55. Fahrettin Gülseven

Transkript

55. Fahrettin Gülseven
Fahrettin Gülseven
FAHRETTİN GÜLSEVEN
Asalet, ince düşünce ve nezaket birbirini tamamlayan üç öğedir. Fahrettin Gülseven amcam, bu özellikleri kendisinde toplayıp, Kafkas ırkının ve
ailesinin ona kazandırdığı erdemleri heder etmeden yaşamını devam ettirmiş,
önemli görevler üstlenmiş, Azerbaycan davasına emek vermişti.
Gönlü zengin, ufku genişti. Ailesinin ve kendi yaşam serüvenini bizlerle paylaşırken içindeki buruk uyanışı ve sisler arasında kalan çocukluk
yıllarını özlemle gözler önüne serdi.
Hayatım
Üçü kız ikisi oğlan beş çocuklu ailenin, dördüncü çocuğu olarak 1925
yılında Iğdır’da dünyaya gelmişim. İki ablam Erivan doğumluydu.
Babam, çocuklarının doğum tarihini gün ve ay olarak titizlikle ve
güzel bir kaligrafiyle Kuran-ı Kerimin arkasına yazarmış. Ancak bu Kuran’ı
sonraki yıllar Molla Yusuf adlı dostumuz alıp götürünce, doğum tarihimizle
ilgili ayrıntılı bilgiden mahrum kalmıştık.
Babam, Hacı Hüseyin, Erivan doğumluydu (1877). Orta boylu, zayıf
vücut yapısına sahipti. Yüz hatları, şakakları ve göz yapısı Orta Asya tipini
andırırdı. Tıpkı babası Hacı Mehmet Ali gibi ticaretle uğraşırdı. Erivan’da,
kürk ve kalpak dükkânı işletir; bu nedenle, kürk almak için sık sık Semerkand
ve Buhara gibi şehirlere gider gelirmiş. (Anlattığına göre, Erivan’ın ilçesi
Iğdır’dan gelen Çarlık Ordusu generallerinden Eleşref Bey (Güneş), babamın
sadık müşterilerindenmiş.)
Babam, annesini doğum sırasında kaybettiğinden mama ile büyütülmüştü. Modern tıp anne sütüyle beslenmeyenlerin erken yaşta öldüğünü iddia
eder. Halbuki babam, bu iddianın aksine, çok sağlıklı ve uzun yaşadı. Vefat
ettiğinde 96 yaşındaydı!
Annem, “Gaziof yani Gazioğlu” olarak bilinen “beyzade” kökenli
soylu bir aileye mensuptu. Rus geleneğine benzer şekilde, annemin ailesinde evlenen kızlar baba lakabını taşıdıkları için, annem evlendikten sonra da “Gaziofların kızı” olarak bilinir ve anılırdı.
Büyük babamın Erivan’da büyük bir konağı varmış. Çocuklar dadıların eşliğinde eğitim alıyor, okul yaşına gelenler, öğrenim için Tiflis veya
Moskova’ya gidiyormuş.
“Gaziof” ailesinin bir özelliğini anmadan geçemeyeceğim. Bugün
çoğunluğu Gence şehrine yerleşik bu aileden birçok ressam, sanatçı ve devlet
adamı yetişmiş. 300 yıllık şeceresi olan bu ailenin ilginç bir evlilik âhlakı
var. Bu aileden kız alan birisi, karısının ölümünden sonra yeniden evlenme
662
Iğdır Sevdası
hakkını kaybeder. Yani, Gaziofun kızının üstüne başka kız alamak nerdeyse
imkânsız! ( Kars eşrafından, Malta sürgünü merhum Fuat Araslı’nın eşi de
Gaziof ailesindendi. Bakü’yü ziyaretim sırasında evlerini ziyaret etmiş, bu
aileyle tanışmıştım.)
Aristokrat değerlere önem verildiğinden, aile fertlerinin tar, gitar veya
karmon (akordeon) türünden en az bir müzik enstrümanı çalması adabımuaşeret gereğiymiş.
Yaz aylarında, okulların tatil olduğu zamanlarda, Moskova ve Tiflis’ten gelen gençler, kendi aralarında müsamere düzenleyip, konaktaki hanımları, canları sıkılmasın diye, eğlendirirlermiş. Annem o günlere ait renkli
hatıralarını özlemle yad ederdi.
Savaştan Önce Erivan
Birinci Dünya Savaşı’ndan önceki yıllar Erivan nüfusunun % 87’sini
Türk ve Müslümanlar, % 6’sını Ermeniler, geriye kalanını da Rus, Gürcü ve
diğer Kafkas halkları teşkil ediyormuş. Erivan “Hanlık” olarak yönetiliyor,
başında da Terekeme kökenli Ali Han isimli birsi varmış. Ali Han, uzun boylu, cüsseli ve iri yapılı bir adammış. Anlatıldığına göre gövdesi bir faytona
sığmadığından, ayaklarını ikinci bir faytona uzatarak o şekilde yolculuk
edermiş!
Ali Han, şehrin düzenini bozan olaylara bizzat müdahale edermiş.
Bir ara Ermeniler şehir merkezinde taşkınlıklar ve olaylar çıkartınca, Ali Han
kızgın halde Ermeni cemaati liderinin evine gitmiş,
“Bu ne hal!” diyerek kükremiş. Ermeni lider, Ali Han’ı teskin etmek
için,
“Aman efendim hele çayımızı kahvemizi için, sonra konuşuruz” demek zorunda kalmış.
19 yy ve 20 yy’ın başında Kafkasya’da iki şehir önemli imiş: Tiflis ve
Erivan. Yönetim, kültürel yaşam ve ekonomik faaliyetler bakımından Tiflis,
Çarlık Rusya’sının bir numaralı merkeziymiş.
Birinci Dünya Savaşı yıllarında Erivan’daki Ermeniler fırsatını bulup
Ali Han’ı tuzağa düşürüp baltayla feci şekilde öldürünce, etnik çatışmalarda
da hız kazanmış. 1917 Rus Devriminden sonra Rus ordusunun terhis olmasıyla bölgedeki Ermeni komitacıların saldırıları artmış, Müslüman nüfus için
güvenlik azalmış.
Kaça-Kaç Yılları
Vefakâr Ermeni komşular gizliden evimize gelip babama,
“Konaxa (komşu), ne olur buralardan gidin. Haberini aldık sizi öldürecekler” diyorlarmış. Bu türden tehdit ve korkunun çoğalması yüzünden bir
663
Fahrettin Gülseven
gün babam Erivan’ı terk ederek uzaktan akrabalarının olduğu Melekli köyüne
gidip yerleşmeye karar vermiş. Bu tehlikeli yolculukta babama, olası Ermeni
saldırısına karşı, sonradan kirvemiz olan Hıloi aşiretinden dostları refakat
etmişler.
Babam, annem ve iki kız kardeşim yanlarında evlerinin mobilya ve
eşyaları, iki arabalık kafile halinde, Melekli köyüne gitmişler.(1917-18) Köylüler gelen arabaların etrafını alıp, ilgi ve merakla pahalı eşyaları ve zengin
aileyi seyre dalmışlar.
Çok geçmeden Ermeni komitacıların Melekli köyüne baskın yapacakları haberi ortalıkta dolaşmış. Ermeni Taşnakların parolası, “Türk-Kürt
ayrımı yapmadan tüm Müslümanlara ölüm!” olduğu için sivil halk korkuyla
bekler olmuş. Gerçekten de bir gün köye yaklaşan silah seslerinin çoğalması
üzerine, köylüler, panik halinde yollara düşmüşler. Her şey öylesine ani ve
beklenmedik olmuş ki, bakıcı kadın kundaktaki ablamı son anda beşikten
kucaklayarak kaçırabilmiş! Babam, annemin “Aklını mı oynatın! Zamanımız
yok!” uyarılarına kulak aldırmadan kapının arkasında asılı duran çok sevdiği
paltosunu almak için eve geri dönmüş ama tehlikenin yaklaştığını anlayınca,
vazgeçmek zorunda kalmış.
Can havliyle yola düşen kafile Erhacı köyünde mola verdikten sonra
Çille dağını aşıp Beyazıt’a gitmiş. Yolda susuzluk öylesine büyük bir sorun
olmuş ki, bir keresinde, bir Kürt obasına yakın yerden geçen yolları üzerine
elinde çaydanlık bir kadın çıkmış. Suyu anneme uzatmış ama bir eliyle de
boynundaki gerdanlığı söküp almış.
O yıllar Beyazıt vilayeti İshak Paşa Sarayı etrafında kuruluymuş. Bugünkü D.Beyazıt’ın kurulu olduğu yer, Tebriz’den gelip Çaldıran’a uzanan
demiryolu şebekesine hizmet veren istasyon merkeziymiş. Sonraki yıllar,
kullanılmayan bu demiryolu halk tarafından sökülmüş, demirleri inşaatlarda
kullanılmak üzere alınıp götürülmüş. Iğdır’daki birçok mahalle köprüsünün
yapımında da bu raylardan istifade edilmişti.
Ailem Beyazıt’a yerleşmiş ama Ermeni saldırıları burada da gündeme
gelince sınırı geçip İran’ın Makü şehrine gitmişler.
Türk Ordusu Beyazıt üzerinden hücuma geçip Iğdır’ı kurtarınca, babam Makü’den Iğdır’a gelmiş.Iğdır’ı kurtaran Ordu içerisinde Yusuf Ilgaz’ın
babası Ali Çavuş (Türk bayrağını belediye binasına ilk diken asker), Cemal
Bey, Şevki Bey, Şükrü Bey ve Çerkez asıllı subaylar varmış. Bunların çoğu
Kurtuluşu izleyen yıllarda emekli olup Iğdır’da kaldılar.
Şevki Bey, savaştan önce eczacı kalfası yada sıhhiye çavuşu olarak
orduda görev yapıyormuş. Emekli olunca Iğdır’da Ecza Deposu çalıştırmaya
başlamıştı..
664
Iğdır Sevdası
Cemal Bey, aslen Trabzonluydu. Kâzım Karabekir’in ordusundan
emekli olup, eski ortaokulun karşısındaki evlere yerleşmişti.
Şevki Bey’in oğulları Necdet Güner, İş Bankasından emekli oldu; Bedir Güner, Kore Savaşı gazisi olarak geri geldi; Kubilay Güner Rıza Yalçın’ın
kızıyla evlenerek Iğdır’a yerleşti.
Cumhuriyetin İlk Yılları
Cumhuriyeti izleyen yıllarda Iğdır ve ahalisinde büyük bir otorite
boşluğu varmış. Bu yüzden mafya tipinden örgütlenmeler ve çeteler her yerde
türüyor, yerli halkı bunaltıyormuş.
Bu çeteler öylesine azgınmışlar ki, Aras nehrini geçip Ermeni dükkânlarını talan ediyorlar, yerli halk üzerine tehdit ve baskıyla haksız kazanç
sağlıyorlar, hatta posta arabalarını bile soyuyorlarmış.
Otoritenin böylesine ciddi sorun olduğu, devletin henüz kendisini
kurumlarıyla hissettirmediği bu dönemde Azeri ve Aşiret ileri gelenleri ele
ele vererek otorite boşluğunu doldurmaya çalışmışlar. Bu yüzden, o dönemde
Azeri ve Aşiret kesim arasında kendiliğinden çok iyi bir ahenk ve dostluk
oluşmuş. Sosyal yaşam her gün biraz daha renkleniyor, ekonomi canlanıyormuş.
Yerel otoritenin tesisinde ve halkın örgütlenmesinde bu dönem en çok
Ali Ataman’ın emeği geçmiş. Doğuştan lider özelliklerine sahip Ali Ataman,
Iğdır eşrafını etrafında toplayarak onlara liderlik etmiş, kasabanın problemlerinin halli için kişisel girişimlerde bulunmuş.
İlkokul Yıllarım: Şevki Bey’in Evi
12 Kasım İlkokulu (1932) açılmadan bir yıl önce, abimle birlikte
Şevki Bey’in evinde – Mecit Hun ve Paşa Turan’ın gazinosunun tam karşısında- kurulmuş derme çatma bir ilkokulda, okul hayatıma başladım. Aslen
Trabzonlu Şevki Bey, Iğdırlı bir kızla evlendikten sonra, ordudan ayrılıp ecza
deposu açmıştı.
İki oda bir aralıktan ibaret bu küçük ilkokulda (1923-32 yılları arasında eğitim veren kasabanın ilk mektebi) benden önce birçok öğrenci birkaç
sınıf eğitim alma şansına sahip olmuştu. Bunlardan birisi de Kasımcan köyünden akrabam Hacı Cebrail Kılıç idi. Birinci ve ikinci sınıfları bu evde, diğer
sınıfları da değişik evlere dağıtmışlardı. 1932 yılında 12 Kasım İlkokulu
açılınca, Şevki Bey İlkokulu kapandı..
O yıllarda sokaklara, başıbozukluk ve şiddet hâkimdi. İlkokula giden
bir öğrenci kasığından yediği bıçak darbesiyle yaralanmış, çok geçmeden de
ölmüştü. Bu yüzden anne babalar çocuklarının sokakta dolaşmasını istemezlerdi. Ev ile okul arasındaki yolu birlikte yürüyelim diye henüz 5.5-6 yaşımda
665
Fahrettin Gülseven
olmama karşın ağabeyimle ilkokula başlamıştım.
“O taşı nerden buldun?”
İlkokul öğrencisiydim. Sakin ve kendi halimde eve dönüyordum.
Şevki Bey’in evinin önünden geçerken, üç oğlu (Bedri, Necdet ve Kubilay)
önümü kestiler.
“Bizim mahalleden geçemezsin!” dediler. Eve gitmem için başka
yol olmadığından, onların bu uyarısına kulak asmadan, yoluma devam etmek
istedim, ama nafile! Üzerime atlayıp beni yere attılar. İçlerinden bir tanesi
kocaman bir çakıl taşını eline almış, alınma vurarak işkence ediyordu. Kolunu
yakaladım,
“Eye! Bu taşı nerde buldun? Ben de kendime bir tane alayım!” dedim.
O da sorduğum soruyu ciddiye alıp, az ötedeki taş yığınlarını işaret etmişti.
Oraya koşturdum; gözüme kestirdiğim bir taşla savaş alanına geri döndüm.
Benim bir çılgınlık yapacağımdan korkan gençler yana çekilip, yol verdiler.
12 Kasım İlkokul
1932-33 öğrenim döneminde 12 Kasım İlkokuluna başladım. Sınıf
arkadaşlarım arasında Uzun Halil, İsmail ve Abbas Çınar gibi isimler vardı.
Çınar ailesinin çocukları sonraki yıllarda da arkadaş olarak hayatımda önemli
bir yer tuttukları için ailenin şeceresini biraz açmak isterim:
Yunus Çınar ince uzun boylu, yakışıklıydı. Hüseyin Çınar birkaç sınıf
ilerimizdeydi. Abdullah Çınar, kardeşler içinde en zeki olanıydı. Erzurum
lisesinde okurken, babasının vefatı nedeniyle eğitimini yarıda kesmek zorunda kalmıştı. İsmail ve Abbas Çınar’ın her ikisi de boylu posluydu. Spora ve
oyunlara büyük ilgileri vardı. Latif vasat ve sakin yaratılışlı bir öğrenciydi.
Arkadaş guruplarına pek katılmazdı.
Şevki Bey’in oğlu Necdet Güner, Bağır Aras’ın oğlu Mazlum, İbrahim Aras’ın kızı Leylâ, ilkokul öğretmenimiz Erzurumlu Azmi Bey’in iki
kızı, Hakveyis köyünden Paşa, kahveci Tahir’in oğlu Adil, sonraki yıllar ziraatçı olan ve Kamerli İbrahim’in kızı Zekiye ile evlenen Cevdet, Hacı Nağdali
Parlar’ın kızı Şirin, Hacı Gulem Parlar’ın oğulları İslam ve Nevzat aklıma
666
Iğdır Sevdası
gelen diğer sınıf ve okul arkadaşlarımdı.
Necati Kölan Paşa’nin ablası Füruzan bizden birkaç sınıf ilerideydi.
Babaları Aziz Bey, bizim gibi Erivan muhaciriydi. Bütün kardeşler çok zeki
ve çalışkandılar. Niyazi, sonraki yıllar İstanbul’da konserve fabrikası işletti.
Enver, orduda subay olarak görev yaparken Kore savaşına katılmış ancak geçirdiği bir travma nedeniyle yaşama erken yaşta veda etmişti. Necati Kölan
Paşa da, uzun yıllar GATA başkanı olarak hizmet verdi.
Kars merkeze yerleşik Rahim Karabağ, Kölan ailesiyle uzaktan akraba idi. Rahim Bey’in bir oğlu Tevfik, TÜBİTAK başkanlığı yaptı. Ejder ile de
gençlik yıllarımda birçok macerayı birlikte yaşamıştım.
Bizden birkaç sınıf ilerideki isimlerden birisi de Tevfik Demirkaya
idi. Tevfik çift dikiş gidiyordu. Birkaç yıl sonra onu yakalayıp aynı sınıfta
beraber olduk.
Ortaokul Yıllarım
Ortaokul yıllarımda Hamza Mızrak,Yavuz Nazaroğlu, sınıf arkadaşlarım arasındaydı. Yavuz Nazaroğlu, babası erken yaşta vefat ettiğinden amcasının yanında kalarak okula gidip geliyordu.Bu yetenekli gencimiz sonraki
yıllar, Iğdır toprağının yetiştirdiği medar-ı iftihar olarak Anayasa Mahkemesi
Üyeliği görevine kadar yükseldi.
Mecit Hun bir sınıf ilerimizdeydi. Melekli köyünden Asker ve İsrafil’in evinde kalarak ortaokula gidiyordu
Ortaokul yıllarımda, kültürel gelişmeme büyük katkıda bulunan
Halkevleri açılmıştı. Sık sık gider, gazeteleri ve kitapları okuyarak dünyada
olup biten hakkında bilgi sahibi olurdum. O yıllar radyo, yalnızca Nağı Bey
(Odoğlu), Ali Ataman ve Halkevi’nde vardı. İkinci Dünya Savaşının henüz
başladığı günlerdi. İnsanlar radyonun başına üşüşür, ellerinde kağıt kalem,
kimin nereye ne kadar askerle saldırdığını yazıp çizerdi.
Bir kuşağın yetişmesinde ve fikri şekillenmesinde olağanüstü katkıları
olmuş Halkevleri ne yazık ki DP tarafından 1954 yılında kapatıldı.
Kars Lisesi
1941-42 öğrenim döneminde Kars Lisesi’ne kayıt yaptırdım. Lisenin
pansiyonunda yatıp kalkıyordum. Pansiyonlar, ahırlardan devşirme biçimsiz
binalardı. Kış aylarında anamız ağlıyordu. Soğuktan tir tir titriyorduk. Sabahları yüzümüzü yıkayacak su bulmanın ne mümkünü! Donmuş çeşmelerin
başına üşüşür, dökülecek birkaç damla suyu beklerdik. Sabah uyandığımızda,
yüzümüzü yıkayacak suyumuz olsun diye, şişelere doldurduğumuz suları yastığımızın altında saklardık. Pansiyon öylesine soğuktu ki, şişenin içindeki su
bile donardı!
667
Fahrettin Gülseven
Yaşam koşulları beni çok zorluyordu. Hamam ve temizlik kültürüyle
büyümüş bir ailenin çocuğu olarak, düzenli banyo ihtiyacımı burada karşılamam imkansızdı. Birkaç ay yaşantımız böylece devam etti. Arkadaşlara
sorup soruşturuyor, taşınabileceğimiz daha uygun bir yer arıyorduk. Nihayet
bir gün, Kars Milli Şûra başkanı İbrahim Cihagiroğlu’nun kardeşi Aziz Bey’in torunu Ali Asker isminde bir sınıf arkadaşımız, “İsterseniz anneannemin
(Aziz Bey’in hanımı) yanında kalabilirsiniz” dedi. Ordu Caddesinde, PTT
bitişiğindeki bu eve vakit kaybetmeden taşındık. Yaşlı Teyze, her gün bize
yemek pişiriyor, rahatımız için elinden geleni yapıyordu.
Amcam terziydi. Kars’a yolculuğa çıkmadan önce, biri çizgili lâcivert, biri kahverengi, biri de gri olmak üzere, üç takım elbiseyi ölçülerime
göre dikip hazırlamış; annem de özenle bavuluma yerleştirmişti. Okula her
gün takım elbise ve kravatla gidip geliyordum. Giyim kuşam bakımından
sınıfın hatta okulun en iyisi olduğumu rahatlıkla söyleyebilirdim.
Fizik dersinden sınıfta kaldım. Bu tatsız olayın nedenini çok sonraları
anlayacaktım. Müzmin rüşvetçi Fizik hocamız, ailemden rüşvet koparabilmek umuduyla bana kafayı takmıştı. Ben, saf delikanlı hocamızın isteğini
anlamaktan uzaktım. Birkaç yıl sonra rüşvet alırken yakalanan bu hocanın
cezaevine tıkıldığını ve zengin öğrencilerden para koparmak için onları nasıl
ikmale bıraktığını arkadaşlardan öğrenecektim.
Birinci sınıfı tekrar etmek zorunda kalışım gururuma dokunmuştu.
Her şeyi unutup okula yeniden başladım. (Aziz Güney de sınıf arkadaşlarım
arasındaydı.)
Seniha isminde Tarih hocamız vardı. Genç ve hareketli bir kadındı.
Sınıfa girer girmez, konuları takır takır anlatır; günde 15-20 sayfayı devirirdi. Yaratılış olarak dersi sınıfta öğrenmeye eğilimli olduğumdan, hocamızın
telâşlı anlatış tarzından rahatsız olurdum. İçimden “Be insafsız kadın! Biraz
yavaş olsana...” diye geçirirdim.
Okuldan sonra ders çalışmaya istekli olmazdım; hele 15-20 sayfa
Tarih kitabı okumak gözüme bir angarya gibi gelirdi.
“Evlâdım, nerelisin?”
Tarihten yazılı olmuştuk. Aradan birkaç gün geçtikten sonra, hocamız
sınıfa girip kürsüye oturdu; not defterini açıp,
“1402 Fahrettin Gülseven kim?” diye bağırdı. Bu sesi işitince içimi
korku aldı. Her ne kadar liberal eğilimli bir ailede doğup büyümüşsem de,
Kars gibi şehir yaşamının hareketli olduğu bir yerde çekingen davranıyor,
bazı durumlarda utanmaktan kendimi alamıyordum. Sıkılgan ayağa kalkıp,
“Benim!” dedim.
“Nerelisin evlâdım?” diye sorunca içimdeki korku daha da arttı. Ho668
Iğdır Sevdası
canın hangi amaçla soruyu sorduğunu bilmiyordum. Kendi kendime, “Eğer
‘Erivanlıyım’ desem, sınıf arkadaşlarım beni “Ermeni” bilecek” diye düşündüm. Tek çare,
“Kafkasyalıyım” dedim. Seniha Hoca, sınıfa dönerek,
“Bu arkadaşınızın ifade tarzı ve yazı tekniği çok iyi. Noktalama işaretleri, satır başları, nerede büyük yazılır gibi hususlara çok dikkat etmiş.
Aferin evlâdım notun 8!” dedi.
O gün benden başka yalnızca Rahim Karabağ’ın kızı Kevser 8 almıştı!
İstanbul Vefa Lisesi
Iğdır’daki bahçe evimizi Batıdan gelen asker ve sivil bürokratlara
kiraya verdiğimizden onlarla iç içe bir aile hayatımız olurdu. Bahçede düzenlenen yeme içme sohbetleri sırasında, bu dostlar babama, “Aman Fahrettin’i
İstanbul’da okut!” şeklinde telkinde bulunurlardı. Bu yüzden bilinçaltımda o
günlerden kalma bir “İstanbul” takıntısı oluşmuştu.
Kars’taki günlük yaşam beni sarmayınca “İstanbul” düşüncesi, “musallat fikir”e dönüşüp beni teslim aldı. Birkaç arkadaşla birlikte İstanbul’a
gitmenin kurgu ve planlarını yapmaya başladık. Oradaki hemşehrilerimize
mektup yazıp bilgi aldık.
Seniha Hoca İstanbul’a gitmeme istekli değildi.
“Nerede okuyacaksın?” diye sorduğunda aklıma gelen ilk isim olarak,
“Haydarpaşa Lisesi’nde” demiştim. Seniha Hoca,
“Evlâdım, o lisede 4000 öğrenci var. Onların arasında kaybolup gideceksin” dedi. Ama ben bir kez “İstikâmet İstanbul” sloganını kafaya koymuştum.
Öğrenim dönemi başlayalı birkaç ay geçmişti. Bir gün kararımızı
verip ani olarak, Ahmet Karaca ve Mehmet Turan isimli hemşehrilerimizle
beraber trenle İstanbul’a doğru yola çıktık. Tıp Fakültesinde asistanlık yapan
Ejder Karabağ’a mektup yazıp bizi karşılamasını istedik. Tren Haydarpaşa
Garına vardığında biz aval aval etrafa bakıyorduk. İstanbul bizi ürkütmüştü.
Sağ olsun, Ejder bizi karşılayıp, İstanbul’un günlük yaşamına dair bazı önemli ipuçlarını tatlı dille anlattı: Gemilere nasıl binilir, otobüs bileti nereden
alınır vs.
Vapurla karşıya geçip, Sirkeci’deki Şark Oteline yerleştik. Vakit kaybetmeden liseye kayıt yaptırmak için girişimlerde bulunduk. Bütün liseler,
kayıtlarını doldurmuş, öğrenci almak istemiyorlardı. En sonunda Vefa Lisesinde kendimize bir yer bulabildik. Kumkapı’daki Kadırga öğrenci yurdunda
kalarak okula gidip gelmeye başladık.
669
Fahrettin Gülseven
Türk Eğitim Derneğine bağlı, üniversite öğrencilerine hizmet veren
Kadırga Öğrenci Yurdu, sapa bir yerdeydi. Öyle ki, okula tramvayla gitmekle,
yaya gitmek arasında pek fark olmuyordu. Lise, öğleden sonra da tedrisat
verdiği için, öğlen yemeğine yurda geliş gidişimiz zaman kaybına neden oluyor, öğleden sonraki ilk dersi kaçırıyorduk. Soruna çözüm bulmak için yeni
girişimlerde bulunmaya karar verdik.
“Karnelerinizi bana göstereceksiniz, tamam mı!”
Savaş yıllarıydı. Ekmek karneye bağlanmıştı. Paramız vardı ama yiyecek bulmakta zorlanıyorduk. Daha Şark Otelinde kaldığımız günlerdi. Bir
gün lokantaya gitmiş, yemek ısmarlamıştık. Yemek karnemiz olmadığından
garson önümüze bir kâse çorba koyup,
“Bundan daha fazlasını veremem!” demişti. Lokantadan çıktıktan
sonra aç karnına ortalıkta dolaşmış, çaresiz kalıp kilosu 15 kuruştan çavuş
üzümleriyle karnımızı doyurmuştuk.
Günlük ekmek iaşemiz kişi başına, her öğün 100 gramdı. Bu kadar
ekmekle karın doyurmak mümkün değildi. Yurdun karşısında Arnavut fırıncı
vardı. Resmi üniforması ve pala bıyıklarıyla oldukça gösterişliydi. Üç kafadar
ona gittik. Yalvarırcasına,
“Amca, biz Şarklıyız. Lisede talebeyiz. Karnımız doymuyor. Bize
biraz ekmek verir misin?” dedik. Halimize acıyıp,
“Üçünüze bir somun ekmek! Ama, karnelerinizi getirip bana göstereceksiniz, tamam mı?” dedi.
Bu şekilde elimize geçen ekmekle, Silivri yoğurdu ve helva satan
dükkandan aldığımız azıkla, kendimize bir güzel ziyafet veriyorduk. Arada
bir, Çemberlitaş muhallebicisine gidip, keşkül, kazandibi, sütlaç, ne bulsak
yerdik.
Vefa Lisesine gidip geldiğimiz günlerdi. Nasıl olmuşsa Mehmet Turan, Ahmet Karaca’nın babasına, Ahmet Karaca’nın ağzından, “Baba burada
çok zorlanıyorum. Gurbete dayanamıyorum. Iğdır’a dönmek istiyorum “ şeklinde bir mektup yazmıştı. Birkaç hafta sonra Ahmet Karaca vedalaşıp Iğdır’a
döndü.
Pertevniyal Lisesi
Vefa Lisesine gidiş geliş bizi çok yoruyordu. Tıp Fakültesi öğrencisi
Behman Turan, Erzurumlu Yunus Bey adlı Fizik Hocasının yardımıyla, bizi
Pertevniyal Lisesine nakletti. Bu kez her gün Kadırga’dan, Aksaray Valide
Sultan Caminin bitişiğindeki liseye gidip geliyorduk. Pertevniyal lisesinde
tamamlayıp üçüncü sınıfa geçtim.
Son sınıfta, yazar Emre Kongar’ın babası, İhsan Kongar Felsefe ho670
Iğdır Sevdası
camdı. Tüberküloz hastalığından muzdaripti. Sınıfa girer girmez iki eli arkasında sıra aralarını arşınlar, arada bir, sınıftaki lavaboya abanıp, derin derin
öksürdükten sonra hırıltıyla tükürürdü.
Felsefe, mantık derslerimizin kitabı yoktu. Ders sırasında aldığımız
notlarla yetinmek zorundaydık. Felsefe Hocamız, yabancı dillerden bozma
zor kelimeleri tahtaya yazmaya üşenir, konuştuklarını zar zor anlardık. Bazen
bu duruma kızar, ilgimi başka konulara yöneltirdim. Bunun cezasını o yıl Felsefeden ikmale kalarak ödedim.
Haydarpaşa Lisesi
Musa Malgaz ve Nevzat Parlar Haydarpaşa lisesinde öğrenciydiler.
Bir gün bana, “Gel son sınıfı bizim lisede okudu” dediler. Bu öneri aklıma
yatmıştı; kaydımı Haydarpaşa lisesine leyli (yatılı) olarak yaptırdım.
Haydarpaşa Lisesi, Sultan Abdülhamit tarafından Askeri Tıbbiye olarak inşa edilmişti. Planı çok kullanışlıydı. Taş binaların orta yerinde kocaman
avlusu vardı. Yatılı öğrenciler bu alanda voleybol, futbol oynayarak hoşça
vakit geçirirlerdi. Lise kampusu, öğrencilerin dışarıya çıkmasına gerek kalmayacak, her türden ihtiyacı karşılayan dükkan ve büfelere çevrelenmişti.
Parlak bir öğrenci değildim ama Musa ve Nevzat’tan daha çalışkandım. (Musa Malgaz 6 Edebiyat C ben de 6 Edebiyat D şubesindeydim). Dönem ortasında Haydarpaşa’ya geldiğimden transfer bir öğrencinin adaptasyon
zorluklarını yaşıyordum. Mümessil arkadaş, sınıfa giren hocalara, “Hocam işte yeni arkadaşımız!” diyerek beni tanıtıyordu. Onlarda not defterini çıkartıp beni tahtaya
kaldırıyor, seviyemi test edip, kaçırdığım yazılı sınavlara bir not veriyordu.
“Sen yine iyisin. Daha ne molozlar var!”
Haydarpaşa’da, müfredat ciddi ve disiplinli bir şekilde devam ediyordu.
Pertevniyal’deki Fransızca Hocamız Abdi Tevfik Bey, Paris’te yaşamış, Türk Dil Kurumu üyesi kıymetli bir hocamızdı. Fransız dilinin gramer
inceliklerini anlatırken bir gün, “Çocuklar sakın unutmayın! Bu gramer kuralı
% 99 üç çeyrek bu şekilde olur. Çok istisnai olarak, % bir çeyrek değişime
uğrayabilir” demişti. Ben, dersi sınıfta öğrenmeye istekli bir öğrenci ciddiyetinde bu uyarıyı belleğimin bir kenarına not etmiştim.
Haydarpaşa’ya yeni başladığım günlerdi. Ünlü tiyatro sanatçısı Dümbüllü’yü andırdığı için lakabı “Dümbüllü” Fransızca hocamız beni karşısına
almış, seviyemi kontrol ediyordu. (Fransıca “geçmiş zaman fiil çekimi”ni çok
sevdiğinden hocamızı bazen de, “Passe Compose” olarak çağırırdık.)
Okuma, anlama ve tercümeden sonra sıra gramere gelmişti. Tahtaya
671
Fahrettin Gülseven
yazdırdığı cümleyi gramer kurallarına göre analiz etmemi cümlenin güzelliği
hocamızı büyülemişti. “Aferin evlâdım. Anlama ve tercüme de zorlanıyorsun.
İyi çalışırsan kaçırdığın 15 derslik okuma parçasını kısa sürede öğrenmen işten bile değil! Gayretli bir çocuğa benziyorsun. Önümüzdeki haftalar yeniden
tahtaya kaldırıp istedi. O Pertevniyal’dan aklımda kalan, “% 99 üç çeyrek bu
böyle olur” lafını kullanarak ciddi (!) bir öğrenci havasında cümleyi tahlil
ettim. Kendime olan güvenim, kullandığım sınav edeceğim. Yine sen iyisin,
daha ne molozlar var!” diyerek beni yerime oturttu.
“Abdullah’ta yemek yok!”
Edebiyat dersimize Ali Sedat Oksar isminde bir hoca geliyordu.
İstanbul gazetelerinde zaman zaman makaleleri yayınlanan hocamız, sınıfa
ciddi havada girer, yoklamayı isim çağırarak özenle yapardı. “Ağzınızla kuş
tutsanız bile, dersime beş defa gelmeyen sınıfta kalır!” diyerek tehditvari konuşurdu.
Bir gün sınıfa Tasavvuf Edebiyatıyla ilgili zor bir soru yöneltti. Uzun
süre kimseden parmak kalkmayınca, hocamız öğrencileri daha çok heveslendirmek için, “Cevabı bilene karne notu 8 ve Abdullah’ta ziyafet!” dedi.
Edebiyat Hocamız yakışıklı, yemesine içmesine, giyim kuşamına
düşkündü. Ne zaman berbere gitsem veya Kadıköy sahildeki “Kaygusuz”
lokantasına insem, onu orada bulurdum. “Abdullah”, Beyoğlu’nun en gözde
lokantasıydı. Anlaşılan oraya da takılıyormuş.
Sınıftan ses çıkmayınca parmağımı kaldırdım. Sorulan soruyla ilgili
konuyu Pertevniyal’de ayrıntılı bir şekilde incelemiştik. Üstelik Edebiyat ilgimi çeken bir dersti. Bülbül gibi şakıyıp, istenen cevabı verdim. Hocamız,
açıklamalarımdan oldukça memnun olmuştu. Sınıfa dönerek, “Bakın! Demek
ki çalışınca oluyor” dedi.
Oturmaya hazırlanırken, hocamız not defterini çıkardı, kalemi havada
birkaç saniye tereddütle tuttuktan sonra, “Arkadaşınız dönem arası geldiğini, bu yüzden devamsızlığını da göz önüne alarak kendisine 5 veriyorum.
Abdullah’ta da yemek yok!” dedi. Bu haksız tutum yüzünden sınıftan derin
bir uğultu yükseldi. Hocamız kararından vazgeçmeyerek, “Hööööt!” diyerek
sınıfı yatıştırdı. Ben çatışmadan uzak, bir dersi daha ekârte etmenin sevincini
yaşıyordum.
Devamsızlık sorunum
Maarif yönetmenliğine göre bir senelik öğrenci 31 gün, iki senelik öğrenci de 61 günden fazla devamsız olduğunda ders durumuna bakılmaksızın
otomatik olarak sınıfta kalıyordu. Ben Pertevniyal’da iken yönetmenliğin bu
maddesinden haberdardım. Bol bol ve gönlümce dersleri asıyor, arkadaşlarla
672
Iğdır Sevdası
Adalar sefası yapıyordum.
Haydarpaşa’ya transfer olduğumda, nasıl olmuşsa Maarif bu yönetmenliği değiştirmiş, rakamları daha aşağıya çekmişti. Bundan haberim olmamıştı. Yıl sonu sınavlarına hazırlandığım bir gün Müdüriyet beni çağırarak
“devamsızlık” gerekçesiyle okuldan belge aldığımı söyledi. Bu haber beni
şoka etmişti.
Pertevniyal’a gidip yardım istedim. Onlar da benim gibi yönetmenlikten habersizdiler. Okul müdürü, yardım olur düşüncesiyle, bana bir pusula
yazıp Milli Eğitim müdürlüğüne gönderdi; ancak ütün çabama karşın belge
almaktan kurtulamadım. (Nevzat Parlar, beni kurtarmak için, müdüriyeti tatlı
dille ikna etmeye çalışmış yeterli olmayınca kendi eğitimini tehlikeye atarak
rüşvet teklifinde bulunmuştu.)
Üzgün ve bedbin Kars’a döndüm. 1948 yılı yaz ayında Kars Lisesinden mezun oldum.
Üniversite yolunda
Gönlümde Tıbbiye yatıyordu. Doktorluk mesleğine öteden beri ilgi
duyuyor, tıp konusunda gazete ve mecmualardan kestiğim kupürleri özenle
saklıyordum. Ancak Tıbbiye için bariz bir engelim vardı: Sosyal Bilimler bölümünden mezun olmuştum. Tıp Fakülteleri kayıt için önceliği Fen Bilimleri
mezunlarına tanıyorlardı. Tıp Fakültesine kaydımı yaptıramayınca gönülsüz
de olsa Hukuk Fakültesine yöneldim. Kaydımı yaptırıp, okula başladım.
Ulus’da geceliği 125 kuruşa otel odasında yatıp kalkıyordum. Çerkez
kökenli otel sahibi, “Faharettin, nasıl olsa devam zorunluluğu yok. İstersen
kâtip olarak çalışabilirsin” dedi. Kâtip olarak işe başladım.
Otel sahibi yazıya ve edebiyata düşkünlüğümü öğrenince, “DP, Zafer
adında bir gazeteyi neşriyata hazırlanıyor. İstersen yazı kurulunda kendine bir
yer bul!” dedi.
Anadolu Ajansı
Ahmet Ağaoğlu ve çocukları Süreyya Hanım, Tezer Hanım ve Samet Bey, hepsi kültürlü ve bilgili insanlardı. Cumhuriyetin kuruluşundan
beri devlet hizmetinde büyük emekleri geçmişti. Tezer Taşkıran’ı daha okul
yıllarımdan, Yurt Bilgisi ders kitabının yazarı olarak gıyaben tanırdım. Eğitimini İsviçre’de yapmıştı. Türkiye’nin ilk (kadın) müdiresi olarak Çapa Kız
Muallim Mektebinde görev yapmış, CHP listesinden Kars Milletvekili olarak
parlamentoya girmişti.
Fırsatını bulup kendisine Zafer gazetesindeki işle ilgili olarak yardım
isteğimi ilettim. Kısa bir araştırmadan sonra, tecrübeli gazetecilerin arandığı673
Fahrettin Gülseven
nı, bu nedenle gazete işini unutmam gerektiğini söyledi.
Vefa Lisesinden arkadaşım Ahmet Karaca, Iğdır’a döndükten sonra,
ağabeyi Ali Karaca’nın yardımıyla Ankara’ya dönmüş; Atatürk Lisesinden
mezun olmuştu. Oradan tanıdığı bir arkadaşı Anadolu Ajansı’nda spor muhabiri olarak görev yapıyordu. Onunla yaptığımız sohbetler neticesinde , bu
kuruma girip çalışma fikri kafamda yer etmişti.
1950 Genel Seçimleri yapılmış, Samet Ağaoğlu Başbakan yardımcısı
olmuştu. Bir gün Tezer Hanım’ı evinde ziyarete gittim. AA’da iş bulması konusunda yardımını istediğimde, “Bu konuyu Samet’le bir konuşayım!” dedi.
Birkaç gün sonra, Samet Bey’e uğramam için haber gönderdi.
Başbakan yardımcılığı bugünkü Maliye Bakanlığının olduğu binaydı.
Bir sabah erkenden binaya gidip, Samet Bey’le görüşme isteğimi danışma
bürosuna ilettim. Birkaç saat beklediğim halde sıra gelmeyince vazgeçip otele
döndüm. İş takibimi merak eden ve benim gibi otelin müdavimlerinden Eskişehirli bir dost, “Ne oldu?” diye sorunca başımdan geçenleri anlattım. Adam
nerdeyse köpürecekti.
“İş arıyorsun. Elbette bekleyeceksin. İşinin adı ne?!..”
Ertesi gün kuyruğa girip kararlı sıramı beklemeye koyuldum. Çok
geçmeden Samet Ağaoğlu’nun huzurundaydım.
Samet Bey, iri gözler, kısa ve kesin cümlelerle sorgulamaya başladı.
“Tezer’in bahsettiği delikanlı sen misin?”
“Evet!”
“Ne istiyorsun?”
“İş arıyorum!”
“Nerede?”
“AA’da.”
“Peki!”
Zile bastı. İçeri giren görevliye, “AA genel müdürüne selâmlarımı
iletin. Bu gencimize bir iş versin” dedi.
Birkaç gün sonra AA genel müdürünün huzurundaydım. “Birkaç hafta
sonra kadrolar yeniden tanzim edilecek. Biraz bekle!” diyerek beni kapıdan
yolcu etti.
Oteldeki ahbap benim durumuma tekrar müdahale edip, “Böyle
olmaz! Tezer Taşkıran’a gidip olup biteni anlatmalısın. Yoksa iş başkasına
gider!” dedi.
“Bana da şarap...”
Ertesi gün öğleden sonra Tezer Hanım’ın evine gittim. Benden hemen
sonra Samet Bey de kapıdan içeri girdi. Meğerse ablasının evinde öğle yemeğine davetliymiş!
674
Iğdır Sevdası
Hep birlikte sofraya oturduk. Üzerimde sıkılganlık ve utangaçlık
duygusuyla zorlukla hareket ediyor ve nerdeyse kekeleyerek konuşuyordum.
Hizmetçi kız masadakilere,
“Ne içersiniz?” diye sorunca, Samet Bey,
“Bana şarap!” diyip kestirip attı. Bu söz beni biraz şoke etmişti. İçimden, “Adama bak be, ablasının yanında şarap içiyor” dedim. Daha şaşkınlığımı toparlamadan, hizmetçi kız aynı soruyu bana da yöneltmişti. Soğuk terler
dökerek,
“Bana da şarap...” dedim.
Yemek sırasında bir yandan sorulan soruları cevaplıyor bir yanda da
yemeği adabı muaşeret kuralları içinde yemeye çalışıyordum. O gün ben mi
yemeği yedim yoksa yemek mi beni yedi bilmiyorum.
Tezer Hanım’ın, AA’ı genel müdürüyle tekrara telefonlaşmasından
sonra işe başladım.
“Hukuk Fakültesini bıraktım”
İşlerim yoğun gidiyordu. Fakülteye pek zaman ayıramıyordum. Sınav
dönemi yaklaşınca, beni telâş ve sıkıntı aldı. Ciltler dolusu hukuk kitabını
okuyup bitirmeme imkan yoktu.
Sınıf arkadaşım Mustafa Şimşek’in yanına gidip durumumu anlattım.
“Bana dersleri özetle, yoksa sınavı geçmem mümkün değil” dedim. Birlikte
günlerce Hacettepe parkında özellikle Medeni Kanun üzerinde birbirimizi sınav ederek hazırlandık. Sınav sonuçları açıklandığında Anayasadan 9, Medeni Kanundan 7 aldığımı öğrenmem beni şaşırtmıştı. Şaşkınlığımın asıl nedeni,
beni sınava hazırlayan Mustafa’dan daha iyi notlar almamdı!
Ancak sınavların ardı arkası kesilmiyordu. İş hayatıyla okul hayatı
arasında bir karar vermek zorundaydım. Çok düşündükten sonra Hukuk Fakültesini terk edip Anadolu Ajansı’nda çalışmayı tercih ettim.
Anadolu Ajansı’nda çeşitli kademelerde görev yaptıktan sonra 1965
yılında bizzat kurduğum Fikir İşçileri Sendikası başkanlığı ve İç Haberler
Sorumlu Müdürlüğü görevlerini üstlendim 1967 yılında bu kurumdan ayrılıp
TRT’ye girdim.
Eşim Sevinç
Eşimin babası Celâl Davut Arıbal aslen Bulgaristan Türklerindendi.
Gençlik yıllarında pehlivanlık da yapmış olan Celâl Bey, Balkan savaşını
izleyen yıllarda Bulgar baskısına dayanamayıp, payitaht İstanbul’a gidip
yerleşmişti. Anadolu’da Milli Mücadele başlayınca, Fransızca bilmesi ve
milliyetçi duyguları nedeniyle, Musafa Kemal tarafından Ankara’ya davet
edilerek, kendisine Hakimiye Milliye gazetesinde görev verilmiş. Cumhuri675
Fahrettin Gülseven
yeti izleyen yıllarda, Ankara’ya ilk modern arıcılığı getirdiği için, yeni açılan
Arıcılık Enstitüsünün kurdele kesme onurunu da ona bahşetmişlerdi. Celal
Bey, Atatürk’ün sofrasında bulunup onun sevgi ve dostluğunu kazanmış değerli bir insandı.
Hamamın kuruluş hikâyesi
Ailem Iğdır’a döndükten sonra, babam, Erivan’daki “Kürk ve Kalpak” işini burada yeniden kurmaya çalışmıştı. Zamanla işleri düzelmeye ve
para kazanmaya başlamış; ama, Şapka Kanunu (25 Kasım1925) nedeniyle,
kalpak kullanımı revaçtan düşünce işini kaybetmişti. Bu kez, sonraki yıllar
“Mecit Hun’un Pastanesi” olarak bilinen mevkide bir yer kiralayarak kahvehane işletmeciliğine başlamış. Erivan’daki zengin ve aristokratik yaşam
tarzından, köy görünümündeki kasabada yeni bir yaşamı başlatmak babama
hem zor hem de onur kırıcı geldiğinden, her geçen gün düşünceli ve sinirli bir
tavır takınıyormuş.
Ermeniler Iğdır merkezini boşalttıklarında onlardan geriye kalan gayri menkuller hazineye geçmişti. Devlet, zaman zaman bu gayri menkulleri
müzayede yoluyla halka satıyordu. Henüz sivil örgütlenmelerin ve mahkemelerin tam anlamıyla oluşmadığı bu dönemde, askeri idareciler, devleti temsilen bu türden işlemleri yönetiyor ve kontrol ediyorlardı.
Bir gün babam, öğle yemeğini yemek için kahveden ayrılıp dalgın ve
düşünceli eve doğru yürüyormuş. Babamın yaşam öyküsünü yakından bilen,
ona sempati ve yakınlık duyan bir subay arkadaşı babamın arkasından koşturmuş, nefes nefese,
“Hüseyin Bey! Hüseyin Bey! Hele bir dur!” diye çağırmış. Babam
geri dönüp,
“Buyur, ne oldu?” diye sorunca, subay arkadaşı,
“Hamam müzayedeye çıkarılıyor. Gel al!” demiş. Babam, gülümseyerek omzunu silkmiş. “İyi ama benim param yok ki!..” demiş. Subay arkadaşı vefalı tavırla
elini babamın omzuna atarak,
“Sen merak etme. Parayı ben vereceğim” demiş.
Sonraki yıllar “Asri Hamam” ismiyle kasabaya hizmet veren bu
hamamın ilk sahibi bir Ermeni’ymiş. Hamamın bir kısmı henüz inşaat halindeymiş. Göbek taşının olmadığı bu küçük hamam için müzayede sırasında
kıyasıya bir çekişme yaşanmış.
Ortak, Çobankereli İshak
İshak ve kardeşleri Iğdır bölgesinin en organize mafyasını yönetiyorlardı. Etraflarında “koçu” tabiriyle vurucu, kırıcı takımından güçlü bir
676
Iğdır Sevdası
kadrosu vardı. Kardeşler yapı olarak cüsseli ve iri olduklarından, zaten halk
arasında çekingenlik ve korkuya neden olurlardı. Hamam müzayedeye çıkarılınca İshak, “Ben alacağım” diye müdahale etmiş. Askeri idarecilerin ona söz dinletmesinin ne mümkünü! Babamın
subay arkadaşı âdeta yalvar yakar İshak’ın yanına gidip,
“Aman etme! Bu adamın çoluk çocuğu var” demiş. İshak inadından
vazgeçmiş, babamla ortaklaşa hamamı sahiplenmeyi kabul etmiş (1926)
Yeni ortak: Mir Cabbar Ağa (Yeşilyurt)
Babam hamam işinden para kazanınca, Keşiş Bağına yakın Arka sokak denilen yerde bahçeli bir ev aldı. İshak kapı komşumuzdu. Ön cepheleri
sokağa dönük bu evlerin arka tarafında, etrafı duvarla çevrili geniş bahçeler
vardı. Bahçe kapısından çıkınca, Hakveyis köyüne kadar uzanan geniş kırlar
önümüzde uzanırdı. Çocukluk yıllarımda bu kırlar hep ağaçlıktı ama sonra
yavaş yavaş kesilip yok edildi.
İshak’la aramızda bir duvar vardı. İshak’ın şeftali ağacının dalları
duvarın üzerinden bahçemize uzanırdı. Babam, şeftalilere dokunmamamızı
sıkı sıkı tembihlerdi. Hatta yere düşen şeftalileri toplatır, duvarın üzerinden
İshak’ın bahçesine atardık.
Bir gün İshak, babamı karşısın alıp, “Ya hamamdaki hissenden vazgeç
buna karşılık evimi sana vereyim; ya da evinden vazgeç hamamın tüm hissesini sana vereyim” demiş. Babam yapılan önerilerin hiç birisin kabul etmeyince, İshak tehdit etmeye kalkmış, ama bu çabası kâr etmemiş. Babam ufak
tefek ve yalnız bir adamdı ama inanılmaz bir cesaret sahibiydi. İshak yanlış
kapı çaldığını anlayınca, geri adım atmış ve çok geçmeden, kendi hissesini,
İran’da ikamet ettiği yıllar hamam işletmiş Mir Cabbar Ağa (Yeşilyurt)’a
devretmiş.
Babam ve ailesi
Babamın Ali ve Hasan isminde iki erkek kardeşi vardı. Ailem (babam, annem ve iki kız kardeşim), Erivan’dan Melekli köyüne doğru yola
çıktıklarında, kardeşi Hasan, Erivan yakınlarındaki Oxanlı kasabasında, kız
kardeşinin yanında ikâmet ediyormuş. Uzun savaş yılları nedeniyle kardeşler
birbirlerinden ayrı düşmüşler.
Hasan ve Ali amcalarım 30’lu yıllarda fırsatını bulup Iğdır’a geldiler. Ali amcam kasabanın yaşam seviyesine bir türlü ayak uyduramıyordu.
Bir gün babama, “Dadaş (Abi), bu böyle gitmez. Bana biraz yüklü para ver,
ticaret yapıp yaşantımızı değiştirelim” demiş. Sınırı geçtikten sonra bir daha
kendisinden haber alınamamış. Stalin’in Sibirya sürgünlerinde mi telef oldu,
yoksa kendi isteğiyle mi geri dönmek istemedi, bunu hiçbir zaman öğrene677
Fahrettin Gülseven
medik.
Çarlık Rus hükümetinin bilinen bir politikası vardı. Müslümanlardan
sadece asil aileye mensup olanlara memuriyet görevi veriyordu. Dayılarımdan birisi de Aşkabat’ta Çarlık Hükümeti zamanında memur olarak görev
yapıyormuş.
İki elinde on hüner
Hasan Amcam Iğdır’a geldikten sonra, terzi dükkânı açmak için kolları sıvadı. Dört yolda, Molla Yusuf’a ait dükkânı kiralayıp, sivil ve askeri elbise diken, bir terzihane açtı. Hasan Amcam mesleğini severek yapıyor, gece
yarılarına kadar, lüks ışığında elinde iğne iplik çalışıyordu. Yanında birkaç
kalfa çalıştırdığı halde halde yükselen talebi karşılamakta zorlanıyordu. Aşırı
yorgunluk yüzünden gözlerinde arpacık türünden yaralar peyda oluyordu.
Hasan amcam çok yönlü bir insandı. Terziciliğine ek olarak, resim,
badana, marangozculuk, tamirat vs. aklınıza gelebilecek bütün konularda
bilgi ve beceri sahibiydi. “Kızım böyle ev idaresi olmaz!”
1933 yılında 36. Alay evimizin arkasındaki kırlık alanda ordugâh kurmuştu. Askerlerin talim ve eğitimi için geniş alanda barfiksler, paraleller ve
engeli koşu baryerleri monte edildi. Alayın bu hareketliliği bir yaz boyunca
ciddi ve disiplinli havada devam etti.
Eylül ayına doğru, yağmurlar artan yoğunlukta yağmaya başlayınca,
bir gün, babam, Ordugâha doğru bakarak düşünceli:
“Aman vermez kış kapıya dayandı. Alay komutanı bu kışı çadırda
nasıl geçirecek?” Evimizde yer yoktu. İki küçük odamız ve bir salonumuz vardı. Odalardan birinde annem, babam diğerinde amcam; çocuklar da salonda yatıp
kalkıyorduk.
Babamın orduya ve askerlere karşı özel sevgi ve saygısı vardı. Aziz
vatanı düşmandan kurtaran askerlere öteden beri minnet duygusuyla bağlanmıştı, ama özellikle bir subay arkadaşının yardımı sayesinde “Hamam işi”ne
talip oluşunu asla unutamıyordu. Vefa borcunu ilk fırsatta ödemek arzusuyla
doluydu. Kendisini çok zorladıktan sonra nihayet aklına iyi bir fikir gelmişti.
Babam Alay komutanın huzuruna çıkıp,
“Sayın komutanım, Iğdır’ın kışları Batı’ya benzemez. Kış gelmeden
bir eve yerleşip rahat etmelisiniz. Evime bitişik, çatısı çökmüş ama duvarları
ayakta harabe bir bina var. Burayı tamir ettirip kendinize ev olarak kullanabilirsiniz. Ancak kasabada bu işleri yapabilecek yapıs ustası bulmak çok
zor. Eğer askerleriniz içinde bu işi becerebilecek usta varsa, lütfen gerekeni
678
Iğdır Sevdası
yapın” demiş. Alay Komutanı bu öneriyi beğenip gerekenin yapılması için
yardımcılarını harekete geçirmiş. Harabe evin tamiri için evimizi geçici bir süre için boşaltmamız gerekiyordu. Armut ağaçlarının altında çadır kurdu. İnşaat bitinceye kadar burada
ikâmet ettik. Küçük kız kardeşimi de bu çadırda dünyaya gelmişti.
Alay komutanı kışı evde geçirdi. Ertesi yıl Alay başka bir bölgeye taşınınca, babam boşalan evi, kasabaya yeni gelen, hakim, savcı, öğretmen gibi
sivil ve resmi erkânına kiraya vermeye başladı.
Görevli eşlerinin yanında, Batıdan, özellikle İstanbul’dan gelen genç
hanımlar iki de bir annemin yanına koşturarak olur olmaz konularda yardım
istiyorlardı. Annem okumuş bir kadın değildi. Fakat “beyzade” ailesinin ona
kazandırmış olduğu geniş kültürü vardı. Evlilik ve ev idaresi konusunda
kendine özgü bir felsefe ve disiplin sahibiydi. Annem; yağ, şeker, pirinç gibi
ihtiyaç maddelerini, “Bereketi olmaz!” diyerek asla kilo işiyle satın almazdı.
Çuvallar ve paketlerle gelen malzemeleri özenle ambarın bir köşesine istif
eder, ev ekonomisini yönetir, neyin ne kadar harcandığını çok iyi bilirdi.
Hiç unutmam bir gün, genç hanımlardan birisi apar topar evimize
gelmişti.
“Zeliha Teyze, misafirim var, birkaç kaşık kahveniz var mı?” diye
sormuştu. Annem gülümseyerek,
“Elbette kızım, birkaç kaşık kahvenin sözü mü olur! Ama, henüz yeni
evlisin...Ev idaresini ciddiye almalısın” dedi. O günden sonra bu genç hanım
düzenli olarak annemin yanına gelip, ev ekonomisi ve evlilik sanatının incelikleri konusunda küçük seminerler alırdı.
Dünya ekonomik krizi ve Iğdır
1929 yılında New York borsası çökünce dünya derin bir ekonomik
krizin içine girmişti. Anlatıldığına göre o sıkıntılı yılları Iğdır çok müreffeh
atlatmıştı. Sınır ticareti nedeniyle, canlı hayvan, yağ, pamuk ve yün takas
usulüyle ihraç edip karşılığında iğneden ipliğe, kahveden şekere her şey ithal
ediliyormuş.
Iğdır’ın bu refah ve bolluk günleri 1941 yılında kadar aralıksız devam
etti. Benim en çok ilgimi çeken, mavi kağıtlara sarılı kiloluk külçe Rus şekerleriydi. Sert ve kolay erimediğinden, bu şeker, halkın “kıtlama” diye tabir
ettiği çay içimine çok uygundu.
Mir Cabbar Ağa’yla Yolların Ayrılması
Mir Cabbar Ağa babamla ortak olduktan sonra,
“İkimizin de hamama gelmesine ne gerek var. Sen git bağ, bahçe işlerinle uğraş. Hamamın tamirat ve işletme masrafları benim üzerimde, her gün
679
Fahrettin Gülseven
bir lira vereceğim” demiş. Babam, arkadaşının bu önerisini makul görmüş.
Ayda eline geçecek 30 lira o günün koşullarında çok iyi bir para sayılırdı.
Hamam işletmesi bir zaman böyle devam etmiş. Bir gün Vergi Dairesi
kapımızı çalıp hemen ödenmesi koşuluyla yüklü bir makbuz getirdi. Babam
buna bir anlam verememişti. Olay şöyle gelişmişti:
Mir Cabbar Ağa, her yıl kendi hesabına düşen vergiyi ödemişti. Babamın vergi borcu, faiziyle birlikte öylesine yüksek bir meblağa ulaşmıştı ki,
babamın bunu ödeyebilmesi imkânsızdı. Babamın bu “vergi tuzağına” düşmesinin başka bir nedeni daha vardı.
Çarlık Rus yönetimi olası bir savaşta iç güvenliği tehdit eder düşüncesiyle
Müslüman uyruğun askerlik yapmasını istemezdi. Buna karşılık Müslümanlardan ya çok az vergi alır ya da hiç almazdı. Babam, verginin az önemli olduğu bu koşullarda iş yapıp hayata atılmıştı. Halbuki yeni TC Hükümeti “Vergi
mülkün temelidir” parolasıyla yola çıkmıştı.
O taylı, bu taylı çekişmesi
30’lu yıllarda Iğdır’daki yerli ve muhacir ahali arasında “o taylı, bu
taylı” çekişmesi yaşanırdı. “Tay” Azeri Türkçesiyle “Taraf, kısım” anlamına
gelir.Aras nehrinin “diğer tarafı” yani bugünkü Ermenistan devleti sınırları
içinde kalan köylerinden gelen muhacirler, “o taylı”, bu taraftaki yerli ahalide
“bu taylı” ismiyle anılıyordu. “O taylı” aileler genellikle zengin ve aristokrat
idiler. Giyim kuşamları, yaşam standartları şehir yaşamının özelliklerini taşırdı. “Bu taylı”denilen yerli ahali ise, köy ve kasaba kökenliydi. Genellikle
Iğdırmava ve Söğütlü Mahallesinde oturan “bu taylılar” muhacir ailelerin
yaşam biçimini uzaktan haset dolu duyguyla izlerdi.
İyi dostlar: Bağır Aras ve Abbas Odoğlu
Babam önce aile gücünü kullanarak gerekli parayı bir araya getirmeye
çalıştı. Kasımcan köyünden dünürü Ahmet Ağa’nın verdiği, her biri 9 lira değerindeki üç altın ve terzilik yapan Hasan amcamın tahsis ettiği borçlar, vergi
borcunu ödemek için yeterli olmadı. Bunun üzerine, devlet, babamın hissesini
müzayedeye çıkardı. Bu haber “bu taylılar” arasında büyük sevinçle karşılanmıştı. Nihayet “o taylılar” ın elinden önemli bir işletme alınacaktı.
Ancak “bu taylı”ların hepsi aynı düşüncede değildi. Iğdırmava’nın
zenginlerinden Bağır Aras ve Abbas Odoğlu birlikte olup babama yardım eli
uzatmaya karar verdiler. Babamın hissesine en çok iştahlanan Talip Kalafat
gibi girişimcileri, “Böyle bir namussuzluk yapamazsınız. Adamın çoluk çocuğu var” diyerek engellemeye çalıştılar. Bağır Aras, babamı teskin edip,
“Merak etme, ben senin için o hisseyi satın alacağım. Bana olan borcunu ne zaman ödersen öde!” dedi. Gerçekten de Bağır Aras, %50 hisse karşı680
Iğdır Sevdası
lığı olan 450 lirayı verip hamama ortak oldu. O yıllar Kars’ın en işlek caddesi
Kâzım Karabekir’de bir dükkan açmanın maliyetinin 300 lira olduğunu hatırlatırsak, Bağır Aras’ın yaptığı fedakarlığı anlatmaya sanırım yeterli olur.
“Bu taylılar” büyük sevinç içinde, “Bravo, yaşa Bağır Emmi!” diye
tezahürat tuttuklarında, Bağır Aras,
“Beni değil gidin Hüseyin Bey’i tebrik edin. Çünkü ona aldım” demiş.
Bağır Emminin borcunu babam gıdım-gıdım taksitle ödedi.
Yeni patron: Hasan Amcam
Mir Cabbar Ağa’yla yeniden ortak olmuştuk. Ancak bu kez babam
hamamın işletmesini ona bırakmaya niyetli değildi. Hasan amcam çok yorulduğu terzilik işini kalfalarına emanet edip, hamama yönetici oldu. (1938-39)
Her gün kasa kapandığında işletme ve tamir masrafları çıkarıldıktan
sonra geriye kalan para ikiye bölünüyordu. Hasan amcam da yönetici olarak
payına düşeni alıyordu. Ancak çok geçmeden, “Hamam yönetimi dönüşümlü
olsun. Bir yıl biz, bir yıl siz...”şeklinde itirazlar yükselmeye başladı. Bu tartışmalar devam ederken Mir Cabbar Ağa vefat etti.
Hasan amcam Mir Cabbar Ağa’nın hissesinin tamamın alıp, toplam
hissenin dörtte üçüne sahip oldu. Geriye kalan dörtte bir hisseyi de babam en
küçük kız kardeşimize devretti.
Ve hamam işletmesinin sonu...
Babam ve Hasan amcam malları aralarında bölüştürdüler. Hamamın
hisseleri zaten belliydi. Hasan amcam, evin bitişiğindeki küçük kulübeyi
kendisine aldı. Bahçemizin arkasında 31 dönümlük bir arsa vardı. Arsanın
ortasından bir su arkı geçiyordu. Babam, açık sözlülükle, “Kardeşim, istersen
su arkının yukarısındaki arsayı ya da bahçemize doğru olan kısmını, hangisini
beğeniyorsan kendine al” dedi. Amcam tercihini bahçeye doğru olan arsadan
yapmıştı. Böylece iki kardeş arasındaki mal-mülk bölüşümü de barışçıl sonuçlanmıştı.
Hasan amcam, hamamı uzun yıllar işletti. Bu arada Halfeli caddesinden ikinci bir hamam açıldı. Çok geçmeden Mustafa Şimşek de “Sıhhi Banyo” modasında bir hamamı hizmete soktu.
Hasan amcanın bir oğlu bir kızı vardı. Oğlu ve damadı, hamam işletmesinden uzak kaçıyorlardı. Hasan amcam yaşlandığı için, aileden yardım
beklemesi çok doğaldı. Oğlu Almanya’dan gelmek istemeyince, buna kızan
Hasan amcam1980 yılında hamamı “Almancılara” (Baharlı Mahallesinden
Cafer Aslan) satıp hamam işine son verdi.
681
Fahrettin Gülseven
Babamdan hatıralar...
“Sada dediğin böyle olur”
Yıl 1957 idi. Ankara’daki evimde babamla birlikte masaya oturmuş
akşam yemeğini atıştırıyorduk. Önümüzdeki tabaklarda sevdiğimiz yemek
yaprak dolması vardı. Babam çatalını dolmaya batırmış, lokmayı tam ağzına
götürmeye hazırlanmıştı. Salonun bir köşesindeki radyodan derin ve içli bir
nağme yükseldi. Genç bir erkek sesi hüznün, duygusallığın ve ses cümbüşünün birbirine karıştığı güzel bir makamda, şarkı söylüyordu. Babam kıpırdamadan, çatalı havada asılı, kulağını radyodaki sese pür dikkat vermişti.
Bana dönüp,
“Bu kimdir?” diye sordu.
“Zeki Müren isminde genç ve yetenekli bir sanatçı” dedim. Babam,
başını hafiften sallayarak,
“Sada dediğin böyle olur” dedi. Bununla yetinmedi şarkının söylendiği makamın adını da söyledi. Bu beni gerçekten çok şaşırtmıştı. Bunca yıl
babamın müziğe karşı böylesine gizli bir ilgi duyduğunu ve söylenen şarkını
makamını bir çırpıda tanıyacak kadar bilgi sahibi olduğunu bilmiyordum!
Bu olay üzerimde derin bir etki bırakmıştı. Üniversite eğitimi almıştım ama müzik kültürüm, taşra (!) kökenli zannettiğim babam kadar değildi.
O günden sonra, TRT’de çalışan arkadaşların yardımıyla hafta sonları, müzik
programlarına dinleyici olarak katılıp “makam” ve “kulak” bilgimi artırmaya
çalıştım.
Babamın giyim kuşam tutkusu
Babamın yıllar boyu özenle koruduğu bir giyim kuşam zevki vardı.
Pantolonu ütülü, ayakkabısı boyalı olmadan evden dışarı çıkmazdı. Mevsimine göre de bir karanfil ya da bir gül goncasını yakasına iliştirir, tamtakır bir
beyefendi ortalıkta dolaşırdı.
Iğdır’da 30’lu yıllarda Ekber Usta (Kâmil Tekinbaş’ın babası) ismiyle iyi bir kunduracı vardı. Herkes bütçesine göre en iyisinden 2-3 liralık bir
ayakkabı giyinebildiği halde babam Ekber Usta’ya özel kundura siparişi verirdi. Çifti 9-10 liraya gelen bu kunduralardan biz çocuklar da giyinirdik.
“Eyvah baban geliyor!...”
Her çocuk gibi benim de futbola ve mahalle oyunlarına ilgim fazlaydı.
Babam, çocuklarının iyi bir aile disiplini ve adabıyla büyütmeye önem verdiğinden, biz çocukların sokağa çıkmasına asla taraftar değildi. Futbol ilgimize
sıcak bakmış, üç numara futbol topunu İstanbul’dan özel olarak ısmarlatmıştı.
“Evde ve bahçede oynayın ama sokağa çıkmayın” diye tembih ederdi. Ama
mahalle arkadaşlarıyla top oynamak elbette çok daha zevkliydi.
682
Iğdır Sevdası
Babam evden çıkar çıkmaz, ben de topumu alıp sokağa fırlardım.
Evimize yakın bir yede İdmanyurdu Spor Kulübünün futbol sahası vardı.
Arkadaşlarla oraya doluşur, top oynardık.
Çarşıdan evimize giden yol futbol sahasının yanından geçerdi. Bu
yüzden babama yakalanmamak için çaba sarf ederdik. Mahalleli arkadaşlar
da bunu bildiklerinden, babamı uzaktan ilk fark eden, “Fahrettin, saklan baban geliyor” derdi. Duruma göre eğer gücüm yetse, ilk hamlede koşarak eve
giderdim.Kaçma şansım olmadığında arkadaşlarım halka olup beni aralarına
alırlardı. Babam, gösterişli yürüyüşüyle futbol sahasının yanından geçer giderdi. O uzaklaşır uzaklaşmaz saklandığım yerden fırlar, mahalle duvarlarının
üzerinden yıldırım hızıyla aşarak, kestirme yoldan eve varırdım. Ne yapar
eder, babamdan önce eve varır, öyle ki, kapıyı açtığı zaman uslu (!) ve terbiyeli oğlunu evde bulurdu.
Babam çocuklarını ev ve bahçe yaşamına özendirmek için, bizlere
özel kürek ve tarım aletleri almıştı. Bahçede çalışıp fidan ve kavak dikmemizi
isterdi.
Aile disiplini nedeniyle olsa gerek, sigara, kumar ve alkol gibi alışkanlıklardan uzaktım. Gurbete gidip döndüğüm bir gün, Hasan amcam,
“Bak ne güzel! Aileden uzak kaldın ama yine sigara içmedin” dedi.
“Üzerimizde kurduğunuz disiplin ne de olsa etkili olmuş!” dedim.
Babamın çiçek sevgisi
Iğdır’a çiçek sevgisi aşılayan insan babamdı. Bahçemizin dört köşesi gül ve her türden çiçekle dolup taşardı. Iğdır gülleri nedense hem katmer
katmer olur hem de insanın içini dolduran kuvvetli bir koku yayardı. Öyle
ki bahçeye girer girmez, yoğun gül kokusu insanın yüzüne çarpar, burnunu
teslim alırdı. .
Babam kendi eliyle özenle topladığı çiçekleri demetler halinde bağlar,
selelere doldurup, eli darda esnaflara, karşılıksız verirdi. Bu işe en çok da
Şamil Aslan istekli olurdu.
“Bu çilek neter yenir?”
Baba meyveleri tek tek toplayıp dikkatle istif ederdi. Bu iş için özel
bir merdiveni ve ucunda torbası uzun bir sırığı vardı. Üzüm salkımlarını da
küçük makasıyla temizler, gaga izlerini ve soluk renkli küçük salkımları kesip
ayıklardı.
Bahçe duvarımızın bir yanı 150 m uzunluğunda çilekle kaplıydı. Iğdır’ın yerli halkı çileğin nasıl yeneceğini bilmiyordu. Hiç unutmam bir gün
Hasan Tezel bana, “Halaoğlu bu çilek neter yenir?” diye sormuştu. Şaka ettiğini zannetmiştim. Ama ciddi olduğunu anlayınca şaşırıp kalmıştım. Çileğin
683
Fahrettin Gülseven
pudra şekerine batırılıp yenmenin yanı sıra, komposto ve reçel olarak da tüketilebileceğini anlatınca, gözleri fal taşı gibi açık bana bakakalmıştı.
“Ah nerede Feyzullah’ın (Zengi) kahvehanesi!..”
Babam Ankara’da kaldığı süre içinde nadiren de olsa arkadaşlarının
isteğini kırmaz birlikte şehir merkezinde dolaşmaya çıkardı. Yine böyle bir
gün Iğdırlı arkadaşlarıyla birlikte, Yenişehir’deki Dadaş’ın Kahvehanesi’ne
takılmıştı. Aslen Aralıklı Dadaş’ın, bodrum katında, Iğdırlı hemşehrilerin bir
araya gelip çene çaldığı ve sohbet ettiği bir kahvehanesi vardı.
İlk kez bu kahvehaneye takılan baba, kendisine ikram edilen çayları
içmeden sinirli bir şekilde oradan ayrılmış.
İşten eve geldiğimde babamın moralini çok kötü buldum.Evdekilere,
“Ne oldu?” diye sorduğumda, kız kardeşim, “Hiç sorma! Babam bütün gün,
Iğdır’a geri döneceğim, diye tutturmuş. İyisi mi sen bir konuş!” dedi.
Salona girip, bir köşede sessiz ve düşünceli oturan babama yaklaştım.
Tatlı ve gönül alıcı dille, “Baba ne oldu?” diye sordum. Babam, yüreği buruk,
“Bugün arkadaşlar beni bir kahvehaneye götürdüler. Canım çay istedi
ama çay servisleri o kadar kötüydü ki! Kirli bardaklar, içi su dolu tabaklar,
sararmış şekerler! Bu ne biçim başşehir! Ben Iğdır’a gideceğim. Feyzullah’ın
kahvehanesinde insan hiç olmasa temiz ve lâyıkıyla bir çay içebiliyor” dedi.
Babam, bu siteminde ve hayal kırıklığında haksız da değildi. Fazıl
Baykal’ın gazinosunu ve hatta ondan daha önce, aynı gazinoyu işleten (muhtemelen Erivanlı Rahim Bey-Mücahit) şahıs zamanında, Iğdır’ın sosyetik
kahvehaneleri çok şık ve kaliteli servis verirdi. Kibriti yere atan, yüksek sesle
konuşan türden müşterilere, onurunu kırıcı olmadan, hesapları nazik şekilde
reddedilir, “Teşekkür ederiz beyler!” diyerek bu kahvehanenin kendilerine
uygun bir yer olmadığı ima edilirdi.
“Lütfen , babama Kafkas usulü çay servisi.. “
Ankara’yı babama sevdirmek için bir şeyler yapmak zorunda olduğumu anlamıştım.
“Arkadaşların seni iyi bir yere götürmemişler. Yarın başka bir kahvehaneye çay içmeye beraber gidelim!” dedim.
Eski Orduevinin karşısında Büyük Sinema ve Büyük Pastane isminde
oldukça şatafatlı işletmeler vardı. Büyük Pastanenin sahibi, zamanında Atatürk’e de hizmet vermiş bir Rus madamdı.
Babamın koluna girip pastaneden içeri girdik. Masaya oturduktan
sonra, ben bir fırsatını bulup Rus madama, “Babam Kafkasya kökenli, hatta Rusça’yı da az-çok konuşur. Acaba kendisine Kafkas ve Rus geleneğine
684
Iğdır Sevdası
uygun, güzel bir çay servisi yapar mısınız?” dedim. Kadın gülerek, “Merak
etme!” dedi.
Az sonra çay servisi yapıldı. Önce, gümüş tepside getirilen fincanlar
ve ince doğranmış limonlar masaya itinayla kondu. Sonra da, ikinci bir tepside çeşit çeşit kurabiye, reçel ve çikolata servisi yapıldı. Babamın gözleri
sevinçten ışıl ışıl oldu. Onun bu mutlu anını yakalar yakalamaz, gururla, “Ankara’da Dadaş’ın kahvesi gibi yer de var böyle yer de var... O yüzden canını
sıkıp Iğdır’a geri dönmeyi düşünme” dedim.
Buharalı kürk tüccârı
Babam, Erivan’da kürk ve kalpak ticareti yaptığı yıllar, arada bir Orta
Asya ülkelerine gider, ihtiyacı olan kürkleri toptan alırmış. Yine böyle bir gün
yolu Buhara’ya düşmüş. İstediği miktarda kürkü alıp, Erivan’a gönderilmek
üzere, eşya ambarına teslim etmiş. Sonra da şehrin turistik yerlerini görmek
amacıyla caddelerde dolaşmaya başlamış.
Bir ara yolu bir kürk dükkânının önünden geçiyormuş. Vitrinde asılı
duran kürkler babamın özellikle dikkatini çekmiş. İlgiyle vitrine yaklaşmış
ve hayranlıkla bu kaliteli kürkleri yakında incelemeye koyulmuş. “Ah keşke,
paramın tamamını harcamasaydım da, bu kürklerden de biraz alabilseydim!”
diyerek iç geçirmiş.
Dükkân sahibi, bir müşterinin pür dikkat vitrine baktığını görünce,
dışarı çıkıp babama:
“Buyur Aka (Beyefendi), bir çayımızı iç!” demiş. Babam yerinden
kıpırdamadan ve gözlerini kürklerden ayırmadan kendi kendine “Güzel! Çok
güzel!” diyormuş. Dükkân sahibi,
“Beğeniyorsanız verelim” diyince, babam kesin bir dille
“Olmaz!” demiş. Dükkân sahibi, babamın bu ikircikli durumu karşısında şaşırmış.
“Hem “güzel” diyorsun hem de, “almam”, diyorsun, bu nasıl olur?”
diye sorunca babam, yarı pişman,
“Bütün paramı harcayıp kürk aldım; eşya ambarına verip Erivan’a
gönderdim. Param pulum yok!” demiş. Dükkân sahibi,
“Hiç önemi yok! Biz sana malı veririz sen de parasını sonra gönderirsin” diyince, babam şaşkınlıkla,
“Nasıl olur, siz beni tanımıyorsunuz?” diye sorgulamış. Dükkân sahibi emin şekilde,
“Aka, söz namus değil mi!” diye cevaplamış. Böylece o gün babam
istediği kürkleri alıp ikinci kez eşya ambarına gitmiş.
O devirlerde Buhara ve Taşkent gibi şehirlerde ticaret erbabı arasında
bu türden söze dayalı güven oldukça yaygınmış. Hırsızlık, gasp gibi vakalar o
685
Fahrettin Gülseven
kadar nadirmiş ki, namaz vakti, dükkan sahipleri kapılarını açık bırakıp gönül
rahatlığıyla camiye giderlermiş. Babam o insanların dostluk ve güven anlayışını ölünceye kadar hep yad etti.
Tebrizli tüccâr
Bir gün babam ve Tebrizli tâcir arkadaşı, Orta Asya’daki şehirlerin
birinde, işlerini bitirdikten sonra - babam Erivan’a, arkadaşı da Tebriz’e- geri
dönmek üzere hazırlıklarını yapıyorlarmış. Bilet almak için birlikte tren istasyonuna gitmişler. Gişenin önünde uzun bir kuyruk varmış. Babam arkadaşını
iskemleye oturtup, sıraya girmiş. Nihayet kuyruk azalıp, bilet alma sırası yaklaştığında, Tebrizli arkadaşı babama,
“Siz yoruldunuz, istirahat edin! Biraz da ben sırada bekleyeyim”
demiş. Babam razı olmak istememişse de Tebrizli tüccar babamı ikna edip
sıradan çıkarmış, kuyruğa girip beklemeye koyulmuş. Tebriz’e iki bilet alıp
babamın yanına dönmüş. Son anda kuyruğa girmekte ki amacı, Tebriz’e iki
bilet alıp babamı evine konuk etmekmiş! Babam arkadaşının bu ince düşüncesinden ve jestinden çok etkilenmiş.
Tebriz’de saray benzeri harika evde, öylesine ihtişamlı ağırlanmış ki,
yıllar sonra, babam, atlas ipekten yataklara, elinde olmadan nasıl çekingenlik
duygusuyla girdiğini gülerek anlatırdı.
Iğdırmavalı arkadaşlarıyla Tebriz’de
Iğdır’ın yerli tüccârları İstanbul yerine, daha yakın Tebriz’den alış
veriş yapmayı tercih ederlermiş. Bir gün babam ve Iğdırmavalı tâcir dostları,
birlikte Tebriz’e gitmişler.
Şehir merkezine vardıklarında, arkadaşları babamı, daha önce kaldıkları hana götürmüşler. Babam, son derece bakımsız ve gösterişsiz handa
gecelemek istememiş. Arkadaşlarına, “Kusura bakmayın ben burada kalamam”deyip ayrılmış. Kendisinin daha önceden bildiği; dört yanı aynalarla
çevrili, dört kurnalı kocaman semaverli, yeri süsleyen kıymetli halıları ve orta
yerdeki şadırvanıyla, rahat ve huzur fışkıran hana gitmiş.
Babam birkaç gün sonra, “Acaba arkadaşlarımın durumu ne âlemde?”
diye meraklanıp, bakımsız ve çirkin hana geri dönmüş. Arkadaşlarının kendisine ikram ettikleri soğuk ve zevksiz çayı elinin tersiyle iterek, “Hadi gidip
benim handa bir çay içelim” demiş.
Kapıdan içeri girdiklerinde arkadaşları, hanın güzelliğine ve bakımına hayran kalmışlar. İçlerinden birisi, “Şehir adamıyla köy adamı nasıl da
kendisini belli ediyor. Bizim han nere, bu han nere..” demiş. Diğer arkadaşları
da, “Haklısın!” demekle yetinmişler.
686
Iğdır Sevdası
“Benim ayaklarım uyuştu”
Bir gün babam Beyazıt Vilâyeti üzerinden İran’a yolculuk yapıyormuş. O zamanlar ticaret maksadıyla deve kervanları kullanılırdı. Çocukluk
yıllarımdan hatırlıyorum, Erzurum’dan gelen deve katarları, Kars Caddesini
boydan boya geçip Melekli’ye doğru ağır ağrı yol alırlar, Markara köprüsü
üzerinden Rusya’ya mal taşırlardı.
Babam da böyle bir kervana katılarak İran’a doğru yola koyulmuştu.
Para sıkıntısı içinde olduğundan, o an için çok büyük bir meblağ olan üç manat’a kıyıp kendisine bir at kiralamamış; yolculuğunu yayan yapmaya karar
vermiş.
Kervan başı, babamı görünüş ve tavırlarına göre değerlendirip onun
her ne kadar parası olmasa da bir zamanlar görmüş geçirmiş insan olduğu
yargısına varmış. Bu nedenle babamın bu uzun ve zahmetli yolculuğu yayan yapmasına yüreği hoşnut değilmiş. Fırsat buldukça, “Ağa, oturmaktan
ayaklarım uyuştu, biraz yürümek istiyorum” bahanesiyle babamı kendi atına
bindirirmiş. Bunu yaparken babama karşı bir “acıma duygusu” içinde olduğunu belli etmemek için de oldukça kibar ve dikkatli davranırmış. Babam, bir
kervancı başının gösterdiği bu soylu ve insani hareketi, kendi “insan kalitesi”
tanımına çok yakın bulduğu için hep severek anlatırdı.
“Şeker misin?”
Babam asabi mizaca sahipti. Toprak ve doğa ile içe içe olduğu zamanlar bu asabiyet kaybolur, onun yerini makul ve yumuşak bir beyefendi
alırdı. Ankara’da kaldığı yıllar, doğaya kaçış imkânı kısıtlandığı için, bazen
dışarıdaki kar tipiye aldırmadan bir yerlere gitmek isteğiyle sabırsızlanırdı.
“Baba dışarısı felâket! Bu yağmurda boranda nereye gideceğiz?” diye ayak
direttiğimde, babam patlar, “Şeker misin ki ıslanacaksın!..” derdi.
Babamın yemek konusunda da kendine özgü felsefesi vardı. Sofrada
önüne konan eti, yağlı olmasına aldırmadan büyük iştahla mideye indirirdi.
Bizim, kolesterol korkusuyla özenle sadece etin kırmızısından ve çok az yediğimizi görünce, “Et hiç yağsız yenir mi?” diyerek garipserdi.
“Gülseven” soyadı
Ali Ataman, lort ve baronlar gibi şatafatlı bir yaşama sahipti. Özel bir
faytonu ve cins atlarını beslediği küçük harası vardı.
Onun asıl zevki sofra sohbetleriydi. (Yetiştirilmiş özel aşçıları ve
zengin yemek koleksiyonu vardı.) Yazın evin terasında, kışın, geniş salonda
kurulan sofraya, devlet erkânından önemli isimler ve sevdiği dostları katılırdı. Bunlardan birisi de babamdı. Ali Ataman, tıpkı Mustafa Kemal’in sofra
dostlarına “soyadı dağıtması”na benzer biçimde, babama, “Orada (Erivan)
687
Fahrettin Gülseven
olanları artık bir tarafa bırakalım. Madem ki gülü ve çiçekleri bu kadar çok seviyorsun, yakanda da gül olmadan sokağa çıkmıyorsun, iyisi mi, “Gülseven”
soyadını al” demiş. Babam yapılan öneriyi beğenip, bu kelimeyi aile soyadı
olarak kütüğe kaydetmişti.
“Erivan şirindi”
50’li yılların başında annemi Ankara’ya getirmiştim. Şehir merkezini
turladıktan sonra, Çankaya sırtlarına çıkmış, oradan başkenti panorama seyre
dalmıştık. Erivan’da doğup büyümüş, hayatının en zevkli ve renkli yıllarını
orada geçirmiş annemin kulağına eğilip, “Söyle bakalım ana! Erivan mı Ankara mı, hangisi daha güzel?” diye sordum. Annem, “Ankara böyüktü ama ne
var ki Erivan şirindi hem de çok şirin..” diye cevapladı.
Annemin gönlünde yatan Erivan gerçekten de çok güzelmiş. Geniş
caddeleri, taş binaları, üstün mimarisi, bağları ve bahçeleri ile her görenin
kalbini hoplatırmış. Hafta sonları Zengi çayı boyunca, sefa içinde yapılan
piknikler dilden dile anlatılır dururdu.
Biz çocuklar için Erivan, erişilmesi imkanız uzak bir diyâr gibiydi.
Kasımcan köyündeki akrabaları ziyaret gittiğimizde, Aras nehri boyunca yürüyüşe çıkar, zirai ilaçlama yapan Rus uçaklarını uzaktan seyrederdik.
Ailemin Erivan’a olan derin hasretini ve baba ocağına dönmek umuduyla Iğdır’ı kendilerine mekân tuttukları gerçeğini çok sonraları öğrenecektim. Onlar, Erivan tarafından gelen hafif bir esintinin bile kendilerini mutlu ettiğini; göz ucuyla olsa bile şehrin yeşilliklerini ve siluetini uzaktan görmekle,
hasretlerinin azıcık dindiğini bir sır gibi saklayarak yaşlanıp gittiler.
1937 yılında yeni İskân Kanunu çıkınca, babamın Erivan’daki yaşam
tarzını bilen tapu memuru, “Hüseyin Bey, Iğdır size göre değil, isterseniz
İstanbul’a iskân ettireyim” diye nazik bir teklif yapmış ama babam gülerek
reddetmişti.
İkinci Dünya Savaşı’nın hemen bitiminde (1945), Sovyet ordusu
İran Azerbaycan’ını işgal edince, Stalin’in Kars’ı alacağı dedikoduları halk
arasında öylesine yoğunlaştı ki, Iğdır’ın zenginleri daha güvenli olur düşüncesiyle iç bölgelere doğru çekildiler. O yıllar, Bağır Aras’ın kardeşi İbrahim
Aras İstanbul’a, Gulem ve Nağdali Parlar kardeşler de önce Ağrı sonra da
Erzurum’a gittiler. Babam, Iğdır’ı bırakıp gitmeyi aklına bile getirmedi. “Ne
olacaksa olur!” diyerek günlük yaşantısının ritmini hiç aksatmadan yaşantısına devam etti. Annem 1957 yılında vefat edince, babamı yanıma alarak Ankara’ya
yerleştik.
Babamın vefatı
Babam 1293 (1877) yılında, Osmanlı-Rus harbinin başladığı günlerde
688
Iğdır Sevdası
dünyaya gelmişti. Doğum tarihini hatasız bir şekilde bilmesinin başka ve daha
önemli nedeni, doğum sırasında kaybettiği annesinin mezar taşına yazılı ölüm
tarihini, mezarı her ziyaretinde hafızasına kaydetmesiydi. Çünkü annesinin
ölüm yılı onun doğum yılıydı.
Babam yüksek tansiyondan muzdaripti. Bir kriz geçirmiş, felç olmuştu. Ama iyi bir tedavi gördükten sonra, tekrar normal yaşamına geri dönmeyi
başardı. Hatta bir ara Iğdır’a gidip geldi. Ancak kendisini yoklayan ikinci
krizden kurtulamayarak 1972 yılında Ankara’da vefat etti. Vasiyetine uyup
Iğdır’a defnettik. Babam vefat ettiğinde 96 yaşındaydı.
Ali Ataman
İngiliz askerleri, 20 Nisan 1919 tarihinde Kars Milli Şûra Hükümet
parlamentosunu basıp, yakaladıkları devlet erkânını trenle Batum’a oradan da
gemiye Malta’ya sürgüne göndermişlerdi.Yakalanıp göz altına alınanlardan
birisi de Ali Rıza Bey (Ataman) idi. Ancak, örgütçülük ve istihbarat işlerini
iyi beceren Ali Ataman, Batum’da, dışarıdan gelen arkadaşlarının yardımıyla
İngilizlerin elinden kurtulmayı başardı. Ali Ataman, buna benzer bir olayı
daha önce de yaşamış, sürgüne gönderildiği Sibirya’dan kaçarak vatanına
geri dönmüştü. Ali Ataman’ın yalnız kendisi değil tüm ailesi vatanın kurtuluşu mücadelesinde ön saflarda çarpışmışlardı. Bir ağabeyi, Ermeni komitacılar
tarafından işkenceyle feci şekilde şehit edilmişti.
Ali Ataman Meclis-i Mebusan’da
Ali Ataman, Milli Mücadelede gösterdiği fedakarlık ve yararlılıklar
göz önüne alınarak Kars mebusu sıfatıyla birinci dönem milletvekili olarak
Ankara’ya çağrılmıştı. Daha ilk günden Meclis kürsüsünden yaptığı dobra
dobra konuşmalarıyla dikkati çekmişti. Ancak bir gün, mutasarrıflıklarla ilgili
yapılan meclis tartışması sırasında Mustafa Kemal’le karşı karşıya gelmişti
“Makinist bozuk, efendiler!”.
Osmanlı Devletinde, bugünün “ilçe” karşılığı olan “sancak”ları “mutasarrıf” denilen kimseler yönetirdi. Anadolu’nun birçok ilçesinde, yöneticiler otorite boşluğundan yararlanarak keyfi idare yürütüyorlardı. Mutasarrıfın kendilerine yaptığı zulüm ve haksızlığına dayanamayan bir kasabanın ahalisi
Meclis’e başvurup şikayette bulunmuşlardı. Açılan müzakerelerde Meclis
Başkanı Mustafa Kemal söz almış: “Efendiler, makine bozuk, çalışmıyor.
Falanca mutasarrıf hakkında yapılan şikayetleri göz önüne alıp, bu zatı başka
bir ilçeye sürdük (...)” şeklinde bir konuşma yapmış. Bu kez Ali Ataman kürsüye çıkmış: “Efendiler, makine değil makinist (Mustafa Kemal’i ima ederek)
bozuk. Bir mutasarrıfı başka yere sürmekle sorun hallolmaz. Şimdi de oradaki
689
Fahrettin Gülseven
halkın mı kanını emsin! Efendiler, böyle adamları söküp atmak gerekir (...)”
demiş. Ali Ataman’ın bu muhalif çıkışı ve çıplak eleştirisi, Meclis içinde soğuk duş etkisi yapmış. Çünkü hedef aldığı ve ima ettiği kimse sıradan birisi
değildi.
O yıllar Deli Halit Paşa isminde bir zat da Kars Mebusu olarak görev
yapıyormuş. Kâzım Paşa’nın ordusunda görevliyken, Kars’ın kurtuluşunda
gösterdiği yararlılıklardan dolayı Kars halkı tarafından kendisine sevgi ve
saygı gösterilmiş, o da şehre yerleşmişti.
Meclis müzakeresinden sonra, öteden beri muhalif konuşmalarıyla
tanınan Topal Osman, evinde boğulmuş olarak bulununca, Ali Ataman ve
Deli Halit Paşa, öldürülme korkusuyla gizliden Ankara’yı terk edip Kars’a
dönmüşler. İki milletvekilinin bu şekilde aniden ortadan kaybolmasını önce
kimse fark etmemiş. Mustafa Kemal, Meclis komisyonlarını oluştururken bir
gün, “Ali Rıza Bey nerede?” diye sormuş. Yapılan araştırma ve istihbarat sonucu iki milletvekilinin Kars’ta olduğu haberi alınınca, geri dönmeleri için
emir buyrulmuş. Ali Ataman, Meclis’in isteğini geri çevirmiş. (Ali Ataman,
Kars ve ahalisinde öylesine güçlü nüfuz sahibiymiş ki, onu yakalayıp zorla
Ankara’ya sevk etmek söz konusu değilmiş.)
Deli Halit Paşa, Ankara’ya geri dönmüş. Bir gün, Meclis Başkanın
odasında, Ali Çetinkaya isimli kişi tarafından tabancayla vurularak öldürüldü.
“Bu mâlikane kimin?”
Ali Ataman ileri görüşlü, lider yaratılışlıydı. Davranışlarında kibarlık
ve incelik iç içeydi. Günlük yaşamı renkli ve şatafatlıydı. Faytonu, alaca atları,
av köpekleri ve av tüfeğiyle aristokrat zevklere sahipti. Kış günleri Kağızman’dan kızaklara binip Aras boyuna iner, nehrin donmuş yüzünde delik açarak,
oltayla avladığı balıkları maltızda pişirip arkadaşlarına ziyafet verirdi.
Iğdır’da ilk piyanoyu Ali Ataman’ın evinde görmüştüm. Kendisine ait
çırçır fabrikasında görev yapan Rus asıllı baş makinisti, zaman zaman piyano
çalıp misafirlerine özel dinleti sunardı.
1934 yılında İran Şahı, yolu üzerindeki Iğdır’da gecelemeye karar
verdiğinde tereddüt edilmeden kendisine Ali Ataman’ın evini tahsis etmişlerdi. Şahın geçeceği sokaklardaki tüm evler beyaza boyanmış, yollar kumlanarak, otomobillerin rahat şekilde yolculuk yapması sağlanmış, güvenlik
nedeniyle de sokağa çıkma yasağı konmuştu.
Babam Farça, Rusça ve Ermenice’yi konuşabildiği için, mihmandar
olarak Şahın yanında görevlendirilmişti. Avşar sülalesinden olan İran Şahı
Türkçe’yi az da olsa konuşabiliyormuş. Ali Ataman’ın evine yerleştikten
sonra Şah, babama dönerek, “Bu kimin mâlikanesi?” diye sormuş. Babam da
usulca, “Ali Rıza Bey’in” demiş.
690
Iğdır Sevdası
Şah, kendisi için pişirilen yemeklere, zehirlenme korkusuyla, dokunmamış. Kendi özel aşçısının sedir pirinci ve İran fıstığıyla (Antep fıstığından
daha iri, yağ oranı daha az) pişirdiği yemekleri tercih etmiş.
Eve elektrik vermek için, çırçır fabrikası gece boyunca çalışıyormuş.
Motorun çıkardığı pat-pat sesleri gece karanlığını yırtarak, Şahın kulağına kadar geliyormuş. Şah merakla, “Bu ne sesi?” diye sorunca, durumu kendisine
anlatmışlar. Şah, “Bu gürültüde uyuyamam. Motoru durdurun!” diye buyurmuş. Evi lüks lambalarıyla yeniden aydınlatmışlar.
Gece yarısı, Şah, suikast korkusuyla, kendisi için hazırlanan yatağı
salondaki pencerenin altına taşıttırmış. Sabah olunca şatafatlı bir şekilde, kafile, Kars’a doğru yola koyulmuş.
Kirvem Ali Ataman
Ali Ataman yakın aile dostumuzdu. Babama itimat eder, onun arkadaşlığına güvenirdi. Ali Ataman’ın hem Kağızman da hem de Iğdır da ev ve
arazisi vardı. Bu yüzden Iğdır dışına çıktığı zamanlar, önemli işlerini babama
emanet ederdi. Babam da bu değerli insana karşı son derece vefalı davranır,
isteklerini ciddiyet ve itinayla takip ederdi. Bu şekilde gelişen dostluk, babamın , Ali Ataman’ı bize kirve tutmasıyla daha da güçlenmişti.
İlkokul ikinci sınıfta olmalıydım. Sünnet düğünü için evimizin bahçesinde büyük bir tören yeri hazırlanmıştı. Iğdır’ın önemli kesimi evimize
davetliydi. Sofralar donatılmış, semaverler hazırlanmıştı. Bahçenin bir köşesinde, kalın ve uzun şişlere takılı kocaman etler, ateşin etrafında döndürülerek kızartılıyor, büyük bıçaklarla kesilerek servis yapılıyordu. Bu benim ilk
“döner” yemeğini tattığım gündü.
Ali Ataman bu kirvelik bağına çok sadakat gösteriyordu. Yaklaşan
yılbaşı günleri öncesi mutlaka Kars’a yolculuk yapar, çikolata ve çeşitli hediyeler getirirdi.
“Ali Bey’i nerden tanıyorsunuz?”
Öğrenci olarak gittiğim Kars’ta lise bitirme sınavlarına hazırlanıyordum. Bir gün, Karadenizli bir girişimcinin işlettiği Yeşilyurt lokantasına
gitmiştim. Kapıdan içeri girdiğimde, Ali Ataman’ı az ötedeki bir masada
oturur gördüm. Masasına çağırıp karşısındaki iskemleye oturttu. Ali Ataman
yemeğini yemiş, sigarasını ateşlemişti. Kahvesini bekliyordu. Garsonu çağırıp benim için de sipariş verdi.
Ali Ataman kahvesini içtikten sonra çıkıp gitmedi. Karşımda oturup
beni tatlı bir şekilde ve baba şefkatiyle sorgulamaya başladı. “Derslerin nasıl?” dedi. Hangi derslerden sınava girdiğimi, hangilerine hazırlandığımı kendisine anlattım. Yemeğimi bitirdikten sonra hesabımı ödedi, bana dönerek,
691
Fahrettin Gülseven
“Harçlığın var mı?” diye sordu. “Var!” demekle yetindim.
Birbirimizden ayrılır ayrılmaz, sonradan öğrendiğime göre, Ali Ataman bir pastaneye gidip babama benim hakkımda, “Bugün Fahrettin’e rastladım. Ders durumu iyi” şeklinde ayrıntılı bir mektup yazıp göndermiş. Onun
bu ince düşünceliliğini ve duyarlılığını unutmak mümkün değil.
O günden sonra bir gün yine Yeşilyurt lokantasına gitmiştim. Garson
yanıma gelip, “Ali Bey’i (Ataman) nereden tanıyorsunuz?” diye saygıyla sordu. “Kirvem” diyince garson beni ciddiye alarak, “Öyle mi!..” dedi. Artık ne
zaman lokantaya gitsem, forsum bine katlandığı için, büyük saygı görüyor ve
en iyi şekilde hizmet veriliyordum.
Şamil (Ayrım) Bey
Şamil Bey, Iğdır’dan Kars’a kadar olan bölgenin düşmandan kurtuluşunda çok önemli görevler üstlenmişti. Bir yandan aşiretle olan iyi ilişkileri
diğer yandan kendisine bağlı milis güçleriyle Tuzluca bölgesinde etkin gerilla
savaşı vermesi, düşman güçlerini ikiye bölmüş, birbirleriyle haberleşmesini
ve yardım almasını engellemişti. Kurtuluştan sonra, her ne kadar kendisini
“Kars Mebusu” olarak Ankara’ya davet etmişlerse de, Şamil Bey halkının
yanından ayrılmak istemediği için bu isteği reddetmişti.
Şamil Bey, iç güdüsü ve sezgi gücü yüksek birisiymiş. Bu sayede bir
gün kendisine karşı hazırlanan suikast girişiminden kıl payı kurtulmuş.
Bu suikastı anlatmadan önce Azeri milletinin şayanı dikkat bir özelliğini açıklamak isterim. Azeri halkı, dili, giyim kuşamı ve âdetleriyle , her
nedense kendisiyle iç içe yaşadığı diğer milletler tarafından kolayca kabul görür. Bu yüzden çoğu zaman, bir Azeri gibi giyinen ve konuşan bir Ermeni’nin,
“Azeri mi, Ermeni mi” olduğunu ayrıt etmek gerçekten çok zor olurmuş.
Bir gün Beyazıt tarafından gelen ve görevi Şamil Bey’i öldürmek olan
bir Ermeni suikastçı, Pernavut’a gitmiş. Kendisini zengin Azeri olarak tanıtmış: “Kars’a doğru yolculuk yapıyorum. Sürülerim arkadan geliyor.” demiş.
Giyim kuşamı ve konuşması şüphe uyandırmayacak kadar Azeri’ye benzeyen
bu suikastçıdan milisler şüphelenmemişler. Fakat Şamil Bey, Ermeni suikastçının tavır ve davranışlarından onun asıl niyetini anlayıp, bir şey söylemeden,
atıyla uzaklaşmış.
Şamil Bey’in adamları adamı “casus” ihtimaliyle sorgulamışlar, “Ben
Azeri’yim!” diye ısrar edince, pantolonunu indirip sünnetine bakmışlar. Suçunu ve niyetini ifşa eden Ermeni’yi infaz etmişler.
Şefi Öcal
Sultanabat beylerinden Şefi Bey (Öcal), Ankara’da sık sık evimize
uğrar, babamla karşılık oturup, tatlı sohbetler dalarlardı. Ben de fırsat bulduk692
Iğdır Sevdası
ça aralarına katılır, anlatılanlara kulak verirdim. Şefi Bey, bir gün başından
geçen şu ilginç olayları anlattı:
“Evladım kavga nasıl oldu?”
“Rus yönetimi zamanında, Iğdırmava mahallesinin biraz uzağındaki
Sultanabat köyünde oturuyorduk. Çocuktum. İğdırmava’daki Rus ilkokuluna
gidip geliyordum. Sınıfımdaki tek Türk öğrenci bendim. Geriye kalanların
hepsi Ermeni’ydi. Sınıf arkadaşlarımız arasında 15-16 yaşında nerdeyse
bıyığı terlemiş delikanlılar bile vardı. Bu durum o günün koşullarında pek
yadırganmazdı.
Bir gün genç ve güzel bir Rus kızı, sınıf öğretmenimiz olarak göreve başladı. Delikanlılar boş durmuyor, bu genç öğretmeni çeşitli şekillerde
taciz ediyorlardı. Zavallı kız bu gençlerin ukalalığına dayanamayıp bir gün
ağlayarak sınıftan çıktı, okul müdürlüğüne öğrencileri şikayet etti. Müdür sınıfa gelip sorgulama yaptı ama Ermeni öğrenciler kendi aralarına dayanışma
içinde hareket ettiklerinden, bunun öğretmenin bir uydurması (!) olduğunda
ısrarlıydılar. Müdür de kararsız ve çaresiz sınıftan ayrıldı. Öğretmen kendisine hakaret edildiği konusunda iddiasını devam ettirince, müdür mecbur kalıp
müfettiş çağırmak zorunda kalmıştı.
Rusça kaymakama “leçenik” denirdi. Bugünkü devlet hastanesinin
karşısında, Ali Ataman’a ait evler, o yıllar kaymakamlık binalarıydı. Topçular
İlkokulunun üzerinde kurulu olduğu arsa “Leçenik bağı” olarak bilinirdi.
Müfettiş kaymakamla baş başa verip olayı en iyi nasıl çözebilecekleri
konusunda kafa yormuşlar. Ermeni öğrencilerin şahit olarak dinlenmesini bir
kenara bırakmışlar. Kaymakamın aklına parlak bir fikir gelmiş. Okul müdürüne, “Sınıfta Türk öğrenci var mı? “ diye sormuş. Müdür de, “Evet bir tane”
diye cevaplayınca, kaymakam bu öğrencinin çok gizli kaymakamlık binasına
getirilmesini emir buyurmuş.
Bir akşam üstü bir atlı evimizin önünde durdu. Babama, “Oğlunuzu
kaymakam istiyor, korkacak bir şey yok!” dedi. Beni tebdili kıyafet edip başımın üzerine çarşaf örtüldü; atın terkisinde kaymakamlık binasına doğru yola
çıktık.
Geniş salondan içeri girdik. Buraya niçin getirildiğimi bilmediğimden
korkudan zangır zangır titriyordum Telâşlı ve korkulu halimi gören yetkililer
beni sakinleştirmek için şekerleme ve çikolata ikram ettiler. Çok geçmeden
kaymakam ve müfettiş içeri girdiler. Kaymakam, “İsmin ne?” diye sordu.
“Şefi” dedim. “Bak evladım! Geçenlerde sınıfınızda tatsız bir olay olmuş.
Olup biteni bize anlatır mısın?” dedi. Ben de olayı bildiğim kadarıyla en ince
detayına kadar anlattım. Konuşmamı bitirince, kaymakam kafasını salladı,
“Şimdi anlaşıldı. Demek ki öğretmen suçsuz!” dedi. Beni tekrar tebdili kıya693
Fahrettin Gülseven
fet edip eve gönderdiler.
Birkaç gün sonra, okul müdürlüğü genç öğretmene sarkıntılık eden
delikanlıları okuldan uzaklaştırdı. Genç öğretmenin de orada çalışmasını
sakıncalı görüp, tayinini başka bir yere çıkardılar. O günden sonra da asla
bayan öğretmenleri Iğdır’a göndermediler.
Benim, bir akşam üstü gizliden kaymakamlığa götürülmem, ifade vermem ve geri getirilmem, Ermeniler bana ve aileme zarar verir düşüncesiyle
sır olarak yıllarca saklandı.
Kooperatif memurluğu
Şefi Bey bir gün, iş bulmak için, Erivan’daki tüketim kooperatifinin
açtığı sınava katılmıştı. Sınavı yapan Rus heyet, görevi “daha dürüst olur”
yargısıyla bir Türk’e yani Şefi Bey’e vermişler. Böylece, Şefi Bey, şeker dağıtımını yapan kooperatifte memur olarak göreve başlamış.
“Şerbeti süzüle süzüle...”
“Bir gün kooperatif ambarına gelen arabaya, tıka basa şeker yüklemiştik. Şekerleri çuvallar içinde, üstü açık vagona istif ettikten sonra arabayı
yola saldık. Araba henüz uzaklaşmıştı ki hava bozdu, ortalığı kara bulutlar
sardı. Çok geçmeden gök gürültüsü eşliğinde yağmur sağanak halinde yağmaya başladı. “Eyvah!” dedim kendi kendime, “Acaba arabacı branda(örtü)
aldı mı?” Durumun ne vaziyette olduğunu anlamak için hemen atıma atlayıp
arabanın arkasından dört nala yola düştüm. Yağmur tüm hızıyla devam ediyordu. Karşıdan bir atlının geldiğin görünce, önünü kesip merakla,
“Acaba şeker yüklü bir araba gördünüz mü?” diye sordum. Adam,
“Evet!” dedi.
“Durumu nasıldı, yağmura yakalanmış mıydı?” diye sorunca, adam,
“Hem de nasıl! Duasının bereketinden olacak şerbeti de süzüle süzüle
gidiyordu...” dedi.
Bu haber üzerine kör pişman kooperatife döndüm. Manyetolu telefona sarılıp, arabanın gittiği dağıtım şirketine,
“Hiç sormayın başıma gelenleri! Şeker yüklü araba yağmura tutulmuş
halde size doğru geliyor. Bu hatamı nasıl telafi edeceğim bilemiyorum” dedim. Muhatabım anlayışlı bir insandı.
“Merak etme! Hele bir araba gelsin. Ne kadar şeker kaybı olduğunu
hesapladıktan sonra bu miktarı yavaş yavaş her tartıdan düşerek zararı karşılamaya çalışacağım” dedi. Sözleri yüreğime su serpmişti.
694
Iğdır Sevdası
“Yoldaş, işçi sınıfının hakkını yeme!”
1917 Ekim devrimi olmuş, kooperatif yönetimleri komünist partinin
eline geçmişti. İşçi ve köylülerden oluşan komiteler, kendilerine katılmayanları sıkı göz hapsine almışlardı. En ufak bahaneyle onları suçluyor, gözde
düşürüyor, gerektiğinde işten uzaklaştırıyorlardı. Bu şekilde yakın takibe alınanlardan birisi de bendim. Tabii benim bundan ilk zamanlar haberim yoktu.
Bir gün, içinde yüzlerce çuval dolusu şeker ve şekerleme olan kocaman ambarda dolaşıyordum. Kağıda sarılı bir karamelanın yerde olduğunu
fark ettim. Gayri ihtiyari bir şekilde uzanıp şekerlemeyi yerden aldım, kağıdını açıp ağzıma attım. Şekerleme henüz ağzımda erimemişti ki, bir el sinirli
sinirli karşıdaki pencerenin camına vurmaya başladı. Kapıyı açtığım zaman
karşımda parti komitesinin bir üyesini buldum.
“Yoldaş, nihayet seni suçüstü yakaladım. Senden şüphelendiğim için
günlerdir takibe almıştım. Utanmıyor musun işçi ve köylünün hakkını yemeye?” dedi. Ben yarı afallamış bir halde,
“Yoldaş, siz de gördünüz ben bu şekeri yerden aldım. Kirlenmiştir
diye tekrar çuvala koymak istemedim. Hem, bir şeker yüzünden niçin bu kadar sinirli ve saldırgansınız?” dedim. Parti üyesi işçi, eline geçen fırsatı boşa
harcamak niyetinde değildi. Koluma girip beni merkez komitesinin karşısına
çıkardı. Bir daha böylesine önemli bir suç (!) işlememek kaydıyla serbest
bırakıldım.”
Merhum Şefi Öcal, çok sevdiğim Behram, Yunus ve İslâm Öcal kardeşlerin babasıydı.
Nağı Bey (Odoğlu)
Nağı Bey, bağ ve bahçecilik konularında derin uzmanlık bilgisine
sahipti. Zamanının büyük kısmını bu işlerle uğraşarak geçirirdi. O günün
koşullarında Iğdır’da seracılık konusuna ilgi duyup ilk turfanda salatalık yetiştirmişi. Bunun yanı sıra küçük çapta bir konserve fabrikası bile vardı. Basit
tezgâhlarda üretilen şeftali konserveleri tat ve lezzet bakımından çok kaliteliydi. Bu lezzet için iki neden vardı: Birincisi konserve işleminin kimyasal
katkılardan kullanılmadan doğal olarak yapılması; ikincisi de, Nağı Bey’in
şeftali ağaçlarını çekirdekten yetiştiriyor olmasıydı. Genellikle Erivan’dan
bin bir zahmetle getirtilen çekirdeklerin ekiminden 4-5 cins şeftali türü elde
edilirdi..
Nağı Bey, ara sıra, babamı da yanına alarak, tek atlı faytonuyla Iğdır’ın köylerini dolaşırdı. Nerde iyi bir can eriği, kaysı, elma veya kiraz görseler,
o ağaçtan bir aşı numunesi alıp, bunu kendi bahçelerinde merakla denerlerdi.
695
Fahrettin Gülseven
Iğdır’da Cumhuriyetin 10.yıl törenleri
Gazeteci olarak yıllar boyu İstanbul, Ankara gibi büyük şehirlerde
yapılan Cumhuriyet Bayramı törenlerine iştirak edip, izlenimlerimi çeşitli gazetelerde yayınladım. Ancak hiçbir yıldönümü töreni, ilkokul öğrencisi olarak
katıldığım Iğdır’daki 10 yıl törenlerini güzelliğinde ve coşkusunda değildi.
Cumhuriyet Bayramı tören hazırlıkları günlerce önceden başlamıştı.
Bu hazırlığa sadece devlet kuruluşları ve okullar değil, tüm halk canı gönülden katılıyordu.
Önce kasabanın çeşitli yerlerine zafer takları kuruldu. Bu işlerin organizasyonunda o yıllara Belediyede görev yapan ve aynı zamanda kayınbiraderim Feridun Güven’in özel bir emek ve çabası vardı.
Feridun Güven, Kızılzekir Beylerinden sevilip sayılan bir ailenin
çocuğuydu. Bakü Sanat Enstitüsü’nden mezun olduktan sonra Iğdır’a gelip
Belediyede görev almıştı. Daha sonraki yıllar Belediyenin Elektrik Dairesi
sorumlusu olarak görev yapan Feridun Güven, Cumhuriyetin 10. yıl dönümü
törenleri için (1933) olağanüstü beceriyle kasabanın sokaklarını kendi buluşu
krepon kağıtları, mumlar ve sokak lambalarıyla (bir çeşit lüks lambası) günlerce aydınlatmıştı. Renkli krepon kağıtlarının içine konan mumlar, karanlığın çökmesiyle ortalığı renkli ışık huzmeleriyle dolduruyordu. Kasabanın
içine büründüğü bu romantik atmosfer bugün bile hatırladığım zaman beni
anlaşılması zor bir duygusallığa ve tatlı bir hüzne boğuyor.
Kasabanın dört bir yanını krepon kağıtlarıyla süslemek zahmetli için
tüm kasaba seferber olmuştu. Biz de komşularımızla beraber, gece yarılarına
kadar bir arada çalışıyor, heyecan ve coşkuluyla krepon kağıtlarını kesip biçerek değişik şekiller veriyorduk. Sabah olunca yine aynı coşkuyla sokaktaki
evleri ve dükkânları süslüyorduk.
Nihayet beklenen gün gelmişti. Aman yarabbi o ne coşkuydu!.. Asker, sivil, öğrenci, hulâsa tüm halk birbirine kenetlenmiş, neşeyle sokakları
doldurmuştu. Renkli kumaşlarla bezenmiş develer, atlar, esnaf arabaları,
gözleri ışıl ışık ilkokul öğrencileri, göğüsleri kabarık askerler hepsi tören için
birbiriyle sanki yarışıyorlardı. Bu bayram herkesin bayramıydı. Elinde akordeonuyla ön sıralarda yürüyen birisi, “Çırpınırdı Karadeniz, bakın Türk’ün
bayrağına” şarkısını çalıyor, ardından yürüyen halk oyunları ekipleri ortalığı
düğün havasına çeviriyordu. okunmazdı.
Şark’ın Paris’i: Kars
30’lu ve 40’lı yıllarda Kars, yaşam biçimi ve şehircilik bakımından
çok ileriydi. Şark’ın Paris’i” olarak bilinirdi. Sosyal yaşantının böylesine
zengin olmasının nedeni, Erivan’dan gelen zengin muhacirlerin geliştirdikleri
yaşam standardının yüksek bir seviyede olmasıydı. (Iğdır’a 15-20 zengin aile
696
Iğdır Sevdası
geldiyse bu sayı Kars için 50-60 civarındaydı.)
Kars’la ilk tanışmam 1941 yılına rastlar. Liseye kayıt olmak için gitmiştim. Şehir merkeziyle ilk tanışmamı bugün de çok iyi hatırlıyorum. Geniş
ve temiz caddeleri, taş binalarıyla Kars beni büyülemişti. Son derece modern
dizayn edilmiş vitrinlerde Avrupa’dan gelmiş son model elbiseler teşhir ediliyordu. Şehirde ayrıca tiyatro gibi kültürel etkinlikler de yoğun olarak faaliyet
gösteriyordu.
Zenginleşen Iğdır
Markara kapısından Rusya’yla yapılan ticaret nedeniyle Iğdır her gün
biraz daha zenginleşiyor, kabuk değiştirerek canlılık kazanıyordu. O yıllarda
Doğu Anadolu’nun birçok yerinden getirilen binlerce koyun, kasabaya yakın
köylerde ve dağlarda geçici bir süre besiye alınıyor, zorlu kışın ardından sonbahara kadar süren besiyle et bağlayan koyunlar, sürüler halinde köprüden
Rusya’ya teslim ediliyordu.
Aslen Doğubeyazıtlı arkadaşım şu anısını anlatmıştı:
“Markara köprüsünden canlı hayvan ihracat eden zengin bir tacir tanıyordum. Köylerden topladığı koyunları Ağrı’ya yakın dev mağaralarda kış
boyu özel besiye alıyordu. Bir yandan ot, arpa diğer yandan mağara içindeki
tabii yosunlarla beslenen hayvanlar, ilkbaharla birlikte eriyen kar altındaki
yeşil otları da yiyince, bir hormon dopingine uğramış gibi, ikiz hatta üçüz
doğuruyorlardı. Bu şekilde abartısız sürünün yüzde ellisi ikiz doğurmakla
kalmıyor; doğan yavrular da, eti lezzetli ve bu nedenle rağbet gören “karakoyun” cinsinden oluyordu”
Iğdır’daki fabrikalar
Iğdır’da beş fabrika vardı. Zor köyünden ve Torun aşiretinden Kara
Ali Bey’in fabrikası, Necati Kölan ve Eziz Beylerin evlerinin tam karşısında,
Halfeli ve Kars caddelerinin kesiştiği noktadaydı. Asri Hamam’ın karşısında,
Rizeli Necati Topçu’ya ait, halk arasında “Topçular” olarak bilenen bir fabrika vardı. 12 Kasım İlkokulunun karşısında Parlar ailesine ait fabrika ile eski
ortaokul binasına yakın yerde Melekli Medet’e ait küçük bir çırçır fabrikası
ve son olarak da Resul Taner’e ait bir çırçır-çeltik fabrikası vardı.
Aslen Başköylü Resul Taner, Hacı Abdullah isimli zengin bir tüccarın
oğluydu. Eğitimini Moskova’da yapmıştı. Son derece modern fabrikası Iğdır
için bir övünç kaynağıydı.
Yayla günlerimiz
Bir ara nasıl olduysa, Murşitali köyündeki kirvelerimizin yardımıyla, biz de birkaç inek satın alıp hayvancılık işine girmiştik. Geniş bahçemizin
697
Fahrettin Gülseven
bir köşesinde inşa edilen ahırda kışlayan hayvanları, kavurucu yaz aylarında
yaylaya götürmek bir zaruretti. Babam, bağ, bahçe ve hamam işleri yüzünden
Iğdır’da kalırken, ailenin geri kalanı yaylaya giderdi.
Hıloi aşiretinden kirvelerimiz beş kardeştiler. Mıho, Ahmet, Hüseyin,
Mehmet ve Mirze isimli bu kardeşler her yıl bizi de yanlarına alarak Zor’un
biraz ötesindeki Albulak yaylasında konaklarlardı. Mirze kirvemiz, yaşça kardeşlerin en küçüğü olmasına karşın, oba beyliği ve aşiret büyüklüğünü üzerine
almıştı. Obadaki en büyük ve gösterişli siyah çadır onun idi. Bu yüzden obaya
gelen misafirler, Mirze kirvenin çadırında ağırlanır, orada yenilip içilirdi.
Hasan amcam, terzilik yeteneğini kullanarak, brandadan bize çok
güzel bir çadır dikmişti.
Çadırımız kirvelerimize yakın bir yerde kurulmuştu. Oların özel ilgi
ve yardımlarına mahzar oluyor, böylece günlük yaşantımız rahat geçiyordu.
Her sabah taze süt ve yoğurt, yayık günleri taze tereyağı, haftada bir gün koyun budu evimizden eksik olmazdı. Ayrıca sık sık da bizleri kendi çadırlarında yemeğe davet ederlerdi. Buna karşılık biz de onlara taze sebze ve meyve
ikram ederdik.
Bir gün hiç unutmam, çadırın önünde oturmuş kavun karpuz yiyordum. Dilimleri iyice kemirip uzağa fırlatıyordum. Bir ara, benim attığım
kabukları kapmak için oba çocuklarının birbiriyle yarıştığını ve ilk kapanın
kabuğu olduğu gibi yediğini gördüm. Bu olayı çok garipsediğim için, koşarak
anneme gittim: “Anne, bak karpuzun kabuğunu yiyorlar” dedim. Annem trajik olay karşısında sarsılmıştı. Hasan amcama dönerek, “Vakit kaybetmeden
Iğdır’a git, kavun, karpuz, meyve, sebze ne bulduysan, yükleyebildiğin kadar
al getir” dedi.
Birkaç gün sonra annem kovalar dolusu sebze ve meyveyi çadır çadır
dolaşarak oba halkına pay etti. Annem o günden sonra ne yapıp eder, obadaki
yoksul ailelere özel ilgi gösterir, yardım elini uzatırdı.
Kerem Bey’in çobanı
Bir gün, Kadir ve İbrahim Bayat kardeşler aramızda olmak üzere,
Zor yaylasının “Boğaz” denilen mesire yerine gezinti düzenlemiştik. Bir gün
öncesinden kumanyalarımızı hazırlayıp, erkenden yola koyulduk.
Ortalık nane, kekik ve yabani ot kokusuyla doluydu. Çaylarımızı içip
hoşça vakit geçiriyorduk.
Bizden uzak olmayan bir yerde, bir dağın yamacında Kerem Bey’e ait
olduğunu öğrendiğimiz geniş at sürüleri ve koyunlar otluyordu. Bu at sürülerine yaklaşmak cesaret isterdi. Azgın ve yabani kısraklar, dişlerini gösterip
kişniyor, yelelerini sallayıp yaklaşan bir yabancıyı tehdit ediyorlardı.
Bizim yayla yerinde misafir olduğumuzu anlayan Kerem Bey’in ço698
Iğdır Sevdası
banı, sürüden bir kuzuyu kendi eliyle kesip, postunu çıkardı. Etleri ince ince
doğrayıp posta yerleştirdi. Ortalıktan topladığı çalı çırpıyla, kocaman kayanın
çukur yüzeyinde gür bir ateş yaktı; kuzuyu kendi usulüne göre pişirip önümüze koydu. Daha ilk lokmada “Aman Allah’ım bu ne lezzet!” deyip ete hücum
ettik. Çoban bununla yetinmedi soğuk su içinde sakladığı taze sütten ikram
etti. Karnımızı bir güzel doyurduk. O gün yediğim etin lezzetini, aradan bunca yıl geçmesine karşın, sanki damağıma yapışmış gibi hissederim.
Kerem Bey’in çobanın bu misafirperverliği bizi çok etkilemişti. Ama
bizi asıl şaşırtan çobanın bu nazik ve hümanist davranışından ziyade, kendi
başına karar vererek, kendisine sayı ile teslim edilmiş koyunlardan birisini,
hiç tanımadığı insanlar için, hem de efendisinin izni olmadan, kesip ikram
etmesiydi. Çobanın bu davranışından Kerem Bey’in ne kadar cömert ve gönlü
zengin bir insan olduğunu tahmin edebiliyorduk.
Kerem Bey’in Cici Kızları
O yazı Zor yaylasında geçirmiştik. Sonbahara doğru evimiz yayladan “köç” edip Iğdır’a dönüyorduk. Bir vadinin dar bir boğazında, Kerem Bey’in
hanımı ve çocukları, güzel atların üzerine şatafatlı şekilde kurulmuş olarak
karşımıza çıktılar.
Kerem Bey’in hanımı anneme doğru atını sürüp selam verdi. İki kadın
dostça bir muhabbete daldılar. Ben o sıra göz ucuyla az ötede, at üstündeki
iki kıza bakıyordum. Giyim kuşamları birbirinin tıpatıp aynı bu iki kız, süt
kahverengisi atlarının üstünde birer güzellik timsali gibi duruyorlardı. Mavi
şalvarları, elbiselerinin parlak renkleri onları inanılmaz derecede cazibeli
kılıyordu. Açık ten renkleri, sarışına çalan saç bukleleri ve parlak mavi gözleriyle, bu cici kızlar 12-13 yaşında bir delikanlı olarak kalbimi hoplatmıştı.
Herhalde annem de benim bu aşırı ilgimi fark etmiş olacak ki, Kerem Bey’in
hanımı vedalaşıp ayrıldıktan sonra, bana dönerek, “Biraz daha yaşlı olsaydın
bu güzel kızlardan birisini sana alırdım” dedi.
699

Benzer belgeler

2. Mücahit Özden Hun

2. Mücahit Özden Hun Vapurla karşıya geçip, Sirkeci’deki Şark Oteline yerleştik. Vakit kaybetmeden liseye kayıt yaptırmak için girişimlerde bulunduk. Bütün liseler, kayıtlarını doldurmuş, öğrenci almak istemiyorlardı. ...

Detaylı

26. Gurci Selçuk

26. Gurci Selçuk Aşiretim Gêloi aslen İran’dan gelmedir. Bu yüzden halen aşiretimiz “Acem” olarak çağrılır. Gêlo dedem İran’daki baba evini bilmediğimiz bir nedenden dolayı terk edip tek bir aile olarak Iğdır bölge...

Detaylı

pınar sineması - Sadık Yalsızuçanlar

pınar sineması - Sadık Yalsızuçanlar beklenmedik olmuş ki, bakıcı kadın kundaktaki ablamı son anda beşikten kucaklayarak kaçırabilmiş! Babam, annemin “Aklını mı oynatın! Zamanımız yok!” uyarılarına kulak aldırmadan kapının arkasında a...

Detaylı

28. Turgut Sungar

28. Turgut Sungar Şevki Bey, savaştan önce eczacı kalfası yada sıhhiye çavuşu olarak orduda görev yapıyormuş. Emekli olunca Iğdır’da Ecza Deposu çalıştırmaya başlamıştı..

Detaylı