz altına girmekten ziyade, iyice denetimimizden çıkıyor; elimizden kaçıp giden bir dünyaya dönüşüyor.119” Bu özellikle Renaissance’la ortaya çıkan ve XVIII. Yüzyıl Aydınlanması ile tavan yapan, ilme güvenin doğurduğu optimizmin, bir hayal kırıklığı ile sona ermesi demektir. Anladığımız kadarı ile bu Leibniz’de ve J. J.Rousseau’daki ontolojik iyimserlik değil, tarihin bir kesitine ait konjonktürel bir tutum!... Kanaatimize göre; insanlığın geçirdiği son 400-500 yıllık (Buhar makinesini baz alırsanız, 1765’ten başlatmanız lâzım.) serencam, onun elinden iyimser olma opsiyonunu almıştır… Artık bundan sonra insanlık kendi kendini kandıramayacaktır… Giddens; bilim ve teknolojinin ilerlemesinin çözümlediğinden çok sorun ortaya çıkardığını söylüyor… Örnek olarak, iklim değişikliği ve getirdiği riskler… Küreselleşme, Ulus-devlet çağının sona ermesi ve getirdiği sorunlar… Ve kanaatimize göre çok yanlış anlaşılan bir noktaya hassasiyetle parmak basarak, özellikle genel olarak iktisatçılar ve ulusalcıların analizlerinde ciddi hatalara götüren bir yanlışı düzeltiyor: “İki grup da fenomene hemen hemen yalnızca ekonomik açıdan bakıyorlar. Ne var ki, bu yanlış bir bakış açısı. Küreselleşme ekonomik olduğu kadar siyasal, teknolojik ve kültürel boyutlu bir olgu. Her şeyden önce, iletişim sistemindeki, geçmişi ancak 1960’lara kadar götürülebilecek olan, tüm gelişmelerden etkileniyor… Küreselleşmeyi salt dünya finans düzeni gibi büyük sistemlerle ilgili bir şey olarak görmek yanlıştır. Küreselleş118) Anthony GIDDINS, Elimizden Kaçıp Giden Dünya, çev. Osman Akınhay, İstanbul, alfa, 2000, 13 119) A.g.e.14 237 me sadece ‘orada’, bireyden uzak yerlerde olanla ilgili değildir. Küreselleşme aynı zamanda “burada” fenomeni olup, yaşamlarımızın mahrem ve kişisel yönlerini etkiler.120” Bugün 50 yıllık süreç içinde Atlantik’i ve Pasifik’i geçen bir milyondan fazla kablo var. Giddens toplumların birbirleriyle koparılamaz bağlarla bağlandığını işaret ederek, bizce de doğru olan şöyle bir tespitte bulunuyor: “Küreselleşme süreçleri, bugün gerçekleşen en önemli toplumsal değişmeler arasındadır. Kendisini tek tek toplumların incelenmesiyle sınırlayan sosyolojik çözümleme, giderek artan biçimde, eskimiş hale gelmektedir. İnsanlar olarak bizler, ortak bir kaderi giderek daha fazla paylaşıyoruz. Ekolojik bozulma ya da büyük ölçekli askeri kapışmalar gibi insan yaşamını kuşatan temel sorunlar, kapsam olarak ister istemez küresel niteliktedir.121” Kuşkusuz insanlık tarihinin her aşamasında devletlerarası ilişki ve etkileşim söz konusu idi. Fakat küreselleşen dünyada bu ilişkiler özsel olarak farklı bir niteliğe bürünmüştür. Birincisi hiçbir devletin; kurulan veya bir türlü kurulamayan veya kurulma sancıları çeken dünya sisteminin dışında kalamayacağı, ikincisi de her sosyal birliğin; bir sivil toplum kuruluşundan, devlete kadar bütün aktivitelerinde küresel değerleri hesap etmesi gerektiği… Yanlış bir izlenimde şudur ki; bir olguyu kabul etmekle, onu tasvip etmek ayrı duruş biçimleridir. Ortada de facto bir durum var: küreselleşme… Bu her şeyden önce ve bugün; pragmatizmin, Kara Avrupası felsefî müktesebatı ile gerdeğe girmesinin mahsulü olan Amerikanizm’in evrensel bir yaygınlığa ulaşması (kavramları özellikle seçiyorum) demektir… Kaldı ki; kanaatimize göre nesebi sahihtir… Veled-i zina değildir… Fakat bu işaret ettiğimiz düşünce sistemi dışındaki, onu oluşturan bileşenler dışındaki, unsurların nesebi şüpheli veya hatta şüphesiz olarak gayri sahihtir…. 120) A.g.e.23 121) Anthony Giddens, Sosyoloji, çev. H. Özel-C. Güzel, Ankara, Ayraç Yay. 2000,67 238 Periferinin önemsiz, kendilerince etkiler gibi gözüken değerleri, sadece ihmal edilebilecek ufak tefek unsurlardır… İç çamaşırlarının dizaynı dahi işaret ettiğimiz uygarlık değerleri tarafından biçimlendirilen, sözde İslam’ı yaşadıkları iddiasında bulunan kadınların başlarındaki paçavranın önemli olmaması gibi… Hatta bu iddialı tipler, bu gibi bazı alıkoyucu duraklarda yersiz zaman kaybettikleri için, dış etkilere daha açık hale gelmektedirler… Sözde başlarını örten o paçavra, ruhlarının çırılçıplak ortada teşhirinin mazereti olmaktadır… Stadyumlarda spor müsabakalarında “Allah! Allah!” diye tempo tutulmakta!... Sen de sözde tarikat erbabı olarak sözde tekkelerde ”Allah!” de, veya “Yallah!” de… Emperyalizm için mahzuru yok! Yeter ki uyu ve uyut! Sen ödül al, ödül dağıt! İnşaatla meşgul bir arkadaşım anlatmıştı… Baktım, paydosta, okuması yazması olmayan, yani üzerine formel eğitimin çirkefi sıçramamış, bir amele, tek başına bir köşede duruyor... Sordum “Ne yapıyorsun Ahmet?“ Cevap: “Kelime tekrarı yapıyorum!” Devam ettim hangi kelimeyi tekrar ediyorsun?” İşte mantıkları dondurucu cevap: “Allah!” Bu saf İslamî şuura ne kadar muhtacız? Bu İslam vakarı ile sarmalanmış tevâzuâ ne kadar muhtacız? Bu örnekler bizde “acaba”? sorusunu uyandırıyor… Acaba bu gördüğümüz, duyduğumuz şarlatanlar dışında….? Sabah namazına kalktığında abdest alırken, “ibriğinin sesini komşun duyarsa namazın kabul edilmez” diyen şuura… İslam’a ne kadar muhtacız Allah’ım! Aynı şekilde Çin mutfağı… Japon bilmem nesi… Afrika müziğinden minnacık melodiler… On yıllarca yıl önce âcizâne şöyle bir tespitte bulunmuştuk ki; bu gün dünden daha geçerli; Bir gün Japonya, Amerika’yı geçerek dünyaya egemen olabilir, fakat bu Amerikanlaşmış bir Japonya olacaktır. Yani küreselleşme olgusunu bir gerçeklik olarak kabul etmek, onu onaylamak değildir. Nitekim küreselleşmeyi bir olgu olarak kabul eden Giddens; bazılarının, küreselleşmenin bir avuç insana refah sunarken, çoğunluğu sefalet ve umutsuzluğa 239 mahkûm ettiğini söylediklerini, aktardıktan sonra; “Gerçekten, istatistikler son derece ürkütücüdür. Dünya nüfusunun en yoksul beşte birinin küresel gelirdeki payı 1989 ile 1998 yılları arasında yüzde 2.3’ten yüzde 1.4’e düşmüştür… Bunun, küresel bir köyden (village) ziyade küresel bir yağmaya (pillage) benzediği söylenebilir122” İşgücü- sermaye ilişkisini de şöyle temellendirir: “Küresel hareketin yaptıkları işgücünün değil, sermayenin yararına; yatırımların değil, para sermayesinin yararına olmuştur. Çünkü sermaye işgücünden, para sermayesiyse diğer bütün sermayelerden ve doğrudan yatırımdan daha hareketlidir.123” Giddens; Küreselleşmenin etkilerinden bahsederken aile üzerindeki tahribatına da işaret eder: “Çinlilerin boşanma oranları Batı ülkelerine kıyasla hâlâ düşüktür, ama son zamanlarda hızlı bir artış sürecine girmiştir. (gelişmekte olan diğer Asya ülkelerinde de gözlenen bir eğilim) Çin şehirlerinde artık yalnızca boşanmaya değil, evlenmeden birlikte yaşamaya da daha sık rastlanıyor.124” Giddens, önemli bir sosyolog olduğu için şu tespitine de dikkatinizi rica ediyorum: “Erkeklerle kadınların eşitsizliği geleneksel ailenin doğasından gelen bir durumdu. Ben bunun öneminin abartılmış olabileceğini düşünmüyorum. Avrupa’da kadınlar kocalarının ya da babalarının mülküydü (yasada taşınır mal olarak tarif ediliyorlardı.)125” Giddens’e göre; evet, demokrasi yayılıyor ama uygulandığı ülkelerde büyük hayal kırıklığı yaratıyor: “Çoğu batı ülkesinde politikacılara duyulan güven son yıllarda oldukça düşmüştür. Özellikle ABD’de çok az insan oy verme alışkanlığında istikrarlıdır. Parlamenter politikayla ilgilenmediğini ifade eden insanların sayısı, özellikle genç kuşak arasında gün geçtikçe çoğalmakta122) Giddens, Ocak.2000, 27 123) Anthony239 Giddens, Modernliği Anlamlandırmak, S. Uyurkulak- M. Sağlam, İstanbul, Alfa, 2001, 124) A.g.e.68 125) A.g.e.69 240 dır.126” Dedikten sonra çok ironik bir anekdot aktarır: {Britanya ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki demokrasinin birbiriyle çelişen özellikleri vardır. Bir zamanlar ABD’ye giden bir yolcu, Amerikalı arkadaşına merakla şu soruyu yöneltir: “Akşam yemeğine davet etmeyi aklınızdan bile geçirmediğiniz insanlar tarafından yönetilmeye nasıl katlanabiliyorsunuz?” Amerikalı hemen yanıtı yapıştırır: “Peki siz, kendinizi akşam yemeğine davet etmesini aklınızdan bile geçirmediğiniz insanlar tarafından yönetilmeye nasıl katlanabiliyorsunuz?127” Küreselleşmenin, de facto evrensel bir olgu haline geldiği günümüzde, hakkında çok ciddi, eleştiriler yapılmaktadır. Richard FALK da birkaç kitapla bu tartışmaya dahil olmuştur. Biz yazarın, 1999’da yazdığı Yırtıcı Küreselleşme’yi (Predatory Globalization) örnek olarak seçtik… Ayrıca 2001 yılında yayınladığı Küreselleşme ve Din, ( Religion and Humane Global Governance) isimli kitabına da kısaca başvuracağız… Richard FALK, fikir namusuna sahip bir aydın olarak Siyonistlerin son iki katliamında da tarafsız raporlar verdi: “Birleşmiş Milletler insan hakları yetkilisi Richard Falk: “İsrail Gazze’de savaş suçu işledi.128” Ve ikinci katliamda da: “Richard Falk: İsrail kasten sivilleri vuruyor… Yahudi asıllı BM Özel Raportörü, İsrail’in son saldırılarda bir kez daha Filistinli sivilleri kasten hedef aldığını söyledi…. … Richard Falk bir Yahudi olmasına rağmen, Sabra ve Şatilla kamplarında Hıristiyan Falanjist ve Yahudilerin ortaklaşa gerçekleştirdiği katliamda, İsrail’i suçlayan bir BM raporu kaleme aldığı için Siyonist Yahudilerin tepkisini çekmişti. Amerikan vatandaşı olan Falk, Yahudilerin ölüm tehditleri yüzünden CIA koruması altında dolaşıyor.129 Kitab’ın “Türkçe Baskıya Önsöz” başlıklı giriş yazısında (Bugünkü iktisat gurusu Kemal Derviş) diye hitab ederek, ironik 126) A.g.e.87 127) A.g.e.84 128) Yakın Doğu Haber, sitesi, 23.03.2009 129)��������������������������������������������� Dünya Bülteni, Haber Merkezi. 13.Aralık.2012 241 bir göndermeden sonra, kişiliğine uygun bir tesbitle başlıyor: “Türkiye (ve başka yerler) için umutlu bir geleceğe doğru ilk hakiki adım, bunalımın temelde bir ekonomi meselesinden çok, bir ahlâk ve değerler meselesi olduğunun derinden kavranmasıdır.130” Bir kere şu tespiti ile Küreselleşmeyi doğru bir yörüngeye oturtuyor: “Bilgi çağının teknolojik kabiliyetleri küreselleştirici dinamiği içinde barındırmaktadır, ve hepimizin karşısına çıkan mesele bu teknolojilerin piyasa kriterleri kadar ahlâkî kriterlere göre de kullanılmasını sağlama yollarını bulmaktır.131” Bazı Türkiyeli okur-yazar {Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa, (bundan daha riyakârca bir ifade olamaz. Sanki insan hafızası, kişiliğinden bağımsız bir gerçekliğe sahipmiş gibi, malum savunmada olduğu gibi. Suçüstü yakalanan hırsız kendini savunuyor – Ben almadım, elim aldı!) 1960’lı yıllardan önce eğer milletvekillerinin İlkokul diploması dahi yoksa ‘okur-yazar’ notu düşülürdü.} takımının sandığı veya onlara sandırıldığı gibi; bir kere daha tekraren ve teyiden hatırlatıyorum ki; “küreselleşme” birilerinin imal edip, birilerinin ülkelerinin üzerine ilaçlama uçakları ile püskürttüğü zehirli bir gaz değildir. Küreselleşme kanaatimize göre; MÖ X Yüzyılda Antik Grek mitolojisi ile başlayan, başat olarak Avrupa potasında eritilerek bir kıvama ulaşan bir uygarlığın, Amerika Birleşik Devletleri’nde pragmatizmle gerdeğe girmesinden sonra oluşan; her türlü değerin evrensel bir nitelik kazanmasıdır. Amerikanizmin evrenselleşmesi!... Ekonomi, bu değerlerin sadece bir bölümüdür. Ayrıca bu uygarlığın dış etkilenimlerini de mahfuz tutuyorum… Verili durumu, gerçeği bilgi olarak kabul etmek, onu tasvip, olumlama anlamına gelmez… Dünyada “diyabet“ diye bir hastalığın olduğunu kabul etmek, onun olumlandığı anlamına gelme130) Richard Falk, Yırtıcı Küreselleşme, çev. Ali Çaksu, İstanbul, Küre Yayınları, 2001, sh.XI 131) A.g.e. sh.9 242 diği gibi… Nitekim Falk, Thomas Schelling’ten şu satırları alır: “Beşte birinin zengin, beşte dördünün de fakir olduğu bir dünyada yaşıyoruz; zenginler zengin ülkelere, fakirler de fakir ülkelere ayrılmış, zenginler çoklukla açık tenli, fakirler ise esmer tenli; fakirlerin çoğu genellikle okyanusların ayırdığı ve zenginlerden uzaklarda bulunan ücra “vatan” larda yaşıyor. Büyük çapta göç mümkün değil. Sistemli bir gelir dağılımı hiç yok. Varlıklılar arasında da etnik çatışma olduğu halde, yoksullar arasındaki çatışma daha şiddetli ve yıkıcı.132” Ve kendisi devam ediyor: “Zengin ve açık tenli ülkeler kesin bir askerî üstünlüğe sahip olup, fakir ve koyu tenli ülkelere sık sık askerî müdahalelerde bulunuyorlar.133” Ayrıca anlam kaymasına uğratılan, özellikle sebeple sonucun karıştırıldığı “laiklik” konusunda gerçeklere, felsefî konsepte uygun tespitlerde de bulunuyor: “Laiklik; akıl ve bilimin dinî otoriteye karşı her türlü sorumluluktan ve onun denetiminden kurtarılması ve ferdin, tabii haklardan farklı olarak, toplumsal olarak meydana getirilen hakların aslî kaynağı olduğunun kuvvetle vurgulanması yoluyla kilise ve devletin birbirinden ayrılması biçiminde ifade edilir.134” Demek ki burada bir zihniyet meselesi var ve zihniyet sonucunda kilise ve devlet birbirinden zaten kendiliğinden ayrılacaktır… Yani şu soruya verdiğiniz cevap sizin durduğunuz yeri, tutumunuzu belirler: Aklınıza gelen her türlü meselede; siyasî, iktisadî, hukukî, içtimaî, eğitim, sanat, en basit hayat pratikleri …v.b. konularda otoritenin kaynağı hangi mercidir? Eğer otoritenin kaynağı insanî diyorsanız, laiksiniz! İlahî diyorsanız laik değilsiniz! Dolayısıyla bir Müslüman laik olamaz! “Ferd laik olmaz, devlet olur” gibi hayâsızca konstürüksiyonları bırakın! Laik olmayan bir ferd, kendi imanından fışkıran 132) A.g.e. sh. 17 133) A.g.e. sh. 17 134) A.g.e. sh. 56 243 ilahî emir ve yasakları devlete nakşetmeyecek mi? Eğer bir insan, imanını; hayata ve devlete hâkim kılma mecburiyeti ve hasretini mevcudiyetinin tek gayesi kabul etmiyorsa; bu nasıl bir imandır? Hâşâ Allahü Zü-l-celâl Hazretleri’ni kandıracağınızı zannetmeyin!… Tamda bu noktada itikâdî bir arıza olduğunu düşünüyoruz! Siz; tevili, tahsisi mümkün olmayan, nesh edilmemiş muhkem bir ayet olan (Nur: 24 / 2) zina cezasını, ve had cezalarını “devlet yönetiyorum” diyerek kaldıracaksınız!!!??? Bunu imanla nasıl telif edeceksiniz? Bir insan küfre girerken boynuzları çıkmıyor! ”Bu ifade bir Müslümana yakışıyor mu?” diye merhamet sömürüsüne tenezzül etmeyin, biz olsa olsa nezaket hatası yapıyoruz. Sizin yaptığınız hayâsızlık (Haya imandandır. Kütüb-i Sitte: 17 / 582) Ali Fuat Başgil’in bu ülkeye yaptığı en büyük ihanet ve kötülük, laikliği; din, vicdan hürriyeti ile bilerek veya bilmeyerek karıştırması!… Ve bu galat-ı mantık bizim gibi yobazları135 yaralarken; ham yobaz, kaba softanın136 işine geldi!... Çünkü onlar oportünist! Asırlardır yaptıkları bu! Hile-i şer’iyye! Allah bütün Müslümanlara rahmet eylesin Ali Fuat Başgil’in de nasibi varsa buyursun alsın! Yalnız burada şu unutulmasın ki kısas kıyamete kalmaz! Yine de biz bilmeyerek diyelim, küfre o kadar hizmet etti ki söz konusu kişi… Ve yine de yaranamadı… Sanırım 60’lı yıllarda, galiba 163. Maddeye muhalefetten ağır cezada yargılandı… Halen gözümün önünde, mahkeme kapısında beklerken, avukatı sigara 135) “Hiçbir kınayıcının kınamasından korkmadan” ( Mâide Suresi: 5 / 54 ) Allahü Zü’lcelâl Hazretleri ve Cenâb-ı Seyyidi’l- Beşer Efendimiz’in emir ve yasaklarını pazarlıksız kabul eden mü’min!… 136) Kınayıcıların kınamasından korkarak; Allahü Zü’lcelâl Hazretleri ve Cenâb-ı Seyyidi’l- Beşer Efendimiz’in emir ve yasaklarını nefsâniyet ve enâniyet aynalarında yansıdığı şekliyle kabul edenler… Haddizatında, ham yobaz ve kaba softa ile küfür yobazı bir madalyonun iki yüzü gibidir…Tekfir konusundaki hassasiyetimiz “aynı” demeye engeldir…Bir noktasından hafifçe kesilmiş bir çemberin iki ucu gibidirler… Dıştan uzak gibi görünmesine rağmen, karşı tarafa atlamaları, sıçramaları çok kolaydır… 244 verdi, ağzına tersinden aldı, galiba derecesini bilmiyorum ama görme güçlüğü vardı… Çok üzülmüştüm!.. Ben burada kesiyorum. Fakat bana ait yargıları eleştirmeden, lûtfen kitabı137 okuyun! Hiç değilse Beşinci Kısım, II. Bölümdeki, “İlim ve İslam” başlıklı bölümün yedi sayfasını okuyun! Çağrışımlar, çağrışımlar, bir mesele diğerini çağrıştırıyor! İhmal edemiyorsunuz! ‹Neşve tahsil ettiğin sagar da senden gamlıdır Bir dokun bin ah işit kase-i fağfurdan› Mustafa Âli Efendi (1541- 1600) Künhül Ahbar’ın müellifi Zarif porselen kâseye hafif bir dokunuş, sonu gelmez ihtizazlara sebep olur… Falk’ın yine sekülarite konusunda önemli yaklaşımları var: {Sekülerizmi, “Aydınlanma mirası”, “modernite”, “akılcılık” ve “Akıl Çağı” gibi akraba mefhumlardan çözüp ayırmak zordur. Yaygın olarak kullanılan bu terimler çerçevesinde müşterek bir dünyevîlik ve bilimsel metod anlayışı, aşkın ve kutsal olana dair iddialar hakkında şüphe duygusu ve geleneğe bağlı kalmaya yönelik bir reddiye bulunmaktadır. Bunun yerine ilerlemeye, teknolojik icatlara ve Batı’nın üstünlüğü ve talihine dair bir inanç mevcuttur.138” Ve can alıcı bir noktaya daha parmak basar: “Sekülarizmin kökleri, bilgiyi ve toplum idaresini mümkün olan en üst derecede, bilimsel akılcılığın gayrı-dinî temelleri üzerine bina etme arzusunda yer alıyordu.139” R. Falk; Türkiye hakkında da bilgi sahibi… ”Modern Türk devletinin kurucusu ve onun daimî lideri Kemal Atatürk” dedikten sonra devam eder: “Onun için sekülerizm modernite137) Ali F. Başgil, Din ve Laiklik, İstanbul, Yağmur Yay. 1962 138) Richard Falk, Küreselleşme ve Din, çev. H. Tuncay Başoğlu, İstanbul, Küre Yayınları,2003, sh.43 139) A.g.e.44 245 nin anahtarı olarak görünmüştü; modernite de, refah ve kuvvete götüren yoldu. Türk muhitinde sekülerizm, dinî fikir ve uygulamaların özel alana hapsedilmesi ve orada dahi dinî fikir ve uygulamaların önceliğinin tehdit edilmesi anlamına gelmekteydi.140” dedikten sonra şöyle mühürler hükmü: {“Sekülerizm”, Türkiye’de hâlihazırda esas itibarıyla, toplumun siyasî hayatından İslam’ın tesirini uzaklaştırmak için kullanılan bir şifre kelime olarak iş görmektedir.141”} Ve Falk şöyle der: “son olarak, küresel eğilimler ve gelecekteki düzenlemeler konusundaki yorumcular için, mevcut şartlar anlamlı tahminleri destekleyecek türden bir anlayış ortaya çıkaramayacak derecede karmaşıktır.142” Falk; nükleer ve bio-savaşın tehlikelerinden, insan türüne yönelik en büyük tehdidin teknolojiden geldiğinden bahsederek, robot ordularının genetik olarak planlanmasından söz ettikten sonra, şöyle önemli ve kötümser bir öngörüde bulunur: “Modern çağ Batı’da bir sona yaklaşmaktadır; yani, bilimin ve araç aklın beşerî toplumun ilerlemesini temin edeceğine olan güven, din ve ruhaniliğin esas itibarıyla lüzumsuz olduğu fikri ve –siyasî sınırlar, egemenlik, teritoryal hakimiyet ve hukukun üstünlüğü gibi- seküler fikirlerin, insanın kaderi hakkında iyimser olmak için sağlam zeminler sunacağı ümidi.143” Kendisi de bir Yahudi olmasına rağmen, Yahudilerin ölüm tehditleri yüzünden CİA korumasında gezen Falk, Filistinlilerin mücadelesini şöyle değerlendiriyor: “Burada 1980’lerin sonlarında Filistinlilerin yürüttüğü hareket, ezici ve çoğu kere vahşi bir kuvvetin desteğindeki İsrail şiddetine muhalefet etmenin bir yolunu bulmak üzere kararlı, ama kendiliğin140) A.g.e. sh.55 141) A.g.e. sh.57 142) Richard Falk, Yırtıcı Küreselleşme, çev. Ali Çaksu, İstanbul, Küre Yayınları, 2001, sh.242 143) Richard Falk, Küreselleşme ve Din, sh.124 246 den gelişen bir teşebbüsten doğdu… Birçok çocuğun da katıldığı silahsız Filistinliler, ağır silahlı İsrailli işgalcilerle alay ederek ve onlara taş hatta kaya atarak işgalin gayri meşruluğunu ve zalimliğini daha önce olmadığı kadar açık bir şekilde ortaya koydular. İsyanın siyasî etkisi, bizzat İsrail’in içinde ihtilaflar meydana getirmek ve derinleştirmek oldu; işgalin gerekçesi ve kabul edilebilirliğine dair birçok tartışmaya yol açtı144” Biz kendi usûlümüzü takip ederek kitap isimleri ve muhtevalarından hareketle evrensel oluşumu hecelemeye çalışırken Samul P. Huntington’un 2004 yılında yazdığı çok çarpıcı, hatta bizim gibi insanlarda dahi, emperyalizmin geldiği noktada, muhatap olduğu çaresizlik ve acizlik dolayısıyla merhamet ve acıma duygularımızı tahrik edici “Biz Kimiz? Amerika’nın Ulusal Kimlik Arayışı” (Who Are We? The Challenges to America’s National Identity) isimli kitabına rastlıyoruz yol üzerinde!... Fakat Huntington deyince kısada olsa; Ekim 1992 yılında Washington’da American Enterprise Institute’deki Bradley Konferansı’nda ifade edilen ve daha sonra tebliğ olarak sunulan, 1993’te yazıya dökülen, “Medeniyetler Çatışması mı?” (The Clash of Civilization?”) ismiyle, Foreign Affairs isimli dergide yayınlanan, 1996’da hacimli bir kitab haline gelen ”Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması” (The Clash of Civilization and the Remaking of World Order ) isimli kitabından söz etmeden geçilemez… Her ne hikmetse, hatırlayacağınız üzere, Fukuyama da yazdığı aynı dergideki makalesinin başlığının sonuna “?“ işareti koymuştu, “Tarihin Sonu?” (The End of History?), fakat kitapta başlıkta bir değişiklik yaparak “?“ işaretini kaldırmıştı… “Tarihin Sonu ve Son İnsan” (The End of History and the Last Man) Aynı şekilde Huntington da makalesinin ismini ”Medeniyet Çatışması mı?” (The Clash of Civilization?), koymuştu, Fakat 144) Richard Falk, Küreselleşme ve Din, sh. 186 247 kitabın ismi: “Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması” (The Clash of Civilization and the Remaking of World Order) Böylece ifade sorudan, gerçeklik yargısına dönüşüyor… Dilin retorik gücünden yararlanmaya çalışıyor. Sanırım her şeye rağmen Dergi elit bir tabakaya hitap edeceği için, bir sorgulama imajı verilerek, bilimsel kılınmaya çalışılıyor… Ama kitaba çoklara, pek çoklara hitap edeceği için, daha isimde onların iradelerine ipotek konuluyor!.. ”Tarihin Sonu ve Son İnsan”… ”Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması”… Sürüyü düşünme, sorgulama işkencesine mahkûm etmeyeceksiniz!... Hemen bir sıyrılma yolu bulur… Hatta daha da tehlikelisi formalite icabı sözüm ona demokratik (!) konsept gereği kendi hakkında, yüzüne söylenenlerde gerçeklik vehmetmeye başlar ve söylediklerinizi, sorgulamaya yeltenirse…. Siz düşünün! Atasözümüz ne kadar mükemmel ve gerçekçi: “Kızı kendine bırakırsan ya davulcuya kaçar, ya da zurnacıya!”. Onun bütün entellektüel fakültelerini sürekli kontrol altında tutacaksınız! Huntington’un temel tezi: “Yirminci yüzyılın büyük siyasal ideolojileri liberalizm, sosyalizm, anarşizm, korporatizm, Marksizm, komünizm, sosyal demokrasi, konservatizm, milliyetçilik145, faşizm ve Hıristiyan demokratlığı içermektedir. Bunların hepsinin ortak bir yanı vardır: Bunlar Batı Medeniyetinin ürünleridirler. Başka hiçbir medeniyet önemli bir siyasal ideoloji yaratamamıştır. Buna karşılık Batı da temel bir din üretememiştir. Dünyanın büyük dinlerinin hepsi Batılı olmayan medeniyetlerin ürünleridirler ve çoğu Batı Medeniyetinden önce ortaya çıkmıştır. Dünya Batılı dönemin dışına çıktıkça, gecikmiş Batı Medeniyetinin tipik belirtisi olan ideolojiler gerilemiş, ideolojilerin yeri, dinler ve kimlik ile bağlılığın diğer kültürel biçimleri tarafından 145) İslam’ı bir medeniyet olarak algılayan bir Müslüman için millet, din ve ümmet aralarında nüanslar bulunan müteradif mefhumlardır. Dolayısıyla siz medeniyetinize ait mefhumların içini bu kadar ucuzca feda ederek, gâvurca telakkilerle doldurursanız, böyle anlam kaymalarına sebep olursunuz! Her uygarlığın kendi ürettiği kavramları orijinal halleri ile almaktır doğru olan.. Nasyonalizm… 248 alınmıştır. Batı medeniyetinin tuhaf bir ürünü olan, din ve uluslararası politikanın birbirinden Westfalen ayrılığı son bulmaktadır, Edward Mortimer’in belirttiği gibi, din ‘uluslararası ilişkilere daha fazla girmektedir.’ Günümüzde Batı’da ortaya çıkmış olan medeniyet içi siyasal düşüncelerin çarpışması yerine, medeniyetler arasındaki din ve kültür çarpışması geçmiştir.146” Huntington’un çatışmaya dayalı bu anlayışı; Edward Said’in de işaret ettiği gibi147 B. Lewis’in 1990’da yazdığı “Müslüman Öfkesinin Kökenleri” isimli yazısından mülhemdir. Fakat birçok sözde Müslümanım diyenlerin çarpık peygamber tasavvurları yerine, daha doğru bir algıyı şöyle ifade etmektedir: “Muhammed (Fahr-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem A.B. ) diğer din kurucuları gibi, sadece bir peygamber ve öğretmen değil; aynı zamanda devletin ve toplumun başı, kural koyucu ve komutandı.148” Huntington; bu yeniçağın çirkin dünya görüşünü (Weltanschauung) çok güzel ifade eden İngiliz romancı, Michael Dibdin’in (1947-2007) Ölü Göl (1994) romanının kahramanı Venedikli nasyonalist demagogdan aktarır: ”Gerçek düşmanlar olmadan gerçek dostlar olamaz. Ne olmadığımızdan nefret etmediğimiz sürece, ne olduğumuzu sevemeyiz. (Belki daha doğru bir tercüme: Biz olmayandan nefret etmezsek, biz olanı sevemeyiz. A.B.) Bunlar yüzyıldan fazla bir süredir devam eden duygusal kesitten sonra büyük bir ıstırapla yeniden keşfettiğimiz eski gerçeklerdir. Bunları inkâr edenler ailesini, mirasını, kültürünü, doğuştan kazandığı haklarını ve hatta kendilerini inkar etmektedirler. Bunlar kolayca affedilecek şeyler değildir.” Bu satırları iktibas eden Huntington, hemen arkasından kendi 146) Samuel P. Huntington, Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması, Çev. Mehmet Turhan-Z. Cem Soydemir, İstanbul, Okyanus, 2004, sh.67 147) Edward Said, Oslo’dan Irak’a ve Yol Haritası, çev. Murat Uyurkulak, İstanbul, Agora, 2005, sh. 133 148) ttp://www.theatlantic.com/magazine/archive/1990/09/the-roots-of-muslimrage/304643 249 yorumunu da ekler: “Bu eski gerçeklerde yatan talihsiz gerçekler bilim adamları ve devlet adamlarınca reddedilemez. Kimliklerini arayan, etnik durumlarını yeniden keşfeden halklar için düşmanlar olmazsa olmazdır. Potansiyel olarak en tehlikeli düşmanlıklar dünyanın en büyük medeniyetleri arasındaki fay çizgisinde yer almaktadır.149” Huntington’a göre din yeniden canlanıyor (sah. 27) ve bütün dünyada kökten dincilik yükselmektedir. (sah. 42) Yine Huntington ısrarla vurgular: “İslam kültürü, İslam ülkelerinin çoğunda demokrasinin ortaya çıkmasındaki başarısızlığı açıklayabilir.150” Başka kitaplarında da sık sık bu konuya yeniden döner: “İslâmcı ve Konfüçyüsçü kültürlerin, demokratik gelişme için aşılmaz engeller oluşturduğu düşünülebilir.151” İslam’ın adam (!) olmasından, İslam’ın demokratikleşmesinden umudunu kesmesine rağmen, her nasılsa Huntington için bir ümit ışığı birden fışkırır içinden, nihayet çözümü bulmuştur. NPQ’ye verdiği bir mülakatta: “Demokrasi oyununu kuralları içinde oynamak, aşırıları ılımlılaştırabilir.152” Yukarıdaki ve aşağıdaki ifadeler (147, 148 ve 151 nolu dipnotlar) düşünülürse bu mütalaanın çaresizlik ve ümitsizlik içinde inanılmadan, son çözüm olarak, hipotetik bir tavsiye olduğu düşünülebilir. Ben kötü kalpli olduğum için, bu son tavsiyeyi birilerine talimat olarak da anladım…. Onlar bu sonucu okuyarak, düşünerek çıkarmazlar, zaten buna gerek de yok, onlara anahtar teslimi, komprime, kısa, öz talimatlar verilir!… Yukarıda arz ettim, ben çok kötü kalpliyim, öküz altında buzağı arıyorum… Bunu biliyorum ama yine de kendime mani 149) Huntington, 22 150) A.g.e., 27 151) S.P. Huntington, Üçüncü Dalga, Yirminci Yüzyıl Sonlarında Demokratlaşma, çev. Ergun Özbudun, Türk Demokrasi Vakfı Yayınları, Ankara, 2002, s. 304 ( Orijinal basım tarihi, 1991 ) 152) S.F. Huntington, Medeniyetler Çatışması, Çev. Levent Cinemre, Ankara, vadi Yay. 1995, sh.81 250 olamıyorum! Bu bir obsesyon! Anlamsızlığını, saçmalığını bildiğiniz halde zihninizden bir türlü atamadığınız düşünceler… Üstünüze sağlık, entelektüel şaşılık ve zihinsel renk körlüğü de var bende! Eşya ve olayları sağlıklı (!) insanların gördüğünden farklı görüyorum… Elifi görsem hep mertek sanıyorum… Yuvarlak hesap üç yüz yıllık (1718’i baz alıyorum) Batılılaşma sürecinde ne zaman bu tür tavsiyeler duysam aklıma şu âyet-i celiler gelir: {Şeytan ona vesvese verip dedi ki: “Ey Âdem , sana ebedîlik ağacını ve sonu gelmez bir mülkü göstereyim mi?”, “İkisi de ondan yediler. Hemen kendilerine ayıp yerleri görünüverdi. Cennetin yapraklarını yamayarak üstlerini örtmeye başladılar. Âdem, Rabbinin emirlerine karşı geldi de şaşırdı.”… ve devam eder 122, 123, 124, 125, 126 ve 127; “Haddi aşıp Rabbinin âyetlerine iman etmeyenleri de böylece cezalandırırız. Âhiret azabı ise daha şiddetlidir153.” Arz ettiğim ve konu ile ilgili Âraf ve Bakara suresi’ndeki âyetlerin tefsirlerini tefakkuhla okuyarak teemmül ve tefekkür etmek lâzım…. Yalnız kör gözlerin bile gördüğü kaskatı bir gerçek var ki, asırlardır sadece illüzyonlar, halüsinasyonlar, seraplar içinde yaşayanların göremediği bir gerçek; insan suretine girmiş şeytanlar Ebedilik ağacı ve zeval bulmayacak devlet vaadi ile imanımızı alıyorlar…. Hikmete bakın ki madden ve manen çırılçıplak kalıyoruz da haberimiz yok! Hâyâsızca bütün yükü kadınların omuzlarına yıktık, onlarda meseleyi bir paçavra ile hallettiklerini sandılar veya öyle görünüyorlar!... Bir gün sözde erkeklerine sormadılar: “Bu paçavranın parası nereden geliyor?” Çünkü onlarda kadınlarına kızlarına şeytan gibi Ebedilik ağacı (!) ve zeval bulmayacak devlet (!) verdiler. Fakat şimdi kadınlarımız da para kazanmaya başladı???? Soru işareti koyuyorum… Çünkü geleceği tahmin hem çok zor ve çok rahatsız edici! 153)�������������������������������������������������������������������������� Tâ-Hâ Suresi: 20 / 120-127 . Kurtubî… “{ Nihâyet şeytan onu fitledi:” Ey Âdem, dedi, seni ebedilik ağacına, zeval bulmayacak bir devlete ( ulaşdırmaya ) delâlet edeyim mi?} ( H. B. Çantay ) 251 Ve belki fikir namusuna sahip bazı insanların yeniden durup düşünmesine vesile olur iyimserliği, ümidi ve hayali içinde şu satırları da aktarmadan geçemeyeceğim: “ Batı için temel sorun İslamcı kökten dincilik değildir. Bu sorun bizzat İslam’dır, başka bir deyişle, halkı kültürlerinin üstünlüğüne kani olmuş ve güçlerinin azlığını takıntı haline getirmiş farklı bir medeniyettir. İslam’ın sorunu ise, CIA veya ABD Savunma Bakanlığı değil, ama Batı’dır; halkı, kültürlerinin evrenselliğine inanmış ve azalmakta olsa bile, üstün güçlerinin, kendilerine bu kültürü dünyaya yayma yükümlülüğünü dayattığına inanan farklı bir medeniyettir. Bunlar, İslam ve Batı arasındaki çatışmayı körükleyen temel bileşenlerdir.154 “ Huntington söz konusu kitabı şu temel soru ile bitirir: “Modernleşme, genelde, Medeniyetin maddi düzeyini, dünyanın her yerinde zenginleştirmiştir. Peki ama medeniyetin ahlâki ve kültürel boyutlarını da zenginleştirmiş midir? 155” Huntington’da çekirdek halinde bulunan bu soru, 11 Eylül’le daha da büyüyerek sekiz yıl sonra kitap halinde somutlaşır: “Biz Kimiz? Amerika’nın Ulusal Kimlik Arayışı” (Who Are We? The Challenges to America’s National Identity) Huntington’a göre; Amerikan İç Savaşı’ndan (12 Nisan 1861-12 Nisan 1865) sonra Ulusal kimlik, diğer kimliklerden üstün tutulur oldu. 1960’lı yıllarda alt milliyet, çifte milliyet ve çok uluslu kimlikler, ulusal kimliği erozyona uğrattılar. 11 Eylül olayları çarpıcı biçimde ulusal kimliği ön plana çıkardı ise de; “Charles Street’te on yediye çıkmış olan bayrak sayısı Kasım ayında on ikiye, Aralık ayında dokuza, Ocak ayında yediye ve Mart ayında beşe düştü; saldırıların birinci yıldönümüne ulaşıldığında dört tane bayrak kalmıştı.156” 154) Huntington, Medeniyetler Çatışması ve Dünya düzeninin Yeniden Kurulması, sh. 322 155) A.g.e. 483 156) Samuel P. Huntington, Biz Kimiz? Amerika’nın Ulusal Kimlik Arayışı, Aytül Özer, İstanbul, CSA Global Yayın, 2004, s. 8 252 1998 yılında Amerika’da 91.225 seyircinin bulunduğu ABDMeksika takımları arasındaki maçta ABD Ulusal marşının seyirciler tarafından yuhalandığını ifadeden sonra, “Ulusal kimlik krizi küresel bir fenomene dönüşmüş durumda.” diye ekler ve “21. Yüzyıl bir din çağı olarak yükseliyor.157” tespitinde bulunur Huntington. Üçüncü Bölümde “Amerikan Kimliğinin Bileşenleri”ni tahlil ederken, ilk yerleşimcilerin Amerika’yı; ırk, etnik köken, kültür ve en önemlisi de din çerçevesinde tanımladıklarını söyler. Kızılderili kabilelerin öldürülerek Batı’ya sürüldüğünü (Sah. 40, 49, 54), Amerika’nın bir sömürge toplumu olduğunu (Sah. 41, 43) Amerikalıların kendi inançlarına bağlı olmayan kişilere eziyet ettiklerini (Sah. 48), siyahları alt ve aşağı sınıfların insanları olarak kabul ettiklerini söyledikten sonra: ”Ayrıca Amerikalılar ırklar arsındaki nitel farklılıkların çevresel değil, daha çok doğuştan olduğuna inanıyorlardı.158” saptamasını yapar.159” Şu çarpıcı ve veciz senteze ulaşır: {Özetle, “Amerikan Doktrini” ya da “Amerikan Ruhu” Protestanlığın Tanrı’sız biçimidir, “Kilise ruhuna sahip bir ulus” un laik doktrinidir.160” Amerikan Kimliğinin Karşı Karşıya Kaldığı Meydan Okumaları şöyle sıralar: Alt Kimliklerin Yükselişi, Çifte Kimlikler ve Yurttaşlık Erozyonu, Meksikalı Göçü ve Hispanikleşme, Amerika’yı Dünyayla Kaynaştırmak…. Ve temel sorun olarak: {1980’li yıllarda Amerikalılar giderek daha fazla ve ezici çoğunlukla ahlâkî yozlaşmanın kanıtı olarak yorumlanabilecek sorunlara odaklanmaya başladılar: Daha önce kabul görmeyen cinsel 157) A.g.e.15 158) A.g.e. 55 159) Amerika’daki ırkçılık ve yerlilere yapılan zulümler konusunda bazı kaynakları önceki bölümde vermiştik.. 160) A.g.e.69 253 davranışlar, erken yaşta gebelik, tek ebeveynli aileler, artan boşanma oranları, yüksek suç oranları, yaygın uyuşturucu kullanımı, basında pornografi ve şiddet ve çalışkan vergi mükelleflerinin sağladığı sosyal yardım fonlarıyla çok sayıda insanın son derece kolay bir yaşam sürmesi (Dikkat! Üzerinde dikkatle ve derinliğine durmak gerekir. Neo-liberal konsept! İnsan tasavvuru? A.B.) … Egemen olan entelektüel eğilimin, hiçbir kesin değer ya da ahlâkî ilkenin var olmadığına, her şeyin göreceli olduğuna inandığı yolundaydı… Bu meydan okumalarla karşı karşıya kalan Amerikalılar, Michael Sand’ın “daha anlamlı sosyal yaşama duyulan belirsiz, ancak yaygın açlık” diye adlandırdığı gereksinimi karşılamak için giderek dine ve dinsel kavramlara dönüyordu…161} Küreselleşen, köy haline gelen bir dünyada yukarıda saydığımız ahlakî yozlaşmanın kanıtlarının sadece Amerika ile sınırlı kalmadığını, diğer ülkelerle aralarında nihayet birkaç yıllık fark ve rötar olduğunu düşünmek gerekir… Her ülke kendi takvimini yapabilir… Eğer ülkenizin bir şehri finans merkezi oluyorsa, muhafazakârlık yuvası olan masum dağlarınız, kayak yapmak için gelecek turistleri ağırlamak için otellerle doluyorsa, siyasileriniz ve iş adamlarınız gelecek dövizleri hesap ederek ellerini ovuşturuyorsa, projeksiyonlarınızı revize edebilirsiniz! Amerikan ethosunu anlayabilmek için şu satırlara da derinliğine eğilmek, îmâl-i fikr etmek gerekir: “Amerikalılar bilimi yalnızca hayatı kolaylaştırmak için uygularken, bilgili ve edebî Avrupa, gerçeğin kaynaklarını keşfetmeye çalışıyordu… Amerikan halkını Yeni Dünya’nın ormanlarını keşfetmek üzere yola koyulmuş İngiliz halkının bir bölümü olarak, İngiltere’de kalanları ise rahat bir ortamda tüm güçlerini aklın imparatorluğunu her yönde geliştirmeye adamış insanlar olarak değerlendiririm.162” 161) A.g.e. sh. 343 162) Alexis De Tocquevılle, Amerika’da Demokrasi, çev. İhsan Sezal-Fatoş Diber, Ankara, Yetkin Yay. 1994, s.135 254 Tamda bu noktada İslamî geleneğin eşya ve hadiselere karşı tutumunu; sözgelişi astronomi konusundaki yaklaşımını “eşyanın hakikati”ni163 anlamak için bir gayret mi, yoksa sadece ibadetteki vakit hassasiyeti dolayısıyla pratik bir faaliyet mi olduğunu düşünmek gerekir! Huntington kitabını insanı sisler arasında bırakan şu müphem satırlarla bitirir: “ Amerika dünyaya dönüşüyor. Dünya Amerika’ya dönüşüyor. Ve Amerika, Amerika olarak kalıyor. Kozmopolit mi? Emperyalist mi? Ulusal mı? Amerikalıların tercihleri, bir ulus olarak onların geleceğini biçimlendirecek ve bir dünyanın geleceğini…164” Lübnan’da doğan, kırk yıla yakın zamandan beri (1976) Paris’te yaşayan, çok sayıda kitabı Türkçe’ye çevrilen, Amin Maalouf, 2009 yılında, yine dikkat çekici olan Çivisi Çıkmış Dünya (Le déréglement du monde) isimli eserini yazdı… Maalouf; belli ki çok dolu, teklif tekellüf olmadan giriyor konuya kitabın ilk sayfasında: “Pusulasız halde girdik yeni yüzyıla. -Daha ilk aylardan başlayarak, dünyanın hepten çivisinden çıktığını düşündüren kaygı verici olaylar meydana geliyor; üstelik bunlar bir çok alanda birden gerçekleşiyor- entellektüel dünyanın, finans dünyasının, iklimin, etiğin çivisi çıkmış durumda… Ve türümüzün manevi yetersizliğinin eşiğine varıp varmadığı sorgulanıyor yine165” Yazar kaygılarında aşırıya kaçmadığı inancı içinde bir nevi haykırıyor: {Ben tehlike var diye bağırıyorum ve bu duyulsun istiyorum sadece; öncelikli niyetim çağdaşlarımı, “yol arkadaşlarımı”, bindiğimiz geminin artık dalgalı denizde akıntıya kapıldığına, yolunun, yönünün, görüş alanının, pusulasının bulunmadığına ve batmasını engellemek için acilen bir atılım yapılması gerektiğine inandırmak için 163) Hz. Peygamber’in duasında geçen bir ibare. Kütüb-i Sitte, İbrahim Canan, Akçağ, Ankara, 1992, sh. 14 / 10 164) A.g.e. 366 165) Amin Maalouf, Çivisi Çıkmış Dünya, çev. Orçun Türkay, İstanbul, YKY, 2009, 11 255 ve işleri zamana bırakarak şu hızımızı korumamız yeterli olmayacak. Zaman müttefikimiz değil bizim, yargıcımız. Şu an zaten cezamızın erteleme sürecini yaşıyoruz.166 “ Maalouf; Soğuk Savaş’ın on milyonlarca insanın hayatına mal olduğunu ifadeden sonra: {Ne var ki dünya bu savaştan çıktığında “daha aşağı bir düzeyde” buldu kendini; yani bununla demek istediğim, daha az evrenselliğe, daha az akılcılığa, daha az laikliğe; kazanılan görüşlere karşı, miras aldığı aidiyetleri güçlendirmeye; dolayısıyla da daha az özgürce tartışmaya yöneldi.167” Maalouf, böylece nerdeyse uzun zamandan beri unutulan bir olguyu tartışmaya açmaktadır. Niçin insanlık kendini “daha aşağı bir düzeyde” buldu, Soğuk Savaştan sonra? Galiba önce bir kaç kategoride ele almak lâzım sorunu… Önce tahlil, sonra terkib… Birinci, ikinci Dünya savaşı… Yalta Konferansı…. Demirperde’nin oluşumu… O dünya içinde yaşananlar…. Nihayet marjinal bir kitlenin dışında yaşanan hayal kırıklıkları… Solan, sönen umutlar… Demirperde dışında Sovyet tatbikatından ümitli olanların, bir anda umutsuzluğu… Gerek Ortadoğu, gerekse Latin Amerika’da devrimci kuşaklar arasında yaşanan ciddi hayal kırıklıkları… Karşıtları oluşturan sözde hür dünyanın, hayal kırıklığı yaşayanlara sunacakları bir planlarının, projelerinin olmayışı… Tamda Demirperde’nin yıkılışı arifesinde neo-liberal görüşler yaygınlık kazanmaya başladı… Keynesyen modellerin gözden düşüşü ve neo-liberalizmin ivme kazanması 70’li yılların sonlarına doğru… 9 Kasım 1989 Berlin Duvarı’nın yıkılışı, Ocak 1949’da Moskova’da kurulan, Demirperde’nin Ekonomik Yardımlaşma Konseyi, COMECON’un 28 Haziran 1991’de; askeri birlik olan Varşova Paktı ise 1 Temmuz 1991’de tasfiye edildi. Bütün bu çalkantı içinde sözde hür dünya, evrensel bir teklif, evrensel bir mesaj üretemedi… İşi bir fatalizmle halletmeye çalışmaları…. Nasıl olsa her zaman rasyonel tercihler yapan bir 166) A.g.e. sh. 12 167) A.g.e. sh. 21 256 Homo Economicus var “bırakınız yapsınlar, bırakınız gitsinler, bırakın geçsinler!“ (Laissez faire, laissez aller, laissez passer) Nasıl olsa onlar şahsi menfaatleri için çalışırken Görünmeyen bir el toplumun menfaatini de sağlar… İnsanların inancı ve imanını terk etmesini isteyen Batı uygarlığı, onlara sadece metafizik inançları rasyonel bir paket halinde sunuyordu… Yani rasyonel bir metafizik! Sahalar metafiziği!... Amin Maalouf, diğer yazarlar ile ortak bir endişeyi, çevre sorununu dil getirir ve: {Aralık 1952’de Londra’da , “smog”un smoke (duman) ile fog’dan (sis) türetilen bir sözcük- beş günde on iki bin kişinin ölümüne yol açtığının unutulmamasını ister.168” Maalouf kitle psikolojisi ile ilgili ince bir ilke yakalar: “Düşman güçler tarafından korunduğu düşünülen birinin meşruiyeti kabul edilmez ve giriştiği her iş değersiz görülür, ülkeyi modernleştirmek istiyorsa, halk modernleşmeye karşı çıkar; kadınları özgürleştirmeyi hedefliyorsa, sokaklar protestocu çarşaflarla dolar.169” Maalouf “Batı ülkelerinin, göçmenlerine karşı tutumu öyle herhangi bir konu değil. Bana göre -sırf ben de bir göçmen olduğum için söylemiyorum bunu- çok temel bir sorun bu.” açıklamasını yapma ihtiyacını duyduktan sonra: “Açık açık ve sözlerimi tartarak yazıyorum: Yaşadığımız dönemin en büyük savaşı, öncelikle bu konuda, göçmenler konusunda verilmeli; bu savaşın kazanılıp kazanılmayacağını bu belirleyecek.170” dedikten sonra ciddi bir soruna dikkat çeker: “Özellikle Batı ile Arap-İslam âlemi arasındaki kopma, son yıllarda daha da ciddileşti, o kadar ki, şu anda aralarındaki ilişkinin onarılması güç gözüküyor.171” 168) A.g.e. sh.57 169) A.g.e. sh.83 170) A.g.e. sh. 169 171) A.g.e. sh. 203 257 Bu kadar feryattan sonra Maalouf kendini Öğrenilmiş Çaresizlik’le172, fatalizmin173 kör çukuruna fırlatır atar. Ayrıca aydın tavrından da kuşkuya düşürür insanı… Niçin, nasıl böyle bir tutumda karar kılar? Niçin emperyalizmin avukatlığına soyunur? Buyurun kararı siz verin: “Dünyanın Amerika’ya her zamankinden fazla ihtiyacı var, ama burada söz konusu olan, hem dünyayla hem de kendisiyle uzlaşmış bir Amerika, dünya çapındaki rolünü -doğrulukla, hakkaniyetle, yüce gönüllülükle; hatta incelikle, zarafetle- başkalarına ve başkalarının değerlerine saygı çerçevesi içinde üslenen bir Amerika.174 “ Tekrar tekrar okuyup düşününce, beni ancak tatmin eden bir deyim türettim: Fanatik fatalizm!... Maalouf ’un dilek ve temennileri gerçek dünyada nasıl karşılık bulacak? Yumurtaları kırmadan omlet yapmak! Emperyalizmin yapısına aykırı… (fıtrat?) Biz bu gâvurlara dua edemeyeceğimize göre175, birileri kiliselerde mum yaksınlar!... Bu aradığınız özellikler hiçbir zaman emperyalist bir devlette olmaz, olduğu zamanda emperyalizmden vazgeçmiş demektir. Yapısı gereği her imparatorluk emperyalisttir, tek istinası Osmanlı İmparatorluğu! Dünyanın gündemini işgal eden ve eğer başka bir bahane ile ikame edilmezse daha uzun zaman işgal etmeye aday bir konuyu; John L. ESPOSITO’nun 1999’da yazdığı hacimli bir kitap olan İslam Tehdidi Efsanesi (The İslamic Threat: Myth or Reality?), ile tartışacağız… Kitabın asıl ismi hipotetik, Türkçe isimlendirme biraz yanlış… ”Yazar Türkçe söylese idi nasıl söylerdi?“ man172) Martin E.P. Seligman, Learned Helplessness 173) Özellikle kavramı olduğu gibi kullanıyorum. Çünkü yanlış anlamalara sebeb olabilir. Felsefe terminolojine göre; Fatalizmle, kadere iman aynı değildir. Fatalizm, evrenin bütünüyle aşkın bir güç tarafından planlandığını ve irade-i cüz’iyye’nin bunun değiştiremeyeceğine inanan negatif bir pasifizmdir. Kanaatimize göre; derinliğine, bir konunun muhasebesini yaptıktan sonra pasif bir tutumu seçmek positif bir passifizmdir. 174) A.g.e. sh. 214 175) Çünkü biz sadece hidayete ermeleri, İslam ile müşerref olmaları için dua ederiz! 258 tığı ile hareket edersek ki, doğru olan da budur çevirilerde, şöyle derdi herhalde; İslam Tehdidi: Efsane veya Gerçek?… İslam ve terör çok netameli, karmaşık ve derin bir konu; kitaplık değil, kütüphanelik bir çalışmaya ihtiyaç var… Fakat biz usûlümüze sadık kalarak John L. Esposito’dan hareketle, muhtasar bir yaklaşımla, konuyu temellendirmeye ve değerlendirmeye çalışacağız… Fakat bu konunun derinliğine tespit ve teşhis edilebilmesi için en azından şu yazarların yaklaşımlarının analizi gerekir: Benjamin R. Barber, Samuel P. Huntington, Bernard Lewis, Giller Kepel, Olivier Roy, Edward W. Said, John L. Esposito, Thomas L. Friedman, Francis Fukuyama, Noam Chomsky; hatta İsrail’deki Post-Siyonist Hareket ve Revizyonistler, Yeni Tarihçiler v.b. Burada konunun anlaşılabilmesine yardımcı olabilmek için şöyle basit bir sınıflama ve açıklama yapılabilir: İslamı siyasî ve askerî tehdid olarak görenler, başta Bernard Lewis ve Samuel P. Huntington; Siyasal İslamın gerilediğini savunanlar, Giller Kepel ve Oliever Roy; Küreselleşmenin demokrasi için bir tehdittir ve İslam’ın amacı da küreselleşmektir, dolayısıyla İslam’ın demokrasi için benzer bir tehdit olduğunu savunan, Benjamin R. Barber; İslam’ın oryantalist bir yaklaşımla yanlış değerlendirildiğini savunan Edward W. Said; İslam’a oryantalist pencereden farklı bir yaklaşım içinde olan John L. Esposıto, fikir namusunun görkemli bir timsali olan Noam Chomsky… Ve evrensel tarihî süreci kavrayabilmek için; 1990’lı yıllardan itibaren İsrail Üniversitelerinde canlı ve sürükleyici bir tartışmaya sebep olan “Post-Siyonizm” ve “Revizyonistler” veya “Yeni Tarihçiler” olarak bilinen ve “Siyonizm’in sömürgeci bir hareket olarak değerlendirilebilmesini sağlayan176 “ akımları ve özellikle başta Ilan Pappe ve Tom Segev gibi yazarları incelemek lâzım…. “Müslümanım!” diyen bir kişinin konuyu, “İslam ve Terör” meselesini, bir Müslüman gibi değerlendirebilmesi, temellen176) Ilan Pappe, Modern Filistin Tarihi, çev. Nuri Plümer, Ankara, Phoenix, 2007, sh.368 259 direbilmesi ve çözebilmesi için de, ilk olarak hiçbir kınayıcının kınamasına aldırmadan {“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (şunu iyi bilsin:) Allah öyle bir kavim getirecek ki, Allah onları sevecek, onlar da Allah’ı sevecekler. Mü’minlere karşı alçak gönüllü; kâfirlere karşı şiddetli olacaklar. Allah yolunda cihad edecekler ve kimsenin, hiçbir kınayıcının kınamasından korkmayacaklar (dil uzatanın levminden korkmazlar. Elmalılı.. 2 / 1709 ). İşte bu, Allah’ın bir ihsanıdır ki Onu dilediğine verir. Allah ihsanı bol olan (her şeyi) çok iyi bilendir.177” Hikmetini anlamaya çalışması lâzım. Teenni içinde tefekkür ve taakkul lâzım… Haddizatında murad-ı ilahiyeyi biraz anlayabilmek için 51-75. Ayetlerin özellikle tefsirlerini okumak lâzım. “hiçbir kınayıcının kınamasından korkmayacaklar”ı takiben, ürperten şöyle bir açıklama geliyor: “Zamanın musibetlerinden korkan münafıklardan farklıdırlar178”diyor tefsir. Ve aynı konu ile ilgili şöyle bir tefsir daha var ki tüylerimiz diken diken oluyor: “Onlar cihad ederlerken hâlleri münafıkların haline benzemez, çünkü onlar (münafıklar. A.B.) Müslümanların ordusunda çıkarken, Yahudi dostlarının kınamasından korkarlar; onlar tarafından kınanacak bir hareket yapmak istemezler.”179 Allahü ekber! Allahü ekber! Ama bu Allah’ın bir lûtfu ve ihsanıdır!!! ???}, Müslümanlığından utanmadan İslam vakar ve haysiyeti, izzeti içinde “Elhamdülillah ben Müslümanım!” diyebilen bir imana nail olması, tefahhus, teemmülle hareket etmesi, bir entelektüel fikir namusunu içselleştirmiş olması gerekir… ”Değişimin Sınırları” bölümünde bu konuya tekrar döneceğiz. Fakat bir noktaya temas etmeden de geçemiyoruz: “Savaştan önce Resulüllah’ı rüyamda görmüştüm. Tebessüm ediyordu. Sevinçli bir hali vardı. Savaştan sonra tekrar gördüm. Başının üzerinde Scud füzeleri uçuyordu. 177) Maide: 5 / 54 178) Kurtubî, 6 / 287 179) Beydavî: 2 / 56 260 O füzeler çocukları öldürüyordu. Bu sebepten dolayı çok üzülmüştü, hatta bu sebepten saçları ağarmıştı. Vallahi saçları ağarmıştı.180” diyen bir Fetullah Gülen’in bu konuya nasıl yaklaşmasını beklersiniz? Irak işgalinde milyondan fazla insan hayatını kaybetti binlerce masumun ırz u namusu pây-mâl oldu, İslam’ın mukaddesleri ayaklar altında kaldı, Ebu Gureyb’i unutmayın!… “Ve nasıl bugün Amerikan bombalarının bahtsız Afgan sivillerini vurmasına karşı tepkiler her kesimden yükseliyorsa, 1990’ların başında da, Bağdat’ta vurulan hastaneler, evler, hemen her gün dünya kamuoyunun vicdanını sızlatmıştı..181”, “İşgalciler İslam kültür mirasını, geçmiş uygarlıklara ait eserleri talan ettiler, yok ettiler 182” Peki, İsrail’deki tahribat: “Saddam, İsrail’e 39 Scud füzesi attı. Bu füzeler 2 kişinin ölümüne sebep oldu183” ve “ Aynı zamanda bu füzeler Saddam Hüseyin tarafından Körfez Savaşı’nda İsrail’e karşı kullanılmışsa da psikolojik tesir dışında etkili olmamıştı.184” İşte tam da bu anda insan yaşadığı iç oluşumları, ruhundaki intifayı kelimelere emanet edemiyor! İçimizde yaşadığımız bin bir sınırsız ve sayısız intiba, izlenim, fakat kelimeler sayılı!... İnsan? İnsan? İnsan? Ama şu satırları İslam izzet, hâyâ ve haysiyetine sahip insanları biraz daha üzmek, hatta kahretmek pahasını dikkatinize arz ediyorum… Ebu Gureyb’den gönderilen bir mektup dolayısıyla yazılan yazının başlığı: “Tecavüz kurbanı Iraklı kadınların çığlığı: Allah için bizleri öldürün!” Evet, pis, çirkef dolu bedenlerinden başka mukaddesleri olmayanlar bu satırları anla180) https://www.google.com.tr/#hl=tr&tbo=d&output=search&sclient=p sy-ab&q Ve….http://www.tesbihat.asia/joomla/index.php/fethullah-guelen/ yalanlar/74-rueyalar-ve-fetullah.html 181) Mehmet Barlas, Yeni Şafak, Değişime Fazla Hazır Değiliz, 8.Kasım.2001 182) İbrahim Karagül, Yüzyıllık Kuşatma, İstanbul, Fide Yay.2005, sh.111 183) 28 Haziran 2004 / İBRAHIM DOĞAN --AKSİYON----http://www.aksiyon. com.tr/aksiyon/haber-9373-32-al-tank-ihalesini-ver-israil-vizesini.html 184)Dicle Üniversitesi---- http://www.haberabone.com/gundem/scud-fuzeleriturkiyeye-yoneldi-h38981.html 261 yamazlar, “Eğer kalbinizde, ruhunuzda bir zerre insanlık, haysiyet, onur ve şerefi varsa, birleşin ve bu hapishaneye saldırın. Gelin ve kurtarın bizi! Elinize geçen bütün silahlarla bu hapishaneye saldırın! Hem onları hem bizleri öldürün! Biz çoktan ölmeye razıyız. Burayı yerle bir edin! Size yalvarıyoruz; gelin ve kurtarın bizleri! Size, ailelerimize ve ülkemize daha fazla utanç vermemek için ölmek istiyoruz! Bizi öldürün! Size yalvarıyorum; Allah için bizleri, Amerikalıları ve onların piçlerini öldürün! Allah rızası için size yalvarıyoruz….185” Evet, kelimeler bitti! Bitti kelimeler! Bırakın Müslümanlığı, insanlık bitti!.. Fakat biz hakkımızı helal etmiyoruz… Fetullah Gülen ve ona bu fikrî temeli hazırlayan Said Nursi’yi Allahü Zül-celâl Hazretleri’ne havale ediyoruz… Bizim, Rabbimiz Celle Celâlühu Hazretleri’nden başka sahibimiz yok, başvuracağımız, yardım isteyeceğimiz bir merci yok! Onların sahipleri o kadar fazla ki… Bu iki şahsın, bir halk tabiri ile niçin gönüllerinin gâvura aktığı konusu, bizim için çok ciddi bir sorun! Toplumsal bilinçaltlarının Arkeolojik bir Çözümlemeye ihtiyaçları var!... İkinci olarak; emperyalizmi tanımadan hiçbir sorunu çözemezsiniz! Hiçbir isabetli teşhiste bulunamazsınız... Ama biz böyle bir teşebbüse girişmeyeceğiz… Sadece karanlıklara zayıf bir ışık tutmakla yetineceğiz: {Sovyetler Birliği Devlet Başkanı Mikhail Gorbaçov’un başdanışmanlarından Georgiy Arbatov 1987 yılında Amerikalılara şu uyarıda bulunuyordu: “Sizin için gerçekten korkunç bir şey yapıyoruz -sizi bir düşmandan yoksun bırakıyoruz… Sovyetlerin çöküşü Amerikan kimliğiyle ilgili sorunlara yol açtı. İ.Ö. 84 yılında Roma son ciddi düşmanı Mithradates’i yendiğinde Sulla şu soruyu sormuştu: “Artık evrenin bize sunacak düşmanı kalmadığına göre, Cumhuriyetin yazgısı ne olacak? 186} Artık Saddam’ı Kuveyt’e ABD’nin saldırttığını biliyoruz. Ondan sonra Bush bir haçlı seferi başlattı. Bugün 185) Karagül, sh.310 186) S.P. Huntington, Biz Kimiz? sh. 258 262 yalan ve düzmece olduğu kesin olarak ortaya çıkan sahte argümanlarla Irak’ı işgal etti… John L. Esposito’ya geçmeden önce şu soru ile hesaplaşmamız kaçınılmaz bir zarurettir: Savaş, çatışma, kriz, bunalım; Emperyalizm ve siyonizmin ontolojik bir özelliği midir? Yapılan entellektüel faaliyetlerin tümü de bir algı inşâ faaliyeti midir? Algı oluşturma, algı yönetme… Yukardan aşağı doğru akan suyun başında kurt, alt tarafta da kuzu… Kurt diyor ki: “Kuzu kardeş! Sen benim suyumu bulandırıyorsun!”, Kuzu telaş içinde: “Yapma kurt kardeş! Sen yukarda, ben aşağıda, senin suyunu nasıl bulandırırım?“ Kurt yüzündeki maskeye atıyor: “Aşağıda da olsan, yukarda da olsan fark etmez, ben seni yiyeceğim!” Biz savaş ve çatışmanın emperyalizmin varlık şartı olduğuna inanıyoruz. Dolayısıyla her türlü aktivite; diyalog, ittifak; Batı karşıtı her gücün kendinden taviz vermesi ile ve neticede emperyalizme hizmetle sonuçlanır. Hele taraflardan biri İslam olursa; yavaş yavaş, bir sath-ı mailde, saba rüzgârlarının bayıltıcı hoş serinliğinin refakatinde küfre doğru yelken açar! Abant Platformu sitesinde; “Georgetown Üniversitesi Uluslararası İlişkiler ve İslam Çalışmaları Bölümü Öğretim Üyesi. John L. Esposito, “İslam’ın terörü reddettiğini batı göremiyor” dedi. Alıntıdan sonra şöyle bir iktibasla devam ediyor: “İnsanlar aslında dirsek dirseğe yaşıyorlar ama geçmişte dirseklerimizin zaman zaman birbirlerine şiddetle çarptıkları da bir gerçek. Fakat bizim İsa›mızın doğumundan 2000 yıl sonra ve onların Muhammed’lerinin doğumundan 1400 yıldan fazla bir zaman sonra şu soru sorulabilir mi: Acaba bütün bunlar bir daha tekrarlanmak zorunda mıdır? Yani dünya barışını kaosa sürükleyen ve bir devlet içinde de yaşanabilen terörün, diğer dünya ülkelerini de derinden sarstığı gerçeği az dikkate alınacak bir durum mudur? İslam’ın şiddeti hoş görmediği, terörizme karşı savaşı, ilgili devlet hükümetlerinin çok sıkı tedbirleri ve terörist olmasından şüphelenilen 263 kişileri sorgulaması dünya siyasi arenasında özellikle de Batı dünyasında bilinilmesi gereken bir gerçektir. Böylece siyasi uzlaşının da yükselişi gerçekleşmiş olacaktır.187” Özellikle alıntıyı uzun tuttum, anlam kaymasına meydan vermemek için. Birincisi en ılımlı John L. Esposito’ya göre de bizim-onların ötekileştirmesi, sınıflaması duruyor. İkincisi, defalarca okumama rağmen tam anlayamadım! O süreç içinde yapılanlar (en hafif bir kavramsallaştırma ile) anlamsız eylemlerdi, şimdi o hataları tekrarlamayalım! Yani bizim Fahr-i Kâinat efendimizin yaptığı… Veya bizimkilerle, onlarınkiler şahsî ihtiraslarına egemen olamadıkları için, saçma sapan sebeplerle birbirlerinin dirseklerine şiddetle çarpmışlar! Onlar bir çocukluk yapmış, biz akıllı uslu insanlarız aynı hataları tekrarlamayalım! Ama O günün şartları yeniden ortaya çıkarsa, yine dirseklerin birbirine şiddetle çarpmasından “Müslümanım!” diyen kim kaçınabilir?… Üçüncü olarak; Bütün mesele medeniyet meselesi… ve onun en önemli unsuru olan dil…. Analitik filozoflardan Ludwig Wittgenstein’ın şu ünlü tesbitine dikkat: “Dilimin sınırları, dünyamın sınırları demektir.188” Önce dilimiz istedikleri gibi manipüle ediliyor, inşâ ediliyor… Her kavram bir şişedir, içi boşaltılıp, temizleniyor, arkasından istedikleri mayi ile, istedikleri kıvamda dolduruluyor. Böylece dilimizin sınırları, zihnimizin sınırları ve dünyamızın sınırları evrenin egemenleri tarafından çizilmiş oluyor. Biz kendimizin düşündüğünü sanıyoruz, hâlbuki biz birilerinin oluşturduğu kavramlarla egemenlerin tayin ettiği sınırlar içinde kekeliyoruz. Onun için bu kuşdili, bu kısıtlı kavramlar, benim özgün dünyamı, tasavvur dünyamı tercüme edemiyor… ”Düşünme “ karşılığı uzun zamandır işlenmemesine rağmen, lisanımızdaki kavramlar, nüanslarla: Teemmül, teemmülât-ı amîka, tefehhüm, tefekkür, tezekkür, tedebbür, 187) 25.ağustos.2007, Ceyda Sünbül, Abant Platformu, http://www.kadip.org.tr/ Haberler/Detay/1028/ 188) Ludwig Wittgenstein, Tractatus Logıco-Phılosophıcus, çev. Oruç Aruoba, YKY, İstanbul, 1996, sh.131 264 tefakkuh… Geçen gün televizyonda divan edebiyatına vakıf bir zat, bir kelimeye karşılık, onbeş Osmanlıca kelime saydı… Sıradan insan günlük dilde en fazla 150-200 kelime ile konuşur. Ama biraz sıranın dışına çıkan insana dar geliyor bu sözlük, lügat istiyor o… ”Lûgat, bir isim ver bana halimden” Kavramlar zihnimize giydirilen deli gömleğidir, beynimize vurulan kelepçelerdir!.. Nitekim söz konusu yazar ve bütün Batılı yazarlar, sömürge valisi (sömürgeleştirilmiş zihin dünyamızın valisi) olarak hiçbir tanım vermeden sürekli “terör”den bahsediyor... Sudan bir tanım bulursunuz ararsanız… Kişi veya grupların fikirlerini tedhiş, zor yoluyla kabul ettirmeye çalışmaları… Peki, siz II. Dünya Savaşı veya sol jargonda olduğu gibi, yabana atılamayacak kavramsallaştırma ile II. Paylaşım Savaşı sonrasında, dünyayı paylaşacaksınız. BM, IMF, Dünya Bankası ve GATT’ı kuracaksınız. Kendinize göre bir sistem speküle edeceksiniz… Onu, tüm dünyaya kutsal, mistik, metafizik, sihirli bir güce sahip düşünceler gibi takdim ederek, herkesin bunlara inanmasını ve uygulamasını isteyeceksiniz. Önce suhûletle, dirençle karşılaşırsanız çakallarınız vasıtasıyla.189 Sonu savaşa çıkar… Binlerce ton bomba… O zaman temel soru şu, kaç kişi katlederseniz terör tanımına girer? II. Dünya Savaşı birkaç yüz milyon, Vietnam milyondan fazla, Irak milyondan fazla, Afganistan birkaç yüz bin, Suriye henüz yüz bini aşamadı, şanınıza yaraşır mı? Filistin? Bosna? Filipinler? Yazar dilin duygusal anlam yükünden istifade ile “Seküler ve İslâmcı, karşılaştığım Müslümanların çoğunluğu……190” diyor… Maalesef Müslümanlarda analitik ve soyut düşünme alışkanlığı (yeteneği demiyorum) olmadığı için kolayca dilin olumlu veya olumsuz duygusal yükü altında eziliyorlar. Böylece 189) John Perkins, Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları, çev. Murat Kayı, April, Ankara, 2006, sh.21 190) John L. Esposıto, İslam Tehdidi Efsanesi, Ö. Baldık- A. Köse-T. Küçükcan, Ufuk, İstanbul, sh.10 265 yeni bir kavramlar dünyası ve anlamlar evrenine esir oluyorlar. (Kavramlar Dünyası, Anlamlar Evreni. Hangisi önce? ) Hâlbuki önce kavram analizi… Seküler ne demektir? İslâm ne demektir? Müslüman ne demektir? Ondan sonra asıl soruya geliyoruz: Seküler Müslüman olur mu? Plastikten yapılmış bir maket ne kadar ev ise, seküler de o kadar Müslümandır… Laik, Müslüman? Yukarıdaki mantığın aynısı burada da geçerlidir. Biat, seçim? Vakıf, foundation? “-cı /-ci, -cu / -cü İsimden isim ve sıfat türeten ek: Kapı-cı, köfte-ci, türkü-cü, balık-çı, simitçi191” Bir mesleğe aidiyet ifade ediyor… Süleyman Nazif ’e atfedilen ironik bir tesbit var ki: “Nasıl her leblebici leblebi değilse, her Türkçü de Türk değildir”… Hele bundan sonra “İslamcı“ bana çok yaralayıcı geliyor… Kaldı ki bu İslamcılık tartışmalarını çok anlamsız buluyorum. Çünkü bana ortada bir yorum farkı değil de, itikâdî bir mesele varmış gibi geliyor… Her şeyden önce iman! Bu terör ve İslam konusunu bir Müslüman gibi değerlendirebilmek için en azından üç unsur arz ettim! Bunların ışığında Esposito’ya dönüyorum: John L. Esposito bize rüşvet-i kelam gibi gelen şöyle bir tespitte bulunuyor: “Geçmişte olduğu gibi bugün de dinî aşırılık bir tehlike, ancak bu sadece bir dinle sınırlı veya dinin özünde olan bir durum değildir192” Dinî aşırılık ne demektir? Kitap boyunca ve diğer kitaplarında net değildir yazar… Şöyle bir tanım veriyor: “İlk olarak, temel inançlara ya da dinin temellerine geri dönmeyi isteyenler fundamentalist (köktenci) olarak adlandırılabilir. Dar anlamda bu, Kur’an’ı harfi harfine Allah’ın kelamı ve Peygamber Muhammed’in sünnetini hayat için ahlaki bir model olarak kabul eden Müslümanların tümünü içerir193” Bundan sonra yaptığı açıklamalar konuyu bulanıklaştırır. 191)�������������������������������������������������� Türkçe Sözlük, H.�������������������������������� Eren, TDK, Ankara, 1998, sh.256 192) John L. Esposıto, 28 193) A.g.e. sh. 41 266 Yazarın İslam hakkında çok isabetli tespitleri de var: “Kur’an mesajı, yürürlükteki sosyo-politik ve dinî düzene bir meydan okumaydı… Allah’a ve Peygamberine itaat, din kardeşliği, fakirlere zekât ve baskılara karşı mücadele (cihad) emredildi. Kur’an fakirlerin, yetimlerin ve kadınların sömürülmesini kınadı…194” Ve devam eder: “Sonuçta hem peygamber, hem de toplum lideri oldu. İslam hiçbir zaman kutsal ile dünyevî, din ile toplum ve birey ile toplum arasında keskin bir bölünme öngörmedi… Peygamber, toplum tarihinin dinamiklerine hem yön, hem de cevap veren vahyi aldı ve aktardı… Eğer İslâm Allah’ın iradesine itaat anlamına geliyorsa, Müslüman da itaat eden, yani Allah’ın iradesini hem ferdî hem de toplumsal hayatta takip edip hayata geçiren kimsedir.195” Cihad hakkında şayan-ı dikkat, hatta bazı Müslümanlar için çok öğretici, rahatsız edici ve sarsıcı olan şu tespitlerde bulunur: {Son olarak “cihad “ İslam’ın yayılması ve savunulması için mücadele etmek anlamına gelir. Tıpkı Peygamber örneğinin din ve devletin potada eritilmesi noktasında bir paradigma ve temel sunması gibi, onun eylemleri de toplum ve dünyayı ıslah etme çabasında İslâmî hareketlerin tümü için bir örneklik teşkil eder. Bu dünya, müminler ve kâfirler, Allah dostları ve Allah düşmanları yahut Şeytan’ın takipçileri arasında bir savaş alanıdır. Karşılıklı bir savaştır bu: “İnananlar Allah yolunda savaşırlar; kâfirler de putların yolunda. Öyleyse sen Şeytanların dostlarına karşı savaş.” (4:76 )196 İslâm toplumunun misyonu, İslâm hakimiyetini ve bölgesini küresel ölçekte genişletmektir; aynen Muhammed ve Ashâbının tebliğ, diplomasi ve savaş yoluyla İslâm hakimiyetini yayması ve “savunması“ gibi. İslâm hukukunun şart koştuğu üzere müşriklere, dinden çıkanlara (mürted) ve Müslüman idaresini reddeden ve Müslü194) A.g.e. sh. 72 195) A.g.e. sh. 73 196) Farklı bir meal: “ İman edenler Allah yolunda harb ederler. Küfr edenler de şeytan yolunda savaşırlar. Öyle ise o şeytanın dostlarıyla döğüşün. Şüphesiz ki şeytanın hıylekârlığı zaifdir.” ( Nisâ Suresi: 4 / 76, A. Davutoğlu 267 man toprağına saldıran Ehl-i Kitaba karşı savaşmak, her Müslümanın yükümlülüğüdür. Savaşta ölmek imana ve Allah’a şahitlik etmenin en yüksek biçimidir.197} Yukarıdaki İslam’ı doğru anlayan ve anlatan bilgilerden sonra, bu bilgiler ve zihniyet dünyası ile kabil-i telif olması mümkün olmayan şu satırlar geliyor: “Batılılaşma ve laikleşme olarak modernleşme, esas olarak, küçük bir azınlık olan toplumun elit kesimini koruyan ve destekleyen bir ölçekte kaldı. Daha önemlisi, süreçlerin ve kurumların laikleşmesi, sorun yaşanmadan zihinlerin ve kültürlerin laikleşmesine çevrilemedi. Müslüman ülkelerde belli bir azınlık Batı laik dünya görüşünü kabul eder ve uygularken, nüfusun çoğunluğu laik bakış değerleri içselleştiremedi.198” Yukarıda John L. Esposito’dan uzunca yaptığımız iktibaslar, hiç değilse bilgi bazındaki anlayış, bir kere daha tezekkür ve teemmül edilirse; bir Müslümanın laik bakış açısını nasıl içselleştirebileceği merak konusu olur haliyle! Kendi içinde çelişkili. Böyle bir içselleştirme bir oportünizm (pragmatizm, tamamen farklı anlamlar taşıyan bir felsefî ekol) değil mi? Sonra kaldı ki, biz Yazarla son teşhislerinde ittifak halinde değiliz. Yazar; hiç endişe etmesin Türkiyeli Müslümanlar Batı laik dünya görüşünü anlamasalar da, tam manasıyla, içtenlikle (“ihlâs” mefhumunu özellikle kullanmıyorum) içselleştirdiler ve bütün İslâm dünyasına dizileri, okulları, karıları, kızlarıyla elbirliği halinde başarılı bir biçimde ihraç ediyorlar… Bugün insanlar doğumlarından ölümlerine kadar Batı laik dünya görüşü ’ne göre yaşıyorlar… Batı laik dünya görüşü ‘ne göre ana rahmine düşer, doğar, beslenir, eğitilir, ilmek ilmek kişiliği örülür, kazanır, harcar, yaşar, mirasını bölüşür, evlenir, aile sahibi olur ve ölür… Defnedilir. Yaşantısı içinde zaman zaman görülen, ışıldayan iman ve ibâdet tezahürleri, Batı’nın yükselen değerlerinin haddesinden geçerek inanç ve ritüel haline gelmişlerdir insanların çoğunda… 197)John L. Esposıto, 78 198) A.g.e. sh. 44 268 John L. Esposito; Cemaleddin Afganî (1838-1897); Muhammed Abduh (1849-1905), Kasım Emin (1863-1908), Muhammed İkbal (1875-1938) ve Taha Hüseyin (1889-1973) gibi İslâmî Modernist olarak nitelediği kişileri son tahlilde olumlar ve bir nevi İslam âlemine örnek gösterir… ”Ulema ve onların gerici İslâm yorumlarına eleştirel yaklaşan Afganî, bir yenilenme ve değişim mesajı vaz etti.” Buradaki “Ulema ve onların gerici İslâm yorumları” tespitine özellikle XVI. Asrın ortalarından günümüze kadar sınırlamasını koyduktan sonra, körü körüne karşı çıkmak doğru değildir. Çünkü bu yargı kaskatı bir gerçeğin ifadesidir. Ama söz konusu kişilerin çözümüne gelince: “Avrupa ve onun modernite ölçütüne bir cevap olarak formüle edilen bu mesaj, daha çok “Protestan İslâm” gibi bir şeydi.199” Yazar Muhammed İkbal (1875-1938)’i mübalağalı bir biçimde övdükten sonra, “Düşüncelerinin reformist boyutu ve Batı düşüncesine açıklığı” tespitini de ifade eder ve arkasından; {Afganî gibi İkbal de, Hıristiyanlığın yapmış olduğu türden bir İslâmî reformasyon ihtiyacından bahsetti: “Biz bugün Avrupa’daki Protestan Reformasyonu’na benzer bir dönemden geçmekteyiz ve Luther hareketinin ortaya çıkışı ve sonuçlarının öğrettiği dersleri göz ardı etmemeliyiz.” 200} Nitekim Muhammed İkbal’in zihniyet dünyasını temsil bakımından örnekler vermek istiyorum: “Aslında, dinî tecrübe, aklî ve mantıkî yanı da ağır basan bir duygu halidir.201” Yola buradan çıkılınca gelinecek noktaya sadece bir örnek : “Cennet ile cehennem herhangi bir yerin adı değil, ego’nun çeşitli durumlarıdır. ..Hayat birdir ve süreklidir… Diğer yandan, cennet, ölüm ve felaket güçlerine zafer kazanma sevincinin adıdır.202” Münih’te felsefe doktorası yapan İkbal’in şu satırları, felsefî konsepti hakkında bizleri şüpheye düşürecek unsurlar 199) A.g.e. sh. 114 200) A.g.e. sh. 119 201) Muhammed İkbal, İslamda dini düşüncenin yniden doğuşu, çev. Ahmet Asrar, İstanbul, Bir Yay. 1984, sh.47 202) Muhammed İkbal, sh.169 269 içermektedir: “İlmî ve dinî ameliyeler bir bakıma paraleldirler. İkisi de gerçekten aynı dünyanın ayrı ayrı ifadeleridir.203” Ayrıca Cavidnâme’deki şu satırları, şer’î hassasiyeti hakkında şüphe doğuruyor: Üçüncü şahid , Cenab-ı hakkın şuurudur O halde kendini Cenab-ı hakkın ışığında gör Eğer bu ışığın karşısında hiç sarsılmadan durabilirsen Kendini Tanrı kadar canlı ve ebedi bil. Yalnız bizim bu eleştirimizi, sanat hakkındaki şu yaklaşımımız ışığında değerlendirmek gerekir: Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış; Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış… ( 1939 ) Necip Fazıl… Yani biz sanat adına bir takım şer’î ölçülerin örselenmesini katiyen doğru bulmuyoruz… John L. Esposito gibi İslam’a cepheden hücum etmeyen, İslam’ı doğrudan doğruya hedef almayan, aşağılamayan kişilerin ince bir oyun (trick) içinde olduklarını düşünüyoruz… İslam hakkında objektif sayılabilecek bilgiler veriyorlar. Ben bir casusluktan bahsetmiyorum, samimiyetle kafalarındakini söylemiyorlar… Hep amiyane tabirle kafalarının arkasında farklı düşünceler var… Burada “takiyye” kavramı kullanılabilir mi? Belki… Benim önemli bulduğum ve âcizane tespit ettiğim, buradaki oynanan ince oyun, algı yönetimiyle şuurlarda İslam’ın bir kült olarak idrak edilmesini, algılanmasını sağlamak…. Önce biz kült kavramının analizini yapalım: “Antropolojik anlamıyla bir kült, bir grubun yerel bir tanrıya ilişkin inançlar ve pratikler bütününü, tapınmasını anlatır.204” Ve şu kontekslerde kullanılır: “İlkellerdeki kült-dernekleri205”, “İnandıktepe: Eski Hitit çağın203) A.g.e. sh. 259 204) Gordon Marshall, sosyoloji Sözlüğü, sh. 441 205) İnsan ve Kültür, Bozkurt Güvenç, İstanbul, Remzi kitabevi, 1994, sh.233 270 da önemli bir kült merkezi”, şu “Anadolu’nun Neolitik206 Sanatı” başlıklı yazıda daha net anlaşılabilir Kült kavramı: “Bu kült anlayışına göre topraktaki kötüleri temsil eden Titanlar tarafından yok edildiğine ve sonra yeniden canlanarak doğduğuna inanılan Dionysos… Bu tür bir kült anlayışı farklı zamanlarda farklı kültürlerde her zaman karşımıza çıkmaktadır.207” Antropoloji terminolojisine göre kült; davranış biçimleri demektir…. Bu tanım “kültür” kavramı için de geçerlidir… Peki, eşanlamlı kavramlar mı? Hayır, çünkü arada çok küçük gibi gözüken, çok büyük bir fark vardır… ”Her şeyi tutan“ bir fark… İman sınırını tayin eden bir fark!... Kültür insanoğlunun canlı, halen bizzat yaşadığı değerlerini ve davranış örüntülerini ifade ederken; kült ise, yüzyıllar önce insanların kültür olarak bir zamanlar yaşadığı, fakat bir nevi müzeye kaldırdığı değerleri ifade eder. Bir nevi kurutulan gül veya yapraklar gibi… Kült haline gelmiş değerleri, nesneleri; kutsayabilirsiniz, saygı gösterebilirsiniz, bazı ritüellere dahi konu olabilir, Zümrüdüanka kuşu gibi adı var kendi yok, hayallerinizi süsleyebilir… Fakat hayatiyetleri yok; artık insanların iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış algılarını oluşturamazlar… Bazı kültler uzun zaman, bir şekilde hayatiyetlerini muhafaza ettirebilirler, kültürlerin içine sızabilirler… Ama bir şartla; canlı, yaşanan kültürün ana parametrelerine aykırı olmamak şartı ile… Yükselen değerlere aykırı olmamak kaydıyla… Hatta yeni hayat tarzını teyid ve takyid eden kültler toplumun birlik ve beraberliğinin sembolü olarak, gereğinden fazla hürmete muhatap olabilirler. Ne zaman ki yeniyi engellemeye teşebbüs etti, boğulup atılırlar bir köşeye… İşte anlaşılacağı üzere bahsettiğimiz ve benim “Kurnaz Oryantalizm= Şarkiyatçılık” olarak (şimdilik) kavramsallaştırdığım, oryantalistlerin amacı İslam’ı kült haline getirmek… Dinin mistik, metafizik, okültik, biçimsel ritüellerine istediğiniz kadar saygı gösterebilirsiniz… İslam’ı PDR (Psikolojik Danışmanlık 206) Yeni Taş Devri, onbin yıl sürmüş, Bozkurt Güvenç, 148 207) Tahsin Kimyonok, http://www.universite-toplum.org/text.php3?id=236 271 ve Rehberlik) ve Aile Danışmanlığı formatında istediğiniz gibi kullanabilirsiniz. (Özellikle “kullanma” kavramını vurguluyorum, metalaştırmayı sezdirmek için) Kandil gecelerini ihya (!) edebilirsiniz. Aşure günlerinde hiçbir mahremiyet kuralına uymadan konu komşuya dindarlığınızın nişânesi ve ilânı olarak aşure dağıtabilirsiniz. Kurban ve şeker Bayramlarınızı geçerli kurallara göre kutlayabilirsiniz! Reel fenomenlerin sizi veya çevrenizi terk ettiği anda transandantal varlığa özellikle sesli biçimde yalvarabilirsiniz (Dua?). Komşunuzun kızı üniversite sınavına girecek, o modern bayanın kazanması için, bilmem kaç kişi, bilmem kaç kere, bilmem ne okuyabilirsiniz! (okültist yaklaşım!) Ticaretinizin başarılı olması için hayvanlar kesebilirsiniz.. (Kurban?), paralar dağıtabilirsiniz (Zekât?) Mevlana veya benzer şahsiyetleri onlara ait olmayan sözlerle “turist terliği“ haline getirdikten sonra istediğiniz şekilde anabilirsiniz… Reklamlarda olduğu gibi Suudî Arabistan Seyahatleri yapabilirsiniz. (Umre, hac?) Hâsılı garbzedelik serbest: {İranlı düşünür Celal Ahmed’in 1960’larda garbiyatçılık literatürüne katkısı ‘garbzedelik’ (İng. Westoxification) terimi, yani Batı kültürünün İran kültürünü (Sadece İran mı? A.B.) zehirlemesi kavramı olmuştu. Ahmed şöyle diyordu: “Garbzedelik hastalığından veremden söz eder gibi söz ediyorum. Fakat belki bu hastalık daha çok buğday biti istilasına benziyor. Onların buğdaya içeriden nasıl saldırdıklarını gördünüz mü? Kabuk dokunulmadan kalır. Sadece bir kabuk (...) Tıpkı bir ağacın üstündeki içi boş bir koza gibi. Her neyse ben bir hastalıktan bahsediyorum: Kendisinden çabuk etkilenilen bir çevrede çabucak yayılan bir hastalıktan.”208} Şarkiyatçılık Batılı olmayan bütün dünyayı; akademik çalışmalar, politik arşivler, dinî ve felsefî araştırmalar, dil ve 208) Ayşe Hür, Garbiyatcılık: Frenkistan’ın Frankaştaynı, Taraf, 05.08.2011 272 tarih incelemeleri yoluyla anlamak ve istismar etmektir … “Şarkiyatçılık, sömürgeciliğin keşif koludur.” “Şarkiyatçılığın özü Batı’nın üstünlüğü ile Şark’ın aşağılığı arasındaki silinemez ayrılık..209” Peki Batı’nın bu faaliyeti ne zaman başlamıştır? {Hristiyan Batı’da resmî biçimiyle şarkiyatçılığın 1312’de Viyana’da toplanan Kilise Şurası’nın “Paris, Oxford, Bologna, Avignon ve Salamanca” Üniversitelerinde “Arapça, Yunanca, İbranice ve Süryanice” kürsülerinin kurulmasının kararlaştırılmasıyla birlikte başladığı kabul edilir210” Bu noktada ecdadımıza sormamız gerekmez mi? Gâvur; toplumları istismar etmek için böyle gayret sarf ederken, siz hiç değilse onların şerrinden korunmak için onları tanımaya çalışmalı değil mi idiniz? Hiç değilse Ümmet-i Muhammed’i gâvur şerrinden korumak için… Geçmişe taabbüd yok! Geçmişe taabbüd yok! Ecdada tapınma yok! Ecdada tapınma yok! Farkına varmadan Ataya Tapma Kültü’nün imanımıza sızmasına izin vermemeliyiz! Halk irfanı; belki de ümmet ferâseti şu ifadeyi bir atasözü halinde formülize etmiştir: “Dedesi ekşi elma yemiş, torununun dişi kamaşmış!”…. Yüzyılların vebali boynunuzda ve boynumuzda!... Oryantalizm, Şarkiyatçılık uyumuyor… E. Said’in kitabından özenle seçtiğim kısa alıntıyı bir kere daha okuyun lûtfen! Bizim “Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri” ve bu bölümde anlatmaya çalıştığımız: Batı entellektüel yaratıcılığını kaybetti! Teknoloji, maddî zenginlik önemli değil! Merhum Üstad, İdeolocya Örgüsü’nde “Bugünkü Dünya” başlığı altında şu dehşetengiz tespitte bulunur: “Cihan, şu veya bu kıymetin değil de bizzat kıymet ölçüsünün çivili bulunduğu can evinden, ruhundan hastadır.211” Batı, eski cazibesini, ruhlara saldığı murakabesiz ve muhasebesiz gâvur hayranlığının eridiğini, buharlaş209) Edward W. Said, Şarkıyatcılık, çev. Berna Ülner, İstanbul, Metis Yay., 1999, sh.51 210) A.g.e. sh. 59 211) Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, İstanbul, b.d. Yay. 1986, sh.78 273 tığını anlıyor. Kitle iletişim araçları, seyahatler, çeşitli sebeplerle göçler…. Din Kompradorları da zor durumda!... Bugün OCCİDENTALİZM = GARBİYATÇILIK diye bir akım doğdu. “Batı’nın düşmanlarınca insanlık dışı resmedilişine biz Garbiyatçılık diyoruz212” Artık Batı dışı dünyaya eski oryantalist bakış açısı antipatik geliyor… Onun için bazıları “iyi polis”i oynamak zorunda kaldılar… Daha önce de ifade ettiğimiz gibi yaldızı kazıyınca alttan gerçek suratları fışkırıyor. Yukarda şu ifadeyi kullandım “Din Kompradorları” ….Komprador; iktisaden az gelişmiş ülkelerde, gelişmiş ülke şirketleri ile anlaşarak ülkesinin yer altı, yerüstü zenginliklerini emperyalizme peşkeş çeken işbirlikçi, demektir… ”Ayrıca 16. Yüzyılda Batı Afrika kıyılarında esir tacirlerine, köle olarak kullanılmak üzere, diğer zencileri satan zenci aracılara komprador adı verilmiştir.213” Din Kompradorları ifadesi ile aidiyet ifade ettiği dini damıtarak, yükselen değerlere göre uygun veya benzer gibi olanları alan, ıslahı (!) kabil olanları bir takım muamelelerden geçirdikten sonra sterilize eden, olmayanları tasfiye eden tipi kastediyoruz… Burada söz konusu olan sadece maddî çıkar değildir… Onunla birlikte güç, iktidar, tahakküm! Bu tip sözde tarikatçıdır, sözde cemaatçidir, sözde Ehl-i Sünnete bağlıdır… Buraya kadar çağdaş evrensel süreci, bu konjonktür muvacehesinde, İslam alemi ve Türkiye’nin de içinde bulunduğu durumu tespit ve tasvir etmeye çalıştım…. Çok kısa sayılabilecek bu kadarı dahi, hayatını şuurlu bir şekilde yaşayan, biraz okuyan, biraz düşünen, muhakeme eden ortalama bir XXI yüzyıl insanının, hatta dünya küresel bir köy olduğu için XXI yüzyıl vatandaşının (Modern anlamda da vatan? Kaldı mı?) konuyu ciddiyetle araştırması, gerektiği kanaatini uyandırdığını sanıyoruz. 212) Ian Buruma-Avıshaı Margalit, Garbiyatcılık, çev. Güven Turan, İstanbul, YKY, 2008, sh.12 213) Ekonomi Sözlüğü, 474 274 Bu kadarının dahi belirli bir seviye tutturabilen her insan için, bu konunun ciddiyetle araştırmaya değer olduğu kanaatini uyandırdığını sanıyoruz. Yalnız burada bazı şüpheleri ortadan kaldırabilmek için bir noktanın açıklanması ihtiyacı içindeyiz ki; o da nasıl ki bir uygarlık çadır kurar gibi kurulmazsa, aynı şekilde çadır yıkılır gibi de yıkılmaz. Bir uygarlığın kuruluşu, asırlarca süren bir oluşum, bir sentezle gerçekleşmekte. Daha sonra da bu uygarlık şu veya bu sebeple yaratıcılık özelliğini kaybetmekte, böylece kendi kendini tekrar felaketine düşmekte, bunun sonucunda da uygarlık için geriye sayma başlamaktadır. Bu söylenenlerden de anlaşılacağı üzere, bir uygarlığın çökmesi uzun bir süreç içinde gerçekleşmektedir. Kaldı ki yıkılırken dahi uygarlık sürekli şekilde kendini yenileme hamlesi de yapmaktadır, ama mutlaka bu hamleler kaçınılmaz sonu geciktirmektedir ancak. Bir Ortaçağ İslam uygarlığının ne kadar uzun bir zaman dilimi içinde yıkıldığı göz önüne alınırsa söylediklerimize hak verilir. Nitekim İngiltere’de l984’te ortaya çıkan işçilerle polisin çatışmasında, bir kaç işçi ölmüştü. Chantebury’de yetmiş küsur yaşlarında bir bayan panik içinde bize “ben bu ülkede bir polisin bir insan dövdüğünü şimdiye kadar görmedim” diyordu. Fırtınayı getiren ufak esintiler değil mi? Çöküş içinde bulunan bir uygarlığı meydana getiren ana değerlerin analizi ve bunlardan hangisinin yeni zaman ve mekân için yeterli olmadığının teşhisi, söz konusu çözülüşün sebeplerini ve istenen, özlenen uygarlığın özelliklerini başarı ile ortaya koyabilir. Aynı zamanda da bu tür eleştirel bir bakış açısı sağlıklı bir çözüm bulma imkânını da sağlar. Yalnız konumuz doğrudan doğruya Batı uygarlığının tahlili olmadığı için; biz onu meydana getiren temel faktörleri en genel anlamıyla ele alacağız. Bu bakımdan Batı uygarlığını üç temel faktöre indirgeyen görüş basit, fakat oldukça gerçekçi ve sağlıklı 275 bir açıdan bakmakta probleme. Bu görüşe göre, çok karmaşık bir oluşum sonucu ortaya çıkan Batı uygarlığı, Antik Yunan dünyasının felsefî mirası, Roma›nın metod anlayışı, Hıristiyan ahlakının ve dinsel değerlerinin bileşimi sonucu oluşmuş bir uygarlıktır. Şimdi bu faktörlerden her birine kısaca eleştirisel açıdan bir göz atalım. Böylece uygarlığı meydana getiren faktörlerden hangisinin misyonunu yerine getiremediğini tespit etme imkânını elde etmiş oluruz. İlahî vahiyden mahrum Antik Yunan dünyası tabiattan insana, oradan da sistematik problemlere başını vura vura gelmiştir. Başka bir açıdan bakıldığında Antik Yunan dünyası kesin doğruya inançtan kalkarak, her türlü doğrudan şüpheye varabilecek bir kararsızlıkta gezinmiş, daha sonra da bu iki dönemi telif etme gayreti içinde sistemleştirmeyi denemiş; fakat kanaatimizce bunu başaramamış bir dönem. Dolayısıyla Batı uygarlığının devrettiği miras, çözümlenmiş yanları ile değil de, ortaya koyduğu problemleri açısından önemli. Önemi çözümlediklerinde değil, ortaya koyduğu problemlerinden gelmektedir. Belki de antik Yunan dünyası insan için mümkün problemlerden birçoğunu gündeme getirmiştir ve aynı problemler asırlar boyu hep yeniden ele alınarak çözümlenmeye çalışılmış, fakat her felsefî problemin kaderinde olduğu gibi bunlar da çözümlenmeden kalmıştır. Roma ise orijinal bir felsefeye sahip olamamasına rağmen -çünkü Roma, Antik Yunan felsefesinin bir çeşit tekrarından ibarettir- hukuk anlayışı ve nizam fikri ile Batı uygarlığının temel direklerinden biri olmuştur. Seneca›nın çizmemde bir çivi eksik olsa Roma medeniyetini eksik sayarım düşüncesinin, Batı uygarlığı üzerinde büyük etkisi olduğunu söylemek mübalağa olmasa gerektir. 276 Hıristiyanlık ise Batı uygarlığının ahlak ve duygu yanının oluşmasında tek etken olmuştur diyebiliriz. Öyle ki Batı uygarlığının kültür ürünleri sadece Hıristiyanlığın ve ona karşı çıkışların bir toplamından ibarettir. Çünkü Batı düşünce tarihi l4. Asra kadar devam eden dönemde (ancilla theologıe) halinde yalnızca Antik çağın araçları, metotları ile Hıristiyan inançlarını temellendirmeye uğraşmıştır. Dolayısıyla bu dönemde ortaya çıkan bütün kültür ürünleri Hıristiyanlığın damgasını taşımaktadır. Fakat bu dönem sonunda Rönesans’la birlikte çeşitli dozajlarda Hıristiyanlığa karşı bir başkaldırma başlamıştır. Bu karşı oluş hareketi zaman zaman, doğrudan doğruya radikal bir biçimde Hıristiyanlığa toslama biçiminde ortaya çıktığı kadar -ki örneğin pozitivizm ve aydınlanma felsefesi- zaman zaman da bazı yenilemeler ve düzenlemeler yapma şeklinde ortaya çıkmıştır. Böylece karmaşık bir etkileşim sonucu «Batı uygarlığı» dediğimiz değerler sistemi oluşmuştur. Yukarıda sözünü ettiğimiz bu üç faktörün bileşiminden meydana gelen uygarlığın ana unsurları olan kültür ve tekniği ayrı ayrı tartışmak gerekir. Burada özellikle bir noktayı vurgulamalıyız ki o da kültür ve tekniğin bir biri ile olan ilişkisi ve etkileşimi konusunun ayrıca tartışmaya muhtaç olduğudur. Fakat biz burada bu konunun tartışmasına girmeyerek Toynbee›yi izleyip “kültürle teknik arasında zorunlu bir korelasyon olmadığı” noktasından hareket ediyoruz. Bu açıdan bakınca bir çeşit Yunan aklı ve Roma metodunun ürünü olan Batı tekniği insanı hayrette bırakın harikulade gelişmeler kaydetmiştir. Son elli yılda Batı tekniğindeki patlama belki de insanlığın başlangıcından o güne kadarki gelişime eş. Hatta insanoğlunun meydana getirdiği teknik gelişim kendisini bile aştı, emri altına aldı. Şüphesiz bundan sonraki teknik gelişimin hangi çaplara ulaşabileceği hakkında açık ve seçik bir tahmin yürütmekten uzağız. Biz sadece burada Batı uygarlığı çerçevesindeki baş döndürücü teknik gelişimin çapını bir oranda vurgulamak istiyoruz. 277 Probleme bu açıdan bakınca uygarlıkları meydana getiren faktörlerden biri olan tekniğin, Batı uygarlığı açısından düşünülürse geri, yetersiz olduğunu söyleyemeyiz. O halde Batı uygarlığının ana direklerinden biri olan teknik; sağlam, hatta çok “mükemmel”, gereğinden fazla gelişerek çağını bile aşmış. O zaman çöküş içinde olduğunu söylediğimiz Batı uygarlığının tüm zaafı, çöküş sebepleri kültürel değerleri ve büyük çapta bu değerlerin etkisinde gelişip, oluşan siyasi, iktisadi, toplumsal, ruhsal, sanatsal her türlü değerler sistemi artık yetmemektedir. Aynı zamanda da bu eksiklik Antik Yunandan devralınan felsefi mirastan da gelmektedir. Kültürel değişim, teknik patlamaya paralel bir gelişim gösteremeyince; kemik sistemi kaslara oranla çok fazla gelişen çocuklarda olduğu gibi uygarlıklarda da derece derece sıkıntılar, bunalımlar ortaya çıkmaktadır. O zaman biz Batı kültürünün eksiğini ve açmazlarını tespit etmekle özlenen uygarlığın özelliklerini tespit edebiliriz. Batı insanının Bunalımı Şurası bir gerçektir ki Batı uygarlığı şimdiye kadar gelip geçen dünya üzerindeki birçok uygarlıktan sadece biridir. Batı uygarlığı dünya uygarlıklarının ne ilki ne de sonuncusudur. Ama yan tutmadan itiraf etmek zorundayız ki; Batı uygarlığı alanı bakımından en geniş ve zaman bakımından en uzun olan bir uygarlıktır. Bu noktada; Batılı insanın bunalımına geçmeden önce «Batı uygarlığı» ve «Batı insanı» kavramlarından ne anladığımızı ortaya koymak zorundayız. Klasik anlamıyla Batı uygarlığı belirli bir coğrafi bölge üzerinde daha önce saydığımız Yunan aklı, Roma nizamı ve Hıristiyan ahlakı sentezinden (belki toplamı daha doğru) doğan bir değerler sistemidir. Batılı insan da bu coğrafi bölge üzerinde doğan ve anılan değerler sistemi içinde yetişen insandır. Fakat biz bugün bu kavramların kapsamlarının zaman boyutu içinde gelişerek daha zengin anlamlar kazandığı kanaatindeyiz. Çünkü en yaygın olma özelliğine sahip olan Batı 278 uygarlığı, hemen hemen yeryüzünün her tarafına bulaşıcı bir hastalık gibi yayılmış, herkes ona imkânları içinde nispet iddiasındadır. Aynı zamanda bu ülkelerin aydın sayılanları arasında da korkunç bir sızma ve yayılma imkânı bulmaktadır. Dolayısıyla Batı uygarlığının olumlu ve olumsuz yanları hem klasik anlamdaki Batı ve Batılı insanı etkilerken; hem de derece derece tüm dünyayı ve insanları etkilemektedir. Belki de Dostoyevski›nin Rusya için söylediğini, bütün Batılılaşma çabasındaki ülkeler için genelleştirebiliriz. «Ve birçokların pek çokları gibi, Avrupalı olmaya, aydınlanarak değil ahlakını yitirerek başlamıştı. Evet, bu şekilde ahlakını yitirmek, birçok kere bizce Rusları Avrupalılaştırmanın en emin yolu olarak görülmüştür.» diyor, ondan sonra da Batı uygarlığının geleceği hakkındaki düşüncelerini şöyle dile getiriyor: «Sizin o Avrupa’nız genel, evrensel ve korkunç bir felaketin ve yıkılmanın eşiğindedir... Artık bu uygarlık küçük desteklerle kurtarılamayacaktır. Bütün bu... bu günlerde ortaya sürülen bütün içtimai teoriler, bankalar, bilim, Yahudiler, hepsi bir anda yok edilecek ve hiçbir izleri kalmayacaktır. Belki de Yahudilik hariç. Çünkü onlar o zaman bile, bu yıkılmayı kendileri için karlı kılacak hareket tarzı bulurlar.» Bütün bu söylediklerinin yakın, kapıda olduğunu ileri sürer dolayısıyla...214 Yalnız burada şu var ki; sözgelimi Batılı aydın, bu uygarlığın kültürel değerlerinden doğan olumsuz değerlerin tüm sancısını yürekten duyarken; onları taklit hevesinde olan, iktisaden geri kalmış ülke aydınları da bu sancının taklidi içinde kıvranmaktadırlar. Sanıyoruz özenilen uygarlığın hastalığı tedavi edilirse, taklit edeninki de kendiliğinden tedavi edilir. Hatta biz Batı uygarlığının gayrı meşru çocuğu telakki ettiğimiz Marksizmi dahi Batı uygarlığı çerçevesinde mütalaa ediyoruz. Çünkü Marksizm bütün yeltenişlerine, açık meydan okuyuşlarına rağmen orijinal, yepyeni bir kültürel değerler sistemi oluşturamamıştır. Pratikteki yarım asrı aşan uygulamasına rağ214)Dostoyevski, Batı Çıkmazı, sh.60. 279 men, henüz teorisindeki aile, insan, mülkiyet, toplum ve sanat anlayışından en ufak bir eser olmadığı için, devrimin ilk heyecan ve gücüyle tutturmayı başarabildiği bazı kurumlarda dahi, elde eder gözüktüğü bazı mevzilerden çekilmek zorunda kalmış ve sahip olur gibi olduğu kaleleri tekrar teslim etmiştir. Bütün bu kurumlarda yeniden yavaş yavaş Batı uygarlığının temel prensipleri doğrultusunda yön düzeltmesi yapmak zorunda kalmıştır. Bazı gündelik yaşantıda zaman zaman görür gibi olduğumuz yeni pratik davranış biçimleri de sadece burjuva geleneklerine karşı olmak gibi, ilkel bir düşmanlıktan ileri gidemeyerek, kültürel bir değer sistemi oluşturamamıştır. Kaldı ki bu davranış biçimlerinden hemen hemen hepsi, yeni olmanın çocukça gururu içindeki yeni yayılma temayülünde bulunan bütün doktrinlerde görülebilen bir özelliktir. Zaten Marks’ın da kendi hayal ettiği biçimde bir toplumun kurulabileceğine inanacak kadar saf olduğunu sanmıyorum. Marksizm hoş bir hikâye, gayet duygusal bir şiirdir. Dolayısıyla biz Batı insanı dediğimizde, Batı uygarlığının kuşattığı coğrafi bölgeler içindeki insanları kastettiğimiz gibi; bunun yanında o uygarlığın manevi havasında yetişerek o değerleri benimseyen tüm insanları da kastediyoruz. Dolayısıyla kanaatimize göre tüm insanlık Batı uygarlığının içinde bulunduğu çıkmazların faturasını derece derece de olsa, coğrafî sınır içindekiler daha fazla etkisi altında bulunsa da, ödemek zorunda kalmaktadır. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi Batı uygarlığı çarpık doğmuştur. Çünkü ana direklerinden biri, hatta en önemlisi olan Hıristiyanlığa göre insanoğlu dünyaya suçlu olarak gelmektedir. İnsan henüz yarışa başlarken işlemediği bir günahın yükünü taşımak zorunda kalmaktadır. Ne yaparsa yapsın bu ilk günahtan kurtulamayacaktır. Böylece bu düşünce toplumsal şuuraltında sürekli şekilde beslenerek nesilden nesile aktarılmakta, her dönemde gençler farkında olmadan bu suçluluk duygusu içinde 280 yetiştirilmektedir. Fakat Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde, bu suçluluk duygusu Hz. İsa sevgisi ile telafi edilerek yıkıcı olmaktan çıkarılabiliyordu. Fakat zamanla Hz. İsa sevgisi derece derece uçup giderken, suçluluk duygusu hiçbir antidota sahip olmadan orta yerde kalıverdi. Böylece insanoğlu kendini ne yaparsa yapsın kurtulamayacağı, telafisi mümkün olmayan bir suçluluk duygusu içinde buluverdi. Ayrıca batıl itikatlar içinde kıvranan Batı ortaçağında, her nasılsa zayıf bir ışıkla ortaya çıkabilen bilimin evren anlayışında yaptığı değişiklikte insanın değerinin yavaş yavaş kaybolmasına sebep olmuştur. Çünkü kilise anlayışına göre, yer evrenin merkezidir (geosentrik yer anlayışı). İnsanoğlu da evrenin merkezinde yaşayan kutsal bir varlıktır. Fakat bu evren anlayışı zamanın bilim adamlarının tespitleri ile değişince, yerin güneşin etrafında dönen binlerce gök cisminden oluşan evren içinde bir zerre olduğu, insanoğlunun da bu zerre üzerinde yaşayan bir zerre olduğu anlaşılıyordu (heliosentrik yer anlayışı). Böylece insanoğlu yanlış ve keyfi bir yorumlama ile asırlarca haksız bir biçimde giydiği kutsallık üniformasını çıkartmak zorunda kalıyordu ki, bunu kabul kolay olmasa gerekti. Sürekli şekilde bilimsel buluşların kendi dininin doğruları ile çelişmesi, batı insanını, devamlı olarak dininin doğruları ile yeni yeni gelişen deneysel bilimin doğruları arasında bir tercihe zorluyordu. Bu da çatışmaya sebep oluyordu. Sürekli olarak devam eden bu çelişki, Rönesans, Reform ve nihayet Aydınlanma çağı ile Batılı insanın dini değerleri tamamen sırtından soyunarak atmasına kadar vardı. Artık Batılı, açıkça bütün dini değerlerine başkaldırıyor ve «kendi hayatımı kendi imkânlarımla, kendi aklımla ben temellendireceğim» diyordu. Bu bakımdan Batı’daki Hıristiyanlık düşmanlığını tümüyle dine karşı bir tavır olarak değerlendirmek tamamen yanlıştır. 281 Bütün saydığımız ve benzeri sebepler dolayısıyla Batı insanı bir “atılmışlık”, “terkedilmişlik” ve “yabancılık” duygusunun cenderesi içine sıkıştırılmıştır. Artık o tüm evren üzerinde yalnızdır. Bütün insanlar ve nesneler sanki kendisine savaş açmıştır. Sempatize (duygudaşlık) olabileceği tek bir insan yoktur evren üzerinde. Hiç kimse ile organik bağ kurma imkânına da sahip değildir. Bu o kadar trajik bir yalnızlıktır ki, tarihin hiç bir döneminde görülmemiştir. Çünkü Batılı “insanlar içinde en yalnız insan” durumundadır. Milyonların içinde bulunmasına rağmen yalnız olmanın verdiği umutsuzluk, sıkıntı çobanın yalnızlığı ile kıyaslanabilir mi? Hiç değilse dağ başındaki çoban kendisiyle olabiliyor. Yığın içindeki megalopolis insanın, kendi kendisiyle olması da mümkün değildir. Modern insan Maupassant’ın dilinden feryat etmektedir: “İnsan hayatının bütün sırları içinde bir tanesi var ki, ben onun aslına erdim: ömrümüzün büyük azabı ebediyen yalnız olmamızdan doğuyor. Bütün gayretlerimiz, bütün hareketlerimiz sadece bu yalnızlıktan kaçmak içindir. Şunlar, şu çatısız sıra âşıkları da, bizim gibi, bütün mahlûklar gibi bir dakikacık olsun yalnızlıklarını dindirmeğe çabalıyorlar. Fakat daima yalnızdırlar, daima yalnız kalacaklardır. Biz de öyle. Sadece bunun az veya çok farkına varılıyor; o kadar… Hiç kimseye rastlamıyorum, etrafımın karanlığında hiçbir el bulamıyorum. Beni anlıyor musun? Birkaç kişi bazen bu ezici ıstırabı sezmiştir. Musset şöyle haykırdı idi: Gelen, beni çağıran, kim? Kimse! Ben yalnızım. Çalan saattir. Ah yalnızlık ah zavallılık215” Batılı insan şehvet duygusu ile bedenini aşarak bu yalnızlığı yırtmayı denemiş, fakat sonunda büyük bir hayal kırıklığına uğramıştır. Çünkü hiç bir zaman bedensel faaliyetler yoluyla alınan tensel hazlar, bedeni ortadan kaldırarak ruhların birleşmesini sağlayamamaktadır. Çünkü bedenle bedeni aşmak mümkün değildir. Bu tür bir çabada ve deneyde insanı bekleyen sadece 215) Guy De Mauppasant, çev. Enver B. Koryak, İstanbul, M.E.B. 1945, sh.32 282 bir ebedî mahrumiyettir. Bedeni aşmanın başka bir yolu olması gerekir. Nitekim Leonardo da Vinci “cinsî birleşme (şehevî faaliyet) ve buna bağlı tüm eylemler o kadar iğrenç ki, eskiden beri süregelen bir âdete uyulmazsa ve hala sevimli yüzlere rastlanmayıp, cinsel etkilerinin varlığını sürdürmese, çok geçmeden insan soyu yeryüzünde tükenip gidecek.» Nitekim Batı megalopolislerinde, bütün insanların gözleri önünde birbirlerine sarılan tipleri görürsünüz de; sanki iki demir direğin biri birine sarıldıklarını zannedersiniz. Zannedersiniz de modern insanın trajedisine ağlamak gelir içinizden. Batılı için artık hayatın en büyük hazlarında biri olan bu tür bir faaliyet bile anlamsız bir yapıp etmeye dönüşmüştür. Birbiri üzerine bastırılan kalpler yırtınır gibi çırpınsa da, bedeni aşarak birleşmek mümkün olamamaktadır. Bütün bunların bir sonucu olarak, Batılı bedenini vasıta yerine koyarak, yaradılışın dışında, fıtrata aykırı anormal davranış biçimleri ile haz devşirme savaşına girmektedir. Ama mukaddese aykırı her adım hüsran, hüsran, hüsran! Yukarda bir cümle ile resmetmeye çalıştığım enstantaneye elli yıl önce Zürich’te rastlamıştım… Ama değil büyükşehir, şehir, Batı bölgesi; on yıllardır bu manzaralara Türkiye’nin herhangi bir kasabasında, hatta muhafazakâr (!) kesimlerde de rastlayabilirsiniz! Ülkeyi uygarlaştırma, adam etme görevini uzun yıllar orduevleri gerçekleştirdi. Şimdi artık onlara gerek yok, kasabalarda bile üniversitelerimiz var! Yalnız dikkat! Ara fazla hızlı kapatılıyor… Batı’nın yüzyıllarda kat ettiği mesafeyi biz on yıllarda alıyoruz. Sonra Batı’daki hayat tarzı her şeye rağmen kendi uygarlığının oluşma sürecinde ortaya çıkıyor… Her şeye rağmen, bizimle mukayese edince sanki doğal uzantı gibi… Ya bizde ki? İki, üç yaşından beri balolar, salonlar, düğünlerde, doğum günlerinde erkeklerle iç içe dans ederek yetişen bir kız çocuğunun muhatap kalacağı tehlike; ileri yaşlarda bu hayatı yaşamaya öze283 nen bizim ülkemizin çocuklarının maruz kalacağı tehlike ile mukayese edilemez! Burada “tehlike” kavramını kullandım, bir kere her ebeveyn için “namus” endişesi olduğuna inanıyorum, fıtrat! Ama çaresizlik… Ayrıca uyuşturucu, bedenin metalaşması, ölümle sonlanan tecrübeler… Bence bugün Batılı insanın en büyük çıkmazı «Niçin yaşıyorum?», «Hayat yaşanmaya değer mi» sorusuna doyurucu bir cevap verememesidir. Bütün diğer sorular bunlardan sonra gelmektedir. Almanya›da uzun bir süre önce öğrenim yapan bir arkadaşım anlatmıştı: Bir gün Alman kız arkadaşlarından birinin intihara teşebbüs ettiğini söylerler. Herkes hayret eder. Genç, güzel, ekonomik durumu gayet iyi, hayat dolu bir kız niçin intihara kalkışır? Cevap verilmesi zor bir problem. Kalkarlar hastaneye ziyarete giderler, sorarlar: «Niçin intihar etmeye kalkıştın?». Niçine cevap, yine niçinden gelir: «Niçin yaşayayım». Kız iyi olur, kalkar, hastaneden çıkar, bir süre sonra tekrar intihar eder ve ölür... Batılı insanın içinde bulunduğu trajediyi ne kadar canlı, içten bir biçimde ortaya koyabilen bir olay... Batı insanı yakamıza yapışmış, niçin yaşadığının hesabını soruyor, ondan sonra da bu hayatın yaşanmaya değer olup olmadığı konusunda bir karar verecek. Yoksa kendini kaybetme ihtiyacı içinde yırtınarak yaptığı çalışmalar sonunda elde ettiği başarı onun umurunda mı? Hayatın anlamsızlığı düşüncesi, beraberinde “saçma” düşüncesini de getiriyor. Eğer hayatın bir anlamı yoksa her eylem bu anlam doğrultusunda bir varlık kazanmıyor, her eylem o anlam planının gerçekleşmesi için bir adım değilse, her şey saçmadır. Sonunda da elde kalan her olay karşısında bir “bulantı”dır. 284 Üniversite mezunu bir İngiliz öğretmenle konuşuyorum... Meseleyi açıyorum... Batının kültürel değerler bakımından çökmekte olduğunu söylüyorum... “Haklısınız!” diyor ve içini döküyor, sezgisel olarak kavradığı kadarıyla: “Huzur paradan önemlidir. Ben huzuru para ile satın alamam ki! Evet! bir saat, iki saat, üç saat... Sonra? Bir pantolon, iki pantolon, üç pantolon... Sonra? Her türlü iktisadi imkân... ya sonrası? diyor ve ekliyor: «Siz mutluluğu camide Tanrıyla birlikte olmak suretiyle parasızca bulabilirsiniz, ya ondan mahrum olanlar?» (Kendi kültürünün etkisiyle Allah›la sadece camide birlikte olunabileceğini sanıyor.) Bu doymamışlık, tatmin edilmemişlik duygusunu ve teknik, iktisadi gelişmenin boşluğunu basit bir biçimde Roma tarihinin en büyük şahsiyeti olan Sezar’ın ağzından veriyor Camus… CALICULA: Evet. Neyse! Ama ben deli değilim, hatta şu güne dek akıllı bile olamadım. Yalnız, birden içimde imkânsızı elde etme arzusu uyandı… Dünya, şu anki haliyle doyurucu gelmiyor bana. HELİCON: Pek yaygın bir kanıdır bu. CALICULA: Doğru. Eskiden böyle olduğunu bilmiyordum. Şimdi biliyorum. Dünya şu haliyle çekilir değil. Onun için Ay’a, ya da mutluluğa, ya da ölümsüzlüğe, belki çılgınca bir şeye ihtiyacım var.216 “Ay’ı istiyorum Ay’ı, elde edilemez olduğu için... O gün için. Ya bugün olsa!...” Batılı insanın en büyük çıkmazı sürekli olarak, doymak bilmeyen bir hırsla “imkansız”ı elde etmek istemesidir. Tabii olarak “bazı imkânsızlar” gerçekleşince “imkânsız” olmaktan çıkıyor ve yeni yeni “imkânsızlık” putları dikilerek bir süre sonra da onların peşinde koşuluyor. 216) Albert Camus, Caligula, Bertan Onaran, İstanbul, Yankı Yay. 1969, sh. 16 285 Batı insanı Faust’un ağzından soruyor: “Ben hangi elbiseyi giysem, gene yeryüzündeki bu mahdut hayatın azabını duyarım. … Bu dünya bana ne verebilir ki?217” Mephistopheles Faust’a teklifte bulunur: “Benimle birlik ol. Bu günlerde marifetlerimi seyredeceksin. Ben sana, şimdiye kadar hiçbir insanoğlunun görmediği şeyleri vereceğim.218» Faust böyle bir an için her şeyini vermeye razı... «Eğer ben o ana: dur gitme! Aman ne güzelsin! diyecek olursam, sen beni zincirlere vurabilirsin. O vakit yerin dibine geçmeye razıyım.219” Fakat o anı şeytanın kılavuzluğu ile dünyasal nimetlerle bulmanın imkânsızlığının farkındadır. Faust ve milyarlarca Batılı insanın ağzı Faust›ta tek bir ağız olur ve haykırır, işte Faustian insanın yüzyıllardır süren feryadı: «İlk önce zekâmızın, bizzat kendisi hakkında beslediği yüksek fikre lanet olsun! Duygularımıza nüfuz eden göz kamaştırıcı hayallere ve rüyalarımıza girerek bizi aldatan şan ve şöhret hülyasına lanet olsun! Mülkiyeti gururumuzu okşayan çoluk çocuk, uşak ve sapan gibi şeylerin hepsine lanet olsun! Bahşettiği servetlerle bize cüretkarane işler yaptıran ve fuzuli eğlenceler için bize zemin hazırlayan zenginliğe de lanet olsun! Üzümlerin güzel kokulu suyuna ve aşkın o en yüksek mahzuziyetine (hâz etme, hoşlanma) lanet! Ümide, imana ve hepsinden önce sabra lânet! 220” Mephistopheles’e isyanı devam ediyor Faust’un… Ve hatta şu anda ve gelecekteki milyarlarca Faustian insanın lâneti: ”Zavallı şeytan, bana ne vermek istiyorsun? Bir insanın, ulvî bir iştiyak içinde kıvranan ruhu, senin gibiler tarafından hiçbir vakit kavranabilmiş değildir. Lâkin sende, karın doyurmayan yemekler, avucunun içinde durmadan cıva gibi kayıp giden kırmızı altınlar, hiçbir vakit kazandırmayan kumar, daha benim göğsümdeyken komşuma göz süzerek ona gönül bağlayan bir genç kız, ilâhların hoşuna gidecek kadar güzel ve fakat bir şahap gibi kayboluveren bir şan ve şeref var, değil mi? Sen bana, koparılmadan 217) Goethe, Faust, Çev. Recai Bilgin, İstanbul, Mf.V., 1941, sh.66 218) A.g.e. sh. 70 219) A.g.e. Sh. 71 220) A.g.e. sh. 68 286 çürüyen bir meyve ve her gün yeniden yeşillenen ağaçlar göster bakayım!221” Artık bugün Batı; musikisi, resmi, şiiri, romanı ve felsefesi ile maddenin tasallutundan kurtulma, madde sınırlarını aşma savaşı vermektedir. Bugünkü Batı resmine bakın! Gittikçe soyuta doğru tırmanmaya çalışmakta, bütün sabit konturları ortadan kaldırarak, maddeden bağımsız, özgür bir nefes aramaktadır. Musikisi korkunç bir kendinden kaçış ve kendini kaybediş duygusunun, bir çığlığın dile getirilişi değil midir? Fiilleri de resmine eş, bütün maddi kalıplardan kurtularak bilinçaltının özgür bir biçimde dile getirilmesi savaşı veriyor. Aynı şekilde romanı da çıkmazların ve ruhi boğuşmaların bir ifadesidir. Kısacası bütün sanatsal faaliyetleri korkunç hafakanların, ruhi travmaların, bunalımların, ruhi kamaşmaların bir aksinden, sayıklamasından ibarettir. Bütün değerlerin anası, besleyicisi, yönlendiricisi olan felsefe ise; başlı başına bu sözünü ettiğimiz ruhî sefaletin, arayışın, bulamayışın, parçalanışın, hatta zaman zaman da bu cinnetin dile getirilişinden ibarettir. Bir Çözüme Doğru Evet! Batı “bir şey” arıyor... Bu “bir şey “in ihtiyacı içinde kıvranıyor... Bu da canıyla, kanıyla bütün varlığı ve benliği ile inanabileceği, güvenebileceği, tutunabileceği, kendini, aklını, bilimsel yöntemleri aşan bir şey... Bu öyle «bir şey» olmalı ki, Batılı insanın eylemlerine bir anlam kazandırabilsin ve hayata bir anlam kazandırabilsin. Nedir batılı gençlerin Hindistan›a akınlarındaki mana? Ne arıyorlar ve ne bulabileceklerini ümit ediyorlar gayet primitif Hind felsefesinden(!)? Nedir Amerika›da ve Avrupa›da kendi keyiflerine göre uydurmaya çalıştıkları tarikat soytarılıklarının anlamı? Nedir ufak çapta da olsa Mevlevilik›e karşı özentinin 221) A.g.e. sh. 70 287 manası? Toplumsal cinnet haline gelen sporun, her türüne karşı bu derece düşkünlük ve anonimleşen cinsel ahlaksızlıklar hangi ihtiyaçtan kaynaklanıyor acaba? İnsanı gerçek hayattan çekip koparan uyuşturucu maddelere karşı bu derece düşkünlüğün anlamı ne? Nedir bu derece seyahate düşkünlüğün, sürekli kendinden kaçma gayretinin manası? Falın her türlüsüne karşı gösterilen bu mübalağalı ilgiyi nasıl yorumlayabilirsiniz? Astroloji, astronomiye rağmen yeniden mi hortluyor? Parapsikoloji ve telepatiye karşı ilgi, kumara düşkünlük, spor-toto, spor-loto, piyango ve kumarın her çeşidi ile malum insan zorunluluklar dünyasının, sebep-sonuç dünyasının dışına çıkarak meçhulün semaları içinde özgür bir evren aramaktadır? Kendi ifadesi dışında «şans», «talih» gibi kavramlarla dile getirdiği aşkın bir gücün yardımına başvurarak, inanç boşluğunu kısmen de olsa doldurabilme çırpınışı içinde midir? Evet, batılı «bir şey» arıyor. Batı bir dünya görüşü arıyor... Batı eşya ve olayları eğip bükmeyen, çarpıtmayan, her şeyi olduğu gibi görebileceği, insanlığın gözüne uyabilen, «eşyanın hakikatini» kendine gösterebilecek bir «gözlük» arıyor. Eşya ve olaylara insanlığı tatmin edici yeni yorumlar getirebilen bir dünya görüşü arıyor. Asırlardır felsefe labirentlerinde mustarip dehaların kendilerine tılsımlı alaşımlardan, sihirli bir dünya sunabilecekleri umudu içinde yaşayan, fakat artık bugün bir çıkmaz içinde olduğunun farkına varan Batı, kanaatimizce kendi yürüdüğü yolların, tıkanıp kaydığı çıkmazların taklitçilerinden bir şey beklememektedir. Genel anlamıyla söylersek o ruhun hasretini çekmektedir. Bu açıklamalardan sonra hemen temel bir doğru olarak, Batıya kendisinin denediği ve istediği sonuçları veremeyen, doyurucu olmadığını açıkça gördüğü, kendisinin uyguladığı bir yoldan nüfuz etmenin imkânsız olduğunu söyleyebiliriz. Başka bir deyişle, ölümcül hasta, ölüm yatağında, kendisi ile bir288 likte götüreceklerinin feryatları arasında yatan Batı uygarlığını ve insanlığını, denenmiş eski yollarla, yanlışlığı ortaya çıkmış geçici çözüm denemeleri ile sağlığa kavuşturmak, kurtarmak imkânsız; kurtarmaya çalışmakta manasızdır. Böyle bir gayret abesle iştigal etmektir. Bu bakımdan Batı kültürü eliyle şimdiye kadar geliştirilen rasyonalist, emprist, pozitivist v.b. bir yöntemin Batı dünyasına, insanlığa verebileceği fazla bir şey yoktur. Bu yollar çıkmaz, oyalayıcı sokaklardır. Siz Batı’ya, kendinizi, dünya görüşünüzü akılsal bir temel üzerine oturtarak mı yaklaşmaya çalışıyorsunuz? Batılı cins kafalar bundan tiksinecektir. Çünkü Batı; Descartes, Leibniz, Spinoza gibi dehaların öncülüğünde akıl dehlizlerinde geçirdiği serüvenlerden sonra aklı kusuyor. Siz Batı’ya akıl adına saydığımız dehalardan fazla bir şey söyleyebileceğinizi mi sanıyorsunuz? Siz Batıya pozitivist yaklaşımla hitap ederek, sevimli gözükmeye mi çalışıyorsunuz? Birazcık problemlere aşina Batılı buna gülecektir. Çünkü pozitivizmin en güçlü temsilcisinin sonunda irrasyonel bir unsurun zorunluluğu ile eşya ve olayları aşan, deneysel bir biçimde temellendirilmesi imkânı olmayan bir düşüncenin tasallutundan kendisini kurtaramayarak bir “insanlık dini” uydurmak zorunda kaldığını bilecektir. Hatta koskoca; olayların birbirinin arkasından gelişleri ile, benzerlikleri dışında her şeye sözde sırtını çevirmiş filozofun, aşık olduğu kadının ölümünden sonra, günün belirli saatlerinde onun oturduğu koltuğun karşısına geçerek ibadet ettiği de bir gerçek. Sizin Batı’ya pozitivizm, deney veya bilim adına bu dehalardan fazla verecek şeyiniz olduğunu mu sanıyorsunuz? Evet, Batı bir dünya görüşü, yepyeni bir dünya arıyor... Fakat artık bu dünya, akılla, deneyle, sözüm ona bilimle kurulmayacak kadar mükemmel olacak. Evet, bunlardan her biri akıl, deney, bilim o dünyada layık oldukları yeri alacaklar. Fakat o dünyayı kurucu, yapıcı ve temellendirici olamayacaklar. 289 Kurulacak yeni dünya Batı insanını ve onun tüm gedikli âşıklarını aklın, deneyin, bitmez tükenmez cenderesinden kurtaracak. Öyle bir dünya ki; Batılının karma karışık, paramparça, her şeyin, her değerin birbirini boğazladığı, herkesin takallüsler içinde kıvrandığı bir hafakanlar dünyası yerine; her şeyin, her değerin yerli yerine oturduğu bir dünya... Aklı, deneyi, bilimi tüketen Batılı ancak bu dünyayı bir dinde bulacaktır. Artık bütün bu bunalımların sonucunda, yeni bir dini dönem başlayacaktır. Çünkü bilimin kültürel değerler üretme konusunda çok kısır olduğunu biliyoruz artık. Bilim yavaş yavaş kendi imkân ve sınırlarını gerçekçi bir biçimde tespit ederek inine dönme hazırlığı yapmaktadır. Üç buutlu zaman içinde yaşayan insanın, içinden kopup gelen yaşayabilmesi zorunlu şart olan sorularına cevap verememenin ezikliği içinde elini ovuşturmaktadır. Evet, ilim bizi gezegenlere götürebiliyor, fakat kalbimize götüremiyor. İlim tabiatın sırlarını başarıyla önümüze seriyor, fakat kalbimizin sırları önünde adeta susuyor... Öyle zannediyorum ki insanlığın yüzyıllardır aradığı değerler; dünyada özentilere, yaranmaya yeltenmelere hiç ihtiyaç duyulmadan İslam kültür ve medeniyetinin en bakir ürünleri arasında gizlidir. Fakat mesele, bu değerleri saptırmadan, sevimli kılma ihtiyacı duymadan, bütün özellikleri ile, aslına sadık kalarak, Batı’ya, tüm dünyaya belki de ilk önce kedimize takdim edebilmektir. Bu konuda bugün Batı entellektüelinin yaşadığı bunalımı değişik sebeplerle de olsa, asırlarca önce daha şiddetli bir biçimde, kanıyla canıyla duyan; sonunda çözüm bulma imkânına kavuşarak, bütün anlamsız yorumlara son veren İmam-ı Gazali bir basamak olsa gerek. Çünkü onun duyduğu metafizik acıyı kaç Batılı entellektüelin o kadar derinden duyabildiği ayrı bir tartışma konusu. Ayrıca İmam-ı Rabbani yöntemi de, bugün ihtilaçlar içindeki dünyamızın problemlerini çözmede tek yol olsa gerek. 290 Şüphesiz akıl bir insanın sorumlu olabilmesi için Allah tarafından kendisine bahşedilen bir nimet. Birçok bilgiyi akılla elde ettiğimiz de açık bir gerçek. Ama ne var ki akıl, tek başına hayatımızı temellendirme, bir dünya kurma gücüne sahip değildir. Aynı yargıyı deney için de verebiliriz. O zaman tek çıkış yolu olarak peygamberimizin ruhaniyetine sarılmak kalıyor. Bu nurdan ruhaniyetin çeşitli akislerinden biri olan zikr-i hafî’ye dayanan ruhi terbiye, problemin tek çözüm yolu olsa gerek... Bu yola bağlı, bu yolun ruhi disiplini içinde erimiş, olduğu gibi kabul edilmiş değerlerden kurulu bir dünya, her türlü bunalımın sonu olabilir. Böyle bir dünyada artık her şey yerli yerindedir. Gösterişe yer yok... Sürekli olarak belirli, insanı içten kavrayan ameller içinde, insan kendi sonsuz varlığında, gerçek vazifesini gerçekleştirmek için yol almaktadır artık. Her gün daha iyiye, daha güzele, daha olguna doğru bitmeyen bir seyahat... Her adımda, her basamakta yeni anlamlar kazanan bir dünya... Yavaş yavaş bütün değerlerin bütün nesnelerin yerli yerine oturuşu... En hurda bir yapıp etmenin dahi bir anlam kazanması. Artık insan yapıp etmeleri, anlamsız bir rutin olmaktan çıkmıştır. Artık bu dünyada insan bir böcek değildir. Artık teknik gelişim ile kültürel gelişim birbiri ile ahenk içindedir. Teknik gelişim bir gaye olmaktan çıkmış olup, sadece insanın yaşamasında kolaylık ve rahatlık sağlayan bir vasıta; bir alet olmuştur. Evet, bu tasvir etmeye çalıştığımız dünyada da insanlar hayvansal bir rahatlığın içinde değildir. Bu dünyada da insanlar rahatsızdır. Ama buradaki rahatsızlık artık hayatın temelindeki çözülmezliği, insan acziyetini kavramaktan gelen, insanı daha iyiye, daha doğruya, daha güzele götürücü bir rahatsızlıktır. Artık insan kendisini başkasına verebilme, başkası için 291 üzülme, başka insanlar için düşünme mertebesine ulaşmıştır. “İnanan insana dünyada rahat yoktur”, fakat bu rahatsızlık maddenin terakki(?) edişinden meydana gelen ucuz bir rahatsızlık değildir. Tam anlamıyla zihnimde billurlaştıramasam da, son olarak şu noktaya temas etmeden geçemeyeceğim: Bana öyle geliyor ki, dünyayı, hayatı yavaşlatmadan, insanlığın sorunlarına çare bulmak mümkün değil gibi geliyor!.. Nasıl olur? Bilemiyorum! Ama iki yolu var! Birincisi fiziki zamanı uzatmak… Mümkün mü? Değil! Belki tımarhanede uzayabilir… Gün 50 saat v.b… Ama gün değil 50 saat, 100 saat olsa yetmeyecek! Ya da gündelik aktivitelerin azaltılması… Eh, nasıl olacağını bilmiyorum ama tek çıkar yol bu! Bir megalopolis insanını düşünelim… Zarurî aktivitelerini alt alta yazalım… Alacaklı çıkar gibi geliyor… Çünkü zamanı o kadar muktesid kullanıyor ki… Kahvaltı ederken, çoluk çocuğu ile sohbet, aynı anda haber özetleri, aynı anda bir eliyle çorabını giyiyor… Yeter artık! Herhalde unutmadınız! Ara başlık “Bir Çözüme Doğru” idi, tam manasıyla çözdüm bütün meseleleri! Beklentilerinizi karşıladım… Adamın yüz tane koyunu var. Bir çobana veriyor. O güdecek. Bir süre sonra bir külek yoğurtla geliyor, çoban… Adam bu nedir? diye soruyor… Çoban: “Elli tanesini kurt yedi, yirmi tanesi yardan uçtu, yirmi tanesi hastalıktan öldü….” Tam denkleştiriyor sayıyı 100’e tamamlıyor… Şu yoğurtta sizin… Adam yoğurdu alıyor… Kafasından aşağı döküyor yoğurdu çobanın… Bir arkadaşı rastlıyor, soruyor: Ne oldu? Şükür alnımın akıyla hesabımı verdim diyor… Galiba alnımın akıyla hesabımı verdim… Bana sitem etmeye hakkınız yok! Felsefeden çözüm beklerseniz, sonunuz hep hüsran olur! 292 293 294 295 296