Sayı 1 - Keçiören Rehberlik ve Araştırma Merkezi

Transkript

Sayı 1 - Keçiören Rehberlik ve Araştırma Merkezi
1
KaRAM
Keçiören Rehberlik ve Araştırma Merkezi Dergisi
Sayı 1
2014 Mart
Adamın biri, bir gün sahilde yürüyüş yapıyormuş. Uzakta dans eder gibi
hareketler yapan genç bir adam dikkatini çekmiş. Merak edip hızlı hızlı ona
doğru yürümüş. Yaklaşınca bu gencin yerden bir şey alıp, denize attığını, sonra
bir kaç adım atıp aynı hareketi sürekli tekrarladığını görmüş. Biraz daha yaklaşıp
genci selamlamış ve aralarında şu konuşma geçmiş.
KaRAM
Sahibi
Keçiören Rehberlik ve
Araştırma Merkezi Adına
Mesut TORAMAN
Yayın İnceleme
Kurulu
Raşide GÖVEBAKAN
Ebru GÜVEN
Özlem HAYATOĞLU
İsmail SAV
Mehmet Ali İLKAYA
— Ne yapıyorsun böyle?
— Okyanusa denizyıldızı atıyorum.
— Denizyıldızı mı?
— Evet... Güneş yükseldi ve sular çekiliyor. Eğer onları suya atmazsam az
sonra ölecekler.
— Ama görüyorsun ki, kilometrelerce sahil var ve baştan aşağı denizyıldızı ile
dolu. Hepsini atmanıza imkân yok. Sizin bunları denize atmanız neyi fark ettirecek ki?
— Genç adam eğilerek, yerden bir denizyıldızı daha alır ve denize fırlatırken
“bakın” demiş “onun için çok şey fark etti!”
Bunun üzerine adamda, bu gençle birlikte denizyıldızlarını okyanusa atmaya
başlamış…
Merhaba Değerli Okurlar;
Heyecan ve büyük bir merakla beklediğimiz e-dergimizi sizlerle buluşturmanın
sevincini yaşıyoruz.
“KaRAM” Tasarım
/ Dizgi
Çetin TORAMAN
Yazışma Adresi
Keçiören Rehberlik
ve Araştırma Merkezi
Müdürlüğü
Gümüşdere Yerleşkesi
Fatih Cd. No: 37
Tel: 0 (312) 316 23 72
Fax: 0 (312) 316 89 68
e-posta: ramkecioren@
gmail.com
2
Keçiören RAM olarak en öncelikli görevimiz, sahile vuran denizyıldızlarını
yaşamaları için bıkmadan, usanmadan ait oldukları yere gönderen adam gibi
her bireyin ilgi ve yetenekleri doğrultusunda başarılı ve mutlu olması için
umutsuzluğa kapılmadan, sabırla ve azimle çalışmaktır. Çok uzun ve yorucu
olan bu yolculukta herkesin desteğine ihtiyacımız vardır. Birlikteliğin gücüne
yaslanarak, hedefe varana kadar devam edecek bu yolculuğun sonu başarıya ve
mutluluğa çıkmaktadır.
Keçiören ilçesi olarak yaklaşık 155 bin öğrenci, 300 rehber öğretmen,7000
öğretmenden oluşan çok büyük bir aileyiz.
‘Eğitimde feda edilecek hiçbir öğrenci yoktur.’ görüşünü kendimize ilke
edinerek, çalışmalarımıza istek ve kararlılıkla devam etmekteyiz ve edeceğiz.
e-Dergide emeği geçenlere ve bizi destekleyen tüm dostlara, ilgilerinden dolayı
teşekkür ederim.
Bir sonraki sayıda buluşmak dileğiyle…
Mesut TORAMAN
Keçiören RAM Müdürü
3
İçindekiler
Televizyon Bağımlılığı .................................................. 4
Ayaklarıyla Uçak Kullanan Kadın Pilot......................... 6
Kitap Alıntıları
.......................................................6
Göz ve Görme
...................................................... 7
Kitap Tanıtımı (Dan Brown)......................................... 10
Bulmaca Çözmek Hafızayı Güçlendiriyor................... 14
8 Mart Dünya Kadınlar Günü....................................... 15
Eğitimde Bir Paradoks! (Birey mi, Toplum mu?)........ 21
Filmler
.................................................... 28
Bir Kutu Dolusu Yaşam Gönderiyorum Sanan............. 33
Utangaçlığı Yenen Oyunlar........................................... 34
Her Sınıf Kariyer Merkezi, Tüm Öğretmenler Kariyer
Danışmanı
.................................................... 35
TELEVİZYON BAĞIMLILIĞI
Beyhan COŞKUN
Keçiören Rehberlik ve Araştırma Merkezi Rehber Öğretmeni
Araştırmacılar özellikle çocukların, televizyona
karşı olan ilgilerinin zamanla bağımlılığa
dönüştüğü görüşünde birleşmektedirler.
Bağımlılığın oluşumunda anne ve babanın televizyon izleme şekli ve süresi dolayısıyla izleme
alışkanlığının da belirgin bir etkisinin olduğu
görünmektedir. İçeriği ne olursa olsun, sürekli
televizyon izleyen çocuk ciddi bir bağımlılık
sorunu ile karşı karşıyadır.
İngiltere’de 1955, Japonya’da 1957 ve Kanada’da 1958 yılından beri gerçekleştirilen,
televizyon ve çocuk ilişkisini inceleyen çalışmalarda, bağımlılık konusunun yoğun bir şekilde ele alındığı
görülmektedir. Çalışmalardan biri, her Avrupalı bebeğin iki yaşında televizyonu açmayı öğrendiği ve üç
yaşından itibaren de izlemeye başladığını önemle vurgulamaktadır. Fransa’da gerçekleştirilen başka bir
araştırma ise, bağımlılığın inanılması güç boyutlara ulaştığını göstermektedir. Jung Bay Ra tarafından
gerçekleştirilen araştırmada çocuklardan babaları ve televizyon arasında bir seçim yapmaları istenmiş,
çocuklar babasız yapabileceklerini; buna karşılık, televizyondan asla vazgeçmeyeceklerini belirtmiş ya da
sessiz kalmışlardır.
Yapılan araştırmaların bir kısmı çocukların kanaldan çok programa bağımlılık gösterdiklerini
ortaya koymaktadır. Ancak özellikle tematik televizyon kanallarının ortaya çıkışıyla programa bağımlılık
daha çok kanala bağımlılığa dönüşmüştür. Son on yılda artarak çoğalan, akşam haberleri saatine kadar,
gündüz yayın akışını tamamen çocuklara yönelik yayınlara ayıran, ya da yirmi dört saat kesintisiz yayın
yapan tematik çocuk kanalları, başlangıçta çocuklar için güvenli bir içerik sundukları gerekçesiyle pek çok
ebeveyn tarafından tercih edilmiştir. Böylece çocuk televizyonun karşısında yalnız bırakılabilmekte, ani
ve istenmeyen görüntülerle karşılaşmayacağı varsayılmaktadır. Ancak bu durumda zamanla eleştirilmiş ve
güvenli bulunan içeriklerin tek başına sorunu çözmeyeceği, asıl sorunun çocukların yaşamında televizyon
izleme eyleminin “tek boş zaman etkinliği “olarak yer almasından da kaynaklanabileceği tartışılmıştır.
Uzmanların çocuk ve televizyon bağımlılığı üzerinde titizlikle durmalarının başlıca nedeni, fazla
hayat deneyimi olmayan çocuğun, eğlendirici bulduğu televizyonu içinde yaşadığı toplumu, dünyayı ve
anlamak için kullanmalarından kaynaklanmaktadır. Çocuğun kurmaca ile gerçek arasındaki farkı net
bir şekilde ayırt edememesi ve olaylardan fazlaca etkilenmesidir. Yaşamı deneyerek öğrenmesi yerine
tek yönlü bir araçtan gelen mesajlardan kazanması doğrultusunda duyulan kaygı, çocuk ve televizyon
bağımlılığı noktasında ilgiyi aileye yöneltmekte ve ailenin izleme davranışlarının önemi bir kez daha
hatırlatılmaktadır.
ÇOCUK GELİŞİMİNDE TELEVİZYONUN ETKİLERİ
Gelişim, genel anlamda bilişsel, psikososyal ve fiziksel olmak üzere üç alandan oluşur.
Gelişim alanları birbirleriyle doğrudan veya karmaşık yollardan etkileşim içindedir. Sağlıklı çocuklarda
gelişim bu üç alandaki karşılıklı etkileşim sürecinde gerçekleşir. Bu gelişim alanlarını kısaca tanımlamak
gerekirse;
Bilişsel Alan; Tüm zihin yetenekleri ve aktiviteleri hatta düşünce organizasyonunu içeren düşünme
ve problem çözme ile ilgili zihin süreçlerini kapsar.
4
5
Psikososyal Alan; Kişisel özellikler ve sosyal becerilerle ilgilidir.
Fiziksel Alan; Duyusal kapasiteler, motor beceriler, fiziksel özelliklerle ilgilidir. Bireyin
bedenindeki temel gelişim ve değişimi kapsar.
Çocuk bu üç alandaki etkileşim sonucu gelişimini tamamlamaktadır. Gelişim üzerine etki eden
etkenler biyolojik(olgunlaşma) ve çevresel etkenler(sosyalleşme) olarak sınıflanmaktadır. Televizyonun
da içinde olduğu kitle iletişim araçları, çocuk gelişimine çevresel etkenler kategorisinde etki etmektedir.
Bronfenbrenner (1979)’in ”Ekolojik Sistem Teorisine” göre televizyon bir ekosistem ögesi olarak büyük
bir çevrenin bir parçasını oluşturmakta ve çocuğun sosyalleşme kanallarından biri olarak gelişiminde
çevresel bir etki yaratmaktadır. Bu etki çocukların giyim tarzında, oynadıkları oyunlar ve oyuncaklarda,
canlandırdıkları karakterlerde, yedikleri şekerlemelerde kendini göstermektedir.
Televizyon üzerine yapılan çalışmaların bazılarının varsayımı; tutumların, dolayısıyla da inanç
ve değerlerin oluşumu; bazıları ise, bağımlılık sürecinin nedenleri üzerine yoğunlaşmaktadır.
Gelişimin bilişsel, psikososyal, fiziksel olarak genel anlamda üç alanda oluştuğundan söz
edilmişti. Bu üç alan aynı zamanda tutumların temel ögeleri olarak ele alınmaktadır. Bilişsel olarak
çocuk, yaş ilerlemesine paralel olarak bir durumda yapılması ya da aksi doğru olan şey hakkında fikir
yürütmeyi öğrenir. Düşüncelerine göre bir duygu hisseder ve bunu ayırt etmeye çalışır. Davranışsal
olarak, akıl yürütmeleri ve duygularıyla tutarlı olan ya da olmayan bir biçimde hareket eder. Bu duygular, düşünceleri ve davranışlarına uygun düşebilir ya da düşmeyebilir. Bu denge zaman içinde kazanılır.
Kitle iletişim araçları yaptıkları yayınlarla düşünceleri etkileyebilmekte, duyguları
yönlendirebilmekte ve davranışlarda değişikliği yol açabilmektedir. Gelişimsel süreci, kitle iletişim
araçları açısından değerlendirecek olursak, kitle iletişim araçlarının Davranışsal etkileri “katarsis,
taklit ve duyarlılık-duyarsızlık” içermekte; Duygusal etkileri, heyecansal geçişler, korku ve kaygı
ifade etmekte; Bilişsel etkileri ise, yerleştirmekte oldukları inançları, değerleri ve düşünce içeriklerini
kapsamaktadır. Rahatlama ve kaçış etkisi nedeniyle davranışsal; kolay ulaşılabilirliği ve gereksinimi
duyulan duygunun tatmin edebilme aracı olması nedeniyle duygusal; hazır gündemin takibi, inanç
ve değer sistemlerini yerleştirme gücü nedeniyle bilişsel olarak televizyona karşı bağımlılık kolay
oluşmaktadır. Özellikle gelişimsel süreç içinde, erken çocukluk döneminden başlayarak çocuk için televizyon vazgeçilmez bir arkadaşa dönüşebilmektedir.
Yaşantı ve deneyimlerinin azlığı nedeniyle çevresindeki olayları gerçeğe uygun olarak
algılayamayan çocuk, televizyonda gördüklerini, kendi hayal gücüne ve korkularına göre şekillendirir.
Çocuklar korku ve kaygılarını abartılı olarak algılar, bir yetişkinden daha farklı olarak bu duyguları hissederler. Çocukların zihin ve dil gelişimleri hızlı bir şekilde gelişirken, mantıklı düşüncelerinin henüz
tam olarak gelişmemesi, duygu ve düşüncelerini ifade edememeleri, gelişimlerinin televizyonun hızına
paralel gitmediğinin bir göstergesidir. Çünkü televizyon yetişkin algısına uygun bir akış içermekte, hızlı
geçiş ve soyut kavramlar çocukların algısal yapılanmalarına henüz hitap etmemektedir.
Özetle değerlendirecek olursak, araştırmacılara göre, televizyon çocukların fiziksel gelişimlerini;
davranışları, düşünme, konuşma becerileri, okuma alışkanlıkları gibi bilişsel gelişimlerini, kişilik
gelişimlerini, kimlik duygusu ile hayal güçlerini ve sosyalleşme süreçleri gibi sosyal ve duygusal
gelişimleri üzerinde etkilidir.
KAYNAK
Ertürk, Y. D. ve Akkor-Gül, A. Çocuğunuzu Televizyona Teslim Etmeyin
AYAKLARIYLA UÇAK KULLANAN KADIN PİLOT
ABD’de kolları olmayan Jessica Cox isimli
genç kadın, ayağıyla
uçak kullanan ilk pilot
oldu.
Arizona Eyaleti’nde
yaşayan 25 yaşındaki
Jessica, nadir görülen
bir hastalık yüzünden
kolları olmadan doğdu.
Psikoloji mezunu olan
genç kız, yazı yazmayı,
araba kullanmayı,
saçlarını taramayı, ayağıyla telefon kullanmayı öğrendi. Bununla da yetinmeyen genç kadın, engelli
olmasına rağmen pilot olmaya karar verdi. Üç yıl yoğun bir pilotluk eğitimi alan Jessica lisans almayı
başararak ayağıyla uçak kullanan ilk pilot oldu.
Uçaktan korkardı
Küçüklüğünden beri uçağa binmekten korkan genç kadın, bu korkusunu yenmek için pilot olmaya karar
verdiğini, yapacağına inandığı için bunu başardığını söyledi. En son 13 yaşında protez kol taktığını daha
sonra hiç kullanmadığını söyleyen genç kadın, tekvandoda siyah kuşak sahibi olduğunu, ayrıca eskiden
dansla uğraştığını belirtti. “Hiçbir zaman ‘Yapamam’ demedim. Sadece ‘Ben yaparım” dedim. Uçmak
dünyanın en fantastik duygusu” dedi.
KİTAP ALINTILARI
‘ … İnsan çok istediği için, bu uğurda denizler aşar, hayatını harcar, fakat yemin ederim, arayıp
gerçekten elde etmekten korkar çünkü onu bulur bulmaz artık erişilecek şeyi kalmayacağını bilmektedir.
Onun için gayeye her yaklaşmada bir huzursuzluk hissedilir, insan gayeye ulaşmak için çalışmayı sever
fakat ulaşmayı pek istemez; bu hal hiç şüphesiz çok gülünçtür.’
Fyodor Mihayloviç Dostiyevski (YERALTINDAN NOTLAR KİTABINDAN)
‘ … Bakın yağmur yağarken saray yerine bir tavuk kümesi görsem, ıslanmamak için belki kümese
girerim. Fakat kümes beni yağmurdan korudu diye şükran borcumu ödemek için kümese saray gözüyle
bakamam. EVET HAYATTA TEK GAYEMİZ ISLANMAMAK OLSAYDI KÜMESE ŞÜKRAN DUYMAK KADAR DOĞAL BİRŞEY OLAMAZDI’
Fyodor Mihayloviç Dostiyevski (YER ALTINDAN NOTLAR KİTABINDAN)
‘ … Her insanın hatıralarında , herkese söyleyemeyeceği, ancak dostlarına açabileceği taraflar
vardır. Hatta dostlara bile açılamayacak, insanın yalnız kendine saklayacağı sırları da bulunur. Bunlardan
başka kendi kendimize bile açmaktan çekindiğimiz konular da vardır ki, bunların sayısı şerefli bir insanın
dağarcığında bile hayli kabarıktır.’
Fyodor Mihayloviç Dostiyevski (YER ALTINDAN NOTLAR KİTABINDAN)
6
7
GÖZ VE GÖRME
Aslıhan GÜRBÜZ
Keçiören Rehberlik ve Araştırma Merkezi Özel
Eğitim Öğretmeni
Beş duyu organımızdan biri olan GÖZ, bildiklerimizin %80’ini öğrenmemizi sağlayan
organdır. Göz, kafatası içinde 25cm3 orbita
kemik yuvasına yerleşmiş, 7 gr ağırlığında, top
şeklinde, ön kısmı şeffaf bir küredir. Her gözün
yukarı, sağa, sola ve yanlara kontrollü hareketini sağlayan 6 kası vardır.
Işık enerjisi, gözün iç arka tabakasında
kimyasal enerjiye dönüşerek, elektrik uyaranı
halinde, göz siniri aracılığı ile beynin arka
tarafına ulaştırılır.
Göz Duyusu; ışık, şekil, renk, hareket ve
derinlik gibi çok çeşitli özelliklerin toplamıdır.
Görme duyusunun gelişmesi, doğumdan sonra
altı yaşına kadar devam eder. Doğumda, iki göz
arasındaki denge herhangi bir nedenle bozulmuş
ise, bir göz, beyin tarafından tercih edilir, diğer
göz atıl kapasite ile kullanılır. Düşük kapasite
ile kullanılan gözün görme yeteneği azalır ve
göz tembelliği oluşur.
Göz hastalıkları kalıtım ile geçen, mikrobik çeşitli kazalar ve mekanik birçok nedenlerle ortaya çıkabilir. Ülkemizde akraba evlilikleri, çocukluk çağı körlüklerinin başta gelen sebebidir. Geri kalmış ülkelerde trahom gibi mikrobik ve A vitamini
eksikliği gibi beslenme bozukluğu, başlıca körlük nedenleridir. Göz içi ortamının şeffaflığı ve basıncının
dengesi korunduğunda göz iyi çalışır.
Görme mekanizması, aynı bir fotoğraf makinesine benzer. Görüntü göze, mercek ve diyafram
sisteminden geçerek girer. Mercek sistemindeki bulanıklık, görmeyi özellikle yaşlılıkta çok azaltır ve
buna katarakt denir. Ameliyat ile bulanık olan lens, dışa alınarak göz içine camdan bir mercek yerleştirilir.
Gözün iç basıncının artarak görme sinirini tahrip etmesine glokom denir.
Göz içi sıvı miktarını azaltan ve sıvının kontrollü boşalmasını sağlayan ilaç ve ameliyat ile tedavi
yapılır. Göz hareketinin uyumlu çalışmasında bozukluk, şaşılık olarak fark edilir. Küçük yaşta, erken
tedavi edilmesinde fayda vardır.
Göz hastalıkları çok çeşitlidir. Diğer bazı hastalıkların yanında, göz hastalığının ortaya çıkması
sıktır. Bunlardan en önemlisi şeker hastalığıdır. Göz içinde, şeker hastalığı sırasında kanamalar meydana
gelir. Acil tedavi gerekir. En basit göz rahatsızlığı, kırma kusurudur. Basitçe açıklamak için, uzak görmesi
bozuk olanlara miyop, yakın görmesi bozuk olanlara hipermetrop denir. Göz önüne takılan gözlük veya
kontakt lens mercekleri ile bu kusur düzeltilebilir. Çocuk küçük yaşta iken kırma kusuru düzeltilebilirse,
her iki gözün görmesi daha iyi olur. Göz sağlığının korunabilmesi için ilk 3 yaşta, standart göz
muayenesinden geçmek gerekir. Daha sonraları her iki yılda bir muayene uygundur. Kazalar; özellikle
trafik, ev, iş ve av kazaları önemli sayıda görme kaybına sebebiyet vermektedir.
Sivri uçlu araçlar, oyuncaklar, çocukların arabalarda ön koltukta oturmaları, patlayıcı ve yanıcı
maddeler göze çok zararlıdır. Göze kimyasal herhangi bir madde kaçtığında, hemen acil olarak çeşme
suyuyla bol bol yıkanmalıdır. Yıkama işlemi duruma göre en az 30 dakika sürmelidir. Göz organı,
vücudun en yoğun sinir hücre yerleşimine sahiptir. Göz hastalıklarında ağrı çok olabilir. Kesinlikle göz
uzmanı dışında ilaç veya ilkel tedavilerden kaçınılmalıdır. Teknolojik ilerlemeye paralel olarak, ileri optik
ve elektronik cihazlarla, göz hastalıkları tedavisinde ve görme kaybının rehabilitasyonunda çok başarılı
olunmaktadır .
AZ GÖRENLER VE AZ GÖREN REHABİLİTASYONU
Görme gücünün (görme keskinliği veya görme alanı) gözlük, kontakt lens gibi bilinen yöntemlerle,
ilaç tedavisi ile veya ameliyatla yararlı düzeye ulaştırılamadığı durumlara, kısıtlamanın derecesine göre
körlük veya az görme denir.
Her iki durumda da temel ilke, kişinin mevcut kapasitesini en yüksek düzeyde kullanabilmesi için
gerekli yardımcı cihazlar ve eğitim çalışmalarını kapsayan rehabilitasyondur. İnsan hakları ve fırsat
eşitliği prensibinden hareketle, toplumun her bireyi toplumun tüm kaynaklarından eşit olarak yararlanabilme hakkına sahiptir. Bu hak her bireyin bağımsız, üretken ve zevkli bir yaşam biçimine ulaşabilmesi
olarak özetlenebilir.
Çağdaş sağlık göstergeleri artık eskisi gibi ölüm ve hastalık istatistikleri ile değil, yaşam kalitesi
ölçekleri ile değerlendirilmektedir.
Sağlık hizmetinin tüm alanlarında olduğu gibi görme problemleri olan insanlarda da temel amaç,
rehabilitasyon uygulamaları ile kişinin yaşam kalitesini yükseltmektir.
Uygulanacak rehabilitasyon programları, kişinin mevcut görme kapasitesine göre günlük yaşam aktivitelerinin gerçekleştirilebilmesi ve mesleksel becerilerinin kazanılması ve uygulanabilmesi için gerekli
hedeflere göre belirlenir. Yani, görme gücü kaybı hangi düzeyde olursa olsun veya yaşamın hangi
döneminde başlamış olursa olsun herkes için yapılabilecek bir şeyler vardır. Ancak,rehabilitasyon
uygulamaları göz kaybının derecesi, oluştuğu yaş dönemi ve kişinin amaç ve hedeflerine göre
değişmektedir.
Görme fonksiyonunun tamamen kaybedilmediği, ancak geleneksel tıbbi yöntemlerle yararlı düzeye
çıkarılamadığı durumlarda az görme rehabilitasyonu gereklidir.
Az görenlerin rehabilitasyonunda, temelde yatan göz hastalığı ve mevcut fonksiyonel duruma göre,
günlük yaşam aktiviteleri ve mesleksel becerilerin gerçekleştirilebilmesi için gerekli uzak veya yakın görmenin bazı yardımcı cihazlar ve eğitimle yükseltilmesi hedeflenmektedir. Az görenlerin rehabilitasyonunda ilk aşama, yaşam kalitesi ölçekleri ile kişinin işlevsel kayıplarını belirlemek ve yaşamsal ve mesleksel
alanlardaki hedeflerini saptamaktır.
İkinci aşama, bu hedeflere ulaşılabilmesi için yararlanabileceği yardımcı cihazlardan uygun olanları
seçmek üzere yapılan muayenedir.
Üçüncü ve en önemli aşama eğitim aşamasıdır. Eğitim uygulamalarında ilk önce görme probleminin başladığı yaşa bağlı olarak hiç kazanmadığı (bebek ve çocukluk dönemi) veya daha sonra kaybettiği
(yetişkin ve yaşlılık dönemi) görme işlevi ile ilgili fonksiyonların kazandırılması gerekir. Çünkü, görme
işlevi sadece göz ile ilgili olmayıp, beyin başta olmak üzere vücudun tüm bölümlerinin koordine olarak
çalışmasını gerektirir.
8
9
Eğitim uygulamalarının diğer alanı ise önerilen yardımcı cihazların kullanılabilmesi ve işlevsel
alandaki kısıtlayıcı etkilerin giderilmesi için gerekli alıştırmaları kapsar.
Sonuç olarak az gören rehabilitasyonu ülkemizde bugüne kadar bazı kuruluşlar tarafından
uygulandığı gibi, teleskopik sistemler veya benzeri cihazların reçete edilmesi ile sınırlı değildir. Yardımcı
cihazların önerilmesi, rehabilitasyonun sadece bir bölümü olup, eğitim çalışmaları ile desteklenmediğinde
anlamsızdır.
Uluslar arası çalışmalara göre, sadece cihazın verilmesine yönelik uygulamalarda, kişinin yararlanma düzeyi %5 iken, eğitim programları ile desteklendiğinde yararlanma düzeyi %90-95 olmaktadır.
Sonuç olarak, körlerin ve az görenlerin rehabilitasyonu bir uzmanlık alanıdır ve bilimsel temellere uygun
olarak gerçekleştirildiğinde yararlı olabilir.
KİTAP TANITIMI
Filiz ÖZ
Keçiören Rehberlik ve Araştırma
Merkezi, Psikolog
Bugün kurumumuzda yaptığımız
rutin cuma günleri toplantısında
çıkaracağımız e -derginin yeni
bölümü için neler yapabileceğimiz
tartışılırken aklıma son okuduğum
kitap olan “Cehennem” hakkında
yazmak geldi. Çünkü kitabı
okurken özellikle yazarın İstanbul
ve onun önemli eserleri hakkında
yazdıkları İstanbul’da doğmuş
yaşamış biri olarak beni çok
gururlandırdı ve yazara minnet
duymamı sağladı. Ona içimden
ettiğim teşekkürler yetersiz kaldığı
ve beni tatmin etmediği için bu
yazı sayesinde şükranlarımı sunmak istedim. Öyle ki bu duygular beni o kadar heyecanlandırdı
ki bunları ifade edebileceğim
bu yazıyı nasıl yazabilirim diye
düşünmek uykumu kaçırdığından
bekleyemedim ve şu an gecenin
üçünde ben bu yazıyı yazmaya
başladım…
Kitaplar… kitap okumak…
kitaplarda geçen kahramanlar…
onların yaşantıları, duyguları,
dünyaları beni her zaman benden
alır. Her biri yazılan satırlardaki
zamana, dünyaya götürür.
Ben kitabı okumam, kitaptakiler olur onları yaşarım. Sevinir, üzülür, korkar, heyecanlanır, merak eder,
öfkelenir, sabırsızlanır hatta kıskanırım. Çok olmuştur otobüste, uzun yolculuklarda, deniz kenarında
okurken gözyaşlarımı saklayamadığım, katılırcasına ağladığım… Tatlı sonlu bittiği için sevindiğim… Ya
da sonunu bir türlü kabullenemediğim… Günlerce etkisinden kurtulamadığım…
Yazarın önceden çıkan tüm kitaplarını beğeni ile okuduğumdan “Cehennem” in yayınlanacağı ve
özellikle İstanbul’dan bahsedeceği haberleri beni heyecanlandırdığı kadar çok da meraklandırmıştı. Eşim
de kitabı ülkemizde yayınlandığı gün hemen alıp okumaya başladı. Bense tüm bu istek, merak ve heyecana rağmen kitabı iki kere yanımda tatile götürüp, getirdiğim halde ancak geçen hafta okuyup bitirdim.
Hatta ilk tatilde yanımda götürdüğümde kardeşim kitabı bende görünce bana ver ben okuyup sana
geri veririm dediğinde ona ısrarla hayır önce ben okuyacağım sen sonra okursun dedim. Ve üç ay sonra
tekrar bir araya geldiğimizde (kardeşim İstanbul’da yaşıyor) o hemen okuyup bitirdiğinde ben yine
kitabı sadece yanımda bayram tatiline götürüp getirmiş oldum. Günlerce hatta aylarca başucumda okunacak kitaplarımın arasında beni sabırsızlıkla bekledi ta ki… face book’ta okuduğum kitapları tıklarken
10
11
yanlışlıkla onu da işaretleyene kadar… Yaptığım küçücük hatayı fark ettiğimde yanlışımı düzeltmek
yerine eve gelir gelmez kitabımı alıp okumaya başladım… iyi ki de başlamışım!...
Evet!.. gelelim kitabımıza… Bu
kitap okuyucularına ne anlatıyor diye
soruyorsanız? Ne anlatmıyor ki…
Sanat, edebiyat eserleri, bilim, tarih,
macera ve okuyan kişinin kendi iç
dünyasındaki yolculuğu…
Yazarın ağzından kitabın kapak girişinde
yazdıklarından bir bölümü sizlerle
paylaşıyorum.
Simge bilim profesörü kendini bir anda
ipuçlarını Dante’nin cehenneminde
bularak çözmesi gereken korkunç bir
senaryonun içinde bulur. Floransa’nın
tarih kokan dar sokaklarından Venedik’in
muazzam bazilikalarına uzanan semboller zinciri Langdon’u (Simge bilim
profesörü Robert Langdon ) insanlık
tarihini sonsuza dek değiştirebilecek
bir mekâna sürükler. BURASI ÜÇ
İMPARATORLUĞUN MERKEZİ
OLMUŞ, İNSANLIK TARİHİ
BAŞTAN SONA YENİDEN YAZILACAK YA DA BUNU YAZACAK HİÇ
KİMSE KALMAYACAKTIR...
Bu alıntıyı yazarken bile tekrar
kitabı okurken yaşadığım heyecan,
merak, hayranlık duyguları birbirine
karıştı ve yeniden nefesimin kesildiğini
soluk soluğa kaldığımı fark ettim!
Adı geçen bu üç şehirde gezilen
her köşede gezdim… Bu mekânlarla
ilgili kendi yaşadığım yaşantılarım
canlandı… Ve tekrar buraları gezmek…
bahsedilen eserleri görmek istedim, istedim…
Yazarın olayları anlatırken
kullandığı üslup, geçişler beni yine
hayran bıraktı. Kitabın başlarındaki
bölüm önce bana biraz sıkıcı geldi.
Çünkü hafızama almam gereken çok yabancı isim vardı. Ama internet bu konuda yardımıma koştu
diyebilirim. Adı geçen tüm eserleri ve yerleri bazılarını çok iyi bilsem de internetten bulup onlarla ilgili
bilgileri okudum, resim ve fotoğraflarına baktım. Bu da bana ayrı bir zevk verdi. Okurken ayrıca onların
görsellerini gözümün önüne getirmek daha çabuk yol almamı sağladı. Karakterler ve yaşadıkları ise tüm
bu güzellikleri zenginleştirdi…
Şimdi ise Dante’nin “İlahi Komedya” sını okumak için sabırsızlanıyorum… Yaptığı üç yolculuk
“Cehennem, Araf ve Cennet ” … “Beatrice olan aşkı” … Cehennem Sembolleri. Ve Dante’nin cehennemini anlatan Sandro Botticelli’nin tablosu….Şeytanın yaşadığı, cehennemin dokuzuncu dairesi. “İÇERİ
GİRENLER, DIŞARIDA BIRAKIN HER UMUDU”
Ve şeytanla karşılaşmadan önce “Malebolgo’ deki hilecilerin, başka bir deyişle bilerek
kötülük yapanların cezalandırıldığı on hendekten geçmek… “Tepeden dibe kadar, şeytanlar tarafından
kamçılanan baştan çıkarıcılar… insan dışkısında sürüklenen dalkavuklar… Bacakları havada bellerine
kadar gömülmüş fırsatçı rahipler… Başları arkaya doğru çekilmiş büyücüler… Kaynar zifte atılmış
rüşvetçi politikacılar… Ağır kurşun pelerinler giymiş riyakârlar… Yılanlar tarafından ısırılan hırsızlar…
ateşte yakılan sahtekar danışmanlar… Şeytanlar tarafından parçalara ayrılan fitneciler… Ve son olarak,
tanınmayacak hale getirilerek öldürülen yalancılar… VE YEDİ ÖLÜMCÜL GÜNAH!...
Kitabı okuduğumda pek çok anımın da
canlandığını yazıma başladığımda belirtmiştim.
Onlardan en önemli ve güzeli olanı da ilkokuldayken okulumuzun öğretmenlerinin büyük
sınıflarla birlikte bizi götürdükleri müze gezilerini hatırlamak oldu. Topkapı Sarayı, Ayasofya
Camii, Sultan Ahmet Meydanı, Dikilitaş, Yerebatan Sarnıcı (Sarayı) Deniz Müzesi….Otobüsümüz hatta yediğimiz kumanyalar… Dönüşte
gördüklerimizi yazmamızı istemeleri… Güzel
havalarda resim dersimizi okul bahçemizde çimler üzerinde yaptıran sevgili öğretmenim…
Benim ben olmama katkıda bulunan tüm
öğretmenlerim… Sizlere de sonsuz teşekkürler…
İşte böyle bu kitap sayesinde zihnimin
köşelerinde yerleşmiş anılarım tekrar canlanma
fırsatı da buldular. Lise ve Üniversite yıllarında
tekrar gezdiğim Yerebatan Sarnıcı …. Klasik
müzik eşliğinde sulara yansıyan ışıklar sayesinde
muazzam tavanın yere yansıması ve kendimizi
12
13
bir dehlizde
geziyormuş gibi
hissetmeniz…
Yürüyüşünüzün sonunda Medusa ile
karşılaşma…. Ve daha
neler neler….
Şu an saat
sabahın beşi oldu ve
ben başladığım işi
bitirmenin rahatlığı ile
uyumaya gidiyorum…
Sizler sevgiyle
ve kitaplarla kalın !...
Filiz ÖZ
BULMACA ÇÖZMEK HAFIZAYI GÜÇLENDİRİYOR
Özlem HAYATOĞLU
Keçiören Rehberlik ve Araştırma
Merkezi Özel Eğitim Öğretmeni
Yaşlıların bulmaca çözme
alışkanlığı sadece zamanlarını
eğlenerek geçirmeleri için değil,
sağlıkları için de büyük önem
taşıyor. Yeni bir araştırma, bulmaca ve kâğıt oyunlarının beyin
gücünü destekleyerek hafıza
kaybını engellediğini gösteriyor.
Amerikan New York Albert Einstein Tıp Okulu’ndan
araştırmacılar, yaşları 75 ile
85 arasında değişen 488 kişi
üzerinde yaptıkları incelemelerin
sonuçlarını Nöroloji isimli tıp
dergisinde yayınladı.
5 yıl boyunca incelenen bu hastalardan 101’i bunama sorunuyla
karşılaştı. Katılımcılara; yazma,
okuma, kağıt oyunları oynama, enstrüman çalma ve arkadaşlarıyla sohbet etme tercihleri göz önünde
bulundurularak bir dizi soru soruldu. Akıllarını sürekli meşgul ederek her aktiviteye katılmaları sağlandı
ve her bir aktivitenin sonunda hastalara belli bir puan verildi.
Araştırma, 5 yılın sonunda bunama sorunuyla karşılaşan bu hastaların bazılarının, bir hafta sonundaki puan toplamının 7 olduğunu gösterdi. Bazıları hiçbir aktiviteye katılmazken, diğerleri ise haftada
sadece 1 puan aldı.
Bilim adamları, kazanılan her puanın hafıza kaybını 0.18 yıl ertelediğini keşfettiler.
Araştırmacılardan Charles Hall, “ Haftada toplam 11 aktiviteye katılan kişilerde hafıza problemlerinin
1.29 yıl gerilediği görüldü. Bu aktiviteler zihnin canlılığını korumak için çok önemli. Yaşam tarzlarına
uygun olarak edindikleri hobiler, yaşlı bireylerin karşılaşabilecekleri hafıza problemlerini daha ileriki
yaşlara ertelemelerinde etkili olabilir,” diyerek araştırmanın sonuçlarını açıkladı.
Beyninizin yorulmasını engellemek ve canlılığını korumak için tercih edilebilecek birkaç yöntem daha var. Dikkati toplamak için kısa sürelerle kestirmek, aile ve arkadaş çevresiyle sürekli iletişim
halinde olmak, düzenli egzersiz yapmak ve haftada bir kez balık tüketmek hafıza sorunlarını %60
oranında azaltıyor. (www.realage.com.tr tarafından hazırlanmıştır.)
Hafıza sorunlarına çözüm getirmek amacıyla yapılan araştırmalar henüz yeni olsa da, boş zamanlarda beyni çalıştıracak ve tembelliğe alışmasını engelleyecek aktivitelerde bulunmak hiçbir zarar vermeyecektir. Oyun oynamak, okumak, yazmak ve müzikle uğraşmak zihnin canlılığını korumada ve hafıza
sorunlarıyla karşılaşılmasını engelleme de önemli bir adım olacaktır.
14
15
8 MART DÜNYA KADINLAR GÜNÜ
Serpil ÇAĞLAR
Keçiören Rehberlik ve Araştırma Merkezi Özel Eğitim Bölüm Başkanı
KURTULUŞ SAVAŞINDA SAVAŞAN KAHRAMAN TÜRK KADINLARI
Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir milletinde Anadolu köylü kadınının
üstünde kadın çalışmasını zikretmeye imkan yoktur ve dünyada hiçbir
milletin kadını “Ben Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, milletimi
kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar himmet gösterdim” diyemez.
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK
Nene Hatun
Nene Hatun
Erzurum’un Pasinler ilçesine bağlı Çeperler Köyü’nde dünyaya gelen
Nene Hatun,henüz 20 yaşında bir gelinken 1877-1878 yılları arasında
yapılan Türk-Rus Savaşı’nda (93 Harbi) Aziziye Tabyası’nı sopayla,
taşla, kazma, kürekle savunanlara katılarak cesurca savaştı.Daha sonra
oğlunu Çanakkale Savaşı’nda şehit verdi. 1954 yılında 3. Ordu Müfettişi
Orgeneral Nurettin Baransel Paşa’nın gayretleriyle kendisine “3. Ordunun Nenesi” ünvanı verilip, cüzi de bir maaş bağlandı ve 1955 yılında
anneler gününde “Yılın Annesi” seçildi. Erzurum manevraları sırasında
Amerikan Generali Ridgway bu yüce insanın elini öptü. Nene Hatun bir
kahramanlık ve analık sembolü olarak 98 yaşına kadar yaşadı.
Halide Onbaşı (Edip Adıvar)
1919′da Sultanahmet Meydanı’ndaki mitingde halkı işgallere karşı
uyandırmak için yaptığı etkili konuşma sonrası hakkında tevkif kararı
çıktı.1920′de Anadolu’ya kaçarak Kurtuluş Savaşı’na katıldı.İstanbul
Hükümeti tarafından Mustafa Kemal ile birlikte hakkında ölüm kararı
verilen altı kişiden biriydi. Mustafa Kemal onu Garp Cephesine tayin
etti. Kendisine önce “onbaşı” , sonra da “üstçavuş” rütbesi verildi.
Savaşı izleyen yıllarda Cumhuriyet Halk Fırkası ve Atatürk ile siyasal görüş ayrılığına düştü. 1917′de evlenmiş olduğu ikinci kocası
Adnan Adıvar ile birlikte Türkiye’den ayrıldı. 1939′a kadar dış ülkelerde yaşadı. 1939′da İstanbul’a dönen Adıvar 1940′ta İstanbul
Üniversitesi’nde İngiliz Filolojisi Kürsüsü Başkanı oldu, 1950′de Demokrat Parti listesinden bağımsız milletvekili seçildi. 1954′te istifa
ederek evine çekildi ve 1964′te öldü. Değerli kahramanımız Kurtuluş
Savaşını ve Türk kadınlarının mücadelesini anlatan ve Türk klasikleri
arasına giren pek çok esere imza atmıştır.
Halide Edip Adıvar
Nezahat Onbaşı
Eşini yitiren 70. Alay Komutanı Hâfız Hâlid Bey, 8 yaşındaki
kızı Nezahat’ı kimseye emanet edemeyip, yanına almıştı. Küçük
Nezahat Çanakkale cephesinde muharebe havasına alışmış, Alay
İzmit’e nakledildiğinde talimlere katılarak mükemmel at binmesini,
silah kullanmasını öğrenmiş ve 12 yaşında “onbaşı” rütbesini almıştı.
Babasının yanında cepheden cepheye koşmuş, çarpışmalara girmiş
Nezahat Onbaşı
100′den fazla düşman askeri öldürmüştü.
Nezahat Onbaşı 30 Ocak 1921 yılında T.C.’nin İstiklal Madalyası ile
ödüllendirilmesi önerilen ilk vatandaşıdır ve bu öneri TBMM’ de hararetle kabul edilmiş, ancak Kurtuluş Savaşı’nın hengamesi içinde işleme
konulamamış, daha sonra da kararın yerine getirilmesi unutulmuştu.
TBMM’nin “Şükran Belgesi’ne” 65 yıl sonra 78 yaşında bir nine iken
kavuşmuştu.
Serife Bacı
Şerife Bacı
1921 yılı Kasım ayında İnebolu’ya önemli miktarda savaş malzemesi gelmişti. Malzemenin bir an önce Kastamonu’ya iletilmesi
gerekti. Cepheye gidemeyip de köylerinde kalan yaşlılar sakatlar,
kadınlar, Menzil komutanlığının malzeme taşınması haberi üzerine
kağnılarla yola çıktı. İnebolu’dan kağnılara yüklenen cephaneler
Kastamonu’ya doğru yol aldı. Bu cephane kollarında hep kadınlar vardı.
Bunlardan biri de Şerife Bacı idi. Şerife Bacı top mermileri ıslanmasın
diye kazağını mermilerin üzerine örtmüş, yavrusu ölmesin diye üzerine
abanmış ve soğuktan ölmüştü, ama ölene kadar vücut sıcaklığını yavrusuna vermişti. Bugün Kastamonu’da şanına layık güzel bir anıtı var
(üstteki resim_ Şehit Şerife Bacı Anıtı). Kastamonulular şehit Şerife
Bacı’nın adını her yerde yaşatıyorlar.
Fatma Seher Erden – Kara Fatma
Fatma Seher Erden
1888’de Erzurum’da doğdu. Subay Suat Derviş Bey ile evlenip Balkan Savaşı’na katıldı.I. Dünya Savaşı’nda Kafkas Cephesine gitti.1919′daki Kongre günlerinde, Mustafa Kemal’le bizzat
görüşebilmek için Sivas’a gitti.Bu görüşmenin ardından, Milis Müfreze
Komutanı olarak Batı Cephesinde görevlendirildi. 300 kişiyi aşkın
birliği ile Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nde Mehmetçikle birlikte
destanlar yazdı. Büyük Taarruz’un ilk günlerinde General Trikupis‘in
birliğine esir düşmüşse de, kaçarak yeniden müfrezesinin başına
geçmişti.Kahraman kadın Kurtuluş Savaşı’ndan sonra “üstteğmen”
rütbesi ile emekli oldu. Emekli maaşını Kızılay’a bağışladı. 1954 yılında
TBMM kendisine yeni aylık tespit etti.
Halime Çavuş
Kastamonulu Halime Çavuş, uzun yıllar Halim Çavuş zannedildi.
Kurtuluş Savaşı’na giderken erkek kılığına girdi, erkek gibi traş oldu,
saçını kazıttı ve kimseye kadın olduğunu söylemeden Türk askerinin
arasına karıştı. Gün geldi savaş bitti, ancak o ne asker üniformasını
çıkardı ne de her sabah traş olmaktan vazgeçti. Savaş sonrası Mustafa
Kemal Paşa tarafından Ankara’ya çağrıldı. O’nun “ Seni yollamıyorum,
bizim kızımız ol” önerisine “Annem babam beni bekler” şeklinde cevap
veren Halime Çavuş, “Ben ana-babaya itiatli evlada saygı duyarım”
diyen Mustafa Kemal Paşa tarafından çeşitli hediyeler verilerek tekrar
evine yollandı ve kendisine maaş da bağlandı.
Halime Çavuş
16
17
Hafız Selman İzbeli
Kastamonu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Kadınlar Kolu
kurucularından ve Kastamonu’da ilk kadın meclisi üyesi, sıkı bir
Atatürk hayranı ve kendi deyimiyle bir “Cumhuriyet kadını” idi…
Kurtuluş Savaşı sırasında Kastamonu’ daki kadınları toplamış, asker için
çorap, kazak, fanila ördürüp cepheye göndermişti. Asker Kastamonu’ya
geldiğinde hepsini yolda karşılayıp doyurmuştu. Mustafa Kemal’in
Kastamonu’ya geldiği sırada İzbeli Konağı’nı ziyaret ettiği ve karşılıklı
kahve içtikleri söylenmektedir.
Gördesli Makbule Hanım
1921’de eşi Ustrumcalı Ali Efe ile birlikte Milli Mücadelede çete
savaşlarına katılmıştı. 17 Mart 1922’de Akhisar Sungurlu hududu üzerinde bulunan Koca Yayla’da elinde silah düşmanla en ön safta savaşırken
başından vurularak şehit edilmişti. Henüz 21 yaşındaydı.
Gördesli Makbule Hanım
Çete Emir Ayşe
Yunan askeri Aydın’a doğru geldiğinde iki arkadaşı ile birlikte
Menderes’in diğer tarafına geçmeye çalışan Emir Ayşe, arkadaşlarının
kayıktan düşüp boğulması sonucunda geri dönmüş ve Çanakkale’de
ölen kocasından kalan tek hatıra elmas küpelerini bozdurup kendine
bir tüfek almış, dağa çıkmış, Yörük Ali Efe’ye katılmıştı. Aydın’ın
kurtuluşu olan 7 Eylül tarihine kadar Yunanlılarla savaşmıştı. Savaş
sonrası Atatürk İstasyon Meydanı’nda Çete Emir Ayşe’nin de aralarında
bulunduğu kahramanlara İstiklal Madalyası takmıştı. “Savaştım Yunana
karşı, elimde kalan en değerli şey Atatürk’ün göğsüme taktığı İstiklal
Madalyasıdır” demişti.
Çete Emir Ayşe
Tayyar Rahmiye
Adanalı Rahmiye Hanım 9.Tümenin 1920 yılında Fransızlar ile
yaptığı muharebeye müfrezesiyle katılmıştı. Başlıca görevi, keşif ve
cephe gerisinde kundakçılık yapmaktı. Osmaniye yakınındaki demiryolu
tünelini o patlatmıştı ve bölgedeki düşmanın cephane ikmalini büyük
sekteye uğratmıştı. 1920’de Fransızlara karşı harekete geçildiği sırada
askerlerde bir duraksama olunca “Ben kadın olduğum halde ayakta
duruyorum da siz erkek olarak yerlerde sürünmekten utanmıyor musunuz?” demiş ve aynı muharebede ateş hattında kalan iki arkadaşını
korumak için ileriye atıldığında şehit olmuştu.
Tayyar Rahmiye
Tarsuslu Kara Fatma
Asıl adı Adile olan, Adile Hala, Adile Onbaşı diye bilinen kahraman silah arkadaşları arasında “Kara Fatma” olarak anılırdı. 8-10 kişilik
milis kuvvetiyle Afyon Savaşı’na katılmış, Tarsus’un kurtarılmasında da
büyük yararlılıklar sağlamıştır.
Tarsuslu Kara Fatma
Kılavuz Hatice
Adana’da Fransızlar’a karşı verilen mücadelede yer alan ve milis
kuvvetlerine katılan Kılavuz Hatice, 8 Mayıs 1920’de milli kuvvetler
Pozantı’da taarruza başladığında, kritik bir duruma düşen Fransızları
kandırarak kılavuzluk etmişti. Hatice, kılavuzluk yaptığı Fransızlar’a
yanlış yol göstererek Karboğazı’ na sokmuştu. Boğazda sıkışan
Fransızlar, Türk askerine esir düşmüştü.
Binbaşı Ayşe
Kılavuz Hatice
Gazi Ayşe Altıntaş, Selanik doğumludur. Eşi Kafkas cephesinde
Şehit düşünce; eşinin ve tüm vatan evlatlarının intikamını almaya
yemin etmiştir.Binbaşı Ayşe, Milli Mücadele’de kocasının en kıymetli
birer yadigârı olarak sakladığı ziynetlerini satarak at, mavzer, elbise
ve çizme tedarik etmiş ve bu mücadelede, derece derece terfi ederek
binbaşılığa kadar yükselmiştir. 15 Mayıs 1919’da İzmir işgal edilince,
ilk karşı koyma hareketine o da silahla katılmıştır.Yunanlılar İzmir’e
hâkim olunca Aydın’a geçmiş, Kuvay-i Milliye birliği kurmuş, sonra da
birliğiyle birlikte Nuri çetesine katılmıştır.Aydın muharebesinden sonra
Koçarlı’ya çekilmişler ve bundan sonra İstiklal Mücadelesi’ne başından
sonuna kadar görev almıştır.Binbaşı Ayşe; ayağında çizmesi,başında
kalpak ve subay kılığında gezdi.Askerden her zaman büyük saygı gördü.
Zafer’den sonra uzunca bir süre İzmir’de oturdu. 1934 yılında Soyadı
Kanunu kabul edilince, ALTINTAŞ soyadını aldı.
Binbaşı Ayşe
Atatürk Sitesi
www.ataturkhayati.com
18
19
Kaynak
Kalkınç, F. (2006). Okul Evde Başlar (10.
Basım). Ankara: Nobel Yayın Dağıtım
20
21
Eğitimde Bir Paradoks!
(Birey mi, Toplum mu?)
Çetin TORAMAN
Keçiören Rehberlik ve Araştırma Merkezi
Rehber Öğretmeni
Eğitim! Önceleri yalnızca seçkin, soylu
insanların erişebildiği, zamanla tüm
insanların zorunlu olarak katıldıkları bir
faaliyet... Bir bilim mi? Önceleri bilim
olarak görülmeyen, davranış
bilimlerindeki gelişmelerle bilim olarak
kabul edilen disiplin... Sosyalleşmeyi mi
sağlar, kültürleme sürecini mi? Arzu edilen
yönde davranış değişiklikleri oluşturmaya
mı hizmet eder, iyi, erdemli birer insan
yetiştirmeye mi? Toplumun geleceği için
mi bireyi yetiştirir, bireyin kendisi için mi
bireyi yetiştirir?
Özellikle son soru bir paradoksa işaret etmektedir. Eğitim, Rogers ve Maslow’un da işaret ettiği
gibi bireyin kendinin gerçekleştirmesini (self–realization) ve kendisini edimselleştirmesini (self–actualization) sağlamaya mı çalışmalıdır? (Honer, Hunt ve Okholm, 2003, s: 386; Ozmon ve Craver, 2008, s:
232, Portelli ve Menashy, 2010 s: 417–421). Yoksa eğitim, toplumda demokratik değerlerin yerleşmesi,
toplumun sürekliliği, kültürün aktarılması gibi kazanımlar aracılığı ile topluma mı hizmet etmelidir? Bu
soruların cevabı “her ikisine de (bireye ve topluma)” biçiminde verilebilir. Ancak terazinin kefelerinden
birinin bir tarafın lehine olması söz konusu mudur? Bu soru her zaman belirtilen paradoksu gündemde
tutacaktır.
Eğitim hakkında sorulan ve cevap bekleyen birçok soru bulunmaktadır. Bu soruları akademik
düzeyde incelemek ve cevap aramaya çalışmak önemlidir. Ancak onun kadar önemli olan bir diğer şey,
eğitim alanında uygulayıcı durumunda olan insanların eğitimi nasıl gördükleri ve günlük konuşmalarına
yansıttıklarıdır. Bu makalede eğitimin nasıl görüldüğüne ilişkin birkaç örnek verilecek ve bu örnekler
üzerinden eğitimle ilgili felsefi boyutta akademik bir tartışma yapılmaya çalışılacaktır.
Üzerinde Konuşmaya Değer Bazı Örnekler
Örnek 1
Yer
: Türkiye’de bulunan bir “çok programlı lise”
Kişiler
: Meslekte deneyimli, emekliliği yaklaşmış bir öğretmen ile mesleğinin ilk yılında bulunan,
henüz stajyer olan bir öğretmen
Olay
: Deneyimli öğretmen ortak sınav yapmak istemektedir. Aynı anda iki sınıfta birden
bulunamayacağı için genç öğretmenden diğer sınıfa gözetmenlik yapmasını rica etmiştir. Genç
öğretmenin gözetmenlik yaptığı sınıfta kopya çekmeye teşebbüs etmiş öğrenciler olmuştur. Genç
öğretmen bu öğrencileri öncelikle uyarmıştır. Uyarısına kulak asmayan öğrencileri uyarmaktan vazgeçmiş
ve sınav kağıtlarını toplarken bu öğrencilerin kağıtlarına işaret koymuştur. Sınav çıkışında genç öğretmen
deneyimli öğretmene durumu anlatmış ve işaret koyduğu kağıtları göstererek deneyimli öğretmene ne
yapacağını sormuştur. Deneyimli öğretmenin cevabı şöyle olmuştur: “Sınıflar genelinde en az % 50
başarının tutturulması gerekmektedir. Bu başarıyı tutturamadığımız zaman önce okul müdürleri, sonra
ilçe milli eğitim müdürlüğü ve daha sonra da teftişe geldiklerinde müfettişler bize hesap sormaktadırlar.
Hiçbir öğretmen bu saydığım kişi ve makamlarla muhatap olmak istememektedir. Öğrencilerde de % 50
başarı tutturacak kadar zeka yok. Bu nedenle hiçbir işlem yapmayacağım. Kopya çektikleri halde bile zor
geçiyorlar. Kopya çekerlerse % 50 başarı tutturma olasılığı belki yükselir.” Genç öğretmen sorar: “Eğer
öyle yaparsanız, öğrencilerde kopya çekme davranışını pekiştirirsiniz, onları yanlış davranışa itersiniz
ve bunu bir hak olarak görmezler mi?” Deneyimli öğretmen cevap verir: “Hocam sen meslekte yenisin.
Bizim burada ne yaptığımızı sanıyorsun! Türkiye’nin geleceğinde rol oynayacak zeki öğrenciler zaten
Fen Liseleri, Askeri Liseler ve Polis Okulları gibi seçkin okullardan yetişmektedir. Geriye kalanlar çürük
elma! Biz onları on sekiz yaşına gelene kadar okullarda tutuyoruz, mezun olduklarında askerlik çağına
gelmiş oluyorlar. Daha sonra askere gidiyorlar. Askerlik yaparken askeri eğitimle de bir miktar törpüleniyorlar. O vakitten sonra da vatana millete zarar veremezler artık.”
Örnek 2
Yer
: Üniversite, yüksek lisans dersi
Kişiler
: Yüksek lisans dersini veren öğretim üyesi ve dersi alan öğrenci
Olay
: Yüksek lisans öğrencisi öğretim üyesine sorar: “Eğitim bir hak dediniz. Eğitim bir hak
ise bu hakkı kullanmak ya da kullanmamak da kişinin hakkı değil midir? O zaman zorunlu eğitim denen
olguyu nasıl açıklarız? Hak olan bir şey zorunlu olur mu?” Öğretim üyesi cevap verir: “Eğer bireyi
eğitmezsen bu hakkını nasıl kullanabilir? Eğitilen birey bu hakkını kullanacak olgunluğa ve düşünce
yapısına ulaşabilir. Demokratik toplumlarda, demokrasinin gereği olarak kişinin zorunlu olarak eğitilmesi
şarttır.”
Örnek 3
Yer
: Üniversite
Kişiler
: Dersini veren öğretim üyesi ve dersi alan öğrenciler
Olay
: Öğrenciler öğretim üyesine sorar: “Devletin vatandaşlarına sunduğu eğitim, sağlık vb.
hizmetlerin bir devlet politikası olması gerekmez mi? Eğer bir devlet politikası gibi düşünülmezse şu
anda karşılaştığımız tablo ile karşılaşmaz mıyız hocam?” Öğretim üyesi sorar: “Şu anda karşılaştığımız
tablo nedir?” Öğrenciler; “Eğitim bir yap boz gibi adeta! Her gelen iktidar yeni atadığı bakanla birlikte
bakanlıkta en üst düzey kişiden en alttaki çalışana kadar herkesi değiştiriyor. Bu durum bir yana bir de
durmaksızın eğitim sistemi ile ya da eğitim programları ile oynayıp duruyorlar. Bunun adı da eğitimde
reform oluyor! Durmadan eğitim ile oynarsak, eğitimde bir devlet politikamız olmazsa nereye gider bu
ülke?” Öğretim üyesi cevap verir: “Gençler siz eğitimi ne sanıyorsunuz! Bazı şeyleri iyice düşünüp akıl
süzgecinden geçirmemişsiniz! Eğitimin kendisi bir politikadır zaten! Eğitim ile politika her zaman iç
içedir ve kol kola gider! Bu söylediğimi biraz düşünün isterseniz!”
Bu üç örneği özetleyecek olursak; birinci örnekte deneyimli öğretmenin insan tabiatını kötü gören
bir anlayışı bulunmaktadır. Bununla birlikte aynı öğretmen elitçi bir anlayışa da sahiptir. Seçki ve üst
düzey olan öğrencilerin seçildiğini, iyi eğitildiğini ve topluma yararlı olacaklarını, diğerlerinin ise topluma ancak zarar vereceklerini düşünmektedir. Zarar verecek olanların zarar verme potansiyelini kırmak ise
eğitimin başarılı olduğunun göstergesi olacaktır. Bu öğretmen eğitimde bireyin gelişiminden çok toplumun yararını düşünen bir öğretmendir.
İkinci örnekte, öğretim üyesi eğitimin bir hak olduğunu savunmakla birlikte, kişiyi bu hakkı kullanabilecek olgunluğa eriştirmesi, demokratik bir toplumu güvenceye alması gerekçeleri ile eğitimi zorunlu
görmektedir. Öğretim üyesinin insan doğasına kötü ya da iyi bakmadığı söylenebilir, ancak eğitimde önce
toplum yararını gözettiği de vurgulanabilir.
Üçüncü örnek ise belki de en ilginç olanıdır! Akademik çevrelerde yapılan “Eğitim nasıl olmalı?”,
“Hangi yöntemlerle öğretme gerçekleşir, öğretim yapılır ise öğrenilenler daha kalıcı olur?”, “Bir eğitim
programı nasıl olmalıdır?”, “Eğitimde liderin rolü nedir?” vb. tartışmalar bir yana, eğitimin, siyasi erke,
resmi ideolojiye hizmet edeceği ve erkin istediği türde bir insan yetiştireceği vurgusuna sahiptir. Bu
yönüyle eğitim ile politika iç içedir. Bu nedenle politikacılar eğitimden ellerini çekmezler ve eğitim ile siyasi erkin istediği yönde insan yetiştirirler. Bunun için gerekirse sık sık eğitim sistemi, eğitim programları
ve uygulamalar değiştirilebilir / güncellenebilir.
22
23
İnsan Doğası Nasıldır?
Örnek birde anlatılan durum, bir öğretmen olarak uygulamada olan bir eğitimcinin felsefesini, eğitime
bakışını, insan ve insan doğasına bakışını yansıtmaktadır. İnsan doğası kötü müdür? İnsanı iyiye yöneltmezsek doğasında olan bu kötülükten dolayı içinde bulunduğu topluma zarar mı verir? İnsan eğitilerek
içinde yaşadığı topluma zarar vermeyecek hale mi getirilmelidir? Bu durumda eğitim topluma mı hizmet
eder?
“İnsan doğası nasıldır?” sorusu üzerinde her ne kadar davranış bilimciler düşünse de felsefe ile
uğraşanların ilgi alanına daha çok girdiği kesindir. Felsefede insan doğasına ilişkin alternatif görüşler
yer almaktadır. Bunlar şöyle sıralanabilir (Borchert, 2006, s: 481–484, Honer, Hunt ve Okholm, 2003, s:
373–403, Moore, 2010, s: 14–15):
1) İnsan Doğası Bencil, Saldırgan ve Antisosyaldir: Geleneksel Yahudi–Hristiyan öğretilerindeki ilk günah fikri, Thomas Hobbes, Platon ve Immanuel Kant gibi düşünürlerin görüşleri bu savı desteklemektedir.
Hobbes, insanlarda, birbirine zarar vermek için “doğal bir eğilim” görmüştür. Platon da insan doğasının
güvenilirliği konusunda kuşkularını belirtmiştir. Immanuel Kant doğal insan arzularının, bireyler arasında
çatışmaya yol açan ve başkaları üstünde yasasız, egoistik bir egemenlik kurmayı amaçlayan içgüdüsel çabalar olduğuna işaret etmiştir. Hobbes, Platon, Kant ve dini görüşe göre açıklamalar yapanlar şu noktada
hemfikirdirler: Her ne kadar “insan doğasını değiştiremezsen” de sıkı siyasal, ahlaksal ya da ruhsal bir
disiplinle onu kontrol edebilirsin. Davranış bilimleri alanında da benzer düşünceler görmek mümkündür.
Freud insanda iki ana içgüdü saptamıştır: Aşk ve ölüm. Ölüm içgüdüsü saldırganlık ve yıkıcılık biçiminde
dış dünyaya karşı dönmektedir.
2) İnsan Doğası Toplumsaldır ve Olumlu Gizilgüçler Taşır: İnsana ilişkin bu görüşte, insan doğasının asıl
özelliği, insanı kendini gerçekleştirmeye, kendi gizilliklerini edimselleştirmeye ve kendi yeteneklerini
tatmin etmeye etkin olarak zorlamasıdır. Rousseau ve Froebel gibi düşünürler bu görüşü paylaşmaktadır.
Taoizm gibi doğu felsefelerinde de benzer inanışları görmek mümkündür. Davranış bilimleri alanında;
Buhler’in, bir “kendini tam olarak edimselleştirme dürtüsü”; Rogers’ın, her insanda bir “ileri doğru
yönelme eğilimi”; Maslow’un insan öyle yapılmıştır ki, gittikçe daha tam bir varlık olmaya, yani “kendini edimselleştirme”ye (self–actualization) doğru hızla ilerlemektedir şeklindeki anlatımlarında bu fikrin
desteklendiğini görmek mümkündür. Bu düşünceyi savunanlara göre, bütün yeteneklerini kullanan ve
kendini edimselleştiren insanlar bencil, saldırgan ve antisosyal olmazlar.
3) İnsan Doğası Boş, Esnek ve Tepkiseldir: Bu görüşe göre, insanlar verilmiş, tanımlanabilir herhangi
bir doğayla doğmazlar, bu yüzden de sonsuz sayıda şekil verilebilecek kadar esnektirler. John Locke,
ne doğuştan fikirleri ne de ilk günahı destekleyen bir kanıt bulabilmiştir, böylece her iki kavramı da
reddetmiştir. Herbart’a göre, bir öğretmen kavramları sistematik olarak sunarak, insanları, sözcüğün gerçek anlamında “kuracak” ve onlara kişiliklerinin tüm malzemesini sağlayacaktır. Davranışçı psikologların
görüşleri de benzer yöndedir. Watson: “Bana bir bebek verin, onu sizin istediğiniz kişiliğe ve mesleğe
göre şekillendireyim; çünkü geliştirilecek hiçbir doğuştan yetenek yoktur” demiştir. Skinner herhangi
bir “içsel katagori”ye ya da “içsel durum”a atıfta bulunmayan bir insan bilimi ya da bir “davranış
teknolojisi” geliştirmeyi önermiştir. Varoluşçular, kültürel–çevresel belirlenimciliğin tüm çeşitlemelerini
yadsımalarına karşın, her bir bireyin boş, esnek ve bütün olanaklara açık olduğu konusunda ödün vermez
bir biçimde diretmektedirler.
İnsanın doğası hakkındaki görüşümüz kadar “İnsan özgür müdür? İnsan davranışları belirli nedenlere bağlı olarak belirlenmiş midir?” sorularına vereceğimiz cevaplar da bizlerin eğitime bakışını etkileyecektir.
İnsan Özgür müdür?
Örnek ikide anlatılan durum hak ve özgürlük kavramlarına bakış açısını yansıtmaktadır. İnsan
özgür müdür? İnsan özgür olabilir mi? Yoksa davranışlarımız bazı etkenlere bağlı olarak belirlenmiş midir? Eğitim bireyi geliştirmek için, onu daha da özgür kılmak için mi yapılmalıdır, yoksa toplumun yararı
gözetilerek mi?
Skinner’in (2005, s: 240–241) Walden Two romanında, roman kahramanı olan Frazier ile onun
felsefe bölümünden meslektaşı olan Augutine Castle arasında geçen bir diyalog şöyledir:
Frazier “Davranış bilimlerini kullanabileceğin bir pozisyonun olsaydı, ne yapardın? Eğer
birinin davranışlarını kontrol edebilseydin, ne yapardın?”
Castle: “Ama bu bir varsayım, kabulleniş!”
Frazier: “Sana göre öyle. Bu bir gerçek ve görünen o ki sen de bu gerçeği kabul ediyorsun. Bunun pratikte kontrol için bir anahtar olduğunu kabul etmeseydin, bu çok
da despotik bir iddia olmayabilirdi.”
Castle: “Sanırım, senin davranış bilimleri okyanusuna dalabilirdim. Onlara özgürlük
verirdim, aksi takdirde onları sonsuza dek kaybederdim”
Frazier: “Onlara nasıl özgürlük verirdin?”
Castle: “Onları kontrol etmeyi reddederek.”
Frazier: “Fakat. Onların kontrolünü başka ellere bırakmış olmaz mısın?”
Castle: “Kimlerin eline?”
Fraizer: “Şarlatanların, demagoji yapanların, pazarlamacıların, siyasi parti yöneticilerinin, kabadayıların, hilekarların, eğitimcilerin, papazların / rahiplerin, kısaca
davranış mühendisliğini bilen herkesin eline.
Castle: “Kontrolün en iyi yolu onu bireyin kendi eline bırakmaktır.”
Frazier: “Bu da bir varsayımdır. Senin umduğun bir varsayım. Oysa yalnızca davranış
bilimleri uygulama şansından kaçınmış olursun. Eğer insan özgürse, davranış
teknolojisi / davranış mühendisliği imkansızdır. Diğer durumu göz önünde
bulundurmanı isterim.”
Castle: “Senin kabulün gerçeği yansıtmıyor. Bunun ötesini düşünmeme gerek yok.”
Skinner gibi düşünen bilim insanlarına göre çocuk zaten “belirlenmişlik” yaşayacaktır. İnsanın
yaşamında bu belirlemeleri çevre yaratmaktadır. O zaman çocuğun yaşayacağı bu belirlenmişliği neden
biz belirlemeyelim? Aslında bu tartışma felsefede önemli yeri olan bir tartışmadır. Felsefede özgürlük
üzerine bazı kuramlar geliştirilmiştir. Bunları dört grupta incelemek mümkündür (Honer, Hunt ve Okholm, 2003, s: 223–253):
1) Sıkı Belirlenimcilik: Bu kuramı savunanlar, insanların yaptıkları seçimlerin ve verdikleri kararların
kader, ilahi takdir ya da doğal nedenler tarafından önceden tamamen belirlendiği bir evrende yaşadığımızı
savunurlar. Psikolojinin sağladığı kanıtlar, bir kişinin ortaya koyduğu her tepkinin, geçmiş öğrenmelerin
bir ürünü olduğu kanısını pekiştirirken, bireylerin özgür olduğuna nasıl inanabiliriz? Antropoloji, bir
insan grubunun dilinin, ahlakının, gerçekte tüm yaşam tarzının, kültürel koşullanmanın dolaysız bir
sonucu olduğunu o kadar açık bir şekilde gösterirken, insan gruplarının özgür oldukları nasıl savunulabilir? Özgür irade, “kültürden bağımsız”, “geçmişte öğrenilenlerden bağımsız” olmak demektir. Arzu
ve isteklerimiz, kararlarımız bizim kontrol edemediğimiz güdüler tarafından belirlenmektedir. Biyolojik
yapımız ve çevre tarafından arzu ve isteklerimiz, kararlarımız belirleniyorsa, o halde özgür değiliz sonucuna ulaşılabilmektedir. Bu düşüncenin bir sonucu olarak “ben davrandığımdan farklı biçimde davranamam” çıkarımında bulunulabilir.
2) Belirlenmezcilik: Bu kuramı savunanlara göre kararlar, hiç değilse belli durumlarda, daha önce gelen
fizyolojik ve psikolojik nedenlerden bağımsızdır. İnsan iradesi, kendinden başka bir şey tarafından be24
25
lirlenmez. Belirlenmezcilik evrende bir miktar belirlenimciliği zorunlu olarak reddetmez. Belirlenmezci,
insan davranışının yasalarla tamamen açıklanamayacağı, dünyanın insanların sahiden özgür ve sorumlu
kararlar vermelerine olanak tanıyacak derecede açık olduğu konusunda ısrarlıdır. Bu kuram insanın
aklını ve özgür seçimleri savunan kuramdır. Bu görüşü savunanlara göre insan özgürdür ve şu anda
davrandığından farklı davranabilir.
3) Özbelirlenimcilik: İnsanların, diğer hayvanlardan farklı olarak, eylemde bulunmadan önce yapacakları
üstünde düşünüp plan yapabildiklerini, yaptıkları şeylerin gerekçelerini gösterebildiklerini ve
gerekçelerin nedenler olduğunu savunan kuramdır. Özbelirlenimciliğin tamamen farklı iki versiyonu
ortaya atılmıştır.
a) Pasif Özbelirlenimcilik (Dışsal bir zorlamanın yokluğu olarak özgürlük): Seçimlerimizde, kendi benliklerimizi (ne olduğumuzu ve ne istediğimizi) ifade ettiğimiz ölçüde özgürüzdür. İçinde bulunduğumuz
koşullar, kendimizi ifade etmemizi sınırladığı ya da başkaları bizi yapmak istemediğimiz şeyleri yapmaya
zorladığı sürece de özgür değilizdir.
b) Aktif Özbelirlenimcilik (İçgörüsel farkındalık olarak özgürlük): Sıkı belirlenimciler ile anlaştıkları
noktalar olmakla beraber bu görüşü savunanlara göre sıkı belirlenimciler, insanların düşünme
ve düşündükleri üstünde düşünme ve böylece içgörüsel olarak farkına varma yeteneğini gözden
kaçırdıklarını iddia ederler. Eğer insanın davranışları ve seçimleri arzulardan, alışkanlıklardan, inançlardan ya da kendisinin ve çevresinin bilincinde olmadığı, farkına varmadığı ya da içgörüyle göremediği
herhangi bir yönünden kaynaklanırsa, o insan özgür değildir (sıkı bir şekilde belirlenmiştir). Davranışlar
ve seçimler, kendi içindeki ve dışındaki durumlara ilişkin içgörüsel farkındalık tarafından yönlendirildiği
ölçüde insan özgürdür. “Özgürlük” sözcüğünün bu anlamında, insanlar özgür olmayı öğrenebilirler.
4) Bir Varsayım Olarak Özgürlük: Bu görüşü savunanlar, bilim insanlarının, bilimsel etkinlikleri sürdürebilmelerine bir temel olarak, bilimsel belirlenimcilik ilkesini varsaymaya hakları olduğunu teslim ederler.
Fakat insanların da yaşamlarını yönetmek için en anlamlı temel olarak insan özgürlüğü ilkesini varsaymaya eşit ölçüde hakları olduğunu iddia ederler. Görüşün yandaşları, insan denen yaratığın, kendini
hayali bir özgürlük kılığına bürümüş haddini bilmez bir hayvandan başka bir şey olmadığını da pekala
kabul edebilirler. Ama insan sorumluluğunun ve toplumsal düzenin söz konusu olduğu yerde, özgürlük
varsayımı tatmin edici ve başarılı sonuçlar veren gerekli bir kurgu haline gelir. Özgürlük işleyen bir ilke
olarak varsayılmadıkça, yaşam karmakarışık ve boş bir şey olmaktadır.
İnsanın tabiatına ve insanın özgür olup olmadığına dair sahip olduğunuz görüşe göre eğitime
bakışınız da bir anda değişmektedir. Eğer insan özgürse, davranışları belirli nedenlerle belirlenmemişse
ve ek olarak insanın doğası da iyiyse eğitimde, onun önündeki engelleri kaldırmaya çalışır ve gelişmesine
fırsat tanırsınız. İnsanı yaşadığı toplum için potansiyel bir tehlike olarak görmezsiniz. Ancak insanın
doğasının kötülüklerle dolu olduğunu düşünürseniz ve doğasından gelen dürtüler ile davranışlarının
belirleneceğini de iddia ederseniz örnek birdeki deneyimli öğretmen gibi onu yaşadığı toplum için potansiyel bir tehlike olarak görürsünüz. Bu durumda insanı eğitim aracılığıyla istediğiniz gibi düşünmeye
ve davranmaya zorlamak isteyebilirsiniz. Kısaca onun olumsuz yönlerinin eğitim ile törpülenmesini
hedefleyebilirsiniz. Dolayısıyla insan doğası ve özgürlüğü ile ilgili görüşler eğitimin amaçlarını da etkilemektedir.
Kaynaklar
Borchert, D. M. (2006). Encyclopedia of Philosophy (Second Edition), Volume: 4. Thomson Gale. USA
Honer, S. M., Hunt, T. C. ve Okholm, D. L. (2003). Felsefeye Çağrı, Sorunlar ve Seçenekler (Çeviren:
Hasan Ünder). İmge Kitabevi. Ankara
Moore, T. W. (2010). Philosophy of Education (An Introduction), Volume: 14. Routledge Taylor & Francis
Group. London
Ozmon, H. A. and Craver, S. M. (2008). Philosophical Foundations of Education (Eighth Edition). Pearson
Prentice Hall. USA
Portelli, J. P. and Menashy, F. (2010). Individual and Community Aims in Education (Chapter 28 in The
SAGE Handbook of Philosophy of Education. Edited by Richard Bailey, Robin Barrow, David
Carr and Christine McCarthy). SAGE Publications Ltd. USA
Skinner, B. F. (2005). Walden Two (reprinted). Hackett Publishing Company Inc. Indianapolis. USA
26
27
Kırdım mı incittin mi birilerini
Kimleri kazandım, yitirdiklerim kimler.
Kendimi yeniledim mi yazdıklarımda?
Yeniden düşünmeliyim
Dostluklarımı, ilişkilerimi
Gözlerim çocukluk fotoğraflarında mı kaldı
Yitirdim mi yoksa masumiyetimi?
Borçlarımı ödedim mi?
Doğru seçtim mi soruların fiillerini?
Tırnaklarım kesilmiş, dişlerim fırçalanmış, saçlarım taranmış,
giysilerim ütülü, odam düzenli mi?
Geri verdim mi aldıklarımı:
Aşkları, dostlukları, sevgileri, güvenleri, bağları,
Kitaplara, sayfalara, satırlara borcumu ödedim mi?
Yokladım mı duygularımı
Hala sevebiliyor muyum insanları?
Ovmalı gümüşleri, bakırlarımı; cila geçmeli ahşaplarıma
ovmalı umutları
Saklı tutmalı gelecek inancını, yarınları eksik etmemeli ağzımızdan
Ey uzak akrabalarım, üvey aşklarım
Mevsim sonu dostlarım, işporta malı ayrılıklar
Arkadaş ölümleri, dost hançerleri, talan ettiğimiz zulalar
Gece telefonları, ıssız konuşmalar
Mağrur incelikler, vurgun yemiş ilişkiler
Uçurum duygusuyla yaşadığımız hayat ey
O kadar çok anlattım ki
Kendime kaldım anlatmaktan...
Bunaldım kendisiyle boğuşmasını
Başkalarında çözmeye çalışan insanlardan
Usandım sözcük oynamalarından, tılsımlı sıfatlardan,
Ofset duyarlılıklardan
Kaç zamandır duru, yalın, çalışkan, iyi insanlar özlüyorum
“içtenliğin” ya da “dünya görüşünün” kirletmediği
Kendime bir yeni yıl kartı yazarak bunları diliyorum
Aranıp duruyorum adresini yitirdiğim insanları
vitrin camlarına yansıyan yüzlerde
Bilmiyorum kalmış mıdır adresini yüzlerinde taşıyan insanlar
Hala bir umut var mıdır
Çıkmaz bir sokağa benzeyen bu avare avunması vitrinlerde
Ne çıkmaz sokaktayım ne de mutsuz
Sadece rüzgarlardan daha güçlü olmak istiyorum o kadar
Açık denizlerde nice yolculuklara yelken açarken
Kış güneşinin mutlu ettiği bir kedi gibi mutlu, emin, tasasız
Sere serpe ve keyifli olmak tek isteğim ve dileğim
senin ve benim, yani bizim için...
Murathan Mungan
FİLMLER
Raşide GÖVEBAKAN
Keçiören Rehberlik ve Araştırma Merkezi Rehber
Öğretmeni
KUYU (1968)
Tür: Dram
Yönetmen ve Senarist: Metin Erksan
Ödül: 1.Altın Koza Film Festivalinde 4 ödül
Oyuncular: Nil Göncü, Hayati Hamzaoğlu, Demir
Karahan
Konusu: Yönetmen filmini, bir gazete haberinden yola
çıkarak çeker. Kur’andan bir ayetle başlayan film, vahşi
bir adamın savunmasız bir kadın üzerinde uyguladığı
şiddet ve adamın benliğini ele geçiren tutkuyu anlatır.
Gerçekten yaşanmış bir gazete haberinden.
Erksan filme Kuran’dan bir ayetle girer: “Kadınlara
iyilikle davranın. Filmin mesajıdır bu. Çünkü konu
yaban bir adamın bir kadın üzerinde uyguladığı şiddeti
sergilemektedir. Köylü Osman (Hayati Hamzaoğlu),
aynı köyden, deliler gibi tutkun olduğu Fatma’yı (Nil
Göncü) dağa kaldırır. Fatma teslim olmaz. Çünkü bu
kara sevda tek yanlıdır. Hapisten çıkan Osman bir
kez inat etmiş kafasına takmıştır. Bir kez daha kaçırır
ve üçüncüsünde Fatma’yı bir ağaca bağlayarak zorla
tecavüz eder. Ama Fatma’nın intikamı acıdır. Osman’ı
su almak için kuyuya indiğinde üzerine kaya ve taş
parçalarını yağdırarak öldürür.Sonra da kendini asar.
(Agah Özgüç’ün 100 Filmde Türk Sineması kitabından)
KIZILIRMAK- KARAKOYUN (1967)
Tür: Dram
Yönetmen: Lütfü Akad
Senaristler: Lütfü Akad, Nazım Hikmet
Oyuncular: Yılmaz Güney, Nilüfer Koçyiğit, Osman
Alyanak
Konusu: Nâzım Hikmet’in öyküleştirdiği bu Anadolu
efsanesi, 1947’de Muhsin Ertuğrul tarafından sinemaya aktarılmıştı. Bu yeniden çevrim, Ö. Lütfi Akad’la
Yılmaz Güney işbirliğinin en çarpıcı
örneklerinden biridir ve Güney’in kendi çektiği filmleri
de etkilemiştir. Yılmaz Güney’in canlandırdığı çoban
Ali Haydar, oba beyinin kızı Hatice’ye vurgundur. Bu
durum törelere aykırı olduğu için köyün erenleri bir şart
koşarlar: Üç gün tuz yedirilen koyunlar, su içmeden
dereyi geçebilirlerse kızı vereceklerdir. Âşık çoban
bunu başarır, ama oba beyi kızını başkasına verir.
Bunun üzerine tüm oba halkı ayaklanır.
Film genel olarak baskı altında tutulan iki gencin sevda
öyküsünü içeriyor. Ama törelere göre bey kızı bir çobana yaramaz. Köyün erenleri olaya bir çözüm yolu bulur.
Üç gün üç gece tuz yedirilen koyunlar, su içmeden
28
29
dereyi geçebilirlerse Oba Beyinin kızı Hatice (Nilüfer Koçyiğit) çoban Ali Haydar’ın (Yılmaz Güney)
olacaktır. Aşık çoban, kavalının içli sesiyle koyunlarını derenin karşı tarafina geçirmeyi başarır. (Filmin en etkili ve duyarlı sahneleri.) Ancak bey kızını, satın aldığı yayla sahibinin oğluna verir. Oba halkı
ayaklanır. Çünkü hak çobanındır. Ayaklanan oba halkı ve Ali Haydar, düğün olayı ile köprü
üzerinde karşılaştıklarında çatışma çıkar. İpler kopar, kasabayı yaylaya bağlayan asma köprü ve aşıklar
sulara gömülür, kimse kurtulmaz.
KURBAĞALAR (1985)
Tür: Dram
Yönetmen: Şerif Gönen, Zeki Ökten
Oyuncular: Hülya Koçyiğit, Ajlan Aktuğ, Talat Bulut, Metin Çekmez
Konusu: Yaşamlarını domates, biber ve kurbağa toplayarak geçiren köylülerden Elmas Kadın (Hülya
Koçyiğit), kocası öldürülünce genç yaşta dul kalır. Kocasız kalan Elmas, günden güne büyüyen çocuğuyla
yaşam savaşı verir. Bankaya ve kooperatife olan borçlarını ödeyebilmek için durmadan çalışmak
zorundadır. Bu arada köyün delikanlıları da Elmas’a rahat vermezler. Ama genç kadının, 7 yıl hapiste
yattıktan sonra özgürlüğüne kavuşan Balkanlı Ali’ye (Talat Bulut) kanı kaynar. Ali de Elmas’a sevdalıdır.
Onunla evlenmek ister. Ama bi gecelik bir beraberlikten sonra Ali’nin bu tutkusundan vazgeçtiği görülür.
Çünkü bu evliliğe karşı çıkan Ali’nin dul annesidir. Elmas kaderine boyun eğerek yaşamını kurbağalar
dünyasında sürdürecektir.
KÜÇÜK KIYAMET (2006)
Tür: Dram, Fantastik Korku
Senarist: Doğu Yücel
Yönetmen: Durul Taylan, Yağmur Taylan
Oyuncular: Başak Köklükaya, Cansel Elçin, Binnur Kaya
Konusu: İstanbul’da ardarda yaşanan sarsıntılar, annesini
depremde kaybeden Bilge üzerinde psikolojik rahatsızlıklar
yaratmakta ve genç kadının ciddi travmalar yaşamasına
neden olmaktadır. İki küçük çocuğu, eşi ve yeğenleriyle şehri
terk ederek, olası İstanbul Depremi’nden kaçıp bu “Küçük
Kıyamet”ten kurtulmaya çalışan aile, gittikleri başka bir
güney kasabasında bu kez başlarına gelen esrarengiz olaylar
nedeniyle yine korkularıyla yüzleşirler.
MADEN (1978)
Tür: Dram
Yönetmen ve Senarist: Yavuz Özkan
Oyuncular: Cüneyt Arkın, Tarık Akan, Hale Soygazi, Meral
Orhonsay
Konusu: Her an ölüm tehlikesiyle karşılaşan maden işçilerinin
çalıştıkları ocaklarda gereken önlemler alınmaz ve uyarı
amacıyla imza toplansa da dayanışma sağlanamaz. Davasında
yalnız kalan İlyas (Cüneyt Arkın) direnmesini sürdürünce
sendika ağaları tarafından kurşunlatılır. Bir süre sonra da
İlyas’ın göçük altında kalıp, ölmesi sonucu ilk kez işçiler bir
araya gelir ve film “işçiler birleşin” sloganıyla biter.
MASUMİYET (1997)
Tür: Dram
Yönetmen ve senarist: Zeki Demirkubuz
Ödüller: Antalya Film Festivali’nde 4 Altın Portakal ve Altın
Koza Film Festivali’nde 4 ödül aldı.
Oyuncular: Güven Kıraç, Derya Alabora, Haluk Bilginer
Konusu: Yusuf namus cinayeti sebebiyle girdiği cezaevinden çıkmıştır. Ama hayatta hiç bir amacı kalmamıştır artık.
Uğur ile Bekir’in ise hikayesi bambaşkadır. Bekir uğrunda
ölecek kadar çok sevmektedir Uğur’u. Ancak Uğur hapisteki Zagor’a aşıktır. Bir de Çilem vardır. Annesi Uğur’un
hamileyken yediği dayaktan dolayı sağır ve dilsiz doğmuştur
küçük Çilem. Yusuf köhne bir pansiyonda Bekir ve Uğur
ile tanıştıktan sonra üçünün hayatları dramatik bir şekilde
değişmeye başlar.
Kır sahnesindeki Haluk Bilginer’in hafızalara kazınan uzun
konuşmasıyla ve müthiş performansıyla çok konuşulan film,
2006 yılındaki yönetmenin çektiği Kader filminin sonrasını
anlatır. Film, bir hayli ironik olan sonuyla da izleyende büyük
bir etki yaratmıştır.
Türk sinemasının çıkardığı en iddialı ve iyi filmlerinden biri
olan Masumiyet, Antalya Film Festivali’nde 4 Altın Portakal
ve Altın Koza Film Festivali’nde 4 ödül aldı. Usta yönetmen
Zeki Demirkubuz ve iddialı kadrosuyla izlenmesi gereken bir
film.
MAYIS SIKINTISI (1999)
Tür: Dram
Yönetmen ve senarist: Nuri Bilge Ceylan
Oyuncular: Emin Ceylan, Muzaffer Özdemir, Fatma Ceylan
Konusu: Bu yıl mayıs ayı, kasabada sanki eskiye göre daha
sıcak, daha sıkıntılı. Kasabadaki herkes küçük dertleriyle iç
içe ve sürpizlere kapalı hayatlarıyla yine de huzurlu görünüyor. Ancak bu huzur, çocukluğunu geçirdiği bu kasabada bir
film çekmeyi kafasına koymuş Muzaffer’in gelişiyle biraz
zedelenir.
Kimse bize baharın sıkıntı verdiğini söylememişti. Öyle kolay
bir alışkanlıktı ki baharla yaşama
sevincini, umudu bir tutuvermek... Tıpkı sonbahar denilince
aklımıza hüznün düşüvermesi gibi. Ve buna benzer daha
ne çok şeyi hazır kalıplar içinde düşünüp, başka şeylerle
özdeşleştirerek çabucak kabul ediveriyorduk! Her iyi film
için geçerli olan şey “Mayıs Sıkıntısı” için de geçerli; yani
sözcüklere dökülerek anlatılması çok zor. Yıllar sonra
ailesinin-akrabalarının yaşadığı, çocukluğunun geçtiği kasabaya elinde bir kamera, kafasında bir film yapma tasarısı
ile giden bir adamın öyküsü bu film... Belki de, yıllardır
bin bir emekle yetiştirdiği meşe ağaçlarını orman idaresine
kaptırmamanın savaşını veren babasının; “her mayıs içini
sıkıntı basan”, bir toprak ve gönül adamı olan babasının
öyküsü –
MUSTAFA HAKKINDA HERŞEY (2004)
Tür: Gerilim, dram
Yönetmen ve senarist: Çağan Irmak
Oyuncular: Nejat İşler, Fikret Kuşkan, Başak Köklükaya
Konusu: Mustafa’nın örnek bir yaşamı vardır. İyi bir işi,
30
31
mükemmel bir eşi ve dünya güzeli bir çocuğu. Fakat bu eşsiz
yaşamı bir kazayla aniden darmadağın olur. Karısı yabancı
bir adamla trafik kazası geçirmiş ve hayatını kaybetmiştir. Sır
dolu yabancı ise hastaneye kaldırılır.
Mustafa karısının adamla olan ilişkisini öğrenemek için
çılgınca bir plan yapar. Fikret adını taşıyan genci kaçırıp
şehirden uzak bir yere götürür, böylece karısının gizli yaşamı
hakkındaki detayları zorla da olsa öğrenecektir. Fakat bu
gerilim dolu ilişki sonucu kendi hakkında da bazı gerçeklerin
farkına varacaktır. Ve olaylar kısa sürede kontrolden çıkar!
OYUN (2005)
Tür: Belgesel
Yönetmen ve senarist: Pelin Esmer
Oyuncular: Bilinmeyen Oyuncular
Konusu: Gündelik hayatın yorucu koşturmacası altında ezilen
Mersin Aslanköy’ de yaşayan dokuz köylü kadın, bir gün,
kendi hayatlarından yola çıkılarak hazırlanmış bir tiyatro
oyunu yazmak ve oynamak için biraraya gelirler. Günlerini
tarlada, inşaatta, evde sürekli çalışarak geçiren bu kadınlar, bu
sayede kendi hayatlarının gerçekleriyle de yüzleşeceklerdir.
Köy okulu müdürünün de yardımlarıyla okulu kendilerine
çalışma alanı seçen kadınlar, kendilerine dair hikayeleri
ortaya dökerek hem kendi gerçekleriyle yüzleşecek hem de
birbirleriyle farklı bir paylaşım yaşayacaklardır.
Mersin Aslanköy kadınlarının kendi hayatlarıyla ilgili bu
oyunu yazma ve oynama sürecini, belgesel formatında
kameraya alan Pelin Esmer, bu filmi ile uluslararası festivallerden 4 ödül topladı.
PAZAR: BİR TİCARET MASALI (2008)
Tür: Dram
Yönetmen ve senarist: Ben Hopkins
Oyuncular: Tayanç Ayaydın, Genco Erkal, Senay Aydın
Konusu: 90’lı yılların başında Doğu’da bir şehir. Doğuştan
ufak bir tüccar olan Mihram, ne istenirse onu bulmasıyla nam
salmıştır. Büyük işler bağlamak için birçok fikri vardır ama bu
fikirleri hayata geçirecek sermayeye sahip değildir.
Yöreye yerleştirilen telefon vericilerini gördüğünden beri
aklını cep telefonu satan bir dükkan açmakla bozmuştur. Bir
gün, kasabadaki dispansere ilaç taşıyan kamyonun soyulması
üzerine çaresiz kalan hekim Mihram’dan karaborsa ilaç
bulmasını ister. İlaç acilen çocuklar için gereklidir.
Mihram bu durumu hayatını nihayet değiştirebileceği
bir fırsat olarak görür. Kamu parasıyla kumar oynayacak, ona bu süreçte eşlik edecek amcası Fazıl’ın yaşadığı
Nahçivan’a kaçakçılık yapacaktır. Eğer kaybederse toplumdan dışlanacağının farkındadır, ama kazanırsa hayal ettiği işi
kuracak kızına ve karnı burnunda karısına daha iyi bir gelecek hazırlayacaktır.
Ancak Mihram iki şeyi hesaba katamaz: Mihram’ın attığı her adımı dikkatle izleyen ve “Ay’ın ışığını
nereden aldığını” öğrenmeye fazlasıyla meraklı olan yerel mafyayı; bir de gittikçe daha fazla değişen bir
pazarın acımasız kanunlarını. Arz ve talep…
En İyi Fİlm dahil 4 dalda Altın Portakal Ödülü sahibi Pazar: Bir Ticaret Masalı, kapitalist öğretinin egemen olduğu dünya ticaretinin küçük bir halkasını tasvir ederken, yoksulluğun ve köşe dönücü zihniyetin
bireyi değer erozyonuna uğratmasını, vicdanını yok etmesini ele alır. Mihram’ın serüveni aşık geleneğini
andıracak biçimde türkülerle, şarkılarla anlatılan bir ticaret masalıdır.
32
33
BİR KUTU DOLUSU YAŞAM GÖNDERİYORUM SANA
Selda SAKIZCIOĞLU
Keçiören Rehberlik ve Araştırma Merkezi
Rehber Öğretmeni
Bir kutu dolusu yaşam gönderiyorum sana. Sade bir kurdeleyle süslenmiş.
Çöz kurdeleyi ve kaldır yavaşça kutunun
kapağını...Kocaman bir fırça ve bin renk
koydum kutuya. Bir cennet resmi yapıp
içine gir diye... Düşler serpiştirdim gizlice.
Düş kurmayı unutma diye. Bir tane de
elma şekeri yerleştirdim. İçindeki çocuğu
tadabilesin diye...
Güneşin batışını, billur suyun
sesini, kırmızı gelinciklerin saflığını, taze
ekmeğin kokusunu ve bir gülümsemenin
de sıcaklığını sığdırdım. Ruhlarımız aç kalmasın diye... Kutuya biraz da sevecenlik koydum. Güçlü ol
diye..Beyaz bir güvercin uçup kendi kondu bu kutuya. Barış ve özgürlüğü sunmak için. Bir buket sevgi,
bir yudum aşk ve yarım bir elma da koymadan edemedim. Paylaşmayı hatırlayalım diye...
Sevdiklerimize onları sevdiğimizi söylemek için yarını beklemeyelim, hemen şimdi yapalım bunu
diye içtenliği, umudu, nesneyi, bağışlayıcılığı, özgüveni, açık yürekliliği unutmadım. BEN’in dışına çıkıp
BİZ’e ulaşabilelim diye...
Son olarak da bir kart iliştirdim kutuya. Bak bu kartta neler yazıyor:
‘BU KUTUNUN HER KAPAĞINI KALDIRIŞINDA, YAŞAMLA İLGİLİ YEPYENİ ŞEYLER
KEŞFEDECEKSİN. YAŞAMAK İÇİN YARINI BEKLEME, AL YAŞAMI KOLLARININ ARASINA
VE SIMSIKI SARIL... YAŞAMDAN YALNIZCA ALMAK YERİNE ONA BİR ŞEYLER
VER. KISACASI BUTÜNÜYLE İNSAN OL. UNUTMA, YAŞAM DOKUMASI HENÜZ
TAMAMLANMAMIŞ, OLAĞANÜSTÜ GÜZELLİKTE BİR DUVAR HALISIDIR. VE SANA AİT
OLAN KÜÇÜCÜK BOŞLUĞU YALNIZCA SEN DOLDURABİLİRSİN...’
Bernard SHAW
UTANGAÇLIĞI YENEN OYUNLAR
Semra Hamide YILMAZ
Keçiören Rehberlik ve Araştırma Merkezi Rehber Öğretmeni
Çocukta utangaçlık hali henüz ana okuluna giderken bile ortaya çıkabilir. Utangaç çocuk girişken
değildir, arkadaşlarının oyunlarına katılmaz, bir köşeye çekilerek onları izlemekle yetinir. Altı yaşına
doğru çevresiyle iletişim kurmaktan endişe duyar, kendisini dışlanmış gibi görür. Sınıfta aptalca bir
şey söyleyerek arkadaşlarının kendisine gülmelerinden korkar. Endişe ve telaşa kapılması yüzünden
öğrendiklerini unutur ve öğretmeninden kötü not alır. Bu durum kendisine güvenini daha da azaltır.
İçine kapanan Çocuk
Küçük utangaç, kendisini endişelendirebilecek durumlardan kaçınmaya çalışır. Arkadaşları ile
gezmeyi çok istese de ödevi olduğu bahanesini uydurur veya karnının ağrıdığını söyler. Korktuğunun
başına gelmemsi için çabaladıkça endişesi artar. Yeni yetmelik çağına girince halinden memnunmuş gibi
kendi dünyasına sığınır.
Utangaçlığın sebepleri karmaşıktır. Psikologlar bu sebepleri çözümleme yerine davranışları
değiştirmeyi öneriyorlar. Amaç utangaçı korktuğuyla karşı karşıya getirmek. Fransa da yayınlanan
“Çocukta utangaçlık” isimli kitabın yazarları çocukları sıkılganlıktan kurtarmaya ve kendilerini kabul
ettirmeye yönelik bir takım oyunlar öneriyorlar. İşte aile ortamında , yakın akraba ve komşu çocukları ve
sınıf arkadaşları arasında oynanılabilecek üç oyun:
1) Bakış Oyunu (10 ila 11 yaşına kadar)
Utangaç çocuk görülmekten ve kendisine bakılmasından çok ürker “seni bakışımla tutuyorum, sende
beni bakışınla tut” oyunu, karşısındaki arkadaşlarınız ve oyuna katılanların komikliklerine rağmen, bu
arkadaşının yüzüne uzun süre bakmayı başaran çocuk birinci sayılır. Oyuna önce anne- çocuk ikilisi
ile başlanır. sonra hala, teyze ve diğer çocuklarla ikililer oluşturularak daha güç durumlar oluşturulur.
Çocuğunuza bu oyunu okulda teneffüs sıralarında oynamasını öğütleyin
2) Gazetecilik Oyunu (9-10 yaş)
Televizyonda seyircilerin karşısındaymış gibi, çocukla karşı karşıya oturularak mülakat yapan gazeteci
rolüne girilir.Daha sonra bu rolü çocuk üstlenir. Önce sıkıldığı belli olan çocuk yavaş yavaş soru sormaya
başlar. Yeni yetme çocuklara mülakat sorusu hazırlama kabilinden görevler vererek oyunun profesyonel
cephesini daha da güçlendirmek elinizde.
3) Heyecanlanma Oyunu (her yaş için)
Utangaçlık, başkalarının yargısına maruz kalmaktan korkan çocuğun duygularını açığa vurmasına engel
olur. Heyecanlar ifade edilemez. Çok şiddetli heyecanlar, sonunda hiç yeri değilken damdan düşer gibi
ortaya çıkarlar ki böyle bir durum ekseri yanlış anlamalara yol açarlar.
Bu gibi durumları önlemek için sevinç, üzüntü, hiddet ve benzeri duygu hallerini taklit ederek
çocuğunuzu eğlendirin. Fakat taklit ettiğiniz heyecan türü çocuk tarafından anlaşılmalıdır. Daha sonra
onunda taklitleri yapmasını isteyin. Bu oyunda amaç heyecanlardan kaynaklanan endişeyi azaltmaktır.
Çocuk böylelikle heyecanlandığı zaman bunu önleme refleksini kazanmış olur.
34
35
Her Sınıf Kariyer Merkezi, Tüm Öğretmenler Kariyer Danışma Uzmanı!
Mehmet Ali İLKAYA
Keçiören Rehberlik ve Araştırma Merkezi Rehber Öğretmeni
Okul ve eğitim anlayışında farklı dönemlerde farklı beklentiler olduğunu biliyoruz. Okuldan
beklenilenlerden birisinin de; “iş ve meslek yaşamına etkili bir hazırlık” amacı olduğunu kabul etmekteyiz. Öğrencilerin, kendi yaşamlarında söz sahibi olmaları kariyer yaşantısında söz sahibi olabilmesine
bağlıdır. Her okul, her sınıf ve her öğretmen doğrudan veya dolaylı olarak öğrencilerin/bireylerin kariyer
yaşantısına etki ederler. Kariyer planlaması, kariyer kararları okuldaki belli bir birimin (rehberlik servisi)
veya bazı uzmanların (rehber öğretmen) sorumluluğu olarak görülemez. Şüphesiz söz konusu birim ve
uzmanların bireylerin kariyer yaşantısında çok önemli sorumlulukları var. Böyle olmakla birlikte okul ve
öğretmenlerimizde asgari bir “kariyer planlama” misyonuna sahip olmalarında fayda var.
Öğretmenlerin, sınıflarındaki öğrencilerin, sağlıklı kariyer planlaması yapabilmeleri için etkin
olması kaçınılmazdır. Gerçekte öğretmenler, pasif veya aktif tutum ve davranışlarıyla çocukların,
gençlerin mesleki tercihlerinde etkin olmaktadırlar. Öğretmenlerimizin sınıfta, derste veya sosyal etkinliklerde üstleneceği bazı faaliyetlerin her öğrencinin kariyer gelişimine katkısı olacaktır.
İşsizlik ve iş doyumu, iş-meslek yaşamındaki memnuniyet düzeyleri, sadece bireyi değil, toplum ve
ülke ekonomisini de etkiler. Ülkemizde hem işsizlik yüksek oranlarda (İşsizlik Oranı: % 9,7 Genç İşsizlik
Oranı : % 12,3, TÜİK, 2014) hem de iş değiştirme düzeyleri oldukça yüksek (%60) olarak seyrediyor. Bu
sonuçlarda kariyer planlama adımlarının doğru atılmadığını ve iş etiğinin henüz yerleşmediğini gösteriyor.
Okulda kariyer planlama için izlenecek yollara gelince. Mesleki Eğitimi Güçlendirme Projesi
çerçevesinde 21 pilot ilde uygulanacak bir “öğretmen eğitim programı” hazırlandı. Kariyer planlamasının
bilimsel, etkin ve verimli olarak icra edilmesinde bu çerçevenin işimize yarayabileceğini düşünüyoruz.
Kariyer danışmanlığı eğitiminde dört temel yetkinlik alanı belirlendi:
1. Temel Beceriler alanı: “Etkili iletişim kurma. Farklılıkları dikkate alma. Eğiticinin güncel gelişmeleri
takip etme. Mesleki rehberliğe ilişkin rolün farkına varma” olarak belirlendi. Kariyer danışmanlığı ile ilgili bir etkinlikte; empatik olmak, bireysel farklılıklara duyarlı ve saygılı olmak, bireyin kariyer yaşatışına
olan etkimizi fark etmek ve güncel gelişmeleri izlemek, kendi yetkinlik ve becerilerimizi geliştirmek
durumu olarak ifade edebiliriz.
2. İş Gücü Piyasası: Bu alan okullarımızın en zayıf olduğu alan olarak dikkat çekmektedir. “Yerel İşgücü
piyasası ile ilgili bilgi kaynaklarını tanıma. Ulusal düzeyde işgücü bilgi kaynaklarını tanıma. Geleceğin
meslekleri hakkında bilgi edinme. Ulusal ve yerel düzeyde işgücü piyasasını izleme Sektörler ve sosyal
taraflarla işbirliği yapma. İş kurma ve işe yerleşme süreci” İş gücü ve piyasanın temel dinamiklerini,
gelişen ve değişen sektörleri ileriki dönem beklenti ve analizleri izleme ve güncel olarak öğrencilerle
paylaşmayı içerir.
3. Farklı Hedef Grupları: “Özel eğitim gerektiren bireylerin ihtiyaçlarının farkında olma. Risk altındaki
grupların ihtiyaçlarının farkında olma”yı içerir.
4. Bilgi ve İletişim Teknolojileri : “Sosyal medyayı kullanma. Mesleki bilgiye erişim kaynakları tanıma.
Eğitim olanakları ve burs fırsatlarına ulaşma” olarak belirlendi.
Proje çalışma grubunda yukarıda sayılan yetkinlik alanlarına ilişkin genel hedefler bu şekilde
saptandı. Kariyer danışmanlığı için sınıfta uygulanabilecek pratik, kolay ve etkili ve pekçok aktivite
bulunmaktadır. Öncelikle öğrencilerin kariyer yaşantısının önemli parçası olduğumuzu unutmayalım.
Atacağımız küçük adımların öğrencilerimizin dünyasında çok büyük yansıması olacaktır.
Diğer sayımızda sınıfta “kariyer” konusuna devam edeceğiz.
36