Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim

Transkript

Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim
G
Gaba :
Kaba (Anadolu lehçesi)
“Hıdırellezde sekizine bastı. Tay gibi de boy sürüyor. Her halde Haçça gibi uzun boylu olacak. Irazca,
içinden ‘Acık daha uzasa da başka uzamasa!’ diyor. ‘Boyu uzun olanlar gaba zeyin olurlar... Dünyanın bu kadar
hilesi fenni var, gaba zeyin olursa, nasıl baş eder, nasıl güç yetirir?’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:7)
Gabat : Kabahat, suç (Anadolu lehçesi)
“Ağali:
‘Bu işte birez de senin gabatin var.’ dedi muhtara. ‘Neye itiraz etmedin? Neye ‘Bu para bize çoktur’
demedin? ‘Şu sıra milletin elinde beş metelik yoktur’ demedin?’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:82)
Gaco : Kadın-kız arkadaş, metres; (Karagözcü argosunda Zenne’ye verilen ad) (Argo)
“NEFRET BİLDİRİSİ
------------------------İkiyüzlü bakireler gibi, şafakları ve çıplak
çocuklar gibi dakikaları olan koca kent,
yoldan çıkmış ve gösterişli yaşlı gacolarının
arsız davranışları, mutluluk katillerinin
sonunda serilip öldükleri ara sokakları
ve acımasız tuzaklarıyla.”
(Efrain Huerta<1914-1982>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.10.04)
“İşte tam bu aralık usulca çadırdan çıkıp da sessizce ekin demetlerinin üstüne yaslanmış olan kadının
derin ve tatlı bir,
-Aaaah!.. çektiği duyuldu...
Biz şaşırdık ve arkadaş bana yavaşça sordu:
-Galiba gaco’ya Karmen dokundu!..
-Öyle mi? Yoksa başka bir derdi mi var zavallının?’ ”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:9)
“-Şimdi, kocaman paşaoğlu bir Kamil Bey yalan mı söylüyor?
-Vızır vızır.
-Neden sana kara çalsın?
-Bilmem. Ne bileyim. Biz İstanbul kopuğuyuz.. Vaktiyle bin tarakta bezimiz vardı. Belki gacosuna
balta olmuşdurum, belkim, bunun bir yerde fiyakasını bozmuşdurum. Vardır bir vazgeçtimiz...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:235)
Gacur gucur etmek : Eski sandalya ya da ahşap yatağın veya tahta tekerleklerin çıkardığı ses
“Çitin önünden arabaların geçtiğini işitiyordum; bazen de yaprak ve dallar arasındaki hafif kımıltılı
aralıklardan görüyordum onları. Kızgın yaz ortasında tekerleklerin tahta parmaklarıyla arabaların okları nasıl da
gacur gucur ediyordu. Irgatlar tarlalardan dönüyor ve bir gülüşüyorlardı ki, aman Allah!”
(F. Kafka, “Hikayeler-Şosede Çocuklar”, sa:25)
“Hayal kurman için evde çok zamanın olacak, geceleri sürekli gacur gucur eden tahta karyolanda, sert
döşek üzerinde yatarken aylarca ve yıllarca hayal kuracaksın.”
(S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:75)
Gaddar : Zalim, işkence çektiren, kötülük yapan, acımasız kimse
“İKİRCİM
------------İnancım yittiği zaman
Az iyiyim, fazla gaddar.
Yüreğimde boğazlaşan
Bir şeytanla bir tanrı var.”
(Ahmed Eminov <d.1944 >, Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
31.05.05)
“Çok bağlı olduğu bir karısı ve üç çocuğu varmış bu borsa simsarının. Ailesinin de arkadaşlarının da,
onun ömrünü varsıl bir iş adamı ve iyi bir aile babası olarak tamamlamaktan başka bir hevesi olabileceği
endişesine kapılmaları için hiçbir neden yokmuş üstelik. Sonra bir gece bütün bu ailevi erdemlerini uykusunun
derinliklerinde bırakmış ve yeni güne gaddar bir canavar olarak uyanmış.”
(P. Gauguin, “Mahrem Günlük”, sa:5)
“Bumburuşuk yapacak, ezecek sevgilimi
Zamanın gaddar eli nasıl beni yıktıysa;
Günler kanını emip alnına işledi mi
Kırışıklar bir kere; gençlik tanı çıktıysa”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:63, sa:167)
Gaf; Gaf yapmak : Hata; Çok belirli bir hata yapmak, masum bir soru sormak; Yersiz ve zamansız bir söz
etmek; Baltayı taşa vurmak
“Kitabın adı ‘İnsan Çılgınlıklarının Kitabı’ olacaktı; değişik işlerde geçen uzun çalışma hayatımda
yaptığım her gafı, her bozum olup kıçüstü oturuşumu, her mahcup düşüşümü, her budalalığımı, yaptığım her
çılgınca ve aptalca hareketi alabildiğine yalın ve açık seçik bir dille yazmayı tasarlıyordum.”
(P. Auster, “Brooklyn Çılgınlıkları”, sa:13)
“Kıza kız kardeşlerini soruyorum. İki kız kardeşi var, küçük olanı ona göre ‘çok hoş, ama kafası
dağınık.’ ‘Kız kardeşlerini tekrar görmek istemez misin?’ diye soruyorum. Bu gaf aramızdaki havada gülünç bir
tuhaflıkla asılı duruyor. İkimiz de gülümsüyoruz. ‘İsterim tabii.’ diyor.”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:72)
“‘Elimde toz beziyle elinizi sıkamazdım,’ diye sakin sakin cevap verdi Simina. Bir an durup gülümsedi.
‘Elimi sıkarsanız diye düşündüm,’ dedi cilveli, Egor’un gözlerine bakarak.
Egor kıpkırmızı kesildi. Hemen gaf yapmıştı.”
(M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:56)
Gafil : Cahil, kendini bir şey sanan, aymaz, çevresine duyarsız
“Paris başkaydı bu ayda. Yabancılara bırakılmıştı. Sere serpe, alabildiğine... Zengin turistler, yoksul
turistler, Amerikalılar, İsveçliler, Almanlar, şunlar bunlar. Bir öğle vakti ‘Café de la Paix’ de oturup seyrettim o
pahalı turistleri. Cakalı Amerikalılar, aile babaları, her yerde resim çıkartarak bu anı ölümsüzleştireceklerini
sanan gafiller!”
(O. Akbal, “İstinye Suları-Paris Sokakları”, sa:64-5)
Gaffe : İngilizce konuşan uluslarda, İngilizceyi sonradan öğrenmiş diğer ulusların taşralı yurtdaşlarının
‘kahve’nin natürel çağrımı (Argo)
“Onlar bu bolluk labirentine korkmadan girdiler, çünkü ip onların elindeydi, paranın o siihirli ipi. Baba,
cebinden bir Colt <45 mm.’lik tabanca> gibi çıkardığı cüzdanıyla kasaya yöneldi. Kasiyer ufak tefekti, yüzü tıpkı
sarılık geçiren biri gibi solgundu.
-Ne alıyorsunuz, dedi baba.
-Goca <Koka kola>, dedi oğlu.
-Goca, dedi kızı.
-Gaffe, dedi anne. Aşırı yorgunluk yolcuları sarsmıştı.”
(Stefano Benni, “Deniz Dibindeki Bar”, sa:171)
Gafil avlamak, avlanmak : Beklenmedik bir anda pusuya düşürmek, düşürülmek
“Oysa ben hep gafil avlanır ve Mike bülbül gibi şakımaya başlayınca (külhani jestlerle, argo
sözcüklerle süslü bir alay ıvır zıvırı peş peşe sıralardı) boynumu büküp işi bitirmeye çalışırdım. Mike konuştukça
konuşur, kız gülümsedikçe yüzünde güller açardı.”
(P. Auster, “Cebi Delik”, sa:20)
“Kilise, vahşi haykırışlarla çınlıyordu. Boş görünüyordu. Kien, kendini koyverdi. Fischerle, gafil
avlanmıştı; kilisede kendine güvenini yitirdi. Kien’i adeta ite kaka meydana, dışarı çıkardı. Ancak orada polis
beklemekteydi. Kilise başına yıkılsa bile gidip kendi ayağıyla polisin kollarına atılmayacaktı!”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:285)
“Kılıç uzun ömürlü olmayabilir, ama ışığın savaşçısı öyle olmak zorundadır. İşte bu yüzden,
yeteneklerinin kendisini kandırmasına izin vermez, böylece gafil avlanmaz. Her şeye hak ettiği değeri verir.”
(P. Coelho, “Işığın Savaşçısının Elkitabı”, sa:92)
“Ve arkasından: ‘Neçayev’in adamlarından biri misiniz?’
Bu soru kızı gafil avlamıyor. Tam tersine, gülümsüyor, kaşlarını kaldırıyor, ilk kez gözleri görünüyor,
pırıltılı, muzaffer!! Elbette Neçayev’in (Rus ihtilalinin kahramanlarından biri) adamlarından biri o! Savaşçı bir
kadın...”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:105)
“Sahip olmadığı bir saflığı oynayarak, öğrencimin beni alaya aldığından kuşkulanmaya başladım.
İçimde hiçbir aşk hissi uyandırmayan on altılık bir çocuk tarafından kafese konmuş olduğumu asla kabul
edemezdim: varlığında denediğim adeta zihni bir taddı. Şimdi görüyorum ki, hiç şüphesiz beni gafil avlamak ve
gülünç göstermek isteğiyle yaptığı tüm o zeki, girift hareketleri yanlış yorumlamışım.”
(M. Eliade, “Bengal Geceleri”, sa:59)
“Sofi gafil avlanmış, şehirden koparılıp atılacağı aklının kıyıcığından bile geçmemişti.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”, Cilt:2, sa:157)
“Oysa ölümlü olduğum gerçeği, elli yaşımdan az önce buna benzer bir olayla bir keresinde gafil
avlamıştı beni; bir karnaval gecesi yüzünü hiç görmediğim harika bir kadınla çılgınca bir tango yapıyordum,
benden yirmi kilo kadar daha yapılı, iki karış kadar daha uzundu, ama rüzgara kapılmış bir tüy gibi bırakıyordu
kendini kollarıma.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:102-3)
“LUCENTIO - Bu kadar usul, şekil düşkünü müsünüz efendim? Pekala ben de beklerim; (Kendi
kendine.) bekler sonuna kadar gözetlerim. Yoksa gafil avlanırım, bizim şık mızıkacı da mercimeği fırına
veririverir.”
(W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:66)
“Kardinal, yüzünde hiçbir değişiklik olmadan, en ufak bir heyecan göstermeden, çabucak giyindi,
canını ve böylece gafil avlanan zavallı ruhunu Tanrı’ya emanet etti. Sonra, yeğeninin evine gitti, evin her
yerinde çınlamaya başlayan kadın çığlıklarına, imrenilecek bir ağırbaşlılık ve derin bir dinginlikle son verdi.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:26)
Gafurrahim : Yedirmesini bilmek, o konuda bonkör, eli açık
“‘... Dünyaya geliş sebebin, daha doğrusu dünyaya gelişindeki hikmet, boş atıp dolu tutmak için. Bunca
enayi insanlara benim gibi gözü açıklar da lazım. Allah gafurrahimdir. Yemesini bilmeyen kullarına elbette
yemesini bilenler gönderecekti.’ ”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:153)
Gaga : Çene, ağız (Argo)
“Cep fenerini taşıyan, ‘Kapa gaganı ulan Polonyalı,’ diye homurdandı. ‘Senin İsa’n çoktan öldü.
Gönüllü gittiği Somme savaşında şehit düştü.’ ”
(E.M. Remarque, “İnsanları Seveceksin”, sa:19)
Gagalamak : Azarlamak, fırça çekmek, birisini incitecek tarzda konuşmak (Argo)
“Aşk her şeyi alan ya da her şeyi veren bir saltıktır. Acıma, sevecenlik gibi öteki duygular yalnızca dış
çemberde yer alırlar, toplum ve töre yapılarına aittirler. Sert,acımasız Afrodit’in kendisiyse bir puta tapıcıdır. O,
beyinlerimizi, içgüdülerimizi değil, asıl kemiklerimizi gagalar.”
(L. Durrell, “Justine-İskenderiye Dörtlüsü”, sa:110)
“ROSA - Ya öyle mi?..... Ah Antonio, Antonio sevgilim, ne felaket. Eminim ki benimle birlikte
olsaydın hala... Behse girerim footing (Bir işe yeni girildiğinde, ‘ayakbastı parası’ almak ya da çok çok gereksiz
ayak işleri yaptırtmak) yaparken gagaladılar onu! Hep o kaltağın suçu...”
(D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:12)
Gah gah : Kah kah; Bazı bazı
“Yar neden hazzeder, neden hoşlanır
Bilmem güzel nenin müptelasıdır
Gönül gah görünür, gah ateşlenir
Ne çare çekmeli aşk belasıdır”
(Hazzetmek: Zevk almak; Müptela: Düşkünü)
(Aşık Dertli-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:661)
Gahrolmak : Kahrolmak
“Haçça da dokundu. Sıcak diz...
‘Biz onu bunu bırakalım da...’ dedi Haçça. ‘Güzün şu sayvanın üstüne bir güççük oda yapalım. Taku
tuku taşıyalım içine. Anamı da boşalacak yan eve alalım. Ben utancımdan gahroluyorum.’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:94)
Gaipten haber vermek, ses duymak : Kendinde tinsel bir güç olduğuna inanarak sözüm ona ilerde olacak
şeyleri önceden haber vermek; o vaatleri veren sesleri işitmek
“Şimdi ağaç kesilip yok edildiği için, küçük kızı artık göremiyorum, oysa gaipten gelen sesi hala
duyabiliyorum. Sürüye göz kulak olabilmek için ondan yardım istiyorum ve ve o da bana sabırlı olmamı
söylüyor; ilerde daha zor zamanlar olacağını, ama ben yirmi iki yaşına gelmeden uzaklardan bir kadının
geleceğini ve dünyayı görmem için beni alıp götüreceğini anlatıyor.”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:186)
“BRAND - Evet, ödül gelecek. Ey ahali! Her şeyi bilen Tanrının dünyayı ayakları altında gördüğüne
kadar doğru ise, ödülün geleceği de o kadar doğrudur.
BİRÇOK SESLER - Gaipten haber veriyor. Gaipten haber veriyor.”
(H. Ibsen, “Brand”, sa:203)
“MADAM T. (Manyefa’ya.) - Bizimle konuşmak lütfunda bulunur musunuz? Gaipten bir haberiniz
var mı bize? (Manyefa bir trans’a girer gibidir.)
LUBİNKA - Tanrım, ruhlar geliyor.
MATRİYOŞA - Kutsal babalar, koruyun bizi.
MADAM T. - Şşşşşş. Dinleyin, ellerini tutun, destek olun ona. Bir şok geçirirse ölür Tanrı esirgesin.
(Amanyefa’nın ellerini tutarlar.)
”
(A.N. Ostroski, “Bu Hesapta Yoktu”, sa:88)
Gaki
(HİNT MYTH.) :
Açlık, beden kadar ruhun da açlığı
“ ‘Eveet... dedi Yurayda damdan düşer gibi. İskemlenin üzerinde doğru dürüst oturamıyor, leş gibi rom
kokuyordu. ‘Albay mahfele gelip de haşlanmış papatesten başka yemek kalmadığını görünce, gaki durumuna düştü.
Gaki nedir bilir misin? Ruhun aç kalmış halidir. Ben de kendilerine dedim ki: ‘Komutanım, dana rosto kalmadı.
Bilmem böyle bir yazgıyı hükümsüz kılabilecek kadar dayanıklı mısınız? Karma’da, bugün harikulade bir ciğerli
omletle yetineceğiniz yazıyor.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:413)
Gaklamak; Gaklayan karganın avcının elinden kaçması : Karga gibi kabaca ‘gak gak’ sesini çıkarmak
“Fischerle tabakayı çabucak iki kez daha ceketine sürttü, sonra açtı ve şöyle gakladı: ‘Allah Allah!
Bana baksana sen! Bu tabaka benim!’ Böylesine sorumsuzca yarattığı ortamdan dolayı onu bağışladılar; ona
kendi tabakasını vermezlik etmemişlerdi ya, zavallı bir kötürümdü zaten... Yoksa, başkası olsa böylesine ucuz
kurtulamazdı.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:253)
“Kısa sürede gemi top menzili dışına çıkıp, koyun dışında, açıklara doğru yöneldi; bu sırada siyahiler,
civadra’nın (Kayıkta, önde, yelkenlerin bağlandığı havaya doğru hafifçe kalkık direk) çevresine üşüşüp
kümelenerek, bir an acı haykırışlarla beyazlara sataşıyor, hemen ardından, abartılı el hareketleriyle artık
gölgelenen okyanusun açıklarına doğru haykırıyorlardı - gaklayan karga avcının elinden kaçmıştı.”
(H. Melville, “Benito Cereno”, sa:109)
Gala : Bir opera-müzikal-sinema-tiyatro oyununun seçmeli çağrılı olarak yapılan ilk gösterisi, açılış; Kişisel
ya da toplumsal ‘ilk’ beraberlik de bazen ‘gala’ olarak nitelendirilebilir
“Arkadaşlar, tanıdıklar, yayıncılar, katılmaya zorlandığım birçok gala yemeğinde yan yana oturduğum
insanlar önce biraz merakla dinlediler. Giderek, yine de konuyu değiştirmeye çabaladıklarını fark ettim; konu bir
dönem ilgilerini çektiyse de artık güncel merakları arasında değildi.”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:65)
“Takdir edersiniz ki, böyle bir günün gecesinde, deliksiz bir uyku çekmem, mışıl mışıl uyumam, ya da
renkli rüyalar görmem asla mümkün değildi. Tuğde’yle de bu gala gecemizi, sabahlara kadar pençesinde
kıvranacağım kapkara bir kabus taçlandırdı.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:73)
Galiz : Kaba, ağza alınmayacak
“ ‘Afedersiniz,’ diye mırıdandım. ‘Pek iyi anlayamadım. Ne oldu?’
Mektuplar, efendim. Kötü mektuplar. Üstelik galiz de. Ne laflar var içlerinde. Bunlar İncil’de
gördüklerime daha da açık saçık’ ”
(A. Christie, “cinayet reçetesi”, sa:49)
Gallus, Ermiş : (İRLAN.& İSKOÇ. MYTH.) : <M.S. 550-630> İrlandali başrahip Columban ve bir grup
İrlandalı-İskoçyalı rahiple Konstanz gölü yakınına gelerek, bugünkü St. Gallen kenti civarında bir inzivagah
<münzevi=köşeye çekilmiş, dünya işlerinden uzak bir ev, ocak >kurdu
“.... (Goldmund’un yeni tanıştığı) bu arkadaş, bir hac yolculuğuna çıkmıştı, Roma’ya gidiyordu; sırtında
cüppe, başında hacı şapkasıyla genç biriydi, adı Robert idi ve Konstanz Gölü kıyısında bir kentten gelmekteydi.
Bir zanaatkar babanın oğlu olup, Ermiş Gallus rahiplerinden ders görmüş, daha çocukken Roma’ya bir hac
yolculuğu yapmayı aklına koymuş, hep bu düşünceye gönül verip kafasında yaşatmış onu ve şimdi karşısına
çıkan ilk fırsattan yararlanarak gerçekleştirmeye koyulmuştu.”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:235)
Gam : (MUS.) : Gerek Batı ve gerekse Klasik Türk Musikisinde, eserleri seslerin üzerlerine
yerleştirilmesinde kullanılan müzikal yapı birimi. Türk Musikisinde,‘Kalın-kaba’ do’dan <Kaba Çargah> -incedo <Çargah>a kadar mevcut sistem:- Çargah Makamıdır, aynı notalarda başlar ve biter, Arızası (araya konan
diyez <inceltici, yükseltici, tizleştirici> ve bemol, <kalınlaştırıcı -pesleştirici> işareti yoktur, Do-Re arası: 9
koma, Re-Mi arası 9 koma, Mi-Fa arası 4 koma; Fa-Sol arası 9 koma, Sol-La arası 9 koma, La-Si arası 9 koma
ve Si-Do arası 4 koma olmak üzere 53 koma’dan oluşmuş bir ‘Gam’dır ve Batı’nın ‘Do Majör’ Gamına tekabül
eder; İki tam (9’ar koma) bir yarım <4 koma> ve üç tam bir yarım. M.S. 632’denberi süregelen inanca göre,
Hz. Muhammed, ezanı bu makamdan okurmuş ve başkasına izin verilmezmiş. Türlü isimlerdeki makamlar, tüm
diğer notalardan da başlar biter, farklı işaretler kulanır. Batı da aynı şeyi yapar ama temel yapı; “Majör: İki
tam bir yarım ve üç tam bir yarım”, Minör: Bir tam bir yarım, iki tam bir yarım, bir buçuk tam bir yarım’ı
kullanır, ‘yarım’lar da 4,5 komadır <İki sistem arasındanki en önemli ton farkı- Piano ile Türk musikisini tam
anlamyıyla ‘doğru’ çalamamanın esası.> Major Gam’lar genellikle şenliği, neşeyi ve zaferi, Minör Gam’lar ise,
genellikle, melankoli ve hüznü ifade eder. (İ.E.)
“Gitarımın akordunu yaptım. ‘Mi minör’ akordu, engellemeye çalışılan bir hıçkırık gibi görkemli ve
hüzünlü, ‘la minör’ akordu ilki kadar hüzünlü, dışa vurulmamış bir keder gibi ve sonra da ‘do majör’ akordu
mutluluk saçarak çınladı.”
(Michel del Castillo, “Gitar”, sa:94)
Gam; Gamlanmak : Hüzün, keder; Hüzünlenmek, kederlenmek
“YALNIZ İHTİYAR
------------------------Ben de böyleyim. Hangi limanlara,
hangi kaynaklara,
Hangi uçurumlara doğru, taşırım
kalbimin sırrını?
Ne gam! Karun, yaşlı mauna,
yanıma gel.
Görkemli yelkenlilerin suskun
korsanı!”
(Leon Dierx<1838-1912>-Galip Baldıran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.06.06)
“Koyun meler, kuzu meler
Sular hendeğine dolar
Ağlayanlar birgün güler
Gamlanma gönül gamlanma”
(Karaca Oğlan-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri II”, xv.-xvı. yy., sa:310)
Gammazlamak : Arkasından bıçaklamak, şikayet etmek, ele vermek, ihbar etmek
“-Komiser Bey, gelin biraz samimi olalım, bu sizin gerçek işiniz değil. Belli ki biri beni size şikayet etti
ve o kişi herhalde hastanın biri değil, öyle olsaydı onlar Etibba Odası’na giderlerdi. Doğruyu söyleyin bana, kim
var bunun ardında?
Biraz tereddütten sonra, Komiser Bey nihayet itiraf etti:
-Doğrusu, bir doktor arkadaşınız sizi gammazladı. 1908 yasasında böyle bir fıkra var. Öyle
hissediyorum ki sizi, daha yüksek mercilere şikayet edecekler. Yol yakınken bu işi durdurun, bana bir daha
şikayet gelirse, resmi adımlar atmak zorundayım. Benden tavsiye...”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:286)
“-Cinayet için de arabayı ben çaldım! Silahı arkadaşım kullandı... o ateş etti... ben de şimdi
gammazlıyorum onu... alçağın tekiyim! Oysa hep iyiliğini gördüm onun, zor duruma düştüğümde hep yardım
elini uzattı...”
(D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:73)
“TRAPPOLA - Sinyor Don Marzio ne güzel bir iş yaptı biliyor musunuz?
RIDOLFO - Ne yaptı?
TRAPPOLA - Pandolfo’yu gammazladı. Onu tutukladılar ve söylediklerine göre, yarın
kırpaçlayacaklarmış.
RIDOLFO - Siz bir casussunuz! Defolun dükkanımdan! (Pencereden çekilir.)”
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:121)
“Fakat eğlencemiz pek uzun sürmedi. Pek günahına girmeyeyim ama, galiba aşçı kadın tarafından
babama gammazlandık ve zavallı Hüseyin, ondan iki tokat yedikten sonra bir daha ata yanaşmaya cesaret
edemedi.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:13)
“Sonra hıçkırıklara boğularak, odadaki masanın kenarına çöktü, elleriyle yüüzünü kapadı ve öylece
kaldı. Congo, hızla dönüp Bebekan’ı tersledi: ‘Sen ne söylediğini bilmiyor musun be kadın! Kızını ne diye bana
gammazladın. Bizimle beraber olduğunu görmüyor musun?’ ”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-San Domingo’da Nişan”, sa:93)
“Arkadaşım Johnny yatakhaneye geldi ve bana, annemden parsel’imin geldiğini ve onun, o anda kilitli
olmayan dolaphanede olduğunu söyledi. Diğerleri yemekhanede toplanmışken, ben gizlice aşağıya indim ve
parsel’imi aldım. Merdivenleri dönüyordum ki, bir hemşire beni yakaladı ve tabii hemen Bayan Şişko’ya beni
gammazladı.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:33)
“ ‘Tamam,’ dedi Jaguar. ‘Cava’ya olanları duydun herhalde. Kimmiş?’
‘Bilseydim şimdiye kadar suratını dağıtmış olurdum. Benim yüzüme baksana sen. Benim
gammazladığımı sanmıyorsun herhalde?’
‘Umarım öyledir,’ dedi Jaguar. ‘Yoksa senin için iyi olmaz.’
‘Gammazlayan kimse, hiçbiriniz dokunmayacaksınız ona,’ dedi Boa. ‘Onu bana bırakacaksınız.’ ”
(M.V. Llosa, “Kent ve Köpekler”, sa:168)
“Adı geçen derginin <Yeni Edebiyat> ‘Bizim Görüşümüz’ sütununda Hesse’nin tutumuna ilişkin olarak
şu açıklama yapıldı: ‘Hesse, günümüz Alman edebiyatını Almanya’nın düşmanlarına ve Yahudilere
gammazlıyor. Yahudilerin sofralarına oturup ekmeklerini yemeye alışmış bir kişinin ne durumlara düştüğü
buradan açıkça görülmektedir.”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:159)
Gam yemek : Tasa çekmek, ıstırap duymak, üzülmek
“Mutluydu ama can verirken:
Ölüm bir kader nasıl olsa,
Gam yemem, dedi, hiç gam yemem
Sevdiğim ezdi beni madem!”
(J.W. von Goethe<1749-1832>, “Seçme Şiirler”, ‘Menekşe’, sa:115)
“... yanaklarını iyice şişirerek çalgısını soluklandırdı, tüm bedeni ve çalgısı yearning’in ezgisiyle
çılgıncasına sallanıp durdu. Dam’ımla beraber ona öpücükler yolladık, biz de onu şarkıya katılarak yanıtladık. O
sırada ‘artık ne olursa olsun gam yemem, hiç olmazsa ben de bir kez mutlu oldum, benliğimden kurtulabildim.
Pablo’nun kardeşi oldum, kendimi çocuk sandım.’ diye düşündüm.”
(H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:168)
“HAZER BEY - Torunumu kucağıma alayım, kulağına adını söyleyeyim, yüzüne ayna tutayım, sonra
konduğum bu toprağın bir parçası olsam da artık gam yemem.”
(M. Mungan, “Geyikler Lanetler”, sa:87)
“AEGEON - En küçük oğlum, fakat en büyük kaygım, onsekizine basınca kardeşini aramayı aklına
koydu..... İşte ömrümün hikayesinin burada sona ermesi kaderimmiş. Bütün bu seyahatlarımla hiç olmazsa sağ
bulunduklarını öğrenmiş olsaydım, şimdi gam yemeden ölecektim.”
(W. Shakespeare, “Yanlışlıklar Komedyası”, sa:14)
“Arlington malikanesindeki büyük bir balodan yeni dönmüştü; şafak söküyordu ve o çoraplarını
çıkartıyordu. ‘Yaşadığım sürece tek bir kişiyle görüşmesem de gam yemem!’ diye haykırdı Orlando ve
gözyaşlarına boğuldu. Aşıkların bini bir parayaydı, ama hayat, ne de olsa bir yerde önemli olan hayat ondan
kaçıyordu.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:131)
Gamze, Gamzeli : Bakış; Bazı şahısların, çoğu hanımların hanımların doğuştan -ya da güldüklerinde ortaya
çıkan- yanak veya çenelerinde mevcut bulunan estetik küçük çukur
“Alacakaranlıkta bir kayık gördüm belli belirsiz. Bu yana geliyordu. Sonra da gözden yitti, gitti. Belki
de sisin içinde kaldı.
‘Eeee, ne olmuş yani?’
‘Senin gelişine benziyordu.’
Kürekler bir iniyor, neden sonra bir kalkıyor muydu? Kürekleri çeken adam çok mu yorgundu,
yorgunluktan ölüyor muydu, kolları kopuyor muydu, gözlerinden uyku akıyor muydu, gözleri mavi, saçları sarı,
omuzları geniş, yüzü gamzeli, burnu kartal gaga mıydı? Bu adam adaya çıkmasaydı nereye gitmiş olabilirdi?”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”, Cilt:2, sa:13)
“İPSİZ UÇURTMA DÜŞLERİ
------------------------------------Kuşun iki ötüşü arasında
görünür acının ilk atlası
Gülücükler konduruyor gamzelerine
şiir sütüyle büyümüş solgun menekşeler”
(M. Ruhi Şirin, “rüya saati”, sa:70-1)
Gancık : Kancık, dişi, fettan kişi, oyunbaz, güvenilmez, aldatıcı (Anadolu lehçesi)
Bk.: Kancık
“... Deli Haceli’nin Fatma zorlu gancık. Gaya gibi. Değirmen alt daşı. İnsanı döndürüyor. Gara...
Gözelin adı var, garanın dadı... demiş elin oğlu, boşa mı demiş? Gara emme gaya gibi. Değirmenin alt daşı. Bu
dert bizi iflah etmez öldürür.’ Aklı gene türküye gitti: ‘Çay taşı, çakmak taşı’nı tersinden düşündü: ‘Gözelinen
bal yenir, çirkininen daş daşı.’ dedi. ‘Kim? Fatma mı çirkin? Fatma’ya çirkin deyenin anasını satayım.’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:49-50)
Gani; Gani gani : Varsıl, çok; Çok, pek çok; bol bol
“Rabia, İmam’a ne derin, ne samimi bir minnet hissetti. Adeta ona, Tevfik ölecekmiş de onun yerine
İmam ölü. Rabbim gani gani rahmet etsin.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:385)
“Küçüklüğümde hep bu ideolojik savaşın ortasında kaldım. Annem beni giysi almaya götürür, kendi
coşkusunun ve gani gönlünün girdabına beni de sürükler ve ben de her seferinde kendimi kaptırıp annemin
önerdiği -hep beklentimden ve ihtiyacımdan fazla olan- şeyleri isterdim.”
(P. Auster, “Cebi Delik”, sa:11)
Gani gönüllü olmak : Gönlü zengin olmak
“Bunların içinde her yıl buraya gelen, mevsimlik gelenler olduğu gibi, bir kere gözüküp, bir daha imi
timi bellisiz olanlar da vardır. Bizim balıkçılar bunlara kızmazlar, bir şey söylemezler, gani gönüllüdürler.”
(Y. Kemal, “Bir Bulut Kaynıyor”, sa:242)
Ganimet, Ganimet bilmek : Savaşta ele geçirilen her tür para ve mal; Bir rastlantı sonucu, beklenmedik bir
şekilde edinilen kazanç; O raslantının kıymetini bilmek, takdir etmek ve tedbirini almak
“ ‘O... o aşırıcı biriydi.’ Ben de böyle düşünmüyor muydum? Birden, merakla ‘onu oraya götüren şeyin
ne olduğunu’ bilip bilmediğimi sordu. ‘Evet’ dedim ve hemen uygun bulursa yayınlayabileceğini söyleyerek
ünlü raporu eline verdim. Acele bir göz attı, durmadan mırıldanıyordu, ‘uygun’ olduğuna karar verdi ve
ganimetini alıp gitti.’ ”
(J. Conrad, “Karanlığın Yüreği”, sa:167)
“15
Ömür gelip geçiyor, vakti ganimet bil uyanılmaz uykulara varmadan,
Yakut şarabı billur kadehe doldur, seher vaktidir, ey delikanlı uyan
Perdesiz, buz gibi odasında uyandı delikanlı...”
(N. Hikmet Ran”, “Yeni Şiirler”, sa:39)
“Tek Beden
Kayıp emirlerle bölünenleri gördük
Şarap ve yemekle büyülerdik
Kuşları ve sinekleri ve solucanları
Ve kıtlıkta akan ve eriyeni...
Kökümü terletip nemlendirdim ormanla ördüm köklerimi
Ve bu ölüm gençliğimi teselli etti
Ufukta dolaşınca ganimeti
Bile harabelerden beğenip aldım”
(Handıc Ümrülkays <Cahiliye Dönemi>-Metin Fındıkçı; Şiir Atlası, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
02.01.03)
Gara : Kara, esmer kadın
“... Deli Haceli’nin Fatma zorlu gancık. Gaya gibi. Değirmen alt daşı. İnsanı döndürüyor. Gara...
Gözelin adı var, garanın dadı... demiş elin oğlu, boşa mı demiş? Gara emme gaya gibi. Değirmenin alt daşı. Bu
dert bizi iflah etmez öldürür.’ Aklı gene türküye gitti: ‘Çay taşı, çakmak taşı’nı tersinden düşündü: ‘Gözelinen
bal yenir,çirkininen daş daşı.’ dedi. ‘Kim? Fatma mı çirkin? Fatma’ya çirkin deyenin anasını satayım.’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:49-50)
Garanti : Mutlak surette, eminim ki, hiç şüphesiz
“ ‘Demek sence generalin bu orospu arabası bizi de alacak, öyle mi?’
‘Evet...’
‘Hım. Bu Maybach, motorun sesinden anlıyorum. Esaslı bir araba. Dışarı çıkıp şoförle konuşmamda
bir sakınca var mı sence? Garanti onbaşıdır.’ ”
(H. Böll, “Trenin Tam Saatiydi”, sa:116)
“Kedi resmi çizmeye bayılırdım; kedi, en sevdiğim hayvandır zaten. Eğer enkarnasyon diye bir şey
varsa, ben önceki hayatımda garanti kedi idim. Bir bakıyorsun ki komşular kapı muhabbetinde, çay bardakları,
boş tabaklar mutfağa taşınıyor...”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Sebastian”, sa:154)
“B U N <1957>
Elim geçiyor aptaldan
Kapital
Elim mi çiçek mi bilmiyorum
Bir elim mi bir çiçek mi açılan
Çekingen mahzun açılan bunu bilmiyorum
Ama üst üste yenildiğime göre
İskambil oynuyorum garanti
Max Jacob papazı ablasından”
(C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka”<1957>-50 yaşında-, sa:57)
“ ‘Hiçbir şey düşündüğüm yok. Söyledim ya sana.’
‘Bugün içeri girebilseydik… Ben…’ Kızılsaç sustu.
‘Sarı Margarida garanti bekliyordur seni.’
‘Ulan ne dümenci herifsin; yine numara yapıyorsun.’ ”
(J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Yağmur”, sa:10)
Garç, gurç etmek : Çiviler duvar ya da latalardan çekilirken çıkarttıkları ürpertici ses
“Bir ara kendini oracığa atıp ağlamak geldi Hans’ın içinden, ama kendini tuttu, sundurmadan baltayı alıp
geldi, sıska kollarıyla kaldırıp kaldırıp tavşan kümesine indirdi, belki yüz parça yaptı kümesi. Latalar ayrılı ayrılıverdi
birbirinden, çiviler garç gurç ederek eğilip büküldü, geçen yazdan kalmış bir avuç kokuşmuş tavşan yemi açığa çıktı.
Ne varsa hepsinin üzerine baltayı indiriyordu Hans, sanki böylelikle tavşanlara, August’a ve bütün o geride kalmış
çocuksu yaşantılara karşı içindeki özlemin hesabını görmek istiyordu.”
(H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:16)
Gardaş : Kardeş (Anadolu lehçesi)
“ ‘Yoooo... İlle ırzı gırık Muhtarın oğlu, Deli Haceli’nin gardaşıyla, gol gola dakıp köy içinde bana
çalım satacaklar. Derelerde depelerde ufacık çocukları elleyip kirletecekler. Harımlarda, harmanlarda aylak
aylak dolaşıp milletin malına ziyan verecekler!...’
‘Boyları devrilsin! Yüzülesi yüzlerini yerler gizlesin!...’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:181)
Gard; Gardını almak : Koruyucu, Muhafız; Saldırı <Kick-box>, Tekvando, boks vb. oyunlarda ya da
herhangi sözsel ya da vücutsal taaruza uğrama hallerinde, vücudun kendini koruma durumuna gelmesi
“Aniden, oğlanlardan biri, ‘Bırakalım gitsin! Muhatap olmamıza gerek yok. Amcanın teki işte!’ dedi,
arkadaşlarına. O anda oğlanlar hep birlikte üzerlerindeki gerginlikten sıyrılarak, gardını almış haldeki Bird’ü
görmezden gelircesine bir hareketle bayılan arkadaşlarını karga tulumba kaldırıp tiyatroya doğru uzaklaştılar.
Bird yağmurun altında tek başına kalakalmıştı.”
(Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:26)
Garde a cheval : (FR..KANADA,ASK.,ZOO.) <gard a şö’val> : Kanada’nın atlı polisi = Mounted Guard
(İNG.)
Garde du corp : (FR.,KOLL.) <gard dü kor’> : Koruma <kşişisel, insan> : Body guard (İNG.)
Gardez la foi :
(FR.,DİN) <gar’de la fua> : İmanınızı koruyunuz = Keep the faith (İNG.)
Gaşiye : Eski den, seyisler ya da köleler efendilerinin ardı sıra koşarak atın gaşiye’sini yani ‘eyer örtüsü’nü
taşırlar, efendi attan inince bununla eyeri örterlerdi.
“Ben bir atın üstünde olmasam da,
Gaşiye’yle koşarım ardından...”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:90)
Gardırop düzmek :
düzenlemek
Özellikle hanımlar için, son modaya ve duruma uygun yeni bir elbise ve giysi dolabı
“Orlando gerdanlığının onuncu incisinin satışından arta kalan paranın bir bölümüyle kendisine o devirde
kadınların giydikleri kıyafetlerden bir gardırop düzdü ve şu anda ‘Enamored Lady’nın güvertesinde soylu bir genç
İngiliz hanımının kılığında oturuyordu. Garip ama gerçek, o ana kadar cinsiyeti üzerine hiç kafa yormamıştı.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:105)
Garez (Garaz) bağlamak : Kin gütmek, kin tutmak
“Değirmenimin çevresnde, onbeş fersahlık yere kadar, garez bağlayan, kin güden bir adamdan söz
açıldığı zaman, ‘Aman, bu heriften kendinizi sakının!... Çiftesini tam yedi yıl sonra atan Papanın katırı gibidir’
” derler.”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:49)
“Çerçi Halil işin farkında idi; iki de bir karısına dert yanıyordu:
-Hele şu kancığa bak! Ayağına mıh batasıca! Öz babasına garaz bağlamış. Ben nideyim? Yeldim
yeldim yol verdim, emeklerimi sele verdim. Dünyadır bu. Başımıza geldi işte bir kelli. Malımı it yediği
yetmiyormuş gibi şimdi de bağrımı bit yiyor.”
(R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Garaz”, sa:183)
Gargantua : (FR. MYTH.): Fransız yazar ve hümanist François Rabelais <1483-1553>, Gargantua adlı
yergili <alay ya da eleştirircesine> yapısında, dinsel baskıları lanetlemiş, ilahiyatçılarla alay etmişti
“Muhterem peder, olanca zarafet ve vakarıyla uyandı. Tıpkı safa pezevengi Rabelais’nin devi
Gargantua’nın sabahları uyanırken yaptığı gibi, birkaç kez yellendi, üst üste geğirdi ve uzun uzun esnedi.
Sonunda doğrulup oturdu ve şaşkınlık içinde, ‘Allah, Allah, ben neredeyim? diye sordu. Papazın uyandığını
gören onbaşı, ‘Saygıdeğer efendimiz,’ dedi yaltaklanarak, ‘tutuklu vagonunu değerlendirmiş bulunuyorsunuz.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:345)
Gargara etmek; Gargaraya getirmek; Gargara yapmak : Bir sürü boş lakırdı etmek; Gerçeği unutturmak,
örtbas etmek için bir sürü lakırdı etmek; Su ile larenjit ya da boğaz iltihabında suyu ağza sürekli getirip
götürerek gavaj yapmak
“Eğer hemen vakit bulsaydım onu kesinlikle kurtarırdım, Bay Başkan. Fakat olanlar azmış gibi, şişko
da üstün gelmiş. Melie’yi adamakıllı tartaklıyordu. Öteki gargara edip dururken beride onun yadımına
koşmamamlıydım, biliyorum. Fakat sudakinin boğulacağını hiç düşünmemiştim. ‘Adam sende! Biraz serinler!’
diyordum.”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:34)
“Gecelikli adam sessizce kapıyı açtı: ‘Haydi!’
Polonyalı gargara yapar gibi, ‘Matka boska,’ diye bir şeyler mırıldandı.
‘Kapa gaganı. Bizi de ele verme!’
Adam kapıyı örttü. Kern’le birlikte dar ve pis koridor boyunca kayar gibi yürüdüler..... Aynı anda
koluna bir darbe yedi. Karanlıkta birisi, ‘Kıpırdama! Eller yukarı!’ diye emretti.”
(E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:19)
Gargara surat : Karmakarışık, anlamsız yüzlü kişi (Argo)
“ROSA - Kapa çeneni! Pis.. Gargara surat.. Her şeyi mahvettin! Pis güvercin , öttün değil mi?”
(D. Fo, “Yüzsüz”, sa:73)
Gargoyle : Gotik mimaride, su oluklarını süsleyen ağzı açık insan ya da hayvan şeklinde süslemeler, çörten;
(argo) Orospu
“Mısır tanrıçasının altındaki şöminenin içinde, ayaklık olarak kullanılan iki taş gargoyle, tehdidkar
boğazlarını göstermek için ağızlarını açmışlardı. Sophie küçüklüğünde gargoyle’lerden hep korkmuştu; ta ki
yağmurlu bir günde büyükbabası onu Notre Dame Katedrali’nin <Paris> tepesine çıkarana kadar. Ağızlarından
yağmur suyu püskürten gargoyle olduklarını göstererek, ‘Prenses, bak ne kadar aptal yaratıklar,’ demişti.
‘Boğazlarından gelen komik sesi duyuyor musun?’ Boğazlarından gelen gurultulu sesi duyan Sophie
gülümseyerek başını sallamıştı. Büyükbabası, ona, ‘Gargara yapıyorlar,’ demişti. ‘Gargaracı!’ Bu aptal
‘gargoyle’ ismini bu yüzden almışlar.’ Sophie bir daha onlardan korkmamıştı.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:253)
Gari : Gayrı, gayri, artık (Özellikle Batı Anadolu lehçesi)
Bk.: Gayrı, gayri
“Ahmet Bey eniştemin de bana arada bir ‘Sultanaziz Cücesi’ dediğini iftiharla anımsadım. Sonra
halama döndü,
-Ee, biz yaşlandık gari. Gençler geliyor arkadan.
Sonra, durumu biraz kıskançlıkla izleyen İhsan’a döndü:
-Torun paşa, dikilip durma orda, şu dörtlük cezveyi sürüver de, birlikte bir yorgunluk giderelim.
Kahveler içildi, hoş beş edildi...”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:72)
Gariban; Garip : Yabancı, taşradan gelme, kimsesi olmayan zavallı; başıbozuk, bir baltaya sap olmamış, bir
tuhaf, acayip görünen ve davranan kişi
“‘Acıyın Sarhoşlara’
Acıyın sarhoşlara şu Nisan sonu karında
Geçen hafta şarkılarını, paltolarını satıp içtiler.
Güneşe dokundular, eriyen karların üzerinde gezdiler.
Parklarda otururken gördük onları, neşeli
Bir ateşin başında, ellerinde paçavraya sarılı
Elma şarabı şişesi. Ne yazık, kimileri şimdiden
Donmuştur morglarda, baharla baştan çıkıp
Şuraya buraya gitmeye kalkan garipler...”
(David Constantine<d.1944>-Cevat Çapan, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09.01.03)
“GARİBAN TÜRKÜSÜ
Ben savaşta ölsem bile
hiç kimseyi yakmaz kahrım, ne annem var, ne aile,
ne de gerçek can dostlarım.
Üzgün de değilim oysa,
garibanlık budur işte kalbimde tek avuntuysa:
ölmek zaferle birlikte.”
(Dimço Debelyanov<1887-1916>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
14.06.07)
“MARTA, gelir. - Sayıklıyor garibim... ölmek üzere..
MAMA - Aklını kaçırmış, neler söylüyor?
GENÇ - Atın kıçını açıp... ‘içeri giriyorum’ dedi... sonra ‘hayır şöminenin içine’ dedi... ‘düdüğü çal’
dedi, ama ben çalmadım ki...”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:77)
“NE KADAR HAKLISIN
-----------------------------Burada zalim ve sıradan kimselere
Acıma ve anlayış gösterilmez.
Sigara dumanı, beylik bağrışmalar,
Tanrının unuttuğu bır yığın gariban,
Bilinmez kim kimin erkeği, kim
kimin kadını”
(Nigar Hasanzade<d.1975>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 15.05.03)
“İSA YAŞI
------------Kemiğin en derin yerinde seziyorum
tatmak istediğimi bir zengin yemeğinden.
Ama birden görünce, utançtan terliyorum,
o gariban adamı, her öğün soğan yiyen.”
(Boris Hristov<d.1945>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.02.08)
“Bu müşteriler, herhalde liman işçileri olmalıydılar; kısa, parlak sakallı, güçlü kuvvetli adamlardı.
Hiçbirinin ceketi yoktu, gömlekleri yırtık pırtık, gariban, sindirilmiş ahaliden kimselerdi.”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:69)
“O günlerde arkadaşlarım kimlerdi, anımsamıyorum. Köyün evlerinin birinde, yanılmıyorsam
karşımızdaki evde iki gariban çocuk vardı ve sanırım kardeştiler. Biri, herkesin Pale diye çağırdığı Pasquale idi,
ama hangisinin adı buydu, onu da çıkartamıyorum şimdi.”
(C. Pavese, “Ağustosta Tatil-Ad”, sa:11)
“İskender Paşa, otağın mehabetinden ürkerek sapsarı kesilmiş, başında perişanisi dağılmış, tir tir
titreyen bir adamı soktu. Bu, uzun boylu, pala bıyıklı, kuvvetli bir garipti. Orduda ayakkabıcılığı yapan
serserilerden biriydi.... Yeri öptü. Ayağa kalkmadı. Kolları göğsünde bağlı, dizüstü kaldı. Padişah sordu :
-Kızıl Elma, Kızıl Elma dersiniz, bu neresi?
Garip, işlediğim sandığı cürümden beraat için:
-Herkes bağırır, padişahım. Ben de bağırdım, dedi.”
“Çamlıca ormanının arkasındaki büyük mandıra ile büyük çiftliğini işletir, namusuyla yaşar, kimseye
eyvallah demezdi. Fukaraya, zayıflara, gariplere bakar, sofrasında hiç misafir eksik etmezdi.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:59;84)
“Ya içerdeki sekiz kişinin bakışlarında bir tuhaflık olmalıydı ya da aralarında neşeli neşeli ve yüksek
sesle Fransızca sohbet eden yolcular, Rumen soyluları, en arka köşede büzülmüş, sessiz sedasız oturan o zavallı
garibanın gölgesini fark edememişlerdi.”
(S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:40)
Gark olmak : Batmak, gömülmek, yükünü almak
“V
(Giderken biraz gölge düştü mü gözlerine? nisan 1847)
Nasıl kuşkuyla denizci ölçer ya haritasını,
Ya da yıldızlara sorarsa rotasını,
Nasıl gözleri hayaletler dolu çoban,
Ararasa yolunu ormanlar arasından,
Nasıl ışıklara gark olmuş gökbilimci,
Milyonlarca fersah uzakta tartarsa gezegenleri,
İşte ben de bu uçsuz pürü pak gökte,
Arar dururum yiğitimi.”
(Victor Hugo<1802-1885>-Galip Baldıran, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.08.03)
Garnitür : Fr.’ca ‘garniture=çeşni’den alıntı. Balık, et gibi yemeklerde, onları süslemek, zenginleştirmek için
eklenen sebze, patates, salata, mayonez vs.; keza, giysileri de daha frapan ve albenili göstermek için şurasına
burasına eklenen dantel, kurdela v.s. materyal; çömlekçilikte, kaba görünebilecek ana gövdeye belirli bir stil
vermek için eklenen ağız, kulp etc. takıntı ekler
“Günümüzde kasaplar da artık mesleklerinin pek erbabı <ustası> değil! Yanlış kesildi mi en pahalı, en
leziz eti bile ağzınıza atamazsınız, çünkü o bozulmuştur... Bakın bu çok güzel, nasıl da yumuşak, çok da iyi
pişmiş, daha keserken dağılıyor! Garnitürlere gelince lütfen bir daha etin yanındaki turpun kuru olmasına dikkat
edin. Çok süt tadını bozar. Turpu, sütün içinde uzun süre bekletmek bir hatadır!”
(Joseph Roth, “Radetzky Marşı”, sa:39-40)
Garsoniyer : Evlilik dışı ilişkiler için erkeklerin kiraladıkları apartman dairesi
“-Adam Ankara gibi yerde, ‘Şunun bunun hakkını hak edeceğim’ diye kanun maddeleriyle
boğuşurken... Siz burda... Ünlü bir avukat yazıhanesini garsoniyere çevirip... Gel keyfim gel... Çek elini
ağzından... Yalanıp durma!”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:153)
Gasp etmek : Başkasına ait olan bir şeye, mala mülke, zorla sahip çıkmak
“Kıza çabucak bir göz atıyor. Başı önünde, dikkatini metne vermiş ya da öyle görünüyor.
‘Gasp etmek’ sözcüğü birkaç dize sonra yine yineleniyor. Gasp etmek, Alpler bölümünün derinde
kalan izleklerinden biridir. Zihnin en önemli arketipleri olan yalın fikirler, duyusal imgeler tarafından gasp
edilmiş bulurlar kendilerini.”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:29)
Gatti : Kat’i, muhakkak
(Anadolu lehçesi)
“ ‘Beyim... Biz, muhtarın oğlu Camal’la, Gurul üyesi Deli Haceli’nin güççük biladeri Boz Omar’dan
davacıyız...’
‘Niçin davacısınız, anlat...’
‘Mal güttüğü yerde ikisi gandırıp bu çocuğun ırzına geçmişler beyim. Sonra da böyle ettik deye köyün
içinde yayım yapmışlar. Bu bizim gatti namısımıza dokandı.’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:97)
“ ‘Kızını okula yollamıyor dürzü! Öğretmen bu sefer gatti istiyor. Okul harici tek döl gomamaya azmi
cezmi kast etti herifçioğlu. Vallahi eferim! Biz olsa yılarız Durana’dan. O yılmıyor. Aşkolsun!..’ ”
(F. Baykurt, “Onuncu Köy”, sa:5)
Gaudeamus : (İSP., MUS.,KOLL.) <Gode’amus> : Orta çağlarda söylenen bir tür ‘sevinç’ ilahisi
“Tam o sırada, kapıda duran hancı seslendi:
‘Hah, işte paralı adamlar geliyor sanırım; eğer burada konaklarlarsa, yaşadık demektir, iyi bir
gaudeamus okuruz bu gece...’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:285)
Gavat : Deyyus, pezevenk, aşağılık herif (Argo)
“Durana: ‘Ağzına tükürdüğümün gavatı!..’ diye yerlere tükürüyordu. Karılar anlamadan bakıyorlardı.
Böyle tükürmeye başladı mı, birkaç gün yüzü gülmezdi. Bir tatlı yemek yenmezdi evde...” ..... “İkide bir,
‘Ağzına tükürdüğümün gavatı’ diye sövüyordu giderken. ‘Adamım diye gezer köyün içinde! Halbuysam,
adamlık kim o kim? Böyle deyyusları bir de köyün başına geçirirler! Ağzına tükürdüğümün gavatları!..’ ”
(F. Baykurt, “Onuncu Köy”, sa:16;17)
Gavur; Gavur etmek; Gavurluk etmek : Yabancı olan her şey: Kılık kıyafet, tiyatro, modernlik vb.; Ziyan
etmek; Hıristiyan dinine mensup, gayri müslim; Müslüman olduğu halde o dinin kurallarına aykırı hareket eden;
Aykırılık, inatçılık, kötülük, kalleşlik etmek
“Daha çok Nevin’in babasına diş biliyorlardı. Gavurluğundan, alafrangalığından, kızını böyle
yetiştirdiği için ahlaksız babalığından, daha ileriye giderek kodoşluğundan söz açarlardı. Ama kimsenin dili
Nevin’e orospu diyememişti.”
(S.F. Abasıyanık, “Kayıp Aranıyor”, sa:14)
“Penbe, piyanistin arkasından dilini çıkardı:
-Deli gavur. Boğaz olunca insan doktor çağırır mıymış?
-Rakım azarladı:
-Ama iyi gavur. İnşallah hak dininde (İslam’da) can versin.
-İnşallah.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:247)
“Sizin İstanbul şehrinin şehir denizlerindeki balıklar bunlardan mı kuruludur, deyiver bana. İstanbullu
olmasan da yine soracaktım. Almanın gavurları da buralara vardığında onlara da sorup dururum denizlerini.”
(Füruzan, “gecenin öteki yüzü”, sa:10)
“Dedim ki:
‘İnsaf et bire Ali Gülmez. Bu sizin köylerden de...’
Ali Gülmez kızdı:
‘Söyleyeyim de dinle öyleyse... Geçen yıl Zerke gittim... Hani Zerkin yanında da bir gavur tiyatrosu,
bir gavur şehri var ki, deme gitsin...’ ”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:35)
“Hürü:
‘Ben de değirmenin oraya gidiyorum. Bir gavurluk yapmasın bunlar. Candarmaları öteden görür
görmez size haber ulaştırırım.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:244)
“Kuyruksuz it hınçla titredi, atıldı sarı kafalının boğazına.
Yarıda kesildi, boğuldu çığlık.
‘Evinde mı sakladın? Babana mı? Babana mı?’
Sokaklarda bitkin, kan ter içinde. Kapıyı çaldı.
‘Ne diyorsun?’ diye sordu kapıdaki.
Hiç kimsenin anlamadığı sözcükler döküldü ağzından.’
‘Defol gök gözlü uğursuz gavur. Ne işin var köyümüzde?’ ”
(Ö.Z. Livaneli, “Arafat’ta Bir Çocuk, sa:30)
“-Meliko gavuruna seslenin gelsin!... Beni bilirse gelmez haaa! ‘Konuşmacın var’ deyin.
Meydancılardan biri: ‘Kalpazan Melikoooo!... Meliko çorbacııı! Konuşma yerine...’ diye bağırmaya
başladı.”..... “Meliko, kendisini tutanların arasında gözlerini kapatıp bir elini ileriye doğru uzatarak haykırdı:
-Bıraksın!. Vereceğim. Vallah billah vereceğim, bıraksın!
Gavurun çırpınışını görenler, eğlenceyi yeter görünce araya girdiler.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:101)
“Duvar dibindeki resim makinesinin başına geçti, çıpıl gözlü sarhoş, numara sırasiyle resmimizi
çekmeye başladı. ‘Şuraya bak,’ ‘Ağzını kapa,’ ‘Aman sallanmayalım! Şu kadar paralık kağıdı gavur ederiz bey
baba,’ diyerekten gör nasıl paralanmakta...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:173)
Gavur yazısı : Cumhuriyetin ilanı ve hilafetin ilgasıyla Türkiye Cumhuriyetinde Latin harflerinin kullanılışı;
(1926)’da Yüce Ata Atatürk’ün Kastamonu’da halka bizzat öğretmeye başladığı Yeni Türk Alfabesine itiraz
edenlerin söscükleri
“Camileri kışla haline getirdikten başka, başlarına gavur icadını geçirip, Kur’an yazısının yerine de
Latin harflerini, yani gavur yazısını kuzu kuzu kabullenmemişler miydi?”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:295)
Gaya : Kaya (Anadolu şivesi)
“... Deli Haceli’nin Fatma zorlu gancık. Gaya gibi. Değirmen alt daşı. İnsanı döndürüyor. Gara...
Gözelin adı var, garanın dadı... demiş elin oğlu, boşa mı demiş? Gara emme gaya gibi. Değirmenin alt daşı. Bu
dert bizi iflah etmez öldürür.’ Aklı gene türküye gitti: ‘Çay taşı, çakmak taşı’nı tersinden düşündü: ‘Gözelinen
bal yenir, çirkininen daş daşı.’ dedi. ‘Kim? Fatma mı çirkin? Fatma’ya çirkin deyenin anasını satayım.’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:49-50)
Gaybar : Erkek eşcinsellerin birbirleriyle görüşmek, tanışmak için uğradıkları ve takıldıkları bar
“Miles, kadınlar dünyasına açılmış vadesiz bir kredi <herzaman açık, kullanılabilir mevduat>, Bing
içinse yasak bölge. Ama o dikelmiş penisin azap veren gücü, Bing’in başka seçenekleri göz önüne almasına,
merakını gidermek için başka denemeleri düşünmesine yol açtı; arzuladığı tek erkeğin Miles olmasına karşın,
kendisinin kim ve ne olduğunu -erkekler için yaratılmış bir erkek mi, kadınlar için yaratılmış bir erkek mi, hem
erkekler hem de kadınlar için yaratılmış bir erkek mi, olduğunu- anlamanın tek yolu olarak bir erkekle denemeye
girmenin zamanı geldi mi diye merak eder oldu. Sorun, bu denemeyi nerede yapacağıydı. Orkestradakilerin
hepsi ya evliydi ya da kız arkadaşlarıyla yaşıyorlardı; Bing’in aklına gelen hiçbir eşcinsel arkadaşı yoktu,
gaybarlarda birine takılmak fikri de kanını donduruyordu.”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa:222)
Gayda : Bulgarca’dan kökünü almış, tüm dünyanın bildiği gibi İskoç’ların milli çalgısı olarak kabul edilmiş,
zurnaya benzer tiz sesli, tulumlu, nefesli bir saz.
“Evet, Pazar günleri dans ederler. Elma şarabı içerler ve çalgıcı gayda çalar. Gayda, sizin
Bretonlarınızın dinsel bayramlarının yapıldığı yere giderken çaldıkları bir çalgıdır. Kederli bir çalgıdır bu İnsana
çok yakındır. Derin yankıları vardır..... Can sıkıntısı nedir, bilir misin? Morrina daha da beteridir. Bu, hiç bir
zaman var olmamış geçmişe duyulan özlemdir.... Hayır, Morrina’nın ne olduğunu anlayamazsın. Bunu anlamak
için tekdüze, sık, yoğun ve ince ince yağan; insanı iliklerine kadar ıslatan yağmur gerekir; tepeler üzerinde tüten
sis, melankolik ve sabırlı inekler gerekir; çok yakında bulunan, çağlayan ve tehdit eden okyanus gerekir; açlık,
yalnızlık ve sıkıntı gerekir. Bütün bunlar Morrina’nın başlangıcıdır ve Morrina benim bütün bölgemdir.”
(Michel del Castillo, “Gitar”, sa:19)
Gaydasına tükürdüğümün : Bir ödev ihmal edildiğinde savrulan küfürlerden biri (Argo) -Tuluma benzer bir
İskoç müzik aleti olan ‘Gayda’nın böyle halk diline nasıl düştüğü araştırmaya değer. Benim tahminim,
Çanakkale savaşında, dünyanın öbür ucundan gelip akla yakın hiç bir gayeye hizmet etmeyecek bir ölüm-kalım
savaşına girmiş, bu aletle çalınan marşla yürüyen, hücum eden İskoç erlerine, Mehmetçiğin haklı olarak kızıp da
yarattığı bir terim mi, bilemem. İ.E.“Şimdi karakolda kim var? Gene Arnavut Bayram çavuş mu?
-Bayram çavuş!
-Size ödev öğretmiyor mu, o gaydasına tükürdüğümün Arnavudu?.. Ellerini de çözmemişsiniz... Allah,
Allah! Bunlar da yeni icat... Çözün şunun ellerini...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:93)
Gayretkeş : İşini iyi ve doğru yapmaya, her zaman başkalarını memnun etmeye çabalayan kişi
“ ‘... Hazırlanmaya başladığımızda trenin kalkışına topu topu iki saat kalmıştı, ama hiçbir aksaklık
yaşanmadı. Biraz oturmaz mısın, kardeşlik?’
‘Yok, oturamam,’ dedi Aslan Asker Şvayk ürkerek. ‘Hemen bölüğe gitmem lazım. Ya birileri telefon
ederse?’
‘Keyfin bilir, koçum; ama bana sorarsan, yanlış yapıyorsun. Posta eri dediğin, arandığı zaman asla
bulunmayacak. Sen biraz gayretkeşsin anlaşılan. Senin gibi eyyam efendilerine hep gıcık olurum zaten.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:412)
Gayrı(i), gayrik : Artık; Başkası
“HÜRRİYET KASİDESİ
------------------------------Ve yalnız
Elleri sabunlu
İstanbullu
Bir çingene izinsiz girerr
İzinsiz çıkar...
Kan tutuyor beni, bağıracağım;
Bu dağlar bizimdir alemin değil!..
Alnını karışlarım
Dostlarım;
Kardaşlarım
Sizden gayrinin!”
(Niyazi Akıncıoğlu<1916-1979>, “Cezaevi Şiirleri”, Refik Durbaş, sa:48)
“MEDEİA
----------Zavallı ben! Kötülükleren kötülük beğen!
Şaşkına döndüm, derman yok gayrı benim derdime,
yakıp duruyor içimi acı dur durak bilmeden.”
(Apollonius, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:20)
“Haçça, daha fazla dayanamadı: Atmaca gibi atıldı oğlunun üstüne. Kapandı: ‘Yeter gayri! Esirin mi bu
çocuk senin? Ayna deye bir şey diyoruz, anlamıyor musun?’ İyice kapandı Ahmet’in üstüne: ‘Eşşek döğer gibi
döğdüğün yeter gayri!...’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:83)
“Sonra, arkada oturan karısına dönüyordu:
‘Ulan Haçça, ineği de temelli sana havale ederim gayri. Buza besle, süt biriktir, yağ yap, karışmam..’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:19)
“KIZILIRMAK KIYILARI
Kardaş, senin dediklerin yok,
Halay çekilen toprak bu toprak değil.
Çık hele Anadoluya,
Kamyonlarla gel, kağnılarla gel gayri,
O kadar uızak değil!”
(F. Hüsnü Dağlarca<1914-2008>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1,
sa:345)
“Eşref Peygamber’den Başhekim Bay Mazhar Uzman’a:
Olmaz benim şimden sonra kimselere zararım,
Gayrı çıkmak istiyorum, kat’idir bu kararım.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Eşref Peygamber”, sa:62)
“ ‘Dereye mi girdin? Bu havada?’
‘Girdim ya... ne halt edeyim? Canımı kurtaramazdım başka türlü...’
Oğluyla beraber kapıdan çıkmaya hazırlanan Şaban:
‘Satlıcan (Plörezi, Plörit=Zatülcenp) olmazsan şükret...’ diye mırıldandı.
‘Allah bilir gayrı.’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Ekilmemiş Topraklar”, sa:119)
“Şvayk, sert adımlarla papazın evine doğru yürürken bir de şarkı tutturdu:
Bir bak bana, güzel yarim, bir bak!
Güzel yarim, bir bak bana!
Ben de bey oldum gayri...
Bey oldum ben de, gör işte...”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:2, sa:259-60)
“Omode baba ufak tefek nesi varsa bohçaladı ve İblis’in gemini vurmaya başladı.
-Büyük beyin, bana izin, dedi. Alpar sordu:
-Beni bırakıyor musun, ihtiyar?
-Bırakıyorum, beyim. Gayri ben kocadım, dişi, tırnağı dökülenin hayrı mı olur?”
(F. Herczeg, “Paganlar”, sa:301)
“Nihayet çadırların en yaşlısı ve hatırlısı olan beyaz köse sakallı adam yanımıza yanaştı, önce yerden
temenna ile bizi selamladı. Sonra Etem’e dönerek,
“-Kesin gayrik, dedi. Zere <zira>, dayandı iş zamanı, bulaşsın <işe girişsin, başlasın> her kişi işine
artık!..”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:38)
“ ‘Hey be dedeciğim, hey!’ dedi. ‘Tanrı kemiklerini aziz etsin! O da benim gibi biriydi ama, Tanrı’dan
korkmaz adam, Ayios-Tafos’a <Kutsal Mezar: Hz. İsa’nın gömülü olduğu yer> gitmiş, hacı olmuştu. Ne amaçları vardı
kimbilir? Köye döndüğü zaman, keçi hırsızı ve hayırsız bir adam olan sağdıcı, ona dedi ki: ‘Ah bre sağdıç, bana
Ayios-Tafos’tan bir kutsal haç parçası getirmedin!’ Tepeden tırnağa sahtekar olan dedem ise: ‘Nasıl getirmem,
sağdıç?’ dedi. ‘Seni mi unutacaktım? Akşam eve gel, kutsama işi için, şöyle pişmiş ufak bir domuzcağız ile
şarap de getiriver gayri.’ ”
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:215)
“Kel Mıstık kırbacını hayvanlarının yeleleri üzerinde şaklattıktan sonra, ‘Karı söktürememiş, belli!’
diye geçirdi. ‘Gelirken epey attı tuttuydu ama, demek hava. Tabii canım, koskoca Savcı.. o bu değil ya, partimiz
seçimleri kazanamazsa yaş. Bizim karı da gözümü oyar gayrı. Neme gerekti benim particilik.’ ”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:299)
“<Hacı Eşkıya> Ölürüm de yüreğime dert olur...... Gün bugündür yavrum..... Şunların icabına bak
gayrı. Yerde koma Hacı emminin ahını. Ben bugünü bekledim. Memedim adam olsun da hayfımı alsın diye.”
(Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:22)
“Memet çocuk küskün küskün uyandı. Canlarına tak demişti gayrı. Çoktandır dönmeye karar
vermişlerdi ya, Memet bir türlü yakalarını bırakmıyordu. Memleket diye yola düşüyorlar, Memet ötede bir köy
görüyor, ‘Hele şuraya da bir uğrayalım.. Burda mutlak bir iş buluruz diyor,’ yalvarıyor yakarıyor, onları o köye
götürüyordu.”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:45)
“Koca Osman, ‘eh, gayri,’ diye düşünüyordu, ‘İnce Memedin bizim eve geldiği bundan da başka türlü
nasıl söylenir! Bu Ferhat Hoca cin gibi adam, Leb demeden leblebiyi anlar, anlar ama bu kadar açık sözü nasıl
anlamıyor.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:109)
“DÜŞ
-----Bırakıverdi yüreğim serin suya kendini;
(Ah uzaklar, ah beyaz eller,
değiştirse bu suyun gidişini.)
Sürükler onu su ezgisiyle neşeli;
(Kalmadı hiçbir yer atık,
uzaklar ve beyaz ellerden gayri.)
(F. Garcia Lorca<1898-1936>-Fahri Özdemir, “aşk şiirleri”, sa:36)
“Beni seviyorsan, sen kendin gibi
taze bir bahar bul yatağına
katlanamam gayrı sen’le yaşamaya
sen delikanlı, ben geçkinin tekiyken.”
(Sappho<İ.Ö.610-580>, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:127)
“ ‘Bir kahve içersin öyle ya? Şekerli bi kahve!’
‘Sırası mı bre yeğen? Gayrı senin Çerçi Ağa’nda şarap kalmadı mı?’
‘Ağa keyfin bilir, şarap gelsin!’
‘Şaka ettim ipsiz... Ağanı bekleyelim...’ ”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:37)
“Havada titriyen sıcaklığın usuldan usula duyulan ahenginden fokur fokur kaynayan dünyanın
uğultularından gayri hiç bir ses gelmiyordu.”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:74)
Gayrı(i)menkul :
Taşınamaz malvarlığı
“Aleyhindeki başlıca dava konuları şunlardı: (1) Ölüydü ve bu nedenle hiçbir mülk üzerinde hak talep
edemezdi; (2) Bir kadındı ki, bu da aynı kapıya çıkardı; (3) Rosina Pepita adında bir dansözle evli bir İngiliz
Düküydü; kadından olma üç oğlu vardı ve şimdi bu oğullar babalarının öldüğünü ileri sürüp onun tüm malmülkünün kendilerine intikal ettiğini <geçtiğini> iddia ediyorlardı Bu gibi ağır suçlamaların yoluna konulması
elbet zaman ve para gerektirecekti. Bütün gayrimenkulleri yediemine teslim edildi ve davalar, görüldüğü sürece,
tüm mülkiyet hakları askıya alındı.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:114)
Gayrı(i) meşru : Yasadışı durum ya da davranış, i.e. izin verilmeyen yerde, askeri bölgede izinsiz silah taşımak,
pasaportsuz yabancı bir ülkede dolaşmak; bazen sosyal değerler, yasanın da üstüne geçer: Resmen evli-nikahlı
olmadığı halde bir kadınla bir erkeğin birlikte yaşaması
Bk.: Piç
“Sevgili Fritz; Haftalardır Annem de ben de senden bir haber alamadık. Bugünlerde ortadan kaybolman
senin için hiç de iyi değil. Senin şu Rus maymunun, etrafa seninle ilgili yalanlar saçıp duruyor. Senin ve o
Yahudi Rée’nin olduğu ve sizin dizginlerininizi elinde tuttuğu o ahlaksız fotoğrafı herkese gösteriyor ve
kırbacının tadından çok hoşlandığını söyleyerek seninle dalga geçiyor. O resmi geri alman için seni uyarmıştım,
hayatımız boyunca bize şantaj yapacak! Her yerde seninle alay ediyor, yanındaki o gayri meşru aşığı Rée de ona
katılıyor.... Biricik ablan, Elisabeth <1882>”
(I.D. Yalom, “Nietzsche ağladığında”, sa:102)
Gayya kuyusu : İslam inanışına göre cehennemde, cezayı hak edenlerin atılacakları kuyu; Hayatta insanların
ıstırap çektikleri, yaşam güçlüğü soludukları mekan
“ ‘Doğru sylüyorum. Sorabilirsiniz. Ha! Elbette! Sormak, ne budalayım! Paris, bir gayya kuyusudur.
Kim tanır ki Champmathieu Baba’yı? Ama yine de. M. Baloup’un yerine sorun. Bundan sonra, benden daha ne
istiyorlar bilmiyorum.’ ”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:437)
Gaza(b)p; Gazaba gelmek : Öfke, kızgınlık; Son derece öfkelenmek
“Gazaba gelen İsa, diye düşünüyor Fyodor Mihayloviç: Bu adam onu kendine örnek alıyor. Kutsal
Kitap’taki İsa, tefecileri tapınaktan kamçılayarak kovan İsa. Kılığı bile uygun: elbise değil cüppe. Bir sahtekar,
numaracı, kutsal şeyleri kirleten biri.” ..... “‘Sizin saygın bir adınız var, özellikle öğrenciler arasında. Kendi
adınızı kullanarak oğlunuzun nasıl öldüğünü anlatmaya hazırsanız, öğrenciler gazaba gelip sokaklara
döküleceklerdir.’ ”
(J.M. Cotzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:117;200)
“Sonunda Matho <Kartacalı’ların ordu kumandanı> iri, mahmur gözlerini ona çevirdi. Bir parmağanı
dudaklarına koyup alçak sesle, ‘Dinle beni’ dedi. ‘Tanrı’nın bir gazabı bu! Hamilkar’ın <Kartaca’nın
başkomutanı> kızı peşimi bırakmıyor! Korkuyorum, bu yüzden, Spendius!’ Umacıdan korkan bir çocuk gibi
onun göğsüne sokuluyordu. ‘Bir şeyler söyle! Hastayım ben! İyileşmek istiyorum! Her çareye başvurdum! Ama
sen daha güçlü tanrılar, daha etkili dular bilirsin belki!’ ”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:45)
Gaza basmak : Arabanın gaz pedalına basarak onu hızlandırmak; Bir şeyi, örneğin tartışmayı şiddetlendirmek
“Baktım, Dr. Loweg’in arabasıydı. Kalbim ağzıma geldi sandım, beni tekrar geri alacak diye. Clem,
‘Ona boş verelim,’ dedi. ‘Sana güle güle diyecek ama bir kez senden, onun sana yaptıklarından dolayı, defalarca
söylediğin teşekkürü işitmek isteyecek. Cehenneme kadar yolu var...’ Gaza bastık ve uzaklaştık.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:136)
Gaza gelmek : Birinin sözlerine inanark heyecanlanmak, bir eyleme katılmak
Bk.: Dolduruşa gelmek
“MAMA - Seni dürtmeden gideceğin yok zaten...
ELIZABETH - Dur, siz hiçbir şeyi doğru dürüst beceremiyorsunuz. Emrediyorum: Kimse hareket
etmesin! Pazar yerindeki birkaç dükkancının alkışlarıyla gaza gelmelerine izin vereceğiz.”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:49)
Gazan(ız) mübarek olsun : Allah sizleri uğraşınızda başarılı kılsın temennisi
“Çocuklar, kendi kendilerine bir tuhaf oyun tutturmuşlar, atlının yöresinde koşarak, bir şeyler
söyleyerek dönüyorlardı.
‘Oğlum Yunus hoş geldin. Gazan mübarek olsun. İnce Memedi yakaladınız mı? Bakıyorum da hepiniz
keyifsiz geliyorsunuz, ağızlarınızı bıçaklar açmıyor.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:IV, sa:65-6)
Gazanya : LAT. ‘Gazania-Lathyrus’den gelen, Güney Anadolu’da, Kardelen’lerle birlikte, baharın erken
dönemlerinde beyaz ya da ‘Pembe Buse’ hibritleriyle göz alan, güzel kokulu, tırmanıcı bir bitki.
Bk.: Kardelen
“YUMUŞUYOR DİLİM ÖBÜR ADIYLA
--------------------------------------------------Saatlerdir kocaman bir taşı sürterek bir deliğe
uyduruyor
kesmek için yaşamım boyunca bir tıpadan
damlayan suyu.
Çevresinde, gazanyalar kırmızıya boyuyor usulca
külrengi kumu.
Sazlardan yapılmış bir çift süzüyor
evle duvar arasındaki rüzgarı.
Kardelenler eğiyor perçemli başlarını
gölgelerine doğru.”
(Gabeba Baderoon<d.1969>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.09.06)
Gazı köklemek :
Arabanın gaz pedalına anide ve neredeyse dibine kadar basıp hızlanmak
“Siyah deri ceketli kadın ara sokaktan çıkıp silahını doğrulttu. Dr. Brooks, Langdon’un kafasını tutuo
aşağı doğru bastırırken tabanca yine ateş aldı. Arka pencere patlayınca bir anda cam yağmuruna tutuldular.
Şoföre daha fazla açıklama yapmaya gerek kalmamıştı. Gazı kökledi ve taksi hızla ileri atıldı.”
D. Brown, “Cehennem”, sa:36)
Gazel gibi eli ayağı titremek : Ürkek, zarif hayvancık gibi en küçük bir stresle titremek,paniklemek
“Her şeyi kavrayıvermişti:
-Evet, dedi. Kat’iyyen heyecanlanmamak!
-Bunun eli ayağı titriyor gazel gibi.
-Olmadı... derhal çakılır, herif telefon eder polise, tabanca çeker. Baskın verdiğiniz işyeri zinhar
şüphelenmeyecek sizden.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:119)
Gaz kafalı : Kaz kafalı, aptal, düşüncesiz
“Muhtar, köz gibi yanıyor, dizini dövüyordu:
‘Çok gaz kafalı imiş dürzünün tohumları! İnkar edin ulan! İnkar yiğidin galesidir. Ne demeye ikrar
ediyonuz? Sonra niçin Gara Bayram’ın oğluna tasallut ediyonuz? Gözünüz eyice gızardıysa bir gancık eşşek
dutup götürün dereye.’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:121)
Geb : (Ya da Keb) (MISIR.MYTH.) : Genel olarak, ‘Toprak Tanrısı’ tanınır; SHU ve TEFNUT’ın oğlu;
ikiz kızkardeşi NUT ile birlikte, dinasti’nin ikinci ‘kutsal çift’ini teşkil etti. Bazen, onun ‘Güneş – Sun Tanrısı’
RA ve ‘Ay-Moon Tanrısı’ THOTHûn her ikisinin de babası olduğu söylenir: Father of the Gods.
“Halihazırdaki Ünivers’in yaratılışından biraz önce, Geb, Nut ile çok yakın bir sarmaş dolaş içindeydi.
Fakat RA bundan pek memnun değildi ve SHU’ya onları birbirinden ayırmasını emretti. Onların birbirinden
ayrılmasıyla, ‘Boşluk-space’ ve ‘Işık-light’ yaratıldılar. GEB topraktı ve NUTîn altında upuzun uzanmış
yatıyordu. NUT, bir dirsek ve bükülmüş diz ile, dünyanın yüzeyinin dağlarını ve vadilerini yaratıyordu.
Papirus’larda görülen yeşil yamalar ve bitkiler, onun BİTKİLERİN Tanrısı olduğunu gösterir. Geb bazen bir
ördek olarak temsil edilirdi, ya da başının üstünde bir ördek dururdu. Bu da, güneş’ten ‘BENNU Kuşu’ olarak
yumurta filizlediğinin timsali idi. GEB ve NUT, Osiris ve Isis’in ebevyenleri: Set ve Nephtys idiler.
Bazen, RA ve ATUM’un ‘Yer Tanrısı’ tacını direkt olarak Geb’e verdiğini ve NUT’ı da ‘Cennetin
Kraliçesi’ olarak tanıdıklarını söylerler. Ama daha fazla inanılan rivayet, onun babası SHU’yu tahtından ederek
‘Üçüncü Kral’olduğudur. Geb bu işi yaptıktan sonra, dünya dokuz gün karanlıklara gömüldü, fakat sonunda
onun krallığı kabul görüldü. Ama o, ancak yetmiş beş günden sonra kendinden emin görünerek, özellikle
babasının pek sevdiği ‘Doğu’yu ziyaret etti ve fakat, orada babasının, başına ‘uraeus’ yılanını yerleştirerek
kuvvetlendiğini gözlemledi. Geb yılanı konduğu kafesten almak ve kendi kafasına koymak için elini uzattı, o
anda yılan hemencecik kuvvetli nefesini ve onunla birlikte dört öldürücü zehiri dışa soludu. Geb’in tüm
koruyucuları anide öldüler ve Geb fena halde yandı ve çok şidetli bir ateş yükselmesini yaşadı. Hiç bir ilaç kar
etmedi; tanrılar, RA’nın ‘aart’ını denemesini önerdiler; aart taş bir kasaya kondu ve kasa da Geb’in alnına
yerleştirildi. Kısa bir an içinde, ateş düştü. Yıllar sonra, aart, Her Nebes yakınlarındaki kutsal göl’de yıkandığı
zaman, ilaç, Sebek adındaki bir timsaha dönüştü ve gölün sularında kayboldu.
Bu olaylardan sonra Geb, ondan evvel gelen büyüklerinin yaptıklarının benzerini, yani yeni
ibadethanelerin ve ikanetgahların inşaı, babasından yarı kalmış yol ve duvar yapımları ve sulama tesislerine
girişmek için yardımcılarına bunların gerçekleştirilmesi için ricada bulundu. Tüm bunları yaptı, hem de 1,773 yıl
yaşayarak. Artık fedakarlık zamanı gelmişti, yurdun kuzeyini HORUS’a ve güneyini de SET’e bağışladı. Set pek
memnun kalmamıştı, zira toprakların tümünü istiyordu.
Böylece, Geb, RA’nın hükümranlığında THOTH’un yerini aldı. RA değil Geb, HORUS ile SET
arasındaki paylaşma anlaşmazlığında tacını HORUS’ a devretmek niyetiyle kurulan mahkemede reis makamına
ennete yükseldiğinde vuku bulan ilk mahkeme idi. Geb, RA’nın ‘Güneş Kayığı’nın üyeleri arsında idi. Geb’in
dünya üzerindeki muhteşem idaresi, onun ismini ‘Throne of Geb - Geb’in Tacı’ olarak ebedileştirmiştir.”
(Veronica Ions, “Egyptian Mythology”, Library of the World’s Myths and Legends, Peter Bedrick
Books, 2nd Ed., New York 1988, pa:48) (Çev.: İ.E.)
Gebe halayığın karnı gibi şişmek :
Çok şişkin olan herşey: şişman kimse, çanta, bavul, torba vb.
“KADIN : Senin yararın için söylüyorum ben, senin yararın için! Yoksa bana ne!
ERKEK : Evet ama, bavul şişkinliği! Boşuna bavul şişkinliği!
KADIN : Bavul şişkinliği de olsa, gebe halayığın karnı gibi şişse de bavulun karnı, diyorum ki sana...
(S.K. Aksal, “Oyunlar-Önemli Adam”, sa:715)
Gebe koymak (karısını-) : Karısını hamile bırakmak
“HAPİSTEN ÇIKTIKTAN SONRA
1-Akşam gezintisi
Hapisten çıkmışın,
çıkar çıkmaz da
gebe koymuşun karını,
takmışın koluna
geziyorsun akşamüstü mahallede.
Karnı burnunda hatunun.
Nazlı nazlı taşıyor mukaddes yükünü.”
(N.Hikmet Ran<1901-1963>, “Cezaevi Şiirleri”, Refik Durbaş, sa:28)
Gebe olmak : Bebek yapmak üzere hamile kalmak; Önemli olaylara hazırlık anı
“İhtiyarın kararlı ve boğuk sesi, müthiş bir öfke patlamasına gebeydi. Marius’a doğru ürkek bir bakış
attı teyze, zar zor tanıdı onu. Ne bir harekette bulundu ne de ses çıkarabildi. Babasının emri üzerine, kasırgaya
kapılan bir saman çöpünden de çabuk kaybolup gitti.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:IV, sa:340)
Geberesi; Geberesice; Geberip gitmek; Gebermek : Boş yere, pisipisine ölmek; Birinin ölümünü arzulama
hakkında öfkeyle söylenmiş bir ilenç
“ÇALARSAAT
-----------------Saat nerdeyse çalar ve tanrısal Yazgı
Ve yüce Erdem, o daha kız olan karın,
Ve Pişmanlık bile (ah! sonuncu durağın!)
Derler: Geber, koca ödlek! beklemez yargı!”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:163)
“İSTANBUL
-------------Dünyayı ve insanları görmeye çıkmışlardır
Elleri arkasında bir adam köprünün ortasında durur
Nereye baktığı belli olmaz
Ben gökyüzünü parkı beyaz sarayları seyrettiğini
söyleyebilirim
Bu şehir aşktan değil dehşetten düşüp gebermeye
hazır
Genç orospular ölü padişahlar hastalar şehri Rezil
İstanbul”
(İlhan Berk<1916-2008>; “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi”, Ataol Behramoğlu, Cilt:1, sa:427)
“Kazaklar, yarı çıplak gövdeleri yerde sürüyerek geri döndüler. Sol elleriyle (sağ ellerinde uzun ve
kıvrık, ucundan, evet, kan damlayan kılıçları vardı) üç sarhoş hafif süvarinin sakallı kellelerini tutuyorlardı.
‘Frantsouzy! Napoléon! Tous tués!’ <Fransızlar, Napolyon, hepsi geberdi!>
(I. Calvino, “Ağaca Tüneyen Baron”, sa:226)
“Kendini kurtarıp göğsüme öyle sert vuruyordu ki nefesim kesiliyor ve geri geri sendeliyorum. ‘Seni
orospu çocuğu’ diye bağırıyor. ‘Seni yaşlı kaçık! Defol! Git de bir yerlerde geber!’ Dönüp giderken arkasından
‘Beni ne zaman duruşmaya çıkaracaksınız?’ diye bağırıyorum. Aldırmıyor.”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:166)
“DİRİ DOĞA
--------------Az ötede mezarlığı gezmişti kimimiz.
kimimiz çiçek toplamıştı mavi badanalı evin
çardaklı bahçesinden.
Sonra bir ney sesi ve Neyzen Tevfik’in görüntüsü,
havuzlu Beyazıt Meydanından aheste beste
Şehzadebaşına inerken:
‘Aksırıyorum, tıksırıyorum, bir türlü geberemiyorum’
diye yakınıyor
kendi gibi derbeder bir arkadaşına.”
(Cevat Çapan<d.1933>, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.11.04)
“-Neden oynamıyormuş? Ne oldu ki?
-İçmeye başladı, kahrolası!
-Aman canım! Ayılır nasıl olsa!
-Ayılacağına gebersin daha iyi! Kendisini Moskovadan tanırım, bir kere zıkkımlanmaya başlayınca iki
ay durmadan içer. Ayyaşın tekidir...”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:124)
“Yaz’ın babası votka şişesini bitirdikten sonra, ocağın üstüne çıkardı. Uzun bıoynunu uzatarak oradan
baykuş gözleriyle bize bakar:
‘Hay geberesiciler! Çocuk değil bunlar sanki! Hepsi hırsız! Tanrı kimseye uykusuzluk vermesin!’ diye
mırıldanıp dururdu.”
(M. Gorki, “Çocukluğum”, sa:246)
“-Allah belasını versin!... O, öyle bir zevktir ki her hafta biz buradan geçerken boğulur, sonra dirilir...
Sahiden geberse bir daha tongaya basar mıyım?”
(R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa:32)
“ ‘... Kedilerin müzik kulağı yoktur derler, onun için de kanaryaların şakımasına dayanamazlarmış.
Geberesiceye nasıl sövdüm bilemezsiniz; anasını sattığımın kedisi dedim, Allah seni sürüm sürüm süründürsün.
Ama en çok da kendime de lanet okudum. Bu rezil hayvanı nasıl bir cezaya çarptıralım diye saatlerdir sizi
bekliyorum.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:190-1)
“İnsanlar onlara vız geliyor. Bir makine, bir vida ya da bir burgu, yahut da herhangi bir tekerlek veya
bir kayış olmak istiyorlar. Makineden çok cephane, mesela bomba, şarapnel ve mermi olmayı daha çok isterlerdi.
Herhangi bir savaş alanında nasıl da seve seve geberirdi.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:25)
“Aman Yarabbi, diyorum içimden., bu çareye başvurduğuna göre, bu adam herhalde açlıktan
geberiyordur! Beni Yunan şehirlerinden de berbat bir şehre çıkarmışlar.”
(P. Istrati, “hayat yollarında”, sa:82)
“Tabii kitaplarım biraz para getirmişti bana, elime geçtikçe onu bana başvuran dostlar ve yabancılarla
paylaşıyordum. Her zaman yaptığım gibi davranıyordum, bana özgü bir şey de değildi bu. Özellikle doğuda,
arkadaşlar arasında yardımlaşma ve yabancılara yardım etme olağan şeylerdir. O sayede geberip gitmekten
kurtulabilmiştim. En yakın dostlarım bu tutumuma har vurup harman savurmak dediler. Şu mendebur parayı
saklayıp ailesine harcamalıymış kişi.”
(P. İstrati, “uşak”, sa:8)
“ ‘... Gel de başını tulumbanın altında tut, belki bir yarar olur. Gel Yusuf.’
‘Üşüyorum, ölüyorum... Ölüyorum. Hösük.’
Hösük kızdı:
‘Öl, geber, cehenneme git, sersem herif. Böyle hallerin var da ne demeye Çukurova’ya gelir de
başımıza bela olursun!’ ”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:60-1)
“Paul dedi ki: ‘Ben Chopin’in ‘Cenaze Marşı’nı dinlerken öleceğime, fonda agucuklarla gebermeyi
tercih ederim. Şunu da ekleyeyim: Her türlü kötülük, ölümün yücelmesi demek olan bu cenaze marşından gelir.
Daha az cenaze marşı olsaydı, belki de daha az insan ölecekti. Ne demek istediğimi anla: Trajedinin esinlediği
saygı, bir çocuk cıvıltısının gamsızlığından çok daha tehlikelidir..... Peki ya savaşların koşulu? Aynı şey. Seni
ölmeye mecbur ediyorlar, çünkü anlaşılan, senin hayatından çok daha yüce bir şey var.”
(M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:147-8)
“Söylemediğini görünce de bu kez, demir kıskaçtan fazla sertleşmiş parmaklarımı boğazına geçirip
sıkmaya başlayacaktım; hırıldadığını, boğulduğunu, geberdiğini göre göre sıkacaktım.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:119)
“Koca, koca değildi ki. Gece içer eşşekler gibi, gündüz içer. Geberdi gitti o yüzden vakitsiz. Ne bok
yiyecektim bohçacılık etmeyip. Üç oğlan, iki kız başımda.
(N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu”, sa:26)
“ARGAN - Senin yüzünden boğazım yırtıldı, geberesi!
TOINETTE - Sizin yüzünüzden de benim kafam yarıldı; fit olduk, yani ödeştik.
ARGAN - Ne dedin aşifte?..
-TOINETTE - Azarlarsanız, ağlarım.”
(Moliere, “Hastalık Kastası”, sa:17)
“AVCI
<Gümüş Çağ Rus Şiiri - 1913>
Geberen kuşun cam gözünü,
Melek rezilliğini cinayetin,
Sürüklüyor, esmer avcı onu,
Masmavi ufkuna cehaletin.”
(Vladimir Narbut<1888-1938>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 22.04.04)
“YILLARDAN SONRA
----------------------------Güya hep aynıyız. Ne ki bugün sen
karşıma dikilsen, bakacağım yok.
Eski hisler kabarsa da aniden,
boğarım onları... çok geç artık, çok.
Ah, içimden lanet olsun diyorum
bu boş inada da, ayrılığa da.
İkimiz adına geberiyorum.”
(Radoy Ralin<1923-2004>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
15.03.07)
“LENI - En ufak bir fikrin bile yok, öyle mi! Yalancı, sahtekar. Hoşuna gitmeyen şeyleri nasıl da
bilmezden gelirsin! (Johanna’ya.) İhtiyar Hindenburg yakında geberecek Johanna. Bilmiyor muydunuz yoksa?
JOHANNA - Hayır.
WERNER - Yalan! (Titremeye başlar.) Yalan diyorum sana.
LENI - Titreme öyle! (Kabaca ve şiddetle.) Geberecek! Evet, bir köpek gibi geberecek!”
(J.-P. Sartre, “Altona Mahpusları”, sa:15)
“Bir süre hiç konuşmadan durdular. Mösyö Darbédat sevecenlikle küçük kıza doğru eğildi ve
gülümsedi.
‘Gitti.’ Giriş kapısı kuru bir gürültüyle kapanmıştı. Eve salonda yalnızdı, ‘Keşke geberse.’ ”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Oda”, sa:58-9)
“Savaş uzun, çok uzun bir yoldu. Çok da düşünmemek gerekti savaşı... Hem belki daha yarı yolda,
sanki Schneider Fabrikalarını ya da Mösyö Wendel’in dolu kasasını korumak uğruna geberip gitmekten başka bir
amacı yokmuş gibi, daha yarı yolda ölür, kalırdı.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:116)
“Sarı kıvırcık çocuk alayla gülüyor: ‘Barış olduğu gün,’ diyor, ‘ben on beş gün hiç ayrılmayacağım.’
‘Ne on beş gün, ne bir ay,’diyor ötekiler ‘Geberip gidene kadar içeceğiz be. He hey! Geberene kadar içeceğiz.’”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:272)
“KUKLA (Şarkı söyler.) -
Çabuk yiyin, çabuk yiyin
marmelatlı ekmeği
tadına bayılacaksınız
sonra da gebereceksiniz
Çabuk yiyin
Çabuk yiyin
(J. Sobol, “Getto”, sa:110)
“Arif Bey güldüğünü saklayarak sordu:
-Ne olacak?
-Hep mi geberdiler bunlar? Şu Alemdar’ın hesabını görecek tek kişi kalmadı mı?
-Hesabı mı görülecek?
-Pencereden içeri, el bombasını yallah etsinler. Havaya uçursunlar!...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahkumu”, sa:186)
“-... Sor bakalım, neyin nesi? Başka bir havadis var mı?
-Hay çok yaşa! İyi düşündün! Yahu neydi bu herifin numarası?.. Kadir! Bre ‘Kadir’ demekteyim herif,
geberdin mi?’ ”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:103)
“Cebinde bir ruble yetmiş kepiği vardı. ‘Belki başımın belası, ahlaksız kadın gebermiştir,’ diye
düşünüyordu. Daha sağsa bile, ölmeden önce başıma ne işler açtığını anlatırım namussuza...”
(L. Tolstoy, “Korney Vasilyev”, sa:117)
“İKİ ŞEHİR <1964>
Bir trenim ben,
bunca yıl telaşla gidip gelen
Evet şehri ile
Hayır şehri arasında.
Sinirlerim farksızdır
gergin bir telden
Hayır şehri ile
Evet şehri arasında!
------------Işık bütünüyle söndüğü zaman ise,
hayaletler orada başlar somurtkan balesine
Taş çatlasa da,
gebersen de,
alamazsın bilet,
bu kara şehir Hayır’dan ayrılmak için...”
(Yevgeniy Yevtuşenko<d.1933>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 28.10.04)
“... bir oraya bir buraya koşuşturup durdular beni; çalmadığım kapı, içine tükürmediğim tükürük
hokkası kalmadı. Hayır, dostum, yeniden bir resmi daireden ötekine eşek gibi koşturmaktansa, geberirim daha
iyi.” ..... “Yeniden İş ve İşçi Bulma Kurumuna gidip memurların karşısında çift sıra halinde durup, eline bir kağıt
parçası verilene kadar bir dilenci gibi beklemektense, geberip gitmeyi tercih ederim.”
(S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:184;237)
Gebertmek : Öldürmek, yok etmek (Argo)
“EJDERHA
-------------Önceden de demiştim dağ perisi gibisin.
Mağara duaları ürkütür bedenimi...
Ko günahkar papazın mutluluktan gebersin,
Tanrı korusun beni!...”
(Voymir Asenov<d.1939>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
01.12.05)
“PAPAZ - Yaklaşın, yaklaşın ondan sonra da herkes, hepimizin önünde, işlediği en büyük günahı itiraf
etsin. Ey ilençli kullar, dökün içinizdekileri ortaya! Yaptığınız ya da aklınızdan geçirdiğiniz kötülükleri
birbirinize söyleyin, yoksa günahın zehri hepinizi gebertecek, veba ahtapotu gibi dört bir yanınıza sarılıp
cehennemin dibine sürükleyecek...”
(A. Camus, “Sıkıyönetim”, sa:30)
“Bev Shaw yüzünü gizliyor, burnunu siliyor. ‘Bir şey yok. Kötü durumlar için yeterince öldürücüm var,
ama hayvanların sahiplerini buna zorlayamayız. Hayvan onlara ait, istedikleri gibi gebertmek isterler onu. Çok
yazık! Ne kadar iyi bir hayvan, ne kadar yürekli ve dürüst ve güvenilir.”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:98)
“NATALYA STEPANOVNA - Hayır susmayacağım! Otkatay’ın yüz defa sizin Ugaday’dan daha iyi
olduğunu siz onaylamadıkça ben de susmayacağım!
LOMOF - Yüz defa daha kötü! Gebersin sizin o Otkatay! Ay şakaklarım... gözlerim... omuzlarım...
NATALYA STEPANOVNA - Sizin o aptal Ugaday’ınızın gebertilmesine bile gerek yok, o, zaten
ayakta çoktan gebermiş!”
(A. Çehov, “Teklif”, sa:31)
“KOMİSER - Çabuk doktor.. bayıldı.. Ne felaket! ..... Birisi bu kazadan bahsedecek olursa, gebertirim
onu! Çünkü, ‘Polis tarafından ayağından vurulan yargıç’ diye gazetelere çıkarsa yanarım.”
(D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:64)
“MARTA (Perdenin arkasından korkuyla.) - İmdat! Dur! Elizabeth!
ELIZABETH - Kimsin sen? Çık dışarı yoksa seni gebertirim.”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:8)
“KORO , neşeyle bağırarak Fakat bizi ısırırlarsa,
Ezip gebertiriz onları.
FROSCH - Bravo! Bravo! İşte bu güzeldi!
SIEBEL - Darısı bütün pirelerin başına!”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:108)
“SIMON - Sonra, bilmiyor musunuz? Karılarını da dövenler yok değil, ama sanıyor musunuz ki
bununla yola geliyorlar? Nerede!.. İnadına beterini yapıyorlar. Gebermezlerse, çaresi yok bunun.
LUNARDO - Yok, gebertmek olmaz.”
(C. Goldoni, “Yabanlar”, sa:91)
“Öfkeyle sokağa fırladı. İki saat sonra eve bulut gibi olgun döndü. Rakıdan kan çanağına dönmüş iri
hain gözlerini açtı, Dilpesent’i tekmeledi, tekmeledi. Kadın, komşulara kepaze olmamak için, dışardan işitilmez
ufak iniltilerle bu dayaklara dayanıyordu. Sonunda sarhoş öfkesini alamadı, dolu bir rovelveri cebinden çıkardı.
-Senin gibi kokmuş gudubet bir karıya bedava ekmek yediremem, bari geberteyim de kurtulayım,
hakaretiyle üzerine dört el ateş etti.”
(H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Melek Sanmıştım Şeytanı”, sa:354)
“ATLAR <1912>
Atlar geberince nefes alır,
Otlar ölümü tadınca solur,
Güneşler öldüğü zaman söner,
İnsanlar öldü mü şarkı söyler.”
(Velimir Hlebnikov<1885-1922>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 28.02.02)
“ ‘Kutuma dokunacak olanı geberteceğim.’
Bu cümleyi iki defa okuyorum ve gülüyorum. Çocukluk… Ve okuduklarımı kafamda canlandırmak
istiyorum. Fakat başaramıyorum. Ormanın kendarından boru sesleri geliyor. Elimi çabuk tutmalıyım. Alay
talimden dönüyor.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:79)
“Eli, bir şey düşünüp de söylemedi mi, Kozma haksız olduğunu önceden bilirdi. O, Kozma, yanılsın.
Buna, Kozma katlanamazdı!
-Eli! Susman canımı sıkıyor... Söylesene... Ama dikkat et: Haklı isen gebertirim.
-Beni gebertebilirsin, Kozma, bu haklı olmama engel olmaz.
-Öyleyse kalk, sırtını dön.”
(P. Istrati, “Angel Dayı”, sa:62)
“ ‘Kimsin?’
‘Çobanım.’
‘Konuş konuş..’
‘İşim vardı. Ödemişe gidiyordum. Orada sürü var...’
‘Bu Arnavud Efem.’
‘Gebertin.’ ”
(Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:52)
“Çeteden birinden çalsam, Kıvırcık’tan, ya da şu Boa hayvanından, ama sınav var, kimyadan bir daha
çakmamalıyım. Köle’den aşırsam amma matrak olur, bir keresinde Vallano’ya söylemiştim, doğru da, ölünün
birini dövsen kendini cesur sanırsın, ama umutsuzsun demiştim. Bütün zenciler gibi Vallano da korkağın teki,
gözlerinden okunuyor o panik, o sıçramalar, pijamamı çalanı geberteceğim…”
(M.V. Llosa, “Kent ve Köpekler”, sa:22)
“KEENEY, gözleri ve sesi ateş püskürerek - Kıpırdamayın! (Adamlar bir araya sıkışmış bir halde,
öfkeli ve sıkıntılı bir sessizlik içinde dururlar.) Bu gemide isyan çıkarmanın sakar iş olduğunu anladınız, değil
mi?..... (Joe’nun vücuduna bir tekme indirir.) Şunu da birlikte sürükleyip götürün. Daima aklınızda tutun ki:
kimin işi kaytardığını görürsem hemen geberteceğim.”
(Eu. O’Neill, “Yağ”, sa:25)
“…zavalı kadıncağız ellerini başına götürmüş, ‘Bu adam deli!’ diye inleyip duruyordu. Belki deli
değildi ama kuşkusuz kıskançlık krizine tutulmuştu. Francisco Dinis, orada neler olup bittiği konusunda ona
gerçeği söylemezsek topumuzu geberteceğini söylüyordu avaz avaz bağırarak, oğluna hemen, ama derhal cevap
vermesini buyurdu…”
(J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:20)
“Henri buna bayılır, bunu hiç düşünmemiş olmalıdır, ama o benim arkama geçmekten başka bir şey
düşünmez ve yalnızca kıçıma dokunmak için yaratıldığından eminim, çünkü bir kıçım olduğu için utançtan
geberdiğimi biliyor, benim utanmam için onu kışkırtıyor, ama onu düşünmek istemiyorum.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Özel Yaşam”, sa:102)
“LEAR - Allah kahretsin sizleri, kaatiller hainler sizi! Onu kurtarabilirdim ben; ama şimdi ebediyyen
kaybettim. Cordelia, Cordelia dur biraz..... Ne? bir şey mi dedin? Ne tatlı bir sesi vardı, okşayıcı, yumuşak, hafif
bir ses... kadında fevkalade bir şey... Seni asan o köleye geberttim ben!
SUBAY - Doğru, öldürdü.
LEAR - Nasılda geberttim, değil mi arkadaş?”
(W. Shakepeare, “Kral Lear”, sa:156-7)
“Balkan Korkuluğu
-----------------------sonra benden sana hücum ederler
iyisi mi biz ayrılalım
pireler benim, tahta kurusu seninle
kalanını gebertelim”
(Evdin Stefanov<d.1953>-Kadriye Cesur, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.09.07)
“Köpek durdu ve yine çeniledi. Federico Garcia Lorca da durdu. Derken duvarın arkasından askerler
çıkıp onun çevresini kuşattılar. Kahverengi üniformalar giymişlerdi ve başlarında üç köşeli şapkalar vardı. Bir
ellerinde silah, ötekinde birer şarap şişesi tutuyorlardı. Komutanları, kafası yamrı yumru şişlerle dolu korkunç bir
cüceydi. Cüce ona bakarak, sen bir hainsin ve seni geberteceğiz, dedi.”
(A. Tabucchi, “Düşler Düşü”, sa:67)
“Herifi dışarı itti. Sonra kadını yakaladı ve kıçına bir tekme savurdu. Luis da Bicuda, Joel’e döndü ve
gözdağı verdi:
‘Hesabını göreceğim, alçak.’
‘Yavru’ya dokunursan gebertirim seni.’ ”
(J.M. de Vasconcelos, “Yaban Muzu”, sa:37)
“Eğer elinin altında balta, soba demiri, ne çeşit olursa olsun babasının göğsüne saplayıp one gebertecek
bir silah bulsaydı, James hemen kavrayacaktı. Mr. Ramsey, bir şey söylemese bile, sade aralarına gelmeklee
çocukların içinde işte böyle olmayacak heyecanlar uyandırırdı.”
(V. Woolf, “Deniz Feneri”, sa:4)
“ ‘ben… ben her şeyi yapabilirim, ama ben bekleyemem… bomba patlayana kadar bekleyemem… ben
birini… sün… süngü… süngüleyemem…’ Birden kramp girmiş gibi oldu ve soluk soluğa haykırdı: ‘Ve ben
istemiyorum… istemiyorum… istemiyorum… beni öldürsünler, hemen gebertsinler, ama artık cepheye
gitmeyeceğim… evet, gidin… gidin beni rapor edin…”
(S. Zweig, “Clarissa”, sa:136-7)
Gebeş : Şişko, Bön, salak, aptal (Argo)
“ELIZABETH, perdenin arkasından. - Madam Zozik, zayıfladığımı hatta kuruduğumu hissediyorum.
MAMA - Hayır kraliçecik, bu bir his değil, elbette zayıfladın. Solucanların şişmanlamasından bunu
anlamak mümkün. Baksana hepsi bıngıl bıngıl, gebeş. (Perdenin arkasındaki Elizabeth’e gösterir.)”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:40)
Gece bastırmak : Akşam, gece olmak
“İki saat geçiyor, üç saat geçiyor, Enginin dizlerinde derman kalmıyor. Nerdeyse gece bastıracak. Daha
çok var geceye ama, bu gidişle gece de gelir, geceler de...”
(Y. Kemal, “Bir Bulut Kaynıyor”, sa:130)
“Gece bastırdı, ortalık karardı. Gökyüzü yıldızlarla döşeli gibiydi. Öyle çok, öyle çok, üstüste yıldız
vardı ki bütün göğü yıldızdan ibaret sanırdın.”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:32)
“Mahalleye girdiğimizde gün batıyordu ve tropik iklimlerde olduğu gibi, daha bir sokağı aşmaya
kalkmadan ansızın gece bastırdı. ‘Kafesler Mahallesi’ndeki yapıların çoğu ahşap ve hasırdandı. Orospular,
tahtaları birbirine üstünkörü birleştirilmiş barakalarda oturmuş, başlarını daracık bir aralıktan çıkarıyorlardı.”
(A. Tabucchi, “Hint Gece Müziği”, sa:17)
Gece demezsin, gündüz demezsin; Gece gündüz; Gece gündüz demeden : Sürekli, hiç nefes almadan, arada
durup dinlenmeden, geceyi gündüze katarak
“Okuyunca yüzü yeniden aydınlandı. Ayağa kalktım, beni yanaklarımdan öperken, küçük bir kağıt
parçasını elime tutuşturdu, ‘Bu numarayı al, benim kendi telefonum, ne zaman istersen arayabilirsin, ben
açmazsam kapatırsın, artık zaten gece gündüz oradayım, eve gittiğim yok...’ dedi.”
(Kürşat Başar, “Başucumda Müzik”, sa:270)
“Suyun gözünde akşam akşam balıklar oynuyordu. İğdeli pınarı, Hakkı Çavuş’un bahçeden çıkar,
buraya kadar toprağın altından gelirdi. Balıklar mısır koçanından biraz iriydi. Çok da boldu. Kimse bu balıkları
tutmazdı. Tutanların işi yolunda gitmez diye bir sankı vardı. Mor mor, kara kara balıklardı. Kırmızı benecikleri
vardı. Gece gündüz görünürler, çoluk çocuğun attığı ekmeği, böceği yeyip giderlerdi.”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:37)
“MEKTUP
Ben hep öyle kederliyim, Lüsiyen!
Garip, parlak, tuhaf düşüncelerin
tutsağıyım gece gündüz demeden.
Körelmiş gözlerim dünyaya engin.”
(Dimitır Boyaciyev<1880-1911>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
25.12.08)
“Kunğ Çen kızına:
-Dur bakalım, şu delikanlıyı bir de ben göreyim, dedi. Kararımı sonra sana bildiririm. Çu Ana’ya
döndü. Sen de, hatun, kızımın sözünden dışarı çıkmasına imkan verecek olursan, seni kovarım, ömrünün sonuna
kadar bu evden içeri adım atamazsın!”
Çu Ana tir tir titriyordu:
-Gece, gündüz yanından ayrılmayacağım, diye söz verdi.”
(P.S. Buck, “Şakayık”, sa:182)
“Ama nasıl sorarım size, gece gündüz üstümde sürünen, boğulan ve soluk soluğa kalan, tırmalayan ve
itip kakan, beni vahyin derinliklerine, daha derinlerine çeken sıçanlar, köpekler ve kaplumbağalarla yaşayıp
yaşayamayacağımı?”
(J.M. Coetzee, “Romancının Romanı”, sa:253)
“Alay Edilen
Sevgi bir çocuk
Kıskanmak öbür çocuk
El ele tutuşurlar alay ederler
Benimle gece gündüz”
(F. Hüsnü Dağlarca<1914-2008>, “Ötekinde Olmak-İkisi”, sa:98)
“Hayvanlara özgü bir kararlılık ve vahşilikle yüzü aydınlanır. Her işi gücü bırakır, söz konusu yazara
bir yardım buluncaya kadar gece gündüz çalışır. ‘Galiba,’ diye homurdanır, ‘fırlayıp Abercombie’yi ya da
Masefield’i göreceğim (adları ben uyduruyorum)’. Her ne ise, ‘fırlayıp’ bir yerlere gider ve bir şeyler ‘ayarlar.’ ”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu-Akdeniz Yazıları”, sa:18)
“ ‘Kralcıların gece gündüz didinerek Tito’ya karşı bir devrim başlatmaya çalıştıklarını biliyoruz.
Karargahları Paris’te ve Yugoslavya’ya insan sızması operasyonlarını yönetiyorlar. Buraya kadarı anlaşılabilir.
Ama, son zamanlarda, Methuen, oldukça ağır silahlar taşıyan küçük gruplar göndermeye başladılar. Kuşkusuz,
bunların Tito’nun OZNA örgütü karşısında fazla şansları yoktu ve tavşanlar gibi avlandılar.’ ”
(L. Durrell, “Sırbistan Üzerinde Beyaz Kartallar”, sa:15)
“Gece gündüz
ey sevdiğim, senin adını anıyorum;
aklımı yitireceğim aşkımdan,
sana olan arzum, güneşi karartıyor.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:79)
“ ‘Onun nereden geldiğini biliyorum,’ dedi William, uzlaştırıcı. ‘Ama şimdi senin gibi bir rahip o da;
kardeş saygısı borçlusun ona.’
‘Ama burnunu olur olmaz her şeye sokuyor; çünkü kilerci koruyor onu; o da kendini kilerci sanıyor.
Manastırı sanki kendi malıymış gibi kullanıyor; gece gündüz hep böyle bu!’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:179)
“YEŞİL EVHAM
-------------------hangi zirve, hangi doruk?
Alın beni sığınağınıza ey mutluluk nalları
Ve ey mutfağın karanlığında bakır kapların şakımaları
Ve ey dikiş makinelerinin tedirgin tıkırtıları
Ey süpürgelerin halılarla gece gündüz kavgaları”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:83)
“-Yalnız ben farkettiğim için Tanrı’ya şükürler olsun; ama kaygınız, ama bu yerlere kederli gözlerle
bakışınız, üç haftadır gece gündüz buralardan ayrılmıyanın gözünden kaçabilir miydi?”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:106)
“Birkaç haftadan beri gece gündüz ünlü bir demiryolu davasıyla uğraşıyordum. Mahkemeyi ancak iki
gün önce kazanmıştım. Aslında yıllardan beri hiç ara vermeden yasa ve mahkemelerle cebelleşip duruyordum.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:28)
“ALTINCI MİMOS
----------------------METRO
Ama isteseydi onu da verirdin.
KORİTTO
Evet, ama yerli yersiz olmaz her şey!
Bitas’ın Euboule buğday öğütüyordu yakında.
Gece gündüz döndürmekten
mahvetti zaten değirmen taşını.”
(Herodas, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:36)
“Okçular, hafif ve ağır süvariler ve mızrakçılar, karşılandıkları, kalacak yerlerinin bildirildiği,
selamlandıkları, ağırlandıkları, yerleştirildikleri, çadır kurdukları ve ateş yaktıkları kentin dört bir yanını
doldurmuştu. Gece gündüz demeden sürdü bu.”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:235)
“Hücremin kapısında gece gündüz sürekli bir nöbetçi askerin beklediğini ve gözlerimi kare şeklindeki
gözetleme deliğine her kaldırışımda; onun devamlı açık gözleri ve sabit bakışlarıyla karşılaştığımı söylemeyi az
daha unuyordum.”
(V. Hugo, “Bir İdam Mahkumunun Son Günü”, sa:49)
“Cahil bir çalgıcıya, daha doğrusu davetlilerin gözleri gece gündüz kendi dudaklarına ya da yayına bağlı
kalmaktan duyduğu zevk uğruna her türlü hakareti ve dayağı sineye çeken o İbrailli çingene kemancılara
benziyordum. O dinleyen gözleri tanıdım ben, severdim o gözleri. Beni bir öykücü yapan da onlardır. Ne yazık
ki günün birinde büyü bozuldu.”
(P. Istrati, “Uşak”, sa:8)
“Ay hep çok güzeldir
Babamın yüzünü anımsıyorum
Duvarda bir oyuk gibi
Çamurlanmış çarşaflar
Yer toprak döşeme.
Anam çalışırdı gece gündüz
Ağlamalar çığlıklara karışır
Bir melekle bir olur bir şeytanla
Bir de hiç doğmayacak oğluyla”
(Victor Jara<d.?-1973>-Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.10.03)
“Benden ne istiyorsun Gülizar, şimdi açık söyle bakalım!...
-Daha sorar mısın ne istediğimi?
-Elbette sorarım... Ne bileyim ben, ne istiyorsun benden!
-Ateşe saldığın yüreciğimi isterim senden!...
-Ben ne diye saldım senin yüreciğini ateşe?
-Bilmem artık... Ben dönmüşüm şinci <şimdi> deliye... Zere <zira> yanarım senin için gece gündüz...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:174)
“Haklıydı kadın! Gece gündüz demiyor, günahları yüreğine bıçak gibi saplanıyordu. Korkuyu, geri kaln
tek şeytanı yenmek için boşu boşuna uğraşmıştı. Ötekileri yenmişti: Yoksulluğu, kadınlara karşı duyduğu isteği,
gençlik zevklerini, yuva mutluluğunu.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:19)
“İçlerinde silahsız bir tek kişi vardı, umutsuzca açıyordu kollarını; ama boşunaydı çabası. Köyün Papazı
Yannaros’tu bu adam. Bir sağa bakıyordu bir sola; kimin yanını tutacağını, kime arka çıkacağını bir türlü
kestiremiyordu. Gece gündüz, kuşku içinde, durup dinlenmedne soruyordu kendi kendine: ‘İsa yeryüzüne dönse
kimden yana çıkacak?’ ”
(N. Kazancakis, “Kardeş Kavgası”, sa:13)
“Sedir gençliğini yakarlarsa benim de dünyada tutunacak dalım kalmaz.. Benim de bir tarafım yıkılır.
Çocuk gibi büyüttüm. Onun için beş yıl uyku yüzü görmedim. Gece gündüz bu yaz onu düşündüm. Ha yaktılar,
ha yakacaklar...’ ”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:31)
“ ‘Rachel benim gibi aklına esince, oradan ayrılamıyor. Sao Paulo’da bir restoranı var: ‘Rachel’in Yeri’.
Şehrin en iyi restoranlarından biri. Gece gündüz orada ve bir hafta uzakta kalırsa tüm müşterisini kaybedeceğine
inanıyor. İşin iyi gitmesi için vazgeçilmez olduğunu düşünüyor, ki bence abartılı bir süşünce…’ ”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:375)
“MUZAFFER HALK
Askerler savaştan dönüyorlardı.
Ülkenin demiryolları
Gece gündüz taşıyordu onları.
Gömlekleri toz içindeydi
Ve hala tuz içindeydi terden,
Bu sonsuz bahar günleri.”
(Leonid Martinov<1905-1980>, “modern rus şiiri antolojisi”, A. Behramoğlu, sa:135)
“Yaşamında ilk kez bir şeyi deniyordu: Bir işte sebat etmeyi. Gece gündüz hiç durmadan çalışıyor,
yıllar ile arasındaki açığı kapatmaya çalışıyordu.”
(M. Mungan, “Üç Aynalı Kırk Oda”, sa:23)
“NİNELER
------------Nineler, gece gündüz aklınız
Dünyasını sürmemiş
Oğlunuza gider.
Muradına ermemiş
Yavrunuza gider.”
(B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:24)
“SAHRA
Elleri kalbini durumdan duruma taşımasa
Çaresiz, bağlı kollarını taşır.
El MÜTENEBBİ
II
Bana kumdan bilmeceler sorardın. Önümüzde
serili kumdan.
Katlı kumdan. Adımlarımdan bir iz kalmadan
önümdeki
---------Şimdi her deliği teslim alacaksın! Bu boşluk
vahşetle parlayacak
benliğimi keserek. Bütün bu serap beni
okşayacak. Bu toprak
dilimlenecek. Gece gündüz yürüyeceğiz mesafe
aynı mesafe. Vahada
arayacağız kirpiklerden damlayan yaşları
tökezlemeden.”
(Hasan Necmi<d.1960>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.09.06)
“O korkunç fatura (on dokuz, hatta yirmi sterlin olmalıydı ve ödenme olasılığı çok düşüktü)
yaşamındaki en büyük işkencelerden biriydi. Gece gündüz her an bilincinin köşesinde, üzerine atlamaya ve ona
acı vermeye hazır, bekliyordu.”
(G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:10)
“Amelio hastaneye kaldırılınca, konuşup içimi dökebileceğim kimse kalmamıştı artık. Gidip onu
görmenin bir yararı olmadığını biliyordum, çünkü gece-gündüz sövüp sayıyor, kimseyi de tanımıyordu.”
(C. Pavese, “Yoldaş”, sa:5)
“Ayakta güç durabiliyordu. Geri kalan basamakları da inebilse alttaki hasır koltuklardan birine
çökecekti. Yapamadı. Merdivenin üstbaşında gece gündüz yanan zayıf bir ışığın her basamakta bir derece daha
azalarak sahanlığın kavsine dönemeyecek kadar geride ve dipte kalması, daima, buradan inmeği çıkmaktan
ziyade güçleştirirdi.”
(P. Safa, “Biz İnsanlar”, sa:5)
“Gece demeden, gündüz demeden
Özlüyorum
yanıyorum”
(Sappho<İ.Ö.610-580>, “neden gene deli gönlünü çelen”, sa:80)
“... sınır boylarına yerleştirilen ordu birliklerinin görev alanları yalnızca anayollarla, özellikle de komşu
ülkelere giden otoyollarla sınırlandı, böylelikle tali yollar kuş uçmaz kervan geçmez bir hal alıyor, doğal olarak
ara yollar, patikalar, keçiyolları da kontrol dışı kalmış oluyordu. Başka türlü olamayacağı için, söz konusu
birliklerin önemli bir kısmı kışlalarına geri döndü ve bu geri dönüş gece gündüz tutulan nöbetlerden bıkmış olan
er ve erbaşlar arasında sevinç yarattı...”
(J. Saramago, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”, sa:59)
“Şimdi koşullardan söz edebiliriz, haftanın her günü için belirli bir tutar var, buna ek olarak hasatın
bitiminde beş yüz Escudo <Portekiz ve Şili’nin para birimi>, cumartesi bütün ekinler biçilmiş olmalı.... Bütün bir hafta
boyunca Manuel Espada ve Antonio Mau-Tempo gece gündüz ekin biçecek, bunu gözünüzde iyice canlandırın,
tam bir iş gününden sonra dayak yemiş gibi, yorgun argın kulübeye gidecekler, yemek yedikten sonra tahıl
tarlasına geri dönecek ve biçmeyi sürdürecekler...”
(J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:250-1)
“Kölen olmuşum senin, elden başka ne gelir,
Gece gündüz el pençe divanım buyruğuna;
Geçirdiğim saatler baştan başa bir hiçtir
Sen buyurmuş değilsen çabalarım boşuna.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:57, sa:155)
“Antao, bir hafta boyunca ateşler içinde yandı; Ananias, ağabeyinin ölmek üzere olduğu düşüncesiyle
deliye dönmüştü. Ama sonra yavaş yavaş iyileşti. Sokağın bütün kadınları, gece gündüz başında nöbet
tutuyorlardı.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:155)
Gecekondu : İsminin de açıkladığı gibi, tapusuz araziye, hemen hemen bir gecede düşük kaliteli konut yapmak.
İstanbulda, İkinci Dünya Savaşı sonrası Zeytinburnu’nda başlamıştı, sonra her taraf ‘gecekondu villa’larla
doldu.
“DEĞİŞİMLER
Eski gecekondu semtlerinin değiştiğini görmüşüm ben.
Evlerin renk değiştirdiğini,
arka avluların Babil bahçelerine dönüştüğünü görmüşüm.
-----------------genç kuşağın doldurduğu krom kaplı café’lere
dönüştüğünü görmüşüm.
Karısını öldüren bir adam, elinde kanlı sopasıyla
geçmişti burdan.
Pırıl pırıl gözlü bir sivil polis işte tam orda öldürülmüştü.”
(Klavs Bondebjerg<1953-2004>-Murat Alpar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.05.06)
“Milletvekilleri içki üreticilerine sağladıkları milyarları, konut yapımına vermeyi reddettiler. Bir taşla
iki kuş. Alkol üretimiyle birlikte gecekondular da arttı. Altı yüz jakoben, özgürlüğün devleri, içkili lokantaların
karşısında dize geldi.”
(A. Camus, “Defterler 3”, sa:66)
“Uçakla Yeryüzü
-------------------Kocaman camilerden kiliselerden öte
Saraylardan gökdelenlerden evlerden
Gecekondulardan
Uzak
Bitkilerdir
Gerçek yurttaşlar”
(F. Hüsnü Dağlarca<1914-2008>, “Ötekinde Olmak-Oralarda”, sa:51)
“SARHOŞ DERVİŞ
-----------------------Avareyim, gecekonduluyum, yaramazım ben,
Öğrendiğim ne varsa unuttum ebediyen,
Pembe gülümseme ve bir ezgidir gerekçesi:
Dünya dost yüzlü ışın, geriye kalan gölgesi.”
(Nikolay Gumilöv<1886-1921>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 31.07.03)
“Koca bir milletin, aç, yoksul, çıplak bir milletin servetini, alınterini İstanbul zenginleri mezarlarına
dökmüşler. Her mezarda... Bunu Çeliktepe’de bir gecekondu sahibi söylüyor..... “Dün, Küçükçekmece’de
Menekşe’de bir gecekonduyu yıktılar. Kırk yaşında üç çocuklu Giresun’lu Hasan Aksoy’un gecekondusunu
yıktılar.”
(Y. Kemal, “Bir Bulut Kaynıyor”, sa:188,227)
“ ‘Şu yamaçta, istasyonun üstünde, altında o zamanlar hiç bir şey yoktu. Ne ev, ne gecekondu, ne de bir
kulübe. Küçücük çalılar, birkaç da ağaç vardı. Ne ağacı olduğunu bilmiyorum. Birkaç ağaç işte..... Sonra usul
usul gecekondu yapılmaya başladı buraya.’ ”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:132-3)
“ŞUBAT AYI: CAPE TOWN <1993>
2.
-----------------------------------parıltı gülümsemeleri, çünkü
hala, gitgide, daha çok, bir gecekondu
halkına dönüşüyoruz biiz, iyileştirilmiş
yaşamlarımızı kurcalayan sözcükler
üzerinde
çinko ve karton umutlar inşa ederek”
(Rustum Kozain<d.1966>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 12.04.07)
“BU ÜLKE, GÜNEY AFRİKA
<Jaki Seroke’ye>
-------------------------------------Bu arsız kentler, gururlu mayınlar
sodalı suyu terimizin
doğurgan varoşlar, koğuş hücreleri
teneke kasabalar, umutların bir araba
lastiğinde
dumana boğulduğu pis gecekondu kampları
bu fırınları insan duyarsızlığının yakılmalı
kindar bir ateşin bütün sıcaklığıyla”
(Umariuddin Don Mattera<d.1935>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
31.05.07)
“Sabah daha şehir yeni uyanırken yağan kara aldırmadan Atatürk Caddesi’nden aşağıya, gecekondu
mahallelerine, Kars’ın en fakir semtlerine, Kalealtı Mahallesi’ne doğru hızlı hızlı yürüdü.”
(O. Pamuk, “Kar”, sa:15)
“DEĞİŞİMLER
Eski gecekondu semtlerinin
değiştiğini görmüşüm ben.
Evlerin renk değiştirdiğini
arka avluların Babil bahçelerine
dönüştüğünü görmüşüm.
Dondurmacı dükkanlarının grillbar,
odunlukların galeri olduğunu,
çıkmaların ite kaka kaldırımlara
taştığını görmüşüm.”
(Peter Poulsen<d.1940>-Murat Alpar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.03.04)
“ ‘Baba, evler orada deniz kenarında ıslamıyorlar mı?’
‘Hayır ıslanmıyorlar. İşte bak, gördün mü?’
‘Anneannem nerede? Denizin üstündeki evi görüyorum.’
‘Hımm, içerde yemek pişiriyordur,’ diyordu onu görmüşçesine. ‘Babaannen Marigo’yu anımsıyor
musun?’
‘Evet, anımsıyorum...’
Anımsamıyordum ama, babamla bir oluyordum. O biliyordu; bense onun yüzünde görüyordum
babanneyi. Gecekondu barakaları, ayaklarımızın altından dağa tırmanıyordu.”
(D. Tomazani, “Konuşmayan Su”, sa:17)
Gece kuşu : Çalışma ya da sosyal hayatını daha çok gece vakti kullanan; Sokak serserisi ya da sokak kadını
“O tarihi aileler üst katları yavaş yavaş terk etmişler, sonunda onların yerlerini, yakınlardaki ırmak
limanındaki meyhanelerden bir buçuk pesoya yakaladıkları müşterileriyle şafak sökene kadar girip çıkan, yoksul
düşmüş bir alay gece kuşu işgal etmişti.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:104)
Gecelemek : Bir yerde sabahlamak, orada uyumak, biriyle birlikte olmak; Tüm gece çalışmak
“ ‘Dertsiz tasasız kim var? İnsanın ‘bu konu da çok canımı sıkıyor’ demediği gün olur mu? Benim de
kendime göre derdim olduğunu bilirsiniz; sizinkine benzemez ama, sizinkinden kolay da değil. Dünyadan el etek
çekip balta girmemiş ormanlarda dolaşmak ya da beyaz karıncaların yuvalarında gecelemek deliliktir’ ”
(Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:III, sa:133)
“ ‘... Üç geceden beri yollardayım. Bunun ne demek olduğunu siz de bilirsiniz. Dışarda bankların
üzerinde, durmadan polisten korkarak gecelemek. İnsanın bir yerde güven içinde birkaç saatini geçirmesi ferahlık
veriyor.
‘Bilirim. Ama şu odaya bir defa baksanıza. Öyle boylu boyunca yatabileceğiniz herhangi bir yeri yok.
Bu durumda nasıl uyuyacaksınız?’ ”
(E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:304)
Geceleri gündüz etmek : Eğlence ya da başka nedenlerle sabahlamak
Bk.: Geceyi gündüze çevirmek
“Sevgili Nermin,
Burada da geceleri gündüz etmeye başladık Nermin... ‘İnsan güneşi üstüne doğdurmamalı!’ diye
meşhur bir atasözü vardır. Güya uyuyan bir insanın üstüne güneş doğarsa, o insan, o gün ağırlıktan, baş
ağrısından kurtulamazmış.”
(R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa:43)
Gecelik külahına anlatmak : Bk.: Külahına anlatmak
Gecenin ayazında : Soğuk bir akşam; Gecenin soğuğunda
“İki kez boşu boşuna bekledikten birkaç gün sonra, bir akşam geç vakit ona rastladım; gecenin ayazında
bir köşe başında karşıma çıkmıştı, yalpalıyordu, zil zurna sarhoştu.”
(H. Hesse, “Demian”, sa:146)
Gecenin bir vakti : Çok geç vakit, gece yarısından sonra
“Dün sabah uyandım. Seslenirim, oğlan yok... Hiylelendim. ‘Bre bizim boz dana...’ Yok! ‘Bre nedir?’
Sonunda iş anlaşıldı. Biz atlandık, gecenin bir vakti, kasabaya indik. ‘Beni şuncacık it eniği soydu,’ diyerek
karakola nasıl gidersin?”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:375)
Gecenin köründe kalkmak : Daha gün doğmadan yataktan kalkmak
Bk.: Sabahın köründe kalkmak
“Joao Mau-Tempo, kahramanı oynayacak yapıda değil. Cılız bir çocukcağız, on acı yılı sırtına binmiş;
ağaçlara bakıp onların mantar, palamut ya da zeytin vermeye değil, daha çok kuş yuvalarını gizlemeye yaradığını
düşünen bir insancık. Gecenin köründe kalkıp gözlerinden uyku akarak ve boş mideyle o kısa ya da uzun yolu
tepip işe gitmesi ve güneş batana dek çalışması haksızlık...”
(J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:47)
Gecesini gündüzünü haram etmek : Başkası için hayatını heba etmek
“... içlerinde ya bir kişi ya da iki kişi beğenebildim, zaten hepsi onu yalnız bırakmadılar mı, hastalandığı
zaman biri bile gelip yokladı mı ki, zaten onlar hiçbir zaman sevmediler onu, o sevdi yandı uykuları kaçtı
elinden geleni yaptı onlar için gecesini gündüzünü haram etti onların varlığı uğruna...”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:78)
Gece uykusu kaçmak : Üzüntü ya da düşünceden tüm gece uyuyamamak
“MAZZINI - Oo. Yürütemeyiz. Bir yıla kalmaz işimiz duman olur..... Mangan hepimizi hizaya getirir.
Bir kuruş için yakamıza yapışır. Yarım lirayı nasıl artırsam diye gece uykuları kaçar. Ama Ellie bir kere evinin
idaresini ele alsın, dünyanın kaç bucak olduğunu gösterir ona.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:71)
Geceyi gündüze çevirmek; Geceyi gündüz etmek : Gece gündüz durmadan çalışmak; Istırabı sevinvce
döndürmek
“... görmezsiniz körsünüz çünkü desin, ben kusurlarımı görmüyormuşum, ben kusurlarını görmüyor
muydum sanki, bağrıma taş basıp bir şeycikler demeden günümü zehir gecemi gündüz etmiyor muydum,
susuyorsum gene, susuyorsum da bir şeycikler söylemiyordum...”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:75-6)
“… Ve biz yedi doktor, başımızda binbaşı Salman Sami gecemizi gündüzümüze katmış çalışıyorduk.
Binbaşı iğne ipliğe dönmüş, ameliyat yaparken elleri titremeye başlamıştı.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2, Karıncanın Su İçtiği”, Cilt:2, sa:493)
“Ama Alfonso’nun kolları boynuna dolanmıştı bile: ‘Nice mutlu yıllara, üveyanne!’ Çocuğun keyifli,
kaygısız sesi geceyi gündüze çevirmişti. Lucrecia, çocuğun incecik kırılgan kemiklerini gövdesinde duyumsadı,
minik bir kuştu sanki kendisine sokulan.”
(M.V. Llosa, “Üveyanneye Övgü”, sa:11)
Geceyi karanlıkta göz kırpmadan geçirmek : Tüm gece bir damla bile uyku uyuyamamak
“Asgari dinlenmeyle fiziksel gücünü yeniden kazanma yeteneği başının üstündeki haleyi kazanmasına
yardımcı olmuştu. Ama artık bu avantajtükenmişti.Yorgun uyanıyordu. Ençok iki ya da üç saat uyuyabiliyordu,
o da karabasanlarla ikide bir sıçrayarak. Bir önceki geceyi, karanlıkta göz kırpmadan geçirmişti. Pencerelerden
ağaçların tepesini, yıldızlarla donanmış gökyüzünün bir parçasını görüyordu.”
(M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:26-7)
Geceyle suçortağı olmak : Geceleyin birisi aleyhine komplo kurmayı düşlemek
“CLAIRE - Yoo, buna gelemem! İşten böyle kolayca yakanızı sıyıracağınızı mı sanııyorsunuz, sevgili
hizmetçim? Rüzgarla birlik olup komplo kurmak, geceyle suçortağı olmak kolaydır.”
(J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:76
Geçer akça(e) olmak : Söz, eylem, üretim bakımından herkes tarafından onaylanmak; değeri olmak
“Solun dünya görüşünü sırtından ve o dünya görüşünün ciddiyetiyle, saygınlığıyla asla bağdaşmaz
biçimde geçer akça olmayı hedefleyip, böylelerinin ‘tedavülden’ ne kadar çabuk kalktıklarını hala
anlayamayanlara ise, altı yıl önceki sorumuzu yinelemekten başka çare göremiyoruz: Hangi burjuva kültürü?”
(A. Cemal, “Yaşamdan Çevirdiklerim”, sa:98)
“Hellen’ler, Hellas’lılar <Teselya’lı> demektir. Grek ve Gres <Yunanistan> adlarına gelince:
Yunanlılar Güney İtalya’ya yayılmışlardı. Bu arada Napoli’nin yanında ‘Küme’ şehrini kurdular. Küme’lilere
Latinler ‘Graei’, sonradan ‘Graeci’ dediler. Grek ve Gres adları oradan kalmadır. Yakın bir geçmişten beridir ki,
bu adlar geçer akçe oldular.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Anadolu’nun Sesi”, sa:32)
“Senin anlayacağın, bankada ne tür bir çalışmanın geçer akçe olduğunu öğrenmiştim. Fakat bizim
serviste bankanın güpegündüz dalga geçen ve hiç kimseyi sallamayan bir memuruna hayret etmekten kendimi
alamıyordum. Giyinişinden hali vakti yerinde, hatta zengince bir genç olduğuna şüphe yoktu.”
(C.S. Tarancı, “Gün Eksilmesin Penceremden-Kötülük Yapayım Derken”, sa:147)
Geçer ayak : Hafifçe dokundurmak, yüzeysel geçmek
“Minoen Ege uygarlığının ve Hititlerin keşfinden önce yazılan Yunan tarihlerinde -yukarıda geçer ayak
değindiğimiz gibi- Yunanistan’a karşı beslenen dinsel sempatiden ötürü, gerçekle ilgisi olmayan birçok şeyler
yazılagelmişti.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Anadolu’nun Sesi”, sa:27)
Geçim derdine düşmek : Kendini ya da ailesini beslemekte güçlük çekmek, para sıkıntısı yaşamak
“GLUMOV - Hiç şüphen olmasın. Sevgili anneciğim, oğlunu iyi tanırsın. Açıkgöz, kurnaz, hınzır
herifin biriyim. Kendimden daha iyi durumda olanları çekemem. Sana çekmişim, besbelli. Babam sağken, biz
para içinde yüzerken ne yaptım ben? Can sıkıntısından, öfkeden kahrolarak şurda burda sürtmekten, şuna buna
taşlamalar yazmaktan başka ne halt ettim? Ama geçim derdine düşünce anladım ki, bu şehri yönelten aptallarla
alay etmek karın doyurmaz.”
(A.N. Ostrovski, “Bu Hesapta Yoktu”, sa:22)
Geçinmek : Yaşamını kendi sağlamak; Sanki bir işin ustası, uzmanı gibi yetenek ve yeterlilik taslamak
“Bir gün Snake River’da Andrew McWillliam’ın binek atı hastalanmıştı. On mil uzağa araba
göndererek botanikçi geçinen bir üniversite mezununu getirtti ama işe yaramadı. Adam bildiğini okudu, dönüp
gitti. At da öldü.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:61)
Geçirmek : Selametlemek, uğurlamak; evvelden yaşanan bir işlev ya da eylemi yinelemek; cinsel ilişkide
bulunmak; yumruk atmak, vurmak (Argo) ; Vakit sarfetmek, kalmak
“MATTHEW (Yatağın altında.) -... Geçen gün birine rastladım, bana doğru geliyordu.. beni ezecekti..
‘Sağa doğru git!’ diye bağırdım ve feneri doğru tuttum ama beni ne gördü ne de duydu. Ama ne zaman burnunun
ortasına bir tane indirdim, o zaman durdu. Bir tane daha geçirdim. O zaman kendini kaybetti ve kaçıp gitti.”
(H. Boytchev, “Albay Kuş”, sa: 9-10)
“Doktor istasyonda karısını geçiriyor. Ama kentin kapatılmasını istemek zorunda.”
(A. Camus, “Defterler 2”, sa:103)
“David, Ettinger’i kapıya kadar geçiriyor.
‘Zavallı Lucy,’ diyor Ettinger. ‘Çok kötü bir şey onun için. Neyse, daha da kötü olabilirdi.’
‘Öyle mi? Nasıl?’
‘Giderken onu da alıp götürebilirlerdi.’
Bunu duyunca kalakalıyor David. Ettinger budala değil.”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:128)
“TREPLEV - Durun, yiyecek bir şeyler getireyim size...
NİNA - Yok, yok... Geçirmeye gelmeyin beni, kendim giderim... Arabam uzakta değil...”
(A. Çehov, “Martı”, sa:95)
“Ne tuhaf insanlardı bu msafirler. Bir yandan da son derece iyi niyetliler, diye düşündü; onlar da sabah
erkenden kalkıp beni gara götürecekler. Vedalaşmak bile istemediler. Beni geçirmek hoşlarına gidiyor. Hım!...”
(M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:107)
“Ana-kız Hohen-Cremmen’e dönecekleri zaman, Dagobert gara onları geçirmeye gelmişti. Özellikle de
her öneriye karşı çıkan, sıkıcı akrabalar tarafından rahatsız edilmedikleri için hepsi bir arada mutlu günler
geçirmişti.”
(Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:1, sa:40)
“Kendileriyle candan yürekten vedalaştım. Hepsinin ayrı ayrı ellerini sıktım. Çocuklar beni geçirdiler.
Ben merdivenleri inerken, bütün aile mutfağın, sokak üzerindeki balkonuna toplanarak beni selametlediler, hepsi
arkamdan el salladılar.”
(J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:II, sa:130)
“Doktor, Deborah’nın annesini kapıya kadar geçirirken, onu biraz rahatlatmış olmayı umuyordu.
Gelişigüzel avuntu vermek, tıbbın başka dallarında işe yarayabilirdi (plasebo, doktorların itiraf ettiklerinden daha
sık yazılıyordu reçetelere) ama Dr. Fried’in bütün yaşamm deneyimi ve eğitimi buna karşıydı.”
(J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:185)
“Ayşe Refik’i kapıya kadar geçirdi. Refik onu öptü, duygulandı, dışarıya çıktı. Sessizliği içine çekti.”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:536)
“Mathieu birkaç saniye konuşmadı. Sesine hakim olmak istiyordu. Sonra:
-Sizi geçirmeye gelirim, dedi.
-Hayır, dedi Ivich. Nefret ederim bundan, lastik gibi uzayıp giden vedalaşmalar olur. Sonra
yorgunluktan ölüyorum.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:267)
“THEODOTUS (Pothinus’a.) - Kitaplığı kurtarmaya gitmem lazım. (Hızla çıkar.)
SEZAR - Onu kapıya kadar geçir, Pothinus. Söyle, sizinkilerin kulağını büksün. Daha fazla askerimi
öldürmesinler, karışmam, ucu sana dokunur.
POTHINUS - Canıma kıyarsanız size pahalıya oturur, Sezar. (Çıkar.)”
(G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:80)
“Bunu izleyen dört yılın yukarıda anlattığımız kadar önemsiz, incir çekirdeği doldurmayan küçük saray
ayrıntılarıyla doldurmak gerekirdi. Del Dongo markizi, her yıl ilkbaharda kızlarıyla birlikte gelip Sanseverina
Sarayı’nda ya da Po kıyılarındaki Sacca çiftliğinde iki ay geçiriyordu. Çok tatlı anları oluyor, bol bol
Fabrice’den söz ediyorlardı. Ama, kont onun Parma’ya tek bir ziyarette bile bulunmasına izin vermiyordu.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:155)
“Trude parmağını kaldırdı. ‘Onu, ilerde de hiç bekletmeyeceksin, değil mi?
‘Kuşkusuz bekletmeyeceğim, Bayan Trude!’
‘Öyleyse git, çocuğum; eve varınca öteki insanlara beni anlat; beni bundan sonra artık unutmasınlar.
Şimdi gel! Seni geçireyim.’ ”
(Th. Storm, “Fıçıdan Öyküler”, sa:47)
“Şükran Hanım, misafiri geçirmekten dönüp, Murat’ı gitmek üzere kalkmış görünce, ‘Ne oluyor’ der
gibi gözlerini kırpıştırdı.
-Gideyim ben de... Yoruldunuz! Üzdük sizi başkalarının dertleriyle...
-Rica ederim, kalın biraz daha... Acele bir işiniz yoksa, kalın!”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:351)
“Ancak yine de bu berbat havada kemiklerime kadar ıslanıp ince tabanlı rugan botlarımla şosenin
çamurlarına bata çıka yürümek yerine rahat, konforlu bir arabada eve ulaşmanın çekiciliğine kapılarak ev
sahibinin önerisini kabul ettim. Yaşlı adam yağmura rağmen beni arabaya kadar geçirip arabanın üzerini örttü.
Şoförün motoru çalıştırmasıyla birlikte gök gürültüleri arasında eve doğru yola koyulduk.”
(S. Zweig, “Sabırsız Yürek”, sa:90)
“Geceyarısı New York’tan kalkıp Buenos Aires’e gidecek olan büyük yolcu vapurunda..... karadakiler
arkadaşlarını geçirmek için itişip kakışıyor, eğik kasketli telgrafçı çocuklar birtakım adlar bağırarak yolcu
salonlarında oradan oraya koşturuyor, bavullar ve çiçekler sürüklenerek vapura yükleniyor...”
(S. Zweig, “Satranç”, sa:5)
Geçiş Çağı : <Krita Çağı>; İçinde yaşadığımız çağın -yani dünya’daki- yaşamın, Maya takvimine göre, 2012
tarihinde sona ermesine kadar olan zaman ki bir <Aydınlanma Çağı> ile sonlanacaktır
“Peter Solomon’un yüzünden hiçbir şey anlaşılmıyordu. ‘Sizin düşünmeniz gereken, benim şahsi
inançlarım olmamalı. Sizin düşünmeniz, bir <Aydınlanma Çağı’nın> geleceği kehanetinin, dünyadaki tüm inanç
ve felsefe geleneklerinde nasıl yankılanacağıdır. Hindular buna <Krita Çağı>, astrologlar <Kova Burcu Çağı>
derler; Museviler <Mesih’in geleceği> şeklinde tasvir ederler; teosofist’ler <Yeni Çağ>, kozmologlar <Uyumlu
Birleşme> derler ve belirli bir tarih öngörürler.
Birisi, “21 Aralık 2012!” diye bağırdı.
‘Evet, Maya matematiğine inanıyorsanız... sinirleri bozacak kadar yakın.’ ”
(Dan Brown, “Kayıp Sembol”, sa:425-6)
Geçit yeri : Eski İstanbul Yangın Tulumbacıları teşkilatında, yangına koşarken, geçtikleri ana yolların en
kalabalık olan yerlerine tulumbacılar bu adı verirlerdi
“Ana yollarda seyircilerin en kalabalık olan yerlerine tulumbacılar ‘Geçit Yeri’ derlerdi. Sandık geçit
yerinden hemen daima baş takımın omuzunda geçerdi. Baş takım var hızı ile geçerken, tulumbanın üstündeki
tepeliğin, türlü şekildeki armasının, süsün zerre kadar sallanmaması, titrememesi, dümdüz geçmesi şarttı. Bu da
o sandık uşaklarının telaim ve terbiyedeki üstünlüğünün tek alameti <işareti, görüntüsü> belirirdi.
(R.E. Koçu, “İstanbul Tulumbacıları”, sa:82)
Geçkin, geçkince : Pek de genç olmayan, yaşlanmaya yüz tutmuş (genellikle kadın)
“Beni seviyorsan, sen kendin gibi
taze bir bahar bul yatağına
katlanamam gayrı sen’le yaşamaya
sen delikanlı, ben geçkinin tekiyken.”
(Sappho<İ.Ö.610-580>, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:127)
“Ben, hayalci bir insanımdır; bu akşam çıkaracağım zevki canlandırmıştım kafamda. Odessa
Caddesi’nde sık sık gözüne çarpan, biraz geçkince, ama etine dolgun bir esmer vardı. Biraz geçkin kadınlardan
nefret etmem: Soyundukları zaman ötekilerden daha çıplakmış gibi olurlar. Ama benim huyumu suyumu
bilmiyordu, açık açık ona anlatmak da beni biraz utandırıyordu.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Herostratos”, sa:79-80)
“ ‘Darmadağınık’ diye mırıldanarak onu izledi Isabella. ‘Hepsi bitti işte. Dalga çatladı. Karaya oturttu
bizi, çaresiz. Çakıllarda kaldık tekbaşımıza, ayrı ayrı. Üçlü rotamız işe yaramıyor... Ben de.’ (koltuğunu geriye
itti... Gri takımlı adam, çobanpüskülünün çevresinde biriken kalabalığa karışmıştı) ‘şu geçkin yosmayı izleyerek’
önünden yürüyen Mrs. Manresa’nın allı güllü, korseli bedenine takılmıştı gözü’ çay içmeye gidiyorum.’ ”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:87)
“...bir saat sonra, meydandaki otelin küçük misafir salonunda öğle yemeğimi henüz bitirmiştim ki,
içeriye arayan gözlerle, sade giyimli, geçkin bir kız girdi. Ona doğru yürüdüm, kendimi tanıttım ve koleksiyonu
görmek üzere yola çıkmaya hazır olduğumu belirttim. Fakat kız aniden kıpkırmızı kesilerek, annesinin
gösterdiğine benzer bir telaşlı bir mahcubiyetle, önce benimle biraz konuşup konuşamayacağını sordu. Bunun
ona zor geldiğini hemen anladım.”
(S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, s:194)
Geçmişi boklu : Ezelden beri beceriksiz, çocuksu, işe yaramaz anlamında bir sövgü (Argo)
“Haceli köpürdü:
‘Bin ulan şu kağnıya, geçmişi boklu! Köpek eniği gibi venileyip durma karşımda! Yoğsam itaat
etmiyon mu? Etmiyonsa habar ver. Habar ver de bi takikenin içinde görüvereyim hesabını...’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:105)
Geçmişi kandilli : Geçmişte (gençliğinde) de işe yaramaz, zor, beceriksiz, bir şeye benzemez (Argo)
Bk.: Geçmişi kınalı
“SMITHERS (Jones’un hissettiklerini sezerek, haince) - Bu gece ormanda zifiri karanlık basınca
gözde cinlerini, hortlaklarını senin peşine takacaklar... Yarın sabaha çıkmadan geçmişi kandilli saçlarının dimdik
olduğunu göreceksin..... O aşağılık orman gündüz gözü ile bile acayip bir yerdir. O derece sessizdir ki, insan
orada başına neler gelebileceğini kestiremez.”
(Eu. O’Neill, “İmparator Jones”, sa:31)
Geçmişi kınalı : Beceriksiz, elinden bir iş gelmez (genellikle) kadın (geçmişte kına gecesi deneyimini geçirip
erkeği sayesinde yaşıyabilmiş, alın teriyle çalışmamıştan kinaye) için kullanılan olumsuz bir ünlem; Çok müşkil,
Allahın belası; Geçmişi kandilli (Argo)
“Candarma onbaşısı, şaşkın şaşkın ortalığı seyreden Özel İdare tahdildarına Bahtuşe’yi göstererek
seslendi:
‘Ahmet efendi be... Orada beldir beldir bakınıp duracağına çek şu geçmişi kınalıyı ardımdan’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Ekilmeyen Topraklar”, sa:183)
“SMITHERS (Bir göz attıktan sonra, tiksinmiş bir halde başka tarafa döner. ) - Tıpa tıp ormana girdiği
yer burası..... Derisini şeytan yüzsün... Onu kaçıracaksınız demedim mi size? Geçmişi kınalı geceyi şu murdar
davulunuzu çalarak, saçma sapan büyülerinizi yaparak boşu boşuna geçirdiniz gitti.”
(Eu. O’Neill, “İmparator Jones”, sa:63-4)
Geçmişin hapishanesine gitmek : Ölmek
“Telgrafı eline almış, okumuş, sarı kağıda sersem sersem bakmış o Fransızca sözcükleri, yazıldığından
farklı bir şey söylemeye zorlamıştı adeta. Ölmüş. Işıkların dünyasından geçmişin hapishanesine gitmiş, sonsuza
kadar. Dönmemecesine. Cenaze merasimi çoktan yapılmış. Hesap kapanmış, hayatla olan hesap. Defter
dürülmüş. Matbaacıların dediği gibi, iş bitmiş.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:140)
Geçmişin küllerini savurmak : Geçmişi unutmak
“HAZER BEY : Neyse bırak artık bunları. Savur geçmişin küllerini. Düşünme gayrı. Her şey oldu
geçti. İlk kan töremiz gereğiydi. Aldık, bitti.”
(M. Mungan, “Geyikler Lanetler”, sa:57)
Geçmiş olsun : Bir felaket, hastalık, ölüm, kaza beladon saonra söylenen taziye sözü
“COLOMBINA - Hasta mısınız yoksa? Geçmiş olsun.
ARLECCHINO - Üzülmeyin, bir şey değil. Tütünden. (Yavaşça Lelio’ya.) Nasıl gidiyor?
LELIO - Pek yüksekten atıyorsun.”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:51)
“Ali Safa Beyin karısı gelip, Abdi Ağanın yanındaki sedire oturdu:
‘Geçmiş olsun Ağa, dedi, ‘Duyduk da sana yüreğimiz yandı. Neler de gelmiş başına! Vay Abdi Ağa!”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:286)
Geçmiş zamanlar : Mazi, yıllar öncesi, hakkında nostalji hissdilebilen her geçmiş an
Bk.: Eski zamanlar, Eski zamanların ruhu
“FAUST - Evet, biz yıldızlara kadar yükseldik! Geçmiş zamanlar bizler için yedi mühürlü bir kitaptır,
dostum. Sizin eski zamanların ruhu dediğiniz, gerçekte, o devirleri ayna gibi yansıtan, eski insanların kendi
ruhlarından başka bir şey değildir.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:33)
Gedikli (hayat, müşteri) : Yerleşmiş, rutinleşmiş hayat tarzı; dükkana, kulübe ya da meyhaneye sürekli gelen
kimse
“Son ana dek kimseyle vedalaşmamaya karar verdi, ‘kısa bir süre sonra artık burda olmayacağım’ diye
düşünüp acı çekmemek için. O sabah, Cenevre’ye yürüyerek gönlünü avuttu, sanki kendini bildi bileli bu
sokakları, tepeyi, Saint-Jacques yolunu, Mont-Blanc’ı arşınlamış, gediklisi olduğu barları hep bilmişti.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:195)
“Artık barın gedikli müşterilerinin konuşma konusu değişmişti: Bar kapandığında sona kalan
müşteriler, Yabancı’nın görmüş geçirmiş biri olduğunu, iyi dostluğun kıymetini bildiğini söyleyen belediye
başkanına hak vermeye başladılar.”
(P. Coelho, “Şeytan ve Genç Kadın”, sa:33)
“Dışarısı hala ışıl ışıldı. Hizmetkar takımının ve gedikli müşterilerin uğrak yeri olan birkaç kulüp hala
açıktı. Kapalı gibi görünenlerin bile pencerelerinden dışarıya ışık demetleri süzülüyor...”
(N.V. Gogol, “Palto”, sa:49)
“İshak Efendi evin yemeğini böyle yarı yarıya imaretten sağladıktan sonra kendi ahbaptan ahbaba,
davetten davete dolaşır. Hocaların hatim ziyaretlerini hiç kaçırmaz. Beyazıt’taki Türk ahçısının terbiyeli düğün
çorbasına, et kızartmasına, yassı kadayıfına gedikli müşteridir.”
(H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Melek Sanmıştım Şeytanı”, sa:356)
“Ancak işin tatsız yanı, ilk avlunun her zaman tıklım tıklım dolu olmasıydı; gecelemek için pek bir yer
ele geçirilecek gibi değildi burada. İlk avludaki odalar, gedikli müşterilerce tutulmuşa benziyordu. Ne var ki,
gerçekte böyle bir şey olanaksızdı, çünkü kervansarayda yalnızca kervanlar barınıyordu; bu pislik, bu gürültü
patırdı içinde kervanlarla gelip gidenlerden başka kim kalmayı düşünür ya da kalabilirdi?”
(F. Kafka, “Taşrada Düğün Hazırlıkları”, sa:278)
“İçimde bir duygu -ben değil, bir duygu- ömrün hep böyle sakin, düzenli, gelirli, rahat, gerginliksiz ve
başina hiçbir şey gelmeden geçerse pek mi iyi olur, diye sormaktaydı. Bu gedikli hayatı, her yanı böylesine
güvene alınmış bir ömür, iç dünyanın önemli yanları için acaba iyi miydi?”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:440)
Geheime Staatspolizei : (ALM.,NAZİ,POL.) <Ge’hay’me Ştads’polit’zay> : HİTLER’in idaresi altındaki
Almanya’da, 1930’larda, Nazi’lerin genellikle Gestapo - Geştapo diye adlandırdığı <ki baştaki iki kelimenin baş
hecelerinin kompozistonudur> Devlet’in Gizli Polisi = Secret State Police under the Nazis, generally referred
to as Gestapo, the combination of the beginnings of the components (İNG.)
Gel de anlat : Ayıkla pirincin taşını, onları inandıramazsın, nasıl açıklarsın
“Ben de bunu söyledim Sofri’ye! Böyle gizli iş olur mu, dedim! Mutlaka fotoğrafımızı çekmişlerdir,
yarın gazetelerin birinci sayfalarına resimlerimiz çıkar, dedim! Sonra ayıkla pirincin taşını, gel de anlat eylem
kararı almadığımızı.”
(D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:52)
Geldi çattı :
Bk.: Gelip çatmak :
Geldi(m) geleli : Geldiğindenberi
“BARTLETT, umutsuzluk içinde. - Annenden uzaklaşmam gerek, söylüyorum sana. Sue? Geldim
geleli inatçı dili ile beni rahatsız ediyor. Nerede ise deli edecek. Sen yalnızca onu düşünüyorsun, beni hesaba
kattığın yok.”
(Eu. O’Neill, “Altın”, sa:77)
“MANGAN, burnunu çekip gözlerini silerek. - İnsaf, insaf.. (Heyecanından tıkanır.)
LADY UTTERWORD - İyi ki yakanızı kurtardınız, Mr. Mangan. Miss Dunn, İngiltere’ye geldim
geleli gördüğüm en kibirli kız.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:129)
Gele (atmak) : Tavla oyununda, elinde kırık bir pulu olan kimsenin, zarın göstereceği ‘bir’(yek)den ‘altı’(şeş)
ya kadar, rakibinin alanında koyacak açık bir kapı bulamaması (Kapı: Kişilerin başladıkları kısımdaki altı olası
hanenin açık olmaması) : müsait zar beklemek
“TAVLA ŞAMPİYONU
Yaşasın
Kazandınız bu partiyi de
Oyun üstüne oyun
Mars üstüne mars yaptınız
Her elde en güç kapıları açtınız
Yok ustalığınıza diyecek
Ne güzel de geliyor zarınız
Memleket gibi hepyek
Vatan gibi düşeş
Millet gibi gele”
(S. Aldanır<d.1915>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:404)
Gelelim : Esas konumuza dönelim
“Ama şuydu buydu derken oradan oraya atlayıp duruyorum, çünkü, yanılmıyorsam, sana adadan söz
etmekteydim. Gelelim konumuza: şöyle göz kararı çapı elli kilometreyi aşmadığına göre, bence her on
kilometreye bir kişiden fazla nüfusu da yok. Yani gerçekten bir avuç insan. Galiba keçi sayısı daha fazla, eminim
öyle.”
(A. Tabucchi, “Gittikçe Geç Olmakta”, sa:27)
Gelene ağam gidene paşam demek : Hizmet sektöründe herkesin nabzına göre şerbet vererek günlük yaşamı
sulh ve sükunet içinde yürütmek
“SU ÇARKI
Bu toprağın büyüklerini
Anlatır bize koçaklamalar.
Yıldızlar gibi çıkarlar
Düşerler yıldızlar gibi
Tek avuntu bu dalga geçme
Yükümlüyüz onları beslemekle
Gelene ağam deriz gidene paşam”
(Bertolt Brecht<1898-1956>-Teoman Aktürel, “Şiir Atlası, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 26.07.07)
Gelenek : Anane; Herhangi bir toplumda, o ve benzeri toplumların insanlık tarihinin en eski devirlerinden beri
süregelen ve kuşaklardan kuşaklara aynen ya da bazı değişimlerle (transformation - ‘transformasyon’ <Fr.>,
‘transformeyşın’ <İng.> devam eden, toplumun üyeleri arasında toplumsal beraberlik ve kader birliğini
destekleyen ve yaşatan bilgi, birlik, davranış, kültürel ve töresel değerler
“… dokuz yıl önce usulca Husvedt klanına girdim <Sayın Paul AUSTER’in eşi Bn. Siri’nin Norveç
asıllı ailesinin ait olduğu klan> ve Norveç Noeli’nin karmaşık kurallarını keşfettim. Siri de, üç kız kardeşi de,
aklı başında, özgür düşünen, laik kafalı insanlardır; böyle olduğu halde yine onlar kadar laik zihniyetli
ebeveynleriyle birlikte altısı da bu geleneği sürdürmenin önemine sarsılmaz bir inançla bağlı olduklarını
gösterdiler. Tabii Noel ağacı ve armağanlar vardır, ama geleneğin temeli hiçbir zaman değişmeyen Noel
yemeği’dir. Menü’deki her kap yemek her yıl bir öncekinin aynıdır; yemek ahududu soslu sütlaçla biter, sütlaç
kaselerinden birinde de ‘sihirli’ badem olur: Kasesinde badem çıkan talihliye ödül verilir, o ödül de biraz daha
yiyecek demektir: koca bir çikolata tableti.’ ….. ‘Yıllar geçtikçe, klan büyüdü. Kardeşler evlendi, hepsinin
çocuğu oldu ve ailenin nüfusu (Siri’nin babası ölmeden önce) doruk noktasına vardığında, Noel yemeğinde
sofraya on dokuz kişi oturuyordu. Yeni kuşak da geleneği büyükleri kadar coşkuyla benimsediler.’ <Paul, 18
Aralık 2009>”
(P. Auster-J.M. Coetzee, “Şimdi ve Burada-Mektuplar 2008-2011”, sa:132)
Gelen(imiz) giden(imiz) : Eve gelen giden misafir, ahbap
“MARGHERITA -... bir iki kez cambazlara gittiğimiz de olurdu. Evde kalsak, hep bir gelenimiz
gidenimiz bulunurdu. Akrabadan, dosttan bir iki genç de gelirdi, ama, bakın hele, hiç bir tehlike yoktu.”
(C. Goldoni, “Yabanlar”, sa:16)
Gel geç : Tesadüfi, yüzeysel, çabuk başlayıp çabuk biten
“Jean’ın beş yaş büyüğü olan Pierre, koleji bitirince birçok mesleğe heves etmiş, hepsinden çarçabuk
usanmış, yeni emeller peşinde koşmuştu. En sonunda doktorluk hoşuna gitti, o kadar canla başla işe sarıldı ki;
bakandan alınan sınıf atlama izniyle kısa bir öğrenimden sonra çabucak doktorluk hakkını kazandı. Olmayacak
düşler kurar, felsefi düşünceler yürütürdü; heyecanlı, akıllı, gelgeç inatçıydı.”
(G. de Maupassant, “Pierre ve Jean”, sa:31)
“Benim öyküm burada bitiyor. Sıradan bir öyküydü. Umarım, herhangi bir yolculuk güncesi kadar
ilginç bulunmuş olsun. En azından şunu söyleyebilirim ki, beş parasızsanız, karşılaşacağınız, işte böyle bir
dünyadır. Gün oluyor, o dünyayı daha iyi keşfetmek istiyorum ki, Mario gibi, Paddy ya da Beleşçi Bill gibi
kimseleri öyle gel geç karşılaşmalarda değil, yakın arkadaşlıklarla tanıyayım.”
(G. Orwell, “Paris ve Londra’da Beş Parasız”, sa:155)
Gel gelelim : Amma velakin, ve lakin, ancak, o (şu) var ki
“Çok daha sonra, başına gelenleri düşünebilecek duruma geldiğinde rastlantıdan başka hiçbir şeyin
gerçek olmadığı sonucuna varacaktı. Gel gelelim bu çok sonra oldu. Başlangıçta yalnızca olay ve onun sonuçları
vardı.”
(P. Auster, “Cam Kent” -New York Üçlemesi 1-, sa:7)
“Kıskançlık, kadın yüreklerinde giderilmez bir duygudur. Gelgelelim, kız kuruları boşu boşuna
kıskançtırlar; erkeklerin, onurları okşandığı için, ‘latif cins’te hoş görüp bağışlayabildikleri bir tek tutkunun,
yalnızca üzüntülerini, acılarını öğrenmiş olurlar.”
(H. de Balzac, “Tours Papazı”, sa:74)
“Cérizet: ‘Ah! daha önce bilseydim!’ diye haykırdı. ‘Büyük bir servet edinmek fırsatını kaçırdım..’
Barker: ‘Son bir sözüm var...’ dedi. ‘Ağzınızı sıkı tutun! Bunu yapabilirsiniz. Gelgelelim, pek o kadar
emin olamayacağım bir şey var: Bilmem dost kalabilir misiniz.’ ”
(H. de Balzac, “Süslü Hayatlar”, sa:194)
“İNSAN VE DENİZ
-----------------------Gelgelelim işte sayısız yüzyıllar var,
Çarpışırsınız pişmanlık duymadan, çılgın,
Tutkunu oldunuz öldürmenin, kıyıncın,
Amansız kardeşler, uslanmaz savaşçılar!”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:49)
“Georges elinde olsa, bu asistanların hepsini işten atacaktı; gelgelelim selefinin yapmış olduğu
sözleşmeler yüzünden eli kolu bağlıydı. Asistanların hastalara yaklaşımlarının iyi niyetten yoksun olduğunu
biliyordu ve kendisi ansızın öldüğü takdirde, hastaları bekleyebilecek yazgıdan korkuyordu.”
(E. Canetti,” Körleşme”, sa:458)
“Günümüzde tahminler ileri sürmesi bakımından ciddi savlarla ortaya çıkan bir bilim dalı olan
gökbilimin konusunu önemli ölçüde hava akımları oluşturmaktadır. Gelgelelim bütün bunlar, henüz çok kaba bir
çerçeveden başka bir şey değildir.”
(E. Canetti, “Sözcüklerin Bilinci”, sa:27)
“Gelgelelim biraz daha derine inildiğinde, Brutus’un güncelliğinin asıl önemli yanının bu simgeden
değil, fakat Shakespeare’in yorumundan kaynaklandığı ortaya çıkar.”
(A. Cemal, Aradığımız Tiyatro”, sa:166)
“Bu, aslında çoğunuzca zaten algılanan bir yalnızlık ve ondan kurtulmak için kimi girişimlerde de
bulunmakytasınız. Gelgelelim bu girişimlerin çoğunun sonuçsuz kaldığını sizler de görmektesiniz.”
(A. Cemal, “Okuyan Gençliğe Mektuplar”, sa:35)
“Goethe’nin: ‘Aynı zamanda bir zanaatkar olmayan bir sanatçı, iyi bir sanatçı değildir; gelgelelim
bizim sanatçılarımızın çoğu da zanaatkar olmaktan ileri gidemiyor,’ sözü, değindiğimiz sakıncaları açık seçik
özetlemektedir.”
(A. Cemal, “Sanat Üzerine Denemeler”, sa:74)
“Çağımız dünya edebiyatının en büyüklerinden birinin, Thomas Mann’ın bazı satırlarını birlikte
okuyalım:
‘Şimdi Almanya beni yeniden istediği için - yalnızca kitaplarımı değil, ama insan ve kişi olarak beni
istediği için, aslında sevinmem gerekir. Gelgelelim tedirgin edici, üzücü bir yanı var bütün bu çağrıların benim
için.”
(A. Cemal, “Şeref Bey Artık Burada Yaşamıyor”, sa:53)
“Gelgelelim ben, ilk Simmel çevirilerimin kitap olarak çıkmasıyla birlikte kendimi resmen çevirmen
saynış olduğumu çok iyi anınmsıyorum.”
(A. Cemal, “Yaşamdan Çevirdiklerim”, sa:118)
“Ayağa kalkarken su kabağına bir dokundu, gelgelelim, onu akşamkinden daha hafif buldu; bu da
kendisine hüzün verdi, çünkü bugünlerde doldurabileceğini sanmıyordu. Don Quijote ise, bilindiği gibi tatlı
anılarıyla beslendiğinden, kahvaltı da istemedi.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:51)
“Annesi adeta umutsuzca baktı ona: ‘Oraya gidebildiğine göre, gayet güzel buraya da dönebilirsin.
Artist olmak gençken çok güzel, ama ömrü güzelliğin ömrü kadar..... kendine namuslu, seni sevebilecek bir
oğlan bul ve rica ediyorum sana, evlen. Aşkı çok fazla düşünmeyeceksin. Başta ben de babanı sevmezdim , ama
para her şeyi satın alır, hatta gerçek aşkı bile... Gelgelelim, baban zengin de olamadı!’ ”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:39)
“O yıl, Büyük Kap Kenti kırsallarından akın akın gelen, ne iş olursa yapmaya hazır insanların istilasına
uğrayınca dolaşım özgürlüğünü kısıtlayıcı önlemler aldılar. Gelgelelim kentte ne iş ne de kalacak yer vardı. Bu
aç ağızlar denizine düşecek olurlarsa diye düşünüyordu K, annesiyle ne kadar şansı olabilirdi?”
(J.M. Coetzee, “Michael K.”, sa:23)
“Evine giderken düşündükleri böyleydi. Gelgelelim paşaya bir türlü mektup yazamadı, daha doğrusu iki
sözü bir araya getirip istediklerini anlatamadı. Bunun üzerine ertesi gün gene yollara düştü.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:23)
“Yapamaz, beceremez o, kolay değil ki bu… İşten anlamaz. Baha biçilmez adam, eline senetsiz sepetsiz
yirmi binimi emanet ederim. Gel gelelim işe hiç aklı ermiyor, kargalar bile dolandırır.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:196)
“ ‘...Çok anlaşılmaz bir şey. Ulu Tanrı’nın en sevimli yaratıkları onlar. Gelgelelim... Sevgili Clea’cığım,
bunlardan öyle çok var ki, her biri ötekinden daha kusursuz. Böyle bir ordu karşısısında zavallı bir adam ne
yapabilir?’ ”
(L. Durrell, “Clea-İskenderiye Dörtlüsü 4”, sa:300-1)
“Yine de çalışmayı kesmemiş, aklından geçen olasılık iyice kesinleştikten sonra da uzun süre kazmaya
devam etmişti. Cesedi bulması nedense zorunluydu onun için; gelgelelim ortada hiçbir iz görünmüyordu.
Sigarasını tüttürüp öfkeyle kafa patlatarak kazdığı tünel boyunca aşağı yukarı volta attı.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:188)
“Dinin şartlarını ezberlemiş gibi tekrarladım. ‘Evi istemiyorum. Evi kesinlikle istemiyorum.’
Gelgelelim kafamda o koca kapıların hayali vardı. ‘Vay canına,’ demişti Sabri, ‘bunun tahtası çok iyi.
Anadolu’dan gelmiş. Eskiden büyük keresteleri teknelerin arkasına bağlar, yüzdürerek getirirlerdi. Bu Anadolu
kerestesi, evladiyeliktir.’ ”
(L. Durrell, “Kıbrıs’ın Acı Limonları”, sa:68)
“Rüstem: ‘Şimdi seni nasıl yeneceğimi göreceksin... Kafan, toz toprak içinde yuvarlanacak!’ dedi.
Bunun üzerine ejderha, hemen onun üzerine atıldı. Fakat, gel gelelim, bir daha yakasını kurtaramadı.”
(Firdevsi, “Şehname”, Cilt:II, sa:118)
“Oysa, bu direnme Théodore’un aşkını büsbütün alevlendiriyor ve onu söndürmek için (pek öyle
isteyerek olmasa bile) evlenme teklifinde bulunuyordu. Gelgelelim, genç kız ona inanmakta kuşkuya düşüyor; o
ise, inanması için büyük yeminler ediyordu.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Saf Bir Kalp”, sa:9)
“Gelgelelim, kocası bu işten hiç memnun olmamış. Ne vaktiyle yalvara yalvara aldığı karısı, ne
ciğerpare evlatçıklarını gözü görüyor, onları tersyüzüne Manastır’a çevirmek için ısrar ediyormuş.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:152)
“Gelgelelim, odamda kimse görmeden, hoplaya zıplaya yürüyebilirdim, fakat dışarıda, sıpa ile bir
olduğumu bir görseler, beni de onun gibi bağlamaya kalkışırlardı. Malum a, dünyada akıllı insan çoktur.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:83)
“Tabii komünizm korkusu o yıl başlamıştı, gelgelelim o günlerde Rusya ile dostluk kuran yeni Çin’in
daha sağlam dayanakları vardı ve kadın-erkek bir sürü sıradan, namuslu yurttaş, o güne kadar sürdürdükleri
çalkantısız yaşamın bir günde alabora edilebileceğinden doğal olarak korkuyorlardı.”
(L. Hellman, “Şarlatanlar Dönemi”, sa:38)
“Gelgelelim, benim içimde, derinlerde korkuyla dolu bir ruh yaşıyor, ürkek ve çekingen, pır pır edip
duruyordu.”
(H. Hesse, “Demian”, sa:98)
“Babam beni hayırlı bir evlat ve kendisine işe yarar bir yardımcı yapmak için elinden gelen çabayı
gösterdi, gelgelelim ben her türlü şirretliğe başvurarak yapmam istenen işlerden yakayı sıyırmaya baktım hep.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:15)
“Bir top oyuncusu nasıl toplarla oynarsa, o da işleriyle ve çevresindeki insanlarla oynuyor, bu insanları
seyrediyor, onlarla eğleniyordu; gelgelelim, bütün yüreğiyle ve varlığının derinliklerinden kaynayan pınarla işin
içinde değildi.”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:86-7)
“Gelgelelim, buradaki durum çok kışkırtıcıydı. Bu muhakeme usulündeki adaletsizlik ve infazın gayri
insanliği su götürmez cinstendi.”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:46)
“ ‘Siz kimsiniz?’ diye sordu K. ve hemen doğrulup yatağında oturdu. Gelgelelim adam sanki orada
bulunması çok doğalmış gibi soruyu duymamazlıktan geldi ve: ‘Zili siz mi çaldınız?’ diye sormakla yetindi.”
(F. Kafka, “Dava”, sa:17)
“ ‘Biraz daha uyusam ve bütün bu saçmalıkları unutsam, nasıl olur,’ diye düşündü, gelgelelim bunu
gerçekleştirebilmesi tümüyle olanaksızdı, çünkü Gregor Samsa sağ yanına yatıp uyumaya alışkındı, oysa o
andaki durumu kendini böyle bir konuma getirmesine izin vermiyordu.”
(F. Kafka, “Dönüşüm”, sa:10)
“ANNE, sert. - Senin de bilmediğin şey yok yani?
KOMŞU KADIN - Bağışla. Kimseyi aşağılamak istemedim. Ama gerçek bu. Gelgelelim namuslu
muydu değil miydi orasını bilmem. Kimseden bir şey duymadım. Kendini beğenmişin biriydi.”
(F. Garcia Lorca, “Kanlı Düğün”, sa:9)
“Şu ya da bu şekilde, dünyadaki halkların tümü bir karışıklık yaşıyor. Zengin ya da yoksul, küstah ya da
uysal, işgalciler, işgal altındakiler, kısacası hepimiz aynı dayanıksız sala binmişiz, hep birlikte suya gömülmek
üzereyiz. Gelgelelim, yükselen denizi hiç dert etmeden birbirimize sövüp saymayı, kavga etmeyi sürdürüyoruz.”
(A. Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya”, sa:19)
‘Efendim, genç yaşımda Jülyen adında çok sevdiğim bir arkadaşım vardı. İçtiğimiz su ayrı gitmezdi;
öylesine birbirimize düşkündük ki, sormayın. Gelgelelim bu çocukla aramıza ansızın bir soğukluk girdi ve bir
daha buluşmamak üzere ayrıldık’ ”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:45)
“Seppe, bu zaman içinde oraya varmasına varacaktı ama, gel gelelim, çok geçmeden nasırı yeniden
azizlik etmeye başladı. Zavallı, her adımda oturmak zorunda kalıyordu.”
(E. Mörike, “Stuttgart Cücesi”, sa:59)
“GLUMOV - Bayanlar, baylar! Hepinizin ayrı ayrı bana gereksinimi var. Aranızda benim gibi bir
adam olmadan yaşayamazsınız. Benden çok daha kötüsü gelecek, ‘Bu Glumov’dan da beter, gel gelelim hoşuma
gidiyor kerata’ diyeceksiniz.”
(A.N. Ostroski, “Bu Hesapta Yoktu”, sa:126)
“Yazarken, belli bir nedene bağlı olarak değil de, içgüdüyle bir biçim seçer kişi, nasıl olduğunu kesin
bir netlikle bilmeden yaratır. - Olay örgüsünü nesnel bir yöntem yerine, imgeleme yetisinin ayarlı, ama gene de
düşe dayanan kurallarına göre kurduğum doğru, amacım da bu zaten. Gel gelelim, ayarlamanın sınırı nedir, düşe
dayanan kurallara ne ölçüde önem vermeli, imgeleme yetisi nerede biter, mantık nerede başlar: küçük, şaşırtıcı
sorunlar bunlar.”
(C. Pavese, “Yaşama Uğraşı”, sa:19)
“Ülke nihayet huzura kavuşmuştu, gelgelelim sükunet Hükümdar’ın mizacına tersti. Son seferberlikten
yeni dönmüş, Surat’taki ne oldum delisine haddini bildirmiş, bununla beraber uzun yürüyüş ve savaş günleri
boyunca askeri meseleler kadar felsefi ve dinsel muammalara da kafa patlatmıştı.”
(S. Rushdie, “Floransa Büyücüsü”, sa:42)
“Gel gelelim, V Dom Joao, ah ne yazık, bir kızla yetinmek zorunda. Kişi her istediğini elde edemez, ve
çoğu zaman bir şey diler, başka şey elde edersin, bu da duayı gizemli kılandır zaten, özel bir niyetle açarız
ellerimizi göğe, ama dileklerimiz kendi bildikleri yoldan gider, bazen gecikirler ki bu yüzden diğer dualar
onların önüne geçer, bazen de itiş kakış sırasında üst üste binip ne olduğu belirsiz dilekler oluverirler, kendi
kendilerne didişip dururlar.”
(J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:74)
“.... Ben neyim. Neden buradayım. Beni bekleyen bir dünya var mı, bu benim tek dünyam mı.... Eğer
Hananya böyle sorular soracak olsaydı, ona en azından diyebilirdik ki, bu kayalar, rüzgara, yağmura ve sıcağa
dayanıp tan yirmi asır sonra hala burada olacak, tam yirmi asır sonra, onları çevreleyen dünya değişmiş olacak
ama onlar böyle kalacak. Gel gelelim, ilk sorunun bir yanıtı yok.”
(J. Saramago, “İncil’deki İkinci İsa”, sa:133)
“Yaşlı Marki, toplum içinde yaptığı ağız yoklamalarına şu sözlerle başlamaktan geri durmuyordu:
-Parlak bir ad Küçük Louis’nin katıldığı Haçlı Seferi’nden başlayarak inanılır bir soy kütüğü
verebilirim. Gel gelelim, Paris’te bu bakımdan alnı açık yürüyebilecek on üç aile tanıyorum ancak. Ne var ki ben
de kendimi sefalete, dilenmeye mahkum görüyorum, çulsuzun biriyim ben.”
(Stendhal, “Armance”, sa:18)
“Gelgelelim, ‘Bu yaptığınız ölüme meydan okumak derler,’ aslında babam için hiç de tipik olmayan bir
sözdü. Daha hiç kimseye ‘Bu yaptığınız ölüme meydan okumak derler,’ dediğini duymamıştım. Herhangi bir
yerde ‘ölüme meydan okumak’ sözünü duysa, ya da okusa, ‘Bu basmakalıp bir ifadedir,’ derdi.”
(P. Süskind, “Bay Sommer’in Öyküsü”, sa:32-3)
“Gelgelelim fırtına kafamın içinde patlak verdi, hem de beynimde kanın gelgitini kabartan bir kozmik
başağrısı biçiminde. Ve Bellini’nin ‘Norma’sının müziğiyle patlak verdi, kendilerini büyük sanatçılar sayan o
başarılı el sanatçılarının tüm yapıtları gibi tumturaklı ve küstah bir müziktir bu.”
(A. Tabucchi, “Gittikçe Geç Olmakta”, sa:265)
“Sedat ne düşündüğünü kesinlikle bilemiyor. Onda hep öyle olur; duygu ve düşünce yumakları hep
birbirine karışır. Düşünür düşünmesine, hem de derin düşünür, gelgelelim düşündüğünü açıklıkla yakalayamaz,
anlatamaz, dile getiremez.”
(A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:12)
“Stepan Arkadyeviç karısını düşünürken içi rahat olabilir, Matvey’in deyimiyle her şeyin düzeleceğini
umabilir, sakin sakin gazetesini okuyabilir ve kahvesini içebilirdi. Gelgelelim, karısının bu perişan durumunu ,
ıstırap kaplı yüzünü gördükten, kadere boyun eğmiş umutsuz sesini işittikten sonra nefesi kesilir gibi oldu,
boğazına bir şey düğümlendi sanki.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:22)
“Nikita yakın bir köyden, yaşamını daha çok şunun bunun yanında uşaklık ederek geçirdiği için evsizbarksız sayılan, elli yaşlarında bir köylüydü. Çalışkanlığı, işe yatkınlığı, güçlü kuvvetli oluşu, en çok da uysallığı
yüzünden aranan bir işçiydi. Gelgelelim, yılda bir kaç kez zil zurna kafayı çekerek nesi var, nesi yok sattığı için
hiçbir yerde dikiş tutturamamıştı.”
(L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı”, sa:12)
“Blanchefleur onu çok bekledi; ama boşuna! Rivalen dönmeyecekti. Günlerden bir gün, Dük Morgan’ın
onu haince öldürdüğünü haber aldı. Hiç ağlamadı; ne ah etti, ne çığlık attı: Gelgelelim elinde ayağında güç diye
bir şeycik de kalmadı. Ölmek istedi, gerçekten ölmek.”
(“Tristan ve Iseut”, sa:12)
“Gel gelelim, kocası olacak adam, namusuyla çalışacak biri değildi ki! Şu güneşin altında yaşamış en
büyük serseriydi o herif. Günün bitinde polis, yakasına yapıştı. Ardından da soğuk bir kışla, soğuk rutubetli bir
zindan, onun defterini dürmeye yetti. Burada, Margarida kısa bir ara verip, dinleyicilerin kulaklarına bas bas
bağırırdı: ‘Zebaniler cehennemin dibinde kızartsınlar o serseri herifi!’ ”
(J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar, Kardeşim Deniz”, sa:32)
“Bu duygulardan ona hiç söz etmedim, doğallıkla. Dorian Gray’in bundan haberi yok. Olmayacak da.
Gelgelelim başkaları bunu sezebilir; benim de ruhumu onların o sığ, meraklı gözlerinin önünde sergilemeye hiç
niyetim yok.”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:20)
“Gelgelelim, doğuştan soyluluk dediğimizde - gözlerimiz açık renk mi koyu renk mi olmalı,
kulaklarımız kıvrık mı, düz mü olmalı..... yargıçlarımız bize aile armalarımızı sormakla yetiniyorlar. Belki sizin
aile armanız yoktur. O zaman bir hiçsiniz. Ama on altı göbek soyunuzu sayabiliyor, tacı tahtı hak ettiğinizi
kanıtlayabiliyorsanız sadece doğduğunuzu teslim etmekle kalmıyor, üstüne üstlük doğuştan soylu olduğunuzu da
söylüyorlar.”
(V. Woolf, “Flush”, sa:12-3)
“ ‘Bir de şemsiye ayarlamak tabii,’ dedi ağabeyi.
Lucy kızardı. İnancına yine taş atmıştı ağabeyi. O ‘dua’dan söz ederken, ‘şemsiye’yi yapıştırıvermişti.
Haçını gizledi azıcık parmaklarıyla. Sindi, pustu; gelgelelim bir dakika sonra neşeyle haykırdı:
‘Bakın geliyorlar, bizimkiler-canlarım benim!’ ”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:27)
“ ‘Evlilik benim arzuladığım bir şey değil, bir evliliğin sürdürülmesi için gereken yetenekten
yoksunum; gelgelelim, buradaki yaşam benim düşünce ve isteklerimden daha güçlü,’ diye açıklamıştı Hesse
bundan altı ay önce yazdığı mektupta.”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:127-8)
Gelgit : Nehir ve deniz sularının, güneşin ve özellikle ayın çekimine uyarak, sergiledikleri günlük kabarma ve
alçalmalar (Med ve Cezir); İnsan ruhunun kararsız, değişken ve sirküler ruh halleri: Yüksek (Manik) ve aşağı
(Deprese) hissetmek
“BİNDOKUZYÜZKIRK I
----------------------------Tanrım! bu ne sessizlik böyle,
Zamanın adımları duyuluyor.
Bahar ırmağında yüzen bir ceset gibi.
Ama oğul anasını bilmeyecek,
Ve torun boğuntuya yönelecek.
Ve başlar daha da aşağılara eğilecek
Aynı gel-gitin altında.”
(A. Ahmatova<1889-1966>, “yaban balı özgürlük kokar”, sa:67)
“YENİDEN, HÜZÜNLE...
İşte yine can sıkıntısı
bana bir şiir yazdıracak.
Tırnaklarım uzamış,
İçimde yaralı bir aşk.
İçimde yaralı bir aşk
ve birkaç piyes ölüsü,
birkaç gözyaşı kırıntısı,
intihar gelgit birkaç.”
(Ataol Behramoğlu<d.1942>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:2, sa:331)
“Katherine, ‘Şimdi,’ demişti. ‘Bu kum tanelerinden trilyonlarcasını alıp... sözgelimi ayı oluşturacak
şekilde birbirlerine kenetlenmelerine izin verirsek, bunların birleşmiş çekim kuvveti okyanusları hareket ettirip,
gezegenimizde gelgitlere sebep olabilir.’ ”
(Dan Brown, “Kayıp Sembol”, sa:90)
“CALVIN KLEIN’ın Obcession’u
-----------------------------------------Nisan’dı, bir gelgitler
Zamanı: Pencereye haykırdı yeşil yapraklar, uzun
parçaları ve tüylü yaprakları
Balıklar ve nilüferlerin döküldü ayağımın
çevresinde. Bir Frank Ifield şarkısı
1963’ten, sanırım aklıma gelmeyi sürdürüyor:
‘anımsıyorum seni sensin
Rüyalarımı gerçek yapan-yalnızca birkaç-öpücük
önce’ ”
(Ciaron Carson<d.1948>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 30.06.05)
“Gezi teknesi Nellie, yelkenlerinde en ufak bir kıpırtı görülmeksizin zincirine tutunmuş dinleniyordu.
Sular çekilmiş, rüzgar neredeyse dinmişti; nehirden aşağı gidecek olan Nellie’nin yapacağı tek şey gelgiti
beklemekti.” ..... “Bıkıp usanmadan görevini yerine getiren gelgit akıntısı, eve dönen veya denize savaşa giden
gemilerin ve adamların anılarıyla yüklüdür. Sir Francis Drake’ten Sir John Franklin’e kadar ulusumuzun gurur
duyduğu herkesi, isimli isimsiz şövalyeleri, denizin maceraperest, büyük şövalyelerini tanımış ve hepsine hizmet
etmiştir.”
(J. Conrad, “Karanlığın Yüreği”, sa:31;33)
“Görünmeyenin Kapı Kolları
Anlatacak çok öyküsü var bu kıyının
yengecin pençesinin, midyenin kabuğunun
taşıdıklarının ötesinde,
saydam cam buz mavisine ve mor yakuta döndüren
gelgit ve zaman
aşındırıyor görüneni, saçıyor parçaları bütün yok
olana dek.”
(Sarah Day-Sevcan Yılmaz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.07.05)
“İP
--Baş döndürücü gelgit başlıyor en sonunda
Her yandan aşıklar geliyor
Sinekkuşundan gelenler var
Özgürlük ak ve dokunaklı aliminyuma batmış güzel
Yüzüyor dalgalar üstünde”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:23)
“Kara Yaratıklarına Dönüştürülen
Deniz Taifesi
----------------Bir Pazartesi günü evin içine bir taş
getirilmesinden hoşlanmazlar. Bir çocuk
getirecek olursa böyle bir taşı, onu o taşı evden
çıkarmaya zorlarlar. Buna gerçekten karşı
çıkarlar. Büyük gelgitte yükselen sular,
çarpan dalgaların getirdiği kırık dökük
öbür hurdalar, deniz kestaneleri gibi
karaya vuran ve cumartesi ay çıktığında
dorukta bırakılan sarsıcı sözcükler...”
(Nuala Ni Dhommmhnaill<d.1952>-Cevat Çapan); “Şiir Atlası”, Cumhuriyet Kitap, 28.05.09)
“Atlantis
---------İşte başladı gelgitin
dakik döngüsü dökülüyor,
günün kum saatine,
dünyanın öbür tarafına doğru.”
(Mark Doty-Gökçen Ezber, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.08.02)
“Sonra, annesinin ilk gelgitleri başlamıştı. İlk kez, her Pazar gittikleri sinemada hissetmişti annesinin
rahatsızlığını; annesi, filmin ortasında ışıkları neden kapattıklarını sormuştu ona. Kevgir gibi delik deşik olan
zihninde, önceleri küçük, sonraları gitgide büyüyen daha başka delikler hiç durmadan açılmaya devam edecekti
bundan böyle.”
(M. Levy, “Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey”, sa:21)
“Kimi zamanlar onunlayken, onun gözlerindeki olağandışı parlaklığa dikkat etti ve buna hayran oldu,
çünkü o Martin’e daha bir ozan ve bilgin -kendisinin olmak istediği ve Ruth’un da olmasını istediği şeylergörünümü veriyordu. Ama Maria Silva bu çukur yanaklar ve yanan gözlerle farklı bir öykü okudu ve günden
güne onlarda olan değişmelere, onlardan onun şansının gelgitlerini izleyerek, dikkat etti.”
(J. London, “Martin Eden”, sa:247-8)
“Sebokeng Kuşatması
--------------------------savaş zamanıdır şimdi
ki orada
zamanı ölçülür gelgitlerin
yanışı ayarlanır bir yürek ateşinin
bir kanat darbesinin rüzgarı tartılır
darmadağın şarkılar, kırıyor camları
sabah şarkılarının sıkıntısında
ışığında akşamın”
(Lesego Rampolokeng<d.1965>-İlyas Tunç, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.04.08)
“Kaptan küçük, üçgen yelkeni çekti, rüzgar gelgite yardım etti, rüzgar ve gelgit de beraberce tekneye.
Kürekçiler iyice dinlendikleri gecenin ardından alkolün de yardımıyla asıldılar küreklere, fazla hızlı gitmeye de
gerek yok zaten. Kıyı boyunu dönünce, sert bir akıntıya bıraktılar kendilerini, sanki cennete yolculuk gibiydi...”
(J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:37-8)
“EVREN
Bu evrenden beni çıkarmayın
Taç süsleri arasından çıkarmayın,
Dünyanın çivili potinleri altından çıkarmayın,
Cihazların resimlenmiş pençelerinden,
Göğüs fotoğraf çeken atgıtlardan,
Giyotindeki gelgitleri çiğnemeye bırakın.”
(Nichita Stanescu<1933-1983>-Gihan Curtamer; “Çağdaş Romanya Şiiri-Evren”, sa:94)
“Gelgelelim fırtına kafamın içinde patlak verdi, hem de beynimde kanın gelgitini kabartan bir kozmik
başağrısı biçiminde. Ve Bellini’nin ‘Norma’sının müziğiyle patlak verdi, kendilerini büyük sanatçılar sayan o
başarılı el sanatçılarının tüm yapıtları gibi tumturaklı ve küstah bir müziktir bu.”
(A. Tabucchi, “Gittikçe Geç Olmakta”, sa:265)
“DENİZDE YENİLGİ
Birden kabaran tuzlu su
köpükler içinde bırakınca ağzını,
olanca sesiyle haykırdı
çılgın gelgitleriyle aklının,
gözdağı verdi köpürerek öfkeden
gövdesini yıpratan denize”
(Timotheos, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:43)
“Sular buralarda <Rio Açu Nehri ağzı> sevecendir, gelip geçen gemilerin burunlarını okşar, ama zaman
zaman ayaklandığı, eşi görülmemiş bir kötülüğe kapıldığı da olur. Kimileri bundan gelgit olayının sorumlu
olduğunu öne sürerler; oysa gerçekte, dalgaların birden somurtarak gerilmesinin ve sonunda bütün bütüne yok
olmasının gelgit olayıyla hiçbir ilgisi yoktur.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:11)
“ ‘Göle doğru, gözden uzaklaşıyorlar,’ dedi Rhoda. ‘Çimenler üzerinde gizlice sıvışıyorlar, ama yine de
sanki o eski ayrıcalıklarını, tedirgin edilmemeyi sağlamak için bizim anlayışımıza sığınmış gibi güvenlik içinde.
İçlerindeki usulca vuran gelgit, şu yana akıyor, bizi yalnız bırakmamak gelmiyor ellerinden.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:179)
“Ki sevgisi onun gözlerindedir
-------------------------------------Babamın öncüleri
Gemi direkleri diktiler küçük teknelerde,
makam ile okudular Dili.
‘Daha geniştir ateşin çevresindeki kül’
‘Kuma dönüştü defineler’
Yehoash
Gelgitle ilerlediğimiz yollardan.
(Louis Zukofsky<1904-1978>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 03.07.03)
“Genç kızın...düşüncelerinin berraklığı yavaş yavaş geri geliyor gibiydi. Ressamın söylediği şey onun
için henüz tam olarak net değildi; çünkü acının sonunda geri gelen bu kadar büyük bir mutluluğa içgüdüsel
olarak inanmıyordu. Yaşlı adama tereddütle, sanki gelgitli düşünceler içindeymişçesine baktı.”
(S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, sa:71)
Gel gör ki : Elindeyse, gelsin de görsün; Gerçek şu ki, ne yapalım ki
“Onu gördüm. Céleste’le Raymond’un arasındaydı. ‘Hele şükür!’ der gibi bir işaret yaptı. Gülümsedi.
Yüzü hafif kederliydi. Ama gel gör ki benim içim daha da kapalıydı, gülümsemesine karşılık veremedim.”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:100)
“Gel gör ki, sana anlattığım bu hikaye farklı bir yola da sapabilir. Oğlan, öteki kadınlara duyduğu tüm
Eros’u, tüm aşkı dile getirmekte yeterince özgür olmadığını hissetmeye başlayabilir. Kız da, kocasıyla birlikte
olabilmek için parlak bir meslek yaşamından vazgeçmek zorunda kaldığını düşünmeye koyulabilir.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:99)
“-... (Güler.) Her zaman zevk duyardım ayrılırken... Gel gör ki, emekli oldum, gidecek yerim yok,
vesselam... İster istemez, buradayım...”
(A. Çehov, “Martı”, sa:26-7)
“ÇÖLLER
Sevmek ve sevilmek
için doğmuştum.
Gel gör ki yaşamım
sevgisiz geçti neredeyse.
İşte bundan
bu kadar bağışlayıcıyım”
(Blaga Dimitrova<1922-2003>-Hüseyin Mevsim; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
19.12.02)
“Şunu da açıklayayım ki, bu işte seni zerre kadar düşünmedim. Hani, gönlümün rızasıyla, sana, Feride
gibi ender bulunur bir kız değil, evimin kedisini bile teslim etmezdim. Fakat, gel gör ki, bu deli kızlara söz
anlatmak mümkün değil. Sizin gibi toy, kalpsiz adamların nesini severler, bilmem ki?...”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:420)
“Koyun sürüsü gibi bir mavnaya dolduk, bir römorkör gümrük rıhtımına çekti. Sandalcıların gemiden
rıhtıma kadar üç liret’e <Eski İtalyan lirası> yolcu taşıdıklarını düşünerek, yine karlı çıktık, diyorum içimden.
Kimsenin bana aldırış ettiği yok, ben de fırsatı ganimet biliyorum. Bir kere palikaraki <Yunan göçmeni>
olmuşuz olmuşuz, beleşten bir yemek çöplenmek, anafordan bir gece geçirmek hiç de anımsanacak şeyler değil.
Kimse çakmadıkça göçmen rolü oynayalım biz de! Gel gör ki olmuyor, işler beklenmedik bir şekilde
çatallaşıyor.”
(P. Istrati, “hayat yollarında”, sa:81)
“Hoş, bu yaz, güzellikten yana geri kalmaz ki
Bülbülün ağıtlarla susturduğu geceden;
Gel gör ki tüm dalları büker hoyrat musiki,
Orta malı meyvadır tadını tez yitiren.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:102, sa:245)
“Oysa şimdilerde insanlar özbenliklerinden korkuyorlar. Görevlerin en yücesini, yani kişinin kendi
özbenliğine olan görevini unutmuşlar. Hayırseverliklerine diyecek yok. Açları doyuruyor, dilencileri
giydiriyorlar. Gel gör ki, kendi ruhları aç, çıplak.”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:27)
Gelin güvey olmak; Gelinle güvey : Evlenmek; Bir şeylere sahip olmadan, hayalen olmuş gibi duyumsamak ve
davranmak; gelinle güvey (damat) çifti
“Tanrı’nın takdiriyle aynı gece hem padişah, hem vezir ve hem de dünya kraliçesi peygamber
hazretlerini (Tanrı’nın selamı onun üzerine olsun) rüyalarında gördüler. Peygamber: ‘Dünya kraliçesini Hüseyin
Hatibi’ye nikahladım, bundan sonra kraliçe onundur’ dedi. Ne güzel damat ve ne de güzel gelin! Şiir:
Mübarek olsun dünyada gelin güvey olmamız
Kıydı nikahımızı göklerdeki Tanrımız.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:I, sa:3)
“Irak İçin Yirmi Beş Ağıt
Otelin otoparkında
Yüz elli gelinle güvey
Fotoğrafçıyı bekliyorlar.
Bütün gece uyumadan
Onların çığlıklarını dinliyorum..”
(Robert Minhinnick<d.1952>-Cevat Çapan, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.09.03)
“Yeni evlilere sevinçli ve değerli gelebilecek bir tek şey vermek istiyorlardı: Gelin olmanın ve sonuncu
gecenin yalnız sessizliği. Onların küçük bölmede tamamıyla yalnız kalabilmeleri için kendileri dış bölümde biraz
sıkışacaklardı. ‘Son birkaç saatten yararlanın,’ diye ekledi dostları, ‘tek solukluk yaşamı bile bir daha bulamayız,
böyle bir anda sevgiye kavuşan onun tadını çıkarmalı.’ ”
(S. Zweig, “Lyon’da Düğün”, sa:192-3)
Gelin odası : Ortadoğu iç savaşlarının yarattığı yeni bir terim: Şehit mezarları
“Adına ‘Gelin odası’ denilen bazı şehit mezarları ise, dövme demir kafeslerle örülmüştü, üzerlerinde
çatıları vardı ve ne zaman yanından geçseniz içerden tütsülenmiş yabani sedefoyu kokusu geliyordu.”
(M. Mungan, “Çador”, sa:85)
Gelip çatmak : Gelmek, olmak, oluşmak (özellikle önemli ve beklenen olgular, tarihler:askerlik, imtihan,
nikah, gezi vb.)
“Sonra yemek gelip çattı. Margot’nun çiçeklerin saplarını kesip vazoya yerleştirirkenki ağır ve özenli
hareketleri içimde kıpır kıpır bir his uyandırdı ve onu seyretmek birden hipnotize eden, büyüleyen bir nitelik
aldı.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:44)
“birkaç yıl önce bir haftalık bir sarhoşluktan sonra uyanmış ve kendimi öldürmeye bayağı karar
kılmıştım. o sıralar çok tatlı bir kızla yaşıyordum ve çalışmıyordum. para bitmiş, kira gelip çatmıştı. bir yerde
serserilerin yaptığı türeden bir iş bulabilirdim ama bu da ölmenin başka bir şekliydi.”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü-Pis Moruğun Notları’ndan Seçmeler’”, sa:120)
“Perşembe günü gelip çatınca, arabaya atlayıp yola düştük. Ama geç kalmıştık; surların önünde sere
serpe uzanmış yatan geniş alana varmamız öğleyi bulmuştu. Alan boştu adeta.”
(E. Canetti, “Marakeş’te Sesler”, sa:7)
“Derken ikinci yaz gelip çattı. Çok, ama çok sıcak bir yazdı. Ufalanıp dökülmeler, o yazla, yani geride
bıraktığımız o yazla başladı.”
(A. Cemal, “Şeref Bey Artık Burada Yaşamıyor”, sa:188)
“Kış geldi çattı. Rüzgar kuzeyden esiyor ve sonraki dört ay boyunca da durmadan esecek. Pencerenin
önünde durup alnımı soğuk cama yaslarken saçaklarda ıslık çaldığını, gevşek bir kiremiti kaldırıp düşürdüğünü
işitiyorum.”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:51)
“Eggo’nun Doğumu
-----------------------Alnının doğrusuna bakarak, sırtını dönüp ardına bakarak
ve profiline, değişmemek üzere çizdiği
güçlü elleriyle. Yalnız başına,
ve camdı, altındı teknesinden akan,
yaratılmış olan her şeyin gövdesi,
tükenişin gelip çattığı o saate değin.”
(Pablo Armando Fernandez<d.1930>-Ayşe Nihal Akbulut, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 03.04.08)
“SONRALARI
benim de ölümüm gelip çatacak bir gün
ışık dalgalarıyla parıldayan bir baharda
uzak ve dumanlı bir kışta
ya da feryat figandan arınmış bir hazanda”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-isyan”, sa:48)
“Anthime, karısı geçer geçmez, güç bela yerinden kalkar, kapıya doğru sürüklenir..... dudakları
bükülmüş bir halde, otoriter bir işaret parmağı vuruşuyla, çat! mandalı itiverirdi. Hemen sonra kahya Beppo’nun
sipariş almak üzere öbür kapıdan girme saati gelir çatardı.”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:5)
“Josef, kafasından böyle düşünceler geçirerek üstadın geleceği günü bekledi ve o gün gelip çattı derken,
am bir gün düş kırıklığıyla başladı: Sokaklarda ne müzik sesi duyuldu, ne evlere asılmış bayraklar, evleri
süsleyen çelenkler görüldü.”
(H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:48)
“Yirmi yıl önce çeyizini düzdüğü gerdeğe girmesinin artık gün sayısına bindiği zamanlarda bambaşka
titiz bir kızmış sonra evleneceği adamı sevdiğini Derecik’te herkes biliyormuş ama düğün günü gelmiş çatmış
küçük halam evlenmek istemediğini söylemiş...”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:96)
“Yaz geldi çattı. Ekinler biçiliyor. Sıcaklar veryansın ediyor. Çukurovanın sıcağına sarı sıcak derler. Ak
sıcaklar çöktü.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:39)
“Nedir yaşam, ne zevki var altın Aphrodite olmadan?
------------------------------------Gelip çatınca
acıyla dolu yaşlılık, hem çirkin, hem kötü olunca insan,
kapkara kaygılar dolanır durur kafasında,
artık tat almaz olur gün ışığına bakmaktan,
gençler tiksinir ondan, hor görür kadınlar;
böyle zorlu kılmıştır işte yaşlılığı tanrı.”
(Mimnermos, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:75)
“LAFORGUE’DAN ESİNLENEREK
<Martin Bell’in anısına>
Bir barikat kurdum yüce ruhluluğa.
Tüm gece, şafak ve ölgün sabah arasında,
Yağmur, trampet çalıyor avludaki bir kovada.
Meteoroloji uzmanı kışın gelip çattığını söylüyor bana
Kendisi icat etmiş gibi. Düzeyim onu.”
(Sean O’Brien <d.1952>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.04.06)
“Ortaçağda, Cumhuriyetçi Lombardiyalılar Fransızlarınkine eşit bir kahramanlık göstermişlerdi,
kentlerinin Alman İmparatorları tarafından yerle bir edildiğini görmeyi hak etmişlerdi. ‘Sadık Uyruklar’ haline
dönüştüklerinden beri, Milano’ların en büyük uğraşı soylu ya da zengin herhangi bir aileden bir genç kızın
düğünü gelip çattığında, pembe taftadan küçük mendillere ‘sone’ler basmaktı.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:17)
“Okula gitme günü geldi çattı. Arik, yepyeni okul çantası elinde, filli kulaklıkları başında, Carla ile
erkenden evden çıktı. Bütün ötekilerle birlikte okulun kapısından girdiler. Onlar geçerlerken çocuklar kaçamak
davranışlarla Arik’e dokunmak istiyorlardı.”
(S. Tamaro, “Rüzgar Ne Diyor?-Gökyüzünden”, sa:85)
“On yıl bir rüya gibi geçti. 1847’de Bayan Kirsanov vefat etti. Kocası bu darbeye dayanamadı, birkaç
haftada saçları bembeyaz oldu. Düşüncelerinden biraz olsun sıyrılabilmek amacıyla yurt dışına çıkmayı
planlıyordu ki; olaylı 1847 yılı geldi çattı.”
(I. Turgenyev, “Babalar ve Oğullar”, sa:8)
“Brancoric, Clarissa’nın yüzüne bakıp söz dinleyerek bekledi. İşte şimdi Clarissa’nın konuşması
gereken an gelip çatmıştı. Şimdi konuşmak zor geliyordu.”
(S. Zweig, “Clarissa”, sa:154)
Gelip dikilmek : Bk.: Dikilmek
Geliş, gelmek : Vasıl olmak, bir yere ulaşmak; Cinsel ilişkinin sonunda boşalma
“Çabuk çabuk indi aşağıya, odaya girdi. Gece lambası yanıyordu. Donunu karyola demirine asıp
havluyu yatağa serdi, yastığı çekti, abandı. Soluya inleye uzun uzun geldi.”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:74)
“Allahım ne gece… İşte yeniden okşuyor beni! Bu kez oldu, Tanrım geliyorum … Ölüyorum galiba…
geliyorum…geliyorum… oh, bu geliş harikaydı…”
(D. Fo-F. Rame, “Kadın Oyunları & Açık Aile”, sa:46)
Gelişigüzel : Rastgele, hedefsiz, plansız
“DR. FISHER - Cezalandırıldığını düşünen biri gibi konuşuyorsunuz.
IZZY - Eh, belki de öyleyimdir. Delinin teki göğsüme bir mermi saplıyor ve sonunda ilahi adalet
yerini buluyor.
DR. FISHER - O halde tüm o deli dünya laflarına ne oldu? Eğer olanları rastlantısal, gelişigüzel
gerçekleşen olaylar olarak kabul ediyorsanız, sonra yan çizerek, bu olanların ardında bir amaç olduğunu iddia
edemezsiniz. Ya biridir ya da diğeri. Ama ikisi birden değil.”
(P. Auster, “Lulu Köprüde”, sa:25)
“Yine kendi anlatımına göre kadın, yaptığındana pişmanlık duyabilmek için saat 12.15 ile 19.00
arasında kentte gelişigüzel dolaşmış, ama duyamamıştır. Müfettişten ayrıca kendisini tutuklamasını da rica eder,
çünkü ‘sevgili Ludwig’i neredeyse, kendisi de orada olmak istemektedir.”
(H. Böll, “Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru”, sa:11-2)
“Odanın pancurları henüz kapalıydı; çarşafları darmadağınık bir demir karyola ve açık duran bir valiz
görünüyordu, çeşit çeşit kravatlar, çoraplar komidinin üstünde, bir sac küvetin iki yanında, kova ve ibriğin
dibinde duran üç ayaklı iskemlenin üzerinde, şuraya buraya, gelişigüzel atılmış duruyordu.”
(M. Butor, “Değişme”, sa:140)
“Başka zamanlar bir sıkıdüzen içinde çalışan kalem sahibi, kısa bir süre için esintilerinin gönüllü
oyuncağı olur..... Sonunda, bütün bunları başlatmış olarak baskı kalkar ve insan hafifleyip, bir tür mutluluk
duygusu içersinde en gelişigüzel biçimde not düşebilir.”
(E. Canetti, “Sözcüklerin Bilinci”, sa:63-4)
“İbni Hamit yalnızlığın tadını çıkarabilmek için ne yeterince mutlu, ne de yeterince mutsuzdu. Bu
büyülü yerlerde, ilgisiz ve dalgın, dolaşıyordu. Gelişigüzel gezerken El Beyza’nın bulunduğu tepenin yamacında
kıvrılıp giden ağaçlıklı bir yola saptı.”
(F.R. de Chateaubriand, “Son İbni Sirac’ın Serüvenleri”, sa:29)
“... bu gün iki resim çizdim. Birinde yelekli, pantolonlu, üçgen şeklinde bir şapkası olan bir adam vardı.
Adamın sakalları gelişigüzel uzamıştı. Gözleri ise kedi gözüne benziyordu. Onun önünde diz çökmüş karaderili
bir adam çizdim. Karaderili kısa pantolonu dışında çıplaktı ve elleri arkasından bağlanmış.”
(J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:55)
“Duruyor Lucy. ‘Bunu daha önce de yaptıklarını düşünüyorum,’ diye söze başlıyor, sesi biraz düzelmiş.
‘En azından yaşı büyük olan ikisi. Onların her şeyden önce tecavüzcü olduklarını düşünüyorum. Hırsızlık ise
gelişigüzel yaptıkları bir şey. Yan iş. Asıl işleri tecavüz.’ ”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:182-3)
“Sonra, bilirler ki nutuk, farkına varılmadan, derece derece canlılık kazanmalıdır; onun için vaızlarının
her bir kısmının baş tarafını gelişi güzel okuduktan sonra birdenbire sanatlı bir eda takınmakta hiç ıusur
etmezler.”
(D. Erasmus, “Deliliğe Methiye”, sa:119)
“Çift-obo’ya benzer org bir maymunun ellerinde, bir timsah gelişi güzel ud’la oynamakta. Bir aslan,
lir’le nağmeler saçıyor. Şurada burada küçük heykeller; ikinci ve üçüncü sınıf tanrıçalar birbirlerini hanedan
ailelerine has bir vakar ve sonsuzluktan ödünç alınmış bir sessizlikle selamlamakta.”
(İ Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Maui”, sa:81)
“... utanç verici bir dava bir kez daha cinsel sapıklık gibi irkiltici bir konuyu ortaya çıkardı. Sekiz gün
süreyle salonlarda, kahvelerde başka bir şey konuşulmadı. Bilgisizlerin, dikkafalıların ve ahmakların bu konuda
gelişigüzel bağırıp çağırmalarını ya da öne sürdükleri kuramları dinlemekten bezmiştim.”
(A. Gide, “Sapık Sevgi” <Corydon>, sa:11)
“Zaman zaman bir iki şey söylemek uzun süreli sessizlikleri bölüyor, gelişigüzel ve yerli yersiz birtakım
şsylerden söz ediyordu, ama söylediklerine kendisi de katlanamıyormuş gibi bir izlenim uyandırıyordu.”
(J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:11)
“Kuşkusuz, gelişigüzel açıklamalar bunlar, daha başka, yine gelişigüzel açıklamalarla değiş-tokuş
edilebilirler. Kısa süren dilsizlik anları oluyordu ve onları dile getirme gereksinimi -yazma nedenlerim- oldum
olası hep aynı kaldı.”
(P. Handke, “Mutsuzluğa Doyum”, sa:12)
“Topazdan gelen adam sözün sonunu getirdi: ‘Eğer Topaz’da olsaydın, kaza sonucu ölmüş bir mezarlık
dolusu adam gösterirdim sana..... Berry Rogers kesme kurşun dolu çiftesini halkın üstüne doğrultup gelişigüzel
ateş açınca...’ ”
(O. Henry, “viski soda”, sa:41)
“Başucumla aynı hizada, içimden bir okun geçtiği alev alev iki kalp ve üstünde şu kelimeler yazılı:
‘Yaşama tutkusu’. O zavallının hayalleri kesinlikle çok uzun sürmemiştir. Onun yan tarafında ise, üç köşeli bir
şapka ve şapkanın altına gelişigüzel çizilmiş küçük bir yüz ile şu sözcükler: ‘Yaşasın İmparator! 1824’ ”
(V. Hugo, “Bir İdam Mahkümunun Son Günü”, sa:49)
“Pencereden, kompartmanların içini meraklı bakışlarla süzen birkaç ulu bataklık kuşundan, ya da
demiryolu geçidinde hükümet güçleri korkusuyla bütün treni selamlamak için şapkasını çıkaran yaşlı bir
köylüden başka bir şey yoktur. Uzaktan uzağa, gelişigüzel serpilmiş kulübe kümeleri, kolay mutluluğa meydan
okurmuş gibi belirir.”
(P. Istrati, “Minka abla”, sa:7)
“Geceyi fellahlarla dolu bir trende gürültüler ve pis kokulu dumanlar arasında geçirdik. Kıpırdamaya
imkan yoktu. Her yolcunu ağırlığı, yanında taşıdığı bir heybeyle iki katına çıkmıştı. Böylece, vagonun içi insan
vücutları ve eşyayla gelişigüzel doldurulmuş, içinden birbirinden beter kokular ve gürültüler yükselen sefil bir
göç kamyonunu andırıyordu.”
(P. Istrati, “sünger avcısı”, sa:65-6)
“Tanrı’yı doğada arayarak, ona karşı bu şekilde hayranlık duyarak, kırlarda gelişi güzel dolaşarak
vaktini geçiriyordu. Onu, bir akşam, korulukta, yere diz çökmüş buldum.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:193)
“ŞARKILAR SÖYLEYEMEM Kİ
------------------------------------------Ve şarkılar söyleyemem ki
tıkayınca onlar örümcek ağlarımı ağzıma
yön gösterme yeteneklerinin
salyalarını tükürünce yüzüme.
-kimler açacak bu gelişigüzel yürüyüşe
beslediğim umudun giriş kapılarını?”
(Odia Ofeimun<d.1950>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.08.09)
“PENCERE
-------------............ Sokağa gelişi güzel yığdıkları
yağmurlukları, kümes hayvanlarını, mandalları,
şişeleri,
tarakları, boş bisküvi kutularını, kokulu sabunları,
açık artırmaya getirip sonra bir kenara attıkları
batık gemilerden sökülmüş kamara parçalarını,
çeşitli ülkelerden alınmış gümrüksüz allı pullu ipek
kumaşları...”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:83)
“…Anny burada olsaydı, bu güzel görüntüleri yansıtmak için yüreklerimizde karanlık, küçük çalkantılar
doğururdu. Ben olanaklardan yararlanmasını bilmiyorum: Bu boşa giden gök yüzünün altında, bomboş bir
yürekle, durgun, gelişigüzel yürüyorum.”
(J.-P. Sartre, “Bulantı”, sa:98)
“Yan tezgahta Fransızca kitaplar sisteme tabi olmaksızın vardı. Kitapları karıştırarak oyalandı. Polis
romanları, resimli film romanları gelişigüzel, üst üste yığılmıştı.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa 61)
“Guéret’de öğretmenlik alırım. Yok, hayır, Guéret’de değil, orası lise. Castelnaudray’de. Lola’yla
evleneceğim: Bir kolej öğretmeni bir kadınla gelişigüzel yaşayamaz; yarından tezi yok, hazırlığa başlayacağım.
Elini saçlarına götürdü ve sağlamlığını anlamak ister gibi saçını çekti; sonra karar verdi: Kabak kalacağım ben,
mutlaka kabak kalacağım, ben ölmeden bütün saçlarım dökülmüş olacak.”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:79)
“Dükkanların önlerine gelişigüzel çıkarılmış öteberi birbirine karışarak, aralıkları büsbütün daraltıyor,
burasına, eskici torbalarından hiçbir ayrım yapmadan, üst üste boşaltılmış Bitpazarı derbederliği veriyordu.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:228)
“Öyleyse, aranızdaki anlaşmazlıklarla ayrılıklar karşısında, ilk işimiz geniş yürekle davranmak olsun.
Gerçeği, sanki ona hiç birimiz ulaşmış değiliz gibi, hepimiz arayalım. Yeryüzünde bugüne dek egemen olan
gelişigüzel türemiş, yenilik sevgisi ve görenekle tutunmuş, halkın coşkunluğu ve bilisizliğiyle beslenmiş olan
düşünceler, gizliden gizliye, zorbalıkla etki kazanmışlardır.”
(C.-F. de Volney, “Yıkıntılar”, Cilt:II, sa:11)
“Mr. Ramsey ceketinin düğmelerini ilikledi, pantolonunun paçalarını kıvırdı. Nancy’nin hazırladığı o
büyük, gelişigüzel sarılmış, kahverengi kağıtlı paketi alıp dizinin üstüne koydu. Böylece karaya çıkmak için tam,
hazır bir vaziyette oturarak gözlerini çevirip arkaya, adaya baktı.”
(V. Woolf, “Deniz Feneri”, sa:332-3)
“Aradan iki dakika geçti, Hubertine’in hala orada, üstünde gelişigüzel bir entari, güzel kollarını
göğsünün üzerine bastırarak eğildiğini, kulağını kapıya yapıştırdığını duyumsuyordu.”
(E. Zola, “Hulya”, Cilt:II, sa:12)
Gel keyfim gel : Yerinden, işinden çok memnun olmak, hiçbir şeyi umursamamak, rahat yaşamak
“ ‘Konyak ve yanında iyi bir puro. Gel keyfim gel’ dedi gülerek. Kadeh tokuşturup, yuvarladık içkileri;
acele etmeden, haz dolu nefesler alarak puroları tüttürmeye başladık.”
(H. Böll, “Cüce ile Bebek”, sa:125)
“CLAIRE - Aşığına, beyefendiye eşlik ediyordun... Fransa’dan kaçıyordun. Şeytan Adası’na.
Guyana’ya gidiyordun onunla. Ne güzel rüya! Ben o imzasız mektupları gönderme cesaretini gösterdiğim için
sen gel keyfim gel benim sayemde yosmalarıni birinci sınıf orospuların nimetlerinden yararlanmaya bakıyordun.”
(J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:26)
“ ‘Bakkal ve çiftçi olabilecek kimse hiç gider de balıkçılığa mı katlanır? Allah iyiliğini versin şu
balıkçılığın! Aç dükkanı, ısmarla kahveyi, tellendir cıgarayı, tart fasulyayı, al parayı... Sen sağ ben selamet. Oh,
gel keyfim gel! Ne ayazı, ne uykusuzluğu, ne fırtınası ne de boğulması var...’ derlerdi.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:27)
“Gerçi ömür boyu bir davaya hizmet eden, rahat ve esenliğini bir yana bırakıp kendini belli bir amaca
adayan kimsenin, köle ya da silah ticareti yapıp gel keyfim gel bir hayat sürenlerle bir tutulmasını aklım almıyor
hiç.”
(H. Hesse, “Doğu’ya Yolculuk”, sa:49)
“Oooh, işte kış da geçti; yakında bahara giriyoruz. İki, üç gün sonra üçüncü cemre düşeceği için, Reha
Beyin evinde o gece, bir kıştan çıkış alemi yapılacak... Ve bu aleme Ayvansaray’ın en maruf <meşhur,
yetenekli> sazcı ve oyuncuları iştirak edecektir <katılacaktır>.
Gel keyfim gel! İki gece sonra yine sabahlara kadar vur patlasın çal oynasın, yaşayacağız.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:179)
“-Adam Ankara gibi yerde, ‘Şunun bunun hakkını hak edeceğim’ diye kanun maddeleriyle
boğuşurken... Siz burda... Ünlü bir avukat yazıhanesini garsoniyere çevirip... Gel keyfim gel... Çek elini
ağzından... Yalanıp durma!”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:153)
Gelmek : Beklenilen bir şeyin, kişinin, meta’nın görüş alanımıza girmesi; (Seks) İlişkide, beklenilen ‘doruğa
varma’nın oluşması; koitus <coitus>
“ ‘Onun kelimelerini tamı tamına hatırlamaya çalışıyorum. Her neyse, sevişmeye başladık. Gayet iyi
gidiyordum, ama tam gelmeye hazırlanırken, Phyllis, ‘Sevişmek için gerginlikten biraz kurtulmanın yolu iyi bir
iyi bir sevişme olabilir.’ ”
(I.D. Yalom, “Aşkın Celladı”, sa:278)
Gelmesiyle gitmesi bir olmak : Alelacele geri dönmek, az kalmak
“... yalnızca onun yanında sıkılan, ağzından dikkatsizce söylenmiş sözler kaçırmaktan korkan papazın,
şatoya gelmesiyle gitmesi bir olurdu; ama, pazarları büyük ayinde Madame de Miossens’ı koltuklamaktan da
geri kalmazdı.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:38)
Gel zaman git zaman : Bugün yarın, zaman geçmekle; Zamanla, yıllar sonra
“NECMETTİN - Evet 40 yıl evvel Harput’ta biri 4, diğeri 3 yaşında iki çocuğu olan bir karı koca
kavga ediyorlar. Koca büyük çocuğunu alarak ve küçüğünü anasının yanına bırakarak Amerika’ya kaçıyor. Gel
zaman git zaman orada zengin oluyor ve ölüyor. Çocuk, bıraktığı büyük sanayi kurumlarının başına geçiyor. Ve
günün birinde Türkiye’de bir kardeşi olduğunu hatırlayarak onu aramaya geliyor.”
(C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:21)
“San Tiago, İber Yarımadası’nda, bir çobanın bir gece bir tarlanın üstünde parlak bir yıldız gördüğü
yere gömülmüştü. Söylenceye göre, yalnızca San Tiago değil, Hz. İsa’nın ölümünden sonra Bakire Meryem de
oraya gitmiş, İncil’in müjdesini taşıyarak insanlara din değiştirmeyi öğütlemişti. Gel zaman git zaman
Compostella -yıldız tarlası- adı verilen bu yerde kurulan Hıristiyan dünyasının dört bir yanından insanlar ziyaret
etmeye başlamışlardı. Hacı denen bu insanların simgesi denizkabuğuydu.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:27-8)
Gemi azıya almak : Şahlanmak (at), saldırgan olmak (insan)
“Sohbet sarmıştı aslında, ama Maria bunları aklından geçirmek istemiyordu - o okşayışı, göz bağlarını,
bedeninde dolaşan elleri hatırlamasıyla cinsel organının ıslanması bir oluyordu. Hayır, seks onun için ölmemişti;
bu adam bir şekilde kurtarmıştı onu. Ne güzeldi hala hayatta olmak! Ama kütüphaneci gemi azıya almıştı:
‘Çok sonraları bile, klitorisi hor görmeyi sürdürmüşler...’ ”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:198)
“LUNARDO - İyi ama onlara işkence edecek bir erkek var mı? Sonra, hele akrabalarının kulağına
giderse, alimallah dünyanın altını üstüne getirir, elimizden kurtarıverirler. Üstelik.. ayı.. hödük.. köpek..
demediklerini bırakmazlar.
SIMON - Bir defa da, isteyerek veya istemeyerek, boyun eğdiniz mi, gemi azıya alırlar, sesinizi bile
çıkaramazsınız.”
(C. Goldoni, “Yabanlar”, sa:91)
“FULGENZIO - Yeğeniniz çok kötü durumda.
BERNARDINO - Çok kötü durumda mı? Sakın arabadan düşmüş olmasın? Yoksa arabanın üç çift atı
gemi azıya alıp parladı mı?”
(C. Goldoni, “Yazlık Dönüşü”, sa:56)
“Doğan çocuklar bile, benimle ilgili bilgiyi mutlaka gizli olarak mezbelelerden öğrenmek ve aşk
pandomimasını, lağımlarına denk akan sokaklarda, açlık haçına takılmış olan kendi öz kardeşleriyle meşketmek
zorundadırlar. Gemi azıya alan o görünümleri büyük kentlerin eğlence yerlerinde gören gençliğin başından,
hangi eğitim; hangi eğitim o yakıcı izlerini silebilir?”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:24)
“O harikulade Çin masalındaki gibi ‘çöküş müziği’ yankılanmaya başlamış, org’daki sürekli bas gbi
onyıllar üzerinde süzülüp durmuş, bir ahlak çöküntüsü olarak okullara, gazetelere, akademilere girmiş, melankoli
ve akıl hastalığı kimliğiyle henüz ciddiye alınması gereken sanatçılardan ve eleştirmenlerden pek çoğunun
yakasına yapışıp sanatın bütün dallarında gemi azıya almış ve amatörlük kokan aşırı üretim kılığında ateş
püskürmüştü.”
(H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:23)
“Sanço Panza ..... sonradan Don Kişot adını verdiği şeytanın dikkatini kendi üzerinen başka bir yöne
çevirmeyi becermişti; öyle ki gemi azıya alan şeytanı en çılgınca işlere girişmiş, ama yine de, önceden
belirlenmiş bir nesnenin, ki bu Sanço Panza olabilirdi ancak, yokluğu nedeniyle, kimseye zarar verememişti.”
(F. Kafka, “mavi oktav defterleri”, sa:38)
“Beyin adamları da işi biliyorlardı. Ama Beye söylemiyorlardı. Korkuyorlardı. Oba halkı gemi azıya
almıştı.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Karacaoğlan”, sa:139)
“TRABLUSLU KADINLAR KOROSU Yıkım ve lanet mi çekmek istiyorsun kentimizin üstüne?
Deniz gemi azıya alsın, dalgalar duvarları aşsın, evlerimizi yıksın, çocuklarımızı boğsun mu
istiyorsun?”
(A. Maalouf, “Uzaktan Aşk”, sa:73-4)
“-Ohoo! Hem de nasıl, hem de nasıl. Ama bana sorarsan sonunda boku yiyecekler.
Radyoyu göstererek devam etti: Berlindeki hayvan gemi azıya aldı.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:330)
“Serbest Partinin kurulmasından yirmi güm geçmiş, ilk ürüntü, Yarın Gazetesinde Arif Oruç’un hemen
gemi azıya almasının da etkisiyle az biraz savuşturulmuştu. Çekingenlik yavaş yavaş azalıyor, Galata’da Nazlı
handa açılan Serbest Parti İl Merkezine uğrayanlar gitgide artıyordu.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:79)
“Mutlak bir sessizlik hafif ürpertilerinin yerini alana ve bir tür uyku, elini bağlayana dek. Büyük bir
gürültü onu uyandırdı. Doğa, gemi azıya aldığından toprak korkuyla titriyordu. Yağmurun yere çarparken
çıkardığı ses ve ıslak toprağın güzel kokusunu duydu.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kayığım Rosinha”, sa:34)
“Kız oraya kadar, ufacık bacaklarının boyu izin verdiği oranda koşarak, zıplayarak, ineği izleyebilmişti.
Fakat, ayağı takıldı, bir kere düştü; kalktı, biraz ötede bir daha düştü; artık, hayvan gemi azıya almıştı, kız yerde
sürüklenmeye başladı; şimdi, avaz avaz haykırıyordu.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:7)
Gemici (Bahriyeli) selamı : İki ayağı üzerine kasılarak ve geriye kaykılarak, eli sertçe alnının kenarına çakma
yoluyla verilen selam
“İnsanlar eğlenerek bakıyorlar, bağırıyorlardı bana, tekerlekli sandalyeyle Kolombiya Turu’na
katılmaya özendiriyorlardı beni. Bense şarkımı kesmeden elimle mutlu bir gemici selamı veriyordum onlara.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:71-2)
Gemisini kurtaran kaptan : Hayatta seni senden başka kimse kurtaramaz, işinin başına geç
“HECTOR - Asıl işim neymiş kuzum?
KAPTAN - Gemini yürütmen. Gemisini kurtaran kaptan. Yoksa şapa oturursun.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:139)
Gemisini rüzgara göre kullanmak : Elindeki kozları gelen fırsatlara göre oynamak, fırsatlardan yararlanmak
“TRAPPOLA - Güzel! Ortaya bir de yolcu kadın mı çıktı?
VITTORIA - Yolcudan başka bir de dansöz mü var? Biri şurada, biri burada ha?
TRAPPOLA - Evet sinyora. Gemisini rüzgara göre kullanıyor.”
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:44)
Gemiyi kızağa çekmek : İşi garantiye almak, hiç açık bir şey bırakmamak
“SIMO - Ne oldu? ne var?
TRANIO - Büyük bir felaket geldi başımıza.
SIMO - Neden yahu? geminizi kızağa çekmiştiniz, yelden korkunuz kalmamıştı ki!”
(Terentius, “Hortlak”, sa:50)
Gem vurmak : Dürtü ve arzularını sınırlandırabilmek, kontrol edebilmek, sahip olmak, hakimiyeti altına
almak
“Parlayan yıldızlarla dolu gecenin ve tersine çevrilmiş bir gökyüzüne benzeyen, insan yapımı ışıklarla
dolu kentin karşısında, limandan yüzüne doğru yükselen derin ve sıcak esintinin altında, bu ılık kaynağa
susamışlığını, bu innsansız ve uyuyan dünyanın tüm anlamını, ağzına hapsedilmiş bir sessizlik gibi şu diri
dudaklarda kavramının gem vurulmaz isteğini duyuyordu.”
(A. Camus, “Defterler 1”, sa:81)
“‘Tıkabasa yiyen, kırba gibi içen, ama tokluklarında mutsuz ve yalnız olanlara merhamet et. Ama oruç
tutarak ve kendilerine yasaklar koyup gem vurarak kendilerini aziz mertebesinde gören, sokaklarda senin adına
vaaz edenlere daha fazla merhamet et. Çünkü böylelerinin hepsi de, senin, ‘Eğer kendi kendimin tanığıysam,
tanıklığım geçerli değildir,’ diyen yasandan habersiz.’ ”
(P. Coelho, “Hac”, sa:132-3)
“MEPHISTOPHELES - Zamandan yararlanınız, o pek çabuk geçip gider. Ama düzenlilik, size vakit
kazanmasını öğretir. Onun için, değerli dostum, ben size ilkönce mantık dersini öneririm. O zaman fikriniz
güzelce eğitilir ve ona gem vurulur ki, bundan sonra daha erdemli olarak, düşüncelerinizin yolunu izlesin ve öyle
uluorta hayallere kapılarak, öteye beriye sapıtmasın.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:89-90)
“Sonra dişleri sıkılmış, gözleri çakmak çakmak, Radda’ya doğru yürüdü. Elini kıza uzattı. Eh, bozkır atı
Radda’ya da gem vuruldu diye düşünüyorduk ki, delikanlının, kolları havada sallanarak küt diye ensesi üstüne
yere yuvarlandığını görmemiz bir oldu!..”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:33)
“Ne yazık ki gelişen ve öngörüleriyle dikkat çeken bu cumhuriyetçi akıma yeni katılanların sağlıklı bir
demokrasinin gereği olan ortak yaşam kurallarını uygulayamadıkları ve terbiyelerini muhafaza edemedikleri
anlar da oldu. Hatta bazıları, işi en ağır hakaretlere kadar vardırarak, halkın içmeye ayranı yokken her yere
tahtırevanla giden bu semersiz yaratıklara artık gem vurulması gerektiğini bile söylediler.”
(J. Saramago, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”, sa:84)
“Nefsine böylesine söz geçirebilmeyi, o manastır salonları ve koridorlarında geçen yıllarda öğrenmiştir.
Dünya politikası kürsüsüne ayak basmadan önce isteklerine gem vurmasını öğrenmiş ve yüzyılların rahiplik
sanatının tartışmalarıyla da konuşma sanatını elde etmiştir.”
(S. Zweig, “Fouché”, sa:15)
Gencecik : Çok genç, hayat dolu
“Allame anlatıcı. Kız bu terimin anlamını kavramış, tıpkı ‘inançsızlığın askıya alınması’, ‘biyojenez’,
‘antilogaritma’ ve ‘Brown ile Eğitim Kurulu Davası’ hakkındaki konuşmaları algıladığı gibi. Miles, Küba asıllı
babası ömrü boyunca postacılık yapmış, üç ablası tekdüze gündelik işlerin sıkıcı batağına saplanmış olan Pilar
Sanchez gibi gencecik bir kızın, nasıl olup da ailesinden böylesine farklı oluşuna hayret ediyor.”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa:18)
“ ‘Bilirim, bizim manastırlar böyleleriyle doludur. Gencecik ölürler, veremden.’
‘O öyle değildi ama. Ben hayatımda hiç bu kadar obur birini görmedim. Bir akşam onu Venedik’li iki
fahişenin evine de götürdüm, belki bilirsin onlar dünyanın bu en eski sanatını icrada çok ünlüdür.’ ”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:224)
“ ‘Öyle şeyler gelir ki aklınıza, yarısı doğru olsa, İmparator Hazretleri ömür boyu temizleyemez bu
rezilliği. Ama doğruya doğru, eğriye eğri, ihtiyar bu lafları hiç hak etmiyor. Düşünsenize! Oğlu Rudolf, gencecik
yaşında, erkekliğinin baharında göçüp gitti bu dünyadan...’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:35)
“ ‘Mike O’bader’in de gencecik, güzel bir kızı vardı. Montopolis’e göre fazla canlı, hayat dolu bir kızdı
bu. Bir gün bir başka kasabaya kaçtığını duyduk.’ ”
(O. Henry, “viski soda”, sa:94)
“BİR TEMMUZ GÜNÜNE BALAD
-------------------------------------------Niye taşırsın bu
ölüm karası urbayı?
-Ah, acılı ve talihsiz
dul kaldım gencecikken!”
(F. Garcia Lorca-Adnan Özer, “aşk şiirleri”, sa:42)
“Bir polis komiseri, stajını belediye dispanserinde yapan gencecik bir tıp öğrencisiyle birlikte
kendisinden önce gelmişti; Doktor Urbino gelinceye dek odayı havalandırıp ölünün üstünü örten onlardı.”
(G.G. Marquez, “Kolera Günlerinde Aşk”, sa:11)
Gençlik : Hayatın delidolu, zıpçıktı, enerji dolu, atılım, hayat ve sevgi saçan evresi
“Kırk yılın başı, güzel alnını kuşattı mı,
Kapladı mı yüzünü derin çukurlar artık,
Gençliğinin kibirli, süslü giyim kuşamı
Beş para etmez olur, hırpani yırtık pırtık:”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:2, sa:45)
Gençlik elden gitmeden : Yaşlanmadan, eldeki fırsatları değerlendirmeyip boşa kürek çekmeden
“Kronosoğlu Zeus ağır işçi yaptıydı onu
kara toprağın altında; boş ver böyle umutlara,
gitmeden gençlik elden, kabul edelim bence,
ne salmışsa tanrı başımıza...”
(Alkaios, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:136)
Gene (de) : Her hale karşın, o halde bile
“TÜKENDİĞİMİZ YERDE ÇOĞALMAK
-------------------------------------------------Uçsuz bucaksız sayılanır kendince başlayan,
Birbirini çağrışır düşünceler aralıksız;
Onulmaz acılara doğru güzelleşir insan,
Bereket versin gene de sıcak ellerimiz.”
(Sabahattin Batur<d.1920>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:516)
“‘Elbette arada aksamalar da oluyor, gerçi bugün olmayacağını umuyorum, ama gene de her türlü
ihtimale hazırlıklı olmak lazım, çünkü aygıtın on iki saat aralıksız çalışması gerekiyor! Aksaklıklar çıksa bile,
bunlar ufak tefek şeyler olacaktır ve hemen giderilecektir.’ ”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:90)
La génie, c’est la patience : (FR,PSYCH.,DAVR.) <la je’ni, s’e la pa’sians> = Deha, işte bu sabır (demektir)
= Genius is patience (İNG.)
Genel çukur : Ölüm çukuru
“AKŞAM KARANLIĞI
---------------------------Kendine dön, ruhum, bu ağır satte sen,
Tıkayıp kulağını bu hayhuya hepten.
Hastaların bu demde artar acıları!
Boğazlarını sıkar şom Gece; yazgıları
Biter, yollanırlar genel çukura doğru.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:181)
Genelev(i) : Fahişelerin para karşılığı aşk yaptıkları, hükümet tarafından özellikle sağlık konusunda kontrol
edilen, kayıtlı ev
“Para isterdi sık sık: Tüfeği karıncalanır, matrası çalınır, kasaturası kırılırdı. Haftada bir ya da iki gün
öğle sonları geneleve giderdi. Arsaya girer, hep o seyrek dişli, yaşlıca kadın açardı pencereyi. ‘Gel kız, seninki.’
Aa, küçük askerim gelmiş.’ Kollarından tutup içeri çekerlerdi. Kimi günler kadın yukarıda bir erkekle olurdu.
Oturup beklerdi. ‘Uzattı seninki, enişte.’ Gülüşürlerdi.”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:38)
“Parmakları gülleri hafif hafif okşadı; uygunsuz birşeyler hissettim havada, benim pansiyoncu kadının
kocası Bay Brotig’in beni uyardığı genelevleri gelmişti aklıma. Birdenbire kendimi neden öyle rahatsız
hissettiğimi biliyordum artık: Bir genelevdi burası sanki; şimdiye dek geneleve adım atmamıştım, ama
biliyordum öyle olduğunu.”
(H. Böll, “İlk Yılların Ekmeği”, sa:40)
“ADALAR VI
Çizdikleri harita olmadan yola çıktılar
(Geride bırakıp kötü niyetlerini ve boşboğazlığı
Genelevlerin ve sarayların düzenbazlığını)”
(Sophia de Mello Breyner<d.1919>-Cevat Çapan, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
08.07.00)
“Ticaret’te, birkaç öğretmen bana ‘çok sıkıldıklarını’ söylediler.
-Canınız sıkıldığında ne yapıyorsunuz?
-Kafayı çekiyoruz.
-Ya sonra?
-Geneleve gidiyoruz.”
(A. Camus, “Defterler 1”, sa:116)
“Görülmemiş bir doğallık, içgüdüsel bir duyarlılıkla konularını İskenderiye’nin sokaklarından,
genelevlerinden seçmiş bir ironi, tersinleme ustası üstüne konuşma yapmak ne kendini bilmezliktir yarabbim!”
(L. Durrell, “Justine-İskenderiye Dörtlüsü 1”, sa:31)
“Meryem artık düşünsel yaşamı sevmiyor. Marta artık etkin yaşamdan hoşlanmıyor. Leah kısır, Raşel
tensel açıdan bakıyor her şeye, Cato genelevlere dadanmış, Lucretius kadınsı olmuş. Her şey, çığırından çıkmış.
O günlerde, Tanrı’ya şükür, üstadımdan öğrenme isteğini ve yollar engebeli de olsa varolan doğru yol
duygusunu öğrendim.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:35)
“... babasının ağırlaştığı bir gece ilaç almak için, yabancı askerlerin sarhoş olup yıkıldıkları sokaklardan
adam geçirmedikleri Senegal’li askerlerin söylentilerine göre genelevlerin birinde bir kadının göğüslerini ısırıp
kopardıkları kadını öldürdükleri günlerde tanıdık bir eczacının evine gözünü kırpmadan giden anamın o adama
varışını hala anlayamıyorum.”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:100)
“PENCERE
-------------Ben sık sık rastlamışımdır bu cesede, bu insana,
özellikle ay ışığında dolaşırken biraz solgun, ama her zaman genç - rıhtımda
ya da boyalı kadınları, aç köpekleri, paslı tenekeleri,
traşı uzamış denizcileri, çürümüş meyveleri, küfürleri,
sıkılmış limon kabukları, yeşil çinko leğenleri,
tuvalet tasları, mumları, gaz lambalarıyla
o pis genelevlerin olduğu yukarı sokakta.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:80)
“Daha geç saatlerde, arzularını doyurduktan sonra, esans kokulu bir genelevde, uykusuzluk çeken bir
fahişenin yanında gürültüyle horlayarak uyumaya başladı ve derin rüyalara daldı. Yedi dilde rüya görebiliyordu:
İtalyanca, İspanyolca, Arapça, Farsça, Rusça, İngilizce ve Portekizce. Çoğu denizci nasıl hastalık kapıyorsa o da
dilleri öyle kapıyordu işte...”
(S. Rushdie, “Floransa Büyücüsü”, sa:20)
“Erkekler, erkekler, dört bir yanda erkekler. Köşe başlarında dikili duruyorlardı. Genelevlerin
pencerelerinden sarkıyorlardı. Gidiyor geliyorlar, herhangi bir kadın boşalsın diye bekliyorlardı. Ve evlerden
kahkahalar, gürültü patırdılar, alkol kokuları yükseliyordu.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:17)
“May’ı düşündü. Nereden gelmişti aklına May? Bu kuş uçmaz, kervan geçmez vahşi yabanda onun iyi
yüreğinden medet mi umuyordu? May, ihtiyar aşk patronu… Bu tür kadınlardan Sa Lu’ya gerçek sevgi
göstermiş tek insandı o. Sao Paulo’da bir genelevi vardı. Yanında yaşayan bütün kızlara karşı şefkatliydi.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kırmızı Papağan”, sa:84)
Genel kadın : Genel ev’de çalışan kişi, orospu, hayat kadını
“Hemen her genç ilk aşkını genel kadından tadar. Zira o, görünümün ötesinde, psikolojik yapı ve
duygular bakımından ‘herkesin kadını’dır. Genç adam, kişisel birlikteliğin ötesinde yaşadığı aşkın ‘yalnızca bir
anlık’ olduğunu algılayınca, ardından bir düşkırıklığına uğrar.”
(İ. Ersevim, “Yaratıcılık ve Diğer Söyleşiler”, sa:29)
“Kuşku yok ki, kadınlar hiçbir zaman ya da hemen hemen hiçbir zaman kendilerinden fakir erkeğe
tenezzül etmezler. Bundan ötürü de, berduş, yollara düştüğü andan başlayarak, bekardır. Bir karısı, bir metresi
olması konusunda hiçbir umudu yoktur. Ancak, o da pek seyrek bir olasılıkla, birkaç şilini bir araya getirebilirse,
bir genel kadın bulabilir. Bunun sonucunun ne olacağı açıkça görülebilir: Eşcinsellik ya da bazen ırza geçme.”
(G. Orwell, “Paris ve Londra’da Beş Parasız”, sa:244)
General Paresis : (TIP,PSYCH.,KOLL.,) (İNG.: Cene’rıl Parezis; FR.: Paralisie Générale <paralizi jeneral>
: 100’de 100 Frengi = Syphylis (Bk.!) tarafından kliniği ortadya çıkan, tedavi edilmezse felçlere, körlükle,
organ enfeksiyonları ve akıl hastalığı ile sonlanan bir hastalık. Çok şükür 1945’de FLEMING tarafından
penisilin keşfedildikten sonra, bu hastalıktan neredeyse eser kalmadı. Kırklarda, hatta ellilerde (1940-50) çok
görürdük; klinik olarak rutin hayattan yüzeysel, hatta saçma bir yaşam tarzına dönüş, megalomanik fikirler, göz
bebeklerinde anizokori = her iki göz bebeklerinin birbirinden farklı açıklığı; gözler kapanınca sarhoş gibi
yürüme (denge bozukluğu – ataksi); uyku ve sinir bozuklukları v.s. Penisilin’den evvel ‘Ateş Tedavisi’ =
damara sıtma ya da tifo mikrıplarını enjekte ederek, 40’ın üstünde ateşi kaydederek, toplam 60 saatlik bir kür;
pazartesinden cuma’ya kadar. Uygulaması zor ve elektroşok’tan daha tehlikeli sonuçlar verebiliyoru. Tekrar
tekrar Fleming’in ruhuna fatiha okumak gerekiyor.
Bilimsel bakımdan, bugün dahi nedenini bugün dahi bilmediğimiz klinik bir gerçek vardı bu hastalıkta,
çok enteresan olduğu için kaydediyorum. Her frengi geçiren ‘Genel Parazi^li olmazdı. Frengi mikrobunu -tabii
cinsel temasla- alanların ancak yüzde onu bu hastalığa yakalanıyordu. Neden? Bilmiyoruz. Bildiğimiz şu idi ki,
Frengi mikronu kanda serbestçe dolaştığı halde, yani tüm vücutt damarları mikroplara beyin yolunda
ilerleyebilecekleri halde, beyine boğazdan yukarı çıkmıyordu. Buna. ‘Blood-brain barriere’ = Kan-Beyin
Bariyer’i diyorduk; diyorduk ama, kalp’ten Aorta ile beyin arterine giden kan, mikrobu niye geçirmiyordu?
Sanki orada gizli bir mania varmış gibi. Allah rahmet eylesin, o zamanki büyük hocamız Ord.Prof.Dr İhsan
Şükrü Aksel, bu tür hastalarda sanki beynin çok özel bir alerji’si olabileceğinden bahsediyordu. Amerika’da da
aynı düşünce vardı, ama yalnız düşünce. Yoksa, sık sık sokak başlarında yavaş yürüyen, yarı kör, el ya da
ayağında kısmi felçleri olan, zayıflayıp bir deri bir kemik kalmış bir sürü erkek yaşlılar görecektik. (İ.E.)
Genetik mühendisliği : Canlıların kalıtsal (DNA) özelliklerini değiştirerek, onlara yeni işlevler
kazandırmasına yönelik araştırmaları yapan bilim alanı (Örneğin: Klonlama -ikiz yapma-, kalıtsal hastalıklar
geçiren genleri yoketme, çaprazlama, yeniden birleştirme v.s.) Türkiyede halen <2013> mevcut eğitim dalları:
Genetik ve Moleküler biyoloji
“Yani, genetik düzeltmeler yasalaştığı anda, bir anlamda ‘sahip olanlarla’ ‘olmayanlar’ dünyası
yaratacak. Zenginle fakir arasındaki uçurum zaten gitgide büyüyor. Genetik mühendislik, bir süperinsan türü
yaratacak. Dünyayı yöneten yüzde birlik ultra zengin kesimin aynı zamanda daha akıllı, daha güçlü, daha
sağlıklı, üstün bir tür haline geldiğini düşünün. O zaman bu kölelik veya etnik temizlikle eşdeğer bir durum
oluşturur.”
(Dan Brown, “Cehennem”, sa:368)
Geniş nefes almak : Bir stres ya da sıkıntı geçtikten sonra rahat bir nefes almak, rahatlamak
“Ohh, tanıdığım aileler arasında bu günah belgelerini rahatça yakmış, yaktıktan sonra da rahatlayıp
geniş nefes almış nice kocalar tanıdım ben; oysa bu boynuzlular, karıları hayattayken bu belgeleri ele
geçirselerdi küplere biner, ortalığa duman attırırlardı.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:34)
Geniş olmak : Esnek, hoşgörülü olmak
“Birdenbire hararetlenir:
-Küçük bir çırak tutmalıyız, derdi. Çıraksız iş görülmez..... Karpuz sergisinin bütün işi o çocuktadır.
Yalnız böyle bir çırak bize daha iyi çalışmanın, dil dökmenin, geniş olmanın, iş bittikten sonra, türkü çağırıp
cıgara savurmanın lezzetini verebilir.”
(S.F. Abasıyanık, “Sarnıç-Bir Karpuz Sergisi”, sa:35)
Genoveva, Ermiş : (HIRİS. MYTH.) : Roman Katolik Kilisesinin tanıdığı ermişlerden olan ‘Ermiş Genoveva’
<M.S. 422-502>, P a r i s kentinin koruyucusu olarak bilinir. 451 yılında Hun’lar tarafından kuşatılan kente,
yiyecek maddeleri sağladığına inanılır
“Sonra yine bir ormana düştü yolu, bir çam ormanı, arada meşe ve dişbudaklar. Etraf yabanmersiniyle
kaynıyordu. Mola verdi, yabanmersinlerinden yiyip kendine geldi biraz. Orman içindeki ince sert otların
arasında açmış mavi çan çiçekleri görülüyordu; güzelim kahverengi kelebekler yerden havalanıyor, akıllarına
estiği gibi zikzak yollar çizerek uçup gözgen kayboluyorlardı. Böyle bir ormanda yaşamıştı Kutsal Genoveva.
Goldmund, bu ermiş kadının yaşam öyküsüne her zaman hayranlık duymuştu. Şimdi ormanda onunla
karşılaşmayı ne çok isterdi!”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:108)
Gens de letters : (FR.,EDE.,KOLL.) <Jan dö le’trs> : Edebiyat Dünyası = The literary world (İNG.)
Gens de loi : (FR.,HUK.,KOLL.) <Jan dö lua> : Avukatlar = Lawyers (İNG.)
Gens de peu : (FR.,SOSY.,KOLL.) <Jan dö pö> : Aşağı sosyal klas’ın insanları ; Pek az ilgi (görme) =
Men of the lower orders; Of little interest (İNG.)
Gente baja : (İSP.,SOSY.,KOLL.) <Gen’te baha> : Aşağı tabaka = The lower classes (İNG.)
Gente fina : (İSP.,SOSY.,KOLL.) <Gen’te fi’na> : Yetişmiş, eğitilmiş sınıf = The cultivated, educated
Class (İNG.)
Genus homo : (LAT.,SOSY.,KOLL.) <Ge’nus o’mo> : İnsan ırkı = The human race (İTA.)
(Dict. of Foreign Phrases and Abbreviations)
Genzini temizlemek : Etrafını rahatsız edeceek şekilde, ister tik ister alışkanlık olsun, yüksek sesle boğazını
kendisini hiç tedirgn hissetmeden temizlemek ve konuşmasına devam etmek. Psikanalizde, bazen ‘bir başlangıç
sıkıntısını defetmek’ ama daha genelde hostil (düşmanca) ve agresif, başkalarını rahatsız ve kontrol etmek için
kullanılan bir savunma mekanzması olarak yorumlanır <İ.E.>
“ ‘Ekselans.’ diyor. Sesi çatlıyor; genzini temizliyor. ‘Ekselans, soygun hakkında hiçbir şey bilmiyoruz.
Askerler bizi durdurup bağladı. Durup dururken. Yolda gidiyorduk, buraya doktoru görmeye geliyorduk. Bu kız
kardeşimin oğlu. İyileşmeyen bir yarası var. Biz hırsız değiliz. Ekselansa yaranı göster.’ ”
(J.M. Coetzee, “Barbarlar Gelirken”, sa:8)
“Thelma daha önce önerdiğim her şeye karşı çıkmış olduğu için onu ikna etmek üzere söyleyeceklerimi
hazırlıyordum ki hararetle kabul ederek beni şaşırttı. Belki yirmi yıllık terapisi süresince, bu teknikleri kullanan
Gestalt terapistleriyle çalışmıştı; belki de sahne deneyiminin dışa vuran ışıltısıydı bu. Koltuğundan adeta
sıçrayarak kalktı, genzini temizledi, pantomim hareketleriyle bir kravat takıp bir ceket ilikler gibi yaptı, melek
gibi bir gülümseme ve hoş bir biçimde abartılmış iyiliksever bir yüce gönüllülük ifadesi takındı, yine genzini
temizledi, öbür koltuğa oturdu ve Matthew oldu.”
(I.D. Yalom, “Aşkın Celladı”, sa:47)
Gerçek : Hakikat; Realite; Doğru olan, yalan olmayan; Elle tutulan gözle görülen şeyler; Yasa; (Mec.:Tanrı;
Ölüm)
“O talihsizlerin yakarışları ve çığlıkları arasında Oleron’un sayıklamalarını korku içinde dinliyordum.
Ama Oleron’un sesinde herhangi bir acıma duygusundan iz yoktu.
-Onlar gerçekle karşı karşıya geldiler ve gerçek onları parçaladı. Yine de gerçekleri göğüsleyebilecek
birileri vardır. Örneğin ben gerçekle yüzyüze geldiğimde, onlar gibi çığlık ve mırıldanmalarla yanıt
vermeyeceğim. Ben şöyle söyleyeceğim: Selam, ben de içinizden biriyim ve sizin gibi, iliklerime kadar kötülüğü
istiyorum. Beni koruyun, böylece benden önce Caligula, Gilles de Rais, Cortez ve Kont Drakula’nın olduğu gibi,
sizin olacağım!”
(Stefano Benni, “Deniz Dibindeki Bar-Pelerinli Adamın Öyküsü”, sa:96)
“Kölelikten çıkan güç ve şiddet, sürünüp kapitalizmin kolları arasına bıraktı kendini. Kapitalizm günün
birinde yıkıldığında da oradan başka bir şeye geçecektir. Güç ve şiddet kendine sığınacak bir yer her zaman
bulacaktır. Kalıplar bozuluyor, fakat yaşananlar hep kalıyor. Yasalar gerçekleşiyor, ülküler değil…. Hiçbir
düşünce tam bir gerçek değildir, fakat her insan tam bir gerçektir….. Düşünceler değer yitirirken insanlar değer
kazanmalıdır.”
(S. Zweig, “Geleceğe Güven”, sa:60)
GERÇEKÇİLİK : (FEL.) : Realizm; 20. y.y.’da başlangıç alan, gerek yazın-edebiyat ve gerekse yontu’da
doğa’yı olduğu gibi gerçek çizgileri: güzellik, zerafet, bayağılık ve aşağılık nitelikleriyle belirtmeyi esas alan
sanat akımı
“Gerçekçiliğin fikirlerle arası hiç iyi olmamıştır. Bundan başkası da beklenemez zaten. Gerçekçilik,
fikirlerin özerk bir varlığa sahip olmadığı, ancak başka şeylerin içinde var olabildiği düşüncesi üzerine
kurulmuştur. Bu yüzden gerçekçilik, burada olduğu gibi, fikirler üzerine tartışılması gerektiğinde, durumlar
türetmeye yönelir -kırda gezintiler, sohbetler- ve karakterler, bu durumlar aracılığıyla, çakışan fikirleri dile
getirir. Böylece onları bir anda cisimleştirir. Cisimleştirme kavramı gerçekten de hayati bir önem taşır. Bu tür
tartışmalarda fikirler özgürce salınmaz, aslında salınamazlar; onları dile getiren konuşmacıya sıkı sıkıya
bağlıdırlar, konuşmacıların dünyadaki rollerini belirleyen bireysel ilgilerin kalıbından üretilirler.”
(J.M. Coetzee, “Romancının Romanı”, sa:17)
Gerçekdışı, Gerçekdışılık felsefesi : (FEL.) : Gerçek olmayan, gerçeğin dışında kalan şey ya da fikir;
Gerçekçiliği, gerçek olma durumunu ve davranışı, yani, XX. y.y.’da başlayan ve yazında,yaşamın oluşlarını
gerçek çizgileriyle, nedenleriyle ele alan; kişileri, olayları ve durumları çirkinlikleri ve güzellikleriyle -yani
doğa’yı olduğu gibi yansıtan sanat akımını reddeden, realizm’e karşıt olan düşünce tarzı
“Genellikle kişisel ve olağandışı deneyimlerimizi aktarırken, başkalarıyla paylaştığımız olayları
anlattığımız kadar rahat olamayız. Dolayısıyla sonuçta vardığımız nokta, bu tür deneyimlerin tamamının olağan
üstü (ki öyledirler) ve gerçekdışı olarak algılanmalarıdır.”
(Ch. Dickens, “Gizemli Öyküler-Cinayet Davası”, sa:56)
“Nerdeyse bir saattir görüş mesafesi iyice azalmıştı, korkumu bastırmak için şarkı söylemeyi
sürdürürken bir yandan da olağanüstü bir şey olmasını bekliyordum. Sisin ortasında da, bu gerçekdışı ortamda
bir başına ilerlerken, Santiago Yolu’nu bir film gibi görmeye başladım.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:208)
“Sonra Esther, ekonomik bunalım dönemini ve her yanı sarsan korkuyu hatırladı. Bir korku ve -- o
yılları çağrıştıracak saygın sözcüğü bulmaya çalıştı -- gerçekdışılık dönemiydi bu. Jacob iş olanaklarınıon çok
kısıtlı olduğu bir dönrmdr ataılmıştı çalışma yaşamına. Esther’i eş olarak hak etmek için üstlenmeyi vadettiği
muhasebe hesapları - Başkalarının üstünden attığı, sıkıcı tekdüze kağıt parçaları - ortalıkta yoktu gerçekte.”
(J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:39)
Gerçeklik sınaması - <Reality Testing - Realiti testing> :
Bk.: Bilinçlilik
Gerdan kırmak : Boynunu kıvırarak işveyle naz yapmak, büyüklük taslamak
“... ama, asıl mihrabı selamlayacak yerde orga ve balkonlara dizbüktüğü, kilisede yıldırım gibi dolaştığı,
oturacağı yeri bulmak için tam beş dakika çırpınıp durduğu, yerine oturunca da keyifli keyifli gülümseyerek sağa
sola gerdan kırdığı görülünce, herkes şaşkınlık içinde birbiriyle fısıldaşmaya başladı.”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:II, sa:79)
Gerdeğe girmek; Gerdeğe gitmek; Gerdek gecesi; Gerdek yatağı : Düğün gecesi, gelin ile güveyin gerdek
odasında birlikte olmaları; “İlk gece”
“Babası, anası ölmüş. Yanlarına almışlar kızı. On yedisinde evermişler. Gerdek gecesi sabaha karşı
‘bozuk çıktı’ diye geri göndermiş kocası. ‘Hele sürtük, kim bozdu seni kız?’ ‘Bilmiyom’ der bu, söylemez.
Dövdük falan, ‘valla bilmiyom’ der.”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:15)
“Bu kızlar, hiç gerdeğe girmemiş delikanlıları ta uzaklardan gözlerinin sihriyle kendine çeker, çok
uzaklara kadar götürüp arzularına kavuştuktan sonra onların cesetlerini sahile atar, kaçar giderlermiş. Gözleri
kanlı, gönlü yaslı Arnavut balıkçı, kendi oğlunu da böyle kaybettiğini her yabancıya, usanmadan, yana yıkıla
anlatırdı...”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Baba”, sa:70)
“Başarısız Gerdek Gecesi
-----------------------------Ama kadın yüzünü gömerken
küçük otelin yastığına,
engel olamıyor onu şiddetle
özlemesine. Pırıl pırıl güneşte”
(Selima Hill<d.1945>-Nazmi Ağıl; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 15.15.08)
“Aşk, kadınla erkeğin içinde eridiği bir kaptır! İnsanın üçlü varlığı buradan çıkar. İki ruhun bir tek
olarak doğması, karanlıklar için bir heyecan kaynağıdır; aşık bir rahiptir; kendinden geçmiş bakire korkudan
donmuştur. Bu sevincin bir parçası Tanrı’ya gider. Gerçekten evlilik olan yerde, yani aşk olan yerde, hayal de
vardır. Bir gerdek yatağı karanlıklarda bir şafak yaratır.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:V, sa:324-5)
“Yirmi yıl önce çeyizini düzdüğü gerdeğe girmesinin artık gün sayısına bindiği zamanlarda bambaşka
titiz bir kızmış sonra evleneceği adamı evdeiğini Derecik’te herkes biliyormuş ama düğün günü gelmiş çatmış
küçük halam evlenmek istemediğini söylemiş...”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:96)
“Yeni evlilerin ardından kapıyı yavaşça kapattılar. Bu yakın ve gerdeğe giden beraberlik üzerine hiç
kimse yakışıksız ve temiz olmaktan uzak, şaka yollu bir şey söylemedi, çünkü olağanüstü bir saygı duygusu,
kendi yazgılarına karşı bir şey yapamayan bu insanların, başkalarına bir avuç mutluluk verebilecek duruma
gelmesiyle, hepsinin üstüne suskunluğun kanatlarını germişti.”
(S. Zweig, “Lyon’da Düğün”, sa:193)
Geri adım atmak : Düşündüğünden, planladığından vazgeçmek
“Bununla birlikte, çok geçmeden vicdanı işe el koydu ve Sybil ağlayarak kollarına atıldığında bile geri
adım atmadı. Duygularını harekete getiren güzellik, aynı zamanda vicdanını da etkilemişti.”
(O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:34)
“ ‘Her şey yolunda gibiydi. Fakat öğleden osnra şu F. bütün mutluluğumu berbar etti. Bir akşam önce
artık hallolmuş gibi anlattıklarından vazgeçiverdi. Benim için her şey yitirilmiş gibi. Bir cehennem uçurumu
açılıverdi önümde. Fakat artık geri adım atamam.’ ”
(S. Zweig - F. Zweig; “Mektuplaşmalar: 1912-1942”, sa:45)
Geri durmamak : Bk.: Geri kalmamak
Geri kafalı : Geleneklere fazla bağlı, muhafazakar
“Güven dolu, cıvıl cıvıl bir sesin bağırarak:
-‘Haydi toparlan artık Muriel... Benim yaşlı kızım... Neredeyse geldik. Senin için uzun bir yolculuk
oldu değil mi? Seni gidi geri kafalı, tarihi yer çivisi seni!...’ ”
(O. Henry, “viski soda”, sa:5)
“Bunlar bir kocanın, nikahlı karısından başka bir kadınla ilişkisi olmaması gerektiğine; kızın masum,
kadının utangaç, erkeğin tam erkek, ağırbaşlı, sağlam karakterli olması, çocuklarını iyi yetiştirmesi, ailesini
kendi kazancıyla geçindirmesi, borçlarını ödemesi, bu gibi bir sürü aptalca aptalca şeylerin daha gerektiğine
inanırlardı. Bunlar geri kafalı, gülünç insanlardı.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:221)
Geri kalmamak (durmamak) : Elinden geleni yapmak, yapmaya devam etmek, riski bile bile sakınmamak
“Köy berberi Nikolas Usta, hiç kimsenin Şövalye Febo ile yarışamayacağını; onun karşısına çıkabilecek
biri varsa, bunun sadece Amadis de Gaula’nın kardeşi, kendini her türlü koşula uyarlayabilen Don Galaor
olabileceği konusunda üsteliyordu: o da nazenindi, ne de kardeşi gibi sulugözdü; üstelik, mesele cesaret oldu mu,
kardeşinden hiç de geri kalmıyordu.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:12)
“Pseldonimov onu el üstünde tutuyordu. Pseldonimov’la senli benli konuşuyordu; daha geçen yıla
kadar, birlikte bir Alman kadınının evinde, bir odanın yarısını tutarak sefalet içinde yaşıyorlardı. Adam,
resmiliğine karşın, votka içmekten geri durmuyordu.”
(F. Dostoyevski, “Tatsız Bir Olay”, sa: 42)
“Hiç de yeteneksiz olmadığı, özenli ve hatta becerikli olduğu halde, yine de anasını öfkelendiren,
kendisini mahallenin gözünde küçük düşüren bir kayıtsızlık göstermekteydi, çünkü bizim oğlandan daha hayırlı
olmayan bu ‘mahalle’, başkalarını çekiştirmekten çok hoşlanırdı. Adrien de, buna çanak tutmaktan geri
durmazdı hani.”
(P. Istrati, “Mihail”, sa:7)
“Evlenma ilanları, muafiyet belgeleri, vaftizler, nikahlar vs. gibi piskoposluğa gelir sağlayan
işlemlerden alınan harçlara gelince, piskopos bunları yoksullar hesabına öderken, aynı titizlikle zenginlerden
tahsil etmekten de geri kalmıyordu.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:25)
“... abartalı bir itinayla ne kadar narin bir şeyle uğraştığına etrafı inandırmak istercesine açlık cambazını
önce belinden kavrar ve onu, belli etmeden biraz silkelemekten de geri kalmayarak, bu arada beti benzi atıp
bembeyaz kesilmiş hanımlara teslim ederdi.”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:81)
“Rollebon’un, Birinci Paul’ün öldürülmesinde parmağı olduğu elbette kabul edilebilir. Nitekim hemen
bu ölümden sonra, Doğu’da çar hesabına casusluk yapmak gibi bir göreve hayır demedi, demedi ama
Napoléon’a çalışıp Alexander’ı aldatmaktan da da geri durmadı.”
(J.-P. Sartre, “Bulantı”, sa:22)
“Beni, uzattığı bacağı üzerinde hoplattı ve şöyle bir şarkıyı söylemekten de geri kalmadı:
‘Küçücük atıma atlayınca ben, tırısa kalkınca yellenir gider,’ şaşkınlık içinde gülüyordum. Ama şarkı
söylemiyordu artık; beni dizlerine oturtup gözlerimin içine baktı ve resmi bir sesle, ‘Ben bir insanım ve insani
olan hiçbir şey bana yabancı değildir,’ dedi. Ama abartıyordu büyükbabam...”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:44)
“ROSENCRATZ - Doğrusu her iki taraf da çok söz etti. Halk da onları kavgaya kışkırtmaktan geri
kalmıyor. Hatta bir sıra, eğer arada bir yazar ile bir oyuncu döğüşe kalkmazsa, oyuna para verilmez olmuştu.”
(W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:65)
“Yaşlı Marki, toplum içinde yaptığı ağız yoklamalarına şu sözlerle başlamaktan geri durmuyordu:
-Parlak bir ad Küçük Louis’nin katıldığı Haçlı Seferi’nden başlayarak inanılır bir soy kütüğü
verebilirim. Gel gelelim, Paris’te bu bakımdan alnı açık yürüyebilecek on üç aile tanıyorum ancak. Ne var ki ben
de kendimi sefalete, dilenmeye mahkum görüyorum, çulsuzun biriyim ben.”
(Stendhal, “Armance”, sa:18)
“... yalnızca onun yanında sıkılan, ağzından dikkatsizce söylenmiş sözler kaçırmaktan korkan papazın,
şatoya gelmesiyle gitmesi bir olurdu; ama, pazarları büyük ayinde Madame de Miossens’ı koltuklamaktan da
geri kalmazdı.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:38)
“Saat yedide Mösyö Ricard otuz üç koltuklu otobüsünün direksiyonuna geçiyor. Altmış biçare bir
duman bulutu içinde otobüse tıkılmış. Biletçi basamakta sendeliyor. Herkes Mösyö Ricard’ın kim olduğunu
bildiğinden yolcular onunla konuşmuyorlar. İşin aslı, yol boyunca alçak sesle ona en sunturlusundan küfürler
sallamaktan da geri kalmıyorlar.”
(K. Yacine, “Nedjma”, sa:15)
Gerisi : Arkası, kıçı (Özellikle kümes hayvanları için)
“Tavukla hindinin neresini seversin?
‘Bir derisiyle bir de gerisini!”
(Anonim - Rumeli tekerlemesi)
“Şurada İmparator beşinci Charles, tören elbisesini giymiş dururdu. Artık ayakta kalan, yalnız
bacakları. Burada Phiilippe diz çökmüş, taç giyiyordu. Şimdi testinin dibine düşmüş. Sade gerisi meydanda.”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:34)
-Elodie! Elodie! diye haykırdı. In, Allah aşkına oradan uzaklaş!
Dizlerinin bağı çözülmüştü. Bir koltuğa serildi, hizmetçi kadınların hayasızlıklarından acı acı şikayete
devam etti. Bir başka hizmetçiyi de, kümeste, tavukların gerisi ne biçim olduğunu kıza gösterirken yakalamıştı
ya!”
(E. Zola, “Toprak, Cilt:I, sa:250)
Gerisi Allah kerim : Sonrası Allaha kalmış
“TOLSTOY- Hayır, artık para istemiyorum. Tek bir kuruşa bile el sürmek istemiyorum.
İstasyondakiler beni tanırlar, biletimi de alırlar. Gerisi Allah kerim. Duşan, bitir artık şu hazırlığı da aşağıya gel.”
(S. Zweig, “İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı Anlar”, sa:198)
Gerisin geri : Geriye, başladığı yere
“Bayan Truman canı sıkılarak gerisin geri döndü. A güvertesinde en sevdiği yere doğru seyirtti.
Yüzünden söz ederken, ondan ayrı bir nesneymiş, onunla ilgisi yokmuş gibi konuşuyorlardı; ruh hallerini,
zarafetini yansıtan kişisel bir ayna değildi sanki yüzü.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:149)
“Zili çalıp sordular. Misis Snyder adında biri bulunmadığı yanıtını aldılar. Son altı aydır yeni bir kiracı
da gelmemişti. Gerisin geriye dönüp kaldırıma vardıklarında Meleks kız kardeşinin odasından ipucu diye
aldıkları entipüften şeyleri bir inceledi.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:80)
“Adam yolda hiç durmadan son hızla evine gitmiş, evlilik cüzdanlarını kaptığı gibi hiç zaman
yitirmeden yola çıkarak gerisin geri toplama noktasına gelmiş, bakmış karısı ortada yok, yalnızca karısı da değil,
hiç kimse görünmüyor ortalıkta.”
(M. Mungan, “Çador”, sa:11-2)
Geriye kala kala : Olup bitenden sonra, göze görünen kalıntı
“Sonra, bir çırpıda, yok oluverdi. Yalnızca hasır şapka kalmıştı suyun üstünde. Korkunç bir süre sonra
da, belki yarım, belki tam bir dakika sonra kocaman birkaç hava kabarcığı fokurdadı suyun yüzünde, sonra hiçbir
şey olmadı. Geriye kala kala, yavaştan güneybatı yönüne sürüklenen o gülünç şapka kaldı.”
(P. Süskind, “Bay Sommer’in Öyküsü”, sa:108)
Geri zekalı; Geri zekalının teki : Ahmak, budala, laf anlamaz (olmasa da hakaret kapsamında kullanılır)
Bk.: Gerzek
“Floyd giderek Nashe’in sinirine dokunmaya başlıyordu. Herif budalanın, geri zekalının tekiydi ve
konuştukça oğluna daha çok benziyor, Nashe’e onu anımsatıyordu.”
(P. Auster, “Şans Müziği”, sa:203)
“DELİ - Tabii, değil mi ya, apaçık ortada..... (Aniden sinirlenir.) Haydi beyler... Ben buraya ciddi bir
soruşturma yürütmeye geldim! Sizin gibi geri zekalıların önyargılarını dinlemeye değil.”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:31)
“O sırada Duveyrier kapıyı açınca kadın kollarını çözdü ve doğal bir biçimde adamı onunla tanıştırdı.
Duveyrier ona iş bulma sözü verdi. Guelin uzaktan fısıldadı:
-İş mi istiyor, geri zekalı? Bu evde kaldırabileceğinden fazla iş bulacak.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:II, sa:30)
Germinal :
(FR. MYTH.) :
1789 Cumhuriyet Devrim Takviminde, yedinci ay, 21 mart – 19 nisan
“Dingin germinal günlerinde, zevkine düşkün Brotteaux, günde birkaç kez, kadınlar bölümüne bakan,
çeşmenin yanındaki avluya iniyordu. Sabahları tutuklu kadınlar çamaşırlarını yıkamaya geliyorlardı burada.
Arada bir parmaklık vardı ama parmaklıklar ellerin ve dudakların birleşmesini engelleyecek kadar sık
olmadığından tutuklular olanak buldukça, geceleri yığılıyordu buraya.”
(A. France, “Tanrılar Susamışlardı”, sa:245-6)
Germline Mühendisliği : Gen transferi genetik mühendisliği. İnsanoğlu’nun olağanüstü üremesi sonucu
dünyayı yüz yılın ötesinde ‘kurtarmayı’ (?) hedefleyen, gen’leri mütasyona <değişime> uğratma metodları
geliştirmeye savaşan yeni bilim dalı
“... ‘Bertrand Zobrist. Ünlü biokimya uzamanı... germline mühendisliğini bulan kişi. Medyada, nüfus
artışıyla ilgili kışkırtıcı açıklamalar yapıyordu.. Zobrist, Kıyamet Denklemi savunuculardan biri. Esasen, dünya
nüfusunun arttığı, insanların daha uzun yaşadığı ve doğal kaynaklarımızın tükendiğiyle ilgili matematiksel bir
tanımdır. Denklem, mevcut yönelişin, toplumun çöküşünden başka bir sonuç doğuramayacağını öngörür.
Zobrist, insan türnün bir yüzyıl daha hayatta kalamayacağı varsayımında bulunmuştu.. bir tür toplu ölüm
olmazsa,’ derin bir nefes alan Sienna, gözlerini Langdon’ınkilere dikti. ‘Aslına bakılırsa, Zobrist’in bir ara
‘Avrupa’nın başına gelen en iyi şey, Kara Ölüm’<Veba>dü dediği söylenir.’ ”
(D. Brown, “Cehennem”, sa:222-3)
Gerneşmek, Genreşmek : Uyuşukluk gidermek için, gövdeyi gererek kollarını bacaklarını gevşetmeye
çalışmak
“Fatma gerneşti. Örgülü uzun saçları yatağa yorgana dökülmüştü. Kalın kaba dudakları aralanmış, ak
dişleri dörünüyordu. Kocası bir daha dürtünce toparlandı. Toparlandı ama gözünü açamıyordu.”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:52)
Gerzek : Geri zekalı, pek de zeki olmayan, zihni gelişmemiş kimse, aptal
(Argo)
“MACOL - (Kendisine doğru dönen Macbett’e.) En sonunda buldum seni! İnsanların en adisi,
aşağılık, soysuz, alçak yaratık! Azgın canavar. İnsanlığın çirkefi! İğrenç katil! Manevi salak! Sümüklü yılan!
Boynuzlu engerek! Murdar kurbağa! Uyuz dışkısı!
MACBETT - Vız gelir bana, senin gibi ağzı süt kokan bir gerzeğin, öç alma heveslisi bir mankafanın
sözleri! Akıl fıkarası!”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Macbett’, sa:330)
“TANRININ GERZEK KUŞU
Aklımız bazan savaş sonrası
‘Savaş dursun’ emriyle sözün kısası
Kayıplar verip yürüyor saf saf
Kanlı izlerle kaplı hemen her taraf,
Çiğnenmiş otda süngü uçları parlar,
Burda ölüler ve can çekişenler var.”
(Konstantin Sluçevskiy<1837-1904>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Mecdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 19.04.07)
Ges ges geğirmek : Sesli sesli, gaz çıkararak geğirmek
“Kudret Yanardağ, Nefise’yi elinden çekerek parti binasından aşağı indi. İdris oradaydı. Heyecanla
boynuna sarıldı:
-Tebrik ederim, tebrik ederim Kudret. Bir harikaydın!
Ges ges geğirerek:
-Sahi mi? dedi.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:197)
GESTALT, GESTALT PSİKOLOJİSİ (FEL.,ALM.) : Gestalt : Düzenli, organize, bütün form anlamına
gelir. Almanca terim.
“M e t a f i z i k yönünden , organizma türünden, düzenletkinlik içinde bulunan parçaları olan, fakat
parçalarının yalınn bir toplumundan daha fazla bir şey olup, parçalarınna doğrudan etki edebilen ve parçalarının
karşılıklı etkileşim ve etkinliğinin üstünde ve ötesinde, t ö z s e l bir varoluşa sahip bulunan birlikli bütün.
G e s t a l t P s i k o l o j i s i : İNG.: Gestalt Psychology; FR.: Gestaltisme, ALM.: Gestalttheorie
Almanya’da, 1910’ larda kurulan ve, d u y u m c u ve ç a ğ r ı ş ı m c ı bir psikoloji anlayışına, tüm yaşanmış
deneyimleri atomcu bir yaklaşımla, parçalar halinde ele alarak çözümleme eğilimi sergileyen çağrışımcı ve
yapısalcı okullara karşı çıkıp, ç a ğ r ı ş ı m fikri yerine, gestalt, ya da o r g a n i z e, d ü z e n l i b ü t ü n
kavramını geçiren psikoloji anlayışı.
Parçalanan bütünden önce v a r o l m a d ı ğ ı n ı ve n i t e l i k l e r i n i , ‘bütün’ün yapısından
aldığını’ savunan psikoloji görüşü.”
(Ahmet Cevizci, “Felsefe Sözlüğü”, sa:408)
Gestalt, Gestalt terapisi : (ALM,PSYCH.): Şekil, biçim; ‘Belli bir bütündeki parçalar, başka bütünler içinde
kazanacakları özelliklerden farklı özellikleri, örneğin duyusal görünüş, fonksiyon-işlev-anlam, değer yargılarını
sergiler!’ görüşünü temel alan ve buna dayanan psikolojik terapi biçimi. Bir örnek, eğer bir hanım kocasından
şikayet ediyorsa, terapistin karşısında, -hiç kılık kıyafet değiştirmeden- onun yerine geçerek, o rolü oynar
“Thelma daha önce önerdiğim her şeye karşı çıkmış olduğu için onu ikna etmek üzere söyleyeceklerimi
hazırlıyordum ki hararetle kabul ederek beni şaşırttı. Belki yirmi yıllık terapisi süresince, bu teknikleri kullanan
Gestalt terapistleriyle çalışmıştı; belki de sahne deneyiminin dışa vuran ışıltısıydı bu. Koltuğundan adeta
sıçrayarak kalktı, genzini temizledi, pantomim hareketleriyle bir kravat takıp bir ceket ilikler gibi yaptı, melek
gibi bir gülümseme ve hoş bir biçimde abartılmış iyiliksever bir yüce gönüllülük ifadesi takındı, yine genzini
temizledi, öbür koltuğa oturdu ve Matthew oldu.”
(I.D. Yalom, “Aşkın Celladı”, sa:47)
Getir götür işi : Genellikle yazıhanelerdeki ayak, evrak getirip götürme işi
“Bartleby’nin ortaya çıkışından hemen önceki dnemde, yazıcı olarak işe almış olduğum iki kişi ve getir
götür işleri yapan, gelecek vaadeden bir delikanlı vardı yanımda.”
(H. Melville, “Bartleby”, sa:16)
Geusen : (ALM.,DİN): ‘Dilenciler’: <Göy’sen) XVI. y.y.’da, İspanya’ya karşı kurtuluş mücadelesi veren
CALVIN’ci <John CALVIN, (1509-1564) Fransız teolojist ve reformcusu; akımının temel ilkelerini kapsayan
‘Institutes of the Christian Religion=Hıristiyan Dininin Kurumları’ adlı eserinde (1535), ‘Adem’in hatası
yüzünden günahkar sayılan insanoğlu ile Tanrı arasında, İSA’nın tek aracı olduğunu’ söyledi. Kalvinism, XVI.
y.y.dan itibaren Fransa, Hollanda, Almanya ve İskoçya’da birçok Presbiteryen kiliseler halinde yayıldı.>
soyluların ve başkaldıran asilerin oluşturduğu Hollanda Konfederasyonu”
“Fakat bu yıl dini bayramı kara bulutlar gölgeliyordu. Haftalardır ülkenin üzerinde boğucu bir baskı
vardı; eski imtiyazların <ayrıcalıkların> yok sayılacağı yönündeki doğrulanmamış, kötü haberler çoğalıyordu.
DİLENCİLER (Geusen) ve PROTESTAN’lar hareketlenmeye başlamışlardı. Ülkenin dört bir yanınan, şehir
varoşlarındaki boş alanlarda binlerce kişinin karşısında dua eden ve silahlanmış vatandaşlara akşam yemeği
temin eden Protestan papazlarla ilgili kötü dedikodular geliyordu. İspanyol askerler baskına uğramıştı ve
‘Cenevre İlahisi’ söylenirken, kiliselere saldırıldığı iddia ediliyordu.”
(S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, sa:77)
Gevelemek : Sözü tüm açıklığıyla söylemeden ağız içinde mırıldanmak; Ağzında (çiğnemeden) evirip çevirmek
“Babam ilk kez dönüp mutfak kapısına baktı. Işıkta birbirine sarılmış iki siluet, annemle Ultima
duruyordu. Babam sonra dönüp Narciso’ya baktı. Eski arkadaşına güveniyordu.
‘Saygı göstereceğim,’ dedi babam kısaca. Haç çıkardım. Ultima’nın kutsal haçın oradan geçeceğine
hiç şüphem yoktu..... ‘Saygı göstereceğim’ diye geveledi. Başka şansı yoktu.”
(R. Anaya, “Kutsa Beni, Ultima”, sa:160-1)
“Teabing, ‘Ah, Tanrım,’ diye yakındı. ‘Siz Amerikalılar fazlasıyla erdemlik taslıyorsunuz.’ Yeniden
Sophie’ye baktı. ‘Robert’in gevelediği şey, açmakta olan çiçeğin kadın cinsellik organına benzediği,
insanoğlunun dünyaya adım attığı yüce çiçek.’ ”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:283)
‘Yunus,’ diye söze başladı Zebedi, sözleri ağzında geveliyordu, öfkesini yatıştırmak için fazla
içmişti.’Yunus sille yemiş arkadaşım benim, iki oğlun vardı, sil onları. Benim de iki oğlum vardı, ben sildim.’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:395)
“En önde, yağlı cüppesi ve dipsiz cepleriyle Papaz Stefanos yürüyordu. Dualarda, ayinlerde,
düğünlerde, vaftizlerde cep diye taşıdığı bu dipsiz çukurlara, kendisine ne sunulursa, kuru üzüm, simit, peynirli
pideler, hıyarlar, köfteler, koliva, şeker, hepsini karmakarışık atardı; akşam üstü de, papazın ihtiyar karısı,
geveliye geveliye bunları ayıklardı.”
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:221)
“Monteiro Rossi adlı kişi hiç beklemeden, hemen o gün yazı işlerine uğrayacağını geveledi, diye iddia
ediyor Perreira. Rossi, ayrıca, işle ilgilendiğini, bütün işlerin onu ilgilendirdiğini söyledi.”
(A. Tabucchi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:8)
“Bununla beraber, rahip Goddard, ayini aceleye getiriyor, Latice duaları ağzında geveliyor, usulden
olan töreni yarım yamalak yapıyordu. Sıra vaz’a gelince kürsüye çıkmadan zakirler (zikredenler) yerinin ortasında
bir iskemleye oturdu, bir şeyler geveledi, lafın alt tarafını getiremedi.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:73)
Geveze; Gevezelik etmek : Gereksiz yere çok konuşan, ağzı gervşek; Şundan bundan konuşup vakit geçirmek;
Lak lak etmek
“Ben, kafasınınm biçimine bakıp boş yere onun kişisel özelliklerini anlamaya çalışmakla, zekasına
değer biçmekle uğraşırken, babacan Alman bir tutam burunotu çekip öyküsüne başlamıştı bile. Bu öyküyü, aynı
sözcüklerle, sık sık duraklamaları ve konu dışı gevezelikleriyle, onun gibi anlatamam.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt-Kırmızı Han”, sa:59)
“Karısı ondan, kızının mutluluğuna karışmamasını rica etti. Bütün terziler gibi evlilik ve aşk meşk
konularında, müşterileriyle gevezelik ederek kazandığı engin deneyime dayanarak, Maria’ya öğüt verdi: ‘Canım,
yoksul bir adamla mutlu olmaktansa, zengin bir adamla mutsuz olmak daha iyidir.’ ”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:38)
“Utanarak başını iki yana sallıyor adam.
‘Gelin öyleyse,’ diyor kız. Korktuğu başına geliyor. Kız onun önüne düşüyor, kanal boyunca batıya,
Stolyarmi Rıhtımı’na ve eski kurşun kulesine doğru götürüyor. Rüzgarda duyulabilmesi için sesini yükselterek
dostça gevezelik ediyor.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:131)
“Arabada öne, Teresa’nın yanına oturur, annesiyse arka koltuğa. Teresa heyecanlıdır, tatlı tatlı gevezelik
eder. Önünden geçtikleri yerler hakkında bir şeyler anlatır onlara, Altona Üniversitesi’nden ve tarihinden söz
eder, gittikleri lokantayı anlatır.”
(J.M. Coetzee, “Romancının Romanı”, sa:14)
“Çokluk akşamları, avdan tekrar kulübeye dönerken, derinlerde bir aile özleminin beni tepeden tırnağa
sardığını, içimi tatlı heyecanlara gömdüğümü duyardım. Dolaşır durur, Aisopos’la gevezelik eder, ona
rahatımızın mükemmelliğini anlatırdım.”
(K. Hamsun, “Pan”, sa:13)
“Alacakaranlık
------------------Uzun değneklerle bükülmüş yan yan,
Sürünür yerde iki geveze çalgın (*).
Çıldırır belki bir sarışın ozan.
Bir tay takılır ayağına bir hanımın.”
(*) Çalgın:Cılız kalmış ekin; deli; felçli kimse;
bakır kapta uzun kalıp bozulmuş yemek
(Alfred Lichtenstein<1889-1914>-Danyal Nacarlı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
03.09.09)
“ ‘Hiçbir zaman geveze biri olmadım, ama bu akşam artık hödüklüğün sınırlarındayım... Affedersin!
Tek mazaret, iki gün içinde bulunduğum çevrenin yoğunlaşmaya elverişli olması. Kağıda yazmayı bıraksam,
kafamda yazmaya devam ediyorum.’
‘Sessizlik, dağ, ışık, ufuktaki deniz, fıstıkçamlarının temizlediği hava...’
‘Ve iyi yürekli bir tanrıçanın tutsağı olma duygusu.’ ”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:102)
“Geceleri bir küreği boydan boya uzatıp uyumaya çalışıyordum. Bilmiyorum yalnızca uyurken mi
oluyordu yoksa uyanıkken de oluyor muydu, her gece Jaime Manjarres’i görüyordum. Birkaç dakika oradan
buradan gevezelik ediyorduk, sonra yok oluyordu Jaime.”
(G.G. Marquez, “Bir Kayıp Denizci”, sa:57)
“Otların arasında parlayan ateşböcekleri; sonra oturdukları sıranın yanında ayakta duran çocuklar...
Yakınında sessiz oturan Valentine... O gece Breuilh’den döndüğü zaman karısına:
-Yolda gelirken Collette’le gevezelik ettik, ne mükemmel kız, demişti. Sonra Valentine’in birdenbire
ürperdiğini hissetmişti. O kendi kendine: ‘Zavallı Gaston’ diyordu.”
(A. Maurois, “Ruh Tartıcısı-Mutluluk İçgüdüsü”, sa:267)
“Eve, sevimli sevimli güldü. Mösyö Darbédat sigarasını yaktı, birkaç nefes çekti.
-Yavrucuğum, diye konuşmaya başladı, uzun lafın kısası, ikimiz eskiden olduğu gibi gel yine
gevezelik edelim. Haydi gel, otur, akıllı uslu beni dinle. Şu yaşlı babacığına kulak vermen gerek.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Oda”, sa:53-4)
“Sade kitaplardan teori bilirler, bunu ise harmanili (kukuletalı pelerin) devlet adamları da onun kadar
ustalıkla becerir. Onun tüm askerliği, bir işgörmeden gevezelik etmektir.”
(W. Shakespeare, “Othello”, sa:4)
“KLEOPATRA (İsyanla.) - Susun! Charmian, küçük bir Mısırlı şaşkın gibi saçmalama..... Neden
böyle küstahça gevezelik etmenize izin veriyorum, biliyor musunuz?
CHARMIAN - Her şeyde Sezar’ı örnek alıyorsunuz da ondan. O herkesin istediğini söylemesine göz
yumuyor.”
(G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:115)
“Kayık köyün çayırına yanaştı. Kıyıya çıkıp hemen el ele yoldan yukarıya doğru gittiler. Her yandan
onlara gülümseyerek selam veriyorlardı; herhalde Stine Anne, onlar yokken biraz gevezelik etmiş olmalıydı.”
(Th. Storm, “Fıçıdan Öyküler”, sa:51)
“Şiir Ne? Karda Bir Çığ... <Eylül 1926>
***
Demon ve kaderin yanından çıkış yolu yok.
Aşk, hakkını vermişim.
Geveze bir saksağan değilim,
kendisini senin dehşetinde teselli eden.”
(Titsian Tabidze-Kemal Özüdoğru; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.03.03)
“Hangi dünyada yaşıyorsun Pereira, diye haykırdı Peder Antonio. Şey, diye kendini savunmayı denedi
Pereira, işin aslına bakarsanız Parede’de bir hafta geçirdim, sonra bu yaz bir tek gazete bile almadım, insan
Portekiz gazetelerinden pek bir şey öğrenemiyor, bildiğim tek tük yeni haberleri de kahve gevezelikleri sırasında
işittim.”
(A. Tabucchi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:112)
“Ona dokunan, bu yere kendisinin atanmamış olması, onu es geçmeleri değildi; ama şu geveze laf ebesi
Stremof’un bu yere herkesten daha az layık olduğunu nasıl olup da görmediklerine ermiyordu aklı.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:777-8)
“Suvenir yol boyunca, bir papağan gibi hiç arasız gevezelik etti durdu, kıs kıs güldü. Kardeşinin
kendisine de bir şey verip vermeyeceği üzerine konuştu. Aynı zamanda da onu ‘kaba herif, taş yürekli herif’ diye
niteliyordu.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:38)
“Cumartesi, Flush’ın hapisliğinin beşinci günüydü. Neredeyse bitkin, neredeyse bütün umutlarını
kaybetmiş bir halde kıvıl kıvıl kaynayan zeminin kendine düşen karanlık köşesinde kesik kesik soluyarak
yatıyordu . Kapılar gümbürtüyle çarpıldı. Kaba sesler çığırdı. Kadın çığlıkları yükseldi. Papağanlar, Maide
Vale’deki dullarla hiç etmedikleri kadar gevezelik ettiler.”
(V. Woolf, “Flush”, sa:82)
“SON DERECE KONUKSEVER BULDUM
GÜNEY AFRİKA BİRAHANELERİNİ
--------------------------------------------------Sürekli pencereden aşağıya
düşüyorlar beceriksiz
Ve iş bilmez olmalılar bununla beraber
hiçkimse söylemedi bana,
Esirgeyin benden gevezeliklerinizi
esirgeyin benden tuhaflıklarınızı,
Altmış bin sterline sattılar bei
Ve beynim yok benim. Anormalim ben.
Profesyonel bir kriketçiyim.
Tek düşüncem ailem.”
(Kit Wright<d.1944>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, “Cumhuriyet Kitap”, 10.11.05)
Gevher :
(ARAP.):
Cevher, değerli taş
“Gevher adlı güzel bir kız istedi,
Onu cevher kutusu gibi gizledi...
Sonunda kuruldu düğün otağı,
Lakin ihtiyarın geçmişti çağı!”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:204)
Geviş getirmek : Aynı şeyleri yineleyip durmak, gevelemek (Argo)
“Birbirlerini öyle iyi tanıyorlardı ki, ufak bir işaret, bir bakış, bir sözcük, birinin ötekinin düşüncesini
anlamasına yetiyordu. O şekilde ki, gezintileri her defasında kısa cümle değişimi ile başlar ve sonra, sanki biri
ötekinin geviş getirmesi için bir süre yeterli ölçüde konu vermiş gibi, sessizlik içinde devam ederdi.”
(L. Pirandello, “Seçme Hikayeler-Siyah Atkı”, sa:13-14)
“Mesaj
Gelecekte bir gün
Dünya’da sadece köylüler yaşıyor olacak.
At arabalarında dolaşıp
sebze yiyecekler
Hayvanlar huzur içinde otlayacak beyaz yollar boyunca
ya da kavakların gölgesine uzanıp
geviş getirecekler.”
(Peter Semoliç<d.1967>-Nazmi Ağıl; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 31.01.08)
Gevmek : Çiğnemek, gevelemek, geviş getirmek; İşini bilmek, işini yürütmek
“‘... Fıçılara peyniri bastırdığın gibi, iki karın da yağ yaptırırsın. (Sen yaptırırsın emme biz gemimizi
geveriz yaz kış, o da başka.) Sen heç gamlanma abla. Benim ağam kan alınacak damarı bilir. Bulur. Tilki gibi bir
adamdır benim ağam...’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:145)
Gevrek; Gevrek gevrek gülmek : Taze, ilk dokunuşta katı, ama kolayca dağılıp yumuşayan (genellikle simit
ya da çörek türünden); Alaycı br şekilde, yüzeysel bir tonda gülmek
“ ‘... bundan sonra hesabı biraz daha geniş tutar, maaş farkını benden alırsın, olmaz mı?’
Hasan efendi bu şakadan pek hoşlanmış gibi bir elini ağzına kapayarak gevrek gevrek güldü:
‘Aman beyefendi... Zatıalinize karşı... haddimiz mi?’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:41)
“Sonra, komşumuz olan bir kadını, Annika’yı hatırlıyorum, ufak tefek bir ana, gevrek, yeni evli bir kız;
uzun sarı saçlar, iri gözler... Ve ben üç yaşlarında vardım, o akşam bahçede oynuyordum; küçük bahçe yaz
kokuyordu. Kadın eğildi, beni aldı, kucağına kaldırıp sarıldı; ben de gözlerimi yumdum; açık olan göğsüne
yüzümü soktum; vücudunu kokluyordum.”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:37)
Gevşemek; Kendini gevşetmek : Rahatlamak, huzur bulmak; Masturbasyon yapmak
“ANTONIA -... Rahibin atkısı dediğim için mi boğazımı sıkmayı denedin? Eğer, bir piskoposun atkısı
gibi deseydim, bana ne yapacaktın acaba? Bacaklarını titretme! Kötüysen geber! (Bunları söylerken çizmeleri
ayağına geçirir, ama karışıklık olur ve sağ çizmeyi sola, solu da sağa geçirir) Kes artık , görmüyor musun,
gözünün damarları şişiyor… Şimdi uslan… Banyoya git, kendini güzelce gevşet ve sonra evine dön.”
(D. Fo-F. Rame, “Kadın Oyunları & Açık Aile”, sa:111-2)
Geyik; Geyik muhabbeti, sohbeti : Daha bir baltaya sap olmamış, başıboş dolaşan, daha henüz ‘bulamamış’
kişi; Dostlar arasında söyleşi, havadan sudan sohbet
“Okuma iradesi söz konusu olduğunda, biraz daha geç yatmakla, arkadaşlarla ‘geyiklerden’ biraz kısıntı
yapmakla, kantine biraz daha az inmekle, sokağa biraz daha az çıkmakla, eve biraz daha erken dönmekle ya da
günün yorgunluğua biraz da okumanın yorgunluğunu eklemekle bulunamayacak zaman, yoktur!”
(A. Cemal, “Bizi Yaşatanlar ve Öldürenler”, sa:151)
“Ha, bakın, şu içeriye giren adamdan sakının, dedi. Birdenbire değiştirivermişti sesini, beni kolumdan
tutup yana çekiyordu. Hiçbir şey bulmamış bir geyiktir bu, ama başkalarının malına konmak ister.”
(A. Gide, “Dünya Nimetleri ve Yeni Nimetler”, sa:152)
“ŞUBAT AYI: CAPE TOWN <1993>
5.
Geceleyin, gelin duvağı çiçeği atılıyor
bana doğru.
Hızla batıyor ay, renk yok.
Ama tanıyorum, sezgiyle, düşünceyle,
bir umut
ziyareti esnasında yırtılarak açıveren,
beni saçma sapan, geyik sözcüklerle
arasına hapseden o çiçeği: ay, nasıl da
sarkıyordu”
(Rustum Kozain<d.1966>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 12.04.07)
Geylani, Abdülkadir :
(M.S.: 1077-1166); Kadiri Tarikatının kurucusu. Türbesi Bağdat’tadır
“Tanrı sırrını kutsasın, Abdülkadir Geylani’yi Kabe’nin avlusunda görmüştüm. Yüzünü çakıl taşlarına
koymuş, şöyle diyordu:
‘Affet, Tanrım! Beni cezalandıracaksan, kıyamette kör olarak dirilt ki, iyilerin karşısında mahçup
olmayayım!’ ”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:88)
Gez, Gez almak, Gez göz arpacık : Askerlik talimlerinde, avcılıkta, nişancılıkta, atışı yapmadan evvel -bizlere
de Yedek Subaylıkta-, Uzman Çavuş’un ‘hizada bulunmaları gerektiği’ni emrettiği üç eleman. 1. GEZ: Tüfek
namlusunun gerisinde bulunan, vurmak için tüfeği omuza koyup hedefe doğrultup nişan alırken hedef ile diğer
iki elemanı aynı hizaya davet eden kertik; 2. GÖZ: Hedefleyen kimsenin, atıcının gözü, 3. ARPACIK: Namlunun
ucundaki küçük kabartı. GEZ ALMAK: Tüfeği omuza almak.
“Çakırcalı Efe, ‘kullandınsa göster hünerini.’ Hançerli Efedir, sağ dizini yere koymuş, ‘Söyle Efem,
neyi vurmamı istiyorsun?’ Efe, kızanlarına buyurmuş: ‘Gidin de şu ağacın gövdesine bir küçük halka çizin.’
Ağaç ne uzak ne de yakınmış. Kızanlar bu piç kurusunun tavrına kızmış, bir tanesi gitmiş küçük bir halka çizmiş
ağacın gövdesine. Hançerli Efenin bu kadar küçük bir hedeften gözü korkmuş ya ne yapsın, ‘gez göz arpacık’,
beş kurşunu halkanın tam ortasına üst üste geçirmiş.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 1, “Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”, Cilt:1, sa:222)
Gezgin, Gezici Şövalye : Kendi ereğiyle yalnızca dinlemek, anlamak ve yardıma gereksinimi olanlar için canı
bahasına savaş veren seyyar-gezgin, hayalci şövalye ya da o tür ruhlu kimse. Hiç şüphe yok ki Cervantes’in Don
Quijote’si bunun en mükemmel bir örneğidir.
“Bu sözleri duyunca onun kaçık olduğuna emin oldular; fakat be düşünceyi pekiştirmek, ne kadar deli
olduğunu anlamak için, gezgin şövalyeliğin ne olduğunu sordular. ‘Beyler,’ dedi Şövalye, ‘İspanyolcada Kral
Artus olarak geçen Kral Arthur’un serüvenlerini anlatan <İngiltere Kraliyet Günleri>ni hiç okumadınız mı?
Büyük Britanya’da anlatılan eski bir mesel onun ölmediğini; yapılan büyü sonucu, kargaya dönüştüğünü anlatır;
bir gün yine insan olarak geri dönecek ve tahta oturacaktır: bu nedenle, o günden başlayarak, hiç bir İngiliz,
karga öldürmemiştir. Şu namlı Yuvarlak Masa Şövalyeliği bu yumuşak kalpli Kral’ın egemenliğinde kuruldu.”
“‘Ben de sizinle hemfikirim,’ diye araya girdi Papaz. ‘O mahşerden korkar, bu yüzden de çenesini sıkı
tutar, tek laf çıkmaz ağzından. Ben kefilim ona.’ ‘Peki ama size kim kefil olsun?’ diye sordu şövalye. ‘Mesleğim.
Benim mesleğim her türlü sırrı saklamayı gerektiriyor çünkü.’ ‘Tamam,’ diye bağırdı Şövalye. ‘Bana kalırsa tek
yol var. Haşmetmeab, tellal bağırtarak, bütün İspanyol gezgin şövalyelerini saraya çağırmalıdır. Bir düzine
şövalye bile toplanmış olsa, bir bakarsınız aralarından biri çıkar, bir başına bütün Türk donanmasını mahveder,
çil yavrusu gibi dağıtır.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:75;418-9)
“Akşam yemeğinden sonra, bir kadeh Armagnac ve bir puroyla neşesi yerine gelen dostum, başka iki
Gezici Şövalye’ye rastladı, beni bir süre hayat üzerine düşüncelere dalmaya bırakarak onlarla biraz efkar
dağıtmak için 21 oynadı, hileler ve tartışmalar sürdü gitti. Ben de doğruca yatağa.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:500)
“Gün ağardığında suç mahallinden epey uzaklaşmışlardı bile ve tarlalarda ve yollarda insanlarla
karşılaşmaya başladılar, ama kimse atı tanımış gibi görünmedi ve tanıdıysalar bile belki de bunun üstünde
durmadılar, çünkü karşılarında öyle hoş ve masum bir tablo vardı ki, ortaçağ terimleriyle tasvir edersek genç kız
binek atının üsütünde yan dönmüş oturuyor ve gezgin şövalye önlerinde yürüyüp atı neyse ki yanlarında
getirmeyi unutmamış oldukları dizginlerinden usandırıcı bir şekilde çekiyor.”
(J. Saramago, “Yitik Adanın Öyküsü”, sa:253)
Gezginci Yahudi <Wandering Jew> : (ANTHRO.) <Vonderin’ Cu’) : Ortaçağ mitolojisine göre, çarmıha
gerilmeye giderken İsa’ya hakaret ettiği nedeniyle, ceza olarak “Hesaplaşma (Kıyamet) Günü”ne dek durup
dinlenmeden dünyayı dolaşmaya mahkum edilmiş kimse
“O gece gösterişsiz kitaplığımdan tozlu bir iki cilt alma budalalığında bulundum. Boşu boşuna
‘Hermippus Redivvus’, ‘Salathiel’, ve ‘Pepys Derlemeleri’ni okudum. Derken iki yüz yıl öncesina ait ‘Dünya
Vatandaşları’ adlı bir kitapta, istediğimi buldum. Evet, gerçekten Michob Ader 1643’de Paris’e gelmiş ve ‘Türk
Casusu’ gazetesine olağanüstü bir masal anlatmıştı. Kendisinin Gezginci Yahudi olduğunu idda ediyor ve
bunu...” ..... “Hayal kırıklığına uğramıştım. Gerçi bizim kunduracının çok içtiği doğruydu ama bu, onun
felaketine sebep olmamış, aksine başına gelenlere dayanabilmesi için kendisine destek olmuştu. Neden durup
dururken bu Gezginci Yahudi hikayesini uydursundu?”
(O. Henry, “viski soda”, sa:91-3)
Gezginler : (HIRİST. MYTH.) : Aziz Petrus’un Roma’daki mezarını ziyarete giden Hıristiyanlar
“... Hıristiyanlar da birinci binyılda üç yolu kutsal sayıyorlardı. Bu yolları aşanların kutsandığına ve
günahlarının bağışlandığına inanılılıyordu. Birinci yol, Aziz Petrus’un Roma’daki mezarına giden yoldu; bu
yolda gidenlere Gezginler deniyordu ve bunlar haçı, simgeleri kabul ediyorlardı.” ..... “Katolik krallar,
tarikatların ayaklanmasını önlemek için duruma doğrudan el koymak zorunda kalıyorlardı. Bunun sonucunda,
Santiago Yolu yavaş yavaş unutulup gitmişti; ara sıra Bunuel’in ‘Samanyolu’ ve Juan Manoel Serrat’ın ‘Gezgin’
adlı tabloları gibi sanat yapıtları ortaya çıkmasa, sonradan Yeni Dünya’ya yerleşecek olan milyonlarca insanın
bu yoldan geçtiğini hiç kimse hatırlamayacaktı.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:27;29)
Gezip tozmak; Gezmeler tozmalar : Günlük sorumluluklardan bir az uzak olarak gezmeyi çok sevmek
“SORİN (Islıkla bir ezgi çalar, sonra kararsızca.) - Bence... Ona biraz para vermen yapılacak en iyi şey
olurdu. Bir kere doğru dürüst giyinmesi gerek, vesselam... Baksana üç yıldır aynı ceketi taşıyor sırtında, paltosu
da yok... (Güler.) Sonra biraz gezip tozması da fena olmazdı delikanlının... Yurtdışına gitmesi filan...”
(A. Çehov, “Martı”, sa:66)
“Sırf karşılıklı kıskançlık, şehvet ve kibir için yaşarlar. Ziyafetler, gezip tozmalar, arabalar, rütbeler,
buyruk kulu - uşaklar öyle önemli bir gereksinim sayılır ki, uğruna hayat, şeref, insanseverlik her şey feda
edilir.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:256)
“Gezer tozarım ormanda, kırda
Bir şarkı tutturup ıslık çalarak
Kah şu belde, kah şu yarda.”
(J.W. von Goethe<1749-1832>, “Seçme Şiirler”, ‘Müz’lerin Oğlu’, sa:41)
“MARGHERITA - Hayır, ben sabahtan akşama kadar gezip tozmaktan hoşlananlardan değilim. Ama
arasıra eğlenmeyi benim de canım ister, doğrusu.
LUCIETTA - Ya ben zavallı? Kapıdan dışarı ayak attığım yok. Pencereden görünmeme bile razı
değil.”
(C. Goldoni, “Yabanlar”, sa:16)
“Oturup bir kahramanın resmini çizerken aklına sürekli şöyle bir soru takılıyordu: ‘Bu yaptığım
gerçekten gerekli mi? Ben ve tüm insanlar gezip tozsak ya da oturup şarap içsek aynı kapıya çıkmaz mı?’ ”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:166)
“Fakat apartmanın bodrum katındaki kiracı Fitnat hanımla ahbap olunca iş değişmişti, kadın, taşralıları
peşine takmış, bu mağaza senin, o dükkan benim, ikisini de alış verişe, gezip tozmaya, terziler bularak, işçi kızlar
tutarak giyim kuşama alıştırmıştı; kahyalıklarını ediyordu.”
(R.H. Karay; Memleket Hikayeleri-Garaz”, sa:180)
“En aşağı yetmiş yaşında vardı. İri yapılı, kuru ve eski modaya göre şakaklarında lüle lüle örülmüş ak
saçlarıyla çirkin bir kadındı. O diyar senin, bu diyar benim diye gezip tozan bir İngiliz karısı gibi, ne giydiğine
aldırmaz bir durumda, tuhaf ve derme çatma bir giyimle omlet yiyor ve yalnızca su içiyordu.”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:132-3)
“Azarlayan, yasaklayan, cezalandıran babalardan değildi hiç. Özellikle çocukluğumun ilk yıllarında
onunla gezip tozar, arkadaşlık ederken dünyanın insanı mutlu olmak için geldiği eğlenceli bir yer olduğunu
hissederdim.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:23)
Gezmekten ayağı nasır bağlamak : Geze geze ayağında nasır oluşturmak
“Markin kenti bir baştan bir başa dolaştı, birçok piyano akort etti. O gün hep birileri ayaklarına
gözlerini dikmiş, yamalı, çarpık topuklu çizmelerine bakıyor gibi geldi. Bu ruhsal eziyet dışında bir de bedensel
eziyete katlanmak zorunda kaldı: Geze geze sağ ayağının bir yanı nasır bağlamıştı.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:96)
Gıcık olmak : Özel bir tür davranış, konuşma ya da iletişim şekline sıkılmak, kızmak, sinirlenmek
“ ‘... Hazırlanmaya başladığımızda trenin kalkışına topu topu iki saat kalmıştı, ama hiçbir aksaklık
yaşanmadı. Biraz oturmaz mısın, kardeşlik?’
‘Yok, oturamam,’ dedi Aslan Asker Şvayk ürkerek. ‘Hemen bölüğe gitmem lazım. Ya birileri telefon
ederse?’
‘Keyfin bilir, koçum; ama bana sorarsan, yanlış yapıyorsun. Posta eri dediğin, arandığı zaman asla
bulunmayacak. Sen biraz gayretkeşsin anlaşılan. Senin gibi eyyam efendilerine hep gıcık olurum zaten.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:412)
Gıcır gıcır (araba, beden, elbise, ev, lira); Gıcır gıcır ses çıkarmak : Yepyeni; Çürük, eski tahtaların
çıkardığı ses
“Kelebek
----------Kelebek, güven arıyor hafiflikte,
Ağırlıksız, dalgalanan uçuşta
Ama benekli ışıkların ağaçlardan
Gıcır gıcır bir otoyola döküldüğü kavşakta
Buluşuyor bir noktada birleşen bölgelerimiz.”
(Chinua Achebe<d.1930>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 14.05.09)
“Ama sözünü etmek istediğim o gün, her şey başka zamankinden değişikti. O gün iç çamaşır almıştık,
gıcır gıcır çamaşır, sonra konyak; ben tıraş olmuş, hatta arkadan teneke kutu içinde ayaklarımı yıkamıştım,
çünkü yeni çorap bile yollamışlardı bize, beyaz halkaları gerçekten henüz beyazlığını koruyan çoraplar…”
(H. Böll, “Cüce ile Çocuk”, sa:124)
“Gözleri kötü, dişleri daha da kötü. Yerinde olsam alayını çektirip gıcır gıcır iki damak taktırırdım.
Karısı olacak hiçbir kadın o dişlere tahammül edemez, onu yallah dişçiye gönderirdi. ‘Ya şu dişlerini yaptırırsın,
ya da giderim.’ ”
(J.M. Coetzee, “Kötü Bir Yılın Güncesi”, sa:51)
“Kıyıya varınca, iki koyun boylu boyunca gıcır gıcır çakılların üzerine dizilmişlerdir. Arkada kalanlar,
öndeki kızkardeşlerinin omuzları üzerinden baş kaldırarak, denizi seyre dalmıştır.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:45)
“... Degüstasyon lokantasının önünde durdu. Yemek yememişti. Üstelik Sema ile de buluşacaktı.. cepte
gıcır gıcır beş tane binlik, Beyoğlun’nda nefis gece, daha sonra döneceği memlekette otuzuna varmamış pek
öyle güzel değilse de şirin, daha çok da candan bağlanıvermiş bir genç kadın...”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:116)
“Az sonra gün doğdu. Seyran günün doğuşunu da böylesine hiç görmemişti. Gökyüzü açıldı, hayal
meyal tatlı bir mavide. Tertemiz, pırıl pırıl, yunmuş arınmış, gıcır gıcır bir gökyüzü.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:335)
“Akşam yaşayacağım maceraya uygun tarzda giyindim: beyaz ketenden takım elbise, yakası kolayla
kaskatı ütülenmi mavi çizgili gömlek, Çin ipeğinden kravat, saf çinko oksitiyle gıcır gıcır parlatılmış botlar,
kösteği yaka deliğine tutturulmuş saniyeli altın cep saati.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:23)
“Sola sapıp, Voilers sokağından geçerek Petit Prado’ya varıyorum. Vitrinler demir kepenkli şimdi.
Tournebride sokağı aydınlık, ama ıssız, sabahki zaferini çoktan yitirip gitmiş. Bu saatte komşu sokaklardan
hiçbir farkı yok. Sert bir rüzgar esiyor. Saçtan yapılmış piskopos şapka modelinin gıcır gıcır ötüşünü
duyuyorum.”
(J.-P. Sartre, “Bulantı”, sa:76)
“Genç
<‘All My Pretty Ones’ adlı kitabından>
Bin kapı önce
yalnız bir çocukken
büyük bir evde, dört
garajlı ve yazdı
------annemin penceresi volkan bacası
babamın penceresi, yarı kapalı
yataklı vagonların geçtiği ray tüneliydi
------ve ben, gıcır gıcır bedenimin içinde,
henüz kadın olmamış,
sorularımı anlattım yıldızlara
ve gerçekten görebildiğini düşündüm Tanrı’nın
harareti ve boyalı ışığı,
dirsekleri, dizleri, düşleri, iyi geceleri.”
(Anne Sexton<1928-1974>-Nurduran Duman; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 30.03.06)
“Oldukça genç gözüken bu genç savaşçı subayın o sarayın kapısından içeri girerken cebinde topu topu
altı franklık bir eküsü vardı, onu kendisine Plaisance’da vermişlerdi. Lodi Köprüsü’nü geçtikten sonra, bir top
güllesiyle ölen yakışıklı bir Avusturya’lı subaydan Nankin dokumasından gıcır gıcır yepyeni şahane bir pantolon
almıştı. Hiçbir giysi hiçbir zaman bundan daha ‘tam zamanında’ gelmemiştir.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:20)
“Eskiden bu taşlıkta kireçle aklatılmış branda seriliydi gıcır gıcır... Eskiden dedimse iki yıl önce...
Brandanın üstüne uzatılmış tahtalar sabunla yıkanmaktan fildişine dönmüşlerdi.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:123)
“Kapıdan ilk çıkan Vasenka Veslovski oldu. Kalın baldırlarının yarısına kadar çıkan çizmeler giymişti.
Yeşil bir gömlek vardı üzerinde, beline deri kokan gıcır gıcır bir fişeklik bağlamıştı.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa.270)
“Geceleyin körfezdeki dubalar üzerine kurulu büyük köprüye yaklaşırlarken Volodya’nın keyfi
kaçmaya başlamıştı. Kalbinin üzerinde bir ağırlık duyuyordu. Gördüğü ve duyduğu her şey okulda geçirdiği
günlerin izlenimlerine o kadar az uyuyordu ki... Büyük, aydınlık, parke döşemeli dersaneler, arkadaşlarının
neşeli, yumuşak sesleri, gülüşleri, gıcır gıcır üniformalar ve tapılırcasına sevilen çar. Yedi yıl boyunca sevgili
çarını devamlı olarak görmüştü.”
(L. Tolstoy, “Sivastopolos Ağustos 1855”, sa:53)
“Bir süre sonra, Şvayk sırtında gıcır gıcır bir Avusturya üniformasıyla istasyona doğru yola çıkarken,
karargahın orada Teğmen Dub’la karşılaştı. Hemen hazırola geçip belgelerini gösterdikten sonra, Teğmen
Lukaş’a iletmek istediği bir şey olup olmadığını sordu teğmene.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:2, sa:252)
“Ben zaferi görmek, onu hissetmek, ellerimle tutmak, bir sürü paraya, mavi mavi gıcır gıcır
banknotlara parmaklarımı değdirmek ve bu damla damla doluşu bütün sinirlerimde duymak istiyordum.”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:135)
Gıdı : Çenenin altındaki yumuşak, sarkık deri parçası; Kedilerin en hoşlandıkları gıdıklanma yeri
“Gıdısı, damar damar şişmiş çenesinin altında düğümlediği örtüsünü aşacakmış gibi iterdi. ‘Paraları
sarnıca gömdüler,’ diye bağırırdı bazı geceler karanlıkta. ‘Zeynep Hanımın konağının sarnıcına. Ya da İbrahim
Ağa Mahallesindeki Gavur İmamın sarnıcına.”
(Füruzan, “Gül Mevsimidir”, sa:8-9)
“Dışarı çıkmadan önce lavabonun aynasında kendime baktım. Karşıdan bana bakan at, ölü değil
cansızdı; papalar gibi kat kat gıdısı vardı, gözkapakları şişmiş, bir zamanlar müzisyen yelesine benzeyen saçları
seyrelmişti.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:30)
Gıdım gıdım : Azar azar, adım adım, yudum yudum
“SUNU
Yaralar içinde yanarken canım
Bana gelme cüreti gösterdiğin için
Yaşamıma farklı tat verdiğin için
Kutsasın Tanrı seni kadınım!
Sözcükleri keşfettirdiğin için sil baştan
Tazelediğin için ruhumu gıdım gıdım
Yüzün için dizelerime nur gibi akan
Kutsasın Tanrı seni kadınım!”
(Voymir Asenov<d.1939>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
01.12.05)
“Hareketsiz duran yılan gözlerini üsütüne dikmişti, ağzı açıktı. Acelesi yoktu, avını tutacağından
emindi. Keklik yavaş yavaş, açık ağza doğru gıdım gıdım ilerliyordu, eğri bacakları üstünde ikide birde
tökezleyip duruyordu.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:296)
Gık bile dedirtmemek; demeden, dememek, diyememek : Edilen işkence, çekilen acı ve sıkıntılara karşın hiç
ses çıkarmamak; Çaresizlikten hiç yanıt veremeden sesini kısıp gitmek
Bk.: Gıkını çıkarmamak
“ ‘Ben onların kökünün ağzına sıçayım!.. O senin alçak kocan da onlarla birlik! Eğer senin alçak kocan
onlarla birlik olmasa, onlar bizim karşımızda ‘gık’ bile diyemezler!’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların öcü”, sa:178)
“SADAKAT
<‘Liguria quasi una patria’
adlı yapıttan, s.:56-7)
-------------bakışları yumuşaktır
gözleri kırmızı halkalı
ve suya boğulmuşyaşlılara eşlik eden köpekler.
-----------------kötü sözcüklerin sabırsız jestlerin hınç dolu
şapırtıların
salya ve balgamla birlikte çıkan
çarpık yaşlı boğazlardan
farklı biçimde arzusundan
Goya’nın. Ve gık bile demeden
her ne isterse yaşlı
hepsini verirler ona.”
(Piera Bruno-Süheyla Öncel; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 03.04.03)
“Binada kim varsa bana saygı duyardı. Siz bağırmayı keserseniz, ben de dayağı keserim, derdim. Bunu
duyunca bir süre çıt çıkarmazlardı. Biraz bekledikten sonra, yine bağırıp bağırmayacaklarını anlamak için bir
deneme yapardım. Çünkü istediğim, ne olursa olsun gık dememeleriydi.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:143)
“Genel olarak namuslu, satın alınamaz bir adamdı. Karısı Marfa İgnatyevna, ömrü boyunca kocasının
karşısında gık demediği, emrinden kıl kadar dışarı çıkmadığı halde, köleliği kaldıran yasadan sonra Fedor
Pavloviç’den ayrılıp Moskova’ya gitmeleri için ona epey asılmaya başlamıştı.
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:139)
“... hakimiyetlerini sürdürmeye uğraşan heriflere ödül olarak bol bol maaşlar, hediyeler, çiftlikler,
maden ayrıcalıkları, rütbeler, nişanlar verildi. Yokluk halk içindi. Bu doymak bilmez ejderler bütün gelir
kaynaklarını çevirmişlerdi. Bu zalim, bu cahil, bu çapulcu idareden şikayet edenler asi sayılır, hemen sürülür,
mazlumlara gık dedirtmezlerdi.”
(H.R. Gürpınar, “Utanmaz Adam”, sa:359)
“Onu, bazı erkekler akıllandırmak için dövdüler, ‘Gık’ demedi. Akıllanmadı da. Esrarlı suskunluğuyla,
kapkara ve çukur gözleriyle, bir şey arıyormuş gibi dalan bakışıyla, onda acı bir güzellik vardı.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:137)
“Bak anlatayım, birbirine açılan iki çadır vardı. Bu yavru bir sehpanın üzerinde zincire bağlı duruyordu.
Öbür çadırda dev gibi biriyle, saçları kar gibi ağaracak kadar yaşlanmaya uygun sağlıklı bir kadın vardı.
Yavruyu yakaladığım gibi gık bile dedirtmeden çadırın altından sıyrıldım, ceketimin altına yerleştirdikten sonra
karanlık bir sokağa varıncaya kadar renk vermeden belki yüz kişinin yanından geçtim.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:54)
“... ve sen, yüreksiz sofu seni; adam öldürmeyişiniz, hırsızlık yapmayışınız, kadınlarla düşüp
kalkmayışınız hep korkaklığınızdan. Bütün erdemliğiniz hep korkaklığınızdan... Ve sen, gık demeden sopaya
katlanan zavallı eşek: Dayan bakalım...”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:15)
“İriyarı candarmadan sopayı eline aşan Ali, bütün gücü, hüneri, ustalığıyla abandı çocuğun üstüne.
Müslüm, gene gık demiyordu.”
( Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:III, sa:80)
“İvan sessiz sedasız gidip kitaranın kılıfını aldı, ocağın üzerine koydu; ama komutanının kendisine
uzattığı çalgıyı eline alacağı yerde birden İbrahim’in arkasında duran baltayı kapıp kafasının üstüne öyle bir
vuruş vurdu ki, adamcağız gık bile diyemedi, kaskatı uzanıverdi.”
(X. de Maistre, “Kafkas Tutsakları”, sa:101)
“Ben beraberimde getirdiğim demir bastonu var gücümle herifin kafasına indirecektim. Bu darbe
öylesine öldürücü olacaktı ki, herif ‘gık’ demeden masaya kapanacaktı.”
(G. de Maupassnt, “Mutluluk”, sa:120)
“Gün ağarırken gelip beni uyandıracaklardı, uyku sersemi arkalarından gidecektim ve ‘gık’ demeden
ölecektim.”
(J.-P. Sartre, “Duvar”, sa:27)
“HECTOR - Asıl önemlisi ağabeyiniz kıskanç mıdır?
RANDALL - Ne? Hastings mi? Üzmeyin tatlı canınızı. Ağabeyim en can sıkıcı ayrıntılar üzerinde
her gün on altı saat kafa patlatır da gık demez.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:109)
Gıkını çıkarmamak : Hiç ses çıkarmamak, dilini tutmak (genellikle korkudan ve tehdit altındayken)
“ROSA - Niye çözdünüz onu?
KOMİSER - Endişelenmeyin signora.. onu merkeze götüreceğiz biraz... bize bazı şeyler anlatacak..
siz de uslu uslu oturup, gıkınızı çıkarmadan meyve salatanızı yiyin!”
(D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:80)
“Karım Véra konuşuyor: ‘Fransa’da her elli dakikada bir insan ölüyor yollarda. Şunlara bak, hepsi deli
bunların, nasıl sürüyorlar. Sokak ortasında yaşlı bir kadını soyarlarken gıkları çıkmayan, tedbiri elden
bırakmayan insanlar bunlar.”
(M. Kundera, “Yavaşlık”, sa:7)
“Annemle babamın, evimin, gelecek düşlerim ardından ne kadar ağladım, bilemiyorum. Herhalde
tahammül edilmez bir vaziyetteydim ve ancak o iki ‘ihtiyar’ın sabrı, bana gıkları çıkmadan katlanma güçleri ve
sevgileri sayesinde yeniden yaşamaya başlayabildim.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:393)
“Bisikletli adam Joao Mau-Tempo’ya dönüp sordu, ya sen, bir şey söylemek istiyor musun?
Beklenmedik bir soruydu bu, acemiyi ürküten bir istek, bilmiyorum, söyleyecek bir şeyim yok, bu sözlerden
sonra sustu, ama hepsi konuşmadan önüne bakıyordu, böyle sürüp gidemezdi, gıkını çıkarmayarak mantar
meşesinin altında oturan beş adam.”
(J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:180)
“Bir ay sonra adam düşesi gene Sacca ormanlarında gördü. O gün biraz daha sakin olduğundan düşese
sone’lerinden birini okudu. Bu da iki yüzyıldan beri İtalya’da yazılmış olan en güzel sone’lere eşdeğer ya da
onların hepsinden üstün gibi geldi ona. Ferrante düşesten birçok görüşme izni kopardı. Ama, sevgisi giderek
coştu, rahatsız edici hale geldi. Düşes de bu tutuklunun, bir ümit ışığı duyumsama olasılığında bırakılan bütün
sevgilerin yasalarını izlediğinin farkına vardı. Ferrante’yi hemen ormanına geri gönderdi ve kendisiyle
konuşmasını yasakladı. Adam o anda ve gık demeden bu buyruğa boyun eğdi.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:416-7)
Gılgamış şiiri - Destanı (MEZOP.MYTH.) : Sumerli’lerin ve Babilli’lerin, Hz. İsa’dan önce III. ve II. bin
yıllarında edebiyat-şiir alanında yarattıkları şahserlerden biri. Esası, halk mitolojisinden alınma ve beklenildiği
gibi dinle ilgi, yani, insanlığa ezeli ve ebedi bir soru oalarak kalmış olan doğum-ölüm öyküsü. ‘Gılgamış’ şiir
şeklinde, Sumer dilinde, on iki büyük tablete yazılmıştı. Babilli yazarlar, kuşkusuz ruhban sınıfı, onu elden
geçirip değişirdiler. Aslında, sanki birbirlerinden ayrı türkülerdi. Poem, avutucu bir yanıt getirmeden ‘sorun’u
yeni baştan ve yeni bir yoldan bizlere aktarmaktadır.
“G ı l g a m ı ş, Sumer’in pek eski bir kenti olan ‘Uruk’un efsanevi bir kralıdır. Ölümünden sonra
tanrılaştırıldı ve Uruk’ta onuruna bir kült yaratıldı. Poem, güzel ve bilge, dev bir yiğit olarak tanıtıyor onu. Dostu
ve silah arkadaşı E n k i d u ile, işitilmemiş şeyler yaptı; öyle ki, Tanrıça İstar aşık oldu kendisine. Ancak,
Gılgamış yüz vermedi tanrıçaya. Öfkelenen tanrıça, gökten bir boğa göndererek öldürtmek istedi onu; Gılgamış’
la Enkidu öldürdüler boğayı. O zaman da, İstar’ın isteği üzerine, tanrılar, ölümcül bir hastalık verdiler
Enkidu’ya. Dostunun ölümüyle şaşkına dönen Gılgamış ölüm korkusuna kapıldı.
O günden sonra, Gılgamış, yaşamın ve ölümün gizini bulmak ister. Eski efsanelerden öğrenmiştir
ki, tanrıların kendilerine ölümsüzlük verdikleri insanlar vardır; Utnapiştim’le karısı bunlardandır. Utnapiştim’i
bulup ölümsüzlüğe nasıl eriştiğini sormak amacıyla, tanılar ülkesine tehlikeli bir yolculuğa çıkar. Uzun
olculuklardan, karşısına çıkan korkunç engelleri aştıktan sonra, göksel denizin kıyısına varır sonunda. Bir yıldıztapar kız durdurur onu, ve, ölümsüzlük yalnız tanrılara özgü olduğu için boş bir şeyin arkasından gitiğini söyler
ona; geri dönüp, yaşamdan zevk almasını öğütler. Babil soylularının en yüksek katında kuşkusuz pek yaygın
olan böylesine bir ahlak anlayışı Gılgamış’ı doyuramazdı. Yoluna devam eder ve Utnapiştim’e ulaşır. Ancak
avutucu bir şey söyleyemez Utnapiştim ona. Anlattığı şudur: Şuruppak’ta hüküm sürerken, tanrılar insanlara
karşı hiddete kapılıp yeryüzünü tufana boğmuşlardır; herkes ölmüştür, yalnız Utnapiştim ile ailesi
kurtulmuşlardır. Tanrıça Ea, onları sevdiğinden, felaketi daha önceden haber verip canlarını kurtarmak için bir
gemi yapmalarını söylemiştir. Tufandan sonra da, tanrılar bu çifti aralarına alıp ölümsüzlük vermişlerdir onlara.
Utnapiştim, sonuçta şunu sorar Gılgamış’a: ‘Aradığın yaşamı bulabilmen için, tanrılardan hangisi seni bu meclis
sokacaktır?’. Hiçbir tanrı böyle bir şeyi yapmadığından, Gılgamış, Utnapiştim’in öğüdü üzerine, ölümü, çeşitli
büyülere başvurarak yenmeyi dener; ancak, onlarla da başarıya ulaşamaz. Bitkin, cesareti de kırılmış olarak
yurduna döner ve -‘toprağın kanunu’nu sorup öğrenmek amacıyla-, tutar, ölüler ülkesinden Enkidu’yu getirtir.
-Poem’in sonu kaybolmuş durumda; Gılgamış ölmüş olsa gerek sonunda.-“
(Server Tanilli, “Yüzyılların Gerçeği ve Mirası”, Cilt:I, ‘İlkçağ’, sa:74-76)
Gına gelmek, getirmek : Bıkmak, usanmak
“Rabia elinden gittikten dört, beş ay sonra İmam’a verdiği söze karşın, yavaş yavaş komşulara içini
açmak istedi. Fakat artık mahallenin bu meselede ilgisi geçmişe karışmıştı... Komşular esniyor ve çoğu kez bir
işi bahane edip savuşuyorlardı. İmam bile Tevfik, Rabia masalındasn bıkmış, gına getirmişti. Emine bu konuyu
açar açmaz odasına çekiliyordu.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:121)
“Okuldan gına gelmişti ve bir beş-altı yıl daha öğrenci olma fikri, ölümden beter bir yazgı gibi
göeünüyordu. Artık kitaplardan söz etmekdeğil, kitapları yazmak istiyordum. Bir yazarın üniversireye
kapanmasını, çevresini kendisi gibi düşünen insanlarla doldurmasınıı, rahata ve kolaycılığa alışmasını da ilke
olarak yanlış buluyordum.”
(P. Auster, “Cebi Delik”, sa:9)
“CLOV - Olup bitenlerden gına geldi, içim bulandı. (Dürbününü arayan HAMM’a) Üstüne mi oturdun
yoksa?? (Sandalyeyi yerinden kımıldatır, altına bakar, aramaya devam eder.)
(S. Beckett, “Bütün Oyunları - 1”, ‘Oyunun Sonu’, sa:206)
“Hep siyaset üstüne yazıyor – Alan değil, El Senor. Büyük bir hayal kırıklığı. Esnemekten kendimi
alamıyorum. Ona vazgeçmesini anlatmaya çalışıyorum, insanlara artık siyasetten gına geldi. Yazacak başka
konu mu kalmadı? Mesela kriket – kriket hakkındaki kişisel görüşünü yazabilir. Bu oyunu seyrettiğini
biliyorum.”
(J.M. Coetzee, “Kötü Bir Yılın Güncesi”, sa:34)
“İçeri girdik gireli taze, bayat birtakım esprilerden gına getirmiştik ama bu denli orijinal sununun
karşısında gülmemek için dudaklarımızı çarpıttık.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Velet”, sa:49)
“... bu avarelikten, bu çocuksu dinsel alaylardan, bu çiçek şenliklerinden, sihir ve büyüyü bu
önemsemelerden, yaşam ve hayali birbirine karıştırmalardan, bütün bunların hepsinden işte öylesine gına
getirmişti ...”
(H. Hesse, “Doğu’ya Yolculuk”, sa:17)
“Gün olur, duygulu bir taşralı ağzıyla, gına getiren ölümü dünyamızdan hiç eksik olmayan
mutsuzlukları, çetin çalışmaları, yürekler acısı ayrılıkları diline dolar.”
(A. Rimbaud, “Cehennemde Bir Mevsim”, sa:126)
“Gezine gezine evine dönerken yanından smokin giymiş iki genç adam geçti. Birinin öbürüne, ‘İşte
Dorian Gray!’ diye fısıldadığını Dorian duydu. Parmakla gösterilmekten, bakılmaktan, konuşulmaktan bir
zamanlar nasıl hoşlandığını anımsadı. Şimdi kendi adını duymaktan gına gelmişti.”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:247)
Gıpta etmek : Beğenmek, imrenmek, takdir etmek
“Bu süre boyunca elbette ben de değiştim, çünkü bir gün kayıtsız bir ifadeyle mutfak çadırından
çıkarken gördüğüm ‘Derici’ -ve sonradan onun o gıpta edilesi işlerden birini, patates soyuculuğunu ayarlamış
olduğunu öğrendim-.”
(Imre Kertész, “Kadersizlik”, sa:186)
“Talihi yaver giden herkese gıpta eder,
Şu denli güzel olsam, dostlarım olsa derim;
Şunda sanata, bunda dehaya içim gider,
Oysa solda sıfırdır yapmak istediklerim.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:29, sa:99)
Gırado, Gıradoyu yük
seltmek : Düzey, sosyal klas; Onur; Kredi, krediyi yükseltmek
“Kadın, hazırladığı azığı heybeye koydu. Gitti, koca defteri getirdi, onu da yerleştirdi. Muhtar:
‘Seçim olacak deye pangadaki gıradomu yünselttiler avrat! Motor alıp tarlaları alt üst ediyorum,
habarın olsun..... Hökümeti destekliyorum. Amerikanlardan yana demokratçılık ediyorum. Onlar öyle mi? Aykırı
pezevenkler! Bu sebepten de motor alıp goşturuyorum avrat! Hökümetin pangasında gıradom yünseliyor...’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:58)
“Fakat muhtar... İçi kaynıyordu muhtarın:
‘(Bu bize bir silledir köylük yerinde. Bu bizim gıradomuzda büyük bir gediktir. Ağzına tükürdüğümün
teresi! Ulan koca köyün muhtarı böyle silkilir de gidilir mi ulan? İnsanın şerefi var bir defa be!)’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:204)
Gır gır : Açık denizlerde, balık tutmaya yarayan, büyük dik dörtgen şeklinde ağlar
“Küçük sandallar yer yer karaya çekilmiş bulunurdu. İşte balık zamanı bu zamandı. Kocaman gır gır
kayıkları sahile başvururlar, torik ve palamut adanın etrafında bütün gün döner dolaşırdı.”
(S.F. Abasıyanık, “Semaver-Stelyanıs Hristopulos Gemizi”, sa:14)
Gırgır, Gırgır geçmek : Neş’e saçmak, alay etmek, matrak geçmek
“ ‘Yahu Yaşar Ağa sen bilmiyor musun yani, beni söyletiyorsun boş yere.’
‘Tırol mu?’
‘Belkim...’
‘Gırgır mı?’ ”
(Y. Kemal, “Bir Bulut Kaynıyor”, sa:287)
“Meydan okur gibi ilerledim, ama aynı zamanda seninle gırgır geçmek için apansız geri dönüp
çıplaklığımı sergiledim. Hoppala! diye bağırdım. Yerinden milim kıpırdamadın, ama sesin kulağıma apaçık
geldi, özellikle tonu iğneleyiciydi. Aferin, kutlarım, hala formunda görünüyorsun.”
(A. Tabucchi, “Gittikçe Geç Olmakta”, sa:26)
“-Gönül nasıl damlar?
-Onu kendisi bilir.
-Şiirler nasıldı?
-Berbat şeyler. Bak birini sana ezbere okuyayım...
-Hani kötü diyordun, esberlemişsin.
-Bu şiiri gırgır olsun diye ezberledim ve ikide bir kahkaha ata ata okuyup onu kızdırıyorum.”
(A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:131)
Gırla gitmek : Bol bol, alabildiğine, çoklukla
“O aralık, sanki inadına; benim gibi kokozun cebine üç bin kağıt düşüverdi. Soluğu Mokroye’de aldık;
buradan yirmi beş verst tutar. Çiganlar, çigan kızları, şampanya gırla gitti.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:181)
“Büyük duvarların gölgesine saptık ve kendimizi tıklım tıklım dolu Ortaçağ sokaklarıyla kasabanın
içinde bulduk. Burada bütün trafik öküz arabası gibi ağır işliyor: Küfür, ağzı bozukluk, el kol hareketleri gırla
gidiyor.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:428)
“Şu zavallı gövdemi nereye sürükleyecek olursam, orada fırtınalar kopar, devrimler, ayaklanmalar
gelişir, veba salgını ve sefalet gırla gider. Emir büyük yerden, n’apalım.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:88)
“Alkışlar, oyunlar gırla gidiyor:
Yiyip içeriz
Kalkar oynarız
Ehe, more ehe.
Birdenbire fırtına koptu, insanlarla eşyaları allak bullak etti.”
(P. Istrati, “hayat yollarında”, sa:79)
“Alem, alem, alem... İyi ama bunun sonu ne olacak böyle?... Bende henüz iş, güç yok... Para, boyuna
gırla gidiyor. Annem boyuna bana, bu hallerin sonu nereye varacağını soruyor.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:179)
“DAMAT, neşeli - Şöyle kırlarda dört nala bir tur yapmak istemiştir herhalde. (Kadın kaygı içinde
çıkar. Hizmetçi girer.)
HİZMETÇİ - Durumunuzdan hoşnutsunuz umarım. Öğmeler, kutlamalar gırla gidiyor.”
(F. Garcia Lorca, “Kanlı Düğün”, sa:49)
“Kızların Şarkıları
-Kızlar şarkı söyler----------------------BİZ uzun uzun gülüştük ışıkta,
ve her biri bir öbürüne iri
karanfiller ve muhabbet çiçekleri
getirdi sanki bir geline şenlikteve gırla sırları sözleri.”
(Rainer Maria Rilke<1875-1926>-Yüksel Pazarkaya, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
17.11.05)
“Küçük kervan sekizde yola çıktı. Richis atıyla en önde gidiyordu, şarap tortusu rengi, altın sırmalı
elbisesi, siyah redingotu, zarif püsküllü siyah şapkası ile görkemli bir görünüşü vardı. Onu kızı izliyordu, daha
mütevazi giyinmişti, ama güzelliği öyle bir ışık saçıyordu ki sokaklardaki, pencerelerdeki ahali yalnız onu
seyrediyor, kalabalıkta ‘aa’lar, ‘oo’lar gırla gidiyor, erkekler şapkalarını çıkarıyordu – sözümona ikinci konsül
geçiyor diye, ama gerçekte ona, krallara layık kadına saygıdan.”
(Patrick Süskind, “Koku”, sa:206)
“Ermişlik, gizli bilimler, ispiritizma, uykuda gezerlik, Anthrosophie, el falı, yazıdan karakter okumak,
Hind’in Yogi öğrenimi ve mistiklik, gırlaydı.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:373)
Gırtlağına (dek) kadar (borca girmek, borçlanmak; doymak) : Boğazına kadar (borçlanmak, doymak)
“TREPLEV - Akıllı, sade, biraz da melankolik biri. Efendi ve ölçülü. Kırkında bile değil daha, ama
şimdiden ünlü ve gırtlağına kadar doymuş hayata...”
(A. Çehov, “Martı”, sa:30)
“Haylı parası vardı ama daha büyük mevkilere ulaşmayı kuruyordu. Köylülerin yarısından çoğu
avucunun içindeydi, hepsi gırtlağına kadar borçluydu ona.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:85)
“... gırtlağıma kadar borçlandım. Vedat’çığım. Cevat’ın, Suat’ın, Münevver’in paylarını satın aldım.
Onları ayıplamak istiyorum ama gene de yapamıyorum. Bilmem ki bize bu oyunu neden oynadılar?”
(O. Hançerlioğlu, “Bordamıza Vuran Deniz”, sa:99)
“ELLIE -... durum berbattı. Biz fakirken borç nedir bilmezdi babam. Ama büyük işler çevirmeye
başlayınca gırtlağına kadar borca battı.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:22-3)
“O akşam saat yediyle oniki arasında, gırtlağına dek borç içinde bulunan, kendisini ertesi sabah Clichy
Tutukevi’ne götürecek dört mahkeme kararının uygulanması korkusuyla titriyen, elinde avucunda hiç kimseye
göstermediği altı bin franklık bir borç mektubundan başka şeyi olmayan Kont de Nerwinde…”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:103-4)
Gırtlağına kadar günaha girmek : Devamlı günah işlemek, son derece günahkar olmak
“Ali Onbaşı:
‘Amman avrat öyle konuşma. Ağzında dişlerin çürür, çocuklarımızın başına bir hal gelir. Amman
avrat, Anacık Sultana avrat deme. O Sultandır, ermiştir. Sen onun gözlerini görmedin de... Sen sus şimdi. Sen
gırtlağına kadar günaha batıyorsun. Sen şimdi ona çabuk yemekler hazırla.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:4, sa:494)
Gırtlağına kadar (borca, yalana) batmak : Sürekli yalan söylemek
“MARTHE - Evet, o! Şuradaki çapkın...
ADAM - Bana da bu kadarı yeter.
RUPRECHT - Yalan Bay Yargıç.
ADAM, kendi kendine - Yüreğini sağlam tut ihtiyar Adam!
RUPRECHT - Gırtlağına kadar yalana batıyor.”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:32)
“Murat, önceleri bir şey anlamamış gibi bakıyordu. Sonuna doğru gülümsedi:
-Doğru! Evet!
-Gırtlağınıza kadar batmışsınız!
-Evet...
-Kedi kadar fareler atlıyormuş, başınızın üstünden...
-Evet...”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:355)
Gırtlağından geçmemek : Yakın bir dost ciddi bir kazaya ya da kayıba maruz kaldığında, çekilen ortak acı ve
üzüntüden dolayı, geçici olarak bir müddet yemek yemeğe iştahı olmamak
“ ‘Yolculuk bedelini bile ödeyecek parası yok. Bugün bir fincan kahvenin yarısını bile içemedim.
Gırtlağımdan geçmiyor…’ ”
(J.M. de Vasconcelos, “Kayığım Rosinha”, sa:106)
Gırtlak gırtlağa gelmek : Kavga etmek, dövüşmek
“MEPHISTOPHELES - O böyle değil. Bizzat kendisi zevk ve safaya daldı, hem de nasıl! O sırada
ülke anarşi içinde kaldı: Büyük küçük, herkes sağa sola saldırıyor, kardeşler birbirlerini kovuyor, öldürüyor;
kaleler kalelere, şehirler şehirlere, avam tabakası da asılzadelere karşı diş biliyor, piskoposlar ruhani meclislerle
gırtlak gırtlağa geliyor...”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:256)
“Mrs. HUSHABYE - Bu ne taş yüreklilik, bu ne vurdum duymazlık! Şu canavara bakın..... Binlerce
sert, hoyrat işçiyi karşısında susta durduran, binlerce ton demiri dev makinelere dövdüren, kadınların, kızların
alın teriyle geçinen, iki kuruşluk zam istediler mi, onlarla gırtlak gırtlağa gelen bir adam.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:69)
“Savaştı bu. Savaşlar. Savaş. Savaşlar. Trewn, uyuklayanlara yineleyip duruyordu: savaş, savaşlar,
savaş, savaşlar... Orada insanlar birbirlerini öldürüp yok ediyorlardı. Burada insanlar birbirlerini öldürüp gırtlak
gırtlağa geliyorlardı. Bir kez daha o mucize dedikleri şeyi getirdi gözünün önüne.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:163)
Gıyamat kopmak : Büyük felaket, kıyamet kopması (Anadolu lehçesi)
Bk.: Kıyamet kopmak
“ ‘Ya, anlatsana, noldu?’ dedim.
‘Heç birşey olmadı. Heç birşey olmadı amma, gıyamat koptu. Annadın mı şindi? Gıyamat koptu. Bu
taraktorlar gelince Hözük Emmiyin de iflahı kesildi. Hösük Emmin bitti. İş göremez oldu Hösük Emmin.’ ”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:94)
Gız : Kız (Anadolu lehçesi)
“Irazca merdivenin başına vardı:
‘Bayram!’ diye bağırdı. ‘Seninkiler çıkmış, baharın olsun Gara Bayram!’
Bayram anladı, onun da benzi muma döndü.
‘Gız ana kim söyledi?’ diye sordu.
‘Kim söyleyecek, aha köy içinde gol gola geziyorlar!’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:137)
“ ‘... Biraz lögat bilmesi gereğir. Halbuysam Durana domuzluktan başka bir şey bilmez! Evet, ben de
fazla lögat bilmem, bilsem bile zarfedemem, emme, kafam çalışır. Hökümetin verdiği gararı gabul ederekten,
evladımı daha gün doğmadan okula salarım. Derim ki, hadi gızım. Öğretmenine hörmet et. Derslerine gayret
et...’ ”
(F. Baykurt, Onuncu Köy”, sa:7)
“ ‘Gız eşşek!’ dedi Irazca. ‘Gız sen benim huyuma ne eyi alıştın? Ben seni böyle görünce oğlumdan
fazla seviyorum valla. Gelsinler, gelip görsünler! Gız benim bicecik gelinim, gız haspam!’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:76)
Giacco : (İtTA.) Cako, yağmurluk, spor ceket, anorak
“Alelacele yapılan birkaç vuruştan sonra, ikisinin de, zırhların üzerine giydikleri giysiler lime lime
dökülmeye başladı. Fabio’nun zırhı altın yaldızlı ve pek güzeldi. Giulio’nun zırhı ise pek bayağı bir şeydi.
Fabio ona:
-Giacco’nu hangi lağımda buldun? diye haykırdı.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:II, sa:61)
Gibi, gibilerden : Benzer; Aşağı yukarı, civarında
“Geçen gece olan oldu. Veya akşamüstü başladı. Uykusuz olduğum için akşamüstü dört gibi yatağa
girdim ve uyandığımda veya odamı düşlediğimde karanlıktı ve battaniye boğazıma sarılmıştı.”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:41)
Giderayak : Gitmek üzere iken, gitme anında, alelacele
“Onu nazik ama kayıtsız dinlediğim zamanlar, beni kendisine inandırmak için var gücü ile çabalayan
bacanağım, şimdi sesimin kısılmasından kuşkulanmış, bunda gerçek bir içtenlik belirtisi bularak korkmuştu.
Etkisi, insanın yalancılığıdır çünkü. Bunları konuşurken ben, bir an önce yeryüzüne çıkmak istiyordum.
-‘Kuzum sana ne oluyor bu akşam,’ dedi. ‘Giderayak konuşulacak şeyler mi bunlar, kapı önünde? Bir
boş vaktinde gel.’ ”
(M.C. Anday, “isa’nın güncesi”, sa:55)
“Kasaba (ya da kent) minareleri, ağaçlı, geniş sokakları, parkları, arsaları oluşunun nedeni ‘Yangın’dır.
1922 yılı eylül ayı başlarında Yunanlılar giderayak burayı yaktılar. Yaşlı adamlar ‘Her mahalleden eli silahlı bir
tek erkek çıksaydı yanmazdı burası’ derler.” ..... “Dayanılacak gibi değildi bu özgürlük. Ayaklarıyla masayı itip
aşağıya yuvarladı; bir boşluğa düşerken durdu..... başının üstünden ipi tutmaya uğraştı. Ne oldu? Yapmayı
unuttuğu bir şeyi mi anımsadı birden? Ya da yeryüzünde tek gerçek değerin kendisine verilmiş bir olağanüstü
yaşam armağanını korumak, her şeye karşın sağ kalmak, direnmek olduğunu mu anladı giderayak?’ ”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:9;140))
“Bir İspanyol dansözü kollarıma atıldı. ‘Dans et benimle’dedi. ‘Yapamam’ diye yanıtladım.
‘Cehenneme yetişmem gerek, ama giderayak bir öpücük alırım senden.’ Maskenin gizlediği kızıl dudaklar
benimkileri buldu.”
(H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:163)
“Ya şimdi?
Dizlerinin önüne serdim
benim olanı,
okşadın sevecenlikle,
o da elini yaladı senin de oldu.
Şimdi giderayak,
çağırdığımda gidelim diye,
dinlemiyor sözümü.”
(Aleksandır Şurbanov<d.1941>-Kadriye cesur; Cevat Çapan,“Şiir Atlası”, Cumhuriyet Kitap, 17.12.09)
“... Örneğin, altın tabaka, böyle bir armağanı asla kabul etmemeliydim, sonra o fırtınalı gecede
boynuma doladıkları o ipek şalı da tabii. Bir süvari teğmeni olarak giderayak cebime konulan puroları kabul
etmemem gerekirdi. Sonra o atı - aman Tanrım, hemen yarın sabah bu konuyu Kekesfalva ile konuşmalıydım.”
(S. Zweig, “Sabırlı Yürek”, sa:96)
Gidici olmak : Ölmek üzere olan hasta
“Rahip, arabuluculuk ettiği konuda başarısız olduğunu düşünerek, yatağın yanına geldi ve hastayı
avutucu birkaç söz etti. Doktor, ayrılmadan önce Madam Josserand’ı bir yana çekip hastanın gidici olduğunu
bildirdi: artık dikkatli olmalıydılar, en ufak bir sarsıntı onu öldürebilirdi.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:III, sa:119)
Gidiş geliş : Kapısını her çalana açan kadın, hayat kadını (Argo)
“EUGENIO - Bu kadının saygısızlığına ne dersiniz? Bana kapıyı açmak istemiyor.
LEANDRO - Onu kim zannediyorsunuz?
EUGENIO - Don Marzio’nun söylediklerine bakılırsa, gidiş geliş.
LEANDRO - Don Marzio yalan söylüyor ve ona inananlar da.”
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:32)
Gidiş o gidiş : Birisinin bir daha geri dönmemek niyetiyle ayrılışı ve bir daha bir haber alınamayışı
“Sonra oğlan gitmiş; kız da onu beklemeye başlamış. Anlaşmaları böyleymiş. Okulu bitirdikten sonra
evleneceklermiş. Fakat gidiş o gidiş; oğlan dönmemiş bir daha.”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:56)
“Benim babam Nizamettin isminde bir süvari binbaşısıydı. Annemle evlendiği sene Diyarbakır’a
göndermişler, gidiş o gidiş. Bir daha İstanbul’a dönmemiş.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:13)
“Gidiş o gidişti. Ne ertesi günü, ne daha ertesi günü ve gece hiç görünmedi. Üçüncü gün, köprünün
Boğaziçi iskelesinin üstünde kendisi ile karşılaştık. Koltuğunda keman kutusu vardı..... Uzaktan beni gördü,
görmemezliğe geldi. Anladım, kızgınlığı daha geçmemişti. Yanımdan geçerken seslenecek oldum için bundan
caydım..... Belki de benim kendisine seslenmem ile köprünün ortasında herkese karşı bar bar bağırarak koskoca
bir pot kırar, hem kendini, hem beni oracıkta maskara eder, bırakırdı.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:45-6)
‘gil’, ‘giller’ : Bir aidiyet (aile, bitki vb.) gösterge eki: Menekşegiller familyası
“BRIGITTE - Aşağı yukarı gece yarısına doğru çiftlikten dönüyordum. Tam Marthe’gillerin evlerinin
oradaki ıhlamurlu yola gelmiştim ki önümden herifin biri, fırt diye kaçtı.”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:78)
Girdap : Tehlikeli durum, hal; burgaç
“Küçüklüğümde hep bu ideolojik savaşın ortasında kaldım. Annem beni giysi almaya götürür, kendi
coşkusunun ve gani gönlünün girdabına beni de sürükler ve ben de her seferinde kendimi kaptırıp annemin
önerdiği -hep beklentimden ve ihtiyacımdan fazla olan- şeyleri isterdim.”
(P. Auster, “Cebi Delik”, sa:11)
“IV Dört Şiir
3.
<1948>
----------------
ne yapabilirdim dün ne yaptıysam aynını ve
evvelsi gün
ölüm ışığının çatlağından bakıyorum
bana benzer bir başka aylaklık arıyorum
tüm yaşamların ötesine girdap olmuş geçerken
sarsıcı bir boşlukta
sesler arasında sessiz
gizliliğini dolduran”
(Samuel Beckett<1906-1989>-Suat Kemal Angı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
26.01.06)
“YAĞMUR 8
------------Amrok Nehri’nin kaynağı kükrer,
Girdap oluşturur büyük kaya çevresinde
Kaplan bile korkusundan tir tir titrer.
Beyaz bulutlar hakkında kalsik bir şiir olsa da,
Bu dağa dair klasik bir şiir yok.
O zaman benim bir tane yazmam gerekmez mi?”
(C.S. Beong-Nana Lee/Fahreddin Arslan; “göğe dönüş”, sa:57)
Girdi(si) çıktı(sı) : Olan biten olay(lar), ilişki; Gelen giden para; Menfaat; Bir evin ya da şirketin idaresinde
oluşagelen tüm gelir ve giderlerin ayrıntılı envanteri
“Yalnız kaldığımda bu öyküler bana epeyce düşünecek malzeme sağlıyordu, ama Sioux Ananın
anlattıklarının üzerinde düşündükçe kafamın içi daha da karışıyor, allak bullak oluyordu. Böylesi karmaşık
işlerin girdisini çıktısını inceleyeceğim diye kafa patlatıyordum, ama bir noktaya gelnce duruyor, bu kadar
düşünürsem beynim zarar görecek diyordum kendi kendime.”
(P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:74)
“Sonra yuvarlak tavan arası penceresi, sonra çatı. Çatı dimdikti. Kıpkırmızı ve yepyeni kiremitlerin
rengini zaman solduramamıştı. Yüz kere gördüğü bu girdi çıktıya Adrienne şimdi yeniden dikkatle bakıyor,
bütün bunlar, bu saatte, bu evden sanki ona hiç görmediği şeylermiş gibi görünüyordu.”
(J. Green, “Adrienne Mesurat”, sa:267)
“İlk önce yurtluğun devri, ondan sonra da Seraphine ile Roderich’in düğünü yapıldı. Neşenin baş
döndürücü kargaşılığı içinde haftalar geçti ve sonunda boğazlarına kadar doyan konuklar yavaş yavaş şatodan
ayrıldılar. Buna özellikle V. Çok sevindi; çünkü yurtluk sahibine, yeni mülkün bütün girdisini, çıktısını
göstermeden R...sitten’den ayrılmak istemiyordu.”
(E.T.A. Hoffmann, “Uğursuz Miras”, sa:116)
“Emine, daha fena bir kızgınlıkla,
-Hem niçin, İrfan Beye, ilide bir, onlar için, ‘sizinkiler’ diyorsun; İrfan Beyin onlarla ne girdisi çıktısı
varmış bakayım?”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:224)
“HORNE, Cates ile birbirlerine ciddi bir bakış fırlatırlar, Horne bu işe can attığını gizlemeye çalışarak:
‘Elbette kimseden aşağı kalmam. Yirmi yıldır ya da daha fazla bu denizlerde gemicilik yapıyorum. Adalar
ticaretinin girdisini çıktısını bilirim. Kaptan bana güvenebilir.’ ”
(Eu. O’Neill, “Altın”, sa:81)
“Ev sahibiyle epey konuştuk. Bizim köydeki papazla karısının da onlar gibi, çok iyi yürekli insanlar
olduklarını, hatta bana çok iyi okuma yazma öğrettiklerini, baba ocağından kovuluşumu, bütün girdisi çıktısıyla
anlattım.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:247)
Girmedikleri delik kalmamak : Her yere serbestçe girip çıkmak
“Diledikleri zaman dinlenmek için yere çöker, bir yemek yeme müsabakasında hırıldayarak atıştıran
adamlar gibi, burunlarından solurlar. Ağzı açık mahzenler ve kömür depoları onlar için cazip birer köşe sayılır.
Girmedikleri delik kalmaz.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:45)
Girmek : Cinsellikte, bir partnerin cinsel organına dahil olabilmek
“Lucrecia’ya kararlılıkla yaklaşıyor, girmeye çabalıyor, ama bozguna uğrayıp soluk soluğa geri
çekiliyordu. (Sonra baktım Lucrecia bu olayı belleğinden silip atamıyor, Atlas’ın kellesini vurdurdum.)”
(M.V. Llosa, “Üveyanneye Övgü”, sa:18-9)
gist :
(COLL.,İNG.) <cist> : Öz, problemin esası, özet, hulasa
Git gel (akıllı olmak, huyu suyu) : Dengesi pek yerinde olmamak, bir gelip bir gitmek; Denizlerdeki med ve
cezir gib duygudurum dalgalanmaları
“Zeynel:
‘Çok cesur bir adam,’ diye karşılık verdi. ‘Gözüpek. On beş tane harbe girmiş çıkmış. Bedeni tüm yara
içinde...Git gel akıllı bence... Bir, çok korkak oluyor, eline vur lokmasını al, bir, çok cesur oluyor, öfkesinden
yanına yaklaşılmaz...’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:104)
“DENİZE AĞIT
------------------Sen, sakin, sağır, dilsiz, önemsemeyen, öfkeyle parlayan
Mezarlarla dolusun.
Rüzgar seni kudurtunca, apaçık adaletsizliğin.
Rüzgar seni susturduğunda, git gelden ibaretsin.”
(İbrahim er-Rubeyş; “Guantanamo’dan Şiirler”, sa:84)
Git gide : Zaman geçtikçe, ilerledikçe, zamanla artaraktan
“Evler gitgide büyüyor, ağaçlar gitgide uzuyordu; inleyen çocuklarla aramızdaki uçurum gitgide
genişliyordu; evlerin önündeki bahçeler öylesine büyüdüler ki artık evleri göremez olduk, uçsuz bucaksız
çayırların narin yeşiline doğru hızlanarak ilerledik...”
(H. Böll, “İrlanda Güncesi”, sa:134)
“Adem ile Havva dilin estetik kullanımını keşfetmişlerdir. Ama henüz kendilerinden emin değildirler.
Elmaya karşı bir arzu uyanmalı, elma deneyimi estetik bir dürtü yaratabilmesi için gitgide yoğunlaşan bir
çekicilik kazanmalıdır.”
(U. Eco, “Açık Yapıt”, sa:299)
“Baudolino o yıl sarayda fazla kalmadı (sarayda olduğunda hem korkarak dolaşıyor, hem de Beatrix’le
karşılaşmaya can atıyordu, bir işkenceydi bu). Friedrich önce Polonyalıların defterini dürmek zorundaydı mart
ayında, İtalya üzerine yeni bir sefer düzenlemek için, Worms’de bir diyet (dini kurul) toplamıştı. Milano yine aynı
Milano’ydu, yardakçılarıyla birlikte gitgide daha isyankar oluyordu.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:60)
“Bayan Aubain koşmaya başlamıştı. Félicité: ‘Hayır, hayır acele etmeyin!’ diye sesleniyordu. Öyleyken
hepsi de adımlarını açıyorlar ve arkalarında, yaklaşmakta olan hayvanın homurtulu soluyuşunu işitiyorlardı.
Tırnakları, çekiç gibi toprağı dövüyor, boğa gitgide hızlanıyor, enikonu tırısa kalkıyordu.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Saf Bir Kalp”, sa:13)
“FIRTINA HABERCİSİ’NİN TÜRKÜSÜ
<1901>
--------------------------------------------------
Bulutlar gitgide karararak iniyorlar alçaklara, ve
dalgalar şarkılar söyleyerek yırtınıyorlar, ulaşmak için
yükseklere, fırtınaya...”
(Maksim Gorki <1868-1936>, “çağdaş rus şiiri antolojisi”, A. Behramoğlu, sa:28)
“Andreas ümitlerini kah zarif, yeni ayakkabılara, kah şık bir boyun atkısına bağlıyor; hele gitgide
gürleşen, gözbebeği gibi sakındığı bıyıklarından çok şeyler bekliyordu. Derken gezgin bir tacirden büyük bir
opak taşlı bir de altın yüzük aldı. Yirmi altı yaşındaydı o sıralarda.”
(H. Hesse, “Gençlik Güzel Şey-Nişanlanma”, sa:87)
“GÖREVLİ - (Bir kent görevlisi halka seslenir.) Kentimizde oturanlar ve de oturmayanlar. Duyduk
duymadık demeyin: Kentimizde bir süreden beri ne olduğu bilinmez bir kıran çıktı..... Üstelik, tek tek ölümler de
değil bunlar, yani bir ölüm orada, bir ölüm burada olmuyor, öyle olsa, bir dereceye kadar kabul edilebilir. Git
gide daha çok insan ölüyor.”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunlar - 1”, ‘Ölüm Oyunları’, sa:165)
“1909 baharı hayatımın en çetin dönemlerinden biri oldu. Kahire’deydim. Nisan sona eriyordu. Evler
pencere kanatlarını kapıyorlardı. Sokakta, genel yerlerde, Avrupalılar ve onlarla birlikte iş bulma olasılıkları
gitgide azalıyordu.”
(P. Istrati, “Sünger Avcısı-Bakır”, sa:31)
“Hafızam gitgide zayıflıyor; bende derin izler bırakmış, hayatımı sonradan adamakıllı etkilemiş o yaz’ı
nedense yavaş yavaş unutmaya başladım. Renkler, kokular, şekiller ve hayaller, kelimelerin yan yana gelişi,
yüksek perdeden alçak perdeden insan sesleri, sevinç ve ıstırap usul usul geri çekiliyor.”
(S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:11)
“AMANDA : Aaah, Ah! Yüzümdeki burnumu gördüğüm netlikte alınyazımın da ne olduğunu
görüyorum. Çok korkunç! Git gide daha fazla babanı hatırlatmaya başladın! O da hiç bir gerekçe göstermeden
saatlerce dışarılarda dolaşırdı. Sonra terk etti bizi! Allahaısmarladık! Ben de bana emanet edilenlerle tek
başıma......”
(T. Williams, “Serçe Hayvan Koleksiyonu”, sa:38)
“Görünüşe göre Ginny durumu çok kötü idare etmişti. Karl’a cevap verememiş, Karl onu zorlamıştı.
Ginny sonunda korkunç bir başarısızlık duygusu hissetmiş ve işler gitgide kötüleşmişti.”
(I. Yalom, “Her Gün Biraz Daha Yakın”, sa:232-3)
Gitme(k) (bir yere), Gitme zamanı : Helaya, banyoya gitmek, dışarı gitmek, dışarı çıkmak; Ölmek
“ÇOK AĞIR KÜÇÜK ÇIKIN
Annem mutlaka melekler alemindedir
artık
cenneti geziyordur binip onların
kanatlarına.
Bir kez: -Oğlum, demişti, Tanrı’yla
karşılaştık
Ve O gitme zamanımın geldiğini anımsattı
bana.”
(Voymir Asenov<d.1939>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
01.12.05)
“A. HAMLET - Aç kalmak... Hangi aktör çıkar da, bu kelimeler kulaklarıma yabancı geliyor der.
Sonra korkacak ne var? Hayatın bence bir toplu iğne kadar değeri yok... İnsan giderken arkada bıraktığı
şeylerden birine sahip kalamadıktan sonra erken gitmiş, ne çıkar?”
(C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:124)
“Hiç bir zaman ‘ölüyorum!’ demez, ‘gidiyorum!’ derdi.
Sözümü tuttum, bir kaç yıl sonra, manevi dostu Don Dionigi’den bir haber aldım: ‘Gelin! Kontes
gidiyor!’..... Karyolasında yarı oturmuştu; onu taramışlar, süslemişler; solgun dudaklarına çok hafif ruj
sürmüşlerdi; tırnaklarına da oje sürmüş olduğunu ilk kez görüyordum. Kollarımı açıp ona sarıldım. Yatağın
kenarına oturdum, yüzüne bakıyordum; seksen yaşında bile hala güzeldi. Neydi gözlerindeki tat ve acı!...
Alçak sesle:
-Gidiyorum, dedi, gidiyorum...”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:178)
“ ‘Baba! İçeri girmem lazım.’
‘Olmaz! Kaybolun!’
‘Ama baba, gitmem lazım!’
‘İyi ya işte, git o zaman, banyo yapıyorum!’
‘Baba! Sana bir yere gitmem lazım dedim!’ ”
(G. Orwell, “Daralma”, sa:10)
Gittin gideli : Gitmiş olduğun zamandan beri, ayrılalı beri
“ ‘(Elena’nın veda mektubundan) ... İşte o sırada, iyiliğin ta kendisi, fakat yeteneksizliğin simgesi olan
o çaresiz adam karşıma çıktı. Yeteneksizliğinden dolayı, ilk sözlerine göz yumdum. Sen gittin gideli çevremi
kuşatan şeylerden dolayı ruhum o kadar karamsar ve üzgündü ki en küçük br baştan çıkarma girişimine karşı
koyacak gücüm kalmamıştı.’ ”
(Stendhal, “İtalya Mektupları”, Cilt:II, sa:140-1)
give : (DAV.,İNG.) <giv> : vermek, hediye etmek, hibe etmek; tayin etmek; (MAT.) : farzetmek; baskı
altında eğilmek veya çökmek; çekilmek; açılmak, nazır olmak; erimek, erimeğe yüz tutmak; g. a command :
emir vermek; g. a dinner : ziyafet vermek; g. a piece of one’s mind : birinin kusurunu yüzüne söylemek, aklını
başına getirmek; g. a play : temsil vermek, bir piyes oynamak; g. a present : hediye vermek; g. away :
vermek, hediye etmek; ele vermek, sırrını başkasına söylemek; g. back : geri vermek; geri çekilmek; g. birth to
: doğurmak; g. chase to : kovalamak; g. credit for : kabul etmek, teslim etmek, inanmak; g. down : kendini
sağdırmak (inek) ; g. ear to : kulak vermek, dinlemek; g. forth : neşretmek, ilan etmek; dışarı vermek; g. in :
teslim olmak, kabul etmek, susmak; g. it to : azarlamak, dövmek; g. off : çıkarmak (duman vs.); sızdırmak (gas
vs.); g. offense : darıltmak; g. one a cold : birine nezle geçirmek; g. one’s ears : her şeyini vermek,
esirgememek; g. one fits : hücum etmek, çok azarlamak, haşlamak, çok sinirlendirmek, çileden çıkarmak; g.
one’s life to it : hayatını bir şeye vakfetmek; g. onself airs : çalım satmak, gösteriş yapmak; g. onself trouble :
sıkıntıya girmek, başına bela almak; g. out : takati kesilmek, bitmek, bitkinleşmek; g. over : vazgeçmek,
terketmek, teslim etmek, ümidini kesmek; g. place to : mahal vermek, meydan vermek, çekilmek; g. rise to :
neden olamak; g. suck : meme vermek, emzirmek; g. thanks : şükretmek; g. the slip : yanından savuşup
kaçmak; g. up : vazgeçmek, teslim olmak, ümidi kesmek; terketmek, teslim etmek; g. up the ghost : ölmek, son
nefesini vermek; g. up the struggle : teslim olmak, pes demek, mücadeleden vazgeçmek; g. way : çekilmek,
kuvveti bitmek; kendinden çıkmak; g. way to : müsaade etmek, serbest bırakmak, koyuvermek; given to :
düşkün olmak (bir şeye)
(Yeni Redhouse Lügati)
Giyim (ve) kuşam; Giyinip kuşanmak : Her türlü giyecek metaı
“Koca kentte kibar bir yer kalmadı. Kulüp, büyük otellerin çay salonları, o kadar. Hoş, otellerin çay
salonları da bozuluyor artık. Giyinip kuşanıp gidiyorsun. İki arkadaşınla buluşacaksın, iki çift laf edeceksin değil
mi?”
(A. Ağaoğlu, “Toplu Öyküler”, Cilt:I, ‘Adi Suçlu’, sa:36)
“Heine’yi bizzat kendisiyle karşılaştırmak isterim; o tıpkı Marx’ın sürülme olayında olduğu gibi yersiz
yurtsuz kalan biri ve de Kleist, Hölderlin, Nietzsche gibi değeri anlaşılmamış bir yazar. Daha işlenilmesi gereken
pek çok konu var: Evlilik, aile, dostluk, din, yemek içmek, giyim kuşam, para, iş, zaman ve bir başka konu daha:
sevgi.”
(H. Böll, “Frankfurt Dersleri”, sa:75)
“Acaba
Artık beni görecek sen ortalıklarda olmadığında
hala giyinip kuşanacak mıyım?
Ya makyaj, küpeler ve minik boncuklu şapkalar?
Eğer o eski Atayal (*) kadınlarından biri olsaydım,
daima kırmızı giyer şıngırdayan boncuklar
takar dolaşırdım,
yanaklarıma, çeneme ve alnıma dövmeler yaptırırdım.”
(*) Atayal: Tayvan’daki yerli kabilelerden biri
(Yu-Han Chao-Nazmi Ağıl; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.20.08)
“Robert’ta hayran olduğum bir özellik de onu herhangi biri gibi konuşmayışı ve davranmayışıdır.
Böyle olduğu halde onda kendini beğenmişlik ve yapmacık hareketlerden eser yok. Onun duruşunu, giyim
kuşamını, konuşmalarını, davranışlarını hakkını vererek anlatacak sözcükleri uzun bir süre aradım...”
(A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:17)
“Her akşam Corny takım taklavatını toplar, çabuk servisiyle ün salmış bir sandviççi dükkanında bir
şeyler atıştırıp ve herhangi bir salon adamından geri kalmayacak biçimde özenle giyinip kuşanırdı. Sonra da
Thepsis, Thais ve Baküs’e ait o pırıl pırıl cazibeli yolda soluğu alırdı.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:186)
“....Aralarındaki şayak <kaba dokunmuş yün kumaş> perde yüzünden öğrencilerden hiçbiri onu
görmüyor, ama yumuşak ve tatlı sesini tanımakta güçlük çekmiyorlardı. Daha önce silahşör olarak kralın
mahiyetinde bulunmuştu. Giyim kuşamına çok düşkün olduğu, güzel kahverengi saçlarını özenle taradığı, güzel
siyah bir kuşak ve cüppesinin çok güzel olduuğu söyleniyordu. Bu gibi detayların on altı yaşındaki genç kızların
hayal dünyasını nasıl işgal ettiğini bilirsiniz.”
(V, Hugo, “Sefiller”, Cilt:II, sa:313-4)
“Sonra, yalnız köylüler için kurulmuş büyük istihlak kooperatiflerinde giyim ve kuşama ait şeyler
Devlet fabrikalarından o kadar ucuza satılıyordu ki her köylü bir aylık ekonomisiyle bütün bir yıl için tepeden
tırnağa kadar giyinip donanabilmek imkanını kolaylıkla temin ediyordu.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:186)
“Fakat apartmanın bodrum katındaki kiracı Fitnat hanımla ahbap olunca iş değişmişti, kadın, taşralıları
peşine takmış, bu mağaza senin, o dükkan benim, ikisini de alış verişe, gezip tozmaya, terziler bularak, işçi kızlar
tutarak giyim kuşama alıştırmıştı; kahyalıklarını ediyordu.”
(R.H. Karay; Memleket Hikayeleri-Garaz”, sa:180)
“Akşama daha dört saat vardı. Saatler geçip gittikçe kalbim soluk almamı engelleyen ekşi bir köpükle
doluyordu. Giyim kuşam işleriyle uğraşarak vakit geçirmeye boşu boşuna çabaladım. Tabii hiçbir yenilik yoktu
bende.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:23)
“Fakat her pazar giyinip kuşanarak gezmeye giderdik. Babam, sıırtında redingotu, başındsa silindir
şapkası, ellerinde eldivenleri, kolunu, bayram gemisi gibi süslenip püslenmiş olan anneme verirdi.”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:36)
“Kırk yılın başı, güzel alnını kuşattı mı,
Kapladı mı yüzünü derin çukurlar artık,
Gençliğinin kibirli, süslü giyim kuşamı
Beş para etmez olur, hırpani yırtık pırtık:”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:2, sa:45)
“Oyunculuk, sahneye koyuculuk, giyim kuşam, piyes üzerinde yapılan işlemler, kısaca, hangi biçime
bürünmüş olursa olsun, amansız devrim düşüncelerimize dayanarak drama sanatına etki onurunu kazandırma
çabamızdan doğan bir hızla tiyatrodaki her türlü basmakalıpçılığa karşı çıktık.”
(K.S. Stanislavsky, “Bir Aktör Hazırlanıyor”, sa:6-7)
“Levin sonra neşeli bir tavırla, bütün gece uyumamış, sırtında yarım kürküyle Aleksey
Aleksandroviç’in kompartmanına nasıl daldığını anlattı.
-Konduktör, atasözünün tersine, giyimime kuşamıma bakıp dışarı atmak istedi beni. Ben de bağırıp
çağırmaya başladım. Siz de...”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:731)
“Sibyl, ‘Aman Jim, ne kadar acımasızsın!’ diye güldü. ‘Sahi, benimle yürüyüşe çıkmayı mı
istiyorsun?...... Son öğleden sonranı bana ayırman çok tatlı. Nereye gideceğiz? Hadi, parka gidelim.’
Kardeşi kaşlarını çatarak, ‘Çok kılıksızım,’ dedi, ‘Parka yalnızca sosyetik kişiler gidiyor.’
Sibyl onun paltosunun kolunu okşayarak, ‘Saçmalıyorsun,’ dedi.
James bir an duraladı. Sonunda, ‘Peki,’ dedi. ‘Ama giyinip kuşanacağım diye pek oyalanma.’ ”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:76)
Giyit; Giyitleri göynümek : Giysi; Elbiseleri sararmak, renk değiştirmek, yanacak derecede ısınmak;
dertlenmek, kederlenmek
“Gün ışıyıp gavur müslüman belli olunca, varmış bir yere ki ne görsün! Bir çukurda iki yığın ak kemik.
Bir yanda da kızın kara yılan gibi mor belikleri. Bir yanda da yırtık, parça parça giyitleri.... Oğlan bunu görünce
aklı zıvanadan çıkmış.”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:34)
“Sıcağın altında sabahlardan akşamlara kadar öylesine dikiliyor, oradan oraya gün altında öylesine
seğirtiyordu ki, giyitleri göyünüyordu. Yer yarılmış yağız at yerin dibine girmişti.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:268)
Giyotin : (FRA. MYTH.) : <Fr.: Guillotine’den alıntı, kısacası: Giyoten, ya da Gi>, 1789 Büyük Fransız
İhtilali’nde, Dr. J.I. Guillotin <1738-1814> tarafından, kafa kesilerek icra edilen sayısı çok idamları
kolaylaştırmak için icad edilmiş, iki oyuk tahta ile ağır bir bıçaktan oluşan aygıt; Ağız ve boğaz cerrahisinde,
bademcik ve küçük dil operasyonlarında kullanılan alet; Ciltçilikte kitap kenarlarını keserek düzenleyen bıçak;
Mecliste yasa tasarılarının onaylanmasına zaman zaman konan süreç kısıtlaması
“SUBAY - Ama benim bir suçum yok ki; bir şey yapmadım ben. (Bir asker gelir ve SUBAY’ı
giyotinin bulunduğu fona doğru sürükler..... Müzik kesilirken DUNCAN yine sahnede görünür; MACBETT’e
öpücükler göndererek geri geri çıkan LADY DUNCAN’a seslenir.)
DUNCAN - Haydi, sallanmayın madam. (LADY DUNCAN’ı yaka paça götürür.)
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - I”, ‘Macbett’, sa.276)
“Rahipler altı aydan beri kutsal kürsülerinin tepesinden, Fransızların ölüm cezasına çarpılma pahasına
her şeyi yakıp yıkmak, herkesin kafasını kesmek zorunda olan canavarlar olduklarını avaz avaz ilan ediyorlardı.
Bu amaçla da -diyorlardı- her alay başında giyotinle yürüyordu.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:19?
Giz; Gizdolu, Gizem, Gizemli, Gizini açmak : Esrar, mahremiyet, sır, tılsım; Giz dolu, esrarengiz, sır saklı;
Sırrını söylemek
“ÇOCUKLARA...
(VE BÜYÜKLERE)
Canın sağ oldukça kırma umudunu,
ne kadar güç,
ne kadar zor olsa da;
bütün ‘makinelerin’ dağıtım ‘mekanizmasını’,
bak içine bütün oyuncakların
Davran keşfine o büyük gizin,
boz,
ayır parçalara,
öteye savur
beriye at”
(İrakli Abaşidze<1909-1992>-Hüseyin Uygun; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
05.06.03)
“ZİYAN
---------
Şalgamdan etli, körpecik,
keskin, güzel kokulu, bu gizemli, çiğ parça
yenirdi çatır çatır, tuza batırılıp.
Hep özünü verirdi lahananın bize, annem,
uzunluğuna dilimleyerek adilce paylaştırırdı,
içimizden biri daha yakınında olsa bile.”
(Lionel Abrahams <1928-2003>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 15.06.06)
“YAKARI
Hastalığın acı yıllarını ver bana,
-----------Ozanın gizemli yeteneğini de al.
Nice zehir-zıkkım günden sonra
Böyle yakarıyorum yakarılacak yerde
Karanlık Rusyanın üzerindeki bulut
Aydınlık bir buluta dönüşsün diye.”
(Anna Ahmatova<1889-1966>, “yaban balı özgürlük kokar”, sa:37)
“Halk Adamı Charlie
Chaplin İçin Şarkı
I
------------------------perdede ve üzerinde ‘Fabrika’, ‘Berber’, ‘Polis’
tabelaları olan
eğri büğrü sokaklarda açlığın üstesinden gelip şiddete
karşı çıkarak
sokağa düşmüş sıradan bir insanın kulağına bir giz
fısıldarcasına
sevgiyi ölümsüzleştiren ve böylece soytarılığı ve
yaşamayı sürdüren serseriler dahil dünyanın öbür halklarına benzediğini söylemeye gelen
biri”
(Carlos Drummond de Andrade<1902-1987>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 08.01.04)
“O haftaları olabildiğince kendi başıma geçirdim; odama kapanıyor, yeni hünerimin gizemlerini ve
ürkütücü yanlarını araştırıyordum. Bu hünerimi denetim altın almak, onunla uzlaşmak, onun kesin boyutlarını
incelemek ve onu kendimin temel bir ögesi olarak kabullenmek için elimden geleni yaptım.”
(P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:60)
“Bunları, Sir Walter Raleigh’i sekiz yaşındaki oğlu Wat’la birlikte gösteren <sanatçısı bilinmiyor!>
1602 yılında yapılmış ve Londra’daki National Portrait Gallery’de bulunan bir portre izliyor: Verdikleri pozların
gizemli benzerliği dikkat çekiyor. Baba da oğul da öne bakıyorlar, sol elleri kalçalarında, sağ ayakları kırk beş
derecelik bir açı oluşturmuş, sol ayakları öne doğru, oğlanın yüzündeki koyu kararlılık, babasının özgüvenli,
buyurgan bakışını yansıtıyor. Raleigh, Londra Kulesinde on üç yıl tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakılıp
(1618) adını temizlemek üzere Guyana’ya yapacağı o kötü yazgılı yolculuğa başladığında Wat’ın da onunla
birlikte olduğunu anımsamak. Wat’ın, İspanyollara karşı korkusuzca bir askeri saldırıya girişmişken, vahşi
ormanlarda öldüğünü anımsamak. Raleigh karısına şöyle demişti: “Bu ana kadar acı çekmenin ne olduğunu hiç
bilmiyordum.’ Böylece İngiltere’ye döndü ve başının, kral tarafından uçurulmasına izin verdi.”
(P. Auster, “Yalnızlığın Keşfi”, sa:119)
“MEDEİA
-----------Ayrılmak olacak benim için en hayırlısı
bu yaşamdan gizemli bir ölümle bu gece, kendi odamda,
öyle ürkülecek, korkulacak şeyler yapmadan,
uzakta her türlü kara çalmadan, yüzkarasından.”
(Apollonius, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:21)
“Arzular
----------Ben seninle gökyüzünü yaraladım...
Ben akıttım okyanusu,
Ve sahranın gözyaşlarını...
Kanın derinliğinde ben
Gize veda ettim...
Ve göz göze gelirken ağlamadım...”
(Hanan Avvad-Metin Fındıkçı, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.08.03)
“ÇİNGENE AŞIĞIN
GÜNLÜĞÜ
--------------Ruhumun eşi
ilan eder
kadın ve erkeği
savaşın önün giyinik
gizemde ve gizde
deniz aşkın maviliğindeyken
ellerin ellerimde
ruhun damlasını okşarız”
(Rita Avvad-Metin Fındıkçı, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 30.08.07)
“Şimdi o başı, cılız, çelimsiz bir vücudun üstüne koyun, bir balığın sırtı gibi karışık işlemeli, pırıl pırıl
beyaz bir dantelayla sarın; siyah yeleği üzerine ağır bir köstek takın; merdivendeki loş ışığın bir kat daha gizemli
bir renk verdiği bu adamı hayal meyal görmüş olursunuz.” ..... “-... her şeyi de anatomi kurallarına göre yerli
yerine koydunuz mu, oldu bitti sanıyorsunuz! O çizgileri, paletinizde önceden hazırlanmış bir ten rengiyle
boyuyor, bir yanı öte yandan daha koyu bırakmayı unutmuyorsunuz; masa üzerine çıkmış çıplak bir kadın da
var; arasıra ona da bir baktınız diye ressam olduk, Tanrı’nın gizini kavradık sanıyorsunuz.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:13;15)
“GİZ
Birinci giz;
Ben senin fesatlığını
sevdim,
kin tutan ruhumla
senden beklediğim
utanmaması için.
İkinci giz:
Seni ilk
göreceğim zaman
çırılçıplak
sorular yanıtlayacağım”
(Ayşe Basri<d.1960>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.09.05)
“FENERLER
--------------Leonard de Vinci, derin, karanlık ayna,
Yurtlarını kapatan çam ve buzulların
Gölgesinde melekler belirir yan yana
Tatlı, gizemli bir gülüşle, canayakın.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:37)
“Güneşten Daha Beyaz
----------------------------Güneşten boşaldı beyazlık, beklenen
İkimizin gizi yok oldu
Ben değil miyim içindeki lezzet
Anlamın içinde soyunduğu?”
(Vedad Benmusa<d.1969>-Metin Fındıkçı, “Şiir Atlası, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.04.08)
“Nattassia Nicolaevna bir kiraz ağacı kütüğünün üzerinde oturuyordu. Beyaz giysisi, loş ışıkta gizemli
egzotik bir çiçek gibi parlıyordu, küçük ayaklarını iki sinirli kuş gibi sallıyordu.”
(S. Benni, “Deniz Dibindeki Bar”, sa:165)
“AY
---Kainatın gizemi görünür gibi, belli belirsiz
O ayda insanoğlunun ayakizi,
Yani bize o kadar yakın.
Çocukken bize çok uzak gelen o yer
Dolunayken artık daha da güzel.
Bulut asılı duruyor, değermişçesine hafiften.”
(C.S. Beong-Nana Lee/Fahreddin Arslan; “göğe dönüş”, sa:110)
“ÇİÇEK
Bir mayıs sabahı
gün ışımaya başlıyor
--------Elma ağacındaki çiçek hala gölgede,
taçyapraklarının yarısı beyaz ve şafağın ferahlığıyla
gizini karanlıkta bile sakladığı göbeği
suyla dolu.”
(Eavan Boland-Sevcan Yılmaz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.06.04)
“ALACAKARANLIKLAR, İLKBAHAR
ALACAKARANLIKLARI
--------------------------------Varlığımın gizleri mi çözülmekte
Uzaktan çağıran sen misin
Bata çıka ilerliyor kayık
Bir şey koşuyor üstünde nehrin”
(Aleksandr Blok<1880-1921>, “çağdaş rus şiiri antolojisi”, A. Behramoğlu, sa:38)
“Dudaklarımda bıraktıkları bu tat, daha ben bıkacak zamanı bulamadan gecede yok oluverir.
Direnmesinin gizi mi? Bu memleketin sevgisi altüst edici ve kaçıcıdır. Ama burada olduğu anda, hiç değilse
yürek tümüyle bırakır ona kendini. Padovani plajında, dansing her gün açıktır. Ve boylu boyunca denize açılan
bu uçsuz bucaksız dörtgen kutu içinde, semtin yoksul gençliği akşama dek dans eder.”
(A. Camus, “Düğün-Cezayir’de Yaz”, sa:44-5)
“... bu unutuş toprağının üzerinde yılların karanlığında yol alırken, patlama sırasında can çekişen
annesinin yüzünü de yüreğini burkan bir tatlılık ve kederle yeniden görüyordu. Herkes ‘ilk adam’dı bu unutuş
toprağında, kendisi de tek başına kendi kendini yetiştirmiş, babasız yetişmiş, babanın, dinleyecek yaşa gelmesini
bekledikten sonra, ailesinin gizini, ya da eski bir acıyı, ya da yaşam deneyimini anlatmak üzere yanına çağırdığı
şu anları, gülünç ve iğrenç Polonius’un bile Laerte’yle konuşurken birdenbire büyüyüverdiği şu anları hiç
tanımamıştı.”
(A. Camus, “İlk Adam”, sa:154)
“Bir denizci için, varlığının metresi ve kader kadar anlaşılmaz olan denizin kendisinden başka gizemli
hiçbir şey yoktur. Geri kalanına gelince; saatlerce çalıştıktan sonra kıyıda bir gezinti ya da küçük bir eğlence ona
tüm kıtanın gizini bahşeder ve denizci de zaten genellikle bu sırrın bilmeye değecek kadar önemli bi şey
olmadığına kanaat getirir.”
(J. Conrad, “Karanlığın Yüreği”, sa:35)
“AYNANIN ŞARKISI
<Musica para sordos-Sağırlara Müzik’den>
---------------------------
Denizin suyunu düşün, devinimini, ağırlığını.
Suyu düşün, beni değil, düşünceyi düşün
gelip giden düşünceyi, tıpkı bir ayna gibi.
Ama aynayı düşünme, aynayı kır paramparça
bir taş atarak, kayaların dayanıklı gönlünü düşün
kayaları düşün: gereksiniyorsundur ondan kuşkusuz
dayanıklıklarıyla, neşeli ağırlıklarıyla
gizemli ve ağırbaşlı duruşlarıyla: kayaları düşün.”
(Rafael Courtoisie<1837-1885>-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap”,
14.08.08)
“Sevinç Armağanları
Sevinçler vardır arınmış gökler arasında
Kanat çırparak evlerine dönen kuşları hızla
Yukarılara çeken! Şair gözler görsün diye
gizemli,
Güzel manzaralar çizen eflatun sözcüklerin
Ezgileri içinde! Alacalı günbatımlarının
görkemi”
(Herbert Isaac Ernest Dholomo<1903-1956>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap
23.10.08)
“Ev, kakmalı ve oymalı panellerin süslediği modası geçmiş dekorasyonu, hala yepyeni görünümlü
merdivenleri ve oymalı maun parmaklıkları olan üst balkonuyla gerçekten tarihi bir değer taşımaktaydı. Gece
olduğu zaman gizemli ışık oyunlarının oymalı tahta paneller üzerinde oluşturduğu gölgecikler bir zamanlar bu
ağaçlara can veren su birikintilerinin üzerindeki dalgacıkların geçmişten geleceğe yansıması gibiydi.”
(Ch. Dickens, “Gizemli Öyküler-Asılmış Adamın Gelini”, sa:15)
“SAATÇİYE MİSAFİRLİK
Yüzlerce yelkovanın zaman öğüttüğü
karşıdaki gizemli dükkanın
yanından sokağı geçtim.
Çizikli simalar ıskalanmış anlar hakkındaki
tartışmalardan kopuyor ve girmemle beraber
eleştirel tıklamaya başlıyorlar.”
(Kristin Dimitrova<d.1963>-Hüseyin Mevsim; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, 16.11.06)
“Ama ilk haftalarda oğlan yeni çevresini keşif işine o kadar dalmıştı ki, o çevrenin baskısını hissetmedi.
Eski eve çöreklenmiş olan melankoli onu etkilemedi; gerçekten de etkilediyse bile bu, bahçede her gün yaptığı
keişfleri daha da renkli hale getirmek, bu yeni deneyimlerine sürekli bir gizem duygusu katmak biçiminde oldu.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:212)
“Üstadımın ansızın içeriye girip kolumu yakalamasından, damarlarımın atışından gizimi anlamasından
korkuyordum; bundan çok büyük bir utanç duyardım... Ne yazık ki, İbni Sina, ilaç olarak iki sevgiliyi evlilik
bağıyla birleştirmeyi öneriyordu; o zaman hastalık geçiyordu. Hiç kuşku yok.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:457)
“Bu elyazması bana Piemonte’de küçük bir kasabanın yerel hapisane müdürü tarafından verildi. Bu
adamın, bu kağıtları hücresinde bırakmış olan o gizemli mahpus hakkında bize sağladığı inanılmaz bilgiler,
yazarın kaderini örten karanlık, yolları aşağıdaki sayfaların yazarlarınkiyle çakışan insanlarda görülen o
inanılmaz, o açıklanamaz ağız sıkılığı, bizi elimizekiyle yetinmek zorunda bırakıyor.”
(U. Eco, “Yanlış Okumalar”, sa:16)
“... bu bekçi babanın uzaklara yansıyan gür sesi ömrümde duyduğum ilk müzikti; yayılıyor, uzuyor, hiç
bilmediğim koca bir alanı, İstanbul denilen uçsuz bucaksız bu giz dolu şehri sarıyordu. Korkunç ama güzel bir
şey olmalıydı bu yangın dedikleri, büyüklerin anlatıp da bitiremedikleri bu afet.”
(A. Erhat, “Gülleyla’ya Anılar”, sa:14)
“DENİZ DURGUN BU GECE
Deniz durgun bu gece
Dover kıyısı açıklarında
Kuşlar alacakaranlıkta
bizim henüz
şifresini çözemediğimiz
yapısı bozulmuş bir sözcüğün
hecelerini şakıyorlar
varoluşu açıklamak için
Ve son ışığı havaya kaldırıyorlar
kanatlarıyla
Ve uzaklara gidiyorlar o ışıkla
Ufukta
Hiçbir giz açıklamadan”
(Lawrence Ferlinghetti<d.1919>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.12.05)
“O GÜNLER
---------------o günler geçip gitti
o esrik, şaşırtan
uykuyla uyanıklık arasında geçen günler
o günler her gölge bir giz taşırdı
ağzı kapalı her kutu bir hazine saklardı”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:73)
“Bununla beraber, bu kişiyi evime kötü önsezilerle kabul ettim. Elbet isterdim ki Jeanne onunkinden
başka ellerde olsun. Noter Mouche ve Bayan Préfere, benim anlayışımın ötesine geçen varlıklardır. Neden o
yaptıklarını yaparlar, niçin o söylediklerini söylerler, bunu asla bilemiyorum; onlarda benim aklımı karıştıran
gizemli derinlikler vardır.”
(A. France, “Sylvestre Bonnard’ın Suçu”, sa:130)
“Ben müziğin tadına varmak için, onu edebiyat ya da yazınla ilişkilendirmek gereksinimini hiç duymam
ve bir eserin ‘anlamı’ beni hiç ilgilendirmez. ‘Anlamı’ eseri daraltır ve beni rahatsız eder. İşte gene bu nedenle
ve Schubert’in, Schumann’ın ya da Fauré’nin pek güzel uyuşumlarına rağmen, her şeyden çok sevdiğim sözsüz
müzik ya da olsa olsa, bir ilahinin gizemini bahane sayan müziktir.”
(A. Gide, “Chopin Üzerine Notlar”, sa:41)
“Kadim Ruh
Sözcüklerin başı koparılıp hayatın gizinden itilir
Senin gibi
Yaklaşırsın kapanan saman yolundan
Gözlerinin inceliği nidayla siler yüzünü
Önünde tökezleyip düşüşüne melekler bile ağlar
Ansızın sevgiyle oluşan güllerle”
(Zabi Hamis<d.1958>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.05.03)
“Deborah’ın dünyası, doğuştan gelen bir lanetlemenin ve Tanrı’ya, Çekoslovakyalılar’a ve
Polonyalılara yönelik acı-tatlı bir inancın çevresinde dönüyordu; gizem, yalan ve değişim dolu bir dünyaydı bu.
Gizemleri anlamak gözyaşı demekti; yalanların arkasındaki gerçek, ölüm’dü; değişimler de, Yahudiler’in (Yani
Deborah’nın), her zaman kaybettiği gizli bir savaşımdı.”
(J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:55)
“Burcu burcu bir alay koku o günlerden esip geliyor bana doğru, içimi bir sızıyla, tatlı bir ürpertiyle
dolduruyor; karanlık sokaklar, aydınlık evler, kuleler, çalan saatler ve insan yüzleri, sıcacık bir rahatlık taşan
konforlu odalar, kapılarından içeri hayalet korkusuyla adım atılan gizemli odalar.”
(H. Hesse, “Demian”, sa:13)
“Aslında bu liman taşıyıcılarının pek de iyi şöhretleri yoktu. Onların düzensiz yaşamlarından nefret
etmeme karşın, nedense bu adamlardan pek korkmazdım. Arkamdan sinsice bir taş fırlatan bir sokak çocuğundan
daha tehlikeli bulmuyordum onları. Üstelik giz dolu yaşamları, beni daima ilgilendirmiş ve beni onlara çekmişti.
Gene de şimdiye kadar hiçbiriyle bu denli yakın olmamıştım.”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:14)
“Bir an, böyle bir dostluk cinayetine inanmak istemedi, sonra Mihail’in ona bir gün söylemiş olduğu bir
halk sözü aklıne geldi:
‘Bir giz, senin içinde saklı olduğu sürece, senin kölendir. Ama onu başkasına söylediğin anda, sen
onun kölesi olursun.’ İşin aslı buydu: Mihail, kölelikten hoşlanmıyordu...”
(P. Istrati, “Mihail”, sa:179)
“Nihat Bey konyağı tazelemek üzere içeriye geçtiğinde, şuursuzca yerimden fırladım, balkona açılan
odada, tozlu sephaya bırakılmış küçük tahta kutuyu kapıp, soluk soluğa el çantasına sakladım. Eski ki, cilası
ağarmış bir tahta kutu ama, onun tuttuğu, onun kullandığı gizemli bir nesne...”
(S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:81-2)
“AŞK
-----Bir çift acılı gölgeyiz
O eski güzelliğin uyuduğu
Tanrısal mezarın mermeri üstünde.
İkimiz tek bir Sfenks’iz kendimize
Aynı gizin iki sesli ağzıyız biz,
Aynı çarmıhın iki kolu.”
(Vyaçeslav İvanov <1866-1949>, “çağdaş rus şiiri antolojisi”, Ataol Behramoğlu, sa:26)
“2 -Gençler
Ey gençliğine ah eden nefsimin onunla
Yetmeden, yitirir, önünde
İçindeki gizde akana kadar
Zulmünü engellerim ve sığınağına inerim
Soğuklarda sahip çıkarım zar tülbende
Soysuzluk akar önüme döker”
(Umru Bin Kami-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09.09.04)
“Söylenmeden Bırakılmış
-------------------------------öbür dünya hakkında verilmiş sözlerle.
hiç kimse başkasının himayesi.
altına almaya çalışmayacak.
hiçbir giz yoktur, çürümeden.
ve umutsuzluktan.”
(Marie Luise Kaschnitz<1901-1974>-Efe Murad, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
04.10.07)
“Senin Gibi Biri
-------------------bütün yaz saklanan gizemli isimsiz kuşların yuvaları
sonbaharda ansızın çiçekler, yapraklar ve kuş
tüyleriyle merinos yününü karıştırarak
kurutulmuş çiçeklerin küçük Acem bulutlarına
dönüşür.”
(Kerry Shawn Keys-Zeynep Köylü; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.05.09)
“NE MÜMKÜN REBAPÇIYI DURDURMAK
---------------------------------------------------------Dur duraksız en gizemli düşünceler arasında akşamlıyorum
ve gündüzlerim, geceler boyunca şafaklar çıkarıyor.”
(Nikolay Kınçev<1936-2007>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
30.07.09)
“ ‘..... Adına ‘tarih’ denen bu bayrak yarışı olmasaydı, Avrupa’da ne sanat olurdu, ne de onu karakterize
eden şey olan özgünlük arzusu, değişiklik arzusu. Robespiere, Napolyon, Beethoven, Stalin, Picasso birer bayrak
yarışçısı, hepsi de aynı stadyumda yarışıyorlar.’
-Beethoven’in Stalin’le kıyaslanabileceğine gerçekten inanıyor musun, diye sordu Grizzly, bastıra
bastıra alaycı bir edayla.
-Elbette, bu seni şaşırtsa da. Savaş ve kültür Avrupa’nın iki kutbudur; cennet ve cehennemi, zaferi ve
utancıdır, ama onları birbirinden ayıramazsın. Birine bir şey olduğunda ötekine de olacaktır, birlikte yok
olacaklardır. Elli yıl Avrupa’da savaş olmaması, elli yıldır hiçbir Picasso’nun çıkmaması olgusuyla gizemli
biçimde ilintilidir.”
(M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:149-50)
“KAMELYA
--------------Öyle yumuşak ki gizliliği içinde.
Kalplerin buluştuğu bir çember bu,
karşılıklı anlaşmanın düğümü. Meleğin
barış içinde kenetlenen kanatları.”
(Henriqueta Lisboa<1903-1985>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
12.08.04)
“ ‘Ve o gün, Boa gizemli bir tavırla bana yaklaştı, yıkanırken, aynı türde bir başka öykü yazsana bana,
satın alayım, dedi, kıyak herifsin, otuzbircilerin en iyisisin, ilk müşterimdin, seni her zaman hatırlayacağım,
sayfa başına elli alırım dediğimde karşı çıktın, ama yazgına boyun eğdin ve taşındık ve böylece mahalleden ve
arkadaşlarımdan, gerçek Milafores’ten uzaklaşmış ve yazarlık hayatıma başlamış oldum, epeyce de para
kazandım, yığınla beleşçi olmasına karşın.’ ”
(M.V. Llosa, “Kent ve Köpekler”, sa:160)
“Ama bir başka fotoğrafta, aklımdan hiç çıkaramadığım gözleri ışıl ışıl, karnı şişmiş, ağzı ve burnu yara
ve çıbanlarla kemirilmiş oğlanı görür görmez tanıdım. Kendisini gizemli bir yabanıl hayvana çeviren, yalnızca
dişlerin, damağın ve bademciklerin göründüğü o göçüğü tıpkı bize gösterdiği saflık ve doğallıkla fotoğraf
makinesine de sergilemişti.”
(M.V. Llosa, “Masalcı”, sa:9)
“<Sömürge çağında> Batılı güçlerin siyaseti, genel olarak, açgözlü şirketler, sömürgelerde yaşayan ve
ayrıcalıklarını kaptırmak istemeyen Avrupalılar tarafından belirlenmekteydi ve bu siyaset için ‘yerliler’in
ilerlemesinden daha korkutucu bir şey yoktu. Arada sırada, kendi yurdundan gelen bir siyasetçi başka bir siyaseti
salık verirse, onu etki altında bırakmaya, ona rüşvet vermeye, gözünü korkutmaya çalışılıyordu; ayak dirense,
kendisini görevden almanın yolları aranıyordu; hatta idealist olarak değerlendirilen bir memurun gizemli biçimde
öldürüldüğü de olmuştu. Çok büyük olasılıkla Brazza’nın başına gelen de buydu.”
(A. Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya”, sa:49)
“Vagon Cannes’dan beri doluydu. Herkes birbirini tanıdığı için durmadan konuşuluyordu.
Tarascon’dan geçilirken birisi: ‘İşte burada adam öldürüyorlar’ dedi. Ve iki yıldanberi vakit vakit bir yolcunun
canına kıyan gizemli ve tutulmaz katilden söz edilmeye başlandı.”
(G. de Maupassant, “Tombalak-Yolculukta”, sa:77)
“BEN
Gece kim olduğumu sorar
ben hüznün derin siyahlığındaki giz
ben uzayıp giden suskunluk
son gibi düştüm sükunla
sanmalarla sardım kalbimi
ve bir pay gibi kaldım burada
yılların yankıları beni sorar
ben kimim?”
(Nazik El Melaike-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.03.03)
“Portakal Ağacı
-------------------Ancak boşuna. İmkansızdır, sert
koyu yapraklı bu ufacık ağaçtan akan
meyvelerin seline ve onun çetrefil
bir gizem gibi
kendisinin basit bir simgesi hariç”
(Kobus Moolman<d.1964>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 31.07.08)
“RIVER ROBERT
---------------------kutsuyoruz kavgacı yabancıları
boğazlarımıza yapışıp kalan
unutulmuş şenliklerden sonra uzun zaman
öğrenirken aşkın acı dolu dersini
öğrenirken gecenin eğemenliğine,
çölün usul sert aklına saygıyı,
kutsuyoruz gizemleri, sessizliği”
(Seitlhamo Motsapi<d.1966>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 05.10.06)
“Aşkın arzu payı, oyun payı, şiir ve hakikat payı; gizem, büyü, tutku, cinsellik payı; ötekilerle çoğalan
payları aşkın. Bütün Bunların arasında (ortasında) kendine yer bulmaya çalışan aşığın şaşkınlık payı. Aşk kendi
içinde pay kavgası.”
(M. Mungan, “Aşkın Cep Defteri”, sa:113)
“Kartaneleri Yavaşça Süzülüyor Aşağılara
------------------------------------------------------Derken uyandım. Fark ettim
usulca yağan karlar, kamburu çıkmış
karaağaçların eğildiğini ve sallandığını kış rüzgarında
akşam namazında selam veren beyaz cüppeli
Müslümanlar örneği; fark ettim toprağın
gizemli bir şekilde serildiğini
tapınaktaki bir tanrı yüzü gibi.”
(Gabriel Okara <d.1921>-İlyas Tunç, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.01.09)
“BİR AFRİKA AĞITI
---------------------------Bu yüzden müziğimiz bu kadar etkili.
Sinmiş esintilere.
Gizemli mucizeler vardır iş başında
Sadece zamanın yarattığı.
Ben de duydum ölülerin şarkılar söylediğini.
(Ben Okri <d.1959>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 04.02.10)
“Olga Orozco
Ben, Olga Orozco, hepinize yürekten söylüyorum kii,
ben ölüyorum.
Yalnızlığı, her türlü inancın yiğitçe sürekliliğini,
garip hayvanların ve akıl almaz bitkilerin yaşadığı
yerlerde
dinlenmeyi,
gizemli ve alışılmadık düşler arasında geçen
büyük bir çağın gölgesini,
bir de akşamları mumların o küçük titreyişlerini
sevdim.”
(Olga Orozco<1920-1999>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.09.05)
“Bayan Brooker sağlığını yitirmiş olduğundan, çoğunlukla yemeği adam hazırlardı; eli kirli olan herkes
gibi onun da öte beriyi tutmada özel, değişmez bir tarzı vardı. İnsana bir dilim tereyağlı ekmek uzatsa, üzerinde
mutlaka kara bir başparmak izi bulunurdu. Daha sabahın erken vaktinde, sakatatı çıkarmak üzere Bayan
Brooker’ın sedirinin arkasındaki o gizemli mahzene inerken bile elleri kapkara halde olurdu.”
(G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:25)
“İLK KUDAS TÖRENLERİ - IV
Hem sonra, Erdem Meryem yalnız İncil’de vardır.
Gizem’in kanadı da kopuverir bakarsın...
Yerini, kırık dökük görüntüleri alır
Bakırlaşmış hüznüyle kocamış tahtaların...”
(A. Rimbaud<1854-1891>, “Dizeler”, sa:110)
“PENCERE
------------Yavaşça bir toz bulutu yükseliyor alacakaranlıkta
yüzlerin arasında,
kiraz renkli gizi gibi solukların, terin, çıkarların ve
cinayetlerin,
üstünkörü bastırılmış tükenmez bir açlığın çok
derindeki gizi.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:85)
“GÜNEŞ VE ÖLÜM
------------------------İki ayrı karından doğmuşum, fırlatmış beni
Bu dünyaya iki ayrı ana, ikisinin döl yatağına
birden düşmüşüm,
İki kat olmuş gizemi, ancak tek bir yemiş vermiş,
Bu canavarın doğumu.”
(Gonzalo Rojas<d.1917>-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.05.04)
“MEHTAP
<De La vida’dan>
Dolunay biliyorum gözlemliyorsun
zaman dışından benim yaşamımı
zamanda:
O zaman görmüştün öldüğünü çocuğun
ki buradaydı
Gamsız, tasasız, benim varlığımda; sonra
yeniyetme delikanlı
senin gizemli ışığının büyüsüne kapılmıştı.”
(Eloy Sanchez Rosillo<d.1948>-Olcay Öztunalı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
06.11.08)
“Pusula Dolabı 2
<Lingüistica general - 1979>
başıboş dolaşmak
durmadan kürek çekmek
başıboş hiç durmadan
gizemli yelkenlerinde
bedenin senin
kumaşı uçsuz bucaksız
Kutsal kalıntılar mahfazası.”
(Cristina Peri Rossi<d.1941>-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan; Cumhuriyet Kitap,
01.02.07)
“DOST
-------gelir gelmez ruhumu yıktı
düşlerini gerçekleştirerek,
gizini bana açarak,
ağlamadı bedenimi böyle görünce
dedi babam ve dostum:
sonu gelen iki kıyı kalır
arzuladığım, damım ve soluğum olan”
(Ceryes Samawi<d.1959>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.05.06)
“SONELER
II
Aziz Paul nasıl bilemediyse Tanrı’nın gizini,
gökten yeryüzüne nasıl oldu da indiğini, öyle oldu;
bir aşk perdesiyle yeniden kapladı yüreğim,
İçimdeki tüm düşüncelerimi.”
(Raffaello Sanzio<1483-1520>-Necdet Atabağ; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
23.07.09)
“...Pascas’ın uzak bir diyarından gelen bir adamdan da beklenmez de zaten, orada insanın doğumundan
ölümüne kadar günlük yaşam, hem gerçekte hem de hayallerde, hep aynızevksiz işlerle geçer. Önce aklına bir
şey geldi, sonra başka bir şey daha, ve gizemli bir sebeple ikisini bir araya getirdi, ardından sordu askere, ‘Kaç
yaşındassınız beyefendi, ‘ ve Baltasar yanıtladı, ‘Yirmi altı yaşındayım,’ ”
(J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:38-9)
“Memfis’teki Ra Tapınağı’nın girişi. Derin bir karanlık. Şahin başlı, saygın bir kişi, tapınağın
karanlığında gizemli bir biçimde kendi ışığıyla görünür. Çağdaş seyircileri büyük bir horgörüyle gözden
geçirdikten sonra onlarla konuşur.”
(G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:19)
“ABİKU
--------Sincap dişleriyim ben, kırılmış
Gizemiyim avuçların. Hatırla
Bunu ve göm beni derinlere
Tanrının şişmiş ayağının içine.
(Wole Soyınka<d.1934>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.06.09)
“Fabrice’in Clélia’nınkine yanıt veren o upuzun mektubu bu görüşmeyi sağlamak üzere hesaplanmıştı.
Zaten, büyük bir içtenlikle ve sanki başka birisi söz konusuymuş gibi, gizini açarak, ona kaleden ayrılmama
kararını verdiren bütün nedenleri bir bir açıklıyordu.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:392)
“Önünde, içinde Pélissier’nin parfümü olan flakon duruyordu. Gün ışığında koyu altın sarısı bir pırıltı
yayılıyordu sıvıdan, en küçük bir bulanıklık bile yoktu. Ne kadar masum bir görünüşü vardı, açık çay gibi - öte
yandan beşte dört alkolün yanı sıra, beşte bir oranında, bütün şehri heyecanlara salabilen, gizemli bir karışım
içeriyordu.”
(Patrick Süskind, “Koku”, sa:63)
“SONBAHAR AKŞAMI <1830>
Güz akşamındaki bu loş aydınlık
gizemli, zarif bir güzellik saklar...
Ağaçların meşum şavkında artık
görülmez bir hüznü inler yapraklar”
(F.İ. Tyutçev <1803-1873>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
19.05.05)
“-Ne güzel bir gece Iroa!
Iroa acı acı güldü. Arkadaşının önünde uzun bir yolculuk olduğunu biliyor, her şeyden korumak
istiyordu onu. Canla başla kulak veriyordu her sözüne. Son anlarında bağrına basmak istiyordu. Kimse bu büyük
gize ortak olmamalıydı.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kırmızı Papağan”, sa:231)
“Çoğu zaman kağıt en hayati tümcesinin tam orta yerinde koyu kahverenginde dağlanmıştı. Biz tam
tarihçilerin yüz yıldır aklını kurcalayan bir gizi aydınlatacağımıza inanırken, belgede içinden parmak geçecek
büyüklükte koca bir delik vardı. Geride kalan kömürleşmiş kırıntılardan eksik püksük özetimizi oluşturmak için
elimizden geleni yaptık.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:85)
“Acaba O bu konuda ne demişti ya da herhangi bir konuda? Isa, soylu çiftçi Rupert Haines’e çevirdi
başını. Onunla bir kere bir kermeste karşılaşmışlardı; bir kere de bir tenis maçında. Isa’nın eline bir fincanla bir
raket tutturmuştu-hepsi bu. Ama bu adamın yıpranmış yüz çizgilerinden her keresinde gizem duymuştu,
suskunluğundansa, tutku.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:12)
“Bütün gece uyuyamamıştı, çünkü Karl’ın onu reddedeceğinden korkmuştu. Ve sonra ortaokula
giderken, sabaha karşı saat üçte öten kuşun sesini dinleyerek bütün gece uyanık yatan aynı bedene sahaip küçük
kızın hayaline geri dönmeye başladı ve birdenbire puslu, bulutlu, gizemli sihirli dünyasında Ginny’yle
birlikteyim yine.”
(I. Yalom, “Her Gün Biraz Daha Yakın”, sa:42)
“Bizim için ondan daha önemli bir şey yoktu. Okulda, evde, şehirde ne olup biterse, gizemli bir şekilde
ona bağlanıyordu, başka her şey bize boş geliyordu, artık kitapları sevmiyor ve müziği yalnızca onun sesinde
arıyorduk. Sanırım aylar ve aylar boyunca sadece ondan bahsettik, onu konuştuk. Her gün onunla başlıyordu;
merdiveni uçarcasına iniyor, anne babalarımızdan önce gazeteyi kapıp ona hangi rolün verildiğini öğrenmek,
hakkındaki eleştirileri okumak istiyorduk; ve hiçbir eleştiri bize yeterince coşku dolu gelmiyordu.”
(S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri-Geç Ödenen Borç”, sa:218)
“Kilise kulelerinden yükselen çan sesleri akşamın çöktüğü kente dalga dalga yayılırken, her evin tahta
kapısındaki yer yer yıkılmaya başlamış tarihi duvarlarının taşlarındaki gizem dolu anılarınızla sizi de
beraberlerinde sürükleyip götürüyorlar.”
(S. Zweig, “Yolculuklar Üzerine-Brugge”, sa:15)
GİZLİCİLİK - Okültizm : (Occultisme – FR. MYTH.) : İçrek bilgiye, özellikle ruhlar dünyasıyla ve evrenin
bilinmeyen güçleriyle ilgili bilgi savlarına dayalı çeşitli kuramlar, uygulamalar ve ayinlere genel olarak
okültizm ya da gizlicilik denir. O k ü l i s t l e r, genellikle zihinsel yetilerini geliştirerek bilinmeyenler dünyasını
anlamaya ve incelemeye çalışırlarİ bu tür sırların eski uygarlıklarca bilindiği ve yeniden bilince çıkarılabileceği
inancıyla eski çağlara ait metinleri incelerler. Şeytana tapınma, astroloji, Kabala <batıni Yahudi mistisizmi>,
gnostisizm, teosofi, kehanet, cadılık ve bazı büyücülük biçimleri ‘okültizm’in kapsamında kalır
“Artık Kodunski’yi dinleyen yoktu, Şvayk’la Vanyek, pişpiriğe oturmuşlardı. Subay mahfelinin okülist
aşçısı, yeni bir teosofi <Bk!> dergisi çıkarmaya başlamış olan karısına bitmek bilmeyen bir mektup
yazmaktaydı. Balon’a gelince, o da oturduğu yerde uyuklamaktaydı. Yeni telefoncu Kodunski de ne yapsın,
‘Evet, o olayı asla unutamam...’ dedikten sonra yerinden kalktı, kağıt oynayanları seyre koyuldu.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:16-17)
Gizli hesaplar : Güdülerin davranışlarımızla sergilenen -görünüşte nedenini bilemediğimiz- gizemleri
“Onlar, gizli hesapları ya da güdüleri sezmekte usta olmalarının yanı sıra, bu hesapları sahiplerine
özellikle de ana-babalarına çevirmekte de aynı derecede ustadırlar. Psikolojik olarak ‘düğmelerimize basmaları,’
çoğunlukla, uyumsuz (topluma, kalıplara uymayan kişiler) olarak nitelendirilmelerine neden olur.”
(L. Carroll & J. Tober, “indigo çocuklar”, sa:54)
Gizli kapaklı (işler çevirmek, konuşmak); Gizli(si) kapaklısı; Gizli(si) saklı(sı) olmamak : Olası gizemli,
yasa dışı, para ya da kadın-uyuşturucu ticaretiyle uğraşmak; Açıkça söyleme yerine rümuz ve sembollerle
konuşmak; Açıkça, ayan beyan, herkesce bilinen
“HERMES
-----------Babam açık açık konuşmanı buyuruyor sana:
Nedir bu korkuluk yaptığın evlenme,
Kimmiş onu tahtından atacak olan?
Bu kez artık gizli kapaklı konuşma yok,
Her şeye belli adını vererek konuş.”
(Aiskhylos, “Zincire Vurulmuş Prometheus”, sa:84)
“Geçen gece olan oldu. Veya akşamüstü başladı. Uykusuz olduğum için akşamüstü dört gibi yatağa
girdim ve uyandığımda veya odamı düşlediğimde karanlıktı ve battaniye boğazıma sarılmışt, beklenen anın bu
olduğuna karar vermişti. Bu işin gizlisi saklısı yoktu artık! Beni haklamaya kararlıydı ve güçlüydü, veya ben
güçsüzdüm....”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:41)
“Böylece kadın her kimse, bir erkeği ciddiyetinden yoksun kılmayı başarmış oluyordu. Apartmanın
kadınları, tuzaklarını göz deliğinin tam önünde kuruyorlardı. İstiyorlardı ki çevirdikleri gizli kapaklı işlerde bile
bir üçüncü kişi kendilerine hayran kalsın.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:434)
“DELİ -... Biz deli miyiz? Bu olayın sonunda, doğal olarak iki polis yola çıkar, düğmeleri parıldaya
parıldaya, tabancasını göstere göstere, propagandacının evinin kapısını çalar. ‘Tak tak’. ‘Kim o?’ ‘Günaydın,
bağışlayın, meydanlarda pankart taşıyan siz miydiniz?’, hani ‘KAHROLSUN SAVAŞ’ ‘İNSANIN İNSAN
SÖMÜRÜSÜNE SON’... ‘Evet benim.’ ‘Memnun oldum, bam, bam, bam. Kim gördü, gören oldu mu? Bak polis
şefinin gizlisi saklısı olmaz, öyle bir sürü arkadaşımız gibi de konuşmaz.”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:90)
“MARGHERITA, Lucietta ile Filippetto’ya. - Bakın hele, yeter, oldu artık. Hala gizli kapaklı
konuşmaya ne gerek var? Kaçakçılığa girişen bu hanımlara teşekkür edin, Tanrınıza sığının: Kısmetse
evleneceksiniz.”
(C. Goldoni, “Yabanlar”, sa:82)
“Onu tanımayan ya da öykülerini işitmeyen Çingene obası yoktu. Aklı fkri atlardaydı Loyko Zobar’ın.
Ama çok uzun sürmezdi hevesi. Biraz bindikten sonra hayvanı satar, parayı da sağa sola dağıtırdı. Kimseden
gizlisi saklısı yoktu.”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:25)
“Para bakımından sıkışık olduğunuzu biliyorum. Nasıl öğrendiğimi hiç sormayın, böyle bir pansiyonda
gizli kapaklı pek bir şey kalmaz...”
(O. Henry, “viski soda”, sa:108)
“Madam Kronski onu <Madam Kraft>, Naim Efendi konağına akrabalarından biri olarak tanıtmıştı. Pek
rint, hoş, cana yakın, neşeli bir kadın olmaktan başka dikkati çekici hiçbir hali yoktu. Evi, belki birtakım gizli
kapaklı toplanışlara elverişliydi fakat nasıl? Ne dereceye kadar? Kimlere?”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:120)
“İkisi de ayakta, yüz yüze duruyorlardı, aralarında bir masa vardı. Chantal, çantasından bir zarf çıkardı,
zarfı yırtıp içindeki mektubu açtı: Bu, Jean-Marc’ın ona bir saat kadar önce yazdığı mektuptu. Gizli saklı
davranmaya hiç gerek görmedi, hatta bu hareketini sergiliyormuş gibi davrandı. Gizli tutması gereken mektubu,
onun önünde hiç bocalamadan okudu.”
(M. Kundera, “Kimlik”, sa:125)
“Kentlerin acı aşklarının artıkları bile geldi bize kasırgayla, küçük tahta evler yaptılar, başlangıçta,
yarım bir kulübecik, bir gece için kederli bir yuva oldu; sonra gürültülü, gizli kapaklı sokaklar belirdi, derken
kasabanın ortasında vurdumduymaz bir köy çıkıverdi.”
(G.G. Marquez, “Yaprak Fırtınası”, sa:9)
“LOUISA - Bana kalırsa yabani bir hali var.
MINNIE - Orası öyle. Suratında bir acayiplik yok değil.
AMES - Gizli kapaklı bir hali var. Sanki maske takmış gibi.”
(Eu. O’Neill, “Elektra’ya Yas Yaraşır”, sa:23)
“MANGAN -... Mademki ruhlarımızı çırılçıplak soyduk, vücutlarımızı da soyalım. Kimsenin gizli
kapaklı bir yanı kalmasın. Bakalım hoşumuza gidecek mi? Artık sabrım taştı.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:126)
“Kont içinden: ‘Benimdir artık o... Odasına çıkardıklarını gördüğüm iki büyük bavulda ne var. Tanrı
bilir! Ben ona hukuklu bir öğrenci gibi otelde gizli kapaklı bir keyfim olsun diye yanaşmıyorum’ ”
(Stendhal, “Lamiel” Cilt:II, sa:93)
“-Olmaz. İşi bana kıraktılar. Ahmet son derece kesin söylemiş, ‘Kamil gidecek! Kendisi...’ demiş.
-Ne münasebet efendim? Biz böyle bir şey konuşmamıştık. -Kamil Bey’in yüzündeki kederi görerek
tekrar gülümsedi-: -Hemen somurtmayın. Mesele, vallaha, güven meselesi değil. İşte görüyorsunuz, zaten işin
gizlisi kapaklısı kalmamış... Ben de inkar etmiyorum. Fakat biz aramaızda kararlaştırmıştık. Sizi şimdilik bu
işlere karıştırmayacaktık.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:211)
“... Bizim bir bakıma fakir düştüğümüzü, onların da tersine çok zengin olduklarını hesaba katın. Buna
bir de şımarık dul kız ekleyelim. Dün gecekine benzer uygunsuzlukların bu kadar gecikmesine şaşılır. Sizin
kağıtları Harbiye Nazırı Paşa, bir türlü onaylamıyor. Kim bilir, belki, o toplantıya birisini görmek için
gitmişlerdir. Eğer gizlisi kapaklısı olsa, Rum hizmetçiye ‘Bey duymasınİ’ demezler miydi?”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahkumu”, sa:282)
“Ben birisinden çok fazla hoşlandım mı onun adını hiç kimseye söylemem. Onun kimliğinden bir
parçayı başkasına teslim etmek gibi gelir bu bana. Gizli kapaklılığı sever oldum zamanla.”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:12)
“El arabası, çayır biçme makinesi, kavakların hışırtısı, yağmurdan önce akçıllaşan yapraklar, haykırışan
kargalar, oraya buraya çarpan süpürgeler, elbiselerin hışırtısı, bunların hepsi çocuğun zihninde öyle renkli, öyle
birbirinden ayrı şekiller almıştı ki daha şimdiden kendine özgü gizli kapaklı bir dil edinmişti.”
(V. Woolf, “Deniz Feneri”, sa:3-4)
“Casanova, yüzüne dik dik bakılmasından ayıplanmaktan, tenkit edilmekten, alay edilmek ya da hor
görülmekten sıradan bir insan kadar bile korku duynuyor, hiçbir gizlisi saklısı yok...”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:III, ‘Casanova’, sa:115-6)
“Akşamları, şehrin sakinleri toplanıp eski özgürlükten ve Flamanlarını çok seven iyi yürekli Kral
Karl’dan acımayla ve gizli bir öfkeyle söz ediyorlardı. Şehre huzursuzluk hakimdi. Protestanlar gizli kapaklı
birleşiyor, ışıktan korkan ayaktakımı örgütleniyor, ayaklanmalar ve askerlerle ufak tefek çatışmalar artıyor,
İspanya’dan tehdit dolu mesajlar geliyordu...”
(S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri-Erika Ewald’ın Aşkı”, sa:66)
“Fakat yine de heyecanlanmıştım. Arzulamaktan çok nefretten gelen bir duygu ile. Hiç çekinmeden ona
yaklaştım ve bakışlarımı hoyratça üzerine diktim. Gizlisi kapaklısı olmıyan hareketlerim: ‘Seni arzuluyorum, ey
güzel hayvan!’ diyordu.”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:122)
“Çok sayın doktor bey
Ne kadar güzeldi dün mektubunuzu elimde tutmak ve az da olsa ümit etmiş olduğum o satırlarınızı
okumak. Sizin gibi ben de sesinizi duymak istediğim için yarın öğleye doğru telefon edeceğim. Gizli kapaklı
konuşmayı sizin gibi ben de bir kenara bırakacağım.”
(S. Zweig-F. Zweig, “Mektuplaşmalar: 1912-1942”, sa:17)
Gnom, Gnomide : (MYTH.): Kabalist’ <Bk.: Kabala> lere göre, yeraltındaki hazinelerin bekçileri
varsayılan doğaüstü gulyabani, cin, cüce ; (Coll.): Uluslararası espri: İsviçreli sermayedar; Gnomide: dişi
gnom
“Kabalist’lerin ‘silf’ler, ‘semenderler’, ‘elf’ler, ‘gnom’lar ve ‘dişi gnom’lar hakkındaki genel
düşüncelerinin, bunların bedenleri gibi ölümlü bir ruhla doğdukları ve büyücülerle düşüp kalkmaları sonucu
ölümsüzlüğe eriştikleri yönünde olduğunu biliyorum. Benim kabalist’im, tersine, ister yersel ister göksel olsun,
sonsuz yaşamın hiçbir yaratığın payına düşmediğini öğretiyordu. Ben hakemlik savında bulunmaksızın onun
yolunu izledim.”
(A. France, “Kraliçe Pédaque Kebapçısı”, sa:9-10)
GNOSTİK; Gnostisizm : (HIRİST. MYTH.): Hıristiyanlığın ilk konumlarında daha çok gözlendiği üzere,
kadın ya da erkek, içlerinde mevcut tanrısal, içten gelen <ezoterik> bir kudret sayesinde bu ölümlü dünyadan
kurtularak sonsuz yaşamlı Tanrıya kavuşacakları inancını taşıyan ve savunan, bu nedenle bir tarikat-din kuran
kimseler;Yahudilik, Hellenizm, Zerdüşt’lük ve Hıristiyanlık gibi çeşitli kaynaklardan bir araya gelen ve ilk
yüzyıllarda pek de dinsel olan yaygın felsefi- dinsel akımlara topluca verilen isim, Bu sistem’lerin yaşam
felsefesi; Gnostik:
“Abraxas güneşin üzerinde ve şeytanın üzerinde durur. O, olası olmayan olasılıktır, gerçek olmayan
gerçekliktir. Eğer p l e r o m a -Gnostik’ler için herhangi bir ad ya da sıfatın ötesinde derinlik ve sessizlik
anlamına gelen ışık alemi- bir varlık olsaydı, Abraxas onun manifestosu olurdu. O, kendi başına etkilidir; özel
bir etki değil, genel olarak etkidir.”
(Miguel Serrano, “C.G.Jung & Hermann Hesse”, sa:129)
go : (DAV.,İNG.) <v.i.& t (went,gone) : Gitmek; geçmek; ilerlemek; işlemek, iş görmek; vasıl olmak, ulaşmak;
(KOLL.) : tahammül etmek, kabul etmek; bahse girmek, şart koşmak; geçmek; go a-begging: dolaşıp
dilenmek; (FİG.) rağbet görmemek; go a long way : çok iş görmek, çok etkisi olmak; çok devam etmek; go
about a task : bir işe başlamak; go abroad : yabancı memleketlerden birine gitmek; go against : saldırmak,
karşı durmak; karşı gelmek; aleyhinde sonuçlandırmak; sinirine dokunmak; go ahead : devam etmek, bir yolu
bilerek izlemek; bir ülküyü isteyerek takip etmek; go-as-you please : serbest, keyfinizin istediği gibi; go aside :
yana çekilmek; yoldan sapmak; go at : saldırmak; azimle işe girişmek; go back on : geri dönmek, caymak,
va’dinden dönmek; go backward : geri geri gitmek, gerilemek; go bail for him : birine kefil ol; hapisten çıkar;
go behind: esasını araştır; go below (DENİZ) : güverteden geminin içine binmek; go between : araya
girmek, vasıta olmak; go beyond : öteye gitmek, haddi tecavüz etmek; go by : geçmek, yanından geçmek,
aldırmamak; go by the board : mahvolmak, (DENİZ) kırılıp denizin içine düşmek (direk v.s.); go-cart :
çocuğu yürümeye alıştırmak için tekerlekli sandalye; çocuk arabası, hafif araba; godown : (Malaya adalarına
mahsus) ambar; go down : inmek, batmak (güneş ya da gemi), yutulmak; fiatı düşmek; (Engl.) Üniversiteden
ayrılmak; (KOLL.) maktul olmak-ölmek; go far : çok iş görmek; çok işe yaramak, çokm etkili olmak; go for :
‘e geçmek, sayılmak; peşinde olmak; peşine düşmek, aramak; (KOLL.) saldırmak, saldırmağa gitmek; go for
nothing : boşa gitmek, boşuna gitmek; go him one better : başkasından bir puvan veya derece ileriye geçmek;
go hungry : aç kalmak; go in (cricket) : sırası gelince vurucu konumuna geçmek; go in and out : girip
çıkmak; go in for : girmek, katılmak, adaylığını koymak; (KOLL.) taraftarı ollmak; go into debt : borca
girmek; go it :delicesine hareket etmek, hızla ilerlemek, atılmak; go it blind : körü körüne girmek, düşünmeden
bir işe atılmak; go mad : çıldırmak; deli olmak; go native : yerlileşmek, yerlilere benzemek; go off :
patlamak, ateş almak; gitmek, devam etmek; bayılmak, uyumak, ölmek; satılmak, sahneden çıkmak; go on :
devam etmek, ileri gitmek; hareket etmek, kıyamet koparmak, yaygara etmek; go on the road : turneye çıkmak
(tiyatro kumpanyası); go on the stage : sahneye çıkmak; tiyatroculuk mesleğine girmek; go out : çıkmak,
evden gitmek; dövüşmeye çıkmak; sönmek; memuriyetten çıkmak; geçmek (moda); grev yapma; yüreği sevgi ile
dolmak; oyundan çıkmak, ölmek; go over : geçmek, öbür tarafa geçmek; parti veya mezhep değiştirmek;
tekrarlamak; tetkik etmek; prova etmek; tehir edilmek; her tarafını gezmek; go round : yetmek, kafi gelmek;
uğramak; (cards) aynı renkten oynamak; go shares with one : biri ile paylaşmak, yarı yarıya almak; go the pace
: sefahate dalmak; ahlakı bozulmazk; go the way all the earth : herkesin gittiği yola gitmek, ölmek; go the
whole hog : istediğini elde etmek için her şeyi göze almak; go through : yoklamak, gözden geçirmek; hastalık
geçirmek; başarmak, becermek, üstünden girip altından çıkmak; sarfedip bitirmek; satılmak; geçmek; (tren vs.)
durmadan gitmek; go through fire and water : büyük imtihandan geçmek, çok ıstırap çekmek; go to : haydi!;
go to great expense : çok masrafa girmek; go to round : deliğine kaçmak (tilki vs.); ölmek-maktul düşmek; go
together : beraber gitmek, uymak; go to pieces : parçalanmak, manen ve maddeten düşmek, sıhhati bozulmak;
go to press : basılmak (gazete vs.); go to sea : (DENİZ) Denizci olmak, denize çıkmak; go to smash : harap
olmak, mahvolmak; go to the country : kendi bölgesinin oyu’na gitmek; go to the dogs : berbat olmak,
düşmek, mahvolmak; go to the wall : altta kalmak, iflas etmek, son derece sıkılmak; go under : batmak; lakabı
olmak; ölmek; go under the name of : bir adla tanınmak; go under ground : (SİYASİ): Gizli teşkilat haline
gelmek, faaliyetine gizli olarak devam etmek; go up : çıkmak, yükselmek; fırlamak; (TİYAT.): sahnenin
arkasına gitmek; (ENGL.) : üniversiteye girmek; (KOLL.) : batmak, mahvolmak; go up against : aleyhine
gitmek, güçlükle karşılaşmak; go up and down : her tarafı dolaşmak; işlerin pek yolunda gitmediğine işaret:
kimi zaman yüksek (iyi), kimi zaman aşağı (kötü); go west : (slang): ölmek; go with the tide : zamana uymak;
go without : ‘sız olmak, mahrum kalmak; goes without saying : Söz götürmez, söylemeye gerek yok; iş aşikar;
a going concern : başarılı iş; a good rule to go by : iyi yasa, izlemeye değer; far gone : çok ilerlemiş, iş
ilerlemiş; ölümü yaklaşmış; give go-by to : görmemezlikten gelmek, atlatmak, önem vermemek, birinden
kaçmak, arkada bırakmak, geçmek: here goes! : haydi bakalım! başlıyoruz! ; how goes it? : işler nasıl ?
I am going to begin : başlayacağım; it goes to his head : başına vuruyor, kendini sersemletiyor; let go :
bırak, koyver; so far it goes : bir dereceye kadar; who goes there?: (ASK.) Kim o?
(Yeni Redhouse Lügati)
Goca : İngilizce konuşan uluslarda, İngilizceyi sonradan öğrenmiş diğer ulusların taşralı yurtdaşlarının ‘Koka
kola’nın natürel çağrımı (Argo); Bazı Anadolu illerinde ‘eş=koca’nın nın tellafuz ediliş tarzı (Anadolu lehçesi)
“Onlar bu bolluk labirentine korkmadan girdiler, çünkü ip onların elindeydi, paranın o sihirli ipi. Baba,
cebinden bir Colt <45 mm.’lik tabanca> gibi çıkardığı cüzdanıyla kasaya yöneldi. Kasiyer ufak tefekti, yüzü tıpkı
sarılık geçiren biri gibi solgundu.
-Ne alıyorsunuz, dedi baba.
-Goca <Koka kola>, dedi oğlu.
-Goca, dedi kızı.
-Gaffe, dedi anne. Aşırı yorgunluk yolcuları sarsmıştı.”
(Stefano Benni, “Deniz Dibindeki Bar”, sa:171)
Gocunmak : Bir söz ya da davranıştan alınmak, darılmak, kırılmk
“Bu çok can sıkıcı ve hiç kimsenin kanmadığı ikiyüzlülüğün budalalara, bir şeyler söylemek fırsatını
vermesi gibi çok büyük bir yararı var; filan şeyi söylemek, falan şeye gülmek yürekliliği gösterilmiş olnasından
vb. dolayı gocunuyorlar.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:57)
Godoş : Kaba, bakımsız, biçimsiz, köylü görünümünde; İki karşıt cins arasında aracılık eden, pezevenk (Argo)
Bk.: Kodoş
“Troleybüste. Olmayan göğüslerinin arasında bir haç taşıyan godoş suratlı yaşlı kadın:
‘Onurlu kadınlar, durumunu korumayı bilir. Onlar, savaştan yararlanan şu kadınlar gibi değildir. Koca
gitmiş, kadınlar para yardımı alıyor.”
(A. Camus, “Defterler 1”, sa:152)
Gojim : (ISR MYTH.): Yahudi olmayan kimse
“Çok geçmeden Belediye’nin karşısında Büyük Tiyatro’nun bulunduğunu öğrendim; tüm Varşova’nın,
hatta tüm dünyanın en iyi, en güzel tiyatrosu. O günden zonra ne zaman önünden geçtimse, daha binanın dış
görünümüyle bayağı gözlerim kamaştı. Ama bir gün, evde Büyük Tiyatro’ya gitmek için daha ne kadar
bekleyeceğimizi sorup öğrenmeye kalkınca paylandım : Bir Yahudi çocuğu tiyatroya ayak atmaz, Yahudi
çocuklarına yasaktır tiyatro; tiyatroya yalnız Gojim’lerle zındıklar gider.”
(F. Kafka, “Taşrada Düğün Hazırlıkları”, sa:147)
Goldmund : (ALM. MYTH.) : ‘Altın ağız’; Hermann Hesse’ <1877-1962>nin, ‘Narziss ve Goldmund’
adındaki ünlü eserindeki kahraman ki sözcüğün derin, mitik anlamı, bu roman kahramanın rahiplik hayatında
ölümsüzleşmiş ve karakterize edilmiş; Yunanca’daki: H(ı)risostomos’<Bk!>un Alman edebiyatında
canlandırılışı.
“Agnes, acele etmeden boynunda ince bir altın zincir çıkarıp Goldmund’a uzattı:
‘Adın ne senin bakayım?’
‘Goldmund.’
‘Güzel Goldmund! Ağzının ne kadar altından olduğunu göreceğiz bakalım. Beni şimdi iyi dinle:
Akşama doğru saraya gelip bu zinciri göstererek, yolda bulduğunu söyleyeceksin. Zinciri kimseye
kaptırmayacaksın elinden, ben kendim senden onu alacağım.’ ”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:291-2)
Goleta Savaşı : Osmanlı İmp. Devrinde, Selim III’ün Sultanlığı sırasında, İspanya-Venedik donanmaları ile
olan üç birbirini izleyen deniz savaşları: 1) Lepanto-İnebahtı (1571); 2) Navarino (1572) ve 3) Goleta (1574),
bu arada Osmanlılara esir düşmüş Cervantes’in de bizzat katılımından sonraki anılarını özetliyoruz.
“.....Büyük Sultan, uzun zamandır barış teklif eden Venedik’lilerle <sulh için> anlaşma imzaladı. Sonra,
1574’de, <Amiral> Don Juan’ın Tunus yakınlarında kurdurduğu, yarısı bitmiş kaleyle Goleta üstüne asker
yolladı. Ben de vardım bu savaşlarda, kürek başındaydım, özgürlüğe kavuşma konusunda hiç ümidim yoktu,
hele fidyeyle... çünkü başıma gelen acıları babama duyurmak istemiyordum:
‘Sonunda, hem Goleta, hem kale ele geçirildi. Türkler burayı, Afrika’dan toplanmış dört yüz bini aşkın
Arap ve Mağrip’liyle, yetmiş bin yeniçeriyle kuşatmıştı; ayrıca, bir yığın top, tüfek ve istihkam eri vardı:
bunların herbiri bir avuç toprak atsa, kaleyi de Goleta’yı da örterdi. İlk düşen, zapt edilemez diye bilinen Goleta
oldu. Fakat bunun suçu, savunanlar değildi, onlar ellerinden geleni yapmışlardı. Türkler, çöldeki kumun kolayca
küreklendiğini öğrenmişlerdi; eskiden, kumun iki ayak altında su varken, şimdi iki kulaçta zor rastlanıyordu;
kumu torbalara doldurdular, torbaları üst üste yığarak öyle bir yığınak yaptılar ki, şehrin duvarlarını aştı. Bunun
tepesinden, perde gerisinden ateş eder gibi rahatça tüfek attılar; böylece kuşatılanların bütün savunma fırsatlarını
yok ettiler. .............
‘Kale ve Goleta düştükten sonra, Türkler, Goleta’nın yıkılmasını buyurdular –kale zaten yerle yeksan<yerle bir, düpedüz> olmuştu. Daha hızlı yıkabilmek için üç yerden mayınladılar. Fakat en zayıf görünen yerler,
yani eski surlar, ne yaptılar, ne ettilerse yıkılmadı..... Neyse, uzatmayalım, donanma İstanbul’a döndü; efendim,
Uluç Ali de birkaç ay sonra öldü. Türkler onu Uluç Ali Paşa diye çağırırlardı; U l u ç adı, cesaretinden dolayı
verilmişti: Türkler insana ya bir hatasından ya da bir hünerinden dolayı ad takarlardı.........Bu U l u ç P a ş a da
Türklere tutsak düşmüş, on beş yıl kürek çekmiş. Otuz dört yaşında, kürek başındayken, Türk’ün biri onu epey
kırbaçlamış; o da, öfkesinden dinini değiştirmiş, intikam alabilmek için Müslüman olmuş. Öyle büyük cesaretler
göstermiş ki.... Cezayir Beylerbeyi olmuş, sonra da Kaptan-ı Derya...Devletin üçüncü büyük mevkii...
(Ayrıntılar, tarih kitaplarından alınmıştır.-yazar-)”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:308-313)
Golgota tepesi :
(ISR. MYTH.) :
İncil’lere göre, Kudüs’te, Haz. İsa’nın çarmıha gerildiği tepe
“Şvayk yeniden ranzasına uzanıp kestirmeye çalıştıysa da, çok geçmeden gelip aldılar, sorguya
götürdüler. Sorguya çekilmek üzere Üçüncü Şube’nin merdivenlerinden çıkarken, korkusuzca ölüme
gidercesine, çarmıhını sırtlamış, Golgota Tepesi’ne tırmanıyıordu sanki.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:42)
good : (KOLL.) <gud> : (sıfat) İyi, güzel, ala, hoş; uygun, hoş, yerinde, faydalı; doğru, hayır sahibi;
mükemmel, güvenilir; iyilik, doğruluk, hayır, fayda; good breeding : terbiye; good by(e) : Allahaısmarladık,
hoşça kal; güle güle, selametle; good debts : sağlam borçlar; good evening : tün aydın, akşam şerifler
hayırlar olsun; good fellow : iyi çocuk, hoşsohbet kimse; good fellowship : sohbet, arkadaşlık; good for a
lira: bir lira değer, bir lira verebilir; good for nothing : bir işe yaramaz, haylaz; good for ten miles : on mil
yürüyebilir, gidebilir; good gracious! : Allah Allah! Çok şey!; good heavens : aman yarabbi, Allah Allah;
good humor : hoş mizaç, huy; şakacılık; good looking : yakışıklı, görünüşü güzel; good mannered :
terbiyeli,nazik, kibar davranışlı; good money : sağlam para, yüksek maaş; good morning : sabahlar
hayrolsun, good morrow : (eski) sabahlar hayrolsun; good nature : iyi huy, tabiat; good night : geceler
hayrolsun, Allah rahatlık versin; good offices : yardım etme, vasıta bulma, ara bulma (özellikle diplomatik
işlerde); good sense : makul düşünüş, aklı selim; good tempered : iyi huy, yumuşak başlılık; good works :
hayır, sevap işleri; a good long time : hayli uzun zaman; a good turn : iyilik etmek; a good while : hayli
zaman; as good as gold : altın gibi saf ve temiz, değerli; be good enough to come : lütfen geliniz; for good
- for good and all : bütün bütün, daimi olarak; he will come to no good : sonu iyi değil, adam olmaz; how
good of you : bu ne lütuf, çok naziksiniz; I have a good mind to : aklıma koydum, yapacağım; tasarladım; in
good part : iyilikle, nezaketle; in good spirits : neşeli, keyfi yerinde, in good train : iyi gidiyor, işler yolunda;
make good : başarılı ol, adam ol!; to the go : kardan, kardır; what’s the good of it? : faidesi ne? bundan
ne çıkar?
(Yeni Redhouse Lügati)
gopher wood : (MYTH, İNG.) <gofır’vud> : Hz. Nuh’un gemisi için kullandığı kerestenin ağacı, gofer
ağacı (Tekvin 6:14)
Gordian knot : (YUN.MYTH) <Gor’diın n’at> : Kördüğüm, çözülmez düğüm; Büyük İskender’in kılıcı ile
çözdüğü düğüm; cut the Gordian knot : bilmeceyi çözmek; bir müşkilin, zorun içinden çıkmak
gore : (BİYO.) <gor> : 1) Kan, pıhtılaşmış kan; (GİYSİ,KOLL.) 2) Peş, üç köşeli parça kumaş -ya da
arazi-; 3) Mızrak ya da boynuz ile yaralamak, tos vurmak, süsmek
Gorgon’lar : (YUN. MYTH.) : Gorgon(a)’lar, başları yaban domuzunun savunma dişleriyle donatılmış ve
başlarının çevresinde yılanlar bulunan üç canavar kızkardeştiler: Euryale, Stheno ve Medusa. İçlerinde en
tehlikelisi bu sonuncu Medusa idi. Ölümlü olmasına karşın, bir baktığı kimse hemencecik taş kesilirdi
“Bu yüzden Goldmund ikide bir Robert’e çıkışıyor, ikide bir onunla alay ediyordu. Arkadaşının
korkusunu, ayrıca tiksintisini paylaşmıyordu; ölümün kol gezdiği kentlerde ve köylerde, yüzünde bir merak ve
kasvet ifadesiyle ilerliyordu sürekli; bu geniş boyutlu ölümlerin çekiciliğine kapılmış, ruhu bu büyük hazanla
dolup taşıyor, ekinleri biçen orağın türküsüyle içi sızlıyordu. Bazen o ezeli ve ebedi annenin görüntüsü, Medüz
<Medusa> gözleri ve ölüm taşan vakur gülümsemesiyle soluk benizli devcileyin yüz yeniden canlanıyordu
kafasında.”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:245)
Gorgonzola : (İTA. YİYE..): İtalya-Milano yakınlarında Garganzola kentinde üretilen, içi mavimsi, küflü,
kuvvetli peynir. Tazeyken yumuşak olan pynir, suyu iki kez süzüldükten sonra yirmi gün fırında kurutulur ve
üzerine bakır iğnelerle delikler açılarak, özel yeşilimsi mavi küfün oluşması sağlanır
“O ara daha da saldırganlaştı, Şvayk’ı koltuğundan devirmeye kalktı. Ama Şvayk’a gücünün
yetmediğini anlayınca, sakinleşti ve, ‘Bugün Pazartesi mi, yoksa Cuma mı?’ diye sordu. Aralık ayında mı yoksa
temmuzda mı olduklarını da merak ediyordu. Hemen ardından, saçma sapan bir sürü soru sıraladı ard arda: ‘Evli
misiniz? Gorgonzola peyniri sever misiniz? Evinizde tahtakurusu var mı? Köpeğiniz huysuz mu?’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, sa:136)
“Ressam kadın daha başka bir şey konuşmadı benimle, ben de rahat rahat kendisini incelemeye
koyuldum. Üzerindeki uzun önlük vücudunu gizliyor, biçimsiz bir görünümle donatıyordu. Yüzü güzel gelmedi
bana, keskin hatları içeriyor, gözlerinde biraz hoyrat bir ifade okunuyordu. Saçları gür, siyah ve yumuşaktı; beni
rahatsız eden, adeta tiksindiren tek şey, yüzünün rengiydi. Düpedüz Gorgonzola’yı anımsatıyordu bana, üzerinde
yeşil yarıklar bulsam hiç şaşmayacaktım.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:53)
Goril : İri, kaba adam; Koruma; Polis memuru (Argo)
“Therese: ‘Hah şöyle!’ diye bağırdı. Şimdi onlara ne buyruk versindi? Bir an önce gitmek ve bundan
sonra ne yapacağını düşünmek istedi. Kien’i tutan polis, bu yaratığın soğukkanlılığına şaşırmıştı, en çok
kızılbaşlının elleri yormuştu onu, bu yüzden karısına da kızmıştı, o da gelmeliydi. Kadının gorilleri onu sevinçle
tutukladılar. Öteki dört arkadaşları kızılsaçlı karşısında yaşamlarını tehlikeye atarken, bomboş durmuş olmaktan
utanıyorlardı.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:335)
“Muhayyilemizin derinliklerinden çıkarıp aşkımızın ateşinde kaynata kaynata saf bir cevher haline
koyduğumuz ve en mükemmel kadın örneğine göre şekil verdiğimiz putun, kendi istek ve iradesiyle gidip bir
gorile teslim oluşu veya çamura batışı, bize iki kat elem verir.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:115)
Gort gort dolanmak : Sanki adammış gibi. Kibirle, gubarlanarak etrafta dolaşıp caka satmak. (Anadolu
lehçesi)
“Boyu devrilesiye, bakın boyu devrilesiye.”
“Adam gibi de, tıpkı bir adammış gibi de gort gort dolanıyor köyün içinde...”
(Y. Kemal, “Yılanı Öldürseler”, sa:101)
Goşizm; goşo : Aşırı sol görüşlere sahip olma, bu konuda sık sık devrimlere kalkışma; bu felsefeye inanan ve
talimde bulunan kimse
“…yeşil kapıyı itmiş, on yedi basamağı inmişti, masa örtülerinin sağlıksız bir beyazla yer yer lekelediği
kıpkırmızı ve uğultulu bir yerdi burası, insan kokuyordu, içeride dolu dolu insan vardı, kilisede, sabah duasında
olduğu gibi. Salonun dibinde ipek gömlekleriyle goşolar bir setin üzerinde birşeyler çalıyorlardı.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:172)
Goştur Allah goştur : Çok işten dolayı ‘Koştur Allah koştur’, durmadan çalışmak (Anadolu lehçesi)
“Haçça, önülceğine ot ile mısır doldurup sırtına vurmuştu..... İçi rahattı. Çapa işi bitmişti bugün! ‘İşler
ağzını guş yuvaları gibi açtı.’ diye düşünüyordu. ‘Bundan sonra ileşberinki goştur allah goştur. Yunmak arınmak
haram olur gayri. Çoluk çocuk, kadın sulara hasret gideriz...’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:35)
Gott sei Dank : (ALM.,DİN) <Go’t zay Dank> : Tanrı’ya şükranlar olsun = Thanks be to God (İNG.)
Gott soll hüten! : (ALM.,DİN,KOLL.) <Go’t zol hü’ten!> : Allah saklasın, korusun! = God forbid! (İNG.)
Goutte a goutte : (FR..,MİKT.,KOLL.) <Gut a gut> : Damla damla = Drop by drop (İNG.)
Grace a Dieu : (FR.,DİN,KOLL.) <Gras a Di’yö> : Tanrıya şükür : Thanks tobe to God (İNG.)
Gracias a Dios : (İSP.,PSYCH.,KOLL.) <Gra’sias a Dios> : Tanrıya şükürler olsun = Thanks be to God
(İNG.)
(Dict. of Foreign Phrases and Abbreviations)
Goyu goyu düşünmek : Kederli, düşünceli olmak; derin derin düşüncelere dalmak
(Anadolu lehçesi)
“Gitmesi gerekti. Şayet bir aksilik çıkarsa malları bırakır kaçardı. Kaldırdı mı tabanları, tazı gibi
koşardı. Sıkıysa yetişsinler. ‘Emme de o zaman da dile düşerdi. Mallarını goyup gaçmış derler’... İki ucu batık
bir değnek...’
‘Deryalarda gemin mi battı ula?’ dedi Boz Ömer. ‘Ne düşünüyon goyu goyu?’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:26)
Göbeğe döl duası yazmak : Özellikle sapık din adamlarının, çocuğu olmayan kadınların göbek, kalça ve cinsel
organlarıyla oynayarak ‘döl duası’ yazmaları
“-Bodur İmam, kaç zamandır ek yerimizi kollarmış. Bu kadar bir ilmek eline geçince yakamıza yapıştı.
‘Eteği temiz avratlarımızın göbeğine döl duası yazmak bahanesiyle oyluklarını dişlediğinden...’ diye ispatlık
ederek bizi suçsuz günahsız buraya düşürdü. On dört aydır yatmaktayız.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:68)
Göbeği çatlamak : İşi oluncaya kadar pek çok cefa çekmek
“Derler ki: ‘Efendim, bu bize iftira ediyor. Bunun karısı, kurcalar karıştırır, her yıl bir çocuk düşürür,
gübreye gömer. Bunu da kurcalayıp düşürmüştür.’ Haçça gelinin her yıl bir çocuk düşürmediğine hakimi
inandıracağım diye göbeğin çatır çatır çatlar.”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:268)
“Sonra birden alevlendi: ‘Hıyara bak be! Cepheye gitmek üzere olduğumuzu bilmiyor musun da böyle
salakça sorular soruyorsun! Daha dün teğmeni emirerinin hesabını görmekten vazgeçirene kadar göbeğim
çatladı, şimdi bu acemi çaylak usta erlere hayvan muamelesi yapmaya kalkıyor.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:430)
Göbeğini hoplata hoplata : Şişmanlıktan belirlenmiş göbeğini hoplata zıplata
“Amerikalı kadınların sabah koşularında karşılarına çıkan, ya da kimi zaman mutlu bir tesadüf sonucu,
köşeyi dönerken çarpışarak tanıdıkları genç, yakışıklı, geniş omuzlu, aydınlık gülüşlü cazip erkekler yerine,
göbeğini hoplata hoplata eritmeye çalışan, akşamdan kalma, nefesi ekşi ekşi içki kokan, yüzünün şişi inmemiş,
lıllı, iri boğumlu parmaklarında taşıdıkları kalın alyanslara bakılırsa bir de evli olan bir sürü manasız adam
çıkıyordu karşıma.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:81)
Göbek : Soy, sop, kuşak; Bir sebzenin (marul) ya da bir yörenin (şehir) ortası
“Dışarıdan bakılınca yaşamlarınız eskisi gibi sürüyor. Haftada beş gün çalar saat sizi erkenden
uyandırıyor; portakal suyu, kahve, tereyağlı ekmekten oluşan hafif bir kahvaltıdan sonra ikiniz de evden fırlayıp
işlerinize koşuyorsunuz; Gwyn Manhattan’ın göbeğindeki bir cam kulenin on sekizinci katındaki ofisine gidiyor,
sen de Hiçlik Sarayı’ndaki kitaplık görevlisi masanın başına.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:115)
“ESEN RÜZGARDA BÜYÜ
Pehlivan iriyarı iskemleye oturmuş, üstünde ipekten
Bir pelerin -kısa bir konuşmadan sonraŞehrin göbeğinde
Belediye meydanında güneşin altında
Ahşaptan bir sahnede
Ben ateş hırsızı benden hizmet bekliyor
Yılan gibi ipleri silip
Ve uçacağım.”
(Fadıl El Azavi<d.1940>-Metin Fındıkçı, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.08.07)
“Otuz beş-kırk yaşlarında hafif tombulca, gri bluz ve mavi etek giymiş bir hanım hanımcık,
Nişantaşı’nın göbeğinde gün batmak üzereyken birine böyle hitap ediyordu. Çok geçmeden laf attığı kimsenin
..... kişisel olarak merhabımız da olan, gerçek bir keman ustası olduğunu farkettim.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Aysel Hanım”, sa:137)
“İstanbul’un göbeğinde soyuldum. Kimliğim, kredi kartlarım, telefon defterim, param! Ve kartvizit!
Onun kartviziti!..... Canımı sıkan şeyin çantanı çaldırmak değil, bir masumiyetin uğrattığı hayal kırıklığı ile o
kartvizitin kaybı olduğunu anlıyorum.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:517)
“Efsun bilmem kaç göbektir üstüne tek bir leke sürülmemiş aile şerefini bir çırpıda lekelemiş, bunca
yıldır gözbebekleri gibi korudukları haysiyetlerini yerle bir etmiş, kimin kızı olduğunu unutup, kenar mahalleli
hafif kızlar, hatta affedersiniz sürtükler gibi basit, adi bir yarışmaya girmişti.”
(A. Tunç, “Ömür Diyorlar Buna”, sa:68-9)
“Gelgelelim, doğuştan soyluluk dediğimizde - gözlerimiz açık renk mi koyu renk mi olmalı,
kulaklarımız kıvrık mı, düz mü olmalı..... yargıçlarımız bize aile armalarımızı sormakla yetiniyorlar. Belki sizin
aile armanız yoktur. O zaman bir hiçsiniz. Ama on altı göbek soyunuzu sayabiliyor, tacı tahtı hak ettiğinizi
kanıtlayabiliyorsanız sadece doğduğunuzu teslim etmekle kalmıyor, üstüne üstlük doğuştan soylu olduğunuzu da
söylüyorlar.”
(V. Woolf, “Flush”, sa:12-3)
Göbek adı : Geleneksel olarak, bir bebeğin doğumunda göbek kesilirken ya da daha sonra, atalardan birinin
verilen adı, henüz ölmüş dede veya benzeri
“Hasan, göbek adıyla Ufo, her zamanki ördeksi yürüyüşü ile, iki tarafına yalpalaya yalpalaya kerpiçten
yapılı kulübemsi evciğinin önüne adeta çöktü. İçinde, körpe beyninin yorum yapamayacağı bir gerginlik vardı.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Kürt Hasan”, sa:159)
Göbek bağı; Göbek bağını kesip atmak : Bebeklik yıllarından anneyle (ya da ona benzer kişiler, kurumlar ile
Oluşmuş, kemikleşmiş yakın ilişkiler: onları kesip atmak, özgür olmak)
“Onsekiz yaşını henüz doldurmamıştı. Yetmişlik keşiş, kendisiyle sesli dünya arasında kesilip kurumuş
ilintiyi unutmuş gibi, göbek bağını kesip atmış gibi, dinlemiyor, söylenenleri anlamak, kestirmek için ağızlara,
dudaklara bakmıyor, pek az, ancak çok gerekli saydığı şeyleri söylüyor, gününü okuyarak, dua ederek, avluda
ayaklarının ucuna baka baka yürüyüp düşünceye dalarak geçiiyordu.”
(B. Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:59-60)
Göbek bağlamak : Şişmanlamak
Bk.: Göbek salmak
“Buraya dek dinginlik içinde yaşadım ben. Mutluluk ve erinç içinde, her mevsim biraz daha göbek
bağlıyor, biraz daha zenginleşiyordum; elimin ulaşamayacağı hiçbir şeye göz dikmiyordum; komşularım
kıskanmaktan çok pohpohluyorlardı beni.”
(A. Maalouf, “Yüzüncü Ad” -Baldassare’nin Yolculuğu-, sa:11)
“Andronikos onu tanımıştı. Şimdi, orta yaşlı, göbek bağlamış, açık renkli giysisini işlerinin iyi gttiğini
göstermek istercesine ikide birde düzelten, ikide bir çın çın öten kahkahalar atan bir adam olmuştu.”
(B. Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:22)
Göbek salmak : Şişmanlıktan ötürü göbeği büyümek, ‘bira göbeği’
“DÖRDÜNCÜ SAHNE - (Evvelkiler, sonra Belboy, sonra aktör Ahmet Hamlet, kaşif Ahmet Bulur,
Celile Kızılçiçek, Ayşe Kızılçiçek, Ahmet Okyay.) (Üç Ahmet’lerin ortak niteliği farki cephelerden as çok
Amerikan hayranı oluşlarıdır. Bunun dışında birbirlerine hiç benzemezler. Vaktiyle güzel bir delikanlı olduğu
anlaşılan Ahmet Hamlet yaşı ilerleyince yağ bağlamış, hafif göbek salmıştı.)”
(C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:25)
“Hemen bütün kadınlar önlüklü idiler. Bellerine sıkı sıkıya sardıkları kuşaklar yuvarlak göbeklerini
daha da ortaya çıkarıyordu. Yaşlı kadınların böylesine göbek saldıklarını bugüne dek hiç farketmemiştim.”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:17)
Göbek şişirmek : Oburca yemek yemek; iş yapmadan tembel tembel oturmak
“Bobby acınacak bir halde:
-Hiç şansım yok, dedi.
Daniel ona tiksinerek bakıyordu:
- Ama orada göbek şişirmeyi bilmişsin, dedi.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:140)
Göç; Göç etmek : Bir mahalden diğerine sürekli olmak şartıyla taaşınmak, yer-mahal değiştirmek; Yaz ayları
ada ya da benzeri mesire yerlerine periyodik olarak gelip gitmek, Ölmek, öbür dünyaya gitmek
Bk.: Göçüp gitmek
“Bu sene balık yoktu. Bu seneki göçler evvelki seneler gibi bol keseden para harcamamışlardı. Balığı
bile başka balıkçılardan almışlardı. Beş para faydalarını görmemişti.”
(S.F. Abasıyanık, “Semaver-Stelyanos Hrisopulos Gemisi”, sa:14)
“Ah şu yalancı dünya... Şu lanetli yaşam! Başta neler vaadeder, ama sonra hiç de sözlerini yerine
getirmez. Dibindeki acı zehir olmadan, bir bardak içki içemezsin... Hem sen de bilirsin yakında göç edeceğim.
Bu da beni pek sevindirmiyor.”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:130)
Göç davulları : Eski zamanlarda, özelikle Arabistan çöllerine yapılan yolculuklarda, mola esnasında çevreye
yayılan yolculara kervanın harekete geçeceğini bildirmek için çalınan davul
“Bir nefes gidiyor ömürden her an,
Bakıyorum: ne var önümde kalan?
Elli yılın gitmiş, uyursun hala,
Bari şu beş günü anlamlı yaşa!
Bir iş görmeksizin kalkıp da giden,
Ve göç davulları güm güm öterken.”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:25)
Göçebe : Sürekli yer ve mekan değiştiren, yersiz yurtsuz kimse; (Fig.) sahiplenilemeyen gelip geçici duygular
“Ama bir şey kalmıştı geride, dile getirilemeyecek bir şey, tüyler ürpertici, beri yandan değerli bir şey,
bir yaşantı, bir tat, kalbi saran bir halka. İki yıldan daha kısa sürede yersiz yurtsuz bir yaşamın haz ve acılarını en
uç noktasına kadar yaşayıp tanımıştı: Yalnızlığı, özgürlüğü, ormanların ve hayvanların sesine kulak verip
dinlemeyi, göçebe vefasız aşkları, ölümcül acı çaresizliği.”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:170)
Göçmek; Göçüp gitmek; Bu dünyadan göçmek : Fani olmak, ölmek
“Bir gün babam Sultan Veled hazretleri, son derece hastalanmış yatağa düşmüştü. Bütün dostlar onun
hayatından ümidi kesmişlerdi. Annem Fatma Hanım bir gece babamın baş ucunda başını önüne eğip oturmuş
için için inliyordu. Babam gözlerini açıp: ‘Fatma Hatun, hakkını bana helal et ve üzülme, ben gidiyorum.
Göçmek zamanıdır.’ dedi. Annem: ‘Hayır, hayır, göçmek sizden uzak olsun. Siz gitmeyecek ve çok iyi
olacaksınız ve bundan sonra iyi hayat geçireceksiniz. Ben sizden önce öleceğim ve siz mübarek elinizle beni
mezara koyacaksınız.’ Yedi gün sonra babam tamamen iyileşti.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:227)
“Hayatın büzün zevklerinden mahrumdurlar; renkleri uçar, zayıflarlar, gözleri akar, hatta bazan da kör
olurlar; fakirlik ezer, kıskançlık eziyet eder, ihtiyarlık ömürlerinin ortasında yakalar; bütün dertleri çektikten
sonra da vakitsiz bir ölümle göçüp giderler.”
(D. Erasmus, “Deliliğe Methiye”, sa:94-5)
“Onun da, başkaları gibi bir aşk hikayesi vardı. Bir dülger olan babası iskeleden düşerek ölmüştü.
Ardından annesi göçmüş, kız kardeşleri dağılmış, bir çiftçi onu yanına almış ve küçük yaşta inekleri gütmeye
başlamıştı. Paçavralar altında tirtir titriyor, yüzükoyun yatarak durgun sulardan içiyor, hiç yoktan bol bol dayak
yiyordu. Sonunda, kendisinin yapmadığı bir hırsızlık yüzünden çiftlikten kovulmuştu.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Saf Bir Kalp”, sa:7)
“SEN ÖLDÜĞÜNDE
4.
-------------------------Sen öldüğünde
bir an bile
kendimi düşünmedim,
derin ve saf bir yas tuttum senin için,
göçüp gittiğin için.
Aklın yok olduğu için yas tuttum
cesaretin gittiği için,
büyüleyici teninin altındaki
duygulara bir daha kimse dokunmayacağı için.”
(Pamela Gillihan<1918-2001>-Sevcan Yılmaz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
14.10.02)
“O ve en büyük erkek kardeşi II. Dünya Savaşı’nın hemen başlangıcında göçüp gittiler. Bu arada
biriktirmeyi sürdüren büyükbabam, otuzlu yılların işsizliğinde biriktirdiklerini yeniden kaybetti. Biriktiriyordu,
bu da içki ve sigara içmemek, hemen hiç kumar oynamamak demekti.”
(P. Handke, “Mutsuzluğa Doyum”, sa:14-5)
“ ‘Öyle şeyler gelir ki aklınıza, yarısı doğru olsa, İmparator Hazretleri ömür boyu temizleyemez bu
rezilliği. Ama doğruya doğru, eğriye eğri, ihtiyar bu lafları hiç hak etmiyor. Düşünsenize! Oğlu Rudolf, gencecik
yaşında, erkekliğinin baharında göçüp gitti bu dünyadan...’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:35)
“Dünyada kazık kakmaya gelmiş, değiliz ki...
Vay yandık eğer yoksa, o canan ile içki!
‘Gökler ne zamandan beri var?’ pek te mühim ya;
Bir kere göçüp gitmiyesin, neyler o bilgi!
(Ö. Hayyam, “Rubailer” -Seçmeler-, sa:26)
“Eskiden bu günlerde babam sandalını vernikler, annem bahçeden ona bakar, ben de bizim ihtiyarın
çalışmasından, piposundan yükselen duman bulutlarından ve sarı kelebeklerden gözümü ayırmazdım. Ama bu
kez boyanacak kayık yoktu, annem çoktan göçüp gitmişti bu dünyadan...”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:161)
“ ‘Bu, Mestienne Baba’nın hatası. Sersem herif. Beklenilmedik zamanda böyle ölünür mü? Mösyö
Madeleine’i o öldürdü. O şu anda tabutun içinde. Göçüp gitti işte. Onun gibi bir adam ölsün, iyi de, ne anlamı
var bu olan bitenin? Tanrım, Tanrım! O öldü ve şu küçük kız, onu ne yapacağım?’ ”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:II, sa:403)
“Annem artık sızıltılarını artırmaya başladı. Kadın haklı ama, ben ne yapayım? Bir kere kendimizi
akıntıya kaptırdık. Zavallı hatun diyor ki:
-Ben göçüyorum, oğlum, ben göçüyorum... Yalnız, göçen ben değilim, bu koskoca ev de benimle
beraber göçüyor. Sen ise, gün günden işi azıtıyor, gün günden terelelli oluyorsun.... Senin bu hoppalığın,
şımarıklığın yüzünden elde avuçta olanlar da yavaş yavaş suyunu çekiyor. Rahmetli babacığın mezardan başını
kaldırsa da şimdi senin bu haline bir baksa, sana neler demez?”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:258-9)
“Ama aklı, geçen yıl bu sıralarda göçüp gitmiş olan sevgili karısında değildi, şu budala oğlu Andreas’da
da değildi, bu ihtiyar halinde onu yalnız koyup giden, onu balıklarla bir başına uğraşmak zorunda bırakan, inek
kafalı, kuş beyinli, öteki oğlu Petrus’da da değildi.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:154)
“Yazık ki, dünya bir yağlı kuyruk yiyene. Hiç aklına gelmez kim kazana kim yiye. Bolu Beyi de bir gün
göçüp gidecek bu dünyadan.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:63)
“Yürü bre yalan dünya
Sana konan göçer birgün
İnsan bir ekin misali
Seni eken biçer birgün”
(Karaca Oğlan-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri II”, xv.-xvı. yy., sa:316-7)
“Onların hepsinin kendine özgü bir ölümü vardı. Onu zırhlarında, içlerinde bir tutsak gibi taşıyan o
adamlar, hayli yaşlanan ve küçülen, sonra da bir sahneyi andıran o devasa yataklarda, bütün ailenin,
hizmetçilerin ve köpeklerin önünde içten ve şatafatla göçüp giden o kadınlar.”
(R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:45)
“Kışın sonunda öldü o. Çocuklar ve askerler ölüme pek aldırış etmezler. Ama yine de tabutunun
arkasında hıçkırarak ağlayan kırk kişiydik biz.....Çukur, çiçeklerle kaplanmıştı, o kadar çok çiçek vardı ki,
aramızdan bu ayrılış, en büyük yıllık okul ödülü gibi geldi bize. Dahası Bénard o kadar az yaşıyordu ki,
gerçekten öldüğü söylenemezdi..... Sevgili bir ölümüz vardı artık, alçak sesle ve melankolik bir haz duyarak söz
ediyorduk ondan. Belki biz de onun gibi erkenden göçüp gidecektik: Annelerimizin gözyaşlarını düşünüyor ve
çok kıymetli olduğunu hissediyorduk.”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:167)
“Eyvah, fukaranın beli büküldü
Meded ticaretin gücüne kaldı
İyiler alemden göçtü, çekildi
İşler zemanenin piçine kaldı”
(Meded(t): Çare, ilaç; Zemane: Zamanımızın gününü gün eden insanı)
(Seyrani-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:479)
“SHALLOW - Öyle ya, üçyüz yıldır öyle atagelmişiz
SLENDER - Kendinden önce göçüp gitmiş ne kadar dölü döşü varsa onlar da öyle yaparmış;
kendinden sonra gelecek bütün ataları da öyle yapacaklar. Kalkanlarının üzerinde on iki tane beyaz turna balığı.”
(W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:8)
“Sınır
yaşam gereğinden uzun sürer
tarlasını eşeler insanoğlu
ve taşlar yığar
arzularla olanaklaın sınırına
sınırdaki yığın boyunu aştığında
insanoğlu göçüp gider”
(Evdin Stefanov<d.1953>-Kadriye Cesur, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.09.07)
“Hey ağalar gönül asla tek olmaz
Konar, göçer hiç kimseye yük olmaz
Can emanet bir kimseye yük olmaz
Bu dünyaya gelen gitmek içindir”
(Summani-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:532)
“Mr. Ramsey ihtiyar Macalister’e, ‘çok sürmez, biz göçüp gideceğiz; ama çocuklarımız hiç
görmedikleri şeylerle karşılaşacaklar,’ diyordu. Macalister, ‘Geçen mart yetmiş beşine girdim,’ dedi; Mr.
Ramsey yetmiş birinde idi. Macalister, ‘Ömrümde doktor nedir bilmem,’ dedi, ‘ağzımda tek diş eksik değil.’ ”
(V. Woolf, “Deniz Feneri”, sa:329-30)
Göçmen : Eğitim, ekonomi, mübadele <karşılıklı değişim>, savaş vb. nedenlerle doğduğu vatanı terkedip
başka bir memlekete göç eden kimse
“Doğduğu ülkede işler gerçekten böyle mi yürürdü? Adam pek emin değildi. Ama öne sürülen gerekçe
karşısında eli kolu bağlanmıştı. Her göçmen pot kırmaktan çekinir ve ülkede kalmış olanlar onda gülünç düşme
korkusunu ve sıradan bir turiste dönüşmenin utancını kolayca uyandırmayı başarabilirler. Adam parasını cebine
koydu.” ..... “Semiramis elini çekti.
‘Bu gözü kararmış herif (Attila-Attila the Hun) bu kadar ilgini çekiyor demek?’
‘Flaubert’in dediği gibi, Attila benim!’
‘Yapma ya? Biraz daha açıklaman gerekecek, benzerlik hemen göze çarpmıyor çünkü.’
‘O, göçmenin ilk örneğidir. Ona, ‘Artık bir Roma yurttaşısın!’ deseleri, bir ‘toga’ya <eski, tarihi
cengaverlerin başlığı> sarınır, Latince konuşmaya başlar ve imparatorluğun silahlı kuvveti olurdu. Ama ona:’Sen
barbar ve dinsizden başka bir şey değilsin!’ dediler ve o da ülkeyi yıkıp yakmaktan başka bir şey düşlemez oldu.’
”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:47; 310)
Göğsü bağrı açık, çıplak olmak : Bedeninin üstü hemen hemen çıplak olmak
“Kapıyı açınca ihtiyar baba göründü ardından. Yatağında oturmuştu, göğsü bağrı çıplaktı, porsuk etleri
solu sarı bir renkteydi, gözleri cam gibi kıpırdamadan duruyordu.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:38)
Göğsü (göğüsleri) kabarmak, kabartmak : İftihar etmek, kıvanç duymak; ergenliğe ermiş genç kızın
göğüslerinin belirmesi; Kendinle iftihar ettirmek
“Maria sade kıyafetlerle, çılgınca kıyafetlerle, hatta Rio de Janeiro’daki biricik tanıdığı goril/çevirmen
ve eski-emprezaryo Mailson’un göğsünü kabartacak bir bikiniyle poz verdi. Fotoğrafların fazladan birer
kopyasını istedi ve İsviçre’de çok mutlu olduğunu yazdığı bir mektupla beraber ailesine gönderdi. Maria’nın
paraya para demediğini, herkesi kıskançlıktan çatlatacak kadar giysisi olduğunu, doğduğu kentin en ünlü kızı
haline geldiğini sanacaktı herkes.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:49)
“Önceleri haklı olarak üzgün gördüğüm rahip Vautier, son günlerde bunun belki de övünülecek bir şey
olduğunu düşünüyor. Etrafında herkes onu bu şerefe inandırmaya çalışıyor. Dün Plantier hakkında Madam V...
ona birdenbire:
-Oğlunuzun başarısından her halde göğsünüz kabarmıştır Mösyö Vautier, dedi.”
(A. Gide, “Dar Kapı”, sa:71-2)
“Ama Akdeniz’in asıl aşırılıkla Akdeniz olduğu yer, Doğu Akdeniz’dir. Bu, edebiyatta ya da şiir değil,
gerçektir. Dünyanın başka yerleri yalnız biricik uygarlıkla övünebilirler; ama Doğu Akdeniz ve çevresi Sümer,
Akad, Babil, Asur, Mısır, Hitit, İran, Minoen, İyonya ve Yunan uygarlıklarıyla göğüs kabartabilir.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Anadolu’nun Sesi”, sa:18)
“Olağanüstü gücümle göğsüm kabardı ve çevremdeki alanı genişletti. Oda -artık buraya salon demeye
bin tanık isterdi - utançla büzülerek ortadan yol oldu. Deniz kıyısında oturuyordum şimdi de.”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:141)
“On yedi yaşındaydım ki bir avukatın kızına tutuldum. Albenili bir kızdı, yaşam boyu hep güzellikte
üstüne olmayan kızlara abayı yaktığımı düşündükçe gururla kabarır göğsüm.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:27)
“ ‘Anlıyorum, aldırma, yeterince ün yaptın kendine, Uzakdoğu’ya çalışan bizim eski gemilerde bile
senden söz açıldığını işittim bir ara, göğsüm kabardı.”
(H. Hesse, “Rosshalde”, sa:29)
“... uçurtma, her bakımdan denetimim altında hiç kıpırdamadan yerinde duruyordu, çekişi çok
güçlüydü, on kilo daha zayıf olsam beni havaya kaldırırdı. Öyle göğsüm kabarmıştı ki, her an ağırlığımdan
kurtulup havalara yükselmeyi bekliyordum.”
(P. Istrati, “Nerranstsula”, sa:59)
“Göğsümü kabartan bir şey, bu yüzden bana imrenen çoktu. Bu cibinlik olmasaydı, geceleri, şimdi
olduğu gibi ışığı yakıp huzur içinde oturamaz, eski bir Avrupa gazetesini elime alıp, bir yandan okuyup bir
yandan fosur fosur pipomu tüttüremezdim.”
(F. Kafka, “mavi oktav defterleri”, sa:19)
“Dayanamadım ve sessiz durmam gerektiğini unuttum:
‘Estafania Pinagé de Vasconcelos.’
‘Nasıl?’
Gloria, kızarmıştı.
‘Pinagé!’ diye yineledim. ‘Annem bir Kızılderili ailesindendir.’
Bununla göğsüm kabarıyordu, çünkü okulda Kızılderili adı taşıyan tek çocuk ben olmalıydım.”
(J.M. de Vasconcelos, “Şeker Portakalı”, sa:70-1)
“Şakalaşmaya ara vermeden arkasını döndü; Giles’ı gördü, göz göze geldiler; elini sallayıp yanına
çağırdı onu. Geldi Giles. İyi ama -Mrs Manresa’nın gözü onun ayaklarına kaydı- pabuçlarına ne olmuştu öyle?
Kan içindeydiler. Her nedense, hayranlığını bu gencin bileğinin gücüyle hak ettiği gibi bir sezgiyle göğsü
kabardı. Nedeni belirsiz de olsa, hoş bir duyguydu doğrusu. Onu yedeğine almanın güveniyle, ‘Ben Kraliçeyim,’
dedi içten içe, ‘bu da şövalyem, somurtkan kahramanım benim.’ ”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:96)
Göğsü (kalaycı körüğü) körük gibi inip kalkmak : Çok derin, güçlü nefes almak
“Gavrila kürekleri çelik gibi pençeleriyle kavramış, olanca gücüyle çekiyordu. Göğsü körük gibi inip
kalkıyordu. Deniz sandalın altında hışırdıyor, şimdi daha geniş bir yakamoz akıntısı bırakıyordu geride.”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:82)
“Nevrik Hanım, Samatyalıymış. Kocası gibi kaba saba, fakat iyi ruhlu, saf bir kadıncağız. Beni görünce
‘İstanbul kokuyorsunuz, küçükhanım’ diye boynuma sarılmaktan kendini alamadı. İstanbul’un adı anıldıkça
gözleri yaşarıyor, kocaman göğsü derin hasret nefesleriyle kalaycı körüğü gibi kabarıp iniyor.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:155)
Göğsünü gere gere dolaşmak : Kendine güveni tam, övünceyle yürüme
“MÜDÜR - Hayır, böyle bir şey yapamazsın.. Bütün söylediklerimizin yanlış olduğunu sen de
biliyorsun. Sahte sorgu yargıcı kimliği ile bizi kışkırttın!
DELİ - Kimin umurunda ki.. Önemli olan skandal yarat...Nolimus aut velimus! (Boğazına kadar
çamura batmış ya da tertemiz olmak, ikisi de bir!) Ve İtalyan halkı da nihayet Amerikan ve İngiliz halkı gibi
sosyal demokrat ve modern olabilir. Sonunda göğsünü gere gere şöyle haykırabilirler: ‘Boğazımıza kadar bok
içindeyiz, bu doğru ve işte bu nedenle başımız dimdik yürüyoruz.’ ”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:95)
“Kaşlarına rastık çeker ve ellerine kına yakar. Başka kadınlar gibi erkekten ürküp kaçmaz. Herkesin
içinde, hatta benim bulunduğum yerlerde bile elini kolunu sallayarak, göğsünü gere gere dolaşır.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:51)
Göğsünü Mısır tavuğu gibi şişirmek : Kendinle iftihar etmek, böbürlenmek, kendini büyük görmek, kabarmak
“Bana kızdığını hissediyorum. Göğsünü mısır tavuğu gibi öne doğru şişiriyor. Başını dimdik kaldırıyor:
-Kız beni istiyor.
Gülmekten kendimi güç tutuyorum.”
Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:65)
Göğsü tahta gibi : Yeniyetmelikte, yaşına rağmen göğüsleri gelişmeyip tahta gibi düz kalan genç kız
“LAURA : Şimdi de ne geldi aklına?
(AMANDA iki pudra pomponunu alıp, kızın göğsüne sıkıştırır.)
Ne yapıyorsun anne?
AMANDA : Bunlara ‘hovarda hilesi’ derler!
LAURA : İstemem!
AMANDA : İstersin, istersin
LAURA : Nedenmiş?
AMANDA : Çünkü, acı ama gerçek, göğsün tahta gibi.”
(T. Williams, “Sırça Hayvan Koleksiyonu”, sa:52)
Göğüs geçirmek : İçini çekmek, hüzünle derin nefes almak
“Augustine’in dalgınlaşmasına, evin bütün kurallarına boyun eğmekle birlikte, gidip bir saksı çiçekle
işaret koymak için odasına çıkmasına, göğüs geçirmesine ve dalıp dalıp gitmesine karşın hiç kimse, annesi bile,
işin farkında olmadı.”
(H. de Balzac, “Top Oynayan Kedi Mağazası”, sa:48)
“Şimdi, ağaçlar kuşlarla dolmuştu. Toprak gölgeye girmeden önce ağır ağır göğüs geçiriyordu. Az
sonra, ilk yıldızla birlikte, dünyanın sahnesine gece inecek. Günün parıl parıl tanrıları gündelik ölümlerine
dönecekler. Ama başka tanrılar gelecek. Ve daha koyu olmak için, harap yüzleri topraktan doğacak.”
(A. Camus, “Düğün-Tipasa’da Düğün”, sa:23)
“Lağımcı kafasını kaşıdı. Bu kemik çuvalını başparmağıyla işaret parmağı arasında ezerdi, ne var ki,
kendisine böyle yapması söylenmemişti. O yalnız söyleneni yapardı. ‘Gidip şefe sorayım,’ diye homurdandı,
ötekine arkasını döndü. Böylece veda etmek, konuşmaktan kolaydı. Kien göğüs geçirdi. Camlı kapı gıcırdadı.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:309)
“Meydanı çevreleyen kaldırımda göğüs geçirerek bir iki adım attı. Önce belediyenin, sonra kilisenin
saatı dokuzu çaldı. Uzaklarda köpekler havladı. Durdu, başını kaldırarak yıldızlara baktı.”
(J. Green, “Adrienne Mesurat”, sa:211)
“Gözlerini tekrar açtı. Feride, ağlaya ağlaya uyumuş çocuklar gibi ara sıra göğüs geçiriyor, gittikçe
ağırlaşan başını onun omzuna bırakıyordu.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:210)
“Teğmen Lukaş, göğüs geçirdi, Şivayk’ı yan odaya götürüp kapıyı kapattı, masaların arasında
voltalamaya başladı. Sonra birden durup Şvayk’a, ‘Kadın, senin domuzun teki olduğunu yazmış,’ dedi. ‘Ne halt
ettin, çok merak ediyorum.!’
‘Hiçbir şey yapmadım, komutanım. Kendisine son derece saygılı davrandım, ama o eve postu sermeye
kalktı. Sizden bu konuda bir emir almadığım için hanımefendiyi içeri bırakmadım. İnanır mısınız, babasının
evine döner gibi iki bavulla geldi hem de.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:197)
“Goldmund sustu ve göğüs geçirdi. İki dost, birbirlerine yaslanmış, dostluklarının yokedilmezliği
duygusu içinde üzgün, ama yine de mutlu oturuyorlardı. Derken yeniden konuşmaya başladı Goldmund:
‘Gözlerimin hiçbir şeyi göremeyecek kadar kör olduğuna ve benim her şeyden habersiz olduğuma
inanmamalısın. Hayır! Gitmeye can atıyorsam, böyle yapmam gerektiğini hissettiğim, bugün böyle eşsiz bir olay
yaşadığım içindir. Ama beni katıksız mutluluk ve hazların beklediğini de düşünüyor değilim. Öyle görüyorum
ki, çetin bir yolda yürüyeceğim.’ ”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:97)
“Tepenin sırtında diz çöktüm, uzandım yere, sonra yine fırlayıp kalktım, göğüs geçirdim, ayaklarımla
yeri dövdüm, şapkamı kaldırıp attım havaya, yüzümü otlara gömdüm, ağaçların gövdelerini sarsıp silktim,
ağladım, güldüm, hıçkırdım...”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:60)
“KAYNANA - Geç kızım geç sen bunları.
GENÇ KIZ - Düşünün bir, sapıyla yaprağıyla bir gül! (Göğüs geçirir.) Ayy! Hem de ipek.”
(F. Garcia Lorca, “Kanlı Düğün”, sa:17)
“Artmasını isteriz en güzel varlıkların
Güzelliğin gül yüzü solmasın diye asla.
Bir güzel, yaşlanıp da göçünce bugün yarın
Anısı yaşar yine körpercik yavrusuyla;”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneleri”, no:1, sa:43)
“Yaşlı kadın göğüs geçirdikten sonra:
-Elbette her şeyden önce kendi ruhunun kurtuluşunu düşünmelidir insan, dedi. Gördünüz işte, okuma
yazması olmadığı halde Pareyen Denısıç ne rahat can verdi. (Yakında ölen bir uşaktan söz ediyordu.) Allah
herkese öyle ölüm nasip eylesin.”
(L. Tolstoy, “Anna Carenina”, Cilt:I-II, sa:656)
“Derin derin göğüs geçirdi ve meşe ağacının dibine, yere attı kendini. Hareketlerinde bu sözcüğü hak
eden bir ateşlilik vardı. Bütün bu yaz kalımsızlığının altında, kendi altında yeryüzünün belkemiğini hissetmeye
bayılıyordu; çünkü ona göre meşe ağacının sert kökü buydu ya da imgeyi izlediğinden o üstüne bindiği iri bir
atın sırtıydı ya da yalpalayan bir geminin güvertesi.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:21)
Göğüs germek; Göğüslerini gere gere : Güçlüklere karşı koyup dayanmak; İftiharla, kendine güvenle
“Eğer Tolstoy karısını hemen bırakmış olsaydı, onun yaşamı için kaygı duymasaydı, ortak yaşamları
dayanılmaz olunca karısına hemen sırt çevirseydi -ki bunu yapmak için yeterince nedeni vardı-, o zaman
Tolstoy’u ciddiye almak gerekmeyecekti. Ama Tolstoy, kaldı ve çok yaşlı olmasına karşın, karısının şeytanca
tehditlerine göğüs gerdi.”
(E. Canetti, “Sözcüklerin Bilinci”, sa:135)
“Fakat bir şey içebilmesi de olası değildi; eğer hancı bir kamış kesip, bir ucunu ağzına yerleştirdikten
sonra, diğer ucundan şarap boşaltmayı akletmeseydi, bu işten cayması gerekecekti. Kahramanımız, başlığının
kurdelelerini kestirmektense, bütün bunlara çıt çıkarmadan göğüs geriyordu.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:21)
“SEVEN BİR KADIN -... Bizim sevgimiz birçok şeylere karşın yaşıyordu, onlara göğüs germek, ya beş
yıllık bir mutluluğu reddetmek, ya da birtakım tehlikeleri kabul etmek gerekiyordu. Aklımdan bile geçmezdi ki,
hayat, herşeyi yoluna koyacak. Ben, paha biçilmez bir mutluluğu çok pahalı ödüyorum...”
(J. Cocteau, “İnsan Sesi”, sa:12)
“O kadar hevesle beklediği, ama içten içe hiç istemediği şans, birdenbire yüzüne gülüyordu Maria’nın.
Bilinmeyen bir hayatın tehlikelerine ve zorluklarına nasıl göğüs gerecekti? Bütün alışkanlıklarını nasıl terk
edecekti? Neden Bakire Meryem bunca uzağa gitmesine karar vermişti?”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:34-5)
“Evet, beni dünyaya getiren, bana can veren varlığı dün kaybettim, Üstelik kollarımın arasında. Bilinci,
ölümden birkaç saat önce gitti. Sabah çağırdığım papazların dualarını dinlerken kendindeydi. Ölüme sessizce
göğüs geriyor ve ancak benim acım için üzülüyordu.”
(A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:27)
“AGNES - Fırtınalara göğüs germek, mücadele dolu bir hayat; bunlar nedir ki? kolay işler.”
(H. Ibsen, “Brand”, sa:120)
“Nasıl oluyor da, Rusya’da yaşamı boyunca kendini her şeyden önce bir proleter olarak gören bir
Yahudi, bir gün her şeyden önce Yahudi olduğunu kavramaya başlıyor? Hangi dinden olduğunu göğsünü gere
gere vurgulamak bir zamanlar uygunsuz olarak görülürken, nasıl oluyor da günümüzde, hem de aynı zamanda ve
ne çok ülkede doğal ve meşru kabul ediliyor?”
(A. Maalouf, “Ölümcül Kimlikler”, sa:75)
“Pazartesi akşamı kaçmışlardı, salıyı çarşambaya bağlayan gece sınırı geçmiş olmalıydılar. Şimdi,
dönüyorlardı, göğüslerini gere gere.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman.”, sa:9)
“Boris fırtınanın kendiliğinden yatışacağını ummuştu; ama şimdi yanıldığını ve fırtınaya göğüs germek
zorunda kaldığını anlıyordu.
-Ben seviyorum Fransızları, dedi. Şimdi savaşı kaybettiler, onun için herkes sırt çevirir onlara; ama
ben onların ilk safta nasıl vuruştuklarını gördüm ve sana yemin ederim ki mümkün olan her şeyi, ama her şeyi
yaptılar.”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:75)
“Ah, nasıl göğüs gersin yazın tatlı rüzgarı
Azgın günler dört yandan üstüne yürüdükçe,
Bozguna uğrattıkça yenilmez kayaları,
Çelik kapılar bile Zamanla çürüdükçe?”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneleri”, no:65, sa:171)
“Uşak da koridorda sessizce yürüyordu; etrafı dinler gibi idi. Hiç şüphesiz Julien odada, tedbirsizlik
edip hızlı yürümüştü. Uşak biraz sıkılarak uzaklaştı. Madame de Rénel, hiç gözü yılmadan Julien’in odasına
giirdi; uşakla karşılaştığını anlatınca Julien titredi. Madame de Rénal;
-Sen korkuyorsun, dedi; beni gözlerimi bile kırpmadan, dünyanın bütün tehlikelerine göğüs
gerebilirim.”
(Stendhal, “Kırmızı ve Siyah”, Cilt:I, sa:304)
“Sonuç ne? Durumumu değiştirmiş olmam ki, yalnızca yaldızlanmış olurum. Kendisinden daha
güçlülere kavuk sallayan, ezilmeye, hem işin kötüsü, hak ettiğini bile bile ezilmeye hep göğüs germek zorunda
küçük bir varlık olmaktan kurtulamam.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:80)
“Zavallı Manuela, yetim kız, tutsak, yeniden gebe kalmıştı. Bu, Ramiro’yu daha da huysuzlaştırmıştı.
Gertrudis de sonuca bağlıyordu:
-Ne olursa olsun, sen istedin bunun olmasını. Ve daha sonra Ramiro’yu bir köşeye çekiyor,
öncekinden daha güç olan bir duruma göğüs geren karısına gösterdiği bu katı yürekli ilgisizliği ayıplıyordu.”
(M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:93)
Göğüs göğüse : Teke tek, yumrukla, taşla, bıçakla, süngüyle savaşmak
“Bizim veletlerin de desteğiyle hızla atılan taşlar hedefleri bulunca daha üç dakika olmadan üç
düşmanın kafası yarıldı! Ama kan revan içinde kalmalarına karşın, göğüs göğüse gelmek amacıyla bu taş
yağmuru altında geçecek bir boşluk yakalamakta direndiler.”
(P. Istrati, “Nerrantsula”, sa: 62-3)
Göğüs illeti : Müzmin göğüs hastalığı, esas olarak verem; bronşit, kanser
“PHILOLACHES, kendi kendine : Hani yok mu, keşke bir göğüs illeti olsam da, şu kocakarının
boğazına yapışıversem! boğsam da insanın sevgilisini yoldan çıkarmaya kalkmak ne demekmiş öğretsem ona!”
(Terentius, “Hortlak”, sa:16)
Göğüslemek : Yüz yüze gelmek, taşımak, güçlüklere karşı koymak; bir yarışın sonunda ipi göğüslemek
Bk.: Göğüs Germek
“Adam çizmeye başladı, o çalıştıkça Maria giderek coşkusunu kaybetti, kendini anlamsız hissetmeye
başladı. Bu bara girdiğinde, nazik bir karar alma -para getiren bir mesleği terk etmek-, daha da zor bir savaşı
göğüsleme- memleketinde bir çiftliği idare etmek gibi- yateneğine sahip bir kadındı. Şimdi ise, içinde tekrar
güvende olmadığı izlenimi uyanmıştı, ki bir fahişenin bunu hissetmek gibi bir lüksü yoktu.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:96-7)
“Pennsylvania yolculuğunda Elizabeth Costello’ya oğlu John eşlik eder. John, Massachusetts’de bir
üniversitede fizik ve astronomi dersleri vererek yaşamını sürdürmektedir, ama bu yıl, birtakım özel nedenlerden
ötürü, çalışmaya ara vermiştir. Elizabeth’in durumu son zamanlarda biraz naziktir: Dünyanın yarısını katettiği bu
zorlu yolculuğu, oğlunun desteği olmaksızın göğüsleyebilecek güçte değildir.”
(J.M. Coetzee, “Romancının Romanı”, sa:10)
“Knecht doğrusu Kastalya için, Kastalya’da tarikat ve eğitim hizmetinde çalışmak için doğmuş, böyle
bir misyonla dünyaya gelmiş görünen şanslı kişilerden biridir. Entelektüel yaşamın sorunsallığı asla bilmediği
bir şey olmamışsa da, usa adanmış tüm yaşamlarda içkin trajikliği bireysel acı ve burukluklardan uzak biçimde
göğüslemeyi bilmiştir.”
(H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:43)
“... içlerinden her biri, özellikle dağların yüksek kesimlerinde yetişenleri, varolma ve büyüyüp gelişme
uğrunda suskun ve çetin bir savaş sürdürüyordu; rüzgar, yağmur ve kayalara karşı. Her birinin göğüslemek
zorunda olduğu kendi derdi, çilesi vardı..”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:7)
“Derken bu zevkperest Sidarta’nın, bu açgözlü Sidarta’nın da ölebilmesi için daha sonra bu berbat
yılları göğüslemesi, bu iğrençliğe, kof ve yitik bir yaşamın bu boşluk ve anlamsızlığına sonuna kadar, acı bir
umarsızlığa gelip dayanıncaya kadar katlanması gerekmişti.”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:118)
“Bu ‘Sosyal Matematik’, Condorcet’nin, daha sonra, İnsan Zekasındaki İlerlemeler Üstüne Tarihsel
bir Tablo Taslağı adlı eserinde açıklayacağı ilerleme anlayışının döl yatağıdır. Sosyal olayları, onların
rastlantıya bağlı hareketini, hesaplanabilir bir nesne haline getirince, bilginin toplumun örgütlenişine karışması
da mümkün kılınmış olur. Çoğu kez görmemezlikten de gelinse, ‘matematik an’ bu eserde bir temeldir; ve bu
matematik an, devrimci görevlerin ivediliğini göğüslemek için de yeterli bir temeldir. ‘Felsefi an,’ daha sonra
işin içine girecektir.”
(S. Tanilli, “Fransız Devrimi’nden Portreler”, sa:181)
Gökdelen : Yirminci yüzyılın göklere tırmanan yüksek katlı yapıları
“Paris-soir’da Paris’in yüreğin ve aşağılık fingirdek ruhunu hissetmek. Mimi’nin çatı katı gökdelen oldu
ama yüreği aynı kaldı.”
(A. Camus, “Defterler 1”, sa:164)
“Amerika Birleşik Devletleri Başkanı, ona elini uzatıyordu. Müstakbel karısı ise ona çeyizini
gösteriyordu. Fischerle, kadını kabul ediyordu. ‘Şebek Sarayı’na ait sipariş listeleri, bütün gökdelenlere asılmıştı.
Kredi anlaşması imzalanıyordu. Fischerle, genç yetenekler için bir okul açıyordu. Ama gençler küstahlık
ediyorlardı. Fischerle de onları kovuyordu.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:409)
“Uçakla Yeryüzü
-------------------Kocaman camilerden kiliselerden öte
Saraylardan gökdelenlerden evlerden
Gecekondulardan
Uzak
Bitkilerdir
Gerçek yurttaşlar”
(F. Hüsnü Dağlarca<1914-2008>, “Ötekinde Olmak-Oralarda”, sa:51)
“CRAIGSTONE’DAKİ
GÖKDELENLER
Direnir Craigstone’daki gökdelenler
bir deri bir kemik çıplak toprakta,
yıkanmış fırtına ve güneşle
ve bulut gölgeleleriyle durmadan
yuvarlanan”
(G.F. Dutton <d.1924>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.01.10)
“ ‘Tabii,’ dedi Bud. ‘Hiç duymadın mı? Yürürken gökdelenlerin en üst katına bakmaya çalışırsın. Uff,
ne manzara, ne manzara.’ ”
(O. Henry, “viski soda”, sa:135)
“Beni indirmek için arabayı durdurdular. Maria’yu öptüm.
‘Beni arar mısın?’
‘Olur. Hoşça kal.’
Araba ötekilerin arasında kayboldu ve caddede yürümeye koyuldum. Her şey değişiyordu. Geleneksel
güzel evler yok oluyordu. Sıraları geldiğinde son sisleri de dağıtacak olan yeni gökdelenlere yer açmak için
yıkılıyorlardı.”
(J.M. de Vasconcelos, “Güneşi Uyandıralım”, sa:251)
Gök delinmiş gibi yağmur yağmak :
Sağnak halinde, Bardaktan boşanırcasına yağmak
“Sanki bir tufandı. Gök delinmiş gibi fasılasız yağmurlar yapıyor ve bütün ordu Semlin’e doğru sel,
çamur, sis ve bora içinde ilerliyordu.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:94)
Gökkuşağı : Alaimisema, Alkım, Ebemkuşağı, Eleimsağma, Yağmurkuşağı
“KURBAN BAYRAMI (Ankara)
<Tempo Rubato, s:15-16>
Beyaz ve gri melekler
gökkuşağının renkleriyle bezenmiş güvercinler
gül renkli grupta uçuşurlar gökyüzünde.
Sonra bir işaret üzerine karır
arifenin sesleri
Ve kent yenik düşer uykuya.”
(Piera Bruno<1867-1942>-Süheyla Öncel; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 03.04.03)
“Uskumru Sergisi
---------------------Aldırmıyorlar öldüklerine
Ya da neredeyse donmuş olduklarına,
tıpkı büyük olasılıkla,
aldırmadıkları gibi yaşıyor olduklarına:
hepsi, hepsi hepsi için,
gökkuşaklı okul
ve hiçbir fiilin tekil olmadığı
ışıltılı sınıfları...”
(Mark Doty-Gökçen Ezber, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.08.02)
“ŞEHRİN, BU GECE YANGINI
---------------------------------------Gecende dinersin
Dökülen ekinlerin içinde
Ama gölgen çoğalan iki elinle okşar
Gökkuşağı altında seninle koku salar.
Sen gurbetin
İki tanımı
Bu gurbetin üstüne kırılan
Duvardan sonra ve
Gidiş tamamlandıktan sonra bekleyen.”
(Cumana Haddat<d.1970>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.12.07)
“RIVER ROBERT
---------------------biz burada huzur içindeyiz
kayalıklar, fundalıklar boyunca
yapayalnız bir gökkuşağı sütunu
yükseliyor yeryüzünden, beklentilerle,
avuntularla yüklü”
(Seitlhamo Motsapi<d.1966>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 05.10.06)
“O akşam kendimi Tanrı olarak görüyordum. Dünyayı ben yaratmıştım ve işe bakın ki, bu dünya
iyilikle, doğrulukla dopdoluydu. Bir insanı yeniden yaratmıştım, alnı yeni doğan gün gibi parlıyor, gözleri
mutluluktan gökkuşağının renklerini yansıtıyordu.”
(S. Zweig, “Sabırsız Yürek”, sa:395)
Göklerde yaşamak : Çoktan vefat edip yükseklerde (Cennette) yaşamak
“Hakemden Evlampiya Martinovna’nın ne olduğunu sordum. ‘Bildiğime göre evden ayrıldıktan sonra,
ondan hiçbir haber alamadı; belki de çoktan beri göklerde yaşıyordur,’ dedi. Hakemimiz böyle söyledi, ama ben
Evlampiya’yı gördüğüme yüzde yüz eminim. Nasıl, ne zaman gördüğümü şimdi anlatacağım.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:104-5)
Göklere çıkarmak, uçmak : Gereğinden fazla abartmak, methetmek, yüceltmek
“-Memleketinize hiç yolum düşmedi, diye yanıtladım. Fakat Avrupa’nın içinde insan oturan neresi
vardır ki adı ta oralara kadar yayılmış olmasın? Soyunuz saldığı ünle senyörlerini ve ülkesini o kerte göklere
çıkarıyor ki, oraya ayak basmadan da herkes böyle olduğunu biliyor.”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:II, ‘Araf’, sa:65)
“Diktatör yaptılar piç kurusu Pittakos’u
şu şanssız, ödlek kentin başına
şimdi göklere çıkarıyorlar onu halkın önünde”
(Alkaios, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:135)
“Idaho’nun şiir kitabından ne yarar sağladığını bilemeyeceğim. Ama ağzını ne zaman açsa şarap
tüccarını hemen göklere çıkarırdı. Hoş bu laflara benim kulak astığım yoktu.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:64-5)
“Yüzyıllar boyu her yerde olduğunca, burada da ‘Gerçek bir kurtuluş’ arayan kalabalıklar, önceleri ceza
evi duvarları içinde ‘Aradığını bulmuş’casına ona dört elle sarılmış, pireyi deve yaparak onu göklere çıkarmış,
sonraları bu tevatür ve hayal gücü, ceza evi duvarlarını aşarak şehre yayılmaya başlamıştı.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:155)
“Önsözünü Meksikalı José Vasconcelos’un kaleme aldığı, iki ayda bir yeni baskısı çıkan ‘Ahlak
Üzerine Düşünceler’ kitabı okullarda zorunlu kitap olarak okutulmuyor muydu? ‘Yalancı Arkadaşlık’ otuz bir
yıllık Trujillo Dönemi’nin en önemli tiyatro olayı olmamış mıydı? Eleştirmenler, gazeteciler, profesörler,
papazlar, aydınlar göklere çıkarmamışlar mıydı bu oyunu?”
(M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:27)
“Uzun hastalığım süresinde yaşamaya giden yolu öğrenmiştim. Düşlerin yararlı olduğunu biliyor, onları
göklere çıkarıyordum. Hala da aynı türden yazılar yazmaktayım, temiz, canlı, iyimser ve yaşama yönelmiş
yazılar. Oysa eleştirmeciler bende olağanüstü bir canlılık bulunduğunu ve kendilerine savaş açtığım kuruntular
ve aldanışlar tarafından aldatıldığımı ısrarla söyler dururlar.”
(J. London, “İntihar”, sa:200-1)
“Ardından da, Fabrice kendini pek halsiz hissettiğinden, başçavuş ona bir çanak dolusu sıcak şarap
getirdi, oturup onunla bir süre sohbet etti. Bu söyleşinin içine katılan birkaç övgü sözcüğü kahramanımızın
göklere uçmasına yetti de arttı bile.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:91)
“Suvenir, büsbütün ölçüyü kaçırdı:
-Çırılçıplaksınız, ama hala böbürlenmeyi bırakmıyorsunuz. Söyleyin bakalım, nerede şimdi o göklere
çıkardığınız ocağınız? Hep ‘Benim ocağım var, senin yok,’ der dururdun. ‘Bu benim aile ocağım,’ derdin.
(Suvenir nerden de bu ocak sözünü çıkardı.)”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:84)
“ ‘Her sınıf, kendi yaşamları açısından bir zorunluluk olmayan erdemlerin üstüne atıp tutacaktı.
Zenginler tutumluluğun değerinden dem vuracak, tembeller emeğin yüceliğini delip göklere çıkaracaklardı’ ”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:22)
Gökleri çınlatmak : Bangır bangır tiz sesle haykırmak
“Yaz gelsin, şu evi kırmızı, mavi, beyaza rengarenk bir boyatayım da gör. Bakalım o zaman ne
yapacaksın, dedikten sonra kitaplık odasının kapısına gitti ve bir zamanlar Kansas ovalarında gökleri çınlatan
sesiyle:
-Mike, diye bağırdı.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:139)
Göklerin hakimi : Tanrı’nın niteliklerinden biri
“FAUST -... Ben burada çok defa, ibadet ve diyet acıları içinde, yalnız başıma oturup düşüncelere
dalardım. Ümitlerim bol ve imanım kuvvetli olduğu halde, göz yaşları dökerek, içimi çekerek ve ellerimi
uğuşturarak, göklerin Hakiminden, o veba’ya bir son vermeyi sağlamasını düşünürdüm.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:52)
Gökte ararken yerde bulmak : Beklenmedik bir şekilde anide karşılaşmak
“Yüzü buruştu. Ebanımla filan az yatıp yuvarlanmamışlardı. Üstelik sülüğe benzeyen ‘Kenef Karı’nın
ona nasıl tutuluverdiğini de unutmamıştı. Şimdi gene herhalde, ‘Vay Semacığım! Gökte ararken yerde buldum
seni’ diye sarılacak, ebanıma götürecekti.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:137-8)
Gökten düşmek; Gökten düşer, düşmüş gibi; Gökten inivermek : Anide, beklenmedik, nerden geldiği belli
olmayan
“Gaddar Louis, gökten düşer gibi apansızın çıkıp gelmişti, Klingsor’un eski dostu, göçebe Louis, sağı
solu belli olmayan, bir tren vagonunda yatıp kalkan ve bütün atölyesini sırt çantasında taşıyan Louis. Aramakla
bulunmayacak saatler damla damla gökten döküldü aşağı, eli yüzü düzgün rüzgarlar esti. Birlikte resimler
yaptılar Seytin Dağı’nda ve Cartago’da.”
(H. Hesse, “Klingsor’un Son Yazı”, sa:154)
“Yeniden sakinleşti, ‘bu senin uydurduğun bir şey kesinlikle’ dedi. ‘Ya da şiirsel bir imge diyelim
istersen. Ama yabana atılacak bir şey değil. Bugün kurda benzemiyorsun ama geçen gün sanki gökten düşmüş
gibi ansızın içeri girdiğinde hayvana benzer bir halin vardı, özellikle dikkatimi çekti.’ ”
(H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:111)
“Baron Hubert gökten düşmüş gibi zengin yurtluğu ve Kurland’daki bağımsız mülkün yarısını elden
alan delikanlıya, güç tuttuğu ama gözlerinde ışıl ışıl yanan bir öfkeyle baktı...”
(E.T.A. Hoffmann, “Uğursuz Miras”, sa:105)
“Bir keresinde bu yatak öykülerinin başıboş hayatımın sefil yanlarını anlatacak bir kitap için iyi bir
malzeme olacağı gelmişti aklıma, kitabın adı da gökten inivermişti sanki: Benim Hüzünlü Orospularım.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:18)
“1960’tan sonra, şehrin nüfusu katlanarak artıp arsa fiyatları hızla yükselince, birkaç kuşaktan beri
İstanbul’da yaşayan ve şehirde bir miktar arazi edinmeyi başarmış herkesi, birden gökten düşer gibi inen bu
paralar şaşırttı.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:185)
“‘Pekala,’ diyor Brunet, ‘anlatayım. Papazı dinledin, değil mi? Bu adam buraya gökten düşmedi
herhalde: Bir aya kalmaz her yanda bunun gibi sürüyle adam bulacaksın.’ ”
(J.-P. Sartre, Yıkılış”, sa:306)
Gökten yere inmiş : Melek gibi huylu suylu, içi iyilik dolu kimse
“Yüzü, ancak on dördüncü yüzyıl ressamlarından birinin hayal edebileceği bir İsa’ya benzerdi.
İnsanlara kardeşlik ve iyilik yapmak için gökten yere inmiş bir hali vardı. Ruhu, on yedinci yüzyılda yaşardı.
Kendisi İkinci Abdülhamid’in sarayında görevliydi. İkinci Mabeyinciydi <Halkla ilişkiler elemanı>.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:181)
Gökten zem(n)bille iner (inmiş) gibi : Sanki Tanrının diğer insanlarından çok ayrıcalıklı birisi imiş gibi
talihinin çok yaver gitmesi; Çok aniden, beklenmedik bir hızla
“Fransa’nın kendimi en çok evimde hissettiğim yöresi, bir süreliğine ikinci ikametgahımın da olduğu
Languedoc. Languedoc’un, <la belle France- güzel Fransa>ın en sevimli yüzü olmadığı kesin. İç kesimlerinde
iklim serttir - yazın boğucu sıcak, kışın dondurucu. Gökten zembille düştüğüm köy alelade, yerlileri soğuktu.”
(J.M. Coetzee, “Kötü Bir Yılın Güncesi”, sa:195)
“En yüce idealler uğruna kendimizi feda etmeye hazırız, evet feda etmeye… Yalnız bunların elimize
zahmetsizce, gökten zembille iner gibi geçmesi şarttır, bedavadan, tamamen karşılıksız olarak.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:232)
“Casus için bu, gökten zembille inmiş gibi bir şeydi, asıl niyetinin açığa çıkmamış olmasının ötesinde,
gözetlemesi gereken kişiyi, koluna girip izlemeye devam edebilirdi. Baudolino Trotti’nin söylediği çalılığa
ulaştı. Numara yapmak zorunda kalmadı, çünkü sınır taşını bulmak için gerçekten her tarafı yoklamsı
gerekiyordu.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:194)
“Jean Valjean, sokakların polisle dolu olduğunu, nöbetçilerin sokak başlarını tuttuklarını, ellerin
kendisini yakalamak için uzandığını hayalinde canlandırdı. Belki de Javert köşebaşında, onun çıkmasını
bekliyordu. Jean Valjean:
‘Çıkmam imkansız, Fauchlevent. Gökten zembille indiğimi kabul edelim,’ dedi.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:II, sa:360-1)
“Partilerinin, gölgesinden korkan pısırık il başkanını ıstıfa zorunda bırakan bu, adeta gökten zenbille
inme adam, haftalardan beri durmak oturmak bilmeden, yorgunluk nedir tanımadan havaliyi köy köy dolaşıyor,
o, güneşten toprak rengini almış, uyuşuk köylüleri bile yediden yetmişe şahlandırıp ayağa kaldırıyordu.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:239-40)
“ ‘Bokböceği baklaları’ o çekmece içinde duruyordu işte. Kafamdan uçup gitmişti. Ne yazık ki, çok
sonra ortaya çıkacaktı. Bu arada, Clarence’ın gelişi -daha doğrusu gökten zembille inişi- var.”
(A. Maalouf, “Béatrice’ten Sonra Birinci Yüzyıl”, sa:19)
“Ama artık paramızın sonunda geldik. Öyle diyor annem. ‘Dibe vurduk Bambim. Başka çaremiz yok. O
boktan yere gidip satacağız o arsayı. Hem çok değer kazanmıştır artık. Bizi bir kaç yıl geçindirecek para, bak
işte, gökten zembille geldi. Yine tabii anneannenin zembiliyle.’ ”
(P. Mağden, “Biz kimden kaçıyorduk Anne?”, sa:150)
“Beni rahatlatan şey, hiç beklemediğim bir sırada gökten zembille indi sanki. Tıklım tıklım dolu Loma
Fresca otobüsünde, bindiğini görmediğim ve yanımdaki koltukta oturan bir kadın kulağıma şöyle fısıldadı: ‘Hala
düzüşüyor musun?’ ”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:94)
Gök yarılmışcana : Gök sanki yarılmış gibi çok şiddetli yağmur yağmak, fırtına kopmak
“Kuzey batısı birden karıştı, karardı, soğuk yeller esti, arkasından bir şimşek, bir yıldırımlar, bir
gökgürültüleri, kıyamet koptu. Gök yarılmışcana, bir yağmur başladı ki amanallah, böyle yağmur görülmüş
değil, şap şap toprağı dövüyor dalgalarca gelen yağmur.”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:180)
Gölge :
(PSYCH.) Jung Psikolojisine göre, kişisel bilinçdışımızda bulunan diğer kişiliğimiz
“Jung, bizim kişisel bilinçdışında bulunan diğer yüzümüzü gölge olarak adlandırmaktadır. Gölge,
içimizdeki, engellediğimiz her şeyi yapmak isteyen, olamayacağımız bir şey olan, Dr. Jekyll’imize karşın Mr.
Hyde’ı temsil eden aşağılık varlıktır. Bir duygunun etkisine kapıldığımızda ya da bir öfke nöbetinde ‘kendimde
değildim’ ya da ‘gerçekten bana ne oldu bilmiyorum’ diye kendimizi bağışlanır göstermeye çalışırken bu
yabancı kişilikle uzaklardan tanışmaktayızdır.
Gölge, rüyalarda aşağılık ya da çok ilkel bir insan biçiminde, hoşa gitmeyen niteliklere sahip ya da
hoşlanmadığımız birisi olarak ortaya çıkmaktadır.
Gölge, kişisel bilinçdışıdır. Toplumsal standartlara ve bizim ideal kişiliğimize uymayan tüm vahşi
istekler ve duygulardır. Utanç duyduğumuz ve kendi hakkımızda bilmek istemediğimiz her şeydir. Görüldüğü
gibi, içinde yaşadığımız toplum ne kadar dar ve kısıtlayıcı olursa, gölgemiz de o kadar geniş olacaktır.
İnsanların bunalımlar içinde başvurdukları bir doktor olarak Jung, gölgeyi tamamen bastırmaya
çalışmak kadar, onu yadsımanın da yararsız olduğunu görmüştür. Kişi bu karanlık yönüyle bir arada yaşamanın
kendine göre bir yolunu bulmak zorundadır...... Olduğumuzdan daha iyi ve yüce insanlar olarak yaşamaya
çalışmak bizi aşırı derecede ikiyüzlülüğe ve sahtekarlığa götürür. Ayrıca üzerimize öylesine bir gerilim yükler
ki, çok daha kötü durumlara düşer ve çöküntüye uğrarız. Yüksek erdem sahibi kimselerim titizliği ve
bağışlamazlığı iyi bilinir. Günlük gazetelerde sergilendiği gibi çok saygıdeğer bir vatandaşın cinsel yaşantısı
bazen şaşırtıcı olmaktadır; cinayet olayları hiç umulmadık çevrelerde ortaya çıkmaktadır.....Bir şeyle yüzyüze
gelinip öğrenildiğinde hiç olmazsa onu değiştirme olanağının bulunduğu gerçeği rahatlatıcıdır. Öte yanda,
bilinçdışında hiçbir şey değişmez. Başka birini öldürmeye yeltenen bir insan, eğer daha önceden bu şiddet
duygusunu tanımış olsaydı, bu duygularla mücadele etmek ya da onları kışkırtan durumu değiştirmeye çalışmak
fırsatına sahip olabilirdi.”
(Frieda Frodham, “Jung Psikolojisi”, sa:61-63)
Gölge; Gölgesinde yaşamak; Gölgesini getirmek; Gölgesi olmak : Birinin yanından ayrılmayan kişi; Onun
koruması altında hareket etmek, yaşamak; Onun manevi varlığından yararlanmak
“-Moskova’ya gidip geldikten sonra çok değişti Anna, diyordu. Tuhaf bir hal geldi üzerine.
Elçinin karısı:
-Ondaki değişiklik, beraberinde Aleksey Vronski’nin gölgesini getirmesidir, dedi.
-Öyle ya... Grimm’in bir masalı vardır: Gölgesiz adam, gölgeden yoksun bırakılan adam... Ama ona bu
ceza bir suçuna karşılık verilmiştir. Doğrusu, bunun ne biçimde bir ceza olduğunu hiç bir zaman
anlayamamışımdır. Ne var ki, bir kadının gölgesiz olması hiç de hoş bir şey olmasa gerek.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, sa:261)
Gölgede bırakmak : Bir diğerinden beceri, başarı ya da güzellikte ileri olmak
“Bütün diller konuşuluyordu. Ruslar, İsviçreli ve biz üç Fransız ve az kalsın unutacağım bir Belçikalı
yüzünden özellikle Fransızca konuşuluyordu. Masadakilerin tamamı sıcak kanlı kişilerdi; ama Robert’in
soyluluğu tümünü gölgede bırakıyordu.”
(A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:21)
“Tizian’ın bir resmi karşısında hayranlığım büsbütün arttı. Bu resim, şimdiye kadar gördüklerimin
hepsini gölgede bırakıyor.”
(J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:I, sa:185)
“Orada otuz bin frank gelirli birçok genç göreceksin ve Lamiel’ciğim, cebinde meşrutiyet yandaşlarının
yirmi bir oyu bulunan senin o çirkin Monsieur de Tourte’unu gölgede bırakacak nicelerinin gönlünü çelersin sen
orada.”
(Stendhal, “Lamiel” Cilt:II, sa:84)
Gölgede dolaşmak : Ön planda gözükmemek, ikinci planda kalarak göze çarpmamak, emin oynamak
“İhtilal alevinin aydınlığında, Napoléon’un efsanelere özgü parıltısında onun görünüşe göre pek
alçakgönüllü ve ikinci planda, ama gerçekte işi başından aşkın ve çağına ağır basan varlığını fark edebilmek için
tarihe derinlemesine bakmak gerekir. Ömrü boyunca hep gölgede dolaşır, ama üç kuşağı da yolda bırakır.”
(S. Zweig, “Fouché”, sa:19)
Gölge düşürmek : Lekelemek, değerinden düşürmek, şüphe uyandırmak
“Yavuz Sultan Selim’den başlayarak halifeliği de üstlenen Osmanlı padişahları, atadıkları
Şeyhülislamların elinden istedikleri fetvaları aşmakla ve böylece bütün yapıp ettiklerini kendince dini
gerekçelere dayandırmakla, aslında Müslümanlığa yüzyıllar boyunca gölge düşürmüşlerdir.”
(A. Cemal, “Şeref Bey Artık Burada Yaşamıyor”, sa:88)
“ ‘-... Yargıç yetkisi dışına çıkamaz. Ancak önemsiz işlere bakar!’ demesin mi? Onun böyle söylediğini
herkes duydu. ‘Bu sözlerinle devletin saygınlığına gölge düşürüyorsun. Hele benimle alay etmeye kalkışma
sakın! Ayağını denk al! Sonrasına karışmam ha!’ diye üzerine yürüdüm.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:120)
“Bunun için sadece anılarımı yazacağım. Parça parça olan yerlerini birleşt,irerek bütünlüğünü sağlamak
için herhngi bir hileye başvurmayacağım. Çünkü metni düzeltme adına göstereceğim çaba, yazmaktan alacağım
son zevke gölge düşürebilir.”
(A. Gide, “Dar Kapı”, sa:7)
“Knecht’in arkadaşlarının kafaları da benzeri hayaller ve beklentilerle doluydu. Josef’in sevincine gölge
düşüren tek bir düşünce vardı, o da belki kendisinin bu büyük adamla yüz yüze gelecek, bu uzman kişinin
önünde yapacağı müzikle ve sorularına vereceği yanıtlarla gülünç duruma düşüp, yerin dibine geçecek
oluşuydu.”
(H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:47)
“Makinenin işleyişine gölge düşüren hiçbir uyumsuz ses çıkmazdı. Bazı kişiler seyretmeyi bile bırakır,
gözleri kapalı, kumların üzerine uzanırdı; çünkü herkes bilirdi ki, adalet yerine getirilmektedir.”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:49)
“Her blokun üstünde -hangi taşocağından çıkarılmıştı kimbilir?- sanki anlamsız çocuksu ellerin
kargacık burgacık çiziktirmeleri, daha doğrusu, ilkel dağ adamlarının belki insanı kızdırmak, belki tapınağın
kutsallığına gölge düşürmek, belki de tamamen yok etmek için, belli ki çok keskin aletlerle tapınaktan daha çok
dayanacak bir sonsuzluk amacını güderek her taşın üzerine oyduğu yazılar vardı.”
(F. Kafka, “mavi oktav defterleri”, sa:82-3)
“Neden böyle yaratılmıştı acaba? Ama o da acı çekmişti. Oyunun sürdüğü üç korkunç saat boyunca
kimbilir kaç yüzyıllık ıstırap, sonsuzluklar dolusu işkence yaşamıştı. Kendi hayatı onunkine bedeldi. Kendisi
Sibyl’i bir süreliğine yaraladıysa, Sibyl de onun yaşantısına bir an için gölge düşürmüştü ya. Zaten kadınlar çile
çekmeye erkeklerden daha yakındılar. Duygularıyla beslenirdi onlar. Salt duygularını düşünürlerdi. El altında
biri olsun, karşılıklı bir şeyler yaşayabilsinler diye sevgili edinirlerdi.”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:107)
“Gerçek bir sanat, Dostoyevski’nin devirmiş olduğu küçük putları yeniden dikemeyeceği gibi, romanı
yeniden toplumun ve duyguların dar çerçevesine sokamaz ve Dostoyevski’nin aydınlatmış olduğu o esrarlı ruh
hallerine, bir duygudan başka bir duyguya geçişi ifade eden ruh hallerine gölge düşüremez.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:II, ‘Dostoyeveski’, sa:191)
Gölge gibi; Gölge gibi peşine takılmak : Sessizce, hafiften; Kolayca aylasına, çekimine girip peşini
bırakmamak
“Salona girip isteksizce günlük gazeteye laf olsun diye bir göz atmak üzere iken, Elmira, zayıf bir sesle,
gölge gibi belirdi: ‘Profesör’, dedi, ‘bu gece için hanımın vücudunu mezarlığa alıyorlar. Onu kiliseye kabul
etmeyeceklermiş.’ Ve sessizce uzaklaştı.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Yağmur Fırtınası”, sa:95)
“Prenses Myahkaya hemen ona döndü:
-Evet, evet öyle. Ama şunu söyleyeyim ki, Anna’ya toz konduramazsınız ben buradayken. Çok tatlı,
sevimlidir o. Herkes ona aşıksa, gölge gibi peşine takılıyorsa, onun günahı ne?”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:263)
Gölge katmak : Biraz kuşku yaratmak, üzüntü eklemek
“Düşüncesini seven bir insan için, yeni bir ülke görmenin bahşettiği taze hayatla, hiçbir şeyi
kıyaslamanın mümkünü yok. Yine aynı insan kalmama karşın, kendimi, iklimlerine kadar değişmiş
hissediyorum. Şimdilik burada kesiyorum. Gelecek mektubumu tümüyle kötü olaylara, katil, deprem ve felaket
haberleriyle dolduracağım. Size çizdiğim resimlere böylece biraz da gölge katılsın.”
(J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:I, sa:213)
Gölgesi altında : Onu paravan gibi kullanarak; himayesi, koruması altında, ikincil; Korku içinde
“Escobar, -en büyük hayali olan- Gaviria’nın kendisiyle görüşmek üzere bir temsilci atamasının asla
mümkün olamayacağını anlamış olmalıydı ki, Kurucu Meclisin, ister pişman olmuş uyuşturucu kaçakçısı olarak,
ister herhangi silahlı bir grubun gölgesl altında, kendisini affetmesi umuduna bel bağlamıştı.”
(G.G. Marquez, “Bir Kaçırılma Öyküsü”, sa:181)
“Ginny bana bütün yaptıklarını anlattı. Üç ay düzenli bir işte çalışmıştı. Kontrolünde olmayan bazı
koşullar yüzünden işten çıkarılana dek haftada kırk saat çalışıyordu. Karl’la birlikte yaşamaya devam ediyordu
ve araları iyiydi. Artık onun aniden çekip gitmesinin gölgesinde yaşamıyordu. Ara sıra birlikte Güney
Amerika’ya gitmekten söz ediyorlardı ama Ginny Birleşik Devletler’den ayrılmak istemiyordu.”
(I. Yalom, “Her Gün Biraz Daha Yakın”, sa:155)
Gölgesi bile bulunmamak : Durumun olumsuzluğunu belirten ciddi ihtarlar: yokluğa geliyorsunuz, hazır
olun!
“İçeri kapattılar bizi. Hepimiz burada öleceğiz. Buna hakları yok. Bize söz verdikleri doktorlar
nerede.Yetkililer bize doktor vereceklerini, yardım edeceklerini, hatta bizi sağlığımıza bütünüyle
kavuşturacaklarını söylemişlerdi.....Bir doktor yalnızca ellerini kullanmaz, hastalarını ilaçla, yatıştırıcılarla,
kimyasal bileşiklerle, şu ya da bu bileşiği birlikte kullanarak iyileştirir, oysa burada bu söylenenlerin gölgesi bile
bulunmadığı gibi, bunları sağlama konusunda en küçük bir umut dahi yoktu.”
(J. Saramago, “Körlük”, sa:66)
Gölgesini bile çiğnetmemek : Dokunulmazlığı olan, kendisine kimsenin dokunamayacağına inanan kimse
“... O hükümet olacak Hükümet benim hukukumu müdafaa etmezse... Ben, ben, ben kendi hukukumu
müdafaa eylemeyi çok iyi, çok güzel bilirim. Ben gölgemi bile adama çiğnetmem.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:284)
Gölgesi peşinden seyirten şeytan gibi : Kötü niyetli kişilerin benzer niyet sahiplerini yakından izlediği gibi
“BANCO -... (MACBETT’in kemerini göstererek) Güzel bir hançer var belinizde.
MACBETT - O armağan etti bana. Biliyor musunuz, sizinle karşılaşıp konuşabildiğim için çok
mutluyum. Ne zamandır birbirimizin peşinde koşuşturup duruyoruz, kuyruğu peşi sıra dolaşan itler gibi, ya da
gölgesi peşinden seyirten şeytan gibi.”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Macbett’, sa:301)
Gölgeye karışmak : Yok olmak, mahvolmak, ortadan kaybolmak
“Kendilerine bir de ‘devrimci’ sıfatını takıp o gençlerin önüne düştüler. Sonra, uçurum kenarlarının
boşluklarına varıldığında: ‘İleri!’ komutlarını verip gölgelere karıştılar.”
(A. Cemal, “Okuyan Gençliğe Mektuplar”, sa:11)
Gömleğini bile satmak : İflas etmek; son meteliğine, iç gömleğine kalmak
“RIDOLFO - Allah aşkına, o zavallı sinyor Eugenio’yu masadan kaldırınız.
PANDOLFO - İsterse gömleğini bile satsın, umurumda değil (dükkana doğru yürür).”
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:9)
Gömüt : Mezar
“Rima LXVI
<Gustavo Adolfo Bésquer’e (1836-1870) nazire>
-------------Nereye mi gidiyorum?
bozkırları geçin, geçin
dinmeyen karlarla, ardı kesilmeyen
karakaygılı sislerle kaplı koyakları.
İşte orada dikilmiş bir başına
üstü yazısız bir taş göreceksiniz,
unutuşun yerleştiği o yerde
olacak gömütüm benim.”
(Luis Cernuda Bidon<1902-1963>-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
18.07.02)
Gön : İşlenmiş ya da işlenmemiş hayvan (manda) derisi
“VAPUR
Vapur değil be, çarıkmış bu, manda gönünden,
Teper ha babam teper
paralanmaz
teper taşlı yolları.
Bir vapur geçer Varna önünden,
uy Karadenizin gümüş telleri,
bir vapur geçer Boğaza doğru,
Nazım usulcacık okşar vapuru
yanar elleri...”
(N. Hikmet Ran, “Yeni Şiirler”, sa:80)
Gönenmek : Sevinç, kıvanç duymak; mutlu olmak, iftihar etmek
“Çeşit çeşit yavru kuşlar bahçede yem arıyorlardı. Julien bir kamışın içine bezelye doldurmayı düşündü.
Bir ağaçta cıvıltı işitince usulcacık yaklaşıyor, çubuğunu kaldırıyor, yanaklarını şişiriyor, üflüyordu. Bunun
üzerine, hayvancıklar sapır sapır omuzlarına dökülüyor, o ise yaptığı muziplikten pek gönenmiş, katıla katıla
gülüyordu.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Konuksever Ermiş Julien’in Efsanesi”, sa:57)
“Göneniyordum seninle
Bir tek kız olsun yoktur
seninle boy ölçüşecek
Gelecekte doğacak
kızlar içinde bile”
(Sappho<İ.Ö.610-580>, “nedir gene deli gönlünü çelen”, sa:75)
Gönlü bol : Herkese kolayca gönül verecek kimse
“Günde yüze yakın başvuru oluyordu. Ülkede, çekici bir dulla evlenip parasını kullanmak sıkıntısına
katlanacak bu kadar çok meteliksiz fakat gönlü bol insan olduğunu bilmiyordum doğrusu!”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:15-6)
Gönlü elvermek : Gönlü razı olmak
“Yapmaya kalktım bunu! Ama kimse para ödemiyor. Hem ben de çok budalayım. Hayvanları
salıvermeye gönlüm elvermiyor. Eninde sonunda, bu olanlar onların suçu değil.”
(J.M. de Vasconcelos, “Yaban Muzu”, sa:99)
Gönlü kararmak : Kendini iyi hissetmemek, deprese olmak, canı sıkılmak, mutlu olmamak
“ ‘İçersiniz Luis’ciğim, içersiniz. Beni kırmayın ne olur... yalnız içince insanın gönlü kararıyor,
buyrun.’ Bardağı doldurup kadına uzattı. Kadın bir an duraksadıktan sonra bardağı aldı. ‘Pekala, bana göre hava
hoş, ama burada kalmayacaksınız değil mi?’ ”
(E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:77-8)
Gönlümün balı, can kuşumun dalı : Eski Çağların sosyetik kortizanlıklarından bir deyim
“DELPHIUM, Callidamates’i tutar - Dur hele, düşeceksin!
CALLIDAMATES - Ah! benim gönlümün balı, can kuşumun dalı! yavrunum ben senin”
(Terentius, “Hortlak”, sa:23)
Gönlünce kalmak, olmak : İstediği gibi olmak
“Körsün, sağırsın, bir ölüsün sen artık, çığlıklarımı işitmiyorsun! Sana nasıl bir cennet bağışlayacağımı
anlayamadın. Cennet benim içimdeydi, onu senin önüne serecektim. Madem beni sevmeyecekmişsin, sevmesen
de olurdu, bundan ne çıkardı ki? Her şey gönlünce, istediğin gibi kalırdı.”
(F. Dostoyevski, “Beyaz Geceler-Uysal Kız”, sa:144)
Gönlünde a(r)slan yatmak : Birini sevmek, birine gönül vermek; hala gerçekleşebilecek rüyaları olmak
“Kaputunun düğmelerini bile emir eri iliklerdi. Beni bağışlayın, bu tiride dönmüş adamın tek bir düşü
vardı, o da general olmak. Yaşlı, çökmüş, bir ayağı çukurda ama gönlünde ne aslanlar yatıyor.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:45)
“O yılların aile belgelerini okurken, ilerde dedem olacak bu genç adamın tek amacının, yalnızca
diploma ve bilgi biriktirmek olmadığını da keşfediyorum. Başka bir aslan daha yatıyor gönlünde: Günün
birinde, buraları bırakıp uzak ülkelere gitmeyi düşlüyordu.”
(A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:60)
“Mrs. HUSHABYE - Haa, şimdi anlaşıldı. Söyle bakalım, kimmiş gönlünde yatan arslan? Mutlaka
hayatında bir erkek var diyordum. Yoksa Mangan yüzünden bu kadar üzülür müydün? Onunla evleneceğin için
eteklerin zil çalardı.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:26)
Gönlünden kopmak : Canının, gönlünün istediği, içinden geldiği kadar
“ARABACI - Sizin hesabınıza ben utanıyorum. Ta Napoli’den Venedik’e kadar bahşiş diye bir
zekkino veriyorsunuz. İnsaf da yok sizde.
LELIO - Bahşiş vermek bir nezaket gösterisidir. Bir mecburiyet değildir. Gönlümden o kadar koptu,
Öp de başına koy.”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:56)
“Köy halkı bu heybe boşaldıkça içine somun, sucuk şeker korlarmış. Yalnız Efe’nin kaza içinde belki
elli dalda heybesi varmış. Kimseye ağırlık olmaz, kimseyi sıkıştırmaz, iyilikten başka birşey yapmaz, herkesin
gönlünden kopanla geçinirmiş.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:249)
Gönlüne girmek : Birinin kalbine sahip olmak, dostluğunu kazanmak
“Sanfins’se, kamburunu unuttuğu zamanlar, bir salon dolusu insanı eğlendirmesini ve bir şato
sahibesinin gönlüne girmesini bilirdi. Avranches Bölgesi’nde çok şato vardır ve buralarda, hükümete karşın,
insanlar patlarlar sıkıntıdan”.
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:51)
Gönlünü almak : Kazaya ya da felakete uğramış birini teselli etmek, kişisel olarak biriyle arayı yapmak
Bk.: Gönlünü etmek; Gönül almak
“Iraza da çıktı:
‘Ne oluyorsunuz?’ dedi.
‘Bak teyze!’ dedi Mustafa. ‘Şu hali bir de sen gör Allahı seversen!’
Irazca baktı, güldü: ‘Bizim gönlümüzü alıyorlar göya!’ dedi. ‘Biz anlamıyor muyuz sanıyorlar acaba?’
”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:242)
“El, kol hareketleriyle yatıştırmaya çalıştım onu, geri gitmesini istedim. Trafiği aksatmadan arabamı
park edip, aşağıya inmek, adamın gönlünü alıp işi tatlıya bağlamak istiyordum.”
(D. Fo, “Marino Serbest!, Marino Masum!”, sa:31)
“DOTTORE, kendi kendine. - Gönlünü almalı. (Ottavio’ya.) Sinyor Ottavio, size yeni havadisim var.
Rosaura’yı evlendiriyorum.
OTTAVIO - Öyle mi? Çok memnun oldum. (Kendi kendine.) Ne mutlu o damada, artık başı göğe
erer.”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:61)
“Şanslı delikanlılar kızların yanına kuruldu: Bunun için zaten aileleriyle tanışmak yetiyor. Sylvie’yle
yan yanaydık. Kardeşi de ordaydı, ‘uzun zamandır görünmüyorsun, neden gelmiyorsun bize?’ diye sitem etti.
Ders yüzünden Paris’e çakılıp kaldığımı, salt onları görmek için geldiğimi söyleyip gönlümü aldım. Hemen karşı
çıktı Sylvie: ‘Hayır, hayır, aslında beni unuttu.. Köylüyüz biz, Parisliye benzer miyiz!’ Öpüp susturmak istedim,
ama hala somurtuyordu; kardeşinin ısrarıyla, o değilden uzattı yanağını. Hiçbir zevk alamadım, herkese
sunulabilecek sıradan bir öpücüktü.”
(G. Nerval, “Sylvie”, sa:33)
“AZLEDİLEN VEZİR
Bir vezir görevinden alındığında dervişler topluluğuna katılmıştı. Onların sohbetiyle görüşü açılan
vezir sonunda gönül rahatlığına ulaştı. Sultan, bir süre sonra vezirin gönlünü almak isteyip ona yeniden iş önerdi.
Ama vezir kabul etmedi. ‘Azledilmiş olmak, iş başında olmaktan iyidir!’ diye yanıt verdi.
Esenlikle yerinde oturanlar
Köpeklerin ağzını bağladılar.
Kağıdı kalemi atıp bir yana,
Boş verdiler dır dır edip durana!”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:56)
“Yemeklerini övdü, ara sıra gönül alıcı şeyler söyledi, ertesi sabah da -isim günüydü- üzerine adını baş
harfleri ve şekerlemeden bir arma oturtulmuş, ustaca hazırlanmış bir pastayı karşısında bulunca, keyifle güldü:
‘Beni şımartıyorsun, Cenzi!’ dedi, ‘Allah korusun karım geri dönerse ne yaparım ben?’ ”
(S. Zweig, “Amok Koşucusu-Leporella”, sa:162)
Gönlünü çalmak, çelmek : Sevgisini, beyenisini kazanmak
“Yüzümüz ırmağa dönük, sıraya oturduk. Irmağın karşı yakasında beyaz bir kilise, kilisenin
arkasındaysa Zoya’nın gönlünü çalan Bolnitsin adındaki memurun oturduğu, Kont Kuldarov’un kocaman evi
yükseliyordu. Zoya oturur oturmaz gözlerini o eve dikti. Onun bakışları karşısında yüreğim cız etti, kendime
acıdım.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:49)
“Hey gidinin serabı, ne işitilmedik cilvelerin varmış! Bütün bu şamataların nedeni, Bravida’ya
gönderilen posttu, kör aslanın kanlı postuydu. Kulüte gösterilen o bayağı post bütün Trasconluların, ardından
bütün güneylilerin gönlünü çelmişti.”
(A. Daudet, “Taraskonlu Tartarin”, sa:138)
“Pollyanna’nın yüzünden belli belirsiz bir kuşku geçti
‘Elbette, Polly Teyzemin gönlünü çelmiş sayılmayız, ama tıpkı bana anlattığınız gibi ona da
anlatırsınız, ikimizin de gelebileceğimizden eminim.’ Adamın gözleri gerçek bir dehşetle doldu.”
(E.H. Porter, “Pollyanna”, sa:188)
“Orada otuz bin frank gelirli birçok genç göreceksin ve Lamiel’ciğim, cebinde meşrutiyet yandaşlarının
yirmi bir oyu bulunan senin o çirkin Monsieur de Tourte’unu gölgede bırakacak nicelerinin gönlünü çelersin sen
orada.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:84)
Gönlünü etmek : Birini kırılmış gönlünü tamir etmek, hatayı düzeltmek
“Ama, sen ona bakma! Gönlünü ederiz. Doğrusu kabahat bizdeydi. Senin gibi bir kızı bacak kadar
bücüre vermek uygunsuzdu.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:348)
Gönlünü ferah tutmak : Mutlu olmaya çalışmak, hayatla mücadelede daha çok güce ve alternatiflere sahip
olmak
“Ayağını sıcak tut başını serin
Gönlünü ferah tut düşünme derin”
(Anonim, Atasözü değerinde eski bir tekerleme)
“ANNE
-------Ferah tut gönlünü, gelecek o!
Ama yine de pencereye atılıyorsun.
Gece karanlığını uzun uzun seyrediyorsun.
-‘Ne görüyorsun?’ diye soruyor kızlarından biri,
-‘Hiçbir şey... öylesine baktım da’...
Gönlün kahır kasvete kapılıyor.
Sözcüklerinb, ayrı ayrı her biri
Birer ağıtı andırıyor.”
(George Coşbuc<1866-1918>-Sheila İaia; “Çağdaş Romanya Şiiri-Anne”, sa:37-8)
Gönlünü fethetmek : Birini kendine aşık etmek, gönlünü kapmak
“Eğer gerçek bir hanımın ya da el değmemiş bir genç kızın gönlü fethedilirse, er veya geç kocalar ve
babalar durumu fark eder ve kavga çıkardı, hatta bazen silahlar konuşurdu, hatta ölenler ya da yaralananlar
olurdu, ama hemen hemen her zaman koca ya da baba kaybederdi.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:74)
Gönlünü kaptırmak : Sevmek, aşık olmak
“- Sizi ilk gördüğüm zaman... hey, oltanıza balık vuruyor... yaşamın anlamını, uğruna dürüstçe, seve
seve tüm çalıkşkan varlığımı adayacağım putumun kim olduğunu anladım... Büyük bir balık olmalı... vuruyor,
vuruyor... Sizi gördüğüm ilk gün gönlümü kaptırdım, sizi çıldırasıya sevdim.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:24)
“Bir zamanlar bir kilise vardı, her gün oraya giderdim; gönlümü kaptırdığım kız akşamları bir yarım
saat burada diz çöker tapınır, ben de rahatlıkla kendisini seyrederdim.”
(F. Kafka, “Hikayeler-Tapınak’la Söyleşi”, sa:9)
“... o ise Danimarka halkının dediğinden dışarı çıkamaz. Onun tatlı dillerine kulak verip her dediğine
inanır, gönlünü kaptırırsan, yahut durmadan üstüne varmasına dayanamayıp iffet hazineni ona açarsan
şerefinden ne büyük şey kaybedeceğini düşün.”
(W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:26)
Gönül almak : Gücendirmiş olsun olmasın, birini bir davranış, söz ya da armağan ile değerlendirmek,
sevindirmek, onu hoşnut etmek
Bk.: Gönlünü etmek
“ ‘Evet, arkadaş konusunda çok demokratikti. Sıradan insanlarla konuşurken onların gönüllerini almayı
bilirdi. Sıradan insanlar fikirlere açlık duyarlar. Pavel, asla onlara tepeden bakmazdı.’
‘Matriyoşa’ya da tepeden bakmazdı.’ ”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:33)
“Butler gülümsedi:
-Haydi canım! İddiaya girerim ki bugünlerde Yankeeler’e en büyük dert ve zorluk sizsiniz.
Scarlett baştan savma bir yanıtla yetindi:
-Bu sözünüzün gönül almak için söylendiğini sanmıyorum.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:I, sa:444)
Gönül borcu : Bir kimsenin (ya da kimselerin), bir çıkar gözetmeyerek, sırf, kendine ya da son derece madur
bir konumda olan bir grup, kişi ya da kişiler uğruna yaptığı hayırlı işlem
“YOLCU - Siz, namuslu bir adamsınız.
MARTIN KRUMM - Öyleyim! İnsan namusuyla her yere varır.
YOLCU - Ben de, sözünü bile etmeye değmez bir iyilik sayesinde bu kadar namuslu insanı kendime
bağladığım için keyifliyim. Gösterdiğiniz gönül borcu, aşırı bir taltif (ödüllendirme), yaptığım şeye değmez. İnsan
sevgimin gereği. Boynumun borcuydu...”
(G.E. Lessing, “Yahudiler”, sa:21)
“Tepkisiz kalmayacak böylesine bir cömertlik hasta adamın üstünde bile etkisini gösterdi. Adamın yüzü
aydınlandı; istek ve coşkuyla konuğun içten bakışlarına karşılık verdi: Gönül borcuyla ezilmiş gibiydi.”
(H. Melville, “Benito Cereno”, sa:35)
“YUNANLILARIN ÖYKÜSÜ V
-----------------------------------zor olacak bizim için onların ellerini unutmak,
zor olacak tetiklerde nasırlaşan o ellerin
bir papatyayı incitmeden diz çökmeleri
ya da soru sormaları kitap üzerinde yemin ederek
yıldız aydınlığında
gönül borcu ödemeleri.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:43)
“Her biri, kendi kaçınılmaz yazgısını başkasına iyilik yaparak unutur gibi olduğu için gizlice gönül
borcu oluyordu. Böylece hükümlüler, karanlıkta dağınık bir halde, uyanık ya da düş görerek, ot çuvallarının
üstünde sabaha kadar yattılar, yalnızca bazan iniltilerin soluklarla sımsıkı olan bölmeyi sarstığı oldu.”
(S. Zweig, “Lyon’da Düğün”, sa:193)
Gönülden bağlı (olmak) : İçtenlikle, bir yarar gütmeyerek
“Gerçekten de Siddhartha işe gönülden bağlı değildi. Bu iş ona Kamala’ya harcadığı parayı getirmek
bakımından yararlıydı..”
(H. Hesse, “Siddhartha”, sa:93)
Gönül eri :
Gerçek eri; Tanrı’ya gerçekten gönül vermiş kimse; Tanrı’nın eri
“Bir gönül eri, yakasının içine gömülmüş, murakabe <öz eleştiri> içinde, mükaşefe <Tanrı’nın
sırlarını okuyabilme anı> denizlerine dalmıştı. Kendine geldiğinde, arkadaşlarından biri ona takılarak:
‘Gezindiğin bahçelerden bize ne keramet hediyesi <Burada: Bağış, hediye> getirdin?’ diye sorunca,
gönül eri şöyle dedi:
‘Gönlümdeydi bu, gül fidanına vardığında, dostlara götürmek için bir etek dolusu gül toplayayım, diye
düşünmüştüm... Ama, güle ulaştığım anda, kokusu beni öyle sarhoş etti ki, eteğim elimden gitti!...’ ”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:22-3)
Gönül indirmek : Kendi düzeyinde olmayan bir değerlendirmeye razı olmak; burnunu kırmak, tevazu
göstermek; arzuladığı şeyi yapmaya istekli olmak
“ ‘.... Severinus bana domalan’ın <yermantarı, çok lezzetli yeraltı yemişi> ne olduğunu ve değişik
biçimlerde pişirildiğinde ne denli lezzetli olduğunu anlattı. Çok güç bulunduğunu, çünkü toprağın altında
mantardan daha derinlerde gizlendiğini, onları koku olarak bulabilen tek hayvanın domuz olduğunu söyledi.
Ancak bulunca bunları yemek istedikleri için, domuzların hemen oradan uzaklaştırılıp, domalanların topraktan
çıkarılmaları gerekiyordu. Daha sonra beylerin, ellerinde çapalarla hizmetçilerin önünde, soylu tazılarmış gibi
domuzların ardına takılarak bu ava katılmaya gönül indirdiklerini öğrendim.’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa: 330-1)
“VITTORIO - Pek münasebetsiz, şu yaşlı adam. Fakat bu durumumuzla ağabeyimin ona gereksinimi
olduğunu anlamalı; dayanmalıyım. Hah! İşte Sinyor Guglielmo! Artık gönül indirmenin zamanı gelmişti.”
(C. Goldoni, “Yazlık Dönüşü”, sa:49)
“MANGAN - Kimsenin elinde oyuncak olmaya niyetim yok. Hem, ben babanız gibi sersem kazın biri
değilim.
ELLIE, sakin bir gülümseyişle. - Siz babamın tırnağı bile olamazsınız. Gönül indirip sizi kullanmaya
razı olmuşum. Öpün de başınıza koyun. İsterseniz bozun nişanı. Ama bozarsanız, bir daha Hesione’un evine
adımınızı attırmam.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:64)
“Kapıcı dairesinde dikilen, yüzü diplomat traşlı bir adam ciddi bir yüzle Moniteur gaztesini gözden
geçiriyordu. Ama kapısı önünde yığılan üç sandıkla iligilendirmeye gönül indirdi; dışarı gelip kendi deyimiyle
üçüncü katın mimarını sordu.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:I, sa:16)
Gönüllü : Kendiliğinden, özveriyle yapmaya hazır; kendi istemiyle,rızasıyla, fahri, volünter
“OLAĞANÜSTÜ MANDALİNALAR - 3
----------------------------------------------Lirik bir andante ile başladılar
------------------------------------ve dehşet saçan bir kontrpuvanıyla bitirdiler,
Grosse Fugue’ün, öyle yoğun
bir örgü, yanlış olabilen
bitkilere şekil verme sanatı açısından. Bir gönüllü
çıktığında sonunda sahneye
çekmek için sürünen tek bir ip elyafını
ve tüm, kocaman yapı
çöktüğünde önünde gözlerimizin
alkış gürültülüydü.”
(John Ash<d.1948>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.12.07)
“Batılılar İkinci Dünya Savaşı’ndaki Japon kamikaze pilotlarına karşı hala ikircikli duygular
besliyorlar. Yaygın görüş, o gençlerin yürekli olduklarıdır; ama canlarını feda etmiş, hatta buna gönüllü olmuş
olsalar bile onlar gerçek kahramanlar olarak nitelenemezler, çünkü onlara aşılanan askeri ve ulusal psikolojide,
birey hayatının bir değeri yoktu.”
(J.M. Coetzee, “Kötü Bir Yılın Güncesi”, sa:35)
“ ‘Hedefimiz orası. Pezoa, sen altı öğrenciyle birlikte önden gideceksin. Çevreyi iyice kolaçan edip,
birileri varsa, uzaklaşmalarını söyleyeceksin. Tepede ve yakın çevresinde hiç kimse kalmamalı. Anlaşıldı mı?’
Pezoa başıyla işaret edip döndü. Birinci takımın önünde durdu:
‘Altı gönüllü.’ ”
(M.V. Llosa, “Kent ve Çocuklar”, sa:203)
“Evet, bireyde ve tüm insanlarda gerçekleri kavrama ve algılama içgüdüsünün doğuştan var olduğu çok
doğrudur. Ancak onun yanısıra ağırlığıyla her türlü yükselişi, sonsuzluğa ilerleyişi frenleyip önleyen esrarengiz
bir karşıt içgüdünün de var olduğunu kabul etmek zorundayız. Ve bu, bireyin, toplumların ve tüm nesillerin zor
da olsa erişmiş olduğu gerçekleri yine çabucak unutabilmesine, algı yeteneğiyle yapmış olduğu ilerlemelerden
gönüllü vazgeçmesine ve yine de o kuruntulara, sıkıntılarla dolu eski geçmişine sığınmasına neden oluyor. Her
insanda var olan bu içgüdü, biz karşı çıksak da, kimi zaman gerçekleri gözardı etmemizin nedenidir.”
(S. Zweig, “Geleceğe Güven”, sa:72)
Gönülsüz olmak : İsteksiz olmak, içten gelmemek, istek duymamak
“Şu anda da yaşamanın verdiği suçluluk beni yeniden insan öldürmeye zorladı, aynı savaştaki gibi.
Ama bu kez hiç te gönülsüz değilim. Kendimi suçluluğa verdim artık. Bu tıklım tıklım dünyanın parça parça
olmasına karşı çıkacak değilim.”
(H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:184)
Gönül vermek : Sevmek, aşık olmak; müptelası olmak, beğenmek
“Bu ırmak yatağınınn alışılmamış genişliğini ve cömertliğini, bölgenin yaşlıları kendilerince açıklarlar.
Derler ki, eskiden Sereth’in de biz insanlar gibi bir ruhu, tutkulu bir ruhu varmış. Gururlu Sereth, Bukovina’dan
yola çıktıktan sonra geçtiği yollarda, gönül verdiği bir genç kızı ayartmış ve kendi olanaklarıyla onu Karadeniz’e
dek götürmeye karar vermiş.”
(P. Istrati, “Minka Abla”, sa:5)
“ ‘Kızcağızın zoru sonradan anlaşıldı - kuzum meğersem amcasının oğluna gönül vermiş.’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:46)
“Beş yıl, bütün çılgınlıklariyle, sonradan görmüşlüğün en kaba, zevksiz, gülünç sahneleriyle bu hayat
böyle sürdü... Son aylarda idi, Nebile bir delikanlıya gönül verdi; fakat nişanı bu sefer erkek tarafı bozmuştu.
Çünkü hacıağanın, birçokları gibi ancak sermayesini kurtarıp memleket yolunu tutacağını öğrenmeyen
kalmamıştı.”
(R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Garaz”, sa:180)
“Buraya kadar söylediklerimden benim bir yazar olduğumu düşünmüş olmalısınız; hayır, değilim, ama
öyle zannedilmek hoşuma gidiyor. Aslında yazıya gönül vermiş olduğumu, boş zamanlarımda, nasıl derler,
‘kendi çapımda’ öyküler, öykücükler, çeşitli denemeler yazdığımı, ne yazık ki, ancak birkaç yakınım biliyor.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:11)
“ ‘... düşesin katı bir kişi olduğundan eminim ben; çünkü Madam Anselme de anlamış bunu; bu konuda
alay ediyordu arkadaşıyla. Hepsi iyi de, Papaz Clément’ın bana gönül verdiğini kabul etsek bile ben yine
soruyorum, nedir aşk?’ ”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:106)
Göreceği gelmek : Özlemek
“-Öyle ise nedir? dedim. Derdin ne Fıtnat?..
-Anamı babamı göreceğim geldi.
Karım, vakti hali yerinde. İstanbullu babasını görmeye gideli tam bir sene oldu. Dönmedi.”
(S.F. Abasıyanık, “Sarnıç”, sa:15)
“-Ne vakit geldiniz?
-Bugün, öğleye doğru. On gün evvel İstanbul’a gelmiştim, Hiçbirinizin orada olmadığını haber aldım.
Halbuki teyzelerimi, hepinizi çok göreceğim gelmişti.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:391)
Görgüsüz : Yeterli medeni olmamak; modern yaşamın kurallarına uymayan ahlak ve davranışları sergileyen
kimse
“Ben parayı sevemem. Öyle paraya fazla düşkün olanlara kızarım. Geçenlerde şoförün biri, otuz lira
için kalbimi kırdı. Beni sinirlendirdi..... Görgüsüz oluyorlar bunlar, çok görgüsüz. Başka birşey değil. Köyden,
taşradan geliyorlar. Satıp savıp altlarına bir araba uyduruyorlar. Ceplerine de bir ehliyet. Hadi bakalım adam
soymaya.”
(A. Ağaoğlu, “Toplu Öyküler”, Cilt:I, ‘Adi Suçlu’, sa:36)
Görkem; Görkemli; Görkemlilik : Haşmet, tantana, saltanat; Gösterişli, şatafatlı, tantanalı (olmak)
“Giriş
V
On yedi aydır bağırıyorum,
Çağırıyorum evime seni,
Celladın ayağına yüz sürüyorum,
Oğlum karabasana düşürdün beni.
Her şey karıştı sonsuza dek
Ve ne yapsam çözemeyeceğim,
Bu adam kaç vakit idam bekleyecek,
Şu anda insan kim, hayvan kim?
Ve ancak görkemli çiçekler,
Sallanan buhurdan çınlaması”
(Anna Ahmatova<1889-1966>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 15.12.05)
“... Mill, Hilal, Ferah sinemaları, Kadırga’daki bayram yeri, Karagümrük’teki kukla tiyatroları,
atlıkarıncalar, salıncaklar, kurdeleli arabalar... O günlerde de eski bayramların görkemliliğini anlatırlardı. Biri
çıkardı, ‘Nerede o eski bayram günleri...’ diye söze başlayan. Geçmişi özlemle anan. Ben de o çenesi düşük
özlemcilere mi döndüm? Oysa geçmiş, geçmiştir. İş gelecekte, geçmişte değil.”
(O. Akbal, “İstinye Suları-Bayram Günü”, sa:158)
“VİZİGOTLAR
------------------ve krallar giydiler taçlarını özel
görkemin. Ne de duyarsızdılar
öğrenmeye, bu dönem süresinde”
(John Ash<d.1948>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.12.07)
“Bütün bunlar bir yana, <Esso Florence>’ta çalışmanın açık denizlerde yaşanan serüvenlerle uzak yakın
hiçbir ilgisi yoktu. Tanker yüzer bir fabrikaydı ve beni egzotik bir yaşantıya sürükleyeceği, delikanlılığıyla
övünen bir kabadayıya dönüştüreceği yerde, kendimi endüstri işçisi gibi hissetmeme neden oluyordu. Artık
milyonlarca işçiden biriydim; sayısız böceğin yanında çalışan bir böcektim ve yaptığım her iş Amerikan
kapitalizminin o görkemli, o öğütücü çarkının bir parçasıydı.”
(P. Auster, “Cebi Delik”, sa:57)
“Jouffroylar’ın dairesi altı katlı bir binanın beşinci katında, yukarıya çıkmak için kuş kafesi gibi daracık
asansöre sıkışınca, Walker, Margot’yu kucaklıyor ve yüzünü minik öpücüklere boğuyor. Margot kahkahayı
koparıyor; çantasından anahtarı çıkarıp kapıyı açarken hala gülüyor. Ev tantanalı bir yer, Walker’ın hayal
edebileceğinden çok daha görkemli döşenmiş...”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:161)
“ ‘Bunun üzerine Şehrazad dadılara ve harem ağalarına seslenerek, ‘Bana çocuklarımı getirin,’ dedi.
‘Çocuklar, çabucak getirildiler, üç erkek çocuktular, biri yürüyor, biri emekliyor, biri meme
emiyordu. Şehrazad onları alıp Sultanın önüne koydu, toprağı öperek şöyle dedi: <Ey koca Sultan, bunlar senin
çocukların, onların hatırı için beni ölüm hükmünden azat etmeni diliyorum.>
Sultan bu sözleri duyunca ağlamaya başlar. Küçük çocukları kollarına alır, Şehrazad’ı sevdiğini
söyler. Sonra kenti daha önce görülmemiş görkemli bir biçimde süslerler, davullar çalar, borular öter, soytarılar,
şarlatanlar ve oyuncular çeşitli hünerlerini ortaya koyarlar.”
(P. Auster, “Yalnızlığın Keşfi”, sa:185)
“Merdivende yaşlı bir adam göründü. Delikanlı, giyiminin garipliğine, boynundaki dantelanın
görkemine, kendisine olan güveni belli eden yürüyüşüne bakarak, ‘Ressamın ya bir dostu ya da koruyanlarından
biri olacak,’ diye düşündü.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:13)
“GÜZEL GEMİ
-----------------O yuvarlak boyun, dolgun omuzlar üstünde
Başın bilinmedik bir alımla süzülür de,
Sen görkemli çocuk, gidersin
Öyle dingin bir görünüşle yolunda, yengin.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:111)
“Londra limanına vardığımız gece, Smithson Firması görkemli bir karşılama düzenlemişti. Başkan,
başkan yardımcısı, tarım bakanı, tüm botanik fakültesi ve üniversitenin zooloji bölümü ilişkinleri, eşleriyle
oradaydılar. Beyaz ve pembe iç eteklikleri denizanaları gibi uçuşuyor, şemsiyeler fırıl fırıl dönüyordu.”
(S. Benni, “Deniz Dibindeki Bar”, sa:49)
“MARTI
Saf özlem
Çevirirdi
Martıyı buluta.
---------Defalarca
Ve defalarca
Görkemli uçuşuyla yükselirdi
Güzeldi yüreği.”
(C.S. Beong-Nana Lee/Fahreddin Arslan; “göğe dönüş”, sa:13)
“Yok eder aklın divaneliğini
yağdırır hakikatı sözün içine,
sunar itibarın bulunmaz görkemini,
defeder günahı,
arıtır düşüncelerini
ve yayar namını gökler boyunca.
Ne yapmaz ki senin için
böyle bir dostun varsa?
(Bhartrihari<5.y.y.>-Zeynep Baykan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09.04.09)
“BAK, AKIYOR KÖPRÜNÜN ALTINDAN
Bak, akıyor köprünün altından, oynuyor, eziliyor
serin sulara batmış, yaşam
görüntüleri, değişen - ve çabucak kaybolan.
Göz-aynası ardında sevgiyle sakladığın,
dönüp gitsen de
görsen de
görmesen de,
düzenleyen, hazırlayan, ölen
o görüntüler
zamanın gördüğü sonsuzluktur.
Kavranamayan görkemli zaman
bol bol okşayan, gören, koşan,
delip geçen, uçup giden, akan”
(Jörgen Gustava Brandt<d.1929>-Murat Alpar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
14.08.03)
“Katherine yirmi dakika sonra Kolarama Heights’ın görkemli caddelerinde arabasıyla ilerliyordu.
Ağabeyinin bütün telefonlarını aramış ama cevap alamamıştı. Aslında ağabeyinin nerede olduğu konusunda
kaygılanmıyordu. Ama onun gizlice bir doktora görünmesi... cansıkıcıydı.”
(Dan Brown, “Kayıp Sembol”, sa:109)
“... yirmi dört saatlik bir yoldan sonra, bitkin, Palermo’ya ya da Siraküza’ya varsalar bile, varana dek
yine gizlenecek bu kollar, ama oraya ayak basar basmaz ister sabah ister akşam insinler, Claude’un
tablolarındaki gibi pul pul ışıltılı derinlikleri yeşil ve menekşe moru, görkemli bir denize kavuşacaklar, mis gibi
kokan havayı içlerine çektiklerinde öylesine serinlemiş ve rahatlamış olacaklar ki...”
(Michel Butor, “Değişme”, sa:122)
“Başka yerde, insanı şaşkına çeviren bir mermer kuş ve çiçek bolluğu içinde, şu gözüpek dilek:
‘Mezarın hiçbir zaman çiçeksiz kalmayacak.’ Ama çabucak güvene gelir insan: yazıt yalancı mermerden bir
yaldızlı demeti çevreler, bu da canlıların zamanı açısından çok ekonomiktir (cafcaflı adlarını hala tramvaylara
yürürken binenlerin minnetine borçlu olan şu ölmezotları gibi). Yüzyıla uymak gerektiğinden, bazı bazı alışılmış
tarla kuşunun yerini şaşkınlık verici bir uçak alır, uçağı da mantığa hiç kulak asılmadan bir çift görkemli kanatla
donatılmış bir budala melek kullanır.”
(A. Camus, “Düğün-Cezayir’de Yaz”, sa:48-9)
“....ama yüreğin belleği vardır ve ben bizim o güzel başkentimizin hiçbir yerini unutmadım, rıhtımlarını
da. Paris gerçek bir göz cümbüşüdür, dört milyon siluetin oturduğu görkemli bir dekordur. Son sayımda beş
milyon mu? Desenize, yavrulamışlar. Şaşmam buna. Bana hep öyle gelmiştir ki, hemşerilerimizin iki tutkusu
var: Fikirler ve zina. Rastgele sanki.”
(A. Camus, “Düşüş”, sa:9)
“Denizlerin içinde büyüdüm ben ve çok görkemliydi benim için yoksulluk. Bir gün denizi kaybettim ve
hiçbir lüks mutlu etmedi, yoksulluk dayanılmaz hale geldi. O zamandan beri bekliyorum. Geri gelen gemilerle
sudaki devlete gelecek günü.”
(A. Camus, “Yaz”, sa:83)
“23 MAYIS 1871
<KOMÜNÜN DÜŞTÜĞÜ GÜN>
Yoksulları ve emekçileri özgürleştiren
görklü bayrak dağıldı...
Bir kez daha, yeryüzünü sindiren zorbalık
indirdi yere o bayrağı.
O şaşılası insanlar ulusu
bir kez daha eğildi kardeşlik uğrunda,
giyindi görkemli tacını
o büyük direnişin”
(İlia Cavcavadze-Hüseyin Uygur; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.02.03)
“Birden bütün o sınavlar, dövüşler, dersler ve hac yolculuğundan bitkin düşmüş olduğumu fark ettim.
Midemde korkunç bir ağrı hissettim, ağrı boğazıma kadar yükseldi, kupkuru hıçkırıklara dönüştü. Kuzuyla haçın
görüntüsü karşısında sarsılmış, orada kalakalmıştım. Bu haçı yerinden kaldırıp dikmem gerekmiyordu; karşımda,
bir başına ve olanca görkemiyle, zamana ve hava koşullarının etkilerine direnerek öyle duruyordu.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:209-10)
“Şafak gibi doğan neşe! Ama çok kısa sürüyor. Kısalığın nedeni bu yeni, pırıl pırıl gökyüzünden
bulutların geçmeye başlaması değil yalnızca. Güneş bütün görkemiyle doğarken bir başka güneş daha doğduğu
için, gölge bir güneş, ilk güneşin üzerinden kayarak geçen bir anti-güneş.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:79)
“Ermitaj Müzesi’nde I
Kaplarken
Upuzun odaları kocaman
Simle yakutla işlenmiş
Masalar ta görkem”
(F. Hüsnü Dağlarca<1914-2008>, “Ötekinde Olmak”, sa:37)
“DÖRT BOYUNSUZLAR
-------------------------------Oturdular mı krallardan da görkemli otururlardı
Ve dimdik geçerken onlar önlerinden
Putlar haçlarının arkasına saklanırlardı.”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:123)
“Sevinç Armağanları
Sevinçler vardır arınmış gökler arasında
Kanat çırparak evlerine dönen kuşları hızla
Yukarılara çeken! Şair gözler görsün diye
gizemli,
Güzel manzaralar çizen eflatun sözcüklerin
Ezgileri içinde! Alacalı günbatımlarının
görkemi”
(Herbert Isaac Ernest Dholomo<1903-1956>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
23.10.08)
“YALNIZ İHTİYAR
-------------------------Ben de böyleyim. Hangi limanlara,
hangi kaynaklara,
Hangi uçurumlara doğru, taşırım
kalbimin sırrını?
Ne gam! Karun, yaşlı mauna,
yanıma gel.
Görkemli yelkenlilerin suskun
korsanı!”
(Leon Dierx<1938-1912>-Galip Baldıran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.06.06)
“İŞARETLERİN AĞIRLIĞI <1971>
Leğen, beni yanıyan izlerin görüntüsü
gökler ağır,
ancak savaşçı ayaklara sahibim
ve esmer alnıma ve semer alnıma
Görkemli acılar için hazırım
kağıt benden ovularak
sarar beni belleklere.”
(Lidiya Dimkovska-Erol Tufan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.07.02)
“Onların sevinci benim sevincim, onların üzüntüsü benim üzüntümdür. Tanrı’nın her günü, aynı saatte
Fontanka’da rasladığım ufak tefek bir ihtiyarla da nerdeyse ahbaplık peydahladım. Görkemli, dalgın bir
görünüşü olan bu ihtiyar, sol elini sallayarak hep kendi kendine bir şeyler mırıldanır...”
(F. Dostoyevski, “Beyaz Geceler”, sa:12)
“İnsanın en büyük kusuru, Nuh tufanından başlayıp Schlezwig-Holstem dönemine değin süren, alnının
kara yazgısı olan erdemsizliğidir. Erdemsizlik ve buna bağlı olarak ölçüsüzlük. Ölçüsüzlüğün erdemsizlikten
ileri geldiği çoktandır bilinen bir gerçektir. İnsanlık tarihine şöyle bir göz atın, bakın neler göreceksiniz. Görkem
mi?”
(F. Dostoyevski, “Yeraltından Notlar”, sa:44)
“Şaşkın, görkemli bir bitkinlikle hastabakıcının gösterdiği özeni kabul eden tanımadığım bir adama
bakarak tam bir dakika orada hayret içinde dikilip kaldım. Nöbetçi hemşire kulağıma şöyle fısıldıyordu:
‘İyi ki geldiniz. Hiç ziyaretçisi gelmiyordu. Bazen kendini kaybeder ama ayılır ayılmaz hemen
insanları sorar. Bir akrabası mısınız?’ ”
(L. Durrell, “Justine-İskenderiye Dörtlüsü 1”, sa:111)
“Bir koridordan geçerken Baudolino bir pencereden göz ucuyla, içinde zincire vurulmuş bitkin
görünümlü birçok gencin bulunduğu yüksek duvarlarla çevrili bir çeşit avlu gördü ve Alaaddin’in yeşil bal
yedirerek kiralık katillerini cinayete nasıl hazırladığını hatırladı. Görkemli bir salona alındıklarında işli yastıklar
üzerinde oturan, yüz yaşlarında olabilecek, beyaz sakallı, kara kaşlı ve karanlık bakışlı bir ihtiyarla
karşılaştılar.Yaklaşık yarım yüzyıl önce Abdül’ü yakaldığında daha canlı ve güçlü olan Alaaddin hala oradaydı
ve tutsaklarını yönetiyordu.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:474)
“KİL OCAĞI HALLERİ
------------------------------Ayaklar bastırır paralanana dek köklerim,
Tırmalayan pençelerle yakalanmış, sessizce O
bastırır ve acı verir bana.
Sivri kil tepesinin üstünde dolaşır
Görkemli gök gürültüsü, korkusuz ve tez.”
(Jack Clemo<1916-1994>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 29.01.09)
“Derin bir soluk aldı, parmaklarını sakalının arasında dolaştırdı. Üst katta Baird uyuyordu - çömezin
görkemli uyuması uykusunda ninni gibi geliyordu herhalde. Başpapaz derdini sahil duvarına taşımaya karar
verdi. Lambayı üfleyip odadan çıktı, kapıyı arkasından usulca kapattı. Avluda çıt çıkmıyordu. Gökyüzündeki
aydan gelen parlak mavi ışık, gölgeleri mürekkep rengine boyamıştı; deniz arada bir uykusunda dönüp duran biri
gibi inliyordu. Şebboyların kokusu karanlıkla sarmaş dolaş olmuştu.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:216)
“ ‘Alan ve Ella Thomas’a, Kıbrıs <1953> Sevgili Alan ve Ella; ...Bu arada şu baş belası evle
uğraşıyorum, bazı günler sıkıntı ve umutsuzluk içindeyim, evi satma noktasına geliyorum, bazı günler iyimser.
Bin beş yüz İngiliz lirası harcarsam şirin bir eve sahip olacağımı düşünüyorum – içi çok güzel ve göze
batmayacak şekilde yenilenmiş bir Türk evi. Ulaşılması biraz zorca ama görkemli bir manzarası var.’ ”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:144)
“ ‘O Her Şeye Gücü Yeten’in gücünü ve erkini unutamayız. Noel şenlikleri yaklaşıyor; Kurtarıcı’nın
doğum gününü hakkettiği olanca zenginlik ve görkemle kutlayabilmek için kutsal kapları parlatmaya başlıyoruz.
Her şey bütün görkemiyle göze çarpmalı,’ diye ekledi, William’a dikkatle bakarak.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:207)
“Saray, her basamağının köşesinde yenilmiş bir kadırganın pruvası bulunan kara abanozdan, dük, büyük
merdivenleri; kara bir haçla dörde bölünmüş kırmızı kapıları; altta yapıyı akreplerden koruyan tunç
parmaklıkları; üstte pencerelerini kapayan yaldızlı çubuklardan kafesleriyle, haşin görkemi içinde, askerlere
Hamilkar’ın yüzü kadar ciddi, anlaşılmaz görünüyordu.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:12)
“Mutfaktaki büyük şişte bir öküz çevrilebilirdi. Şatonun küçük kilisesi bir kıralın tapınma yeri kadar
görkemliydi. Hatta, ayrı bir yerde, Romen tarzında yapılmış bir hamam bile vardı; fakat senyör, putataparca bir
töre olduğu düşüncesiyle, orada yıkanmıyordu.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Konuksever Ermiş”, sa:52)
“Riquet insanlara ait yemek odasında ağzına lokma koymazdı. Müşfik ve duygusal Bay Bergeret’nın
ısrarı boşunaydı. Çabaları boşa giden Bergeret, görkemli ve iyiliksever bir edayla Riquet’yi ikna etmeye
çalışıyordu:
-Lazare, Lazar ben iyi niyetli, hamiyetperver bir zengin değil miyim? Neden sana verdiğim yiyecekleri
kabul etmiyorsun?
Riquet Nuh diyor Peygamber demiyordu. Şu anda soylu bir ortamdaydı ve bu onu ürkütüyordu.
Efendiye ait ete saygı göstermesi gerektiğini çok iyi biliyordu ve kimse onu bundan vazgeçiremezdi.”
(A. France, Bay Bergeret Paris’te”, sa:6-7)
“Bu ada <Hoedic Adası> yılın on iki ayı fırtınalı dalgalarla dövülen, yoksul insanların kayalıklar
arasında balık tutarak ve kumlu çakıllı topraklarda güçlükle sebze yetiştirerek yaşayabildikleri bir yerdi. Adanın
kuytu bir yerinde görkemli bir incir ağacı yükseliyor, dalları uzaklara yayılıyordu. Ada yerlileri bu ağaca
tapıyorlardı.”
(A. France, “Penguenler Adası”, Cilt:I, sa:25)
“RÜYA
-------insanlar birbirinin kulağına eğilip fısıldıyor:
‘ah, o; bu görkem, bu güç, bu vakarla
dünyada tektir
şüphesiz yüce bir şehzadedir’ ”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-duvar”, sa:40)
“LONGOZ ORMANININ KESİMİ
Yararak o görkemli yaşlı dişbudakları,
titreyen mor genizlerinden
duman püskürtüp sık sık;
hiddetle ilerliyordu kesiciler, kararlı,
çünkü cana tak demişti
açlık ve topraksızlık.”
(Andrey Germanov <1932-1981>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
14.01.10)
“Onlar sanki götürür gibi su içmeye yalağa
Götürürlerdi beyaz sürüleri mezbahaya.
Temellerini üzerinde kurduk kumların,
Yıkılıp gidecek görkemli tapınakların.”
(A. Gide<1869-1951>, “Batak”, sa:124)
“TUTKU ÜÇLÜSÜ - Werther’e
----------------------Çok görkemli bir yazgıymış gözükür insan yaşamı;
Ne kadar hoştur günler, ve geceler ne kadar tatlı!
Ve bizler, kök salmışızdır bu cennetin zevkine.”
(J.W. von Goethe<1749-1832>, “Yarat Ey Sanatçı”, sa:42)
“Deborah D koğuşundaki ilk günlerinde, salt akıl hastanesi -saldırganlar koğuşu- olgusunu düşünerek,
zihninde kendi durumunu bir dram biçimine dönüştürebiliyordu. Zihninde görkemli, parlak görüntüler
oluşturuyordu bu dram. Gerçeklik ise, fiziksel açıdan daha büyük bir güvenlik vaadi sunmuştu gerçi, ama
gerçekliği yaşamak, hastalığın kendisi kadar bitimsiz bir can sıkıntısına katlanmak demekti.”
(J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:84)
“Goldmund bir süre daha uyuyamadı, görüntüler yeniden yavaş yavaş su yüzüne çıktı, dostu Narziss’in
sözleri yeniden alev alev canlandı, tutuştu; bir kez daha o sarışın ve görkemli kadının, annesinin hayali
gözlerinin önünde belirdi, ılık bir rüzgar gibi ruhundan esip geçti, yaşamın, sıcaklık, sevecenlik ve içtenlikli
anımsatmaların oluşturduğu bir bulut gibiydi tıpkı. Ah, anneciğim! Nasıl unutabilmişti annesini, nasıl!”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:68)
“BOLLUK <Quinta del 42, 1953>
-----------Çalarken görkemli deniz
deniz çanlarını,
dalgalar ve kumsal öpüşüyor dudak dudağa
iki kız kardeşi gibi.”
(José Hierro<1922-2002>-Yıldız Ersoy Canpolat; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
20.03.03)
“AKHİLLEUS’UN ÖLÜMSÜZ ATLARI
Ve başladı çarpışma, ulaştı demir sesleri
tunç göklere çıplak havanın içinden.
------------------------------------------------Dönmediler, ama geniş Hellespontos’un
kıyısında bekleyen gemilere, ne de
savaşa girdiler Akhalılar arasında,
bir erkeğin ya da bir kadının mezarında
duran bir taş gibi öylece kalakaldılar
tutarak görkemli arabayı, başları yere eğik.”
(Homeros <İlyada’dan>, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:95)
“NEFRET BİLDİRİSİ
------------------------Nefretimizi açıklıyoruz, ey görkemli kent,
sana, o üzgün, bayağının bayağısı burjuvalarına,
havadan, karameladan, Amerikan filmlerinden
yapılmış kızlarına,
içi çöp doldurulmuş dondurma gençliğine”
(Efrain Huerta<1914-1982>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.10.04)
“Ay hep çok güzeldir
-----------------------Tutunacak dalı olmalı insanın
Nerden bulunacak para
İnancı karşılayacak para.
Hiç anımsamam gökten
Görkemli bir hasadın indiğini
Ne de anamın gördüğünü
bir gün yüzü.”
(Victor Jara<d.?-1973>-Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.10.03)
“Belliydi ki yüksek yerlerde henüz güneş, neşe ve hayat vardı. Fakat buradan, çukur bostanlarla yıkık
kale duvarları arasına gömülü şu izbe mahalleden renk ve ışık çoktan elini çekmiş, bodur, sarsak ve kara evler
tepesindeki görkemli cami kubbelerinin yüklü gölgesi altında çoktan seçilmez olmuştu.”
(R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Garip Bir Hikaye”, sa:163)
“Gazeller
----------Soluğum gelip dudaklarımda kalmıştı
Bu nasıl görkemli bir ateşti
Yalnızlık ocağında
Odun misali yanıyordum”
(Nazir Kazimi-Asuman Belen Özcan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 06.02.03)
“Ortalık yavaş yavaş ağarıyor, Hançerli Efe bütün görkemiyle ortaya çıkıyordu. Çok iri, geniş göğüslü,
uzun boylu bir kişiydi İlk bakışta onun çapraz atılmış, bir koşar da beline bağlanmış fişeklikleri, sırmalı cepkeni,
kırmızı, mavi Bursa işi ipekli mintanı göz çarpıyordu. Elmacık kemikleri çıkık, öküz gözleri kadar büyük
hüzünlü kara gözleri, geniş alnı, kalın kaşları, palabıyıkları, kartal burnu onun görkemine daha bir heybet
getiriyor, görenleri korkutuyordu….. Çakırcalı Efe öldürüldüğünde o, o günkü çatışmada yokmuş, başka bir
yerde candarmalarla çarpıyormuş. Gün akşama ererken de candarmaları bozmuş <dağıtmış, bozguna uğratmış>,
onları kasabanın içine kadar kovalamış. Geri, Çakırcalının yanına dönmüş, ne görsün, Çakırcalı vurulmuş,
mağaranın içinder yatıyor….. ‘Bre amanın ahmaklar, ne yapıyorsunuz, yandık, yandık,’ diye bağırmış Hançerli
Efe. ‘Bir yarma hareketine geçmezsek bunlar bizi öldürecekler. Efenin vuruldağı da bilinmesin.’ Çakırcalı
Efenin babası Çakırcalı Ahmet Efenin babasının bir kızanı varmış, adına da Kürt Hacı derlermiş. Çakırcalı
Efenin de akıldanesiymiş. ‘Ne diyorsun Hançerli Efe?’ Hançerli Efe ne diyecek, ‘Başını kesip alalım, göğsünden
onu tanırlar.’ Göğüs derisini de yüzmüşler, başını da almış, gece de kuşatmayı yarmışlar, çıkıp gitmişler.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 1-Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”, Cilt:1, sa:223)
“AKŞAMIN ŞARKISI
Ey ölen günün saçların tarayan periler
Ey batıya doğru yol alan Güneş
Bırakın beni seyredeyim Tabiat Anayı
Ve görünmeyeni, hayran kalayım yaratılana.
İşte ayaklarımın altında görkemli manzara
Altın ışınlarla damgalanmış giysisiyle
Bir kraliçe gibi, üstünde yeni kıyıların
Tadını çıkaran, dalgalar, yumuşak ezgiler.”
(Yandam Kolani-Eray Canberk; “Şiir Atlası, “Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.09.09)
“YANKILAR
---------------Açtım dağlar kapılarını
Görkemli uçurumları
Çalacak böylece görüntünü
Hatta kabaran dudakları anakaraların
(Libya’nın utangaç palmiyelerine doğru)
Uyandıracak nicedir unutulmuş çağları.”
(Mazisi Kunene<1930-2006>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.03.07)
“İngiliz konsolosluğu Pera Palas’a çok yakındı. Büyük, taş, görkemli bir yapıydı. Dolmabahçe Sarayı
yapılırken, Britanya İmparatorluğu ile Osmanlı İmparatorluğu’nun bu iki bina üzerinden yarıştığını, taş ocakları
ve taş ustaları konusunda epey mücadele ettiklerini okumuştum. Konsolosluk kapısındaki bekçiye davetiyemi
uzattım. Saygıyla kapıları açtılar. Görkemli binanın mermer merdivenlerini çıkıp dev avizelerle aydınlatılan hole
girdiğim zaman siyah giysili uşaklar mantomu aldılar, önüme düşerek beni üst kata çıkardılar.”..... “Maximilian,
bir gün telefon edip Peder Roncalli’ <Geleceğin Papa XII. Paul’ü!>den randevu aldı. Harbiye’de Ölçek
Sokağı’nda görkemli bir binaya gitti. Peder Roncalli beyazlar giymiş, orta boylu, yuvarlak yüzlü, Güney
Avrupalı havası taşıyan bir adamdı. İnsanı hemen etkisi altına alan yumuşak bir üslubu ve bir hümanist olduğunu
belirten şefkatli gözleri vardı.”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:166;299)
“Bir duş yapıp yürüyüşe çıksam oyalanırım biraz. Lungarno’nun oralar biraz esintili olabilir. Lungarno
boyunca yürürsem, ışıldakların aydınlattığı kıyılardan, köprülerden, görkemli saraylardan geçip, gündüzleri
saygıdeğer hanımefendilerle çocuklarının gezindiği, gecenin bu saatlerindeyse orospuların, eşcinsellerin ve
uyuşturucu satıcılarının meskeni olan Cascine’ye uzanabilirim.”
(M.V. Llosa, “Masalcı”, sa:233)
“... pupa yelken giden görkemli bir gemiye benzeyen yatağımızda kamışımın Lucrecia ile kazandığı
zaferlerden övünç duyduğumu söylediğimde, şaka ediyorum sanıp bir kahkaha patlatmıştı. Oysa şaka
etmiyordum.”
(M.V. Llosa, “Üveyanneye Övgü”, sa:18)
“ ‘Seni kabul etmekten beni alıkoyan yalnız bir şey var.’ Brissenden bir an bekledi. ‘Bu, büyük bir şey –
şimdiye dek yapmış olduğum en büyük şey. Bunu biliyorum. Bu benim kuğu şarkım. Bununla muazzam gurur
duyuyorum. Buna tapıyorum. Bu, viskiden daha güzel. Bu benim, tatlı yanılgıları ve temiz ülküleri olan basit bir
genç adamken düşlediğim görkemli ve yetkin şey.’ ”
(J. London, “Martin Eden”, sa:362)
“Arkadaşlarım onu gördüklerinde gözleri fal taşı gibi açıldı. Sanki beni küçük düşürmek istercesine
görkemliydi. Semi ‘Ama burası bir saray!’ deyip duruyordu. Naim de, ‘Bundan mı utanıyordun? Otuz yıldır
bizden sakladığın ev bu muydu?’ diye beni sıkıştırıyordu. Hepsi doğru. Ev bir saraya benziyor, ondan gurur
duymalıydım, ama ben utanıyorum çünkü onu kaybettim.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:389)
“Tırtıl böceğine benzeyen güçlü bir romorkörün çektiği dev vapur, görkemli bir şekilde, ağır ağır
limandan çıkıyordu.”
(G. de Maupassant, “Pierre ve Jean”, sa:188)
“Salon bütün bu kalabalığı nasıl almıştı? Kısa bir süre önce görkemli görünen salon şimdi tıklım
tıklımdı. Üstelik hava da sıcaktı. Yaz gecesinin kokusuna, kolonya, lavanta ve saç kremleriyle mumlardan
yayılan defne kokuları karışıyordu. Salonun eski döşemesinden ince bir toz yükseliyordu.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, sa:225)
“Bir gül
--------Bir çocuk dans ediyor
Temmuzun tatlı havasında
dağda.
Biri onun şarkısını dinliyor
saf görkemi altında
bir gülün.”
<Parajes de una epoca>dan
(Nancy Morejon<doğ.1944>-Olcay Öztunalı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 04.03.10)
“ADAM
--------daha ölçülü istekleri vardı arkadaşımın
bağışlanmasını diliyordu tanrının ona
görkemli huzurunu bahçedeki okaliptüslerin,
bütün yoksulların gözyaşlarını silmeyi bir de
o zaman alçakgönüllü olacak
yıldızların kızıl mumu damlamayacaktı üzerine”
(Seitlhamo Motsapi<d.1966>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 05.10.06)
“Llorona
fonda Joan Baez
acının adresini sorar şili’de her kapı
ve her kapının kendi yüzüne kapanan dilsiz çıngırağı
sesini sınıyor şimdi,
deniz heykellerinin, kardinal çiçeklerinin
ve rüzgar kentinin mağrur görkeminde
dağlı sislerin buğulandırdığı”
(M. Mungan, “Oyunlar İntiharlar Şarkılar”, sa:65)
“Yapıları gereği doğal olarak sözcüklerin aslını astarını aramayan köylülerin ‘Challepont’ dedikleri
Charlepont yolu boyunca yürüyüp vadiden geri döndük. Sylvie, eşekte yorgun, koluma doğru yaslanıyordu.
Bomboştu yol; yüreğimden geçenleri söylemek istedim, ama bilmiyorum niçin dilime hep sıradan sözler ya da
Sylvie’nin okumuş olabileceği romanların eski tarz, görkemli tümceleri geliyor, susuyordum.”
(G. Nerval, “Sylvie”, sa:58)
“TROPİKAL ÖLÜM
İster şişman siyah kadın
bir tropikal ölüm görkemli
soğuk bir konukluk değil
bir Kuzey Avrupa uzağında/umarsız”
(Grace Nichols<d.1950>-Nice Damar, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.03.08)
“Miss Havisham
-------------------
Artık o öldü.
Girin.
Yılların gururlu bir sabır tozuyla koruduğu
bir sahne bu,
ölümünün alevlerine sarınarak üstüne düştüğü
görkemli bir duvar örtüsü.
Eşsiz bir parıltıydı bu.”
(Olga Orozco<1920-1999>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.09.05)
“Topla pılını pırtını bir yere gitmemek için
<2 mayıs 1933>
Topla pılını pırtını bir yere gitmemek için
Yelken aç her şeyin her yerde rastlanan olumsuzluğuna
Görkemli bayraklarla donanmış o düşsel,
Çocukluğunun o renk renk minyatür gemileriyle.”
(Fernando Pessoa<1882-1935>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.05.08)
“İLK KUDAS TÖRENLERİ I
---------------------------------Oysa taşlar, burcu burcu, anaç toprak kokar
Toprak kokar, görkemle titreyen yeşil kırda
Kızıl dağ yollarının kıyısında başaklar
Çakaleriklerinin göverdiği dallarda,
Kara dutta ve de dağ güllerinde yaşam var.
Yaşam var, al toprağa bürünmüş çakıllarda.”
(A. Rimbaud<1854-1891>, “Dizeler”, sa:108)
“PENCERE
-------------Sonra sessizlik, hareketsizlik, ikiyüzlülük bile
diyebilirsin,
çünkü, belki de bilirsin, kaç çarmıha gerilmiş çığlık,
kaç diz çöküş gizlidir
o dikey saydam görkemin gerisinde.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:75)
“İşte oğul şimdi babasının karşısındaydı. Yaşlı adam, karşısındaki gencin görkemine karşılık vermek
ister gibi oturduğu yerden ağır ağır kalktı. Yüzbaşı Trotta hemen yanına sokulup babasının elini öptü. Baba da
oğlunun alnından ve yanaklarından öptü. ‘Otur, şöyle!’ dedi yaşlı adam.
(Joseph Roth, “Radetzky Marşı”, sa:14-5)
“Ürkerek görkeminden
Örtüyor
kendi aydınlık yüzlerini
ayı çevreleyen yıldızlar
ay dolunay olup da
her yanı ışıtırken”
(Sappho<İ.Ö.610-580>, “neden gene deli gönlünü çelen”, sa:125)
“Baba
Dün gece
rüyamda seni gördüm
baba.
Rüyama
Bir geyik
olarak geldin
-------Görkemli
boynuzlarını salladın
ve gözden kayboldun
beyaz
bulutu içinde
sahipsiz
rüyaların.”
(Peter Semoliç<d.1967>-Nazmi Ağıl; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 31.01.08)
“On kat büyük bir görkem doğar gür benliğinden
Ortaya senin eşin on tane sen çıkar da,
Ölüm, eli böğründe kalırdı göçünce sen Bırakırdı, yaşardın gelecek kuşaklarda.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:6, sa:53)
“İSTİYORUM
----------------yarını besliyor o sabahın körpeliği
düşümün omuzlarında baygın düşen yarını
dünya tasalarının kirecinde büzülüp kısaları
kahkahalarında senin bir yılbaşı var
kutlanmamış binlerce yıldır
yüzyılların görkemiyle, ezgileriyle dolu.”
(E. Egya Sule<d.1976>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09.07.09)
“Küçük kervan sekizde yola çıktı. Richis atıyla en önde gidiyordu, şarap tortusu rengi, altın sırmalı
elbisesi, siyah redingotu, zarif püsküllü siyah şapkası ile görkemli bir görünüşü vardı. Onu kızı izliyordu, daha
mütevazi giyinmişti, ama güzelliği öyle bir ışık saçıyordu ki sokaklardaki, pencerelerdeki ahali yalnız onu
seyrediyor, kalabalıkta ‘aa’lar, ‘oo’lar gırla gidiyor, erkekler şapkalarını çıkarıyordu – sözümona ikinci konsül
geçiyor diye, ama gerçekte ona, krallara layık kadına saygıdan.”
(P. Süskind, “Koku”, sa:206)
“Tam o sırada, hayvanların bulunduğu çadırdan dört tane görkemli beyaz at ve zavallı, yorgun bir eşek
çıktı. Dans eden kadın kırbacını şaklattı ve atlar şaha kalkarak hızla dönmeye başladılar. Eşek maymunların
kafesine yakın bir yerde durmuş, ağır ağır kuyruğunu sallayarak sinekleri kovuyordu.”
(A. Tabucchi, “Düşlerin Düşü”, sa:22)
“DOSVİDANYA
<Rusça’da: ‘Allahısmarladık’>
Bir sevgiliye koşar gibi geldim sana,
sen ki insana
bir sevgiliden daha yakın,
bir ana bağrı gibi sıcak
ve mübarek!
-------------------------Sen ki özverinin ülkesi,
görkemlinin mimarı;
sen ey Sovyetler diyarı
ve sen ey aziz Rusya,
Dosvidanya,
dosvidanya,
dosvidanya!..”
(Server Tanilli<d.1931>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:2, sa:201)
“Olguşka ile Gruşka bu sırada üzerinde küçük küçük evler, ormanlar, bahçeler görünen aynalı küreyi
seyrediyorlardı. Ne bu küre, ne de öteki şeyler onlar için hiç de şaşırtıcı değildi. Çünkü onlar beylerin görkemli,
akıl almaz yaşantısından çok daha fazlasını, olağanüstü şeyler bekliyorlardı.”
(L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı-Çilekler”, sa:115-6)
“Köyde olunca insanın her şeyinin köye yakışır bir biçimde olmasını sevdiğimi ekledim. Bu görkemli
ve katmerli yalanı söyledikten sonra, öyle utanıp kızardım ki sanırım herkes söylediklerimin yalan olduğunun
farkına varmıştır.”
(L. Tolstoy, “Gençlik”, Cilt:II, sa:12)
“Dağın tepesine babamla birlikte çıktık. Eliyle karşıdaki Salamina’yı, Koulouri’yi gösteriyordu.
‘Savaş bu denizde oldu. Kserkis (Eski Pers kralı) burada oturarak savaşan gemileri seyrediyordu.’
Görkemli Salamina.”
(D. Tomazini, “Konuşmayan Su”, sa:16-7)
“DAĞLARDA SABAH
<1820-1830>
Gece kopan fırtınada durulmuş
gülücükler dağıtıyor göğün mavisi
dağlar ortasında çiyle yunulmuş
yeşil vadilerin en görkemlisi.”
(F.İ. Tyutçev <1803-1873>- Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
19.05.05)
“Margarida, onun nasıl uzaklaştığını arkasından bakıp izledi. Koca herif, görkemli erkek simgesi
Chicao; kudretli bir gölge kimliğinde güneşe doğru ilerleyen Chicao, deniz adamlarının yalpalı yürüyüşüyle
uzaklaşan Chicao.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:45)
“Sular daha çekilmeden nehri görebiliyordu şimdi. Ama çok beklediği nehir değildi artık bu. Çünkü
bulanık ve çamurlu, artan bir keyifsizlik içindeydi. Tek şiirli yanı, bambulardan oluşmuş bir sal üzerinde beyaz
bir leyleğin görkemli geçişiydi.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kayığım Rosinha”, sa:47)
“Anlat, beyaz adamın oğlu
Öyle kocaman, görkemli sütunlar ki,
Çekiyor bakışlarımı, yukarı, yükseklere
Yaygaracı sesleri, boğa böğürtülerine benzeyen
Kumruların tünedikleri yere.”
(Benedict Wallet Villakazi<1906.1947>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
05.06.08)
“ ‘... tren penceresinden görünen, ağaçlarla çevrili bir dere. Yüksek sesle görkemli sözcüklerini
sıralarken belli belirsiz sallanıyor Crane. Görkemli, dolgun sesli sözcükleri severim ben. Ama onunkiler gerçek
olamayacak denli yürekten.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:25)
“Belki bugün bile, Wimpole Sokağındaki bir evin kapısını kimse ürpermeden çalamaz. Burası Londra
sokaklarının en görkemlisi, en yücelere karışmışıdır. Gerçekten, dünya yıkılıp gitse, uygarlık temelinden sarsılsa,
bir tek Wimpole Sokağına uğramanız yeter; o meydanı arşınlamanız; o evlere bir göz atmanız; onların bir
örnekliğini görmeniz; pencerelerdeki perdelere ve onların düzenliğine şaşmanız..... yeter.”
(V. Woolf, “Flush”, sa:20)
“Batı Nişanı ve soyluluk beratı Sir Adrian Scrope komutasındaki bir savaş gemisiyle (fırkateyn)
geldiğinde büyük oruç ayı Ramazan sonuydu ve Orlando bunu o gün bu gündür İstanbul’da görülen en görkemli
eğlenti için fırsat bildi. Gece güzeldi; kalabalıksa muazzam. Elçiliğin pencereleri ışıl ışıl aydınlatılmıştı.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:89)
“Filetosu çıkarılmış dil balıklarını, yarı-saydam, kılçıksız nesneleri mutfak masasının üstüne devirdi.
Mrs. Sands’in kağıdı sıyırmasına kalmadan, hasır iskemleden olanca görkemiyle kalkan, balıkları koklayarak
salına salına masaya yaklaşan görkemli erkek sarmana ufak bir şaplak attıktan sonra yok olmuştu ortalıktan.”
(W. Woolf, “Perde Arası”, sa:34)
“Böylece, henüz lohusalığı geçmemiş olan güzel satıcı kadın, kısa bir görkemden sonra, gene eski ince
giysileri içinde, aşağı kentin küflü sokağına indi; yanında yalnızca iki çocuk ve acı bir düş kırıklığının sıkıntısını
yoksul yuvasına götürdü.”
(S. Zweig, “Lyon’da Düğün-Benzer Benzemez Kızkardeşler”, sa:162)
Görmezden, görmezlikten gelmek : Görmemiş, bilmiyormuş gibi davranmak
“ ‘Bob <ev kedisi>, zaferiyle övünür halde duruyor, ifadesi her şeyi anlatıyordu: ‘Ee, şimdi nasıl
görmezden geleceksin bakalım?’ İletişim için her zaman sinyallere ve vücut diline bel bağlamıyoruz. Aramızda
tuhaf bir telepati’nin <gizli, sessiz bir birliktelik, anlaşma, iletişimde bulunma> olduğu, sanki ikimizin de
diğerinin ne yaptığını ya da ne düşündüğünü hissettiği zamanlar var. Birbirimizi tehlikelere karşı uyarmayı da
öğrendik.’ ”
(J. Bowen, “Bob’un dünyası”, sa:43)
“Bir aşk macerası yaşıyor olmalı, diye düşündüm. Bir hafta boyunca acı çektim ve kendi kendime
sordum: Ona şüphelerimden bahsetmeli miyim, yoksa sadece hiçbir şey olmamış gibi mi davranmalıyım? ‘Göz
görmezse gönül katlanır’ ilkesinden yola çıkarak görmezden gelmeye karar verdim. Beni terk etmesi için en ufak
bir olasılık bile olmadığına tamamen ikna olmuştum.”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:59)
“Odada biri daha var, Neçayev’den daha büyük, solgun benizli, dolgun siyah yüzlü, zayıf, siyah saçlı
bir adam, çenesini ellerine dayayıp dizgi masasının üzerine eğilmiş. Adam onları görmezlikten geliyor, Neçayev
de tanıştırmıyor.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:220)
“Son etaptaki binalardan birinin önünden geçerken kapıda Katy’yle karşılaştı. Canı kıza hakaret etmek
istedi ama görmezden gelmeyi yeğledi. Katy de aynısını yaptı. Mariana uzaktan devam etti yoluna. Otoparkta,
Juan Luis Amca Mari Pili Teyze’yle tartışıyordu. Adam, arabaya valiz yüklüyor, kadın adama bağırıyordu.”
(S. Roncagliolo, “Dokunuşlar”, sa:173)
Görmüş geçirmiş : Hayatta deneyimli, iyi-kötü her tür günler yaşamış (kimse)
“Yaşı on altı on yedidir. Okumuş yazmışlığı pek yoktur. Duvar boyacısıdır. Hıristiyandır. Kapkara
kömür gibi gözleri vardır. Güldüğü zaman insandan üstündür. Bakmaya doyamam. Bazan altmışlıktır. Görmüş
geçirmiştir.”
(S.F. Abasıyanık, “Alemdağ’da Var Bir Yılan-Kafa ve Şişe”, sa:74)
“Beni dinlerken hem sigarasını içiyor, hem başını sallıyordu. Bir daha okumamı istedi. Son derece
hoşlandı. Bana, ‘Görmüş geçirmiş bir adam olduğunu biliyordum,’ dedi.”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:38)
“ ‘Birkaç gün önce şortuma kahve döken zavallı garsona o kadar çok kızmama şaşırmışsındır herhalde;
üstelik şortum yolun tozu toprağında yeterince kirlenmişti zaten. Aslında ben, çocuğun gözlerinde, coşkusunun
kuruyup gittiğini gördüğüm için sinirlenmiştim; insanın bileği kesildiğinde kanı nasıl çekilir, öyle işte. O güçlü
ve hayat dolu oğlanın ölmeye başlamış olduğunu gördüm, çünkü içindeki Agape azar azar yok oluyordu.
Görmüş geçirmiş biri sayılırım, böyle şeylerle yaşamasını öğrendim.’ ”
(P. Coelho, “Hac”, sa:109)
“O en iyi okullara gitmiş, dünyadaki en büyük müzeleri gezmişti. Maria ise liseyi zor bitirmişti. Özetle,
böylesi hayaller sonsuza dek sürmez ve Maria gerçekliğin hayallere uymadığını fark edecek kadar görmüş
geçirmişti.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:126)
“Artık barın gedikli müşterilerinin konuşma konusu değişmişti: Bar kapandığında sona kalan
müşteriler, Yabancı’nın görmüş geçirmiş biri olduğunu, iyi dostluğun kıymetini bildiğini söyleyen belediye
başkanına hak vermeye başladılar.”
(P. Coelho, “Şeytan ve Genç Kadın”, sa:33)
“Kadıncağız rahatladı, hatta gururlandı. Kocası görmüş geçirmiş bir adamdı. Uyuşturucu dünyasına bile
girmiş, yara almadan çıkmıştı.”
(P. Coelho, “Veronika Ölmek İstiyor”, sa:173)
“Bayan Naziere’in yatak odasında benim doğumum için toplanmış bir sürü görmüş geçirmiş kadın
bulunuyormuş. Aylardan nisanmış; hava serinmiş.”
(A. France, “Küçük Pierre”, sa:7)
“Ama bu durumda bile iki ayrı seçeneğin varlığından söz edilebilir: Ya içki şişesiyle kadeh tokuşturup
zom olmak ve belli bir içki yükünden sonra kendini, dünyanın en deneyimli ve görmüş geçirmiş erkeklerden biri
olarak ya da eski dostlara kimi sitemleri de göze alarak gece yarıları telefon etmeyi göze alabilmek.”
(M. Levi, “Bir Şehre Gidememek”, sa:17)
“ ‘Şuradaki canla başla çalışan yaşlı adamlar’ diye sürdürdü Kaptan Delano, üstüpü didikleyicileri işaret
ederek, ‘görünüşe bakılırsa, ara sıra diğerlerinin biraz kulağını bükmeye çalışan, görmüş geçirmiş adamlar.’ ”
(H. Melville, “Benito Cereno”, sa:40)
“Görüşmelerin yapılacağı Bruges şehrinde Prens Charles’ın gönderdiği birbirinden seçkin sözcüleri
bulduk. Bruges Valisi bu heyetin başındaydı. Mont-Cassel Hakimi George Thamasia ise aynı heyetin dili ve
yüreğiydi. Konuşma ustalığı sanatından çok doğuşundan gelen bu adam devlet işlerinde en bilgin
danışmanlardan biri sayılıyordu. Kişisel yetisine eklenen görmüş geçirmişliği onun pek usta bir diplomat
olmasını sağlamıştı.”
(Th. More, “Utopia”, s:13-4)
“Bu budala köylüler, bütün dünyayı gezmiş, görmüş geçirmiş de olsa, bir sabah sabah sokağa çıktığında
şaşırıp kalan, ne yapacağını bilemeyen bir adamı anlayamazlar. İnsan böyle olabilir, çünkü, bunu ne kadar
bekliyor da olsa, salıverdiklerinde bir türlü bu dünyadan biri gibi duyumsayamaz kendini ve evden kaçmış biri
gibi, vurur sokaklara.”
(C. Pavese, “Senin Köylerin”, sa:7-8)
“Ben de binerek sandalcıya yola çıkmasını söyledim. Sular dalgalıydı; gidiş epey uzun oldu; her
zamanki gibi kötü bir davranışla karşılaşma korkusuyla yaşlı askerle konuşmuyordum. Ama, görmüş geçirmiş
görünümü beni yatıştırdı. Konuştuk. Aklı başında, namuslu bir adam izlenimi verdi.”
(J.J. Rousseau, “Yalnız Gezerin Düşlemleri”, sa:134)
“HECTOR -... Sonunda hepimizi alteden, aileden kadınların kafalarında yarattıkları kahramanlardır.
Hem kıskançlık, sizin şu görmüş geçirmiş, efendi adam pozunuza yakışmıyor.
RANDALL - Rica ederim, Hushabye, insan poz kesmekle suçlandırılmadan da çelebi olabilir.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:110)
“Sedat gözünü bu evde açtı. Annesini bu evde yitirdi şu kadarcıkken. Bu eve kadınlar geldi kadınlar
gitti. Bu ev görmüş geçirmiş bir evdir. Sevinçlerden çok acılara, akıllılıklardan çok saçmalıklara tanık olmuş,
kullanışsızlığıyla, çirkinliğiyle, sevimsizliğiyle bugüne ulaşmıştır.”
(A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:18)
Görsen bayılırsın : Görmüş olsaydın senin de çok hoşuna gidecekti
“Az sonra dilim çözülmüş, onlara bizim Batı’dan, çiftlikten ve Kızılderililerin yedikleri çekirge yahnisi
ve yılan çorbasından söz ediyordum. Adamlar öyle merakla dinliyorlardı ki, görsen bayılırsın. ”
(O. Henry, “viski soda”, sa:136)
Görücü usulüyle evlenmek; Görücüye çıkmak : Tarafların eş dost tavsiyesiyle tanıştırılmaları yoluyla
evlenmeleri
“Ağabeyim beni vazgeçirmek için alay ederek başa çıkamayınca bu sefer başka bir yol buldu. ‘Hiç
değilse bir iki defa görüşsünler, bir yemek yesinler, huyları uyar mı, konuştuklarını anlarlar mı görsünler, bu ne
biçim şeydir, hiçbirinizin sesi çıkmıyor, sanki bulunmaz hint kumaşı, hepi topu hariciye memuru, nedir bu
aceleniz, hadi bunun, sizinkine ne oldu...’ diye bütün gün annemin başının etini yiyordu..... Benim gibi dikbaşlı,
asi, aklı beş karış havada bir kızın, bir erkekle el ele tutuşmadan ilk görücüye gelenle evlenip dünyanın öbür
ucuna gitmeye kalkışmasına kim şaşmaz?”
(Kürşat Başar, “Başucumda Müzik”, sa:36-7)
“Ya annem sağ olsaydı ne derdi? Annesinin kendisine gülümseyeceğini, iyi düşünmesini öğütleyeceğini
aklından geçirdi. Annesi görücü usulüyle evlenmek zorunda kalmadığı için onun talihli olduğunu da söylerdi.”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:255)
“ ‘Başka kötü haberlerim var,’ dedi resme her bakışımda Halil Paşa’nın modeline daha çok benzediğine
karar verdiğim sevgilim. ‘Annem de bu sefer beni görücüye çıkarmak istiyor.’ ”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:314)
Görümce : Bir kadına, evlendiği adamın kızkardeşinin konumu
“ ‘kaynım, güzel rubalı görümcelerim, eltilerim, kaynanam,
-kaynatama söz yok, yumuşaktı bir baba gibi-,
tatlı sözlerle ossaat susturdun onu.
Hem sana <Hektor> ağlarım bu yüzden,
hem talihsiz başıma ağlarım.
Engin Troya’da dostum yok senden başka.
herkes sırt çeviriyor, sevmiyor beni hiç kimse.’
Helene böyle dedi ağlaya ağlaya,
inim inim inledi kalabalık halk.”
(Homeros, “İlyada”, sa:534)
Görünmeyen kısımlar : Vücudun cinsel bölgeleri
“Bu durumlarda Berthe annesinin şirret havasına bürünüp kocasına, yoksa çıplak gezmesini mi
istediğini haykırıyordu. Adam ayrıca karısının temiz iç çamaşırlarıyla gezmeyişine, görünmeyen kısımların
temizliğine aldırmayışına da kızıyordu.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:II, sa:120)
Görünmez kaza : Beklenmedik bir anda ve ters yönde gelişen olay
“TRANIO - Görünmez bir kaza, Simo; bela geldi başımıza.
SIMO - Neymiş? anlatsana.
TRANIO - Bizim geminin üzerine bir gemi daha geldi; bizimkine bir çarpacak, parçalayıverecek.”
(Terentius, “Hortlak”, sa:51)
Görüp göreceği : Hepsi bu kadar, yaşam boyunca nasibini alacağı şey, gerisi yok
“FAUST -... Tırtılların delik deşik ettiği şu tozlu kitap yığınlarıyla darlaşan bu odada, isli kağıt desteleri
tavanın kubesine kadar yükselmiş, şişeler, kutular ve aletler her tarafa tıka basa doldurulmuş, dedeler yadigarı ev
eşyası da buraya tıkılmış. İşte senin görüp göreceğin dünya budur! Hem de ne dünya!”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:25)
“Onun <Gribojedof> cenaze arabasına tesadüfen Kafkasya’da Alexander Puschkin, Rusya’nın bu yeni
dahisi, onun düşüncesindeki şafak yıldızı rastlar. Ama erken göçenin derdine yanacak vakti çok olmaz onun,
yalnız birkaç yıl, düelloda kurşun onu öldürür. Hepsi içinde kırkına varan yoktur, pek azı otuzuna: İşte böyle,
Avrupanın görüp göreceği en coşkun şiir baharı bir gecede kırılır..”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:I, ‘Hölderlin’, sa:153-4)
Gösteriş budalası : Gösterişi son derece seven yüzeysel kimse
“Çerviakov eve giderken şöyle düşünüyordu: ‘Ne alay etmesi? Niçin alay edecekmişim? Koskoca paşa
olmuş ama anlamak istemiyor. Bu duruma göre bir daha ben de bir daha bu gösteriş budalası adamdan özür
dilemeye gelmem. Canı cehemnneme!”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:23)
G.t, G.t içi : Kıç, dip (Argo); Küçücük bir yer
“ ‘Düz konuş arkadaş. Düpedüz. ‘Ben köy içinden evyeri değil, meradan tarla satın almak istiyorum’
de. Emme bak, ben sana kısaca cuvap vereyim: Bu iş olmaz Ağali. Komşular mera satılmasını istemiyorlar.
Köylünün ayranını kabartmağa gelmez. Merada herkesin hakkı var. G.t içi kadar bir yer sattın mı başlıyorlar
cıyaklamağa.’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:154)
“MARTA - Ne diyorsun?
ELIZABETH - Shakespeare’in bir cümlesi.
MAMA - Okkalı bir laf, nasıldı? ‘Kurbağa kuyunun dibindeyken, kovanın götünü güneş sanırmış.’ ...
müthiş...”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:31)
“SON AKŞAM YEMEĞİ
Ziyafet yemeği saatinde
Bedenimin üstünde karga sürüsü
Bu manzarayla karşılaşır sayın başkan
Koca götüyle çalgıcılar gelir
(Buyursunlar ey efendim
zehirli bedenime buyursunlar)”
(Semih El Kasım<d.1939>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 25.04.04)
G.t oğlanları : Eşcinseller, eşcinsel partner
“Taburelerden birine oturup bira istedim. Birayı dipleyip bir tane daha söyledim.
‘İşte içmek diye buna derler derim,’ dedi iri genç. ‘Buraya gelen g.t oğlanları bir bira söyleyip iki saat
otururlar. Senden hoşlandım yabancı. Ne yaparsın ve nerden geldin?’ ” ..... “Hücrelerin çoğu aşırı kalabalıktı ve
birkaç kez ırkçı ayaklanmalar olmuştu. Ama gardiyanlar sadistti..... Blaine içeri girdiğinde siyahlardan biri, ‘Bu
benim g.t oğlanım! Evet, bu adam benim g.t oğlanım olacak! Aslında hepimiz isitifade edebiliriz! Sen mi
soyunursun yavrum, yoksa yardıma mı ihtiyacın var?’ demişti.”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:28;49)
Gö.ten bacaklı : Kısa boylu, bodur, şişman çocuk
“Karşıdan bir kız geliyordu. Tipine bakılacak olursa, Orta Anadolu yöresinden bir türkü, hatta bir
bozlak... Kısa boylu, toparlak, değirmi suratlı, asla hoşlanmadığım ama tanımlama gücü nedeniyle kullanmak
zorunda kaldığım bir deyişle: ‘Gö.ten bacaklı’. Yüzünde, ‘hayatta artık hiçbir şey benim sırtımı yere getiremez,’
diye ödün veren bir ifade var..... Birçoğu yatılı kız okullarında ya da erken atıldıkları hayatta verdikleri
mücadeleyle kazanırlar bu ifadeyi. Bir daha da kimse silemez yüzlerinden. Hayatta kalmanın zalim sırrını
çözmüş olmanın güveniyle davranırlar, mangal yüreklidirler, kızdılar mı, erkek gibi küfrederler.....haklarını
kimseye yedirmemeye yeminlidirler... dobra dobra konuşurlar...”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:49)
Gö.ü göbeği yerinde : Oldukça şişman, vücudu oturmaktan yağ bağlamış
“Gil arabayı Belediye’ye sürdü, binaya girince doğruca Belediye Başkanı’nın ofisine gittik. Elli beş,elli
altı yaşlarında, şişmanlamaya yüz tutmuş, gö.ü göbeği yerinde, dazlak kafalı Hugh Addonizio masasında
oturuyordu. Savaş kahramanı olmuş, altı devre senatörlük yapmış, ikinci kez belediye başkanı seçilmiş olan bu
koca adam ne yapacağını bilmez bir durumda hüngür hüngür ağlıyordu..”
(P. Auster, “Karanlıktaki Adam”, sa:78)
Gö.ümün kenarı :
Kıçımın kenarı “Sözün beş para etmez! Dinleyecek yer de orası!” bağlamında argo
“Teğmen Dub, tabancasını kılıfına sokarken kendinden emin bir sesle, ‘Öyleyse aklını başına devşir, beni
ketenpereye getirmeye kalkma, beynini dağıtırım!’ dedikten sonra, ‘Lafı gediğine oturttum haa; ben mantara basacak
adam mıyım, ulan,’ diye mırıldanarak uzaklaştı.
Şvayk, vagonuna dönmeden bir süre ortalıkta dolandı. Voltalayıp dururken, ‘Şimdi bu herife hangi sıfat
yakışır ki?’ diye homurdanıyordu. Sonunda, Teğmen Dub’a en çok yakışacak sıfatın ‘gö.ümün kenarı’ olduğuna karar
verdi.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:143)
Gö.ü tavana vurmak : Sevinçten ya da hayretten, havaya sıçrayıp kıçıyla tavana erişmek (Argo)
“Kerizin yanında neler getirdiğini, evden neler gönderdiklerini sayıp döksem, aklınız durur, gö.ünüz
tavana vurur. Her nasılsa, kendi yemeğini getirtmesine, tütün içmesine izin vermişler.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:119)
G.t yalayan : Yalakacı (Argo)
“ ‘Rica ederim, rica ederim. Veli Reis Beyefendi beni yanlış anladınız. Size, sizin gibi bir kahramana
bir yanlış harekette bulunabilir miyim hiç?
‘Hastir ulan, yabancı oğlu yalancık, g.t yalayan. Ben ne kahramanım ne bir bok, ben de senin gibi bir
asker kaçağıyım. Asker kaçağı olmasaydım, şimdi çölde kemiklerim bile çürümüştü.’ ”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”, Cilt:2, sa:294)
Gövde gösterisi : Kişilerin, halkın, sivil örgüt ya da ilgili grupların özel bir gayeye yönelik genel toplu
gösterisi
“‘Bayan Diane, hiç olmazsa siz orada sosyetenin göbeğinde sayılırsınız. Yok kedi gösterileri, yok
köpek yarışları, hele erlerin paşa, paşaların mağaza yöneticisi gibi gövde gösterisi yaptıkları askeri spor
oyunları...’ ”
(O. Henry, “viski soda”, sa:171)
“Ne Prusyalıların gövde gösterileri, ne halkın sessiz protestosu, ne de kara bayraklar dikkatini çeker
Rimbaud’nun. O kitapçıların önünde, yeni yayınlara bakıyor. Dişe dokunur bir şey yok.”
(A. Rimbaud, “Dizeler”, sa:23)
Gövdelemek : Gövdeye, mideye indirmek (yemek)
“-Oh! Hoşafıma gitti. Gözüm görmesin. Getirir metirirsen, bak, hatırını kırarım. Kamil Bey’e kederle
gülümsedi: ‘Buyursana misafir. Sen daha başlamadın mı? Gövdelemeye bak!.. Ne demişler, dayak gelirse toz ol,
yemek gelirse yumul, demişler.’ ”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:51)
Gövdesi kadar yer yakar : Kudreti, hacmi kadar iş görür (Yani pek kudretli değildir)
“Aslına bakarsan hemşerim, ordusuz paşa napar! Gövdesi kadar yer yakar. Yahu elvermedi mi bu
paşalar belası bu Osmanlı ülkesine... Batmayanı da batırmadan basılmayacak mı, Allah lill aşkına, bu paşa lafı?”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:19)
Gövdeye indirmek : Yemek, tıkınmak
(Argo)
“MEPHISTOPHELES - İndiriver şunu gövdeye! Ha gayret! Şimdi kalbinde bir sevinç duyacaksın.
Şeytanla senli benli olduğun halde, hala alevden mi korkuyorsun ? (Büyücü kadın daireyi bozar, Faust da
çizginin dışına çıkar.)”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:132)
Gövermek :
Yeşermek, gelişmek; Morarmak; Küf olacak hale gelmek
“Bu dünya onunla mutluluk buldu,
Onun da hiç bitmesin mutluluğu!
Zafer sancakları inmesin burçtan,
Daha da berkitsin onu Yaradan!
Kökleri de onun gibi dal verir,
Has tohumdan has bitkiler göverir...”
(Sa’di, “Gülistan”, sa: 25)
Göynek : Gömlek
(Anadolu lehçesi)
“Haçça:
‘Şu sırtındaki kirli göyneği çıkar da temizini giy Bayram.’ dedi kocasına. ‘Elin yüzünü de bir yu
güzelce.’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:71)
Göz açamamak : Çok sıkı denetim altında olmak; Çok meşgul olmak
“Eski yerinden alınarak Insbruck’a atanan bir subay çocuğu olduğunu, hanidir görmediği anne ve
babasının yanına gittiğini öğreniyoruz kızın. Pilsen’de teknik bir büroda çalışıyormuş; tam gün; işten göz
açamıyormuş, ama memnunmuş, hayattan şikayeti yokmuş.”
(F. Kafka, “Hikayeler-İlk Uzun Tren Yolculuğu”, sa:206)
Göz açıp kapamadan; Göz açıp kapayıncaya dek; Göz yumup açıncaya kadar : Çok çabuk; nasıl olduğunu
ve vaktin nasıl geçtiğini anlayamadan
“SONDEYİ I
Öğrendim sonunda nasıl taşlaşır yüzler,
Gözkapakları altında, nasıl belirir kara-korku
Acı nasıl yer eder yanaklarda,
Çivi yazılı pürtük yüzler benzeri;
Kara ya da kül rengi lüleler
Nasıl aklaşır göz açıp kapayıncaya kadar.”
(A. Ahmatova<1889-1966>, “yaban balı özgürlük kokar”, sa:89)
“ ‘Gitmeden önce seni görebilir miyim?’
‘Bir saat içinde havaalanına doğru yola çıkıyoruz.’
‘Ne kötü. Seni özleyeceğim. Seni gerçekten özleyeceğim.’
‘Sadece sekiz gün. Kendini topla küçük adam. Göz açıp kapayana kadar dönmüş olacağım.’ ”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:173)
“Benzeri o güne dek görülmemiş bu seremoni şaşırtıcı bir hızla ve neredeyse göz açıp kapayıncaya
kadar olup bittikten sonra, Don Quijote, şövalye ilan edilmenin coşkusunu ve hemen yollara düşüp macera
aramanın sabırsızlığıyla Rocinante’ye iyilik ettiği için teşekkür etmek, burada yinelenmesi sıkıcı bir yığın şey
söylemek üzere hancının yanına vardı.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:26)
“ ‘Belki merkeze gelmek istersiniz?’
‘Tabii. Hemen geliyorum.’
Göz açıp kapayıncaya kadar merkezdeydim. İç odada Nash ile Komiser Parkins oturuyorlardı. Baş
müfettiş gülümseyip duruyordu.”
(A. Christie, Cinayet Reçetesi”, sa:164)
“Hayal, göz açıp kapayıncaya kadar yok oldu. Avrupa’nın dört bir yanından gelen tüm Santiago
Yollarının birleştiği Puente de la Reina’daydım yine. Çocuk, karşımda durmuş, tatlı, mahzun bir bakışla topunu
geri istiyordu.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:70)
“Bazen, bitip tükenmek bilmeyen bir savaşın ortasında, savaşçının aklına bir fikir gelir ve göz açıp
kapayana kadar zafere ulaşır.”
(P. Coelho, “Işığın Savaşçısının Elkitabı”, sa:142)
“Maria günlüğünü düşünüyor. Artık dayanamıyor, önünde kalan haftalar göz açıp kapayana kadar
geçse keşke ve işte bunun için veriyor kendini bu adama: Gizli aşkının ışığı onda. Asli günah Havva’nın elmayı
yemiş olması değil, hissettiklerini Adem’le paylaşmaya ihtiyaç duyması; birinin yardımı olmaksızın yoluna
devam etmekten korktuğundan.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:188)
“Bu dava, bu vahşilik, sonra hepsi Sibirya’ya gidecek. Kimi de evlenecek; her şey göz açıp kapayana
kadar değişiyor, sonu hiç - hepsi ihtiyarlıyor.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cil:IV, sa:107)
“Şimdi her şey maalesef gün gibi ortadaydı. Zosimos, o uğursuz sabahın karmaşasında, Gradal’i
Kyot’un koyduğu kutudan çıkarmış, göz açıp kapayıncaya kadar aşağıya inmiş, bir kafayı açmış, kafatasını
çıkarmış, içine Gradal’i saklamış...”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:333)
“Kiremitçinin istediklerine kulak asmayan gündelikçilerin yerine başkaları bulunurdu ama, onlar da
aynı şekilde ve göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir sürede ortadan kaybolurlardı.”
(E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:3-4)
“Göz açıp kapayıncaya bende durum değişiyor. Bazan yaşamın sevinçli bir görünümü yine ağarır gibi
oluyor, ah! yalnızca bir an için!
(J.W. von Goethe, “Genç Werther’in Acıları”, sa:106)
“-Bir memuriyet, o kadar kısa bir şey mi, Feride?
-Doğrusu, pek de uzun sayılmaz. Bir, iki, üç, dört senecik.
Göz yumup açıncaya kadar geçer... Tabii, arada geleceksin de...”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:102)
“Hayriye Hanım, bazen kocasını çok dalgın gördükçe:
-Üzülme, bir buçuk sene pek uzun bir zaman değil, göz açıp kapayıncaya kadar gelir, diyordu.”
(R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:98)
“Yaz haftaları göz açıp kapayıncaya kadar çabucak geçip gitti; yarıyıl sona ermek üzereydi. Pek yakın
bir zamanda ayrılıp gidecektim evden, bunu aklıma getirmeye yanaşmıyor ve getirmiyordum da, çiçeklerden
ayrılmak istemeyen bir kelebek gibi o nefis günlere sarılmıştım.”
(H. Hesse, “Demian”, sa:201)
“Öğrencilik yılları göz açıp kapamadan geçti. Öğrenci arkadaşlarla kavga döğüşler ve dersler, arada da
sıla özlemiyle, gelecek düşleriyle dolu saatler, bilime adeta taparcasına kucak açılan saatler.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:23)
“Bir fışırtıyla ayrıldılar kıyıdan, yüzleri gülerek, ölçülü bir tempoyla ilerlediler, ama gençlik bahçesinin
rüzgarı hala başlarının üzerinde dolanıyordu. Göz açıp kapamadan kıran kırana bir yarışa koyuldular...”
(H. Hesse, “Rosshalde”, sa:35)
“Hatırlıyordu, bir keresinde kuyunun yanındaki küçük avluda bir öğşe üzeri onu emziriyordu. Mevsim
yazdı, üzerindeki asma da üzüm salkımlarıyla doluydu. O memesinden sütünü emedursun, derin bir uykuya
dalmıştı, ama -göz açıp kapayana kadar- sonsuz bir düş gördükten sonra olmuştu bu. Öyle gelmişti ki ona, sanki
elinden sarkan bir yıldız, gökte bir melek vardı, fenere benzer bir yıldızdı bu, melek ilerliyor ve aşağıdaki
yeryüzünü aydınlatıyordu.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:41)
“Vasili gittikçe heyecanlanıyor, motor da gittikçe hızlanıyordu. Bir göz açıp kapayıncaya kadar
iskeleye geldi, motoru durdurdu. Kıyıya kadar kürekle geldi. Balıkları livardan <balıkçı kayıklarında, yakalanan
balıkları canlı tutmak için ahşap ya da camdan yapılı, su sızdırmaz bölge>çıkardı. Livarın suyu değişmediği için balıklar yarı
canlıydı. Kayıktan iskeleye atladı, ipi babaya bağladı, değirmene koştu, ikinci kata çıktı, oh dedi, derin bir soluk
aldı. Başörtü, orada, olduğu yerde duruyor, pembe kocaman bir çiçek gibi açmış, değirmenin taş duvarlarını
ipiltiye boğuyordu.”
(Y. Kemal, “Bir Ada hikayesi 1- Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”, Cilt:1, sa:109)
“Kendisi de bu işi hallettikten sonra Selahattin’i görür, sonra trene biner ve Van’a, daha doğrusu
Emine’ye doğru yola çıkardı. Zaten yolda uyuyup duruyordu; iki gün dediğin göz açıp kapayıncaya kadar
geçerdi ve hayırlısıyla bu işten de alnının akıyla kurtulmuş olarak evine kavuşurdu.”
(Ö.Z. Livaneli, “Mutluluk”, sa:202)
“Alıntılar konusunda, illiyet <nedenselik> araştırmalarını her zaman çok ciddiye almışımdır. Gençlik
arkadaşlarım bunu bilirler ve bazen eğlenmek için bana yem atarlar, ben de sazan gibi peşine düşmekten kendimi
alamazdım: ‘Bunu kimin söylediğini bulamazsın...’ Eskiden, araştırmanın sonucunu göz açıp kapayıncaya kadar
önümüze seren mucizevi ‘arama motorları’ yoktu.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:97)
“Ama insan gövdesi denen şey sağlamdır, öyle kolay kolay parçalamaya gelmez, atlar bile büyük
zorluklarla becerirler o işi. Onun için bir anda hançerler parladı, indi, yardı, baltalar, kasaturalar ayırdı eklemleri,
çatır çatır kırdı kemikleri. Göz açıp kapayana kadar otuz parçaya ayrıldı melek, herkes bir parçasını eline
geçirdi, bir şehvet açlığı içinde bir kenara çekilip yedi yuttu. Yarım saat sonra Jean-Baptiste Grenouille
yeryüzünden, bir tek lifi bile kalmamasına kaybolmuştu.”
(P. Süskind, “Koku”, sa:249)
“Öğrenecek o kadar çok şey vardı ki, göz açıp kapayıncaya kadar ay uçup gitti. Bu onun serbest olacağı
ilk pazar günüydü; evin hanımı iki gün önce kır evine gitmiş, doktor kocası da bir önceki akşam ona katılmak
üzere yola çıkmıştı.”
(S. Tamaro, “Rüzgar Ne Diyor?-Salvacion”, sa:41)
“Madrinha Flor, hala fokur fokur kaynayan su dolu tencereyle yaklaştı. Başkaları da geldi. Siyah sakallı,
bir tütün parçası çiğneyen ve konuşurken bunu bir yanağından ötekine aktaran bir adam yorumladı:
‘Tam bir kıyım oldu! Karnı yukardan aşağı yarık… Hem de göz açıp kapayıncaya dek, aman diyecek
zamanı bulamadan olmuş!’ ”
(J.M. de Vasconcelos, “Kayığım Rosinha”, sa:84)
“Nöbetleşe ve aklımızı büsbütün karıştırmak için aynı anda şu bahtsız taşkafalarımıza hükmeden iki
güçten -kısalık ve bitmezlik- kah fil ayaklı olan tanrının etkisindeydi Orlando, kah tül kanatlı sivrisineğin. Hayat
ona aşırı uzun geliyordı. Yine de göz açıp kapayana kadar geçiyordu.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:71)
“Baron onu beğendi, odasında birlikte çay içmeyi teklif etti. Kabul edip etmemekte kararsız kalan kız
Crescenz’e döndü. Ama o göz açıp kapayıncaya kadar mutfağa girip gözden kaybolmuştu bile; bu durumda, bir
serüvenin içine çekilen o kıza, kızarıp bozararak ve merakı kabarmış olarak bu tehlikeli daveti kabul etmekten
başka çare kalmadı.”
(S. Zweig, “Amok Koşucusu-Leporella”, sa:166)
“Bazen çekingen ve ürkektir, bazen sert ve alaycıdır; bazen romantik bir coşku ile doludur, bazen de
kuşkucu ve usta bir hesapçıdır; bazen hüzünlü bir müzik-seçerdir, bazen amansız bir mantıkçıdır; göz açıp
kapayıncaya dek geçen bir an içinde, Kuzey rüzgarı ile Güney rüzgarı ruhunda at koştururlar, birbirlerine
saldırırlar ve kuvvetlerini dengelerler.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Stendhal’, Cilt:III, sa:166)
“Kendimi pek iyi hissetmediğimi söyleyerek, bana bir soda ile bir kadeh Slibowitz getirmesini rica
ettim. ‘Elbette!’ diyerek, göz açıp kapayana kadar uzaklaştı. Aslında niyetim yalnızca bara dayanıp iki kadehi
hızla başıma dikmek ve hemen oradan ayrılmaktı.”
(S. Zweig, “Sabırsız Yürek”, sa:403)
Göz açtırmamak : Çok sıkı kontrol altında tutmak (gözaltı, kuşatma, sınav)
“Ama işte bu kısa ömür içinde -diyeceğim, yaşam kısa Gracchus, bunun ne anlama geldiğini düşün bir-,
bu kısa ömür içinde kendisini ve ailesini selamete çıkarma çabası göz açtırmıyor insana.”
(F. Kafka, “Bir Savaşın Tasviri”, sa:298)
“Geceden beri sürüp gelen tipi göz açtırmıyor. Kahredici bir ayaz var. Kar, telgraf direklerinin yarısını
buldu. Dağ, taş, ağaçlar, bütün dünya donmuş.”
(Y. Kemal, “Bir Bulur Kaynıyor”, sa:7)
“Kalktı, ormana daldı. Kurşun altında hiçbir şey yokmuş gibi yürüyordu. Bir az sonra da:
‘Buraya gelin,’ diyen sesi duyuldu.
Candarmalar göz açtırmıyorlardı. Gittiler.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:161)
Gözağrısı : Sevgili, gönül bağı olan kimse
“Gruşenka’nın ‘ilk gözağrısı’, kaderinin adamı iz bırakmadan ortadan silinmişti. Korkunç hayalet öyle
ufalmış ve komikleşmişti ki, onu kucaklayıp apar topar yatak odasına götürmüş, üstelik kilitlemişlerdi.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:127)
Göz alabildiğine (uzanmak) : Gözün görebileceği en uzak yerlere dek
“Göz alabildiğine uzanan şehirde tek bir ışık bile yanmıyor, dev beyaz bir kaplumbağa gibi başını içne
çekip kabuğunun karanlığına kapanmış. Kar, gökyüzünün derinliklerinden yüklendiği gizli bir ışıkla usulca
yağıyor.”
(A. Altan, “İçimizde Bir Yer”, sa:120)
“Göz alabildiğine gökyüzü ve ışıktan başka bir şeyin görünmediği, bomboş havanın ortasında ve
denizin üzerinde olmak hoşuma gidiyordu. Nereye gitsek, martılar bize eşlik ediyor, üzerimizde daireler çizerek,
çöp tenekelerinin denize boşaltılmalarını bekliyorlardı.”
(P. Auster, “Cebi Delik”, sa:56)
“Bir küçük masa, bir tahta iskemle, kuru yapraklardan bir döşek ve kilden üç çanak: İşte bütün eşyası
bunlardı. Duvardaki iki delik, pencere yerini tutuyordu. Bir yanda, yüzüne yer yer sarımtırak gölcükler serpilmiş
kısır ovalar göz alabildiğine yayılıyor ve önde büyük ırmak, yeşilimsi dalgalarıyla akıp gidiyordu. Bahar gelince,
ıslak toprağı bir çürüme kokusu kaplıyordu. Sonra, azgın bir yel tozu dumana katıyordu.”
(G. Flaubert, “Konuksever Ermiş Julian’ın Efsanesi”, sa:81)
“Sicilya’nın neden ‘İtalya’nın buğday ambarı’ ismiyle anılmak şerefine ulaşmış olduğunu bugün, bu
zenginliklere gözlerimizle tanık olduktan sonra anladık..... Düzlükler pek geniş değil, fakat hafif meyillerle
birbirine kavuşan dağ ve tepelerin sırtlarına, aralıksız ekilmiş arpa ve buğday tarlaları göz alabildiğine
uzanıyor.”
(J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:II, sa:158)
“Yan yana olsalar, birbirlerine değseler ve göz alabildiğine birbirlerie dolaşsalar da, ben kendi payıma,
birbirinden farklı iki yol olduğuna inanıyorum. Çileyi hemen çözmek istemek hayalcilik olurdu, ama çileden ilk
ipliği çekmeye çalışılabilir.”
(A. Maalouf, “Ölümcül Kimlikler”, sa:88)
“Hava hala rutubetliydi ama yağmur durmuştu. Albay evlerin üst üste yığıldığı dar bir sokaktan geçerek
meydana doğru yürüdü. Anacaddeye çıkınca ürperdi. Kasaba göz alabildiğine çiçeklerden bir halıyla
kaplanmıştı. Kapı eşiklerinde oturan siyahlar içindeki kadınlar cenazeyi bekliyorlardı.”
(G.G. Marquez, “Albaya Mektup Yazan Kimse Yok”, sa:10)
“Arjantöy kasabası karşısında geniş toprakların harap bir görünüşü vardı. Orseman ve Savua tepeleri bu
topraklara hakimdi. Tanner’e kadar genişleyen ova, çıplak, kiraz ağaçları ve hüzünlü tarlalarıyla göz alabildiğine
uzanıyordu.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:62)
“Solda kayın ağaçlarıyla söğütlerin gölgelediği ince bir su akıyor, sağda, önce kestane ve meşe
ağaçlarıyla yemyeşil duran, sonra mavileşen, gittikçe koyulaşan, Perigeux’da kurşuniye boyanan ve göz
alabildiğine uzanıp giden ormanlarla örtülü tepeler, alacakaranlıkta beliren bulutlar gibi ufukta dağılıyordu.”
(A. Maurois, “Ruh Tartıcısı”, sa:112)
“Kızların Şarkıları
----------------------SARIŞIN kızkardeşler ördüler neşeyle
yürüyerek altın samandan perçem,
göz alabildiğine toprak önlerinde
altın gibi korlanıncaya kadar;
o zaman kendi kendilerine: tansık içine
düştüğümüz yer.”
(Rainer Maria Rilke<1875-1926>-Yüksel Pazarkaya, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
17.11.05)
“Lucrezia Petroni gece saat onda San Giorgio kilisesine götürüldü. Bu facia sırasında, sayısız bir
kalabalık vardı. Gözalabildiğine sokakların arabalarla ve halkla dolu; iskelelerin, pencerelerin ve damların
meraklılarla örtülü olduğu görülüyordu.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:98)
“... ovaya çıkınca, insanı şaşkınlık içinde bırakan yıkıntılarla karşılaştım: Sayısız dikili sütunlar, bizim
parklarımızdaki ağaçlı yollar gibi, düzgün sıralar halinde, göz alabildiğine uzanıyordu.”
(C.F. de Volney, “Yıkıntılar”, Cilt:I, sa:14)
“En berbat mevsimdi, Beauce ovası yolunmuş, sıkıntılı bir manzara almıştı, tek yeşillik demetinden
mahrum, çıplak tarlalarını göz alabildiğine seriyordu..... bitki namına bir şey kalmıyordu, yalnız, kurumuş kirli
otlardan, biçilmiş tarlalardaki diken diken, sert başak saplarından öte başına kadar bir yangınla süpürülmüş gibi,
ovanın harap ve sıkıntılı ıssızlığını, bu dörtköşe boşluklar, göz alabildiğine genişletiyordu.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:II, sa:7)
Göz alıcı (olmak) : Beğenilir, göze güzel-yakışıklı (olmak), albenisi olan
“Ve Heinrich geri dönerek merdivenden çıkmaya başladı. Köprü kemerinin altında uzanan ağaçlı yolu
boydan boya geçti. Yolun karşı tarafındaki çalılıkların ve ağaçların arasında gözalıcı parlak renklerle boyanmış
ahşap bir kulübe ve içinde de kuşku uyandıran bir kafe vardı.”
(H. Böll, “Solgun Köpek-Yürek Yarası”, sa:11)
“KAPLUMBAĞA (Ağlamaklı.) - Biraz değil, çok kıskanıyorum.. Şu donuk renkli kabuğuma bir
bakın, şu tüysüz, gösterişsiz gövdeme.. Göz alıcı hiç bir yanım yok..”
(A. Çınaroğlu, “Boş Kaplumbağa”, sa:12)
“HAYVANAT BAHÇESİ
<1909>
------------------------------İnsanların giysileri göz alıcı.
Almanlardan sağlık fışkırmada.
Kara bakışı tümüyle kışa, gagası ise bir sonbahar
korucuğuna benzeyen kuğu, kendisi için bir parça
sakıngan orada.”
(Velimir Hlebnikov<1885-1922>, “çağdaş rus şiiri antolojisi”, A. Behramoğlu, sa:53)
“Göz alıcı bir tırmanış yaşayan Çin’in bile endişelenmek için nedenleri varr; çünkü bu yüzyılın başında,
izleyeceği yol belli gibi görünse de -toplumsal ve ulusal bütünlüğünü korumaya özen göstererek ekonomik
gelişimini aralıksız sürdürmek-, gelecekte kendisine düşecek büyük siyasal ve askeri güç rolü ciddi
belirsizliklerle dolu...”
(A. Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya”, sa:19)
“Tezgahın iki yanında ikişer kırmızı abajur duruyordu, arkasında da yaşlı bir kadın. Üzerine göz alıcı
bir sari giymiş, el tırnaklarını da maviye boyamıştı; alnında Hintli kadınların sayısız işaretlerinden birisi
olmasına karşın Avrupalı olduğu düşünülebilirdi.”
(A. Tabucchi, “Hint Gece Müziği”, sa:17-8)
“Ama karısının çoktan beri bu ilişkinin farkında olduğunu, onu hoş gördüğünü sanıyordu. Hatta artık işi
bitmiş, yaşı geçmiş, güzelliğini yitirmiş, göz alıcı hiç bir yanı kalmamış, saf, sadece temiz bir ev kadını olan
karısının, insaflı davranarak onu hoş görmek zorunda olduğunu düşünüyordu. Oysa hiç de öyle olmamıştı.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt :I-II, sa:8)
Göz almak : Göze çekici, cazip gelmek; ‘albeni’ yaratmak
“Kınalı seyrek saçları, evliya yeşili yemenisi, rastıklı çipil gözleri, yaz kış ayağından çıkarmadığı ve
hep yalınayak geçiriverdiği nalınlarıyla onu Arafat cadısına benzetmek her bakımdan daha uygun kaçardı. Bu,
kırmızısı, kızılı fazla göz alan seyrek kınalı saçlardan bir iki tutam, mutlaka o evliya yeşili, yağlanmış
yemeniden dışarı uğrar, kırış kırış alnının üstünde horoz ibiği gibi uçuşup dururdu.”
(S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:206)
“Gözlerini açtığında Laure’un yatakta çıplak ve ölü ve saçları kazınmış ve göz alan bir beyazlıkta
yattığını gördü. Bir önceki gece Grasse’ta görüp sonra gene unuttuğu, şimdi şimşek hızıyla aklına gelen
karabasandaki gibiydi. Bir anda her şey hayalindekinin tıpkısı olmuştu, çok daha aydınlık olarak.”
(P. Süskind, “Koku”, sa:219-220)
“Üzerlerinde leylek yuvalarının eksik olmadığı saman kaplı çatılar göz alıyor, ahırların önündeki küçük
havuzlar içlerinde yüzen ördekler, parlatılmış metal parçaları gibi güneşte pırıldıyordu. Balmumu rengine
bürünmüş tarlaların arasında Liliput ülkesindeki cüceleri anımsatan minik figürler, otlayan alaca renkli inekler,
ekin biçen, saman ayıran kadınlar, öküzlerin çektiği sabanlar ve el arabalarını hızla sürerek ekinleri taşıyan
çiftçiler görünüyordu”
(S. Zweig, “Sabırsız Yürek”, sa:103-4)
Göz altına alınmak, almak; Göz altında tutmak; Göz hapsinde tutmak : Bir kimseyi ya da kimseleri, dıştan
sürekli olarak -dıştan- gözlemlemek; Tevkif etmek, Polisin koruması altına almak
“Kesinlikle bilinen bir nokta, Katharina’nın evinin çok sıkı gözaltında tutulmuş olmasıdır. Perşembe
sabahı saat 9.30’a kadar hem telefon edilmeyip hem de Götten’in evden çıkmadığı görülünce Beizmenne’nin
sabrı taşıp sinirleri bozuldu, tepeden tırnağa silahlı sekiz polis memuruyla birlikte eve girildi.”
(H. Böll, “Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru”, sa:19)
“Kongre Binası’nın polisleri, çılgına dönmüş turistleri ayakaltından uzaklaştırmaya çabalarken, bir
yandan da Rotunda’yı kapatıyorlardı. Küçük çocuk hala ağlıyordu. Parlak bir ışık patlayınca -bir turist, elin
fotoğrafını çekiyordu- görevliler hemen adamı gözaltına alıp kamerasına el koydular ve onu oradan
uzaklaştırdılar.”
(Dan Brown, “Kayıp Sembol”, sa:62)
“Bu sözler üzerine Savcı Pomarici küplere bindi:
-Olacak şey değil! Demek, yalan söylediğiniz bana! Bir sanığı 18 gün boyunca göz altında tutup,
benden saklıyorsunuz bunu!”
(D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:69)
“ ‘İnsanoğlu, üstünde kendisi için hem bir yük hem de bir baştançıkarıcı olan ten taşır, O, bu treni hem
taşır durur hem de ona boyun eğer. İnsanoğlu bu teni gözaltında tutmalı, disiplin altına almalı, bastırmalı ve
ancak son kerteye kadar dayandıktan sonra ona uymalıdır. Bu boyun eğiş de gerçi bir suç, ama bağışlanabilir bir
suçtur.’ ”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:33)
“Y kasabasına çökertme harekatı düzenlenmiş, B adlı orta yaşlı adam, on altı yaşındaki oğlu C’yle
birlikte göz altına alınmıştı. Adamın terörist yatağı olduğundan şüphenilen evinin kapısı tekmelenerek
kırılmıştı..... Adamın kızına arka odada beklemesi emredilmiş, ne yazık ki kız bir pencereden dışarı çıkıp
sürünerek kaçmış, böylece askerlerin bir terörist ailesinin evinde olduğunu kanıtlamıştı.”
(S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:350-1)
“Buteau, kızı sabahtan akşama kadar göz hapsinde tutuyor, onun her dakika bir işle meşgul olmasını
istiyor, azizlik etmesinden korkulan bir ehli hayvan gibi onu köteğin tehdidi altında, tasması boynunda
tutuyordu.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:II, sa:45)
Gözardı etmek : Görmemezlikten gelmek, bilerek bilincin dışına itmek
“Estetik yaklaşımın göz ardı ettiği şey, kahramanlar görme ihtiyacı, onu da spor karşılıyor. Bu ihtiyaç,
fantezi dünyaları yeni gelişmeye başlayan çocuklarda doruk noktasındadır; yetişkinlerin spor merakını tetikleyen
şeyin, yeniyetmelikteki bu fantezilerin kalıntısı olduğunu sanıyorum. <John, 26 Ocak 2009)”
(P. Auster-J.M. Coetzee, “Şimdi ve Burada, Mektuplar 2008-2011”, sa:50)
“NSA bir ağ anomalisi olarak değerlendirdiği veri atamalarına girmiş ama bunları zararsız görünen bir
iletişim zannederek göz ardı etmişti.”
(D. Brown, “Dijital Kale”, sa:40-1)
“Kripteksin Leonardo da Vinci -Sion Tarikatı’nın Büyük Ustası- tarafından tasarlanmış olması, bunun
gerçekten tarikatın kilit taşı olduğunu gösteren bir işaretti. Eski Büyük Usta’nın taslakları, yüzyıllar sonra br
başka tarikat üyesi tarafından hayata geçirilmiş. Aradaki bağ, göz ardı edilemeyecek kadar aşikardı.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:229)
“İlyas, ruhunun söylediklerini dikkatle dinliyordu.
-Ama hiç kimse, içinin derinliklerinde yatan isteği gözardı etmez. Bazı anlarda dünyayı ve ötekileri
kendisinden daha güçlüymüş gibi görse de bu böyledir.”
(P. Coelho; “Beşinci Dağ”, sa:40)
“Ancak savaşçı, kalıcı şeyleri ya da zaman içinde gelişen güçlü bağları asla göz ardı etmez.”
(P. Coelho, “Işığın Savaşçısının Elkitabı”, sa:22)
“Yeniden mi yazmalı? Eğer ilk mektubu Maykov’a ulaşıp de göz ardı edildiyse ikinci bir kez yazması
sefilce bir şey olmaz mı? Henüz dilenmiyor. Ama günbegün Anna Sergeyevna’nın bakışıyla yaşıyor olması da
acı bir gerçek.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:231)
“Diğer taraftan sanatın tüm dallarının sinemada, kürsülerde söylenen ve belirli amaca yönelik şiirlere,
çizgi romanlara kadar açık yapıtın genel düşünce sisteminin içersine giremeyeceği düşüncesi göz ardı
edilmemiştir.”
(U. Eco, “Açık Yapıt”, sa:35)
“‘Adem’in Çocukları’ aslında insan sevgisinin, onun doğasında olan bir duygu yumağı olduğunu,
bunun dil, din ve ırk farklılıklarıyla sınırlandırılamayacağını varsayan bir düşünüşün ürünü... Aynı zamanda
Tanrısal gücün düzenini, kurallarını göz ardı etmeyen bir gerçekler dizisi...”
(E. Erentöz, “Adem’in Çocukları”, sa:7)
“Kahvaltıdan sonra Chester telefonla Rydal’ın odasını aradı. Saat 08:35’ti. Otobüs saatlerini önceden
sormuş olan Rydal saat 10:30’da batıya giden bir otobüs olduğunu söyledi. Kısa ve öz konuşuyordu. Chester
onun, telefon santralındakilerin bu konuşmayı gizli gizli dinlemeleri olasılığını göz ardı etmediği için böyle
konuştuğunu hissetti.”
(P. Highsmith, “Ocak Ayının İki Yüzü”, sa:116)
“Klasiklerin hepsinde görülen estetik bağımlılığı Kleist’ta hiç yoktur. O, doğası gereği bilinirliği
gözardı etmektedir. Ona göre insanların acı çekmesi aslında gizli bir hazdır. Gerçeğe duyduğu özlemli sevgide
aynı zamanda bir parça öfke de saklıdır.”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi- O... Markizi”, sa:14)
“Kalp, yürek, gönül. İşte size üç benzer kelime. Bazı nüansları gözardı ederseniz sanki biri ötekinin
yerine kullanılabilirmiş gibi duruyor. Çünkü üçü de insanların kan pompalayan organını anlatmak için
kullanılıyorlar.”
(Ö. Zülfü Livaneli, “Edebiyat Mutluluktur”, sa:207)
“... yıllar önce bazı tanıdıkları aracılığıyla sağlamış olduğu bir kolaylık sayesinde ölüm ilmühaberini,
başkentteki nüfus idaresine bildiriyor ve işlenmesini sağlıyorduk. Yani bu unutulmuş adada yasadışı bir iş
yaptığımız da yoktu. Başkentten bir yönetici atanamayacak kadar küçük bir yerleşim birimiydi adamız. Bizi göz
ardı etmişlerdi.”
(Ö. Zülfü Livaneli, “Son Ada”, sa:15)
“Rosa Cabarcas adamın kiminle olduğunu bilmiyordu, çünkü o da içeriye meyve bahçesi tarafındanki
büyük kapıdan girme ayrıcalığına sahipti. Yanındakinin bir başka erkek olduğu kuşkusunu da göz ardı
etmiyordu.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:78)
“O zaman onunla konuşmaya cesaret edebildiler, ihtiyar da onlara anlaşılmaz bir lehçeyle, ama güzel
bir gemici sesiyle karşılık verdi. Böylece, kanatların sakıncasını gözardı ederek, onun fırtınanın alobara ettiği
yabancı bir gemiden hayatta kalmış tek kazazede olduğuna akılları bir güzel yattı.”
(G.G. Marquez, “İyi Kalpli Erendıra”, sa:8)
“Buna rağmen, var olan sayısız ayrımı göz ardı etmek zorundayız. Prenses Meryem Ana yortusunda
vaftiz edilecek, par excellence <Fr.: eksiksiz, mükemmel>-, garip ama öyle, çünkü kraliçe şişlerinden kurtuldu,
hem şunu da görmek kolay ki her varis eşit değil sonuçta, tören ve merasimce ilan edildi zaten ayrıcalıklar ki bu
arada isim ve o giz bu prense ya da şu prensese bapışlandı.”
(J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:75)
“Freud, sanatı hayal kurmadan başka bir şey olarak görmemekle, Lionel Trilling’in ‘sanatın
yanılsamaları, gerçeklikle daha yakın ve daha doğru bir ilişki kurma amacına hizmet eder’ dediği çeşitten
yapıtları gözardı etmektedir.”
(A. Storr, “Yaratma Dürtüsü”, sa:42)
“Hele bugün, olan olaylar nedeniyle özellikle duyarlı olduğundan, bir de, varlığının rezaletini bir bavul
ve bir kışlık palto gibi gözardı edilemeyecek nesneler biçiminde yanında taşıdığından, Madam Rocard’ın
bakışlarına yakalanmak özellikle yaralayıcı olmuş, her şeyden önce de ‘Günaydın, Mösyö Noel!’ diye seslenişi
alayın dikalası gibi gelmişti.”
(Patrick Süskind, “Güvercin”, sa:30-1)
“Bir anlamda burası bir yaşam deposuna benzer. Kesin olarak, ortadan yitmeden önce sahne
döküntüleri, uygun bir sınıflandırma öncesi burada son bir mola verirler, çünkü ölüm nedenleri göz ardı
edilemez.”
(A. Tabucchi, “Ufuk Çizgisi”, sa:11)
“<Robespierre> son olarak, 1789’da yayımlanmış olan insan haklarının evrenselliğine bir canlılık
kazandırır ve gerçekten bir Uluslar Örgütü’nün taslağını çizip ortaya koyar. Kralların güç birliğine karşı, özgür
halkların ortaklığını kurmak dileğindedir. Yeni Anayasa, içerdeki yurtseverlerle dışarıdakileri bir araya
getirmelidir; Fransa’nın Avrupa’ya karşı verdiği savaşta bu silahı gözardı etmemek gerekir.”
(S. Tanilli, “Fransız Devrimi’nden Portreler”, sa:57)
“Orlando’ya baktığımız an sanki ağızlarına kadar su dolmuş da onları büyümüş gibi ipiri, ıslak
menekşeleri andıran gözleri ve şakakları olan iki çıplak madalyonun arasına sıkışmış mermer bir kubbenin
kabartısını andıran bir alnı olduğunu itiraf etmeniz gerekir. Gözleri ve alnı görürüz ve işte böyle döktürürüz.
Gözleri ve alnı görürüz ve o an her iyi yaşamöykücünün gözardı etmeyi hedeflediği binlerce nahoş şeyi
kabullenmemiz gerekir.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:19)
“Aynı süre içinde Hesse’nin İsviçre’de toplam 35.000 baskı adediyle on kitabı yayınlandı. Yani bu
yıllarda bile çok geniş bir okuyucu kitlesinin yazara sadakatten ayrılmadığını gözardı etmemek gerekiyor.”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:158)
“Evet, bireyde ve tüm insanlarda gerçekleri kavrama ve algılama içgüdüsünün doğuştan var olduğu çok
doğrudur. Ancak onun yanısıra ağırlığıyla her türlü yükselişi, sonsuzluğa ilerleyişi frenleyip önleyen esrarengiz
bir karşıt içgüdünün de var olduğunu kabul etmek zorundayız. Ve bu, bireyin, toplumların ve tüm nesillerin zor
da olsa erişmiş olduğu gerçekleri yine çabucak unutabilmesine, algı yeteneğiyle yapmış olduğu ilerlemelerden
gönüllü vazgeçmesine ve yine de o kuruntulara, sıkıntılarla dolu eski geçmişine sığınmasına neden oluyor. Her
insanda var olan bu içgüdü, biz karşı çıksak da, kimi zaman gerçekleri gözardı etmemizin nedenidir.”
(S. Zweig, “Geleceğe Güven”, sa:72)
Göz atmak : Göz ucuyla şöyle bir bakmak
“-Tevfik evlenirse sen görürsün!
-İşte o olamaz. Penbe Teyze’nin niyeti bozuk, fakat babama göz atarsa, gözünü oyacağımı dobra
dobra söyledim. Artık Tevfik’e yanık yanık bakmıyor.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:140)
“Ey bahtsız ülke, denizlerinin çevrelediği sahillere bir göz at ve sonra gözlerini çevir de bağrının içine
bak, bir köşende olsun rahattan, huzurdan eser var mı, gör.”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:II, ‘Araf’, sa:47)
“İlk kez başıma gerliyordu böyle bir şey. Elimde olmadan topuklarımla yere vurdum. Sözlerini sürdüren
ve ayaklarımı görmediği için bu topuk sesinin nereden geldiğini anlayamayan eski muhasebe şefi bir an durdu,
yere bir göz attıktan sonra:
-‘Sizi elinizden tutuyorum,’ diye ekledi.”
(M.C. Anday, “isa’nın güncesi”, sa:18)
“Ölmek için sakin bir yer arıyordum. Birisi Brooklyn’i önerdi; ben de ertesi sabah çevreye bir göz
atayım diye Westchester’den kalkıp Brooklyn’e gittim. Elli altı yıl oraya ayak basmamıştım, hiçbir şey
hatırlamıyordum.”
(P. Auster, “Brooklyn Çılgınlıkları”, sa:9)
“<Ex Libris’te çalışırken> bir akşam üstü, Arthur bir iş için dışarı çıktığı sırada, çat kapı John Lennon
geldi ve Man Ray’in fotoğraflarına bakmak istediğini söyledi.
Elini uzatıp ‘Merhaba,’ dedi, ‘ben John.’
Elini sıktım; ‘Merhaba, ben Paul,’ dedim.
Ben dolapta fotoğrafları ararken, Lennon da Arthur’un masasının yanındaki duvarda asılı duran Robert
Motherwell’in tablosuna bakıyordu. Tablo öyle ahım şahım bir şey değildi -turuncu fon üzerine iki tane düz
siyah çizgi-. Lennon tabloya birkaç saniye göz attıktan sonra bana döndü, ‘Bunu yapmak için çok çalışmış
olmalı, değil mi?’ dedi...... Lennon’un içtenlikle konuşması çok hoşuma gitti.”
(P. Auster, “Cebi Delik”, sa:97-8)
“Kadın kuzuya şöyle eğreti bir göz atıp söylenmesine devam etti:
‘Ne bileyim gayri!.. İki ayağımı bir pabuca soktunuz, çırpınıp durayım artık akşama kadar...’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:151)
“Eve dönerken, babamdan fırıncı Fundahl’a uğrayıp dükkanından içeri bir göz atmamızı, ona iyi
akşamlar dileyip ekmeği ya da üzerindeki marmelat tabakası Scharnhorst’un yakası gibi kırmızı, koyu gri pasta
artığı var mı diye sormamızı isterdim.”
(H. Böll, “İlk Yılların Ekmeği”, sa:12)
“Çabucak çevresine bir göz attı. Oda küçüktü. Duvarlarda neredeyse bütün kapıları uçmuş, beyaz boyalı
dolaplar vardı. Birinden dışarıya fışkırırcasına beyaz çamaşırlar taşmıştı ve köşede deri bir kanapenin altında
tıbbi cihazlar duruyordu.”
(H. Böll, “Melek Sustu”, sa:13)
“Rachel inanamayan gözlerle Pickering’e döndü. ‘Beyaz Saray, D.C.’ye kadar yirmi beş kilometre yol
gitmem için bana PaveHawk mı göndermiş?’
‘Görünüşe bakılırsa Başkan ya etkilenmeni ya da gözünün yılmasını umuyor.’ Pickering ona göz attı.
‘Bu oyuna gelmemeni tavsiye ederim.’ ”
(D. Brown, “İhanet Noktası”, sa:31)
“San Pietro’nun çanları çalmaya başlamıştı. Camerlengo cep saatine göz attı. ‘Gitmeliyim.’ Bir an
duraksadı ve başını kaldırıp Langdon’a baktı. ‘’İsviçreli Muhafızlar’dan biri sizi arşivde karşılayacak. Size
güveniyorum Bay Langdon. Şimdi gidin.’ ”
(D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:191)
“Görünüşünden, hala ABD Büyükelçiliği’ndeki mesajını dinlediği anlaşılan, telefonu kulağına bastırmış
Langdon’a bir göz attı. Fache, Langdon’ın benzi atmış ifadesinden haberlerin iyi olmadığını sezinlemişti.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:72)
“ ‘12 numaraya bakmamda bir sakınca var mı?’
‘kimse yok orda efendim. size söyledim.’
‘aşığım moruk. kusura bakma. bir göz atayım, lütfen!’ ”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:100)
“... ve bu putlar, gerek çeşitlilik, gerek birbirleriyle karşıtlık oluşturma bakımından o denli alacalı bir
görünümdedir ki, birisi bunların tümüne birden aynı zamanda bir göz atmayı düşünse, herhalde bir dehşete
kapılır. Bu putlardan biri ya da öteki, bir tanrı olmayı başarır...”
(E. Canetti, “Sözcüklerin Bilinci”, sa:49)
“Dünya üzerinde dolaşıp dururlardı, kimi zaten neler oluyor diye bir göz atmaya gelirlerdi, kimi zaman
da şu ya da bu kişiyi sınamak için.”
(P. Coelho, “Şeytan ve Genç Kadın”, sa:14)
“İki gün sonra, eve döndüm. Marie öğle yemeğini hazırlamak üzere gitti ve ben birikmiş mektuplara
göz attım. Kapı telefonu çaldı. Geçtiğimiz hafta beklediğim zarfın geldiğini ve masamın üstünde olması
gerektiğini söyleyen kapıcıydı arayan.”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:167)
“Hikayeler dinlemek istiyor adam. Ve çocuk, mucizevi bir biçimde, bir hikaye anlatmak üzere, ‘Pavel
Aleksandroviç,’ diye söze başlamışken, ölünün adını ağzına almasında bir sakınca olup olmadığını anlamak
üzere annesine bir göz atıyor. Petersburg’da biraz daha kalıp sonra Fransa’ya gideceğini söylemişti.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:21)
“Kıza çabucak bir göz atıyor. Başı önünde, dikkatini metne vermiş ya da öyle görünüyor.
‘Gasp etmek’ sözcüğü birkaç dize sonra yine yineleniyor. Gasp etmek, Alpler bölümünün derinde
kalan izleklerinden biridir. Zihnin en önemli arketipleri olan yalın fikirler, duyusal imgeler tarafından gasp
edilmiş bulurlar kendilerini.”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:29)
“ ‘O... o aşırıcı biriydi.’ Ben de böyle düşünmüyor muydum? Birden, merakla ‘onu oraya götüren şeyin
ne olduğunu’ bilip bilmediğimi sordu. ‘Evet’ dedim ve hemen uygun bulursa yayınlayabileceğini söyleyerek
ünlü raporu eline verdim. Acele bir göz attı, durmadan mırıldanıyordu, ‘uygun’ olduğuna karar verdi ve
ganimetini alıp gitti.’ ”
(J. Conrad, “Karanlığın Yüreği”, sa:167)
“Kükürtlü kibrit mavi aleviyle parladığında odaya şöyle bir göz attım, aynı anda da beklenmedik,
korkunç bir görüntüyle karşılaştım. Keşke rüzgarin saldırısı kibrit alevini püf diye söndürseydi. O zaman belki
gözlerim bu görüntüyle karşılaşmaz, tüylerim diken diken olmazdı.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:55)
“TREPLEV (İç sahneye göz atarak.) - İşte sana en alasından tiyatro! Perde, birinci kulis, sonra
ikincisi, sonra da açık alan. Dekor yok.”
(A. Çehov, “Martı”, sa:27)
“Sonra neşeli bir umutla koltuğunun yanı başındaki locaya sıkıla sıkıla göz atınca, çok kötü bir
duyguyla irkildi. Ortada bir bayan, ağzını mendille kapamış, koltuğun arkasına yaslanarak deli gibi, katıla katıla
gülüyordu.”
(F. Dostoyevski, “Başkasının Karısı”, sa:37)
“İnsanın en büyük kusuru, Nuh tufanından başlayıp Schlezwig-Holstem dönemine değin süren, alnının
kara yazgısı olan erdemsizliğidir. Erdemsizlik ve buna bağlı olarak ölçüsüzlük. Ölçüsüzlüğün erdemsizlikten
ileri geldiği çoktandır bilinen bir gerçektir. İnsanlık tarihine şöyle bir göz atın, bakın neler göreceksiniz. Görkem
mi?”
(F. Dostoyevski, “Yeraltından Notlar”, sa:44)
“Tuvalete giden yol şimdi tamamen insanlarla kapanmış olduğu için Methuen koridorun sonuna,
imtiyazlı yabancılar için ayrılan tuvalete doğru ilerleyip yandaki vagonda arı kovanı gibi duran yolculara bir göz
atmaya çıktı. Tren yola koyulduğu için kimi bir yerlere dayanarak, kimi ayakta, bitkinlikten uyuklarken
rahatlamış görünüyorlardı.”
(L. Durrell, “Sırbistan Üzerine Beyaz Kartallar”, sa:37)
“Yeniden Aedificium’a girdik; içinden geçtiğimiz hastaneye şöyle bir göz atıp doğu kulesine doğru
yöneldik. Hastanenin kapladığı iki kuleden kuzeydekinde bir ocak, ötekinde, üst kattaki yazı salonuna çıkan bir
döner merdiven vardı.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:111)
“Pek anlayamadığımız -galiba pek iyi izleyemediğimizden nedenlenen- bir derste yine yan yanaydık. O,
defterin yaprakları arasından kurşunkalemle yapılmış bir resim çıkardı: ‘Bak!’ dedi, ‘Güzel olmuş mu?’ Henüz
elime almış ve bir göz atmıştım ki, gülerek, hızla elimden çekip aldı. Neden bilmem, bir daha da bana
göstermedi.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-İlkbahar”, sa:27)
“Yaz vakti, zamanın Reisicumhuru Büyük İsmet İnönü’nün kişisel imzasıyla tüm Türkiye’nin bu denli
başarılı çocuklarını içeren kuşeye basılmış bir kitap eve geldiğinde, evdekiler ona şöyle bir göz atmış, yalnızca
bir ‘aferin!’ çekip bana bir “Omega” ya da “Tissot” saat bile almamışlardı. Kitap, komşulara bile
gösterilmemişti.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:101)
“KOMİSER - Doğrudur, inanrım, şu kartvizitinle, reçete kağıdına bir göz atalım... yanılmıyorsam:
‘Profesör Antonio Rabbi, Ruh Doktoru, Padova Üniversitesi Eski Doçenti’ yazıyor. Haydi, buna ne buyrulur?”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:9)
“KOMİSER - (Kulise doğru göz atar.) İşte, onu geri getiriyorlar. (Girişe doğru) Gelin, gelin. (Sarsak
bir flaman kuşu gibi yürüyen Benzer içeri girer. Sahnenin ortasındaki tekerlekli sandalyeye oturtulur. Benzer’in
içeri girmesiyle, polis memuru, daktilo sehpasıyla birlikte onun soluna kayar.)
(D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:35)
“ELIZABETH - Günaydın Egerton.
EGERTON, Marta’ya. - Nerede?
ELIZABETH - Buradayım... atın arkasında. Sizi uyarıyorum Egerton, başınızı uzatmak ya da göz
atmak için hayvanın göğsünden ileri geçerseniz, alnınızın ortasından vururum.”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:12)
“-Bu çocuğun hal ve gidişinden memnun olduğumuzu büyük bir zevkle görmekteyim. Benim için
bundan daha hoş bir şey olamaz ve bu mutlu sonucu sizin sevecen dikkatinize bağlamamak gerektiğini
anlıyorum. Genç kızları ilgilendirebilecek ve bilgilendirebilecek bazu kitapları size göndermek gibi bir şey
aklıma geldi. Onlara bir göz attıktan sonra, Bayan Alexandre ve arkadaşlarına bunları verip vermeyeceğinize siz
karar verirsiniz.”
(A. France, “Suylvestre Bonnard’ın Suçu”, sa:130)
“Robert’le babam sigara salonunda karşılaşınca her şey berbat olacak sandım. Salonun kapısı ardına
kadar açıktı ve onları gözlüyordum. İkisi de birer koltuğa oturmuştu, ellerinde bir gazete vardı. Robert, gazeteye
bir göz atıp, duyamadığım bir kaç söz söyleterek, babama uzatma dikkatsizliğinde bulundu.”
(A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:23)
“İşkence masasının üzerine bıraktığı bu torbada gene hangi kurbanı getiriyordu? Anthime çoğu zaman
işe fazla dalmış olur, torbayı hemen açmazdı; çabucak bir göz atardı, bez titriyorsa işleri tıkırında demekti: sıçan,
fare, herhangi bir dört parmaklı kuş, kurbağa, hepsi, hepsi işine yarardı bu Moloch’un.”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:6)
“Bıçağı aldı, kurumlu bir tavırla ekmeği kesmeye koyuldu. Somunu orta yerinden ikiye böldü, ortasına
bir göz attı, içinde beyazımtrak bir şey vardı; şaşıırdı birdenbire. Bıçağıyla usulca beyaz şeyi kurcaladı, sonra,
biraz, parmağıyla dokundu. Kendi kendine, ‘Katı bir şey! Ne olabilir acaba?’ diye düşünüyordu. Parmağını
soktu, o şeyi çıkardı:
-Aaa! Bir burun!”
(N. Gogol, “Üç Öykü-Burun”, sa:18)
“PURO
Kocaman puro. İçeri taşındı
zincirli üç bakımsız çocuk köle tarafından.
-------Amerikalı göz attı çevresine yavaşça,
budalaca bir sırıtmanın başlangıçları...”
(Geoff Hattersley<d.1956>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, “Cumhuriyet Kitap, 18.01.07)
.
“KOTRLY - Neden sakladığını anlıyorum. Bize güvenmiyorsun değil mi? Hani, pek haksız da
sayılmazsın, bazı işlerde tedbiri elden bırakmaya gelmez.
NEUWIRTH - Hele insan ikili oynuyorsa.
FOUTSKA (NEUWIRTH’e hızla göz atarak.) - Bu da ne demek?”
(V. Havel, “Şeytan Çelmesi”, sa:27)
“ ‘Sen duruma bir göz at da dönünce anlatırsın.’
‘Sonu seksen beşle biten bir piyango bileti alsak mı dersin? Yarın seksen beşinci gün.’
‘Alalım istersen,’ dedi çocuk. ‘Ama senin seksen yedilik büyük rekorundan ne haber?’ ”
(E. Hemingway, “İhtiyar Balıkçı”, sa:16)
“ ‘... Montopolis’e geldiğim üç hafta oldu ve daha şehir halkıyla tanışmaya fırsat bulamadım.’ Kuşku ile
tozlu ayakkabılarına bir göz attım, sonra gazetede kullanmaya alıştığım bir klişeyle sözlerime son verdim:
‘Sanırım bizlerden birisiniz.’ ”
(O. Henry, “viski soda”, sa:81)
“Biz, eğitici kadrolarımızın ve entelektüel yaşamımızın temelinde yatan anonimliği onaylıyor ve baş
tacı ediyoruz. Ne var ki, düşünsel yaşamamızın tarihine, özellikle Boncuk Oyunu’nun oluşum sürecine bir göz
atıldığında, buradaki her evrenin, her atılımın, her değişikliğin, oyunun gelişimindeki ilerici ya da tutucu diye
değerlendirilecek duraklardan her birinin, buna ön ayak olmuş asıl kişinin değil, değişikliği gerçekleştirenin,
değiştirme ve mükemmelleştirmede araç rolünü oynayanın damgasını taşıdığı anlaşılacaktır.”
(H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:11)
“Bütün pencereleri kapatıp sinir içinde evde oturmaya başlamasına karşın, arada bir dışarıya göz
atmayı da unutmadı; sonunda sinirleri yatışınca, sanki ölüm kalım sorunuymuşçasına pazara koşanların hepsi
gözden kaybolunca, çizmelerini giydi, para kesesine bir sikke koydu ve bastonunu aldı.”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:117)
“Çevresine: masasına, iskemlesine, üç gündür bozulmamış olan yatağına bir göz attı. Önceki günün
gecesinden kalma hiçbir dağınıklık yoktu.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:476)
“-Dayı! dedi, benim, Adrian, sana söyleyeceklerim var.
Bir dakika bekleyişten sonra perde aralandı. Dayı eliyle kapıya gelmesini işaret etti, sonra lamba
elinde, kapıyı açtı. Adrian Sultan’la birlikte içeri girdi. İyi aydınlanmış olan içeriye ilk göz atışında yüreği daha
çok burkuldu..... Toz, ıssızlık, ölüm sessizliği.”
(P. Istrati, “Angel Dayı”, sa:17)
“Bu konuda bir şeyler bilen ana, postacıya ‘Sorar mısın!’ gibilerden bir göz attı ve:
-Bari öğütlerimi dinlese... dedi. Ama her zaman kafasının doğrultusunda gider; sonra yine surat asar.”
(P. Istrati, “Mihail”, sa:6)
“Karl hala girmekte duraksayınca, hemen kolu kavradı, kapıyı birden iterek Karl’ı çekip içeri aldı.
‘Kimsenin koridorda dikilip kamaramdan içeri bakmasıdan hoşlanmam,’ diyerek yeniden bavul üzerinde
çalışmaya koyuldu. ‘Her geçen içeriye bir göz atıyor, gel de sen katlan buna!’ ”
(F. Kafka, “Kayıp” <Amerika>, sa:7)
“Neden sonradır ki çocuk, söylenmeyi bırakıp kendini toparladı. Birden aklına düştü ki, arkasından
geliyorlar. Deliye döndü. Güneşe bir göz atmayı da unutmadı.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:13)
“Buzul
<Avigliana, 15 Mart 1946>
Durduk, bir göz attık
Üzgün yeşil çenesinden aşağılara
Ve göğüslerimizdeki güç eridi
Son umudumuz gibi”
(Primo Levi<1919-1987>-Güran Tatlıoğlu; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.07.06)
“ ‘Başüstüne Teğmenim.’
Pezoa ilk takımların yatakhanelerine doğru koşmaya başladı. Gamboa, avlunun ortasında ayakta
durmuş, saatine göz atıyor, avlunun dört bir yanından, bir sirk çadırının iplerinin ortada toplanması gibi
kendisine ulaşan yoğun uğultuyu dinliyordu.”
(M.V. Llosa, “Kent ve Köpekler”, sa:198)
“Bunca yıldır tanıdıkları salona, yabancı bir mekana girer gibi girdiler. Salonu bir kez tavaf ettikten
sonra yemliğin içinde yatan ve haç işareti yapıyormuş izlenimini veren balmumundan yapılmış bebek İsa’nın
önünden birer birer geçtiler ve masaların üstündeki armağanlara bir göz attıktan sonra herkes kendisine ayrılmış
yere gidip sessizce beklemeye başladı.”
(Th. Mann, “Buddenbrooklar”, sa:470)
“Hekim, içeri daha çok ışık girsin diye, pencerenin kara perdesini araladı, okunaklı bir yazıyla önlü
arkalı yazılmış on bir sayfaya önce çabucak bir göz attı; birinci paragrafı okuduğunda Yedinci Pazar ayinini
kaçırdığını anladı.”
(G.G. Marquez, “Kolera Günlerinde Aşk”, sa:13)
“O, soğuk ve meraklı bir göz atışıyla bir kez size de bakar. Sonra bir köşeye kurulur ve artık
görünümden başka bir şeyle ilgilenmiyor görünür.”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:1319
“Ancak genele göz atarken, bakışları bir an için daha az dikkat çeken bu on adama takılı kaldıktan
sonra, seslerin yarattığı gürültüden dolayı sabrı taşarak, konuğun gözleri bu gemiyi yöneten kişi kim olabilir
arayışı içinde çevrede dolaşmaya koyuldu.”
(H. Melville, “Benito Cereno”, sa:21)
“Scarlet salona ve kütüphaneye göz atınca Rhett’in her iki yerde de olmadığını hemen gördü ve bu
durum karşısında yüreği sızladı. Ya evde yoksa ya da Güzel Watling’in evine gittiyse veyahut akşam
yemeklerine gelmediği zaman yine buna benzer yerlerde vakit öldürüyorsa...”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:II, sa:1306)
“Fransa bu yırtıcı hayvanları <paralı asker> beslemenin ne tehlikeli bir şey olduğunu başına gelenlerle
öğreniyor. Oysa Romalıların, Kartacalıların, daha nice eski ulusların tarihine bir göz atsa yeterdi.”
(Th. More, “Utopia”, sa:26)
“Bird o sırada yan yana sıralanmış ucuz meyhanelerin önünden geçiyor, arada sırada yalpalayarak
yürüyen sarhoşlarla çarpışacak gibi oluyordu. Boğazı kurumuştu, tek başına bile olsa bir şeyler içmek istiyordu.
Bird zayıf ve uzun boynunu çevik hareketlerle bir o yana bir bu yana oynatarak sokağın iki yanındaki
meyhanelere göz attı. Ama aslında o meyhanelerden birine girmeyi düşünmüyordu.”
(Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:15)
“SMITHERS (Bir göz attıktan sonra, tiksinmiş bir halde başka tarafa döner. ) - Tıpa tıp ormana girdiği
yer burası... Ne de işinize yarayacak ya... Şimdiye kadar millerce yol aldı, sağ salim deniz kıyısına vardı...
Derisini şeytan yüzsün... Onu kaçıracaksınız demedim mi size?”
(Eu. O’Neill, “İmparator Jones”, sa:63)
“Gautier’in (ya da İstanbul’a geldikten hemen sonra bunu yapmaya başlayan Batılı gezginlerin)
padişahın haremindeki kadınları düşlemesini ve kendi yanındaki İtalyan kadına padişahın bir göz atmasıyla
övünmesini Tanpınar ‘hafifmeşrep’ bulur, ama bu yüzden de Gautier’ye kızmamamız gerektiğini söyler: çünkü
‘harem mevcuttu’.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:221)
“Ernesto bana kayışları takmayı gösterirken Grangia’ya bir göz atıyor ve ona, ‘Kim bilir nereye gitti,’
diyorum.
‘Dönecek,’ diyor Ernesto.
‘Onu içerde bırakmak elinizdeydi.’
Ernesto kötü kötü bakıyor bana. Sonra: ‘Hakkı olmayana bir fırsat tanımak istedim. Bu son olacak.’ ”
(C. Pavese, “Senin Köylerin”, sa:114)
“Bu öykünün başlangıç bölümünde anlattığımız akşamdan iki gün sonra ve şimdi anlatmakta
olduğumuz sahneden bir hafta önce, Lizaveta İvanova pencere kıyısında oturmuş gergef işlerken bir ara sokağa
göz attı ve orada, gözlerini genç kızın penceresine dikmiş, hareket etmeden duran genç mühendisi gördü.”
(A. Puşkin, “Maça Kızı”, sa:127)
“Üniversiteli, uzun bacaklarını ranzanın üstüne çekerek çevresine bir göz attı. ‘Şuraya geleli tam iki
saat oldu. Öf be, meğer ne sıkıcı yermiş burası. Hiç değilse bir oyun kağıdımız filan olsaydı. Kara Papaz ya da
başka bir oyun oynardık.’ Küçümseyen bir tavırla Yahudi öğrencileri gözden geçirdi.”
(E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:223)
“İçimde hafiften bir korku başladığını hisssediyordum..... elimde olmadan önümde gitmekte olan
herhangi bir tuhaflık göremediğim insanlara bir göz attım. Ama birinin, mavi önlüklü, bir omzunda kulplu spet
taşıyan bir çırağın birinin arkasından baktığını gördüm.”
(R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:94)
“İlk bakışta, şöyle bir göz atınca, ki şimdilik bundan başka bir şey yapılamaz, adamın gözleri sağlıklı
görünüyor, gözbebekleri saydam, parlak, gözlerinin akı porselen gibi beyaz ve sık dokulu.”
(J. Saramago, “Körlük”, sa:10)
“Sonra bahçeye inip eşek oyunu oynadık <üzerinde bölmelerle bunların içinde numaralar olan bir
tahtanın adıydı bu, taşları atarak en fazla sayıyı yapmaya çalışıyorduk> ve ben kaybettim. Artık Afonso
Domingues’e devam ederken onun evine son kez gittim. Sahte olduğunu bildiğim bir gururla, teknik öğretim
öğrencisi olduğumu kanıtlayan kimlik cüzdanımı gösterdim ona, ama hiç önemsemedi, şöyle bir göz attı, o
kadar.”
(J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:75-6)
“Doğrusu, tezin esasının akvaryumun suları üzerinde dalgalanan ruha ait olduğu söylenebilirdi ama
düşünür çırağının da bu ilginç fikri geliştirmesinde katkısı olduğunu hatırlamak için önceki sayfalardaki diyaloğa
bir göz atmak yeterli olacaktır.”
(J. Saramago, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”, sa:75)
“İKİNCİ PERDE, SAHNE BİR
(FRANTZ, LENI) (Franz yırtık pırtık bir asker üniforması giymiştir. Yırtıkların altından yer yer teni
görülür. Masada oturmaktadır..... Leni giysisinin üstüne bir önlük takmıştır, yüzü seyirciye dönük olarak odayı
süpürmektedir. Franz konuşurken ifadesiz bir yüzle, acele etmeden, neredeyse uyur gibi, tam bir ev hanımı
havasında, sakin sakin işini görür. Ara sıra Franz’a göz atar. Onu kolladığı ve sözlerinin bitmesini beklediği
hissedilir.”
(J.-P. Sartre, “Altona Mahpusları”, sa:121)
“Senin canevindeki güzelliğe göz atar
Ve yaptığın işlerle kıyaslarlar da onu,
Gözünün içi gülen bu yaratıklar katar
Güzelim çiçeğine iğrenç ot kokusunu.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:69, sa:179)
“Böyle (Şizoid) bir kişinin iç dünyasına bir göz atmış olduğumuza göre, bunun nedenini anlayabiliriz.
Birincisi, yaratma etkinliği çoğunlukla yalnız başına sürdürüldüğünden, böyle bir uğraş seçmek şizoid kişinin
başkalarıyla doğrudan doğruya ilişki kurmaktan kaçınabilmesi demektir.”
(A. Storr, “Yaratma Dürtüsü”, sa:77)
“KIZ - Hadi, söyle söyleyeceğini!
AVUKAT - Peki. Bak, ben bir eve girince ilk önce perdelerin duruşuna bakarım. (Pencereye gider,
perdeleri düzeltir.) İp gibi ya da paçavra gibi duruyorsa, çok kalmam orada. Sonra iskemlelere bir göz atarım...
Mumlar çarpık çurpuk duruyorsa, o evde düzen yoktur!”
(A. Strindberg, “Düş Oyunu”, sa:42)
“Çoktanberi odasının kapısında çağrılmayı bekleyen hizmetçi kız sonunda kendiliğinden içeri girdi.
Anna soru dolu bakışlarla kaçamak bir göz attı ona, korku ifadesiyle kaplı yüzü kızardı. Hizmetçi kız içeri
girdiği için özür diledi, ona zil çaldı gibi geldiğini söyledi.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:549)
“Prenses Mariya bir başına kaldı. Liza’nın istediğini yerine getirip saçının biçimini değiştirmek şöyle
dursun, aynada kendisine bir göz bile atmadı.”
(L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:II, sa:51)
“Tam o sırada M. Desbrosses yanımdan geçiyor... Henüz yıkanmadığım, üstümü başımı
değiştirmediğim için Marie-Salope’un kazan dairesinden çıkıyormuşum gibi bir halim var. M. Desbrosses bana
şöyle bir göz atıyor, yaptığım işi görmek için de benimle beraber mahzene iniyor; bana yekten elli frank bahşiş
veriyor.”
(Ch.Vildrac, “Sonsuz Yolculuk”, sa:8)
“Hallward, ‘Söyleyeyim,’ dediyse de yüzünde bir şaşkınlık ifadesi belirmişti. Arkadaşı ondan yana bir
göz atarak, ‘Bekliyorum Basil,’ dedi. Ressam, ‘Pek bir şey yok anlatacak,’ diye yanıtladı.”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:14)
“Kulüpten çıkarken kapıcı Lord Arthur’a bir mektup uzattı. Herr Winckelkopf’dan geliyordu, ona yarın
akşam uğramsını ve açılır açılmaz patlayan bir şemsiyeye göz atmasını istiyordu. Bu en yeni icattı ve
Geneva’dan daha henüz gelmişti.”
(O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:50)
“Gemi, Londra Köprüsü yakınındaki demirleme yerine doğru ilerlerken hava güzel olduğundan, çok
sayıda kentlinin, önlerinde porselen tabaklar, yanlarında alçı pipolarla, içlerinden biri bir gazeteden bir şeyler
okuyarak, sözü sık sık diğerlerinin kahkahalarıyla, laf atmalarıyla kesilerek teraslarında rahat rahat oturdukları
kahvelerin camekanlarına şöyle bir göz atabiliyordu.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:113-4)
“İyi ama neye benzetilebilirdi? Ona öyle bir göz attı. Tamam, tostunu dişlerken tam bir tavşana
benziyordu. Başka biri belki tutup da bu küt burunlu, mavi gözlü, son derece ciddi ağızlı, yapılı genç adamı şu
haliyle öyle ufak, korkak bir yaratığa benzetemezdi. Ne ki işin keyfi de buradaydı.”
(W. Woolf, “Pazartesi ya da Salı”, sa:76)
“Mr. Ramsey gösterilen yere bir göz attı; James ile Cam korku ile beklediler; şimdi nerdeyse patlayıp,
‘Ama daha fırtınalı bir denize düşen ben’
diye haykıracaktı. Ve eğer bunu yaparsa, artık dayanamayacaklar, avaz avaz bağıracaklardı.”
(V. Woolf, “Deniz Feneri”, sa:330-1)
“Belki bugün bile, Wimpole Sokağındaki bir evin kapısını kimse ürpermeden çalamaz. Burası Londra
sokaklarının en görkemlisi, en yücelere karışmışıdır. Gerçekten, dünya yıkılıp gitse, uygarlık temelinden sarsılsa,
bir tek Wimpole Sokağına uğramanız yeter; o meydanı arşınlamanız; o evlere bir göz atmanız; onların bir
örnekliğini görmeniz; pencerelerdeki perdelere ve onların düzenliğine şaşmanız..... yeter.”
(V. Woolf, “Flush”, sa:20)
“ÖZENLE DAVRANMAK
--------------------------------Göz atacak mısın dikkatle
her yüzeyine
mutfak dolaplarının
bazı parçacıklarım çünkü
dinlenebilir, orada?
(Makhoazana Khosi Xaba<d.1957>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
15.11.07)
“Halasının sorularına kısa cevaplar vererek, düşünmesini engelleyen tatlı bir uyuşukluğa gömülerek,
birkaç mutlu saat geçiriyordu. Arada sırada, geçide bir göz atardı; kapalı havalarda karanlık sayesinde
uyuşukluğu fark edilmediğinden, böyle havaları severdi.”
(E. Zola, “Thérese Raquin”, sa:204)
“Jean, tarlanın sonuna varınca yine durdu, aşağıya, Aigre ırmağı boyunca uzanan araziye bir göz attı;
otlaklar arasından akan bu hızlı ve duru suyun boyunca Cloyes yolu geçiyordu; bu yolda, o cumartesi, pazara
giden köylü arabaları vızır vızır işliyordu. Sonra, Jean, tekrar tarlanın üst başına doğru çıktı.”
(E. Zola, “Toprak, Cilt:I, sa:5)
“Hazırlanmaya başlıyor, giyiniyor, perukasını düzeltiyor: Aynaya son bir kere göz atıyor. Kendisine
bakıyor ve hemen dudağının kenarında acı ve alaycı bir gülüş beliriyor: Hayır, kendini hiç beğenmiyor.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Stendhal’, Cilt:III, sa:129)
“O masalımsı gecede başımdan geçenleri, bütün olayları sırasıyla toparlayıp bir göz atayım diye kendim
için yazmak isteğine kapıldım bu sabah.”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:102)
Göz bağcılık yapmak : Hile hurda, sihirbazlık-illüzyonistlik yapmak
“SIEBEL - Ne? Bu bay burada göz bağcılık yapmak cüretinde mi bılunuyor?
MEPHISTOPHELES - Sus, köhne şarap fıçısı den de!
SIEBEL - Haydi oradan, süpürge sapı! Bir de üstelik bize nezaketsizlik mi ediyorsun?”
(J.W. Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:114)
Göz banyosu yapmak : Bir kadını uzaktan, elbiselerini soyarcasına dikizlemek (Argo)
“Başını bana doğru döndürdü, görünüşü kurtarmak için fettanca gülümsedi:
-Beni güzel mi buluyorsun? Göz banyosu mu yapıyorsun?
-İlgilenme sen.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Herostratos”, sa:82)
Gözbebeği; Gözbebeği gibi korumak, sakınmak : Can, odak noktası; herkesin sevgilisi, en değerli şey,
konunun merkezi;
Çok kıymetli bir emaneti kutsamak, korumak
“-Devlete hiyanet eden kim olursa olsun alimallah tabanlarına öyle bir sopa çekerim ki etleri hallaç
pamuğu gibi darmadağın olur. Değil kendi oğlum, hain olan Padişah Hazretlerinin gözbebeği bir şehzade bile
olsa Fizan’a <Libya’nın güneybatısında bir yöre> yaya yollamaktan çekinmem.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:186)
“REQUİEM IV
Eğer sene söylendiyse o dalgacı kız,
Dostlarının gözbebeği,
Çarskoya Selo’nun neşeli günahkarı
Yaşamında bir yeri olurdu-”
(A. Ahmatova<1889-1966>, “yaban balı özgürlük kokar”, sa:82)
“Jimmy Hayes, kampın gözbebeği olmuştu. Hiç dinmeyen neşesi ve sağa sola takılıp çevresindekileri
kırıp geçirmesi, kamp yaşamlarına yepyeni bir tad getirmişti.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:8)
“Andreas ümitlerini kah zarif, yeni ayakkabılara, kah şık bir boyun atkısına bağlıyor; hele gitgide
gürleşen, gözbebeği gibi sakındığı bıyıklarından çok şeyler bekliyordu. Derken gezgin bir tacirden büyük bir
opak taşlı bir de altın yüzük aldı. Yirmi altı yaşındaydı o sıralarda.”
(H. Hesse, “Gençlik Güzel Şey-Nişanlanma”, sa:87)
“Efsun bilmem kaç göbektir üstüne tek bir leke sürülmemiş aile şerefini bir çırpıda lekelemiş, bunca
yıldır gözbebekleri gibi korudukları haysiyetlerini yerle bir etmiş, kimin kızı olduğunu unutup, kenar mahalleli
hafif kızlar, hatta affedersiniz sürtükler gibi basit, adi bir yarışmaya girmişti.”
(A. Tunç, “Ömür Diyorlar Buna”, sa:68-9)
Göz boyacılık, boyamak; Göz boyayıcı : Aldatmak, gösteriş için bir şeyi olduğundan farklı göstermek
“Hokkabazlık, gözboyacılık, madrabazlık ve onların her türlü oyununu ve hilesini gösterdiğimiz, beş
duyumuzu aldatan beceriler evi var. Ve siz elbette kolaylıkla inanırsınız ki, gerçekten bu kadar çok hayranlık
uyandıran doğal şeyleri olan bizler özel bir dünyada bundan başka biçimler altında ve daha güzel göstermeye
çalışarak duyguları aldatabiliriz.”
(F. Bacon, “Yemi Atlantis”, sa:77)
“Bu rehber, biricik kurtuluş yolunuzun, ışık ışık bir Roma’ya varışın, gizli bir yönüyle daha da sihirli
görünen bu gençlik kürünün ve şu anda geçmekte olduğunuz bu yolun tılsımı, anahtarı, bir çeşit grantisi gibiydi;
bu yol ki bir ucunda Henriette var, birtakım jestleri göz boyarcasına yapmayı sürdüren bir kadın kadavrası, sizi
sürekli gözetleyen bir kadavra ve çocuklarınızdan ötürü, her gün yeni bir dalganın sizden koparıp götürdüğü
çocuklarınız....yıllardır ayrılmayı göze alamadığınız ve kendisinden boşanamayacağınız Henriette...”
(M. Butor, “Değişme”, sa:42)
“Çünkü yalnızca sanatı sevmek, sanat koruyucusu olarak görünmek .... kesinlikle yeter değildir. Bunun
için temel koşul, en azından sanatı sanat olmayandan, sanatçıyı düzmecesinden ve göz boyayıcısından
ayırabilecek kadar bilgi sahibi olmaktır.”
(A. Cemal, “İnsana Dönmek”,sa:22)
“Doktor Haşiya’nın güncesi bağlamında Canetti, kitlesel yıkım karşısındaki birey sorunuyla da -göz
boyamacı edebiyata kısa, ama öldürücü bir saldırı yöneltmeyi unutmaksızın- hesaplaşır: ‘Hiçbir zaman bir
Japona bu güncede olduğu kadar yakınlaşmamıştım.’ ”
(A. Cemal, “Yaşamdan Çevirdiklerim”, sa:88)
“İşte siz aslında böylesiniz. İnançları uğruna Sibirya’ya gitmiş bir devrimci olduğunuzu söylemeyin
bana. Sizin Sibirya’da bile bir soylu muamelesi gördüğünüzü biliyorum ben. Halkın çektiği acıları paylaşmadınız
siz, bunlar göz boyamasıydı.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:210)
“Fransızları çok daha makul buluyorum. Giyeceğe ya da göz boyamaya tek kuruş harcamıyorlar; eski
püskü şeyler giyiyorlar – ama dövüş horozları gibi yemek yiyor ve Pomeranyalılar (Avrupa’nın kuzey doğu
ülkelerine verilen isim. Alm.: ‘Pommern’. Slavca ‘Po’: boyunca, ‘morze’: deniz. İki Almanya’nın 1990’da
birleşmesinden sonra: Mecklenburg) gibi içki içiyorlar.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:177)
“EMEL, halaya bakar. - Hala eğlenceden anlamaz da ondan..
HALA - Eğlenceden çok iyi anlarım. Ama çocukları rahatsız etmemek için evde kalırım..
EMEL, bilgiç - Gözümü boyamak ve beni şaşırtmak istediğinizin farkındayım. Bırakınız böyle yersiz
böbürlenmeleri..”
(S. Engin, “Suçlu”, sa:54)
“FAUST -... İnsan hayatını dürüstlükle kazanmalı! Sadece çıngırak gibi öten bir deli olmamalı!.... Ciddi
olarak bir şey söylemek istiyorsanız, sözcüklerin peşinden koşmaya gerek var mı? Evet, uygarlığın gözünü
boyayan sizin parlak nutuklarınız, sonbaharda kuru yaprakları hışırdatan sisli rüzgar kadar kasvetlidir!”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:32)
“-Psişik finansman öğretisinden söz ediyorum. Menenjitin ve boş inançların ‘bilimaltı’ (Bilinçaltı
demek istiyor!) tedavisini sağlayan aydın düşünceleri söylemek isitiyorum. Benzersiz bir ev içi sporu olan kişisel
gözboyamacılığı anlatmak istiyorum..... Bendeniz gözboyacılık mezhebinin iç mihrabının tek sultanı, baş
veziriyim. Şöyle bir elimi gezdirdim mi topallar konuşur, körler yürür. Hem medyum olurum, hem gözboyarım.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:88)
“Bunun üzerine Govanda: ‘Ama senin ‘nesneler’ dediğin şey gerçeklik taşıyor mu, bir varlık sahibi
mi?’ diye sordu. ‘Acaba yalnızca Maya’nın bir göz boyaması, yalnızca bir hayal, bir görünüş değil mi? Senin taş,
senin ağaç, senin ırmak - bunlar gerçek şeyler mi peki?’ ”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:170-1)
“Savaşçı soyundan gelen sığır yetiştiricisi Sumantra’nın kızı güzel kalçalı Sita ile (deyim yerindeyse)
iki kocasının öyküsü, dinleyenden en üstün ruh gücü bekleyecek ve Maya’nın acımasız gözboyacılığına karşı
bütün zekasını kullanmasını gerektirecek kadar kanlı ve şaşırtıcıdır. Dinleyenlerin, öyküyü anlatanın
dayanıklılığını kendilerine örnek tutmaları dilenir; çünkü; böyle bir öyküyü anlatmak, dinlemekten çok daha
fazla gözüpekliği gerektirir.”
(Th. Mann, “Değişen Kafalar”, sa:15)
“... Bence siz, bizi gözetlemek için gönderilmiş iki casustan başka bir şey değilsiniz. Balık avı sadece
göz boyamak. Planınız sökmedi, elime düştünüz.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:66)
“Demek istediğim, ayrı sınıfları birlikte hareket etmeye razı etmemiz gerekiyor ama, şu sırada onlardan
sınıf ayrımlarını kaldırıp atmalarını istememliyiz. Bu da tehlikeli bir şey gibi görünüyor. York Dükü’nün açtığı
yaz okuluna ve göz boyama yahut Faşizm veye her ikisi birden demek olan sınıflar arası işbirliğine, yolda kalmış
arabayı itme konusundaki tartışma dersine filan fazlasıyla benziyor. Gerçek şıkarları çatışan sınıflar arasında
işbirliği olamaz: Fareyle kedinin işbirliği yapamayacağı gibi.”
(G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:293)
“Harvard Şirketi’nin yönetim kurulu üyeleri, yani başkan ile üniversitenin dışından seçilmiş altı sofu
üye, uzun süredir işe yaramış olan müfredata -Yunanca, Latince, İbranice, tarih, matematik ve bilim- bağlı
kalmaya kararlıydılar. Zayıf çağdaş dillerin sadece göz boyamaya yarayacağında hemfikirdiler.”
(M. Pearl, “Dante Kulübü”, sa:50)
“Onda yaşar bu kutsal saatleri geçmişin:
Sevgilim allı pullu değil, yalınkat, berrak;
Kimseden yeşil almaz kendi ilkyazı için,
Göz boyamağa kalkmaz eskileri soyarak,”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:68, sa:177)
“Derpt’te üç yıl kaldım.. şu genel kanılar, kuramlar, dizgeler denen şeyler.. beni bağışlayın, taşralıyım,
dobra dobra konuşurum.. hiçbir şeye yaramıyorlar. Bunlar, insanların gözlerini boyayan bilgiçlikten başka bir
şey değil. Efendim, bana olaylardan söz edin, gerisi fasa fiso.”
(I. Turgeniyev, “Rudin”, Cilt:I, sa:51)
“Masanın çekmeceleri çeşit çeşit kağıt ve çizelgelerle tıka basa doldurulmuştur. Ancak bu alet ve gereç
bolluğu sadece bir göz boyamadır, çünkü devlet bu basit ve ucuz aletlerin her birini çalışanlara acımasızca
zimmetlemiştir.”
(S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:8)
“Dış dünya, göz boyamak ve gösteriş uğrunda hiçbir şey har vurup harman savrulmazdı. Bu genç
Fransız ediplerin hepsi, bütün millet gibi, yaşamak sevinciyle yaşardı.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:171)
“Sevimli olmakla birlikte insanda bir parça kuşku uyandıran karakteri mi değişti ki, herkes böyle
birdenbire ondan uzaklaşıyor? Hayır, o aynı kaldı; hep aynı kalacak, son nefesine kadar göz-boyayıcı ve
şarlatan..”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:87)
Gözdağı; Gözdağı vermek : Tehdit; Korkutmak, ihtar etmek
“REQUİEM V
On yedi aydır bağırıyorum
Seni eve çağırıyorum.
-------------------------Ne kadar zaman bekleyeceğim idamını?
Yalnız toza batmış çiçekler var,
Bir de buhurdanların titremeleri ve izler
Bir yerlerde, hiçbir yere varmayan,
Ve gözlerime bakıyor dimdik
Eli kulağında bir ölümün gözdağıyla,
Koskocaman bir yıldız.”
(A. Ahmatova<1889-1966>, “yaban balı özgürlük kokar”, sa:83)
“... kağnılar gıcırdaya gıcırdaya, inişlerde boyunduruğun çökerttiği kalın boyunlarını dikleştiren öküzler
yokuşlarda övendireyle sağrılarından dürtüle dürtüle kasabaya getirilip Kurşunlu Han’daki kereste ambarına
indirilmiş, sonraları Malik Ağa yeni konağını yaptırırken bunları pazarlıkla, arada gözdağı vererek ucuza kapatıp
ya da yapı ustasına aldırtıp buraya getirtmişti belki yüz yirmi beş yıl önce.”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:138)
“Hecker yatakta arkasına yaslanmış oturuyor, sigara tüttürüyor, elimi ayağımı yıkarken beni
seyrediyordu. Çıt yoktu dışarıda, ama hain bir sessizlikti bu, insanın elini kolunu bağlayan bir sessizlikti, gözdağı
veren bir havası vardı; daha ağzındaki sigara sönmeden bir diğerini ateşleyen Hecker’in ellerinden heyecanlı
olduğunu ve korktuğunu görüyordum, hepimiz korkuyorduk, çünkü, henüz insan özelliğini koruyan herkes
korkuyordu.”
(H. Böll, “Cüce ile Bebek”, sa:124)
“PaveHawk Başkan’ın uçağının yanındaki piste konduğunda, Rachel Hava Kuvvetleri Bir’den niye
başkomutanın ‘taşınabilir vatan kalesi üstünlüğü’ diye bahsedildiğini anladı. Aletin gözdağı veren bir görünüşü
vardı.”
(D. Brown, “İhanet Noktası”, sa:36)
“Kongre Binası güvenlik şefi Trent Anderson, on yılı aşkın bir süredir burada güvenlikten sorumlu.
İriyarı, geniş omuzu, keskin yüz hatlarına sahip adam kızıl saçlarını sıfıra vurdurmuştu. Bu da ona asker havası
veriyordu. Yetkisinin sınırlarını sorgulamak gibi bir aptallık yapanlara gözdağı veren bir silah taşıyordu.”
(D. Brown, “Kayıp Senbol”, sa:59)
“‘Ardından bütün adamları acımasızca öldürdüler, cesetleri, İlluminati’ye katılmayı düşünen diğerlerine
gözdağı vermek için Roma sokaklarına atıldı. Geri kalan İllüminati üyeleri kiliseyi enselerinde hissedince
İtalya’dan kaçtılar.’ ”
(D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:49)
“İkindi sonu, çukur yerin tepesinde koşan bir nöbetçi belirmişti, birkaç dakika sonra da kapısı kapalı put
odasına sürüklenmiştim. Aralarından biri, haç biçimindeki kılıcıyla gözdağı vererek yerde, gölgede tutuyordu
beni ve sessizlik uzun zaman sürdü..”
(A. Camus, “Sürgün ve Krallık”, sa:42)
“Marie, bugün dudaklarını bir başka Meursault’ya verdiyse, bundan ne çıkardı? Anlıyor muydu ki, bu
hükümlü... geleceğimin ta derinlerinden... Bütün bunları bağıra bağıra söylerken neredeyse tıkanıyordum. Ama,
papazı elimden kurtarmışlardı çoktan. Gardiyanlar bana gözdağı veriyorlardı.”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:115)
“KUM İŞLİĞİ’nden <Seçmeler>
***
gözdağıyla giden zar
gemilerin kancaları
ve hasadın ardında
ama ilk bulanıklığında
şaşırtıcı sessiz suyun
yorgun balkonların sardunyası
bütün hafızasıyla titriyor
mutluluk sarılıyor havaya
ne okşuyor ne kutsuyor
ama tüketiyor bütün bekleyişi”
(Michel Cassir-Metin Cengiz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.04.04)
“Arabayı gerisin geriye yola çıkardı ve yavaşça annesini onlardan uzaklaştırdı. Adamlar bir süre
peşlerine takıldı, bıçaklı olan eliyle, diliyle, dişleriyle açık saçık hareketler yapıyor; K’yı öldüreceğini işaret
ederek gözdağı veriyordu. Derken ortaya çıktıkları gibi, bir anda, çalıların içine dalıp yokoldular.”
(J.M. Coetzee, “Michael K.”, sa:36)
“Bunu zaten kabul etmezdim. Onun yaşı varsa, benim de gençliğim var. Öyle yazsa, parmağımla ona
gözdağı verir.”
(Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:1, sa:50)
“CLAIRE - Haa, demek konuşacaksın. Çok güzel. Hadi bana gözdağı ver bakalım. Solange,
beyefendinin başına gelenlerden söz etmek istiyorsun değil mi? Sersem. Şimdi bunun sırası mı? Fakat bu
uyarından kendime pay çıkaracağım. Gülüyorsun? İnanmıyorsun değil mi?”
(J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:8)
“ARKAS ---------Onun’çin güçleştirme ona sen bu ödevi,
Uzak durma ona, yahut asık bir yüzle.
Yarı yoldan karşıla onu, tatlı bir sözle.”
IPHIGENIE Hızlandırmam mı gerek gözdağını elimle?
ARKAS Gözdağı mı demeli evlenme isteğine?”
(J.W. von Goethe<1749-1832>, “Iphigenie Tauris’te”, sa:21)
“MARGHERITA - Ben ne söylediğimi iyi biliyorum. Bakın hele, siz kocamı benden iyi
tanıyamazsınız ya!
FELICE - Dinleyin, yavrum: Ha sizinki, ha benimki. İkisi de aynı hamurdan yoğrulmuşlar. Beni
görüyorsunuz, değil mi? Hiç gözdağı verdiriyor muyum kendime?”
(C. Goldoni, “Yabanlar”, sa:76)
“Kayışı en ucundan tutar, onun başkalarına saldırmasından adeta mutluluk duyarlar. Yan gözle onlara
bakacak olursanız, size göz dağı verircesine öyle bir bakarlar ki, bütün köpekleri üstünüze salacaklarını
sanırsınız.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:44)
“Usta ona işaret parmağıyla gözdağı verdi: ‘Seni gidi yalan kumkuması, moruk seni! Bana kalırsa,
senin dansla filan artık bir ilgin kalmamış olsa gerek.’ ”
(H. Hesse, “Knulp”, sa:95)
“ ‘Seni sevdiğimi biliyorsun, Chester. Bilmyor musun bunu?’
‘Evet tatlım; tabii biliyorum,’ dedi Chester. Doğruydu bu. Bundan gerisinin de önemi yok, diye
düşündü Chester. Rydal Keener’in o saçma sapan, devede kulak gözdağı çok gerilerde kalmıştı bile. ‘Hadi
soyun,’ dedi. Colette soyundu.”
(P. Highsmith, “Ocak Ayının İki Yüzü”, sa:158)
“Bunun üzerine yaşlı amcam benim yanıma yaklaştı ve içime kadar işleyen bir bakışla gözlerini
gözlerime dikerek:
-Beni bu zavallı gözdağınla korkutacağını mı sanıyorsun, a çocuk? Sanıyor musun ki, yaşamını
çocukça bir çılgınlıkla kırılmış bir oyuncak gibi atmak isteyecek olursan ben ona bir değer veririm.”
(E.T.A. Hoffmann, “Uğursuz Miras”, sa:63)
“Defterleri okumayı sürdürürken, hep radyonun sesini duyuyorum. Ses, fısıldıyor, uluyor, kıyametleri
koparıyor, cırlak sesler çıkarıyor, göz dağı veriyor ve gazeteler onun söylediklerini basıyorlar. Yavrucaklar da bu
sesin söylediklerini olduğu gibi yazıyorlar.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:12)
“NORA (Sessizce güler.) - Evet, Thorwald da öyle diyor. (Parmağını gözdağı verircesine sallar.) Ama,
‘Nora, Nora’ sizin sandığınız gibi budala değil - Ah, doğrusu, öyle çarçur edecek kadar önemli bir kazancımız da
yoktu. Bir kere, ikimiz de çalışmak zorunda idik.”
(H. Ibsen, “NORA-Bir Bebek Evi”, sa:20)
“Bu dövme sahneleri yalnızca kötülük olsun diye sergilenmiyordu sanırım, mahkumlara ve
istihbaratçılara gözdağı vermeye de yarıyordu. Bir gün CLD’ye zenci bir mahkum geldi.O her zaman kaçmaktan
bahsediyordu. Bir yaz akşamı egzersiz alanına sis indi..... çıkan panikte bizim siyahi yoldaş kaçtı...... Onu duvar
dibinde, kümez hayvanlarına ait su yalağında yakaladılar. Onu ele veren kişi, gardiyanlar tarafından arada bir
yumruklanmaya devam etti.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:88)
“İnatla kaçamak yanıt vermesinden, donuk ve kapalı anlatımından üstelemenin yararsızlığını hemen
anlıyorum; beni görmek istemeyen o Fenzile, nasıl gözdağı verdiyse, onu korkutmuş ya da hiç bir şey
söylemesin diye para vermiş olacak...”
(P. Loti, “Doğudaki Hayalet”, sa:110)
“Terbiyesizce bir zorbalık yoktu; hiçbir türden kabadayılık gösterisi de yoktu; öfkeli bir halde gözdağı
vermeler ve dairenin içinde oradan oraya itişli kakışlı koşuşturmalar; Barbleby’ye pılısını pırtısını toplayıp
defolup gitmesi için sarsaklayarak sert bir dille emir yağdırmalar yoktu.”
(H. Melville, “Bartleby”, sa:52)
“Şiirler, 2
Haykıran şiirler,
süngü gibi saldıran, kurulu düzene
gözdağı veren şiirler
ve bir iki dizesiyle
devrimi yaratan ve bitiren şiirler-”
(Titos Patrikios<d.1928>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.07.08)
“Mrs. HUSHABYE - Aklı sıra bana gözdağı verecek. Sindirecek beni. Haydi oradan, koca avcısı sen
de!
ELLIE - Parası olmayan her kadın koca avcısıdır. Bunu söylemek kolay senin için. Ömründe
parasızlık nedir bilmemişsin. Erkeğe gelince, elini sallasan ellisi.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:76)
“EPIFANIA - Yüzümün acıdan çarpıldığını, vücudumun yerde kıvrandığını görünce korkudan şaşkına
döndü. Bunu elinde olmayarak yaptığını; karşı vuruşlarda içgüdü ile heep öyle davranageldiğini söyledi. Ama bu
tutumu, öfkelendiğim zamanlar aynı şeyi yine yapacağını söyleyerek bana gözdağı vermekten onu
alıkoyamıyor.”
(G.B. Shaw, “Milyoner Kadın”, sa:16)
“POTHINUS - Boş sözlerle bize gözdağı vermeye kalkma Rufio. Sezar bundan önce de yenildi,
bundan sonra da yenilir. Birkaç hafta önce Sezar Pompeius’un elinden kıl payı kurtuldu. Birkaç ay sonra da Cato
ile Afrika Kralı Nubyalı Juba’dan canını kurtarmak için gene tabana kuvvet kaçabilir.”
(G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:63)
“Senyör Luigi, bir yandan: Savaş! Savaş! diye bağırıyordu. Kalay tabakaları, pencere çerçevelerinin
kurşunlarını eritip kurşun yaptırmakla uğraşıyordu. Bir çıkış hareketi yapmak için gözdağı verildi; fakat
kuşatmacılar yeni önlemler aldılar: en büyük çaplı top, ileri sürüldü.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:47)
“Başpiskopos böylesine beklenmedik bir tutuklamanın kendisinde yarattığı derin üzüntüye kendini
biraz kaptırarak, insanın yararlandığı durumları elbette ki koruması gerektiğini ama, asla unutulmayan kimi
şeylere razı olarak daha sonraları pek öfkeli kinleri üzerine çekmenin pek bedavadan bir sakınımsızlık
<çekinmemek, korkmamak; saygıya, incelik kurallarına aldırmaz davranmak> olacağını söylemeye kadar
vardırdı.
General kızıyla birlikte arabsına binince:
‘Bunun adına gözdağı vermek denebilir,’ dedi, ‘benim gibi bir adama gözdağı!’ ”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:315)
“Oğlu Kadir, liseler açılmadan kılık kıyafet perişanlığına bir çare bulması için babasıyla mutlaka
görüşmesini Murat’tan rica etmiş, bugün de, ‘Vallah billah canımdam usandım. Belki de büsbütün ayrılacağız!’
diye gözdağı vermeye kalkmıştı.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:121)
“DENİZDE YENİLGİ
Birden kabaran tuzlu su
köpükler içinde bırakınca ağzını,
olanca sesiyle haykırdı
çılgın gelgitleriyle aklının,
gözdağı verdi köpürerek öfkeden
gövdesini yıpratan denize”
(Timotheos, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:43)
“Portekizlileri söylediklerine pişman etmişler ve onlara öyle bir gözdağı vermişlerdi ki, işin şakası
yoktu; hatta bir daha o sokaktan geçmeye kalkışırlarsa, her defasında onları sopayla bir güzel okşayacaklardı.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:138)
“Portekizlinin koca suratı sanki daha da büyümüştü. Gözlerinde şimşekler çakıyordu.
-Seni haylaz seni!’ diye haykırdı. ‘Demek sendin ha? Böyle bir yumurcakta bu küstahlık?’
Beni yere bıraktı. Kulaklarımdan birini de koyuverdi ve koca koluyla gözdağı verdi.”
(J.M. de Vasconcelos, “Şeker Portakalı”, sa:98)
“Herifi dışarı itti. Sonra kadını yakaladı ve kıçına bir tekme savurdu. Luis da Bicuda, Joel’e döndü ve
gözdağı verdi:
‘Hesabını göreceğim, alçak.’
‘Yavru’ya dokunursan gebertirim seni.’ ”
(J.M. de Vasconcelos, “Yaban Muzu”, sa:37)
“Rose büyük oğlunu ötekilerden fazla sevdiği için rikkatle ekledi:
-Maksat gözdağı vermek, zavallı yavrucak, fena çocuk değildir.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:282)
“Hiçbir öfke ve gözdağı böylesine buz gibi soğukkanlı Fouché’nin kılını kıpırdatmaz. Robespierre ve
Napoléon’un her ikisi de, bu kaya gibi sakin yaradılışa çarpar ve kayalara vuran deniz dalgaları gibi
parçalanırlar.”
(S. Zweig, “Fouché”, sa:19)
“Göz dağı veren, korkutan bir sesle söylemiş olacağım ki elimde olmadan ona doğru yaklaşınca
dehşetle geriledim... Amok koşucusundan kaçanlar gibi.”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:63)
Gözde, gözdesi olmak : Ön planda gelen, seçkin, beğenilen, iyi nitelikli; Önemli bir kimsenin seçtiği klimse,
genellikle kadın; (Argo) Eşcinsel partner
“Çıkışta, Jacques kendisine ‘gözde’ diyenin kim olduğunu sormuştu..... Munoz, ender olarak ortaya
çıkan, ama Jacques’tan hoşlanmadığını her zaman göstermiş olan, oldukça ağır ve renksiz, iri bir sarışın oğlan,
‘Ben,’ demişti. ‘Güzel, demişti Jacques. Öyleyse sen de orospu analısın.’ Anaya ve ölülere sövme Akdeniz’de
öteden beri sövgülerin en ağırı olduğundan, bu da savaşa yol açan töremsel bir aşağılamaydı.”
(A. Camus, “İlk Adam”, sa:123)
“Bayan Bellamy Bellmore, Clifftop’tan gelen bir daveti kabul etmiş, üç günlüğüne evlerine gelmişti.
Bayan Bellimore sosyetenin genç gözdelerindendi. Güzelliği, soyu sopu ve servetiyle üst tabakada haklı yeri
almıştı.”
(O. Henry, “visk, soda”, sa:70)
“Noel geçmişti ama dükkanların Noel babalı vitrinleri ve sokaklardaki süsler duruyordu. En güzelleri de
Biblioteksgatan’daydı. Zaten Stockholm’de en çok bu dar caddeyi severdi. Rödakvarn Sineması, butikleri,
pastanesiyle kışın alttan ısınan bu cadde onun gözde mekanıydı.”
(Ö.Z. Livaneli, “Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm”, sa:185-6)
“Yaşlı başlı saraylılar:
‘Aman canım, inanılır gibi değil,’ diye haykırıyorlardı. ‘Halasının pek gözde olması onun tamamıyla
başını döndürmüş... Ne var ki, Tanrıya şükürler olsun, bu uzun sürmez. Hükümdarımız bu küçük üstünlük
havalarını, afra-tafraları hiç istemez.’ ”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:527)
Göz değil, çıra budağı : Acele ile ya da ihmal yüzünden bir nesneyi görmeyen kimseye hitap şekli
“Charlot telaşla:
-Sağa! diye bağırdı. Sağa! Tam ağaçların üstüne, diyorum sana. Göz değil, çıra budağı herifinki!”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:44)
Göz deliği : Ev ya da apartmanlarda, kapıcı dairelerinde dışarıyı gözlemek için yapılmış delik
“Bu balayı, yarım yıl sürdü. Günün birinde baba emekliye ayrıldı ve artık işe gitmemeye başladı. Bu
kez, apartmanı dilencilerden korumayı kendine görev edindi. Elli santim yükseklikte açılan göz deliği, birkaç
günlük bir düşünme sürecinin sonucu olarak ortaya çıktı. Provalara kız da katıldı.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:417)
Gözden çıkarmak : Kaybı önceden kabul etmek, elden gitmesine razı olmak
“Hayretle gözlerimi açarak:
-Ne yapardınız? dedim.
Ortağım, burada kocama basmış büüyüyü, basmış büyüyü. Dilini ağzını bağlamış adamcağızın. Lakin,
Manastır büyücüleri daha ustadır. Çok değil, üç mecidiyeyi gözden çıkardın mı, kocamı kadının elinden alırlar,
yine bana getirirlerdi.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:153)
“LAVINIA - Sana gönderdiğim mektuptan sonra başka bir haber alamadık.
HAZEL - O!... Onun üzerinden bir asır geçti. Aylardır bir mektup almıyorum ben. Bir yerde bir
başka kız bulup beni gözden çıkardı her halde.”
(Eu. O’Neill, “Elektra’ya Yas Yaraşır”, sa:29)
“-... Ben şimdicik buna yirmi lira vereyim. Murat Bey oğlumuz, hacetinin yirmi liralığını görsün!
Gerisine Allah Kerim!..”
-Yirmi lira hacet görmüyor ki, Halim Efendi... Bize bir iyilik edecekseniz, en az otuz beş lirayı gözden
çıkarmalısınız!”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:234)
“Her türlü bağdan özgür kalabilmenin karşılığını burjuva mutluluğunu ve çoluk çocuk, ev bark gibi
değerleri gözden çıkararak öder.”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:94)
“Halbuki, bir hektar toprağı ıslah etmek için yüz frangı gözden çıkaramazlar! Güvenleri kalmamış;
babalar, ayakları tutuk beygirler gibi, basmakalıp işler içinde dönüp duruyorlar; kızlarla oğlanlar, inekleri bırakıp
gitmekten, tarlanın toprağından silkinip şehre savuşmaktan başka bir şey düşünmüyorlar...”
(E. Zola, “Toprak, Cilt:I, sa:201-2)
Gözden düşmek, düşmüş; Gözden düşürmek : İtibarını kaybetmiş, değerini yitirmiş
Bk.: Gözden yitip gitmek
“Bir zamanlar IV. Henri’nin başressamlığını yapmış, sonradan (onun eşi) Marie de Médicis’in Rubens’i
kendisine yeğlemesi üzerine gözden düşmüş sanatçının içerdeki resim işliğinde çalıştığına kuşku yoktu; ama
delikanlı o işliğin kapısını süsleyen acayip tokmağa dokunmaya bir türlü karar veremiyordu.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:12)
“Bükreş-Tuna Ekspresi, bu iki yaylayı birleştiren ve Irmakağzı’nı kuşbakışı gören o kocaman bende
girince, göğsümüzü, değerini bilmediğimiz, belli belirsiz bir ölümsüzlük duygusu doldurur. Bu, uzun zamandır
gözden düşmüş bir sevginin anımsanması gibidir.”
(P. Istrati, “Minka Abla”, sa:7)
“Bu siyah-beyaz duygusunun bir yanı elbette şehrin yoksulluğu, tarihi ve güzel olanın ortaya
çıkarılamayıp, eskimiş, solmuş, gözden düşmüş ve bir kenara itilmiş olmasıyla ilgilidir.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:48)
“Ta başından, şiire yoğunluğunu veren, aslında o güne kadar sezilemeyip birden çıkar yol olduğu
anlaşılan iç değerlerdir. Bugün her şeyi gözden çıkarırcasına çılgın bir yenilik düşkünlüğüne karşı son savunma
dayanağımı, elimde görünüşte tekdüze ve süssüz anlatım gücümün iç yaşantımı açıklamada gene de en iyi araç
olduğuna duyduğum sarsılmaz inançta buluyorum.”
(C. Pavese, “Yaşama Uğraşı”, sa:15)
“Büyükannem de ona bir şamar aşketmiş ve dedemin gözden düşüşünün bir belirtisi olarak o gece
yalnız başına yatıp uyumuş. Verdiği bu ailevi cezanın onu yola getirdiğini umarak ertesi gün kocasını yanına
çağırtmış ama, bakmış ki dedem Nuh diyor peygamber demiyor.”
(A. Puşkin, “Maça Kızı”, sa:117-8)
“Kontes bir sandal satın aldı. Fabrice, markiz ve kendisi bunu elceğizleriyle süslediler, çünkü en
görkemli bir ev yaşantısında, her şey için para sıkıntısı çekiliyordu. Del Dongo markisi gözden düştüğündenberi
aristokratik şatafatı, büyük gösterişi daha da artmıştı.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:40)
“<Açgözlü spekülatörlere karşı> Sankülotlar, çalışan sınıf, zanaatçıların, ücretlilerin, köylerde küçük
toprak sahiplerinin, küçük çiftlik kiracılarının sınıfıdır; kısacası ‘gerçek halk’tır..... Bu ‘donsuzlar’ adını, La
Fayette’le Saray, onları gözden düşürmek için kullanmak istiyorlar. Buradan kalkıp Robespierre, onlara boca
edilen iftiralara karşı çıkar: ‘En hünerli ya da en güçlünün gütmesine ayrılmış ahmak bir sürü’ değildir onlar.”
(S. Tanilli, “Fransız Devrimi’nden Portreler”, sa:51)
Gözden geçirmek : Yazılı bir vesikayı ya da etrafını dikkatlice süzmek, son bir kez kontrol etmek, iyice
incelemek, teftiş etmek
“Bizimle tek kelime konuşmadı, önünde duran işlerden daha önemli ve acele işleri olan bir kimse gibi,
çamurlu yoldan ters yüzüne dönüp gitti. Biz, bu kutsal sözlerden cesaret alarak şehre doğru yürüdük. (Hiçbir)
dirençle karşılaşmadan içeri girdik. Kalenin içindekiler ne haldeydiler, öğrenmeye can atıyordum. Oraya girince
çevremi gözden geçirince gördüm ki, acılarla, korkunç işkencelerle dolu geniş bir çöldür burası.”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:I, ‘Cehennem’, sa:145)
“Sonra sadede gelip, el yazmalarını oradan nasıl götüreceğimi konuştuk ve sonuçta iki büyük bavula
koymaya karar verdik. Bir saate yakın zamanımızı aldı ama sonunda her şeyi bavullara tıkıştırmayı başardık.
Kuşkusuz bütün bunları gözden geçirmenin biraz zaman alacağını söyledim. Sophie bunu dert etmememi
söyledikten sonra bana zahmet verdiği için özür diledi.”
(P Auster, “Kilitli Oda”, -New York Üçlemesi 3-, sa:16)
“Bourg’a vardığınızda ortalık kararmaya başlayacak, Macon’da iyice karanlık basacak, bir gün evvel
geçenlerle, pek yakında geçecek olan olayları bir bir gözden geçireceksiniz ve Cécile ne denli üstelerse üstelesin,
ne Paris’teki işten, ne de iki ahbabınızın vereceklerini umduğunuz dairelerden Cécile’e hiç söz etmemeyi
başarmış olacağınız için sevineceksiniz için için.”
(M. Butor, “Değişme”, sa:199)
“Genç adam, yalnız yakışıklı ve ilginç değil, aynı zamanda akıllıydı da; çalışırken başka şeye
bakmıyordu. Kadınları tek tek gözden geçiriyordu.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:161)
“Félicité, kapıda diz çöktükten sonra, çift sıra halinde dizilmiş iskemlelerin arasından mihraba doğru
ilelrliyor; Bayan Aubain’in sırasını açıyor ve oturarak çevresini gözden geçiriyordu.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Saf Bir Kalp”, sa:18)
“LELIO, kendi kendine. - Meraktan çatlayacağım, acaba mektupta ne yazdı? (Babasına) Baba
mektubu bir daha gözden geçireyim, belki tanırım yazıyı.”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:120)
“Yeniden arkasına dönünce, Friedrich’in sakin ve sessiz bir halde kanepenin önündeki masada tek
kişilik bir tepsi hazırlamakta olduğunu fark etti. İşte, akşam yemeği... İster istemez sofraya oturmam gerekecek.
Ancak lokmalar boğazımdan geçmiyordu; yeniden ayağa kalktı, annesine yazdığı mektubu bir kez daha gözden
geçirdi.”
(Th. Fontaine, “Effi Briest”, Cilt:1, sa:107)
“ ‘... Sonra Dorothy Parker, o da yazar. Kocası Allen Campbell, C-a-m-p-b-e-l-l, çalışmalarından ötürü
şu anda New York’ta tutuklu bulunan eski dostum Dashiell Hammett, usta oyu yazarı Lillian Hellman.’
Falan filan. Bu abuk sabuk ifade bittiğinde Bay Tavenner, söylenilenlerin doğru olup olmadığını
sordu. Kurul’a yolladığım mektuptan söz etmek istediğimi bildirdim: Kurul, mektuptaki önerimi bir kez daha
gözden geçirirse, sevinirdim.’ ”
(L. Hellman, “Şarlatanlar Dönemi”, sa:102)
“İçinde çok az eşya bulunan kasvetli, ufak bir yerdi burası. Meeks umutsuzca kırık bir iskemleye
ilişirken, büyük detektif yeri, duvarı ve bir kaç parça kırık dökük eski eşyayı bir ipucu yakalamak niyetiyle iyice
gözden geçiriyordu.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:24-5)
“Onu yatıştırmaya çalıştım: ‘Zorunluk altında bunu yaptığınızı biliyorum,’ dedim. Direktör etrafa kulak
kabarttı, önümde durdu ve beni dikkatle gözden geçirerek:
‘Delikanlı,’ dedi. ‘Şuna iyi dikkat edin: Zorunluk falan yok. Zamanın düşüncesine pek ala da karşı
durabilir ve bir ekmekçi tarafından hapse tıktırılmaya katlanabilirdim...”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:20)
“Bu yavaşlık Enjolras’a her şeyi gözden geçirme, her şeyi yapma fırsatı verdi. Mademki bu vuruşmada
insanlar öleceklerdi, ölümleri şaheser olmalıydı. Marius’e:
‘İkimiz de komutanız,’ dedi, ‘ben içerde son emirleri vereceğim. Sen dışarda kal, oraya göz kulak ol!’
”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:V, sa:101)
“‘...Yalnız başınıza dönmek istemiyorsanız eğer, biraz daha benimle gelin ya da ben haberimi iletene
kadar burada bekleyin, o zaman memnuniyetle sizinle geri dönerim.’ ‘Hayır, hayır,’ dedi K., ‘beklemeyeceğim
ve siz şimdi benimle gelmek zorundasınız.’ K., bulunduğu odayı henüz doğru dürüst gözden geçirmemişti,
çevredeki bir sürü tahta kapıdan biri açıldığında, ilk kez oraya dikkatle baktı.”
(F. Kafka, “Dava”, sa:84)
“Genç Rus subayı, kalenin içindeki duduma hakim olmak amacıyla, son gelişmeleri denetlemeye gitti.
Savaşın hala devam ettiği avluya çıktı. Daha sonra, Rus askerlerinin teslim alma sırasında topladıkları silahları
gözden geçirdi.”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-O... Markizi”, sa:19)
“Hem kemanı bulduğuma seviniyordum hem de Süleyman mendeburuna karşı bir koz ele geçirmiş
olduğuma. Belki de bu olay onu durdururdu. Yapacağı kötülükleri bir kez daha gözden geçirmesini sağlardı.”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:225)
“... fakat rastlantı sonucu bizim sırrımız ortak olduğuna göre, artık bu serüvenin çeşitli aşamalarını
onunla gözden geçirip yorumlamak da benim hoşuma gitmedi değil. Javier o sabah, Julia Teyzeyi yanağından
öpüp ayrılırken önünde bir de reverans yaptı:
-Ben birinci sınıf çöpçatanımdır, bana güvenebilirsiniz!”
(M.V. Llola, “Julia Teyze”, sa:121)
“Belediye Başkanı ile üyeler kaftanı inceden inceye gözden geçirdiler. (Ne yapalım, Bay Porosznoki
yahut Bay Kriston yaşamıyorlardı ki, kaftanı tanıyabilsinler!) Son fiyatını sordular, sonra başlarını kaşıyarak
mırın kırın ettiler.”
(K. Mikszath, “Konuşan Kaftan”, sa:140)
“Bir sessizlik başladı. Refik, ‘Her zamanki gibi!’ diye düşündü. ‘Sabah babam ve ağbimle birlikte
evden çıktım. Yazıhanede gazeteleri okudum. Öğleye kadar birkaç kağıdı gözden geçirdim. Almanya’ya bir
sipariş mektubu yazdım.’ ”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:148)
“Üniversiteli, uzun bacaklarını ranzanın üstüne çekerek çevresine bir göz attı. ‘Şuraya geleli tam iki
saat oldu. Öf be, meğer ne sıkıcı yermiş burası. Hiç değilse bir oyun kağıdımız filan olsaydı. Kara Papaz ya da
başka bir oyun oynardık.’ Küçümseyen bir tavırla Yahudi öğrencileri gözden geçirdi.”
(E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:223)
“Birisi gelip Selim’i tepeden tırnağa gözden geçirdi. Masada oturana ‘kimdir’ anlamında göz kırptı.
Masada oturan, can sıkıntısıyla başını salladı. ‘Yok bişey... demeye geliyor bu baş sallama... demek, yok bişey!’
İrkildi.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:260)
“Sana henüz söylemedim ama uzun kararsızlıklardan sonra, sonunda Famiglia Cristiana dergisine bir
köşe yazarı olmayı kabul ettim. Bilirsin, ben inceden inceye düşünmeden adım atanlardan değilimdir. Bir karar
almadan önce uzun uzun kafa yorarım, konunun her yönünü gözden geçiririm, iyi ve kötü yanlarını tartarım.”
(S. Tamaro, “Sevgili Mathilda”, sa:8)
“Ne kitabıydı acaba? Anımsayamıyordum. Ancak özenle elime alıp, satırları en baştan gözden
geçirmeye başlayınca, her şey aklıma geldi. Müthiş güçlü bir heyecandı: bu herhangi bir kitap değil, çocukken en
çok sevdiğim, beni hepsinden çok hayallere sürükleyen kitabımdı. Adı ‘İki Bin Yılının Harikaları’ idi......
1800’lerin sonunda yaşayan iki bilim adamı, gelişmelerin nereye vardığını görebilmek için kendilerini iki bin
yılına kadar dondurup uyutuyorlar.”
(S. Tamaro, “Yüreğinin Götürdüğü Yere Git”, sa:147)
“Dorian gözlerini oğuşturarak iyice yanaşıp portreyi yendiden gözden geçirdi. Resmin kendisine
bakınca herhangi bir değişiklik belirtisi seçilmiyordu, gene de yüzün bütün ifadesinin başkalaşmış olduğu kuşku
kaldırmazdı. Ona öyle gelmiş değildi. Ürkütücü değişim gözle görülebiliyordu.”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:106)
Gözden göze hayır yok, Gözünden bile sana hayır yok : Kimse kimseye metelik vermiyor, kimsenin kimseye
hayırı yok, Çok bencil dünyada yaşıyoruz
“‘Maşallah,’ dedim. ‘Bu yaşta hala çalışmak...’
‘Ellere muhtaç olmakdansa...’ dedi.
‘Çok iyi,’ dedim. ‘Ama yorulursunuz...’
‘Yoruluyorum, yoruluyorum ama, bu dünyada gözden göze hayır yok. Gözünden bile sana hayır yok.’
”
(Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:129)
Gözden ırak olmak : Gözden uzak olmak, kaybolmak
Bk.: Gözden kaybolmak; Gözden silinmek
“Gözden ırak olan, gönülden de ırak olur!”
Türk Atasözü (Anonim)
“İşte yine böyle (Butros) gözden ırak dolaşıp duruken, Dayrun kasabasının varoşlarına kadar indi. Az
ötede bir kervanın yaklaştığını gördü. Adamın biri at üzerindeydi ve bir uşak atı dizginlerinden tutuyordu.
Çevresinde de on, on iki kadar atlı vardı. Muhafızları olmalıydı. Her biri silahlıydı ve her biri ta uzaktan fark
edilecek biçimde sakallıydı.”
(A. Maalouf, “Tanios Kayası”, sa:61)
“Yaşlılık gecesinin karanlık yokuşunu,
Hükümdarı olduğu güzellikler kaçışır,
Gözden ırak olarak yalnız bırakır onu,
Bahar hazinesini çalıp yokluğa taşır;”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:63, sa:167)
“ ‘Bir ağaç mı aramalıyım? Bu birbirinin aynı odaları, kitaplıkları, Catullus <Gaius Valerius Catullus:
İ.Ö.84-54; Roma’lı şair; Aşk ve nefreti beraber işleyen ünlü lirik şair. Lesbia adlı aşık olduğu kadın için yazdığı
25 şiirin dışında, Julius Caesar devrinin büyüklerini aşağılayan dizeleriyle bilinir.> geniş sarı sayfayı, ormanlar,
kırlar için bırakmalı mıyım? Kayın ağaçları altında yürümeli ya da ağaçların sevgililer gibi suda buluştuğu ırmak
kıyılarında mı dolaşmalıyım? Fakat doğa bitkilerle çok kaplı, çok yavan. Yalnızca büyük genişlikleri,
yükseklikleri, suyu, yaprakları var. Ateş ışığını, gözden ırak olmayı, bir tek kişinin kollarını, bacaklarını
istemeye başlıyorum.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:38)
Gözden kaçırmak : Dikkatsiz davranmak, istemeyerek ihmal etmek
“Babamın onun söylediklerini duymasını isterdim. Robert hakkında o kadar inat ediyor ki: onun bu
sözlerinde, kendi ifadesince... Hayır! Bunu yazmaya elim varmıyor. Bu tür sözlerle Robert’e değil de kendisin
ettiğini bilmiyor mu acaba? Robert’in asıl sevdiğim yönü, kendisine karşı hoşgörülü davranmayışı ve
ihtiyaçlarına karşı, zorunlu olduğu şeyleri gözden kaçırmayışıdır.”
(A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:13)
Gözden kaçmak : Görülmemek, ayrımsanmamak, unutulmak
“Haçlılar, sokaklarda ve meydanlarda daha kolay hareket ettiklerinden, hali vakti yerinde kentli avını
artırmışlar ve hala sıcak olan yıkıntılar arasında, ilk talan sırasında gözden kaçan son ganimetleri aramak için
ayakta kalan çok az şeyi de yıkıyorlardı.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:133)
“Güvenilmezlik
kaçar gözden”
(Herakleitos, “Kırık Taşlar”, sa:141)
Gözden kaybolmak : Gözden uzaklaşmak, görülmez olmak
“Nasıl ki şahin uzun süre uçtuktan düdük sesi alamayınca veya kuş göremeyince sahibine: ‘Ne o?
İnliyor musun?’ dedirtir ve hızla havalandığı noktaya, yüzlerce kavis çizerek öfkeli ve asi bir tavırla gelip
sahibinden uzakça bir yere yorgun argın konarsa, Geryon (Canavar yaratık; Aeneis’de üç vücutlu bir ejder
şeklinde tasvir edilmiştir) da bizi uçurumun dibine, dik kayanın alt başında öylece yere bıraktı ve bizi
indirmesiyle yayından fırlayan ok gibi gözden kaybolması bir oldu.”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:I, ‘Cehennem’, sa:210)
“Matu-Maloa dinledi ve Kaptan’ı için yeni bir aşk şarkısı söyledi.
-Üstelik dişi misin, erkek misin, onu bile bilmiyorum. Aramızda bir ilişki söz konusu olamaz. Son bir
şey daha söyleyeyim sana: Ben nişanlıyım.
Bu sözleri duyan Matu-Maloa şarkıyı ansızın kesti. Kocaman kafasını suya gömdü ve hızla
uzaklaşarak gözden kayboldu. O günden sonra onu bir daha görmedik.”
(S. Benni, “Deniz Dibindeki Bar-Şapkalı Birinci Adamın Öyküsü”, sa:48)
“Gizli servis çalışanı merdiven sahanlığında onu nazikçe kolundan tutarak şaşırtıcı derecede dar bir
koridora yöneltti. Sağa dönüp kısa bir mesafe yürüyünce, lüks ve geniş bir kabine girdiler. Rachel burayı hemen
fotoğraflarından tanıdı. Gizli servis çalışanı, ‘Burda bekleyin,’ dedikten sonra gözden kayboldu.”
(D. Brown, “İhanet Noktası”, sa:37)
“Gökyüzünü parçalamayı nişan almış bir uçan-yıldızdı sanki, kum tepeciklerinin arasından rüzgar gibi
geçti, binicisi güçlü bacaklarıyla ona sımsıkı yapışmıştı- sanki cıvatayla tutturulmuş gibi. İkisi hızla küçülmeye
başladılar, sonunda gözden kayboldular.”
(L. Durrell, “Balthazar-İskenderiye Dörtlüsü 2”, sa:95)
“Kalabalık sevinç çığlıkları koparınca başını kaldırdı. Karşısında, bir sarığa takılı, ucu yerde sürünen bir
bez parçası vardı. Bunun altında da karmakarışık bir halde sepetler, kilimler, bir aslan postu bulunmaktaydı.
Kendi çadırını tanıdı. Hamilkar’ın kızı gözden kaybolurken sanki yer yarılıp da içine girmiş gibi, Matho da
gözlerini toprağa dikmişti.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:273)
“Bunun üzerine bir an bir çalılık arkasında gözden kayboldu. Onu vırmak, bir köpek gibi leşini yere
sermek benim için benim için ne büyük bir zevk olacaktı! Fakat acelesi ne!”
(K. Hamsun, “Pan”, sa:181)
“... göz kamaştırıcı salonlarıyla akademisyenler, sanayinin değişik kollarında yönetim kurulu üyesi
kimyagerler, seri halinde föyton üreten ve tıklım tıklım salonlardaki konferanslarıyla dinleyicileri coşturup
alkışlar ve çiçek yağmurlarıyla karşılanan filozoflar - bütün bu kişiler gözden kaybolmuştu ve bir daha da
sahnede görünmediler.”
(H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:33)
“Bütün pencereleri kapatıp sinir içinde evde oturmaya başlamasına karşın, arada bir dışarıya göz atmayı
da unutmadı; sonunda sinirleri yatışınca, sanki ölüm kalım sorunuymuşçasına pazara koşanların hepsi gözden
kaybolunca, çizmelerini giydi, para kesesine bir sikke koydu ve bastonunu aldı.”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:117)
“Sergio omuz silkti, kızın gitmesi umurunda değildi. Daha iyiydi. Jasmin apartmanın içinde gözden
kayboldu. Sergio 4-B’nin penceresine bakakaldı. Kapalıydı, perdeler de çekiliydi.”
(S. Roncagliolo, “Dokunuşlar”, sa:91)
“Karenin’in donuk, kıpırtısız bakışları Vronski’nin yüzüne dikilmişti. Vronski öne eğilerek selam verdi,
Aleksey Aleksandroviç dudaklarını çiğneyerek elini şapkasına götürdü, yürüdü. Vronski onun, arkasına hiç
bakmadan arabaya bindiğini, pencereden yol battaniyesiyle saplı dürbününü alıp gözden kaybolduğunu gördü.
Vronski antreye girdi. Kaşları çatıktı, gözlerinde mağrur, öfke dolu bir parıltı vardı.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:675)
“Baron onu beğendi, odasında birlikte çay içmeyi teklif etti. Kabul edip etmemekte kararsız kalan kız
Crescenz’e döndü. Ama o göz açıp kapayıncaya kadar mutfağa girip gözden kaybolmuştu bile; bu durumda, bir
serüvenin içine çekilen o kıza, kızarıp bozararak ve merakı kabarmış olarak bu tehlikeli daveti kabul etmekten
başka çare kalmadı.”
(S. Zweig, “Amok Koşucusu-Leporella”, sa:166)
Gözden silinmek : Gözden ırak olmak, kaybolmak
Bk.: Gözden yitip gitmek
“Tiyatro kuruldu. Birinci temsilden sonra da kapandı. Herkes bir tarafa dağıldı. Seyirciler de, aktörler
de, yazıcılar da yüz elli lira maaşlı bir yere kapılanmak üzere gözden silindiler.”
(S.F. Abasıyanık, “Kayıp Aranıyor”, sa:71)
“Dış görünüşüyle bir keşişi andırıyordu. Yatağın baş ucuna yaklaştı, dudaklarını aralayarak:
‘-Sevin ey ana!’ dedi. ‘Oğlun bir ermiş olacak!’ Kadıncağız bağıracaktı, fakat adam, ay ışıklarının
üzerinden kayarak yavaşça göğe yükseldi, sonra gözden silindi. Şölenin şarkıları ada güçlü gürledi. Melekler
sesini duydu ve başı yeniden yastığa düştü.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Konuksever Ermiş”, sa:53)
“Biletini aldım, denize girdim ve onu suyun yüzeyine bıraktım..... Dalga bileti sarıp sarmaladı ve
gözden kayboldu. kayalara toslayacak. Ama toslamadı. Doğru yönü tutturdu, o minik koyu serinleten akıntının
üstünde cesaretle dalgalanıyordu, bir anda gözden silindi.”
(A. Tabucchi, “Gittikçe Geç Olmakta”, sa:30)
Gözden yitip gitmek: Gözden, gönülden kaybolup, unutulup gitmek; uzaklaşmak
“Alacakaranlıkta bir kayık gördüm belli belirsiz. Bu yana geliyordu. Sonra da gözden yitti, gitti. Belki
de sisin içinde kaldı.
‘Eeee, ne olmuş yani?’
‘Senin gelişine benziyordu.’
Kürekler bir iniyor, neden sonra bir kalkıyor muydu? Kürekleri çeken adam çok mu yorgundu,
yorgunluktan ölüyor muydu, kolları kopuyor muydu, gözlerinden uyku akıyor muydu, gözleri mavi, saçları sarı,
omuzları geniş, yüzü gamzeli, burnu kartal gaga mıydı? Bu adam adaya çıkmasaydı nereye gitmiş olabilirdi?”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”, Cilt:2, sa:13)
“Fatiha ‘hayrı ve şerri’ çekip def etmede tektir, ama onu bizzat fatiha bu yana çekiyordu. Başka türlü
görmesi yine onun farklı göstermesinden; başkasının gözden yitip gitmesi de onun uyarışından.”
(Mevlana, “Mesnevi”, Cilt:6, sa:274)
Göz dikmek : Hasetle bakmak, ele geçirmeyi arzulamak; Bakışlarını odaklamak
“Komutan arkasını dönüp gözlerini Langdon’a dikti. ‘Bay Langdon yüzünüze gözünüze bulaştırmasanız
iyi olur.’
Langdon endişeyle gülümsedi. O nasıl olacaksa.”
(D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:241)
“Kien’in karısının kitaplarına göz diktiği yolundaki kuşkusu, anımsamaktan hoşlanmadığı o felaket
gününden bu yana gücünden epey yitirmişti. Artık kesinlikle anlamıştı: Karısı ondan bir vasiyetname istiyordu;
içinde yalnızca paraya ilişkin tasarrufların yer alacağı bir vasiyetname.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:141)
“MEYDANCI - Hey gidi budalalar, sanki bunlar ne işinize yarayacak? Hem bundan bana ne? Bu bir
karnaval şakasından başka bir şey değil ki. Artık bu akşam hiçbir şeye göz dikmek yok. Size altın ve mücevherat
mı veriyorlar sanıyorsunuz?”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:44)
“Yanında hiç değilse bir saat olsun kalmaya karar vermiştim. Gözlerinin altındaki deri tümüyle
pörsümüştü, yüzüne serpiştirilen takdis suyu damlacıkları hala orada burada göze çarpıyordu. Karnı, adığı
haplardan biraz şişkindi. Yine de soluk alıp almadığını görmek için göğsüne kavuşturulmuş ellerini az ötede
gözümü diktiğim bir noktayla karşılaştırdım.”
(P. Handke, “Mutsuzluğa Doyum”, sa:70)
“MUTFAK(LAR)
--------------------Fasanen Strase’deki mutfak yazgımızın kaosunda
umutsuzluktan gerilmiş
biz, bağımlı bağımsızlar
solgun, suskun dolunaya göz dikmiş,
(Mirela İvanova-Hüseyin Mevsim; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.02.03)
“Büyükamcam Cebrail’in bu eve göz dikmiş olması, en hesapsız aile söylencelerine hak verdirecek
nitelikte geliyordu bana..”
(A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:26)
“Buraya dek dinginlik içinde yaşadım ben. Mutluluk ve erinç içinde, her mevsim biraz daha göbek
bağlıyor, biraz daha zenginleşiyordum; elimin ulaşamayacağı hiçbir şeye göz dikmiyordum; komşularım
kıskanmaktan çok pohpohluyorlardı beni.”
(A. Maalouf, “Yüzüncü Ad” -Baldassare’nin Yolculuğu-, sa:11)
Buna bir de, yükseklere göz dikmeksizin halinden hoşnut, kısıtlı bir kafaya sahip olmaktan kaynaklanan
yumuşakbaşlılık ve tartışmasız biçimde alt sınıfta olmanın doğasında var olan körükörüne bağlılıktan
kaynaklanan naiflik eklenince, bir hastalık hastası olan Benito Cereno için niçin zenci uşakları Barber ve
Fletcher’den adeta tüm beyaz ırkı dışlayacak denli etkilendiklerini anlayabiliyor.”
(H. Melville, “Benito Cereno”, sa:79-80)
“Yine bir kuş, bir duvarın üstüne konmuş, bir tuzaktaki yemlere göz dikmişti.
Bir yandana ovaya bakarken bir yandan da hırs bakışı onu yeme çekiyordu.
Bu bakış onu öbür bakışla mücadele edip birden bire onu akıldan yoksun bıraktı.
Bir başka kuşsa bu ikirciği bırakarak (yemden) bakışlarını ayırarak ovaya yöneldi.”
(Mevlana<1207-1273>, “Mesnevi”, Cilt:3, sa:247)
“Domuzlar biraz düşündükten sonra, süt kovalarını getirttiler, bu işe en elverişli olan pençeleri ile sütü
hayli başarıyla sağdılar. Biraz sonra köpüren, kaymaklı beş kova süte hayvanlar büyük bir ilgi ile göz diktiler.”
(G. Orwell, “Hayvan Çiftliği”, sa:30)
“Kötü Düşler
---------------Rüzgar dikenleri savururken ovada
birdenbire dehşet içinde duraksadığı
o küflü gömütlüğün ortasına;
eğri büğrü haçların altında belleğimizin
dinlendiği;
gizli bir delikten ölüm akıtan o yere,
azgın namluların narin geleceğimize göz
diktiği
o yere gideceğim.”
(Evdin Stefanov<d.1953>-Kadriye Cesur, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.09.07)
“Vasili Andreyiç fiyatı on binden aşağı düşürebilirdi; çünkü koru, onun bulunduğu bucağın sınırları
içindeydi ve ilçenin tüccarlarıyla aralarında varılan anlaşmaya göre, bir tüccar bir başkasının bucağında satılan
malın fiyatını artıramazdı. Ne var ki, il merkezindeki kereste tüccarları göz dikmişti Goryaçkino köyü korusuna.
Vasili Andreyiç onlardan önce davranıp toprak ağasıyla pazarlığı sonuca bağlamalıydı.”
(L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı”, sa:11-2)
“Fakat Francisco Pizarro, Balboa’nın omzuna ellerini koydu ve kendisini tutukladığını söyledi. Çünkü
Pizarro’da da ölümsüzlük arzusu kabarmakta, o da altın ülkesine göz dikmiş, onu ele geçirebilmek için yanıp
tutuşmaktadır.”
(S. Zweig, “İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı Anlar”, sa:32)
Göze al(a)mamak; Göze almak : Yapacağı işin, sonucu olumsuz da olsa sonucuna katlanmak-katlanamamak
“Aşkta gerçeküstü bir şey var. Gerçeği yok edip yeni bir gerçek yaratan bir şeyler. Masala benzeyen
kendi gerçeğinden başkaa bir gerçeğe tahammül etmez aşk. O deprem başladığında gerçeklere sarılanlar,
sarıldıkları gerçeklerle birlikte yokoluşa kayar, gerçeklerden kopmayı göze alanlar eldoroda’ya, altın kente
ulaşır.”
(A. Altan, “İçimizde Bir Yer”, sa:73)
“İki sokak sonra, Siyah küçük bir markete giriyor, on-on iki dakika kalıyor içerde, sonra ağzına kadar
doldurulmuş iki kesekağıdıyla çıkıyor, geriye Portakal Sokağı’na yollanıyor. Sonra Siyah’la bağlantıyı
koparmayı göze alarak kendisi de aynısını yapmak üzere markete giriyor.”
(P. Auster, “Hayaletler”, -New York Üçlemesi 2-, sa:13-4)
“Sessiz ve hareketsiz yüzünde gelip geçici bir karaduygululuk <melankoli> okunurdu; analarının
baskısına karşı koymayı göze alamayacak denli zayıf kızlarda görülen karaduygululuk.”
(H. de Balzac, “Top Oynayan Kedi Mağazası”, sa:32)
“ADALAR V
Orada görünenin şiddetini gördük
Düşlemeyi bile göze alamadığımız
Ne varsa gerçek olan
Tümüyle ortaya çıktı”
(Sophia de Mello Breyner<d.1919>-Cevat Çapan, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
08.07.00)
“Serge, şimdi iri ve çok sakin gözleriyle yüzüme bakıyordu; evden, evliliğimden bahsetmemi
beklediğini hissettim. Kuşkusuz bana birtakım tavsiyelerde bulunabilirdi; öte yandan ben onun için arka planları
ilgi çekici bir olaydım tabii. Serge’nin yüzünde dostluğu, zekayı okur, onunla konuşmak ister, ama göze alamam
bunu.”
(H. Böll, “Ve O Hiçbir Şey Demedi”, sa:160)
“... Bu eylemin bir gün yengin çıkmayacağı belli değil. Yenememek ve ölmek tehlikesinde olduğu
söylenmiştir. Ama devrim ya bu tehlikeyi göze alacak ya da aynı horgörüyle yargılanabilecek, yeni efendilerin
işinden başka bir şey olmadığını söylemek zorunda kalacaktır.”
(A. Camus, “Başkaldıran İnsan”, sa:279)
“YARGIÇ CASADO - Tanrı’dan kork, Nada, kork ve diz çök.
NADA - Dizimin biri tutuk olduğundan, istesem de çökemem. Korkmaya gelince, her şeyi, hatta en
kötüsünü, yani sizin ahlakınızı bile göze aldım.”
(A. Camus, “Sıkıyönetim”, sa:14)
“Bu kişi (Savaşta talihi yaver gidip de galip gelen kişi) br dizi yenginin ardından savaşçı için en değerli
olan şeyi, ‘yenilmezlik’ duygusunu kazanacaktır; bunu bir kez kazandıktan sonra ise artık giderek daha tehlikeli
çarpışmaları göze alacaktır.”
(E. Canetti, “Sözcüklerin Bilinci”, sa:34)
“ ‘İşte anlatıyordum... Geminin ambarına saklayacak herif bizi. Bütün dümen oraya gelinceye kadar.
Adama biraz para uçlandın mı, tamam. Yalnız kumanya sorun. Üç dört haftayı göze alacağız.’ ”
(P. Celal, “Melahat Hanımın Düzenli Yaşamı”, s:85)
“Bu, belki de hiçbir şeyi kendini tehlikeye atacak ölçüde göze almaktan yana olmayan sıradanlığın, az
sayıdaki yüreklilerden her zaman aldığı bir intikamdır.”
(A. Cemal, “Okuyan Gençliğe Mektuplar”, sa:13)
“Bu aylıkla bunca giderin karşılanması olanaksız olduğuna göre devlet, geleceğin bilim adamlarının ya
sırtlarını geniş ölçüde ailelerine dayamak zorunda kalanların ya da yarı aç yarı tok yaşamayı göze alan
idealistlerin arasından çıkmasını öngörmektedir.”
(A. Cemal, “Yaşamdan Çevirdiklerim”, sa:165)
“Tanrım, gücü elde edebileceğimizi keşfetmekten daha zor bir şey var mı acaba? Şimdi göğsümde
duyduğum, beni ağlatan ve şu zavallı kuzuyu korkutan acı, insanların ilk varoluşundan bu yana duyulan bir acı.
Pek az kişi kendi zaferinin yükünün ağırlığını göze alabilir.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:211)
“Öte yandan, Maria’nın cebinde bir çiftlik satın alacak kadar para vardı, önünde gençliği, büyük bir
hayat deneyimi uzanıyordu, ruhu ise alabildiğine bağımsızdı. Ne var ki, kader hep onun yerine karar
verdiğinden, bir kez daha tehlikeyi göze alabileceğini düşündü.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:234-5)
“Ester, Zahir. O her şeyi dolduruyor. O benim biricik yaşama nedenim. Çevreme bakıyorum, yapmam
gereken konuşma için kendimi hazırlıyorum ve kar fırtınasını, trafik keşmekeşini ve yollardaki buzlanmayı
neden göze aldığımı anlıyorum: Kendimi yeniden yaratmam ve -tüm yaşamım boyunca ilk kez- bir başkaa insanı
kendimden daha çok sevdiğimi kabullenmem gerektiğini bana her gün hatırlatsın diye.”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:70-1)
“Yazık ki Mustafa Caddesi dünden beri bir hayli uzamış gibiydi. Bir güneş, bir toz ki, demeyin gitsin!
Sefer çadırı da taşınacak gibi değildi. Tartarin kente kadar yürümeyi göze alamadı. İlk gelen atlı arabaya el
sallayarak bindi.”
(A. Daudet, “Taraskonlu Tartarin”, sa:76)
“BEYAŞK
-----------Duru bir nakarat çınlıyor sabahın, gecenin ve baharın
yıkadığı dar sokakta,
Kapalı penceredeki sardunya geleceği sezinler gibi.
İşte o zaman dramın kahramanı beliriyor.
İler tutar yeri olmayan bu öyküyü sana neden
anlattığımı sorarsan
başladığım gibi sürdermeyi göze alamam.”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:90)
“Dosdoğru Zverkov’a yöneldim. Kendimi öyle yorgun, öyle bitkin hissediyordum ki, bu durumdan
kurtulmak için ölümü bile göze alabilirdim. Ateşten cayır cayır yanıyordum; terden sırılsıklam saçlarım
kuruyunca alnıma, şakaklarıma yapışmıştı.”
(F. Dostoyevski, “Yeraltından Notlar”, sa:109)
“Çarşafın yüz hatlarını alması için biraz zaman gerektiğini söylüyorlardı, sonra onu sarıp bir kutuya
koyacaklardı. Çekinerek benden Diyakoz’un ölümünü Hadımlara bildirmemi istediler. Bunu yapmamaya karar
verdim. Diyakoz bana kumandanlık görevini vermişti ve ancak bu şekilde Hadımlar bana itaat etmemeyi göze
almazdı.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:461)
“1942 yılında, on yaşındayken, ilk Ludi Juveniles ödülünü kazandım (genç İtalyan faşistlerin, yani her
İtalyan gencinin, zorunlu olarak katıldığı gönüllü bir yarışmaydı bu). ‘Mussolini’nin şanı ve İtalya’nın ebedi
varlığı uğruna ölümü göze almalı mıyız?’ konusunu büyük bir retorik ustalıkla işlemiştim. Yanıtım, olumluydu.
Ne de olsa akıllı bir çocuktum.”
(U. Eco, “Beş Ahlak Yazısı”, sa:28)
“Bazı hizmetçilerin kiliseden artakalan yıkıntıların içime girme tehlikesini göze aldıklarını gördüm.
Sanırım kaçmadan önce değerli bir şey kapmak için mahzene girmeye çalışıyorlardı. Bunu başarıp
başaramadıklarını, mahzenin çoktan çöküp çökmediğini, bu ciğeri beş para etmez adamların mahzene ulaşmaya
çalışırken toprağın derinliklerine gömülüp gömülmediklerini bilmiyorum.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:685)
“Ayrıca, birinci sınıfta özel yataklı bileti alarak egemen sınıfın bir üyesi ve böylece de
kuşkulanılmayacak kişi konumunda olduğum zaten kanıtlanmış olan bir yolcuyu rahatsız etmeyi gümrükçüler
göze alamazlardı.”
(U. Eco, “Somon Balığıyla Yolculuk”, sa:28-9)
“İbsen, yaşamının erken dönemlerinde, giysilerine aşırı bir özen göstermeye başladı; sabahları
giyinmeye hep uzunca bir zaman ayırıyordu. Sokaktan geçen bir arabanın üzerine sıçratacağı çamurla giysilerin
kirlenmesini göze alamadığından bir çitin arkasına kaçardı. Bir zerre tozun girmesine izin vermediği çalışma
odası, onun düzen ve temizlik tutkusunu yansıtırdı.”
(İ. Ersevim, “Yaratıcılık ve Diğer Söyleşiler”, sa:17)
“Kırk yıldır cellatlık yapıyordu. Aristobule’ü suya atan, Alexander’ı boğan, Mathatias’ı yakan,
Zosim’in Pappus’ün, Josephine’in ve Antipater’in kellesini uçuran oydu. Öyleyken şimdi Yahya’yı öldürmeyi
göze alamıyordu. Dişleri birbirine çarpıyor, bütün vücudu zangır zangır titriyordu.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Herodias”, sa:127)
“CLAIRE - Aşığına, beyefendiye eşlik ediyordun..... Sevgilin için her şeyi göze almaktan, uğrunda
küçük düşmekten, mendilinle onun terini silmekten, ona destek olmaktan, sevgilini el üstünde tutsunlar diye
gardiyanlara kendini peşkeş çekmekten mutluydun.”
(J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:26-7)
“Bir süre hiçbir söz söylemedi, ardına kadar açılmış pencereden görünen göğün mavisine dönüktü
bakışları. Sonra, daha alçak bir sesle ve görünüşe göre, çekine çekine:
-Bizimkilere benden söz edersen çok sevinirim, dedi. Onlara mektup yazmayı göze alamıyorum, hele
gerçeği söylemeyi.”
(A. Gide, “Dünya Nimetleri ve Yeni Nimetler”, sa:177)
“Yüzüm deniz tarafına dönük olduğu için beni pek istedikleri gibi göremiyorlardı. Bazıları da dalga
serpintileriyle ıslanmayı göze alarak önümüzde piyasa ediyorlardı.”
(R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa: 18)
“1. Kadın
... Nefsimle konuşurum sonumu veya hayalimi
Akşam yemeğini getirir hatta gecenin bir vaktinde
uyandırarak
Ona dedim: evim ve düğünüm bu dünyadır
Faydanın nasibinden sonra göze almaz yolu
bacaklarım...”
(Malik Bin Harim El Hamdani-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
23.09.04)
“Yapraklarını karıştırırken beni katalogta ne çok şeylerin beklediğini görerek ürperdim. Bazı aşina
(tanıdık) sözcükler çıktı karşıma, çok iyi bildiğim bazı isimlere rastladım. Bir ara kendi ismimle yüz yüze gelip
irkildim, ama arşive ismimle ilgili bir soru yöneltmeyi de göze alamadım.”
(H. Hesse, “Doğu’ya Yolculuk”, sa:72)
“Benim zenciler üzerine düşüncemi söylememeye fırıncının bir türlü içi razı olmadı. Adam benim bu
kuşkulu düşüncelerime şiddetle hücum etti ve başkan ona güvensiz bir tavırla bakmasına rağmen sözünü
kesmeyi göze alamadı.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:112)
“ERHARD, biran durup Ella’ya bakar. - Sen bu uzun yolculuğu göze aldın da buralara geldin ha,
teyze? Hem bu kışta kıyamette!”
(H. Ibsen, “John Gabriel Borkman”, sa:42)
“MADELEINE - Ben de işimden ayrılamam. Görüyorsun işte. Göze alamam kovulmayı. Başka bir
çözüm yolu bul. Benim hoşuma mı gidiyor sanki bu? Açlıktan ölmemizi istiyorsan benim için hava hoş!
AMEDEE - Benim için de hava hoş. Böylesine bir yaşam!”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:54)
“Korkaklar ve kavgadan hoşlanmayan ilgisizler, meyhaneyi terketti. Ortada yalnızca her ne pahasına
olursa olsun dövüşü göze alan o iki düşman parti kaldı. Çocuklar da, onlara gereken yeri bırakmak için azıcık
gerilediler.”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:43)
“Putlar, resimler kaldırılacak, putsuz, resimsiz tapınmaya dayanan bir din canlandırılacaktı…..
İmparatorun kendisi handiyse İsa yerine koymaya kalktığı duygusu da kalabalığın korku dolu yüreğinde.
İmparator bunu bir daha göze almayacaktı, öyle söyleniyordu. Resimler yakılacaktı. Yakılacaktı. Direnecekler,
eski inanca körü körüne bağlı kalacaklar, kalmak isteyecekler, kalacağı sezilenler düşünülerek, onları yola
getirmek için…”
(Bilge Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:24)
“ ‘Sen misin? Sen?..’ diye sordu bir kez daha, ama sorusunu bitirmeyi yine göze alamadı.
Delikanlı korku içinde tir tir titriyordu.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:32)
“Markiz kardeşine dönüp, ‘Söyle o acımasız babana, gelip beni öldürmedikçe bu çocuklara sahip
çıkamaz!..’ diye haykırdı. Tam kadınlık gururu kabarmıştı; bir dişi kaplan gibi çocuklarını kaparak arabaya bindi
ve yola çıktı. Kardeşi onu durdurmayı göze alamadı.”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-O... Markizi”, sa:38)
“Ama bu durumda bile iki ayrı seçeneğin varlığından söz edilebilir: Ya içki şişesiyle kadeh tokuşturup
zom olmak ve belli bir içki yükünden sonra kendini, dünyanın en görmüş geçirmiş erkeklerden biri olarak
görebilmek ya da eski dostlara kimi sitemleri de göze alarak gece yarıları telefon etmeyi göze alabilmek.”
(M. Levi, “Bir Şehre Gidememek”, sa:17)
“Oysa onun hedefine varması için daha beş saatlik yolu vardı. Taze güçle bile Stuttgart’a gece
yarısından önce varması olanaksızken, şimdi sıfırı tüketmiş durumuyla ve kesesindeki ancak dört fenik parasıyla
bunu göze almak ona akıllıca bir iş gibi görünmedi.”
(E. Mörike, “Stuttgart Cücesi”, sa :123)
“GECE AVI
Seçimini yap, bana karar ver, göze al kendini
İstersen birleştirelim kayıp gecelerimizi
İkimiz aynı dönemeci alabiliriz seninle
Aylandığın yerdir hayatının geri kalanı
Geceler bunun için burada.”
(M. Mungan<d.1955>, “Söz Vermiş Şarkılar”, sa:13)
“KEENEY, hoşnutlukla. - Zaten benim de bundan pek korkum yoktu, Tom. Hemen hemen on yıldır
hep benimle berabersin. Balina avcılığını sana ben öğrettim. Belki sert bir efendiyim ama iyi bir efendi
olmadığımı kimse söyleyemez.
YARDIMCI KAPTAN - Ben kendimi düşünmüyorum, efendim... Yani geri dönmekten
bahsederken... (Her şeyi göze alarak.) Fakat Bayan Keeney, efendim, buradan hoşnut kalmışa pek benzemiyor...
Soğuk, kötü baht, buz... hep biribiri üstüne bindi.”
(Eu. O’Neill, “Yağ”, sa:20)
“Kahramanımız daha okul yıllarındayken ödev ve sınav kağıtlarına adını inatla Ka diye yazar,
üniversitede yoklama kağıtlarına Ka diye imzalar, bu konuda öğretmenleri ve devlet memurlarıyla her seferinde
kavga çıkarmayı göze alırdı.”
(O. Pamuk, “Kar”, sa:11)
“İSMENE
----------bedeninin yumuşaklığı, daha doğrusu, kendini
koyverişi,
bana bahçedeki o geceyi, gökteki o koca ayı, ve beni
sırsıklam ıslatan
suyu hatırlatıyordu. Yeniden giysilerimi ona
giydirebilme isteği geçti içimden.
Ama göze alamadım bunu. Sonra kara benekli turuncu
bir kelebek girdi pencereden
ve kamışının üzerine kondu. Bunun üzerine kadınlar
hemen ağıtlarına başladılar
ve onu hızla kefenine sardılar.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:181)
“Benim de, sevincimden ağlamak çocukluğunda bulunduğuma kim inanır! Tütün alsın diye eline birkaç
metelik sıkıştırmak için can atıyordum; ama bunu göze alamadım.”
(J.J. Rousseau, “Yalnız Gezerin Düşlemleri”, sa:135)
“Zaten herhangi bir harekete geçebilmeniz için başkalarının öncülük etmesi gerekir. Herkesin
yapmadığı şeyi yapmak, işte bunu asla göze alamazsınız.”
(G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:19)
“Bir tek sözcükle bütün bu insanları korkutabilirdim. Ama, hanımları ürkütme tehlikesini göze almadan
onlara hadlerini nasıl bildirebilirdim? Çünkü Markiz daha sonra bana yüzlerce kez söylediği gibi, kendini bir
parça yüreklendirmek amacıyla o sıralarda manastırda bulunan görümcesi Gina del Dongo’yu yanına
getirtmişti.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:21)
“Vatan yolunda döğüşürken ölmek neden geçmedi benim elime? Şimdi bir şeyler yapılamız mı? Ben
hiç mi bir işe yaramam? Bir işe yaramak için beklemek gerek... Bunu göze alamıyorum! Bitmeli bu iş, bir ayak
önce .... Bunu anlıyorum. Ölçüp biçtim, beklemek imkansız...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:27)
“Lorenz’in mektubu bumburuşuk, ceplerinin birinin dibinde unutulup gitmişti. Laetitia ona cevap
yazmayı bir türlü göze alamamıştı. Franziska’nın ölümünden sonra birkaç hafta boyunca salon pencerelerinden
köknarlı yola dalgın bakışlarla bakıp durmuş, hayalinde o görüntüye Lorenz’in yüzünü oturtmuş, derken o yüz
büyümüş, büyümüş, kendi yüzüne kapanmış, Laetitia her seferinde bayılır gibi olmuştu.”
(E. Tucker, “Berlin Bir Mozaik”, sa:11)
“‘Ne tutarsız kızmış! Yol vermelisiniz ona.’
‘Bunu göze alamam, Bay Gray. Bu kız şapkalar icat ediyor benim için. Lady Hilstone’un bahçe
partisinde taktığım şapka aklınızda mı? Değil ama çok şeker olduğunuz için anımsamış numarası yapıyorsunuz.”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:221)
“Daha önemsiz şeyler yüzünden kentler yağmalanmış ve milyonlarca şehit burada tartışılan konulardan
herhangi birinde bir santim geri adım atmaktansa diri diri yakılmayı göze almıştır.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:102)
“... kağıtlara yazı yazmak nicedir tiksindiriyor beni, hele böyle basılı, böyle tıka basa yazı dolu, böyle
bütün umudunu tüketmiş, ipliği pazara çıkmış kağıtlara! Üstelik, korkak bir adamım, çok korkak bir adamım:
iyiden iyiye çok sarhoş olmasam, tanımadığım bir adamın kitabını karalamak şöyle dursun, masasının önünde
oyalanmayı bile göze alamazdım.”
(T. Yücel, “Vatandaş”, sa:7)
“Yirmi yıl sonra başını çevirip o günlere bakan Hesse şöyle yazar: ‘Yaşamımı hemen tümüyle bir enkaz
yığınına çeviren savaş yıllarının sarsıntı ve kayıplarından bir kez daha belimi doğrultup yaşamımı bir anlamla
donatabildimse, sadece temelden bir değişim geçirip tümüyle iç dünyama yönelerek başardım bunu; o zamana
kadar izlediğim yola veda ederek o meleğin karşısına çıkmayı göze alarak başardım.’ ”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:108)
“Bir sessizlik oldu. Sonra adam, yarı çıplak karısına bakarak, her şeyi göze almışçasına sürdürdü:
-Ayda sekiz bin frankla çok şey yapılır. Siz hep yakınıyorsunuz. Ama yaşamınızı gelirinizin üstünde
sürdürmeye kalkmasaydınız. Davetler vermek, pastalar ve çaylar ikram etmek bizim neyimize?”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:I, sa:43)
“Clarissa bir şey söylemek istedi ama dili tutulmuş gibiydi. Huzursuzluk hissediyordu. Ama bir
tartışma çıkmasını da göze alamadığı için onunla gitti. Huber kulübeyi kontrol etti, kilidini, anahtarını. ‘Evet,
burası iyi. Burada kimse bir şey görmez. Üstüne de bir iki çul atarım ya da biraz toprak.’ Clarissa korkmuştu.”
(S. Zweig, “Clarissa”, sa:168)
“Aç ve soğuktan donmuş bir halde, Casanova bütün bir geceyi buz gibi bir mahzende, farelerin ve
böceklerin arasında geçirebilir, yeter ki bütün güçlüklere rağmen, şafak vakti aşkın saatinin onun için
çalabileceğini umut etsin; bir düzine kadar kılıç darbesi, tabanca mermisi, hakaretler, küçük düşmeler,
zorbalıklar, hastalıklar ve bu gibi şeylerle karşılaşma tehlikesini göze almıştır..”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:61)
“Bu az sayıdaki gözü pek adamla bu çok büyük işi gerçekleştirmeyi göze alması daha doğru olurdu.”
(S. Zweig, “İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı Anlar”, sa:20)
“Bana kalırsa, gelecekte, bir dilim ekmek için bile olsa, ilerde bana baskı yapabileceğim riskine de
girmiyordu. Şimdi birçok şeyi böylesine soğukkanlı yüzüme vururken anlamıştım, ben artık her şeyi göze almak
zorundaydım...’ ”
(S. Zweig - F. Zweig; “Mektuplaşmalar: 1912-1942”, sa:45-6)
Göze batmak : Başkaları tarafından farkedilmek
“Yahya Kemal’i sevmeye başladım yeniden. Bir zamanlar kızıyordum, sinirleniyordum okurken.
Düzeyde kalmış duyguların, gözlemlerin, izlenimlerin şairiydi. ‘Kolay’ bir şairdi. Bizim ustalığı da kurtarmıyor
bazen. Üstelik sığ söyleyişleriyle de gözüme batıyordu nedense. Son zamanlarda değişti bu düşüncem. Özellikle
Boğaz’la böylesine içli dışlı yaşadıktan sonra..”
(O. Akbal, “İstinye Suları”, sa:11)
“Pedrosa ile karısı, çağcıl çizgilerle eski, kirler içindeki bir banliyö hastanesinde sergilenen delilerin
resimlerini görmeye gitmemiz için beni almaya geliyor. Pencerelerin kalın parmaklıkları arkasındaki yüzleri
görünce insanın yüreği sıkışıyor. İki ressam ilgi çekici. Öbürlerinin de Paris’te gelişmiş kafalarımızda hayranlık
uyandıracak yanları var kuşkusuz. Ama, yine de çirkinlik bu. Yontuda çirkinlik ve bayağılık daha da göze
batıyor.”
(A. Camus, “Yolculuk Günlükleri”, sa:116)
“Sanatçı,..... uzun zamandır devam eden bir akışın salt bu devamlılıktan ötürü ‘doğru’ ve ‘gerçek’
niteliklerini kazanmasına karşı çıkan, varolanı bir kez var diye, düşünmeksizin onaylamaktan yana olmayan, bu
eleştirel tutumundan ötürü de çoğu kez ‘göze batan’ kişidir.”
(A. Cemal, “Aradığımız Tiyatro”, sa:119)
“Martin Holub, hep beraber yatmakta oldukları sundurmalığın altına bazı bazı, yalpalaya yalpalaya
gelirdi, bu ziyaretlerden sonraki günlerde ise, aile kişilerinin topallaya topallaya işe gittiği ve yüzlerinin çürük
içinde olduğu görülürdü.”
(E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:3)
“Şimdi son birkaç yıldan beri Batı dünyasını bir salgın gibi saran kadınlar hareketi, kitapçı
dükkanlarında, sokak afişlerinde bu eyleme kendini adamış görünen kimi kadınların garip giyim ve tavırlarında
göze batıyor olmasa, bu ülke <Almanya> insanlarının kadınlık, erkeklik diye dışa çarpan saldırgan bir doğaları
olmadığını sanıp, o dünyanın içindeki her şeyi tekdüze kılan görünüme aldanarak dönersiniz geri.”
(Füruzan, “Ev sahipleri”, sa:53)
“Bir silindir şapka ile düzgün bir redingot giymişti; ama şapka sirklerdeki şapkalardan çok farksızdı;
redingot da korkunç eskimişti; çamaşırı da vardı elbet, vardı ama belki de bir zencinin üzerinde olduğu için ak
görünüyordu; yoksulluğu her şeyden çok, delinmiş ayakkabılarında göze batıyordu.”
(A. Gide, “Dünya Nimetleri veYeni Nimetler”, sa:149)
“Ben kendi adıma konuşmak isterdim. Ama o ortamda babamdan daha girişken olmam uygun olmazdı.
Ben de onun davranışlarını taklit ediyordum. Onun yanına oturduğum için sessizliğimiz, o canlı ortamda hemen
göze batıyordu.”
(A. Gide,”Kadınlar okulu”, sa:21)
“Maşa da her çeşit kitabı bir yana bırakıp, romanlarda karar kıldı doğal olarak. Bir zamanlar
Mademoiselle Mimi’nin yönetiminde başlayan öğrenimini böylece tamamladı. Kirila Petroviç bu Fransız
eğitmene büyük güven ve yakınlık göstermiş, fakat yakınlığının izleri fazlasıyla göze batar duruma gelince, onu
sessizce bir başka çiftliğe göndermek zorunda kalmıştı.”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:53)
“BAPTISTA - E biliyorsunuz ki bu sizin nikah gününüz; önce gelmeyeceksiniz diye üzüldük, şimdi
böyle hazırlıksız geldiniz diye üzüntümüz iki kat oldu. Hadi şu şanınıza yakışmayan, şu ciddi törenimizde göze
batan kıyafeti çıkarın arkanızdan.”
(W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:72)
“Komandör oradan ancak bir dakika için ayrıldı. Milletvekilinden özür diledi, kendisini beklemesi için
yalvardı.
-Gidip yeğenime sorayım bakayım, arabamı n’apmış, dedi. Sonra gelip Octave’ın kulağına: Konuş, bir
şeyler söyle, susuşun göze batıyor diye fısıldadı. Bu yeni servetin sende gurur uyandırmak gibi etkisi olmamalı
sakın.”
(Stendhal, “Armance”, sa:33)
“Algı düzeneklerine o ölçüde egemen olamayanlar ise, başka yana bakmaya, başka yana kulak vermeye,
başka şey düşünmeye çalıştılar ki bu da pek kolay olmadı, çünkü pek bir ortada, pek bir geneldi rezalet.. Üstünü
başını ve yakınlarını bulan, olabildiğince çabuk, olabildiğince göze batmadan çekip gitti. Öğleye doğru meydan
bomboştu.”
(P. Süskind, “Koku”, sa:242)
Göze batmamak : Kimse tarafından farkedilmemek
“İlk günler böyle gelip geçiyor. Mavi, Siyah’ı gözetliyor, ve pek bir şey olmuyor. Siyah yazıyor,
okuyor, yiyor, mahallede kısa yürüyüşlere çıkıyor, Mavi’nin varlığını fark etmez görünüyor. Mavi’ye gelince, o
kaygılanmamaya çalışıyor. Siyah’ın göze batmamaya çalıştığını, zamanını kolladığını sanıyor. Mavi, vaka
üzerinde çalışan tek adam olduğundan kendisinden sürekli gözetleme beklenmediği sonucuna varıyor.”
(P. Auster, “Hayaletler”, -New York Üçlemesi 2-, sa:15)
“... bugün kendini Bay Summers olarak tanıtan bir bey geldi. Ona kendimi yeni kahya kadın, Cuma’yı
da bahçıvan olarak tanıtmanın uygun olacağını düşündüm. Sanırım boş bir ev görüp içine yerleşen çingeneler
olmadığımız konusunda onu ikna edebildim. Evin içi yeterince temiz ve düzenliydi. Hatta kitaplık bile. Cuma da
bahçede çalışıyordu. Böylece yalanım çok da göze batmadı.”
(J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:57)
“ROSA - A, polis mi? Kocamı kimin bu hale soktuğunu bulmak için mi buradasınız?
KOMİSER - Evet, tabii...
ROSA - Ha... göze batmamak için de yeşil giyindiniz...”
(D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:24)
“Aynı yer değildi sanki. Rosa Cabarcas her zaman en göze batmayan, bu yüzden de en çok tanınan
mama olmuştu. Bu çam yarması gibi kadını, bir keresinde hem iriyarılığı yüzünden, hem de müşterilerin
mumlarını söndürmekteki becerisi nedeniyle itfaiye çavuşu diye ilan etmek istemiştik.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:25)
“Oradaki insanların arasında göze batmayacak biçimde giyinmesi için uyarmıştım onu, ama o bu
sözlerime hiç aldırmadı, çay içip İngiliz bisküvisi yemeğe gidiyormuş gibi giyinip Santiago’nun mezbaha
mahallesindeki bakımsız sokakları arşınladı.”
(G.G. Marquez, “Şili’de Gizlice”, sa:115)
“Titredim. Kaldırmış olduğum bardak az kalsın elimden düşecekti; bereket, masadakiler şaşkınlığımı
farketmediler; kahkahaların ve müziğin uğultusunda göze batmadı.”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:217
Göze çarpmak : Dikkat çekmek, ilginçliğinden dolayı farkedilmek
“Bununla birlikte hemen o gün Berchem okul defterine şöyle yazıyordu: ‘Saat 9’da ırmak ağzında göze
çarpan hareketler.’ Aynı şeyi saat 10.15’te de yazmış, sonra 11.45’te yine şöyle not etmişti: ‘Amerikan binek
arabası Heidesheim’den Weidesheim’deki marmelat fabrikasına...’ ”
(H. Böll, “Ademoğlu Nerdeydin”, sa:154)
“İyilik, düzen duygusu, akıl, sevimli sayılabilecek bir titizlik halini (temsil eden) Dr. Leopold Lustig,
dünyanın, o korkunç yabancılığı ve anlamsızlığıyla yüz yüze geldiği Ruthental’de ölür. Karolin adında bir karısı,
Zerline ve Paul adlarında iki kızı da vardı..... Bir orta sınıf aile, normal, öyle göze çarpan özellikleri yok.”
(H. Böll, “Frankfurt Dersleri”, sa:52)
“Akşam oluyordu; genç subayın, parmaklarının arasında tüten, asla dudaklarına götürmediği
sigarasıyla, zayıf, bir parantezi andıran eğik görünüşü, demiryolu tellerinin oluşturduğu ağın ve donuk denizin
önünde göze çarpıyordu.”
(I. Calvino, “Savaşa Giriş”, sa:13)
“Kadın, biraz tedirgin, bizi içeri aldı. Temiz, ama yoksul görünen, küçük bir odaya geçtik. Odada yırtık
pırtık bir sedir, bir yazı masası ve iki iskemlesiyle formika kaplı bir masa vardı. Masanın üstünde bir Kutsal
Yürek tasviri, bazı aziz tasvirleri ve aynalardan yapılmış bir çarmıhta İsa heykelciği göze çarpıyordu.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:82)
“Ralf’la Saint-Jacques’ta gezinirken gözüne çarpan bir kitapçıya girip bu konuda (porno seks) kitap
sordu.
‘Sürüsüne bereket,’ diye karşılık verdi kitapçı. ‘Aslına bakarsanız, galiba insanların aklı fikri bir tek
bunda..... işin doğrusu şu ki, insanların başka şey düşündüğü yok.’ ”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:127)
“Daha geriden Tatyana Petrovna ile Daşenka yürüyorlar. Kalabalığın sonundaysa elinde defter tutan
kapıcıyla bir sürü çocuk göze çarpıyor.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:79)
“Silahçı Costecalde’nın dükkanı her gün, saat üçten dörde kadar ayak üstü tartışmalar yapan şapka
avcılarıyla dolup taşardı. Bu gürültülü kalabalığın tam ortasında, dişlerinin arasında bir pipo, yeşil bir meşin
koltuğa oturmuş, ağır başlı, şişman bir adam göze çarpardı. Tarascon’lu Tartarin işte bu idi.”
(A. Daudet, “Taraskonlu Tartarin”, sa:15)
“Aedificium’un batı kulesi önden, manastıra gelen ziyaretçilerin gözüne çarpıyordu; sonra, solda yapı
duvarlarla birleşiyor, kuleleriyle uçuruma doğru sarkıyordu; yandan görünen kuzey kulesiyse uçurumun
üstünden dışarı fırlıyordu. Kilisenin sağında ve hemen arkasında bazı yapılar yer alıyordu; dehlizin çevresinde de
yapılar vardı: yatakhane kuşkusuz.”
(U. Eco, Gülün Adı”, sa:49)
“Tanrıya kendini bu güne getirdiği için dua etti, yavaş yavaş yerinden kalkarak aynanın karşısına dikildi
ve yüzünü inceledi. İlk gözüne çarpan, olası yorgunluktan çökmüş asık bir surat ve süzgün gözler oldu.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Yağmur Fırtınası”, sa:101)
“Silah salonunda, sancaklar ve yabani hayvan burunları arasında, Amerikalı’ların sapanlarından ve
Garamenete’ların mızraklarından tutun da Sarrasin’lerin palalarına, Norman’ların zırhlarına varıncaya kadar her
çağ ve ulusa özgü silahlar göze çarpıyordu.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Konuksever Ermiş”, sa:52)
“MEPHISTOPHELES - Sağ yan şiddetle direniyor. Fakat ben bunların arasında em çok Hans
Raufbold’un, kendine özgü hummalı bir işlev gösteren o dev yapılı kahramanın göze çarptığını görüyorum.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:271-2)
“Yanında hiç değilse bir saat olsun kalmaya karar vermiştim. Gözlerinin altındaki deri tümüyle
pörsümüştü, yüzüne serpiştirilen takdis suyu damlacıkları hala orada burada göze çarpıyordu. Karnı, adığı
haplardan biraz şişkindi. Yine de soluk alıp almadığını görmek için göğsüne kavuşturulmuş ellerini az ötede
gözümü diktiğim bir noktayla karşılaştırdım.”
(P. Handke, “Mutsuzluğa Doyum”, sa:70)
“Vadinin dibinde darmadağın olmuş bir sahra mutfağı göze çarpıyordu. Şvayk fırsatı kaçırmadı,
Balon’a önerek, ‘Bak kardeşlik,’ dedi, ‘yakında başımıza neler geleceğini kendi gözlerinle gör. Karavana hazır,
erat ellerinde tabakları sıraya girmiş, ansızın bir bomba geliyor, ortalık mahşer yerine dönüyor.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:134)
“Misis Sampson kasabanın iki katlı biricik yapısının sahibi bir duldu. Sarıya boyalı olan Sampson
kaşanesi, nereden baksanız hemencecik gözünüze çarpardı. Rosa’da bu yumurta sarısı eve Idaho ile benden
başka çengel atmak isteyen daha yirmi iki kişi vardı.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:65-6)
“Duvarlar bir cüzzamlı görünüşündeydiler; korkunç bir hastalıktan bozulmuş bir surat gibi yamalarla,
yara izlariyle kaplıydılar ve yapışkan bir rutubet sızdırıyorlardı. Duvarlarda, kömürle kabaca karalanmış
müstehcen (cinsel, açık) resimler göze çarpıyordu.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:III, sa:273)
“İşte bu!.. Evet, işte parlaklığıyla kalbi ok gibi delen o nemli göz bebekleri... İşte bıyığın sürtünmesini
ve erkeğin diş geçirmesini bekleyen sabırsız dudaklar... İşte bir daha çok göze çarpmak için iyice gizlenmiş
memeler...”
(P. Istrati, “Angel Dayı”, sa:48-9)
“... her zaman mobilyalarla, örtülerle, porselen ve resimlerle tıklım tıklım dolu olan odada bugün belki
biraz daha boş yer vardı, ama bu hemen göze çarpmıyordu ve odadaki başlıca değişiklik, yani açık pencerenin
önünde elinde bir kitapla oturan bir adamın varlığı, bu durumun göze çarpmasını daha da engellemekteydi.”
(F. Kafka, “Dava”, sa:18)
“Bir deri bir kemik adamın göze ilk uzun, kırış kırış boynu çarpıyordu. Önündeki öküzlerin de
kaburgaları kaburgalarına geçmişti. Ağacın dibine üfürsen yıkılacak yaşlı bir kadın çömelip tünemiş, fıldır fıldır
gözleriyle gelenlere bakıyordu.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:IV, sa:335)
“Jacques, ölüm döşeğinde olan kadının odasına girdiği vakit, kadın gerçekten son saatlerini yaşıyordu.
Jacques, önce, onu tanıyamadı. Doktorla iki hastabakıcı, kadına gereken özeni gösteriyor, odanın içinde, son
derecede bir karışıklık ve perişanlık göze çarpıyordu.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:130)
“Burası tam eski Huguenot ülkesi, parlak bir sanatı olmayan, Rouen’a o kadar büyüklük vermiş yetkin
anıtlardan birine bile sahip bulunmayan, bununla birlikte baştan başa ciddi görünüşüyle göze çarpan ağırbaşlı,
kapalı, biraz da içinden pazarlıklı bir ülke, bağnazlıklar kaynağı..... bir kentti.”
(G. de Maupassant, “Tombalak-Döküntü Gemi”, sa:86)
“... biri sancak tarafından griva palangasının üstünde, bir diğeri geminin sol yanında sfenks gibi
uzanmış, geriye kalan çiftiyse ana demir zincirlerinin yukarısında, karşı yöndeki küpeştenin dibinde yüz yüze
vermiş olarak hemen göze çarpan kır saçlı, dört Zenci ona olağandışıymış gibi göründüler.”
(H. Melville, “Benito Cereno”, sa:20)
“Meksika Devrimi de bizi tarihin hızlanmasından kuşku duymaya zorluyor. Meksika Devrimi, amacı
ülkeyi modernleştirmek olan derin bir başkaldırıydı; gene de günümüz Meksika’nın en göze çarpan gerçeği,
sömürge çağına, hatta İspanya-öncesi dünyaya özgü düşünme ve duyuş biçimlerinin varlığını sürdürmesidir.
Aynı şey, sanat ve edebiyat için de geçerlidir.”
(O. Paz, “Çamurdan Doğanlar”, sa:18)
“Kern, saatinin fosforlu kadranına baktı. Beşe geliyordu. Ama oda hala karanlıktı. Ve bu karanlıkta
öteki iki yatağın örtüleri belli belirsiz göze çarpmaktaydı. Duvarın yanında yatan Polonyalı horluyordu.”
(E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:17)
“Yazın sonlarına doğru değişik türden birçok yabancı kuş anlaşılmaz bir içgüdüyle bilinmez ufuklardan
engin denizler aşarak buraya gelir ve azıklarını toplarken ağaçların artık güneşten kızıllaşan yaprakları arasında
parlak renkleriyle göze çarparlar. Papağanların türlüsü ve burada Hollanda güvercini denen mavi güvercinler
görülmeye değer.”
(B. de Saint-Pierre, “Paul ve Virginie”, sa:91)
“<Külkedisi> çoğunlukla, Jane ya da Catherine ya da Elizabeth gibi eski, iyi bir ad taşır. Daha açıkgöz,
erkekleri tavlamada usta olan, daha göze çarpıcı bir biçimde giyinen ve makyaj yapan, çoğu zaman ‘Corinne
Delamerie’ gibi tuhaf ve egzotik bir ad taşıyan başka bir kızla kıyaslanır.”
(A. Storr, “Yaratma Dürtüsü”, sa:38)
“Harlov, her zaman rüzgarlı bir havada, geniş bir yarın öte yanındaki bir adamla konuşuyor gibi bağıra
çağıra konuşurdu. Yüzünden neler okunduğunu anlatmak oldukça zordu..... hoşa gitmeyen bir yüz de sayılmazdı;
onda bir büyüklük de göze çarpmaktaydı, ama ne de olsa görülmemiş, şaşırtıcı bir yüz.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:12)
Göze çarpmamak : Dikkati çekmemek, ikincil konumda kalmak
“Uzakta, bir yönde denize doğru çoğu zaman sisler, buğular içinde kalan şehir görünüyor, geniş bir
çiftlik arazisi olan öbür yönünde, ilerdeki dağlara kadar ise bir ağıl bile göze çarpmıyordu.”
(R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Ayşe’nin Yazgısı”, sa:171-2)
“Yalnızca tarihsel doğruluk taşıyan atmosferi, birbirine taban tabana karşıt üç Suebya şairinin hayran
kalınacak bir özdeşleşme yeteneğiyle anlatımı değil, en başta öyküdeki gözlem titizliği pek göze çarpmayan
olayların bile taşıdığı simgesel gücü, sadeliğin içerdiği önemi ortaya koyar.”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:95)
“Fouché’nin manastır koridorlarının loşluğunda geçirdiği on yıl boşa gitmedi, öğretmenlik ederken
kendi de çok şey öğrendi. Bu tuhaf ve eğilip bükülmesini bilen tedirgin zeka, manastır duvarlarının dünyayla
ilgisini kesmiş havasında gerçek bir psikoloji ustası olarak yetişti. Yıllar yılı yalnzca çok dar çevrelerde, hiç göze
çarpmadan çalıştı.”
(S. Zweig. “Fouché”, sa:15)
Göze girmek : Birinin beyenisini kazanmak, gözünde yüceltmek
“Usumun yüreğimdeki atılışı durdurmasına ses çıkarmayışım gereğinden çok daha sık oldu. Buna
karşılık, yüreğim susarken konuştuğum da çok oldu. Bazı bazı, göze girmek için, budalalıklar yaptım. Buna
karşılık yapmam gerektiğini düşündüğüm, ama beğenilmeyeceğini bildiğim şeyi yapmayı her zaman göze
alamadım.”
(A. Gide, “Dünya Nimetleri ve Yeni Nimetler”, sa:182)
“Böylece sarı boyalı evin sahibinin gözüne girmiş oldum. Her Salı ve Cuma günleri görmeye
gidiyordum. Herkimer’den içinde yaşadığımız evrenin harikalarıyla ilgili öğrendiklerimi anlatıyordum.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:67)
“Ne mutlu onlara yaklaşanlara! Saygıdeğer kişiler olduklarından, çevrelerine, yaltaklananlara ve
kayırılanlara, bütün o göze girmesini bilen gençlere; yağlı, ruhani bölgeler, gelir getiren görevler, bölge
müfettişlikleri, sadaka eminlikleri, katedral görevleri yağdırır dururlar.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:95)
“KENT (Oswald’a.) - Sen... sen rezilin, edepsizin birisin.....bir çıkından başka bir şeyi olmayan bir
kölesin. Göze gireyim diye pezevenklik edecek yaratılışta olan sen, alçaklığı da, namussuzluğu da, hayasızlığı,
düzenbazlığı da kişiliğinde toplamış bir fırlamasın, kancık oğlu kancıksın.”
(W. Shakespeare, “Kral Lear”, sa:57-8)
Göze göz, dişe diş : Kutsal kitaplardan geldiğine inanılan, “bir şeyin cezasını kendi değeri karşılığında
vermek’ prensibi (Eye for eye, tooth for tooth -Eng.-)
“‘Polisim oğlunuza yaptığını düşünürsek,’ diyor Neçayev (Rus Devriminin bir kahramanı), ‘sizin
hiddetlememeniz şaşırttı beni. Kutsal kitaplarda, göze göz, dişe diş denir.’
‘Seni sefil, kutsal kitaplarda böyle bir şey yazmaz. Pavel hakkında söylediğin ne? Hem neden bu
gülünç kılık içindesin?’ ”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:115-6)
Göze kestirmek : Beğenisine uygun bulduğu şeyi, ele geçirmek için planlamak (Erkek, kadın, mal)
“Fakat asıl işleri, mavnalardan öteberi çalmak, Volga ve Oka kıyılarında göze kestirdiklerini
araklamaktı. Büyükler bayram günlerinde bu yoldaki başarılarıyla övünür, küçükler de bunları dinleyerek ibret
alırlardı.”
(M. Gorki, “Çocukluğum”, sa:239)
Göz etmek : Kaşıyla, gözüyle bir takım işaretlerle imada bulunmak
“Yaşlı koca konuşuyordu:
-Öyle cilveliydi ki, burada tanıdıkları var, onlara geliyor; hep göz ediyor. O tanıdıklara da başka
tanıdıklar geliyor.”
(F. Dostoyevski, “Başkasının Kocası”, sa:49)
Göz gezdirmek : İncelemek, etrafına bakınmak, tümünü okumadan şöyle bir bakıvermek (kitap, mektup vb.)
“İşte eylülün ilk sabahlarından biri. Aldınız gazetenizi, okuyorsunuz. Çabuk çabuk bir yere, bir işe
koşuyorsunuz. Ya da yan gelmiş, bir koltukta ilgisiz göz gezdiriyorsunuz. Karşı karşıyayız, dostça ya da
düşmanca. Severek ya da kızarak... Hepsi mümkün. İnsan için hepsi...”
(O. Akbal, “İstinye Suları-Dostlarla Söyleşi”, sa:153)
“SES
----Ve o gün bugündür, yalvaçlar gibi ben de,
Çöle ve denize ta gönülden vurgunum;
Gülüp geçerim yasta, ağlarım şölende,
Ve en kekre şarapta hoş bir tat bulurum;
Bana sık sık yalan gelir olup bitenler,
Çukura düşerim göğe göz gezdirirken.
Ama avutur Ses: ‘Sakla dişlerini,’ der
‘Delinin düşü güzeldir Bilgeninkinden!’ ”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:315)
“Yaşlıca, sevimli bir adamdı. Yüzünü hafif ekşitiyordu. Jandarmanın elini canla başla sıktı. O ara, dört
bir yana göz gezdirdim: herkes sanki aynı sosyeteden adamların buluştukları bir kulüpteymiş gibi, durumdan
hoşnut, görüşüp konuşuyorlardı.”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:82)
“Ayin bittiğinde, Petrus beni sırada bir başıma bıraktı, keşişlerin çıktığı kapıdan çıktı gitti. Oturduğum
yerden bir sürü kiliseye göz gezdirdim; benim de dua etmem gerektiğini düşündümse de kafayı toplayamadım.
Suretler, sanki çok uzaktaydılar, Santiago Yolu’nun Altın Çağı gibi bir daha geri gelmeyecek bir geçmişte
kalmış gibiydiler.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:51)
“Fyodor Mihayloviç çevresine göz gezdiriyor. Köşede öbeklenmiş gölgeler: Bunlar Pavel’in
hayaletinin, gölgesinin, soluğunun izleri olamaz mı? ‘İnsanın bir yerde yaşayıp geride kendisinden hiçbir şey
bırakmaması mümkün değil,’ diye fısıldıyor.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:160)
“Bu sırada Simina yemek odasına girdi. Odaya şöyle bir göz gezdirip hemen Madam Mosco’nun
sağındaki yeri seçti.
‘Nerelerdeydin küçük hanım?’ diye sordu Egor.
‘Mektup gelmiş mi diye baktım...’ ”
(M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:25)
“Mektup hala cebimde duruyor. ‘Doğru, az kalsın unutuyordum.’ Mektubu açıp satırlara bir göz
gezdirdi.”
(Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:1, sa:50)
“Bir saat süreyle çağrıyla başbaşa, evde yapayalnız oturdum; kimseyi görmek istemiyordum. İşte
gelmişti sonunda ve nedense bence ortada telaşlanılacak bir durum yoktu. Son üç-beş gün içinde aldığım
mektuplara göz gezdirmeye başlamıştım.”
(L. Hellman, “Şarlatanlar Dönemi”,sa:50-1)
“Mektubu açıyorum. Şöyle bir göz gezdirince, tepem atıyor. Çileden çıkmak işten bile değil. Fakat
kendimi tutuyor, tane tane okuyormuşum gibi davranıyorum.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:22)
“Naim Efendi, yanındaki çekmecenin üzerinden bir uzun kutu aldı, içinden gözlüklerini çıkardı. İki
eliyle uçlarından tuttu, büyük bir dikkatle kulaklarına taktıktan sonra, mektuplardan birini açtı, bir süre sessiz
sessiz kendisi okudu, tekrar yerine koydu; bunları izleyerek bir diğerini aldı, ötesine berisine göz gezdirdi...”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:75)
“Saat on bir buçuktu. Çocuklar ve Matmazel Jungmann koridordaki odalarında uyuyorlardı, çünkü boş
olan ikinci kat yabancı konuklar için kullanılıyordu. Bayan Konsül sarı kumaşlı kanapede kocasının yanında
oturuyordu, kocası ağzında puro ile ‘Stadtische Anzeige’ gazetesinin borsa haberlerine göz gezdiriyordu.”
(Th. Mann, “Buddenbrooklar”, sa:70)
“Madame de la Guichardie bunları düşünürken, içeriye on üç yaşlarında bir hizmetçi girdi. Onu Anne
de Saviniac’ın dairesine götürdü. Bu taş duvarlı küçük salon vaktiyle Breuilh senyörlerinin dua ettikleri ufak bir
mabetti. Salonun ortasında yeşil örtülü bir masa duruyordu. Üstünde iki kitap vardı. İhtiyar kadın yalnız kaldığı
zaman içindekilere göz gezdirdi.”
(A. Maurois, “Ruh Tartıcısı”, sa:174)
“Ashley üstüne başına bir göz gezdirerek:
-Oysa ben kendimi olağanüstü şık sanırdım, diye cevap verdi ve şöyle devam etti:
-Üniformamı Mose düzeltti. Öyle sanıyorum ki, bu adam savaştan önce eline iğne iplik almamıştır.
Böyle olduğuna göre ortaya çıkan bu üniforma bile çoktur. Mavi yamalara gelince, yırtık bir pantolon giymek ya
da bir Yankee’nin üniformasından kesilmiş parçalarla onu yamamak arasında birini yeğlemek gerekiyordu. En
önemlisi, kocanızın evine yalınayak gelmediğine şükredin. Bir iki hafta evvel çizmelerim beni terketti.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:I, sa:353)
“Her akşam sahne önünde aşıklara özgü bir şıklıkla göründüğüm tiyatrodan çıkıyordum. Bazan her şey
dolu, anlamlı, bazan her şey boştu orda. Yalnızca otuz kadar zoraki meraklının oturduğu arka koltuklarda,
modası geçmiş şapkalar ve gece giysileriyle bezenmiş localara göz gezdirmek ya da her koltuğu çiçekli
tuvaletler, pırıl pırıl mücevherle ve parlak yüzlerle taçlanmış salonun bir parçası olmak benim için pek önemli
değildi.”
(G. Nerval, “Sylvie”, sa:21)
“Her sabahki alışkanlığıyla önce tarihe baktı: 24 Juillet 1905 - 11 Temmuz 1321, Pazartesi. Sonra
başlıklara göz gezdirdi.”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:15)
“Sözcük <Evohé-1971>
Sözcüğe göz gezdirirken
yeni bir sözcük buluyorum:
keyifle, alaycı alaycı sesletiyorum;
elliyorum, karara bağlıyorum sözle,
örtülere sarıyorum
özen bezen kopyalıyorum, nabzını
tutuyorum,”
(Cristina Peri Rossi<d.1941>-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan; Cumhuriyet Kitap,
01.02.07)
“Sokağa göz gezdirdim. Tenhaydı. Jandarma kolumdan sıkı sıkı tutuyordu ama, kurtulmak da
mümkündü.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahatı”, sa:126)
“Ne var ki, bugün bu zevk Matryona Filiminovra’nın öğüdünü, evin içindeki huzursuzluğu hatırladıkça
azalıyordu. Sonra küçük haberlere şöyle bir göz gezdirdi: Kont Beyst’in Wiesbaden’e geçtiği, bundan böyle
aksaç diye bir şeyin olmayacağı bir bayanın küçük kupa arabasını satmak istediği yazıyordu.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:16)
Göz göre göre : Apaçık, aşikar, besbelli
“ ‘Bu konuda söylenecek çok şey var. Şimdi biraz uyuyalım. Ondan sonra duruma göre davranırız. Siz
de çok iyi bilirsiniz ki, efendim, insanın göz göre göre kendini kırbaçlaması, hele bu işi boş mideyle yapması
epey acımasızca bir şeydir. Senyora Dulcinea <katırı> biraz daha beklesin, hiç beklemediği bir anda kırbaç
yemekten kevgire dönmüş halde bulacak. Ölünceye dek her şey canlıdır. Yani verdiğim sözde durmak istiyorum
fakat daha ölmedim ve epey zamanım var bunun için.’ Şövalye teşekkür etti ona. Kendisi azıcık, Sancho ise tıka
basa yedi.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:760)
“Ve o Foix Kontu, herkesin hayran kaldığı Gaston Phöbus, yeğeni Ernault’yu, İngiltere kralının
Lourdes’daki yüzbaşısını göz göre göre öldürmemiş miydi? Ve bu aşikar cinayet, güzelliği ile ün salmış elini,
yatmakta olan oğlunun boğazına doğru, o keskin tırnak çakısıyla birlikte savurup onun tenine dokunması sonucu
meydana gelen kazanın yanında ne sayılırdı ki?”
(R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:245-6)
Göz göz : Delikli, boşluklu şey, meta; Bir topluluk ya da çevrede kişiye bakan ‘her bir göz’, ‘birçok gözler’
“ÇEVRE
Yarin mendili nakışlı
Okşadım ellerimle.
Göz göz üzerimde
Çevrenin bakışı.”
(B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:18)
Gözgöze; Gözgöze gelmek : Bakışların aynı anda karşılaşması
“Babamın kirpiklerinin rüzgarlandığına dikkat edebildim. Gözlerini çevirmedi bile. Çünkü ekseriya, bu
gibi hallerde göz göze geldiğimiz zaman kendini tutamaz, yapay ve alaycı bir gülümseme dudağını kenetlerdi
Kendi adı hiç sürçmezdi.”
(S.F. Abasıyank, “Semaver-Babamın İkinci Evi”, sa:33)
“ ‘Günlerden bir gündü. Tek vakit geçsin diye Lancelot’un <Kıral Arthur’ün yuvarlak masa
şövalyelerinden> menkıbelerini ve Aşkın ağına nasıl düştüğünü okuyorduk. Yalnızdık. Kuşkulanmıyorduk hiçbir
şeyden. Kitabı okurken birkaç defa göz göze geldik ve rengimiz soldu, fakat o bir nokta yendi bizi. Bu büyük
aşıkın, sevgilisinin gülümseyen dudaklarını nasıl öptüğünü okuduğumuz zaman, benden asla ayrılmayacak olan
sevgilim, ürpererek dudaklarını dudaklarımın üzerinde kenetledi.’ ”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:I, ‘Cehennem’, sa:115)
“Arzular
---------Ben seninle gökyüzünü yaraladım...
Ben akıttım okyanusu,
Ve sahranın gözyaşlarını...
Kanın derinliğinde ben
Gize veda ettim...
Ve göz göze gelirken ağlamadım...”
(Hanan Avvad-Metin Fındıkçı, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.08.03)
“Şakayık gözlerini ondan ayıramıyordu. Bir aralık göz göze geldiler. David gülümsedi. Şakayık başını
öne eğdi, sonra uşakların en yaşlısı olan Vanğ Baba’ya döndü:
-Git, bahar bayramı için hazırlanan şarabı getir, efendiye ver, dedi.”
(P.S. Buck, “Şakayık”, sa:13)
“Gece yarısı geliyor Anna. ‘Kalamayacağım,’ diyor, ama bir yandan da arkasındaki kapıyı kapatıyor.
Ölüm fermanları yazmışçasına sevişiyorlar, kendilerini iyice vererek, amaçlı. Öyle bir an geliyor ki Fyodor
Mihayloviç kim kimdir bilemiyor, kim kadın, kim erkek, tek beden gibi oluyorlar, birbirinin içine bastırılmış
kemikler ve eklemler, küme küme, dudak dudağa, göz göze, kaburgalar birbirine geçmiş, bacak kemikleri
birbirine dolanmış.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:251)
“Rehber, sadece kendisinin bildiği bir nedenden ötürü suskundu. Yüzü ciddi ve düşünceliydi. Elinde bir
kibrit çöpü, dişlerini karıştırmakla meşguldü. Ne sesle ilgili bir yorumda bulunmaya kalkmıştı ne de açıklamaya
yeltenmişti. Sonunda Bayan Truman’la göz göze gelince kaşlarını kaldırarak elini göğsüne götürdü ve istavroz
çıkardı. Campion yola devam edip etmemekte tereddütlüydü. ‘Hadi dönelim,’ dedi, ‘bu kadarı yetti bana. Hem
eski eserleri ne zaman göreceğiz?’ Ne zaman gerçekten.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa: 176)
“Bir keresinde, yandaki dikiz aynasında göz göze geldiği genç kıza sordu:
‘Evlendiğimde budalanın tekiydim -nasıl çocuk yetiştirileceğini, nasıl baba olunacağını bilmeyen lanet
olası genç bir budalaydım- bunu biliyorsun, değil mi?’ ”
(J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:11)
“... vakanın üstünden dört gün geçmişti. Feride, eski arkadaşlarından hemen hemen kaçıyordu. Onun
yalnız kalabilmek için yarattığı tüm bahaneleri, kurnazlıkları boşa çıkıyor, başkalarının yanında konuşmak
gerektiği zaman yüzüne bakmaktan, göz göze gelmekten çekiniyordu.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:406)
“Ömer ağa su kenarına kadar koştu. Bir an, kızgın güneşin altında, Tanrının bu iki yaratığı göz göze
geldiler. Boğanın gözlerinde kızgınlık, şaşkınlık, korku vardı. Ömer ağanın yüzünden yağmur gibi sıcak bir ter
akıyor, gereken havayı yetiştiremeyen göğsü, ileri geri çırpınıp duruyordu. Bir kere daha:
‘Bre Mehmet, bre Ali...’ diye bağırdı. Sonra olduğu yere çöküverdi.”
(O. Hançerlioğlu, “Ekilmemiş Topraklar”, sa:126)
-Ama o zamana kadar savaş bitmiş olacak. Hani bana söz vermiştiniz! Çocuğun başının üzerinden
karı-koca Meadeler birbirleriyle göz göze geldiler. Bu karşılıklı bakış Scarlett’in dikkatinden kaçmadı. Barcy
Meade Virginia’daydı. Anne ile baba yanlarında kalan bu çocuklarına dört elle sarılmışlardı.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, sa:202)
“SENİNLEYİM
------------------Gözümün aldığı ufka kadar seninleyim
Taze bir duygu bu benim için
Başım dönüyor kendimden, senden, ikimizden
Hayatla göz göze geliyorum her seferinde
Yüksek sesle sürekli tekrarlıyorum içimden:
Seviyorum, yaşıyorum, varım, seninleyim”
(M. Mungan<d.1955>, “Söz Vermiş Şarkılar”, sa:19)
“İçerden hiçbir ayak sesi gelmiyordu. Hizmetçiler bile yoktu. O anda bitişik evin bodrum katından
çekinerek ona bakan bir çift göz, siyah saçlar ve bir dantel başlık gördü. Gürültüye çıkmış bir hizmetçiydi bu.
Göz göze geldiler, bakıştılar. Çok ahmak görünüyordu. Boş bir evin zilini çalan ahmaktır. Ansızın kızın onu
tanıdığını fark etti.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:80-1)
“Bayan Creevy Dorothy ile gözgöze geldi. Belki de, her kızın sınıfın en üstlerinde olacağı şekilde
notları ayarladığını söylemek üzereydi; ama bundan kaçındı. Dorothy bir an yanıt veremedi. Dıştan, hizaya
gelmiş ve çok yorgun görünüyordu.”
(G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:269)
“... Nerval de onlar gibi derviş tekkesine ayin izlemeye gitmiş, padişahın saraydan çıkışını bekleyip onu
uzaktan bir görmüş <Nerval gözgöze geldiklerini, Abdülmecit’in de kendisini gördüğünü iddia eder> ve
mezarlıklarda uzun gezintilere çıkarak Türklerin kılık kıyafetleri, adetleri ve törenleri hakkında fikir
yürütmüştür.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:209)
“Bir anda kendilerini karlı kaldırımda buldular ve hızla yürümeye başladılar. Ka ‘oradan çıktığımızı
kimse görmedi’ diye düşünüyor, bu da onu rahatlatıyordu, çünkü cinayeti kendisi işlemiş gibi hissediyordu. Dile
getirdiği için utanç ve pişmanlık duyduğu evlilik isteği sanki hak ettiği cezayı bulmuştu. Kimseyle gözgöze
gelmek istemiyordu.”
(O. Pamuk, “Kar”, sa:42)
“Senin gibi güzel dost sanki yaşlanır mıymış?
İlk kez göz göze geldik, eşsiz güzeldin hani.
İşte bugün de öyle güzelsin. Üç karakış,
Ormanlardan silkti de tam üç yazın kibrini.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:104, sa:249)
“İçleri, midelerindeki ağırlık bir yana, tüy gibi hafifti. Karanlık ruhlarını birden hoş bir sevinç sarmıştı.
Yüzlerinde, mutlu bir genç kız yüzünün hafif pırıltısı görülüyordu. Belki bakışlarını yerden kaldırıp birbirlerinin
gözünün içine dikmekten utanmaları da bundan ileri geliyordu. Sonra, önce kaçamak kaçamak, sonra doğruca
göz göze gelmeyi başardıklarında, gülümsemeden edemediler. Olağanüstü bir gurur duyuyorlardı. İlk kez
sevgiyle bir şey yapmışlardı.”
(Patrick Süskind, “Koku”, sa:249)
“-Bundan üç ay kadar önce, çarşıda dolaşırken, üstü başı yırtık pırtık bir adam gördüm. Sapır sapır
dökülen bir alkolik. Gözgöze geldik. Beni görünce gözleri parladı. İki elini birbirine kavuşturdu, guguk kuşu gibi
ötmmeye başladı. Anladım oydu.”
(A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:142)
“O anda iki kardeş gözgöze geldiler. Levin, ağabeyiyle arasında dostça, en önemlisi de sade ilişkiler
olması isteğine karşın -şimdi her zamankinden güçlü olan bu isteği daima duymuştu- ağabeyine bakmaktan
sıkıldığını hissetti. Bakışını yere indirdi. Ne söyleyeceğini bilemiyordu.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:707-8)
“Bir gün kızı, Ramiro’nun, küçük beyin -onun deyişiyle Senyorito’nun- odasından soluğu kesilmiş,
kıpkırmızı yüzle çıkarken suçüstü yakaladı. Göz göze geldiler, hizmetçi kız gözlerini kaçırdı.”
(M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:84)
“Şakalaşmaya ara vermeden arkasını döndü; Giles’ı gördü, göz göze geldiler; elini sallayıp yanına
çağırdı onu. Geldi Giles. İyi ama -Mrs Manresa’nın gözü onun ayaklarına kaydı- pabuçlarına ne olmuştu öyle?
Kan içindeydiler. Her nedense, hayranlığını bu gencin bileğinin gücüyle hak ettiği gibi bir sezgiyle göğsü
kabardı. Nedeni belirsiz de olsa, hoş bir duyguydu doğrusu. Onu yedeğine almanın güveniyle, ‘Ben Kraliçeyim,’
dedi içten içe, ‘bu da şövalyem, somurtkan kahramanım benim.’ ”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:96)
Göz gözü görmemek : Karanlık ya da toz dumandan, kalabalıktan kimsenin kimseyi görmemesi
“1883 yılı Noel gecesi, şimdi rahmetli olan bir arkadaşımın evinde geç vakte kadar ruh çağırma
oturumuna katıldıktan sonra eve dönüyordum. Koyu mu koyu göz gözü görmez bir karanlık vardı.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:53)
“Yakın Mezardan
----------------------
Yağan yağmurdan bulutlar çıldırır
Eyüp’ün korkusunda
Senin gibi emir verir yağmur
Uzun zamanın mahzeni gece gibiydi arzudan
Bu gökte çavuşkuşunun ötüşü siyaha kesilir
Göz gözü görmez
Süleyman’ın mührü burnu ve gagası arasında
Kanımızda kazıdığı
Güvercinleri gagalar”
(Zabi Hamis<d.1958>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.05.03)
“ ‘Bir alay süvari sokağın başından sökün etti, üstüme doğru gelmeye başladı. Karanlık, göz gözü
görmez, hemen manda tersi gibi duvara yapışıp kaldım. Süvari alayı geçti. Beş on adım ötede sizin kapının
önünde durdular. Bir de ne işideyim? Kah kah; kih, kih, bir avret sesi..’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:73)
“Bu sefer yıldızpoyrazla birlikte geldi bulutlar, adanın üstünü göz gözü görmez bir karanlık örttü. Dört
bir yandan ılık yeller esti, yellerin arkasından seyrek, kocaman damlalar düştü, Yoğun bir toprak kokusu sardı
dört bir yanı.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:29)
“Dedim ki, ‘Yağmur, kar yağınca, bu deliği ne yapıyorsunuz? içeri girmez mi yağmur?’ Bir kadın:
‘Goymişem ağzına bir daş,’ dedi.
‘Karanlık olur,’ dedim, ‘göz gözü görmez.’
‘Öyle olir,’ dedi. ‘Göz gözü görmez.’ ”
(Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:42)
“Karanlıktı ortalık. Göz gözü görmüyordu. Rüzgar savuruyordu. Toprak sarsılıyordu.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Karacaoğlan”, sa:113)
“Aman Allah, ortalık bir alaboz duman olmuş ki Allah esirgeye, göz gözü görmüyor. Bir anda ortalık
savaş alanına döndü ki, kırılmış kolun bacağın hesabı yok.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:72)
“ŞU SENİN ÇEKİP GİTMELERİN
------------------------------------------Zaman nasıl geçti
Kimse bilmiyor
Şu senin iç çekmelerin
Kelimeler saklanıyor
Göz gözü görmüyor
Şu senin küsmelerin”
(M. Mungan<d.1955>, “Söz Vermiş Şarkılar”, sa:35)
“DUMAN
----------Göz gözü görmüyordu bu zamanda
Bu dumanı yok etmenin çaresi
Kitap yazmıyor.”
(B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:29)
“Adam merdiveni çıktı, çatı arasının kapısını itti, toz kokuyor, göz gözü görmüyordu.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:119)
Gözhapsinde tutmak; Gözhapsine almak : Bir kimseyi sürekli olarak gözetlemek
“Selim Paşa içinden: ‘Aptal oğlan’ dedikten sonra zihni Pelegrini ile meşgul olmaya başladı. O,
alafranga ailelerde piyano hocalığı yapan bir frenkti <Avrupalıydı>. Saray’da efendilere de ders verdiği için
Selim Paşa onu göz hapsine almaya mecbur olmuş, bir zaman sonra zararsız, belki de biraz da deli saydığı için
kendi haline bırakmıştı.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:52)
“Corentin: ‘Bu işin ardını bırakmayacağız.’ diyordu..... ‘Bu moruk herif bize çok şey borçlu, onun için
bizi bir lokmada yutmaya çalışır. Bundan dolayı ben de onun damadı Keller’i göz hapsine aldırdım. Siyasal
işlerde aptalın biridir.’ ”
(H. de Balzac, “Süslü Hayatlar”, sa:184)
“KOMİSER - Neyse... (Yargıca yavaşça.) küçük fabrikalardaki iş kazasını karısının uıyduurduğunu
öğrendik bu arada...
YARGIÇ - Evet, onu da göz hapsinde tutmak gerek.”
(D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:40)
“Bir defasında bakışlarımız çatışır gibi oldu. Afacan kollar arasında bir çocuğun sıyrılıp çıkmak
isteyişini hatırlatan bir bakış... Fakat, ben onu bir saniye bırakmıyorum. Daracık bir göz hapsi içersinde
sıkıştırıyorum, sıkıştırıyorum. Bu kadar inat, nihayet, Emine’yi güldürmeye başladı.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:140)
“ ‘... pek alçakgönüllü kimselerdir bunlar. Ama ben içeri girdim mi sırıtırlar. Sıırıtır ve hafiften
bakışırlar. Ve sonra, tabloların önünde dolaşıp durduğum sürece benden gözlerini ayırmazlar, sürekli göz
hapsinde olurum.’ ”
(R.M. Rilke, “Malte Laurids Britte’nin Notları”, sa:73)
“Demek polis merkezine, evini gözhapsinde bulundurmaları bildirilmiş. Evi gözhapsine alacak hainler
elbette var. Ama, çok şükür başkaları da var. Cemil usta, dostları... Demek kendisine güveniyorlar.
Güvenmeseler, hiç tetikte olmasını söylerler mi?”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:167)
“Ancak yirmi yaşlarında gösteren bu delikanlı da, başındaki kasketi ve çantasındaki kitapları unutmuş,
tramvayda bir bomba gibi tehlikeli duran genç kızı kuş uçurtmaz bir göz hapsine almıştı.”
(C.S. Tarancı, “Gün Eksilmesin Penceremden-Tramvaydaki Adamlar”, sa:77-8)
“Bir defasında Huber’le yolda karşılaştı. Tüm bunları istemediğini ona söylemeye kararlıydı. ‘Nihayet
işim bitti. Kasaları kırıp yakacak olarak kullanın, kimsenin onları görmesine gerek yok. Şimdi de hesaplaşalım,
değil mi? Kocanızla yüzde ell, yüzde elli anlaştık; karı paylaşacağız, Huber’e güvenebilirsiniz. Makbuzu ona
ulaştıracağım; tahmin edersiniz ki böyle bir şeye mühür vurmak pek akıl karı değil, kim bilir şimdilerde kimi
gözhapsinde tutuyorlardır.’ ”
(S. Zweig, “Clarissa”, sa:169)
Göz hasediyle ordu bozmak : Son derece hasetliğe bir gönderme
“ ‘... Biri de şaşırıp: ‘Maşallah!’ demez. Bu ‘Maşallah’ lafı da mı parayla reziller? Bu bizim köylümüz,
göz hasediyle ordu bozan bir millet...’ ”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:139)
Göz kamaştırmak : Gözleri ışıktan etkilenmek, hayran kılmak, etrafı (güzelliği, alımı vb ile) büyülemek
“BU YÜZYILIN...
------------------Yeryüzü güneşi batarken de göz kamaştırıyor
Ve kentin damları ışınları altında parıldıyor,
Burda ak ölüm evleri işaretledi
Kargaları çağırıyor... ve kargalar sökün ediyor.”
(A. Ahmatova<1889-1966>, “yaban balı özgürlük kokar”, sa:43)
“HAYIR’IN İRLANDACASI
-----------------------------------Baküs, arkadaşlar ve ben, nasıl çevirileceğini Ulster Bank
-‘Evet Demekten Hoşlanan
Banka’nın İrlandaca’ya ve yabani gülün yabancı olup olmadığını
İrlanda’ya.
Göremiyorum ayağımın dibinde hangi çiçeklerin olduğunu,
evet yinelenen fiil olduğunda,
Kesin olarak evet değil, ama duyguların paylaşıldığı baş sallamalar ve
fısıltılar.
‘Tüm Sorularınızı
Cevaplayan Banka’, belki? Bu Mourne granitinden Yunan tarzı sütunlu
giriş, göz kamaştırıyor.”
(Ciaron Carson<d.1948>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 30.06.05)
“İSMENE
----------kendi kaçınılmaz ölümünü aşağılık bir ölümsüzlüğe
çevirdi.
Evet, evet, bütün o göz kamaştırıcı parlaklığına karşın
aşağılık.
Tanrım, nasıl katlanabildi buna, korktuğu zaman
kızmaktan başka bir şey yapamayan,
yiyecekten, ışıktan, renklerden, soğuk duru sudan
bile kızan bu insan?
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:174)
Göz kapakları ağırlaşmak : Uyku, yorgunluk ya da sarhoşluktan göz kapaklarının düşmesi
Bk.: Gözleri ağırlaşmak
“Hızla ilerleyen metro vagonunun içindeki Katherine Solomon, sert plastik koltukta rahatsız bir şekilde
kıpırdandı. Tepedeki parlak floresan ışıklar gözlerini yakıyordu. Kapanmak isteyen gözkapaklarına bir saniye
bile izin vermedi. Boş vagonda onun yanında oturan Langdon, ayaklarının dibindeki deri çantaya boş gözlerle
bakıyordu. Vagonun ritmik sallantısı yüzünden mayışmış gibi görünen profesörün gözkapakları ağırlaşmıştı.”
(Dan Brown, “Kayıp Sembol”, sa:311)
“Para sözüne kulak kabartan Bachelard sarhoşluğunu abartmaya başladı. Bu her zamanki kurnazlığıydı:
göz kapakları ağırlaşır, dili dolanırdı.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:I, sa:52)
Göz kararı : Tahminen, aşağı yukarı, gözle ölçebildiğim kadar
“Ama şuydu buydu derken oradan oraya atlayıp duruyorum, çünkü, yanılmıyorsam, sana adadan söz
etmekteydim. Gelelim konumuza: şöyle göz kararı çapı elli kilometreyi aşmadığına göre, bence her on
kilometreye bir kişiden fazla nüfusu da yok. Yani gerçekten bir avuç insan. Galiba keçi sayısı daha fazla, eminim
öyle.”
(A. Tabucchi, “Gittikçe Geç Olmakta”, sa:27)
Göz kesilmek : Tüm dikkat ve konsantrasyonu gözlerde odaklayarak, çok dikkatle gözleyerek
“Sarayın kapısından içeriye girdiğimizde toplantı salonuna doğru akın halinde süzülüyorduk ki, birden
bir duraklama oldu, bir irkilme, herkes bir tekvücutmuş da o vücut içten bir heyecanla sarsılmış gibi, gözler bir
anda gökte yeni doğan bir cisim görmüş de donakalmış gibi...
Atatürk geliyor!... Haber bir alev gibi sıçradı sıradan sıraya.
Atatürk! Dikkat kesildik, göz kesildik.”
(A. Erhat, “Gülleyla’ya Anılar”, sa:176-7)
Göz kırpmadan : Bir saniye bile tereddüt etmeden; Çok cesurane, mertçe
“Satıcılar da Anna’ya hep aynı şeyi söylerlerdi. İlkin Thüringerler’in iflasına inanmamışlardı, ama
yavaş yavaş gerçeği kabul etmek zorunda kalmışlardı. Artık alacaklarını istemek akıllarına gelmiyordu. Sırf
bağlılıkları yüzünden geliyorlardı. Burası, eskiden göz kırpmadan para dağıtan bir evdi. Oradan bereket versin
çok kazanmışlardı.”
(P. Istrati, “Uşak”, sa:117)
Göz kırpmak : Beğenmek, yeğlemek; Kirpiklerini oynatarak gözle dostça bir işaret yapmak
“Sıra tatlılara gelmişti ki, biraz çakır keyif olan, ama yine de ağırbaşlılığını koruyan senatör seslendi:
‘Haydi bakalım sayın piskopos, sizinle şöyle bir konuşalım. Bir senatörle bir piskoposun birbirlerinin
gözlerine göz kırpmadan bakmamız zordur. İki kahiniz biz. Size bir itirafta bulunayım. Benim kendi felsefem
var.’ ”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:58)
“İki oyalı boyalı kadın geçiyordu, bir an durdular ve dört adama göz kırptılar.
‘Kadına da el sürmez misin?’ diye sordu Simun şaşkın şaşkın.
‘Kadınlara da el sürmem,’ dedi Yahuda öfkeyle.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:265)
“Hedefi yoktur onun, bir şehre, bir ülkeye, bir amaca göz kırpmaz; yalnızca gerilmiş yaydann fırlar
gider, kendinden uzaklaşır. Kendinden kaçmak istemektedir...”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Kleist’, Cilt:I, sa:5)
Göz koymak : Bir şeyi ya da kimseyi ele geçirmeyi tasarlamak
“Haceli, hala yatıyordu köy içinde. ‘Bunlar bizim komşu olsalar, Fatma Bayram’a göz kor mu acaba?
Zavallı Fatma! Gadersiz... O çapar herifinen günler tükenir mi Allahım?’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:137)
“Can alacak noktayı bulmak budur işte: Komşularımızdan Belyavski adında yakışıklı, zengin bir herif
vardı, bizimkine göz koyduğu için eve dadanmıştı.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:210)
“Phaidra’nın ona göz koyacağını nerden bilebilirdim ki? Çok geç haberim oldu. Şüphelenmeliydim
gerçi. Zira oğlan bana benziyordu. Yani demek istiyorum ki, benim, onun yaşındaydenki halime. Yoksa ben
çoktan ihtiyarlamaya başlamıştım.”
(A. Gide, “Thésée”, sa:71)
“O kadar saf bir kadının, böyle hiç renk vermeden şaka etmesi, tabii hoşuma gidiyor, kahkahalarla
gülüyordum. Fakat o, gülmüyor, bilakis, gözlerinde yaşlar var! O:
-Hemşireciğim, efendi size göz koymuş, sizi almak için beni boşamaya kalktı. Yalvardım, yakardım:
‘Ziyanı yok, o hanımı al, tek beni boşama!’ ”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:301)
“İki genç arasındaki dostluk, her birinin ötekine göz koymasına neden olan benlik ve mülkiyet
duygularının farkına dayanıyordu. Çünkü ruhun vücuda girmesi tekleşmeyi, tekleşme farklılaşmayı, farklılık
kıyaslamayı, kıyaslama tedirginliği, tedirginlik şaşkınlığı, şaşkınlık hayranlığı doğurur; hayranlık da değiş tokuş
etme ve birleşme isteğini yaratır.”
(Th. Mann, “Değişen Kafalar”, sa:16)
“Vur, daha derine vur!
Bir kez daha, haydi vur!
Kopar, parçala bu yüreği!
Niye bu işkence
körelmiş oklarla?
Neye göz koydun böyle,
usanmadın mı bu insan işkencesinden?”
(F. Nietzsche<1844-1900>, “Dionysos Dityrambosları”, sa:69)
“Uzun zamandan beri ona göz koymuş olan İspanyol kadın -zaten yukarıda kısa ve öz bir şekilde
değinilen korkunç rekabetin nedeni de budur-, onu hemen o gece baştan çıkarması gerektiğine karar verir. Ve
bunu düşünmesiyle gerçekleştirmesi de bir olur.”
(J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:52)
“KATHARINA - Kadınların barış için dize varacakları yerde kavgaya kalkışmaları; hizmete, sevgiye
ve itaate bağlanacakları yerde hükmetmeye, hakim olmaya, saltanat sürmeye göz koymaları beni utandırıyor.”
(W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:128)
“KAPTAN - Kızım gibi tepeden tırnağa kadar evli olmak felaket. Kocası cehennemdeki lanetli ruh
gibi, bütün gün evde.
ELLIE - Neden kadınlar başkalarının kocasına göz koyar?
KAPTAN - İş evliliği yapıyorsan, işini sağlam kazığa bağla.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:100)
Göz koymamak : (Bugünün ahlaki ve sosyal beklentisi : Başkasının malına mülküne, kızına kısrağına, eşine,
her tür malına) Aşırmak yok! Kız (ya da karı) kaçırmak yok! Yağma yok! Zina yok!
“ ‘Anana babana hürmet et. Sus, anana babaya hürmet doğrudur deme bana hiç, bu, yol gösterilmesi
gereken çocuklar için iyidir. Anana babana hürmet et, yaşlıların fikirlerine saygı duy, geleneğe karşı çıkma,
kabilenin yaşam biçimini değiştirmeye kalkma anlamına gelir....... Ayrıca ‘çalmayacaksın’ da pek göründüğü
gibi saf bir emir değil, çünkü özel malı ellemeyeceksin diyor ama o mal da senden çalarak zengin olanın malı.
.................. Tanrı, yalnızca çocuk yapmak için sevişin diyebilirdi, çünkü o zamanlar dünyada çok az insan
varmış. Ama bu On Emir’de yok: bir yandan arkadaşının karısını arzulamayacaksın, diğer yanda ahlakdışı
davranışlarda bulunmayacaksın. Eh, söyleyin o zaman ne zaman sevişeceğiz? Hiç olur mu, tüm dünyaya uyan
bir yasa yapacaksın, bak Romalılara, Tanrı olmadıkları halde yasaları bugün bile geçerli, ama Tanrı bir ‘On
Emir’ yazmış, en önemli şeyleri söylemiyor. Sen diyeceksin ki, tamam, ama ahlakdışı davranışların
yasaklanması, ‘zina’yı yasaklıyor. Gerçekten böyle olduğuna emin misin? Yahudiler için ahlakdışı davranışlar
neydi? Onların çok sıkı kuralları vardı, örneğin domuz eti yemezlerdi, belli bir biçimde öldürülmemiş sığır etini
de, karidesleri de. Demek ki, ahlakdışı hareketler, iktidarın yasakladığı şeylerdir. Peki nelerdi bunlar?... koca
kafa Mussolini faşizm hakkında kötü konuşmayı ahlakdışı buluyor ve seni sürgün ediyordu. Bekar olmak
ahlakdışıydı ve ‘bekarlık vergisi’ ödüyordun. Kırmızı bir bayrak sallamak, ahlakdışıydı. Vesaire, vesaire vesaire.
Ve gelelim sonuncu emre, başkalarının malına göz koymayacaksın.’ ”
(U. Eco, Kraliçe Loana’nın Gizemli Alevi”, sa:335-6)
Göz kulak olmak, kesilmek : Korumak, kollamak, muhafaza etmek, ilgi göstermek
Bk.: Safi kulak safi göz kesilmek
“HAKİM - Bu evde yaşlı bir adamın kaldırabileceğinden fazla şeyler oluyor.
Mrs. St. MAUGHAM - Seninle arabana kadar geliyorum. Herkes, herkes birbirini itham ederek can
sıktı. (Tekrar tam eski haline döner.) Onunla kal, Maitland. Ben şimdi gelirim. Ona göz kulak ol. (Hakimi
geçerek çıkar.)”
(E. Bagnold, “Kireçli Bahçe”, sa:105)
“Bob ile bundan daha fazla yakınlaşabileceğimizi düşünmezdim, ama beraber atlattığımız bu deneyim,
aramızdaki bağı güçlendirdi. Süregelen günlerde, durumun kötüye gitmesi ihtimaline karşılık neredeyse bana göz
kulak olurcasına, bir sülük gibi yapıştı.”
(James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:189)
“ ‘Anlayamadım,’ dedi Susan. ‘Bekçilere kim bekçilik edecek?’ mi?’
‘Evet. Biz toplumun bekçileriysek, bize kim göz kulak olacak ve tehlikeli olup olmadığını kontrol
edecek?’ ”
(D. Brown, “Dijital Kale”, sa:137)
“Beni suçlu buluyor sandım, durumu anlatmaya başladım. Ama sözümü kesti, ‘Kendinizi haklı
çıkarmanıza lüzum yok yavrum. Annenizin dosyasını okudum. Gereksinimlerini karşılayamıyormuşsunuz. Ona
göz kulak olacak biri gerekliydi. Sizin ücretinizse azmış. Hem aslını ararsanız, o burada daha mutluydu,’ dedi.”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:12)
“ ‘İşte senden istediğim şey: Benim arkamdan ağlamayacaksınız ve birbirinize göz kulak olacaksınız Tanrı, her birinizin kendi yolunda gitmesini sağlayıncaya kadar.’ ”
(P. Coelho, “Beşinci Dağ”, sa:166)
“Kaygılar içindeki Zaman Tanrısı, rahminden ilk çıkanın Hürmüz olması için çabalar; amacı,
Hürmüz’ün kardeşine göz kulak olması ve Ahriman’ın evrende hiçbir şeye zarar vermemesidir.”
(P. Coelho, “Şeytan ve Genç Kadın”, sa:9)
“Şimdi ağaç kesilip yok edildiği için, küçük kızı artık göremiyorum, oysa gaipten gelen sesi hala
duyabiliyorum. Sürüye göz kulak olabilmek için ondan yardım istiyorum ve ve o da bana sabırlı olmamı
söylüyor; ilerde daha zor zamanlar olacağını, ama ben yirmi iki yaşına gelmeden uzaklardan bir kadının
geleceğini ve dünyayı görmem için beni alıp götüreceğini anlatıyor.”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:186)
“Anna Sergeyevna’ya hasta çocuğa göz kulak olacağına söz vermişti. Bölmenin önündeki perdeyi açık
buluyor; Matriyona yatakta oturuyor.
‘Kendini nasıl hissediyorsun?’ diye soruyor kıza. Matriyona kendi dünyasına dalmış, yanıt vermiyor.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:232)
“ARKADİNA (Bir sessizlikten sonra.) - Burada kal sen, sıkıntıya kaptırma kendini, üşütme. Oğluna
göz kulak ol. Gözün onun üzerinden eksik olmasın. Doğru yolu göster ona.”
(A. Çehov, “Martı”, sa:65)
“Moruk, İvan’ı iki üç gün dolaşsın diye Çermaşna’ya gönderiyor: korudaki ağaçlara müşteri çıkmış,
sekiz bin rubleye almak istiyormuş. Bizimki İvan’ı ‘Bana yardım et; git, göz kulak ol’ diye kandırıyor.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:185)
“... bütün gün ıssız patikalarda, yosun halıların üzerinde dolaştı, kendi kendine bir şeyler fısıldıyor ya da
yol arkadaşı Ayah’la konuşuyordu. Gündüz ona göz kulak olması için Clifton’ın tuttuğu kadın ince uzun boylu,
orta yaşlı biriydi; bütün dağ insanları gibi sır vermezlik ve suskunluk en belirgen özelliğiydi...”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:213)
“Artık kaç gündür aç olduğunu hesaplamıyordu. Annem ‘biraz perhizin zararı dokunmaz’ diye
yineliyordu. Oğlum bahçede oynuyordu. Simone de Beauvoir’ın ‘Mandarinler’ adlı kitabını okumaya çalışırken
ona göz kulak oluyordum.”
(A. Ernaux, “Bir Adam”, sa:87)
“Eve döndüğümde onu bahçede gördüm; bir yaşındaki torunu kucağındaydı, mobilyalar ve dükkandan
elinde kalan konserve kutuları taşınırken göz kulak oluyordu. Saçları bembeyazdı, gülüyordu, capcanlıydı.”
(A.Ernaux, “Bir Kadın”, sa:57)
“Kiminin içi sıkılır, kimi esner, kimi uykuya dalar; fakat çok defa olduğu gibi, yaygaracı (affedersiniz,
vaiz demek istiyordum) tumturaklı bir eda ile eski bir ‘kadın nine’ masalı anlatmaya koyulsun, dinleyenler o
anda tavırlarını değiştirirler: uyanırlar, doğrulurlar, dinlerler, göz kulak kesilirler.”
(D. Erasmus, “Deliliğe Methiye”, sa:80-1)
“-Meryem -Meryem ki dünya üzerine açık ellerinden lütfu ve göksel ışınların aksini boşaltarak eve göz
kulak oluyor, belki de küfürbaza da şefaat ediyor-, günümüzde Fleurissoire-Lévichon sanat kurumuna plastik
romen kartonundan yaptığı şu modern heykellerden değil.”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:21)
“RIDOLFO - Sizsiz de gitmesini bilirim.
D. MARZIO - Bu nezaketi göstermek isterim. Gidelim, gidelim. (Çıkar.)
RIDOLFO - Bir şeyi kafasına koydu mu artık yapacak bir şey yoktur. Çocuklar, dükkana göz kulak
olun. (Onu izleyerek çıkar.)
(A. Goldoni, “Kahvehane”, sa:58)
“ ‘Nasıl çalışıyorsunuz?’ diye sorduğumda, şu karşılığı verdi: ‘A canım, ben şehirde gördüydüm. Biz de
uyduruveriyoruz. Birlikte bağdaşıp, birbirimize göz kulak oluyoruz.’ ”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:69)
“Meğerse bütün kasaba yola göz kulak olup geçmemi bekliyormuş.
-Kendimi ve beyaz atım Bill’i pusuya düşürdüğümü ancak büyük caddeden geçip Kristal Palas ecza
deposunun önüne gelince anladım.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:103)
“Yemek salonuna doğru gidip adamlara göz kulak olmaya çalıştım. Buralarda toprak bulmalarını, veya
Murchison’un dükkanının önüne bağlanmış atları ürkütmemelerini veya herhangi bir abuk-sabuklukta
bulunmalarını önlemek istiyordum.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:202)
“Babam kafasını kaşıdı, eski genişliğini yitirmiş omuzlarını silkti; kurnazca, ihtiyatı elden
bırakmayarak, ‘Sen bilirsin!,’ dedi. Kasabadan ayrılmadan önce konu komşudan birkaçını dolaştım, manastırdaki
rahipleri ziyaret ettim, ben yokken babama göz kulak olmaları için ricada bulundum kendilerine.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:111)
“<Baron>, kurdu ben vuramayınca ateş etmesi gerektiğini söyledi; her ne kadar avcı buna meydan ve
olanak kalmadığını, çünkü kurdun derhal üzerime saldırmış olduğunu söylediyse de, Baron öbürlerine oranla
daha az deneyimli bir avcı olduğumdan, bana daha çok göz kulak olması gerektiğini üsteledi.”
(E.T.A. Hoffmann, “Uğursuz Miras”, sa:53-4)
“Bu yavaşlık Enjolras’a her şeyi gözden geçirme, her şeyi yapma fırsatı verdi. Mademki bu vuruşmada
insanlar öleceklerdi, ölümleri şaheser olmalıydı. Marius’e:
‘İkimiz de komutanız,’ dedi, ‘ben içerde son emirleri vereceğim. Sen dışarda kal, oraya göz kulak ol!’
”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:V, sa:101)
“HJALMAR - Hayır, daha yok. Pek kolay bulunmuyor. Biliyor musun, bir göz kulak olmak lazım
geliyor. (Hedwig’e.) Hedwig, hani ya bira?”
(H. Ibsen, “Yaban Ördeği”, sa:56)
“MADELEINE - Ayakları, ayakları! Ayakları kaldırıma çarptı... Daha yavaş ol...
(AMEDEE ile MADELEINE yan yana pencereden aşağıya bakarlar)
AMEDEE - Ben aşağıya ineceğim... Sen çevreye göz kulak ol...”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:116)
“Durmadan yağan ince bir yağmur bazen bizi, saatlerce, iki çadırımızın altından dışarı çıkartmıyordu.
Böyle zamanlarda neşemiz kaçıyordu. Ama güneş tekrar görünüyordu, sıcak nisan yağmurları paltolarımızı
şişiriyordu; hemen neşemiz yerine geliyor ve kabımıza sığamıyorduk. Çoban kılığına girmiş olan Eli, köylerden
ekmek ve şarap tedarik etmeye gidiyordu. Tavşan avlıyorduk. Geceleri çalılıklar veya sazlar arasına gizleniyor,
sıra ile nöbet bekliyor ve çadırların önünde yanan ateşe göz kulak oluyorduk.”
(P. Istrati, “angel dayı”, sa:93)
“Giderken kısık bir sesle, Adrien’e öğüt verdi:
-Aman atlara göz kulak ol, sabırsızlanacak olurlarsa, onlara bir avuç yulaf ver, özellikle şu sağdakine,
o kötü huylu bir hayvandır.”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:97)
“Kuşkusuz her bekçi bunu kavrayamıyordu; kimileyin göz kulak olma görevinde çok gevşek davranan,
bile bile bir köşeye çekilip açlık cambazına -onların düşüncesine göre herhangi gizli bir erzak arasından- güç
tazeleyici küçük bir lokma alma fırsatı vermek niyetiyle kağıt oyununa dalan bekçi grupları bile vardı.”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:76)
“Ama bastonunu hafifçe sallayarak öbür yolcularla uzaklaşmaya başlayan tanışı üzerinden ilerilere
bakınca, şemsiyesini aşağıda unuttuğunu hayretle fark etti. Hemen tanışına seslenip bir dakika bavuluna göz
kulak olmasını rica etti. Ne var ki, buna pek sevinmemişti tanışı.”
(F. Kafka, “Kayıp” <Amerika>, sa:5)
“Sinirlenmeye başlayan yaşlı toprak ağası, ‘sanki sen anladın da konuşuyorsun?’ dedi. ‘Bütün bunları
nerede öğrendin, söylesene? Örsünün başında mı?’
Öfkeli Demirci, ‘Sen tarlalarına göz kulak olsan daha iyi edersin,’ dedi. ‘Demir ateşe girdiğinde
yumuşar. Sen de yumuşayacaksın, dikkat et!’ ”
(N. Kazancakis, “Kardeş Kavgası”, sa:132)
“... Dehşet direniyorlar. Bir araştır. Köylü korkaktır, böyle diretmez sonuna kadar. Anla bakalım
neymiş. Göz kulak ol.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:285)
“Noel tatillerinde <annem> arkadaşlarıyla gergef işler, hayır kermeslerinde klavsen çalar, göz kulak
olsun diye yanına katılmış bir teyzeyle pısırık yerel aristokrasinin neşeli dans partilerine katılırmış...”
(G.G. Marquez, “Anlatmak İçin Yaşamak”, sa:13)
“Pelayo, elinde bekçi sopasıyla bütün öğleden sonra ona göz kulak olmuş, yatmadan önce de onu
sürükleyerek çamurların içinden çıkarıp tavuklarla birlikte tel örgülü kümese kapatmıştı.”
(G.G. Marquez, “İyi Kalpli Erendıra”, sa:9)
“ ‘Bu da güzel,’ diyorum ondan daha öfkeli. ‘Onun katilin biri olduğunu ve Grangia’yı onun yaktığını o
zaman söylemeliydiniz bana, suçu ağustosböceklerine atacak ve benden ona göz kulak olmamı isteyecek yerde.’
”
(C. Pavese, “Senin Köylerin”, sa:110)
“Kirila Petroviç:
-Pekala, dedi. Bir yere kapatın bunu, kaçmaması için bir de nöbetçi dikin başına. Yoksa topunuzun
derisini yüzerim!
Stepan çocuğu götürüp güvercinliğe kapattı, yaşlı kuşçu kadın Agafiya’yı ona göz kulak olmakla
görevlendirdi.”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:102)
“Kedi, çevredeki çalılıkların arasına gizlendi. Mariana, diğer yandan çıkarıp çıkaramayacağını görmek
için çalılıkların etrafından dolaştı ama kedi kaçıyordu. Tam orada bırakmaya karar vermişti ki çitin öte yanında
Katy’yi gördü.
-Şu tarafa göz kulak olur musun? Kedi orada.”
(S. Roncagliolo, “Dokunuşlar”, sa:174)
“-Garson nerede?..... çağrıldıkları zaman ortadan kaybolurlar. Bize hizmet eden şu küçük sarışın mı?
-Evet, dedi Rirette. Onunla aram iyi, bilmez misiniz?
-Ya? Peki öyleyse lavabodaki kadına göz kulak olun, onunla pek sıkı fıkı. Yaltaklanıyor ona, ama
bazen, tuvalete giren kadınları gözlemek için, kadınları utandırmak için çıkarlarken onların gözlerinin içine
bakıyor.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Özel Yaşam”, sa:115)
“Gönderdiğin, ruhun mu canevinden uzağa
İşlerime gözkulak olsun, düşürsün diye
Aylak saatlerimi, utancımı tuzağa:
Hasedine, kuşkuna yardakçılık etmeye?”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:61, sa:163)
“LADY UTTERWORD - Noel’de onları bize çağırayım.
HECTOR - Çocuklar başımızda olmayınca bize kim göz kulak olur?”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:46)
“Zengin Normandiya’nın bu varlıklı kadınlarının çoğu hiç çalışmıyor, çamaşırları yıkayan hizmetçilere
sözüm ona göz kulak oluyorlardı.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:42-3)
“Beriki eski askerdi, önce karşısındakinin manevrasını tahmin ederek, efendisinin koruyucularından söz
etti, sonra da elbette onun güzel atlarını kimsenin aşırmayacağını ekledi. Subayın hemen çağırdığı bir er, adamın
yakasına yapıştı; bir başka er de atlara göz kulak oldu.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:49)
“TEMSİLCİ - Düşüncem mi? Hiçbir düşüncem yok. Ben yalnızca hükümet tarafından size göz kulak
olmakla görevlendirildim. Bu yanda gençliği yetiştirirken öte yanda birbirinizin kolunu budunu koparmayasınız
diye. Düşünce mi? İstemem, ödüm kopar düşünceden. Bir ara kimi düşüncelerim vardı, ama hemen çürüttüler.
Düşünceler hemen çürütülür...”
(A. Strindberg, “Düş Oyunu”, sa:85)
“Grenouille pencereye çıkınca bağrışmalar kesiliverdi.....Ne bir ayak sesi ne bir öksürük ne bir soluk
duyuluyordu. Kalabalık sırf göz-kulak kesilmişti. Yukarıda, penceredeki bodur, üflesen yıkılacak, iki büklüm
adamın, bu güdük şeyin, bu zavallı cücenin, bu solda sıfırın iki düzineyi aşkın cinayet işlemiş olacağını aklı
almıyordu kimsenin.”
(Patrick Süskind, “Koku”, sa:225)
“Sara, birçok kere, akşam saat onda, iş çıkışında uğrayıp onu almak için üsteledi, ama o her seferinde
karşı çıktı. İnsanlardan ötürü değil; o saatte, daracık sokakta, birinci katın pencerelerindeki koruyucuların göz
kulak olduğu üç sakin orospudan başka kimse olmaz. Doğrusu, her şeyden çok geceleri kol gezen saldırgan sıçan
sürüleridir çekindiği.”
(A. Tabucchi, “Ufuk Çizgisi”, sa:13)
“Aşağıdaki düzlüğü su basmamış olsa taş köprüye sağdan gideceklerdi. Yol muhataralı (tehlikeli) bir
hal almıştı. Kuru Zeynel küfrün arasını kesmeden Katır Adil’in yanında yürüyor, dereye tekerlenmemesine
kudretince gözkulak oluyordu.”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:269)
“Yasama Meclisi döneminde, Jakoben Derneği, (Robespierre’in) tek kürsüsü haline gelir; bir toplantıyı
kaçırdığı pek enderdir. 8 Ağustos 1792’ye değin, bir yüze yakın konuşması olmuştur orada. Yığınla ortak
dilekçeye esin verir ya da kaleme alır onları; yazışmalara göz-kulak olur; milletvekillerine öğüt verir, önler ya da
yüreklendirir.”
(S. Tanilli, “Fransız Devrimi’nden Portreler”, sa:30)
“Bu sırada ağabeyi de Muhafız Alayına subay olarak atanmıştı. İki genç Petersbourg’da aynı daireyi
paylaşıyorlardı. Anneleri, orada önemli bir devlet memuru olan yeğenie Elie Koliazine’den kendilerine gözkulak olmasını rica etmişti.”
(I. Turgenyev, “Babalar ve Oğullar”, sa:6)
“Kardeşi, ‘On altı yaşındayım, ne nedir biliyorum,’ dedi. ‘Annemin sana faydası yok. Sana nasıl göz
kulak olacağını bilmiyor o. Keşke hiç kalkışmasaydım. Avustralya’ya gitmek için! Şeytan diyor tümden vazgeç.
Hem de vazgeçerdim ya, kontratlarım imzalandı.’ ”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:83)
“LATTA - İçki içirtmiyorsun, ha?
MAXINE - Yok, hindistancevizli rom bile.
LATTA - Gel birer rom içelim, Larry.
SHANNON - Rom’u sen iç, Jake. Göz kulak olmam gereken bir hanım grubum var.”
(T. Williams, “İguananın Gecesi”, sa:90)
“Biz kopartılmışız, biz düşmüşüz. Biz, göz kulak kesilmiş dipdiri dururken uyuyan, uyuduğumuzda
kıpkızıl yanan o duygusuz evrenin bir parçası olmuşuz. Durağımızdan ayrılmışız ve şimdi dümdüz uzanıyoruz,
aklanmış ve ne de çabuk unutuluvermişiz.”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:217)
“İnsanın nereye gideceğini bilmesi iyi. İnsanlarla birlikte olmak iyi. Eniştesi koluna girmiş, ona bir sürü
şeyler anlatırken, kız kardeşi de çocuklara göz kulak oluyor.”
(S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:175)
Gözle görülür; Gözle görülür, elle tutulur : Belli, aşikar, açıkça
“Gezgin aygıtı pek fazla merak etmiyordu: subay kah derinlemesine toprağa gömülü aygıtın altına
girerek, kah üst kısımları gözden geçirmek için merdivene çıkarak son hazırlıkları yaparken, gezgin, neredeyse
gözle görülür bir ilgisizlikle, mahkumun arkasında bir aşağı bir yukarı dolaşıp duruyordu.”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:29-30)
Gözle kaş arası : Çarçabuk, göz açıp kapayıncaya kadar
Bk.: Kaşla göz arası; Göz açıp kapayıncaya kadar
“Ocakta kaynamakta olan çorbadan da çorba koydu Memed’in önüne. Memed, çorbayı bir anda
sümürdü. Gözle kaş arası azığı beline bağladı, keçileri önüne kattı.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:26)
“PASTORAL ŞİİR
---------------------İşte o zaman yakaladım kediyi,
yoluk kuyruklu kedisini ev sahibinin
ve fırlattım üzerine onların.
Gözle kaş arasında
zavallı hayvan parçalanıp yutuldu.”
(Konstantin Pavlov<1933-2008>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
13.08.09)
Gözlemek : İzlemek, gözetlemek, bakmak, nezaret altında tutmak
“Robert’le babamm sigara salonunda karşılaşınca her şey berbat olacak sandım. Salonun kapısı ardına
kadar açıktı ve onları gözlüyordum. İkisi de birer koltuğa oturmuştu, ellerinde bir gazete vardı. Robert, gazeteye
bir göz atıp, duyamadığım bir kaç söz söyleterek, babama uzatma dikkatsizliğinde bulundu.”
(A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:23)
Gözlerden ırak : Gözlerden uzak, kimselerin göremeyeceği
“Sen de kendi öğle’nde ölüp gözlerden ırak
Unutulmaktan kurtul - bir oğul yaratarak.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, sa:55)
Gözlere mil çekmek Bk.: Gözleri akmak
Gözleri ağırlaşmak : Uykusu gelmek
Bk.: Gözkapakları ağırlaşmak
“Deborah’ın gözleri ağırlaşmaya başlamıştı. Çok yorulmuştu.
‘Yoruldun,’ dedi Furi, ‘Ama o kadar korkmuyorsun artık, değil mi?’
‘Evet’
‘Öfke gene ortaya çıkabilir. Oluşturduğun bu hastalık da gene ortaya çıkabilir ve belki seninle
uğraşabilir; ama ben hastalığınla yeterince baş edip gereksindiğin yardım ve denetimi elde edeceğine
inanıyorum. Korkun, kısmen, seni durduramayacakları korkusu ve başkalarının anlayabileceği biçimde
konuşmanı olanaksız kılan da işte bu korku.’ ”
(J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:194)
Gözleri ağlamaktan kızarmış : Ağlaya ağlaya kızarmış gözler
“Sabah oluyordu. Lizaveta İvanovna eriyip tükenmekte olan mumu söndürünce, odası solgun bir ışıkla
aydınlandı. Genç kız, ağlamaktan kızarmış gözlerini kuruladı ve Hermann’a baktı. Delikanlı kollarını
kavuşturmuş, yüzünden düşen bin parça, pencere kıyısında oturmaktaydı. Şaşılacak kadar Napoleon’un
portresini andırıyordu bu görünüşü.”
(A. Puşkin, “Maça Kızı”, sa:142-3)
Gözleri akmak : Gözleri çok uykusu gelmiş gibi bayılırcasına kapanmak; Eski Çağlarda, özellikle
Bizanslılarda, gözlere şiş vb kızgın aletler sokarak suçluları, hemen hemen kural olarak kendi krallarını kör
etmek, “gözlerini akıtmak = “gözlere mil çekmek”, sonra şehirde o halde atlı arabaya bindirip bir tur atmak adet
olmuştu; “Gözüm aksın ki!”, bizlerin 1930’larda İstanbulda pek sık olarak duyduğumuz, bir tür “Eğer
yapmazsam, sözümde durmazsam, gözüm kör olsun!” diye kendi kendine ya da başkasına da vaad olarak
söylenen bir ilenç yemini idi.
“Kordon boyunca yürürken bir yandan kendini bitkin hissettiğini farketti. İyimser, mutlu, insanın içini
gevşeten bir yorgunluktu bu. Gece yengesinde kalmıştı. Bütün gece çene çalmış, avuç avuç kuruyemiş tıkınmış,
gözleri akana kadar etamin işlerine bakıp televizyon seyretmişlerdi.”
(M. Mungan, “Kadından Kentler”, sa:9)
Gözleri alev alev tutuşmak, yanmak : Hiddet ya da heyecandan birşeylerin özlemini çekmek, ihtirasla
yanmak
“Birden, davullar kudurdu, iri yarı, kırmızı iblis zıvanadan çıktı. Gözleri alev alev, dizlerini kırıyor,
kollarını bacaklarını dörtbir yana savuruyor, bir o bir bu bacağının üstünde dönüyor, gittikçe hızlanıyordu, öyle
ki, sonunda, kolsuz bacaksız kalmış gibi oldu.”
(A. Camus, “Büyüyen Taş, sa:62)
“Beyaz savaş sırasında. Cephe gerisindeki bir trende D. ve bir yoldaş, gözleri alev alev yanan iri yarı
bir yüzbaşının bulunduğu kompartımana giriyorlar. O’nun karşısındaki biri, bir paltoyla örtülmüş biçimde,
oturulacak yere uzanmış..... Paltoyu yavaşça çekiyor: Öylesine tam ve öylesine düzgün güzelliğe sahip, çıplak
genç bir kadın...”
(A. Camus, “Defterler 2”, sa:182)
“Şef, iri adımlarla odanın öbür ucuna geçiyor, bir çekişte perdeyi açıyor. Korurcasına kızının üzerine
eğilen Anna Sergeyevna çıkıyor ortaya. Yerinden fırlayıp onlara dönüyor, gözleri alev alev. ‘Çekilin!’ diye
tıslıyor. Adam yavaşça perdeyi kapatıyor.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:189-90)
“... çelimsiz gövdeleri adımlarının hızıyla öne sürükleniyor sanki, Fransız kurnazlığı kirli yüzlerinde
çırpınıyor, oynuyor, dudak uçlarını görünmez iplerle çekiyor, burun deliklerini iri iri açarak ya da kısarak,
alınları buruşturarak, gözleri alev alev tutuşturarak oynuyor bu yüzlerde...”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:260)
Gözleri ardına dek açılmak : Hiddet, korku ya da heyecandan gözlerini ardına kadar açmak
Bk.: Gözleri fal taşı gibi açılmak
“Pfaff’ın gözleri ardına dek açıldı. Yumrukları kaşınmaya başlamıştı. Hemen vurmamak için,
yumruklarıyla burnunu kaşıdı. Delirmiş miydi bu profesör? Ne demek istiyordu ‘benim’çalışma alanımla?”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:435)
Gözleri ateş püskürmek, saçmak : Kişinin hiddet ve gazabı gözüne vurmak, gözünden belli olmak
“Paşanın elinden sümüklü böcek düştü, üstüne basmayı unuttu, gözleri ateş püskürüyordu. Bir an
evvelki yumuşak yüzün üstünü öyle bir kızgınlık bürümüştü ki Bayram Ağa kadar yüreği olmayan kim olsa
tabanları kaldırır kaçardı.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:157)
“Ne tuhaftır ki Tench, Başkan’a en çok ölümüyle hizmette bulunmuştu. Vahşi sonu, Beyaz Saray’a
sempati pyları kazandırmakla beraber, CNN’de Marjorie Tench tarafından küçük düşürülen Sexton’a karşı şüphe
yaratacaktı. Patronuna ateş püsküren gözlerle bakan Rachel, davasından vazgeçmiyordu. Pickering, ‘Eğer bu
sahte göktaşı hakkındaki bilgiler dışarı sızarsa, masum bir Başkan’ı ve masum bir uzay dairesini bitireceğini
anlamalısın.’ ”
(D. Brown, “İhanet Noktası”, sa:455)
“Büyükbabam kıpkırmızı kesilmiş, kaşığıyla masaya vuruyor ve bir yandan da horozu andıran cırtlak
bir sesle bağırıyordu:
‘Torbalarınızı sırtınıza verip, hepinizi dilenmeye yollayacağım.’
Annemin yüzü acıyla gerilmişti.
‘Ver onlara her şeyi baba, ver de rahata kavuş!’
‘Sus!’ Sen de onlara suç ortaklığı yapıyorsun,’ diye bağırdı büyükbabam gözleri ateş saçarak.”
(M. Gorki, “Çocukluğum”, sa:16)
“KEENEY, gözleri ve sesi ateş püskürerek - Kıpırdamayın! (Adamlar bir araya sıkışmış bir halde,
öfkeli ve sıkıntılı bir sessizlik içinde dururlar.) Bu gemide isyan çıkarmanın sakar iş olduğunu anladınız, değil
mi?..... (Joe’nun vücuduna bir tekme indirir.) Şunu da birlikte sürükleyip götürün. Daima aklınızda tutun ki:
kimin işi kaytardığını görürsem hemen geberteceğim.”
(Eu. O’Neill, “Yağ”, sa:25)
Gözleri bayram etmek : Gözlerinin gördüğünle pek çok mutlu olmak, sevinmek
“Baltasar, yolda yürürken yedi yemeğini, yine çakısının da yardımıyla tabii, şimdi yolculuk saraya.
Avluya bakan mezbahaya girdi, içerde iki yanda birden kancalara dizilmiş ağzı açık öküz ve domuz leşlerini
görmekti niyeti, gözleri bayram etti. Yeteri kadar para geçince eline şöyle iyice pişmiş bir biftek yiyeceğine
yemin etti, pek yakaın bir zamanda çalışmak için buraya geleceği aklının ucundan geçmiyordu, ama beyefendisi
sağ olsun, tabii çantasındaki demir kancayı da unutmamalı...”
(J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:40-1)
Gözleri buğulanmak : Gözleri dolu dolu olmak, bir hüzünle perdelenmek
“Yabancı’nın gözleri buğulandı, ansızın üzerine derin bir hüzün çökmüş gibiydi.”
(P. Coelho, “Şeytan ve Genç Kadın”, sa:73)
Gözleri cam gibi : Sabit, boş bakış
“Kapıyı açınca ihtiyar baba göründü ardından. Yatağında oturmuştu, göğsü bağrı çıplaktı, porsuk etleri
solu sarı bir renkteydi, gözleri cam gibi kıpırdamadan duruyordu.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:38)
Gözleri cam küreler gibi şişmek, dışarı fırlamak : Gözleri pırtlamak
“Öğretmen yapamadığı ya da yapmak istemediği zamanlar bu işe kendisi oturur, yazar, çizer, büyük
ahmak kafası kızarır; sanki azıcık olan aklı da dışarı fırlayacakmış gibi gözleri cam küreler gibi şişer.”
(Th. Storm, “Kır Atlı”, sa:41)
Gözleri çakmak çakmak : Gözleri heyecan ya da korkudan, veya ateşli hastalıktan alev alev olmak
Bk.: Gözleri şimşek çakmak
“O zaman Céleste, sanki bütün bildikleriyle birlikte iyi niyeti de tükenmiş gibi bana döndü. Bana öyle
geldi ki, gözleri çakmak çakmaktı, dudakları titriyordu. ‘Daha başka ne yapabilirdim ki!’ der gibi bir hali vardı.”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:89)
“Sonra dişleri sıkılmış, gözleri çakmak çakmak, Radda’ya doğru yürüdü. Elini kıza uzattı. Eh, bozkır atı
Radda’ya da gem vuruldu diye düşünüyorduk ki, delikanlının, kolları havada sallanarak küt diye ensesi üstüne
yere yuvarlandığını görmemiz bir old!..”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:33)
“Albert olduğu yerde durdu, çakmak çakmak gözlerle Bayan Veraguth’a baktı. ‘Böyle konuşmamı
yasaklayabilirsin, doğru; ama bu neyi değiştirir? Ona şükran duyguları mı besleyeyim içimde yoksa? Senin
hayatını mahvetti, benim de yurdumu elimden aldı, bizim güzelim, şen ve görkemli Rosshalde’mizi sıkıcı, iğrenç
bir yere dönüştürdü.’ ”
(H. Hesse, “Rosshalde”, sa:47)
“Emir’in gözleri çakmak çakmaktı. Üçünün gözlerinin içine, hiç konuşmadan, teker teker, uzun uzun
baktı. Ötekiler dayanamadılar, baştaki en uzunu, ‘kusurumuzu bağışla sultanım. Bizden çok kişi öldürdü de,
yoksa sultanımız, biz böyle bir hata işler miydik, gelir de senden, senden evine sığınmış bir kişiyi ister miydik.
Bizi bağışla.’ Başları önlerinde, utanmış, yerin dibine geçmiş, oradan ayrıldılar.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 1- Fırat Suyu Kan akıyor Baksana”, sa:254)
“ ‘Ali, sana bir şey söyleyeceğim. Bu söyleyeceğimi şimdiye kadar kimseye açmadım. Ağaya bile,
çocuklarıma bile.’
‘Buyur Hatunum.’ Hatunun yüzü kıpkırmızı olmuş, gözleri de çakmak çakmaktı.
‘O gece var ya, Çiçekli Mahmut Ağanın öldürüldüğü gece, ben seni gördüm.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:IV, sa:189)
“Heyecandan konuşamıyorum. Ağzımı bile açamıyorum. Hayatımda gördüğüm ilk rejisör! Heyecandan
çakmak çakmak olmuş gözlerle onu izliyor, dikkatini çekeyim, bir şey sorsun, ben de onu tanıdığımı, bütün
filmlerini seyrettiğimi, hepsinin adlarını ezbere bildiğimi söyleyeyim istiyor, ısrarla gözlerini içine bakıyorum.”
(M. Mungan, “Paranın Cinleri”, sa:58)
“Dubrovski susuyordu... Ansızın başını kaldırdı. Gözleri çakmak çakmaktı. Ayağını yere vurdu ve zabıt
katibini öylesine itti ki, adam yere yuvarlandı. Mürekkep hokkasını kaptığı gibi yargıca fırlattı.”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:27)
“Aslında halam da babam da kendi dışlarındaki bir gücün tutsağıydılar. Bu güç onları durmadan para ve
mal mülk yığmaya zorluyor, onları zengin etmek ve insan gibi yaşatmamak için elinden gelen yapıyordu.
Şeytana tutulmuş gibiydiler. Halam kiraları öyle bir hırsla toplardı ki ay başlarında özellikle gözleri çakmak
çakmak olurdu.”
(A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:113)
“Bardakları alıp masaya koydu ve tirbuşonu bulup çıkardı; yerine oturduğunda hala gülüyordu. Daha
önce içtiği anlaşılıyordu, çünkü gözleri çakmak çakmak yanıyordu.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:100)
Gözleri çıkarcasına ağlamak : Sürekli, çok çok ağlamak
“Bu olaydan sonra, ebeveynlerimin ilişkileri daha da kötüleşti ve ben annemin sık sık, kilerde oturmuş,
gözleri çıkarcasına ağladığına tanık oldum. O zamanlar ben ne olup bittiğini sorduğumda, onun yanıtı hiçbir şey
olmadığı, basitçe, ‘soğuk algınlığından çektiği’ olurdu.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:11)
Gözleri çukura batmış, kaçmış : Zafiyet ya da hastalıktan gözlerin içeri çekilmesi
“ ‘Hiç kimse, görmek istemeyen biri kadar kör olamaz! Bodrumda açlıktan ölen çocuklar görüyorsunuz;
o çocukların hayatlarını neyin belirlediğiniyse görmek istemiyorsunuz!..... Sizlerin okumaktan hoşlandığınız şey
bu: incecik, tiz sesli, içli, gözleri çukura kaçmış çocuklar. Bakın, size açlık hakkındaki gerçeği anlatayım. Bu
gözleri çukura batmış çocuklar size baktıklarında ne görürler bilir misiniz? Sorun onlara!’ ”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:207)
“Smerdyakov bunu okumuyor, galiba hiçbir şeyle meşgul olmuyordu. İvan Fedoroviç’in gelişini uzun,
sessiz bir bakışla karşıladı. Bu geliş görünüşte onu hiç şaşırtmamıştı. Gözleri çukura batmış, altları morarmıştı.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:196)
Gözleri dışarı (fırlamak) uğramak : Korku ya da heyecandan gözleri irileşip dışarı fırlamak
Bk.: Gözleri evinden fırlamış; Gözleri yuvalarından fırlamış
“Meryem’in oğlu dışarı uğramış gözlerle ilkin kendisine gülümseyen hahama, sonra da bir bütün
halinde raksederek, kör kuyuya doğru ilerleyen yılanlara baktı. Elini yüreğine götürdü, küt küt atıyordu
sevinçten.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:174)
“PETER - Merhaba, Seth. Biz de seni arıyorduk. Şimdi bir telgraf aldım. Winnie ile Orin New York’a
varmışlar... (Evden gelen boğuk bir feryatla sözü yarıda kalır; ön kapışiddetle açılır, Small gözleri dışarı
uğramış, rengi kireç gibi bem beyaz bir halde, çıkış yerinin basamaklarından aşağı yıldırım hızıyla fırlayarak
iner.)”
(Eu. O’Neill, “Elektra’ya Yas Yaraşır”, sa:241)
“-Bay Jeremiah, mallarını satmaya pazara gittiğinde o yalnız kalmış. Kafasının içindeki kargaşa da
gitgide artıyormuş.
Yeniden durakladı. Bayan Cordélia’nın gözleri iyice dışarı uğramıştı.”
(J.M. de Vacsoncelos, “Çıplak Sokak”, sa:146)
“ ‘Doktor!.. Doktor!..’
Doktor hamaktan aşağı atladı. Madrinha Flor kılığının derbederliğini unutarak telaşla kapıyı açtı. Çok
önemli bir şey olmuştu.
‘Doktor!.. Doktor!..’
Gribel’in gözleri yuvalarından dışarı uğramak ister gibiydi. Terden parlayan yüzü sapsarı kesilmişti.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kayığım Rosinha”, sa:82)
Gözleri dolmak, dolu dolu olmak : Neredeyse ağlayacak gibi olmak
Bk.: Gözü sulanmak
“ ‘Senin gibi bir adama yakışır mı! Git kendini ipe çek daha iyi. Dolandırıcılık pis bir numaradır.Yalan
mı?’ Kör dilencinin gözleri dolu dolu oldu, aslında, çocuk değil, savaşta, üç yıl cephede savaşmış bir yetişkindi.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:267)
“Harold’un kaderimle ilgilenmiş olması bana öyle derinden etki etti ki, gözlerim doldu. Yabancılar
arasında kendimi yalnız, terk edilmiş ve dostsuz hissediyor, ölmekten korkuyordum.”
(M. Eliade, “Bengal Geceleri”, sa:29)
“Ben, böyle söylerken, kadıncağızın gözleri doluyor, ellerimi okşayıp yanaklarına, dudaklarına sürerek:
-Bu ellere kıyabilir miyim ben? diyordu.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:125)
“Büyükelçi bu kez evin içindeydi ve çok üzgün görünüyordu. Loş salonda eski bir koltuğa oturmuş,
suratını asmıştı. Profesör ona ne olduğunu sordu; niye bu kadar ani bir değişiklik yaşamıştı.
Gözleri dolu dolu olan adam, ‘Yavru serçeye ne oldu biliyor musunuz?’ dedi.”
(Ö.Z. Livaneli, “Mutluluk”, sa:308)
“Artık benim gözlerim dolmuştu. Üstelik Bayan Renard’ın da içinden kaynadığını duyumsuyordum.
Bana boyuna laf yetiştiriyordu: ‘Ah, miskin! Görmüyor musun? Balıklarını çalıyor! Görmüyor musun?’ ”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:31)
“O zamanlar aşırı derecede şişmandı; yumuşak ve uyuşuk tombulluğu açık renkli bol giysisini
özensizce dolduruyordu: hareketleri yorgun ve kararsızdı ve gözleri her zaman dolu dolu olurdu.”
(R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:57)
Gözleri (gözü) dönmek; Gözleri dört dönmek : Öfkeden, çok sinirlenmekten neredeyse saldıracak hale
gelmek
“Rakım, çocuğun sanatkar oyununa dayanamadı. O da hemen bir maymun oluverdi. Dört ayak yürüyor,
gözleri dört dönüyor, maymun gibi çığrıyor, güya atılan fındıkları kaparak, dişleriyle kırarak kabuklarını
Tevfik’in suratına fırlatıyor, Çingene’nin bir tarafından öbür tarafına, yan yan taklak atıyordu.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:96)
“Bu sözlerden sonra, üstüne yürüyeceği şeylerin dev değil yeldeğirmeni olduğunu anlatmak için
yırtınan seyisine kulak vermeden Rocinante’yi mahmuzladı; gözleri o kadar dönmüştü ki, seyisinin
söylediklerini dinlemiyor, tam önlerine geldiği halde, yeldeğirmenleri göremiyordu.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:48)
“Eskiden babam gözü dönmüş boş tehditler savurur, seni balık gibi didik didik ederim, derdi -gerçekte
bir fiske bile vurmadı bana- şimdi tehdit ondan bağımsız bir şekilde bütünüyle gerçekleşiyor.”
(F. Kafka, “mavi oktav defterleri”, sa:89)
“Gayet iyi biliyordu ki, kürsülerde nutuk atanları gözleri dönmüş deli dervişleri gibi alkışlarken gırtlak
yırtanlar, akşam evlerine döndükleri zaman karılarından sıcak yemek, ekmeek kabilse tatlı istiyorlardı.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:217-8)
“Yüzü gittikçe kararan babam, boğazı kurumuş, gözleri dönmüş:
-Ya! Ya! diye kekeledi ala.. çok iyi.. buna hiç de şaşmıyorum.. Size çok çok teşekkür ederim kaptan.
Ve denizci arkasından alık alık bakarken o çekip gitti.”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:42)
Gözleri dört açılmış : Korku ya da meraktan gözleri çokcana açılmış; Gayet derince ve dikkatlice (Mecazi)
“Yemekten sonra hepsi gene eski cevizin altında toplandılar. Vehbi Efendi nargile istedi, sırtını ağacın
köküne dayadı, gözleri yarı kapalı nargilesini içti. Fakat kafasının gözleri dört açılmış Rabia’nın evlilik hayatının
açık ve kapalı yüzlerini inceliyordu. Herhalde aralarındaki dirlik düzenliğe diyecek yok. Kızın her tavrından
halinden memnun olduğu hissediliyor.”
(H.E. Adıvar, “Çalıkuşu”, sa:355-6)
“Georg gülümsedi; korkaklar, dolambaçlı sözlerden hoşlanırlardı. ‘Burnumu tutarım.’
-Gözlerini de dört aç! Belki hortlaklarla karşılaşırsın.
-Ben hiç hortlak görmem.”
(E. Canetti, “Jkörleşme”, sa:503)
“BUTLER , gözleri dört açılmış, bir süre dinler. - Evet, onlar… (Halsiz halsiz ayağa kalkar.) Gel
sıvışalım. (Abel sallana sallana ayağa kalkar. İkisi de sola doğru ilerlerler.)”
(Eu. O’Neill, “Altın”, sa:10)
“Ama herkesten çok şaşkınlığa düşen Basistov’la Natala’ydı. Neredeyse Basistov’un soluğu kesilecekti;
bütün bu süre içinde ağzını yaymış, gözlerini dört açmış, dinliyor, hem de ömründe kimseyi dinlememiş gibi
dinliyordu.”
(I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:I, sa:57)
Gözleri dumanlanmak : Göze perde inmek; Katarakt olmak; Özellikle ölmekte olan bir insanın görüş alanının
buğulanması
“Steiner, ölmekte olan bu insanın gözlerinin nasıl dumanlandığını görüyordu. Kadında ağlama gücü
bile kalmamıştı. ‘Şimdi her şey güzelleşti, Josef,’ diye fısıldadı. ‘Ve şimdi tam bana ihtiyacın olduğu sırada ben
ayrılmak zorundayım...’ ”
(E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:512)
Gözleri evinden fırlamış : Korku ve dehşet içinde, öfkeden gözleri dört açılmış
Bk.: Gözleri yuvalarından fırlamış
“Cücenin gözleri evlerinden fırladı:
-Galip Bey, Padişah’a dil uzatma, yoksa hepimizin derisini diri diri yüzerler, içine saman doldurur,
kuruturlar.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:118)
“... gözleri evinden fırlamış bir halde ve Alyoşa’ya, delikanlıyı elinde olmadan bir adım geriletecek
kadar sokularak sormuştu. Adamın sırtında koyu renk, külüstür, pamukludan yamalı, lekeli bir palto vardı.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:63)
Gözleri fal taşı gibi açılmak, faltaşına dönmek : Şaşkınlıktan, ya da korku veya heyecandan, gözleri
alabildiğine açılmak
“Hayatında hiç çıplak kadın görmemiş oğlanın meraktan ve heyecandan faltaşı gibi açılmış gözleri
önünde o inanılmaz büyüklükteki memelerini çıkartır. Kendisine bakan küçük oğlanın ağzına verir
memelerinden birini. Ve öfkeyle azarlar sonra oğlanı.
-Üflemeyeceksin salak, emeceksin.”
(A. Altan, “İçimizde Bir Yer”, sa:95)
“Sienna geri çekildi. ‘Kırılmış gibi mi görünüyor?’
‘Sanmıyorum.’ Langdon cam ucu incelemek için kemiği tekrar yan yatırınca tıkırtı yeniden duyuldu.
Bir saniye sonra silindirin içinde camda hiç beklenmedik bir şey oldu. Parlamaya başladı.
‘Sienna!nın gözleri faltaşı gibi açıldı. ‘Robert dur! Kıpırdama!’ ”
(D. Brown, “Cehennem”, sa:79)
“Susan’ın gözleri fal taşı gibi açıldı. ‘Yani isteyen herkes internetten indirebilecek mi?’
‘Kesinlikle. Tankata ölürse paraya ihtiyacı olmayacağını düşünmüş, niçin dünyaya küçük bir veda
armağanı vermesin ki?’ ”
(D. Brown, “Dijital Kale”, sa:46)
“Pickering’in Sahil Güvenlik’e bu uçuşun gizli bir görev olduğunu tembihlediği anlaşılıyordu. Ama
Pickering’in ihtiyatlı davranmasına rağmen, kimlikleri sadece birkaç saniyeliğine gizli kalabilmişti; pilot,
televizyon ünlüsü Michael Tolland’ı görünce gözlerinin fal taşı gibi açılmasına engel olamamaıştı.”
(D. Brown, “İhanet Noktası”, sa:374)
“Kaşlarını çattı. ‘Çok komik saçları var. Resmini gördüm.’
‘Ama yine de çok akıllı bir kafası var. Sana onun neyi kanıtladığını anlatmıştım, öyle değil mi?’
Vittoria’nın gözleri faltaşı gibi açıldı. ‘Baba! Hayır! Söz vermiştin!’ ”
(D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:120)
“Yüzüne ışık vurduğunda uçak yeniden kara parçasının üzerinde uçuyordu. Langdon elindeki kola
kutusunu sertçe bıraktı. Diğerlerine dönerek, ‘Buna inanmayacaksınız,’ dedi. ‘Tapınakçı lahdi... buldum.’
Teabing’in gözleri faltaşına dönmüştü. ‘Mezar taşının nerde olduğunu biliyor musunuz?’
Langdon gülümsedi. ‘Nerede olduğunu değil. ‘Ne’ olduğunu.’ ”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:348)
“Anlamsız bir gülümsemeyle yay gibi bükülü dudakları, faltaşı gibi açılmış yuvarlak gözleriyle; hatta
bir tanesi bana, belki pencereden gelen havanın, belki de benim birden içeri girmemin yol açtığı sarsıntıyla,
boynunu oluşturan küçük kazık üzerinde sallanarak hareket ediyormuş gibi geldi.”
(I. Calvino, “Savaşa Giriş-Avanguardistalar Menton’da”, sa:56)
“Ritim hızlandı, on bir dakikanın dolmak üzere olduğunu biliyordum, keşke sonsuza dek devam
etseydi, çok güzeldi -ah! Tanrım, ne kadar güzeldi!- sahip olmadan sahip olunmak! Bütün bu zaman boyunca
gözlerim fal taşı gibi açıktı.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:221)
“Sancısı hala sürüyordu, ama sonsuz huzura kavuşmak uğruna birkaç dakikalık acının ne önemi vardı?
Gösterdiği tek tepki, filmlerde en sinir olduğu şey faltaşı gibi açılmış ölü gözleriydi.”
(P. Coelho, “Veronika Ölmek İstiyor”, sa:84-5)
“Kalabalığın en önünde durmuş annesinin giysilerine tutunan küçük bir kızın yüzünü izliyorum. Gözleri
faltaşı gibi açık, başparmağı ağzında. Bu iri çıplak adamların dövülmesini sessizce, dehşetle, merakla izliyor.”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:139)
“Cornille Usta’nın gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Buruşuk elinin avucuna buğday doldurmuş, hem
gülüyor, hem ağlıyor, hem de:
-Buğday bu! Tanrım! Diyordu, hem de iyisinden. Bırakın da seyredeyim.”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:28)
“Mözyö Nazarie o kadar sakin ve ciddi konuşuyordu ki doktor taş kesildi, gözleri faltaşı gibi açıldı.
Gülümsemeye çalışarak, ‘Şaka ettiğinizi umuyorum,’ dedi. ‘Ama biz doktorlar pek mizah gücü
olmayan kimselerizdir genellikle... Derhal görmem gerek kendisini!’ ”
(M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:103)
“‘... Vay velet vay. Benim orta okuldaki oğlum bu yumurcağı görseydi vallahi. Hımmm. Okuman nasıl?
Feyzi Bey benden önce atıldı:
‘Çok iyidir Fehmi. Hem büyük hem küçük harfleri su gibi okur!’
Fehmi Bey’in gözleri faltaşı gibi açılmıştı.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:38)
“Anasonlu ekmekler, değirmen taşlarından ağır peynir tekerleri, şarap dolu taslar, içlerinde çiçekler
bulunan telkari altın sepetlerin yanı sıra su dolu maşrapalar dizi dizi sıralanmıştı. Rahatça, tıka basa yemek
yiyebilmenin sevinciyle bütün gözler fal taşı gibi açılmıştı. Şurada burada şarkılar başlamıştı.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:13)
“İşte bu aşamada, inanılmaz bir tuzak kurulur. Bu kararla ilgili tutanakları okuyunca gözlerim faltaşı
gibi açıldı. İtalya’da böyle bir oyunun oynanabileceği aklımın ucundan bile geçmezdi.”
(D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:79)
“Piçler! ‘Hey, bu da ne demek oluyor? Ben sizi piliç gibi kızarmaktan kurtardım, sizse bana ateş
ediyorsunuz,’ dedim. Arabayı üzerlerine sürdüm, gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Eğer yolun kenarına atlamasalardı
hepsini yerle bir edecektim.”
(D. Fo, “Yüzsüz”, sa:11)
“<Robert> bütün ressamların isimlerini ezbere biliyordu. Bana biçimsiz görünen duvar süsleriyle ilgili
düşüncelerini henüz benimseyemiyordum. Yine de bütün söylediklerini onaylıyordum; gözlerim, onda yalnız
başıma göremeyeceğim ve takdir edemeyeceğim yetenekleri karşısında fal taşı gibi açılıyordu.”
(A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:24)
“BİR SES - Hangi yoldan geliyorsun?
BİR SES - Ilsentein üzerinden! Oradan baykuşun yuvasının içine baktım. Gözlerini faltaşı gibi
açmıştı.
BİR SES - Hay cehenneme gidesice! Ne diye hayvanını bukadar hızlı koşturuyorsun?”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:210)
“Serseriyi korkutmak istiyen memurun hileci, kırmızı suratı büsbütün kızardı; yusyuvarlak oldu.
Kaşlarını çatıyor, gözlerini faltaşı gibi açıyor, büsbütün gülünçleşiyordu.”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:63)
“Müjgan tekrar güldü. Fakat bu defaki gülüşte biraz ıztırap vardı. Sonra içini çekti:
-Yavrucuğum, ben öyle arkasından koşulacak bir kız değilim ki... O, senin için etrafımızda gidip
geliyor...
Gözlerim faltaşı gibi açılmıştı.”
(R.N. Gültekin, “Çalıkuşu”, sa:66)
“Şaşkınlıktan gözleri faltaşı gibi açılan binbaşı, Şvayk’a çaresizlik içinde bakarak, ‘Sen gerçek bir geri
zekalısın,’ diyebildi. ‘Vay anasına, sabaha kadar buradaydım demek. Hadi ben gidiyorum.’ Yerinden kalktı,
gidip kapıyı yumrukladı.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:2, sa:242)
“Sue, Idaho’lu bir sığırtmaç olan kahramanına bir monokl ile at pazarlarında giyilen türden bir pantolon
çizerken birkaç kez yinelenen bir ses işitti. Hemencecik yatağın başına koştu. Johnsy’nin gözleri faltaşı gibi
açılmıştı.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:122-3)
“Gözlerini faltaşı gibi açan Terence:
‘Yok canım’, diye bağırdı. ‘Sahi o adam gerçekten sizi öptü mü?’
‘O <şey> deseniz daha iyi olur,’ diye Bayan Baltimore Terence’ı düzeltti. ‘Herhalde onu cinsiyetsiz
saymak daha iyi olur.’ ”
(O. Henry, “viski soda”, sa:76)
“Barakanın çevresinde herkes tansıktan söz etmeye başladı. Olup biteni gören genç bir işçi olduğu
yerde donakalmış, faltaşı gibi açılmış gözleriyle yabancıya bakıyordu.”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:121)
“NEFRET BİLDİRGESİ
----------------------------Kentte geçen günler! Öyle belalı günler ki
sanki kafan koparılmış, gözlerin faltaşı gibi açık
hissedersin kendini.
Çürümüş meyva, kaba yalanlarla
çamura bulanmış gibi günler,
heykellerin incindiği, anıtların her zamankinden daha
çok kısırlaştığı karışık günler.”
(Efrain Huerta<1914-1982>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.10.04)
“Şapkasından sızan kan Codine’in ensesini ve sağ kulağını kırmızıya bulamıştı. Kovalananın yüzü
balmumu gibi soluktu, ağzı bir karış aralık, yardım ve bağışlanma isteyen gözleri faltaşı gibi açılmış koşmasını
sürdürüyordu.”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:46)
“Onu çabucak bıraktım ve bizim avluya geçtim. Dürüstçe birbirimizin gözlerine baktık. Onunkiler
nerdeyse fal taşı gibi açılmıştı. Yüzü tümüyle kımıltısız ve dingindi, hiçbir heyecan belirtisi göstermiyordu.
Benim… Benim soluğum kesilmişti.”
(P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:42)
“ ‘Henüz ölemem, sevgili Salome,’ diye ısrar etti haham. ‘İsrail’in Tanrısı bana söz verdi:
Ölmeyeceksin Simun, Mesih’i görmeden ölmeyeceksin, diye.’
Ama bunu söyler söylemez gözleri faltaşı gibi açıldı. Mesihi görmüş müydü yoksa? İsa, Mesih
olabilir miydi?”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:412)
“Tazı Tahsin ellerinde sıkı sıkıya tuttuğu paralar, gözleri şaşkınlıktan faltaşı gibi açılmış, ne yapacağını
bilemez, ortada öylece kalakalmış, bir imdat ister gibi, karşıda tek başına ağzı kulaklarında duran, tekerlek
şapkasını gözlerinin üstüne indirmiş, ona bütün iyilikleri eden Topal Aliye bakıyordu.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:III, sa:128)
“Gözleri faltaşı gibi açıldı, donmuş Karacaoğlan yerinden kımıldamayınca.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Karacaoğlan”, sa:109)
“ADAM - Neye gözlerini açmadın? Tokuşturalım?
RUPRECHT - Gözlerimi mi açmadım? Açtım, açtım ama iblis herif kum doldurdu.
ADAM, bıyık altından. - Kum doldurur ya! Koca gözlerini neye faltaşı gibi açıyorsun? - Buyurun,
sevdiklerimizin şerefine efendimiz, tokuşturalım!”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:72)
“ ‘Dün gece Paris’te ölmüş, cesedi uçakla yollayacaklar, cenazesi dört gün kalacak,’ diye ekledi Julia,
sesi zar zor duyuluyordu.
Stanley parmak hesabı yapmağa koyuldu.
‘Bu Cumartesi mi?’ dedi gözlerini fal taşı gibi açarak.
‘Düğün günümde, öğleden sonra...’ diye mırıldandı Julia.”
(M. Levy, “Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey”, sa:17)
“Keremden ‘çıktı’ tomarını aldım.
‘Bana bunların Web adreslerini de atar mısın?’ dedim.
‘Elbette!’ dedi.
‘İyi geceler!’ dedm ve yatağıma gittim. Kağıt tomarını incelemeye başladım ama beni en çok Einstein
konusu ilgilendiriyordu. İzafiyet teorisiyle uğraşan fizikçinin Atatürk’le ne ilgisi olabilirdi? Hele Wagner’le.
Okumaya başladım. Okudukça gözlerim fal taşı gibi açıldı.”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:173)
“Arkadaşlarım onu gördüklerinde gözleri fal taşı gibi açıldı. Sanki beni küçük düşürmek istercesine
görkemliydi. Semi ‘Ama burası bir saray!’ deyip duruyordu. Naim de, ‘Bundan mı utanıyordun? Otuz yıldır
bizden sakladığın ev bu muydu?’ diye beni sıkıştırıyordu. Hepsi doğru. Ev bir saraya benziyor, ondan gurur
duymalıydım, ama ben utanıyorum çünkü onu kaybettim.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:389)
“Carren ile Suellen solgun yüzleriyle birbirlerine sokulmuş öylece uyuyorlardı. Belki de odanın
havasındaki değişiklik, onların uyanmalarına neden oldu. İki kızın da gözleri faltaşı gibi açıldı, anlaşılmaz bir
biçimde mırıldandılar; sonra derin derin solumaya başladılar. Onlar eski mutlu günlerinde üstünde birçok güzel
öykülerin anlatıldığı, şakaların yapıldığı yatakta yatıyorlardı.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:I, sa:542-3)
“Böylece onu sonunda razı ettiler ve oyun başladı. Vay canına, heriflerin gözleri fal taşı gibi açıldı!
Seppe ne çekse, hangi kağıdı oynasa her defasında en iyi oyunu çıkarıyordu.”
(E. Mörike, “Stuttgart Cücesi”, sa: 125)
“BARTLETT -... Tanrı belası komşuların gözleri faltaşı gibi açılacak. Sana, Sue’ye, çocuğa arabalar,
ipekliler, sizlere yok yok. Yıllardan beridir ki bugünün düşünü görüyorum. Balina yağına kulak astığım yok.
Dostlar alış verişte görsünler.”
(Eu. O’Neill, “Altın”, sa:15)
“Barnicoat patlak gözlerinden birini faltaşı gibi açarak Kurtz’e baktı. ‘Yani giysiler soyulmuş, ama
hiçbir şey, çalınmamış ha?’
‘Çılgınlık bu,’ dedi Kurtz. Bunu üçüncü ya da dördüncü kezdir fark ediyordu.”
(M. Pearl, “Dante Kulübü”, sa:25)
“ ‘Şu mücevherleri çalan kahyayı hatırlıyor musunuz?’ ”
‘Elbette hatırlıyorum. Siz Gerona’ya gittiniz, o gece suçunu itiraf etmişti. Neden?’
‘Hayır, yani, bilmiyorum. Belki haberiniz yoktur, ama onu olayın ardından hemen kovmadım.’
Şaşkınlıktan dili tutuldu. Gözleri faltaşı gibi açıldı, elinin bir işaretiyle, faltaşı gibi açık gözlerinin
boyutlarında bir değişiklik olmadan, bana devam etmemi belirtti.’ ”
(R. Rogas, “Dorotea’nın Şarkısı”, sa:241)
“Ellerinin masanın üzerinde durduğunu fark etti. Takma kırmızı tırnaklı, şişko ve esmer ellerdi bunlar.
Bir tanesini kendi ellerinin arasınd alıp kuvvetlice sıktı. Soğuktu. Dudaklarına yaklaştırdı. Kadın hışımla geri
çekti. Tırnaklarından bile daha kırmızıydı ve gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Titriyordu.”
(S. Roncagliolo, “Dokunuşlar”, sa:78)
“Sete-Sois, sağ elini çantasına attı, demir çubuğu çıkardı. Üstünde pıhtılaşmış kan olmasaydı biri bunu
at nalına benzetebilirdi belki. Bizim uyanığın gözleri fal taşı gibi açıldı, ruhunu Aziz Christopher’in korumasına
adadı -kendisi yolcuları kötü tesadüflerden ve talihsizliklerden koruması ile anılır-, uyanık bu andan sonra
Lizbon’a varana değin ağzını bir kez bile açmadı.”
(J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:37)
“ ‘Hayır be adam, hepsini değil, yalnızca üç yaşın altındaki çocukları.’ ‘İki yaşındaki bir çocukla dört
yaşındaki bir çocuğu birbirinden ayırmak pek güç bir iş. Öldüreceklerimiz toplam kaç kişi edecekmiş,’ diye
sordu öteki. ‘Sayım sonuçlarına göre,’ dedi yaşlı görünen, ‘Hepsi toplam yirmi beş civarında olmalı.’ Yusuf’un
gözleri, ey Tanrım sanki bu konuşmayı kulaklardan daha iyi duyabilecekler, fal taşı gibi açıldı, tepeden tırnağa
bir titreme sardı adamı, çünkü hiç kuşku yok ki bu askerler adam öldürmekten bahsediyor.”
(J. Saramago, “İncil’deki İkinci İsa”, sa:88)
“Öyküleri çok güzel uydurabilmesine karşın, bunu daha güzel uyduramazdı. Tüm bedenden çok tek
kulağa isabet ettirmek daha güçtür elbette, bunu çok iyi biliyordu, öyküsündeki silah seslerini arazinin sessizliği
içinde çınlattıktan sonra, şunu itiraf etmek zorunda kaldı, tüm yaşamı boyunca tavşanın korkudan faltaşı gibi
açılmış gözlerini karşısında görseydi, ruhu asla huzura kavuşmazdı.”
(J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:246-7)
“Gözlerini faltaşı gibi açıp ellerini öne doğru uzatırken ağır tütsü kokusu burun deliklerini ve ağzını
doldurdu -koku ve yarı gölge, su, hava ya da ateş gibi ona bildik, basit bir öğeydi; boğucu ve tiksindirici
gelmiyorlardı- ve sis içinde yüzermiş gibi duran solgun bir gölgeye doğru sakınarak ilerledi.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Oda”, sa:62)
“Çocuk, gözleri faltaşı gibi açılarak ona baktı; başka zaman pek yiğit olan yüzünü birdenbire öyle bir
korku sarmıştı ki, bu durum uşağın da gözünden kaçmadı.”
(Th. Storm, “Kır Atlı”, sa:95)
“ ‘El Rey ne yapıyor bu saatte, Endülüslü ölülerimiz için mi kaygılanıyor acaba?’ diye yineledi karısı.
Artık tamamen uyanmış, gözlerini fal taşı gibi açmıştı. Yatarken yaptığı gibi tokalarını çıkarıp
göğsünün üstünde topladığı ağarmış saçları ve giydiği o uzun pembe giysiyle aslında hayaleti andıran karısının ta
kendisiydi.”
(A. Tabucchi, “Damasceno Monteiro’nun Kayıp Başı”, sa:13)
“Doktor Freud adamı dürtükleyerek uyandırdı. Burada ne yapıyorsun, diye sordu. Herif, faltaşı gibi
açtığı gözlerini ona dikerek, Doktor Freud’u arıyorum dedi.”
(A. Tabucchi, “Düşler Düşü”, sa:71)
“Geceleri neredeyse hiç uyuyamıyordum. Çocukluğumdaki uykusuzluğum geri dönmüştü. Üstelik bir
de içki ya da sigara içmişsem, birkaç saat, görüntülerin ve seslerin olmadığı bir kuyuya gömülüyordum.
Uyanışım pek ani oluyor, gözlerim faltaşı gibi açılıyordu.”
(S. Tamaro, “Anima Mundi”, sa:53-4)
“O gece Raj uyanmış ve gözlerini faltaşı gibi açarak haykırmaya başlamıştı. Şimdi neyin annesini
çektiği belli olmuştu: gecelerden ve cinlerden korkması.
Nabila, Tiru’nun öldürülmüş olduğunu iki gün sonra öğrenmişti. Şafaktan önce biri gelip kapısına
yabani bir domuzun kesik kafasını atmıştı. Günler boyunca ormanda onun bedenini aramış, ama bulamamıştı.”
(S. Tamaro, “Rüzgar Ne Diyor?”, sa:13)
“Geceleri, yatakta gözlerim faltaşı gibi açık yatıyorum: İşte, değirmenin öfkeyle havlayan köpeği, belki
de diyorum yakından bir tilki geçiyor, ya da sansarın biri kümesi görmeye çalışıyor.”
(S. Tamaro, “Sevgili Mathilda”, sa:202)
“Kendini kaybetti, sonra yine birşeyler fark etmeye başlayınca, gözleri faltaşı gibi açılmış adamları
görür gibi oldu. Alevler yüzlerine acayip gölgeler atıyordu. Tilde ateşin yanına çömelmişti.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kırmızı Papağan”, sa:85)
“Yüzüne ışık vurduğunda uçak yeniden kara parçasının üzerinde uçuyordu. Langdon elindeki kola
kutusunu sertçe bıraktı. Diğerlerine dönerek, ‘Buna inanmayacaksınız,’ dedi. ‘Tapınakçı lahdi... buldum.’
Teabing’in gözleri faltaşına dönmüştü. ‘Mezar taşının nerde olduğunu biliyor musun?’
Langdon gülümsedi. ‘Nerede olduğunu değil. Ne olduğunu.’ ”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:348)
“Bu adam oradayken uyumak mümkün değildi. Flush yattığı yerde gözleri faltaşı gibi açık, dinliyordu.
Bazan haftada üç kere, saat iki buçuktan dört buçuğa kadar başının üzerinden uçup giden küçük küçük
sözcüklerden hiçbir şey anlamasa da, ses tonunun değiştiğini uğursuz bir kesinlikle saptayabiliyordu.”
(V. Woolf, “Flush”, sa:53)
“Kapı heyecanlı heyacanlı vuruldu ; uşak ve hizmetçi karılardan biri kapıda göründü, gözleri
şaşkınlıktan fal taşı gibi açılmıştı, el ve kol hareketleri yapıyorlardı: Bir madam, bir lady, beyaz bir kadın
gelmişti.”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:21)
Gözleri fıldır fıldır : Zekice ve çevreyi -şu ya da bu niyetle- kontrol etmek istercesine bakma
“GÖRDÜM BUGÜN EKRANDA
Bir maymun
gördüm bugün ekranda bir maymunun suratı
gözleri fıldır fıldır,
ağzı ise, insandaki o doğuştan
o sevecen gülüşün bir simgesi ya ellerine ne demeli?
Ey maymun-elinin inceliği!”
(Jörgen Gustava Brandt<d.1929>-Murat Alpar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
14.08.03)
“Çeşitli yönlerden gelen ateşböceği kümeleri, her an ormanın karanlığını yarıp geçiyor, zaman zaman
da kör gözlü kuşlar bir saniye içim arabanın ön camına çarpıp gidiyorlardı. Arasıra, gecenin derinlklerinden
garip bir kükreme yükseliyor, sürücü, gözlerini gülünç bir biçimde fıldır fıldır döndürerek yanındakine
bakıyordu.”
(A. Camus, “Büyüyen Taş”, sa:44)
“Geçen yıl Kutsal Üçlük’te başrahibe gittim, bir daha da uğramadım oraya. Gördüm: Kimin göğsüne
oturmuş, cübbesine saklanıyor, yalnız boyunları gözüküyor, kiminin cebinden kafasını çıkarmış bakıyor, gözleri
fıldır fıldır.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:13)
“Bir deri bir kemik adamın göze ilk uzun, kırış kırış boynu çarpıyordu. Önündeki öküzlerin de
kaburgaları kaburgalarına geçmişti. Ağacın dibine üfürsen yıkılacak yaşlı bir kadın çömelip tünemiş, fıldır fıldır
gözleriyle gelenlere bakıyordu.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:IV, sa:335)
“Kenarları kızarmış, küçük, açık mavi renkli gözleri, gelincik gözleri gibi, fıldır fıldır dönmektedir.
Yüzünde korkar, tehlikeli, elinden her şey gelir bir bayağılık ifadesi vardır.”
(Eu. O’Neill, “İmparator Jones”, sa:10)
“Elleriyle koltuğun arkalığına tutulup gerindi. Babasının gözleri aklına geliyordu. Mösyö Darbédat,
Pierre’in üstüne uzmanca bir tavırla eğilmişti..... Ona bakmış ve Pierre’in yüzü iri, fıldır fıldır gözlerinin dibinde
belirmişti. ‘Babamdan nefret ediyorum Pierre’e baktığı zaman, onu ‘gördüğümü’ düşünürken.’ ”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Oda”, sa:59)
“Mrs. HUSHABYE - Büyükannenle büyük babanı düşün. Kimbilir ne tatlı coşkunlukla fıldır fıldır
dönerdi gözleri. Demek babacığına da iş adamı olmak düştü.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:21)
“Bu mutasarrıf Ankara’dan yeni gelmiş. ‘Başındaki sarı kalpak iki yüz altuna,’ dediler. Gençten bir
herif. Gözleri ateş gibi, fıldır fıldır.”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:46)
“Andrea bir güneşti, o ise hiçbir şey. Telefonda iki-üç konuşmasına kulak vermek, bunu anlatmaya
yetti. Aklı bir karış havadaydı, gözleri kapkara ve fıldır fıldırdı.”
(S. Tamaro, “Anima Mundi”, sa:88)
“Sobanın yanında, elleri arkasında, esmer yüzlü, ufacık gözleri fıldır fıldır dönen, ak saçları
karmakarışık, orta boylu bir bey oturuyordu. Bu, Afrikan Semeniç Pigasov adında biriydi.”
(I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:I, sa:33)
“... özellikle de en nazik konular hakkında bile hiç çekinmeden ve açıktan açığa konuşann şu
Mannheim’li genç kızla sohbet ederken böyle bir duyguya kapılıyor; kimya öğrencisi olan bu akıllı, gözleri
fıldır fıldır, erkekleri baştan çıkaran, ancak son anda kendisine hakim olmasını bilen bu yaman kız, keskin bakışlı
siyah gözleriyle burada olup biten her şeyi görüyor, her şeyi biliyor.”
(S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:98)
Gözleri görmemek : Görme kusurlu: ama olmak; etrafında olup bitenleri farkedememek, duyumsayamamak
“İş hayatında gayet güçlü ve küstah olan, sürekli olarak çalışanlarla, müşterilerle, aracılarla,
önyargılarla, sırlarla, yalanlarla, ikiyüzlülükle, korkuyla, baskıyla yüz yüze gelen bu adamlar, günün sonunda
soluğu bir gece kulübünde alıyordu. Koca bir akşam kendileri olmaktan çıkmak karşılığında üç yüz elli frangı
gözleri görmüyordu bile.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:83-4)
Gözleri ısıtmalı ısıtmalı parlamak : ‘Isıtma’ (Sıtma) gibi ateşli hastalıklarda gözlerin çakmak çakmak
parlaması
“Prens Andrey gitigide canlanıyordu. Hareketlerinde hiçbir zaman soydaşına iyilik etmek isteği
bulunmadığını Piyer’e kanıtlamağa uğraşırken gözleri ısıtmalı ısıtmalı parlıyordu.”
(L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:III, sa:219)
Gözleri iri iri açılmak : Korku, heyecan ya da meraktan gözleri alabildiğine açmak
“Gökyüzünde kurulu bir taht ve üstünde oturan birini gördüm. Oturan’ın yüzü ciddi ve anlamına
erişilmez, gözleri iri iri açılmış, öyküsünün sonuna varmış olan dünyasal bir insanlığa benziyordu; görkemli
saçları ve sakalı, hepsi de birbirine eşit, simetrik olarak ikiye ayrılmış derecikler halinde, bir ırmağın suları gibi
yüzünün ve göğsünün üstüne akıyordu.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:70)
Gözleri kamaşmak : Kuvvetli bir ışık nedeniyle iyi bakamamak, görememek; hayretlere gömülmek, çok
şaşırmak, hayran kalmak
“Sevgimin Bayrağı
-----------------------Sözcüklerin güzelliğini nakşederim
Işıldayan alnın üstüne
Hüznün boyun eğişini unuturum
Senin havanla,
Şimdi geçmişin hikayeleri
Bu anlattığının havasında yaşanır
Kime yazayım!
Yaranın yangını sözü olana kadar
Havanın oyuncağının şekli olur hepsi büyüyerek
Geçerim ve dururum
Güneşin kamaştırdığı gözlerimle
Kalbim sevgiyi görür”
(Hanan Avvad-Metin Fındıkçı, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.08.03)
“Adam durup dururken, ‘Gözleriniz mi kamaştı yoksa?’ demez mi? Biraz takılayım diye, ‘Kamaştı ya!
…’ dedim ama herif benim gözlerimi tam kamaştırdı. Hoş bu eski bir hikaye artık, çekinmeden anlatabiliyorum.
İşte hep böyle, kendi kuyumu kendim kazarım.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:55)
“Ve tören (düğün) 1183 yılının mart ayı ortasında gerçekleştirilmişti. Baudolino şatafatlı giysiler içinde,
Monferrato markisinden daha önemli biri gibi görünüyordu; annesi ile babası ona yiyecek gibi bakıyordu; bir eli
kılıcının kabzasındaydı ve yerinde duramayan beyaz bir atın üzerindeydi. ‘Bir senyör köpeği gibi süslenmiş,’
diyordu annesi, gözleri kamaşmıştı.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:250)
“Gözlerimiz sonunda alacakaranlığa alışınca, insanın gözüne ve imgelemine hemen ulaşabilen, çünkü:
‘pictura est laicorum literatura’ <piktura est laykorum literatura> (Resim, kilise mensubu olmayan laik’lerin
edebiyatıdır) oyulmuş taşın dilsiz söyleşisi birdenbire gözlerimi kamaştırdı ve beni, bugün bile dilimin güçlükle
betimleyebildiği bir görünümün içine attı.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:57-8)
“Gelin Türküsü I
Yüzü sevgiyle
kızaran gelin
Paphos’lu Tanrıçanın
eşsiz çiçeği
-------------------Evlilil ecesi Hera’nın
kamaşan gözlerle bakacağın
gümüşten tahtına”
(Sappho<İ.Ö.610-580>, “nedir gene deli gönlünü çelen”, sa:47)
Gözleri kan çanağına dönmek : Gözleri kıpkırmızı olmak (Genellikle ağlamaktan, fazla içkiden)
“Margot yemek odasına geldi ve Born’un ne halde olduğunu -gözlerinin kan çanağına döndüğünü,
dilinin peltekleştiğini ve gövdesinin sandalyeden düşecekmiş gibi sola kaykıldığını- görünce, elini onun sırtına
koydu, Fransızca konuşarak, sevecen bir tonda akşamın sona erdiğini, artık yatağa girmesi gerektiğini söyledi.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:41)
“Sonunda Augustine, öğleden sonra, bet beniz kalmamış, tirtir titreyerek, gözleri kan çanağı gibi bir
durumda, yargılanmak üzere ana babasının yanına gitti.”
(H. de Balzac, “Top Oynayan Kedi Mağazası”, sa:62)
“Dmitri Fedoroviç adeta kudurgun bir hiddetle doğruldu, sarhoş gibiydi. Gözleri kan çanağı gibi oldu.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:181)
“Öfkeyle sokağa fırladı. İki saat sonra eve bulut gibi olgun döndü. Rakıdan kan çanağına dönmüş iri
hain gözlerini açtı, Dilpesent’i tekmeledi, tekmeledi. Kadın, komşulara kepaze olmamak için, dışardan işitilmez
ufak iniltilerle bu dayaklara dayanıyordu. Sonunda sarhoş öfkesini alamadı, dolu bir rovelveri cebinden çıkardı.
-Senin gibi kokmuş gudubet bir karıya bedava ekmek yediremem, bari geberteyim de kurtulayım,
hakaretiyle üzerine dört el ateş etti.”
(H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Melek Sanmıştım Şeytanı”, sa:354)
“Sabah oldu. Sabaha kadar gözlerini yummamıştı. Kalktılar. Hacı:
‘Bekleyelim mi Kamil Ağanın haberini?’ diye sordu.
Çakırcalı, gözleri kan çanağına dönmüş:
‘Hele bir köye gidelim de, sonrası Allah kerim.’ ”
(Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:28)
“Döne, bu günden sonra, ağlaya ağlaya yataklara düştü. Ateşler içinde yandı. Köyün genç kızları da ona
yardım ettiler. Döne birkaç gün sonra yataktan kalktı. Gözleri kan çanağına dönmüştü. Alnına da beyaz bir bez
bağlamıştı.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:37)
“Kız geldi. İki gözü iki çeşmeydi. Gözleri kan çanağına dönmüştü.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Alageyik”, sa:182)
“Nur’un gözleri kan çanmağına dönmüştü. Büyük Türk’ün yengisinden öylesine etkilenmişti ki
karnındaki bebek için kaygı duymaya başladım. Doğuma birkaç gün kalmıştı; o nedenle yataktan çıkmayacağına
yemin ettirdim. Bana gelince, Nur iyileşince, bu ülkeden ayrılmaya karar verdim.”
(A. Maalouf, “Afrikalı Leo”, sa:280)
“YUNANLILARIN ÖYKÜSÜ I
--------------------------------------Gözleri kan çanağına dönmüş uykusuzluktan.
Gün batarken dağların arasına bir servi gibi
derin bir çizgi belirmiş kaşları arasında.
Tüfek ellerinin bir uzantısı.
Elleri ruhlarının bir uzantısı.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:33)
“Genç adam sendeliyerek bir adım geri gitti, dişlerinin arasından anlaşılmaz birşeyler mırıldanıyordu,
gözleri dehşetten büyümüştü, kan çanağı gibiydi.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:359)
“Onu kızdırırsanız, damarları patlayacakmış gibi şişer; ağzı acı bir salgı ile dolar, gözleri kan çanağına
döner; yumruğunu sıkar ve öfkeden gözü dönmüş bir halde saldırıya geçer..”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:III, ‘Casanova’, sa:50)
Gözleri kararmak : Bayılacak gibi olmak, etrafı sanki görmez bir hale gelmek
“Oysa bu korkunç anların göz karartıcı tehlikesinden bizi ancak soğukkanlılıkla imdadımıza
çağıracağımız ağırbaşlılık, ağırdan ama kurtarabilir. Ataklıkla yapılacak öldürme değil. Bu kan ve mezar sonucu
işin tehlikeli güçlüğünden kıymığını bile çözümlemiş olmuyor.”
(H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Gönül Ticareti”, sa:198)
“Bir sallandı, sonra durdu. Başı dönüyordu. Gözleri karardı. Etrafındaki dünya topağa dönmüştü.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:13)
“BİRDENBİRE gözleri karardı. Basamakları göremiyordu. Yukarıya çıkanlardan birine çarpmamak
için sola doğru bir adım attı ve omuzunu duvara dayadı. Ayakta güç durabiliyordu.”
(P. Safa, “Biz İnsanlar”, sa:5)
Gözleri kıpkırmızı olmak : Ateş ya da enfeksiyondan, tahrişten, ağlamaktan gözlerin kızarması
“Su ısınınca, yaşlı kadın Pina ile Miliota’yı çağırıyor, yalınayak küle girip kovayı alıyorlar; Miliota,
gözleri kıpkırmızı, ağlayamıyordu bile. ‘Götürün şu çocukları, ayak altında dolaşmasınlar, ‘diyorum, yaşlı
kadına. ‘Gidin bakın, doktor geliyor mu?’ ”
(C. Pavese, “Senin Köylerin”, sa:105)
“Bu türden başka yakarılara karşı da mücadele etmek zorunda kalacaktım ayrıca; önce otelde , Marie
Gineste ve Céleste Albaret’nin kıpkırmızı gözleriyle karşılaştım. Marie’nin hıçkırıklarla kesilen gözyaşları, sel
suları şiddetindeydi; daha yumuşak mizaçlı olan Céleste, ona sakin olmasını söylüyordu; ne var ki Marie, bildiği
tek dizeleri: ‘Burada aşağıda, leylaklar hepten solar’ı okuyunca, Céleste kendini tutamadı ve leylak renkli yüzü,
gözyaşlarından bir örtüyle kaplandı.”
(M. Proust, “Sodom ve Gomorra”, sa:540)
Gözleri kıvılcım(lar) saçmak : Hiddetten gözleri fır dönmek
“Yaşlı Tede Haien, evin önünde durmuş havaya bakıyordu. Öteki soluk soluğa koltuk değneğini yere
bastırarak onun önünde durduğunda, ‘Ey Trin, çuvalınızda ne getiriyorsunuz?’ diye sordu.
‘Önce beni odaya al Tede Haien, sonra görürüz,’ dedi ve kıvılcım saçan gözleriyle onu süzdü.”
(Th. Storm, “Kır Atlı”, sa:38)
Gözleri kör olmak : Gözlere mil çekilerek kör edilmek; Kendini beğenmişlik ya da küçük hesaplarla,
gerçekleri iyi muhakeme edemeyrek hayatta büyük fırsatlar kaçırmak; Gerçeği görememek
“Abdullah bir an konuşamadı. Bilgisizliği yüzünden kendini suçluyordu. Üstlerine çullanan badireler
hakkında hiçbir şey, hemen hemen hiçbir şey bilememişti. Köyün serpençiydi (korucusu) ve bilmesi gerekirdi;
onları tehdit eden belaları bilmezse halkını nasıl koruyabilirdi? Mevkisine layık değildi. Yambarzal’dan farkı
yoktu. Küçük rekabetler ve kibirli kendini beğenmişlik ikisinin de gözlerini kör etmiş, köylülerini uzakta ve
güvende tutmak yerine bu korkunç çatışmaya sürüklenmişlerdi. Gözlerinden yaşlar yuvarlandı.”
(S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:113)
Gözlerinde bir şimşek çakmak; Gözleri şimşek şimşek : Birden aklına bir fikir gelmek; Kızgın, ateşli
“Ona, Etlik’te bir bağa gittiklerini anlattığı vakit Halime’nin gözlerinde tuhaf bir şimşek çaktı:
-Ayol, o yamaçlarda yarısı erkek, yarısı kadın biri atla dolaşırmış. Hiç gördün mü?”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:47)
“‘... bu dinsiz, bu melun Çakırcalı Efe, benim kızımı aldı götürdü. Oynatmaya götürdü. Bu efelik
töresinde var mıdır? Ne gelir elinden Çakırcalı’ya karşı senin Efe?’
Çakırcalı’nın gözleri şimşek çakar.”
(Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:141)
Gözlerinden kanlı gözyaşları akıtmak : Değerli bir ölünün ardından gözlerinin feri kaçıncaya dek ağlamak
“Şeyh Sadreddin hazretleri, Mevlana hazretlerinin cenaze namazını kıldırmak için ilerlediği vakit
birdenbire ona bir hıçkırık gelip kendinden geçti. Bir müddet sonra namaz kılıp gözlerinden kanlı yaşlar akıtarak
hareket etti. Daha sonraları ne olduğu sorulunca, ‘Namazı kıldırmak için ilerlediğim vakit, yüce meclis
meleklerinin önümde sıra ile dizildiklerini, peygamber hazretlerinin göz önüne gelmiş ruhunun da Mevlana’yı
ziyarete gelip onun namazını kılmakla meşgul olduğunu gördüm. Gökteki meleklerin hepsi mavi giyinmiş
ağlıyorlardı.’ dedi.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:I, sa:390)
“Bakmış ki kız yok saklandığı yerde. Aramış taramış, kız yok. Sabaha kadar oralarda dönmüş durmuş.
Sabaha kadar kanlı yaş akıtmış gözlerinden.”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:34)
Gözlerinden öpmek : Türk-Osmanli kültüründe, yakın dostların, özellikle küçüklerin gözlerinden öprerek
selam gönderme şekli
“Penbe, konaktan dönünce Rabia’yı yatakta buldu.
-Hanımefendi çok çok gözlerinden öptü. Mektubu okuyunca bir ağladı, bir ağladı.
-Paşa da okudu mu?
-O yoktu. Bilal vardı. Ne vakit gitsem, Bilal, Hanımefendi’nin burnunun diibinde. Aralarından su
sızmıyor.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:263)
Gözlerinden (sel gibi) yaşlar boşanmak, yuvarlanmak : Hüngür hüngür ağlamak
“MEDEİA
----------Öyle acıyordu ki ona, yaşlar boşanıyordu gözlerinden,
yiyip bitiriyordu Medeia’yı yüreğinde yer eden acı,
yakarak geçiyordu derisinden, yumuşacık kaslarından,
en keskin dalışını yaptığı ense kökünden
ta diplere dek, yorulmak bilmez Aşk tanrıları
saplar saplamaz oklarını yüreğine...”
(Apollonius, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:19)
“Genç kadın mektubun gözyaşlarıyla ıslanmış olduğunu da fark etti bu arada. Elinde tuttuğu kağıt
parçasına baktı genç kadın bir an. Tüm dünyası başına yıkılmıştı. Gözlerinden yaşlar boşandı.”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-O... Markizi”, sa:37)
“Sonra, ansızın ellerimi yakalıyor, tatlı, bir küçük çocuğun tatlı sesiyle sanki benden özür diler gibi
yineliyor: ‘Burda!.. Aziyade burda! Görüyor musun, o burda şimdi...’ Aynı zamanda kapkara yüzü insanın
yüreğini sızlatacak biçimde buruşup kasılıyor ve birdenbire gözlerinden sel gibi yaşlar boşanıyor...”
(P. Loti, “Doğudaki Hayalet”, sa:102)
“Abdullah bir an konuşamadı. Bilgisizliği yüzünden kendini suçluyordu. Üstlerine çullanan badireler
hakkında hiçbir şey, hemen hemen hiçbir şey bilememişti. Köyün serpençiydi (korucusu) ve bilmesi gerekirdi;
onları tehdit eden belaları bilmezse halkını nasıl koruyabilirdi? Mevkisine layık değildi. Yambarzal’dan farkı
yoktu. Küçük rekabetler ve kibirli kendini beğenmişlik ikisinin de gözlerini kör etmiş, köylülerini uzakta ve
güvende tutmak yerine bu korkunç çatışmaya sürüklenmişlerdi. Gözlerinden yaşlar yuvarlandı.”
(S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:113)
“Berthe’in gözlerinden yaşlar boşandı. Birbirlerinin gözü önünde ve hiçbir şey yapmadan kendi iç
dünyalarının çırılçıplak segilenişini seyrediyorlardı.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:III, sa:34)
Gözlerinden uyku akmak : Çok uykusu gelmek, uykusununu alamamak, uykuya doymamak
“Uyku akan gözlerle kuşetinden fırlayıp karısının kuşetinin üzerinden uzanarak lumbozdan dışarıya
daha bir yakından baktı. Şimdi kayadan oluştuğunu fark ettiği duvarın üzerine kazınmış isimleri ve sayıları
görebiliyordu artık. NIKO 1957. W. MUSSOLINI. Biraz ilerde ileride de Amerikanvari bir PETE ’60.”
(P. Highsmith, “Ocak Ayının İki Yüzü”, sa:7)
“Alacakaranlıkta bir kayık gördüm belli belirsiz. Bu yana geliyordu. Sonra da gözden yitti, gitti Belki
de sisin içinde kaldı.
‘Eeee, ne olmuş yani?’
‘Senin gelişine benziyordu.’
Kürekler bir iniyor, neden sonra bir kalkıyor muydu? Kürekleri çeken adam çok mu yorgundu,
yorgunluktan ölüyor muydu, kolları kopuyor muydu, gözlerinden uyku akıyor muydu, gözleri mavi, saçları sarı,
omuzları geniş, yüzü gamzeli, burnu kartal gaga mıydı? Bu adam adaya çıkmasaydı nereye gitmiş olabilirdi?”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”, Cilt:2, sa:13)
“Joao Mau-Tempo, kahramanı oynayacak yapıda değil. Cılız bir çocukcağız, on acı yılı sırtına binmiş;
ağaçlara bakıp onların mantar, palamut ya da zeytin vermeye değil, daha çok kuş yuvalarını gizlemeye yaradığını
düşünen bir insancık. Gecenin köründe kalkıp gözlerinden uyku akarak ve boş mideyle o kısa ya da uzun yolu
tepip işe gitmesi ve güneş batana dek çalışması haksızlık...”
(J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:47)
“Afgan tazısının çılgın öncülüğünde ihtiyar girdi içeri. Gazetesini okumuştu, gözlerinden uyku
akıyordu, hemen, basma kılıf geçirilmiş koltuğuna çöktü, köpeği de -Afgan tazısı- ayakucuna kıvrıldı. Burnunu
patilerine yaslamış, kıçı tortop, taştan oyulmuş bir köpeği andırıyordu, ölümün hüküm sürdüğü beldelerde bile
efendisinin başında nöbet tutan bir haçlı-askeri köpeğini.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:22)
Gözlerinde şimşekler çakmak :
Çok çok sinirlenmiş olmak, parlamaya hazır
“-Demek onun için buraya daha varmadılar.
-Belki de gelip geçmişlerdi, emin değiliz.
-Yok, duyulurdu. Yalnızca geceleri yol aldıkları için gelememişlerdir.
Ben de öyle düşünüyorum, umarım onları Santa Isabel’de yakalarız. Bak Kanau, bu iş çok önemli.
Gelmiş geçmiş avların en kazançlısı. Elmasları bulmam için elli bin papel önerdiler.
Kanau’nun gözlerinde şimşekler çaktı.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kırmızı Papağan”, sa:29)
“Portekizlinin koca suratı sanki daha da büyümüştü. Gözlerinde şimşekler çakıyordu.
-Seni haylaz seni!’ diye haykırdı. ‘Demek sendin ha? Böyle bir yumurcakta bu küstahlık?’
Beni yere bıraktı. Kulaklarımdan birini de koyuverdi ve koca koluyla gözdağı verdi.”
(J.M. de Vasconcelos, “Şeker Portakalı”, sa:98)
Gözlerinden yıldırımlar saçmak : Son derece şiddetli öfkesi gözlerine vurmak, gözleri çakmak çakmak olmak
Bk.: Gözlerinden şimşekler saçmak
“Sisto Quint konuşurken sesine nasıl bir uyum verirse versin, garip biçimde etkili olurdu. Fakat öfkeli
ve herkesin gözünü korkuttuğu zamanlarında, gözlerinden sanki yıldırımlar saçardı.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:35-6)
Gözlerine inan(a)mamak : İnanılmaz derecede, gördüklerine inanamayacak derecede şaşırtıcı
“ELIZABETH -... Yataktayken de gözetleyebilirsiniz onları, sevişirken... ve hatta ihtiyaçlarını
giderirken...her şey kontrol altında! Gerçekten modern bir devlet: Röntgenci devlet!”
MAMA, Teleskopu Marta’dan alır. - Aman Allahım gözlerime inanamıyorum. Yoksa bu gördüklerim
harbiden mi?”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:49)
“O günlerde Hermine’yi çok az görüyordum. Balodan bir gün önce aldığım bilet için geldi, bir süre
sessizce odamda oturdu. Sonra bana çok ilginç gelen ve beni çok etkileyen bir konuşma geçti aramızda.
-‘Artık düzeldin’ dedi. ‘Dans etmek sana yakışıyor. Dört hafta önce seni gören biri bugün gözlerine
inanamaz.’ ”
(H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:144)
“Soluğu kesilmişti sanki. Sonra bir çırpıda hepsini okuyup Komutana uzattı gazweteyi. Komutan
gözlerine inanamıyor gibi baktı bir an. Elindeki gazeteyi evirip çevirdi; sonra üç kez üst üste okudu yazılanı.
Karısı: ‘Lorenzo! Ne diyorsun bütün bu olanlara... yanıt ver allahaşkına! Bir şey söyle!’ diye üsteledi.”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-O... Markizi”, sa:44)
Gözlerine mil çekmek : İnsanoğlunun gözlerini kızgın demir çubukla kör etmek
“ Şeyh, köylülerin şaşkınlığını sezmiş ve buna kendisi de şaşmıştı. Konunun duyulduğunu sanıyordu.
Daha tutuklandığının ilk haftasında gözlerine mil çekmişlerdi.”
(A. Maloouf, “Tanios Kayası”, sa:210)
Gözlerine perde inmek : Katarakt olmak, görmesi perdelenmek
“‘Sefalet mi ? Hayır kızım, hayır, rezalet demeliydiniz. Öyle bir rezalet ki, Karun’un hazinesi olsa
örtemez, İstanbul’un dört bir köşesinde çın çın ötüyor. Ağabey, ağabey, kuzum, sizin kulaklarınız tıkandı mı ?
Gözlerinize perde mi indi?’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:33)
“NİNELER
------------Ya çoğunuz inmeli
Ya gözünüz perdeli
Ağır işitir kulağınız.”
(B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:24)
Gözlerine tavuk karası çalınmak, gerilmek : Kör gibi göremeyecek bir hale gelmek
“... Aman ayaklarını öpeyim Şükran Hanım kızım! Kadifei turuncu müzehhep bohça... Fazladan üstü
sırma yazı işlemeli olup... ‘Ulan Hacı Halim!’ derler! ‘Ulan teres, gözüne tavuk karası mı gerildi?’ derler.....
Buradan bir yere gidemez bu... Elli kayme deseniz gidemez... Belki yetmiş kayme deseniz bile gidemez!”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:238-9)
Gözlerine uyku girmemek : Bk.: Gözüne uyku girmemek
Gözlerine yaşlar dolmak : Gözleri sevgi ve heyecandan yaşlarla dolmak
“...kaderin benzersiz bir iyiliği ve her zaman geri alınabilecek bir bağış olarak gördü beni <büyükbabam>;
daha ne isteyebilirdi benden? Varlığım yetiyor da artıyordu ona. Tanrının sakalı ve Oğlunun Kutsal Yüreğiyle
bir Aşk Tanrısı olmuştu artık; elini başımın üzerine koyardı; avucunun sıcaklığını kafatasında duyardım; şefkatle
adeta meler gibi, yavrum derdi bana ve buz gibi gözlerine yaşlar dolardı.”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:19)
Gözlerini açmak : Uyanmak; Etrafında oluşan olayların kendi yararına ya da zararına olabileceğini
ayırdetmeye başlamak
“Sahte doktor gazetecinin kurnazlığı, gazetelerin denizdeki on günümün öyküsüne gösterdikleri ilgi
konusunda gözlerimi açtı. Halkın bayıldığı olağanüstü öykülerden biriydi bu. Arkadaşlarım bile sık sık
anlatmamı istiyorlardı.”
(G.G. Marquez, “Bir Kayıp Denizci”, sa:116)
Gözlerini ayıramamak : Merak ya da endişe, gözlerini birinin üzerinde yoğunlaştırmak
“Gerçekten de sanki kırk yıldır tanıyormuş gibi rahatlıkla işine başladı. Bir saat sonra benimli odaya
girdi. Roz önüne bakıyor, adam gözlerini kızdan ayıramıyordu. Mine çiçeği parfümü herifi serseme çevirmişti.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:103)
Gözlerini belertmek : Gözleriyle şaşkın şaşkın, masumane, birşey bilmiyor anlamıyormuş gibi bakmak
“... Alt dudağını sarkıtmış, anlamsız bakışlarını yüzümedikmişti. Ben hayretle onlara bakıyordum.
Dev anası;
-Hey, ne diye gözlerini belertiyorsun? diye bağıırdı. Çık bakalım çocuğun parasını.”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:135)
Gözlerini budaktan sakınmamak :
Bk.: Gözünü budaktan sakınmamak
Gözlerini devire devire bakmak, devirmek : Başını öne eğip, gözlerini alabildiğne açıp yere dikerek öylesine
durmak
“Hayvanların ikisi de, rengarenk ve tuhaf görünüşlü şeritlerle süslenmişti. Dişlerini gıcırdatıyorlar,
ağızlarını sürekli olarak açıp kapıyorlardı. Gözlerini öylesine vahşice bir biçimde devire devire bakıyorlardı ki,
bunu görenin sırtından ecel terlerinin boşanmaması olanaksızdı.”
(E. Canetti, “Körlük”, sa:57)
“LICHT - Ben mi?... Eğer efendimiz...
ADAM - Gözlerini devirmiş de öyle ne bakıyorsun? Bakın şu eşeğe, nasıl da öküz gibi duruyor! Ne
diyeceksin?”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:42)
Gözlerini dikmek : Gözlerini bir nesneye durağan bir şekilde saptamak, dik dik (ama sabit) bakmak
“Petrus böyle dedikten sonra birden duruverdi. O kadar apansız durdu ki, korkuya kapılarak ben de
durdum. Adını köye veren köprünün üstündeydik. Ama Petrus önümüzdeki yola bakmıyordu. Gözlerini, ırmak
kıyısında bir lastik topla oynamakta olan iki oğlana dikmişti.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:68)
“Kalabalık sevinç çığlıkları koparınca başını kaldırdı. Karşısında, bir sarığa takılı, ucu yerde sürünen bir
bez parçası vardı. Bunun altında da karmakarışık bir halde sepetler, kilimler, bir aslan postu bulunmaktaydı.
Kendi çadırını tanıdı. Hamilkar’ın kızı gözden kaybolurken sanki yer yarılıp da içine girmiş gibi, Matho da
gözlerini toprağa dikmişti.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:273)
Gözlerini dört açmak : Olası yaklaşan bir tehlike için son derece dikkatli olmak
Bk.: Gözünü dört açmak
“Ne yazık ki avlanacak av yoktur, ilaç için olsun yoktur. Anlarsınız ya, Tarascon hayvanları, ne denli
hayvan olurlarsa olsunlar, sonunda gözlerini dört açmaya başlamışlar.”
(A. Daudet, “Taraskonlu Tartarin”, sa:12)
“Acı olsa da, bir senyörün önce ondan kendisini korumasını istemesi, sonra onu kollayacağını
söyleyerek onu ölüme yollaması adama normal geldi. Ama Baudolino kılıcını sallıyordu, şüphesiz gözlerini dört
açarak onu korumak içindi bu, ama senyörlerin sağı solu belli olmazdı. Casus haç çıkartıp, tünele girdi. Yaklaşık
yirmi dakika sonra geri döndüğünde, nefes nefese, Baudolino’nun gayet iyi bildiği şeyleri anlatmaya başladı.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:195)
“ ‘Biliyorum, Başrahip anlattı; olayları aydınlatmakta ona yardım etmemi istedi benden.’
‘Öyleyse araştırmanı iki doğrultuda derinleştir; gözlerini dört aç; kösnü ve kendini beğenmişlik...’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:98)
“Yemek zamanlarındaki diğer adamların yemek motoruna kendinden önce gitmelerine izin verir, sonra
emekleyerek oturdukları yerin altında tütün kırıntıları arar, bunları bulmak için gözlerini dört açardı.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:235)
“Her zaman oturduğum Mehmet Ali Alanı’ndaki kahvede en zenginden en yoksula, en üstünden en
sıradana, tüm insanlarla kolayca yakın ilişki kurardım. Ama gözlerimi dört açardım! Saatler boyu
dinlerdim bir adamı!”
(P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:139)
Gözlerini duman bürümek : Ağlama ya da aşırı hiddet sonucu gözleri bir şey görmemek
“Paşa’nın sesi hiç sert değildi. Fakat o kadar kat’iydi ki kızın gözlerindeki ateşi derhal söndürdü.
Gözlerinden akan yaşlarlan etrafı göremez olmuştu. Birdenbire ayakları yerden kesilmiş, gözlerini duman
bürümüştü.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:203)
Gözlerini kaçırmak : Bakışların karşılaşmaması için bakış yönünü istemli olarak değiştirmek
“Nazmiye Teyze beni kucağına çekti, öptü. Hava, kovalara daldırılan marsıklar gibi kokuyordu.
Nermin’le Nazmi’ye baktım. Bir şeycikler söyleyemedim; gözlerini kaçırıyorlardı zaten. Başımı eğdim, önüme
baka baka dışarı çıktım.”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:47-8)
“Bir gün kızı, Ramiro’nun, küçük beyin -onun deyişiyle Senyorito’nun- odasından soluğu kesilmiş,
kıpkırmızı yüzle çıkarken suçüstü yakaladı. Göz göze geldiler, hizmetçi kız gözlerini kaçırdı.”
(M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:84)
Gözlerini kırpmamak : Hiç uyumamak; Karşısındakini etkilemek için (Boksörlerde olduğu gibi) göz
kırpmadan diğerinin gözünün içine durağan bir şekilde bakmak
Bk.: Gözünü kırpmamak
“Yanılmamış: Kızın gözlerini kırpmadan kendisine bakmakta olduğunu görüyor. Tüyleri diken diken
oluyor. Gözleri açık uyuyor, diye düşünüyor. Ama bu doğru değil. Kız uyanık, başından beri uyanıktı.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:67-8)
“Ömer fısıldadı: ‘Walter, gel sabaha kadar şöyle bir kestirelim. Erkenden yapılacak çok işimiz var!’ Ve,
cevabımı bile beklemeden köşesinde şöyle bir kaykıldı, miğferini burnunun önüne dek indirdi ve beş dakikadan
daha az bir zamanda sanki Cape Cod’da yaz safası yapıyormuş gibi, rahat bir uykuya daldı. Yemin ederim ki
sabaha kadar gözlerimi kırpmadım.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Pork Chop Hill Savaşı”, sa:132-3)
“Uşak da koridorda sessizce yürüyordu; etrafı dinler gibi idi. Hiç şüphesiz Julien odada, tedbirsizlik
edip hızlı yürümüştü. Uşak biraz sıkılarak uzaklaştı. Madame de Rénel, hiç gözü yılmadan Julien’in odasına
giirdi; uşakla karşılaştığını anlatınca Julien titredi. Madame de Rénal;
-Sen korkuyorsun, dedi; beni gözlerimi bile kırpmadan, dünyanın bütün tehlikelerine göğüs
gerebilirim.”
(Stendhal, “Kırmızı ve Siyah”, Cilt:I, sa:304)
Gözlerini kirpiştirerek (yana yöreye) bakmak : Gözlerini kırpıştıra kırpıştıra etrafına bakmak
“Varıp onun başucuna dikilen Hösük,elleri biribirine kavuışturmuş, var gücüyle sıkarak:
‘Etme bunu Yusuf,’ dedi. ‘Bugün sen iyileştin de, bak biz ne kadar sevindik. Etme bunu bize, getirme
bu halleri karşımıza... Vay bana, vaylar bize.’ Bir umar arar gibi yana yöreye gözlerini kirpiştirerek bakıyordu.”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:59)
Gözlerinin akına kadar kıpkırmızı kesilmek, kızarmak : Pek çok mahçup olmak, utanmak
“On dakika sonra yaşlı bir kadın, yemiş satmak bahanesiyle, cesaretle Campireali köşküne giriyordu; ilk
karşılaştığı insan, hanımı Elena’nın sırdaşı, küçük oda hizmetçisi Marietta oldu. Eline bir çiçek demeti
tutuşturulunca kız gözlerinin akına varıncaya kadar kızardı.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:II, sa:48)
“Yeniden öfkelenerek, gözlerinin aklarına kadar kıpkırmızı kesilen prens:
‘Ne demek haksız!’ diye haykırdı. Düşes, Romalılara yaraşır bir azametle:
‘Hepsi bu kadar değil!’ diye sürdürdü. ‘Bu akşamdan tezi yok,’ ardından da saate bakarak: ‘Şimdi saat
on biri çeyrek geçiyor. Bu akşamdan tezi yok, Altesleri Raversi markizine bir haber gönderip, akşam üzeri
salonda sözünü ettiği bir davanın yorgunluğu dinlendirmek üzere sayfiyeye gitmesini öğütlediklerini bildirirler,’
diye ekledi.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:285)
Gözlerinin altında mor halkalar belirmek : Yorgunluk ve üzüntüden, özellikle uyku sonrası, göz altı
bezelerinin şişmesi ve morumsu bir renge bürünmesi
“Ertesi sabah Büyükelçi, Meryem’e, ‘Evi bugün boşaltmanızı rica ediyorum,’ dedi. ‘Siz de, akrabanız
da lütfen bugün gidin.’
Meryem Büyükelçi’nin ince yüzünün altüst olduğunu, gözlerinin altında mor halkalar oluştuğunu ve
ince cildini kıpkırmızı gösteren kılcal damarların daha da belirginleştiğini gördü.”
(Ö.Z. Livaneli, “Mutluluk”, sa:337)
Gözlerinin beyazı kaybolmak : Gözü dönmek, aşırı kızmak, neredeyse bayılmak, sinirlenmek
“... garip bir yırtıcı kuş sükunetiyle tüneyen Şah’a uzattı. Ayağı öpülmeyen Şah, gazabından sapsarı
kesildi. Gözlerinin beyazları kayboldu.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:90)
Gözlerinin feri bitmiş, gitmiş, kaçmış, sönmüş : Görme yeteneğini önemli derecede kaybetmiş, nuru, ışığı
azalmış yaşlı gözü
“İhtiyarın iskelet parmakları hayrete değer bir hızla liraların üstüne kapandı. Fersiz gözlerinde koyu
ışıltılar oluşmuştu. Kaç yıldır sarı para yüzü görmemişti. Alındı ya da teslim, mesken saptama evrakı için
gelenlerden beş kuruş koparmak için çekişe çekişe pazarlık ediyordu.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:351)
“Langdon asıl noktayı vurgulamadan önce durdu. Kohler’in feri kaçmış gözlerinin içine bakıyordu.”
(D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:49)
“Kızlarımız öyle istek uyandırıcı cinsten değildir. Daha çok etine dolgundurlar. Bot giyer ve
başörtülerini çenelerinin altında bağlarlar. Kan kırmızı yanakları, ışıltısız gözleri vardır ve ağır yük taşımaktan
gözlerinin feri sönmüştür. Ama erkekler zor beğenir cinsten değildir.”
(Michel del Castillo, “Gitar”, sa.18)
“Matriyona’ya baktım. Nedendir bilmem, henüz genç ve dinç olan bu kocakarı, o anda gözlerinin feri
kaçmış, yüzü buruşmuş, beli bükülmüş, iyice yaşlanmış göründü. Odam da aynı hizmetçim gibi köhne bir havaya
bürünmüştü.”
(F. Dostoyevski, “Beyaz Geceler”, sa:80)
“Mr. Meursault’nun Yaşlılar Yurdu’ndaki kimseleri tasvirine bakın: ‘... Erkeklerin hemen hepsi
sıskaydı. Ellerinde birer baston vardı. Yüzlerinde beni şaşırtan şey şuydu: Gözlerini fark edemiyor, yalnız
buruşukluklar ortasında fersiz bir ışıltı seziyordum.’ ”
(İ. Ersevim, “Yaratıcılık ve Diğer Söyleşiler”, sa:35)
“Onun gün geçtikçe kilo verdiği, gözlerinin ferinin söndüğü Bayan Martha’nın gözünden kaçmıyordu.
Yüreği onun bu yavan azığına bir şeyler eklemek kaygusuyla yanıp tutuşuyor, fakat cesaretsizliği onu
engelliyordu.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:32)
“İnsan
bir ışık
yakar kendine
geceleyin
gözünün feri gidince”
(Herakleitos, “Kırık Taşlar”, sa:83)
“Sekine Hanım:
‘Hem de maşallah, ne kadar serpildi, toplandı, güzelleşti,’ diyordu. ‘Gitmezden evvel, bilekleri
ipincecik, benzi sapsarıydı ve gözlerinde fer kalmamıştı.. Şimdi bakıyorum, yanakları adeta pembe pembe
pençeleşti, gözlerine can geldi.’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:78)
“Birkaç günden beri cephenin nasıl çözüldüğünü gözle görmek mümkündür. Haymana ve Sivrihisar
havalisini geçen bütün yollardan bulanık bir göç seli akmaya başladı. Bunlar içinde, bazı yılgın askerler de yok
değil. Bunlar insanlıktan çıkmış, gözlerinin feri kaçmış ve çoktan ilkelleşmiş görünüyor.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:127)
“Ama fermante olmuş bala ve kakao tabletlerine olan aşırı düşkünlüğü nedeniyle birkaç yıl içinde
silinip gitmişti. Çingene karası gözlerinin feri kaçmış, zekası körelmişti; aptestini kanlı ediyor, durmadan safra
çıkarıyordu.”
(G.G. Marquez, “Aşk ve Öbür Cinler”, sa:14)
“Daha önce çevresindekilerin saygısızlıklarına aldırış etmezken, Peder Gonzaga kümede girip de ona
Latince olarak günaydın deyince, feri kaçmış gözlerini şöyle bir kaldırıp kendi dilinde birşeyler mırıldandı.
Rahip, ihtiyarın ne Tanrının dilinden anladığını, ne de Tanrının elçisini selamlamayı bildiğini fark edince, ilk kez
onun bir sahtekar olabileceğinden kuşkulanmıştı.”
(G.G. Marquez, “İyi Kalpli Erendıra”, sa:10)
“Geniş bir çoban kebesine bürünmüş olan ihtiyar, artık hiçbir ifadesi kalmamış, feri tamamen kaçmış
gözlerini ara sıra açıyor; avcı tarafından vurulan ve o avcının ayakları dibinde can çekişen hayvanlar giibi, şaşkın
şaşkın bakınıyordu.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:180)
“O yaşantımın altıncı ayında kendimi tamamen sönmüş, solmuş hissediyordum. İçimdeki minik ölü,
kocaman bir ölüye dönüşmüştü, bir robot gibi davranıyordum, gözlerimin feri kaçmıştı, donuk donuk
bakıyordum. Konuşurken, sözlerim bana sanki başkasının ağzından çıkar gibi uzak geliyordu. Bu arada
Augusto’nun iş arkadaşlarının hanımlarıyla tanışmıştım, perşembeleri kent merkezindeki bir kahvede onlarla
buluşuyordum.”
(S. Tamaro, “Yüreğinin Götürdüğü Yere Git”, sa:98)
“Praskovya Fiyodorovna:
-Hadi canım sen de büyütüyorsun! diyordu.
-Ne büyütmesi? Sen farkında değilsin. Bakışlarından ölüp gittiği belli adamın. Gözlerinin iyice feri
kaçmış. Nesi var kocanın?”
(L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:64)
“MEKTUP
-----------Üstelik orda
-yüksekte, derinliğinde göğüneski haliyle
gözalıcı uçuşu sürüyordu martıların.
Gökyüzü mika örneği ışıyordu yine,
engin yine maviydi
ve alabildiğine aydın.
Ufukta her akşam üzeri yine
yavaş yavaş siliniyordu
rengi bezlerin
ve yitiyordu yelkenler uzak bir yerde,
ama feri bitmişti bizlerdeki gözlerin.”
(Nikola Vaptsarov<1909-1942>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
10.09.09)
Gözlerinin içi gülmek : Sevinçten gözleri parıldamak, içinin mutluluğu gözünde ışıldamak
“Kamran’ın gizli gizli üzüldüğünü gördükçe, Müjgan, adeta seviniyor, gözlerinin içi gülerek
yakınıyordu:
-Nafile, Feride’yi bize bırakmayacaklar. Mamafih, her şeyden evvel, onun eğlenmesi, açılması lazım.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:395)
Gözlerinin önünde canlandırmak : Hayal etmek, kurgulamak, anımsamak, geçmişi imgelemek
“Birden nişan törenini hatırladı. Tören sırasındaki coşkusunu, herkesin kendisine hayranlıkla, sevgiyle
bakışını gözlerinin önünde canlandırdı. ‘Şimdi de aynı şeyleri mi yapayım yani? Kız istemeye gittik! Konuştuk!
Bayağılıklar...”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:473)
“Birden kumral üniversiteliyle hademe arasındaki sahne bir şimşek hızıyla gözlerinin önünde
canlanıverdi. O zaman, ‘Ulan karı kılıklı hergele!’ diye bağırdı. ‘Şu adamı hemen tutmazsan barsaklarını
deşerim senin! Haydi davran korkak herif!’ ”
(E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:238)
Gözlerini süzmek : Cilve yapmak amacıyla kadınların karşı cinsi çekmek için kullandıkları davranıştan biri
“Beyaz göğsün bana karşı
Açma beni öldürüsün
Ela gözler süze süze
Bakma beni öldürürsün”
(Gevheri-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri II”, xv.-xvı. yy., sa:178)
Gözlerini toprak doyursun : Ne doymak bilmez, ne haset insanlar, gözlerini toprak doyursun (Ölsünler,
gitsinler!) bağlamında bir ilenç
“Öyle ya, iki gözüm Padişah’ım hiç böyle şeyler ister mi? Hep etrafındaki adamlar onun kuruntularını
körüklüyor. Kimbilir ne dalavereler var? Gözlerini toprak doyursun, ne rütbeye, ne nişana, ne paraya
doyuyorlar!”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:200)
Gözlerini yıldırmak : Korkutmak, cesaretini kırmak
“-Parası yoksa...
-Yol olduğu yüzde yüz...
-İnanmıyorlar mı?
-Biliyorlar. Aslında kötek bu fukaraya atılmakta, ötekilerin gözlerini yıldırmak için atılmakta...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:117)
Gözlerini yummak : Hayatını yitirmek, ölmek; Sevdiği birinin hatasını görmemezlikten gelmek
“Bir ana babadan doğmuşlardı. Kendi talihsizliği yanında kız kardeşininki... Nefise’nin ikinci kocasıydı
bu. İlki de bunun gibi, hatta şimdi konduğu tarlaların anlı şanlı ağasıydı. Gözlerini yumunca karısına dağ taş mal
bırakmıştı.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:96)
“Dişi Aslan
-----------Şimdi can çekişiyor, kumral dişi aslan.
Gittikçe daha çok sendeliyor ardım sıra,
bana yetişmek için telaşlanıyor doğrulduğumda.
Burnunun ucunda boncuklanan kan pıhtısını görüyorum.
Yanlamasına yatıyor, sarı,
sönükleşen bakışını kaldırıyor.
Soruyorum: Gücün nereye gitti?
Sesin nereye kayboldu?
Gövdemi yorgun pençelerinin arasına bırakıp
onunla birlikte gözlerimi yumuyorum.
(Barbara Korun<d.1963>-Nazmi Ağıl, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 03.01.08)
“Huambisa savaşçıları çok kıyıcı insanlardı, değil mi? Belki de. Ama Aquilino’ya karşı bayağı iyi
davranıyorlardı. Ona ok ve zıpkın yapmayı öğretmişlerdi. Hatta, zehirli ok yapabilmek için oydukları dallarla
oynamasına bile göz yumuyorlardı.”
(M.V. Llosa, “Yeşil Ev”, sa:230)
Gözlerini (gözünü) yummamak (sabaha kadar) : Tüm gece uyumamak
“Sabah oldu. Sabaha kadar gözlerini yummamıştı. Kalktılar. Hacı:
‘Bekleyelim mi Kamil Ağanın haberini?’ diye sordu.
Çakırcalı, gözleri kan çanağına dönmüş:
‘Hele bir köye gidelim de, sonrası Allah kerim.’ ”
(Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:28)
“Hüzeyin Ağanın evinin sefaletini anlatamam. Ev de başları bitiştirilerek, alt uçları toprağa dikilerek
yapılmış ağaçlardan... Yalnız yarım metre kadar taş örmüşler dört bir yanına. Öyle bir yatak ki, sabaha kadar
gözümü yummadım.”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:31)
“Aileler cümbürcemaat gelmişlerdi: Gençler, yaşlılar, birkaç da çocuk. İkinci kahvaltıda, ‘Konuklar
geldi,’ dedi balık taciri; ‘Helsingör’den gezmeye ve dansa gelenler! Evet, Tanrı korusun bizi, bu gece hiç
uyuyamayacağız; dans edecekler..... Evet, Tanrı belalarını versin. Gözümüzü yummayacağız.”
(Th. Mann, “Tonio Kröger”, sa:128)
“O gece, gözlerimi yummadan, kendi kendime, ‘Öldü,’ dedim ve bu söz beni etkileyecek mi, bir damla
gözyaşım akacak mı ya da öyle bir şey olacak mı diye merak ettim. Hiç bir şey olmadı. Öteki yanıma dönüp
uyuyakaldım.”
(S. Tamaro, “Anima Mundi”, sa:38-9)
“Thérese, keskin bir toprak kokusu içinde yerin altına, içi ölülerle dolup taşan bir mezara gömülmüş
sanıyordu kendini. Bu düşünce onu teselli ediyor, sakinleştiriyordu. Kendi kendine artık öleceğini ve tüm
acılarının dineceğini söylüyordu. Bazen de gözünü hiç yummadan oturması gerekiyordu. Susanne geliyor,
tezgahın yanında akşama kadar oturup, iş işliyordu.”
(E. Zola, “Thérese Raquin”, sa:204)
Gözleri önüne sermek : Ayan beyan olmak, gerçek açıkça ortada olmak
“Gustavo hep böyle olmuştu zaten. Zayıf karakterliydi. Son aylarda kendi mücevherleri bile
değerlerinin yarısına satılmıştı. Yalnızca son zamanlarda durumu ailesinin gözleri önüne sermişti. Mahvolmuş
durumdaydılar. Fabrika iflas etmişti. Hepsinin har vurup harman savurdukları para, geri gelmiyordu.”
(J.M. de Vasconcelos,“Çıplak Sokak”, sa:82)
Gözleri pörtlemek : Yuvalarından dışarı fırlamak
“Gözleri dışarıya pörtlemiş, ‘beni kurtarın, kurtarın, kurtarın beni...’ Gidiyor bir bataklığa düşüyor.
Batak kan içinde kalıyor.”
(Y. Kemal, “Yılanı Öldürseler”, sa:97)
Gözleri şimşek çakmak : Gözlerinde vahşi parıltılar olmak, kızgınlık ve endişe saçmak
“Ama bir ikindi vakti midesinden gelen bulantılar için Doktor Meade’e gittiği zaman; omuz
silkmelerinin, aldırış etmemelerinin, ilgisiz kalmalarının bir yarar sağlamadığını anladı. O akşam gözleri şimşek
çakarak yatak odasına girdi ve Rhett’e hamile olduğunu söyledi.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:II, sa:1124)
Gözleri yaşarmak, yaşla dolmak, yaşlı olmak : Ağlamaklı, kendini çaresiz, zavallı durumda hissetme
“Cuma selamlığından sonra karısı ile uzun bir konuşma yaptıktan sonra Paşa, selamlığa çıktı ve evvela
İmam’ı kabul etti. O gün Hacı İlhami Efendi gözleri yaşlı, boynu bükük bir ihtiyar manzarası veriyordu.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:99)
“Cuma kendi ezgisini çalmayı sürdürdü. İki farklı ezginin aynı anda çalınması hiç de hoş bir kontrpuan
oluşturmuyor, aksine çatlak ve uyumsuz ve gürültü çıkarıyordu..... İşte o an Cuma dans edip flüt çalarken benim
de ona eşlik ettiğim saatler boyunca ben onunla ikimizin bir uyum içinde olduğunu sanırken, onun, benim
farkında bile olmadığını anladım..... o cehennemi dönüşünü bırakması için kolunu tuttuğumda, benim
dokunuşuma bir sineğin konuşu kadar tepki vermedi. O zaman iyice anladım ki kendi kendisine malik olmadığı
bir nöbete girmiş durumda ve ruhu şu anda Newington’da olmaktan daha ziyade Afrika’da. Utanarak
söylüyorum ama gözlerim yaşlarla doldu; müzik aracılığı ile Cuma ile bir iletişim kurabileceğimize dair
kurduğum kuram geçersiz kılınmış, bu keşfimden dolayı duyduğum sevinç yokolmuştu.”
(J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:78)
“‘Arkadaşlığa ihtiyacın yoksa Tanrı yardımcın olsun,’ diye fısıldıyor. Fyodor Mihayloviç masadan
kalkıyor ve kadınlara sırtını dönüyor. Acaba neye benziyorum, diye düşünüyor. Odada ayna yok. Yeniden yerine
oturduğunda, gözlerine dolan yaşlar yok olmuş.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:115)
“DELİ -... Yeter ki sizin de bir kalbiniz olduğunu hissettirebilseydiniz. İki ‘yürekli insan’, bir an için
polisliklerini bırakıp, anarşistle birlikte onun şarkısını söylüyorlar... Onu mutlu etmek için... ‘Yurdumuz bütün
cihandır bizim’... Kimin gözleri yaşarmaz...”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:48)
“RIDOLFO - Neredeyse ağlayacağım.
D. MARZIO, sürekli tek gözlüğü ile bakarak, kendi kendine. - Aman ne deli şeyler!
EUGENIO - Eve gitmemizi ister misiniz?
VITTORIA - Böyle yaşlı gözlerle ve perişan halde eve gidemem; annem ve akrabalarım evde beni
bekliyorlar; beni gözleri yaşlı görmelerini istemem.”
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:115)
“Luc, aklı başından gitmiş, koşa koşa kışlaya yalnız döndü ve gözleri de, sesi de yaş dolu, ikide bir
burnunu silerek olayı anlattı: ‘Eğildi... eğil... eğildi... o kadar... o kadar ki tepetaklak oldu...”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:113)
“Güneş ışını hala çırpınan balıkların üstüne düşüyordu. Pantuflacının gözleri yaşla doldu, arkadaşına
dönerek:
‘Hoşçakal Bay Sovaj,’ dedi, ‘hakkını helal et!’ ”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:67)
“Seppe’nin gözleri yaşla doldu, kendi kendine şöyle söylendi:
‘Sen artık kunduracı değilsin, sen bir tornacı da değilsin, sen yalnızca Wirtemberg’li bir hiçsiz’ ve
bütün yüreğiyle eskiden neyse, öyle kalmaya ant içti.”
(E. Mörike, “Stuttgart Cücesi”, sa:72)
“Betsi’nin gülmeyi kesmek istediği belliydi, ama tutamıyordu kendini, pek seyrek gülen insanlarda
görülen neşeli bir gülüştü bu. Gülmekten gözleri yaşarmıştı.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:567)
Gözleri yerinden fırlamak : Gözlerini hiddetle irileştirmek
Bk.: Gözleri yuvalarından fırlamak
“Koca ispiyoncu. Hayvanoğlu! Eğer şu anda karşımda olsaydı o, sevgili dostum, gözleriniz yerinden
fırlardı, onu nasıl evire çevire döverdim, serçe parmağımla nasıl paramparça ederdim, görürdünüz!’ ”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:305)
Gözleriyle yemek : Sanki yiyecekmiş gibi -özellikle cinsel içerikli- dik dik bakmak
“Zavallı ben! Onun insanın aklını başından alan bu halini gördükçe uğrunda yalnız Epaminonda’yı
değil, anamı babamı da öldürebilirdim. Rakibim de aynı şeyi yapardı sanıyorum, çünkü o da benim kadar kızı
gözleriyle yiyordu.”
(P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:55)
“... bütün gece dans edelim diye balta oldu. Bir de üstüne bana sigara tabakasını hediye etti. Lola deli
oldu, tabakayı metrdotele verdi.
Somurtkan bir yüzle ekledi:
-Gümüştü, üzerinde küçük taşlar da vardı.
Mathieu:
-Sizi gözleriyle yiyor, dedi.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:189)
Gözleri yollarda kalmak : Beklenen haber, mektup ya da özlenen kişi
“DUNYAŞA - Gözlerimiz yollarda kaldı... (Anya’nın paltosunu, şapkasını çıkarmasına yardım eder.)
ANYA - Yolda dört gece uyumadım... Şimdi de dondum.”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:106-7)
“Buyurun, İlüşa’nın yatağına yahut şu sedire oturun. Hoş geldiniz aziz misafirimiz, doğrusu gözlerimiz
yollarda kaldı.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:52)
Gözler velfecri okumak : Oynak, zeki gözler ama hilebaz, düzenbaz, ardında birşeyler sakladıkları, hilebaz
oldukları açıkça okunuyor
“Tanrı’nın çöldeki kalesinde geçirdiğim ilk geceyi nasıl unutabilirim? Sessizlik, karanlık, kör bir
kuyunun dibine düşmüşüm gibi, etrafıma kurulup yığılmıştı ve birden, ses halini aldı, ruhum titremeye
başladı:
-Burada evimde ne arıyorsun? Sen samimi değilsin, namuslu değilsin, gözlerin velfecri okuyor, sana
güvenim yok. Her an ihanet etmeye hazırsın, dinin birçok dinsizliklerden ibaret huzursuz bir mozaik.”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:263)
Gözler yuvalarında kapkara iki civa yuvarlağı gibi oynamak : Zeki, işlek gözler
“Bu işler asla aceleye gelmezdi. Arabın dediği gibi ‘şuvey şuvey’, yani yavaş yavaş! Fakat ne gözler
vardı kadında ya! Yuvalarında kapkara iki cıva yuvarlağı gibi oynuyor, oynarken de zeka şimşekleri çaktırıyordu
adeta.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:59)
Gözler(i) yuvalarından fırlamış, oynamış, uğramış : Korku ya da heyecanla gözlerin dışarı fırlar gibi
alabildiğine açılması
“No problem ortak. New York’a gidince hünerimi gösteririm sana. No problem. Öyle etkileneceksinki,
ağzın açık kalacak. Garanti veririm. Gözlerin yuvalarından fırlayacak.”
(P. Auster, “Şans Müziği”, sa:38)
“Artık sen havada gösteri yapan bir sanatçısın Walt, türünde teksin, senin gözterini izleme ayrıcalığı
karşılığında insanlar yüksek para ödeyecekler. Bayramlık giysilerini giyip kadife koltuklarda oturacaklar, salon
kararıp projektörler senin üstüne çevrilince gözleri yuvalarından fırlayacak. Ölüp ölüp dirilecekler Walt.”
(P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:146)
“Haceli baktı baktı. Irazca’nın elindeki nacağın çeliği parlıyordu. Ahmet çocuğun gözleri yuvalarından
oynamış, bekliyordu. Döndü gitti. Kağnısının başında durdu.”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:100)
“... çocuk misafirin kan lekeleri bulaşmış yüzüne, titreyen parmaklarıyla parayı tuttuğu ellerine gözleri
yuvalarından fırlamış, korku ve şaşkınlıktan ağzı açık bakıyor, her halde söylediklerinden pek azını
anlayabiliyordu.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:61)
“ROSA - Ah; uğraşıyorlar. Çok başarılı bir psikiyatrist nöroloğu da çağırmışlar, ismini
hatırlamıyorum şimdi..... Ama bir montaj zincirinin önüne getirip, eline bir havya verip, ‘Haydi Antonio, lehim
yap, yıllarca yaptın bunu.’ dediklerinde, beyni yerinden... gözleri yuvalarından fırlamış sanki... Cin çarpmış gibi
bağırmaya başlamış..”
(D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:56)
“Aradan iki ay geçti. Kayığın battığı ve içindekilerin boğulduğu duyuldu. Nişanlısının boğulmuş
olduğunu duyunca, kızın beti-benzi attı, gözleri yuvalarından uğrar gibi oldu. Bilinci, dönüşü pek güç
uzaklıklara kaçtı.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:137)
“Karşısındakileri şaşırttığına, sevindirdiğine inanmış, güvenle sırıtıyordu.
Nurettin’in gözleri yuvalarından fırlarcasına büyümüştü;
‘Ne diyorsun be İziko?’
‘Ne diyorsam onu söylüyorum Çorbacı. Perşembe Pazarı’nın kırk yıllık İziko’su ne dediğini elbet
bilir.’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Bordamıza Vuran Deniz”, sa:36)
“Ama Yüzbaşı Sagner’le Teğmen Lukaş’ın şaşkın ve çaresiz bakışlarını görünce, kendisine soru
sorulmasını beklemeden <Şvayk> atıldı:
‘İmparator Hazretleri’ne ihanet ettim diye beni kurşuna dizmeye kalktılar, komutanım!’
Gözleri yuvalarından uğrayan Teğmen Lukaş, ‘Aman Tanrım, sen ne dediğinin farkında mısın?’’ diye
bağırdı. Benzi kül gibi olmuştu.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:2, sa:260)
“ALTINCI MİMOS
KORİTTO
Ama işçiliği işçilik!.....
Bana iki kamış gösterdi, görünce gözlerim
yuvalarından fırladı, Metro, burda biz bizeyiz,
hiçbir erkeğinki öyle dik olmaz, öyle dümdüz.
Bir uyku gibi. Kayışları yünden, meşinden değil.
Hiçbir kunduracı kadınları onun gibi anlayamaz.”
(Herodas, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:33)
“Cehennemi gece, tabiatın en güzel yeniden uyanış devresinde kanlı gece… Ağaçları kökünden sökecek
kadar kuvvetli yetmiş adam, yıkılan sütunlar gibi sağa sola devriliyordu. Kışlada, iki uzun, uçsuz bucaksız yatak
oluşturan halılarla örtülü iki sıra tahta dizisi üstünde ve yerde, hayattan kam almak için yaratılmış insan
vücutları, iğrenç yemek artıkları ve kusmuklar içinde ağızları köpürmüş, gözleri yuvalarından fırlamış,
çırpınarak kıvranıyordu. Nemli, yapraksız kavaklar dehşetinden ürperiyor gibiydi. Konağın iç kapısı yanında,
uğursuz mastikayı <Yunanlılara has sakızlı süt> içmeye yanaşmamış iki haşin Rum, bıçaklanmış olarak, kendi kanları
içinde yatıyordu.”
(P. Istrati, “angel dayı”, sa:92)
“Terden sırılsıklam olmuş soluk yüzü, boğulanların yüzüne benzemişti. Öfke bu yüzü öylesine
şekilsizlendirmiş ve değiştirmişti ki Codine’i nerdeyse ben bile tanıyamayacaktım. Yuvalarından fırlamış gözleri
ile çevreye donuklaşmış bakışlarla bakıyordu.”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:48)
“ ‘Tamam. Sadece Antonio Imbert ve Luis Amiama’nın tutuklandığı haberini veririm size, tabii
yakalayabilirsek.’ Balaguer, komploya katılıp da tutuklu olmayan ya da öldürülmüş olmayan bu iki kişinin her
adı geçtiğinde olduğu gibi, genç adamın gözlerinin yuvalarından uğradığını fark etti.”
(M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:441)
“Gülerek havaya bir bakışı vardı ki, herkesin ilgisini çekerdi; akşam boyunca komiklik olsun diye
yapmayacağı, söylemeyeceği şey yoktu. Üstelik de bir de horoz gibi kavga ederdi. ‘Neyin var Rosa?’ derdi biri,
orkestranın çalmasını beklerken. ‘Korkuyorum,’ (gözleri yuvalarından fırlardı bunu söylerken); ‘Şu arkada
gözlerini bana dikmiş bir ihtiyar gördüm, dışarda beni bekliyor, korkuyorum.’ ”
(C. Pavese, “Güzel Yaz”, sa:9)
“En büyük mutluluğum budur derken, bir yandan
Yüreğim ne kadar çok hata işleyip durdu;
Gözlerin fırlar gibi oldu yuvalarından,
Humma çıldırttı beni, ta canevimden vurdu.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:119, sa:279)
“Ananias, odanın içinde birden ayağa fırlamıştı:
-Bay Antao, Bay Ananias!...
Antao, kapıyı açınca, kadının solgun yüzünde yuvalarından uğramış gözlerini gördü; dağınık saçları,
yüz çizgilerine daha da acınası bir görünüm veriyordu.
-Buyrun girin.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:43)
“SHANNON - (Ardından Shannon görünür, sırtında buruş buruş beyaz bir keten vardır. Soluk soluğa,
ter içindedir, gözleri yuvalarından fırlamıştır. Shannon, tam bir ‘suratsız İrlandalı’dır. Sinirsel durumu apaçık
ortadadır; daha önce kafayı üşütmüş -hem de bir değil bir kaç kez- yakında gene üşütmek üzere olan bir genç
adam; yaşı otuz beş dolaylarında.)
(T. Williams, “İguananın Gecesi”, sa:14)
“Yörenin soylu çiftçisinin karısı Mrs. Haines, bataklıkta midesine indirecek bir av görmüş gibi
yuvalarından uğramış patlak gözleriyle kaz-suratlı kadının teki, yapmacıklı bir sesle, ‘Tam da böyle bir gecede
açılacak konu ya!’ dedi.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:11)
Gözleye(i) gözleye(i) dört gözlü olmak : Dört gözle beklemek
“Lena birden Hristoya döndü, ‘Hıristo,’dedi, ‘ben seni bekliyordum. Bizimkiler, yani Melek Hatunlar,
Kazdağındakiler, Sarıkızın memleketinden olanlar gözleyi gözleyi gözüm dört oldu diyenlerden oldum. Seni
gözleyi gözleyi gözüm dört oldu. Bana bir kağıt getirdiller, kağıdı okudular, dediler ki senin dört oğlunun
dördünü de öldüürdüler, işte burada yazıyor. Bu kağıt şehadet kağıdıdır.’ ”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 4-Çıplak Deniz Çıplak Ada”, Cilt:4, sa:156)<
“İnce Memedin ölüm haberini bekleye bekleye bir hal olmuştu. İkide bir Ali Safa Beye gidiyordu, ‘hani
oğlum Ali? Gözleye gözleye gözüm dört oldu,’ diyordu.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:387)
Gözlüye hod gizli olmamak : Görebilen göz görür, ‘Erdem kişiye engel yoktur’ bağlamında
“Gördün mü Deli Medmed’in zevkini? dedi.
-Siz de benim gibi buradan gördünüz mü?
“Gözlüye hod gizli yoktur!”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:14)
Göz nuru dökmek : Gözüyle uzun emekler vererek narin elişi yapıtlar ortaya çıkarmak
“Ailemizin en yaşlı teyzesiydi Tata Claire. Karlman’dan yıllar sonrasına taşıdığı siyah elbisesi,
Diamanstein’dan, belki de artık hayatta olmayan bir sevgilinin kendisine hediye ettiği inci gerdanlığıyla nasıl da
hüzünlüydü o akşam... Bin bir özenle işlediği, göz nuru döktüğü ‘brocart’ı yeniden görebilir gibiyim şimdi.”
(M. Levi, “Bir Şehre Gidememek”, sa:27)
Göz nuru el emeği : Gerçekten göz nuru dökerek, uzun süre el emeğinden sonra ortaya çıkarılan yapıt(lar)
“Ermitaj Müzesi’nde I
----------------------------Yüzlerce binlerce milyonlarca göz nuru el emeği
Ayakların
Altında
Çarların
(F. Hüsnü Dağlarca<1914-2008>, “Ötekinde Olmak-Oralarda”, sa:37)
Göz önünde bulundurmak, tutmak, tutulmak : Dikkate almak, o sonucun olasılığını karar mekanizmasında
kullanmak
“Memleketin o zaman içinde bulunduğu mutlu ve zengin durumunu, bunun daha fazla
iyileştiremeyeceğini, oysa bin kez daha kötüleşebileceğini göz önünde tutarak kendi döneminde oluşan bu
mutluluğu sonsuzlaştırmak amacıyla..... ülkemizin temel yasalarına, yabancıların ülkeye girmesine yasaklar ve
engelller koydu.”
(F. Bacon, “Yeni Atlantis”, sa:51)
“Bu gece Paris’te işler yolunda gitmiş olmalı.
Aringarosa numarayı çevirirken, yakında Paris’te olacağı için heyecanlanıyordu. ‘Şafak sökmeden
ayak basmış olacağım.’ Aringarosa’nın kiraladığı uçak Fransa’ya gitmek için onu bekliyordu. Bu saatte ticari
havayolu şirketlerini kullanmayı düşünemezdi, özellikl de evrak çantasındakileri gözönünde bulundurduğunda.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:280)
“Nasıl olmuştu da, babamla birlikte odasına koşan uşaklar Marki’yi, parçalanmış giysilerle, pantolonu
sanki bir kaplanun pençesiyle yırtılmış halde bulmuşlardı?..... Böylece ablamızın sonu, eğiliminin kuşkulu yanı
göz önünde tutularak rahibelik yemini bile etmeden rahibe kılığıyla eve gömülmek oldu.”
(I. Calvino, “Ağaca Tüneyen Baron”, sa:16)
“Çok dikkatli davranıp, birçok ince ayrımı göz önünde bulundurarak, belli bir ölçüde, anlamsız bir
şeyin tam olarak anlamı olmayan bir şey değil, ama kendi içinde bir amlama sahip olmayan şey olduğu
söylenebilir.”
(A. Camus, “Defterler 2”, sa:75)
“Sanatçının en önemli belirleyici özelliklerinden biri işte çizilen bu genel yaşama çerçevesi göz önünde
tutulduğunda ortaya çıkar.Aynı zamanda ‘aydın’ kavramının da temelini oluşturan bu özelliği gereği sanatçı, var
olan gerçekliği yalnızca bir kez varolduğu için benimsemekten ve onaylamaktan yana değildir.”
(A. Cemal, “Aradığımız Tiyatro”, sa:96)
“Felsefi düşünme biçiminin, yüzeysel ve dağınık düşünmenin tam tersi olduğu göz önünde tutulursa,
felsefenin eksikliğinin doğru düşünme bağlamında ne gibi aksaklıklara yol açacağı aslında kolaylıkla
anlaşılabilir.”
(A. Cemal, “Bizi Yaşatanlar ve Öldürenler”, sa:186)
“Hedef de çok iyi belirlenmişti. Çağdaş uygarlığın bütün boyutlarını göz önünde tutarak, Türkiye için
çalışmak.”
(A. Cemal, “Okuyan Gençliğe Mektuplar”, sa:45)
“Sürgün ise farklı. Seçilmemiş. Belki bunu göz önünde bulundurup, kimilerinin kendilerine zaman
zaman pek yakıştırdıkları ‘gönüllü sürgün’ söylemini kullanırken dikkatli olmak gerek!”
(A. Cemal, “Şeref Bey Artık Burada Yaşamıyor”, sa:56)
“Batı’nın günümüzde bu gerçekleri göz önünde tutan felsefe eğitimi, kendini konu açısından felsefe
tarihiyle sınırlar olmaktan çoktan çıkmış, felsefe tarihi yaşayan bir düşünce geleneğinin günümüze kadar uzanan
akışı niteliğiyle değerlendirirken, bir bütün olarak felsefeyi uygulamayı düşünce üretimine dönüştürmüştür.”
(A. Cemal, “Yaşamdan Çevirdiklerim”, sa:17)
Göz önüne almak : Hesaba katmak, dikkate almak, düşünmek
“Sophie derin bir nefes alıp, biraz daha kurcaladı. ‘Bu akşamüstü büyükbabam beni arayarak, onun ve
benim büyük tehlikede olduğumuzu söyledi. Bu, sizin için bir şey ifade ediyor mu?’
Langdon’ın mavi gözleri kaygıyla dolmuştu. ‘Hayır, ama olanları göz önüne alırsak...’ ”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:91)
“Kaptan Delano’nun hayal gücü, İspanyol’un tavrında ve uşağın karanlık suskunluğunda belirgin bir
ortak sahtekarlık havası sezinleyince..... Don Benito’nun tüm organlarının titremesi dahil, söylemde ve eylemde
birlikte rol yapıp, kendisine hileli bir oyun sergilemeleri olasılığı zihninde şimşek gibi çaktı. Daha önce değinilen
fısıltılı görüşmeler de göz önüne alınırsa, danışıklı dövüş kuşkusu da dayanaksız değildi.”
(H. Melville, “Benito Cereno”, sa:85)
“... -yaşı-henüz on yedisinde bile değildi- ve on altıncı yüzyılın sona ermesine daha bir hayli yıl olduğu
göz önüne alındığında, dikkate değer bir akıcılık ve tatlılıkla kaleme alınıyordu.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:19)
Göz(ler) önüne getirmek, koymak, ser(il)mek : Her şey açık, ayan beyan olmak; açıklanmak; sergilenmek
“KÖTÜ KEŞİŞ
Yüksek duvarlar üzre manastırlar
Kutsal Gerçekliği hep göz önüne sermiş
Dindar gönülleri bu yoldan ısıtırlar
Soğuk sofuluklarına son verirlermiş.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:41)
“Bir köşesedi kırık dökük minderli kanepe, boylu boyunca uzanmış cılız bir bedenin belli belirsiz izini
gözler önüne seriyordu.
(H. Melville, “Bartleby”, sa:40)
“Suçsuz bulunacağından emindi. Ama mahkeme önündeki tutumu, çok başka olacaktı. Orada bilimsel
görkemini tümüyle gözler önüne serecekti. Büyük bir olasılıkla yaşayan en büyük sinagog olan adam, bilim
adına savunmasını yaparken tüm dünya kulak kesilecekti.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:357)
“İsmet Küntay Tiyatro Ödülleri’nin bu yılki (1988) dağıtımı, acı bir gerçeği bir kez daha gözler önüne
serdi. Yerli tiyatro oyunu dalında ödüle değer eser bulunamadı.”
(A. Cemal, “Oynamak Varken”, sa:110)
“Ne var ki Aydınlanma’nın her alana egemen kıldığı akılcı düşünce, bu maskeyi çok çabuk düşürdü.
Hıristiyanlığın uygarlığını yaymak adına, örneğin Aztek uygarlığı gibi doruk noktasındaki uygarlıkların nasıl
yıkıma sürüklendiği, yine Batı’nın kültür tarihçilerince bütün çıplaklığıyla gözler önüne serildi.”
(A. Cemal, “Şeref Bey Artık Burada Yaşamıyor”, sa:33)
“Bir köşesedi kırık dökük minderli kanepe, boylu boyunca uzanmış cılız bir bedenin belli belirsiz izini
gözler önüne seriyordu.
(H. Melville, “Bartleby”, sa:40)
“Zaman, mücevher kutum gibi basar bağrına
Ya da giysi dolabım gibi saklar da seni,
Eşsiz kutsallık versin diye eşsiz bir ana
Gözler önüne serer tutuklu görkemini.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:52, sa:145)
“Derken davullar durdu, yorgun eşek görünmeyen bir yerden gelen bir buyruğa uyar gibi sırtüstü yere
yatıp bacaklarını kaldırdı ve dimdik organını gözler önüne serdi. Kadın ortada dönerek, gösterinin sonunu ancak
peşin para ödeyenler görebilirler, diye bağırıyor, bekçi kılıklı iki cambaz ellerinde kırbaçlarla çocukları ve
dilencileri kovalıyordu.”
(A. Tabucchi, “Düşler Düşü”, sa:22)
“Arkasından, iğrenç sözler tufanı başladı. Buteau, ne kadar küfür varsa savurdu, olayı, Françoise’ı yüz
kızartacak şekilde çırılçıplak göz önüne getiren açık saçık tabirlerle diline doladı. Françoise da öfkeden
kuduruyordu.
(E. Zola, “Toprak, “Cilt:I, sa:337)
“Çünkü (Hatıralar’ında bu noktayı usturuplu bir şekilde geçiştirmiş olsa bile, polis arşivleri o günden bu
yana gerçeği bol bol sermiştir gözler önüne) Casanova’nın kağıt oyunlarında, çağının en usta hilekarları ve
sahtekarlarından biri olduğuna şüphe yoktur.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III,sa:54)
Göz öpüşmesi : Yalnızca gözlerden öpülmeye izin vermek; Genellikle çocuklara uygulanan öpme tarzı, oysa
telefon ya da mektupla, büyükler dahil, sevdiklerimize selam yolladığımızda ‘gözlerinden öperim!’i ihmal
etmeyiz -o kimseyi gördüğümüzde gözlerinden öpmeyecek olsak bile“BLOK İÇİN ŞİİRLER
<15 nisan 1916>
--------------------------Adın, ah olamaz, nedir,
Adın, elbet göz öpüşmesidir.
Ayazını tembel göz kapağının,
Kar’ını öpmek onun.
Adın buzdan mavi yudum.
Adınla hep derin uyudum.”
(Marina Tsvetaeva<1892-1941>-Kanşaubiy/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 21.11.02)
Göz pınarları kurumak : Ağlamaktan bitap düşmek, artık ağlayamamak
“‘Göz pınarlarım kurudu artık’, diye sürdürdü kadın. ‘Bağışlaması yoksa, bir insanın canına gerek
duyuyorsa; yalvar O’na, beni alsın onun yerine, oğlumun vadide, Akbar sokaklarında dolaşmasına izin versin’ ”
(P. Coelho, “Beşinci Dağ”, sa:55)
Göz süzmek : Göz kapaklarını kısarak çapkın çapkın ya da nazlı nazlı bakmak
“ŞAİRLER
<24 Temmuz 1908>
Kentin dışında sessiz bir semt vardı
Bataklık ve kaygan zemin üzerinde.
Bütün şairler orada yaşardı,
Göz süzmek hevesi her birinde.”
(Aleksandr Blok<1880-1921>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 19.02.05)
“Bando mızıkayı göz ucuyla süzdü.
‘Yahu, köy halkı nerde. Çopur Mehmet ne oldu?’ sorusuna çöyle karşılık verdi:
‘Onlar uzaktan alaca-bulaca birşeyler yaklaştığını gördüler. Dereler-tepeler gürültüyle
gümbürdüyordu.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:70-1)
“Daha o akşam, Marki de la Venaye’e ilgi göstermeyi kesti Lamiel ve D.’ye göz süzmeye başladı. Ona :
-Sizi Kont de Nerwinde’le açıkça alay etmek ve adam olduğunu görmek için sevgili olarak seçiyorum,
dedi.
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:124)
Gözucuyla (bakmak; gözetlemek, süzmek) : Gözünün kenarıyla, kimseye farkettirmeden süzmek (bakmak,
incelemek)
“Sabah... Berber dükkanında tıraş olan adamın 7:45 vapurunda bu kadar şık giyindiği halde yine sakalı
uzamış gibi bir hali var. Bu yağmurlu, puslu havada beyaz pantolonu, kolları sıvalı beyaz gömleği, açık renk
kravatıyla şehre inerken adalı genç kızlar, onu göz ucuyla birbirlerine gösterip gülüşüyorlar. O, cebindeki gümüş
paraları şıngırdatıyor.”
(S.F. Abasıyanık, “Şahmerdan-Beyaz Pantolon”, sa:102-3)
“Masaya hindi mi geldi? Babamız, hindiyi saray kurallarına uygun olarak kesip kesmediğimizi, yiyip
yemediğimizi anlamak için göz ucuyla bizi kollardı. Papaz, suçüstü yakalanmamak korkusuyla hindiden bir iki
lokma ya alır, ya almazdı.”
(I. Calvino, “Ağaca Tüneyen Baron”, sa:13)
“Kien, sabahın dokuzundan akşamım yedisine dek o eşsiz konumda kalıyordu. Masasının üstünde açık
bir kitap -hep aynı kitap- duruyordu. Ama Kien, kitaba göz ucuyla bile bakmaya tenezzül etmiyordu. Bakışları,
yalnızca uzaklarla ilgilenmekteydi.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:198)
“Garsonun masaya yaklaşıp olup bitenleri anlayamaması için içinden dua ediyordu. Göz ucuyla sahneyi
izleyen garson da, yanında bir çocukla oturan şu müşterinin hesabı çabuk istemesi için dua ediyordu, çünkü
lokanta doluydu ve bekleyen çok müşteri vardı.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:57)
“Utanç duyar gibi oluyor, ama yüzeysel ve geçici bir utanç bu. Önce yazdıklarında, sonra da hayatında
utanç duygusu eskisi kadar güçlü değil, utancın yerini aşırı uçlara gitmekten çekinmeyen anlamsız ve ahlakdışı
bir kayıtsızlık almış. Göz ucuyla üzerine müthiş bir hılza gelen bulutları görüyor gibi...”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:31)
“Sıcak basmış, eniştem beyaz mendilini hasır şapkasının altına koymuş, uçlarını iki yandan
sarkıtıvermişti. Göz ucuyla halamlara baktım, zaten örtülüydüler ve hiçbir şey onları rahatsız etmiyor göründü.
Nisa da, sakızı ağzında, umursamaz bir hava içinde, bir şeylere dalmıştı. Ağırlaşmış araba, gün batısına doğru
yol alıyordu ve herkes susuyordu.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:70)
“Köylüler
<Gaithersburg, Maryland>
-----------Bekliyorduk favorili köylüyü
saçları arkaya taranmış.
Bizler, diplomaları çerçevelenmiş olanlar,
hiç beklemiyorduk kadını.
Yangının hilkat garibesine çevirdiği
yüzünü, başını gizleyen, plastik, mor
bir maske takıyordu sanki,
liseli gençlerin göz ucuyla bakıp
geçtikleri bir eğlenceye bıraktık onu.”
(Martin Espada<d.1957>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.07.06)
“- ‘İnsan görmediniz mi be yahu?’ diye çıkıştığını işittim. Şöyle göz ucuyla baktım: Küçük bir vücut
üstünde at yüzü gibi kocaman ve uzun bir çehre...”
(R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa:22-3)
“Bayan Lydia yerinde kıpırdamadan oturdu. Babasına göz ucuyla bakmaktan bile çekiniyordu. Bazan
onun tarafındaki elini yanağına dayıyor, elinde olmadan gülümsüyordu.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:104)
“ANNEMİN DÜĞÜNÜ
Ama güvey bir gün elbet gelecek
ve üç kişi olacağız bu evde.
Klarnetler hafiften inleyecek
ve bir sükut hükmedecek kalplerde.
Anam göz ucuyla bakacak ona.
Zamanla sağlıktan söz edilecek.”
(Boris Hristov<d.1945>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.02.08)
“Zaten orada bulunuşunda şaşılacak bir şey yoktu: Ben de onun ortamında yaşıyordum; daha o
zamandan, evli olan ve olmayan çocukların sefaleti hakkında bilinecek ne varsa hepsinin biliyordum. Ama gene
de zaman zaman göz ucuyla onu gözetliyordum. Yeniden entarisini dikmeye koyulmuştu: tozlu ve cılız yüzüne
sarı saçları tutam tutam dökülüyordu. Parmakları uyuşmuş, bütün vücudu tir tir titriyordu.”
(P. Istrati, “hayat yollarında”, sa:18)
“ ‘Oturmaz mısınız?’ diye sordu sonunda, üst üste yığılı duran hasır sandalyelerden birini çekip alarak
onu gezgine uzattı; gezgin bu teklifi reddedemedi. Şimdi içine göz ucuyla şöyle bir baktığı bir çukurun kenarında
oturuyordu.”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:30-1)
“Hani adam, kutsal suyla yüzünü ıslatırken göz ucuyla bana bakıyor olabilirdi. Ama belki de beni daha
önceden farkederek telaşa kapılmıştı, çünkü hiç beklenmedik bir anda fırlayıp çıktı kapıdan.”
(F. Kafka, “Hikayeler-Tapınan’la Söyleşi”, sa:10)
“Ve destani kıssalarla onları heyecana getirmeye çalıştım. Çanakkale’de bulunmuş olan Mehmet Ali,
Mustafa Kemal adını hatırlıyor. Ona göz ucuyla baktım. Başını, yonttuğu söğüt dalından kaldırdı. Benden tarafa
döndü.
-Beyim, Allah vere de, bizi tekrar askere almasalar, dedi.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:27)
“Yerde tortop oldu, şakakları zonkluyordu. Neydi bunun anlamı? Yanık yüzünden aşağı soğuk ter
boşanıyordu. Bazen, göz ucuyla yanında duran soluk delikanlıya bakıyor, bazen de gözleri kapalı, ağzı açık,
dikkat kesilmiş, dışardaki yılanları dinliyordu. Neydi bunun anlamı?”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:173)
“Stanley topuklarının üzerinde dönüp kasaya doğru ilerledi. Uzaklaşırken arkadaşına göz ucuyla şöyle
bir bakınca, Julia’nın kısa bir tereddütten sonra telefonu eline aldığını gördü...... Fişi cebine yerleştirdikten sonra
telefonu yeni kapatan Julia’ya döndü.
‘Eee? Geliyor mu? diye sordu sabırsızlıkla.
Julia boynunu büktü.
‘Bu kez ne bahane öne sürdü?’
Julia derin bir nefes alıp Stanley’e baktı.
‘Ölmüş!’
İki arkadaş bir süre birbirlerine öylece bakakaldılar.”
(M. Levy, “Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey”, sa:17)
“Lamia ne tespihe ne de Efendi’nin küçük parmağındaki mühüre bakıyordu. Sadece göz ucuyla, kalın,
erkeksi parmakların kımıldamadıklarını görebiliyordu. Bunun üzerine hızlandı, iki adım attı, yere diz çöktü ve
sepeti koydu. Kalkacağı sırada yüreği ağzına geldi: Narlardan biri yere düşmüştü.”
(A. Maalouf, “Tanios Kayası”, sa:34)
“Adımlarını hızlandırarak adamın yüzünü görmeye çalışmasının daha doğru olacağına karar verdi.
Onlara yetişmeye, gözucuyla olsun adamın yüzünü görmeye çalıştı.”
(M. Mungan, “Çador”, sa:23)
“GARSON
-----------Biramdan bir yudum alıp bunu
Yazmayı sürdürüyorum, bir sigara
yakıyorum sonra.
Hemen bir kül tablası getiriyor.
Teşekkür edip
uzun bir süredir göz ucuyla süzdüğü
gazetenin spor ekini uzatarak
isteyip istemediğini soruyorum.”
(Henrik Nordbrandt-Murat Alpar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.05.03)
“Mathieu yanıt vermedi: adeta gözucuyla ona baktı. Elleri yeniden kumu kazmaya başlamıştı.”.....
“Jeannine içini çekti ve genç adam gözucuyla ona baktı. Kız başını kaldırmıştı ve kaygılı görünüyordu, mutlaka
onu rahatsız eden bir şey vardı.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:32;35)
“Gerçeğe göz ucuyla yan baktığım da doğru,
Ama gönlüme yeni gençlik verdi bu suçlar;
Değersiz tutkuların ortaya attığı şu:
Her sevginin üstünde, sana olan aşkım var.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:110, sa:261)
“Düşünün br kere, o kerataların sadece sapasağlam, iyi durumda ayakkabıları değil, üstelik gümüş
tokaları da vardı. Giysilerime, belki hatta ayakkabılarıma dikilen bütün bu aptalca bakışları göz ucuyla
görüyordum, bu da yüreğimi parçalıyordu.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:21)
“Sofracıbaşı kolunda peçete, uşaklara göz ucuyla işaret ediyor, duvar saatiyle Prens’in geleceği kapı
arasında telaşlı bakışlarıyla durmadan mekik dokuyarak sofra takımlarının yerleştirilmesine nezaret ediyordu.”
(L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:I, sa:235)
“Adam dükkanda yine volta atmaya başladı; bir yandan da, onların suç ortağı olabileceğinden
kuşkulandığı Octave’a göz ucuyla bakıyordu. Genç adam da onu belli etmeden şzliyordu.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:II, sa:123)
Gözü açık : Açıkgöz, fırsat kollayan, dikkatli
“ ‘... Dünyaya geliş sebebin, daha doğrusu dünyaya gelişindeki hikmet, boş atıp dolu tutmak için. Bunca
enayi insanlara benim gibi gözü açıklar da lazım. Allah gafurrahimdir. Yemesini bilmeyen kullarına elbette
yemesini bilenler gönderecekti.’ ”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:153)
Gözü açık gitmek, gitmemek : Bir emele kavuşmadan ölünürse gözlerin geride, açık kalması; Emeline
kavuşarak mutlu ölmek
“B. TYLER - Bakın, Tommy koşarak geliyor. Bunu gördüm ya, gözüm açık gitmeyeceğim.”
(S. Beckett, “Bütün Oyunları - 1”, ‘Tüm Düşenler’, sa:147)
“Şimdi onu Adrian’ın her zaman dilediği gibi saf ve temiz bir sevgiyle seviyordu. Bu muhabbetlerini
Mösyö Max’dan bile saklamıyorlardı. Çoğu kez akşamları mutfak ocağının yanı başında yaptıkları sohbetlere o
da katılırdı. Uysal Alman, Adrian’a hayrandı, hatta bir gün karısına: ‘Ölürsem seni koruyacak candan bir dostum
olduğunu bildiğim için gözüm açık gitmeyeceğim,’ demişti de Anna bir genç kız gibi kızarmıştı.”
(P. Istrati, “Uşak”, sa:118)
Gözü açılmamış : Tecrübesiz, utangaç, kendine güvensiz genç
“Romantik roman genellikle külkedisi tema’sına dayanır. Çoğu kez nispeten gösterişsiz bir çevreden
gelen kadın kahraman utangaç, kendine güvensiz, güzel ve henüz gözü açılmamış bir kızdır.”
(A. Storr, “Yaratma Dürtüsü”, sa:38)
Gözü açılmış : Gerek eğitim ve gerekse sosyal öğrenilerle deneyim kazanmış kimse
“‘... öğrencisini sersemler şahı yapmaktan başka bir işe yaramayan rahip Condillac örneği var
karşımızda. Dinsel törenlere katılıyordu. 1796’da da bu ülkelerin topraklarını üç katına çıkarabilecek general
Bonoparte’la görüşüp koşulları saptamasını beceremedi. İkincisi, on yıl peş peşe bakan kalacağımı hiç
düşünmemiştim. Şimdi artık her şeyde gözüm açıldığından kurtardığım bu her kafadan bir ses çıkan topluluğu
kendi haline bırakmadan önce, bir milyon toplamak istiyorum.’ ”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:465)
Gözü arkada gitmek, kalmak : Aşırı sevgiden ya da kendine olan güvensizlikten vb. nedenlerden, aklı, gönlü
geride bıraktığınla olmak (aile, askerlik, sevgili, vatan )
“SEVİNSİN
-------------On parmağında on hüner vardı
Biz onun sevgili kulları.
Dünyasını abad eyledik
Bir can verdi bize bin alır
Gideriz gözümüz arkada kalır
Sevinsin”
(B. Rahmi Eyüboğlu<1913-1975>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1,
sa:324)
“BARBAROS MEYDANI
------------------------------Meydanın ilersi deniz kıyısı
Karaya çekilmiş kayıklar,
İskele gazinosu yanda
Sulara dökülmüş ışıklar,
Üsküdar şu karşısı.
O nemli topraklara
Ana çöker yorgun argın,
Kalmış gözü arkada
Kendi ayakta kızın”
(B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:23)
“Bir satır olsun almadım ondan
Doğrusu ölsem daha iyi,
Durmadan ağladı giderken;
‘Sappho’, dedi,
‘Bu ayrılığa dayanmak gerek.
Gözüm arkada gidiyorum!’ ”
(Sappho<İ.Ö.610-580>, “nedir gene deli gönlünü çelen”, sa:63)
Gözü arkada kalmamak (olmamak) : Birine fazla güvenmek, emniyet etmek; Kişiye duyulan emniyetten
dolayı, ölünce gözlerin açık kalmaması, gönlü rahat ölmek
“Sanayici. Noel Baba gibi mübarek! Seni ömür boyu rahat ettirecek bir para ayırdı senin için. Başına bir
şey gelecek olursa karına, çocuğuna da bakacak, gözün arkada kalmasın.”
(D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:51)
“Haydi kaleye gel de konuşalım. Seni gözüm tuttu. Ölünce gözüm arkada kalacaktı.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:78)
“Kadın dingin bir yüzle Octave’a gülümsedi ve masa üzerinde duran kitaba saf gözlerle baktı.
-Ah! Çok teşekkürler, dedi Madam Campardon. Angele, kızım, git üstünü giy. O sizinleyken gözüm
arkada değil, Madam Pichon.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:I, sa:87)
Gözü doymak : Gözle tatmin olmak
“-Fransa’da bütün papazlar bekardır. Hem de iyi Hıristiyandırlar!
-Fransa, Fransa’dır. Burası da burası! Bizim hep evli keşişlerimiz oldu ve onlara köyün güzel kızlarını
verdik, gözleri doysun da başkalarının karılarına bakmasınlar, diye.”
(A. Maalouf, “Tanios Kayası”, sa:46)
Gözü dönmek : Hiddetten ne yapacağını bilememek, öfkeyle saldıracak gibi olmak
“Kız alışverişe güler yüzle çıktığı takdirde, etin iyisini alabilirdi. Kötü et almanın cinayet işlemekten
ayrılır yanı yoktu. Kız dışarda yarım saatten çok kaldığında, Pfaff’ın gözü dönüyor ve geldiğinde kızını
ayaklarının altına alıyordu.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:415)
“Sırtüstü yere devriliyorum..... gözü dönmüş halde ortalarda dolanan bir at yüzünden. ‘Yakalayın şunu!’
diye haykırıyorum.... At bir hayalet gibi gözden kayboluyor. Aynı anda çadır havalanıp döne döne göğe uçuyor.
Kendimi katlanmış keçelerin üstüne atıp onları aşağıda tutarken kendime öfkeyle sövüp sayıyorum.”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:90)
“Justine, başka insanların yanındayken takındığı yapmacık neşesini, sıkıntısını, huysuzluğunu bırakırdı.
İkisi de ayaklarından ayakkabılaını çıkarırlar, mum ışığında kağıt oynarlardı. Daha sonra yatmaya giderken
Justine birinci sahanlıktaki aynada yakaladığı görüntüsüne şöyle derdi:
-Gözü dönmüş, kendini beğenmiş, cansıkıcı yahudi karısı seni!”
(L. Durrell, Justine-İskenderiye Dörtlüsü 1,” sa:37)
“Entelektüeller savaştan söz ettiler ki, dünyanın savaşı görme tarzı kökten değişti. İnsanlar olanların
dehşetini ve belirsizliğini hiç bu kadar derinden hissetmemişlerdi. Birkaç kez öfkeden gözü dönmüş dışında,
kimsenin tümüyle olumlu veya tümüyle olumsuz görüşleri yoktu.”
(U. Eco, “Beş Ahlak Yazısı”, sa:17)
“Aksi Mahmut’un öfkeden gözleri dönmüştü. Zaten hıncını alacak birşey arayan Mahmut, hazır foku
bulunca, koca bir sopayla saldırıya geçti. Fok kaçamıyor, çünkü yavrusunu bırakamıyordu.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:40)
“LEOPOLD - Ne demek bu, anlamıyorum. Neden artık imzayı istemiyorlar?
BİRİNCİ HERİF - Böyle formalitelere ne gerek var? Sizin davada kararın hükümsüz olduğu ortada.
LEOPOLD - Bununla benim ben olmadığımı mı söylemek istiyorsunuz?
İKİNCİ HERİF - Bunu siz söylediniz! (Kısa sessizlik. LEOPOLD gözü dönmüş bir halde, BİRİNCİ
ve İKİNCİ HERİF’e bakar ve haykırır.)
LEOPOLD - Erteleme istemiyorum!”
(V. Havel, “Largo Desolato” -Buruk Ezgi-, sa:76)
“Anlamı yağmalanmış bir zamanki kültür kavramına hala yürekten bağlı o dönemin insanlarına, gerek
uzman kişiler, gerek entelektüel çapulcular tarafından yazılardan ayrı pek çok konferans da buyur edilmekteydi;
özel nedenlerle bayramlarda, şenliklerde çekilen söylevler şeklinde verilmiyordu bu konferanslar, gözü dönmüş
bir rekabet havası içinde akıl almayacak kadar çok sayıda dinleyiciye sunuluyordu.”
(H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:21)
“Gözü dönmüştü. Vurdukça vuruyordu. Kendine geldiğinde, Halil, yere yıkılmış, can çekişiyordu.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Karacaoğlan”, sa:150)
“Askerler Markiz’i arka avluya doğru sürüklüyordu. Gücü tükenen, yerde yuvarlanan genç kadın
kendini korumaya çabalarken, birden bir subayın askerlerin üzerine yürüdüğünü gördü. Gözü dönmüş askerleri
kırbaçlayaraak kadından uzaklaştırdı. Sonra eğilip genç kadını yerden kaldırdı.”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-O... Markizi”, sa:18)
“Kolayca tasavvur edebileceğin gibi, Murad deliye döndü. Konuştuğu herkese o gözü dönmüş herifi
kendi elleriyle öldüreceğini söylüyordu. Ona göre yaşadığı, kıyametten başka bir şey değildi. Geri adım atmak,
olayı yumuşatmak, hatta uygun zaman kollamak söz konusu olmazdı.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:158)
“Onu kızdırırsanız, damarları patlayacakmış gibi şişer; ağzı acı bir salgı ile dolar, gözleri kan çanağına
döner; yumruğunu sıkar ve öfkeden gözü dönmüş bir halde saldırıya geçer..”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:III, ‘Casanova’, sa:50)
“Kadın tek başına yürüdü... Ne yapacaktı? Neden yalnız kalmak istiyordu? Gözü dönmüş bir halde
pedallara bastım.”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:35-6)
Gözü dört açılmak : Gözler hayretten alabildiğine açılmak; gözü gerçekleri görmeye başlamak
“Eve aynayı tekrar kutusuna koydu, kardeşinin elini avucuna aldı. Yüzü ciddileşmişti. Derin bir
sevgiyle sordu:
-Lucette. André ile senin aranda ne var?
Lucette’in gözü hayretten dört açılmıştı. Biraz bozulmuştu, ama içtendi.
-Hiç. Ne olsun istiyorsun? Onu çok severim.”
(J.-P. Sartre, “İş İşten Geçti”, sa:80)
Gözü dünyayı görmemek : Gözü hiçbir şeyi görmemek, hayat artık zindan olmak
Bk.: Gözü görmemek
“Bir ay evvel buraya geldiğim vakit, okulun müdire hanımı beni karşısına aldı. Elli yaşlarında kadar,
hasta, bitkin bir kadın, bana dedi ki:
-Kızım, birbirinden tam üç ay ara ile dağ gibi iki oğlumu kara toprağa verdim. Dünyayı gözüm
görmüyor.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:337)
Gözü gibi bakmak : Son derece itina ile yetiştirmek, korumak
“‘Dona Rodriguez, bırakın artık, rica ederim,’ dedi düşes. ‘Siz canınızı sıkmayın Sancho, hayvanın
bakımını ben üstleniyorum; mademki bu kadar seviyorsunuz, gözüm gibi bakacağım ona.’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:616)
“Gelelim Sebastian’a. Onunla başladık ama konuyu dağıttık. Sebastian, benim pille çalışan robotum. O
benim yıllar boyu sırdaşım, adaşım, kader arkadaşım olmuştu. Ona yıllardır gözüm gibi baktım, gittiğim her yere
götürdüm, yeraltına bile... Şimdi karşımda, hazin hazin bana bakıyır. Onu da alsam mı, almasam mı?”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Sebastian”, sa:156)
“ ‘Doğru,’ dedi İsmail, ‘Kadri Kaptan yerden göğe kadar doğru söylüyor. Elia Efendi giderken bu
çiftliği satar da öyle giderdi. Memlekete dönemeyeceğini bile bile her şeyini bıraktı gitti. Onlar buradan
gideceklerini çok önceden biliyorlardı. Elia Efendi, ‘ben memleketten gidersem, atlara iyi bakacaksın, gözün
gibi bakacaksın’, dedi giderken.’ ”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 4-Çıplak Deniz Çıplak Ada”, Cilt:4, sa:87)
Gözü hiçbir şey görmemek : Hiddet ya da heyecandan ne yaptığı konusunda pek net olmamak, kafası
işlememek
“Sonrasında, hiçbir şey hatırlamıyorum.. Gözüm hiçbir şey görmeden ona sahip oldum ve hatıradan
hiçbir iz kalmadı. Birkaç saat sonra şafak sökmekteyken kalktı ve bana bakmaksızın sarisini giydi.”
(M. Eliade, “Bengal Geceleri”, sa:136)
“Gelgelelim, kocası bu işten hiç memnun olmamış. Ne vaktiyle yalvara yalvara aldığı karısı, ne
ciğerpare evlatçıklarını gözü görüyor, onları tersyüzüne Manastır’a çevirmek için ısrar ediyormuş.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:152)
Gözü ırak kesmemek : Gözleri uzağa bakamamak; hiçbir şeyi görememek, sezememek
“KEBİK - Halinde bir acayiplik vardır ağam. Ben de görürem, velakin ben de bilmezem sebebi nedir?
Bilmezem derdi, yarası nedir? Ağzını bıçak açmaz, gözünü ırak kesmez.”
(M. Mungan, “Mahmud ila Yezida”, sa:50)
Gözü ısırmak : Biryerlerden tanıyor gibi gelmek
“BN. ROONEY : Zavallı kadın! Bu harabeye dönmüş eski evde yapayalnız...... Christie, siz misiniz?
CHRISTY : Benim efendim.
BN. ROONEY : Ben de katırı bir yerden gözüm ısırıyor diyordum. Zavallı karınız nasıl?
CHRISTY : Daha iyi değil efendim.
BN. ROONEY : Peki ya kızınız?
CHRISTY : Daha kötü değil efendim. (Sessizlik.)”
(S. Beckett, “Tüm Düşenler”, sa:129)
“Ortak, parayı da çıkarıp verdikten sonra, gene gülmeyi elden bırakmayarak, ‘Sizi bir yerden gözüm
ısırıyor,’ dedi. ‘Benimki de sizi ısırıyor,’ diye yanıtladı onu satıcı kabaca. Kendisine gülünmesinden bıkmıştı; bu
iş arkadaşı ya onunla alay ediyordu, ya da deliydi.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:300)
“Dans salonuna geri döndü. Şimdi sanki daha sıcaktı içerisi. Kadınlar iri ipek yelpazelerle serinlemeye
çalışıyorlardı. Bir köşeden birinin dikkatle kendisini incelediğini hissetti. Dönüp baktı. Adamı gözü ısırıyordu.
Ama adını hatırlamıyordu. Sonra birden kafasında ampul yandı: Radu Prajan. Ne işi var burada?”
(M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:76)
“DELİ - Yılan!
BERTOZZO - Onu tanıyorum, bir yerlerden gözüm ısırıyor ama... şu bandını bir çıkarayım da!”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:80)
“Onun da gözü beni ısırıyor, dikkatle yüzüme bakarak:
-Allah, Allah! Bu kadar benzeyiş görmedim. Vaktiyle trende afacan bir okul kızı görürdüm. Size öyle
benzerdi ki... Fakat o, galiba, Fransız filandı.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:252)
“Deve sözü aldı:
-Boğaz’daki bir yoğurthaneye baskına gittik. Tıpkı sizin zamanınızdaki gibi. Ben koştum, kapıyı açıp
‘Buyurun Beyefendi!’ dedim. Yoğurthane sahibi kurt anam avradım olsun. Birden baktım, eski baskınlardan
birinde gözümün ısırdığı bir hıyar orada değil mi?”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:119)
“Adam, gülümseyerek, her zaman gülümserdi:
‘Benim de,’ dedi. ‘Benim de gözlerim artık almıyor ya, gene de gözüm ısırıyor misafiri.
Kestiremiyorum.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:114-5)
“Ka polis denetiminde otele dönmenin mi, şehrin ortasında bir polis arabasına bindiğinin görülmesinin
mi daha güvenli olduğunu hesaplamaya çalışıyordu ki arabanın kapısı açıldı. Ka’nın bir an bir yerden gözünün
ısırdığı (İstanbul’daki uzak amca, evet Mahmut Amca) iri yarı bir adam az önceki nezaketine hiç uymayan kaba
ve güçlü bir hamleyle Ka’yı arabanın içine çekti.”
(O. Pamuk, “Kar”, sa:352)
“LADY UTTERWORD - Hesione, gerçekten tanımadın mı beni? İnananyım mı sana?
Mrs. HUSHABYE, resmi. - Yüzünüz hiç yabancı değil. Sizi gözüm ısırıyor. Acaba nerede
tanışmıştık?”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:16)
“-Emret Doktor Bey abi...
-Emrim... Bak bakalım şu küçük hanıma... Kime benziyor bizlerden?
-Bizlerden mi? -Kaşlarını kabadayı kabadayı çattı- Görmüşlüğümüz var mı hiç?.. Yabancı gelmedi
pek... Gözüm ısırıyor. Arif abilerden mi?”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:219)
Gözü kalmak : Haset duymak, kıskanmak
“Yıkılmış temel direkleri, odalarda birikmiş yağmur suları içinde çürüyordu. Yanmış direklerin
çapraşıklığı içinde eşya parçaları görünüyordu. Öte yanda, duvar parçalarından başka bir şey yoktu. Yangından
kurtulan büyük ahır, pek çok kimsenin gözünün kaldığı bir davarı hüzünle anıyordu. Eski güzel avluda sebestçe
boy atan sazlar, katırtırnakları, baldıranlar, adam boyuna çıkıyordu.”
(P. Istrati, “Angel Dayı”, sa:8-9)
“Bir beyin soylu bir atı vardı. Sultanın sürüsünde ona denk bir tek at bile yoktu. Bey, sabahleyin ata
binip alayına katıldı. Derken Harezmşah’ın birdenbire o atı gördü. Atın ihtişamı ve rengi padişahın gözünü aldı.
Geri dönene kadar gözü atta kaldı.”
(Mevlana, “Mesnevi”, Cilt:6, sa:274)
Gözü kapalı bilmek : Ezbere bilmek, bildiğinden çok emin olmak
“Birkaç keçi çobanı barakasının yanındaydılar o sırada; geceleme sorununu böyle çözmeye karar
verdiler. Sancho iyi bir köyde yatamamaktan ne kadar hüzün duyuyorsa, Don Quijote de yıldızların altında
uyumaktan o kadar keyif duyuyordu; çünkü bunun şövalyeliğinin yeni ve somut bir kanıtı olduğunu gözü kapalı
biliyordu.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:63)
Gözü kara, Gözü karalık, Gözü kararmak, kızarmak : Son derece cesur ve azimli, sonu ne olursa olsun
saldırırse o projeye sarılmak, çoğu kez şans alarak girişken olmak; bir işe giriştiğinde gözü görmemek; Para ya
da cinsiyet konularında ihtiyacı olup şans almak
“Hayat bize hep aynı şeyi öğretiyor, ‘Mükemmel biri yok.’ Ve, en maceraperest olanlarımız, en gözü
karalarımız, en çılgınlarımız şöyle diyor:
‘Biri var ve ben onu bulacağım.’ ”
(A. Altan, “İçimizde Bir Yer”, sa:132)
“Muhtar, köz gibi yanıyor, dizini dövüyordu:
‘Çok gaz kafalı imiş dürzünün tohumları! İnkar edin ulan! İnkar yiğidin galesidir. Ne demeye ikrar
ediyonuz? Sonra niçin Gara Bayram’ın oğluna tasallut ediyonuz? Gözünüz eyice gızardıysa bir gancık eşşek
dutup götürün dereye.’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:121)
“Öyle ki, gözü kara ve Atatürk’e tümüyle yabancı bir bağnazlık içersinde, Atatürk’ün Türk Tarih
Kurumu’nu neden kurmuş olduğunu bir kez daha düşünme gereğini bile duymuyoruz.”
(A. Cemal, “İnsana Dönmek”, sa:52)
“ ‘Bu gözü kararmış aşıklar, La Manchalı şövalye benimle bire bir döğüşmeyi kabul etmediği sürece
eski hallerine dönemeyeceklerdir; kaderin izniyle bu görülmemiş, duyulmamış serüveni sadece onun benzersiz
cesareti bitirecektir.’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:643)
“Bir kadının kendini nasıl verdiğine bakarak o kadının kendini tesadüf tanrısına nasıl vereceğini
bilebilir mi bir erkek? Böyle bir kadının gözü kara davranması, zevke mi, acıya mı götürdüğüne bakmadan,
kendini kaptırması mümkün mü?”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:98)
“ ‘... Bu hareketiniz vatana yöneltilmiş bir sabotajdır. Sakın ukalalığa kalkışmayın, sizin hümanizma
uyuşukluğunuzun hangi gizli yollarla, hangi sinsi hilelerle, masum çocuk ruhlarını delik deşik ettiğini hala
biliyorum.’
Fakat artık gözüm karardı ve:
‘Ama rica ederim, yeter!’ diye haykırdım. ‘Bütün insanların kardeş olduğunu İncil yazmaz mı?’ ”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:18)
“ ‘…..Hele yağmur başlarken, damlalar seyrek seyrek düşerken, topraktan bir koku yükselir, insan da
erişilmez bir sevinçle kendinden geçer. İşte bu koku Akdeniz toprağının kokusudur…..
‘Akdenizdir,’ dediler hep birden. ‘Akdenizin insanları da başka insanlara benzemez,’ dediler hep
birden. ‘Yiğit adamlardır,’ dedi Topal Ali Çavuş. ‘Gözü kara insanlardır,’ dedi Salih. ‘Onlar cömert insanlardır,
dostlarına canlarını bile verirler,’ dedi Kadri Kaptan.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 4-Çıplak Deniz Çıplak Ada”, Cilt:4, sa:87)
“Semiramis elini çekti.
‘Bu gözü kararmış herif (Attila-Attila the Hun) bu kadar ilgini çekiyor demek?’
‘Flaubert’in dediği gibi, Attila benim!’
‘Yapma ya? Biraz daha açıklaman gerekecek, benzerlik hemen göze çarpmıyor çünkü.’
‘O, göçmenin ilk örneğidir. Ona, ‘Artık bir Roma yurttaşısın!’ deseleri, bir ‘toga’ya <eski, tarihi
cengaverlerin başlığı> sarınır, Latince konuşmaya başlar ve imparatorluğun silahlı kuvveti olurdu. Ama ona:’Sen
barbar ve dinsizden başka bir şey değilsin!’ dediler ve o da ülkeyi yıkıp yakmaktan başka bir şey düşlemez oldu.’
”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:310)
“Kapı açılıp da salona girdikleri anda, başıma gelecek olan felaketi anlamıştım. Aynı erkeği çılgınca
seven iki gözükara rakibenin, en kanlı zamanlarında yüz yüze gelmesi gibiydi ilk karşılaşmamız. Sanki benimle
hesaplaşmaya gelmişti. Bana günümü gösterecekti. Kana kandı. Ya o, ya bendi. Salonun ortasında çaresiz
kalakalmıştım.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:15)
“Kanserden Ölmek
----------------------Yaşamın ona kalan payında acısı gibi çağrılmadan
gelen bir gözü karalık
ve soluksuz süren ama kaybedilen bir savaş vardı,
onu rahatlatan dalgaların çıplak bırakıp gittikleri
kayalığın görüntüsüyse seyircilerine kalmıştı.”
(E.J. S-Scovell<1907-1909>-Sevcan Yılmaz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 15.07.04)
“-Sizin yerinizde olsam bir Kızılderili yardımcı alırdım yanıma.
-Biz de düşündük bunu.
-Daha güvende olursuunuz; zaman kaybetmezsiniz. Hem yalnız bu değil. Aşağıda Caraja <Brezilya
Kızılderili kabilesi> köyleri dolu. Fontoura, Mato Verde, Grisosti Grande, Griosti Pequeno, Antonia Rosa,
Jatoba, Tapirapes… <Hepsi aynı tür kabileler.> Hmm… bu gözü kara Kızılderililer arasından geçmek kolay
değil, yarı vahşidirler.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kırmızı Papağan”, sa:123)
“Kişiliği içimde öyle tuhaf heyecanlar uyandırmış olan genç erkekle yüz yüze geliverdik. Bakışlarımız
karşılaştı. Gereksiz bir gözükaralıktı, biliyorum, ama Lady Brandon’dan bizi tanıştırmasını istedim.
Gözükaralık değildi belki de, ne bileyim.”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:15)
“ ‘Fransız savaş hizmetine gireceğim, ordu yakında İngiltere’ye geçecek, bütün mahvımız denizlerde
kaynıyor, bu olasılıkta sonsuz -muhteşem mezarı görüp sevinyorum.’ Gerçekten de gözü kararmış olarak ve
yaptığı işten delirmişcesine Fransa’yı kat edip Boulogne’a atar kendini..”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Kleist’, Cilt:I, sa:34-5)
Gözü kaymak : Bayılmadan, kendinden geçmeden az önce, gözlerin kaykılması; Arada bir kaçamak olarak bir
kimseye ya da yere bakmak
“Babam beni limana kadar uğurladı, ara sıra gözü bana kayıyor, huzursuzluk ve merakla yan yan
bakıyordu; ne olduğumu, ne istediğimi, niçin orda burda serserice dolaşıp Girit’de yerleşmediğimi
anlayamıyordu.”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa303)
Gözü kesmemek : Bir işi yapabilecek gücü kendinde bulmamak
“Şu anda tabancası yanında olsa çekip vurabilirdi. Tabancası yoksa, eli, kolu tutuyordu, yumruk, ya da
hiç olmazsa tokat atabilirdi, ama gözü kesmedi.. Başgardiyan dehşetli güçlü bir adamdı. İş tokat, ya da yumruk
atmaya kalırsa, katip kaybedeceğini biliyordu. Velhasıl bir çuval incir berbat olmuştu.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:63)
Gözü kızmak : Sinirlenmek, hiddetlenmek, kızgınlıktan hiçbir şeyi görmeyip eyleme geçmek
“Başkan bu kez sert bir şekilde daha ölçülü konuşmasını ihtar etti. Ama kıskanç kadının gözü kızmıştı,
sağa sola aldırdığı yoktu.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:305)
Gözü korkmak : Çevredeki görüntülerden ürpermek, korku ve heyecan duymak, çekinmek
“Toros dağlarına geldik. İşte zurnanın zırt dediği yer burası. Şoför, makinayı gayet normal kullanıyor
ya, bizim gözümüz korkmuş bir kere. Bir uçurumdan yuvarlanırız diye ödümüz patlıyor.”
(Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:56)
“Kayınbiraderinin bu kararlı ve katı tutumu karşısında, ayrıca kentte alıp yürüyen dedikodulardan gözü
korkan Düşes, olayın dışında kalmayı yeğleyerek, yasal soruşturmanın Kral huzurunda yapılmasını istediğini
bildiren bir mektup gönderdi. Bu karışık ve zor davanın çözümlenmesi işini tamamen Krallık Yargı Meclisine
bırakarak kenara çekildi.”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-Düello”, sa:138)
Gözü kör olası, kör olsun : Şu ya da bu nedenle, örneğin görme ile ilgili bir kötü davranış arabayla neredeyse
çarpma, hayvanlara eziyet vb. ya da para gibi, eğer yoksa, insanı kudretsiz kılan bir şey için söylenen ilenç:
Allah kahretsin! gibi; Ne yapayım ki, mecburum; Ah, o olmasaydı vb. hayıflanmak
“(Taras) karada, denizde, bütün seferlerde yanından ayırmadığı tiryaki avadanlığını otlar arasında
aramaya koyuldu. O sırada Lehliler tepesine üşüşmüşlerdi. Onu sımsıkı yakaladılar. Taras silkindi, onu
yakalayan Lehlilerden kurtulmak istediyse de gücü yetmedi. ‘Ah, gözü kör olası yaşlılık!’ diye sızlandı.”
(N. Gogol, “Taras Bulba”, Cilt:II, sa:91)
“WALTER - Bu peruka sizin değil mi?
ADAM - Baylar, bu peruka benimki! Hay gözü kör olsun! Bu, benim şu oğlana sekiz gün önce verip
Utrecht’te Mehl ustaya yolladığım Peruka!”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:76)
“-Otomobil getir diyorum! Koş hadi!..
Sarhoş komiser yanaşmıştı. Konuşulanlara kulak verirken elinden bir şey gelmediği için canı çok
sıkılmış gibi içini çekerek başını sallıyor, ‘Görevdir gözü kör olsun!’ diye sanki hayıflanıyordu.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:299)
Gözüm, gözünü sevdiğimin, gözünü seveyim : ‘Canım, ciğerim’ bağlamında, çok sevilen birine yapılan
hitap, bazen bir rica ya da dilek, öğüt
“Hermes, gözüm Hermes, Kylleneli Maia’nın oğlu
yalvarırım sana, tir tir titriyorum soğuktan,
dişlerim birbirine vuruyor...
Bir kaput ver şu Hipponaks’a, bir de harmaniye
sandal ver ona, keçeden mestler
altmış altın ver öbür taraftan.”
(Hipponaks, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:63)
Gözüm çıksın : Karşısındakini ikna etmek için söylenen bir deyim: Sanki söylenen ya da yapılan bir şey doğru
değilse, bu ilenç gerçek olacak
“SMITHERS - Orada putataparlık ayinleri yapıyorlar… Senin gümüş kurşununa karşı yardımlarını
görsünler diye çeşit çeşit şeytan büyüleri, tılsımlar hazırlıyorlar… (Gürültülü bir kahkaha atar.) Gözüm çıksın…
herifler adamakıllı kaçık…”
(Eu. O’Neill, “İmparator Jones”, sa:30)
Gözüm görmesin : Defolup gitsin, onu görmek istemiyorum; o şeyi bir daha görmek istemiyorum
“HJALMAR, bir makas alır. - Arka tarafına yapıştırmak için bir uzunca parça kağıt yetişir. (Keser ve
yapıştırır.) Yabancı mala el sürmek benden uzak olsun. Hele muhtaç bir ihitiyarın malına? Tabii bir
başkasınınkine de el sürmem… hah şöyle… Şimdilik orada dursun, kuruyunca kaldırırsın. Sonra o kağıdı bir
daha gözüm görmesin … Bir daha…”
(H. Ibsen, “Yaban Ördeği”, sa:163)
“‘Matta, yazıcı. Neredesin?..... Ya şimdi bu halin ne, tüyü yolunmuş horoz gibi inleyip duruyorsun:
‘Yeryüzünde hayat, kanat dökmektir’ diyorsun. Hıh! defol, gözüm görmesin!’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:564)
“Kızını bağışlamaya hazırdı o anda. Genç kadın ise, bu durumu kabul etmemekte direniyordu. Çıldırmış
gibiydi. İşte o an, annesinin sabrı taştı; birden oturduğu yerden fırladı ve ‘Git... gözüm görmesin seni. Sen hiçbir
şeye değmezsin. Seni doğurduğum güne lanet olsun!..’ diye haykırdı, odadan çıkıp gitti.”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-O... Markizi”, sa:36)
“HARPAGON -... utanmıyor musun ananın babanın bunca alın teriyle biriktirdiği serveti har vurup
harman savurmaktan?
CLEANTE - Ya siz utanmıyor musunuz böyle dalavereli işlerle adınızı lekelemekten, para isitif
etmeye doymak bilmeyen hırsınızla, şerefi, namusu hiçe saymaktan.....
HARPAGON - Defol, edepsiz, gözüm görmesin seni.”
(Moliere, “Cimri”, sa:64)
“STYOPKA - Kaç haftadır metelik almadım. İhtiyar öldü öleli.
MADAM G. - O durağı cennet olan efendinden öyle saygısızca söz etme. Ruhu şad olsun. Ne
duruyorsun, yıkıl karşımdan. Seni gözüm görmesin.”
(A.N. Ostrovski, “Bu Hesapta Yoktu”, sa:20)
“Parkta olanlardan sonra annemle aramız biraz soğumuştu..... Genellikle hep yalnız yerdim yemeğimi.
Bazı bazı yine öfkelendiği olurdu. Özellikle bana değil, başka şeylere kızınca da başlardı bağırmaya: ‘Defol
karşımdan, gözüm görmesin. Seni yatılı okula kapatacağım. Orada öğrenirsin dünyanın kaç bucak olduğunu!’ ”
(S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:16-7)
Gözümün nuru : Hayatım, sevgilim, yaşamıma anlam veren sen
“Temizlik işiyle uğraşan Makar Kuzmiç’e:
-Merhaba Makarcığım! Ne haber, gözümün nuru? diye seslenir içeri girer girmez.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:15)
“ ‘Ruhu sıkılmaya başlar, sana bir mektup yollar.’ Stepanida İlyinişna, ‘Bu yüzde yüz denenmiş bir
çaredir!’ diyor. Ama pek inanmadım doğrusu. Gözümüzün nuru, sen bilirsin, doğru mu yalan mı bu, bunu
yapsam iyi olur mu?”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:70)
Gözün aydın : Muştulamak, iyi haberi kutlamak için söylenen bir sözcük
“Kadıbaba’ya:
‘Bu sabah İstanbul’dan bir mektup aldım,’ dedi.
Kadıbaba gelecekten emin, memnun bir halle gülüyordu.
‘Oh, oh, gözün aydın evlatçığım.’
‘Eniştem bir ay kadar izin isteyip İstanbul’a gitmem gerektiğini yazıyor.’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:84)
“Deve üstündeki, ince kumda onlara doğru yaklaşıyordu.
‘O! O!’ diye bağırdı balıkçı. ‘Gözün aydın patron, oğlun hoş geldi!’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:146)
Gözünde büyü(t)mek : Bir işe ya da kimseye gerektiğinden daha fazla değer vermek
“‘İsaev’i gözünde büyütmek mi? İsaev ayyaşın tekiydi, bir hiçti, berbat bir kocaydı. Karısı, Pavel’in
annesi, sonunda ona katlanamaz olmuştu.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:155)
“LAVINIA.
O kadar gözünde büyütme işi.
Yalnız şurası belli ki
Düne kadar sürdüğümüz yaşama
Dönemeyiz artık bir daha.”
(T.S. Eliot<1888-1965>, “kokteyl parti”, sa:97)
“Veraguth da doğrulup kalkmıştı ayağa, ama sölpük, pörsümüş bir hali vardı.
‘Pekala, haklısın öyle olmak isitiyorsan,’ dedi yorgun. ‘Beni gözünde büyütmüşsün, asla sandığın
kadar genç, sandığın kadar kolay kırılıp gücenen biri değilim. O kadar fazla dostum da yok, har vurup harman
savurayım. Bir sen varsın..’ ”
(H. Hesse, “Rosshalde”, sa:64)
“Araba hareket ettikten sonra, kendimi çok yorgun hissettim. Daha üniversiteye gideceğim, bir saat ıvır
zıvırla uğraşacağım, diye içimden söylendim. Sonra eve dönüş çilesi başlayacaktı. Ondan sonra da otele
gelecektim. Nasıl da gözümde büyüyordu! Şimdi doğrudan eve gitsem, bir duş yapıp dinlensem, sonra akşam
için hazırlansam ne güzel olurdu.”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:59)
Gözünden ak üzüm tanesi gibi yaş dökmek : Gözünden iri iri yaşlar dökerek ağlamak
“Fatma, ak üzüm tanesi gibi yaş döküyordu gözlerinden:
‘Bu dediklerimi kimselere deme hala. Halamsın. Anamdan irelisin. Yazım bu benim. Benim yazım
böyleymiş.’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:104)
Gözünden düşmek : İtibarını, güvenini yitirmek, değerini kaybetmek
“ELIZABETH -... (Okur.) ‘İngiltere kraliçesi sürekli Yunanca ve Latince kelimeler kullanarak gösteriş
yapıyor, ama en çok yüksek ve kaba sesle gülmeyi seviyor. Açık saçık fıkralar anlatıyor ve sık sık küfrediyor...
bir İtalyan palyaçodan ağız dolusu bırtlar yapmayı öğrenmiş, bunlarla gözünden düşen Lordları ödüllendiriyor.’ ”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:20)
“LELIO - İşte bizim uşak da geliyor. Ondan sorun, dediklerimde, bakın doğru olmayan bir şey var mı?
OTTAVIO - (Bunun dediklerini gerçekten yapmışlarsa, ayıp etmişler doğrusu! Düşerler gözümden!)”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:35-6)
“Uşak, saygısızlık etmemek, efendisinin gözünden düşmemek için kapıdan çıkmış, piposunu öyle
yakmıştı. Nicholas Pétrovitch başı öne eğik, peronun eski püskü basamaklarına bakarken hayallere dalmıştı.”
(I. Turgenyev, “Babalar ve Oğullar”, sa:8)
Gözünden ip gibi yaşlar boşanmak, dökülmek : Sürekli zari zari ağlamak
“Saygıdeğer ana: ‘Hoş geldiniz!’ dedi. Barones de bir şeyler söyleyecekti ama, elinden gelmedi ve
gözünden yaşlar boşandı. Pavel de ancak şunları kekeleyebildi: ‘Aman Yarabbim, aman Yarabbim,
kızkardeşime ne oldu? Yoksa hasta mı?”
Başrahibe; ‘Şifa buldu,’ dedi, ‘ebedi ışığa sığındı.’ ”
(E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:263)
“Şurda adam kes, kendisinin bir karı yoksa umurlamaz. Bir ahbabını asacak olsalar da iki liraya
kurtulması elverse, bunun cebinde de tam elli lira bulunsa, gözünden ip gibi yaşlar döke döke ‘on param yok’
diyerek bir de yemin edip savuşur.”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:341)
Gözünden kaçmak, kaçmamak : Dikkatinden kaçmak, kaçmamak
“Aniden Teabing’in kitaplarından birinin sırtını işaret eden Sophie, ‘Beş yapraklı gül,’ dedi. ‘Gül ağacı
kutunun üsütündeki kabartmayla aynı desen.’
Langdon’a göz atan Teabing sırıttı. ‘Gözünden hiçbir şey kaçmıyor.’ ”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:282)
“... saçlarınız diken diken, seyrelmeye, kırlaşmaya yüz tutmuş, bir yabancı gözüyle belli belirsiz ama
sizce öyle değil, Henriette ve Cécile için de değil, artık çocukların gözünden bile kaçmıyor, üstünüzde ağırlaşan,
sıkan, bunaltan giysilerin içinde, henüz yarı uykulu bedeninizde binlerce hayvancığın kapladığı çalkantılı,
gazımsı bir suda yüzer gibi.”
(M. Butor, “Değişme”, sa:13)
“ ‘Bir kitaba gerek duyduğum zamanlar dışında, yazı salonuna hiç gitmediğimi söyledim; ama
genellikle hastanede sakladığım ot kolleksiyonum vardır. Dediğim gibi, Adelmo, Jorge’yle, Venantius’la ve...
doğal olarak Berengar’la çok içli dışlıydı.’
Secerinus’un sesindeki belli belirsiz heyecanı ben bile sezdim. Üstadımın gözünden de kaçmadı bu.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:110)
“Kamran’a budala dedim ama, kızgınlığımdan... Yoksa ne yere bakan, yürek yakan cinsinden sinsi bir
sarı çıyandır. Neriman’la konuşurken güya bir şey belli etmemek istiyor ama, benim gözümden kaçar mı?”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:39)
“Knulp kıs kıs güldü. ‘Senin de gözünden hiçbir şey kaçmaz! Yazık ki köy bekçisi olmamışsın. Sözün
kısası, yarın sayrılar evine yatacağım. (Dr.) Machold beni oraya yolluyor.’ ”
(H. Hesse, “Knulp”, sa:95-6)
“Kont bu sözcüğü hemen yakaladı:
-Hayır, hayır, hiç de kötü bir yaratık değil o; ben Madame Le Grand’ın odasına girdim mi, susuyor,
gözümden kaçmıyor bu; ama önemi yok bunun . Kimseye benzemeyen bir yön var o kızda.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:86)
“Gelgelelim, madam Ştal’ın kişiliği ne denli yüce, hayatı ne denli dokunaklı, konuşması ne denli sevgi
dolu, parlak olursa olsun, Kiti onu şaşırtan bazı özellikler fark etmişti onda elinde olmadan. Madam Ştal’in, ona
akrabalarını sorarken küçümser bir tavırla gülümsediği Kiti’nin gözünden kaçmamıştı.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:432)
“Her ne kadar bunu ona sezdirmemeye çalışıyorlarsa da İvan İlyiç’in gözünden hiçbir şey kaçmıyordu.
Evdekilere ayak bağı olduğunu, karısının hastalığına karşı değişmez bir tavır takınarak onun yaptıklarını,
söylediklerine pek kulak asmadığını anlıyordu.”
(L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:60-1)
Gözünden sürmeyi çekmek : Abra kadabra el çabukluğu marifetle, birinin kıymetli eşyasını ya da parasını
aşırıvermek
“Laf kalabalığına getirip insanın gözünden sürmeyi çeken yatırımcılarla bir öyle bir böyle konuşan tıbbi
malzeme şirketleri arasında sıkışıp kalan adam, sonunda kendi bulduğu cihazı yok bahasına kaptırdı, eline biraz
para geçtiyse de içinde yüzülecek kadar değildi, aslında o kadar azdı ki daha bir yıl geçmeden paralar suyunu
çekti.”
(P. Auster, “Kış Günlüğü”, sa:127)
Gözünde şimşekler çakmak : Birdenbire heyecanlanmak, umutlanmak
“İki ay sonra Kabasakal Kıraathanesi sahibi dükkana geldi. Kıraathaneyi yeni boyatmış, baştanbaşa
kırmızı kadife koydurmuştu. Haftada bir gece olsun Tevfik gelir, meddahlık eder miydi? Eski oyuncunun
gözlerinde şimşekler çaktı, yutkundu.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:119)
Gözünde tütmek : Hasretle anımsamak, çok özlemek
“Deli Davut ise, adalar karasevdalısıydı. Denizin bu deli divanesinin gözünde hep adalar tüter, adalar
titrerdi. Tanyeri ağarırken, ‘adalarla birlikte uyanacağım’ diye, çok geceler göz yummazdı.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:79)
“Dağ köylerindeki işlerini bitirince bir an evvel kasabaya kavuşmak amacıyla atlarının başını ovaya
çevirdiler. O viran kasabanın hayali, şu anda, Ahmet’in kafasında İstanbul’dan farksızdı. Hatice Nine’nin
küçücük evi gözünde tütüyordu.”
(O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:93)
“Murat Bey, Solfasol testisini kulpundan bir iple bağlayıp kuyuya salmıştı:
‘Buz mübarek, buz!..’ diyordu. (Sonra birden yüzünü yeisle buruşturdu.) ‘Canına yandığım, arattım,
arattım, bayat mayat bir şişe bira bulduramadım. Ah, bir bardak bira, gözümde tütüyor.’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:52)
Gözüne çarpmak : Dikkatini çekmek, görmek
“Michael K’nın doğumuna yardım eden ebenin ilk gözüne çarpan, çocuğun tavşan dudağı oldu. Dudak
sümüklüböcek gibi kıvrık, sol burun deliğiyse yarıktı.”
(J.M. Coetzee, “Michael K.”, sa:11)
“Dördüncü gün öğle yemeği sırasında ansızın yine gözüme çarptı. Artık bir yolunu bulup onun kim
olduğunu öğrenmeye karar verdim. Yakında bir yere oturup ekmekle karpuz yerken gözlerimi ondan ayırmıyor,
laf açmak için uygun bir fırsat kolluyordum.”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:105)
“ ‘Biliyorsun, gazeteler son yirmi yıldır okunmak için değil, bakılmak için yayımlanıyorlar.
Gönülcüğüm, gözüme çarpmamıştır ya da üzerinde durmamışım demek ki... Hem o kadar çok cinayet işleniyor
ki, kanıksadık herhalde.’ ”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:355)
“İvan İlyiç, gündüzleri mahkemede geçirdikten sonra öğle yemeğine eve geliyordu, evden dolayı biraz
başı ağrımakla birlikte keyfine diyecek yoktu. Masa örtüsündeki, döşeme kumaşlarındaki lekeler, perdenin
eskimiş kordonu gözüne çarptıkça sinirleri bozuluyordu. Nasıl olmasın ki, hepsine teker teker emek vermişti.”
(L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:49)
Gözüne dizine dursun : ‘Sana bir zarar, kötülük gelsin’ bağlamında bir ilenç, ‘Allah belanı versin!’
“Birisi Zeynep Kadın’ın önüne dikilip sordu:
-Yüzüme neden öyle öfkeyle bakıyorsun? Altınlarını aldık diye mi? Sende daha çok var. Biliyoruz.
Zeynep Kadın:
-Gözünüze dizinize dursun donguzlar... diyordu.
-Domuz mu? Biz domuz ha? Al sana, al sana...”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:182)
“ ‘Ayağa kalk küçük zabit!’
Poyraz hemen ayağa fırladı giitti kumandanın karşısında hazırol durdu.
‘Sen asker değil bir döküntüsün küçük zabit. Sen asker müsveddesisin. O yakandaki madalya gözüne
dizine dursun. Nankör küçük zabit, o göğsündeki mukaddes madalya, harbe girmiş çok paşada bile yok. Ben bu
madalyayı, fedakarane çalıştığınızdan dolayı size, emrimde çalışanlara verirdim…… Bu madalyayı sana
verdirdiğim gibi, aldırmasını da bilirim. Layık olmayanlar, bu madalyayı hak etmeyenler, bu madalyayı
taşıyamazlar.’ ”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:45)
Gözüne girmek : Özverisi, çalışkanlığı ve samimiyeti ile üst düzeydeki birinin beğenisini kazanmak
“Akşam olunca döndü ve şöyle dedi: Bugünden itibaren Murtzuflos basileus, diğerlerini öldürdü.
Yurttaşlarının gözüne girmek için, Latinleri kışkırtmak istediği söyleniyor. Latinler onu iktidarı gasp etmiş biri
olarak görüyor, çünkü onlar, toprağı bol olsun, zavallı IV. Aleksios’la anlaşmıştı, gençti de, ama kaderi
kötüymüş.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:488-9)
“Kapı yoldaşım fino gibi hareket etmeliyim... Hem onun yaptığı şeyler de pek güç görünmüyor... Biraz
bağırıyor, birkaç defa yerde debeleniyor, sonra ayağıyla efendinin yüzünü okşuyor. Ben de onun gibi yaparsam
sahibimin gözüne girer, yükten ve dayaktan kurtulur, efendiyle beraber yer, içer, yan gelirim.”
(R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa:182)
“Hemen ertesi gün, uygun bir zamanda yaşlı Bay Cadorin’i küçük güzel sarayında ziyaret etti; onun
gözüne girmek ve güvenini kazanabilmek için elinden geleni ardına koymadı.”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:15)
“Yine de onun gözüne girmek için can atıyor değildim. Şöyle işitilmemiş bir şeyi yapmayı isterdim
onun için ya da bir şey armağan etmeyi; ama armağanın kimden geldiğini bilmemeliydi.”
(H. Hesse, “Peter Caminzend”, sa:31)
“-Nasıl anlatmalı... Bu bizim Murat... Belli etmemeye çabalar ama, oldum olası, biraz para canlısıdır.
-Hiç fark edemedim!
-Çünkü belli etmemeye çalışır. Hele gözüne girmek istediklerinin yanında...”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:306)
TRANNIO, gene yavaşça. - Öyle ise acele edip büsbütün bağrını delme; evi sizin satın aldığınızı hiç
açma. insanmışsın, gözüme girdin (Simo’ya.) Ne duruyoruz?”
(Terentius, “Hortlak”, sa:55)
Gözüne görünmemek : Kızgnlıktan birine gözünden, özünden, çevresinden uzakta durmasını tembih ya da
tehdit etmek
“ ‘... Böyle bir konu insanların birbirleriyle anlaşmasında kullanılacak önemli başlangıçlardandır. Eğer
onu bozuk para gibi harcayacaksan hiç gözüme görünme daha iyi. Hele böyle katı bir şehirde...’ ”
(O. Henry, “viski soda”, sa:58-9)
Gözüne ilişmek : Gözüne çarpmak, dikkatini çekmek, farkında olmak, not etmek
“ONBİRİNCİ ŞİİR - 6.DAİRE, SAPKINLAR : Orada, derin uçurumdan buram buram yükselen çok
fena kokulara dayanamayarak büyük bir mezar kapağının arkasında sığındık. Mezarın üzerinde şöyle bir yazıt
gözüme ilişti: ‘BEN, PHOTINOS’UN (Eski Selanik şehrinin diyakos’u) HAK YOLUNDAN
UZAKLAŞTIRDIĞI PAPA ANASTASIO’YU MUHAFAZA EDİYORUM.’ ”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:I, ‘Cehennem’, sa:157)
“Bir yıldır onun yanında çalışıyordum. New York’a geldiğimde önceleri küçük işler peşinde aylak
aylak dolaşmıştım. Bir ay sonra da, kapkara bir sefaletin içine düşmüştüm. Alia’nın parası tükenmiş, otel
hesabını ödeyecek param kalmamıştı. Otelde Kalyagin’in ilanı gözüme ilişmişti: Bir sekreter arıyordu.”
(N. Berberova, “Kara Acı”, sa:36)
“D.J.’nin gözüne bir kahvenin terasında, sonra tiyatroda, pek güzel sayılmayacak Danimarkalı bir kız
ilişiyor. Ona yaklaşıyor, yanına oturuyor, birkaç dakika geçiyor, sonra birlikte kalkıyorlar. Onu izleyen kızın
nasıl uysal bir hava takındığını görünce içim daralıyor. O anda bütün kadınlar böyle uysaldırlar.”
(A. Camus, “Defterler 3”, sa:266-7)
“Zihnimde onu eski haliyle canlandırmaya çalışıyorum. Onu askerler tarafından diğer barbar tutuklulara
boynundan bağlanmış halde getirildiği gün görmüş olmalıyım. Onu kışla avlusunda diğerleriyle birlikte oturup
beklerken mutlaka görmüş olmam gerektiğini biliyorum. Gözüme ilişmiştir; ama o anı hatırlamıyorum.”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:46-7)
“Dudak, sümüklüböcek gibi kıvrık, sol burun deliğiyse yarıktı. Ebe, annesine göstermemeye çalışarak o
minicik gonca ağzı zorlayıp açtı, damağın sağlam olduğunu görünce içinden şükretti. Anneye,
‘Sen buna sevin, böyle çocuklar aileye uğur getirir,’ dedi.
Ne var ki ilk gördüğünden beri Anna K bu kapanmayan ağzı ve açık kaldığı için hep gözüne ilişen o
canlı pembe eti sevmemişti. Çocuk memeyi ememiyor, açlıktan ağlıyordu.”
(J.M. Coetzee, “Michael K.”, sa:11)
“Pek kıymetli ve muhterem Beyefendi <Francis Bacon’a>
Kocam Philip’ten 22 Ağustos tarihli bir mektup alacaksınız. Nasıl olduğunu sorgulamayın, ama bu
mektubun bir kopyası benim gözüme ilişti ve ben de onun sözlerine kendi sözlerimi eklemeye karar verdim.
Kocamın bu mektubu size bir delilik nöbeti geçirirken yazdığını düşüneceksiniz, çoktan geçmiş olması gereken
bir nöbet.”
(J.M. Coetzee, “Romancının Romanı”, sa:251)
“ ‘Çarpışma’ sözü tam ağzından çıktığı sırada İngiliz Büyükelçiliği’nin pırıl pırıl aydınlatılmış
bahçelerinin önünden geçiyorlardı. Justine hafifçe yerinden sıçrayıp Nessim’in kolunu dürttü, çünkü yeşil
çimenlerin üzerinde dalgın dalgın yürüyen ince, uzun, pijamalı, tanıdık bir karaltı gözüne ilişmişti.”
(L. Durrell, “Mountolive-İskenderiye Dörtlüsü 3”, sa:297)
“ ‘Pedro Johnson’a ateş ettiğini gördüm ve elindeki oyuncağı çekip aldım. O sırada sağ kaşının
üsütünde üç dört tana yanyana yara izi gözüme ilişti. Daha önce de başın belaya girdi galiba, ha?’ ”
(O. Henry, “viski soda”, sa:208)
“ ‘Enfes’ ve ‘mükemmel’ sözcüklerini yüksek sesle yineledi kendi kendine, buna aynı türden daha
başka sözcükler ekledi. Ansızın kendi kendine konuştuğunu fark ederek irkildi, pencere camında yansıyan
bozguna uğramış yüzü ilişti gözüne, yabancı, yüzlükten çıkmış, mahzun. Tanrım, diye haykırdı kendi
benliğinden içeri. Tanrım! Ne yapmalı?”
(H. Hesse, “Klingsor’un Son Yazı”, sa:51)
“Rahip, açan ve solan çiçeklerden bahsederken, N. gözüme ilişiyor. N., L. ile H.’nin ve F.’nin arkasında
duruyor. Onu gözden geçiriyorum. Yüzünün kılı bile kıpırdamıyor. Şimdi, o da beni süzüyor.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:36)
“Pierre etrafını saran dekoru dikkatle inceledi ve yüzü şenlendi; ötede, kırılmış bir tek camı bulunan
eski ve yıkık dökük bir kulübe gözüne ilişmişti. Elindeki tuğla parçasını tam gücüyle atarak son camı da
kırıverdı. Sonra arkadaşlarına döndü:
-Of, aman! İnsan hafifliyor.”
(J.-P. Sartre, “İş İşten Geçti”, sa:78)
“Lamiel’in gözüne çok çirkin ve çekingen görünümlü bir delikanlı ilişmişti. Ona döndü, birşeyler
söyledi sevimli tavırla. Genç adam, zar zor karşılık verebildi ona; kulaklarına dek kızarmıştı.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:66)
“-Yanımıza biraz yiyecek alsak!
-Fena olmaz ama, nereden alacağız?
-Büyük kapının karşısında bir bakkal dükkanı gözüme ilişti.
-Öyleyse gidip oradan biraz yolluk alalım.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:220)
Gözüne kestirmek : Gözüyle, bir neden için uygun şeyi ya da kimseyi sahiplenmek
“-Dahice bir fikir! diye heyecanla atıldı Mitya. Tam ona göre, tam onun işi! Gözüne kestirdiği bir parça
için ondan analarının nikahını isterlerken mülkün bütününe sahipliğini sağlayacak belgeler eline geçiyor…
Kahkah-kah!..”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:16)
“Eşref ertesi gün öğleden sonra İstanbul’a yak bastı. Küçücük bir cami avlusundaki kırk kişilik açık
hava yatakhanesinde yatacak yerini yurdunu garantiledikten sonra, Sultanahmet’ten aşağı ana caddeyi boyladı.
Gözüne bir aşçı dükkanı kestirip içeri daldı:”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Eşref Peygamber”, sa:57)
“Ben, bu Neriman’ın köşke dadanmasındaki nedeni sezer gibi olmuştum. Galiba bizim budala kuzeni
gözüne kestirmişti. Evlenmek için mi? Zannetmem.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:37)
“Köylünün başbelası diyorlar benim için, işim köydeki tazelere <genç kızlara> Latince dersi vermek,
salamları tütsülendikleri baca boşluklarından, hokus pokus yürütüp mideme indirmek. Şimdilik muhtarın
karısının yatağını gözüme kestirdim. Daha önce kargalar tarafından didik didik edilmezsem.......... Bohemya
kralı biraderimdir <erkek kardeş> ve hepimizin babası benim gibi onun da rızkını veriyor; ama bu konuda Tanrı
babamızın en çok beni işe koştuğunu söyleyebilirim. Önceki gün, bütün babalar gibi, taş kalpli davranarak
açlıktan yarı ölmüş bir kurdu hayata döndürmeye alet etmek istedi beni. Bu canavarın leşini sermeseydim, sayın
meslektaşım, bugün benimle tanışmak şerefine eremeyecektiniz asla. In saecula saeculorum. Amen <Bk!>”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:159)
“Ama genç kadın geçişivereceklerden değildi:
-Nasıl beyefendi?
-Sana ne kız?
-Suçu ne?
-Bakıyorum gözüne kestirmişe benziyorsun?
-Amaaan... Suçu ne diyorum!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:53)
“-Ya kadın dulsa, Germain? Hem çocuksuz, hem de mallı mülklü bir dulsa?
-Çevremizde şimdilik böyle birini tanımıyorum.
-Ben de tanımıyorum ama başka yerlerde var.
-Gözüne kestirdiğiniz birisi var sanırım babacığım; öyleyse hadi söyleyin, kimmiş bu, bakalım?”
(G. Sand, “Şeytanlı Göl”, sa:31)
“Mösyö Hannequin hiçbir yere tutunmadan, bir sıçrayışta vagona girdi. Gözüne kestirdiği bir yere
torbasını bıraktı, koridora çıktı, pencerenin camını indirdi ve karısına gülümsedi.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:141)
“HECTOR - Senin hemşire pek girişken bir hanım abla. Miss Dunn nerede?
Mrs. HUSHABYE - Mangan’ın dediğine göre, biraz kestirmek için odasına çekilmiş. Addie artık
seni Ellie ile görüştürmez. Avını gözüne kestirdi bir kere.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:48)
“Lamiel içinden ‘Beni kestiriyor gözüne, besbelli,’ dedi; yanına değin gelince de: ‘Utangaçlığına
utangaç, ama girginmiş gibi görünmek istiyor,’ diye ekledi.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:48)
Gözüne mil çekilmek : Klasik Bizans usulü, cezalandırmak için birinin gözlerini dağlayarak kör etmek; Sanki
mil çekilmiş gibi görmemek (Mecaz)
“... o gün nasıl sustum nasıl kovmadım yanımdan nasıl atmadım kendimi denize, siz kadınlar desin
bana, siz kadınlar, sanki ben de öteki kadınlardanmışım gibi, siz kadınlar bir şeye bağlanınca kusurları mil olup
gözünüze çekilse gene de görmezsiniz desin, görmezsiniz desin, görmezden gelirsiniz demiyorum görmek
istemezsiniz demiyorum görmezsiniz diyorum desin...”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:75)
Gözüne perde inmek Bk.: Gözlerine perde inmek
Gözüne takılmak : Gözüne çarpmak, dikkatini çekmek
“‘Marlborough’nun bir kaç kilometre dışında boş bir yolda ağır ağır ilerlerken gözüme bir ara yolun
kenarındaki hendeğe yuvarlanmış bir bohçaya takıldı. Cuma’yı bohçayı alması için aşağı gönderdiğimde allah
bilir ne düşünüyordum.”
(J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:83-4)
“ ‘Abdül’ün kütüphanelerle ne ilgisi olduğunu anlatabilmek için bir adım geriye gitmem gerekiyor;
Soylu Niketas. Evet, bir sabah, her zamanki gibi ısıtmak için parmaklarıma hohlayarak ders izliyordum, popom
da donmuştu, çünkü samanlar o kış günlerinde tüm Paris’te olduğu gibi buz kesilmiş zemini fazla korumuyordu,
yanımdaki bir gence gözüm takıldı, yüzünün renginden Sarazen (Sarasin: Araplara verilen isimlerden biri; olası
zamkından yararlanılan Sarasin ağacının rengine benzedikleri için.) olduğunu düşündüm, ama saçları kızıldı, bu
da Araplarda görülmüş bir şey değildi.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:76)
Gözüne (bir damla, iğne ucu kadar olsun) uyku girmemek : Hiç uyuyamamak
“UYKUSUZLUK
Bir yerlerde, kediler miyavlıyor,
Uzaklardaki adımların sesinde kulağım
Sözlerin öylesine bir ninni ki
Uyku girmedi gözlerime iki aydan beri.”
(A. Ahmatova<1889-1966>, “yaban balı özgürlük kokar”, sa:39)
“MEDEİA
----------Gelmiyordu bir türlü tatlı uykusu Medeia’nın
Aesonoğlu’na duyduğu aşktan, nice kaygı yüzünden
girmiyordu uyku gözüne. Korkuyordu çünkü
yabanıl gücünden boğaların, korkunç bir biçimde
öldürmelerinden İason’u Ares’in topraklarında.”
(Apollonius, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:19)
“Eve vardığımızda Bob dosdoğru kaloriferin yanına gidip kıvrıldı ve uykuya daldı. Orada saatlerce
yattı. O akşam gözüme uyku girmedi. Benimle yatağa gelecek hali bile yoktu, ön odadaki kaloriferin altında
kestiriyordu. Onu kontrol etmek için kendimi yataktan dışarı sürükleyip durdum.”
(James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:149)
“ ‘Hazırlanın. Her an gidebiliriz.’
-İki gündür gözüne uyku girmiyor, dedi kadın. Bugün öğleden sonra, valinin bir ulağı geldi, seni
saraya çağırıyordu. Vadiye gittiğini, orada uyuyacağını söyledim ona.”
(P. Coelho, “Beşinci Dağ”, sa:139)
“PANTALONE - Eh, o istek her kızda vardır. Kimi yoksulluktan rahata ermek için ister. Kimi biraz
daha serbestlemek kaygısiyle ister. Kiminin de yalnızlıktan gözüne uyku girmez, ister. Velhasıl bütün kızlar
evlenecekleri saati iple çekerler.”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:55)
“Burkhardt’ın bir ikinci şişe şarabı açmasını önlemek istemesi karşısında şöyle sürdürdü konuşmasını:
‘Nasıl olsa bu gece artık uyku girmez gözüme. Üzerimdeki bu sinirli hal nerden kaynaklanıyor, Tanrı bilir! Bırak,
biraz daha demlenelim, sen eskiden bu kadar nane molla değildin.’ ”
(H. Hesse, “Rosshalde”, sa:67)
“Naim Efendi, o akşam yemekte görünmedi. Erkence odasına çekildi yattı; fakat sabaha kadar gözlerine
uyku girmedi.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:31)
“Hatçeyi oraya attılar işte. Bir gece orada kaldı. Tabii gene gözlerine uyku girmedi. Uyuyacak bir yer
yoktu ama, gönlü rahat olsaydı ayakta da uyurdu.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:145)
“Köroğlu o gece handa uyudu. Uyudu ama gözüne de uyku girmedi. Duydukları hiç hoşuna
gitmedi..”..... “Köroğlu ömründe görmediği yatağa girdi. Girdi ama gözüne de iğne ucu kadar olsun bir uyku
girmedi. Uyuyamadı.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:64;69)
“Tamir edilemeyecek bir hata olacağı sezgisiyle o gece gözüme uyku girmedi. Sabahın kör
karanlığından itibaren katedralin geçip giden saatleri vurmasını birer birer saymaya koyuldum, ta ki kilisede
olmam gereken o korkunç yedi çan sesini duyana kadar.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:40)
“Melanie gittikçe büyüyen karnını saklamak için krinolinin son çemberini bir parça yukarı kaldırdı.
Evleri yaralılarla dolmuştu. Askerleri yataklara yatırdılar, yemek pişirdiler, yaralara pansuman yaptılar. Nemli
sıcak gecelerde yaralıların iniltilerinden gözlerine bir damla uyku girmedi.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:I, sa:395)
“Emekçi sınıfın çektiği ıstıraplar konusunda yoz bir edebiyat yapılır. Bense proleterlere o kadar da
üzülmem. Siz hiç işten atılanı düşünerek gözüne uyku girmeyen bir amele duydunuz mu? İşçi kesimi fiziksel
olarak ıstırap çeker, fakat çalışmadığı zamanlarda o hür bir insandır.”
(G. Orwell, “Daralma”, sa:15)
“THERESE - Daha çok erken, bir hayli vaktimiz var...Gözüme bir türlü uyku girmedi ... Şu masaya
oturup başbaşa şampanya içtiğimiz tam sekiz gün oldu değil mi sevgilim?
BASTIEN - Mutlu musun hayatım?
(Ch.Vildrac, “Sonsuz Yolculuk”, sa:54)
“Genç bir üniversiteliyken Leipzig’de Schopenhauer’in ‘Die Welt als Wille und Vorstellung’unu
okuduğunda on gün gözüne uyku girmez, bütün varlığı bir fıtınayla altüst olur, kendini verdiği inanç çıtırdayarak
yıkılır..”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Nietzsche’, Cilt:I, sa:109)
Gözüne (hiçbir) erkek gözü değmemek : Erkeğin ‘eli’ değil, ‘gözü’ bile değmemiş kızoğlan kız
“SİR S.Ö. : (Kendi kendine) Hay allah, benim sevdiğim kız bu! (Yüksek sesle) Demek bir yeğeniniz
var Madam? Kulağıma çalınmıştı bir yerden. Erkek kardeşiniz size emanet etmiş dediklerine göre, bir deniz
kazasında can vermiş.
LADY U.K. : Ta kendisi. Artık evlenme çağına geldi. Onu bekaretin kızgın kozasında korudum yıllar
yılı; üstüne titredim Sir Spanyel. Çevresinde yalnız hizmetçiler vardı, hiçbir erkek gözü değmedi gözüne bildiğim
kadarıyla, uşak Clout’u saymazsak, adamın burnunda kocaman bir et beni var, suratı da çopur.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:113)
Gözünü açık tutmak; Gözünü (iyi) açmak : Dikkatle kollamak
“Köylü ‘evet,’ diye başıyla beni doğruluyor. ‘Şu kızların bulunduğu saraydan daha geçenlerde
çamaşırların yarısını aşırmışlar. Gözünüzü iyi açın, yoksa sizin kapıyı da çalarlar.’
‘Yok canım, biz zaten gözümüzü dört açtık.’
‘Bunlardan her şeyi umarım. Bu yabani otların köküne kibrit suyu hepsinin!’ ”
(Ö. von Horvath, “Allhsız Gençlik”, sa:47)
“ ‘Ve vaaz esnasında gözünüzü açık tutun. Çevrenizi iyice bir araştırın, bakın bakalım cemaatte ele
geçirebileceğimiz küçük kızlar var mı. Olası görünen kız görürseniz vaazdan sonra papazla görüşün ve
isimlerini, adreslerini alın.’ ”
(G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:281)
Gözünü açmak : Doğmak; Öğrenmek, gerçekleri benimsemek
“Sedat gözünü bu evde açtı. Annesini bu evde yitirdi şu kadarcıkken. Bu eve kadınlar geldi kadınlar
gitti. Bu ev görmüş geçirmiş bir evdir. Sevinçlerden çok acılara, akıllılıklardan çok saçmalıklara tanık olmuş,
kullanışsızlığıyla, çirkinliğiyle, sevimsizliğiyle bugüne ulaşmıştır.”
(A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:18)
Gözünü alamamak : Bakışını engelleyememek, güzelliğine kapılmak, gözünü ayıramamak
“ ‘Çok erken gitmedik mi biz?’
‘Daha erken Ana, o zaman deniz ağarıyor, daha genişliyor, uzuyor.’
‘Adam ondan gözünü alamıyor.’
‘Alamıyor Ana,’ dedi Memed.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:IV, sa:236)
“Ben büyülenmiş, ona bakıyordum. Yürek burkan gülünçlüğünden (yüzme öğretmeni de bu
gülünçlüğün farkındaydı, çünkü dudak kenarları bana her an kıpır kıpır oynuyormuş gibi geliyordu) gözümü
alamıyordum ama biri bana seslendi ve dikkatim dağıldı.”
(M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:11)
“Tabldota başkanlık eden kocası, bu keyifli gülmelerin nedenini öğrenmek istedi, bir az sonra o da
katıldı onlara. Yanağı bulanmış genç kızdan gözünü bir türlü alamıyor ve ona söz söyledikçe gülmekten
kırılıyordu.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:68)
Gözünü almak : Dikkatini çekmek, çok beğenmek
“Bir beyin soylu bir atı vardı. Sultanın sürüsünde ona denk bir tek at bile yoktu. Bey, sabahleyin ata
binip alayına katıldı. Derken Harezmşah’ın birdenbire o atı gördü. Atın ihtişamı ve rengi padişahın gözünü aldı.
Geri dönene kadar gözü atta kaldı.”
(Mevlana, “Mesnevi”, Cilt:6, sa:274)
Gözünü boyamak : Aldatmak, farklı göstermek
“ ‘... Deli Haceli de muhtarın hemen kıyısında durmuş, dürzü! Yamanmış. Kardeşleri de gerilerde.
Muhtar ırlanıp duruyor. Irlan bakalım çakalın büüyüğü, ırlan! Allahın gözünü boyarım sanıyorsun, he mi?’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:233)
“Gelinin vaftiz babası tabağına bön bön bakarak:
-Bana kalırsa elektrik de, elektrik ışığı da dolandırıcılıktan başka bir şey değildir. Oraya bir kömür
parçası sokarak bununla insanların gözünü boyamaya çalışıyorlar.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:73-4)
“Bu hoyrat çocuktan çok, yetişmiş bir kıza yakışacak bu şeylerin bana verilmesindeki anlam neydi?
Çalıkuşu’nun gözünü boyamak, gagasını kapatarak gevezelik etmesini engellemekten başka ne olabilirdi?”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:43)
Gözünü budaktan sakınmamak Bk.: Gözünü daldan budaktan sakınmamak
Gözünü daldan budaktan, sözünü ulaktan esirgememek (sakınmamak) : Gözü pek, cesur, tehlikeden
yılmamak
“... bence, hikaye yazılmamış olsa bile, şövalyeyle aynı köyde ya da yakınında oturanlar onu
unutmamışlardı. Bu düşünce içimi ürpertiyor; bana, bizim ünlü İspanyol’un, Mancha’daki şövalyelerin ışığı ve
aynası, gözünü budaktan sakınmaz Don Quijote’nin yaşamıyla serüvenlerini tanıma arzusunu veriyordu.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:56)
“Yaramazlıkta belirli bir sınırın ötesine geçmek adeti olmadığı halde son zamanda Kolya’nın bazı
taşkınlıkları annesini iyice telaşlandırdı; gerçi yaptıkları ahlak bakımından zararlı değildi ama delice, gözünü
budaktan esirgemeyen davranışlardı.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:5)
“... Sınav kağıdını ilk verip çıkanlar arasındaydı. Sonradan, her ne kadar yolu şaşırdı, halasının evini
bulamayarak iki saata yakın bir zaman kentin kızgın caddelerinde, orası senin burası benim dolanıp durduysa da,
bu onun yeniden düzelen moralini pek etkilemedi; hatta halasıyla, babasından bir süre daha uzak kalabildiğine
sevindi, yabancı başkentin gürültülü caddelerinde yürürken macera peşinde koşup gözünü budaktan sakınmaz
biri gibi algıladı kendini...”
(H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:22-3)
“Ne var ki, dıştan bakıldığında tepetaklak yuvarlanıyordum. Meyhanelere giden ve yakışıksız
davranışlar sergileyen bir sürü çocuk vardı okulda. Ben, en küçüklerinden biriydim bunların; kısa süre sonra
acıdıkları için aralarına aldıkları bir ufaklık olmaktan çıkarak bir elebaşı, bir yıldız aşamasına yükselmiş, gözünü
budaktan esirgemeyen ünlü bir meyhane müdavimi kesilmiştim.”
(H. Hesse, “Demian”, sa:99)
“GARDİYAN -... Artık o kadar zahmete girmenize gerek yok. Şimdi başka bir bela var gardiyan olarak,
bizden daha tehlikeli.
1. TUTUKLU - İşsizlikten korkmam ben. Gözümü daldan budaktan sakınmam.”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Ölüm Oyunları’, sa:184)
“Düşes hayretten bir türlü kurtulamıyordu, sokakta geçerken görse Fabrice’i dünyada tanıyamazdı. Onu
gerçekte ne ise öyle görüyordu: İtalya’nın en güzel erkeği. Özellikle pek sevimli bir yüzü vardı. Düşes onu
Napoli’ye gözünü daldan budaktan sakınmaz bir atılgan olarak göndermişti. O zamanlar elinden hiç bırakmadığı
kamçı, varlığının adeta bir parçasıymış gibiydi. Şimdi daha soylu, yabancılar karşısında daha ölçülü bir hali
vardı, başbaşa kaldıkları zaman da da düşes onda ilk gençliğinin bütün ateşini buluyordu. Perdahlanmakla hiçbir
şey yitirmeyen bir elmastı o.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:156)
“Kayığın üzerindeki bitkiler hafifçe sallanıyorlardı. Rüzgar dinmek üzereydi.
Bu ırmak avcıları insafsız heriflerdir, her avın üzerine hırsla giderler, gözlerini budaktan
esirgemezler.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kırmızı Papağan”, sa:181)
“Bir esnaf, büyük tüccar, bir hekim, gerçek araştırıcı ve iş adamı da, eski yüzyılların öncüleri soyundan
gelme gözü pek, eli açık, gözünü budaktan sakınmaz bir kişi olurdu. Bir yazar ise, düşün seviyesi yüksek ve her
şeyle ilgilenen bir insan olurdu.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:229)
“Nunez de Balboa, yaptığı şeyin insanlık tarihi için taşıdığı önemi çok iyi biliyor ve kesin an
geldiğinde, çağları aşacak o tavrı takınmasını biliyor. O, 25 Eylül gününün insanlık tarihi için taşıdığı anlamın
bilinci içersindedir ve bu acımasız, gözünü daldan budaktan sakınmayan serüven adamı, çağlar boyu iz
bırakacak görevinin önemini çok iyi anladığını, davranışlarındaki eşsiz İspanyol heyecanı ve coşkusuyla
gösteriyor.”
(S. Zweig, “İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı Anlar”, sa:23)
Gözünü dikmek : Bir kimsenin, gözlerini, diğer bir şahıs ya da eşya üzerine uzun süre odaklaması
“Ne ben kara çalayım, ne ne de söz gelsin sana:
Kalbin yalpa yapsa da gözünü dik karşına.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:140, sa:321)
Gözünü dört açmak : Çok dikkatli olmak, her türlü tedbiri almak
“NADA - ... Boynuzlu musunuz? bir kararnameyle karınızı size bağlarız; ayaklarınız mı tutmuyor?
dilediğiniz gibi koşup yürüyebilirsiniz; ve sizlere gelince, Allahın körleri, gözünüzü dört açıp bakın: doğruyu
görme saati gelip çattı.”
(A. Camus, “Sıkıyönetim”, sa:15)
“Bu yeni Teresa, bodur, küçük bir dul, yaşlı babasıyla birlikte Villa Gamba’da oturuyor; evi çekip
çeviriyor, kesenin ağzını açmıyor, hizmetçiler şeker çalmasın diye gözlerini dört açıyor.”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:209)
“Yani hortlak ta, bir bakıma koku gibidir. Bu durumda ben iki tarafı da tutuyorum: bence gerçek iki
fikrin arasında duruyor. Dowlas gidip orada dursa, bütün gece gözünü dört açtığı halde Cliff Şenliği’nin zerresini
görmediğini söylese ben onu tutarım; ama birisi çıkıp Cliff Şenliğinin varlığına inandığını söylese onu da
tutarım.”
(G. Eliot, “Silas Marner”, sa:94)
“Habrecht öğrencileri susturdu ve hepsini de tuhaf bir hayal kırıklığına uğratan sözlerine başiladı:
‘Keyfiniz çok yerinde, her halde. Ama neden bu keyif? Ne için? Bir başkasının yiyeceği kötek sizin
hoşunuza mı gidiyor? Hele dikkat edin, sizler de acı duyacaksınız, her biriniz de bu acıyı duyacaksınız.’.....
‘Şurada oturan ve nasıl kötek attığımı görmek için gözlerini hiç kıpırdatmadan buraya dikmiş her birinin her
vuruşumu kendi vücudunda... Evet kendi vücudunda duyacaktır.’ Öğretmen, bu korkunç kehaneti tekrarladı ve
bunu yaparken ürperdi. ‘Şimdi gözünüzü dört açın da öğretmenin neler yapabileceğini görün.’ ”
(E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:22-3)
“MEPHISTOPHELES - Savaş ya da barış! Asıl hüner kendi için bir kazanç elde etmeye çalışmaktır.
Hiçbir uygun anı kaçırmamak için, herkes gözünü dört açıyor. Şimdi işte sana fırsat: haydi bakalım Faust, yakala
şunu!”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:255)
“Tutukluyu içine koyacağı, evde kullanılan türlerden bir kafes bile hazırlamıştı. Geriye, dolu tüfeğinden
bir an bile uzak kalmamak için gözünü dört açmak kalıyordu.”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:252)
“ ‘... İşte şimdi oraya genç öğrenci kızlar kamp kurdular. Aşağı yukarı sizin oğlanların yaşında şeyler.
Onlar da bütün gece yürüyüş yapıyorlar. Biraz gözünüzü açarsanız şikayetleri önlemiş olursunuz.’
‘Merak etmeyin, dört açacağım gözümü.’ ”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:39)
“MACBETT - Ben ikinci bir Glamiss olmayacağım. Ne de ikinci bir Candor. Onları yenecek başka bir
Macbett yok.
1. CADI - Anlamaya başlıyorum.
2. CADI - Hi, hi, hi, hi!
1. CADI - Gözünü dört açmazsan, gerektiği kadar bekleyecek, ondan sonra, senin yerine de bir
başkasını bulacaktır, Macbett.”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Macbett’, sa:290)
“KEENEY, gözleri ve sesi ateş püskürerek - Kıpırdamayın! (Adamlar bir araya sıkışmış bir halde,
öfkeli ve sıkıntılı bir sessizlik içinde dururlar.) Bu gemide isyan çıkarmanın sakar iş olduğunu anladınız, değil
mi?..... Daima aklınızda tutun ki: kimin işi kaytardığını görürsem hemen geberteceğim. Haydi, şimdi çekin
arabanızı, çabuk!..... En iyisi, hemen güverteye çık, bay Slocum. Köşeye bucağa gizlenerek oyun etmeye
kalkışırlar; meydan verme. Bu andan itibaren gözümüzü dört açmalıyız. Ne mal olduklarını bilirim.’ ”
(Eu. O’Neill, “Yağ”, sa:25)
“Sonunda Kirila Petkoviç polis şefine sert bir tavırla:
-Ee? Dedi. Sabahı burada edecek değilsin herhalde, benim evim meyhane değil! Eğer o Dubrovski’yse
bile, sen bu hantallığınla Dubrovski mubrovski yakalayamazsın aslanım! Haydi yallah! Bir daha da gözünü dört
aç.”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:85)
“Dükkanların vitrinleri o zamanlar pek ender yıkanırdı: Tozlu topraklı pis vitrinlerdeki, kırmızı giysili
balmumundan yapılmış, sıçan ve fareleri temsil eden küçük nesneleri görebilmek için insanın gözünü dört
açması gerekiyordu. Bu hayvanlar yüksek bordalı bir gemiden bastonlarına dayana dayana iniyorlar, aşağı iner
inmezi gösterişlice giyinmiş ama vitrin tozu toprağı yüzünden pislikten kapkara kesilmiş bir köylü kızı üstlerine
‘Tu-pu-nez’ <Bir tür böcek ilacı> serpiyor, fareler ve sıçanlar korkuyla kaçışıyorlardı.”
(J.-P. Sartre, “Bulantı”, sa:62)
“Praça’da indiğinde karşısına başka polislerin çıktığını iddia ediyor Pereira. Bu sefer birliklerin
önünden geçmek zorunda kalıp huzursuz oldu. Geçerken askerlere seslenen bir subayın sözleri çalındı kulağına:
Unutmayın gençler, kışkırtıcılar hep pusuda bekler, gözünüzü dört açmalısınız. Pereira çevresine baktı, sanki
öğüt kendisine verilmişti, ama gözünü dört açmak için bir neden göremedi.”
(A. Tabucchi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:17)
Gözünü gurur bürümek : Gurur gözünü kör etmek, çevresini görmesini engellemek
“Sultan Alaeddin Keykubad’ın oğlu Rum sultanı İzzettin Keykavus, saltanatının başlangıcında
Mevlana’nın veliliğinin büyüklüğünden habersizdi. Saltanat gururu gözünü bürümüştü. Bir gün veziri olan Sahip
Şemseddin’e: ‘Niçin böyle daima Mevlana’nın hizmetine gidip geliyorsun. Ona niçin bu kadar saygı ve sevgi
gösteriyorsun da diğer büyüklerden yüz çeviriyorsun?’ ”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:123)
Gözünü hırs bürümek : Açgözlü, haset sahibi olmak
“Fakat gözlerini hırs bürümüş bu insanların bütün kentlerden, bütün köy ve kasabalardan akıp gelmeleri
ne kadar da hüzün vericidir.”
(S. Zweig, “İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı Anlar”, sa:12)
Gözünü kan bürümek : Öldürmeye, cinayet işlemeye, soykırım yapmaya teşne
“Çok sevdiği dostunun (Ditpold) cansız bir şekilde surların dibine yuvarlandığını gören Spira
piskoposunun gözünü kan bürümüş ve saldırı emri vermişti..... düşman kapılara yaklaşmak üzereyken, Aziz
Pietro’nun göründüğü ve kenti gizli bir tehlikeden kurtardığı ve zaferle sonuçlanacak bir huruç harekatına
kumanda etmeye hazırlandığı söylentisi yayılmıştı.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:197)
Gözünü karartmak : Aşırı bir arzu (ya da hiddetle) etrafına saldırmak; İnisiyatifi eline alarak,cesaretle,
başka zamanlarda veremeyeceği kararlarla çok farklı, beklenmedik işler yapabilmek
“Benim için kurtuluş yoktu. Bu işin yapılması gerekiyordu, yapacak başka biri de yoktu. On gün
boyunca babamın eşyalarını elden geçirdim, evi boşaltıp temizledim, yeni sahiplerine hazırladım. Berbat, ama
aynı zamanda da garip bir biçimde gülünçtü o günler, insanın gözünü karartıp olmayacak kararlar aldığı bir
dönemdi: Onu sat, bunu at, şunu ver.”
(P. Auster, “Yalnızlığın Keşfi”, sa:19)
“Savaşçı, arzularını seçmekle özgür olduğunu bilir; bu kararları yüreklilikle, tarafsızlıkla ve -kimi
zaman-az buçuk gözünü karartarak alır.”
(P. Coelho, “Işığın Savaşçısının Elkitabı”, sa:22)
“ ‘Bu noktada olağanüstü bir şey oldu, Soylu Niketas. Ben, saklandığım yerden, kendimi üç
arkadaşımın yerine koymaya çalışıyordum. Diyelim ki, biri, adı Ego olsun, Gradal’e sahip olduğunu biliyor ve
bu nedenden dolayı kendini suçlu görüyordu. Bu durumda, o kişinin gözünü karartıp, kılıcına ya da hançerine
sarılıp geldiği yöne doğru hamle yapması, sonra da gün ışığına ulaşana kadar kaçması beklenirdi.’ ”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:508)
“Ne olursa olsun gözünü karartıp ertesi gün Rıza Bey’in odasına çıkacak ve durumu anlatacaktı.
Babasının, Rıza Beyefendi’nin muhterem pederlerinin yanında çalışmaya başladığından beri bu evde kötülük
görmediklerini, kendilerine yan gözle bakılmadığını, yıllardan beri bu mukaddes konağı kendi yuvaları olarak
benimsediklerini ve velinimetlerinden en ufak bir şikayetleri olmadığını anlatacaktı.”
(Ö.Z. Livaneli, “Leyla’nın Evi”, sa:186)
Gözünü (bile, hiç, tüm gece) kırpmamak : Gözüne uyku girmemek, hiç uyuyamamak; Bir an bile
düşünmeksizin
“Ne var ki Strathmore’un gözleri genç sistem güvenlik görevlisine sabitlenmişti. Bakışları
Chartrukian’a kilitlenmiş halde, gözünü bile kırpmaksızın merdivenden inmekteydi. Kripto katı boyunca ilerledi
ve tir tir titreyen teknisyenin yirmi santim önünde durdu.”
(D. Brown, “Dijital Kale”, sa:166)
“Kişiye özel ışık. Bak sen şu işe, hiç kimse, yaşı otuzu bulmuş olmasına rağmen hayatı hiç tanımayan
şu saf ressam kadar uzak olamazdı gerçeklikten. Herkesin bildiği gibi, kadınlar erkeklerden daha çabuk
olgunlaşırlar ve Maria da -sabahlara kadar gözünü kırpmadan felsefi çelişkiler üzerinde kafa yormasa da- en
azından bir şeyi biliyordu: ressamın ‘ışık’ dediği, kendisininse ‘özel bir parıltı’ diye yorumladığı şeye sahip
olmadığını.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:97)
“Dere kıyısındaki karşılaşmayı izleyen üç gece Chantal neredeyse gözünü hiç kırpmadı. Durup durup
patlayan fırtına müthiş bir gürültü çıkarıyor, metal panjurları takır takır öttürüyordu.”
(P. Coelho, “Şeytan ve Genç Kadın”, sa:35)
“Bir dalın çatırdısı, ayın bir an için geçen bir bulutun ardında kalması Cuma’nın bemim üzerime hamle
ettiğini sanmama neden oluyordu. Bir yanımla onun o her zamanki uyuşuk adam olduğundan eminken, engel
olamadığım öbür yanım onun kana susamış bir vahşi olduğunda diretiyordu. O yüzden sabaha kadar gözümü
kırpmadım.”
(J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:85)
“SORİN (Maşa’ya.) - Marya İlyiniçna, ne olur babanıza söyleyin de çözdürsün şu köpeği. Ulayıp
duruyor. Kızkardeşim dün de gözünü kırpmadı sabaha kadar.”
(A. Çehov, “Martı”, sa:27)
“Sesi şimdi daha kalındı; kayıtsızca, sıradan bir tonda konuşmaya çalışıyordu.
‘Mümkün değil,’ dedi. ‘Sözümü tutmam gerek. Bütün tehlikelere rağmen, sözümü tutmalıyım... Gece
boyunca gözümü bile kırpmayacağım...’ ”
(M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:108)
“ELIZABETH - Ne olduğunu sen açıklayacaksın. Kim bu soysuz? Tek başına mı yazıyor bu
alçaklıkları, yoksa et kafalı biri mi sadece? Kimden alıyor bilgileri? Anlayabilmek için bütün gece gözümü
kırpmadım.”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:10)
“-... Hiç kimse mutluluğunu bir başkasının hayatıyla satın alma hakkına sahip değildir.
-Ya!.. Öyle mi dersin... Bunlar kitap laflarıdır oğlum; kitaplarda yazar. Bu saçmaları ilk olarak
yumurtlayan efendi, başı darda kalsa; gözünü kırpmadan canını alırdı bir başkasınınn. Hiç kuşkum yok bundan.”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:46)
“Akşam bir saat kadar yarı karanlık odada hasta Pierre’in yatağının baş ucunda oturdu, yatakta gözünü
kırpmadan bir gece geçirdi..”
(H. Hesse, “Rosshalde”, sa:156)
“Parmaklarımın ucuna basa basa ilerledim ve dudaklarımı hafifçe, sevdiğim anlaşılmaz kızın alnına
değdirdim. Uyanmadı. Ben o gece gözümü bile kırpmadım.”
(P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:52)
“... babasının ağırlaştığı bir gece ilaç almak için, yabancı askerlerin sarhoş olup yıkıldıkları sokaklardan
adam geçirmedikleri Senegal’li askerlerin söylentilerine göre genelevlerin birinde bir kadının göğüslerini ısırıp
kopardıkları kadını öldürdükleri günlerde tanıdık bir eczacının evine gözünü kırpmadan giden anamın o adama
varışını hala anlayamıyorum.”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:100)
“O gece evde gözünü kırpmadan cehennem azabı çekerek bekledi. Ertesi sabahın erken saatlerinde ilk
araba vapuruyla karşıya geçip, Şile istikametine yöneldiler.
Denizin göründüğü tepelerde arabadan inerek dürbünle bakıyor, gemiyi arıyordu. Nihayet Şile
yakınlarında, Yom Burnu’nda Struma’yı gördü. Terkedilmiş gibi duruyordu. Onu oraya çeken motor ortalıkta
yoktu. Sahile doğru gittiler.”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:322)
“Hizmetçinin görmemesi için onu garajın yanındaki penceresiz sandık odasına götürdü. Yere, katlanan
bir yatak serdi. Basık tavanlı, havalandırması olmayan küçücük bir odaydı. Antonio bütün gece gözünü
kırpmadı. 45’lik Colt’unu yakınına, yattığı yerin hemen yanında, konserve kutularının durduğu rafa koydu.
Kulaklarını dört açmıştı, en ufak bir seste silahını almaya hazırdı.”
(M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:458)
“Cayır cayır yanan bir ateş dalgası içimi kavurdu. ‘Olsa olsa orospuluk olabilir,’dedim. Rosa gözünü
bile kırpmadan cevabı yapıştırdı: ‘Ahmaklık etme, öyle olsaydı burada olurdu. Buradan daha iyi nerede olabilir
ki?’ ”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:98)
“Saldaki ilk gecemden sonra bana da öyle oldu. Şafağın söküşünü kayıtsızlıkla karşıladım. Ne içme
suyunu ne de yiyeceği düşünüyordum. Rüzgar ılıklaşıp, deniz kaygan ve yaldızlı oluncaya dek kafamın içi
bomboştu. Gözümü kırpmamıştım ama, uyandığımı sandım. Gerinince kemiklerim acıyla kütürdedi. Derim ateş
içindeydi. Fakat sabah ışıl ışıl ve tatlıydı…”
(G.G. Marquez, “Bir Kayıp Denizci”, sa:44-5)
“Philippe tekrar esnedi; Daniel onun küçük, sivri dilini gördü.
Philippe, özür diler gibi:
-Uykum geldi, dedi. İki gece gözümü kırpmadım.”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:183)
“Kamil Bey gözünü kırpmadan bir yalan daha uydurdu:
-Meselenin iç yüzünü öğrendikten sonra düşündüm, herhalde, bu kağıtlar kopyalardan biri olmalı.
Öteki kopyalar, belki daha güvenilir adamlarla yollanmış, gideceği yeri çoktan bulmuştur.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:241)
“Kente yaklaştıklarında çoktan karanlık basmıştı. Hemen ona gideceği yerde, açık bir kapıdan içeri
süzüldü. Kömürlükle merdivenaltı arası bir yerde saklandı. Bütün gece gözünü kırpmadı. Bu gece, yatakta
yatmadığı son gece olacaktı.”
(S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:157)
“Bir güle olur dedikten sonra seni bir tilkiden nasıl yoksun bırakabilirdim ki? Bu noktada uzun uzadıya
tartıştıktan sonra bir köpek edinme konusunda anlaştık. Onu almaya gitmeden önceki gece gözünü kırpmadın.
Yarım saatte bir kapıma vuruyor, ‘Uyuyamıyorum,’ diyordun. Sabah yedide kahvaltını etmiş, yıkanmış,
giyinmiştin bile.”
(S. Tamaro, “Yüreğinin Götürdüğü Yere Git”, sa:7-8)
“Bu düşüncelerle, böğründeki ağrıyla ve içinde bir korkuyla yatağa yatmak, çoğu zaman ağrıdan solayı
gözünü kırpmamaktı tek yapacağı...”
(L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:63)
“Ben karımın nerede olduğunu dünyada bilmem, karım da benim ne yapıp ettiğimi bilmez.
Karşılaştığımızda -arada karşılaştığımız oluyor, birlikte bir yemeğe çağrıldığımız ya da dükün yanına gittiğimiz
zaman- birbirimize, hiç gözümüzü kırpmadan, en gülünç martavalları atarız.”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:12)
“Auguste saatine baktı; dokuz olmuştu. Saat on birde düelloya karar verilebilirdi. Arabanın yavaşlığı
önceleri onu sinirlendiriyordu, ama çok geçmeden üzerine bir ağırlık çöktü. Bütün gece gözünü kırpmamıştı.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:III, sa:68)
Gözünü korkutmak : Cesaretini kırmak, kişiyi ideal ya da emelinden vazgeçirmeye uğraşmak, tehdit etmek
“... bilgilenmeyi sürekli gereksinim sayan genç dimağların yetişmesi, modern giysilerin taşıyıcısı
örümcek kafalıların, halkın eğemenliği ilkesinden gerçekte yalnızca kendi kısır hesaplarına hizmet edecek
iktidarları anlayan bir kısım politikacıların gözünü çabuk korkuttu.”
(A. Cemal, “Okuyan Gençliğe Mektuplar”, sa:19)
“GARDİYAN - Söz konusu olan bunlar değil artık.
1. TUTUKLU - Beni vazgeçiremezsiniz. Şu adamın (2. TUTUKLU’yu gösterir) gözünü
korkutabilirsiniz belki, ama ben sizin sandığınız adam değilim. Onun oluyor arada bir kararsızlığa düştüğü.”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Ölüm Oyunları’, sa:185)
“<Sömürge çağında> Batılı güçlerin siyaseti, genel olarak, açgözlü şirketler, sömürgelerde yaşayan ve
ayrıcalıklarını kaptırmak istemeyen Avrupalılar tarafından belirlenmekteydi ve bu siyaset için ‘yerliler’in
ilerlemesinden daha korkutucu bir şey yoktu. Arada sırada, kendi yurdundan gelen bir siyasetçi başka bir siyaseti
salık verirse, onu etki altında bırakmaya, ona rüşvet vermeye, gözünü korkutmaya çalışılıyordu; ayak dirense,
kendisini görevden almanın yolları aranıyordu; hatta idealist olarak değerlendirilen bir memurun gizemli
biçimde öldürüldüğü de olmuştu. Çok büyük olasılıkla Brazza’nın başına gelen de buydu.”
(A. Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya”, sa:49)
“Mrs. HUSHABYE - Ne oldu Allah aşkına?
MAZZINI - Hizmetçiniz bana, yukarıda biri var, dedi. Kocanızın atış talimi yaptığı tabancayı elime
tutuşturdu. Adamın gözünü korkutayım dedim. Ama tabancaya dokunmamla patlaması bir oldu.”
(G.B. Shaw,”Kırgınlar Evi”, sa:88)
“Sisto Quint konuşurken sesine nasıl bir uyum verirse versin, garip biçimde etkili olurdu. Fakat öfkeli
ve herkesin gözünü korkuttuğu zamanlarında, gözlerinden sanki yıldırımlar saçardı.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:35-6)
Gözünün bebeği : Kişinin, yavrusu ya da çok değerli bir eseri gibi, hayatta en çok sevdiği, en değerli metaı
“Sonra bir başka tasarısı da vardı Baldini’nin, gözünün bebeği olan bir tasarısı, harcıalem mal olmasa
da, herkesin satın alabileceği şeyler üreten bir yer olarak düşündüğü, Faubourg Saint-Antoine’daki fabrikanın bir
tür karşı ucu olan bir proje: sınırlı sayıda, yüksek ve en yüksek düzeydeki müşteriler için kişisel parfümler
yapmak...”
(Patrick Süskind, “Koku”, sa:105)
Gözünün gördüğü yere (gitmek) : Başını alıp beğeneceği bir yere gitmek, göç etmek
“LADY UTTERWORD, öfkeyle kanapeye oturur. ... Böyle söylenip duruyorum, kusura bakmayın, ama
kırıldım, fena kırıldım. Böyle olacağını bilsem kırk yıl ayak bazmazdım bu eve. Şeytan diyor ki, al başını git
gözünün gördüğü yere. (Ağlamak üzeredir.)”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:11)
Gözünün içine baka baka (yalan söylemek) : Yüzüne bakarken, bile bile, istemli olarak
“Kanaryayı sık sık aç bırakırlardı. Emirerlerinden biri, Ankara kedisinin bir gözünü çıkarmıştı. Pinçar’a
(bir köpek) ise çok kötü muamele ederler, her gördüklerinde dayak atarlardı; sonunda, Şvayk’ın seleflerinden
biri, hayvanı Pankratz’daki görevlilerden birine teslim etmiş, on kronuna acımadan köpeği öldürtmüştü. Eve
döndüğünde, teğmeninin gözünün içine baka baka, dolaştırmaya çıkardığında köpeğin kaçtığını söylemişti.
Tabii, ertesi gün bölükle birlikte eğitim alanında bulmuştu kendini.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, sa:186)
“Mrs. HUSHABYE - Ellie, gözümün içine baka baka nasıl uydurursun bu kuyruklu yalanları? Senden
hiç beklemezdim doğrusu. Sade, iyi, dürüst bir kız diye bilirdim seni.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:29)
Gözünün içine bakmak : Üstüne titremek, davranışını onun arzusuna uydurmak için emir bekler gibi
bakmak
“Ne biçim gözümün içine bakmak değil mi? Evet, tutmuş, moda renkte bir ruj getirmiş bugün. Ama
çiçeklerim solmuştu. Çiçek de getirebilirdi. Dolu parası var. Ben parayı sevemem. Öyle paraya fazla düşkün
olanlara kızarım. Geçenlerde şoförün biri, otuz lira için kalbimi kırdı. Beni sinirlendirdi.”
(A. Ağaoğlu, “Toplu Öyküler”, Cilt:I, ‘Adi Suçlu’, sa:35-6)
“Kolya heyecanlanarak,
-Barut kesilip bir bir patakladım yumurcakları. Dayağı yedikleri halde hepsi gözümün içine bakar.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:36)
Gözünün kuyruğuyla bakmak, izlemek : Gözünün ucuyla bakmak
“ ‘Gız ninee, bubam geliyor!’ diye bağıırdı. İndi. Avlunun çatma kapısını açtı. Önden inek girdi.
Ahmet, rap diye ‘esas duruş’a geçti. Elini şapkasına getirerek selam aldı... Ahmet, gözünün kuyruğuyla babasını
izliyordu. Babası, saban okunu kaldırmış, eşeğe yardım ediyordu. Ahmet’in esas duruşa geçtiğini görünce ‘İt!’
dedi içinden. ‘İt oğlu it! Dalga geçiyor benimlen.’ Bozmak istemedi. Eşeği içeri sokup tam önünde durdu.
Tepeden tırnağa bir süzdü. ‘Iraat!..’ dedi.”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:9-10)
Gözünün nuru : Işık; Canı gibi sevilen varlık, örneğin bebek
Bk.: Gözünün bebeği
“Meryem yerde sürünen çocuğuna bakıyor, gözünün nuruna, ilk çocuğuna. O da bu yaştaki her çocuk
gibi emekliyor hala, kadın dikkatle inceliyor çocuğu, özel bir işaret arıyor, ne alnında bir yıldız, ne elinde altıncı
bir parmak, gördüğü çocuğun diğer çocuklardan bir farkı olduğu söylenebilir, çünkü bu çocuk onun kendi
çocuğu.”
(J. Saramago, “İncil’deki İkinci İsa”, sa:109)
Gözünün önünden gitmemek : Bir feci vakanın ayrıntılarını kişinin sürekli anımsaması, unutamaması
“NECMETTİN - Onun boşalan bir zemberek gibi havaya fırlayıp denize atılırcasına camın üstüne
atılışı bir türlü gözümün önünden gitmiyor. Kırılan camın şangırtısı hala kulaklarımda.
A. HAMLET - Bir ten insan, parmağını dahi kıpırdatamadı.”
(C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:115)
Gözünün önüne getirmek : Anımsamak, tasarlamak
“O dedi ki:
-Hiç de adetin değilken ne diye sapıtıyorsun? Yoksa zihnin başka şeylerle mi meşgul?..... Nefse
yenilmenin, Cenabı Hakkın gazabını daha az üzerine çektiğini, dolayısıyla daha hafif cezayı gerektirdiğini
hatırlamıyor musun? Bu gerçeği derin derin düşünecek ve yukarıda, bu zindanın dışında ceza görenleri gözünün
önüne getirecek olursan, onların niçin bu fesatçılardan ayrılmış olduklarını, tanrısal adaletin onlardan niçin daha
az hışımla öc aldığını anlarsın.”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:I, ‘Cehennem’, sa:161)
“ ‘... Nermin hanıma ne demişler? ‘Ankara düşerse adam yedi yıl yatar!’ demişler. Onun sinirleri kim
bilir ne haldedir. Bu Temmuz sıcaklarında, Nişantaşı’nın apartmanlarını gözümün önüne getiriyorum da... İnsan
bunalır. Biz bu işi, daha önce akıl edecektik.’ ”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:282)
Gözünün ucuyla bakmak : Gözünün kenarıyla izlemek, şöyle bir yarım bakmak
“Bundan, hiç şüphesiz, hizmetçinin de haberi vardı. Zira, dışardan içeriye, içerden dışarıya her girip
çıkışında sırıtmadan ağzı kulaklarına varıyor ve yemek dağıtılırken gözünün ucuyla pencereden yan bakmaktan
kendini alamıyordu.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:70)
“MARSDEN (Mekanik bir tepkide bulunur, yüzü acıdan karışır ve makine gibi düşünür.) - Allah
kahretsin şu eski dost... (Sonra gözünün ucuyla Nina’ya bakıp rahat bir gülümseme ile.) Allah işini rast getirdi,
eski dostu Charlie!... Sen ki artık arzu duymuyorsun... ve talih nihayet yüzüne güldü...”
(Eu. O’Neill, “Araya Giren Garip Oyun”, sa:284)
“Cevdet Bey’e kapıyı pansiyoncu madam açtı, saygıyla kenara çekilip gözünün ucuyla kapının
önündeki arabaya baktı. Sonra fırsatı kaçırmayarak, arkasından koşup ağbisini çekiştirdi.”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:24-5)
“Bir taraftan sarsıla sarsıla yürüyor (adeta denizde giden gemiler gibi yalpa vuruyordu), gözlerini oraya
buraya kaydırıyor (çünkü hiçbir şeye doğrudan doğruya bakmaz, sanki hayatın alayını, öfkesini hoş
görmüyormuş gibi gözünün ucu ile yan yan bakardı) ..... bir taraftan da şarkı söylüyordu.”
(V. Woolf, “Deniz Feneri”, sa:208)
Gözünün üstünde kaşın var dememek : Herşeye hoşgörüyle bakmak, eleştirmemek
“-... Sakanın Naci, işin sonunu neden anlatmıyor? Herifleri zincirleyip zindana doldurmadım mı? Bilek
kalını meşe odunlarını sırtlarında paralamadım mı? Burda kimse kimseye ‘Gözünün üstünde kaşın var,’
diyemez. İşte Kamil Beyefendinin yüzleri...
-Bilmem. İçerisi eski zamanın Yeniçeri batakhanelerinden farksızmış... Endaze endaze kamalar... Çeşit
çeşit sustalı çakılar... Bursa bıçakları... Sürmene saldırmaları... Burada esrar içilirmiş ki dumanı yedi mahalleyi
zehirlermiş.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:227)
“Odada zavallı adamın cesediyle başbaşa kalınca öyle bir ağıt tutturdu ki kimse inanamazdı. ‘Böylesine
sevdiğimi hiç bilmezdim,’ dedi kendi kendine, ‘iyi bir adamdı. Akıl kuyusu olduğuma inandırmıştı beni. Ne
kadar da temiz yürekliydi!’
-Bizim gerçek babamızdı, dedi kardeşine, bir gün olsun gözünün üstünde kaşın var dememiştir.”
(M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:38)
Gözünün yaşına bakmamak : Hiç acımamak, ağlayıp sızlamasına yüz vermemek
“Pasaport Aşçısı, ter ter tepiniyordu. Fischerle izin vermek zorundaydı bu pasaportu yakmasına, yoksa
hiç gözünün yaşına bakmaz, öldürürdü onu!”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:384)
“Afallayan Bulba, birkaç adım geriledi.
-Ne? Babanı mı döveceksin? Gördünüz mü, a dostlar, hayırlı oğlu?
-Alay eden babam da olsa gözünün yaşına bakmam!”
(N. Gogol, “Taras Bulba”, Cilt:I, sa:16)
“Acı bir güçsüzlük duygusu içinde sesini yükselterek şöyle dedi yalnız: ‘Devam et saldırılarına!
Gözümün yaşına bakma! Nasıl bir kafes içinde yaşadığımı gördün. Hiç çekinmeden elindeki sopayla kafes
içindeki beni gösterebilir, yüz karamı başıma kakabilirsin.’ ”
(H. Hesse, “Rosshalde”, sa:64)
“Oysa şimdi, bunda da yanıldığını sanıyor, düşünüyor... Ölüme karşı çarpışmak gerek. Ölüm, ancak,
gelip tepene dikildiği, seni, gözünün yaşına bakmadan yanına alıp götürdüğü anda, onu kabul etmelisin.”
(B. Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:46)
“SOKAKLARIN KANUNU BU
Sokakların kanunu bu,
Islığın hançer, gözlerin muşta
Takma kimseyi
Kaybolursun yoksa
Karanlık bir dünya bu, kimse bakmıyor gözünün yaşına”
(M. Mungan<d.1955>, “Söz Vermiş Şarkılar”, sa:14)
“Uyuyup uyuyamadığımı bilemiyorum. Beni konuşturmaya gelmelerini bekliyordum. Dayağı gece
attıklarını düşünürdüm hep, bir şey olacak mı diye dikkat kesilmiştim. Almanya’da, İspanya’da olanları
düşünüyordum; ‘Kızılların gözlerinin yaşına bakmazlar,’ diyordum. Bir ara uyandım, kapıyı tıklatıyorlardı. Ben
daha bakamadan gardiyan kapıyı kapattı - gece denetçisiydi.”
(C. Pavese, “Yoldaş”, sa:173)
“-Gözünüzü açın da sakın düşmeyin doktor. Mouton yere fırlatırsa sizi, gözünüzün yaşına bakmaz,
çalarız kamburunuzu ha!
- Ya ben ne çalabilirim sizlerden? Namusunuzu değil sanırım! Yerinde çoktan yeller esmiştir onun!
Sizlerde de kambur eksik olmaz, ama sırtınızda değil..”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:44)
“ ‘Binder’ baronu o sıralarda o ünlü Milano polis teşkilatını oluşturuyordu. Avusturyalıları Cenova’dan
kovan 1740 devrimi gibi bir devrimi önlemeye girişmişti. O zamandan beri, B. Pellico’yla B. Andryane’nin
serüvenleriyle pek üne kavuşan bu Milano polisi aslında pek öyle sanıldığı kadar acımasız davranmadı, sert
yasaları akıllıca biçimde ve kimsenin gözünün yaşına bakmadan uyguluyordu. İmparator II. François, pek
korkusuz olan İtalyan imgeleme <zihinde oluşturma, tahayyül > yetilerinin dehşetle etkilendirilmelerini
istiyordu.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa106)
“... bu adam kesinlikle bir satranç dehası olmasa da neredeyse nefret edilen bir özelliğe sahipti: hiç hata
yapmıyordu, böylece rakiplerini yıpratıyor, çileden çıkarıyordu. Bu adamın, en ufak bir dikkatsizlikte
karşısındakinin gözünün yaşına bakacağı asla düşünülemezdi.”
(P. Süskind, “Üçbuçuk Öykü - Bir Çatışma”, sa:25)
“OTUZ BEŞ YAŞ ŞİİRİ
Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağındaki cevher,
Yalvarmak yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.”
(C. Sıtkı Tarancı<1910-1956>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1,
sa:300)
Gözünün yükseklerde olması : Hayattan çok şey beklemek, hayal kurmak, herşeye yükseklerden bakmak
“İSMENE
----------Bir gün beni de tahta çıkaracakları korkusundan hiç
kurtulamamışımdır.
İnsanın gözünün yükseklerde olması için kendisinin
korkması,
ya da hayattan ve insanlardan ürkmesi gerekir. Ben hiç
istemedim
bütün gözlerin üstümde olmasını, gölgemin, kendimin
diyebileceğim
gizli bir köşesi bulunmamasını...”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:193)
“Markiz ardından da ‘Binder baronun gözü ne kadar yüksekte olursa olsun,’ diye ekliyordu, ‘o asıl
kocamın durumundaki bir insanı kollayıp, ona karşı sakınımlı davranmayı bu ülkedeki kendi kişisel durumu için
yararlı sanıyor. Ben bunun bir kanıtını da oğlumu nerede bulabileceğini itiraf edişindeki o garip açık yüreklilikte
görüyorum. Üstelik baron, o utanmaz rezil ağabeyinin ihbarına göre Fabrice’in suçlandığı yasaya aykırı iki
davranışı da ayrıntılarıyla anlatıyor.’ ”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa: 107)
Gözünü oymak : Ardından fenalık etmek, dedikodu yapmak, ayağını kaydırmak, ihanet etmek; Hakkından
gelmek, canına okumak, cezalandırmak
“-Sanki ben bunu düşünmüyor muyum? Fakat benim gibi sıska, çalı süpürgesi kılıklı kızı kim alır?
-Tevfik evlenirse sen görürsün!
-İşte o olamaz. Penbe Teyze’nin niyeti bozuk, fakat babama göz atarsa, gözünü oyacağımı dobra dobra
söyledim. Artık Tevfik’e yanık yanık bakmıyor.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:140)
“EUGENIO - Dükkanda iyi olmaz; siz gelirseniz o zaman da o sıkılır; yalnız gitsem bu sefer de
gözümü oymaya kalkar; ama zarar yok, biraz içini döksün, belki bu şekilde huzur bulur.
RIDOLFO - Nasıl isterseniz. Allah yardımcınız olsun.”
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:103)
“Kel Mıstık kırbacını hayvanlarının yeleleri üzerinde şaklattıktan sonra, ‘Karı söktürememiş, belli!’
diye geçirdi. ‘Gelirken epey attı tuttuydu ama, demek hava. Tabii canım, koskoca Savcı.. o bu değil ya, partimiz
seçimleri kazanamazsa yaş. Bizim karı da gözümü oyar gayrı. Neme gerekti benim particilik.’ ”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:299)
“Çukurova insanları gittikçe zalim, kötü, sevgisiz oluyorlarmış. Dost diyecek hiç dost kalmamış.
Herkes herkesin gözünü oyuyormuş, beş kuruşa insana babasını öldürürmüş.”
(Y. Kemal, “Yılanı Öldürseler”, sa:119)
Gözünü patlatmak : Yumruk ya da benzeri darbeyle gözünü şişirmek, morartmak; Dayak tehdidi
“Siyasi suçlular için ayrı bir görüşme günü var. O gün, polis müdüriyeti mutlaka bir sivil memur
yolluyor.
-Şimdi, müdüriyet bizim geldiğimizden haber alamayacak mı?
-Hayır, zannetmem..
-Mahpuslardan birisi söylese...
-Ne haddine... Abdullah Ağa gözünü patlatır.
-Müdür Bey?
-Abdullah Ağa gözünü patlatır dedim ya...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:112)
Gözünü seveyim : Çok rica ederim, lütfen yapma, rahat bırak (Rica ile yalvarma arası bir hitap)
“Hoca, kendini tutamayıp güldü. Bundan cesaret alan köylü ona daha ziyade sokuldu:
-‘Bu koca konak kimin? Ah deyiver bana, gözünü seveyim...’
-Tövbe yarabbi, tövbe yarabbi... Burası otel, otel be.. Hani, senin anlayacağın alafranga han.’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:113)
“... Gittikçe ben de onlara benziyor, onlar gibi hileci, belki onlardan da bin beter yalancı, ikiyüzlü,
kendime, evime, çocuklarıma, dostlarıma, sana, Aliye bile ikiyüzlü oluyorum, onlar gibi... Gözünü seveyim,
benden ne istiyorsun söyle. Açık konuş benimle.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:III, sa:483)
“Longin azametle baktı:
-Canım isterse kardeşimden laf ederim, dedi. Kim karışabilir bana? Sen mi engel olacaksın yoksa?
Sen?
-Gözünü seveyim rahat bırak beni, dedi Guiccioli.”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:140)
“Mrs. HUSHABYE, telaşla ayağa kalkarak. - Aman, canikom, gözünü seveyim. Cesurluğundan şüphe
ettiğini çakarsa yandık..... Tüyler ürpertici bir numarası vardır. Üçüncü kattaki pencerelerin birinden girer
öbüründen çıkar. Sinirlerinin sağlamlığını deniyor aklı sıra.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:32)
“APOLLODORUS - Yavaş evlatlarım, yavaş gözünü seveyim. (Birden korkuya kapılarak.) Ulan yavaş
dedik, itoğlu itler. Kıç altına yatırın. Tamam”
(G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:97)
“SHANNON - Bırak çalsınlar, çalsınlar..... (Sesi tıkanır, verandaya doğru tökezler ve soluk soluğa alt
basamağa çöker.) On yıldır tur yönetirim, inan bana böyle berbat bir grupla dolaşmadım hiç. Gözünü seveyim,
bana yardımcı ol, yoksa devam edemeyeceğim.”
(T. Williams, “İguananın Gecesi”, sa:16)
Gözünü toprak doyursun : Kazandığı para ya da meta’ya doymayan haris insanlar, bazen de, yemeğe
doymak bilmiyen ev hayvanları için, kızgınlık içinde sarfedilmiş bir sözcük: ‘Bu dünyada sen bir türlü doymak
bilmiyorsun, bari bu dünyaya veda et de,o zaman daha bolcana isteklerine kavuşursun’ anlamında bir ilenç
“Bağırması gittikçe artıyor, boyun damarları da parmak parmak şişiyordu. Haris, Politis’in üstüne
yıldırım gibi atlarken onu tuttular.
‘Öldüreceğim bu köpeği öldüreceğim, yirmi yıldır bahçemi yağma ediyor. Doymuyor. Gözünü toprak
doyursun, doymuyor.’
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 1-Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”, Cilt:1, sa:83)
Gözünü yıldırmak : Gözünü korkutmak, vazgeçirmeye uğraşmak
“-Parası yoksa...
-Yol olduğu yüzde yüz...
-İnanmıyorlar mı?
-Biliyorlar. Aslında kötek bu fukaraya atılmakta, ötekilerin gözlerini yıldırmak için atılmakta...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:117)
Gözünü yummamak : Bk.: Gözlerini yummamak; Gözünü kırpmamak
Gözü olmak : Bir şeyi elde etme isteği olmak
“İstanbul Bakkaliyesi işlek bir dükkan, işini bilen bir bakkal, orada pek ala para kazanabilir. Emine’yi,
bu pek düşündürdü. Esasen Tevfik’de gözü vardı. Tüm hükmeden yaratılışlar gibi kalıptan kalıba giren
Tevfik’de ideal bir koca sezmişti.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:15)
“Çermaşnaya’ya gidersin, ben de gelirim sana, hem elim boş değil… Sana orada bir kızcağız
göstereceğim: çoktandır gözüm var. Kız şimdilik yalınayak başı kabak ama hor görme - cevherdir şu
pabuçsuzlar.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:209)
“Leyla, annesinin politikasını doğru buluyor, şimdilik fazla süste, eğlencede gözü olmayan bir eski
zaman kızı rolü oynuyordu. Aceleye ne lüzum vardı? Kendinden yirmi beş yaş büyük olan kocasını nasılsa
avucunun içine alacak, istediğini yaptıracaktı.”
(R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:107)
“Biliyorsunuz, kendi yazgım var, başkasının yazgısında da gözüm yok. Bağımsızlığına düşkün bir
insanım, hiç kimseye köle olmayı da istemiyorum. Ne kimseyi seviyorum, ne de kimseden nefret ediyorum; ne
şunu aldatmak, ne berikinin ardına düşmek; ne şununla şakalaşmak, ne de bununla eğlenmek istiyorum.
Köyümüzdeki çoban kızlarla olan içten sözlerim ve keçilerim yeterince oyalıyor beni. İsteklerim şu dağların
ötesine geçmiyor.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:88-9)
“Ne romanlara konu olan aşklarda, ne pırıl pırıl yolculuklarda, ne şu kadar yüz bin liraya satılan
giysilerde, ne parmak ısırtan gösterişlerde, ne büyük yürekliliklerde gözü vardı. Her şeyini hiç kullanılmamış
tertemiz bir yazgı giibi saran sıcacık evlilik yorganı ona hiçbir zaman tam olarak uyanmak ve tam olarak uyumak
istemeyeceği bir duruluğu sağlamaktaydı.”
(A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:7)
Gözü pek (olmak), Gözüpeklilik : Hiç birşeyden korkmayan, yılmayan kimse, atılgan, gözü kara
“Yalnızca bir kurban olmakla kalmıyordum, bir kahramandım; güçlü, gözüpek, bir kükreyen fareydim;
yalnızca acımıyorlardı bana, seviyorlardı da. Ne denir bu işe? Cehenneme atılmıştım. Elim kolum bağlanmış,
ağzım tıkanmış, ölüme bırakılmıştım, aradan bir ay geçince de herkesin gözbebeği olmuştum.”
(P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:147)
“Yoksulluktan kolu kanadı kırık, gözüpekliğine o sırada kendisi de şaşan o yoksul genç sanatçı, IV.
Henri’nin çok güzel bir portresini borçlu olduğumuz ressamın dairesine belki de giremeyecekti; ama rastlantı
kendisine olağanüstü bir yardımda bulundu..”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:12-3)
“Paris yakınlarındaki Boulogne Korosu bekçilerinden birinin oğlu, sanayiin en gözüpek efelerinden biri
olan bu delikanlının adı Georges-Marie Destourney’ydi. Babası, 1824’e doğru, kötü duruma düşüp de görevini
başkasına satınca, oğlunu hiçbir seçim kaynağı olmayan bir durumda bırakmıştı.”
(H. de Balzac, “Süslü Hayatlar”, sa:190)
“FISKİYE
-----------Ruhun tutuşur da giderek
Yakan şimşeğiyle zevklerin,
Atılır, hızlı ve gözüpek,
O büyülü göklere, engin.
Yayılır sonra, yavaşlayıp,
Hazin, gevşek bir sudur, akar
Görünmez bir yamaçtan kayıp
Yüreğimin dibine kadar.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:309)
“Bu dokuz yıl önceydi; o günden bu yana, rehindeki eşyamı kurtaracak parayı hiçbir zaman bulamadım.
Şimdilerde, yerimden kıpırdamaya ve Amerika’ya gitmeye karar vermiştim. Gözüpek biri değilim ama bu iş ya
şimdi olurdu ya da hiçbir zaman.”
(N. Berberova, “Kara Acı”, sa:9)
“ADONİS’E AĞIT
--------------------Korkum senden Persephone, ölürsen diye; sen ey,
üç-kez-erkekseyen! Benim arzularımsa kanatlanıp uçtu
bir rüya gibi. Krytheria dul şimdi, yapayalnız
kaldı evde Aşk Tanrıları: gitti sihirli kemerim de
seninle birlikte. Ey gözü pek adam, neden gittin ki ava?
Nasıl olur da böylesine güzel bir adam
Yitirip aklını, dövüşür yabanıl bir hayvanla?”
(Bion, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:104)
“Marjorie Tench’e gönderdiği tüm zarar verici delilleri hatırlayan Pickering, kendi kendine, ‘ona
yardım etmeye çalıştım,’ dedi. Fakat bunların kullanımını yasaklayan Herney, Pickering’e gözü pek girişimlerde
bulunmaktan başka seçenek bırakmamıştı.”
(D. Brown, “İhanet Noktası”, sa:454)
“Bayan Aubain hendeği geçmiş; önce Virginie’yi, sonra da Paul’ü itmiş, yokuşu tırmanmaya çalışırken
birkaç kez düşmüş ve ancak gözüpekliği dolayısıyla tepeyi aşmıştı.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Saf Bir Kalp”, sa:13)
“Böylece, düşüncenin öğlesinde, başkaldırı ortak savaşları, ortak yazgıyı paylaşmak için, tanrılığı
yadsır. İthaka’yı, dost toprağı, gözüpek ve yalın düşünceyi, bilen insanın cömertliğini seçeceğiz biz. Işıkta, dünya
ilk ve son aşkımız olarak kalır.”
(A. Camus, “Başkaldıran İnsan”, sa:291)
“Başka yerde, insanı şaşkına çeviren bir mermer kuş ve çiçek bolluğu içinde, şu gözüpek dilek:
‘Mezarın hiçbir zaman çiçeksiz kalmayacak.’ Ama çabucak güvene gelir insan: yazıt yalancı mermerden bir
yaldızlı demeti çevreler, bu da canlıların zamanı açısından çok ekonomiktir (cafcaflı adlarını hala tramvaylara
yürürken binenlerin minnetine borçlu olan şu ölmezotları gibi). Yüzyıla uymak gerektiğinden, bazı bazı alışılmış
tarla kuşunun yerini şaşkınlık verici bir uçak alır, uçağı da mantığa hiç kulak asılmadan bir çift görkemli kanatla
donatılmış bir budala melek kullanır.”
(A. Camus, “Düğün-Cezayir’de Yaz”, sa:48-9)
“... mahallenin Arapları..... kavganın tanıklığının çektiği birkaç Fransızı derinliğinin içinden dişarıya
atar, dövüşen Fransız gerileyince, birdenbire karşıtının ve bir yığın asık ve kapalı yüzün karşısında bulurdu
kendini, bu ülkede büyümemiş ve burada yaşamayı yalnızca gözü pekliğin sağladığını bilmemiş olsa, bu yüzler
tüm gözü pekliğini alıp götürürdü.
”
(A. Camus, “İlk Adam”, sa:215)
“Satıcı, satışlardaki belirgin düşüş nedeniyle, aylığını üzülerek kısmak zorunda olduğunu bildirince,
Jonas kendisine hak verdi, ama Louise kaygılandı. Eylül ayıydı, okulların açılışında çocukları giydirmek
gerekiyordu. Alışılmış gözüpekliğiyle, kendisi işe girişti, çok geçmeden de yaya kaldı.”
(A. Camus, “Sürgün ve Krallık”, sa:99)
“Ama kamaradan pek hoşnut değiliz. Ortaya konmuş olan ek yatakta yetmiş yaşında yaşlı bir adam
kalıyor. Üstümdeki kuşet, ticaretle uğraştığını sandığım orta yaşlı birine ait. R.’nin üstünde, Şankhay’a giden,
gürültücü, gözüpek bir yüz ifadesi olan bir konsolos yardımcısı bulunuyor. Yerleşiyoruz, ben çalışmaya
başlamaya karar veriyorum.”
(A. Camus, “Yolculuk Günlükleri”, sa:15)
“‘Baba gibi,’ diye mırıldandı küçük ahbap. ‘Tam da düşündüğüm gibi. İyi, haydi gidelim öyleyse!’
Gözüpek adamlarla kollarını sallaya sallaya yürümeye başladı.”..... “Kien boş bulundu, ‘Şimdi kitap paketlerini
açmama yardım eder misiniz?’ dedi. Bu gözüpekliğine kendi de şaşırdı.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:230;232)
“İşte Hermann Broch, bugün bu dorukta; o halde açık konuşalım ve onun kişiliğinde çağımızın
temsilcisi olan çok az sayıdaki yazarlardan birini selamladığımız gibi gözüpek bir sav ortaya atmaktan
çekinmeyelim.”
(E. Canetti, “Sözcüklerin Bilinci”, sa:16)
“Gözüpek Don Quijote de bu haksızlığı işte böyle giderdi. Keyfi gıcırdı, şövalyelik işine en asil, en
mutlu haliyle başladığından emin olarak yoluna gidiyor, kendi kendine konuşarak evine dönüyordu.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:30)
“Petrus çevresine bakınıyor, ben de onun bakışlarını izliyordum. Doruklardan birinin yamaçlarında
keöçiler otluyordu. Öbürlerinden daha gözüpek bir keçi, kocaman bir kayanın tepesine çıkmıştı; oraya nasıl
çıktığınmı da, oradan nasıl ineceğini de anlamak olanaksızdı.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:44)
“Anna Sergeyevna’nın bir daha yanına gelmesini beklemiyor. Ama Anna geliyor, tıpkı bir önceki
gelişinde olduğu gibi neredeyse hiçbir açıklamada bulunmuyor: Matriyona’nın yan odada olduğu düşünülünce,
kadının böyle gözü pek sevişmesi Fyodor Mihayloviç’i şaşırtıyor.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg!lu Usta”, sa:256)
“Genç ve gözüpek bir keşiş, merakından dayanamaz da sarmaşıklara tırmana tırmana büyük kapının
üstündeki yarı toparlak pencereye erişirse, büyücü sakalıyla elinde sıvı ölçeği, ocaklarına eğilip bakan Pere
Gaucher’yi görür görmez, ödü koparak, teker meker aşağıya yuvarlanırdı.”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:II, sa:78)
“BEYAŞK
-----------Ama en içtenler olmasa da en gözüpekler
Bir giz çalarlar ağız dolusu ağızlarından
Ve düşüncelerimiz önünde, düşlerin dümenindeymiş gibi
Gülümsemeleri parıldar, dalgalanır saçları.”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:99)
“Ama çocuk kendini ezdirmedi. Gözü pekti, sınıfta cesaretiyle, ‘acı kuvvetiyle’ ün almıştı. Atılgan ve
çalışkandı. Hatta aritmetik ve genel tarihte öğretmen Dardanelov’u cebinden çıkaracağını söylerdi.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:4)
“‘Onları kurtarmak için hiçbir şey yapılamaz mı?’ diye bağırdım. ‘Başrahip araya giremez mi?’
‘Kimin için? Suçunu itiraf etmiş olan kilerci için mi? Salvatore gibi aşağılık bir adam için mi? Yoksa
kızı mı düşünüyorsun?’
‘Düşünsem ne olur?’ dedim gözüpeklikle. ‘Ne de olsa, üçünün içinde gerçekten suçsuz olan biri varsa,
o; büyücü olmadığını biliyorsunuz...’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:567)
“İlk basılan küçük kitap için, sanki parodinin patikalarını izlemek yeterince ciddi bir iş değilmiş gibi,
neredeyse özür diledikten sonra, bunun yalnızca yasal bir yol değil, aslında kutsal bir görev olduğuna da emin
olarak haklı bir gözüpeklilikle sürdürdüm bu işi.”
(U. Eco, “Somon Balığıyla Yolculuk”, sa:10)
“Egor’un kararlı, gözüpek yürüyüşü hayra alamet gibi gelmiyordu ona, köylülerin şaşkın suratlarının
tepesinden yaptığı çağrı gibi. Adamlar Egor’un sözlerini duyduklarında uyanışları fazla ani olmuştu.”
(M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:138)
“Bir taraftan İmparator Haile Selassie’nin kendi Kıraliyet Muhafız Bölümü’nden gönderdiği iyi
eğitilmiş birlikleri de içeren savaşçılar ve hele hele son derece disiplinli, talimli ve gözü pek Türk asker ve
subayları, yüreğimize su serpen yabancı kuvvetlerdi.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Pork Chop Hill Savaşı”, sa:123)
“Modulor - Ülküsel Ölçüler
-------------------------------Bir köprüsü var arkadaşımın
getirir ve götürür (hep dönmektedir kendisi geriye)
sevilenin sevgisini, sevgiliye.
Bu köprü çelik, kaya ve ışıktan.
Yaşamla ve dünyayla dolu bir köprüsü var arkadaşımın,
kavgadan gözü peklik ve emekten bir köprü.
Gün geçer üstünden gece geçer, geçer mevsimler
emekçiler geçer, onların hüznü ve umudu:
Her gün nefrete ve ölüme direnip kavga verenlerin.”
(Pablo Armando Fernandez<d.1930>-Ayşe Nihal Akbulut, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 03.04.08)
“1870 savaşı patlak verince yeniden askerliğe dönmüş; ama eski alayında değil de Perleberg’de görev
yapmış, savaş madalyası almış. Çok doğal olarak... Çünkü hiçbir şeyden yılmayan, gözüpek bir insandır.”
(Th. Fontane, ”Effi Briest”, Vol:1, sa:24)
“Ardından Fransızcayı kafa tutarak şarkılaştıran kaldırımların kızı çılgın lumpen unutulmaz Piaf.
Mezarına gene kilisenin aforozu yüzünden dini törensiz götürülmüştür. Her şeyi gözüpek, doyumsuz yaşamış bu
kadınların erkek olan kilise başlarında afaroz edildiklerini düşünmeniz doğaldır. Üstelik, siz hiç kadın papa
gördünüz mü?”
(Füruzan, “Ev sahipleri”, sa:57)
“IPHIGENIE --------------Saldıran uyanığa, saldıran uyuyana.
Sonunda kurtularak onları ellerinden
Ve atlayıp bir düşman atına, ganimetle
Dönenler midir yalnız övgüye değer olan?
Yalnız o mu bir emin yolu küçük görerek
Dağları ormanları dolaşır gözüpekçe,
Haydutlardan temizler bu ülkeyi eliyle?”
(J.W. von Goethe<1749-1832>, “Iphigenie Tauris’te”, sa:121)
“MARLOW, Hastings’e dönerek yavaşça. - Hay kör şeytan! Bu işe nasıl dayanacağım? Hişt, Hastings
sen gitme.. bana yardım edeceksin.. çok gülünç bir duruma düşeceğim. Fakat gözüpek olacağım.. bakalım.”
(O. Goldsmith, “Yanlışlıklar Gecesi”, sa:47)
“FIRTINA HABERCİSİ’NİN TÜRKÜSÜ
<1901>
Köpükten apak kesilmiş düzlüğü üstünde denizin,
Rüzgar bulutları topluyor. Bulutlarla denizin arasında,
Gururla, kara bir şimşek gibi süzülüyor fırtına habercisi
Kimi kez dalgalara değerek kanadını; kimi kez ok gibi
Yükselerek bulutlara, çığırıyor; ve bulutlar sevinç
Duyuyorlar gözü pek çığırışından kuşun.”
(Maksim Gorki <1868-1936>, “çağdaş rus şiiri antolojisi”, Ataol Behramoğlu, sa:28)
“Gözüpek bir kişiliği varmış annemin, fotoğraflarda ellerini kalçalarına dayayıp, kolunu küçük erkek
kardeşinin omzuna dolamış. Elinden gülmek dışında birşey gelmezmiş gibi durmaksızın gülüyor.”
(P. Handke, “Mutsuzluğa Doyum”, sa:17)
“BAĞIŞLA BENİ
Bağışla beni kapını sessizce açtığım için,
yazgına girdiğim için kapını çalmadan,
ateşi yakıp ardından soğudum için,
aradım, ama bulamadığım için.
Bağışla beni güvendiğim, utanma bilmediğim,
gözüpekliğimle seni büyülediğim için.”
(Nigar Hasanzade<d. 1975>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 15.05.03)
“İnsanın sevgili seçerken gösterdiği dikkatin on mislini gerektirir bu yeni dost seçimi... Çünkü bir gün
gelir, hayatınızı silah arkadaşınızın serinkanlılığına, sadakatine, keskin nişancılığına ve gözüpekliğine borçlu
olursunuz.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:6)
“Ve sanki şans, gözüpek bir avuç kişiden oluşan topluluğun yüzüne gülüp çabalarında kendisini teşvik
etmiş gibi, bu hayli kasvetli dönemin doruk noktasında o rahatlatıcı mucize gerçekleşmişti; aslında bir
rastlantıydı bu, ama ilahi bir teselliymişçesine etkili olmuştu.”
(H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:24-5)
“Cravatte bir seferinde hatta Embrune’e kadar uzandı, geceleyin katedrale girip ziynet, tören eşyalarını
çaldı. Eşkiyalığı ülkeyi rahatsız ediyordu. Peşine jandarmayı taktılar, ama boşuna. Her defasında kaçıp
kurtuluyor, bazen de silahla karşı koyuyordu. Gözü pek bir sefildi.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:53)
“Kadınların konuşmalarından hiç değilse bir şu kadarını anlamıştım. Codine adındaki çok kötü bir adam
henüz cezaevinden kurtulmuştu. Anlatılanlara bakılırsa, bu gözüpek adam bütün mahalleyi kasıp kavuruyor,
durmadan incir çekirdeği bahanelerle kavga çıkarıyor ve çok ustalıklı bıçak kullanıyordu.”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:10)
“Tek başına yükselen sesinin kendi yurdunda, kendisine karşı körüklediği öfkeye, küçümsemeye,
nefrete karşın, o, sözünü esirgemeyecek kadar gözü pek ve özgündü.”
(P. Istrati, “Nerrantsula” , sa:20)
“Kediler geziniyordu yalnız. Ağır, düşünceli. İki üç tanesini çağıracak oldum. En gözüpek olanı,
çağırışımı tartar gibi ancak durdu, kaçtı sonra. Ötekiler zaten çoktan kaçmıştı. Üzüldüm. Tanır gibi oldum kimini
de. Soy ortadan kalkmamış demek.”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:13)
“SAAT DOKUZDAN BERİ
----------------------------------Gözümün önünden gitmez oldu
bedenimin gençlik hayali lambayı
yaktığımdan beri saat dokuzda, bana hoş kokulu,
kapalı odaları, o eski tutkuları,
o gözü pek tutkuları hatırlatarak.
Yeniden canlandı gözümün önünde
artık tanınmaz olan sokaklar,
kapanmış cıvıl cıvıl eğlence yerleri,
yerinde yeller esen kahveler, tiyatrolar.”
(Konstantinos Kavafis<1863-1933>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
17.07.03)
“ ‘Belki bir yıl burada kalırız. Şu Sait Paşa’yı oynatmak, anasından doğduğuna pişman etmek gerek.’
‘Anladım Efe.’
‘Şimdi Hacı, dağda ne kadar eşkıya varsa, düzde ne kadar kaçak varsa hepsi Çakırcalı’dır. Anladın mı
Hacı?’
‘Anladım Efe.’
‘Çağır delikanlıları. Gözü pek olsun. Bir tanesi bile çürük çıkarsa yandık.’ ”
(Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:89)
“Zeynel:
‘Çok cesur bir adam,’ diye karşılık verdi. ‘Gözüpek. On beş tane harbe girmiş çıkmış. Bedeni tüm yara
içinde...Git gel akıllı bence... Bir, çok korkak oluyor, eline vur lokmasını al, bir, çok cesur oluyor, öfkesinden
yanına yaklaşılmaz...’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:104)
“LISETTE - ... Bana hemen dün ilanı aşk etseydiniz, kabul edecektim. Ama düşünün bir kere, ne kadar
büyük bir gözüpeklik etmiş olacaktım, ne haliniz vaktiniz, ne servetiniz, memleketiniz falan hakkında bir şey
sormaya vakit bulabilecektim!”
(G.E. Lessing, “Yahudiler”, sa:47)
“Şam Halifesi, başka her yerde ‘kitap ehli’ insanları vergiye bağlamışken, birtakım Hıristiyanların ondn
haraç alması olacak iç miydi? Sıradan bir başarıı değildi bu; ama bu gözüpek savaşçılar -ki en ünlüleri Yuhanna
adını taşıyordu- ulaşılmaz topraklarında kendilerini bütünüyle güvende hissediyorlardı.”
(A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:55)
“Bu rastlantıdan bir kat daha şaşıran yolcu, askeri bu denli genç gördüğüne büsbütün şaşırarak yaşını
sordu. Daha henüz yirmisini tamamlamamıştı, ama bağlılığındann ve gözüpekliğinden dolayı hem para ödülü
almış, hem de erbaşlığa yükseltilmişti.”
(X. de Maistre, “Kafkas Tutsakları”, sa:118)
“Savaşçı soyundan gelen sığır yetiştiricisi Sumantra’nın kızı güzel kalçalı Sita ile (deyim yerindeyse)
iki kocasının öyküsü, dinleyenden en üstün ruh gücü bekleyecek ve Maya’nın acımasız gözboyacılığına karşı
bütün zekasını kullanmasını gerektirecek kadar kanlı ve şaşırtıcıdır. Dinleyenlerin, öyküyü anlatanın
dayanıklılığını kendilerine örnek tutmaları dilenir; çünkü; böyle bir öyküyü anlatmak, dinlemekten çok daha
fazla gözüpekliği gerektirir.”
(Th. Mann, “Değişen Kafalar”, sa:15)
“Yağmurlar
2.
Türkü
-------Sularda ve karanlıkta her zaman sezinlenen
sen ey yumuşak yele ey sert yele
ilgisiz kalamayacak kadar gözü pek
toprağın ve gecenin hep direngen bedeni
Enginliğin gümüşsü keçiyolunda
ışın gibi şimşek gibi
uslanmaz keskin kılıcısın aydınlığın ey yele”
(Mateya Matevski<d.1929>-Suat Engüllü; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.04.05)
“EZANİ AŞK ŞARKISI
-----------------------------Bir salkımsöğüt gibi
bırakıyorum ruhumu
ateşten bir havuza
karanlık bir mabette bir yerde
duyuyorum sesini bir Özgürlük
Şarkısı’nın:
Kalktı çocuk
yürüdü sonra küstahça
inine doğru aslanın
gözü pek
korkusuz”
(Umariuddin Don Mattera <d.1935>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
31.05.07)
“Bu, güneşli günlerin sıcağıyla yanmış, kırmızımsı saçlı, dinç ve iri bir kız, Paris köylerinin iri ve gözü
pek bir kızıydı.”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:108)
“Galip alışkanlıkla dinledi: ‘Bu miskin ülkeyi adam edecek askeri harekata ihanet ettiğin için değil,
senin yüzünden rezil olan o yurtseverlik işine girişen o gözüpek subaylarla, sürüm sürüm süründürülen o mert
insanlarla sonraları alay ettiğin, üstelik yazılarında kışkırttığın bu maceraya, onlar kelle koltukta giderken.....
hayır hepimizi, bütün bir ülkeyi kandırdığın için..... yıllarca ve yıllarca bana yutturabildiğin için öldüreceğim
seni.’ ”
(O. Pamuk, “Kara Kitap”, sa:360)
“BULUT : Korkuyorum. Dağların doruklarını gördüm..... Hepimiz daha güçlü bir elin boyunduruğu
altındayız. Yağmurun ve rüzgarın oğulları, Kentaurlar, derin vadilerin bucaklarına saklanıyorlar. Canavar
olduklarını biliyorlar.
İKSİON : Kim diyor bunu?
BULUT : O ele meydan okuma, İksion. Yazgıdır o. Kentaurlardan ve senden daha gözüpek olup, sarp
kayalıktan atlayanları ve ölmeyenleri gördüm.”
(C. Pavese, “Leuko İle Söyleşiler”, sa:12)
“Herkes seviyordu genç öğretmeni. Kirila Petroviç avda gösterdiği gözüpeklik ve çeviklikten; Marya
Kirilovna bıkıp usanmadan çabalamasından ve çekingen yakınlığından, Saşa yaramazlıklarına göz yumuşundan,
ev halkıysa iyi yürekliliği, bir de maddi durumuyla bağdaşmaması gereken eli açıklığından ötürü.”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:77)
“Beni annemin ne kadar cesur ve genç olduğuna inandırmayı önemsiyordu. O zamanlar, iddiasına göre,
onunla dansta ya da binicilikte boy ölçüşebilecek kimseler yokmuş. ‘En gözü pek oydu ve yorulmak bilmezdi ve
sonra birden evlendi,’ diyordu Abelone.”
(R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:150)
“Max Ophuls, Jean Bugatti’yle oldukça samimiydi, ondan uçak kullanmayı öğrenmiş, savaş öncesi
dönemin masum gökyüzünde gözü pek numaralar yapmışlardı. Yanı sıra, ışıl ışıl yaz akşamları boyunca, bir
zamanlar kutsal olan bu toprakların her karışını altın başlı aygırlar üzerinde dolaşmışlardı.”
(S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:191)
“Zırhlıların arasında fikir ayrılıkları vardı. Bazıları, belki de genç ve gözüpek oldukları, kanları
kaynadığı için komutanlarının her ne pahasına olursa olsun sonuna dek castelo rodrigoya girerkenki stratejisini
koruması gerektiğini savunuyorlardı, güç kullanmak gerekseydi bile, ki son derece inandırıcı olurdu, fil hemen
ve koşulsuz teslim edilmeliydi.”
(J. Saramago, “Filin Yolculuğu”, sa:114)
“Papa, bu davaya bakma işini ondan alıp daha sert bir yargıca verdi. Gerçekten bu vahşi adam, bu kadar
güzel bir vücuda, acımasızca işkence etmek gözüpekliğini gösterdi. Bu işkence, ad torturam capillarum denen
türdendi <Yani Beatrice Cenci’yi saçlarından asarak sorguya çektiler>.
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:85)
“Lamiel’i yaratma düşüncesi onda nasıl gelişti?….Kesin olarak söylenebilecek tek nokta şu: Bu ele
avuca sığmaz kızın görüntüsü, Vanina Vanini adlı yapıtında, bu adı taşıyan kahramanına romanlardaki gibi
birçok gözüpek iş yaptırdığı günden beri kafasından çıkmıyor olmalıydı.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:11)
“Fabrice’le adamları Lugano’yu Como Gölü’nden ayıran dağın en küçük patikalarını bile avuçlarının
içi gibi biliyorlardı: Hemen avcı, yani kaçakçı kılığına girdiler, üç kişi olduklarında ve çok da korkusuz ve gözü
pek göründüklerinden, karşılaştıkları gümrükçüler onları selamlamaktan başka bir şey düşünmediler.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:99)
“Tir tir titriyordum. Sonra hepsi geçti; ama bitkin düştüm. Bitkinliğim geçince, düşüncelerimin yönünde
bir değişiklik olduğunun ayrımına vardım; daha gözüpek, tehlikeye dudak büken, hiçbir bağ ve koşul tanımayan
bir değişiklik...”
(R.L. Stevenson, “Dr. Jekyll ve Mr. Hyde”, sa:105-6)
“Güneş batarken uyanıyordu, önce her yönü bir kokluyor, ancak son köylünün de tarlasından
ayrıldığından, en gözü pek gezginin bile karanlığın bastırmasıyla geceleyecek bir yere sığındığından emin
olduğunda, ancak gece sözümona tehlikeleriyle toprağı insanlardan temizlendiğinde, saklandığı yerden çıkıp
yolculuğunu sürdürüyordu.”
(P. Süskind, “Koku”, sa:119)
“Babamın babası, yani dedem, bir başka yörede doğmuştu. Delikanlığının başlarında buraya savaşmak
için gelmişti. Atılganlar birliğine bağlıydı. Adından da anlaşıldığı gibi onlar en gözüpek askerlerdi. Ellerinde
yalnızca bir süngü vardı ve yerlerde sürünerek düşman hatlarına yaklaşıyorlardı.”
(S. Tamaro, “Anima Mundi”, sa:33)
“Prens İvan İvanoviç, geçen yüzyıln sonunda, soylu özyapısı, yakışıklılığı, olağanüstü gözüpekliği ve
hatırı sayılan ünlü akrabalarının ve daha çok talihin yardımıyla henüz pek genç yaşta yüksek bir konum elde
etmişti.”
(L. Tolstoy, “Çocukluk”, sa:97)
“GEÇ KAR
Geç kar, niye geldin?
------------İlk yeşillenenler çiçek açmayacak.
İlk çiçek açanlar meyve bağlamayacak.
En korkuncu ise senden sonra
çiçeklenip meyve bağlayacak olanlar
kimin suçlu olduğunu
bilmeyerek veya unutarak
gözü peklere azarla veya nefretle:
-Niye çıplaksınız?
-Niye kısırsınız?
diye somurtacaklar.”
(Stefan Tsanev<d.1936>-Hüseyin Mevsim; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.01.05)
“Bu işin sonunun yaklaştığını görüyor ve içten içe üzülüyordu; gerçi, onun büyük bir gözüpeklikle
kollarını göğsüne kavuşturup çevresini gözleyişini gören kimse, bunun böyle olduğunu düşünmezdi.”
(I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:II, sa:35)
“Margarida da mutlu ve sevinçliydi….. Delikanlıya hayranlık duyuyordu. Öncelikle çok güçlü olduğu
için; ikincisi, gençliğinden, üçüncüsü de gözü pek <Bölgenin kol bükme güreş şampiyonluğu> girişiminden
dolayı….. Üstelik bugün, çok kazanç sağlayacak bir gündü: Santa Lucia Bayramı. Özellikle Margarida için,
çünkü bayramlar rahat, güvenceli yaşlılık günleri için bir sigorta gibidir.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:46)
“William, masada, şimdi Mrs Parker ile Isa’nın arasındaki yerinden Giles’in yaklaşışını gözledi. Kadere
karşı silahlı ve gözüpek, yiğit ve atak, ayakta dimdik – bildik marş çınlıyordu kafasında. Somurtkan kahraman
yaklaşırken, William’ın sol elinin parmakları sımsıkı kapandı kimseye çaktırmadan.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:98)
“Kardeşine sordu:
-Şimdi ne yapacaksın?
-Dövüşeceğim! dedi Auguste kararlı bir sesle.
Theophile’in sevinci yarım kaldı. Auguste’ün gözüpekliği karşısında karısıyla birlikte surat astılar.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:III, sa:63)
“Bir esnaf, büyük tüccar, bir hekim, gerçek araştırıcı ve iş adamı da, eski yüzyılların öncüleri soyundan
gelme gözü pek, eli açık, gözünü budaktan sakınmaz bir kişi olurdu.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:229)
“Ama yine de umudunu yitirmiş değil, İspanya çok uzakta ve bir geminin okuyanusu iki kez geçmesi
için çok daha vakti var. Gözü pek olduğu kadar da akıllı olan bu adam, zorla ele geçirdiği hükümdarlığını
sürdürecek çare arıyor.”
(S. Zweig, “İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı Anlar”, sa:17)
Gözü seğirmek : Göz kapaklarının spastik, spontane titremesi (Bazı kültürlerde o kişiyi birinin anması olarak
yorumlanabiliyor)
“HİÇ KİMSEYE BENZEMEYEN KİMSE
düşümde birinin geldiğini gördüm
ben bir kızıl yıldız düşünü gördüm
ve gözüm seğirip duruyor
ve ayakkabılarım çiftleşip duruyor
ve kör olayım yalanım varsa”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-inanalım soğuk mevsimin başlangıcına”, sa:91)
Gözü sulu olmak : Kolaylıkla ağlamak, önemsiz şeyler için hemen gözyaşı akıtmak
“Hepinizin kadın olduğu, gözü sulu olduğu belli, - dedi. - Kardeşimin böyle kendisini göstermesinden
ben çok memnunum. Siz hepiniz nanemollasınız! Bir şeyden anladığınız yok.”
(L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:II, sa:83-4)
Gözü takılmak : Dikkati, gözü ona (nesne, şey, şekil) yönlenmek, dikkati çekilmek
“‘Elveda kardeşler. Ben gidiyorum. Tanrı’ya gidiyorum. Göndereceğiniz bir haber var mı?’
Cevabını beklemeden koşarak çıktı ve yandaki eve girdi.
O sırada meyhaneci, elinde tepsiyle gelmişti, odayı hoş bir koku doldurdu. Gözü mecnuna takıldı.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:329)
Gözü tetikte olmak : Gözleriyle çevreyi yakından kontrol etmek, gözaltında tutmak
“RIDOLFO - Hey, çocuklar, neredesiniz?
TRAPPOLA - Buradayım patron.
RIDOLFO - Hiç dükkan yalnız bırakılır mı yahu?
TRAPPOLA - Gözlerim tetikte, kulaklarım kirişte idi. Sonra de neyi çalacaklar sanki? Tezgahın
arkasına kimse gelmiyor ki.”
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:50)
Gözü tutmak : Beğenmek, güvenmek
“ ‘Pekala,’ diye karşılık verdi dedektif. ‘Senin New York’u bilmediğin bal gibi ortada.. Ama madem bu
planı gözün tutmadı, o zaman biz de diğerini deneriz.’ ”
(O. Henry, “viski soda”, sa:23)
“Bir saat kadar soracak kimse bulamadan, bir münasip adam bulamadan dolaşıp durdular. Öyle olur
olmaz adamları gözleri tutmadı.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:73)
“Haydi kaleye gel de konuşalım. Seni gözüm tuttu. Ölünce gözüm arkada kalacaktı.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:78)
“Gözümüzün tuttuğu bir kahveye girdik, Pazar esnafının arasında bir masaya yerleştik, bir sabah ziyafeti
ısmarladık: Sıcak kakao, Viyana çörekleri, reçeller, peynirler, yumurtalar, meyve suları, tahıl, hatta akağaç
şuruplu krepler...”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:131)
“İki üç gün geçti, geçmedi, evime uzun boylu, esmer, alımlı, hem mütevazı, hem pervasız görünümlü
bir genç kız çıkageldi. Kadını ilk bakışta gözüm tuttu.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:102)
Gözü tutmamak : Beğenmemek, güvenmemek, itimat etmemek
“-Sen de bir az iç George. Sen de şöyle kana kana bir iç.
Lennie neşeli neşeli gülümsüyordu. George, dağarcığını omuzundan çıkarıp yavaşça suyun kenarına
bıraktıktan sonra:
-Hiç gözüm tutmadı, iyi bir su değil. Bulanık gibi duruyor, dedi.”
(J. Steinbeck, “Farelere ve İnsanlara Dair”, sa:10)
Gözü yaşlı (olmak) : Kolayca ağlayabilmek, sürekli acı çekmek; Felaketzede, yas tutan
Bk.: Gözü sulu olmak
“BROŞÜR
Kim gözü yaşlı bir anıda duruyor
Şimdi?
Kent bana yetişir
Uykulu pencerelerin gözleri
Kovar beni,
Gözyaşlarında duruyorum
bedenim
Şaşkın caddelerde durduğu gibi...”
(Ayşe Basri<d.1960>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 15.09.05)
“İntihar fikrini Batman’dan Kars’a getiren bu kadını bir ay sonra teyzesinin on altı yaşındaki kızı taklit
etmişti ilk. Ka’nın gözü yaşlı anne babaya olayı gazeteye bütün ayrıntılarıyla yazmaya söz verdiği bu intiharın
nedeni kızın bir öğretmeninin sınıfta onun bakire olmadığını söylemesiydi.”
(O. Pamuk, “Kar”, sa:21)
“Stendhal, olağanüstü gelişmiş bu üstün yaratık, çevresi yüzünden ne kadar acı çekiyor, bu içler açıcı ve
gözü yaşlı yüzyıldan nasıl bir öfkeyle kendini uzak tutuyor!”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Stendhal’, Cilt:III, sa:170)
Gözü yemek, yememek : Yapacak cesareti olmak, olmamak
“ELIZABETH -... o iri elleriyle ne tür bir masaj yapacağını biliyorum, bükücek, kıvıracak... ve
vuracak... bütün bunlar ne için?
MARTA - Anladım, gözüm yemiyor... haklısın da... bu tür bir işkence... bütün bunlar ne için?”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:26)
“...olur rezalet değil bir güvercine ateş etmek...olur rezalet değil bir güvercine ateş etmek, yasaktır,
hizmet silahının geri alınmasına varır ucu...hapse girersin bir güvercine ateş edersen, hayır, öldüremezsin, ama
yaşamak, onunla yaşamak, onunla yaşaman da olur şey değil, asla, bir güvercinle oturamazsın, başıbozukluğun
ta kendisidir güvercin, hiç belli olmaz ne taraftan gelip ne tarafa uçacağı, pençeleriyle yapışıp gözünü gagalar
insanın, güvercin dur durak bilmeden pisleyen, ortalığa korkunç bakteriler, sonra menenjit virusları saçan bir
şeydir..başka güvercinleri de çeker, cinsel ilişkide bulunur ve çoğalır, yıldırım hızıyla, bir güvercin ordusu
kuşatacak çevreni, odandan çıkamaz olacaksın, açlıktan öleceksin, kendi dışkında boğulacaksın, tek çaren
pencereden atlamak olacak, külçe gibi kaldırıma yığılacaksın, hayır, onu da gözün yemeyecek...”
(Patrick Süskind, “Güvercin”, sa:17)
Gözü yılmak : Korkmak, cesareti kırılmak
“Ey, Almanya’lı Albert (1298’de imparator olmuş Avusturya kralı), sen ki sırtına binmen gerekirken,
zaptedilmez hale gelen vahşileşmiş hayvanı yüzüstü bırakıyorsun, kanının üzerine gökten öyle işitilmedik, öyle
adaletli bir tanrı hükmü insin ki senin yerine geçecek olanın gözü yılsın.”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:II, ‘Araf’, sa:48)
“Rachel inanamayan gözlerle Pickering’e döndü. ‘Beyaz Saray, D.C.’ye kadar yirmi beş kilometre yool
gitmem için bana PaveHawk mı göndermiş?’
‘Görünüşe bakılırsa Başkan ya etkilenmeni ya da gözünün yılmasını umuyor.’ Pickering ona göz attı.
‘Bu oyuna gelmemeni tavsiye ederim.’
Rachel başını salladı. Hem etkilenmiş, hem gözü yılmıştı.”
(D. Brown, “İhanet Noktası”, sa:31)
“Uşak da koridorda sessizce yürüyordu; etrafı dinler gibi idi. Hiç şüphesiz Julien odada, tedbirsizlik
edip hızlı yürümüştü. Uşak biraz sıkılarak uzaklaştı. Madame de Rénel, hiç gözü yılmadan Julien’in odasına
giirdi; uşakla karşılaştığını anlatınca Julien titredi. Madame de Rénal;
-Sen korkuyorsun, dedi; beni gözlerimi bile kırpmadan, dünyanın bütün tehlikelerine göğüs
gerebilirim.”
(Stendhal, “Kırmızı ve Siyah”, Cilt:I, sa:304)
Gözü yolda olmak : Birini hasret ya da merakla beklemek
“Dört gün oldu eve dönmeyeli: Karım, çocuklarım beni arıyorlardır. Kızım ağlaya ağlaya tükenmiş,
bahçe kapısına bakıyordur; hepsinin gözü yolda, kapıdadır.”
(O. Pamuk, “Benim Adım Kırmızı”, sa:9)
Gözü yükseklerde olmak : İhtiras sahibi olmak; maddi ve manevi gücünün üzerinde olmayı hayal etmek
“Mösyö Guillaume, özellikle bu acınacak tutkuya içerliyordu. Şu gerçekleri pek beğenirdi; bir kadın
mutluluğa ermek için kendi düzeyindeki bir erkekle evlenmeliydi, insan er geç gözünün yükseklerde olmasının
cezasını görürdü...”
(H. de Balzac, “Top Oynayan Kedi Mağazası”, sa:67)
“İSMENE
----------Bir gün beni de tahta çıkaracakları korkusundan hiç
kurtulamamışımdır.
İnsanın gözünün yükseklerde olması için kendisinin
korkması,
ya da hayattan ve insanlardan ürkmesi gerekir. Ben hiç
istemedim
bütün gözlerin üstümde olmasını, gölgemin, kendimin
diyebileceğim
gizli bir köşesi bulunmamasını...”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:190)
Göz var (ve) izan var : Görünen köye kılavuz istemez, biz durumu görüyoruz
“Mamafih, artık ümidimi kesiyorum. Seni canlandırmak kabil değil. Mesela, üç gün evvel bir düğün
bahanesiyle seni köye götürdüm. Çeşit çeşit insanlar gördün; davul, zurna dinledin; köçek, pehlivan seyrettin;
ben, kendi payıma müthiş eğlemdim; fakat sen eğlenmedin. İnkar etme, göz ve izan var.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:385)
Gözyaş(lar)ı dökmek : Ağlamak
“ ‘İnsan, kendi canına, kendi malına da kıyabilir. İntihar edenler, malını mülkünü kumarda yiyenler, har
vurup harman savuranlar, neşeli bir ömür sürecekleri yerde gözyaşı dökenler, ikinci dairede boş yere pişmanlık
getirip dururlar.’ ”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:I, ‘Cehennem’, sa:159)
“Son lokmayı mideye indirir indirmez ayağa kalktı. Meyhaneciye teşekkür etti. Kocakarıyı dostça
kucakladı, talihsiz Noiraud için son bir kaç damla gözyaşı döktü ve pılıyı pırtıyı toplayıp hemen o gün güneye
gitmek kararıyla Cezayir’e döndü.”
(A. Daudet, “Taraskonlu Tartarin”, sa:76)
“-Manastırcığınızın bana nelere mal olduğunu ben bilirim! Onun yüzünden az gözyaşı dökmedim.
Havaleli karımı bana karşı kışkırtıyordunuz. Aforoz ederek yedi düvele kepaze çıkardınız beni.. Artık yeter
Pederlerim, yeter..”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:135)
“Muineddin Pervane, Mevlana için büyük bir sema tertip edip, semadan sonra sofraya oturdular.
Mevlana hiç elini sofraya uzatmadı. Pervane adamlarına mayhoş hoşaf yapıp bir çini kase içine koyarak
Mevlanaya sundurdu. Mevlana bundan bir kaşık aldı, ağzına kadar götürüp tekrar kasenin içine koydu ve bunu
birkaç kez yineledi. Pervane de Mevlana’nın bu hareketinden eriyen bir mum gibi göz yaşları döktü.
Mevlana’nın bu hareketi seher vaktine kadar sürdü.. Nihayet Mevlana mübarek sakalını eline alarak, ‘Ey Emir
Muineddin! Sakalımdan utanmıyor musun? Beni ayak yoluna gitmeye mecbur ediyorsun!’ buyurdu.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:I, sa:319)
“FAUST -... Ben burada çok defa, ibadet ve diyet acıları içinde, yalnız başıma oturup düşüncelere
dalardım. Ümitlerim bol ve imanım kuvvetli olduğu halde, göz yaşları dökerek, içimi çekerek ve ellerimi
uğuşturarak, göklerin Hakiminden, o veba’ya bir son vermeyi sağlamasını düşünürdüm.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:52)
“Cenaze töreninde mahallenin kadınları bol bol gözyaşı döktü, Leyla Hanım’ın iyiliklerini hatırladı,
bulunmaz bir paşa torunu olduğunu tekrarladılar birbirlerine. En çok ağlayan ise Cemile’ydi; akşama kadar
ciğeri söküle söküle ağladı.”
(Ö.Z. Livaneli, “Leyla’nın Evi”, sa:270)
“Göğsümde bir sıkıntı hissettim. ‘Ömrümde hiç aşık olamdım,’ dedim. Hemen karşılığını verdi, ‘Ben
oldum.’ Sonra da işni yarıda kesmeden sözünü tamamladı: ‘Yirmi iki yıl sizin için gözyaşı döktüm.’ Yüreğim
hop etti.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:43)
Gözyaşı şişesi :
Bk.: Lakrimariy
Gözyaşlarına boğulmak : Hıçkıra hıçkıra ağlamak
Bk: Hıçkırıklara boğulmak
“Bir akşam, dalgın dalgın hoş bir kitabı karıştırırken, bir an bile duraksamadan: ‘Tutkulu ruhların
çoğunda olduğu gibi, yaşamdaki inancının tükendiği an gelmişti’ cümlesini okudum. Bir saniye sonra, cümle
içimde bir kez daha yankılanıyordu ve gözyaşlarına boğulmuştum.”
(A. Camus, “Defterler 3”, sa:39)
“Yürürken, uzaktan bandonun sesi geliyordu; kentin yakınlarındaki bir köyün yıkıntıları arasında
ansızın büyük bir heyecana kapılarak gözyaşlarına boğuldum. İşte tam orada, yıkıntıların ortasında, Santiago
Yolu’nda yürüdüğümü yüreğimde hissettim.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:34)
“YABANCI <Sonsuz an üstüne çeşitlemeler,
Taşlarla, rüzgarla, 1950>
-------------Onları görmek acı veriyor bana.
Deviriyor akşam, tepesinin üstüne
taze çiçeklerini. Onlar şarkı söylüyor
ve de mutluyuz diyor.
Sıkılıyorlar, düş görüyorlar,
ama yaşadıklarını bilmiyorlar.
Başka ülkelerden gelip
gözyaşlarına boğuluyorlar.”
(José Hierro<1922-2002>-Yıldız Ersoy Canpolat; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
20.03.03)
“Bika elini huni gibi yapmak zorunda kaldı. Şimdi ikisi birden boru çalıyordu: Yorgun, titrek, zayıf,
ince bir sesle; tıpkı onun gibi hüzünlü gelen, sağlıklı başka bir ses. Artık Bika’yı gözyaşlarına boğuyordu.
Bununla birlikte o dayanıyor, erkekçe direnç gösteriyor ve boru çalmak da onun da hoşuna gidiyormuş gibi
yapıyordu.”
(F. Molnar, “Pal Sokağının Çocukları”, sa:192)
“.... sadece zina aleyhinde birkaç söz edip Hirodes’i öfkelendirmişti o kadar, zira kralın kendisi de bir
zinakardı, Hirodias ile evlenmişti: yeğeni ve üvey kardeşinin karısı, dahası üvey kardeş hala hayattaydı.
(Vaftizci) Yahya’nın ölümü hem kadınları hem de erkekleri gözyaşlarına boğdu, tüm kamp yas tutuyordu, ama
kimse bu bahsi geçen sebepten öldüğüne inanmak istemiyordu.”
(J. Saramago, “İncil’deki İkinci İsa”, sa: 392)
“Gottlieb, Beate’yi okşadı. Kız birden gözyaşlarına boğuldu. O hıçkıra hıçkıra ağladıkça, Gottlieb ona
daha sıkı sarılmak zorunda kalıyordu. Hemen Glen O. Rosenne’in yanına gitmeliyim, onu teselli etmeliyim,
Rosenne’den daha mutsuz biri olamaz şu an, diye ağlıyordu Beate.”
(M. Walser, “Aşk Zamanı”, sa:206)
“Arlington malikanesindeki büyük bir balodan yeni dönmüştü; şafak söküyordu ve o çoraplarını
çıkartıyordu. ‘Yaşadığım sürece tek bir kişiyle görüşmesem de gam yemem!’ diye haykırdı Orlando ve
gözyaşlarına boğuldu. Aşıkların bini bir parayaydı, ama hayat, ne de olsa bir yerde önemli olan hayat ondan
kaçıyordu.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:131)
Gözyaşlarını tutamamak : Ağlamak
“Koca Osman eski köylülerini bu halde görünce çok duygulandı, gözyaşlarını tutamadı. Ferhat Hoca da
bozuldu.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:95)
Göz yummak : Bilerek ya da bilmeyerek görmemezlikten gelmek
“-Üstadım, dedim, zifiri karanlıklar içinde bu şekilde cezaya çarptırılan bu ruhlar kimlerdir?
Yanıt verdi:
-Kim olduklarını öğrenmek istediğin bu ruhlardan en önde gideni, çeşitli diller konuşan milletlere
(Babil halkı) hükümdarlık etmiştir. Şehvetine o kadar düşkündü ki, kendi yüzkarasını örtmek için, hoşa giden her
şeye göz yumdu yasalarında.”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:I, ‘Cehennem’, sa:110)
“Bunca yaygaranın içindeyken odama kapanmak için bahane bulmaktan her seferinde pek kolay
olmuyordu elbette. Birkaç kez Ustanın beynimi okuduğunu, ikiyüzlülüğümün farkına vardığını, sırf onu rahatsız
etmeyeyim diye yaptıklarıma göz yumduğunu düşünmedim değil.”
(P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:61)
“Kadın, cücenin istediğini yapmasına göz yumdu, şimdi sesi kesilmişti. Kuşkusuz paranın kendi cebine
gireceğini sanıyordu. Ama burada yanılıyordu işte. Therese’ye kuruş verilmeyecekti.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:226)
“Savaşçı kendisine meydan okumasını kabul etmek durumundadır. Tanrı’nın, sevdiği kulların yaptığı
tek bir yanlışı bile gözden kaçırmadığını ve sevdiği kulların, oyunun kurallarını bilmiyormuş gibi
davranmalarına göz yummadığını bilir.”
(P. Coelho, “Işığın Savaşçısının Elkitabı”, sa:42)
“Sonra küçük kamıştan kulübeleri tekrar tekrar belirmeye başladı, bu kez kasabanın dışındaki kuzey
surunun altında. Kulübelerinin kalmasına göz yumuldu, ama kapıdaki nöbetçilere onları içeri sokmama emri
verildi. Şimdi bu kural gevşetildi ve sabahları kapı kapı gezip balık satıyorlar. Para konusunda deneyimleri yok,
sürekli kazıklanıyorlar, biraz rom için herşeyi satmaya razılar.”
(J.M. Coetzee, “Barbarları beklerken”, sa:164)
“Babalık edeceği, kanını canını vereceği, hayat vereceği varlık bu mu?..... Kendini, şimdiki halini, en
ufak ayrıntısına kadar bütünüyle bir kenara bırakması ve yeniden küçük bir bebek olması mı isteniyor? Baba
olan, karşısısındaki nesne mi, onun kendisine babalık etmesine göz mü yummalı?”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:267)
“Yarı canlı yarı ölü bir durumda eve döndüm. Ertesi gün yine aramaya karar verdim. Niçin buna göz
yumdum, niçin bu aptal adamın gitmesine razı oldum diye kendi kendime ileniyordum.”
(F. Dostoyevski, “Namuslu Hırsız”, sa:87-8)
“SOLANGE - Sen daha alay et. Hanımefendi kaçmış. Hanımefendiyi elimizden uçurmuşuz Claire.
Kaçmasına nasıl göz yumdun? Şimdi beyefendiyi görecek ve her şeyi anlayacak. Hapı yuttuk.
CLAIRE - Üstüme varma. Gardenal’i ıhlamura boca ettim, ama içmedi. Kabahat bende mi?”
(J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:62)
“Beri yandan oğlu babasının kendisi uğruna delice davranmasına engel olmuyor, sevgisini kazanmak
için babasının uğraşıp didinmesine göz yumuyor, kaprisleri karşısında babasının küçülmesine aldırmıyordu.”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:144)
“Soluğumu tutuyorum. Kim bu yürüyen? Yoksa, uzaktaki fırtına mı sadece? Havva ile Adem,
neredesiniz? Ekmeğinizi alnınızın teriyle kazanmalıydınız; fakat bu aklınıza gelmiyor. Havva bir fotoğraf
makinesi aşırıyor, Adem de makineyi kollayacağına, buna göz yumuyor.”
(Ö. Von Hovarth, “Allahsız Gençlik”, sa:86)
“ ‘Ben dişledim, Adrian, yasak meyveyi dişledim! Bu meyve bana lezzetli geldi, o kadar lezzetli ki,
hemcinslerime karşı daha iyi davranmaya başladım. Uykusundan dolayı karıma göz yumdum, artık onu
dövmedim. Gereksinimi olanlara karşı cömertliğim, beni soyanlara karşı hoşgörüm arttı.’ ”
(P. Istrati, “Angel Dayı”, sa:49)
“Herkes sanıyordu ki, ben bilerek, ben isteyerek göz yumuyorum; vallahi billahi herkes böyle sandı... O
kızıl saçlı kız, bir ateşin önünde dimdik duran bir cadı gibi, beni yerden yere, çukurdan çukura sürüklenir
gördükçe, otuz iki dişini birden gösteren bir gülüşle gülüyor ve mutluluk, cildinin deliklerinden fışkırıyordu.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:187)
“Şikayertimin doğruluğundan beri, Carstairs’teki hayatımın niteliği biraz daha yukarılara çıkmıştı. Ara
sıra delilikler yaptım, ama çoğuna göz yumdular. Şikayetim aynı zamanda diğerlerini yapabilecekleri kusurlar
hususunda biraz olsun hizaya getirmişti.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:109)
“French Frank gibi yaşlı bir adamın kendisine saldırmasına göz yumduğu için Scotty’ye söylendiğimden
biz de dövüşe başladık. Bu da kumsaldaki eğlenceye neşe kattı. Scotty, o gece tayfalıktan istifa edip iki iki
battaniyemi yürüterek çekti gitti. Geceleyin istiridye korsanları kendilerinden geçmiş teknelerinde yatarken,
Reindeer denizde demiri çevresinde dönüyordu. Taş ve su dolu balıkçı teknesi de yanıbaşındaydı.”
(J. London, “İntihar”, sa:91)
“Bir ay sonra Rosa Cabarcas inanılmaz bir açıklamayla aradı beni: Bankerin öldürülmesinin ardından,
Cartagena de Indias’ta çoktan hak ettiği bir dinlenmeye çekilmişti. Tabii ki inanmadım, bu kadar şanslı olduğu
için onu kutladım. Bu yalanını uzun uzadıya anlatmasına göz yumduktan sonra yüreğimde fokurdayan o soruyu
sordum ona:
‘Ya kıza ne oldu?’ ”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:87)
“Bonnie babasına hayrandı, isterse Scarlett’i çileden çıkarabilirdi. Ama Rhett, kızının terbiye edilmesi
konusunda bir girişimde bulunmuyordu. Üstelik onun her istediğin yapmasına da göz yumuyordu. Eğer Bonnie
istese, Rhett gökyüzündeki ay ve yıldızları onun kucağına koyardı; yeter ki bunu yapmaya gücü yetsindi.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:II, sa:1258)
“Böylelikle <Keyif içmekle>, hem hayata daha kayıtsız kalabiliyor, hem de kendi kayıtsızlıklarına daha
kolay katlanabiliyorlardı. Kolluk görevlileri çoğunlukla gözyumdukları bu gibi yerleri istedikleri zaman basıyor,
ya bir süre geçici olarak kapatıyor, ya da kapısını mühürlüyorlardı.”
(M. Mungan, “Çador”, sa:73)
“Herkes seviyordu genç öğretmeni. Kirila Petroviç avda gösterdiği gözüpeklik ve çeviklikten; Marya
Kirilovna bıkıp usanmadan çabalamasından ve çekingen yakınlığından, Saşa yaramazlıklarına göz yumuşundan,
ev halkıysa iyi yürekliliği, bir de maddi durumuyla bağdaşmaması gereken eli açıklığından ötürü.”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:77)
“Birçok nişan takınmış olan siyah üniformalı hademelerin göz yummasından dolayı onlara minnettar
olan pek alçakgönüllü kimselerdir bunlar.”
(R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:72-3)
“Bizim en büyük yanlışımız 36’da onların (Almanların) Ren’e asker sokmalarına göz yummamız oldu,
dedi. O zaman oraya bir on tümen yollamak varmış.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:230)
“RANDALL -... Beni de adam yerine koyun. Canım. Hushabye bana karşı böyle küstahlık edemez.
Senin (Lady Utterword) önüne gelenle fingirdemenden bıktım. Göz yummayacağım artık.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:112)
“KLEOPATRA (İsyanla.) - Susun! Charmian, küçük bir Mısırlı şaşkın gibi saçmalama..... Neden
böyle küstahça gevezelik etmenize izin veriyorum, biliyor musunuz?
CHARMIAN - Her şeyde Sezar’ı örnek alıyorsunuz da ondan. O herkesin istediğini söylemesine göz
yumuyor.”
(G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:115)
“Baba ile oğul arasında sık sık yapılan bu görüşmelerin bir kısmı, Elena’nın annesi Vittoria Carafa’dan
gizli tutuluyor, bu da onu umutsuzluğa düşürüyordu. Fabio ile babası, tartışmaların sonucunda, Albano’da
yapılan söylentilerin sürmesine sessizce göz yummanın onurlarına uygun düşmediği yargısına vardılar.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:II, sa:53)
“PASCAL’IN VASİYETİ
<Sapanca Şiir Akşamlarında Beş Yunan Şairi-1>
II
Tam gözlerini yummadan
kızkardeşinden
(hiç bakmadan)
ceketinin astarını dikmesini istedi.
‘Tanrı’nın varlığının tartışılmaz
kanıtını içeren notu açtığında
O’nun bağışlayan
ve her şeye kadir yüzünü
göreceği inancını
pekiştiriyordu.”
(Harris Vlavianos-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.06.04)
“Karı koca arasındaki birlik, erincini yitirmemek isteyen kocanın tüm çabalarına karşın, giderek
çözülüyordu. Adam karısının ufak kusurlarına göz yumuyor, hatta daha büyüklerini de sineye çekiyordu, ama
sürekli olarak daha büyük bir ayıbın korkusuyla yaşıyordu.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:II, sa:136)
“Şimdiki bakan ünlü Kont de Molé’yi öylesine pohpohladılar ki, Fransa’nın Civita-Vecchia konsolous
olduğu halde üç haftalık bir tatil iznini üç yıldır sürdürme cüretini gösteren ve hala görevinin başına dönmeyi
düşünmeyen devlet memuru Henri Beyle’nin başına buyruk davranışına göz yummaya razı oldu.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:III, ‘Stendhal’, sa:158-9)
Graal : Kutsal Kase, Kutsal Tas olarak da anılır. Hz. İsa’nın son yemeğinde kullandığı tas. Bu tasta, çarmıha
gerilen İsa’nın kanının toplandığına inanılır. Kelt <Celtic> asıllı olan ‘Kutsal Tas’ öyküleri Ortaçağ’da, bu
Hıristiyan inancı ile birleşerek ‘Graal Efsaneleri’ adı verilen Breton Efsanelerini doğurmuştur. Bu destanda,
şövalyeler Kutsal Tas’ı aralar ve bu arayış esnasında birçok kahramanlık serüvenleri yaşarlar.
“ ‘Kutsal Tas’ı <Graal> bulmak amacıyla yeniden yola çıkmak için ne bekliyorsun dostum? Biliyorum,
büyüklerin bunun delilik olduğunu, Kutsal Tas’ın düşler dışında var olmadığını söylediler sana. Yanından kov
bu kafirleri, gençliğinin ağırlığıyla ez onları, mezara yaraşır ağızlarını müühürle. Git, dostum, git!’ ”
(Michel del Castillo, “Gitar”, sa:106)
graffito : (SAN..MYTH.) <gra’fito> : Eski abidelerde, sanatsızca çizilerek yapılmış resim ya da yazı
grains :
(ASK.,MYTH.)
<greynz) :
Eski kabilelerin savaş mızrağı; iki veya daha fazla uçlu zıpkın
Grande parure : (FR.,GİYSİ,KOLL.) <Grand pa’rür> : Takım elbise = Full dress (İNG.)
(Le) Grand Monarque : (FR.,DEVL.,KOLL.) <Lö gran Monark> : Yüce Monark = The Great Monarch,
Louis XIV (İNG.)
(Les) grandeurs ne lui ont pas tourné la tete : (FR.) <Le gran’dör nö lüi on pa turne la tet> : Görkemler
(ikbal) onun başını asla döndürmedi!
(I) grand dolori sono muti : (İTA.,PSYCH.,KOLL.) <İ gran dolo’ri sono mu’ti> : Büyük üzüntülerin dili
yoktur = Great sorrows have no tongue (İNG.)
Granny (Gra’ni) : İngilizce konuşan ulusların aile kahramanı: Büyükanne (Büyükbaba: Grandpa); Acemice
yapılmış düğüm (Argo)
“DEVRİM AŞKINA
------------------------Zehirli barajdan
İnsanların suyu hayvanlarla paylaştığı yerden
Yıkanıyor Granny, çatlamış, plastik, kırmızı bir leğende
Su satın alıyor, taşıyor bir el arabasıyla
Yaşlıdır, yetmiş!
Kulübesi yerle bir oldu sel günlerinde
Kurtardı canını Granny, odun topluyordu çünkü fundalıkta”
(Vonani Bila<d.1972>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.11.06)
Grasni : <Roman dilinde> Kısrak
(Argo)
“-Peki, sor bakalım?...
-‘Grasni’ mi çok seversin, ‘har’mı çok seversin, yoksam <yoksa> ‘harni’ mi çok seversin?
-Kız, bunlar ne demek, ben bilmiyorum ki...
-Grasni demek, yaniya kısrak demek. ‘Har’ demek, yaniya eşek demek. ‘Harni’ demek de yaniya ki,
sıpa demek. Süyle bakalım <söyle> şinci <şimdi> bana, zatın <sen, kendin> bunlardan hangisini seversin?...
-Tabii, küçük ve çok şirin olduğu için ‘harni’yi severim.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:100)
gratin : (FR., YİYE.) <graten> :
yanmış tarafı
Yağlı ekmek kırıntıları ile kaplı ve fırında pişirilmiş yemek; bu yemeğin
gratis : (KOLL.) <gre’tis> : (zamir) Bedava, cabadan, meccanen, bila-ücret; gratuitous <gre’tui’tis> sıfat- sebepsiz, keyfiyyen, bedava, ücretsiz; gratuity <gre’tiyu’ti> -isim- : bahşiş, ikramiye, hediye
Grev : Uygar ve özgür devletlerde, Sendika halinde tescil edilmiş işçi ya da memur gruplarının, yasaların
öngördüğü şekilde, isteklerini işverene kabul ettirme ereğiyle belirli bir süre için işlerini hepbirlikte bırakmaları.
İşverenin işçileri toptan çıkarmalarına da ‘Lokavt’ <lock-out> denilir.
“Şimdi bize masal gibi geliyor. Rusya’da büyük düklerin, sarhoş oldukları zaman, mujik’leri bahçelerine
sırasıyla dizip üzerlerinde atış talimi yaptıkları bir devirdi. Ama işçiler örgütlenmeye başlamışlardı ve Çarlık polisi
ikide bir işçi liderlerini yakalıyor, hapse atıyor, Sibirya’ya sürüyor, öldürüyordu. Bir gün Tiflis trenlerini boşaltan
işçiler de greve başladı. Ya yaşama şartlarını düzeltirsiniz, biz de insan gibi yaşarız, ya da çalışmayız dediler. Polis
üzerlerine saldırdı, elli kadarını yakaladı, Tiflis dışında bir sıraya dizdi, Çar’ın askerleri de savaş düzenine girdi, her
birinin elinde çivili birer knut vardı.” .......... İşçiler birer birer vücutlarının üst kısmını soyuyor, dizilmiş askerlerin
önünde geçiyor, her asker de knut’u bütün gücüyle ona vuruyordu. Kan fışkırıyordu....... Sıra işçilerin liderine geldi.....
yere eğildi, ince bir otu koparıp dişleri arasına aldı..... Knut vücuduna kudurmuş gibi çarpıyor, fakat o, ağzını açıp tek
ses çıkarmıyordu. Son askere gelince de dişlerinin arasındaki otu çıkardı ve ona verdi: ‘Al bunu, dedi: beni hatırlarsın;
bak, hiç ısırmadım. Adım Stalin’dir.’ ”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:387)
“..... böylece hepsi belirlenen alanda toplandılar ve kraliyet taburunun geldiğini gördüler; Onbaşı
Tacabo yanlarına yaklaştı, ‘Demek çalışmak istemiyorsunuz,’ ‘İstiyoruz sinyor, ama yalnızca sekiz saat, patron
da buna izin vermiyor.’ Bundan daha açık söylenemez, ama onbaşı emin olmak istiyor, ‘Yani bu bir grev değil,’
‘Hayır sinyor, biz çalışmak istiyoruz, patron bizi kovdu, sekiz saate izin vermeyeceğini söylüyor.”..... “.....başka
bir yerde üç gün, daha başka yerlerde dört gün sonra, bazı yerlerde kimin daha çok güç ve dayanıklığa sahip
olduğunu belirlemekle geçiyordu haftalar, sonuçta erkekler koşullarının kabul edilip edilmediğini öğrenmek için
işe gitmeyi tamamen bıraktılar, evde kaldılar, şimdi gerçekten grev vardı işte; kraliyet taburunun kaba kuvvet
kullanması için başka bir şeye gerek yoktu, bütün araziyi savaş makineleri doldurdu, her şeyi tekrarlamaya gerek
yok, herkes biliyor zaten.”
(J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:292)
Grey, Sir edward : Sir Edward Grey (1862-1933), 1905-1916 yılları arasında İngiltere dışişleri bakanıydı.
İngiltere tarihinde bu görevde kesintisiz olarak en uzun süre kalan kişidir. Avusturya Arşidükü Franz
Ferdinand’ın 28 haziran 1914’te Sarayevo’ <Bosna-Hersek>da öldürülmesinden sonra, Grey’in barış çabaları
sonuçsuz kaldı. Grey, Almanya’nın tarafsız bir ülke olan Belçika’yı işgal etmesinden sonra, görüş ayrılıkları
içindeki İngiliz Hükümetini savaşa katılmaya ikna etti. İtalya’nın, İtilaf devletlerinin safında savaş katılmasını
sağlayan gizli anlaşmanın imzalanmasında önemli bir rol oynamakla kalmadı, ABD’nin İngilltere ve
müttefiklerini desteklemesi için çaba gösterdi. Grey’in, ‘Bütün Avrupa’da lambalar sönüyor; onların yandığını
yaşamımız boyunca bir daha göremeyeceğiz’ sözleri bir özdeyiş haline geldi
“Öbür kartpostal ise Almanya’dandı. Almanların, Avusturya-Macaristan savaşlarına bir armağanıydı.
Tepesinde, ‘Viribus unitis’ <LAT.: Birlikte kudretliyiz> yazıyordu; altında da, Sir Edward Grey, darağacında
sallanırken gösteren bir resim vardı. Hemen yanında, Avusturyalı bir askerle, bir Alman askeri muzaffer bir
edayla selama durmuşlardı.
Resmin altındaki şiir, Greinz’ın, düşmanlarımızı alaya alan ‘Demir Yumruk’ adlı kitabından alınmıştı.
Alman gazeteleri, kitaptaki şiirlerin düşmannın tepesine gülle gibi indiğini yazıyor, Greinz’ın ‘eşi benzeri
görülmemiş bir mizah ve yergi ustası’ olduğundan dem vuruyorlardı. Darağacı’nın altındaki şiirin çevirisi:
‘Bana kalsa, bir an duraksamazdım,
Sir Edward Grey’i hemen asardım,
Şu darağacında şimdi sallandırırdım,
Dünyayı onun şerrinden kurtarırdım.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:43)
Gribeauvual, General : (FR.,ASK.,KOLL.) <Gribo’vüal> Fransız generali. 1776’da kendi adıyla bir topçuluk
sistemi kurdu. Top kundaklarımda nişan alma ve yükselme mekanizmasını uygulamaya koydu
“ ‘Yeni model, tunçtan, sekizlik bir toıp bu,’ diye ekledi Combeferre. ‘Bu toplar yüz ölçü bakıra on ölçü
kalay koyarak yapılır; ölçü birazcık aşıldı mı, derhal infilak eder <patlar>. Kalayın çok olması bunları pek
yumuşak bir duruma getirir. Böyle olunca, içlerinde boşluklar, delikler oluşur.......... Ama daha iyi bir yol var; o
da Gribeauvual’in hareketli yıldızıdır.’
‘XVI. yüzyılda, toplara yiv yapıyorlardı,’ diye söze karıştı Bossuet.
‘Evet,’ diye cevap verdi Combeferre, ‘bu, topun gücünü arttırır, ama isabeti azaltır. Ayrıca, kısa
mesafeden yapılan ateşlerde merminin yolu istenilen kesinlikte olamaz, parabol aşırı gider, merminin yolu
doğrudan hedeflere vuracak biçimde düz değildir....Bu eğrilik, topa konulan barutun azlığından doğuyordu,
bu tür toplsrs az barut koymak, balistik zorunluluklardan ötürü kaçınılmaz bir durumdu.’ ”
(V. Hugo, “Sefiller”, Çev.: Semih Atayman, Cilt:V, sa:56-7)
^
Grosse tete, peu de sens : (FR.,PSYCH.,KOLL.) <Gros tet, pö dö san> : Kafa büyük ama, azıcık his (var!)
= Big head but little sense (İNG.)
Guantanamo hapishanesi : Amerikada, son on yılda açığa çıkan ve gizlilik, işkence, politik manevraların
önemli rol oynadığı, 2002 yılından beri, Küba - Guantanamo körfezindeki ‘U.S.A. Askeri Üs’ün, bir ‘Askeri
hapishane’ haline getirilmiş şekli. Yayınlarda, ‘Dünyanın en tehlikeli hapishanesi!’ olarak geçer. Kapanması
için yıllardanberi son U.S.A. Başkanı Obama’ya baskı yapıldığı ‘sefalet’ hapishanesi. Oradaki mahkumların
yazdıkları şiirler, ‘Guantanamo’dan Şiirler - Mahpuslar Konuşuyor’ adı altında Yapı Kredi Yayınlarından
2011’de Türkiye’de de yayınlanmıştır.
“Alice’in işe başladıktan kısa bir süre sonra yazılmasında Paul’a yardımcı olduğu raporda PEN <P-EN: Poets and publishers, essayists and editors, novelists = Şairler ve yayımcılar, deneme yazarları ve editörler,
romancılar kurumu> şu eylemlerin başlatılması için çağrıda bulunuyor: Yurtseverlik Yasası’nın
korumasızlaştırdığı kitabevi ve kütüphane kayıtlarının güvence altına alınmasını sağlamak: Ulusal Güvenlik
Belgeleri’nin <National Security Letters, bankaların, telefon şirketlerinin, İnternet servisi veren kuruluşların ve
benzer kurumların müşteri kayırlarını açıklatma konusunda FBI’ya olağanüstü arama yetkisi veren işlem>
kullanımını denetlemek; gizli izleme programlarının kapsamını sınırlamak; Guatanamo’yu ve geri kalan bütün
gizli hapishaneleri kapattırmak; işkenceye, keyfi tutuklamalara, olağandışı yorumlara sonverdirmek; tehlikedeki
Iraklı yazarlar için iltica programlarının kapsamının genişletilmesini sağlamak.”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa:207-8)
Gubarlanmak : Böbürlenmek, kibirlenmek, knedini azametli göstermek
“Çok gubarlanma padişahım,
Senden büyük Allah var!”
(Anonim)
Gudubet : Kaba, çirkin , sevimsiz, yüzüne bakılamaz
“Öfkeyle sokağa fırladı. İki saat sonra eve bulut gibi olgun döndü. Rakıdan kan çanağına dönmüş iri
hain gözlerini açtı, Dilpesent’i tekmeledi, tekmeledi. Kadın, komşulara kepaze olmamak için, dışardan işitilmez
ufak iniltilerle bu dayaklara dayanıyordu. Sonunda sarhoş öfkesini alamadı, dolu bir rovelveri cebinden çıkardı.
-Senin gibi kokmuş gudubet bir karıya bedava ekmek yediremem, bari geberteyim de kurtulayım,
hakaretiyle üzerine dört el ateş etti.”
(H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Melek Sanmıştım Şeytanı”, sa:354)
“Gör ki bizi uysallaştıran Dişi Vampir, ya onun verdiğiyle gönül oyalayalım, ya da hepten gudubet
olalım buyuruyor.”
(A. Rimbaud, “Illuminations”, sa:81)
“Maden ocaklarının zehirli buharları içinde çürüyen zavallıların solgun yüzleri, kararmış demirciler,
gudubet canavarlar toprağın derinliklerinin sunduğu görüntülerdir ve yeşillikler, çiçekler, masmavi gökyüzü,
aşık çobanlar ve gürbüz çiftçilerle dolu yeryüzü görüntülerinin yerini alırlar.”
(J.J. Rousseau, “Yalnız Gezenin Düşleri”, sa:132)
Guernica : (SANAT) : Pablo Picasso’nun, Almanların 1937’de İspanya’da ‘Pazaryeri’ni bombalamalarının
insanlık tarihine bir şaheserle kaydediliş tablosudur. Size onun geniş bir analizini sunacağım (İ.E.)
Belki Picasso’un “Guernica”sı, diğer tüm sanat eserlerinin üstünde ve ötesinde, hiç bir eserin ifade
etmediği nitelikleri bir arada sunuyor bizlere. Toplumdan gelen ve onun bir parçası olan sanatçı-ressam; stili,
tekniği ne olursa, ve ne dereceye kadar sembolizmi kullanırsa kullansın, toplumun dışına çıkamaz. Zira, sanatın
ve toplumun temel taşı, konusu insandır.
Sanat eseri “anlatmak” ve “anlamak”, “öğrenilmek” için de yaratılmamıştır. Sanatçı, kendi öyküsü,
hatta tüm toplumun tarih boyunca süregelen yaşam öyküsü, miti ve kültürü ve “kolektif bilinçötesi” (JUNG)
ile, geçmiş-halihazır ve gelecek yaşam öykülerinin dolaysız ya da dolaylı-sembolik vb görüntülerini yansıtmak
için bir pencere açar. Biz onu okumaya ve ne mesaj verdiğini kavramaya çalışırız. Onun için, herhangi bir sanat
eserinde de olabileceği gibi, Guernica’nın bize ne mesaj verebildiğini anlamak için, o zamanlarda oluşan
toplumsal olayları, sanatçının özel kişiliği ve o anda hayattaki konumunu da bilmemiz gerek. Bu itibarla,
yaklaşımımız, kabul edilsin ya da edilmesin, birçok bakış açılarını içerecektir.
Herşeyden evvel, Guernica, teknik itibariyle, diğer tüm yapıtlardan ayrı bir a y r ı c a l ı k taşımaktadır.
O sanki, adım adım, sanatçının “yaratma edimi”ni sunmaktadır <Süleyman Velioğlu>. Büyük Goethe’in,
Faust’un önsözünde, esinleme ve yaratma ediminin başlangıcında, esin’lere, “...işte yine yaklaşıyorlar...
Vaktiyle pek erken olarak, bulanık bakışlarıma görünmüş olan hayaletler! Gene yaklaşıyorsunuz. Bu kez sizi
yakalamaya teşebbüs etsem mi dersiniz?... Hep üşüşüyorsunuz...”Büyük sanatçı Picasso, kafasına üşüşen
şekilleri, hayalleri, olguları, yani yaratma sürecinin ögelerini, aklına geldikçe çizmiş, yeniden çizmiş,
değiştirmiş. Kendisinin de ifade ettiği gibi, “O kadar çok motif var ki. Onların hepsinin bir arada varoluşu daha
çok anlamlı olacaktı. Ve, zamanı gelince, resmin dizayn’ı kendini eritecekti. Eser, o zaman birşey ifade
edecekti.”
Yıl 1937. Picasso, İspanyayı, Franco’nun karşıtı bir Cumhuriyetçi olması nedeniyle, bir daha
dönmemek üzere 1934’de terkedip Fransa’ya sığınmış. Eşzamanlı olarak, İspanya’da, Madrit’de, bir
“International Exhibition” hazırlığı yapılmakta ve “Guernica, oraya zaten vadedilmiş. Picasso’nun metresi Dora
Marr, bir stüdyo-ofis kiralamış, hazırlanıyor. Son üç yıldanberi de, sanatçının ünlü “The Dream and the Lie of
Franco” (Franko Rüyası ve Yalanı) adlı, kart postal büyüklüğünde üçlü eserini, vatansever şiiriyle birlikte,
Cumhuriyetçilere gelir olsun diye pazarlama yolunda. Kendisi de bir ressam olan Franco ile “Sahte Sanatçı” diye
alay ediyor. Derken, Franco’nun Alman dostlarının ‘The Condor Brigade’i, Guernica kentinin eski Basque
merkezindeki Pazar yerini bombalıyor. Bu olayı Cumhuriyetçiler derhal protesto ediyor ama Franco, Almanlar,
hatta Vatican bu ‘ithamı’ yalanlıyor ve bombalayan uçak ekip’inin, geri çekilen Cumhuriyetçilere ait olduğunu
iddia ediyor. Eserin tema’ları uzun zamandır zihninde olan büyük usta, derhal çizimlere başlıyor.
Picasso, büyük yapıt olarak, 1934-35’de “Genç Kız ve Minotaur”u resmetmiş. Minautor’u
mitoloji’den hepimiz tanırız: Girit’te yaşıyan ve insan yiyen bir canavar. Cinsel içgüdüler, erkek kudreti,
zıtlıklar, cinsellikle bütünleşme. Guernica’dan üç ay evvel, o kadar da parlak görünmeyen, çocuksu bir yapıt:
“Oyuncak Kayıkla Kızlar”. Çizim yöntemi üç boyutlu ve gayet kesin. İstense, bu eser elle, tahtadan ya da
kağıttan yapılabilir görünümünde. Birincil ve ikincil cinsel organlar: göğüs, popo, karın, mekanik olarak çıkarılıp
takılabilir. Kızlar kayıkla oynuyorlar (fallik sembol?), neden çocuk değil oynayanlar? Kadının uzanmış başı,
mutlak surette bir fallik sembol. Klasik Picasso: sürpriz ve çekişmelerle dolu, hiç bir kez tatmin edilmiş
görülmeyen içgüdüler ve tutarsızlıklar. Guernica’daki kadın ise, acıya katlanan biri. İki resim arasındaki fark
inanılmaz. ?Genç kızlık masumiyeti? Bilmiyoruz.
Derken, 1 Mayıs (May Day), şaheser başlıyor. İlk taslakta, binanın altında bir boğa, ve onun altında bir
at. Boğanın sırtında bir kuş süzülüyor. Sağ yukarda bir pencere açılmış, bir el dışarı uzanmış, ne olup bittiğini
gözlemliyor. Mark Chagall’in sokak sahneleri gibi. İkinci taslakta, at, kanatlı, Pegasus gibi. Acı içinde
kıvranmakta. Başı ve boynu yukarda, fallik bir konumda. Üçüncü taslak, bir kağıt üzerine çiziliyor; figürler
etrafında daireler. Mutlak surette gelişen, büyüyen, eklemeler yapılacak (accretional) bir taslak. Eserin hemen
tümü bu izlenimi veriyor. Altta, barsakları deşilmiş bir kadın. Dördüncü taslak bir ahşap üzerine, kurşunkalem
ile yapılmış. ‘Linear’ yöntemlere daha uygun olan ‘Gesso’ -iğrilmez, bükülmez bir destek, suda eriyen zamkla
karışmış beyaz toz- üzerine çizilmiş. Burada, üç göze batan figür var: kılıçtan geçirilmiş bir savaşçı, düşmüş at
ve boğa’nın ayakları. Burada eser, artık ilginç olmaya başlar, “bitmemiş” izlenimini vermektedir. Düpedüz,
illüstrasyon niteliğinde; hayvanların ve savaşçının el ve ayak kasları, kaba, alelade çizgilerle dolu. Daha
eklemelerin yapılacağı muhakkak. Bu noktada Picasso stüdyosuna misafirleri davet ediyor, daha yukarda
bahsedilen, ‘figürler o denli çok olacak ki, bir gün resmin dizayn’ı kendini eritecek!’ yorumunu yapıyor.
Sevgilisi tarafından tüm eser boyunca çekilen yedi fotografik sahnelerden biri de burada. Picasso, ‘gesso’
üzerine, aynı linear tipte başka bir çizim daha yapmıştı, bunu kanvasa ayrıca yapıp yağlıboya olarak bitirdi, siyah
ve beyaz gölgelerle: Atın başı yukarıya dönmüş, ıstırap çekiyordu. Altta da ölü bir kadın yatıyordu.
8 Mayıstaki 5. kademede, resim, yumuşak ‘chiaroscuro’ kalemiyle yapılmıştı. Müral’in, horizantal
olacağı katiyet kazanmıştı. Eserin karakteristiği: kararsızlık. Picasso bu ara Marie-Thérese ile sık sık buluşuyor,
onun resimlerini de yapıyordu. 6. kademe: Boğa yine görünümde; baştanberi çok belirli ve pratogonist olan bu
figür sonda kaybolacaktır. Onun tam anlamını bilmiyoruz. Başta, boğa atı öldürmüştü, ama onun diğer
hayvanları öldürdüğüne dair başka bir delil yoktu. Bunun yanıtını belki 10 Mayıs, 7. kademe’de, antik Yunan
güzelliliğinde Boğa, iki boynuzu iki taraftan yukarıya kalkmış, masum gözler. Burada Picasso dedi: “Boğa,
Faşizm’i simgelemiyor; o, kabalık, sertlik ve karanlık timsali. At ise halk. Tüm Guernica mürali sembolik,
allegorik; problemin çözülüşünü mutlak bir surette ifade eden bir yapıttır.” At, başlangıçta, kanatlı bir
Pegassus <YUN.MYTH.: Medusa’nın kanından doğma ‘kanatlı at’> idi. Picasso’ya göre: Selam durumunda
dikilmiş ve yumruklaşmış el, “anti-faşist” ve “pro-komünist” idi. İşaretin reddedilmesine karşın, bu sahte selam,
savaşın militan yönünü gösteriyordu. Tüm bu çizimler sonralardan silindi.
G u e r n i c a’ya, uzun yıllar, politik bir eser olarak bakılmıştı. Ama Avrupalı eleştirmenlere göre,
yüzeyde öyle görünmesine karşın, ‘artistik anlamların ötesinde değil’. Diyorlar ki, “Picasso’ kırk yıl, bombalar
altında, sessiz sedasız yaşayan, egoistik ve estetik bir artist olduğunu unutmadı.” Bizce de eser, bu büyük
sanatçıyı hem bir “insan” ve hem de bir “artist” olarak tanımlıyordu. Evet, eserde gerçek tablolar, belirli bir
sembolizm’le çizilmişti, ama pratikte, sembolizmin politikaya ciddi bir katkısı olamaz. Şiddetin simgeleri hariç,
genel inanca göre, hemen hemen tüm materyal, at ve boğa dahil, pazar yerinin bombalanmasından çok zaman
önce planlanmıştı. Anide oluşagelen koşullar, isim koyma ve propaganda, hep sonradan geldi.
Bu şaheserde, Picasso, kendi iç çatışmalarını, cinsel dürtülerini, yıkıcılık ve ümitsizliğini bu drama’ya
taşıdı. Bunların çoğu BİLİNÇÖTESİ (Unconscious) materyal olup, onun sanatının yaratıcılığına katkıda bulunan
ögelerdir, hemen hemen tüm yaratma edimlerinde olduğu gibi. Bu tür üniversalist fikir ve duygular, yıllardır
onun içindeydi.
Toplumun bir parçası, o toprakların bir insanı olması dolayısıyla, iç savaşın vahşet ve dehşetinin
katkıda bulunduğu kısım, onun BİLİNÇ’li (Conscious) materyalidir. Yukarda da söylendiği gibi, sanatçının esas
tema’sı insandır ve o anda insanlara, kendisi dahil, birşeyler oluyordu.
Büyük eleştirmen Timothy Hilton’ın ilk kez dikkatlere getirdiği, şimdi açıklayacağımız yorum ise,
büyük sanatkarın BİLİNÇ ÖNCESİ (Preconscious), -yani bir az zorlama ile anımsanabilecek anılar, değer
yargıları- duygu ve davranış yönündendir. Yani, ilk bakışta, Guernica’nın:
Agresör vs. Acı çekme / Faşizm vs. Millet / Karanlık vs. Aydınlık gibi üç büyük temayı işlediğine
inanılmakla beraber, Picasso, eski ve artistik davranış ve gelenekleri, iki kültürel yolla, yine sembolik olarak
dünyaya hediye ediyordu. Bu iki kültürel mod, şunlardır:
1) PASTORAL Mod : Picasso bir ‘Mediterranean’ <Akdenizli> idi. 30 yıl önce, “Saltimbanques” ı
ve “Watering Place”i resmetmişti. Bu, kırsallık, mitolojik olmayan, ama dürtülere bağlı,
entellektüel ve heroik olmayan aksiyonlar zinciri demektir. Bu, “müz”lerin ve “çoban”ların
dansettiği, rengarenk çiçeklerin açtığı ‘Floral Pastoral’ değildi, ama doğa’yı içeriyordu,
hayvanlarıyla birlikte. Picasso çok kez dermiş: “ÖNCE BEN ÇİZERİM, DOĞA BENİ İZLER!” O
hayvanlar ki, en aşağı, insanlar kadar değerlidirler, özellikle çatışma zamanlarında.
2) EPİK Mod : Ulusal, heroik tema’lar. Dünyevi, şehirli (ama ‘civic’ olacak kadar düzenli değil)
hayatı ve bununla ilintili hayat draması.
Eleştirmenler bu şaheser için hala, “Sembolik pastoral’in depresif ifadesi”, ya da “Egoistik sembolizm”,
<Belirten ile belirlenen arasındaki, katı, bire-bir elişki>’yi elimine ediyor”, “Konu dışı ve tepkisel” diye
dursunlar, Norveç’e, Londra’ya, daha sonra da İkinci Dünya Savaşı nedeniyle ödünç olarak New York Modern
Sanat Müzesine bizzat sanatçı tarafından verilen, 350.5 x 782.3 cm boyutlarındaki, kanvas üzerine yağlıboya
olarak son şekli verilmiş şaheser, halen orada misafirliğini sürdürmektedir. Bugüne bugün, yirminci yüzyılın,
plastik sanatlarda en büyük şaheseri olarak tanınır.
Biliyoruz, 1950’lerden sonra Sembolik Art, dünyadan, özellikle New York’tan kaybolmaya başladı.
“Absolutist Painting” (Saltçı Resim) kendi kişiliğini arıyordu ve resim sanatının, “resim ötesi” (extra-pictorial)
yönü yavaş yavaş siliniyordu. Jackson POLLOCK’un “Abstract Expressionism” i de zemin kazanıyordu.
Onun “Search for Symbol”ü <Sembol’ü Ara>, “Guernica” dan yalnızca altı yıl sonra (1943) sonra yaratılmıştı.
Takdir etsinler ya da etmesinler, yeni hareket, Picasso’yu, morfolojik terimlerle geçmek istiyordu. Artık, “özelolmayan” <non-specific> sembolik bir sanata gereksinim ortaya çıkmıştı; motif’lerin hala kişisel olabileceğine
karşın, artık, Avrupa’ya özgü, kültürel değerler ifade edilecekti. (Prof.Dr. İsmail Ersevim)
Guguk kuşu : Kuzey Avrupa sakinlerinden,, bir tavuk büyüklüğünde, sırtı siyaha yakın kül, karnı beyazkahverengi çizgili, kaba kaba, boğazının derinliklerinden gelen bir sesle öten bir kuş. Dişileri, yavrularını
benzer kuşlarının yuvalarına bırakarak beslenmelerini temin eden açıkgöz bir anne olmakla beraber, ötüşleri
duyulduğunda pek uğura sayılmaz
“Odada bir an hiç konuşan olmadı. Akşam karanlığı çökmüştü. Perdelerin arasından yıldızların çıktığı
görülüyordu. Bataklık kurbağalarının vraklamaları şimdi azalmış, tarlalardaki cırcırböceklerinin gece şarkıları
başlamıştı. Arada sırada guguk kuşunun kalın sesi de duyuluyordu.”
(Joseph Roth, “Radetzky Marşı”, sa201
Guguk yapmak : Alay olsun diye başparmağını burnunun ucuna koyarak elini açmak
“FERDINANDO - Ala! Öyle ise çok iyi, çok sevindim. Sinyora Rosina ile evli değilsiniz, bilmiş
olun, onu ben istiyorum; asla sizin olmayacak, onunla ben evleneceğim.
TOGNINO (Kendi kendine, onunla alay ederek guguk kuşu gibi öter) - Guguk!
FERDINANDO - Guguk mu? Bu guguk da ne demek?
TOGNINO - Hay kör şeytan! Su demektir, Rosina.”
(C. Goldoni, “Yazlık Dönüşü”, sa:100)
Gula : (LAT. MYTH.): Açgözlülük; Hıristiyanlığın Yedi Ölümcül Günahından beşincisi
“Langton, şeytanın altına kazınmış yedi harfe baktı. Süslü kaligrafi, tüm silindir mühürlerde olduğu gibi
tersten yazılmıştı ama Langdon harfleri okumakta zorlanmadı: SALIGIA
Sierra gözlerini kısarak yazıya bakıp yüksek sesle okudu. Saligia.
Langdon başını salladı, Kelimenin yüksek sesle söylenişi tüylerini ürpertmişti. Ortaçağda,
Hıristiyanlara Yedi Ölümcül Günah’ı hatırlatmak için Vatikan’ın türettiği bir anımsatıcıydı. S a l i g i a <günah>:
superbia <kibir>, avaritia <hırs>, luxiria <şehvet>, invidia <kıskançlık>, gula <açgözlülük>, ira <öfke> ve
acedia <tembellik> baş harflerinden oluşan bir akronim <sözcüklerin yalnızca başharflerini alarak düz yazı ya
da şiir sunma oyunu>.
(D. Brown, “Cehennem”, sa:78)
Gulağını bükmek : Kulağını bükmek, gerekli nasihat ya da ihtarı vermek (Anadolu lehçesi)
“Reyiz Bey, coşkunlukla güldü:
‘Bir kere bu Irazca soykası erkan harp gurmayı gardaşım Muhtar. Yedi düvele garşı duracak orasbı.....
Emme en iyisi, Bayram Gara’yı şahsi davasından vaz geçirmektir. Neyse! Ben birezden Erle garagoluna bir
tilafon açar onbaşının gulağını bükerim. Müteber adamdır. Savcı beyi de yoklarım. Emme bak Muhtar, böyle
zamanda cüzdan dolu olmak gerek. Buna çok dikkat et...’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:123)
Gulaş : (MACAR MYTH.) : Geleneksel Macar yemeği. Klasik ‘tencere gulaşı’, kuşbaşı doğranan sığır ya da
koyun eti soğanla birlikte domuz yağında kızartılarak yapılır. Sarımsak, Karaman kimyonu, domates, yeşil biber
ve patates, gulaşı tamamlayan malzemelerdir. Bugün, gulaş’ın vazgeçilmez baharı olan kırmızıbiber, gulaş’a
18. y.y.’da eklenmeye başlamıştır
“Roma İmparatorluğu’nun Kudüs’teki görkemli günleri geri gelmişti sanki. Tutuklular, nezarethaneden
alınıp zemin kata indiriliyorlar, 1914 yılının Pontius Pilatus’larının huzuruna çıkarılıyorlardı. Dosyalar arasında
kaybolan sorgu yargıçları, daha doğrusu günümüzün Pontius Pilatus’ları, görevlerini onurlu bir biçimde yerine
getireceklerine, Teissig Lokantısı’ndan gulaş ve Pilsen birası getiriyorlar, dosyaları durmadan başsavcınuın
önüne yığıyorlardı.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, sa:48-9)
Gulden :
(HOLL. MYTH.) : Florin; Hollanda para birimi
“İkindileyin, yanlarına yaklaşan bir asker, beş gulden’e <Florin, Hollanda parası> kan zehirlenmesi
izlenimini veren bir çıban sağlayabileceğini söyledi. Tanındaki derialtı şırıngasıyla bacaklarına ya da kollarına
parafin şırınga edilebilirdi. Böylece en azından iki ay hastanede yatarlardı. Yarayı sürekli olarak tükrükle
ıslatırlarsa, bu süre altı ayı bulabilir, dahası çürüğe bile ayrılabilirlerdi.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, sa:127-8)
Gulyabani : Issız, karanlık yerlerde görüldüğü algılanan ürkütücü yabanıl yaratık
“Arabacı hayvana birkaç kırbaç daha savurduktan sonra biraz başını bize çevirerek:
-Ya çiftliğin eski mezarlığından çıkan Gulyabani? Minare kadar bir şeymiş. Geçenlerde ay ışığında üç
atlıyı kovalamış. Zavallılar Bulgurlu’ya zor kaçabilmişler, baygın düşmüşler. İkisinin de hayvanı çatlamış.”
(H.R. Gürpınar, “gulyabani”, sa:36)
“İnsandan bir dost! İnsanlar arasında bir dosta sahip olmanın beni gururlandırıp mutlu edeceğine inanır
mısınız? Ancak, bugüne dek şeytanlar arasında, ucubeler, iğrençler, bilginin dilsiz kıldığı hayaletler,
gulyabaniler arasından, kısacası, yazın adamlarından dostlar edindim.”
(Th. Mann, “Tonio Kröger”, sa:100)
“Türlü canavarlardan ve gulyabanilerden
Sana benzeyen tatlı melekler yapsın diye,
Ne geçerse ansızın gözlerindeki ferden,
Her kötüyü çevirsin diye sonsuz iyiye?”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:114, sa:269)
Gurbet : Sıla; Ana memleketinden uzaklarda, askerlik, evlilik, eğitim ya da çalışma nedenleriyle uzakta olmak
“ŞEHRİN, BU GECE YANGINI
---------------------------------------Sen gurbetin
İki tanımı
Bu gölgeninüstüne kırılan
Duvardan sonra ve
Gidiş tamamlandıktan sonra bekleyen.
Şehrinin ne adı olur ne de gurbetin sonu
Ruhun ulaşacağın yerde oluşur
Uzakların yarattığı.
Sen garipsin, ey garip
Yalnızlığınla geç kalan iki kişisin”
(Cumana Haddat<d.1970>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.12.07)
“ ‘Devolny dağlılarına bakın hele. Öyle vahşi bir bölge ki, elli yılda bir bile bir bülbülün öttüğü zaman
oğullar, koca bulabilsinler diye malı mülkü kızlara bırakıp gurbete para kazanmaya giderler.’ ”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:27)
Gurbet kokusu : Yine yollara düşmek, sıla hasreti duymak
“Çalıkuşu, bu dağlardan, yine gurbet kokusu almaya başlıyordu. Gurbet kokusu! Bu kokuyu bütün
ruhuyla koklamayanlar için ne anlamsız bir söz! Hayalimde yollar, gittikçe incelip hüzünlenen, bitip tükenmez
gurbet yolları uzanıyor, kulağımda Çeçen arabalarının o ince yanık sesli çıngırakları ağlıyordu.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:303)
Gureba :
(SOSY.) ‘Garip’ler, yabancılar; Osmanlı devrinde:‘Sağ’ ve ‘sol’ diye ikiye ayrılan asker grubu
“Topraklarından ayrılma hatasına düşmüş ve en acımasızca eşkencelere hedef olmuş o insanlara müftü,
Tanrı Elçisi’nin sözlerini anımsayarak Gureba, yani ‘Garipler, yabancılar, dışlananlar’ diyordu. ‘İslam garip
başladı, garip bitecektir. Cennet gariplerindir.’ ”
(A. Maalouf, “Afrikalı Leo”, sa:126)
Guru : Meditasyon mastırı, ustası
“Usta’nın ya da guru’nun anlamı bence sizin bu yolda geçirebileceğiniz deneylerden daha önce geçmiş,
bu yolda karşınıza çıkabilecek engellerden hiç olmazsa bir kısmını aşmış, kısacası yola sizden daha önce çıkmış
bir kimse olmasından daha öte birşey değildir.”
(İ. Güngören, “Meditasyon ve Zazen”, sa:11)
Gurup, gurup vakti : Gün batımı
“İNANALIM SOĞUK MEVSİMİN BAŞLANGICINA
----------------------------------------------------------------ve pörsümüş tecrübelerin köhne meclisinde
ve sessizliğin bilgisiyle donanmış bu gurup vakti
yola koyulup giden
sabırlı
vakur
derbeder
o adama
nasıl dur emri verilebilir”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-inanalım soğuk mevsimin başlangıcına”, sa:104)
Gururu kırılmak : Onuru, şerefi zedelenmek
“Doktoru, en küçük yaştan bu yana en ufak ayrıntıya böylesine dikkat etmeye alıştıran, bu sakatlığı
olmuştu. Sekiz yaşındanberi yoldan geçerken, sokağın öte yanında birinin bıyık altından gülümsediğini görse,
inanılmaz derecedeki gururu kırılırdı bundan.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:86)
Gururuna yedirememek : Gururunun incineceğinden korkmak
“... hocalık gururuma yediremediğim için bunu Hoca Kalfa’dan soramıyordum. Mamafih, alay ede ede
Hacı Kalfa’ya bu saygının anlamsızlığını anlatmıştım. Şimdi, aklına estikçe kapımı vuruyor, çekinmeden içeriye
giriyordu.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:118)
Gururundan yanına varılamamak : Kendini çok beğenmek, dev aynasında görmek, gururu yüksek olmak
“Yaşı çok ilerlediği için gözleri de sönüverdi bir gün. Tuttular, caddelerde dolaştırsın diye yanına bir
adam verdiler. Bizim kır saçlı, tiride dönmüş ihtiyar üfürsen yere düşecek durumdaydı, gelgelelim, ‘Ben
generalim’ diye gururlanmasından yanına varılamıyordu.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:46)
Gururunu okşamak; Gururu okşanmak : Kendi değerleriyle duygulanmak, erdem ya da başarıdan mutluluk
duymak
“O zamanlar bedenimin her bir köşesi, gençliğin harcanmadan kalmış enerjisiyle fıkır fıkır kaynıyordu.
Arkadaşlarla dalaşıyor, akla hayale gelmedik kavga dövüşlere girişiyordum; okulda en iyi güreşen, en iyi
beyzbol oynayıp koşan, herkesten iyi kürek çeken biri olmak gururumu okşuyordu.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:26)
Guş : Kuş
(Anadolu lehçesi)
“‘Guş bunlar!’ dedi Ali Gede. ‘Her ne cins guşsa? İki üç yıla bir görürsün bu bokları! Böyle yüksekten
uçup uçup giderler. Uğur mudur, şer midir, şerbela mıdır, bilemem, seçemem. Allaha hamdolsun, hep böyle
yüksekten geçerler.’ ”
(F. Baykurt, “Onuncu Köy”, sa:6)
Gut (Fr.: Goutte’tan=damla) alıntı : Bk.: Damla Hastalığı (OSM.: Nikris; Yavuz Sultan Selim bundan ileri
derecede mustaripti ki, ancak 8 yıl padişahlık yapabildi : 1512-1520) Fransa Kralı XVIII. Louis’nin de ondan
çok mustarip olduğu, yürüyemediği, yerine, çok hızlı araba koşturduğu söylenir.
Guyende : Söyleyen, konuşan kişi; Saz aleminde saz çalanlar, şarkı söyleyenlerden her biri
“Veled hazretleri toplantıda o kadar bilgi ve manalar saçtı ki anlatılamaz..... Sarık ve feracesini
guyendelere bağışladı. Sonsuz inayetlerde bulundu.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:263)
Guyruğunu kıstırmak : Kuyruğunu kıstırmak, yakalamak, kapana koymak
(Anadolu lehçesi)
“Onbaşı ufacık boylu, etli kanlı, karaca, bıyıklı bir adamdı... Muhtar girdiğinde, manyatolo telefonu
çevirip duruyordu.
‘Ben bu sizin köy gibi kepaze köyü az gördüm arkadaş!’ diye parladı. ‘Ne demek oluyor? Burada bizi
çiğneyip de doğrudan doğruya nasıl Savcıya gidiyorlar?... Biz burada yoğsam eşşek başı mıyız? Ben o Bayram
Gara’nın guyruğunu bir kıstırırsam anasını bellerim emme!’ ”
(F. Baykurt, “Iraca’nın Dirliği”, sa:123)
Gübre solucanı : Bir aşağılama sözcüğü: adi, dolandırıcı, yalaka, yalancı (Argo)
“ ‘Haşa efendim!’
‘Haşan maşan başına çalınsın, iki yüzlü, bin yüzlü adam! Sen kim oluyorsun! Ben de bu adadan
giderim. Bu Hacı Poyraz da senin gibi bir adamı adam sayıyor da, sana dost olmuş. Tuh onun kalıbına, tuh onuın
madalyasına, tuh onun muskasına, tuh onun teknesine, tuh onun tabancasına. Adası da başını yesin, kendi de
başını yesin. Ben de Hacı Poyrazı adam sanmıştım. Kendisi de adası da kendinin… O, adam değil, Hacı Remzi
olmuş. Hacı Remzi gibi domuz taşağı, gübre solucanı olmuş…’ ”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”, Cilt:2, sa:294-5)
Gücüne gitmek : Birinin sözü ya da davranışıyla olumsuz etkilenmek, incinmek
“Çekin arabanızı… O çok ince, o çok duygulu kız, kenar mahalle dilberleri gibi bizi terslesin!.. İnsanın
gücüne gidiyordu!”
(P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:78)
Güç bela : Çok zorlukla
“… şimdi sahte kalp krizi dediğin şey oldu; giderek şiddetlenen bir ağrı göğsünden sol koluna ve
çenene yayıldı; bu ağrı, klasik kalp krizinin, insanı birkaç dakika içinde öldürecek koroner enfarktüsün o
korkunç belirtisiydi; ağrı şiddetlenip bütün gövdeni ve göğsünü alev alev kavurarak dayanılmaz bir dereceye
ulaştığında gücün tükendi, başın dönmeye, gözlerin kararmaya başladı, sendeleyerek ayağa kalktın, iki elinle
tırabzana tutunarak güçbela merdivenleri çıktın ve zor duyulan bir sesle karına seslenirken oturma odasının
olduğu katın sahanlığına yığıldın.”
(P. Auster, Kış Günlüğü”, sa:32-3)
“Sahne değişir:
IZZY, tıraş olmuş, temiz giysiler giymiş, PHILIP’in masasının başında bir sandalyede oturmaktadır:
IZZY
(Güçbela konuşur) Burada onun yanında olmalıydım. (Sessizlik) Beklemek hataydı.”
(P. Auster, “Lulu Köprüde”, sa:154)
“Bayram, güç bela doğrulup ayağa kalktı. Ayakta duracak hali yoktu. Yıkılacaktı. Uzun, çok uzun bir
‘abdest’ aldırmıştı muhtar. Bu abdestle çok namazlar kılınacaktı.”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:179)
“Ürkmüş, kendime güçlükle yol açıp dışarı çıktım, yağmurda bir koşu, Mozart Caddesine daldım.
Dükkanların gerili tenteleri altında bekleşenler vardı. Wagner’in atölyesine vardığım zaman, kapıya erişebilmek
için yine onun bunun arkasından kendime bir yol açmam gerekti. Kapıyı güç bela ancak dışarıya doğru
açabildim.”
(H. Böll, “Ve O Hiçbir Şey Demedi”, sa:15)
“Ve kız hala o kadar büyük sayılmazdı; yaşına göre de çok bilgisizdi, çünkü Meşe Çiftliği’ne gelinceye
kadar ona hiçbir şey öğretilmemişti. İnsan dilini güçbela bilebilen, hiçbir insan hünerine sahip olmayan küçük
bir hayvan gibiydi. Çabucak öğrenmişti ve Tarlakuşu’nun asi kızları ile kikirik, tembel oğullarından iki kat daha
çok söz dinleyen ve gayretli bir çocuktu.”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:153)
“Haykırdım, istedim, pek sevindim, umutsuzluğa düştüm. Ama 37 yaşında, bir gün, mutsuzluğu tanıdım
ve yaşadıklarıma rağmen, bugüne dek mutsuzluğu yaşamadığımı anladım. Yaşamımın ortasına doğru, yeniden
güç bela yalnız başıma yaşamayı öğrenmem gerekir.”
(A. Camus, “Defterler 2”, sa:286)
“Pazar günü güçbela uyandım. Marie seslenip beni sarstı da öyle açtım gözlerimi.”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:51)
“Bu sözleren sonra, Don Quijote’un üzengisini tutmaya geldi; bütün gün kursağına tek lokma girmemiş
her insan gibi güç bela indi atından.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:19)
“Çocuklar yine karda oynuyor. Ortalarında, sırtı bana dönük halde, kukuletalı kız duruyor. Bazı anlarda,
ona doğru güç bela ilerlerken, düşen kar perdesinin ardında gözden kayboluyor. Ayaklarım öyle derinlere
batıyor ki onları zor kaldırabiliyorum. Her adım bir asır sürüyor. Düşlerimde şimdiye kadar gördüğüm en şiddetli
kar yağışı bu.”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:71)
“SAKIN GEÇ KALMA ERKEN GEL
Usulca gir kapıdan, zile basma.
Hiç telaşlanma ben daha dönmemişsem.
Yoldayımdır, nerdeyse yokuşun dibinde,
Suların kararmasını bekliyorumdur,
Tuğla harmanlarından gelen yanık havanın
Bahçedeki akşamsefalarına sinmesini.
güç bela dizginliyorumdur içimde
Dörtnala sana koşan küheylanları.”
(Cevat Çapan<d.1933>; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.11.04)
“Lodililer kentte yalnızca köpekleri bırakmışlar ve yağmur altında, atsız kalan senyörler dahil, herkes
yürüyerek, kadınlar kucaklarındaki çocuklarla, düşe kalka, arada bir feci bir biçimde hendeklere yuvarlanarak
kırlara doğru yola çıkmışlardı. Adda ve Serio arasında bir yere sığınmışlar, orada güç bela üst üste yatıp
uyudukları kırık dökük birkaç ev bulmuşlardı.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:65)
“Daha az kazandım, ama iş beni mutlu etti. Artık sayısız dokümanı güç bela okumak veyaa imzalamak
için Clive Caddesi ofislerinde boyun bükerek çile doldurmam yahut bunalımımı gidermek amacıyla her gece
sarhoş olmam gerekmiyordu.”
(M. Eliade, “Bengal Geceleri”, sa:11)
“Véronique sessizce kapıyı iter, sessizce geçerdi; çünkü Anthime’in odanın ta dibinde, koltuk
değneğinin dayalı olduğu koltuktan taşa taşa, bilmem hangi berbat ameliyatın üzerine eğilmiş kocaman sırtını
görmekten hoşlanmazdı. Anthime de onu hiç duymamış gibi davranırdı. Ama karısı geçer geçmez, güç bela
yerinden kalkar, kapıya doğru sürüklenir..... dudakları bükülmüş bir halde, otoriter bir işaret parmağı vuruşuyla,
çat! mandalı itiverirdi.”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:5)
“... Recep Efendi, mavi latası, kocaman siyah şemsiyesiyle dolaşıyor, bir köşeye taştan ocak kuran
aşçılara bağıra bağıra emir veriyordu. Muallimlerle büyük talebeler çarşaflarını atmak, açık saçık gezip
eğlenebilmek için Müdür Efendi’yi güç bela kandırdılar, erkekler tarafına savdılar.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:262-3)
“Öğretmenlerim, hakkımda bir sürü şey biliyorlardı, pek çok kez ağır cezalara çarptırmışlardı beni,
günün birinde okuldan atılmam bekleniyordu. Kendim de farkındaydım bunun, zaten epey çalışkan bir öğrenci
de sayılmazdım; artık uzun zaman böyle sürüp gidemeyeceğini seziyor, yanıltma ve aldatmalarla durumu
güçbela idare ediyordum.”
(H. Hesse, “Demian”, sa:100)
“Ve ölümlü olduğumu, sıcacık suyun içinde yarım saat kadar uzanıp yattıktan sonra doğrulup kalkma
zamanının gelip çatışı anımsatıyor bana. Zili çalıp bakıcıyı çağırıyorum; bakıcı güzelce ısıtılmış bir havlucuğu
oracığa, kullanıma hazır, bırakıyor. Suda doğrulup kalkıyorum bunun üzerine; birden ölümlülük duygusu tam
organlarımın üzerine çullanıp beni güçsüz düşürüyor; bu banyolar hayli yoruyor insanı, otuz ya da kırk dakikalık
bir banyonun ardından doğrulup kalkacak olduğumda, dizlerimle kollarıma ancak usul usul ve güç bela söz
anlatabiliyorum.”
(H. Hesse, “Kaplıcada Bir Konuk”, sa:33)
“DUNCAN - Ne biçim iş; hoşuna gitmeyen bir temsilden çıkar gibi, tam ortasında savaşı bırakıp
gidiyor.
YARALI ER - Yaralandım, diyorum size. Bayılmışım. Sonra, kendime geldim. Güç bela ayağa
kalktım, sürüne sürüne buraya kadar gelebildim.”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Macbett’, sa:263)
“- Sana demiştim ahbap, bu kız kafadan! Gördün değil mi, güç bela kazandığı parayı nasıl harcıyor!”
(P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:54)
“Anna artık onlara kahve ya da çay ikram edemiyor ve bu sefaletten yüzü kızarmıyordu. Ama sık sık
oturup ağlardı, hem de en beklenmedik zamanlarda. Büyük bir atkıya sarınarak kör bir ateşin güçbela ısıttığı
ocağın önünde çömelirdi.”
(P. Istrati, “Uşak”, sa:116)
“Pek dikkatli dinlememişti subayı, bu hiç gölge düşmeyen vadide güneş son derece etkili oluyor, insan
düşüncelerini güç bela topluyordu.”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:32)
“Duvarlarının üst kenarları çok uzun zaman önce sökülüp götürülmüş, çevredeki evler için taşocağı
işlevi görmüştür. Beş yüz kişinin güç bela sığabileceği küçük bir kazandır artık.”
(F. Kafka, “mavi oktav defterleri”, sa:25)
“Gözlerinde bir damla fer kalmamıştı; boynu bir küçük çocuk bileği kadar ince ve narindi. Öyle ki, bu
incecik boynun üstünde, başını güç bela tutabiliyor gibiydi.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:101-2)
“Tayı yelesinden tutup sürüklemeye başladı. Tay, eve varıncaya kadar yolda üç kere yıkıldı. Ruşen Ali
onu güç bela kaldırdı.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:30)
“LICHT - Üstelik de sol ayağı ha?
ADAM - Sol mu?
LICHT - Şuraya bastığınızı mı?
ADAM - Öyle ya!
LICHT - Hay Allah! Zaten günah yolunda güçbela yol alan ayak!”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:4)
“Yoksa Süleyman doğru mu söylemişti? Keman gerçekten de kumsalda mı kalmıştı? Ya da Black Sea
Motel’de? Ama motelde olmasına imkan yoktu. Çünkü profesörü güç bela oraya sürüklerken bir elimizle de
kemanı taşımış olamazdık.”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:224)
“ ‘Minnie Mouse’ın kıyafeti gibi oldu,’ diyorum. Aldırış bile etmiyor.
‘Fıstık oldun fıstık, fıstık!’
‘Nasıl yani? Ne demek fıstık oldun?’
Otele döndüğümüzde güçbela ondan ayrılıp havuzun soyunma kabinlerinde üstümü değiştirmek
istiyorum. Ama peşimden geliyor.”
(P. Mağden, “Biz Kimden Kaçıyorduk Anne?”, sa:60)
“Bunun dışında, daha önce ciddi biçimde anlaşılmaz bir bilmece gibi görünen ne varsa, şimdi herşeyden
önce zavallı hasta adamın ne yaptığının güç bela farkında olduğu düşüncesiyle, hepsi iyimser bir biçimde
açıklığa kavuşturuluyordu.”
(H. Melville, “Benito Cereno”, sa:54)
“DÖRT ŞARKI
III. Flütlerin Ağıtı
Doğuyor Tan
güç bela soluk alıyor yorgun ciğerleriyle,
çılgınca koşan atlar gibi soluk soluğa
esiyor Günİzliyoruz tarlalara doğru esen rüzgarı
ezerek uzun mısır yapraklarını ve ekinleri...”
(Christopher Okigbo<1932-1967>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 04.12.08)
“Şu var ki, bana bu uzun yemek saatlerine dayanma gücü veren şey bu hafif dokunma oluyordu. Ve
birkaç hafta buna güç bela katlandıktan sonra çocukların neredeyse sonsuz uyum yeteneği sayesinde, bu
toplantıların ürkütücülüğüne o kadar alışmıştım...”
(R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:55)
“Kapalı perdeler de hizmet ediyor bizimkilerin günah çıkarma hücresine, günah çıkaracak olan peder
dışarıda oturuyor, tövbekarlar, birbiri ardına içerde diz çöküyorlar, o yer ki ikisi de orada devamlı olarak günaha
girer şehvet yüzünden, zinakar olmaları önemli değil, aslında bu deyiş günahın kendisinden daha fazla keder
verir insana, bir günah ki hemen affedilir. Padre Bartalomeu Lourenço tarafından, bizimkilerin gözleri önünde
daha büyük bir günah işliyor o, hırs ve gurur onun günahı, göklere, cennete yükselmek istiyor çünkü rahip,
sadece Mesih ve Bakire yükselebildi göğe, bir de seçilmiş birkaç aziz, ortalığa dağılmış şu parçaları güç bela
birleştirmeye çalışırken Baltasar, küçük malikanesinden Sete-Sois’in duyabilmesi için var gücüyle haykırıyor.
‘Blimunda, İtiraf edecek günahım yok benim.’ ”
(J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:94-5)
“Bu ihtar sözleriyle Joaquim Sassa’yla Pedro Orce’nin böylesine bayağı ve çocuksu oyunlar oynamayı
düşündüklerini ima etmeye çalışmıyoruz, ama o pencere; şimdi yalnızca bir pencere gölgesi, odanın karanlığında
güç bela görülüyor, huzursuz ediyor, kanı donduruyor, sanki burası tek bir odaymışçasına, bir yatakhane...”
(J. Saramago, “Yitik Adanın Öyküsü”, sa:177)
“Güçbela beygirin yanına kadar vardı. Durmadan bağırarak ileri yürüdü. Askerler ona yol vermek için
sıkıştılar, fakat tekrar onu öyle bir sıkıştırdılar ki, ayağını ezdiler.”
(L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:I, sa:328)
“Kimse karşılık vermedi. Hepsi de merminin hedefini şaşmayacağını biliyordu.
‘Burada bir tek erkek yok mu?’
Yeni bir sessizlik. Yaşlı Rogério yere tükürdü, bir adım attı:
‘Puşt alayı!’
Dönüp yürüdü. Yaşlı beygirine bindi, güç bela uzaklaştılar. Bir yıkıntıya binmiş başka bir yıkıntıydı
bu.”
(J.M. de Vasconcelos, “Yaban Muzu”, sa:30)
“Düşünmek ona zor geliyordu. ‘İzin almalıyım,’ diye geçirdi içinden, ama babasından utanıyordu,
çünkü onu kendini zorladığını biliyordu. Ayakta kalmaya gayret ediyor, güçbela çalışmaya devam ediyordu, ta
ki o korkunç 19 Ekim gününe kadar. Yine kendini çok yormuştu. Neyim var? İçeri bir ulak girdi. Babasından bir
telgraf getirmişti: ‘Eduard şehit Sırbistan.’ Ondan sonrasını hatırlamıyordu.”
(S. Zweig, “Clarissa”, sa:108)
“Yabancı bir gökyüzünün altında, piramitlerin -bu taştan yapıtların- önünde çarpışmıştı. Sonra,
başlangıçta çok büyük tutulmuş bir işi güçbela sona erdirmeye çalışmaktan yorgun düşerek, küçük bir tekneyle,
Nelson’un kendisini gözetleyen savaş gemileri arasından kayıp geçmişti.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:II, ‘Balzac’, sa:5)
“Ferdinand bunun gülümsenmesi gereken bir espri olduğunu seziyor, içinde bir dehşetle gerçekten de
kendi dudaklarının nazikçe kıvrıldığını hissediyordu. ‘Bir şey söylemeliyim, şu anda bir şey söylemeliyim,’ diye
geçiriyordu içinden, ‘burada böyle baston yutmuş gibi durmamalıyım.’ Ve en sonunda ağzından güç bela şu
sözler çıktı: ‘Yani görev emri yetiyor.’ ”
(S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri-Mecburiyet”, sa:166)
Güççük : Küçük
(Anadolu lehçesi)
“ ‘Beyim... Biz, muhtarın oğlu Camal’la, Gurul üyesi Deli Haceli’nin güççük biladeri Boz Omar’dan
davacıyız...’
‘Niçin davacısınız, anlat...’
‘Mal güttüğü yerde ikisi gandırıp bu çocuğun ırzına geçmişler beyim. Sonra da böyle ettik deye köyün
içinde yayım yapmışlar. Bu bizim gatti namısımıza dokandı.’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:97)
“Haçça da dokundu. Sıcak diz...
‘Biz onu bunu bırakalım da...’ dedi Haçça. ‘Güzün şu sayvanın üstüne bir güççük oda yapalım. Taku
tuku taşıyalım içine. Anamı da boşalacak yan eve alalım. Ben utancımdan gahroluyorum.’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:94)
Güç olsun da geç olmasın : Zor da olsa gerekeni yapıp ertelememe
“Artık sinirleri geçmişti. Gülüyordu. ‘İşte ben sizi bu akşamdan birbirinize veriyorum!’ dedi ve
Rezan’la Suad’ın ellerini birleştirdi.
-Fakat bir halka olsun takamıyorsunuz. Suad bu senin deliliğin... diyordu.
-Güç olsun da, geç olmasın, anneciğim.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:106)
Güdük : Küçük, bodur, vücutça gelişmemiş
“ ‘Phédre’ ve ‘Bahçıvanın Köpeği’nin afişleri asılıydı. Salondakiler yeni züppe gençliğin pek tuttuğu
‘Halkın Uyanışı’ şarkısının söylenmesini istedi. Perde kalktı ve şişman, güdük bir adam çıktı sahneye. Ünlü
Lays’di bu. Güzel tenor sesiyle söylemeye başladı şarkıyı: ‘Fransız halkı, kardeşler halkı...’ ”
(A. France, “Tanrılar Susamışlardı”, sa:314-5)
“Grenouille pencereye çıkınca bağrışmalar kesiliverdi.....Ne bir ayak sesi ne bir öksürük ne bir soluk
duyuluyordu. Kalabalık sırf göz-kulak kesilmişti. Yukarıda, penceredeki bodur, üflesen yıkılacak, iki büklüm
adamın, bu güdük şeyin, bu zavallı cücenin, bu solda sıfırın iki düzineyi aşkın cinayet işlemiş olacağını aklı
almıyordu kimsenin.”
(Patrick Süskind, “Koku”, sa:225)
Güfte : Bir bestenin sözleri
“Yarasının içindeki kımıl kımıl hayattan büsbütün gözleri kamaşmış: ‘Beni kurtaracak mısınız doktor?’
diye fısıldıyor oğlan hıçkırarak. Benim bölgemdeki insanlar böyledir, hep yapamayacağı şeyleri isterler
hekimden. ….. Eh, nasıl isterseniz, ben kendimi size hizmet edeyim demedim; beni kutsal amaçlar uğrunda
kullanmaya kalkarsanız, buna da ses çıkarmam; hizmetçisi elinden alınmış yaşlı bir köy hekimi için bundan iyisi
can sağlığı. Derken geliyorlar: oğlanın ailesi ve köyün yaşlıları; beni soyuyorlar, başlarında öğretmenleriyle bir
okul korosu evin karşısına geçiyor ve aşağıdaki güfteyi içeren alabildiğine yalın bir ezgiyi okumaya başlıyorlar:
Soyun giysilerini, iyi eder o zaman
Baktınız iyi etmedi, öldürün gitsin!
Bir hekimden başka nedir ki
Bir hekimden başka nedir ki!”
(F. Kafka, “Hikayeler-Bir Köy Hekimi”, sa:75)
Güldükçe yanağında (pembe) güller açmak, ağladıkça gözlerinden inciler dökülmek : Peri masallarında
olduğu gibi, güldükçe yanaklarında güller açan güzel kız
“Munise’yi birkaç güne kadar çarşafa sokuyorum. Şöyle böyle on dördüne biriyor. Boyu şimdi tam
benim boyum kadar. Küçük çiçekler gibi açıldı, beyaz denecek kadar açık sarı saçlarının içinde küçük beyaz
yüzü, günün saatlerine göre değişen lacivert gözleriyle güldükçe yanağında güller açan, ağladıkça gözlerinden
inciler dökülen peri kızlarına benzerdi.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:355)
Gül bahçesi :
Güllük gülistanlık, huzur
“ ‘Ama önceden uyarıyorum, bireysel tedavi büyük bir olasılıkla aylarca, hatta bir yıl ya da daha fazla
sürecek ve bir gül bahçesi de olmayacaktır. Acı veren düşünceler veya anılar ortaya çıkabilir ve bunlar geçici
olarak seni şu anda olduğundan daha rahatsız bir duruma sokabilir..’ ”
(I.D. Yalom, “Aşkın Celladı”, sa:276)
Güleç : Gülen, gülümseyen
“Balo salonunun her köşesinde şampanya şişesi bataryaları patlamaya başladı, pist vals yapan çiftlerle
doldu, ışıklar renk değiştiriyordu. Şampanya kadehinin üzerinde, Clea’nın bana dönük, mutlu bir zevklenme
yansıtan güleç yüzünü bir mavi, bir kırmızı, bir yeşil görüyordum. ‘Onun başarılı burnunu kutlamak için bu
akşam biraz sarhoşlarsam kusuruma bakar mısın?’ ”
(L. Durrell, “Clea-İskenderiye Dörtlüsü 4”, sa:102)
Güle eğlene : Keyif ve neşe içinde
Bk.: Güle oynaya
“Bir gün evvel saç saça, baş başa kavga edenler bir gün sonar güle eğlene birbirlerinin tırnaklarını
boyuyorlar, cımbızla kaşlarını yoluyorlar, dikişlerini dikiyorlardı.”
(R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:70)
Güle güle : Sağlıkla, esenlikle; Türk-Osmanlı kültüründe “ Allahaısmarladık!” karşıtı; Selametleme sözleri
“-‘Kuzum sana ne oluyor bu akşam,’ dedi. ‘Giderayak konuşulacak şeyler mi bunlar, kapı önünde? Bir
boş vaktinde gel.’
-‘Yarın akşam uğrarım gene,’ dedim. ‘Ama bunları konuşmak için değil. Her zamanki gibi. Hadi
Allahaısmarladık.’
Konuyu uzatmadığına pişmandı belki.
-‘Güle güle,’ dedi.”
(M.C. Anday, “isa’nın güncesi”, sa:55)
“Dış kapı açıldı: gazeteciydi. Gazeteyi bıraktı. Pazartesi günleri bir haftalık fişleri bununla gönderirdi
polise. Sağdaki çekmeceyi açtı, aradı.
-Yarın götürsen olmaz mı?
-Olur. Haydi eyvallah.
-Güle güle.”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:22)
“ ‘Evet, gitmem gerek, benim de yapacak işlerim var.’ Adam ayağa kalkıyor, battaniyeyi pelerin gibi
omuzlarına atıyor, elini uzatıyor. ‘Hoşçakalın. Kültürlü biriyle konuşmak zevkti.’
‘Güle güle.’ ”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:103)
“YAKOV - Hayırlı yolculuklar!
ŞAMRAYEV - Mektuplarınızı esirgemezseniz çok mutlu oluruz! Güle güle Boris Alekseyeviç!”
(A. Çehov, “Martı”, sa:75)
“Birdenbire, yolun öbür yanında bir kaynaşma oldu. Araba, toz duman içinde kımıldandı. Kırbaç
şakladı, sürücünün borusu öttü, kapıya üşüşen kızlar:
-Güle güle! Güle güle! diye bağrıştılar.”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:II, sa:52-3)
“-Ne istiyorsun?
-Memur Aleksandrof’u; burada mı oturur?
-Yok kardeşim, burada öyle biri yok; güle güle.”
(F. Dostoyevski, “Namuslu Hırsız”, sa:73)
“Elodie aşığını yolcu ederken gece hayli ilerlemişti. Yavaş bir sesle, ‘Güle güle sevgilim... Babam
neredeyse döner. Merdivenden inerken bir gürültü duyarsan hemen üst kata çık ve tehlike geçinceye kadar inme.
Sokak kapısını açtırmak için üç kez kapıcı penceresine vur. Güle güle hayatım! Güle güle ruhum!’ dedi.”
(A. France, “Tanrılar Susamışlardı”, sa:318)
“FAUST - Demek ben her halde gitmeliyim, öyle mi? Allaha ısmarladık!
MARTHE - Güle güle!
MARGARETE - Yakında tekrar görüşmek üzere! (Faust’la Mephistopheles çekilip giderler.)”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:171)
“Yaşlı Anthony birden neşelenerek:
-Peki oğlum. Haydi güle güle! Ne yapalım öyle olsun. Hakkın var. Parayı verince sonsuzluğun bir
pakete sarılıp evimize teslim edilmesini bekleyemeyiz.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:143)
“PAL (Sağdaki kapıyı açar, elinde küçük bir suluboya resim, bitişik odada bulunan birine doğru
öfkeyler seslenir.) - Özür dilerim, Bay Kucsera, profesörsem her halde budala olmam gerekmez ya. Anladınız
mı? Hem bir daha onur vermek istemiyorsanız... Eh, güle güle!”
(F. Herczeg, “Mavi Tilki”, sa:14)
“Kadının ödü patlıyor.
‘Ne oldunuz?’ diye soruyor ve sigarasını söndürüyor. ‘Hayır, hayır, artık Nelly tek söz daha
söylemeyecek. Galiba, siz delisiniz! Haydi, güle güle!’
Giderken adeta sendeliyorum, kafamın içi karmakarışık.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:154)
“Birden bıraktı, uzaklaştım. ‘Git şimdi, git, gelirsen bir gün memnun olur, seviniriz. Git oğlum, güle
güle, annene çok selam söyle. Yolunuz açık olsun. Güle güle evladım, güle güle’ diyen sesi dingindi; dingin, çok
uzaktan, utancın içlerinden gelen bir ses.”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:71)
“Baktım, Dr. Loweg’in arabasıydı. Kalbim ağzıma geldi sandım, beni tekrar geri alacak diye. Clem,
‘Ona boş verelim,’ dedi. ‘Sana güle güle diyecek ama bir kez senden, onun sana yaptıklarından dolayı, defalarca
söylediğin teşekkürü işitmek isteyecek. Cehenneme kadar yolu var...’ Gaza bastık ve uzaklaştık.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:136)
“MARTIN KRUMM - ... Ama sizi fazla rahatsız ettiğimi görüyorum, onun için izninizle sizden
ayrılırken, saygıdeğer beyime yaptığınız büyük iyilik için, size ömür boyu minnet duyacak bu Martin, üstün
soylu şövalye çiftliğinin bol maaşlı kahyası.
YOLCU - Güle güle, güle güle!
MARTIN KRUMM - Yahudiler hakkında söylediklerimi hep hatırlayın. Topu birden Allahsız, hırsız
takımı.”
(G.E. Lessing, “Yahudiler”, sa:26)
“Roland, yine aceleyle:
-Allahaısmarladık, dedi.
Lorraine’i iskeleye bağlayan küçük tahta köprünün bir başında duran Pierre:
-Güle güle, diye yanıtladı. Yeniden herkesin elini sıktı, uzaklaştılar.”
(G. de Maupassant, “Pierre ve Jean”, sa:186)
“Öyle söyle, öyle söyle, hadi kızım. ‘Masume Hanım Teyzem, öyle bir şey söylememiş’ de. Hadi.
Tabii, tabii, elçiye zeval mi olurmuş! Hadi güle güle, hadi bakayım kızım güle güle... Mahalle karısı bunlar
komşum mahalle karısı.”
(N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu”, sa:9)
“Gene sustular. Karşı karşıya, konuşmadan duruyorlardı ve her biri, barışmak için ilk davranışı öteli
yapsın diye bekliyordu. Sonunda Kolnai konuştu:
-Haydi, Allahaısmarladık.
Barabaş sevinç ve heyecanla yanıtladı:
-Haydi güle güle.”
(F. Molnar, “Pal Sokağının Çocukları”, sa:204)
“‘Demek kravatımı beğenmedin? Yakışmamış mı? Yakışmamışsa yakışmamış, onlar için daha iyisini
mi giyeceğim? E, hadi Allahaısmarladık bakalım!’
‘Güle güle baba!’ ”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:427)
“İSMENE
----------Haimon’un bazı giysilerini - dolapta duruyorlar sanırım size çok yakışacak. Bir de yeni kılıcı, bakın,
altın, fildişi ve yakut kakmalı - kuşanacak vakti olmadı.
Haydi güle güle. Gece çok güzel. Dikkat edin
merdivenden inerken.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:208)
“POTHINUS (Meydan okurcasına.) - Sezar öyle yollara başvurmaz.
SEZAR - Dostum, bu dünyada adamın söyleyecek bir sözü varsa, güç olan onu söyletmek değil, sık
sık söylemesini önlemektir. Bırak da doğum günümü seni özgürlüğüne kavuşturarak kutlayayım. Güle güle. Bir
daha görüşmeyeceğiz.”
(G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:128)
“‘Şimdi,’ dedi Bernard, ‘zamanı geldi. O gün geldi. Araba kapıda. Kocaman sandığım, George’un
çarpık bacaklarını daha da eğriltiyor. O korkunç tören bitti; bahşişler, koridorda güle güleler. Şimdi annemle
hıçkırıkları tutma töreni düzenleyeceğiz, babamla el sıkma töreni; şimdi el sallamayı sürdürmeliyim.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:23)
Güle oynaya : Kıvançla, mutlulukla; kendi arzusuyla
Bk.: Güle eğlene
“Adam, Margot’nun fiziksel ilişkilerini yinelemeye pek niyetli olacağını sanmıyor ammma olursa
kadınla yeniden sevişme fırsatını güle oynaya kabullenecek.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:132)
“SEVMEMİŞTİM HİÇ SENİ BÖYLESİNE
------------------------------------------------------Birazcık olsun gülmedim, hiç gülmedim ma soeur
Güle oynaya karanlık kaderime doğru yol alan benArdımdaki yüzler çoktan
Çoktan solarken akşamında mavi ormanın usulca.
Her şey güzeldi o akşam ma soeur
Ondan sonra ve önce hiç olmadığı kadarTabii ki bana o büyük kuşlar kaldı yalnız
Akşamları karanlık gökyüzünde aç açına dolaşan.”
(Bertolt Brecht<1898-1956>-Ertuğrul Pamuk; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.11.02)
“Gelenler arasında, çeşmelerin sıcak sularıyla elleri, ayakları buruşmuş Ammonlular; her şeyi kasıp
kavurduğu için güneşe lanet okuyan Atarantlar; ölülerini güle oynaya ağaç dallarının altına gömen Trogloditler
ve çekirge yiyen iğrenç Auslular ile börtü böcek yiyen Gizantlar da vardı.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:284-5)
“‘Mesut mudur?’
‘Hem de nasıl... Daima gülen bir yüzü vardır. Ben onun bir kere bile somurttuğunu görmedim. Evvelki
sene köylerine on beş bin liraya bir okul binası yapmaları emredildi. İdris hiç tasalanmadı.Güle oynaya
kasabaya geldi.’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:55)
“Sonunda sınavı yapacak öğretmen girdi salona, gürültüyü kesmelerini söyleyerek Latince sınavı için
bir metin dikte ettirdi, metni kolay bulan Hans da rahat bir nefes aldı. Hemen kolları sıvayıp adeta güle oynaya
bir müsvedde hazırladı, sonra müsveddeyi özen ve dikkatle temize çekerek götürüp teslim etti.”
(H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:22)
“ ‘Biz dört arkadaş haftada en az bir akşam buluşur, saat 8.30’dan 11.30’a kadar bira içer, sohbet ederiz;
asla öğrenciler gibi davranmaz, yine de güle oynaya vakit geçiririz.’ ”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:50)
“Neşe içinde gelin damat gibi Wannsee’ye yola çıkarlar. Patron onların gülüşlerini, çayırlar üzerinde
eğlendiklerini duyar, güle oynaya kahvelerini içerler. Sonra, tam kararlaştırılan saatte kurşunun ilki ve hemen
peşinden ikincisi çekilir.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Kleist’, Cilt:I, sa:70)
Gülesine gelmek, Gülesine gitmek : Güleceği gelmek, güleceğini getirmek
“ ‘Bu senin anan kuru emme hepimizden diri!’ dedi Haçça Bayram’a. ‘Akşam biz yorulduk, o
yorulmadı. Hemi de heç korkmuyor. Sana bir şey desem. Enip bir de sıçmasın mı temellerin içine? İnsanın
gülesine gidiyor. Ahmet bir güldü, bir güldü... Çok bitirim bu senin anan...’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:94)
Güleş : Güreş
(Anadolu lehçesi)
“ ‘Aferin komşular!’ dedi muhtar. ‘Dahile karşı dirlik, harice karşı birlik! Bu böyle sürüp gittikçe, bizim
Ömer pelvan her güleşte yenilse de Karataş köyünün sırtı yere gelmez arkadaşlar.’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:79)
Gül gibi geçinmek, yaşamak : Mutluluk ve refah içinde yaşamak (Özellikle evlilikte)
“Baktık olacak gibi değil, o gidişle ya fazla efkarlanıp Mazharosmanı boylayacağım, yahut geliş gidiş
aynasızların eline düşeceğiz, kalktık, şoför muavini olduk. Günde iki üç kağıt çıkarıp gül gibi geçiniyoruz.” .....
“Gerçekten de ‘değişmiş’, ‘itaatkar olmuş’, dolayısıylayla da ‘veletlikten oğulluğa terfi etmiş’ Maskeli Beşler’e,
bununla külüstür bir Ford veya Şevi alınacak, o da tüm aileyi ‘gül gibi’ geçindirecek.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Velet”, sa:51;54)
“KAPTAN -... gözlerinde bir şeyler okudum. Bence, hiç hatır gönül dinlemez, bozar bu işi. Beni
dinlersen Batı Hint Adaları’ndan bir zenci kadın al. Çok iyi karı olurlar. Ben denemiştim gençliğimde. İki yıl gül
gibi geçindik.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:37)
“Böylece yeni evlerinde yaşamaya başladılar. Ama her zaman olduğu gibi, iyice yerleşince evin onlara
yetmediğini, bir odanın eksik geldiği anlaşıldı. Gelirleri de aynı biçimde beş yüz ruble kadar eksik gözüküyordu,
bununla birlikte gül gibi geçinip gidiyorlardı.”
(L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:49)
“Octave anahtarı istedi. Kapıcı acele etmeden kendi dertlerini anlatmayı sürdürdü: isteseler taşradaki
evlerinde gül gibi yaşarlardı, ama Madam Gourd, kaldırımlarda romatizmalarıyla zorluk çektiği halde, Paris’te
yaşamayı seçiyordu.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:I, sa:110)
Gül Haçı Şövalyeleri; Tarikatı : <Rosae Crucis> - Hıristiyanlık ve Hz. İsa hakkında sırlı bilgiler taşıyan
tarikat üyeleri ki aralarında tanınmış bilim adamları da vardı. Mason’luğun onun devamı olduğuna inananlar
vardır. ‘İsa’nın Yoksul Şövalyeleri’: 1911’de Kudüs’te, Hıristiyan hacıları korumak ve Müslümanlarla
savaşmak için kurulmuş olan tarikat. Zamanla çok zenginleşen bu tarikat,İmparator IV. Philip’in kıskançlığını
uyandırmış ve 1312’de, Papa V. Clemens tarafından ortadan kaldırılmıştır.
“Langdon, ‘Gül Haçı, farmasonlukta sık kullanılan bir semboldür,’ diye açıkladı. ‘Doğrusu İskoç
Riti’ndeki derecelerden biri de, masonluğun gizemli felsefesine katkıda bulunan ilk Gül Haçlıların onuruna
isimlendirilen ‘Gül Haçı Şövalyesi’dir. Peter sana Gül Haçlıları anlatmış olabilir. Büyük bilim adamlarından
düzinelercesi, üyeleri arasındaydı; John Dee, Elias Ashmole, Robert Fludd...’
Katherine, ‘Kesinlikle,’ dedi. ‘Araştırmalarımda Gül Haçlıların tüm bildirilerini okudum.’
Langdon, <tüm bilim adamları okumalı,> diye düşündü. Gül Haçı Tarikatı’nın -veya daha resmi adıyla
Eski ve Gizemli Rosae Crucis Tarikatı- bilimi önemli ölçüde etkileyen ve Antik Gizemler efsanesiyle örtüşen
esrarengiz bir tarihi vardı... Eski bilgilerin sahip olduğu gizli hikmet, asırlar boyunca, sadece en parlak zekalar
tarafından öğrenilmişti. Doğrusu Rönesans Avrupa’sındaki tüm aydınların isimleri, tarihteki ünlü Gül Haçlılar
listesinde vardı: Paracelsus, Bacon, Fludd, Descartes, Pascal, Spinoza, Newton, Leibniz.
Galloway, ‘Gül Haçlıların kurucusunun, Christian Rosenkreuz ismiyle bilinen Alman bir gizemci
olduğu söylenir,’ diyordu. ‘Elbette bir takma isim olduğu belli, hatta bir kanıt olmadığı halde bazı tarihçiler bu
kişinin Francis Bacon olduğuna inanırlar...’ <Shakespeare’in gerçekten mevcut olmadığına, onun yaşamadığına
inananlar da, onu temsil edenin Francis Bacon olduğuna inanırlardı. Dr.İ.E.>
Gül Haçlılar öğretisine göre, tarikat ‘eskilerin ezoterik gerçekleri üzerine kurulmuştur.’ Manevi
dünyaya ışık tutan bu gerçeklerin, ‘sıradan insanlardan saklı tutulması’ gerekiyordu. Yıllar içinde kardeşliğin
sembolü süslü bir haçın üstündeki gonca güle dönüşmüş olsa da, ilk başta sade bir haçın üstündeki noktalı bir
çemberdi, yani en basit haç betimlemesinin üstündeki en basit gül betimlemesiydi.”
(Dan Brown, “Kayıp Sembol”, sa:340)
“Olayımızın başlangıcı çok eskilere, Güzel Phillipe’in Templier Tarikatı’nı ortadan kaldırdığı XIV.
yüzyılın başlarına uzanıyor. O andan itibaren tarikatın gizli bir şekilde varlığını sürdürdüğü ile ilgili söylentiler
sürüp gitmiştir, bugün bile İtalya’da gizli bilimler ve okültizm ile ilgili kitapların satıldığı kitapçılarda bu konu
hakkında onlarca kitap bulabilirsiniz.”..... “XVII. Yüzyılda bir başka öykü doğuyordu: Gül-Haçlar öyküsü. GülHaçlar, ilk kez bu içrek derneğin manifesto’larındaki (Fama Fraternitas, 1614; Confessio roseae crucis, 1615)
betimlemelerle tarih sahnesinde beliren bir tarikattı. Manifestoların yazarı ya da yazarları resmi olarak
bilinmiyor; bunun bir nedeni de, bu manifesto’ları yazmış olduğu öne sürülen kişilerin bunu yadsımış
olmalarıdır. Manifesto’lar, tarikatın varlığına inanan ve bu tarikata katılmayı çok isteyen insanların bir dizi
eylem gerçekleştirmesine yol açmıştır. Bazı değinmelere karşın, hiçkimse tarikata üye olduğunu açıkça
belirtmemektedir, çünkü grup gizlidir ve Gül-Haçlar yazarlarının olağan davranışı, Gül-Haçlar’dan
olmadıklarını söylemeleridir.”.....“Bu kurmaca yapıya XVIII. yüzyılda, Fransız Masonluğunun ‘İskoç
Masonluğu’ adı verilen grubu (Templier ve Okültist Masonluk olarak da bilinmektedir) katılıyor; bunlar, kendi
kökenlerinin Süleyman’ın yaptırdığı Kudüs Tapınağı’nı inşa edenlere uzandığını söylemekle kalmıyor, aynı
zamanda köken mitosuna Tapınak’ı inşa edenlerle Temple Şövalyeleri arasındaki bir ilişkiyi ekliyorlardı;
bununla ilgili gizli gelenek, Gül-Haçlılar aracılığıyla modern masonluğa kadar gelecektir.”.....
“Napolyon da bu gizli tarikatla ilgilenmiş ve Charles de Berkheim’dan bir rapor istemiştir; çoğunlukla
casusların ve gizli muhbirlerin yaptığı gibi, Charles de Berkheim da halk kaynaklarına başvurmuş ve
Napolyon’a, imparatorun Marquis de Luchet ya da Abbé Barruel’in kitaplarından okuyabileceği şeyleri çok
özgün bir derlemeymiş gibi sunmuştur. Göründüğü kadarıyla, Napolyon dünyayı yönetebilecek güçteki bu
‘Bilinmeyen Üstler’ yönetiminin meçhul iktidarıyla ilgili betimlemelerden o kadar etkilenmiştir ki, onlarla
temasa geçmek için elinden geleni yapmıştır.”
(U. Eco, “Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti-Kurmaca Tutanaklar”, sa:149-50;150-1;151-2)
Gül(lük) gülistan(lık) : Her taraf barış ve refah içinde, herkes mutlu
“ŞİKAYET ETMEYECEĞİM
----------------------------------Tanrı’ya şükürler olsun, içimi gül gülistanlık yaptı,
hep benimle olsunlar diye.
Tanrı’ya şükürler olsun, bana inancını verdi,
beni Müslüman yaptı.”
(Abdülaziz, “Guantanamo’dan Şiirler”, sa:39)
“Kambur kahveciyi karşısına oturtan Hacı, şu karmakarışık dünyaya düzen vermekle meşguldü.
Kambur, Hacı’nın dediklerini titizlikle uygulamak şartıyla dünyanın güllük gülistanlık olacağına kesin olarak
inanmış bulunuyordu.”
(O. Hançerlioğlu, “Büyük Balıklar”, sa:75)
“AMEDEE - (Aynı yerden.) Tabii. Alınan karar alınmıştır... Sözümden dönmüyorum. Ama, itiraf
ederim ki onu başımızdan atma düşüncesi... Evet... gerçekten üzülüyorum ondan ayrılacağıma..... O gidince ev
bomboş kalacak... Bütün bir geçmişin dilsiz tanığıydı o. Her zaman güzel değildi bu geçmiş, kuşkusuz... Hatta
onun yüzünden güzel olmadı bile denebilir... Ama ne yapalım, yaşam her zaman güllük gülistanlık olmaz.”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:108)
“SAVAŞ KAPIDA
Daha ne kadar böyle aylak dolaşacaksınız? Ne zaman
çatalyürek olacaksınız, ey gençler? Utanmıyor musunuz?
sonra ne der, diye komşu kentler? Ey derbederler!
Size kalsa her şey güllük gülistanlık; oysa savaş kapımızda.”
(Kallinos, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:70)
“Ne söylediğini bilmiyorum; dinlemekle uğraştığım için anlayamıyorum. Bu eski imparatorluk
cumhuriyetçisi, bana yurttaşlık ödevlerimi ve burjuva tarihini öğretiyordu herhalde: Bir zamanlar krallar ve
imparatorlar vardı, çok kötü kimselerdi onlar, ama kovulmuşlardı artık ve her taraf güllük gülistanlıktı.”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:20)
“MANGAN -... bu dünyada yaşadığımız göre, beni horlamayın bari. Kim var benden başka?
LADY UTTERWORD - Hastings var. Şu gülünç, sahte demokrasinizden vazgeçin. Hastings’e yeteri
kadar yetki, bir de İngiltere adaları yerlisini yola getirecek kadar bambu kamışı verin, bakın memleket nasıl
güllük gülüstanlık oluyor.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:125)
“Kötü Düşler
---------------gizli bir delikten ölüm akıtan o yere,
azgın namluların narin geleceğimize göz
diktiği
o yere gideceğim.
Elbet bir yararı olur gaklamanın
hiç değilse kaçırır tadını
güllük gülistanlık yerlerdeki
O bülbül şakımalarının.”
(Evdin Stefanov<d.1953>-Kadriye Cesur, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.09.07)
Gülmekle ağlamak arasında : Gülmek mi yoksa ağlamak mı gerektiği bilinmeyen kararsız ve yetersiz
hissedilen an
“Kapıları açık duran bir ahırdan bir kara eşek başını çıkarıp anırmaya başladı. Pencerenin önünde duran
genç kadın gülmekle ağlamak arasında:
-‘Ayol, bu ne hal!... diye söylendi; baksana, galiba bizim ev sahibi karısını dövüyor.’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:16)
Gülmekten (güle güle) bayılmak : Kendinden geçecek derecede gülme nöbetine tutulmak
“ ‘... üzerinde hokkabazlık yapılması eğlenceli olmayan şeyler pek azdır,’ derdi. O kadar da tuhaftı ki
güle güle bayılırdım. ‘Durun, Baldi, diye haykırırdı annem. Cadio uyuyamayacak sonra.’ Ama sinirlerim böyle
dürtülere dayanabilecek kadar sağlamdı.”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:59-60)
Gülmekten altına kaçırmak, donuna etmek : Çok gülmekten altını kirletmek
“Aurell, -çok seyrek de olsa- büyük şefimizi taklit ettiği zaman tüm hastalar ve hastabakıcılar çevresine
katlanır, gülmekten katılırlar, sonunda:
-Gülmekten altıma kaçırdım vallahi! derlerdi.”
(P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:118-9)
“Herif nereye baksa ağlıyor. Vah sefalet, vah bu memleket, yazmış!... Arada ‘sevgili karıcım’ da
yazmış! Gülmekten donuma ediyordum! Karının adı da Perihan. Peri gibi bir lokum! Yatağı da boş değildir
canım. Bu sosyetikleri bilirsin.”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:353)
Gülmekten gözleri yaşarmak : Bk.: Gözleri yaşarmak
Gülmekten katılmak : Katılacak derecede, kasıklarını tuta tuta gülmek
“Bir gün, mizahla ilgili olmasa da, insanları gülmekten katıltacak bir şey bulmuştu. Orta derecede
İngilizce ve Fransızca konuşur, bulamadığı bir sözcüğün yerine anlamını bilmediği bir başka sözcüğü koyardı.”
(L. Durrell, “Balthazar-İskenderiye Dörtlüsü 2”, sa:28)
“TRAPPOLA - Hamalların bile gelip kahve içtiklerini görmek, insanı hakikaten gülmekten katıltacak
bir şey.
RIDOLFO - Herkes birbirini taklit ediyor. Bir zamanlar rakı moda idi. Bugünse rağbet kahveye.”
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:4)
“Ona da denemesi için ısrar ederdim, ama o daha tekerlemeyi söylemeden gülmekten katılır, iki sözü bir
araya getiremez, getirmek de istemez ve cümleye her başlayışında ikimiz de makaraları koyverirdik.”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:211)
“Aurell, -çok seyrek de olsa- büyük şefimizi taklit ettiği zaman tüm hastalar ve hastabakıcılar çevresine
katlanır, gülmekten katılırlar, sonunda:
-Gülmekten altıma kaçırdım vallahi! derlerdi.”
(P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:118-9)
“ ‘Ne dedi sana?’ diye sordu Alberto.
‘O mu?’ Marcela çıngıraklı bir kahkaha attı. ‘Hiiç. Yanda oturan kadının Senora Bilmemkim
olduğunu söyledi. Çok garip bir adı vardı, hatırlamıyorum. Pluto gülmekten katılıyordu. Otomobilden birşeyler
söylemeye başladı, o da kapıyı kapadı. Hepsi bu.’ ”
(M.V. Llosa, “Kent ve Köpekler”, sa:427)
“ ‘... O arada senin odanı her türlü konforla yeniden düzenleriz, klima koyarız, kitaplarını ve müziğini
de.’
‘Sence o da kabul eder mi?’
‘Ay benim zavallı akıllım, yaşlı olmana bir diyeceğim yok da, salak olma,’ dedi Rosa Cabarcas,
gülmekten katılarak. ‘Ayol bu zavallı çocuk senin aşkından deli divane.’ ”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:109)
“Sonra panonun yüzünü doldurarak gülmeye başlar:
-Gülmekten katılırdı, okudukca.”
(M. Mungan, “Bir Garip Orhan veli”, sa:66)
“Charlot, reklamlardaki Fransa’nın o en güzel bebeğine benziyordu. Schwartz, her sabah yaptığı gibi
usulca arkasından sokuldu, parmak uçlarıyla okşamaya başladı.
-Tüyleri diken diken oldu, dedi, üşüdü bebek, üşüdü.
Charlot her sabah yaptığı gibi iki büklüm oldu, gülmekten katıldı, ama keyifsizdi.”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:50)
Gülmekten kırılmak, kırıp geçirmek; Yürekten gülmek : İçtenlikle doya doya gülmek
Bk.: Gülme nöbetine tutulma
“ESTRAGON - (Gülmekten kırılır.) Ne matrak adam!
POZZO - Bir yerde gördünüz mü? (VLADIMIR’in yokluğunu fark eder. Üzgün.) A! Gitmiş!.. Bir
allahaısmarladık bile demeden! Nasıl yapar bunu! Onu tutmanız gerekirdi.”
(S. Beckett, “Bütün Oyunları : 1”, ‘Godot’yu Beklerken’, sa:68)
“Dudakları solgun bir gülümsemeyle aydınlandı. O zaman, konuşmayı belki bir çekingenlikle izlemiş
olan öteki rahipler, kütüphanecinin onayhını bekliyorlarmış gibi zavallı Adelmo’nun yeteneğini övüp onun
gerçek dışı resimlerini birbirlerine göstererek yürekten gülmeye koyuldular. Herkes daha gülerken, omuzbaşimda
ciddi ve sert bir ses duyduk:
‘Verba vana aut risui apta non loqui.’ <Verba vana avt risui apta non loki> = Boş ya da gülünecek
sözlerin söylenmesi uygun değildir”
”
(U. Eco, “Gülün Adı”, Çev.: Şadan Karadeniz, sa:100)
“Şimdi ikisi birden gülmekten kırılıyorlar. Ta yanlarına kadar sokuluyordum. O vakit, gene ikisi birden
arkalarını dönüyorlar.Taş kesilmiş gibi kaskatı duruyorlar. Öyle bir duruş ki, hemen uzaklaşmaya mecbur
oluyorum.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:50)
“Valparaiso’dan San Francisco’ya bir kutu içerisinde gönderilen uyuz bir köpeğin öyküsünü
anlatıyordu. Anlattığı anektodların espirisinin nereden geldiğine kimse akıl sır erdiremiyordu, ama onun
ağzından çıkınca pek de komik de oluyordu. Çevresindekileri gülmekten kırıp geçirirken, büyük ve kemerli
burnuyla, ince ve uzun boynuyla ve seyrelmeye başlamış kızıl-kumral saçlarıyla, tedirgin ve nedeni anlaşılmaz
ciddi bir yüz ifadesiyle ve yana doğru çarpık kuru bacaklarını üst üste atarak orada öylece oturur ve küçük,
yuvarlak ve çukur gözlerini çevresinde düşünceli düşünceli gezdirirdi.”
(Th. Mann, “Buddenbroooklar”, sa:242)
“I. PERDE, I. SAHNE
LENI (Gülmekten kırılarak) - Otuz üç yaşında hala hazır ola mı geçiyorsun? (Bıkkın.) Otur hadi,
otur!
JOHANNA - Ne o? Vakit tamam mı?”
(J.-P. Sartre, “Altona Mahpusları”, sa:11)
“Ağzını şapırdatarak içti, sonra dudaklarını gömleğinin koluyla sildi. Louis de içti, fena değildi, anason
kokuyordu.
-Strace’a bak, dedi Mario; bak, ne yapacak şimdi. Kırılırsın gülmekten.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:161)
“Tabldota başkanlık eden kocası, bu keyifli gülmelerin nedenini öğrenmek istedi, bir az sonra o da
katıldı onlara. Yanağı bulanmış genç kızdan gözünü bir türlü alamıyor ve ona söz söyledikçe gülmekten
kırılıyordu.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:68)
“Ah! Ben bu hale gelir miyim? Ona piskopos hazretlerinin adını verdim; sorunu çözemiyorlarsa
piskoposu Paris’e çağıracağımı söyledim. Adam hemen bir kuzu kesildi, sormayın! Hala gülmekten
kırılacağım.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:III, sa:40)
Gülmekten yerlere yatmak : Bayılacak kadar çok gülmek, adeta kendinden geçmek
“Ya da bazen, altı normal arış’a <ortalama bir arşına tekabül eden ölçü> karşılık gelen geometrik arışın
belirtildiğini söylüyordu. Uzun sözün kısası, birkaç sabah, didinip duran o iyi yürekli adamı izlemek çok
eğlenceli oldu, Tapınak’ın her yıkılışında da gülmekten yerlere yatıyorduk.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:136)
Gülmemek için kendini zor tutmak : Alay ettiği belli olmasın diye gülmemeye gayret etmek
“ ‘Şu Morin domuzunun işini yola koyabildiniz mi bari?’
Tüm La Rochelle, işin derdine düşmüştü. Keyifsizliği yolda geçmiş olan Rivet, şu sözleri söylerken
gülmemek için kendini zor tutuyordu:
‘Tabii, Labarbe’ın sayesinde, çözümledik işi.’ Ve Morin’in evine gittik.”
(G. de Maupassant, “Madam Tellier’nin Evi-Şu Morin Domuzu”, sa:290)
Gülme nöbetine tutulmak : Bir kriz halinde sürekli gülmekten kendini alamamak
“Ölümle savaşmanın verdiği heyecanla doktoru sımsıkı bağrına bastırdı. Bu sırada yeni paltonun
düğmelerinden biri, bir yere takılıp koptu. Fischerle, bir gülme nöbetine tutuldu; eski adamı olan kör, Düğme
Hans gelmişti aklına. Onun gülmesi karşısında en kutsal duygularının incindiğini algılayan terzi, Fischerle’den
kapsamlı bir açıklama istedi.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:405)
Gülüm : Çok yakın birine -genellikle bayan- şekerim, canım niteliğinde hitap
“Gülüm, sana anılarını anlatayım diyorum, ama nerden başlayayım? İlk anım, en eski anım hangisidir?
Düşünüyorum da aklıma bir imge, gözle görülür bir şey gelmiyor. Bir ses duyuyorum yalnız...... Yangın vaaar!..”
(A. Erhat, “Gülleyla’ya Anılar”, sa:13)
Gümbür gümbür, Gümbürtü; Güm güm (akmak, atmak, bağırmak) : Bol bol, büyük gürültüyle, şiddetle;
Gürültü, patırdı
“Yirminci yüzyılın sıradan sözcükleri onun ilgisini çekmiyor. Örneğin ‘aşk yapmak’, ‘sevişmek’ yerine
vuruşmak, yiyişmek, tokmaklamak gibi daha eski, daha gümbür gümbür terimleri yeğliyor.” İyi bir orgazma
kemik-titreten diyor.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:117)
“BN. ROONEY : Şşştt! (Christie susar.) Şu duyduğum inşallah posta ekspresi değildir, geçmesine daha
vakit var sanırım. (Sessizlik, katır kişner. Sessizlik.)
CHRISTY : Tanrı belasını versin o ekspresin.
BN. ROONEY : Tanrıya şükürler olsun! Uzakta gümbür gümbür gelişini duyduğuma yemin
edebilirim. (Susar.) Demek katırlar böyle kişniyor. Neden olmasın!”
(S. Beckett, “Tüm Düşenler”, sa:129)
“Kadına içtenlikle teşekkür ediyor. Konuşma böylece sona eriyor. Ama kendi odasında uyku tutmuyor.
Maykov’un gecikmeli telgrafını hatırlıyor (neden o kadar gecikmişti): Telgrafı Anya açmıştı, bu gece bile
başının içinde hüzünlü çanlar gibi çınlayan, her biri güm güm gürleyen sözcükleri söyleyen Anya olmuştu:
‘Fedya, Pavel ölmüş!’ ”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:141)
“Amacı hem dünyasal hem dinsel konuları ve işlemleri karara bağlamak olan kilisede yapılan yıllık
toplantılarda olumlu ya da olumsuz görüşler dile getiriliyordu. Nadide bir çiçekti bu; Yunan kiliseleri ve
toplumları, Bizans’ın kendisi gümbür gümbür yıkıldıktan ve çocukları, Türkiye’nin devraldığı dünyaya getirdiği
karanlığın içine giderek daha fazla gömüldükten sonra, dört yüzyıl boyunca onu yaşattılar.”
(L. Durrell, “Kıbrıs’ın Acı Limonları”, sa:133)
“Bu görünüm karşısında dilim tutulmuşçasına, artık dostça bir yerde mi, yoksa kıyamet günü vadisinde
mi bulunduğuma karar veremeyerek, yılgınlığa kapılmış, gözyaşlarımı güç tutuyordum ve gençliğimin çömezlik
yıllarına, kutsal yazıları ilk okuyuşuma ve Melk korosunda derin düşüncelerle geçirdiğim gecelere eşlik etmiş
olan o sesi işitmiş gibi oldum, o görüntüleri gördüm ve güçsüz düşmüş duyularımın sayıklamaları arasında
borazn gibi gümbür gümbür bir sesin, ‘Gördüklerini bir kitapta yaz’ dediğini işittim.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:75-6)
“HARDCASTLE - Beni görünce de gümbür gümbür bağırdı; öyle kurum tasladı, öyle senlibenli
davrandı ki, kanımı buz gibi dondurdu.”
(O. Goldsmith, “Yanlışlıklar Gecesi”, sa:62)
“GÜNBATIMI
-----------------
Bir yük katan, yamaçtan aşağı
geliyor gümbür gümbür
Geometrik biçimde;
Malenge Vadisi’ne doğru.
Alman Sömürge kıyafetleri giymiş
Uzun, ince kadınlar,
Şakalaşıyorlar su çukurunda”
(Mafika Pascal Gwala<d.1946>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.11.08)
“Goldmund ustasına elini uzattı, ağladı ağlayacaktı. Niklaus Usta uzatılan eli tutmadı, yüzü kireç gibi
olmuştu, odada bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başladı, adımlarını giderek daha hızlı atıyor, hırsından ayakları
güm güm yere vuruyordu. Goldmund, onu hiç böyle görmemişti.”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:230)
“Lanet okumasının hiçbir yararı olmuyordu... istemekle olmuyordu artık... ama yine de geride bıraktığı
yaşam öyle sefil bir yaşam sayılmazdı. Dünyada gelişen olayları hep sıcağı sıcağına izlemişti. İhtilaller ve
savaşlar gümbür gümbür gelmiş ve sert dalgaları onun yüreğinde de derin izler bırakmıştı.”
(Th. Mann, “Buddenbrooklar”, sa:522)
“LEANDROS’UN ÖLÜMÜ <Hero ile Leandros’tan>
--------------------------------Esiyordu Doğu rüzgarı Euros, Batı’dan gelen
Zephyros’a karşı; çılgın tehditler yağdırıyordu
Güney’den esen Notos, Kuzey rüzgarı Boreas’a;
durmadan çatlıyordu gümbür gümbür sular.
Kaç kez yakardı Deniz’in Aphrodite’sine
Okeanus’un efendisi Poseidon’a, amansız anaforda
korkunç acılar çeken Leandros. Kimse gelmedi yardıma.
(Trakyalı Musaios, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:159)
“KÖYDE PAZAR GÜNÜ
Meyhanenin çıplak döşeme tahtasında
tepiniyor gençlik terütaze gümbür gümbür,
oğlanın eli, nasırdan kaskatı olmuş da,
yapışmış sarışın kızın eline özgür;
bira esriği çalgıcılar çalmakta
‘Satılmış Gelin’den bi tür.”
(Rainer Maria Rilke<1875-1926>-Yüksel Pazarkaya; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
19.06.03)
“ ‘Uyan,’ dedi Olga Volga. ‘Bana ziyaretçi istemediğini söyleme sakın, çünkü bu farklı bir ziyaretçi,
tamam mı? İyi haberler getirdim sana. Kızı zor duruma düştü diye bir okyanusu ve kıtayı aşıp gelen annen
burada.. Uyan, Hindistan, lütfen. Annen burada bekliyor.’ Bu da mı rüyanın bir parçası, diye düşündü. Hayır,
uyanmıştı, gümbür gümbür atan kalbi rüya olamazdı.”
(S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:409)
“...seçimler ertelenmiş olsaydı; hiç olmazsa onları radyo ya da televizyonla uyarma nezaketi
gösterilebilirdi, ki bu kurumlar, bu tür bilgilendirmeler için hala işe yarıyordu. Sekreter, Rüzgarın çarptığı bir
kapının ne büyük bir gümbürtü çıkardığını herkes bilir, oysa biz öyle bir ses duymadık, dedi.”
(J. Saramago, Görmek”, sa:14)
“Büyük bir gümbürtü kopardı, ayaklarını sürüyerek yürümeye başladı ve yamaçtan aşağı birkaç kez
kaydı, bir keresinde düşüp aşağı kadar yuvarlandı, ölebilirdi. Sırtında ne taşıyor; yağ tenekesi, bu yörenin
efendileri yağ tenekeleri ve uşağı hedef tahtası olarak kullanırlar; ama kölelik kaldırıldı.”
(J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:234)
“YÜREK
Yumruk biçiminde bir şey
Kan kırmızı et parçası
Gümbür gümbür atar durur
Göğsümün sol tarafında”
(C. Sıtkı Tarancı<1910-1956>, “Otuz Beş Yaş”, sa:199)
Güme gitmek : Boşa çıkmak, nahak yere, ölmek (mecazi)
“Kitle kargaşayı onaylayabilirdi, ama makam, soğukkanlı olmak zorundaydı. Göz denemesi
inandırıcıydı. Yaman herifti şu komiser. Therese başını doğrulttu. Güme gitmekten kurtarılan cezaya göz
kırpmaktaydı.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:339)
“Komiser Calabresi’nin başına bir şey gelmemesi çok önemli. Komiser Calabresi’yi temizleyecek
olurlarsa, yaptığımız bütün başvurular güme gider.”
(D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:18)
“LUCIETTA - Çok iyi, çok iyi doğrusu.
MARGHERITA - Çok iyi demek kolay! Ya kocam farkına varırsa? Bakın hele, güme gidecek olan
yine benim.”
(C. Goldoni, “Yabanlar”, sa:71)
“Boğulmuş bir halde,
‘İyi ama, hiçbir şeye inanmaz mısın sen?’ dedim.
‘Hayır, hiçbir şeye inanmam! Sana kaç kez söyleyeceğim? Zorba’dan başka hiçbir şey ve hiç kimseye
inanmam. Zorba, ötekilerden daha iyi olduğu için değil; asla! O da canavardır. Zorba’ya inanırım ama. Çünkü
yalnız ona sözüm geçer. Yalnız onu bilirim. Bütün ötekiler hayaldir. Ben onun gözleriyle görüyor, kulaklarıyla
işitiyor, bağırsaklarınla sindirim yapıyorum. Bütün ötekiler hayaldir diyorum sana! Ben ölünce hepsi ölür. Bütün
Zorba dünyası güme gider…’ ”
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:62-3)
“LISETTE - Bey’e çoktan verdim. Hizmet verdiğim bir kişiden armağan da alabilirim sandım. Ben de
onu sizin kadar az tanıyordum.
CHRISTOPH - Yani benim armağanın güme mi gitti? Haydan gelen huya gider!”
(G.E. Lessing, “Yahudiler”, sa:61)
“ ‘Evet, siz de izinli çıkıyordunuz 1914’te, bal gibi çıkıyordunuz.’ ‘Sen ne biliyorsun? Ha? Orada
mıydın yoksa?’ ‘Değildim, ama babamdan çok dinledim o hikayeleri.’ ‘Marsilya’da mı dövüşmüş yoksa baban,
ha? Biz tam iki yıl bekledik bir izin koparabilmek için, gene de en ufak bir nedenle güme giderdi izinler.’ ”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:268-9)
“Zaten orada kim öldürülse, kabahat, vücudu olmayan eşkiyaların üzerine üzerine atılıyor, tahkikat
filan güme gidiyordu.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:242)
<kovuşturma>
“Madam Josserand mosmor kesildi: Saturnin’in omuz darbelerini tanımıştı. Deli çocuğun salona
girdiğini düşünerek ürperdi. Böyle vurmayı sürdürürse bir evlilik daha güme gidecekti.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:I, sa:62)
Güm güm (Atmak, çarpmak, gümbürdemek, vurmak) : Birinin kalbinin sert atışını duyumlaması;
Yumrukla sırtına vurmak
Bk.: Kalbi güm güm atmak
“Graecen ağzı açık kalakalmıştı, bir eli güm güm çarpan yüreğinde konuşmaya çalıştı. Arkadaşı her
zamanki paytak yürüyüşüyle çimleri ağır adımlarla geçerek yanına yaklaşıyordu.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:183)
“Babasının Piura’dan gönderdiği aylık harçlıkla birlikte, Ulusal Bayram dolayısıyla, dolgun bir ek prim
de almıştı ve açıktan gelen bu paracıkları dördümüzün birlikte ezmesine karar vermişti..
-Senin onuruna entelektüel ve kozmopolit bir program yaptım, dedi sırtıma güm güm vurarak...”
(M.V. Llosa, “Julia Teyze”, sa:188)
Gümüş astarları olmak : Her olaya yalnızca iyi tarafından bakmak; Bilinçsel körlük; Aşırı İyimserlik
(Psikolojik olarak bu ‘bilinçötesi menşeli inkar’=denial’, peş peşe gelen felaket ve çözümü olmayan olaylardan
sonra,bir müdafaa-savunma mekanizması olarak benimsenebilir ve hayat boyunca bir düşünce davranışı olarak
baki kalabilir. Her ne kadar uyum sağlanamayacak bir ‘çözüm’ gibi gözükse de, insan psikolojisinin temeli bir
kez daha belirlenmiş oluyor: ‘İnsanlar, ancak ‘afford edebilecekleri : Kaldırabilecekleri derecede ve şekilde bir
yaşamı seçer ve o düzeyde yaşayabilirler.’ Aşağıdaki örnek eserin çevirmeni sayın Seçkin Selvi Bey’in de gayet
enfes bir şekilde seçtiği gibi, İngilizler, bu tür ‘Aşırı İyimserliği’, ‘Her bulutun gümüşten astarı vardır’ olarak
betimlerler. (Dr.İ.E.)
“Morris ise kardeşlerinin en büyüğü olduğu, hem de annesi erkeklere kadınlardan daha çok güvendiği
için, ne zaman bir derdi olsa ona açılırdı; bu dertler hiçbir zaman sorun olarak tanımlanmazdı (olumsuz
sözcüklere annesinin lügatında yer yoktu); ama seninle ufak bir şey görüşmek istiyorum, dediği zamanki gibi
hep ‘ufacık bir şeylerdi’ bu dertler. Morris, annesinin bu tavrına ‘bilinçli körlük’ diyordu; gümüş astarlar,
manevi zaferler peşinde koşmakta, -üç kocayı gömmek, torununun ortadan yok oluşu, üvey torununun kazada
ölmesi gibi- en acı gerçekleri ‘şafaktan öncesi karanlık’ diye tanımlamakta inatçı bir ısrarı vardı; ama, onun
geldiği dünya buydu.”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa:146-7)
Gün : Işık; Gündüz; Zaman
“Asar’dan aşağı, boş tarlalar arasından iniyordu Ali Gede. Birden gökyüzünde kara bir bulut gördü. Çok
yükseklerden, Acıgöl yanlarından gelip Burdur yanlarına doğru geçen, kara, kapkara bir buluttu. Gün vuran
yerleri ak çelik gibi parlıyordu.”
(F. Baykurt, “Onuncu Köy”, sa:6)
Gün ağarmak : Sabah olmak, tan yerinin ağarması
“Tytyre, gün ağarırken, ovada beyaz kozalakların yükseldiğini fark eder; tuz ocakları. Nasıl
işlediklerini görmek için aşağıya iner. Etkisi olmayan bir görünüm; iki tuzla arasında epeyce dar inişli yollar.”
(A. Gide, “Batak”, sa:26)
“Chicao <Çiko>, yola koyuldu. Sabahın aydınlığı öylesine güçlüydü ki, gözlerini kısmak zorunda kaldı.
Macau buydu işte. Hele bir sıcak vurmaya başladı mı! İşçiler çoktan tuzlayı boylamışlar, balıkçılar gün
ağarırken denize açılmışlardı; sokaklar gidip gelenlerle doluydu.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:26)
“Çocuğu, çoktan beri koruyan hiçbir şey kalmadığı sırada, saat sekizi çaldı ve gün ağarmaya başladı.
Ayağıyla itip süpürmese, kar omuzlarına dek gelecekti. Arkasındaki antika kapı, kürkle kaplanmış gibi
örtülmüştü, bir döşek gibi bembeyazdı.”
(E. Zola, “Hulya”, Cilt:I, sa:17)
Günah : Dini inanç sitemine ve değer yargılarına göre ‘suç işlemek, başkasına acı vermek’
“(Monsenyör) Bir başka dediği de şuydu: ‘Bilgisizlere elinizden geldiği kadar çok şey öğretiniz; parasız
eğitim vermediği için toplum suçludur; yarattığı gecenin sorumlusu odur. Bir ruh eğer karanlıkla doluysa, günah
orada işini görür. Suçlu, günah işleyen değil, karanlığı yaratandır.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:34)
Günah benden gitti : Ben elimden geleni yapıp seni (onu) ikna etmeye uğraştım, kendime düşeni yaptım, artık
işin sorumlusu başkası (öğüt)
“OKYAY - Gerçek kardeş olarak içimizden birini gösterelim. Ötekiler iddialarından vazgeçsinler.
Sonra gerçek kardeş sağlayacağı çıkarı diğerleriyle bölüşsün.....
AYŞE - Bravo, işte Batı ahlak kurallarına uyan bir öneri... Mümkün mü Doğu’da böyle bir sahneye
tanık olmak? Hayır efendim, hayır, sosyolojik yapımız böyle bir anlayışa uygun değil. Doğulu’yuz biz, Doğulu.
A. HAMLET - Bravo!...
CELİLE - Bravo... Bravo...
OKYAY - Siz bilirsiniz, benden günah gitti.”
(A.C. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:58-9)
“Bir düşünce Tetrarque’ı avutuyordu: Yahya’dan artık kendisi sorumlu değildi; bu işi Romalılar
üzerlerine almışlardı. Şimdi ne kadar rahattı! Phanuel devriye yolunda geziniyordu. Onu çağırdı, askerleri
göstererek:
‘-Görüyorsun, ne kadar güçlüler!’ dedi. ‘Yahya’yı artık salıveremem. Günah benden gitti!’ ”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Herodias”, sa:112)
“Homongolos, bir kere daha bana baktı. Sonra yine, gözleri dans edenlere dikili, cevap verdi:
-O halde günah benden gitti... Pekala biliyorsunuz ki bu danslar Afrika vahşilerinin icadı... Vahşiler
bence en mükemmel, en doğal insanlardır... Uygar hayat dediğimiz şey, onları daha maskaralaştırmamıştı...”
(R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa:61)
“Dediğim gibi her şeyi görüyorlar, istiyorlar. Bu hal ile ileride de melek gibi kalacaklar mı? Kalsalar da
içlenmeyecekler mi? Sen, şimdiye kadar dışarıda çalışıyordun, evinin içini, çocuklarını pek yakından
görmüyordun. İşte sana haber veiyorum bey. Çocuklarımız için tehlike var. Benden günah gitti.”
(R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:34)
“‘Bir grev, grevcilere güçlerinin bilincini duyurur. Ama burada bütün Fransız tutsakları ellerini
kavuşturup kımıldamadan otursalar, Alman ekonomisinde en küçük bir kıpırtı yaratamazlar. O halde?’ Soğuk
gözlerle birbirlerine bakıyorlar; Brunet: Demek beni tanıdın, diye düşünüyor, günah benden gitti öyleyse:
Gözümü üzerinden ayırmayacağım senin.
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:272)
Günah çıkarmak : Hıristiyanlıkda, dinin uygun görmediği alanlarda işlenen kişisel suçlar için, kiliseye
giderek papaz ile, bu iş için özel olarak hazırlanmış (papazın, günahkarın yüzünü görebileceği ama onun papazı
göremeyeceği, bir perde ya da delikli ince bir telörgü ile ayrılmış) kabin’de itirafta bulunup Tanrı’nın
mağfiretini dilemek
“Kapalı perdeler de hizmet ediyor bizimkilerin günah çıkarma hücresine, günah çıkaracak olan peder
dışarıda oturuyor, tövbekarlar, birbiri ardına içerde diz çöküyorlar, o yer ki ikisi de orada devamlı olarak günaha
girer şehvet yüzünden, zinakar olmaları önemli değil, aslında bu deyiş günahın kendisinden daha fazla keder
verir insana, bir günag ki hemen affedilir. Padre Bartalomeu Lourenço tarafından, bizimkilerin gözleri önünde
daha büyük bir günah işliyor o, hırs ve gurur onun günahı, göklere, cennete yükselmek istiyor çünkü rahip,
sadece Mesih ve Bakire yükselebildi göğe, bir de seçilmiş birkaç aziz, ortalığa dağılmış şu parçaları güç bela
birleştirmeye çalışırken Baltasar, küçük malikanesinden Sete-Sois’in duyabilmesi için var gücüyle haykırıyor.
‘Blimunda, İtiraf edecek günahım yok benim.’ ”
(J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:94-5)
“Dagoberto ve Alberto, Humberto ve bilmem hangi Berto kalelerine çekildiler, ama kutsal birlik
çatırdamaya başladı; kapitülasyon haberleri gelmeye başlamıştı bile, ne yapacağız, boşver onları, sonunda gülen
biz olacağız; öç düşüncelerinin Hıristiyanlık’la bağdaşmadığını çok iyi biliyorum Sinyor Rahip Agamedes, daha
sonra günah çıkaracağım; tam olarak böyle değil Sinyor Alberto, Musa’nın beşinci kitabında şöyle diyor; ‘Öç
benimdir, zamanı gelince karşılık vereceğim.’ Bizim Rahip Agamedes tam bir bilgelik anıtı, İncil’de, o kalın
kitapta böyle uygun bir bölüm nasıl buldu, öteki tüm kanıtlar geçersiz kaldı.”
(J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:292-3)
“ ‘Bu çok iyi! Bana ilham veriyorsun. Bu konuda mükemmelsin Sig! (Freud)’. Breuer bir iki dakika
düşündüü. ‘Hastam erkek de olsa ve her ne kadar isterik olmasa da, sanırım Bertha’la yaptığımın aynısını onunla
da yapardım.’
‘Baca temizleme mi?’
‘Evet, bana her şeyi açıkça anlatması gerek. Anlatınca açılabileceğine, konuşarak bazı yüklerin
atılabileceğine inanıyorum. Katoliklere bir bak. Papazlar yüzyıllardır günah çıkararak insanları
rahatlatabiliyorlar.’
‘Acaba,’ dedi Freud, ‘bu rahatlama o yükün ağırlığından kurtulmaktan mı, yoksa ilahi bağışlamaya
inanmaktan mı geliyor?’ ”
(Irvin D. Yalom, “Nietzsche ağladığında”, sa:172-3)
Günah çukuru :
(DİN) Birinin, sürekli olarak günah işlediğini beyan ve itham
“ ‘Kilisenin malları bizim değil, biz onları kullanıyorduk yalnız!’
‘Yiyip içmek için; kendinize altın heykellerle donatılmış güzel kiliseler yapmanız için
kullanıyordunuz; sizi ikiyüzlüler sizi, sizi ağırtılmış mezarlar sizi, sizi günah çukurları sizi! Kusursuz yaşamın
ilkesi yoksulluk değil, iyiliktir; bunu çok iyi biliyorsunuz!’
‘Bunu söyleyen sizin o obur Tommaso’nuz!’
‘Ayağını denk al, zındık! Senin obur dediğin adam, kutsal Roma kilisesinin bir ermişidir.’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:396)
Günahı boynuna; Günahın boynuma : Ben doğruyu söylüyorum, yalanca günahı-vebali senindir; Yalan
söylüyorsam günahı benim
“ ‘Demiş ki Peygamber efendimiz: “Her kim ki, ana rahmindeki bir çocuğu fiili fahşeder, bilin ki ol
adem, hem Allahın nazarında, hem de benim nazarımda böyük bir mücrimdir!” Vallaha, aynen böyle söylemiş.
Yalanım varsa günahın boynuma.’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:258)
“Pilatus, bir çanakla bir su testisi getirilmesini buyurdu. Eğilip, kalabalığın karşısında ellerini yıkadı.
‘Ellerimi yıkayıp kuruladım ben,’ dedi. ‘Kanını akıtacak olan ben değilim; ben suçsuzum. Günahı
sizin boynunuza!’
‘Kanı başımıza, çocuklarımızın başına!’ diye vahşice bağrıştı halk.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:501)
Günahına girmek : Bilmeden birisi hakkında olumsuz sözler söylemek, ithamda bulunmak
“Her yeri alt üst edip de bulamayınca, sanki yüreğim parçalandı! Yaşlı kadına koştum; önce onu
sıkıştırdım, doğrusu günahına da girdim. Ortada kanıt olmasına karşın Emelya’dan hiç kuşkulanmadım.”
(F. Dostyoveski, “Namuslu Hırsız”, sa:83)
“Fakat eğlencemiz pek uzun sürmedi. Pek günahına girmeyeyim ama, galiba aşçı kadın tarafından
babama gammazlandık ve zavallı Hüseyin, ondan iki tokat yedikten sonra bir daha ata yanaşmaya cesaret
edemedi.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:13)
“Hayır, hayır olmaz öyle şey, sen çıldırdın mı çıldırdın mı Müşfik tövbe de yavrum, söylediğinin günah
olduğunu düşünmüyor musun, günah, günah, babanın günahına giriyorsun oğlum.”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:90)
“Bunlar, herhalde, yeni bir inanca bağlılıklarını, yeni inanca bağlı kalabileceklerini bildirmekte güçlük
çekmeyeceklerdi. Ona da ‘alçak’ derlerdi herhalde. ‘Alçak.’ Kaçtığı için. Yoksa günahlarına mı giriyordu?”
(B. Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:22)
“CLEANTE - Baba, hiç telaş etmeyin, kimsenin de günahına girmeyin. Ben çekmecenin izini buldum,
işte söylüyorum, Mariane’ı almama izin verirseniz, paranıza kavuşursunuz.
HARPAGON - Çekmece nerede?”
(Moliere, “Cimri”, sa:131)
“ELLIE - Yo, yo! Ben daha bacak kadar çocuktum. Yüzümü bile görmemişti. Evimize gelmezdi ki.
Hiç bir çıkar gözetmeden, cömertliğinden.
Mrs. HUSHABYE - Ya, adamcağızın günahına girmişim demek...”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:22)
Günahı (kendi, söyleyenin) boynuna olmak : Bu havadis yalansa, günahı, söyleyenin boynuna yzaılsın,
Tanrıya hesabı o versin. Elçiye zeval olmaz.
“ ‘Beğendiniz mi bana yaptığınız işi?’ dedi. ‘Beni son yeminimi bozmaya zorladınız; cezasını
çekeceğim; günahı kalırsa boynunuza olsun! Evinize geldim, çünkü, gelmeseydim beni hafakanlar boğacaktı.’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:121)
“O vakit, gözleri parlamaya başlar. Sıska vücudu bir yay gibi gerilir.
-Nasıl hiç bir haber aldığın var mı?
-Heriften ayrılmış diye işittim.
-Ya şimdi ne yapıyormuş?
-Günahı söyleyenin boynuna, kötü olmuş diyorlar.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:95)
“Üstünkörü bir demokrasi ve hep kesintiye uğrayan bir iç barışla yetinmek istememek kibir veya
hoşgörüsüzlük diye algılanabilir mi? Eğer öyleyse kabul, günahı boynuma, ben kibirliyim ve onların faziletli
<erdemli> tevekkülünü lanetliyorum.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:63)
“Şimdi efendim, işin esası şu: Bak şu çiçekli pencere var ya, alt kat, alt kat, ha, orada işte, Hayriye diye
bir kadın oturuyor. Yaa pek meraklıdır hasbam çiçeğe. Her şeye meraklı ya, neyse günahı söyleyenlerin
boynuna. Tabii, aman anacım, bir kötünün yedi mahalleye zararı dedikleri bu işte.”
(N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu”, sa:9)
“-... Bu han dolaylarında, tanıdığım dört tane köylü vardı ki Scirra’nın yanında kahramanca
çalışmışlardır ve birer altın verirseniz, bütün gece aslanlar gibi dövüşürler. Belki, manastırdan bir iki gümüş eşya
çalarlar; fakat bundan size ne, günahı kendi boyunlarına.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:II, sa:92)
“-... Ama Osman Ağa’mız gayetle iyidir. Ardından lafederler. Ben hiç aldırmam. Kızdırmayacaksın.
Evet, öfkelendi mi babasını dinlemez. ‘Oğlancı’ derler. ‘Cenabet gezer’ derler. Günahı boynuna.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:48)
Günahını bile vermemek : Hiçbir ödül ya da hediyeye layık görmemek; Son derece pinti kimse
“LADY UTTERWORD, kuvvetle. Ben olsam sana günahımı bile vermem. En iyisi cezalandıralım
şunu. Ben de vicdan sahibiyim bugüne bugün.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa.92)
Günahkar kadın : Suç işleyen, büyük olasılıkla vücudunu zevk ya da para için kullanan kadın
“GÜNAHKAR KADIN
Ben, bir günahkar kadınım işte.
Söylüyorum ne gelirse aklıma,
İstediğim dudakları öpüyorum öteden beri
ve saçıyorum ta dibine dek ortalığa
o göl rengi gözlerle fındık rengi
gözleri.”
(Vanya Petkova<d.1944>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
16.08.07)
Günah keçisi : Asıl suçlu yerine, durumu idare etmek için, suçın daha az sorumlu kimseye yüklenmesi
(Eski İsrail’lilerde, ahalinin, günahlarını keçinin boynuzuna yazıp çöle salıvermelerinden alıntı.)
“Langdon bunu biraz düşündü. Bezu Fache bu geceki cinayet için bir günah keçisi bulmaya kesinlikle
kararlıydı. Vernet ise onlara aniden düşman olmuştu. Langdon’ın dört cinayetle suçlandığını bildiği düşünülürse,
bankacının fikrini değiştirmesi anlaşılır bir şeydi.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:314)
“Bu bir sabır mücaedelesi değil öyleyse. Kalabalık tatmin olmazsa kurallar değiştiriliyor. Ama
kalabalığı suçlamanın ne faydası var? Bir günah keçisi bulunuyor, bir şenlik düzenleniyor, yasalar askıya
alınıyor. Bu eğlenceyi kaçırmayı kim ister?”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:158)
“Lucy’nin devam etmesini bekliyor, ama etmiyor. ‘Her neyse,’ diyor, ‘konumuza dönersek, kesin
olarak atıldın okuldan. Günah keçisi vahşi ormanlarda dolaşırken meslektaşların rahat bir soluk alabilirler artık.’
‘Günah keçisi olmanın en uygun tarifini bilmiyorum,’ diyor David ihtiyatla. ‘Günah keçisi olmak,
arkasında din gücünü bulundurduğu sürece geçerliydi. Kentin bütün günahlarını keçinin sırtına yükler, onu kent
dışına çıkarırdınız, böylece kent temizlenmiş olurdu. Herkes ritüellerin nasıl yorumlanacağını bildiği için,
yürüdü bu iş, tanrılar bile bilirdi. Sonra tanrılar öldüler, bir anda kenti tanrıların yardımı olmadan temizlemek
zorunda kaldınız. Simgeselcilik yerine gerçek eylem istendi. Böylece Roma devletindeki gibi sansürcü doğdu,
nüfus ve ahlak konularına bakan görevli yani.’ ”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:107)
“ ‘Mel’un <şeytan>un çoğu kez ikinci nedenler aracılığıyla etkinlik gösterdiğine de inanıyorum. Onun
kurbanlarını, suçun dürüst bir adamın üstüne yıkılacağı bir biçimde kötülük işlemeye zorlayabileceğini de
biliyorum; dişi şeytanın yerine ‘iyi’nin yakılmasından tat duyar o. Sorgucular çoğu kez becerilerini kanıtlamak
için, sanıktan neye mal olursa olsun bir itiraf koparırlar; ancak duruşmayı bir günah keçisi bularak sonuçlandıran
bir sorgucunun iyi bir sorgucu olduğunu sanarak...’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:44)
“ ‘kıçın senin...’ ve taşaklarım...
dövüyordu bir incir dalıyla...
sanki bir günah keçisiydim...
iyice bağlamıştı beni
çatallı dallarla(?)...
(Hipponaks, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:65)
“Yıldan yıla çocukla birlikte, sefaleti de büyüdü. COSETTE çok küçük ve minik olduğu sürece öbür iki
çocuğun günah keçisiydi; biraz serpilmeye <gelişmeye, büyümeye> başlayınca, yani daha beş yaşına bile
basmadan ev,in hizmetçisi oldu.”
(V. Hugo, “Sefiler”, Cilt:I, sa:261)
“Johnny on altı, on yedi yaşlarında, iri yapılı, çalışmayı seven bir genç olup her gün çiftliğe çalışmaya
giderdi. Her zaman temiz, düzenli ve nedenini anlayamayacağım derecede iyi huylu biri idi. Zavallı,
hemşirelerden birinin günah keçisi haline gelmişti. Bayan Plump <Şişko> diye adlandırdığımız hemşire o hemşire,
onu, bir yolunu bulup sürekli olarak provoke etmekten çok hoşlanırdı; sabrı tükenip de oğlancık cevap vermeye
kalktığında, Şişko onu kafasından tokatlardı.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:28-9)
“‘Bugün ise kötü yönetilen Alman gençliği arasında bir tür Yahudi düşmanlığı var ki, yol açtığı zarar
fazlasıyla büyük, bir gençliği dünyayı nasılsa görmekten alıkoyuyor çünkü, bir günah keçisi bulup kötülüklerin
sorumluluklarını onun sırtına yükleme eğilimini korkunç derecede destekliyor..... Ne var ki, bir insan sınıfına
düpedüz dünyadaki kötülükler için, kendi ulusunun binlerce azılı günahı ve savsaklığı için günah keçisi olarak
seçmek öylesine berbat bir yozlaşmanın ürünüdür ki, yol açtığı zarar, Yahudilerin şimdiye kadar yol açtığı zararı
kat kat aşar.’ ”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:119)
Gün almak : Nişan, nikah, konferans, doktor ofisi, ameliyat vb önemli olaylar için randevu ayarlamak; Yaş
bakımından yeni yıldan gün saymak
“Elizabeth Costello bir yazar; 1928 doğumlu, ki bu onu altmış altı yaşında yapar, altmış yedisinden gün
alıyor. Dokuz roman, iki şiir kitabı, kuşların yaşamı üzerine bir kitap, bir de gazete yazılarından derlediği bir
kitap yayınlamış.”
(J.M. Coetzee, “Romancının Romanı”, sa:9)
Gün atarken : Tanyeri ağarırken, sabah olurken
“Gün atarken Bedevi atlıları her şeylerini bırakıp kaçtılar. Çeteler kadınların bileklerine, boğazlarına
saldırdılar; sandıkları, işlemeli çuvalları, torbaları açtırdılar, yükte hafif, pahada ağır ne varsa aldılar; geriye
dönerlerken, bir hurmalığın içinde bastıkları kabilenin kaçan atlılarıyla yardıma çağırdıkları öteki Arap
kabilelerinin atlıları karşılarına çıktılar. Kıyasıya bir çarpışma oldu.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 1- Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”, Cilt:1, sa:252)
Günaydın : Modern sabah selam sözcüğü; Eski Osmanlıcadaki “Sabah şerifler hayırlar olsun!” yerine
“Bir Genç Kızın Albümü için
Şarkı
Günaydın, dedim
uzaktan gülümseyen kıza.
Günaydın, ama o karşılık vermedi
o kadar uzaktan
Göz göze gelmek olanaksızdı,
bu yüzden el sallayarak
günaydın, dedim, gece gündüz
menzilimin ve günaydınımın
ötesinde olan kıza.”
(Carlos Drummond de Andrade<1902-1987>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 04.08.05)
“Lea gözlerini açınca karşısında Vanğ Ana’nın o güzel pembe yüzünü buldu. Rüyalarının etkisi
altındaydı daha. Şaşırarak:
-A! A!.. dedi. Peki ama, ben daha evdeyim...
Vanğ Ana ağırbaşlı bir tavırla:
-Günaydın, küçük hanım! dedi. Sizi almaya geldim.”
(P.S. Buck, “Şakayık”, sa:77-8)
“YENİDEN DOĞUŞ
-------------------hayat belki
iki sevişme rehavetinde yakılan bir sigaradır
ya da
yoldan geçen bir başkasına
şapkasını kaldırarak anlamsız bir gülümseyişle
‘günaydın’ diyen adamın
şaşkınca karşıya geçişidir”
(Furuğ-Ferruhzade-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:85)
“NEUWIRTH -... Şimdi onu bunu bırakın. Bu akşamki toplantıdan ne haber? Garden parti yapılıyor
mu?
LORENCOVA - Elbette.
(MÜDÜR YARDIMCISI girer..... PETRUŞKA, MÜDÜR YARDIMCISI’nın yanından hiç
ayrılmayacak, hiç ağzını açmayacaktır. MÜDÜR YARDIMCISI kızla hiç ilgilenmez. Diğerleri ayağa kalkarlar.)
KOTRLY - Günaydın, efendim.
YARDIMCI - Günaydın arkadaşlar! Oturun, oturun.”
(V. Havel, “Şeytan Çelmesi”, sa:28)
“IV
(Giderken biraz gölge düştü mü gözlerine? kasım 1846)
-------------------------------------------Çocuk çağlarında nerdeyse her sabah,
Alışıktı odama gelmeye.
Işığı bekler gibi beklerdim onu.
Girince ‘günaydın babacık’ der, başlardı söze,
Divitimi alır, kitaplarımı kapar,
Yatağıma kurulup, kağıtlarımı savurur,
Gülücükler dağıtıp, bir kuş gibi uçar giderdi.
Yorgun başım ellerimin arasında kalır,
İşime sekte vurur ve notlarımın arasında,
Sık sık çılgın arabesk çizgileriyle çıkardı karşıma.
----------------------------------------------------En sevinçli balolarda bile üzgünüm yine
Giderken, biraz gölge düştü mü gözlerine?”
(Victor Hugo<1802-1885>-Galip Baldıran, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.08.03)
“Bir elinde Türk Kahvesi vardı; postacının elini sıkmak için, öteki elindeki sigarayı dudaklarının
kıyısına koydu.
-Günaydın, Gavrilla Baba!
-Hoş geldin, Adrien! Breh breh, amma da şıksın ha! Tıpkı zengin oğlanları gibi. Sana pahalıya çıkmış
olmalı...”
(P. Istrati, “Mihail”, sa:6)
“ANLAMAK
Pazar. Çevreye serpilmiş gülüşler gibi parlıyor
ceketlerin üzerinde düğmeler. Otobüs gitti.
Bazı sevinçli sesler - ne garip
dinleyip karşılık verebilmem. Çamların altında
mızıka çalmayı öğreniyor bir işçi. Bir kadın
günaydın dedi birisine - öyle yalın ve doğal
bir günaydın ki.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin-ayraçlar I”, sa:61)
“Kapıyı açan Eve oldu. ‘Doğru ya, hizmetçi yok. Bu kızlar hiç kalamazlar. Kendimi onların yerine
koyuyorum da’. Kızını öptü. ‘Günaydın zavallı yavrum.’
Eve de ona belirgin bir soğuklukla,
-Günaydın, dedi.
-Biraz solgunsun, dedi Mösyö Darbédat, kızının yanağına dokunarak. Yeteri kadar hareketli değilsin.’
”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Oda”, sa:49)
“Pereira, havuzlara dalmış hastaları gözleyen ve onlara nasıl hareket edilmesi gerektiği konusunda
talimatlar veren Doktor Cardoso’yu gördü. Pereira yanına yaklaşıp günaydın dedi. Keyfinin yerinde olduğunu
iddia ediyor. Sahilde su serindi...”
(A. Tabucchi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:99)
Günbe gün : Günden güne, günler geçtikçe, her gün
“ ‘Onu günbegün büyüten bendim de ondan. Yanında hiç kimse kalmamışken onu kendim oğlum
yaptım.’
‘Abartmayın. Öz annesiyle babası onu bırakıp gitmediler, öldüler. Hem sizin onu oğlunuz olarak
seçme hakkınız varsa neden onun da kendine bir baba seçme hakkı olmasın.’ ”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:155)
“SANIK : On altı ayrı akıl hastanesinde, tam yirmi yıllık eğitimim var benim. Kendim gibi binlerce
deliyi inceledim. Günbe gün, hatta geceleri bile... Çünkü normal ruh doktorlarından farklı olarak geceleri de
onlarla uyuyordum.”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:8)
“... şimdi yaptığım gibi bir yadsıma, İngiltere’de iffetli görünmenin kurallarına uygun (Senin ülkende
hangi adetlere uyulduğunu bilmiyorum) davranmanın bir sonucu değil. Emin ol, eğer sana kur yapsaydım bunu
dolaysız bir şekilde yapardım. Ama sana kur yapmıyorum. Bildiğim kadarıyla hayatında bir tek kelime bile
söylememiş ve hiçbir zaman da söyleyemeyecek olan sana, gün be gün hiç bir yanıt almadan boşluğa
konuşmanın ne demek olduğunu anlatmaya çalışıyorum.”
(J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:64)
“Yeniden mi yazmalı? Eğer ilk mektubu Maykov’a ulaşıp de göz ardı edildiyse ikinci bir kez yazması
sefilce bir şey olmaz mı? Henüz dilenmiyor. Ama günbegün Anna Sergeyevna’nın bakışıyla yaşıyor olması da
acı bir gerçek.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:231)
“İSMENE
----------Sanırım taşınmayacak kadar
ağır bir yüktür insanları yönetmek ve komut vermek.
Sonunda da, herkes yönettiği neyse onunla yönetilirherkese ve her şeye duyduğu o sınırsız kuşku dışında;
sessiz madenden bir hançerdir bir kuşun gölgesinin
rastgele bir odaya girişi
bir akşam saatinde. Bu yüzden günbegün daha da
zorbalaşır zorbalar.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin.”, sa:194)
“Korkuluk
Acımasızca çakılmış duruyor
tarlanın ortasında günbegün
gözü kuşlarda ancak konan yok
Hiçbir zaman çaputlarına.
Kim bilir ne düşünüyor: dal budak
yetişir gövdemden, çiçekler açar
mis kokulu yuvalar kurar
ilkbaharda kuşlar...”
(Evdin Stefanov<d.1953>-Kadriye Cesur, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.09.07)
Gündeme getirmek : Söz konusu yapmak, anımsatmak, sunmak
Bk.: Gündeminde olmak
“(Spinoza’nın) XVII ve XXIV.cü teoremlerinin birbirine karşıt olduğu söylenebilir. Biri gerekliliği
kanıtlarken öteki teorem, olabilirliğin yeniden gündeme getirilmesine yarayabilir.”
(A. Camus, “Defterler 2”, sa:43-4)
Gündeminde olmak : Programlanmış, planlanmış, göz önünde, konu olmak
“Bir gün bir gazeteci benimle röportaj yapmaya geldi; yaptığım işlerin tüm ülkede tanınmasının, ama
bizzat beni hiç kimsenin tanımamasının nasıl bir şey olduğunu öğrenmek istiyordu. Doğal olarak medyada
sürekli gündemde olan şarkıcıydı.”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:32)
Günde Yirmi Altı Saat Çalışmak : Gece gündüz, günün içerdiği yirmi dört saatten daha fazla çalışmak
“... ve o sonu gelmeyen ilginç buluşlarını gerçekleştirmek için günde yirmi altı saat çalıştırmaya
başlayıncaya dek sürdü mütevazı yaşamı. Alice, şarkı söyleyip para kazanmaya bir çeşit avanta gözüyle
bakıyordu.”
(M. Mungan, “Üç Aynalı Kırk Oda”, sa:23)
Gün doğmak, Gün doğmadan çok gün doğar, Gün doğmadan neler doğar : Fırsat yaratılmış olmak, fırsatı
ele geçirmek; Sabırla beklemesini bilmeli, belki talih kuşu beklenmedik bir zamanda sizin bahtınıza öter
“Melek Hatun sustu, gözlerini Zehranın derin gözlerine dikti:
‘Ne kadar da güzelsin kızım,’ dedi, ‘Allahın övünerek yarattıklarındandın. Yazık değil mi sana?’
‘Sen de çok güzelsin Melek Hatun,’ dedi, Zehra, ‘sana da yazık değil mi?’
‘Üzülme kızım üzülme, gün doğmadan çok gün doğar, sizde de söylerler mi bu sözleri?’
‘Söylerler.’ ”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:70)
“... koğuşların kapanacağına yakın tuvalete gitmeyi adet edinmiş bacanakla onun gibiler yakınıyorlardı
ki, Başgardiyanla gardiyanlara gün doğmuştu. Böylelerini teker teker çıkarıp helaya bizzat götürüyor, dönüşte
avuçlarına sıkıştırılan ‘Ne zahmet ettin canım’ mırıltıları içinde alıp, kaşla göz arasında ceplerine indiriyorlardı.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:295)
Gündüz gözü(yle) : Gün ışığında, karanlık olmadan
“SMITHERS (Jones’un hissettiklerini sezerek, haince) - Bu gece ormanda zifiri karanlık basınca
gözde cinlerini, hortlaklarını senin peşine takacaklar... Yarın sabaha çıkmadan geçmişi kandilli saçlarının dimdik
olduğunu göreceksin..... O aşağılık orman gündüz gözü ile bile acayip bir yerdir. O derece sessizdir ki, insan
orada başına neler gelebileceğini kestiremez. Ne zaman oraya girsem daha o anda tüylerim diken diken olur.”
(Eu. O’Neill, “İmparator Jones”, sa:31)
“ ‘Bu akşam çıkmak ister misiniz?’ dedi. ‘Torino gecelerini görürsünüz.’
‘Önce gündüz gözüyle Torino’yu görmek istiyorum. Bırakın ben karar vereyim.”
(C. Pavese, “Yalnız Kadınlar Arasında”, sa:15)
Güneş almak : Güneş yüzü, gün ışığı görmek
“San Nicolas Parkı’nın güneş alan kaldırımında sömürgecilik döneminden kalma bir evde oturuyorum,
hayatımın her gününü kadınsız ve parasız olarak bu evde geçirdim, annemle babam da burada yaşayıp öldüler,
yine bu evde, içinde doğduğum aynı yatakta, uzak ve acımasız olmasını dilediğim bir gün, tek başıma ölmeye
niyetliydim.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:11)
Güneşe karşı işemek : İyiliğin kadrini kıymetini bilmemek, iyiliğe karşı kötü davranmak
“Karşısında dikiliyordu, sıraya yanına ilişti:
-Demek siz de bizim gibi güneşe karşı işediniz bey?
Güldü:
-Güneşe karşı işediğimi nerden anladın hemşerim?
Adam da güldü:
-Kalıbına kıyafetine baktım da herhalde dedim kendimce, adam vurmaktan içeri düşmemiştir. Sonra...
Hırsızlık, yankesicilik, uğursuzluk sürsen bulaşmaz. E? Başka ne kalıyor?”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:52)
Güneşi çamurla sıvamak : (Fig.) İmkanı olmayan bir şeyi yapmayı düşünmek
“ ‘Demek dostluğun varlığına inanmıyorsun?’
‘Öyle bir şey söylemedim; dostluğa seyrek rastlanır, ama onu inkar etmek güneşi çamurla sıvamaya
kalkmak olur….. Dostluğa köle olan, ancak bu efendisinin ciğerleriyle nefes alır. Sen de bana bu kölelerden biri
gibi görünüyorsun, ben de öyleydim, bugün de bir özleme bağlı olarak öyleyim, çünkü er geç efendimiz bizi terk
eder. Her insan, yüreğinin bağlı olduğu değişmeler sonucunda bizden ayrılır, çok kere de yürekten daha güçlü
olaylar, bazen de kendi hatalarımız buna yol açar. İçli insanların sevgisi ölçü bilmez, fazla sıkarken boğabilir.’ ”
(P. Istrati, “sünger avcısı”, sa:111)
Gün geçmiyor ki : Hemen hemen her gün, çok sık olarak
“TREPLEV - Yeni biçimlere gereksinim var. Yeni biçimler bulunamıyorsa eğer, hiçbir şey olmasın
daha iyi. (Saatine bakar.) Annemi seviyorum, hem de çok. Fakat anlamsız bir hayat sürdürüyor, adı ayyuka çıktı
bu yazarla birlikte, gün geçmiyor ki, gazetelerin dedikodu sayfalarında ondan söz edilmesin.”
(A. Çehov, “Martı”, sa:30)
Gün gelecek : Bir gün olacak, zamanı gelince, ilerde...
“Roger Bacon, saygı duyduğum üstadım, tanrısal tasarımın bir gün, makine bilimini, bu doğal ve
sağlıklı büyü bilimini içine alacağını öğretti bize. Gün gelecek, doğanın gücünden faydalanarak, ‘unico homine
regente’ <. LAT. uniko homine regente> : ‘tek bir adamın yönettiği’ ve yelkenli ya da kürekle hareket eden
gemilerden çok daha hızlı gemiler yapılacak; öyle arabalar olacak ki: ‘ut sine animali moveantur cum impetu
inaestimabili revolvens aliquod ingenium per quod alae artificater compositae aerem verberent, ad
modum avis volantis’ <LAT. ut sine animali moventur cum impetu inestim abili revolvens alikod ingeniyum
per kod ale artifikater kompozite erem verberent, ad modum avis volantis: Hayvanlar tarafından koşulmaksızın,
ölçülemez bir hızla gidecekler ve, içlerinde oturan bir adam bir manivelayı çevirince, tıpkı uçan kuşlar gibi, sun’i
-yapay- kanatlarını havada çırparak uçan yapıtlar yapılacak.’ Kocaman ağırlıkları kaldırabilen araç gereçler,
denizin dibinden giden taşıtlar yapılacak.”
(O. Eco, “Gülün Adı”, sa:309)
“Bir düre daha bütün bunları yazabileceğim, ama gün gelecek, elim benden çok uzakta olacak, ona
bunları yazmasını buyurduğumda benim yazmak istediğim kelimeleri yazacaktır. Başka türlü değerşerin öne
çıktığı zamanlar gelecektir ve söylenmiş hiçbir söz, bir başkasının üzerine yapışıp kalmayacak, bütün anlamlar
bulutlar gibi dağılacak ve yere su gibi düşecektir.”
(R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:81)
Gün gelende : Günü geldiğinde
“ŞAKA <2001>
-------Dalgaların köklerinden,
Kirpiğinde rüzgarların
sizi neden sevdiğimi
bir gün elbet algılarım.
Ama beni ORDA bulmak
zahmete katlanmak var.
Yaşam denen meyhanede
duygularım kıyım kıyım.
Günahım çok, gün gelende
ben hepsini anlatırım”
(Naci Ferhadov<d.1940>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
31.05.05)
Gün gelir; Gün gelmiş : Zaman olur, zaman gelir; Zaman olmuş, sırası gelmiş
“Gün gelmiş kasabada bir ‘Kudret Beğ’dir almış yürümüştü. Yürümüştü ama ufak tefek Müdürünün de
gözünden kaçmamıştı bu. Kızdığı, kızmak ne kelime, küplere bindiği her halinden belli olduğu halde
çaktırmadığını sanmıştı. Ne diyebilirdi?”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:38)
“Senin Zamanın
------------------
Gün gelir tükenir zaman.
Bir adım çakılır, atılamaz.
Gözler kendilerine bakar,
Azar dolu bir bakışla.
Beni nereye getirdin, derler.
Neden korkuyla kasıldın,
Neden hapissin buz gibi durağanlığa.”
(Dane Zack-Nazmi Ağıl, “Cevat Çapan”, Şiir Atlası, Cumhuriyet Kitap, 13.12.07)
Gün gibi (açık, aşikar, ortada) : Besbelli, ayan beyan, herşey (apaçık), meydanda
“KOMİSER - Haydi haydi bu ağızları bırakın. İçinizden bir tek kişi milyonerin has kardeşi... Ötekiler
sahtekar... Bu, gün gibi aşikar... Ne diye beni sıkacak, üzeceksiniz?..... Yalan söyleyenler yerinde otursunlar,
doğrucular ayağa kalksın!”
(C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:31-2)
“Onu her gün dışarı bırakıyordum ve her akşam işim bitip de eve geri döndüğümde, ya sokak arasında
ya da, biri gün içinde içeri almışsa, kapğımın önündeki paspasta beklerken buluyordum. Ayrılmayacaktı; bu, gün
gibi ortadaydı.”
(James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:45)
“İvan’ın haline en çok hayret eden oydu. Söz açılınca, ‘Mağrur, diyordu, para kazanıyor; şimdi bile
Avrupaya gidecek kadar parası var. O halde burada ne arıyor? Babasından para istemek için gelmediği gün gibi
açık; o adamın metelik koklatmayacağı bilinen bir şey.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:18)
“Şimdi her şey maalesef gün gibi ortadaydı. Zosimos, o uğursuz sabahın karmaşasında, Gradal’i
Kyot’un koyduğu kutudan çıkarmış, göz açıp kapayıncaya kadar aşağıya inmiş, bir kafayı açmış, kafatasını
çıkarmış, içine Gradal’i saklamış...”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:333)
“MEPHISTOPHELES - Siz böyle söylüyorsunuz! Bu size gün gibi aşikar görünüyor. Halbuki o
zaman bizzat hazır bulunan, bunu başka türlü biliyor.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:249)
“Gözlerini teker teker herkesin üstünde gezdirdi, sonra da sesini alçattı:
‘İnce Memed, ölmemiş, yaralanmış. Alnında Peygamber mührü varmış, bu doğru, oradan yalnız
kurşun geçermiş ona... Belki de oradan yaralanmıştır... Yaralandığı doğru, hem de gün gibi ortada.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:III, sa:202)
“Kralın kaçışı, gerici güçlerşn önemini ve onları koruyan kralın ikiyüzlülüğünü gösterir Robespierre’e;
kralın geleceği hakkında karar verilmesini boş yere ister. Meclis, her şey gün gibi ortada iken, kralın kaçmadığı
düşüncesine varır; olsa olsa kaçırılmıştır, o suçsuzdur!”
(S. Tanilli, “Fransız Devrimi’nden Portreler”, sa:40)
Gün görmüş : Yaşını başını almış, hayatta bir yerlere varmış, olgun ve deneyimli kimse
“IŞIK
-----Bir muamma bu
Sürüp gidiyo böyle
Yaşlı bir balıkçı gözlerini dikmiş
onları seyrediyor
keşke adamın yerinde olsaydım
diyor içinden
Belli ki gün görmüş biri
yüzü Sicilya elleri yengeç
gibi olan bu balıkçı”
(Lawrence Ferlinghetti<d.1919>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.12.05)
“DİONYSOS’A İLAHİ <Homeros İlahileri’nden>
--------------------------Teknenin başında kükrüyordu
Aslan kesilmiş Dionysos. Gösterip gücünü, bir ayı
yarattı orta yerinde geminin, tüyler salkım saçak.
Köpürüyordu ayı öfkeden, ayaklarının üstüne kalkmış.
Öfkeyle bakıyordu ürkmüş aslan üst güvertede.
Korkmuştu gemiciler; kaçtı hepsi kıç tarafına
teknenin,
sardılar çevresini dehşet içinde güngörmüş dümencinin.”
(Homeros,“antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:101)
“Kamarası yatak odasıdır. Yatağı yorganı, battaniyeleri, büyük kayığını, daha doğrusu teknenin üstünü
örten Kazım Ağa burada yatar. Kazım Ağa’yı hiç halinden şikayet ederken görmedim. İnce, nazik hep güler.
Dost. Gün görmüş adamdır.”
(Y. Kemal, “Bir Bulut Kaynıyor”, sa:235)
“Köylüler onun adını çok duymuşlardı.
Yaşlı, gün görmüş, savaşlara girmiş çıkmış bir Çerkes:
‘Mustafa Kemal Paşanın sağ kolu o,’ dedi.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:150)
“Bu adam, Courbataille adında, güngörmüş, zengin bir genç avukattı.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:158)
Gün ışığına çıkarmak, çıkmak : Doğruyu ortaya sermek; Çözülmek, aydınlanmak, doğrusu ortaya çıkmak
Bk.: Gün yüzüne çıkmak
“İşte o anda, dehşetle gördüğünüz mucizeyi: inandığınız, dayandığınız Cécile size ihanet ediyordu,
Henriette’ten yana oluyordu; ikisinin de duyduğu kıskançlıkla birleştirici, ortak bir yan vardı çünkü, size karşı
duydukları ve küçümsemeye benzer bir duygu, yavaş yavaş günışığına çıkıyordu.”
(Michel Butor, “Değişme”, sa:182)
“Elbette yanlış bilgilendirme geleneğini sürdüren Vatikan, bu yazmaların duyulmasını engellemek için
elinden geleni yaptı. Neden yapmayacaklardı ki? Yazmalar, tarihi uyuşmazlıklarla uydurmasyonları gün ışığına
çıkararak, yeni İncil’in siyasi çıkarlar güden insanlar tarafından derlenip düzenlendiğini açıkça ortya
koyuyordu.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:262)
“Ama Kafka, Felice’nin kendini yetiştirmek tutkusu karşısında şaşırıp kalır; Felice başka yazarları
okumakta ve Kafka’ya mektuplarında bunlardan söz etmektedir. Kafka ise dev bir dünya olarak kafasının içinde
duyums3adığının henüz çok küçük bir bölümünü gün ışığına çıkarmıştır ve yazar olarak bu dünyanın bütününü
kendisi için istemektedir.”
(E. Canetti, “Sözcüklerin Bilinci”, sa:183)
“Ne var ki, böyle bir noktaya varmadan Papa ölmüş, bu hatırı sayılır kişi üstüne kaleme alınıp pek çok
kişi tarafından okunan bir yaşamöyküsü, onun Boncuk Oyunu’yla ilişkisinin derin bir tutku niteliği taşıdığını,
Papa Pius’un bu tutkunun elinden yakasını kurtarmak için oyun karşısında düşmanca bir tutum takınmaktan
başka bir yol göremediğini gün ışığına çıkarmıştı.”
(H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:40)
“Bu bavulun içinde bulunanlar tüm yaşamıydı onun; ve yılına filan bakılamadan öylesine tıkılmışlardı
içine, günün birinde bir torununun gelip onları gün ışığına çıkarması, yerli yerine koyması, yorumlaması için; ve
ben bu işi yapmaktan kaçınamazdım artık. Bu yığını gelecek kuşağa ‘kakalamak’ söz konusu olamazdı.”
(A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:40)
Gün ışıyıp gavur müslüman belli olmak : Gün doğduktan sonra kimin kim ve ne olduğu ortaya çıkmak
“Gün ışıyıp gavur müslüman belli olunca, varmış bir yere ki ne görsün! Bir çukurda iki yığın ak kemik.
Bir yanda da kızın kara yılan gibi mor belikleri. Bir yanda da yırtık, parça parça giyitleri.... Oğlan bunu görünce
aklı zıvanadan çıkmış.”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:34)
Gün kavuştuktan sonra; kavuşurken : Güneş battıktan sonra, Güneş batarken
“Hüsmenin ev araması kaç gün sürdü, ne Hüsmen, ne de onlar biliyorlardı. Hüsmeni unutmuş
gitmişlerdi. Onu arada sıra da bir evden ötekine geçerken gören de oluyordu. Her gün, gün doğmadan önce
yataktan çıkıyor, gün kavuştuktan sonra eve dönüyordu, yorgun argın, bitkin.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”, sa:66)
“YUNANLILARIN ÖYKÜSÜ VI
-----------------------------------Bütün gün güneşte yatıyor ölüler.
Ancak gün kavuşunca sürünerek ilerliyor askerler
isli taşların üzerinde
-----------------------------------ve bir kez daha duyuyorlar denizde patlayan
mermilerin gümbürtüsünü
ve bir kez daha duyuyorlar kapılarınn önünde haykıran
ölüleri.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:47)
“Size sunduğum gerçek öykünün ancak, daha alçakgönüllü olan tarihsel bir üstünlüğü bulunabilir. Gün
kavuşurken, raslantı sonucu, yalnız başınıza posta arabasıyla yolculuk ettiğiniz sırada, büyük bir sanat olan insan
kalbini tanımak ustalığını düşünecek olursanız, yargılarınıza temel olarak aşağıdaki öykünün evrelerini
alabilirsiniz.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:21)
Günleri saymak : Sevinçli (Evlilik, mezuniyet, seyahat vb.) ya da hüzünlü (askerlik, esaret, hapis, mahpusluk,
sıla) anların bir an geçmesini temenni konusunda kullanılan bir terim
“Bu haber -o sıralar aşağı yukarı on yaşındaydım- beni adeta büyüledi. O zamana kadar hiç
hissetmediğim gizli bir özlemle tutuşmuştum. Büyüyüp de tiyatroyu kendi gözlerimle görünceye kadar geçecek
günleri saymaya başladım.”
(F. Kafka, “mavi oktav defterleri”, sa:121)
Günlük güneşlik : Gökte güneşin pırıl pırıl parladığı bir gün; (Mec.) Her şey toz pembe, pürüzsüz ve
mükemmel
“KAPI YARI ARALIK
-------------------------Yarın sabah
Günlük güneşlik olacak
Ne güzel bu yaşam,
Uslu dur yüreğim.”
(A. Ahmatova<1889-1966>, “yaban balı özgürlük kokar”, sa:20)
“NİNA - Arada bir beni anımsayın.
TRİGORİN - Anımsayacağım.. O günlük güneşlik günde olduğumuz gibi anımsayacağım sizi. Bir
hafta önce, açık renkli bir giysi vardı üstünüzde hani, konuşmuştuk... beyaz bir martı yatıyordu bankın üzerinde
de...”
(A. Çehov, “Martı”, sa:64)
“Hafız, derin derin içini çekti:
-Yola çıktığımda hava günlük güneşlikti, ne bilirdim böyle olacağını?..... Birden tipi bastırdı. Breh,
breh, breh! Önünü görebilene aşkolsun! Yolumu şaşırdım.”
(A. Hançerlioğlu, “Ekilmemiş Topraklar”, sa:9)
“‘Gelinlik harika oldu, hayır aslında harika olan sensin. Belini de ayarladık mı, beni yemeğe
götürebilirsin.’
‘Nereye istersen sevgili Stanley!’
‘Hava günlük güneşlik, karşıma çıkan ilk bahçeli lokanta uyar bana; gölgede olması koşuluyla tabii,
kıpırdanmayı kes de bitireyim şu gelinliği... Neredeyse kusursuz oldu.’
‘Neredeyse mi?’
‘Ucuz mal ancak bu kadar olur canım!’ ”
(M. Levy, “Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey”, sa:14)
“GÖK KUŞAĞI
-----------------Bellil olur mu, talih dönüveririr,
Yeşerir ağaçlar, çimenler,
Katar önüne lodos, koca kışı
Günlük güneşlik ışıl ışıl ortalık
Umut kapıları açık ardına kadar.”
(Muazzez Menemencioğlu<d.1929>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:2,
sa:175)
Günlük tutmak : Anılarını gün be gün yazmak (Askerlikte, hapishanede, okulda, savaşta, seyahatte vb.)
“Bu günlüğün sayfalarını iyi yazmak isteği onları samimi olmak meziyetinden bile mahrum bırakıyor.
Hiçbir vakit, edebi bir değer taşıyacak derecede iyi yazılamadığı için, bunlar, bir mana da ifade edemiyor. Hepsi
kendilerine bir ilgi sağlayacak olan bir başarı beklemekte, bir şöhret ümidiyle yazılmış oldukları hissini
vermektedir. Bu isteği şimdi hor görüyorum. Beğendiğim, saf ve saygılı birkaç sayfadır; geçmiş günlerden
kendimde en çok beğendiğim dua anılarıdır. Bütün bunları yırtmama ramak kalmıştı; bununla beraber çoğu
sayfaları da yok etmiş bulunyorum.”
(A. Gide, “Günlük”, sa:20)
“Uzun uzadıya düşündükten sonra günlük tutmaya karar verdim. Nedenini kestiremiyorum. Belki de
kendime hakaret içindir. Başımıza gelenlerin neresinden başlayacağımı da uzun boylu düşündüm. Katıldığım
savaşlardan söz etmeyi kalemim göze alamadı. Kendimi duygularıma bıraktım.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:25)
Gün oldu (olur) : Bir zamanlar, bazan, sırasında, vaktiyle
“Yazık! Gün oldu, bir şeyler yapmak isteyen tüm insanlara gülünç sayıklamaların elindeki bir oyuncak
gözüyle baktı; uzun uzun vahşice gülerdi. Gün olur, genç bir anneye, bir ablaya dönerdi.”
(A. Rimbaud, “Cehemnnemde Bir Mevsim”, sa:128)
Gün olur harman olur :
Bir gün gelir, ne olacağı bilinmez, dileyelim ki iyi bir gün gele
“MARTHE -... Burada fazla durmaz, kızın yatağını, çeyiz olarak kapının dışına yığar ve derdim ki: Git
evladım! Dünmya büyük, kirasız da barınabilirsin! Miras olarak elinde uzun saçların var. Gün ola, harman ola,
bir gün olur onlarla kendini asarsın.”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:59)
Gün oluyor : Öyle zamanlar oluyor ki...
“Benim öyküm burada bitiyor. Sıradan bir öyküydü. Umarım, herhangi bir yolculuk güncesi kadar
ilginç bulunmuş olsun. En azından şunu söyleyebilirim ki, beş parasızsanız, karşılaşacağınız, işte böyle bir
dünyadır. Gün oluyor, o dünyayı daha iyi keşfetmek istiyorum ki, Mario gibi, Paddy ya da Beleşçi Bill gibi
kimseleri öyle gel geç karşılaşmalarda değil, yakın arkadaşlıklarla tanıyayım.”
(G. Orwell, “Paris ve Londra’da Beş Parasız”, sa:155)
Gün sökmek : Şafak atmak, gün ağarmak
“HİZMETÇİ, Leonard’a. - Bizimkiler geldi. Sen de kızcağıza yaklaşma artık.
LEONARD - Merak etme. (Sol yandan çıkar. Gün sökmeye başlamıştır.)
(F.Garcia Lorca, “Kanlı Düğün”, sa.:35-6)
Günübirlik (yaşamak) : Her geçen günü yaşam olarak kabullenip yarını düşünmemek; günügününe yaşamak
“‘Korkuyorum,’ diyor. ‘Bize ne olacağını düşünmekten korkuyorum. En iyisini ummaya çalışıyor ve
günübirlik yaşıyorum. Ama bazen birden neler olabileceğini hayal etmeye başlıyorum ve o zaman korkudan
donup kalıyorum. Artık ne yapacağımı da şaşırdım. Tek düşünebildiğim çocuklar.’ ”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:200)
“Bağlılık duygusunun güçlük olmadığını, günlerin akışına kapılmaya yatkın ruhunun macera tutkusunu,
birçok erkek gibi hayata söz vermeden günübirlik yaşamayı sevdiğini fark etti.”
(M. Mungan, “Çador”, sa:62)
“Ev içinde kararları çoğu kez Esme alıyor, hatta bazen Engine’e danışma gereği duymuyordu. Engin’in
güçlü tutkuları, ihtirasları yoktu. Hayatla yarışmıyordu. Karşısındakine sorun çıkarmayan sade bir iç dünyası
vardı. Hayatı, insanları, olayları olduğu gibi kabul eden, sürprizlerin tadını çıkaran rahat bir insandı. Günübirlik
yaşamayı seviyor, yetinmeyi biliyor, hemen her şeyin kendisine neşeli bir yanını bularak eğlenebiliyordu.”
(M. Mungan, “Kadından Kentler”, sa:58)
Günü gelmek : Zamanı gelip kuvvet ve kudret, söz sahibi olmak; sırası gelmek; Ölüm anı
Bk.: Zamanı gelmek, Miyadı dolmak
“Hanımının giysisini temizleyen Hippolyte yanıt verdi:
-Bunlardaki yüz değil, kilise duvarı. Yüzlerine tükürüyorlar, yağmur yağdı diyorlar.”
-Barıştıklarına bakmayın, dedi Lisa. Fazla uzun sürmez, bizim de günümüz gelir.
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:III, sa:154)
Günü gününe (yaşamak) : Günü birlik, yarını düşünmeksizin yalnızca o gün için (yaşamak)
Bk.: Günübirlik yaşamak; Gününü kurtarmak
“Cérizet: ‘Şimdi anladım niçin benden ufak bir Hint gezisi için para istediğini!’ diye haykırdı. ‘Yazık ki
elimde ne varsa hepsini devlet tahvillerine yatırmak zorunda bıraktı beni. Du Tillet’lere çoktan borçlu duruma
düşmüş bulunuyoruz. Günü gününe yaşıyorum.’
-‘İşin içinden sıyrılmaya bakın!’ ”
(H. de Balzac, “Süslü Hayatlar”, sa:194)
“Orta sınıf halk günü gününe yaşıyor. Zenginlerse evlerine çekilmişler. Fakat onların evleri de kuzey
evleri gibi rahat değil. Zenginler toplantılarını genel salonlarda yapıyorlar, avlular ve kemeraltları çöp içinde, ve
herkes bunu doğal görüyor. Halk kendini sürekli ön planda tutuyor.”
(J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:I, sa:66)
Günün birinde : Bir gün, zamanı geldiğinde
“Sallar kente arada bir uğramaya başlamıştı; artık ağabeyimin elinden tutmadan tek başıma gidip
bunları görebiliyordum. Aradan bir süre geçti; günün birinde gazetede okuduk ki, kendisiyle sokakta sık sık
misket oynadığımız bir arkadaşımız, babası tarafından öldürülmüştü: oğlan komünistti, azılı bir komünist, koyu
bir komünist, zeki bir çocuk, ama babası sosyalistti.”
(H. Böll, “Gül ve Dinamit”, sa:270)
“‘Buna Gökbilim denir,’ diye araya girdi Don Quijote.
‘ O kadarını bilmem ama, o bu tür işlerden ve daha sayısız şeyden çok iyi anlıyordu,’ dedi Pedro.
‘Fazla uzatmayalım, Salamanka dönüşünün ardından üç ay geçince, günün birinde, öğrenciyken kullandığı uzun
giyecekleri çıkarıp attığını; bir kepenek, bir de koyun postu ceket giyip çoban kılığına girdiğini gördük.’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:71)
“Cahil bir çalgıcıya, daha doğrusu davetlilerin gözleri gece gündüz kendi dudaklarına ya da yayına
bağlı kalmaktan duyduğu zevk uğruna her türlü hakareti ve dayağı sineye çeken o İbrailli çingene kemancılara
benziyordum. O dinleyen gözleri tanıdım ben, severdim o gözleri. Beni bir öykücü yapan da onlardır. Ne yazık
ki günün birinde büyü bozuldu.”
(P. Istrati, “Uşak”, sa:8)
“... kim kafa yormaya kalkardı ki bu konuda; neyse ne, günün birinde artık iyice şımarmış olan açlık
cambazı, akın akın başka gösterilere gitmeyi tercih eden eğlence düşkünü kalabalığın kendisini artık terk ettiğini
gördü.”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:84)
“Yüzlerce, binlerce yıl aralarında anlaşamazlar, birlik olamazlar. İtici gurur ve bencil çalışmalar
yaşamlarını belirler. Sonra, günün birinde, aniden, düşlerle dolu bir uykudan uyanırlar. Birlikte geçirmiş
oldukları çocukluk yıllarını ve o günlerde yaratmış oldukları büyük eseri anımsamışlardır sanki.”
(S. Zweig, “Geleceğe Güven”, sa:50)
Günü(nü) kurtarmak : Durumu geçici olarak idare etmek, geçici çözüm bulmak
“Collet cevabı biliyordu. Sezilerinin kuvvetli olmasıyla ün yapmasına rağmen, Fache gururuna
fazlasıyla düşkün biriydi. ‘Fache tutuklama vesilesiyle itibarını artırmak istiyor.’ Televizyonlarda Amerikalı
kadar kendi yüzünün de gösterilmesini istiyordu. Patron gelip günü kurtarana kadar Collet’nin vazifesi kaleyi
kollamaktı.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:300)
Gününde olmak : Form’unda olmak, tüm yeteneklerini kullanabilmek
“Otuz dört yaş. Mathieu, Ivich’i düşündü ve içinde bir rahatsızlık duydu.
-Öyle… Ama bu yüzden olduğunu sanmam; aslında, canım çekmedi. Anlıyor musun, günümde
değildim.
Marcelle:
-Son zamanlarda gününde olduğun anlar o kadar seyrek ki, dedi.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:12)
Günün kavuşması : Gün batımı, günün sona ermesi
“Kadınlar, kızlar livarları <Tutulmuş balıkların biriktiği kap> boşaltıp deniz kıyısına götürüp
temizlemiş, günün kavuşmasını beklemeye başlamışlardı. Odunlar çabuk yandı, közler oluştu. Vasiliyle Hüsmen
işi ele alıp balıkları ateşin üstüne attılar. Közlerin <ateş> üstünden yoğun bir duman yükseldi, ortalık mis gibi
balık koktu.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:218)
Gününü görmek; Gününü göstermek : Bir felakete duçar, kötü olmak; Üstesinden gelmek, dövmek; bir
davranışı cezalandırma
“Hep kendi kafasının dikine giderdi; profesör hırsız değildi. Başkalarının söylediklerine değil, kendi
inandığına inanıırdı. Yakasından tutulup sarsıldı diye kimse kuyruğu titretmemişti. Profesör yeniden canlanır
canlanmaz konuşacak, ondan sonra da herkes gününü görecekti.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:339)
“Dışarı fırladı. Fena halde korkan Fenya, ucuz atlattığına sevinmişti. Mitya’nın onunla uğraşacak vakti
yoktu, yoksa görürdü gününü!..”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:46)
“Üçüncü denemede üstünkörü onardığı zımbırtısını havalandırmayı başaran Miyu:
-Şimdi görür gününü diye cevap verdi.”
(P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:58)
“Gazetelerin yazdığına göre, İstanbul’da Boğaz’da, yeni açılmış bir otelin lokantasında arkadaşlarıyla
kafayı çekip keyif çatarken enselenmişti. Oh olsundu. Şimdi bir de hapse atılır görürdü gününü!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:5)
“Kapı açılıp da salona girdikleri anda, başıma gelecek olan felaketi anlamıştım. Aynı erkeği çılgınca
seven iki gözükara rakibenin, en kanlı zamanlarında yüz yüze gelmesi gibiydi ilk karşılaşmamız. Sanki benimle
hesaplaşmaya gelmişti. Bana günümü gösterecekti. Kana kandı. Ya o, ya bendi. Salonun ortasında çaresiz
kalakalmıştım.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:15)
“Konuşkanlığı tuttuğu günlerde, o da söze savaşla başlardı. Bir şey yapamadığım ya da sahip
olamadığım zamanlar olurdu bu. O anda saldırırdı: ‘Savaş olsaydı,’ derdi, ‘çevrende bombalar uçuşurken senin
halini görmek isterdim. Elinde bir Luger’le seni kovalayan bir Alman gerekli sana. Açlıktan ve soğuktan
ağlasaydın, görürdün gününü.’ ”
(S. Tamaro, “Anima Mundi”, sa:27)
“TRANIO - Anlaşıldı… tanrılar beni seveyim diye, seni de öküzlere baksın diye yaratmışlar; ben bu
yeryüzünde keyfimi süreceğim, sen de sürüneceksin.
GRUMIO - Seni cellat kalburu herif! Göreceksin sen gününü! İhtiyar bir dönsün, seni cellatlara
verecek…”
(Terentius, “Hortlak”, sa:7)
Gününü gün etmek : Vur patlasın çal oynasın sorumsuz bir hayat yaşamak
“Çevremizde tanınmamış, aylıkları az, gününü gün eden kimselerdi bunlar. İhtimal evde yaşlı, ele
çıkarılamayacak karıları, bir sürü, belki de yalınayak başı kabak gezen çocukları vardı.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:265)
“Erdal’ın gittiği kolejde çok geniş bir çevresi vardı; prensip itibariyle vaktini onlarla geçirir, gününü
gün ederdi. Evde olduğu ve karşılaştığı zamanlar da, arada bir Hasan’a, ‘Hey Hasso, Kürt Hasso... Gel ulan
buraya... Git buraya’ ve benzeri emirler verirdi.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Kürt Hasan”, sa:166)
“Washington’da kendimize düzinelerle giyecek satın almış, şimdi de bu soylu kişiler arasında
günümüzü gün ediyorduk. Herhalde o bakla tarlasında öldürülmüş olacağız, çünkü asla teslim olmadık. Bu
sözümün altına yemin eder imzamı basarım.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:251)
“Yazın ırgatlık, kışın zenginlerin evinde hizmetçilik etti. Gününü gün etti. Çocuğu nur topu gibiydi.
Dilinde, bir ağıt, bir ninni, acı bir türlü gibi:
‘Benim öksüz büyümez mi?’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:200)
“ Suçluluk damgasını bir yol yemiştim sevdiğim kadından, bir hata işlemiştim, bağışlanacağımı da artık
ummuyordum, kendimi bayağı serüvenlere, eğlencelere kapıp koyvermekten başka ne gelirdi elimden.
Vurdumduymazlık içinde günümü gün etmeye baktım, dünyayı dolaştım, çılgınca yeni hazlar, yeni tutkular
peşinde koştum.”
(G. de Nerval, “Aurelia: Rüya ve Yaşam”, sa:12)
“İvan İlyiç Hukuk Okulu’nda olduğu gibi, görev yaptığı yerlerde de kolayca işlerini düzene koydu. Bir
yandan mesleğinde ilerlerken, bir yandan da gününü gün ediyordu.”
(L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:35)
“Henüz evlenmiş, göçebelikten yerleşik duruma yeni geçmişken kendini adeta ufku dar insanların
ülkesinde hissetmeye başlar Hesse, ‘gününü gün ederek rahat yaşamalarından’ dolayı bir hoşnutsuzluk çullanır
üzerine.”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:70)
Gününü zehir etmek : Birini özleyerek gününü hasretle, acıyla geçirmek
“... görmezsiniz körsünüz çünkü desin, ben kusurlarımı görmüyormuşum, ben kusurlarını görmüyor
muydum sanki, bağrıma taş basıp bir şeycikler demeden günümü zehir gecemi gündüz etmiyor muydum,
susuyorsum gene, susuyorsum da bir şeycikler söylemiyordum...”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:75-6)
Günyalımı : Sıcak yaz günleri, özellikle öğleüstlerinde, kuvvetli güneş ışınlarının muntelif cisimler üzerinde
yansıyarak alev alev uzaması, adeta alevlenmesi
“Sanki bugün havada, insanın ancak temmuzun en sıcak öğlesonlarından bildiği gibi bir günyalımı
vardı. Nesnelerin önünde saydam tüller titreşiyordu. Binaların çizgileri, çatıların mahyaları, sırtları yakıcı
renklerle parıldıyordu, ama aynı zamanda bulanıktılar da, sanki tarazlanmış gibi.”
(Patrick Süskind, “Güvercin”, sa:42)
Günyüzüne çıkarmak, çıkmak :
Gerçekleştirmek, ortaya çıkarmak; Gerçekleşmek, ortaya çıkmak
“Üniversitede, ayrıntılarda dolanan ve bitmek bilmeyen kelime oyunlarımızla alay etmek için bize
‘Bizanslılar’ yaftasını yapıştırmışlardı; biz ise maksadı incitmek olan bu nitelemeyi kasıla kasıla benimsemiştik.
Hatta bu adı taşıyan bir ‘kulüp’ kurulması bile söz konusu oldu. Bunu sonu gelnmez bir biçimde tartıştık, öyle ki
‘Bizantizm’imizin kurbanı olan kulüp asla gün yüzüne çıkmadı.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:30-1)
“O sevimli yaratık böyle hiç beklenmedik bir anda belirince, bütün ciddi düşünceler unutulup gitti.
Fabrice artık Bolonya’de derin bir mutluluk ve güvenlik içinde yaşamaya başladı. Yaşamını dolduran her şeyden
bu masum mutlu olma eğilimi düşese yazdığı mektuplarda gün yüzüne çıkıyordu.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:249)
Güpegündüz : Gündüz vakti, gün ışığında
“Bir an için yeni durumumun tadına varıyorum: bekar bir milyoner. Kiminle istersem onunla
güpegündüz dışarı çıkabilirim. Katıldığım partilerde yıllardır davranmadığım gibi davranabilirim..”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:30)
“Buluşmak
Güpegündüz
Uyur gibiyimdir
En aydınlıkta bile sen
Gece gibisindir biraz”
(F.Hüsnü Dağlarca<1914-2008>, “Ötekinde Olmak-İkisi”, sa:153)
“Tabii soygundan sonra büyük gürültü koptu. Para hükümete ait olduğu için orduya çıkışıyor, o beş
askerin ne işe yaradığını soruyordu. Verebildikleri tek cevap, çıplak kum tepeleri arasında güpe gündüz saldırıya
uğrayacaklarını ummamış olmalarıydı.”
(O. Henry, “visk soda”, sa:249)
“DEDİKODU
Kim söylemiş beni
Süheyla’ya vurulmuşum diye?
Kim görmüş, ama kim,
Eleni’yi öptüğümü?
Yüksekkaldırım’da, güpegündüz?
Melahat’i almışım da sonra
Alemdar’a gitmişim, öyle mi?”
(O. Veli Kanık<1914-1950>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:366)
“Yüzüm ve dış görünüşüm, makyaj ve farklı giysilerle öylesine değişikliğe uğramıştı ki, birkaç gün
sonra karşılaşacağım yakın arkadaşlarım, güpegündüz bile tanıyamayacaklardı beni.”
(G.G. Marquez, “Şili’de Gizlice”, sa:13)
“... Konta Talebe Yurdu’nun ‘cesur’ öğrencilerinin sokaklarda kovalaması üzerine bir kereste
deposunda kıstırılan ve polislere küfürler ettikten sonra intihar eden sabıkalı hırsızın dün cesedini teşhis eden
manifaturacı, geçen sene Harbiye’deki dükkanını silah zoruyla güpegündüz gene bu haydutun soyduğunu tesbit
etmişti.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:15)
“Senin anlayacağın, bankada ne tür bir çalışmanın geçer akçe olduğunu öğrenmiştim. Fakat bizim
serviste bankanın güpegündüz dalga geçen ve hiç kimseyi sallamayan bir memuruna hayret etmekten kendimi
alamıyordum. Giyinişinden hali vakti yerinde, hatta zengince bir genç olduğuna şüphe yoktu.”
(C.S. Tarancı, “Gün Eksilmesin Penceremden-Kötülük Yapayım Derken”, sa:147)
Güreşmek : Serbest ya da Greko-Romen stillerde yapılan vücut sporu; Bir problemle bağdaşmak, çözmeye
çalışmak
“Bana gelince, nasıl tepki göstereceğimi bilemedim. Bu teklif karşısında hazırlıksız yakalanmıştım.
Üstüme yüklenen bu kocaman sorumlulukla güreşirken bir iki dakika öylece kalakalmıştım. Fanshawe’un bu iş
için beni seçmiş olmasının akla yatkın hiçbir nedeni yoktu bana kalırsa.”
(P. Auster, “Kilitli Oda”, -New York Üçlemesi 3-, sa:14)
Gür güvence : Güvence, varı yoğu
“... bir tek arkadaşım, arkamı verip oturacağım çınarım sensin bu oba’da. Gürüm güvencem sensin
kardaş. Gürüm güvencem.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Karacaoğlan”, sa:129)
Gürleye gürleye : Çağlayaraktan, kıyamet gibi gürültü çıkararaktan
“Denize dimdik inen iki kayanınn önünden geçer yolun biri,
çarpar durur bu kayalara gürleye gürleye
lacivert gözlü Amphitrite’nin kocaman dalgaları,
Kıranlar denir ölümsüz tanrılar katında bu kayalığa,
aşamadı bir tek kuş bu kayaları şimdiye dek,
Zeus’un tanrı balı taşıyan ürkek güvercinler bile aşamadı.”
(Homeros, “Odysseia”, sa:203)
Güruh : Aşağı sosyal tabaka, serseri gurubu (Argo)
“Ama içeri girer girmez karşılaştığı korkunç görüntüyle beti benzi attı. O büyük alanın her yanı
cesetlerle kaplıydı, cesetlerin arasında sarhoş düşman süvarileri dolaşıyordu. Daha ileride serseri güruhu vaiz
kürsüsünün kenarları altın ve gümüşten parmaklığını topuz darbeleriyle parçalamaktaydı.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:23)
“YERYÜZÜ AYETLERİ
-----------------------------insanlar
düşmüş insanlar güruhu
lanetli cesetlerinin ağırlığı altında
yılgın, yorgun ve şaşkın
gurbetten gurbete koşuyordu
cinayetin acıyan isteği
avuçlarında kabarıyordu”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:79)
“KORO ŞEFİ - Kraliçe yanıbaşımızda düşünceli duruyor, kızlar da biçilmiş otlar gibi sararıp soruyor.
Fakat ben en yaşlıları olduğumdan, kutsal görevim gereği, senin gibi asır görmüş bir ihtiyarla konuşmak gereğini
hissediyorum. Her ne kadar şu güruh seni beyinsizce aşağıladıysa da, sen deneyimlisin, bilgilisin ve bize karşı
iyi niyetler besliyorsun.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:200)
“Aç bilaç, kafa bomboş, bir tahta kanepenin üstüne bıraktık kendimizi. Burası, liman dışında bir gezinti
yeri. Önümde, birtakım serseri güruhu, rüzgara dumanlar savuran kocaman bir kazanın başına birikmiş.”
(P. Istrati, “hayat yollarında”, sa:94)
“ ‘O akşam’ deyip duruyordum. Elverişli bir kısaltmadan başka bir şey değil bu. Tanıştığımız dönemde
sayısız akşam yaşanmıştı; bunlar şimdi belleğimde iç içe geçip tek bir akşam oluşturuyorlar. Bazen bana, o
dönemde sanki sürekli birlikteymişizmiş, aillerimizin yanına arada bir kısa molalar için uğrayan uzun saçlı bir
güruhmuşuz gibi geliyor.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:30)
“Dört üstüpü didikleyicinin ara sıra aşağıdaki güruhtan birine seslenmelerine karşın, tüm dikkatlerini
yaptıkları işe vermiş olan altı balta parlatıcı..... yan tarafa dönüp kaba saba gürültüler çıkartarak baltalarını
tokuşturmanın dışında kendi aralarında bile ne konuşuyor, ne de fısıldaşıyorlardı.”
(H. Melville, “Benito Cereno”, sa:21)
“PARONI - Ne var? Dövüş filan oldu mu?
İKİNCİ YAZAR - Kıyasıya.
BİRİNCİ YAZAR - Köylerden gelmiş sosyalist bir güruh!”
(L. Pirandello, “Üç Kısa oyun-Aptal”, sa:56)
“Onbaşı sövüp sayarak:
‘İnşallah adamlarının hepsi de senin gibi olurlar,’ diye yineleyip duruyordu. ‘Kolları bacakları kırılsın
inşallah hepsinin! Serseri güruhu, n’olacak! Hepiniz Bourbon’lara <Fransada, 16. yy.’da başlayarak 1931’e
kadar sürmüş -Osmanlılar gibi- hanedan sülalesi> satılmışsınız. İmparatora ihanet içindesiniz!’ ”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:72)
Gürül gürül : Çağlaya çağlaya akan, bol sulu, canlı
“Yazı salonuna çıkmadan önce bir şeyler atıştırmak için mutfağa uğradık; çünkü kalktığımızdan beri
ağzımıza hiçbir şey koymamıştık. Bir çanak sıcak süt içer içmez dirildim. Güney yönündeki büyük ocak tıpkı bir
demirci ocağı gibi gürül gürül yanıyor, fırında günün ekmeği pişiyordu.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:178)
“İşe başlamadan önce tanrının kollarını denemek iyi olacaktı. Parmaklarından başlayan ince zincirler
omuzlarına çıkıp arkadan iniyordu. Buradaki adamlar zincirlere asılıp tanrının açık duran ellerini dirsek hizasına
dek kaldırıyor; eller, kesik sarsıntılarla peş peşe birkaç kez kımıldadı. Sonra, çalgılar sustu. Ateş gürül gürül
yanıyordu.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:332)
“CORDELIA (Kendi kendine.) - Ya sen ne söyleyeceksin Cordelia? Sev ve sus.
LEAR - Bu sınırdan şu sınıra kadar olan araziyi, gölgeli ormanları, gürül gürül suları, bereketli ova
ve otlaklarıyla sana veriyoruz. Bütün bu parça sonsuza kadar senin, Albany’nin ve soyunuzun olsun! Ortanca
kızımız ne diyecek bakalım. Cornwall’ın eşi, sevgili Regan, söz senin.
REGAN - Kardeşimle ben aynı hamurdanız, efendim; size olan sevgimin ölçüsü de aynı.”
(W. Shakespeare, “Kral Lear”, sa:14-5)
Gürültü ayyuka çıkmak : Gürültü kametini, şiddetini artırmak; göklere çıkmak
“Birlikte Öğretmenler Odası’na gittik. Burada birbirinden hırçın, müstebit, dedikoducu ve kaçık bir
yığın hocayla tanıştırıldım. Belki, bir yığın denecek kadar gözle görülür bir muallime kalabalığı yoktu ortada; ne
var ki küçük salonda gürültü ayyuka çıkıyordu.”
(S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:179)
Gürültü kıyamet : Son derece rahatsız edici gürültü, ses ve kavga
Bk.: Gürültü patırdı
“İnsanı ürkütecek kadar kısa bir an, ev gerçekten sessiz olurdu; sonra yumuşak, duyulur duyulmaz,
hafiften donuk sözcükler halinde hüküm, karar ağızdan çıkardı. Bundan hemen sonra, gene ipler koparılır,
gürültü kıyamet başlardı.”
(E. Canetti, “Kulaktaki Meşale”, sa:89)
Gürültü koparmak, kopmak, çıkarmak : Çevreyi rahatsız edecek derecede ses çıkarmak, davranışlarda
bulunmak; şamata oluşmak, oluşturmak; gereğinden fazla tepki vermek
“Genç adam her şeyi yadsımıştı; mahkeme, görünümüne de bakarak onun suçsuzluğuna inanabilirdi.
Ama Ruzena hamileydi, bu yüzden delikanlı ona tazminat ödemeye mahkum edilmişti. Bu çaresizlik onu
herkesin diline düşürmüştü. Herkes onun masum olduğunu düşünüyordu, bu kadar gürültü koparılmasının
nedeni de buydu zaten. Viyanalılar, baştan çıkarma ve vaatle kandırma suçlarından mahkum edilecek son
kişinin bu adam olduğunu düşünüyorlardı.”
(E. Canetti, “Kulaktaki Meşale”, sa:170)
“Evin girişinde eşikte bizi bekler bulduk onları. Yüzlerimizdeki sevinci, mutluluğu görünce uşağa işaret
ettiler. Uşak koşup şampanya getirdi. Ben ellerimi sallamaya, karşı koymaya, şamata çıkarmaya başladım. Zoya
bağırdı, zırlayarak ağladı. Büyük bir gürültü koptu, şampanyayı içemediler.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:51)
“Bu sahneyi seyretmiştim, gördüğüm sırada kesinlikle komik bulmamıştım. Ama bir süre sonra, tam da
ağzıma bir lokma attığım sırada kahkaha öyle hızla beynime vurdu ki, lokma boğazıma kaçtı ve büyük bir
gürültü kopardım.”
(R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:61)
“ÖLÜMDEN SONRA
Birçokları sahip çıktı ona, onun için gürültü kopardı,
elbisesini bile istiyenler oldu belki -o garip elbiseyi-------------------------Evet, gürültü koparanlar oldu! Ya o, o ne yapabilirdi?
Çekip aldılar giysilerini, iç çamaşırlarını, paraladılar
kemerini.
Kala kala sıradan, çıplak, ölümlü biri kaldı ortada.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin-kavafis için on iki şiir”, sa:149)
“... tam bu adamda düşlemgücünden bir iz bulunmadığını düşünür dururken, birden sokakta, biraz sonra
da otelin kapısında büyük bir gürültü koptu. Otelde kalan ve zil zurna sarhoş bir durumda getirilen
delikanlılardan biriydi bu.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:85)
“Allaha ısmarladık bayanlar! der demez tabanları kaldırdım. Arkamdan bir gürültü koptu ki,
anlatamam.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:97)
Gürültü patırdı (etmek); Gürültücü patırdıcı (olmak) : Çok gürültü çıkarmak, kavga gürültü yaratmak
“Saat beşte tramvaylar gürültü patırdıyla sökün ettiler. Banliyö stadyumlarından, basamaklara tünemiş,
kapı demirlerine salkım salkım asılmış seyircileri taşıyorlardı.”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:28)
“Böylesi itişip kakışma, gürültü patırdı alışık olduğum bir şey değildi. Bu çocukların her şeyi, ama her
şeyi, fiziksel etkinliklerinde odaklanmıştı; kitaplara ilgi duymuyorlardı, ama spora delicesine düşkündüler.”
(E. Canetti, “Kulaktaki Meşale”, sa:89)
“LOMOF -... Amma evlenmesem de olmayacak... Evvela 35 yaşındayım, nasıl söyleyeyim, oldukça
düşünülecek bir yaş. Saniyen, bana, gürültüsüz patırdısız, düzenli bir hayat lazım... Kalbim sakat, çarpıntım
eksik olmaz...”
(A. Çehov, “Teklif”, sa:14)
“Çamlıca Bahçesi bundan önce şimdiki gibi hüzünlü, ıssız ve sessiz sedasız bir yer değil, gürültülü
patırdılı bir coşkunluk ve fitne dolu bir eğlence yeriydi. Gerçekten de, o yaşlı ağaçlar bir zamanlar gençti; gelip
geçici hevesleri önünde kararsız olan gençler gibi, bunlar da en hafif bir rüzgarla hemen titrerler; coşku ve
umutla ilgili dedikoduya başlarlardı.”
(R.M. Ekrem, “Araba Sevdası”, sa:32)
“Bu ana kadar evdekilere hiçbir şey söylememiştim, ama ne acelesi vardı ve sonuçta, kararım onlar için
hiç de ilginç bir şey olmayacaktı. Başlarından kurtuldum diye sevinmeyeceklerine emindim çünkü onlara askıntı
olan, para isteyen, gürültü patırdı çıkaran biri değildim, ama eksikliğimi hissetmeyeceklerdi herhalde.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:181)
“ ‘Ama yine de bayım’, diyen bir ses duyuldu, gürültü patırdı içinden, ‘bir yandan, insanları alıştıkları
gibi yaşadıkları için kınıyor, bir yandan da, başka türlü yaşayabileceklerini kabul etmiyorsunuz, ayrıca, böyle
yaşamaktan mutlu oldukları için onları eleştiriyorsunuz, ya da bu durum hoşlarına gidiyorsa, öyleyse… kısacası
bayım: Yapmak istediğiniz nedir?’
Ter içindeydim, hayretten ağzım açık kalmıştı; bir çılgın gibi yanıtladım:
‘Ne mi istiyorum? Beyler, şahsen istediğim Batak’ı bitirmek.’ ”
(A. Gide, “Batak”, sa:76)
“MAURIZIO - Yaa, üstelik her şeyin en iyisinden, hem de ucuzundan! Çünkü biz parayı peşin veririz.
LUNARDO - Yaa, kendi evimizde, gürültü patırdı etmeden, dedikoduya olanak vermeden...”
(C. Goldoni, “Yabanlar”, sa:30)
“-Buna olsa olsa incelik ve nezaketimiz, soydan gelme kültürümüz engel olur, dedi. Pittsburg’lu
milyonerler gurursuz, büyüklenmeleri olmayan, sıradan, eli açık insanlardır. Tavir ve davranışlarında kaba ve
nezaketsizdirler. Gürültücü, patırdıcı oldukları gibi yontulmamışlardır. Kaba saba davranışlarının arkasında bir
hayli nezaketsizlik ve saygısızlık gizlidir.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:96)
“Gece serinlemişti, sevinç içinde evin yolunu tuttum. Yol uzundu. Sağda solda gürültü patırdıyla ve
yalpalayarak evine dönen öğrenciler görülüyordu. Onların komik neşeleriyle benim yalnız yaşamam arasındaki
karşıtlığı sık sık hissetmiştim, çoğunlukla bir yoksunluk duygusunun eşliğinde, hatta biraz da alayla.”
(H. Hesse, “Demian”, sa:175)
“Gürültü patırdının sonu gelmiyordu. Dadılar çocukları kollarının altına kıstırıp evden fırlıyor, hastalar
gecelik giysileriyle yataktan çıkıp umutla koşturuyordu.”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:123)
“Benim hastane yıllarımda, yani 1940’lar ve erken 1950’lerde, akıl hastalarının tedavisinde gerçek bir
ilerleme yoktu. Olay; kadın ya da erkek bir hastanın hastaneye kabulü ve onun genellikle kabul edilebilecek bir
davranış sergilemesinden ibaretti. Otoriteler, günü ciddi bir gürültü patırdı çıkmaksızın geçirmekten başka bir
şey istemiyordu.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:50)
“O arada uzun dakikalar boyunca bayağı bir gürültü patırdı yaşandı, sonunda ben konuyu şöyle
bağladım:
‘Şu ana dek, hikayemi bilenler sadece anneannem ve dedem, yaşlı mürebbiyem, avukatım ve
bankacıydı; onların da hepsi öldü. Bunu bugüne kadar hiç anlatmamıştım. Bu ilk seferdi ve son sefer olacak.’ ”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:394)
“... felaketin olduğu anda Santiago Nasar’ın düşünde, ormanda gördüğü yağmura benzeyen incecikten
bir yağmur yağıyordu. Ben, Maria-Alexandrina Cervantes’in papalık cemaatının onuruna düzenlenen gürültülü
patırtılı eğlencelerin etkisinden daha yeni yeni kurtulmuş, çanların alarm çaldığını duyunca da bir gözümü
açmıştım. Bu çanların piskoposun onuruna çaldığı inancındaydım.”
(G.G. Marquez, “Kırmızı Pazartesi”, sa:10)
“ ‘Evet, bence yapılması gereken şey budur!’ dedi Ömer. ‘Sıradan şeylere, sıradan bir hayata her zaman
karşı koymalı. Ama bu yetmez. Gürültü patırdı etmeli. Her şeyi ele geçirmeli...’ ”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:131)
“Ayakkabılarımın giydirilmesine, burnuma ilaç damlatılmasına, yıkanmama ve ovuşturularak
kurulanmama, giydirilme ve soyunmama, süslenmeme ve okşanmama uslu boyun eğiyordum; uslu numarası
yapmak kadar hiçbir şey hoşuma gitmiyordu. Hiç ağlamıyordum, pek az gülüyordum, gürültü patırdı
yapmıyordum...”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:21)
“Markiz’in içi rahatlayınca Marki en sonunda söze başlayabildi. Tüm bu patırdı-gürültü yüzünden biraz
da öfkelenmişti:
-Evet oğlum, dedi, şunu iyice öğrendim: Tazminat için yasa önerisi yapılacak. 420 oy üzerine de
güvenilir 319 oyumuz var. Annenin yitirdiği malın-mülkün değerini altı milyondan yukarı biçiyorum ben.”
(Stendhal, “Armance”, sa:30)
“Oturuma başkanlık eden Collot d’Herbois, gelişmeleri yönlendirirken, milletvekilleri Robespierre’e
karşı haykırmaktadırlar: ‘Kahrolsun zalim!’. Robespierre, kendini savunmak için boş yere çırpınır durur; söz
isteği reddedilir hep; gürültü-patırdı içinde, sert azarlama ve eleştirileri duyulur-duyulmaz haldedir. Özetle, bir
hay huydur gider.”
(S. Tanilli, “Fransız Devrimi’nden Portreler”, sa:105)
“Yaşlı kadın susuyordu. Gördüklerine inanamıyordu. Antao, onu odanın dışına çıkarıp kucakladı, çünkü
kadıncağız minnettarlığını belirtmek istiyor, yapamıyordu.
-Hoşça kalın, nine. Aziz Yahya’ya havai fişek adadığını sakın unutmayın, onu sizden alacaktır. Gürültü
patırdı hoşuna gider onun. Yakında görüşürüz.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:56)
“O Almanya ki yollar, telgraflar, gürültü patırdı içinde şıngır mıngırdır, sonra dünyaya yılda kırkbin
kitap veren, yüz üniversitede her gün problemler arayan, yüz tiyatroda her gün trajedi oynanan ama yine de orta
yerinde, en iç merkezlerdeki bu en güçlü düşünce dramından habersiz, aslında hastalık derecesinde meraklı bir
kültürde.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, “Nietzsche’, Cilt:I, sa:74)
Gürültüye getirmek : Bir karışıklığa getirip işin ya da eylemin yönünü değiştirmek
“İşin ucunda Şeytan Adası’nı boylamak bize yazılı! Aman Abdullah! Elden çıkıyorsun oğlum .
Gürültüye getiriyorlar.‘Valla, sümme bila iftiradır. Tahsin Paşa babacığım... Ayaklarını öpeyim!’ diye
haykırdım.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:111)
Gürültüye gitmek : Bir kargaşa sırasında yolunu, izini, gayesini kaybetmek; Kurunun yanında yaş da yanmak;
Hayatını vermek
“‘... Furdun furdun, furamadın mu yandın. Bir atarsın. İkinciyi atamazsın. Bu tektüfeğin doldurması
uzun iş. Atıp birini furur da birini furamazsan, gittin gürültüye. Diri kalan, bir kudurgun canavar olup yir adamı.’
”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:141)
“-Anarşist olan erkek kardeşim José’dir, dedi Juan. Artık burada olmadığını pekala biliyorsunuz. Ben
hiç bir partiden değilim , hiç siyasetle uğraşmadım.
Yanıt vermediler. Juan yine:
-Ben bir şey yapmadım. Başkaları uğruna gürültüye gitmek istemiyorum, dedi.”
(J. –P. Sartre, “Duvar”, sa:14)
Gürültüye pabuç bırakmamak : Kolay kolay teslim olmamak, cesur ve soğukkanlı olmak
“Deborah sonuncu aldatmayı o denli uzun bir süredir bekliyordu ki, gelişiyle rahatlamıştı neredeyse.
Doktorun bürosuna gitmeden önce, Koro, tanrılar ve Yr’de başka kim varsa Yr’nın ufkuna doluşmuşlardı. ‘Bu
kez gürültüye pabuç bırakmayacağım,’ demişti onlara, ‘bu kez değil. Cesur ve yardımcı olmayacağım. Oyunlara
paydos. Oyun arkadaşlığına paydos. Bu oyuna katılıp sanki ne olduğunu bilmediğim bir şeymiş gibi bu ölüme
gitmeyeceğim.”
(J. Greenberg, “Ben Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:146)
“Sen kimsin be adam? Çekil önümden! dedim.
Fakat karşımdaki, gürültüye pabuç bırakanlardan olmadığını göstermek için kolumdan yakaladı.
Üstüme başıma baktıktan sonra:
-Seni serseri seni! Dün akşam şu köşedeki evi soyan hırsız sen değil misin? dedi.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:126)
Gürültüyü kesmek : Ses ya da bir takım alet edavat kullanarak oluşturulan gürültüyü azaltmak ya da
durdurmak
“Sonunda sınavı yapacak öğretmen girdi salona, gürültüyü kesmelerini söyleyerek Latince sınavı için
bir metin dikte ettirdi, metni kolay bulan Hans da rahat bir nefes aldı. Hemen kolları sıvayıp adeta güle oynaya
bir müsvedde hazırladı, sonra müsveddeyi özen ve dikkatle temize çekerek götürüp teslim etti.”
(H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:22)
Güveni sarsılmak : Kendine olan özgüveninden şüphe etmek, güvenemez olmak
“Georg’un kendine olan güveni sarsılmaya başlamıştı. Sözü edilen kitapların onda birini bile
tanımıyordu. Kendisini ezen bu bilimden nefret ediyordu.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:509)
“Başını dik tutmak, pembeleşmiş, mavisi solmuş gözlerini açabilmek için kendini zorluyordu. Sonra
güveni sarsılır gibi oldu, gönül alıcı bir sesle ilave etti...”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:185)
Güvercinlik : Evcil güvercinlerin yetişirilmesi için eskiden saraylarda (ya da evlerde, konaklarda) buna
mahsus hazırlanmış kutu kutuluk yerler
“Yabancıyı yanından hiç ayırmadı fakat onunla asla yalnız kalmamaya çok özen gösterdi. Saltanat
yarışçılarını teftiş etmek için yabancıyla birlikte güvercinlikleri ziyaret etti, ışıltılı gölün kıyısına inerken saltanat
tahtırevanının yanında, saltanat şemsiyecisinin peşi sıra yürümesine icazet verdi.”
(S. Rushdie, “Floransa Büyücüsü”, sa:100)
Güverte paçavrası : Sürekli iş tutmayan, cebinde parası dibe vurdukça güvertelerde şurda burda yatarak
macera peşinde koşan gemi işçisi
(Argo)
“ ‘Ne zaman tekrar denize gidiyor?’
‘Günlük parası harcanınca sanırım,’ diye cevapladı. ‘Dün, San Francisco’ya bir gemiye bakmaya
gitmişti. Ama şimdilik parası var ve anlaşacağı geminin tütü konusunda titiz.’
‘Hava atmak onun gibi bir güverte paçavrası için değil,’ Mr. Higginbotham homurdandı. ‘Titiz! O!’
‘Gömülü hazine aramak için uzak, garip bir yere yelken açmaya hazırlanan bir yelkenliden
sözediyordu, eğer parası bitse onunla giderdi.’ ”
(J. London, “Martin Eden”, sa:40)
Güvey; Güvey girmek : Damat; Evlenen çiftin erkek olanı; Evlenme töreni
“ANNEMİN DÜĞÜNÜ
Ama güvey bir gün elbet gelecek
ve üç kişi olacağız bu evde.
Klarnetler hafiften inleyecek
ve bir sükut hükmedecek kalplerde.
Anam göz ucuyla bakacak ona.
Zamanla sağlıktan söz edilecek.”
(Boris Hristov<d.1945>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.02.08)
“Bugün işte Çarşamba olduğu için, gelin tarafı çalgılarla Eğrikapı’daki Hançerli hamama gidecek.
Onun için, yüzden fazla kadın, çoluk çocuk, en şık elbiseleriyle kapıların önünde alayın kalkmasını bekliyorlar.
İşte hamam alayının önünde çalacak çalgı takımı da, kadınlı erkekli, tam on bir kişi olarak <Gariptir. Batıdaki
mahkeme jürisi gibi... İ.E.> Sulukule’den geldiler, Loncalılardan hiç bir çalgıcı bu alayın önünde çalmayacak,
onlar, hamamda kendi aralarında çalıp söyleyeceklermiş............Arabacılar hamamının önünden geçen caddenin
iki tarafındaki evlerin pencerelerinden, alayın üzerine çiçekler, lavantalar, kolonyalar serpiliyor, eller çırpılıyor.
Biz, Reha Beyle birlikte, oranın en kibar kahvesinin önündeki peykelerin <kahve binasına bitişik ahşap sedir>
üstüne çıkmış, bu hamam alayını seyrederken, yarın gece güvey girecek olan çok yakışıklı ve esmer güzel
delikanlı yanımıza gelip,
-Öpeyim bey baba, diye Reha Beyin ellerini öpüyor ve bana yerden kandilli bir temenna ederek elimi
sıkıyor.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:201-2)
Güvey kapamak : Eski İstanbul Yangın Tulumbacılarının, bir güveyi, yatsı namazından sonra, camiden alıp
alayla gerdeğe gireceği evin kapısına bırakma törenleri
Bk.: Gerdeğe girmek
“Vasıf Hoca anlatıyor:
‘Tulumbacıların kendilerine mahsus <özgü> adetlerinden biri de Güvey Kapamak vardı, başka
düğünlerde görülmez: Camii şerifte yatsı namazı kılındıktan sonra güvey olan tulumbacı camiden çıkmada azıcık
gecikir. Cami kapusu önünde toplu olarak delikanlıyı beklerler, büyükçe bir kalaylı sini <tepsi> veya aşute
tablasını mumlarla donatarak, en önde sandık feneri;
‘Arayı arayı buldum belayı
Sen de seyreyle efendim bu edayı!’
nakaratı ile arkadaşlarını, gerdeğe gireceği evin kapusuna getirirlerdi. Kapudan içeri girerken güvey delikanlıyı
kıyasıya yumruklamak şart, (halen dahi, bazı Anadolu köy düğünlerinde, sadıçlar <yakın dost, arkadaş> güveyi
eve getirdiklerinde, aynı yumruklamayı yaparlar! İ.E.) etrafını sarmış olan arkadaş çenberinden yumruk yemeden
sıyrılıp kaçmak da hünerdi. İmam, kapu önünde duasını yapıp da tam döneceği sırada damat, kaşla göz arasında
ayağından kunduralarını fırlatır, kapudan içeri dalardı; dalabildi mi:
-Bu oğlan karı dolabına girmez, aşk olsun’... denilirdi. Merdivenleri de üçer üçer atlayarak çıkmak
şarttı.”
(R.E. Koçu, “İstanbul Tulumbacıları”i sa:87-8)
Güvey tıraşı : Eski İstanbulda, ‘gelin hamamı’na karşılık güvey-damat ve arkadaşlarının hep birlikte
yaptıkları sosyal ritüel: Berbere gidip damat tıraşı olmak
“Bu gece, yatsıdan sonra buradaki berber masasının önünde güvey ile arkadaşları tıraş olacaklar... Onun
için kahvenin bir kenarındaki berber masası ile aynası ve takımları pırıl pırıl yanıyor. Kahvenin önünde yüz elli
mumluk koskoca bir lüks lambası... İçinde ayrıca büyük çapta dört beş petrol lambası... Her masanın üstünde
rengarenk fanuslu başka lambalar ve rengarenk mumlar.
Kahvenin bir köşesinde sekiz kişilik bir incesaz takımı durmadan çalıyor. Bu gibi büyük düğünlerde
güveyi tıraş eden, Balat’ın en meşhur berberlerinden berber Tayyar ile kalfaları hep tertemiz, bembeyaz
giyinmişler, boyuna ellerindeki yepyeni usturaları kılağlıyorlar <Kılavlamak: kesici alet ve araçları, daha keskin
bir hale getirmek>. Bir tarafta saçı <bahşiş, hediye> tepsileri...... Güvey, tıraş sandalyesine oturunca, berber
Tayyar, berberlerin piri Selman Pak’ın ruhuna bir fatiha okuyup, başlıyor güveyin saçlarında makası
şakırdatmaya... Kalfalar da güveyin arkadaşlarını tıraşa koyuluyor. Ötede saz, durmadan en hoş havaları çalıyor.
Böylece tıraş biter bitmez, güvey hemen kalkıp o bahşiş tepsilerinin içine avuçlar dolusu bahşişlerini
atıyor. Tabii, arkasından bütün arkadaşları, ki bunlar en aşağı yirmi yirmi beş kişidir; onlar da tıraştan sonra
güveyi taklit ederek her iki tepsiye ikişer, üçer hatta dörder, beşer mecidiye bahşiş fırlatıyorlar..... Tayyar, bir
aralık Reha Beyin kulağına eğilip diyor ki:
-Ah, bey babacığım, nerede o eski düğünler; gecede elli, altmış lira toplardık. Şimdi ise görüyorsun,
topu topu, on beş oski’nin <lira, papel> içindeyiz.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:203-5)
Güz : Sonbahar
“Andronikos, ayrılığın, güzün gönül üzgünlüğü içinde iniyor yeniden çakıllığa. Leyleklerin gidişi,
leylek köpeklerin davranışı, tembel, kim bilir, belki de isteksiz, baskıdan hoşlanmayan leyleklerin son atılışı,
yarın düşüneceği şeyler olmalı. Aklını şimdi temizlemeğe, arındırmağa, imgelerin arılığından başka bir bezeğe,
süse aldırış etmemeğe çalışıyor.”
(Bilge Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:54)
Güzel; Güzel bir ...; Güzelce; Güzelim : Beğenilecek, başarı sayılabilecek bir nitelikte olmak; Çok miktarda,
çokcana; Eşi ya da sevgilisine söylenebilecek beyeni ve sevgi sözcüğü
“ ‘Allah kahretsin, her kuruşun önemi var güzelim! pazar günleri koşmuyorlar. Callente’ye gidebilirim
ama yüzde yirmi beş kesinti ve yol varken kazanmak imkansız, bu gece iyice kafayı çekip yarın bu boktan işi
kıvırabilirim. birkaç kuruş ekstra çok işimize yarayabilir.’ ”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:78)
Bu kitaplarda milyonlar yatıyordu, birine bu servetten pay vermekten mutluluk duyacaktı. Grob’un
sermayeye gereksinimi vardı. Therese onun iyi bir iş adamı olduğunu biliyordu. Bu güzelim paraların üzerine
yatıp uyuyacak kadınlardan değildi o. Şimdi bu paranın ona ne yararı vardı?”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:311)
“Devedikeni
-------------Yeşermeyecekti yeniden
Develer
Şu güzelim develer
Olmasa”
(F.Hüsnü Dağlarca<1914-2008>, “Ötekinde olmak”, sa:62)
“Ne yapmak niyetinde olduğumu gayet iyi biliyordu herhalde; tüfeğimi doldurup doldurmadığımı da
bunun için sormuştu zaten. Bugün bile kibrinden vazgeçmemiş, onsuz olamamıştı; güzelce süslenmiş, yeni bir
gömlek giymişti; halinde tavrında bir azamet, bir çalımdır gidiyordu.”
(K. Hamsun, “Pan”, sa:181)
“Derken gördüğü bir düş uyardı kendisini. Akşamı Kamala’nın yanında, onun güzelim koruluğunda
geçirmişti.”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:96)
“Vosges bölgesindeki Çingenelerden bir kadın, bana şöyle diyordu:
-Sizinkiler öyle aptal şeyler ki, kafese koymak işten bile değil. Geçen gün sokakta gidiyordum, bir
köylü kadın seslendi. Girdim evden içeri. Sobası tütüyormuş, büyü yapmalıymışım da iyi çeksinmiş. Ben önce
kendime şöyle güzel bir parça domuz sucuğu getirtiyorum. Sonra, başlıyorum kendi dilimde mırıldanmaya.
‘Aptalsın sen... Aptal doğmuşsun, aptal öleceksin!’ diyorum.”
(P. Mérimée, “Carmen”, sa:131)
Güzellikle (istemek, sormak) : Sulh yoluyla, zorlamadan
“Herif dolandırdıysa dolandırdı. Helal olsun. Beni dolandırmadı ya. İtoğlu itler... dünya kadar para
kazanıyorlar. Güzellikle istesen vermezler. Metazori olmaz. Eee...’ ”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:7)
... güzel mi? güzel mi güzel!: (Anan, bacın?) Bir kimsenin, güzellik yargısıyla hiç ilgisi olmayan başka bir
konu tartışılırken, örneğin bir metayı ya da alışverişi değerlendirmede, bir tarafın verdiği fiyat, karşı tarafın
beklendiğinden çok aşağılarda olursa, bir ‘hayret nidası, olumsuzluk ve tenkit’ tepkisi olarak o kimseye söylenen
sözcük: ‘Senin anan (bacın) güzel mi?’Çok çok güzel
“GUGUK
----------Ben zengin değilim dedi hayalet silkeleyip sigaranın
küllerini zengin değilim
Ama yüz frankına bahse girerim ki
Çok uzağa gidecek koşmayı sürdürürse.
Boş her şey boş dedi kuzgun.
Bacın güzel mi? diye sordu kediler.
Bacımın güzel mücevherleri, güzel örümcekleri var
Gece şatosunda.”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:139)
“Gözlerimi açar açmaz hafif bir baş dönmesiyle yatakta doğrulup oturuyor, sakına sakına yaptığım
birkaç egzersizle uyuşmuş bacaklarımı yeniden devingen duruma sokuyorum. Sonra yataktan çıkıp ayaklarımın
üzerinde dikiliyor, sırtıma ropdöşambrımı geçirip loş ve suskun koridordan usul usul geçerek asansöre
geliyorum; asansör beni alıp bütün katları bir bir indiriyor aşağı, banyo kabinlerinin bulunduğu bodruma götürüp
bırakıyor. Burası güzel mi güzel bir yer.”
(H. Hesse, “Kaplıcada Bir Konuk”, sa:31)
Gynaekeioi :
(YUN.) <cayne’keyoi> :
Kadınsı, kadınca, kadına özgü
“Yolculuk esnasında Rahip Williams’ın bazan onun bir çayırlığın kıyısında, bir ormanın eteğinde durup
bir bitki (sanırım hep aynı) topladığını saklamayacağım; sonra dalgın bir bakışla onu çiğnemeye koyulurdu.
Birazını alıkoyar, büyük gerilim anlarında yerdi. Bir kes, ona bunun ne olduğunu sorduğumda, gülümseyerek iyi
bir Hıristiyanın bazan imansızlardan da bir şey öğrenebileceğini söyledi; tadına bakmama izin vermesini
isteyince de, tıpkı konuşmalar için olduğu gibi, basit insanlar için, paidikoi <çocuksu, çocuğa özgü>, ephebioki
<gençlere ilişkin>ve gynaekeioi söz konusu olduğunu, böylece yaşlı bir Fransisken’e iyi gelen otların, genç bir
Benedikten’e iyi gelmeyeceğini söyledi.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:29)
gyve : (İNG:,EDEB.,KOLL.) <cay’v> -genellikle çoğul-, Poetry-şiir’de çok kullanılır; ayak zinciri, bukağı,
palanga; palangaya vurmak
-Tüm Hakları Saklıdır-

Benzer belgeler

Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim

Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim Nah kafa : Aptal, sende hiç kafa yok, akılsız herif (Çoğu kez kişi kendi için de söyler ve sağ elinin ikinci ve üçüncü parmaklarını bükerek sağ şakağına vurur) “Şimdi aceleye hiç gerek yok. Dünya y...

Detaylı

Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim

Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim “Askeri rahiplerin en iyisi olan Otto Katz, yahudiydi. Ama bunda hiçbir tuhaflık olmadığını belirtmek gerekir. Başpiskopos Kohn da bir Yahudi’ydi; üstelik, Machar’ın çok yakın arkadaşıydı.” (Y. Ha...

Detaylı