Buradan - Akbank Sanat

Transkript

Buradan - Akbank Sanat
ZERO bize iyi gelecek
20. yüzyılın önemli
akımlarından ZERO’nun
yenilikçi ve dinamik ruhu
Sakıp Sabancı Müzesi’nden
Türkiye’ye yayılıyor.
Akbank Sanat’ın desteğiyle
gerçekleşen “ZERO. Geleceğe
Geri Sayım” adlı sergi 10 Ocak
2016’ya kadar açık kalacak.
NAZAN ÖLÇER:
BİRLEŞİK
AVRUPA
RÜYASINI
HERKESTEN
ÖNCE ZERO
SANATÇILARI
GERÇEKLEŞTİRDİ.
S.04
Z
ERO çağdaş sanatta iz bırakmış bir akım. II. Dünya Savaşı’nın karartma gecelerinde
büyüyen bir kuşak sanatçı,
ışığa odaklandıkları, hareketi aradıkları,
iyimser, neşeli bir sanat anlayışı geliştirdi. Hızla Avrupa’ya yayıldılar, ABD’ye
sıçradılar, Japonya’dan katılımlarla
genişleyip uluslararası bir sanat ağına
dönüştüler. Her şey 1958 ile 1966 yıları
arasında yaşandı ama bitmedi... Çağdaş sanatın başlıca temalarına yıllar
öncesinden dokunan bir hareket ve bir
SUZAN SABANCI
DINÇER:
AKBANK,
ÇAĞDAŞ SANATI
DESTEKLEYEN ILK
KURULUŞLARDAN
BIRI OLDU VE HÂLÂ
YAPACAK ÇOK IŞ VAR.
S.05
düşünce biçimi olarak sanat tarihine
geçtiler. Ve ZERO yıllar sonra dünya
sanatının yeniden gözdesi oldu.
Sabancı Üniversitesi, Sakıp Sabancı
Müzesi’nde 2 Eylül’de açılan, “ZERO.
Geleceğe Geri Sayım” adlı sergi bu akımı İstanbul’a getirdi. Hem de dünyanın
en önemli birkaç müzesiyle neredeyse
eşzamanlı olarak. Merkezinde kurucuları Heinz Mack, Otto Piene, Günther
Uecker’in eserleri olan sergide ayrıca
onlara ilham vermiş dostları, çok ünlü
sanatçılar Yves Klein, Piero Manzoni ve
FERIT EDGÜ:
1958’DE AVRUPA’YA
GITTIĞIMDE
YIKINTILARIN
ARASINDAN
YEPYENI
BIR SANAT
FILIZLENIYORDU.
FOTOĞRAF: TOLGA PAKAR
OTTO PIENE
ŞİŞME NESNELER
Lucio Fontana’nın da çalışmalarından
örnekler var. Farklı tekniklerde yüzden
fazla eseri bir araya getiren serginin
küratörü ise ZERO Vakfı Kurucu Yöneticisi Mattijs Visser.
ZERO Grubu aktif olduğu
dönemde üç tane ZERO yayını
çıkarttı. Bu dergilerden sonuncusu,
grubun ‘enerji ve dinamizm’ine atıfta
bulunarak ‘dynamo’ temasıyla çıkmıştı.
Dynamo, İstanbul’daki sergiyi tanıtan
bu gazeteye de adını verdi. Ne de olsa
ZERO ruhu her daim yaşıyor.
MATTIJS VISSER:
S.12
ONLAR ÇÖLE
GİDİP GÜNEŞİ
YAKALAMAYI
GÖKYÜZÜNDE
GEZİNMEYİ
HAYAL EDEN
SANATÇILARDI.
S.15
2
Kronolojisi
… beş, dört, üç, iki, bir, sıfır!
29 Temmuz: ABD’de NASA
(National Aeronautics and
Space Administration)
kuruldu.
DÜSSELDORF
1957
4 Ekim: Sovyet uydusu
Sputnik 1, başarıyla dünya
yörüngesine fırlatıldı ve
uzay yolculukları dönemi
başlamış oldu.
Klein’in ilk bireysel sergisiyle açtı. Sonraki yıllarda
Schmela, ZERO sanatçılarının en önemli destekleyicisi
haline geldi ve bu gruptan
sanatçıların Almanya’da
ilk sergilerini açmalarını
sağladı.
DÜSSELDORF
DÜSSELDORF
11 Nisan 1957
26 Eylül 1957
“Abendausstellung”
(Akşam Sergisi), Atelier
Otto Piene, Gladbacher
Str. 69
Heinz Mack ile Otto Piene
atölyelerinde belli aralıklarla, sadece bir tek akşam
sürecek sergiler düzenlemeye başladı. Düsseldorf’ta, savaşta kısmen
zarar görmüş bir evin arka
bölümünde kiraladıkları
“harabe atölyeler” tek akşamlık sergi mekânı olarak
değerlendirildi. “Akşam
Sergileri” adı verilen toplam
dokuz serginin ilkinde,
Mack ve Piene’nin eserleri
dışında Düsseldorflu Sanatçılar Birliği, Grup 53 üyeleri
Hans Joachim Bleckert,
Peter Brüning, Horst Egon
Kalinowski, Herbert Kaufmann, Hans Salentin ve
Gerhard Wind’in yapıtları
da yer alıyordu. Alışılmışın
dışındaki bu konsept, akşam sergilerinin kısa sürede
dostların, sanatçıların, koleksiyonerlerin, galericilerin,
gazetecilerin ve sanatseverlerin buluşma yeri haline
gelmesine yol açtı.
DÜSSELDORF
Yves Klein, “Proportions
Monochromes”, Galerie
Schmela
31 Mayıs – 23 Haziran 1957
Alfred Schmela, Düsseldorf’taki galerisini Yves
“4. Abendausstellung”
(4. Akşam Sergisi), Atelier
Otto Piene, Gladbacher
Str. 69
4. Akşam Sergisi’ni Otto
Piene, “ZERO ruhunu (ZERO-Geist) taşıyan ilk sergi”
diye tanımlar. Piene burada
ilk kez bir dizi “raster resim”
sergiledi. Sergiden sonra
Mack ve Piene, Düsseldorflu sanatçıların barı Fatty’s
Atelier’de, sergiye katılmış
olan Peter Brüning ve Hans
Salentin’le birlikte ZERO
adını buldu. Çıkarmayı
tasarladıkları dergiye de bu
adı vermeyi kararlaştırdılar.
1958
1 Şubat: Sovyetler Birliği Sputnik 1 ve Sputnik
2 uydularını başarıyla
uzaya gönderdikten sonra,
ABD’de Explorer 1’i uzaya
göndererek aynı yolu izledi.
17 Nisan: Brüksel’de İkinci
Dünya Savaşı sonrası ilk
uluslararası fuar (Dünya
Sergisi) açıldı. Resmi teması
“Teknoloji İnsanın Hizmetinde - Teknolojinin Gelişmesi Sayesinde İnsanlığın
Gelişmesi” olan Expo 58’in
simgesi, Belçikalı mühendis
André Waterkeyn’ın yapıtı
olan ve Atom Çağı’nı temsil
eden, 100 m’den daha yüksek Atomium heykeliydi.
Bu gazete, Akbank
Sanat’ın katkılarıyla
Sakıp Sabancı Müzesi
tarafından hazırlanmıştır.
“7. Abendausstellung” (7.
Akşam Sergisi) – “Kırmızı
Resim”, Atelier Heinz Mack
& Otto Piene, Gladbacher
Str. 60.
ZERO 1, 24 Nisan 1958
7. Akşam Sergisi’nde “Kırmızı Resim” başlığı altında,
kırmızının öne çıktığı çeşitli
çalışmalar sunuldu. Toplam
45 sanatçı arasında Heinz
Mack, Otto Piene, Hermann
Bartels, Konrad Klapheck,
Hans Salentin ve ilk kez de
Günther Uecker vardı. Yves
Klein, Galerie Schmela’daki
sergisinden sonra, Mack
ve Piene tarafından davet
edilmesi üzerine bu sergiye
tek çalışmayla katılmıştı.
Mack ve Piene, ZERO dergisinin ilk sayısında serginin
adına uygun olarak “renk”
konusunu tartıştı.
DÜSSELDORF
“8. Abendausstellung”
(8. Akşam Sergisi) –
“Vibration” (Titreşim),
Atelier Heinz Mack ve
Otto Piene, Gladbacher
Str. 69.
ZERO 2, 2 Ekim 1958
8. Akşam sergisi, yapıtlarında “raster” ve “titreşim”
temaları üzerinde çalışan
sanatçılara yer vermişti.
Sergiye Oskar Holweck,
Heinz Mack, Almir Mavignier, Otto Piene ve Adolf
Zillmann katıldı. Heinz Mack
ilk kez “ışık rölyefleri” diye
adlandırdığı ve biçimlendirilmiş alüminyum folyolardan oluşan yapıtlarını
sergiledi. Bu sergi, başlangıçta “informel resim”
zihniyetinin egemen olduğu
“akşam sergileri” döneminin değiştiğini ve odak
noktasını ZERO için önem
taşıyan “raster” resimlerin,
strüktür, ışık ve devinim gibi
konuların oluşturduğu bir
dönemin başladığını belli
ediyordu. Sergi vesilesiyle
Mack ve Piene ZERO dergisinin ikinci sayısını çıkardı.
1959
8 Ocak: Charles de Gaulle,
Fransa devlet başkanı
oldu.
11 Temmuz: Kassel’de Documenta II açıldı. Arnold
Bode tarafından organize
edilen etkinlikte “Informel”
ve “Soyut dışavurumculuk” akımlarının baskın
olduğu görülüyordu. Carl
Schweicher, “Kassel Sanatçılar Derneği’ne Bağlı
Genç Alman Ressamlar”
sergisini düzenlemişti;
sergide Heinz Mack ve
Otto Piene’nin eserleri de
yer alıyordu.
13 Eylül: Sovyetler Birliği
aya gönderdiği Lunik 2
adlı uzay aracını ilk kez
aya indirmeyi başardı.
DÜSSELDORF
Tinguely, Galerie Schmela
30 Ocak – 18 Şubat 1959
Yves Klein, Almanya’da
Jean Tinguely’nin ilk
bireysel sergisini “Yaratıcı
Sanatçılar Arasındaki İşbirliği” konusunda bir konuşmayla açtı. Günther Uecker,
Düsseldorf’taki atölyesinde,
Klein ve Tinguely onuruna “Renklerdeki Coşku”
konulu, birkaç gün süren bir
kıyafet balosu düzenledi.
Otto Piene ile Günther Uecker ilk kez karşılaşıp tanıştı.
Serginin kapanışından kısa
süre sonra Tinguely Düsseldorf’ta “Statik için” temalı
manifestosunu şehrin merkezindeki binalardan birinin
penceresinden ortalığa
saçtı.
WIESBADEN
“Dynamo 1”, Galerie
Renate Boukes
10 Temmuz – 7 Ağustos
1959
Heinz Mack ve Otto
Piene, 8. Akşam Sergisi
ile Antwerp’teki “Vision in
Motion - Motion in Vision”
sergisini örnek alarak bir
“grup sergisi” düzenledi.
Serginin açılışı “documenta
II” ile yakın bir tarihe denk
getirildi. Mack ve Piene’nin
kısa süre önce tanıştıkları
Piero Manzoni de sergiye
katılmaya davet edildi. “Dynamo 1”, “Vision in Motion –
Motion in Vision” ile birlikte,
ZERO hareketinin uluslararası çehresinin ortaya çıktığı
en önemli sergi oldu.
1960
1 Ocak: Doğu Kamerun’un
Fransa’dan ayrılıp bağımsızlığa kavuşması, Afrika’da
sömürge yönetiminin kalkması döneminin başlangıcı
oldu.
1 Nisan: ABD, hava durumu
hakkında bilgi verecek
ve dünyanın fotoğraflarını çekecek
olan ilk uyduyu
(Tiros1) uzaya
gönderdi.
16 Mayıs: Fizikçi
Theodore Maiman, lazeri ilk kez
etkin hale getirmeyi
başardı.
18 Haziran: 30. Venedik Bienali’nin açılışı. Bir yıl sonra,
bienalin tutucu programına
tepki olarak Almir Mavignier, Zagrep’te “Nove Tmndencije” (Yeni eğilimler)
sergisini düzenledi. Sergide
ZERO grubu çevresindeki
sanatçıların yapıtları da yer
almıştı.
27 Ekim: Paris’te “Nouveaux Realistes” (Yeni Gerçekçiler) grubu kuruldu. Pierre
Restany’nin yazdığı kuruluş
manifestosunu, Arman
François Dufrêne, Raimond
Hains, Yves Klein, Martial
Raysse, Daniel Spoerri,
Jean Tinguely ve Jaques
de la Villegle imzaladı.
8 Kasım: John F. Kennedy
ABD başkanı seçildi.
DÜSSELDORF
“Piene – Işık Festivali,”
Galerie Schmela
“9. Akşam Sergisi,” Atelier
Otto Piene, Gladbacher
Strasse 69.
7 - 15 Ekim 1960
Otto Piene Galerie Schmela’daki sergide duman ve
ışık resimlerini ve
projektörlerini sergiledi.
Buna paralel olarak 10
Ekim’de, Gladbacher Strasse 69
numarada, Piene’nin
düzenlediği üç akşam sergisini kapsayan “9. Akşam
Sergisi”
açıldı. Kromatik ve elektronik “Işık Balesi”nin de
sunulduğu bu sergi dizinin
son resmi gösterisiydi.
1961
12 Nisan: Sovyet astronot
Yuri Gagarin, Vostok uzay
aracıyla dünyanın çevresinde dönmeyi başaran ilk
insan oldu.
27 Mayıs: Biyokimya uzmanları Heinrich Matthaei
ve Marshall Warren Nirenberg genetik kodu çözmeyi
başardılar.
28 Mayıs: Londra’da insan
hakları komisyonu Amnesty kuruldu.
13 Ağustos: Doğu Almanya
Cumhuriyeti DDR, Berlin
Duvarı’nın yapımını başlattı.
DÜSSELDORF
“ZERO – Edition,
Exposition,
Demonstration”, Galerie
Schmela
ZERO 3, 5 Temmuz 1961
Heinz Mack, Otto
Piene ve Günther
Uecker’in birlikte
tasarladıkları bu
sergiyle birlikte
ZERO dergisinin
üçüncü ve son
sayısı da yayımlandı. Bu sayıda otuzdan
fazla avangart sanatçı
makalelerle ve görsellerle
katkıda bulundu. Derginin
çıkışı, o akşam galerinin
önünde ve içinde büyük bir
ZERO şenliğiyle kutlandı.
Günther Uecker ilk kez aktif
olarak bir ZERO etkinliğine
katılmıştır. Uecker, eline
bir süpürge ve beyaz boya
alarak galerinin önündeki
sokağın üstünde belli bir
alanı işaretledi ve “Weisse
Zone ZERO” (Beyaz Bölge
ZERO) diye adlandırdı.
1962
20 Şubat: Amerikalı
astronot John Glenn, ilk
kez dünyanın çevresinde
döndü.
18 Mart: Cezayir ve Fransa
arasında 1954 yılından beri
süregelmekte olan savaş
sona erdi ve 5 Temmuz’da
Cezayir bağımsızlığını ilan
etti.
6 Haziran: Yves Klein, 34
yaşında Paris’te öldü.
10 Temmuz: İlk radyo ve
televizyon uydusu “Telstar 1 “, ABD tarafından
uzaya gönderildi. İlk kez
Avrupa’ya canlı televizyon
görüntüleri aktarıldı.
22 Ekim: Küba krizinin başlangıcı ile birlikte Sovyetler
Birliği ile ABD arasındaki
gerginlik arttı.
3
DEN HAAG
Sergide Heinz Mack, Otto
Piene ve Günther Uecker’in,
ayrıca Hollandalı sanatçılardan Armando, Henk
Peeters ve Jan J. Schoonhoven’in eserleri sergilendi.
Mack, Piene ve Uecker’in
ortak çalışması Silberne
Lichtmühle (Gümüş Işık
Değirmeni) de sunuldu.
Bu yapıt kısa süre sonra,
documenta III’te sundukları,
gene ortak kurguları olan
Işık Mekânı yapıtının bir
parçası oldu.
devinimine ilişkin bazı güncel yapıtları sergilendi.
Mack, Piene ve Uecker,
Işık Odası – Fontana’ya
Saygı adlı enstalasyonlarını
sergilediler. Bu enstalasyonda ortak çalışmaları
olan Gümüş Değirmen
ve Beyaz Değirmen gibi
yedi çalışma vardı. Lucio
Fontana’yı davet etmemiş
olan documenta III organizatörlerini protesto etmek
amacıyla, mekânlarını İtalyan sanatçıya adamışlar ve
Fontana’nın bir eserini de
dia projeksiyonu şeklinde
enstalasyonlarına dâhil
etmişlerdi.
LONDRA
PHILADEPHIA
“ZERO- 0 – Nul”,
Gemeentemuseum
20 Mart – 18 Mayıs 1964
AMSTERDAM
“Nul” [Nul 62], Stedelijk
Museum
9 - 26 Mart 1962
Amsterdam kent müzesinin
müdürü Willem Sandberg,
geniş kapsamlı bir ZERO
sergisi açılmasına olanak
sağladı. Bu sergi ZERO’nun
ilk yıllarının en önemli sanatsal gösterisi oldu.
DÜSSELDORF
“Ohne Titel” (Başlıksız)
(ZERO –Demonstration)
Rheinwiesen
17 Mayıs 1962
Düsseldorf’un Ren nehri
kıyısında uzanan ve
“Rheinwiesen” adı verilen
çayırlık alanda Heinz Mack,
Otto Piene ve Günther
Uecker tarafından bir
ZERO gösterisi düzenlendi. Uecker’in yere boyayla
imlediği beyaz alanda
ZERO elbiseli
kızlar, sabun
köpükleri,
balonlardan
yapılmış
üzüm
salkımları,
ışık yansıtan
alüminyum
levhalardan
yapılmış bayraklar görülüyor, bütün
bunlara canlı müzik ve
dans eden sergi ziyaretçileri eşlik ediyordu.
Etkinliğin gerçekleştirilme
nedeni, Gerd Winkler’in
yönettiği “0 x 0 = Sanat. Boyasız ve Fırçasız
Ressamlar” adlı ZERO
filminin çekimleriydi. Film
27 Haziran 1962’de ilk kez
televizyonda gösterildi.
BRÜKSEL
“Dynamo – Mack, Piene,
Uecker,” Palais des BeauxArts
1 – 12 Aralık 1962
Mack, Piene ve Uecker’in
eserlerinden oluşan ilk üçlü
sergi. Bu üç sanatçının birlikte şekillendirdikleri Salon
de lumiere (Işık Mekânı) de
sergilendi.
1963
6 Şubat: Piero Manzoni 29
yaşında Milano’da öldü.
19 Mart: ABD’de ilk renkli
televizyon yayını gerçekleştirildi.
7 Temmuz: San Marino’da
IV. Biennale internazionale
d’arte’nin açılışı. ZERO ve
“Gruppo N” birincilik ödülünü aldı.
28 Ağustos: Martin Luther
King öncülüğünde 200 bin
kişi, ABD’deki ırk ayrımcılığını protesto etmek
amacıyla Washington’a
yürüdü.
22 Kasım: John F. Kennedy
bir suikast sonucu yaşamını yitirdi.
KREFELD
“Mack, Piene, Uecker”,
Museum Haus Lange
19 Ocak – 17 Mart 1963
Krefeld Müzesi Müdürü Paul Wember,
Heinz Mack, Otto
Piene ve Günther
Uecker’in Almanya’daki ilk müze
sergisini açmalarına olanak sağladı.
Piene, açılış konuşmasında, Paris’teki
“Yeni Gerçekçilik” akımına
karşı çıkan “Yeni İdealizm”
hareketini tanıttı.
1964
22 Nisan: New York’ta
dünya fuarının açılışında
KODAK firması o tarihe kadar dış mekânda yapılan en
büyük renkli resim gösterisini gerçekleştirdi.
7 Ağustos: ABD Vietnam
savaşını başlattı.
14 Ekim: Rusya devlet
başkanı Nikita S. Kruşçev
görevlerinden azledildi, yerine Alexej N. Kosigin geçti.
Parti başkanlığına Leonid
Brejnev getirildi.
10 Aralık: Martin Luther
King, Nobel Barış Ödülü’nü
aldı.
“ZERO,” New Vision Centre
Gallery
15 Haziran – 4 Temmuz
1964
New Vision Centre Gallery’deki sergiyle, ilk kez bir
ZERO grup sergisi İngilizce
konuşulan bir ülkede gerçekleştirilebildi.
LONDRA
“Group ZERO - Mack,
Piene, Uecker,” Mc Roberts
& Tunnard Gallery
23 Haziran – 18 Temmuz
1964
Otto Piene’nin galericilerle
işbirliği yaparak düzenlediği
üçlü sergi New Vision Centre Gallery’deki ZERO grup
sergisiyle hemen hemen
aynı zamana denk gelmişti. Düsseldorflu sanatçılar
bundan böyle hep üçlü
olarak tanıtıldılar.
KASSEL
documenta III – “Işık ve
Devinim” Seksiyonu,
Museum Fridericianum
28 Haziran - 6 Ekim 1964
documenta III, üç ayrı sanat
seksiyonuna ayrılmaktaydı.
Fridericianum müzesinin çatı katında, Günter
Haese, Harry Kramer, Heinz
Mack Otto Piene, Nicolas
Schöffer, Jesus Rafael Soto,
Jean Tinguely ve Günther
Uecker gibi sanatçıların ışık
“ZERO” [Group ZERO],
Institute of Contemporary
Art, University of
Pennsylvania
30 Ekim – 11 Aralık 1964
ABD’deki ilk uluslararası
ZERO sergisini Otto Piene
düzenledi. Mack, Piene,
Uecker, Haacke veya Schoonhoven gibi sanatçılar için
yeni bir dönem başladı.
ABD’de açılan birçok
sergiye katıldılar. Philadelphia’dan sonra, 1965 başında
Washington Gallery of
Modern Art da bir ZERO
sergisi düzenledi.
NEW YORK
“ZERO” [Group ZERO:
Mack, Piene, Uecker],
Howard Wise Gallery
nam’a napalm bombalarıyla
saldırdı. Vietnam savaşına
karşı ilk öğrenci protestoları
başladı.
6 Ağustos: ABD Başkanı
Lyndon B. Johnson, tüm
Afro–Amerikalılara seçimlerde oy verme hakkını
tanıyan “Voting Rights Act”
belgesini imzaladı.
9 Kasım: Kuzey Amerika’nın ve Kanada’nın büyük
bir bölümünde elektrik
cereyanı kesintisi yaşandı.
“Black out” adı verilen bu
olay 30 milyon insanın
yaşamını etkiledi. New
York’un bazı semtleri 10
saat boyunca karanlığa
gömüldü. Otto Piene bir yıl
sonra bu olayı “Işık Mezatı
veya New York Karanlıkta”
adını verdiği multimedya
yapıtında kullandı.
12 Kasım – 5 Aralık 1964
New Yorklu galeri sahibi
Howard Wise, Philadelphia’daki büyük ZERO grup
sergisi ile hemen hemen
aynı zamanda, Heinz Mack,
Otto Piene ve Günther
Uecker’in eserlerinden
oluşan ilk üçlü sergiyi açtı.
Wise’ın galerisi 1960’larda
ışık ve multimedya sanatı
için çok önemli bir sunum
alanı oldu.
1965
15 Mart: ABD, Kuzey Viet-
1966
1 Mart: Kasım 1965’te
fırlatılan Venera 3 uzay
aracı (SSCB) ilk kez Venüs’e
inebildi.
10 Ağustos: ABD’nin ay
aracı Lunar Orbiter 1 aya
gönderildi.
18 Ağustos: Çin’de Mao Tse
Tung önderliğinde ilk Büyük Proleter Kültür İhtilali.
EINDHOVEN
“KunstLichtKunst” (Yapay
Işık Sanatı), Stedelijk van
Abbemuseum
25 Eylül – 4 Aralık 1966
Bu sergi başlangıçta
sanatta ışık konusunun
empresyonistlerden
günümüze kadar nasıl
işlendiğine bir genel bakış
olarak tasarlanmıştı. Daha
sonra küratörler, serginin
odak noktasına, çağdaş
sanatçıların eserlerinde
yapay ışığın kullanılmasını
yerleştirmeye karar verdiler.
Bu onların son ortak
çalışması oldu.
BONN
MİLANO
“ZERO avantgarde 1965,”
Atelier Lucio Fontana
27 Mart – 2 Nisan 1965
İtalyan kadın mimar ve
sanatçı Nanda Vigo, ZERO
grubunun çalışmalarından
oluşan bir gezici sergi
oluşturdu.
“ZERO in Bonn,”
Staedtische
Kunstsammlungen
“ZERO – Mitternachtsball”
(Gece Yarısı Balosu),
Bahnhof Rolandseck
25 Kasım – 31 Aralık 1966
Heinz Mack, Otto Piene
ve Günther Uecker
ortak bir mekânda,
birbirinden ayrılmış
bölgelerde çalışmalarını
sergiledi. Açılıştan sonra,
üç sanatçının ortak
aktivitelerinin sona erişi, 15
km uzaklıktaki
Bahnhof Rolandseck’te
büyük bir şölenle
kutlandı. “ZERO ist gut
für Dich” (ZERO sana
iyi gelir) başlığı altında
gerçekleştirilen bu canlı
müzikli etkinliğe yaklaşık
2 bin kişi katıldı. Bu üç
Düsseldorflu sanatçı, bu
hareketin motoru olmuştu.
İşbirliklerinin sona ermesi,
genel anlamda ZERO’nun
sonu oldu.
HAZIRLAYAN: THEKLA ZELL
4
Birleşik Avrupa rüyasını
önce onlar gerçekleştirdi
Sakıp Sabancı Müzesi Müdürü Dr. Nazan
Ölçer’le 60’ların Almanyası’nı, ZERO
grubunu ve serginin nasıl hazırlandığını
konuştuk. Ölçer: Şimdi baktığım zaman bazı
günümüz sanatçılarının yaptıkları bana çok
tanıdık ve tekrarlanmış gibi görünüyor...
Siz
60’ların başında
Almanya’daydınız. Nasıl gözlemlemiştiniz o ülkeyi, toplumsal
politik ortamını, sanat dünyasını...
Yabancı okulda okumuş,
sanatla aşina bir ailede büyümüş
olmama rağmen tabii ki birden
bire kendinizi büyük bir sanat
ortamında, sanat solunan bir
yerde bulmak çok şaşırtıcıydı.
Galiba buradan giden öğrencilerin ne tür sanatla tanışacakları
gittikleri şehirle de ilgili. Oradaki
müzeler, galeriler, sizin bilgi ve
görgünüzü tayin ediyor. Benim
bulunduğum Münih de Almanya’nın zengin ama biraz muhafazakâr bir şehridir.
Münih’te avangart akımlar var
mıydı o zaman?
Vardıysa bile bir öğrenci için
yakalanabilir değildi. Buradan
giden öğrenciler ilk olarak aşinası
olduğumuz, en azından kulağımızın dolu olduğu geleneksel Batı
sanatını tanımakla meşguldük.
Bunun dışında öğrenilecek yalnız
resim değil inanılmaz bir sanat
birikimi, konserler vs. sizi bekliyor.
Ama galiba beni orada en çok
etkileyen sinema oldu. Büyük bir
açlıkla izledim dünya sinemasını.
ZERO’nun iyimserliği ve karşı çıkışı, o hayatın ve sanat ortamının
neresine denk geliyordu?
O yıllarda ilk kez Berlin’e gitmiştim. Batı Berlin tabii Batılı
ülkelerin büyük desteğiyle bir
propaganda sahnesi gibi donatılmaktaydı. Ama Berlin’in ruhu
denilen o özgürlükçülük, her şeye
karşı çıkan, her şeye farklı bakan o
hazır cevap kimlik orada canlıydı.
Benim tahsil ettiğim kentin saat
22.00’de kapılarını kapatıp içeri
çekilen havasının tamamen dışında, sokaklarda şenliklerin olduğu
ruhu Berlin’de görmüştüm. Şimdi
ZERO’yla tanıştıktan sonra, onların galerilerden sokaklara taşan
coşkularını, balonlarını, sokakları
kaldırımları tutmalarını oraya çizgiler çekip “burası bizim alanımız”
demelerini daha iyi anlıyorum.
Bu sanırım biraz da şehirlerle
Siz sergiyi nasıl hazırladınız.
Biraz da işin perde arkasından
söz edelim. Ne kadar sürdü
hazırlıklar?
Aslında bu sergi düşündüğümden
daha kısa sürede gerçekleşti, onu
söylemeliyim. Bir, bir buçuk sene.
Fikrin ortaya çıkışından olgunlaşmasına kadar.
Fikir nasıl ortaya çıkmıştı?
Önce dokuz sütunla başladı.
Heinz Mack ile buluşmakla.
Ama aslında değil. Bundan bir
süre önce, 2006 olması lazım.
Berlin’de Heinz Mack’ın bir
sergisini gördüm. Adı Transit’di.
Onun ZERO’dan çok sonraki bir
evresine ait bir sergiydi. Felsefe
de tahsil etmiş olan bir insanın
arayışları salt sanatçı olan birinin
arayışlarından daha farklı sanki.
Onun o sergisi düşündürdü beni.
O düşünce bir kenarda kaldı, ta
ki Venedik’te Heinz Mack ile bir
araya gelinceye kadar. ZERO’nun
merkezindeki üç kişinin her birinin
daha farklı bir yaklaşımı ve daha
farklı bir karakteri var. Birisi daha
yenilikçi, birisi daha malzemeye
teknolojiye düşkün, diğeri daha
şair… Düşündüğünüzde şunu hatırlıyorsunuz, II. Dünya Savaşı’nın
travması. Bunun nasıl bir travma
olduğunu bizim bilmemiz çok zor.
ilgili. Bu neden Düsseldorf’ta çıktı
başka yerde çıkmadı. Düsseldorf
da Berlin gibi kendi bölgesinin
merkezi olan, özgürlükçü, Beuys
gibi önemli sanatçıların olduğu
bir kent.
Batı sanatıyla 60’lardaki karşılaşmayı anlattınız. Peki bugünkü
Türkiye sanat izleyicisinin çağdaş
sanatla, Batıyla, ZERO’yla bütün
bunlarla ne kadar ilgili?
Günümüz insanının
dünyayla ilişkisi çok
daha yakın. Bilgiye
ulaşmak çok daha
Nazan Ölçer
kolay. Bu arada
1960’larda yaşadığı
bilgi çokluğuMünih’i, Almanya’nın
nun getirdiği
zengin ama biraz
bir şaşkınlık da
muhafazakâr bir şehri
elbette var. Baolarak hatırlıyor.
zen bu ne kadar
doğru ne kadar
ağırlık taşıyor bunun
tekrarlanmış görünüdeğerlendirmesini yapyor. Hakkını yemeyeyim,
mak zaman alabilecek. Ama
hiçbir sanatçının ama Heinz Mabugünün insanı için istediği yere
ck’ın Büyük Sahra’ya sütunlarını
kalkıp gitmek kolay, ben gittiğim
dikmesi, Yves Klein’ın insanları
zaman döviz pasaport vs. zor işbomboş bembeyaz bir odaya
lerdi. O zaman tren istasyonuna
sokarak sessizce duvarlara bakgittiğimde hayretler içinde kaltırması, Manzoni’nin sanat adına
mıştım. Üzerlerinde Roma, Paris,
bir balonu nefesle doldurtması;
Amsterdam yazıyor ve insanlar
bunlar elli yıl önce olmuş şeyler.
sanki buradan Bostancı’ya gider
Demek ki sanatçılar benzer
gibi trenlere binip o kentlere
kaygıları duyup elli yıl önce
gidiyorlar. Milattan önce bir
de benzer şeyler yapabilmiş.
tarihten bahsediyorum gibi ama
Birbirinden farklı dünyalarda da
değil, bütün bunlar 1960’larda
insanlar birbirlerini tanımadan
böyleydi. Onun için günümüaynı şeyleri söyleyebiliyor, dile
zün insanı çok daha farklı. Ama
getirebiliyorsa bir sanatçı da
bu sergi şunu gösterecek; bazı
bunu yapabiliyor.
dönemlerde bazı insanlar bazı
sanatçılar gençler zamanlarıBana kalırsa araçlarla da alakalı.
nın önünde koşar. Yaşları 80’i
Neyle sanat üretiyor, kendini
geçmiş bu sanatçıları tanıyınca,
ifade ediyorsun. Işığı yansıtıcıları,
ZERO Grubu’na da eğildiğim
mekaniği kullanmaya başladızaman, aşina olduğum bir kültür
ğında benzer sözler üretmeye
çevresindeki bu kişilerin ne
başlıyorsun.
kadar öncü olduklarını görüyoTabii ki. Mesela o Sahra’yla ilgili
rum. Yaptıkları ve söylemleriyle
projesinde Heinz Mack NASA’ya
ne kadar çağın önünde gittikgidip onların hangi malzeme
lerini görüyorum. Ferit Edgü
kullandıklarına da bakıyor ve kulgeçenlerde “Avangartlar ölmez’
lanıyor. Teknolojik gelişmeye haydedi, “onlar unutulur, bir süre
ranlık kesinlikle ZERO’da var. Ama
sonra yeniden doğar”. Hakikagünümüzde de var.. Günümüzün
ten öyle. Şimdi baktığım zaman
sanatçısı da çağın ona verdiği
bazı günümüz sanatçılarının
bütün imkânları sonuna kadar
yaptıkları bana çok tanıdık ve
kullanıyor. Video sanatı başka na-
sıl ortaya çıkabilirdi ki? Bir de çok
daha demokratikleşiyor bu alan.
ZERO’cuların büyük sıkıntılarla
yaratmaya çalıştıkları şey şimdi
pek çok insanın elinin altında.
Bizden hep flaş isimler;
Picasso, Rodin, Dali,
Monet, Miró bekleyenler
var. Ama onları işe
sevk eden düşüncenin
de tanınması lazım.
Düşünce akımlarının
da gelmesi lazım ki
Batı sanatı daha iyi
anlaşılsın.
Dr. Nazan Ölçer
Nasıl bir sergi kurdunuz bize?
Sergi için çok bağırıştık.
Berlin’de Mattijs Visser, Norman
Rosenthal vardı ve ben.
Tabii ki serginin içeriğini ne
kadar büyük tutarsanız tutun
mekânlarınız da sizin sınırlarınızı
belirliyor. Bir de Berlin’de New
York’ta sergi yapmak ayrı,
Türk insanına hiç bilmediği bir
dünyayı getirmek, yaşamadığı
bir dönemin reaksiyonlarını
göstermek başka. Onun için
burada daha farklı bir yol
izlememiz, gerekiyordu. Daha
kompakt bir sergi olması
gerekiyordu. Kafa karıştırmadan,
belli sınırlar içinde, mümkün
olduğu kadar çok eser getirmek
gerekiyordu. Ve böylece üç
kurucu sanatçının, onların
eserlerinin en iyileri var.
Yanı sıra onların “ata figür”
dediği onlardan daha önce yola
çıkmış, müthiş hayranlık saygı
duydukları üç sanatçı da: Yves
Klein, Lucio Fontana ve Piero
Manzoni. Hepsi Avrupalı. Bütün
bunları kurgularken de belli
bir denge gözetmek zorunda
kaldık. Bizden hep flaş isimler;
Picasso, Rodin, Dali, Monet,
Miró bekleyenler var. Ama
sanatın sadece flaş isimleri
değil onları o işe sevk eden
düşüncenin de tanınması lazım.
Düşünce akımlarının da gelmesi
lazım ki Batı sanatı daha iyi
anlaşılsın.
FOTOĞRAF: MURAT GERMEN
5
alanında yapılması gereken çok iş olduğunu
ZERO’yu destekleyen
düşünüyoruz. Çünkü
Akbank Sanat, Sakıp
ülkemizin gelecekSabancı Müzesi’nin
teki başarıları ve
Rodin, Dali ve Anish
küresel ekonoKapoor gibi diğer
mik entegrasyon
unutulmaz sergilerinin
sürecinde hak
de izleyiciyle
ettiği yeri almasının,
buluşmasını sağladı.
yaratıcı ve yenilikçi
bir kuşağın yetişmesine
bağlı olduğunu biliyoruz.
Böyle bir kuşağın yetişmesinde
kültür-sanatın da paha biçilmez
bir payı olduğuna inanıyoruz.
Kültür-sanat faaliyetleri bir
ülkenin esas zenginliğidir. Akbank
olarak geleceğe bırakacağımız en
büyük miras, geçmişle gelecek
arasındaki en sağlam köprü. Buna
gönülden inanıyoruz. Bir ülkede
kültür-sanat gelişmeden yaratıcılık olmaz. Yaratıcılık ve inovasyon
kültürü, yani iş dünyasında fark
yaratmak için şart olan temel
değerler, sağlam bir kültür-sanat
anlayışıyla hayat bulur. Biz de
pek çok projeyle buna katkıda
bulunuyoruz.
Gözbebeğimiz olan Akbank
Çocuk Tiyatrosu, perdelerini
açtığı ilk günden bu yana tam
42 yılı geride bıraktı. Yıllar içinde
yaklaşık 2 milyonun üzerinde
çocuğa ulaştı, birçok sosyal sorumluluk projesi içinde yer aldı.
Anadolu’nun dört bir yanında
binlerce çocuğun hayatına farklı
pencereler açtık. Türkiye’nin en
uzun soluklu festivallerinden
biri olan Akbank Caz Festivali,
geride bıraktığı 25 yıl boyunca
dünyanın en önemli caz sanatçılarını ağırladı. 1993 yılında
kurulan Akbank Sanat tam 22
yıldır hayatımızda. Bugün yılda
700’ün üzerinde sergi, söyleşi,
konferans, dans gösterisi, film
gösterimi ve konsere imza atıyor. Türkiye’de kısa film alanında
etkin bir platform oluşturan
Akbank Kısa Film Festivali,
geride bıraktığı seneler boyunca
birçok ünlü yönetmeni ağırladı
aylarca yalnız bırakmayan Türk
ve izleyicilerle buluşturdu. Hem
sanatseverlerin ZERO’ya da ilgicaz hem de kısa film festivalsinin büyük olacağını düşündük.
lerimizden İstanbul dışındaki
Bunun yanında, İstanbul, gitgide
sanatseverlerin de faydalanmadünyanın sanat ile birlikte anılan
sını sağlıyoruz.
kentlerinden biri haline geliyor.
Akbank olarak kültür-sanata
ZERO sergisiyle Akbank olarak
verdiğimiz bu gönülden, samimi
ülkemizin tüm dünyada tanıtımını
destek her zaman sürecek.
yapmaktan da gurur duyuyoruz.
Çünkü biz Türkiye’nin en değerli
markası olarak toplumumuzu
Akbank, çağdaş sanata güçlü bir
ileri taşıyacak fikirleri hayata
destek veriyor. SSM sergileri yanı
geçirmek için tüm kalbimizle
sıra Akbank Sanat Galerisi var ve
çalışıyoruz.
ayrıca Contemporary Istanbul’un
da yıllardır ana sponsorluğunu
ZERO grubu New York Guggenüstleniyorsunuz. Bu alandaki
heim, Berlin Martin Gropius Bau,
duruşunuz gücünü “yaratıcılığı
Amsterdam Stedeljik müzeledestekleme ve eleştirel bakışı
rinin ardından yepyeni bir seryaygınlaştırma” misyonunuzdan
giyle SSM’ye geliyor. Siz Türkiye
mı alıyor?
sanatının dünyadaki yerini nasıl
Sanatın toplumumuzun geneline
değerlendiriyorsunuz?
yayılması, yerel ve evrensel miraTürkiye’de çağdaş sanata destek
sımızın devam etmesi, sanatın yeveren ilk kurumlardan biriyiz. Bu
nileyici ve dönüştürücü gücünün
vizyon bizi; bu alanda Türkitoplumun her katmanına nüfuz
ye’deki gelişime destek olmaya
etmesi en büyük motivasyonuda yöneltti. Verdiğimiz kararın da
muz. Nüfusunun yarısı 30 yaşın
ne kadar doğru olduğunu şimdi
altında bulunan Türkiye’de sanat
Türkiye’de çağdaş
sanatı destekleyen ilk
kurumlardan biriyiz
Akbank’ın Yönetim Kurulu Başkanı Suzan Sabancı Dinçer, “Böyle
önemli bir sanat akımının Türkiye’deki sanatseverlerle buluşmasına
aracı olmak heyecan verici” diyor. Dinçer’e göre yaratıcı nesillerin
yetişmesi için kültür sanatın desteklenmesi gerekli.
Sakıp
Sabancı Müzesi’nin çok önemli, ses getiren
sergilerinin sürekli destekçisi
Akbank. Bir müzeyle, banka
arasındaki bu sürekli işbirliğinin
kültürel ve toplumsal faydaları
nelerdir? Bu işbirliği, Akbank için
ne ifade ediyor?
Akbank’ın Sakıp Sabancı Müzesi’yle işbirlikleri müzeyle aynı
yaşta. Bu ortak yolculuğumuz
2003 yılında müzedeki ilk sergi
olan “Mediciler’den Savoylar’a
Floransa Saraylarında Osmanlı
Görkemi” sergisiyle başlamıştı.
Daha sonra Rodin, Dali ve Anish
Kapoor gibi dünyaca ünlü dev
sanatçıların, Sakıp Sabancı Müzesi’nde Türkiye’deki sanatseverlerle buluşmasına destek olduk.
Türkiye’nin tanıtımına da büyük
katkıda bulunduk. Bu ortak çalışmalarımızdan gurur duyuyoruz.
Sanat yalnızca bireylerin manevi olarak gelişmelerine yardımcı
olmaz; aynı zamanda onların
varlıklarına tercüman olur; orjinal
düşünceye ilham verir. Biz de
sanata destek verirken her zaman
bu anlayış ile hareket ettik. Bizim,
Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi ile işbirliklerimizin amacı
sanatın toplumun gelişimine olan
katkısına aracılık etmektir.
Nazan Hanım size eser seçkisinden ve sanatçılardan bahsettiğinde ne düşündünüz?
ZERO akımı dünyada birçok şeyin
değişimine, yeniden başlamasına
ön ayak oldu; yenilikçi eserleriyle
koleksiyonlar ve müzelerde yer
aldı. ZERO’ya olan bu ilgi son
yıllarda daha da arttı ve akıma
ait eserler dünyanın önde gelen
sanat müzelerinden New York
Guggenheim Müzesi’nde 2014
senesinde sergilendi.
Böylesine önemli bir sanat
akımının Türkiye’deki sanatseverlerle buluşmasına aracı
olmanın heyecan verici olacağını
bu projeyi ilk duyduğumuzda
fark ettik. Rodin’i, Dali’yi, Anish
Kapoor’u heyecanla karşılayan,
görüyoruz. Örneğin, Türkiye’de
bugüne kadar yapılan en geniş
kapsamlı modern ve güncel sanat etkinliği olan Contemporary
İstanbul, Akbank ana sponsorluğunda, ülkemizde çağdaş sanatın
gelişmesi, yurtiçi ve yurtdışında
tanıtılması ve İstanbul’un dünyanın başlıca uluslararası sanat
merkezleri arasında yerini alabilmesi için çalışmalarını yoğun bir
biçimde sürdürüyor.
Son birkaç yıl içinde bu alana
ilgi çok arttı. Yurtdışından da
birçok sanatçı ve koleksiyoner
İstanbul’a geliyor. İstanbul dünyada yeni gelişen Ortadoğu ve
Asya sanat odaklarına eklenen
yeni bir merkez olma yolunda
emin adımlarla ilerliyor.
Bu çok gurur verici bir gelişme. Ancak, böylesine hızlı bir gelişime karşılık, sanatın dinamizmi,
bizim bu alanda daha hızlı ve çok
çalışmamız gerektiğini gösteriyor.
Bunun yolu, sanatı ve sanatçıyı
destekleyerek yaratıcılığın gelişmesini hızlandırmaktan geçiyor.
Türkiye’de sanatçılarımızın global
çağdaş sanat platformundaki
yerinin giderek daha üst sıralara
doğru yükseldiğini görüyoruz ve
bu da bizi sevindiriyor. Ancak,
bu konuda da sanatçılarımıza
olan desteklerin daha da artması
gerektiğini düşünüyoruz. Biz
Akbank olarak, sanata olan desteğimizi bugüne kadar olduğu
gibi, bundan sonra da kesintisiz
sürdüreceğiz. Türkiye’nin çağdaş
sanat alanında dünyada söz sahibi olabilmesi ülkemizin ekonomik
kalkınmasının da göstergelerinden biri olacaktır.
Sanatın ülke geneline
yayılması, yerel ve
evrensel mirasımızın
devam etmesi,
sanatın yenileyici
ve dönüştürücü
gücünün toplumun
her katmanına nüfuz
etmesi en büyük
motivasyonumuz.
Suzan Sabancı Dinçer
6
Umutlu, hareketli,
yenilikçi gençler
1950’lerdeki ekonomik mucize, yeniliklere açık,
umut dolu bir Alman kuşağının da yetişmesine
katkıda bulundu. Türkiye’de 50’lerde Fransız,
60’larda Amerikan akımları etkiliydi ve
Almanya’nın farkına çok geç varıldı.
BERAL MADRA
ZERO
’nun parladığı
1950’ler ve 1960’larda Türkiye’de seçkin bir grup sanatçının
ürettiği modern sanatta büyük
ölçüde Fransa etkili yöntemler
vardı. İki yön izleniyordu: Soyut
ve figüratif resimler ile devletin
sipariş ettiği ulus devlet heykelleri ve uygun durumlarda soyut
heykeller. Bu döneme ilişkin üretim yalnız İstanbul ve Ankara’da
üniversitelerin sanat bölümlerinde ve bir kaç galeride kitlenin ilgi
ve bilgisine sunulabiliyordu.
Konuya böyle girmemin
amacı, bu yazının konusu olan,
II. Dünya Savaşı sonrası Avrupası’nda geç modernizm üretimlerinin ve bu üretimin kitleye
ulaştırılmasının içerik, estetik ve
kurumsal açıdan ivme kazanarak yeniden yapılandığı gerçeği.
Türkiye ise bu açıdan o yıllarda
durağan bir dönem geçirdi.
Türkiye’de devlet kapitalizmi ile birlikte bilim ve teknoloji
yoksunluğu sürerken, liberal
kapitalizmin geçerli olduğu
ülkelerde demokrasi, ekonomik
refah, teknolojik gelişmeler sanat
üretimini de etkiledi. Sanat bu
dönemde modernist “resim” ve
“heykel” sarmalından, bu durağanlıktan kurtuldu.
ABD odaklı rüzgârlar
Bu yeniden yapılanma döneminin en köktenci akımlarından biri de Düsseldorf odaklı
ZERO hareketiydi. Bu akımın
Türkiye’deki 20. yy sanatına
ne o yıllarda ne de daha sonra
bir etkisinin olmadığının da
altını çizmek gerek... Çünkü
1950’lerde Türkiye’deki sanat
üretimi Fransa’daki akımların,
1960’ların sonuna doğru da
ABD’den gelen resim odaklı
biçim ve estetik rüzgârlarının
etkisindeydi. 1980’lere kadar
Türkiyeli sanatçılar Almanya’daki öncü sanat akımlarına yakınlık
duymadı. Türkiye’nin 1960’lara
kadar Almanya ile sanat ilişkisi
ulus devlet heykellerinin üretimi
ile sınırlıdır. 1945’te yenilmiş
ve yerle bir olmuş bir Almanya’nın başka ülkeleri etkilemesi
de ancak 1960’ların sonunda
gerçekleşebildi. Zero ve Fluxus
bu etkinin en birinci örnekleri
olarak sayılabilir.
1950’lerde Almanya ekonomisi Wirtschaftswunder
(ekonomik mucize) dedikleri
döneme girdi. Toplumsal Pazar
Ekonomisi söylemiyle yola çıkan
Hıristiyan Demokratlar Almanya’yı 15 yıl içinde Nazi yıkımından çıkarıp Avrupa’nın en güçlü
ekonomisi olmaya aday hale getirdi. Marshall Planı ile ABD’den
de büyük parasal destek alındı.
Batı Almanya’daki bu siyasal ve
ekonomik gelişme, yerle bir olmuş kültür yapısının da yeniden
kurulmasını ve umutlu, hareketli,
yeniliğe açık bir genç sanatçı
kuşağının yetişmesini sağladı.
On yıllık bir dönemde, 19571966 arasında yükselen ve daha
sonraki akımları etkileyen ZERO,
Heinz Mack ve Otto Piene
tarafından kuruldu. Türkiye’de
daha sonra açacağı sergilerle
iyi tanınan Günther Uecker de
1961’de onlara katıldı. ZERO,
ZERO’nun siyasal,
toplumsal, kültürel
bir manifestosu
yoktu ancak topluma
öngörü, umut ve
yaratıcılık öneriyordu;
esnekti, yeniliklere
ve değişimlere açık
olduğunu açıklıyor,
disiplinlerarası
akımlarla işbirliğine
girme olanağı
veriyordu.
Otto Piene, Alfred
Schmela ve Günther
Uecker (saat
yönünde). 1961
Düsseldorf sergisi
büyük bir
ZERO şenliğine
sahne oldu.
belirli kurumsal
yapısı olmayan
sanatçıların ülkü
ve eylem birliğine
dayalı ilişkilerinin yarattığı 20.
yüzyıla özgü, tipik bir
grup hareketiydi. Grup
hareketi olduğu için de sanat
belleği içinde sağlam bir yer
edindi. ZERO’nun ve benzeri
teknolojik işlemli ve malzemeli
yapıt üretiminin başlıca oluşum
nedeni sanatçıların İnformel ve
Taşizm gibi, savaşın acılarını
sağaltmayı amaçlayan duygusal
ve içe dönük soyutlamaların
siyasal, ekonomik, bilimsel ve
teknolojik gelişmelere artık
yanıt veremeyeceğini görmeleridir. ZERO, özellikle “ışık
ve mekân” üstüne odaklanan
yapıtlarla, savaş sonrası bunalım
ve kötümserliğin yenilmesi ve
modernizmin sunduğu teknolojik iyimserliğin canlandırılması
olarak nitelendirilir. Burada Paul
Virilio’ya başvurup onun savaş
sistemlerinin ve askeri teknolojinin sinema ve diğer görsel
temsiliyetleri ve araçları; savaşa
ilişkin hız biliminin (dromoloji)
ise siyaset, toplum ve kültürü
etkileyip değiştirdiğini savunan
tezlerini anımsamakta yarar var.
Teknoloji izlenimcilikten başlayarak (fotoğrafın yaygınlaşması
ve yeni boyaların üretilmesi)
modern sanat üretiminin her
aşamasında arka-alanda bir
yapı etki ve yapı oluşturdu.
Yeniliklerden beslendi
Marcel Duchamp’ın ilk makine
işi Kahve Değirmeni (1911) ile
başlayan makine ve mekanik
ilgisi 1920’lerde Man Ray ile
birlikte ürettiği Rotatif Cam Plakalar-Hassas Optikler (Rotary
Glass Plates- Precision Optics)
ve Anemik Sinema’da yetkin ör-
nekler oluşturdu. Bu örneklerin
ZERO’ya bir arka alan oluşturduğu da açıktır.
Bu sanat ve teknoloji ilişkisi,
savaş sanayisinin yarattığı
yeni makineler, ışık ve mekân
deneyleri tüm insanlığı içeren
bir savaş sonrası dönem için bir
çok ülkede geçerliydi. Sanatı
kökten değiştirmeyi amaçlayan
benzer eğilimler Hollanda’da
NUL (Armando, Herman de
Vries), Fransa’da Yeni Gerçekçilik (Arman, Yves Klein, Daniel
Spoerri), İtalya’da Azimuth
(Piero Manzoni, Enrico Castellani), Japonya’da Gutai Grubu
olarak ortaya çıktı. Örneğin son
dönemde küresel ilgi gören
Yayoi Kusama’nın başlangıçları
da ZERO etkilidir.
ZERO’nun siyasal, toplumsal, kültürel bir manifestosu
yoktu ancak topluma öngörü,
umut ve yaratıcılık öneriyordu;
esnekti, yeniliklere ve değişimlere açık olduğunu açıklıyor,
disiplinlerarası etkileşim ve
farklı akımlarla işbirliğine girme
olanağı veriyordu. Bu tür sanat
içeriği ve estetiği günümüzde
de sürüyor.
ZERO ile bugünkü üretim
arasındaki bağlantı bilgisayar ve
elektronik medya teknikleri ile
oluşturulan “Yeni Medya Sanatları” başlığı altında toplanıyor.
ZERO sergisindeki yapıtları görmeden, bu yapıtların günümüzdeki anlamını daha iyi algılamak
için önerim Vilem Flusser’in You
Tube’daki konuşmasını izlemektir: Vilém Flusser - 1988 interview about technical revolution:
https://www.youtube.com/watch?v=lyfOcAAcoH8
7
ZERO, kısa sürede
Fontana gibi
öncü sanatçılarla
diyaloğa girdi.
Fontana’nın naturaları
şimdi İstanbul’da
sergileniyor.
Almanya’nın
üzerindeki
utanç perdesini
kaldıran grup
Günümüzden geriye dönüp ZERO’ya
baktığımızda sanatın doğaya, doğanın da
sanata dokunduğu ‘anlardan’ biri olarak
çağdaş sanat tarihine geçtiğini söyleyebiliriz.
DR. NECMİ SÖNMEZ
En
önemli dönemini 19581964 yıllarında geçiren ZERO
akımı, gündeme getirdiği kavramlar, farklı malzeme arayışları, sokaklarda gerçekleştirilen
etkinliklerle o dönemin Alman
Sanatı’na yeni bir soluk getirdi.
Unutmamak gerekiyor ki, ZERO
bir “duyarlılık arayışı” olarak, II.
Dünya Savaşı’nı başlatan ülke
olan Almanya’nın üzerindeki büyük utanç peçesini kaldıran bir
gruplaşmaydı. Almanca “Stunde
Null” olarak değerlendirilen 1945
sonrası, Almanya’nın ekonomik
büyümeyle, çalışarak âdeta herşeyi unutmaya çalıştığı bir süreçtir. ZERO gruplaşması, sanatın deneysel karakterini ön plana
çıkaran bir yönelime sahipti.
Günümüz perspektifinden bakıldığında pek ilginç gelmeyen
hareketli, ışıklı, sesli heykeller,
röliyefler, yerleştirmeler, sanat
tarihçileri tarafından o dönemin
sanatında belli bir “özgürleşmenin sembolü” olarak değerlendirilmiştir. Nazi ideolojisini yaratan
bir kuşağın çocukları olan ZERO
sanatçıları, öncelikle taşımak
zorunda kaldıkları “savaşın ağır
sorumluluğunu” aşmak için deneylere yönelmişlerdi. O yıllarda
dünyanın farklı coğrafyalarında
ayaklanan “öncü” sanat ruhu ile
ZERO arasında derin bağlantılar
vardır.
Fontana, Soto, Dorazio, Yves
Klein, Jean Tinguely, Manzoni,
Verheyen, Opalka, Kusama gibi
öncü sanatçılarla eşzamanlı olarak diyaloğa giren ZERO, daha
sonra politik açılımlarıyla dikkati
çekecek olan FLUXUS akımının
da tetikleyicisi oldu. Almanya ve
Alman sanatının üzerindeki tozu
atmayı başaran bu gruplaşma,
tiyatro, oyun, günümüzde “performans” olarak tanımladığımız
sokak gösterileri ve eylemleriyle
oldukça geniş kapsamlı kavramlara gönderme yapıyordu.
Günümüzde ZERO’ya yakınlaşmak için belli açılar oluşturmak gerekiyor. Mack, Piene,
Uecker gibi sanatçılar oldukça
farklı sanatsal gelişim çizgileri
göstermişlerdir. Seramikten
heykele, müzikli performans denemelerinden çöllerde gerçekleştirdikleri eylemlere dek ZERO
sanatçılarının tekrarlara dayalı
bir üretime sahip oldukları
bilinmektedir. Bir çok ZERO deneyinin 1965 sonrasında mekanikleşmeden öteye geçemediği
de görülmektedir. Ama önemli
olan, “ZONE ZERO” olarak nitelendirilen, “duyarlılık alanlarının”
bu arayışlar sonucunda oluştuğunu hatırlamaktır.
Geçerliliğini koruyor
Ünlü sanat tarihçisi Wieland
Schmied’in 1965’te Hannover’de
“Mack, Piene, Uecker” sergisini açtığında kullandığı “ZONE
ZERO” kavramı günümüzde
de geçerliliğini korumaktadır.
Çünkü ZERO sanatçıları günümüzde değerleri milyonları aşan
çalışmalarıyla 1960 başlarında
Düsseldorf’ta, kapitalist üretim
ve tüketim biçimlerinin insanın
ve doğanın ruhuna karşı bir ihanet olduğunu söyleme cesaretini
göstermişlerdi. “ZONE ZERO”
bu noktada tekil bir yorumlama
olarak değerini günümüzde de
koruyor. Artık tamamiyle en sert
kapitalist kuralların belirlediği
sanat piyasasının güdümünde
gelişen etkinliklerle çevrildiğimiz
bir süreci yaşıyoruz. Özellikle
ülkemizde “özgür düşünmenin
ve yaratmanın” üzerinde hiçbir
dönemde olmadığı kadar ağır
bir baskının olduğunu duyumsuyoruz. Bu politik ortamda
“ZONE ZERO”nun söylediklerine kulak vermek, itiraf etmek
gerekirse, biraz ninni dinlemeye
de benziyor. Ama ZERO bu
doğrultuda bakılırsa “doğru”
olarak kavranabilecek bir sanatçı
gruplaşmasıdır. Çünkü “ZONE
ZERO”, sanatın maddesellikten
uzaklaşarak insanların duygularına ve arayışlarına ruhsal bir yanıt
vermekle kendisini var etmişti.
En duyarlı ZERO sanatçısı
olarak değerlendirilen Günther
Uecker (d. 1930), kendisine
uluslararası tanınmışlık getiren çivili objeleri, heykelleriyle
bilinmektedir. Uecker‘in giriştiği
kapsamlı deneylerde, düşüncelerin formlara dönüşürken, en
saf, en insancıl ifadenin ortaya
çıkması hedeflenir. Sanatçı bu
doğrultuda eline geçen her
malzemeyi kullanmaktan çekinmediği gibi, çalışmalarını şiir,
tiyatro, müzik gibi diğer yaratıcı
alanlardan gelecek olan etkilere
de açar. Uecker ZERO’yu sadece beyaz, metalik renkli, dönen,
ses çıkaran objelerin baskısından kurtarmakla kalmamış, aynı
zamanda “ZONE ZERO”nun
alanını genişletmiştir. Uecker
“sanatın insanları kurtaramıyacağını ama sanatsal yöntemlerle bir diyaloğun mümkün
olduğunu” savunmaktadır. Bu
cümlede, hem ZERO gruplaşmasının eski hem de günü-
Bir çok ZERO deneyinin
1965 sonrasında
mekanikleşmeden
öteye geçemediği
görülmektedir. Ama
önemli olan, ZONE ZERO
olarak nitelendirilen,
“duyarlılık alanlarının”
bu arayışlar
sonucunda oluştuğunu
hatırlamaktır.
müzdeki açılımları açısından
farklı farklı yorumlanabilecek
özellikler dikkati çeker.
Sanat eserlerini ilginç kılan,
onların yaşanılan zamanın
ruhuyla (Zeitgeist) kurdukları
diyalogtur. Kimi sanat eseri
daha sanatçının atölyesindeyken ölmüş, sadece dekoratif bir
obje karakterine bürünmüştür.
Bazı sanat eserleri de, tıpkı
ZERO sanatçılarının deneylerinde olduğu gibi, gökyüzünde
(Piene), çöllerde, ormanlarda
(Uecker), doğanın formlandırdığı alanlarda şekillenir. Orada
da sonlanırlar. Ama onlar,
geçici olsalarda, “düşüncenin
formlaşmasına” tanıklık etmeyi
başarırlar. “ZONE ZERO” sanatın doğaya, doğanın da sanata
dokunduğu “anlardan” biri
olarak çağdaş sanat tarihine
geçmiştir.
9
8
Sanata ve hayata yeni baştan başlamak için ZERO
Heinz Mack, Otto Piene ve Günther Uecker. ZERO
hareketinin kurucularıyla küratör ve eleştirmen
Hans Ulrich Obrist konuştu. ZERO fikri nasıl doğdu,
nasıl gelişti, felsefe ve bilimle nasıl harmanlandı?
İşte bizzat kurucularının ağzından ZERO.
GÜNTHER UECKER
Gündelik eşyaları çivileyerek kutsallaştırdım.
Hans Ulrich Obrist (HUO):
İlk aydınlanma anınız hangisiydi? Siz mi sanata gittiniz, sanat mı size geldi?
Günther Uecker (GU):
İşlerimi biçimlendiren, İkinci
Dünya Savaşı’nı izleyen
yıllarda Doğu Almanya’da
yaşadığım koşullandırılmadır. Sanatsal olarak ise her
şey Kandinsky’nin 1910’da
yaptığı ilk soyut resimle
başladı. Ama beni biçimlendiren yalnızca Kandinsky
değil, aynı zamanda 20.
yüzyıl başlarında genel
olarak sanatın sorduğu
soruydu: “Gerçeklik nedir?”
Mesele gerçekliğe özgün
bir yaklaşım bulmaktı. Yumruğum kalemle bir çizgi
yaratıyor, bu da gerçeği.
Mayakovski, “Şiir çekiçle
yapılır” demişti. Dolayısıyla,
elimde tuttuğum kalem bir
alettir ve benim duygum
yumruğun hareketiyle
görünür olur. O halde işin
kendisi psikogramatik bir
eskizdir. Benim sonunda
anladığım gerçek buydu.
HEINZ MACK
Genç sanatçıya öğüdüm, çok çalışma, hayat kısa!
Hans Ulrich Obrist (HUO):
ZERO’nun kuruluşunu ne tetikledi, bize anlatır mısınız?
Heinz Mack (HM): O güne
kadar, diyelim 1957-1958’e
kadar öğrendiklerimizin
tümünü unutma kararı çok
ama çok ciddi, çok önemli ve
çok zor bir karardı. En baştan
başlamak istiyorduk, başka
bir deyişle, tertemiz bir tuval,
mesela Fontana’nınki gibi bir
tuval hazırlamak ve kendimize bu tuvali tahrip etmeden
ne yapılabilir sorusunu
sormak istiyorduk. Bunun
bir tür tahrip edilmiş tuval
olmadığının farkındaydık. Bu
dönüşmüş bir tuvaldir, tuvali
unutursunuz.
Stüdyodan çıkıp sokaklarda bile çalışıyorduk, ama
sokakta çalışmamıza izin
olmadığından polisten baskı
gördük.
HUO: Bazı projeleriniz polisin sansürüne mi uğradı?
HM: Polis durumu beğenmedi. “Uygar şehrimizi rahatsız
ediyorsunuz” dediler bize; bir
tür karşı karşıya gelme, bir
tür provokasyondu. İşimizi sükûnet içinde, neşeyle
yapıyorduk ama en azından
Almanya’da savaşı yeni yeni
unutmaya başlamış olan ve
iktisadi uygarlığa yeni bir
yaklaşımı deneyen toplumun
ilgisi çok başka alanlara
kaymıştı.
HUO: Yirminci yüzyılın
başında manifestolar yayımlayan hareketler vardı,
1950’ler ve 60’larda ise şu
hareket fikri. Eski avangart
akımlarla nasıl bir bağlantınız vardı? Fütürizm ve
Dadaizm manifestolarından
ne kadar esinlenmiştiniz?
HM: Dadaizm bize göre
ciddi bir hareket değildi.
Daha ziyade, ciddi amaçlarımıza neşeyle eşlik eden bir
hareketti. Ama 1933’te bitmiş
bir şeyi sürdürmek istemiyorduk; dolayısıyla, tekrarlıyo-
rum, baştan başlamalıydık.
Bizi büyüleyen fikirlerden
biri de hareket ve uzamdı,
bu nedenle kinetik işlerle
başladık, çok kimlikli objeler
yapmaya giriştik; ayrıca, bu
objeler izleyicinin çeşitli bakış
açılarına ya da mevcut ışığa
bağlı olmaya başladı. Yani,
kinetik sanat açısından her
ne oluyorsa, o olan şey objeyi
canlandırıyordu; sanat objesi
ile yaşamımız arasında daha
çok bağ kurma arzusuydu.
O günlerin önemli bir
keşfi de caz müziğiydi;
Üçüncü Reich’ın aptal şarkılarından sonra bize inanılmaz
geldi. Dolayısıyla hareketimiz, belirli bir mizacın,
evrimin, enerjinin, seslerin,
müziğin ve ışığın enerjisinin
hareketi oldu.
HUO: Bilim ve bilim insanlarıyla bir bağlantınız var
mı? Gustav Metzger bana
1959’da sürekli bilim dergileri okuduğunu anlatmıştı.
HM: Ah, evet, bu çok faydalı
bir soru, teşekkür ederim.
İlk rotorlarımı geliştirdiğim
sıradaydı – bu örneklerden
sadece biridir, asıl rotorlar
metaldendi. Her neyse, o sırada birçok deney yapıyordum.
Almanya’da seçim zamanıydı.
Eski şansölyemiz [Konrad]
Adenauer için şehrin her yerine afişler yapıştırılmıştı: “Seçimde Adenauer’e oy verin.”
Ve bir de kocaman harflerle;
“Deneme yapmayın.”
Henüz gençtim, karmaşık
duygular içindeydim, bu
nedenle bir kutu siyah boya
aldım, “Deneme yapmayın”
kelimelerinin üzerini boyayıp
okunmaz hale getirdim. Uzun
süre devam ettim, sonra polis
beni durdurdu. [kahkahalar]
Burada esas olan, denemeler yapmadan hayatın bir
anlamı olmadığıdır. Çok basit
gibi görünüyor, ama Picasso
gibi biri bile deneylere bel
bağlamıştı. Bir deney sırasında hiç de beklemediğiniz bir
şey meydana gelirse, işte o
zaman gerçekten heyecan
verici oluyor. Bu da bilime
ilgi duymamı sağladı, çünkü
biliminsanları da icatlarını
böyle yapıyor. Bir hedef
gözeterek işe başlıyorlar, ama
tam o sırada beklenmedik
şeyler olduğunu anlıyorlar. Bu
da icat etmenin esaslarından
biri; rüyada bile görmediğiniz
şeyler keşfediyorsunuz.
HUO: Bir de sizin küp serileriniz var, öyle değil mi? Cam
küpler, siyah küpler, farklı
birçok küp.
HM: Evet, doğru. Merceklerle
yapılmış ve ışığı capcanlı
yansıtıyor. Burada küçük bir
noktayı belirtmeliyim, işlerim
tek bir fikirle bağlantılı değil,
yüzlerce binlerce fikir var,
ben de durmadan değişiyorum, farklı işler yapıyorum,
sonuçta ortaya farklı işlerin
birlikteliği çıkıyor. Bazı işler
kardeş gibi birbirlerine ait
oluyor, bazıları ise çok uzak
akraba.
HUO: Bugünkü çalışmalarınızdan da söz etmemiz gerekiyor. Stüdyonuzu ziyaret
ettim. İnanılmayacak kadar
canlı bir stüdyo.
HM: Evet, işte şimdi etrafta
hiçbir renk olmayan bir galerideyiz, kazağımın dışında!
[kahkahalar] Bu temiz, saf
atmosferi çok beğeniyorum,
burada olmayı seviyorum.
Bu resimler ya da rölyeflerim
renge bağımlı değil, ama
daha önce dediğim gibi,
ancak renk tecrübesi çok
zengin olan bir ressam renksiz bir resim yapabilir.
Aslında renklere çok
güveniyorum; yüksek düzeyde, iyice kontrol edilmiş bir
alanda renge kendi gücünü,
yayılabileceği kendi alanını
verme riskini göze alıyorum.
HUO: Genç bir sanatçıya
nasıl bir öğüt verirsiniz?
HM: Çok çalışma, hayat kısa!
OTTO PIENE
Sanatçılarla biliminsanları aynı zekâya sahiptir.
Hans Ulrich Obrist (HUO):
Bütün yapıtlarınız arasında,
üslûbunuzu bulduğunuzu
hissettiğiniz bir numaralı
eseriniz hangisi?
Otto Piene (OP): Şablon resimlerde, 1956-1957 yıllarında
Düsseldorf’ta. Sadece çizim
ve yağlıboya resim değil,
metal işler ve biraz da mine
işleri yaptım. Metal panellerde delikler açıp içinden
ışık geçirdim. Bu, karton
şablon yapma ilhamı verdi.
Şablonları kullanarak tuvallere yağlıboya püskürttüm.
Raster resimler böyle ortaya
çıktı. Karton şablonlardan ışık
geçirdim, bu da ışık çizimleri
ve ışık balelerinin başlangıcını oluşturdu. 1957 yazında
böyle 40 pano yaptım ve içlerinden duman geçirdim, bu
duman çizimlerin başlangıcı
oldu, bunun bir adım ötesi
de ateş kullanmaktı. Oldukça
mantıklı bir aşamalar silsilesi.
HUO: Uecker bana, 1956’da
geliştirdiği çivilerin, annesi
ve kız kardeşleri için savaş
karşısında bir koruma yaratma çabasının sonucu olduğunu anlatmıştı. Eserlerinizin
savaş deneyimiyle ilişkisini
merak ediyorum.
OP: Işığın büyüsüne kapılmam muhtemelen savaşın
bir sonucu. Savaş sırasında
uygulanan karartma 1945’te
sona erdi, pencerelerden ışık
görünüyordu artık. Savaşta ışıl ışıl güzel gökyüzü
en tehlikeli gökyüzüydü,
çünkü hava saldırısı demekti.
Güvenlik önlemi karanlıkta saklanmaktı. Gece pek
bir şey görünmezdi, fark
edilmek daha zordu. Işık ve
karanlık deyiş yerindeyse yer
değiştirmişti, karanlık iyi, ışık
kötüydü. Savaş sona erdiğinde “normale dönüş” benim
kuşağım için önemliydi.
HUO: “ZERO” sözcüğünün
nasıl ortaya çıktığını hatırlıyor musunuz?
OP: Çok iyi hatırlıyorum. Olası
bir sergi ve yayın düşüncesiyle bağlantılıydı; Düsseldorf’ta, Galerie Schmela’nın
karşısındaki Fatty’s Atelier’de
Heinz Mack, Hans Salentin ve
Wehling adında bir fotoğrafçıyla sergi adı üzerine
düşünüyorduk. 1957 yılıydı.
Önce chiaro ya da puro
gibi bir şey önerdim, sonra
aslında adını ZERO koymak
istediğimi söyledim. Fakat
bu kolayca bir nihilizm ya
da negativizm ifadesi olarak
anlaşılabilirdi. Dolayısıyla bu
isimden vazgeçtik. Yarım saat
sonra birimiz yeniden, “Evet,
ZERO’ya ne dersiniz?” dedi.
İnsanların bunu duygusal varoluşçuluk ya da onun gibi bir
şeyle bağlantılandırabileceğini biliyorduk, ama bu ismin
iyi olacağına karar verildi,
yapalım, bu adı verelim dendi.
Böylece derginin adı ZERO
oldu. Nisan 1958’de ZERO
çıktı. O noktadan itibaren
Gruppe ZERO olarak yazıştık.
HUO: İlk şablon işlerinden
ve ZERO’nun oluşumundan
sonraki büyük buluşunuz
Işık Balesi oldu. Işık Balesi’ni
bulduğunuz günü hatırlıyor
musunuz? İlk halka açık
gösterimlerinden birinin
Mary Bauermeister’in
stüdyosunda gerçekleştiğini
biliyorum.
OP: Mary Bauermeister,
Stockhausen’in karısıydı. Işık
Balesi’nin ilk gerçekleştiği
yer onun stüdyosu değildi,
ama balenin başlangıcıydı.
Çok basit bir şekilde başladı,
elde yapılmış delikli panolar
ve el fenerleriyle. Sonra
gelişti, renkler ve daha güçlü
ışık kaynakları kullanmaya
başladım. İlk gösterimi Galerie Schmela’da, 1959’da ilk
bireysel sergimin açılışında
gerçekleştirdim. İzleyicilerin
üzerinde güçlü bir etki yaptı.
HUO: Duman resimlerini
nasıl yarattınız?
OP: Tam hangi gün olduğunu hatırlamıyorum, ama ilk
bireysel sergimi açışımdan
önce olduğunu hatırladığıma
göre, 1957 yazında başladığım raster resimlerinden
hemen sonra olmalı.
HUO: Genç sanatçılara ne
öğütlersiniz?
OP: Leonardo gibi bilim
öğrenin. Yeni sanatta
biliminsanları sanatçılarla
el ele çalışmalı.
HUO: 1980’lerde tanıştığımızda ve çok daha öncesinde de bir çeşit yolculuktaydınız. Büyük yolculuklar
sizin için önemliydi, değil
mi?
GU: Evet, bir adada büyüdüğüm ve sürekli ufku
gözetlediğim için olmalı,
her zaman “Orada ne var
kim bilir” diye düşünürdüm. Bu özlem ve merakla
şekillendim.
HUO: Okuduğum çeşitli
söyleşilerde bana ilginç
gelen bir şey var: Çiviler
konusundaki aydınlanma
anınız. 1956’da çalışmalarınızda birdenbire çivi ortaya
çıkmıştı ve siz, çivilerin
savaş ve barikat kurulmuş
evlerle ilgili olduğunu
söylemiştiniz. Bu konuda
konuşabilir miyiz? Bu, nasıl
oldu da 1956’da çivili işlere
yol açtı?
GU: Kızkardeşlerimi ve
annemi korumak için
giriştiğim bir şeydi bu.
Cephe yakınlaşınca, evimize
içerden barikat kurdum,
tabii ki güvenlik sağlaması bakımından sadece
hayaldi. Bununla birlikte
bana kesinlikle bir korunma duygusu verdi. İşimde
çivilerin temsil ettiği budur:
Bir yandan karışmış saçlar
gibi, kirpinin kıvrılıp dertop
olması gibidir, bir yandan
da yumuşaklığı olan bir savunmadır. Dokunuş algıları,
görsel algılarında oldukça
kırılgan ve şiirsel açıdan
sürdürülebilirdir. En genel
anlamda, bir dil bulmakla
ilgilidir bu. Bana göre, bir
parçada bir çivinin müdahaleci küstahlığı, yaratıcı bir
ifadenin alfabetik olmayan
anıdır; bunu sonraki yıllarda
geliştirebildim ve mobilyaları çiviledim, bütün bir iç
mekânı çiviledim. Frankfurt
Kowallek’te bütün bir oda,
televizyon dâhil, halılar ve
resimlerle döşenmişti; sonra
ben her şeyi çiviledim. Bu
gündelik eşyalar birdenbire
kutsal objeler haline geldi.
HUO: ZERO hakkında bir
şeyler okunduğunda her
zaman yeni bir başlangıçtan, bir tabula rasa’dan
bahsedilmesi ilgimi çeker.
Bu konuda bir şeyler söyler
misiniz?
GU: 1961’de Galerie Schmela
beni Manifesto’ya davet
etmişti. Gerçek sanatsal ifadeye temel sağlayan beyaz
bir bölge olduğunu göstermek için binanın önündeki
sokağı beyaza boyadım.
Ben suçlular kuşağının değil
suçluların mirasçısı olan
kuşağın mensubuydum. Bu
mirası kabul etmek, insanın
dünyaya doğru sözlülüğünü
anlatabilmesi için, bu kez
sanatsal olarak başka ilkeler
oluşturması zorunluluğuna
yol açmıştı. Sokağı ıslak
boyayla boyadım, böylece
basıp geçenler boya izlerini kent merkezine kadar
götürdüler. Beuys o kadar
heyecanlanmıştı ki, beyaz
boya dolu fıçıyı bir tekmeyle devirip kahkahalarla
güldü. Benim için ZERO işte
buydu.
HUO: Heyecan verici olan,
betimlediklerinizin bizi
Gesamtkunstwerk’e, tüm
sanatların sentezi sorununa
götürmesi. Tek tek objelere
bağlı görünmüyor; daha
ziyade her şeyi kucaklayan
bir sanat fikrine bağlı sanki.
GU: Evet ve bu doğal bir
biçimde olmalı, bütün bunlar durdurulamaz süreçler;
insanın sakalının her gün
uzaması gibi. Bu olaylar
stratejik biçimde manipüle
edilmedi. Dedik ki, gerçekten her şeyin arkasındayız,
biz gezgin ZERO sirkiyiz ve
her yerde işimizi sergiliyoruz, tuvalette bile, hiç önemi
yok. Sanatın sergilenemeyeceği tabu bir yer yok.
Bu bizi öyle özgür kıldı ki,
işlerimizi her yerde sergileyebiliyor ve sanatı uzamda
genişleyen bir güç olarak
kabul ediyorduk. Ama bu,
daha çok bir müzede veya
bir galeride sergi açmanın
imkânsız olmasındandı. O
zamanlar Almanya’da zaten
yalnızca üç galeri vardı.
HUO: Çalışmalarınızın tüm
medyayı kapsaması çok
ilginç. Çizimler, heykeller,
enstalasyonlar kitaplar ve
yaklaşık 45 film var.
GU: 50 yıldır her gün
çalışıyorum. Yılbaşında bile
sabah beşe kadar çalıştım,
ertesi gün de çalışmaya
devam ediyordum.
HUO: Peki, çizimin rolü
nedir, çizimleriniz oldukça fazla; şurada burada,
stüdyonuzun her yerinde
eskizler var. Her gün çizer
misiniz?
GU: Evet. Kazımak ve oymak gibi bir şey. Kendi kusmuğunuza basıp kaymaya
benziyor. Arkasında harika
izler bırakıyor. (güler).
HUO: Genç sanatçılara
öğüdünüz ne olurdu?
GU: Öğrendiğiniz her şeyi
sanatsal ya da yazılı ifadenin tam bir zemin çalışması
olarak almamayı, bunun
yerine kendinizi sürekli tekrarlayıp gizlemeye çalıştığınız hatalara yönlendirmenizi
önerirdim. Genellikle bu
yalnızca maskenin arkasında saklanmaktır; yanlışların kötü bir taklididir. En
önemlisi maskelemeyi gerektirmeyen şeyler üzerine
yoğunlaşmak, kendini açığa
çıkarmak, hatalar ve hayatın
varoluşu için çıkış noktaları
bulmaktır.
10
Soldan sağa: Uecker,
Piene ve Mack
yeniden bir arada.
Fotoğrafçı Daniel
Roth bu anı 2008
yılında çektiği kareyle
ölümsüzleştirdi.
Üç arkadaş
ZERO başlangıç, ZERO sessizlik... ZERO, aynı
zamanda sanatın kurallarını yıkarak yeni
kapılar aralamayı deneyen üç arkadaşın
ve onların etrafında bir araya gelen savaş
yorgunu fakat güçlü bireylerin hikâyesi.
FISUN YALÇINKAYA
Charlie
Chaplin
elinden çıkma Şehir Işıkları’nın
serbest Yeşilçam uyarlaması Üç
Arkadaş’ın iki versiyonundan
birini mutlaka hatırlarsınız. Yediği içtiği ayrı gitmeyen, dünya
malından nasibini alamayacak
ölçüde tertemiz kalmış bu üç arkadaşın saflığına yakışır, onlarınki
gibi bir dostlukla örülü bir sanat
akımı var karşımızda; ZERO.
İkinci Dünya Savaşı’yla sınanmış
bir kuşağı temsil eden akımın
kurucuları, Sabancı Müzesi’ndeki
“ZERO – Geleceğe Geri Sayım”
başlıklı sergide eserlerini göreceğimiz üç isim; Otto Piene, Heinz
Mack, Günther Uecker. Zero
Vakfı başkanı ve Sakıp Sabancı
Müzesi’ndeki serginin küratörü
Mattijs Visser’ın tabiriyle ,“Gökyüzünü boyamak isteyen” bu
fanilerin hikâyeleri de akım kadar
önem taşıyor.
Gökyüzü Sanatı
Bu üç isimden Otto Piene, 1928
doğumlu. 1940’ların sonuna
doğru tam da savaş yılları
sonrasında resim yapmaya
başlıyor. 1953’e dek Münih
Güzel Sanatlar Akademisi’nde
ve Düsseldorf Sanat
Akademisi’nde gayet klasik
olduğunu düşünebileceğimiz
bir eğitim alıyor. Hemen
ardından yine Almanya’da
Köln Üniversitesi’nde felsefe
öğrenimi görüyor. Bir şeyleri
yakma ve duman çıkarma
merakı ne zaman başladı
bilinmez. Ama neticede
resimdeki akademik
eğitimin sınırları dışına
taşıyor ve tuvalleri yakacağı,
parçalayacağı, dumanı esere
dâhil edeceği sürece giriyor.
1957’de “Akşam Sergileri”
olarak tanımladığı akımın
ilk sergilerini Heinz Mack
ile birlikte düzenliyorlar.
Atölyelerde gerçekleşen bu
tek gecelik sergiler etrafa
bir yığın insan toplanmasına
sebep oluyor. Ve o insanlar
ZERO’yu ZERO onları yaratıyor.
Bu yaklaşık dokuz serginin bir
kısmı Düsseldorf’ta savaştan
zarar görmüş binalarda
düzenleniyor.
1960’lara gelindiğinde
ise Piene, kamusal
alanlarda mühendisler ve
bilimadamlarının katkılarıyla
dev eserler sergiliyor.
“Gökyüzü Sanatı” dediği
bu eserler, bu kez eserlerin
yapımına katkı sağlayan büyük
gönüllü gruplarını bir araya
getiriyor. 1964’te ABD’ye giden
Piene, burada Massachusetts
Teknoloji Enstitüsü içindeki
Center for Advanced Visual
Studies bölümünde çalışmaya
başlıyor ve bundan sonra
yaşamı direktör olacağı bu
merkezde teknoloji ve sanat
arasındaki bağları keşfederek
devam ediyor. Bu dönemde
sanatı da bolca övülüyor. Bir
şair ve sanatçı olan Elizabeth
Goldring’le evleniyor. Otto
Piene, 2014’te beş çocuk, beş
torun sahibi 86 yaşında bir
ZERO’nun bir araya
getirdiği sanatçılardan
diğer üçü de Sakıp
Sabancı Müzesi’ndeki
sergide eserlerini
göreceğimiz Yves Klein,
Piero Manzoni ve Lucio
Fontana. Onlar kendi
sanat deneyimlerini
aktararak harekete
önemli katkıda
bulunmuştu.
adam olarak, Berlin’de kendi
eserlerinden oluşan kapsamlı
bir sergiye giderken aramızdan
ayrıldı.
Uecker farkı
Günther Uecker, 1930’da
dünyaya geliyor. Çiftçilikle
geçimini sağlamaya çalışan,
oldukça fakir bir ailede doğuyor. Wismar’da başladığı sanat
eğitimine Piene gibi Düsseldorf Sanat Akademisi’nde devam ediyor. 1956’da ise ilk kez
çivileri sanatında kullanmaya
başlıyor. Böylece akımın bir
parçası olacak hareket meselesini henüz akım başlamadan
tatbik ediyor. 1958’de Günther
Uecker, Düsseldorf’taki atölyesinde, “Renklerdeki Coşku”
konulu, birkaç gün süren bir
kıyafet balosu düzenliyor.
Otto Piene ile Günther Uecker
ilk kez burada tanışıyorlar.
Ardından 1966’ya dek arka
arkaya düzenledikleri ZERO
etkinlik ve sergilerinde birlikte
çalışıyorlar. Uecker 1995’e
dek profesörlüğe yükseldiği
Düsseldorf Sanat Akademisi’nde çalışıyor. 2008’de ise Otto
Piene, Heinz Mack ve Mattijs
Visser ile birlikte ZERO Vakfı’nın kurulmasında çalışıyor.
Halen hayatta olan Uecker’in
beyaz renkli tablolarının sekiz
tanesi 2014’te 5 milyon dolardan fazla fiyata satıldı.
Heinz Mack ise akımın
en genç ismi. 1931 doğumlu
sanatçı Almanya’nın küçük bir
kasabasında büyüyor. Tıpkı diğer iki isim gibi o da Düsseldorf
Sanat Akademisi’nden mezun.
1957’deki “Akşam Sergileri”nden 1964’teki documenta’ya,
1966’da düzenlenen ve üç sanatçının farklı bölümler halinde
eserlerini gösterdikleri aralarındaki kopuşu betimleyen son
sergiye dek adı Piene ile birlikte
anılıyor. Bu son sergiden sonra
Rolandseck tren istasyonunda
2 bin kişilik bir partiyle ayrılışlarını kutlayıp ZERO’nun
bu dönemini sonlandırıyorlar.
Sanatçı halen eser üretmeye de
devam ediyor.
Düşünebiliriz ki bu üç güzel
dost dünyaya yeniden gelmek
isteyen başkaldırmış üç mitoloji
kahramanıydı. Maddeyle hiçlik
arasındaki karşıtlık, onları sıfırın
karşısına getirdi ve orada biraz
bıraktı. Bırakıldıkları yerden
bugüne de ses, ışık, renk,
hareket kaldı. Ya da sadece
Piene’nin deyişiyle, “ZERO’ya
sadık olmaya” çalıştılar.
S I F I R I N B I R A R A D A T U T T U K L A R I YA D A S E R G I N I N D I Ğ E R Ü Ç L Ü S Ü
ZERO akımı kayıtlara
geçmeyen çok sayıda
insanı da buluşturdu.
Piene’ye göre ZERO, hiçbir
şekilde organize olmamış
insanların bir araya gelişiydi.
Bu bir araya gelişteki
önemli insanların birkaçı
da Sabancı Müzesi’ndeki
sergide eserlerini
göreceğimiz Yves Klein,
Piero Manzoni ve Lucio
Fontana. 1899-1968 arası
yaşayan Fontana, Arte
Povera akımıyla anılan
İtalyan bir ressam. 19281962 arası yaşayan Yves
Klein son derece deneysel
eserleriyle tanınan, Fransız
sanatçı aileden gelen bir
isim. Manzoni de yine Arte
Povera’da dahli olmuş
bir avangart. Bu itibarla
üç sanatçı, bir önceki
kuşağın temsil ettiği sanat
deneylerini ZERO’nun “üç
arkadaşı”na aktararak akıma
önemli katkıda bulunuyorlar.
11
ZERO
MANİFESTO
ZERO sessizliktir. ZERO başlangıçtır.
ZERO yuvarlaktır. ZERO ekseni etrafında
döner. ZERO Ay’dır. Güneş ZERO’dur. ZERO
beyazdır. Çöl ZERO. ZERO üzeri gökyüzü. Gece.
ZERO akar. Göz ZERO. Göbek. Ağız. Öpücük.
Süt yuvarlaktır. Çiçek kuş ZERO. Sessizce.
Süzülürcesine. ZERO yerim, Zero içerim, ZERO
uyurum, ZERO uyanırım, Zero severim. ZERO
güzeldir. dinamo dinamo dinamo. Baharda
ağaçlar, kar, ateş, su, deniz. Kırmızı turuncu sarı
yeşil çivit mavisi mor ZERO. ZERO gökkuşağı.
4 3 2 1 ZERO. Altın ve gümüş. Ses ve duman.
Gezgin sirk ZERO. ZERO sessizliktir.
ZERO başlangıçtır. ZERO yuvarlaktır.
ZERO ZERO’dur.
Ben hayranım
şu sıfıra
Geç gelen itibarıyla sıfır, rakamlar
arasında yerini alsa da ne edebiyatta ne
felsefede belirgin bir yer edinemeden
duruyor. Halbuki bilgisayarın bugünkü
teknolojiye ulaşmasındaki katkısı büyük.
ELİF KEY
Hiçbir
başarısızlık
hikâyesi kaleme alınmaz. Koca
imparatorlukların bile fani olduğu
biliniyorsa, her coğrafyanın
jübilesi kendineyse yıkılan giden
kalelerin ardından kalem oynatmaya değmez. Kimse dönüp
de başkasının dramını okumak
istemez. Dünya tarihi, huzur içinde ve büyük bir güvenle başarı
hikâyelerinin etrafında dönerken,
galakside kayıp giden yıldızları da
anlatan kimse yoktur. Dünyanın
önde gelen ekonomi dergileri bol
sıfırlı servet sahiplerini hırsla, bir
servetin altında binlerce yoksulluğun yattığını bile bile kapaklarına
taşırken, ilk iki hanenin peşine
takılan sıfırların hikâyesinden de
hiçbir yazar bahsetmez. Nihayetinde “sıfır” denir geçilir. Halbuki
sıfırın durduğu yer önemlidir.
Sağda mı solda mı duruyor? Dünyanın sıfıra tahammülü, sıfıra olan
hayranlığı ya da hoşnutsuzluğu,
sıfırın durduğu yerle ilintilidir.
Dünyada ilkokula başlayan
her çocuğun eline tutuşturulan cetveller sıfırdan başlarken,
müfredatlar rakamların sıfırdan
öğrenmeye başlayacağımızı
hatırlatmaz. Varsa yoksa 1..
Büyük kütüphanelerin,
itiş tıkış dolu raflarının arasında bulacağınız, “Rakamlar ve
şanlı tarihleri” gibi süslü isimlerle yazılmış onlarca kitap bile
sıfırı görmezden gelir. Sanki hiç
yokmuş gibi, rakamların ötekileştirilmişi... Halbuki toplamada
çıkarmada mütevazı, yanında
durduğuna bulaşmaz; çarpmada
kendisine benzetir, bölmede ise
bir koca sonsuzluğa devreder her
şeyi. “Beni benden alırsan seni
sana bırakmam” şarkı sözleri bir
matematik formülü olsaydı misal
6-6=0’a tekabül ederdi, kıymeti
bilinemedi. Tam da sıfırın hikâyesi
gibi. Geç gelen bir itibar!
Bir İtalyan tüccar...
Şahsının varlığını önce Hintlilere,
sonra kendisine “sifr” adını veren
Araplara ve biraz da dünyayı
dolaşırken aslında bu görmezden
gelinen rakamın önemini kavrayan
İtalyan bir tüccarın oğluna borçlu.
13. yüzyıla kadar Avrupalılar
için sıfır şeytanın rakamı, insan
olsa kazanlarda yakacaklar. Sıfırı
rakam olarak tanıyıp tanımama
tartışmaları aslında bitmeyen bir
Doğu-Batı tartışması gibi. Batı,
Doğu’yu beğenmiyor, sıfır barbarların icadı! Avrupa kendi numerik
sistemine bağlılığını kararnamelerle duyuruyor. Floransa’da 1299
senesinde ilan ediliyor: İtalyan
Floransa kambiyo loncalarının
Arap rakamlarını, özellikle de
“sıfır”ı kullanması yasaktır! Kararın
altındaki notta ise, “Bu çok yaygın
olmayan rakamın, Arap ülkeleri
dışında kullanımı, ticarette çok
büyük kargaşaya yol açabilir”
deniyor. Bu esnada Doğu’da bir
Budist meditasyonu olan shunyatayla pozitif yokluk noktasına
ulaşmaya çalışırken sıfıra da
yüksek bir rütbe gibi “shunya”
ismi veriliyor…
Sıfır, rakamlar arasında yerini
alsa da ne edebiyatta, ne felsefede belirgin bir yer edinemeden
duruyor. Halbuki bilgisayarların
bugünkü teknolojiye ulaşmasındaki katkısı büyük. Sessiz atın
çiftesi endişesinden olsa gerek
1999 ve 2000 yıllarında sıfıra dair
13. yüzyıla kadar
Avrupalılar için sıfır
şeytanın rakamı,
insan olsa kazanlarda
yakacaklar. Sıfırı rakam
olarak tanıyıp tanımama
tartışmaları aslında
bitmeyen bir Doğu-Batı
tartışması gibi.
Mack’ın 1962 tarihli
yapıtı Siehst du den
Wind İstanbul’da
sergilenecek. Sıfıra
hayran olanlardan
biri de Aziz Nesin.
üç tane kitabın
yayımlanmasının altında elbette bir korku
vardır. Dijital kıyamet korkusu... Teoriye göre “1998” yılını
“98” olarak kullanan tüm bilgisayar sistemleri, 2000 yılını “00”
olarak algılayacak, bilgisayarlar
balkabağına dönecektir. Neyse ki
sıfırın laneti gerçekleşmez.
Dünyanın önemli istatistikçilerinden Hans Rosling, rakamlar
arasında en kıymetlisinin “sıfır” olduğunu Dünya Bankası çalışanlarına şöyle anlatır: “Bakın elimde 1
dolar var. Bu dünyada milyarlarca
insanın bir günlük parası, bununla
yaşamaya çalışıyorlar. Şimdi
bunun yanına 10 dolar koyacağım, yani 1’in yanında sıfır var.
Bakın dünyada 10 dolarla geçinen
insanlar da var. Elimde gördüğünüz 10 dolara sahip insanların tek
farkı ayaklarında bir ayakkabı var,
ve kıyafetleri var. Sizler ise 1’in yanında iki tane sıfırın olduğu şanslı
ülkelerde, gelişmiş ülkelerde yaşıyor olabilirsiniz, bu birin yanındaki sıfırı önemsemiyor olabilirsiniz,
ama ben önemsiyorum.”
Bize gelirsek, “sıfıra sıfır,
elde var sıfır” boşuna bulunmuş bir söz değil. Dümdüz bir
sopa gibi aşağıya inen birden,
zikzaklar çizerek gelen ikiden,
güneye inen virajlı bir yola benzeyen üçten önce sıfırın hikâyesinin sihrine kapılanlardan biri
de ünlü matematik profesörü
Ali Nesin’in babası Aziz Nesin.
Bakın, Çatalca’da oturduğu
bir masadan, 17 Haziran 1983 tarihinde oğlu Ali Nesin’e ne yazıyor:
“Matematiğin bütün bilimlerden bağımsız olduğunu yazıyorsun. Benim bilgin oğlum, beni bağışla ama, matematik her zaman
bütün bilimlerden bağımsızdı ve
matematikten başka da bağımsız
hiçbir bilim yoktur, bütün bilimler
birbirine bağımlıdır. Çok soyut
olan geometri bile matematiğe
bağımlı. Matematik, matematik
olduğu günden beri bağımsızdır. Bağımsız olmasa matematik
olmazdı, neden bağımsız? En salt
soyutlamadır da ondan… Matematikten daha soyut hiçbir şey yok…
Örneğin sıfır ne demek? Korkunç
bir soyutlamadır sıfır… İnsan soyunun en büyük soyutlamasıdır ve
ben hayranım şu sıfıra… Daha lise
öğrenciliğimden beri…”
Sıfır, hayran olunacak mütevazi bir rakamdır. Çarpılmazsanız
gül gibi geçinir gidersiniz.
12
Son derece
hareketli,
1961’de
ZERO’ya
kapılarını açan
Alfred Schmela
ve eşi kurucu
üçlüyle samimi
bir sohbette.
bir o kadar
da heyecanlı
günlerdi
Ferit Edgü, ZERO sergilerinin açılmaya
başladığı yıllarda Avrupa’ya sanat eğitimi
almaya gitti. O günleri, “Savaş ardında bir
yıkıntı bırakmıştı. Bir uygarlık yıkıntısı. Ama
hemen ardından, o yıkıntıların arasından
yepyeni bir sanatın, yepyeni bir düşüncenin
filizleri oluşmuştu” diye anlatıyor.
CEM ERCİYES
Ferit
Bey, siz 50’lerin
sonunda resim eğitimi için önce
Almanya’ya gitmiş sonra Paris’e
geçmiştiniz. O yıllarda Almanya’yı nasıl hatırlıyorsunuz? Savaşın etkisi sürüyor muydu? Hakim
sanat anlayışı nasıldı ve daha
sonra içinden ZERO sanatçılarını, Beuys hatta Günter Grass
gibi isimleri çıkartacak eleştirel
genç sanatçılar neler yapıyordu?
Ben, 1958 yılının sonbaharında
gittim Avrupa’ya. Önce Venedik,
oradan da Münih. Talihim vardı,
çünkü Venedik’e vardığımda,
hayatımın ilk bienalini gördüm.
Ve Peggy Guggenheim müzesini... 22 yaşında o güne değin,
klasik modern hiçbir orijinal
resim heykel görmemiş biri için
bunların ne büyük bir şok olduğunu gözünüzün önüne getirebilirsiniz. Münih’e vardığımda
ilk yaptığım, galerileri, müzeleri
ziyaret oldu. O yıllarda taparcasına sevdiğim Klee’nin resimleriyle
karşılaşmamı anlatacak sözcükleri bulamam.
Doğrusunu isterseniz, o dönemin
genç sanatçılarının neler yaptığını Münih’te izleme olanağım
olmadı. Günter Grass ilk romanını yayımlamış mıydı bilmiyorum.
Beuys’un adını da Münih’te değil
Paris’te duyacaktım. Savaşın
etkisini Münih’ten çok Hollanda’da, Belçika’da gördüm. Savaş
ardında bir yıkıntı bırakmıştı. Bir
uygarlık yıkıntısı. Ama hemen
ardından, o yıkıntıların arasından,
yepyeni bir sanatın, yepyeni bir
düşüncenin filizleri oluşmuştu.
Bunları her yerde, açık seçik
görüyordunuz.
Önce Almanya’ya gitmenizin
nedeni neydi? Bir çekiciliği var
mıydı? Çünkü sonra Fransa’yı
tercih ettiniz. Fransa’da 68
ile doruğa çıkacak bir başka
hareketlenme yaşanıyordu. De
Gaulle’ün güçlü yönetimi, soğuk
savaşın sert rüzgârları gençleri
etkiliyordu. Fransız sanatçılar
neler konuşuyordu, nasıl yaşıyordu?
Almanya’ya gitmemin özel nedenleri vardı. Almanya’nın sanat
açısından bir çekiciliği tabii ki
vardı ama beni götüren neden
bu değildi. Zira 1950’lilerin sonunda tüm dünya sanatçıları için
çekiciliği olan tek bir kent vardı:
Paris. Bu nedenle iki yıl kalmayı
tasarladığım Almanya’da yalnızca dört ay kalabildim ve kapağı
Paris’e attım. Paris’e mutlu
olmaya gitmedim. Kültür açlığımı
doyurmaya gittim. Dostlarım
vardı. Ve edebiyatına, sanatlarına, eğer deyiş yerindeyse az çok
aşinaydım.
72 milletten sanatçılar
Paris’e gittiğimde Cezayir savaşı
olanca şiddetiyle sürüyordu.
Yazarları, düşünürleri, sanatçıları
derinden etkileyen bir savaştı bu.
İkinci Dünya Savaşının doğurduğu soyut sanat, non-figüratif sanat adına ne derseniz deyin, dış
dünyaya sırtını dönmüş nesneleri, doğal görünümleri resimden
kapı dışarı etmiş bir sanat akımı
hakimdi Paris’te. Paris ekolu
denilen, aralarında Türk ressamlarının da yer aldığı 72 milletten
sanatçıların oluşturduğu bu yeni
sanat dili sanki sonsuza değin
devam edecekti. 20. yüzyılın
büyük isimleri, Picasso, Braque,
Leger, Miro, Salvador Dali, Giacometti, Max Ernst hayattaydı ve
olgunluk dönemlerinin yapıtlarını
vermekteydiler. Gençlerle bu
büyük ustaların ilişkileri müthiş
bir dinamik sanat ortamı yaratıyordu. Tabii Paris’in kültür hayatı
yalnız görsel sanatlarla sınırlanamaz. O yıllarda Beckett’in, Ionesco’nun, Adamov’un oyunları
Paris sahnelerinden dünya sah-
Yves
Klein
Mübin
Orhon
Mübin Orhon ile ZERO
sanatçıları arasında
bir yakınlıktan söz
edilebilir. Üstelik
Yves Klein, Mübin’in
neredeyde her gün
görüştüğü çok yakın bir
dostuydu, ikisi de aynı
galeriyle çalışıyordu...
nelerine sıçramıştı. Gene savaşla
birlikte doğan egzistansiyalizm
savaşın yıktığı, yok ettiği değerlerin küllerinden doğmuştu. Yeni
Roman’ın doğduğu Sarraute,
Pinget, Robbe-Grillet ve Duras’ların yıllarıydı. Tüm bunların
arasında unutulmaması gereken,
o yıllarda toplumsal hayatın her
aşamasında etkisini gösteren
Fransız Komünist Partisi ve onun
kültür ve sanat hayatına damgasını vuran ideolojisiydi. Dolayısıyla, bu karışıklıklarda son derece
canlı bir sanat ve kültür hayatı
söz konusuydu. Özellikle resim
sanatında yahut görsel sanatlarda bu karşıtlık, kendisini daha iyi
duyuruyordu. Soyut sanata karşı
toplumcu gerçekçi figüratif ressamlar vardı. Fransız entelijansiyası, denilebilir ki, ikiye ayrılmıştı:
Soyut sanattan yana olanlar ve
soyut sanata karşı olanlar. İlgi
çekici olan bu ikincilerin bağnaz
komünistler kadar bağnaz sağcı
tutuculardan oluşmasıydı. Sizin
anlayacağınız, Cezayir savaşına
bakışık olarak bir de kültür ve
sanat savaşı vardı.
Paris’te Türkiye’den de pek
çok genç sanatçı, sanat öğrencisi vardı. Bütün bunlar olurken
“bizimkiler” ne yapıyordu?
Cafe Select’in müdavimleri
kimlerdi, neler konuşulurdu?
13
Gündem, güncel gelişmeler
takip edilir miydi?
Yanılıyorsunuz, o yıllarda Paris’te,
öyle çok sayıda genç sanatçı,
sanat öğrencisi yoktu. Türk
ressamların büyük bir çoğunluğu
Montparnasse’da oturuyordu ve
savaş sırasında Hemingway ve
arkadaşlarının üne kavuşturduğu
Select kahvesini mekan edinmişlerdi. Kimdi bunlar: Birincisi
Mübin Orhon. Çünkü Mübin,
Select’in olduğu binanın en üst
katında yaşayıp resim yapıyordu.
Sonra her gün bisikletine binip
gelen Selim Turan. Oldukça sık
gelen Hakkı Anlı. Geçenlerde
gözlerini yuman Remzi Raşa.
Avni Arbaş, Abidin Dino oldukça
sık gelirlerdi ama devamlı gelmezlerdi. Oktay Günday, Behçet
Safa, Atilla Bayraktar, sevgili Adnan Varınca, içtiğim suyun ayrı
gitmediği Güneş Eskin ve arada
bir yolu düşen Fikret Mualla. Bir
de Select’e hiç uğramayanlar
vardı. Fahrelnisa Zeid ve oğlu
Nejad gibi. Tabii Select’in Türk
müdavimleri yalnız ressamlar
değildi. Aralarında matematikçilerin, mimarların, gazetecilerin
de olduğu Türk bir grup vardı.
Select’te evimizde gibiydik. Hele
1960’tan sonra gelen Kuzgun
Acar’dan, Onat Kutlar’dan,
Demir Özlü’den sonra. Sanmayın
ki Select Türk sanatçılarının kahvesiydi. Becket’in, Adamov’un
sık uğradıkları bir kahveydi. Yves
Klein, Türkiyeli ressam Alber
Bitran oldukça sık gelirdi. Yunan
ve Amerikalı sanatçı dostlarımız
vardı. Ne konuşulurdu? Hemen
hemen her şey. Biz Türkler daha
politizeydik. Ama bizim politika
bilgimiz kendi yurdumuzla sınırlıydı. Cezayir savaşıyla benim
gibi ilgilenenlerin sayısı pek fazla
değildi. Sanat tartışmaları olur
muydu? Şimdi düşünüyorum
da, pek öyle derin tartışmalar
anımsamıyorum. Daha çok okuduğumuz bir kitaptan, gördüğümüz bir filmden, izlediğimiz
bir sergiden söz ederdik. Ama
sanat görüşlerimiz çarpışmazdı.
Bir kavga ortamı yoktu. Olsaydı
çok iyi olurdu ama yoktu. Bu
arada Select’e 1960’ta konuk
olan Tanpınar’ı es geçmeyelim.
O da hemen her gün (27 Mayıs
öncesine kadar) Select’e uğrardı.
Ama biraz da gülümseyerek
şunu söyleyeceğim. Bir yıl boyunca kendisiyle hiçbir edebiyat
konuşması yapmadık. O da ben
de resim sanatını sevdiğimiz için
resim sanatıyla yetiniyorduk!
50’ler dönüm noktası
60’ların Avrupa sanatıyla
Türkiye’deki sanat arasında bir
eşzamanlılık olduğunu söyleyebilir miyiz? Değilse neden
yoktu?
Çok iyi bir noktaya değindiniz.
Önce şunu söyleyeyim, yalnız Türk sanatının değil Türk
düşünce dünyasının da Batı
düşünce ve sanat dünyasıyla
eşzamanlı olduğu bir dönem
yoktu. Biz Türkler, aramızda
Paris’te yaşamış, orda çalışmış olanlar dahil, hep yarım
yüzyıl, otuz yıl yirmi yıl geriden
izlemiştir. Kübizmin sanat
ortamına bomba gibi düştüğü
yıllarda Paris’teki Türk ressamı izlenimciliği keşfetmiştir.
Gerçeküstücülükten ise hiç söz
etmeyeyim. Türkiye ne edebiyatta ne resimde 1950’den
önce gerçekten bu her şeyi
altüst eden sanat akımının çok
ötesinde bir anlamı, etkisi olan
gerçeküstücülüğü 1950’den
sonra keşfetmiştir. Doğrusunu
isterseniz, 1950, Türk sanatı ve
edebiyatında tam bir kırılma
noktasıdır. Ancak bu tarihten
sonra Türk sanatı, Batı sanatıyla eşzamanlı sayılacak bir verimin içine girmiştir. Daha önce
bu neden gerçekleşmemişti?
Sanırım bu, bir değil onlarca
doktora konusudur.
Nejad Devrim, savaşın hemen
ardından Paris’e yerleşmişti.
Doğmakta olan soyut resmin
yaratıcıları arasında yer aldı,
resimleri Fransız sanatçılarla
birlikte Amerika’daki sergilerde
yer aldı, benimsendi, onurlandırıldı. Ama o da çok sürdüremedi bu ilişkiyi. Oysa çok iyi
bir konumdaydı. Avni Arbaş
gibi çok yetenekli bir sanatçı,
niçin yeni oluşumlara sırtını
çevirmeyi yeğlemişti? Ne vardı
bizim sanatçılarda eksik olan?
Acaba diye düşünüyorum,
resim sanatının bir “kafa
sanatı”, zihinsel bir
Heinz Mack’ın
yaratma sürecinin
“hareket” içeren
etkinliği olduğunu
resmi ve ünlü
mu bilmiyorduk?
“rotor”larından
Bizde 60 sonrası
bir örnek de
siyasi atmosfer
İstanbul’da...
hareketli. Ama
manifestolar, karşı
çıkışlarla dalgalanan bir
sanat ortamı yok. Siyasetin
kendisini sanattan daha fazla
mı önemsedi Türkiye…
Ne dersiniz?
60’tan sonra bizdeki siyasi
atmosfer belirttiğiniz gibi gerçekten son derece hareketliydi.
Bunu da, biliyorsunuz, büyük
ölçüde 27 Mayıs’a borçluyuz. O
yıllarda, sanatın siyasallaşması
büyük ölçüde az önce Fransa örneğinde sözünü ettiğim
sosyalist solun Fransa’dan ve
büyük ölçüde de Sovyetler’den
etkilenmelerine bağlıdır. Ama
bu görüş ve sanatın toplumsal
işlevinin abartılması Türkiye
gibi ülkelerde kolay anlaşılabilir.
Ben ve benim kuşağım bu tür
siyasallaşmanın sonucunda
silinip gidebilirdik. Sanırım
dayanmamızın ve bugünlere
ulaşmamızın temelinde o yıllarda bir çelişki gibi görülen bir
özelliğimiz yatıyordu. Bizler aktif olarak politikanın içinde yer
alıyorduk. Ancak yazdıklarımızın, çizdiklerimizin özerkliğini
korumaya özen gösteriyorduk.
Bir entelektüel siyaseti sanat-
Bugünün sanat
ortamını 1950’lerle
karşılaştırmak
kolay değil. Her
şey, değişmeyen
de değişti. O
korkunç yoksulluk
günlerinin yerini
günümüz aldı.
tan daha fazla önemseyebilir.
Ama bir sanatçı hiçbir şeyi sanatından daha fazla önemseyemez. Çünkü onun özgürlüğü de
insancıl değerleri de her şeyi,
her şeyi o sanatın içindedir.
Soyut sanat tekti
Parisli sanatçılardan Mübin Orhon’un yaptığı resim,
monokrom tarzıyla ZERO’nun
bir araya topladığı sanatçılara
yakın bir dile sahip. Bunu bir
eşzamanlılık olarak yorumlayabilir miyiz?
Mübin, bildiğiniz gibi, sanat
eğitimi almamıştır. Siyasal
bilgilerde okumuş, doktora
yapmak için Paris’e gelmiş ama
ressamlarla yata kalka resim
sanatının zehrini tatmıştı. Ortam
uygundu, resim eğitimi almayan
birinin eline fırçayı almasına
olanak tanıyordu. Çünkü, soyut
sanat sanki günün geçerli tek
sanatıydı. Ve bu sanat dıştan
bakıldığında önüne hiçbir kural
koymuyordu. Mübin, çevresindeki ressamların yapıtlarına bakarak sanat eğitimi almış oldu.
Böylesi de mümkündür. 1950’lilerin sonlarından itibaren tuvale
resim yapmıyordu, tuvali resme
dönüştürüyordu. Bu nedenledir
ki, onun tuvallerinde bir boşluk
yer almaz, tuvalin kendisi
boşluktur. Bu açıdan bakıldığında Mübin, özellikle 1960’tan
sonraki yapıtlarıyla ZERO grubu
içinde yer alabilirdi. Belki ZERO
grubu sanatçılarının düşünceye dayalı sanat görüşleri onu
engellemiştir. Üstelik grubun en
önemli sanatçılarından biri Yves
Klein, hemen her gün görüştüğü yakın bir dostuydu. Klein’ın
galerisi Iris Clert Mübin’in de
galerisiydi, ama aralarında bir
etkileşim olmadı. Mübin, daha
çok duyguların, sezgilerin
sanatçısıydı. Cantona gibi, Yves
Klein gibi, yapıtları handiyse
partizanca bir karşıtlık taşıyan
biri değildi. Ama haklısınız. Mübin ile ZERO grubunun birçok
sanatçısı arasında bir yakınlıktan söz edilebilir.
Bir de bugüne bakalım. 50’lerin
sonundan ve 60’lı yıllardan
bugüne baktığımızda nereden
nereye geldik? Ne dersiniz?
Bugünün sanat ortamını
1950’lerle karşılaştırmak kolay
değil. Her şey, değişmeyen de
değişti. O korkunç yoksulluk
günlerinin yerini günümüz aldı.
Günümüz, yani milyon liralara satılan resimler, yüzlerce
galeri, güzel mekânlar, yayınlar,
kataloglar, bienaller, uluslararası
sergiler vb. vb.
Son on yılda sanat hayatımıza
katılan müzeleri, sergileri ve tabii koleksiyoncuları unutmayalım. Kendi çapımızda bir sanat
pazarı yaratmayı başardık.
Ama sanatın bir para işi değil,
bir kafa işi olduğunu
unutmayalım.
14
Bir sessizlik ve başlangıç anı
Sergi mekânını bildik
koordinatlarından
uzaklaştırmak,
izleyiciyi de işin içine
katarak şaşırtıcı
eserler üretmek
ortak dertleriydi. Bu
bakımdan günümüzün
geleceği hesaplayarak
üretilen sanatının
bir kez daha ZERO’ya
bakması iyi olabilir.
kaynakları olarak ilan etmek acelecilik mi tartışılır. Fakat sergi mekanını bildik koordinatlarından
uzaklaştırmak, onu aşındırmak,
Amsterdam’daki
izleyiciyi de işin içine katarak
Stedelijk
kalıcı olmayan geçici bir seri
Müzesi’nde
işin sergilendiği sonraya
gerçekleşen iki
kalmayacak, şaşırtıcı yapıtlar
farklı ZERO sergisi.
üretmek ortak dertleriydi.
1962 (yanda),
2015 (altta).
ZERO’yu ZERO yapanın kalıcı
olmayan, geçici ve deneyimin
kendisini sanat konusu, nesnesi
yapan bir yaklaşıma sahip olduğu
akıllardan kaçmamalı.
Yarınsız bir iş
AYŞEGÜL SÖNMEZ
1958
ile 1961 yılları arasında çıkıcak üç ZERO dergisinin
arkasındaki önemli figürler olarak
Heinz Mack ve Otto Piene’yi
sayabiliriz. Bir meridyen gibi
Almanya’dan sonra Hollanda,
İtalya, Fransa, Belçika ve ABD’yi
kuşatacak ZERO’ya katılacaklar
arasındaysa Armando’yu, Yves
Klein’ı, Lucio Fontana’yı, Daniel
Spoerri’yi, Jean Tinguely’yi ve
Piero Manzoni’yi… Hatta müze
eleştirisiyle hâlâ bir muse olan
Hans Haacke’yi…
Bütün aykırılıklarıyla kendi
dışkısını ve nefesini paketlemekle
bildiğimiz Manzoni, kâh kadınların vücuduna boya sürerek kâh
tuvalin yüzeyini yakarak yaptığı resimleriyle ve kendi keşfi
mavisiyle tanıdığımız Yves Klein,
noktalarını artık bir moda devinin,
Louis Vuitton’un çantalarına kondurduğu Kusama, işte bu tarihteki
avangart “sıfır noktası”nın onlarca
aykırı kahramanından sadece üçü.
Akımdan fazlası
Bu tarihi an, Avrupa’yı şehir şehir
kuşatırken, ona gönül veren her
sanatçının bir akıma doğru yol
almadıklarını seçimlerini sadece
özgürlükten ve bireysellikten
yana kullandıklarının altını çizmekte fayda var. Çünkü ZERO
aslına bakarsanız bir akım değil!
Bir akımdan daha fazlası… Bir
“avangart tavırlar çokluğu”. Savaş
sonrası mevcut eğilimi, soyut ekspresyonizm, -bir ara Nuri İyem ve
pek çok Türkiyeli sanatçının gönül
verdiği Taşizm- gibi ressamca
resim yapmak olarak özetlersek
ZERO’ya gönül verenlerden Lucio
Fontana’nın tuvali bir ucundan
öbürüne neden kestiğini anlayabiliriz. Ya da yüzlerce şeffaf plastik
torbaya belli bir seviyeye kadar
Bir grup sanatçının
kendilerine grup
üyesi demeden,
bireyselliklerinden taviz
vermeden gösterdikleri
çoğulculuğun adı
ZERO’dur. Bu, çağdaş
sanat guide’larında
yer almaktan çok daha
önemli bir durumdur...
su doldurarak sergileyecek Henk
Peeters, paket kağıtlarını yırtarak
onları tuval yerine koyacak Murakami’yi, kendi nefesiyle dolduracağı sanat eserini kutulayacak
Manzoni, yüzlerce birayla doldurduğu raflarıyla Henderikse’yi…
Hepsinin ressamca olandan
kendilerini kurtarmak adına gün-
delik olandan, yaşamdan yana saf
tuttuklarını, çoğu zaman Duchamp’dan yadigâr araba lastiği,
bira şişesi gibi hazır yapım seri
üretim nesnelere başvurduklarını
da belirtelim. Monokrom renklerde resimler yaparak ressamın
elinden azade kılınan tuvallere,
hareketli ışık oyunlarına evsahip-
liği yapan düzenlemelerin hemen
her biri teorist Hartmut Böhme’nin deyişiyle “arada derede
bir estetiğin ifade biçimleri”. Bu
arada derelik önemli…
Hem fiziksel hem de ruhsal
mekânın devreye girmesi arzusuyla yaratılan bu işleri Fluxus’un
müjdecileri, minimalizmin ilham
S I N E M A , S Ö Y L E Ş I , AT Ö LY E
Çocuk atölyeleri: “ZERO. Geleceğe Geri Sayım” sergisi kapsamında SSM Çocuk Atölyeleri, çocukları geleceğin sanatıyla tanıştırıyor.
Çocuklar Fontana’nın sıradışı, iki
boyutun ötesine geçen tuvallerinden Yves Klein’ın rengi özgürleştiren dünyasına, Otto Piene’nin
ışık oyunlarından Heinz Mack’ın
yansımalarla değişen ve dönüşen
heykellerine bir sanat yolculuğuna
çıkıyor. Hafta içi okul gruplarına,
hafta sonu bireysel katılıma açık
ücretsiz atölye çalışmaları 11.00 13.00 ve 14.00 - 16.00 olmak üzere
günde iki kez gerçekleştirilecek.
Rehberli turlar:
Her cumartesi
saat 11.00 ve
14.00’te; ücretsiz.
Sinema:
7 Ekim’den itibaren
Bu da bu yarınsız işleri tarihselleştirirken karşılacak pek
çok soruyu gündeme taşıyor.
Yapılırken “yarınsız” bir iş nasıl
bugün 21. yüzyılın başında
sergilenecek? Bu sergilenme
yine Böhne’nin deyişiyle bu
“grupların grubu”, “meta-grup”
çoğu yapıldığı gece yok edilmiş
işlerden oluşan ZERO’yu nasıl
bir şimdiye dahil edecek? ZERO
sanatçılarının 1950’lerin sonlarına tarihlenen işlerinin tamamen
yarınsız aksiyonlarından kalan
siyah beyaz fotoğraflarına bakarak mı? Sanatçıların tanıklıklarına
başvurarak mı?
Bu yeni 2015 sürümü ZERO
versiyonlarında karşılaşılan en
büyük tehdit izleyicinin pasif ve
akımın da artık bir yarına sahip
olması gerekliliğiyle sergilenebilir
hale getirilmesinde yaşanmayacak mı?
ZERO’yu, 20. yüzyılın avangardının önemli bir durağı olarak
görmek sanatın kendi hesaplılığıyla yüzleşeceği bir zemindir.
Bu yüzleşme aynı zamanda
çağdaş sanatın yakın tarihinin
nasıl tarihselleşeceğine ilişkin
yanlışları doğruları da gün ışığına
çıkarıyor. Eğitim verenler olarak
Joseph Beuys’suz başlatamadığımız avangardın Otto Piene, Heinz
Mack gibi Yves Klein, Manzoni
ve Fontana gibi en az Beuys
kadar onlarsız anlatılamayacağı
üstelik ZERO’cuların Beuys’un
tam tersine kendilerini yaşarken
mitleştirmekle hiç ilgilenmeyenler
olduğunu hesaba katarak…
ZERO Sakıp Sabancı Müzesi’ndeyken tartışacağımız, düşüneceğimiz pek çok şey olacak
ne mutlu ki…
her çarşamba
18.00’de Alman
sinemasından
örnekler
gösterilecek.
Küratör
Atilla Dorsay.
Söyleşi:
Beral Madra, Mark
Wigley, Elizabeth
Goldring Piene’nin
katılacağı ZERO
konuşmaları
23 Ekim’de.
Tüm etkinlikler hakkında detaylı bilgi için www.sakipsabancimuzesi.org
15
SERGİNİN SEKİZ TEMASI
► ZAMAN/UZAM ► RENK
► YÜZEY ► IŞINIM ► TİTREŞİM
► YAĞMUR /ATEŞ ► IŞIK/YANSIMA
► AYDINLIK/KARANLIK
Heinz Mack‘ın Işık Stelleri
ZERO’nun içinde büyüdüm
Serginin küratörü ve ZERO Vakfı Kurucu Yöneticisi
Mattijs Visser’in çocukluğu sanat eserleriyle dolu
bir evde geçmiş. İstanbul için anlaşılır ve zengin
bir sergi hazırladığını söylüyor Visser.
ZERO
sanatçıları
çıkış yaptıkları yıllarda ünlü
sanatçıları, galeri ve müzeleri
eleştiriyorlardı. Bugün birbiri
ardına müzelerde sergiler açıyorlar. Onları nasıl ikna ediyorsunuz?
Açıkçası ABD’de bir müzede
ilk kez bir ZERO sergisi yapacağım zaman çok da hoşlarına
gitmemişti. Evet onlar müzelere
karşıydı ve ben sanki düşman
kampında açacaktım onların
sergisini. Müzeyi tamamen buzla
ya da dumanla doldurmak gibi
fikirler ileri sürdüler. Ama neyse
ki bunları uygulamak çok zordu
ve biz normal bir sergi yaptık.
Şimdi Sabancı’daki sergiyi de
çok rahat hazırlıyorum.
ZERO sizin kişisel hayatınızın
da bir parçası. Küçükken ZERO
hakkında ne düşünürdünüz? Sizin
için ne ifade ediyor?
Dayım Hollanda’daki ZERO sanatçılarından biriydi. Bu eserlerle
seyahat ederek farklı yerlerde
sergiler açardı ve annemle benim
yaşadığım evde kalıyordu. Evde
Klein ve Fontana’nın işleri vardı,
her yer sanat eseri doluydu ve
ben dört beş yaşlarımda onlardan
nefret ederdim… Örneğin Belçikalı
bir sanatçı olan Pol Bury’nin bir
içinde makine olan bir eseri vardı
ve tüm gün klik klik klik diye bir
ses çıkarırdı. Dişlerim gıcırdardı, ben de çözüm olarak onu
bozdum. Fontana’nın sol tarafta
üç kesik izi olan bir resmi vardı.
Bu kez yedi ya da sekiz yaşım-
daydım ve dayım gibi ben de
sanatçı olmak istiyordum. Eseri
de beğenmemiştim. Bu yüzden,
daha iyisini yapabileceğimi düşündüm ve ben de esere dördüncü bir kesik ekledim. Hem seviyor
hem nefret ediyordum onlardan.
Dürüst olmak gerekirse, mimari
okuduktan sonra başka sanatçılarla çalıştım ve ZERO’ya dönüp
bakmam zaman aldı. 2005’te
ZERO’yla çalışmaya başladığımda
kıymetini bilememiş olma, kıymetini geç anlamış olma hissim vardı.
Düsseldorf’ta bir müzede ilk kez
ZERO sergisi düzenledim. Böyle
başladı...
İstanbul için nasıl bir sergi
hazırladınız. Eserleri seçerken,
yerleştirmeyi yaparken nelere
dikkat ettiniz?
“Sanatçılar kendileri nasıl yapardı” diye düşünüp öyle kurdum
sergiyi. Çok fazla açıklama, yazı
yok. Sergiyi sanat tarihsel değil,
görmeye, hissetmeye anlamaya
yönelik olarak kurdum. ZERO,
hareket, dinamo, renkler üzerine
sergiler yaptı ben de tüm bunları
dahil ettim. Sekiz tema var. Bunlar
renk, hareket gibi basit başlıklar.
Ve bu başlıkları en iyi şekilde
temsil eden sanatçıların, onları en
iyi temsil eden eserlerini seçtim.
Daha önce hiç ZERO sergisi
görmemiş bir şehir için anlaşılabilir olmasını istiyorum. İşler kendi
kendilerini anlatıyor. Mümkün
olduğunca fazla eser göstermeye çalıştık. Tabii sadece tarihi
bir sergi olmadığını belirtmem
Mattijs Visser
gerek. ZERO’nun yaşayan bir fikir
olduğunu anlatabilmek için son
dönem eserlere de yer verdim.
Bunlar tarihe mal olmuş sanatçılar
ama hâlâ üretmeye devam ediyor.
Geçmiş dönem işler genç izleyici
için zorlayıcı olabilir ama özellikle son dönem işler geniş alan
kaplıyor ve neredeyse gökyüzüne
erişmeye çalışıyorlar.
ZERO sanatçıları o yıllarda mesela Pollock gibi sanatçıları hem
yaptıkları resim hem de ilişkileri
sanatçı kimlikleri nedeniyle eleştiriyordu. Peki kendileri de bir
gün mesela Jackson Pollock gibi
meşhur ve zengin olmayı hayal
etmiyorlar mıydı?
Hayır. Çöle gidip orada güneşi
yakalamayı, gökyüzünde uçup
gezinmeyi hayal ediyorlardı.
Onların hayalleri böyle şeylerdi,
materyalist şeylerin ötesindeydiler. Otto Piene’nin bir sözü vardır;
“Daha kötü bir dünya yerine iyi bir
dünyanın hayalini neden kurmayayım” diye. Evet, daha iyisini hayal
edersiniz. Sonuçta böyle bir hayal
dünyasıydı onlarınki…

Benzer belgeler