Buradan - Akbank Sanat
Transkript
Buradan - Akbank Sanat
ZERO bize iyi gelecek 20. yüzyılın önemli akımlarından ZERO’nun yenilikçi ve dinamik ruhu Sakıp Sabancı Müzesi’nden Türkiye’ye yayılıyor. Akbank Sanat’ın desteğiyle gerçekleşen “ZERO. Geleceğe Geri Sayım” adlı sergi 10 Ocak 2016’ya kadar açık kalacak. NAZAN ÖLÇER: BİRLEŞİK AVRUPA RÜYASINI HERKESTEN ÖNCE ZERO SANATÇILARI GERÇEKLEŞTİRDİ. S.04 Z ERO çağdaş sanatta iz bırakmış bir akım. II. Dünya Savaşı’nın karartma gecelerinde büyüyen bir kuşak sanatçı, ışığa odaklandıkları, hareketi aradıkları, iyimser, neşeli bir sanat anlayışı geliştirdi. Hızla Avrupa’ya yayıldılar, ABD’ye sıçradılar, Japonya’dan katılımlarla genişleyip uluslararası bir sanat ağına dönüştüler. Her şey 1958 ile 1966 yıları arasında yaşandı ama bitmedi... Çağdaş sanatın başlıca temalarına yıllar öncesinden dokunan bir hareket ve bir SUZAN SABANCI DINÇER: AKBANK, ÇAĞDAŞ SANATI DESTEKLEYEN ILK KURULUŞLARDAN BIRI OLDU VE HÂLÂ YAPACAK ÇOK IŞ VAR. S.05 düşünce biçimi olarak sanat tarihine geçtiler. Ve ZERO yıllar sonra dünya sanatının yeniden gözdesi oldu. Sabancı Üniversitesi, Sakıp Sabancı Müzesi’nde 2 Eylül’de açılan, “ZERO. Geleceğe Geri Sayım” adlı sergi bu akımı İstanbul’a getirdi. Hem de dünyanın en önemli birkaç müzesiyle neredeyse eşzamanlı olarak. Merkezinde kurucuları Heinz Mack, Otto Piene, Günther Uecker’in eserleri olan sergide ayrıca onlara ilham vermiş dostları, çok ünlü sanatçılar Yves Klein, Piero Manzoni ve FERIT EDGÜ: 1958’DE AVRUPA’YA GITTIĞIMDE YIKINTILARIN ARASINDAN YEPYENI BIR SANAT FILIZLENIYORDU. FOTOĞRAF: TOLGA PAKAR OTTO PIENE ŞİŞME NESNELER Lucio Fontana’nın da çalışmalarından örnekler var. Farklı tekniklerde yüzden fazla eseri bir araya getiren serginin küratörü ise ZERO Vakfı Kurucu Yöneticisi Mattijs Visser. ZERO Grubu aktif olduğu dönemde üç tane ZERO yayını çıkarttı. Bu dergilerden sonuncusu, grubun ‘enerji ve dinamizm’ine atıfta bulunarak ‘dynamo’ temasıyla çıkmıştı. Dynamo, İstanbul’daki sergiyi tanıtan bu gazeteye de adını verdi. Ne de olsa ZERO ruhu her daim yaşıyor. MATTIJS VISSER: S.12 ONLAR ÇÖLE GİDİP GÜNEŞİ YAKALAMAYI GÖKYÜZÜNDE GEZİNMEYİ HAYAL EDEN SANATÇILARDI. S.15 2 Kronolojisi … beş, dört, üç, iki, bir, sıfır! 29 Temmuz: ABD’de NASA (National Aeronautics and Space Administration) kuruldu. DÜSSELDORF 1957 4 Ekim: Sovyet uydusu Sputnik 1, başarıyla dünya yörüngesine fırlatıldı ve uzay yolculukları dönemi başlamış oldu. Klein’in ilk bireysel sergisiyle açtı. Sonraki yıllarda Schmela, ZERO sanatçılarının en önemli destekleyicisi haline geldi ve bu gruptan sanatçıların Almanya’da ilk sergilerini açmalarını sağladı. DÜSSELDORF DÜSSELDORF 11 Nisan 1957 26 Eylül 1957 “Abendausstellung” (Akşam Sergisi), Atelier Otto Piene, Gladbacher Str. 69 Heinz Mack ile Otto Piene atölyelerinde belli aralıklarla, sadece bir tek akşam sürecek sergiler düzenlemeye başladı. Düsseldorf’ta, savaşta kısmen zarar görmüş bir evin arka bölümünde kiraladıkları “harabe atölyeler” tek akşamlık sergi mekânı olarak değerlendirildi. “Akşam Sergileri” adı verilen toplam dokuz serginin ilkinde, Mack ve Piene’nin eserleri dışında Düsseldorflu Sanatçılar Birliği, Grup 53 üyeleri Hans Joachim Bleckert, Peter Brüning, Horst Egon Kalinowski, Herbert Kaufmann, Hans Salentin ve Gerhard Wind’in yapıtları da yer alıyordu. Alışılmışın dışındaki bu konsept, akşam sergilerinin kısa sürede dostların, sanatçıların, koleksiyonerlerin, galericilerin, gazetecilerin ve sanatseverlerin buluşma yeri haline gelmesine yol açtı. DÜSSELDORF Yves Klein, “Proportions Monochromes”, Galerie Schmela 31 Mayıs – 23 Haziran 1957 Alfred Schmela, Düsseldorf’taki galerisini Yves “4. Abendausstellung” (4. Akşam Sergisi), Atelier Otto Piene, Gladbacher Str. 69 4. Akşam Sergisi’ni Otto Piene, “ZERO ruhunu (ZERO-Geist) taşıyan ilk sergi” diye tanımlar. Piene burada ilk kez bir dizi “raster resim” sergiledi. Sergiden sonra Mack ve Piene, Düsseldorflu sanatçıların barı Fatty’s Atelier’de, sergiye katılmış olan Peter Brüning ve Hans Salentin’le birlikte ZERO adını buldu. Çıkarmayı tasarladıkları dergiye de bu adı vermeyi kararlaştırdılar. 1958 1 Şubat: Sovyetler Birliği Sputnik 1 ve Sputnik 2 uydularını başarıyla uzaya gönderdikten sonra, ABD’de Explorer 1’i uzaya göndererek aynı yolu izledi. 17 Nisan: Brüksel’de İkinci Dünya Savaşı sonrası ilk uluslararası fuar (Dünya Sergisi) açıldı. Resmi teması “Teknoloji İnsanın Hizmetinde - Teknolojinin Gelişmesi Sayesinde İnsanlığın Gelişmesi” olan Expo 58’in simgesi, Belçikalı mühendis André Waterkeyn’ın yapıtı olan ve Atom Çağı’nı temsil eden, 100 m’den daha yüksek Atomium heykeliydi. Bu gazete, Akbank Sanat’ın katkılarıyla Sakıp Sabancı Müzesi tarafından hazırlanmıştır. “7. Abendausstellung” (7. Akşam Sergisi) – “Kırmızı Resim”, Atelier Heinz Mack & Otto Piene, Gladbacher Str. 60. ZERO 1, 24 Nisan 1958 7. Akşam Sergisi’nde “Kırmızı Resim” başlığı altında, kırmızının öne çıktığı çeşitli çalışmalar sunuldu. Toplam 45 sanatçı arasında Heinz Mack, Otto Piene, Hermann Bartels, Konrad Klapheck, Hans Salentin ve ilk kez de Günther Uecker vardı. Yves Klein, Galerie Schmela’daki sergisinden sonra, Mack ve Piene tarafından davet edilmesi üzerine bu sergiye tek çalışmayla katılmıştı. Mack ve Piene, ZERO dergisinin ilk sayısında serginin adına uygun olarak “renk” konusunu tartıştı. DÜSSELDORF “8. Abendausstellung” (8. Akşam Sergisi) – “Vibration” (Titreşim), Atelier Heinz Mack ve Otto Piene, Gladbacher Str. 69. ZERO 2, 2 Ekim 1958 8. Akşam sergisi, yapıtlarında “raster” ve “titreşim” temaları üzerinde çalışan sanatçılara yer vermişti. Sergiye Oskar Holweck, Heinz Mack, Almir Mavignier, Otto Piene ve Adolf Zillmann katıldı. Heinz Mack ilk kez “ışık rölyefleri” diye adlandırdığı ve biçimlendirilmiş alüminyum folyolardan oluşan yapıtlarını sergiledi. Bu sergi, başlangıçta “informel resim” zihniyetinin egemen olduğu “akşam sergileri” döneminin değiştiğini ve odak noktasını ZERO için önem taşıyan “raster” resimlerin, strüktür, ışık ve devinim gibi konuların oluşturduğu bir dönemin başladığını belli ediyordu. Sergi vesilesiyle Mack ve Piene ZERO dergisinin ikinci sayısını çıkardı. 1959 8 Ocak: Charles de Gaulle, Fransa devlet başkanı oldu. 11 Temmuz: Kassel’de Documenta II açıldı. Arnold Bode tarafından organize edilen etkinlikte “Informel” ve “Soyut dışavurumculuk” akımlarının baskın olduğu görülüyordu. Carl Schweicher, “Kassel Sanatçılar Derneği’ne Bağlı Genç Alman Ressamlar” sergisini düzenlemişti; sergide Heinz Mack ve Otto Piene’nin eserleri de yer alıyordu. 13 Eylül: Sovyetler Birliği aya gönderdiği Lunik 2 adlı uzay aracını ilk kez aya indirmeyi başardı. DÜSSELDORF Tinguely, Galerie Schmela 30 Ocak – 18 Şubat 1959 Yves Klein, Almanya’da Jean Tinguely’nin ilk bireysel sergisini “Yaratıcı Sanatçılar Arasındaki İşbirliği” konusunda bir konuşmayla açtı. Günther Uecker, Düsseldorf’taki atölyesinde, Klein ve Tinguely onuruna “Renklerdeki Coşku” konulu, birkaç gün süren bir kıyafet balosu düzenledi. Otto Piene ile Günther Uecker ilk kez karşılaşıp tanıştı. Serginin kapanışından kısa süre sonra Tinguely Düsseldorf’ta “Statik için” temalı manifestosunu şehrin merkezindeki binalardan birinin penceresinden ortalığa saçtı. WIESBADEN “Dynamo 1”, Galerie Renate Boukes 10 Temmuz – 7 Ağustos 1959 Heinz Mack ve Otto Piene, 8. Akşam Sergisi ile Antwerp’teki “Vision in Motion - Motion in Vision” sergisini örnek alarak bir “grup sergisi” düzenledi. Serginin açılışı “documenta II” ile yakın bir tarihe denk getirildi. Mack ve Piene’nin kısa süre önce tanıştıkları Piero Manzoni de sergiye katılmaya davet edildi. “Dynamo 1”, “Vision in Motion – Motion in Vision” ile birlikte, ZERO hareketinin uluslararası çehresinin ortaya çıktığı en önemli sergi oldu. 1960 1 Ocak: Doğu Kamerun’un Fransa’dan ayrılıp bağımsızlığa kavuşması, Afrika’da sömürge yönetiminin kalkması döneminin başlangıcı oldu. 1 Nisan: ABD, hava durumu hakkında bilgi verecek ve dünyanın fotoğraflarını çekecek olan ilk uyduyu (Tiros1) uzaya gönderdi. 16 Mayıs: Fizikçi Theodore Maiman, lazeri ilk kez etkin hale getirmeyi başardı. 18 Haziran: 30. Venedik Bienali’nin açılışı. Bir yıl sonra, bienalin tutucu programına tepki olarak Almir Mavignier, Zagrep’te “Nove Tmndencije” (Yeni eğilimler) sergisini düzenledi. Sergide ZERO grubu çevresindeki sanatçıların yapıtları da yer almıştı. 27 Ekim: Paris’te “Nouveaux Realistes” (Yeni Gerçekçiler) grubu kuruldu. Pierre Restany’nin yazdığı kuruluş manifestosunu, Arman François Dufrêne, Raimond Hains, Yves Klein, Martial Raysse, Daniel Spoerri, Jean Tinguely ve Jaques de la Villegle imzaladı. 8 Kasım: John F. Kennedy ABD başkanı seçildi. DÜSSELDORF “Piene – Işık Festivali,” Galerie Schmela “9. Akşam Sergisi,” Atelier Otto Piene, Gladbacher Strasse 69. 7 - 15 Ekim 1960 Otto Piene Galerie Schmela’daki sergide duman ve ışık resimlerini ve projektörlerini sergiledi. Buna paralel olarak 10 Ekim’de, Gladbacher Strasse 69 numarada, Piene’nin düzenlediği üç akşam sergisini kapsayan “9. Akşam Sergisi” açıldı. Kromatik ve elektronik “Işık Balesi”nin de sunulduğu bu sergi dizinin son resmi gösterisiydi. 1961 12 Nisan: Sovyet astronot Yuri Gagarin, Vostok uzay aracıyla dünyanın çevresinde dönmeyi başaran ilk insan oldu. 27 Mayıs: Biyokimya uzmanları Heinrich Matthaei ve Marshall Warren Nirenberg genetik kodu çözmeyi başardılar. 28 Mayıs: Londra’da insan hakları komisyonu Amnesty kuruldu. 13 Ağustos: Doğu Almanya Cumhuriyeti DDR, Berlin Duvarı’nın yapımını başlattı. DÜSSELDORF “ZERO – Edition, Exposition, Demonstration”, Galerie Schmela ZERO 3, 5 Temmuz 1961 Heinz Mack, Otto Piene ve Günther Uecker’in birlikte tasarladıkları bu sergiyle birlikte ZERO dergisinin üçüncü ve son sayısı da yayımlandı. Bu sayıda otuzdan fazla avangart sanatçı makalelerle ve görsellerle katkıda bulundu. Derginin çıkışı, o akşam galerinin önünde ve içinde büyük bir ZERO şenliğiyle kutlandı. Günther Uecker ilk kez aktif olarak bir ZERO etkinliğine katılmıştır. Uecker, eline bir süpürge ve beyaz boya alarak galerinin önündeki sokağın üstünde belli bir alanı işaretledi ve “Weisse Zone ZERO” (Beyaz Bölge ZERO) diye adlandırdı. 1962 20 Şubat: Amerikalı astronot John Glenn, ilk kez dünyanın çevresinde döndü. 18 Mart: Cezayir ve Fransa arasında 1954 yılından beri süregelmekte olan savaş sona erdi ve 5 Temmuz’da Cezayir bağımsızlığını ilan etti. 6 Haziran: Yves Klein, 34 yaşında Paris’te öldü. 10 Temmuz: İlk radyo ve televizyon uydusu “Telstar 1 “, ABD tarafından uzaya gönderildi. İlk kez Avrupa’ya canlı televizyon görüntüleri aktarıldı. 22 Ekim: Küba krizinin başlangıcı ile birlikte Sovyetler Birliği ile ABD arasındaki gerginlik arttı. 3 DEN HAAG Sergide Heinz Mack, Otto Piene ve Günther Uecker’in, ayrıca Hollandalı sanatçılardan Armando, Henk Peeters ve Jan J. Schoonhoven’in eserleri sergilendi. Mack, Piene ve Uecker’in ortak çalışması Silberne Lichtmühle (Gümüş Işık Değirmeni) de sunuldu. Bu yapıt kısa süre sonra, documenta III’te sundukları, gene ortak kurguları olan Işık Mekânı yapıtının bir parçası oldu. devinimine ilişkin bazı güncel yapıtları sergilendi. Mack, Piene ve Uecker, Işık Odası – Fontana’ya Saygı adlı enstalasyonlarını sergilediler. Bu enstalasyonda ortak çalışmaları olan Gümüş Değirmen ve Beyaz Değirmen gibi yedi çalışma vardı. Lucio Fontana’yı davet etmemiş olan documenta III organizatörlerini protesto etmek amacıyla, mekânlarını İtalyan sanatçıya adamışlar ve Fontana’nın bir eserini de dia projeksiyonu şeklinde enstalasyonlarına dâhil etmişlerdi. LONDRA PHILADEPHIA “ZERO- 0 – Nul”, Gemeentemuseum 20 Mart – 18 Mayıs 1964 AMSTERDAM “Nul” [Nul 62], Stedelijk Museum 9 - 26 Mart 1962 Amsterdam kent müzesinin müdürü Willem Sandberg, geniş kapsamlı bir ZERO sergisi açılmasına olanak sağladı. Bu sergi ZERO’nun ilk yıllarının en önemli sanatsal gösterisi oldu. DÜSSELDORF “Ohne Titel” (Başlıksız) (ZERO –Demonstration) Rheinwiesen 17 Mayıs 1962 Düsseldorf’un Ren nehri kıyısında uzanan ve “Rheinwiesen” adı verilen çayırlık alanda Heinz Mack, Otto Piene ve Günther Uecker tarafından bir ZERO gösterisi düzenlendi. Uecker’in yere boyayla imlediği beyaz alanda ZERO elbiseli kızlar, sabun köpükleri, balonlardan yapılmış üzüm salkımları, ışık yansıtan alüminyum levhalardan yapılmış bayraklar görülüyor, bütün bunlara canlı müzik ve dans eden sergi ziyaretçileri eşlik ediyordu. Etkinliğin gerçekleştirilme nedeni, Gerd Winkler’in yönettiği “0 x 0 = Sanat. Boyasız ve Fırçasız Ressamlar” adlı ZERO filminin çekimleriydi. Film 27 Haziran 1962’de ilk kez televizyonda gösterildi. BRÜKSEL “Dynamo – Mack, Piene, Uecker,” Palais des BeauxArts 1 – 12 Aralık 1962 Mack, Piene ve Uecker’in eserlerinden oluşan ilk üçlü sergi. Bu üç sanatçının birlikte şekillendirdikleri Salon de lumiere (Işık Mekânı) de sergilendi. 1963 6 Şubat: Piero Manzoni 29 yaşında Milano’da öldü. 19 Mart: ABD’de ilk renkli televizyon yayını gerçekleştirildi. 7 Temmuz: San Marino’da IV. Biennale internazionale d’arte’nin açılışı. ZERO ve “Gruppo N” birincilik ödülünü aldı. 28 Ağustos: Martin Luther King öncülüğünde 200 bin kişi, ABD’deki ırk ayrımcılığını protesto etmek amacıyla Washington’a yürüdü. 22 Kasım: John F. Kennedy bir suikast sonucu yaşamını yitirdi. KREFELD “Mack, Piene, Uecker”, Museum Haus Lange 19 Ocak – 17 Mart 1963 Krefeld Müzesi Müdürü Paul Wember, Heinz Mack, Otto Piene ve Günther Uecker’in Almanya’daki ilk müze sergisini açmalarına olanak sağladı. Piene, açılış konuşmasında, Paris’teki “Yeni Gerçekçilik” akımına karşı çıkan “Yeni İdealizm” hareketini tanıttı. 1964 22 Nisan: New York’ta dünya fuarının açılışında KODAK firması o tarihe kadar dış mekânda yapılan en büyük renkli resim gösterisini gerçekleştirdi. 7 Ağustos: ABD Vietnam savaşını başlattı. 14 Ekim: Rusya devlet başkanı Nikita S. Kruşçev görevlerinden azledildi, yerine Alexej N. Kosigin geçti. Parti başkanlığına Leonid Brejnev getirildi. 10 Aralık: Martin Luther King, Nobel Barış Ödülü’nü aldı. “ZERO,” New Vision Centre Gallery 15 Haziran – 4 Temmuz 1964 New Vision Centre Gallery’deki sergiyle, ilk kez bir ZERO grup sergisi İngilizce konuşulan bir ülkede gerçekleştirilebildi. LONDRA “Group ZERO - Mack, Piene, Uecker,” Mc Roberts & Tunnard Gallery 23 Haziran – 18 Temmuz 1964 Otto Piene’nin galericilerle işbirliği yaparak düzenlediği üçlü sergi New Vision Centre Gallery’deki ZERO grup sergisiyle hemen hemen aynı zamana denk gelmişti. Düsseldorflu sanatçılar bundan böyle hep üçlü olarak tanıtıldılar. KASSEL documenta III – “Işık ve Devinim” Seksiyonu, Museum Fridericianum 28 Haziran - 6 Ekim 1964 documenta III, üç ayrı sanat seksiyonuna ayrılmaktaydı. Fridericianum müzesinin çatı katında, Günter Haese, Harry Kramer, Heinz Mack Otto Piene, Nicolas Schöffer, Jesus Rafael Soto, Jean Tinguely ve Günther Uecker gibi sanatçıların ışık “ZERO” [Group ZERO], Institute of Contemporary Art, University of Pennsylvania 30 Ekim – 11 Aralık 1964 ABD’deki ilk uluslararası ZERO sergisini Otto Piene düzenledi. Mack, Piene, Uecker, Haacke veya Schoonhoven gibi sanatçılar için yeni bir dönem başladı. ABD’de açılan birçok sergiye katıldılar. Philadelphia’dan sonra, 1965 başında Washington Gallery of Modern Art da bir ZERO sergisi düzenledi. NEW YORK “ZERO” [Group ZERO: Mack, Piene, Uecker], Howard Wise Gallery nam’a napalm bombalarıyla saldırdı. Vietnam savaşına karşı ilk öğrenci protestoları başladı. 6 Ağustos: ABD Başkanı Lyndon B. Johnson, tüm Afro–Amerikalılara seçimlerde oy verme hakkını tanıyan “Voting Rights Act” belgesini imzaladı. 9 Kasım: Kuzey Amerika’nın ve Kanada’nın büyük bir bölümünde elektrik cereyanı kesintisi yaşandı. “Black out” adı verilen bu olay 30 milyon insanın yaşamını etkiledi. New York’un bazı semtleri 10 saat boyunca karanlığa gömüldü. Otto Piene bir yıl sonra bu olayı “Işık Mezatı veya New York Karanlıkta” adını verdiği multimedya yapıtında kullandı. 12 Kasım – 5 Aralık 1964 New Yorklu galeri sahibi Howard Wise, Philadelphia’daki büyük ZERO grup sergisi ile hemen hemen aynı zamanda, Heinz Mack, Otto Piene ve Günther Uecker’in eserlerinden oluşan ilk üçlü sergiyi açtı. Wise’ın galerisi 1960’larda ışık ve multimedya sanatı için çok önemli bir sunum alanı oldu. 1965 15 Mart: ABD, Kuzey Viet- 1966 1 Mart: Kasım 1965’te fırlatılan Venera 3 uzay aracı (SSCB) ilk kez Venüs’e inebildi. 10 Ağustos: ABD’nin ay aracı Lunar Orbiter 1 aya gönderildi. 18 Ağustos: Çin’de Mao Tse Tung önderliğinde ilk Büyük Proleter Kültür İhtilali. EINDHOVEN “KunstLichtKunst” (Yapay Işık Sanatı), Stedelijk van Abbemuseum 25 Eylül – 4 Aralık 1966 Bu sergi başlangıçta sanatta ışık konusunun empresyonistlerden günümüze kadar nasıl işlendiğine bir genel bakış olarak tasarlanmıştı. Daha sonra küratörler, serginin odak noktasına, çağdaş sanatçıların eserlerinde yapay ışığın kullanılmasını yerleştirmeye karar verdiler. Bu onların son ortak çalışması oldu. BONN MİLANO “ZERO avantgarde 1965,” Atelier Lucio Fontana 27 Mart – 2 Nisan 1965 İtalyan kadın mimar ve sanatçı Nanda Vigo, ZERO grubunun çalışmalarından oluşan bir gezici sergi oluşturdu. “ZERO in Bonn,” Staedtische Kunstsammlungen “ZERO – Mitternachtsball” (Gece Yarısı Balosu), Bahnhof Rolandseck 25 Kasım – 31 Aralık 1966 Heinz Mack, Otto Piene ve Günther Uecker ortak bir mekânda, birbirinden ayrılmış bölgelerde çalışmalarını sergiledi. Açılıştan sonra, üç sanatçının ortak aktivitelerinin sona erişi, 15 km uzaklıktaki Bahnhof Rolandseck’te büyük bir şölenle kutlandı. “ZERO ist gut für Dich” (ZERO sana iyi gelir) başlığı altında gerçekleştirilen bu canlı müzikli etkinliğe yaklaşık 2 bin kişi katıldı. Bu üç Düsseldorflu sanatçı, bu hareketin motoru olmuştu. İşbirliklerinin sona ermesi, genel anlamda ZERO’nun sonu oldu. HAZIRLAYAN: THEKLA ZELL 4 Birleşik Avrupa rüyasını önce onlar gerçekleştirdi Sakıp Sabancı Müzesi Müdürü Dr. Nazan Ölçer’le 60’ların Almanyası’nı, ZERO grubunu ve serginin nasıl hazırlandığını konuştuk. Ölçer: Şimdi baktığım zaman bazı günümüz sanatçılarının yaptıkları bana çok tanıdık ve tekrarlanmış gibi görünüyor... Siz 60’ların başında Almanya’daydınız. Nasıl gözlemlemiştiniz o ülkeyi, toplumsal politik ortamını, sanat dünyasını... Yabancı okulda okumuş, sanatla aşina bir ailede büyümüş olmama rağmen tabii ki birden bire kendinizi büyük bir sanat ortamında, sanat solunan bir yerde bulmak çok şaşırtıcıydı. Galiba buradan giden öğrencilerin ne tür sanatla tanışacakları gittikleri şehirle de ilgili. Oradaki müzeler, galeriler, sizin bilgi ve görgünüzü tayin ediyor. Benim bulunduğum Münih de Almanya’nın zengin ama biraz muhafazakâr bir şehridir. Münih’te avangart akımlar var mıydı o zaman? Vardıysa bile bir öğrenci için yakalanabilir değildi. Buradan giden öğrenciler ilk olarak aşinası olduğumuz, en azından kulağımızın dolu olduğu geleneksel Batı sanatını tanımakla meşguldük. Bunun dışında öğrenilecek yalnız resim değil inanılmaz bir sanat birikimi, konserler vs. sizi bekliyor. Ama galiba beni orada en çok etkileyen sinema oldu. Büyük bir açlıkla izledim dünya sinemasını. ZERO’nun iyimserliği ve karşı çıkışı, o hayatın ve sanat ortamının neresine denk geliyordu? O yıllarda ilk kez Berlin’e gitmiştim. Batı Berlin tabii Batılı ülkelerin büyük desteğiyle bir propaganda sahnesi gibi donatılmaktaydı. Ama Berlin’in ruhu denilen o özgürlükçülük, her şeye karşı çıkan, her şeye farklı bakan o hazır cevap kimlik orada canlıydı. Benim tahsil ettiğim kentin saat 22.00’de kapılarını kapatıp içeri çekilen havasının tamamen dışında, sokaklarda şenliklerin olduğu ruhu Berlin’de görmüştüm. Şimdi ZERO’yla tanıştıktan sonra, onların galerilerden sokaklara taşan coşkularını, balonlarını, sokakları kaldırımları tutmalarını oraya çizgiler çekip “burası bizim alanımız” demelerini daha iyi anlıyorum. Bu sanırım biraz da şehirlerle Siz sergiyi nasıl hazırladınız. Biraz da işin perde arkasından söz edelim. Ne kadar sürdü hazırlıklar? Aslında bu sergi düşündüğümden daha kısa sürede gerçekleşti, onu söylemeliyim. Bir, bir buçuk sene. Fikrin ortaya çıkışından olgunlaşmasına kadar. Fikir nasıl ortaya çıkmıştı? Önce dokuz sütunla başladı. Heinz Mack ile buluşmakla. Ama aslında değil. Bundan bir süre önce, 2006 olması lazım. Berlin’de Heinz Mack’ın bir sergisini gördüm. Adı Transit’di. Onun ZERO’dan çok sonraki bir evresine ait bir sergiydi. Felsefe de tahsil etmiş olan bir insanın arayışları salt sanatçı olan birinin arayışlarından daha farklı sanki. Onun o sergisi düşündürdü beni. O düşünce bir kenarda kaldı, ta ki Venedik’te Heinz Mack ile bir araya gelinceye kadar. ZERO’nun merkezindeki üç kişinin her birinin daha farklı bir yaklaşımı ve daha farklı bir karakteri var. Birisi daha yenilikçi, birisi daha malzemeye teknolojiye düşkün, diğeri daha şair… Düşündüğünüzde şunu hatırlıyorsunuz, II. Dünya Savaşı’nın travması. Bunun nasıl bir travma olduğunu bizim bilmemiz çok zor. ilgili. Bu neden Düsseldorf’ta çıktı başka yerde çıkmadı. Düsseldorf da Berlin gibi kendi bölgesinin merkezi olan, özgürlükçü, Beuys gibi önemli sanatçıların olduğu bir kent. Batı sanatıyla 60’lardaki karşılaşmayı anlattınız. Peki bugünkü Türkiye sanat izleyicisinin çağdaş sanatla, Batıyla, ZERO’yla bütün bunlarla ne kadar ilgili? Günümüz insanının dünyayla ilişkisi çok daha yakın. Bilgiye ulaşmak çok daha Nazan Ölçer kolay. Bu arada 1960’larda yaşadığı bilgi çokluğuMünih’i, Almanya’nın nun getirdiği zengin ama biraz bir şaşkınlık da muhafazakâr bir şehri elbette var. Baolarak hatırlıyor. zen bu ne kadar doğru ne kadar ağırlık taşıyor bunun tekrarlanmış görünüdeğerlendirmesini yapyor. Hakkını yemeyeyim, mak zaman alabilecek. Ama hiçbir sanatçının ama Heinz Mabugünün insanı için istediği yere ck’ın Büyük Sahra’ya sütunlarını kalkıp gitmek kolay, ben gittiğim dikmesi, Yves Klein’ın insanları zaman döviz pasaport vs. zor işbomboş bembeyaz bir odaya lerdi. O zaman tren istasyonuna sokarak sessizce duvarlara bakgittiğimde hayretler içinde kaltırması, Manzoni’nin sanat adına mıştım. Üzerlerinde Roma, Paris, bir balonu nefesle doldurtması; Amsterdam yazıyor ve insanlar bunlar elli yıl önce olmuş şeyler. sanki buradan Bostancı’ya gider Demek ki sanatçılar benzer gibi trenlere binip o kentlere kaygıları duyup elli yıl önce gidiyorlar. Milattan önce bir de benzer şeyler yapabilmiş. tarihten bahsediyorum gibi ama Birbirinden farklı dünyalarda da değil, bütün bunlar 1960’larda insanlar birbirlerini tanımadan böyleydi. Onun için günümüaynı şeyleri söyleyebiliyor, dile zün insanı çok daha farklı. Ama getirebiliyorsa bir sanatçı da bu sergi şunu gösterecek; bazı bunu yapabiliyor. dönemlerde bazı insanlar bazı sanatçılar gençler zamanlarıBana kalırsa araçlarla da alakalı. nın önünde koşar. Yaşları 80’i Neyle sanat üretiyor, kendini geçmiş bu sanatçıları tanıyınca, ifade ediyorsun. Işığı yansıtıcıları, ZERO Grubu’na da eğildiğim mekaniği kullanmaya başladızaman, aşina olduğum bir kültür ğında benzer sözler üretmeye çevresindeki bu kişilerin ne başlıyorsun. kadar öncü olduklarını görüyoTabii ki. Mesela o Sahra’yla ilgili rum. Yaptıkları ve söylemleriyle projesinde Heinz Mack NASA’ya ne kadar çağın önünde gittikgidip onların hangi malzeme lerini görüyorum. Ferit Edgü kullandıklarına da bakıyor ve kulgeçenlerde “Avangartlar ölmez’ lanıyor. Teknolojik gelişmeye haydedi, “onlar unutulur, bir süre ranlık kesinlikle ZERO’da var. Ama sonra yeniden doğar”. Hakikagünümüzde de var.. Günümüzün ten öyle. Şimdi baktığım zaman sanatçısı da çağın ona verdiği bazı günümüz sanatçılarının bütün imkânları sonuna kadar yaptıkları bana çok tanıdık ve kullanıyor. Video sanatı başka na- sıl ortaya çıkabilirdi ki? Bir de çok daha demokratikleşiyor bu alan. ZERO’cuların büyük sıkıntılarla yaratmaya çalıştıkları şey şimdi pek çok insanın elinin altında. Bizden hep flaş isimler; Picasso, Rodin, Dali, Monet, Miró bekleyenler var. Ama onları işe sevk eden düşüncenin de tanınması lazım. Düşünce akımlarının da gelmesi lazım ki Batı sanatı daha iyi anlaşılsın. Dr. Nazan Ölçer Nasıl bir sergi kurdunuz bize? Sergi için çok bağırıştık. Berlin’de Mattijs Visser, Norman Rosenthal vardı ve ben. Tabii ki serginin içeriğini ne kadar büyük tutarsanız tutun mekânlarınız da sizin sınırlarınızı belirliyor. Bir de Berlin’de New York’ta sergi yapmak ayrı, Türk insanına hiç bilmediği bir dünyayı getirmek, yaşamadığı bir dönemin reaksiyonlarını göstermek başka. Onun için burada daha farklı bir yol izlememiz, gerekiyordu. Daha kompakt bir sergi olması gerekiyordu. Kafa karıştırmadan, belli sınırlar içinde, mümkün olduğu kadar çok eser getirmek gerekiyordu. Ve böylece üç kurucu sanatçının, onların eserlerinin en iyileri var. Yanı sıra onların “ata figür” dediği onlardan daha önce yola çıkmış, müthiş hayranlık saygı duydukları üç sanatçı da: Yves Klein, Lucio Fontana ve Piero Manzoni. Hepsi Avrupalı. Bütün bunları kurgularken de belli bir denge gözetmek zorunda kaldık. Bizden hep flaş isimler; Picasso, Rodin, Dali, Monet, Miró bekleyenler var. Ama sanatın sadece flaş isimleri değil onları o işe sevk eden düşüncenin de tanınması lazım. Düşünce akımlarının da gelmesi lazım ki Batı sanatı daha iyi anlaşılsın. FOTOĞRAF: MURAT GERMEN 5 alanında yapılması gereken çok iş olduğunu ZERO’yu destekleyen düşünüyoruz. Çünkü Akbank Sanat, Sakıp ülkemizin gelecekSabancı Müzesi’nin teki başarıları ve Rodin, Dali ve Anish küresel ekonoKapoor gibi diğer mik entegrasyon unutulmaz sergilerinin sürecinde hak de izleyiciyle ettiği yeri almasının, buluşmasını sağladı. yaratıcı ve yenilikçi bir kuşağın yetişmesine bağlı olduğunu biliyoruz. Böyle bir kuşağın yetişmesinde kültür-sanatın da paha biçilmez bir payı olduğuna inanıyoruz. Kültür-sanat faaliyetleri bir ülkenin esas zenginliğidir. Akbank olarak geleceğe bırakacağımız en büyük miras, geçmişle gelecek arasındaki en sağlam köprü. Buna gönülden inanıyoruz. Bir ülkede kültür-sanat gelişmeden yaratıcılık olmaz. Yaratıcılık ve inovasyon kültürü, yani iş dünyasında fark yaratmak için şart olan temel değerler, sağlam bir kültür-sanat anlayışıyla hayat bulur. Biz de pek çok projeyle buna katkıda bulunuyoruz. Gözbebeğimiz olan Akbank Çocuk Tiyatrosu, perdelerini açtığı ilk günden bu yana tam 42 yılı geride bıraktı. Yıllar içinde yaklaşık 2 milyonun üzerinde çocuğa ulaştı, birçok sosyal sorumluluk projesi içinde yer aldı. Anadolu’nun dört bir yanında binlerce çocuğun hayatına farklı pencereler açtık. Türkiye’nin en uzun soluklu festivallerinden biri olan Akbank Caz Festivali, geride bıraktığı 25 yıl boyunca dünyanın en önemli caz sanatçılarını ağırladı. 1993 yılında kurulan Akbank Sanat tam 22 yıldır hayatımızda. Bugün yılda 700’ün üzerinde sergi, söyleşi, konferans, dans gösterisi, film gösterimi ve konsere imza atıyor. Türkiye’de kısa film alanında etkin bir platform oluşturan Akbank Kısa Film Festivali, geride bıraktığı seneler boyunca birçok ünlü yönetmeni ağırladı aylarca yalnız bırakmayan Türk ve izleyicilerle buluşturdu. Hem sanatseverlerin ZERO’ya da ilgicaz hem de kısa film festivalsinin büyük olacağını düşündük. lerimizden İstanbul dışındaki Bunun yanında, İstanbul, gitgide sanatseverlerin de faydalanmadünyanın sanat ile birlikte anılan sını sağlıyoruz. kentlerinden biri haline geliyor. Akbank olarak kültür-sanata ZERO sergisiyle Akbank olarak verdiğimiz bu gönülden, samimi ülkemizin tüm dünyada tanıtımını destek her zaman sürecek. yapmaktan da gurur duyuyoruz. Çünkü biz Türkiye’nin en değerli markası olarak toplumumuzu Akbank, çağdaş sanata güçlü bir ileri taşıyacak fikirleri hayata destek veriyor. SSM sergileri yanı geçirmek için tüm kalbimizle sıra Akbank Sanat Galerisi var ve çalışıyoruz. ayrıca Contemporary Istanbul’un da yıllardır ana sponsorluğunu ZERO grubu New York Guggenüstleniyorsunuz. Bu alandaki heim, Berlin Martin Gropius Bau, duruşunuz gücünü “yaratıcılığı Amsterdam Stedeljik müzeledestekleme ve eleştirel bakışı rinin ardından yepyeni bir seryaygınlaştırma” misyonunuzdan giyle SSM’ye geliyor. Siz Türkiye mı alıyor? sanatının dünyadaki yerini nasıl Sanatın toplumumuzun geneline değerlendiriyorsunuz? yayılması, yerel ve evrensel miraTürkiye’de çağdaş sanata destek sımızın devam etmesi, sanatın yeveren ilk kurumlardan biriyiz. Bu nileyici ve dönüştürücü gücünün vizyon bizi; bu alanda Türkitoplumun her katmanına nüfuz ye’deki gelişime destek olmaya etmesi en büyük motivasyonuda yöneltti. Verdiğimiz kararın da muz. Nüfusunun yarısı 30 yaşın ne kadar doğru olduğunu şimdi altında bulunan Türkiye’de sanat Türkiye’de çağdaş sanatı destekleyen ilk kurumlardan biriyiz Akbank’ın Yönetim Kurulu Başkanı Suzan Sabancı Dinçer, “Böyle önemli bir sanat akımının Türkiye’deki sanatseverlerle buluşmasına aracı olmak heyecan verici” diyor. Dinçer’e göre yaratıcı nesillerin yetişmesi için kültür sanatın desteklenmesi gerekli. Sakıp Sabancı Müzesi’nin çok önemli, ses getiren sergilerinin sürekli destekçisi Akbank. Bir müzeyle, banka arasındaki bu sürekli işbirliğinin kültürel ve toplumsal faydaları nelerdir? Bu işbirliği, Akbank için ne ifade ediyor? Akbank’ın Sakıp Sabancı Müzesi’yle işbirlikleri müzeyle aynı yaşta. Bu ortak yolculuğumuz 2003 yılında müzedeki ilk sergi olan “Mediciler’den Savoylar’a Floransa Saraylarında Osmanlı Görkemi” sergisiyle başlamıştı. Daha sonra Rodin, Dali ve Anish Kapoor gibi dünyaca ünlü dev sanatçıların, Sakıp Sabancı Müzesi’nde Türkiye’deki sanatseverlerle buluşmasına destek olduk. Türkiye’nin tanıtımına da büyük katkıda bulunduk. Bu ortak çalışmalarımızdan gurur duyuyoruz. Sanat yalnızca bireylerin manevi olarak gelişmelerine yardımcı olmaz; aynı zamanda onların varlıklarına tercüman olur; orjinal düşünceye ilham verir. Biz de sanata destek verirken her zaman bu anlayış ile hareket ettik. Bizim, Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi ile işbirliklerimizin amacı sanatın toplumun gelişimine olan katkısına aracılık etmektir. Nazan Hanım size eser seçkisinden ve sanatçılardan bahsettiğinde ne düşündünüz? ZERO akımı dünyada birçok şeyin değişimine, yeniden başlamasına ön ayak oldu; yenilikçi eserleriyle koleksiyonlar ve müzelerde yer aldı. ZERO’ya olan bu ilgi son yıllarda daha da arttı ve akıma ait eserler dünyanın önde gelen sanat müzelerinden New York Guggenheim Müzesi’nde 2014 senesinde sergilendi. Böylesine önemli bir sanat akımının Türkiye’deki sanatseverlerle buluşmasına aracı olmanın heyecan verici olacağını bu projeyi ilk duyduğumuzda fark ettik. Rodin’i, Dali’yi, Anish Kapoor’u heyecanla karşılayan, görüyoruz. Örneğin, Türkiye’de bugüne kadar yapılan en geniş kapsamlı modern ve güncel sanat etkinliği olan Contemporary İstanbul, Akbank ana sponsorluğunda, ülkemizde çağdaş sanatın gelişmesi, yurtiçi ve yurtdışında tanıtılması ve İstanbul’un dünyanın başlıca uluslararası sanat merkezleri arasında yerini alabilmesi için çalışmalarını yoğun bir biçimde sürdürüyor. Son birkaç yıl içinde bu alana ilgi çok arttı. Yurtdışından da birçok sanatçı ve koleksiyoner İstanbul’a geliyor. İstanbul dünyada yeni gelişen Ortadoğu ve Asya sanat odaklarına eklenen yeni bir merkez olma yolunda emin adımlarla ilerliyor. Bu çok gurur verici bir gelişme. Ancak, böylesine hızlı bir gelişime karşılık, sanatın dinamizmi, bizim bu alanda daha hızlı ve çok çalışmamız gerektiğini gösteriyor. Bunun yolu, sanatı ve sanatçıyı destekleyerek yaratıcılığın gelişmesini hızlandırmaktan geçiyor. Türkiye’de sanatçılarımızın global çağdaş sanat platformundaki yerinin giderek daha üst sıralara doğru yükseldiğini görüyoruz ve bu da bizi sevindiriyor. Ancak, bu konuda da sanatçılarımıza olan desteklerin daha da artması gerektiğini düşünüyoruz. Biz Akbank olarak, sanata olan desteğimizi bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da kesintisiz sürdüreceğiz. Türkiye’nin çağdaş sanat alanında dünyada söz sahibi olabilmesi ülkemizin ekonomik kalkınmasının da göstergelerinden biri olacaktır. Sanatın ülke geneline yayılması, yerel ve evrensel mirasımızın devam etmesi, sanatın yenileyici ve dönüştürücü gücünün toplumun her katmanına nüfuz etmesi en büyük motivasyonumuz. Suzan Sabancı Dinçer 6 Umutlu, hareketli, yenilikçi gençler 1950’lerdeki ekonomik mucize, yeniliklere açık, umut dolu bir Alman kuşağının da yetişmesine katkıda bulundu. Türkiye’de 50’lerde Fransız, 60’larda Amerikan akımları etkiliydi ve Almanya’nın farkına çok geç varıldı. BERAL MADRA ZERO ’nun parladığı 1950’ler ve 1960’larda Türkiye’de seçkin bir grup sanatçının ürettiği modern sanatta büyük ölçüde Fransa etkili yöntemler vardı. İki yön izleniyordu: Soyut ve figüratif resimler ile devletin sipariş ettiği ulus devlet heykelleri ve uygun durumlarda soyut heykeller. Bu döneme ilişkin üretim yalnız İstanbul ve Ankara’da üniversitelerin sanat bölümlerinde ve bir kaç galeride kitlenin ilgi ve bilgisine sunulabiliyordu. Konuya böyle girmemin amacı, bu yazının konusu olan, II. Dünya Savaşı sonrası Avrupası’nda geç modernizm üretimlerinin ve bu üretimin kitleye ulaştırılmasının içerik, estetik ve kurumsal açıdan ivme kazanarak yeniden yapılandığı gerçeği. Türkiye ise bu açıdan o yıllarda durağan bir dönem geçirdi. Türkiye’de devlet kapitalizmi ile birlikte bilim ve teknoloji yoksunluğu sürerken, liberal kapitalizmin geçerli olduğu ülkelerde demokrasi, ekonomik refah, teknolojik gelişmeler sanat üretimini de etkiledi. Sanat bu dönemde modernist “resim” ve “heykel” sarmalından, bu durağanlıktan kurtuldu. ABD odaklı rüzgârlar Bu yeniden yapılanma döneminin en köktenci akımlarından biri de Düsseldorf odaklı ZERO hareketiydi. Bu akımın Türkiye’deki 20. yy sanatına ne o yıllarda ne de daha sonra bir etkisinin olmadığının da altını çizmek gerek... Çünkü 1950’lerde Türkiye’deki sanat üretimi Fransa’daki akımların, 1960’ların sonuna doğru da ABD’den gelen resim odaklı biçim ve estetik rüzgârlarının etkisindeydi. 1980’lere kadar Türkiyeli sanatçılar Almanya’daki öncü sanat akımlarına yakınlık duymadı. Türkiye’nin 1960’lara kadar Almanya ile sanat ilişkisi ulus devlet heykellerinin üretimi ile sınırlıdır. 1945’te yenilmiş ve yerle bir olmuş bir Almanya’nın başka ülkeleri etkilemesi de ancak 1960’ların sonunda gerçekleşebildi. Zero ve Fluxus bu etkinin en birinci örnekleri olarak sayılabilir. 1950’lerde Almanya ekonomisi Wirtschaftswunder (ekonomik mucize) dedikleri döneme girdi. Toplumsal Pazar Ekonomisi söylemiyle yola çıkan Hıristiyan Demokratlar Almanya’yı 15 yıl içinde Nazi yıkımından çıkarıp Avrupa’nın en güçlü ekonomisi olmaya aday hale getirdi. Marshall Planı ile ABD’den de büyük parasal destek alındı. Batı Almanya’daki bu siyasal ve ekonomik gelişme, yerle bir olmuş kültür yapısının da yeniden kurulmasını ve umutlu, hareketli, yeniliğe açık bir genç sanatçı kuşağının yetişmesini sağladı. On yıllık bir dönemde, 19571966 arasında yükselen ve daha sonraki akımları etkileyen ZERO, Heinz Mack ve Otto Piene tarafından kuruldu. Türkiye’de daha sonra açacağı sergilerle iyi tanınan Günther Uecker de 1961’de onlara katıldı. ZERO, ZERO’nun siyasal, toplumsal, kültürel bir manifestosu yoktu ancak topluma öngörü, umut ve yaratıcılık öneriyordu; esnekti, yeniliklere ve değişimlere açık olduğunu açıklıyor, disiplinlerarası akımlarla işbirliğine girme olanağı veriyordu. Otto Piene, Alfred Schmela ve Günther Uecker (saat yönünde). 1961 Düsseldorf sergisi büyük bir ZERO şenliğine sahne oldu. belirli kurumsal yapısı olmayan sanatçıların ülkü ve eylem birliğine dayalı ilişkilerinin yarattığı 20. yüzyıla özgü, tipik bir grup hareketiydi. Grup hareketi olduğu için de sanat belleği içinde sağlam bir yer edindi. ZERO’nun ve benzeri teknolojik işlemli ve malzemeli yapıt üretiminin başlıca oluşum nedeni sanatçıların İnformel ve Taşizm gibi, savaşın acılarını sağaltmayı amaçlayan duygusal ve içe dönük soyutlamaların siyasal, ekonomik, bilimsel ve teknolojik gelişmelere artık yanıt veremeyeceğini görmeleridir. ZERO, özellikle “ışık ve mekân” üstüne odaklanan yapıtlarla, savaş sonrası bunalım ve kötümserliğin yenilmesi ve modernizmin sunduğu teknolojik iyimserliğin canlandırılması olarak nitelendirilir. Burada Paul Virilio’ya başvurup onun savaş sistemlerinin ve askeri teknolojinin sinema ve diğer görsel temsiliyetleri ve araçları; savaşa ilişkin hız biliminin (dromoloji) ise siyaset, toplum ve kültürü etkileyip değiştirdiğini savunan tezlerini anımsamakta yarar var. Teknoloji izlenimcilikten başlayarak (fotoğrafın yaygınlaşması ve yeni boyaların üretilmesi) modern sanat üretiminin her aşamasında arka-alanda bir yapı etki ve yapı oluşturdu. Yeniliklerden beslendi Marcel Duchamp’ın ilk makine işi Kahve Değirmeni (1911) ile başlayan makine ve mekanik ilgisi 1920’lerde Man Ray ile birlikte ürettiği Rotatif Cam Plakalar-Hassas Optikler (Rotary Glass Plates- Precision Optics) ve Anemik Sinema’da yetkin ör- nekler oluşturdu. Bu örneklerin ZERO’ya bir arka alan oluşturduğu da açıktır. Bu sanat ve teknoloji ilişkisi, savaş sanayisinin yarattığı yeni makineler, ışık ve mekân deneyleri tüm insanlığı içeren bir savaş sonrası dönem için bir çok ülkede geçerliydi. Sanatı kökten değiştirmeyi amaçlayan benzer eğilimler Hollanda’da NUL (Armando, Herman de Vries), Fransa’da Yeni Gerçekçilik (Arman, Yves Klein, Daniel Spoerri), İtalya’da Azimuth (Piero Manzoni, Enrico Castellani), Japonya’da Gutai Grubu olarak ortaya çıktı. Örneğin son dönemde küresel ilgi gören Yayoi Kusama’nın başlangıçları da ZERO etkilidir. ZERO’nun siyasal, toplumsal, kültürel bir manifestosu yoktu ancak topluma öngörü, umut ve yaratıcılık öneriyordu; esnekti, yeniliklere ve değişimlere açık olduğunu açıklıyor, disiplinlerarası etkileşim ve farklı akımlarla işbirliğine girme olanağı veriyordu. Bu tür sanat içeriği ve estetiği günümüzde de sürüyor. ZERO ile bugünkü üretim arasındaki bağlantı bilgisayar ve elektronik medya teknikleri ile oluşturulan “Yeni Medya Sanatları” başlığı altında toplanıyor. ZERO sergisindeki yapıtları görmeden, bu yapıtların günümüzdeki anlamını daha iyi algılamak için önerim Vilem Flusser’in You Tube’daki konuşmasını izlemektir: Vilém Flusser - 1988 interview about technical revolution: https://www.youtube.com/watch?v=lyfOcAAcoH8 7 ZERO, kısa sürede Fontana gibi öncü sanatçılarla diyaloğa girdi. Fontana’nın naturaları şimdi İstanbul’da sergileniyor. Almanya’nın üzerindeki utanç perdesini kaldıran grup Günümüzden geriye dönüp ZERO’ya baktığımızda sanatın doğaya, doğanın da sanata dokunduğu ‘anlardan’ biri olarak çağdaş sanat tarihine geçtiğini söyleyebiliriz. DR. NECMİ SÖNMEZ En önemli dönemini 19581964 yıllarında geçiren ZERO akımı, gündeme getirdiği kavramlar, farklı malzeme arayışları, sokaklarda gerçekleştirilen etkinliklerle o dönemin Alman Sanatı’na yeni bir soluk getirdi. Unutmamak gerekiyor ki, ZERO bir “duyarlılık arayışı” olarak, II. Dünya Savaşı’nı başlatan ülke olan Almanya’nın üzerindeki büyük utanç peçesini kaldıran bir gruplaşmaydı. Almanca “Stunde Null” olarak değerlendirilen 1945 sonrası, Almanya’nın ekonomik büyümeyle, çalışarak âdeta herşeyi unutmaya çalıştığı bir süreçtir. ZERO gruplaşması, sanatın deneysel karakterini ön plana çıkaran bir yönelime sahipti. Günümüz perspektifinden bakıldığında pek ilginç gelmeyen hareketli, ışıklı, sesli heykeller, röliyefler, yerleştirmeler, sanat tarihçileri tarafından o dönemin sanatında belli bir “özgürleşmenin sembolü” olarak değerlendirilmiştir. Nazi ideolojisini yaratan bir kuşağın çocukları olan ZERO sanatçıları, öncelikle taşımak zorunda kaldıkları “savaşın ağır sorumluluğunu” aşmak için deneylere yönelmişlerdi. O yıllarda dünyanın farklı coğrafyalarında ayaklanan “öncü” sanat ruhu ile ZERO arasında derin bağlantılar vardır. Fontana, Soto, Dorazio, Yves Klein, Jean Tinguely, Manzoni, Verheyen, Opalka, Kusama gibi öncü sanatçılarla eşzamanlı olarak diyaloğa giren ZERO, daha sonra politik açılımlarıyla dikkati çekecek olan FLUXUS akımının da tetikleyicisi oldu. Almanya ve Alman sanatının üzerindeki tozu atmayı başaran bu gruplaşma, tiyatro, oyun, günümüzde “performans” olarak tanımladığımız sokak gösterileri ve eylemleriyle oldukça geniş kapsamlı kavramlara gönderme yapıyordu. Günümüzde ZERO’ya yakınlaşmak için belli açılar oluşturmak gerekiyor. Mack, Piene, Uecker gibi sanatçılar oldukça farklı sanatsal gelişim çizgileri göstermişlerdir. Seramikten heykele, müzikli performans denemelerinden çöllerde gerçekleştirdikleri eylemlere dek ZERO sanatçılarının tekrarlara dayalı bir üretime sahip oldukları bilinmektedir. Bir çok ZERO deneyinin 1965 sonrasında mekanikleşmeden öteye geçemediği de görülmektedir. Ama önemli olan, “ZONE ZERO” olarak nitelendirilen, “duyarlılık alanlarının” bu arayışlar sonucunda oluştuğunu hatırlamaktır. Geçerliliğini koruyor Ünlü sanat tarihçisi Wieland Schmied’in 1965’te Hannover’de “Mack, Piene, Uecker” sergisini açtığında kullandığı “ZONE ZERO” kavramı günümüzde de geçerliliğini korumaktadır. Çünkü ZERO sanatçıları günümüzde değerleri milyonları aşan çalışmalarıyla 1960 başlarında Düsseldorf’ta, kapitalist üretim ve tüketim biçimlerinin insanın ve doğanın ruhuna karşı bir ihanet olduğunu söyleme cesaretini göstermişlerdi. “ZONE ZERO” bu noktada tekil bir yorumlama olarak değerini günümüzde de koruyor. Artık tamamiyle en sert kapitalist kuralların belirlediği sanat piyasasının güdümünde gelişen etkinliklerle çevrildiğimiz bir süreci yaşıyoruz. Özellikle ülkemizde “özgür düşünmenin ve yaratmanın” üzerinde hiçbir dönemde olmadığı kadar ağır bir baskının olduğunu duyumsuyoruz. Bu politik ortamda “ZONE ZERO”nun söylediklerine kulak vermek, itiraf etmek gerekirse, biraz ninni dinlemeye de benziyor. Ama ZERO bu doğrultuda bakılırsa “doğru” olarak kavranabilecek bir sanatçı gruplaşmasıdır. Çünkü “ZONE ZERO”, sanatın maddesellikten uzaklaşarak insanların duygularına ve arayışlarına ruhsal bir yanıt vermekle kendisini var etmişti. En duyarlı ZERO sanatçısı olarak değerlendirilen Günther Uecker (d. 1930), kendisine uluslararası tanınmışlık getiren çivili objeleri, heykelleriyle bilinmektedir. Uecker‘in giriştiği kapsamlı deneylerde, düşüncelerin formlara dönüşürken, en saf, en insancıl ifadenin ortaya çıkması hedeflenir. Sanatçı bu doğrultuda eline geçen her malzemeyi kullanmaktan çekinmediği gibi, çalışmalarını şiir, tiyatro, müzik gibi diğer yaratıcı alanlardan gelecek olan etkilere de açar. Uecker ZERO’yu sadece beyaz, metalik renkli, dönen, ses çıkaran objelerin baskısından kurtarmakla kalmamış, aynı zamanda “ZONE ZERO”nun alanını genişletmiştir. Uecker “sanatın insanları kurtaramıyacağını ama sanatsal yöntemlerle bir diyaloğun mümkün olduğunu” savunmaktadır. Bu cümlede, hem ZERO gruplaşmasının eski hem de günü- Bir çok ZERO deneyinin 1965 sonrasında mekanikleşmeden öteye geçemediği görülmektedir. Ama önemli olan, ZONE ZERO olarak nitelendirilen, “duyarlılık alanlarının” bu arayışlar sonucunda oluştuğunu hatırlamaktır. müzdeki açılımları açısından farklı farklı yorumlanabilecek özellikler dikkati çeker. Sanat eserlerini ilginç kılan, onların yaşanılan zamanın ruhuyla (Zeitgeist) kurdukları diyalogtur. Kimi sanat eseri daha sanatçının atölyesindeyken ölmüş, sadece dekoratif bir obje karakterine bürünmüştür. Bazı sanat eserleri de, tıpkı ZERO sanatçılarının deneylerinde olduğu gibi, gökyüzünde (Piene), çöllerde, ormanlarda (Uecker), doğanın formlandırdığı alanlarda şekillenir. Orada da sonlanırlar. Ama onlar, geçici olsalarda, “düşüncenin formlaşmasına” tanıklık etmeyi başarırlar. “ZONE ZERO” sanatın doğaya, doğanın da sanata dokunduğu “anlardan” biri olarak çağdaş sanat tarihine geçmiştir. 9 8 Sanata ve hayata yeni baştan başlamak için ZERO Heinz Mack, Otto Piene ve Günther Uecker. ZERO hareketinin kurucularıyla küratör ve eleştirmen Hans Ulrich Obrist konuştu. ZERO fikri nasıl doğdu, nasıl gelişti, felsefe ve bilimle nasıl harmanlandı? İşte bizzat kurucularının ağzından ZERO. GÜNTHER UECKER Gündelik eşyaları çivileyerek kutsallaştırdım. Hans Ulrich Obrist (HUO): İlk aydınlanma anınız hangisiydi? Siz mi sanata gittiniz, sanat mı size geldi? Günther Uecker (GU): İşlerimi biçimlendiren, İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda Doğu Almanya’da yaşadığım koşullandırılmadır. Sanatsal olarak ise her şey Kandinsky’nin 1910’da yaptığı ilk soyut resimle başladı. Ama beni biçimlendiren yalnızca Kandinsky değil, aynı zamanda 20. yüzyıl başlarında genel olarak sanatın sorduğu soruydu: “Gerçeklik nedir?” Mesele gerçekliğe özgün bir yaklaşım bulmaktı. Yumruğum kalemle bir çizgi yaratıyor, bu da gerçeği. Mayakovski, “Şiir çekiçle yapılır” demişti. Dolayısıyla, elimde tuttuğum kalem bir alettir ve benim duygum yumruğun hareketiyle görünür olur. O halde işin kendisi psikogramatik bir eskizdir. Benim sonunda anladığım gerçek buydu. HEINZ MACK Genç sanatçıya öğüdüm, çok çalışma, hayat kısa! Hans Ulrich Obrist (HUO): ZERO’nun kuruluşunu ne tetikledi, bize anlatır mısınız? Heinz Mack (HM): O güne kadar, diyelim 1957-1958’e kadar öğrendiklerimizin tümünü unutma kararı çok ama çok ciddi, çok önemli ve çok zor bir karardı. En baştan başlamak istiyorduk, başka bir deyişle, tertemiz bir tuval, mesela Fontana’nınki gibi bir tuval hazırlamak ve kendimize bu tuvali tahrip etmeden ne yapılabilir sorusunu sormak istiyorduk. Bunun bir tür tahrip edilmiş tuval olmadığının farkındaydık. Bu dönüşmüş bir tuvaldir, tuvali unutursunuz. Stüdyodan çıkıp sokaklarda bile çalışıyorduk, ama sokakta çalışmamıza izin olmadığından polisten baskı gördük. HUO: Bazı projeleriniz polisin sansürüne mi uğradı? HM: Polis durumu beğenmedi. “Uygar şehrimizi rahatsız ediyorsunuz” dediler bize; bir tür karşı karşıya gelme, bir tür provokasyondu. İşimizi sükûnet içinde, neşeyle yapıyorduk ama en azından Almanya’da savaşı yeni yeni unutmaya başlamış olan ve iktisadi uygarlığa yeni bir yaklaşımı deneyen toplumun ilgisi çok başka alanlara kaymıştı. HUO: Yirminci yüzyılın başında manifestolar yayımlayan hareketler vardı, 1950’ler ve 60’larda ise şu hareket fikri. Eski avangart akımlarla nasıl bir bağlantınız vardı? Fütürizm ve Dadaizm manifestolarından ne kadar esinlenmiştiniz? HM: Dadaizm bize göre ciddi bir hareket değildi. Daha ziyade, ciddi amaçlarımıza neşeyle eşlik eden bir hareketti. Ama 1933’te bitmiş bir şeyi sürdürmek istemiyorduk; dolayısıyla, tekrarlıyo- rum, baştan başlamalıydık. Bizi büyüleyen fikirlerden biri de hareket ve uzamdı, bu nedenle kinetik işlerle başladık, çok kimlikli objeler yapmaya giriştik; ayrıca, bu objeler izleyicinin çeşitli bakış açılarına ya da mevcut ışığa bağlı olmaya başladı. Yani, kinetik sanat açısından her ne oluyorsa, o olan şey objeyi canlandırıyordu; sanat objesi ile yaşamımız arasında daha çok bağ kurma arzusuydu. O günlerin önemli bir keşfi de caz müziğiydi; Üçüncü Reich’ın aptal şarkılarından sonra bize inanılmaz geldi. Dolayısıyla hareketimiz, belirli bir mizacın, evrimin, enerjinin, seslerin, müziğin ve ışığın enerjisinin hareketi oldu. HUO: Bilim ve bilim insanlarıyla bir bağlantınız var mı? Gustav Metzger bana 1959’da sürekli bilim dergileri okuduğunu anlatmıştı. HM: Ah, evet, bu çok faydalı bir soru, teşekkür ederim. İlk rotorlarımı geliştirdiğim sıradaydı – bu örneklerden sadece biridir, asıl rotorlar metaldendi. Her neyse, o sırada birçok deney yapıyordum. Almanya’da seçim zamanıydı. Eski şansölyemiz [Konrad] Adenauer için şehrin her yerine afişler yapıştırılmıştı: “Seçimde Adenauer’e oy verin.” Ve bir de kocaman harflerle; “Deneme yapmayın.” Henüz gençtim, karmaşık duygular içindeydim, bu nedenle bir kutu siyah boya aldım, “Deneme yapmayın” kelimelerinin üzerini boyayıp okunmaz hale getirdim. Uzun süre devam ettim, sonra polis beni durdurdu. [kahkahalar] Burada esas olan, denemeler yapmadan hayatın bir anlamı olmadığıdır. Çok basit gibi görünüyor, ama Picasso gibi biri bile deneylere bel bağlamıştı. Bir deney sırasında hiç de beklemediğiniz bir şey meydana gelirse, işte o zaman gerçekten heyecan verici oluyor. Bu da bilime ilgi duymamı sağladı, çünkü biliminsanları da icatlarını böyle yapıyor. Bir hedef gözeterek işe başlıyorlar, ama tam o sırada beklenmedik şeyler olduğunu anlıyorlar. Bu da icat etmenin esaslarından biri; rüyada bile görmediğiniz şeyler keşfediyorsunuz. HUO: Bir de sizin küp serileriniz var, öyle değil mi? Cam küpler, siyah küpler, farklı birçok küp. HM: Evet, doğru. Merceklerle yapılmış ve ışığı capcanlı yansıtıyor. Burada küçük bir noktayı belirtmeliyim, işlerim tek bir fikirle bağlantılı değil, yüzlerce binlerce fikir var, ben de durmadan değişiyorum, farklı işler yapıyorum, sonuçta ortaya farklı işlerin birlikteliği çıkıyor. Bazı işler kardeş gibi birbirlerine ait oluyor, bazıları ise çok uzak akraba. HUO: Bugünkü çalışmalarınızdan da söz etmemiz gerekiyor. Stüdyonuzu ziyaret ettim. İnanılmayacak kadar canlı bir stüdyo. HM: Evet, işte şimdi etrafta hiçbir renk olmayan bir galerideyiz, kazağımın dışında! [kahkahalar] Bu temiz, saf atmosferi çok beğeniyorum, burada olmayı seviyorum. Bu resimler ya da rölyeflerim renge bağımlı değil, ama daha önce dediğim gibi, ancak renk tecrübesi çok zengin olan bir ressam renksiz bir resim yapabilir. Aslında renklere çok güveniyorum; yüksek düzeyde, iyice kontrol edilmiş bir alanda renge kendi gücünü, yayılabileceği kendi alanını verme riskini göze alıyorum. HUO: Genç bir sanatçıya nasıl bir öğüt verirsiniz? HM: Çok çalışma, hayat kısa! OTTO PIENE Sanatçılarla biliminsanları aynı zekâya sahiptir. Hans Ulrich Obrist (HUO): Bütün yapıtlarınız arasında, üslûbunuzu bulduğunuzu hissettiğiniz bir numaralı eseriniz hangisi? Otto Piene (OP): Şablon resimlerde, 1956-1957 yıllarında Düsseldorf’ta. Sadece çizim ve yağlıboya resim değil, metal işler ve biraz da mine işleri yaptım. Metal panellerde delikler açıp içinden ışık geçirdim. Bu, karton şablon yapma ilhamı verdi. Şablonları kullanarak tuvallere yağlıboya püskürttüm. Raster resimler böyle ortaya çıktı. Karton şablonlardan ışık geçirdim, bu da ışık çizimleri ve ışık balelerinin başlangıcını oluşturdu. 1957 yazında böyle 40 pano yaptım ve içlerinden duman geçirdim, bu duman çizimlerin başlangıcı oldu, bunun bir adım ötesi de ateş kullanmaktı. Oldukça mantıklı bir aşamalar silsilesi. HUO: Uecker bana, 1956’da geliştirdiği çivilerin, annesi ve kız kardeşleri için savaş karşısında bir koruma yaratma çabasının sonucu olduğunu anlatmıştı. Eserlerinizin savaş deneyimiyle ilişkisini merak ediyorum. OP: Işığın büyüsüne kapılmam muhtemelen savaşın bir sonucu. Savaş sırasında uygulanan karartma 1945’te sona erdi, pencerelerden ışık görünüyordu artık. Savaşta ışıl ışıl güzel gökyüzü en tehlikeli gökyüzüydü, çünkü hava saldırısı demekti. Güvenlik önlemi karanlıkta saklanmaktı. Gece pek bir şey görünmezdi, fark edilmek daha zordu. Işık ve karanlık deyiş yerindeyse yer değiştirmişti, karanlık iyi, ışık kötüydü. Savaş sona erdiğinde “normale dönüş” benim kuşağım için önemliydi. HUO: “ZERO” sözcüğünün nasıl ortaya çıktığını hatırlıyor musunuz? OP: Çok iyi hatırlıyorum. Olası bir sergi ve yayın düşüncesiyle bağlantılıydı; Düsseldorf’ta, Galerie Schmela’nın karşısındaki Fatty’s Atelier’de Heinz Mack, Hans Salentin ve Wehling adında bir fotoğrafçıyla sergi adı üzerine düşünüyorduk. 1957 yılıydı. Önce chiaro ya da puro gibi bir şey önerdim, sonra aslında adını ZERO koymak istediğimi söyledim. Fakat bu kolayca bir nihilizm ya da negativizm ifadesi olarak anlaşılabilirdi. Dolayısıyla bu isimden vazgeçtik. Yarım saat sonra birimiz yeniden, “Evet, ZERO’ya ne dersiniz?” dedi. İnsanların bunu duygusal varoluşçuluk ya da onun gibi bir şeyle bağlantılandırabileceğini biliyorduk, ama bu ismin iyi olacağına karar verildi, yapalım, bu adı verelim dendi. Böylece derginin adı ZERO oldu. Nisan 1958’de ZERO çıktı. O noktadan itibaren Gruppe ZERO olarak yazıştık. HUO: İlk şablon işlerinden ve ZERO’nun oluşumundan sonraki büyük buluşunuz Işık Balesi oldu. Işık Balesi’ni bulduğunuz günü hatırlıyor musunuz? İlk halka açık gösterimlerinden birinin Mary Bauermeister’in stüdyosunda gerçekleştiğini biliyorum. OP: Mary Bauermeister, Stockhausen’in karısıydı. Işık Balesi’nin ilk gerçekleştiği yer onun stüdyosu değildi, ama balenin başlangıcıydı. Çok basit bir şekilde başladı, elde yapılmış delikli panolar ve el fenerleriyle. Sonra gelişti, renkler ve daha güçlü ışık kaynakları kullanmaya başladım. İlk gösterimi Galerie Schmela’da, 1959’da ilk bireysel sergimin açılışında gerçekleştirdim. İzleyicilerin üzerinde güçlü bir etki yaptı. HUO: Duman resimlerini nasıl yarattınız? OP: Tam hangi gün olduğunu hatırlamıyorum, ama ilk bireysel sergimi açışımdan önce olduğunu hatırladığıma göre, 1957 yazında başladığım raster resimlerinden hemen sonra olmalı. HUO: Genç sanatçılara ne öğütlersiniz? OP: Leonardo gibi bilim öğrenin. Yeni sanatta biliminsanları sanatçılarla el ele çalışmalı. HUO: 1980’lerde tanıştığımızda ve çok daha öncesinde de bir çeşit yolculuktaydınız. Büyük yolculuklar sizin için önemliydi, değil mi? GU: Evet, bir adada büyüdüğüm ve sürekli ufku gözetlediğim için olmalı, her zaman “Orada ne var kim bilir” diye düşünürdüm. Bu özlem ve merakla şekillendim. HUO: Okuduğum çeşitli söyleşilerde bana ilginç gelen bir şey var: Çiviler konusundaki aydınlanma anınız. 1956’da çalışmalarınızda birdenbire çivi ortaya çıkmıştı ve siz, çivilerin savaş ve barikat kurulmuş evlerle ilgili olduğunu söylemiştiniz. Bu konuda konuşabilir miyiz? Bu, nasıl oldu da 1956’da çivili işlere yol açtı? GU: Kızkardeşlerimi ve annemi korumak için giriştiğim bir şeydi bu. Cephe yakınlaşınca, evimize içerden barikat kurdum, tabii ki güvenlik sağlaması bakımından sadece hayaldi. Bununla birlikte bana kesinlikle bir korunma duygusu verdi. İşimde çivilerin temsil ettiği budur: Bir yandan karışmış saçlar gibi, kirpinin kıvrılıp dertop olması gibidir, bir yandan da yumuşaklığı olan bir savunmadır. Dokunuş algıları, görsel algılarında oldukça kırılgan ve şiirsel açıdan sürdürülebilirdir. En genel anlamda, bir dil bulmakla ilgilidir bu. Bana göre, bir parçada bir çivinin müdahaleci küstahlığı, yaratıcı bir ifadenin alfabetik olmayan anıdır; bunu sonraki yıllarda geliştirebildim ve mobilyaları çiviledim, bütün bir iç mekânı çiviledim. Frankfurt Kowallek’te bütün bir oda, televizyon dâhil, halılar ve resimlerle döşenmişti; sonra ben her şeyi çiviledim. Bu gündelik eşyalar birdenbire kutsal objeler haline geldi. HUO: ZERO hakkında bir şeyler okunduğunda her zaman yeni bir başlangıçtan, bir tabula rasa’dan bahsedilmesi ilgimi çeker. Bu konuda bir şeyler söyler misiniz? GU: 1961’de Galerie Schmela beni Manifesto’ya davet etmişti. Gerçek sanatsal ifadeye temel sağlayan beyaz bir bölge olduğunu göstermek için binanın önündeki sokağı beyaza boyadım. Ben suçlular kuşağının değil suçluların mirasçısı olan kuşağın mensubuydum. Bu mirası kabul etmek, insanın dünyaya doğru sözlülüğünü anlatabilmesi için, bu kez sanatsal olarak başka ilkeler oluşturması zorunluluğuna yol açmıştı. Sokağı ıslak boyayla boyadım, böylece basıp geçenler boya izlerini kent merkezine kadar götürdüler. Beuys o kadar heyecanlanmıştı ki, beyaz boya dolu fıçıyı bir tekmeyle devirip kahkahalarla güldü. Benim için ZERO işte buydu. HUO: Heyecan verici olan, betimlediklerinizin bizi Gesamtkunstwerk’e, tüm sanatların sentezi sorununa götürmesi. Tek tek objelere bağlı görünmüyor; daha ziyade her şeyi kucaklayan bir sanat fikrine bağlı sanki. GU: Evet ve bu doğal bir biçimde olmalı, bütün bunlar durdurulamaz süreçler; insanın sakalının her gün uzaması gibi. Bu olaylar stratejik biçimde manipüle edilmedi. Dedik ki, gerçekten her şeyin arkasındayız, biz gezgin ZERO sirkiyiz ve her yerde işimizi sergiliyoruz, tuvalette bile, hiç önemi yok. Sanatın sergilenemeyeceği tabu bir yer yok. Bu bizi öyle özgür kıldı ki, işlerimizi her yerde sergileyebiliyor ve sanatı uzamda genişleyen bir güç olarak kabul ediyorduk. Ama bu, daha çok bir müzede veya bir galeride sergi açmanın imkânsız olmasındandı. O zamanlar Almanya’da zaten yalnızca üç galeri vardı. HUO: Çalışmalarınızın tüm medyayı kapsaması çok ilginç. Çizimler, heykeller, enstalasyonlar kitaplar ve yaklaşık 45 film var. GU: 50 yıldır her gün çalışıyorum. Yılbaşında bile sabah beşe kadar çalıştım, ertesi gün de çalışmaya devam ediyordum. HUO: Peki, çizimin rolü nedir, çizimleriniz oldukça fazla; şurada burada, stüdyonuzun her yerinde eskizler var. Her gün çizer misiniz? GU: Evet. Kazımak ve oymak gibi bir şey. Kendi kusmuğunuza basıp kaymaya benziyor. Arkasında harika izler bırakıyor. (güler). HUO: Genç sanatçılara öğüdünüz ne olurdu? GU: Öğrendiğiniz her şeyi sanatsal ya da yazılı ifadenin tam bir zemin çalışması olarak almamayı, bunun yerine kendinizi sürekli tekrarlayıp gizlemeye çalıştığınız hatalara yönlendirmenizi önerirdim. Genellikle bu yalnızca maskenin arkasında saklanmaktır; yanlışların kötü bir taklididir. En önemlisi maskelemeyi gerektirmeyen şeyler üzerine yoğunlaşmak, kendini açığa çıkarmak, hatalar ve hayatın varoluşu için çıkış noktaları bulmaktır. 10 Soldan sağa: Uecker, Piene ve Mack yeniden bir arada. Fotoğrafçı Daniel Roth bu anı 2008 yılında çektiği kareyle ölümsüzleştirdi. Üç arkadaş ZERO başlangıç, ZERO sessizlik... ZERO, aynı zamanda sanatın kurallarını yıkarak yeni kapılar aralamayı deneyen üç arkadaşın ve onların etrafında bir araya gelen savaş yorgunu fakat güçlü bireylerin hikâyesi. FISUN YALÇINKAYA Charlie Chaplin elinden çıkma Şehir Işıkları’nın serbest Yeşilçam uyarlaması Üç Arkadaş’ın iki versiyonundan birini mutlaka hatırlarsınız. Yediği içtiği ayrı gitmeyen, dünya malından nasibini alamayacak ölçüde tertemiz kalmış bu üç arkadaşın saflığına yakışır, onlarınki gibi bir dostlukla örülü bir sanat akımı var karşımızda; ZERO. İkinci Dünya Savaşı’yla sınanmış bir kuşağı temsil eden akımın kurucuları, Sabancı Müzesi’ndeki “ZERO – Geleceğe Geri Sayım” başlıklı sergide eserlerini göreceğimiz üç isim; Otto Piene, Heinz Mack, Günther Uecker. Zero Vakfı başkanı ve Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki serginin küratörü Mattijs Visser’ın tabiriyle ,“Gökyüzünü boyamak isteyen” bu fanilerin hikâyeleri de akım kadar önem taşıyor. Gökyüzü Sanatı Bu üç isimden Otto Piene, 1928 doğumlu. 1940’ların sonuna doğru tam da savaş yılları sonrasında resim yapmaya başlıyor. 1953’e dek Münih Güzel Sanatlar Akademisi’nde ve Düsseldorf Sanat Akademisi’nde gayet klasik olduğunu düşünebileceğimiz bir eğitim alıyor. Hemen ardından yine Almanya’da Köln Üniversitesi’nde felsefe öğrenimi görüyor. Bir şeyleri yakma ve duman çıkarma merakı ne zaman başladı bilinmez. Ama neticede resimdeki akademik eğitimin sınırları dışına taşıyor ve tuvalleri yakacağı, parçalayacağı, dumanı esere dâhil edeceği sürece giriyor. 1957’de “Akşam Sergileri” olarak tanımladığı akımın ilk sergilerini Heinz Mack ile birlikte düzenliyorlar. Atölyelerde gerçekleşen bu tek gecelik sergiler etrafa bir yığın insan toplanmasına sebep oluyor. Ve o insanlar ZERO’yu ZERO onları yaratıyor. Bu yaklaşık dokuz serginin bir kısmı Düsseldorf’ta savaştan zarar görmüş binalarda düzenleniyor. 1960’lara gelindiğinde ise Piene, kamusal alanlarda mühendisler ve bilimadamlarının katkılarıyla dev eserler sergiliyor. “Gökyüzü Sanatı” dediği bu eserler, bu kez eserlerin yapımına katkı sağlayan büyük gönüllü gruplarını bir araya getiriyor. 1964’te ABD’ye giden Piene, burada Massachusetts Teknoloji Enstitüsü içindeki Center for Advanced Visual Studies bölümünde çalışmaya başlıyor ve bundan sonra yaşamı direktör olacağı bu merkezde teknoloji ve sanat arasındaki bağları keşfederek devam ediyor. Bu dönemde sanatı da bolca övülüyor. Bir şair ve sanatçı olan Elizabeth Goldring’le evleniyor. Otto Piene, 2014’te beş çocuk, beş torun sahibi 86 yaşında bir ZERO’nun bir araya getirdiği sanatçılardan diğer üçü de Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki sergide eserlerini göreceğimiz Yves Klein, Piero Manzoni ve Lucio Fontana. Onlar kendi sanat deneyimlerini aktararak harekete önemli katkıda bulunmuştu. adam olarak, Berlin’de kendi eserlerinden oluşan kapsamlı bir sergiye giderken aramızdan ayrıldı. Uecker farkı Günther Uecker, 1930’da dünyaya geliyor. Çiftçilikle geçimini sağlamaya çalışan, oldukça fakir bir ailede doğuyor. Wismar’da başladığı sanat eğitimine Piene gibi Düsseldorf Sanat Akademisi’nde devam ediyor. 1956’da ise ilk kez çivileri sanatında kullanmaya başlıyor. Böylece akımın bir parçası olacak hareket meselesini henüz akım başlamadan tatbik ediyor. 1958’de Günther Uecker, Düsseldorf’taki atölyesinde, “Renklerdeki Coşku” konulu, birkaç gün süren bir kıyafet balosu düzenliyor. Otto Piene ile Günther Uecker ilk kez burada tanışıyorlar. Ardından 1966’ya dek arka arkaya düzenledikleri ZERO etkinlik ve sergilerinde birlikte çalışıyorlar. Uecker 1995’e dek profesörlüğe yükseldiği Düsseldorf Sanat Akademisi’nde çalışıyor. 2008’de ise Otto Piene, Heinz Mack ve Mattijs Visser ile birlikte ZERO Vakfı’nın kurulmasında çalışıyor. Halen hayatta olan Uecker’in beyaz renkli tablolarının sekiz tanesi 2014’te 5 milyon dolardan fazla fiyata satıldı. Heinz Mack ise akımın en genç ismi. 1931 doğumlu sanatçı Almanya’nın küçük bir kasabasında büyüyor. Tıpkı diğer iki isim gibi o da Düsseldorf Sanat Akademisi’nden mezun. 1957’deki “Akşam Sergileri”nden 1964’teki documenta’ya, 1966’da düzenlenen ve üç sanatçının farklı bölümler halinde eserlerini gösterdikleri aralarındaki kopuşu betimleyen son sergiye dek adı Piene ile birlikte anılıyor. Bu son sergiden sonra Rolandseck tren istasyonunda 2 bin kişilik bir partiyle ayrılışlarını kutlayıp ZERO’nun bu dönemini sonlandırıyorlar. Sanatçı halen eser üretmeye de devam ediyor. Düşünebiliriz ki bu üç güzel dost dünyaya yeniden gelmek isteyen başkaldırmış üç mitoloji kahramanıydı. Maddeyle hiçlik arasındaki karşıtlık, onları sıfırın karşısına getirdi ve orada biraz bıraktı. Bırakıldıkları yerden bugüne de ses, ışık, renk, hareket kaldı. Ya da sadece Piene’nin deyişiyle, “ZERO’ya sadık olmaya” çalıştılar. S I F I R I N B I R A R A D A T U T T U K L A R I YA D A S E R G I N I N D I Ğ E R Ü Ç L Ü S Ü ZERO akımı kayıtlara geçmeyen çok sayıda insanı da buluşturdu. Piene’ye göre ZERO, hiçbir şekilde organize olmamış insanların bir araya gelişiydi. Bu bir araya gelişteki önemli insanların birkaçı da Sabancı Müzesi’ndeki sergide eserlerini göreceğimiz Yves Klein, Piero Manzoni ve Lucio Fontana. 1899-1968 arası yaşayan Fontana, Arte Povera akımıyla anılan İtalyan bir ressam. 19281962 arası yaşayan Yves Klein son derece deneysel eserleriyle tanınan, Fransız sanatçı aileden gelen bir isim. Manzoni de yine Arte Povera’da dahli olmuş bir avangart. Bu itibarla üç sanatçı, bir önceki kuşağın temsil ettiği sanat deneylerini ZERO’nun “üç arkadaşı”na aktararak akıma önemli katkıda bulunuyorlar. 11 ZERO MANİFESTO ZERO sessizliktir. ZERO başlangıçtır. ZERO yuvarlaktır. ZERO ekseni etrafında döner. ZERO Ay’dır. Güneş ZERO’dur. ZERO beyazdır. Çöl ZERO. ZERO üzeri gökyüzü. Gece. ZERO akar. Göz ZERO. Göbek. Ağız. Öpücük. Süt yuvarlaktır. Çiçek kuş ZERO. Sessizce. Süzülürcesine. ZERO yerim, Zero içerim, ZERO uyurum, ZERO uyanırım, Zero severim. ZERO güzeldir. dinamo dinamo dinamo. Baharda ağaçlar, kar, ateş, su, deniz. Kırmızı turuncu sarı yeşil çivit mavisi mor ZERO. ZERO gökkuşağı. 4 3 2 1 ZERO. Altın ve gümüş. Ses ve duman. Gezgin sirk ZERO. ZERO sessizliktir. ZERO başlangıçtır. ZERO yuvarlaktır. ZERO ZERO’dur. Ben hayranım şu sıfıra Geç gelen itibarıyla sıfır, rakamlar arasında yerini alsa da ne edebiyatta ne felsefede belirgin bir yer edinemeden duruyor. Halbuki bilgisayarın bugünkü teknolojiye ulaşmasındaki katkısı büyük. ELİF KEY Hiçbir başarısızlık hikâyesi kaleme alınmaz. Koca imparatorlukların bile fani olduğu biliniyorsa, her coğrafyanın jübilesi kendineyse yıkılan giden kalelerin ardından kalem oynatmaya değmez. Kimse dönüp de başkasının dramını okumak istemez. Dünya tarihi, huzur içinde ve büyük bir güvenle başarı hikâyelerinin etrafında dönerken, galakside kayıp giden yıldızları da anlatan kimse yoktur. Dünyanın önde gelen ekonomi dergileri bol sıfırlı servet sahiplerini hırsla, bir servetin altında binlerce yoksulluğun yattığını bile bile kapaklarına taşırken, ilk iki hanenin peşine takılan sıfırların hikâyesinden de hiçbir yazar bahsetmez. Nihayetinde “sıfır” denir geçilir. Halbuki sıfırın durduğu yer önemlidir. Sağda mı solda mı duruyor? Dünyanın sıfıra tahammülü, sıfıra olan hayranlığı ya da hoşnutsuzluğu, sıfırın durduğu yerle ilintilidir. Dünyada ilkokula başlayan her çocuğun eline tutuşturulan cetveller sıfırdan başlarken, müfredatlar rakamların sıfırdan öğrenmeye başlayacağımızı hatırlatmaz. Varsa yoksa 1.. Büyük kütüphanelerin, itiş tıkış dolu raflarının arasında bulacağınız, “Rakamlar ve şanlı tarihleri” gibi süslü isimlerle yazılmış onlarca kitap bile sıfırı görmezden gelir. Sanki hiç yokmuş gibi, rakamların ötekileştirilmişi... Halbuki toplamada çıkarmada mütevazı, yanında durduğuna bulaşmaz; çarpmada kendisine benzetir, bölmede ise bir koca sonsuzluğa devreder her şeyi. “Beni benden alırsan seni sana bırakmam” şarkı sözleri bir matematik formülü olsaydı misal 6-6=0’a tekabül ederdi, kıymeti bilinemedi. Tam da sıfırın hikâyesi gibi. Geç gelen bir itibar! Bir İtalyan tüccar... Şahsının varlığını önce Hintlilere, sonra kendisine “sifr” adını veren Araplara ve biraz da dünyayı dolaşırken aslında bu görmezden gelinen rakamın önemini kavrayan İtalyan bir tüccarın oğluna borçlu. 13. yüzyıla kadar Avrupalılar için sıfır şeytanın rakamı, insan olsa kazanlarda yakacaklar. Sıfırı rakam olarak tanıyıp tanımama tartışmaları aslında bitmeyen bir Doğu-Batı tartışması gibi. Batı, Doğu’yu beğenmiyor, sıfır barbarların icadı! Avrupa kendi numerik sistemine bağlılığını kararnamelerle duyuruyor. Floransa’da 1299 senesinde ilan ediliyor: İtalyan Floransa kambiyo loncalarının Arap rakamlarını, özellikle de “sıfır”ı kullanması yasaktır! Kararın altındaki notta ise, “Bu çok yaygın olmayan rakamın, Arap ülkeleri dışında kullanımı, ticarette çok büyük kargaşaya yol açabilir” deniyor. Bu esnada Doğu’da bir Budist meditasyonu olan shunyatayla pozitif yokluk noktasına ulaşmaya çalışırken sıfıra da yüksek bir rütbe gibi “shunya” ismi veriliyor… Sıfır, rakamlar arasında yerini alsa da ne edebiyatta, ne felsefede belirgin bir yer edinemeden duruyor. Halbuki bilgisayarların bugünkü teknolojiye ulaşmasındaki katkısı büyük. Sessiz atın çiftesi endişesinden olsa gerek 1999 ve 2000 yıllarında sıfıra dair 13. yüzyıla kadar Avrupalılar için sıfır şeytanın rakamı, insan olsa kazanlarda yakacaklar. Sıfırı rakam olarak tanıyıp tanımama tartışmaları aslında bitmeyen bir Doğu-Batı tartışması gibi. Mack’ın 1962 tarihli yapıtı Siehst du den Wind İstanbul’da sergilenecek. Sıfıra hayran olanlardan biri de Aziz Nesin. üç tane kitabın yayımlanmasının altında elbette bir korku vardır. Dijital kıyamet korkusu... Teoriye göre “1998” yılını “98” olarak kullanan tüm bilgisayar sistemleri, 2000 yılını “00” olarak algılayacak, bilgisayarlar balkabağına dönecektir. Neyse ki sıfırın laneti gerçekleşmez. Dünyanın önemli istatistikçilerinden Hans Rosling, rakamlar arasında en kıymetlisinin “sıfır” olduğunu Dünya Bankası çalışanlarına şöyle anlatır: “Bakın elimde 1 dolar var. Bu dünyada milyarlarca insanın bir günlük parası, bununla yaşamaya çalışıyorlar. Şimdi bunun yanına 10 dolar koyacağım, yani 1’in yanında sıfır var. Bakın dünyada 10 dolarla geçinen insanlar da var. Elimde gördüğünüz 10 dolara sahip insanların tek farkı ayaklarında bir ayakkabı var, ve kıyafetleri var. Sizler ise 1’in yanında iki tane sıfırın olduğu şanslı ülkelerde, gelişmiş ülkelerde yaşıyor olabilirsiniz, bu birin yanındaki sıfırı önemsemiyor olabilirsiniz, ama ben önemsiyorum.” Bize gelirsek, “sıfıra sıfır, elde var sıfır” boşuna bulunmuş bir söz değil. Dümdüz bir sopa gibi aşağıya inen birden, zikzaklar çizerek gelen ikiden, güneye inen virajlı bir yola benzeyen üçten önce sıfırın hikâyesinin sihrine kapılanlardan biri de ünlü matematik profesörü Ali Nesin’in babası Aziz Nesin. Bakın, Çatalca’da oturduğu bir masadan, 17 Haziran 1983 tarihinde oğlu Ali Nesin’e ne yazıyor: “Matematiğin bütün bilimlerden bağımsız olduğunu yazıyorsun. Benim bilgin oğlum, beni bağışla ama, matematik her zaman bütün bilimlerden bağımsızdı ve matematikten başka da bağımsız hiçbir bilim yoktur, bütün bilimler birbirine bağımlıdır. Çok soyut olan geometri bile matematiğe bağımlı. Matematik, matematik olduğu günden beri bağımsızdır. Bağımsız olmasa matematik olmazdı, neden bağımsız? En salt soyutlamadır da ondan… Matematikten daha soyut hiçbir şey yok… Örneğin sıfır ne demek? Korkunç bir soyutlamadır sıfır… İnsan soyunun en büyük soyutlamasıdır ve ben hayranım şu sıfıra… Daha lise öğrenciliğimden beri…” Sıfır, hayran olunacak mütevazi bir rakamdır. Çarpılmazsanız gül gibi geçinir gidersiniz. 12 Son derece hareketli, 1961’de ZERO’ya kapılarını açan Alfred Schmela ve eşi kurucu üçlüyle samimi bir sohbette. bir o kadar da heyecanlı günlerdi Ferit Edgü, ZERO sergilerinin açılmaya başladığı yıllarda Avrupa’ya sanat eğitimi almaya gitti. O günleri, “Savaş ardında bir yıkıntı bırakmıştı. Bir uygarlık yıkıntısı. Ama hemen ardından, o yıkıntıların arasından yepyeni bir sanatın, yepyeni bir düşüncenin filizleri oluşmuştu” diye anlatıyor. CEM ERCİYES Ferit Bey, siz 50’lerin sonunda resim eğitimi için önce Almanya’ya gitmiş sonra Paris’e geçmiştiniz. O yıllarda Almanya’yı nasıl hatırlıyorsunuz? Savaşın etkisi sürüyor muydu? Hakim sanat anlayışı nasıldı ve daha sonra içinden ZERO sanatçılarını, Beuys hatta Günter Grass gibi isimleri çıkartacak eleştirel genç sanatçılar neler yapıyordu? Ben, 1958 yılının sonbaharında gittim Avrupa’ya. Önce Venedik, oradan da Münih. Talihim vardı, çünkü Venedik’e vardığımda, hayatımın ilk bienalini gördüm. Ve Peggy Guggenheim müzesini... 22 yaşında o güne değin, klasik modern hiçbir orijinal resim heykel görmemiş biri için bunların ne büyük bir şok olduğunu gözünüzün önüne getirebilirsiniz. Münih’e vardığımda ilk yaptığım, galerileri, müzeleri ziyaret oldu. O yıllarda taparcasına sevdiğim Klee’nin resimleriyle karşılaşmamı anlatacak sözcükleri bulamam. Doğrusunu isterseniz, o dönemin genç sanatçılarının neler yaptığını Münih’te izleme olanağım olmadı. Günter Grass ilk romanını yayımlamış mıydı bilmiyorum. Beuys’un adını da Münih’te değil Paris’te duyacaktım. Savaşın etkisini Münih’ten çok Hollanda’da, Belçika’da gördüm. Savaş ardında bir yıkıntı bırakmıştı. Bir uygarlık yıkıntısı. Ama hemen ardından, o yıkıntıların arasından, yepyeni bir sanatın, yepyeni bir düşüncenin filizleri oluşmuştu. Bunları her yerde, açık seçik görüyordunuz. Önce Almanya’ya gitmenizin nedeni neydi? Bir çekiciliği var mıydı? Çünkü sonra Fransa’yı tercih ettiniz. Fransa’da 68 ile doruğa çıkacak bir başka hareketlenme yaşanıyordu. De Gaulle’ün güçlü yönetimi, soğuk savaşın sert rüzgârları gençleri etkiliyordu. Fransız sanatçılar neler konuşuyordu, nasıl yaşıyordu? Almanya’ya gitmemin özel nedenleri vardı. Almanya’nın sanat açısından bir çekiciliği tabii ki vardı ama beni götüren neden bu değildi. Zira 1950’lilerin sonunda tüm dünya sanatçıları için çekiciliği olan tek bir kent vardı: Paris. Bu nedenle iki yıl kalmayı tasarladığım Almanya’da yalnızca dört ay kalabildim ve kapağı Paris’e attım. Paris’e mutlu olmaya gitmedim. Kültür açlığımı doyurmaya gittim. Dostlarım vardı. Ve edebiyatına, sanatlarına, eğer deyiş yerindeyse az çok aşinaydım. 72 milletten sanatçılar Paris’e gittiğimde Cezayir savaşı olanca şiddetiyle sürüyordu. Yazarları, düşünürleri, sanatçıları derinden etkileyen bir savaştı bu. İkinci Dünya Savaşının doğurduğu soyut sanat, non-figüratif sanat adına ne derseniz deyin, dış dünyaya sırtını dönmüş nesneleri, doğal görünümleri resimden kapı dışarı etmiş bir sanat akımı hakimdi Paris’te. Paris ekolu denilen, aralarında Türk ressamlarının da yer aldığı 72 milletten sanatçıların oluşturduğu bu yeni sanat dili sanki sonsuza değin devam edecekti. 20. yüzyılın büyük isimleri, Picasso, Braque, Leger, Miro, Salvador Dali, Giacometti, Max Ernst hayattaydı ve olgunluk dönemlerinin yapıtlarını vermekteydiler. Gençlerle bu büyük ustaların ilişkileri müthiş bir dinamik sanat ortamı yaratıyordu. Tabii Paris’in kültür hayatı yalnız görsel sanatlarla sınırlanamaz. O yıllarda Beckett’in, Ionesco’nun, Adamov’un oyunları Paris sahnelerinden dünya sah- Yves Klein Mübin Orhon Mübin Orhon ile ZERO sanatçıları arasında bir yakınlıktan söz edilebilir. Üstelik Yves Klein, Mübin’in neredeyde her gün görüştüğü çok yakın bir dostuydu, ikisi de aynı galeriyle çalışıyordu... nelerine sıçramıştı. Gene savaşla birlikte doğan egzistansiyalizm savaşın yıktığı, yok ettiği değerlerin küllerinden doğmuştu. Yeni Roman’ın doğduğu Sarraute, Pinget, Robbe-Grillet ve Duras’ların yıllarıydı. Tüm bunların arasında unutulmaması gereken, o yıllarda toplumsal hayatın her aşamasında etkisini gösteren Fransız Komünist Partisi ve onun kültür ve sanat hayatına damgasını vuran ideolojisiydi. Dolayısıyla, bu karışıklıklarda son derece canlı bir sanat ve kültür hayatı söz konusuydu. Özellikle resim sanatında yahut görsel sanatlarda bu karşıtlık, kendisini daha iyi duyuruyordu. Soyut sanata karşı toplumcu gerçekçi figüratif ressamlar vardı. Fransız entelijansiyası, denilebilir ki, ikiye ayrılmıştı: Soyut sanattan yana olanlar ve soyut sanata karşı olanlar. İlgi çekici olan bu ikincilerin bağnaz komünistler kadar bağnaz sağcı tutuculardan oluşmasıydı. Sizin anlayacağınız, Cezayir savaşına bakışık olarak bir de kültür ve sanat savaşı vardı. Paris’te Türkiye’den de pek çok genç sanatçı, sanat öğrencisi vardı. Bütün bunlar olurken “bizimkiler” ne yapıyordu? Cafe Select’in müdavimleri kimlerdi, neler konuşulurdu? 13 Gündem, güncel gelişmeler takip edilir miydi? Yanılıyorsunuz, o yıllarda Paris’te, öyle çok sayıda genç sanatçı, sanat öğrencisi yoktu. Türk ressamların büyük bir çoğunluğu Montparnasse’da oturuyordu ve savaş sırasında Hemingway ve arkadaşlarının üne kavuşturduğu Select kahvesini mekan edinmişlerdi. Kimdi bunlar: Birincisi Mübin Orhon. Çünkü Mübin, Select’in olduğu binanın en üst katında yaşayıp resim yapıyordu. Sonra her gün bisikletine binip gelen Selim Turan. Oldukça sık gelen Hakkı Anlı. Geçenlerde gözlerini yuman Remzi Raşa. Avni Arbaş, Abidin Dino oldukça sık gelirlerdi ama devamlı gelmezlerdi. Oktay Günday, Behçet Safa, Atilla Bayraktar, sevgili Adnan Varınca, içtiğim suyun ayrı gitmediği Güneş Eskin ve arada bir yolu düşen Fikret Mualla. Bir de Select’e hiç uğramayanlar vardı. Fahrelnisa Zeid ve oğlu Nejad gibi. Tabii Select’in Türk müdavimleri yalnız ressamlar değildi. Aralarında matematikçilerin, mimarların, gazetecilerin de olduğu Türk bir grup vardı. Select’te evimizde gibiydik. Hele 1960’tan sonra gelen Kuzgun Acar’dan, Onat Kutlar’dan, Demir Özlü’den sonra. Sanmayın ki Select Türk sanatçılarının kahvesiydi. Becket’in, Adamov’un sık uğradıkları bir kahveydi. Yves Klein, Türkiyeli ressam Alber Bitran oldukça sık gelirdi. Yunan ve Amerikalı sanatçı dostlarımız vardı. Ne konuşulurdu? Hemen hemen her şey. Biz Türkler daha politizeydik. Ama bizim politika bilgimiz kendi yurdumuzla sınırlıydı. Cezayir savaşıyla benim gibi ilgilenenlerin sayısı pek fazla değildi. Sanat tartışmaları olur muydu? Şimdi düşünüyorum da, pek öyle derin tartışmalar anımsamıyorum. Daha çok okuduğumuz bir kitaptan, gördüğümüz bir filmden, izlediğimiz bir sergiden söz ederdik. Ama sanat görüşlerimiz çarpışmazdı. Bir kavga ortamı yoktu. Olsaydı çok iyi olurdu ama yoktu. Bu arada Select’e 1960’ta konuk olan Tanpınar’ı es geçmeyelim. O da hemen her gün (27 Mayıs öncesine kadar) Select’e uğrardı. Ama biraz da gülümseyerek şunu söyleyeceğim. Bir yıl boyunca kendisiyle hiçbir edebiyat konuşması yapmadık. O da ben de resim sanatını sevdiğimiz için resim sanatıyla yetiniyorduk! 50’ler dönüm noktası 60’ların Avrupa sanatıyla Türkiye’deki sanat arasında bir eşzamanlılık olduğunu söyleyebilir miyiz? Değilse neden yoktu? Çok iyi bir noktaya değindiniz. Önce şunu söyleyeyim, yalnız Türk sanatının değil Türk düşünce dünyasının da Batı düşünce ve sanat dünyasıyla eşzamanlı olduğu bir dönem yoktu. Biz Türkler, aramızda Paris’te yaşamış, orda çalışmış olanlar dahil, hep yarım yüzyıl, otuz yıl yirmi yıl geriden izlemiştir. Kübizmin sanat ortamına bomba gibi düştüğü yıllarda Paris’teki Türk ressamı izlenimciliği keşfetmiştir. Gerçeküstücülükten ise hiç söz etmeyeyim. Türkiye ne edebiyatta ne resimde 1950’den önce gerçekten bu her şeyi altüst eden sanat akımının çok ötesinde bir anlamı, etkisi olan gerçeküstücülüğü 1950’den sonra keşfetmiştir. Doğrusunu isterseniz, 1950, Türk sanatı ve edebiyatında tam bir kırılma noktasıdır. Ancak bu tarihten sonra Türk sanatı, Batı sanatıyla eşzamanlı sayılacak bir verimin içine girmiştir. Daha önce bu neden gerçekleşmemişti? Sanırım bu, bir değil onlarca doktora konusudur. Nejad Devrim, savaşın hemen ardından Paris’e yerleşmişti. Doğmakta olan soyut resmin yaratıcıları arasında yer aldı, resimleri Fransız sanatçılarla birlikte Amerika’daki sergilerde yer aldı, benimsendi, onurlandırıldı. Ama o da çok sürdüremedi bu ilişkiyi. Oysa çok iyi bir konumdaydı. Avni Arbaş gibi çok yetenekli bir sanatçı, niçin yeni oluşumlara sırtını çevirmeyi yeğlemişti? Ne vardı bizim sanatçılarda eksik olan? Acaba diye düşünüyorum, resim sanatının bir “kafa sanatı”, zihinsel bir Heinz Mack’ın yaratma sürecinin “hareket” içeren etkinliği olduğunu resmi ve ünlü mu bilmiyorduk? “rotor”larından Bizde 60 sonrası bir örnek de siyasi atmosfer İstanbul’da... hareketli. Ama manifestolar, karşı çıkışlarla dalgalanan bir sanat ortamı yok. Siyasetin kendisini sanattan daha fazla mı önemsedi Türkiye… Ne dersiniz? 60’tan sonra bizdeki siyasi atmosfer belirttiğiniz gibi gerçekten son derece hareketliydi. Bunu da, biliyorsunuz, büyük ölçüde 27 Mayıs’a borçluyuz. O yıllarda, sanatın siyasallaşması büyük ölçüde az önce Fransa örneğinde sözünü ettiğim sosyalist solun Fransa’dan ve büyük ölçüde de Sovyetler’den etkilenmelerine bağlıdır. Ama bu görüş ve sanatın toplumsal işlevinin abartılması Türkiye gibi ülkelerde kolay anlaşılabilir. Ben ve benim kuşağım bu tür siyasallaşmanın sonucunda silinip gidebilirdik. Sanırım dayanmamızın ve bugünlere ulaşmamızın temelinde o yıllarda bir çelişki gibi görülen bir özelliğimiz yatıyordu. Bizler aktif olarak politikanın içinde yer alıyorduk. Ancak yazdıklarımızın, çizdiklerimizin özerkliğini korumaya özen gösteriyorduk. Bir entelektüel siyaseti sanat- Bugünün sanat ortamını 1950’lerle karşılaştırmak kolay değil. Her şey, değişmeyen de değişti. O korkunç yoksulluk günlerinin yerini günümüz aldı. tan daha fazla önemseyebilir. Ama bir sanatçı hiçbir şeyi sanatından daha fazla önemseyemez. Çünkü onun özgürlüğü de insancıl değerleri de her şeyi, her şeyi o sanatın içindedir. Soyut sanat tekti Parisli sanatçılardan Mübin Orhon’un yaptığı resim, monokrom tarzıyla ZERO’nun bir araya topladığı sanatçılara yakın bir dile sahip. Bunu bir eşzamanlılık olarak yorumlayabilir miyiz? Mübin, bildiğiniz gibi, sanat eğitimi almamıştır. Siyasal bilgilerde okumuş, doktora yapmak için Paris’e gelmiş ama ressamlarla yata kalka resim sanatının zehrini tatmıştı. Ortam uygundu, resim eğitimi almayan birinin eline fırçayı almasına olanak tanıyordu. Çünkü, soyut sanat sanki günün geçerli tek sanatıydı. Ve bu sanat dıştan bakıldığında önüne hiçbir kural koymuyordu. Mübin, çevresindeki ressamların yapıtlarına bakarak sanat eğitimi almış oldu. Böylesi de mümkündür. 1950’lilerin sonlarından itibaren tuvale resim yapmıyordu, tuvali resme dönüştürüyordu. Bu nedenledir ki, onun tuvallerinde bir boşluk yer almaz, tuvalin kendisi boşluktur. Bu açıdan bakıldığında Mübin, özellikle 1960’tan sonraki yapıtlarıyla ZERO grubu içinde yer alabilirdi. Belki ZERO grubu sanatçılarının düşünceye dayalı sanat görüşleri onu engellemiştir. Üstelik grubun en önemli sanatçılarından biri Yves Klein, hemen her gün görüştüğü yakın bir dostuydu. Klein’ın galerisi Iris Clert Mübin’in de galerisiydi, ama aralarında bir etkileşim olmadı. Mübin, daha çok duyguların, sezgilerin sanatçısıydı. Cantona gibi, Yves Klein gibi, yapıtları handiyse partizanca bir karşıtlık taşıyan biri değildi. Ama haklısınız. Mübin ile ZERO grubunun birçok sanatçısı arasında bir yakınlıktan söz edilebilir. Bir de bugüne bakalım. 50’lerin sonundan ve 60’lı yıllardan bugüne baktığımızda nereden nereye geldik? Ne dersiniz? Bugünün sanat ortamını 1950’lerle karşılaştırmak kolay değil. Her şey, değişmeyen de değişti. O korkunç yoksulluk günlerinin yerini günümüz aldı. Günümüz, yani milyon liralara satılan resimler, yüzlerce galeri, güzel mekânlar, yayınlar, kataloglar, bienaller, uluslararası sergiler vb. vb. Son on yılda sanat hayatımıza katılan müzeleri, sergileri ve tabii koleksiyoncuları unutmayalım. Kendi çapımızda bir sanat pazarı yaratmayı başardık. Ama sanatın bir para işi değil, bir kafa işi olduğunu unutmayalım. 14 Bir sessizlik ve başlangıç anı Sergi mekânını bildik koordinatlarından uzaklaştırmak, izleyiciyi de işin içine katarak şaşırtıcı eserler üretmek ortak dertleriydi. Bu bakımdan günümüzün geleceği hesaplayarak üretilen sanatının bir kez daha ZERO’ya bakması iyi olabilir. kaynakları olarak ilan etmek acelecilik mi tartışılır. Fakat sergi mekanını bildik koordinatlarından uzaklaştırmak, onu aşındırmak, Amsterdam’daki izleyiciyi de işin içine katarak Stedelijk kalıcı olmayan geçici bir seri Müzesi’nde işin sergilendiği sonraya gerçekleşen iki kalmayacak, şaşırtıcı yapıtlar farklı ZERO sergisi. üretmek ortak dertleriydi. 1962 (yanda), 2015 (altta). ZERO’yu ZERO yapanın kalıcı olmayan, geçici ve deneyimin kendisini sanat konusu, nesnesi yapan bir yaklaşıma sahip olduğu akıllardan kaçmamalı. Yarınsız bir iş AYŞEGÜL SÖNMEZ 1958 ile 1961 yılları arasında çıkıcak üç ZERO dergisinin arkasındaki önemli figürler olarak Heinz Mack ve Otto Piene’yi sayabiliriz. Bir meridyen gibi Almanya’dan sonra Hollanda, İtalya, Fransa, Belçika ve ABD’yi kuşatacak ZERO’ya katılacaklar arasındaysa Armando’yu, Yves Klein’ı, Lucio Fontana’yı, Daniel Spoerri’yi, Jean Tinguely’yi ve Piero Manzoni’yi… Hatta müze eleştirisiyle hâlâ bir muse olan Hans Haacke’yi… Bütün aykırılıklarıyla kendi dışkısını ve nefesini paketlemekle bildiğimiz Manzoni, kâh kadınların vücuduna boya sürerek kâh tuvalin yüzeyini yakarak yaptığı resimleriyle ve kendi keşfi mavisiyle tanıdığımız Yves Klein, noktalarını artık bir moda devinin, Louis Vuitton’un çantalarına kondurduğu Kusama, işte bu tarihteki avangart “sıfır noktası”nın onlarca aykırı kahramanından sadece üçü. Akımdan fazlası Bu tarihi an, Avrupa’yı şehir şehir kuşatırken, ona gönül veren her sanatçının bir akıma doğru yol almadıklarını seçimlerini sadece özgürlükten ve bireysellikten yana kullandıklarının altını çizmekte fayda var. Çünkü ZERO aslına bakarsanız bir akım değil! Bir akımdan daha fazlası… Bir “avangart tavırlar çokluğu”. Savaş sonrası mevcut eğilimi, soyut ekspresyonizm, -bir ara Nuri İyem ve pek çok Türkiyeli sanatçının gönül verdiği Taşizm- gibi ressamca resim yapmak olarak özetlersek ZERO’ya gönül verenlerden Lucio Fontana’nın tuvali bir ucundan öbürüne neden kestiğini anlayabiliriz. Ya da yüzlerce şeffaf plastik torbaya belli bir seviyeye kadar Bir grup sanatçının kendilerine grup üyesi demeden, bireyselliklerinden taviz vermeden gösterdikleri çoğulculuğun adı ZERO’dur. Bu, çağdaş sanat guide’larında yer almaktan çok daha önemli bir durumdur... su doldurarak sergileyecek Henk Peeters, paket kağıtlarını yırtarak onları tuval yerine koyacak Murakami’yi, kendi nefesiyle dolduracağı sanat eserini kutulayacak Manzoni, yüzlerce birayla doldurduğu raflarıyla Henderikse’yi… Hepsinin ressamca olandan kendilerini kurtarmak adına gün- delik olandan, yaşamdan yana saf tuttuklarını, çoğu zaman Duchamp’dan yadigâr araba lastiği, bira şişesi gibi hazır yapım seri üretim nesnelere başvurduklarını da belirtelim. Monokrom renklerde resimler yaparak ressamın elinden azade kılınan tuvallere, hareketli ışık oyunlarına evsahip- liği yapan düzenlemelerin hemen her biri teorist Hartmut Böhme’nin deyişiyle “arada derede bir estetiğin ifade biçimleri”. Bu arada derelik önemli… Hem fiziksel hem de ruhsal mekânın devreye girmesi arzusuyla yaratılan bu işleri Fluxus’un müjdecileri, minimalizmin ilham S I N E M A , S Ö Y L E Ş I , AT Ö LY E Çocuk atölyeleri: “ZERO. Geleceğe Geri Sayım” sergisi kapsamında SSM Çocuk Atölyeleri, çocukları geleceğin sanatıyla tanıştırıyor. Çocuklar Fontana’nın sıradışı, iki boyutun ötesine geçen tuvallerinden Yves Klein’ın rengi özgürleştiren dünyasına, Otto Piene’nin ışık oyunlarından Heinz Mack’ın yansımalarla değişen ve dönüşen heykellerine bir sanat yolculuğuna çıkıyor. Hafta içi okul gruplarına, hafta sonu bireysel katılıma açık ücretsiz atölye çalışmaları 11.00 13.00 ve 14.00 - 16.00 olmak üzere günde iki kez gerçekleştirilecek. Rehberli turlar: Her cumartesi saat 11.00 ve 14.00’te; ücretsiz. Sinema: 7 Ekim’den itibaren Bu da bu yarınsız işleri tarihselleştirirken karşılacak pek çok soruyu gündeme taşıyor. Yapılırken “yarınsız” bir iş nasıl bugün 21. yüzyılın başında sergilenecek? Bu sergilenme yine Böhne’nin deyişiyle bu “grupların grubu”, “meta-grup” çoğu yapıldığı gece yok edilmiş işlerden oluşan ZERO’yu nasıl bir şimdiye dahil edecek? ZERO sanatçılarının 1950’lerin sonlarına tarihlenen işlerinin tamamen yarınsız aksiyonlarından kalan siyah beyaz fotoğraflarına bakarak mı? Sanatçıların tanıklıklarına başvurarak mı? Bu yeni 2015 sürümü ZERO versiyonlarında karşılaşılan en büyük tehdit izleyicinin pasif ve akımın da artık bir yarına sahip olması gerekliliğiyle sergilenebilir hale getirilmesinde yaşanmayacak mı? ZERO’yu, 20. yüzyılın avangardının önemli bir durağı olarak görmek sanatın kendi hesaplılığıyla yüzleşeceği bir zemindir. Bu yüzleşme aynı zamanda çağdaş sanatın yakın tarihinin nasıl tarihselleşeceğine ilişkin yanlışları doğruları da gün ışığına çıkarıyor. Eğitim verenler olarak Joseph Beuys’suz başlatamadığımız avangardın Otto Piene, Heinz Mack gibi Yves Klein, Manzoni ve Fontana gibi en az Beuys kadar onlarsız anlatılamayacağı üstelik ZERO’cuların Beuys’un tam tersine kendilerini yaşarken mitleştirmekle hiç ilgilenmeyenler olduğunu hesaba katarak… ZERO Sakıp Sabancı Müzesi’ndeyken tartışacağımız, düşüneceğimiz pek çok şey olacak ne mutlu ki… her çarşamba 18.00’de Alman sinemasından örnekler gösterilecek. Küratör Atilla Dorsay. Söyleşi: Beral Madra, Mark Wigley, Elizabeth Goldring Piene’nin katılacağı ZERO konuşmaları 23 Ekim’de. Tüm etkinlikler hakkında detaylı bilgi için www.sakipsabancimuzesi.org 15 SERGİNİN SEKİZ TEMASI ► ZAMAN/UZAM ► RENK ► YÜZEY ► IŞINIM ► TİTREŞİM ► YAĞMUR /ATEŞ ► IŞIK/YANSIMA ► AYDINLIK/KARANLIK Heinz Mack‘ın Işık Stelleri ZERO’nun içinde büyüdüm Serginin küratörü ve ZERO Vakfı Kurucu Yöneticisi Mattijs Visser’in çocukluğu sanat eserleriyle dolu bir evde geçmiş. İstanbul için anlaşılır ve zengin bir sergi hazırladığını söylüyor Visser. ZERO sanatçıları çıkış yaptıkları yıllarda ünlü sanatçıları, galeri ve müzeleri eleştiriyorlardı. Bugün birbiri ardına müzelerde sergiler açıyorlar. Onları nasıl ikna ediyorsunuz? Açıkçası ABD’de bir müzede ilk kez bir ZERO sergisi yapacağım zaman çok da hoşlarına gitmemişti. Evet onlar müzelere karşıydı ve ben sanki düşman kampında açacaktım onların sergisini. Müzeyi tamamen buzla ya da dumanla doldurmak gibi fikirler ileri sürdüler. Ama neyse ki bunları uygulamak çok zordu ve biz normal bir sergi yaptık. Şimdi Sabancı’daki sergiyi de çok rahat hazırlıyorum. ZERO sizin kişisel hayatınızın da bir parçası. Küçükken ZERO hakkında ne düşünürdünüz? Sizin için ne ifade ediyor? Dayım Hollanda’daki ZERO sanatçılarından biriydi. Bu eserlerle seyahat ederek farklı yerlerde sergiler açardı ve annemle benim yaşadığım evde kalıyordu. Evde Klein ve Fontana’nın işleri vardı, her yer sanat eseri doluydu ve ben dört beş yaşlarımda onlardan nefret ederdim… Örneğin Belçikalı bir sanatçı olan Pol Bury’nin bir içinde makine olan bir eseri vardı ve tüm gün klik klik klik diye bir ses çıkarırdı. Dişlerim gıcırdardı, ben de çözüm olarak onu bozdum. Fontana’nın sol tarafta üç kesik izi olan bir resmi vardı. Bu kez yedi ya da sekiz yaşım- daydım ve dayım gibi ben de sanatçı olmak istiyordum. Eseri de beğenmemiştim. Bu yüzden, daha iyisini yapabileceğimi düşündüm ve ben de esere dördüncü bir kesik ekledim. Hem seviyor hem nefret ediyordum onlardan. Dürüst olmak gerekirse, mimari okuduktan sonra başka sanatçılarla çalıştım ve ZERO’ya dönüp bakmam zaman aldı. 2005’te ZERO’yla çalışmaya başladığımda kıymetini bilememiş olma, kıymetini geç anlamış olma hissim vardı. Düsseldorf’ta bir müzede ilk kez ZERO sergisi düzenledim. Böyle başladı... İstanbul için nasıl bir sergi hazırladınız. Eserleri seçerken, yerleştirmeyi yaparken nelere dikkat ettiniz? “Sanatçılar kendileri nasıl yapardı” diye düşünüp öyle kurdum sergiyi. Çok fazla açıklama, yazı yok. Sergiyi sanat tarihsel değil, görmeye, hissetmeye anlamaya yönelik olarak kurdum. ZERO, hareket, dinamo, renkler üzerine sergiler yaptı ben de tüm bunları dahil ettim. Sekiz tema var. Bunlar renk, hareket gibi basit başlıklar. Ve bu başlıkları en iyi şekilde temsil eden sanatçıların, onları en iyi temsil eden eserlerini seçtim. Daha önce hiç ZERO sergisi görmemiş bir şehir için anlaşılabilir olmasını istiyorum. İşler kendi kendilerini anlatıyor. Mümkün olduğunca fazla eser göstermeye çalıştık. Tabii sadece tarihi bir sergi olmadığını belirtmem Mattijs Visser gerek. ZERO’nun yaşayan bir fikir olduğunu anlatabilmek için son dönem eserlere de yer verdim. Bunlar tarihe mal olmuş sanatçılar ama hâlâ üretmeye devam ediyor. Geçmiş dönem işler genç izleyici için zorlayıcı olabilir ama özellikle son dönem işler geniş alan kaplıyor ve neredeyse gökyüzüne erişmeye çalışıyorlar. ZERO sanatçıları o yıllarda mesela Pollock gibi sanatçıları hem yaptıkları resim hem de ilişkileri sanatçı kimlikleri nedeniyle eleştiriyordu. Peki kendileri de bir gün mesela Jackson Pollock gibi meşhur ve zengin olmayı hayal etmiyorlar mıydı? Hayır. Çöle gidip orada güneşi yakalamayı, gökyüzünde uçup gezinmeyi hayal ediyorlardı. Onların hayalleri böyle şeylerdi, materyalist şeylerin ötesindeydiler. Otto Piene’nin bir sözü vardır; “Daha kötü bir dünya yerine iyi bir dünyanın hayalini neden kurmayayım” diye. Evet, daha iyisini hayal edersiniz. Sonuçta böyle bir hayal dünyasıydı onlarınki…