Dünya sosyal ve siyasal anlamda hızlı bir süreç yaşıyor. Terörün

Transkript

Dünya sosyal ve siyasal anlamda hızlı bir süreç yaşıyor. Terörün
Yıl: 6, Sayı: 27, Ekim - Aralık 2015
Yayın türü: Yerel süreli ( 3 ayda bir yayınlanır )
Editörden
Değerli okuyucularımız merhaba,
D
ünya sosyal ve siyasal anlamda hızlı bir süreç yaşıyor. Terörün,
kamplaşmaların hız kazandığı bir dönemden geçiyoruz. Elbette
bunun ülkemizde de bir takım yansımaları oluyor. İletişim imkânlarının
çeşitliliği olan biteni anında ‘öğrenmemiz’ açısından sevindirici gibi görünse de, aslında ‘gerçeğin ne olduğu’ konusuda kuşkularımız tam olarak
giderilemiyor. Bir anlamda bizler ‘görmemiz’ istenilen kadarını ‘görüyoruz’
diyebiliriz.
Yukarıdaki paragrafta kabaca özetlediğimiz ‘durum’un adına günümüzde
‘toplum mühendisliği’ ya da ‘algı yönetimi’ deniliyor. Popüler bir kavram
olan ‘algı yönetimi’ konusunu Yrd. Doç. Dr. Zekeriya Kökrek sizler için ele
aldı. 19. yüzyılın başlarından itibaren dünyanın şekillenmesinde inkâr
edilemez bir yeri olan ‘algı yönetimi’nin ilginizi çekeceğini umuyoruz.
Kabul etmek gerekiyor ki dünyadaki güç savaşları, hâkim olma, yönetmen/yönlendirme hırsı etkin görünse de, son noktayı bilim ve kültür
sanat söylüyor. Başka bir ifadeyle ‘bilim’de önde olan, yeryüzünün şekillenmeside de etkisini hissettiriyor.
Bu çerçevede 2015 Yılı Nobel Kimya Ödülü’nün Prof. Dr. Aziz Sancar’a verilmesi hepimiz için gurur kaynağı oldu. Prof. Dr. İbrahim Ortaş ile Recep
Şükrü Apuhan’ın yazılarında, bilim ve kültür alanında yüzümüzü ağartan
insanlarımızın hayatlarına ilişkin ipuçları bulacaksınız.
Binlerce yıllık tarihe sahip Türk milletinin değerleri gariptir ki hak ettiği yeri
bugün bile alamamıştır. Bilim insanlarımızın titiz ve olağanüstü çabaları
Türk kültürüne yönelik önyargıları
kırmada en önemli etken. Derneğimiz Genel Başkanı Prof. Dr. Mustafa
Argunşah’ın hazırladığı ‘Codex Cumanicus’ da bu bağlamda önemli bir başucu
kaynağı.
Türkçenin Latin alfasebiyel yazılmış bu
ilk eseriyle bağlantılı olarak, yine Prof.
Dr. Mustafa Argunşah’ın kaleme aldığı
bir başka kültür yazısını da sizlere
sunyoruz: Latin Alfabesine Niçin ve
Nasıl Geçtik?
Doç. Dr. Mustafa Aksoy’un ‘damgalar’ üzerinden Türk kültürünün izlerine
yaptığı yolculuk bu kez 3500 yıllık bir pantolon konu edilerek sürüyor.
Aksoy yine ilginç benzerlikler ve şaşırtıcı kodlarla dolu saha araştırmasında bizleri düşünmeye çağırıyor.
27. sayımızda da kültür, sanat, eğitim, strateji, edebiyat ve diğer alanlarda
renkli yazılarıyla çok kıymetli yazaralarımız sizlere merhaba diyor. Bu
sayımızda konuk ettiğimiz Çağdaş Odaklı Fotoğraf Sanatçıları Topluluğu
(ÇOFSAT) yöneticilerinin fotoğrafları ile Anadolu’nun geleneksel tatlarından ‘pekmez’in öyküsünü izliyoruz. Bu çerçevede kapak fotoğrafımız için
Sayın Selahattin Kalaycı’ya, fotoğraflarıyla sayfalarımızı süsleyen Mustafa Celal Kılıçman ile Enver Aydın’a teşekkür ediyoruz.
Yeni bir sayıda yine ülkemizin değerlerini sizlerle buluşturma; Türk kültür hayatına karınca kararınca katkı sunma dileğiyle hepinize saygı ve
sevgilerimizi sunuyoruz.
Sağlıkla kalınız...
YENİ UFUKLAR DERNEĞİ
adına imtiyaz sahibi:
Prof. Dr. Mustafa Argunşah
Genel Yayın Müdürü:
Prof. Dr. Yakup Çelik
Yayın Koordinatörü:
Doç. Dr. Mustafa Aksoy
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü:
Zekeriya Muhiddin Arık
Yayın Kurulu
Prof. Dr. Mustafa Argunşah, Prof. Dr. Yakup Çelik, Prof. Dr.
Gökhan Antalya, Doç. Dr. Mustafa Aksoy, Dr. Zekeriya Kökrek
Tasarım
A.Kadir Karataş
Reklam
Türkiye Yeni Ufuklar Reklam Rezervasyon
0212 230 86 59
Baskı
Yek Matbaacılık San. ve Tic. Ltd. Şti.
Matbaa Sertifika No: 32287
100. Yıl Mah. Mat.Sit.
Matbaacılar Sitesi. 4. Cad. No: 122 34204 Bağcılar/İST.
Tel: 0212 430 50 00
Yönetim Yeri
Merkez Mah. Abide-i Hürriyet Cad.
Yonca Apt. 148 Kat: 3 Daire: 8
Şişli - İstanbul
0212 230 86 59 - 230 94 43
[email protected]
Kayseri İletişim
Cumhuriyet Mah. Tennuri Sok.
(Tennuri Geçidi) Hüsrevoğlu Kardeşler İşhanı No: 20/3
Melikgazi - Kayseri
Tel: 0352 221 30 60 (3 hat)
[email protected]
Türkiye Yeni Ufuklar,
T.C. yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır. Dergide
yayınlanan yazı, fotoğraf ve haberlerin her hakkı saklıdır. İzinsiz
kullanılamaz. İmzalı yazılardaki ifadeler yazarlarına aittir.
Prof. Dr. Yakup Çelik
sayfa
Eğitim 64
sayfa
Sanat 40
içi n dekiler
MAKALE
SÖYLEŞİ
26
Codex Cumanicus üzerine Prof. Dr. Mustafa
Arğunşah ile söyleşi
Melike Uçar
40
Poyralı’da pekmez zamanı
04 Türkiye Üniversiteleri Nobel Bilim Ödülü
Alınacak Ortama Sahip Midir?
Prof. Dr. İbrahim Ortaş
08 Doğru yerde durmak
Recep Şükrü Apuhan
10 Algı Yönetimi ya da Sosyal Mühendislik
Yrd. Doç. Dr. Zekeriya Kökrek
22 Latin Alfabesine Niçin ve Nasıl Geçtik
Prof. Dr. Mustafa Arğunşah
28 Prof. Dr. Mehmet Eröz, Türkiye’de Alevilik
Bektaşilik
Doç. Dr. Mustafa Aksoy
30 Türkistan’da Bulunan, Dünyanın Bilinen İlk
Pantolonundan Türkiye’ye Gelen Damga
Doç. Dr. Mustafa Aksoy
36
Edirne’de Kadınlara Ait Bazı Şâhideler-I
Mehmet Kökrek
SANAT
KİTAP
44
Irmak Boyunca Yürümek
H. Neşe Koçak
edebiyat
47 Suyu yakuta döndüren hazan
Ahmet Özdemir
50 Düzeltilmesi gereken bir işaret: Düzeltme işareti
Ekrem Sakar
sayfa
10 Gündem
sayfa
30 Tarih
EKİ M -KASI M -ARALI K 2 01 5
folklor
67
YGS Sonuçları Kötüydü, Şimdi Daha Kötü:
Öğrencilerin %5’i Üniversite Düzeyinde Sayılır
Prof. Dr. İbrahim Ortaş
48 Toprak Kokan Türküler
Halil Atılgan
STRATEJİ
ŞİİR
54
Dış Güçlerin Özbekistan’a İlgisi
Dr. Aslan Yaman
58 Siyasî Oryantalizm, Türkiyat Genelinde
Azerbaycan Şinaslık
Yaşar Kalafat
69 Al Bayrağım
Dr. Osman Yılmaz
DÜŞÜNCE
62 Enerjide Ruslarla Dans!
Dursun Yıldız
70 Türkiye’nin İçine Sürüklendiği Gerilim Ortamı ve Çıkış Yolları Üzerine
Prof. Dr. Hasan Onat
EĞİTİM
ARAŞTIRMA
64 Proje Çocuklar (!)
Hilal İlknur Tunçeli
74
II. Meşrutiyet Dönemi’nde İslamcıların Kadın
Hakkındaki Görüşleri
Mehtap Koldaş
MAKALE
Türkiye Üniversiteleri
İbrahim
ORTAŞ*
Nobel
Bilim Ödülü
Alınacak Ortama Sahip Midir?
Ancak ülkemizde bugün özgürce bilim
yapma ortamı ve
koşulları çok da yoktur. Hatta bir soru
daha soralım. Acaba
Sayın Aziz Sancar
Türkiye’ye geleceğim
dese kaç üniversitemiz kendilerini üniversitelerine kabul
eder?
Prof. Dr., Çukurova Üniversitesi, öğretim üyesi
*
4
Prof. Dr. Aziz Sancar’ın Aldığı Nobel Ödülü, Türkiye Bilim Çevrelerine
Cesaret ve Öz Güven Kazandırmıştır
2015 yılı Nobel Kimya Ödülü’ne
Prof. Dr. Aziz Sancar layık görülmesi
sevinçle karşılandı. Oxford’u olmayan
Mardin’in Savur ilçesinde, okuma yazma bilmeyen bir anne-babanın oğlu
olarak eğitim hayatının ilk dönemini
bu ilçede tamamlayıp daha sonra İstanbul Tıp Fakültesinde iyi bir eğitim
alması, kendi deyişi ile Nobele giden
yolun kilometre taşlarını oluşturuyor.
Nobel Kimya ödülünün Prof. Sancar’a
verilmesi Türkiye ve Türkiye’nin bilimsel geleceği ve ülkemiz bilimine de
bir istek ve çalışma dinamiği kazandırır.
Doğduğun Yer
Değil, Kendini
Geliştirdiğin Ortam
Önemlidir
Sayın Sancar’ın aldığı eşitlikçi eğitim imkânı ve ortamı ve kendi
gayretleri ile Nobel ödülü alacak bir
düzeye çıkabilmesi birçok yoksul ve
yetenekli insanın bilimsel kariyeri
için çok önemli bir örnek. Ve eminim
Türkiye’de birçok insan ve özellikle
de genç araştırıcılara ilham verecektir.
Ancak asıl sorun şu, acaba Sayın Sancar Türkiye’nin herhangi bir üniversitesinde bilimsel çalışma yapıyor olsaydı Nobel ödülü alabilir miydi? Bu
sorunun cevabı doğal olarak Sayın
Sancar’ın içinde bulunduğu üniversite
çalışma ortamı ve üniversite iklimi ile
ülkemiz üniversite ikliminin karşılatıl-
ması ile anlaşılabilir.
Kuzey Carolina Üniversitesinde
bulunmadım ancak Amerika’daki iki
önemli üniversitede iki kez uzun süreli
araştırma yapmam nedeniyle üniversitelerin çalışma ortamı ve bilim insanlarının sahip olduğu olanakları kestirebiliyorum. Her şeyden önce ABD
üniversitelerinde Sayın Sancar gibi
seçkin bilim insanları her zaman üniversitesi tarafından maddi ve manevi
bakımdan desteklenir. Dünyanın bütün ileri üniversiteleri seçkin insanlarını üniversitelerinde tutmak için onlara
daha çok olanak sunarlar. Bilim insanları onore edilir, muhtemelen maaşları
ve diğer destekleri biraz daha farklıdır.
Gelişmiş üniversitelerde bilim insanı bir üniversiteye kabul edilirken
üniversite ile olanaklar, maaş ve teknik
eleman-öğrenci konusunda anlaşmalar
yaparlar. Aziz hocanın üniversitesi ile
anlaşması nedir bilmem ancak mutlaka yıllık birkaç teknik elemanı, yüksek lisans ve doktora bursu ve ayrıca
doktora sonrası bursları vardır. Ayrıca
yüksek bütçeli (10-20 milyon dolarlık)
projeleri doğal olarak vardır. The Universitey of North Calolina Tıp Fakültesi Dekanlığı yaptığı açıklamada “The
National Institutes of Health” 1982 yılından bu yana Dr. Sancar 24, 353, 827
bin dolar destek sunduğunu açıkladı.
Ayrıca mutlaka geniş bir çalışma ekibi
ile (30-40 lisansüstü, doktora ve post
doktora) çalışmalarını sürdürmektedir.
Geniş çaplı ve sorun çözmeye yönelik
uzun erimli bilimsel çalışmalar için
aynı konu üzerinden çok sayıda kişinin araştırma yapması gerekir. Yoksa
teori geliştirmek ve genelleştirme yapmak mümkün olmayacaktır. Hocanın
üniversite ile anlaşması nedeniyle yö-
Yeni Ufuklar, sayı 27
MAKALE
2015 yılı Nobel Kimya Ödülü’ne Prof. Dr. Aziz Sancar layık
görülmesi sevinçle karşılandı.
neticisi olduğu laboratuvar alt yapıları
en üst düzeyde donatılır ve gereksinim
duyulan ekipman ya üniversite ya da
projelerden satın alınır. Proje işlemleri
yazışmalar ve diğer lojistik işlerin yürümesi için bir veya iki sekretarya ve
birkaç tane sorumlu iyi yetişmiş doktora düzeyinde teknik elamanı vardır.
Bütün bu geniş çaplı çalışma ekibi ve
ortamı olmadan bilgi üretilemez ve
ödüller de alınamaz. Ülkemiz üniversitelerinin en ciddi sorunu geniş çaplı
çalışan grup kurma anlayışının sağlanamaması, bütçe olanaklarının kısıtlı
olması, teknik eleman sorunu ve hepsinden önemlisi yetişmiş insan gücü
sorunu nedeniyle Türkiye’de bilimsel
çalışmalar çok sorunlu yürütülmektedir.
Gelişmiş
Üniversitelerde
Bilim Kültürü Esas
Olandır
ABD’de Ohio State Üniversitesinde Nobel ödüllü Prof. Dr. Rattan Lal
hoca ile çalışırken anladım ki gerçek-
ten ısrarlı çalıma istekleri, disiplinleri
ve zamanlarını etkin kullanmaları,
mütevazilikleriyle kendilerinin farklılıklarını ortaya koymaktadırlar. Düzenli grup seminerleri, haftalık grup
toplantıları ve verilerin değerlendirilmesi bilim kültürünün önemli özellikleridir.
Bu bağlamda yurtdışına giden arkadaşlarımızın bu kültürü öğrenmeleri ve ülkemizde uygulaması önemli.
Önerim üniversite yöneticilerimiz ve
bilim insanlarının bu kültüre sahip olması ve çıkmaları ve hatta üniversitelerinde uygulamalarıdır.
5
MAKALE
Gelişmiş üniversitelerde üniversiteler, birimler ve bilim insanları aralıklarla
değerlendirmeden geçtiği için herkes bir şeyler yapmak zorundadır. Üniversiyın Sancar’ın tecrü- te yönetimi değerlendirmeden yeterli geçerliliği sağlayamadığı zaman istediği
besinden yararlanır. bütçeyi alamaz. Bütçesi olmayan üniversite daha fazla akademik kadro, öğrenci
bursu ve teknik personel alamaz. Onun için her bilim insanı her yıl hesap verEn üst düzeyde da- mek zorundadır. Bölüm başkanları ve Enstitü başkanları değerlendirmede zayıf
nışman olarak onur- not almamak için zorunlu olarak nitelikli kişileri akademik kadroya almak ve
zamanla elimine yolu ile iyileri korumak zorundadır. Ülkemizde üniversiteler
landırılır. Beklenen, aralıklarla değerlendirmeden geçmediği için kimseden hesap sorulmadığından
ülkemiz ve devleti- böyle bir ortamda kişisel çabalar bir yere kadar zorlar, ondan sonra genel duruma
uyulur.
mizin yöneticilerinin
Ancak ülkemizde bugün özgürce bilim yapma ortamı ve koşulları çok da
hocamıza “tecrübele- yoktur. Hatta bir soru daha soralım. Acaba Sayın Aziz Sancar Türkiye’ye gelecerinizden yararlanmak ğim dese kaç üniversitemiz kendilerini üniversitelerine kabul eder?
1970’li yıllarda Diyarbakır Dicle Üniversitesi’nde çalışan Prof. Dr. Taistiyoruz ve bize ne hir Hatipoğlu tarafıma ilettiği mail’de, “Aziz Sancar 1972’de Diyarbakır Tıp
tür katkıda bulunur- Fakültesi’ne biyokimya asistanı olmak istedi alınmadı. İyi ki alınmadı” diyor.
Yoksa Nobel’i alamazdı diye yazmış.
sunuz” demesidir. Ayrıca Sayın Sancar şu anda 69 yaşında ve ülkemizde olsaydı yaş haddinden
iki yıl önce emekli edilirdi. Hatta üniversiteye gelmesi bile yadırganabilirdi. Ancak gelişmiş üniversitelerde bilim insanı ürettikçe ve yararlı oldukça desteklenmekte ve üniversitede el sütünde tutulmaktadır.
Ülkemiz üniversiteleri bünyelerine nitelikli bilim insanı kazandırma rekabeti yaşanmadığı için sorunun cevabı açık. Bu bağlamda coğrafyamızda doğmuş,
buralarda üniversiteye kadar okumuş çok sayıda Sayın Sancar gibi zeki yetenekli
Umarım ülkemiz Sa-
6
Yeni Ufuklar, sayı 27
MAKALE
insanımız var ancak hiçbiri ülkemizde
dünya çapında olamıyor.
Bilim Özgür
Ortamda Gelişir
Her şeyden önce bilim insanının
bilimsel özgürlüğü vardır. Bilimsel
çalışmaları konusunda üzerlerinde
herhangi bir baskı görmezler. Bilim
insanı olarak kendi çalışma grubunu
oluşturma, kendi bütçelerini yönetme
ve organize etme özgürlüğüne sahiptirler. Her yerde olduğu gibi Amerikan üniversitelerinde ve diğer gelişmiş
üniversitelerde genelde çoğunlukla
bilim insanları çalıştıkları için kendi
aralarında bir rekabet var. Bu rekabet
bir tür isteklendirme gibidir. Ancak
çalışan insan her zaman desteklenir,
en azından kötü muamele görmezler.
Hangi görüş ve kökenden olursa olsun kişinin işini yapması en önemli
ölçü ve değerdir. Küçük ayak oyunları,
kıskançlık, çekememezlik gibi küçük
insani zaaflar olsa da esası etkilemez.
Sayın Sancar’ın
Aldığı Nobel
Ödülü, Eğitim
Sistemimizi Gözden
Geçirmemize Yol
Açtı
Sayın Aziz Sancar hocamızın basına yansıyan bilgilerinden ödülünü
Türkiye’deki eğitim sistemine borçlu
olduğunu ve o dönemde iyi eğitim
aldığını belirtmesi önemli. Ancak bu
arada hepimize eğitim sistemimizin
içinde olduğu durumu çok sade bir dil
ile “Savur’da aldığı eğitim ve İstanbul
Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde aldığı
derslerin kendisini Nobel’e hazırladığını” anlattı. Sayın Sancar’ın “En çok
ülkem için sevindim. Türkiye›ye bilim
lazım, güç durumdan çıkıp Avrupa
düzeyine varılması için bilim gerekli. O yönden katkı sunduğum için de
çok sevinçliyim» ifadesi önemli. Sayın
Sancar’ın Nobel alması bir anlamda
ülkemizde geçmişte verilen ilk-orta ve
üniversite eğitimi ile son yıllarda uygulanan eğitim arasındaki uçurumun
Yard. Doç. Dr.
*
ne olduğunu hatırlatması bakımından
çok yaralı oldu. Geçmişte Türkiye’nin
eğitim kalitesinin yüksekliği ve bugünkü durumumuz düşünüldüğünde
doğal olarak neden cumhuriyetin o
eşitlikçi eğitim sistemimizden koptuk sorusu akla geliyor. Cumhuriyetin o dönemlerde sağladığı en büyük
kazanım, Savur ilçesinin bir köyünde
okuyan bir öğrenci ile Şişli’nin en iyi
okulunda okuyan öğrenci aynı bilgi
ve eğitime sahip oluyordu. Bugün bu
eşitlikçi eğitim kaybolduğu için eğim
kalitesi çok düşük. Üniversitelerimizin eğitim düzeyi ve araştırma kalitesi
aynı şekilde geçmişte daha dengeliyi.
Ancak şimdi çoğu üniversitemizi dünya ölçeğinde birçok yönü ile üniversite
kategorisinde göremeyiz. Sayın Sancar En
Yüksek Bilim
Danışmanlığına
Getirilmeli
Umarım ülkemiz Sayın Sancar’ın
tecrübesinden yararlanır. En üst düzeyde danışman olarak onurlandırılır.
Beklenen, ülkemiz ve devletimizin
yöneticilerinin hocamıza “tecrübelerinizden yararlanmak istiyoruz ve bize
ne tür katkıda bulunursunuz” demesidir. Türkiye eğitim sisteminin geçmişini ve bugününü bilen ve yaşayan,
objektif bir bilim insanı olarak Sayın
Sancar’ın çok önemli katkı ve önerileri
olacaktır. En azından üniversitelerin
bilim yapacak temel araştırma ortamı
oluşturma, üniversite kültürü yaratma,
grup çalışması ve araştırmaların nasıl
koordine dileceği gibi konularda yol
gösterici olacaktır. Bilimin Bir
Anlayış, Gayret ve
Çalışma Ortamı ile
Sağlandığını Bir
Kez Daha İspatladı Türkiye açısından bu Nobel ödülü
önemli bir sinerji yaratmıştır. Türkiye,
Sayın Sancar gibi topraklarından bü-
yümüş birisinin Nobel alabileceğini
göstermiş olmanın avantajını doğru
okuyup bilimine katkı sunabilir. Artık
hepimiz gördük ki annesi babası okuma bilmeyen bir yoksul ailenin çocuğu
da kendi gayreti ile en üst düzeyde bilim yapıp Nobel ödülü alabiliyormuş.
Ayrıca 50-60’lı yıllarda ülkemizde
uygulanan eğitim modeli kişiyi Nobel almaya hazırlayabiliyormuş. Bu
işin para ve makamdan öteye bir aşk,
uzun erimli çalışma ve çaba olduğunu
gördük. Evrensel ölçekte, eşitlikçi ve
kaliteli eğitim sistemi ve uygun eğitim ortamı da bunun kurumsal şartı.
Anladık ki insan faktörü ve isteği ile
uygun kurumsallaşma paradan daha
önemliymiş. Bir kez daha anlaşıldı
ki eğer insanımıza olanak sunulursa
Türkiye’den nitelikli insan çıkar ve ülkemize katkıda bulunur. Yeter ki başarıyı, emeği ve yeteneği destekleyelim.
Türkiye üniversiteleri ve bilimi
için önerileri doğrultusunda yeniden
bir bilim ve üniversite politikası oluşturmalı. Ülkemizin en ciddi sorunu
“bilim kültürü” anlayışının yerleşmemiş olmasıdır. Her şeyden önce
bilimsel çalışma disiplinimiz yok.
Değerlendirme sistemimiz yok. Ayrıca üniversitelerin her 3-5 yılda bir
değerlendirmeye alınması ve hesap
sorulabilirliği sağlanmalıdır. Denetleme, demokratik iç denetim ve alanda
en yüksek çalışmayı yapmış kişilerden oluşan resmî bilimsel denetleme
organlarınca yapılmalıdır. Bilim politikamız yok. Hiçbir üniversitemizin misyonu, vizyonu ve bu konuda
bir değerlendirme ve izleme durumu
yok. Üniversiteler özerk değil ve üst
yönetimlerin nihai olarak siyasi erkin
atamasına bağlı gerçekleşmesi bugün
üniversiteleri çalıştıramaz duruma getirmiştir. Üniversitelerin artık özerk
olması ve yönetimlerini belli ölçütler
(bilimsel çalışmaları ile öne çıkmış)
dâhilinde kendileri belirlemesi, TÜBİTAK, TÜBA, YÖK üyelerinin,
rektör ve dekanların bilimsel ölçütlere
göre mutlaka siyasetin dışında liyakate dayalı belirlenmesi gerekir. Kaliteli
eğitim ve araştırma yapmak için yeniden evrensel üniversite hedeflerini
düzenlemeleri kaçınılmaz.
Yeniden hocamızı kutluyorum,
darısı diğer başarılı bilim insanlarımıza diyelim. Umarım ülkemizdeki
üniversiteler de bir gün Nobel ödülü
alacak bilim insanlarının yetiştiği çalışma ortamına kavuşur.
7
MAKALE
Doğru yerde durmak
Recep Şükrü
APUHAN*
Büyük tarihçimiz Halil
İnalcık, geçtiğimiz günlerde,
kendisi ile konuşan gazeteci
Güliz Arslan’a diyordu ki:
“15 yaşımda kendime bir
hedef koydum. Bir dağa
çıkmak gibiydi bu. Zirveye
ulaştım. Şimdi oradan
bağırıyorum, herkes beni
dinliyor.”
Eğitimci, yazar
*
8
Bir toplumun, türü ne olursa olsun, kendisine yönelen tehlikeleri sezerek bertaraf
edebilmesi, kendisini geliştirebilmesi, zenginliklerini koruyabilmesi, o toplumdaki
insanların doğru yerlerde bulunmalarına bağlıdır. Yanlış insanın doğru yerde, doğru
insanın yanlış yerde bulunması her düşmanlığı tahrik edecek, her tehlikeyi azdıracak muazzam bir karışıklığa sebep olur. Doğru insanların doğru yerlerde bulunmak
için mücadele etmemesi, o toplumun adına cinayet ya da ihanettir. Bu mücadeleyi
engelleyen toplumlar intihar ediyor demektir. Yanlışı, yangını, gafleti görürsünüz.
Size gün gibi aşikâr olur zarar-ziyan. Ama öyle bir yerde duruyorsunuzdur ki sesinizi kimse duyamaz. Doğru yerde bulunmak için çaba göstermemiş olanlar, artık o
yanlışın, yangının, gafletin sorumluluğuna ortaktır. Bugün hepimizin, her toplumun
“İyi ki o var” dediği insanlar aramızda yaşıyor. Onların doğru yerde bulunmaları sebebi ile milyonlarca insanın hayatı değişiyor. Öyleyse herkesin doğru yerde bulunma
sorumluluğu vardır. Bu sorumluluğun gereklerini yerine getirmeyen herkes, doğru
yeri yanlış adama terk etmiş demektir. Dünya, yanlış yerlerde duran doğru adamların
sızlanmalarından, inlemelerinden etkilenmez. Doğru yerde durmayanların savunmaları içler acısı, taarruzları ağlatacak kadar komiktir. Doğru yerde duran bir adamın
bazen yalnızca bakışları yeter, bir iç geçirmesi yeter; bir düzen için, bir ferahlama
için, etrafı çekip çevirme için... Doğru yerde bulunabilme amacı ile göstereceğiniz
çabanın, yapacağınız fedakârlığın bedeline paha biçilemez. Binlerce insanın doğru
yerde bulunabilmesi, çoğu zaman tek bir insanın doğru yerde durmasına bağlıdır. Hiç
kimse o tek adam olmadığını iddia edemez, hiç kimse bu sorumluluğu bir anda reddedemez, başkasına devredemez. Devrilmelerin temelinde, devredilen sorumluluklar
vardır. Herkesin “Gerekli adam benim” demediği bir toplumdan o tek adam çıkmaz.
Yarınlarımız, yarın toplumda doğru bir yer tutmak için, bugün var güçleriyle çalışacak olan gençlerimizin elindedir. Gençlerimizin bugün boşa harcayacakları birkaç
Yeni Ufuklar, sayı 26
27
MAKALE
Türkiye’nin ve Türk Milleti’nin yüzünü ağartan yaşayan üç ünlü bilim insanı, Prof. Aziz Sancar, Prof. Dr. İlber Ortaylı ve Prof. Dr. Halil İnalcık...
Gençler onların uluslararası başarıyla taçlandırdıkları başarı dolu hayat öykülerinden çok şey çıkarabilir...
gün, yarın hepimizin kaybedeceği yıllara dönüşecektir. Bugün,
vakitlerini kendilerini geliştirmek, vasıflarını arttırmak için çalışıp çabalayan gençlerimiz yarın bize büyük savaşlar kazandıracaktır. Kendine emek sarf eden her genç bilsin ki o emek
hepimiz için sarf edilen bir emektir.
Büyük tarihçimiz Halil İnalcık, geçtiğimiz günlerde,
kendisi ile konuşan gazeteci Güliz Arslan’a diyordu ki: “15
yaşımda kendime bir hedef koydum. Bir dağa çıkmak gibiydi
bu. Zirveye ulaştım. Şimdi oradan bağırıyorum, herkes beni
dinliyor.” İnalcık’ın “Herkes” dediği, bütün dünyadır. Onun
ömrünü verdiği araştırmalarla Osmanlı Tarihi konusundaki
pek çok yanlış düzeltilmiştir. Halil İnalcık, bugün varlığı ile
Türkiye’yi koruduğumuz, varlığı ile Türkiye’yi savunduğumuz insanlardan biridir. Yine büyük tarihçimiz İlber Ortaylı
da öyle değil midir? Onun da gençliğinde ve sonrasında kendisine sessiz sedasız verdiği büyük emek, bugün Türkiye’nin
gür sesi olmamış mıdır? Ortaylı’nın dün kendisine verdiği
emek de bugün bütün Türkiye’yi savunuyor. Ayhan Sicimoğlu, son bayram namazını Rodos’ta onunla birlikte kılmış. Şöyle yazdı Sicimoğlu: “Tarihî eserlerin önünde, Eski
Türkçe, Eski Yunanca ve Latince yazıları bir bilgisayar programı çabukluğunda tercüme ediyordu.” Nobel Ödülü alan
Aziz Sancar, Tolga Tanış’a verdiği mülakatta, Amerika’daki
hayatının ilk kısmında laboratuvarda yaşadığını, orada yangın hortumuyla yıkandığını anlattı. Aziz Sancar’ın kendisine
verdiği emek, şimdi Türkiye’nin yeni bir gücüdür.
Zorlu bir çalışmanın gereklerine teslim olduğunuz anda
bilin ki tarih değişiyor, hayat değişiyor, yalnız siz değil, hepimiz değişiyoruz. Burada özellikle gençlerimize seslenmemiz,
zannederim yadırganmaz. Gençlerimize yana yakıla, yalvara
yalvara diyoruz ki siz de Türkiye’nin gücü olun. Evet, gündemden kopmuş, olan bitenlerle hiç ilgilenmeyen, başımıza gelen
felaketlere, ülkemize yönelmiş tehlikelere duygusuz, duyarsız
gözlerle bakan bir gençlik istemiyoruz. Ama gençlerimizin
gündemle ilgilenirken gündemin içinde kaybolmalarını da
arzu etmiyoruz. Gelecekte bir gündem oluşturmak isteyenler,
bugün gündemin içinde kaybolmamalıdırlar. Gündemin içinde kaybolanları bulmak asla mümkün olmaz.
“Memleket işlerine kendimi öyle vermiştim ki şu İngilizce işini bir türlü halledemedim.” benzeri, can yakıcı sözleri
çok duymuş biri olarak gençlerimize her ikisinin de bir arada
mümkün olabileceğini hatırlatmalıyız. Sevgili gençler, yarın,
hepimizin işine yarayacak en doğru yerde bulunmanız, bugün
kendinize vereceğiniz emeğe bağlıdır. Lütfen bu emeği bizden
esirgemeyiniz. “Memleket işlerinde” faal olmak istiyorsanız işte
size faaliyet alanı.
Doğru yerleri yanlış adamlara bırakmamak için, aşk ile yürüyün. Haydi!
9
GÜNDEM
Algı Yönetimi ya da Sosyal
Mühendislik
İnsanlar, körlüğünü keşfettiği varlıkların, nasıl hareket ettiğini çözünce,
onları kendi istediği şekilde sevk ve idare imkânı buluyor.
Zekeriya KÖKREK*
Birisinin başkalarını
etkilemesi anlamına
gelen sosyal
mühendislik, doğal
halde yaşayan
varlıkların, canlıların
ve toplulukların
istenilen bir
şeye göre
biçimlendirilmesini,
hareket ettirilmesini
ifade etmektedir.
*Yrd. Doç. Dr., Psikiyatrist
10
Üzerinde çok kolay konuşulan bir konu hakkında konuşmanın çeşitli zorlukları
bulunmaktadır. Mimarlığın ve mühendisliğin tanımlarının tam olarak bilinmediği vasatta ve şartlarda, doğrusu, algı yönetiminden ve toplum mühendisliğinden
bahsetmek biraz cesaret ister. Bu nedenle, daha çok algı ve toplum mimarisi üzerine
konuşmayı isterdim.
Günlük konuşmalarda, algı yönetimi veya sosyal mühendislik dendiğinde, idrakimizin, intibalarımızın ve kanaatlerimizin nasıl yönlendirildiği, kararlarımızın ve
davranışlarımızın nasıl yönetildiği ifade edilmektedir. Bu konu üzerinde konuşmak
oldukça kolaydır; bir o kadar da zordur. Öncelikle, algı gibi bir soyut durumun somut şekilde ifade edilmesinin güçlükleri var.
Bilimsel açıdan önemli olan, zihinlerde ifade edilen kavramların, olgular dünyasında karşılığının olup olmadığıdır. Bir başka açıdan, toplumun istenilen yöne doğru
sevk ve idare edilmesinden kast edilenin ne olduğu ve nasıl gerçekleştiğinin dile
getirilmesindeki zorluktur.
Sohbetimizde genel olarak genel olarak etkisi altında kaldığımız tesirleri, itaat
etme ve ikna olma durumlarını konuşacağız. Bu yönüyle, yani hayatın her alanında
ve her anında karşılaştığımız şekliyle, insanların ikna edilmesi, razı edilmesi veya
itaat ettirilmesi çabalarını, algı yönetimi yani sosyal mühendislik konusunu konuşacağız. Kısaca algı yönetimi veya sosyal mühendislik işi, belli maksatla ve belli hedefe
varmak için yapılan iştir. Başka tabirle algı yönetimi, insanların istenilen yönde ve
doğrultuda davranmasını sağlayan faaliyetleridir. Bunu sağlamak için yapılanlar,
istenilen yönde hareket edenlerin davranışlarının pekiştirilmesini, istenilen şekilde
davranmayanların idrak, intiba ve kanaatlerinin değiştirilerek, istenilen hale getirilmesi sonucunu ortaya çıkarır. Özellikle siyasi alanda yapılanlar, konuyu popüler ve
aktüel hale getirmektedir. Bu konuda, mevcut bilimsel bilgi birikiminin, uygulayıcılar
tarafından hayatın her alanında kullanılması, günümüzde daha dikkat çekici hale
gelmiştir.
Modern hayat, kişilerin serbestçe karar vermesi; hiçbir tesir altında kalmadan,
özgür iradesiyle kendi kararlarına varması ve uyması esasına dayanır. Bu açıdan, ikna
ve itaat konuları merkezi rol oynar. Haberleşme araçlarının artması, demokrasinin
yaygınlaşması, geleneksel bağların ve ilişkilerin gevşemesi, en önemlisi, insanların
kendi kendine yeter varlıklar olarak görülmesi, konuyu önemli hale getirmiştir.
Normalde herkesin kendisince algıladıklarına ve yaşadıklarına karşı bilinen bir
tutumu vardır. Bu tutum, eğer istenilmeyen bir tutum biçimiyse bunun değiştirilmesi, istenilen bir tutumsa, bunun kalıcı hale getirilmesi istenir. Bu bağlamda insanların
istenmeyen davranışları yapmasını önlemek, istenileni yapmasını sağlamak; bunları
kalıcı hale getirmek esastır.
Hayatın her alanında kullanılıyor
Benim bu konuyla ilgim iki hususta toplanıyor: Birincisi sinir sistemiyle olan
ilgim, ikincisi sibernetik konularına olan aşinalığım.
Sibernetik, yönetim konularına getirdiği yaklaşımla hayatımızın her alanındaki
faaliyeti anlamamıza ve açıklamamıza yardım etmektedir. Sinir sistemi ise, insan
organizmasının, yani en karmaşık yönetim ve yönlendirme biçimin olduğu bir yapının incelenmesidir.
Geniş anlamıyla sibernetik, insanların kategorilere ayırdığı fizik, organik ve
psişik varlıkların aynı prensipler çerçevesinde incelenebileceğini gösteren bir yakla-
Yeni Ufuklar, sayı 27
GÜNDEM
yapması gerekiyorsa onu yapıyor… Sistem, kendi içinde algılıyor, kararlaştırıyor ve uyguluyor. Lamba, kendiliğinden
yanıyor ve sönüyor; bunu boşu boşuna
yapmıyor… Arabalarının koltuklarına
oturduğunuz zaman, eğer emniyet kemerini takmamışsanız, sürekli sizi uyarıyor. Yani koltuğa birisinin oturduğunu,
emniyet kemerini bağlamadığını “söylüyor”. Burada dikkat çekici olan “insan
gibi” bu işleri yapabilmesidir. Bir davetiye aldığınızda, “lütfen cevap veriniz”
diye notlar görüyorsunuz; bu “kapının
yaptığı iş” gibi, işimi düzgün yapabilmek
için “ne yapacağınızı bilmek isterim”
deniliyor. Bir işin yapılmasında, davet
sahibi, davetliler ve davetin kendisi bir
bütün oluşturuyor; bunlardan oluşan
bütüne sistem diyoruz. Sistem yönetimi, sistemi oluşturan parçalar arasında
haberleşme, haberlerin işlenerek ne olduğuna ve ne yapıldığına karar verilmesi,
alınan kararın uygulanması, nihayetinde,
tasarrufla işin gerçekleştirildiğinin denetlenmesidir.
Birisinin başkalarını etkilemesi anlamına gelen sosyal mühendislik, doğal
halde yaşayan varlıkların, canlıların ve
toplulukların istenilen bir şeye göre
biçimlendirilmesini, hareket ettirilmesini
ifade etmektedir. Aslında sosyal mühendislik günlük hayatımızda anne-baba
olarak yaptıklarımızı veya sosyal grupların içerisinde yaşadığımız etkileşimleri
gösteren bir durumdur. Yani aslında hep
başkasına ‘sosyal mühendislik yapma’
diye söylediğimiz şeyler, kendimizin de
yaptığı bir durumu ifade ediyor.
Sosyal mühendislik, hayatta karşılaştığımız şekliyle, insanların ikna edilmesi, razı edilmesi veya itaat ettirilmesi
çabaları olarak tanımlandığında, onu
ticarette, siyasette, eğitimde, reklamda,
halkla ilişkilerde, propagandada kullanıyoruz. Kısaca hayatın her alanında
kullanıyoruz.
İvan Pavlov
şımdır. Bu yaklaşım, artık evlerin “akıllı”
ve makinelerin “beyinli” hale gelmesini
sağladı. Artık, binalar ve makinalar “insan gibi” zekice ve akıllıca hareket ediyor. Bankamatiklerde bu sistemin daha
karmaşık hallerini görüyoruz.
Sibernetik açısından, makineler
ile binalar veya hayvanlarla insanların
arasında bir fark yoktur. Bunlar, istenirse, kendi kendilerini denetleyebilir ve
düzenleyebilir, aksaklıkları ve eksiklik-
leri kendi kendilerine giderebilir hale
getirilebilir. Kısaca bunlar, sistem olarak,
kendi kendilerine yeter hale getirilebilir.
Bir binanın kapısına yaklaştığınızda,
sistem sizin geldiğinizi görüyor, geçmeniz için kapıyı açıyor, siz geçtikten sonra
da kapıyı kapatıyor. Ortalık karanlıksa,
lambalar “kendiliğinden” yanıyor, siz
gittikten sonra “kendiliğinden” sönüyor.
Burada bir “düzen” kurulmuş, bu düzen
sizin geldiğinizi ve gittiğinizi anlıyor, ne
Doğal hâlden,
kültürel hâle
Bir çocuk doğduğu zaman, onun
yaratılışında bulunan özellikleriyle tepki
verdiğini, ağladığını, güldüğünü, uyuduğunu görüyoruz. Çocuk, doğal olarak,
yapısında bulunan özelliklerle, nasıl
hareket edeceğini, belli bir şeyi nasıl
algılayacağını, nasıl tepki vereceğini veya
vermeyeceğini biliyor. Çocuk ana-baba
tarafından yetiştiriliyor; bir anlamda
çocuk biçimlendiriliyor… Çocuk bir süre
sonra yetişkin hale gelince, ne yapıp ne
11
GÜNDEM
yapmayacağını öğreniyor, kendi kendine
hayatını sürdürüyor. Bir sistem içerisinde, kültürün verdiği kalıplarla hareket
ediyor. Böylece insan, doğal halden
kültürel hale ilerlemiş oluyor. Bu durum,
sibernetik açısından, binaların akıllı hale,
makinelerin beyinli hale gelmesi arasında benzerliği içeriyor. Yani çocuğun
yetiştirilmesi neyse, makinelerin kendi
kendisine hareket edecek hale gelmesi
benzer bir yapıyı sergiliyor.
Başka varlık türlerine kültürleyen
insan, zamanla doğal halden çıkıp, madenler ve hayvanlar gibi, kültür varlığı
haline geldi. Bununla da yetinmeyen
insan, kendi türünü, hatta kendi zihnine
kültürlemeye başladı.
Madenleri, bitkileri ve hayvanları
“doğal halden kültür haline” dönüştüren
insanoğlu, kendi türünü, insanı da dönüştürmektedir. İnsan madenleri, bitkileri, hayvanları, insanları etkiliyor; onları
istediği yönde hareket ettiriyor. İnsanlar
bitkileri aşılıyor veya serada yetiştiriyor.
Burada, aslında, “algılama” etkileniyor,
davranış kendiliğinden bir sonuç olarak
ortaya çıkıyor. Düşünsenize, bir ağaçta,
beş ayrı meyve alabiliyorsunuz. Burada,
ortamını sağladığınızda, dış dünyanın
gerçeklerinden koparıyorsunuz. Yani
“dışarıda hava nasıl olursa olsun, sizin
havanız yerinde olsun” anlayışı hâkim
kılınıyor.
İnsanlar, körlüğünü keşfettiği varlıkların, nasıl hareket ettiğini keşfedince,
onları kendi istediği gibi şekilde sevk ve
idare imkânı buluyor. Mesela, hayvanat
bahçesinde yetiştirilen hayvanların durumu ortada, onlar başka ortamda, başka
türlü hareket ediyor; hayvanat bahçesinde başka türlü…
Keşiflerin etkisi
Bizler de çocuklarımızı bu şekilde
yetiştiriyoruz, bu ilkelere uyarak
yetiştiriyoruz. Çocuk aile ortamında ve
başka sosyal ortamlarda, ne yapacağını
ve ne yapmayacağını öğreniyor. İnsanlar
var oldukları sosyal grubun ve kültürün
etkisi atında yaşıyor. Her kültür, mensuplarına dünyaya bakış açısı veriyor ve
doğal halinden çıkarıp kültürel forma
sokuyor… Konunun anlaşılması için bilim tarihinde önemli birkaç alana dikkat
çekmek gerekiyor.
İnsanlar tarih içinde hareket yasalarını, siyaset yasalarını ve idare yasalarını
keşfetmeye çalıştı. İnsan, iktisadın ve
istihsalin yasalarını keşfetmeye çalıştı…
Bu alanlarda kazandıklarını hayatta
12
tatbik etti. İnsan kaynak olmadan üretimin olmayacağını, üretimin bir faaliyet
sonunda oluştuğu, bu faaliyetin hangi
siyaset ve iktisat prensiplerine göre olduğunu keşfetti. Bu birikimlerin, insan
zekâsıyla işlenmesi sonucunda, matematiğin diline ve teknolojinin ürününe
dönüştürüldüğü görülmektedir.
Modern hayatın tesisinde bilim
alanında yapılan keşiflerin büyük tesiri
oldu. Bugün yaşadıklarımız, tarihte
büyük dönüşümlere neden olan büyük
buluşların sonucudur.
a- Birincisi hareket yasalarıdır. Bu
yasalar bize, hareket olması için kuvvet
olması gerektiğini gösterdi. Her şey,
kendisine uygulan kuvvete direniyor,
ancak uygulanan kuvvet fazla ise, kuvvet yönünde hareket ediyordu. İkincisi,
kuvveti sağlayan enerjinin, aslında kullanımı önemlidir. Bir kuvvetin iş yapması,
enerjinin kuvvete dönüşmesi ve bir iş
yapması gerekiyordu. Termodinamiğin
yasalarıdır… Bir iş yapan kuvvetin ortaya çıkarılması, enerjinin kullanımıyla
ilgilidir. Enerji israf edilmeden kullanılmalıdır. Siyaset, bu iktisat kuralının
üzerinde yükselmektedir.
b- Diğer büyük keşif, Pavlov’un şartlı refleksidir. Burada hatırlatma yapmak
isterim. İnsanın ruhsal özellikleri dışında
bir enerjisi yoktur. Bu enerjinin iktisatlı
kullanılması, israf edilmemesi gerekir.
İnsan zekâsı, enerjiyi kuvvete ve kuvveti
işe dönüştürebiliyor; bunun politikasını
ve ekonomisini ortaya koyuyor.
İnsan zekâsı, enerjiyi kuvvete ve
kuvveti işe dönüştürebiliyor. Nasıl
iktisatlı kullanabilir, enerjiyi kuvvete
ve kuvveti işe dönüştürebilir? Burada
önemli olan soru, nasıl bir siyaset takip
etmesi gerekir ki, enerjisini kuvvete
ve kuvveti işe dönüştürsün? İnsanlar,
sarf ettikleri kuvvet ve ortaya çıkan iş
arasındaki ilişkiyi araştırdı. İnsanlar,
iş yaparken israf edilen enerjiyi
hesapladılar, sonunda, israfı en aza
indirecek yöntemi bulmayı başardılar.
Sonuçlardan haberdar olursak, yapacağımız iş için gerekmeyen şeyleri
hayatımızdan çıkarabiliriz. Enerjiyi
tasarruflu kullanır, hedefe uygun işler
yaparız. İnsanlar sürtünmeleri en aza
indirdiler. Bunun yanında, gerekmeyen
durumda enerji tasarrufuna gittiler ve
israfı önlediler.
Şimdi bir düşünelim, insanlar, eğer
kapıya bir kişi koysa maliyet çok yüksek
olacak veya lambayı her zaman açık
bıraksa benzer sonuç elde edilecek. Bir
düzen kursak, birisi gelince lamba yansa
ve gidince sönse, enerji tasarrufu yapsak!
Bir düzen kursak, gelince kapıyı açsa, gidince kapasa… İşte, bütün bunlar, insan
organizmasının idaresinin benzerdir.
Yalancı meme rolü
İnsan doğal halinde belli tür
uyarana belli türde tepki verir. Işığı
görür, sesi işitir, kokuyu duyar… Bunlar
tamam, ama gördüğünün anlamı nasıl
oluşmaktadır? Ağaçların aşılanması
gibi… Bir ağaç, başka bir ağaç gibi
hareket edebiliyor. İnsanlar doğal
hallerinin dışında davrandırılabilir.
Karnı acıkan çocuk ağlıyor. Ağlayan
çocuğa annesi meme veriyor. Anne,
çocuğun ağlamasından sıkılınca,
çocuğa yalancı meme veriyor… Bugün
arabasında oturan insanın emniyet
kemerini takmadığında öten alarm
seslerini susturmak için “yalancı meme”
rolünü oyuyor… Burada, dikkat edilmesi
gereken, koltuğa oturduğunu bilmesi
ve koltuğa oturunca kemeri takmasının
gerektiğinin bilmesidir. Koltuğa oturulduğunu ve kemerin bağlanmadığı
bilinince, bu iş tamamlanıncaya kadar
“alarm” devam ediyor. Bizi bir şekilde
davranmaya zorluyor, bizi kemer bağlama işini yapmaya yönlendiriyor. Sanki
insan gibi… Aslında, burada dikkat
etmemiz gereken, insan olduğunu değil,
Pavlov ve asistanlarır bir deney esnasında.
Yeni Ufuklar, sayı 27
GÜNDEM
hareket eden varlığı tespit ediyor sensörler… Algılanan hareket, insan değil…
Burada, tersten düşünerek şöyle söylenebilir, insan da bir çok işi otomatik olarak
yapıyor, makine gibi yapıyor… Ses duyuyor, ancak söz olarak anlıyor…
Bir şey nasıl hareket ediyor? Bir etki
yapıyorsunuz, hareket ediyor. O etkinin
nesneler üzerindeki etkisi… Daha sonra
canlılarla ilgili, canlılar nasıl hareket
ediyor. Kendi kendine… Daha sonra
insana geldik. İnsan nasıl hareket ediyor,
kendi kendine… Enerjisi kendinde,
beyni kendinde, haberleşme sistemi
kendinde… İşte bu işi benzer şekilde
yapan maddi istemler hayatın içinde kuruluyor. Bizim algıladığımızla, gerçekte
olan arasındaki farka dikkat edelim…
İnsan biyolojik olarak bir etkiyi nasıl
algılıyor ve nasıl tepki veriyor. Bu konuda meşhurdur Pavlov’un insandaki etkilenmeyle ilgili anlattıkları önemlidir.
Genel olarak bilindiği gibi hepimiz
doğuştan getirdiğimiz reflekslerle dünyaya geliriz, ona göre de hareket ederiz.
Mesela acıkınca bir bebeğin ağlaması
böyle bir şeydir. Ama zaman içerisinde
çocuk ağladığı zaman ne olacağını veya
ne olmayacağını bilir.
Pavlov’un bize anlattığı meşhur
bir şey, ilgisiz iki şey arasında kurulan
bağlantıdır. Et verilince, köpeğin salyası
akar. Zil çalınca, dönüp bakar. İkisi birbirinden bağımsız ve ilgisiz uyaranlardır;
bu uyaranlara verilen tepkilerde birbirinden bağımsızdır. Ancak ikisi arasında
ortak olan noktanın beyin olduğunu
akıldan çıkarmayalım. İki bağımsız
uyaran ve bu uyaranlara verilen tepkiler
arasında, belli şartlar altında ve belli
tekrarlardan sonra bağlantı kuruluyor.
Zil sesine, ete verilen tepki veriliyor. Bu
keşif, 20. yüzyılın başlarında keşfedilen,
bana göre en büyük keşiflerin başında
gelmektedir. Şu an eğitim dediğimiz şey,
insanların duyduğu bir şeyi zihninde
anlamlandırma sürecine etki etmektir.
Nasıl ki köpekte zil sesi ile ete verilen
reaksiyon birbirine bağlanıyorsa, insanda
da benzer reaksiyonlar meydana geliyor.
Mesela duyduğumuz bir çok kelime
bizde reaksiyon doğuruyor. Çünkü
duyduğumuz ses değil normalde, sesin
zihnimizde bir anlam oluşturmasıdır.
Bugün algı yönetimi dediğimiz, işte bu
zihinsel anlamın nasıl etkilendiğiyle ile
ilgili bir kavramdır. Biyolojik olarak bu
safha Pavlov’un yaptığından daha ötesi
bir şeydir.
İnsan genel olarak deneyerek, yanılarak öğrenir, zevk aldığı şeyler varsa
ona göre davranır. Acı duyduğunu şeyler
varsa buna göre davranır… Yaşarken
şunu öğreniyoruz, acı veren şeylerden
kaçıyoruz, zevk veren şeylere yakınlaşmaya çalışıyoruz. Bunu da bazen kendi
denememizle öğreniyoruz. İnsanoğlunun acıdan kaçtığını bildikten sonra
biz bazı insanları cezalandıracak şekilde
davrandığımız zaman onun davranışları
etkilemiş oluyoruz. Düşünce biçimlerini
de etkiliyoruz. Veya zevk verecek şeylerle
etkileyerek… Ödül veya ceza ile…
Bireysel psikolojinin dışına çıkınca,
sosyo-kültürel boyuta gelince, sosyokültürel düzeyde şu sorular sorulabilir:
Toplumlar nasıl hareket ediyor? Toplum
veya kurumlar nasıl iş yapıyor? İnsanlar
başkalarının varlığından etkileniyor mu?
Sosyo-kültürel sistemden etkileniyor
mu?
Belli kelimeleri, sesleri duyuyoruz; tepkilerimiz farklı oluyor. Burada ses derken ki kastım şu: Mesela
ben İspanyolca, Çince, Japonca anne
kelimesini duyduğum zaman benim için
bir anlam ifade etmez. Benim için sadece sestir; ancak Türkçe dendiği zaman,
anne kelimesi bende bir şeyleri çağrıştırıyor, bir reaksiyon doğuruyor. Önemli
olan, uyaranla anlam arasındaki ilişkidir.
Bunu anlattıktan sonra bir başka konuyla irtibat kurmak istiyorum, sibernetikle
ilişkilendirerek anlatayım.
Aslında genel olarak canlıların,
nesnelerin, insanların, toplumların ve
kurumların bir şeylerden etkilenip tepki
vermesi arasında fark bulunmamaktadır.
Bunların sevk ve idaresi benzer prensiplere göre olmaktadır. Bir sistemde,
sitemi etkileyen uyaranların algılanması,
ne yapılması gerektiğine karar verilmesi,
kararın uygulanması; nihayetinde neticenin kontrol edilmesi… Haberleşme
ve kontrol sistemi; beynin yaptığını
yapıyor… Bu saydığım alanlarda, sevk ve
idare, yönetme ve işletme benzer ilkelere
göre gerçekleşiyor.
Haberleşme..
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra
özellikle doktorlar, matematikçiler,
nöropsikiyatristler ve mühendisler
bir araya geldiler. Savaş sırasında da
şunu söylediler: Bu bizim radarlarımız
var. Radarların başında da adamlar
var. Uçaksavarlar görüyor ateş ediyor.
Bizim bunu otomatik olarak yapmamız
mümkün müdür? Dediler. Uyanık
biri de dedi ki, görmüyor ki yerini
nereden bilecek? Hâlbuki ki radarlar
var, radarlar görüyor. Uçaksavarlar da
çalışıyor. Dediler ki biz karanlıktayken,
gözümüzü kapattığımızda elimiz
burnumuzu buluyor. Bu nasıl oluyor?
Sinir sistemimizin çalışmasından oluyor.
Biz öyle bir sistem kurarız ki uçaksavar
da hedefini vurur dediler. Hakikaten de
13
GÜNDEM
onu yaptılar. Radarla uçaksavar arasında
bağlantı kuruldu, bunlar birbirine
bağlandı, etkilere tepki verecek hale
getirildi. Bunlar bir “beyin” aracılığıyla
birbirine bağlandı; yönetilmeye
başlandı…
O zaman da şunu söylediler: Aslında var olan her şey bir haberleşmedir. Eğer biz haberleşme sistemini iyi
kurabilirsek, bu ister insan olsun, ister
makine olsun, hayvan olsun… Bir şeyi
görür, ona göre yönlendirebiliriz dediler. Öncelikle ilgili parçalar arasında
irtibatın ve münasebetin düzenlenmesi
gerekir. Bir işi yapmak için, ilgili
kısımlar arasında irtibat kurulması
ve haberleşmenin sağlanması gerekir.
Diğeri, haberlerin işlenmesi ve gereğinin
yapılması…
Şu anda anlattığım konu,
Harvard’da bilgi teorileri üzerine
yapılan çalışmalarda ortaya çıktı. Bugün
bilgisayar ve internet dediğimiz şeylerin
altyapısı… İnsanların sinir sisteminin
modellenmesiyle bugünlere geldik.
Şimdi bu boyuttan daha başka bir kısma b geçerek konuyu birleştireceğim.
Mesela insanlar neden etkilenir? Başka
insanlar üzerinde nasıl etkili olunur,
toplumlar nasıl yaşar? Sosyal düzen nasıl
sağlanır, sosyal kurallar nasıl oluşur?
İnsanlar nasıl etkilenir, nasıl denetlenir? Bu tartışmaları eskiden felsefeciler
yapardı, tarihçiler yapardı. İlk defa deneysel bilimle bu sorulara cevap arandı.
Matematikçiler, fizikçiler, biyologlar,
nörologlar, psikiyatristler, felsefeciler
birlikte çalıştı… Bu alanda çalışanların,
saydığım alanlardan ikisinde üçünde
doktorası olan seçkin kafalar….
Bir şeyi görmek ve algılamak nasıl
olmaktadır? İlk defa gördüğümüz şeyleri
daha önceden gördüğümüz ve bildiğimiz şeylerle tanımaya çalışıyoruz. Hiç
bilmediğimiz hususlarda ne yapıyoruz;
belirsiz, karanlık ve bilinmeyen durumlarda… İnsanlar sosyal hayatta böyle
belirsiz, karanlık, bilinmeyen durumlarda kalır insan… Gördüğünden emin
olamaz; şüphe ve tereddüt içinde kalır.
Toplum içinde bilgiye ihtiyacımız var,
aynı şeklide kendimize güvenmeye de
ihtiyacımız var. Toplumsal hayatta hem
işbirliği hem rekabet var; hem çatışma
var, hem uzlaşma var. Bazen çatışmalar
yaşıyoruz, bazen ortaklıklarımız ve işbirliklerimiz oluyor. İnsanlar hem grup
halinde olacak, hem çatışmaları ortadan
kaldıracaksınız. Farklılıklara rağmen ortak bir davranış, düşünüş, algılayış ortaya
koyacaksınız. Bu mümkün mü? Çatışma
14
dediğimiz şey ne? Birileri “Ben gerçeği
söylüyorum, haklı olan benim” diyor.
Burada, insanlar kendi inandığı gerçeklere başkalarını inandırmaya çalışıyor,
bazen gerçek sandığı şeyleri ve bazen de
kasten yanlışları “doğru” gibi sunuyor…
İnsanlar kurallara nasıl ulaşıyor, kendi
standartlarını nasıl oluşturuyor? Bu işin
en can alıcı sorusu budur!
İnsanlar ortak standartları nasıl
oluşturuyor, bunları nasıl kullanıyor?
Bu sorular, birey ile toplum ilişkisini
anlamak açısından önemlidir. Bireylerin
kendi standartları ile sosyal standartlar
arasındaki ilişki nedir? Bu sorular
toplumsal düzenin anlaşılması ve bireyin
toplumsal kurallara uyması açısından
önemlidir.
Muzaffer Sheriff
Sosyal psikolojide bu çalışmaları yapan bir Türk. 1935’te çalışmalar yapıyor
Amerika’da ve sosyal psikolojinin de
kurucusu sayılabilecek etkili bir isim
neredeyse… Bir anlamda Pavlov’un çalışmalarını sosyal alanda yaptı denilebilir.
Muzaffer Sheriff çok büyük bir
kafa… Onun yaptığı bazı deneyler var.
O dönemlerde, uçakların gece uçuşu
çok büyük problemler çıkarıyor. Uçaklar
piste inerken ışıklar dalgalanıyor. Pilotlar
nasıl karar verecek? Karanlıkta, yukarıdan bakınca nereye ineceğinizi bilemiyorsunuz. Havanın durumuna göre, gece
ışıklar hareket ediyormuş gibi geliyor.
Bu belirsizlik ortamı oluşturuyor. Bilginize güvenemiyorsunuz. Işıklar hareket
ediyor gibi geliyor; aldatıcı; kafa karıştırıcı. Aslında düşünsenize kapkaranlık
bir ortam, şu anki hiçbir teknolojiniz
yok, pistin üzerindeki ışıklar yanıp
sönüyor, dalgalanıyor… Uçaktasınız, yere
inmek istiyorsunuz. Nereye ineceğinizi
bilmiyorsunuz. Gördüğünüz ışıkların
hepsi doğru gibi geliyor ama hangisi
doğru? Bu büyük bir deneyin tasarımında kullanılıyor.
Belirsiz durumlarda, insanlar dayanak noktalarını kaybettiklerinde, yalnızken ve başkalarıyla birlikteyken kendi
kanaatlerine mi, yoksa grubun kararına
mı uyar? İnsanlar niye birlikte yaşıyor,
nasıl yaşıyor, kendilerine göre bir olaya
ortak nasıl anlam veriyor veya bunu nasıl
değiştiriyor?
Otokinetik etki veya sosyal etki deneyi: 40 tane öğrenciyi zifiri bir karanlık
bir odaya tek tek alıyor. Onlara ışık gösteriyor; ışık normalde sabit ama hareket
ediyormuş gibi algılanıyor. Bunun için
“otokinetik” deniyor bu ışığa, yani kendi
kendine hareket ediyor. Pilotların gece
Yeni Ufuklar, sayı 27
GÜNDEM
Irak”taki Ebu Gureyb hapishanesindeki olaylar üzerine İtalyan Zimbardo çeşitli
deneyler yaptı. Cezaevinde yaşananlar filmlere de konu olurken, deneyde,
belirsizliğin olduğu durumlarda şiddet ve dehşetin ortaya çıktığı kanıtlanmıştı.
pistteki ışıkları gördüğü gibi görünüyor
bu ışık; belirsiz, değişken, hareket eden
bir ışık. Sağa sola hareket ediyormuş gibi
gözüküyor. Uzunluğu değişiyormuş gibi
görünüyor. Aslında sabit, sadece algılanması böyle. Birinci öğrenciye soruyor,
kaç santim, “yedi”. Not ediyor, ikinci
öğrenci... Devam ediyor. İki, üç… ama
her öğrenci tekrar tekrar görüş bildiriyor.
Deneyi tekrarlıyor. Birinde 1 santim,
görüyor, birinde 7 santim görüyor, birinde 15 santim görüyor. Adamlar böyle 7,
8, 9 en sonunda kendi kendine diyelim
ki 8 santimde karar kılıyor. Yine hareket
ediyor ışık, ama 8 santim diyor; bir ölçümde standart oluşturuyor, bir ölçüde
karar kılıyor. Her bir öğrenci, kendi için
standardını oluşturuyor; kimisi 6, kimisi
7, kimisi 8 … Her bir deneğin kafasında,
zihninde bir kanaat oluşuyor, bir standart oluşuyor...
Sonra deneyin ikinci faslı var. Bu öğrencileri alıyor dörderli gruplar halinde,
“yüksek sesle söyleyeceksiniz” diyor. Bir
bakıyorlar ki birden bire hepsi 6 diyor, 6
tutuyor. Diğer grubu alıyor, 7 diyorlar 7
tutuyor. Yani birey tek başınayken farklı,
toplu biçimdeyken farklı söylüyor. Bütün
gruplarda bunu görüyor. Bunlar hiç felsefe yapmaya müsait şeyler değil. Pozitif
bilimin verileri. Sonuçlar çok açık, çok
net. Şimdi diyor ki insanlar tamam, ama
belli bir süre sonra aynı deney tekrarlandığında ne diyecek bu kişiler? Deney
tekrarlanıyor, tek tek alınıyor denekler
yine karanlık odaya ve ışık gösteriliyor;
ikinci fasılda söylenen ölçüyü tekrarlıyorlar, grup halinde iken söylenen
boyutu söylüyorlar. Dikkat çekici olan
tek başlarına, yalnızken ulaştıkları kendi
standartlarını kullanmıyorlar, grup halinde iken oluşan ölçüyü kullanıyorlar.
Kendi kanaatleri, kendi standartları,
kendi ölçüleri gidiyor, grup olarak oluşan
ölçü kullanılıyor, grubun kanaatine uyuluyor, ortak hareket etmeye başlıyorlar
denekler. Bu, eskiden grup ruhu, grup
gibi kavramlarla açıklanan sosyal etkiyi,
pozitif bilim yöntemi kullanılarak ispat
ediliyor.
Vicdanın ölçümü!
Şimdi burada ikinci bir deney daha
ilginç… Soloman Asch adındaki araştırmacının yaptığı bir deney… Diyor
ki, “Muzaffer Şerif bir deney yaptı ama
belirsiz bir etki vardı; fiziki boyut, ışık,
hareket ediyor gibi göründüğünden,
kesin olan bir ölçü değil, muğlak, değişken bir şey bu…Hareket ediyor gibi,
herkes için bu intibayı oluşturuyor. Bu
deneyde, kart çiftleri gösteriliyor. Bunlardan birisinde çizgiler var, üç çizgi,
farklı uzunlukta. Bu kartlardan birisinde
4, 6, 8 cm gibi birbirine paralel üç çizgi
var. Sırasıyla a, b, c diye isimlendiriliyor. Diğer kartta üç tek çizgi var, 6
cm uzunluğunda olan bir çizgi var…
Deneklere soruluyor, üç farklı büyüklükten, hangisine benziyor, ilk karttaki
çizgilerden hangisine benziyor, a mı, b
mi, c mi diye soruluyor? Burada apaçık
bir fiziki gerçek var. Kişilere yalnızken ve
grup içinde iken aynı sorular soruluyor.
İnsanlar, diğer insanların varlığından
etkileniyor mu? İnsanlar, kendi algılarını
başkalarıyla birlikteyken değiştiriyor
mu? Bir kişiye iki tane kart gösteriyor.
Birinci kartta olan ikinci karttakilerden
hangisine benziyor, diye soruluyor. Buna
benzer bir sürü kat var. Her gören önce
tek başınayken işaretliyor. Sonra iki, üç
ve dört kişinin arasındayken kanaatlerini
söylüyor. Özellikle dört kişinin
içerisinde bir kişinin kendi kanaatini
söylemesi var. Şimdi bakıyorsunuz
normalde 5 santimetre, 15 santimetre,
1 santimetrelik üç boyutu var. Bir tanesi
diğeriyle eşleşiyor. Herkes de kendi kanaatini söylüyor. Normal, tek başınayken
yüzde 100 doğru bütün bilgiler. Topluluk içindeyse dört kişinin arasında bir
bakıyorsunuz her üç kişiden birisi uzuna
kısa, siyaha beyaz diyor. Bu da objektif
olarak hemen hemen dünyanın her tarafında gösterilmiş bir durum. Üç kişiden
birisi! İnsanla deneyden çıktıkları zaman
diyorlar ki içeride öyle ama grubun
içerisinde ben öyle söyledim. Normalde
benim ilk gördüğüm doğruydu diyor.
Bu ikinci deneyin özelliği şu: Burada
4 kişi alıyorsunuz ya, 3’ü zaten araştırmacının ayarladığı insanlar. Diğerlerinin
inadına yanlış şey söylüyor. Diğerleri
söylediği için deneye maruz kalanda da
onlar uyuyor. Çünkü en son sırada denek bulunuyor. Dördüncü sıradaki, kendinden öncekilere bakıyor. Diğer kişiler,
önceleri doğru cevaplar veriyor, deneğin
güvenini kazanıyor. Böyle durumda kalan kişilerin üçte biri, apaçık gördüğü ve
bildiği gerçeğin aksine davranıyor. Kendi
kendine kaldığında, aslında gerçeğin
ne olduğunu biliyor. Bu oran 3 kişiden
birisi. Çok büyük bir oran.
Bir üçüncü deney var, onu da anlatayım: Stanley Milgram diye bir
adam var, enteresan bir adam. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra şu soruya cevap
arıyor: Almanlar neden Yahudilere bu
zulümleri yaptılar? İnsanlar başkalarına
zarar verme ihtimali nedir? İnsanlar
başkalarına zarar veren emirlere ve telkinlere hangi oranda uyarlar? Nasıl oldu
da Naziler Yahudilere kötülük yapabil-
15
GÜNDEM
Normalde biz
kültürümüzün
aydınlattığı yerde bir
şeyleri arıyoruz...
Kısaca kültür bize
önyargı dediğimiz
şeyi kazandırır.
Kültürünüz, dininiz
size bir dünyaya
bakış veriyor. Ancak
onu aştığınız, ötesine
geçtiğiniz zaman siz
gerçeği
görürsünüz.
Kendi kültürümüzün
hatalarını, yanlışlarını
gördüğümüz zaman
düzeltebiliriz.
16
diler? İnsanlar bir lidere nasıl itaat eder?
İnsanlar bir emre nasıl itaat eder?
Burada yapılan deneye şöyle: Diyorlar ki, “Cezalandırmanın öğrenci üzerine
etkisi nedir, olumlu etkisi var mıdır, yok
mudur?” bir araştırma yapacağız… İlan
veriliyor 40 tane insan geliyor, deneye
katılıyor… Laboratuvarda deney yapıyorlar.
Deney şöyle: Bir araştırmacı var, beyaz önlüklü… Beyaz önlüklü adam bilim
adamı. Onun yanında 40-45 yaşlarında
orta kilolu bir var; kalp hastası olduğundan bahsediyor… Biraz önce gelen başka
bir denek, konuşmayı dinliyor… İkisi
deneye girecek. Birisi öğrenci rolünde
olacak, birisi öğretmen. Tamamen tesadüfi olarak yapılıyor diye planlanmış.
Kura çekiliyor. 45 yaşındaki, kalbi olan
kişi öğrenci rolünde, yeni gelen birisi de
öğretmen rolünde deneye katılıyor. Burada da kelime çiftleri var; bunlara doğru
veya yanlış diye cevap veriyor öğrenci…
Öğretmen rolünde olan elektro şok
veriyor, öğrenci her yanlış yapıldığında.
Öğrenci yanlış cevap verdikçe veriyorsunuz 15 volt. Sonra 30, 45, 60, 75…
450’ye kadar. İnsanoğlu 150’den sonra
rahatsız oluyor. 300’de artık çıldırıyor.
Bunu da elektroşok makinasının levhasında görüyorsunuz. “450 voltta çıkarın,
ölümcül” diye üzerinde yazıyor. Deneye
başlamadan önce öğretmen rolünde olan
kişiye elektroşok veriliyor, 60 volt deniliyor, ama kendisine 90 volt akım veriliyor.
Bu deneyde iki şey araştırılıyor -o
zamana kadar insanın vicdan gelişimiyle
ilgili teoriler var-. Diyorlar ki, biz vicdanı ölçebilecek ölçek geliştirdik. Bununla
450 volta çıkabilecekleri ölçebilir miyiz?
Önceden tahmin edebilir miyiz? İkincisi
psikologlara ve psikiyatrlara soruyorlar,
-insanları en iyi bunlar biliyorlar-, diyorlar ki kaç kişi 450 volta kadar çıkabilir?
İnsanlar için ölümcül olabilecek şiddette
elektroşok vermeyi kaç kişi yapabilir?
Normal bir deney istediğiniz zaman
da bırakabilirsiniz denmiştir. Eğitimde şiddetin, cezasını ölçmek üzere
tasarlanan bir deney… Psikiyatrlara
sordukları zaman, onların tahminleri,
450 volta kadar çıkacak insanların oranı
% 1 olarak bildiriliyor. Deney yapılıyor.
Kırk kişi tek tek bu çalışmaya alınıyor.
Öğretmen rolündeki kişi akım verirken,
beyaz önlüklü adam yanında duruyor…
Kişilere verilen akım arttıkça içeriden
sesler geliyor, canının yandığını söylüyor.
Akım arttıkça inleme ve feryat sesleri
artıyor… 300 volta gelince, öğrenci rolündeki kişi basbas bağırıyor… Çıkarın
beni buradan, katılmak istemiyorum, bu
işe son vermek istiyorum, diyor. Bunu
duyan, öğretmen rolündeki kişi etkileniyor, beyaz önlüklü adama, “efendim”
diyor, akım verdiğimiz adamın durumu
kötü diyecek oluyor, “devam edin lütfen”
diyor beyaz önlüklü adam… o bilim
adamlarının soğuk tavrı var ya!.. Bu kadar işte! Başkaca yapılan bir telkin yok,
“devam edelim lütfen”. Bu çalışmanın
sonucu 100 kişiden 65’i, hiçbir çıkarı
olmadığı halde, en üst düzey akım olan
450 volta kadar çıkıyor, ölümcül doza
kadar çıkıyor. Burada, bariz bir çıkarı
yok kişilerin. Deney ücreti 50 dolar. 50
dolara kimse yapmaz bunu… Her 100
kişiden 65’i başkasını öldürücü düzeyde elektrik şoku verebiliyor. Şimdi bu
acayip bir rakam. Tek yapılan şey, beyaz
önlüklü bir adam, onun “devam edelim”
telkini… Bu adamlar tek başınayken bu
akımı vermiyor. Burada, sadece elektrik
akımını veren gerçek kişi, yani denek;
onun dışında her şey kurgu. Cihaz,
öğrencinin kalp hastalığı, inlemeler ve
feryatlar… Zaten öğrenci rolündeki kişi,
araştırmacının asistanı… Bu deneyde,
öğrenci ile öğretmen ayrı odadalar; öğretmen ile araştırmacı aynı odada.
Şimdi dördüncü bir deney var.
En temel deney. Algılarımızın nasıl
yönlendirildiği ile ilgili..
Belirsizliğin olduğu durumlarda şiddet ve dehşet ortaya çıkıyor. Bu deney
de çok daha meşhur. Özellikle Irak”taki
Ebu Gureyb hapishanesindeki olayları en iyi açıklayan bir araştırmacının,
İtalyan Zimbardo’un, Stanford hapishane deneyidir. Bir çok açıdan çok meşhur bir deney. Deneye katılanlar kendi
öğrencileri. Çok iyi kurgulanmış bir
deney. 24 öğrencinin On ikisini suçlu,
on ikisini de polis yapıyor. Üniversitenin
bodrumunda hapishane yapılıyor. Polis
rolündekiler, gerçek polis gibi giyiniyor,
polis üniformaları ve arabaları var, gidip
suçluları evlerinden alıp getiriyorlar.
Okulun altındaki yere, cezaevi şartlarına
uygun olarak hazırlanan bölüme koyuyorlar. Öğrencilere söylenen tek bir şey
var, polis olanlar polis gibi, suçlu olanlar
da suçlu gibi davranacak... Bu deneyin
15 gün sürmesi planlanmış, yaşananlar
gözlenmektedir. Çok enteresan, deney
15 gün sürdürülememiş, 6 günde sonlandırmıştır. Çünkü işler çığırından
çıkmış, öğrenciler kendilerini kaybetmiş,
rollerine öyle kaptırmışlar ki, artık ağır
şiddet uygulamaya başlamışlardır. Polis
olanlar, bir polis ne yapıyorsa arkadaşlarına aynısını yapıyorlar. Mahkûmlar ne
Yeni Ufuklar, sayı 27
GÜNDEM
yapıyorsa, onlar da aynısını yapıyorlar.
Tek söylenen, öğrencilerin rollere uygun
davranması. Bu deneylerin mantığı şu,
aslında deneyde olduklarını bilmelerine
rağmen, aslında mahkum rolünde olan
kişilerin kendileri gibi aslında öğrenci
olduklarını bilmelerine rağmen, aslında
tesadüfen polis rolü olanların mahkum
rolü, mahkum rolünde olanların polis
rolünde olabileceği bilinmesine rağmen,
insanlar sosyal rollere kendilerini kaptırması, kendilerini kaybetmeleridir.
Normalde biz kültürümüzün aydınlattığı yerde bir şeyleri arıyoruz. Kültürler insanların zihnini kirletir. Onları size
çarpık gösterir. Kısaca kültür bize önyargı dediğimiz şeyi kazandırır. Kültürünüz,
dininiz size bir dünyaya bakış veriyor.
Ancak onu aştığınız, ötesine geçtiğiniz
zaman siz gerçeği görürsünüz. Kendi
kültürünüzün hatalarını, yanlışlarını gördüğünüz zaman onu düzeltebilirsiniz.
Şimdi, birinci deneyde dikkat çeken,
kapkaranlık bir yer, her şeyin belirsiz
olduğu ve görülenin ne olduğu kesin
olarak bilinmediği bir yer… Bunu sosyal hayata uyguladığınız zaman, şalteri
kapattığınız zaman, haber kaynaklarını
kestiğiniz zaman, karanlıkta bıraktığınız zaman insanlar ne yapacaklarını
bilemezler. İnsanların bilgiye ihtiyaçları
var, bilgi kaynakları kapatılırsa ve başka
bir kaynak devreye girerse, o zaman,
kaynağa göre bilgi edinir. İnsanlar artık
oradan aldıkları haberlerle dünyayı
tasavvur eder. Karanlıkta kalmış ne yapacak..!?
3 kişiyle kafakol
İkincisinden çıkartacağımız şey
şudur: Bir kişi, kendi gördüğünün aksini
savunan üç kişinin arasında kalırsa, her
üç kişiden birisi kendi gördüğünü değil,
diğer üç kişinin gördüğünü kabul ettiğidir. Ticarette de bunu yapıyoruz, filan
marka yerine falan markayı kullanmak
gibi... Siz bir filme gittiniz üç arkadaşınız beğenmiyor. Siz de çok beğeniyorsunuz. Söyleyemezsiniz. Bir süre sonra
tereddütte düşersiniz. Bir süre sonra
hakikaten ben yanlış düşündüm diye
filmi beğenmediğinizi söylersiniz... İnsan psikolojisi... Bu durumda kalan 100
kişiden 35’i kendi görüşünü değil, diğer
üç kişinin savunduğu görüşü dile getirir.
İnsanoğlu serbest düşünceye erişince
doğruyu ifade edebilir. Ancak insanlar
serbest şartlarda olmadığı gibi, sürekli
farkında olmadığımız etkiler altındayız.
Şimdi insanların ilişkilerini yeniden
ayarlayıp, tutumlarını ve davranışlarını
değiştirirsiniz. Bu siyasette de, ticarette
de, çocuk yetiştirmede de öyledir. Çocuğunuzu yetiştirip istediğiniz formu vermek için ona göre müdahale edersiniz.
İtaatle ilgili... Biz iyi insan
olabiliriz... Ama şartlar hazırlandığı
zaman, istemediğimiz halde ve iyi
bir şey yapıyoruz diye başkasına
zulmedebiliriz. Bunu bilenler buna göre
sosyal durumları manipüle ediyor.
Diğeri de rol... Sosyal roller bize etki
ediyor. Aslında başka bir rolde olabilecekken diğer bir roldeyiz. İnsanlar olarak, rollerimize kendimizi kaptırıyoruz,
hazır şekilde sosyal elbiseleri giyiyoruz.
İnsanların otoritelerle, kurallarla
ve rollerle ilişkisi böyle… Bunlar
tarih içinde şekillenmiş… Otoritenin
telkinleri ve emirleri, asla yapmayacağı
işleri yaptırıyor insana… İnsanın umutları ve korkuları, onların davranışlarını
etkiliyor. İnsanlara örnek olarak gösterilecek, cezalandırılmış veya ödüllendirilmiş insanlar göstermek davranışları
etkiliyor. Bir belirsiz durumda, insanlar
bildiklerini sandıkları insanlara uyuyor,
onların etkisi altında kalıyor. Belirsizlik
durumları, güvensizlik durumları, insanların bildiklerini sandıkları insanların
peşinden gitmelerini sağlıyor. Belirsizlik
durumları oluşturur, insanlara bilen birileri olarak sunduğunuz kişilerle tutum
ve davranışları etkileyebilirsiniz.
İnsanlar yaşadıkları ortamlarda
kullandıkları kuralların ve işaretlerin
nasıl oluştuğunu bilmez. Bunların
anlamları sabitmiş gibi gelir…
Kelimelerin manaları gibi… Aslında
değişmekte ve değiştirilmektedir
bunlar… İnsanlar hazır bulunan
sosyokültürel kalıplar içerisinde
olgunlaşır ve yaşar, ancak bazen hiç
bilmediğimiz kelimelerin ve kavramların
tesirinde hayatımızı sürdürürüz.
Bunları kullanabilenler ve yeni anlam
yükleyenler, başkalarının algısını ve
davranışını değiştirir.
Bir de şuurda bir şey var, filan büyüğümüz var o biliyor diyoruz değil mi...
Bir süre sonra bakıyoruz ki, hepimizin
bir büyüğü olmuş. O kişi ne derse, o
doğruymuş gibi geliyor bize. Şimdi burada anlatacağım bir şey, kimse yokken
de onu da büyük biliyor diyor. Bununla
ilgili maymun deneyleri var. Mesela siz
bir grubun içerisine aldınız, isteyeceğiniz
çok sevdiğiniz bir şey var ona ulaşmaya
çalışıyorsunuz. Cezalandırdığınız zaman
bir süre sonra, maymunlar yiyecek var,
maymun içerden atlamaya çalışacağı
zaman gruptaki diğerleri onu engelliyor
ceza yemesin diye. Bu bir süre sonra
gidiyor, ceza da gelmeyecek. Muzu
koyuyorsunuz, maymun gitmiyor. Bir
süre sonra hiç ceza almamış maymun
bakıyorsunuz ki bu ritüeli değiştiriyor,
alışkanlığı sürdürüyor. Muz orada ama
almaya gitmiyor. Çünkü daha önceden
böyle bir kural konulmuş.
Düşünce-davranış
İnsanların yaşadığı ortamın, doğal
ortamlardan kültür ortamların dönüşümü tarihi açısından önemlidir. Bugün
artık herkes kültür ortamı içerisinde
yaşıyor. Burada, asıl vurgulanması gereken, insanların kültür ortamlarında
olağanlaşan ve sıradanlaşan, alışkanlık
üzerine otomatik olarak yaptıkları durumlardır. İnsanların alışkanlıkları, yeterlilikleri ve beklentileri davranışlarını
belirliyor. İnsanlar, çoğunlukla, otomatik
olarak etkilendiği nesnelere, olgulara,
olaylara tepki veriyor. İçinde yaşanılan
sosyokültürel ortam, insanlara, tanıdık
ve bildik bir dünya sağlıyor. Bu ortam,
içindeki insanlar tarafından sabit veya
istikrarlı bir ortam olarak algılanıyor. Bir
anlamda, insanlar, doğal iklimlerinde
değil, seralarda yaşamaktadır. İnsanların
eski tutumlarını pekiştirmek veya yeni
tutum kazanmaları sağlamak, onlara etki
etmekle mümkündür.
İnsanların içinde yaşadığı ortamının
şartlarını ve imkânlarını değiştirmekle,
onların davranışlarını değiştirmek
mümkündür. İnsanların beklentilerini
değiştirmekle davranışlarını değiştirmek
mümkündür. İnsanların alışkanlıklarını
değiştirmekle davranışlarını değiştirmek
mümkündür. İnsanların davranışlarını
değiştirmede ödüllendirme veya cezalandırma kullanarak, onların idraklerini,
kanaatlerini ve hükümlerini, dolayısıyla
davranışlarını etkilemek mümkündür.
İnsanların davranışları teşvik veya tahdit
edilerek, düşünceleri ve davranışları
etkilenebilir. İnsanların ortamları ve
ortamın şartları değiştirilerek, düşünce
ve davranışları etkilenir. İnsanların taklit
ve takip edeceği itibarlı kişilerin ortama
sokulması, yine düşünce ve davranışlar
üzerinde tahmin edilenin ötesinde etki
eder.
İnsanlarda davranışa neden olan
etki değiştirilerek, onları engelleyerek
veya tekrarlayarak davranışın ortaya
çıkmasını veya çıkmamasını sağlanabilir.
İkinci olarak, insanların davranışlara
verdiği anlam değiştirerek bun sağlanır.
Burada dikkat çekici olan, davranış aynı
17
GÜNDEM
olduğu halde, davranışın anlamı değişmiş, kişi için zor olan kolay hale gelmiş,
kötü olan iyi hale gelmiş, acı veren zevk
veren hale gelmiştir. İnsanlar, genelde
kelimelerin anlamının sabit olduğuna
inanırlar, hâlbuki aynı kelime farklı
anlamlara gelmektedir. İnsanların bir
kelimeden anladığını değiştirdiğimizde,
onun davranışını etkilersiniz. Bir ürünü
güzel görüyorsanız, onu alırsınız; kötü
görürseniz almazsınız. Önemli olan, bu
uyarandan ne anladığınızdır; size ne anlam ifade ettiğidir. Konunun anlaşılması
için bir örnek vermek istiyorum. Büyük
çiftliklere gelen hayvanların belli sınırlar
içerisine hareket etmesini istiyorsunuz.
İlk geldiklerinde, tel örgülerle çevrili
çiftlik arazilerine konuyor, tellerden
elektrik akımı geçiriliyor, hayvan tellere
dokunduğunda şok oluyor, canı yanıyor.
Birkaç defa tekrarlıyor, her seferinde
canı yanıyor. Bu durum karşısından hayvan, bir daha tele yaklaşmıyor, değmek
istemiyor, tellin çerçevelediği alanda yaşıyor. Artık elektrik akımına gerek yok;
hayvan elektrik akımıyla değil, telle ilişki
kuruyor. İnsan zihnide böyle şekilleniyor.
Yeni hayvanlar atlayıp gitmek istiyorlar,
biraz akımı açıyorsunuz, hayvanlar çarptıkça geri geliyor. İki üç defa çarptıktan
sonra onun belli bir sayısı var. Elektrik
akımı falan artık vermiyorsunuz. Zamanla hayvan artık hiçbir zaman tele
yaklaşmıyor. Bizim zihnimiz de böyle
şekillendiriliyor.
Gerçek nedir?
Dil dediğimiz şey bize bir dünya
örüyor ve o dilin sınırlarına hapsoluyoruz. Bir dilin kelimeleri, aslında
sesler ve anlamların belli şartlarda bir
araya gelmesidir. İki farklı algı türünün bir araya gelmesidir. Birisi ses,
diğeri anlam. Sesler zihnimizde anlamları ortaya çıkarıyor. Bu algı, sanki
istikrarlı ve sabit bir durum gibi anlıyoruz. İneklerin, teli görünce elektrik
şokunu hatırlaması gibi, bizler de benzer şekilde, kelimeleri duyunca zihnimizde anlamlar beliriyor. Bir dilin
ses düzeni ile anlam düzeni arasında,
belli şartlar içerisinde kurulan bağlantı
değişmez ve kalıcı olduğuna inanılıyor.
Aslında doğal olarak böyle bir ilişki
yok, olduğu zannedilen ilişki insan
zihninde kurulan bir ilişkidir. Burada, istikrarlı ve sabit sanılan durum
kültürel durumdur ve doğal durumda
birbirinden bağımsız iki değişkendir.
Pavlov, iki bağımsız değişkenin, özel
şartlarda bir araya gelmesi ve tekrar-
18
Stanley Milgram ünlü deneyleriyle “Cezalandırmanın öğrenci üzerine etkisi nedir, olumlu etkisi var mıdır,
yok mudur?” sorusuna cevap aradı.
Muzaffer Sheriff
Soloman Asch
lanmasıyla, sanki tek bir şey gibi, tek
bir bilgi gibi görüldüğünü ortaya koymuştur. Eğer uygun şartlar sağlanır ve
tekrarlar yapılırsa, hem yeni bağlantılar kurulabilir hem eski bağlantılar
kırılabilir. Bunun dışında, sadece anlam düzeyinde bile ilişkiler değiştirilebilir. Dil, bir sosyokültürel ürün olarak,
bizim zihnimizde kurulan anlamlarla
diğer uyaranlar arasındaki ilişkilerdir.
İnsanlar, sosyokültürel etkilerle dil
öğrenir, dilin zihninde oluşturduğu
anlam örgüsüyle yaşar. Burada şartların ve tekrarların değişimi, anlamların
değişimiyle ilişkilidir. Bunlar, otomatik
olarak gelişen olaylardır. Bunlar, ancak
şuurlu ve iradeli çabalarla bu sınırları
aşmak mümkündür.
Sözümü Gazali’nin kendi hayatından aktardığı, El Munkız’dan
bir anekdotla toparlamak istiyorum.
Gazali XI. asırda yaşayan alim. El
Stanley Milgram
Soloman Asch
Munkız, insanın kendi hayatını, kendi hayat macerasını, kendi krizlerini
anlatan ilk metinlerden biri. Gazali,
bunca ilim tahsil ettim, kelam, fıkıh,
hadis gibi ilimler okudum; onu okudum, bunu okudum; alanımda çok iyi
seviyeye geldim, ama hiçbirisi bana
yetmedi, aradıklarımı bulamadım,
rahat edemedim, gönlüm huzur bulamadı, diyor. Bildiklerimin “gerçek”
olduğundan nasıl “emin” olabilirim?
Ben Hindistan’da doğmuş olsaydım,
bir Mecusi bir anadan doğmuş olsaydım, Hristiyan bir ailede büyümüş
olsaydım, o kültür içerisinde yaşamış
olsaydım, şu an savunduklarımı değil,
onların savunduklarını savunacaktım.
O zaman gerçek nedir?
Toplum halinde yaşamak için,
herkesin kendi doğruları değil, insanların üzerinde anlaştığı ve uzlaştığı
doğruları gerektirmektedir. İnsanların
Yeni Ufuklar, sayı 27
GÜNDEM
kendi alıştığı veya inandığı doğruların,
başkaları için de geçerli ve güvenilir
olduğunu iddia ettiğinde ne yapacağız? Modern insan, eski dönemlere
göre daha fazla bu soruya cevap aramak zorunda kalmıştır. Hangi bilgi
türüne inanacağız ve güveneceğiz?
Bizi yanıltmayacak ve bize yanlış yaptırmayacak bilgilere nasıl ulaşacağız?
Bunu kimlerden ve nasıl öğreneceğiz?
Bu konuda, bilim, insanların üzerinde
ittifak ettikleri bir emin bilgi bulma
yoludur, ancak bilim hayatımızın her
alanını ve her sorusunu kuşatmamaktadır.
Yukarıda Gazali’nin sorusu hayati
öneme sahiptir. Günümüz dünyasındaki kavga Gazali’nin sorduğu soruya
verilen veya verilmeye çalışılan cevaplar üstüne. Gerçeği kimler görüyor,
gerçek adına konuşanların bilgisi ne
kadar açık ve kesin, bu bilgilere ne
kadar güvenebiliriz, doğruluğundan ve
kesinliğinden ne kadar emin olabiliriz? Diğer taraftan, bizi ikna veya razı
etmek için ya da itaat ettirmek için,
bize hakiki ve sahici bilgi verdiğini
sandığımız kaynakların, bizi aldatmadığından ve kandırmadığından nasıl
emin olabiliriz? Bunun için modern
hayat serbest düşünce üzerine inşa
edilmeye çalışılmakta, ancak bunu yapabilecek kudretten henüz mahrumuz.
Tarih çöplüğünde...
İnsanlar sosyal etki altında yaşarlar ve sosyal etkiler davranışlarını
değiştirir. İnsanlar, kendilerinin anlayamadıkları ve bilemedikleri durumlarda, belirsizlik durumlarında, kendi
kanaatlerine göre değil topluma göre
hareket etmekte ve kendi kanaatlerini dikkate almamaktadır. İnsanların
yaklaşık üçte biri, kendilerinin apaçık
gördükleri ve kesin olarak bildikleri
gerçeğe göre değil, başkalarının söylediği gerçeğe göre hareket ediyor. İnsanların yaklaşık üçte ikisi, toplumda
güç sahiplerinin telkinlerine uymaktadır. İnsanlar, sosyal rollere uymak konusunda otomatik davranışlar göstermektedir. Bu verilere rağmen, insanlar
nasıl kendi kendilerini yönetebilir?
Sosyal düzen, nasıl, bireylerin serbestçe, hiçbir tesir altında kalmadan, kendi
görüşlerine ve bilişlerine göre yaşamaları sağlanabilir? Demokrasilerde
bu durum oldukça dikkat çekici bir
durumdur.
Bilim, doğa hadiselerinde kullandığı yöntemle insanı ve insanları in-
Modern düşüncenin temel hedefi,
insanın, kendisini etkileyen her
türlü istenmeyen
tesirlere rağmen, serbestçe
davranabilmesinin
sağlanmasıdır. İnsanın, kendisini
yanılgıya ve yanlışa düşüren hiçbir
tesir altında kalmadan, sadece
kendi gördüğü,
anladığı ve bildiğiyle hareket etmesinin sağlanmasıdır.
celemeye başladığında, şimdiye kadar
farkında olamadığımız yanılgılarımızı
ve yanlışlarımızı, çarpıtmalarımızı ve
inkârlarımızı ortaya çıkardı. Dinin
ve geleneğin boş bıraktığı alanı bilim
tarafından dolduramamaktadır. Bu
alan maalesef bir şekilde dolduruluyor. İnsanlar bu yanılgılarından nasıl
arındırabilir, bu yanlışlardan nasıl kurtarılabilir? Pavlov”un şartlı refleksinde
gösterdiği gibi, kelimelerle anlamları
arasındaki ilişki şartlanma yoluyla öğrenilmektedir. Şartları hazırlayabilme
ve gerekli tekrarları yapabilme kudretindeyseniz, kelimelerin seslerini aynı
tutup manalarını değiştirebilirsiniz.
Kelimler bir işaretten ibarettir. İnsanların kapasitesi ve meşguliyeti dikkate
alındığında, boş bulunduğu vakitlerde
ve konularda, kabaca ve sathi mesajlarla etki altına alınması, belli alanda
ve sınırlarda davranışlarının yönlendirilmesi mümkündür.
Tarih diyorsunuz, herkes eşeliyor
tarih çöplüğünü kendi işine yarayan
bir şeyler buluyor. Kendi kafasındaki
şablona göre arıyor insan ve aradığını
buluyor nihayetinde. Mesela, Osmanlı
padişahlarını şu an öyle bir anlatıyorlar ki, olandan bambaşka bir portreler
çıkıyor. İslam tarihi öyle anlatılıyor
ki, sanki Kerbela başka yerde yaşandı.
İnsan zihni, kendi mevcut bulunan
şablonlara göre geçmişe bakıyor, kendi
aradıklarını buluyor ve bulduklarını
kendi aradıklarına dönüştürüyor. Her
insan bu tür bilgileri inceden inceye
araştırması, yöntemli olarak kritik
etmesi mümkün olmadığına göre,
duyduklarına ve okuduklarına inanmak zorunda kalıyor. Şayet, kişi, kafasındaki şablonlara sıkı sıkıya bağlıysa,
kendisine uygun anlatılanlara daha
fazla inanıyor.
İnsan bilgilerinin hakiki ve sahici
olmasını; bilgilerinin yanlış ve yanılgı
içermediğini bilmek ister. İnsan, sahip
olduğu bilgilerinin kesin ve net olmasını, hatasız ve kusursuz olmasını ister.
İnsan kendi bilgisinin gerçek ve kesin
doğru olduğuna inanmak ve güvenmek ister. İnsan, ancak apaçık kesin ve
kusursuz doğru olan bilgilerden emin
olabilir. İnsanlar, emin bilgi peşinde
koşmakta, tereddüt ve şüphelerini
gidermeye çalışmaktadır. Böyle kendilerinden ve bilgilerinden emin olan
insanlar, kendi doğru bildiği yönde ve
yolda iler, diğer insanlar bu tip insanları takip ederler.
Modern düşüncenin temel hedefi,
insanın, kendisini etkileyen her türlü
istenmeyen tesirlere rağmen, serbestçe davranabilmesinin sağlanmasıdır.
İnsanın, kendisini yanılgıya ve yanlışa
düşüren hiçbir tesir altında kalmadan,
sadece kendi gördüğü, anladığı ve
bildiğiyle hareket etmesinin sağlanmasıdır.
Kabaca sosyal mühendisliğin zeminini ve çerçevesini konunun bütün
zorluklara rağmen dilimin döndüğünce anlatmaya çalıştım. Sağduyunun
diliyle teknik bir konunun ifade etmenin zorluğu bu alanda kendisini iyice
hissettirmektedir. Bu durum, insanlık
tarihi boyunca değişik mecralarda
gelişen bilimsel bilgi birikimlerinin,
yeniden ve farklı şekilde bir araya getirilmesi ve ifade edilmesindeki zorluktan kaynaklan bir sorundur. Canlı
ve cansız nesnelerin, hayvanların ve
makinelerin, bireylerin ve toplumların
ortak prensiplere göre incelenmesinden kaynaklanan bir zorluktur. Aslında, eski köye yeni adet gelmiş, farkında olmadan yaşadığımız ve yaptığımız
durumları, eskisinden daha anlaşılır
ve daha açıklanabilir kılmıştır. İşin
farklı yönlerini bir kenara bırakıyorum, işin biyolojik temeli, tarihsel ve
sosyo-kültürel yönleri, matematik ve
teknolojiyle ilişkisi ayrıca konuşulmayı gerektiren bir konudur. Sabrınızı
daha fazla zorlamamak için konuyu
burada keseyim…
19
MAKALE
20
Yeni Ufuklar, sayı 27
MAKALE
21
MAKALE
Latin Alfabesine
Niçin ve Nasıl
Geçtik?
T
Mustafa
ARGUNŞAH*
ürkler tarih boyunca çeşitli
alfabeler kullanmışlar; Orhun, Uygur, Arap, Latin ve Kril alfabeleri başta
olmak üzere Soğd, Manihey, Brahmi,
Tibet, Süryani, İbrani, Ermeni, Grek
alfabeleriyle eserler meydana getirmişlerdir. Türklerin en uzun süre kullandığı
alfabe Arap alfabesidir. 10. asrın ortalarında Karahanlı Devletinin Müslümanlığı seçmesiyle kullanılmaya başlanan bu
alfabe 20. yüzyıla kadar Çin’den Avrupa
ortalarına, Müslüman Türklerin tamamı
tarafından kullanılmıştır. Arap alfabesi
bugün Çin Türkistanı, Afganistan, İran,
Irak ve Suriye’de yaşayan 60 milyona
yakın Türk soylu halk tarafından kullanılmaya devam etmektedir.
19. yüzyılın ortalarından itibaren
bazı Osmanlı aydınları Arap alfabesinin
ıslah edilmesini gündeme getirmişler;
özellikle o, ö, u, ü ünlülerinin birbirinden
ayırt edilmesi için vav harfinin üzerine ve
altına yeni işaretlerin konulmasını teklif
etmişlerdir. 1913 yılında Harbiye Nazırı
(bugünkü Milli Savunma Bakanı) Enver
Paşa, Arap harflerini hiç bitiştirmeden
ve ünlülerini de yazarak bu sorunun çözüleceğini düşünmüştür. Ordu Elifbası,
Hatt-ı Cedit ve Enver Paşa Yazısı adı
verilen bu öneri de ilgi görmemiştir. Islahat tekliflerinin hiçbirisi gerçekleşmeden
Türkiye Cumhuriyeti 1928 yılında Latin
alfabesine geçmiştir.
Arap harfleriyle yazılmış
bir metni okumak için
bu alfabeyi bilmek yeterli
değildir. Biraz Arapça
kelime hazinesine sahip
olmak, dil bilgisi kurallarını
iyi bilmek ve eski kültüre
hâkim olmak gerekir.
Arap harfleriyle Türkçe
metinleri okuyanların bu Arap alfabesi Türkçeye
işi hakkıyla yapabilmeleri uygun bir alfabe
için epey emek vermeleri değildir...
Arap alfabesi, Türkçenin bütün
gerekir. seslerini
yansıtmak için yetersiz kal*Prof. Dr. , Erciyes Üniversitesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğretim üyesi.
22
mıştır. Aynı zamanda öğrenilmesi son
derece zordur. Henüz altı yaşındaki
ilköğretim birinci sınıf öğrencileri bir
yarıyıl sonunda Latin alfabesiyle Türkçe
okuyup yazmayı öğrenirler. Okudukları
metinlerde hata yapma ihtimalleri
düşüktür. Bu metinleri de anlarlar. Buna
karşılık, üniversite sınavını kazanarak
gelmiş, belirli bir zekâ seviyesine sahip, 18-19 yaşındaki öğrencilerin Arap
harfleriyle yazılan bir metni hatasız okumaları, okudukları metinleri anlayabilmeleri için çok daha uzun süre eğitim almaları gerekmektedir. Osmanlılar alfabe
ıslahını gerçekleştirmiş olsalardı bu zorlukların bir kısmıyla karşılaşmayacaktık.
Mesela son yıllarda Çin›de yaşayan Uygurlar Arap harflerini ıslah etmişler; bazı
ünlüler ve ünsüzleri birbirinden ayırmış,
ayrıca ünlülerin hepsini yazma yoluna
gitmişlerdir. Şimdiki Arap harfli Uygur
alfabesini okumak Osmanlı alfabesine
göre çok daha kolaydır.
Arap alfabesinde zengin bir ünsüz
sistemi vardır. Türkçenin 21 ünsüzüne
karşılık Arap alfabesinde 30 dolayında
ünsüz bulunmaktadır. Fakat ünlülerinin
sayısı çok azdır. Bu alfabede /v/ sesini
gösteren vav harfi aynı zamanda Türkçenin o, ö, u, ü seslerini de karşılamaktadır. Yani bir işaret beş ayrı sesi karşılamaktadır. /y/ ve /h/ harfleri de buna
benzemektedir. /y/ harfi ı ve i, /h/ harfi
a ve e seslerini de vermektedir. Ünlü
olarak yalnız elif ve ayın harfi kalmaktadır. Buna karşılık Türkçe Arapçaya göre
ünlüleri zengin bir dildir. Bugün Türkiye
Türkçesinde 9 ünlü bulunmaktadır ve
bunlardan 8›i işaretle gösterilmektedir.
Yalnız halk ağzında yaşayan kapalı e sesinin karşılığında harf yoktur. Bilindiği
gibi, bu ses Türk dillerinin birçoğunda
hâlâ kullanılmaktadır.
Arap alfabesi kitap yazısında birkaç
harf dışında birbirine bitişik olarak yazılmaktadır. Bu da okumayı zorlaştırır.
Arap alfabesinde harfler başta, ortada ve sonda birbirinden farklı olarak
yazılmaktadır. Yani her harfi üç kere
öğrenmek gerekir. Bu durum öğrenmeyi
zorlaştırmaktadır.
Osmanlı dönemi Türkçesinde Arapçadan alınan kelimeler orijinal imlalarıyla yazılır. Arapçada yalnız uzun ünlüler
harfle gösterilir, kısa ünlüler yazılmazlar.
Hareke sisteminin Osmanlı döneminde metinlerinde pek kullanılmadığı göz
önünde bulundurulunca, yazılmayan ünlüler dolayısıyla Arapça kökenli kelimelerin okunuşu zorlaşmaktadır.
Arap harfleriyle yazılmış bir metni
Yeni Ufuklar, sayı 27
MAKALE
mini Türkiye’ye getirmiştir. Daha sonra
Mühendislik ve Tıp Fakültesi gibi sivil
okulların açılması da iki medeniyet arasında gittikçe açılan gelişmişlik makasını kapatmayı hedeflemiştir. 1839 yılında
okunan Tanzimat Fermanı, arkasından
1876 yılında ilan edilen I. Meşrutiyet ile
Osmanlı aydınları birçok şeyi sorgulamaya başlamışlardır. Bilim ve teknolojide Avrupa’nın gerisinde kalınmasının
sebeplerinden birisi olarak Arap alfabesinin öğrenilmesinin zorluğu gösterilmiştir.
Osmanlı ülkesinde 1850’lerde başlayan alfabe tartışmaları Cumhuriyet
dönemine kadar sürmüştür. Tek tük Latin alfabesine geçilmesini teklif edenler
olmuşsa da ciddiye alınmamış, görüşler
daha çok alfabenin ıslahı üzerinde yoğunlaşmıştır. 22 Temmuz 1922 tarihinde
Azerbaycan Hükümeti’nin Latin kökenli
yazıyı kabul etmesi üzerine Türkiye’de
de alfabe konusu canlanmıştır. Azerbaycan Hükümeti’nin bu konudaki kararı ile ilgili yazı, 31 Temmuz 1922’de
Ankara’ya ulaştığında Latin alfabesini
savunan Türk aydınları arasında heyecan
yaratmış, hatta Türkiye’nin bu husustaki
hazırlıklarını hızlandırmasına sebep olmuştur.
4 Ocak 1929
tarihli Cumhuriyet
gazetesi
Çok güçlü olmasa da harf
değişikliğiyle bin yıllık
kültürel birikimin, tarihî ve
edebî mirasın yok olacağı,
İslam dünyasından
kopulacağı yönünde
endişelerini dile getirerek
bu değişikliğe karşı
çıkanlar da olmuştur. Hem
Atatürk'ün kararlı duruşu
hem de halkın kısa sürede
ikna olmasıyla itirazlar
sonuç getirmemiştir.
okumak için bu alfabeyi bilmek yeterli
değildir. Biraz Arapça kelime hazinesine sahip olmak, dil bilgisi kurallarını
iyi bilmek ve eski kültüre hâkim olmak
gerekir. Arap harfleriyle Türkçe metinleri okuyanların bu işi hakkıyla yapabilmeleri için epey emek vermeleri gerekir.
Bugün de Osmanlı dönemi metinlerini
okumaya yıllarını veren araştırmacıların
yayımladıkları kitaplarda okuma hatalarının olması tabii karşılanmaktadır. Gerçekten de bu alfabeyle yazılmış metinleri
okumak zordur.
Türkiye’nin Latin
alfabesine geçiş süreci
18. yüzyılın sonlarından itibaren
Türkiye, Avrupa karşısında geri kalmışlığını kabul etmiş, onların eriştiği
seviyeye ulaşmak için öncelikle askerî
alanda yenilikler yapmıştır. Bunun için
önce Avrupa’nın askerî okullarının siste-
Atatürk ileri görüşlü ve kararlı bir
devlet adamı idi. Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan 3 gün sonra, 12 Eylül 1922’de
bazı aydınlarla bir araya gelmişti. Kendisine “Niçin Latin alfabesini almıyoruz?” sorusu sorulduğunda “Zamanı
daha gelmemiştir” cevabını vermiştir.
1923 yılında İzmir’de toplanan İktisat
Kongresi’nde bazı delegeler Latin alfabesine geçilmesini önermişler, fakat konunun kongre ile ilgisi olmadığı gerekçesiyle reddedilmiştir.
1926 Bakü Dil
Kurultayı
Türkiye’de 29 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyet ilan edilmiş, sonrasında
peş peşe devrimler gerçekleştirilmiştir.
Cumhuriyete kadar batılılaşmak isteyen,
fakat doğulu bir millet olan Türkler, kısa
zamanda kılık kıyafetten mekteplere kadar birçok alanda devrim yapmış, sıra
henüz alfabe ve dile gelmemiştir.
1926 yılında Birinci Türkoloji Kurultayı Bakü’de toplanmadan önce
Türkiye’de epey yankıları olmuştur.
23
MAKALE
Türkçü liderlerden Ayaz İshaki Türk
Yurdu dergisinde yazdığı “Arap ve Latin Harfleri” başlıklı yazısında şunları
söyler: “Birkaç ay sonra Bakü’de toplanacak olan kongrede Latin harfleri kabul
edilir ve Rusya Türkleri arasında uygulanırsa, bizim Anadolu Türklerinin önüne
de gayet önemli bir hars (kültür) meselesi çıkacaktır. Bu, büyük Türk milletinin ikiye bölünmesi, istikbalde birbirini
anlamama meselesidir.” Ayaz İshaki bu
sözleriyle Latin alfabesini kabul etmesi
yönünde Türkiye’yi teşvik etmiştir.
26 Şubat-6 Mart 1926 tarihleri arasında Azerbaycan Sovyet Sosyalist
Cumhuriyeti’nin başkenti Bakü’de Birinci Türkoloji Kurultayı toplanmıştır.
Türk dünyası Türkologlarını bir araya
getiren bu toplantıya 131 delege katılmış,
17 oturum düzenlenmiştir. Kurultayda,
alfabe, imla, terim, öğretim metotları,
akraba ve komşu dillerin karşılıklı etkileşim meseleleri, Türk lehçelerinin ortak
yazı dili meselesi ile Türk lehçelerinin
tarihî meseleleri ele alınmıştır. Toplantının en önemli gündemi, şüphesiz alfabe
meselesidir. Kurultay delegeleri arasında
alfabe konusunda iki görüş vardır. Birinci grup Arap alfabesinin ıslah edilmesini, ikinci grup ise Latin alfabesine
geçilmesini savunmaktadır. Uzun tartışmalar yapılır. İki teklif üzerinde yapılan
oylamada, Celaleddin Korkmazov’un
hazırladığı Latin alfabesine geçme teklifi
lehine 101 oy, Galimcan Şeref’in hazırladığı Arap harflerinin ıslahı yönündeki
teklifi lehine 7 oy çıkmış, 9 kişi ise tarafsız kalmıştır. Bilindiği gibi, 1926 sonrası
Sovyetler Birliği içerisindeki Türk halkları birer birer Latin alfabesine geçmişler
ve bu alfabeyi 1939-40 yılına kadar kullanmışlardır. Burada Bakü Kurultayı ile
ilgili tartışmalara girmek istemiyorum.
Bazı Türkçü-milliyetçi aydınlar bunu bir
Sovyet projesi olarak yorumlamışlardır.
Onlara göre amaç, Arap alfabesini kullanan Türkiye ile Sovyetler Birliği’ndeki
Türklerin anlaşmasını önlemektir.
Türkiye’de bu kurultayın etkisi ne olmuştur? Hiç şüphesiz Atatürk gibi Türkçü bir devlet adamı hem Azerbaycan’ı
hem de Bakü Kurultayı sonrasında Türk
halklarındaki Latin alfabesine geçiş sürecini yakından takip etmiştir. Türkiye’nin
geleceğini batılılaşmakta gören Atatürk
Latin kökenli Türk alfabesine geçmeyi
daha Cumhuriyet ilan edilmeden önce
kafasında planlamıştı. Ama Türk birliği-
24
ni en azından alfabe konusunda sağlama
fikri de muhakkak ki onu heyecanlandırıyordu. Ünlü Türkoloğumuz rahmetli
Prof. Dr. Hasan Eren de bu kanaattedir.
Eren Türkiye’nin 1928’de Latin alfabesini kabul etmesini Bakü’deki çalışmalarla ilişkilendirmiş ve “Bakü Kongresi,
bu reformun bir an önce ele alınmasını
çabuklaştırmıştır.” demiştir.
Türkiye üzerine önemli araştırmalarıyla tanınan Bernard Lewis ise, Sovyetler Birliği’nin Türkler için Latin yazısını kabul etme sebeplerinin, Türkiye
ile teması kesmek olduğunu, ama bunun Türkiye’de ters bir etki yaratıp Latin harflerinin kabulünü desteklediğini,
Türkiye’deki Azerbaycanlı sürgünlerin
Latin harfleri propagandası yaptığını,
bunun da Atatürk’ün politikasına uyduğunu, ancak onun asıl amacının, yeni
yazı ile birlikte eski düzen ve fikirlerin
geçmişe gömülüp, yalnız Latin harfli
Türkçede ifade edilen fikirlere açık yeni
bir nesil yetiştirmek olduğunu ifade etmektedir.
Akşam gazetesinin 28 Mart 1926 tarihli “Latin Harflerini Kabul Etmeli mi,
Etmemeli mi?” başlıklı anketi ülkede geniş yankı uyandırmıştır. Dönemin ünlü
yazar ve bilim adamlarının birçoğu Arap
alfabesinin devamını istemiştir. Fakat
Atatürk, Latin alfabesinin bilim adamlarının tartışacağı akademik bir mesele
değil, siyasi bir mesele olduğunu bilerek
tavrını açıkça ortaya koymuştur.
Dil Encümeni
kuruluyor...
23 Mayıs 1928 tarihli Bakanlar
Kurulu toplantısında “Lisanımızda Latin harflerinin suret ve imkân-ı tatbikini düşünmek üzere” bir Dil Encümeni
(komisyon) kurulmasına karar verildi.
26 Haziranda çalışmalara başlayan bu
komisyon Latin alfabesi konusunu inceleyecek, Türkçeye en uygun alfabeyi
hazırlayacak ve bunu bir teklif olarak
sunacaktı. Encümenin teklifi başta
Atatürk olmak üzere üst makamlar tarafından incelendikten sonra Meclise
gönderilecekti.
Komisyonun hazırladığı alfabenin
özellikleri şunlardır:
- Yeni Türk alfabesi çok sade ve
az harflerden oluşmuştur. Çünkü Arap
alfabesinin öğrenilmesini zorlaştıran
1935 yılında devlet
mekteplerinin sayısının
artmasıyla Millet
Mektepleri kapatılmıştır.
1 Kasım 1928 tarihinde
kabul edilen Latin esaslı
Türk alfabesi günümüze
kadar değişmeden
gelmiştir.
sebeplerden birisi harf sayısının çokluğuydu.
- Yeni alfabede her ses bir harfle
gösterilmiş, yazının fonetik olması
ve harflerin uluslararası ses değerlerini koruması göz önünde tutulmuştur.
Arap alfabesinin zorluklarından birisi
de buydu. Türkçede yalnız bir /z/ sesi
varken Arap alfabesinde bu sesten 4
adet (‫ )ﺰ ﺬ ﻆ ﺾ‬vardı. Yeni alfabede
Batı dillerindeki gibi çift veya üç harften oluşan seslere de yer verilmemiştir.
- Seslerin tespitinde ve yazım kurallarında İstanbul Türkçesi esas alınmıştır.
- Uygulama planı kademeli olarak
düşünülmüştür. İlkokula başlayan çocuklar yalnız Latin alfabesiyle eğitim
görmeli, öteki okullarda Latin alfabesine geçiş adım adım olmalıydı. İlkokula başlayan çocuklar üniversiteyi
bitirdikleri zaman yeni alfabeye geçiş
tamamlanmalıydı. Böylece devlet yönetiminde sarsıntı yaratılmadan eski
yazıdan yeni yazıya geçilecekti. Fakat
aşağıda görüleceği gibi, uygulama yıllara yayılmamış, Latin alfabesine geçiş süreci altı ay içerisinde sonuçlandırılmıştır.
Dil Komisyonunun hazırladığı alfabe taslağı 31 Temmuz 1928’te Vakit
gazetesinde yayımlandı. Yeni alfabede
/i/, /ö/ ve /ü/ harflerindeki noktalar dışında fonetik işaretler kullanılmamıştı.
Bu alfabe Batı dillerinden hiçbirisinin
kopyası değildi. Tamamen Türkçeye
uygun bir alfabe idi. Çünkü o dillerdeki dj, tsh, sh gibi ikili ve üçlü harflerin
yerini, c, ç ve ş harfleri almıştır. Batı
dillerinden ayrışan yönlerden birisi
de g, j ve z harfleriydi. Ayrıca x, w, q
harfleri ile ince ve uzun a (â), ince ve
uzun u (û) ve uzun i (î) harflerine alfa-
Yeni Ufuklar, sayı 27
MAKALE
bede yer verilmemiştir. Bu boşluk İmla
Lügati ile giderilmiştir. Arapçanın ayın
ve hemze harflerine de yer verilmemiş, bu işaretler kesme (‘) biçiminde
son yıllara kadar imla kılavuzlarında
devam etmiştir. Bu alfabede Orhun
Yazıtlarından itibaren kullanılan ŋ /
ng (geniz n’si) harfine de yer verilmemiştir. Bunun sebebi, İstanbul Türkçesinde /ŋ/ seslerinin artık /n/ sesine
dönüşmüş olmasıdır. Ayrıca kef / kaf
ayrımına da gidilmemiştir. Türkçe kelimelerde büyük ünlü uyumunun varlığı /k/ sesi için iki harfin kullanımına
ihtiyaç bırakmamıştır.
Atatürk, 9 Ağustos 1928 gecesi
Sarayburnu’nda yaptığı tarihî konuşmasıyla, Latin alfabesine geçişe kesin
karar verildiğini, “Güzel dilimizi ifade
etmek için yeni Türk alfabesini kabul
ediyoruz” diyerek duyurur. Konuşmasında Latin alfabesine geçişin sebeplerini şöyle anlatır: “Arkadaşlar, bizim
güzel, ahenktar, zengin lisanımız yeni
Türk harfleriyle kendini gösterecektir.
Asırlardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde bulunduran, anlaşılmayan
ve anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak mecburiyetindeyiz.
Lisanımızı muhakkak anlamak istiyoruz. Bu yeni harflerle pek çabuk bir
zamanda mükemmel bir surette anlayacağız. Ben buna eminim.”
Atatürk’ün 9 Ağustos nutkundan
sonra 11 Ağustostan itibaren Dolmabahçe Sarayı’nda ilk uygulama dersi
başlar. Atatürk’ün de katıldığı bu derslerde devletin ileri gelenlerine yeni
alfabe öğretilir. Başta Milliyet gazetesi olmak üzere basında yeni harflere büyük ilgi gösterilir. Atatürk’ün bu
dönemdeki gündemini alfabe konusu
oluşturur. Yeni alfabeyi halka anlatmak için çeşitli yurt gezileri yapar.
Her gittiği yerde konulan bir kara
tahta üzerine kendi eliyle yeni harfleri yazarak halka anlatır. Yeni alfabeyi
yaymak, geniş kitlelere kısa sürede öğretmek ve halkın okuma yazma oranını
hızla yükseltmek için çeşitli programlar hazırlanır. İstanbul›da işyerlerinde
Arap harfli tabelalar indirilerek yeni
harflerle yazılan tabelalar asılır. Devlet
Matbaası Dil Encümeni’nin hazırladığı Yeni Türk Alfabesi adlı kitaptan 50
bin adet basıp dağıtır.
Çok güçlü olmasa da harf
değişikliğiyle bin yıllık kültürel
birikimin, tarihî ve edebî mirasın yok
olacağı, İslam dünyasından kopulacağı
yönünde endişelerini dile getirerek bu
değişikliğe karşı çıkanlar da olmuştur.
Hem Atatürk’ün kararlı duruşu hem de
halkın kısa sürede ikna olmasıyla itirazlar sonuç getirmemiştir.
Türkiye’de topyekûn bir okuma
yazma seferberliği başlatılmış, önce
öğretmenler kurslara alınarak Yeni
Türk Alfabesi öğretilmiştir. Bunlar
kurs öğretmeni olarak diğer bakanlıklara ve resmî kurumlara gönderilir. Devlet memurları için 20 Ekimde
yeni alfabe sınavı açılacak, başarılı
olmayanlar bir süre sonra tekrar sınava
alınacaklar, yine başarılı olamazlarsa
geçici olarak işten çıkarılacaklardır.
Diyanet İşleri Başkanlığı da 31 Ekim
1928 günü müftülüklere yaptığı duyuruda yeni alfabenin kullanılmasını
istemiştir. Bu dönemde bütün devlet
kurumları hızla yeni Türk alfabesine
geçme çabası içine girmiştir. En büyük
sıkıntı yeterli öğretmenin olmayışıdır. Devlet dairelerinin çoğu 1 Ekim
1928’den itibaren yeni yazıya geçmiş,
mekteplerde yeni öğretim yılı yeni yazıyla başlamıştır.
Yeni Türk alfabesinin
kabulü
Milli Eğitim Bakanlığı 1353 sayılı “Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun”u hazırlayarak
Meclise sunmuş, bu kanun 1 Kasım
1928’de TBMM’de görüşülerek kabul
edilmiş, 3 Kasım 1928 tarihinde Resmî
Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe
girmiştir. Bu kanunun çeşitli maddeleriyle 1929 yılı Ocak ayından itibaren
ders kitaplarının yeni alfabeyle basılması mecbur edilmiş, devlet kurumlarına müracaatlarda 1 Haziran 1929
tarihine kadar Arap harflerine müsaade edilmiştir. Altı aylık geçiş süreci
sonunda bütün resmî ve özel işlemler
yeni alfabeyle yapılmaya başlanmıştır.
1 Haziran 1929’dan sonra Arap harflerinin kullanılması yasaklanmıştır.
Millet Mektepleri
Harf değişikliği yapıldıktan hemen
sonra “Millet Mektepleri”nin açılmasına karar verildi. 24 Kasım 1928’de
yürürlüğe giren “Millet Mektepleri Ta-
limatnamesi” 15 bin adet basılarak ülkenin her yanına gönderilmiş ve yönetmelik maddeleri valiler, kaymakamlar,
eğitim müdürleri tarafından okunup
hemen uygulamaya geçilmiştir. Millet Mektepleri’nin Genel Başkanı
Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal
Paşa’dır. 16-45 yaş arasındaki tüm vatandaşlar, bu okullara devam etmeye
veya dışarıdan sınava girerek belge
almaya mecbur tutulmuşlardır. Öğretmeni veya okulu olmayan köylerde, gidip onlara yeni yazıyı öğretecek “Seyyar Talim Heyetleri” kurulmuştur.
Yeni Türk harfleriyle yapılacak öğretime uygun olarak hazırlanan ilk ders
kitabı “Alfabe”dir. Millet Mekteplerinde şu dersler de okutulmuştur: Kıraat, Yurt Bilgisi, Okuma, Yazma, Sağlık
Bilgisi, Yurt Bilgisi, Hesap ve Ölçüler.
1927 nüfus sayımına göre Türkiye
nüfusu 13.600.000 olup, bu sayının
10.300.000’i köylerde, 3.300.000’i
ise şehirlerde yaşamaktadır. Nüfusun
büyük bölümünün köylerde yaşıyor
olması sebebiyle önceliği köylere
veren Türkiye Cumhuriyeti, Millet
Mektepleri’nin % 65.60’ını köylerde,
% 34.40’ını ise şehirlerde açmıştır.
Arap harflerinin kullanıldığı dönemde
Türkiye’de 1.100.000 kişi okuma-yazma bilmekte iken, Millet Mektepleri
sayesinde 1.349.405 kişi yeni harflerle okuma-yazma öğrenmiştir. Bu
çalışmalar sonucunda, 1927 yılında
Türkiye’de okur-yazarlık oranı % 10.5
iken, bu oranın 1935 yılında % 20.4’e
yükselmiştir. 1927 yılında erkeklerde
okur-yazarlık oranı % 13, kadınlarda
% 4 iken, bu oranlar 1935 yılında erkeklerde % 29.3’e, kadınlarda ise %
10.5’e çıkmıştır.
1935 yılında devlet mekteplerinin
sayısının artmasıyla Millet Mektepleri
kapatılmıştır. 1 Kasım 1928 tarihinde
kabul edilen Latin esaslı Türk alfabesi
günümüze kadar değişmeden gelmiştir. Bugün Türkiye’de 18 milyon talebe bu alfabeyle ve 1932’de başlayan
dil devrimiyle sadeleşen Türkçemizle
okuyup yazmaktadır. Günlük birkaç
milyon gazete ve yıllık 500 milyon kitap bu alfabeyle basılmaktadır.
1 Kasım 1928’de yapılan harf devriminin 87. yılı kutlu olsun.
25
PROF. DR. MUSTAFA ARGUNŞAH İLE
CODEX CUMANİCUS ÜZERİNE SÖYLEŞİ
MAKALE
Argunşah:
Codex
Cumanicus
Türk kültürünün en temel eserlerinden
birisidir...
Söyleşi: Melike UÇAR
Sayın hocam, öncelikle yeni kitabınız hayırlı olsun. Nedir Codex
Cumanicus?
Teşekkür ederim. Öğrencim Doç.
Dr. Galip Güner ile Türk dilinin ve kültürün en temel eserlerinden birisini
yayımlamanın mutluluğunu yaşıyoruz. Bu mutluluğumuza ortak olduğunuz için teşekkür ederiz. Codex
Cumanicus'a gelince... Bu, Türkçenin
Latin alfabesiyle yazılan ilk eseri.
13. yüzyılın sonlarıyla 14. yüzyılın
başlarında Karadeniz'in kuzeyinde,
büyük ihtimalle Kırım'da Kıpçak
Türkçesiyle yazılmış muhteşem bir
eser. Kitabın adı Kodeks Kumanikus
olarak okunuyor. Latince olan bu adı
"Kuman kitabı" yahut "Kumanların
el kitabı" diye çevirebiliriz Türkçeye.
Biliyorsunuz, Kuman kelimesi daha
çok batılılar tarafından Kıpçaklara
verilen addır. Bu adı Türkler pek kul-
26
lanmadılar ama batılılar uzun yıllar
Kıpçaklara Kuman dediler.
- Bu kitap kim tarafından ve
niçin yazılmış? Neden bahsediyor?
Kitap, 13-14. yüzyıl Kıpçak Türkçesiyle yazılmış... Yazarı meselesi
biraz tartışmalı. Önce kitabın muhtevasından bahsetmek gerekir. O
yüzyıla dönelim. Biliyorsunuz, Türkler 10. yüzyılda Karadeniz'in kuzeyinden Balkanlara doğru büyük göç
dalgalarıyla geldiler. Bunların içinde
Oğuzlar, Kıpçaklar, Peçenekler bulunuyordu. Bu göçler Orta Asya'dan
oldu. Bu büyük bir göç dalgasıydı.
Balkanlarda Türk yerleşimi arttı.
Daha sonra Cengiz'in oğullarıyla
birlikte Karadeniz'in kuzeyine doğru
büyük göçler yaşandı. Cengiz'in oğlu
Cuci Han'ın büyük oğlu Batu Han
tarafından 1242 yılında kurulan Altın
Ordu İmparatorluğunun nüfusunun
büyük bölümünü Kıpçaklar oluşturuyordu. Kısa süre sonra Batu'nun
ordusuyla gelen Moğollar da Müslümanlaştı, hatta Türkleştiler. Bu imparatorluğun sınırları kısa sürede Orta
Asya'dan Doğu Avrupa'ya doğru
genişledi. Başkent Saray şehri büyük
bir kültür ve medeniyet merkezi
haline geldi. Cenevizli ve Venedikli
tüccarların ticaret yaptığı zengin bir
coğrafyaydı.
Şimdi Codex Cumanicus'a dönelim. Eser iki parçadan oluşuyor.
Birinci parçası, Kıpçaklar ve Farsça
konuşan İlhanlılarla ticareti kolaylaştırmak için İtalyan tüccarlar tarafından yazılmış bir gramer ve sözlük
kitabıdır. 55 yapraklık bu bölüm, o
zamanki İtalya başta olmak üzere
Avrupalıların kullandığı Latince
kelimelerin Farsça ve Kıpçakça karşılıklarını veriyor. Burada hem gramer
bilgileri, özellikle fiil çekimleri hem
de ticareti yapılan malların adları üç
dilli olarak listelenmiş. Sadece ticareti yapılan malların adı değil tabii...
Dinî terimler, yiyecek içecek adları,
hayvan adları, değerli taşlar, meslek
adları, giyecekler gibi kırk konuda
kelime listeleri verilmiş. Buradan anlıyoruz ki, bu listeler Latince konuşan
halklar için hazırlanmış. Kaynaklar da
o zaman Kırım-Trabzon-Tebriz hattında büyük bir ticari hareketliliğin
olduğunu söylüyor.
Eserin ikinci bölümüne "misyonerler kitabı" denilebilir. Altın Ordu
Devletinin halkı Berke Han'dan itibaren Müslüman olmuştu. Avrupalı
misyonerler bunları Hristiyanlaştırmak istiyorlar, bunun için de çeşitli
yollara başvuruyorlardı. Özellikle
Alman Fransiskan tarikatına bağlı
rahipler Kıpçak-Kumanlara Hristiyanlığın öğretilerini benimsetmek
için çok çaba sarf ediyorlardı. İşte bu
kitapta birkaç misyonere ait kalem
tarafından yazılmış Hristiyanlığa
ait dinî hikâyeler, İncil'den parçalar,
ilahiler, vaazlar var. Bunlar 13-14.
yüzyıllarda Kıpçakların kullandığı dil
ile yazılmış. Ama yazanlar Türkçeye
yabancı olduğu için metinleri okuyup anlamak biraz zor.
Bir de kitapta Latin alfabesinin
kullanıldığını hatırlatalım. Batılılar o
yüzyılda bu alfabenin Gotik harflerini kullanıyordu.
- Eserin Türk kültür tarihi bakımından önemi nedir?
Yeni Ufuklar, sayı 27
SÖYLEŞİ
Eserde o devirde Kıpçak Türklerin
yaşayışlarıyla ilgili birçok malzeme
var. Özellikle birinci kitaptaki kelime
listeleri çok önemli... Bu listelerde yediğimiz yemeklerden at takımlarına
kadar, ürettiğimiz sebzelerden döşeme adlarına kadar, kullandığımız kumaşlardan ayakkabıcılık terimlerine
kadar yüzlerce kelime mevcut. Bir de
ikinci ciltte 47 bilmece var. Türk kültürünün hem yayıldığı alanları hem
de eskiliğini göstermesi bakımından
harika bilmeceler. Bunlardan bazıları bugün Anadolu'da hâlâ yaşıyor.
Türk dünyasını taradığımızda büyük
bölümünün capcanlı devam ettiğini
görüyoruz. Kitapta bir ilkten daha
bahsedeyim. Bir Hristiyan ilahisi notalarıyla birlikte verilmiş. Yani Türkçe
bir metin, Türkçe bir ilahi notaya
alınmış... Bu bizim müzik tarihimiz
bakımından da önemli. Çünkü bunlar Türkçe metne yazılmış ilk notalar.
Daha birçok ilkten bahsedebiliriz.
Ama sanırım bu kadar yeterli olur.
- Eserin dil tarihimiz bakımından öneminden de bahsedebilir
misiniz?
Tabii ki... Türkçenin bir şaheseri bu
eser. Latince ve Farsça kelimelere
karşılık vermesi ayrıca değerlendirilmeli... Doğu Avrupa'dan başlayıp
Sibirya'ya, Çin içlerine kadar o
devirde yaygın biçimde kullanılan
Kıpçak Türkçesi için muhteşem bir
hazine... Bugün yaşayan lehçelerden
Tatar, Kazak, Kırgız, Nogay, Karaçay,
Kumuk, Karayim gibi lehçelerin
atası bu dil. Codex Cumanicus'taki
kelimelerin büyük bölümü bu saydığım çağdaş Kıpçak lehçelerinde
bugün de canlı olarak hayatiyetini
sürdürüyor. Dikkat çekici bir tespitimizi paylaşayım. Günümüzden yedi
yüz yıl önce yazılmış bu eşsiz eserin
kelime dağarcığının büyük bölümü
bugün Karaçay-Balkar Türkçesinde
yaşıyor. Eserin çeşitli kelime listelerinden oluşması bize bir zenginlik
sağlıyor. O yüzyıllara ait elimizdeki
eserler belirli bir konu üzerine yazılmış. Halbuki bu kitapta birçok konu
var. Yukarıda söyledim, birbirinden
farklı kırk konuda kelime listeleri var.
Bir de gramer bilgilerini unutmamak
gerekir. Birinci kitapta uzun uzun fiil
çekimlerinden bahsediliyor. İkinci
kitapta anlamak fiilinin bütün çekimlerini buluyoruz. Âdeta bugünkü
gramerlerimizin atası sayılabilir.
Modern gramerciliğimizin önemli
izlerini buluyoruz orada.
Codex Cumanicus, Türkçenin Latin alfabesiyle
yazılan ilk eseri. 13. yüzyılın sonlarıyla 14. yüzyılın
başlarında Karadeniz'in kuzeyinde, büyük
ihtimalle Kırım'da Kıpçak Türkçesiyle yazılmış
muhteşem bir eser.
Eserin Latin alfabesiyle yazılması
da önemli. Biliyorsunuz bizim bu
yüzyıllardaki eserlerimiz hep Arap
alfabesiyle yazılmıştı. Bu alfabe dilimizin ses özelliklerini tam olarak
aksettirmiyor. Özellikle Arap alfabesinde ünlülerin sayısı az olduğu için
metinleri tam doğru olarak okuyabildiğimiz söylenemez. Fakat Codex
Cumanicus bu konuda birçok sorunu
da çözüyor. Bize doğru yolu gösteriyor. Bu eser sayesinde kelimelerin o
yüzyıldaki söylenişlerini doğru olarak tespit edebiliyoruz.
- Eserin nüshası hakkında da
bilgi verebilir misiniz?
Eserin dünyada sadece bir nüshası var. O da İtalya'da Venedik şehrinde
Saint Marcus Kütüphanesinde... 1362
yılında bu kütüphaneye geçmiş, o
günden bu güne orada saklanıyor.
Türkiye'de ilk defa bizim çalışmamızla bu kitap bir bütün olarak ortaya
konuldu. Oysa Avrupalılar daha 1880
yılında bu muhteşem eseri yayımlamışlardı. Kuun'un yayınının bilim
âleminde duyulması üzerine birçok
yeni yayınlar yapıldı. 1936 yılında tıpkı basımı yani fotoğrafları yayımlandı.
1942'de sözlüğü yapıldı, 1992 yılında
bu sözlük Türkçeye çevrildi ama akademik bir yayın olmaktan çok uzak.
Bilim insanlarının yaklaşık 150 yıldır
üzerinde çalıştığı, Avrupa'da ilk defa
135 yıl önce yayımlanmış bu önemli
eser Türkiye'de ilk defa yayımlanıyor.
Allah bunu bize nasip etti. Bizim yayınımızdan sonra sanırım başka yayınlar da olacak. Çünkü artık esere
ulaşmak çok daha kolay. Kitabımızın
arkasında yazma nüshanın fotoğrafları da var. İsteyenler bizim kitabımızı kullanır, isteyenler tıpkı basımdan
bakarak yeniden okuyup değerlendirebilir.
- Kitabınız sadece akademik
çevrelere mi hitap ediyor? Yoksa
herkes istifade edebilir mi?
Eserimiz akademik bir kitap tabii.
Ama Türk kültürüne, diline, edebiyatına, folkloruna meraklı herkesin
faydalanabileceği bir çalışma ortaya koymaya çalıştık. Eserde geçen
bütün kelimelerin bir sözlüğü var.
Ayrıca bilmecelerin, dinî metinlerin
tamamının Türkiye Türkçesine çevirileri de var. Yani eserden faydalanmak
için 13-14. yüzyıl Kıpçak Türkçesini
bilmek gerekmiyor. Herkesin faydalanması için özgün metinlerle birlikte
günümüz diline çevirisini de verdik.
Böylece akademik bir yayın olmasının yanı sıra bir kültür eseri haline
getirmiş olduk. Artık sadece dilcilerin
malı değil, tarihçilerimizin, kültür tarihçilerimizin hatta dil sevdalılarının
da rahatlıkla faydalanacağı bir eser
var elimizde.
- Kitabınıza ilgi nasıl hocam?
Kitabımız 29 Ekim 2015 günü piyasaya çıktı. Eserin yayımlanacağını
bilim âlemine duyurduktan sonra
meslektaşlarımız arasında büyük bir
heyecan yaratmıştı. Yurt içinden ve
dışından birçok kişi ne zaman yayımlanacağını sorup durdular... Çok
şükür kutlu bir günde kitap piyasaya
çıktı. Onu özenle ve kaliteli bir şekilde yayımlayan Kesit Yayınlarının
sahibi Sadettin Bayrak beye ve yayınevi çalışanlarına çok teşekkür ediyorum. Şimdi internet sitelerinde ve
kitapçı raflarında yerini aldı. Olumlu
yansımalarını görüyoruz. Gerçekten
büyük bir emek, 1080 sayfalık dev
bir çalışma oldu. Türkoloji camiasında hak ettiği ilgiyi göreceğini düşünüyorum. Şimdilik gösterilen ilgiden
memnunuz. Türk kültürü ve dili kazandı. Türkiye Türkolojisi kazandı.
- Tekrar tebrik ediyoruz, kitabınızın Türkoloji camiasına hayırlı
olmasını diliyoruz.
Ben de size teşekkür ediyorum.
27
KİTAP
Bilindiği gibi sayıları az da olsa bazı
çevrelerce hocanın bu eserinin ilmî
kaygılardan ziyade siyasi kaygılarla
yazıldığı anlamında sözlü eleştiriler
(keşke eleştireler yazılı yapılsa)
yapılmaktadır. Bu eleştirilere M. Naci
Dede’nin yazdıklarının en güzel cevap
olacağı düşüncesiyle el yazısıyla
yazdığı metni kitaba koymayı uygun
bulduk.
Türkiye’de
Alevilik Bektaşilik
Prof. Dr. Mehmet Eröz,
Söz Başı1
Rahmetli Eröz hocanın Türkiye’de Alevîlik, Bektaşîlik adlı eseri 1977
yılında profesörlük takdim tezi (konu hakkında Türkiye’de ilk ve son takdim
tezi) olarak sunulsa da, konu hocanın gençliğinde dikkatini çekmiştir. Bu
nedenle de yüksek lisans yapmaya başladığı yıldan itibaren özelde Söke,
genelde Aydın ve Ege Alevîliği-Bektaşîliği konusunda araştırmalar yapmaya
başlıyor ve ilk yazısını Haziran 1964’de yazıyor.
O tarihlerde bu konularda yazı yazmak veya araştırma yapmak
günümüzdeki şartlardan hayli zordur. Hatta en yakınınızdakiler dahi
size farklı bakabilmektedir. Mesela bu konuda hocaya doğrudan gelen ilk
tepki babasından olmuştur. O bu konuyu kendi “Önsöz”ünde şöyle ifade
eder: “Rahmetli babam Serçinli Ali Efendi memlekete gittiğimizde bizi
ziyarete gelen Tahtacıları görerek, acı ve mânâlı bir gülüşle: ‘Alevîler bizim
Mehmed’i Dede yapmışlar’ demişti” diye yazmıştır.
Mustafa
AKSOY*
Günümüzde böyle sıkıntılar ortadan kalkmış olmakla beraber konunun
sağlıklı değerlendirildiğini söylemek hayli zor. Çünkü bazı olumlu
çalışmaların yanında bir hayli de farklı bir Alevîlik-Bektaşîlik icat etme
peşinde olanlar ortaya çıkmıştır. Mesela bazı eserlerde “Alevîlik-Bektaşilik
Kürt halkının icat ettiği bir inanç”, “Alisiz Alevilik”, “Alevîlik-Bektaşîlik
Anadolu’da yaşayan eski inançların bir sentezi” ve buna benzer ifadelerle
mesele başka yönlere çekilmeye çalışılmaktadır. Yani bazıları AlevîlikBektaşilik inanç sitemini anlamak yerine başka bir “Alevîlik-Bektaşîlik” icat
etmeye çalışmaktadırlar.
Hocanın yazdığı önsözün tarihi 23 Aralık 1976 olduğuna göre
eserinin 1977’in ilk aylarında yayınlanmış olduğunu düşünüyoruz. Kitabın
basılmasından sonra, hocanın konuyla ilgili bazı insanlara eserinden
Doç. Dr. Mustafa Aksoy, Marmara
Üniversitesi, Atatürk Eğitim Fakültesi
*
28
1 Kitabın künyesi: Prof. Dr. Mehmet Eröz, Türkiye’de Alevilik Bektaşilik, 3. Basım, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2014.
Yeni Ufuklar, sayı 27
KİTAP
gönderdiğini de rahmetli
Muharrem Naci Orhan Dede’den
geri gelen kitaba düştüğü şu
nottan öğreniyoruz. “Tashih için
kullanılacak -1 Temmuz 1977Dede tashih yapmış.”
Eröz hocanın erken ölümü
nedeniyle söz konusu kitabın
ikinci baskısının yapıldığı (Prof.
Dr. Mehmet Eröz, Türkiye’de
Alevîlik ve Bektaşilik, Kültür
Bakanlığı, Ankara, 1990) nüshada
M. Naci Orhan Dede’nin notları
ilave edilmediği gibi hocanın
bizzat yaptığı tashihler de dikkate
alınmamıştır. Elinizdeki eserde
ise Dede’nin notları ile hocanın
yaptığı düzeltiler ilave edilmiş ve
bir de dizin eklenmiştir. Dede’nin
bazı notları, konuyla ilgili olan
bazılarının hoşuna gitmeyebilir.
Ancak her iki rahmetlinin
hatıralarına saygıdan dolayı
Dede’nin notlarına müdahale
edilmemiştir.
okuyabildik ve yapılması gereken saha
araştırmasının ancak dörtte birini
yapabildik. Fakat meselenin beklemeğe
tahammülü yoktur.”
Takdir edersiniz ki saha
çalışması hem maliyet hem de
zaman açısından en zahmetli
araştırmadır. Bu nedenle saha
araştırması yapanlar, genel olarak
tatillerini veya konferansları iyi
değerlendirmek zorundadır. Eröz
hoca da Egeli olduğu için doğal
olarak bölgesi hakkında daha çok
araştırma yapmıştır. Ancak Doğu
ve İç Anadolu Alevîliği-Bektaşîliği
hakkında da çalışmalar yaptığını
biliyorduk. Ancak erken vefatı o
çalışmaların yarım kalmasına neden
oldu.
Av. Muharrem Naci Orhan, Dede’nin
Prof.Dr. Eröz’ün kitabına için yazdığı yazı...
Bilindiği gibi sayıları az da olsa
bazı çevrelerce hocanın bu eserinin
ilmî kaygılardan ziyade siyasi
kaygılarla yazıldığı anlamında sözlü
eleştiriler (keşke eleştireler yazılı
yapılsa) yapılmaktadır. Bu eleştirilere
M. Naci Dede’nin yazdıklarının en
güzel cevap olacağı düşüncesiyle
el yazısıyla yazdığı metni kitaba
koymayı uygun bulduk. Dede “Eser
Hakkındaki Kanaatim” diye başlayan
yazısında şöyle demektedir:
“Yazar eserini daha çok Tahtacı
ve Çepnilerdeki görgü ve müşahedesi
üzerine yazmıştır. Anadolu Aleviliğini
yerinde ve bileninden tetkik ederek
yazmış olsa idi daha çok iyi olurdu. Bu
eser bu güne kadar yazılmış eserlerin
en ilmî ve gerçek olanıdır. Yazarını
saygıyla anarım” (Av. Muharrem
Naci Orhan, Dede).
Dede’nin işaret ettiği
hususun genel olarak Çepniler
ve Tahtacılarla sınırlı olduğunun
hoca da farkındadır. Çünkü şu
ifadeler hocanındır: “On beş yıldır,
esas meslekî çalışmalarımız arasında
ilerletmeğe, tamamlamağa çalıştığımız
bu eser, mükemmellikten çok uzaktır.
Okunması gerekenin yarısını ancak
29
ETKİNLİK
MAKALE
02-Wagner’in
başkanlığında
yapılan kazıda
bulunan pantolon..
Wagner’in
başkanlığında
yapılan kazıda
bulunan deri-kürk
palto.
Wagner’in
başkanlığında
yapılan kazıda
bulunan çizme.
Türkistan’da Bulunan,
Yazı ve fotoğraflar:
Doç. Dr. Mustafa Aksoy
Bu makalede Pazırık kurganından
çok daha eskilere tarihlenen ve
Doğu Türkistan’da
bulunan, -bugüne kadar yapılan
çalışmalara göredünyanın bilinen
ilk pantolonundan
hareketle Türkler
ile Avrupalıların tarihinde pantolonun
yeri ve bu pantolondaki damganın
Türk kültür coğrafyasındaki bazı
örnekleri -sunularak- tartışılacaktır.
30
Dünyanın
Bilinen İlk
Pantolonundan
Türkiye’ye Gelen
Damga
Sanat, insanların ve sosyal grupların fiziki-sosyal dünyayı algılama ve
yorumlama tarzıdır. Başka tabirle sanat, duygu ve aklın ürünü olan gelenektir. Gelenekler ise mitolojik ve tarihte kökleri olan yaşama sürecini ifade
eder.
Sosyal bilimler yapıları gereği siyasal düşüncelerle yakından ilgilidir.
Mesela bir araştırmacı ne kadar bilim için bilim yapsa da onun bulgularını
birileri istediği takdirde çok rahatlıkla siyasallaştırabilir. Çünkü tek tip eser
okuyanlar sadece okuduklarını gerçeklik sanıp, sahip oldukları bilgilerin
dışındaki farklı görüşlerden haberdar olmadıkları için ilmî bilgilerin siyasallaşmasına katkı yapabilirler.
Yeni Ufuklar, sayı 27
MAKALE
Mesela Bender, bir bilginin siyasallaşması konusunda
önemli iddialarda bulunarak şöyle der: “Tanınmış halı bilginleri de halı ve kilim dokumacılığının Kürtler tarafından
icat edildiğini, İranlılarla Türklerin bu sanatı sonradan
Kürtlerden öğrendiklerini öne sürmektedirler… Halı ve kilimin vatanı Zağros yöresidir… Kürt halıları geometrik desenli halılar ve çiçek-bitki desenli halılar olarak iki büyük
grupta toplanır…”1.
Bender’in bu görüşü, konu hakkında ilmî çalışmalar yapanlarca doğrulanmamaktadır. Çünkü halı, kilim ve benzeri dokumalarda kullanılan geometrik, yani simetrik örneklerin Türklere, asimetrik örneklerin ise Farslara ait olduğu
konunun uzmanlarınca kabul edilmektedir. Diğer yandan
Kürt dokumaları hakkında, 1953’te saha çalışmalarına dayalı doktora tezi yapan ve özellikle Kafkasya Kürtleri hakkında yaptığı çalışmalarla tanınan Aristova, “Irak, Türkiye,
Suriye ve Kafkasya’da dokunan Kürt halılarında motif olarak sembolik hayvan figürleri (koç boynuzları, kare şekiller vb.) vardır; geometrik şekiller, battaniyelere özgüdür.”2
diyerek, Farslara özgü olan asimetrik şekilleri yani çiçek
ve bitki şekillerinin Kürtler tarafından hiçbir zaman kullanılmadığını ifade eder. Halı dokumacılığıyla ilgili Rus
etnograflarından Miller de 1924 yılında yayımlanan eserinde aynen şunları yazmaktadır: “Fars dokumalarında hâkim
olan ‘çiçek ve bitki’ motifidir. Kafkasya’da arkeolojik kazılarda ortaya çıkarılan höyüklerdeki halı motifleri tamamıyla 14–15. yy.daki göçebe Türklerin nakışlarıyla aynilik
gösterir. Kafkas dokumacılığına Türklerin bu katkısını görmezden gelemeyiz.”3
Dokumalar, deri ve at koşumları gibi insanların günlük
hayatta kullandığı eşyalar ve üzerlerindeki işaretler özellikle Rus arkeolog Rudenko’nun bulgularıyla daha çok önem
kazanmıştır. Rudenko, 1947-1949 yılları arasında Yukarı
Altay bölgesindeki “Pazırık Kurganları”nda yapmış olduğu arkeolojik kazılarda deri giysi, kürk, at koşum takımları,
keçe, halı gibi çok çeşitli eşyalar bulmuştur. Çok ilginçtir,
Rudenko bu eserlerin Türkler tarafından yapılabileceğini
kabul etmediği için bunları yapanları Hint-Avrupalı halk
olarak ifade ettiği İskitler olduğunu yazmıştır. Onun bu
ifadesi ise önceleri Batlı araştırmacıların çoğunlu tarafından kabul edilmiştir. Fakat yapılan son çalışmalar ile “Esik
Kurganı”nda (Issyk Kurgan) bulunan4∗ “altın elbiseli adam
veya asker” heykelinden sonra, İskitlerin Hint-Avrupalı bir
halk olmadığı, onların kullandıkları eserler ve üzerlerindeki damgalar vasıtasıyla anlaşılmıştır. Ayrıca İskitlerin HintAvrupa halklarına ait bir dil kullandıkları da bugüne kadar
yapılan çalışmalarla desteklenmemiştir. Çünkü onlardan
kalan bir tek yazılı belge bulunmamıştır5. Ancak İskitlere
ait olduğu söylenen arkeoloji ve etnografya eserleri üzerindeki damga ve süslemeler Türklerin otantik damga ve
süslemeleriyle örtüşmektedir.
Pazırık Kurganı’ndaki buluntularda at üzerindeki askerin pantolon giydiği, (Hint-Avrupalılar pantolonu M. S. 4.
asırdan itibaren giymeye başlamışlardır) halıdaki geometrik damgalar ile atın koşum şeklinin Hint-Avrupalı hakların
kullandıklarıyla ilgisiz olduğu yapılan basit bir araştırma
ve karşılaştırmayla dahi anlaşılır.
Bu makalede Pazırık kurganından çok daha eskilere tarihlenen ve Doğu Türkistan’da bulunan, -bugüne kadar yapılan çalışmalara göre- dünyanın bilinen ilk pantolonundan
hareketle Türkler ile Avrupalıların tarihinde pantolonun
yeri ve bu pantolondaki damganın Türk kültür coğrafyasındaki bazı örnekleri -sunularak- tartışılacaktır.
03-Pantolondan detay.
07-Wagner’in başkanlığında yapılan
kazıda bulunan dokumadan detay.
06-Wagner’in başkanlığında yapılan
kazıda bulunan dokumadan detay.
Avrupa’da ve Türklerde Pantolon
Pantolon sözcüğünün Avrupa’da hiç hoş olmayan bir
anlamı vardır. Çünkü konu hakkında araştırma yapan Fransız Bard’a göre 1786’da yayımlanan Fransız akademi sözlüğünde kelime şöyle anlatılır: “Mecazi anlamda pantolon
‘amacına ulaşmak için birçok kılığa giren ve her rolü oynayan birine denir. İtalyan komedisinin bu tipi ‘pantolonnade’
(soytarılık, güldürü) denen dans figürleriyle tanınır; çeşitli
soytarılıklara, maskaralıklara, şakalara ‘pantolonnade’ denir”6. Pantolonun kökeni ise IV. yüzyılda Roma’da öldürülen Aziz Pantaleone anısına Venediklilerin “duydukları
sevgi ve saygının bir ifadesi olarak giydikleri dar ve uzun
külotlara pantoloni adı vermelerine dayanır. Fransa krallığında pantolon XVI. yüzyılda bir commedia dell’arte tipi
aracılığıyla tanınmıştır”7. Böyle olmakla beraber “19. yüzyıl başlarına kadar Avrupa’da giyilen, genel olarak belden
ve dizden büzgülü, bugünkü golf pantolonuna benzeyen,
bir çeşit kısa pantolon olan giysi ‘külot’ olarak adlandırılır”8.
Günümüzdeki pantolona benzer pantolonun Batı’da
kullanılması çok yeni denecek kadar bir tarihî geçmişe sahiptir. Mesela Bard, bu konuda şunları yazar: “Pantolon
başlangıçta bir erkek simgesidir ve kadınların giymesi yasaktır… Galyalılar poturu büyük olasılıkla İÖ II. Yüzyıldan başlayarak Kelt ve Cermen etkisiyle giymişlerdir. Ama
Doğu’da Persler ve Medler çok eskiden beri bol pantolon
giyerlerdi.9∗ Kuzey Avrupa’nın savaşçı ve avcı halkları da
08-Wagner’in başkanlığında yapılan
kazıda bulunan dokumadan detay.
31
MAKALE
soğuktan korunmak ve ata binmek
için bol pantolonları tercih ederlerdi.
Yunanistan’da köleler, barbarların
yoğun olduğu birçok bölgede zorunlu
olarak dar pantolon giyerlerdi. Ama
Akdenizli erkekler, Yunanlılar ve Romalılar iki parçalı, kapalı bu giysiden nefret ederlerdi. Poturla tanışan
Romalılar onu ilk başta ‘barbarlığın
bir simgesi’ gibi gördüler”10. Potur
(braies) denilen giysi dikişsiz olup
insanın bacak arasını örtmek için
kullanılmıştır (Bakınız: fotoğraf 19,
bu fotoğraftaki giysi 1250 yılındaki
“potur”u temsil etmektedir.) Yazarın
ifade ettiği gibi potur ve pantolon bir
bakıma o tarihte Avrupa’da kölelerin
ve aristokrat olmayanların giydiği bir
giysidir.
Avrupa sanatına bakıldığında insanların nasıl giyindiği bazı resimlerden ve kiliselerdeki mozaiklerden
anlaşılmaktadır. Mesela kiliselerdeki
mozaikler ile Romalı askerlerin giysilerine bakılırsa onların pantolon
giymediği görülür. Dolayısıyla Pazırık kurganında bulunan pantolonlu
insanlardan hareketle İskitlerin HintAvrupalı bir halk olmadığını söylemek
mümkündür. İskitler, Hin-Avrupalı bir
halk olsaydı varisleri olan diğer halklarda da pantolonun devam etmesi,
hatta gelişerek devam etmesi gerekmez miydi?
Avrupa’da “ortaçağın sonundan
başlayarak erkekler bel hizasından
dizlere kadar inen külotlar giymişlerdir ve baldırlarda ise jartiyerle tutturulmuş çoraplar vardır”11. Avrupa’da
külot, statüsü yüksek insanları, yani
aristokratları; sankülot ve pantolon
ise statüsü düşük yani onlara göre barbarları, yoksulları, köylüleri ve benzerlerini temsil eder. Fakat önceleri
fakirlerin, kölelerin, denizcilerin giydiği pantolon XVIII. ve XIX. yüzyıldan sonra aristokratlar tarafından da
giyilmeye başlanmıştır12. Türkiye’de
olduğu gibi Avrupa’da da “Pantolon
başlangıçta bir erkek simgesidir ve
kadınların giymesi yasaktır”13.
Dünyada Bilinen İlk
Pantolon
Bu pantolon hakkındaki bilgilerimizi Wagner’in yukarıda belirttiğimiz
yazısından hareketle ifade edeceğiz.
32
01- Doğu Türkistan’ın Turfan şehrindeki kazı bölgesi.
04- Pantolonun ölçüleri.
05-Pantolondaki damganın çizimi.
19-Fotoğraftaki giysi 1250 yılındaki “potur”u temsil etmektedir.
09- Novosibirsk’de
bir dokuma.
Altaylar (Batı
Sibirya). M. Aksoy
arşivinden.
10- Bir bayan
kemeri, DamalArdahan. M.
Aksoy arşivinden.
11-DamalArdahan. M.
Aksoy arşivinden.
12-ÇamlıhemşinRize. M. Aksoy
arşivinden..JPG
13- Kars’da Kürt
çorba olarak
bilen çorap. M.
Aksoy arşivinden.
Yeni Ufuklar, sayı 27
MAKALE
Kazıların yapıldığı yer Doğu Türkistan’ın Turfan şehrine yakın Yanghai adıyla bilen eski bir yerleşim yeridir.
Burası 1970’lerin başında yerel köylüler tarafından keşfedilmiş ve Wagner başkanlığında yapılan ve 2014 sonuçları
açıklanan kazılarda 500’den fazla mezar kazısı yapılmıştır.
Bu mezarların ikisinde çok önemli eşyalar bulunmuştur.
Bunlardan birinde 40 yaşındaki bir askerin mumyalanmış
bedeni ve üzerindeki eşyalar ile bronz, ahşap, altın, taş,
kabuk, deri ve yünden imal edilmiş ve iyi korunmuş 41
tarihî eser bulunmuştur. Diğer mezarda ise tarihin bilinen
en kadim pantolonu bulunmuştur. Pantolon sahibi askerin
öldüğünde 40 yaşlarında olduğu tahmin edilmektedir. Bu
mezarda ayrıca at koşumlarından olan at kırbacı, süslü atkuyruğu, ok kılıfı ve yay bulunmuştur.
Kazı yapılan bölgenin iklim şartlarından dolayı, arkeolojik kazılarda ortaya çıkan pantolonlar, etekler, çizmeler
ve deri mantolar çok az hasarla günümüze kadar gelmiştir.
Yapılan iklim bilimi, antropoloji, dil bilimi ve arkeolojik
tetkikler sonucu bu eserlerin M. Ö. 1500 ile 1200 yıllarından kaldığı belirtilmiştir.
Wagner’e göre bu buluntular, Turfan ve Hami bölgesinin (Wagner, bu bölgede bir de İskit/Saka şehir devleti’nin
15-Balıkesir’de dokuma bir torba. M. Aksoy arşivinden.
varlığından bahseder) az tanınan yerli halkından kalmıştır. Bu giyseler M. Ö. VII. ile III. yüzyılda giyilen yöresel
çoban giysileriyle örtüşmektedir. Xiongnu (Hiung-nu yani
Hun) göçebelerinin M. Ö. III. ile I. yüzyıllarda giydikleri
giyseler de bu buluntularla aynıdır.
Wagner’e göre “M.Ö. 1200 den M.S. 300’e kadar, bu
süre zarfı içerisinde değişik dönemlerden kalma giysilerin
kesimlerinin deşifre edilmesi, kumaş kesimlerinin ne zaman
kesilmeye başlandığını gösterir. Bu tarz bir kesim başlarda
kesinlikle alışılmış değildi. Çok başarılı bir kalıp dokuması
ve dikişlerin iyi düşünülerek yerleştirilmesi sayesinde etekler ve ceketler bedene uygun şekilde hazırlanmıştır.”
Wagner, bu pantolonu giyenlerin atalarının da pantolon
giydiklerini “herkesin dolabında bir pantolon vardır. Ama
aslında pantolonlar ne zamandan beri var… Ve bunları kim
bulmuştur? M. Ö. 3. yüzyılın ortalarına kadar hem erkekler, hem kadınlar Asya ve Avrupa´da özellikle etek, manto
veya elbise, çorap ve bel örtüleriyle kaplandıkları gözüküyor. 2012 ve 2013 yıllarında Batı Çin´deki Turfan´da
mezarlardan yün pantolonları inceledik ve şunu bulduk:
Üç parçadan oluşuyorlar, iki bacak parçası ve dokuma
tezgâhında ayrı üretilmiş kademeli bir ağ parçası” ifade-
33
17-Golf oynayan erkeklerin üzerindeki külot.
MAKALE
16- Gorno Nerezi Manastırı, Makedonya, S. Pantaleon (sol tarafta).
18- John Hancock, 1764’de.
siyle belirtir. Bu ifadeden de anlaşıldığı gibi Wagner ve ekibinin bulduğu
pantolonu giyen Xiongnu’lar (Hiungnu) ve onların atalarından başkası yani
Asyalı ve Avrupalı halklar pantolondan habersizdir.
Wagner, atın ehlileştirilmesi ve
atın binek hayvanı olarak kullanılmaya başlamasıyla pantolon arasındaki
ilişkiyi de şöyle izah eder: “Bu pantolonları giyenlere ait at koşumları ve
atlı savaşçılara özgü silahlar mezarlara konmuştur. Pantolonlar yaklaşık
3200 sene önce üretilmiştir, bu tarih
Avrasya bozkırlarında at üzerinde ilk
savaşçıların ortaya çıktığı zamandır.
İncelemelerimiz sonucunda şu görüş
ortaya çıktı: Bugün bildiğimiz pantolon kesimi ve gelişimi at biniciliğinin
başlangıcıyla alakalıdır”. Wagner kazılarda bulunun çizmenin de yaklaşık
34
2600 senelik olduğunu belirtir.
Türk lehçelerinin bazılarında
pantolon kelimesi: Eski Türkçe: üm;
Sahaca: bürüüke; Kumanca: könçek
(qwm); Kırgızca: şılım; Azerbaycan
Türkçesi: şalvar; Türkmence: balak;
Tatarca: çalbar; Kırım Tatarcası: ştan
(crh).
Doğu Türkistan’dan
Anadolu’ya Gelen
3.500 Yıllık Damga
“Etnografya eserleri tarih yazımında ve sosyal bilim araştırmalarında
bazı hallerde yazılı belgelerden daha
önemlidir”. Başka tabirle, etnografya
eserleri görülenden farklı özellikleri
ifade etmektedir. Ayrıca bu eserleri
yapanlar, devletlerin ya da bazı yöneticilerin tarih yazıcıları olmayıp,
duygu ve düşünlerini, tarihi zihniyetleri maddi kültür unsurları vasıtasıyla
ifade eden halktan insanlar oldukları
için, etnografya eserleri “en otantik
tarihî belgeler” olarak kabul edilmelidir.
Çağımızın önemli tarihçilerinden
biri olan Burke, türlü etnografya eserlerinin tarih yazımında nasıl kullanılacağını örnekleriyle anlatır.14 Fakat ülkemizdeki tarihçilerin bu eserlere olan
ilgisinin yeterli olduğunu söylemek
mümkün değildir.
“Sanat eserleri sosyo-kültürel ortamlarda meydana geldiğine göre,
sanat eserleri, onları yapanların zihniyet dünyasıyla yakından ilgilidir”.
Bu nedenle, özellikle ananevi sanat
eserlerini araştırırken sosyo-kültü-
Yeni Ufuklar, sayı 27
MAKALE
20- Issık
kurganı (İskitSaka kurganı)
M. Ö. V. asır
altın elbiseli
Türk askeri.
22- Romalı askerler, M. S. 972.
21- M. Ö. III. yüz yılda
Romalı askerler.
rel tarihi göz önüne almadan yapılan
değerlendirmeler yetersiz kalmaya
mahkûmdur. Diğer yandan “tarihî
sosyal hafıza”yı yani “sosyal DNA”yı
dikkate almayanlar, bu makalede bir
kısmını sunduğumuz, görsel kanyaklar üzerindeki damgaların,15∗ M. Ö.
1500 / 1200’lerde Doğu Türkistan’dan
yola çıkarak, Altaylar’da, Damal’da,
Kars’ta, Çamlıhemşin’de, Isparta’da,
Balıkesir’de ve benzeri Türk kültür
coğrafyalarında, nasıl veya niçin görüldüklerini izah etmek zorundadırlar.
Sonuç olarak damgalar, özelde ise
Doğu Türkistan’da bulunun dünyanın
bilinen ilk pantolonundaki damga,
Türk tarihin bilinen kadim dönemlerinden günümüze kadar gelmiş ve tarihe şahitlik etmektedir. Çünkü Türklerin kullandığı damgalar, özelde ise
bu makaleye konu olan pantolondaki
damga, başka halkların geleneksel,
yani otantik kültürlerinde yoktur.
1 Bender, C., Kürt Tarihi ve Uygarlığı, İstanbul, 2000, s. 230-231.
2 Aristova, T. F., Kürtlerin Maddi Kültürü/Geleneksel Kültür Birliği Sorunu (Çev. İ.
Kale; A. Karabağ), İstanbul, 2002, s. 181.
3 Miller, A., Kovrovıye İzdeliya Vostoka, Leningrad, 1924, s. 22-23.
4 ∗ Esik Kurganı, 1969 yılında K. Akişev başkanlığındaki Kazakistan Tarih, Etnografya
ve Arkeoloji Enstitüsü’nün arkeolog ekibi
tarafından keşfedilmiştir. Bu kurgan aynı
zamanda İskit (Saka) kurganı olarak tanımlanır ve buluntuların M. Ö. V. yüzyıldan
kalma olduğu tahmin edilmektedir. Pazırık
Kurganı ise M. Ö. IV-III. asır olarak tarihlendirilmiştir.
5 İskitler ve Sarmatların “İran dilleri konuştukları düşünülüyor demek daha doğru
olur. Zira bu varsayım, bu konuda araştırma
yapmış olan Batılı bilginlerden kaynaklanmaktadır. Yoksa elimizde İskit dili malzemesi metinler yoktur”. İsenbike Toğan’ın
Melyuko’nun “İskitler ve Sarmatlar” makalesinin çevirisine yazdığı dipnot. Melyu-
ko, İ. A., “İskitler ve Sarmatlar” (Çev. İ.
Toğan), Erken İç Asya Tarih (Der. D. Sinor),
İstanbul, 2000, s. 141.
6 Bard, C., Pantolonun Politik Tarihi (Çev. İ.
Yergiz), İstanbul, 2011, s. 8.
7 Bard, C., a.g,e., s. 8.
8 Bard, C., a.g,e., s. 7.
9 ∗ M. Aksoy’un notu: Dünyada bilinen ilk
pantolon, Almaya, Doğu Türkistan ve Çin
arkeologlarınca Doğu Türkistan’ın Turfan
şehrinde Alman arkeolog Wagner başkanlığından yapılan bir kazıda bulunmuştur. Bakınız: von Mayke Wagner, “Xınjıang, Chına
Silk Road Fashion”, Forschungsberıchte
Des DAI (Des Deutschen Archäologıschen
Instıtuts), 2014, Faszikel 1.
10 Bard, C., a.g,e., s. 7, 9.
11 Bard, C., a.g,e., s. 9.
12 Bard, C., a.g,e., s. 10, 26-27, 7.
13 Bard, C., a.g,e., s. 7.
14 Burke, P., Afişten Heykele Minyatürden Fotoğrafa Tarihin Görgü Tanıkları (Çev. Z.
Yelçe), İstanbul, 2009.
∗
15 “Damgalar” ve “sosyal DNA” hakkında
bakınız: M. Aksoy, Tarihin Sessiz Dili Damgalar, İstanbul, 2014.
35
MAKALE
Edirne’de Kadınlara Ait
Bazı Şâhideler-I
Mehmet
KÖKREK*
Kadınlara ve
dahi erkeklere
ait şâhidelerin,
ayak taşlarının,
lahitlerin üzerinde
bulunan bitkisel ve
geometrik şekillerin
işaret ettiği
mânâlar hakkında
günümüze değin
bir çok fikir ortaya
atılmış olmakla
birlikte bu yazıda
mezkûr konuya
değinilmeyecektir
Sanat Tarihçisi
*
36
Osmanlı devrinde Müslüman kadınlar (Mü’minât) için imal edilen
şâhideler, kendilerine has birtakım özelliklere sahiptir. Mevzubahis olan
hususiyetler arasında en belirleyici olanı; erkeklere ait şâhidelerde görülen serpûşların1, kadınlara ait olan şâhidelerde, birkaç istisna hâricinde,
görülmemesidir. Bu hükmün sınırlarını biraz daha daraltacak olursak;
evli kadınlara ait şâhidelerde serpûş kullanımı birkaç istisna dışında
yoktur. Evli olmayan kadınlara ait şâhideler ise umumiyet itibariyle hotoz2 adı verilen bir serpûş ile nihâyet bulunur ki bu başlık tipine sahip
şâhideler, tarihî kabristan ve hazîrelerimizde en fazla görülen mezar taşı
nümûnelerindendir. Özellikle İstanbul’daki hotozlu şâhidelerin bir çoğunda; serpûş ile kitabe kısmı arasında kalan ve ilk bakışta boynu andıran
birim üzerinde, giyim-kuşam tarihi açısından son derece ehemmiyet
arz eden takı tasvirleri bulunur. Kadınlar tarafından günlük hayatta kullanılan takıların birçoğunu, hotozlu şâhidelerin mezkûr kısmı üzerinde
görebilmek mümkündür.3 Kadınlara ait serpûşsuz şâhide örnekleri ise
çeşitli geometrik, bitkisel v.b. şekillerle dekore edilmiş ve tepelik olarak
isimlendirilen bir birim ile nihâyetlenirler. Kadınlara ve dahi erkeklere ait şâhidelerin, ayak taşlarının, lahitlerin üzerinde bulunan
bitkisel ve geometrik şekillerin işaret ettiği mânâlar hakkında
günümüze değin bir çok fikir ortaya atılmış olmakla birlikte
bu yazıda mezkûr konuya değinilmeyecektir.4 Bütün bunların yanı sıra; Müslüman kadınlara ait Osmanlı devri
şâhideleri hakkında günümüze değin yapılan çalışmaların bir elin parmağını geçmediği ve dolayısıyla
da haklarında pek de fazla bilgiye sahip bulunmadığımızı belirtmek durumundayız. İşte bu yazı dizisi,
Edirne’de kadınlara ait tarihî şâhidelerin bir kısmını
takdim etmek ve bu suretle de konu hakkında
araştırma yapan veya yapacak olan zevâta kolaylık
sağlamak gâye-i aslîsi ile kaleme alınmıştır.
Edirne’deki tarihî kadın şâhidelerinin en
önemlileri, hiç şüphesiz, edirnekârî olarak isimlendirilen ve adından da anlaşılacağı üzere Edirne
şehrine mahsus taşlardır.5 Çok köşeli, yuvarlak
ve dikdörtgen kesitli olmak üzere üç farklı formu
bulunan mezkûr taş tipinin dikdörtgen kesitli
olanları, zann-ı galibimize göre, kadınlara mahsustur. Zîrâ biz bugüne değin erkeğe ait dikdörtgen kesitli edirnekârî bir şâhideye rastlamış
değildir. Edirnekârî nümûnelerinin üzerinde;
kitabe kısmını kuşatan iki adet çerçeve bulunur
ki diğerine nispetle daha içeride bulunanı, rûmî
şekil veya şekiller ile nihâyetlenir. Mezkûr şekil
veya şekillerin her iki yanında da gülbezek, çark-ı
felek, top ve benzeri şekiller bulunur. Ayrıca
dikdörtgen kesitli edirnekârîlere has olarak,
tepelik kısmının tam ortasında, çoğunlukla,
gülbezek şekli hakkedilir. Nadirattan sayılabilecek bazı örneklerde ise gülbezek yerine çark-ı
Yeni Ufuklar, sayı 27
MAKALE
Fatıma adındaki bir kadına ait şâhide (Zehr-i Mâr Mescit hazîresi)
Ömer kızı Ayşe’ye ait edirnekârî
şâhide (Bademlik Kabristanı)
felek veya benzeri şekillerin de
bulunduğu veya bu kısmın boş bırakıldığı da görülmektedir. Edirnekârî
şâhidelerde ve dahi Edirne’de bulunan diğer forma sahip şâhidelerde
de tatbik edilen kitabeye fâtihâ
ibâresi ile başlama adeti bu tip
edirnekârîler için de cârîdir. Dikdörtgen kesitli edirnekârî nümûnelerinin
mümtaz örnekleri Yahya Bey Câmi
hazîresi, Gâzi Mihâl Câmi hazîresi
ve Bademlik Kabrsitanı’nda bulunmaktadır. Evvelce neşredilen ve tam
künyesi beş nolu dipnotta verilen bir
yazımızda fotoğraflarını paylaşıp, hususiyetleri hakkında bilgilendirmede
bulunduğumuz iki adet şâhideyi,
tekrara düşmemek adına, bu yazı
hâricinde bıraktığımızı belirtmek
isteriz. Gâzi Mihâl Câmi hazîresinde
bulunan, hicrî 1083 (m.1672-73)
tarihli edirnekârî şâhide üzerinde
mahkuk bulunan kitabenin günümüz harfleri ile yazılışı şöyledir:
Fâtihâ
Ayşe Hân6 bint-i Cafer7
sene 1083
Yine aynı hazîrede bulunan
ve hicrî 1109 (1697-98) tarihinde
vefât eden Hatice [Hadice] adlı bir
kadına ait şâhide üzerinde mahkuk
bulunan kitabenin günümüz harfleri
ile yazılışı şöyledir:
Fâtihâ
Merhûme Hatice bint-i
Mustafa ruhiçün sene 11098
Bademlik Kabristanı’nda bulunan bir başka edirnekârî örneği ise
günümüze tam olarak ulaşamamıştır. Mezkûr taş zaman içerisinde kırılmış ve bu sebepten dolayı da tarih
ibâresinin bulunması gereken kısmı
okunamamıştır. Diğer örneklerdeki
gibi “Fâtihâ” lafzı ile başlayan kitabe
kısmının ilk satırında görülen “Ayşe
bint-i Ömer” ibâresi sayesinde şâhide
sahibi tespit edilebilmiştir. Yine aynı
kabristanda bulunan ve üzerinde
tek bir harfin dahi mahkuk olmadığı
şâhide ise Edirne’de bugüne kadar
tespit edebildiğimiz yazısız tek dikdörtgen kesitli edirnekârî örneğidir.
Bu taşın, ayak taşı olup olmadığı ise
tartışılması gereken bir husustur.
Edirne’deki kadınlara ait
şâhidelerin hususiyet arz eden diğer
bir tipi de vefât eden merhûme hakkında neredeyse hiçbir bilgi vermeyen şâhidelerdir. Bu tip şâhidelerde
hiç birinde süs öğesi bulunmamaktadır. Mevzubahis olan şâhidelerde
merhûmenin adı, vefât tarihi, “fâtihâ”
ve “merhûme” lafızları dışında hiçbir
ibâre bulunmaz. Sadece vefât eden
kadının adının mahkûk bulunduğu veya meyyitenin ismi ile vefât
tarihinin bulunduğu örnekler dahi
mevcuttur. Melâmî ve MelâmîHamzavî’lere ait şâhidelerin kitabe
kısmında, vefât eden meyyit ve
meyyiteler hakkında daha fazla bilgi
verildiği göz önünde tutulduğu vakit
37
MAKALE
Cafer kızı Ayşe Hân’a ait edirnekârî şâhide
(Gâzi Mihâl Câmi hazîresi).
Emine adındaki bir kadına ait şâhide
(Bademlik Kabristanı).JPG
mezkûr şâhideler daha da ilgi çekici
olmaktadır. Bu şâhidelerde kullanılan taşların kalitesi tetkik edildiği
vakit; bunların ya kimsesiz ya da
fakir insanlara ait oldukları düşünülebilir olsa dahi elimizde kesin bir
hüküm vermeye yarayacak deliller
bulunmamaktadır. Konunun dışına
çıkmak pahasına da olsa Edirne’de
ve diğer şehirlerde bu tip kitabeye
sahip erkeklere ait şâhidelerinin de
var olduğunu belirtmek isteriz. Gâzi
Mihâl Câmi hazîresinde bulunan
ve üzerinde sadece şâhide sahibesi
“Emine”nin ismi bulunan şâhide son
derece ilgi çekicidir. Merhûmenin
adının ve vefât tarihinin mahkuk
bulunduğu şâhidelerin en güzide
nümûnelerinden birisi yine Gâzi
Mihâl Câmi hazîresinde bulunmaktadır. Hicrî 1122 (m.) tarihli şâhide
üzerinde mahkuk bulunan kitabenin
günümüz harfleri ile yazılışı şöyledir:
Ayşe sene 1122
Günümüzde metrûk bir hâlde
bulunan Zehr-i Mâr Mescidinin
hazîresinde bulunan hicrî 1142 tarihli bir şâhide de ise “sene” lafzı dahi
hakkedilmemiştir. Mezkûr şâhide
üzerinde mahkuk bulunan kitabenin
günümüz harfleri ile yazılışı şöyledir:
Fatma 1142
Bademlik kabristanındaki bir başka şâhidede ise sadece vefât eden
kadının adı, vefât ettiğini belirten
“merhûme” ibâresi ve “Fâtihâ” lafzı
bulunmaktadır. Mezkûr şâhide kitabesinin günümüz harfleri ile yazılışı
38
Emine adındaki bir kadına ait şâhide.
(Gazi Mihâl Câmi hazîresi)
şöyledir:
Merhûme Emine
el-Fâtihâ
Edirne’de bulunan kadınlara
ait diğer şâhideler, yazı dizimizin
ileriki bölümlerinde arz edilecektir.
İlk bölümünü takdim ettiğimiz bu
yazı dizisinin, Osmanlı devrinde
Müslüman kadınlar için imal edilmiş
şâhideler hakkında araştırma yapan
veya yapacak olan zevâta kolaylık
sağlamasını ümit ederiz. Osmanlı
mezar taşı sanatının, hassaten de
şâhide sanatının, uzunca bir dönem
göz ardı edilen bu bölümü hakkında
atılacak her adım, Osmanlı mezar
taşı sanatının ve dahi kültürünün
daha iyi tanımlanmasına ve anlaşılmasına vesile olacaktır.
3
4
Dipnotlar
1 Osmanlı devrinde erkekler tarafından
kullanılan ve şâhidelerde de görülen
serpûş türleri hakkında bknz: H. Necdet
İşli, Osmanlı Serpuşları, 2010 İstanbul
Kültür Başkenti Ajansı, Eylül 2009; Mehmet
Kökrek, “Osmanlı Serpûşları”, İSMEK El
Sanatları Dergisi, S.20, 2015, s.44-53
2 Süleyman Berk, Zeytinburnu’nun Zamanı
Aşan Taşları, Zeytinburnu Belediyesi,
İstanbul 2006, s.33’te hotoz adlı serpûşun
fotoğrafı altına, sehven, “Uzun boylu hanım
mezar taşı başlığı” yazılmıştır. Osmanlı
devrinde yaşayan ve evlenmeden vefât
eden bir çok kadının şâhidesinde görülen
hotoz adlı serpûşun uzun boylu hanımlara
has olduğu kabul edilecek olursa;
Osmanlı devrinde evlenmeden vefât eden
kadınların neredeyse tamamının uzun
boylu kabul edilmesi gerekir. Ayrıca mevzubahis olan tanımın ortaya çıkardığı bir
5
6
Mustafa kızı Hatice’ye ait edirnekârî
şâhide (Gâzi Mihâl Câmi hazîresi) .JPG
başka ilginç sonuç ise Osmanlı devrinde
evli iken vefât eden kadınların, neredeyse
tamamının, uzun boylu olmadığıdır.
Tarihî şâhidelerde görülen takı tasvirleri
hakkında bknz: H.Örcün Barışta, “Osmanlı
İmparatorluğu Döneminde Bazı Takı
Tasvirleri”, III. Türk Tarih Kongresi Kongreye Sunulan Bildiriler, İstanbul, 2002, s.
1309-1313; Muin Memduh Tayanç, “Türk
Vefası ve Mezartaşları Gerdanlıkları”, Tarih
Konuşuyor, C.3, S.25, 1966, s.2044-2046
Osmanlı mezar taşı ikonografyası, sembolizmi ve benzeri isimlerle neşredilen
bir çok çalışma mevcuttur. Bu yazımızın
konusu Edirne ile sınırlı olduğu için
bu yayınları burada zikretmek yerine
Edirne’deki mezar taşlarının ikonografyası
hakkında kaleme alınmış bir eseri ve dahi
o esere cevaben yazılmış bir reddiyeyi burada paylaşmakla yetineceğiz. Edirne’deki
mezar taşları üzerinde mahkuk bulunan
şekillerin ikonografik tahlilleri hakkında
bknz: Burhan Oğuz, Mezar Taşlarında
Simgeleşen İnançlar, Can Matbaası,
İstanbul, 1983. Bir çok sağlıksız yorumu ve
dahi anolojik tahlili hâvî olan mezkûr eser
hakkında kaleme alınmış kısa bir eleştiri
yazısı için bknz: Nail Tan, “Mezartaşında
Simgeleşen İnançlar Kitabı Üzerine”, Türk
Folkloru, S.64, 1984, s.14-16
Edirnekârî şâhideler hakkında daha fazla
bilgi içi bknz: Mehmet Kökrek, “Edirnekârî
Şâhideler”, Türk Dünyası Tarih-Kültür Dergisi, C. , S. , Ekim 2015, s.
Burcu Doğan, Edirne Gâzi Gâzi Mihal Câmi
Haziresi’ndeki Mezar Taşları, Basılmamış
Yüksek Lisans Tezi, Trakya Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Edirne 2009, s.
s.697’de “Ayşe Hân” olan bu ibâre, sehven,
“Ayşe Hanım” şeklinde okunmuştur.
7 Aslen Arapça olan ve ““‫ ” ”ﺟﻌﻔﺮ‬şeklinde
yazılması gereken Cafer lafzı bu kitabede,
hakkak tarafından hatalı olarak, “‫”عج رف‬
şeklinde hakkedilmiştir.
8 Burcu Doğan, a.g.t., s.537’de bu şâhidenin
tarihi, yanlışlıkla, 1105 olarak okunmuştur.
Yeni Ufuklar, sayı 27
MAKALE
Aytaç Tolga TİMUR*
Dünya değişiyor.
Artık tüketim ve israf
değil, değer bilme ve
armağan ekonomisi
gibi, aslında bizim
kültürümüze has
ama çoğu yerde
unutulmuş yeni
değerler vizyona
giriyor.
Yeryüzü Derneği Gönüllüsü
*
Ekonomik
küçülme neden
gereklidir?
Kalkınma, büyüme, büyümemesizlik ve küçülme tartışmaları akademik
çevrelerde yoğun bir şekilde tartışılıyor,
artık bu mevzuları toplumun da konuşması lazım.
Dünyanın gördüğü ilk ve en büyük
ekonomik kriz 1929 senesinde patlak
vermişti. İnsanlar büyük acılar çektiler;
iflaslar, intiharlar ve açlık kol gezdi.
Ekonomistler tartıştı, yeni yollar aradılar, kriz atlatıldı. Ama bu kriz son değil, krizlerin anası olarak bir ilkti. Bir
daha kriz çıkmasın diye alınan bütün
tedbirler, sonraki krizlerin yeni nedeni
oldu ve aradan yüz seneye yakın zaman geçmesine rağmen kalıcı, krizsiz
bir ekonomi bir türlü tutturulamadı.
Yüzyıldır krizlerden çıkış için ana
reçete olarak daha fazla büyüme ve
hiç durmaksızın kalkınma söylemlerini duyduk durduk. Hem de buna ne
alakaysa milliyetçi bir elbise giydirerek
yaptık. Şimdi dünya, acaba bu bakış
açısı mı yanlış diyerek, büyüme ve
kalkınma söylemlerini sorguluyor. Biz
her zamanki gibi dünya gündeminin
gerisinden nal toplamaya devam edelim, akademik çevrelerde başlayan bu
tartışmalar, toplumun kılcallarında
konuşulur, yeni öneriler ve bakış açılarıyla zenginleştirilir oldu.
Toplumsal meseleler asla değişmez,
mutlak ve kutsal değildir. Her zaman
sorgulamak, yeni sorular sormak ve
korkmamak gerekir. Her önyargımızı
ele alıp sorgulamamız gerekmez mi?
İlginç bir şekilde, özellikle seksenlerden sonra, yüzde iki ya da üç
dolaylarında tutarlı bir büyüme yaşandığı halde işsizlik oranı bir türlü yüzde
onun altına düşmüyor. Oysa büyüme
savunucularının en başta gelen tezi
büyüme varsa işsizlik azalır tezi değil
miydi ?
Kalkınma ise, toplumu tarihte
eşi görülmemiş bir tüketim çılgınlığına götürüyor. Bir yılda değişen
cep telefonları, sıfır araba çılgınlığı,
arızalanmadan değişen buzdolapları,
tamir yerine yenisini al kampanyaları
ve hepimizin tanışık olduğu bir israf
çılgınlığı.
Zenginlik sorunu ise gezegenin
başına ayrı bir bela oldu. Yüzde bir
gibi çok küçük bir azınlığın elinde çok
yüksek oranda maddi güç birikti. Bu
sadece ekonomik bir güç olmaktan
çıkıp, siyasi güce dönüştü. Bu siyasi
güç hiç beklenmeyen olaylarda kendini
gösterip, spekülasyonlar üretiyor.
Oysa daha düne kadar, Anadolu
kültüründe zenginlik saklanan, ayıp bir
şeydi. Şimdi sıfır ve lüks arabalar kapı
önlerinde, son model pahalı telefonlar
masa üstlerinde, utanmak nerede, arabesk bir gösterişle yerlerini alıyorlar
Dünya değişiyor. Artık tüketim
ve israf değil, değer bilme ve armağan
ekonomisi gibi, aslında bizim kültürümüze has ama çoğu yerde unutulmuş
yeni değerler vizyona giriyor. İşsizliğin
çözümü büyüyen değil aksine küçülen
ekonomiler, azalan iş saatleri ve bu
tartışmalar çoğalarak devam ediyor.
Türkiye de bu tartışmalara katılmak zorunda. Dışa bağımlı ekonomisini, yerel ekonomiye çevirip, kendi
kendine yeten vilayetler ya da bölgeler
oluşturmalı. Küçülmek ekonomisi,
yerel ekonomilerin gücünü, işsizliğe
nasıl derman olduklarını, tüketim toplumundan çıkmayı ve daha istikrarlı,
kendine yeten ve dolayısıyla krizlere
boğulmayan ekonomiler oluşturmayı
özendiriyor.
Yeşil ekonomi, şirketlerin çevreci
imajlarının çok ötesinde bir kavram.
Üstelik ezberci ekonomistlerin ve şirketlere su taşımaktan öteye geçemeyen
yorumcuların ellerine bırakılamayacak
kadar da hayati ve önemli. Artık çağın
yeni kavramlarının da ekolojistler ve
toplumsal meselelere duyarlı kesimler
tarafından tartışılması dileğiyle…
39
FOTOĞRAF
ustalarının gözünden
Poyralı’da
pekmez
zamanı
Anadolu’nun kendine özgü tatları, sofralarımızdan eksik etmemeye çalıştığımız lezzetleri vardır. Aslında içimiz elvermese de “vardı”
diye bitirmek gerekiyor bu cümleyi... Yaşamın ‘festfood’ diretmesi çok şey gibi o lezzetlerin çoğunu da soframızdan uzaklaştırmıyor
mu? Hadi soralım kendimize, hangimiz çocuğumuza pekmez yedirebiliyor? Biliyorum
dudaklarınıza içli bir tebüssüm konuyor ve
içinizden “Pekmez mi?” diyorsunuz.
Evet, pekmez… Türkçe bir kelime olan ve
Farsça’ya ‘begmaz’ olarak geçen, Rusya ve
Balkan ülkelerinde de aynı adla anılan Anadolu insanının en önemli besin kaynaklarından biri. Sözlükler onu, üzüm, dut ve benzeri
meyvelerin koyuca bir kıvâma gelinceye
kadar kaynatılmasından elde edilen tatlı sıvı
diye tarif ediyor. Pek bir yavan tanım değil
mi? Üzümden duta, keçiboynuzundan pancara birçok meyveden pekmez yapılabilen
pekmez, aslında insanımızın emeği, damak
tadı ve hünerini ortaya koyan eşsiz bir besin
kaynağıdır. Meyvelerin sıkılarak sularının
alınması, kaynatılması, özel bir toprak ilave
edilmesi, kaynatılırken köpüğünün ayıklanması, dinlendirilmesi özetle yorucu bir iştir
pekmez üretimi. Fakat aşkla yapılan her işte
olduğu gibi, sonucu keyif vericidir.
Sözü daha fazla uzatmadan bu sayımızda
sayfalarımızı süsleyen pekmez üretimine
ilişkin birbirinden güzel fotoğraflarla sizleri
başbaşa bırakıyoruz.
Kırklareli’ne bağlı Poyralı köyünde gerçekleştirilen pekmez üretiminden fotoğraflar
ÇOFSAT’ın (Çağdaş Odaklı Fotoğraf Sanatçıları Topluluğu) değerli ustaları Selahattin
Kalaycı, Mustafa Celal Kılıçman ve Enver
Aydın’a ait. Kendilerine bu güzel anları belgeleyip, Türkiye Yeni Ufuklar Dergisi okurlarıyla paylaşma nezaketini gösterdikleri için
çok teşekkür ediyoruz…
40
Selahattin
KALAYCI
Yeni Ufuklar, sayı 25
26
FOTOĞRAF
41
SANAT
Yakılan ocakların üzerine atılan dev
kazanlarda kaynatılan meyve suları kıvamını
buluncaya kadar karıştırılır.
Mustafa Celal
KILIÇMAN
42
Yeni Ufuklar, sayı 27
SANAT
Enver
AYDIN
Yenice Köyü’nde kuşburnu marmelatı yapımı. Kuşburnu
da hemen hemen pekmez ile aynı yöntem kullanlarak
hazırlanıyor. Aradaki tek fark kuşburnunun hemen
şişelenmesi, pekmezin ise bir süre dinlendirilmesi...
43
KİTAP
Irmak
Boyunca
Yürümek
H. Neşe KOÇAK
İçindeki
susturulamayan
sese kulak verir
önce Brahman oğlu
Siddhartha. Sonra
dur durak bilmeyen
düşüncelerine. Yıllar
sürecek yolculuğuna
ve arayışına böyle
başlar.
“Dünyanın içyüzünü görmek, onu açıklamak, onu aşağılamak
büyük düşünürlerin işidir belki. Ama benim için önemli olan
şey, dünyayı sevebilmektir; onu aşağılamamak, ona ve kendime
hınç ve nefret beslememek, ona, kendime ve bütün varlıklara
sevgiyle, hayranlıkla ve huşuyla bakabilmektir. “s.s.143
T
eknoloji hayatımızda olmadan yaşayamayacağımızı düşündüğümüz bir zaman diliminde, ben merkezli, insan merkezli yaşam
şekillerimizle, doğal hayatı yavaş yavaş yok ediyoruz.
Antroposantrizm ya da insan merkezcilik düşüncesine göre, diğer her şeyin bizim için var olduğu yanılgısına düşüp içinde yaşadığımız evreni katlediyoruz.
Kanser hücrelerinin insan bedeninde yaptığı tahribat
gibi, aslında kendi sonumuzu hazırlıyoruz. Beden
kansere yenik düşüp öldüğünde, hastalıklı hücreler
de o bedenle birlikte yok olmaya mahkûm. Zaferi
kazandığında kaybetmeye mahkûm. Kendi kendini,
elleriyle boğan katil. Vahşi uygarlığın ölümü.
Tabiatı ve onunla birlikte var olan insan haricindeki diğer
canlıları görmeden, hissetmeden, varoluşun sebebini sorgulamadan, yoklarmış gibi davranarak sadece doğal hayatı
44
Yeni Ufuklar, sayı 27
KİTAP
Edebiyat ödüllü kitabı.
Akıcı, yalın, sarıp sarmalayıcı, etkileyici, hümanist.
“Siddhartha, benim, Hint düşüncesinden kurtulup özgürleşmemin dışavurumudur. Tüm dogmalardan kurtulmak için tuttuğum yol Siddhartha’ya götürdü beni; yaşadığım sürece de bu
yolda ilerleyeceğim doğaldır...”diyor yazar kitabı için.
Bütün insanları kucaklayan, tüm inanış biçimlerinde kuşaktan kuşağa aktarılan insani değerleri şiirsel bir üslupla
dile getiren Herman Hesse, bu romanıyla yavaşlamak, durup düşünmek, “nereye gidiyorum?” sorusunu sordurmak
için bir kapı aralıyor okuyucuya. Onu, sonunu tahmin edemeyeceği içsel bir yolculuğa çıkarıyor.
Brahmanlar arasında...
Çıkılan her yolculukta amaç, bir yere varmak, bir menzile
ulaşmaktır. Sevene, sevgiliye, huzura, mutluluğa, kendine
kavuşmak. Fakat insan gerçekliği karışık ve müphemdir.
Bazen yıllarca yürür, bir menzile varamaz. Bazen içindeki
derin boşluk hiçbir şeyle teselli bulmaz. Neyi aradığını,
niye aradığını bilmeden yürür ağır aksak. Sonu gelmeyen
bir arayış, sonu gelmeyen bir bulamayışla beraber. Kendini
ararken kendinden kaçmak...
İçindeki susturulamayan sese kulak verir önce Brahman
oğlu Siddhartha. Sonra dur durak bilmeyen düşüncelerine.
Yıllar sürecek yolculuğuna ve arayışına böyle başlar.
yok etmiyoruz. Aynı zamanda, hayatın güzelliklerini ıskalıyoruz. Bir kuşun, bir ağacın, bir ırmağın ne söylediğini
duyamıyoruz içimizdeki hırsın sesini dinlemekten. Hep
bir yerlere yetişmek için koşarken çıkardığımız ayak sesleri
bastırıyor tabiatın zayıf çığlıklarını.
Oysa biraz yavaşlamak lazım. Hatta zaman zaman durmak.
Susmak. Susup dinlemek dikkatle. Kulak vermek söylenenlere. İdrak etmeye çalışmak. Sonra uzun uzun düşünmek
üzerinde söylenenlerin. Ve kendi kendimizi sorgulama
cesaretini göstermek. Tabiatın aslında ne kadar bilge
olduğunu görebilmeyi denemek.
Menzile varmak...
Tıpkı Siddhartha gibi. Yıllarca aradığı sırrı, hayatın anlamını bilge kişiden değil ancak bir ırmaktan öğrenen, onu
kendine hoca bilen, huzuru bir ırmağın öğretisinde bulan
Buddha.
Siddhartha. Alman yazar Herman Hesse’nin bildiğimiz
Buddha kimliğinin dışında bir anlatımla Hint Felsefesinden
yola çıktığı, aslında bütün dinlerin ahlak felsefesini tek bir
noktada birleştirdiği, 1922 yılında yayımlanan, 1946 Nobel
Ne bilge Brahmanlar, ne anne ve babası, susuzluğunu gideremez, sorularını cevaplayamaz. Tanrılara kurbanlar sunmak, Atman’dan başkasına tapınmak mıydı olması gereken.
“Ve nerede bulunabilirdi Atman. Yeri yurdu neresi olabilir, ezeli ve ebedi kalbi nerede çarpabilirdi insanın kendi Ben’inden,
kendi özünden, herkesin kendi içinde taşıdığı o yok edilmezden
başka. Peki neredeydi bu ben, bu öz, bu en son nesne?”s.s.16
Babasının şiddetli karşı çıkışlarına rağmen, birlikte büyüdüğü ve en yakın dostu olan Govinda’yla yurtlarını terk
ederler. Ormanda yaşayan Samanalara / çilecilere karışıp
dilenirler uzun zaman. “Ben olmayan öz, o büyük giz”i
bulma yolunda.
Dünya nimetlerini ret..
Romanın en başında anlatılan, Siddhartha’nın, herkesin
hayranlık duyduğu, sevdiği, mükemmel bir Brahman olduğudur. Brahmanlar arasında bir prenstir, geleceğin bilge
kişisidir. Fakat sahip olduklarının hiçbiri aradığı değildir.
Kendi beninde hep, o asıl pınarı arar. Kurbanlardan, kutsal
sulardan, kutsal kitaplardan, Brahmanların söyleşilerinden,
Vedalardan, meditasyondan.
Yine bulamaz. Çileyi bırakır, dünya zevklerinin, geçici küçük hazlarıyla oyalanır bir zaman. Seyirci gibi hayatın yanı
başında durup dikilmekte, onu, akıp giden bir nehri seyreder gibi seyretmektedir.
Sonunda, kazandığı, zevk aldığı bütün dünya nimetlerini
elinin tersiyle iteler, her şeyi geride bırakır, ormanda bulur
kendini. Yaşadığı, para hırsı, bencillik, zevk-ü sefa dolu yüz
karası hayata son vermek için intiharı bile düşünür vardığı
45
KİTAP
vardır. Geçmiş yoktur, gelecek yoktur. Sadece şimdi vardır.
Zaman anlamını yitirmiştir. Hayatı boyunca öğrendiği tek
şey, hiçbir şey öğrenemediği olmuştur. Çünkü ona göre, bilgelik yaşanılabilir, keşfedilebilir fakat öğretilemezdi. Kimse
öğretiyle kurtuluşa kavuşamazdı.
Kitaba başlarken, Budizmi, Hint felsefesini anlattığını sandığım bu kitaptan, kendi payıma bu kadar çok ders çıkarabileceğimi hiç düşünmemiştim. Açıkçası, hırslarımdan,
arzularımdan, dünya nimetlerine olan düşkünlüğümden
utanç duydum. Ben de Siddhartha gibi içimdeki sese kulak
vermeyi denedim. Rüzgârın, yağmurun, kuşların sesini dinledim. Kitabın kahramanı gibi, hep aradığım, fakat bir türlü
bulamadığım huzuru nasıl bulabileceğim doğrultusunda,
ipuçlarını değerlendirmeye çalıştım.
Başarılı oldum mu? Kesinlikle hayır. Romanın kahramanı
gibi, kendimden geçme noktasında bu yola baş koymak gerekir diye düşünüyorum. Çile çekmek, Ben’den vazgeçmek,
zamanı unutmak, yaratılan her şeyi sevmek...
Kitabın sonunda, belki de beni en çok etkileyen, içinde
geçen şu sözlerdi; “Siddhartha, bu andan sonra, yazgıyla
savaşı bıraktı. Çektiği acılar son buldu. ....Acıları ve sevinçleri paylaşmaya hazır, kendini tümüyle ırmağın akışına bırakmış, birlik ve bütünlüğün bir parçası olmuştu
Siddhartha...”s.s.134
Yazgıyla savaşı bırakmak... Zafer mi hezimet mi? Ve böylece huzuru bulmak... Bu mümkün mü?
Herman Hesse’nin kitapta geçen bir cümlesiyle, sorularımın cevabını düşünmek için susuyorum ve kalemi elimden
bırakıyorum;
“Yazmak iyidir, fakat düşünmek daha iyi.”
SİDDHARTHA
ırmak kenarında. Fakat, hayatının bundan sonrasında, kayıkçı dostu Vasudeva ve ekmeğini yiyeceği ırmak yol gösterecektir ona.
Tasavvuf felsefesinde bahsi geçen evrensel öğreti, Siddhartha için de geçerlidir. “Hamdım, piştim, yandım” diyen
Mevlana gibi, aynı merhalelerden geçer. Yolculuğunun başında, egosunun esiri olan Siddhartha, çocuk insanlar diye
küçümsediği sıradan insanların içinde bulur aradığını. Onlardan biri olur, yaratandan ötürü, bütün yaratılmışları sevmeyi öğrenir ırmağın sesini dinleyerek. Gözlerini kör eden
kibrini, eski bir elbise gibi çıkarıp atar üstünden. Ben’inden
kurtulur, tanrısal olana, Nirvana’ya kavuşur.
İçimdeki sese kulak vermek...
“Susamalardan arınmış, istemelerden arınmış, düşlerden,
sevinçlerden, acılardan arınmış”tır. “Ölerek kendinden kurtulmuş, ben olmaktan çıkmış, boşalmış bir yürekle dinginliğe kavuşmuş, benliksiz düşüncelerle mucizelere kapıları açmıştır.” Korkuları, telaşları, hırsları, kahırları yoktur. Huzur
46
nigrôdhâ
koskoca bir ağaç görüyorum
ufacık bir tohumda
o ne ağaç ne tohum
om mani padme hum
om mani padme hum
om mani padme hum
sidharta buddha
ben bir meyvayım
ağacım âlem
ne ağaç
ne meyva
ben bir denizde eriyorum
om mani padme hum
om mani padme hum
om mani padme hum
Asaf Halet Çelebi
Yeni Ufuklar, sayı 27
MAKALE
Suyu yakuta döndüren hazan
Ahmet ÖZDEMİR*
Hazan bahçelerinden geçerken kalbinin üzgün olduğunu söylemekle yetinen Yahya Kemal, bu defa daha da karamsar bir tablo çiziyor:
“Fani ömür biter, bir uzun sonbahar olur.
Yaprak, çiçek ve kuş dağılır, tarümar olur.
Mevsim boyunca kendini hissettirir veda;
Artık bu dağdağayla uğuldar deniz ve dağ.
Teşrinlerin bu hüznü geçer ta iliklere.
Anlar ki yolcu yol görünür selviliklere. ”
Bu kadar karamsar olmaya gerek var mı? Sonbahara
ulaşmanın kazandırdığı hiç mi güzellik yok? Elbette var.
Bakınız sonbaharın yararları neler miş: “Piknik yapma derdinden kurtulursunuz. Tatil günlerinde evde aile sofrasında
yemek yemek size zevk verir. Ev toplantılarının sıklığı artar
ve özlediğiniz arkadaşlarınızı görürsünüz. Serin sonbahar
havası, yüzünüze renk getirir. Aşırı sıcaklardan yakınmazsınız. Ağaçlardan dökülen yaprakların kokusu sizi geçmiş
günlerin anılarına götürür. Özlediğiniz kıyafetleri giyebilirsiniz.”
Bunlar işin şakası. Sonbahar, edebiyatımızın bir döneminin sembolü olmuştur ki, bu Servet-i Fünun’dur. Servet-i
Fünun şairleri, insanla sonbahar arasında benzetmeler kurmuşlar, sonbaharın rengini, musikisini şiirlerinde bir besteci, bir ressam gibi yansıtmışlardır. 12 Ekim 2005’de kaybettiğimiz şairlerinden Atilla İlhan’ın da böyle bir şiiri var:
“Kadınlar sonbahar yapraklarını dökmeye başlar
Titrek dudaklarında sarışın bir keder
Nabız kaybolur kan susar dolaşım yavaşlar
Sisli bir nebuloz gökte yazılmamış şiirler
Cahit Külebi; “Sonbahar geliyor serçe/ Yuvanı nereye
yapacaksın?” diye, hoyrat esecek rüzgârların altında ıslanacak serçeyi düşünedursun, biraz önce sözünü ettiğimiz
Atillâ İlhan başka duygular içinde: “Oysa ben akşam olmuşum / yapraklarım dökülüyor / usul usul/ adım sonbahar.”
Munis Faik Ozansoy, güllerle hazanın buluşmasını dizelere dökmüş:
“Güller ki bütün mevsim, usanmış kanamaktan,
Güller ki bakıp yollara beklerdi hazanı,
Güller gibi aylarca hayal ettim uzaktan,
Yaprakların altın gibi savrulduğu anı.
Edebiyatımızın daha sonraki dönemi olan Fecr-i Ati’de
* Gazeteci, yazar
durum biraz değişiyor: Ahmet Haşim, bu mevsimde düşüncelere dalsa da dünyevi zevklerden vazgeçmiyor :
“Bir taraf bahçe, bir taraf dere, / Gel uzan sevgilim benimle yere;/ Suyu yakuta döndüren bu hazan, / Bizi gark
eyliyor düşüncelere...”
Hayatın her döneminin, yaşanılan her mevsimin kendine özgü güzellikleri var. Ama sonbahar, şiirimizde hüzünle
özdeşleşmiş. Mevsimlerin en şairane olmasının nedeni bu
olsa gerek. Sonbahara eylül kapısından girip, kasım sonunda çıkıyoruz. Ahmet Haşim, “Son Bahar Şiirleri” adlı yazısında söyle diyor:
“Bahçelerde sarıçiçeklerin açtığı; havanın keskin incir
yaprağı kokularıyla dolduğu; ufuklarda gümüş ve bakır bulutların anlaşılmaz işler hazırlamakla meşgul olduğu; akşamüstü otları kurumuş tepelerde, yeşil eşarp, kırmızı örtü,
beyaz ve lacivert elbiselerle dolaşan genç kızların etekleri
rüzgârda uçuştuğu ve saçları çözülüp dağıldığı bu mevsimde, sonbahar şiirlerinden daha munis bir konuşma konusu
olabilir mi?”
Musikimizden sonbaharı dışlayabilir miyiz. Hüzün ve
melankoli duyguları, sonbahar motifleri ile yer almış. Anılarla dolu bir ruh derinliğinin tadını bu şarkılarda bulmaktayız:
“Kalbim yine üzgün, seni andım da derinden,
Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden!
Üzgün ve kırılmış gibi en ince yerinden
Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden”
Yahya Kemal’in şiirini, Selâhattin Pınar “bayatî” makamında bestelemiş.
Yıldırım Gürses’in şarkısı ne kadar güzeldir:
Düşen bir yaprak görürsen
Beni hatırla demiştin
Biliyorsun ben seni
Sonbaharda sevmiştim
Her sonbahar gelişinde
Sarı , sarı yapraklarda
Kuru dallar arasında
Sen gelirsin aklıma
Şüphem yok ki; her mevsim gibi sonbahar da şiirin kendisidir. Duygularınızın pozitif ya da negatif yüküne göre,
istediğiniz yöne çekebilirsiniz. Ama ben derim ki, Ahmet
Hamdi Tanpınar’ın dizeleri kulağınıza küpe olsun:
“Durgun havuzlara işlesin bırak
Yaprakların güneş ve ölüm rengi,
Sen kalbini dinle, ufuklara bak.
Düşünme mevsimi inleten rengi
Elemdir mest etsin ruhunu yeter
Eser rüzgarların durgun ahengi.
Yan yana sessizce mevsimle keder
Hicrana aldanmış kalbimde gezin
Esen rüzgarlara sen kendini ver.”
47
MAKALE
Halil Atılgan1∗
Toprak susuzluktan şakır şakır yarılır. El açar yalvarır
Allah’a. Yandım Leyla su... Su... Su toprağın bülbülüdür. Toprakla su kucaklaştığında bülbül dile gelir. Toprak su oldukça
varlığını korur, birini beş yapar. Size yalan söylemez. Riyakâr
değildir. Bir ekersin beş verir. Tüm yaratılanları yedirir içirir.
Kâinatı bünyesinde barındıracak yeteneğe sahiptir. Onun için
toprak üstüne methiyeler düzülmüştür. Bunların en ünlüleri de
Âşık Veysel’in, ”Benim sadık yârim kara topraktır” dizeleriyle bezenen dörtlükleridir. Şakır şakır yarılan toprak yağmur
bekler. Bir gün, beş gün, nihayet toprak ananın dileği kabul
olur. Yağmurla kucaklaşır. Yağmurla kucaklaşan toprak sevincinden kokuların en güzelini salgılar. Bu bir birleşme kokusudur. Burcu burcu kokar her taraf. Müthiş bir kokudur. Çok
uzaklardan hissedilir. Bu koku anlatılmaz. Tarifi de mümkün
değildir. Siz bu kokuyu bilir misiniz? Bu koku toprağın yağmurla buluşmasından sonra ortaya çıkan kokudur.
Türkülerimiz de tıpkı böyledir. O da yağmur yemiş toprak
gibi kokar. Toprak yağmurla, türkülerimiz halkla kucaklaşır.
Onun kucaklaşması halkın yüreğidir. Benim toprağa, türkülere, Çukurova’ya, Toros Dağları’na sevdam da buradan gelir.
Benim sevdam; anamın beni tarlada doğurmasından, sekiz
yaşına kadar ayakkabıyı tanımayışımdan, yufka ekmeği fırın
ekmeğine sarıp katık diye yiyişimden, anamın dokuduğu, nar
kabuğuyla da boyadığı çıbıklı ceketle büyümemden, Toros
Dağları’nı yorgan, Çukurova’yı döşek, yavşan kokusunu pudra, kekik kokusunu esans kabul etmemden kaynaklanır.
Sevdamız türkülerdir. Türkülerde anamın ağıtı, babamın
sırları gömülüdür. Ana kucağının sıcaklığı vardır onlarda. Sevdaların dumanı yükselir. Köyümün dağları şekillenir. Çayları
çağlar. Kavuşamayanların arzusu siyim siyim gözyaşı olur
türkülerde. “Yandı Çukurova yandı / Eli bazlı beyler indi”
denildiğinde Toroslar’dan hışımla inen kar suları gelir aklıma.
İşte bizim türkülere, Anadolu’ya sevdamız bundandır.
Bu sevda onulmaz yaralar açtı gönlümüzde. Yollara düşürdü
bizi. Anadolu’yu koyak koyak, köy köy dolaştırdı. Sevdamız
karasevdaya dönüştü. Bu sevdayı türkü dostlarıyla, ülkemin
insanlarıyla paylaşmaya çalıştık. Türkülere olan aşk günbegün
yoğunlaştı. Yazmaya, araştırmaya, folklora–edebiyata yöneltti
bizi. Kendi çapımızda toplumu bilgilendirmeye, milletimizin
kültürünün kalıcılığını sağlamaya çalıştık. Onun için düştük
tozlu yollara. Az gittik uz gittik. Aşılmaz dağları aşarak
Anadolu’yu tanıdık. Anladık ki:
1
∗
48
Folklorcu
“Koşar telden tele dökülür saza
Ben beni söylerim türkülerimde
Özlem çağıl çağıl aşk yığın yığın
Ben beni söylerim türkülerimde
Gâh Emrah olurum dert ile dolan
Gâh bir Köroğlu’yum dağlarda kalan
Seyrani Sümmani Karacaoğlan
Ben beni söylerim türkülerimde” ( H. Soyuer)
diyen dörtlüklerde olduğu gibi biz hep türkülerle kendimizi
söylemişiz. Türkülerle yatmış, kalkmış, onunla yunmuş arınmışız. Hâsılı Anadolu insanının çeşitli duygu ve düşüncelerinin tek dile gelme aracı olmuş türkülerimiz. Büyük usta Âşık
Veysel “Sazım ben gidersem sen kal dünyada / Gizli sırlarımı
aşikâr etme” diyerek bunu doğrulamış. Bağlamanın dertlerimize yoldaş, türkülerimizin de iyi bir sırdaş olduğunu açıkça
ifade etmiş.
Halkımızın yaşama mücadelesinin dile ve tele yansımasını
sağlayan bir ayna olmuş türkülerimiz. Onun içindir ki Anadolu insanı düğününü, kara gününü, kınasını, yakınmasını,
mizahını, taşlamasını, kahramanlığını, aşkını, gurbetini, hatta
sevgilisine sitemini dahi turnanın kanadında dile getirmeye
çalışmış. Milletimizin gönül bahçesinin gülleri olan türkülerimiz; Aydın’da zeybek, Toroslar’da bozlak, Erzurum’da Tatyan,
Karadeniz’de Yol Havası, Urfa’da Hoyrat, Malatya’da ise
Arguvan olmuş dökülmüş yüreğimize. Yüreğimize dökülen
türküler yâr üstüne, gurbet üstüne, ayrılık üstüne, turna üstüne.
İş bununla da kalmamış. Coşkun akan Kızılırmak da, Fırat
nehri de türkülerde bulmuş kendisini. Hatta bir mübarek günde
âşık:
“Kızılırmak can incitme sen bu gün
Mübarek günlerde sel bayram eder
Kitabın kavlince dağlar al giymiş
Karışmış çiçekler çöl bayram eder”
diyerek hiç olmazsa bu mübarek günde olsun can incitme
Kızılırmak, ne olursun diye yalvarmış. Hâsılı türkülerimizde
gün olmuş gönül alınmış, gün olmuş dert dinlenmiş, gün olmuş çaya giden Gelin Ayşe’nin, Gelin Ümmü’nün feryadı dile
getirilmiş.
“A benim bahtı yârim
Gönlümün tahtı yârim
Yüzünde göz izi var
Sana kim baktı yârim “
Yeni Ufuklar, sayı 27
MAKALE
diyerek büyük bir ustalıkla, nezih bir kıskançlık sergilemesinin ifade ettiği duygu, türkülerimizdeki sanatın, estetiğin
ne denli yüce olduğu hükmünü çıkarmış karşımıza. Halkımız
türkülerinde hem ağlamış, hem de gülmüş, dertlilere deva,
çaresizlere çare olmaya çalışmış, oynamış, oynatmış, zılgıt
çekmiş. Ama bunun yanında;
“Şu dünyanın halı böyle
Yalan yahşi geçer şöyle
Söyledikçe engin söyle
Engin ol gönül engin ol”
diyerek engin olmanın faziletini anlatmaya çalışmış.
“Gökte uçan Hüma kuşu
Ne bilir dalın kıymatın
Kargayı kondurman dala
Ne bilir gülün kıymatın”
dörtlüğünde ise Karacaoğlan’ın “Kadrin bilmeyenler alır eline
/ Onun için eğri biter menekşe” dizelerindeki kadir kıymet
bilmeme örneğini de veciz bir şekilde dile getiren halk türkülerimiz; sosyal fonksiyona sahip halk ruhunun en güzel ifadesi
olmuş, özlü sözlerle ders vermenin, nasihat etmenin bütün
güzelliklerini bünyesinde yaşatmaya çalışmış.
Bilmem hayal gibi bilmem düş gibi
Geldi geçti boran gibi kış gibi
Şahin cırnağına düşmüş kuş gibi
Yoluk yoluk yoldu dert beni
dörtlüğünde ise “şahin cırnağına” düşen kuşun yoluk
yoluk yolunmasıyla, dertlerin yoluk yoluk yolmasını
özdeşleştiren türkülerimiz, gönlümüze taht kurup oturmuş.
Halk musikimizin güzelliklerini yıllar önce tespit eden
merhum Sarısözen, bu konuda düşüncelerini, “İlk bakışta
monoton gibi gözüken Türk Halk Musikisi, araştırıldıkça,
çeşitli yönlerden incelikler ihtiva eden, nefis bir sanat hüviyeti
taşır. Konu bakımından yeryüzünde ne kadar tabiî ve sosyal
olay varsa halk musikisinde hepsinin de yer aldığı görülür.
Estetik bakımından bir sevinci, bir elemi ifade eden ve çeşitli
olayları canlandıran melodilerin en güzel örneklerini yine halk
müziğinde bulabiliriz» diyerek dile getirmiş.
Sonuç olarak; halkımızın bağrından kopan türkülerimiz,
sevincimizin, kederimizin tek dile gelme aracı olmuş, gönlümüze taht kurup oturmuştur. Bunlardan “Sivas Halayı, Başımda Altın Tacım, Söğüdün Erenleri, Ankara Hüdaydası ve
Turnalar Semahı” gibi türkülerimiz; anlatımıyla, akıcılığıyla,
taşıdığı sanat hüviyetiyle gönlümüzdeki türkü sarayının sultanları, mihenk taşları olmuş ve de günümüze kadar gelmiştir.
Ben türkülerimizle günümüze kadar gelen güzellikleri
yıllardır dile getirmeye çalıştım. “Toprak Kokan Türküler”
diyerek de, milletimizin gönlündeki türkü bahçesine bir gül
ekip, türkü sarayına bir ışık, ummanına ise küçük bir taş attım.
Ektiğimiz gül biter, ışığımız aydınlatır, taşımız yerine oturursa ülke kültürüne hizmet etmenin sevincini yaşayacağım her
zaman. Eğer olmazsa:
“İnsancasına erkekçesine
Bana bir bardak su dercesine
Bir türkü söylemeden gidersem yanarım”
diyen şair gibi, ben de bir türkü söylemeden gidenlere
yanacağım. Tekrar dünyaya gelsem inatla, yeniden “türkücü”
olacağım. Ve de haykıracağım...
“Omuzumda sevda yükü
Yollarda seni aradım
Beste beste türkü türkü
Tellerde seni aradım” ( A. Karakoç )
diyerek “Toprak Kokan Türküler” diyarına uzun bir yolculuğa
çıkacağım. Sonra da…
Anadolu’muzun ana dilinden
Bu türküler bir gün öldürür beni
“Ah neyleyim gönül senin elinden”
Bu türküler bir gün öldürür beni
Kimi yiğit söyler kimi gariban
Erzurum dağları kar ile boran
“Aşk kâğıda yazılmıyor Mihriban”
Bu türküler bir gün öldürür beni.
Türkü seven elbet bir türkü söyler
Baraklı bozlaklı aman ah eyler
“Sürmeli gözlerin sürmeyi neyler”
Bu türküler bir gün öldürür beni
Karalardan kara aklardan aktır
Sararmış ayvadır yeşil yapraktır
“Benim sadık yârim kara topraktır”
Bu türküler bir gün öldürür beni
Sazımı elime aldım alalı
Nerde güzel görsem başım belalı
“Emir Dağı birbirine ulalı”
Bu türküler bir gün öldürür beni
Çok ağlattı çok güldürdü kulları
Tatlı gelir Dadaloğlu dilleri
“Kalktı göç eyledi Afşar elleri”
Bu türküler bir gün öldürür beni
Türküyle kavruldum türküyle yandım
Türkü çığırmayan dilden usandım
“Gide gide bir söğüde dayandım”
Bu türküler bir gün öldürür beni
Türkülere gözüm gönlüm aç benim
Söyledikçe kuvvet benim güç benim
Hata benim günah benim suç benim
Bu türküler bir gün öldürür beni
İmami türküsüz geçmiyor günüm
Sevdadır mezhebim sevgidir dinim
“Alevi de benim Sünni de benim”
Bu türküler bir gün öldürür beni (Âşık İmami)
diyerek haykıran ozanın dizeleriyle yok olup sonsuzluğa ulaşacağım.
49
DİL / EDEBİYAT
Düzeltilmesi gereken bir
işaret: Düzeltme işareti
Herhangi bir dilde yer alan bir kelimenin farklı telaffuz edilmesi
(uzun hecenin kısa okunması, kısa hecenin uzun okunması, ince harfin
kalın okunması, kalın harfin ince okunması vs.) gayet olağan bir
durumdur ve yöresel ağız çeşitliliğinin mevcudiyeti bakımından hoş
olarak dahi kabul edilebilir. Lâkin resmî dilde bir sözcüğün yazımında
farklılık söz konusuysa ve bundan ötürü telaffuzda da farklılıklar
mevzubahis ise ortada hoş değil, nahoş bir durum vardır ve bu meseleye
acilen bir çözüm üretmek icap eder.
Serim
Ekrem
SAKAR*
Batı kökenli kelimelere düzeltme işareti
koyanlar olduysa da
çoğunluk tarafından
kabul edilmeyen bir
uygulamadır. “Lamba”, “plan”, “lahana” vb batı kökenli
sözcüklerde ‘l’yi ince
okuma temayülü olsa
da ince telaffuz edilmesi şart değildir.
Yani kalın okunması
bir problem teşkil etmez.
*
Marmara Üniversitesi, Araştırma Görevlisi
50
Ahali arasında “şapka” olarak maruf, terimsel lugatte düzeltme işareti olarak
adlandırdığımız işaretin (^) ne gariptir ki düzgün bir şekilde kullanılmamasından
dolayı “Kendisi himmete muhtaç bir dede / Nerde kaldı gayrıya himmet ede”
sözü mucibince öncelikle kendisinin düzeltilmesi gerekmektedir. Uzatma ve
inceltme olmak üzere iki işlevi olan bu işaretin yeri gelip tamamen kaldırılması
yeri gelip daha da yaygınlaştırılması üzerine tartışmalar yapılmıştır. Lâkin
onu kaldırmak isteyenler ortaya makul bir sebep koyamadıkları gibi onun
yaygınlığını artırmak isteyenler de nerelerde kullanılacağını adam akıllı müzakere
ve münazara etmemişlerdir. Binaenaleyh düzeltme işareti herkesin kaleminde
keyfî bir kullanımla hayatiyetini devam ettirmektedir. Örnek verecek olursak,
“zira” kelimesinin iki hecesi de uzundur. Bu nasıl olsa bilinen bir şeydir diye
düşünenler “zira” şeklinde, ikinci hece zaten uzun okunduğu için ilk hecedeki
uzunu gösterelim diyenler “zîra” biçiminde – ki imlâ konusunda hassasiyet sahibi
Kubbealtı bunu tercih etmektedir -, millet bunun uzun okunacağını nereden bilecek
diye düşünenler ise “zîrâ” olarak imlâlayınca bir kelimenin üç değişik versiyonuyla
karşı karşıya kalırız. Biz de bu yazımızda evvelâ düzeltme işaretinin niçin
gerektiğini ve nerelerde kullanılması / kullanılmaması lâzım geldiğini tartıştıktan
sonra meseleyi bir sonuca bağlamak gayesiyle birtakım tekliflerde bulunacağız.
Düzeltme işaretinin mevcudiyeti alfabe değişikliğine gitmemizden
kaynaklanmaktadır. Kullandığımız Latin alfabesinin büyük oranda Türkçeye
uyumlu olmakla birlikte kelimelerimizi sorunsuz karşılamaktan aciz olması
hasebiyle, imlâsı yanlış olabilecek veya yanlış telaffuz edilmesi ihtimali olan
sözcüklerde düzeltme işareti kullanmak bir mecburiyet halini almıştır. İlk olarak
düzeltme işaretinin niçin gerektiğini maddeler halinde sıralayalım:
a) Gösterilmeyen uzun ünlüler: Dilimize Arapça ve Farsçadan geçerek
Türkçeleşmiş, yani telaffuzunu Türkçeye uygun olarak yaptığımız kelimelerin
bazılarında yer alan ünlü harflerin bulunduğu heceler uzundur. Arap harfleri
yürürlükteyken uzun ünlüler (‫ى‬،‫و‬،‫ )ا‬sesleriyle belli olduğu için telaffuzda bir sıkıntı
hâsıl olmuyordu. Ancak şimdi meselâ “padişah” kelimesinin ilk hecesi olan ‘pa’nın
uzun okunacağını, yazı dilinden çıkarmak mümkün değildir. Bir diğer şey ise,
aynı yazılan iki kelimenin birinin uzun okunmaması yüzünden anlamca birbirine
karışma sorunudur. Söz gelimi katleden anlamındaki katil (‫ )قاتل‬kelimesinin ‘ka’sı
uzunken katledilen manasındaki katil (‫ )قتيل‬sözcüğünün ‘ka’sı kısadır. Görüldüğü
üzere ilk hecenin uzun yahut kısa okunması, kelimenin manasını tamamıyla
değiştirmektedir.
b) Aynı telaffuz edilen ünsüzler: Arapça ve Farsçadan gelen bazı kelimeler,
Yeni Ufuklar, sayı 27
DİL / EDEBİYAT
farklı harfler bulundurmalarına rağmen dilimizde aynı
telaffuz edildikleri için birbirine karışma ihtimali doğmuştur.
Örneğin Türkçede tek bir “d” sesi mevcuttur. Bundan
ötürü sapkınlık anlamındaki dalalet (‫ )ضاللت‬ve gösterme
manasındaki delalet (‫ )ﺪﻻﻟﺖ‬kelimelerindeki ‘d’ ler aynı
şekilde telaffuz edileceğinden aradaki fark ‘d’ harfinden
sonra gelen ünlünün ‘a’ ve ‘e’ olarak farklı biçimlerde
yazılmasıyla telâfi edilebilmiştir. Fakat görenek manasındaki
âdet (‫ )عادت‬ve sayı anlamı ihtiva eden adet(‫ )عدد‬gibi kelimeler
böyle bir tatbikata müsaade etmemektedir. Sayı manası içeren
adet sözcüğünün (‫ )عدد‬sonundaki ‘d’nin ‘t’ olarak okunması,
diğer kelimeyle karıştırılmasına neden olmakta, görenek
manasındaki “adet”in ‘a’sının uzun olduğunun belirtilmesini
zorunlu kılmıştır.
c) İncelik ve kalınlık: Eski harfleri kullandığımız
zamanlar, Arapça ve Farsçadan gelen kelimeler geldikleri
dilin imlâsına mutabık kalınarak yazılır, ancak Türk
hançeresine göre okunurdu. Misal, eski alfabedeki kalın(‫)ص‬,
ince (‫ )س‬ve peltek (‫ )ث‬olmak üzere üç versiyonu olan ‘s’,
Türkçede tek ve standart bir ‘s’ ile telaffuz edilir. Keza
çeşitleri olan ‘h’ (‫ه‬،‫خ‬،‫)ح‬, ‘d’( ‫ض‬،‫) د‬, ‘z’( ‫ظ‬،‫ض‬،‫ز‬،‫) ذ‬, ‘t’(‫ط‬،‫) ت‬
ve ‘a’(‫ع‬،‫ ) ا‬sesleri de böyledir. Buna mukabil iki çeşidi olan
‘k’( ‫ق‬،‫ ) ك‬ve g( ‫غ‬،‫ ) گ‬ile tek olan ama yerine göre farklı
telaffuzu olan l (‫ ) ل‬sesleri ince ve kalın olmak üzere iki türlü
telaffuz edilirler. Alfabemizde ‘k’, ‘l’ ve ‘g’ seslerinin ince
ve kalın olmak üzere ayrı harfler olarak gösterilmemesinden
doğan problem, mezkûr harflerin yanlarına getirilen ‘a’ ve ‘u’
seslerine düzeltme işareti koyularak giderilmeye çalışılmıştır.
Bu ameliyede de maalesef bir standarttan söz edemiyoruz.
d) Nisbet ‘i’leri: Memleket, şehir, meslek, mahsusluk,
lâyıklık, alâka vs. pek çok münasebetlerle nisbet sıfatı
yapan bu ek Türkçede hayatî bir ehemmiyeti haizdir. Arapça
menşeli diye yerine getirilen “sal” ve “sel” ekleri nisbet
ekini ancak nisbeten karşılayabilmiştir. Şunu da belirtmek
gerekir ki, muhafazakârlık saikiyle bugün “sal” ve “sel”e
karşı çıkmak bizi sadece çıkmaza sürükler. Nitekim kullanımı
oturmuş “bitkisel”, “finansal” gibi kelimeleri nisbet ekiyle
“bitkivî”, “finansî” yapmamız muhaldir. İşte bu nisbet
i’lerinin belirtme ekiyle karışmaması için ‘i’ seslerinin
üzerinde düzeltme işareti kullanımı zorunludur. Örneğin “ilmi
mi?” diye bir cümle kurduğumuzda anlamı “bilimsel mi?”
ve “[onun] ilmi mi?” şeklinde iki kapıya çıkar. Cümlenin
gidişatından ne olduğunu tesbit etmek pekalâ mümkündür;
mamafih anlamın sarahati açısından ayrımın ibraz edilmesi
şarttır. Aksi takdirde cümlenin gidişatına sığınma bahanesi,
sadece düzeltme işaretinin değil, birçok noktalama işaretinin
ortadan kaldırılmasını meşrulaştıracaktır.
Düzeltme işareti kullanmanın bir zorunluluk olduğu
anlaşıldığına göre şimdi nerelerde kullanılması /
kullanılmaması gerektiğini tayin edebilmek amacıyla mevcut
uygulamalara kısaca göz atalım.
Düğüm
Türkçedeki uzun ünlülere düzeltme işareti
koymamak, aynı şekilde yazılan kelimeler arasında
anlam karışıklığına sebebiyet verebilir. Aynı
şekilde yazılan kelimeler derken, sesteş sözcükleri
kastetmediğimizin altını çizelim. Birinci teklik şahıs
zamiri olan “ben” ile vücuttaki koyu renkli lekeler
olan “ben” sesteştir. “Ben” in ne manaya geldiği,
cümlenin gidişatından çıkartılır. Yeri gelmişken
söylemeliyiz ki, aynı kelimenin temel ve mecaz
anlamları, onu sesteş yapmaz. Örneğin hem iki
kara parçası arasından akan suyun bulunduğu yeri
anlatan “boğaz” sözcüğü ile baş ile gövdeyi bağlayan
vücudun kısmı olan “boğaz” kelimesi sesteş olmadığı
gibi, aynen sesteş kelimeler gibi mana farkının
belirtilmesine ihtiyaç yoktur. Yalnızca Türkçede değil,
her dilde mevcut olan bu tip kullanımlarda kelime
cümledeki yerine göre manalandırılır. Ancak alem
(sancak) – âlem (evren), hala (babanın kız kardeşi) –
hâlâ (şimdi bile), hal (pazar yeri) – hâl (durum), nar
(bir meyve) – nâr (ateş), ama (fakat anlamında bağlaç)
– âmâ (kör) vs. sözcüklerinin ayırt edilmesi için uzun
ünlülerin gösterilmesi iktiza etmektedir.
O halde uzun ünlülere düzeltme işareti konulmalı
mıdır? Bu suale cevabımız menfi olacaktır. Zira bütün
uzun ünlülere şapka koymak, imlâyı çok külfetli bir
hâle getirir. Ayrıca Türkçedeki uzun ünlülerin hepsini
bilerek ve doğru kullanacak ilimle mücehhez insan
sayısı çok çok azdır. Uzun ünlülerin hangisi olduğunu
bilmek için tüm sözcüklerin eski imlâyla yazılışlarını
bilmek elzemdir. Uzun ünlülerin bilinmediğini,
düzeltme işaretinin uzun zannedilerek yanlış yerlerde
kullanılmasından anlamaktayız. Meselâ “mâşuk”,
“mâruf”, “mâlum”, “Cumâ”, “târikat”, “nüshâ”,
“lîsan”, “mâna” “gazâb” “mutlâkiyet” kelimelerinde
şapka koyarak gösterdiğimiz, uzun olarak okunan
ünlülerin hiçbirisi uzun değil, kısadır. Şapkayı,
sözcüğün yaygın olarak telaffuz edildiği gibi koyacak
birçok kişi bu kelimeleri bu şekilde imlâlayacaktır.
Uzun ünlüler gösterilecekse o kelimeler şöyle
yazılmalı ve telaffuz edilmelidir: “maşûk”, “marûf”,
malûm”, “tarîkat”, “lisân”, manâ”. “Cuma”, “nüsha”,
“mutlakiyet” ve “gazab” kelimelerinde ise düzeltme
işareti bulunmaz, zira uzun ünlü bulunmaz.
Bütün uzun ünlülere şapka koymamızın yanlış
olacağı argümanımızı destekleyen başka bir sebep,
Arapça ve Farsçadan gelmiş bütün uzun ünlülerin
Türkçede telaffuz edilmemesidir. Örneğin biz
“hatun” kelimesinin sadece ilk hecesini uzatırız fakat
orijinaline sadık kalındığı takdirde ikinci ünlünün
de uzatılıp “hâtûn” diye okunması gerekir. Hatta
bir kelimedeki ünlünün bazen kısa, bazense uzun
okunduğu durumlar söz konusudur. Mesela normalde
Arapça kökenli olan “zaman” kelimesinin iki hecesi
de kısa okunurken (zamanda yolculuk yapmış) sözcük
belirtme ve yöneltme eki aldığında, ikinci hecede
yer alan ve orijinalinde var olan uzun ‘a’ kendisini
gösterir (zamânını iyi kullan / zamâna bırak). Bu
hadiseye Türkçe kökenli sözcüklerde de rastlanır.
Örneğin “baş” kelimesi kısadır (başım ağrıyor /
başında şapka yok) ama “baş üstüne” derken ‘a’
uzayıverir. Dolayısıyla sadece telaffuzu kıstas alarak
aynı kelimeye kimi zaman şapka koyup kimi zaman
koymamak, insicamsızlığa sebebiyet verecektir.
Uzun ünlülere düzeltme işareti koyulmasına dair
51
DİLMAKALE
/ EDEBİYAT
yaygın bir uygulama, ‘k’, ‘g’ ve ‘l’ den sonra gelen
uzun ünlülere koyulmasıdır (kâfiye / gâfil / üslûp).
Kimileri ‘l’ den sonra sadece ‘a’ya koyup (lâzım)
‘u’ ya koymamaktadır (mağlup). Kanaatimizce
bu tatbikatta da tutarsızlık vardır. Çünkü salt uzun
ünlü noktainazarından bakıldığında ‘k’, ‘g’ ve ‘l’
harflerinin diğer harflerden hiçbir farkı yoktur.
Düzeltme işaretini inceltme işleviyle kullanmak
aynen uzun ünlüler mevzusunda olduğu gibi bilgiyle
donanımlı olmayı gerektirir. Zira ‘k’nin eski yazıda
kef mi (‫ )ك‬yoksa kaf mı (‫)ق‬, ‘g’nin kef mi (‫ )گ‬yoksa
gayın mı (‫ )غ‬olduğunun bilinmesi şarttır. Söz gelimi
“zülfikar” kelimesinin son hecesi olan “kar” sık sık
ince olarak okunmaktadır. Hâlbuki oradaki ‘k’ kalındır
ve dolayısıyla –uzun ünlü göz ardı edildiğinde –
‘a’ya inceltme maksadıyla düzeltme işareti konması
yanlıştır. Keza sıradan
bir vatandaşa “şikayet”
kelimesindeki ‘k’nin
ince mi yoksa kalın mı
Aynı harflerle ya- olduğu sorulduğunda,
zılan fakat ma- muhtelif cevaplar alma
naları farklı olan ihtimali yüksektir, buna
binaen ‘a’ ya şapka
kelimelerde, sözkoyulup koyulmayacağı
cüklerin anlamca meselesi zuhur edecektir.
birbirine karış- Aynı sorun, ince ve kalın
maması için ayırt okunan ‘l’ harfinde de
edici bir işaret mevzubahistir. Çünkü
olarak kullanılma- kendisinden sonra kısa
ünlü olan ‘l’lerin ince
lıdır: adem-âdem;
veya uzun okunması
adet-âdet; ama- hususunda bir telaffuz
âmâ; batın-bâtın; birliği yoktur. Örneğin
nazım-nâzım; “lafız, “bilakis”,
vakıf-vâkıf gibi. “telakki” ve “telaffuz”
sözcüklerindeki ‘l’leri
bazıları ince, bazıları ise
uzun telaffuz etmektedir.
O halde ‘a’lara düzeltme
işareti konulmalı mı yoksa konulmamalı mı problemi
baş gösterecektir. Düzeltme işaretinin inceltme
fonksiyonundan arındırılması ise, ince olan ve
kendisinden sonra uzun ünlü olan, bundan ötürü
kesinlikle ince okunan ‘k’, ‘g’ ve ‘l’lerin yanlışlıkla
kalın telaffuz edilmesine neden olacaktır.
Batı kökenli kelimelere düzeltme işareti koyanlar
olduysa da çoğunluk tarafından kabul edilmeyen
bir uygulamadır. “Lamba”, “plan”, “lahana” vb batı
kökenli sözcüklerde ‘l’yi ince okuma temayülü olsa
da ince telaffuz edilmesi şart değildir. Yani kalın
okunması bir problem teşkil etmez. Bundan dolayı
düzeltme işareti konulmasına ittifakla hacet yoktur.
Vezin gereği uzun okunan ünlüler de böyledir. “Vezin
gereği” olduğu için uzun okunmaları her zaman lâzım
gelmez. Bunlarda da şapka kullanılması lüzumsuzdur.
Transkripsiyon harfleri kullanılan bilimsel metinlerin
konumuz dışında olduğunu söylememize zannederiz
ki ihtiyaç yoktur. Şunu da ilâve edelim ki Türkçe
52
sözlüklerde uzun okunan heceleri göstermek için
düzeltme işareti değil de çift nokta gibi başka bir
işaretten istifade etmek, karışıklığı azaltmak adına
daha isabetli olacaktır.
Çözüm
Düzeltme işaretini sadece gerektiği yerlerde
ve belli bir mantığa istinaden tutarlı bir biçimde
kullanmak adına tekliflerimizi şöyle sıralayabiliriz:
a) Aynı harflerle yazılan fakat manaları farklı
olan kelimelerde, sözcüklerin anlamca birbirine
karışmaması için ayırt edici bir işaret olarak
kullanılmalıdır: adem-âdem; adet-âdet; ama-âmâ;
batın-bâtın; nazım-nâzım; vakıf-vâkıf gibi.
b) Bütün uzun ünlülere ve bütün incelere
kullanımın imkânsız derecede zor olmasından
dolayı, uzatma ve inceltmenin bir arada bulunduğu
durumlarda, ‘k’, ‘g’ ve ‘l’ harflerinden sonra gelen
uzun ‘a’ ve ‘u’nun üzerinde, uzatma ve inceltme
gösteren ortak bir işaret olarak kullanılmalıdır. Bu
mezkûr harfler kapalı hecelerde kısalmış olsa bile,
birleşme ve çekim sırasında tekrar açılacağından,
bu tip kelimelerde de geçerlidir : alâmet, belâ, kâgir,
lâzım, sülâle, ulûfe, vekâlet, vilâyet, zekâ, kâhya,
ahkâm, iflâs, tezgâh gibi.
c) Kelimelerin çekim eki almış şekilleri ile nispet
i’sinin karışma olasılığı bulunduğundan ve nispet
i’lerinin daima uzun okunmasından dolayı nispet
i’leri üzerinde her zaman gösterilmelidir: adlî, askerî,
insanî, resmî, siyasî gibi.
Sunduğumuz teklifler, Mertol Tulum’un Yeni İmlâ
Kılavuzu’nda (İstanbul 1986) belirttiği ve uyguladığı
yöntemle aynı doğrultudadır. Yukarıda saydıklarımızın
dışındaki durumlarda düzeltme işareti kullanmanın,
tutarsızlık ve külfet meydana getireceğini iddia
etmekle beraber bu konuda her türlü tenkide ve
tashihe açık olduğumuzun altını çizerek yazımızı
bitirelim.
VEFAT VE
BAŞSAĞLIĞI
Kayseri Şube Başkanımız
Orhan Köksal beyin ağabeyi
ÖMER KÖKSAL
17. 11. 2015 tarihinde vefat etmiştir.
Kayseri’de defnedilen merhuma
Allah’tan rahmet, ailesi, yakınları ve
sevenlerine başsağlığı dileriz.
YENİ UFUKLAR DERNEĞİ
Yeni Ufuklar, sayı 26
27
DİLMAKALE
/ EDEBİYAT
53
STRATEJİ
ÖZBEKLERİN HİKÂYESİ:
Özbekistan’ın
Bugünü:
Dr. Aslan YAMAN
-3Stratfor, Ocak 1, 2014
Dış güçlerin
Özbekistan’a ilgisi
Özet
Analiz
Rusya gibi, Çin de kendi
stratejik zorunlulukları
nedeniyle Orta Asya’daki
etkisini artırma yollarını
aramakta ve Orta Asya’dan
çeşitli şeyler ummaktadır:
Kendi batısını güven altına
almak, bölgeden elde ettiği
kaynaklardaki tedarik
devamlılığını sağlamak ve
bölgeyi karadan geçiş koridoru
olarak kullanmak...
Özbekistan’da sürüp giden kabile mücadeleleri, gücü ele geçirme üzerine
oyun kuran oyuncuları ve sektörleri
belirlemeye ve ülkeyi istikrarsızlaştırmaya devam ederken, yakın çevresinde
yer alan süper güçler, geçmişte olduğu
gibi, kuşkusuz, bugün de bu bölünmüşlükten istifade etmeye çalışmaktadır.
Özbekistan; komşularının çoğundan
farklı olarak, diğer ülkelerle işbirliği ve
bağımlılık ilişkisi oluşturmaya mesafeli durmasına rağmen, etrafında yer
alan güçler ülkeyi istikrarsızlaştırıp,
Kerimov’un Başkanlığının sona ermesi
ile bu önemli Orta Asya ülkesinde kendi
etkilerini artırabilirler.
İki ana oyuncu; Rusya ve Çin,
Özbekistan’da politik hareketleri be-
lirlemeyi ve bu yoldan ülkenin tümünü şekillendirmeyi istemekte ve Orta
Asya’nın tamamına nüfuz etmek için
Özbekistan’dan geçmek zorunda olduklarını düşünmektedirler. Bilindiği
üzere; Özbekistan Orta Asya’nın tamamında yaşayan nüfusun yarısını kendi
topraklarında barındırdığı gibi, Orta
Asya’nın kalbi Fergana Vadisi’nin nerede ise tümünü elinde tutarak diğer
Orta Asya ülkelerinin tamamına da sınırdaştır. Diğer Orta Asya devletleri de
kendi gelecekleri açısından daha fazla
düşmanlık oluşmasının önüne geçerek
Özbekistan üzerinde etkili olmak istemektedirler. Bu istek oldukça gerilimli
olan bölgesel ilişkileri kontrol altına almak bakımından önem taşımaktadır.
Rusya
M
oskova, Çarlık Rusya’sı zamanından günümüze, Özbekistan’da her
zaman etkili olmayı istemiştir. Özbekistan ise; Moskova’yı kendisinden uzak tutabilmek için Rusya’nın önderlik ettiği ittifaklara katılmak istememesine rağmen, ticari olarak, işçi dövizlerinin ülkeye gelmeye devam
etmesi ve savunma silahlarının temini bakımından Rusya’ya yaslanmak
zorundadır. İçinde ülkeden çıkarılan doğal gazın da olduğu Özbekistan’ın
toplam ihracatının aşağı yukarı % 26’sı Rusya’ya yapılmaktadır. Rusya
açısından bakıldığında ise; Sovyetler Birliği’nin bir parçası haline getirilememiş Asya ile İslam dünyasına karşı, ülkenin güney kanadında güvenliği
sağlamak Orta Asya’nın etki altına alınmasıyla mümkün görünmektedir.
Özbekistan dışındaki Orta Asya ülkeleri Kazakistan ve Türkmenistan enerji
bağları yoluyla, Kırgızistan ve Tacikistan askerî üsler yolu ile etki altında
tutulmakta, Rusya’nın bu ülkelerdeki etkisi 2010 yılında gerçekleştirilen
Kırgız devriminde de görüldüğü üzere Özbekistan üzerinde büyük bir baskı
yaratmaktadır
Rusya’nın Orta Asya’daki varlığı geçtiğimiz yıllarda artmaya devam
ederken, Özbekistan’ın askerî bir ittifak olan Moskova Ortak Güvenlik
Anlaşması Örgütünden 2012 yılında çekilmesi örneğinde görüldüğü üzere
54
Yeni Ufuklar, sayı 27
STRATEJİ
ittifaklara girmesi için yapılan baskılar Özbekistan
tarafından reddedilmektedir. Özbekistan’ın direnmesine rağmen, Moskova Özbekistan’da birçok kaldıraça
sahiptir ki bunların en önemlisi Rusya’da çalışarak
ülkeye para gönderen göçmen Özbek işçilerdir. Rusya
Federal Göç Hizmetleri Bürosu’nun verilerine göre
Özbekistan nüfusunun % 8’ini oluşturan 2,5 milyon
göçmen Özbek Rusya’da çalışmaktadır. Göçmen işçiler
tarafından 2012 yılında 5,7 milyar dolar veya bir başka
ifade ile Özbekistan millî gelirinin % 11’inden daha
fazlası tutarında bir kaynak Özbekistan’a transfer edilmiştir. Taşkent, ülke içinde artan nüfusa yeteri kadar iş
yaratamadığını göz önünde bulundurarak, çalışanların
Rusya’ya erişebilmesinin devam etmesi gerektiği sonucuna varmaktadır.
Diğer yandan, Moskova’nın Özbekistan’ın askerîistihbarî kuruluşları ve Rusya vatandaşı zengin iş adamı
Alişar Osmanov üzerinden de, özellikle Fergana Kabilesiyle yakın bağları bulunmaktadır. Osmanov 20 milyar
doları aşan serveti ile Rusya’nın en zengin adamlarından biri olarak içinde Putin’in de olduğu Kremlin ile
çok yakın ilişkiler içindedir. Osmanov’un esas memleketinin Namangan olması nedeniyle lidersiz Fergana
Kabilesi ile yakın temas halindedir. Kerimov’un yönetimindeki Kabileler ile olası bir çatışma durumunda,
Rusya’nın kendini Osmanov üzerinden Fergana Kabilesinin yanında konumlandıracağına kuşku yoktur. Görülmektedir ki; Taşkent Kabilesi tarafından liderlerinin
yok edilerek Fergana Kabilesinin ezilmesinden önce,
Kremlin ve Osmanov beraberce Fergana Kabilesini
güçlendirmekteydiler. Yine de, Moskova’nın gelecekte
kimi destekleyeceği belli değildir.
Çin
Rusya gibi, Çin de kendi stratejik zorunlulukları
nedeniyle Orta Asya’daki etkisini artırma yollarını
aramakta ve Orta Asya’dan çeşitli şeyler ummaktadır:
Kendi batısını güven altına almak, bölgeden elde ettiği
kaynaklardaki tedarik devamlılığını sağlamak ve bölgeyi karadan geçiş koridoru olarak kullanmak. Çin tarihte
de sınırlarını batı ve kuzeye doğru genişletme ve
bunun için de Orta Asya’yı tampon bölge olarak kullanma eğiliminde olmuştur. Eskiden olduğu gibi, şimdi de
ülkenin batı sınırları ile kendi sınırları içinde yer alan
Sincan’da (Doğu Türkistan) güvenliği sağlayabilmek
üzere, Orta Asya’daki etkisini artırmayı istemektedir.
Orta Asya’nın tamamı Doğu Türkistan’da yaşayan Uy-
55
STRATEJİ
gurlarla soydaş veya Uygurlarla bağları bulunan geniş
bir nüfusa sahiptir. Diğer yandan Çin, Orta Asya’dan
elde ettiği hammaddelerin akmaya devam etmesini ve
gittikçe büyüyen enerji ihtiyacını karşılamayı garanti
etmek zorundadır. Özbekistan; doğal gaz, altın, uranyum, bakır gibi Çin’in doğrudan ilgisini çeken pek çok
doğal kaynağa sahiptir.
Bölgenin merkezi olması itibarıyla Özbekistan, eski
ipek yolunda olduğu gibi Çin’den Güney Asya’ya, Orta
Doğu ve Orta Asya’ya uzanan ticaret yollarının ana
kavşağı ve en önemli geçiş bölgesidir. Çin, ihtiyaç duyduğu malların tedarik yollarını çeşitlendirerek halen
ağırlıkla dayandığı deniz yolu taşımacılığına ilaveten
yeni ve gelişmiş kara taşımacılığı ağları oluşturmayı ve
eski ipek yolunu kendi ticari ağının bir parçası haline
getirmeyi hedeflemekteÇin, Özbekistan
dir. Bu doğrultuda Kazakistan, Kırgızistan ve Taciiçindeki Kabile
kistan ile demir yolu inşa
mücadelelerinedilmesi ve sınır geçen
de hangi Kabilehatların geçiş haklarının
yi desteklediğini
neler olacağını tartışmaya
göstermemiş ve
başlamıştır. Muhtemeldir
gerek Özbekistan
ki; bu tartışmaların bir
ile gerekse ülkesonraki adımını Özbekisdeki Kabilelerle
tan ile yapılacak müzakekuvvetli bağlar
reler oluşturacaktır. Tüm
kuramamıştır. Dibu olguların da ötesinde
ğer pek çok Orta
bölgedeki etkisini dikkate
Asya devletinde
alan Çin, diğer ülkelere
erişebilmek için Özbekisolduğu üzere,
tan ile ilişkilerini güçlenÖzbekistan’da
dirmek istemektedir.
Sovyet propagan-
dasının doğasından kaynaklanan
bir Çin karşıtlığı
vardır.
Şimdilerde, Çin’in
Özbekistan üzerindeki
etkisi göreli olarak düşük
ise de, Pekin Özbekistan’a
ilave şeyler teklif edebilmek üzere başka bazı imkânlara sahiptir. Orta Asya’da
yatırım yapmak konusundaki niyetini belli etmiş ve
Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’da yatırımlar
yapmıştır. Özbekistan halen geniş ölçüde yabancı sermaye çekmekten uzakta durmakta olmasına rağmen
bu durum Özbekistan’ın komşularından geri kalmaya
başladığını görmesi ile değişebilecektir.
Koyduğu üretim hedeflerine erişememiş
Özbekistan’da, Çin, özellikle enerji sektörüne yatırım
yapmayı düşünecektir. Kazakistan ve Türkmenistan’a
yaptığı yatırımlarla buralardan gaz ve petrol sevk
etmektedir. Pekin ve Taşkent geçtiğimiz yıllarda doğal
gaz konusunda ciddi müzakereler yapmışlarsa da
Özbekistan’dan sözleşmeye bağlanmış miktarda gaz
sevkiyatı başlatılmasının halen çok uzağında durmaktadırlar. 2012’de Özbekistan 57 milyar metreküp gaz
üretmiş olmasına ve hali hazırda Çin ile 10 milyar metreküplük doğlagaz satış kontratı imzalamasına rağmen
56
yalnızca 200 milyon metreküp gaz sevk edebilmiştir.
Çin, Özbekistan’a güvenlikte işbirliği yapmayı da
teklif edebilir. Özbekistan’ın Rusya’nın liderliğindeki
Ortak Güvenlik Anlaşması Teşkilatından çekilmesinden
sonra, diğer ülkelerle güvenlik işbirliği arayışlarına ve
bu doğrultuda çekilmesini takip eden ay içinde Çin ile
savunma işbirliği görüşmelerine başladığını hatırlayalım. Özbekistan, Rusya’nın Orta Asya’da etkisini artırdığı bir dönemde özellikle Rus olmayan satıcılardan silah
temin etmek istemektedir.
Tüm bu gelişmelerin yanında Çin, Özbekistan
içindeki Kabile mücadelelerinde hangi Kabileyi desteklediğini göstermemiş ve gerek Özbekistan ile gerekse
ülkedeki Kabilelerle kuvvetli bağlar kuramamıştır.
Diğer pek çok Orta Asya devletinde olduğu üzere,
Özbekistan’da Sovyet propagandasının doğasından
kaynaklanan bir Çin karşıtlığı vardır. Özbekistan, halen,
Kazakistan’ın büyük ölçüde başardığı gibi Taşkent ile
Pekin arasında güçlü bağlar oluşturulabilmesi için yerleşmiş önyargılarla başa çıkmaya çalışıyor ve görünen
o ki bu bağların oluşturulması uzun zamanlar alacaktır.
Buna ilaveten Çin, Rusya’nın çok yakından bildiği ve
üzerinden politikalarını uyguladığı Kabileleri yakından
tanıma ve onlarla işbirliği yapma kaabiliyetini henüz
gösterememiştir.
Diğer Orta Asya Devletleri
Diğer Orta Asya devletleri de Kerimov’dan sonra
gerçekleşecek değişiklikler sırasında Özbekistan’da
kendi etkilerinin artmasını istiyorlar. Bu istekleri Çin
ve Rusya’nın ülke üzerinde oynadıkları büyük oyunun
bir parçası olmaktan çok kendi güvenlikleri açısından
önem taşımaktadır. Özbekistan ile sınırları olan diğer
Orta Asya ülkeleri daha önceden de görüldüğü üzere
Özbekistan’da bir istikrarsızlık oluşması durumunda,
bu istikrarsızlığın kendi ülkelerine sıçrama ihtimalini
öncelikle göz önünde bulundurmaktadırlar. Andican’da
kriz çıktığı zaman, binlerce (eğer yüz binlerce değilse)
Özbek, Güney Kazakistan ve Kırgızistan’a kaçmaya çalışmıştı. Sınırlarda Kırgızistan, Kazakistan ve Tacikistan
ile var olan gerilimler, etnik şiddetten adi suçlara kadar
daha büyük bir şiddet içerecek gerilimlere dönüşme
potansiyeline sahiptir. Özbekistan’ın içinde çıkacak
bir ayaklanma ile mücadeleye başlanması durumunda
sınır boyları bundan kesin olarak olumsuz bir şekilde
etkilenecektir.
Diğer Orta Asya devletleri Özbekistan’da çıkacak
bir istikrarsızlığın bölgeye elektrik, gıda, madenler
ve diğer pek çok ürün ihracatının da etkilenecek
olması nedeniyle olumsuz iktisadi sonuçlarına dikkat
etmektedirler. Kırgızistan ve Tacikistan –geleneksel
olarak Özbekistan ile herhangi bir şekilde birlikte bulunamazlar- zaten birçok ticari konuda Özbekistan ile
ağız dalaşı halindeler. Özbekistan’ın içinde oluşacak
bir istikrarsızlık sonucunda daha milliyetçi bir algı
gelişirse bu durumda bölgede çok daha karmaşık
Yeni Ufuklar, sayı 27
STRATEJİ
ABD Dışişleri Bakanı Kerry, Özbekistan Dışişleri Bakanı Kamilov ile...
sonuçlar doğacaktır.
Diğer 4 Orta Asya devletinde büyük bir Özbek
soylu insan topluluğu olduğunu göz önünde bulunduralım. Her bir diyaspora’nın seçkinleri kesin olarak
kendi Kabileleri ile temas halinde olup onlarla birlikte
hareket ederlerken, daha alt seviyedeki Özbek soylu
insanlar da bir Kabileye tarihî bağlar ve aile bağları ile
bağlıdırlar. Bu şekli ile Kabile içi mücadeleler Özbek
soylu insanlar üzerinden diğer Orta Asya ülkelerine de
bulaştırılmış olur.
Son olarak; enerji zengini Orta Asya ülkeleri arasındaki rekabet dış piyasa (özellikle Çin) üzerinden yoğunlaşmaktadır. Özbekistan istikrarlı kalarak kendi enerji
sektörünü güçlendirirken Türkmenistan’ın Çin’e satmış
olduğu enerjideki üstün konumuna zarar verebilir ve
Kazakistan’ın gelecekte gerçekleştirmesi mümkün olan
enerji ticaretine rakip olabilir. İlaveten, Çin’in yeniden
tesis etmeye çalıştığı İpek yolu güzergâhında Kazakistan-Tacikistan veya Kazakistan-Kırgızistan güzergâhına
rakip olabilir. Çin’in tek bir Orta Asya ülkesi ile çalışmak
yolunda bir tercihi olmamasına rağmen, Tacik-Kırgız
güzergâhı yerine, bölgeden yapılacak enerji ihracatını
tümüyle değiştirecek Kırgız-Özbek güzergâhını tercih
edebilir. Kuşkusuz bu durum Özbekistan ile Çin’in
ilişkilerini gelecekte ne derece derinleştireceklerine
doğrudan bağlıdır.
Özbekistan’ın geleceği; yalnızca ülke içindeki
Kabileler için önemli değil, aynı zamanda, hatta,
Avrasya’daki güç dengeleri ve diğer Orta Asya ülkeleri
için çok daha önemlidir. Böylelikle, bölgedeki pek çok
oyuncu ülkede devam eden Kabileler arasındaki rekabetle ve bu rekabetin nasıl sonuçlanacağı ile ilgilenmektedir.
57
MAKALE
Siyasî Oryantalizm, Türkiyat
Genelinde Azerbaycan Şinaslık
*
Giriş
Yaşar
KALAFAT**
Bu makale, Azerbaycanşinaslık:
Geçmişi, Bugünü ve Geleceği
Uluslararası Sempozyumu’na
(21-23 Ekim 2015, Kafkas
Üniversitesi, Kars), bildiri
olarak sunulmuş.
∗∗
Halkbilimci,
*
58
Oryantalizm ilim âlemine şark
bilim, şarkiyat olarak doğmuş birçok
şark bilimci alanlarında büyük eserler
vererek önemli hizmetler görmüşlerdir.
Zamanla bu bilim alanına batıda, farklı
ilgi alanları da eklenilerek, şarkı ilim
adına araştırmak, tanımak, değerleri ile
değerlenmek amacı, yerini şarkı öğrenerek onu sömürmek, istila etmek, ihtilafa
ve kargaşa sürüklemeğe bırakmıştır.
Emperyalizm, oryantalizmin ilmî iştigal alanını genişleterek sosyal bilimler
içerikli ilimlerle yetinmekle kalmayıp,
şark bilimi askerî, iktisadî, siyasî, dinî
amaçlı hedefleri ile örtüşür bir yapıya
dönüştürmüştür.
Emperyalizm muhakkak ki hep entelijansı ile var olmuştur. Entelijansın
ulus boyutunu aşıp blok boyutu ile emperyalizmin kaçınılmaz güçlerinden biri
oluşu varlığını giderek artırmıştır.
Bunun içindir ki, bilhassa günümüz
itibariyle her oryantalist az veya çok
doğrudan veya dolaylı emperyalizm ile
bir şekilde temas halindedir.
Bu hal, antiemperyalist bloğa mensup ülkelerin aralarında şark bilimcilerinin de bulunduğu, millî haber alma
ve haber almaya karşı olma yapılarında
özel dayanışmasını gerektirir. Haber
alma ve ona karşı koyma işlemi doğu
ülkelerinde sanıldığı gibi sadece ve muhakkak özel devlet kurumları tarafından yapılmaz. Bu var olma ve varlığını
koruma mücadelesi top yekûn savaşın
kapsamındadır. Türk dünyası için de
Türkiyat özel konumdadır.
Bu döneme ilk öncülüğü yapan misyonerliğin, sadece ve muhakkak, evvelinde ve sonrasında, mutlaka din içerikli
misyon/amaç taşımaması hususu önem
kazanmış ve gözden kaçmıştır.
Metin
Azerbaycan ve Türkiye, gerek Sovyet
emperyalizmi, gerek AB ve ABD si ile
batı emperyalizmi karşısında aynı sınavı
yaşamışlardır ve yaşamaktadırlar.
Atatürk’ün fikriyat ve uygulamalarında en az üzerinde durulan boyut
antiemperyalist boyuttur. Sosyalistler
ve sosyalizme karşı olanlar arasında
emperyalizmin mahiyeti tartışılırken bu
nokta bize göre yeterince aydınlatılmamıştır.
Türkiye ve Azerbaycan, bu iki kardeş ülkenin mensup oldukları millî ve
dinî kimlik, jeopolitik ve jeo ekonomik
konum, onlara bu stratejik kaderi yaşatmıştır, yaşatmaktadır.
Azerbaycan şinaslık, Türk şinaslığın; Azerbaycan Türk coğrafyasındaki
yükselen kültür bayrağıdır. Genel Türk
şinaslığın bir cüzi olan Azerbaycan
şinaslık, Azerbaycaniyat, Türkiyat’ın
Kırgız şinaslık, Özbek şinaslık, Kazak
şinaslık, Türkmen şinaslık gibi büyük
tezahür alanlarından birisidir.
Bu genel açıklamadan sonra Türkiyat nedir, ne durumdadır, nasıl olmalıdır ve nedenleri üzerinde durulacak,
buradan hareketle bazı kısa ara açıklamalarla, Azerbaycan şinaslığın öneminin açıklanmasına bazı örneklemeler
yaparak geçmeğe çalışacağız.
Türkiyat, Türklük bilimi doğarken
yaşıtlarında olduğu gibi ad alışını lisana, dil bilimine borçludur. Bu hal
Fransızlar, Almanlar ve diğerleri için de
böyledir. Ancak bu iki ülke diğerlerinde olduğu gibi dillerinin millî kültürel
kimliklerindeki yerlerini ön plana alırlarken, birlikte yaşadıkları farklı dilli
halkların kültürel çeşitliliğini, millî kültürel kimlikleri kapsamına almayı becerebilmişlerdir. Esasen Azerbaycan’ın
Azerbaycan şinaslığında ve Türkiye’nin
Türk kültür kimliği tanımlamasında da
bu husus farklı şekilde yer almamıştır.
Ne var ki emperyalizm, oryantalizm
vasıta ve marifetiyle üzerine emperyal
operasyonlar geliştirdikleri ülkelerin,
birlikte yaşadıkları halkların kültürleri
üzerinde yaptıkları çalışmalar ile Azerbaycan ve Türkiye’yi de bu konuda zora
sokma denemelerinden vaz geçirmemektedir.
Yeni Ufuklar, sayı 27
MAKALE
Bu noktada Azerbaycanlı olmak
ile Azerbaycan Türkü olmak örtüşürler. Azerbaycancılığın derecesi,
Azerbaycaniyata katkının nispeti ile
ölçülür. Azerbaycan kültürüne âşık
olmak, bu kültüre katkıda bulunmakla anlamını bulur. Bu yurdun
bayrağını her alanda yükseltebiliş
ile nispetinde Azerbaycan aşığı,
Azerbaycan şinas olunur. Azerbaycan halçacılığına ilmek atmış,
Azerbaycan müziğine bir dörtlük
katmış Lezgi veya Taliş, bu kültürün oluşması ve yaşamasına katkısı
nispetinde, anadili veya doğma dini
farklılığına bakılmaksızın, Azaerbaycancılığa, Azerbaycan Türk kültürüne mensup olmuş olur.
Bildirimizdeki temel bildirimlerden birisi bu husustur.
Türklüğün yanlış tanımlara saptırılması, Türklük biliminin alanını
daraltmakla kalmayıp, onun, çarpıtmalara kapı aralanmasına da yol
açabilmektedir.
Türklük Azerbaycan’da da
Türkiye’de de aynı muhtevayı içerir
ve aynı amale hizmet eder.
Bu anlamda Azerbaycan şinaslık
Türklük alalının Azerbaycan’daki
adıdır. Bu disiplin, Azerbaycan’da
da, Anadolu’da da, her Türk’e aynı
görevlendirmeği yapar ve aynı heyecanı verir.
Türk kültür dünyasının her
hangi yerinde, Azerbaycan şinaslığa
yapılacak kattı, genel Türkoloji’ye
yapılmış katkı anlamına gelir.
Azerbaycan Türklüğü,
Azerbaycan’da yaşayan ana dili
Azerbaycan Türkçesi olmayan halkları da kapsar. Bu açıklama şekli
Özbekistan, Kırgızistan, Kazakistan, Türkmenistan ve diğer Türk
elleri için de geçerlidir.
Tarihe mal olmuş her büyük
milletin bir adı ve bir de soyadı vardır. Türklük Türk milletinin soyadı
ve Azerbaycanlılık, Türkmenistanlılık ve diğerlerinin adları keza özel
adlarıdırlar. Anadolu Türklüğünde
ise ad ve soy ad Türk adında birleşme şeklinde olmuştur. Bu husus
sadece bir isimlendirme farkından
ibarettir.
Bunun içindir ki, büyük Türk
milletine mensup kimseler Kırgızistan veya Kazakistan Türklerinden
iken, Anadolu veya Azerbaycan’a
gelmekle bu Türk ellerinde Kırgızistan veya Kazakistan diasporasını oluşturmuş olmazlar. Onlar
kendi yurtlarının bir başka diyarına gelmişlerdir. Diaspora veya
kopuntu aynı milletin kesimleri
arasında aranmaz, aranmamalı.
Afganistan’dan Doğu Türkistan’dan
Türkiye’ye gelen ve muhtelif Türk
ellerinden Azerbaycan’a gelen
Ahıska Türklerinin durumu bundan
ibarettir.
Bu izah içeriğine asimilasyon
olgusunu da alır. Asimilasyon, başka, farklı bir millî bünye içerisinde,
oraya taşınılan kültürel değerler
yok sayılarak, tek yönlü eritilmek
demektir. Bir Anadolu Türkünün, Azerbaycan’ı yurt tutması ile
Türklüğünü yitirip asimile olmaz,
Türklüğünü renklendirme pekiştirip
geliştirme imkânını bulmuş olur. Bu
açıklama şekli, şüphesiz diğer Türk
kesimleri ve Türk coğrafyaları için
de geçerlidir.
Tarihe mal olmuş
her büyük milletin
bir adı ve bir de
soyadı vardır.
Türklük Türk
milletinin soyadı
ve Azerbaycanlılık,
Türkmenistanlılık
ve diğerlerinin
adları keza özel
adlarıdırlar.
Anadolu
Türklüğünde ise
ad ve soy ad Türk
adında birleşme
şeklinde olmuştur.
Bu husus sadece
bir isimlendirme
farkından ibarettir.
59
MAKALE
Azerbaycan şinaslık münasebeti
ile alanın bu yakasına dair açıklama
yapmaya ihtiyaç duymuş olmam,
Emperyalizmin Türk milletinin
birlikte yaşadığı halklar arasına
nifak sokmasından sonra, bu büyük
milleti oluşturan ana dallar arasına
da nifak sokmasının beklenebileceğindendir. Azerbaycan şinaslık,
Türkmenistan şinaslık, Kazakistan
şinaslığın genel Türkoloji’nin aslî
parçaları olduğu gerçeğinin unutulmaması bu bakımdan hayatî öneme
haizdir.
Bu nifak veya doğal gelişme
Türkiye’de batı ve Sovyet emperyalizmi güdümünde Kürdolojinin
doğmasına veya doğum sancılarına
yol açmıştır. Bu futuralist teşhis,
birlikte yaşanılan hakları yok sayma
60
anlamında değil, yaşanılan kültür
coğrafyasının benzeri sancılara da
gebe olduğu ve etnik kimliğe dayalı bu türden türemelerin biteviye
devam edeceğine işaret etme adına
yapıyoruz.
Yeni emperyalist çağrılarda yol,
millet yolunda birleşme değil, yeni
milliyetler oluşturma yolunda çözülmeğe dönüktür.
Bu konuda rahmetli Haydar
Aliyev “Türkiye Azerbaycan Dostluğu, kardeşliği ebedidir” demekte
ve ilave etmektedir. “Bizim kanımız,
canımız, dilimiz, dinimiz birdir”.
Bu açıklamamızı, Türklüğün
siyasî ve ideolojik bir mevküre
olduğu gerçeğini inşa eden ilk ustaların döneminden ilmek alarak
sürdürmek istiyoruz.
Türkçülüğü, Türk milletini
yükseltmek olarak tanımlayan Ziya
Gökalp’in fikir temellerini Azerbaycanlı Mirza Fatali Ahundzade
ve Kırımlı İsmail Gaspıralı’dan bağımsız düşünmek mümkün değildir.
19.cu yüzyılın ikinci yarısından
başlayan Türk- İslam birliği ideali
Azerbaycan’da Eli Bey Hüseyinzade, Ahmed Ağaoğlu, Elimerdan bey
Topcubaşı, Celil Muhammed Guluzade, Mirze Elekber Sabir, Muhammed Emin Resulzade’nin fikir
ve icraatları ile şekillenmekteydi1.
Türklük şuuru inşa edilirken M.
1 Tenzile Rüstemxanlı, “Azerbaycan Aydınlarında Oğuzluq ve Türklük Duygusu”,
5. Uluslararası Türkiyat Araştırmaları
Sempozyumu Oğuzlar: Dilleri, Tarihleri ve
Kültürleri (Editörler; T. Gündüz, M. Cengiz),
Ankara, 2015, s. 291-297.
Yeni Ufuklar, sayı 27
MAKALE
Emin Resulzade; “Men bir türkem,
dinim cinsim uludur / Sinem, sözüm ateş ile doludur”.
Abdullah Şaik; “Birleşelim Türkoğlu, bu yol millet yoludur / Ünlü
zaferle, şanlı tarihimiz doludur.”
Hüseyin Cavid; “Nerde kişnerdi
ise türkün atı / Kırılırdı bir ülkenin
kanadı” deniliyordu.
Rafiq Zeka Handan’ın “Men
çocukken düşünüp Türklüğümü
derk ettim / Ruhumu varlığımı,
benliğimi Türk ettim”, diyerek vurgu yaptığı ruhun, benliğin “Türk”
yapılması meselesi Türk aydının
öncelikli meselesidir. Bu öncelik,
tehdit ve tehlikeleri de önleyicidir.
Türk yapabilmek için Türklüğün
tanımında birleşilebilmelidir. Türklükten ne anlaşıldığı konusunda
anlaşılmalıdır. Şüphesiz Türklükle
öncelikle kastedilen bir kavim veya
ırk olmaktan öteye bir kültür idi
ve esas olarak alınan da o anlayış
olmalıydı.
Bu noktanın aşılması,
Türkoloji’nin alanı, kapsamı ve
amacı konusunda anlaşmaya varılmasını gerektirecektir.
Gaspıralı, “Türk dilli halklar”
derken, bir gerçekten yola çıkıyordu. Bu milletin dil kadar güçlü
başka bir ortak paydası daha vardır
ve o payda halk kültürüdür. “Türk
kültürlü halklar” gerçeğinden yola
çıkılması bunun için önemlidir.
Fikirde, dilde, işte birlik esaslandırması kadar fikirde işte ve halk
kültüründe birlik esaslandırması
da, antiemperyalist birlik yapılanmasında, Türklüğün varisi olduğu
kültür miraslarındandır.
Dilde birlik esaslandırması tahakkuk imkânı bulamadan emperyalizm Türklüğün karşısına Kürtçe
denemesinde olduğu gibi etnik
dilleri millî diller yapılandırması ile
rakip olarak çıkarmıştır. Diğer taraftan halk kültüründe birlik esaslandırması, dilde birliğin önünde
bir engel olmayıp bu birliğin önünü
açıcı özelliktedir.
Emperyalizm, Türk birliği karşıtı stratejik bir obje olarak hakların
kültürlerini ele alacağı dönemde,
yerel dillerden hareketle halk bilimi
çalışmalarını başlatmak isteyeceğinden Türk dil birliğinin gerçekleşme
şansı bir hayli daha azalmış olacaktır. Halk kültürünün farklılığından
yola çıkılarak farklı milliyetler oluşturma amaçlı arayışlar dönemine
girildiğinde, bu halkların sayısınca
dil, farklılığı üzerinde durulan halk
kültürleri ile birlikte hayatiyet kazanmış olacaktır.
Gaspıralı hareketi, dağılan Sovyetler Birliği ile yakalanılan tarihi
fırsata rağmen gerektiği gibi harekete geçirememiştir. Türk dünyası
alfabe birliği, yapılan etkinliklere
ve girişimlere rağmen, beklenilen
düzeyde ve verimlilikle gerçekleşememiştir. Azerbaycan ve Anadolu
Türk alfabeleri konusunda dahi,
Latin harflerinde buluşulması başarısına rağmen ortak bir alfabe
oluşturulamamıştır. Latin alfabesi
dünya genelinde etkinlik alanını
geliştirilirken ortak Türk alfabesinde birleşme sağlanamamıştır.
Gerçekleştirilemeyen bu ihtiyaca,
ortak Anadolu Azerbaycan Türk
matbuatına, şartların getirdiği bir
sonuç olarak yasaklamalara rağmen
yansımıştır.
Keza, resmi Anadolu Türk
alfabesinde olmayan birçok harf,
Türkiye Türk yayın hayatına, kanunla engellenmiş olmasına rağmen
Kürtçe üzerinden adeta zor kullanımı sonucu girmiştir.
Böylece, bu konuda, Türkiye ve
Azerbaycan Türkologları bir kere,
Türkiye Türkologları ise fikirlerine
hayatiyet kazandırma hususunda,
iki defa yenik düşmüştür.
Emperyalizm dilde birliğe nifak sokmuş, kültürde birliği, Türk
kültürlülüğe karşı tehdit noktasına
getirmiş, gelinmiştir.
Gaspıralı, milletlerin terakkisi
için evvel emirde fikir lazımdır,
derken biz halkbilimi çalışmaları
üzerinde stratejik önem itibariyle
durulmasını da öneriyoruz.
Bunun içindir ki Türklüğün bir
kültürel vetire olduğu, bu servetin
ortakları arasında birlikte yaşanılan
halkların da bulunduğu anlayışı
demokratik bir ilmî zihniyetle stratejiye dönüştürülebilmelidir.
Azerbaycan ve Anadolu Türklüğü halk dili noktasında yüzde
yüz anlaşabilirlerken, güzidelerin
ilmî mesleki dil kullanımlarında bu
yüzde ciddi şekilde düşmektedir.
Örneklemek gerekir ise Azerbaycan Türkçesi ile Anadolu Türkçesi
arasında mitoloji ve halk biliminin
çeşitli diğer alanlarında mesleki
ihtisas sözlükleri henüz oluşturulamamışlardır.
Türk ellerinin halk dilinden
kopuk aydın dili, halkların millî dili
yapılmaya çalışıldığı nispette, batı
ve doğu Türklüğü arasında giderek
artan mesleki dil farklılığı, farklı
millî mesleki dillerin oluşmasına
yol açabilecektir.
Azerbaycan ve Anadolu Türk
aydınının, geçici görevlendirmeler
ve kültür şölenleri vasıtasıyla kurulan küçümsenmeyecek düzeydeki
kültür köprüsü, eleştirel bir değerlendirmeye tabi tutulamamaktadır.
Adeta, büyük ölçüde bir iş bulma
ve seyahat yapabilme konumuna
düşürülmektedir. Bu sahada, sosyal
bilimler alanında, Türkologları dal
ve evsafları ile tanımlayabilecek, biyografik bilgi içerikli, ortak Türkologlar bankası oluşturulamamıştır.
Keza, Azerbaycan ve Anadolu’da
Türkoloji alanında yapılan ilmî
çalışmaların bibliyografyaları da
oluşturulamamıştır.
Azerbaycan ve Türkiye arasında
Türkoloji’nin çeşitli alanlarında,
üst seviyeden ortak projelerin oluşturulamamış olması, maalesef bir
gerçektir. Bu sahada, daha ziyade
kendiliğinden gelişen münferit çalışmaların yapılmasıyla yetinildiği,
bunların üst değerlendirmeğe tabi
tutulmadığı görülmektedir.
Sonuç
Sonuca giderken, bütün bu ve
benzeri konularda fikir üretebilmek
için her iki ülkenin kurumlarının
doğal olarak yakından bilinmesi
gerekir.
Mesela, Azerbaycan Millî
İlimler Akademisi İnsan Hukukları Enstitüsü’nün kuruluş amaç
mevzuatı ve eğitim müfredatını
veya Azerbaycan Rupublikası
Dinî Kurumlarla İş Üzere Devlet
Komitesi’nin keza mahiyetini bilmeden duyulan ihtiyacı ve üretilen
çözümleri bilmek mümkün değildir.
Bu tür ihtiyaçları Azerbaycan Türk
aydını da doğal olarak Türkiye için
duymaktadır. Bu tespitleri artırmak
mümkündür. Bu tespit, her iki ülkenin ilgili bazı kurumlarının koordinasyonunun gerektiği sonucunu
doğurmaktadır.
61
MAKALE
EĞİTİM
Enerjide Ruslarla Dans!
Dursun YILDIZ*
Kimilerince TANAP’a rakip olarak gösterilen Rusya’nın Güney
Akım Projesi, Avrupa Konseyi
ve Bulgaristan’a, tabii aslında
ABD’nin Rusya Ambargosu’na
takıldı.
Şimdi Türk Akımı nereye takılıyor
bir bakalım!
Su Politikaları Uzmanı, HPA Başkanı
*
62
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan,
26.09.2015 günü Moskova’daydı. Rusya Devlet
Başkanı Vladimir Putin’le görüştü.
Kamuoyuna yansıyan haberlerde cami açılışı öne
çıksa da doğal olarak enerji konusu da gündeme
geldi.
Son günlerde Türk Akımı Doğalgaz Boru Hattı
projesine ilişkin görüşmelerdeki tıkanma ve projenin
ötelenmesi çeşitli spekülasyonlara neden oluyordu.
Rusya’nın Avrupa Birliği`ne (AB) karşı kritik bir
Putin hamlesiyle rotasını değiştirdiği Güney Hattı,
Türkiye’nin kucağına gelmişti.
Önce hızlı bir başlangıç yapıldı. Ancak proje
şimdi beklemede.
Rusya, Türk Akımı projesiyle ilgili sürecin devam
ettiğini açıklasa bile, bir şeylerin projeyi yavaşlattığı
kesin. Bunu, Türkiye’deki seçim hükümeti sürecine
bağlayanlar da var.
Ama benim gibi “Bu işte bir tuhaflık var”
diyenler de...
Yeni Ufuklar, sayı 27
MAKALE
Peki, Rusya’nın Türk Akımı’nı ötelemesinin
siyasi, ekonomik, jeopolitik bir arka planı var mı?
Varsa ne?
Şimdi Projelere Bir Göz Atalım
Azerbaycan doğalgazını Türkiye`ye ve sonra
Yunanistan-Arnavutluk üzerinden İtalya`ya
götürecek TANAP projesi ile uzantısı TAP projeleri
ilerliyor. Ama Türkmenistan doğalgazı da TANAP
için önemli olmasına rağmen “Hazar’ın statüsü
sorunu”na takılıyor. Rusya ve İran buna karşı.
Kimilerince TANAP’a rakip olarak gösterilen
Rusya’nın Güney Akım Projesi, Avrupa Konseyi
ve Bulgaristan’a, tabii aslında ABD’nin Rusya
Ambargosu’na takıldı.
Şimdi Türk Akımı nereye takılıyor bir bakalım!
Rusya Enerji Satrancını İyi Oynar!
En önemli dış politika kozu doğal gaz, en önemli
dış politika kurumu ise Gazprom olan Rusya, enerji
satrancını iyi oynar. Bu nedenle Rusya ile enerji
dansı yapan ülkeler çok dikkatli olmalı.
Türkiye’nin doğal gazının yarısı Rusya’dan
geliyor.
Rusya`nın Almanya’dan sonraki en büyük gaz
ticareti partneri Türkiye. Buna rağmen iki ülkenin
enerji ilişkilerinin güvensizlik katsayısı yüksek.
Geçen yılın Aralık ayında Ankara ziyaretinde
Rus Lider Vladimir Putin, 1 Ocak 2015’ten itibaren
Türkiye’ye verilen doğalgazda yüzde 10,25’lik
indirim yapacaklarını açıklamıştı.
Fakat Rus tarafı fiyat indirimini hayata
geçirmedi ve bu indirimi Türk Akımı’nda pazarlık
unsuru haline getirdi. Bunun nedeni Rusya’nın
gazpolitiğe bağlı dış politikasının doğal refleksi
olarak açıklanabilir. Ancak bu cevap, Türkiye-Rusya
doğalgaz ticaret hacmi ilişkileri içinde biraz hafif
kalır.
Bir diğer yaklaşım ise Rusya’nın çok iyi bir enerji
satrancı oyuncusu olduğunun hatırlanması olabilir.
23 Eylül’de Cumhurbaşkanı Erdoğan Moskova’da
Putin ile görüştü. Kremlin Basın Sözcüsü Dmitriy
Peskov, görüşmeyle ilgili olarak “Rusya Türkiye’nin
ikinci ekonomik ortağı olmaya devam ediyor. Son
görüşmede doğalgaz konusu da değerlendirildi.
Gündemimiz oldukça yoğun. 1 Kasım seçimleri
çalışmaları birazcık yavaşlatıyor” açıklamasını yaptı.
Görüşmede Türk Akımı doğalgaz boru hattı
konusunda bir anlaşmaya varılıp varılamadığı
şeklindeki soruyu yanıtlayan Peskov, “Çalışmalar
sürüyor. Ortak bir anlayış var. Bu oldukça zor ve
kapsamlı bir çalışma. Her şey sırasıyla ilerliyor”
ifadesini kullandı.
Şimdi bu açıklamayı özetleyerek tekrar okuyalım.
Seçim hükümetleriyle enerji konuları yürütülmez.
Türk Akımı uygulanabilir ama her şeyin sırası var,
duruma bir bakalım...
Rusya’nın Gazpolitiği
Biz daha önce bu köşede dağıtım merkezinin
nerede oluşacağını ve bu gazın AB’ye nasıl
ulaşacağını sormuştuk. Şimdi 63 milyar
metreküplük, 4 boru hattından oluşan projenin,
Yunanistan üzerinden Avrupa’ya uzanacak 3 boruluk
kısmının geleceğinin meçhul olduğu söyleniyor!
Avrupa Birliği bir ara “bu gaza ihtiyacımız” yok
açıklaması da yaptı. Türk Akımı’nın dağıtım merkezi
ve nihai rotası tam belli değil. Rusya 11.4 milyar
Euro`luk büyük ve stratejik öneme sahip bu projeyi
satranç masasının veziri olarak bekletiyor.
Rusya’nın gazpolitiğinde sadece ülkenin
ekonomik çıkarları değil bölge siyasetinin orta ve
uzun vadeli dizaynı da etkili. Bu nedenle Rusya’nın
gazpolitiği ile veya Türk Akımı ile Ortadoğu’daki
gelişmelerin, Suriye, NATO, IŞİD, PKK, PYD, İran,
Amerika, Doğu Akdeniz, Kıbrıs gibi konuların hiç
ilgisi olmadığını söylemek saflık olur.
Türk Akımı nereye takılıyor sorusunun cevabı
için bölgedeki gelişmelere daha geniş bakmamız
gerekiyor. Hatta bu bakışımızı Rusların çok
sert muhalefetine rağmen Türkiye’nin başlamak
üzere olduğu “Kanal İstanbul” projesine kadar da
uzatabiliriz.
Projeye Rus firmaları da teklif verecekmiş ne
dersiniz?
Enerji’de Ruslarla dans zordur.
63
EĞİTİM
Proje Çocuklar (!)
Hilal İlknur
TUNÇELİ*
2006 yılının Eylül
ayında bir grup uzman, ‘modern hayat
çocuklar arasında
daha fazla depresyona yol açıyor’ başlığı adı altında ortak
bir bildiri yayınladılar.
Uzmanlara göre çocuklar çöplük haline
gelen global kültürümüz yüzünden zarar
görüyor.
*Araş. Gör., Marmara Üniversitesi
64
Son yıllarda kadınlar daha hamile kalmadan önce ilaçlar, vitaminler kullanmaya başlıyor, hamilelik sırasında çocuğun gelişimine uygun diyetler uyguluyorlar. Anne karnındaki bebeğin hissettiği bilindiği için klasik müzik dinliyorlar.
Bebek için ne önemliyse, hangi etken onu hayata geldiğinde daha sağlıklı ve
iyi kılacaksa aileler tarafından uygulanmakta… Yani doğacak olan bebek hayata
mükemmel şekilde hazırlanmaya çalışılmaktadır. Bunca uğraş, temelinde çocukların hayatta sağlıklı, akıllı, başarılı ve kariyer sahibi bireyler olabilmesi için
yapılmakta ve çocuklar daha anne rahmine düşmeden mükemmel ve ideal niteliklere sahip olabilmek uğruna projeleştirilmektedir. Ancak hayatta mükemmel
ve ideal olan bir şey yoktur… Ne çocuklar ne de aileleri hiçbir zaman mükemmel
olamazlar. Çünkü hayat içinde bireylerin planlamaları dışında ilerleyen birçok
faktör bulunmaktadır.
Günümüzde aileler, çocuklar daha 8 aylıkken onlara uygun programlar oluşturmaya başlamakta ve bu durum aşırı anne babalık (hyperparenting), her türlü
programla zamanı tıka basa doldurulan proje çocuğa da ‘aşırı programlanmış’
(overscheduled) çocuk denmektedir.
Aşırı kaygılı anne babalık çocukları günümüzde giderek daha fazla mutsuz
kılıyor. Kimi anne babalar kendi eksikliklerini çocuklarında tamamlamaya çalışıyor, kimileri de her yönden başarılı, on parmağında on marifet sahibi çocukları
olmasını hedefliyor. Bu yüzden çocuklar daha küçük yaştayken birden fazla spor
ya da müzik dalıyla ilgilenmeye başlıyor ancak aileler çocuklarını bu dallara yönlendirirken çocukların isteklerini ve yeteneklerini göz ardı edebiliyorlar.
İyi bir aile olma isteği ve çocukların her zaman mutlu ve kolay bir hayat geçirmeleri dilekleriyle, çocukların ihtiyacı olanı karşılamak yerine, her isteklerini
yerine getirebiliyorlar. Çocuklar da girdikleri her ortamda; misafirlikte, sınıfta,
oynadıkları futbol takımında; o ortamın göz bebeği, hizmet edilen, tabiri caizse
kralı-kraliçesi olmayı bekleyecek ve bunu göremeyince de hırçınlaşacak, hayal
kırıklığına uğrayarak davranış problemleri yaşamaya başlayacaktır. Çocuklara
sunulan neredeyse sınırsız imkânlar içinde çoğunlukla çocuğun gelişimsel ihtiyaçları ve ilgileri göz ardı edildiği gibi doyumsuz ve şımarık bir nesil yetişmesine
de alt yapı sağlanmış oluyor.
Aileler çocuklarına istediği her şeyi sunmanın yanı sıra aşırı kontrolcü davranarak çocuklarını birçok yönden örseliyorlar. Ailelerin her şeyi kontrol altında
tutamayacaklarının farkında olmaları gerekmektedir. Çocuklarının hayatlarındaki her konuyu kontrol altına almaya çalışırlarsa, çocuklar ileride kendi sorunlarıyla baş edemeyen bireyler olacaklardır. Bu yüzden çocuklar biraz büyümeye
başladığında kendi hayatlarının sorumluluğunu almaya başlamaları gerekir. Tabii
ki bunu ailelerin gözetimi altında yapmalılar.
Çocuğun isteklerini ve ilgilerini göz ardı ederek oluşturulan sıkı, yoğun sosyal ve akademik programların yanı sıra, maddi olarak her türlü isteğinin sorgusuz
sualsiz karşılanması çocuğun kendi içinde de bir dengesizlik duygusu hissetmesine sebep olacaktır. Bir yönüyle alabildiğine sınırsız, bir yönüyle de kısıtlı sınırlı
ve kendi kontrolü dışında bir hayat yaşamak birçok psikolojik ve davranışsal sorunları da beraberinde getirecektir.
Ailelerin öncelikli görevi çocukların ihtiyaç ve gereksinimlerini çocuğun gerek duyduğu şekliyle karşılamak olmalıdır. Çağımız teknolojinin hızlandığı, bilgiye erişmenin kolaylaştığı bir çağdır… Ailelerin çocuklarına özel dersler, sosyal
aktiviteler sunmak için kendilerini paralamaları yerine ahlaki ve insani birtakım
değerleri kazandırma amacıyla hareket etmeleri gerekmektedir. Çünkü günümüzde her türlü bilgi ve beceri teknoloji sayesinde başka bir aracıya ihtiyaç duyulmaksızın geliştirilebilmekte ancak manevi, insani, ahlaki değerler aynı şekilde
Yeni Ufuklar, sayı 27
EĞİTİM
edinilememektedir.
Günümüz modern dünyasında çocukların etrafı, politik
ve kültürel dünyanın insancıl olmayan bakış açısı; duygusallıktan yoksun, karşısındakine güvenmeyen/güvenemeyen
ebeveynler; öğrencilere vereceği detaylara takılan öğretmenler ile çevrili. İnsan ilişkilerinden beklentisi olmayan,
güvenlik ve kontrol saplantısı olan kültürlerin, çocuk gelişimi üzerindeki etkisi kaygı vericidir. Günümüzde çocuklar
evin içine hapsolmuş, kendi oyunlarını kuracak üretkenliği
olmayan pasif ve ilgisiz varlıklar durumundadırlar. Hayal
güçleri erken yaşta tanıştıkları ve hayatlarının doğal bir
parçası olan televizyon ve bilgisayar oyunları ile tıka basa
işgal edilmiş olup ayrıca televizyondaki reklamlar sayesinde
ticari birer figür olarak algılanıyor, filmler sayesinde kaba
kuvvete teşvik ediliyor ve bazı sorumsuz yayınlar sayesinde
de travmatik olaylar yaşayabiliyorlar. Asıl önemli olan ise
tüm bunların tekrar be tekrar yaşanıyor olmasıdır.
Çocukların sokakta geçirdiği zaman azalırken, ebeveynler tarafından yapılandırılan ve kontrol altına alınan
oyunların olduğu boş zamanlar artış gösteriyor. Okul öncesi
programdan okula, oradan okul sonrası programlara, dahası
program dışı dersler, kurslar ve organize edilmiş sporlar…
Çocuklarının güvenliği ve gelişimi hakkında aşırı endişeli
anne ve babalar, çocuklarının tüm etkinliklerini takip ederek bunlardan en üstün başarıyı elde etmelerini istiyorlar.
Yeni doğanların hayatları bile daha en başından takıntılı
bazı anne-babalar tarafından programlanıyor. Bebekler için
hazırlanan eğitim-öğretim programlarının artışı sektörün
genişlediğini bizlere gösteriyor. Programların bilişsel geliştirici özelliğinin olduğu düşüncesi yanlış anlaşılıyor; çünkü
zaten bebekler ve erken dönem çocuklarda zihin gelişimi
en hızlı düzeyde olur. Ebeveynler sadece bu tarz programları ve oyuncak setlerini satın almıyor, Amerika’da anaokulu
öncesi çocuklar için düzenlenen haftada 30 dakikalık dersler veren kurumlar bulunuyor. Buralarda çocuklara kelimeler ezberletilip flaş kartlarla egzersizler yaptırılıyor. Bilim
adamları, bu yaşta flaş kartları tanımanın okuma sayesinde
olmadığını ve bunu güvercinlerin bile yapacağını belirtiyor.
Ebeveynler çocuklarını koruma içgüdüsüyle “aşırı” birçok uygulamalarda bulunduklarından bazı çocuklar hayatları boyunca psikolojik, sosyal ve duygusal tehditlerle yeterince baş edemiyor. Proje çocuklar, ‘hormonlu’ çocuklar,
kavanozda yetiştirilen çiçekler, hayatın acı gerçekleri karşısında tuzla buz oluveriyor.
Bireyci, güvensiz...
Çocukların daha 2-3 yaşlarından itibaren her saatlerinin planlanmış, o kurstan öbürüne aileleriyle birlikte sürükleniyor olması ve toplumun bunu doğru ebeveynlik rolü
olarak dayatması sonucu belki akademik olarak başarılı ancak yaşam becerileri noktasında elinde kocaman bir sıfırla
sorunlar yaşayarak savrulan bireyler yetiştirilmesine neden
olduğu ve olmaya da devam edeceği söylenebilir. Daha geniş bakılacak olursa, gelecek nesillerin bireyci, kariyer odaklı, duygusallıktan yoksun, güvensiz bireyler olması yolunda
doğru ebeveynlik ve proje çocuk adı altında sağlam temeller
atılmaktadır.
Çocukların sosyalleşerek, hayat içinde yaşadığı küçük
büyük tüm sorunlarını kendi başına çözmeye çalışarak,
riskler alarak, deneyimler elde ederek büyümesi gerekirken,
risk ve tehlikelerden korunan, problemleri kendi yerine ailesi tarafından çözülen, neredeyse fanus içinde yetiştirilen
çocukların yaşadıkları ve yaşayacakları sıkıntılara yönelik
birçok çalışma yapılmıştır. Zihinsel sağlığa dikkat...
2006 yılının Eylül ayında bir grup uzman, ‘modern hayat çocuklar arasında daha fazla depresyona yol açıyor’ başlığı adı altında ortak bir bildiri yayınladılar. Uzmanlara göre
çocuklar çöplük haline gelen global kültürümüz yüzünden
zarar görüyor. Modern hayat onların gelişmeleri için gerekli
şeyleri onlara sunmuyor. Örneğin hazır yemekler, oyunlar,
ekrana bağlı eğlence onlara hayatı birinci elden yaşamayı ve
deneyim elde etme şansını vermiyor.
Ayrıca uzmanlar çocukların zihinsel sağlığının dikkate değer ölçüde bozulduğunu ifade ediyor. UNICEF gibi
kurumlar alarm vermiş durumda. Daha yakından bakılırsa
çocuklar sadece çok mutsuz değil, bunun yanında stresliler. Yetişkin rol modelleri, çocukların davranış normlarını
ve toplumun değerlerini öğrenmeleri ve özümseyebilmeleri
için oldukça gerekli. Ebeveynleriyle gerektiği kadar zaman
geçirmeyen çocuklar, nasıl davranmaları gerektiğini de,
doğal olarak öğrenemiyorlar. Beraberken de kaliteli bir iletişim ve tutarlı bir yaklaşım ile ancak bazı temel değerler
içselleştirilebilir.
UNICEF’in hazırlamış olduğu çalışma ilk kez çocukların mutluluklarını altı farklı boyutta inceledi ve birbirleriyle kıyasladı. Bunlar; materyal mutluluğu, sağlık, güvenlik,
eğitim, arkadaşlar ve aile ilişkileriydi. Yapılan araştırmalarda
Avrupa üzerinde İngiltere’nin gençliği en zor durumdaki
gençlik olarak bulundu. Buna göre; 15 yaşındaki gençlerde en çok alkol kullanımı, kavgaya dahil olma ve uygunsuz
cinsellik İngiltere’de mevcut. Uzmanlar ise bunun nedenini
gençlerin aileleriyle olan kopuk ilişkilerine bağlıyor.
David Elkind’e göre Amerika’da son on yıl içinde ço-
65
MAKALE
cuklar, bir hafta içindeki boş zamanlarının 12 saatini kaybetmiş durumdayken, organize edilmiş spor programları iki
katına çıkmış durumda. Çocukların istekleri de göz önüne
alınıp boş vakitlerini geçirmek için aile-çocuk beraberce
plan yapmak yerine, çocuğun hayatının sadece aile tarafından programlanıp o şekilde değerlendirilmesi bekleniyor.
Bu da çocukların keşfetme ve risk almayı öğrenme fırsatını
engelliyor. Yapılan bir ankette 10 ve 11 yaşlarındaki 1000 çocuğa
kendileri için güvenli ve güvensiz belirli alanlar söylemeleri
isteniyor. Çocuklar için tehlike olarak algılanan alanların
başında; trafik, yabancılar arasında kaybolmak, trenler ve
terör geliyor. Çocuklar için trafiğin tehlikeli bir alan olarak
algılanması anlaşılabilir bir şey ve bu onlara ileride trafikte
daha dikkatli olmalarını sağlayabilir fakat neden bu kadar
çok yabancıdan korkan çocuk mevcut ve hangi imge onları
yabancılardan uzaklaştırıyor? Araştırmada bir kız kendini
evinin bahçesinde güvende hissettiğini belirtiyor, buna sebep olarak ise bahçede yabancının bulunmadığını ve kendisini alamayacaklarını öne sürüyor. Tabii ki çocuklarımızı
dünyanın tehlikelerinden korumalıyız ama böyle olması
için acaba çocuklarımızın her gördüğü yabancıyı potansiyel
tehlike olarak mı değerlendirmesi gerekiyor? Çocuklarımıza bu algıyı vermiş olmakla, güvenli bir yer olan dışarısını
güvensiz hale getirmiş olmuyor muyuz? Çocuklarımızın çevreyle iletişime geçmelerine ihtiyacı
vardır, her yabancıyı potansiyel bir zarar verici nesne olarak
görmesi o çocuğu yaşamında pasif bir hale getirecektir. Çocuğa bu durumun böyle olmadığı anlatılmalı hatta bazı zor
durumlarda yabancıların yardıma koştukları da belirtilmelidir. Başkasından böyle bir yardımseverlik görmeyen çocuk
ileride de çevresine karşı aynı duyarsızlığı gösterecektir.
Çocukların büyümesi bir koza içinden çıkmaya çalışan
kelebeğin kozadan kendi kanatlarıyla kurtulma çabasına
benzer. Eğer yoruluyor, sıkıntı çekiyor diye kozadan bizim
yardımımızla çıkarsa, kanat kasları çıkmaya uğraşırken yapması gereken idmanı yapamayacağı için, sonrasında uçabilmesi için kanatlarında olması gereken güce sahip olamaz.
Çocuğunu çok fazla koruyan, sürekli üstüne düşen, sevgisiyle, ilgisiyle çocuğunu boğan ebeveyn tutumu ile karşı
karşıya kalan çocuk yaşamda kendine ait bir dünya kurmak-
66
ta güçlük çeker.
Doğallık içinde...
Ebeveynlerin çocuklarına olan sorumlulukları, onları
dopdolu ve bağımsız bir hayata, donanımlı bir şekilde hazırlamaktır. Onları hastalıklı bir şekilde koruyup her türlü
riskten uzak tutmak, çocuklara bir yarar sağlamayacaktır.
Başka bir açıdan bakıldığında modern çağın çocukları, kaygılı bile olsalar, daha bilinçli ve ilgili ailelerde yetişmektedir.
Ebeveynlerin bütün ilgilerine rağmen, aşırı kuşkucu tavırları, maalesef güven unsurunun ortadan kalkmasına neden
olmaktadır. Çocuklarımıza biraz izin vermeli, dünyaya güvenmelerini sağlamalı, başkalarıyla oynamaları için fırsat
tanımalıyız. Onlara kendi kararlarını kendilerince alabilme
fırsatını sağlamalıyız. Bu arada çocuklarımızı başıboş da
bırakmamalı; bir rehber niteliğinde, gerektiği ve ihtiyaçları
olduğu yerde ellerinden tutmalı, onları daha güzel bir dünyaya hazırlamalıyız. Proje çocuklar kendi çocukluklarını yaşayamadan, huzursuzluk ve depresyona mağlup oluyor. Her
türlü etkinlik için oradan oraya çekiştirilen çocuklar çocukluklarını bir türlü yaşayamıyor. Bırakalım, her şey kendi doğallığında büyüsün. İnsan da…
***Özellikle Hürriyet Gazetesi Eğitim Yazarı Nuran
Çakmakçı’nın 9 Mart 2008 tarihli yazısı okunmalı ve Proje
çocuklar konusunda ne halde olduğumuz bir kez daha gözden geçirilmeli diye düşünmekteyim.
(http://www.hurriyet.com.tr/pazar/8409749.asp)
Kaynaklar 1. Crane, W., Holt, H. ve arkadaşları. (2003). Reclaiming Childhood.Letting Children Be Children in Our
Achievement-Oriented Society.
2. Rosenfeld, A., Wise, N. Ve Coles, R. (2000). The
Over-Scheduled Child: Avoiding the Hyper-Parenting
Trap.
3. Elkind, D. (2001). The Hurried Child: Growing Up
Too Fast Too Soon. David Elkind, Perseus Books, 2001.
4. Sayar, K. (2014). http://www.kemalsayar.com/KatagoriDetay-Proje-Cocuklarla-Nereye-Kkadar-47.html.
Yeni Ufuklar, sayı 27
EĞİTİM
Prof. Dr. İbrahim ORTAŞ*
YGS Sonuçları Kötüydü,
Şimdi Daha Kötü:
Öğrencilerin %5’i
Üniversite Düzeyinde
Sayılır
2015 yılında YGS sınavına 2 milyon 126 bin 684 aday başvurdu, sınava giren
1 milyon 987 bin 488 adayın 145 bini 140 puan alamadığı için ön lisans ve açık
öğretim fakültelerine de kayıt yapma hakkını kaybetti. 575 bin 768 aday da 180
taban barajını aşamadığı için LYS sınavına giremeyecektir. Geçen yıl 477 bin
kişi 180 puan barajını aşamamıştı yani 180 barajına takılan sayısı 2014 yılına
göre 100 bin kişi daha artmış bulunuyor.
Bu ham sonuçlar bile ortaöğretimde öğrencilerin akademik olarak yeterince
eğitilmedikleri gösteriyor.
Bu sınav sonuçları ülkenin geleceğini şekillendirecek gençlerin bilgi donanımını yansıtan, geleceğe yönelik ipuçları veren en iyi göstergedir.
Başarı düzeyi, 160 soruya öğrencilerin verdikleri doğru cevap sayısı ile anlaşılmaktadır.
YGS Sonuçları ülkemizin
geleceğini şekillendirecek
öğrencilerimizin
akademik başarı
düzeyinin düşük olduğu
görülüyor. Ülkemizin
en ciddi sorunu temel
eğitim sisteminin, okul
öncesinden ortaöğretime
yıldan yıla kötüleşmesidir.
Çukurova Üniversitesi öğretim üyesi.
*
1 milyon 944 bin 933 toplam adayın
-Türkçe testinden ortalamaları 15,8, standart sapmaları 7,5;
- Sosyal bilimlerden ortalamaları 10,7, standart sapmaları 6,8;
-Temel matematikten ortalamaları 5,2, standart sapmaları 8,1;
-Fen bilimlerinden ortalamaları 3,9, standart sapmaları 7,3 oldu.
Son sınıfta okuyan ve puanı hesaplanan 856 bin 159 adayın ise
- Türkçe testinden ortalamaları 15,9, standart sapmaları 7,7;
- Sosyal bilimlerden ortalamaları 10,4, standart sapmaları 6,8;
- Temel matematikten ortalamaları 5,4, standart sapmaları 8,4;
-Fen bilimlerinden ortalamaları 4,6, standart sapmaları 8,1 oldu.
1998 yılından bu yana her yıl üniversite okumak isteyen öğrencilerimizin
akademik bilgi düzeyini ve değişimi izlemekteyim. Uzun zamandır başta fen ve
matematik olmak üzere öğrencilerimizin büyük çoğunluğunun ortalama düzeyi
çok düşük ve hiçbir ilerleme olmadığı gibi gittikçe ülkemiz eğitimi gerilemektedir. Bu sonuçlar ülkemiz ortaöğretim sisteminin artık geleceğe eğitilmiş, nitelikli
bilgi birikimi olan insan yetiştiremediğinin bir göstergesidir. Bu çocuklar hiç okula gitmese bile doğadan öğrendikleri ile bile üç beş soruya cevap veriler. Artık Bu Müfredatı Sorgulamak Zorunlu
Üniversitelerin akademik olarak yetersiz yetişmiş adayların üniversitelere
gönderilmesi konusunu acilen devletin üst organlarına iletmelerinde yarar var.
Merak edilen soru, devletin üst yöneticileri, Milli Eğitim Bakanı, ilgili daire
başkanları, okulların müdürleri, üniversite yöneticileri hiç mi rahatsız olmuyor
67
EĞİTİM
bu sonuçlardan. Hiç mi kimse “nedir bu sonuçlar? Ülkemizin siyasi partileri bu konularda hiçbir soru önergesi vermiyorlar. Geleceğimiz olan bu gençler mevcut bilgileri ile nasıl
yarının gelişmiş Türkiye’sini yaratacağız” diye sormuyorlar
mı? Liseden gelen öğrencilerin akademik düzeyi düşük
olduğu için gerçek anlamda bilimsel bir eğitim yapıldığını
söylemek zor. Üstüne bir de üniversitelerimizin de ciddi bir
kalite standardı olmaması sonucu çok zayıf ve mesleki yönden yetersiz mezunlar verilmektedir. Mezunların durumu,
işsizlik oranı ve toplumda aranan nitelikli ve iş yapacak teknik bilgi ile donanımlı insan gücü talebi arasındaki çelişki
de hepimizin malumu. Bu bağlamda üniversitelerin rektörlerinin konuyu üniversiteler kurulu marifeti ile Başbakanlığa, Milli Eğitim Bakanlığına ve devletin ilgili birimlerine
bildirmeleri gerekir.
Sınavı geçerli sayılan toplam 1 milyon 944 bin 933 adayın kaçı üniversiteyi okuyacak akademik bilgi ve beceriye
sahiptir? Sınav sonuçları pek parlak gözükmüyor. 160 sorunun sadece 35,6’sı cevaplanabilmiş bulunuyor. Yani öğrenciler soruların sadece %22’sini yanıtlayabiliyor. Grafiksel
veriden görülebildiği kadarıyla 160 sorunun yarısını (80
soru ve üstü) yanıtlayanların oranı neredeyse %5’ten daha
düşük bir düzeyde kalıyor.
Sınav Sonuçları İle
Üniversitelerin Başarısı
Arasında Doğrudan İlişki
Bulunmaktadır
Sınav sonuçları OECD tarafında yapılan PISA sonuçları ile de paralellik göstermektedir. Sonuçlar ülkemiz
eğitim düzeyinin çok ciddi oranda sorunlu olduğunu ve
öğrencilerin okuduğunu anlayamadığını, özellikle fen ve
matematikte yeterli düzeyde soru çözemediğini gösteriyor.
Öğrencilerin maalesef akademik bilgi düzeyi yanında
genel kültür yönünden de çok ama çok yetersiz oldukları
görülüyor. Yazma, okuma, anlama, genel kültür her yönden
dökülüyoruz. Bu yapı ile geleceğin güçlü ülkesi olmayı
hiç hayal edemiyorum. Her yıl liselerden mezun ettiğimiz
öğrencilerimizin içlerinde çok azı iyi eğitilmiş ve farkına
varılabilirliği var, ancak geneli gerçekten çok sorunlu. Bir-
68
çok meslektaşımızdan edindiğimiz izlenimlerden anladığım günden güne öğrencilerin akademik düzeyinin gerilediği yönündedir.
Eğitimde İdeoloji, Siyasi
Yakınlık Eksenli Yönetici
Atamak Yerine Bilime,
Sanata, Felsefeye
Yönelmeliyiz
YGS Sonuçları ülkemizin geleceğini şekillendirecek
öğrencilerimizin akademik başarı düzeyinin düşük olduğu görülüyor. Ülkemizin en ciddi sorunu temel eğitim sisteminin, okul öncesinden ortaöğretime yıldan yıla
kötüleşmesidir. Bütün sınav verileri elde ve verileri grafik
üzerine yerleştirdiğinizde ülkemizin iyiye gittiğini söyleyemeyiz. YGS sonuçları da bunun bir göstergesidir. Uzun zamandır Türkiye ortaöğretimi ve üniversite eğitiminin yerinde saydığı ve niteliğin gerilediği bütün verileri ile ortadadır.
Temel bilimleri bilmeyen, matematik bilmeyen, okuduğunu
anlamayan tarih bilmeyen hiçbir toplum bilim ve teknoloji
geliştiremez. Soyut düşünceden yoksun, analitik düşünmeyen, güzel sanatları gelişmemiş hiçbir toplum bilimsel buluş
yapamaz. Fizik bilmeyen hiçbir toplum teknoloji geliştiremez. Bir başka ifade ile kuşun nasıl uçtuğunu öğrenmeyen
hiçbir ülke uçak yapamaz.
Üniversiteleri özerk olmayan, bilimsel mali ve idari
yönden özerk olmayan ülkemizin istenilen gelişmeyi göstermesi beklenmez. Dünyanın biricik tecrübesi, bilime
önem veren ve teknoloji yaratan ülkeler gelişmiş ülkelerdir.
Bu ülkelerin temel özelliği öğrencileri temel bilimler yönünden iyi eğitilmiş, okullarının ve üniversitelerinin bilime,
sanata, felsefeye önem vermesidir. Bu bağlamda hepimizin,
en başta da Cumhurbaşkanı ve hükümet mensuplarının,
elbette Milli Eğitim Bakanlığının acilen konuyu düşünmesinde yarar var. İdeolojik söylem ve müfredatlar, açık siyasi
kimlikli yönetici yerine dünyada başarılı ülkeleri örnek alıp
felsefe, sanat ve temel bilimlere yönelmekten başkaca da bir
yol gözükmüyor.
Yeni Ufuklar, sayı 27
ŞİİR
Al Bayrağım
Dr. Osman Yılmaz *
Şekline hayranım, şanına kurban
Al kırmızı ay yıldızlı bayrağım
Seni tutan elleri kutsal sayarım
Sana yan bakanın gözlerini oyarım
Tarihim, yüz akım, baş tacım…
Sen kahraman bir milletin timsali
Sen insanlığın beklediği sancak
Uğrunda can alınıp, can verilse de
Önemini anlatmakta aciz kalınır
Kimse varlığına değer biçemez
Kanla yapılsa da kanla verilmez
Direğinden söküp semaya salacağım
Ayınla yıldızınla cihanı kaplarsın
Gökyüzüne ait olduğunu anlarsın
Çok geç kalmış bir buluşma olacak
Azametini gören korkuya kapılacak
Gökyüzünün rengi değişti sanacak
Yıldızınla karanlıklar aydınlansın
Hilalinle, dünyayı ana gibi sararsın
Gönüllere nur olup dolacaksın
Bayrağım mazin temiz tarihi lekesiz
Nizamı âlem kurulmaz ki ilkesiz
İlahı düzenin benzerini kuracaksın
Dünyada adaletin timsali olacaksın
Zulüm son bulacak fitne kalkacak
İnsanlık ilk defa güvende olacak
Kutsal bayrağım temsil ettiğin millet
Hürriyete âşıktır, görmemiş zillet
Asırlardır İslam’a bayraktarlık etmiş
Yüce peygamberce övülmüş elbet
Resulün sözünden sonra söze ne gerek
Dalgalan ey şanlı bayrağım âlem senindir
Tarihten süzülerek gelen bu son şeklindir
*Haseki Hastanesi, Kamu Sağlığı Başhekimi,
Fatih/İstanbul
69
MAKALE
Türkiye’nin İçine Sürüklendiği
Gerilim Ortamı ve
Çıkış Yolları Üzerine
İslam’ı Kur’an’ın kurucu ilkeleri çerçevesinde anlamaya
çalışan bir Müslüman, evrensel boyut taşıyan sağlıklı bir
demokrasi ve laikliğin gerçekleştirilmesinin, önemli ve
anlamlı bir sorumluluk olduğunun bilincinde olacaktır.
Hasan
ONAT*
Söze “engeller aşılmak, sorunlar
çözülmek için vardır” diyerek başlamak
gerekiyor. Çünkü Türkiye’de sorunların üstesinden gelinemeyeceği gibi bir
kanaat yavaş yavaş kolektif bilinçaltına
yerleşiyor. İki asırdır bize söylenen “siz
asla uygarlaşamazsınız/ adam olamazsınız” ifadesi, kendi iç dünyamızda “biz
adam olmayız” şeklinde makes bulmaya
başladı. Sorunları doğru anlaması ve
sağlıklı çözüm üretmesi gereken beyinlerimiz, öncelikle bardağın boş tarafı
ile işe başlamayı marifet sanıyor; bu
yüzden de pek sorunun çözülmüş olduğunu bile fark etmiyoruz.
Tarih bilgi ve bilincinden yoksun
olduğumuz için hem boğuştuğumuz
sorunların çoğunun bize geçmişten
miras kaldığını göremiyoruz; hem de
çözümü geçmişte arıyoruz. Bu makale,
Türkiye’nin bütün sorunlarının kendi
iç dinamiklerimizle, kendi irademizle
çözülebileceği iddiasından hareketle kaleme alınmıştır. Teklifimiz şudur: Gelin
hep birlikte, hangi tür sorun olursa ol*Ankara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi,
öğretim üyesi.
70
sun, önce doğru bilgi sahibi olarak, bilgi
zemininde konuşma/tartışma kararı
alalım. Biz bilgi ile değil, duygularımızla konuşmaya, tartışmaya çalışıyoruz;
duygular sorun çözmez; sorun bilimsel/
doğru/güvenilebilir/savunulabilir bilgi
ile ve bilimsel yöntemlerle çözülür.
II
Türkiye, derinleşme istidadı gösteren
bir gerilim ortamına sürüklenmiştir. Adını
koymak her ne kadar pek kolay değilse de
bu, irtica tartışmalarında, türban sorununda ve laiklikle ilgili her türlü görüş, tutum
ve tavırlarda kendini ele veren bir gerilimdir. İşin odağında “din”in olduğunu görmemek mümkün değildir. O zaman açıkça
ifade etmekte fayda vardır: Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Türk toplumu, kökleri
en azından iki asra uzanan, insanları iki
kutuptan birini tercih etmek durumunda
bırakan, merkezinde dinin yer aldığı ciddi
bir krizle karşı karşıyadır. İnsanlar adeta ya
dinden, ya da laiklikten yana tavır almaya
bir şekilde zorlanmakta; din ve laiklik karşı
karşıya getirilmek istenmektedir. Sadece
“çarşaf açılımı” adı etrafında farklı kesimlerce ve farklı kesimlere mensup insanlarca
dile getirilen görüşler, “mahalle baskısı”nın
kimler tarafından kimlere yapıldığı, kimlerin kimleri ötekileştirdiği şeklindeki
tartışmalar, salim bir kafayla olup bitenleri
anlamaya çalışanları kaygılandırmaya
yetmektedir.
Bu kriz, üç kıtada etkin özne bir milletin Anadolu’ya sıkışması ile zaten mevcut
olan ufuk daralması, akıl tutulması ve öğrenilmiş acizlik sayesinde iyice derinleşme
istidadı göstermektedir. Sorunların adeta
üstümüze üstümüze geldiği gibi bir hisse
kapılmamak elde değildir. Küreselleşme,
hem sorunu doğru algılamamızı güçleştirirken, soruna hariçten müdahil olmayı
kolaylaştırmış; hem de çözümün evrensel
boyutlu olmasını zorunluluk haline getirmiştir. Kriz ortamı, zaten yeterince karışık
olan kafaların daha da karışmasına yol
açmıştır. Tabir yerinde ise at izi, it izine
karışmıştır.
Bu krizin doğru anlaşılması ve en
az hasarla atlatılarak sağlıklı bir çözüme
ulaşılabilmesi için öncelikle göz ardı edildiğini düşündüğümüz bazı gerçeklerin hatırlatılmasında fayda vardır: 1. Türkiye’de
yaşayan insanların %98’inin Müslüman
olduğu bilinen bir husustur. Toplumun
içinde agnostikler, tanrı tanımazlar, farklı
dinlere mensup insanlar da elbette mevcuttur. Bu sebepten, Türkiye’de İslam’ı
görmezlikten gelmek, ya da İslam’a rağmen
herhangi bir şey yapmak pek mümkün
değildir. 2. Türkiye’nin Cumhuriyet’in
kazanımlarından daha geri gideceğini, halkın böyle bir şeyi kabul edebileceğini düşünmek mümkün değildir. Türk toplumu,
her ne kadar istenilen düzeyde olmasa da
demokrasi kültürü üretmeyi başarmıştır.
Laiklik, sorunlar olsa da, vazgeçilemeyecek bir değerdir. 3. Türkiye’de birey bilinci
sağlıklı bir şekilde gelişmediği için, kişisel
hesaplaşmalar, çıkar çatışmaları gruplar ve
toplum üzerinden gerçekleştirilmektedir.
4. Eleştirel zihniyet toplumda egemen
olmadığı ve sağlıklı iletişim kanalları tıkalı olduğu için, insanlar farklı görüşlere
tahammül edememekte; farklılıkları bir
zenginlik olarak görüp anlamaya çalışacakları yerde, onu kendi görüşlerine, hatta
kişiliklerine bir saldırı olarak algılamakta;
çoğu zaman gerçekte olmayan düşmanlarla savaşmaya çalışmaktadır. Daha da kötü
olan, bireysel durumların gurup üzerinden
değerlendirmeye tabi tutulmasıdır. Toplumun kamplara ayrılmasını kolaylaştıran
en önemli etkenin “sürü içgüdüsü” olduğu
akla gelmektedir. Bu süreçte bir öfke birikmesinin ve korkuların kurumsallaşmaya
başlamasının söz konusu olduğu da unutulmamalıdır. 5. Türkiye’de halkın ezici
çoğunluğunun din ve laiklikle herhangi
bir sorunu yoktur. Hatta bazı okur- yazarların tersine, Türk halkının önemli bir
kısmının, dinin ve laikliğin kulvarlarının
ve işlevlerinin farklı olduğu bilinci üzerine
kurulu sağlıklı bir uzlaşı kültürü yaratmayı
başardığı bile söylenebilir. 6. Bu gerilimin
zaman zaman ranta dönüştürüldüğünü
görmezlikten gelmek mümkün değildir.
7. Gerilimin çözümsüzlüğe doğru sürüklenmesi, her ne kadar bazı çıkar çevreleri
tarafından arzu edilen bir husus olsa da,
temelde, toplumun din, tarih ve laiklik konusunda en azından özgürce düşünmeye
yetecek düzeyde doğru bilgiden mahrum
Yeni Ufuklar, sayı 27
MAKALE
olmasından kaynaklanmaktadır. Çünkü
doğru bilgi olmadan doğru düşünmek,
doğru düşünmeksizin sorunlara kalıcı
çözüm bulmak biraz zordur. 8. Türk toplumunun önüne, toplumu motive edecek
sağlıklı bir amaç konulamamıştır. Maalesef
Atatürk’ün hedefinin Batı’ya eklemlenme
değil, yeni bir uygarlık olduğu gerçeği bilerek ya da bilmeyerek göz ardı edilmiştir.
9. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bekası,
dinden kaynaklanan sorunlara zaman
kaybetmeden sağlıklı çözümler üretilmesine bağlıdır. 10. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, aslında Cumhuriyet’in ilk yıllarında
atmış olduğu sağlıklı adımlarla dini sorun
olmaktan büyük ölçüde çıkartmıştır. Ne
var ki, bu gerçek, layıkı vechile ne anlaşılabilmiş, ne de anlatılabilmiştir. Bunun
en çarpıcı örneği, halifeliğin kaldırılması
ve hukuk alanında gerçekleştirilenlerdir.
11. Türkiye’nin İslam’dan, Cumhuriyetin
kazanımlarından, demokrasiden ve laiklikten vazgeçmesi mümkün olamayacağına göre, yapılacak iş, her şeyden önce,
Türkiye’nin kendi geleceği açısından dini
sorun olmaktan çıkartması; Batı standartlarının ilerisinde bir demokrasi ve laiklik
hedefini gerçekleştirmeyi bir amaç olarak
toplumun önüne koymasıdır. Sağlıklı
demokrasi ve laiklik, Türk milletinin yeniden tarihin öznesi olabilmesinin olmazsa
olmaz koşuludur. İslam’ı Kur’an’ın kurucu
ilkeleri çerçevesinde anlamaya çalışan bir
Müslüman, evrensel boyut taşıyan sağlıklı
bir demokrasi ve laikliğin gerçekleştirilmesinin, önemli ve anlamlı bir sorumluluk
olduğunun bilincinde olacaktır.
III
Sorunun ana kaynağı, İslam dini ile
laikliğin karşı karşıya getirilmiş olmasıdır.
Bu duruma yol açtığını düşündüğümüz
tespitlerimizden bazılarını şöyle sıralamak
mümkündür:
*İslam’ın medeniyet iddiasının,
Osmanlı Devleti’nin gerileme sürecine
girmesi ile birlikte anlamını kaybetmeye
başlaması ve buna bağlı olarak ortaya
çıkan mağlup medeniyet travması.
*Din konusunda bilgi sahibi olmakla,
dindar olmanın birbirine karıştırılması.
*Osmanlı’nın çöküş sürecinde toplumun Batı karşısında ciddi bir zihin
daralmasının ve zihin yarılmasının içine
sürüklenmesi. (Ya topyekün kabul, ya da
topyekün red).
*Din alanında ortaya çıkan, tahmin
edilebilecek olandan daha ileri düzeydeki
bilgi boşluğu.
*Batıcıların Cumhuriyette öne çıkması ve İslamcıların Osmanlı Devleti’nin
yıkılması ile birlikte, kendilerine vücut
veren, fikirlerinin eksenlerini kaybederek
Cumhuriyet’le kafa kafaya gelmeleri.
*İnkılapların köklerinin, Osmanlı’nın
son iki asrında yattığı gerçeğinin göz ardı
edilmesi.
*Cumhuriyetin önemini ve onun kazanımlarını öne çıkartabilmek için öncesini
kötüleme, ya da yok farzetme eğiliminin
mevcudiyeti.
*Cumhuriyetin kuruluş aşamasındaki
olağanüstü koşulların ve onun gerektirdiği birtakım uygulamaların geçici olması
gerektiğinin yeterince kavranılamaması.
*Hilafetin kaldırılması, tekke ve zaviyelerin kapatılması gibi çok önemli uygulamaların teorik ve teolojik temellerinin
insanlara yeterince anlatılamaması.
*Tekke ve zaviyelerin kapatılması ile
birlikte ortaya çıkan boşluğun doldurulamayışı/önemsenmeyişi sonucu, yasaklanan kurumların faaliyetlerinin yeraltında,
kontrol dışı devam etmesi ve din alanında
ortaya çıkan boşluğun, bu denetimsiz
alanda üretilen fikirlerle doldurulmaya
çalışılması.
*Laikliğin ve demokrasinin insanlığın
ortak tecrübesinin ürünü olan ortak değerler olduğu hesaba katılmaksızın sadece
Batı’dan, Batı istediği için ithal edilen değerler olarak algılanması.
*Laikliğin, Avrupa’nın yaşadığı sekülerlik doğrultusundaki tecrübesi ve farklı
anlaşılma biçimleri hesaba katılmadan,
ağırlık olarak Fransız tipi bir anlaşılma
biçiminin Türkiye’ye taşınması.
*Laiklikle birlikte, onun özellikle Fransa’daki oluşumunda etkin olan çatışmacı
zihniyetin de Türkiye’ye taşınması.
*Laikliğin Türkiye’de zaman zaman
bireysel din karşıtlığının ifade aracı olarak
kullanılmış olması/ istismarı.
*Laikliğin, insanlığın ortak tecrübesini içinde barındıran bir değer olarak
Türkiye’de yeniden üretilebilmesinde
beslenme kaynağı olacak birtakım değer
kaynaklarının olup olmadığının pek düşünülmemesi. Bir başka ifadeyle, Türk Tarihinde, laikliğin Batı standartlarından daha
ileri bir düzeyde yeniden filizlenebilmesi
ve evrensel ölçekte yeniden üretilebilmesi
için yararlanılabilecek kesitlerin, düşüncelerin ve ortamların olup olmadığının
yeterince araştırılmamış olması. (Burada
akla ilk gelebilecek isim ünlü Türk bilgini
İmam Maturidi olmaktadır).
*Türkiye’de din alanında ortaya çıkan
bilgi boşluğunun, özellikle 1970’li yıllarda,
Mısır, Pakistan gibi uzun yıllar Batılıların
sömürgesi olmuş Müslüman bölgelerde
üretilen, İslam’ın bir din olmanın yanında
kurtuluş ideolojisine indirgendiği, şartlar
gereği siyasallaşan bir din anlayışının
egemen olduğu kitapların pek de sağlıklı
olmayan tercümeleriyle doldurulmaya
çalışılması. (Bu durum, Türkiye’de ödünç
kavramlarla oluşan, tepkisel, yüzeysel
ve şekilci bir din anlayışının ortaya çıkmasına yol açmıştır. Buna 1979 İran
İslam Devrimi’ni müteakip, bu devrimin
ideologlarının kitaplarının Türk okuyucusunun gözüne ve kulağına hoş gelecek
şekilde rötuşlanarak Türkçeye çevrilmesini
de eklemek gerekmektedir.)
IV
Türkiye’nin din-siyaset ilişkisi, dinhukuk ilişkisi, demokrasi, laiklik ve
benzeri konularda karşı karşıya kaldığı,
odağında dinin yer aldığı gerilimden çıkabilmesi için, öncelikle doğru bilginin
devreye sokulması gerekmektedir. Doğru
bilgiyle ve bilimsel yöntemle hareket
edilmeden hiçbir soruna sağlıklı, kalıcı
çözüm üretmek mümkün değildir. Doğru
bilgi insanı özgürleştirir. Özgürlük bilinci
71
MAKALE
yüksek insanlar sorunları çözme noktasında irade gösterebilirler. Bu sebepten,
Türkiye’nin zaman geçirmeden din alanında bir “doğru bilgilenme seferberliği”ne
girişmesi gerekmektedir. Bu iki bakımdan
çok önemlidir: Birincisi, içine sürüklendiğimiz, önyargılardan beslenen gerilimin ne
olduğunun doğru anlaşılması; korkuların
kurumsallaşmasının ve din istismarının önüne geçilmesi, ancak doğru bilgi
mümkün olabilir. İkincisi, dindarlıkla din
konusunda doğru bilgi sahibi olmak arasındaki belirgin farkın anlaşılması için, din
alanında doğru bilgi sahibi olmak bir tür
zorunluluktur. Din konusunda doğru bilgi
sahibi olan insanlar, her şeyden önce insan
gerçeğini doğru anlama imkanına sahip
olabilirler. Daha da ötesi, din konusunda
doğru düşünmeye yetecek kadar doğru
bilgi sahibi olmayan insanların dünyayı
evrensel ölçekte doğru anlayabilmeleri,
değer kavramının insan açısından arzettiği
anlam ve önemi doğru değerlendirebilmeleri pek mümkün değildir. Din konusunda
doğru bilgi sahibi olmak, entelektüel olmanın temel koşullarından birisidir. Dindarlık ise bireysel bir tercihtir. Sağlıklı dindarlık ancak din konusunda doğru bilgi sahibi
olmakla mümkün olabilir. Din konusunda
doğru bilgi sahibi olmak, mutlaka dindar
olmayı gerektirmez. Din, kültürün şekillenmesinde en etkin faktörlerden birisi
olduğu için, din konusunda doğru bilgi
sahibi olan insanlar birbirlerini daha kolay
anlayabilirler. (Doğru bilgi, akla, vahye ve
yaratılışın yasalarına uygun bilgidir).
Öncelikle şu gerçeğin iyi bilinmesi
gerekmektedir: Türkiye’nin karşı karşıya
kaldığı hiçbir sorun çözümsüz değildir.
Türkiye, bütün sorunlarını kendi iç dinamikleri ile çözebilecek güce ve imkana
sahiptir. Türk milletinin tekrar özne millet
haline gelebilmesi, özellikle dinle ilgili
sorunlarını bilimsel yöntemle ve kalıcı
olarak çözmesine bağlıdır. Bunun için de
aşağıda sıralamaya çalıştığımız bazı temel
gerçekler etrafında, iyi niyetle ve çözüm
odaklı olarak düşünülmesi gerektiği kanaatindeyiz.
1. İslam dininin siyasi meseleleri insana bıraktığı gerçeğinin topluma doğru anlatılması lazımdır. Kur’an’da siyasi düstur
olarak öne çıkan şura, adalet, işlerin ehline
verilmesi gibi ilkeler gelişmiş demokrasilerin de esas aldığı ilkelerdir. (İslam, devlet
geleneği olmayan bir topluma gelmiştir.
Hz. Muhammed, özellikle Medine döneminde peygamberlik görevinin yanında,
oluşmaya başlayan devletin başkanlığı
gibi bir görev daha üslenmiştir. Bu görev,
onun peygamberlik olan esas görevinin
bir parçası değildir. Hz. Muhammed
vefat ederken, yerine herhangi bir kimseyi bırakmamıştır. Hz. Peygamber’in
vefatını müteakip ortaya çıkan gelişmeler,
72
İslam’ın siyasi meseleleri insana bırakmış
olduğunun açık kanıtı olarak anlaşılabilir.
Nitekim dört halifeden her birisinin halife
oluş şekilleri farklı olmuştur. O zamanki
Müslümanlar, halifeliği dinsel bir kurum
olarak anlamamışlardır. İslam’ın toplumsal
hedefi, ahlaklı ve adaletin egemen olduğu
bir toplum yaratmaktır. )
2. Dinin egemenlik iddiasının olamayacağının bilinmesi gereklidir. (Din, en
temelde insan hayatına anlam kazandırmak ve insanın insanlığını en iyi şekilde
gerçekleştirebilmesini katkı sağlamak için
vardır; din amaç değildir, araç niteliği taşımaktadır. Dinin değil, Müslüman insanın
insanın egemenlik iddiası olabilir.)
3. İslam dini ile, Müslümanların meydana getirdikleri Fıkh’ın özdeş olmadığının doğru anlaşılması lazımdır. (Kur’an bir
hukuk kitabı değildir. Kur’an’daki hukukla
irtibatlandırılan ayetlerin esas itibariyle
ahlaki bir boyutu vardır. Kur’an, ahlaklı ve
adaletin egemen olduğu bir toplumu hedefler. Bunun gerçekleştirilmesi konusunda insana yardımcı olur. Ancak, herhangi
bir rejimden, sistemden söz etmez. Bunun
anlamı, toplumda adaletin sağlanabilmesi
için gerekli olan her şeyin, insan onurunu
zedeleyen araçlara baş vurulmaksızın
insan tarafından gerçekleştirilmesi gerektiğidir. Hukuk olmadan adalet olmaz.
Kur’an, adaleti gerçekleştirilmesi gereken
bir amaç olarak ortaya koyar ve hukukun
üstünlüğü bilincinin gelişmesi için destek
olur. Hukuk, toplumsal yapıya göre, insanlar tarafından geliştirilir. Dindeki kurumsallaşma, dine mensubiyet iddiasında
olan toplumun gelişmişlik düzeyine göre
gerçekleşir.)
4. İslam, asla akılla ve bilimle çelişmez
ve çatışmaz. İslam, akli yetileri yerinde
olmayan insanı sorumlu tutmaz. Kur’an
nasıl Allah’ın bir ayeti ise, akıl da Allah’ın
bir ayetidir. Allah, akla destek olması için
vahiy göndermiştir. Bilim en temelde,
insanın Tanrısal aklın ve insan aklının
işleyişini ve yaratılanlar üzerindeki izlerini
anlama ve açıklama çabasıdır.
5. İslam’a göre iman, sorumluluk ve
kurtuluş bireyseldir. Kimse kimsenin günahını çekemez. Dileyen Müslüman olur;
Tanrı dileyen kimseyi hidayete ulaştırır.
Hiç kimse, ne Müslüman olması için, ne
de Müslümanlığı yaşaması için zorlanabilir; çünkü “dinde zorlama yoktur” (Bakara,
2/256).
6. Din, laiklik ve demokrasi ile ilgili
sorunlar, bilimin ışığında ve bilimsel yöntemlerle çözümlenmelidir.
7. Laiklik ve demokrasi, hukukun
üstünlüğü, insan hakları, bütün insanlığın
ortak tecrübesini içinde barındıran evrensel değerlerdir. Bu yüksek değerlerin,
Türk toplumunun kendi modernitesini
kendisinin yaratabilmesi için gerekli oldu-
ğu, bunların evrensel boyutlu olarak Batı
standartlarının daha ilerisinde gerçekleştirilmesinin bir tür zorunluluk olduğu
bu millete iyi anlatılmalıdır. Bu değerler,
Avrupa istediği için, ya da Batı’dan gelen
dayatmalar dolayısıyla değil, hem kendi
toplumumuz, hem de bütün insanlık için
yeniden üretilmesi gereken değerlerdir.
Üstelik bunlar, bütün insanlığın gözü
önünde, Batılılar tarafından tahrip edilmektedir.
8. Laikliğin, demokrasinin ve İslam’ın
varlık alanları birbirinden farklıdır. Dolayısıyla, bunların birbiri ile çelişmesi ve
çatışması düşünülmemesi gereken bir husustur. Ancak, laiklik ve demokrasi daha
sağlıklı bir din anlayışının oluşması ve din
özgürlüğünün gerçekleşmesi için yardımcı
olabileceği gibi, sağlıklı bir din anlayışı da,
sağlıklı bir laiklik ve demokrasi için destek
olabilir. Bu laikliğin meşruiyetini dinden
alacağı şeklinde yorumlanmamalıdır.
Aynı şekilde, İslam’ın laikliğe uygun olup
olmadığı şeklinde bir sorunsala da gidilmemelidir.
9. Türk devlet geleneğinden, Türk
kültüründen ve Kur’an’ın kurucu ilkeleri
çerçevesinde üretilen değerlerden de en
iyi şekilde yararlanılarak laikliğin ve demokrasinin evrensel boyutta ancak, kendi
değerlerimizle zenginleştirilerek yeniden
üretilmesinin mümkün olduğu artık anlaşılmalıdır. Sağlıklı demokrasinin ve Batı
standartlarının daha ilerisinde bir laiklik
anlayışının geliştirilebilmesi için gerekli
olan kültürel donanım bizim öz kültürümüzde mevcuttur. Yeter ki, kendi kaynaklarımızdan yararlanarak kendi modernitemizi yaratmamız gerektiği gerçeğini iyi
kavrayabilelim.
10. Türk milletinin Cumhuriyetin ve
demokrasinin kazanımlarından vazgeçebileceğini düşünmek, bu milleti tanımamak
anlamına gelir.
11. Demokrasi, laiklik, insan hakları
ve hukukun üstünlüğü gibi evrensel değerler tüm insanlığın ortak tecrübesinin
ürünüdür.
Tekrar etmekte fayda görüyoruz; Türkiye, kendi iç dinamikleriyle, karşı karşıya
olduğu bütün sorunların üstesinden gelebilir. Bu milletin tekrar tarihin öznesi olabilmesi hayal değildir. Bu millet, insanlığın
muhtaç olduğu yeni bir uygarlığın mimarı
bile olabilir. Bunun için de, öncelikle dinin
ve laikliğin en kısa zamanda sorun olmaktan, ticaret malzemesi olmaktan çıkartılması gerekmektedir. Din, demokrasi ve
laikliğin karşı karşıya getirilmesinin eğer
ihanetten söz edilmeyecekse, cehaletten ve
hamakattan başka izahı yoktur.
Yeni Ufuklar, sayı 27
MAKALE
73
MAKALE
II. Meşrutiyet Dönemi’nde
İslamcıların Kadın
Hakkındaki Görüşleri
Mehtap
KOLDAŞ*
Şeyhülislam Musa
Kazım Efendi’ye
göre, kadınların
iyi bir anne ve
eş olabilmesi için
ibtidai, rüşdi ve
idadi seviyesinde
eğitim almaları
yeterliydi. Eğitimde
sınır olmayacağını
düşünse de kızların
yüksek öğretime
gitmesini gereksiz
bulmuştur.
*Mehtap Koldaş, Marmara Üniversitesi
Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Yüksek Lisans
Öğrencisi.
74
Giriş
Tanzimat Fermanı ile birlikte birçok alanda yenilikler yapılmaya başlandı ve
çeşitli konularda görüşler beyan edilmeye başlanmıştır. 1908 yılına kadar fikri
ilerlemeler ağır bir şeklide devam etmiştir. 1908 yılında, II. Meşrutiyet’in getirmiş olduğu özgürlük ortamı ile birlikte düşünceleri ifade etmek serbest hale
gelmiştir. Birçok gazete ve dergiler yayınlanmaya başlamıştır. Aydınlar, yazarlar
görüşlerini gazete ve dergilerde yazmışlardır.
Tanzimat ile ortaya çıkan ve II. Meşrutiyet ile birlikte gelişen üç fikir akımı
bulunmaktadır. Bunlar İslamcılık, Türkçülük ve Batıcılıktır. Bu üç akım birçok
konuda görüşler ileri sürmüşlerdi. Bu konuların arasında kadın da bulunmaktaydı. Kadının toplumda ki yeri, eğitimi, çalışma hayatına atılması gibi konularda tartışmalar yapmışlardır. Her üç akım kendi içinde ılımlılar ve radikaller
olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Birbirlerine zıt gittikleri konular ve anlaştıkları
konular da olmuştur. Bu üç akım kadın-erkek eşitliği, çok eşlilik, boşanma,
giyim-kuşam, kadının hürriyeti, çalışma hayatına girmesi gibi konularda ayrılmışlardır. Kızların eğitimi konusunda ise hem fikir olmuşlardır; fakat eğitimin
amacı hususunda yine aralarında bir ayrım olmuştur. İslamcılar kadının eğitilmesini, iyi bir eş ve iyi bir anne olup sağlıklı, dindar nesiller yetiştirmek için
gerekli görmüşlerdir. Batıcılar ve Türkçüler ise kadının eğitimini tamamlayıp
çalışma hayatına atılmasından, topluma kazandırılmasından yana olmuşlardır.
Birçok konuda bu şekilde ayrımlar yaşanmıştır. Genellikle İslamcılar, Batıcılar
ve Türkçülerden görüşleri ile ayrılmışlardır. İslami kurallardan taviz vermemeye
çalışmışlardır.
İslamcıların Kadın Hakkındaki Görüşleri
İslamcılık cereyanı; özelliklerini 19 yy. ortalarında kazanan, Osmanlı
İmparatorluğunun uzak çevresinde şekillenmiş olmasına rağmen 1870’li
yıllarda İmparatorluğun merkezinde gittikçe güçlenen ideolojik davranış
kümesine verilen addır.1 1839 yılında ilan edilen Tanzimat Fermanı ile birlikte
Batılılaşma süreci hızlanmıştır. İslamcılık fikir akımı da Batılılaşmaya bir tepki olarak 1870’li yıllarla kuvvetlenmiştir. Bu tarihten itibaren ülkede İslam’ın
model alınmasını isteyen aydınlar kümeleşmiştir. İslamcılar toplumda meydana gelen gelişmelerin şeriata uygun olup olmadığını kontrol ederlerdi; II.
Meşrutiyet’ten itibaren bunu sistemli bir şekilde yapmaya başlamışlardır.2
İslamcılar birçok konuda fikir beyan etmişlerdir. Toplumun Batı uygarlığını
taklit etmesini eleştirmişler ve bu taklidin İslami gelenek ve göreneklerine zarar
vereceğini, toplumun çöküşüne neden olacağını ileri sürmüşlerdir. İslamcılar,
Batının sadece bilim ve tekniğinin alınmasını, kültürel ve manevi öğelerinin
alınmaması gerektiğini savunmuşlardır. Batının kültürel ve manevi öğelerinin
alınmasıyla dini gelenekler üzerine kurulu toplumsal yapının çökeceğini
savunmuşlardır. İslamcıların radikallerinden olan Şeyhülislam Musa Kazım
Efendi bu konu ile alakalı bir yazısında şunları söylemektedir: ‘’ Biz Avrupa’nın
yalnız fünun ve sanayisine mecburuz. Avrupalıların bütün adet ve ahlakını, usulü
1 Şerif Mardin; “İslamcılık’’, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 5, s. 1400.
2 Yasemin Tümer Erdem; II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyete Kızların Eğitimi, M. Ü Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi, İstanbul 2007, s. 38.
Yeni Ufuklar, sayı 27
MAKALE
maişet ve hayat tarzını kabul edemeyiz. Zira sonra mutazarrır oluruz. Nitekim bizim gibi Japonlar dahi otuz sene
evvel fünun ve sanayiden bihaberdiler. Birden bire gözlerini
açtılar. Avrupa’ya müsavi oldular ve hatta birçok hususta
onları geçip bütün alemi hayrette bıraktılar. Halbuki adet ve
ahlakından hiçbir şey kabul etmediler, tarzı telebbüslerini bile
değiştirmediler.’’3
II. Meşrutiyet’in getirmiş olduğu özgürlük ortamında
kadın konusu tartışılmaya başlanmıştır. İslamcılarda kadının toplumda ki durumunu, eğitimini, giyim kuşamını
İslami kurallar çerçevesinde tartışmışlardı. Her eğilimde ki
İslamcılar için kadın, ailenin temel değerlerine zarar verme
tehlikesini taşıyan tüm kötü ve olumsuz etkilere karşı korunmalıydı.4 İslamcılar kadının toplumda ki konumunun
yanında eğitimi konusunda da fikir beyan etmişlerdir. İslamcılara göre kadının ilim öğrenmesi dine aykırı değildir.
Bu eğitimin kadınları çalışma hayatına sokmak için değil,
sağlıklı ve dindar nesiller yetiştirmek üzere iyi bir anne ve
eş olabilmesi için gerekli olduğunu savunmuşlardır.
İslamcıları da görüşlerine göre radikal ve ılımlılar
olarak ayırabiliriz. Radikal İslamcılar; Şeyhülislam Musa
Kazım Efendi, Mahmut Esad Efendi gibi. Koyu İslamcılar
bu grup içerisine girmektedir. Ilımlılar ise Mehmet Akif,
M. Şemseddin, Said Halim gibi yabancı dil bildikleri için
garp kültürü ile az çok temaslarından kazandıkları tenkit
ruhu ile koyu şeriatçılardan ayrılanlardır.5
İslamcıların en radikal ismi olan Şeyhülislam Musa
Kazım Efendi’nin6 kadınların giyimi, eğitimi gibi konularda çeşitli görüşleri vardır. Musa Kazım, kadınların
çarşafsız ve erkeklerin yanında sokağa çıkmasını eleştirmiştir. Çarşaf giyilmesini zorunlu kılan bir yasanın çıkması
gerektiğini ileri sürmüştür.7 Kadınların eğitim görmesine
karşı çıkmamıştır. Ona göre kadın, sadece dünyaya çocuk
getirmek ve bu çocuğun terbiyesi ile meşgul olup iyi bir
nesil yetiştirmek için yaratılmıştı. Kadınlar çalışma hayatına atılıp ev dışındaki işlerler uğraşırlarsa kendilerine verilen kutsal görevi ihmal edeceklerdi. Bu da insanlık neslinin
tükenmesine neden olacaktır. Ona göre, kadınların iyi bir
anne ve eş olabilmesi için ibtidai, rüşdi ve idadi seviyesinde
eğitim almaları yeterliydi. Eğitimde sınır olmayacağını
düşünse de kızların yüksek öğretime gitmesini gereksiz
bulmuştur. Kadınların Darülfünun’a gidip çeşitli meslekler
edinmesiyle ev ve analık vazifesini ihmal edeceklerini söylemiş ve bununda insanlığa ihanet olacağını belirtmiştir.
Kadınların evlendikten sonra evlerinde tahsil görebileceklerini de söylemiştir. Musa Kazım Efendi kadınlarında
eğlenmeye hakkı olduğunu belirtmiştir. Erkekler nasıl boş
zamanlarda konserlere, konferanslara gidebiliyorsa kadınlarda edep dairesinde kendilerine mahsus mesire alanlarına
gidebilirler şeraitimiz buna mani değildir demiştir.8
3 Peyami Safa; Türk İnkilabına Bakışlar, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 1988,s.37
4 Bernard Caparol; Kemalizmde ve Kemalizm Sonrasında Türk Kadını,
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1982, s. 81.
5 Peyami Safa; a. g. e., s. 36.
6 Şeyhülislam Musa Kazım Efendi (1858-1920) İslamcılık akımının
en radikal görüşlü savunucusudur. 1910 tarihinde Sadrazam İsmail
Hakkı kabinesi döneminde Şeyhülislamlık yapmıştır. Birçok eseri bulunmaktadır.
7 Bernard Caporal; a. g. e., s. 81.
8 Yasemin Tümer Erdem; a. g. e., s. 41-42.
Şeyhülislam Musa Kazım Efendi
Fatma Aliye Hanım (Ahmet Cevdet
Paşa’nın kızı)
İslamcıların ılımlılarından Mehmet Akif ’in9 de kadınlarla ilgili görüşleri vardır. Mehmet Akif, Kasım Emin’in10
Tahrirü’l-Mer’e adlı eserini tenkit için Ferid Vecdi’nin11
yazdığı Müslüman
Kadın adlı eseri tercüme ederek tefrikalar halinde Sıratı Müstakim’de yayınlamıştır. Mehmet Akif, İslamcıların
Ferid Vecdi ile aynı görüşte olduğunu söylemiş ve kendisi
de Vecdi’nin görüşlerini benimsemiştir. Ferid Vecdi, Peygamber Efendimizin ‘’ilim kadın erkek herkese farzdır’’
hadisine uyarak kadınların durumunun düzeltilmesi
gerektiğini söylemiştir. En iyi eğitim şekli nerede olursa
olsun hemen alınmaması gerektiğini vurgulamış. Batı da
kadınlara sadece mesleki eğitim verilmesiyle kadınların en
basit ev işini dahi yapamadıklarını söylemiştir. Bu nedenle Müslüman kadınların batılı kadınları taklit etmemesi
gerektiğini vurgulamıştır.12 Mehmet Akif, Ferid Vecdi’nin
bu görüşlerine katılmıştır. Mehmet Akif bütün meselelere
İslami bir gözle bakmış ve ilimden ayrılmamıştır. Bütün
İslamcılar gibi o da Avrupa’nın bilim ve tekniğinin alınıp
Türk kültür değerlerinin korunması gerektiğini savunmuştur. Şiirlerinde bolca kadın ve aile konusuna yer vermiştir.
Akif, kadının çarşafı çıkarması ve Batılı kadına özendirilmeye çalışılmasına karşıydı. Bunu Avrupa’ya eğitim görmeye gidenlerin yaptığını söylemiştir. Konu ile ilgili görüş9 Mehmet Akif (1873-1936), İstiklal Marşı ve Safahat şairi milli-dini
hassasiyeti, karakteriyle Türk milletinin gönlünde yer edinen İslamcılık akımının önemli şahsiyetidir. Zamanın bütün meselelerine İslamcı bir gözle bakmıştır ve bunu eserlerine de yansıtmıştır. Daha
fazla bilgi için bkz. M. Orhan Olcay, M. Ertuğrul Düzdağ, “Mehmet
Akif Ersoy’’, DİA, Cilt 28, s. 432-439.
10 Kasım Emin (1863-1908); Kadın haklarının savunuculuğu ile tanınan
Mısırlı yazar. Tahrirü’l-mer’e (Kahire 1899) kadın hak ve özgürlüklerine dair olan eser kadınların eğitimi, ailedeki görevleri ve boşanma
olmak üzere üç bölümden meydana gelir. Daha fazla bilgi için bkz.
Fethi en Neklavi, ‘’Kasım Emin’’, DİA, Cilt 24, s. 541-542.
11 Ferid Vecdi (1878-1954) Mısırlı ilim ve fikir adamı. Felsefe kelam tefsir alanında eserleri vardır. Kasım Emin’in yazdığı Tahrirü’l-mer’e’ye
(Kadının Hürriyeti) karşı Mehmet Akif’in daha sonra tercüme edeceği Türkçe ismi ile Müslüman Kadın adlı eseri yazmıştır. Daha fazla
bilgi için bkz. Yusuf Şevki Yavuz, DİA, Cilt12, s. 393-395.
12 Yasemin Tümer Erdem; a. g. e., s. 40.
75
MAKALE
…………..
Karı dövmüş, boşamış… ‘’ emri ilahi’’ ne denir!
Bunların hepsi, emin ol ki, cehalettendir.16
lerini de Süleymaniye Kürsüsü’nde vaiz olan, Abdurreşid
İbrahim’e söyletmiştir. 13
Bir selamet yolu varmış… O da neymiş? Mutlak
Dini kökten kazımak. Sonra evet Ruslaşmak!
O zaman iş bitecekmiş… O zaman kızlarımız,
Şu tutundukları gayet kaba, pek manasız
Örtüden sıyrılacak… Sonra da erkeklerden,
Analık ilmi tahsil edecekmiş… Zaten,
Müslümanlar o sebepten bu sefalette imiş!..
Din için, millet için iş görecek alçağa bak;
Dini pamâl edecek, milleti Ruslaştıracak!
Bunu Moskof da yapar, şimdi rıza gösterelim;
Başka bir marifetin varsa haber ver görelim!
Al okut, ‘’Avrupa tahsili’’ desinler, gönder,
Servetinden bölerek na-mütenahi para ver;
Sonra bir bak ki, meğer karga imiş beslediğin!14
Akif, kadınların eğitilmesini ister; fakat kadının çalışma hayatın atılmasına olumlu bakmazdı. Kadınların
yalnız ev işleri ile uğraşmaları gerektiğini düşünmüştür.15
Mehmet Akif şiirlerinde toplumda kadının ezilmesine,
şiddet görmesine karşı çıkmaktaydı. İslamiyetin yanlış
anlaşılmasıyla kadına yanlış muamelelerde bulunulduğunu
belirtmiştir. Kadını ele aldığı bir şiirinde:
Müslümanlıkta şeriat bunu emretmiş imiş:
Hem alır, hem de boşarmış! Ne kadar sade bir iş!
Karı taliki için bak ne diyor Peygamber:
‘’Bir talak oldu mu dünyada, semalar titrer’’
İki evlense ne varmış! Bu yenir herze midir?
Vakıa bazen olur, dörde kadar evlenilir…
13 Şefika Kurnaz; Yenileşme Sürecinde Türk Kadını 1839-1923, Ötüken
Yayınları, İstanbul 2011, s. 128.
14 Mehmet Akif Ersoy; ‘’Süleymaniye Kürsüsünde’’,Safahat, Huzur Yayınevi, İstanbul 1989, s. 222.
15 Bernard Caparol; a. g. e., s. 83.
76
Akif bu şiirinde sebepsiz yere eş boşamayı eleştirmiştir. Peygamberimizin bu konu ile alakalı hadisini vererek
sebepsiz yere eş boşamayı şeriatın emretmediğini vurgulamıştır. Tek kadınla evliliğin esas olduğunu; fakat bazı
hallerde bu sayının dörde çıkabileceğini söylemiştir. Eş
dövmenin, kadına kötü davranmanın ve diğer hallerin
nedenini İslamiyet’in yanlış anlaşılması ve cahilliğe bağlamıştır.
Ilımlı İslamcıların arasında olan diğer bir kişi ise Fatma Aliye Hanım’dır.17 Kendisi ilk kadın roman yazarımızdır. Eserlerinde kadın konusuna genişçe yer vermiştir. En
önemli eseri Nisvan-ı İslam’dır. Bu eserinde babasının konağına gelen kadınlarla boşanma, örtünme çok eşlilik gibi
konularda yaptıkları konuşmalara ve tartışmalara yer vermiştir.18 Fatma Aliye Hanım, çok eşlilik konusunda önemli
görüşleri vardır. Çok eşliliğin dinen bir emir olmadığını;
ancak bir ruhsat olduğunu ifade etmiştir. Ona göre, çocuğu
olmayan kadınının tekrar eş bulamaması, hasta olan kadının tek başına hayatını idame ettirememesi gibi durumlarda çok eşlilik kadının yararına bir uygulamadır. Bu gibi
özel durumlarda çok eşliliğin olabileceğini vurgulamıştır.
Boşanma konusunda ise; kadınlara da boşanma hakkının
verilmesini söylemiştir; ancak verilen bu hakkın suiistimal
edilmemesi gerektiğini vurgulamıştır. Fatma Aliye Hanım
görücü usulü evlilik hakkında da görüşleri vardır. Nisvan-ı
İslam’da görücü usulü evliliğin büyük bir zorunluluk olmadığını, ailelerin uygun görmesiyle gençlerin İslami kurallar
çerçevesinde görüşebileceğini söylemiştir. Bir başka yazısında ise Avrupa’da önceden tanışılıp görüşme sonucunda
olan evliliklerin sonlandığını, görücü usulü evliliğin mutluluk getirdiğini ifade etmiştir. Bu konu hakkında çelişkili
ifadeleri vardır.19
Kadınların eğitimi konusuna da önem vermiştir. İyi bir
nesil yetiştirmek için özel eğitim almaları gerektiğini vurgulamıştır.’’ Çocuk büyütmek ilmi kadınlarımızın en muhtaç
olduğu bir şeydir. Bunun için terbiye ve çocuk sağlığı dersleri
verilmelidir. Bunun yanında ev idaresini, aile hissini, ev ekonomisini öğretmek lazımdır.’’20
Fatma Aliye Hanım, ‘Kadın nedir’ adlı yazısında; ‘’
islamiyet’in çıkışından evvel kadın Arap diyarında bir
mal olarak görülmekteydi. Bir erkek istediği kadar kadın
alabilirdi. İslamiyet kadını yarim hisse ile mirasa dahil
etti. Teaddüt-ü zevcatı dörtte sınırladı. Kadını kendi mal
ve hareketlerinden sorumlu tuttu… Cenab-ı Peygamber
erkeklere:‘’sizin kadınlar üzerinizde hakkınız varsa, onlarında sizin üzerinizde hakları vardır.’’ dedi. İlim ve tahsilin
16 Mehmet Akif Ersoy; ‘’Köse İmam’’, a. g. e., s. 179-180.
17 Fatma Aliye Hanım(1862-1936), İlk Türk kadın roman yazarı. Ahmet
Cevdet Paşa’nın kızıdır. Kendisi konak da özel eğitim alarak yetişmiştir. Romanlarında ve yazılarında kadın ve aile konularını ele almıştır.
En önemli eserlerinden biri Nisvân-ı İslam’dır. Daha fazla bilgi için
bkz. H. Emel Aşa, DİA, Cilt12, s. 261-262
18 Şefika Kurnaz; a. g. e., s. 82.
19 Şenay Leyla Kuzu; ‘’ Fatma Aliye Hanım’ın Eserlerinde Kadın Sorunu
ve Kadın İmgesi’’, İnönü Üniversitesi Sanat ve Tasarım Dergisi, Özel
sayı Kadın ve Edebiyat ,Cilt2, Malatya 2011, s. 880-881
20 Sadık Albayrak; Meşrutiyet İstanbul’unda Kadın ve Sosyal Değişim,
Yeditepe Yayınları, İstanbul 2002, s. 447.
Yeni Ufuklar, sayı 27
MAKALE
başlamışlardır. Bir tartışma ortamı meydana getirmişlerdir.
Meşrutiyet ile birlikte fikir akımları da özgürce fikirlerini
ifade etmeye başlamışlardı. İslamcılar, Türkçüler, Batıcılar
toplum sorunlarını, kadının durumunu, ilim, edebiyat gibi
konularda yazılarını kaleme aldıkları kendilerine mahsus
gazete ve dergiler çıkarmışlardır. İslamcılar; Beyanü’l-Hak,
Sırat-ı Müstakim, Hikmet, Mahfil, Volkan. Türkçüler;
Türk Yurdu, İslam Mecmuası. Batıcılar; İctihad, Yeni
Mecmua, Tanin gibi gazete ve dergiler çıkarmışlardı.
Sırat-ı Müstakim
Sırat-ı Müstakim ‘in ilk sayısı 27 ağustos 1908 tarihinde Zeynülabidin Ebulula
ve Serezli Hafız Eşref Edip tarafından İstanbul’da çıkarılmıştır.
erkeğe ve kadına farz olduğunu buyurdu.’’21 bu sözlere yer
vermiştir. Fatma Aliye Hanım burada İslamiyet ile kadının
bazı haklara kavuştuğunu vurgulamıştır. Peygamber
Efendimizin hadisine yer vererek kadınların ilim
öğrenmesinde dinen bir mani olmadığını vurgulamıştır.
Fatma Aliye Hanım’ın diğer İslamcılara nazaran kadının namusu ile dışarıda bir işte çalışabileceğini söylemiştir.
Udi adlı romanının başkarakteri Bedia Hanım eşinden
ayrılmıştır ve bir süre geçimini kardeşi sağlamıştır. Kardeşi
ölünce kendisi çalışmak zorunda kalmıştır. Fatma Aliye
Hanım burada kadının zor durumda kaldığında namusu
ile çalışabileceğini vurgulamıştır.22
İslamcılar boşanma, çok eşlilik, eğitim durumu
konusunda çeşitli görüşler savunmuşlardır. Çok eşlilik
konusunda aralarında ayrılıklar olduğu görülür. Musa
Kazım Efendi çok eşliliği savunmaktaydı. Aksekili Ahmet
Hamdi’ye göre ise çok eşlilik, Avrupalılar ve Kuran’ın
hükümlerinin yanlış anlayanlar tarafından ileri sürüldüğü
gibi bir toplumsal yara olmayıp, doğal yasalar ve aile
çıkarlarına uygundur. Aksekili aynı zamanda çok eşliliğin
kurallara uyması gerektiği ve çok özel durumlar halinde
başvurulması gerektiğini savunmuştur. Mehmet Akif ise
tek eşliliği savunmuştur. Boşanma konusunda da aralarında
ayrımlar olmuştur. Musa Kazım Efendi’ye göre kadına
boşanma hakkı verilmemelidir. Ona göre, kadına boşanma
hakkı tanınmıyorsa bu onun kaprisli ve güvenilmez
olmasındandır. Bu konuda kadına verilecek en ufak bir
tavizin aileyi uçuruma sürükleyeceğini savunmuştur.
Ilımlı İslamcılar ise kadına boşanma hakkının verilmesi
gerektiğini savunmuşlardır. İslamcıların birçoğu kadına
özgürlük verilmesine karşı çıkmışlardır. Sait Halim Paşa,
kadınlara mutlak özgürlük ve devlet işlerine karışma hakkı
veren nice uygarlıkların tarihe gömüldüğünü söylemiştir.23
İslamcı Gazete ve Dergiler
Tanzimat Dönemi’nde gazete ve dergiler çok az da olsa
çıkarılmaya başlamıştır. II. Meşrutiyet’in ilanı ile birlikte
gazete ve dergilerin sayısında büyük bir artış olmuştur.
Meşrutiyet’in getirdiği hürriyet ortamı ile aydınlar görüşlerini, yazılarını gazetelerde, dergilerde kaleme almaya
21 Sadık Albayrak; a. g. e., s. 453.
22 Şenay Leyla Kuzu; a. g. m., s. 882.
23 Bernard Caparol; a. g. e., s. 82-83.
27 ağustos 1908 yılında Perşembe günü Zeynülabidin
Ebulula ve Serezli Hafız Eşref Edip tarafından İstanbul’da
ilk sayısını çıkarmıştır.24 Haftalık yayınlanan gazetenin
başyazarı Mehmet Akif ’tir. Bu dergide kadın ve aile konusunda yazılar yazılmıştır. Özellikle Mehmet Akif, kadın
konusunun toplumda çok dillenmesiyle bu konu üzerinde
çok durmaya başlamıştır. ‘’Müslüman kadınların erkeklerden kaçması Garplıların diline dolanmıştır. Son zamanlarda bu adet Şarklılarında hoşuna gitmeye başlamıştır. Bizim
kadınlarımız da nisvanı garp gibi olsa; erkeklerle bir arada
yaşasa, evlerde kapanıp kalmasa gibi temenniler birçok
ağızdan işitilir oldu’’25 Akif, burada neden kadın konusunun daha çok üzerinde durduğunu anlatmak istemiştir ve
Müslüman kadının bir garplı gibi olamayacağını anlatmaya çalışmıştır.
Gazetede, Ferid vecdi’nin Müslüman Kadın adlı eseri
Mehmet Akif tarafından tefrikalar halinde yayınlanmıştır.
Bu eserde kadın erkek arasında ki farklılıklara, sosyal
hayattaki farklılıklara, değinilmiştir. Ferid Vecdi kadının
erkek işlerinde çalışmasını eleştirmiştir ve gazete yazarları
da onun görüşlerine katılmışlardır. ‘’ Tarih-i tabiatı okuyanlar için şu müşahede, kadınların erkek işleriyle uğraşmaları,
adeta kendi hukuk-u tabiyelerine karşı taaddîde bulunmaları,
canib-i fıtrattan kendilerine resmolunan dâirenin haricine
çıkmak demek olacağına en güzel bir tarik-i istidlaldir. Binaenaleyh kadınları bu tarik-i taaddîye icbar etmek, şu katı
yürekli erkek tarafından o nârin, o nâzenîn refikay-i hayata
reva görülen esaretin en celîm bir nümunesi, kezâlik gayet
hatarnâk olan hayat-ı hariciye meydanlarında o bîçareye
karşı hiç eser-i şefkat ve merhamet gösterilmeksizin edilen
muhacemâtın en büyük bir nişanesidir.’’26 Ferid Vecdi burada,
kadınların erkek işleriyle uğraşmalarının fıtratlarına aykırı
olduğunu belirtmiştir. Kadınları yeteneğinin olmadığı
alanlarda görevlendirmenin onlara zulmetmek anlamına
geleceğini vurgulamıştır.
Mehmet Fahreddin gazetede ki bir yazısında, kadınların süs, eğlence ve modaya aşırı düşkünlüklerini eleştirmiştir, süsü için paralarını israf ettiklerini söylemiştir.
Gazetede ki yazılarda kadın ve tesettür üzerinde de durulmuştur. Gazete yazarlarından Ferid Vecdi, M. Muhyiddin
ve Mehmet Fahreddin tesettür konusunda erkeğin sorumlu olduğunu söylemişlerdir. Eğer erkek bu sorumluluğu
yerine getiremiyorsa, yetkinin hükümete ait olduğunu
24 Kerim Bayram; II. Meşrutiyet Dönemi Yayın Organlarından Sırat-ı
Müstakim’de Kadın ve Aile, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2010, s. 5.
25 Kerim Bayram; a. g. e., s. 11.
26 Kerim Bayram; a. g. e., s. 29.
77
MAKALE
söylemişlerdir.27 Şeyhülislam Musa Kazım Efendi’de
‘’Hürriyet-Musavat’’ adlı yazısında tesettür, çok eşlilik,
kadının eğitimi gibi konulara değinmiştir.
Kadının eğitimi konusunda da yazılar yazılmıştır. Nezihe Muhlis adlı kadın yazarımız, kadının eğitiminin maksadı ile ilgili bir yazısı bulunmaktadır. ‘’ Genç kızlarımız
milliyet ve i’tikadâtına sadık, metin, azimperver ve müteşebbis, garbın bütün terakkiyat-ı fenniyesiyle mücehhez evlatlar
yetiştirebilecek güzide birer valide, hanenin umûr-u
dâhiliyesini bir hükümet-i muntazama katiyetiyle hüsn-ü
idare edebilecek intizam perver birer ev kadını, saadet-i aileyi
hazırâ-i ictimâiyenin kendilerine tahmil ettiği vazâifi ifa etmiş olacaklardır.’’28 Nezihe Muhlis kadının eğitilmesinin iyi
bir anne, evinin mutluluğunu huzurunu sağlayacak iyi bir
eş ve ev kadını olması için gerekli olduğunu vurgulamıştır.
Gazeteye kadınlar ve erkekler tarafından mektuplar
gönderilmiştir. Bu mektuplarda kızlar için okullar açılması
istenmiş, eğitimin Fransızca olması eleştirilmiş ve okullarda Müslüman terbiyesinin verilmesini istemişlerdir.29
Sebilürreşad
Sırat-ı Müstakim 29 Şubat 1912 tarihinde 182.
Sayısının yayınlanmasıyla kapanmıştır. 183. sayı itibariyle de Sebilürreşad adı ile çıkmaya başlamıştır.30 183.
Sayı 8 Mart 1912 yılında yayınlanmıştı ve Eşref Edip
sorumluluğunda 5 Mart 1912 tarihine kadar devam
etmiştir. Sebilürreşad, Sırat-ı Müstakim’in misyonunu
yüklenmiştir. Kadınlar konusuna genişçe yer verilmiştir.
Kızlar için okul olmaması, Müslüman kızların yabancı
okullarda okumalarından dolayı İslami iyi öğrenememeleri
eleştirilmiştir. Milletin çöküş ve yükselişinde kadınların
büyük bir önemi olduğu vurgulanmıştır.31
Sonuç
Tanzimat ile birlikte fikir hareketlerinin tohumu
atılmıştı. Bu fikir akımları, II. Meşrutiyet Dönemi’nde
ise daha aktif, düşüncelerini daha özgür bir şekilde ifade
etmeye başlamışlardır. Bu dönemin en önemli konularından biri kadın olmuştur. İslamcılar, Batıcılar ve Türkçüler
kadının eğitimi, toplumda ki konumu, çalışması, giyimi
hakkında görüşler ileri sürmüşlerdir. Kadının eğitimi konusunda hepsi hemfikir olmuşlardır. II. Abdülhamit’te
kızların eğitimine önem vermiştir. İslamcılar da kadının
eğitilmesi gerektiğini savunmuşlardı; fakat bunun iyi bir
anne, eş olabilmesi için gerekli olduğunu vurgulamışlardır. Kadının çalışma hayatına atılmasına karşı çıkmışlardır. Tesettür konusunda ise İslamcılar, kadının çarşafını
çıkarmasına kesinlikle karşı çıkmışlardır. Batıcılar, kadının
Avrupalı kadın gibi olmasını onu örnek alması gerektiğini
savunmuşlardı, İslamcılar buna çok sert bir şekilde karşı
çıkmışlardır. İslamcılar her konu da şeriatın emrettiği
hükümler dışına çıkmayı kesinlikle reddederlerdi. Kadın
konusunda da şeriatın dışına çıkmamışlardır. Çok eşlilik ve
boşanma konusunda ılımlı ve radikaller kendi aralarında
27
28
29
30
31
Kerim Bayram; a. g. e., s. 67.
Kerim Bayram; a. g. e., s. 41.
Yasemin Tümer Erdem; a. g. e., s. 86-87.
Kerim Bayram; a. g. e., s. 5.
Yasemin Tümer Erdem; a. g. e., s. 88-90.
78
Sebilürreşad, Sırat-ı Müstakim’in misyonunu yüklenmiştir. Kadınlar konusuna
genişçe yer verilmiştir.
ayrıma düşmüşlerdir. Bir kısmı çok eşliliğin doğal
olduğunu söylerken bir kısmı ise mecbur kalındığında
başvurulması gerektiğini söylemişlerdir. Keza boşanma
konusunda da aynı ayrıma düşmüşlerdir. Bir kısmı kadına
boşanma hakkının verilmesini tehlikeli görürken bir kısmı
kadınında böyle bir hakkının olduğunu savunmuşlardır.
İslamcı gazete ve dergilerde kadın hakkında ki görüşlerini
yazmışlardır. Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşad’ta dönemin
yazarları kadın hakkında ki görüşlerini kaleme almışlardı.
İslamcılar için kadın her zaman önemli bir konu olmuştur.
KAYNAKLAR
Albayrak, Sadık; Meşrutiyet İstanbul’unda Kadın ve
Sosyal Değişim, Yeditepe Yayınları, İstanbul 2002.
Bayram, Kerim; II. Meşrutiyet Dönemi Yayın Organlarından Sırat-ı Müstakim’de Kadın ve Aile, A.Ü Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi,
Ankara 2010.
Caparol, Bernard; Kemalizmde ve Kemalizm Sonrasında
Türk Kadını (1919-1970), Türkiye İş Bankası Yayınları,
Ankara 1982.
Erdem, Yasemin Tümer; II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyete
Kızların Eğitimi, M.Ü Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü,
Yayımlanmamış Doktora Tezi, İstanbul 2007.
Ersoy, Mehmet Akif; Safahat, Huzur Yayınevi, İstanbul 1989.
Kuzu, Şenay Leyla; ‘’Fatma Aliye Hanım’ın Eserlerinde Kadın Sorunu ve Kadın İmgesi’’, İnönü Üniversitesi
Sanat ve Tasarım Dergisi, Özel Sayı Kadın ve Edebiyat,
Cilt 2, Malatya 2011.
Kurnaz, Şefika; Yenileşme Sürecinde Türk Kadını (18391923), Ötüken Yayınları, İstanbul 2011.
Mardin, Şerif; ‘’İslamcılık’’, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e
Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 5.
Safa, Peyami; Türk İnkilabına Bakışlar, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 1988.
Yeni Ufuklar, sayı 27
MAKALE
79
MAKALE
80

Benzer belgeler