Sayı - Mukaddime - Mardin Artuklu Üniversitesi
Transkript
Sayı - Mukaddime - Mardin Artuklu Üniversitesi
Mardin Artuklu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi MUKADDİME ISSN: 1309-6087 Mardin Artuklu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Mardin Artuklu University Journal of the Institute of Social Sciences Mukaddime Yıl 4, Sayı 8, Güz 2013 Year 4, No 8, Autumn 2013 Editör/Editor Dr. İbrahim BOR Editör Kurulu/Editorial Board Dr. Elif KESER KAYAALP Dr. Tahirhan AYDIN Dr. Dirk KRAUSMÜLLER Dr. M. Cevat YILDIRIM Yazı İşleri Sorumlusu/Administrative Editor Reyyan KAVAK YÜRÜK Sayı Redaktörü/Issue Redactor Hadra Kübra ERKINAY Özetler/Abstracts Arapça/Arabic M. Naim ÇAPRAS Kürtçe/Kurdish Şehmuz KURT, Kenan SUBAŞI, Mesut ARSLAN Danışma Kurulu/Advisory Board Prof. Dr. Ayşegül BAYKAN (Yıldız Teknik Üniversitesi) Prof. Dr. Bülent TANJU (Mardin Artuklu Üniversitesi) Prof. Dr. M. Sait ÖZERVARLI (Yıldız Teknik Üniversitesi) Prof. Dr. Nüket ESEN (Boğaziçi Üniversitesi) Doç. Dr. Abdurrahman EKİNCİ (Mardin Artuklu Üniversitesi) Doç. Dr. Halil Rahman AÇAR (Yıldırım Beyazıt Üniversitesi) Doç. Dr. Oktay ÖZEL (Bilkent Üniversitesi) Doç. Dr. Salih AKIN (Université de Rouen) Yrd. Doç. Dr. Güner COŞKUNSU (Mardin Artuklu Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Mehmet ALICI (Mardin Artuklu Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Serdar ŞENGÜL (Mardin Artuklu Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Siyaveş AZERİ (Queen's University) Mukaddime Dergisi yılda iki kez yayınlanan uluslararası hakemli bir dergidir. Mukaddime is an international peer-reviewed journal. It is published half-yearly. İletişim Adresi/Address Mardin Artuklu Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Sağlık Yüksekokulu Binası 5. Kat Diyarbakır Yolu 5. km Mardin Tel: + 90 482 213 4002 Web: http://mukaddime.artuklu.edu.tr E-mail: [email protected] [email protected] Baskı/Print Mardin Sesi Matbaası Sunuş Mukaddime, 8. sayısıyla da akademik dünyayla buluşmuş olmaktadır. Bu sayıda da sosyal bilimlerin farklı alanlarından oldukça özgün, ilgi çekici çalışma ve tartışmalar bulacaksınız. Bu sayıda dergimize gelen onlarca makaleden ikisi felsefe, biri tarih, biri sanat tarihi ve diğerleri sosyoloji/sosyalpsikoloji, müzik ve edebiyat alanlarından olmak üzere yedi tanesi seçkin hakemler tarafından yayınlanmaya değer bulunmuştur. Bununla birlikte söz konusu çalışmaların önemli bir kısmının tek bir alanla sınırlanmayacak; sosyal bilimler ağı içinde interdisipliner bir perspektifi yansıttığını da hatırlatmakta yarar vardır. Sırasıyla Akman, bireyin ve grupların sorun ve buhranlarının çözümünde, psikolojide, psikoterapinin oynadığı role benzer şekilde sosyolojide de yeni bir terapötik alan olan sosyoterapinin önemine vurgu yapar. Akman, "Sosyoterapi: Sosyolojinin Terapötik Kullanımı" makalesiyle özellikle genç sosyologlar için yeni çalışma alanlarının kapısının aralanması gerektiğine de dikkatleri çekmektedir. Özcan'ın, "Anadoluyla Tanışan Türkler'e Kültür Tarihi Açısından Bakışlar" adlı çalışması, Türklerin Anadoluya geliş serüvenlerine, onların sosyal yaşamlarına ve karşılaştıkları yeni toplumlarda oluşturdukları algılarına dair, tarihin gözden kaçan detaylarını izleyerek biraz da anlatı tarihi üzerinden Türk kültür tarihine ezber bozan farklı bir bakış sunmaktadır. Tan, "Paul Tillich'in Tanrı Anlayışı" adlı makalesinde "Tillich‟e göre Tanrı nihai kaygıdır ve bu da en önemli varoluşsal soruların cevabıdır" ifadesinde özetlediği Tillich'in Tanrı anlayışını, onun iki önemli kavramı olan “korelasyon yöntemi” ve “nihai kaygı” çerçevesinde ele almaktadır. Tan varoluşçu bu Tanrı anlayışının Teizm'den hangi açılardan farklı bir yerde durduğunu tartışarak, ilahiyat ve din felsefesi alanında yeni ve önemli bir tartışma konusunu ele almaktadır. Perde, aşıt, makam ve ritim gibi müziksel kavramların birer örnek olay olarak ele alındığı ve müziksel algılamanın teori-pratik bağlantısına odaklanan Mutlu'nun, "Müziksel Algılamada Teori Pratik Bağlantısı (Nexus): Sosyokültürel Bir Mutabakat Olarak Perde (Pitch)" çalışması, müziksel algının “doğallık” ve “evrensellik” iddiaları da dâhil olmak üzere „kültür‟ içerisinde anlam kazanan bir pratik olduğu tezini öne sürmektedir. Demircan, "Marx'ta Özne Nesne İlişkisi Üzerine" adlı makalesinde, Marx'taki birçok önemli kavramın analiziyle, özne nesne ilişkisini açıklamaya; öznenin nesneyi ve kendisini belirleyiş "ilişkisi"ne ve nesnenin "özneleşmesiyle" yabancılaşma süreçlerine ilişkin bizi Marx'ın temel kaynakları üzerinden akıcı bir tartışma ve değerlendirmelerin içine çekmektedir. İkinci yeni akıma bağlı olmasına karşın bu akımın kendi dönemindeki temayülüne aykırı olarak, şiirinde dinî temalara yoğun bir şekilde yer ayıran Sezai Karakoç'un Hızırla Kırk Saat isimli şiir kitabındaki dinî referansları Ete'nin "Hızırla Kırk Saat‟te Dinî Referanslar" çalışmasıyla tespit ve tahlil edilmeye çalışılmaktadır. Gözlerden uzak Tire kütüphanesinde unutulmaya yüz tutmuş 200 yazma eser arasında önemli bir kültür mirası olan tehzip sanatının dört ayrı yüzyıla ait örnekleri; sayfa düzeni, desen, motif ve renkleri bakımından Hatipoğlu'nun "Tire Kütüphanesi‟nde Bulunan Birkaç Tehzipli Yazma Eser" çalışmasıyla yeniden değer kazanmaya başlayacağını söylemek abartı olmayacaktır. Mukaddime'nin 8. sayısı, yine özgün bir çalışma olan 2013'te Felsefe bölümümüzün gerçekleştirdiği; sosyal bilimler ve daha özelde felsefe alanında Kürt dilinin olanakları ve bu alanda yapılan çalışmaları ortaya koymayı hedefleyen "Kürt Diliyle Felsefe Çalıştayı"nın, Aydın‟ın kalemiyle tanıtımını da içermektedir. Bu sayının, yazılarıyla gün yüzüne çıkmasını sağlayan yazarlarımıza, kıymetli vakitlerini ayıran hakemlerimize, elinize ulaşma aşamasına kadar emeği geçen tüm dergi çalışanlarına ve katkı sunan herkese teşekkürlerimizi sunarız. Editör Doç. Dr. İbrahim BOR İÇİNDEKİLER Sunuş Sosyoterapi: Sosyolojinin Terapötik Kullanımı Mahmut Kubilay Akman 1 Anadoluyla Tanışan Türkler‟e Kültür Tarihi Açısından Bakışlar Emine Sonnur Özcan 13 Müziksel Algılamada Teori Pratik Bağlantısı (Nexus): Sosyokültürel Bir Mutabakat Olarak Perde (Pitch) Kubilay Mutlu 37 Paul Tillich‟in Tanrı Anlayışı Necmettin Tan 51 Marx‟ta Özne Nesne İlişkisi Üzerine Baver Demircan 67 Hızırla Kırk Saat‟te Dinî Referanslar Mehmet Rağıp Ete 89 Tire (Vakıf) Necip Paşa Kütüphanesi‟nde Bulunan Birkaç Tezhipli Yazma Eser Oktay Hatipoğlu 109 Çalıştay Tanıtımı ve Değerlendirmesi Tahirhan Aydın 127 SOSYOTERAPİ: SOSYOLOJİNİN TERAPÖTİK KULLANIMI Mahmut Kubilay AKMAN Doç. Dr., Bingöl Üni., Sosyoloji Bölümü Özet Sosyoterapi, sosyolojinin terapötik kullanımını sağlayan bir alan olarak 20. yüzyılda geliştirilmiştir. Esasen, yaşanan problemlerin temelinde “sosyal” olanın olduğu bilinciyle sosyoterapi çözüm ve sağaltım alanını da sosyal boyuta taşımaktadır. Bu terapi türünün kullanımında, terapist kadar hasta ya da terapi gören de etkin bir rol alır. Karşılıklı diyalog ve iletişim çerçevesinde sorunların dile getirilmesiyle tedricen sağaltımın gerçekleşmesi amaçlanmaktadır. Bireye, grup terapisi içinde güven duygusu vererek ve karşılıklı anlayış, empati sağlanarak oluşturulan sinerji iyileşme sürecinin asıl kaynağıdır. Sosyoterapiyle tıpkı psikoloji biliminden psikoterapinin kaynaklanması gibi, sosyolojiden terapötik bir disiplin doğmuştur. Bu disiplinin temelleri klinik sosyolojide bulunabilir. Anahtar Kelimeler: Sosyoterapi, grup terapisi, klinik sosyoloji, kişiler arası terapi, psikoterapi, logoterapi. Abstract Sociotherapy: Use of Sociology for Therapeutic Purposes Sociotherapy which provides therapeutic usage of sociology, was developed as a field in the 20th Century. Mainly, with the consciousness all problems have a “social” dimension, Mukaddime Sayı 5, 2012 Mahmut Kubilay Akman sociotherapy has sought to find the solution and healing also in the social dimension. In this type of therapy, the patient or the person who has therapy has an active role as much as the therapist. Synergy created in group therapy, giving the feeling of trust and mutual understanding to individuals is the main source of healing. A therapeutic discipline was born from sociology with sociotherapy, similar to the birth of psychotherapy from the science of psychology. The foundations of this discipline can be found in clinical sociology. Keywords: Sociotherapy, group therapy, clinical sociology, interpersonal therapy, psychotherapy, logotherapy. Kurte Sosyoterapî: Bikaranîna Civaknasiyê ya Terapotîk 2 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Sosyoterapî wek qadeke ku ji bo bikaranîna civaknasiyê ya terapotîk pêk bîne, di sedsala 20. de hetiye pêşxistin. Sosyoterapî di eslê xwe de di bingeha pirsgirêkên ku tên jiyîn de bi hişmendiyeke ya “civakî” wek ku civakî be, qada çareserî û tedawîyê jî ber bi aliyê civakî ve dibe. Di bikaranîna ev cure terapiyê de qasê terapîst bixwe ew kesê nexweş an kesê ku terapî dibîne jî roleke mezin dilîze. Di çarçoveyeke guftûgo û têkiliyeke rûbirû de armanc ew e ku pirsgirêk bên zimên û tedawî gav bi gav bê kirin. Çavkaniya sereke ya pêvajoya pakbûnê ew e ku di nav terapiyeke komî de hesta bixwebaweriyê, faraset û fahmberiyeke dualî û bi empatiyê di wî/wê kesê de çêkirina sînerjiyekê ye. Çawa ku psîkoterapî ji ilmê derûnnasiyê tesîr girtibe wisa jî bi derketina sosyoterepiyê, di civaknasiyê de dîsîplineke terapotîk çêkiriye. Xîmên vê dîsîplîna han dibe ku di civaknasiyê de bên dîtin. Bêjeyên Sereke: Sosyoterapî, terapiya komî, civaknasiya kilînîk, terapiya di navbera kesan de, psîkoterapî, logoterapî. Sosyoterapi: Sosyolojinin Terapötik Kullanımı الملخص استعمال علم االجتماع في المعالجة:العالج االجتماعي ً فً انقزن انعشزٌه الستعمال عهم االختماع ف،ًت ّم تطىٌز انعالج االختماع ّ ً بىع، فً انحقٍقة.انتداوي أن فً أساس ك ّم ما ٌحصم مه انمشاكم ما هى ُ ) أٌضاsağaltım( تحمم انعالج االختماعً ساحة انحم وانتداوي،"ً"اختماع فً هذا اننىع مه انمعاندة نهمزٌض أو انذي ٌُعانَح دور.إنى انناحٍة االختماعٍة ٌهدف وقىع انتداوي تدرٌدٍا عبز بٍان انمشاكم.فعّال أٌضا مثم دور انمعانِح انمنبع األصهً نمزحهة انتحّ سه هى انطاقة.فً إطار انحىار انمتقابم واالتصال ًاإلضافٍة انحاصهة بىاسطة إعطاء انفزد حسّ األمه فً داخم انعالج اندماع تىند مه عهم االختماع مدال.)empati( وانتفاهم انمتقابم ومبادنة األحساس ٌمكه.)psikoterapi( ًمعاندً كما تىند مه عهم اننفس انعالج اننفس .)klinik( ًانحصىل عهى أصىل هذا انمدال فً عهم االختماع انطب ،ً عهم االختماع انطب،ً انعالج اندمع،ً انعالج االختماع:الكلمات المفتاحية . انعالج بانمعنى، انمعاندة اننفسٍة،انمعاندة بٍه األفزاد 1. Giriş Sosyoloji, toplumun ve toplumsallığın bilimi olduğu oranda, bireyin yaşadığı çeşitli sosyal, bireysel, grupsal, psikolojik, vb. problemlerin ve buhranların çözümünü psikoloji, psikiyatri, psikoterapi, rehberlik ve danışmanlık gibi alanlara bırakarak on yıllarca daha büyük, “makro” meselelerle ilgilendi. Kentleşme, sanayileşme, toplumsal cinsiyet, kırsal alan, siyaset gibi alanlar sosyolojinin ve sosyolog öznelerin dikkatini celp ederken bireyin ve grupların yaşadıkları travmalar, psikolojik açmazlar, çatışmalar, nevrozlar, vb.nin nasıl sağaltılacağı, sosyolojik aklın tahayyülünün dışına düştü. Sosyal hizmetler, disiplinler arası bir alan olarak sosyolojiden, hukuktan ve psikolojiden de beslenerek bir nebze bu hususlara el atmıştır. Ne var ki o da en nihayetinde benzer bir makroyaklaşıma sahiptir; bir insanın veya insanlar grubunun, ülkenin genel refah politikalarından azade olarak tekil ve mikro-ölçekte yaşadıkları “acıları” sağaltmak gibi minör ve bir o kadar da pratik bir yaklaşım, sosyal hizmet uzmanlarının da temel eksenlerinin uzağına düşmektedir. Bu anlamda sosyoterapi, sosyoloji tarihinde benzeri görülmeyen bir girişim olarak karşımıza çıkmış, psikoloji-psikoterapi ilişkisine benzer bir bağlantı ve uygulama alanı sosyoloji ile sosyoterapi arasında oluşmuştur. Sosyoloji dünyasının yeterince tanınmayan bu rengine bu makale ile bir kapı aralayacağız. Dünyada az sayıda uzmanın yürüttüğü sosyoterapi, Türkiye’de ilk defa 3 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Mahmut Kubilay Akman akademik ve bilimsel bir yayınla gündeme gelmektedir. Sosyoterapi, sosyologlara geniş ve yeni bir çalışma alanı ve istihdam imkânları sunmaya namzettir. Bu satırların yazarının sosyoterapiye duyduğu ilgi ve bilimsel literatür araştırmaları, 2000’li yılların başlarına gider. On yılı aşkın bir süre boyunca, Türkiye’de sosyoterapiyle ilgili hiçbir ciddi adımın atılmamış olması bu makalenin yazımının esas gerekçesidir ve bu başlangıcın ardından daha kapsamlı çalışmaların diğer meslektaşların katılımıyla gerçekleşmesi ümit edilmektedir. Uluslararası alanda dahi çok az kaynak olduğu göz önünde bulundurulduğunda, Türkiye’de sosyoterapinin henüz “keşfedilmemiş” olması nispeten anlaşılabilir bir durumdur. 2. Kavramlar ve Arayışlar 4 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Sosyoterapi, “Bir kişiye yardım etmek üzere, kişilerarası (interpersonal) düzenlemelerle onun çevresini modifiye etmeye dayanan destekleyici terapi yaklaşımıdır.”1 Merkezi İsveç’te bulunan Conscientia Enstitüsü, sosyoterapiyi, terapötik süreçte “prensipler ve kurallar geliştirerek organizasyonu yeniden yapılandırma, işbirliğini destekleyerek cezalandırma ve rekabet zihniyetini ortadan kaldırma; herkese farkındalık ve daha fazla bilgi sunarak, kişisel-gelişim yoluyla ve iyi davranışlarla kendini-gerçekleştirme duygusunu uyarma” şeklinde tanımlamıştır.2 Bu anlamda, sosyoterapi yaklaşımı, “kişilerarası” boyutları ve karşılıklı etkileşimi baz almasıyla psikoterapinin birey eksenli çalışmalarının ötesine geçmektedir. Sosyoterapi, terapist kadar grupta yer alanların da sağaltım sürecinde belirli rol ve işlevler yerine getirdikleri, kendileri iyileşirken karşıdakini iyileştirdikleri bir süreçtir. Dr. Lívia Lozsi’nin başkanlığını yaptığı, Slovakya’daki Sosyoterapi ve Psikoterapi Derneği, Sosyoterapi disiplininin tanımı, metodolojisi ve etik prensipleri konularında belirli eksenler oluşturmuştur. Derneğin resmi tanımlamasına göre, “Sosyoterapi sosyal ilişkilerin terapisidir. Multi-disipliner bir karaktere sahiptir ve genellikle sosyal hizmetler, psikoterapi, psikoloji, özel eğitim, medikal eğitim, hukuk, sosyoloji ve tıp alanından edinilen bilgilerden istifade eder.”3 Bu yaklaşım, sosyoterapiyi sosyolojinin bir uç vermesi, uygulama alanı olarak gören bakış açısından farklılaşır; 1 http://psychologydictionary.org/sociotherapy http://www.conscientia.se/en/sociotherapy.php 3 http://www.socioterapia.info 2 Sosyoterapi: Sosyolojinin Terapötik Kullanımı bunda dernek bünyesindeki uzmanların genellikle sosyoloji geri planına sahip olmaması etkilidir. Terapi sürecini sosyal ilişkiler düzlemine oturtması, sosyoterapinin özgün ve güçlü yanını teşkil eder. J. Stuart Whiteley’in ifadesiyle, “Psikoterapi, esasen terapistin bireyin iletişimlerini yorumlamasından kaynaklanan anlayışa dayanan bir dinleme sürecidir ve daha stabilize bir duygusal yaşamın gelişimini kolaylaştırmaya çalışır. Sosyoterapi ise kişilerarası (interpersonal) etkileşimlerle sorunların üstesinden gelmeyi hedefleyen, yeni ve daha tatmin edici yollarla davranış değişikliğine dayanan, daha aktif bir süreçtir” (Whiteley, 1986). Terapi süreci daha dinamik bir hal kazanmıştır. Sosyoterapi ve Psikoterapi Derneği’ne göre “Sosyoterapinin amacı, bireyde ve onun sosyal sisteminde gerilimin hafifletilmesi için, içsel potansiyelini ve sosyal ilişkiler kapasitesini kuvvetlendirerek, bireyin yaşam kalitesini artırmaktır. Sosyoterapi, dezavantajlı olan, tehdit altındaki ve karşılıklı çatışma halindeki sosyal gruplarla ve bireylerle çalışır. Buradaki tarafların her biri eşit partnerler olarak görülür ve hiçbiri problemin kaynağı olarak değerlendirilmez.”4 Sosyoterapinin bu prensibi önemlidir, terapist çatışan taraflar arasında kimin haklı olduğunu açığa çıkaracak bir hakem değildir. Sosyal olaylar ve problemler çoğu zaman karmaşık tablolar ortaya koyarlar ve asıl mesele yaşanan acıyı çözmek, dindirmektir. Bir “haklılık” mütalaası yapmak sosyoterapistin ilgi alanının tamamen dışındadır. Yaşanan olumsuzlukların oluşturduğu tahribatı aşmak asıl hedeftir. Aslında sosyoterapiyi önceleyen yaklaşımlar, nüve halinde köklerini klinik sosyolojide bulur. Louis Wirth, Amerikan sosyoloji dünyasının oldukça erken bir döneminde (1930’lar) çocuk gelişimiyle ilgili, sosyal psikiyatrinin, sosyal hizmetlerin ve klinik sosyolojinin yaklaşımlarını tartışırken önemli bazı hususların altını çizmiştir. Wirth’e göre, “davranış problemlerine sosyolojik yaklaşım, çocuğun davranışlarını kontrol etme ve yeniden-düzenleme yönünde bir ilgi göstermediği sürece esasen sadece teorik ve akademik kalacaktır.” (Wirth, 1931, s.64) Bu açıdan uygulamalı bir sosyolojik yaklaşım, davranışlara müdahaleyi ve onları rehabilite etmeyi gündeme getirir. Bu anlamda, teorik yaklaşımın ötesine geçerek “iyileştirme”yi hedefleyen bir sosyolojik uygulama alanı tesis edilmelidir (Wirth, 1931, s.64-65). Bu bağlamda, sosyologun çocuk davranış problemleriyle alakalı olarak yüzleştiği en önemli terapötik görevlerden birisi, “çocuğun sosyal dünyasının modifikasyonu ve 4 http://www.socioterapia.info 5 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Mahmut Kubilay Akman manipülasyonudur” (Wirth, 1931, s.65). Görüldüğü gibi, ileride sosyoterapiyi şekillendirecek bazı prensipler burada kendini hissettirmektedir. Louis Wirth bunları söylediğinde, sosyolojinin kurucusu Auguste Comte’un vefatının üzerinden, bir asırdan az bir zaman henüz geçmişken Pozitivist Sosyoloji paradigması, yorumsamacı/anlamacı alandan değil; tam da Pozitivist ekolün bir “uç vermesi” şeklinde tezahür eden uygulamalı alandan kırılmış oluyordu. Çünkü, sosyoloji bir uygulamalı terapi disiplini olarak değerlendirildiğinde, artık “var olanın”, “olguların” bir yansıması olan, tıpkı fen bilimlerinin benzeri bir bilim olduğu iddiası geçersizleşiyordu. Bu anlamda, burada söz konusu olanın fen bilimleri-teknoloji ilişkisine benzer bir farklılık ve bağlantı arz ettiği de dile getirilebilir. Bir diğer deyişle, tıpkı teknolojinin fen bilimlerinin buluşlarından istifade etmesi gibi, sosyoterapi sosyolojinin kuramsal gelişmelerinin bir ifade ve uygulama alanı şeklinde işlev kazanıyordu. 3. Sosyoterapinin Metodu 6 Mukaddime, Sayı 8, 2013 ABD’de, gerek teorik gerekse uygulamalı çalışmalarıyla sosyoterapi literatürüne büyük katkılar sunmuş olan Dr. Marshall Edelson, uzun yıllara yayılan çalışmaları ile bir gruplar teorisi ve organizasyon sistemi teorisi geliştirerek akıl hastanesi organizasyonu ve teröpatik topluluk hususlarında önemli açılımlar gerçekleştirmiştir. Araştırmaları sonucunda, hastalar, personel ve hasta-personellerin karşılıklı bağlılığı üzerinden şekillenen bir terapötik topluluğu ve hastanedeki bireysel çeperleri aşan sosyal sistemi resmetmiştir (Edelson, 1970, s.19). Sosyoterapi, bu kolektif ve karşılıklı bağlara dayanan örüntü üzerinden, diyalojik olarak bir sağaltım süreci sunmaktadır. Hastaların, terapi görenlerin travma ve şiddet kurbanlarının terapist ile olduğu kadar birbirleriyle de samimi diyaloglar kurmaları iyileşme sürecinin dayanakları arasında yer alır. Sosyoterapinin işleyişinde ve metodunda karşılıklı etkileşim genellikle vurgulanmıştır: “Sosyoterapi, çoklu katılımlarla sosyal ilişkileri işlevselleştirmeye çalışan bir sinerji fiilidir. Sosyoterapist, terapi görenin gelişimleri önündeki engelleri görmelerine yardımcı olur ve bu engelleri sosyal sistemin diğer katılımcılarıyla işbirliği halinde aşmaları için çeşitli yollar önerir ve organize eder.”5 Dr. Peter Bierenbroodspot’a göre sosyoterapi, esasen belirli prensiplere göre 5 http://www.socioterapia.info Sosyoterapi: Sosyolojinin Terapötik Kullanımı tertip edilmiş klinik düzenlemelerle oluşturulan ortamı terapötik olarak kullanarak hastayı “dış dünya” ile yüzleştirir. Psikoterapide ise farklı olarak iç dünya ile yüzleşme söz konusudur (Aktaran Richters ve diğerleri, 2008, s.101). Bierenbroodspot’ın Sosyoterapi için önerdiği prensipler şu şekildedir: 1. Tüm seviyelerde, ne olup bittiği hususunda herkesi bilgilendiren, karşılıklı iletişim 2. Sempati duygusunu grup içinde takviye edecek ortak karar alma iradesi 3. İktidar ve sorumluluğun demokratik olarak paylaşıldığı liderlik 4. Konsensüsü hedefleyen pozitif bir tartışma süreciyle ortak kararlar alma 5. “Burada ve şimdi” sosyal etkileşim yoluyla sosyal öğrenme (Richters ve diğerleri, 2008, s.101). Avrupa’da sosyoterapi terapötik gruplar şeklinde uygulanmıştır. Buradaki temel mantık şudur: Bir toplumun “ters imgesi” olarak oluşturulan bir topluluk, o toplumun oluşturduğu zayiatlara karşı terapötik bir işlev görebilir (Richters ve diğerleri, 2008, s.101). Sosyoterapinin temel prensiplerinin uygulanması hususunda Prof. Dr. Annemiek Richters ve ekibi şu safhaları önermektedir: emniyet, güven, özen, saygı, kurallar ve hatıralar (Richters ve diğerleri, 2008, s.106-108). Bu aşamaları sosyoterapi uygulamasında kolaylaştırıcı olarak görev alan sosyolog/terapist özenle ve dikkatle hayata geçirmeye çalışmalıdır. En son aşamada ise tüm bu ilkelerin toplamda entegrasyonu oluşturulmalıdır (Richters ve diğerleri, 2008, s.108). Sosyoterapinin bu safha ve prensipleri, Ruanda’dai soykırım kurbanlarının terapi süreçlerinde kullanılmıştır ve bu konuda halen devam etmekte olan bir proje vardır. Yaşadıkları travmanın derinliği nedeniyle çok hassas olan hayatta kalmış kurbanların, ilk aşamada geçmiş anılarıyla yüzleşmeleri tercih edilmemektedir. Öncelik daha çok yoksulluk, aile içi problemler, sağlık meseleleri, uyuşturucu kullanımı gibi güncel sorunlara verilmektedir. Ancak, terapi uygulama toplantısının sonuna doğru, katılımcılar arasında karşılıklı güven ve saygı tesis edildikten sonra geçmişin acı veren anıları hatırlanmaktadır.6 Geçmişin yıpratıcı travmaları ardından, Ruanda’da barış ve huzurun hâkim olduğu bir sosyal ortam oluşturmayı amaçlayan Topluluk Temelli Sosyoterapi Programı (Community Based Sociotherapy Program, CBSP) 2013-2016 döneminde, yaklaşık 6 http://www.sociotherapy.org/about_sociotherapy/methodology__principles 7 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Mahmut Kubilay Akman olarak 23.000 kişinin katılacağı, 1800 sosyoterapi grubu oluşturmayı hedeflemektedir. Bu amaçla 2005 yılından itibaren 200 kişi “sosyoterapi kolaylaştırıcısı” olarak yetiştirilmiştir. 2016 yılında, yetişmiş 500 sosyoterapist olması hedeflenmektedir.7 Prof. Dr. Annemiek Richters 2004 yılından itibaren Ruanda’daki sosyoterapi programlarında danışman ve araştırmacı olarak görev almıştır. Ruanda 2013-2016 sosyoterapi projesi altı temel sonucu elde etmeye odaklanmıştır: 1. Artan psikososyal esenlik, kişilerarası uzlaşma ve sosyoterapi uygulanan yerlerde yaşayan insanlar arasında sosyal bağların güçlendirilmesi 2. İyileştirme ve uzlaşma süreçleriyle, topluluk üyeleri arasında, bireyleri etkileyen psikososyal konuları belirleme gücünü artırmak 3. Psikososyal ve ekonomik gelişim yararına sosyoterapi gruplarının sürdürülebilirliğini sağlamak 4. Sosyoterapi içinde uygulanan metotların etraflı bilgisine ulaşarak gerçekleştirilen müdahalenin etkisini pekiştirmek 8 Mukaddime, Sayı 8, 2013 5. Var olan kurumlar aracılığıyla programın yayılmasını sağlamak üzere sosyoterapinin metotları ve etkililiği hakkında artan bir yerel ve ulusal farkındalık 6. Büyük Göller Bölgesi’nde ve muhtemelen çatışma-sonrası durumunda bulunan başka ülkelerde, sosyoterapi programlarının daha da gelişmesini kolaylaştıracak, topluluk-temelli sosyoterapinin geçiş sürecinde adaletin tesisi (transitional justice) konusunda pozitif katkıları olduğu konusunda, uluslararası kabul görmek.8 Ne var ki bireye daha çok odaklanmış bir sosyoterapi de mümkündür. Kişi-merkezli sosyoterapide de katılımcılarda ortaklık, paylaşım duygusu ve şefkat oluşturulmaya çalışılır. Bu, ahenkli “bir aradalık” hali içinde, karşılıklı anlayış ve empati ile sağlanabilir. Sosyoterapötik bir karşılaşma, her şeyden önce ait olmaya dair insani ihtiyaca cevap verdiği için faydalı ve işlevseldir. Bu anlamda, “esenlik ve bütünlük duygularını yükseltirken yabancılaşmayı azaltır. İşbirliğini artırır ve hasmane rekabeti azaltır” (Wilkins, 2012, s.248). Bireyin merkeze alınması, onun bir bütünün parçası olduğu gerçeğini kabul etme noktasında bir engel teşkil etmemektedir. Bütünlük ve 7 8 http://www.sociotherapy.org/program_2013_2016 http://www.annemiekrichters.nl/rwanda/new-sociotherapy-progam-2013---2016 Sosyoterapi: Sosyolojinin Terapötik Kullanımı harmoni içinde bir pozisyon ve anlam sahibi olduğunu bilmek bireye esenlik verecek bir süreçtir. 4. “Yapboz”un Bir Parçası Olmak Sosyoterapi üzerine yürütülen bir analiz/tartışma, kaçınılmaz olarak bağlantılı bir diğer disiplini gündeme getirmektedir: logoterapi. Prof. Dr. Viktor E. Frankl geliştirdiği terapi sistemini, Yunanca akıl, bilgi, anlam gibi anlamları karşılayan logos sözcüğünden esinlenerek, Logoterapi olarak adlandırmıştır. Varoluşçu felsefenin bir formu olarak kabul edilen logoterapide, iyileştirme bireyin evrendeki biricik varoluşunun aranma sürecinde gerçekleşir. Burada, insanın biyolojik olarak indirgenebilecek mekanik fonksiyonların ötesinde daha derin bir boyutu bulunduğu ve alternatifler arasında seçme özgürlüğüne sahip olduğu anlayışı söz konusudur (Crumbaugh, 1971, s.375). Frankl’ın ifade ettiği anlamda logoterapi “grup terapisi” tekniklerine de yer vermektedir. Bu bağlamda önerilen, bireyin ötekiyle yüzleşmesi ile sınırlı değildir. Daha da öteye giderek duygu (feeling) ve duygulanımların (emotion) karşılıklı aktarımı ve paylaşımı seviyesine ulaşmak amaçlanmaktadır. Prof. Frankl’ın logoterapi anlayışına göre, “hayat yine hayattan gelir/kaynaklanır” ve bu anlamda birey daha büyük bir Gestalt’ın9 parçası olduğunun farkına varmalıdır (Crumbaugh, 1971, s.384). Kişilerarası (interpersonal) terapi tekniklerini ve egzersizlerini bünyesinde barındıran logoterapi yaklaşımı, Joseph B. Fabry tarafından Doğu dinleriyle/felsefeleriyle (Hinduizm, Taoizm, Budizm, vd.) karşılaştırmalı ve ilişkili olarak tartışılmıştır (Fabry, 1975). Bu ilişkilendirme, daha önce iki ayrı yerde tartıştığımız, Sufizmin (Tasavvuf) terapötik kullanımı potansiyelini akla getirmektedir (Akman, 2010 ve Çaldak-Akman, 2012). Çağdaş toplumun ihtiyaçları çerçevesinde, sosyoterapinin sağaltıcı teknikleriyle sosyolojiyi terapötik bir yaklaşımla ele alıp değerlendirecek olan bir ekol gelenekten beslenerek sufi ve dervişane bir hayatın huzur verici imkânlarından istifade edebilir. Türkiye’deki tasavvuf gelenekleri böylesi bir müspet açılıma uygun, zengin ve renkli bir zemin sunmaktadır. Asya inanç sistemlerinin ve felsefelerinin logoterapi için bütünleyici bir fikir alanı olarak sunulmasına benzer bir şekilde, biz de Türkiyeli sosyal ve insani bilimciler olarak Sufizmin klasik ve geleneksel kaynaklarını sosyoterapi uygulamalarında değerlendirebiliriz. Tasavvufun “nefis 9 Almanca “biçim” kelimesidir. Psikoloji literatüründe, elementlerden oluşan, bütüne dair konfigürasyon anlamında kullanılır. Bkz: http://www.psychologydictionary.org/gestalt 9 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Mahmut Kubilay Akman tezkiyesi” metodolojisinin sosyoterapötik potansiyelini şimdilik, daha sonra başka bir makalede tartışılmak üzere erteleyebiliriz. Ne var ki şu kadarı söylenebilir, mistik ve spiritüel uygulamalar, modern bireyin ruhunda yer alan “eksiklik”, “yarım kalmışlık” ve “yabancılaşma” gibi duyguların giderilmesinde önemli ve engin bir potansiyele sahiptir. Bu alternatif uygulamaların ve gelenekselliğin modern bilimin metotlarıyla sentezlenmesi sonucunda terapi gören birey hayatının anlamlı olduğunu, büyük bir yapbozun (puzzle) parçası olduğunu ve resmin ancak kendisiyle tamamlanabileceğini hissedebilir. Anlam kaybı sonunda buhranlar yaşayan birey için bu hiç de azımsanacak bir kazanım değildir. 5. Eleştirel İtirazlar 10 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Sosyoterapinin imkânına ve var olabilme zeminine itirazlar da eksik olmamıştır; gerek sosyoloji alanının içinden, fiilen sosyoterapiden uzak durulmasıyla gerekse psikoloji alanından, adeta kendi disiplerine karşı bir rakip geliyormuş gibi mesafeli bir duruş sergilenmiş olması, sosyolojinin terapötik kullanımının önünde ciddi bir blokaj oluşturmuştur. Sosyoterapi, özellikle travmatik olayların kurbanlarına ve taraflarına uygulandığında, “itibar ve değer duygusunun yeniden kazandırılmasını, güvende olma hissi verilmesini, zihinsel ve sosyal gerilimin azaltılmasını amaçlamaktadır” (Richters, 2010, s.97). Bu hedef ne kadar başarılabilinmiştir? Açıkçası, sosyoterapiyi olumlayan metinlerin azlığı, itirazlar, eleştiriler zemininde de görülmektedir. En temel araştırma kitap ve makalelerinin bir düzineyi aşmadığı bir alanın sistematik ve çok boyutlu eleştirileri neredeyse yok denecek düzeydedir. Eleştiriler ve itirazlar çoğunlukla enformel alanlarda, gayriresmî iletişim zeminlerinde, forumlarda vs. kalmaktadır. Teorik bir kurgudan çok, kendisini uygulamalı bir disiplin olarak tesis eden sosyoterapinin olumlayıcı veya olumsuzlayıcı eleştirileri de kendilerini uygulamalı olarak var edebilmelidir. Sosyoterapistler ve klinik sosyologlar, bir taraftan psikiyatri, psikoterapi, vb. alanlardaki gibi etkili terapötik yöntemler geliştirirken; diğer taraftan da sosyoloji çeperinin içinden gelen tepki ve eleştirileri göğüsleyerek, sosyoterapiyi daha tam bir disiplin olarak inşa etmelidirler (Knudten, 1986, s.84). Uygulama çalışmalarıyla sistematizasyon girişimleri bağlantılı olarak yürümelidir. Eleştiriler eğer enformel ortamlardan akademik zeminlere doğru genişler ve daha Sosyoterapi: Sosyolojinin Terapötik Kullanımı görünür hale gelirse bu eleştirilere verilecek cevaplar da literatürün gelişimine olumlu katkı sunacaktır. 6. Sonuç Sosyolojinin uygulama alanı denince herhâlde uluslararası alanda da Türkiye’de de en çok akla kamuoyu araştırmaları gelmektedir. Gerçekten de bu alanda sosyoloji çok işlevsel olmuştur. Bir terapi uygulaması olarak sosyolojinin kullanımı, on yıllar boyunca hep cılız bir ses olarak kalmıştır. Bu alandaki öncü çalışmalar Amerika’da ve Avrupa’da yapılmıştır. Son yıllarda, çatışma-sonrası bir toplumda rehabilitasyon ve terapi süreçlerinin etken bir ögesi olarak sosyoterapi Afrika’da kullanılmaktadır. Sosyoterapinin geleceği nereye gidiyor? Bunu ancak zaman gösterebilir. Bu disiplinin doğum süreci belki de henüz tamamlanmamıştır ve hala devam etmektedir. Türkiyeli sosyologların bugüne kadar bu süreçte rol almamış olması, bugünden sonra da bu durumun sürmesini gerektirmez. Bilimsel araştırma ve uygulama açısından geniş bir alan el değmemiş olarak önümüzde duruyor. Yapılması gereken, önce teorik ve kavramsal bir düzlemin oluşturulması, ardından yavaş yavaş uygulama alanlarının seçilmesi ve ilk adımların atılmasıdır. Sosyoterapi, ülkemizin müstakbel sosyoterapistlerini beklemektedir. Kaynakça Akman, K. (2010). Sufism, Spirituality and Sustainability: Rethinking Islamic Mysticism through Contemporary Sociology, Comparative Islamic Studies, 4. Crumbaugh, James C. (1971). Frankl's Logotherapy: A New Orientation in Counseling, Journal of Religion and Health, 10, 4, 373-386. Çaldak, H. ve Akman, K. (2012). Sufi Ethics: Answers of the Tradition to Contemporary Issues, Culture and Politics in the New Middle East, Y. Aktay, P. El-Sharkawy, A. Uysal (ed.), Ankara: Stratejik Düşünce Enstitüsü. Edelson, M. (1970). The Practice of Sociotherapy: A Case Study, New Haven and London: Yale University. Fabry, Joseph B. (1975). Logotherapy and Eastern Religions, Journal of Religion and Health, 14, 4, 271-276. Knudten, R. (1986). The Practice of Clinical Sociology and Sociotherapy, Clinical Sociology Review, 4, 1, 82-84. Richters, A., Dekker, C., Scholte, W. F. (2008). Community based sociotherapy in Byumba, Rwanda, Intervention, 6, 2, 100-116. Richters, A., Dekker, C., Rutayisire, T. (2010). Care as a turning point in sociotherapy: 11 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Mahmut Kubilay Akman Remaking the moral world in post-genocide Rwanda, Medische Antropologie, 22 (1), 93-108. Whiteley, J. Stuart (1986). Sociotherapy and Psychotherapy in The Treatment of Personality Disorder: Discussion Paper, Journal of the Royal Society of Medicine, 79, 721-725. Wilkins, P. (2012). Person-Centered Sociotherapy: Applying PersonCentered Attitudes, Principles and Practices to Social Situtations, Groups and Society as a Whole, Hellenic Journal of Psychology, 9, 240-254. Web-Siteleri: http://www.ifdp-africa.org/sociotherapy.html http://www.sociotherapy.org http://www.socioterapia.info http://www.annemiekrichters.nl http://www.pantarhei.org http://www.sociotherapy.org.ua 12 Mukaddime, Sayı 8, 2013 ANADOLUYLA TANIŞAN TÜRKLER’E KÜLTÜR TARİHİ AÇISINDAN BAKIŞLAR Emine Sonnur ÖZCAN Dr., TÜBİTAK Bilim ve Teknik Dergisi Özet Orta Asya‟dan gelip Anadolu halklarıyla tanışan Türkler, kültür tarihi açısından ele alındığında nasıl bir fotoğrafla karşılaşırız? Bu makaleyle çekilen fotoğraf temel olarak Türkleri karşılarında bulan Anadolu halklarına ait kronikler ve Türklerin sözlü tarihlerinin daha sonraki yüzyıllarda yazıya aktarılmış kaynaklarına dayanmaktadır. Anılan kaynakların kültür tarihinden ziyade siyasi ve efsanevi izler taşıyor olması bu çalışma ortaya koyulurken karşılaşılan en büyük güçlüklerdir. Buna rağmen elden geldiğince siyasi tarih satırları arasına sıkışmış çok az miktardaki kültür tarihi unsurunun izi sürülmüş, efsanevi unsurlar ve metaforların hangi gerçekliğin soyutlaştırılmasıyla elde edildiği anlaşılmaya ve anlatılmaya çalışılmıştır. Anahtar Kelimeler: Türkler, kültür tarihi, Ortaçağ Anadolu‟su, Alparslan, Tuğrul Bey, Melikşah, konargöçer hayat, gaza. Abstract A Cultural Historical Approach to the Arrival of Turks to Anatolia What sort of a picture does the Turks coming from Middle Asia and meeting with the Anatolian people present when considered from a cultural historical approach? The picture 1 Mukaddime Sayı 5, 2012 Emine Sonnur Özcan presented in this paper is mainly based on chronicles of Anatolian people who met the Turks and oral sources of Turks which were later translated to the written form. The most important difficulty we faced while writing this article was the fact that the sources mentioned have mostly political and legendary contents rather than cultural ones. However, we tried to trace the few cultural historical traces hidden among the lines of political history. In a similar manner, we tried to elucidate and describe the legendary elements and metaphors which were probably based on a practice or reality. Keywords: Turks, cultural history, Medieval Anatolia, Alparslan, Tugrul Bey, Meliksah, nomad life, gaza. Kurte Ji Hêla Dîroka Çandî Ve Nêrînên Li Ser Tirkên ku Anatoliyayê Naskirine 14 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Dema ku em tirkên ku ji Asyaya Navîn hatine û gelên li Anatoliyayê nas kirine ji hêla dîroka çandî ve vekolînin, em ê bi dîmeneke çawa re rû bi rû bimînin? Ev dîmenên ku di vê gotarê de ne, esil pişta xwe dide kronîkên gelê Anatoliyayê yên ku bi tirkan re hevnas bûne û her wiha çavkaniyên dîroka devkî yên nivîskî ku salên şûnde hatine nivîsandin. Dema ku ev xebat hat kirin zehmetiya herî mezin ew bû ku ev çavkanî ji dîroka çandî zêdetir rêçên siyasî û efsanewî di xwe de dihewandin. Dîsa jî heya ku ji dest hat ew hêmanên dîroka çandî yên ku di nava rêzikên dîroka siyasî de tepisî bûn, rêça wan hat şopandin û her wiha hewl hatiye dayîn ku ew hêmanên efsanewî û metafor bi şênberkirina kîjan rastiyê ve ketine wî halî bê fehmkirin û vegotin. Bêjeyên Sereke: Tirk, dîroka çandî, Anatoliyaya qirna navîn, Alparslan, Tuğrul Beg, Melîkşah, jiyana koçeriyê, xeza. Anadoluyla Tanışan Türkler’e Kültür Tarihi Açısından Bakışlar الملخص األنظار إلى األتزاك الذين اكتشفوا أناضول من ناحية ثقافة التاريخ مٍف سرنىُ اىصىسج اىرً سَْيقٍها عْذٍا ٌُذسط األذشاك اىقادٍىُ ٍِ أسٍا ًاىىسطى وذعاسفىا عيى شعىب أّاضىه ٍِ ّاحٍح ثقافح اىراسٌخ؟ اىصىسج اىر ) شعىب أّاضىهkronikler( ذعرَذ عيى عاداخ،اُىرقٍِد عثش هزٓ اىَقاىح ُاىزٌِ وجذوا األذشاك أٍاٍههٌ وعيى ذاسٌخ األذشاك اىقىىً اىزي ُمرة تعذ اىقشو أمثش صعىتح ىُقٍد أثْاء اىعَو فً هزٓ اىذساسح هى مىُ اىَصادس.اىراىٍح ، فشغٌ رىل.اىَزمىسج آّفا ذحَو آثاس سٍاسٍح وخشافٍح أمثش ٍِ ثقافح اىراسٌخ ذُفقِّذخ أثاس اىعذد اىقيٍو ٍِ عْاصش ثقافح اىراسٌخ اىرً اّذسجد تٍِ سطىس ُىوه ىفهٌ وإفهاً ّىعٍح اىحقٍقح اىرً ذُ ُىصِّو ترجشٌذها إىى ِ وح،ًاىراسٌخ اىسٍاس .ُ) قذس اإلٍناmetaforlar( عْاصش اىخشافح واىَجاصاخ أىة، أّاضىه فً اىقشوُ اىىسطى، ذاسٌخ اىثقافح، األذشاك:الكلمات المفتاحية . اىغضوج، اىحٍاج اىرْقيٍح،ٓ ٍيل شا،ً طىغشوه ت،ُأسسال “Ol yigit eytdi Rûma niçün geldün didi. Melik eytdi gerekdür ki bu illeri Müslümanlık eyleyem didi. Ol yigit bu sözi işidüp Câzûyumışsın didi. 15 Melik eytdi Hâşâ ki câzû olam, müslümânam didi.” Mukaddime, Sayı 8, 2013 Dânişmendnâme Anadolu‟yu istilaya ve fethe yönelen konargöçer, savaşçı Türklerin gerek kendi içlerinde gerekse muhatapları olan Anadolu sakinleriyle sefere/akına çıkış, konaklama ve istila/fetih süreçlerinde yaşadıkları kültür tarihi açısından nasıl değerlendirilebilir? Bilindiği gibi konargöçer Türkler, Ortaçağ Anadolu‟sunu istila ve fetih süreçlerine ilişkin yazılı eserler bırakmadılar. Torunları tarafından asırlar sonra derlenip yazıya aktarılan sözlü tarihleri ise genellikle kıymetli metaforik ve alegorik bilgilerle donatılmış olup tarihsel gerçeklik açısından özenli bir yaklaşımı gerektirmektedir.1 1 Bu bilgilerden çalışmamızın belli bölümlerinde faydalanmaya çalışacağız. Anakronizme düşülmediği takdirde, Türklerin konargöçer yaşamlarında kitap yazmak gibi bir edimin neden yeri olamayacağına kolaylıkla kanaat getirilebilir. Onlar, doğanın kucağında sürdükleri yaşamlarında gelecek nesillere bıraktıkları izleri anıtlar dikmek, heykeller yapmak, şarkılar-destanlar söylemek gibi çeşitli soyutlamalarla yine doğaya bırakıyorlardı. Emine Sonnur Özcan Bununla birlikte bizler modern algılamamızla soyunduğumuz Orta Çağ Türk kültürünü anlamaya çalışma girişiminde, temel olarak yerleşik insanların yerleşiklik kaygılarıyla yazdıkları tarihlerle iz sürüyoruz (Patmut‟iwn Aristakisi Lastivertc‟woy, 19632).3 Esasen eldeki kaynakların sunduğu siyasi tarih verileri arasında kültür tarihi ipuçlarına ulaşmak kolay değildir. Takdir edilir ki siyasi elitler; sultanlar, imparatorlar, aileleri ve hanedan üyeleri dışında sıradan insanların yaşam biçimlerine ilişkin kaynaklara yansıyan veriler yok denecek kadar azdır. Bununla birlikte kültür tarihine ışık tuttuğunu düşündüğümüz noktada –ki siyaset de kültüre dâhildir– siyasi elitlerin yaşam tarzlarıyla ilgili veriler de çalışma kapsamımıza girmiştir. Kaldı ki belli ortak paydaların bir arada tuttuğu elitler ve sıradan insanlar, ortak kültürel refleksleri paylaşmış olmalıdır. Son tahlilde algımızı sıradan Türk kitleleri ve Anadolu sakinlerinin yaşam biçimlerinin, kültürel değerlerinin kaynaklarda nasıl yer aldığı ve yansıtıldığına daha yoğun olarak yöneltmiş olsak da bulgularımızı kaçınılmaz bir biçimde –neredeyse bütünüyle– siyasi tarih üzerinden edindiğimizi itiraf etmeliyiz. 16 İmdi şu alt soruyla yol alabiliriz: Türklerin akın akın Anadolu coğrafyasına doğru yönelmelerindeki kültürel izler sürülebilir mi? Mukaddime, Sayı 8, 2013 Yağma ve Talan Kültüründen Cihat ve Gaza Kültürüne Anadolu‟ya yönelen Türk akınlarına öncülük eden Selçuklu ailesini, İran coğrafyasında neredeyse bütün Asya‟ya hükmeden bir devlet kurma sürecine getiren şartlara ve motivasyonlara kültür tarihi açısından nasıl bakabiliriz? Bu sorunun cevabını araştırmaya Orta Asya‟nın kuzey doğusundaki Türklerin ana yurdu dediğimiz bölgeden değil batısından başlayacağız. Çünkü X. yüzyıl başlarında Türklerin kadim ana yurtları Orhun Bölgesi‟nde proto-Moğol kavimlerle aralarında başlayan hâkimiyet mücadelesi sonucunda buradan sökün ettikleri (Turan, 2004, s.36,37; Cahen, 1994, s.24) yaklaşımı ile Selçuklu ailesinin en başta yaşadıkları Orta-Batı Asya bölgeleri arasında kaynaklara yansıyan bir bağlantı tespit edemedik. 2 3 http://rbedrosian.com/alint.htmhttp://rbedrosian.com/alint.htm (Eserin bu adreste bulunan İngilizce çevirisinden yararlanılmıştır). Örneğin, bir XI. yüzyıl Ermeni tarihçisinin Malazgirt yakınlarında kamp kuran Türkleri yerleşik yaşam bakış açısıyla tanımlarken kurduğu şu cümle, kültür tarihi açısından son derece cezbedici gözüküyor: “Sayısız askeri, filleri, arabaları, atları, kadınları, çocukları ve pek çok hazırlığıyla gelip kamp kuran ve tarlada çalışan biçiciler misali bütün memleketi ele geçiren Türkler.” Anadoluyla Tanışan Türkler’e Kültür Tarihi Açısından Bakışlar Nitekim ünlü Türkolog Cahen de çok farklı bir tez ileri sürmektedir. Ona göre Selçuk Bey‟in babası Dukak, Batı Oğuzlarının yaşadığı Aral gölü ile Hazar Denizi arasında kalan bölgenin bir sakiniydi. Hazar Beyine bağlı –galiba üst düzey– bir asker olan Dukak‟ın ölümünün ardından oğlu Selçuk Bey, bilinmeyen bir nedenle o güne kadar yaşadıkları bu bölgeden kalkıp Cend şehrine göçmüştür (Cahen, 1994, s.38). Bilinmeyen bu neden Süryani Tarihçi Abu‟l-Farac‟ın verdiği bilgiye göre Hazar Beyi‟nin karısının çekememezliğidir. Onun rahatsızlığı genç Selçuk‟un kulağına gider ve “kabilesinin adamlarını gizlice toplayarak” hazırlığını yapar; “yanına birçok atlar, develer, koyunlar ve inekler alarak” doğduğu topraklardan hareket eder. Böylece Selçuk Bey ve etrafındakiler, “Turan, yani Türk diyarından İran diyarına çobanlık etmek bahanesi ile” geçerler. Bu aşamada Cend şehrini zikretmeyen tarihçi anlatısına devamla Selçuk Bey ve çevresindekilerin bu bölgede yaşayanların Müslüman olduklarını görerek kendi aralarında istişareye giriştiklerini ve: “Biz içinde yaşadığımız memleket halkının dînini kabul etmez ve onların törelerine uymazsak, bir kimse bize iltifat etmez ve biz tek başımıza yaşamaya mahküm bir azınlık halinde kalırız”, diyerek Müslümanlığı kabul ettiklerini belirtir (Abu‟l-Farac, 1999, s.292-293). Abu‟l-Farac‟ın, Mülknâme isimli bir esere4 referansla verdiği bu bilgilere karşın İbnü‟l-Adîm, eserinin Alparslan bahsinde bu aileden İslama giren ilk kişinin Dukak olduğunu kaydeder (İbnü‟l-Adîm, 1989, s.10). Mehmet Altan Köymen ise bu iki tarihçiden de farklı olarak Selçuk‟un “Oğuz hükümdarı ile düştüğü anlaşmazlık yüzünden bütün maiyeti ile kaçarak” Cend şehrine geldiğini bildirmekte; ancak orada İslamı kabul edip etmediğine dair herhangi bir bilgi vermemektedir (Köymen, 1986, s.10). Cahen, Selçuk‟un Cend‟de bulunduğu bu dönemde üç oğlunun (Mikâil, Arslan ve Musa) olduğunu ve ömrünün geç bir döneminde burada Müslümanlığı seçtiğini ifade etmektedir (Cahen, 1994, s.38). Selçuklu tarihçisi Osman Turan da Selçuk Bey‟in “takriben 960‟da Cend‟de kendi kâbilesi ile Müslüman olunca, Yangi-kent yabgusuna karşı gazâya başladığını” ortaya koymaktadır (Turan, 2004, s.20)5. 4 5 Bu eserin, Sultan Alparslan‟ın emriyle kaleme aldırılan ancak günümüze kadar ulaşmayan Meliknâme mi yoksa başka bir eser mi olduğu anlaşılamamıştır. Daha önceleri “kayıp şehir” olarak bilinen Cend şehri, 2006 yılında Kazakistan‟da yapılan kazılardan sonra ortaya çıkartılmış ve burada Selçuk Beyin türbesi yanında, saray, hamam ve başka türbelerin de kalıntılarına rastlanmıştır. www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=187656 17 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Emine Sonnur Özcan Selçuk Bey‟in nerede ve nasıl Müslüman olduğu meselesindeki tartışmaları bir yana bırakırsak torunları olan Tuğrul ve Çağrı Beylerin Cend şehrinden itibaren henüz Horasan‟a geçmeden Maveraünnehir‟de bulundukları sırada Müslüman Gazneliler ve Karahanlılarla yaşadıkları serencâm, onları İslamla ve dolayısıyla gaza ve fetih kavramlarıyla daha da kaynaştırmış olmalıdır. Çağrı Bey‟in daha bu aşamada (1015-1019 arası bir tarih) Maveraünnehir‟den çıkıp Horasan‟da kendisine katılan Türklerle birlikte “Rûm ülkesine” gazâya gittiğini biliyoruz. Türklerin Anadolu‟da ilk belirişleri bu akınla olmuştur (Urfalı Mateos, 2000, s.48; Smbat Sparapet, 1956 6; Sevim, 2000, s.I; Köymen, 1986, s.11; Yinanç, 1944, s.35; Turan, 2004, s.23). 18 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Orta Asya‟da hâkimiyeti ellerinde tutan Türk Gazneliler Devletine son vererek Horasan ve Harezm bölgeleri üzerinde devletlerini inşa eden Selçuklular, ilk kurultaylarından hemen sonra Halife‟ye bağlılıklarını ve “İslâm uğruna yaptıkları gazâ ve cihadları” vurgulayan bir mektup gönderdi (Köymen, 1986, s.27). Onlar, yaklaşık iki sene sonra İslamın sancaktarlığı talebiyle Halife‟ye bir mektup daha gönderdi. Abu‟l-Farac‟dan edindiğimiz bilgiye göre, hanedan üyelerinden İbrahim Yınal tarafından “Halifeye hitâben” kaleme alınan “mektubun başına bir ok ile bir yay resmi geçirilmiştir.” Selçukluların mevcut kimliklerine ilaveten edinmek istedikleri dinî misyonu yansıtan mektupta “Horasan ve Harezm hükümdârı” olan “Şehinşâh-ı Selçukî Tuğrul Bey‟in” hac yollarının güvenliği için Bağdat‟a bir ordu göndereceği belirtilmiştir (Abu‟l-Farac, 1999, s.298). Bu iletişim süreci, iç karışıklıklarla, mezhep çatışmalarıyla mücadele eden ve dolayısıyla X. yüzyıldan itibaren ciddi biçimde güçten düşen Abbasî Halifeliği‟nin Türk Sultanı Tuğrul Bey‟i Bağdat‟a davetiyle sonuçlanmıştır. Tuğrul Bey, saltanatı tehlikeye düşen Halifeyi sıkıntılarından kurtardıktan sonra onun tarafından “dünyevî elçisi ve Doğunun ve Batının Sultanı” olarak taltif edilir. Böylelikle Tuğrul Bey‟in İslam coğrafyası üzerindeki hâkimiyeti dinî meşruiyetine de kavuşmuş ve “küffar illerini İslâm‟a açması” daha da kolaylaşmıştır. Bu bağlamda anonim Gürcü Kroniğinde yer alan Tuğrul Bey‟e ilişkin şu bilgiler meseleyi pekiştirici gözükmektedir: 6 http://rbedrosian.com/cssint.htm (Eserin bu adreste bulunan İngilizce çevirisinden yararlanılmıştır). Anadoluyla Tanışan Türkler’e Kültür Tarihi Açısından Bakışlar “O dönemde Türkistan‟da Tuğrul Bey adında bir adam, Sârâcenler7 zayıflamakta olduğu için güçlenerek Sultan oldu; pek çok halka ve bölgeye hükmetti.” (The Georgian Chronicle8, 1991). Bu aşamada, gaza yapmak amacıyla akın akın “Rûm‟dan yana revâne olan” (Danişmendnâme, 2004, s.273)9 Türk kitlelerine dönersek10 Tuğrul Bey, İslam halifesinin layık gördüğü unvanlarla 7 Arap tarihçi Ebu‟l-Hasan‟a el-Mes‟ûdî (ö.346/956), et-Tenbîh ve’l-İşrâf isimli kitabında, Hıristiyanların Müslümanlara verdikleri “sârâkînûs” (= ساساقٍْىط, sarâcen anlamında) ismine ilişkin olarak çok önemli bir izah ve eleştiri getirmektedir. Ebu‟l-Hasan‟a göre Romalılar, Müslümanlara verdikleri “sârâkînûs”/sârâcen isminin anlamının Hz. İbrahim‟in karısı Sâre‟nin köleleri (= )عثٍذ ساسجolduğunu inkâr etmişlerdir. Onlar bunu “yalan” olarak değerlendirseler de esasen bu terimi Hz. İbrahim‟in ikinci karısı Hâcer ve oğlu İsmail‟i aşağılamak için kullanmışlardır. el-Mes‟ûdî, Romalıların kendi zamanına değin Müslümanları “sârâkînûs” biçiminde adlandırdıklarının altını çizmektedir (elMes‟ûdî, 1893, s. 168). Modern dönem Arap tarihçilerinden Cevad Ali (1907-1987) de anılan terim üzerinde değerlendirmelerde bulunmuş ve el-Mes‟ûdî‟nin aktardığı “sârâkînûs”a değinmeden hemen önce, aynı anlama gelen “sârekîn” (= ٍِ )ساسقterimini ele almıştır. Cevad Ali, bu terimin “sâre” ve “kîn/keyn?” olmak üzere iki kelimeden oluştuğu ve ilkinin Hz. İbrahim‟in eşi Sâre, ikincisinin de köle anlamına geldiğini belirtmekte ve ardından, el-Mes‟ûdî‟nin verdiği bilgiyi aktarmaktadır (Cevad Ali, 2001, c. I, s. 29.) 8 http://rbedrosian.com/gc1.htm (Eserin bu adreste bulunan İngilizce çevirisinden yararlanılmıştır). 9 Danişmendnâme‟de şöyle geçer: “Pes Süleyman Şâh dahı Türk çerisiyle Halife desturuyla Rûm‟dan yana revâne oldılar.” 10 Türklerin Anadolu önlerine gelişine ilişkin, bir Ermeni kaynağıyla kısmen örtüşen diğer bir yol haritası, Âşık Paşazâde tarafından verilmektedir. Tarihçiye göre “en evvel Rûm vilâyetine gelen” Osman Gâzi‟nin dedesi Süleymanşâh, şu vesilelerle Anadolu‟ya ulaşmıştır: Dönemin hâkim Arap gücüne karşı Acemler, “Yafes neslinden” Türkleri “kendilerine senet edinmişler” ve onların vasıtasıyla, Araplar‟a gâlip gelebilmişlerdi. Ancak, Acemlerin gâlip gelmesiyle, kâfir illeri Müslümanlar‟a karşı direnmeye başladılar. Diğer taraftan, zaman içinde, “bu göçer evlü halkdan” Acem hükümdarları çekinmeye başladılar ve onları kendilerinden uzaklaştırmanın çarelerine baktılar. Neticede, aralarındaki “ululardan” Süleymanşâh‟ı elli bin “Türkmen ve Tatar eviyle” gazâ yapmak üzere Rûm‟a yönlendirmek istediler. Süleymanşâh da bu teklifi kabul ederek Anadolu‟ya doğru yola çıktı (Âşıkpaşaoğlu, 1949, s.92). XIII. yüzyılda yaşamış Kilikyalı devlet adamı ve komutan Hetum da Türkler‟in Anadolu sınırlarına geltiren sebebin İranlılar olduğunda, Aşıkpaşazâde ile uyuşan bilgiler vermektedir. Hetum kroniğine göre, Pers imparatoru; “Serâcenler‟e karşı yardım ricâ etmek üzere Amuderya/Ceyhun nehri etrafında bulunan bölgelere ve krallıklara elçiler gönderdi; gelecek olanlara yüksek maaşlar ve mevkiler vaat ediyordu. Türkmen adı verilen 6,000 civarında adam, Persia yakınlarında yer alan Türkistan Krallığı‟ndan toplanarak Pers Kırallığı‟na yardım amacıyla Ceyhun nehrini aşarak ilerlediler.” Hetum, Türkler‟in İran merkezli bu hareket noktasını, Aşıkpaşazâde gibi doğrudan Anadolu‟ya bağlamak yerine, onların İran‟dan sonra, Araplar‟ın hizmetine girdiklerini ifade eder. Türkler, daha sonra, Halife‟nin talebiyle Müslümanlığı seçmişler ve zamanla hâkimiyeti Araplar‟dan almışlardır. Selçuk idaresinde birleşen Türkler, tüm Orta Asya‟yı ele geçirdikten sonra, Tuğrul döneminde ele geçirmek için Mezopotamya‟ya döneceklerdir. Hatum‟a göre Türkler Anadolu‟ya ilk olarak Artuk‟un Mardin‟i ele geçirmesiyle ayak basmıştır. Sonrasında tarihçi, Süleymanşâh‟ı Alparslan döneminde tespit eder ve onun, Alparslan‟ın isteğiyle Kapadokya‟ya gittiğini; “Türk Krallığı‟na ait 19 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Emine Sonnur Özcan taçlandırdığı kimliğiyle etrafında toplanan sayısız konargöçer ve savaşçı Türk‟ü, yüzyıllardır İslam halifeliğinin yürüttüğü Bizans illerini Müslümanlığa açmak göreviyle batıya gönderecektir. Böylece Orta Asya‟daki anayurtlarından çıkmak zorunda kalan Türklerin Türkistan ve Harezm yoluyla “sel halinde” İslam ülkelerine olan akınları, “Türk İmparatorluğu”‟nun kurulması ve yapılan düzenlemelerle “muntazam olarak Bizanslılara karşı Anadolu‟da cihada sevkedilme” biçimine evrilmiştir (Turan, 2004, s.20-21).11 Türkler Nasıl Görünüyorlardı? Anadolu‟ya ayak basan Türklerin orada yaşamakta olan halklarca nasıl değerlendirildiğine ilişkin kaynaklara yansıyan bilgiler, hem Türk kültür tarihi ve hem de o dönemki Anadolu halklarının Türk algısına ilişkin önemli ipuçları vermektedir. Bu bağlamda, yukarıda bahsi geçen Çağrı Bey‟in –veya Selçukluların– Anadolu üzerine yaptığı ilk sefer, Ermeni kaynaklarında Türklerin Anadolu önlerinde ilk kez göründüğüne 20 Mukaddime, Sayı 8, 2013 olacak birçok şehri ele geçirdiğini”; bölgede hâkimiyeti ele geçirip kendisini Sultan ilan ettiğini ve de adını, Süleymanşâh biçiminde değiştirdiğini ifade eder. Hetum için Süleymanşâh, “Boillon Lordu‟nun kroniğinde geçtiği üzere”, Hıristiyanlara karşı savaşan ilk kişidir (Hetum, History) http://rbedrosian.com/hetumint.htm (Eserin bu adresteki İngilizce çevirisinden yararlanılmıştır). 11 Türkleri Anadolu önlerine getiren muhtemel sebepleri sıralamanın ardından, XI. yüzyıl Anadolu‟suna şöyle bir bakalım: Abbâsi Halifeliği‟nin zayıflamasına paralel olarak daha önceleri uçlarda İslam egemenliğine geçmiş olan bölgeler, Bizans Devleti‟nce tek tek geri kazanılmış durumdadır. Mükrimin Halil Yinanç‟a referansla bu bölgeleri şöyle sıralayabiliriz: Tarsus merkezli Şam ucu; Malatya merkezli el-Cezîre ucu ve Erzurum ile Bitlis ön planda olmak üzere Anadolu‟nun doğusunu içeren Ermeniyye ucu (Yinanç, 1944, s.26). Bu anlamda doğuda ve güneyde görece bir rahatlık sürmekte olan Bizanslılar, ilk Türk akınlarını izleyen yıllarda, doğuda çok köklü değişikliklere giderler. Hâkimiyetleri altında, ancak yerel prenslerce yönetilen Ermeni topraklarını –ilk Türk saldırısının yapıldığı Vaspurakan eyaletinden başlamak üzere– kendi yönetimleri altına alıp, Ermeni prenslerini Anadolu‟nun içlerinde başka bölgelere göçe zorlarlar. Tarihçi Bedrosian‟a göre Bizans yönetimi söz konusu prenslerin Türklerle işbirliği yaptığına inanmaktadır (Bedrosian, 1979) http://www.rbedrosian.com/atmi1.htm (Eserin bu adreste bulunan İngilizce çevirisinden yararlanılmıştır). Ancak Ermeni kroniklerinden de anlaşılacağı üzere, doğu eyaletlerine tayin edilen Rum komutanların isteksizlikleri Türklerin işini daha da kolaylaştıracaktır. Diğer yandan Bizans Devleti‟nin batısı da uzun süredir Orta Asya‟dan kaynaklı hareketlenmeler dolayısıyla Türk kökenli kavimlerce (Peçenekler, Kuman/Kıpçaklar ve Uzlar) ciddi tehdit altındadır. Bir başka ifadeyle, XI. yüzyıl başlarından itibaren Doğu Roma, imparatorluğun hem doğusu hem de batısından Türklerce sıkıştırılmış bir haldedir. Anadoluyla Tanışan Türkler’e Kültür Tarihi Açısından Bakışlar ilişkin en erken kayıt olmasının yanında, Türk savaşçılarının görünümlerine dair bazı bilgileri de içeriyor. Urfalı Mateos ve Kilikyalı komutan ve devlet adamı Smbat Sparabet kroniklerinde bu akına katılan Türk askerlerini betimleyen ifadeler kullanmışlardır. Onlardan ilkinin Bizans‟ın Vaspurakan isimli eyaletine yönelen bu akınları anlatırken daha önce “bu cins Türk atlı askeri” görülmediğini vurgulamakla –geçmişe yönelik olarak– tam olarak neyi kastettiğini bilemiyoruz; ancak anlatısına devamla askerlere ilişkin verdiği –görece– ayrıntılı betimlemeler şöyledir: “Ermeni askerleri onlarla karşılaşınca, acayip şekilli, yaylı ve kadın gibi uzun saçlı olduklarını gördüler.” Mateos‟un, dış görünüm olarak hayli şaşırtıcı bulduğu anlaşılan Türk savaşçılarının bu imajı, büyük oranda okçulukları çerçevesinde yaratılmış gibidir; nitekim tarihçi, Türklerin okçuluklarını anlatırken, “oklara karşı tedarikli davranmaya alışmamış olan Ermeni askerlerinin” yine de büyük cesaretle Türklere karşı savaştıklarını hatırlatır (Urfalı Mateos, 2000, s.48). Kilikyalı Smbat‟ın tarihinde de aynı bağlamda Türk okçularından Ermeni askerlerinin kendilerini koruyamadığı vurgulanarak “kadın gibi uzun saçları” olan okçular tanımlaması yer alır (Smbat Sparapet, 1956 12). Son olarak Türk savaşçılarının okçu karakterinin yabancıların gözünde nasıl bir imaj yarattığına dair Anna Kommena‟nın tasviri oldukça açıklayıcı gözükmektedir: Anna, Bizans‟a yardım amacıyla savaşan Türklerin okçuluklarını anlatırken onların savaş esnasında “orduyu bir ok bulutuyla örtmekte oldukları” biçiminde etkileyici bir tanımlamaya yer vermektedir (Anna Kommena, tarihsiz, s.16). Türk ordusuna ve askerlerine yakın sayılabilecek açılardan bakışın ve özellikle onların mahir okçulukları karşısında duyulan şaşkınlığın izlerini taşıyan yukarıdaki betimlemelerden sonra söz konusu Türk askerlerinin genel anlamda kadınları, çocukları, atları, arabaları, çadırları ve hayvanlarıyla dışarıdan nasıl göründüğüne dolayısıyla karşı tarafta nasıl bir izlenim bıraktığına dair kayıtlara bakalım: Tarihçilerin bu bağlamda düştükleri kayıtlar –daha önce de belirttiğimiz gibi– genel olarak Türk ordularının niceliksel yönünü vurgulamak amacıyla kaleme alınmış gözükmektedir. Örneğin yine 12 http://rbedrosian.com/cssint.htm (Eserin bu adreste bulunan İngilizce çevirisinden yararlanılmıştır). 21 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Emine Sonnur Özcan Anna Kommena, Türklerin saldırılarının tam da asi komutan Russel‟in Bizans‟a karşı saldırıya geçtiği döneme denk düştüğünü vurguladığı satırlarında Türk ordularını tasvir ederken –sanki biraz da nefretle– “ayak altında çıtırdayan kum taneleri kadar kalabalık sayıda” benzetmesini seçmiştir (Anna Kommena, tarihsiz, s.32). Diğer yandan Urfalı Mateos da Sultan Alparslan‟ın ordularıyla gelip Urfa önlerinde konduğu, çadırlarını kurduğu vakit, şehir halkının Müslüman askerlerin kalabalığından korktuğunu “çünkü Sultanın sayısız askerlerinin ovaları ve zirvelerine kadar bütün dağları kaplamış bulunduğu” bilgisini vermektedir (Urfalı Mateos, 2000, s.118). Aynı sefere ilişkin anılan korkutucu manzara, Smbat tarihinde de yerini bulmuştur: “Halk ve şehrin çok sayıda mümini, yabancı orduların sayısız askerini görünce korktu; çünkü Sultanın ordusunun büyük kalabalığı ovaları ve dağların tepelerini doldurmuştu” (Smbat Sparapet, 1956 13). 22 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Urfalı Mateos, Alparslan‟ın Gürcistan seferi bağlamında Türk ordularıyla ilgili olarak yukarıdakinden daha da dehşetengiz bir manzara çizer: Ona göre sefere giden ordu “korkunç dalgalarla çalkalanan bir denizi ve taşkın sularını ileriye atan azgın bir nehri andıran, muazzam bir ordudur.” Bu ordu Karabağ‟a gelerek “bütün ovaları kâmilen kaplamıştır.” O kadar ki “kaçacak bütün yollar kapanmıştır” (Urfalı Mateos, 2000, s.118). Türk kültürünün merkezindeki yürüyen ordu-evlerin kamp kurdukları bölgelerde sergiledikleri, âdeta insan bakış açısının dışına taşan, inanılmaz genişlikteki görünümleriyle ilgili olarak Halepli tarihçi İbnü‟l-Adîm de bazı bilgiler vermektedir: Alparslan, Halep Emîri Mahmud‟un gelip huzuruna çıkmayacağını anlayınca karargâh kurduğu Halep‟e 5 fersah14 uzaklıktaki –daha donra “Sultan Tepesi” adını alacak olan– Funeydik adlı yerden ayrılıp Halep‟e inmişti. Sultanın “çadırları ve askerleri, Halep‟ten itibaren Esedoğulları Obası ile Azâz15 ve Esârib‟e16 dek birbirlerine yakın bir şekilde bulunuyorlardı. Askerlerin bir kısmı Rum Ülkesi, bir kısmı da Suriye çayırlıklarına konmuşlardı” (İbnü‟l-Adîm, 1988, s.15). 13 http://rbedrosian.com/cssint.htm (Eserin bu adreste bulunan İngilizce çevirisinden yararlanılmıştır). 14 Fersah: yaklaşık 5.7 km uzunluğundaki mesafe ölçüsü. 5 fersah: yaklaşık 28,5 km. 15 Kaynağa göre: “Halep‟in kuzeyinde ve bir günlük uzaklıkta bir ilçe” [modern ölçümle yaklaşık 70 km]. 16 Kaynağa göre: “Antakya-Halep arasında ve Halep‟e üç fersah [yaklaşık 17 km] uzaklıkta bir kale” Anadoluyla Tanışan Türkler’e Kültür Tarihi Açısından Bakışlar Tarihçinin verdiği bilgiler ışığında Türk ordusunun Halep civarında kapladığı alana ilişkin zihnimizde ufak bir kurgu yaparsak Alparslan‟ın askerlerinin –daha sonra biraz daha ayrıntılı olarak göreceğimiz üzere– ve muhtemelen onların ailelerinin, yaklaşık olarak iki kenarı 70 km ve 17 km. den oluşan (üçüncü, belki dördüncü kenar bilinemiyor) devasa bir alan üzerinde çadırlarıyla kamp kurmuş oldukları ihtimal dâhilindedir. Bu genişlikteki bir bölge, günümüzde aşağı yukarı büyük bir şehrin kapladığı alana eşittir. İbnü‟l-Adîm‟in, Halepli bir başka tarihçi, Azîmî‟nin kelimeleriyle “şehri kuşatan Âdil Sultan”a (Azîmî Tarihi, 2006, s.22) ilişkin ilerleyen sayfalarda verdiği bilgiler arasında, Alparslan‟ın ordusunun yerleştiği çadırların nasıl konforlu gözüktüğü ve yerleşim biçimleriyle ilgili ayrıntılar da vardır. Tarihçiye göre Türklerin çadırları son derece gösterişliydi çünkü: “kamp yerinden geçtiğinizde her yerde görülen otağ ve çadırların içinde sanki Sultan var derdiniz…” Diğer yandan, söz konusu çadırların yerleşimi ise “onarlık gruplar halinde ve birbirlerine bitişik olarak” düzenlenmişti (İbnü‟lAdîm, 1988, s.18). Bu son satırlardan da anlaşılacağı üzere sefere/akına çıktıkları bölgelerde gözlenen, her an savaşmaya hazır kocaman bir mobil şehri andıran kamp veya karargâhlarıyla Türkler, beceri, elastikiyet ve uyum açısından köklü ve sofistike bir konargöçer kültüre sahiplerdi. Neticede askerler, ordular, karargâhlar, yağma ve talanlar, kanlı savaşlar, berkitilmiş ya da berkitilmemiş şehirler, dönem insanının yaşam biçiminde alışılmadık imajlar olmasa gerektir. Buna mukabil, söz konusu imajlar vasıtasıyla algıladıkları olaylar ve aktörlerin üzerlerinde yarattığı etkiler değişik şiddette tepkilere yol açmış olmalıdır. Dolayısıyla yukarıda tasvir edilmeye çalışılan manzaraların yaratacağı psikolojik iklimde Anadolu sekenesinin endişe ve korkuya kapılmaması neredeyse imkânsız gibidir. Kamp Hayatları Çalışmamızın bu bölümünde yukarıda dışarıdan görünümüne ilişkin bilgiler verdiğimiz Anadolu önlerindeki Türk ordularının kondukları bölgelerde yaşadıkları hayatın kaynaklara yansıyan yanlarını irdelemeye çalışacağız. Günümüze ulaşan eserlerde bu anlamda yok denecek kadar az bilgi olması kimseyi şaşırtmayacaktır. Buna karşın ulaşabildiğimiz küçük verilerin zihnimizde yarattığı –ve yaratacağı– son derece dramatik sahnelerin Türk konargöçer kültürüne 23 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Emine Sonnur Özcan dair tarih tasavvurumuzu ciddi biçimde destekleyebileceği kanaatini taşımaktayız. Sayıları binler, onbinlerle ifade edilen savaşçı Türklerin Orta Asya‟yı terk etmek durumunda kalmalarından itibaren ana yurt biçiminde olmasa da bir tür merkezî bölge olarak benimsedikleri Maveraünnehir, Azerbaycan gibi coğrafyalardan batıya ve güneye doğru akınlara çıktıklarını biliyoruz. Onların yüzlerce hatta binlerce kilometrelik mesafeleri aşmak üzere sefere çıkarlarken beraberlerine aldıkları yaşamsal tedariklerin –yapılacak yolculuğun fiziksel koşulları düşünüldüğünde– belki sadece ilk durak hedeflenerek hazırlandığı ileri sürülebilir. Kaldı ki merkezî bölge ya da üs dediğimiz noktaların haberleşme, buluşma, karar alma ve hareket etme dışında yerleşik hayata ilişkin söz konusu akınları destekleyen –ya da başka türlü– gösterge içermediği de muhtemeldir. Dolayısıyla ilerleyen satırlarda göreceğimiz gibi böylesine devasa kitlelerin beslenme meselesi birincil derecede önemli olmalıdır. 24 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Türklerin akına gitmelerinin bir yaşam biçimi olduğunu ve dolayısıyla beraberlerinde ailelerini de götürdükleri kaynaklarca yansıtılmaktadır. Bu bağlamda incelememizin girişinde dönemin çağdaşı Ermeni Tarihçi Aristakes Lastivertci‟den verdiğimiz alıntı dışında Hetum da önemli bilgiler vermektedir. Hetum‟a göre “Türkler, gittikleri her yerde, beraberlerine karılarını ve çocuklarını alma geleneğine uymuşlardır.” Bu nedenle kalabalık Türk kitleleri, “çabuk hareket edemiyorlar; daha ziyade her gün kısa bir mesafeyi alabiliyorlardı” (Hetum Tarihi17). Söz konusu davranış biçiminin bizatihi Türk hükümdarları tarafından da içselleştirilmiş bir kültür olduğunu, Alparslan‟ın Amid/Diyarbakır kuşatmasıyla ilgili bilgiler çerçevesinde tespit edebilmekteyiz. Urfalı Mateos ve Kilikyalı Simbat‟ın tarihlerinde yer aldığı üzere Sultan Alparslan, çıktığı Ermenistan seferinde Malazgirt‟i ele geçirdikten sonra Diyarbakır‟a gelip şehrin kapıları önünde kamp veya karargâhını kurar. Anılan seferler boyunca beraberinde olduğu anlaşılan hamile karısı, tam da o günlerde, ordunun konduğu kampta ona bir erkek çocuğu doğurur. Sultanın çocuğa verdiği isim Tutuş‟tur (Urfalı Mateos, 2000, s.138; Smbat Sparabet Tarihi18) 17 http://rbedrosian.com/hetumint.htm (Eserin bu adreste bulunan İngilizce çevirisinden yararlanılmıştır). 18 http://rbedrosian.com/cssint.htm (Eserin bu adreste bulunan İngilizce çevirisinden yararlanılmıştır). Anadoluyla Tanışan Türkler’e Kültür Tarihi Açısından Bakışlar Bu bağlamda değerlendirilebilecek elimizdeki bir diğer örnek, ünlü Selçuklu Komutanı Bozan‟ın İstanbul seferine ilişkin olarak Smbat Sparabet‟in verdiği bilgiler dâhilinde yer almaktadır: Sultan Melikşah‟ın emriyle 1092 yılında “İran ordularını” toplayan Bozan – tarihçinin verdiği sıraya bakılırsa– beraberine öncelikle karısını almıştır. “Halep emiri, Antakya emirini [de] alarak devâsâ bir orduyla İstanbul‟un karşısında kamp kuran” Bozan, yine tarihçinin ifadesiyle “aynı yıl yüce Melikşah öldüğü için” haber kendisine ulaşır ulaşmaz “hiç bir şey başaramadan, İstanbul‟dan ayrılarak Urfa‟ya döner” (Smbat Sparabet Tarihi19).20 Örneklerden de görüleceği üzere Tuğrul Bey döneminden, neredeyse Büyük Selçukluların son dönemine değin çıkılan seferlerde/akınlarda âdeta bir kültürel refleks olarak kadınlar –ve galiba çocuklar ve yaşlılar– yürüyen ordu-şehirlerde yerlerini almışlardır. Daha önce de değinildiği gibi konargöçer bir milletin sözlü kültürünü yansıtan destanvârî kaynaklar, ait oldukları toplulukların meşru kabullerini de yansıtır. Bu anlamda kadınların Türk akınlarındaki aktif rolünü yansıtan Dânişmendnâme‟deki Efrumiye Bânû isimli karakter, aynı zamanda çarpıcı bir metafordur. Onu, eserin neredeyse başından sonuna kadar gerek Danişmend Gazi‟nin yanında gerekse farklı gruplarla birlikte inanılmaz bir performansla erkeklerle savaşırken buluruz. Onun bu yaşayış biçimi o kadar olağandır ki hamileliği bile buna dâhildir (Danişmendnâme, 2004, s.71, 72, 73, 74, 76, 77, 78,102, 103, 124, 134, 135, 136, 137 vd ). Yukarıda kısaca değindiğimiz Türk kitlelerinin beslenmeleri mevzuuna dönersek dönemi anlatan tarihlerde dışarıdan gözlemleri yansıtan çok az sayıda ancak niteliksel anlamda gayet aydınlatıcı veriler bulunmaktadır. Bu cümleden olarak Abu‟l-Farac, Tuğrul Bey‟in askerlerinin gittikleri her yerde “yağma ve tahriplerde” bulunduklarını belirttikten sonra şu açıklamayı getirir: “Sayıları pek çok olduğu için hiçbir nâhiye (yahut ülke) bunları bir haftadan fazla besleyememektedir. Onlar da sırf ihtiyaç yüzünden ve kendileri ve hayvanları için besleyici maddeler bulmak üzere bir yerden bir yere göçmek zorunda kalıyorlardı” (Abu‟l-Farac, 1999, s.300). 19 http://rbedrosian.com/cssint.htm (Eserin bu adreste bulunan İngilizce çevirisinden yararlanılmıştır). 20 Karşılaştırınız: Urfalı Mateos, 2000 s. 178. Mateos da bu seferi aktarır; ancak Bozan‟ın karısını anmaz. 25 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Emine Sonnur Özcan Süryani tarihçi, Malazgirt Savaşı öncesinde ünlü Selçuklu Komutanı Afşin‟in, İstanbul ve Balkanlar‟a düzenlediği akınları anlatırken de yukarıdaki bağlamda bilgiler vermeye devam eder. Abu‟l-Farac‟ın tarihine bakılırsa “Roma diyârında ilerleye ilerleye İstanbul surlarının önündeki deniz sahili üzerinde çadırlarını kuran” Afşin, buradan Balkanlar‟a doğru akınlar düzenleyerek ve “ortalığı yağma ederek” Makedonya‟ya kadar varmıştır. O, mevsim itibarıyla “Simandu21 ülkesinde kışa yakalanır.” Bu şehrin “hâkimi” bir kadındır. Tarihçiye göre Afşin, ondan askerlerinin şehir ve köylere girip gıda maddesi alma müsaadesi ister. Şehrin yöneticisi, istemeyerek de olsa izin verir çünkü Afşin aksi takdirde askerlerinin “ağaçları keseceğini, bağları kökünden sökeceğini ve bahçeleri tahrip edeceğini” söylemiştir (Abu‟l-Farac, 1999, s.31). 26 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Yukarıda sıralanan beslenme kaygılarına ilişkin iki çarpıcı örneğin de desteklediği üzere, kalabalık Türk kitleleri, çıktıkları seferlerde, kışları, yaşam biçimlerini kolayca sürdürebilecekleri, nehir kıyılarındaki sulak ovalar üzerinde ya da yerleşim bölgeleri yakınlarında konaklayıp buradan hedefledikleri bölgelere akınlara çıkıyorlardı. Baharla birlikte ve yazın gerek akına gittikleri bölgelerde ve gerekse kondukları yüksek yaylaların yakınlarında yer alan yerleşimlerde –kışları olduğu gibi– yağma ve talan yaparak çevrelerine zarar vermişlerdir. Bunu, Afşin örneğinde olduğu gibi kimi zaman görece kibar bir biçimde yaparlarken kimi zaman çok daha sertleşebilmişlerdir. Şimdi vereceğimiz örnekle konargöçer Türk yaşamının bu veçhesini biraz daha aydınlatmaya çalışacağız: Aristakes Lastivertci‟nin tarihinde kaydettiği sahneye göre, Pasin Ovası‟nda konmuş olan Tuğrul Bey‟in ordusu ocak ayında, ovadaki şiddetli don nedeniyle bir festival gecesinde Okomi22 adındaki yerleşim bölgesine yönelir. Evlerin yanına yaklaşıp sekenenin hayvanları için sakladığı samanları toplayıp ovaya götürürler. Elleri ve ayakları buz gibi olmuş Türkler, burada onları yakıp bir süre beklerler. Tarihçiye göre, onlar o denli büyük bir ateş yakarlar ki “tüm ova öğlen vaktiymiş gibi parlar.” Böylece, kendilerini ve atlarını ısıtırlar; ardından yaylarını gererler ve silahlarını çıkartıp “yaz günündeymişçesine” saldırıya geçerler. Üç gün burada kalıp savaşırlar; yağma ve talanda bulunurlar. “Daha sonra topladıkları tüm tahılı öküzlerin, eşeklerin ve atların sırtına yükleyip”, 21 Günümüz Romanya‟sında Arad yakınlarında bu isimde bir yerleşim bulunmaktadır. Referans doğruysa Afşin, Makedonya‟nın çok daha kuzeyine ulaşmış demektir. Meraklıları için: http://www.maplandia.com/romania/arad/simandu-de-sus/ 22 Günümüz Hasankale‟sinin kuzeydoğusunda olduğu düşünülen yerleşim. Anadoluyla Tanışan Türkler’e Kültür Tarihi Açısından Bakışlar aldıkları “az miktarda ufak tefek malzeme ve esirlerle birlikte” ülkelerine geri dönerler (Patmut‟iwn Aristakisi Lastivertc‟woy: 196323). Elbette ki Türklerin kamp hayatları, her daim karşı tarafa zarar verir bir özellik taşımamıştır. Kaynaklarda yer aldığı üzere, bulundukları bölgelerde onlar da saldırıya uğrayıp ciddi yaralar almışlardır. Anonim Gürcü Kroniğinde yer alan bilgilere göre, on birinci yüzyıl sonlarında Kıpçak Beyinin damadı olan Kral David, Türk ordusunun gelip Aras nehri kıyılarında kamp kurduğu bilgisini alınca ordusuyla üzerlerine yürür ve kamp kurdukları yerde onları yenilgiye uğratır. Kronik yazarına göre, Kral David –galiba bir başka Türk ordusunu– kışladıkları Ashorni adı verilen bölgede baskına uğratarak yendiğinde “çadırları içinde ağıt yakan tek kişi kalmamıştır” (The Georgian Chronicle24, 1991). Kaynakların tarafımıza sağladığı görece küçük verilerden anlaşılabildiği üzere, Türklerin kamp yaşantıları, gerek bizatihi konargöçer savaşçı yaşamın karakteristiği ve gerekse üzerinde yaşadıkları coğrafyaların ve soludukları mevsimlerin sunduğu son derece zor koşullar nedeniyle kendilerine ve gazaya/sefere gittikleri bölgelerdeki insanlara zarar verebilmiştir. Günümüzden bakıldığında hayli anlaşılmaz ve katlanılmaz gözüken bu yaşam biçimi, Türklerin sürdükleri konargöçer ve savaşçı var oluşları dikkate alındığında tüm zorluklarına rağmen vazgeçilmez gözükmektedir. Tarafların Geleneksel ve Dinî Ögelerle Mukabelesi Tahmin edileceği üzere, XI. yüzyılın ilk çeyreğinde Türklerin Bizans Anadolu‟su kapılarında görünmeleriyle birlikte bu coğrafyada yaşayan halklarla –tamamı savaş ve çatışma çerçevesinde olmak üzere– bir takım kültürel karşılaşmalar da yaşanmıştır. Mevcut kaynaklar ışığında bu karşılaşmalara kültür tarihi açısından bakmaya çalıştığımızda tarafların çatışmalarına taşıdıkları kültürel reflekslere eğilmek durumunda kalırız. Dolayısıyla bu bölümde, çoğu döneme çağdaş yabancı kroniklere ve Türklerin –daha sonraki dönemlerde yazıya aktarılan– sözlü kültürlerine dayalı tarafların kültürleri bağlamında değerlendirilebilecek belli ögeleri incelemeye çalışacağız. 23 http://rbedrosian.com/alint.htmhttp://rbedrosian.com/alint.htm (Eserin bu adreste bulunan İngilizce çevirisinden yararlanılmıştır). 24 http://rbedrosian.com/gc1.htm (Eserin bu adreste bulunan İngilizce çevirisinden yararlanılmıştır). 27 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Emine Sonnur Özcan Birbirleri arasındaki önemli ilişkiler nedeniyle biri diğerinden bağımsız halde düşünülemeyecek olan geleneksel ve dinî ögeler, tarihin bu safhasında da bizi karşılıyor gözükmektedir. Gerçekten de kaynaklara baktığımızda hem Anadolu‟ya gazaya gelen Türkler, hem de söz konusu coğrafyaya ev sahipliği yapan topluluklar açısından, bu yönde önemli bir eklemlenme olduğunu görüyoruz. Şöyle ki Türkler, Anadolu‟da bulunma sebeplerini, önceden var olan geleneksel savaşçı kimliklerine, dinî bir motif olan gazayı giydirerek açıklarken Anadolu sekenesi, Türkleri, geleneksel barbar tanımlamalarının beraberinde, dinî birtakım tanımlamalar aracılığıyla ötekileştirmektedirler. Bu bağlamda meseleye Türklerin veçhesinden bakmak istediğimizde Dânişmendnâme‟nin rehberliği kayda değer olacaktır. Danişmend Gâzi‟nin –daha sonra Müslümanlığı seçip kendisinin sıkı bir yoldaşı olacak– Artuhi ile ilk karşılaşmasında aralarında geçen metaforik diyalog aynen şöyledir: 28 Mukaddime, Sayı 8, 2013 “[Artuhi] Ey kişi! Adun nedür? didi. Melik: Adum Ahmed, lakabum Dânişmend‟dür didi. Ol yigit eytdi: Rûma niçün geldün? didi. Melik eytdi: Gerekdür ki bu illeri Müslümanlık eyleyem didi. Ol yigit bu sözi işidüp: Câzûy-umışsın didi. Melik eytdi: Hâşâ ki câzû olam, müslümânam didi. Ol yigit bu sözleri işidüp Melik‟ün dînine âşık oldı” (Danişmendnâme, 2004, s.69). Görüldüğü üzere, Anadolu illerini İslama dâhil etmek için Rûm‟a gelmiş bir Müslüman olarak tanımlanan Dânişmend Gâzi‟ye, karşı tarafın zihniyle verilen cevapta bu durumun ne kadar kabul edilemez olduğuna ilişkin olarak Hristiyanlık referanslı bir kavramla cadılıkla mukabele edilmektedir. Diyalogun finalinde gözlenen naif tablo ise yine dinî kaygılarla oluşturulmuş gözükmektedir. Türklerin Anadolu‟da bulunma nedeni olarak ortaya koyulan gaza ve fetih gelenekleriyle ilgili olarak sözlü kültürden yazıya aktarılmış diğer bir eser olan Saltuknâme, gazaya gitmeme durumunun toplumsal anlamda ne kadar alçaltıcı bir konum olduğunu Tatar Hanı‟nın ağzından verilen bir nasihatle vurgulamaktadır: “Dîn-i İslâm yolına gayret kılıcın ele alup kâfire urun. Ad ve san sakınun kim gazâdan kaçmak aybdur ki avratlarınuz yanında yüzünüz kalmaz. Er olan gayret üzre ölmek gerekdür. Dünyada muhannes [korkak, namert] adla diri olup yürümekden, bir gün evvel ölmek yiğrekdür” (Saltuknâme, 1987, s.175). Türkler, Anadolu “illerine” düzenledikleri akın ya da istilaları yukarıda görüldüğü gibi din üzerinden meşrulaştırırken muhatapları Anadoluyla Tanışan Türkler’e Kültür Tarihi Açısından Bakışlar olan Bizanslı halklar da onları, dinî kimlikleri vasıtasıyla ötekileştirmişlerdir. Ermeni kroniklerinde sıkça geçen “Tanrı‟nın, günahlarının bir bedeli olarak Ermeniler üzerlerine gönderdiği Türkler” (Urfalı Mateos, 2000, s.115)25 imajına geçmeden önce, diğer topluluklar tarafından kullanılan din bazlı tanımlamalara bakalım: Anonim Gürcü Kroniği, Tiflis‟in Türklerce alınması üzerine, Kral David‟in gösterdiği çabayı överken Türkleri, İbrahim Peygamber‟in oğullarına ilişkin kadim tartışmayla yâd eder. Kronik yazarına göre David, “Hristiyanların uğradığı bu rezalet ortadan kalkıncaya kadar huzur bulmamış ve neticede İsmail‟in milletinin küllerini harabelerin içinde bırakmıştır” (The Georgian Chronicle26, 1991). Anna Kommena da kaleme aldığı tarihte, Türklerle ilgili olarak aynı referansı kullanır: Anna‟ya göre Batıdan Latin orduları gelmeden önce Bizans ülkesindeki, çekirge sürülerinin “ekinleri esirgeyen ama bağları kemirerek yok eden saldırısı, zamanın falcılarının söylediği gibi” Haçlıların, Hristiyanlara değil ama “İsmailoğullarına” çok büyük zarar vereceklerinin bir alametiydi (Anna Kommena, tarihsiz, s.304). Anna, bir başka yerde Haçlıların Türklere yenilgisini anlatırken yine aynı ötekileştiren dinî referansı kullanmayı uygun bulur: “İsmailoğullarının kılıcına kurban giden Kelt ve Normanlar” (Anna Kommena, tarihsiz, s.307). Anna Kommena‟nın, Türkleri ötekileştirirken kullandığı yukarıdaki tanımlamaya koşut ve onu tamamlayan bir başka din referanslı ifadesi vardır ki doğrudan İsmail Peygamber‟in annesi Hacer‟e gönderme yapar. “Agar [Hacer]‟ın soyu Türkler” biçiminde kullanılan bu ifade27, Anna‟nın kroniğinde oldukça sık geçmektedir (Anna Kommena, tarihsiz, s.68, 334, 340, 341, 343 vd). Gürcüler ve Rumlar dışında, Türklerin Anadolu istilaları karşısında Ermenilerin ortaya koydukları yaklaşımlara bakarsak yukarıda belirtildiği gibi, onların değerlendirmelerinin merkezinde, müstahak oldukları bir tür ilahi cezanın yer aldığını görürüz. Türklerin istilalar döneminde en fazla karşı karşıya kaldıkları topluluk olan Ermeniler, “başlarına gelen felaketle” ilgili olarak önce kendilerini suçlamaktadırlar. 25 Cümlenin tamamı şöyledir: “Allah, günahlarımızdan ve fena yollara sapmamızdan dolayı bizi zalim Türk milletinin eline bıraktı.” 26 http://rbedrosian.com/gc1.htm (Eserin bu adreste bulunan İngilizce çevirisinden yararlanılmıştır). 27 Bakınız, 7 numaralı dipnot. 29 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Emine Sonnur Özcan Urfalı Mateos kroniğinde yer aldığı üzere, Vaspurakan eyaletine düzenlenen ilk Türk istilasında yaşananlar Kral Senekerim‟in kulağına ulaştığında, kederler içinde uykusuz geceler geçirir ve “durmadan nebîlerin yazı ve sözlerini tetkik etmekle” uğraşır. O, “Türk askerlerinin ilerleyeceklerine” dair işaretler tespit ettiği bu kitaplarda, Ermenilerin istikballerine ilişkin bilgiler de bulmuştur. Buna göre, Ermeni din adamları “Tanrı‟dan ziyade parayı seveceklerdi.” Neticede Tanrı, “lâyık olmadıkları halde ayin icra eden ruhaniler” nedeniyle diğer yarattıklarına da öfkelenecekti (Urfalı Mateos, 2000, s.48).28 Mateos bu bahisten devamla şu kanıya varır: “İşte onun bütün dedikleri Kam [Ham]‟ın oğulları olan Türk milletinin eliyle birer birer husûle gelmiştir” (Urfalı Mateos, 2000, s.49). Görüldüğü gibi Mateos, “başlarına gelen felaketin” aktörlerini tanımlarken yine –ancak daha kadim– bir yol ayrımı ve ötekileştirme referansı olan Nuh Peygamber‟in oğullarını; Türklerin atası olarak takdim ettiği Hâm‟ı anmaktadır. 30 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Türkler ile Anadolu sekenesi arasında, istila ve fetih sürecinde söz konusu olan ilişkilerin din ve/veya gelenek referanslı yansımalarının diğer bir ayağını, din değiştirme ve sünnet edilme bahisleri oluşturmaktadır. Bu bağlamda kaynaklarda dönemin zihniyetine ışık tutan, etkileyici kayıtlar bulunmaktadır. Süleyman Şah tarafından ele geçirilen Antakya‟nın Ermeni asıllı yöneticisi Philaretos‟la ilgili olarak Kilikyalı Simbat‟ın neden “dinsiz Philaretos” ifadesini kullandığının olası izlerini, enteresan bir şekilde Anna Kommena‟nın tarihinde buluyoruz. Smbat Sparabet, Philaretos‟u, “dünya fatihi” Melikşah‟a Hristiyanlar için bağışlanma dilemek için gitmesine karşın –aynı cümlede– âdeta bir lakap gibi “dinsiz” sıfatıyla anmaktadır (Smbat Sparabet Tarihi29). Anna Kommena ise onun “tartışmalı” kimliğiyle ilgili olarak şunları aktarmaktadır: Philaretos, Romanos Diogenos‟un kötü sonu üzerine ona duyduğu vefayla ayaklanarak Antakya yönetimine el koymuştur. Anna‟ya göre Ermeni asıllı yönetici bir süre sonra “Türklerden yana geçmeye ve onlardaki âdet üzere sünnet olmaya niyetlenir.” Tarihçi, takip eden satırlarda Antakya‟yı kuşatması için Süleyman Şah‟ı “kışkırtanın” Philaretos olduğu bilgisini, onun bu dinî tercihi çerçevesinde aktararak meşrulaştırmaya çalışıyor gibidir (Anna Kommena, tarihsiz, s.194). 28 29 Karşılaştırınız: Smbat Sparabet Tarihi, http://rbedrosian.com/cssint.htm http://rbedrosian.com/cssint.htm (Eserin bu adreste bulunan İngilizce çevirisinden yararlanılmıştır). Anadoluyla Tanışan Türkler’e Kültür Tarihi Açısından Bakışlar Abu‟l-Farac‟ın aktardığı bir başka ihtida ve sünnet olayı vardır ki yukarıdaki örnekten oldukça farklı gelişmiştir: Türk istilaları döneminde bir Ermeni asilzadesi, bulunduğu kaleden daha güçlü bir kaleye gider ve 200 kişiyle buraya yerleşir. Ancak, Şirvan Şah isimli bir “Türk emîri” kaleyi kuşatır. Zor durumda kalan Ermeniler, “korkudan” Müslüman olmak için Sultanın yanına gitmekte oldukları bahanesini ortaya atarlar. Bunun üzerine onlar Türklerce, “izzet ü ikrâm içinde” Sultana götürülür ve istemedikleri halde hepsi Müslüman olup sünnet edilirler. Tarihçi bu zoraki ihtida ve sünnetin akıbetiyle ilgili de bizleri aydınlatmaktadır: Söz konusu “zoraki Müslümanlar”, zaman içinde İç Ermenistan‟a kaçacak ve orada tekrar Hristiyanlığa döneceklerdir (Abu‟l-Farac, 1999, s.318). Günümüzde Tokat ilinin bir ilçesi durumundaki Gümenek halkına ilişkin Dânişmendnâme‟de yer alan bir başka zoraki ihtida öyküsü bir hayli trajikomik gözükmektedir. Bütün şeffaflığıyla sergilenmesinde bir beis duyulmadığı anlaşılan öyküye göre, Dânişmend Gâzi Gümenek‟te iki gün iki gece savaştıktan sonra, halk “aman diler.” Ancak, Melik Dânişmend “aman virmeyup kâfirleri îmana” davet edecektir. Bunun üzerine halk, “kılıç korkusundan îmana gelüp” Müslüman olurlar. Ardından, şehirde bulunan üç yüz altmış kilise yıkılarak yerlerine “mescidler binâ edilir”; ayrıca, dinî kuralları öğretip uygulamak için “kadı ve imam ve hatib nasb edilir” (Danişmendnâme, 2004, s.127). Fetihlerine devam eden Dânişmend Gâzi, bir süre sonra Gümenek halkının “mürted olup” şehirde “ne kadar imam ve hatib varsa kırdıklarını” öğrenir (Danişmendnâme, 2004, s.144). Dânişmendnâme, Gümenek halkının Hristiyanlığa geri dönme süreçlerini –ya da sebeplerini– de okurla paylaşmakta bir sakınca görmez: Gümenek‟e hâkim tayin olunan Hasan ibn-i Eyyûb, gazaya gidince yerine kardeşi Halil‟i bırakmıştı. “Gayet dindar, sâlih ve âlim” olan Halil, halka zorla beş vakti kıldırıp mescide gitmeyenlere kötü davranmaktadır. İçki içen gençleri ise kamçılatıyordur. Gümenek halkı bu halde yaşarlarken Bizanslı bir komutanının sayısız askerle oraya geldiğini öğrenirler ve toplanıp şöyle bir karar alırlar: “Biz hamr içmeğe hasret olduk, her gün biş nevbet mescide varuruz, aciz olduk; bu şehri girü kâfirlere virelüm” (Danişmendnâme, 2004, s.202). Böylelikle şehri tekrar Bizanslılara iade edip kendi kültürleri uyarınca yaşadıkları, eski günlerine geri dönerler. İncelemiş olduğumuz Anadolu‟nun Türkler tarafından istila ve fetih süreci içinde, Hristiyan Bizanslıların, Müslüman Türkler gibi 31 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Emine Sonnur Özcan kendi dinlerini kabul ettirme yolunda çaba gösterdiğine dair önemli bir kayda rastladık. Ancak söz konusu Bizans örneği, çok daha politik ve stratejik bir hidayete erdirme çabası biçiminde gözükmektedir: Anna Kommena‟nın verdiği bilgiye göre, Sultan Melikşah, kardeşi Tutuş‟un güçlenmesi üzerine, elçisi Siyavuş‟u Bizans İmparatoruna göndererek evlilik yoluyla ittifak önerir. O bu teklifle, “Türkleri kıyı bölgelerinden çekeceğini, alınan hisarları geri vereceğini, ayrıca kendisine de güçlü bir destek olacağını” vaat etmektedir (Anna Kommena, tarihsiz, s.195). 32 Mukaddime, Sayı 8, 2013 İstanbul‟daki sarayda Sultan‟ın mektuplarını okuyan elçiye, imparator “hangi memleketin yerlisi ve ana-babasının nasıl insanlar olduğunu” sorar. Annesinin Gürcü babasının ise Türk olduğunu öğrenince, elçinin “kutsal vaftizden geçmesi için elinden geleni ardına koymaz.” Neticede Siyavuş da buna razı olur ve vaftizin ardından imparatorun maiyetinde yaşayacağına dair söz verir. Ancak, imparator ona elindeki Sultan mühürlü mektubu –evlilik ittifakı akdedilmiş gibi– kıyı bölgelerindeki beylere ve kale komutanlarına gösterip buraları geri alana kadar vaftiz işini ertelemesini teklif eder. Anna‟ya göre, bu teklifi “can atarak” kabul eden Melikşah‟ın elçisi, tek tek limanları ve kaleleri dolaşıp Sultanın mektubunu göstererek hileyle buraları Bizans‟a kazandırır. Görevi bitince de başkente –Anna‟nın tanımlamasıyla “Kentlerin Kraliçesine”– döner ve törenle vaftiz olur. İmparator tarafından hediyelere boğulan elçi Siyavuş bir daha Türklerin sarayına dönmez (Anna Kommena, tarihsiz, s.195- 196). Sonuç ve Değerlendirme Yukarıdaki örneklerden de izleneceği üzere, Anadolu‟nun istila ve fetih sürecinde, Bizanslı halklarla Türklerin mecburi karşılaşmalarında tezahür eden kültürel motifler ve dışavurumlar, temelde her iki tarafın yaşamsal mücadeleleri bağlamında gelişmiştir. Ana yurtlarını terk etmek durumunda kalıp konargöçer yaşam tarzını devam ettirebilecekleri coğrafyalar arayan, gaza motivasyonlu Müslüman Türkmen kitleleri karşısında, Bizans‟ın kötü politikalarından bunalmış bir halde kapılarında iyi niyetleri olmayan yabancılarla karşılaşan günahkâr Ermeniler ve “Türkler tarafından bir sene içinde mahpus gibi İstanbul‟un içine tıkılmış olan” (Urfalı Mateos, 2000, s.112) Bizans‟ın kendisi. Böyle bir arka planda yaşanabilecek kültürel etkileşimler ele aldığımız üzere, her iki taraf için son derece muhafazakâr ve ötekileştiren bir karakter taşımıştır. Anadoluyla Tanışan Türkler’e Kültür Tarihi Açısından Bakışlar Mevcut kaynaklar, Malazgirt sonrasında, Türkmen iskânlarına dönüştüğü bilinen istila ve fetihler çerçevesinde yerli halkla oluşabilecek muhtemel kültürel etkileşimler –ya da çatışmalar– konusunda, “Anadolu halkının, Bizans‟ın kötü yönetimi ve mezhep baskıları karşısında, Türk beylerine direnç göstermedikleri” (Yinanç, 1944, s.165; Umar, 1998, s.83; Kaymaz, 1993, s.267) klasik bağlamı dışında tarafımıza kılavuzluk edememektedir. Dolayısıyla Anadolu coğrafyasına, XI. yüzyıldan başlayarak XII. ve XIII. yüzyıllarda devam eden üç buçuk asırlık Türk göçleri sürecinin (Yinanç, 1944, s.168) birinci ayağını oluşturan ilk istilalar ve fetihler dönemiyle ilgili olarak görüldüğü üzere, ayrı ayrı kültürlerden ve bir tür çatışma kültürü ile bunun tezahürlerinden söz edebiliyoruz. Bununla birlikte, yukarıda atıfta bulunduğumuz Kilikyalı Ermeni devlet adamı ve komutan Hetum‟un Anadolu Selçuklu Devleti‟nin sosyokültürel temellerine atıfta bulunan çok önemli bilgilerini de aktarmak istiyoruz. Bir XIII. yüzyıl tarihçisi olan Hetum, Anadolu‟da XI. yüzyılın son çeyreğinde Süleyman Şah tarafından kurulan Anadolu Selçuklu Devleti‟ni “Türk Ülkesi Krallığı” ismiyle anmaktadır.30 Ona göre, bu coğrafya Grek imparatoru idaresindeyken “Grek” adıyla anılırken, “ülke ve içindeki yerleşimler Türkler tarafından ele geçirildi.” Sonra Türkler, “tüm ülke üzerinde hüküm sürecek bir lord seçtiler.” Hetum, Türklerin “lordunun” kendileri arasında “sultan” biçiminde tesmiye edildiğini belirtir ve kronik okuruna şu açıklamayı getirir: “kral anlamına gelmektedir.” Tarihçiye göre “bundan sonra „Türklerin Ülkesi‟ olarak anılan bölge” –hemen hemen günümüz coğrafyasına tekabül etmektedir (Hetum Tarihi31)32 –büyük şehirleri kapsayan sekiz kısımdan33 30 Hetum‟dan yaklaşık yüz yıl sonra Anadolu‟ya gelen seyyah İbn Battûta da burayı aynı şekilde “Türk Ülkesi” olarak tanımlar. İbn Battûta‟ya göre “Rum Diyarı” olarak bilinen bu topraklar eskiden Rumlarındı. Sonra Müslümanlar burayı fethetti. Kendisinin ziyaret ettiği dönemde Türk Ülkesi‟nde Müslüman Türkmenlerin idaresi altında yaşamakta olan çok sayıda Hristiyan nüfus bulunuyordu. İbn Battûta Seyahatnâmesi, Çeviri: A.Sait Aykut, YKY, İstanbul 2004, c.I, s. 400. 31 http://rbedrosian.com/hetumint.htm (Eserin bu adreste bulunan İngilizce çevirisinden yararlanılmıştır). 32 Hetum, Anadolu adını anmadan “Türk Ülkesi” adı altında, söz konusu “krallığın” coğrafik sınırlarını da çizer. Buna göre, “Batıda Grek Denizi‟nin (Akdeniz) şekillendirdiği Satalya (Antalya) şehrine kadar uzanırken; doğuda Büyük Ermenistan ve Gürcistan‟ın bir kısmıyla sınırdır. Kuzeyde hiçbir bir ülkeyle sınırı olmasa da tüm geniş alanları Büyük (Kara) Deniz kıyıları boyuncadır. Güneyde, bir parçası Kıbrıs adasının karşısına gelecek şekilde Grek Denizi‟ne uzanırken, Küçük Ermenistan ve Kilikya‟nın bir kısmıyla sınırdır.” http://rbedrosian.com/hetumint.htm 33 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Emine Sonnur Özcan oluşmakta olup üzerinde dört çeşit halk yaşamaktadır: Grekler, Ermeniler, Yakubîler ve “ülkenin hâkimiyetini Greklerden alan Sârâcen34 Türkler” (Hetum Tarihi35). Hetum, Anadolu‟da yaşayan bu toplulukları sıraladıktan sonra, ilk ikisinin değil –galiba bunları okur için fazla aşina buluyordu– ama Yakubîler ve Türklerin neyle iştigal ettiklerine dair bilgiler verme ihtiyacı duymuştur: Tarihçiye göre Yakubîler, ticaret ve ziraat yapan Hristiyanlardır. Türklerin “bazıları ticaret ve ziraat yaparak şehirler ve köylerde otururken, diğerleri yaz ve kış sürü çobanı olarak daima dağlarda ve ovalarda yaşarlar. Ayrıca onlar çok iyi okçudurlar” (Hetum Tarihi36). Yukarıdaki sosyolojik kategorizasyonda görüldüğü üzere “Türk Ülkesi Krallığı” üzerinde yaşayan Türkler, oldukça heterojen bir karakter taşımaktadır. Hetum‟un tarihinde yer alan –tüccar, çiftçi ve konargöçerlerden oluşan– Türk toplulukları, Mükrimin Halil Yinanç‟ın, asırlar içinde Anadolu‟ya yerleşen Türklere ilişkin olarak verdiği bilgileri büyük ölçüde destekler niteliktedir. 34 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Yinanç‟a göre, Malazgirt Savaşı‟ndan itibaren doğudan gelip Anadolu‟ya yerleşmeye başlayan Türkler ve onları izleyen diğer Türk boyları (Yinanç, 1944, s.168)37, yaşam biçimleri anlamında çeşitlilik göstermektedir. “Yeni açılan Anadolu kıt‟asına”, hayvancılıkla meşgul olan konargöçerler dışında, ziraat yapan “yarı-göçebeler” ve 33 Hetum bunları şöyle sıralar: “Türk krallığında çok büyük şehirleri içeren birçok bölge vardır. “Lycaonia” bölgesinde krallığın en büyük şehri olan ünlü Konya şehri bulunmaktadır. İkinci bölge Kapadokya Greece şehri Kayseri‟yi barındırır. Üçüncü bölge Isauria, antik şehir Silifkeyi içine alır. Dördüncü bölge Firigya “Greece” şehri “Zikia”yı (Laodicea/Denizli) kapsamaktadır. Beşincisi Efes şehriyle Kisitan (Lidya) bölgesidir. Altıncısı Nikea şehriyle Bitinya‟dır. Yedincisi Kinapolis (Kastamonu) şehrinin bulunduğu Pamflagonya‟dır. Trabzon şehriyle sekizincisine Kenex (Pontus) adı verilir. http://rbedrosian.com/hetumint.htm 34 Bakınız 7 numaralı dipnot. 35 http://rbedrosian.com/hetumint.htm (Eserin bu adreste bulunan İngilizce çevirisinden yararlanılmıştır). 36 http://rbedrosian.com/hetumint.htm (Eserin bu adreste bulunan İngilizce çevirisinden yararlanılmıştır). 37 Zaman içinde Anadolu‟ya ulaşan ikinci grubu, Bizans Devleti tarafından çeşitli nedenlerle Anadolu‟ya “nakledilen” ve Müslümanlığa ihtida eden Türk toplulukları, üçüncü grubu on ikinci yüzyılda Haçlılarla yapılan savaşlarda Büyük Selçuklu Sultanlarının Irak ve Horasan‟dan Anadolu‟ya gönderdiği yardımcı Türkmen kuvvetler oluşturmuştur. Dördüncü grubu Gürcü kralların ele geçirdikleri bölgelerde yer alan Müslüman Türkler, beşinci grubu Büyük Selçuklu Sultanlığı‟nın sona ermesinden sonra burada bulunan Türk halkın bir kısmı ve nihayet altıncı grubu on üçüncü yüzyılda “Moğol istilası önünden kaçan birçok Türk boy ve oymakları” oluşturmuştur. Anadoluyla Tanışan Türkler’e Kültür Tarihi Açısından Bakışlar Maveraünnehir‟de yaşayan şehirli ve köylü Türkler de gelmiştir (Yinanç, 1944, s.172). Tarihçinin verdiği uğraşı alanları içinde yer almayan, ancak Hetum‟un eserinde zikrettiği Türk tüccarlarına ilişkin olarak Anonim Gürcü Kroniğinde önemli bir kayıtla karşılaşıyoruz. Melikşah‟ın oğlu Sultan Berkyaruk‟un ölümünden sonraki bir dönemle ilgili olan bu bilgiye göre, Dmanis38 ve Tiflis‟ten geldikleri belirtilen Türk tüccarlar, Kral David döneminde Gürcistan topraklarının belirtilmeyen bir noktasında soyguna uğratılırlar. Söz konusu tüccarlar, kronikte ismi belirtilmeyen Türk Sultanına şikâyette bulununca Sultan, “Arap krallarını, Artuk‟un oğlunu ve tüm Mezopotamya emirlerini toplayarak David‟in üzerine gönderir” (The Georgian Chronicle39, 1991). Kronikte yer alan kayıt, ticaretin Türklerin yaşam biçimlerinde taşıdığı öneme dikkat çekmektedir: O kadar ki Türk tüccarların uğratıldıkları zarar üzerine Sultan, muhatap ülkenin cezalandırılmasına karar vererek ordularını oraya gönderilmiştir. Görüldüğü üzere, istilalardan iki yüzyıl sonra yaşamış bir tarihçi olan Hetum‟un kroniğinde yerini alan, kendi döneminden bir önceki yüzyıl Anadolu‟suna ait “Türk Ülkesi” tanımlaması ve bu ülkeye ilişkin bilgiler, incelediğimiz resmin bütününü algılamamızda önemli ögeler içermektedir. Türkmenlerin, Anadolu serencâmına kültür tarihi açısından eğildiğimiz bu çalışmada, onun kroniği aracılığıyla edindiklerimizle geriye doğru anlamlı projeksiyonlar yapılabilir. Sonuç olarak bu çalışmanın ele aldığı verilere dayanarak Anadolu‟ya ayak basan gaza ve cihat motivasyonlu Türklerin sahip olduğu kültürün, birbiriyle bağlantılı iki büyük çatışma alanında temayüz ettiğini ileri sürmek istiyoruz. Bunlardan ilki, onların gündelik yaşamlarıdır. Anadolu coğrafyasındaki yerleşik-göçer karşıtlığı bağlamında gelişen gündelik yaşamlarında belirleyici çatışma unsurları beslenme ve kamp kurma gibi yaşamsal ihtiyaçlar olmuştur. Anılan ihtiyaçların giderilmesinin kaynaklara yansıyan bilgileri; merkezinde savaşçılığın yer aldığı yaşam kültürünün aile, giyim-kuşam, kadınların konumu gibi yan unsurların kısmen bizlere aktarılmasını sağlamıştır. İkinci çatışmalı yaşam alanı inançlarıdır. Anadolu kapılarına Müslümanlıkla ve dolayısıyla gaza ve cihatla henüz tanışmış halde gelen Türklerin inanç biçimleri karşısında, 38 39 Kafkaslar üzerinde, tarihi Antik çağlara uzanan Gürcistan kenti http://rbedrosian.com/gc1.htm (Eserin bu adreste bulunan İngilizce çevirisinden yararlanılmıştır). 35 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Emine Sonnur Özcan yerleşik halkların onları ötekileştirmeleri söz konusudur. Türklerin, Orta Asyalı savaşçı karakterlerine giydirdikleri kullanışlı yeni giysileri gaza ve cihat, âdeta iki taraf arasındaki kültürel çatışmaların fitilini ateşlemiş gibidir. Kaynakça 36 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Abu’l-Farac Tarihi (1999). (Ö.R. Doğrul, Haz.). TTK Yayınları: Ankara. Anna Kommena (Tarihsiz), Alexiad (B. Umar, Çev.). İnkılap Kitabevi: İstanbul. Âşıkpaşaoğlu. (1949). Tevârîh-i Âl-i Osman (N. Atsız, Haz.). Türkiye Yayınevi: İstanbul. Âzîmî Tarihi. (2006). (A. Sevim Haz.). TTK Yayınları: Ankara. Bedrosyan, R. (1979). The Turco-Mongol invasions and the lords of Armenia in the 13-14th centuries (R. Bedrosian's Ph.D. Dissertation). Columbia University; http://www.rbedrosian.com/atmi1.htm Cahen, C. (1994). Osmanlılardan önce Anadolu’da Türkler (Y. Moran, Çev.). eYayınları: İstanbul. Cevad Ali (2001). Tarihu’l-Arab Kable’l-İslâm, Dâru‟l-Sâkî: Beyrut. Dânişmendnâme. (2004). (Haz. N. Demir). Akçağ Yayınları: Ankara. The Georgian Chronicle (1991). (R. Berdosian, Çev.). New York; http://rbedrosian.com/gc1.htm Hetum Tarihi, (Tarihsiz). [History of the Tartars, The Flower of Histories of the East];http://rbedrosian.com/hetumint.htm İbn Battûta Seyahatnâmesi (2004). (A.Sait Aykut, Çev.) YKY: İstanbul. İbnü’l-Adîm, Seçmeler (1989). (A. Sevim, Çev.). TTK Yayınları: Ankara. İbnü’l-Adîm. (1998). (A. Sevim, Haz.). TTK Yayınları: Ankara. Kaymaz, N. (1993). Malazgirt savaşı ile Anadolu‟nun fethi. Malazgirt Armağanı (İçinde). TTK Yayınları: Ankara. Köymen, M. A. (1986). Tuğrul Bey, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: Ankara. el-Mes‟ûdî (1893). Kitâbu’t-Tenbîh ve’l-İşrâf, Brill. Patmut’iwn Aristakisi Lastivertc’woy (1963). (R. Berdosian, Çev.). Erevan;http://rbedrosian.com/alint.htm Saltuknâme. (1987). (Ş. H. Akalın, Haz.). Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: Ankara. Sevim, A. (2000). Anadolu’nun Fethi. TTK Yayınları: Ankara. The Chronicle of Smbat Sparapet. (1956). (R. Berdosian, Çev.). Venice;http://rbedrosian.com/cssint.htm Turan, O. (2004). Selçuklular zamanında Türkiye. Ötüken Neşriyat: İstanbul. Umar, B. (1998). Türkiye halkının ortaçağ tarihi. İnkılap Yayınevi: İstanbul. Urfalı Mateos Vekayinâmesi ve Papaz Grigor’un Zeyli. (2000). (H.D. Andreasyan, Çev.). TTK Yayınları: Ankara. Yinanç, M. H. (1944). Türkiye Tarihi, Selçuklular Devri. İstanbul Üniversitesi Yayınları: İstanbul. MÜZĠKSEL ALGILAMADA TEORĠ PRATĠK BAĞLANTISI (NEXUS): SOSYOKÜLTÜREL BĠR MUTABAKAT OLARAK PERDE (PITCH) Kubilay MUTLU Doktora Öğrencisi, Dokuz Eylül Üni., Güzel Sanatlar Enstitüsü Özet Müziksel algılamanın teori pratik bağlantısına (nexus) odaklanan bu çalışma, etnomüzikoloji disiplininin de doğasına uygun olarak disiplinler arası bir yaklaşımla ele alınmıştır. Genel anlamda teori ve pratik arasında her zaman var olan açı farkı, müzik teorisi ve pratikleri bağlamında tartışılırken müzik yazısının müziğin kendisi olarak kabul edildiği „çağdaş söylencesi‟ de dahil olmak üzere müzik teorisi bağlamında perde, aşıt, makam ve ritim gibi müziksel kavramlar birer örnek olay olarak ele alınacaktır. Çokça alıntılanan “Müzik üzerine yazı yazmak, mimarlık üzerine dans etmeye benzer” sözünün de ima ettiği bu teori ve pratik arasındaki açı farkı, kültürel bağlamda ele alındığında adı geçen topluluklar açısından bir sorun teşkil etmemektedir. Aksine sosyokültürel mutabakata dayalı olarak devam eden performans pratikleri yoluyla kuşaktan kuşağa dinamik olarak yeniden inşa edilmektedir. Anahtar Kelimeler: Müziksel algı, müzik teorisi, kültürel performans, kültürel bellek, perde (pitch). Abstract The Theory /Praxis Nexus in the Musical Perception; Pitch as a Sociocultural Consensus This study focuses on musical perception in the context of theory / praxis nexus that presents theoretical framework for 3 Mukaddime Sayı 5, 2012 Kubilay Mutlu explaining the difference between theory and practice. It is carried out with an interdisciplinary approach due to the nature of ethnomusicology. Pitch, scale, makam (maqâm), rhythm and “notation” which are now considered as contemporary myth will be used as a case study in the context of musical theory. “Writing about music is like dancing on architecture” is a well known quotation to explain the difference between theory and practice. It seems that the difference is not a big problem for people in cultural context or musical tradition. On the contrary, reproduction of consensus is dynamically generated via musical practice. Keywords: Musical perception, music theory, cultural performance, cultural memory, pitch. Kurte Têkiliya Teorî û Pratîkê (Nexus) di TêgehiĢtina Mûzîkê de: Wek Lihevkirineke Sosyo-Çandî Perde (Pitch) 38 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Ev xebata ku li ser têkiliya teorî û pratîkê (nexus) ya têgehiştina mûzîkî hûr dibe, gorî xwezaya dîsîplîna etnomûzîkolojiyê bi nêrîneke navdîsîplînî hatiye bikaranin. Bi giştî cudahiya nêrînê ya di navbera teorî û pratîkê de heyî, di babeta teorî û pratîkên mûzîkê de, “efsaneya nûjen” ya nivîsa mûzîkê wek mûzîk bi xwe tê dîtîn jî têde, di peywenda teoriya mûzîkê de têgehên mûzîkê yên wekî perde, aşit, meqam û ahengê wek bûyerên mînak (case study) dê bên bikaranin. Wekî di jêgirta navdar “Li ser mûzîkê nivîsandin, dişibe govenda li ser avahîsaziyê” jî tê tuwanckirin, wextê ev nêrînên cuda yên navbera teorî pratîkê di peywenda çandî de tên bikaranîn, ji bo civakên navborî tu pirgirêk dernakevin holê. Li dijî vê, bi riya pratîkên performansî yên li ser lihevkirina civakê ava dibin, ji nivşekî bo nivşekî dî ji nû ve tên derbaskirin. Bêjeyên Sereke: Têgehiştina mûzîkî, teoriya mûzîkê, performansa çandî, hafizaya çandî, perde (pîtch). Müziksel Algılamada Teori Pratik Bağlantısı (Nexus): Sosyokültürel Bir Mutabakat Olarak Perde (Pitch) الملخص األبراج كتفاهم:)nexus( الصلة النظرية العملية في الحس الموسيقي )pitch( اجتماعي ثقافي ىذه اندراطت انخي حز ّكشث عهى انصهت اننظزيت انعًهيت في انحض انًٌطيمي دُرطج فييا أيضا بٌجيت نظز بين انًجاالث ًفك طبيعت يجال،)nexus( عنديا، انفارق انًٌجٌد دائًا بين اننظزيت ًانخطبيك عًٌيا.انثمافت انًٌطيميت كخابت انًٌطيمت انخي حعخبز نفض،نٌلشج ين حيث نظزيت انًٌطيمت ًحطبيماحيا ً اننغًت،)aşıt( ، طخُدرص األبزاج،"انًٌطيمت يع "انًمال انًعاصز انًماو ًنحٌىا ين انًصطهحاث انًٌطيميت ين حيث نظزيت انًٌطيمت/انطزس حشبو انزلص عهى، ًكثيز يا يمخبض يمٌنت "انكخابت عن انًٌطيمت.كٌالع يثاني عنديا يحهّم،انًعًاريت" انخي حٌيؤ ىذا انفارق انًٌجٌد بين اننظزيت ًانخطبيك بم ينشأ.ين ناحيت انثمافت ال يصبح يشكهت باننظبت إنى انًجخًعاث انًذكٌرة )performans( حيٌيا ين جديد ين جيم إنى جيم عبز انخطبيماث األدائيت .يعخًدا عهى انخفاىى االجخًاعي انثمافي ، األداء انثمافي، نظزيت انًٌطيمي، اإلدران انًٌطيمي:الكلمات المفتاحية .(pitch( األبزاج،انذاكزة انثمافيت GiriĢ Müziksel algılamada teori pratik bağlantısının ele alındığı bu yazıda “doğal”, “nötr” ve “evrensel” gibi nitelemelerle kabul edilen müziksel algının “doğallık” ve “evrensellik” iddiaları da dâhil olmak üzere „kültür‟ içerisinde anlam kazanan bir pratik olduğu öne sürülecektir. Kuşkusuz antropoloji ve etnomüzikoloji disiplinlerinin ürettiği bilgi içerisinden yapılan bu tanımlama, ilgili disiplinlerin eğitimlerinin yapıldığı üniversitelerde lisans düzeyinde öğrencilerce bir övünç kalemi olarak her platformda ifade edilen kültür tanımlarıyla paralellik içerisindedir. Kültürü her türlü insanlık faaliyetinin şaşmaz bir cevabı olarak kabul eden bu hazır cevaplar evreninden kurtarabilmek için, onun bütün bu insanlık faaliyetleri içerisinde nasıl işlediğinin anlaşılması önemlidir. Bu yazı son tahlilde kültürü dinamik bir seçme ve birleştirme süreci olarak kavrayan bir kuramsal arka plana yaslanır. Hangi Algı Psikoloji disiplini içerisinde yapılan sayısız çalışmanın da gösterdiği gibi (Deliége, Sloboda, 2002; Sloboda, 2005) algı meselesi 39 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Kubilay Mutlu kendi başına bir literatür oluşturmaya yetecek kadar karmaşık bir konudur. M. Merleau-Ponty Algının Fenomenolojisine Önsöz‟de “Gerçek oluşturulmaya ya da kurulmaya değil, betimlemeye açıktır. Bu da algıyı yargının edimlerin ya da yüklemlemelerin düzenindeki sentezlerle bir tutamayacağım anlamına gelmektedir. Algı alanım her an için algılanan bağlam içinde belirgince birleştiremediğim bununla birlikte düşlerimle de asla karıştırmaksızın derhal dünya içine yerleştirdiğim gözden kaçan yansımalar, çatırtılar kayıp giden dokunsal izlenimlerle doludur… Algı,… üzerinde bütün edimlerin birbirine bağlandığı ve onlar tarafından varsayılan temeldir” (Merleau-Ponty, 1994, s.30) derken algının edim/pratik ve varsayımlar dizisi/teori içerisinde işleyen ikili yapısının farkındadır. Algının “bütün edimlerin birbirine bağlandığı ve onlar tarafından varsayılan bir temel” olarak tanımlanması algıyı psikoloji alanından kültürel alana kaydırmaya yeterli bir çerçeve sağlar. 40 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Kültürel algı tıpkı kültürel bellek1 gibi, bütün bir insanlık pratiği içerisinden neyin seçilip algılandığı ya da hatırlandığı, nelerin ise algılanmadığı ya da hatırlanmadığı meselesiyle yakından ilgilidir. Algının ve hatırlamanın bu seçmeye dayalı kültürel yapısı bu yazı içerisinde tartışılacak müziksel algıyla doğrudan ilişkilidir. Müziksel algı gibi kültürün içerisine gömülü bir pratiğin bu kadar “doğal” ve “evrensel” kabul edilmesi dikkat çekicidir. “Müziğin evrensel bir dil olduğu” söyleminin de dayanak bulduğu bir zemin olarak evrensel müzik algısı, aşağıda da tartışılacağı üzere en hafif tabirle şüphelidir. Her ne kadar bazılarında müzik olarak ifade edilecek bir terim bulunmamasına rağmen bilinen bütün toplumlar için müzik evrensel bir insanlık fenomenidir. Müziğin evrensel bir insanlık pratiği olması ile onun „algılanmasının‟ evrenselliği kuşkusuz aynı şey değildir. Müziksel algılamanın teori pratik ilişkisi içerisindeki kültürel dinamiklerine eğilme çabasındaki bu yazı, müzik algısını kültürden bağımsız düşünmez. Müzik Teorisi ve Pratiğinin KesiĢmeyen KavĢakları Cohen ve Katz‟ın makam sistemleri için söyledikleri belki de bütün müzik sistemlerine genişletilebilecek bir tespiti içerir; Makam sistemleri, çeşitli zaman dilimlerinde yapılan sayısız teorik tanımlama vasıtasıyla bilinebilmektedir. Fakat bilim insanları, onun entonasyonu 1 Kültürel belleğin hatırlama pratikleri ve kültürel kimliklerin inşası bağlamında rolü için bkz. Assmann, (2001). Müziksel Algılamada Teori Pratik Bağlantısı (Nexus): Sosyokültürel Bir Mutabakat Olarak Perde (Pitch) konusundaki teorik varsayımlara karşılık gelebilecek makam icrası bulmaya çalıştıklarında, havlu atmakta ve teori ile pratik arasında bağlantı bulunmadığını iddia edebilmektedirler” (Cohen ve Katz, 2002, s.33). Gerçekten de geleneksel sanat müziği içerisinde 13. yüzyılda Safiyüddin Urmevi‟nin yazdığı Kitab’ul-Edvar‟la başlayan Maragalı Abdülkadir Meragi (14. yy.), daha yakın tarihlerde Dimitri Kantemiroğlu‟yla (17. yy.) günümüze kadar devam eden süreç içerisinde müzik kuramına yönelik çok sayıda eser yazılmıştır. Gerek perde ve makamları tanımlama çabasıyla olsun gerekse de Kantemiroğlu‟nun Kitab-ı İlmü’l-Musiki Ala Vechi’l Hurufat da (Musikiyi Harflerle Tesbit ve İcra İlminin Kitabı) yaptığı gibi müziğin çeşitli sembollerle tesbit ve icrasına yönelik çabalarda öne çıkan şey, en genel anlamıyla müzik teorisi ve pratiği arasında var olan uçurumun giderilmeye çalışılmasıdır. Bu çabalar bir bakıma müzik teorisi ve pratiği arasındaki „tutarsızlığın‟ itirafı niteliğindedir. Yukarıda adı geçen pek çok müzik eserince önerilen müziği yazma pratiği de gene aynı problemlerle yüz yüzedir. Günümüzün „incelmiş‟ müzik yazısı için bile dinamik olan müziğin statik iki boyutlu ortama aktarılması oldukça sorunlu iken 13. yüzyıl çeviri yazım araçları için bu sembolik önemi olan bir şeydir. Başka bir deyişle icraya yönelik olmaktan çok belli müzik dizgelerinin fikslenmesine yönelik bir değer taşırlar. Günümüzün „incelmiş‟ müzik yazısı için de söylenebilecek olan bu fiksleme çabası, aslında eylemi gerçekleştiren kişinin neleri müziksel, neleri müzik dışı kabul ettiğinin bir ifadesi olması açısından da önem kazanırlar. Müziğin ritim, armoni ve melodi temelinde değer kazandığı Batı Sanat Müziği pratiği için notasyon, kendi tarihsel dizgesi içerisinde anlaşılabilecek bir rota izlemiştir. Hristiyanlık öncesi dönemi saymazsak 8. yy.da kilise içerisindeki ayinlerde, dinî cemaatin hep bir ağızdan söyledikleri düzırların (plainchant) karmaşa yaratmadan söylenmesine yönelik olarak tasarlanan neumalar, kutsal metinlerin üzerinde gösterilen , , gibi işaretler vasıtasıyla düzır içerisindeki perde değişimlerinin yönüne ilişkin okuyanlara bilgi sağlamaktadır (bkz. Şekil 1). 41 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Kubilay Mutlu ġekil 1. „Gloria‟ aziz Amand elyazmasından (Sloboda, 2005, s.49). 42 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Müziksel hafızanın ve müziksel aktarımın oldukça önemli olduğu bu dönem aslında günümüz popüler müzik pratikleri için de önemini korumaktadır. Bunun için herhangi bir bar performansı sırasında gitaristin önündeki kâğıtlara bakmak yeterlidir. Anna Maria Busse Berger, Medieval Music and the Art of Memory kitabında erken Notre Dame periodunun çok sesli karşı ezgi toplaması olan Magnus liber için söyledikleri metin ve pratik açısından önem kazanmaktadır. Yukarıda bahsedilen işaret sistematiğinden farklı olarak Notre Dame okulunca üretilen ritim ve perdenin spesifik olarak gösterildiği üç ve dört sesli bu organumlar, Batı Sanat Müziği gelişimi içerisinde köşe taşı olarak kabul edilmektedir. Bunun dolaylı sonucu olarak araştırma nesnesi bağlamında müzikoloji, kendi tarihinin güzide bir örneği olan bunun gibi metinlere yönelerek icranın gözden kaçmasına yol açmıştır. “Diğer bir deyişle bilim insanları müziksel metinlere ve onların içsel bağlantılarına, bu metinlerde muhafaza edilen kültürel pratiklerden daha fazla odaklanmaya meyilli olmuşlardır” (Berger, 2005, s.1). Berger icranın da içerisinde olduğu kültürel bağlama dikkat çekerken algının ve kültürel belleğin bu aktarım sürecindeki önemini vurgulamaktadır. Müziksel Algılamada Teori Pratik Bağlantısı (Nexus): Sosyokültürel Bir Mutabakat Olarak Perde (Pitch) 8. yy.dan 12. yy.a kadar geçen zaman içerisinde kültürel olarak fikslenmiş perdelerin beş yatay çizgi üzerinde gösterilmesiyle evrimleşen notasyon, klise pratiği içerisinde toplu müzik icrasına yönelik olarak varlık kazanmış bir araçtır. Bugün bu „kültürel‟ müzik dizgesinin „evrensel‟ müzik algımız üzerinde bu kadar belirleyici olması dilbilim çalışmalarının da gösterdiği gibi dilin hem bir ifade aracı hem de bizzat insanların kullanımlarıyla kendi kendini oluşturan organik yapısıyla anoloji kurularak anlaşılabilir. Dil eylemdir özlü ifadesiyle de anlaşılabilecek bu durum, müzik üzerine yazılan ve söylenenlerin de müzik pratiği içerisinde anlaşılması gerektiğini gözler önüne serer. Müzik Olanla Olmayanın Sınırlarına Etnomüzikolojik Bir BakıĢ Yukarıda da belirtildiği gibi müziksel algılamanın teori pratik ilişkisi içerisindeki kültürel dinamiklerine eğilme çabası içerisindeki bu yazı sadece müzik yazısının müziği temsil etme gücünün sınırlarının tartışılacağı bir yazı değildir. Bu açıdan temsil çabaları da dâhil olmak üzere en geniş anlamıyla bir toplumun müzik olanla olmayan arasındaki ayrımlarını hangi pratikler ve söylemler üzerine inşa ettiği önem kazanmaktadır. Müzik olanla olmayan arasındaki ayrımlar herhangi bir müziğin anlaşılmasındaki en önemli ayrımdır. Bu ayrım bir toplumda müziksel olanın sınırlarını belirler. Bu ayrımlar yalnızca müziğin kendisini değil aynı zamanda müzik hakkındaki efsaneleri ve müziğin kökeni üzerine kavramları da düzenler (Merriam, 1964, s.67). Merriam‟ın bu tespiti onun “kültür içerisinde müzik” incelemesi için önerdiği üçlü modelle paralellik gösterir. Bu model müziğin üç analitik düzeyde incelenmesini önerir: Müzikle ilgili kavramsallaştırma (conceptualization), müzikle ilgili davranış (behavior) ve müzik sesi (Sound). „Batı‟ kavramsal algılamasında çoğunlukla müziğin kendisi olarak ele alınan ses, Merriam‟ın modelinde sadece diğer iki analiz birimi kadar önemlidir. Bu üç analiz düzeyi birbiriyle yakından ilişkilidir ve dolayısıyla bir toplumun müzik algısının anlaşılmasında eşit öneme sahip düzeylerdir. Aslında Merriam her ne kadar daha sonra modelini “kültür içerisinde müzik” incelemesinden “kültür olarak müzik” incelemesine doğru geliştirse de bu üçlü inceleme modeli hala geçerliliğini sürdürmektedir. Oysaki kendinden önceki pek çok batı sanat müziği bestecisi gibi Igor Stravinsky de “müziğin kendinden başka hiçbir şeyi temsil 43 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Kubilay Mutlu etmediğini düşünür” (Bohlman, 2002, s.206). Bu düşünce de dâhil olmak üzere bütün sanat oryantasyonlu söylemler, yukarıda da tartışıldığı gibi aslında gene sosyokültürel bağlamda düşünülmesi gereken söylemlerdir. Her söylem gibi sınır çekme ve sınırladığı şey ile ötekiler üzerinde tahakküm kurma çabası içerisindedirler. Müziğin otantisitesi bağlamında üretilen söylemler de yukarıdaki sınır çekme ve tahakküm paradigmasının içerisinde işlerler. Müzik her ne kadar doğal bir şey, kendi başına var olan bir olgu gibi görünse de insan değerleriyle, neyin iyi neyin kötü, neyin doğru neyin yanlış olduğunu belirleyen duygularımızla doludur. Müzik kendi kendine olan bir şey değildir, bizim yaptığımız ve anlam verdiğimiz bir şeydir. İnsanlar müzikle düşünür, onunla kendilerinin kim olduğuna karar verip, kendilerini anlatırlar (Cook, 1999, s.9). 44 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Merriam The Anthropology of Music‟de ilgisinin, insanların majör ve minör üçlüler arasındaki ayrımları nasıl yaptığından ziyade müziğin doğası, onun yaşamsal bir olgunun parçası olarak nasıl toplumun içerisine gömülü olduğu, onu kullanan ve düzenleyen insanlar tarafından nasıl kavramsallaştığı üzerine olduğunu belirtir. …Eğer bir topluluk rüzgârdaki ağaçların sesini, kurbağaların vraklamasını müzik olarak kabul ediyorsa, diğerleri etmiyorsa; bu neyin müzik olduğu veya olmadığıyla ilişkili kavramların farklılığıyla anlaşılabilir (Merriam, 1964, s.63). Bir toplumda neyin müzik, olarak kabul edildiği ile ilgili olarak en büyük zorluk sesin tanımlanması aşamasında karşımıza çıkmaktadır. Batı teorisyenleri akustik kriterleri kullanmaya meyillidirler. Müzik olarak kabul edilen ses “düzenli ve periyodik titreşimlere” gürültü ise “perdesiz seslere” referans yapılarak değerlendirilir (Merriam, 1964, s.64). Fiziksel olarak basit sesler ile birleşik sesler arasında yaptığı ayrımla tanımlanabilir perdelerden gürültüye doğru bir dizge içerisinde sese yaklaşan Ayhan Zeren de aynı çerçeve içerisinden konuşur. Fakat perdeyi, frekansın “müzik dilindeki” karşılığı olarak tanımlarken tıpkı dilde olduğu gibi sesin kültürel mutabakata dayalı olarak anlaşılan yanına vurgu yaparak ihtiyatı elden bırakmaz. Kuşkusuz bir etnomüzikolog olarak Meriam, bir dizi topluluğun müzik anlayışını karşılaştırırken ihtiyattan öte bir ölçülülük içerisindedir. Yukarıda açıklanan üçlü modele göre Kongo Basongye topluluğunun müziğini incelerken kavramsallaştırmalara ve ifadelere bakar. Basongye topluluğu müziği doğrudan tanımlamasalar da kendi „müzik anlayışlarını‟ aforizmalara dayalı olarak ifade ederler: “Memnunsan şarkı söylersin; öfkeliysen gürültü yaparsın. Müziksel Algılamada Teori Pratik Bağlantısı (Nexus): Sosyokültürel Bir Mutabakat Olarak Perde (Pitch) Birisi bağırıyorsa düşünüyordur. düşünmüyordur; şarkı söylüyorsa Bir şarkı huzurludur; gürültü ise değildir.” (Merriam, 1964, s.64). Bu aforizmalara dayalı ifadelerden anlaşılması gereken iki şey vardır. Müzik sesten öte bir şeydir ve insanlarca üretilir. Bu açıdan bakıldığında “düzenli ve periyodik titreşimlere” dayalı olmak müzik için önemli değildir. Müziğin yalnızca insanlar tarafından üretilmesi ile ilgili olarak Basongye toplumunun kavramsallaştırması kuşkusuz “evrensel” bir oluş değildir. Sierra Leone‟de J. T. John, ksilofon (xylophone) icrasına yönelik bir köken hikâyesi kaydeder. “Efsaneye göre on yaşlarında küçük bir çocuk seher vakti babasının çiftliğine giderken ormanda bir kuş sesi duyar, kuşun melodik sesinden çok etkilenir ve durarak onun şarkısını dinler. Ardından kestiği çubuklara düz bir şekil vererek dizinin üzerine yerleştirir ve kestiği diğer iki çubukla onlara vurarak kuşun ağzından çıkan şarkıları taklit etmeye başlar…” (Merriam, 1964, s.65). Basongye toplumuyla tezatlık teşkil eden bu müzik algısının da gösterdiği gibi “müziğin yapı taşı” olarak kabul edilen sesler konusunda “evrensel” bir mutabakat söz konusu değildir. Elbette ki müzik ya da müziksel tını (sound) dediğimiz şey de titreşen bir nesnenin ürettiği ses dalgalarından oluşur. Bu ses dalgalarının fiziksel kendilikleri dışında “müzik” olarak algılanabilmesi ve kullanılabilmesi toplumsal mutabakata bağlıdır. Başka bir deyişle bir müzik parçasında ya da bir müzik türünde gereç olarak kullanılacak seslerin ne olacağı ve bu sesler arasındaki ilişkilerin nasıl yapılandırılacağı sosyo-kültürel bir uzlaşıya dayanır (Erol, 2009, s.12). Sosyokültürel Bir Mutabakat Olarak Perde (Pitch) Müziksel algılamada teori pratik bağlantısının irdelenmesi için kuşkusuz pek çok müziksel kavram kullanılabilir. Bu yazıda kullanılan perde dışında, örneğin ritim algısının fiziksel, psikolojik ve kültürel boyutlarıyla bağlantılı olarak, sadece atım (pulse) için bile pek çok soru sorulabilir. Örneğin neden “tik tik” diye çalan saati “tik ve tak” olarak algılarız? Bu durum Claude Lévi-Strauss‟un ikili karşıtlıklar (binary opposition) modeliyle anlaşılabilir mi? 9/8‟lik ritmin Türkiye popüler müziği içerisinde en çok bilinen 2+2+2+3 şeklindeki düzümünün dışında sayısız karmaşık varyasyonuna hâkim Çingene toplumu için 9/8 algısı ile ortalama bir dinleyici için 9/8 algısı bir midir? Şüphesiz bu sorular daha da uzatılabilir. Burada 45 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Kubilay Mutlu yapılmaya çalışılacak olan perde örnek olayı üzerinden teori pratik bağlantısının anlaşılmasıdır. Etnomüzikolojinin erken dönemlerinde de revaçta bir konu olan perde, karşılaştırmalı bir perspektif içerisinde ele alınmıştır. Etnomüzikoloji disiplinin babası olarak kabul edilen Alexander John Ellis‟in 1885 tarihli çalışması On the Musical Scales of Various Nation dönemin revaçta anlayışına uygun olarak karşılaştırmalı bir yöntemle yazılmıştır. Yaptığı çalışmada eşitler arası bir yaklaşımla analitik bir araç olarak sent (cent)2 sistemini kullanan Ellis, batı müzik dizgesinin bir oktavı on iki eşit parçaya bölen kavramsal yaklaşımıyla dünya müziklerinin analiz edilemeyeceğinin farkındadır. Alan çalışmasına dayanmayan, bal mumu plak kayıtlarının tasnif ve tashihine dayalı bir yöntemle dünya müzik sistemlerini inceleyen Ellis, matematikçi ve filolog olmasının da katkısıyla daha „nötr‟ bir araç olarak sent (cent) sistemini kullanırken dünya makam (scale) sistemlerinin tek bir fiziksel kanunla açıklanamayacağını ortaya çıkarmıştır. 46 Mukaddime, Sayı 8, 2013 2 Perde aralıklarının ölçülmesinde kullanılan logaritmik birim. Bu logaritmik sisteme göre „batı müziğinde‟ bir oktav 1200 sente bölünür dolayısıyla bir yarım ses 100 sent olarak değerlendirilir. Müziksel Algılamada Teori Pratik Bağlantısı (Nexus): Sosyokültürel Bir Mutabakat Olarak Perde (Pitch) ġekil 2. Eşit tampereman sistem (gri) ve Pisagor sistemi (mavi), Frekans oranı ve aralık değerleri arasındaki ilişkileri göstermektedir. Ellis‟in bu özenli yaklaşımı cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye‟de yapılan derleme çalışmalarındaki kimi trajikomik olaylarla kıyaslandığında daha iyi anlaşılmaktadır. “Ulusal kültürün özü” olarak değerlendirilen kırsal müziklerin derlemeleri sırasında, “akortsuz” oldukları gerekçesiyle icracıların elinden alınıp akort edilen bağlamalar ya da kayıt sonrası çeviriyazım (transcription) yapılırken işitilen perde ile yazılan arasındaki kimi “düzeltmeleri” bu trajikomik olaylar arasında sayabiliriz. Analitik bir araç olarak perde algısı kendisiyle bağlantılı aralıklar (intervals), aşıtlar (scales), uyuşum-kakışım (consonancedissonance), doğuşkanlar (harmonics) gibi pek çok terimle beraber düşünülmesi gereken bir konudur. Temel olarak perde, algılanan temel ses frekansının müziksel temsilidir. Bu tanımın iki bileşeni vardır: algı ve müziksel temsil. Algı yukarıda da tartışıldığı üzere kültür bağımlısı bir psikofizik olaydır. Bir başka deyişle algı bağlamsaldır. Kültürden kültüre ve bir kültür içerisinde çeşitli zamanlarda farklılık gösterir. Warrier ve Zatorre perde (pitch) ve tını (timbre) arasındaki ilişkileri 47 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Kubilay Mutlu izole bağlam, ton dizisi bağlamı ve melodik bağlam olarak üç farklı çerçevede anlamaya çalışır (Warrier ve Zatorre, 2002, s.205). Deneklere bilgisayar vasıtasıyla üretilmiş sesler dinletilerek değerlendirmelerinin beklendiği çalışmada üç farklı bağlamda algıda ciddi farklılıkların ortaya çıktığı gözlenmiştir. Melodik ve ton dizileri bağlamları, yarattıkları tonal çerçeve sebebiyle izleyenlerde işitsel bir beklenti yaratmış ve bazı sesler üretilmemiş bile olsa algılanabilmiştir. Bir başka çalışmada Krumhansl ve Kesler, majör ve minör bağlamlarda oluşan algı farklılıklarını vurgulamışlardır (Sloboda, 2005, s.123). Perde, algılanan temel ses frekansının müziksel temsilidir tanımının iki bileşenine de gönderme yapan bu deneyler, yazımızın başında yapılan kültür tanımını destekler niteliktedir. Bir seçme ve birleştirme eylemi olarak deneklerin hangi perdeleri, hangi dizgeler içerisinden seçtikleri kültürel bir sürecin ürünüdür. 48 Mukaddime, Sayı 8, 2013 John Cage‟in 4‟.33” adlı eseri ve kimi elektronik müzik örneklerini saymazsak müzik sistemlerinin temelini fikslenmiş perde dizgeleri oluşturur. İnsan toplulukları kendi müzik dizgelerini oluştururlarken kültürün temel dinamiklerinden birisi olan seçme ve birleştirme işlemine başvururlar. Blacking‟in ifade ettiği gibi müziksel biçemler doğanın insanları nasıl etkilemiş olmasından çok, kültürel ifadelerinin bir bölümü olarak insanların doğadan neyi seçip tercih ettiklerine dayanır (Aktaran Erol, 2009, s.15). Bu açıdan perdeler arası ilişki anlamında aralıklar ve zaman içerisindeki perde değişimleri olarak aşıtlar, yukarıda anlatılmaya çalışılan seçme ve birleştirme eyleminden bağımsız düşünülemezler. Demek ki gerek yan yana, yani ard arda, gerekse üst üste, yani birlikte işitilen seslerle ilgili uyuşum yargısı, kültürel biçimlendirmeye bağlıdır (Erol, 2009, s.15). Sonuç Orta çağın sonuna kadar yazılan neredeyse her kitabın girişi, konusu ister müzik olsun isterse tıp ya da astronomi, mutlaka bir kozmoloji bölümüyle başlar. Denetim altına alınmaya çalışılan konu öncelikle evrenle ilişkisi bağlamında bir yere oturtulmaya çalışılır. Kaosla sembolik yollarla başa çıkabilmenin ve hareket halindeki evrende değişmez nirengi noktaları aramanın bir yoludur bu bir bakıma (Mutlu ve Mutlu, 2008, s.2). Bilimlerle sanatın neredeyse aynı şey olarak ele alındığı dönemin bir görünümü olan bu kozmolojiler, gerçekliğin estetikleşmiş tezahürleridir. Prof. Hafner‟le bilim ve sanat arasındaki bağıntılar üzerine yürüttüğü polemikte, Thomas S. Kuhn “Bilimlerde estetik çok seyrek olarak kendi başına erek olur ve hiçbir Müziksel Algılamada Teori Pratik Bağlantısı (Nexus): Sosyokültürel Bir Mutabakat Olarak Perde (Pitch) zaman da birincil erek olmaz” dedikten sonra Orta Çağ astronomlarının dairenin estetiksel yetkinliğiyle bağlanmış bulunduğu bir çağda “güzelliği ne olursa olsun, dayanağı merkezdeki yer kütlesi olan astronomi kuramlarında bu şeklin [elips] hiçbir yararı olmamıştır” der (1994, s.408). Gerçeklikle teori arasındaki açı farkı olarak da düşünülebilecek bu durum için müziksel bir örnek yukarıda da bahsedilen Pisagorun matematiksel sistemiyle oluşan perde dizgesi ile eşit tampereman sistem arasındaki frekans farkı gösterilebilir (bkz. Şekil 2). Yazı boyunca verilmeye çalışılan örneklerle de görüldüğü gibi müziksel algılamada teori pratik ilişkisi, müziksel/kültürel bağlam göz ardı edildiğinde anlaşılması mümkün olmayan ilişkilerdir. Makalenin başında Cohen ve Katz‟ın örnek verdiği bilim insanlarının, „teori ve pratik arasında hiçbir ilişki bulamamaları‟, en iyimser yorumla bahsi geçen toplumun müzik pratikleri içerisine kültürel olarak sokulamamalarından kaynaklı kuramsal bir perspektif eksikliği olarak düşünülmelidir. Kaynakça Assmann, J. (2001). Kültürel Bellek Eski Yüksek Kültürlerde Yazı Hatırlama ve Politik Kimlik. (A. Tekin, Çev.). İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Berger, Anna Maria Buse (2005). Medieval Music and the Art of Memory. London: University of California Pres. Bohlman, Philip V. (2005). Music As Representation. Journal of Musicological Research, 24: 205-226. Cohen, D. ve Katz, R. (2002). Attitudes to the time axis and cognitive constraints: The case of Arabic vocal folk music, Perception and Cognition of Music (ed. Iréne Deliége, John Sloboda.). New York: Psychology Pres. Cook, N. (1999). Müziğin ABC’si (T. Doğan, Çev.). İstanbul: Kabalcı Yayınevi. Erol, A. (2009). Müzik Üzerine Düşünmek. İstanbul: Bağlam Yayınları. Kuhn, Thomas S. (1994). Bilim ve Sanat Arasındaki Bağıntılar Üstüne Yorum, Asal Gerilim Bilimsel Gelenek ve Değişim Üzerine Seçme İncelemeler (Y. Şahan, Çev.). İstanbul: Kabalcı Yayınevi. Merriam, Alan P. (1964). The Anthropology of Music. Evanston: Northwestern University Pres. Mutlu, K. ve Mutlu, N. (2008). Küreselleşme ve Yerellik: Kültür Üzerine Makro ve Mikro Düalizmler. Karaburun Bilim Kongresi C-3 Oturumu Değişen Dünya/Değişmeyen Öteki. Yayınlanmamış Bildiri. Ponty, Merleau M. (1994). Algının Fenomenolojisine Önsöz (M. Atıcı, Çev.). İstanbul: Afa Yayınları. Sloboda, J. (2005). Exploring the Musical Mind; Cognition, Emotion, Ability, Function. New York: Oxford University Pres. 49 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Kubilay Mutlu Warrier, Catherine M. ve Zatorre, Robert J. (2002). Influence of tonal context and timbral variation on perception of pitch. Perception & Psychophysics, 64/2:198-207. Zeren, A. (1988). Müziğin Fiziksel Temelleri. Konya: Selçuk Üniversitesi Basımevi. 50 Mukaddime, Sayı 8, 2013 PAUL TILLICH’İN TANRI ANLAYIŞI Necmettin TAN Yrd. Doç. Dr., Fırat Üni., İlahiyat Fakültesi Özet Paul Tillich‟in Tanrı anlayışı onun iki önemli kavramı olan “korelasyon yöntemi” ve “nihai kaygı” ile yakından ilişkilidir. Korelasyon yöntemi, karşılıklı ilişki içindeki varoluşsal sorularla teolojik cevaplardan hareketle Hristiyan imanın içeriğini açıklar. Nihai kaygı ise insanların en çok kaygılandığı ya da en koşulsuz bir şekilde ciddiye aldıkları şeydir. Tillich‟e göre Tanrı nihai kaygıdır ve bu da en önemli varoluşsal soruların cevabıdır. Tillich‟in Tanrısı teizmin tanrısından farklı olup onları uzlaştırmak mümkün değildir. Tanrı için kullanılan kavramlar açık olmayıp Tillich‟in tanrısını daha muğlak hale getirmektedirler. Anahtar Kelimeler: Paul Tillich, nihai kaygı, korelasyon yöntemi, Tanrı, sembolizm. Abstract Paul Tillich’s Notion of God Paul Tilich‟s notion of god is closely related with his two important concepts, i.e., “method of correlation” and “ultimate concern.” The method of correlation explains the contents of the Christian Faith through existential questions and theological answers in mutual interdependence. Ultimate concern is what people most concerned about or 5 Mukaddime Sayı 5, 2012 Necmettin Tan what they take with unconditional seriousness. According to Tillich God is the ultimate concern and that is the answer for the most serious existential questions. Tillich‟s God is very different than theist god and there is no way to reconcile them. The term used for god is not clear and they make Tillich‟s God more and more obscure. Keywords: Paul Tillich, ultimate concern, method of correlation, God, symbolism. Kurte Nêrîna li ser Xwedê ya Paul Tillich 52 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Nêrîna li ser Xwedê ya Paul Tillich bi du têgehên wî yên girîng “rêbaza korelasyonê” û “fikariya bêdawî” ve eleqedar e. Rêbaza korelasyonê bi pirsiyarên hebûnparêzîyê yên di nav têkiliyeke dualî û bi bersivên teolojîk, naveroka îmana Xristiyaniyê dide nîşan. Fikariya bêdawî jî ew e ku tişta mirov herî zêde tê de dikevine fikariyê an jî bêyî şert û merc tişta ku micid dibînin. Li gor Tillich Xwedê fikariya bêdawî ye ku ev jî bersiva pirsiyarên herî girîng ya hebûnparêziyê ye. Xwedayê Tillich ji Xwedayê teîzmê cuda ye û ne pêkan e ku mirov wan bîne li cem hev. Têgehên ku ji bo Xwedê bi kar tînin, ne zelal in û perdeya li ser Xwedayê Tillich bi vî awayî zêdetir tarî û şilû dikin. Bêjeyên Sereke: Paul Tillich, fikariya bêdawî, rêbaza korelasyonê, xwedê, sembolîzm. الملخص فهم باول تيلّيش عن اإلله وهمب "طريقت،فهم ببول تيهّيش عه اإلنه يتعهّق كثيرا بمصطهحيه انمه ّميه طريقت انعالقت.") و"انقهق انىهبئkorelasyon yöntemi( "انعالقت انمتببدنت انمتببدنت تىضح مبهيت إيمبن انىصراويت اوطالقب مه األجىبت اإلنهيت عهى األسئهت وأ ّمب انقهق انىهبئ فهى أكثر مب يقهق به.انكىويت انمعتمذة عهى انعالقبث انمتببدنت ّ فببنىسبت نتيهّيش.انىّبس أو مب يعتبرووه أمرا جذيب دون أدوى قيذ أن اإلنه هى قهق ّ .وأن هذا هى جىاة أه ّم األسئهت انكىويت ّ وهبئ إن إنه تيهّيش يختهف عه إنه انذيه Paul Tillich’in Tanrı Anlayışı ّ انمصطهحبث انمستخذمت نإلنه غير واضحت.وأن انمصبنحت بيىهمب غير ممكىت .وهذا مب يجعم إنه تيهّيش غبمضب ، اإلنه، طريقت انعالقت انمتببدنت، انقهق انىهبئ، ببول تيهّيش:الكلمات المفتاحية .انرمزيت Giriş Paul Tillich (1866-1965) yirminci yüzyılın en etkili ilahiyatçılarından biridir. Varoluşçu görüşleriyle tanınmış ve göç ettiği ABD‟de dersleri, yazıları ve vaazlarıyla büyük yankılar uyandırmıştır. O, dinin mevcut haliyle modern insanın ihtiyaçlarına cevap vermediğini düşünmüş ve felsefi-telolojik sistemini bu ihtiyaçlara cevap vermek amacıyla inşa etmiştir. Tillich için Hristiyan mesajında doğru veya yanlış yoktur, bu günün diline çevrilmemiş, çevrilememiş semboller vardır. Dinin kitleler için anlamlı hale gelmesi ve onların güncel sorunlarına çözüm üretmesi için bu sembollerin başarılı bir şekilde yeniden yorumlanması gerektiğini düşünür. Onun Tanrısı bu anlayışının bir sonucu olarak şekillenmiştir. Bu çalışmada Tillich düşüncesinde Tanrı kavramının ortaya çıkışı ve bu bağlamda yapılan tartışmalar incelenecektir. Tillich‟in Tanrı anlayışı, onun felsefi-teolojik sisteminde son derece belirleyici olan iki temel kavrama dayalıdır. Bunlardan birincisi “korelasyon yöntemi”, ikincisi ise “nihai kaygı”dır. Korelasyon yöntemi, karşılıklı ilişki (interdependence) içindeki varoluşsal sorularla teolojik cevaplardan hareketle Hristiyan imanın içeriğini açıklar (Tillich, 1951, s.60). Tillich, korelasyonu iki bağımsız faktörün birbiri ile karşılıklı ilişkisi olarak tanımlar (1957b, s.13). Bununla kastedilen her iki tarafın birbirini etkilediği ama aynı zamanda bağımsız kalmaya devam ettiği bir ilişkidir. Sorular cevapları etkiler ve cevapların ışığında yeni sorular sorulur. Fakat korelasyon yöntemi insan sorusu ile başlar; önce insanın durumu analiz edilerek varoluşsal sorular belirlenir, ardından İsa Mesih‟te gerçekleşen Hristiyan vahyinin bu soruların cevabı olduğu gösterilmeye çalışılır (Tillich, 1951, s.63). Tillich‟e göre cevaplar ancak Hristiyan mesajından çıkarılabilir. Çünkü cevaplar, “insan varoluşuna, onun ötesinden „söylenir‟” (1951, s.64). Ancak sorular hiçbir şekilde vahiyden çıkarılamaz. İnsan sorudur, cevap değildir. Aynı şekilde insan varoluşunda içkin soruları, vahiysel cevaptan çıkarmak da 53 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Necmettin Tan imkansızdır. Bu, imkansızdır çünkü cevaplayacak bir soru olmadığında vahiysel cevap anlamsızdır. İnsan henüz sormadığı bir soruya cevap alamaz (1957b, s.13). Korelasyon yöntemi insanın soruları ile vahiy arasında, dolayısıyla felsefe ile teoloji arasında kopmaz bir ilişkiyi varsaymaktadır. Bu ilişkide taraflar birbirlerini etkilemesine rağmen bağımsız bir yapıya sahiptirler. Vahyi, insanın iflah olmaz sorularına bir cevap olarak sunmak, bu yöntemin en önemli özelliği olarak göze çarpmaktadır. Korelasyon yöntemine göre teolojik bir sisteme Tanrı ile değil insan ve onun analizi ile başlanmalıdır. Tillich, bu yönteme uygun bir şekilde önce insanın varoluşsal sorularını ortaya koyar ve ardından Tanrı‟nın bu soruların cevabı olduğunu göstermeye çalışır. 54 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Nihai Kaygı, tıpkı korelasyon yöntemi gibi Tillich düşüncesini belirleyen son derece önemli anahtar kavramlardan bir tanesidir. Nihai kaygı korelasyon yönteminin ifade ettiği şekilde insanın nihai sorusudur aslında. İnsanın sorduğu sorular içerisinde en önemlisi ve cevap almak noktasında en çok kaygılandığı sorudur. Yine bu yönteme göre insanın nihai kaygısı teolojinin hem başlangıç noktasını hem de ana konusunu oluşturur. Bu nedenle Tillich düşüncesinin hemen her noktasında nihai kaygı kavramı ile karşılaşmaktayız. Din, Tanrı, vahiy, iman, kutsal gibi birçok kavramın tanımında nihai kaygı kavramı görebiliriz. Tillich, “kaygı” kelimesinin dinî tecrübenin “varoluşsal” karakterine işaret ettiğini (1951, s.12) ifade ettikten sonra kendi “nihai kaygı”sının Kierkegaard‟ın “sonsuz tutku ve ilginin konusu” ile aynı anlama geldiğini belirtir (1951, s.12). Bundan başka Schleiermacher‟in “mutlak bağımlılık duygusu” dediği şeyin kendi sistemindeki nihai kaygı ile çok yakın anlamda olduğunu da söyler (1951, s.42). Tillich‟e göre nihai kaygı her insanda kaçınılmaz olarak mevcuttur. İnsan, her canlı varlık gibi, birçok şey hakkında, ama hepsinden öte, beslenme ve barınma gibi kendi varlığını etkileyen şeyler hakkında kaygı duyar. Fakat insan, diğer canlı varlıkların tersine, bilişsel, estetik, sosyal ve politik gibi tinsel kaygılara sahiptir. Bazıları acil, çoğu kez de son derece acildir. Tıpkı hayati kaygılar gibi onlardan her biri, bir insan hayatı için ya da sosyal bir grubun hayatı için nihailik iddia edebilir (1957a, s.1). Paul Tillich’in Tanrı Anlayışı Tillich‟e göre nihai kaygısı olmayan bir insan yoktur. Çünkü nihai kaygı aslında insanın sonsuz derecede bir şeyi ciddiye almasıdır ve her inanın bu derecede ciddiye aldığı bir şeyler vardır. Her insanın uğruna ölüm dâhil, pek çok şeyi göze aldığı bir takım kaygıları vardır. Bu kaygılar maddi olabildiği gibi manevi de olabilir (Tillich, 1965, s.7-8). Ancak elbette herkes bu nihai kaygısının farkında olmayabilir. Zaten Tillich‟e göre bir şey hakkında nihai olarak kaygılanmak ya da bir şeyi ciddiye almak, insanın kendi iradesiyle karar verdiği bir durum değildir. Bir şeyi nihai olarak ciddiye almak, o şey tarafından kuşatılmaktır. Kişinin nihai kaygısı aktif, düşünsel ve iradeli bir sürecin sonunda oluşmaz. Aksine nihai kaygı kişiye dışardan gelir ve adeta ona yapışır. Kişiler, “şunu veya bunu nihai kaygı edinmeye karar verdim” diyemezler (Tillich, 1965, s.8,50). Tillich nihai olarak kaygılı olmanın insan tecrübesindeki bir gerginliğe işaret ettiğini belirtir. Buna göre bizi nihai olarak kaygılandıran şey somut olmalıdır. Somut olarak karşılaşılmayan bir şey -bu gerçeklik alanında olabildiği gibi tasavvur olanında da olabilir- bizi kaygılandıramaz. Öte yandan nihai kaygı tüm sonlu, geçici ve somut kaygıları aşmalıdır. Tüm sonluluk alanını aşmadıkça, sonluluk sorusunun cevabı olamaz. Sonlu alanı aştığında ise somutluğunu ve birebir ilişkisini kaybeder. Sadece mutlak değil aynı zamanda soyut da olur (Tillich, 1951, s.211). Burada aynı zamanda Tillich düşüncesindeki gerginlik ile de karşılaşmaktayız. Eğer sadece somut olan hakkında nihai olarak kaygılanabiliyorsak ve hiçbir somut nihai olamıyorsa nasıl olur da nihai bir şekilde kaygılanabiliriz? (Rowe, 1968, s.16-17) Bunun cevabı Tillich‟in “bedenleşen söz” öğretisinde bulunabilir. Sonsuz ve koşulsuz bir özün bedenleşmesi öğretisi sonlu ve sonsuz olanı bir arada barındırma anlamına gelmektedir. Bu bir paradoks olarak görünebilir. Ancak Tillich, paradokslardan rahatsız değildir. Çünkü ona göre paradoks mantıksal bir çelişki değil, sonlu aklı aşan bir düşüncedir (1951, s.56-57). Nihai kaygı o derece nihaidir ki, ikinci bir nihai kaygıya yer bırakmaz. Yani, “İki nihai kaygı yan yana var olamazlar. Eğer bu olursa onlardan biri veya ötekisi gerçekten nihai olmayacaktır. Gerçekten de biri ötekini bastıracaktır. İnanan kişinin nihai kaygısı, gerçekten nihai olan ve bu yüzden varlığının ve anlamının temeli hakkında duyduğu kaygıdır” (1955, s.58-59). Hem korelasyon yöntemi hem de nihai kaygı kavramı Tillich düşüncesindeki varoluşçu felsefenin izlerini taşır. Her ikisinde de çıkış noktası insandır. Geleneksel teolojinin yaptığı gibi Tanrı‟dan insana 55 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Necmettin Tan değil, tam tersine insandan Tanrı‟ya bir geçiş vardır. Tillich için Tanrı, en başta işlenmesi gereken bir kavram değil, insanın iflah olmaz sorularının bir cevabı olarak ortaya çıkan bir semboldür. Tanrı Anlayışı Modern çağda yaşanan gerek bilimsel ve gerekse kültürel gelişmeler, kitlelerin Tanrı inancına olan kayıtsızlıkları ile bir araya gelince kimi düşünürleri artık Tanrı inancına anlamlı bir yer kalmadığı inancına götürmüştür. Bu bağlamda yapılan tartışmalar sıklıkla Nietzsche‟nin “Tanrı öldü” deyişini gündeme getirmiştir. Tillich de Nietzsche ile ilgili yaptığı değerlendirmelerde bu noktaya dikkat çekmekte ve bir dereceye kadar Nietzsche‟yi haklı bulmaktadır. Ancak, Tillich‟e göre ölümü söz konusu olan şey Tanrı düşüncesinin kendisi değil, insanlarda mutlak ve nihai olana yönelik bir bilinçtir. Ona göre aslında Nietzsche‟nin kastettiği de bundan başka bir şey değildir. “Tanrı öldü” ifadesi, bir semboldür ve geleneksel Tanrı anlayışının yıkılışını sembolize etmektedir (1968, s.497). 56 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Tillich modern insanda mutlak ve nihai olana yönelik bilincin yokluğunu, insanlarda “derinlik boyutu”nun kaybolmasına bağlamaktadır. Bu derinlik boyutunu bir mecaz olarak kullanan Tillich‟e göre insanın Tanrıyı ve dini keşfetmesi gereken alan burasıdır. Bu boyutun yokluğunda, insanlar varoluşsal soruları soramadıkları gibi onlara cevap da alamazlar. Derinlik boyutunun kaybolması insanın sonsuz ciddiyetle soru sorma cesaretini kaybetmesi demektir: Derinlik boyutunu, insan doğasının dinsel boyutu olarak adlandırmayı öneriyorum. Dindar olmak, varoluşumuzun anlamı sorusunu tutkuyla sormak ve hoşa gitmese bile cevapları almaya istekli olmaktır. Böyle bir düşünce, dini, evrensel olarak insanî kılar, ancak bu, genelde din olarak adlandırılan şeyden kesinlikle farklıdır. Bu, dini, tanrıların veya bir Tanrı‟nın varlığına inanç olarak tanımlamamaktadır. Aynı şekilde, kişileri bu varlıklara, düşünce, itaat ve bağlılık içinde ilişkilendiren bir takım eylemler ve kurumlara olan inanç olarak da tanımlamamaktadır… O, kişinin kendi varlığı hakkında kaygılı olması ve evrensel olmasıdır… Eğer dini, nihai bir kaygı tarafından kuşatılmak olarak tanımlarsak şunu söylemeliyiz. Günümüz insanı böylesi bir sonsuz kaygıyı kaybetmiştir (1998, s.42). Paul Tillich’in Tanrı Anlayışı Tillich‟in Tanrı‟yı aradığı yer, işte bu “insanın derinlik boyutu” dediği yerdir. Bu boyut, varlığın temeli dediği Tanrı‟nın tecrübe edildiği sonsuzluk boyutudur. Derinlik boyutu, insanın varoluşsal soruları sorduğu ve aynı zamanda cevapları da bulduğu bir boyuttur: Tüm varlığın temeli ve bu sonsuz ve tükenmez derinliğin adı, Tanrı‟dır. Bu derinlik, Tanrı kelimesinin ifade ettiği şeydir. Eğer bu kelime senin için pek bir anlam ifade etmiyorsa onu çevir; kendi yaşamının derinliğinden, kendi varlığının kaynağından, kendi nihai kaygından ve tereddüt etmeksizin ciddiye aldığın şeyden konuş. Belki, bunu yapmak için geleneksel olarak Tanrı hakkında öğrendiğin her şeyi ve belki de bu kelimenin bizzat kendisini unutman gerekir. Zira eğer, Tanrı‟nın derinlik anlamına geldiğini biliyorsan, O‟nun hakkında çok şey biliyorsun demektir. O zaman kendini ateist ya da inançsız olarak adlandırmayacaksın. Çünkü o zaman, şunu diyemeyeceksin: „Yaşamın derinliği yoktur! Yaşamın kendisi yüzeyseldir; kendinde varlık yüzeysel bir şeydir sadece.‟ Eğer bunları kati bir ciddiyetle söyleyebiliyorsan, o zaman ateist olursun; değilse olamazsın. Derinliği bilen Tanrı‟yı da bilir (1976, s.57). İnsanın nihai kaygıyı keşfettiği yer, bu derinlik boyutundan başka bir yer değildir. Tillich, nihai kaygının Schleiermacher‟in “mutlak bağımlılık duygusu” ile olan benzerliğine dikkat çekmektedir. Ona göre, Schleiermacher‟in dini tanımlamak için kullandığı “mutlak bağımlılık duygusu” ifadesindeki “duygu” koşulsuz bir şeyin farkında oluştur. Bu anlamda duygu, psikolojik bir işlevden çok zihin ve iradeyi, özne ve nesneyi aşan bir bilinçtir. Bu tanımdaki “mutlak bağımlılık duygusu” Tillich‟e göre kendisinin kullandığı “varlığımızın anlamı ve zemini hakkında nihai kaygı” ile çok yakın bir anlam birliğine sahiptir (1951, s.42). Tillich‟in nihai kaygıyı açıklamak için başvurduğu diğer düşünür ise Rudolph Otto‟dur: Birini nihai olarak kaygılandıran şey, onun için kutsal hale gelir. Bu kutsalın fakında-oluş, aynı zamanda ilahinin mevcudiyetinin, yani bizim nihai kaygımızın içeriğinin farkında oluştur… O, görünmesine rağmen gizemini koruyan bir hazır-bulunuştur ve kendisiyle karşılaşanlar üzerinde hem çekici ve hem de itici bir işlev görmektedir. Rudolph Otto, klasik kitabı The Idea of The Holy‟de bu iki 57 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Necmettin Tan işlevi, kutsalın büyüleyici ve sarsıcı karakteri (Otto‟nun terminolojisinde; mysterium fascinans et tremendum) olarak tanımlamaktadır (1957a, s.12-13). O, kutsallığın gizemliliğine işaret ederken kutsalın, gerçekliğin özne-nesne yapısını aştığına dikkat çekmektedir. O, kutsalın gizemliliğini tremendum ve fascinosum olarak tanımladığında, derinlik ve insan varlığının temeli anlamında „nihai‟nin tecrübesini ifade etmektedir (1951, s.215-216). Tillich‟in nihai kaygı dediği yere Tanrı‟yı koyarsak herhangi bir yanlış yapmış olmayız. İnsanın nihai kaygısı olarak Tanrı, insan varoluşunda içkin olan varoluşsal soruların bir cevabı olarak karşımıza çıkmaktadır: 58 Mukaddime, Sayı 8, 2013 “Tanrı”, insan sonluluğunda içkin olan sorunun cevabıdır; O, insanın nihai olarak kaygılandığı şeyin adıdır. Bu, öncelikle Tanrı olarak adlandırılan bir varlığın olduğu ve ardından, insanın onu nihai kaygı edinmesi gerektiği anlamına gelmez. Bu, insanı nihai olarak kaygılandıran şeyin, onun Tanrısı haline geleceği anlamına gelir. Bunun tersi de doğrudur. İnsan ancak kendisi için Tanrı olan şey hakkında, nihai olarak kaygılanabilir (1951, s.211). Tillich‟in Tanrı için kullandığı başka ifadeler de vardır. Bunlar arasında, “nihai gerçeklik”, “kendinde varlık”, “varlığın temeli”, “varlığın gücü” sayılabilir (Tillich, 1969b, s.61, 1951, s.235). Bunlar arasında Tillich‟in en çok başvurduğu ise “kendinde varlık” ve “varlığın temeli”dir. Bunların her birinin ifade etmek istediği şey yaklaşık olarak aynıdır. Hepsinde ortak olan noktalar nihailik, koşulsuzluk ve mutlaklıktır. İnsan sonluluğunda içkin olan soruyu, felsefe sormaktadır. Bu soruya cevap verecek olan da teoloji olmalıdır. Tillich bu cevabı “kendinde varlık” olarak ortaya koymaktadır. Tanrı‟nın varlığı kendinde varlıktır. Tanrı‟nın varlığı, diğer varlıkların yanında ya da üzerlerinde bir varlığın varoluşu şeklinde anlaşılmamalıdır. Eğer Tanrı bir varlık ise, zaman ve madde kategorileri başta olmak üzere sonluluk kategorilerine bağlı olacaktır. O‟nun „en mükemmel‟ ve „en güçlü‟ varlık anlamında, „en yüce varlık‟ şeklinde anlaşılması bu durumu değiştirmez (1951, s.235). Burada Tanrı ile diğer varlıklar arasında keskin bir ayırıma dikkat çekilmektedir. Varlık ya da var olmak Tanrı‟nın diğer Paul Tillich’in Tanrı Anlayışı varlıklarla paylaştığı bir şey değildir. Kendinde varlık, diğer varlıkların kendisinden pay aldığı ve ona katıldığı bir şeydir. Tanrı‟yı en iyi tanımlayan kavramlar yukarıda da belirtildiği gibi nihailik, koşulsuzluk ve mutlaklıktır. Geleneksel teizmin Tanrısı ile Tillich‟in Tanrısı arasında bu açıdan bazı benzerlikler bulunabilir. Klasik teizmde de Tanrı diğer varlıklardan tamamıyla farklıdır. Onun varlığı ile diğer varlıklar arasında ontolojik bir ayırım vardır. Ancak iki anlayış arasındaki benzerlik burada son bulur. Mesela onun Tanrısının gerçek bir referansı olup olmadığı sorusu son derece karmaşıktır ve türlü şekillerde cevaplanabilir (Coburn, 1996, s.9-10): Bir nihai kaygıyı ifade etmesi ve nihai gerçekliğe işaret etmesi açısından cevap olumlu olabilmektedir. Ancak bir “şey” (something) ifade etmek anlamında onun herhangi bir referansı yoktur. Çünkü Tillich‟e göre “bir şey olmak sonlu olmaktır” (1951, s.190). Üçüncü bir cevap ise, „evet, ama‟ şeklindedir. Bu cevap Tillich‟in sembolizmi ile ilişkilidir. Tillich‟e göre “Tanrı hakkında sembolik olmayan hiçbir şey söylenemez” (1951, s.239). Ancak bunun bir istisnası vardır. Tanrı kendinde varlıktır ifadesi, sembolik olmayan bir ifadedir. O, kendinden ötesine işaret etmez. O, demek istediğini doğrudan ve uygun bir şekilde dile getirmektedir. Eğer Tanrı‟nın gerçekliğinden söz edeceksek, O‟nun, kendinde varlık olmadığında Tanrı olmadığı gerçeğini teyit etmeliyiz. Teolojik olarak Tanrı hakkındaki diğer iddialar, ancak bu temelde yapılabilir (1951, s.238). Tillich‟in sembolizmi Tanrı hakkında bir şey söylemeye imkân bırakmamakta, Tanrıyı kurgusal bir şeye dönüştürmektedir. Örneğin ona göre “ „kişisel bir Tanrı‟, Tanrı‟nın bir kişi olduğu anlamında gelmez. Bu, Tanrı‟nın kişisel her şeyin temeli olduğu ve kişiliğin ontolojik gücünü kendinde taşıdığı anlamına gelir. O, bir kişi değildir ancak, kişisel olandan daha az da olamaz” (Tillich, 1951, s.235). Ayrıca Tillich‟e göre kişisel bir Tanrı, insanı nevrotik bir parçalanmaya sürükleyecektir (1963, s.63). Teizmin kişisel Tanrı anlayışı, Tanrı‟yı diğer varlıkların üstünde mükemmel bir kişilik olarak ortaya koymaktadır ki Tillich, bu tür bir Tanrı‟ya yönelik ateist itiraza hak vermektedir. Tillich, teizmin Tanrı anlayışının aşılması gerektiğini söylemektedir. Bunu, “Tanrı‟dan öte Tanrı” ifadesi ile dillendirmektedir. Teizmin Tanrı anlayışına karşı ateist-varoluşçu itirazı da sonuna kadar haklı bulmaktadır. 59 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Necmettin Tan Bir özne olarak Tanrı, beni başka bir özelliği olmayan sıradan bir nesne kılmaktadır. Her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten biri olarak beni, özne olmaktan mahrum bırakmaktadır… Bu Tanrı, Nietzsche‟nin, „öldürülmesi gerekir‟, dediği Tanrı‟dır çünkü mutlak bilgi ile mutlak gücün nesnesi olmaya kimsenin tahammülü yoktur (1969a, s.185). Tillich, Tanrının varlığına ilişkin delilere de itibar etmemekte, onları sözde deliller olarak adlandırmaktadır (1951, s.210). Ona göre bu deliller, gerçek birer delil olmadıkları gibi Tanrı‟nın varlığını ispatlamaktan da uzaktırlar. “Tanrının varlığı” sorusu ona göre yarıküfür, yarı-mitolojiktir (1969b, s.25). Ancak yine de bu deliller tamamen anlamsız sayılmazlar. Zira onlar insan sonluluğunda içkin olan soruyu ifade etmektedirler. Bu deliller, Tanrı sorusunu sormayı mümkün ve hatta zorunlu kılacak şekilde insanın analizini otaya koymaktadırlar (1951, 205-206, 201). Ancak bunun ötesine giderek Tanrı‟nın var olduğunu iddia etmek onu inkâr etmekle aynı şeydir. 60 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Tanrı‟nın varlığı sorusu, sorulabilir olmadığı gibi cevaplanabilir de değildir. Bu soru, sorulduğu takdirde, kendi doğası varoluşun ötesinde olan bir şey hakkındaki bir soru olacaktır ve cevap -ister olumlu, ister olumsuz olsunTanrı‟nın doğasının dolaylı olarak inkârı olacaktır. Tanrı var değildir (God does not exist). O, öz ve varoluşun ötesinde kendinde varlıktır. Bu sebeple Tanrı‟nın var olduğunu (God exists) iddia etmek onu inkâr etmektir (1951, s.237). Bu ve buna benzer görüşler sebebiyle Tillich‟in ateist olup olmadığı sorusu sıkça sorulmuştur (Williams, 1965, s.73; Hook 1962, s.59; Edwards, 1963, s.38). Tillich‟in, teizmin “kişisel Tanrı” anlayışını reddettiği açık olmakla birlikte (Alston, 2006, s.459) bir Tanrı‟nın varlığını reddettiği ya da Tanrı‟nın bir gerçekliğe sahip olmadığını iddia ettiği söylenemez (Hick, 1963, s.37-38). Fakat düşüncelerine bir açıklık kazandırmadığı için bu türden suçlamalara zemin hazırlamıştır. Buradaki problem, Tillich‟in varlık (existent) anlayışından kaynaklanmaktadır. Zira ona göre varoluş, sonlu ve yaratılmış bir âlemin içinde bulunmak anlamına gelmektedir. Onun Tanrı‟nın varlığı ile ilgili delillere itibar etmemesi ve bu tür çabaları Tanrı‟yı inkâr olarak değerlendirmesi de bu anlayışın gelişmesinde rol oynamış olmalıdır. Aslında onun Tanrı‟yı zorunlu gördüğü de söylenebilir. O, nihai kaygı olarak anlaşıldığında, Tanrı‟nın bütün kesinliklerden daha kesin bir şekilde var olduğunu söyler: Paul Tillich’in Tanrı Anlayışı Açıktır ki Tanrı‟nın anlamının bu şekilde anlaşılması, Tanrı‟nın varlığı ve yokluğu konusundaki tartışmaları anlamsız kılmaktadır. Nihai bir kaygının nihailiğini tartışmak anlamsızdır. Tanrı düşüncesindeki bu öğe son derece kesindir. Bu öğenin sembolik anlatımı, bütün insanlık tarihi içerisinde sonsuz derece çeşitlilik gösterir. İşte yine burada nihai kaygının sembolize edildiği figürlerden birinin veya ötekinin „var‟ olup olamadığını sormak anlamsızdır. Eğer “var olma” bütün gerçeklik içerisinde bulunabilecek bir şeye delalet ediyorsa, hiçbir ilahi varlık yoktur. Sorun bu değildir, bilakis sayısız iman sembollerinden, imanın anlamına en uygun olanının hangisi olduğudur (1957, s.4647). Tillich‟in kendinde varlığa yüklediği anlamlar göz önüne alındığında onun bu ifadeye analitik bir rol biçtiği de söylenebilir (Hook, 1962, s.61). Onun, Tanrı‟yı tanımlamak için kullandığı diğer bazı ifadelerden de Tanrı‟nın varlığını zorunlu gördüğü sonucunu çıkarmak mümkündür. Örneğin; Her şey kendinde varlığa ve onun sonsuzluğuna katılır. Aksi takdirde varlığın gücüne sahip olamayacaktı. Yokluk tarafından yutulacak ya da yokluktan dışarı çıkamayacaktı. …Kendinde varlığı yaratıcı olarak adlandırmakla, her şeyin varlığın sonsuz gücüne katıldığı gerçeğine işaret etmekteyiz. Onu dipsiz (abysmal) olarak adlandırmakla, her şeyin varlığın gücüne sonlu bir şekilde katıldığı yani tüm varlıkların kendi yaratıcı temellerince aşıldığı gerçeğine işaret etmekteyiz (1951, s.237). Tillich, kendinde varlığın başlangıcı ve sonu olmadığını ve ontolojik olarak yokluğu öncelediğini söylemektedir. Kendinde varlık, bu anlamda her şeyi başlatan bir güç olmaktadır (1951, s.272). O‟nun varlığın gücü olması, yokluğa karşı direnmesi ve onu alt etmesi anlamına da gelmektedir (1951, s.272-273). Tanrı ve diğer varlıklar arasındaki karşılıklı katılım düşüncesi, Tillich‟in panteist ya da panentheist olduğu tartışmalarını da beraberinde getirmiştir (Hartshorne, 1952. s.165). Görüldüğü gibi Tillich‟in Tanrı‟sı son derce muğlak ve kendi teolojik sistemi ile de çelişmektedir. Örneğin Tanrı‟nın kendinde varlık olarak insan sonluluğunda içkin olan yokluk sorusunun cevabı olması, korelasyon yönteminden bir sapma olarak görülmelidir. Zira bu yönteme göre cevaplar tamamen vahiyden çıkarılmalıdır. Kendinde 61 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Necmettin Tan varlık ise vahiysel-teolojik olmaktan çok felsefi bir tanımlamadır ve Tillich düşüncesinde son derece muğlak ve sorunlu bir şekilde durmaktadır (Randall, 1952, s.160). Aslında, Tillich‟in kendisi de bu kavramın pek hoşa gitmediğini itiraf etmekte ve “varlığın temeli”ni tercih ettiğini ifade etmektedir (Tillich, 1965, s.46). Ne var ki varlığın yapısı, varlığın gücü, varlığın temeli gibi tanımlamalar için de aynı belirsizlikten kolaylıkla söz edilebilir (Randall, 1952, s.160; Kaufmann, 1961, s.196). Tillich‟in kullandığı bütün bu tanımlamalardan da ne anlaşıldığı açık değildir. Örneğin varlığın temeli olarak Tanrı, acaba varlığın sebebi midir? (Hartshorne, 1952, s.165) Yukarıda aktardıklarımızın ışığında bu soruya evet olarak cevap vermek gerekir, ancak Tillich, varlık ile Tanrı arasında bu türden bir nedensellik kurmayı da reddetmektedir. Ona göre, “temel” kelimesi yaratılış sembolüne işaret eden bir metafordur (Tillich, 1965, s.46). Bu ilişki de ancak sembolik olarak anlaşılabilir (Tillich, 1951, s.238). Ancak “temel” (ground) olmak ile “sebep” olmak arasında ne tür bir fark olduğu hala açık değildir (Randall, 1952, s.161). 62 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Tillich‟in sembolizmi1 Tanrı hakkında konuşmayı imkânsız kılmaktadır. Ancak Tillich yine de Tanrı hakkında pek çok şey söylemektedir. Kutsal kitabın söylediği hiçbir şey Tillich için Tanrı‟yı ve eylemlerini anlamaya yeterli görünmemektedir. O, artık kitleler için anlamsız hale gelen bir Tanrı‟yı öldürmek gerektiğini söyleyerek, kendi sisteminin en öncelikli hedefini gerçekleştirmek istemektedir. Yani kitlelere ve modern insana anlamlı gelecek bir Tanrı. Ancak kendinde varlığın, Tillich düşüncesindeki belirsizliklerle ve bu yaraya ne kadar merhem olacağı son derece tartışmalıdır. Tanrı‟nın var olduğunu söylemenin onu inkâr etmek anlamına geleceğini söylerken “var olmak” sonlu dünyanın koşullarına tabi olmaktır, iddiasına dayanmaktadır. Ancak, Tanrı‟nın varlığına ilişkin onca delil geliştiren kişilerden hiç kimse, Tanrı‟yı sonlu âlemin sınırları içinde düşünmemiştir. Tanrı‟nın aşkın doğasına yapılan vurgu, teizmde son derece önemli bir yer işgal etmektedir. Ama sanki Tanrı‟nın aşkın olduğu söylenmemiş gibi davranarak Tillich, kendisinin ateizm ile suçlanmasına sebep olmuştur. Oysa kendi Tanrı anlayışında, aşkınlığı ihlal edecek pek çok malzeme bulunabilir. Örneğin, her şeyin kendinde varlığa ve onun sonsuzluğuna katılması Tanrı‟nın ne kadar aşkın olduğu sorusunu akla getirmektedir. Yine nihai kaygıda somut öğelerin kaçınılmaz oluşu, aşkınlığa zarar verici görünmektedir. Çünkü Tillich‟e göre (1951, s.211) somut olarak 1 Bu konudaki daha ayrıntılı bir tartışma için bkz. Çınar, 2007, s. 250 vd. Paul Tillich’in Tanrı Anlayışı karşılaşılmayan bir şey hakkında, nihai olarak kaygılanmak mümkün değildir. Hatta ne kadar somut ise kaygı o kadar daha fazla olabilir. Tümüyle somut bir varlık veya bireysel kişi, en radikal kaygının aşkın nesnesi olmaktadır. Öte yandan nihai kaygı, tüm sonlu ve somut kaygıları aşmak zorundadır. Çünkü ancak bu sayede sonlulukta içkin olan soruya cevap olabilir. Çözüm ise bu şekilde nihai kaygı konusu olan nesnelerin somutluklarını kaybederek aşkın ve mutlak hale gelmelerindedir. Tillich‟e göre bu durum Tanrı düşüncesindeki kaçınılmaz içsel gerginliktir (1951, s.211). Sonuç olarak denebilir ki modern çağın insanına dini daha anlamlı ve anlaşılır hale getirme çabası takdirle karşılanabilir. Pek çok ilahiyatçı gibi Tillich de seküler hayattan ve seküler bakış açısından şikâyetçidir. Korelasyon yöntemi Tillich‟in modern insana, dini anlamlı hale getirme çabasının ürünü olarak görülebilir. Bu yöntem vahyin insanın sorularına cevap vermesi gerektiğini varsayar. Dolayısıyla ortada soru yoksa cevap da yoktur. Ne var ki Hristiyanlık söz konusu olduğunda iki bin yıl önce oluşan bir metnin bu günkü varoluşsal sorulara nasıl cevap olacağı son derece tartışmalıdır. Bu durumda ya soruların hiç değişmediğini söyleyeceksiniz ya da vahyin tüm zamanlarda sorulan/sorulacak muhtemel soruların hepsine cevap verdiğini varsayacaksınız. Açıktır ki dini yeniden yorumlama çabası birinci ihtimalin Tillich tarafından daha makul bulunduğunu göstermektedir. Fakat soruların değişmemesi cevapların aynı olacağı anlamına gelmemektedir. Cevapların modern insanın diline sürekli çevrilmesi, yeniden yorumlanması gerekmektedir. Nihai kaygı kavramı, Tillich‟in Tanrı‟yı açıklamak için başvurduğu önemli bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu kavramın ortaya koyduğu önemli sonuçlardan bir tanesi, aslında herhangi bir şeyin kolaylıkla Tanrı yerine konabileceğidir. Yani insanın şirke girmesi için illa bir şeye Tanrı adını takması, onun heykelini yapması, onun önünde eğilmesi şart değildir. Tanrı bu anlamda bir “şey” olmaktan çıkıp bir “işlev”e dönüşmektedir. Dolayısıyla Tanrı‟ya atfedilen nitelikleri -ki bunlar koşulsuz niteliklerdir- bilerek veya bilmeyerek bir başka şeye atfettiğinde o şey artık kişinin hayatında Tanrı işlevini görmeye başlamış demektir. Fakat Tanrı‟nın bu şekilde bir tanımının yapılması onu bir “kişi/zat” olmaktan çıkarır mı? Böyle bir zorunluluğun olduğu söylenemez. Aksine kişi olmayan bir Tanrı ile modern insanın veya herhangi bir dönemin insanının iletişim kurmasının imkânı son derece tartışmalıdır. Oysa ki karşılıklı ilişki olarak tanımladığı korelasyon böyle bir iletişimi öngörmektedir. Kişi ya da kişisel olmayan bir 63 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Necmettin Tan Tanrı‟nın vahyetmesi de dua vb. durumlarda tarihe müdahalesi de sıkıntılı hale gelmektedir. Tillich Hristiyan mesajının günümüz insanına olduğu gibi aktarılamayacağının farkındadır. Bu nedenle sembolizme başvurmakta ve bu sayede dinî ve dinsel kavramları anlamlı hale getirmeye çalışmaktadır. Ancak bunu yaparken her bir kavramı bir sembol ile karşılamaya gitmemektedir. Onun sembolizmi Tanrı başta olmak üzere dinsel kavramları açıklamak yerine daha bir bilinmeze sürüklemektedir. Dolayısıyla Tanrı hakkında söyledikleri açıklayıcı olmaktan uzaktır. Bu haliyle ortaya konan Tanrı anlayışının Tillich‟in yolun başında ortaya koyduğu kaygıları giderip gidermediği son dere tartışmalıdır. Bu kadar muğlak ve anlaşılmaz bir Tanrı anlayışının insanoğlunun varoluşsal sorularını nasıl cevaplayacağı da açık değildir. Kaynakça 64 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Çınar, A. (2007). Varoluşçu Teoloji. İstanbul: İz. Alston, W.P. (2006). Tillich, Paul. The Encyclopedia of Philosophy, 2.ed., Vol. 9. Donald M. Borchert (Ed). Thomson-Gale. Coburn, Robert C. (1996). God, Revelation and Religious Truth: Some Themes and Problems in the Theology of Tillich, Paul. Faith and Philosophy, 13:1. Edwards, D.L. (1963). A New Stirring in English Christianity. The Honest To God Debate, by David L. Edwards (ed). London: SCM Press. Hartshorne, C. (1952). Tillich‟s Doctirine of God. The Theology of Tillich, Paul, Charles W Kegley & Robert W Bretall (ed). New York: The Macmillan. Hick, J. (1963). Philosophy of Religion. Englewood Cliffs: Prentice Hall. Hook, S. (1962). The Atheism of Tillich, Paul. Religious Experience and Truth, Sidney Hook (ed). London: Oliver and Boyd. Randall jr, J.H. (1952). The Ontology of Paul Tillich. The Theology of Paul Tillich, Charles W. Kegley & Robert W. Bretall (ed). New York: The Macmillan. Rowe, W. L. (1968). Religious Symbols and God. Chicago: Chicago University Press. Tillich, P. (1951). Systematic Theology I. Chicago: The Chicago University Press. Tillich, P. (1955). Biblical Religion and Search for Ultimate Reality. Chicago: Chicago University Press. Tillich, P. (1957). Dynamics of Faith. New York: Harper & Row. Tillich, P. (1957). Systematic Theology II. Chicago: The Chicago University Press. Paul Tillich’in Tanrı Anlayışı Tillich, P. (1963). The Protestant Era, tr: James Luther Adams. Chicago: Chicago University Press. Tillich, P., In Brown, D. M. (1965). Ultimate concern: Tillich in dialogue. New York: Harper & Row. Tillich, P. (1968). A History of Christian Thought. New York: Touchstone Book. Tillich, P. (1969). The Courage to Be. New Haven: Yale University Press. Tillich, P. (1969). Theology of Culture. New York: Oxford University Press. Tillich, P. (1976). The Shaking of Foundations, New York: Scribner‟s. Tillich, P. (1998). The lost Dimension in Religion. The Spiritual Situation in Our Technical Society, J. Mark Thomas (ed.). Mercer University Press: Macon-Georgia). Walter K. (1961). Critique of Religion and Philosophy, New York: Anchor Books. Williams, J. R. (1965). Contemporary Existentialism and Christian Faith. Englewood Cliffs: Prentice Hall. 65 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Necmettin Tan 66 Mukaddime, Sayı 8, 2013 MARX’TA ÖZNE NESNE İLİŞKİSİ ÜZERİNE Baver DEMİRCAN Arş. Gör., Koç Üni., Felsefe Bölümü Özet Bu makalede, Marxçı düşüncede ilişkinin ilişkiye girenlere öncelikli olduğu iddia edilerek özne ve nesne arasındaki ayrımın neden temel bir sorun olarak ortaya çıktığı incelenmektedir. Öznenin ve nesnenin ne oldukları kendi başlarına yani birbirleriyle ayrımları içinde değil, birbirleriyle ilişkilerinde ortaya çıktığı ve tarihin zemininde özneler ve nesneler arasındaki ilişkinin bulunduğu öne sürülmektedir. Buna bağlı olarak Marxçı düşünceye göre, kimi filozoflarca dolaysız bir başlangıç olarak kabul edilen özne ve nesne ayrımının zamana bağlı olduğu, yani tarihin belirli bir döneminde açığa çıktığı gösterilmektedir. Tarihin bu belirli döneminde, özne ve nesne ilişkisini kesintiye uğratarak onlar arasında ayrıma neden olan etmenler, Marx’ın çeşitli yapıtlarına referansla ve bu çeşitli yapıtlar arasında bir bağlantı kurmaya çalışılarak ortaya serilmekte ve sorgulanmaktadır. Anahtar Kelimeler: Marx, özne, nesne, yabancılaşma, meta, kullanım değeri, değişim değeri, para. Abstract The Relation between Subject and Object in Marx In Marxian approach relationship precedes the related things; consequently, the distinction between the subject and 6 Mukaddime Sayı 5, 2012 Baver Demircan the object appears as a fundamental problem. The subject and the object, accordingly, are determined not by and in themselves but in relation to each other; the relation between subjects and objects form the ground of history. The distinction between the subject and the object, which according to some philosophers is assumed to be an immediate starting point, is time-dependent, i.e., it appears at a particular historical era. The factors that cut the relationship between the subject and the object within this particular historical era will be analyzed with reference to Marx’s various writings. Keywords: Marx, subject, object, alienation, commodity, use-value, exchange-value, money. Kurte Di Marks’î de Têkiliya Di Nava Sûbje û Objeyê De 68 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Di vê gotarê de tê îdiakirin ku têkilî bixwe berî ew tiştên ku dikevine têkiliyê tê, her wiha tê vekolîn ka çima cudahiya di navbera sûbje û objeyê de wek pirsgirêkeke sereke derdikeve holê. “Çi” bûna sûbje û objeyê bi tena serê wan na, yanî bi awayekî cuda bi tenê serê xwe na, dema ku di nav têkiliyekê de bin derdikeve holê û di bingeha dîrokê bixwe de jî tê gotin ku têkiliyeke sûbje û objeyê heye. Li ser vê yekê li gor fikra Marksparêzî, cudahiya sûbje û objeyê ya ku ji hêla hin fîlozofan wek destpêkeke yekser tê pejirandin, tê nîşandayîn ku bi demê ve girêdayî ye, yanî di heyameke eşkere ya dîrokê de derketiye meydanê. Di vê heyama eşkere ya dîrokê de pêkarên ku têkiliya sûbje û objeyê qut dikin û dibin sedema cudabûna wan, li gor hin berhemên Marksî û her wiha bi avakirina konsensûsekê di nav van berheman de ev yek hatiye ronîkirin û pirsiyarîkirin. Bêjeyên Sereke: Marks, sûbje, obje, biyanîbûn, meta, nirxa bikaranînê, nirxa guherînê, pere. Marx’ta Özne Nesne İlişkisi Üzerine انمهخص حول عالقة انفاعم وانمفعول ندى ماركس سثة ظٍُز انتفسٌك تٍه انفاػم َانمفؼُل كمشكهح أساسٍح،ٌدلّك فً ٌري انممانح ّ تا ّدػاء ًّ ٌَ ّدػى أو.ًأن نهؼاللح أَنٌُح ػهى مه لاو تانؼاللح فً انفكس انمازكس ، أي نٍس فً انتفسّق تٍىٍما،ال ٌظٍس ماٌٍح ك ّم ِمه فاػم َمفؼُل ػهى حدج ّ َإوّما ٌظٍس فً انؼاللح تٍىٍما َأن فً أزضٍح انتازٌخ ػاللح تٍه انفاػهٍه ّ ،ً فثىاء ػهى ٌرا تحسة انفكس انمازكس.َانمفؼُنٍه أن انتفسٌك تٍه انفاػم ًّ أي أو، أوًّ مستثط تانزمه،َانمفؼُل انري ٌ ّدػًٍ تؼض انفالسح أوً تداٌح مثاشس َ ٌُمٍّد، فً ٌرا انحٍه انمؼٍه مه انتازٌخ.ٌظٍس فً حٍه مؼٍّه مه انتازٌخ ٌتحمّك األسثاب انتً تسثّثت انتّفسق تٍه انفاػم َانمفؼُل َذنك تمطغ انؼاللح مستىدًا نثؼض آثاز مازكس انمتى ُّػح َتانمحاَنح فً إٌجاد ػاللح تٍه،تٍىٍما .ٌري اَثاز انمتى ُّػح انمٍمح، انمتاع، انتغسّب، انمفؼُل، انفاػم، مازكس:انكهمات انمفتاحية . انمثهغ، انمٍمح انتغٍٍسٌح،االستؼمانٍح Marx için, özne ve nesne arasındaki ayrım çözüm bekleyen temel bir sorundur. Özne ve nesne arasındaki ayrım neden temel bir sorun teşkil eder? Eğer bu, bir sorun teşkil ediyorsa bu sorun neden ve nereden kaynaklanır? Buna göre, özne ve nesne arasında birbirleriyle ilişkiye girmelerinden önce, daha baştan, birisinin bilinç varlığı ya da ideal varlık olarak ruh (tin), diğerinin gerçek olarak var olan doğal varlık ya da beden (doğa) olması gibi farklı tarzda varlıklar olmalarında temellenen bir ayrım mı varsaymak gerekecektir? Bu varsayıma göre de çözümü, onları uzlaştıracak yolların bulunmasıyla aralarındaki ayrımın üstesinden gelinmesinde yattığını mı iddia etmemiz gerekir? Böyle bir iddiada bulunacaksak özne ve nesnenin özlerinin, doğalarının ne olduklarını, birbirlerinden bağımsız olarak ve onların insan-doğa, tin-doğa, bilinç-varlık (gerçeklik) ve ruh-beden gibi farklı tarzlarda varlıklar olduklarını ortaya koyabilecek şekilde tanımlamamız gerekecektir. Bu tanımlar da bize özne ve nesne arasındaki ayrımın onların özlerinden, doğalarından kaynaklandığını söyletecektir. Biz bu makalede tam tersine, Marxçı düşüncede ilişkinin ilişkiye girenlere öncelikli olduğunu ve ilişki içine girenlerin ne olduklarının birbirlerinden ayrım içinde değil, birbirleriyle ilişki içinde ortaya çıktığını ileri süreceğiz. İlişkinin ilişkiye girenlere öncelikli olduğu iddiası, özne ve nesne arasındaki ayrımı temel bir sorun olarak ortaya koyar ve bu iddia, bu sorunun öznenin ve nesnenin 69 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Baver Demircan 70 Mukaddime, Sayı 8, 2013 kendilerinden değil, aralarındaki belirli bir ilişkiden kaynaklandığı iddiasını da içerir. Bu iddialardan hareketle Marxçı düşüncede özne ve nesne ilişkisini kesintiye uğratarak onlar arasında ayrıma neden olan etmenlerin neler olduklarını önce genel olarak1 sonra da iktisadi olarak ortaya koymayı amaç edineceğiz. İddialarımızı gerekçelendirebilmek ve bu amacımızı gerçekleştirebilmek için, öncelikli olarak Marx’ta özne ve nesne arasındaki ilişkinin ne tür bir ilişki olduğunu ve varlıkları – olmaları – bu ilişkide ortaya çıkan özne ve nesnenin ne olduklarını göstermeye çalışacağız. Özne ve nesnenin ne olduklarının açıklanması, özne ve nesne arasındaki ilişkiyi yeniden gündemimize getirecek ve onlar arasındaki ontolojik ilişkinin zamana bağlı olduğunu, daha doğrusu tarihin zemininde bu ilişkinin bulunduğunu, yani tarihi tarih yapanın bu ilişki olduğunu verecektir. Bu aynı zamanda özne ve nesne ilişkisinin kesintiye uğramasıyla onlar arasında söz konusu olan ayrımın da tarihsel olduğunu, tarihin belirli bir döneminde meydana geldiğini ifade edecektir. Bunları incelememizi olanaklı kılacak metinler, temelde Marx’ın İktisadi ve Felsefi Elyazmaları (1844) ve Alman İdeolojisi (Feuerbach) adlı yapıtları olacaktır. Daha sonra amacımız, bu incelemelerden hareketle, özne ve nesne arasındaki ayrıma neden olan etmenleri gün yüzüne çıkarmak olduğundan, Marx’taki, özne ve nesne arasındaki ilişkinin nasıl iktisadi olarak kesintiye uğradığını çözümlemeye çalışacağız. Bu çözümleme de bize, özne ve nesne arasındaki ayrımının nedenlerini verecektir. İktisadi çözümleme için, Marx’ın Grundrisse ve Kapital adlı yapıtlarını temel alacağız ve makalenin bütünü itibarıyla gerekli olan yerlerde Marx’ın diğer yazılarını da göz önünde bulunduracağız. Özne ve nesne ilişkisinde özne hisseden ve düşünen bir varlık, nesne de öznenin hissetmesinin ve düşüncesinin içeriğini veren bir varlık mıdır? Özne ve nesne arasındaki ilişki, özne açısından nesneye dair bir bilgi edinme süreci midir? Yani nesne sadece özne açısından, dolaysız olarak öznenin zihinsel faaliyetinin konusunu mu oluşturur? Buna göre öznenin nesneyle asli ilişkisini, öznenin nesne üzerindeki zihinsel – teorik – faaliyeti olarak mı kabul etmek gerekecektir? Özne ve nesnenin ilişki içine girmelerini olanaklı kılan böyle bir kabul, özne ve nesne arasında özsel bir ayrım varsaymaz mı? Marx’a göre bu soruların yanıtları olumsuzdur, çünkü öznenin nesneyle kurduğu ilişki öncelikli olarak teorik değil, pratik bir ilişkidir (Marx, 2004, s. 21, 1 Burada “genel olarak” ile kastedilen, biraz ileride de ifade edileceği gibi özne ve nesne ilişkisini kesintiye uğratarak onlar arasında ayrıma neden olan etmenlerin, Marx’ın İktisadi ve Felsefi Elyazmaları (1844) ve Alman İdeolojisi (Feuerbach) adlı yapıtlarına referansla incelenecek olmasıdır. Marx’ta Özne Nesne İlişkisi Üzerine 23). Nesneyle pratik bir ilişki içinde olan özne de öncelikli olarak bir bilinç varlığı değil, etkinlikleri (praksis) dolayımıyla hem bu etkinliklerinin hem de üzerlerinde bu etkinliklerini gerçekleştirdiği nesnelerin bilincine varan ve etkinlikte bulundukça bilinçlenen bir varlıktır.2 Yani özne ve nesneyi ilişki içine sokan, öncelikli olarak öznenin nesne üzerinde gerçekleştirdiği pratik etkinlikleridir. Öznenin ve nesnenin ne olduklarını da öznenin, nesneyle ilişkisini ifade eden bu pratik etkinlikleri belirler. Öznenin etkinlikleri dolayımıyla nesneyle – nesnelerle – kurduğu ilişki, onu varlıkta sebat ettirecek ihtiyaçların, örneğin açlık ve susuzluk gibi bedensel ihtiyaçların ve daha yüksek ilgilerinin, örneğin felsefe, bilim, sanat gibi ilgilerinin doyurulmasına yöneliktir. Özne, varlıkta sebat etmek için, etkinlikleri, yani emeği yoluyla nesnenin – nesnelerin – biçimini dönüştürerek onu ihtiyaçlarını giderebilecek bir şey haline getirir. Fiziksel tüm enerjisini ve gücünü, içinde bulunduğu koşullar tarafından belirlenmiş zihninin – bilincinin – gücünü, öncelikli olarak böyle bir amaç doğrultusunda nesneyi belirleyerek kullanır. Marx’a göre öznenin nesneyle teorik ilgisi bu noktadan itibaren başlar. Çünkü nesneyle kurulan teorik ilişki, hem özne açısından hem de nesne açısından dolaysız bir ilişki değildir. Özne, kendi fiziksel ve zihinsel enerjisini harcayarak nesneyle pratik ilişki içine girer ve onunla birliğini kurar. Bu etkinliğin dolayımıyla da nesneyle kurduğu birliğin bilincine varır, yani bu etkinlik nesneyi biçimlendirdiği kadar öznenin de biçimlenmesini sağlar (Marx, 1978, s.13).3 Böyle bir bilinç onu, daha farklı etkinliklere, nesneyle – nesnelerle – kurulacak daha farklı birliklere yöneltir. Marx’a göre özne ve nesne arasındaki ilişkinin öznenin etkinliği yoluyla nesnenin biçiminin değiştirilmesi üzerinden kurulduğunu, 2 3 Marx, özellikle gençlik dönemindeki düşüncelerini, Hegel’in felsefesini ve bu felsefeyi olumlu ve olumsuz olarak eleştiren düşünürlerin felsefelerini eleştirerek geliştirir. Marx’ın düşüncelerinin, temelde ayrılsalar da Hegel’in felsefesiyle ortak birçok yönü vardır. Bunlardan biri, öznenin, yani insanın, Hegelci ifadeyle sonlu tinin, etkinliklerde bulundukça, eyledikçe bilinçlenme olgusudur. Her ikisi için de, bilinç bir şeyin bilincidir ve buradaki bir şey, öznenin edimini, etkinliğini ifade eder. İkisi arasında ayrım ise, Hegel’in bilinç için, bir şeyin bilinci olmasında önce, soyut, yani henüz kendisi olamamış bir bilinç durumu varsaymasında yatar. Marx, böyle bir varsayımı kabul etmez. Ona göre bilinç, tarihsel olarak onu önceleyen maddi etkinliklerin sonucudur. Bu konuyu ileride daha detaylı olarak ele alacağız. Öznenin nesneye biçim verdikçe, kendisini de biçimlendirmesi, Hegel ve Marx’ta ortaktır. Hegel, Tinin Fenomenolojisi adlı yapıtının Kendinin Bilincinin Bağımsızlığı ve Bağımlılığı: Efendilik ve Kölelik bölümünde sonlu tinin biçim veren emeğini ele alır. Bu emek nesnesine biçim verdikçe kendisini biçimlendirir. Esasen, Hegel, Tinin Fenomenolojisi adlı yapıtının tümünde, bilincin emeği yoluyla kendisini biçimlendirerek farklı biçimlere (gestalt) girmesini betimler. 71 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Baver Demircan bunun aynı zamanda öznenin biçimlenmesi anlamına geldiğini ve öznenin etkinliğinin kökeninde onun fiziksel ve zihinsel ihtiyaçlarının bulunduğunu ifade ettik. Fakat böyle bir ifadede, birbirleriyle ilişki içinde olan özne ve nesnenin hala tam olarak ne oldukları açıklanmamış kalır. 72 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Özne olarak ifade ettiğimiz, Marxçı düşüncede insandır. O zaman özne olarak insan nedir? Özne olarak insanın ne olduğu, daha öncede belirttiğimiz gibi, nesneyle olan pratik ilişkisinde ortaya çıkar. Marx’a göre insan bedensel varoluşa sahip doğal bir varlıktır (Marx, 1992, s.389) ve doğal ihtiyaçlara sahiptir. Bu ihtiyaçların doyurulması için kendisinden ayrı olarak yine kendisi gibi doğal nesnelere ihtiyaç duyar. O, nesnelerin biçimini dönüştürerek onları kendi ihtiyaçlarına cevap verecek hale getirir, yani kendi ihtiyacının nesnesini üretir. İnsanın pratik etkinliği yoluyla nesneleri biçimlendirmesi, onun üretim faaliyetini oluşturur. İnsanın üretim faaliyeti, yani biçim veren etkinliği sadece nesneyi değil, nesneyi ürettiği oranda kendisini de üretir. Bu iki yönlü bir üretimdir: Nesneyi üretmek, insanın emeğinin nesnelleşmesi anlamına gelir ve insan nesneyi üreterek böylece kendisini de üretir, gerçekleştirir. Kendisini gerçekleştirme ediminin kendisi de insan için bir ihtiyacın giderilmesidir. İnsanın emeğinin nesnelleştiği, maddeselleştiği, somutluk kazandığı nesne, ister fiziki ister zihinsel olsun insanın ihtiyaçlarını gidererek insanı üretir. İnsanın kendisini gerçekleştirmesi, kendi emeğini cisimleştirmesi için nesnelerin dünyası, yani duyusal dış dünya – doğa – temel koşuldur. Bu koşul olmaksızın, insan emeğini gerçekleştirebileceği gereçler bulamaz. Bu nedenle doğa, “insanın organik olmayan bedenidir” (Marx, 1992, s.328); yani, onun yaşamının devam etmesi ve fiziksel ve zihinsel ihtiyaçlarının doyumu için koşul olan nesneler alanıdır. Doğal bir varlık olarak insan, doğadaki nesnelerin biçimlerini dönüştürmesiyle nesneleri, yani doğayı hem fiziksel hem zihinsel ihtiyaçları için yeniden üreterek onu mülk edinir (Marx, 1999b, s.25 ve Marx, 1992, s.334). Marx’a göre özne olarak insan sadece kendisi için mi üretim faaliyetinde bulunur ve sadece kendi üretim faaliyetini mi kendi zihninin konusu yapar? Marx için bir varlığın nesnel olabilmesi, kendisini nesnelleştirebilmesi için kendi dışında nesnesi olması gerekir ve kendi nesnesi için varlığa sahip olması da başka bir varlık için nesne olabilmesine bağlıdır. Başka bir varlık için nesne olabilmek, insanı doğal bir varlık olması yanında, bir tür varlığı olarak toplumsal bir varlık olarak ortaya koyar. İnsan sadece kendisi için değil, toplumun diğer üyeleri için de üretimde bulunur ve toplumun Marx’ta Özne Nesne İlişkisi Üzerine diğer üyeleri de benzer bir etkinlik içinde doğayı toplumsal olarak mülk edinirler. Böylece özneler sadece nesneleri değil, nesneleri üretirken toplumsal ilişkileri de üretirler. Toplumsal ilişkiler üretmekle de toplumsal ilişkilere dair düşünceler üretirler. Yani, insanlar sadece kendi üretim faaliyetlerini değil, toplumsal üretim faaliyetini, toplumsal ilişkileri, kendi türlerini de zihinlerinin nesnesi yaparlar ve ancak kendi türünü zihninin nesnesi kılabilen, diğer türleri de zihninin nesnesi yapabilir. Dolayısıyla Marx için insan tam anlamıyla toplumsaldır (Marx, 1999b, s.22 ve Marx, 1992, s.350). Toplum, insanların fiziksel ve zihinsel üretim etkinlikleri yoluyla karşılıklı ilişkilerini ifade eder. Toplum, “insanların karşılıklı eylemlerinin ürünüdür” (Marx, 1999a, s.178). İnsan bu karşılıklı eylemlerin toplumsal ilişkilerin toplamıdır. Yani, “insan, dünyanın dışında herhangi bir yere çekilmiş soyut bir öz değil”dir (Marx, 1997a, s.192). “İnsanın özü, tek tek her bireyin doğasında bulunan bir soyutlama değildir. Bu öz aslında, toplumsal ilişkiler bütünüdür” (Marx, 2004, s.23). İnsan biçim verici etkinliği yoluyla nesneyle ilişki içine girer ve bu yolla özne olarak kendisinin nesneyle birliğini sağlar. Böylelikle aynı zamanda, kendi faaliyetinin topluma yönelik olmasıyla toplumsal ilişkiler üretir. Başka bir ifadeyle insan sadece ihtiyaçlarını gidermek amacıyla emeğini cisimleştirdiği bedensel bir varlık değildir ya da emeğini sadece kendisi için cisimleştirmez. O, bir tür varlığı olarak yani toplumsal bir varlık olarak emeğini toplumdaki diğer özneler için de cisimleştirir. Toplumun kendisi de toplumsal özne olarak toplumun üyeleri için üretimde bulunur. “Emeğin amacı insanın tür hayatının nesnelleşmesidir.” (Marx, 1992, s.329). Böylelikle özne sadece varlıkta sebat etmez, aynı zamanda kendisinin ve toplumun faaliyetini düşüncesinin içeriği kılar.4 Bu, döngüsel bir tarzda toplumsal öznenin kendisini bilinçli bir şekilde üretmesi, nesnellik alanıyla kendisinin birliğini kurması anlamına gelir. Marx’a göre, özne “ben benim” diyen dolayımsız kendinin bilinci değildir (Marx, 1978, s.67). Özne kendisinin ne olduğunu diğer öznelerle ilişkisi içinde kavrar ve onun diğer öznelerle ilişkisi nesnellik alanıyla ilişkisidir, nesnellik alanıyla ilişkisi de diğer 4 “Bu bireylerin zihinlerindeki fikirler, gerek onların doğa ile olan ilişkileri hakkındaki, gerek kendi aralarındaki ilişkiler hakkındaki, gerekse kendi öz doğaları hakkındaki fikirlerdir. Şurası besbellidir ki, bütün bu durumların hepsinde, bu fikirler onların gerçek ilişkilerinin, gerçek eylemlerinin üretimlerinin, karşılıklı ilişkilerinin (Verkehr), siyasal ve toplumsal örgütlülüklerinin - ister gerçek olsun, ister hayali – bilinçli ifadesidir” (Marx, 2004, s.44). 73 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Baver Demircan öznelerle ilişkisidir.5 İnsan olarak özne, toplumsal ilişkilerin bir ürünüdür ve kendi nesnel etkinliği yoluyla toplumsal ilişkileri üretendir. Marx’a göre her toplumsal üretim belirli koşullar içerisinde bir üretimdir ve koşullar, toplumsal üretme tarzını belirler. Yani, özne belirli bir toplumsal üretim tarzının ürünüdür ve kendisi de bu üretim tarzına göre toplumsal ilişkiler üretir. “Bireylerin yaşamlarını ortaya koyuş biçimleri, onların ne olduklarını çok kesin olarak yansıtır. Şu halde, onların ne oldukları, üretimleriyle ne ürettikleriyle olduğu kadar, nasıl ürettikleriyle de örtüşür. Demek ki bireylerin ne oldukları, üretimlerinin maddi koşullarına bağlıdır” (Marx, 2004, s.39). Toplumsal üretim tarzını biçimlendiren maddi koşullar, öznelerin üretim faaliyetlerinin zamana bağlı, tarihsel birer olgu olduklarını ortaya koyar. Marx’ta, ilişkinin ilişkiye girenleri öncelediğini ve toplumsal ilişkilerin toplumsal üretim faaliyetlerinin tarihsel olduğunu, yani öznenin ve nesnenin ne olduklarının tarihsel toplumsal ilişkilerde ortaya çıktıklarını ifade ettik. Fakat Marx’a göre tarih tam olarak nedir ve tarihsel olanların incelenmelerini olanaklı kılacak temel öncüller nelerdir? 74 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Tarihin temel öncülleri, edimsel özneler ve onların içine doğdukları ve kendi etkinlikleri yoluyla yeniden ürettikleri maddi yaşam koşullarıdır. Tarihin temelinde, edimsel özneler olarak insanlar ve insanların toplumsal karşılıklı maddi ilişkileri bulunur. Toplumsal karşılıklı maddi ilişkiler, aynı zamanda insanın nesnellik alanıyla – doğayla – ilişkisini ifade ettiğinden, tarih insanın doğayla yani 5 Marx’ın bu düşünceleri, Hegelci düşüncenin tam bir değillenmesidir. Hiç kuşkusuz ki, Hegel için de, insanın ne olduğu, insanların birbirleriyle ve nesnelerle olan ilişkilerinde ortaya çıkar; yani insanın kendini tanıması diğer insanlarla ve doğayla ilişkisine bağlıdır. Fakat bu ilişkinin asıl taşıyıcısı edimsel insanlar değil, insanın ve doğanın hakiki özü olarak varsayılan İde’dir. Hegel’e göre, insan ve doğa, İde’nin, Hegelci sistem içindeki dinsel dilde Tanrı’nın, ürünleri, nesnelleşmesidir. Hegel, İde’yi, yani Aklı hakiki töz olarak alırken, insan ve doğayı bu tözün ilinekleri haline getirir. Böyle bir varsayımda insan, doğal varoluşuyla özüne yabancılaşmıştır. Ne zamanki insan, bu doğal varoluşunu, aynı zamanda kendi biçim veren etkinlikleriyle doğada doğal olmayan olarak açtığı tinsel alandaki varoluşunu, yine sonlu olan bu varoluşunu aşarsa, o zaman özüyle birlik içine girer. Onun hem doğal varoluşu, hem de devlet ve iktisadi hayattaki varoluşu, içlerinden geçmek zorunda olduğu, özüne dair yabancılaşmasıdır. Marx’ın, kendisinden başladığı edimsel özne olarak insan, Hegelci düşüncede hakiki olarak edimsel olan İde’nin yüklemine dönüşür. Marx’a göre, İde’nin, Hegelci düşüncede yüklem olarak varsayılan insan olarak öznelerin, gerçekleşmelerinin ve nesnelleşmelerinin sonucu – yüklemi – olarak ele alınması gerekir (Marx, 1997a, s.21). Marx’a göre, Hegel, edimsel insandan hareket etmediği için, hakiki nesnelleşmeyi, edimsel insanın nesnelleşmesi olarak değil, “insanın kişisel olmayan aklının” (Marx, 1999a, s.178) nesnelleşmesi olarak ele alır (Marx, 1997a, s.37, 38). Marx’ta Özne Nesne İlişkisi Üzerine öznenin nesneyle ilişkisinin de tarihidir. Tarih, insanın emeği yoluyla kendisini üretmesi, doğanın insan için yeniden üretilmesidir (Marx, 1992, s.357). Maddi yaşamın üretilmesi, insanların ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik ürünlerin ve bu ürünlerin üretilmesini olanaklı kılan üretim araçlarının üretilmesidir. Üretilen ürünler ve üretilen üretim araçları, insanlar için sürekli olarak yeni ihtiyaçların ortaya çıkmasına neden olur, çünkü ihtiyaçların kendileri de toplumsal maddi ilişkiler yoluyla üretilir. Marx’a göre, üretim araçları ve üretilen ürünler yeni ihtiyaçlar yarattığında ve bu ihtiyaçlar mevcut üretim araçları ve ürünler yoluyla doyurulamadığında üretim biçimi değişir. Her kuşak, kendinden önceki kuşakların etkinlikleri yoluyla ürettikleri maddi yaşam koşulları içinde kendi üretim faaliyetlerini sürdürse de bizzat bu üretim faaliyetleri yoluyla yeni maddi yaşam koşulları üretirler. Başka bir ifadeyle insanlar, birbirleriyle ilişki içine girdikleri koşullar içerisinde mevcut olurlar ve kendi üretim faaliyetlerini gerçekleştirirler. Yani bu koşullar, insanların üretim faaliyetlerinin koşullarıdır. İnsanlar üretim faaliyetlerini gerçekleştirdikçe bu üretim faaliyetlerinin içinde gerçekleştiği koşullar, yeni ihtiyaçların nesnelerinin üretilmesine yönelen üretim faaliyetinin önünde birer engele dönüşürler. Bu nedenle Marx’a göre insanlar, yeni ihtiyaçlara karşılık verebilecek üretim faaliyetleri gerçekleştirirken bu üretim faaliyetlerinin içinde gerçekleşebileceği yeni maddi yaşam koşulları da üretirler. “Ortam ve koşullar insanları yarattığı kadar, insanlar da ortam ve koşulları yaratırlar” (Marx, 2004, s.68). Bu değişik üretim koşullarının, yani değişik üretim tarzlarının, “birbirleriyle bağlantılı karşılıklı ilişki tarzı dizisi oluştur”maları (Marx, 2004, s.106), Marxçı düşüncede, tarihin ne olduğunu ortaya koyar. Yani, bu düşüncede tarih, maddi üretim ilişkilerinin içinde gerçekleştiği farklı koşulların, farklı üretim biçimlerinin tarihidir. Bu bakımdan da tarih insanların kendi üretim faaliyetlerinin tarihidir. “İnsanların toplumsal tarihi, onlar bunun bilincinde olmasalar da kendi bireysel girişimlerinin tarihinden başka bir şey değildir asla. İnsanların maddi ilişkileri, tüm ilişkilerinin temelidir. Bu maddi ilişkiler, maddi ve bireysel eylemlerin içinde gerçekleştiği zorunlu biçimlerden ibarettir” (Marx, 1999a, s.179). İnsanların toplumsal karşılıklı ilişkiler içinde maddi üretimlerde bulunmaları yoluyla insanın doğayla, öznenin nesneyle birliğinin kurulması olanaklı hale gelir. Bununla birlikte daha önce ifade ettiğimiz gibi Marx’a göre, her üretim faaliyeti belirli bir üretim biçiminin hakim olduğu belirli bir tarihsel dönemdeki üretim faaliyetidir. “Üretim dediğimiz zaman, söz konusu olan, her zaman toplumsal gelişmenin belirli bir aşamasındaki üretimdir – toplumsal 75 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Baver Demircan 76 Mukaddime, Sayı 8, 2013 bireylerin üretimidir” (Marx, 1999b, s.23).6 Dolayısıyla özne ve nesnenin birliğinin üretim faaliyetleri yoluyla kurulabilmesi ya da kurulamaması, o üretim faaliyetlerinin içinde gerçekleştiği, belirli bir tarihsel dönemdeki üretim biçimi bakımından belirlenir. Marx’a göre, 16. yüzyıldan itibaren gelişmeye başlayan ve 18. yüzyıldan itibaren kendi idelerini ve bilincini üretmeye başlayan üretim biçiminde, maddi yaşam amaca, bu yaşamın üretilmesi de araca dönüşmüştür (Marx, 2004, s.114 ve Marx, 1999b, s.22). Bu üretimde böyle bir dönüşümden dolayı özne ve nesnenin birliği, özneyi nesnelleştiren üretim faaliyeti yoluyla kurulamamakta; tersine bu birlik, nesnenin öznelleşmesi (özneleşmesi) yoluyla kurulmaktadır. Nesnenin öznelleşmesi, başka bir ifadeyle öznenin eyleminin, yani yükleminin öznelleşmesi yoluyla kurulan birlikte, özne biçim verici faaliyeti yoluyla nesneyi belirleyen değil, biçim verici faaliyeti yoluyla nesne tarafından belirlenene dönüşmektedir. Öznenin biçim verici faaliyeti yoluyla nesneyi belirleyememesi, bu faaliyeti yoluyla kendisini, toplumu ve toplumsal ilişkileri biçimlendirememesine, üretememesine ve kendi faaliyetinin sonucu olan nesneden – üründen – kopmasına, öznenin ürününün özneden bağımsızlaşmasına neden olmaktadır. Yani, bu üretim biçiminde öznenin biçim verici faaliyeti olarak emeği kendisine yabancılaşır, yabancılaşmış emek olur.7 Öznenin ürününün yani nesnenin özneden bağımsızlaşmasını ifade eden yabancılaşmış emek, özne ve nesne ilişkisini kesintiye uğratmakta ve onların ayrımına neden olmaktadır. Marx’çı düşüncede yabancılaşmış emeğin tam olarak ne olduğunun ve özne ve nesne ayrımına nasıl yol açtığının açıklanması için, onun çeşitli yönlerine başvurabiliriz: Yabancılaşmış emeğin bir yönü, öznenin emeğine, yani kendi üretme etkinliğine yabancılaşmasıdır (Marx, 1992, s.326). Üretme etkinliğine yabancılaşan öznenin bu etkinliğinin sonucu olan 6 Marx’a göre, idelerin, düşüncelerin ve bilincin üretimi, insanların maddi faaliyetlerine ve karşılıklı maddi ilişkilerine dayanır. İnsanların düşünceleri, birbirleriyle zihinsel – tinsel – ilişkileri, onların maddi faaliyetlerinin “dolaysız ürünü”dür (Marx, 2004, s.45). Bu bakımdan, idelerin, düşüncelerin, bilinç biçimlerinin kendi tarihleri yoktur. Onlar maddi üretim biçimlerinde temellenirler: “Yaşamı belirleyen bilinç değil, tersine, bilinci belirleyen yaşamdır” (Marx, 2004, s.46). 7 Hegel’e göre yabancılaşma, insanın doğal varoluşunda ve nesnel tin alanındaki, yani devlet ve iktisadi hayattaki varoluşunda, kendi özüne yabancılaşmasıdır. İnsanın, kendi özüyle birliğini kurabilmesi için, zorunlu olarak bu yabancılaşma süreçlerinin içerisinden geçmesi gerekir. Oysa Marx’a göre, insanın yabancılaşması söz konusu olduğunda, insanın özünü tarihsel belirli üretim biçimleri içindeki toplumsal karşılıklı ilişkiler oluşturduğundan, yabancılaşma, ancak, belirli bir üretim biçimi bakımından belirlenen belirli bir tarihsel dönemdeki maddi ilişkilerde ortaya çıkar. Marx’a göre, yabancılaşmanın iptal edilme yollarının, bu üretim biçimindeki üretim ilişkilerinde aranmaları gerekir, yani onların dönüştürülmesinde. Marx’ta Özne Nesne İlişkisi Üzerine nesneye – ürününe – yabancılaşması, yabancılaşmış emeğin diğer bir yönünü oluşturur (Marx, 1992, s.324, 325). Marx’a göre, kendi üretme etkinliğine yabancılaşan bir öznenin üretme etkinliği, artık onun kendisini gerçekleştirememesini, nesnelleştirememesini ve bu ihtiyacını giderememesini ifade eder. Çünkü biçim verici üretme etkinliği, öznenin kendisine ait bir etkinlik olmaktan çıkar; yani bu etkinlik öznenin belirlediği bir etkinlik değildir. Özne, bu etkinlik tarafından belirlenir hale gelir. Dolayısıyla böyle bir etkinliğin ürünü olan nesne, öznenin kendisine yabancılaşmış emeğinin cisimleşmesi, nesnelleşmesi olarak öznenin dışına düşer. Bu üretim biçiminde özne ve nesne arasındaki ilişki, nesnenin öznenin yabancılaşmış emeğinin sonucu olması nedeniyle özne tarafından belirlenen bir ilişki değildir. Yani, bu üretim biçiminde özne ne kendi üretim faaliyetini belirleyebilir ne de bu üretim faaliyetinin sonucu olan nesneyi – ürünü – belirleyebilir. Nesne, özneden bağımsız bir varoluş kazanarak özneyi belirleyen haline gelir. Öznenin bilinci, onun toplumsal karşılıklı maddi ilişkilerin ürünü olduğundan özne ve nesne arasındaki ilişki, öznede bu ilişkinin bilincinin ortaya çıkmayacağı bir tarzda nesnenin öznelleşmesi, yani nesnenin özneyi belirlemesi yoluyla kurulur. Nesnenin öznelleşerek kendisini üreten özneden bağımsızlaşması, özne ve nesne arasında ayrıma neden olmaktadır. Marx’a göre, kendi üretme etkinliğine yabancılaşan özne, sadece bu etkinliğinin ürününe yabancılaşmakla kalmaz, onun üretimi toplumsal bir üretim, türüne ilişkin bir üretim olduğundan, kendi türüne de yabancılaşır (Marx, 1992, s.327, 328, 329). Yani özneler arası ilişkide özne, kendisini özne olarak gerçekleştiremeyen, nesnelleştiremeyen özne olarak özneler arası ilişkinin dışına düşer, daha doğrusu öznelerin kendilerinin belirlediği özneler arası ilişkinin kendisi ortadan kalkar. Marx’a göre, özne nesneleri üretirken toplumsal ilişkileri de üretiyordu; oysa bu üretim biçiminde toplumsal ilişkileri üreten öznenin yabancılaşmış emeğidir. Yani, nesnelerin öznelleşerek özneleri belirlemesinden dolayı özneler arasındaki ilişkileri de nesneler arasındaki ilişkiler belirler. Başka bir ifadeyle özne ve nesnenin birliğinin kurulamadığı ilişkide kendisine yabancılaşmış emeğin üretim etkinliği yoluyla ortaya konan nesneler, onları üretenlerden bağımsız bir varlık alanı kazanarak sadece tek tek özneleri değil, özneler arasındaki ilişkileri de belirler hale gelir. Özneler, nesnelerin belirlemesi yoluyla diğer öznelerle ilişki içindedirler, yani özneler arasındaki ilişki nesneler arasındaki ilişkidir ve bu nedenle özneler kendileriyle, türleriyle yabancılaşmış bir ilişki içindedirler. Böyle bir ilişkiye dair bilinç, öznelerin üretim faaliyetlerini yanlış temsil eden, özne ve nesne alanlarını tamamen 77 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Baver Demircan birbirlerinden bağımsız hale getiren ya da özne ve nesne ilişkisini tersine çeviren bir bilinci ifade eder. Burada bilinç, kendi üretim faaliyetine ve toplumsal maddi ilişkilerine dair öznenin bilinci değil, üretim faaliyetlerini ve toplumsal maddi ilişkileri belirleyen nesnenin bilincine dönüşür. Nesnenin bilincinde özne ve nesne arasındaki ilişki, nesnenin öznelleşmesi (özneleşmesi) yani bilincin nesnelleşmesi (nesneleşmesi) yoluyla kurulur. Bu üretim biçiminde özneyi belirleyen maddi ilişkilerin dolaysız ürünü olan bilinçte bu süreç, bilincin özneye dönüşerek onu üreten edimsel özneyi belirlediği, kendisini yaşam olarak nesnelleştirdiği ve yaşamı belirlediği şeklinde ifadesini bulur.8 Yabancılaşmış emek, ilişki içine girenleri birbirlerinden koparır.9 Özne karşısında nesnenin bağımsızlığını ilan etmesine neden olurken nesnenin özneyi belirlediği bir ilişki yaratır. İlişki yine ilişkiye girenlere önceliklidir; fakat böyle bir ilişkide özne ve nesnenin asli birliğini değil, ayrımını buluruz. Çünkü öznenin nesneyle ilişkisini olanaklı kılan emek, öznenin karşında hem etkinlik olarak hem de ürün olarak ona yabancı bir şey olarak durur. Yabancılaşmış emeğin Marx’ın perspektifinden iktisadi bir açıklaması verilmediği takdirde yani bizzat maddi ilişkilerin kendilerine gidilmediği takdirde, özne ve 78 8 Mukaddime, Sayı 8, 2013 9 Marx’a göre, özneler maddi üretim biçimlerinde gerçeklik kazanan toplumsal maddi ilişkiler üretmekle, aynı zamanda bu maddi üretim biçimlerinin dolaysız ürünü olan, felsefe, din, siyasi iktisat vb. bilinç biçimlerini de üretirler. Belirli bir üretim biçiminin ürünü olan bilinci ortadan kaldırmakla, bu üretim biçiminde mevcudiyet kazanan yabancılaşma iptal edilmiş ve aşılmış olmaz. Çünkü yabancılaşmaya neden olan bu belirli maddi üretim biçiminin kendisine dokunulmamış kalır. Bu bilinçlerin ortadan kaldırıldığı varsayıldığında, bu bilinçlere neden olan üretim biçimi ortadan kaldırılmadığı ya da dönüştürülmediği için, bu üretim biçiminin koşulları benzer bilinçleri yeniden üretecektir. Marx’ın düşüncelerine göre ele almakta olduğumuz ve 16. yüzyıldan itibaren gelişmeye başlayan üretim biçimindeki yabancılaşmış emek, nesnellik alanının, doğanın toplumsal bir şekilde mülk edinilmesine değil, özel mülkiyete neden olmaktadır. Benzer bir şekilde, özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasıyla yabancılaşmanın önüne geçileceği varsayıldığında, özel mülkiyetin ortaya çıktığı maddi üretim biçiminin koşullarına dokunulmadığından, bu koşullar özel mülkiyeti yeniden doğuracaktır. Dolayısıyla Marx’a göre, bu üretim biçiminin kendisine dokunulmaksızın ya da onu dönüştürmeksizin, dini ya da özel mülkiyeti ortadan kaldırmak, dini ve özel mülkiyeti varsayar. Marx’a göre, işin diğer yönünde, Hegel’de olduğu gibi, yabancılaşmanın, yani özne ve nesne ayrımının düşünce olarak düşüncenin içeriği kılınması yoluyla üstesinden gelinmesi, bu yabancılaşmayı ortadan kaldırmış olmaz; çünkü yabancılaşmaya neden olan maddi üretim biçiminin koşulları mevcudiyetlerini sürdürürler. Bununla birlikte, yabancılaşmanın düşüncede aşılması, iktisadi ve devlet hayatındaki yabancılaşmayı olduğu gibi bırakır ve bunların var olma tarzında bunların üstesinden gelemez. 16. yüzyıldan itibaren gelişmeye başlayan ve 18. yüzyıldan itibaren kendi idelerini ve bilincini üretmeye başlayan üretim biçiminde, öznelerin birleşerek bir güç haline gelebilmeleri için, önce, farklı üretim biçimlerindeki özne nesne ilişkisinde görülmemiş bir şekilde, söz konusu üretim biçiminin ilişki içine girenleri birbirinden koparması gerekir. Başka bir ifadeyle, ancak böyle bir kopma dolayımıyla, ilişki içine girenlerin birleşme olanağı söz konusu olabilir. Marx’ta Özne Nesne İlişkisi Üzerine nesnenin ne olduklarının ortaya çıktığı asli ilişkinin, niye kurulamadığının kökenine inmek tam olarak olanaklı değildir. Bu nedenle özne ve nesne ayrımına neden olan yabancılaşmış emeğin Marx’ın ortaya koyduğu biçimiyle iktisadi çözümlemesini ele almak gerekmektedir. Yabancılaşmış emeği iktisadi olarak çözümleyebilmek için, öncelikle bir üretim biçimini üretim biçimi kılan moment’lerin neler olduklarını ve bunların birbirleriyle bağlantısını açıklamak gerekir. Marx’a göre, her üretim biçimi bütünlük teşkil eder ve bu bütünlük her üretim biçiminde ortak olan dört moment’ten oluşur: Üretim, tüketim, bölüşüm ve değişim. Üretim, toplumu meydana getiren öznelerin kendi etkinlikleri, emekleri yoluyla doğadaki nesneleri kendi ihtiyaçlarına cevap verebilecek hale getirmeleri yani onların biçimlerini değiştirmeleri, üretmeleridir. Bölüşüm, bu ürünlerin özneler için bölünmesi, öznelerin alacakları payların belirlenmesidir. Değişim, öznelerin bölüşüm yoluyla elde ettikleri payı kullanarak daha doğrudan ihtiyaçları için istedikleri ürünleri elde etmeleridir. Tüketim ise, öznelerin bireysel ihtiyaçlarının doyurulmasıdır. “Üretim, gereksinimlere karşılık veren nesneleri yaratır; bölüşüm, bunları toplumsal yasalara uygun olarak bölüştürür; değişim, bu bölüştürülen şeyi yeniden bölüştürür, ama bu ikinci bölüşme bireysel gereksinimlere uygun olarak gerçekleşir ve en sonu tüketimde ürün, bu toplumsal hareketin dışına kaçar ve tatmin ettiği bireysel gereksinimin konusu ve doğrudan hizmetçisi olur” (Marx, 1999b, s.27). Fakat bu açıklamalar, üretim biçimlerinin bütünlüklerinin üyeleri olan bu moment’lerin kendilerinin ve birbirleriyle ilişkilerinin tam olarak ne olduklarını ifade etmez. Bir üretim sürecinin nasıl bir süreç olduğunun anlaşılabilmesi için onların daha detaylı incelenmesi gerekir. Marx’a göre, üretim aynı zamanda iki yönlü tüketimdir. Özneler üretim faaliyetleri esnasında kendi üretim güçlerini, enerjilerini harcarlar; tüketirler. Sadece kendi üretim güçlerini, enerjilerini değil; üretimin onlar yoluyla gerçekleştiği üretim araçlarını da harcarlar, tüketirler. Marx’a göre, tüketim de aynı zamanda üretim sürecini ifade eder. Örneğin, özne tüketim yoluyla ihtiyaçlarını gidererek kendisini üretir. Üretimin tüketim olmasında özne nesnelleşirken tüketimin üretim olmasında nesne öznelleşir. Marx, üretim ve tüketimin birbirlerinin aracısı olduklarını da düşünür (Marx, 1999b, s.29). Üretim, tüketim nesnesi üreterek tüketimin aracısı olur; tüketim de ürünler için özneler sağlayarak üretimin aracısı olur. Yani, üretim olmaksızın tüketim ve tüketim olmaksızın 79 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Baver Demircan üretim söz konusu olmaz. Üretim, tüketim nesnesini sağlar, fakat sadece tüketim nesnesini üretmez, bunu tüketecek özneyi, yani ürettiği nesne için ihtiyacı ve bu nesnenin tüketilme tarzını da üretir. Tüketim de üretimin amacını belirler ve ihtiyaç üzerinden üretimin nesnesini üretir, bununla birlikte ihtiyacı da yeniden üretir. Üretim ve tüketim arasında ürünleri öznelere pay eden bölüşüm yer alır. Marx’a göre, bölüşüme dair böyle bir yaklaşım, onu üretimden bağımsızlaştırır. Oysa Marx, ürünlerin bölüşülmesinden önce, üretim faaliyetini belirleyen iki tür bölüşümün olduğunu düşünür (Marx, 1999b, s.33). Bunlar, üretim araçlarının bölüşülmesi ve işin yani işbölümünün bölüşülmesidir. Ürünlerin bölüşülmesi, üretim faaliyetini belirleyen bu bölüşümlerin sonucudur. Yani, Marx’a göre bölüşüm, üretimden önce gelmekte ve üretimin önkoşulunu oluşturmaktadır. Her üretim biçimi, belirli bir tarihsel dönemdeki üretim biçimidir. Buna göre bölüşüm, belirli bir tarihsel dönemdeki belirli bir üretimin önkoşulu olmakla kendisi daha önceki tarihsel dönemdeki üretim ilişkilerinin sonucudur. “Bu bölüşüm, böylelikle, yeni üretim döneminin önkoşulu gibi görünmekle birlikte, kendisi de, üretimin, yalnızca genel tarihsel üretimin değil, şu ya da bu belirli tarihsel üretimin bir ürünüdür” (Marx, 1999b, s.35). 80 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Değişim, ürünlerin özneler arasındaki dolaşımıdır. Değişimi sadece ürünlerin özneler arasındaki dolaşımı olarak ele almak da değişimi üretimden bağımsızlaştırır. Marx’a göre ise değişim, üretimden bağımsız değil; üretim tarafından belirlenir. Buna göre değişim, işbölümünün yani üretimde ortaya çıkan etkinliklerin ve yeteneklerin değişimi, işbölümü sonucunda ortaya çıkan ürünlerin değişimi, değişimin örgütlenmesi, değişim alanları, değişim tarzları bakımından tüccarlar arasındaki değişim olmakla üretim tarafından belirlenir. Sadece ürünler doğrudan tüketilmek amacıyla değişildiğinde değişim üretimden bağımsızmış gibi görünür. Tüm bu ifade edilen nedenlerden dolayı Marx’a göre üretim biçimleri, her biri birbirini belirleyen bu moment’ler arasındaki karşılıklı ilişkilerin bütünlüğüdür. “Belirli bir üretim, belirli bir tüketimi, bir bölüşümü, bir değişimi ve bu farklı uğrakların karşılıklı ilişkilerini belirler. Aslında, üretimin kendisi de, tekyanlı biçimi altında, kendi yönünden, öteki uğraklar tarafından belirlenir” (Marx, 1999b, s.36). Daha önce özne olarak ele aldığımızın özü “toplumsal ilişkiler bütünü” (Marx, 2004, s.23) olan insan olduğunu ifade etmiştik. İnsan emeğini, doğada kendi dışında bulduğu nesnelerde cisimleştirerek onları kendi ihtiyaçlarına cevap veren ürünlere dönüştürür. Nesneler, doğada kendiliğinden ürün olarak bulunmazlar. İçinde yabancılaşmış Marx’ta Özne Nesne İlişkisi Üzerine emeğin ortaya çıktığı üretim biçiminde ise, bu ürünler değişim ilişkileri içerisinde meta haline gelirler. Amacımız, Marx’ın perspektifinden iktisadi olarak özne ve nesne arasındaki ilişkiyi kesintiye uğratarak onlar arasında ayrıma neden olan yabancılaşmanın kökenine inmek olduğundan, ürünlerin nasıl metalara dönüştüğünü ele almamız gerekmektedir. Bu üretim biçiminde ürün, değişim ilişkileri içerisinde metaya dönüşür; yani değişim değeri elde ettiğinde değişim ilişkisine girdiğinde ve değişimin konusu olması amacıyla üretildiğinde metaya dönüşür: Meta, değişimin konusu olması amacıyla üretilen, değişim değerine sahip bir üründür. O zaman, ürünün metaya nasıl dönüştüğünü irdelemek için, ürünün metaya dönüşmesini sağlayan değişim değerinin ne olduğunun ele alalım. Yani değişim değeri nedir ve değişim değerinin özne ve nesne arasında ayrıma neden olan yabancılaşmayla ilgisi nedir? Marx’a göre her meta, fiziksel özellikleri bakımından insanların ihtiyaçlarını gidermeye yöneliktir ve insanların farklı ihtiyaçlarına göre değişebilme özelliğine sahiptir. Yani her meta hem kullanılabildiğinden hem de değişilebildiğinden iki yönlüdür ve bu ikili yön metaların kullanım ve değişim değerleri olmak üzere farklı değerlerini ortaya çıkarır. “Doğal ya da sınai tüm ürünlerin insanın yaşamasına katkıda bulunma yeteneklerine, özel olarak kullanımdeğeri denir; başka bir şeye karşılık olarak verilme yeteneklerine de değişim-değeri” (Marx, 1999a, s.31). Marx’a göre insan, nesnede emeğini cisimleştirerek onu doğrudan kendi ihtiyacı için ürettiğinde kullanım değeri üretir ve kullanım değerleri üretmek her üretim biçiminde ortaktır. Kullanım değeri bir ürünün yararlı olmasında ortaya çıkar ve bu yararlılık o ürünün fiziksel özelliklerine dayanır. İnsan toplumsal bir varlık olduğundan ve üretimi aynı zamanda diğer insanlara yönelik olduğundan, başkaları için de kullanım değeri üretir. Marx’a göre, ele aldığımız üretim biçiminde, bir ürünün meta olabilmesi için o ürünün topluma yönelik bir kullanım değeri olarak üretilmesi yeterli olmaz. Ürün, kullanım değerinin yanında değişim yoluyla toplumun diğer üyelerine devredildiğinde metaya dönüşür. Bu bakımdan metaların kullanım değerleri, “değişim-değerlerinin maddi taşıyıcılarıdır” (Marx, 1978, s.50). Metalarda ortak olan şey, onlarda insan emeğinin cisimleşmiş olmasıdır. Marx, kullanım değeri üreten emeği, “yararlı emek” olarak tanımlar (Marx, 1978, s.56, 57). Yararlı emek niteliksel emektir. Marx’a göre, bir metadan onun kullanım değeri soyutlandığında, geriye metanın değeri kalır. Metayı değerli kılan şey ya da metanın değeri, onda insan emeğinin somutlaşmış olmasıdır. Bu değer emeğin 81 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Baver Demircan 82 Mukaddime, Sayı 8, 2013 değeri değil, emeğin somutlaştığı metanın değeridir ve değer yaratan emek nicelikseldir. Yani metanın kullanım değeri ve değişim değeri olmak üzere iki yönlü değere sahip olması gibi emek de niteliksel ve niceliksel olmak üzere iki yönlüdür. Marx’a göre esasen metaların değerleri, farklı insan emeklerinin farklı emek türlerinin nesnelerde cisimleşmesi yoluyla ortaya çıkar. Oysa ele aldığımız üretim biçiminde, metaların, değerleri bakımından birbirleriyle eşitlenerek değişim değerleri elde etmeleri için farklı emek türleri soyut insan emeğine indirgenir (Marx, 1978, s.53, 59, 65, 75, 89).10 Metaların değerlerini veren emeklerin niceliksel olarak eşitlenebilmesi, yani değer yaratan eşit nicelikte emeklerin eşitlenebilmesi için onların niteliksel olarak aynı, türdeş emekler olması gerekir. Ele aldığımız üretim biçiminde farklı türden insan emekleri, niteliksel olarak aynı yani türdeş emekler olarak varsayıldığı için eşit nicelikte emek içeren metalar, yani metaların değerleri eşitlenebilmektedir. “Eşit nicelikte emek içeren ya da aynı sürede üretilebilen metaların değerleri, aynıdır” (Marx, 1978, s.54). Oysa Marx’a göre, “farklı ürünlerimizi değişimle değer olarak eşitlediğimiz zaman, bu davranışımızla, aynı zamanda, biz, bunlara harcanan farklı türden emekleri de, insan emeği olarak eşitlemiş oluyoruz” (Marx, 1978, s.89). Ele aldığımız üretim biçiminde söylediğimiz gibi metalar, soyut insan emeğinin onlarda cisimleşmesinden dolayı bir değere sahiptirler. Bu değerin büyüklüğü, metada cisimleşen emeğin niceliğiyle ölçülür, emeğin niceliği de emeğin harcanma süresiyle yani emek zamanıyla. Bu üretim biçiminde, bir metanın değer büyüklüğünü belirleyen emek zamanı, aynı zamanda onun değişim değerini verir mi, yani bir metadaki emek zamanı onun değişim değeri midir? Eğer değilse bir meta değişim değerini nasıl elde eder? Marx’a göre bir metadaki emek zamanı, o metanın değişim değerini vermez. Çünkü bir metanın değer büyüklüğü sadece onda somutlaşan emek zamanıyla ölçülmez;11 yani bir metanın değeri sadece kendi yoluyla ifade edilmez, aynen daha önce de ifade ettiğimiz gibi bir insanın ne olduğunun kendisi yoluyla ifade edilememesi gibi onun ne olduğu diğer insanlarla ve nesnelerle 10 Marx’a göre, bu üretim biçiminde her şey insana indirgenir, ama bu insan belirli bir insan değil, soyut insandır. Bu üretim biçiminin bir bilinci olarak ortaya çıkan insan hakları da, soyut insanın haklarıdır. İnsan haklarını, “sivil toplum üyesinin, yani egoist insanın, öteki insanlardan ve topluluktan koparılmış insanların haklarından başka bir şey olmayan haklar olarak kaydediyoruz” (Marx, 1997b, s.32). “İnsan hakkı olan özgürlük, insanın insana bağlılığına değil, tersine insanın insandan ayrılışında dayanır. Bu, bu ayrılışın hakkıdır, kendi içinde sınırlanmış bireyin hakkıdır” (Marx, 1997b, s.33). 11 Bir metanın değeri, diğer metalarla girdiği değer ilişkisinde, emek zamanlarının eşitlendiği başka metaların değerlerindeki değişmelere, yani onlardaki emek zamanı değişimlerine göre değişir (Marx, 1978, s.68, 69, 70 ve dipnot 21). Marx’ta Özne Nesne İlişkisi Üzerine ilişkisinde ortaya çıkar. Marx’a göre, bir metanın değerinin ne olduğu ve onun değişim değeri elde etmesi, metalar arasındaki değer ilişkisinde ortaya çıkar. Buna göre bir metanın değerini ifade eden en basit değer ilişkisi, farklı türden iki meta arsındaki değer ilişkisidir. “En basit değer-ilişkisinin bir metaın, başka türden bir meta ile olan ilişkisi olduğu besbellidir. Bunun için iki metaın değerleri arasındaki ilişki, bize tek bir metaın değerinin en basit ifadesini sağlar” (Marx, 1978, s.63). En basit değer ilişkisinde değeri ifade edilen metanın değeri, nispi değer olurken diğer meta ise eşdeğer olarak iş görür. Eş değer olarak iş gören meta nispi değer almaz, çünkü değeri ifade edilen meta bu değil, diğer metadır. Marx’a göre, iki metanın değer ilişkisinde bir meta kullanım değeri olarak diğer meta değer biçimi olarak yer alır. Yani bir metanın nispi değeri, eş değer olarak iş gören metanın kullanım değeriyle ifade edilir. “Değer-ilişkisi aracılığıyla B metaının maddi biçimi, A metaının değer-biçimi haline geliyor, ya da B metaının maddesi, A metaının değerinin yansıdığı ayna oluyor” (Marx, 1978, s.67). Eşdeğer işi gören metanın diğer metanın nispi değerine ayna olabilmesi, her ikisinde de soyut insan emeğinin maddeleşmiş olmasına bağlıdır. Nispi değeri ifade edilen meta, onun nispi değerini ifade eden ve eşdeğer olarak iş gören meta üzerinden değişim değerini elde eder. Yani, bir metanın eşdeğer olarak iş görmesi, onun diğer metalarla değişebilir olduğunu ifade eder (Marx, 1978, s.70). Marx’a göre, farklı türden tek bir metanın değil de, farklı türden daha çok metanın, yani farklı türden metalar çokluğunun nispi değeri ifade edilen metanın eşdeğerleri olarak alınmalarıyla bir metanın nispi değer biçimi genişletilir. Bu genişletmeye göre, belirli bir nicelikteki bir metanın nispi değeri, eşdeğer görevi gören belirli niceliklerdeki farklı türden metalarla ifade edilir. Değer ilişkisinde nispi değeri ifade edilen meta eşdeğer olarak alınırsa bu eşdeğer olan meta üzerinden daha önce eşdeğer görevi gören diğer metaların nispi değeri elde edilir. Böylelikle nispi değerleri ifade edilen metalar çokluğunun eşdeğer görevi gören tek bir meta üzerinden birbirleriyle değişim ilişkisi içine girmeleri mümkün olur. Bu durumda eşdeğer görevi gören tek bir meta, evrensel eşdeğere dönüşür ve onun dışındaki tüm metalar kendi kullanım değerlerinden ve diğer kullanım değerlerinden farklılaşır ve bağımsızlaşır. Çünkü daha önce de ifade ettiğimiz gibi metaların nispi değerleri, eş değer olarak iş gören metanın kullanım değeriyle ifade edilir. Yani metalar, değer ilişkisinde sadece değişim değerine sahip olurlar. Daha önce Marx’a göre her üretim biçiminin birbirleriyle karşılıklı ilişki içinde, birbirlerini belirleyen dört 83 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Baver Demircan moment’ten oluşan bütünlük olduğunu açıklamıştık. Ele aldığımız üretim biçiminde metalar, kullanım değerlerinden bağımsızlaşarak sadece değişim değerine sahip olmakla üretimin kendisini de belirlerler. Yani bu üretim biçiminde üretim, kullanım değeri yaratmak üzerinden değil, kullanım değerlerinden bağımsızlaşmış değişim değeri yaratmak üzerinden belirlenir. 84 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Marx’a göre her meta evrensel eşdeğer biçimine girebilir. Fakat bir meta evrensel eşdeğer biçimine girmişse bu ancak onun diğer metaların dışında tutulmasından kaynaklanır. Marx, sadece belirli bir metanın evrensel eşdeğer biçimine girmesiyle onun yoluyla nispi değerleri ifade edilen metalardan dışsallaşmasının genel toplumsal geçerlilik kazandığını düşünür (Marx, 1978, s.84). Yani bir metanın diğer metalar için eşdeğer görevi görmesinin toplumsal olarak kabul edilmesi o metayı, nispi değerleri ifade edilen metalardan ayırt eder. Böylelikle eşdeğer görevi gören bu belirli meta, örneğin altında olduğu gibi, para meta haline gelir. En sonunda da belirli bir metanın para işlevi görmesinden, paranın kendisine geçilir. “Metanın genel değişim-değeri oluşundan ortaya çıkan, değişim-değerinin özel bir meta haline gelmesidir; değişim-değeri ancak özel bir metanın bütün ötekiler karşısında onların değişim-değerini temsil etme ayrıcalığını, onları sembolize etme, yani para olma ayrıcalığını kazanmak suretiyle bu hale gelebilir. Bütün metaların para özelliğine karşı özel bir metanın para öznesi olarak ortaya çıkması, değişim-değerinin bizzat özünden ileri gelir” (Marx, 1999b, s.96). Marx’a göre para değişim değerinin simgesidir. Değer ilişkisinde, metaların değişim değerleri onların kullanım değerlerinden bağımsızlaşırken ve kullanım değerlerinden ayrı bir varlık alanı kazanırken değişim değerleri yine de metalara ait bir değerdir. Yani değişim değerleri, özünde kullanım değerlerine sahip olan metaların değişim değerleridir. Oysa para; metalardan bağımsız, sadece saf değişim değeri olan özel bir metadır ve kullanım değerinden tamamen bağımsızlaşmış olmayı ifade eder. “Metanın değişim-değeri, metanın kendisinin yanında özel varlık olarak paradır” (Marx, 1999b, s.74). “Metaların kendilerinden ayrılmış ve bizzat kendisi bunların yanında meta olarak var olan değişim-değeri, paradır” (Marx, 1999b, s.77). Ele aldığımız üretim biçiminde ürün metaya dönüşür, meta değişim değerine, değişim değeri sadece saf değişim değeri olan paraya ve parada, “metanın değişim-değeri maddi olarak metadan ayrılmış bir varlığa kavuşur” (Marx, 1999b, s.77). Marx’a göre bu üretim biçiminde metaların değişim değerleri üretimi belirler, yani üretim değişim değeri üretmek için üretimde bulunur. Para ise Marx’ta Özne Nesne İlişkisi Üzerine metaların değişimi için bir araçken bu üretim biçiminde amaç haline gelir ve metaların toplumsal değişim ilişkilerini, değişim değeri üreten öznelerden bağımsızlaştırır. Marx’a göre üretim, ürünlerle birlikte aynı zamanda ürünleri üretenleri, onların nesnelerle olan ilişkilerini de kapsayan toplumsal ilişkilerini de üretir. Oysa sadece değişim değeri üretmesi bakımından belirlenen bir üretim, özneler (üreticiler) arasındaki nesnelerle olan ilişkileri de kapsayan toplumsal ilişkileri değil, nesneler arasındaki özneleri de kapsayan toplumsal değişim ilişkilerini üretir ve üretimin özneler tarafından belirlendiği kullanım değeri üreten toplumsal ilişkileri baş aşağı çevirir: Bu üretim biçimi, nesnelerin – metaların – değişim ilişkilerinin ve paranın özneleri belirlediği, nesneler – metalar – arasındaki toplumsal ilişkileri üretir. Başka bir ifadeyle bu üretim biçiminde öznelerin toplumsal etkinlikleri, kullanım değerinden bağımsız değişim değeri olan nesnelerin – metaların – toplumsal etkinliklerine dönüşür. “Üreticilerin içerisinde emeklerinin toplumsal niteliğinin kendini gösterdiği karşılıklı ilişkiler, ürünler arasında bir toplumsal ilişki biçimi alır” (Marx, 1978, s.87). “Değişim-değerinde kişilerin toplumsal ilişkisi, nesnelerin toplumsal bir davranışına dönüşür” (Marx, 1999b, s.88). Böylelikle nesnelerin – metaların – bu toplumsal etkinlikleri, öznelerin toplumsal etkinliklerini üreten ve belirleyen haline gelir. “Ürünlerin üzerine etiket gibi yapışan değer olma özelliği, birbirleri karşısına tekrar tekrar değer nicelikleri olarak çıkmaları ile kararlılık kazanır. Bu nicelikler, üreticilerin iradeleri, öngörüleri ve davranışlarından bağımsız olarak durmadan değişir. Bunlar için kendi toplumsal faaliyetleri, nesnelerin faaliyetleri biçimini alır ve onlar nesneleri yöneteceğine, nesneler onları yönetir” (Marx, 1978, s.90). Özneler (üreticiler), nesneleri (metaları) ve nesnelerin değişim ilişkilerini üretir, fakat böyle bir üretimde özneler, ne kendileriyle ne diğer öznelerle ve ne de nesnelerle birliklerini kurabilirler. Çünkü öznelerin birbirleriyle ve nesnelerle ilişkilerini, nesneler arasındaki değişim ilişkileri belirler ve bu değişim ilişkileri öznelerin karşısına yabancı bir ilişki olarak çıkar. “Değişim ilişkisi üreticiler karşısında dışsal olan ve onlardan bağımsız bulunan bir güç olarak yerleşir. Başlangıçta üretimin isteklendirilmesi için araç olarak görünen şey, üreticiye yabancı bir ilişki haline gelir” (Marx, 1999b, s.78). Ele aldığımız üretim biçiminde Marx’a göre, öznelerin (üreticilerin) üretim faaliyetlerini belirleyen, saf değişim değeri olarak paradır; yani öznelerin emeklerinin nesnelleşmesinin aracısı paradır ve özneler emeklerini cisimleştirerek metaların değişim değerlerini 85 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Baver Demircan üretirler ve bunun sonucunda saf değişim değeri olarak para üretirler. Değişim değeri üretmek, bunun sonucu olarak para üretmek, öznenin kendi etkinliğini, emeğini kendisinin belirleyebileceği bir tarzda üretememesine ve cisimleştirdiği emeğiyle kendi arasında ayrımın ortaya çıkmasına neden olur. Yani, üretimin amacının, nesnelerin (metaların) değişim değerini, onların toplumsal değişim ilişkilerini üretmek olarak belirlenmesi, bu ilişkilerin öznelerin (üreticilerin) karşısına yabancı birer güç olarak çıkmasından dolayı özneleri; emeklerine, nesnelere ve diğer öznelere yabancılaştırır. “Para her şeyin evrensel, kendinde oluşmuş değeridir. Bu yüzden de tüm dünyayı, hem insan dünyasını hem doğayı özgül değerlerinden yoksunlaştırır. Para, insanın işinin [emeğinin] ve insanın varoluşunun yabancılaşmış özüdür, ve bu yabancı öz insana hükmeder ve insan da ona tapınır” (Marx, 1997b, s.48).12 86 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Marx için öznelerin varlığı – olması – ilişki içinde olmaktır. İlişki içinde olmak, kendisiyle kendi dışındaki nesneler ve öznelerle ilişki içinde bulunmaktır. Özneler etkinlikleri, emekleri yoluyla kendi varlıklarını – olmalarını – nesneleri ve toplumsal ilişkileri üretirler. Bu ilişkileri üretmekle hem onlarla birliklerini kurarlar hem de kendilerine, nesnelere ve türlerine dair bilinçlenirler, toplumsal ilişkilerinin bilincini üretirler. Tüm bunları kendileri ve toplum için kullanım değeri üretmekle gerçekleştirirler. Öznelerin ve nesnelerin birliğinin kurulduğu, öznelerin karşılıklı kullanım değerleri ürettikleri ve kullanım değerleri ürettikçe kendilerinin ve nesnelerinin özlerine uygun bilinç biçimleri ürettikleri toplumsal ilişkiler, tarihin belirli bir dönemini belirleyen belirli bir üretim biçiminde bu üretim biçiminin üretim amacının değişim değeri üretmek olarak belirlenmesinden dolayı nesnelerin karşılıklı toplumsal ilişkilerine dönüşür. Nesnelerin karşılıklı toplumsal ilişkisinde özneler, kendi üretim faaliyetlerine, nesnelere ve kendi türlerine yabancılaşırlar. Bu yabancılaşma, öznelerin ve nesnelerin özlerine uygun düşmeyen, onların özünde temellenmeyen bilinç biçimleri üretir. Başlangıç sorumuzu tekrar edersek özne ve nesne arasındaki ayrım neden temel bir sorun teşkil eder? Marx’a göre göstermeye çalıştığımız gibi ilişki ilişkiye girenlere önceliklidir: Öznelerin ve nesnelerin ne oldukları birbirleriyle ilişkilerinde ortaya çıkar. Öznenin 12 Bu, sadece ele aldığımız üretim biçimi için söz konusudur. Ele aldığımız üretim biçimi dışındaki üretim biçimlerinde de, ürünlerin değiştiğini ve bu değişimin aracısı olarak paranın kullanıldığını görebiliriz. Fakat Marx’a göre bu üretim biçimlerinde üretimin amacı değişim değeri üretmek değildir. Bu nedenle bu üretim biçimlerinde, insanların karşılıklı toplumsal ilişkisi, nesnelerin karşılıklı toplumsal ilişkisine dönüşmez. Marx’ta Özne Nesne İlişkisi Üzerine nesneyle – nesnelerle – ilişkisi, diğer öznelerle ilişkisini, diğer öznelerle ilişkisi de nesnelerle ilişkisini ifade eder. Bu karşılıklı maddi ilişkiler tarihin temel öncülleri, temel taşıyıcılardır. Karşılıklı maddi ilişkilerin çeşitli biçimleri, yani üretim biçimleri, çeşitli tarihsel dönemlerin temel karakteristiğini belirler. Belirli bir üretim biçimi tarafından belirlenen belirli bir tarihsel dönemde, öznelerin emekleri yoluyla nesnelerin biçimlerini değiştirmeleri üzerinden kurulan nesnelerle ve diğer öznelerle ilişkileri, söz konusu olan bu belirli üretim biçiminin üretim koşulları tarafından kesintiye uğratılır ve özne ve nesne arasında başka türden bir ilişkiyi ortaya çıkarır. Öznelerin nesnelerle ve diğer öznelerle birliğini kuran, kullanım değeri üretmek amacıyla belirlenen üretim faaliyetleri, bu üretim biçiminde kullanım değerlerinden bağımsızlaşmış değişim değerleri üretmek olarak belirlenmiştir. Nesnelerin değişim değerlerine sahip olmak için üretilmeleri de öznelerin nesnelerle ve diğer öznelerle ilişkilerini değil, öznelerden bağımsızlaşan ve öznelerin üretim faaliyetlerini ve diğer öznelerle ilişkilerini belirleyen, nesnelerin değişim ilişkilerini ortaya çıkarır. Bu değişim ilişkileri, parada en saf şeklini alır. Nesnelerin değişim ilişkilerinin, öznelerin kendi aralarındaki ve nesnelerle olan ilişkilerini belirlemesi, özne ve nesne arasındaki asli ilişkinin kesintiye uğramasına ve özne ve nesne arasında ayrıma neden olmaktadır. Nesnelerin, değişim değerlerinin ve değişim ilişkilerinin belirlediği özne ve nesne ilişkisi de bir ilişki türüdür. Fakat bu ilişki, özne ve nesne arasındaki asli ilişkiyi kesintiye uğratan, özne ve nesneyi birbirinden ayıran, sanki onlar birbirlerinden bağımsız kendi başlarına varmış gibi görünmelerine neden olan bir ilişki türüdür. Bu ilişkinin dolaysız ürünü olarak ürettiği bilinç de kendisini üreten ilişkilerden bağımsız bir mevcudiyete sahipmiş gibi kendisine dair kendi özünde temellenmeyen ideler, düşünceler üretir. Marx’a göre bu durum, ürünü üretene, üreteni ürüne dönüştürmektedir. Yani ilişki içinde ne olduğu ortaya çıkan, ilişki içinde ne olduğunu gören bir tür varlığı olarak özne, ilişkiden bağımsız bir şekilde ne olduğunu bilen bir tür varlığı olarak özneye – bilinç varlığına ya da kendisini üreten edimsel öznelerden bağımsızlaşarak edimsel özneleri üreten haline gelen kişileştirilmiş bir bilince dönüşür. Böyle bir dönüşüm de öznenesne, insan-doğa, bilinç-gerçeklik (kullanım değeri üreten maddi yaşam) arasındaki ilişkinin kesintiye uğramasını ve bunlar arasındaki ayrımı ifade eder. Kaynakça Fraser, I. (2008). Hegel ve Marks İhtiyaç Kavramı. (B.S. Aydaş, Çev.). Ankara: Dost Kitabevi. 87 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Baver Demircan Hegel, G.W.F. (1991). Phénoménologie de l’Esprit. Traduction Jean-Pierre Lefebvre (Traduction). Aubier, «Bibliothèque philosophique». Hegel, G.W.F. (1994). Encyclopédie Des Sciences Philosophique I, La Science De La Logique. Traduction Bernard Bourgeois. Paris: Librairie Philosophique J. Vrin. Hyppolite, J. (1969). Studies On Marx And Hegel. (Translated by John O’Neill). New York: Harper Torchbooks. Kojève, A. (1947). Introduction à la Lecture de Hegel. Gallimard. Marx, K. (1978). Kapital 1 Cilt. (A. Bilgi, Çev.). Ankara: Sol Yayınları. Marx, K. (1992). Early Writings. (Translated by Rodney Livingstone and Gregor Benton). London: Penguin. Marx, K. (1997a). Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi. (K. Somer, Çev.). Ankara: Sol Yayınları. Marx, K. (1997b). Yahudi Sorunu. (M. İ. Erdost, Çev. Sorumlu Yönetmen). Ankara: Sol Yayınları. Marx, K. (1999a). Felsefenin Sefaleti. (A. Kardam, Çev.). Ankara: Sol Yayınları. Marx, K. (1999b). Grundrisse 1. (A. Gelen, Çev.). Ankara: Sol Yayınları. Marx, K. (2004). Alman İdeolojisi (Feuerbach). (S. Belli, Çev.). Ankara: Sol Yayınları. 88 Mukaddime, Sayı 8, 2013 HIZIRLA KIRK SAAT’TE DİNÎ REFERANSLAR Mehmet Rağıp ETE Arş. Gör., Mardin Artuklu Üni., Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Özet Bu çalışma, Sezai Karakoç‟un Hızırla Kırk Saat isimli şiir kitabındaki dinî referansları tespit ve tahlil etmeyi amaçlamaktadır. Hızırla Kırk Saat, dinî referans ve vurguların yoğun olarak işlendiği şiirlerden oluşmaktadır. Sezai Karakoç, İkinci Yeni akımına mensup şairlerden sayılmasına rağmen, şiirlerinde o dönem işlenen temalara çok az değinmiştir. Karakoç, şiirlerini oluştururken çağdaşları tarafından unutulmuş veya tercih edilmeyen temaları, bilinçli olarak şiirine misafir etmiştir. Bunlar ağırlıklı olarak İslami döneme ait dinî şahsiyetlerin ve bazı mucizevi olayların anlatıldığı temalardır. Karakoç, bununla okuyucusunun zihin ve gönül dünyasında yeni bir gündem oluşturma hedef ve gayretindedir. Anahtar Kelimeler: Din, diriliş, Hızır, İslam medeniyeti. Abstract Religious References in ‘Forty Hours with Hızır’ This study aims to detect and analyse the religious references in the poem book called „Forty Hours With Hızır‟. The poem book named „Forty Hours With Hızır‟ consists of poems in which religious references and highlights are intensely used. Sezai Karakoç has hardly ever 8 Mukaddime Sayı 5, 2012 Mehmet Rağıp Ete made use of the themes of that period although he is counted among the members of İkinci Yeni poem movement. While composing his poems, Karakoç has consciously welcomed the themes that are forgotten and not preferred by his contemporaries. These are themes in which religious figures and some miraculous events belonging to Islamic traditionhave been told. Sezai Karakoç has aimed and endeavoured to arouse a new agenda in his readers‟ sentimental and intellectual world. Keywords: civilization. Religion, resurrection, Hızır, Islamic Kurte Referansên Dînî yên di ‘Hızırla Kırk Saat’ de 90 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Armanca vê nivîsê tesbît û tehlîla referansên dînî yên di dîwana Sezai Karakoç a bi navê Hizirla Kirk Saat de ye. Di Hizirla Kirk Saat de helbestên ku referansên dînî dihewîne pir in. Her çiqas Sezai Karakoç wekî endamê bizava Ikinci Yeni bê hesibandin jî di helbestên wî de temayên wê demê pir kêm in. Karakoç di avakirina helbestên xwe de mijarên ku hemdemên wî ji bîr kirine an jî tercîh nekirine bi zanebûn kiriye mêvanê helbesta xwe. Ev tema zêdetir şexsiyetên dînî yên dewra îslamî û hin bûyerên mûcizevî ne. Armanc û xeyreta Karakoç ew e ku bi van temayan di cîhana hiş û dil a xwendevanên xwe de rojeveke nû biafirêne. Bêjeyên Sereke: Dîn, dejîn, Xizir, şaristaniya Îslamê. الملخص - المعالم الدينية- مع الخضر أربعون ساعة حٓذف ْزِ انذساست انٕصٕل إنى انًعبنى انذيُيت انًٕجٕدة في كخبة انشعش كخبة "يع.انًس ًّى ة"يع انخضش أسبعٌٕ سبعت" نسزائ كبساكٕج ٔححهيهٓب .انخضش أسبعٌٕ سبعت" كخبة يسخخذو فيّ انًعبنى انذيُيت ٔانخشكيز عهيٓب بكثبفت ّ سغى أٌ سزائ كبساكٕج شبعش يٍ انخيبس انثبَي انجذيذ إالّ أَّ نى يخطشق في ّ ٌ ّٕ عُذيب ك.أشعبسِ إنى انًٕضٕعبث انخي حُبقش في راك انحيٍ إال َبدسًا Hızırla Kırk Saat‘te Dini Referanslar كبساكٕج أشعبسِ اسخضبف في شعشِ عًذا انًٕضٕعبث انخي َسيج أٔ ال ْٔزِ انًٕضٕعبث حخك ٌّٕ غبنبب يٍ انشخصيّبث انذيُيت.َّحشجح يٍ قبم أقشا يٓذف كبساكٕج بٓزا األسهٕة.ٔانٕقبئع انًعجزة انخي حُحكى نهعٓذ اإلساليي .إيجبد أجُذة جذيذة في رٍْ قشّائّ ٔأفئذحٓى . انحضبسة اإلسالييت، انخضش، اإلحيبء،ٍ انذي:الكلمات المفتاحية Ve kalesinde Hızır Makamı −Ve her kim Mardin kalesini bir kere görmüşse Yedi kere görecek demektir− 1 Giriş Sezai Karakoç, şiir geleneğimizde önemli bir yer teşkil etmektedir. Karakoç, Cumhuriyet Dönemi şiirinin temsilcilerinden sayılmakla beraber, kadim geleneğin temalarını şiire konu etmesiyle çağdaşları arasından sıyrılır. Karakoç‟un şiir dili ve formu “modern” olmasına rağmen, işlediği temalar geleneksel şiirden izler taşır. Karakoç, İkinci Yeni‟nin temsilcileri arasında zikredilir; ancak şair bununla ilgili düşüncelerini “Ses ve biçim, motifler ve imajlarda, başlangıçta çok yakın olduğum şair arkadaşlardan idrak ve kişilik farkım yüzünden gittikçe ayrılıyorum ve bu farklılık gittikçe daha çok beliriyor” (Karakoç, 2007, s.44) sözleriyle dile getirir. Onu, İkinci Yeni şairlerinden farklı kılan unsurlar şiirlerinde tercih ettiği dile, temalara ve kullanmış olduğu kavramlara bakılarak kolayca fark edilebilir. Sezai Karakoç, şiirinde belirgin olarak “diriliş” ve “medeniyet” temalarını ele almaktadır. Şair, şiir yazdığı dönem olan 1950‟lerin şiir gündemini, bilinçli bir tercih olarak şiirlerinde yoğun olarak işlemekten kaçınır. Karakoç, yaşamı boyunca inandığı değerler doğrultusunda yazmayı ve bu değerlere uygun bir yaşam sürmeyi tercih etmiştir. O, şiir ve düzyazılarında aktüel gündeme pek uymak istemez, aksine kendi gündemini yazdıklarına taşımaya çalışır. Şiirinin muhtevasını gelenekten ve İslami meselelerden seçer. Bu yönüyle zaman zaman eleştirilere de maruz kalır. Karakoç, geleneksel ve İslami dönem temaları seçmesine rağmen, şiirinin dili modern ve günceldir. Bu yönüyle dönemin şiir özelliklerinin farkındadır ve 1 Gün Doğmadan (2003), İstanbul: Diriliş. s. 672. 91 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Mehmet Rağıp Ete yeniliklere açıktır. Denilebilir ki Karakoç, gelenekten beslenen şiirini yeni formlarda sunmaya çalışır. Diriliş düşüncesi, Sezai Karakoç‟un eserlerinin çıkış noktasını ve ana fikrini oluşturur. Şair, şiirini ve düzyazılarını diriliş düşüncesinin emrine vermiştir. “Karakoç‟un diriliş düşüncesi, merkezine sorunları ve imkânlarıyla insanı alır” (Su, 2010, s.17). Onun diriliş ideali çeşitlidir. Ruhun dirilişi, İslam‟ın dirilişi, insanlığın dirilişi ve medeniyetin dirilişi bunlardan sadece birkaçıdır. Diriliş düşüncesinin temelinde bir yenilenme, canlanma ve aktif sorumluluk alma anlayışı hâkimdir. Sezai Karakoç şiirinin karakteristik temalarından bir diğeri de “medeniyet”tir. Şiirlerinde ve düşünce yazılarında medeniyet düşüncesini işlerken ideal medeniyet olarak gördüğü İslam Medeniyetine duyduğu özlemi dile getirir. Ona göre günümüzde İslam Medeniyeti‟nin içinde bulunduğu kriz ve güçsüzlüğe rağmen, ölmeyecek tek uygarlık İslam Uygarlığı‟dır. 92 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Sezai Karakoç, şair olarak kendisini İslam Medeniyeti‟nin bir üyesi olarak görür. Şairin aidiyet duygusu Türkiye ile sınırlı değildir. Karakoç, inancı gereği İslam Medeniyeti düşüncesini benimser ve adeta bütün ömrünü bu inancın gerçekleştirilmesine adar. Kadim İslam düşüncesinin köşe taşlarından olan İbnü‟l- Arabî‟yi, Yûnus Emre‟yi ve Mevlânâ‟yı kendisine üstad bilir (Baş, 2011, s.91). Onun düşünce yazılarında ve şiirlerinde bu etki hissedilir. Hızırla Kırk Saat Sezai Karakoç, Şiirler I adıyla kitaplaşan, 40 bölümden oluşan uzun şiirine, Hızırla Kırk Saat adını verir. Şiirlerin bir kısmı, kitap haline getirilmeden evvel dönemin edebiyat dergilerinden biri olan Büyük Doğu‟da yayımlanır. Hızırla Kırk Saat şiirlerinin doğuş hikâyesini Karakoç, hatıralarında şöyle anlatır: Mayıs haziran aylarında (1967) akşamüzerleri Yenikapı’ya iniyor, deniz kenarındaki kahvelerde Hızırla Kırk Saat’i yazıyordum. Sanki denizle mülakat yapıyordum da şiir bu mülakatın notlarıydı. İki ay içinde aşağı yukarı 40 gün kadar deniz kenarına inip şiiri bölüm bölüm yazdım. Tabii ki ikindiden sonra gidiyor akşam dönüyordum… Her gidişimde net bir saat yazmış olduğumu kabul edersek kitap için kırk saatlik net bir çalışma olmuş demekti. Kitabın ismi de bir nevi bu Hızırla Kırk Saat‘te Dini Referanslar oluşumuna uygunluk göstererek Hızırla Kırk Saat oldu (Karakoç, 1990, s.107-108). Karakoç, sanki orda her gün Hızır‟la buluşup armağan olarak bir bölümle eve döndüğünü söyleyerek bu şiirin yazılışına bir bilinmezlik hüviyeti katar. Hızırla Kırk Saat şiirleri, bazen şairin ağzından, bazen de söz Hızır‟a teslim edilerek oluşturulur. Çoğu zaman konuşanın şair mi yoksa Hızır mı olduğu kestirilemez. Gerçek olan şudur ki Sezai Karakoç, şiirini anlatmada Hızır‟ı kendine dost ve yardımcı tayin etmiştir. Bu da geleneksel halk inanışındaki Hızır kültünün darda kalanlara, başı sıkışanlara ve samimiyetle kendini çağıranlara icabet etme özelliğini destekler niteliktedir. Sezai Karakoç, çocukluğunun geçtiği Maden (Elazığ) ilçesinde henüz üç yaşındayken yarı gerçek yarı düş, cinlerin düğününe şahit olduğunu anlatır. İlk sanat zevkini, sanat algılarını bu düğünden aldığını ifade eder. Turan Karataş, Doğu‟nun Yedinci Oğlu Sezai Karakoç isimli kitabında; “Karakoç‟un da sanatın, ama hassaten şiirinin kaynağını bir sırlı âleme, bir bilinmezlik dünyasına bağlaması, sanatı daha başından itibaren metafiziğe kaydırması ilginçtir” (Karataş, 1998, s.206) tespitini yapar. 93 Hızırla Kırk Saat’te Dinî Referanslar Sezai Karakoç, Hızırla Kırk Saat şiirlerinde güncel temalara bilinçli bir tavır olarak yer vermez. Bunun yerine Batılılaşmayla beraber dışlanan, görmezden gelinen, kadim İslam Medeniyeti ve kültürüne ait temaları tercih etmiştir. Bu bilinçli tercihle Karakoç‟un şiirine Peygamber kıssaları, mucizeler, Hızır, Hicret ve Miraç gibi İslami döneme ait kavramlar girmiştir. Karakoç, yüzyıllar öncesine ait bu temaları çağdaş bir şiir diliyle işlemeyi denemiştir. Sezai Karakoç‟un Hızırla Kırk Saat kitabında şiirine malzeme ettiği ve çoğunlukla İslami dönem özellikleri taşıyan dinî temalardan bazıları şunlardır: 1. Hızır Hızır, Sezai Karakoç şiirinin açar (anahtar) sözcüklerinden biridir. Hızır, ayrıntılı bir şekilde Hızırla Kırk Saat kitabının yedinci bölümünde tasvir edilir. Hızır, halk arasında darda kalanın yardımına koşan, sonsuz ilim sahibi, peygamberlere ve evliyalara yoldaşlık eden gizemli bir kişi olarak bilinir. Bir diğer halk inanışına göre Hızır, peygamber veya Mukaddime, Sayı 8, 2013 Mehmet Rağıp Ete velidir. Hızır‟ın, İlyas Peygamberin lakabı olduğu söylentisi de vardır. Hızır‟ın ab-ı hayat (ölümsüzlük suyu) içtiği varsayılır. Hızır‟ın halen yaşadığına inanılır (Çelebi, 1998, s.410). Kur‟ân-ı Kerim‟de Kehf Suresi‟nde, Hızır ile Hz. Musa kıssası şu şekilde anlatılır: 94 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Hz. Musa, genç adamına iki denizin birleştiği yere ulaşmaya karar verdiğini söyler, bunun üzerine beraberce yola çıkarlar. İki denizin birleştiği yere varınca yanlarına aldıkları kurutulmuş balığı bir kenarda unuturlar, balık da canlanarak denize atlar. Bir müddet sonra Hz. Musa, genç adamına azığı getirmesini söyler; fakat genç adam olup biteni hatırlayarak daha önce bunu Hz. Musa‟ya bildirmeyi unuttuğu için üzüntüsünü dile getirir. Bunun üzerine Hz. Musa, aradıkları yerin orası olduğunu söyler ve geriye dönerler. Burada kendisine Allah tarafından “rahmet ve ilim” verilmiş olan salih bir kul ile karşılaşırlar. Hz. Musa, sahip olduğu ilimden kendisine de öğretmesi için onunla arkadaş olmak istediğini söyler. Kur‟ân‟ın adını bildirmediği bu kişi, iç yüzüne vâkıf olamayacağı olaylar sebebiyle bu beraberliğe sabredemeyeceğini belirtse de Musa‟nın ısrarı üzerine, meydana gelen olaylar hakkında açıklama yapmadıkça kendisine soru sormaması şartıyla teklifi kabul eder. Musa‟nın bu şarta uyacağına dair söz vermesi üzerine yolculuğa başlarlar. Bu zat önce bindikleri gemiyi deler, arkasından bir çocuğu öldürür, daha sonra da uğradıkları bir kasabanın halkı kendilerini misafir etmediği halde, orada yıkılmak üzere olan bir duvarı düzeltir. Bu üç olayın her birinde Hz. Musa arkadaşına davranışının sebebini sorar; arkadaşı da, “Ben sana benimle beraber olmaya sabredemezsin demedim mi?” diye uyarıda bulunur. Hz. Musa, özür dileyip yolculuğa devam etmelerini ister. Salih kul, birinci ve ikinci olaylardan sonra Hz. Musa‟nın ricasını kabul ederse de üçüncü olayda ayrılma vaktinin geldiğini söyler; bu arada söz konusu hadiselerle ilgili olarak davranışlarının sebeplerini de anlatır ve bunları Allah‟ın emriyle yaptığını söyler (Çelebi, 1998, s.406). Bindikleri kayık, yoksul insanların kayığıdır. İleride sağlam kayıklara el koyan bir hükümdar vardır. Kayığı fakirlerin elinden almasınlar diye delmiştir. Öldürdüğü çocuğun anne ve babası mümin kimselerdir. Çocuk büyüyünce onlara zulüm edecek ve onları azgınlığa sürükleyecektir. Bu yüzden çocuğu öldürmüştür. Onardığı duvarın altında bir hazine gizlidir. Hazinenin sahibi henüz çocuk olan iki yetimdir. Ergenliğe ulaşacakları zaman hazineyi bulmaları faydalarına olacaktır. Duvarı bu yüzden örmüştür. Bu davranışlarının hiçbirini de kendiliğinden yapmamış, kendisine emredileni yerine Hızırla Kırk Saat‘te Dini Referanslar getirmiştir (Kehf 18/ 79-82). Böylece Hızır ile Hz. Musa‟nın yolları ayrılır. Kur‟ân‟da, Kehf Sûresi‟nde yer alan Hz. Musa ile Hızır kıssasının tasavvufta iki önemli çıkarımı vardır. Bunlardan ilki, kendine bir mürşid (kılavuz) bulma gerekliliğidir. İkincisi ise İlm-i ledün‟e -çalışarak elde edilemeyen ancak Allah tarafından verilen ilme- göndermeler yapmasıdır (Baş, 2011, s.91). Hızır ismi, Kur‟ân-ı Kerim‟de zikredilmez. Kehf Sûresi‟nde Hızır‟dan “kullarımızdan bir kul buldular ki, ona katımızdan bir rahmet (vahiy ve peygamberlik) vermiş, yine ona tarafımızdan bir ilim öğretmiştik” (Kehf 18/ 65) şeklinde bahsedilir. Ayetten de anlaşılacağı üzere eğer Hz. Musa‟ya yol arkadaşlığı ve rehberlik eden kişinin Hızır olduğu varsayılacak olursa Hızır‟ın peygamber olduğu da kabul edilmesi gereken bir gerçektir. Karakoç, bu kıssayı Hızır‟ın ağzından şöyle aktarır: Öğretmeseydim duvarını devirerek yoksulu kurtarmayı Çıkartabilir miydi Musa Mısır’dan İsrail’i Delmeseydim bir yoksulun övüncü kayığını Geçirebilir miydi Musa Kızıldeniz’den İsrail’i Bir vuruşta on pınar Çıkartabilir miydi çakmak kayalarından Öldürmeseydim hiç acımadan Gözünün önünde o çocuğu Bütün suçsuz çocukların katili Firavun’u boğar mıydı daha yeni kurumuş bir deniz 2(s. 203204). Ali Haydar Haksal‟a göre Kur‟ân-ı Kerimde geçen Hz. Musa ile Hızır kıssasından alınması gereken temel ders “diriliş”tir. Hızır, bir çocuğu öldürürken, aynı zamanda başka bir şeyi de diriltiyordu. Çocuğu öldürürken zulmü öldürmüş oluyordu çünkü çocuk 2 Çalışmamızdaki dize alıntılarında; Gün Doğmadan (2003) İstanbul baskısı esas alınmıştır. 95 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Mehmet Rağıp Ete büyüdüğünde zalim olacaktı. Yıkılmakta olan duvarı düzeltirken gelecekteki bir devletin temelini atıyordu. Gemiyi delmesi, o sırada küçük çocukların hakkını korumak içindi. Dolayısıyla Hızır‟ın her adımında diriliş vardır (Haksal, 2007, s.90). Sezai Karakoç da bir zamanlar halkın hafızasında güçlü bir şekilde yer tutan ama modern zamanlarda unutulmaya yüz tutmuş olan Hızır‟ı şiiriyle adeta “diriltmek”tedir. Sezai Karakoç‟un şiirinde Hızır‟ı kendisine yoldaş ve yardımcı bellemesi tesadüf değildir. Şairin Hızır‟ı ilm-i ledün‟e vâkıf olması, renkli, gizemli bir kişiliğe sahip olması ve en önemlisi de halk tarafından hüsn-i kabul ile karşılanmasından dolayı tercih ettiği söylenebilir. Şair, Hızırla Kırk Saat şiirlerinin 7. kısmında Hızır‟ın ağzından konuşarak iki çocuğun kendi aralarında konuştuklarını ve kendisinin (Hızır‟ın) özelliklerini tasvir ettiklerini aktarır: Yaşı hep altmış üç Yüzü yeni gelmiş bir vahiy gibi Gözlerinin önünde hep Rahman süresi canlanır (s. 163). 96 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Bu dizelerden hareketle Hızır‟ın Hz. Muhammed‟in vefat yaşı olan altmış üç yaşında olduğu ve yaşının hiç değişmediği, şair tarafından çocuklara söyletilmektedir. Hızır‟ın ölümsüz olduğu inanışıyla yaşının değişmediği, hep altmış üç olarak kaldığı inanışı birbirini destekler niteliktedir. Kalbi hep Yasin okur Kulağında ilk ayetlerin depremi Ben Hızır’ı gördüm kardeşim (s. 183). Yasin, Kur‟ân‟ın kalbi olarak tanımlanan suredir. Şair, Hızır‟ın kalbinin hep Yasin okuduğunu söyleyerek bu görüşe telmihte bulunur. Tasavvufta, Hızır‟ın görevleri arasında yola çıkanlara kılavuzluk, mürşitlik etme, velayet mertebesine erdirme, tasavvufun sırlarını öğretme, gerçeklerin meydana çıkarılmasına yardımcı olma ve felaketli, güç durumlarda imdada yetişme sayılabilir (Ocak, 2006, s.95). Halk inanışında Hızır‟ın görevlerinden sayılan evliyalara ve peygamberlere yoldaşlık etmesi, Hızır‟la Kırk Saat şiirlerinde aşağıdaki dizelerle dile getirilir: Hızırla Kırk Saat‘te Dini Referanslar Nuh’un bir işçisiydim Günlüğümü biriktirirdim tahta aralarında (s. 201). … Ben İbrahim’in sır katibi Yakub’un dedektifi Yusuf’un hapishane arkadaşı Düş yorumu öğretmeni Ama görmedim yavuz bir öğrenci Aydın kılıçların şelalesi Musa gibi (s. 203). Hızır‟ın darda kalanlara yardıma yetişmesi, halk arasında yaygın inanışlardan biridir. Aşağıda bu görevini aksattığı için suçluluk duyan Hızır‟ın pişmanlık dizeleri yer almaktadır. Ben Hızır… gün… falan saatta… yerde Suçlu bendim geç kalmıştım (s. 181). Hızır‟ın bu suçluluktan kendine biçtiği ceza da, Kendimi iki yüz yıl insanoğluna görünmemeğe mahkum ettim (s. 181) olur. İlm-i ledün‟e sahip olması ve peygamberleri yetiştiren öğretici kimliği Hızır‟ın ağzından şöyle ifade bulur: Şuayb’ın görünmeyeni benim Ben öğrettim Musa’ya eşyanın ötesini (s. 190). Halk inanışına göre Hızır ve İlyas senede bir gün buluşur. Bu tarih 6 Mayıs, yani kışın bittiği, tabiatın canlandığı ve yeşillere büründüğü tarihtir. Halk arasında Hıdrellez Günü olarak kutlanan bu gün, baharın müjdecisi olarak kabul edilir ve bu gün anısına şenlikler düzenlenir (Artun, 2008, s.120). İlyas’la buluştuk mu buluştuk da En yumuşak durumundaydı kabuğuyla yumurta… İlyas dedim Ey en yumuşak isimli kardeşim (s. 198). 97 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Mehmet Rağıp Ete 2. Miraç Hz. Muhammed‟in Miraç‟a çıkma mucizesi Hızırla Kırk Saat kitabında, 32. bölümde işlenmektedir. Şiir, destansı bir anlatımla dile gelmektedir. Şair, şiirine Mekke sokaklarının sessizliğiyle başlar ve aşağıdaki dizeleri şiirinde nakarat olarak kullanır. Yaklaştır kıyameti Uzaklaştır kıyameti Bu gece göğe çıkma mucizesi Miraç gecesi (s. 260). Karakoç, şiirinin beş ayrı bölümünde bu nakarata yer verir. Söz konusu nakaratın beş kez tekrar edilmesi tesadüf değildir. Miraç temasını işleyen bu şiirde nakaratın beş kez kullanılması, beş vakit namazın Miraç gecesinde farz kılınmasıyla alakalıdır. 98 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Bu kutlu yolculukta Hz. Muhammed‟e eşlik eden peygamberlerin isimleri, Hızır tarafından tek tek zikredilir. Adı zikredilen peygamberler en çok bilinen yönleriyle tasvir edilir. İbrahim atıldığı ateşle, Yusuf kardeşi Bünyamin‟le, Süleyman incitmekten çekindiği karıncayla, Davut gür sesiyle, Eyyub iyileşen yaralarıyla ön plana çıkarılır. Karakoç, şiirinde lirizmi hedeflediği kadar, didaktik olma kaygısı da gütmektedir: Musa da gelmişti Mermer levhalar dikilmişti İbrahim de gelmişti Çevresi ateş bir çemberdi … Yusuf da gelmişti Sağ yanında Bünyamin’di Süleyman da gelmişti Gelişini kadim bir karınca bildirmişti Davud da gelmişti Yankılanmıştı Gür bir demir sesiyle Mescid-i Aksa’da Hızırla Kırk Saat‘te Dini Referanslar Ayak sesi Eyyub da gelmişti Kudüs iyileşmişti (s. 262). Hz. Muhammed‟in gökler katında, yeryüzüne gönderilmiş tüm peygamberlerin ve meleklerin önünde imam olarak kıldırdığı namaz, Hızır anlatımıyla şöyle gerçekleştirilir: Peygamber imamdı Kıldılar namaz Melekler ve peygamberlerle Miraç gecesi (s. 262). Cebrail‟in bu yolcukta Hz. Muhammed‟e eşlik etmesi ve peygamberimizin Burak‟a binerek yol alması, Burak aldı ve gitti peygamberi Yıldırım çeken bir paratoner gibi Bu yürüyüş titretiyordu Cebrail’i (s. 263) sözleriyle dile gelir. Karakoç, şiirinde geleneksel temaları kullanırken, bunu modern formlarla desteklemeye çalışır. Örneğin Miraç‟ın resmedildiği bu şiirde, modern bir sözcük olan “paratoner” imgesine başvurulur. Şair böylelikle Miraç temasını eskiden olup bitmiş bir olay olmaktan çıkarıp günümüz insanının zihninde yeniden canlandırmaya çalışır. Böylelikle Miraç mucizesi, adeta yeniden dirilmiş, ihya edilmiş olur. Göğe çıkma yolculuğunda önce Burak‟ın sonra da Cebrail‟in Hz. Muhammed‟e veda etmesi ve bu yolculuğu sonuna kadar götürememeleri şu dizelerle ifade edilir: Burak yağdan çekilen kıl gibi çekildi Cebrail bir iki adım daha attı sonra geri çekildi Bir iki yanıkla atlatmıştı bu direnişi (s. 263). Hz. Muhammed‟in yolculuğuna devam etmesi ve bu meşakkatli yolculuğun zaferle sona ermesi, şairin anlatımıyla şöyle dile gelir: Peygamber ancak Refref’le geçti Ateşi yardı yatıştırdı kabaran suları Zırh yaptı sureleri 99 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Mehmet Rağıp Ete Her biri alnında inci taneleri Terdi Zaferdi bu Zaferdi (s. 263). Sevgi peygamberi Hz. Muhammed‟in bu zorlu yolculuktaki korunaklı zırhı, Yalnız aşktı sevgiydi onun pelerini (s. 264) dizeleriyle açığa kavuşturulur. Hz. Muhammed‟in Miraç‟a çıkmasının hikmeti ve en güzel ödülü aşağıdaki dizelerde dile gelir. Sonra gördü ve bildi Görüneni Görünmeyen görüneni (s. 264). 100 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Miraç dönüşü, Hz. Muhammed insanlara beş vakit namazı müjdeler. Namaz sayesinde insanlar istedikleri vakit Miraç‟a çıkıp Rableriyle görüşebileceklerdir. Karakoç, peygamberin Miraç‟a çıkmasının en büyük delilin miraç dönüşünde Müslümanlara beş vakit namazın farz kılınması olduğunu dile getirir. Ve dağıtın dostlara Gök armağanı Namazı Beş kere Günlük bir miraç gibi Ki gidip geldiğine En büyük bir şahitti (s. 265). 3. Hz. Musa ile Firavun Kıssası Hz. Musa ile Firavun kıssası Kur‟ân-ı Kerim‟in zikrettiği kıssalardan biridir. Bu kıssa Hızırla Kırk Saat kitabının 28. şiirinde anlatılır. Sezai Karakoç şiirleri, edebî ve sanat zevki yüksek olmalarının yanı sıra, faydalı dinî bilgiler sunmakla da görevlendirilmiş gibidir. Kur‟ân-ı Kerim‟de geçen Hz. Musa ile Firavun kıssası, Sezai Karakoç tarafından şiirde ayrıntılı bir şekilde işlenir. Karakoç, bununla Hızırla Kırk Saat‘te Dini Referanslar okuyucu kitlesini hem haberdar etmek hem de etkilemek niyetindedir. Münire Kevser Baş, şair Karakoç‟un tavrını şöyle yorumlar: Karakoç’un bu tavrı İslam medeniyeti şairlerinden gelen köklerle yakından ilgilidir. Geleneksel literatürümüze hakim olan tarz budur aslında. Naima Tarihi’nden tutun da Şuara Tezkireleri, menkıbeler ve hatta Mevlana’nın Mesnevi’sine kadar birçok eser ve tür didaktik kaygıyla yazılmakla beraber edebi üslubu da beraberlerinde taşımaktadırlar; çünkü divan şairleri de dahil olmak üzere bu medeniyetin ürünleri insana hitap ettiğini ve faydalı olanı önermekle görevli olduğu duygusunu hiçbir zaman göz ardı etmemiştir (Baş, 2011, s.12). Aşağıdaki dizelerde Hz. Musa‟nın Firavun‟a karşı gerçekleştirdiği üç mucize ayrıntılı bir şekilde işlenmektedir. Bu mucizelerin ilki, Kızıldeniz‟in yarılıp Hz. Musa ve arkadaşlarına yol vermesi mucizesidir: Vakit bir büyü vakti Bir büyünün öbür büyüden ayrılma vakti Denizi bir koşuda ata çevirme işlemi (s. 237). İkincisi, Hz. Musa‟nın koynundan çıkardığı elin bembeyaz olması; ışık, nur saçması (Yed-i Beyza) mucizesidir: Beyaz elin koyundan çıkma vakti (s. 237). Üçüncü ve son mucize olarak da Hz. Musa‟nın attığı asanın yılana dönüşmesi ve Musa‟nın, Firavun‟un büyücülerini yenmesi mucizesidir: Ölü ağacın yılana dönme vakti Yılana kutsal bir ödev yüklendiği saat Ki yılan böylece eski bir günahını ödeyecekti (s. 237) dizeleriyle tasvir edilir. Yukarıdaki dizelerde yılan, şeytanı sembolize etmektedir. Zira bazı rivayetlerde şeytanın yılan suretine bürünerek insanı kandırdığı söylenir. Yılanın “eski bir günahı” da Adem ile Havva‟yı cennetten kovdurmasıdır. Sezai Karakoç‟un asanın yılana dönüşmesini, yılanın eskiden işlemiş olduğu bir günahın kefareti olarak betimlemesi ve yılanın bu sayede tövbe ettiğini bildirmesi, lirizm dolu, şairane bir söyleyiştir. 101 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Mehmet Rağıp Ete Aşağıdaki dizelerde Hz. Musa İsrailoğulları‟nı, Firavun ise Mısır halkını temsil etmektedir. Hz. Musa‟nın nurlu eli (Yed-i Beyza) sayesinde bu karşılaşmadan galip ayrılması söz konusudur. Şair Karakoç, Hızırla Kırk Saat şiirlerinde başvurduğu kapalı anlatımlara, imge kullanımına bu şiirde de “kurumuş da olsa ağaçta bir can vardı” ve “ağaç cıvayı yendi” söyleyişleri ile devam etmektedir. Musa’yla büyücüler karşı karşıya geldi İsrail ve Mısır karşı karşıya geldi Kızıldeniz bir ceylan derisi gibi gerildi Kurumuş da olsa ağaçta bir can vardı ki O canı canlandırmayı Musa’nın eli bildi Ve ağaç cıvayı yendi İnanç yendi bilgiyi (s. 239). 102 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Şair Karakoç, Hz. Musa‟nın sahip olduğu imanı sayesinde Firavun‟un bilgili sihirbazlarını, büyücülerini yendiğini “inanç yendi bilgiyi” sözleriyle dile getirmektedir. 4. Hicret İslami dönemde geçen Hz. Muhammed‟in Mekke‟den Medine‟ye zorunlu göçünü anlatan Hicret temalı şiir, Hızırla Kırk Saat kitabının 36. bölümünde yer almaktadır. Sezai Karakoç, yeni formlarla kurguladığı şiirinde İslami dönem olaylarını hikâyeleştirerek anlatmaya devam etmektedir. Hz. Muhammed‟in bir gece yarısı, sahabesi Ebubekir‟le Mekke‟den Medine‟ye doğru göçleri, Ayet ayet sure sure yürüdüler Mekke’den Medine’ye erdiler (s. 282) dizeleriyle dile gelmektedir. Örümceğin normalde uzun zaman alacak ağını, mucizevi bir şekilde mağaranın ağzına hemencecik kurması ve güvercinin de aynı hızlılıkta mağara önüne yumurta dolu yuvasını kurmasının anlatıldığı dizeler şöyledir: Gün oldu Mağaraya girdiler Örümcek ağını pekiştirdi bir gecede bin yıllık Hızırla Kırk Saat‘te Dini Referanslar Güvercin bir kerede bıraktı sıcak yumurta (s. 282). Peygamberin bir gece yarısı Mekke‟yi gizlice terk etmesi ve ardından, yatağında Hz. Ali‟yi bırakması aşağıdaki dizelerle resmedilir. Hz. Ali, korkusuz bir şekilde ölmeyi göze alarak peygamberin yatağında yatmaktadır: Yatansa Ali’ydi Peygamberin yatağında Ölümü komşu gibi konuklayan kutlu döşekte (s. 282). Hz. Muhammed ile birlikte gizlice kaçan Hz. Ebubekir, saklandıkları mağarada bir delik olduğunu görür ve uyuyan peygamberi gelebilecek tehlikelerden korumak için ayağıyla deliği kapatır. Deliğe sıkışan yılan Hz. Ebubekir‟i ayağından ısırır. Acıya dayanamayan Ebubekir‟in gözyaşları, peygamberin yanağını ıslatır. Peygamber uyanır ve Ebubekir‟i yılanın soktuğunu öğrenir. Bunun üzerine şifalı tükürüğünü yılanın ısırdığı yere sürer ve yara hemen iyileşir. Peygamberin bu mucizesi şair Karakoç‟un dilinden şöyle yankı bulur: Ateşe dayandığı gibi İbrahim Sabretti yılan zehirine Ebubekir Yılan zehiri kamış şekeri gibi geldi ona (s. 282). Hz. Muhammed ve yol arkadaşı olan Ebubekir‟in, tehlikeli bir yolculuktan sonra hedefledikleri Medine‟ye varmaları ve Medine halkının kadını, erkeği, yaşlısı, genci, dam üstlerinde gelenleri coşkulu bir şekilde karşılamaları, Ve karşıladılar onları Yollarda Kent sokaklarında Anıt gibi erkekler Damlarda ufku giyinmiş kadınlar Gök çiğinin tüveyçleri çocuklar (s. 284) dizeleriyle anlam bulur. Medine halkının peygamberi görünce bir ağızdan söylediği ve günümüzde bile çoğu kişinin dilinde, kulağında olan Arapça ilahi, Sezai Karakoç‟un tercümesi ve dillendirmesi ile şu şekildedir: Yeni bir yürüyüşün 103 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Mehmet Rağıp Ete Yer sarsan gök titreten Yürek yumuşatan bir yürüyüşün marşıyla “Bir gün doğdu üstümüze ay doğdu Ufuktan Yükselen hep parlayan” (s. 284). 5. Kur’ân- ı Kerim Sezai Karakoç‟un Kur‟ân-ı Kerim‟e atıfta bulunduğu şiir, Hızırla Kırk Saat kitabının birinci bölümünde yer alan ilk şiirdir. Karakoç, anlatımını Hızır‟ın ağzından yaptığı bu şiir dizelerinde bir şehirden geçtiğini söyler ve şehir insanları hakkında gözlemlerini şöyle dile getirir: Her evde kutsal kitaplar asılıydı Okuyan kimseyi görmedim Okusa da anlayanı görmedim (s. 175). 104 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Yukarıdaki dizelerde şair tarafından günümüz insanlarına yönelik bir eleştiri, bir sitem söz konusudur. Şair, kutsal kitabın her evde “asılı” bulunduğunu ironik bir dille ifade ederek bu kitabın ne yazık ki okunmadığını, okunsa bile anlayan bir kimse görmediğini söyler. Sezai Karakoç, Kur‟ân-ı Kerim‟de geçen ayet ve sureler ile ilgili, Her ayet bir ülkeye bedel bir erdir Her sure cihana bedeldir (s. 280) güzellemelerini yapar. Şair, kutsal kitabımız olan Kur‟ân-ı Kerim‟in yeryüzünde bulunan tüm varlığın kullanma kılavuzu olmasına vurgu yapar. Kur‟ân-ı Kerim‟in insanlığın yegâne kurtuluş reçetesi olduğunu şu dizeyle ifade eder: Kur’an’dı tek avunuş tek umut tek düşünce (s. 278). 6. Mahşer Günü: Diriliş Mahşer gününün tema olarak işlendiği şiir, Hızırla Kırk Saat şiir kitabının son bölümü olan 40. bölümde yer alır. Sezai Karakoç, Hızır‟la olan kırk saatlik buluşmasını bu dizelerle sonlandırır. Duygulardaki orijinallik, sunuştaki orijinallikle buluştuğunda anlam kazanır. Aksi takdirde sunuştaki sıradanlık, orijinal duyguların Hızırla Kırk Saat‘te Dini Referanslar sıradanlaşmasına neden olur (Çetişli, 2006, s.47). Sezai Karakoç, mahşer anını kendisine has bir üslup ve anlatımla ele alır. Bu yönüyle anlatımı, tasvirleri özgündür. Sezai Karakoç, Hızırla Kırk Saat şiirlerinde söylenmemiş olanı söyleme, mevcut bakış açılarından farklı bakma ve ezber bozma gayretindedir. Mahşer günü, birçok kişinin nazarında korkulacak, ürperilecek bir gündür. Birçok dinî kaynakta, bu günde meydana gelecek korkunç doğa olaylarından ve korkutucu tasvirlerden söz edilir. Mahşer algısı, Sezai Karakoç‟ta ise oldukça farklıdır. Şair, “mahşer”i hayat görüşü olarak benimsediği “diriliş”in nihayet başlayacağı gün olarak görür. Şaire göre mahşer, yok olmanın günü değil, diriliş‟in ve ölüm ötesinin başlayacağı gündür. Ölüm, bir yüzüyle doğumdur. Karakoç, mahşer günüyle ölümle ve ölüm ötesiyle barışıktır (Baş, 2011, s.49-52). Geldi derleniş günü Derleniş toparlanış vakti (s. 293). Karakoç, mahşer tasvirleri yapmaya devam etmektedir. Şair, mahşerin Kur‟ân‟ın peygamberimize nazil olmaya başladığı gece olan Kadir Gecesi‟nde olacağına inanır. Müslümanların hafızalarında yer eden korkunç mahşer sahnelerinin aksine Karakoç‟un mahşeri, son derece yumuşak ve huzur vericidir. Zira Karakoç‟a göre mahşer, felaket dolu doğa olaylarının sonucu olarak değil, yumuşak ve oldukça hafif bir yağmur eşliğinde gerçekleşecektir. Bir kadir günü ve gecesi Kur’an iniyor dağlardan tepelerden Yağmur onun yedeğinde (s. 293). Mahşer temasının işlendiği şiirde, Karakoç okuyucuyu şaşırtmaya devam etmektedir. Mahşer sahnelerinin anlatıldığı dinî kaynaklarda, mahşer anında herkesin ne yapacağını şaşıracağı, büyük bir panik ve telaş durumunun hâkim olacağı aktarılmaktadır; oysa Karakoç‟un mahşer saatinde, herkesin sakin ve sağduyulu olduğu, barışın ve çalışkanlığın hâkim olduğu tasvirler yer almaktadır. Karakoç‟un mahşer saatine insanlar ve hayvanlar hazırlıksız yakalanmamışlardır. Tam tersine bu anın geleceğini önceden bildiklerinden, bu anın hazırlığını çok evvelden yapmışlardır: Bir vahiy uğultusu arılarda Karıncalarda hikmet suskunluğu Barışı ve çalışkanlığı sağduyunun 105 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Mehmet Rağıp Ete Derleniş toparlanış diriliş saati Geldi (s. 294). Karakoç muhayyilesinde, mahşer gününde hesaba çekilmekten korkmayan, aksine bir an önce dirilip sonsuzluğa kavuşmak isteyen, çalışkan ve hikmet sahibi insanlar tasavvur eder. Sonuç Hızırla Kırk Saat şiirleri, Karakoç‟un da ifade ettiği gibi özel bir ruh haliyle oluşturulmuş şiirlerdir. Şair, kırk gün boyunca akşamüstleri deniz kenarına inip bu şiirleri büyük bir özveriyle yazmıştır. Bu şiirler şairde meydana gelen esrik, metafizik ruh halinin bir semeresi sayılabilir. Böylesine özel bir ruh haliyle oluşturulan şiirlerde İslami döneme ait olayların, şahısların, peygamberlerin, mucizelerin kısaca dinî referansların yoğunlukta olması anlaşılabilir bir durumdur. 106 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Sezai Karakoç‟un bu manevi yolculuğa çıkarken yanına Hızır‟ı alması tesadüf değil, aksine bilinçli bir tercihtir. Hızırla Kırk Saat şiirlerinde, şair bazen kendi ağzından ama çoğunlukla Hızır‟ın dilinden olan biteni anlatır. Şair, Hızır‟ın kanatlarıyla Asr-ı Saadet‟e, peygamberler tarihine, Miraç‟a, kıyamet gününe seyrüseferler yapar. Karakoç, halk inanışına da paralel olarak Hızır‟ı kendine bir yoldaş ve kılavuz olarak şiirinde kurgular. Hızır sayesinde olunmayacak yerlerde olur, girilmeyecek yerlere rahatlıkla girer, bilinmeyecek olan bilgileri kolaylıkla bilir. Hızır imgesi, Sezai Karakoç‟un şiir dünyasına büyük bir zenginlik ve rahat hareket etme olanağı katar. Bu da Hızırla Kırk Saat şiirlerinin zaman ve mekân sınırlarının bir hayli genişlemesine katkıda bulunur. İslam Medeniyetine ait geleneksel temalar, Hızırla Kırk Saat şiirlerinde son derece modern bir dil ve formla okuyucuya sunulmuştur. Şair Karakoç, kendini ait hissettiği İslam Medeniyetinin manevi, metafizik damarını; modern zamana, şiire ve okuyucuya anakronik bir durum oluşturmadan, başarıyla aktarmıştır. Kaynakça Artun, E. (2008). Halk kültürü araştırmaları. İstanbul: Kitabevi. Baş, M. K. (2011). Sezai Karakoç şiirinde metafizik vurgu. İstanbul: İnsan. Çelebi, İ. (1998). Hızır, Türkiye diyanet vakfı İslam ansiklopedisi. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı. (cilt 17) 406- 412. Hızırla Kırk Saat‘te Dini Referanslar Çetişli, İ. (2006). Metin tahlillerine giriş/1 şiir. Ankara: Akçağ. Haksal, A. H. (2007). Sezai Karakoç eleğim sağmalarda gökanıtı. İstanbul: İnsan. Karakoç, S. (1990). Hatıralar. İstanbul: Diriliş Dergisi. 107-114. Karakoç, S. (2003). Gün doğmadan. İstanbul: Diriliş. Karakoç, S. (2007). Edebiyat yazıları II. İstanbul: Diriliş. Karaman, H. vd. (2009). Kur’ân-ı Kerim ve açıklamalı meali. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı. 299-301. Karataş, T. (1998). Doğu’nun yedinci oğlu Sezai Karakoç. İstanbul: Kaknüs. Ocak, A. Y. (2006). Hızır İlyas kültü. İstanbul: Kabalcı. Su, H. (2010). Bir tecdit olarak diriliş düşüncesi, Sezai Karakoç Özel Sayısı. İstanbul: Hece. 9-23. 107 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Mehmet Rağıp Ete 108 Mukaddime, Sayı 8, 2013 TĠRE (VAKIF) NECĠP PAġA KÜTÜPHANESĠ’NDE BULUNAN BĠRKAÇ TEZHĠPLĠ YAZMA ESER Oktay HATĠPOĞLU Yrd. Doç. Dr., Atatürk Üni., Güzel Sanatlar Fakültesi Geleneksel Türk El Sanatları Bölümü Özet Millî varlığımızın ve kültürel mirasımızın sembolü olan sanat eserleri arasında yazma eserlerin önemli bir yeri vardır. Geçmişten günümüze ulaşan yazma eserler, bugün özel koleksiyonlarda, müzelerde ve kütüphanelerde muhafaza edilmektedir. Bu kütüphanelerden biri de İzmir’in Tire ilçesindeki Necip Paşa Kütüphanesi’dir. Necip Paşa Kütüphanesi, bünyesinde barındırdığı çeşitli tarihlere ait yazma eserlerle günümüze ışık tutan kıymetli bir hazinedir. Kütüphanede yaklaşık 200 civarında tezhipli yazma eser bulunmaktadır. Bu eserlerden Necip Paşa tarafından kütüphaneye vakfedilen müzehhep yazma eserler arasından tezhipleri incelenmeye değer dört yazma eser, tezhip sanatının farklı dönemlerinin ürünleri olması hasebiyle makale kapsamına alınmış ve tanıtılmıştır. XV., XVI., XVII. ve XVIII yüzyıllara ait olan bu eserler, sayfa düzeni, desen, motif ve renkleri bakımından tezhip sanatının farklı dönemlerine ışık tutması yönleriyle önem arz etmektedir. Anahtar Kelimeler: Necip Paşa Kütüphanesi, Tire, el yazması, tezhip. Abstract Tire Necip Pasha Library and some of its Illuminated Manuscripts Among the artworks which are symbols of our national wealth and cultural heritage, manuscripts are of great Mukaddime Sayı 5, 2012 Oktay Hatipoğlu importance. The manuscripts which remained to present day are kept in some private collections, museums and libraries. One of these libraries is Necip Pasha Library in Tire, one of the districts of İzmir. Necip Pasha Library with its manuscripts belonging to various dates is a precious treasure which sheds light on today. There are around 200 illuminated manuscripts in the library. Four manuscripts donated to the library by Necip Pasha, whose illuminations worthy of analyzing are introduced in the article. Their illuminations belong to different periods of illumination tradition. These manuscripts which belong to 15, 16, 17 and 18. centuries are important for providing information about different periods of illumination art with their page design, pattern, motifs and colours. Keywords: Necip illumination. Pasha Library, Tire, manuscript, Kurte 110 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Kitêbxaneya Necip PaĢa ya Tîre (Vakif) û Çend Berhemên Destxet ên Bitezhîb Di nav berhemên hunerî de, ku sembola hebûna me ya netewî û mîrata me ya kulturî ne, cihekî muhîm a berhemên destxet heye. Berhemên destxet ên ku gihiştine îro di koleksiyonên taybet, mûze û kitêbxaneyan de têne parastin. Yek ji van kitêbxaneyan jî li navçeya Îzmîrê Tîreyê Kitêbxaneya Necip Paşa ye. Kitêbxaneya Necip Paşa, berhemên destxet ên ji demên cuda cuda dihewîne û bi vî awayî dema me ya îroyîn ronî dike. Li vê kitêbxaneyê nêzî 200 berhemên destxet ên bitezhîb hene. Ji nav berhemên destxet ên bitezhîb de, ku ji aliyê Necip Paşa ve hatine weqifkirin ango bexşandin, çar heb jê tezhîbên wan hêjayî lêkolînê ne û ji ber ku nimûneyên dewrên cuda cuda yên hunera tezhîbê ne, bûne mijara vê gotarê û di vê gotarê de wê bêne nasandin. Ev berhemên ku ji sedsalên 15., 16., 17. û 18. in, ji aliyê pergala rûpelê, neqş, motîf û rengan ve nimûnetiya dewrên cuda dikin û ji vî alî ve jî muhîm in. Bêjeyên Sereke: Kitêbxaneya Necip Paşa, Tîre, destxet, tezhîb. Tire (Vakıf) Necip PaĢa Kütüphanesi’nde Bulunan Birkaç Tezhipli Yazma Eser الملخص مكتبت تيرة (الىقف) نجيب باشا وعذد من المؤلفاث المخطىطت المهذبت انمؤنفاخ انمخطىطح نها مكاوح ها ّمح مه تٍه اَثاس انراسٌخٍح انرً هً عالمح ً انمؤنفاخ انمخطىطح انرً وصهد مه انماض.ًكٍاوىا انىطىً وذشاثىا انثقاف ومه هزي. ٌحرفظ تها انٍىو فً انمجمىعاخ وانمراحف وانمكرثاخ،إنى ٌىمىا .انمكرثاخ انمكرثح انرً فً ضاحٍح ذٍشج انراتعح نمذٌىح إصمٍش مكرثح وجٍة تاشا مكرثح وجٍة تاشا ذحفح راخ قٍمح انرً ذضًء ٌىمىا تما ذحرىي مه انمؤنفاخ مؤنفح مخطىطح022 فً انمكرثح ما ٌقاسب.انراسٌخٍح انمخطىطح انمرىىعح ً ومه هزي انمؤنفاخ أستع مؤنفاخ مه انمؤنفاخ انمخطىطح انمهزتح انر.مهزتح ّ أوقفد مه قثم وجٍة تاشا وانرً ذسرح قذ ُع ِّشفد،ق انرذقٍق مه حٍث انرهزٌة ّ فهزي انمؤنفاخ.فً هزي انمقانح الحرىائها عهى مىرجاخ عهىد مخرهفح نفه انرهزٌة ّ راخ أهمٍح إلضائرها انعهىد انمخرهفح51 و،51 و،51 و،51 انرً هً نقشن نفه . واألنىان، واألشكال، وانضخشفح،انرهزٌة مه حٍث وظاو انصفحح . انرهزٌة، انمخطىط، ذٍشج، مكرثح وجٍة تاشا:الكلماث المفتاحيت 1. GiriĢ Türk kültür ve sanatının ana kaynağını oluşturan temel unsurlardan biri de yazma eserlerdir. Türklerde kitap sanatlarının çok eskilere dayanan köklü bir geçmişinin olması, ecdadımızın kitaba, dolayısıyla bilim ve sanata verdiği önemin açık bir delilidir. Özellikle Türk hükümdarlarının saraylarında nakkaşhane bulundurma geleneğinin (Tanındı, 2006, s.331), başta Kur’an-ı Kerîmler olmak üzere, bilimsel ve edebî konulara ait diğer el yazmalarının da hızla çoğalmasında ve kütüphaneler kurulmasında büyük tesiri olmuştur. Günümüzde gerek yurt içinde gerekse yurt dışındaki birçok kütüphane ve müzede bulunan yazma eserler, bizlere çok önemli ilmî ve edebî bilgileri aktarmalarının yanı sıra, sanatsal nitelikleri bakımından ait oldukları dönemin sanat zevkini ve sanat anlayışını da aktaran önemli kültür varlıklarıdır. Başta Kur’an-ı Kerimler olmak üzere, konuları bakımından çeşitlilik arz eden yazma eserler, hat, tezhip, minyatür, ebru ve cilt gibi kitap sanatlarını bünyesinde barındıran paha biçilemez sanat eserleridirler. Türkiye’de çok sayıda kütüphane, yazma eserler bakımından oldukça zengindir. Bu kütüphanelerden biri de İzmir’in Tire ilçesinde bulunan Vakıf Necip Paşa Kütüphanesi’dir. Bünyesinde mevcut olan tezhipli yazmalar bakımından Necip Paşa Kütüphanesi, Manisa Kitap Sarayı ve İzmir Millî Kütüphanesi’nden sonra, Ege bölgesinde üçüncü 111 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Oktay Hatipoğlu büyük kütüphanedir (Üstün, 1994, s.84). Kütüphanede, XII. yüzyıl ortalarından XX. yüzyıl başlarına kadar değişik dönemlere ait, 3000 civarında el yazması ile 1135’i basma olmak üzere toplam 2282 adet Arapça, Farsça ve Türkçe eser bulunmaktadır. Bunlardan 671’i Necip Paşa Vakfına kayıtlı olup bakımı yapıldıktan sonra ebru ve deri kaplı mahfazalar içerisinde korunan değerli yazma eserlerdir (Yıldırım, 2006, s.494). Türkçe harflerle basılı kitap ve dokümanların sayısı ise 9000 civarındadır. Demirbaş kayıtlarına göre, kütüphanede yaklaşık 200 civarında müzehhep yazma eser bulunmaktadır (Üstün, s.84). Tezhipleri bakımından incelenen bu yazma eserler, XV. yüzyıl ile XIX. yüzyıl arsındaki tarihlere ait yazma eserler olup Mushaf-ı Şerîf’ler, İslami ilimler, dinî, edebî ve tarihî gibi konularla alakalı eserlerdir. Makale kapsamında, bu müzehhep yazma eserlerden dört tanesi tezhip sanatının farklı dönemlerinin tezhip anlayışlarını temsil etmeleri bakımından konuları dikkate alınmadan ele alınmıştır. XV., XVI., XVII. ve XVIII. yüzyıllara tarihlenen bu eserler, sayfa düzeni, renk, desen ve motif özellikleri açısından tezhip sanatının farklı dönemlerine ışık tutması ve ait olduğu dönemlerde, tezhip sanatının gelişimini yansıtmaları bakımından önem arz etmektedirler. 112 Mukaddime, Sayı 8, 2013 2. Tire Ġlçesi ve Necip PaĢa Kütüphanesi’nin Tarihçesi İzmir ilinin en önemli ve eski ilçelerinden biri olan Tire, İzmir’in güneydoğusunda yer almakta olup şehir merkezine uzaklığı 80 km.’dir. Tarih boyunca Hititlerden Romalılara, Bizanslılardan Osmanlılara kadar pek çok uygarlığı yaşamış olan Tire, XII. yüzyıldan itibaren Türk aşiretlerinin akımına maruz kalmıştır. Şehir, 1308’de Aydınoğulları tarafından fethedilerek Türklerin eline geçmiş, uzun yıllar bu beyliğe başkentlik yapmış ve 1425-26 tarihinde de Osmanlı topraklarına katılmıştır. XIV. yüzyıl başlarından itibaren, Batı Anadolu’ya Türk nüfusun yerleşimiyle (Darkot, 1991, s.380; Armağan, 1991, s.65), Tire, Aydınoğulları döneminde büyük bir imar faaliyetine sahne olmuş, özellikle Fatih Sultan Mehmet devrinde, Anadolu’nun sayılı şehirlerinden biri haline gelmiştir (Darkot, s.381; Bayraktar, 2003, s.1). Tire’nin tarihî gelişim içindeki yükselişi ve nitelik-nicelik yönünden gelişip seçkin bir konuma ulaşmasında kente, zengin aşiret ve boyların yerleşimi en önemli etkenlerden biri olmuştur. Bu aşiretler arasında özellikle Bayındır, Çepni, Yuvalı, Avşar, Akkoyunlu ve Teke gibi aşiretler zamanla üretimde, sanatta ve Tire (Vakıf) Necip PaĢa Kütüphanesi’nde Bulunan Birkaç Tezhipli Yazma Eser düşüncede önemli bir gelişim sağlamışlardır (Armağan, 1991, s.6466). Tire’ye dair çok sayıda araştırması bulunan M. Armağan, Tire için, “Adeta sarayın tarlası gibidir. Bu verimli tarla yüzlerce yıl her alanda saraya eleman yetiştirmiştir.” tabirini kullanmaktadır. Merkezî yönetimin ihtiyaç duyduğu siyasi, sosyal ve sanat alanlarında buradan yetişmiş insan gücü, Türk tarihinde Tire’ye seçkin bir yer kazandırmıştır. XV. yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti’nde çok önemli isimler Tire’den yetişmeye başlamıştır. XV. yüzyılın ileri gelen devlet adamlarından Kara Hayrettin Paşa, Ahmet Paşa, Rum Mehmet Paşa ile XVI. yüzyılın ünlü sadrazamı Lütfü Paşa ve Lala Sinan Paşa gibi ilim ve sanat alanında da daha birçok değerli isim Tire’den yetişmiştir (Armağan, 1191, s.66). Köklü bir ilim ve kültür geleneğine sahip olan Tire’den yetişen ilim adamları ile burada kaleme alınan kitaplar ve yine burada istinsah edilmiş yazma eserler, kültür tarihimizi ve kütüphanelerimizi aydınlatmışlardır (Yardım, 1994, s.68). Tarihî zenginlikler bakımından Manisa ve Bursa gibi Osmanlı şehirleriyle benzerlikler gösteren Tire, Beylikler ve Osmanlı döneminden günümüze ulaşabilen çok sayıda tarihi esere sahiptir. Necip Paşa Kütüphanesi, bu eserlerin son önemli örneklerinden olup Tireli meşhur âlim İbn-i Melek ve Aydınoğlu Süleyman Bey’in türbelerinin doğu yanında, İsmail Efendi Medresesi’nin bulunduğu yerde duvarlarla çevrili bir avlu içerisinde yer almaktadır (Yıldırım, 2006, s.494) (Fotoğraf 1). Klasik devir Osmanlı mimari üslubu ile inşa edilen yapı, eğimli çatıyla örtülü bir giriş revakı ile 8.90 X 9.00 m. ölçülerinde kare planlı ve tek mekânlıdır. Üzeri sekizgen kasnak üzerine oturan tek kubbe ile örtülüdür. Rutubete tedbir olarak yapı yüksek bir platform üzerine fevkani biçimde inşa edilmiştir (Bayraktar, s.1). Ön tarafında bulunan revak kısmı sonradan camekânla kapatılarak okuma yeri olarak düzenlenmiştir. Ana mekânın ortasında, halen el yazması ve diğer değerli basma eserlerin korunduğu, sonradan ilave edildiği anlaşılan sekizgen piramit şeklinde ahşap bir bölüm bulunmaktadır. Kütüphane, II. Mahmut döneminde İstanbul dışında, mimari bakımdan tamamen bağımsız ve herhangi bir kurumla ilişiği olmadan inşa edilen ilk kütüphanelerden biridir. II. Mahmut dönemi devlet adamlarından Şam ve özellikle Bağdat valiliklerindeki hizmetleriyle bilinen, Gürcü asıllı Mehmet Necip Paşa tarafından 1827 senesinde yaptırılmıştır (Yıldırım, 2006, s.494). Necip Paşa’nın Tire’ye böyle bir eser kazandırmasının nedeni kesin olarak bilinmemektedir. 113 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Oktay Hatipoğlu 114 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Kütüphanenin inşa edildiği 1800’lü yıllar, Tire’nin çok sayıda medrese, sıbyan mektebi gibi eğitim kurumlarının mevcut olduğu yıllardır. 1826 senesinde Tire’ye sürgün edilen Tıp bilgini Şanizâde Atâullah Efendi’nin Tire’ye gelişine nezaret eden Necip Paşa, İbn-i Melek Medresesi talebelerinin ağaç altlarında, binaların köşelerinde ders çalıştığını görmüş ve bu kütüphaneyi yaptırmaya karar vermesinde tesiri olmuş olabilir (Armağan, 1989, s.63). Necip Paşa, kurduğu kütüphanenin yaşaması ve ihtiyaçlarının karşılanması için bir de vakfiye düzenlemiştir. Kütüphanenin, Vakıflar Genel Müdürlüğü arşivinde bulunan 1828 (H. 1244) tarihli vakfiyesinde yer alan “…Baruthâneler Nâzırı atûfetlü, re’fetlü Mehmed Necip Efendi İbn Abdü’l-Mûcip hazretleri…” ifadelerinden anlaşıldığı üzere kütüphaneyi yaptırdığı senelerde Necip Paşa, halen Baruthaneler Nâzırı olarak görev yapmaktadır (Şeker, 1994, s.69). Sarayda bulunmanın sağladığı fayda ile çok sayıda değerli el yazmasını temin ederek kütüphanesine bağışlayan Necip Paşa, kütüphanenin yapılışında hiçbir fedakârlıktan kaçınmamıştır. Ayrıca Vakfiye’nin metni incelendiğinde Tire, Bayındır, Birgi, Ödemiş ve Sultanhisar’da, bizzat Necip Paşa’nın sahibi olduğu anlaşılan çok sayıda arazi, dükkân, han ve çiftliklerden oluşan gelir getirici mülk, kütüphanenin uzun yıllar yaşaması için vakfedilmiş ve bu malların nasıl yönetileceği hususu da vakfiyede yazılmıştır (Şeker, s.69). Vakfiyede, kütüphaneye bağışlanan kitapların özelliklerinden görevlilerin niteliklerine, sayım ve denetim yapacak heyetin seçimine, binanın bakım ve onarımı için yapılacak giderlere kadar her ayrıntı açık bir şekilde yazılmıştır (Şeker, s.70; Yıldırım, 2011, s.15). En son 1996 senesinde tamir ve bakım görmüş olan kütüphane, İzmir Vakıflar Bölge Müdürlüğü sorumluluğunda hizmet vermeye devam etmektedir. 3. Kütüphaneye Necip PaĢa Tarafından Vakfedilen Tezhipli Yazma Eserlerden Bazı Örnekler Tire Vakıf Necip Paşa Kütüphanesi yazmalar koleksiyonunda, “Necip Paşa Vakıf eserleri” bölümünde bulunan el yazması eserlerden tezhipleri bakımından inceleyeceğimiz ilk eser, Nureddin Abdurrahman bin Ahmed el-Horasanî’ye ait olup 898 H./1481 M. tarihinde Sultan Ali Şirazî tarafından istinsah edilen NP/394 envanter numarasına kayıtlı Dîvân-ı Câmi adlı eserdir. Necip Paşa tarafından vakfedilmiştir. Eser Ta’lik hatla yazılmıştır. Eserin ebadı 21x12,5 cm., yazı alanı 13x7 cm. olup, 1b, 2a ve 5b sayfaları tezhiplidir. Eserde 1b Tire (Vakıf) Necip PaĢa Kütüphanesi’nde Bulunan Birkaç Tezhipli Yazma Eser ve 2a sayfalarında yer alan dibâce1 sayfaları karşılıklı olarak bezenmiştir (Fotoğraf 2). Simetrik olarak düzenlenen her iki sayfa bezemesi, devrinin özelliklerini yansıtmaktadır. Yazı, yedi satır halinde dikdörtgen bir form içerisine is mürekkebi ile yazılmıştır. Satır aralarında beyne’s-sütûr uygulanmıştır. Yazının iki yanında ters simetri desenli koltuk tezhibi bulunmaktadır. Penç, gonca ve yapraklardan oluşan bezemenin zemini laciverttir. Yazılı alanın alt ve üst kısmında yer alan başlık tezhibinin ortasında dendanlarla sınırlandırılmış, altın zeminli bir pafta yer almaktadır. Bu alanda, rumili bir desen ve beyaz üstübeç denilen beyaz mürekkep ile yazılmış kûfi yazı bulunmaktadır. Başlık tezhibinin deseni ¼ simetri olup stilize penç, gonca, yaprak ve rumi motifleri kullanılmıştır. Ayırma rumilerin zemini altın, diğer zeminde lacivert kullanılmıştır. Yazılı alanı ve başlık tezhibini, zemini altın, anahtarlı zencirek çevrelemektedir. Serlevha tezhibinin dış pervazını oluşturan desen simetriktir. Bezemede zemin, altın dendanlarla paftalara bölünmüş, ayırma rumiler ve ortabağlar ile zemin ayrılması yapılmıştır. Desende rumi, penç, gonca ve yaprak motifleri kullanılmıştır. Motifler pembe, sarı, mavi ve sülyen ile renklendirilmiştir. Zeminde ağırlıklı olarak lacivert, rumilerle ayrılan zeminde ise altın ve siyah kullanılmıştır. Bezeme tığlarla nihayetlendirilmiştir. Eserin 5b sayfasında başlık tezhibi bulunmaktadır (Fotoğraf 3). Bu bezeme; deseni, motifleri ve kullanılan renkleri bakımından dibâce tezhibinin başlık ve pervaz bezemesiyle aynı özellikleri taşımaktadır. Eserin 1b ve 2a sayfalarında bulunan dibâce tezhibi ile 5b sayfasında bulunan başlık tezhibi, sayfa düzeni ve tasarımı bakımından klasik anlayışın etkisinde olup XV. yüzyıl tezhip sanatı özelliklerini taşımaktadır. Bezeme ince bir işçiliğe sahip olup kullanılan motiflerin çeşitliliği bakımından da iyi durumdadır. Zeminin bütününde lacivert ile altının uyumu dengeli kullanılmıştır. İkinci eser; Kınalızâde Ali Çelebi olarak bilinen Osmanlı bilim adamı Alaaddin Ali bin Emrullah el-Hınnaî tarafından 973 H./1565 M. senesinde telif edilen NP/346 envanter numarasına kayıtlı, Ahlâk-ı Alâi adlı eserdir. Kütüphaneye Necip Paşa tarafından vakfedilmiştir. Eserin ebadı 21,5x13 cm., yazı alanı 15,5 x 7,5 cm. olup, Ta’lik hatla yazılmıştır. Eserin 1b sayfasında yer alan başlık tezhibi, devrinin özelliklerini taşımaktadır (Fotoğraf 4). Başlık tezhibi yatay dikdörtgen ve iklil2 olmak üzere iki kısımdan meydana gelmektedir. Yatay 1 Önsöz, Başlangıç, Mukaddime. Istılah olarak Unvan sayfasının Farsça ifadesi. Yazma eserlerin genellikle tezhipli ilk sayfaları için kullanılmıştır (Ayverdi, c. 1, 2008, 709). 2 Mushaf ve yazmaların başına yapılan taç biçimindeki süsleme (Ayverdi, c.2, 2008, 1395). 115 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Oktay Hatipoğlu dikdörtgen başlık tezhibinin ortasında altın dendanlarla oluşturulmuş altın zeminli pafta yazısızdır. Paftanın dışında kalan bezemenin deseni ¼ oranında simetriktir. Stilize penç, gonca, bulut, ortabağ ve yaprak motifleri kullanılmıştır. Zemin rengi lacivert olup dallarla ayrılmış zemin ile ortabağın zemini siyah, bulut motifinin zemini ise altındır. İklil kısmının bezemesi ½ oranında simetriktir. Rumi, bulut, penç, gonca ve yaprak motifleri kullanılmıştır. Zemin rengi ağırlıklı olarak lacivert olup dalların ve bulut motifinin meydana getirdiği küçük zeminler siyah olup rumi ve diğer bulut motifinin zemini ise altındır. Bitkisel motiflerde sülyen, pembe, sarı ve mavi renkler, bulut ve rumi motiflerinde ise altın kullanılmıştır. Bezeme çift tahrir3 (havalı) gonca ve penç motiflerinin kullanıldığı kobalt mavisi tığlarla nihayetlendirilmiştir. Eserin 1b sayfasındaki başlık tezhibi, tasarım anlayışı, deseni ve kullanılan motifleri bakımından XVI. asır klasik tezhip üslubundadır. Bezeme ince bir işçiliğe sahip olup stilize bitkisel motifler ve rumi motifinin yanı sıra, klasik üslupta çok görülen bulut motifi kullanılmıştır. Bezeme, kullanılan motiflerin çeşitliliği bakımından zengindir. Zeminin bütününde lacivert ile altının uyumu dengeli kullanılmıştır. 116 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Üçüncü eser; ferağ4 kaydında, Hattat Mustafa tarafından yazıldığı ibaresi yer alan NP/673 envanter numarasına kayıtlı Kur’an-ı Kerîm olup Necip Paşa tarafından vakfedilmiştir. Tarihi ile ilgili herhangi bir kayıt bulunmamaktadır. Eserin ebadı 31,5x22 cm. olup yazı alanı 19x12 cm. dir. Nohudi renk âhârlı kâğıt üzerine nesih hatla yazılmış Mushaf, her sayfasında 11 satır olan 390 varaktan oluşmaktadır. Zahriye sayfası bulunmamaktadır. Fatiha suresi ve Bakara suresinin ilk beş ayetinin yer aldığı dikdörtgen serlevha, karşılıklı olarak bezenmiştir (Fotoğraf 5). Sayfaların bezemesi birbirinin aynıdır. Serlevhada yazılı alanlar kare formunda olup yazı, nesih hattıyla 5’er satır halinde is mürekkebi ile yazılmıştır. Satır aralarında beyne’s-sütur5, ayetler arasında duraklar uygulanmıştır. Yazının iki yanında koltuk tezhibi yer almaktadır. Koltuk tezhibinin deseni ¼ simetriktir. Rumi ile beraber gonca, penç ve yaprak motifleri 3 Tezhip sanatında bir boyama üslubudur. Boyama tekniği olarak, motif ayrıntıları, arasında eşit zemin boşluğu bırakılarak önce iki taraflı tahrir çekmek suretiyle sınırlandırılır ve sonra içi doldurulur. Aynı üslup için havalı tabiri de kullanılır (Derman, 2009, s.526). 4 Yazma eserlerde en son sayfada bulunan ve metnin istinsâhının bittiğini ifade eden bilgi. Buna istinsah kaydı veya ketebe kaydı da denir (Ayverdi, c.1, s.952). 5 Tezhiplenen bir yazının satır aralarına yapılan altınlı veya renkli serbest tarzdaki tezyînî iş (Ayverdi, c.1, s.358). Tire (Vakıf) Necip PaĢa Kütüphanesi’nde Bulunan Birkaç Tezhipli Yazma Eser kullanılmıştır. Koltuk tezhibinde ayırma rumilerle zemin ayrımı yapılmıştır. Bezemenin zemini lacivert olup rumilerle ayrılan zemin altındır. Yazılı alanın altında ve üstünde bulunan, yatay dikdörtgen sure başlığı tezhibinin ortasında, rumi motifi ve helezonlarıyla oluşturulmuş altın zeminli paftada, üstübeç6 denilen beyaz boya ile surenin ismi sülüs hattıyla yazılmıştır. Sure başlığı tezhibinin deseni ¼ simetriktir. Bezemede rumi, gonca, penç ve yaprak motifleri kullanılmıştır. Motifler, pembe, sarı, kırmızı, siyah renktedirler. Bezemenin zemininde rumilerle zemin ayrımı yapılmış olup rumilerle ayrılan zemin altın, dışındaki zemin laciverttir. Sure başlığı tezhibinin çevresini bordo zemin üzerine beyaz renkle eksi (-) işareti işlenmiş ince bir pervaz sarmaktadır. Serlevha tezhibinin dış pervazında desen simetriktir. Bezemede rumi, bulut, penç, gonca ve yaprak motifleri kullanılmıştır. Tezhibin zemini, ayırma rumi ve bulut motifleriyle paftalara bölünmüştür. Rumi ve bulut motiflerinin ayırdığı zemin altın, diğer zemin laciverttir. Kırmızı dendanlarla sınırlandırılan tezhip, hatayi ve penç motiflerinden oluşan tığlarla nihayetlendirilmiştir. Kur’an-ı Kerîm’in serlevha tezhibi, sayfa düzeni ve bezeme anlayışı bakımından, klasik serlevha tezhibi özelliklerini taşımaktadır. Bezemenin işçiliği çok ince değildir. Zeminin bütününde lacivert ve altın dengeli kullanılmıştır. Eserde istinsah tarihi olmamasına rağmen eserin tezhibi, kullanılan motifler ve özellikle işçiliği yönünden değerlendirildiğinde klasik dönemin7 sonlarına doğru bir tarihte yapılmış olabileceği düşünülmektedir. Dördüncü eser ise ferağ kaydınd, Kütahya Gazisi, Hattat Ahmet b. Ali tarafından yazıldığı ibaresi yer alan NP/672 envanter numarasına kayıtlı Kur’an-ı Kerîm’dir. Kütüphaneye Necip Paşa tarafından vakfedilmiştir. Yazımına Ravza-i Mutahhara’da başlanan ve İstanbul’da tamamlanan Mushaf’ın yazımı 1145 H./1732 M. senesinde bitirilmiştir. Eserin ebadı 28,5x18,5 cm. olup yazı alanı 19x11 cm. dir. Nohudi renk âhârlı kâğıt üzerine nesih hattıyla yazılmış Mushaf, her sayfasında 13 satır olan 330 varaktan oluşmaktadır. Zahriye sayfası bulunmamaktadır. Fatiha suresi ve Bakara suresinin ilk beş ayetinin yer aldığı dikdörtgen serlevha, karşılıklı olarak bezenmiştir (Fotoğraf 6). Sayfaların bezemesi birbirinin aynı olup 6 7 Boyacılıkta kullanılan, kurşun karbonat ve kurşun hidroksitten ibaret zehirli maddedir (Ayverdi, c. 3, s.3320). XV. yüzyıl ortalarından XVII. yüzyıl sonlarına kadar devam eden, Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak, kültür ve sanat bakımından en üst seviyeye ulaştığı devir Klasik Dönem olarak isimlendirilmektedir (Taşkale, 2000, s.539). 117 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Oktay Hatipoğlu 118 Mukaddime, Sayı 8, 2013 bezemede kullanılan motifler bakımından devrinin tezhip özelliğini yansıtmaktadır. Serlevha sayfasında yazılı alanlar dikdörtgen formundadır. Yazı, is mürekkebiyle 7’şer satır halinde yazılmıştır. Satır aralarında beyne’s-sütur, ayetler arasında duraklar uygulanmıştır. Yazının iki yanında koltuk tezhibi yer almaktadır. Kıvrımlı yaprak motiflerinin kullanıldığı koltuk tezhibinin deseni simetriktir. Koltuk bezemesinde zemin altın olup sayfanın iç tarafındaki koltuk bezemesinde yapraklar mavi, dış taraftaki yapraklar ise pembedir. Yaprak motiflerine daha koyu tonda renkle tarama tekniği ile gölgelendirme yapılmıştır. Yazılı alanın altında ve üstünde bulunan, yatay dikdörtgen sure başlığı tezhibinin ortasında dendanlarla oluşturulmuş altın zeminli paftada üstübeç boya ile surenin ismi sülüs hattıyla yazılmıştır. Sure başlığının tezhip deseni ¼ simetriktir. Hatayi, penç, gonca ve yaprak motiflerinin kullanılmıştır. Bezemenin zemini altın olup motiflerde kırmızı, mavi ve mor renkler kullanılmıştır. Motiflere uygulanan tarama tekniği canlılık kazandırmıştır. Yazı alanını ve sure başlığı tezhibinin etrafında bordür yer almaktadır. Dendanlarla ve rumilerle zemin ayrılması yapılmıştır. Altın zeminli paftalarda zer-ender-zer8 tekniği, lacivert zeminli paftalarda ise tezhip tekniği uygulanmıştır. Altın zemin üzerine yapılan penç ve yapraklar da altınla boyanmıştır. Motifler zeminden siyah tahrirle ayrılmıştır. Altın zemine iğne perdahı9 ile üç nokta işlenmiştir. Dış pervazda eflatun renkli rumi motifleri ve sülyen renkli dendanlarla zemin ayrılması yapılmıştır. Rumi motiflerin ayırdığı paftada desen ½ simetrik olup sarı ve beyaz penç motifleri kullanılmıştır. Dallar ve yapraklar altındır. Dendanların ayırdığı paftalarda ise zemin altın olup iğne perdahı ile üç nokta işlenmiştir. Bu paftaların her birinde farklı farklı çiçek motifleri bulunmaktadır. XVIII. yüzyılın özelliklerini yansıtan bu çiçek motifleri natüralist üslupta çalışılmıştır. Paftaların arasında kalan zemin altındır. Altın zemin üzerine gonca, penç ve yaprak motifleri yine altınla işlenmiş ve siyah tahrir çekilmiştir. Tezhip, kırmızı ve mavi renkte, stilize gonca ve yaprak motiflerden oluşan çift tahrir (havalı) tığlarla nihayetlendirilmiştir. Kur’an-ı Kerîm’in serlevha tezhibi, bezeme anlayışı ve kullanılan renkler bakımından XVIII. yüzyıl tezhibi özelliklerini 8 9 Altın içinde altın. Zeminde ve motiflerde parlak veya mat olarak parlatılmış, sarı, yeşil gibi değişik renkte altın kullanılmasıyla yapılan bezeme tarzı (Ayverdi, c. 3, s.3536). Altın zemin üzerine, ucu çok sivri olmayan, burnu küt bir iğne ile bastırılarak noktalar yapılması işlemi (Yılmaz, 2004, s.136). Tire (Vakıf) Necip PaĢa Kütüphanesi’nde Bulunan Birkaç Tezhipli Yazma Eser taşımaktadır. Özellikle bezemede kullanılan natüralist üsluptaki çiçek süslemeleri, XVI. yüzyılın ortalarına doğru Kânunî’nin saray sernakkaşı olan müzehhip Karamemi’nin, klasik anlayıştan farklı üslupta, bu döneme ait tezhiplerde önemli bir yenilik olarak tezhiplerinde ilk kez kullandığı yarı stilize lale, gül, karanfil, sümbül gibi çiçek motiflerinin tesiri altındadır. Klasik dönemden Batılılaşmaya geçişte bir ara dönem olarak tanımlayabileceğimiz, XVIII. yüzyıla tarihlenen bu serlevha tezhibinde, klasik ve Batılılaşma dönemlerine ait bezeme unsurları birlikte kullanılmıştır. Ayrıca zeminde altının çok kullanılması ve iğne perdahı, rokoko üslubunun öne çıkan bezeme özelliklerindendir. 4. Sonuç Bu makalede, bünyesinde barındırdığı yazma eserler bakımından alanında önemli bir konuma sahip Necip Paşa Kütüphanesi’ni ve bu kütüphanede bulunan müzehhep yazma eserlerden (makalenin hacmi itibariyle) tezhipleri bakımından incelenmeye değer gördüğümüz ikisi Kur’an-ı Kerîm olmak üzere dört yazma eseri tanıtmaya çalıştık. Bu eserlerin tamamı “Necip Paşa Vakıf Eserleri” bölümüne ait olup tezhip sanatının farklı dönemlerinin ürünleri olması hasebiyle ele alınmıştır. İncelediğimiz eserlerden NP/394, NP/346 ve NP/673 envanter numarasına kayıtlı eserlerin tezhipleri, desenleri, motif özellikleri, kullanılan renkler ve özellikle işçilikleri bakımından klasik tezhip anlayışında olsalar da klasik üslubun farklı dönemlerine ait tezhip özelliklerine sahip eserlerdir. NP/394 envanter numaralı eser XV. yüzyıla, NP/346 envanter numaralı eser XVI. yüzyıla ve NP/673 numaralı eser de XVII. yüzyıla ait eser olup yazma eserlerin tezhipleri, sayfa düzeni, desen, kullanılan motifler ve renkler itibariyle istinsah tarihleriyle uyum göstermektedir. XV. yüzyılda istinsah edilmiş olan 1481 tarihli Divân-ı Câmi adlı eser, klasik tezhip üslubunun erken örneklerindendir. Tezhibin işçiliği çok ince değildir. Tezhip sanatında bulut motifi henüz kullanılmaya başlanmamıştır10. Tezhibinde gördüğümüz rumi motifi de klasik üslupta ulaştığı incelikte değildir. Siyah ve mavi renk zeminlerde ince dallar üzerinde yer alan basit bitkisel motifler ve rumi motifinin kullanılması ve tezhibin basit tığlarla nihayetlendirilmesi XV. yüzyıl tezhip sanatının belirgin özelliklerindendir. XVI. yüzyıla ait 1565 10 Bulut motifi, Osmanlı saray nakkaşhanesine ilk defa Sultan II. Bayezıd devrinde girmiş ve tezhipten çiniye, halıdan kumaşa kadar birçok alanda sevilerek kullanılmıştır (Mahir, 1990, s.4). 119 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Oktay Hatipoğlu 120 Mukaddime, Sayı 8, 2013 tarihli Ahlâk-ı Alai adlı eser, tezhibinin inceliği, altın ve lacivert rengin dengeli kullanımı ve deseninde yer alan bulut, rumi ve bitkisel motifler bakımından XVI. yüzyıl klasik tezhip üslubunun özelliklerini yansıtmaktadır. Ayrıca tezhip çift tahrir tekniğinde zarif bitkisel tığlarla nihayetlendirilmiştir. Bizim tarafımızdan XVII. yüzyıla tarihlendirilen NP/673 envanter numarasına kayıtlı Kur’an-ı Kerîm, tezhibi, kullanılan motifleri, ince olmayan işçiliği yönünden değerlendirildiğinde ve özellikle de XVII. yüzyılda yapılmış farklı yazma eserlerle karşılaştırıldığında (Fotoğraf 7) klasik dönemin sonlarına -XVII. yüzyılın ikinci yarısına- tarihlendirilmesi uygun olacaktır. Eserin tezhibi inceliğini ve zarifliğini yitirmiş, bezeme elemanları seyrekleşmiştir. Tezhibin genel tasarımı önceki dönemden farklı değildir. Son eser, XVIII. yüzyılda istinsah edilmiş, NP/672 envanter numaralı Kur’an-ı Kerîm ise 1732 tarihli olup Osmanlı tezhip sanatında klasik dönemden sonra gelen batılılaşma döneminin erken örneklerinden biridir. Eserin tezhibi, sayfa düzeni bakımından klasik üsluba ait özellikleri taşısa da batılılaşma döneminin yeni yerleşen bezeme unsurları da görülmektedir. Kullanılan renkler klasik tezhip anlayışından çok uzak olup zemine altın hâkim durumdadır. Aynı dönemde yapılmış diğer örneklerle özellikle kullanılan natüralist çiçek motifleri bakımından uyuşmaktadır (Fotoğraf 8). Eserin tezhibinde gölgelendirilmiş kıvrımlı yapraklar ve natüralist üslupta uygulanmış çiçek motifleri tezhip sanatında bir yenilik olarak kullanılmıştır. İncelediğimiz XV., XVI., XVII. ve XVIII. yüzyıllara ait yazma eserler, tezhip sanatının kronolojik seyri bakımından önem arz eden dönemlere sayfa düzeni, desen, motif ve renk açısından bilgi vermektedirler. Necip Paşa Kütüphanesi, bünyesinde barındırdığı yazma eserler bakımından ülkemizdeki önemli kütüphanelerden biridir. Kütüphanede bezemeleri ve muhtevaları bakımından incelenmeye değer birçok yazma eser bulunmaktadır. Bunların büyük çoğunluğu Sosyal Bilimler sahasına aittir. Kur’an ve Kur’an İlimleri, Hadis ve Hadis İlimleri, Akâid-Kelâm, Ahlâk-Tasavvuf, Tarih, Coğrafya, Felsefe, Mantık, Lügat, Dil gibi bilim dalları (Yardım, s.66), bu yazmaların muhtevalarını oluşturmaktadır. Ayrıca Tıp, Kimya, Matematik, Astronomi ve Astroloji gibi bilim dallarında da çok sayıda eser yer almaktadır. Her biri Türk-İslam sanatı şaheseri olan cilt, tezhip ve hat sanatı özellikleri bakımından görülmeye değer bu yazma eserler, günümüze kadar önemli bir bozulma ve tahrifat görmeden korunmuştur. Ulusumuzun kültür ve bilgi birikiminin temelini oluşturan bu yazma eserler, geçmiş ile gelecek arasında köprü vazifesi gören büyük bir mirastır. İnsanlığın ortak mirası olan bu eserler, bilim, Tire (Vakıf) Necip PaĢa Kütüphanesi’nde Bulunan Birkaç Tezhipli Yazma Eser sanat ve kültür araştırmaları sahasında en güvenilir kaynaklardır. Bu değerli yazmalara ev sahipliği yapan Necip Paşa Kütüphanesi; görülecek, araştırmalar yapılacak, bilim adamlarının çalışmalarına ışık tutacak bir hazinedir. Özellikle müzehhep eserler; hatları, kapları ve bezemeleri bakımından kitap sanatları sahasında çalışan akademisyen ve araştırmacılar için üzerinde çalışılacak, incelenecek ve gün yüzüne çıkarılacak çok kıymetli bir hazinedir. Günümüzde Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne bağlı olarak hizmet veren Necip Paşa Kütüphanesi’nin yıllık ziyaretçi ve okuyucu sayısı 4.000 civarındadır. Kütüphaneye gelenlerin büyük bir kısmı, müze niteliğindeki kütüphaneye gezmek için gelmektedirler. Diğer kısmı ise bilim, kültür ve sanat alanında araştırma yapan araştırmacılardan ve günlük okuyuculardan oluşmaktadır. Kaynakça Armağan, A. M. (1989). Tüm Yönleriyle Tire 2. İzmir. Armağan, A. M. (1991). Tire’nin Tarihçesi. Yeşil Tire. İzmir: Tire Belediyesi. Ayverdi, İ. (2008). Misalli Büyük Türkçe Sözlük, c.1. İstanbul: Kubbealtı. Bayraktar, S. (2003). Tire’de Necip Paşa Kütüphanesi. Güzel Sanatlar Enstitüsü Dergisi, 1- 16, Erzurum. Darkot, B. (1997). Tire, İA, XII/I, Eskişehir. Derman, Ç. (2009). Tezhip Sanatında Kullanılan Terimler, Tabirler ve Malzeme. Hat ve Tezhip Sanatı, Ankara. Mahir, B. (1990). II Bayezıd Dönemi Nakkaşhanesinin Osmanlı Tezhip Sanatına Katkıları. Türkiyemiz, (Şubat) Sy. 60, 4-13, Ankara. Mahir, B. (1993). Tezhip Sanatı. Geleneksel Türk Sanatları, Ankara: Kültür Bakanlığı. Şeker, M. (1994). Necip Paşa Kütüphanesi’nin Vakfiyesi. Türk kültüründe Tire, Ankara. Tanındı, Z. (2006). “Nakkaşhâne”, DİA, c. 32, İstanbul. Taşkale, F. (2000). Kur’an- Kerîm’de Açan Çiçekler. M. Uğur Derman 65. Yaş Armağanı, İstanbul. Üstün, A. (1994). Necip Paşa Kütüphanesi’ndeki Yazmaların Tezhib Bakımından Önemi. Türk Kültüründe Tire, Ankara. Yardım, A. (1994). Necip Paşa Kütüphanesi’nin Kültür Tarihimiz Açısından Önemi. Türk Kültüründe Tire, Ankara. Yıldırım, A. İ. (2006). Necip Paşa Kütüphanesi. DİA, c. 32, İstanbul. Yıldırım, A. İ. (2004). Tire Vakıf Necip Paşa Kütüphanesi Tezhipli Yazmalar Kataloğu, Tire. Yılmaz, A. (2004). Türk Kitap Sanatları Tabir ve Istılahları. İstanbul. 121 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Oktay Hatipoğlu FOTOĞRAFLAR: 122 Fotoğraf 1. Necip Paşa Kütüphanesi Mukaddime, Sayı 8, 2013 Fotoğraf 2. Dîvân-ı Câmi, 1b-2a sayfası Tire (Vakıf) Necip PaĢa Kütüphanesi’nde Bulunan Birkaç Tezhipli Yazma Eser Fotoğraf 3. Dîvân-ı Câmi, 5b sayfası 123 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Fotoğraf 4. Ahlâk-ı Alai, 1b sayfası Oktay Hatipoğlu Fotoğraf 5. NP/673 envanter nolu Kur’an-ı Kerîm’in Serlevha Tezhibi 124 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Fotoğraf 6. NP/672 envanter nolu Kur’an-ı Kerîm’in Serlevha Tezhibi Tire (Vakıf) Necip PaĢa Kütüphanesi’nde Bulunan Birkaç Tezhipli Yazma Eser Fotoğraf 7. Mesnevi XVII. yüzyıl (Necip Paşa Kütüphanesi’nden, envanter no: NP/313) 125 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Oktay Hatipoğlu 126 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Fotoğraf 8. Serlevha Tezhibi, XVIII. yüzyıl (Geleneksel Türk Sanatları’ndan) ÇALIŞTAY TANITIM VE DEĞERLENDİRMESİ Tahirhan AYDIN Yrd. Doç. Dr., Mardin Artuklu Üni., Edebiyat Fakültesi, Doğu Dilleri ve Edebiyatları Bölümü Di zanistên mirovî û civakî de bikaranîna Kurdî (I):Felsefe bi Kurdî, Mardin, 2013. Li Zanîngeha Mardîn Artukluyê bi hevkarîya Beşa Felsefeyî û Beşa Ziman û Çanda Kurdî di tarîxa 25-26 Çiriya Pêşîn 2013an de komxebateke bi navê “Di zanistên mirovî û civakî de bikaranîna Kurdî (I):Felsefe bi Kurdî” hat saz kirin. Di Tirkiyê de yekemîn car bu ku xebateke bi vî rengî hatiye li dar xistin. Sazgerê komxebatî di destpêkê de giringiya felsefeya bi kurdî weha got: “Ziman weke ku tê zanîn, hebûneke xwe ya jîndar heye. Bi dormana xwe ya jîndar de ziman an tekûz û geşedar dibe; yan jî lawaz dibe û dimire. Ziman û raman girêdayî hev in. Geşebûna raman û hizrê bi hêza ziman ve girêdayî ye. Hêza ziman jî bi xwedîbûna têgehan ve têkildar e. Zimanê ku di jiyana rojane de tê bikaranîn, zimanekî bi sînor e. Her wiha zimanê helbest û wêjeyê jî bi piranî zimanekî hestewar e. Lê divê zimanek hebûna xwe di hemû qadên jiyanê û hemû cureyên nivîskarî û ramanî de bide nîşan. Di zanistên civakî de, bi taybetî di felsefeyê de bikaranîna zimanekî, dibe ku weke pîvaneke tekûzbûna wî zimanî bê pejirandin. Ji bo ku zimanek bibe zimanê zanist û felsefeyê jî pêwîst e xwedî bingeheke hizirkirina razber (abstract) be. Wek Ricoure bal dikişîne, eger dê imkâna zanistên pirdisiplînî (multi disciplinary) bê bilêvkirin, divê di navenda wan de felsefe cî bigire. Lewre felsefe taybetiyên wek rexnegerî, pergalî û şîroveyî di nav xwe de dihewîne. Ji ber van taybetiyên xwe, rêbaza felsefeyî dibe ku pêşxistina hemû cure ramanên mirovî û civakî de rolekî bingehîn bigire. Ji bo ku Kurdî 12 Mukaddime Sayı 6, 2010 Tahirhan Aydın bibe zimanekî perwerdeyî û li hemû ast û qadên raman û jiyanê cihê xwe bigire divê gelek xebat li ser kategoriyên zanistan bên kirin. Aşkereye ku di van xebatan de, pewistî dê bi du aliyên pisporiyê hebe. Yek pisporiya ziman bixwe ye, ya din jî pisporiya beşên zanîstan e. Jiber vê yêkê di vê komxebatê de bi hevkarîya beşa zimanê kurdî û mamosteyên beşa felsefeyê a Zanîngeha Mardîn Artukluyê biryara rêze komxebatên li ser zanistên mirovî û civaknasî hatiye girtin. Komxebata yekem dê bi navê “Bi Kurdî Felsefe” bê lidarxistin. Rêza komxebatan dê li ser civaknasî, derûnasî, xwedanasî (ilahiyat), mirovnasî û beşên zanistên din de bidome.” 128 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Di komxebatî de Serwer Abdula “Wuşe ronan le zemanî kurdîda (zarawey felsefî be nimune)”, Ramazan Alan “Ziman ji hesaniyê hes dike”, İbrahim Bor “Têkiliya ziman û felsefeyê: her zimanek, xwedî felsefeyeke bi serê xwe ye”, Kawa Desture “Binema felsefîyekanî deqî kurdî yarsan”, Muayad K. Izaldeen “Felsef û politiqa”, Mesut Keskin “Kirin û karîna felsefeyê bi kurdî: ango çend ramanên hermeneutîk li ser fenomenolojiya hêza kurdî”, Michael Leezenberg “Classical and modern philosophy in kurdish: arabic and other models (felsefeya klasîk û nûçe: modelên ereb û ên din)”, Sarbast Nabi “Kurd û felsefe Ferzand Ali: Binema çemkî biyânîbun (alleniation)”, Dara Salam “Kêşeî ziman yan kêşeî felsefekarî be kurdî? rêjegeraîy û torî çemkekan le nêwan kulture cîawazekan da (Problem of language or the problem of philosophizing in kurdish? relativism and conceptual schemes in different cultural contexts), Rebwar Siwayli “Regire kulturiyekanî berdem ziman û kayey felsefe le komelgay kurdî da”, Kadri Yıldırım “Têgehên felsefeyî: klasik û nujen”, Zülküf Ergün “Nirx û rexneya têgehen di berhemên wergerên bi kurdî de” pêşkêş kirin. Adem Yıldırım (Ankara Unv.) Ahmet Gegez (Wergerê Cihana Sofî), Mustafa Çevik (Adıyaman Unv.) û Savaş Ergül (Hacettepe Unv.) wek mêvan beşdarî komxebatî bûn. Di destpêkî de serokê Beşa Felsefeyî Doç. Dr. İbrahim Bor, Dekanê Fakulteya Edebiyatê Prof. Dr. Ahmed Erkol, Serokê Enstîtuya Zimanên Zindî Prof. Dr. Kadri Yıldırım û Rektorê Zanîngeha Mardîn Artukluyê Prof. Dr. Serdar Bedii Omay axaftina vekirinê kirin. Di runiştina yekem de Kadri Yıldırım, İbrahim Bor, Farzand Ali û Mesut Keskin; a duyem de M. K. Izaldeen, Ramazan Alan û Serwer Abdullah; a sêyem de Sarbast Nabi, Rebwar Siwaylî, Kawa Desture; a çarem de Michael Leezenberg, Dara Salam, Zulkuf Ergun û Newzad Cemal gotarên xwe pêşkêş kirin. Di runiştina nirxandin û encamê de Çalıştay Tanıtım ve Değerlendirmesi Ahmet Erkol, Nesim Doru ê Rebwar Siwaylî fikr û ramanên xwe yên derdora komxwbatê de pêşkêş kirin. Ji Zanîngeha Amsterdamê Michiel Leezenberg jî di komxebatê de bi navê “Felsefe bi kurdî: rastîyên borî û hêvîyên pêşî” gotarek pêşkêş kir. Ew jî derheqê pêwistî û girîngiya vê komxebatê de weha dibêje: “Projeya avakirina felsefe bi zimanê kurdî bi xwe hêj karekî girîng û pêwîst e; ev proje me jî dawet dike bo hûrandin û rexneya rola zimanê li nasnameya neteweyî. Gelek netewerperên tirk û fars û ereb, û gelek rojhilatnasên rojavayê jî, dibêjin ku kurd tenê ziman û rewşembîra koçerî û bê şahrestaniyê hene. Berê her tişt lazim e ku em redd û pûça iddiyayyên wuha bikin.” Li gorî Leezenberg hêj di serdema klasîk de di nav kurdan de hem “şahrestan û wêjeya nivîser” hem jî “kevneşopiya zanistî û felsefî bi zimanê kurdî hebû.” Ew dibêje ku ji sedsala 17an avakirin û pêşketina zimanê gotarî heta zimanekî nivîser a helbest û zanistê ya zimanê kurdî dest pê kiriye. Di êposa Mem û Zîn‟ê de jî, gelek gotin û mafhûmên felsefî û zanistî hene. Kifş e ku Xanî filozofên mezîn ên kevneşopiya yunanî a klasîk nas dikir. Di Mem û Zîn’ê ne tenê navên filozofên bi nav û deng hene. Li ferhengoka helbesta Xanî gelek mafhûm û gotinên zanistî û felsefî jî hene, bi teybetî ji felsefeya neoplatonîk, ji tesewwuf û ji zanistên stêrnasî û kimya, weki cewher/cewâhir (substance), wucûd (being), zât/zâtî (essence), û feyz (emanation). Leezenberg dibêje “Wuha em dikarin bibêjin ku Xanî ne xerîbê kevneşopiya felsefî a klasîk a bi zimanê erebî bû.” Leezenberg di gotara xwe de niqaşa hebûn û nebûna kevneşopiya kurdî a felsefî dike. Li gorî gotara wî mînaka Ehmedê Xanî nîşan dide ku felsefe perçeke girîng a jîyan û rewşembîra medreseyên Kurdistana Bakur bû. Li medreseyan ne tenê zanistên erebî (el-„ulûm al-erebiyye yan el-„ulûm el-naqliyye), wekî serf û nehw, tefsîr û usûl el-fiqh, lê zanistên yunanî yan eqlî (el-„ulûm elaqliyye) wekî mantiq û felsefe jî hatine xwendin. Leezenberg dibêje ku li Bakur, metnên felsefê û bi teybetî mantiqî perçeke rêk û pêk a rêza medresên bûn. Leezenberg navên pirtûkên ku di medreseyên kurdistanê de wek kitêbên rêzê dihatin xwendin dijmêre. Lêkolînvan Leezenberg di dawiya gotara xwe de weke encamê dibêje ku kevneşopiya felsefî bi zimanê kurdî heye, lê kevneşopiyeke piçûk e û tenê li wextê felsefeya klasîk yan berînûjen a îslamî ye. Dîsa dibêje ku niha ji bo avakirina felsefe bi zimanê kurdî bi taybetî sê tişt pêwîst in. Pêwîstiya yekem ev e: lêgerîn û lêkolîn a eserên li ser mantiq û felsefe ên ku bi zimane kurdî yan ji destê zanayên kurd. Pêwîstiya dûwem wergerandin û standardkirina ferhengoka felsefî a bi kurdî ye. 129 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Tahirhan Aydın Pêwistiya sêyem ev e: Ji bo avabûna felsefeya akademîk a kurdî lazim e ku pêwendî bi hev re tên avakirin – li nav Kurdên ji parçên cûrbecûr ên Kurdistanê û bi taybetî jî eleqatên navneteweyî. Îbrahîm Bor di gotara xwe ya bi navê “Ziman û raman” de dibêje ku “Ziman jî wek serpêhatî û pevajoya mirovahiyê peşveçunek û goherînek derbasdike. Dikare bêgotin ku her zimanek dirok, çand û kesayetiya civakekî û gelekî di nav xwê de di hewîne. Heta ku ne tevahiya ziman, belki her bêje û peyvekî ji ziman jî wek DNA’yan dinav xwe de serpêhatî û dirokekî vedişêre.” Bor di gotara xwe de li ser çend têgeh û mijarên felsefeyê disekine. Bi rêça van têgehan nihêrîna liser hebûn, zanîn û nirxê ku di zimanê kurdî de derdikeve hole bi rêbazekî şikarî (analitics) vedikole. Disa Bor, li ser heyînasî (ontology), zaninasî (epistemology) û nirxnasiye (axiyology) radiweste û dibêje “… em dikarin bêjin ku ciyawaziya zimana cudahiya gerduna ne. Ciyawaziya çand û şaristaniya ne. Her zimanek bi xwe re dîtinek, nihêrinek, ramangeriyek û felsefeyekî tîne û riha wî gelî nişan dide.” Di encama gatara xwe de Bor weha dibêje: “Rastî ev mijare eşkere ye ku divê bi hurtir û kurtir liser xebat bên çêkirin. Hemû hurbînî û encamenên wê di xebatekê de ne guncawe ku derkevin hole.” 130 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Ergün di destpêka gotara xwe ya bi navê “Di nimûneya sê pirtûkên kurmancî de bikaranîna çemk û zaravên felsefî û zanistên mirovî” de “Çêkirina çemkên felsefeyê herçend ji aliyekî ve pispor û lêkolerên vê zanistê eleqedar bike jî di çarçoveya giştî ya zanistên mirovayetî de hemû zanistên mirovayetî eleqedar dike ku felsefe wek dayka van zanistan tê jimartin. Li aliyê din di nimûneya zimanê kurdî de çêkirina çemk û zaravên felsefî peywendiya xwe bi yekgirtin û lihevnêzîkkirna zimanê kurdî ve jî heye. Bêguman danîna çemk û zaravên zanistî yên yekgirtî yek ji hokarên girîng ên standartkirina zimanê kurdî ne.” dibêje. Piştê vê yeki Ergün behsa rawşa kurd û kurdistanê dike û derheqê jihevdûrketina zimanê kurdî û yeknegirtina çemk û zaravên zanistî weha dibêje: “Loma jî kurdekî Bakur dema dixwaze çemk û zaravên zanistî darijîne berê xwe dide tirkî, kurdên Rojava û Başûr berê xwe didin erebî û kurdên Rojhilat jî ji farisî sûdê werdigirin. Ev rastî dibe sedemê jihevdûrketina zimanê kurdî û yeknegirtina çemk û zaravên zanistî di zimanê kurdî de. Bo nimûne ji bo bêjeya “fenomen”ê ku bi erebî jê re dibêjin “zahîre” kurdên Başûr bêjeya “diyarde” darijtine. Kurdên Bakur jî di bin karîgeriya zimanê tirkî de bi çavlêkeriya “olgu”ya tirkî bêjeya “kirû” darijtine.” Ergün di gotara xwe de li ser sê pirtûkên ku di warê felsefeyê de hatine nivîsîn disekine û di van berheman de li ser helsangandina çemkên felsefî û Çalıştay Tanıtım ve Değerlendirmesi zanistî radiweste Yek ji van xebatan a Jostein Gaarder e ku ji aliyê Ahmet Gegez ve bi navê Cîhana Sofî hatiye wergerandin. Pirtûka duyem bi navê Çirûskîzm Li Ser Goşt û Agir û Hunerê Lêkolîneke Fenemenolojîk ji aliyê Rênas Jiyan ve hatiye nivîsîn. Pirtûka sêyem jî bi navê Vejîna Felsefeyê ji aliyê Abdulqadîr Gok ve hatiye nivîsîn. Ergün di encama gotara xwe de weha dibêje: “Di vê xebatê de me di nimûneya sê pirtûkên kurmancî de bikaranîna çemk û zaravên felsefî û zanistên mirovî lêkola û di encama vê lêkolînê de derket holê ku di vî warî de tevliheviyeke mezin heye. Ev tevlihevî jî bi çend aliyan xwe nîşan dide. Xala yekemîn ew e ku nivîskar û lêkolerên kurd dema çemk û zaravên nû yên zanistî dadirijînin gelek caran berê xwe nadin qaydeyên darijtina bêjeyan, loma jî carinan bi bêjeyên ku çê dikin qaydeyên darijtinê binpê dikin. Xala duyemîn carinan hin bêje di wateyên nû de tên bikaranîn ku ji bilî wan nivîskaran kesekî din wê bêjeyê di wê wateyê de bi kar neaniye. Ev jî dibe sedema tênegihîştinê yan têgihîştineke çewt. Xala sêyemîn hin bêjeyên ku di ferhengan de bi awayekî şaş cihê xwe girtine ji aliyê van nivîskaran ve jî hatine dubarekirin. Xala çaremîn her nivîskarek li gor xwe termînolojiyekê bi kar tîne, ev jî tevliheviya ku heye zêdetir dike. Xala pêncemîn ji bo her du paşgirên “ism” û “ist” ên zimanên ewrupayî di kurdî çendîn paşgir tên bikaranîn. Ev jî dibe sedemê tevliheviyeke termînolojîk. Loma jî yan divê ji nav van paşgiran formeke yekgirtî bê hilbijartin yan jî di nav van paşgiran de nuansên wateyê bên danîn.” Alan di gotara xwe ya bi navê “Zıman jı destpêkên hêsan hez dıke” de derheqê vê komxebatê weha dibêje: “Wisan dixwiye ev komxebata ku di bin banê vê zanîngehê de bi alîkariya beşa Felsefeyê û bi beşa Ziman û Çanda Kurdî pêk tê, li vî parçeyê welêt yekemîn komxebat e. Li zanîngehên dewletê çalakiyên bi vî rengî zêde li dar nakevin. Dema dikevin jî bi awayekî berfireh û bi îmkanên boş pêk nayin, di nav zanîngehê de hin beş û şexs vê înîsiyatîfê digrin ser xwe. Madem rewş û tentêl ev e, wê demê lazim e qîmeta vê pêngavê baş bê bikaranîn. Hele ku ev pêngav vî barî girtibe ser xwe: Ka ji bona “felsefe bi kurdî” çi îmkan hene? Astengî çi ne? Li gor astengiyan riyên çareseriyê kîjan in?.. Peydakirina bersiva van pirsan, dema barê vê komxebatê be, ku ez wisan bawer dikim, wê gavê destpêk û karakterê destpêkê bi xwe de stratejîk dibe.” Alan derbareyê girîngiya ziman de çend gotinên giranbuha neqil dike: “Derbarê ziman de tiştê ku hatine gotin û nivîsîn, bi piranî cewherhez (essentialist/özcü) in. Ji belexatekê jî bi têra xwe sûd werdigirin. Wek çi? Wek, ziman destpêka nasnameyê ye. Ziman, warê hebûnê ye. Ziman, mala mirov e. Ziman, sîkkeya qederê ye. Ziman, 131 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Tahirhan Aydın cewher û hişmendî ye. Ziman, mucîzeyeke bexşkirî ye. Ziman, zaroka kedê ye…” Alan derbareyê “DESTPÊK”ê de weha dibêje: “Destpêk, gavên girîng in, lewra li dû xwe tiştên din tînin. Ew di wextê xwe de baş neyên fêmkirin jî dîrok wan ji bîr nake.” Alan “destpêkirina ji sifirê an berdewamî”yê niqaş dike. Alan derheqê mebesta vê kombûnê jî weha dibêje: “Mesela me di serê axaftina xwe de got em niha ji bo mebesteke wiha li hev kom bûne: Gelo bi kurdî felsefe dibe an na? Potansiyela kurdî ji bo felsefeyê çi ye? An di perwerdehiyê de zanista felsefeyê bi kurdî dê çawa bê dayîn?” Li gorî Alan “gavên destpêkan girîng in, ew çiqas ji hêsaniyê hereket bikin ewqas fonksiyonel in. Fêmkirin û hêsanî bi hev re têkildar in, naskirina ziman û îmkanên ragihandinê riyên baş in. Û li ciyê ku îmkan gihîştibin sînorekê, dê mirov zor bide ku ji bo pêşketinê asoyek nû çêbibe…” Komxebat bi zaravayên Soranî û Jurmancî hat lidarxistin. Çardeh gotarên felsefik, teorik u rêbazî hatin teqdimkirin. Ji Hollanda, Ingilîstan, Kurdistana Başûr û ji zanîngehên Tirkiyê gelek felsefenas û zimannas beşdarî komxebatî bûn. 132 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Serokê Beşa Felsefeyê Îbrahîm Bor, ser navê licneya raxistinê ya komxebatê di daxwiyaniya encamê de xalên jêrîn weşand: 1. Divê zimanekî zanistî ji îmkanên hemû zaravayên kurdî bê çêkirin û ji bo vê yekîtiya zimên, xebat û lêkolînên akademîk bên kirin. Ev yek, encameke komxebatê ya herî girîng e. Wek gaveke pratîk a pêşîn dê ferhengokeke destan a felsefî bê amadekirin. 2. Tecrûbeya li Herêma Kurdistanê bi Soranî hatiyê holê ji bo xebatên bi kurmancî bên kirin giring e. Divê ji van xebat, berhem û tecrubeyan istifade bê kirin. 3. Zimanê Kurdî wek Erebî, Farisî û Tirkî zimanekî serekeyê gelên misilman ye. Divê di xebatên li ser avakirina zimanêkî zanistî û felsefî de tecrûbeya van gelan pêş çavan bê girtin. 4. Her wiha di avakirina termînolojiyên zanistî û felsefî de divê em haydarê talukeya xwerûkirina ziman bin. Dema lîteratura felsefî tê çêkirin divê em ji endîşeyên wek “bila her kes jê fêm bike” û “bila bi kurdiyeke xwerû be” dûr bimînin. 5. Divê li ser dîroka ramana kurdan lêkolînên xurtir û hûrtir bên kirin; ev xebatên ha dualî ne: xebatên fîlozof, alim û zanayên kurd ên ku bi zimanên wek erebî, tirkî yan farisî hatine nivîsîn; ya din jî Çalıştay Tanıtım ve Değerlendirmesi xebatên bi zaravayên kurdî hatine kirin. Divê ev her du cure xebat bên nasîn û li ser wan lêkolînên akademîk bên kirin. Bi girêdayî vê xalê: bi serê xwe felsefeya İşraka Suhrewerdî û filozofên ku felsefa wî şopandî ku piraniya wan kurdin wiya xebat û lekolînên nû liser bên kirin. 6. Ji bo ziman û hizreke felsefî, klasîkên kurdî çavkaniyên girîng in. Di nav wan de gelek term û têgehên felsefî cih digrin; her wiha di nav xwe de gelek tema, rê û şopên felsefî jî dihewînin. Divê li ser wan bi rêbazên felsefî û zanistî lêkolînên akademîk bên kirin. 7. Ji bo avakirin û cihgirtina têgeh û zaravayên zanistî cihekî taybet ê wergerê heye. Divê ji bo wergerên klasîkên felsefeyê komîteyên pispor bên avakirin. 8. Ev gotarên ku di komxebatê de hatine pêşkêşkirin dê bên çapkirin û wek pirtûkekê bê weşandin. 9. Daxwazeke sereke ya beşdarvanan, avakirina yekîtiya felsefevanên Kurdistanê ye. Bi vê komxebatê re xebatên binesaziya vê yekîtiyê dest pê kiriye. 10. Ji bo van xebatan yan dê malpereke nû bê avakirin yan jî li ser malperên bi van xebatan re têkildar, ev xabat dê bê belavkirin. 133 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Tahirhan Aydın 134 Mukaddime, Sayı 8, 2013 YAYIN İLKELERİ Mukaddime dergisi, tüm sosyal bilim dallarında üretilen nitelikli yazıların yer aldığı disiplinler arası hakemli ve akademik bir yayındır. Yılda iki kez yayımlanır. Dergiye gönderilen yazıların daha önce yayımlanmamış olması veya yayımı için değerlendirme aşamasında bulunmaması gerekir. İlmî toplantılarda sunulmuş bildiriler, gerekli açıklamalar yapılması şartıyla yayımlanabilir. Ancak bildiri kitaplarında yer alanlar yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir. Editör Kurulu, dergiye gönderilen yazıları Danışma Kurulu ile birlikte ön değerlendirmeye tabi tutarak uygun görülenler için hakem tayininde bulunur. Yayın dili Türkçe, İngilizce, Kürtçe, Arapça ve Süryanicedir. Makalenin başında, en fazla 150 kelimeden oluşan Türkçe ve İngilizce özet bulunmalıdır. En az 3, en çok 8 anahtar kelime verilmelidir. Yazılar tüm metin, girintili paragraflar, notlar ve referanslar dâhil, 12 punto Times New Roman yazı karakteriyle ve bir buçuk satır aralıkla, sayfanın iki yanında, üstünde ve altında 3’er santimetrelik boşluk bırakılarak yazılmalı ve sağ alt köşeye sayfa numarası verilerek gönderilmelidir. Yazılar, notlar ve referanslar dâhil 8.500 kelimeyi geçmemelidir. Şekil, fotoğraf, grafik ve çizimlere sıra numarası verilmeli ve metin içinde yeri geldikçe bu sıra belirtilip üzerine başlığı, nakledildiyse alt yazıda kaynağı yazılmalıdır. Kaynak ve referans metin içinde (APA sistemine göre) verilmelidir. Kaynakça bilgileri makalenin sonunda detaylı olarak verilmelidir. Zorunlu durumlarda açıklamalar dipnotta gösterilebilir. Yazılar dizgi, düzeltme ve baskı işlemlerinin hızlandırılması açısından Microsoft Word for Windows ile yazılmalı, Word ve pdf formatında Mukaddime dergisinin mail adresine ([email protected]) gönderilmelidir. Gönderilecek yazılarda, yazı türleri (derleme/araştırma/yorum) ve bilim dalları da göz önüne alınarak şu bilgiler verilmelidir: Başlık (büyük harf ile; İngilizce başlık küçük harf ile), yazar ve/veya yazarların isimleri, bir dipnotla unvanları ve kurum adresleri, özet (Türkçe, İngilizce) ve anahtar kelimeler (Türkçe, İngilizce). Derginin son bölümünde kitap tanıtımlarına ve bilimsel toplantı değerlendirmelerine yer verilmektedir. Yukarıda belirtilen kurallar bunlar için de geçerlidir. 135 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Yazıların Değerlendirilmesi Dergiye gelen yazıların yayımlanma kararı hakemlerden alınacak değerlendirmelere bağlıdır. Hakemler, yazılar hakkında önerilerde bulunabilir. Yazarlardan hakemlerin görüşleri doğrultusunda yazılarını geliştirmeleri veya değiştirmeleri istenebilir. Hakemler tarafından verilen raporlara göre değişiklik yapılması şartıyla yayımlanması uygun görülen ve son düzeltme için yazarlara gönderilen yazılar, istenilen değişiklikler yapılarak en geç bir ay içinde dergiye iletilmelidir. İstenen sürede düzeltilmeyen yazılar hakkındaki takdir, Editör Kuruluna aittir. Teslim tarihinden itibaren ilk iki sayıda yayımlanmayan yazılar hakkında yazarlara bilgi verilecektir. Yazılarının kabul edilip edilmediği yazarlara bildirilir. Makale sahipleri makaleleri ile ilgili yayın sürecini web sitemizdeki makale takip sayfasından takip edebilirler. 136 Dergide yayımlanan yazılardaki görüşlerin sorumluluğu yazarlarına aittir. Yayın için kabul edilen metinlerin yayın hakkı dergiye aittir. Yayımlanan her yazı için o yazının yazarına, iki veya çok yazarlı ise her yazarına bir adet dergi gönderilir. Dergide yayımlanan yazı ve görsel malzemeler dergi adı zikredilerek alıntı yapılabilir. Mukaddime, Sayı 8, 2013 KAYNAKÇA GÖSTERİMİ Kitaplar Tek Yazarlı Kitap: Karaağaç, G. (2002). Dil, tarih ve insan. Ankara: Akçağ. Çok Yazarlı Kitap: Yalçın, A. ve Aytaş, G. (2003). Çocuk edebiyatı. Ankara: Akçağ. Yazarı ve Yayın Tarihi Aynı İki Farklı Eser: Uşaklıgil, H. Z. (2005). Bir ölünün defteri. İstanbul: Özgür. Uşaklıgil, H. Z. (2005). Nemide. İstanbul: Özgür. Çeviri Kitap: Girard, R. (1999). Romantik yalan ve romansal hakikat (A.E.İldem, Çev.). İstanbul: Metis. Çok Ciltli Kitap: Banarlı, N. S. (1971). Resimli Türk edebiyatı tarihi. (Cilt 1-2). İstanbul: Milli Eğitim. Makaleler: Tek Yazarlı Makale: Asiltürk, B. (2009). Mehmet Rauf’un Eylül romanında dört unsur. Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları,1,75-101. Çok Yazarlı Makale: Kaya, A. ve Doğan, M. (1998). Bilginin kaynağı. Bilim, 5,38-49. Tezler: Doğan, A. (2002). Ahi divanında insan ve toplum. Yayımlanmamış yüksek lisans tezi. Fırat Üniversitesi, Elazığ. METİN İÇİNDE GÖNDERMELERİN, ALINTILARIN BELİRTİLMESİ Yazarın Adı İfadede Geçmiyorsa “Batıda romanın bir orta sınıf destanı olarak ortaya çıktığını, başlangıçta orta sınıf değerlerini olduğu gibi ve olması lazım geldiği gibi işlediğini, daha sonra natüralizm ve redizmle toplumun bütün katlarında insan gerçeğini ele aldığını biliyoruz” (Kantarcıoğlu, 2004, s.43). Kaynakçadaki Künye: Kantarcıoğlu, S. (2004). Türk ve dünya romanlarında modernizm. Ankara: Akçağ. Yazarın Adı İfadede Geçiyorsa Kantarcıoğlu, modern romanın oluşumundaki ilk safhada dramatik romanın olduğunu belirtir (2004, s.29). Kaynakçadaki Künye: Kantarcıoğlu, S. (2004). Türk ve dünya romanlarında modernizm. Ankara: Akçağ. Çok Ciltli Kitap (Banarlı, c.1, s.110-115) Kaynakçadaki Künye: Banarlı, N.S. (1971). Resimli Türk edebiyatı tarihi. (cilt 1-2) İstanbul: Milli Eğitim. Yazarı ve Yayın Tarihi Aynı İki Farklı Eser (Uşaklıgil, 2005a, s.13) (Uşaklıgil, 2005b, s.18) Kaynakçadaki Künye: Uşaklıgil, H. Z. (2005). Bir ölünün defteri. İstanbul: Özgür. Uşaklıgil, H. Z. (2005). Nemide, İstanbul: Özgür. 137 Mukaddime, Sayı 8, 2013 Mukaddime Mardin Artuklu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Adres: Mardin Artuklu Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sağlık Yüksekokulu Binası 5. Kat Diyarbakır Yolu 5. km Mardin e-posta: [email protected] [email protected] web: http://mukaddime.artuklu.edu.tr 138 Mukaddime, Sayı 8, 2013