Sayı 1 - Keçiören Rehberlik ve Araştırma Merkezi
Transkript
Sayı 1 - Keçiören Rehberlik ve Araştırma Merkezi
1 KaRAM Keçiören Rehberlik ve Araştırma Merkezi Dergisi Sayı 1 2014 Mart Adamın biri, bir gün sahilde yürüyüş yapıyormuş. Uzakta dans eder gibi hareketler yapan genç bir adam dikkatini çekmiş. Merak edip hızlı hızlı ona doğru yürümüş. Yaklaşınca bu gencin yerden bir şey alıp, denize attığını, sonra bir kaç adım atıp aynı hareketi sürekli tekrarladığını görmüş. Biraz daha yaklaşıp genci selamlamış ve aralarında şu konuşma geçmiş. KaRAM Sahibi Keçiören Rehberlik ve Araştırma Merkezi Adına Mesut TORAMAN Yayın İnceleme Kurulu Raşide GÖVEBAKAN Ebru GÜVEN Özlem HAYATOĞLU İsmail SAV Mehmet Ali İLKAYA — Ne yapıyorsun böyle? — Okyanusa denizyıldızı atıyorum. — Denizyıldızı mı? — Evet... Güneş yükseldi ve sular çekiliyor. Eğer onları suya atmazsam az sonra ölecekler. — Ama görüyorsun ki, kilometrelerce sahil var ve baştan aşağı denizyıldızı ile dolu. Hepsini atmanıza imkân yok. Sizin bunları denize atmanız neyi fark ettirecek ki? — Genç adam eğilerek, yerden bir denizyıldızı daha alır ve denize fırlatırken “bakın” demiş “onun için çok şey fark etti!” Bunun üzerine adamda, bu gençle birlikte denizyıldızlarını okyanusa atmaya başlamış… Merhaba Değerli Okurlar; Heyecan ve büyük bir merakla beklediğimiz e-dergimizi sizlerle buluşturmanın sevincini yaşıyoruz. “KaRAM” Tasarım / Dizgi Çetin TORAMAN Yazışma Adresi Keçiören Rehberlik ve Araştırma Merkezi Müdürlüğü Gümüşdere Yerleşkesi Fatih Cd. No: 37 Tel: 0 (312) 316 23 72 Fax: 0 (312) 316 89 68 e-posta: ramkecioren@ gmail.com 2 Keçiören RAM olarak en öncelikli görevimiz, sahile vuran denizyıldızlarını yaşamaları için bıkmadan, usanmadan ait oldukları yere gönderen adam gibi her bireyin ilgi ve yetenekleri doğrultusunda başarılı ve mutlu olması için umutsuzluğa kapılmadan, sabırla ve azimle çalışmaktır. Çok uzun ve yorucu olan bu yolculukta herkesin desteğine ihtiyacımız vardır. Birlikteliğin gücüne yaslanarak, hedefe varana kadar devam edecek bu yolculuğun sonu başarıya ve mutluluğa çıkmaktadır. Keçiören ilçesi olarak yaklaşık 155 bin öğrenci, 300 rehber öğretmen,7000 öğretmenden oluşan çok büyük bir aileyiz. ‘Eğitimde feda edilecek hiçbir öğrenci yoktur.’ görüşünü kendimize ilke edinerek, çalışmalarımıza istek ve kararlılıkla devam etmekteyiz ve edeceğiz. e-Dergide emeği geçenlere ve bizi destekleyen tüm dostlara, ilgilerinden dolayı teşekkür ederim. Bir sonraki sayıda buluşmak dileğiyle… Mesut TORAMAN Keçiören RAM Müdürü 3 İçindekiler Televizyon Bağımlılığı .................................................. 4 Ayaklarıyla Uçak Kullanan Kadın Pilot......................... 6 Kitap Alıntıları .......................................................6 Göz ve Görme ...................................................... 7 Kitap Tanıtımı (Dan Brown)......................................... 10 Bulmaca Çözmek Hafızayı Güçlendiriyor................... 14 8 Mart Dünya Kadınlar Günü....................................... 15 Eğitimde Bir Paradoks! (Birey mi, Toplum mu?)........ 21 Filmler .................................................... 28 Bir Kutu Dolusu Yaşam Gönderiyorum Sanan............. 33 Utangaçlığı Yenen Oyunlar........................................... 34 Her Sınıf Kariyer Merkezi, Tüm Öğretmenler Kariyer Danışmanı .................................................... 35 TELEVİZYON BAĞIMLILIĞI Beyhan COŞKUN Keçiören Rehberlik ve Araştırma Merkezi Rehber Öğretmeni Araştırmacılar özellikle çocukların, televizyona karşı olan ilgilerinin zamanla bağımlılığa dönüştüğü görüşünde birleşmektedirler. Bağımlılığın oluşumunda anne ve babanın televizyon izleme şekli ve süresi dolayısıyla izleme alışkanlığının da belirgin bir etkisinin olduğu görünmektedir. İçeriği ne olursa olsun, sürekli televizyon izleyen çocuk ciddi bir bağımlılık sorunu ile karşı karşıyadır. İngiltere’de 1955, Japonya’da 1957 ve Kanada’da 1958 yılından beri gerçekleştirilen, televizyon ve çocuk ilişkisini inceleyen çalışmalarda, bağımlılık konusunun yoğun bir şekilde ele alındığı görülmektedir. Çalışmalardan biri, her Avrupalı bebeğin iki yaşında televizyonu açmayı öğrendiği ve üç yaşından itibaren de izlemeye başladığını önemle vurgulamaktadır. Fransa’da gerçekleştirilen başka bir araştırma ise, bağımlılığın inanılması güç boyutlara ulaştığını göstermektedir. Jung Bay Ra tarafından gerçekleştirilen araştırmada çocuklardan babaları ve televizyon arasında bir seçim yapmaları istenmiş, çocuklar babasız yapabileceklerini; buna karşılık, televizyondan asla vazgeçmeyeceklerini belirtmiş ya da sessiz kalmışlardır. Yapılan araştırmaların bir kısmı çocukların kanaldan çok programa bağımlılık gösterdiklerini ortaya koymaktadır. Ancak özellikle tematik televizyon kanallarının ortaya çıkışıyla programa bağımlılık daha çok kanala bağımlılığa dönüşmüştür. Son on yılda artarak çoğalan, akşam haberleri saatine kadar, gündüz yayın akışını tamamen çocuklara yönelik yayınlara ayıran, ya da yirmi dört saat kesintisiz yayın yapan tematik çocuk kanalları, başlangıçta çocuklar için güvenli bir içerik sundukları gerekçesiyle pek çok ebeveyn tarafından tercih edilmiştir. Böylece çocuk televizyonun karşısında yalnız bırakılabilmekte, ani ve istenmeyen görüntülerle karşılaşmayacağı varsayılmaktadır. Ancak bu durumda zamanla eleştirilmiş ve güvenli bulunan içeriklerin tek başına sorunu çözmeyeceği, asıl sorunun çocukların yaşamında televizyon izleme eyleminin “tek boş zaman etkinliği “olarak yer almasından da kaynaklanabileceği tartışılmıştır. Uzmanların çocuk ve televizyon bağımlılığı üzerinde titizlikle durmalarının başlıca nedeni, fazla hayat deneyimi olmayan çocuğun, eğlendirici bulduğu televizyonu içinde yaşadığı toplumu, dünyayı ve anlamak için kullanmalarından kaynaklanmaktadır. Çocuğun kurmaca ile gerçek arasındaki farkı net bir şekilde ayırt edememesi ve olaylardan fazlaca etkilenmesidir. Yaşamı deneyerek öğrenmesi yerine tek yönlü bir araçtan gelen mesajlardan kazanması doğrultusunda duyulan kaygı, çocuk ve televizyon bağımlılığı noktasında ilgiyi aileye yöneltmekte ve ailenin izleme davranışlarının önemi bir kez daha hatırlatılmaktadır. ÇOCUK GELİŞİMİNDE TELEVİZYONUN ETKİLERİ Gelişim, genel anlamda bilişsel, psikososyal ve fiziksel olmak üzere üç alandan oluşur. Gelişim alanları birbirleriyle doğrudan veya karmaşık yollardan etkileşim içindedir. Sağlıklı çocuklarda gelişim bu üç alandaki karşılıklı etkileşim sürecinde gerçekleşir. Bu gelişim alanlarını kısaca tanımlamak gerekirse; Bilişsel Alan; Tüm zihin yetenekleri ve aktiviteleri hatta düşünce organizasyonunu içeren düşünme ve problem çözme ile ilgili zihin süreçlerini kapsar. 4 5 Psikososyal Alan; Kişisel özellikler ve sosyal becerilerle ilgilidir. Fiziksel Alan; Duyusal kapasiteler, motor beceriler, fiziksel özelliklerle ilgilidir. Bireyin bedenindeki temel gelişim ve değişimi kapsar. Çocuk bu üç alandaki etkileşim sonucu gelişimini tamamlamaktadır. Gelişim üzerine etki eden etkenler biyolojik(olgunlaşma) ve çevresel etkenler(sosyalleşme) olarak sınıflanmaktadır. Televizyonun da içinde olduğu kitle iletişim araçları, çocuk gelişimine çevresel etkenler kategorisinde etki etmektedir. Bronfenbrenner (1979)’in ”Ekolojik Sistem Teorisine” göre televizyon bir ekosistem ögesi olarak büyük bir çevrenin bir parçasını oluşturmakta ve çocuğun sosyalleşme kanallarından biri olarak gelişiminde çevresel bir etki yaratmaktadır. Bu etki çocukların giyim tarzında, oynadıkları oyunlar ve oyuncaklarda, canlandırdıkları karakterlerde, yedikleri şekerlemelerde kendini göstermektedir. Televizyon üzerine yapılan çalışmaların bazılarının varsayımı; tutumların, dolayısıyla da inanç ve değerlerin oluşumu; bazıları ise, bağımlılık sürecinin nedenleri üzerine yoğunlaşmaktadır. Gelişimin bilişsel, psikososyal, fiziksel olarak genel anlamda üç alanda oluştuğundan söz edilmişti. Bu üç alan aynı zamanda tutumların temel ögeleri olarak ele alınmaktadır. Bilişsel olarak çocuk, yaş ilerlemesine paralel olarak bir durumda yapılması ya da aksi doğru olan şey hakkında fikir yürütmeyi öğrenir. Düşüncelerine göre bir duygu hisseder ve bunu ayırt etmeye çalışır. Davranışsal olarak, akıl yürütmeleri ve duygularıyla tutarlı olan ya da olmayan bir biçimde hareket eder. Bu duygular, düşünceleri ve davranışlarına uygun düşebilir ya da düşmeyebilir. Bu denge zaman içinde kazanılır. Kitle iletişim araçları yaptıkları yayınlarla düşünceleri etkileyebilmekte, duyguları yönlendirebilmekte ve davranışlarda değişikliği yol açabilmektedir. Gelişimsel süreci, kitle iletişim araçları açısından değerlendirecek olursak, kitle iletişim araçlarının Davranışsal etkileri “katarsis, taklit ve duyarlılık-duyarsızlık” içermekte; Duygusal etkileri, heyecansal geçişler, korku ve kaygı ifade etmekte; Bilişsel etkileri ise, yerleştirmekte oldukları inançları, değerleri ve düşünce içeriklerini kapsamaktadır. Rahatlama ve kaçış etkisi nedeniyle davranışsal; kolay ulaşılabilirliği ve gereksinimi duyulan duygunun tatmin edebilme aracı olması nedeniyle duygusal; hazır gündemin takibi, inanç ve değer sistemlerini yerleştirme gücü nedeniyle bilişsel olarak televizyona karşı bağımlılık kolay oluşmaktadır. Özellikle gelişimsel süreç içinde, erken çocukluk döneminden başlayarak çocuk için televizyon vazgeçilmez bir arkadaşa dönüşebilmektedir. Yaşantı ve deneyimlerinin azlığı nedeniyle çevresindeki olayları gerçeğe uygun olarak algılayamayan çocuk, televizyonda gördüklerini, kendi hayal gücüne ve korkularına göre şekillendirir. Çocuklar korku ve kaygılarını abartılı olarak algılar, bir yetişkinden daha farklı olarak bu duyguları hissederler. Çocukların zihin ve dil gelişimleri hızlı bir şekilde gelişirken, mantıklı düşüncelerinin henüz tam olarak gelişmemesi, duygu ve düşüncelerini ifade edememeleri, gelişimlerinin televizyonun hızına paralel gitmediğinin bir göstergesidir. Çünkü televizyon yetişkin algısına uygun bir akış içermekte, hızlı geçiş ve soyut kavramlar çocukların algısal yapılanmalarına henüz hitap etmemektedir. Özetle değerlendirecek olursak, araştırmacılara göre, televizyon çocukların fiziksel gelişimlerini; davranışları, düşünme, konuşma becerileri, okuma alışkanlıkları gibi bilişsel gelişimlerini, kişilik gelişimlerini, kimlik duygusu ile hayal güçlerini ve sosyalleşme süreçleri gibi sosyal ve duygusal gelişimleri üzerinde etkilidir. KAYNAK Ertürk, Y. D. ve Akkor-Gül, A. Çocuğunuzu Televizyona Teslim Etmeyin AYAKLARIYLA UÇAK KULLANAN KADIN PİLOT ABD’de kolları olmayan Jessica Cox isimli genç kadın, ayağıyla uçak kullanan ilk pilot oldu. Arizona Eyaleti’nde yaşayan 25 yaşındaki Jessica, nadir görülen bir hastalık yüzünden kolları olmadan doğdu. Psikoloji mezunu olan genç kız, yazı yazmayı, araba kullanmayı, saçlarını taramayı, ayağıyla telefon kullanmayı öğrendi. Bununla da yetinmeyen genç kadın, engelli olmasına rağmen pilot olmaya karar verdi. Üç yıl yoğun bir pilotluk eğitimi alan Jessica lisans almayı başararak ayağıyla uçak kullanan ilk pilot oldu. Uçaktan korkardı Küçüklüğünden beri uçağa binmekten korkan genç kadın, bu korkusunu yenmek için pilot olmaya karar verdiğini, yapacağına inandığı için bunu başardığını söyledi. En son 13 yaşında protez kol taktığını daha sonra hiç kullanmadığını söyleyen genç kadın, tekvandoda siyah kuşak sahibi olduğunu, ayrıca eskiden dansla uğraştığını belirtti. “Hiçbir zaman ‘Yapamam’ demedim. Sadece ‘Ben yaparım” dedim. Uçmak dünyanın en fantastik duygusu” dedi. KİTAP ALINTILARI ‘ … İnsan çok istediği için, bu uğurda denizler aşar, hayatını harcar, fakat yemin ederim, arayıp gerçekten elde etmekten korkar çünkü onu bulur bulmaz artık erişilecek şeyi kalmayacağını bilmektedir. Onun için gayeye her yaklaşmada bir huzursuzluk hissedilir, insan gayeye ulaşmak için çalışmayı sever fakat ulaşmayı pek istemez; bu hal hiç şüphesiz çok gülünçtür.’ Fyodor Mihayloviç Dostiyevski (YERALTINDAN NOTLAR KİTABINDAN) ‘ … Bakın yağmur yağarken saray yerine bir tavuk kümesi görsem, ıslanmamak için belki kümese girerim. Fakat kümes beni yağmurdan korudu diye şükran borcumu ödemek için kümese saray gözüyle bakamam. EVET HAYATTA TEK GAYEMİZ ISLANMAMAK OLSAYDI KÜMESE ŞÜKRAN DUYMAK KADAR DOĞAL BİRŞEY OLAMAZDI’ Fyodor Mihayloviç Dostiyevski (YER ALTINDAN NOTLAR KİTABINDAN) ‘ … Her insanın hatıralarında , herkese söyleyemeyeceği, ancak dostlarına açabileceği taraflar vardır. Hatta dostlara bile açılamayacak, insanın yalnız kendine saklayacağı sırları da bulunur. Bunlardan başka kendi kendimize bile açmaktan çekindiğimiz konular da vardır ki, bunların sayısı şerefli bir insanın dağarcığında bile hayli kabarıktır.’ Fyodor Mihayloviç Dostiyevski (YER ALTINDAN NOTLAR KİTABINDAN) 6 7 GÖZ VE GÖRME Aslıhan GÜRBÜZ Keçiören Rehberlik ve Araştırma Merkezi Özel Eğitim Öğretmeni Beş duyu organımızdan biri olan GÖZ, bildiklerimizin %80’ini öğrenmemizi sağlayan organdır. Göz, kafatası içinde 25cm3 orbita kemik yuvasına yerleşmiş, 7 gr ağırlığında, top şeklinde, ön kısmı şeffaf bir küredir. Her gözün yukarı, sağa, sola ve yanlara kontrollü hareketini sağlayan 6 kası vardır. Işık enerjisi, gözün iç arka tabakasında kimyasal enerjiye dönüşerek, elektrik uyaranı halinde, göz siniri aracılığı ile beynin arka tarafına ulaştırılır. Göz Duyusu; ışık, şekil, renk, hareket ve derinlik gibi çok çeşitli özelliklerin toplamıdır. Görme duyusunun gelişmesi, doğumdan sonra altı yaşına kadar devam eder. Doğumda, iki göz arasındaki denge herhangi bir nedenle bozulmuş ise, bir göz, beyin tarafından tercih edilir, diğer göz atıl kapasite ile kullanılır. Düşük kapasite ile kullanılan gözün görme yeteneği azalır ve göz tembelliği oluşur. Göz hastalıkları kalıtım ile geçen, mikrobik çeşitli kazalar ve mekanik birçok nedenlerle ortaya çıkabilir. Ülkemizde akraba evlilikleri, çocukluk çağı körlüklerinin başta gelen sebebidir. Geri kalmış ülkelerde trahom gibi mikrobik ve A vitamini eksikliği gibi beslenme bozukluğu, başlıca körlük nedenleridir. Göz içi ortamının şeffaflığı ve basıncının dengesi korunduğunda göz iyi çalışır. Görme mekanizması, aynı bir fotoğraf makinesine benzer. Görüntü göze, mercek ve diyafram sisteminden geçerek girer. Mercek sistemindeki bulanıklık, görmeyi özellikle yaşlılıkta çok azaltır ve buna katarakt denir. Ameliyat ile bulanık olan lens, dışa alınarak göz içine camdan bir mercek yerleştirilir. Gözün iç basıncının artarak görme sinirini tahrip etmesine glokom denir. Göz içi sıvı miktarını azaltan ve sıvının kontrollü boşalmasını sağlayan ilaç ve ameliyat ile tedavi yapılır. Göz hareketinin uyumlu çalışmasında bozukluk, şaşılık olarak fark edilir. Küçük yaşta, erken tedavi edilmesinde fayda vardır. Göz hastalıkları çok çeşitlidir. Diğer bazı hastalıkların yanında, göz hastalığının ortaya çıkması sıktır. Bunlardan en önemlisi şeker hastalığıdır. Göz içinde, şeker hastalığı sırasında kanamalar meydana gelir. Acil tedavi gerekir. En basit göz rahatsızlığı, kırma kusurudur. Basitçe açıklamak için, uzak görmesi bozuk olanlara miyop, yakın görmesi bozuk olanlara hipermetrop denir. Göz önüne takılan gözlük veya kontakt lens mercekleri ile bu kusur düzeltilebilir. Çocuk küçük yaşta iken kırma kusuru düzeltilebilirse, her iki gözün görmesi daha iyi olur. Göz sağlığının korunabilmesi için ilk 3 yaşta, standart göz muayenesinden geçmek gerekir. Daha sonraları her iki yılda bir muayene uygundur. Kazalar; özellikle trafik, ev, iş ve av kazaları önemli sayıda görme kaybına sebebiyet vermektedir. Sivri uçlu araçlar, oyuncaklar, çocukların arabalarda ön koltukta oturmaları, patlayıcı ve yanıcı maddeler göze çok zararlıdır. Göze kimyasal herhangi bir madde kaçtığında, hemen acil olarak çeşme suyuyla bol bol yıkanmalıdır. Yıkama işlemi duruma göre en az 30 dakika sürmelidir. Göz organı, vücudun en yoğun sinir hücre yerleşimine sahiptir. Göz hastalıklarında ağrı çok olabilir. Kesinlikle göz uzmanı dışında ilaç veya ilkel tedavilerden kaçınılmalıdır. Teknolojik ilerlemeye paralel olarak, ileri optik ve elektronik cihazlarla, göz hastalıkları tedavisinde ve görme kaybının rehabilitasyonunda çok başarılı olunmaktadır . AZ GÖRENLER VE AZ GÖREN REHABİLİTASYONU Görme gücünün (görme keskinliği veya görme alanı) gözlük, kontakt lens gibi bilinen yöntemlerle, ilaç tedavisi ile veya ameliyatla yararlı düzeye ulaştırılamadığı durumlara, kısıtlamanın derecesine göre körlük veya az görme denir. Her iki durumda da temel ilke, kişinin mevcut kapasitesini en yüksek düzeyde kullanabilmesi için gerekli yardımcı cihazlar ve eğitim çalışmalarını kapsayan rehabilitasyondur. İnsan hakları ve fırsat eşitliği prensibinden hareketle, toplumun her bireyi toplumun tüm kaynaklarından eşit olarak yararlanabilme hakkına sahiptir. Bu hak her bireyin bağımsız, üretken ve zevkli bir yaşam biçimine ulaşabilmesi olarak özetlenebilir. Çağdaş sağlık göstergeleri artık eskisi gibi ölüm ve hastalık istatistikleri ile değil, yaşam kalitesi ölçekleri ile değerlendirilmektedir. Sağlık hizmetinin tüm alanlarında olduğu gibi görme problemleri olan insanlarda da temel amaç, rehabilitasyon uygulamaları ile kişinin yaşam kalitesini yükseltmektir. Uygulanacak rehabilitasyon programları, kişinin mevcut görme kapasitesine göre günlük yaşam aktivitelerinin gerçekleştirilebilmesi ve mesleksel becerilerinin kazanılması ve uygulanabilmesi için gerekli hedeflere göre belirlenir. Yani, görme gücü kaybı hangi düzeyde olursa olsun veya yaşamın hangi döneminde başlamış olursa olsun herkes için yapılabilecek bir şeyler vardır. Ancak,rehabilitasyon uygulamaları göz kaybının derecesi, oluştuğu yaş dönemi ve kişinin amaç ve hedeflerine göre değişmektedir. Görme fonksiyonunun tamamen kaybedilmediği, ancak geleneksel tıbbi yöntemlerle yararlı düzeye çıkarılamadığı durumlarda az görme rehabilitasyonu gereklidir. Az görenlerin rehabilitasyonunda, temelde yatan göz hastalığı ve mevcut fonksiyonel duruma göre, günlük yaşam aktiviteleri ve mesleksel becerilerin gerçekleştirilebilmesi için gerekli uzak veya yakın görmenin bazı yardımcı cihazlar ve eğitimle yükseltilmesi hedeflenmektedir. Az görenlerin rehabilitasyonunda ilk aşama, yaşam kalitesi ölçekleri ile kişinin işlevsel kayıplarını belirlemek ve yaşamsal ve mesleksel alanlardaki hedeflerini saptamaktır. İkinci aşama, bu hedeflere ulaşılabilmesi için yararlanabileceği yardımcı cihazlardan uygun olanları seçmek üzere yapılan muayenedir. Üçüncü ve en önemli aşama eğitim aşamasıdır. Eğitim uygulamalarında ilk önce görme probleminin başladığı yaşa bağlı olarak hiç kazanmadığı (bebek ve çocukluk dönemi) veya daha sonra kaybettiği (yetişkin ve yaşlılık dönemi) görme işlevi ile ilgili fonksiyonların kazandırılması gerekir. Çünkü, görme işlevi sadece göz ile ilgili olmayıp, beyin başta olmak üzere vücudun tüm bölümlerinin koordine olarak çalışmasını gerektirir. 8 9 Eğitim uygulamalarının diğer alanı ise önerilen yardımcı cihazların kullanılabilmesi ve işlevsel alandaki kısıtlayıcı etkilerin giderilmesi için gerekli alıştırmaları kapsar. Sonuç olarak az gören rehabilitasyonu ülkemizde bugüne kadar bazı kuruluşlar tarafından uygulandığı gibi, teleskopik sistemler veya benzeri cihazların reçete edilmesi ile sınırlı değildir. Yardımcı cihazların önerilmesi, rehabilitasyonun sadece bir bölümü olup, eğitim çalışmaları ile desteklenmediğinde anlamsızdır. Uluslar arası çalışmalara göre, sadece cihazın verilmesine yönelik uygulamalarda, kişinin yararlanma düzeyi %5 iken, eğitim programları ile desteklendiğinde yararlanma düzeyi %90-95 olmaktadır. Sonuç olarak, körlerin ve az görenlerin rehabilitasyonu bir uzmanlık alanıdır ve bilimsel temellere uygun olarak gerçekleştirildiğinde yararlı olabilir. KİTAP TANITIMI Filiz ÖZ Keçiören Rehberlik ve Araştırma Merkezi, Psikolog Bugün kurumumuzda yaptığımız rutin cuma günleri toplantısında çıkaracağımız e -derginin yeni bölümü için neler yapabileceğimiz tartışılırken aklıma son okuduğum kitap olan “Cehennem” hakkında yazmak geldi. Çünkü kitabı okurken özellikle yazarın İstanbul ve onun önemli eserleri hakkında yazdıkları İstanbul’da doğmuş yaşamış biri olarak beni çok gururlandırdı ve yazara minnet duymamı sağladı. Ona içimden ettiğim teşekkürler yetersiz kaldığı ve beni tatmin etmediği için bu yazı sayesinde şükranlarımı sunmak istedim. Öyle ki bu duygular beni o kadar heyecanlandırdı ki bunları ifade edebileceğim bu yazıyı nasıl yazabilirim diye düşünmek uykumu kaçırdığından bekleyemedim ve şu an gecenin üçünde ben bu yazıyı yazmaya başladım… Kitaplar… kitap okumak… kitaplarda geçen kahramanlar… onların yaşantıları, duyguları, dünyaları beni her zaman benden alır. Her biri yazılan satırlardaki zamana, dünyaya götürür. Ben kitabı okumam, kitaptakiler olur onları yaşarım. Sevinir, üzülür, korkar, heyecanlanır, merak eder, öfkelenir, sabırsızlanır hatta kıskanırım. Çok olmuştur otobüste, uzun yolculuklarda, deniz kenarında okurken gözyaşlarımı saklayamadığım, katılırcasına ağladığım… Tatlı sonlu bittiği için sevindiğim… Ya da sonunu bir türlü kabullenemediğim… Günlerce etkisinden kurtulamadığım… Yazarın önceden çıkan tüm kitaplarını beğeni ile okuduğumdan “Cehennem” in yayınlanacağı ve özellikle İstanbul’dan bahsedeceği haberleri beni heyecanlandırdığı kadar çok da meraklandırmıştı. Eşim de kitabı ülkemizde yayınlandığı gün hemen alıp okumaya başladı. Bense tüm bu istek, merak ve heyecana rağmen kitabı iki kere yanımda tatile götürüp, getirdiğim halde ancak geçen hafta okuyup bitirdim. Hatta ilk tatilde yanımda götürdüğümde kardeşim kitabı bende görünce bana ver ben okuyup sana geri veririm dediğinde ona ısrarla hayır önce ben okuyacağım sen sonra okursun dedim. Ve üç ay sonra tekrar bir araya geldiğimizde (kardeşim İstanbul’da yaşıyor) o hemen okuyup bitirdiğinde ben yine kitabı sadece yanımda bayram tatiline götürüp getirmiş oldum. Günlerce hatta aylarca başucumda okunacak kitaplarımın arasında beni sabırsızlıkla bekledi ta ki… face book’ta okuduğum kitapları tıklarken 10 11 yanlışlıkla onu da işaretleyene kadar… Yaptığım küçücük hatayı fark ettiğimde yanlışımı düzeltmek yerine eve gelir gelmez kitabımı alıp okumaya başladım… iyi ki de başlamışım!... Evet!.. gelelim kitabımıza… Bu kitap okuyucularına ne anlatıyor diye soruyorsanız? Ne anlatmıyor ki… Sanat, edebiyat eserleri, bilim, tarih, macera ve okuyan kişinin kendi iç dünyasındaki yolculuğu… Yazarın ağzından kitabın kapak girişinde yazdıklarından bir bölümü sizlerle paylaşıyorum. Simge bilim profesörü kendini bir anda ipuçlarını Dante’nin cehenneminde bularak çözmesi gereken korkunç bir senaryonun içinde bulur. Floransa’nın tarih kokan dar sokaklarından Venedik’in muazzam bazilikalarına uzanan semboller zinciri Langdon’u (Simge bilim profesörü Robert Langdon ) insanlık tarihini sonsuza dek değiştirebilecek bir mekâna sürükler. BURASI ÜÇ İMPARATORLUĞUN MERKEZİ OLMUŞ, İNSANLIK TARİHİ BAŞTAN SONA YENİDEN YAZILACAK YA DA BUNU YAZACAK HİÇ KİMSE KALMAYACAKTIR... Bu alıntıyı yazarken bile tekrar kitabı okurken yaşadığım heyecan, merak, hayranlık duyguları birbirine karıştı ve yeniden nefesimin kesildiğini soluk soluğa kaldığımı fark ettim! Adı geçen bu üç şehirde gezilen her köşede gezdim… Bu mekânlarla ilgili kendi yaşadığım yaşantılarım canlandı… Ve tekrar buraları gezmek… bahsedilen eserleri görmek istedim, istedim… Yazarın olayları anlatırken kullandığı üslup, geçişler beni yine hayran bıraktı. Kitabın başlarındaki bölüm önce bana biraz sıkıcı geldi. Çünkü hafızama almam gereken çok yabancı isim vardı. Ama internet bu konuda yardımıma koştu diyebilirim. Adı geçen tüm eserleri ve yerleri bazılarını çok iyi bilsem de internetten bulup onlarla ilgili bilgileri okudum, resim ve fotoğraflarına baktım. Bu da bana ayrı bir zevk verdi. Okurken ayrıca onların görsellerini gözümün önüne getirmek daha çabuk yol almamı sağladı. Karakterler ve yaşadıkları ise tüm bu güzellikleri zenginleştirdi… Şimdi ise Dante’nin “İlahi Komedya” sını okumak için sabırsızlanıyorum… Yaptığı üç yolculuk “Cehennem, Araf ve Cennet ” … “Beatrice olan aşkı” … Cehennem Sembolleri. Ve Dante’nin cehennemini anlatan Sandro Botticelli’nin tablosu….Şeytanın yaşadığı, cehennemin dokuzuncu dairesi. “İÇERİ GİRENLER, DIŞARIDA BIRAKIN HER UMUDU” Ve şeytanla karşılaşmadan önce “Malebolgo’ deki hilecilerin, başka bir deyişle bilerek kötülük yapanların cezalandırıldığı on hendekten geçmek… “Tepeden dibe kadar, şeytanlar tarafından kamçılanan baştan çıkarıcılar… insan dışkısında sürüklenen dalkavuklar… Bacakları havada bellerine kadar gömülmüş fırsatçı rahipler… Başları arkaya doğru çekilmiş büyücüler… Kaynar zifte atılmış rüşvetçi politikacılar… Ağır kurşun pelerinler giymiş riyakârlar… Yılanlar tarafından ısırılan hırsızlar… ateşte yakılan sahtekar danışmanlar… Şeytanlar tarafından parçalara ayrılan fitneciler… Ve son olarak, tanınmayacak hale getirilerek öldürülen yalancılar… VE YEDİ ÖLÜMCÜL GÜNAH!... Kitabı okuduğumda pek çok anımın da canlandığını yazıma başladığımda belirtmiştim. Onlardan en önemli ve güzeli olanı da ilkokuldayken okulumuzun öğretmenlerinin büyük sınıflarla birlikte bizi götürdükleri müze gezilerini hatırlamak oldu. Topkapı Sarayı, Ayasofya Camii, Sultan Ahmet Meydanı, Dikilitaş, Yerebatan Sarnıcı (Sarayı) Deniz Müzesi….Otobüsümüz hatta yediğimiz kumanyalar… Dönüşte gördüklerimizi yazmamızı istemeleri… Güzel havalarda resim dersimizi okul bahçemizde çimler üzerinde yaptıran sevgili öğretmenim… Benim ben olmama katkıda bulunan tüm öğretmenlerim… Sizlere de sonsuz teşekkürler… İşte böyle bu kitap sayesinde zihnimin köşelerinde yerleşmiş anılarım tekrar canlanma fırsatı da buldular. Lise ve Üniversite yıllarında tekrar gezdiğim Yerebatan Sarnıcı …. Klasik müzik eşliğinde sulara yansıyan ışıklar sayesinde muazzam tavanın yere yansıması ve kendimizi 12 13 bir dehlizde geziyormuş gibi hissetmeniz… Yürüyüşünüzün sonunda Medusa ile karşılaşma…. Ve daha neler neler…. Şu an saat sabahın beşi oldu ve ben başladığım işi bitirmenin rahatlığı ile uyumaya gidiyorum… Sizler sevgiyle ve kitaplarla kalın !... Filiz ÖZ BULMACA ÇÖZMEK HAFIZAYI GÜÇLENDİRİYOR Özlem HAYATOĞLU Keçiören Rehberlik ve Araştırma Merkezi Özel Eğitim Öğretmeni Yaşlıların bulmaca çözme alışkanlığı sadece zamanlarını eğlenerek geçirmeleri için değil, sağlıkları için de büyük önem taşıyor. Yeni bir araştırma, bulmaca ve kâğıt oyunlarının beyin gücünü destekleyerek hafıza kaybını engellediğini gösteriyor. Amerikan New York Albert Einstein Tıp Okulu’ndan araştırmacılar, yaşları 75 ile 85 arasında değişen 488 kişi üzerinde yaptıkları incelemelerin sonuçlarını Nöroloji isimli tıp dergisinde yayınladı. 5 yıl boyunca incelenen bu hastalardan 101’i bunama sorunuyla karşılaştı. Katılımcılara; yazma, okuma, kağıt oyunları oynama, enstrüman çalma ve arkadaşlarıyla sohbet etme tercihleri göz önünde bulundurularak bir dizi soru soruldu. Akıllarını sürekli meşgul ederek her aktiviteye katılmaları sağlandı ve her bir aktivitenin sonunda hastalara belli bir puan verildi. Araştırma, 5 yılın sonunda bunama sorunuyla karşılaşan bu hastaların bazılarının, bir hafta sonundaki puan toplamının 7 olduğunu gösterdi. Bazıları hiçbir aktiviteye katılmazken, diğerleri ise haftada sadece 1 puan aldı. Bilim adamları, kazanılan her puanın hafıza kaybını 0.18 yıl ertelediğini keşfettiler. Araştırmacılardan Charles Hall, “ Haftada toplam 11 aktiviteye katılan kişilerde hafıza problemlerinin 1.29 yıl gerilediği görüldü. Bu aktiviteler zihnin canlılığını korumak için çok önemli. Yaşam tarzlarına uygun olarak edindikleri hobiler, yaşlı bireylerin karşılaşabilecekleri hafıza problemlerini daha ileriki yaşlara ertelemelerinde etkili olabilir,” diyerek araştırmanın sonuçlarını açıkladı. Beyninizin yorulmasını engellemek ve canlılığını korumak için tercih edilebilecek birkaç yöntem daha var. Dikkati toplamak için kısa sürelerle kestirmek, aile ve arkadaş çevresiyle sürekli iletişim halinde olmak, düzenli egzersiz yapmak ve haftada bir kez balık tüketmek hafıza sorunlarını %60 oranında azaltıyor. (www.realage.com.tr tarafından hazırlanmıştır.) Hafıza sorunlarına çözüm getirmek amacıyla yapılan araştırmalar henüz yeni olsa da, boş zamanlarda beyni çalıştıracak ve tembelliğe alışmasını engelleyecek aktivitelerde bulunmak hiçbir zarar vermeyecektir. Oyun oynamak, okumak, yazmak ve müzikle uğraşmak zihnin canlılığını korumada ve hafıza sorunlarıyla karşılaşılmasını engelleme de önemli bir adım olacaktır. 14 15 8 MART DÜNYA KADINLAR GÜNÜ Serpil ÇAĞLAR Keçiören Rehberlik ve Araştırma Merkezi Özel Eğitim Bölüm Başkanı KURTULUŞ SAVAŞINDA SAVAŞAN KAHRAMAN TÜRK KADINLARI Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir milletinde Anadolu köylü kadınının üstünde kadın çalışmasını zikretmeye imkan yoktur ve dünyada hiçbir milletin kadını “Ben Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar himmet gösterdim” diyemez. MUSTAFA KEMAL ATATÜRK Nene Hatun Nene Hatun Erzurum’un Pasinler ilçesine bağlı Çeperler Köyü’nde dünyaya gelen Nene Hatun,henüz 20 yaşında bir gelinken 1877-1878 yılları arasında yapılan Türk-Rus Savaşı’nda (93 Harbi) Aziziye Tabyası’nı sopayla, taşla, kazma, kürekle savunanlara katılarak cesurca savaştı.Daha sonra oğlunu Çanakkale Savaşı’nda şehit verdi. 1954 yılında 3. Ordu Müfettişi Orgeneral Nurettin Baransel Paşa’nın gayretleriyle kendisine “3. Ordunun Nenesi” ünvanı verilip, cüzi de bir maaş bağlandı ve 1955 yılında anneler gününde “Yılın Annesi” seçildi. Erzurum manevraları sırasında Amerikan Generali Ridgway bu yüce insanın elini öptü. Nene Hatun bir kahramanlık ve analık sembolü olarak 98 yaşına kadar yaşadı. Halide Onbaşı (Edip Adıvar) 1919′da Sultanahmet Meydanı’ndaki mitingde halkı işgallere karşı uyandırmak için yaptığı etkili konuşma sonrası hakkında tevkif kararı çıktı.1920′de Anadolu’ya kaçarak Kurtuluş Savaşı’na katıldı.İstanbul Hükümeti tarafından Mustafa Kemal ile birlikte hakkında ölüm kararı verilen altı kişiden biriydi. Mustafa Kemal onu Garp Cephesine tayin etti. Kendisine önce “onbaşı” , sonra da “üstçavuş” rütbesi verildi. Savaşı izleyen yıllarda Cumhuriyet Halk Fırkası ve Atatürk ile siyasal görüş ayrılığına düştü. 1917′de evlenmiş olduğu ikinci kocası Adnan Adıvar ile birlikte Türkiye’den ayrıldı. 1939′a kadar dış ülkelerde yaşadı. 1939′da İstanbul’a dönen Adıvar 1940′ta İstanbul Üniversitesi’nde İngiliz Filolojisi Kürsüsü Başkanı oldu, 1950′de Demokrat Parti listesinden bağımsız milletvekili seçildi. 1954′te istifa ederek evine çekildi ve 1964′te öldü. Değerli kahramanımız Kurtuluş Savaşını ve Türk kadınlarının mücadelesini anlatan ve Türk klasikleri arasına giren pek çok esere imza atmıştır. Halide Edip Adıvar Nezahat Onbaşı Eşini yitiren 70. Alay Komutanı Hâfız Hâlid Bey, 8 yaşındaki kızı Nezahat’ı kimseye emanet edemeyip, yanına almıştı. Küçük Nezahat Çanakkale cephesinde muharebe havasına alışmış, Alay İzmit’e nakledildiğinde talimlere katılarak mükemmel at binmesini, silah kullanmasını öğrenmiş ve 12 yaşında “onbaşı” rütbesini almıştı. Babasının yanında cepheden cepheye koşmuş, çarpışmalara girmiş Nezahat Onbaşı 100′den fazla düşman askeri öldürmüştü. Nezahat Onbaşı 30 Ocak 1921 yılında T.C.’nin İstiklal Madalyası ile ödüllendirilmesi önerilen ilk vatandaşıdır ve bu öneri TBMM’ de hararetle kabul edilmiş, ancak Kurtuluş Savaşı’nın hengamesi içinde işleme konulamamış, daha sonra da kararın yerine getirilmesi unutulmuştu. TBMM’nin “Şükran Belgesi’ne” 65 yıl sonra 78 yaşında bir nine iken kavuşmuştu. Serife Bacı Şerife Bacı 1921 yılı Kasım ayında İnebolu’ya önemli miktarda savaş malzemesi gelmişti. Malzemenin bir an önce Kastamonu’ya iletilmesi gerekti. Cepheye gidemeyip de köylerinde kalan yaşlılar sakatlar, kadınlar, Menzil komutanlığının malzeme taşınması haberi üzerine kağnılarla yola çıktı. İnebolu’dan kağnılara yüklenen cephaneler Kastamonu’ya doğru yol aldı. Bu cephane kollarında hep kadınlar vardı. Bunlardan biri de Şerife Bacı idi. Şerife Bacı top mermileri ıslanmasın diye kazağını mermilerin üzerine örtmüş, yavrusu ölmesin diye üzerine abanmış ve soğuktan ölmüştü, ama ölene kadar vücut sıcaklığını yavrusuna vermişti. Bugün Kastamonu’da şanına layık güzel bir anıtı var (üstteki resim_ Şehit Şerife Bacı Anıtı). Kastamonulular şehit Şerife Bacı’nın adını her yerde yaşatıyorlar. Fatma Seher Erden – Kara Fatma Fatma Seher Erden 1888’de Erzurum’da doğdu. Subay Suat Derviş Bey ile evlenip Balkan Savaşı’na katıldı.I. Dünya Savaşı’nda Kafkas Cephesine gitti.1919′daki Kongre günlerinde, Mustafa Kemal’le bizzat görüşebilmek için Sivas’a gitti.Bu görüşmenin ardından, Milis Müfreze Komutanı olarak Batı Cephesinde görevlendirildi. 300 kişiyi aşkın birliği ile Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nde Mehmetçikle birlikte destanlar yazdı. Büyük Taarruz’un ilk günlerinde General Trikupis‘in birliğine esir düşmüşse de, kaçarak yeniden müfrezesinin başına geçmişti.Kahraman kadın Kurtuluş Savaşı’ndan sonra “üstteğmen” rütbesi ile emekli oldu. Emekli maaşını Kızılay’a bağışladı. 1954 yılında TBMM kendisine yeni aylık tespit etti. Halime Çavuş Kastamonulu Halime Çavuş, uzun yıllar Halim Çavuş zannedildi. Kurtuluş Savaşı’na giderken erkek kılığına girdi, erkek gibi traş oldu, saçını kazıttı ve kimseye kadın olduğunu söylemeden Türk askerinin arasına karıştı. Gün geldi savaş bitti, ancak o ne asker üniformasını çıkardı ne de her sabah traş olmaktan vazgeçti. Savaş sonrası Mustafa Kemal Paşa tarafından Ankara’ya çağrıldı. O’nun “ Seni yollamıyorum, bizim kızımız ol” önerisine “Annem babam beni bekler” şeklinde cevap veren Halime Çavuş, “Ben ana-babaya itiatli evlada saygı duyarım” diyen Mustafa Kemal Paşa tarafından çeşitli hediyeler verilerek tekrar evine yollandı ve kendisine maaş da bağlandı. Halime Çavuş 16 17 Hafız Selman İzbeli Kastamonu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Kadınlar Kolu kurucularından ve Kastamonu’da ilk kadın meclisi üyesi, sıkı bir Atatürk hayranı ve kendi deyimiyle bir “Cumhuriyet kadını” idi… Kurtuluş Savaşı sırasında Kastamonu’ daki kadınları toplamış, asker için çorap, kazak, fanila ördürüp cepheye göndermişti. Asker Kastamonu’ya geldiğinde hepsini yolda karşılayıp doyurmuştu. Mustafa Kemal’in Kastamonu’ya geldiği sırada İzbeli Konağı’nı ziyaret ettiği ve karşılıklı kahve içtikleri söylenmektedir. Gördesli Makbule Hanım 1921’de eşi Ustrumcalı Ali Efe ile birlikte Milli Mücadelede çete savaşlarına katılmıştı. 17 Mart 1922’de Akhisar Sungurlu hududu üzerinde bulunan Koca Yayla’da elinde silah düşmanla en ön safta savaşırken başından vurularak şehit edilmişti. Henüz 21 yaşındaydı. Gördesli Makbule Hanım Çete Emir Ayşe Yunan askeri Aydın’a doğru geldiğinde iki arkadaşı ile birlikte Menderes’in diğer tarafına geçmeye çalışan Emir Ayşe, arkadaşlarının kayıktan düşüp boğulması sonucunda geri dönmüş ve Çanakkale’de ölen kocasından kalan tek hatıra elmas küpelerini bozdurup kendine bir tüfek almış, dağa çıkmış, Yörük Ali Efe’ye katılmıştı. Aydın’ın kurtuluşu olan 7 Eylül tarihine kadar Yunanlılarla savaşmıştı. Savaş sonrası Atatürk İstasyon Meydanı’nda Çete Emir Ayşe’nin de aralarında bulunduğu kahramanlara İstiklal Madalyası takmıştı. “Savaştım Yunana karşı, elimde kalan en değerli şey Atatürk’ün göğsüme taktığı İstiklal Madalyasıdır” demişti. Çete Emir Ayşe Tayyar Rahmiye Adanalı Rahmiye Hanım 9.Tümenin 1920 yılında Fransızlar ile yaptığı muharebeye müfrezesiyle katılmıştı. Başlıca görevi, keşif ve cephe gerisinde kundakçılık yapmaktı. Osmaniye yakınındaki demiryolu tünelini o patlatmıştı ve bölgedeki düşmanın cephane ikmalini büyük sekteye uğratmıştı. 1920’de Fransızlara karşı harekete geçildiği sırada askerlerde bir duraksama olunca “Ben kadın olduğum halde ayakta duruyorum da siz erkek olarak yerlerde sürünmekten utanmıyor musunuz?” demiş ve aynı muharebede ateş hattında kalan iki arkadaşını korumak için ileriye atıldığında şehit olmuştu. Tayyar Rahmiye Tarsuslu Kara Fatma Asıl adı Adile olan, Adile Hala, Adile Onbaşı diye bilinen kahraman silah arkadaşları arasında “Kara Fatma” olarak anılırdı. 8-10 kişilik milis kuvvetiyle Afyon Savaşı’na katılmış, Tarsus’un kurtarılmasında da büyük yararlılıklar sağlamıştır. Tarsuslu Kara Fatma Kılavuz Hatice Adana’da Fransızlar’a karşı verilen mücadelede yer alan ve milis kuvvetlerine katılan Kılavuz Hatice, 8 Mayıs 1920’de milli kuvvetler Pozantı’da taarruza başladığında, kritik bir duruma düşen Fransızları kandırarak kılavuzluk etmişti. Hatice, kılavuzluk yaptığı Fransızlar’a yanlış yol göstererek Karboğazı’ na sokmuştu. Boğazda sıkışan Fransızlar, Türk askerine esir düşmüştü. Binbaşı Ayşe Kılavuz Hatice Gazi Ayşe Altıntaş, Selanik doğumludur. Eşi Kafkas cephesinde Şehit düşünce; eşinin ve tüm vatan evlatlarının intikamını almaya yemin etmiştir.Binbaşı Ayşe, Milli Mücadele’de kocasının en kıymetli birer yadigârı olarak sakladığı ziynetlerini satarak at, mavzer, elbise ve çizme tedarik etmiş ve bu mücadelede, derece derece terfi ederek binbaşılığa kadar yükselmiştir. 15 Mayıs 1919’da İzmir işgal edilince, ilk karşı koyma hareketine o da silahla katılmıştır.Yunanlılar İzmir’e hâkim olunca Aydın’a geçmiş, Kuvay-i Milliye birliği kurmuş, sonra da birliğiyle birlikte Nuri çetesine katılmıştır.Aydın muharebesinden sonra Koçarlı’ya çekilmişler ve bundan sonra İstiklal Mücadelesi’ne başından sonuna kadar görev almıştır.Binbaşı Ayşe; ayağında çizmesi,başında kalpak ve subay kılığında gezdi.Askerden her zaman büyük saygı gördü. Zafer’den sonra uzunca bir süre İzmir’de oturdu. 1934 yılında Soyadı Kanunu kabul edilince, ALTINTAŞ soyadını aldı. Binbaşı Ayşe Atatürk Sitesi www.ataturkhayati.com 18 19 Kaynak Kalkınç, F. (2006). Okul Evde Başlar (10. Basım). Ankara: Nobel Yayın Dağıtım 20 21 Eğitimde Bir Paradoks! (Birey mi, Toplum mu?) Çetin TORAMAN Keçiören Rehberlik ve Araştırma Merkezi Rehber Öğretmeni Eğitim! Önceleri yalnızca seçkin, soylu insanların erişebildiği, zamanla tüm insanların zorunlu olarak katıldıkları bir faaliyet... Bir bilim mi? Önceleri bilim olarak görülmeyen, davranış bilimlerindeki gelişmelerle bilim olarak kabul edilen disiplin... Sosyalleşmeyi mi sağlar, kültürleme sürecini mi? Arzu edilen yönde davranış değişiklikleri oluşturmaya mı hizmet eder, iyi, erdemli birer insan yetiştirmeye mi? Toplumun geleceği için mi bireyi yetiştirir, bireyin kendisi için mi bireyi yetiştirir? Özellikle son soru bir paradoksa işaret etmektedir. Eğitim, Rogers ve Maslow’un da işaret ettiği gibi bireyin kendinin gerçekleştirmesini (self–realization) ve kendisini edimselleştirmesini (self–actualization) sağlamaya mı çalışmalıdır? (Honer, Hunt ve Okholm, 2003, s: 386; Ozmon ve Craver, 2008, s: 232, Portelli ve Menashy, 2010 s: 417–421). Yoksa eğitim, toplumda demokratik değerlerin yerleşmesi, toplumun sürekliliği, kültürün aktarılması gibi kazanımlar aracılığı ile topluma mı hizmet etmelidir? Bu soruların cevabı “her ikisine de (bireye ve topluma)” biçiminde verilebilir. Ancak terazinin kefelerinden birinin bir tarafın lehine olması söz konusu mudur? Bu soru her zaman belirtilen paradoksu gündemde tutacaktır. Eğitim hakkında sorulan ve cevap bekleyen birçok soru bulunmaktadır. Bu soruları akademik düzeyde incelemek ve cevap aramaya çalışmak önemlidir. Ancak onun kadar önemli olan bir diğer şey, eğitim alanında uygulayıcı durumunda olan insanların eğitimi nasıl gördükleri ve günlük konuşmalarına yansıttıklarıdır. Bu makalede eğitimin nasıl görüldüğüne ilişkin birkaç örnek verilecek ve bu örnekler üzerinden eğitimle ilgili felsefi boyutta akademik bir tartışma yapılmaya çalışılacaktır. Üzerinde Konuşmaya Değer Bazı Örnekler Örnek 1 Yer : Türkiye’de bulunan bir “çok programlı lise” Kişiler : Meslekte deneyimli, emekliliği yaklaşmış bir öğretmen ile mesleğinin ilk yılında bulunan, henüz stajyer olan bir öğretmen Olay : Deneyimli öğretmen ortak sınav yapmak istemektedir. Aynı anda iki sınıfta birden bulunamayacağı için genç öğretmenden diğer sınıfa gözetmenlik yapmasını rica etmiştir. Genç öğretmenin gözetmenlik yaptığı sınıfta kopya çekmeye teşebbüs etmiş öğrenciler olmuştur. Genç öğretmen bu öğrencileri öncelikle uyarmıştır. Uyarısına kulak asmayan öğrencileri uyarmaktan vazgeçmiş ve sınav kağıtlarını toplarken bu öğrencilerin kağıtlarına işaret koymuştur. Sınav çıkışında genç öğretmen deneyimli öğretmene durumu anlatmış ve işaret koyduğu kağıtları göstererek deneyimli öğretmene ne yapacağını sormuştur. Deneyimli öğretmenin cevabı şöyle olmuştur: “Sınıflar genelinde en az % 50 başarının tutturulması gerekmektedir. Bu başarıyı tutturamadığımız zaman önce okul müdürleri, sonra ilçe milli eğitim müdürlüğü ve daha sonra da teftişe geldiklerinde müfettişler bize hesap sormaktadırlar. Hiçbir öğretmen bu saydığım kişi ve makamlarla muhatap olmak istememektedir. Öğrencilerde de % 50 başarı tutturacak kadar zeka yok. Bu nedenle hiçbir işlem yapmayacağım. Kopya çektikleri halde bile zor geçiyorlar. Kopya çekerlerse % 50 başarı tutturma olasılığı belki yükselir.” Genç öğretmen sorar: “Eğer öyle yaparsanız, öğrencilerde kopya çekme davranışını pekiştirirsiniz, onları yanlış davranışa itersiniz ve bunu bir hak olarak görmezler mi?” Deneyimli öğretmen cevap verir: “Hocam sen meslekte yenisin. Bizim burada ne yaptığımızı sanıyorsun! Türkiye’nin geleceğinde rol oynayacak zeki öğrenciler zaten Fen Liseleri, Askeri Liseler ve Polis Okulları gibi seçkin okullardan yetişmektedir. Geriye kalanlar çürük elma! Biz onları on sekiz yaşına gelene kadar okullarda tutuyoruz, mezun olduklarında askerlik çağına gelmiş oluyorlar. Daha sonra askere gidiyorlar. Askerlik yaparken askeri eğitimle de bir miktar törpüleniyorlar. O vakitten sonra da vatana millete zarar veremezler artık.” Örnek 2 Yer : Üniversite, yüksek lisans dersi Kişiler : Yüksek lisans dersini veren öğretim üyesi ve dersi alan öğrenci Olay : Yüksek lisans öğrencisi öğretim üyesine sorar: “Eğitim bir hak dediniz. Eğitim bir hak ise bu hakkı kullanmak ya da kullanmamak da kişinin hakkı değil midir? O zaman zorunlu eğitim denen olguyu nasıl açıklarız? Hak olan bir şey zorunlu olur mu?” Öğretim üyesi cevap verir: “Eğer bireyi eğitmezsen bu hakkını nasıl kullanabilir? Eğitilen birey bu hakkını kullanacak olgunluğa ve düşünce yapısına ulaşabilir. Demokratik toplumlarda, demokrasinin gereği olarak kişinin zorunlu olarak eğitilmesi şarttır.” Örnek 3 Yer : Üniversite Kişiler : Dersini veren öğretim üyesi ve dersi alan öğrenciler Olay : Öğrenciler öğretim üyesine sorar: “Devletin vatandaşlarına sunduğu eğitim, sağlık vb. hizmetlerin bir devlet politikası olması gerekmez mi? Eğer bir devlet politikası gibi düşünülmezse şu anda karşılaştığımız tablo ile karşılaşmaz mıyız hocam?” Öğretim üyesi sorar: “Şu anda karşılaştığımız tablo nedir?” Öğrenciler; “Eğitim bir yap boz gibi adeta! Her gelen iktidar yeni atadığı bakanla birlikte bakanlıkta en üst düzey kişiden en alttaki çalışana kadar herkesi değiştiriyor. Bu durum bir yana bir de durmaksızın eğitim sistemi ile ya da eğitim programları ile oynayıp duruyorlar. Bunun adı da eğitimde reform oluyor! Durmadan eğitim ile oynarsak, eğitimde bir devlet politikamız olmazsa nereye gider bu ülke?” Öğretim üyesi cevap verir: “Gençler siz eğitimi ne sanıyorsunuz! Bazı şeyleri iyice düşünüp akıl süzgecinden geçirmemişsiniz! Eğitimin kendisi bir politikadır zaten! Eğitim ile politika her zaman iç içedir ve kol kola gider! Bu söylediğimi biraz düşünün isterseniz!” Bu üç örneği özetleyecek olursak; birinci örnekte deneyimli öğretmenin insan tabiatını kötü gören bir anlayışı bulunmaktadır. Bununla birlikte aynı öğretmen elitçi bir anlayışa da sahiptir. Seçki ve üst düzey olan öğrencilerin seçildiğini, iyi eğitildiğini ve topluma yararlı olacaklarını, diğerlerinin ise topluma ancak zarar vereceklerini düşünmektedir. Zarar verecek olanların zarar verme potansiyelini kırmak ise eğitimin başarılı olduğunun göstergesi olacaktır. Bu öğretmen eğitimde bireyin gelişiminden çok toplumun yararını düşünen bir öğretmendir. İkinci örnekte, öğretim üyesi eğitimin bir hak olduğunu savunmakla birlikte, kişiyi bu hakkı kullanabilecek olgunluğa eriştirmesi, demokratik bir toplumu güvenceye alması gerekçeleri ile eğitimi zorunlu görmektedir. Öğretim üyesinin insan doğasına kötü ya da iyi bakmadığı söylenebilir, ancak eğitimde önce toplum yararını gözettiği de vurgulanabilir. Üçüncü örnek ise belki de en ilginç olanıdır! Akademik çevrelerde yapılan “Eğitim nasıl olmalı?”, “Hangi yöntemlerle öğretme gerçekleşir, öğretim yapılır ise öğrenilenler daha kalıcı olur?”, “Bir eğitim programı nasıl olmalıdır?”, “Eğitimde liderin rolü nedir?” vb. tartışmalar bir yana, eğitimin, siyasi erke, resmi ideolojiye hizmet edeceği ve erkin istediği türde bir insan yetiştireceği vurgusuna sahiptir. Bu yönüyle eğitim ile politika iç içedir. Bu nedenle politikacılar eğitimden ellerini çekmezler ve eğitim ile siyasi erkin istediği yönde insan yetiştirirler. Bunun için gerekirse sık sık eğitim sistemi, eğitim programları ve uygulamalar değiştirilebilir / güncellenebilir. 22 23 İnsan Doğası Nasıldır? Örnek birde anlatılan durum, bir öğretmen olarak uygulamada olan bir eğitimcinin felsefesini, eğitime bakışını, insan ve insan doğasına bakışını yansıtmaktadır. İnsan doğası kötü müdür? İnsanı iyiye yöneltmezsek doğasında olan bu kötülükten dolayı içinde bulunduğu topluma zarar mı verir? İnsan eğitilerek içinde yaşadığı topluma zarar vermeyecek hale mi getirilmelidir? Bu durumda eğitim topluma mı hizmet eder? “İnsan doğası nasıldır?” sorusu üzerinde her ne kadar davranış bilimciler düşünse de felsefe ile uğraşanların ilgi alanına daha çok girdiği kesindir. Felsefede insan doğasına ilişkin alternatif görüşler yer almaktadır. Bunlar şöyle sıralanabilir (Borchert, 2006, s: 481–484, Honer, Hunt ve Okholm, 2003, s: 373–403, Moore, 2010, s: 14–15): 1) İnsan Doğası Bencil, Saldırgan ve Antisosyaldir: Geleneksel Yahudi–Hristiyan öğretilerindeki ilk günah fikri, Thomas Hobbes, Platon ve Immanuel Kant gibi düşünürlerin görüşleri bu savı desteklemektedir. Hobbes, insanlarda, birbirine zarar vermek için “doğal bir eğilim” görmüştür. Platon da insan doğasının güvenilirliği konusunda kuşkularını belirtmiştir. Immanuel Kant doğal insan arzularının, bireyler arasında çatışmaya yol açan ve başkaları üstünde yasasız, egoistik bir egemenlik kurmayı amaçlayan içgüdüsel çabalar olduğuna işaret etmiştir. Hobbes, Platon, Kant ve dini görüşe göre açıklamalar yapanlar şu noktada hemfikirdirler: Her ne kadar “insan doğasını değiştiremezsen” de sıkı siyasal, ahlaksal ya da ruhsal bir disiplinle onu kontrol edebilirsin. Davranış bilimleri alanında da benzer düşünceler görmek mümkündür. Freud insanda iki ana içgüdü saptamıştır: Aşk ve ölüm. Ölüm içgüdüsü saldırganlık ve yıkıcılık biçiminde dış dünyaya karşı dönmektedir. 2) İnsan Doğası Toplumsaldır ve Olumlu Gizilgüçler Taşır: İnsana ilişkin bu görüşte, insan doğasının asıl özelliği, insanı kendini gerçekleştirmeye, kendi gizilliklerini edimselleştirmeye ve kendi yeteneklerini tatmin etmeye etkin olarak zorlamasıdır. Rousseau ve Froebel gibi düşünürler bu görüşü paylaşmaktadır. Taoizm gibi doğu felsefelerinde de benzer inanışları görmek mümkündür. Davranış bilimleri alanında; Buhler’in, bir “kendini tam olarak edimselleştirme dürtüsü”; Rogers’ın, her insanda bir “ileri doğru yönelme eğilimi”; Maslow’un insan öyle yapılmıştır ki, gittikçe daha tam bir varlık olmaya, yani “kendini edimselleştirme”ye (self–actualization) doğru hızla ilerlemektedir şeklindeki anlatımlarında bu fikrin desteklendiğini görmek mümkündür. Bu düşünceyi savunanlara göre, bütün yeteneklerini kullanan ve kendini edimselleştiren insanlar bencil, saldırgan ve antisosyal olmazlar. 3) İnsan Doğası Boş, Esnek ve Tepkiseldir: Bu görüşe göre, insanlar verilmiş, tanımlanabilir herhangi bir doğayla doğmazlar, bu yüzden de sonsuz sayıda şekil verilebilecek kadar esnektirler. John Locke, ne doğuştan fikirleri ne de ilk günahı destekleyen bir kanıt bulabilmiştir, böylece her iki kavramı da reddetmiştir. Herbart’a göre, bir öğretmen kavramları sistematik olarak sunarak, insanları, sözcüğün gerçek anlamında “kuracak” ve onlara kişiliklerinin tüm malzemesini sağlayacaktır. Davranışçı psikologların görüşleri de benzer yöndedir. Watson: “Bana bir bebek verin, onu sizin istediğiniz kişiliğe ve mesleğe göre şekillendireyim; çünkü geliştirilecek hiçbir doğuştan yetenek yoktur” demiştir. Skinner herhangi bir “içsel katagori”ye ya da “içsel durum”a atıfta bulunmayan bir insan bilimi ya da bir “davranış teknolojisi” geliştirmeyi önermiştir. Varoluşçular, kültürel–çevresel belirlenimciliğin tüm çeşitlemelerini yadsımalarına karşın, her bir bireyin boş, esnek ve bütün olanaklara açık olduğu konusunda ödün vermez bir biçimde diretmektedirler. İnsanın doğası hakkındaki görüşümüz kadar “İnsan özgür müdür? İnsan davranışları belirli nedenlere bağlı olarak belirlenmiş midir?” sorularına vereceğimiz cevaplar da bizlerin eğitime bakışını etkileyecektir. İnsan Özgür müdür? Örnek ikide anlatılan durum hak ve özgürlük kavramlarına bakış açısını yansıtmaktadır. İnsan özgür müdür? İnsan özgür olabilir mi? Yoksa davranışlarımız bazı etkenlere bağlı olarak belirlenmiş midir? Eğitim bireyi geliştirmek için, onu daha da özgür kılmak için mi yapılmalıdır, yoksa toplumun yararı gözetilerek mi? Skinner’in (2005, s: 240–241) Walden Two romanında, roman kahramanı olan Frazier ile onun felsefe bölümünden meslektaşı olan Augutine Castle arasında geçen bir diyalog şöyledir: Frazier “Davranış bilimlerini kullanabileceğin bir pozisyonun olsaydı, ne yapardın? Eğer birinin davranışlarını kontrol edebilseydin, ne yapardın?” Castle: “Ama bu bir varsayım, kabulleniş!” Frazier: “Sana göre öyle. Bu bir gerçek ve görünen o ki sen de bu gerçeği kabul ediyorsun. Bunun pratikte kontrol için bir anahtar olduğunu kabul etmeseydin, bu çok da despotik bir iddia olmayabilirdi.” Castle: “Sanırım, senin davranış bilimleri okyanusuna dalabilirdim. Onlara özgürlük verirdim, aksi takdirde onları sonsuza dek kaybederdim” Frazier: “Onlara nasıl özgürlük verirdin?” Castle: “Onları kontrol etmeyi reddederek.” Frazier: “Fakat. Onların kontrolünü başka ellere bırakmış olmaz mısın?” Castle: “Kimlerin eline?” Fraizer: “Şarlatanların, demagoji yapanların, pazarlamacıların, siyasi parti yöneticilerinin, kabadayıların, hilekarların, eğitimcilerin, papazların / rahiplerin, kısaca davranış mühendisliğini bilen herkesin eline. Castle: “Kontrolün en iyi yolu onu bireyin kendi eline bırakmaktır.” Frazier: “Bu da bir varsayımdır. Senin umduğun bir varsayım. Oysa yalnızca davranış bilimleri uygulama şansından kaçınmış olursun. Eğer insan özgürse, davranış teknolojisi / davranış mühendisliği imkansızdır. Diğer durumu göz önünde bulundurmanı isterim.” Castle: “Senin kabulün gerçeği yansıtmıyor. Bunun ötesini düşünmeme gerek yok.” Skinner gibi düşünen bilim insanlarına göre çocuk zaten “belirlenmişlik” yaşayacaktır. İnsanın yaşamında bu belirlemeleri çevre yaratmaktadır. O zaman çocuğun yaşayacağı bu belirlenmişliği neden biz belirlemeyelim? Aslında bu tartışma felsefede önemli yeri olan bir tartışmadır. Felsefede özgürlük üzerine bazı kuramlar geliştirilmiştir. Bunları dört grupta incelemek mümkündür (Honer, Hunt ve Okholm, 2003, s: 223–253): 1) Sıkı Belirlenimcilik: Bu kuramı savunanlar, insanların yaptıkları seçimlerin ve verdikleri kararların kader, ilahi takdir ya da doğal nedenler tarafından önceden tamamen belirlendiği bir evrende yaşadığımızı savunurlar. Psikolojinin sağladığı kanıtlar, bir kişinin ortaya koyduğu her tepkinin, geçmiş öğrenmelerin bir ürünü olduğu kanısını pekiştirirken, bireylerin özgür olduğuna nasıl inanabiliriz? Antropoloji, bir insan grubunun dilinin, ahlakının, gerçekte tüm yaşam tarzının, kültürel koşullanmanın dolaysız bir sonucu olduğunu o kadar açık bir şekilde gösterirken, insan gruplarının özgür oldukları nasıl savunulabilir? Özgür irade, “kültürden bağımsız”, “geçmişte öğrenilenlerden bağımsız” olmak demektir. Arzu ve isteklerimiz, kararlarımız bizim kontrol edemediğimiz güdüler tarafından belirlenmektedir. Biyolojik yapımız ve çevre tarafından arzu ve isteklerimiz, kararlarımız belirleniyorsa, o halde özgür değiliz sonucuna ulaşılabilmektedir. Bu düşüncenin bir sonucu olarak “ben davrandığımdan farklı biçimde davranamam” çıkarımında bulunulabilir. 2) Belirlenmezcilik: Bu kuramı savunanlara göre kararlar, hiç değilse belli durumlarda, daha önce gelen fizyolojik ve psikolojik nedenlerden bağımsızdır. İnsan iradesi, kendinden başka bir şey tarafından be24 25 lirlenmez. Belirlenmezcilik evrende bir miktar belirlenimciliği zorunlu olarak reddetmez. Belirlenmezci, insan davranışının yasalarla tamamen açıklanamayacağı, dünyanın insanların sahiden özgür ve sorumlu kararlar vermelerine olanak tanıyacak derecede açık olduğu konusunda ısrarlıdır. Bu kuram insanın aklını ve özgür seçimleri savunan kuramdır. Bu görüşü savunanlara göre insan özgürdür ve şu anda davrandığından farklı davranabilir. 3) Özbelirlenimcilik: İnsanların, diğer hayvanlardan farklı olarak, eylemde bulunmadan önce yapacakları üstünde düşünüp plan yapabildiklerini, yaptıkları şeylerin gerekçelerini gösterebildiklerini ve gerekçelerin nedenler olduğunu savunan kuramdır. Özbelirlenimciliğin tamamen farklı iki versiyonu ortaya atılmıştır. a) Pasif Özbelirlenimcilik (Dışsal bir zorlamanın yokluğu olarak özgürlük): Seçimlerimizde, kendi benliklerimizi (ne olduğumuzu ve ne istediğimizi) ifade ettiğimiz ölçüde özgürüzdür. İçinde bulunduğumuz koşullar, kendimizi ifade etmemizi sınırladığı ya da başkaları bizi yapmak istemediğimiz şeyleri yapmaya zorladığı sürece de özgür değilizdir. b) Aktif Özbelirlenimcilik (İçgörüsel farkındalık olarak özgürlük): Sıkı belirlenimciler ile anlaştıkları noktalar olmakla beraber bu görüşü savunanlara göre sıkı belirlenimciler, insanların düşünme ve düşündükleri üstünde düşünme ve böylece içgörüsel olarak farkına varma yeteneğini gözden kaçırdıklarını iddia ederler. Eğer insanın davranışları ve seçimleri arzulardan, alışkanlıklardan, inançlardan ya da kendisinin ve çevresinin bilincinde olmadığı, farkına varmadığı ya da içgörüyle göremediği herhangi bir yönünden kaynaklanırsa, o insan özgür değildir (sıkı bir şekilde belirlenmiştir). Davranışlar ve seçimler, kendi içindeki ve dışındaki durumlara ilişkin içgörüsel farkındalık tarafından yönlendirildiği ölçüde insan özgürdür. “Özgürlük” sözcüğünün bu anlamında, insanlar özgür olmayı öğrenebilirler. 4) Bir Varsayım Olarak Özgürlük: Bu görüşü savunanlar, bilim insanlarının, bilimsel etkinlikleri sürdürebilmelerine bir temel olarak, bilimsel belirlenimcilik ilkesini varsaymaya hakları olduğunu teslim ederler. Fakat insanların da yaşamlarını yönetmek için en anlamlı temel olarak insan özgürlüğü ilkesini varsaymaya eşit ölçüde hakları olduğunu iddia ederler. Görüşün yandaşları, insan denen yaratığın, kendini hayali bir özgürlük kılığına bürümüş haddini bilmez bir hayvandan başka bir şey olmadığını da pekala kabul edebilirler. Ama insan sorumluluğunun ve toplumsal düzenin söz konusu olduğu yerde, özgürlük varsayımı tatmin edici ve başarılı sonuçlar veren gerekli bir kurgu haline gelir. Özgürlük işleyen bir ilke olarak varsayılmadıkça, yaşam karmakarışık ve boş bir şey olmaktadır. İnsanın tabiatına ve insanın özgür olup olmadığına dair sahip olduğunuz görüşe göre eğitime bakışınız da bir anda değişmektedir. Eğer insan özgürse, davranışları belirli nedenlerle belirlenmemişse ve ek olarak insanın doğası da iyiyse eğitimde, onun önündeki engelleri kaldırmaya çalışır ve gelişmesine fırsat tanırsınız. İnsanı yaşadığı toplum için potansiyel bir tehlike olarak görmezsiniz. Ancak insanın doğasının kötülüklerle dolu olduğunu düşünürseniz ve doğasından gelen dürtüler ile davranışlarının belirleneceğini de iddia ederseniz örnek birdeki deneyimli öğretmen gibi onu yaşadığı toplum için potansiyel bir tehlike olarak görürsünüz. Bu durumda insanı eğitim aracılığıyla istediğiniz gibi düşünmeye ve davranmaya zorlamak isteyebilirsiniz. Kısaca onun olumsuz yönlerinin eğitim ile törpülenmesini hedefleyebilirsiniz. Dolayısıyla insan doğası ve özgürlüğü ile ilgili görüşler eğitimin amaçlarını da etkilemektedir. Kaynaklar Borchert, D. M. (2006). Encyclopedia of Philosophy (Second Edition), Volume: 4. Thomson Gale. USA Honer, S. M., Hunt, T. C. ve Okholm, D. L. (2003). Felsefeye Çağrı, Sorunlar ve Seçenekler (Çeviren: Hasan Ünder). İmge Kitabevi. Ankara Moore, T. W. (2010). Philosophy of Education (An Introduction), Volume: 14. Routledge Taylor & Francis Group. London Ozmon, H. A. and Craver, S. M. (2008). Philosophical Foundations of Education (Eighth Edition). Pearson Prentice Hall. USA Portelli, J. P. and Menashy, F. (2010). Individual and Community Aims in Education (Chapter 28 in The SAGE Handbook of Philosophy of Education. Edited by Richard Bailey, Robin Barrow, David Carr and Christine McCarthy). SAGE Publications Ltd. USA Skinner, B. F. (2005). Walden Two (reprinted). Hackett Publishing Company Inc. Indianapolis. USA 26 27 Kırdım mı incittin mi birilerini Kimleri kazandım, yitirdiklerim kimler. Kendimi yeniledim mi yazdıklarımda? Yeniden düşünmeliyim Dostluklarımı, ilişkilerimi Gözlerim çocukluk fotoğraflarında mı kaldı Yitirdim mi yoksa masumiyetimi? Borçlarımı ödedim mi? Doğru seçtim mi soruların fiillerini? Tırnaklarım kesilmiş, dişlerim fırçalanmış, saçlarım taranmış, giysilerim ütülü, odam düzenli mi? Geri verdim mi aldıklarımı: Aşkları, dostlukları, sevgileri, güvenleri, bağları, Kitaplara, sayfalara, satırlara borcumu ödedim mi? Yokladım mı duygularımı Hala sevebiliyor muyum insanları? Ovmalı gümüşleri, bakırlarımı; cila geçmeli ahşaplarıma ovmalı umutları Saklı tutmalı gelecek inancını, yarınları eksik etmemeli ağzımızdan Ey uzak akrabalarım, üvey aşklarım Mevsim sonu dostlarım, işporta malı ayrılıklar Arkadaş ölümleri, dost hançerleri, talan ettiğimiz zulalar Gece telefonları, ıssız konuşmalar Mağrur incelikler, vurgun yemiş ilişkiler Uçurum duygusuyla yaşadığımız hayat ey O kadar çok anlattım ki Kendime kaldım anlatmaktan... Bunaldım kendisiyle boğuşmasını Başkalarında çözmeye çalışan insanlardan Usandım sözcük oynamalarından, tılsımlı sıfatlardan, Ofset duyarlılıklardan Kaç zamandır duru, yalın, çalışkan, iyi insanlar özlüyorum “içtenliğin” ya da “dünya görüşünün” kirletmediği Kendime bir yeni yıl kartı yazarak bunları diliyorum Aranıp duruyorum adresini yitirdiğim insanları vitrin camlarına yansıyan yüzlerde Bilmiyorum kalmış mıdır adresini yüzlerinde taşıyan insanlar Hala bir umut var mıdır Çıkmaz bir sokağa benzeyen bu avare avunması vitrinlerde Ne çıkmaz sokaktayım ne de mutsuz Sadece rüzgarlardan daha güçlü olmak istiyorum o kadar Açık denizlerde nice yolculuklara yelken açarken Kış güneşinin mutlu ettiği bir kedi gibi mutlu, emin, tasasız Sere serpe ve keyifli olmak tek isteğim ve dileğim senin ve benim, yani bizim için... Murathan Mungan FİLMLER Raşide GÖVEBAKAN Keçiören Rehberlik ve Araştırma Merkezi Rehber Öğretmeni KUYU (1968) Tür: Dram Yönetmen ve Senarist: Metin Erksan Ödül: 1.Altın Koza Film Festivalinde 4 ödül Oyuncular: Nil Göncü, Hayati Hamzaoğlu, Demir Karahan Konusu: Yönetmen filmini, bir gazete haberinden yola çıkarak çeker. Kur’andan bir ayetle başlayan film, vahşi bir adamın savunmasız bir kadın üzerinde uyguladığı şiddet ve adamın benliğini ele geçiren tutkuyu anlatır. Gerçekten yaşanmış bir gazete haberinden. Erksan filme Kuran’dan bir ayetle girer: “Kadınlara iyilikle davranın. Filmin mesajıdır bu. Çünkü konu yaban bir adamın bir kadın üzerinde uyguladığı şiddeti sergilemektedir. Köylü Osman (Hayati Hamzaoğlu), aynı köyden, deliler gibi tutkun olduğu Fatma’yı (Nil Göncü) dağa kaldırır. Fatma teslim olmaz. Çünkü bu kara sevda tek yanlıdır. Hapisten çıkan Osman bir kez inat etmiş kafasına takmıştır. Bir kez daha kaçırır ve üçüncüsünde Fatma’yı bir ağaca bağlayarak zorla tecavüz eder. Ama Fatma’nın intikamı acıdır. Osman’ı su almak için kuyuya indiğinde üzerine kaya ve taş parçalarını yağdırarak öldürür.Sonra da kendini asar. (Agah Özgüç’ün 100 Filmde Türk Sineması kitabından) KIZILIRMAK- KARAKOYUN (1967) Tür: Dram Yönetmen: Lütfü Akad Senaristler: Lütfü Akad, Nazım Hikmet Oyuncular: Yılmaz Güney, Nilüfer Koçyiğit, Osman Alyanak Konusu: Nâzım Hikmet’in öyküleştirdiği bu Anadolu efsanesi, 1947’de Muhsin Ertuğrul tarafından sinemaya aktarılmıştı. Bu yeniden çevrim, Ö. Lütfi Akad’la Yılmaz Güney işbirliğinin en çarpıcı örneklerinden biridir ve Güney’in kendi çektiği filmleri de etkilemiştir. Yılmaz Güney’in canlandırdığı çoban Ali Haydar, oba beyinin kızı Hatice’ye vurgundur. Bu durum törelere aykırı olduğu için köyün erenleri bir şart koşarlar: Üç gün tuz yedirilen koyunlar, su içmeden dereyi geçebilirlerse kızı vereceklerdir. Âşık çoban bunu başarır, ama oba beyi kızını başkasına verir. Bunun üzerine tüm oba halkı ayaklanır. Film genel olarak baskı altında tutulan iki gencin sevda öyküsünü içeriyor. Ama törelere göre bey kızı bir çobana yaramaz. Köyün erenleri olaya bir çözüm yolu bulur. Üç gün üç gece tuz yedirilen koyunlar, su içmeden 28 29 dereyi geçebilirlerse Oba Beyinin kızı Hatice (Nilüfer Koçyiğit) çoban Ali Haydar’ın (Yılmaz Güney) olacaktır. Aşık çoban, kavalının içli sesiyle koyunlarını derenin karşı tarafina geçirmeyi başarır. (Filmin en etkili ve duyarlı sahneleri.) Ancak bey kızını, satın aldığı yayla sahibinin oğluna verir. Oba halkı ayaklanır. Çünkü hak çobanındır. Ayaklanan oba halkı ve Ali Haydar, düğün olayı ile köprü üzerinde karşılaştıklarında çatışma çıkar. İpler kopar, kasabayı yaylaya bağlayan asma köprü ve aşıklar sulara gömülür, kimse kurtulmaz. KURBAĞALAR (1985) Tür: Dram Yönetmen: Şerif Gönen, Zeki Ökten Oyuncular: Hülya Koçyiğit, Ajlan Aktuğ, Talat Bulut, Metin Çekmez Konusu: Yaşamlarını domates, biber ve kurbağa toplayarak geçiren köylülerden Elmas Kadın (Hülya Koçyiğit), kocası öldürülünce genç yaşta dul kalır. Kocasız kalan Elmas, günden güne büyüyen çocuğuyla yaşam savaşı verir. Bankaya ve kooperatife olan borçlarını ödeyebilmek için durmadan çalışmak zorundadır. Bu arada köyün delikanlıları da Elmas’a rahat vermezler. Ama genç kadının, 7 yıl hapiste yattıktan sonra özgürlüğüne kavuşan Balkanlı Ali’ye (Talat Bulut) kanı kaynar. Ali de Elmas’a sevdalıdır. Onunla evlenmek ister. Ama bi gecelik bir beraberlikten sonra Ali’nin bu tutkusundan vazgeçtiği görülür. Çünkü bu evliliğe karşı çıkan Ali’nin dul annesidir. Elmas kaderine boyun eğerek yaşamını kurbağalar dünyasında sürdürecektir. KÜÇÜK KIYAMET (2006) Tür: Dram, Fantastik Korku Senarist: Doğu Yücel Yönetmen: Durul Taylan, Yağmur Taylan Oyuncular: Başak Köklükaya, Cansel Elçin, Binnur Kaya Konusu: İstanbul’da ardarda yaşanan sarsıntılar, annesini depremde kaybeden Bilge üzerinde psikolojik rahatsızlıklar yaratmakta ve genç kadının ciddi travmalar yaşamasına neden olmaktadır. İki küçük çocuğu, eşi ve yeğenleriyle şehri terk ederek, olası İstanbul Depremi’nden kaçıp bu “Küçük Kıyamet”ten kurtulmaya çalışan aile, gittikleri başka bir güney kasabasında bu kez başlarına gelen esrarengiz olaylar nedeniyle yine korkularıyla yüzleşirler. MADEN (1978) Tür: Dram Yönetmen ve Senarist: Yavuz Özkan Oyuncular: Cüneyt Arkın, Tarık Akan, Hale Soygazi, Meral Orhonsay Konusu: Her an ölüm tehlikesiyle karşılaşan maden işçilerinin çalıştıkları ocaklarda gereken önlemler alınmaz ve uyarı amacıyla imza toplansa da dayanışma sağlanamaz. Davasında yalnız kalan İlyas (Cüneyt Arkın) direnmesini sürdürünce sendika ağaları tarafından kurşunlatılır. Bir süre sonra da İlyas’ın göçük altında kalıp, ölmesi sonucu ilk kez işçiler bir araya gelir ve film “işçiler birleşin” sloganıyla biter. MASUMİYET (1997) Tür: Dram Yönetmen ve senarist: Zeki Demirkubuz Ödüller: Antalya Film Festivali’nde 4 Altın Portakal ve Altın Koza Film Festivali’nde 4 ödül aldı. Oyuncular: Güven Kıraç, Derya Alabora, Haluk Bilginer Konusu: Yusuf namus cinayeti sebebiyle girdiği cezaevinden çıkmıştır. Ama hayatta hiç bir amacı kalmamıştır artık. Uğur ile Bekir’in ise hikayesi bambaşkadır. Bekir uğrunda ölecek kadar çok sevmektedir Uğur’u. Ancak Uğur hapisteki Zagor’a aşıktır. Bir de Çilem vardır. Annesi Uğur’un hamileyken yediği dayaktan dolayı sağır ve dilsiz doğmuştur küçük Çilem. Yusuf köhne bir pansiyonda Bekir ve Uğur ile tanıştıktan sonra üçünün hayatları dramatik bir şekilde değişmeye başlar. Kır sahnesindeki Haluk Bilginer’in hafızalara kazınan uzun konuşmasıyla ve müthiş performansıyla çok konuşulan film, 2006 yılındaki yönetmenin çektiği Kader filminin sonrasını anlatır. Film, bir hayli ironik olan sonuyla da izleyende büyük bir etki yaratmıştır. Türk sinemasının çıkardığı en iddialı ve iyi filmlerinden biri olan Masumiyet, Antalya Film Festivali’nde 4 Altın Portakal ve Altın Koza Film Festivali’nde 4 ödül aldı. Usta yönetmen Zeki Demirkubuz ve iddialı kadrosuyla izlenmesi gereken bir film. MAYIS SIKINTISI (1999) Tür: Dram Yönetmen ve senarist: Nuri Bilge Ceylan Oyuncular: Emin Ceylan, Muzaffer Özdemir, Fatma Ceylan Konusu: Bu yıl mayıs ayı, kasabada sanki eskiye göre daha sıcak, daha sıkıntılı. Kasabadaki herkes küçük dertleriyle iç içe ve sürpizlere kapalı hayatlarıyla yine de huzurlu görünüyor. Ancak bu huzur, çocukluğunu geçirdiği bu kasabada bir film çekmeyi kafasına koymuş Muzaffer’in gelişiyle biraz zedelenir. Kimse bize baharın sıkıntı verdiğini söylememişti. Öyle kolay bir alışkanlıktı ki baharla yaşama sevincini, umudu bir tutuvermek... Tıpkı sonbahar denilince aklımıza hüznün düşüvermesi gibi. Ve buna benzer daha ne çok şeyi hazır kalıplar içinde düşünüp, başka şeylerle özdeşleştirerek çabucak kabul ediveriyorduk! Her iyi film için geçerli olan şey “Mayıs Sıkıntısı” için de geçerli; yani sözcüklere dökülerek anlatılması çok zor. Yıllar sonra ailesinin-akrabalarının yaşadığı, çocukluğunun geçtiği kasabaya elinde bir kamera, kafasında bir film yapma tasarısı ile giden bir adamın öyküsü bu film... Belki de, yıllardır bin bir emekle yetiştirdiği meşe ağaçlarını orman idaresine kaptırmamanın savaşını veren babasının; “her mayıs içini sıkıntı basan”, bir toprak ve gönül adamı olan babasının öyküsü – MUSTAFA HAKKINDA HERŞEY (2004) Tür: Gerilim, dram Yönetmen ve senarist: Çağan Irmak Oyuncular: Nejat İşler, Fikret Kuşkan, Başak Köklükaya Konusu: Mustafa’nın örnek bir yaşamı vardır. İyi bir işi, 30 31 mükemmel bir eşi ve dünya güzeli bir çocuğu. Fakat bu eşsiz yaşamı bir kazayla aniden darmadağın olur. Karısı yabancı bir adamla trafik kazası geçirmiş ve hayatını kaybetmiştir. Sır dolu yabancı ise hastaneye kaldırılır. Mustafa karısının adamla olan ilişkisini öğrenemek için çılgınca bir plan yapar. Fikret adını taşıyan genci kaçırıp şehirden uzak bir yere götürür, böylece karısının gizli yaşamı hakkındaki detayları zorla da olsa öğrenecektir. Fakat bu gerilim dolu ilişki sonucu kendi hakkında da bazı gerçeklerin farkına varacaktır. Ve olaylar kısa sürede kontrolden çıkar! OYUN (2005) Tür: Belgesel Yönetmen ve senarist: Pelin Esmer Oyuncular: Bilinmeyen Oyuncular Konusu: Gündelik hayatın yorucu koşturmacası altında ezilen Mersin Aslanköy’ de yaşayan dokuz köylü kadın, bir gün, kendi hayatlarından yola çıkılarak hazırlanmış bir tiyatro oyunu yazmak ve oynamak için biraraya gelirler. Günlerini tarlada, inşaatta, evde sürekli çalışarak geçiren bu kadınlar, bu sayede kendi hayatlarının gerçekleriyle de yüzleşeceklerdir. Köy okulu müdürünün de yardımlarıyla okulu kendilerine çalışma alanı seçen kadınlar, kendilerine dair hikayeleri ortaya dökerek hem kendi gerçekleriyle yüzleşecek hem de birbirleriyle farklı bir paylaşım yaşayacaklardır. Mersin Aslanköy kadınlarının kendi hayatlarıyla ilgili bu oyunu yazma ve oynama sürecini, belgesel formatında kameraya alan Pelin Esmer, bu filmi ile uluslararası festivallerden 4 ödül topladı. PAZAR: BİR TİCARET MASALI (2008) Tür: Dram Yönetmen ve senarist: Ben Hopkins Oyuncular: Tayanç Ayaydın, Genco Erkal, Senay Aydın Konusu: 90’lı yılların başında Doğu’da bir şehir. Doğuştan ufak bir tüccar olan Mihram, ne istenirse onu bulmasıyla nam salmıştır. Büyük işler bağlamak için birçok fikri vardır ama bu fikirleri hayata geçirecek sermayeye sahip değildir. Yöreye yerleştirilen telefon vericilerini gördüğünden beri aklını cep telefonu satan bir dükkan açmakla bozmuştur. Bir gün, kasabadaki dispansere ilaç taşıyan kamyonun soyulması üzerine çaresiz kalan hekim Mihram’dan karaborsa ilaç bulmasını ister. İlaç acilen çocuklar için gereklidir. Mihram bu durumu hayatını nihayet değiştirebileceği bir fırsat olarak görür. Kamu parasıyla kumar oynayacak, ona bu süreçte eşlik edecek amcası Fazıl’ın yaşadığı Nahçivan’a kaçakçılık yapacaktır. Eğer kaybederse toplumdan dışlanacağının farkındadır, ama kazanırsa hayal ettiği işi kuracak kızına ve karnı burnunda karısına daha iyi bir gelecek hazırlayacaktır. Ancak Mihram iki şeyi hesaba katamaz: Mihram’ın attığı her adımı dikkatle izleyen ve “Ay’ın ışığını nereden aldığını” öğrenmeye fazlasıyla meraklı olan yerel mafyayı; bir de gittikçe daha fazla değişen bir pazarın acımasız kanunlarını. Arz ve talep… En İyi Fİlm dahil 4 dalda Altın Portakal Ödülü sahibi Pazar: Bir Ticaret Masalı, kapitalist öğretinin egemen olduğu dünya ticaretinin küçük bir halkasını tasvir ederken, yoksulluğun ve köşe dönücü zihniyetin bireyi değer erozyonuna uğratmasını, vicdanını yok etmesini ele alır. Mihram’ın serüveni aşık geleneğini andıracak biçimde türkülerle, şarkılarla anlatılan bir ticaret masalıdır. 32 33 BİR KUTU DOLUSU YAŞAM GÖNDERİYORUM SANA Selda SAKIZCIOĞLU Keçiören Rehberlik ve Araştırma Merkezi Rehber Öğretmeni Bir kutu dolusu yaşam gönderiyorum sana. Sade bir kurdeleyle süslenmiş. Çöz kurdeleyi ve kaldır yavaşça kutunun kapağını...Kocaman bir fırça ve bin renk koydum kutuya. Bir cennet resmi yapıp içine gir diye... Düşler serpiştirdim gizlice. Düş kurmayı unutma diye. Bir tane de elma şekeri yerleştirdim. İçindeki çocuğu tadabilesin diye... Güneşin batışını, billur suyun sesini, kırmızı gelinciklerin saflığını, taze ekmeğin kokusunu ve bir gülümsemenin de sıcaklığını sığdırdım. Ruhlarımız aç kalmasın diye... Kutuya biraz da sevecenlik koydum. Güçlü ol diye..Beyaz bir güvercin uçup kendi kondu bu kutuya. Barış ve özgürlüğü sunmak için. Bir buket sevgi, bir yudum aşk ve yarım bir elma da koymadan edemedim. Paylaşmayı hatırlayalım diye... Sevdiklerimize onları sevdiğimizi söylemek için yarını beklemeyelim, hemen şimdi yapalım bunu diye içtenliği, umudu, nesneyi, bağışlayıcılığı, özgüveni, açık yürekliliği unutmadım. BEN’in dışına çıkıp BİZ’e ulaşabilelim diye... Son olarak da bir kart iliştirdim kutuya. Bak bu kartta neler yazıyor: ‘BU KUTUNUN HER KAPAĞINI KALDIRIŞINDA, YAŞAMLA İLGİLİ YEPYENİ ŞEYLER KEŞFEDECEKSİN. YAŞAMAK İÇİN YARINI BEKLEME, AL YAŞAMI KOLLARININ ARASINA VE SIMSIKI SARIL... YAŞAMDAN YALNIZCA ALMAK YERİNE ONA BİR ŞEYLER VER. KISACASI BUTÜNÜYLE İNSAN OL. UNUTMA, YAŞAM DOKUMASI HENÜZ TAMAMLANMAMIŞ, OLAĞANÜSTÜ GÜZELLİKTE BİR DUVAR HALISIDIR. VE SANA AİT OLAN KÜÇÜCÜK BOŞLUĞU YALNIZCA SEN DOLDURABİLİRSİN...’ Bernard SHAW UTANGAÇLIĞI YENEN OYUNLAR Semra Hamide YILMAZ Keçiören Rehberlik ve Araştırma Merkezi Rehber Öğretmeni Çocukta utangaçlık hali henüz ana okuluna giderken bile ortaya çıkabilir. Utangaç çocuk girişken değildir, arkadaşlarının oyunlarına katılmaz, bir köşeye çekilerek onları izlemekle yetinir. Altı yaşına doğru çevresiyle iletişim kurmaktan endişe duyar, kendisini dışlanmış gibi görür. Sınıfta aptalca bir şey söyleyerek arkadaşlarının kendisine gülmelerinden korkar. Endişe ve telaşa kapılması yüzünden öğrendiklerini unutur ve öğretmeninden kötü not alır. Bu durum kendisine güvenini daha da azaltır. İçine kapanan Çocuk Küçük utangaç, kendisini endişelendirebilecek durumlardan kaçınmaya çalışır. Arkadaşları ile gezmeyi çok istese de ödevi olduğu bahanesini uydurur veya karnının ağrıdığını söyler. Korktuğunun başına gelmemsi için çabaladıkça endişesi artar. Yeni yetmelik çağına girince halinden memnunmuş gibi kendi dünyasına sığınır. Utangaçlığın sebepleri karmaşıktır. Psikologlar bu sebepleri çözümleme yerine davranışları değiştirmeyi öneriyorlar. Amaç utangaçı korktuğuyla karşı karşıya getirmek. Fransa da yayınlanan “Çocukta utangaçlık” isimli kitabın yazarları çocukları sıkılganlıktan kurtarmaya ve kendilerini kabul ettirmeye yönelik bir takım oyunlar öneriyorlar. İşte aile ortamında , yakın akraba ve komşu çocukları ve sınıf arkadaşları arasında oynanılabilecek üç oyun: 1) Bakış Oyunu (10 ila 11 yaşına kadar) Utangaç çocuk görülmekten ve kendisine bakılmasından çok ürker “seni bakışımla tutuyorum, sende beni bakışınla tut” oyunu, karşısındaki arkadaşlarınız ve oyuna katılanların komikliklerine rağmen, bu arkadaşının yüzüne uzun süre bakmayı başaran çocuk birinci sayılır. Oyuna önce anne- çocuk ikilisi ile başlanır. sonra hala, teyze ve diğer çocuklarla ikililer oluşturularak daha güç durumlar oluşturulur. Çocuğunuza bu oyunu okulda teneffüs sıralarında oynamasını öğütleyin 2) Gazetecilik Oyunu (9-10 yaş) Televizyonda seyircilerin karşısındaymış gibi, çocukla karşı karşıya oturularak mülakat yapan gazeteci rolüne girilir.Daha sonra bu rolü çocuk üstlenir. Önce sıkıldığı belli olan çocuk yavaş yavaş soru sormaya başlar. Yeni yetme çocuklara mülakat sorusu hazırlama kabilinden görevler vererek oyunun profesyonel cephesini daha da güçlendirmek elinizde. 3) Heyecanlanma Oyunu (her yaş için) Utangaçlık, başkalarının yargısına maruz kalmaktan korkan çocuğun duygularını açığa vurmasına engel olur. Heyecanlar ifade edilemez. Çok şiddetli heyecanlar, sonunda hiç yeri değilken damdan düşer gibi ortaya çıkarlar ki böyle bir durum ekseri yanlış anlamalara yol açarlar. Bu gibi durumları önlemek için sevinç, üzüntü, hiddet ve benzeri duygu hallerini taklit ederek çocuğunuzu eğlendirin. Fakat taklit ettiğiniz heyecan türü çocuk tarafından anlaşılmalıdır. Daha sonra onunda taklitleri yapmasını isteyin. Bu oyunda amaç heyecanlardan kaynaklanan endişeyi azaltmaktır. Çocuk böylelikle heyecanlandığı zaman bunu önleme refleksini kazanmış olur. 34 35 Her Sınıf Kariyer Merkezi, Tüm Öğretmenler Kariyer Danışma Uzmanı! Mehmet Ali İLKAYA Keçiören Rehberlik ve Araştırma Merkezi Rehber Öğretmeni Okul ve eğitim anlayışında farklı dönemlerde farklı beklentiler olduğunu biliyoruz. Okuldan beklenilenlerden birisinin de; “iş ve meslek yaşamına etkili bir hazırlık” amacı olduğunu kabul etmekteyiz. Öğrencilerin, kendi yaşamlarında söz sahibi olmaları kariyer yaşantısında söz sahibi olabilmesine bağlıdır. Her okul, her sınıf ve her öğretmen doğrudan veya dolaylı olarak öğrencilerin/bireylerin kariyer yaşantısına etki ederler. Kariyer planlaması, kariyer kararları okuldaki belli bir birimin (rehberlik servisi) veya bazı uzmanların (rehber öğretmen) sorumluluğu olarak görülemez. Şüphesiz söz konusu birim ve uzmanların bireylerin kariyer yaşantısında çok önemli sorumlulukları var. Böyle olmakla birlikte okul ve öğretmenlerimizde asgari bir “kariyer planlama” misyonuna sahip olmalarında fayda var. Öğretmenlerin, sınıflarındaki öğrencilerin, sağlıklı kariyer planlaması yapabilmeleri için etkin olması kaçınılmazdır. Gerçekte öğretmenler, pasif veya aktif tutum ve davranışlarıyla çocukların, gençlerin mesleki tercihlerinde etkin olmaktadırlar. Öğretmenlerimizin sınıfta, derste veya sosyal etkinliklerde üstleneceği bazı faaliyetlerin her öğrencinin kariyer gelişimine katkısı olacaktır. İşsizlik ve iş doyumu, iş-meslek yaşamındaki memnuniyet düzeyleri, sadece bireyi değil, toplum ve ülke ekonomisini de etkiler. Ülkemizde hem işsizlik yüksek oranlarda (İşsizlik Oranı: % 9,7 Genç İşsizlik Oranı : % 12,3, TÜİK, 2014) hem de iş değiştirme düzeyleri oldukça yüksek (%60) olarak seyrediyor. Bu sonuçlarda kariyer planlama adımlarının doğru atılmadığını ve iş etiğinin henüz yerleşmediğini gösteriyor. Okulda kariyer planlama için izlenecek yollara gelince. Mesleki Eğitimi Güçlendirme Projesi çerçevesinde 21 pilot ilde uygulanacak bir “öğretmen eğitim programı” hazırlandı. Kariyer planlamasının bilimsel, etkin ve verimli olarak icra edilmesinde bu çerçevenin işimize yarayabileceğini düşünüyoruz. Kariyer danışmanlığı eğitiminde dört temel yetkinlik alanı belirlendi: 1. Temel Beceriler alanı: “Etkili iletişim kurma. Farklılıkları dikkate alma. Eğiticinin güncel gelişmeleri takip etme. Mesleki rehberliğe ilişkin rolün farkına varma” olarak belirlendi. Kariyer danışmanlığı ile ilgili bir etkinlikte; empatik olmak, bireysel farklılıklara duyarlı ve saygılı olmak, bireyin kariyer yaşatışına olan etkimizi fark etmek ve güncel gelişmeleri izlemek, kendi yetkinlik ve becerilerimizi geliştirmek durumu olarak ifade edebiliriz. 2. İş Gücü Piyasası: Bu alan okullarımızın en zayıf olduğu alan olarak dikkat çekmektedir. “Yerel İşgücü piyasası ile ilgili bilgi kaynaklarını tanıma. Ulusal düzeyde işgücü bilgi kaynaklarını tanıma. Geleceğin meslekleri hakkında bilgi edinme. Ulusal ve yerel düzeyde işgücü piyasasını izleme Sektörler ve sosyal taraflarla işbirliği yapma. İş kurma ve işe yerleşme süreci” İş gücü ve piyasanın temel dinamiklerini, gelişen ve değişen sektörleri ileriki dönem beklenti ve analizleri izleme ve güncel olarak öğrencilerle paylaşmayı içerir. 3. Farklı Hedef Grupları: “Özel eğitim gerektiren bireylerin ihtiyaçlarının farkında olma. Risk altındaki grupların ihtiyaçlarının farkında olma”yı içerir. 4. Bilgi ve İletişim Teknolojileri : “Sosyal medyayı kullanma. Mesleki bilgiye erişim kaynakları tanıma. Eğitim olanakları ve burs fırsatlarına ulaşma” olarak belirlendi. Proje çalışma grubunda yukarıda sayılan yetkinlik alanlarına ilişkin genel hedefler bu şekilde saptandı. Kariyer danışmanlığı için sınıfta uygulanabilecek pratik, kolay ve etkili ve pekçok aktivite bulunmaktadır. Öncelikle öğrencilerin kariyer yaşantısının önemli parçası olduğumuzu unutmayalım. Atacağımız küçük adımların öğrencilerimizin dünyasında çok büyük yansıması olacaktır. Diğer sayımızda sınıfta “kariyer” konusuna devam edeceğiz. 36