ELMALI`DA KİŞİLİK OLUŞUMU ve NEFSİN TERBİYESİ

Transkript

ELMALI`DA KİŞİLİK OLUŞUMU ve NEFSİN TERBİYESİ
ELMALI’DA
KİŞİLİK OLUŞUMU ve NEFSİN TERBİYESİ
Editör:
Prof. Dr. Ahmet ÖGKE
Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
Editör: Prof. Dr. Ahmet ÖGKE

ISBN: 978-605-86661-1-5

İç Düzen
Ahmet ÖGKE

Baskı & Cilt
Yazar Ofset Matbaacılık Ltd. Şti.
Muratpaşa Mh. 571. Sk. No: 4/A – ANTALYA
0242.242 40 40

İletişim
Akdeniz Kültür ve İletişim Kulübü Derneği
Tarım Mah. Perge Cad. Gündoğdu Sitesi
Perge Apt. Kat: 3 Dâire: 10 – ANTALYA
0242 312 10 03
[email protected]
www.akik.org.tr

Antalya, 2013
Kitapta yayınlanan yazıların her türlü hukukî ve ilmî sorumluluğu yazarlarına âittir.
İÇİNDEKİLER
Önsöz.....................................................................................................................5
GİRİŞ
Nefsin Terbiyesi / Muhammet Bâkır MUTLU................................................... 11
BİRİNCİ BÖLÜM
İSLÂM’IN KİŞİLİK İNŞÂ METODU
Kur’an ve Sünnet’te Olumlu Şahsiyet Özellikleri/Yrd. Doç. Dr. Yasin PİŞGİN . 17
Elmalılı M. Hamdi Yazır’da Kişilik Oluşumu / Mehmet Murat ÇEKMEN ....... 33
“Sohbet Canı Semirtir” –Rûhun Gıdalandığı Sohbet– /
Sadık YALSIZUÇANLAR ...................................................................... 49
İKİNCİ BÖLÜM
KİŞİLİK OLUŞUMU ve BESLENME
Kişilik Oluşumu –Modern Psikolojinin Erenlerden Öğrenebileceklerine Dair– /
Prof. Dr. Hayrettin KARA ...................................................................... 59
İslâm’da Beslenme ve Şahsiyet İlişkisi / Yrd. Doç. Dr. Yasin PİŞGİN................. 69
Katkı Maddelerinin İnsan Kişiliği Üzerindeki Etkileri /
Prof. Dr. Fatih GÜLTEKİN .................................................................... 83
Sağlıklı Beslenme ve Kişilik Oluşumu Üzerindeki Etkileri / Dr. Suat YILMAZ. 101
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
ELMALI ERENLERİNDE NEFSİN TERBİYESİ
ve KİŞİLİK OLUŞUMU
Tasavvufta Şahsiyet Eğitimi / Prof. Dr. Şakir GÖZÜTOK ................................ 129
Tekke Mutfağında Nefs Terbiyesi / Doç. Dr. Sâfi ARPAGUŞ ........................... 145
Kaygusuz Abdal’da Nefsin Terbiyesi ve Kişilik Oluşumunda Sofra Tercümanları
–Gülbankları / Doç. Dr. Ömer Faruk TEBER ....................................... 169
Elmalı Erenlerinde Nefsin Terbiyesi ve Kişilik Oluşumu /
Prof. Dr. Rifat OKUDAN...................................................................... 179
SONUÇ
Tasavvufta Mürid – Mürşid İlişkisi / Cemalnur SARGUT .............................. 207
ÖNSÖZ:
ELMALI’DA CAN BULMAK
Şehr-i Elmalı, kendisini tanıyana can veren, umut aşılayan, aşk mayalayan, irfânı tattıran bir âb-ı hayâtı içinde barındırır sanki. Havasını bir kez
teneffüs eden, suyundan bir yudum içen, ekmeğinden bir lokma yiyen,
âriflerini bir nebze tanıyan kişiyi gizemli bir bağla kendine meftûn eden
mâneviyatlı bir şehirdir Elmalı. Bir gelen, bir daha gelmek için can atar.
Gelemeyenin ise her dâim gözünde tüter Elmalı. Bu topraklara yolu düşmüş
nice insan, nice ârif, bu duyguları yaşamıştır hep.
Tıpkı, Elmalı irfan ocağının önderi Vâhib Ümmî’nin halîfelerinden
Mazhar Efendi tarafından yetiştirilen Kulalı Seyyid Mustafa Nüzûlî (ö.
1744) gibi. Bir süre Elmalı’da konaklayan, bu zaman zarfında Ümmî Sinan’ın oğlu Süleyman Hakîrî’den feyz alan ve daha sonra hilâfetle Kula’ya
gönderilen Nüzûlî, bakınız, Elmalı’dan ayrıldıktan sonra bir şiirinde Elmalı’ya olan özlemini nasıl dile getirmiş:
Be yârenler, neyliyeyim n’ideyim1
Yine Elmalı’yı özledi bu cân
Mevlâm yol verirse yine gideyim
Cennet-i âlâya benzer o mekân
Akar suyu Kevser şarâbı gibi
Kokusu var cennet türâbı gibi
Ümmî Sinân gibi, Vehhâbî gibi
Ne azizler zuhûr etti bir zaman
Kişi varıp ol diyârda kalıcak
Kamu dertlerine derman bulıcak
Vehhâb Efendi demiş: Yaz olıcak
Elmalı gûyâ ki cennettir heman
Bizim diyârımız kande, o kande
Biricik varıp görür müydün sen de
İllâ bir azîze duş olduk anda
Vasf-ı medhinde âcizdir bu zebân
Evet, Nuzûlî Elmalı’da can bulmuştur; aşkı ve irfânı burada zevk etmiştir; burada adam olmuştur. Bize düşen ise, bu toprakları mayalayan, bu coğrafyaya hayat veren, can katan değerleri bulup ortaya çıkarmak, anlamaya ve
1
Mustafa Tatcı – Cemal Kurnaz, Elmalılı Ümmî Sinân, Ankara, 1998, ss. IX-X.
6 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
anlatmaya çalışmak, yaşamaya ve yaşatmaya gayret etmek. Bu vesîleyle de
istidat ve kabiliyetlerimiz ölçüsünce ne kadar nasiplenebilirsek o kârdır. Herkes, kabına göre, kalıbına göre, kalbine göre alacağını alır inşallah.
Bu duygu ve düşüncelerle, gönül sahibi Elmalı âşıkı dostlarla çıkılan
yolculukta, Sinân-ı Ümmî’yi Anma Etkinlikleri’nin 8.sini idrak ediyoruz bu
yıl. Bu etkinlik, aynı zamanda Elmalı’nın Canları İrfan ve Sevgi Sempozyumlarının da 5.sini oluşturuyor. Ana tema olarak “Kişilik Oluşumu ve
Nefsin Terbiyesi” konusunu seçtiğimiz bu yılki sempozyumda, alt bir fikir
olarak da Tasavvufta nefsin terbiyesi için önemli unsurlardan biri olan “alınan gıdaların ve beslenmenin kişilik oluşumu ve nefsin terbiyesindeki rolü”nü de öne çıkarmayı plânladık.
Bu bağlamda sempozyumun açılış bildirisi ile birinci oturumunda, Tasavvufun öngördüğü “açlık disiplini”nin kişilik oluşumunda ve nefsin
terbiyesinde ne gibi maddî ve mânevî kazanımlar sağladığı, rûhun temel bir
gıdâsı olan sohbetin canı nasıl semirttiği, Kur’an ve Sünnet’in kişilik inşâ
metodları ve Elmalılı M. Hamdi Yazır’da kişilik oluşumu üzerinde duruldu.
“Kişilik oluşumu” kavramının fikrî altyapısının ve beslenme ile ilişkisinin
irdeleneceği ikinci oturumda, sağlıklı beslenme ve katkı maddelerinin kişilik
oluşumu üzerindeki etkileri ele alındı. Tasavvufta şahsiyet eğitimi, tekke
mutfağında nefs terbiyesi ve Elmalı erenlerinde nefsin terbiyesi ve kişilik
oluşumu konularının işlendiği üçüncü oturumdan sonra da Tasavvufta
mürid–mürşid ilişkisi anlatıldı.
Görüldüğü üzere sempozyum konularımız çok nitelikli ve derinlikli.
Aynı derecede de gerçekten konusunda uzman bilim insanlarınca sunuldu.
Ayrıca bu yılki Söyleşi ve İmza köşemizde, Dr. Ahmet Ögke ile birlikte 7 yılı
aşkın bir süredir üzerinde büyük bir titizlikle çalıştığı ve yakında basımı
gerçekleşen Vâhib-i Ümmî Dîvânı’nı yayına hazırlayan Yrd. Doç. Dr. Mustafa Tatcı Hocamız kitabın tanıtım ve imzasını gerçekleştirdi. Bu oturumun
başkanlığında ise çok değerli bir senarist, film yapımcısı ve yönetmen Semih
Kaplanoğlu konuğumuz oldu; Niyâzî-i Mısrî ve Elmalı’yı da içine alan çok
önemli projeler konusunda bizlere ümit verdi.Sempozyumun sonunda her yıl
gelenekselleşen Tasavvuf mûsikîsi konserini, Elmalı Ömer Paşa Câmii
İmam–Hatibi kadim dostum sayın Mehmet Koşuk yönetimindeki Sinân-ı
Ümmî Tasavvuf Mûsikîsi Topluluğu büyük bir coşku ve katılımla icrâ etti.
Başta Akdeniz Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dekanımız Prof. Dr. Ahmet Yaman olmak üzere, Uşak’tan misafirimiz olan gönül insanı Muhammed Bâkır Mutlu, Uşak Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Sait Çelik, Rektör
Önsöz / A. Ögke •
7
Yardımcısı Prof. Dr. Sayın Dalkıran, değerli gönül insanı Cemalnur Sargut,
Semih Kaplanoğlu, günümüzün en hâzık psikiyatrlarından gönül sahibi
dostumuz Prof. Dr. Hayrettin Kara, Elmalı’nın Canları için sağlığını / adeta
canını ortaya koymuş olan saygıdeğer Hocam Yrd. Doç. Dr. Mustafa Tatcı,
hepsi birbirinden kıymetli hocalarım Prof. Dr. Fatih Gültekin, Doç. Dr.
Şakir Gözütok, Doç. Dr. Sâfi Arpaguş, Doç. Dr. Ömer Faruk Teber, Doç.
Dr. Rifat Okudan, Yrd. Doç. Dr. Yasin Pişgin, Dr. Suat Yılmaz, Mehmet
Koşuk ve Elmalı’nın Canları sempozyumları vesîlesiyle kendisini daha yakından tanıdığımız sâdık dostumuz Sadık Yalsızuçanlar’a sonsuz teşekkürler. Elmalı’ya atandığı günden beri tam bir Elmalı gönüllüsü olduğunu çeşitli vesîlelerle kanıtlayan Kaymakamımız Mehmet Murat Çekmen’e ise ayrıca teşekkür ederiz. Verdikleri maddî ve mânevî desteklerle gücümüze güç,
aşkımıza şevk kattılar; sağ olsunlar, var olsunlar.
Dr. Mehmet Karakayalı, Abdullah Aykut, Süleyman Aykut, Salih
Türkiş, Mehmet Taş, Fatih Şahin, Sadık Sarıkaya gibi düzenleme kurulunda
ismi geçen ve geçmeyen arkadaşlarımızın da büyük emekleri var. Bu işin
görünmeyen kahramanları, bu organizasyonun işçiliğini yapan, karşılıksız
çalışan emektarları diyebileceğimiz bu insanların hakkını ne yapsak ödeyemeyiz. Yıllardır bu programın, her yıl bir öncekinden daha nitelikli ve daha
verimli geçmesi için çabalayan Elmalı’nın yüce gönüllü kahramanlarına da
Allah râzı olsun diyoruz. Ayrıca elinizdeki Elmalı Bülten’in şekil ve muhteva açısından her yıl daha nitelikli çıkması için çalışan bir ekip de var. Onlara
da gönülden teşekkürlerimizi iletiyoruz.
Elmalılı Ümmî Sinân’ın da dediği gibi:
Eyâ cânlar içinde cân fedâdır yoluna cân baş2
Be-hakk-ı âyet-i Kur’ân fedâdır yoluna cân baş
diyerek yola çıkan ve canla başla çalışan herkes, bu yolda can bulur; cânını
ve cânânını bulur.
“Elmalı’da can bulmak” bu olsa gerek.
Prof. Dr. Ahmet ÖGKE
Antalya
2
Azmi Bilgin, Ümmî Sinan Dîvânı, İstanbul 2000, ss. 106-108.
GİRİŞ
Nefsin Terbiyesi
Muhammet Bâkır MUTLU
es-Selâmü Aleyküm,
Yüce Allah’ın “Selâm” ism-i şerîfinin en güzel tecellîleri sizlerin
ve bizlerin üzerinize olsun inşallah.
Bu kadar muhterem insan, bu kadar muhterem hocalarım içinde
açılış bildirisini sunmak bendenize nasip oldu. Öncelikle hepinize
şükranlarımı sunarım.
Ben bir akademisyen değilim. Üslûbum sizlere uygun gelmeyebilir. Sürç-i lisân edersek peşînen affola…
Konuşacağım konular, bahsedeceğim şeyler çok uzun olmayacak. Bundaki amaç, bundan sonra sempozyumun bundan sonraki
anlatılacak konularına kısa kısa değinerek çağrışım yapmak, sempozyumun girişinde bir ön hazırlığı tamamlayarak hocalarımızı daha
verimli dinlemenizi sağlamak.
Bahsetmek istediğim ilk konu, mâlum, sempozyumun tamamında insan-ı kâmil eğitiminde kullanılan metodlardan birisi olan
riyâzet. Yani hepimizin bildiği: az yemek, az konuşmak, az uyumak.
Az yemek nasıl bir ölçüdür? Sadece belli kısımlara değinerek geçeceğim. Bir kere riyâzet, her şeyden önce genel değildir. Tasavvuf
yolunda kullanılan metodlardan, bir mürşid-i kâmile insitap etmiş
kişilerin daha yoğun kullandığı bir metoddur. Fakat “az”ın ölçüsü
nedir?
 Uşak Eski Belediye Başkan Yrd., Uşak.
12 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
Dediğimiz gibi riyâzet, umumî bir hüküm değildir; hususîdir. Az
yemek de kişiye özeldir. Doktorlarımız bile tahlil yaparken, şekerin
oranı şu oranla şu oran arasında olmalıdır, derler. Az yemek, doymadan kalkmak. Resûlullah (s.a.v.) ve arkadaşlarına baktığımız zaman,
az yemenin ölçüsünü çok daha güzel görüyoruz. Resûlullah (s.a.v.)
Efendimiz’in bedenî yapısını takip ederken, göğsü ile göbeği
müsâviydi diye tarif ediyoruz. Allah şefaatlerinden ayırmasın, yolunda dâim kılsın, cahar yâr-i güzîn efendilerimizi tarif ederken, Hz.
Ebûbekir efendimizi tarif ederken diyoruz ki, zayıftı. Hz. Ömer efendimizi tarif ederken diyoruz ki, iri kemikli, inceydi. Hz. Ali efendimiz, kısa boylu, alnı açık, hafiften ağır göbekliydi. Şimdi Hz. Ali
efendimiz için “az yemek hususunu bilmiyor” diyebilir miyiz? Hâyır!
Benim için iki dilim ekmek doymaksa, bir başka arkadaş için üç dilim
ekmek doymaktır. Bir başkası için dört dilim.. Doyduktan sonra yemek zaten haram.
Ama asıl unutulmaması gereken, hayatımızın hiçbir noktasında
unutmamamız gereken şey, yaratılış gayemiz. Esteîzü billâh: “Ve mâ
halaktü’l-cinne ve inse illâ li ya’budûn: Ben cinleri ve insanları ancak bana
ibâdet etsinler diye yarattım.” O zaman yemeyi de ibâdete çevireceğiz.
Yemekten elde ettiğimiz gıdayı da ibâdete çevireceğiz. Helâl ile başlayacağız.
Yemeyi nasıl ibâdete çeviririz? Allah ve Resûlü’nün emrettiği gibi sünnet-i Resûlullah’a âhir zamanda uyan, zaten yüz şehid sevabına
nâil oluyor. Tuz ile başlarsak ibâdete çeviririz, besmeleyle başlar çeviririz, sağ elimizle yer çeviririz, midemizin üçte biri boş kalsın diye
sağ dizimiz havada sünnete uygun oturur çeviririz. Elde ettiğimiz
gıdanın tamamını rızâullah peşinde, “mahbûbum Allah, maksûdum
Allah” diyerek ibâdete çeviririz.
Peki, az konuşmak? Mesleğim avukatlıktır.. O zaman şunu görüyoruz: Az konuşmak dediğimizde, Peygamber efendimiz (s.a.v.) ile
büyüklerimizin uygulamasından da mâ-lâ-ya’nîyi sıfıra indirmeye
çalışmak.. Yoksa hutbesiz, sohbetsiz, vaazsız, emr-i bi’l-ma’rûf nehy-i
ani’l-münkersiz, sosyal ilişkiler olmadan az konuşmak olur mu? Olma
ihtimâli yok..
Nefsin Terbiyesi / M. B. Mutlu •
13
Allah’ıma şükürler olsun ki, biz Resûlullah (s.a.v.)’in ümmeti
olarak yaratıldık. Peygamber Efendimiz de bizi ümmetliğine inşallah
kabul etmiştir. Herkesçe mâlum, Mûsa (a.s.) Tur dağına çıktığında
Allah (c.c.)’nün tecelliyâtını, şimşek ve ateş şeklinde görüyoruz. Ama
ümmet-i Muhammed’e Allah (c.c.)’nün tecelliyâtı, insan şeklinde.
Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz’e gelen vahyin çoğunluğu, Cebrâil
(a.s.)’ın Dıhyetü’l-Kelbî şeklinde gelmesi değil midir?
Biz sosyal olmak zorundayız. Müslüman sosyal olmak zorundadır ki, emr-i bi’l-ma’rûf nehy-i ani’l-münker görevini hakkıyla yerine
getirebilsin. Sözüm ona her insana Allah (c.c.) haklar vermiş. Az yemek diye başladık.. Canımız yemek çekti; ne yapacağız? Hakkımızı
kullanacağız, misâfir çağıracağız, misafirle yiyeceğiz. Buradaki az
yeme hususunun ortadan kalkmasının sebebi ne? Yine insanlarla olan
diyaloğumuz.
Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî efendimizi yemeğe dâvet ederler.
Daha önceden söz verdiği için der ki: “Ben daha önceden birine söz
verdim.” Bizim gibi nefsini iyi tanımış olan dâvet sahibi der ki: “Ama
efendim, falan yemek böyle, falan yemek şöyle” diye (yemeklerin
güzelliklerini) anlatmış. Mevlâna Hz. demiş ki: “Bana helâli çok anlatıyorsun..” Affınıza sığınırım.. Esas olan yemek değil, ikram. Birbirimizle olan diyaloğumuz. Elde ettiğimizi nerede, nereye harcadığımız.
Yaratılış gâyemizin dışına çıkmamak. Hz. Rabbü’l-Âlemîne verdiğimiz ahdi, vaadi unutmamak. Bütün çabamızı O’nun yolunda harcamak.
Süreyi aşmamak istiyorum; ama riyâzet konusunda bir hususa
daha değinmek istiyorum. Ehl-i tasavvufun uyguladığı, insan-ı kâmil
olan bütün bildiğimiz büyüklerin geçtiği bu yolda, erbaîn denilen bir
müessese var. Halvet. En fazla kırk gün süren. Sadece buna da dikkat
çekmek istiyorum, az önceki bağlamda. Erbaîn deyince ceza evine
girilmiş –hâşâ– veya bir yere kapanılmış, hiç çıkılmayan nokta değil.
Çilehânelere, halvethânelere bakarsak, hepsinin bir câminin etrafında
düzenlendiğini görüyoruz. Halvette, beş vakit namazda dışarıya
çıkmak var. Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in itikafında, câminin içinde
var.
14 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
Yani sonuç olarak arz etmek istediğim, ne olursa olsun sosyal bir
Müslüman olmaktan aslâ taviz vermememiz. Çünkü bize emredilen
emr-i bi’l-ma’rûf nehy-i ani’l-münker görevini bunsuz hiçbir şekilde
yerine getiremeyiz. Namazda bile seferîlikte bize verilen iki rekatlik
hakkı, korkudan emin olmak maksadıyla değil; sefer yapan Müslümanlara Allah (c.c.)’nün hediyesi.
Bu detaylara özellikle değinmek istedim. Üstadlarım haklarını
helâl etsinler. Akademisyen olarak konuşamıyoruz. Hepinizi saygıyla
selâmlıyorum, hürmetlerimi sunuyorum. Özellikle bizleri burada
yalnız bırakmayan kardeşlerime. Fakat burada beşincisi yazıyor; ama
öncesindeki üç konferansı da koyarsak sekizincisi, yanlış bilmiyorsam. Bize bu imkânı sağlayan, burada konuşmamızı, sürekli dinlememizi, eğitilmemizi sağlayan Düzenleme Komitesi’ndeki her arkadaşa, –sürekli gördüğüm konuşmacılar var– bir defa da konuşana,
yüz defa da konuşana şükranlarımı sunmayı bir borç biliyorum. Bunun gibi faâliyetler sayesinde efendilerimiz Ümmî Sinan, onun meyvesi olan Niyâzî-i Mısrî Hz.’ni ziyaretleri vesile eden tüm dostlara
şükranlarımı sunuyorum.
Hakkınızı helâl ediniz efendim. Teşekkürler..
BİRİNCİ BÖLÜM
İSLÂM’IN KİŞİLİK İNŞÂ METODU
Kur’an ve Sünnette Olumlu Şahsiyet Özellikleri
Yrd. Doç. Dr. Yasin PİŞGİN
Arapça bir kelime olan ve Yunancada’da “karakter” Türkçe’de
ise “kişilik” kelimeleri ile ifade edilen şahsiyet, genel anlamı ile insanı
insan yapan ve diğer varlıklardan ayıran fıtri yapı, özel anlamı ile de
bir insanı diğerlerinden ayıran kişisel özellikler bütünü olarak değerlendirilebilir. Fıtrî ve kesbî yönleri ve çift kutuplu yapısı ile olumlu ve
olumsuz özelliklere ev sahipliği yapan karakter, içinde bulunduğu
psikolojik ve sosyolojik süreçlere göre yapılanma kabiliyetine sahib
olup maddi ve manevi yaşantının seyri içinde tedricen oluşur.
Yüce Allah Kur’an’da; “O, hanginizin amelinin daha güzel olacağı
konusunda sizi imtihan için, henüz Arş’ı su üstünde iken gökleri ve yeri altı
gün içinde (altı evrede) yaratandır. Böyle iken “ölümden sonra şüphesiz
diriltileceksiniz” desen, inkârcılar “Mutlaka bu, apaçık bir büyüdür” derler.”1 buyurarak insanın yaratılış gayesinin “ahsen-i amel” veya
Kur’an’ın genelinde de defaatle “amel-i salih” olarak sürekli gündeme getirilen Allah’ın sevdiği ve razı olduğu işleri icra etmek olduğunu bildirmektedir. Ahsen-i amel konusunda denenişini anlamlı kılan
ve imtihan sırrının temel unsurlarını teşkil eden nefis, dünya ve şeytan üçgeninde vereceği kulluk çabasında insanın halife-i arz ve eşref-i
mahlûkat payelerini koruması ve esfel-i safilin derekesine düşmekten
korunması ilahi yardım olmaksızın mümkün görünmemektedir. Bu
itibarla Allah; “Öyleyse sen yüzünü Allah’ı birleyen (bir hanif) olarak dine,
Allah’ın o fıtratına çevir ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah’ın
yaratışı için hiç bir değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur).
 Akdeniz Üni. İlâhiyat Fak. Arap Dili ve Belâğatı Anabilim Dalı, Antalya.
1
Hûd 11/7, ayrıca bkz.: Mülk 67/2.
18 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
Ancak insanların çoğu bilmezler.”2 buyurarak insanların -adına
fıtratullah da denilen- özel bir yapı üzerine yaratıldığını ifade etmiştir. “Hani Rabbin (ezelde) Ademoğullarının sulplerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demişti. Onlar da, “Evet, şahit olduk (ki Rabbimizsin)” demişlerdi.
Böyle yapmamız kıyamet günü, “Biz bundan habersizdik” dememeniz içindir.”3 ayetiyle de vurgulanan ve “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna verilen müspet cevabın bio-psişik kodlarını ihtiva eden bir
tohum gibidir. Bu tohum nübüvvet vahyinin suyu ile temasa geçtiğinde devinim kazanarak çatlar ve nebevi irşadın rehberliğinde yürütülen aşamalı bir inşa sürecinin sonunda olumlu karakter özellikleri
ile muttasıf olan insan-ı kâmili meydana getirir. Psikolojik ve sosyal
yönlerden en olumsuz şartlarda bile varlığını devam ettiren bu fıtrat;
insana yaratılmışlığını fark ettirip yaratıcısına ulaşma konusunda bir
şuur telkin eden ve enginden aşkına yönelmede ona bir iç itilim sağlayan a priorik bir durumdur.
Bu temel yapının diğer bir yönünü teşkil etmek üzere Allah insana temel doğruları ve temel yanlışları bilme şuurunu lutfetmiş ve bu
hususu “Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki,
nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir”4 âyetiyle açıklamış, ayrıca kulluk
görevini yerine getirmek üzere ona görmek için göz, işitmek için kulak, tefekkür etmek için akıl ve idrak ve iman etmek için kalp vermiştir.
Kur’an’da; “Ben nefsimi temize çıkarmam, çünkü Rabbimin merhamet
ettiği hariç, nefis aşırı derecede kötülüğü emreder…”5 ayeti ile vurgulanan
nefsin şerre yatkınlığı, “Kadınlar, oğullar, yük yük altın ve gümüş, salma
atlar, davarlar ve ekinler gibi nefsin şiddetle arzuladığı şeyler insana süslü
gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçimliğidir. Oysa asıl varılacak güzel
yer ancak Allah’ın katındadır.”6 ve “Dünya hayatı, aldatıcı metadan başka
2
Rûm 30/30.
A’râf /172
4 Şems 91/7. bkz.
5 Yûsuf 12/53.
6 Âl-İmrân 3/14.
3
Kur’an ve Sünnette Olumlu Şahsiyet Özellikleri / Y. Pişgin • 19
bir şey değildir.”7 ayetleri ile öne çıkarılan dünyanın aldatıcılığı8 ve
geçiciliği9, ayrıca “O, size ancak kötülüğü, hayâsızlığı ve Allah’a karşı
bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.”10 ilâhî uyarısında vurgulanan
şeytanın şerre davet edici vesveseleri11 karşısında kulluk görevini
gerçekleştirmek zorunda olan insan Allah’ın lutfedeceği hidayete
muhtaçtır. Bu lutuf ise vahiydir. Bu bağlamda Allah Kur’an’ı insanlar
için bir yol gösterici, doğru yolun işaretlerini taşyıcı ve doğru ile yanlışı birbirinden ayırıcı bir kitap olarak vasfeder.12 Bu yönüyle vahiy;
insana var oluşsal anlam ve amacını tayin eden ve bu amacı gerçekleştirmesi konusunda onu inşa ve irşat edici Tanrı buyruğudur.
Tarih boyunca insanın manevi yapısını yaratılış gayesine göre
yapılandıran ve Allah’ın talep ettiği olumlu karakter özellikleriyle
insanı donatan vahyin inşa sürecinin en önemli özelliği metafizik
karakterli olmasıdır. Çünkü insanın bu sürece dâhil olabilmesi Allah’a, indirdiği vahye ve peygamberine iman etmeye bağlıdır. Bu
bakımdan imanın konusu gaybdır.13 İman etmemiş olan insanın kendisini bu inşa sürecinin muhatabı görmeyeceği açıktır.
Vahiy ise aklî düşünceye önerdiği metot ve sunduğu tefekkür
materyali bakımından doğru düşünmeyi sağlayan bir hidayet rehberidir. Onun ortaya koyduğu tefekkür metodu aklı; her seviyeden aklı
ikna edecek düzeye sahip ihdâ edici delillerle tevhit inancına ve akabinde de Allah’ın sözünü O’nun maksadına uygun bir biçimde anlayabileceği vahyin diriltici atmosferine taşır. Bu bağlamda gözlemlenebilir âlemdeki eşsiz düzene ait delilleri, eşsiz bir düzenleyicinin
varlığını simgeleyecek ve fark ettirecek bir yoğunluk ve kompozisyon
içinde bir tefekkür malzemesi olarak akla sunar. Örneğin: Kur’ân
insanların bizzat kendilerinde,14 göklerin ve yerin yaratılmasında,
geceyle gündüzün peş peşe gelmesinde, Allah’ın gökten indirdiği ve
7
Âl-İmrân 3/185, En’âm 6/70.
Ayrıca bk.: En’âm 6/32, A’râf 7/51, Tevbe 9/38.
9 Ayrıca bk.: Yûnus 10/24.
10 Bakara 2/169.
11 ayrc. bkz. En’âm 6/112, A’fâf 7/20, 200-201,Tâhâ 20/120.
12 Bakara 2/185.
13 Bakara 2/3.
14 Zâriyât 20-21
8
20 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
kendisiyle toprağa can verdiği suda ve rüzgârları evirip çevirmesinde
insanlar için deliller olduğunu vurgular.15 Böylece insanın bakışlarını
dış dünyaya çevirir ve aklı kozmik sistemin sayısız harikaları üzerinde düşünmeye sevk eder. Varlık üzerinde düşünen akıl varlıktaki
nizamdan varlığa düzenini veren munazzime, eserden müessire, sanattan sanatkâra, yaratılandan Yaratan’a ve O’nun indirdiği vahyin
ilahi sahihliğine imana ulaşır. Bu bağlamda iman olumlu karakter
özellikleriyle muttasıf olan “insan-ı kâmil” in inşa sürecinde kurucu
öznedir. İmanın, olumlu ve olumsuz kişilik özelliklerini aynı anda
bünyesinde bulunduran kalbe nüfûz etmesi ile artık insanın karakter
özelliklerinde ve bunların amel dünyasındaki gözlemlenebilir yansımalarında ciddi değişimler meydana gelir. Çünkü imanla birlikte
insan-ı kâmili inşa hedefine doğru kişiyi iten fiilî bir “seyr-i sülûk”
başlamıştır.
Olumlu karakter özelliklerini yapılandırmada iman unsurlarının
en belirleyici olanı Allah’a ve ahiret gününe imandır. Bu sebeple
Kur’an’da yüce Allah’ın eşi emsali olmayan isimleri, sıfatları ve fiilleri defaatle zikredilerek -tıpkı O’nun her an her yerde “hâzır” ve
“nâzır” olduğu gibi- Kur’an’ın her ayeti yüksek dozda ilmek ilmek
örülmüş bir marifetullah şuuru ile donatılmıştır. Böylece insan bir
mümin olarak inanç, ibadet, ahlak ve muamelat başta olmak üzere
hayatın hangi alanından bahseden hangi ayetle muhatap olursa olsun, Kur’an’la her temasa geçtiğinde onu hayır üzere inşa edici bir
şuuru, Allah’ın rızasına uygun bir yaşamın özünü elde eder. Bu öz,
Allah’a tahkîkî seviyede yapılan imanın somut bir neticesidir.
Kur’an’da resmedilen Allah-insan ilişkisinin merkezinde yer alan
iman, insanı iki temel noktaya odaklar. Bunlardan birincisi insanın
yaratılış gayesini vurgulayan kulluk gerçeğidir. İkincisi ise Allah’ın
her şeyi bilen, gören, duyan ve herşeyden haberdar oluşunun insanın
göğsünün içini bilecek bir ilim16 ve ona şahdamarından bile daha
yakın olmayı17 ifade eden bir kurbiyetle somutlaştırılmasıdır. İnsan
bu odaklanma hali ile her şeyi mutlak anlamda bilen, kudretli ve he15
Câsiye 45/3-5, Yûnus 10/101, A’râf 7/ 57,185, Zümer 39/21, Nûr 24/43.
Enfâl 8/43, Hûd 11/5, Mülk 67/13.
17 Kâf 50/16.
16
Kur’an ve Sünnette Olumlu Şahsiyet Özellikleri / Y. Pişgin • 21
saba çekici bir yaratıcının gözetiminde kulluk vazifesini icra ettiği
şuurunu elde eder. Bu aşamadan itibaren iman derûni bir irfana, teslimiyet ise irfanı besleyen bir terakkiye bürünür. Mutad dil kalıpları
içinde vasfedilemesi pek de mümkün olmayan bu derinleşme hali
olumlu karakter özelliklerinin zincirleme bir şekilde ortaya çıkışının
ve olumsuz karakter özelliklerinin manevi yapıdan bir bir tasfiye
edilmesinin en güçlü amili ve kulluğun en etkili motivasyonudur.
Olumlu şahsiyet özelliklerinin kurucu öznesi olan imana mazhar
olan insanın elde ettiği karakter derinliği kalp ve amel dünyasında
yeni bir özelliğe kapı aralar. Bu özellik maddi ve manevi dünyanın
her işlevinde insanın sadece Yüce Yaratıcı’sının rızasını gözetmesi
demek olan ihlâstır. Üzerine temellendiği yapı ve ortaya çıktığı konum itibariyle ihlâs; insan kalbinin ve karakterinin imandan sonra
sahip olması gereken en önemli özellik olarak karşımıza çıkmaktadır.18 Bu özellik Allah’ın rızasına uygun işlerin hiçbir tesir altında
kalmadan ve süflî gayelerin peşine düşmeden sadece ulvi bir amaç ve
manevi bir yöneliş eksenininde gerçekleştirilmesi sağlar. Çünkü ihlâs;
sahibini Allah’ın razı olduğu amelleri görülsün, duyulsun ve bilinsin
diye değil yalnızca O’nun rızasını gözeterek yapma erdemidir. Hz.
Peygamberin pek çok ifadesinde beyan ettiği üzere, yapılan amellerin
ahiret âleminde karşılık bulması ve sevap ile neticelenmesi imana
bağlı olduğu kadar ihlâsın da temel bir karakter unsuru olmasına
bağlıdır.19
Kur’an’nın Allah’ın sıfatları konusunda vurguladığı en önemli
hususlardan biri de Allah’ın herşeyi gören (el-Basîr) olduğudur. Kulluk için yaratılmış olan insanın şuurunda her daim Yaratıcı’sının gözetiminde olduğu hissini inşa etmeyi hedefleyen bu vurgular özelde
ibadetlerin genelde ise kulluk namına yapılan bütün salih amellerin
makbuliyetinin nirengi noktasıdır. Hz. Peygamber bir hadîs-i şerifinde bu duyguyu iman ve İslam’ın tanımlarından sonra üçüncü sırada
“ihsan” ifadesi ile zikretmiş ve “İhsan, Allah’a sanki sen O’nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Çünkü sen O’nu göremezsen de O seni mu18
19
Bu bağlamda Hz. Peygamber insanın, kalbinin temizliği ve niyetinin ihlâsı oranında sevap alacağını ifade etmiştir. bkz. Buhârî, İmân 41, Müslim, İmâret 155.
‫ وَإِﻧﱠﻤَﺎ ﻟِﻜُﻞﱢ اﻣْﺮِئٍ ﻣَﺎ ﻧَﻮَى‬،ِ‫ إِﻧﱠﻤَﺎ اﻷَﻋْﻤَﺎلُ ﺑِﺎﻟﻨﱢﯿﱠﺎت‬hadisi için bkz. Buhârî, Bed’u’l- Vahy 1, Itk 6,
Nikâh 5, Müslim, İmâret 155, Nesâî, Tahâret 60.
22 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
hakkak görür.”20 buyurarak bu kelimeye açıklık getirmiştir. Dolayısıyla
özelde namaz, oruç, hac ve zekât gibi ibadetlerin genelde ise eza veren bir şeyi yoldan kaldırmaya kadar varan –insanın yaradılış gayesine atfen yaptığı bütün amellerin- Allah’ın rızasına uygun bir şekil
üzere yapılması bu duygunun amel edenin kalp dünyasındaki istikrarına bağlıdır. Çünkü ihsan duygusu yani kulun kendisini her an
Allah’ın murakabesinde hissetmesi “itkan”a, yani kulun amelini,
kendisini gören ve gözeten Allah’ın razı olacağı şekilde üst düzey bir
ciddiyet ve kalite ile gerçekleştirmesini sağlar.
Allah’a iman etmiş bir müminin ihlâs, ihsan ve itkan duygularına
ulaşabilmesi ve karakterinin bir unsuru olarak bu duyguların kalp
dünyasında kalıcılığını sağlayabilmesi için, kendisine iman ettiği yaratıcısını gerçek anlamda tanıması gerekir. Bu sebeple Yüce Allah’ın
ulûhiyetini ve yüceliğini ifade eden vasıfları ile Kur’an’da kendini
tanıtmış ve kulunun karakterinde bir marifetullah şuuru oluşturmayı
hedeflemiştir. İnsanın Allah’ı O’nun ulûhiyetine yakışır şekilde bilmesi onun eşref-i mahlûkat ve halife-i arz övgüsüne layık kılacak
olan yüce bir şahsiyete, tahkikî imana ve salih amele ulaşmasını
sağlayacı olan çok önemli bir yoldur. Şöyle ki; Allah’ı gerçek anlamda
tanıyan insan işlediği gizli-açık tüm günahları ve yaptığı bütün haksızlıkları Allah’ın bildiğini ve kendisini hesaba çekeceğini, bunun
sonucunda ise O’nun gazabına ve azabına uğrayacağını bilir. Bu bilinç onun kalbinde adına “havfullah”, “mehâfetullah” ya da
“haşyetullah” denilen bir idrak halini oluşturur. Bu bağlamda yüce
Allah; “Allah’tan gerçek manada âlimler korkarlar.”21 buyurur. Böylece
kul Allah’ın huzurunda durup hesap vereceğini bildiği için nefsinin
günah konusundaki arzularına gem vurur,22 en çok korkulmaya layık
olanın Allah olduğunu fehmeder.23 Bu bağlamda mehafetin; Allah’ın
gazabını çekecek işlerin terkedilmesi temeline dayalı “ittika” şuurunu
inşa ettiğini ifade edebiliriz. Öyle ki Allah: “Kim, Rabbinin huzurunda
duracağından korkar ve nefsini arzularından alıkoyarsa, şüphesiz, cennet
20
Müslim, İmân 1, Nesâî, İmân 5, İbn Hanbel, I, 318-319
Fâtır 35/28.
22 Nâziât 79/40.
23 Tevbe 9/13, Ahzâb 33/37.
21
Kur’an ve Sünnette Olumlu Şahsiyet Özellikleri / Y. Pişgin • 23
onun sığınağıdır.”24 buyurarak korku ile takva arasında canlı bir ilişki
kurmuştur.
Bu marifet sayesinde insan Allah’ın kendisine sayısız nimetleri
lutfettiğini farkeder. Bu farkedişle birlikte derin bir şükran-ı nimet
duygusu belirir ve Yaratıcısına karşı aynı zamanda içinde derin bir
sevgi de hisseder. Öyleki Allah Kur’an’da “İman edenlerin ise Allah’a
olan sevgileri daha güçlüdür.”25 buyurmuş, başka bir âyette de “De ki:
“Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz bir ticaret ve beğendiğiniz
meskenler size Allah’tan, peygamberinden ve O’nun yolunda cihattan daha
sevgili ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin! Allah, fasık topluluğu doğru yola erdirmez.”26 şeklinde ifade edilerek Allah’ı, Peygamberini ve Allah yolunda cihadı sevmeyi manevi yaşantının merkezine
yerleştirilmiş, Hz. Peygamber de “Allah ve Rasulü’nü diğer şeylerden
fazla sevmeyen kimse imanın hazzına eremez.”27 buyurarak bu gerçeği
ifade etmiştir. Bu bakımdan Allah sevgisi dini hayatın olumlu şahsiyet özelliklerinin temel unsurlarından biridir. Allah sevgisinin ifade
ettiği anlamı izah sadedinde bir âyette “Ey iman edenler! Sizden kim
dininden dönerse, (bilin ki) Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki,
Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler.”28 şeklinde ifade edilmiş ve
dinden dönenlerin yerine getireceği toplumun Allah’ı, Allah’ın da
onları seveceğini dolayısıyla da gerçek manada Allah’ı sevmenin ve
Allah tarafından sevilmenin dinin emirlerine tam anlamıyla ittiba
etme ile gerçekleşeceğini ifade etmiştir. Görüldüğü gibi
muhabbetullah “ittiba”nın temelidir.
Allah korkusu sebebiyle itaat etmek her ne kadar meşru olsa da
İslam’da itaatın temeli Allah’a ve O’nun emirlerine duyulan sevgidir.
İtaatin kemal noktası emredileni gönül hoşluğu ile yerine getirmektir.
Bu olgunluğa ulaşan mümin için ibadetler bir yük değil bir zevk ve
huzur vesilesi olur. Dolayısıyla kulluk namına yapılan bütün fiillerin
mehafetullahın ve muhabetullahın kaynağı olan marifetullah şuuru24
Nâziât 69/40-41.
Bakara 2/165.
26 Tevbe 9/24.
27 Buhârî, Îmân 9, Müslim, Îmân 15.
28 Mâide 5/54.
25
24 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
nun eşliğinde icra edilmesi gerekmektedir. İnsanın bu marifet edişten
uzaklaşması sağlıklı karekterden ve dolayısıyla da sahih imandan ve
salih amelden de uzaklaşması anlamına gelir. Bu bağlamda Yüce Allah: “Allah’ı gereği gibi bilemediler.” ifadesinden sonra bir kısım ehl-i
kitâbın Allah hakkında kapıldıkları asılsız zanlar dolayısıyla vahyi
inkâra kadar varan sapma eğilimlerinden bahseder.29
Şu halde Allah’ın rızasına uygun yüce bir karekterin oluşması insanın iman etmesine ve Kur’an’ın talep ettiği manada bir
marifetulllah şuurunu kazanmasına bağlıdır. İnsan ontolojik anlam
ve amacını ancak bu duyguyu gerçek anlamda kazanma ve koruma
ile gerçekleştirebilir. Bu bağlamda Yüce Allah müminin marifetullah
bilincini muhafaza edebilmesi için; “Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da kendilerine kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. İşte
onlar fasık kimselerin ta kendileridir.”30 buyurmuş ve “Rabbini bilen kendini bilir.” şeklinde ifade edebileceğimiz bir düsturla insanın kendisinin farkında olamasını Allah’ı unutmamasına bağlamıştır. Bu aşamadan itibaren marifetullah duygusunun muhafazası için Kur’an insana
yeni bir yükümlülük getirmektedir. Bu “zikrullah”tır. Yüce Allah:
“Ey iman edenler! Allah’ı çokça zikredin.”31 buyurarak bu vazifeye işaret
etmiştir. Aslında belirli şekillerde periyodik olarak gerçekleştirilen
ibadetler de kulun marifetullah şuurunu düzenli aralıklarla besleyerek canlı tutma amacına matuftur. Bu bağlamda Allah: (Ey Muhammed!) Kitaptan sana vahyolunanı oku, namazı da dosdoğru kıl. Cünkü namaz, insanı hayâsızlıktan ve kötülükten alıkor. Allah’ı anmak (olan namaz)
elbette en büyük zikirdir. Allah, yaptıklarınızı biliyor.32 buyurmakta ve
hatta “Namaz kılınıp (Cum’a) yerine getirilince, yeryüzüne dağılın da Allah’ın bol nimetinden, geniş lûtfundan (nasibinizi) arayın. Bir de Allah’ı çok
anın, ola ki muradınıza erer, umduğunuza kavuşursunuz.”33 ayeti ile bir
namaz bittiğinde diğer namaza kadar olan boşlukta insanın Allah’ı
unutmamasını talep etmektedir.
29
En’âm 6/91.
Haşir 59/19.
31 Ahzâb 33/41.
32 Ankebût 29/45.
33 Cuma 62/10.
30
Kur’an ve Sünnette Olumlu Şahsiyet Özellikleri / Y. Pişgin • 25
Allah’ın varlığı, birliği ve eşsizliği esasına dayalı olan iman ve bu
imanın oluşturduğu olumlu karekter özellikleri insanı yaratılış amacını gerçekleştirme konusunda yeni bir adım atmaya sevk eder. Bu
adım; imanla edinilmiş kişilik özelliklerini koruyan, geliştiren ve onların somut ahlaki neticelerini yaşam kalıpları içinde ortaya çıkaran
ibadetlerdir. İbadetler şekli ve ruhî şartlarına riayet edilerek gerçekleştirildiğinde olumlu karakter özelliklerini kökleştirerek kalıcı karakter unsurları haline getirir. Bu bağlamda insanın kalp dünyası ile yapıp ettikleri arasında kuvvetli bir inşa ilişkinin bulunduğunu ve amelin olumlu veya olumsuz yapısına göre insanın karakterinin şekillendiğini ifade etmek yerinde olacaktır.
İnsanın iradeli davranışlarının kalp dünyasında olumlu ya da
olumsuz mutlaka bir karşılığı vardır. Bu açıdan bakıldığında kalbin
gerek fıtrattan getirdiği gerekse imana bağlı olarak elde ettiği faziletlerin varlığı ve bekası konusundaki en önemli unsur ibadetlerdir.
İnançtan kaynaklanan ibadetler şeklî ve ruhî şartlarına uygun bir
şekilde yapıldığında şahsiyet inşasının en önemli unsurlarından biridir. Bundan dolayı Hz. Peygamber namazı dinin direği saymış ve
dindarlığın bekasını namazın gereği gibi kılınmasına bağlamıştır.34
Vahyin inşa sürecinin hedefi insan-ı kâmili meydana çıkarmaktır.
İnsan-ı kâmil karakterinin öne çıkan en önemli iki özelliği ise iman ve
takvadır. Daha önce ifade ettiğimiz üzere iman olumlu karakter özelliklerinin kurucu öznesidir. Allah’ın emirlerine gerçek manasıyla
uymak ve yasaklarından gereği gibi kaçınmak olarak tanımlayabileceğimiz takva ise söz konusu inşa sürecinin dış dünyadaki gözlemlenebilir sonuçlarının toplamını ifade etmektedir. Bu açıdan düşünüldüğünde ibadetler; iman ve onun oluşturduğu kişilik özelliklerinin
olumlu ve kalıcı davranışlara dönüşmesinde oldukça önemli bir
fonkiyona sahiptir. Yukarıda namaz ibadeti özelinde açıklamaya çalıştığımız bu işlev bütün ibadetler için söz konusudur. Başka bir deyişle namazın, sahibini kötülüklerden alıkoymak suretiyle takvaya
ulaştırması Kur’an’da diğer ibadet türleri için de aynı şekilde ifade
edilmiştir. Bu bağlamda helaller karşısında insana kendisini tutmayı
öğreten oruç, günahla yüz yüze geldiğinde günaha karışı itaat duy34
Tirmizî, Îmân 8, İbn Hanbel, V. 231, 237.
26 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
gusunu koruma konusunda insanda adeta bağışıklık mekanizması
gibi işlev görecek bir mukavamet bilinci oluşturur. Bu durum
Kur’an’da; “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakınmanız için
oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı.”35 ayeti ile
ifade edilmiş Hz. Peygamber ise; “Oruç kalkandır.”36 buyurarak oruç
ibadetinin güzel ahlakı inşa ve olumsuz karakter özelliklerini islah
edici boyutuna işaret etmiştir.
Şahsiyet eğitiminde en önemli ibadetlerden biri olan oruç, hayırlı
işlere yönelme arzusuna sahip bir irade geliştirme konusundaki işlevinin yanısıra insan-ı kâmil karakterinin en önemli unsurlarından
olan sabır, metanet, şükür ve kalp inceliği gibi önemli pek çok şahsiyet unsuruna da kapı aralamaktadır. Dolayısıyla şeklî ve ruhî şartlarına uygun olarak gerçekleştirilen ibadetler insanın iç dünyasına ait
değerlerin dış dünyadaki temsilcileridirler. İbadetlerin sonucu olarak
iç dünyada meydana gelen huzur, sükûnet, arınmışlık duygusu ve
manevi yöneliş hali ve dış dünyada oluşan ahlakî davranışlar ibadetlerin olumlu karakter özelliklerinin inşasını olumsuz karakter özelliklerinin ise islahını sağladığının en önemli belirtisi olarak kabul edilebilir.
Yüce Allah’ın; “De ki: “Her kim Cebrail’e düşman ise, bilsin ki o, Allah’ın izni ile Kur’an’ı; önceki kitapları doğrulayıcı, mü’minler için de bir
hidayet rehberi ve müjde verici olarak senin kalbine indirmiştir.”37 ayetindeki ifadesi ile vahiy Hz. Peygamber’in kalbine indirilmiştir. Gerek
ayetler gerekse hadislerde kalbe atfedilen konuma baktığımız zaman
onun insan karakterinin doğuştan getirilen ve sonradan kazanılan
boyutlarına ev sahipliği yaptığını, başka bir deyişle insan şahsiyetinin
merkezi unsuru olduğunu ifade etmemiz yerinde olacaktır. Bu gerçekten dolayıdır ki Allah; “Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, düşünecek kalpleri, işitecek kulakları olsun? (Dolaştılar, ama ibret almadılar). Çünkü gerçekte gözler değil, göğüslerdeki kalpler kör olur”38 âyetiyle kalbin
beşerî idrakin merkezi olduğunu ifade etmiştir.
35
Bakara 2/183.
Nesâî, Sıyâm 43.
37 Bakara 2/97.
38 Hacc 22/46.
36
Kur’an ve Sünnette Olumlu Şahsiyet Özellikleri / Y. Pişgin • 27
Hz. Peygamber ise insanın bütün organlarının salih olup olmamasındaki belirleyici unsurun, kalbin “salâh” ya da “fesâd” namına
taşıdığı ruh hali olduğunu ifade etmiştir.39 Kur’an’ın tek ciltlik mazruf bir materyal olarak tek celsede Kâbe’nin damına indirilmeyip
nerdeyse çeyrek asırlık bir sürede peyderpey Hz. Peygamber’in kalbine indirilmiş olması nüzul süreci boyunca vahyin O’nun kalbinde
nebevi bir karakter inşa etmiş olduğunu ifade etmesi bakımından da
oldukça önemlidir. Bu itibarla O Kur’an’ın inşa etmeyi hedeflediği
insan-ı kâmildir. Bu yönüyle inşa edilmiş bir şahsiyet olan Hz. Peygamber “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et.”40 ayetinin
de ifade ettiği üzere aynı zamanda vahyin karakter inşa sürecinin
etkin öznesidir. “Kalk ve uyar.”41 ayeti ile bu göreve başlayan Hz.
Peygamber çok samimi yakınlarına tebliğ çalışması yaptığı gizli tebliğ döneminin ardından “Yakın akrabalarını uyar.”42 ayeti ile açıktan
tebliğe başlamış, Ka’be’yi ziyaret için gelen çeşitli gruplarla tebliğ
amaçlı görüşmeler yapmıştır. Müşriklerin bütün engelleme girişimlerine rağmen tebliğ hareketi ivmesini ve çapını sürekli genişleterek
devam etmiş ve Kur’an’da teklif edilen olumlu şahsiyet özelliklerini
insanlara kazandırmıştır.
İlahi mesajın, risalet misyonun ilk merhalesi olan tebliğ faaliyeti
aracılığıyla insanlara ulaştırılması ile başlayan nebevi inşa, Hz.
Peygamber’in insanların dikkatini vahye çekmek için gerçekleştirdiği
“davet” faaliyeti ile devam etmiştir. Dinî hayatın bütün alanlarına
ilişkin unsurların toplamına boyun eğip teslim olmaya çağırmak
olarak da tanımlayabileceğimiz davet görevi “Peygamber size ne
verdiyse onu alın, neyi de size yasak ettiyse ondan vazgeçin. Allah’a karşı
gelmekten sakının. Şüphesiz, Allah’ın azabı çetindir.”43 ayetinin de ifade
ettiği gibi, Allah’ın peygamberine verdiği her şeyi tasdiklemeye ve
emirlerine itaat edip yasaklarından kaçınmaya teşvik etmek esası
üzerine kurulmuştur. Çünkü O’nun çağrısı direkt Allah’adır.44 Hz.
39
Buhârî, İmân 39, Müslim, Müsâkât 107.
Mâide 5/67.
41
Müddessir 74/1, 2.
42
Şuarâ 26/24.
43 Haşr 59/7.
44
Kasas 28/87.
40
28 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
Peygamber davet görevini Allah’ın emrettiği gibi hikmet ve güzel
öğütle45 hiçbir sosyal statü ayrımı yapmaksızın toplumun her
kesiminde gerçekleştirmiş, civarındaki kabileleri ve pek çok devlet
başkanını Allah’ın dinine davet etmiştir. “Sizden hayra çağıran, iyiliği
emreden, kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa
erenlerdir.”46 ayeti davet görevinin, özel eğitimli bir topluluk
tarafından profesyonel olarak icra edilmesi gereken bir görev
olduğunu ifade etmektedir. Bu bağlamda davet görevinin ümmete
kifâye yolu ile farz olduğunu ifade edebiliriz. Sahabe bu görevin
üzerinde ciddiyetle durmuş ve davet görevlerini ifa için uzak
coğrafyalara seyahat etmiştir. Çünkü davet aksiyonu, nefsanî ve
dünyevi faktörlerin karşısında oluşacak yozlaşmanın ıslahında ve
dinî duyguların ve kulluk bilincinin korunmasında hayati derecede
önem taşımaktadır.
Kur’ân Hz. Peygamberin temel görevlerinden birinin insanlara
indirilen vahyi onlara açıklamak olduğunu ifade eder.47 Hz.
Peygamber, risalet gerevinin temel unsurlarından birini teşkil eden
beyan görevini tam anlamı ile yerine getirmiş ve din adına mücmel
bir hüküm bırakmamış, Kur’an’ın mücmel lafızlarını açıklamış,
müşkil olanlarını aydınlatmış, genel lafızları tahsis, mutlak lafızları
ise takyit etmiştir. Dolayısıyla Hz. Peygamber’in Kur’ân’ı beyanı
sadece sözlü izah şeklinde olmayıp aynı zamanda vahyin gereklerini
kendi kulluğunun bir icabı olarak bizzat yaşamak suretiyle
uygulamalı bir şekilde gösterme metodu ile olmuştur. Örneğin;
“Namazı kılın.” emri mücmel bir ifade olup Kur’ân’ın genelinde
namazın nasıl kılınacağı ile ilgili bir açıklamaya rastlanmaz. Fakat
Hz. Peygamber Allah’ın kendisine verdiği “beyan” yetkisi ile
namazın nasıl kılınacağını beyan eder ve “Namazı benden gördüğünüz
gibi kılın.” buyurur.48 Böylece Hz. Peygamber vahyin mücmel ve
muhtasar yapısını, bizzat kendi yaşamına tatbik ederek açıklar.
Kulluğu ifade eden ibadetlerin zamandan zamana, görüşten görüşe,
45
Nahl 16/125.
Al’i İmran 3/104.
47
Nahl 16/43, 44, 66.
48
Buhârî, Ezân 18, Edep 27, İbn Hanbel, Müsned, V. 53, Dârimî, Salât 42.
46
Kur’an ve Sünnette Olumlu Şahsiyet Özellikleri / Y. Pişgin • 29
kişiden kişiye ve şartlara göre değişmemesinin ve sabit unsurlar
haline getirilerek subjektif bir duygu olmaktan kurtulmasının tek
yolu da yine Hz. Peygamberin beyanıdır. O’nun beyanı; ibadet ve
kulluk normlarını ortaya koyarak dini, psikolojik bir duygu olmaktan
kurtarıp dinin bekasını sağlamıştır. Kur’ân’ı incelediğimizde
peygamberlerin gönderiliş sebeplerinden birinin de muhatap
topluma kitabı ve hikmeti öğretmek olduğunu görürüz. Bu itibarla
Yüce Allah:”“Rabbimiz! İçlerinden onlara bir peygamber gönder; onlara
âyetlerini okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları her kötülükten
arındırsın. Şüphesiz, sen mutlak güç sahibisin, hüküm ve hikmet
sahibisin.”49 ayeti ile peygamberlerin vahyi insanlara tebliğ edip,
onları davet ederek vahyi beyan etmelerinin yanısıra vahyin
inceliklerini bir muallim gibi insanlara öğretmekle de sorumlu
olduklarını ifade etmiştir. Bundan dolayı peygamberler muhatap
oldukları toplumlarda çok geniş bir öğretim faaliyeti sürdürmüşler,
Hz. Peygamber de bu konumuna işaret ederek Allah’ın kendisini
insanlığa bir muallim olarak gönderdiğini ifade etmiştir.50
Bunun yanısıra Hz. Peygamber’in, insanları şirk ve manevi
pisliklerin tamamından arındırarak Allah’a ideal bir kul olmaya
sevkeder.51 Bu görev ise tezkiyedir. Hz. Peygamber nübüvvet
görevinin bir gereği olarak yüklendiği tezkiye görevini yerine
getirmek için geniş çapta bir faaliyet sürdürmüş ve insanları Allah’a
iman ve itaat etmeye sevk ederek kulluk şuuruna zarar veren her
türlü olumsuzluktan temizlemiştir. Koyu bir asabiyet duygusu ve bu
duygunun egemenliğinde yapılan baskın, yağmalama ve savaşlar,
köle olarak alınıp satılan insanlar, pek çok batıl hurafe ve adetler,
zulmün, zorbalığın ve haksızlığın her türünün hâkim olduğu cahiliye
toplum yapısı Hz. Peygamberin tezkiye hareketine başladığı yerin ve
aldığı mesafenin en açık göstergesidir.
İnsanların kendi kız çocuklarını diri diri toprağa gömecek kadar
insanlıklarını kaybettikleri bu ortamda Hz. Peygamber, yaptığı
büyük tezkiye devrimi ile kan dökmeyi, hırsızlık yapmayı, mal, can
49
Bakara 2-129 ayrc. 151, A’li İmran 3/164, Cum’a 62/2.
İbn Hanbel, Müsned, III. 328.
51
Bakara 2/129, 151, Al’i İmran 3/164,
50
30 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
ve ırz emniyetini bozacak her şeyi, iftira ve gıybet etmeyi, haksız
kazanç olan faizi, karaborsacılığı ve rüşveti yasaklayarak toplumun
cahiliye örf ve adetleri ile ilişkisini kesmiş ve toplumsal yapıyı
olumlu şahsiyet özellikleri ile yeniden inşa etmiştir. Tezkiye,
toplumun sosyal düzeninin ve erdemlerinin muhafazası için hayati
önem taşımakta olup bu aksiyonun asli unsurlarına riayet edilerek
Hz. Peygamberin uyguladığı orijinallikte gerçekleştirilmesi ahlaki
erdemlerin ferd ve toplum yapısındaki bekasının temel unsurudur.
Bu faaliyet, fert-Allah arası ilişkilerde beşerî kusur ve zafiyetlerin
ıslahı ile başlayan ve çapını fert-toplum arası ilişkilerinin ıslahına
taşıyan ivmeli bir harekettir.
Allah vergisi özel bir şahsiyet yapısına sahip olan Hz.
Peygamber, nübüvvet öncesi hayatında ilahi terbiyeye mazhar olmuş
ve sıdk, emanet, fetanet ve masumiyet gibi erdemlerle muttasıf
kılınmıştır. Bu bakımdan O’nun şahsiyetinin, ilahi inşa ile kemale
mazhar olması, vahyin ilk muhataplarının önünde bağlayıcı bir örnek
olarak durmasının temel amilidir. Kur’an’da “Andolsun, Allah’ın
Resûlünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok
zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.”52 ayeti ile vurgulanan bu
gerçek, nebevî inşanın özünü teşkil eder. Öncelikli olarak ilahi
tezkiye ve inşaya mazhar olması sebebiyle O’nun yaşamı Yüce
Allah’ın, vahiyle ile talep ettiği kulluk hayatının bütün boyutlarına ev
sahipliği yapan örnek bir alandır. O, Yüce Allah’ın bir kulda
bulunmasını ve bulunmamasını istediği karakter özellikleri
bakımından “efrâdını câmi ağyârını mâni”dir. Cahiliye devrinin
şekâvetinden vahiy asrının saadetine intikal evresinde insanların
vahyi anlama ve yaşama eylemlerinin temelinde Hz. Peygamber’in
nebevî şahsiyetinden neşet eden feyiz ve canlılığın derin izleri
görülür. Öz evlatlarını diri diri toprağa gömen zelîl ve zalim insanlar
nebevî inşa sayesinde asalet ve merhametin simgesi olmuşlardır.
Görüldüğü üzere Kur’an; insanın, yaratılış amacını gerçekleştirebilmesi için bir hareket planı çizmiş ve onu kademeli olarak olumlu
karakter özellikleri ile donatmıştır. Bu sürecin sonunda insanın sahip
olduğu olumlu karakter özelliklerinin toplamı aynı zamanda ideal
52
Ahzâb 33/21.
Kur’an ve Sünnette Olumlu Şahsiyet Özellikleri / Y. Pişgin • 31
kulluğun da temel unsurlarını ifade eder. İman söz konusu özelliklerin kurucu ilkesi olarak insanda aşkın boyuta yönelme şuuru oluşturur ve insanın karakterinde -içinde iradenin de yer aldığı kalbî eylemlerin tamamının aşkın bir ilmin gözetiminde yapılması konusundagüçlü bir yöneliş ve kararlılık inşa eder. Bu aşamadan itibaren Allah’a
karşı duyulan sevgi, saygı, samimiyet, bağlılık, korku, haşyet ve takva gibi kalbî duyguların ve ruhî duruşların tamamı imandan kaynaklanır. Söz konusu özellikler gözlemlenebilir amel dünyasında bir takım belirtilerle kendisini hissettirir. Bu belirtiler toplamını, İslam olarak isimlendirebiliriz.
İslam’ın tanımı çerçevesinde Hz. Peygamber’in ifade ettiği ibadet
unsurları, imanla oluşan karakter özelliklerine kalıcılık ve derinlik
sağlayarak adı geçen kalbî eylemlerin, gözlemlenebilir ahlakî davranışlarla somut hale gelmesini sağlar. Çünkü yapısı tamamen yüce
Allah tarafından belirlenen ibadetler şeklî ve ruhî şartlarına uygun
olarak gerçekleştirildiklerinde insanın hakiki anlamda aşkınla
temâsını sağlarlar. Şeklî ve ruhî esaslarına uygun olarak ifâ edilmiş
bir ibadet sonrası insanın manevi dünyasında oluşan huzur ve
sukûnet, ibadetlerin; kulun Rabbine ulaşmasında birer manevi terakki köprüleri olmaları gerçeğinin en özge sonucudur. Bu konumuyla
ibadetler imana ait psişik faaliyetin evrensel ahlâkî davranışları doğurmasında içten dışa, ruhdan bedene, düşünceden davranışa intikali
sağlayan aracılardır. İbadetler içerdikleri maddi ve manevi boyutlarıyla imanın amel ve ruhun beden üzerindeki egemenliğini sağlayan
dinî pratiklerdirler. Bu bağlamda nasıl ki iman ve onun doğurduğu
temel kalbî değerler üzerine inşa edilmeyen bir ibadet Allah katındaki makbuliyeti açısından oldukça sorunlu ise hiçbir ahlaki sonuç doğurmayan ibadet de aynı şekilde dinî bakımdan sorunludur.
Yüce Allah’ın Maûn suresinin 4. ve 5. ayetlerinde, namazlarını
ihlâssız bir şekilde kılanların riyakâr olduğunu belirtmesi iman ve
onun zorunlu sonucu olan ihlâs olmaksızın yapılan bir ibadetin sağlıklı bir ibadet olmadığını ifade etmesi açısından oldukça önemlidir.
Yine: “(Ey Muhammed!) Kitaptan sana vahyolunanı oku, namazı da dosdoğru kıl. Çünkü namaz, insanı hayâsızlıktan ve kötülükten alıkor. Allah’ı
anmak (olan namaz) elbette en büyük ibadettir. Allah, yaptıklarınızı bili-
32 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
yor.”53 ayeti ile de özelde namazın genel de ise bütün ibadetlerin gerçekleştirmeyi hedeflediği ahlakî erdemlere işaret edilmiştir. Buna
göre ibadet aracılığıyla Kur’an’ın “salih amel” olarak isimlendirdiği
olumlu davranışlar ile olumlu şahsiyet özellikleri arasında oldukça
kuvvetli bir bağ oluşur ve yapılan her iyi davranış kendisini doğuran
şahsiyet özelliğini güçlendirir. Amel ile güçlenen ve kökleşen bu özellik ise yeni ve daha nitelikli davranışların meydana gelmesinin ruhî
zeminini hazırlar.
Vahyin karakter inşa metodu hem mahiyeti hem de hedefleri
itibariyle Hz. Peygamber’in yaşamında ete kemiğe bürünmüş ve
Allah Rasulü, risalet görevinin temel unsurları olan tebliğ, davet,
tebyin, talim ve tezkiye aksiyonlarının çatısı altında müstesna bir
nebevi üslup ile karakter inşasını hayata geçirmiştir. O’nun üslubu
sevgi, saygı, ilgi, hoşgörü, yumuşaklık, sabır, samimiyet ve merhamet
gibi ahlaki erdemler üzerine kuruludur. Dolayısıyla O’nun nebevi
üslubundaki egemen tavırın entelektüel ve epistemolojik karakterli
olmadığını ifade edebiliriz. Bu bağlamda Yüce Allah; “Allah’ın rahmeti
sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli
olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Sen onları affet. Onlar
için Allah’tan bağışlama dile…”54 ayeti ile Hz. Peygamber’in inşa ettiği
toplum yapısının temel dinamiklerine işaret etmiştir. Vahyin
icaplarını kendi yaşamında gereği gibi tatbik eden Hz. Peygamber’in
kulluk hayatı ve ahlaki erdemleri bu anlamda nebevi inşanın temel
noktasıdır. O, aklî ve ruhî bakımdan insanların kudret, kabiliyet ve
zafiyetlerini dikkate almak suretiyle aşamalı bir metod izleyerek
kolay olanı zor olana, müjdelemeyi korkutmaya öncelemiş ve onların
hem akıllarına hem de kalplerine aynı anda hitap ederek ruh ile
bedeni, dünya ile âhireti ve amel ile inancı bütünleştirmiştir.
53
54
Ankebût 29/15.
Âl-i İmrân 3/159.
Elmalılı M. Hamdi Yazır’da Kişilik Oluşumu
Mehmet Murat ÇEKMEN
Hattım felekte böyle bir nazım buldu amma,
Kaddim de dala döndü, ömrümce meşk yüzünden.
Mânâ iken muradım, nakşında derde düştüm,
Gönlüm ne çekti bilsen, dünyada aşk yüzünden.
M. Hamdi Yazır
Şehr-i Elmalı, Anadolu’da ayrı bir mânâ derinliğine ve özel bir
yere sahiptir. Tarih boyunca birçok medeniyete beşiklik etmesi nedeniyle, insanlık tarihi açısından önemli bir birikime ve değere sahip
olmanın yanı sıra, Elmalının; bizden, tarihimiz, kültürel dokumuz,
geleneklerimiz ve özellikle de ilim geleneğimiz açısından önemli izleri barındırmakta olduğunu ve değerli şahsiyetlere ev sahipliği yaptığını görmekteyiz. Elmalı hep bir ilim ve irfan şehri olmuş, bağrından
nice cevherler çıkarmış ve birçok ilim adamı yetiştirmiştir. Elmalımızın tasavvuf, ilim ve irfan temsilcileri; Sinan-ı Ümmi, Vahhab-ı Ümmi, Eroğlu Nuri, Abdal Musa, Niyazı-i Mısri ve Muhammed Hamdi
Yazır bu anlamda yaşantıları ve yazmış oldukları eserleri ile dönemlerine ve günümüze ışık tutan; bilgi gönül ve mana dünyamızı bir
kandil gibi aydınlatan, önemli değer ve şahsiyetlerimizdir.
Elmalının gönül incilerinin ortak noktası, gönül ilminin estetik ve
ahlaki değerleriyle bezedikleri hayatlarını, beşeri ve akli ilimlerin
dünyasıyla birleştirebilmiş olmalarıdır(Kemikli, 2011:16).
 Elmalı Kaymakamı, Antalya.
34 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
İşte Elmalı’nın ilim geleneğinde Osmanlının son dönemine ve
cumhuriyetimizin ilk yıllarına damgasını vuran en önemli değer ve
şahsiyet ise tartışmasız Elmalılı M. Hamdi Yazır’dır. Bu mana ikliminden beslenen ve mayasını bu topraklardan alan Yazır, tasavvuf,
ilim ve irfan merkezi Elmalı’nın, son dönemdeki en önemli temsilcilerinden biridir.
Cumhuriyet döneminin yetiştirmiş olduğu önemli fikir ve siyaset
adamlarından biri olan Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, her ne
kadar siyasi yönü bulunsa da daha çok mütefekkir bir alim olarak
tanınmıştır. Cumhuriyet Dönemi’nin ilk Türkçe tefsirini yazmış ve bu
eserle ün kazanmıştır. O’nun basın hayatı, tefsirciliği, hukukçuluğu,
vakıf anlayışı ve bu açıdan sosyal meselelere bakışı, tarihi malzemeyi
kullanışı, tasavvufla ilgili görüşleri, kelâmi meseleler hakkındaki tutumu, felsefeden ne anladığı, tefekkür cephesi, eğitimciliği ve sanatkârlığı araştırmacılar tarafından inceleme konusu yapılmış ve günümüze de bir çok alanda vermiş olduğu değerli eserleriyle ışık tutmuştur.
Yakın dönem Türk fikir ve ilim hayatının müstesna simalarından
biri olan Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, dinamik bir din anlayışı
ile ilmi ve fikrî yönden İslamiyet’i yeniden yorumlayarak çağımızdaki Müslümanlara yeni ufuklar açmaya çalışmış, zihinlerdeki ve ruhlardaki donukluğu gidermenin yollarını göstermiştir. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, gerek Cumhuriyetten önce, gerekse Cumhuriyet Döneminde dini, hukuki, içtimai ve de felsefî meseleler üzerinde
derinliğine düşünmüş, bunların bir kısmına yeni sayılabilecek çözüm
yolları getirmiştir(Cantürk, 2006:1).
Biz bu makalede, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’da kişilik
oluşumunu, kendi kişiliği ve kişilik özellikleri üzerinden değerlendirmeye çalışacağız. Elmalılı M. Hamdi Yazır’ın, insanda kişilik oluşumuna ilişkin görüşlerini ise konunun uzmanı olan ilahiyatçılara
bırakıyoruz.
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, çok boyutlu ve zengin bir
kişiliğe sahiptir. Çağdaşları arasında benzerine az rastlanan geniş
kültürlü mütefekkir bir din alimi, aynı zamanda da sanatçı bir kişiliğe
sahiptir(Çolak, 2012:29). Doğuştan çok zengin bir donanımla yetiş-
Elmalılı M. Hamdi Yazır’da Kişilik Oluşumu / M. M. Çekmen •
35
miştir. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın kendi bireysel özellik ve
üstünlüklerinden kaynaklanan niteliklerinin yanı sıra, onun kişiliğinin oluşmasında ve yetişmesi noktasında içinde bulunduğu toplumun yapısının ve manevi ikliminin elverişli olması da etkili olmuştur.
Muhammed Hamdi Yazır’ın güçlü kişiliğinin tohumlarının,
yetiştiği çevre ve ailesinden aldığı temel eğitim ile atıldığını söylemek mümkündür. Şehr-i Elmalı gibi birçok tasavvuf ve ilim ehlini
yetiştirmiş ve mana iklimi derin bir ilim, irfan ve sevgi beldesinde
kişiliğinin ilk filizleri yeşermiştir. Onun doğduğu topraklar, ayrı bir
manevi iklime ve ilmi derinliğe sahiptir. Böyle bir ilim, irfan, sevgi ve
tasavvuf şehrinde Şehr-i Elmalı’da mayalanan, Vahhab-Ümmi, Sinanı Ümmi, Eroğlu Nuri, Abdal Musa, Niyazı-i Mısri gibi ilim, irfan, mana ve sevgi elçilerinin yetiştiği ve olgunlaştığı bir manevi atmosferde
on üç yaşına kadar yetişen ve bu havayı soluyan Muhammed Hamdi
Yazır’ın, doğarken zaten bir yönüyle şanslı olduğu kabul edilebilir.
Şüphesiz yakın dönem islami fikir ve ilim hayatının en önemli
simalarından birisi(Çolak, 2012:13) ve Osmanlı imparatorluğunun
son dönem, Türkiye Cumhuriyeti’nin ise ilk dönem âlimlerinden olan
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, 1878 yılında Antalya’nın Elmalı
ilçesinde dünyaya gelmiştir(Paksüt, 1993:2).
Elmalı’da on üç yaşına kadar tahsil hayatını sürdüren, İptidai
Mektep ve Rüştiye eğitimini tamamlayan Muhammed Hamdi Yazır,
hafızlığını da bu süreç içerisinde çocuk denebilecek yaşlarda ikmal
etmiştir. Şehr-i Elmalı’nın değerli hocalarından, ilmi terbiye ve manevi donanım ile birlikte Arapça ve Fıkıh dersleri almıştır. Tahsiline
devam etmek üzere küçük denecek yaşta dayısı Mustafa Efendi ile
birlikte çok zahmetli bir deniz yolculuğu sonrası, dönemin ilim merkezi İstanbul’a gitmiş, Küçük Ayasofya Medresesine yerleşmiş, Tetkikat-ı Şer’iyye Meclisi Reisi Kayserili Müderris Mahmut Hamdi
Efendiden icazet almış, hocası ile adları aynı olduğu için hocasına
“Büyük Hamdi” kendisine “Küçük Hamdi” denmiş, gazete ve mecmualardaki yazılarında da bu lakabı kullanmıştır. Ayrıca, Arif ve
Sami Efendilerin Hüsn-ü Hat derslerine devam ederek hat alanında
da icazet sahibi olmuş ve birçok esere imza atmıştır(Albayrak,
36 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
1980:246; Paksüt, 1993:2-4; Çolak, 2012:23-24; Yavuz, 1995:57; Ersöz,
1993:170).
Yazır’ın; aileden yetişme tarzı da kişiliğinin oturmasında ve
olgunlaşmasında önemli bir faktördür. Ersözün ifadesiyle, “Öz-be
öz Anadolulu” olan Hamdi Efendinin ecdadı, tamamen ilmiyeye
mensuptur.(Ersöz, 1993:169). Yazır’ın alim bir zat olan babası Numan
Efendi, Budur’un Gölhisar kazasına bağlı Yazır köyünden küçük yaşında Şehr-i Elmalı’ya gelmiştir. Aydın Medreselerinde eğitimini tamamladıktan sonra Elmalı’ya yerleşen Numan Efendi, Şer’iyye Mahkemesi başkatibi olmuştur. Yine Yazır’ın dedeleri Mehmet, Bekir,
Hasan ve Bedreddin Efendiler de ilmiye sınıfına mensuptu. Amcası
Muhammed Emin Efendi de ileri gelen alimlerdendi. Annesi Fatma
Hanım ise, Elmalı hocalarından Sarlarlı Mehmed Efendinin kızıdır(Paksüt, 1993:2 ; Ersöz, 1993:169 ; Çolak, 2012:23). Yani Elmalılı
Muhammed Hamdi Yazır’ın mayası, aile ve çevresi anlamında da çok
sağlam atılmıştır. Yetişmesinde alim babası kadar, belki de daha fazla
annesinin de etkisi olduğu söylenebilir. Annesi oğlunun ilim için Elmalı’dan İstanbul’a gidişine karşı çıkmamış, “Seni ilim yoluna gönderiyorum. Şükürler olsun Allah’a, ne mutlu bana” diyerek uğurlamıştır(Paksüt, 1993:2).
Muhammed Hamdi Yazır, üst düzeyde bir zeka ve hafıza yapısına, analiz yeteneğine sahiptir ve üstün bir yaradılışla dünyaya
gelmiştir. Yazır, çok başarılı bir eğitim ve öğrencilik hayatı geçirmiştir. Eğitim süreçlerini hep birincilikle bitirmiştir. Kıvrak zekâsı ve
işlek muhakemesi daha çocukken belli olur. Her alanda arkadaşlarını
aştığı görülür. Bir taraftan da edebiyat, felsefe ve musiki öğrenmiştir(Paksüt, 1993:5; Subaşı, 1993:319; Aydın, 1993:260-261). Ömer
Nasuhi Bilmen kendisini “bir zeka numunesi” olarak övmektedir(Bilmen, 1974:786). Yazır, algılama gücü yüksek ve istisnai bir beyin yapısı ve hafıza, kıvrak bir zeka, çok derin bir duyarlılık, ince bir
sanat zevki, üst düzeyde bir gözlem ve analiz yeteneği, tarih bilinci
ve bir çalışma azmi ve kararlılıkla teçhiz edilmiş özellikli bir yaradılışa ve bireysel kapasiteye sahiptir. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır,
üstün yeteneklere, konular üzerinde gösterdiği üstün Muhakeme
gücüne, deha düzeyinde bir zekaya sahip olmanın yanı sıra güzel
sanatlardan şiire, dini musikiye ve hüsn-ü hatta karşı da büyük bir
Elmalılı M. Hamdi Yazır’da Kişilik Oluşumu / M. M. Çekmen •
37
istek ve kabiliyet sahibiydi(Paksüt, 1993:5; Subaşı, 1993:318-320; Çolak, 2012:24). Talebeliği o kadar parlaktır ki çok dirayetli olan, şeyhülislamlık fetva eminliği yapmış, Fransa devleti tarafından da kendisine madalya verilmiş olan hocası Kayserili Hamdi Efendiye denk gösterilebilecek ilmi bir kişiliğe sahiptir(Aydın, 1993:260-261)
Ömer Nasuhi Bilmen Hoca Elmalılı Tefsiri hakkında, “Türkçe’de
benzeri bulunmayan kıymetli bir eserdir. Bizim için bir ilim ve irfan
hazinesi sayılmaya her yönüyle layıktır” diyerek takdirlerini belirtmiştir. Sağlam bir inancın, samimiyetin, büyük araştırma ve çalışmanın mahsulü olan Elmalılı tefsiri, dirayet tefsirleri arasında hak ettiği
yeri almış ve en güvenilir, en doyurucu tefsir olarak kabul edilmiştir.
Ayrıca ülkemizde en fazla okunan ve istifade edilen tefsir olma özelliğini almış kıymetli bir eserdir(Polat, 1998:10).
Azimli ve kararlı bir kişilik yapısına sahiptir. Kafasına koyduğu şeyi planlar ve en kısa sürede gerçekleştirmenin yollarını arar.
Nitekim bir gece oğlunu yatağında göremeyen annesi onu alt kattaki
odada bir mum ışığında hafızlığa çalışırken bulur. Habersizce başladığı bu işi büyük bir gayretle çalışarak kısa sürede tamamlamış ve
hafız olmuştur. Bu güzel sesli küçük hafız, okulun da en başarılı öğrencisidir ve hocalarının en sevdiği ve ümit beslediği öğrenci
odur(Paksüt, 1993:3). Arapçası sınıf düzeyinin çok üstünde olup,
Arap sanılacak düzeyde iyi Arapçası vardır. İlim dili olan Arapçayla
yetinmeyerek şiir dili kabul edilen Farsçayı da öğrenmiştir. Fransızca
bilmeyen Yazır, bu azimli ve kararlı kişilik yapısıyla, birkaç ay içerisinde, okuduğu metni anlayacak ve istediği metni Türkçeye çevirecek
düzeyde Fransızca bilgisine ulaşır(Paksüt, 1993:7).
Yazır, bir mütefekkir için gerekli bilgi birikimine tam anlamıyla sahip birisidir. Mütefekkir, çok boyutlu ve zengin bir kişiliğe sahiptir ve doğuştan çok zengin bir donanım ile gelir. Geniş kapasiteli
bir beyin yapısı, çok derin bir duyarlılık, ince bir sanat zevki, iyi bir
gözlem yeteneği, bilinmeyeni yani problemi gören, duyan, sezen bir
meleke, gerçekliğin bütününü ihata edebilen bir idrak, tarih şuuru
ve bu ölçüde bir çalışma kapasiteli ile donatılmış üst bir yaratılışa
sahiptir. Doğuştan bu donanım ile gelen mütefekkir, ,hazır olan bu
imkanları, geniş bir bilgi birikimi yani tam bir oryantasyon ile bes-
38 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
ler(Aydın, 1993:260). Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır bir mütefekkirde bulunması gereken bu niteliklerin tümüne haizdir
Bir mütefekkir için gerekli bilgi birikimi, yani oryantasyon da
Hamdi Yazır için tamdır. Bunun kanıtı Hak Dini Kuran Dili adlı tefsiri ve hocalık hayatıdır(Aydın, 1993:261).
Elmalılı, medresenin yetiştirdiği son değerlerden biri olarak engin bir birikime sahip, çok yönlü bir alimdir. Tefsiri çoğu konuda
aşılması güç izahlarıyla hem ilim aleminde hem de genel okuyucu
nezdinde tazeliğini ve değerini korumaktadır. Tefsiri, Türk okuyucusunun istifade edeceği büyük bir bilgi ve kültür hazinesidir. Bütün
bir İslami kültürü derin bir vukufla Türkçe olarak aktarması bile onu
takdir etmek için yeterli bir sebeptir. Kaldı ki çeşitli konulardaki değerli yorum ve yaklaşımlarıyla da Kur’an araştırmacılarına ışık tutmuştur ve hala ışık tutmaya devam etmektedir(Albayrak, 1993:168).
Elmalılı Muhammed Yazır’ın yaklaşık 12 yılda tamamladığı ve
“Hak Dini Kur’an Dili” adını verdiği bu kıymetli eser, önceki tefsirlerin bir derlemesi ve kopyası değil, kendine has üslûbu, ayetlere getirilen yeni yorum ve değişik bakış açılarıyla bu alanda yazılmış orijinal
bir eserdir. Ayrıca önceki müfessirlere ait görüşlerden, bir kısmına
getirilen eleştiriler, yapılan ilmi açıklama ve tahliller de tefsiri farklı
kılan önemli özelliklerdendir(Polat, 1998:10).
Hamdi Yazır’ın her şeyden önce aldığı eğitim, içinde yaşadığı
kültür, o dönem dünyasının siyasi, sosyal, ekonomik, ilmi ve felsefi
açıdan taşıdığı özellikler itibariyle önceki müfessirlerden çok daha
farklı bir dünyanın insanı olduğu son derece açıktır. Bu basit gerçek,
doğal olarak Elmalılı Hamdi Yazır’a, Kur’an’ı anlama ve yorumlamada yeni bir bakış açısı kazandırmıştır. Ayrıca özellikle Batı Felsefesini yakından tanıması onun, kendinden önceki müfessirlerden farklı
bir bakış açısı yakalamasını sağlamıştır(Albayrak, 1993:154).
Doğu ve Batı kültürünü bizzat kaynaklarından öğrenmiş ve çok
seçici bir özellikle bu birikimini kalıcı kılacak şekilde eserlerine yansıtmıştır Batının felsefe ve hukuk anlayışını tanımak için Fransızca
öğrenmiş, öğrendiği Fransızca sayesinde batılı müelliflerce kaleme
alınan felsefe ve mantık konularındaki kitapları inceleme, onlardan
çeviriler yapma, İslam Hukuku ile Fransız Medeni Kanununu’nu
Elmalılı M. Hamdi Yazır’da Kişilik Oluşumu / M. M. Çekmen •
39
inceleyerek mukayese yapma imkânına sahip olmuştur. Yazır, bu
yönüyle batı hukukunu da bilen bir hukukçu kimliğine sahiptir(Çolak, 2012:25).
Yazır; özverili ve çalışkandır. Elmalılı Muhammed Hamdi
Yazır’ın, hem kaleme aldığı eserler ve hukuk alanındaki hocalığı,
hem de devletin çeşitli kademelerinde yıllarca hizmet vermesi onun
bu özverili ve çalışkan yapısının bir göstergesidir(Çolak, 2012:29).
Hamdi Yazır, çok okuması ve çabuk öğrenmesi ile olduğu kadar öğrenme arzusunun sınırsız oluşuyla da herkesi hayrete düşürecek bir
kişilik yapısına sahiptir.
Hamdi Yazır kişilik olarak, sanat zevki ve kabiliyetine de yüksek oranda sahip bir şahsiyettir. İlmi kişiliği ve derinliği yanında,
sesi güzel ve musikiye de aşina olan Hamdi Efendi, hat sanatında
icazet sahibi idi. Tezhip ve cilt gibi geleneksel sanatlarda da behresi
vardı. Tırnakla yazı yazar ve süsleme yapardı(Subaşı, 1993:320).
Türkçe Arapça ve Farsça şiirleri olan bir şair; sülüs, rık’a, ta’lik, celi
ve icazet nevilerinde eser vermiş bir hattattır. Türkçe, Arapça ve Farsça şiirler yazmasına rağmen bu edebi yönüyle pek tanınmamıştır(Çolak, 2012:29). Elmalılı’nın musiki zevki de vardır. ve kısmen de
icra ettiğini kendisi de söylemektedir(Aydın, 1993:261). Dile hakimiyeti tamdır. Eserleri ve makaleleri hep edebi niteliğe sahiptir. Mahmut Kemal İnal’ın aktardığına göre Ünlü Hattat Necmettin Efendi(Okyay), “Hamdi Efendi daha ziyade ilim ile iştigal etmekle beraber ekseri vaktini yazmaya hasretse idi, dünyada kimsenin namı
kalmazdı” demektedir(Subaşı, 1993:329).
Sanat aşkı ilim aşkı kadar büyük olan Yazır; İstanbul’un meşhur
hafızlarını dinleyerek, bir süre müzikle de ilgilenmiş, Kur’an-ı Kerim’i ahenkle okumak ve çeşitli makamlar arasındaki farkı bilmek
gerekliliğini vurgulamıştır. Döneminin tanınmış hattatlarından Arif
ve Sami Efendiler’den hat dersleri almış ve bu sanatta da önemli bir
düzeye ulaşmıştır. Sanatçı kişiliği daha çok hattatlığında ortaya çıkar.
Sülüs, nesih,ve celi türünde çeşitli levhalar yazmıştır. Muhammed
Hamdi Yazır, rik’a ve icazet hattında da başarılı görülmüş, böylece
son devrin seçkin hattatları arasında sayılmıştır(Subaşı,1993:319-329;
Çolak, 2012:30). Subaşı’nın aktardığına göre kardeşi Mahmut Yazır,
“Ağabeyimin çok ince bir kamış kalemle, çok küçük harflerle yazdığı
40 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
bu yazının en büyük özelliği, büyüteç altında güzelliğinden hiç bir
şey yitirmemesi, büyüteç altında da onda en küçük bir hata görülmemesidir. Ne ben böyle bir yazı yazabilirim ne bir başkasının yazacağını düşünebilirim.” demiştir(Subaşı, 1993:329).
İlgilenmediği konu, ilgisini çekmeyen şey yok gibidir. Komşu
teyzelerine nakış modelleri çizmek, dantel örneği çıkarmak, kız kardeşine elbise dikmek, mühür kazmak gibi akla gelmeyecek birçok
alanda beceri göstermiş yetenekli bir insandır(Paksüt, 1993:3). Ayrıca
Kur’an-ı Kerimi güzel bir sesle ahenk içinde okumak ve çeşitli makamlar arasındaki farkı anlamak gibi meziyetlere sahip olduğunu da
bilmekteyiz(Paksüt, 1993:6; Çolak, 2012:25).
Yazır mükemmeliyetçidir. Her şeyin aslını aramak, her şeyin en
iyisinin nasıl olacağını düşünmek, daha iyisini yapmak onun için
hem bir zevk, hem de zorunluluk gibidir.
Yazır, cesur ve kararlı bir kişilik yapısına sahiptir. İlim yolunda
yapamayacağı bir şey yoktur. Hayatı da bunun en önemli göstergesidir. İlim yolunda çocuk yaşta İstanbul’a çok zahmetli bir deniz yolculuğu ile vapurla gitmekten mutlu olmuş, çok değerli hocalar bulacağını ve çok değerli şeyler öğreneceğini düşünerek sevinmiştir. İstiklal
Mahkemelerinde yargılanma riskine karşı, birçok kişi ülkeden kaçmayı tercih ederken Yazır, ülkeyi terk etmemiş, Mütehassisin Mektebinde mantık hocası iken, inkılaptan sonra mahkemeye sevk edilmiş,
İstiklal Mahkemelerinde idamla yargılanmış ve kendi savunmasını
suçsuz olduğu inancıyla, kararlı bir şekilde kendisi yapmış ve 40 gün
hapis tutulduktan sonra serbest kalmıştır. Bu kararlı nedeniyledir ki
bilahare kendisine Kuran-ı Kerim’in tefsirini yazmak gibi büyük ve
kutsal ilmi bir görev verilmiştir.
Yazır; zeki ve kavrayış kabiliyeti yüksek yetenekli bir kişiliktir. Kısa sürede büyük bir ilmi birikime sahip olmuştur. Her fırsatta
okur ve kendini yeniler, Sorulan sorulara en ilk cevap verir ve cevapları ile hocalarında bile hayranlık uyandırırdı. On beş yaşında geldiği
İstanbul’da Küçük Ayasofya Medresesi’nde cami derslerine başladı.
Kayserili Mahmud Hamdi Efendinin Beyazıt Camiindeki derslerine
devam ederek Arapça ve dini ilimlerde icazet aldı(Paksüt,1993:4).
Dersiamlığı-Ders Hocalığı ve Hukuk Fakültesini eş zamanlı yürüte-
Elmalılı M. Hamdi Yazır’da Kişilik Oluşumu / M. M. Çekmen •
41
rek, 1906 yılında Beyazıt Dersiamı, ardından da 1907 yılında Mekteb-i
Nüvabı (Hukuk Fakültesi) birincilikle bitirerek bir altın madalya ve
beratla ödüllendirilmiştir(Paksüt, 1993:5).
Yazır, aynı zamanda iyi bir felsefecidir. Tüm bu donanım ve birikimlerinin yanı sıra kendisini felsefi bakış açısıyla donatmış olan bir
mütefekkir olarak Hamdi Yazır; insan, yaratıcı ve tabiat gerçekliğinin
bütününü tefekkürüne konu etmiştir. Yazır, Metalib ve Mezahib adlı
tercümesinin Dibacesine bir münacaat ile başlar ve bu münacaatında
o, önce insan varlığının mahiyeti üzerine bir felsefi bakış açısı ve analiz geliştirir. Yazır, beden ve ruh, onun deyimiyle buluş ve bulunuş
arasındaki ilişkinin, Allah’ın mutlak irade ve kudretiyle kurulduğunu
savunmaktadır(Aydın, 1993:261-262). Dibace bütünüyle ele alındığı
zaman Hamdi Yazır’ın müstakil düşünen dirayetli bir kafaya sahip
olduğu, felsefe meselelerine yakından vakıf olduğu anlaşılır(Bolay,
1993:135).
Yazır, önemli düzeyde bir hukuk bilgisine sahiptir. Yazır, 1904
yılında ruus imtihanını kazanmış, yine eş zamanlı devam ettiği, bugün; hukuk fakültesi olarak bilinen Mekteb-i Nuvvab-ı birincilikle
bitirmiş, bir taraftan kendi çabalarıyla edebiyat, felsefe ve musiki öğrenmiştir(Yavuz, 1995:57). Hukuk alanındaki vukufiyeti üstlendiği
görevlerdeki başarılarından ve eğitim ve öğretimdeki hukukla ilgili
faaliyetlerinden açıkça anlaşılmaktadır(Çalışkan, 1993:196). Yazır’a
göre, insanlığın bekası medeniyetle, medeniyetin ayakta durması ise,
adaletle mümkün olur. Adalet de, önce kanunun varlığı, sonra da
kanunun iyi uygulanması ile sağlanır(Çalışkan, 1993:188).
Yazır, bilme ve akla büyük önem vermiştir. Çok yönlü bir ilim
adamı olması itibariyle temayüz eden Elmalılı, Kur’an ayetlerini yorumlarken, çağının gerektirdiği bilgi ve teknolojiden en mükemmel
şekilde yararlanmaya gayret etmiş, bilimsel gelişmelerden kendisini
soyutlamamıştır(Cantürk, 2006:101). Muhammed Hamdi Yazır, Osmanlı toplumunun medeniyet seviyesinin yükselebilmesi için, tefekkürün ve ilmi çalışmaların sadece dini varlık alanının realitesini değil,
gerçekliğin tamamını kavraması ve inşa etmesi gerektiğini vurgular.
Bunun için de Osmanlı tefekkürünün ve mütefekkirlerinin bilimsel
ve felsefi nitelik kazanması gerektiğini söyler.
42 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
Yazır, tarih ve dil şuuruna da sahiptir. Dile hakimiyeti tamdır.
Eserleri ve makale seviyesindeki yazıları hep edebi niteliğe sahiptir(Aydın, 1993:261). Bilimin, kültürün, sanatın dolayısıyla medeniyetin gelişmesi için tarihin bilinmesinin önemini vurgulamış, bir mütefekkir olarak kendi ana dilinde yani Türkçe düşünmeyi de ihmal etmemiştir. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, yazılarında sade bir
Türkçe kullanmış ve Türkçe kelimeleri tercih etmiş, ancak Türk dilinin öz malı haline gelen Arapça, Farsça ve Batı kaynaklı kelimeleri de
ihmal etmemiştir(Çolak, 2012:29). Elmalılı, eserlerinde çoğu zaman,
Türkçeyi şuurlu bir şekilde nerede ne yazacağını, hangi kelimelere
yer vermesinin uygun olacağını düşünerek, tercihini ortaya koyarak
kullanmıştır. Hak Dini Kuran Dili adlı tefsirinin başında, kullandığı
Türkçe hakkında yaptığı açıklamalardan da bu anlaşılmaktadır(Yılmaz, 1993:33).
Yazır; peşin hükümlü değildi ve kıymetşinas idi. Dini ilimlerin
yanı sıra felsefi meselelere ve diğer ilimlere vakıf çok yönlü bir alim
olan Yazır, hiçbir ilim adamı hakkında ön fikir sahibi ve peşin hükümlü değildir. Bir fikrinden dolayı tenkit ettiği bir fikir adamını,
biraz sonra başka bir fikrinden dolayı tebrik ve takdir edebilmeyi
bilmiştir. Ömer Nasuhi Efendi, onun ahlakına şu sözlerle ışık tutar;
“Mehmed Hamdi Efendi merhum; halûk(güzel huylu), mütevazı,
kıymetşinas idi. Hiçbir kimsenin ilmi kıymetini tenkise kalkışmazdı,
hiçbir kimsenin meşkûr mesaisini takdirden çekinmezdi.”
Yazır’ın hafızası ve dimağı çok kuvvetli idi. Muhammed Hamdi Yazır, hatimle namaz kıldıracak kadar sağlam hafızdı ve onu dinleyenler, okuyuşuna hayran kalırlardı. Daha önceden bilmediği Fransızca dilini, altı aydan kısa bir sürede ve tercüme yapacak düzeyde
öğrenmesi de hafıza ve dimağının ne kadar kuvvetli ve harikulade
bir düzeyde olduğunun bir göstergesidir.
Yazır, çok okurdu ve iyi bir eğitimciydi. Değişik konularda
okur, biyoloji, tıp, fizik, kimya, matematik, hukuk ve en fazla da felsefe okurdu. Tefsirini yazdığı yıllarda gece çalışıp gündüz uyuyordu.
Yani başka insanların kalktığı saatler onun için yatma saatleri oluyordu(Paksüt, 1993:17).
Elmalılı M. Hamdi Yazır’da Kişilik Oluşumu / M. M. Çekmen •
43
Yazır, okumayı öğrenmeyi sevdiği kadar okutmayı ve öğretmeyi
de sevmekte, ders vermekten, öğrencilerin bir şeyler aldığını görmekten mutluluk duymaktadır. Öğretim hayatına dersiamlıkla girmiş,
Vaizler Medresesinde Fıkıh Usulü, Hukuk Fakültesinde İslam Hukuku, Mekteb-i Mülkiyede Mantık okutmuştur(Bolay, 1993:125). Yazır.
Çok okur, değişik konularda okurdu. Biyoloji, tıp, fizik, kimya, matematik ve en başta da felsefe ile ilgiliydi(Paksüt, 1993:17). Hamdi
Efendi hayatının çeşitli dönemlerinde iki yönlü eğitimi, yani hem
halk eğitimini hem de örgün eğitimi bir arada yürüten bir kişi olmuştur. Dönemin örgün eğitim kurumu olan Medresetü’l Kuzat’da müderrislik yaparken, diğer yandan da halka açık bir şekilde Beyazıd ve
Şehzade Camilerinde talebelerine ders okutmuştur. Hamdi Yazır’ı bu
nedenle filozof, müfessir, hukukçu olduğu kadar bir yaygın din eğitimi ve halk egitimi öncüsü olarak ta görmek gerekir(Aşıkoğlu,
1993:246).
Yazır, aynı zamanda nitelikli bir edip, gazeteci ve yazardı. Dile
hakimiyeti tamdı. Eserleri ve makale seviyesindeki yazıları hep edebi
niteliğe sahipti. Muhammed Hamdi Yazır İkinci Meşrutiyet döneminin önemli yayın organları Sırat-ı Mustakim ve daha sonra onun devamı olan Sebil-ür Reşad, Beyan-ül Hak ve Mesihatın resmi yayın
organı Ceride-i İlmiyye’de makaleler yazmış olup, bu üç dergide yer
alan makalelerin tamamı İslami konulara ilişkindir.(Yazıcı, 1993:2627). Elmalılı Muhammed Hamdi Yazırın makaleleri incelendiğinde,
geniş İslami ve felsefi kültür, araştırma yeteneği içerisinde yaşadığı
cemiyetin güncel konuları ile olan yakın ilgisi dikkati çekmektedir(Yazıcı, 1993:30). Öztürk’e göre “O’nun sadece Vakıflarla ilgili
yazdıklarını okuyarak bile hukuktaki vukufunu,tarih ve sosyolojideki
derinliğini, iç ve dış siyasetteki görüşlerinin isabetini, Kur’ani ilimlerdeki erişilmezliğini, dili kullanmakta gösterdiği ustalığını, meselelerin tahlilinde ve yorumunda zekasının parlaklığını” anlamak
mümkündür(Öztürk, 1993:208).
Yazır, şefkatli, alçak gönüllü ve mütevazi bir karaktere sahipti.
Yazır, iyi bir dosttu ve sevdiklerine ve sevenlerine karşı oldukça duyarlı ve vefalı bir kişilik yapısına sahipti. Herkese ve bilhassa çocuklara şefkati çok fazlaydı. Çocuklarla ilgilenir onlarla satranç, dama,
domino oynar, topaç çevirir, onlara sorular sorar, bilgilerini tartar ve
44 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
dersleriyle ilgilenirdi. Bayanlara el işlerinde yardım eder, onlara motifler çizerdi. Kahve ve sigara tiryakisi idi. Sevdiği yemek genellikle
tatlılar, sevdiği spor güreş, sevdiği oyun satranç idi. Satrancın kendisini dinlendirdiğini söylerdi. Eğer ziyaretine gelen misafirleri arasında satranç bilen varsa muhakkak müsabaka yapar, güreş haberlerini
ilgiyle takip ederdi(Paksüt, 1993:17-18).
Yazır, sabırlı kişilik yapısına sahipti. Kur’an-ı Kerim’i Tefsir çalışmaları 12 yıl sürmesine rağmen sabır ve sebat ile sonuçlandırma
noktasına getirmiş, kalp krizi ve hastalıklar geçirmesine rağmen yılmamıştır. Mehmet Akif Ersoy’un vazgeçmesi üzerine meal kısmının
yazılması işi de kendisine kalmış, sabırla tefsir ve meali uzun bir sürede de olsa 1938 yılı yazında tamamlamayı bilmiştir(Paksüt,
1993:13).
Yazır; Cumhuriyetin ilanı üzerine memuriyet yaptığı kurumlar
lağvedilince açıkta kalmıştır(Paksüt, 1993: 8). Medreselerin kapanması ile geçim sıkıntısına düşmüş, “muzdarip bir kalp” ile böyle bir sıkıntı içinde kalması, onun felsefi meselelere ne derece vakıf olduğunun ortaya çıkmasına hatta bir filozof gibi sistemli düşünebildiğinin
görülmesine ve “Metalib ve Mezahib” isimli eserin tercümesine vesile
teşkil etmiştir(Bolay, 1993:125).
Yazır; incelemeci, araştırmacı ve güçlü bir kişilik sahibi bir ilahiyatçıydı. Yaşadığı dönemin neslinin değil, daha önceki nesillerin
dahi anlamaktan aciz olduğu eserleri incelemiş, bu eserlerden öğrenilmeye ve öğretilmeye değer gördüğü bilgileri toplayıp, kendi düşünceleriyle de harmanlamak suretiyle gününün insanına sunmuştur.
Yazır, siyasetle de uğraşmış ve siyasi kimliğe sahip bir kişilikti. Ülkeyi ilim ve medeniyet seviyesine ulaştırmaya vesile olabileceği
ümidiyle meşrutiyet idaresini hararetle savunmuş, bu görüşü temsil
eden İttihat ve Terakki Cemiyetinin ilmiyye şubesinin üyesi olarak
çalışmalar yapmıştır(Çolak, 2012:26-27). Meşrutiyetin ilanından sonra
daha 30 yaşındayken Antalya milletvekilliğine seçilerek 1908 yılında
Meclisi Mebusan’a girmiştir. 1876 Kanuni Esasisinin değiştirilmesi
hakkında kaleme aldığı mazbata ile ilmi ve siyasi kudret ve yeteneğini ortaya koymuştur(Subaşı, 1993:319). Birinci Dünya Savaşı sonrasında ısrarlı teklifler üzerine, Damat Ferit Paşanın ikinci ve üçüncü
Elmalılı M. Hamdi Yazır’da Kişilik Oluşumu / M. M. Çekmen •
45
hükümetleri kabinesinde altı ay on dört gün Evkaf-ı Hümayun Nazırı
(Vakıflar Bakanlığı) yapmıştır. Bu görevde iken ikinci rütbeden Osmanlı nişanı ile ödüllendirilmiş, bu arada ilmi rütbesi de Süleymaniye Medresesi Müderrisliğine yükseltilmiştir. Bu görevi sona erince de
15 Eylül 1919’da Heyet-i Ayan azalığına getirilmiştir(Paksüt,1993:8;
Ersöz, 1993:170-171; Çolak, 2012:27). Hamdi Yazır, mebus ve nazır
olmak suretiyle bir müddet siyasete atılmış ise de hiçbir zaman siyasi
akımlara kapılarak ilim sahasından uzaklaşmamıştır. Bu yüzden de
Meclis’te takdim töreni yapılırken kendisi için söylenen “ilmiye sınıfının nasiye-i paki, medar-ı iftiharıdır” övgüsüne fazlasıyla layık olduğunu ispat etmiştir(Ersöz, 1993:170-171).
Sonuç
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır medresenin yetiştirdiği son ve
en önemli değerlerden biri olmanın yanı sıra, bu birikimini Cumhuriyet sonrasına da taşımış, engin bir tecrübe ve değerli bir kişiliğe
sahip, çok yönlü bir âlimdir. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır; kişiliği ve eserleri ile dönemine ve sonraki nesillere yön vermiş, çeşitli
konulardaki değerli yorum ve yaklaşımlarıyla da topluma ve Kur’an
araştırmacılarına ışık tutmuş ve hala da ışık tutmaya devam etmekte
olan sönmeyen bir kandil niteliğindedir.
O, çok büyük bir mütefekkir ve din alimi, tefsirci ve felsefeci olmanın yanı sıra; eğitimci, fikir ve siyaset adamı, hukukçu, hattat, sanatkar, gazeteci ve yazar, edebiyatçı, şair, tarihçi, inceleme ve araştırmacı, çevirmen, vakıf uzmanı olmak gibi sadece istisnai değer ve
kişiliklerde bulunabilecek bir çok özel sıfatı bünyesinde barındırmıştır.
Muhammed Hamdi Yazır, üst düzey bir zekaya, hafızaya ve analiz yeteneğine, azimli ve kararlı bir kişilik yapısına, üstün bir yaradılışa, çok boyutlu ve zengin bir kişiliğe, kuvvetli bir hafızaya, estetik,
sanat zevki ve kabiliyetine ve tarih ve dil şuuruna yüksek oranda
sahip, akla ve bilme önem veren mükemmeliyetçi, cesur ve kararlı,
özverili ve çalışkan, çok okuyan, şefkatli, alçak gönüllü, sabırlı ve
mütevazi, kadirşinas, kavrayış kabiliyeti yüksek bir kişilik yapısına
sahiptir.
46 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
Sonuç olarak diyebiliriz ki, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır,
kişilik özelliklerinin bütünü ele alındığında; dönemine ve kendisinden sonraki nesillere kılavuzluk yapmış, gönül ve mana iklimimizi ve
fikir dünyamızı aydınlatan, müstesna bir değer ve şahsiyettir.
Bu yıl beşincisini düzenlediğimiz bu sempozyuma katılma ve
beni dinleme nezaketini gösterdiğiniz için teşekkür eder, saygılar
sunarım.
Kaynakça
Albayrak, Halis, “Elmalılı M. Hamdi Yazır’ın Tefsir Anlayışı”, Elmalılı Hamdi
Yazır Sempozyumu, (4-6 Eylül 1991), TDV Yayınları, Yayın No:109,
s. 281-289, Ankara, 1993.
Albayrak, Sadık, Son Devir Osmanlı Uleması, İstanbul, 1980.
Aşıkoğlu, Nevzat Yaşar, “Muhammed Hamdi Yazır’ın Terbiye Anlayışı ve
Eserlerine Eğitimci Gözüyle Bir Bakış”, Elmalılı Hamdi Yazır Sempozyumu, (4-6 Eylül 1991), TDV Yayınları, Yayın No:109, s. 245-252,
Ankara, 1993.
Aydın, Hüseyin, “Bir Mütefekkir Olarak Muhammed Hamdi Yazır”, Elmalılı
Hamdi Yazır Sempozyumu, (4-6 Eylül 1991), TDV Yayınları, Yayın
No:109, s. 260-264, Ankara, 1993.
Bilmen, Ömer Nasuhi, Büyük Tefsir Tarihi, Cilt II, İstanbul, 1974.
Bolay, Süleyman Hayri, “Bir Filozof Müfessir, M. Hamdi Yazır”, Elmalılı
Hamdi Yazır Sempozyumu, (4-6 Eylül 1991), TDV Yayınları, Yayın
No:109, s. 125-139, Ankara, 1993.
Cantürk, Seyit Ali, “Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın “Hak Dini Kur’an Dili”
Adlı Eserinde Hıristiyanlıkla İlgili Değerlendirmeleri”, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe Ve Din Bilimleri Anabilim
Dalı Dinler Tarihi, Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2006.
Çalışkan, İbrahim, “Muhammed Hamdi Yazır’ın Hukukçuluğu”, Elmalılı
Hamdi Yazır Sempozyumu, (4-6 Eylül 1991), TDV Yayınları, Yayın
No:109, s. 187-196, Ankara, 1993.
Çolak, Abdullah, Elmalılı M. Hamdi Yazır ve Bazı Görüşleri, Yazar Ofset, Antalya, 2012.
Elmalılı M. Hamdi Yazır’da Kişilik Oluşumu / M. M. Çekmen •
47
Dönmez, İ. Kafi, “Hamdi Yazır’ın Fıkıh Usulü Anlayışı”, Elmalılı Hamdi
Yazır Sempozyumu, (4-6 Eylül 1991), TDV Yayınları, Yayın No:109,
s. 179-186, Ankara, 1993.
Ersöz, İsmet, “Elmalılı Hamdi Yazır ve Tefsirinin Özellikleri”, Elmalılı Hamdi
Yazır Sempozyumu, (4-6 Eylül 1991), TDV Yayınları, Yayın No:109,
s. 169-177, Ankara, 1993.
Kahvecioğlu, Karaca., “Din Hizmetlerinde Dini Danışmanlık Ve Rehberlik”,
Yüksek Lisans Tezi, T.C. Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe Ve Din Bilimleri Anabilim Dalı ,Isparta,
2010.
Kemikli, Bilal, “İlim Şehri Elmalı”, Elmalı: İlim ve İrfan Şehri, Kutlu Avcı Ofset, Antalya, 2011.
Kara, İsmail, “Elmalılı Hamdi Efendi ve Halifelik”, Elmalılı Hamdi Yazır Sempozyumu, (4-6 Eylül 1991), TDV Yayınları, Yayın No:109, s. 253-258,
Ankara 1993.
Kılıç, Recep, “Dibace(Önsöz)”, Elmalılı Hamdi Yazır Sempozyumu, (4-6 Eylül
1991), TDV Yayınları, Yayın No:109, s. 290-298, Ankara, 1993.
Öztürk, Nazif, “M. Hamdi Yazır’ın Vakıfçılık Anlayışı”, Elmalılı Hamdi Yazır
Sempozyumu, (4-6 Eylül 1991), TDV Yayınları, Yayın No:109, s. 197208, Ankara, 1993.
Paksüt, Fatma, “merhum Dayım Hamdi Yazır”, Elmalılı Hamdi Yazır Sempozyumu, (4-6 Eylül 1991), TDV Yayınları, Yayın No:109, s. 2-24, Ankara, 1993.
Polat, Taştan, “Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır”, Ahenk Dergisi, Sayı:2, s.
9-11, Mayıs, 1998.
Subaşı, M. Hüsrev, “Elmalılı Muhammed Hamdi Efendi ve Hat Sanatımızdaki Yeri”, Elmalılı Hamdi Yazır Sempozyumu, (4-6 Eylül 1991), TDV
Yayınları, Yayın No:109, s. 318-330, Ankara, 1993.
Yavuz, Yusuf Şevki “Elmalılı Muhammed Hamdi”, Türkiye Diyanet Vakfı
İslam Ansiklopedisi, C.2., İstanbul, 1995.
Yazıcı, Nesimi, “Muhammed Hamdi Yazır’ın Basın Hayatı ve Yazarlığı”,
Elmalılı Hamdi Yazır Sempozyumu, (4-6 Eylül 1991), TDV Yayınları,
Yayın No:109, s. 25-32, Ankara, 1993.
Yılmaz, Ali, “Elmalılı Hamdi Yazır’ın Türkçesi” Elmalılı Hamdi Yazır Sempozyumu, (4-6 Eylül 1991), TDV Yayınları, Yayın No:109, s. 33-44, Ankara, 1993.
“Sohbet Canı Semirtir”
–Rûhun Gıdalandığı Sohbet–
Sadık YALSIZUÇANLAR
Başlığa aldığım cümle, Yunus Emre’nin bir nutkundan. Şöyle diyor Yunus Emre :
“Sohbet canı semirtir,
Hem aşıkın ömrüdür.
Hakk Çalab’ın emriyle,
Erenler himmetidir.”
İnsan kelam ve nazarla mayalanır. Maye-i Muhammediyye, kamil Mürşid’in kudsi nefesidir.
Ruh, kulaktan ve gözden gıdalanır. Kelam, kulaktan girer,
gönüle dolar, Yunus Emre’nin söylediğince, ‘can’ı besler. Aşığa hayat
veren, sohbettir. Hakk’ın emridir, Erenlerin himmetidir. Elmalı irfan
havzasının seçkin isimlerinden Vahib Ümmi, “Biz Yûnus’un sebakın
evliyâdan okuduk / Gizli değil belliyiz şimdi zamân içinde” beyti,
Yunus Emre’nin ilahilerinin irfan ocaklarında, Kamil insanların sohbetine girmiş olduğunu gösterir.
Sohbet, s-h-b kökünden gelir. Sahabe ile kökteştir. “Karşılıklı konuşmak, arkadaşlık etmek, dost ve yoldaş olmak” gibi anlamlar içerir. Dilimizde söyleşme, söyleşi, muhabbet, konuşma gibi sözcüklerin
de zaman zaman yerine ikame edildiği sohbet, kamillerin, insanları
eğitirken kullandığı en etkin yöntemlerden biridir. Kamil insan,
Hakk’ın diliyle konuşur. Yunus Emre, “Yunus değil bunu diyen /
Kendüliğidir söyleyen’ diyerek bu sırrı dile getirir. İrfani eğitimde
 Yazar, Ankara.
50 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
sohbet, zikir, halvet/uzlet ve gerektiğinde seyahat yapılır. Sohbet ve
zikir ruhun gıdasıdır. Hz. Mevlana, “içinde nûr-i irfan olmayanlara
dışarıdan verilen nasihatin faydası yoktur. Gönlünde azıcık nûr-i
irfan olan kimse, âriflerin parlak sözlerini dinlerse onlara iltihak etmiş demektir. Çünkü güneşin ışığı, köre bir fayda vermez!” der.
Fakat arifin sözünü dinleyip ondan gıdalanmak için derviş kulağı gerektir. Elmalı’da manevi eğitimini tamamlamış olan Niyazi
Mısri, “Arifin her bir sözünü duymağa insan gerek” diyerek bunu
vurgulamıştır.
Sohbet, Efendimiz’in, ‘sahabe’lerine onların dillerindeki ve içlerindeki soruları cevaplamak, onları mayalamak, gıdalandırmak,
Feyz-i Akdes’ten gelen kelamı aktarmak üzere sık sık başvurduğu bir
yoldur.
Kamil insanın sohbet halkasına girmek, Mısri’nin deyişiyle, ‘bugünkü cennet-i irfana dahil olmak’tır. Bu anlamda sohbet, nurani bir
iksirdir. Diriltici bir Mesih soluğudur.
Sohbette insibağ yani boyanma gerçekleşir. Hakk’ın boyasına
boyanmış olan kamil mürşid, sohbetiyle dervişlerini kendi boyasına
boyar. “Siz Allah’ın verdiği rengi alınız. Allah’ın boyasından daha
güzel boyası olan kimdir?” ayeti bunu işaret eder.
Sohbette in’ikas, akislenme, yansıma vardır. Kamil mürşide
Hakk’tan yansıyan nur, mücella bir ayna olarak ondan dervişlerine
yansır. Dervişin gönlü de bir ayna haline gelir. Böylece birbirine yansır.
Sohbette incizap vardır. Kamil mürşidin sohbetine katılan kişi,
onun cezbesiyle İlahi Merkez’e bağlanır.
Sohbet halkasında nazar ve himmet vardır. Kamil Hakk’ın gözüyle bakar, O’nun diliyle konuşur ve himmet ederek zorlukları
kolaylaştırı, kapıları açar, perdeleri giderir.
Canın sohbetle beslenebilmesi için, muhatabın gönlünün aşklı
olmalı şarttır. Aşksız bir gönül, taş gibidir. Yunus Emre, bunu şöyle
ifade eder :
“Sohbet Canı Semirtir” –Rûhun Gıdalandığı Sohbet- / S. Yalsızuçanlar •
51
“Aşksızlara benim sözüm / Benzer kaya yankısına / Bir zerre
aşkı olmayan / Belli bilin yabandadır.” Yaban, Hak irfanının olmadığı yerdir.
Bedenin ne ile, nasıl gıdalandığı ile canın ne ile, nasıl beslendiği
sorunu aynıdır. Yunus Emre, canın ulu bir kimse olduğunu söyler :
Ten onun aletidir / Her ne lokma yer isen / Bedenin kuvvetidir.”
İnsan yediğine benzer. Can da neyle beslenirse ona benzeyecektir.
Besini, Arifin sohbeti olan can kuşkusuz irfanla donanır. Yunus Emre
nutkunu şöyle sürdürür:
“Ne denli yer isen çok,
O denli yürüsen tok.
Cana hiç assı yoktur
Hep suret maslahattır.
Bu can nimeti kanı,
Gelin bulalım anı.
Asayiş kılan canı,
Evliya sohbetidir.
Sohbet canı semirtir,
Hem aşıkın ömrüdür.
Hakk Çalab’ın emriyle,
Erenin himmetidir.
Eren inayetidir.
Yunus’un yanar içi,
Kamudan gönlül kiçi.
Soy saylamamak suçu,
Erenin himmetidir.”
İrfana ermek isteyen, kamilin huzuruna ulaşmalıdır. Bu ise, ariflerin sohbetinden geçer. Arayışını anlatırken Niyazi Mısri şöyle demektedir:
“…Arap ve Anadolu şehirlerinde çok şeyhlerin sohbetine eriştim. Akıbet, şeyhim, göz bebeğim, kalbimin devası Şeyh Ümmî Sinan
Elmalı’nın hizmetine ulaştım. Kalbimin şifasını onun hizmeti şerefinde buldum. Mübarek nefesi kimyasıyla, bana Hz. Şeyh Abdülkâdir-i
52 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
Geylânî’nin rü’yada işaret ettiği her şey hâsıl oldu. Allah’a hamdolsun, Allah’ın lutfuyla telvîn gitti, temkîn hâsıl oldu…”
Demek ki temkine ulaşmak, ariflerin sohbetiyle, zikirle, nefsin
tutkularını denetlemekle, vahdette tutunmakla mümkündür. “Bugün
sohbet bizim oldu, bize bizim diyen gelsin / İçirdi aşk bize şehdin,
nuş eyleyip yudan gelsin” diyen Yunus Emre, kamil sohbetiyle insanın aşk meyini içtiğini, “bizim Yunus”a ulaştığını belirtiyor. Kudsi
nefesle mayalanarak, tevhid sohbetiyle İlahi aşka boyanıp ve irfana
erişince de, “esrik oldu canımız, dürr döker lisanımız? Çalabımın o
aşkı beni derviş eyledi” beytinde ifade edildiği üzere ldil cevher saçmaya başlar. Canı besleyen bu sohbet o kadar değerlidir ki, Yunus
bunu şöyle ifade edecektir: “Bu aşk denizine dalan, hacet değil ona
gemi / Yahut nerede bulalım bu sohbet ile bu demi”
Bulunması güç olan bu sohbet, ilahidir, şah, şahlar şahıdır. O
deme bir an dahi olsa erişen kişi, müftü-müderrisi mat edecek bir
irfana ulaşır :
“Sohbetimiz ilâhîdir, sücümüz Kevser suyudur,
Şahımız şahlar şahıdır, çalgımızdır dost fırakı.
Kim ki bir dem sohbet ola, müftü müderris mat ola,
Bir ilâhî devlet ola, ondan içen oldu bâki.”
Bu ilahi devlete erişen, Yunus’un tabiriyle, “yad u bilişten geçer”,
gönülde masiva silinir, hak tecelli eder, özü Hak sevgisiyle dolar.
Aynı iklimden konuşan bir başka eren, İbrahim Ümmi Sinan:
“Erenlerin sohbeti
Ele giresi değil
İkrar ile gelenler
Mahrum kalası değil” der.
Bu irfana ermek için meclise nefsini tasadduk etmek isteğiyle gelen asla mahrum kalmaz.
Elmalı canlarından, Niyazi Mısri’nin üstadı Ümmi Sinan ise, ruhu besleyen sohbete ilişkin şunları söylemektedir:
“Devr eyleyen yazlar kışlar
Sohbete varan kardaşlar
“Sohbet Canı Semirtir” –Rûhun Gıdalandığı Sohbet- / S. Yalsızuçanlar •
53
Üstüne uğrayan kuşlar
Bizden Pîre selâm eyle”
Su sohbet, Ümmi Sinan’a göre, ‘hur-ı cinan’ sohbetidir. Zat’i yakınlığın lezzeti o kadar çoğalır ki orada, bir türlü doyulamaz. Bu beyit, Hz. Mevlana’nın, ‘üzüm sarhoşluğu değil benim sarhoşluğum,
benim sarhoşluğumun sonu yok” ifadesini hatırlatır.
“Hûr-i cinân sohbetine mağrûr olma devletine
Eremezler lezzetine kurb-ı zâtın yâ Rabbenâ”
Bu sohbete, canı kurban etmeden erişilemez:
“Kâmil insânın yolunda cânı kurbân itmeden
Sohbet-i Sultâna kim erdi haber ver sen bana”
Bir nasipledir. Sadece kişisel çabalar, cehd ile gerçekleşen açılmalar, niyazlar yetmez:
“Kim tecelli kim teselli çok temennâ kıldılar
Çün bize derdin müyesser eyledin sohbet budur”
Elmalı bilgelik havzasının güllerinden Ümmi Sinan, “Beni anın
ben de sizi anayım” ayetine telmih de yaparak, canı besleyen erenler
sohbetine kimlerin erişebileceğinişöyle dile getirir:
“Hak buyurdu zikr edin ben dahi zikr edeyim
Erenler sohbetine Kurân’a uyan gelir”
Kendi tecrübesi içinden konuşarak yine şöyle der:
“Sinân Ümmi olup sâki eline câm-ı ‘aşk aldı
Koyup nâmûsu ey zâhid mey ü sohbet sürersen gel”
Bugün artık, “ibâdet günüdür sohbet demidir / Nefsin hevâsına
erip yetimle”yecektir. Aşk ehli ile vefa bulan, “özge sohbeti” neylesin?
Artık varlık zahmeti gitmiş, birlik sefası gelmiştir:
“Götürsen varlık zahmetin
Getirsen birlik vahdetin
Sırdan mukarreb sohbetin
Kurmak isterler Sultânım”
54 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
Bu sefaya ulaşmak için eşikte beklemek şarttır:
“Fezkürûni ezkür(ü)küm gör ne der Rabbin sana
Sohbetinden fâriğ olma bekle Hakkın bâbını”
Aynı okulun öğrencilerinden olan Niyazi Mısri, hem yol arkadaşlarını hem de kendi varlığındaki beş duyuyu ima ettiği nefesinde:
“Gel ey tâlib erenler sohbetinde
Hû deyip ‘aşk ile serden geç imdi
Biz beş er idik çıkdık bir demde yola girdik
Kırk yılda pîre erdik bu sohbete erince” der.
Kırk yılda erilen pir, kendisini ve yol arkadaşlarını benliğin dört
aşamasından (dört unsurdan) geçirerek rûhu’l-kuds’e ulaştırmıştır.
Nitekim beş erden biri olan Çavdaroğlu’nun, “Cem’ olıcak bir
araya beşimiz/ Sevdiğimiz zikr etmekdir işimiz” diyerek aynı sırrı
söylemiştir.
Yunus Emre’nin “ruhu besler” dediği sohbet, Elmalı irfan coğrafyasının bir başka erinde, hacı Anadolumuzu mayalayan
Nişabur’lu Hacı Bektaş-ı Veli hazretlerinden gıdalanmış olan Abdal
Musa’nın dervişi Kaygusuz Abdal’da da konu edilir:
“Ben hasret ile zârı kılaram âh ederem
Sen sohbetini ‘aşk ile leyl ü nehâr etdin”
…
Billâh ey gönül ‘aşk ile derdin haberin ver
Bî-derd kişiler sohbetde anladığı yokdur
….
‘Ârif ol sohbeti zâyi’ geçirme
Yapışdır etmeği çün kızdı tandır
….
‘Ârifler sohbeti Kaygusuz Abdâl
Kime nâr-ı cihândır kime nûr
…
İçelim subh şâm sohbet edelim
Geceler mest olalım tanla mahmûr”
Arifin sohbetinin kimine ateş kimine nur olması zengin bir anlam
dünyasını ima etmektedir. Nefsin yumuşaması, tıpkı demir gibi yakı-
“Sohbet Canı Semirtir” –Rûhun Gıdalandığı Sohbet- / S. Yalsızuçanlar •
55
larak biçim alması için yanması gerekir. Vahdetten konuşan ve konuştukça içteki duvarları yıkan, insanı yıkarak ve yakarak yeniden
yapan kamil mürşidin sohbeti bu yüzden kimilerine ateş olur. Bunu
aşk ateşi olarak da düşünmek mümkündür. Arifin sohbeti, kişinin
gönlüne aşk ateşi düşürür. Yine, henüz irfanı duymağa hazır bir kulak edinmemiş olan için arifin sohbeti ateş gibidir, dayanılmazdır.
Kimine de nurdur. İlahi bilgelikle can ışır, aydınlanır, kişinin içindeki
kandil uyanır, İlahi tecelliler başlar, ilahi isimler okunur, kişi nefsinde
Hakk’ı idrake başlar.
Benliğini Hakk’a tasadduk etmiş, bir başka Abdal, Pir Sultan ise,
‘canı semirten’ bu sohbetle ilgili şunları söylemektedir :
“Uyan gaflet hâbından
İsbât isterler bâtından
Her âşıkın sohbetinden
Erkân ile yol isterler
….
Ulu dağlar başı tozlu yol oldu
Akar bu çeşmimin yaşı sel oldu
İbtidâ kalmadı ehl-i dil oldu
Ettiği sohbeti haklar bulunmaz
….
Sohbette hezârân muhabbet açar
Mümin kullara Hak rahmet saçar
Yâri olan nice yârinden geçer
Azîzim sultânım sen safâ geldin
….
Kırklar ile yedik içtik
Kaynayıp sohbette coştuk
Yetmiş yıl kürrede piştik
Dahi çiğsin yan dediler
….
Ârifler yola giderler
İrfânda sohbet ederler
Nişânsız yâri n’iderler
Cân gönül kata mı dersin
….
56 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
Arifin sohbeti kuşkusuz irfanda olacaktır. Orada kaynayıp coşulur ve hezaran muhabbet açılır.
Hz. Mevlana, “ariflerin sohbeti, seni de ârifler arasına katar. Sen,
kaskatı bir taş veya mermer parçası olsan da, bir gönül sahibine erişebilirsen cevher olursun” der.
Elmalı canlarından Eroğlu Nuri, Zat tevhidine ancak, erenler
sohbetinden ulaşılacağını belirtir. Divan’ında ruhun gıdası olan erenler sohbetine birkaç yerde işarette bulunur:
“Girem aşk ile zikrin sohbetine
Erem sırr ile Zat’ın vahdetine
…
Aşıklar cihanda hoş zar ederler
Arifler sohbeti envar ederler
…
Şu meclis sohbetine olma dahil
Hakikat sırrı irfan olmayınca
…
İlahi, der Eroğlu minnetinde
Zahirde, batında, her sohbetinde
Sıratta, mizanda, her cennetinde
Görem Hu, işidem Hu, söyleyem Hu
Sözü, Hacı Bektaş-ı Veli’nin izine basarak yürüyen erenlerden
Muhyiddin Abdal tamamlıyor:
“Ariflerin sohbeti candan olur
Küfür gider Lutf-u imandan olur
Tarikatta taatin temiz kılan
Kendi ümmet, Tarık-ı dinden olur”
İKİNCİ BÖLÜM
KİŞİLİK OLUŞUMU ve BESLENME
Kişilik Oluşumu
–Modern Psikolojinin Erenlerden Öğrenebileceklerine
Dair–
Prof. Dr. Hayrettin KARA
Onbeş yıl kadar önce İstanbul’da bir dostum “sizin oralarda (Antalya’da) çok ulu bir kişi var; haberdar mısın?” diye sormuştu bana.
“Ümmî Sinan” ismini ilk o zaman duymuştum. Hani bazen ilk işittiğinizde içinizde tanımlayamadığınız bir yakınlık hissedersiniz ya.
Ben de, bu yakınlık hissinin izini sürüp yıllar önce Elmalı’ya gelmiş
ve sonra ara ara kendimi iyi hissettiğim bu beldeyi ziyaret etmiştim.
Bu sempozyum davetini de gönül borcumun hiç olmazsa bir kısmını
ödeyebilirim umuduyla sevinçle kabul ettim.
Sanırım benden beklenen, Erenlerin dünyasına psikolojik bir
gözle baktığımda ne gördüğümü ya da ne görebildiğimi paylaşmak.
İlk elde söyleyebileceğim onların tecrübî bilgiye dayalı üst düzey bir
insan kavrayışları olduğu. Dilimin döndüğünce onların bu üst düzey
insan kavrayışlarının psikolojik karşılıklarının ne olduğundan bahsetmeye çalışacağım.
Bu bildiride, mutasavvıfların yüksek insan tasavvurlarının bazı
yönlerine, bir psikiyatr olarak, bir psikiyatri öğretim üyesi ve hocası
olarak bağlantılı noktalara temas etmek istiyorum. Bu benim normalde bilimsel anlamda da uzak durduğum bir konudur. Böyle bir sempozyum dolayısıyla böyle bir konuyu da ilk defa kabul ettiğimi de
söylemek isterim. Normalde ben mutasavvıfların psikolojisi üzerine
çok söz söylemek istemem. Çünkü bazı teknik ve yöntemsel açıdan
 Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Psikiyatri Klinik Şefi, İstanbul.
60 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
problemler vardır. Bu daha çok bilimsellikle alâkalı bir taraf. Buraya
çok girmeyeceğim; ama burada ilk defa bazı konuları kişisel olarak
bazı yaklaşımları da sizinle paylaşmış olacağım.
Mutasavvıfların yüksek insan tasavvurunu anlamak için aslında
bugünün modern psikolojisinin insan tasavvuru konusunda da biraz
karşılaştırma yapmak açısından bilgilenmek lâzım. Tabii benim burada bunları anlatmam ayrıca çok mümkün değil; ama birkaç cümleyle birkaç şey söylemek istiyorum, modern psikolojinin ansan tasavvuru hakkında.
19. yüzyıldan bu yana batıda modern psikolojinin etkin olduğu
iki kuram vardır: Birisi psikanaliz, Freud’un kurduğu psikanalitik kuram; diğeri de davranışçılık.
Psikanalitik kurama göre insan, deterministik ilkelere göre işleyen
bir aygıttır; bir mekanik yapıdır ve bu mekanik yapının enerjisi güdüseldir; içgüdüseldir. Saldırganlık ve cinsellik şeklinde ikili olan bir
içgüdüce enerjisi sağlanan mekanik bir işleyişten bahsedilir. Bu mekanik aygıtın içinde gönül denen, can denen insana özgü gibi düşündüğümüz cevherlere ait bir yer yoktur. İnsan, esas olarak bir dürtü
yığınıdır, onlara göre.
Aynı şekilde davranışçılıkta da çok benzer bir insan tasavvuru
vardır; ama davranışçılık, insanı hayvanlardan ayıran ‘insanî’ özellikleri daha radikal biçimde yadsır. Onlar, insan davranışlarının ne kadar kompleks görünürse görünsün, ilkece basit uyarım-tepki kombinasyonlarına indirgenebileceğini düşünür. Sonuçta bu modern batı
psikolojisindeki insan tasavvurunda gerçek / sahih bir insan–insana
ilişkiye dair bir dayanak yoktur. Kendi içine hapsolmuş; ama kendi
benliğinden de habersiz, bencil, narsist, yıkıcı, doyumsuz bir insan
tipi sunarlar. Fakat onlar da yanılgılarını fark ettiler ki, son zamanlarda meselâ Freud’un talebeleri ilişkiselliğe doğru geçmeye başladılar.
Modern psikoloji ve modern kültürün insan tasavvurunun buna
benzer eleştirilerini elbette sadece biz yapmıyoruz. Birçok batılı aydın
da modern kültürün ürettiği bu psikolojiyi çok sert biçimde eleştirmektedir. Örneğin ‘Kuantum Benlik’ ismiyle Türkçe’ye de çevrilen
kitabında D. Zohar şöyle der: “Freud, Sartre ve Heidegger gibi Klein’ın
Kişilik Oluşumu –Modern Psikolojinin Erenlerden Öğrenebileceklerine Dair– / H. Kara •
61
da mahremiyete varan iki taraflı samimî bir ilişkiye örnek olacak bir modelleri yoktur. Kimse bizim diğer insanlarla ilişkiye giriş biçimimizle bir makineyle ilişkiye giriş biçimimiz arasında bir ayrım yapamaz; çünkü onlara göre
makineler de insanlar da “nesne” özelliğine sahiptirler. Bu modellerin her
biri genel kültürümüz içinde bir şekilde yer almış ve birçokları tarafından
hissedilmiş yabancılık hissine önemli ölçüde katkıda da bulunmuştur.”
Halbuki insan doğasının bir gereği, fıtratının bir gereği, insan ancak bir başka insanla kendini tanıyabilir. Bir başka insan olmaksızın
insan kendisini keşfedemez, tanıyamaz, eğemez, olamaz. Sûfîler,
erenler dediğimiz insanlar, bunun böyle bizim gibi sözlü anlatıcıları
değil de bizzat hayatlarıyla bunun ne olduğunu anlatan insanlardır.
Onun için onlar büyük öğretmenlerdir.
Yani insan, modern psikolojinin söylediği gibi yalıtılmış mekanik
bir aygıt değil, ‘ilişkisel bir varlık’tır. Dolayısıyla insan kendini ancak
sahih bir ilişki içinde keşfedebilir. Bu insan psikolojisinin en yalın
gerçeğidir. Batı psikolojisinin son dönemlerde hiç olmazsa kuramsal
düzeyde bu gerçeğe yaklaşmaya çalıştığını söyleyebilirim. Modern
psikolojinin ilişkisellik konusunda, bu sempozyumun yapılmasına
vesile olan erenlerden öğrenebileceği çok şey var. Öyle ki Erenler,
bize insanın kendisini ancak sahih insanî bir ilişki, bağ, merbûtiyet
içinde keşfedebileceğini, kuramsal olarak değil bizzat hayatlarıyla
anlatırlar. Niyâzî-i Mısrî kendini Ümmî Sinan’da keşfeder; Yunus,
Tapduk Emre’de. Mevlâna kendini Şems’in aynasında görür. Sahih
bir insanî ilişkinin psikolojik önemine ne kadar vurgu yapılsa azdır.
İlişkisellik, psikolojik olarak o kadar temel bir şeydir ki, ne kadar
söz söylesek azdır. Ama ben bu vesileyle Elmalı’da bulunmamız hasebiyle Elmalılı Hamdi Yazır’a kısaca değinmek istiyorum. Burada
tabii İlâhiyatçı hocalarımız var; beni bağışlasınlar, hatam varsa affetsinler. Ben onun Tefsir’inden çok yararlandım. Çok derin bir psikolojik gözü vardır, Elmalılı Hamdi Yazır’ın. Mükemmel bir eserdir. İlâhiyatçılar ilâhiyat tarafını takdir etsinler; ama ben psikolojik tarafını
bir Psikiyatri Profesörü olarak “fevkalâde” diye takdir ve tasdik ediyorum. Onun Kur’ân-ı Kerîm’in ilk iki âyetine mânâ verişi, bir psikolog olarak beni çok etkilemiş ve sarsmıştır. Hemen paylaşayım sizlerle:
62 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
Kuran-ı Kerim’in ilk âyetlerinin tefsirini okurken bir psikiyatrist
olarak öyle şaşırmış, öyle etkilenmiştim ki, bir makale yazıp bu psikolojik derinliği meslektaşlarımla paylaşmıştım. Bir Psikiyatri ve Düşünce dergisinde yayımlanan bu yazının ilgili bölümünü aynen paylaşmak istiyorum:
“Elmalılı’nın Kuran’ın ilk iki âyetine anlam verişi bizi çok ilgilendiriyor. Âyet, meâlen şöyle: “Yaratan Rabbinin adıyla oku! O insanı
bir alaktan yarattı”. Alak etimolojik olarak “tutmak, ilişmek, ilişiklik,
kan pıhtısı” anlamlarına geliyor. Daha önceki müfessirler, elde olan
bilgilerin azlığı, biraz da somut düşünmenin etkisiyle olsa gerek,
“kan pıhtısı” anlamını tercih etmişler. Daha sonra embriyolojinin
gelişmesi ve insan ceninin nasıl teşekkül ettiği öğrenilince “alak” kelimesinin “tutunma” anlamını tercih ederek âyeti: “O insanı rahim
cidarına tutunan bir embriyodan yarattı” şeklinde meâllendirmeye
başlamışlar. Ama Elmalılı, daha önce hiçbir tefsirde görmediğim,
mutasavvıfların atıfları dışında hiç işitmediğim bir biçimde yorumlamış “alak” kelimesini. Ona göre âyet birden fazla anlama sahiptir.
Rahimdeki oluşuma da işaret eder alak. Ama asıl alak, ruhanî ve
mânevî anlamda “ilişikliğe” işarettir. Psikoloji diliyle ifade edersek,
kendilik dediğimiz şeyin çekirdeği ilişkililiktir. O zaman kendilik bilgisi, ilişkililik bilgisi olmuş oluyor. Kendimiz üzerine düşünmek, ilişkilerimiz üzerine düşünmek anlamına geliyor.”
Evet, ilk inen sûre Alak sûresi, bildiğiniz gibi. “İkra’ bi’smi
Rabbike’llezî halak. Haleka’l-insâne min-alak.” Orada “alak” diye bir
kelime var; “Oku, Rabb’inin ismiyle ki, o seni alaktan yarattı.” Nedir bu
alak? Eski tefsirciler çoğunlukla “kan pıhtısı” demişler; embriyoloji
biliminin gelişimiyle “cenin” demişler; “rahmi tutan, tutamak” anlamında. Bütün bu mânâları muhtevî olabilir; ama bir şey daha var,
diyor Elmalılı Hamdi Yazır: “Alak” diyor, “bildiğimiz alâka, dostâne
ilişki” anlamında; bir anlamda alâka”. Çok ilginç değil mi? O zaman
psikolojik anlamda tuhaf bir şey ortaya çıkıyor: “İnsan alâkadan, ilişkisellikten yaratıldı.” Bu, dediğim gibi psikolojik açıdan o kadar önemli
bir konudur ki, ne kadar üzerine söz söylense azdır ve batılıların da
ilişkiselliği yeni yeni keşfettiğini de bir hekim olarak söyleyeyim size.
Ama onların, Freud’un ve davranışçıların temel kuramında, ilişkisellik
diye bir şey yoktur.
Kişilik Oluşumu –Modern Psikolojinin Erenlerden Öğrenebileceklerine Dair– / H. Kara •
63
Şimdi bu sûfîlerin, erenlerin önemi de öğretmen olarak budur.
Bizzat hayatlarıyla ilişkiselliğin ne olduğunu bize anlatmışlardır. Bir
insanın ancak nasıl bir insanla “kendi” olabileceğini göstermişlerdir.
Niyâzî-i Mısrî niye gelmiş Malatya’dan, Mısır’lardan. Tamam, Elmalı’nın havası güzel, suyu güzel; ama herhalde bunun için gelmedi.
Ümmî Sinan buradaydı. Çünkü ancak Ümmî Sinan’da kendini var
edebilir, tanıyabilirdi. Yunus Emre’yi biliriz; Tapduk Emre olmasa,
Yunus Emre’den bahsedemeyiz. Bakınız, hep ilişkisellik vardır. Şems..
Kendini Şems’in aynasında görmüştür Mevlâna da onları öyle söylemiştir. Yani söylediklerini, Mevlâna’nın sözü kadar, Şems’in sözleri
olarak da okuyabilirsiniz. Yani o ilişkisellik, bu kadar temel bir şeydir.
İnsan öyle özel, birey, tek başına, ayrıksı bir şey değil. Ama modern
düşünce bizi o hâle getirdi tabii. Bu erenlerin, sûfîlerin temel öğretileri de bir yönüyle bu ilişkiselliği yaşantısal olarak anlatmaktır. Bu çok
önemli bir şeydir.
Konuşmanın başlangıcında akademik anlamda batıdaki iki psikoloji kuramından ve bu kuramların insanı yalıtılmış mekanik bir
aygıt gibi gördüğünden bahsetmiştim. Peki bu tarafa baktığımızda
hatırı sayılır bir psikoloji kuramı ya da kuramları var mı? Eğer varsa
insanı psikolojik anlamda onlar nasıl tanımlamaktadırlar? Elbette var;
hem de batının psikoloji kuramlarından çok daha derin ve bütünlüklü. Ama maalesef biraz geriye, meselâ İbn-i Sina’ya kadar gitmemiz
gerekecek. İbn-i Sina, bildiğiniz gibi kitapları yüzyıllarca batıda ders
kitabı olarak okutulan büyük bir hekim ve psikologtur. O psikolojiye
dair görüşlerini İlmü’n-Nefs başlığı altında toplamıştır. İbn-i Sina, nefs
kavramını bugünün psikolojisinde de önemli bir kavram olan ‘kendilik-self’i içerecek şekilde kullanır. Bir akademisyen olarak gönül rahatlığıyla İbn-i Sina’nın psikolojiye dair görüşlerinin modern psikoloji kuramlarından çok daha yapılandırılmış ve bütüncül olduğunu
söyleyebilirim. İbn-i Sina, insanı kendi içinde tamlar ve evrenle bütünleştirir. Nefsin bitkisel, hayvanî ve insanî düzeylerini anlatır. Psikanalizin kendine esas aldığı cinsellik ve saldırganlık dürtülerine hayvanî nefs düzeyinde gazap ve şehvet başlıkları altında zaten yer verir.
Ama hayvanî nefs üzerinde bir de nefs-i nâtıka düzeyinden bahseder
ki, batı psikolojisinde eksik olan budur. Sağlıklı bir psikoloji, nefs-i
nâtıkanın gazap ve şehvet güçlerini yönetip itidal içinde kullanabil-
64 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
mesine bağlıdır. İşte Erenler, bu içsel güçlerin nasıl kontrol edilip
yönlendirilebileceğini kendi pratikleri üzerinden gösteren öğretmenlerdir.
Meselâ, Niyâzî-i Mısrî’nin aşağıdaki mısraları iç dünyamızdaki
bu yıkıcı da olabilecek güçlerin nasıl dönüştürülebileceğini anlatması
açısından oldukça dikkat çekicidir. Şimdi İbn-i Sina bir âlim, Niyâzî-i
Mısrî bir mutasavvıf, ârif. Amaçları kuram falan geliştirmek değil;
amaçları bizzat yaşamak. Dile geldiğince, yaşantılarının bir sonucu
olarak konuşuyorlar. Değişik insanlar ve biraz farklı da konuşuyorlar. Ama ben bir hekim olarak ikisi arasındaki köprüyü görmeye çalışıyorum. Dîvân’ı okurken çok hoşuma gitti; tabii bütün Dîvan çok
güzel de, psikolojiyle ilgili kısmı açısından söylüyorum. Bu gazap ve
şehvet ya da batılıların cinsellik ve saldırganlık dedikleri dürtü açısından ilgimi çekti. Şöyle bir dörtlük okuyayım size:
Gazap şehvet iki ayaktır anlar
Binip üstünde seyyah oldu canlar
Bunlarla çıktılar arşa çıkanlar
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı
İlginç! Gazap ve şehvet, bunlar “ayaktır” diyor; bunlarla çıkılır
arşa. Yani bu yadsınmıyor ve bir görüşün, bir bakışın içinde çok yerli
yerine oturtuluyor. Ama sorun şu: Bu gazap ve şehveti itidalli bir
şekilde kullanmak.. Sorun zaten burada. Bu itidalli kullanılmayınca,
bu içsel güçler denetlenmediği zaman ne kadar yıkıcı olabileceğini
Erenler çok güzel anlatırlar. Meselâ, Yunus’un:
Miskin âdemoğlanı nefse zebun olmuştur
Hayvan canavar gibi otlamağa kalmıştır
dizeleri tam da bu psikolojik durumu anlatır. Ama Erenler söz değil
eylem adamlarıdır. Öyle ki eylemle bağlantılı olmayan sözler boş bir
lakırtıdan ibarettir onlar için. Yine Yunus Emre’nin:
Söz ola kese savaşı
Söz ola kestire başı
Söz ola ağulu aşı
Yağ ile bal ede bir söz
Kişilik Oluşumu –Modern Psikolojinin Erenlerden Öğrenebileceklerine Dair– / H. Kara •
65
dizeleri bütün yalınlığıyla söz-eylem ilişkisini olağanüstü bir güzellik
ve derinlikte anlatır. Kendi kültürel iklimimize dönüp Erenlerin içsel
yolculuklarından edindikleri tecrübî bilgiler ile İbn-i Sina’nın kuramsal
görüşlerini harmanlayabilsek, katman katman mükemmel bir insan
psikolojisi ortaya çıkarabileceğimizi düşünüyorum.
Şimdi son olarak psikolojinin farklı bir katmanından kısaca bahsedip konuşmamı bitirmek istiyorum:
İbn-i Sina psikolojisini esas alırsak Nefs-i Nebatî ve Hayvanînin
insanın diğer canlılarla ortak tarafı olduğunu görürüz. Ama Nefs-i
Nâtıka insana özgüdür ve kendilik bilincinin ortaya çıktığı yerdir.
Nefs-i Nâtıkadaki bu bilinç hoş güzel bir şeydir, eşref-i mahlûkât olmanın nişanesidir; ama aynı zamanda derin bir kaygı ve ıstırabın da
kaynağıdır. Yani insan, kaygılı bir mahlûktur. Hepiniz çok kaygılısınızdır. İnsanın ne kadar kaygılı bir varlık olduğunu, herhalde bir
psikiyatri hocası olarak bizden daha fazla bilen az insan vardır. Sâdî-i
Şîrâzî’nin dediği gibi “İnsan, bir damla kan, bir endişedir.” Neden endişedir insan? Neden kaygılanır? –Hayvanlarda kaygı olmaz; hayvanlarda korku olur; ama kaygı olmaz.– Velîlerden birine birisi demiş ki:
“Ama ben kaygı duymuyorum..” “Desene beyim, demiş; sen rûhunu kaybetmişsin!..” İnsan kaygılı bir varlıktır. Neden? Çünkü insan ölümlü
olduğunu bilir! Zamanın geçip gitmekte olduğunu bilir. Bu bilinç yalnızca insanda vardır. Zaman bilinci, ölümlü olduğu, bir sonu olduğu
bilinci, diğer canlıların bir özelliği değildir; ama bizim bir özelliğimizdir.
Ölümlü olduğunu bildiği halde kaygılanmadan insan nasıl yaşayabilir ki?! Batı psikolojisinin bu konudaki tutumu çok enteresandır:
Ölümlülük duygusu, sanki psikolojinin merkezinde değilmiş gibi
davranırlar. Gariptir. Bunu ben söylemiyorum; onların çok ileri gelen
hocaları da meselâ I. Yalom, –Stanfordlu bir psikiyatri profesörüdür;
dünyada şu anda en çok tanınan psikiyatri profesörü ve hocasıdır;
varoluşçu bir psikiyatrdır, ateisttir; ama söylediği birçok şey doğrudur– şöyle der: “İlginç, der. Nasıl batı psikolojisi hem pratiği ve hem de
teoriğinde ölümü nasıl bu kadar yadsıyor (inkâr ediyor), yok sayıyor? Bu bir
sessizlik komplosu gibi” der. Batı psikolojisinde böyle bir sessizlik psikolojisi vardır, Yalom’un deyişiyle. Yani bunu ben söylüyor değilim,
tek başıma. Kaygının merkezinde bu ölümlülük duygusu vardır.
66 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
Peki insan bununla nasıl baş edecek? Yani insanın yeryüzündeki
temel sorunu, aslında ölümlü olduğunu bildiği halde nasıl yaşayabileceğidir. İnsanın bundan daha temel bir sorunu yoktur. Bu konuda
sûfîlerden, bu erenlerden daha iyi bir yol göstericiye, bir öğretmene
ben rastlamadım. Onların öğretmenliği, “sözle” değil, “yaşamsal ve
davranışsal”. Onun için ben bir minnet duygusuyla buraya (Elmalı’ya) geldim ve bu konuşmayı öyle yapıyorum. Çünkü onlarda, gerçekten bu en temel sorunda nasıl yol alınacağına dair bir yol göstericilik var. Onlar, ölüm farkındalığını sürekli diri tutan insanlar. Bir taraftan ölüm farkındalığını bu kadar diri tutacaksın, onu yadsımayacaksın, bastırmayacaksın, yok saymayacaksın; diğer yandan da bu
kadar neşeli ve canlı olabileceksin!.. Bu, en büyük psikolojik başarıdır
işte. Yadsımadan, yok saymadan ölümü, onun varlığını bildiğin halde yine de neşeli olabilmek. Yani yadsırsan, yok sayarsan, inkâr edersen; belki neşeli olabilirsin. Ama ölümün varlığıyla yaşamanın yolunu gösteren insanlar olan bu erenler, bir taraftan ölümün o zorunluluğunu vurgularlar, diğer taraftan da insanın cevher olarak bu ölümlülüğe mahkûmiyetine rağmen bir başka ölümsüz can içinde gizlenebileceğini söylerler.
Erenlerin insandaki yıkıcı güçlerin nasıl denetlenebileceğini pratik üzerinden anlatan öğretmenler olduğunu söylemiştim. Bu psikolojik olarak son derece önemlidir. Ama insan için daha da önemli
olan sorun, varoluşsal kaygılarla nasıl baş edebileceğidir. İşte bu konuda Erenlerden öğrenilecek bilgilere paha biçilmez. Bu meseleye
dair söylenecek çok söz var; ama zaman açısından konuşmamı bitirmem gerekiyor. Son olarak şunu söylemek isterim: İnsan, ölüm bilincini yadsıyarak yeis, kaygı ve ümitsizlikten kurtulamamaktadır. Bu
temel insanî sorun için maalesef modern psikolojinin söyleyebileceği
bir söz de yok. Erenler ise bu konuda tüm insanlar için mükemmel
öğretmenlerdir.
Bu konuda yine bir öğretmen olarak Mevlâna’yı anayım ve bitireyim. Mevlâna der ki: “Maden idim, öldüm, bitki olarak doğdum. Bitki
olarak öldüm, hayvan olarak doğdum. Hayvan olarak öldüm, insan olarak
doğdum. Neden korkayım ki ölümden?! Ölmekle ne kaybettim?” der. Başka
bir yerde de: “Hangi tohum yere saçıldı da bitmedi?! Neden insan tohumu
bitmeyecek zannına kapılıyorsun?!” diye sorar. Ölüm sorununa karşı
Kişilik Oluşumu –Modern Psikolojinin Erenlerden Öğrenebileceklerine Dair– / H. Kara •
67
bundan daha iyi, yaşantısal ve kuramsal olarak anlatılmış bir metin
ben görmedim.
Bu vesileyle bütün bu hocaları, hepsini bir öğretmen olarak anıyorum, özellikle bu beldenin hocalarını: Ümmî Sinan, Eroğlu Nûri,
Vâhib-i Ümmî ve Niyâzî-i Mısrî’yi de yâd ediyorum. Sizlere de ferah,
bahtiyar, mesut günler diliyorum. Teşekkür ederim.
İslâm’da Beslenme ve Şahsiyet İlişkisi
Yrd. Doç. Dr. Yasin PİŞGİN
Yaratıcısına kulluk etmekle sorumlu olarak dünyaya gönderilen1
ve sayısız nimetlere mazhar olan insanın2 yaratıcısını tanıması ve
yaşamının her anında ve alanında O’nun kulu olduğu şuuru ile hareket etmesi insanın yaratılış gayesinin temelini oluşturmaktadır. İnsanın bu hedefi gerçekleştirmesi için Yüce Allah, varlık âleminde mevcudiyet bulduğu ilk andan itibaren bu zorlu imtihan yolculuğunda
onu kendi haline bırakmamış, rahmet ve inayetinin tecellîsi olan vahyi aracılığıyla beşerî hayatın her alanında insana yol göstermiş, ona
dünya ve ahiret saadetini kazandırmayı hedeflemiştir. Bunu gerçekleştirirken insan hayatını bir bütün olarak ele almış ve inanç ve ibadet
hayatının yanı sıra giyinme, süslenme, akrabalık ilişkileri, cinsel hayat ve yeme-içme gibi insan yaşamının bütün alanlarına dair hükümler serdetmiştir.
İnsanın hayatını yaratılış gayesi çerçevesinde bütün yönleriyle
inşa etmeyi hedefleyen vahiy gerek beslenmenin kaynağı gerekse
insanın ruh ve bedeni üzerinde bıraktığı etkilerin büyüklüğü
bakımından bu konuya özel bir önem vermiş, insana ait her değeri
onun kulluk görevi bağlamında ele aldığı gibi yeme-içme faaliyetini
de bu çerçevede değerlendirmiş ve “Allah’ın size rızık olarak
verdiklerinden helâl, iyi ve temiz olarak yiyin ve kendisine inanmakta
 Sempozyum programında yer almamasına rağmen, bu kitap için bu yazıyı özel
olarak hazırlayan Yrd. Doç. Dr. Yasin Pişgin’e ayrıca kalbî teşekkürlerimizi sunarız.
 Akdeniz Üni. İlâhiyat Fak., Arap Dili ve Belâğatı Anabilim Dalı, Antalya.
1
2
Zâriyât 51/56.
İbrâhîm 14/34.
70 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
olduğunuz Allah’a karşı gelmekten sakının!”3, “Ey peygamberler! Temiz
şeylerden yiyiniz ve iyi ameller işleyiniz. Doğrusu ben, sizin yaptığınız
şeyleri tamamen bilirim”4 âyetleriyle beslenmeye özel bir nitelik ve
hedef atfetmiştir.
Kur’an’ı incelediğimizde hem insanın mazhar olduğu yaşam
nimetinin hem de bu nimetin beka ve selametini sağlayan diğer
bütün nimetlerin yegâne lutfedicisinin Allah olduğunu görürüz. Bu
itibarla Yüce Allah; “Siz, Allah’ı bırakarak ancak putlara tapıyorsunuz ve
yalan uyduruyorsunuz. Allah’ı bırakarak taptıklarınızın size hiçbir rızık
vermeye güçleri yetmez. Öyle ise rızkı Allah’ın katında arayın. O’na kulluk
edin ve O’na şükredin. Siz yalnız O’na döndürüleceksiniz”5, “Artık
Allah’ın size helâl ve temiz olarak verdiği rızıklardan yiyin. Eğer yalnız
O’na ibadet ediyorsanız, Allah’ın nimetine şükredin”6 âyetleri ile “rızık”
olarak isimlendirdiği gıda maddelerinin tamamının ilâhî bir ihsan
olduğunu ifade etmiş ve gerçek anlamda yedirenin7 ve içirenin8
kendisi olduğunu vurgulamıştır.
Dolayısıyla insanın yaratıcısına kulluk etmesi için ona lutfedilmiş
olan yaşam nimetinin varlığı yine yaratıcının ihsan ettiği ve rızık
olarak isimlendirdiği nimetlere bağlıdır. Bu noktada Kur’an insandan
hem yaşam hem de rızık nimetinin farkında olmasını istemekte ve
“Ey iman edenler! Eğer siz ancak Allah’a kulluk ediyorsanız, size verdiğimiz
rızıkların iyi ve temizlerinden yiyin ve Allah’a şükredin”9 ayetiyle
insandan “muhyî”10 ve “rezzâk”11 olan Rabbine, kulluğunun bir
gereği olarak şükretmesini emretmekte hatta “İnkâr edenler ise (dünya
zevklerinden) yararlanırlar ve hayvanların yediği gibi yerler”12 âyetiyle, bu
3
Mâide 5/88.
Mu’minûn 23/51, ayrc. Bakara 2/60, 168, Tâhâ 20/81.
5 Ankebût 29/17.
6 Nahl 16/114, ayrc. Mülk 67/15.
7 En’âm 6/14, ayrc. Kureyş 106/4
8 Şuarâ 26/79.
9 Bakara 2/172, ayrc. Sebe 34/15.
10Bakara 2/28, 164, 243, Nahl 16/65, Hacc 22/66, Ankebût 29/63, Fussilet 41/39,
Câsiye 45/5, Necm 53/44.
11 Zâriyât 51/58.
12 Muhammed 47/12.
4
İslâm’da Beslenme ve Şahsiyet İlişkisi / Y. Pişgin •
71
ulvî gayeye hizmet etmeyen ve itaatle sonuçlanmayan yiyip içmeyi
gayr-ı insani bir eylem olarak vasfetmektedir. Yaşamın kulluk,
beslenmenin de yaşam için temel bir zorunluluk olduğunu
düşündüğümüzde Kur’an’a göre yeme-içmenin kulluğun bir parçası
olduğunu söylememiz mümkündür.
Yeryüzünde bulunan her şeyin insanın emrine verildiğini ifade
eden âyeti13 düşündüğümüzde diğer alanlarda olduğu gibi yemeiçme konusunda da aslolanın mübahlık olduğunu ifade edebiliriz. Bu
çerçevede Kur’an “Eşyâda asıl olan ibâhattir” kuralı gereğince helalleri
değil haramları saymış ve “De ki; bana vahyolunanda ölmüş hayvan
(meyte), akıtılmış kan, domuz eti -ki pisliğin kendisidir- ya da günah işlenerek Allah’tan başkası adına kesilmiş hayvandan başka, yiyecek kimseye haram kılınmış bir şey bulamıyorum”14 âyetiyle bu haramları dört temel
madde halinde ortaya koymuştur.
Konuyla ilgili diğer ayetleri incelediğimiz zaman Kur’an’da temel prensip olarak temiz olan şeylerin (tayyibât)15 helâl, pis olan şeylerin (habâis)16 ise haram kılındığını ifade edebiliriz.17 Habâis; insanın
ruh ve beden sağlığına zararlı olan, onun kerem ve haysiyetine yakışmayan ve selim fıtratın pis ve iğrenç bulduğu şeylerin genel adıdır. Tayyibât ise bunun zıttıdır. Yüce Allah; “Onlar, yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı buldukları Resûle, o ümmî peygambere uyan kimselerdir. O, onlara iyiliği emreder, onları kötülükten alıkoyar. Onlara iyi ve
temiz olan şeyleri (tayyibât) helâl, kötü ve pis şeyleri (habîsât) haram kılar”18
âyetiyle bu hakikate işaret eder.
Görüleceği üzere Kur’an’da yiyecek ve içeceklerin helal ya da haram olması konusundaki temel prensip temiz veya pis olması unsurudur. Buna ek olarak “…Kendinizi tehlikeye atmayınız...”19 âyetini düşündüğümüzde insanın akıl, ruh ve beden sağlığını riske atan bütün
13
Bakara 2/29; ayrıca bk.: Câsiye 45/13.
En’âm 6/145, Bakara 2/173.
15 Mâide 5/5, A’raf 7/160.
16 A’râf 7/157.
17 Bakara 2/172.
18 A’râf 7/157, Mâide 5/4.
19 Bakara 2/195.
14
72 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
maddelerin de aynı şekilde haram olduğunu hatta helal olan yiyecekleri gereğinden fazla tüketme sonucu insanın maruz kaldığı
obezitenin, beden sağlığı üzerinde oluşturduğu tehlikeye bakarak
fazla yemenin de mezkûr âyet gereğince dinî açıdan uygun bir davranış olmadığını da ifade edebiliriz.
Hz. Peygamber’in hadislerine baktığımızda ise Kur’an’ın ortaya
koyduğu bu temel ilkeyi detaylandırıcı açıklamaların olduğunu görmekteyiz. Örneğin Hz. Peygamber zî nâb (uzun ve sivri dişli) olan
hayvanların ve zî mıhleb (pençesi ile avını yakalayıcı) olan avcı kuşların etlerinin yenmesini yasaklamıştır.20 En’am suresinin 145
âyetinde haram kılınan “Allah’tan başkası adına kesilmiş olan hayvan”
ifadesi de tayyibât ve habîsât kavramlarına özel bir anlam izafe etmekte ve vahyin tevhide verdiği önemin ve şirke karşı ortaya koyduğu kesin tavrın bir sonucu olarak, aslen helal olsa bile şirk gayesi ile
kurban edilmiş bir hayvanın etini manevi açıdan temiz saymamaktadır. İnsanın ruh ve beden sağlığını korumayı hedefleyen vahiy beşeri
ilişkilere de bazı düzenlemeler getirmiş ve üçüncü şahısların haklarının ihlal edilmesini tasvip etmemiştir. Bu itibarla gasp, hırsızlık ve
aldatma gibi meşru olmayan yollarla elde edilen gıda maddelerini de
yukarıda sayılan yenilmesi haram maddelerin arasına dâhil etmiştir.21
Akıl ile kalbi, ruh ile bedeni ve dünya ile ahireti dengeleyen
Kur’an beslenme konusunda da insanlara dengeyi önermiş ve ihtiyaç
fazlası gıda tüketimini israf olarak isimlendirmiştir. “Yiyin için fakat
israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez”22 âyetiyle işaret edilen
israf yasağı ferdî, toplumsal ve ekonomik açıdan pek çok zararlara
sebep olan büyük bir problemdir.
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Yüce Allah “Göklerde, yerde ne
varsa hepsini Allah’ın sizin hizmetinize verdiğini ve açıkça yahut gizlice
üzerinizdeki nimetlerini tamamladığını görmediniz mi?...”23 âyetiyle yerle
gök arasındaki her şeyi insanın hizmetine verdiğini ifade etmekle
birlikte “Ey iman edenler! Eğer siz ancak Allah’a kulluk ediyorsanız, size
20
Müslim, Sayd 15, 16, Ebû Dâvûd, Et’ime 32, Tirmizî, Sayd 9, 11.
Nisâ 4/10 ayrc. 2, 29.
22 A’raf 7/31, ayrc. bkz. Tirmizî, Birr 21.
23 Lokmân 31/20.
21
İslâm’da Beslenme ve Şahsiyet İlişkisi / Y. Pişgin •
73
verdiğimiz rızıkların iyi ve temizlerinden yiyin ve Allah’a şükredin!”24 emri
ile beslenme konusunda temiz olanların yenilip içilmesini emretmiştir. Çünkü Hz. Peygamber’in ifadesiyle “Allah temizdir. Temizi sever.”25
Hz. Peygamber Kur’an’ın bu düsturunun ışığında kırmızı et,
tavuk, kavun, kabak, karpuz, helva, bal, süt, zeytinyağı, arpa
unundan ekmek, salatalık gibi yaşadığı asırda bulunan helal ve temiz
olan tüm yiyeceklerden ayrım yapmaksızın makul ölçülerde istifade
etmiş hatta sirkeyi “O ne güzel katıktır” diye övmüştür.26 Temiz olan
yiyecek ve içeceklerle beslenen Hz. Peygamber, yemeğin temiz bir
şekilde vücuda intikalini sağlamak için ellerini yemekten önce
yıkamış, ümmetine de bunu tavsiye etmiş ve yemeğin bereketinin
yemekten önce ve sonra elleri yıkamakta olduğunu ifade etmiştir.27
O’nun bu davranışı temizlik ve sağlıkla ilgili pek çok hikmeti ihtiva
ettiği gibi aynı zamanda da nimete duyulan saygının da bir
ifadesidir.28
Kur’an’da hem Allah’ı29 hem de verdiği nimetleri30 sürekli
anmaya dair emirler Hz. Peygamber’in yaşamında, bir işe
başlamadan önce “besmele çekmek” sünnetinin ortaya çıkmasına neden
olmuş ve Hz. Peygamber “Besmelesiz başlanan her işin sonu kesiktir.”31
buyurarak ashabını her işin başında Allah’ı anmaya teşvik etmiştir.
Aynı şekilde yeme-içme fiilerinden önce besmele çekmek sureti
ile Allah’ı anmaya teşvik eden Hz. Peygamber:32 “Sizden kim bir şey
yerse “Bismillâh (Allah’ın adıyla)” desin. Başlangıçta söylemeyi unutmuşsa,
sonunda şöyle söylesin: “Bismillâhi fî evvelihi ve âhirihi (başında da
sonunda da Bismillâh)”33, “Suyu deve gibi bir solukta içmeyin. İki-üç
24
Bakara 2/172.
Tirmizî, Edeb 41.
26 Müslim, Eşribe 169.
27 Tirmizî, Et’ime 39, İbn Hanbel, Müsned, I. 441.
28 Cihan, a.g. makale, s. 34.
29 Bakara 2/152, Ahzâb 33/41, Cuma 62/10.
30 Bakara 2/40, 47, 122, 231, Âl-i İmrân 3/103, Mâide 5/7, 11, 20, A’râf 7/69, 74.
31 Ebû Dâvûd, Edeb 18.
32 Müslim, Eşribe 105-106.
33 Ebû Dâvûd, Et’ime 16, Tirmizî, Et’ime 47.
25
74 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
solukta (dinlene dinlene) için. Su içerken besmele çekin. Bitirince de Allâh’a
hamdedin”34 hadisleri ile yeme-içmeye başlamadan önce Allah’ı
anmayı tavsiye etmiştir.
Yemek öncesi çekilen besmele insanın yeme duygusunun kontrol
altına alınmasında ve kafi miktar yemek sureti ile doymasında da
önemli rol oynamaktadır. Ashabı bir gün Hz. Peygambere gelerek
yedikleri halde doymamaktan şikayet ettiler. Bunun üzerine o
yemeği ayrı yiyip yemediklerini sordu. Onlar da ayrı ayrı yediklerini
söylediler. Bunun üzerine Resûlullah da: “Öyleyse yemeğinizde toplanın
(bir sofra kurarak hep beraber yiyin), yemeğe Allah’ın ismini zikrederek
başlayın. Böyle yaparsanız yemeğiniz, hakkınızda mübarek kılınır”35
buyurdu.
Hz. Peygamber ashabına sağ elleri ile yiyip içmelerini tavsiye
etmiş, sol el ile yemenin şeytana ait bir adet olduğunu ifade etmiş,36
hatta kibri sebebiyle sol el ile yeme konusunda ısrar eden birine
kızmıştır.37 O, yemeğin pişmesinden hemen sonra aşırı sıcak bir
şekilde yenmesini uygun görmez, bir müddet dinlenmeye
bırakılmasını tavsiye ederdi.38 Oturarak yer ve içer39, hatta yemek
esnasında ayakkabıların çıkarılmasını isterdi.40
Yemeğin bereketinin ortasına indiğini ifade eden Hz. Peygamber
-özellikle toplu yenen yemeklerde- kişinin önünden yemesini ister,41
yaslanarak yemeyi uygun görmez,42 sağlıkla ilgili bir mazeret söz
konusu değil ise oturularak yiyip içmeyi tavsiye eder,43 yiyecek ve
34
Tirmizî, Eşribe 13
Ebu Davud, Et’ime 15, İbnu Mace, Et’ime 17.
36 Müslim, Eşribe 105, Mâlik, Sıfatu’n-Nebî 6.
37 Müslim, Eşribe 102.
38 İbn Hanbel, Müsned, VI, 20.
39 Buhârî, Et’ime 8, 22, Rikâk 17.
40 Heysemî, Mecma’, V, 23.
41 Buhârî, Et’ime 2,3, Müslim, Eşribe 108-109, Mâlik, Sıfatu’n-Nebî 31.
42Buhari, Et’ime 13, Ahkâm 43, Tirmizî, Et’ime 28, İbn Mâce, Et’ime 6, Dârimî, Et’ime
31, ayrc. bkz. İbn Mâce, Mukaddime 21, İbn Hanbel, Müsned, II, 125, 127.
43 Müslim, Eşribe 113.
35
İslâm’da Beslenme ve Şahsiyet İlişkisi / Y. Pişgin •
75
içeceklerin içine üflenmesini hoş karşılamaz,44 yiyeceklerde kusur
bulmazdı.45 Tabakta yemek bırakılmasını tasvip etmeyen Allah
Rasulü yiyeceklerin en küçük parçasına kadar tüketilmesini
emretmiş, yere düşen bir lokmanın yerde bırakılmasını o lokmayı
şeytana terk etmek olarak vasfetmiştir.46
Hz. Peygamber her işinde olduğu gibi beslenme konusunda da
itidali tavsiye etmiş ve örneğin aşırı miktarda et tüketimini uygun
görmemiştir.47 “Âdemoğlu midesinden daha şerli bir kap doldurmamıştır.
Ademoğluna belini doğrultacağı kadar birkaç lokma yeterlidir. Eğer daha
fazla yemek istiyorsa, (midesini üçe ayırsın), üçte biri yemek, üçte biri su,
üçte bir de nefesi için”48 buyurarak gereğinden fazla yiyecek
tüketmenin sağlık açısından pek çok olumsuzluklara sebep olacağını
ifade etmiştir. O, ağır ağır yer, suyu emer gibi üç nefeste içer ve “Bu
daha afiyet verici, daha koruyucu ve daha iyidir”49 buyururdu.
Müminlerin arasındaki ilişkilerin gelişmesi için toplu yemeyi
özendiren Allah Rasulü yemek davetine icabet etmeye teşvik etmiş ve
en efdal yemeğin üzerinde en çok elin dolaştığı -yani toplu halde
yenen- yemek olduğunu ifade etmiştir.50 Yemek esnasında insana
hükmeden nefsani duygular karşısında, rezzak olan Allah’a
güvenmeyi tavsiye etmiş ve bir kişinin yemeğinin iki kişiye, iki
kişinin yemeğinin dört, dört kişinin yemeğinin ise sekiz kişiye
yeteceğini söyleyerek ashabını, yemeklerini diğer insanlarla
paylaşmaya yönlendirmiştir.51
Hz. Peygamber yemeği tamamladıktan sonra “Bize yedirip içiren
ve bizi Müslümanlardan kılan Allah’a hamdolsun”52 diye Allah’a hamd ü
44
Buhârî, Vudû’ 18, Eşribe 25, Müslim, Tahâret 63-65, Heysemî, Mecma’, V, 78.
Buhârî, Menâkıb 23, Et’ime 21, Müslim, Eşribe 187-188.
46 Müslim, Eşribe 131, 133.
47 Mâlik, Sıfatu’n-Nebî 36.
48 Tirmizî, Zühd 47, İbn Mâce, Et’ime 50, İbn Hanbel, Müsned IV, 132.
49 Buhârî, Vudû 18, Eşribe 25, Müslim, Tahâret 63, 65.
50 Ebu Davud, Et’ime 15, İbn Mace, Et’ime 17.
51 Buhârî, Et’ime 11, Müslim, Eşribe 178, 179, 181.
52 Tirmizî, De’avât, 56, Ebû Dâvud, Et’ıme, 52
45
76 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
senada bulunur ve günahlarının bağışlanmasını talep ederdi.53 Onun
yemek sonrası dua ve hamdi dikkatle incelendiğinde Allah’ın
yediren, içiren ve her türlü hayrı lutfeden oluşunun vurgulandığı
görülür. Onun hamdi; verilen nimetler için bir şükür, gelecek
zamanda mazhar olunacak nimetler için de bir zikir ve temenni
mahiyeti taşımaktadır. “Yemeğin bereketi yemekten önce elleri, yemekten
sonra da elleri ve ağzı yıkamaktır”54 buyuran Hz. Peygamber, temiz bir
şekilde başlayan yeme faaliyetinin, el ve ağız temizliği ile
bitirilmesini emretmiş, diğer bir hadisinde ise dişlerin arasında kalan
yemek artıklarının dişleri zayıflatacağını bildirmiştir.55
Bir hadiste Allah Rasulü “Helâl olan şeyler bellidir. Haram olanlar da
öyle. Bu ikisinin arasında insanların, helal mı? haram mı? olduğunu bilmediği şüpheli şeyler vardır. Şüpheli işlerden sakınanlar dinlerini ve ırzlarını
korumuş olurlar. Şüpheli şeylerden sakınmayanlar ise -sürüsünü başkasına
ait bir arazinin kenarında otlatan ve sürüsü arazinin koruluğunu aşmaya
ramak kalmış bir halde olan çobanın sürüsü(nün araziye girdiği) gibi- harama düşerler. Dikkat edin! Her hükümdarın girilmesi yasak olan bir koruluğu vardır. Dikkat edin! Allah’ın koruluğu da haramlarıdır. Şunu iyi bilin ki,
insanın vücudunda bir et parçası vardır. O et parçası iyi olursa bütün vücut
iyi olur. O bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin o et parçası kalptir”56 buyurarak kalbe olumlu ya da olumsuz anlamda egemen olan
halin bütün organlar üzerinde belirleyici olduğunu ifade etmiştir. Bu
bağlamda Hz. Peygamber’in; “Bir kötülük yaptığın zaman ardından hemen bir iyilik yap ki o (iyilik) o kötülüğü(n etkisini) yok etsin”57 hadisi de
bu gerçeği ifade etmektedir. Bu hadis, adeta: “(Ey Muhammed!) Gündüzün iki tarafında ve gecenin gündüze yakın vakitlerinde namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri giderir. Bu, öğüt alanlar için bir öğüttür”58 âyetinin
bir tefsiri gibidir. Kur’an bunun bir adım ötesinde “Ancak tövbe edip de
inanan ve salih amel işleyenler başka. Allah işte onların kötülüklerini iyilik-
53
Buhârî, Et’ime 54.
Tirmizî, Et’ime 39, İbn Hanbel, Müsned, I, 441.
55 Heysemî, Mecma’, V, 30.
56 Buhârî, İmân 39, Müslim, Müsâkât 109.
57 Tirmizî, Birr 55.
58 Hûd 11/114.
54
İslâm’da Beslenme ve Şahsiyet İlişkisi / Y. Pişgin •
77
lere çevirir. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir”59 âyetinde
kötülüklerin hemen akabinde gerçekleşen tevbe ve salih amel ile kötülüklerin tamamının iyiliğe dönüştürüleceğini ifade etmektedir. İşlenilen bir kötülüğün ardından tevbe ve salih amel icra edilerek kötülüğün kalp dünyasındaki olumsuz etkisi ortadan kaldırılmaz ve kötülük ard arda terar edilir ise “Aslâ öyle değil! Fakat onların yapmış oldukları (kötülükler), kalpleri üzerini kaplamıştır”60 âyetinde de ifade edildiği
üzere kalbi tamamen ihata eder.
Mânevî terakkî yolları tıkanan insan aşkın âlemden mahrumiyet
ve süfli âleme mahkûmiyetin neticesinde “Her kim de benim zikrimden
yüz çevirirse, mutlaka ona dar bir geçim vardır. Bir de onu kıyamet gününde kör olarak haşrederiz”61 âyetinde “maîşeten danke” tabiri ile ifade edilen derin bir ruhî kaosun ve şahsiyet buhranın içine düşer. Bu itibarla, Kur’an’a göre ubudiyetin bir parçası olan beslenme haram bir yolla gerçekleşir ise insanın olumlu karakter özelliklerini olumsuzlar.
Böylece beslenmenin, kendisine hizmet etmesi gereken kulluk bilinci
ağır yara alır. Kulluk bilincinin, haram yoldan gerçekleşen beslenme
sebebiyle kaybolması kalbî tatminin de ortadan kalkması anlamına
gelmektedir. Çünkü Kur’an’a göre kalpler sadece zikrullah ile yani
yaşamın her anında ve alanında Allah’ı hatırda tutup O’na kulluk
etmekle tatmin olur.62
İnsanın mânevî yaşantıdan ve bu yaşantının ona sağlayacağı olanaklardan kopması insan yaşamının pek çok alanını özellikle de beslenme faaliyetini derinden etkiler. Çünkü yeme davranışı psikolojik
olarak incelendiğinde yalnızca beslenme olayını ifade etmemektedir.
Ruhsal durumla yemek seçimi, yeme miktarı ve yeme sıklığı arasında, fizyolojik ihtiyaçlardan bağımsız bir ilişki mevcuttur. İnsanda
yeme davranışının korku, neşe, üzüntü, öfke gibi farklı duygulara
göre değiştiği yaygın kabul görmektedir. Ruhi durumla bağlantılı
olan yemek yeme davranışı “emosyonel yeme” olarak tanımlanmaktadır. Sıkıntı, depresyon ve yorgunluk gibi normal duygu yapısının
bozulduğu zamanlarda yeme miktarında artma; korku, gerilim ve acı
sırasında azalma olduğu; öfke, depresyon, sıkıntı ve yalnızlık gibi
59
Furkân 25/70.
Mutaffifîn, 83/14.
61 Tâhâ 20/124.
62 Râ’d 13/28.
60
78 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
negatif duygusal durumlarda emosyonel yeme davranışının ortaya
çıktığı bildirilmektedir.63
Mânevî değerlerden uzaklaşma ile baş gösteren ve uzaklaşma
oranında şiddetlenen tatminsizlik halinin boy gösterdiği ilk saha beslenmedir. Giderilmeyen manevi açlık oral yoldan doyum aramaya
sebep olur. Öyleki kişi maddi açlık ile manevi açlığı birbirinden ayıramaz hale gelir. Yemekler aracılığıyla avunur. Yemek ise anlık rahatlık sağlar, fakat şişmanlık olumsuz beden imgesine, kendi kendine
kızmaya, başkaları tarafından çirkin ve zevksiz görünmeye, kendini
yalnız ve mutsuz hissetmeye neden olur. Tüm bunlar fazla yemeye
yol açar. Dur durak bilmeyen iştah atakları ve haz eksenli beslenme
sebebiyle yiyecekler sevginin simgesi olur. Yemek yeme rahatlık
kaynağı olarak gerçek yaşamdan zevk almanın yerine geçer. Böylece
şişmanlık kısır bir döngü hâline gelir. Şişmanların yeme alışkanlıkları
benzerlik gösterir: Yemeyi durduramamaktan yakınırlar, çevrelerinde yiyecek bir şeyler atıştırmaya ve yiyecekleri tatmaya eğilimlidirler,
açlık ve keyifsizlik duygularını ayırt edemezler.64
İnsandaki aşırı hırs, bencillik, yalnızlık ve terkedilmişlik hissi,
depresyon, fobiler, sabırsızlık, karamsarlık ve bağımlılık gibi olumsuz karakter unsurları oral eğilimlere yani kontrolsüz yeme düşkünlüğüne, o da obeziteye ve şişmanlığa kapı aralar.65 Aşırı ve düzensiz
yeme, insanın söz konusu ruhî çöküntü ve sapmalarla baş edebilmek
için geliştirdiği psikolojik bir savunma mekanizmasıdır. Bu bağlamda
psikanalitik araştırmalarda obezite, kişilik bozukluğunun psikosomatik bir belirtisi olarak kabul edilmiştir. Dolayısıyla obezitenin ve onun
sebep olduğu şişmanlığın temelinde genetik ve biyokimyasal faktörler olabileceği gibi nörolojik, endokrinolojik ve sosyolojik faktörlerden birisinin ya da birkaçının katkıda bulunduğu da belirtilmektedir.66
63Tezcan,
Bahar, Obez Bireylerde Benlik Saygısı, Beden Algısı ve Travmatik Geçmiş Yaşantılar, Sağlık Bakanlığı Bakırköy Prof. Dr. Mazhar Osman Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Basılmamış Uzmanlık Tezi, İstanbul, 2009, s.
12-13.
64 Tezcan, a.g.e., s. 13.
65 Tezcan, a.g.e., s. 14.
66 Tezcan, a.g.e., s. 15.
İslâm’da Beslenme ve Şahsiyet İlişkisi / Y. Pişgin •
79
Ruhî boşluğun sebep olduğu aşırı yeme ve şişmanlık, insanın
“benlik algısı” üzerinde de derin hasarlar bırakır. Kişi, aşırı kilosu
sebebiyle kendini beğenmeme, sevmeme, değersizlik, huzursuzluk,
hoşnutsuzluk, yeteneksizlik, bağımlılık, kendine güvenmeme ve saygı duymama gibi olumsuz duygulara sürüklenir. Bu duygular insanın kendi kendisine saygı duyması ve kendi kendisinin farkında olması anlamına gelen “benlik saygısı”nın önündeki en büyük engellerdir.67
Yapılan araştırmalarda, toplumun obez ve aşırı kilolu bireylere
olumsuz, ayrımcı, küçümseyici ve ön yargılı bir gözle baktıkları, sağlık personelinin bile obezlerin tembel, aptal ve değersiz olduğunu
düşündüğü görülmüştür. Hatta bu olumsuz bakışın çocukluk döneminde başladığı da bu araştırmalarda tespit edilmiştir. Toplumun
obez ve şişmanlara karşı sergilediği bu yadırgayıcı tavır obez olan
kişinin ruhî yapısında yeni bir kırılmaya daha sebep olmakta ve kişi
kendini toplumdan soyutlayarak yalnızlaşmaktadır.68 İnsanın kendini
tanıması ve kendinin farkında olması üzerine temellenen benlik saygısı ise ideal bir şahsiyete sahip olmasının temel unsurlarından biridir. Bu bağlamda insanı olumlu şahsiyet özellikleri ve ahlaki erdemlerle donatmayı hedefleyen Tasavvuf ilminin serlevha düsturu olan
“Kendini bilen Rabbini bilir” sözü de bu hakikati ifade etmesi bakımından oldukça anlamlıdır. Çünkü özsaygı, özbilincin temelidir.
Görüldüğü üzere beslenme; sebepleri, yapısı ve sonuçları itibariyle basit ve sıradan bir biyolojik faaliyet olmayıp, aynı zamanda
kökleri insanın manevi derinliklerine kadar uzanan, insanın ruhî duruş ve duyuşlarıyla organize olan ve insan karakteri üzerinde direkt
etkiler gerçekleştiren psikolojik bir faaliyettir. Kur’an ve sünnette
beslenme ile ilgili emir ve tavsiyeler incelendiğinde beslenmenin biopsişik niteliğe sahip olan bu yönüne de dikkat çekildiğini görmekteyiz. Kur’an’da helal ile beslenme, israf etmeme ve üçüncü şahısların
67
Tezcan, a.g.e., s. 21-22, Psikoloji Literatüründe obezite ile benlik değerinin azalması arasında doğrusal bir ilişki olduğuna dair araştırmalar çoğunluktadır. Obezlerde
depresyon ve benlik saygısı düzeylerini incelemek amacıyla gerçekleştirilen ve 87
obez kadınla yapılan bir çalışmada obezlerin %42.5’inin depresif olduğu, %58.6’sının
benlik saygısının düşük olduğu tespit edilmiştir. Tezcan, a.g.e., s. 22.
68 Tezcan, a.g.e., s. 23, 26.
80 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
haklarını ihlal etmeme emirlerinin kökeninde besin maddelerinin
taşıdığı ya da onlara atfedilen manevi değerler yatmaktadır. Aynı
şekilde Hz. Peygamber’in sünnetinde yemeğin başlangıcında Allah’ı
anmanın, sonunda O’na hamdetmenin ve yeme esnasında yemeğin;
Allah’ın insana kulluğunu gerçekleştirmesi için lutfettiği bir nimet
olduğunu düşünmenin teşvik edilmiş olması hatta Allah Rasulü’nün
yeme esnasında Allah’a dayanıp güvenmeyi özendirmesi beslenme
olgusunun söz konusu psikolojik boyutunu yapılandırmak için ortaya konulmuş temel prensiplerdir.
İnsan imtihan edilen bir varlık olması sebebiyle farklı bir takım
özelliklere sahip kılınmıştır. Yüce Yaratıcı ona hayra ve şerre yönelme
kabiliyetine sahip olan bir yapı vermiştir. Adına nefis denilen bu yapı
“Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve
takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini
arındıran kurtuluşa ermiştir”69 âyetinde de vurgulandığı gibi insanı
denenme sürecine ehil kılan unsurların başında gelmektedir. Nefsin
hayra yönelme gücünün yanısıra onu, şehevi işlere doğru sevk eden
bir takım dürtü ve arzuları da vardır. Bu arzu ve dürtülerin enerji
aldığı en önemli kaynak ise aşırı beslenmedir. Bu bakımdan yukarıdaki ayette geçen “nefsi arındırmak” tabiri yemenin kontrol altına
alınmasını da ifade eder. Yeme-içmede aşırı gidilmemesi emri de70
aşırı yemenin oluşturacağı taşkınlık ve isyana karşı bir uyarı anlamı
taşımaktadır. Bu noktadan hareketle yeme duygusunun kontrol altına alınmasının insanı olumsuz şahsiyet özelliklerinden arındıracağını
ve olumlu şahsiyet özelliklerine sahip kılacağını söyleyebiliriz.
İslâm’ın şartlarından biri olan orucun da öncelikli olarak yemeiçme cinsellik ve diğer dürtüleri terbiye eksenindeki hikmeti de buradan kaynaklanmaktadır. Bu hikmet Kur’an’da “takva” olarak isimlendirilmiş ve Hz. Peygamber: “Allah’ım nefsime takvasını ver!”71 diye
niyazda bulunmuştur. Allah: “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten
sakınmanız için oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılın-
69
Şems 91/7.
A’râf 7/31
71 Müslim, Zikir 73.
70
İslâm’da Beslenme ve Şahsiyet İlişkisi / Y. Pişgin •
81
dı”72 âyetinde “Allah’a karşı gelmekten sakınmanız için” diye tercüme
edilen “lealleküm tettekûn” ifadesi ile bu hikmete işaret etmektedir. Bu
yönüyle oruç yeme, içeme ve cinsel arzular karşısında oto-kontrol
mekanizması geliştirir. Hz. Peygamber insanı haramlardan koruyan
ve onu terbiye ve tezkiye ederek olumlu karakter özellikleri ile muttasıf kılan bu kontrol gücünü sabır olarak isimlendirmiştir.73
Hz. Peygamber’in: “Ey gençler topluluğu! Sizden kimin gücü yetiyorsa evlensin. Çünkü evlilik gözü haramdan daha alıkoyucu ve namusu
daha koruyucudur. Kimin de gücü yetmiyorsa, o da oruç tutsun. Çünkü
oruç, onun cinsel arzusunu kırar” buyurarak mâlî bakımdan evlenmeye
güç yetiremeyen gençlere orucu tavsiye etmesi74 ve orucu bir kalkan
olarak isimlendirmesi75 yeme duygusunun terbiyesi ile insan şahsiyeti arasındaki güçlü ilişkiyi ifade etmesi bakımından oldukça önemlidir.
72
Bakara 2/183.
Tirmizî, Deavât 87.
74 Buhârî, Nikâh 2.
75 Buhârî, Savm 9, Tirmizî, İmân 8.
73
Katkı Maddelerinin İnsan Kişiliği Üzerindeki Etkileri
Prof. Dr. Fatih GÜLTEKİN
Giriş
Kişilik oluşumu genetik ve çevresel faktörlerle şekillenen karmaşık bir süreçtir. Bu süreçte gıda katkı maddelerinin rolünün inceleneceği bu bildiride öncelikle mizaç–karakter–kişilik ilişkisine değinilecek, daha sonra genel olarak beslenmenin, son alarak da gıda katkı
maddelerinin kişilik gelişimine etkileri incelenmeye çalışılacaktır.
1. Mizaç (Huy), Karakter ve Kişilik
Huy (temperament), karakter (character) ve kişilik (personality)
birbirinden farklı kavramlar olmakla beraber sıklıkla birbirlerinin
yerine kullanılmaktadır. Huy; kalıtımla geçen ve yaşam boyunca çok
az oranda değişen yapısal özelliklerdir. Rothbart huyu, kişinin biyolojik olarak doğuştan getirdiği, zamanla kalıtım, olgunlaşma ve deneyim gibi etkenlerden etkilenerek şekillenebilen bir yapı olarak tanımlamıştır.1 Karakter ise; çevrenin ve yetiştirilmenin etkisi altında
gelişmiş, öğrenilmiş tutumlardır, dolayısıyla zamanla değiştirilebilecek özellikleri içerir. Kişilik ise; genetik olarak gelen huyla, sonradan
elde edilmiş karakterin birleşiminden oluşur.2
Doğuştan gelen mizaç tiplerine şu örnekleri verebiliriz: Sosyal,
iyi kalpli, kibar, mutlu, neşeli, canlı, sıcakkanlı, içe dönük, sessiz, sa-
 Süleyman Demirel Üni. Tıp Fak., Tıbbî Biyokimya Anabilim Dalı, Isparta.
1
Rothbart MK, Ahadi SA, Evans DE. Temperament and personality: origins and
outcomes. J Pers Soc Psychol 2000, 78: 122-135.
2
Akiskal HS, Hirschfeld MA. Yerevanian BI, The relationship of personality to
affective disorders. Arch Gen Psychiatry 1983, 40: 801-810.
84 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
kin, ciddi vb. Karakter, kişinin sürekli ve iradî olan davranışlarıdır.
Kişilik ise daha çok duygu yönünü ifade eder. Örneğin, iyi ahlaklı,
erdemli ve yardımsever olmak kişiliğe ait özelliklerdir, ancak yardım
yapma iradesini sergiliyor olmak ve bunu devamlı hale getirmiş olmak karakterdir.
Beslenmenin huy, karakter ve kişilik gelişiminde katkısı olduğu
varsayımından hareketle konu aşağıda incelenmiştir.
2. Beslenmenin Kişilik Gelişimine Etkileri
Bu bölümde beyin gelişiminde etkili olan besinler, bu besinlerin
çocuklardaki eksikliğine bağlı ortaya çıkabilecek sorunlar, beslenme
yetersizlikleri ile kişiliği etkileyen psikiyatrik bozukluklar üzerinde
durulacak ve ruh durumuna olumlu etki gösteren birkaç besinden
bahsedilecektir.
Vücudumuzu oluşturan hücrelerin ve moleküllerin kaynağı gıdalarla aldığımız besin maddeleridir. Doğru besinler yeterli miktarda
alınmadığı zaman bunlardan oluşacak hücreler ve dokularda yetersizlikler ortaya çıkacaktır. Peki, beslenme yetersizliği veya yanlış beslenmenin karakter ve kişilik üzerine bir etkisi var mıdır?
Bu sorunun cevabının temelinde merkezi sinir sisteminin gelişimi yatmaktadır ve bu gelişimde temel rolü genetik belirleyiciler oynamaktadır. Bunun yanında çevresel faktörler de etkili olmaktadır.3
Aslında her çocuk bir öğrenme kapasitesiyle doğar, neyi nasıl öğreneceği ise çevresel faktörlerce belirlenir.
3
Hsu YC, Lee DC, Chiu IM. Neural stem cells, neural progenitors, and neurotrophic
factors. Cell Transplant 2007, 16:133–50; Heng JI, Moonen G, Nguyen L.
Neurotransmitters regulate cell migration in the telencephalon. Eur J Neurosci, 2007,
26:537–46; Nakajima K, Tohyama Y, Maeda S, Kohsaka S, Kurihara T. Neuronal
regulation by which microglia enhance the production of neurotrophic factors for
GABAergic, catecholaminergic, and cholinergic neurons. Neurochem Int 2007,
50:807–20; Levitt P. Structural and functional maturation of the developing primate
brain. J Pediatr 2003, 143:S35–45; Zeisel SH. Importance of methyl donors during
reproduction. Am J Clin Nutr 2009, 89(2):673S–7S.
Katkı Maddelerinin İnsan Kişiliği Üzerindeki Etkileri / F. Gültekin •
85
Bu karmaşık süreçte beslenme de çevresel faktörlerden biridir4.
Fakat medikal bakım, eğitim ve deneyim gibi diğer çevresel kaynakların tersine genetik yapıyı direk değiştirebilir ve spesifik molekülleri
sağlayarak beyin gelişiminde etkin rol oynayabilir.
Besin eksiklikleriyle, çocukların zihinsel sağlığı arasındaki ilişkiyi anlamak için yapılan araştırmalarda, merkezi sinir sisteminin gelişmesinin sağlıklı olması üzerine vurgu yapılmıştır. Bu çerçevede
protein-kalori yetersizliği, eser elementlerin ve vitaminlerin eksikliğinin merkezi sinir sisteminin gelişmesini ve fonksiyonunu olumsuz
etkileyeceği bulguları ortaya konulmuştur.5 Birçok besinin (örneğin
folat6, esansiyel yağ asitleri7 ve demir8) beyin gelişimi ve fonksiyonunda önemli rol oynadığı ve zihin sağlığı problemleriyle ilişkili olduğu gösterilmiştir.
Erken çocukluk döneminde yetersiz beslenmenin bilişsel gelişim
ve davranışlar üzerine olumsuz etkileri araştırılmıştır. Bunun için
yapılan araştırmalardan birinde Bangladeş’de yaşayan 6-24 aylık 212
beslenme yetersizliği olan ve 108 iyi beslenen çocuk çalışmaya alına-
4
5
6
7
8
Bryan J, Osendarp S, Hughes D, Calvaresi E, Baghurst K, van Klinken JW.
Nutrients for cognitive development in school-aged children. Nutr Rev 2004,
62:295–306.
Levitsky DA, Strupp JB. Malnutrition and the brain. J Nutr 1995, 125(suppl):2212S–
20S; Morgane PJ, Austin-La-France BJ, Bronzino JD, Tonkiss J, Galler JR.
Malnutrition and the developing central nervous system. In: Issacson R, Jensen K.
eds. The vulnerable brain and environmental risks. Vol 1. Malnutrition and hazard
assessment. New York, NY: Plenum Press, 1992: 3–44; Lozoff B, Beard JL, Connor JR,
Felt BT, Georgieff MK, Schallert T. Long-lasting neural and behavioral effects of
iron deficiency in infancy. Nutr Rev 2006;64:S34–44; Rao R, Georgieff MK. Early
nutrition and brain development. In: Nelson CA. ed. The effects of early adversity on
neurobehavioral development. Mahwah, NJ: Erlbaum, 2000:1–30.
Alpert JE, Fava M. Nutrition and depression: the role of folate. Nutr Rev 1997,
5:145–9
Appleton KM, Hayward RC, Gunnell D, et al. Effects of n23 long chain
polyunsaturated fatty acids on depressed mood: systematic review of published
trials. Am J Clin Nutr 2006, 84:1308–16.
Corwin EJ, Murray-Kolb LE, Beard JL. Low hemoglobin level is a risk factor for
postpartum depression. J Nutr 2003, 133:4139–42.
86 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
rak mizaçları değerlendirilmiş,9 sonuçta iyi beslenmeyen çocukların
daha az sosyal (less sociable), daha az dikkatli (özenli) (less attentive),
daha fazla kaygılı (more fearful) ve daha negatif duygusallığa (hassasiyete) (more negative emotionality) sahip olduğu gözlenmiştir. Araştırıcılar bu çocukların sahip olduğu bu mizaç özelliklerinin ileri çocukluk dönemlerinde davranışsal ve zihinsel sağlık sorunları için bir
risk olabileceğini belirtmişlerdir.
Beslenme yetersizlikleri bazı psikiyatrik hastalıkla ilişkilendirilmektedir. Şizofreni, illüzyon ve sanrı (hayal ve halüsinasyon) gibi
psikotik bulgularla karakterize olup beraberinde motivasyon ve heyecan bozuklukları da gösterebilen bir hastalıktır. Beslenme yetersizlikleri şizofreni ve şizoid kişilik bozukluklarıyla,10 bunun yanında
antisosyal davranışlarla11 ilişkilendirilmiştir. Özellikle mahkûmlar
üzerinde besinsel destekler verilerek yapılan bir çalışmada antisosyal ve şiddet içeren davranışların azaldığı gözlenmiştir.12 Balık
desteği gibi besinlerin içerdikleri omega-3 yağ asitlerinden dolayı
beyin fonksiyonlarına faydalı olduğu ve şizofreni13 ile dışa vurma
9
Baker-Henningham H, Hamadani JD, Huda SN, Grantham-McGregor SM.
Undernourished children have different temperaments than better-nourished
children in rural Bangladesh. J Nutr. 2009, 139(9):1765-71.
10
Hoek HW, Susser E, Buck KA, Lumey LH, Lin SP, Gorman JM. Schizoid
personality disorder after prenatal exposure to famine. Am J Psychiatry 1996,
153:1637–1639; Tsuang M. Schizophrenia: genes and environment. Biol Psychiatry
2000, 47:210–220; Dalman C, Allebeck P, Cullberg J, Grunewald C, Koster M.
Obstetric complications and the risk of schizophrenia: a longitudinal study of a
national birth cohort. Arch Gen Psychiatry 1999, 56:234–240.
11
Fishbein DH, Pease SE. Diet, nutrition, and aggression. J Offender Rehabilitation
1994, 21:117–144.
12
Gesch CB, Hamond SM, Hampson SE, Eves A, Crowder MJ. Influence of
supplementary vitamins, minerals and essential fatty acids on the antisocial
behavior of young adult prisoners. Br J Psychiatry 2002, 181:22–2.
13
Mahadik SP, Evans D, Lal H. Oxidative stress and role of antioxidant and omega-3
essential fatty acid supplementation in schizophrenia. Prog Neuropsychopharmacol
Biol Psychiatry 2001, 25:463–493; Post RM. Comparative pharmacology of bipolar
disorder and schizophrenia. Schizophr Res 1999, 39:153–158; Warner R, Laugharne J,
Peet M, Brown L, Rogers N. Retinal function as a marker for cell membrane
omega-3 fatty acid depletion in schizophrenia: a pilot study. Biol Psychiatry 1999,
45:1138–1142.
Katkı Maddelerinin İnsan Kişiliği Üzerindeki Etkileri / F. Gültekin •
87
davranış bozuklukları14 için faydalı etkiler gösterdiği rapor edilmiştir.
Demans, şizofreni benzeri sendromlar, uykusuzluk, sinirlilik, unutkanlık, içsel depresyon, organik psikoz gibi birçok nöropsikiyatrik
hastalığın folik asit eksikliği ile ilişkili olabileceği rapor edilmiştir.15
Tüketilen gıdaların yanında tüketildiği miktarlar da belirleyici
olabilmektedir. Örneğin kan şeker düzeyinin düşük olması saldırganlığı artırmaktadır. Şekerin saldırganlığı azaltıcı etkisini araştırmak
için yapılan bir çalışmada şekerli limonata içenlerde şekersiz (tatlandırıcılı) limonata içirilenlere göre saldırgan davranışlar daha az görülmüştür.16 İspanya’da kirazın insanda duygu durumuna etkilerini
araştırmak için yapılan bir çalışmada yaklaşık 141 g kirazdan elde
edilen (öğütülmüş, kurutulmuş ve sulandırılmış kiraz +
maltodekstrin + sitrik asit = 125 ml ) kiraz içeceği öğle ve akşam olmak üzere beş gün süreyle günde iki kez tüketilmiş.17 Genç, orta ve
ileri yaşta bireylerde aile ilişkileri, sosyal ilişkileri, ruh hali ve zindelik üzerine etkileri karşılaştırılmış. Orta ve ileri yaşlarda anksiyete
durumunda azalma ile ruh hali ve zindelik üzerine pozitif etkiler,
gençlerde ise aile ilişkilerinde iyileşme gözlenmiştir. Araştırmacılar
kirazın ruh haline ve sosyal ilişkilerdeki pozitif etkisini içerisinde
bulunan triptofan ve serotonine bağlamışlardır. Kiraz içerisindeki
14
Mellor JE, Laugharne JDE, Peet M. Schizophrenic symptoms and dietary intake of
n-3 fatty acids (letter). Schizophr Res 1995; 18:85–86; Stevens LJ, Zentall SS, Abate
ML, Kuczek T. Omega-3 fatty acids in boys with behavior, learning, and health
problems. Physiol Behav 1996, 59:915–920; Arnold LE, Kleykamp D, Votolato N,
Gibson RA. Potential link between dietary intake of fatty acids and behavior: pilot
exploration of serum lipids in attention-deficit hyperactivity disorder. J Child
Adolesc Psychopharmacol 1994, 4:171–182; Corrigan F, Gray R, Strathdee A, Skinner
R, Van Rhijn A, Horrobin D. Fatty acid analysis of blood from violent offenders. J
Forensic Psychiatry 1994, 5:83–92.
15
Audebert M, Gendre JP, Le Quintrec Y. Folate and the nervous system. Sem Hop
1979, 55:1383-1387; Young SN, Ghadirian AM. Folic acid and psychopathology.
Prog Neuropsychopharmacol Biol Psychiatry 1989, 13:841-863.
16
DeWall CN, Deckman T, Gailliot MT, Bushman BJ. Sweetened blood cools hot
tempers: physiological self-control and aggression. Aggress Behav 2011, 37(1):73-80.
17
Garrido M, Espino J, González-Gómez D, Lozano M, Barriga C, Paredes SD,
Rodríguez AB. The consumption of a Jerte Valley cherry product in humans
enhances mood, and increases 5-hydroxyindoleacetic acid but reduces cortisol
levels in urine. Exp Gerontol 2012, 47(8):573-80.
88 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
serotonin ve serotonin kaynağı olan triptofan kanda serotonin seviyesini yükselterek bu etkiyi gösterebileceğini öne sürmüşlerdir.
Özetleyecek olursak, davranışı belirleyen sinir sisteminin sağlıklı
gelişebilmesi için gerekli olan besin maddeleri (vitaminler, mineraller, amino asitler ve yağ asitleri) yeterli miktarda alınmalıdır. Bunlardaki yetersizlikler davranış bozuklukları olarak kendini gösterebilmektedir. Diyetlerin bu besin maddeleri ile takviye edilmesi bazı
olumsuz davranışları engelleyici etki gösterebilmektedir. Ayrıca bazı
doğal gıdalar, içeriklerinden dolayı ruh halini olumlu etkileyebilmektedir.
Besin maddelerinin dışında, özellikle hazır gıdalar yolu ile alınan
gıda katkı maddelerinin etkilerini de gözden geçirmek faydalı olacaktır.
3. Gıda Katkı Maddelerinin Kişilik Gelişimine Etkileri
Bu bölümde önce gıda katkı maddelerini tanımaya yönelik bilgiler verilecek, daha sonra katkı maddelerinin davranışlar üzerine etkileri incelenecektir.
3.1. Gıda Katkı Maddeleri
Gıda katkı maddeleri ürünlerin tat, koku, lezzet, görünüm, besin
değeri ve raf ömrü gibi özelliklerini iyileştirmek amacıyla gıdalara
katılan maddelerdir. İnsanlar bu maddelere doğumdan ölüme kadar
kendi iradeleriyle veya iradeleri dışında maruz kalabilmektedirler.
Günümüzde gıda katkı maddelerinin kullanımı kaçınılmaz bir
gereksinimdir. Ancak bu maddeler, tüketimdeki hızlı tırmanmaya
paralel olarak ve bilinçsizce veya önerilenden daha fazla miktarda
tüketildiklerinde organizma üzerinde tehlikeli olabilecek bir takım
istenmeyen etkilere yol açabilmektedir.
Katkı maddelerini içeren gıdaları yüz milyonlarca kişinin tükettiği düşünüldüğünde, yapılan en ufak hatanın insan sağlığı ile ilgili
büyük sorun oluşturacağı açıktır. Bu özellik nedeni ile gıda katkı
maddelerinin kullanım izni uluslararası ve ulusal sağlık otoritelerinin
son derece yoğun ve dikkatli incelemesi sonucunda verilir. Gıda katkı
maddelerinin kullanım izni sürecinde ilk basamak, bu kimyasalların
Katkı Maddelerinin İnsan Kişiliği Üzerindeki Etkileri / F. Gültekin •
89
deney hayvanlarında hangi miktarlarda ne tür etki göstereceklerinin
belirlenmesidir. Bu süreçte aşağıdaki çalışmalar yapılır:
Öncelikle incelenen katkının, bağırsaklardan emilerek kana geçişi, kan yardımıyla organlara taşınması, vücutta diğer kimyasallara
dönüşümü ve vücuttan atılımı şekilleri incelenir.
Daha sonra aşağıda sayılan etkileri gösterip göstermediği araştırılır:
Alınır alınmaz veya alındığı gün aniden ortaya çıkan zararlı etkiler
Düşük miktarların uzun süre verilmesi ile oluşan zararlı etkiler
DNA üzerinde kalıcı değişiklikler
Kanser yapıcı etkiler
Sakat yavru doğumlarına yol açan etkiler
Gebenin çocuğunda doğumdan yıllar sonra kanser oluşumuna
neden olma
Bağışıklık sistemi üzerine zararlı etkiler
Doğurganlık yeteneği üzerine etkiler
Sinir sistemi üzerine zararlı etkiler
Deney hayvanlarında yapılan çalışmalarla zararsız olduğu veya
zararlı olma riskinin çok düşük olduğu miktarlar belirlenerek insanların tüketmesine izin verilir. Daha sonra bu katkı maddelerini tüketen insanlar takip edilir. Her hangi bir olumsuz etki gösterirse yeniden değerlendirmeye alınır. Daha düşük miktarlarda kullanılmasına
izin verilir, gerekirse yasaklanır.
Görüldüğü gibi standart toksikolojik çalışmalarda katkı maddelerinin insan kişiliği üzerine etkileri araştırılmamaktadır. Bunun nedeni kişiliğin oluşmasında gıda katkı maddelerinin pek etkili olmayacağı düşüncesidir. Bununla beraber bazı katkı maddelerinin tüketilmesine onay verilmesinden sonra yapılan araştırmalarda, bu maddelerin davranışlar üzerinde etkili olabileceğini destekleyen sonuçlar
da ortaya konulmuştur.
3.2. Gıda Katkı Maddeleri ve Davranışlar
Gıda katkı maddelerinin bir kısmı doğal kaynaklardan elde edilirken bir kısmı sentetik olarak üretilmektedir. Sentetik olarak üreti-
90 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
lenlerden gıda renklendiricilerinin insan davranışlarını olumsuz
yönde etkilediği öne sürülmektedir.
Dr. Benjamin F. Feingold 1976 ve 1977 yıllarında yaptığı çalışmalarda gıdalardaki bazı küçük moleküllü maddelerin duyarlı çocuklarda hiperaktivite ve bazı nöropsikolojik bozukluklara yol açtığını
iddia etmiştir.18 Sonraki yıllarda Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) ile katkı maddeleri arasında da ilişki kurulmaya
çalışılmış ve bu konu ile ilgili pek çok çalışmada çelişkili raporlar elde
edilmiştir.19
DEHB çocukluk çağının en sık rastlanan psikiyatrik bozukluklarından biri olup, okul dönemindeki çocukların yaklaşık olarak %310’unu etkilemekte ve erkek çocuklarda daha sık görülmektedir.
DEHB, sıklıkla 3 yaşından sonra dikkat dağınıklığı, aşırı hareketlilik,
dürtüsellik, engellemelere karşı tahammülsüzlük, ters mizaçlılık, saldırganlık, uyum güçlüğü, duygu oynaklığı, fevri davranış gibi bulgular ile kendini belli etmeye başlar. Okulun ilk senelerinde ise öğrenme kabiliyetinde yetersizlik, algılama sorunları ve okul başarısızlıkları gibi bulgular öne çıkar.20
1976 yılında Conners ve arkadaşları tarafından yapılan ve
hiperaktif 15 erkek çocuğun dahil edildiği çalışmada, Feingold’un
18
Feingold BF. Hyperkinesis and learning disabilities linked to the ingestion of
artificial food colors and flavors. J Learn Disabilities 1976, 9:19-27; Feingold BF. Food
Additives andHyperkinesis: Letter to the editor. J Learn Disabilities 1977, 10:64-6.
19
Eigenmann PA, Haenggeli CA. Food colourings and preservativesallergy and
hyperactivity. Lancet 2004, 364:823-4; Conners CK, Goyette CH, Southwick DA,
Lees JM, Andrulonis PA. Food additives and hyperkinesis: a controlled doubleblind experiment. Pediatrics 1976, 58(2):154-66; Conners CK. Food Additives and
Hyperactive Children. (New York: Plenum Press, 1980), pp. 45-54; Harley JP,
Matthews CG. The hyperactive child and the Feingold controversy. Am Pharm
1978, 18(6):44-6; Harley JP, Matthews CG, Eichman P. Synthetic food colors and
hyperactivity in children: a double-blind challenge experiment. Pediatrics 1978,
62(6):975-83.
20
Doğruyol H. Gıdalardaki Katkı Maddeleri ve Zararları; Çocukluk Hiperaktivitesi.
Güncel Pediatri 2006, 2: 42-8; Mattes JA, Gittelman R. Effects of artificial food
colorings in children with hyperactive symptoms. A critical review and results of a
controlled study. Arch Gen Psychiatry 1981, 38(6):714-8; Boris M, Mandel FS. Foods
and additives are common causes of the attention deficit hyperactive disorder in
children. Ann Allergy 1994, 72(5):462-8.
Katkı Maddelerinin İnsan Kişiliği Üzerindeki Etkileri / F. Gültekin •
91
önerdiği sentetik renklendirici, tatlandırıcı ve salisilatlardan arındırılmış diyet ile beslenen çocukların hiperaktif belirtilerinde öğretmen
değerlendirmesine göre anlamlı ölçüde azalma tespit edilmiştir. Bu
çalışmada ebeveyn değerlendirilmesi esas alındığında ise belirtilerde
herhangi bir değişiklik olmadığı sonucuna varılmıştır.21 Conners bir
diğer çalışmasında yaşları 4-11 arasında değişen 16 hiperaktif çocuğa
gıda boyalarından arındırılmış Feingold diyeti vermiş ve çocukların
ebeveyn değerlendirmesine göre %57’sinde, öğretmen değerlendirmesine göre ise %34’ünde hiperaktif belirtilerde azalma gözlemlemiştir. Diyete gıda boyası eklenmesini takiben sadece 3 çocukta gıda boyası alımından 1 saat sonra oluşan görsel-motor dikkat performansında azalma tespit etmiştir.22
1978 yılında Harley ve ark. Feingold hipotezinin aksine gıda katkı maddelerinin davranış üzerine herhangi bir etkisinin bulunmadığını rapor etmişler, ancak daha sonraki çalışmalarında bu hipotezlerini destekleyememişlerdir.23
Spring ve arkadaşları Feingold hipotezini test etmek amacı ile 6
hiperaktif çocuğa önce katkı maddelerinden arındırılmış diyet uygulamışlar ve bütün ebeveynler bu diyetin etkili olduğunu ifade etmişlerdir. Fakat diyete katkı maddesi eklenmesi ile sadece 1 çocukta
hiperaktif belirtilerde artma gözlemlenmiştir. Yazarlar bu verileri
Feingold’un hipotezini desteklemesi açısından yetersiz olduğunu
iddia etmişlerdir.24
Gıda katkı maddelerinin davranış ve bilişsel etkilerinin araştırıldığı en kapsamlı klinik araştırma 1997 yılında Ward tarafından yapılmıştır. Yaşları 7-13 arasında değişen 486 hiperaktif çocuğun dâhil
edildiği bu çalışmada anket değerlendirme sonuçlarına göre
hiperaktif çocukların %60’ında gıda katkı maddeleri ile davranış bo-
21
Conners, 1976, 58(2):154-66.
Conners, 1980, pp. 45-54.
23
Harley, 1978, 18(6):44-6; Harley, 1978, 62(6):975-83.
24
Spring C, Vermeersch J, Blunden D, Sterling H. Case studies of effects of artificial
food colors on hyperactivity. J Special Education 1981, 15:361–372.
22
92 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
zukluğu arasında bir ilişki olduğu gösterilmiştir. Kontrol grubunda
ise bu oran %12 olarak tespit edilmiştir.25
Mattes ve Gittelman, 11 hiperaktif çocuğa birer hafta süre ile sırasıyla Feingold’un katkılardan arındırılmış diyeti, gıda boyası ihtiva
eden diyet ve gıda boyası ihtiva eden ancak görüntü ve koku olarak
gıda boyası içerdiği belli olmayan diyet (plasebo) vermiştir. Belirti
skorunu öğretmen, ebeveyn ve psikiyatrist verileri ve psikolojik testler ile değerlendirdiklerinde Feingold diyetinin belirtilerde belirgin
bir değişikliğe neden olmadığını gözlemlemişlerdir.26 Mattes, 1976 1983 yılları arasındaki gıda katkı maddeleri ve hiperaktivite ilişkisini
araştıran tüm raporları gözden geçirmiş ve Feingold diyeti ile
hiperaktif belirtilerde azalma arasında belirgin bir ilişkinin olmadığını iddia etmiştir.27
Borris ve Mandel, DEHB tanı kriterlerine uyan 26 çocuğun
19’unda Feingold’un katkılardan arındırılmış diyeti ile DEHB belirtilerinde belirgin gerileme gözlemlemişlerdir. Atopinin eşlik ettiği
DEHB olan çocukların arındırılmış diyet tedavisine daha iyi yanıt
verdiklerini rapor etmişlerdir.28
Bateman ve arkadaşları tarafından yapılan plasebo kontrollü çift
kör bir çalışmada, çocuklara başlangıçta bir hafta kimyasal renklendirici ve koruyuculardan arındırılmış gıda ve sonra üç hafta boyunca
rastgele seçilen guruplara ayrı ayrı günlük 20 mg renklendirici
(sunset yellow FCF, tartrazin, karmosin, ponso 4R), 45 mg koruyucu
(sodyum benzoat) ve plasebo verilmiştir. Çalışmanın sonunda kimyasal renklendirici ve koruyucuların diyetten çekilmesiyle hiperaktif
davranışlarda belirgin bir azalma, bu maddelerin diyete eklenmesi ile
anlamlı bir yükselme ortaya çıktığı ve bu değişikliğin altta yatan hastalıktan bağımsız olduğu gösterilmiştir.29
25
Ward NI. Assessment of chemical factors in relation to child hyperreactivity. J
Nutrition Environ Med 1997, 7:333-342.
26
Mattes, 1981, 38(6):714-8.
27
Mattes JA. The Feingold diet: a current reappraisal. J Learn Disabil 1983, 16(6):31923.
28
Boris, 1994, 72(5):462-8.
29
Bateman B, Warner JO, Hutchinson E, et al . The effects of double blind, placebo
controlled, artificial food calorings and benzoate preservative challenge on
Katkı Maddelerinin İnsan Kişiliği Üzerindeki Etkileri / F. Gültekin •
93
McCann ve ark. 3 yaş ve 8-9 yaş grubundaki toplam 267 çocuğun
diyetlerine farklı oranlarda katkı maddesi ihtiva eden iki ayrı karışımı (karışım A, B) çift kör ve randomize olarak eklemişler. (Karışım A:
Tartrazin, ponso 4R, sunset yellow FCF, karmosin ve sodyum
benzoat; karışım B: Kinolin sarısı, sunset yellow FCF, allura red,
karmoisin ve sodyum benzoat). Araştırmacılar bu çalışmada öğretmen gözlemi, ebeveyn gözlemi ve sınıf içi gözlemi esas alarak sentetik renklendiricilerin ve koruyucuların davranış modelleri üzerine
olan etkilerini değerlendirmişlerdir. Karışım A verilen 3 yaşındaki
çocukların davranış modellerinde plaseboya kıyasla belirgin
etkilenim görülürken, karışım B alanlarda anlamlı bir değişiklik saptanmamıştır. Ancak 8 yaşındaki hasta grubunda her iki karışımın da
davranış modelleri üzerine olumsuz etki gösterdiği tespit edilmiştir.
Bu etkileşimin doz ve yaşa bağlı olarak değişkenlik gösterdiği rapor
edilmiştir.30
Pelsser ve ark. DEHB tanısı almış 27 çocuk hastada katkı maddelerinden arındırılmış diyetin hastalık belirtileri üzerine etkisini araştırmış ve sonuçlar ebeveyn ve öğretmenler tarafından değerlendirilmiştir. Ebeveyn değerlendirmesine göre çocukların %73’ünde, öğretmen değerlendirmesine göre ise %70’inde hastalık belirtilerinde
gerileme olduğu tespit edilmiştir. Kontrol grubunda ise bu oranların
sırasıyla %12 ve %0 olduğu saptanmıştır.31
3.3. Katkı Maddesi İçermeyen Gıdalar
Gıda katkı maddelerinin davranışlar üzerine olumsuz etkilerinin
araştırıldığı birçok araştırma varken, katkı maddesi içermeyen gıdaların olumlu etkilerini gösteren araştırma sayısı oldukça azdır.
hyperactivity in a general population sample of preschool children. Arch Dis Child
2004, 89:506-11.
30
McCann D, Barrett A, Cooper A, Crumpler D, Dalen L, Grimshaw K, Kitchin E,
Lok K, Porteous L, Prince E, Sonuga-Barke E, Warner JO, Stevenson J. Food
additives and hyperactive behaviour in 3-year-old and 8/9-year-old children in the
community: a randomised, double-blinded, placebo-controlled trial. Lancet 2007,
370(9598):1560-7.
31
Pelsser LM, Frankena K, Toorman J, Savelkoul HF, Pereira RR, Buitelaar JK. A
randomised controlled trial into the effects of food on ADHD. Eur Child Adolesc
Psychiatry 2009, 18(1):12-9.
94 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
Bunlardan birisi organik gıdalarla yapılan bir araştırmadır. Fuchs
ve arkadaşlarının yaptıkları ve “manastır çalışması” olarak bilinen bir
araştırmada 17 rahibe bir ay boyunca organik gıdalarla beslenmiş ve
fizyolojik ve psikolojik etkiler değerlendirilmiştir. Kan basıncında
düşme, immün sistemde güçlenme, fiziksel zindelik ve zihinsel berraklıkta artış gözlenmiş. Bunun yanında organik gıdalarla beslenen
rahibeler daha az baş ağrısı çektiklerini ve stresle daha iyi baş edebildiklerini ifade etmişlerdir.32
İngiltere’de yapılan bir diğer çalışmada çocukluk dönemindeki
beslenmenin erişkin dönemde şiddete eğilimle bir ilişkisinin olup
olmayacağı araştırılmıştır.33 Bunun için çocukluklarında 10 yıl boyunca her gün çikolata, pasta, şekerleme vb gıdalar yiyen çocukların,
değerlendirmenin yapıldığı 34 yaşına geldiklerinde yemeyenlere göre
anlamlı olarak daha fazla şiddetten hüküm giydikleri tespit edilmiş.
Yazarlar bunun muhtemel sebeplerini tartışırken tüketilen gıdaların
içindeki katkı maddelerinin saldırganlığı artırabileceğini, çocukların
sürekli ödüllendirmenin psikolojik olarak bazı olumsuz etkilerinin
olabileceğini, ebeveynlerin olumsuz davranışlarından kaynaklanabileceği sıralamışlardır.
Son çalışmada ise katkı maddesi içermeyen gıdaların tüketildiği
çevresel zenginleştirme programının hafif şizofrenik kişilik ve antisosyal
davranışlar üzerine etkisi araştırılmıştır.34 Mauritius’da (Hint Okyanusunda bir ada ülkesi) yaşayan 3-5 yaşlarında çocuklardan rastgele
seçilen 83 çocuk çevresel zenginleştirme programına alınmış, 355 çocuk ise kontrol grubu olarak değerlendirilmiştir. Zenginleştirme
programı 3 yaşında başlamış ve 2 yıl sürmüş. Bu süreçte özel beslenme, eğitim ve fiziksel egzersiz programları yapılmış. Beslenme olarak
süt, meyve suyu, bir öğün balık veya tavuk ve salata verilmiş. Eğitim
32
Fuchs, N, Huber, K, Hennig, J, Dlugosch G. Influence of biodynamic nutrition on
immunological parameters and well-being of postmenopausal women
(„convert-study‟). Proceedings of the 1st scientific FQH conference in Frick, 2005,
pp. 63–67.
33
Moore SC, Carter LM, van Goozen S. Confectionery consumption in childhood and
adult violence. Br J Psychiatry 2009, 195(4):366-7.
34
Raine A, Mellingen K, Liu J, Venables P, Mednick SA. Effects of environmental
enrichment at ages 3-5 years on schizotypal personality and antisocial behavior at
ages 17 and 23 years. Am J Psychiatry 2003, 160(9):1627-35.
Katkı Maddelerinin İnsan Kişiliği Üzerindeki Etkileri / F. Gültekin •
95
olarak konuşma, koordinasyon, kavrama ve hafıza becerilerine yönelik eğitim verilmiş. Fiziksel egzersiz olarak jimnastik, sokak oyunları
vb aktiviteler yapılmış. Daha sonra bu çocuklar 17 ve 23 yaşlarına
geldiklerinde hafif şizofrenik kişilik ve antisosyal davranışlar açısından değerlendirilmiştir. Sonuçta erken dönemde yapılan çevresel
zenginleştirmenin antisosyal davranışları ve hafif şizofrenik kişiliği
azaltıcı etkisinin olduğu ve bu olumlu etkinin en fazla beslenme yetersizliği olan çocuklarda kendini gösterdiği sonucuna varılmıştır.
Gıda katkı maddelerinin davranışlar üzerine etkilerini şöyle özetleyebiliriz: Katkı maddelerinin davranışlar üzerine bilinen tek olumsuz etkisi DEHB’dir. Bununla ilgili sentetik gıda boyalarının hastalık
bulgularını artırdığını destekleyen araştırmalar olmakla beraber,
olumsuz etkisinin olmadığını gösteren araştırmalar da vardır. Sonuç
netleşinceye kadar bu renklendiricilerden kaçınmaya çalışmak emniyetli bir tercih olur.
4. Genel Değerlendirme
Karakter ve kişilik gelişimi genetik özelliklerin çevreyle etkileşimiyle gerçekleşmektedir. Çevresel faktörlerden birisi olan beslenme
kuşkusuz önemlidir. Bunun yanında sosyal çevre ve eğitim de en az
beslenme kadar önemlidir. Beslenme sağlıklı gelişim için gereklidir.
Sosyal çevre ve eğitim ise sağlıklı zeminin düzgün şekillenmesi için
gereklidir. Karakter veya kişilik belli ahlak ölçülerine göre şekillenirse kıymetli ve kabul edilebilir olmaktadır. Ahlak ölçülerine uygun
şekillenme ise, beslenmeden daha ziyade sosyal çevre ve eğitimle
gerçekleşmektedir. Ancak, güzel bir ahlaki eğitim verebilmek için
beslenme yetersizliğinin olmadığı sağlıklı bir alt yapının da hazır
olması gerekmektedir. Gıda katkı maddeleri ise bilindiği kadarıyla
sadece DEHB için bir risk faktörü olarak önemini korumaktadır.
Kaynaklar
Akiskal HS, Hirschfeld MA. Yerevanian BI, The relationship of personality
to affective disorders. Arch Gen Psychiatry 1983, 40: 801-810.
Alpert JE, Fava M. Nutrition and depression: the role of folate. Nutr Rev
1997, 5:145–9
96 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
Appleton KM, Hayward RC, Gunnell D, et al. Effects of n23 long chain
polyunsaturated fatty acids on depressed mood: systematic review
of published trials. Am J Clin Nutr 2006, 84:1308–16.
Arnold LE, Kleykamp D, Votolato N, Gibson RA. Potential link between
dietary intake of fatty acids and behavior: pilot exploration of serum
lipids in attention-deficit hyperactivity disorder. J Child Adolesc
Psychopharmacol 1994, 4:171–182.
Audebert M, Gendre JP, Le Quintrec Y. Folate and the nervous system. Sem
Hop 1979, 55:1383-1387.
Baker-Henningham H, Hamadani JD, Huda SN, Grantham-McGregor SM.
Undernourished children have different temperaments than betternourished children in rural Bangladesh. J Nutr. 2009, 139(9):1765-71.
Bateman B, Warner JO, Hutchinson E, et al . The effects of double blind,
placebo controlled, artificial food calorings and benzoate
preservative challenge on hyperactivity in a general population
sample of preschool children. Arch Dis Child 2004, 89:506-11.
Boris M, Mandel FS. Foods and additives are common causes of the
attention deficit hyperactive disorder in children. Ann Allergy 1994,
72(5):462-8.
Bryan J, Osendarp S, Hughes D, Calvaresi E, Baghurst K, van Klinken JW.
Nutrients for cognitive development in school-aged children. Nutr
Rev 2004, 62:295–306.
Conners CK, Goyette CH, Southwick DA, Lees JM, Andrulonis PA. Food
additives and hyperkinesis: a controlled double-blind experiment.
Pediatrics 1976, 58(2):154-66.
Conners CK. Food Additives and Hyperactive Children. (New York: Plenum
Press, 1980), pp. 45-54.
Corrigan F, Gray R, Strathdee A, Skinner R, Van Rhijn A, Horrobin D. Fatty
acid analysis of blood from violent offenders. J Forensic Psychiatry
1994, 5:83–92.
Corwin EJ, Murray-Kolb LE, Beard JL. Low hemoglobin level is a risk factor
for postpartum depression. J Nutr 2003, 133:4139–42.
Dalman C, Allebeck P, Cullberg J, Grunewald C, Koster M. Obstetric
complications and the risk of schizophrenia: a longitudinal study of
a national birth cohort. Arch Gen Psychiatry 1999, 56:234–240.
Katkı Maddelerinin İnsan Kişiliği Üzerindeki Etkileri / F. Gültekin •
97
DeWall CN, Deckman T, Gailliot MT, Bushman BJ. Sweetened blood cools
hot tempers: physiological self-control and aggression. Aggress Behav
2011, 37(1):73-80.
Doğruyol H. Gıdalardaki Katkı Maddeleri ve Zararları;
Hiperaktivitesi. Güncel Pediatri 2006, 2: 42-8.
Çocukluk
Eigenmann PA, Haenggeli CA. Food colourings and preservativesallergy
and hyperactivity. Lancet 2004, 364:823-4.
Feingold BF. Food Additives andHyperkinesis: Letter to the editor. J Learn
Disabilities 1977, 10:64-6.
Feingold BF. Hyperkinesis and learning disabilities linked to the ingestion of
artificial food colors and flavors. J Learn Disabilities 1976, 9:19-27.
Fishbein DH, Pease SE. Diet, nutrition, and aggression. J Offender
Rehabilitation 1994, 21:117–144.
Fuchs, N, Huber, K, Hennig, J, Dlugosch G. Influence of biodynamic
nutrition on immunological parameters and well-being of
postmenopausal women („convert-study ). Proceedings of the 1st
scientific FQH conference in Frick, 2005, pp. 63–67.
Garrido M, Espino J, González-Gómez D, Lozano M, Barriga C, Paredes SD,
Rodríguez AB. The consumption of a Jerte Valley cherry product in
humans enhances mood, and increases 5-hydroxyindoleacetic acid
but reduces cortisol levels in urine. Exp Gerontol 2012, 47(8):573-80.
Gesch CB, Hamond SM, Hampson SE, Eves A, Crowder MJ. Influence of
supplementary vitamins, minerals and essential fatty acids on the
antisocial behavior of young adult prisoners. Br J Psychiatry 2002,
181:22–2.
Harley JP, Matthews CG, Eichman P. Synthetic food colors and
hyperactivity in children: a double-blind challenge experiment.
Pediatrics 1978, 62(6):975-83.
Harley JP, Matthews CG. The hyperactive child and the Feingold
controversy. Am Pharm 1978, 18(6):44-6.
Heng JI, Moonen G, Nguyen L. Neurotransmitters regulate cell migration in
the telencephalon. Eur J Neurosci, 2007, 26:537–46.
Hoek HW, Susser E, Buck KA, Lumey LH, Lin SP, Gorman JM. Schizoid
personality disorder after prenatal exposure to famine. Am J
Psychiatry 1996, 153:1637–1639.
98 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
Hsu YC, Lee DC, Chiu IM. Neural stem cells, neural progenitors, and
neurotrophic factors. Cell Transplant 2007, 16:133–50.
Levitsky DA, Strupp JB. Malnutrition and the brain. J Nutr 1995,
125(suppl):2212S–20S.
Levitt P. Structural and functional maturation of the developing primate
brain. J Pediatr 2003, 143:S35–45.
Lozoff B, Beard JL, Connor JR, Felt BT, Georgieff MK, Schallert T. Longlasting neural and behavioral effects of iron deficiency in infancy.
Nutr Rev 2006;64:S34–44.
Mahadik SP, Evans D, Lal H. Oxidative stress and role of antioxidant and
omega-3 essential fatty acid supplementation in schizophrenia. Prog
Neuropsychopharmacol Biol Psychiatry 2001, 25:463–493.
Mattes JA, Gittelman R. Effects of artificial food colorings in children with
hyperactive symptoms. A critical review and results of a controlled
study. Arch Gen Psychiatry 1981, 38(6):714-8.
Mattes JA. The Feingold diet: a current reappraisal. J Learn Disabil 1983,
16(6):319-23.
McCann D, Barrett A, Cooper A, Crumpler D, Dalen L, Grimshaw K, Kitchin
E, Lok K, Porteous L, Prince E, Sonuga-Barke E, Warner JO,
Stevenson J. Food additives and hyperactive behaviour in 3-year-old
and 8/9-year-old children in the community: a randomised, doubleblinded, placebo-controlled trial. Lancet 2007, 370(9598):1560-7.
Mellor JE, Laugharne JDE, Peet M. Schizophrenic symptoms and dietary
intake of n-3 fatty acids (letter). Schizophr Res 1995; 18:85–86.
Moore SC, Carter LM, van Goozen S. Confectionery consumption in
childhood and adult violence. Br J Psychiatry 2009, 195(4):366-7.
Morgane PJ, Austin-La-France BJ, Bronzino JD, Tonkiss J, Galler JR.
Malnutrition and the developing central nervous system. In:
Issacson R, Jensen K. eds. The vulnerable brain and environmental
risks. Vol 1. Malnutrition and hazard assessment. New York, NY:
Plenum Press, 1992: 3–44.
Nakajima K, Tohyama Y, Maeda S, Kohsaka S, Kurihara T. Neuronal
regulation by which microglia enhance the production of
neurotrophic factors for GABAergic, catecholaminergic, and
cholinergic neurons. Neurochem Int 2007, 50:807–20.
Katkı Maddelerinin İnsan Kişiliği Üzerindeki Etkileri / F. Gültekin •
99
Pelsser LM, Frankena K, Toorman J, Savelkoul HF, Pereira RR, Buitelaar JK.
A randomised controlled trial into the effects of food on ADHD. Eur
Child Adolesc Psychiatry 2009, 18(1):12-9.
Post RM. Comparative pharmacology of bipolar disorder and schizophrenia.
Schizophr Res 1999, 39:153–158.
Raine A, Mellingen K, Liu J, Venables P, Mednick SA. Effects of
environmental enrichment at ages 3-5 years on schizotypal
personality and antisocial behavior at ages 17 and 23 years. Am J
Psychiatry 2003, 160(9):1627-35.
Rao R, Georgieff MK. Early nutrition and brain development. In: Nelson CA.
ed. The effects of early adversity on neurobehavioral development.
Mahwah, NJ: Erlbaum, 2000:1–30.
Rothbart MK, Ahadi SA, Evans DE. Temperament and personality: origins
and outcomes. J Pers Soc Psychol 2000, 78: 122-135.
Spring C, Vermeersch J, Blunden D, Sterling H. Case studies of effects of
artificial food colors on hyperactivity. J Special Education 1981,
15:361–372.
Stevens LJ, Zentall SS, Abate ML, Kuczek T. Omega-3 fatty acids in boys
with behavior, learning, and health problems. Physiol Behav 1996,
59:915–920.
Tsuang M. Schizophrenia: genes and environment. Biol Psychiatry 2000,
47:210–220.
Ward NI. Assessment of chemical factors in relation to child hyperreactivity.
J Nutrition Environ Med 1997, 7:333-342.
Warner R, Laugharne J, Peet M, Brown L, Rogers N. Retinal function as a
marker for cell membrane omega-3 fatty acid depletion in
schizophrenia: a pilot study. Biol Psychiatry 1999, 45:1138–1142.
Young SN, Ghadirian AM. Folic acid and psychopathology. Prog
Neuropsychopharmacol Biol Psychiatry 1989, 13:841-863.
Zeisel SH. Importance of methyl donors during reproduction. Am J Clin Nutr
2009, 89(2):673S–7S.
Sağlıklı Beslenme ve Kişilik Oluşumu Üzerindeki Etkileri
Dr. Suat YILMAZ
1. Beslenmenin Tanımı ve Önemi
Yaşayan tüm canlılar, hayatlarını sürdürmek için beslenmeye ihtiyaç duyarlar. Her canlıda olduğu gibi beslenme, insan yaşamı içinde vazgeçilmez temel bir ihtiyaçtır. Bu yüzden sağlıklı, yeterli ve
dengeli beslenmek bireyin, ailenin ve toplumun en önemli amaçlarından biri olmalıdır. Çünkü kişilerin sağlıklı ve üretken olması; aklen, ruhen ve sosyal yönden iyi gelişmiş bir vücuda sahip olmasına
bağlıdır. Buda ancakdengeli ve sağlıklı bir beslenme ile sağlanabilir.
Beslenmenin bugüne kadar çok değişik tanımları yapılmıştır.
Beslenme kısaca; ihtiyacımız olan gıdaların yeterli ve dengeli bir şekilde vücudumuza alınması şeklinde tanımlanabilir. Akşit (1991) beslenmeyi: “Büyüme, gelişme, yaşamın sürdürülebilmesi ve sağlığın
korunması için besinlerin kullanılması” şeklinde tanımlamıştır. Bir
başka tanımda beslenme; büyüme, gelişme, onarım, sağlıklı yaşam ve
beden faaliyetlerini devam ettirmek için, tüm besinlerden sistemli bir
şekilde ihtiyaç kadar vücuda alınması ve kullanılması şeklinde ifade
edilmiştir. İbn-i Sina beslenmeyi el-Kânun fi’t-Tıbb isimli eserinde:
“Besin maddelerinin mizaç olarak, vücut yapısına benzer hale gelmesi ve böylece dokulardaki günlük yıpranma ve yırtılmaların, tamire
uygun hale gelecek şekilde değişmesi’’ olarak tanımlamıştır.
Beslenmede amaç sadece karın doyurmak, açlığı bastırmak ya da
canımızın çektiği besinleri veya içecekleri istediğimiz zaman istediğimiz kadar yiyip içmek değildir. Beslenmede temel amaç; kişinin
 Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı Tarımsal Araştırmalar ve Politikalar Genel
Müdürlüğü (TAGEM), Ankara.
102 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
yaşına, cinsiyetine, içinde bulunduğu fizyolojik duruma (gebe, emzikli, çocuk, erişkin, yaşlı) göre ihtiyacı olan bütün besin maddelerini
ve enerjiyi yeterli miktarlarda ve ihtiyaç duyulan zamanlarda besinler yoluyla alabilmektir. Bu amaç ancak vücudumuzun ihtiyaç duyduğu karbonhidrat, yağ, protein, mineral maddeler, vitaminler ve su
gibi temel besin ögelerininyeterli miktarda ve ihtiyaç duyulan zamanda alınması ile karşılanabilir (Güzel ve Özpınar, 2006; Bulut,
2011).
2. Beslendiğimiz Gıdaların İçeriğinde Hangi Besin Ögeleri
Vardır?
Tüm canlılar hayatlarını devam ettirmek, büyümek, gelişmek ve
üremek için enerjiye ihtiyaç duyarlar ve bu enerjiyi de aldıkları besin
öğelerinden sağlarlar. İnsanlar çok çeşitli gıdalarla beslenmesine
rağmen, aslında tümgıdalar içerisinde temel besin maddesi dediğimiz; karbonhidratlar, yağlar, proteinler, mineral maddeler (madenler), vitaminler ve su değişik miktarlarda bulunur. Bu besin öğelerinin ne işe yaradıkları, vücudumuzda hangi fonksiyonları yerine getirdikleri ve günlük olarak ne kadar alınması gerektiğinin bilinmesi
sağlıklı beslenme programları için son derece önemlidir.
2.1. Karbonhidratlar
Karbonhidratlar, vücudumuza hızlı enerji sağlayan, insanların
şeker ve nişasta olarak bildikleri yiyecek maddeleridir. Karbonhidratlar, başta unlu mamuller, tatlılar, baklagiller, patates, şekerler, meyveler, sebzeler olmak üzere birçok gıda da az ya da çok bulunur.
Özellikle bitkisel gıdalarda hazır halde bulunan karbonhidratlar,
hayvansal ürünlerde genellikle glikojen yapısında bulunmakta olup,
vücudumuzun en önemli enerji kaynaklarıdır.İnsanlar, günlük enerji
ihtiyacının %55-60′ı karbonhidratlardan sağlarlar. Yapılarında değişik
oranlarda, karbon, hidrojen ve oksijen bulunan karbonhidratların, 1
gramının tüketilmesi sonucu vücuda 4 kalori enerji kazandırılır
(Akşit, 1991;Anonim, 2007a; Baysal,1985 )
Karbonhidratların eksikliği; vücutta bitkinliğe ve sağlığın bozulmasına yol açar. Aynı zamanda, vücudumuz zihinsel ve fiziksel
çalışmaları için gerekli enerji karbonhidratlardan sağlandığından,
Sağlıklı Beslenme ve Kişilik Oluşumu Üzerindeki Etkileri / S. Yılmaz •
103
eksikliğinde zihin konsantrasyonunda ciddi azalmalar ortaya çıkar.
Karbonhidratlar, vücudun su ve elektrolit dengesini sağlamada ve
bağırsakların çalışmasında da etkilidir (Akşit, 1991; Anonim, 2007a;
Baysal, 1985).
2.2. Proteinler
Proteinlerin vücutta sayılamayacak kadar çok çeşitli görevi olup,
hücrelerin ana maddesidir. Hücrelerdeki bütün biyolojik faaliyetlerde
ve enzimlerin yapısında görev alırlar. Aminoasitlerin birleşmesinden
oluşan proteinler, doku ve organların yapım ve onarımının yanında,
özellikle çocuklarda, büyüme ve gelişme için çok önemlidir. Ayrıca
yağda eriyen vitaminlerin kullanımı ve vücuda enerji sağlanması için
de gereklidir. Proteinlerin üretilmesinde kullanılan 22 amino asitten
8′i vücutta üretilemediği için mutlaka dışarıdan besinler yoluyla
alınmaları gerekir. Ayrıca, vücudumuzda proteinler direkt olarak
depo edilemez. Bu nedenle düzenli olarak alınmaları gerekir (Akşit,
1991; Anonim, 2007a; Baysal, 1985).
Proteinler; ağırlıklı olarak; et ve et ürünleri, süt ve süt ürünleri,
yumurta, baklagiller, kuruyemişler,ekmek, tahıllar, bazı meyveve
sebzelerde bulunur. Proteinlerin sindirimi karbonhidratlara göre daha zordur. Sağlıklı bir beslenme programında günlük enerji ihtiyacımızın %10-15′i proteinden sağlanmalıdır. Proteinlerin 1 gramının
tüketilmesi sonucunda vücuda 4 kalori enerji kazandırılır.
Proteinlerin eksikliğinde; çabuk yorulma, durgunluk, solgunluk,
kansızlık, kan basıncının düşmesi, hastalıklara karşı direncin azalması, diş eti hastalıkları, göz bozuklukları, büyümede yavaşlama veya
durma, bazı sinirsel bozukluklar ile karaciğerde siroz hastalığı belirtileri görülebilir. Fakat, fazla protein almak da vücut, özellikle de karaciğer, için zararlıdır Akşit, 1991; Anonim, 2007a; Baysal, 1985).
2.3. Yağlar
İyi bir enerji kaynağı olan yağlar, yağ asitleri ve gliserolden
oluşmuş organik bileşiklerdir. Vücuda karbonhidrat ve proteinlerin
verdiği enerjinin iki katı enerji sağlarlar. Bir gram yağ bedene 9 kalori
enerji sağlar. Yağlar bünyelerinde bulundurdukları gliserol molekülü
miktarına göre monogliserid, digliserid ve trigliserid olarak adlandı-
104 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
rılır. Vücutta enerji fazlası olan yağlar depolanır. Depo edilen yağların yaklaşık %90’ını trigliseridler oluşturur. Yağların özgül ağırlığı
sudan daha düşüktür ve suda erimezler. Ancak benzin, eter, alkol
gibi çözücülerde çözünürler. Isı, ışık, nem ve metal iyonlarına karşı
çok hassas olup çabuk bozulurlar. Yağların erime noktası yapılarındaki yağ asidinin özelliğine göre değişir. Yağ asidindeki karbon (C)
ve karbonun çift bağ sayısı arttıkça erime noktası azalır (Akşit, 1991;
Anonim, 2007a; Baysal, 1985).
Yağların bünyesinde yer alan yağ asitleri; doymuş ve doymamış
yağ asitleri olarak iki gruba ayrılılır. Doymuş yağ asitlerindeki karbon atomları birbirlerine tek bağ ile bağlanır ve genellikle katı yağlarda bulunurlar. Miristik asit, palmitik asit, stearik asit doymuş yağ
asitlerine örnektir. Yapılarındaki karbon atomları arasında çift bağ
bulunan yağ asitleri doymamış yağ asitleri olup, çift bağ sayısı arttıkça erime noktaları düşer. Bundan dolayı oda sıcaklığında sıvı durumdadırlar. Oleik asit, linoleik asit ve araşidonik asit doymamış yağ
asitlerine örnektir. Bazı yağlar asitleri vücutta sentezlenemediği için
mutlaka dışarıdan besinler aracılığı ile alınması gerekir ki bunlara da
elzem (esansiyel) yağ asitleri denir. Bu grup yağ asitlerine örnek
linoleik asittir.
Yağların vücutta birçok önemli görevleri vardır. Başta yağda eriyen vitaminlerin (A, D, E ve K) vücuda emilebilmesi için gerekli olup,
soğuğa karşı vücut ısısının korunması ve ayarlanmasını sağlarlar.
Midede kalma süresi daha uzun olduğundan, diğer besin öğelerine
göre daha uzun süre tokluk hissi verirler. Hayati organlar için (kalp,
akciğer, böbrek, beyin…) koruyucu yağ tabakası oluştururlar. Vücutta yapılamayan linoeik asidin vücuda alınmasını sağlarlar. Özellikle
elzem yağ asitleri hücre yapısı, beyin dokusu ve sinir siteminin oluşması ile hormonların yapısında rol alırlar. Son yıllarda yapılan araştırmalar, zeytinyağının sindirim sistemi, bazı kanser türleri ve hücre
yıpranmalarına karşı koruyucu etkisi olduğunu belirmektedir (Akşit,
1991; Anonim, 2007a; Baysal, 1985).
Yağlar, az veya çok bitkisel veya hayvansal besinlerin çoğunda
bulunur. İnsanlar, günlük enerji ihtiyacının yaklaşık %25-35’ini yağlardan karşılayabilir. Ancak bu ihtiyacın %10’u doymuş (katı yağlardan), %10-15’i tekli doymamış (zeytinyağı, fındık yağı vb), kalan
Sağlıklı Beslenme ve Kişilik Oluşumu Üzerindeki Etkileri / S. Yılmaz •
105
%10’unu ise çoklu doymamış (ayçiçeği, mısırözü vb) yağlardan karşılaması yerinde olur.
2.4. Mineraller (Madenler)
Bitkisel veya hayvansal dokuların yanması sonucunda geri kalan
beyazım kül aslında mineralleridir. İnsan vücut ağırlığının yaklaşık
%4-6’sını oluşturan minerallerin; sinir sistemi, kaslar ve organların
düzenli çalışması, vücut sıvılarının dengelenmesi, kemik ve dişlerin
normal büyümesi, kalp ritmi ve kan basıncının ayarlanması, vücuttaki asit baz dengesinin korunması, enzimlerin etkinliği ve bazı maddelerin sentezi gibi değişik yaşamsal olaylarda önemli rolleri vardır.
Doğada bulunan minerallerin birçoğu vücudumuzda bulunmasına
rağmen, bunlardan 15 tanesi sağlığımız için çok önemlidir. Mineraller
vücutta ihtiyaç duyulan miktarına göremakro mineraller (kalsiyum,
fosfor, potasyum, sodyum, magnezyum, sülfür ve klor) ve mikro mineraller (demir, çinko, iyot, bakır, molibden, selenyum,kobalt, flor)
olarak iki gruba ayrılır. İnsan sağlığı için mutlak gerekli olan makro
mineraller vücut tarafından miktar olarak daha fazla tüketilirken,
mikro minerallerin çok az miktarı vücut için yeterli olur. İnsanlar,
tüm besinlerde az veya çok bulunan mineralleridaha çok sebzeler,
meyveler, et ve et ürünleri, balık ve su ürünleri, süt ve süt ürünleri,
kuruyemişler, tahıllar, baharatlar ve baklagillerden sağlarlar (Akşit,
1991; Anonim, 2007b;.Güzel ve Özpınar, 2006).
2.5. Vitaminler
Vitaminler, metabolik reaksiyonlar için çok az miktarları yeterli,
enerji üretmeyen, ancak enerji veren besin öğelerinin vücutta kullanılmasını sağlayan ve düzenleyici rol oynayan, eksikliklerinde vücutta ciddi sorunlar ortaya çıkan organik bileşiklerdir. Vitaminlerin; tüm
hücre ve dokuların oluşması, sinir ve sindirim sistemlerinin normal
çalışması, vücut direncinin artırılması,büyüme ve sağlıklı nesillerin
oluşmasında önemli fonksiyonları vardır. Vücutta ya hiç ya da yeterli
miktarda üretilemediğin dışarıdan alınmaları gerekmektedir. Vitaminler, yağda (A,D,E,K) ve suda (B,C) erime özelliğine göre 2 gruba
ayrılır. A,D,E,K vitaminleri yağlarla birlikte emilir, taşınır ve atılır.
Fazlası idrarla atılmaz ve pişirmeye dayanıklıdır. B ve C vitaminleri
106 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
ise suda erir ve emilimi daha kolaydır, fakat kolay bozulurlar(Akşit,
1991; Anonim, 2007b;.Güzel ve Özpınar, 2006)
A vitaminin vücutta; görme, büyüme ve dokuların iyileşmesi,
deri, kemik, diş gelişimi ve sağlığı, sümüksü salgı maddelerinin salgılanması, serbest radikallerin nötralizasyonu, hücrelerin farklılaşması
gibi birçok görevi vardır. Karaciğerde depolanır. Balık, süt, tereyağı,
yumurta sarısı, karaciğer ile meyve ve sebzelerde (havuç, portakal,
kayısı, lahana, domates, biber, kavun, yeşil yapraklı sebzeler) bulunur.
D vitamini (D-1,D-2, D-3): kemik oluşması ve büyümesi için gerekli bir vitamin olup, kalsiyum ve fosforun emilimi, deride tümör
oluşumunun önlenmesi, hormonların (paratroid) fonksiyonlarını düzenli şekilde yapabilmesi ve kanın pıhtılaşma mekanizmalarında rol
alır. Ayrıca iskelet sistemi, böbrek ve kas dokusu üzerinde de etkisi
vardır. Güneş ışığı, balık, yumurta sarısı, süt, tereyağı, karaciğerde
bulunur(Güzel ve Özpınar, 2006; Anonim, 2007b.
Antioksidan bir vitamin olan E vitamini; kanser oluşum riskinin
azaltılması, hücrelerin genel sağlığının korunması ve yaşlanmanın
yavaşlatılmasında rol alır. Enzimler ve DNA moleküllerinin dayanıklılığını artırır. Eksikliği pek görülmez. Soya, mısırözü, pamuk ve ayçiçeği yağları gibi bitkisel yağlar, et, balık, süt ve ürünleri, baklagiller,
tahıllar, sebze ve meyvelerde bulunur.
K vitamini (K-1, K-2, K-3) kanın pıhtılaşmasını sağlayan faktörlerin yapımında rol alır. En çok karaciğer, balık, peynir, tereyağı, brokoli, ıspanak, marul, lahana, kuru baklagiller, kahve, çay ve tahıllarda
bulunur.
B vitamini (B-1, B-2, B-3, B-5, B-6, B-11, B-12) vücutta; enerji üretimi, sinir, kas ve sindirim sistemlerinin çalışması, büyüme, zihinsel
fonksiyonlar, hücrelerin gelişimi ve solunumu, kan dolaşımı, proteinler, hormonlar, nükleik asitler, yağ asitleri ve savunma maddelerinin
yapımı, demir kullanımı gibi konularda rol alır. Karaciğer, yürek,
böbrek, et, kuruyemişler, yumurta, tahıllar, yeşil sebzeler ve meyvelerde bulunur.
Sağlıklı Beslenme ve Kişilik Oluşumu Üzerindeki Etkileri / S. Yılmaz •
107
C vitamini; kemiklerin, dişlerin, cildin ve eklemlerin gelişmesi,
yaraların iyileşmesi ve dokuların yenilenmesi, kanın temizlenmesi,
tansiyonun düşürülmesi, bağışıklık sisteminin güçlendirilmesi, kan
şekerinin düşürülmesi, böbrek üstü bezlerinin çalıştırılması ve erkeklik gücünün sürdürmesini sağlar. Başta turunçgiller olmak üzere,
yeşil yapraklı ve taze sebzeler (maydanoz, domates, biber, kabak,
soğan) meyvelerde (kiraz, kavun, kuşburnu, vb.) önemli miktarda C
vitamini bulunur.
2.6. Su
Su, canlıların yaşaması için hayati bir öneme sahiptir. İnsanlar,
besin tüketmeden haftalarca yaşayabilirler, fakat susuz sadece birkaç
gün yaşayabilir. Bedenimizin yaklaşık %65′i sudan oluşur. Vücudumuzun; ısı dengesi, hücre içi yaşam fonksiyonlarının devamı, besinlerin sindirimi, emilimi ve yakılması, toksik/atık maddelerin vücuttan
uzaklaştırılması, elektrolit dengesinin korunması, ağız, göz ve burun
kanallarının nemlendirilmesi, cildin gerginleştirilmesi ve parlaklık
kazandırılması, hastalıklara karşı korunması ve daha birçok fonksiyon hep suyla sağlanır. İnsanlar, günlük olarak ortalama 1.5-2.5 litre
arasında su tüketmelidir. İnsanlar su ihtiyacını içtikleri su ve su içeren besinlerden sağlarlar (Akşit, 1991;.Güzel ve Özpınar, 2006).
3. Yetersiz ve Dengesiz Beslenirsek Ne Olur?
Yetersiz ve dengesiz beslenme; tüketilen besinlerin vücudumuza
ihtiyaçtan az, çok veya yanlış oranlarda alınması durumu olarak tarif
edilebilir. Besin öğeleri vücudumuza ihtiyacı karşılayacak çeşitte,
miktarda ve nitelikte alınmazsa veya ihtiyaçtan fazla alınırsa vücut
yapısında bazı bozuklular ve arızalar ortaya çıkar. Yetersiz ve dengesiz beslenen kişiler genel olarak; iştahsız, yorgun, hareketleri ağır ve
isteksiz olurlar. Sağlıksız bir genel görünüme sahip olan bu kişiler,
genellikleya çok zayıf ya da aşırı şişman vücut yapısına sahip olurlar.
Aynı zamandaciltleri pürüzlü, gevşek yapılı ve kırışık (Marasmus)
bazen parlak ve ödemli (Kwashiorkor), bazen de kuru ve pullu yapıda olabilir. Yetersiz ve dengesiz beslenme sonucunda; kansızlık, büyüme ve gelişme geriliği, vücut hücrelerinin yenilenme sisteminde
aksaklıklar, zihinsel, ruhsal ve bilişsel gelişme bozuklukları, bağışıklık siteminde bozulmalar, kanserler, yüksek kolesterol, trigliserid ve
108 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
tansiyon, şeker hastalığı, kalp ve damar hastalıkları, kemik ve diş
problemleri, mide ve sindirim sistemi problemleri ortaya çıkabilir
(Anonim, 2013c; Holden, 2008).
4. Yeterli ve Dengeli Beslenirsek Ne Olur?
İhtiyaç duyulan besinlerin; yeter miktarda, çeşitte, nitelikte ve
gereksinim duyulan zamanda vücuda alınması işlemine yeterli ve
dengeli beslenme denir. Yeterli ve dengeli beslenenler kişiler genel
olarak; sağlam ve sağlıklı bir görünüşe, hareketli ve esnek bir bedene,
muntazam ve pürüzsüz bir cilde, canlı, parlak saçlara ve gözlere,
kuvvetli ve gelişimi normal kaslara, istenilen ölçülerde boy uzunluğu
ve vücut ağırlığına sahip olurlar. Aynı zamanda bu insanlar; normal
zihinsel gelişime, sık sık hasta olmayan bir yapıya ve çalışmaya istekli bir kişiliğe sahiptirler.
5. Dünyada ve Ülkemizde Kullanılan Beslenme Programlarının Kaynağı Neresidir? Bu Programlara Bir Örnek Var
mıdır?
Dünyada ve ülkemizde kullanılan beslenme programlarının
kaynağı, Amerika Birleşik Devletleri, Tarım Bakanlığı’nın geliştirip
halkına sunduğu beslenme programlarının değişik versiyonlarıdır.
ABD’de ilk beslenme kılavuzu 1894 yılında Dr. Wilbur Olin Atwater
tarafından yayınlanmış ve bu kılavuz 1940 yıllara kadar gerek
ABD’de ve gerekse diğer ülkelerde takip edilmiştir. Daha sonra bu
beslenme kılavuzları üzerinde ABD Tarım Bakanlığı tarafından muhtelif zamanlarda değişiklikler yapılmış ve farklı farklı adlarda ve içeriklerde yeni program tavsiyeleri ortaya konmuştur. “Temel 7” olarak adlandırılan beslenme programı 1943-1956 yıları arasında, “Temel
Dört” adlı beslenme programı 1956-1992, bizimde hala kullandığımız
“Beslenme Kılavuzu Piramidi” 1992-2005 yılları arasında, “Benim
Piramidim” adlı program 2005-2011 yılları arasında kullanılarak miadını tamamlamıştır. ABD’de en son 2011 yılında geliştirilen “Benim
Tabağım” adlı beslenme programı takip edilmektedir. Geliştirilen her
yeni programın belirli bir süre sonra bazı eksiklik ve yanlıklışlarının
ortaya çıkması, her program üzerinde bazı revizyonların yapılmasını
gerekli kılmıştır (Wikipedia, 2013a).
Sağlıklı Beslenme ve Kişilik Oluşumu Üzerindeki Etkileri / S. Yılmaz •
109
ABD’de Tarım Bakanlığı tarafından 2011 yılında yürürlüğe konan “Benim Tabağım” adlı beslenme programı, bir tabağı dörde bölüp;
bunun %30’unu tahıllar, %30’unu sebzeler, %20’sini meyveler ve
%20’sini de içerisindebir bardak süt veya süt ürünlerini içeren proteinlerden oluşan bir menü (Şekil 1) olarak tarif etmektedir (Wikipedia,
2013b).
Şekil 1. ABD Tarım Bakanlığının “Benim Tabağım” adlı beslenme programı
ABD’de Tarım Bakanlığı tarafından ortaya konan “Benim Tabağım” adlı beslenme programı, ABD Harward Üniversitesi, Toplum
Sağlığı Okulu tarafından daha da geliştirilerek en son hali ile yeni
program “Harward’ın Sağlıklı Beslenme Kılavuzu (Şekil 2)” olarak kullanılmaya başlamıştır (Harward, 2013). Bu programa göre aşağıda
belirtilen hususların yerine getirilmesi gerekmektedir. Bunlar;
1. Tabağının yarısını sebze ve meyve ile doldur: Sebzeler ne
kadar çok çeşitli ve renkli olursa o kadar iyi olur. Bu programda patates ve kızarmış patates sebze olarak sayılmamaktadır. Çünkü bu yiyecekler içerisinde bulunan karbonhidratlar tıpkı beyaz ekmek ve
tatlılarda olduğu gibi hızlı sindirilen nişastalardan oluşur ve çabuk
kullanıldığı için kan şekerini yükselterek insülün kullanımı üzerine
olumsuz etki yapar. Bu besinlerin tüketilmesi aynı zamanda çabuk
110 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
acıkmaya ve sonucunda da daha fazla yemek yemeye ve kilo almaya
sebep olur. Nihayetinde de tip 2 şeker hastalığı ve başka sağlık problemleri de ortaya çıkabilmektedir.
Şekil 2. Harward’ın Sağlıklı Beslenme Kılavuzu
2. Tabağınızın dörtte birini tahıl grubuna ayır: Kullanılan tahıllar tam tahıl ve kahverengi pirinç olmalıdır. Aynı şekilde bunlardan
yapılan mamul ürünlerde (pasta, kek, ekmek vb.) de tam buğday
kullanılmaya dikkat edilmelidir. Rafine edilmiş ürünlerden kaçınılmalıdır.
3. Tabağının dörtte birine sağlıklı bir kaynaktan gelen protein
koy: Protein kaynağı olarak; balık, tavuk, baklagiller veya sert kabuklu kuruyemişler seçilmelidir. Çünkü balıkta kalpsağlığına iyi gelen
omega-3 yağ asitleri ve baklagillerde lif bulunmaktadır. Sağlıklı insanlar için günlük 1 yumurta tavsiye edilir, ancak şeker hastası olanlar haftada üç adet yumurta sarısı yiyebilir, beyazını hergün yemelerinde bir sakınca yoktur. Dana ve kuzu eti gibi kırmızı etleri sınırlandırılmalı vebunlardan elde edilen sucuk, salam, sosis gibi işlenmiş
ürünlerden uzak durulmalıdır. Çünkü bu ürünleri uzun süre tüketen
Sağlıklı Beslenme ve Kişilik Oluşumu Üzerindeki Etkileri / S. Yılmaz •
111
insanlarda zamanla kalp hastalıkları, tip 2 şeker hastalığı ve kolon
kanseri gibi hastalıkların çıkma riski vardır.
4. Sağlıklı bitkisel yağlarıkullan: Yemek ve salatalarda cam şişelerde satılan zeytinyağı veya bitkisel kaynaklı; kanola, soya fasulyesi, mısır, ayçiçeği, fıstık ve diğer yağlar kullanılmalıdır. Tereyağı
tüketimini sınırlandır, yarı hidrojenize edilmiş sağlıksız katı yağları
kullanmaktan uzak dur.
5. Su, çay veya kahve iç: Bu beslenme programında yemekle birlikte bir bardak su veya bir bardak az şekerli çay veya kahve içilmeli.
Süt ve süt ürünleri tüketimi günde 1-2 kere tüketimle sınırlandırılmalıdır. Çünkü bu ürünlerin çok miktarda alınması prostat ve yumurtalık kanseri riskini artırmaktadır. Meyve suları ve şeker içeren gazoz
türü içecekler günlük küçük bir bardakla sınırlandırılmalı, çünkü bu
içecekler içerisinde yüksek miktarda şeker bulundurur. Şekerli içeceklerden özellikle uzak durulmalı, çünkü bu içeceklerin uzun süre
tüketilmesi Tip 2 şeker hastalığı ve kalp hastalıklarına neden olur.
6. Sürekli hareketli ol: Unutulmamalı ki, kilo kontrolü sağlama
ve sağlıklı yaşama sırrının yarısı sürekli hareketli olmaktan, yarısı da
sizin günlük kalori ihtiyacınızı karşılayacak kadar miktarda ve sağlıklı gıdaları tüketmekten geçer.
Bu program için günlük önerilen besin miktarları kişinin yaşı,
cinsiyeti ve fiziksel aktivite miktarına göre değişir. Yukarıda bahsedilen her bir besin grupları için ayrı ayrı hazırlanan tablolara bakarak
günlük tüketilecek miktar kolaylıkla hesaplanabilir.
6. Türkiye’de Önerilen Bir Beslenme Programı Var mıdır?
Türkiye’de beslenme tarzı, insanların ekonomik durumu, kültürel yapısı, bulundukları bölgenin coğrafi özellikleri ve beslenme alışkanlıkları gibi birçok farklı duruma göre değişir. Toplumun genelinde takip edilen bir beslenme programından ziyade, ekonomik durum
ve geleneklerden kaynaklanan beslenme tarzı hâkimdir. Fakat son
yıllarda ekonomik durumun iyileşmesi, toplum bilincinin artması
sağlıklı beslemeye olan ilgiyi de artırmıştır. Bu yüzden sağlıklı beslenme konusu son yılların en popüler konularından birisi haline gelmiştir.
112 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
Türkiye’de gerek görsel medyada sunulan ve gerekse yazılı olarak hazırlanmış çok çeşitli beslenme programları mevcuttur. Bunlar
içerisinde sıkça önerilen programlardan birisi de “Sağlıklı Beslenme
Piramidi”dir (Şekil 3). Aslında bu piramit ABD Harward Üniversitesi
tarafından hazırlanmış bir program olup, geçmiş yıllarda ABD’de
kullanılmıştır. Beslenme piramidinin başlıca önerileri; süt ürünlerinin
günde 1-2 porsiyona indirilmesi, kırmızı et, patates, rafine hububat
ürünlerinin çok kısıtlanması, doymuş katı yağların tamamen kaldırılması, rafine edilmemiş tahıl ürünleri ile meyve ve sebzelerin bol
bol tüketilmesini önermektedir (Güzel ve Özpınar, 2006).
Şekil 3. Sağlıklı Beslenme Piramidi
Beslenme Piramidi 7 temel besin grubunu içermekte olup; en alta
yer alan ve sıklıkla tüketilmesi gereken karbonhidratlı gıdalar olan
tahıl ve ekmek grubu ile başlar ve en az tüketilmesi gereken yağlar ve
tatlılar grubuna doğru uzanır. Bu piramit kullanılırken dikkat edilmesi gereken bazı hususlar vardır. Bunlar;
1. Yedikleriniz ve içtiklerinizde ne kadar kalori olduğunu hesaplayın, çünkü vücudunuza alının her fazladan kalorinin yağa dönüş-
Sağlıklı Beslenme ve Kişilik Oluşumu Üzerindeki Etkileri / S. Yılmaz •
113
tüğünü unutmayın. Ayrıca düzenli egzersiz yaparak birçok hastalığın
oluşmasını engelleyin.
2. Diyetinizden sağlıksız doymuş yağları çıkartın, onların yerine
zeytinyağı; kanola, soya fasulyesi, mısır, ayçiçeği, fıstık yağı gibi bitkisel kaynaklı yağlar kullanın. Et, süt ve süt ürünlerinde bulunan katı
yağlardan uzak durun.
3. Rafine edilmiş hububat ürünleri ve patates yerine, rafine edilmemiş tahıllarla yapılan gıdaları tüketin. İşelnmiş ürünlerde (pasta,
kek, ekmek vb.) de tam buğday kullanmaya dikkat edin. Beyaz pirinç
yerine kahverengi pirinç kullanın. Bulguru beslenme menünüze ekleyin.
4. Günde en az 4-5 porsiyon sebze meyve tüketin. Sabah kahvaltısına meyve ile başlayın. Farklı renk ve türde ve özellikle de koyu
renkli olanları bol bol tüketin.
5. Proteinleri farklı kaynaklardan ve sağlıklı olanlarından tüketin. Tavuk, balık ve yumurtanın, kırmızı etten daha sağlıklı olduğunu
unutmayın. Baklagiller, soya fasulyesi ve kabuklu kuruyemişlerde iyi
bir protein kaynağıdır.
6. Her gün 1-2 porsiyon süt veya ürünlerini tüketmek vücuda yeterli miktarda kalsiyum sağlayacağından birçok kemik hastalığı probleminin önlenmesini sağlar. Baklagiller, tahıl ürünleri ve yapraklı
sebzeler de iyi birer kalsiyum kaynağıdır.
7. Eğer alkol kullanıyorsanız, alkol kullanımı sınırlandırın,
mümkünse terk edin. Çünkü alkolün birçok insan için zararlı olduğu, aşırısının ise herkese zarar verdiğini aklınızdan çıkarmayın.
Bu program için günlük önerilen besin miktarları kişinin yaşı,
cinsiyeti ve fiziksel aktivite miktarına göre değişir.
7. Beslenirken Nelere Dikkat Edilmelidir?
Sağlıklı beslenme için aşağıda belirtilen hususlara dikkat edilmesi önerilmektedir;
 Batı tarzı sağlıklı beslenmede günlük “3 ana, 3 ara öğün” çeşitlilik,
denge ve ölçü tavsiye edilmektedir.
 İnsanların günlük enerji ihtiyacı; kişinin vücut yapısı (kilosu, boyu),
yaşı (bebek, çocuk, ergen, yaşlı) çalışma şartları (masa başı, beden
114 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
işçisi, ağır beden işçisi), cinsiyeti (erkek, kadın) ve iklime (soğuk, sıcak, normal) göre değişir.
 Bir gr yağ: 9 kalori, 1gr protein veya karbonhidrat: 4 kalori üretir.
 Günlük olarak;
 Masa başı çalışanlar: 1500-1800 kalori
 Beden işçileri : 1800-2500 kalori
 Ağır beden işçileri 2500-4000 kalori tüketebilir
 Planlı bir menüde;









Haftada 2 kez balık,
Haftada 2 kez tavuk,
Haftada 1-2 kez kırmızı et,
Haftada 2-3 kez kuru baklagiller,
Haftada 2-3 kez yumurta,
Her gün tahıl grubu,
Her gün 2-4 kez meyve,
Her gün 2-3 kez sebze,
Her gün süt veya yoğurt tüketilebilir.
 Örnek teşkil etmesi bakımından ana öğünlerde aşağıdaki menüler
kullanılabilir.
Kahvaltı; Uzun süren açlık sonrası; güne iyi bir başlangıç yapmak, zinde olmak, gece boyu düşen kan şekerinin dengelenmesi ve
ilk öğün olması nedeniyle günün en önemli öğünüdür.
 1 bardak süt/ meyve suyu/bitki çayı (bunlardan biri)
 1-2 kibrit kutusu peynir/1 yumurta /30 gr et / 5-6 adet zeytin
/ 1 kase mercimek çorbası/1-2 dilim üzerine tereyağı sürülmüş ekmek / 2-3 adet ceviz (bunlardan 2-3’ü)
 1-2 dilim ekmek/ 1-2 dilim börek (bunlardan biri)
 1 kâse sebze
Öğle yemeği;Enerji yoğunluklutemel besinlerin alındığı gün ortası öğündür.
 1 kase çorba (mercimek, yayla, tarhana vb.)
Sağlıklı Beslenme ve Kişilik Oluşumu Üzerindeki Etkileri / S. Yılmaz •
115
 60-90 gr haşlanmış veya ızgara et( kırmızı, tavuk, balık)/ 1
kap kuru fasulye/nohut/mercimek/etli dolmalar, etli sebze yemekleri, Menemen…(bunlardan biri)
 1-2 kase sebze
 1-2 dilim ekmek/ 1 kase pirinç/bulgur pilavı / makarna/1
parça tatlı (bunlardan biri)
Akşam yemeği; En hafif yemeklerin alınması gereken bir öğün
olmasına rağmen, maalesefkalorisi en yoğunve ağır yemeklerin tüketildiği bir öğündür.
 Hafif kahvaltı türü bir öğün
veya
 1 kâse çorba (mercimek, yayla, tarhana vb.)
 1-2 kâse sebze
 1-2 dilim ekmek/ 1 kâse pirinç/bulgur pilavı / makarna (bunlardan biri)
Ara öğünler; Ana öğünlerin arasında uzun süre olduğundan açlık hissedilir. Böyle durumda çok yemek yenilir. Bunun için ana
öğünlerden yaklaşık 2-2,5 saat sonra ara öğünler eklenmelidir. Ara
öğün yenmezse kişilerin daha fazla abur cubur besinler tükettiği bilinmektedir.
Ara öğünlerde; Meyve[1 adet portakal/elma/muz/şeftali, 2-3
adet erik, 4-5 adet çilek, 10-12 adet kiraz, orta boy 1 dilim karpuz/kavun… (bunlardan biri)] veya 1 kase yoğurt veya çok az miktarda kuruyemiş tüketilebilir.
 Sindirim sisteminin düzenli çalışması için mümkünse her gün lifli
gıdalar (kepekli ekmek, meyveler, sebzeler, baklagiller…) tüketilmelidir.
 Su, asla ihmal edilmemelidir ve günde ez 1.5-2.5 litre tüketilmelidir.
Su, yemeklerden hemen önce ve sonra içilmemelidir. En uygun zaman yemekten yarım saat önce veya 2-2.5 saat sonrasıdır. Yemek
arasında az miktarda su (1 bardak) en az 3 yudumda içilebilir.
116 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
 Yemek yerken acele edilmemeli, yemekler mutlaka çok iyi çiğnendikten (en az 15-20 defa, zor parçalanan besinler 40-50 defa) sonra
yutulmalıdır.
 Aynı grup yemekler (et, tavuk, balık vb.) karışık yenmemeli, aynı
zamanda birbiriyle uyumlu besinler aynı öğünde tüketilmelidir.
Kendi mizacımıza uygun olmayan ve zararı olan yemekleri yememeliyiz.
 Acıkmadan yemek yememeliyiz. Pişmiş yiyecekleri azaltıp, çiğ ya
da az pişmiş olanları artırmalıyız.
 Günde 5 gr dan fazla tuz tüketmemeliyiz. Günlük 19 gr tuz tüketiyoruz
8. Kur’an-ı Kerim’de Adı Geçen Haram ve Helal Besinler
Bir şeyin önemi, onun üzerinde ne kadar fazla durulduğuna ve
ondan ne kadar fazla bahsedildiğine bakılarak idrak edilebilir. Eğer
Allah-ı Teâlâ Kitabında bir şeyden bahsediyor ve onu Kitabında açıkça zikrediyorsa, söz konusu şey çok önemlidir, üzerinde derinlemesine inceleme ve araştırmalar yapılması gerekir. Yüce Rabbimiz Kitabında; dünya ve ahiret hayatı, gayb âlemi ile ilgili binlerce konudan
bahsetmekte ve çok önemli olan konuları ve kuralları Kitabında zikrederek onların önemine işaret buyurmaktadır. Kitabımız Kur’an-ı
Kerim’in farklı sure ve ayetlerinde de Allah-ı Teâlâ’nın bize bahşettiği
nimetlerden bahsedilerek, bazı haram ve helal kılınan besinler zikredilmekte ve bunlar hakkında düşünülmesi gerektiği bildirilmektedir.
8.1. Kur’an-ı Kerim’de Haram Kılınan Besinler
Kur’an-ı Kerim’deismi geçen, pis ve haram olarak bildirilen besinler; leş, kan, domuz eti ve üzerine Allah adı anılmadan kesilen
hayvan etidir. Bu durum Bakara Suresi’nin 173’cü ayetinde şöyle ifade
edilmektedir: “Allah, size ancak leş, kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı. Ama kim mecbur olur da, istismar
etmeksizin ve zaruret ölçüsünü aşmaksızın yemek zorunda kalırsa,
ona günah yoktur. Şüphesiz, Allah çok bağışlayandır, çok merhamet
edendir.”
Yine Rabbimiz Maide Suresi’nin 3’cü ayetinde aynı konu ile ilgili
şöyle buyurmaktadır. “Ölmüş hayvan, kan, domuz eti, Allah’tan baş-
Sağlıklı Beslenme ve Kişilik Oluşumu Üzerindeki Etkileri / S. Yılmaz •
117
kası adına boğazlanan, (henüz canı çıkmamış iken) kestikleriniz hariç; boğulmuş, darbe sonucu ölmüş, yüksekten düşerek ölmüş, boynuzlanarak ölmüş ve yırtıcı hayvan tarafından parçalanmış hayvanlar
ile dikili taşlar üzerinde boğazlanan hayvanlar, bir de fal oklarıyla
kısmet aramanız size haram kılındı. İşte bütün bunlar fısk (Allah’a
itaatten kopmak)tır. Bugün kafirler dininizden (onu yok etmekten)
ümitlerini kestiler. Artık onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün
sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve
sizin için din olarak İslâm’ı seçtim. Kim şiddetli açlık durumunda
zorda kalır, günaha meyletmeksizin (haram etlerden) yerse şüphesiz
ki Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.
Kitabımız Kur’an-ı Kerim’de aklı örten (uyuşturan) her türlü içki ve içki benzeri şeyler de yasaklanmıştır. “Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: Onlarda hem büyük günah, hem de insanlar için (bazı zahiri)
yararlar vardır. Ama günahları yararlarından büyüktür.” ﴾Bakara,219﴿.
Yine Maide Suresi’nin 90-91’ci ayetlerinde: “Ey iman edenler! (Aklı örten) içki (ve benzeri şeyler), kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak, şeytan işi
birer pisliktir. Onlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.Şeytan, içki ve kumarla, ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçiyor musunuz?”
8.2. Kur’an-ı Kerim’de Helâl Kılınan Besinler
Allah-ı Teâlâ Kitabında bize verilen besinlerin temiz ve helal
olanlarını yememizi emretmektedir. “Allah’ın size verdiği temiz, helâl
rızıklardan yiyin” (Maide, 88). Kur’an-ı Kerim’in muhtelif sure ve ayetlerinde ismi geçen, bize temiz ve helâl olarak bildirilen besinler; su,
süt, bal, et, balık, tahıl, mercimek, bakla, hurma, incir, kiraz, muz,
nar, üzüm, zeytin, meyve, sarımsak, soğan, bostan, kudret helvası,
şirke ve şıradır. Kur’an-ı Kerim’de ismi geçen besinler incelendiğinde, hakikaten insan beslenmesi ve sağlığı açısından son derece gerekli
ve besin değerleri çok yüksek şifalı gıdalardır. Bu yüzden bahse konu
gıdaların beslenme menülerimizde yer alması bizim için çok önemlidir.
Allah-ı Teâlâ Kur’an-ı Kerim’in En’âm ve Kâf Sûrelerinde gökten
bereketli bir su indirip ölü beldelere hayat verdiğini, suyla her türlü
bitkiyi çıkartıp onlardan yeşillikler meydana getirdiğini, birbirine
118 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
benzer veya birbirinden farklı üzüm bahçeleri, hurma, zeytin ve nar
gibi meyveler ile taneler (tahıllar, baklagiller) yarattığını ve bullarda
Allah’ın varlığını gösteren ibretler olduğunu bize bildirmektedir. “O
gökten su indirendir. İşte biz onunla her türlü bitkiyi çıkarıp onlardan yeşillik meydana getirir ve o yeşil bitkilerden, üst üste binmiş
taneler, -hurma ağacının tomurcuğunda da aşağıya sarkmış salkımlar- üzüm bahçeleri, zeytin ve nar çıkarırız: (Herbiri) birbirine benzer
ve (her biri) birbirinden farklı. Bunların meyvesine, bir meyve verdiği
zaman, bir de olgunlaştığı zaman bakın. Şüphesiz bunda inanan bir
topluluk için (Allah’ın varlığını gösteren) ibretler vardır”(En’ âm,
99﴿. “Gökten de bereketli bir su indirip onunla kullar için rızık olarak
bahçeler ve biçilecek taneler (ekinler), birbirine girmiş kat kat tomurcukları olan yüksek hurma ağaçları bitirdik ve böylece onunla ölü bir
beldeye hayat verdik. İşte (dirilip kabirlerden) çıkış da böyledir ﴾Kâf,
9-11﴿.
Su, bal, süt ve içildiğinde sarhoşluk vermeyen bir şarabın takva
sahiplerine vaat edilen cennet taamları olduğu ve özellikle balın bir
şifa kaynağı olduğu bildirilmektedir. “Allah’a karşı gelmekten sakınanlara söz verilen cennetin durumu şöyledir: Orada bozulmayan su ırmakları,
tadı değişmeyen süt ırmakları, içenlere zevk veren şarap ırmakları ve süzme
bal ırmakları vardır. Orada onlar için meyvelerin her çeşidi vardır. Rablerinden de bağışlama vardır. Bu cennetliklerin durumu, ateşte temelli kalacak
olan ve bağırsaklarını parça parça edecek kaynar su içirilen kimselerin durumu gibi olur mu?” ﴾Muhammed, 15﴿. “Rabbin bal arısına şöyle ilham etti:
Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan (kovanlardan)
kendine evler edin. Sonra meyvelerin hepsinden ye de Rabbinin sana kolaylaştırdığı (yaylım) yollarına gir. Onların karınlarından çeşitli renklerde bal
çıkar. Onda insanlar için şifa vardır. Şüphesiz bunda düşünen bir (toplum)
için bir ibret vardır.” (Nahl, 68-69).
Kur’an-ı Kerim’de, protein kaynağı et ve balığın insanlara bol
bol ihsan edildiği ve yenmelerinin gerektiği bildirilmektedir. “Onlara
canlarının istediği meyve ve etten bol bol verdik” (Tur, 22). “İki deniz
aynı olmaz. Şu tatlıdır, susuzluğu giderir; içimi kolaydır. Şu ise tuzludur, acıdır. Bununla beraber her birinden taze et (balık) yersiniz ve
takınacağınız süs eşyası çıkarırsınız. Allah’ın lütfundan istemeniz ve
Sağlıklı Beslenme ve Kişilik Oluşumu Üzerindeki Etkileri / S. Yılmaz •
119
şükretmeniz için gemilerin orada suyu yara yara gittiğini görürsün”
(Fatır, 12).
Kur’an-ı Kerim’de, karbonhidrat, mineral ve vitamin kaynağı soğan, sarımsak, bakla, mercimek (baklagiller) ve bostan (bostangiller)
gibi sebzelerden de bahsedilmesi, bize bu besinlerin önemini göstermektedir. “Hani, ‘Ey Mûsâ! Biz bir çeşit yemeğe asla katlanamayız.
O halde, bizim için Rabbine yalvar da, o bize yerden biten sebze, bostan, sarımsak, mercimek, soğan versin’ demiştiniz…” (Bakara, 61)
9. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) Tavsiye Ettiği Besinler ve
Beslenme Adabı Nasıldır?
9.1. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Tavsiye Ettiği Besinler
Peygamber Efendimiz (sav) bize tavsiye ettiği besinlerden,
Kur’an-ı Kerim’de sık sık bahsedilmesi, o besinlerin insan hayatının
devamı için gerçekten çok gerekli olduğunu ve insanlar tarafından
tüketilmesi durumunda da birçok hastalığa şifa olabileceğini günümüzde yapılan araştırmalar da göstermektedir. Bu bölümde Efendimizin, tavsiye ettiği tüm besinleri ve beslenme tarzını tüm yönleriyle
ele alma imkânımız olmadığından sadece birkaç temel konu üzerinde
duracağız.
Peygamber Efendimiz (sav) balın bir şifa kaynağı olduğunu bildirmekte ve hasta kimselere bal yedirilmesini şu Hadis- Şerif’lerinde
tavsiye etmektedir. “Şifa iki şeydedir: Birisi Kur’an okumakta, diğeri
bal şerbeti içmektedir” (İbn-i Mâce, 3457). “Doğum yapan kadınlar
için yaş hurma, hasta kimseler içinse bal gibi bir şifa yoktur” (K.
Ummal, 10/28297). Zeytin ve çörek otunun besin ve şifa kaynağı
olarak kullanılmasını tavsiye etmekte, hatta çörek otunun ölümden
başka birçok hastalığa şifa kaynağı olacağını bildirmektedir .” Sizlere
zeytinyağı tavsiye ederim. Hem yiyiniz hem de onunla yağlanınız.
Zira zeytinyağı basur hastalığı için şifadır” (C. Sağır, 2/54). “Sizlere şu
çörek otunu tavsiye ederim. Zira bunda ölümden başka birçok hastalık için şifa vardır” (Buhari, 7/14).
Yiyecekler içerisinde sütün ayrı bir yeri olduğunu şu Hadis- Şerif’lerinde bildirmektedir. “Allah bir kimseye süt ikram ederse o kimse ‘Allah’ım, bize bu sütü bereketli kıl, bize daha çok süt ver’ diye
120 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
dua etsin. Çünkü yiyecek ve içeceklerin yerini tutan, açlığı ve susuzluğu gideren sütten başka bir gıda bilmiyorum” (İbn-i Mâce, 3322).
Peygamberimizin (sav) üzüm ve kapuzu çok sevdiği, incir ve
ayva gibi meyvelerin de kalbi rahatlattığı ve göğüsteki sıkıntıları giderdiği belirtilmektedir. “Her kim kalbinin rahat çalışmasını isterse,
incir yemeye devam etsin” (C. Sağır,2/80). “Ayva göğüsteki sıkıntıyı,
ağırlığı giderir; gönlü (kalbi) ferahlatıp kuvvetlendirir” (M. Zevaid,
5/45).
9.2. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Beslenme Âdâbı
Allah-ı Teâlâ, yeryüzünde binlerce ayrı türde, ayrı tatta, ayrı renk
ve kokuda yarattığı besinlerin tüketilmesinde de, bazı İlahi emirlerin
olduğunu bize Yüce Peygamberi vasıtasıyla hatırlatmaktadır. Rabbimiz, Peygamber Efendimizin (sav) ahlâkının Kur’an ahlâkı olduğunu
ve bizim için her konuda olduğu gibi beslenme konusunda daüsveihasene (en güzel örnek) olacağını ifade buyurmaktadır. “Andolsun
ki, Allah’ın Resulü’nde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır”
(Ahzap, 21).
Peygamber Efendimiz (sav) hayatını hep Kur’an çizgisinde yaşayarak geçirmiş ve Rabbimizin beslenme konusundaki şu İlahi emrini
kendisine düsturedinmiştir. “Yiyiniz, içiniz fakat israf etmeyiniz. Allah israf edenleri sevmez” (Araf, 31). Hayatının her noktasında israftan kaçınan Efendimiz, yeme içme konusunda da son derece iktisatlı
davranmış ve bize bu konuda şu tavsiyelerde bulunmuştur. “Ademoğlunun doldurduğu en zararlı kap karnıdır. Ademoğluna belini
doğrultacak kadar lokma kifayet eder. Eğer Ademoğluna nefsi galebe
çalar da fazla yeme zorunda kalırsa, bu durumda karnını üçe ayırsın;
biri yemek, biri su, biri de rahat nefes için olsun” (Tirmizi, 2486; İbn-i
Mace, 3349; Ahmed, 4/121; Tabarani Mucemu’l-Kebir, 20/644; Hakim,
4/121). Ayrıca bir başka Hadis-i Şerifte “Gündüz beyazlığı ile gece
karanlığında ikişer kere yemek ve içmek israftır” ifadesiyle, günde 3
veya daha fazla öğün yemenin israf olacağını bildirmiştir.
Hayatü’s-Sahâbe’de geçen bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz, hicretin altıncı yılında, Mekkeli müşriklerle bir sulh antlaşması
yaptıktan sonra, Medine civarında bulunan altı hükümdara mektup
Sağlıklı Beslenme ve Kişilik Oluşumu Üzerindeki Etkileri / S. Yılmaz •
121
göndererek, onları İslâm dinine davet etmişti. Bunlardan biride Mısır
Melik’i Mukavkis’ti. Peygamber Efendimiz (sav) islamı tebliğ etmek
için yazdığı mektubu götürmek üzere Hz. Hâtib’i görevlendirdi. Hz.
Hâtib götürdüğü mektubu, Mukavkis’e ulaştırdıktan sonra, beraberinde verilen hediyelerle Mekke’ye geri döndü. Mukavkis’in gönderdiği hediyelerden biri de, bir doktor idi. Doktor gelince dedi ki:
“Efendim! Mukavkis, beni, size hizmet için gönderdi. Hastalarınıza
bedava bakacağım!”
Rasûlullah Efendimiz kabul buyurdu. Doktora, bir ev verdiler.
Her gün nefis yiyecek, içecek götürdüler. Günler, aylar geçti. Bir
Müslüman, doktora gelmedi. Doktor, utanıp gelerek dedi ki: Efendim! Buraya, size hizmet etmeye geldim. Bugüne kadar, bir hasta
gelmedi. Boş oturdum, yiyip içip, rahat ettim. Müsaade ederseniz,
artık gideyim.
Rasûlüllah Efendimiz tebessüm ederek buyurdu ki: “Sen bilirsin!
Eğer daha kalırsan, misafire hizmet etmek, ona ikramda bulunmak,
Müslümanların başta gelen vazifesidir. Gidersen de uğurlar olsun!
Yalnız şunu bil ki, burada senelerce kalsan, sana kimse gelmez. Çünkü Ashabım hasta olmaz! İslâm dini, hasta olmamak yolunu göstermiştir. Ashabım temizliğe çok dikkat eder. Acıkmadıkça bir şey yemez ve sofradan da, doymadan kalkar!” buyurmuştur.
Peygamber Efendimizin Ashabı ve bazı İslam âlimleri de aynen
Onun yolunu takip ederek, çok yemeyi israf saymışlardır. Hz. Aişe
annemiz “Rasûllülah’ın vefatından sonra ümmette zuhur eden ilk bela
tokluktur” buyurarak çok yemenin Müslüman ümmetine yakışmayan bir davranış olduğunu vurgulamıştır. Yine Hazret-i Ömer Efendimizin şu sözü de yemeyi ölçülü yemeye bir teşviktir.: “Nefsin istediği
her şeyi yemek, ihtiyaçtan değil, bazen israftan sayılır. Allah ise müsrifleri sevmez!”. Büyük tıp âlimi İbn-i Sina da: “Bütün hastalıklar yenilen ve içilen şeylerden ileri gelir” diyerek, yeme içmenin hastalıklarla doğrudan ilişkili olduğunu bildirmiştir.İmam Gazali
Hazretleride”İnsanoğlunu felakete atan şeylerin en büyüğü karın şehvetidir. Hz. Adem (as) ve Havva da bu sebeple cennetten çıktı... Karın, dertlerin ve afetlerin neşvü nema bulduğu (bitip büyüdüğü) yerdir” diyerek, karın şehvetinden kaçınılması gerektiğini belirtmiştir.
122 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
10. Beslenmenin Zihinsel ve Kişilik Gelişimi Üzerine Etkisi
Var mıdır?
İnsanları bir birinden ayıran ve farklılaştıran; davranışları, duyguları ve düşünceleri vardır. Pekâlâ, bu farklılıklar nasıl ortaya çıkar?
Bu farklılıkların ortaya çıkmasında genetik yapımı (kalıtım, iç salgılar, zekâ, güdüler, fiziksel yapı vb.) yoksa çevremi (aile, beslenme,
din, eğitim, gelenek, töre, sosyal çevre, arkadaş grubu vb.) daha etkilidir? Bu tartışmalar, tarih boyunca bilim adamları tarafından hep
yapılmış ve birçok konu derinlemesine araştırılmıştır. Ancak yapılan
araştırmalar, belirli kişilik özelliklerinin kısmen genetik yapıdan,
kısmen de çevresel faktörlerden etkilendiğini göstermektedir. Bununla birlikte; yapılan çalışmalar, genetik ve çevresel faktörleri, birbirinden tamamen ayırmanın da mümkün olmadığını ortaya koymuştur
(Demiröz, 2010; Köksal, 2008).
Kişiliği, çok basit olarak; “bireyin gösterdiği davranış özelikleri”
şeklinde tanımlayabiliriz. Bu davranış özelliklerine etki eden en
önemli organımız da beynimizdir. İnsanların hayat boyu bedensel,
ruhsal ve sosyal sağlığı, beyninin gelişimiyle çok yakından ilişkilidir.
Beyin gelişimi,anne karnında başlayıp ve doğumdan sonraki ilk beş
yılda hızlı devam etmekte ve geç ergenlik dönemi sonuna değin sürmektedir. Aslında beyin gelişiminin hızla yaşandığı bu gelişme dönemi, insanların bilinç, konuşma, sevinç, üzüntü gibi kişilik özelliklerinin de hızla geliştiği bir dönemdir (Anonim, 2013a-b; Cole, 2001).
Kişilik gelişimini doğrudan etkileyen beyin gelişimi, genetik faktörler yanında, beslenme ile doğrudan veya dolaylı şekilde ilişkilidir.
Yediğimiz içtiğimiz besinler, vücut gelişimi yanında, beyin gelişimimize ve dolaylı olarak da kişilik gelişimimize etki etmektedir.
Vücudumuzdakikimyasal mesajları taşıyan nörotransmiterlerin üretiminde veya serbest bırakılmasında yediğimiz besinlerin büyük etkisi vardır. Besinlerle aldığımız proteinler, sindirim sırasında aminoasitlere parçalanır ve bu aminoasitlerden oluşan nörotransmiterler
bizim uyanık kalmamıza ve enerjimizi artırıp tamamen kullanmamıza sebep olurlar. Karbonhidratlar ise vücudumuza enerji sağlar ve
kan akışını hızlandırarak, bizim sakin kalmamıza yardımcı olur. Yapılan araştırmalar uzun sure karbonhidratlar yönünden yetersiz bes-
Sağlıklı Beslenme ve Kişilik Oluşumu Üzerindeki Etkileri / S. Yılmaz •
123
lenen kişilerde depresyona girme riskinin arttığını ortaya koymuştur.
Vücuda mutlaka dışarından alınması gereken çoklu doymamış yağ
asitleri; hücre yapısı, beyin dokusu ve sinir siteminin oluşması ile
hormonların yapısında rol aldıklarından, eksikliklerinde insanların
ruhsal ve sinirsel yapısını etkilemektedir (Anonim, 2013a-b; Köksal,
2008).
Besinler yoluyla aldığımız minerallerin eksikliği veya fazlalığı da
vücut ve zihinsel gelişimimizi etkileyerek, ruhsal yapımızda da bazı
değişikliklere neden olduğu belirtilmektedir. Bünyesinde selenyum
eksikliği olan insanların, diğerlerine oranla daha çok kaygılı, endişeli
ve alıngan oldukları bilinmektedir. Demir eksikliği olan 2 yaşından
küçük çocuklarda uyum ve denge sorunları görülmekte bu çocuklar
daha içe kapanık ve çekingen davranmaktadırlar. Ayrıca demir anemisinde uyuşukluk, alınganlık, sinirlilik, duyarsızlık, kayıtsızlık, yorgunluk, odaklanamama, dikkatsizlik ve IQ puanında azalması gözlenmektedir. Vücudumuz için çok önemli bir mineral olan iyot, tiroid
hormonları; triiyodotironin (T3) ve tiroksin (T4) yapımında kullanılmaktadır. İyot yetersizliği, gebe kadınlarda düşüklere, ölü doğumlara, doğum ve doğum öncesi anomalilere, guatıra; bebek ve çocuklarda büyüme geriliği, zekâ geriliği, sağırlık, cücelik, motor fonksiyon
bozukluğu, bunama, depresyon, dikkat eksikliği, görsel-motor planlama ve soyut düşünme bozukluklarına neden olmaktadır. Çinko
eksikliğinde, sinir sistemi gelişimi ve fonksiyonlarının yerine getirilmesinde bazı aksaklıklara ortaya çıkmaktadır (Anonim, 2007b; Anonim, 2013a; Güzel ve Özpınar, 2006).
Beslenme programlarımızda mutlak yer alması gereken vitaminlerin eksikliklerinde de vücudumuzda fiziksel veya ruhsal bazı problemler ortaya çıkar. Örneğin turunçgiller, baklagiller, kuruyemişler,
avokado, brokoli veyeşil yapraklı sebzelerde bol miktarda bulunan
folik asit (B9 vitamini) eksikliğinde; yorgunluk, güçsüzlük, konsantrasyon yeteneğinde azalma, huzursuzluk, baş ağrısı, depresyonve
kansızlık (anemi) ortaya çıkar. B grubu vitaminlerdenolan piridoksin
(B 6)eksikliğinin; aşırı stres, depresyon, ruhsal dengesizlik ve bozukluklara neden olduğu klinik araştırmalar sonucunda ortaya konulmuştur. Aynı gruptan B12 vitamini eksikliğinde güçsüzlük,
halisünasyon görme ve depresyon gözlenmektedir. Kolin B vitamini
124 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
kompleksi bir vitamin olup, eksikliğinde hafıza zayıflığı ve konsantrasyon eksikliği meydana gelmektedir (Anonim, 2007b; Anonim,
2013a; Güzel ve Özpınar, 2006).
Yeterli süre ve miktarda anne sütü ile beslenen çocukların zekâlarının ve öğrenme güçlerinin daha fazla geliştiği, daha aktif ve
IQ’lerinin daha yüksekolduğu yapılan araştırmalar sonunda tespit
edilmiştir. Günlük olarak sıkça tükettiğimiz çay veya kahve ile alınan
ölçülü bir miktar kafeinin, yetişkin bir bireyi sakinleştirdiği herkes
tarafından bilinen bir gerçektir.
İhtiyaçtan fazla et yemenin içsalgı bezlerini etkileyerek bazı hastalıklara yol açtığı belirtilmektedir. Fazla kırmızı et tüketiminin; mide, göğüs ve kolon kanseri gelişimini teşvik ettiği, kanı asitlendirdiği,
ayrıca vücuttan hızlı kalsiyum atılması sonucu osteoporoza neden
olduğu, kilo alma ve karaciğerde yağlanmaya sebep olduğu belirtilmektedir (Bulut, 2011). Bunlara ek olarak etin insanların ruh halini
etkilediği ve fazla et yiyen insanların daha saldırgan, duygusal olarak
duyarsız ve kaba oldukları belirtilmektedir. Hz. Ali Efendimiz “Kırk
gün et yemeyenin ahlâkı ve çehresi kötüleşir (bozulur); kırk gün üst
üste et yemeye devam edenin de kalbi katılaşır!”
Aşırı beslenme ve fazla kilo alma insanları hantallaşmaya ve
vurdumduymazlığa teşvik ettiği belirtilmektedir
Sonuç
Beslenmenin azı da çoğu da insan vücuduna ve ruh yapısına etki
ederek, zaman içerisinde ciddi bedensel ve ruhsal hastalıkların ortaya
çıkmasına neden olmaktadır. Bu yüzden beslenmede ölçülü davranmak insanoğlunun en önemli düsturlarından biri olmalıdır. Eğer insanlar Peygamber Efendimiz (sav) buyurduğu üzere; “sofraya acıkmadan oturmaz, yemeğe zikirle (bismillah) başlar, fikirle (nimeti vereni düşünerek) devam eder, sofradan doymadan kalkar ve Allah’a
şükrederse (elhamdülillah) yedikleri kalbine nur, bedenine de sıhhat
ve afiyet olur İnşa-Allah.
Sağlıklı Beslenme ve Kişilik Oluşumu Üzerindeki Etkileri / S. Yılmaz •
125
Teşekkür
Bu yayını dikkatli bir şekilde okuyup, faydalı tavsiyelerde bulanan ve metin üzerinde bazı düzeltmeler yapan Gıda Mühendisi Sayın
Dr. Eda Çalıkoğlu’na teşekkür etmeyi bir borç bilirim.
Kaynaklar
Anonim, 2007a. MEGEP (Meslekî Eğitim ve Öğretim Sisteminin Güçlendirilmesi Projesi). Yiyecek İçecek Hizmetleri Besin Öğeleri–1. T.C.
Millî Eğitim Bakanlığı, Ankara.
Anonim, 2007b. MEGEP (Meslekî Eğitim ve Öğretim Sisteminin Güçlendirilmesi Projesi). Yiyecek İçecek Hizmetleri Besin Öğeleri–2. T.C.
Millî Eğitim Bakanlığı, Ankara.
Anonim, 2013a.Yediklerimiz ve Beynimiz.
http://www.guncelforum.net/kisisel-gelisim/100984yediklerimiz-ve-beynimiz.html
Anonim, 2013b. Beslenmenin Zihinsel Gelişime Etkileri Nelerdir?
http://technomekani.blogcu.com/beslenmenin-zihinselgelisime-etkileri-nelerdir/12041890#
Anonim, 2013c. Malnutrition. http://en.wikipedia.org/wiki/Malnutrition.
Baysal, A. 1985. Beslenme. Hacettepe Üniversitesi Yayınları
Bulut, M. A. 2011. Can Boğazdan Çıkar-Kan Gruplarına Göre Beslenme.
Ayhan Matbaası, Bağcılar, İstanbul
Akşit, A. 1991. Beslenmenin amacı, yeterli ve dengeli beslenme. Beslenmeye
Giriş. T.C. Anadolu Üniversitesi Yayınları No: 491. Sayfa 8.
Cole, Luella& Morgan, John J.B. 2001. Çocuk ve Gençlik Psikolojisi (Çev.
Belkıs Halim Vassaf). İstanbul: M.E. B.Yayınları No: 3417
Demiröz,T. 2010. Kişilik Gelişimini Etkileyen Faktörler.
http://notoku.com/kisilik-gelisimini-etkileyen-faktorler/
Güzel, R. ve Özpınar, A. 2006. Kur’an da Adı Geçen Besinler. Çelik Yayınevi,
Cağaloğlu, İstanbul
Harward, 2013. Harvard’s New Guide to Healthy Eating. 1350
Massachusetts Ave, Cambridge, MA 02138, ABD
126 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
Hayatü’s-Sahâbe /M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü’l-Evliya; El-İsabe Fi Temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü’l-Askalani; Suverun Min Hayatü’sSahâbe/Abdurrahman Refat el- Başa, Beyrut.
Holden, K.R. 2008. Chapter 2 Malnutrition And Brain Development: a
Review. In Neurologic Consequences Of Malnutrition, World
Federation of Neurology Seminars in Clinical Neurology,
World Federation of Neurology, Demos Medical Publishing,
http://www.siecv.net/docs/neurological-consequencesmalnutrition.pdf#page=33
İbni Sina; El-Kanun Fi’t-Tıbb, çev. Esin Kahya, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, İstanbul 2009, I. Kitap, s. 115
Köksal, E. 2008. Beslenme ve Bilişsel Gelişim. Sağlık Bakanlığı Yayın No:
726. Klasmat Matbaacılık Ankara
Kur’an-ı Kerim. Diyanet İşleri Başkanlığı Kur’an-ı Kerim Portalı
http://kuran.diyanet.gov.tr/Kuran.aspx#5:90
Salih, A. 2013. Gerçek Tıp – Yitik Şifanın İzinde.
http://www.helalhayat.com/download/Saglik_Bilgileri_A5.p
df
Wikipedia, 2013a. History of USDA nutrition guides. The Free Encyclopedia.
http://en.wikipedia.org/wiki/History_of_USDA_nutrition_gu
ides
Wikipedia, 2013b. MyPlate.The Free Encyclopedia.
http://en.wikipedia.org/wiki/MyPlate
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
ELMALI ERENLERİNDE
NEFSİN TERBİYESİ ve KİŞİLİK
OLUŞUMU
Tasavvufta Şahsiyet Eğitimi
Prof. Dr. Şakir GÖZÜTOK
Giriş
Şahsiyet kavramı, batı dillerinde personality (kişilik) ve character
(karakter) olarak karşılanmaktadır. Personality kelimesi, Latince
“persona” kökünden geldiği bilinir. Bu da eski Yunan ve Roma tiyatrolarında yüze takılan maske anlamındadır. Bundan hareketle bazılarına göre şahsiyet, başkalarına gösterilen ya da gösterilmek istenilen
yüzdür.1
Karakterin ise basit anlamı, “rölünü takip etmek”tir. Karakter;
tutum, davranış, motivasyon ve yeteneğe öncülük eder. Karakter
geniş anlamıyla, bir kişinin iyiliği ile birlikte diğer insanların da mutluluğuyla ilgilenmeyi dileyen bir tutumu, eleştirel düşünce ve moral
değerlerden oluşan bir düşünce kapasitesini, dürüstlük ve sorumluluk taşıyan bir davranışı ifade eder. Adaletsizlik karşısında ahlaki
değerleri ayakta tutmayı ve çeşitli durumlarda diğer insanlarla etkili
bir şekilde karşılıklı iletişimde bulunabilme duygusal yeteneği ile
insanlar arası ilişki ve topluma katkıda bulunmayı içerir. Kısaca karakter, bir kişiyi pozitif yönde zihni, sosyal, duygusal ve ahlaki yönden bir kişilik olarak geliştirmektir.2
 Yüzüncü Yıl Üni. İlahiyat Fak. Din Eğitimi Anabilim Dalı, Van.
1
2
Neda Ermaner, “Şahsiyet Terbiyesinde Dini Kültürün Rolü”, A.Ü. İlahiyat Dergisi, c.
21, s. 143.
Victor Battistich, Character Education, Prevention, and Positive Youth Development,
http://www.character.org/wp-content/uploads/2011/12/White_Paper_
Battistich.pdf, p. 2.
130 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
Karakter, bir şahsın kötü alışkanlıkları veya erdemleri ile birlikte
kişiyi diğer insanlardan ayrı kılan mizaç demektir. İyi karakter, ahlaki değerlerin ilgi merkezini oluşturur. Günümüzde eğitim ile ilgili
tartışmalardan biri de, karakter yapısını geliştirme ve oluşturmanın
ölçüsüyle ilgilidir. Karakter eğitimi denilince de eğitimin, öğrencinin
karakterini geliştirmeye, moral akıl ve gelişimlerini desteklemesi kast
edilmektedir.3
Aslında şahsiyet (kişilik), her insanın kendine özgü davranış eğilimlerinin dinamik bir bütünüdür.4 Bu davranışların büyük bir kısmı
“iyi” veya “kötü” şeklindeki yargılarla değerlendirildiğine göre, biz
bu türlü yargılara konu olan davranışlara ahlakî davranış adını vermekteyiz.5 O halde şahsiyet, doğrudan ahlaklı olmakla ilgilidir. O
halde şahsiyeti, başkalarına gösterdiğimiz ahlakî davranışların bir
bütünü olarak ifade edebiliriz. Tasavvufî eğitimde de genç ve yetişkin kimselere İslam dinin arzu ettiği ahlaklı bir kişilik kazandırılmak
istenmesinden dolayı, bu eğitimi başlı başına şahsiyet eğitimi olarak
ele almak yanlış olmasa gerektir. Zira İslam’ın nihai hedeflerinden
birisi de, güzel ahlaka sahip insanlar yetiştirmektir.6
Tasavvuf eğitimi, İslam’ın arzuladığı en ideal şahsiyeti yetiştirmeyi hedeflemektedir. Bu yüzden tasavvuf eğitimini tamamlamış
insanlara “insan-ı kâmil” denilmektedir. Tasavvufi eğitim, bu ideal
şahsiyeti yetiştirmek için de pek çok esaslar ortaya koymaktadır.
Bunlardan önemli gördüğümüz bir kaçını şöyle sıralamak mümkündür:
1. Yüksek Motivasyon (Tam Teslimiyet)
Motivasyonu, bir amaca ulaşmak ya da bir varlığı, bir hazzı elde
etmek için insanı harekete iten, yönlendiren ve hareketin devamını
sağlayan “iç” durumlar şeklinde tarif etmek mümkündür.7 Her ne
kadar motivasyonu iç durum veya iç uyarıcılar olarak ele almak
3
The Greenwood Dictionary of Education, Edited by John W. Collins III and Nancy
Patricia O’Brien, Greenwood Press, USA, 2003, p. 51, 52.
4
Erol Güngör, Ahlak Piskolojisi ve Sosyal Ahlak, Ötüken Yay., İstanbul, 1995, s. 12.
5
Güngör, Ahlak Psikolojisi, s. 17.
6
ٍ‫“ وَاِﻧﱠﻚَ ﻟَﻌَﻠٰﻰ ﺧُﻠُﻖٍ ﻋَﻆ ﯾﻢ‬Muhakkak sen yüce bir ahlak üzeresin.” Kalem, 68/4.
7
İbrahim Ethem Başaran, Eğitim Psikolojisi, 9.Bsk., Ankara, 1988, s. 30; Nurettin Fidan, Okulda Öğrenme ve Öğretme, Ankara, 1986, s. 124.
Tasavvufta Şahsiyet Eğitimi / Ş. Gözütok •
131
mümkün ise de, dış uyarıcılar tarafından da organizmayı harekete
geçirmek mümkündür. Böylece güdüler, sadece kişinin içinde değil,
çevresindeki uyarıcılardan da doğabilmektedir.8
Tasavvufî eğitimdeki güdünün fonksiyonunu incelediğimizde,
ilk olarak dinî iradenin bu aktiviteyi yerine getirdiğini görürüz. Çünkü dinî irade, dinî duygu ve düşüncelerin harekete dönüşmüş hâlidir.
Bu yönüyle dinî irade, modern psikoloji açısından bir dinî motivasyon olarak ele alınır ve incelenir.9 Din eğitiminin bir öğesi olan tasavvufta, dinî irade çok önemli bir yer almaktadır. Zaten müridin kelime
manasından bunu hemen fark etmek mümkündür. O halde tasavvufî
eğitimde ilk motivasyonu, müridin eğitilmek irade ve isteği oluşturur.
Tasavvufi eğitim, çoğu zaman kişiyi çocuk yaştan itibaren eğitme
imkânını bulamamaktadır. Bu yüzden tasavvufi eğitim, genellikle
dini mükellefiyete sahip ergen ve yetişkinleri hedef kitle olarak seçmektedir. Küçük yaşlardan itibaren bir çocuğu eğiterek yetiştirmenin
kolaylığı ve neticede başarı oranının yüksek olacağı ortadadır. Oysa
ergen ve yetişkinler için aynı şeyi söylemek pek kolay olmayacaktır.
Zira belli bir yaşın üzerine çıkmış insanların, değişik şahsiyetler kazandığı, farklı eğitimlerden geçtiği, yerleşmiş tavır ve davranışlara
sahip olduğu muhakkaktır. Eğer bu insanlar arzu edilen bir karaktere
ve davranış kalıplarına ulaşmamışlarsa, bunları yeniden eğiterek istenilen “insan tipi”ne ulaştırmanın zorluğu bilinmektedir, işte tasavvufî eğitim bunu başarmaya hedeflemektedir.
Ayrıca ergenlik ve yetişkinlik çağında olan kimseler, çeşitli maddi ve manevi sorumluluklar aldıklarından, değişik buhran ve sıkıntıları yaşamaları da ihtimal dâhilindedir. Ergen bir kimse, hem yaşının
getirdiği psikolojik ve sosyal dengesizlikler ile dini bakımdan da yeni
sorumlulukların getirdiği bazı yükümlülüklerle karşı karşıyadır. Keza yetişkin de bütün bunlara ailevî sorumlulukları da yüklenerek
buhranını büsbütün ağırlaştırmış olabilir. Bütün bu zorluklar içerisinde, kişiyi mürid olarak kabul etmek ve yeni bir eğitimden geçir-
8
9
Clifford Morgan, Psikolojiye Giriş, Çev: Kurul, Ankara, 1984, s. 191.
Neda Armaner, Din Psikolojisine Giriş, Ayyıldız Matbaası, Ankara, 1980, s. 120.
132 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
mek için dikkatini bazı hususlara teksif ettirmek pek kolay olmasa
gerektir.
Bu yüzden tasavvufî eğitimin, yüz yüze kaldığı zorluklar çoktur
ve bu zorluğun bilincinde olarak çok güçlü metotlar kullanmak suretiyle bunu aşmayı çoğu kez başarabilmiştir. Bunun sırrı, tasavvufî
eğitimin eğitmek istediği şahsın daha işin başında iken eğiticiye, yani
mürşide tam teslimiyet ve bağlılığın ilk şart olarak ileri sürmesinde
yatar. Bu sebeple mürit, şeyhine “gassalin elindeki ölü gibi” teslim olmak zorundadır.10 Bunun da yüksek derecede bir motivasyon ve ilgi
duyma olduğundan şüphe yoktur. Bu teslimiyeti ve motivasyonu
gösteren şahsı eğitmenin ise ayrı bir kolaylığı olduğu açık bir gerçektir. Bu motivasyona ulaşmamış kimseler tasavvufi eğitimde mürit
olarak kabul edilmezler. Bu yüzden öncelikle müridin kendi otokritiğini yaparak, his, duygu ve tutum olarak kendisini bu eğitime hazır
görmesi gerekir. Hatta mutasavvıflar, bu konumdaki bir kimseyi öğrenci saymadıklarından ondan “mürit” olarak söz etmezler. Bunlara
tasavvufî eğitimde “talip” denir. Talip, kendi ruh dünyasını gözden
geçirdikten sonra, nefsini bu işe hazır gören ve tarikat yolunu isteyen
kimse demektir.11 Bu istek ciddi bir iradeyle ortaya konulduktan sonra ancak kişi o zaman “mürit” mertebesine çıkmış yani tasavvufi eğitimde öğrenci olarak kabul edilmiş olur.
Bu anlayıştan hareketle kişinin eğiticiye, yani mürşide tam teslimiyetle bağlanması istenir. Bazıları buna, kişinin hürriyetini elinden
alındığından dolayı karşı çıkabilirler. Tasavvufta müridin şeyhine
şartsız teslimiyetini, insan hürriyetini engelleyici bir durum olarak
değerlendirmemek lazımdır. Çünkü kişinin iradesiyle istediğini yapması, onun hürriyete sahip olduğunun işaretidir. Ferdin kendi iradesiyle her hangi bir ameli işlemesi ve bu ameli istediği kişi için yapması, onun iradesinin ve dolayısıyla hürriyetinin varlığına delâlet eder.12
10
11
12
Abdulkadir Geylanî, Kitabu’I-Ganiyye lî Talibi Tariki’l-Hakk, Mısır, 1322, c. 1, s. 163;
Necmüddin Kübrâ, Tasavvufî Hayat, Terc.: Mustafa Kara, Dergâh Yay., İstanbul,
1980, s. 54; İmam Rabbanî, Mektubat, İstanbul, Ts., c. , 1, s. 73 (61. Mektup).
Cavit Sunar, Tasavvuf Tarihi, A.Ü. İlahiyat Fak. Yay., Ankara, 1975, s. 166; Hasan
Küçük, Tarikatler Tasavvuf ve Felsefe Münasebetleri, M.Ü. Yay., İstanbul, 1985, s. 40.
Ebu Abdillah el-Haris Muhasibi, er-Riaye lî Hukukillah, Tahkik: Abdulkadir Ata,
Daru’I-Kutubi’l-îlmiyye, 4. Tab, Beyrut Ts., s. 246.
Tasavvufta Şahsiyet Eğitimi / Ş. Gözütok •
133
Kişi, tarikata girmeye kesinlikle zorlanamaz. Bu eğitimden geçmek isteyen kimse, kendi iradesiyle karar verir ve bir müddet mürşid
tarafından müşahede altında tutulur, eğitime istidatlı görüldüğü takdirde tarikata dâhil edilir. Bu sebeple, müritliğe ilk adımı atanların
“tâlip” olarak anılması ve hemen müritliğe alınmaması, kişinin hür
oluşunun gerçek ifadesidir. Kaldı ki, mürit olduktan sonra da hürriyetini kaybetmiş değildir. Çünkü bundan sonra da yaptıkları, müridin kendi hür iradesinin eseridir.
Zira mutasavvıflara göre hürriyet, “kulun, mahlûkatın boyunduruğundan kurtulması ve yaratıkların hâkimiyetine girmemesidir.”13 Bu tarif,
çağdaş eğitimcilerin hürriyet anlayışına çok yakındır. Çünkü eğitimcilere göre hürriyet, ahlâkî karakter ve kişilik sahibi olmak isteyen
şahsın, içindeki şeytanın dediklerine aldırış etmemesi, ruhunun kapılarını daima yüksek değerlere açık bulundurmasıdır. Yine onlara göre serbest ve hür insan, arzu ve heveslerinin esiri olmayan, onları istediği zaman yenebilen insandır. Fertlerin ruhi ahengi, ahlâk değerlerinin sevilmesi ve bunların alıştırmalarla ruhlarda yerleşmesiyle mümkündür.14
2. Kötü Alışkanlık ve Davranışları Yok Etmek
Mutasavvıflar, ergen ve yetişkinlik dönemine gelen şahısların
dinin arzu etmediği pek çok tutum, tavır ve davranışları kazanabileceğini göz önünde tutarak kişinin öncelikle müritliğe “tövbe” ile
adım atmasını isterler.15 Hatta tövbenin tasavvufta bütün hal ve makamların temeli olduğu bile ifade edilmektedir.16 Çünkü tövbe, eskiden işlenmiş ve yapılmış olan her türlü tavır, tutum ve davranışlara
asla bir daha dönmemek demektir. Zira Hz. Ömer (r.a.) da tövbeyi,
13
14
15
16
Ebu’l-Kasım Abdulkerim el-Kuşeyrî, er-Risâle, Tah: A. Mahmud ve Mahmud b.
Şerif, Daru’l-Kutubi’l-Hadis, Mısır, 1966, c. 2, s. 460.
H. Fikret Kanad, Kısaltılmış Pedagoji, M.E.B. Yay., 2.Bsk., İstanbul, 1977, s. 215.
Kuşeyrî, Risale, c. 1, s. 253; Sülemî, Risaleler, Terc.: Süleyman Ateş, A.U. Basımevi,
Ankara, 1981, s. 12.
Muhammed Emin el-Kürdî el-Erdebilî (ö.1332/1914), Tenviru’l-Kulûb fî
Muameleti’l-Allami’l-Guyûb, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, 1. Tab, Beyrut, 1995, s. 448.
134 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
günahı terk edip bir daha ona dönmemek olarak ifade etmiştir.17 Böylece mürit, dini istemediği hiçbir hareketi yapmama iradesini ortaya
koymakla tasavvufa adım atmış olmaktadır.
Mutasavvıfların uyguladıkları bu ilkeye, modern psikolojide
“unutma” adı verilmektedir. Zira çeşitli sebeplerle ortaya konulamayan davranışlar, zamanla unutulmaktadır. Bilinçli bir şekilde ferdin
çevresindeki kimselerce beğenilmeyen istek, duygu, düşünce ve davranışlarını unutmasına, psikolojide “unutma” veya “ket vurma” denir.18 Bu yüzden müridin asla eski kötü davranışlara geri dönmemesini talep etmek yani tövbeye davet etmek, bazı davranışların unutulmasını istemekle aynı anlama gelmektedir. Çünkü bütün bu alışkanlıklar, uzun süre kullanılmazsa bir dereceye kadar zayıflar, fakat
pekiştirilmiş bir kaç tekrar onu genellikle bütün gücüyle geri getirebilmektedir.19 Mutasavvıflara göre, tövbenin üç şartı vardır: Birincisi,
pişmanlık; ikincisi, içinde bulunduğu zaman zarfında aynı fiili bir
daha işlememek; üçüncüsü ise, bir daha aynı fiile dönmemeye azmetmektir.20 Pişmanlık, yapılan işi bir daha hatırlamak bile istememektir.
Bu yüzden bazı mutasavvıflar, tövbeyi “günahları unutmaktır” şeklinde tarif etmektedirler.21
Pekiştirilmeyen davranışların zamanla sönmeye yüz tuttuğunu
yukarıda ifade ettik. Zira pekiştiricilerin tesiri ortadan kaldırıldığı
zaman, pekiştirme olmayacak ve davranış zayıflamaya yüz tutacaktır. Tasavvufi eğitimde de uzlet ve halvetle, kişinin bütün pekiştiricilerle alakası kesilmek suretiyle davranışı zayıflatma yoluna gidilmektedir.22
17
18
19
20
21
22
Hafız Ebu Bekir Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakî (ö.458/1066), es-Sünenü’l-Kübrâ,
Tah: Muhammed Abdulkadir Atâ, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, 3. Tab, Beyrut, 2003, c.
10, s. 260, (Kitabu’ş-Şehadât, 9).
İ. Ethem Başaran, Eğitim Psikolojisi, 9. Bsk., Ankara, 1988, s. 209.
Morgan, Psikolojiye Giriş, s. 95.
Kuşeyrî, Risale, c. 1, s. 294; Ebu Hamid Muhammed b. Muhammed el-Gazalî,
İhyau Ulumi’d-Din, Terc.: Ahmed Serdaroğlu, Bedir Yay., 3. Bsk., İstanbul, 1974, c.
4, s. 9.
Kuşeyrî, Risale, c. 1, s. 259.
Ebu Talib el-Mekki, Kûtul-Kulûb, Mısır, 1961, c. 1, s. 199; Sühreverdi, Şahabuddin,
Avarifu’l-Mearif, Daru’l-Kutubi’l-Arabi, Beyrut, 1966, s. 213.
Tasavvufta Şahsiyet Eğitimi / Ş. Gözütok •
135
Bir fiili bir daha işlememenin bir diğer yolu da arzu edilmeyen
bazı istek, duygu, düşünce ve davranışlarını bilinçli olarak aklına
getirmemektir. Psikolojide buna tutuklama denilmektedir. Zira tutuklamada kişi, olumsuz olan istek, duygu ve düşüncelerini unutmamıştır, bilmektedir, fakat bunları ortaya koymaktan şuurlu bir şekilde
çekinmekte ve kaçınmaktadır.23 Bunun da tasavvufî eğitimde, tövbeyle birlikte zikir, halvet, tesbih ve “vukuf-ı kalbî” esnasında uygulandığını görmekteyiz. Vukufu kalbi, bilcümle duygu ve düşüncelerini
bir araya toplayıp, kalbinde her türlü duygu ve düşünceden eser bırakmamaya ve kalbini tamamen Allahu Teâlâ’nın isim ve sıfatlarının
feyzine amade kılmaya çalışmaktır. Mutasavvıflara göre ilk zamanlar
bu hâl, on veya on beş dakika gibi kısa müddet zarfında devam edebilir. Ancak Allah’a yakınlık artıkça, vukufu kalbi’nin süresi de artmaktadır.24
Mutasavvıfların tövbeyi aynı zamanda bir daha aynı fiile dönmemeye azmetmek olarak tarif ettiklerini yukarıda ifade etmiştik.
Mutasavvıflar, değil aynı fiile dönmeyi, hatırdan bile geçirmemeye
çalışırlar. Böyle düşünceler hatıra geldiği zaman nefislerine çeşitli
cezalar uygulayarak bu duyguları bastırma yolunu seçerler. Zaten
modern psikoloji de bastırmayı, daha önce öğrenilmiş bir davranışın
her yapılışında ceza uygulanmasına, diğer bir ifadeyle, olumsuz davranışın tekrarında ceza uygulanmak suretiyle, daha önce öğrenilen
davranış bastırılmak olarak tarif etmektedir.25
Sûfîlerin pek çoğunun da, canları hurma, süt ve benzeri şeyleri
istediği halde, nefislerini bazı davranışlarından vazgeçirmek için bilerek bu isteklerini yerine getirmedikleri ve bu yolla nefislerini cezalandırdıkları görülmektedir.26 Nitekim Ahnef b. Kays (ö. 72/691),
daima gece vakti lambayı yanında bulundurur, aklına olumsuz bir
düşünce geldiğinde elini lambaya yaklaştırır ve eli yanmaya başlayınca: “Ya, lambanın ateşinde dayamıyorsun, yarın cehennem ateşine
23
24
25
26
Başaran, Eğitim Psikolojisi, s. 209.
Ahmed Ziyauddin Gümüşhanevî, Camiu’l-Usûl, (Veliler ve Tarikatlarda Usul), Terc.:
Rahmi Serin, Pamuk Yay., İstanbul, 1987, s. 101.
Morgan, Psikolojiye Giriş, s. 96.
Gazalî, a.g.e., c. 3, s. 211-214.
136 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
nasıl dayanacaksın?” diyerek kendi nefsini cezalandırırdı.27 Yine
Vüheyb b. Verd (ö. 153/770) de, nefsinin bir hareketini beğenmediği
zaman, göğsündeki kıllardan bir avuç çekip koparır ve canı acıyınca
da: “Acınıyor musun? Ben senin iyiliğine çalışıyorum” derdi.28
3. Bir Mürşide Bağlanmak
Şeyh, veli, er, eren ve pir olarak da isimlendirilen mürşit, okulda
öğretmen ve medresede müderris ne ise o da dergâhta odur. Ancak
öğretmen ve müderris, nakli akla tatbik eder, akla hitap eder, metni
açıklar, ilminin derecesine göre tahlillere girişir ve vazifesi bununla
biter. Şeyh ise, mürşittir; ruh ile meşgul olur, mürebbidir. Kendine
intisap eden müridin bütün hâllerini, hususiyetlerini ve kabiliyetlerini göz önünde bulundurarak herkese ayrı ayrı yol gösterir.29
Tasavvufta genellikle iki tür mürşitten söz edilir. Bunlardan birincisi ve en çok tavsiye edileni “mutlak mürşit”tir. Mutlak mürşit,
yaşayan biridir ve müridin bu şahısla yüz yüze eğitim alması önerilir.
Bir diğeri ise “manevi mürşit”tir. Manevi mürşit, hazır bulunan biri
değil, vefat etmiş biri, Kur’ân, Hadis veya başka kitaplar gibi ilham
veren unsurlardır. Mürit, bu manevi mürşitlerden birinden feyiz ve
ilham almak suretiyle de tasavvufi feyze ulaşabilir. Bugün modern
psikoloji ilmi de, öğrenmenin çoğunun dolaylı olarak gerçekleştiğini
ve dolaylı öğrenme kaynakları canlı (birebir) olabileceği gibi sembolik ya da insan dışı (kitap, film vs gibi) unsurlar olabileceğini de ortaya koymuştur. Kişi canlı olmayan unsurlardan okuma, gözleme veya
dinleme yoluyla da öğrenebilmektedir.30
Tasavvufta mürşide yüklenen bu anlamdan hareketle, Muhammed Emin el-Erbilî’nin (ö. 1332/1914) “mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır”31 sözünün kişiyi irşat eden mutlak veya manevi mürşitlerin
27
28
29
30
31
İbn-i Kesir, Ebu’l-Fida İmaduddin İsmail b. Ömer ed-Dımaşkî (ö. 774/1372), elBidaye ve’n-Nihaye, Tah: Abdullah bç Abdulmuhsin et-Türkî, Daru’l-Hicr, 1. Tab,
Beyrut, 1998, c. 12, s. 171.
Gazali, İhya, c. 4, s. 733.
Mahir İz, Tasavvuf, s. 162.
Dale H. Schunk, Öğrenme Teorileri Eğitimsel Bir Bakışla, Çev. Ed: Muzaffer Şahin,
Nobel Yay., Ankara, 2009, s. 81.
Erdebilî, Tenvîru’l-Kulûb, s. 576.
Tasavvufta Şahsiyet Eğitimi / Ş. Gözütok •
137
tamamını kapsadığını düşündüğümüzde, bu sözün yanlış olmadığı
anlaşılmaktadır.
Denilebilir ki şeyh, müridin Allah’a aşık olmasına yardımcı olur.
İlkin müridin Allah’ı aklen kavrayışını duygusal bir kabule çevirir.
Mürit, bu aşamadan geçince, bir sonraki aşamaya yani sosyal, biyolojik vb. başka her türlü hakikatin tamamen ona boyun eğdiği ve Yaratıcının bu duygusal kabulünü dayanılmaz bulduğu bir aşamaya gelir.32 Burada faydalanma ve faydalı olma durumu, iki tarafın karşılıklı
münasebetine göre değişebilmektedir.33
Yukarıda mürşide aynı zamanda “veli” dendiğini ifade etmiştik.
Ancak burada şu hususu da açıklama zaruretini duyuyoruz: Bazı
veliler vardır ki, Allahu Teâlâ onları kendine cezb ederek yakîn derecesine erdirir. Seyru sülük ve mücahede onlar için söz konusu olamaz. Bu suretle veli olmak caizdir.34 Fakat bu zevatın halkı irşad etme
ve mürid yetiştirme yetkisi yoktur. Çünkü tasavvufî eğitimdeki merhaleleri geçmeden neticeye ulaşmışlardır. Halbuki ancak bu eğitimden geçmiş biri, bu yoldaki fayda ve zararları, menzil ve makamları,
kerametlerin hallerini bilebilir. O halde bu şekildeki bir eğitimi tamamlamış biri, ancak mürşid olarak yeniden eğitim yaptırabilir.35
Zira mürit, tecrübelerinin çoğunlukla teorik olacağını düşündüğünden, insanın kendi inisiyatifine dayanması aldatıcı olabilir.
Çünkü; mürit çoğu zaman hakikat ile temas hâlinde olduğunu düşündüğünde, gerçekte hayal görüyor, ya da illüzyon ve halüsinasyonların kurbanı olabilir. Eğer müridin kavrayışı, seyr ü sülûkün
başlangıcındaki gibi sınırlı ise, gerçek tasavvufî tecrübeler ile kendi
yaşadıkları arasında bir ayırım yapması hemen hemen imkânsız olacaktır. Ama şeyh yani mürşid bunu yapabilir. Çünkü o, hakikatle
fiilen temas halinde yaşamaktadır ve onun hakikati bizzat tecrübe
etmesi, müridin kendi tecrübelerinin sahih mi, batıl mı olduğunu
32
33
34
35
M. M. Şerif, İslâm Düşüncesi Tarihi, Terc. Editörü: Mustafa Armağan, İnsan Yay.,
İstanbul, 1990, c. 1, s. 364.
Rabbanî, Mektûbat, c. 1, s. 73, (61. Mektup).
Necmuddin Kübrâ, Tasavvufî Hayat, Terc.: Mustafa Kara, Dergâh Yay., İstanbul,
1980, s. 88.
Hucvirî, Keşfü’l-Mahcub, s. 136; Rabbanî, Mektûbat, c. 1, s. 65, (48. Mektup);
Necmuddin Kübrâ, Tasavvufi Hayat, s. 88.
138 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
tespit etmesine yardım eder.36 İşte mürşidin gücü bundan ileri gelmektedir. Çünkü o, müridin eğitim hayatındaki hâllerini çok güzel
tespit ve teşhis etme avantajına sahiptir. Günümüzdeki modern eğitimde de, öğretmenin iyi bir teşhisçi ve teşhis vasıtalarına sahip olmasını gerekli görüldüğü gibi37 yetişmeden yetiştirme faaliyetlerinde
bulunamayacağı da bildirilmektedir.38
Modern eğitimde, eğitimini tamamlayan öğrencinin öğretmene
artık ihtiyacı kalmadığı gibi, tasavvufî eğitimde de mürit ile Matlub
(Allah) arasında tam bir münasebet hasıl olduktan sonra, şeyh aradan çekilir ve vasıtaya ihtiyaç kalmaz.39
4. Şahsiyet Transferi
İnsanın doğasında başkasını taklit etme yeteneği vardır ve daima
canlıdır. Eğitimciler de, bu yeteneğin eğitimin amaçları doğrultusunda mutlaka terbiye edilmesi gerektiğine inanırlar. Bir insanın, diğer
bir insanla bağlantılı büyümesi ve kendisini bir bütünün parçası olarak hissetmesiyle bu şekildeki eğitim gerçekleşmeye başlar.40
Eğitimde örnek olarak alınacak kişiler, çok büyük bir ehemmiyet arz etmektedirler. Bu yüzden örnek seçilen kişi, mümkün olduğu kadar hatasız ve tam mükemmel bir şahsiyet olmalıdır. Ancak bu
istek gerçekleştirildiği takdirde, örnek alan kişilerin taklit yoluyla olgunlaşması ve kemal mertebesine erişmesi sağlanabilir. Örnek seçilen kimse, sürekli taklit edileceği için ondaki bütün hususiyetler
taklit edilene doğrudan geçecektir. O halde örnek seçilen kimse,
ideal bir tip olmalıdır. Zira çoğu zaman saygınlığı yüksek modeller,
kendilerini taklit edenler için onların davranışlarının daha büyük
işlevsel değeri vardır.41 Model kişinin ideal biri olması hususunu
Comenius şu ifadelerle çok güzel açıklamaktadır: “Hiç bir kimse, eğri
36
37
38
39
40
41
Şerif, İslam Düşüncesi Tarihi, c. 1, s. 361.
Sindey L. Pressey & Françis P. Robinson, Psikoloji ve Yeni Eğitim, Çev: Hasan Tan,
M.E.B. Yay., İstanbul, 1989, c. 2, s. 89.
Mustafa Öcal, Din Eğitimi ve Öğretiminde Metodlar, T.D.V. Yay., Ankara, 1990, s. 26.
Rabbanî, Mektûbat, c. , 1, s. 149, (169. Mektup).
Alfred Adler, Kişilik Bozuklukları ve Toplumsal Bütünleşme, Çev: Belkıs Çorakçı,
İstanbul, 1983, s. 62.
Dale H. Schunk, Öğrenme Teorileri Eğitimsel Bir Bakışla, Çev. Ed: Muzaffer Şahin,
Nobel Yay., Ankara, 2009, s. 95.
Tasavvufta Şahsiyet Eğitimi / Ş. Gözütok •
139
bir cetvel tahtası ile nasıl doğru bir çizgi çizemezse, orijinal hatalı olduğu
zaman da, yani yanlış bir örnekle, onun doğru benzerini meydana getirmeğe de muvaffak olamaz.’’42
Mutasavvıflar da bu konuda hatasız ve doğru örnek olarak Hz.
Muhammed’i (s.a.v.) seçmişlerdir. Onlara göre mürşit ise, Hz. Peygamber’in bir prototipidir. Gene onlara göre, şeyhin ibadeti, konuşması ve diğer hareketlerinin hepsi Hz. Peygamber’i (s.a.v.) aynen
taklit etmesinden neşet etmektedir. Dolayısıyla şeyhe yapılan bağlılık, aslında Hz. Peygamber’e (s.a.v.) yapılmış demektir. Kişi
Resulullah’ı (s.a.v.) taklit ettiğinde ahirette büyük bir sevaba nail olacağını bilmektedir. Kişinin model şahsiyeti taklit etmede ödül alacağını bilmesi, model şahsiyete daha çok dikkat etmesini ve davranışlarının aynısını yapmaya motive eder. Bu nedenle dolaylı ödüller, bilgilendirme ve motivasyon görevi üstlenirler.43
Zaten esasta özdeşim kurma, başkası gibi duyma, düşünme ve
davranma yoluyla örnek alınan kimseye benzemeye çalışmaktır. Birisi ile özdeşim kurulduğunda, yalnız önün gibi hissetme değil, onun
gibi giyinme, konuşma ve davranmaya da eğilim gösterilir. Bu yolla,
başka şekilde ulaşılamayan doyumlara, kişinin doyumları aracılığıyla
ulaşılır.44 Bu bakımdan beğenilen kişiyle duygusal bir bağ ile bağlanma, bunu daha da kolaylaştırmaktadır. Zira kişi, model şahsiyetin
davranışını taklit etmenin faydalı olduğuna inandığında, model kişiye daha dikkatli yönelir ve mantıklı bir şekilde davranışı tekrarlar.45
Özdeşleşme, özellikle ergenlik döneminde çok önemli bir hususiyet göstermektedir. Tasavvufî eğitimin de genellikle ergen ve yetişkinlere yönelik olması, bu prensibin tasavvuftaki ehemmiyetini bir
kat daha arttırmaktadır. Bu gerçeğe işaret etmek üzere sosyal davranış kuramcıları, “örnek alarak öğrenme, kişilik özelliklerinin oluşmasındaki
başlıca yoldur” demişlerdir.46 Zira ergeni karakterize eden en önemli
42
43
44
45
46
Jan Amos Comenius, Büyük Didaktika (Didaktica Magna), M.E. Basımevi, Ankara,
1964, s. 191.
Schunk, Öğrenme Teorileri, s. 95.
Morgan, Psikolojiye Giriş, s. 327, 328.
Dale H. Schunk, Öğrenme Teorileri Eğitimsel Bir Bakışla, Çev. Ed: Muzaffer Şahin,
Nobel Yay., Ankara, 2009, s. 81.
Morgan, Psikolojiye Giriş, s. 322.
140 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
çizgi, dostlarını ve kendisine örnek aldığı yetişkinleri idealize etmesidir. Onlarda keşfettiği üstün olgunluk, gerçekte kendisinde bilinçsiz
olarak meydana gelen ideal imajın yansımasından başka bir şey değildir. İdealizasyon duygusal bir bağla yapıldığından, bizzat kendi
için arzu edilen olgunluk başkası üzerine transfer edilir. 47 Bu suretle
kişi, kendisiyle aynîleşmek istenilen model vasıtasıyla bir şahsiyet
kazanır.
Tasavvufî eğitimde şeyh, örnek alınan canlı bir modeldir. “Fena
fi’ş-Şeyh” tabiri, eğitimdeki özdeşleşmeyi en iyi ifade eden bir terimdir. Bu vasıtayla, Hz. Peygamber (s.a.v.) ile aynîleşmek istenildiğini
daha önce belirtmiştik. Bunun yanında örnek alma prensibi, tasavvufî
eğitimde değişik şekillerde de kullanılmaktadır. Rabıtayı bu manada
zikretmek yerinde olur. Mürit, şeyhi ile ayrı kaldığı durumlarda
onun suretini göz önünde bulundurmakla, onunla özdeşleşmeye çalışır.48 Ayrıca sohbetlerde sahabelerin ve ariflerin menkıbeleri okunur
ve anlatılır ki, her sûfî kabiliyetine göre kimden örnek alacaksa ona
uymaya49 ve kendini ona benzetmeye çalışmakla nefsini terbiye etmeye çalışmalıdır.
5. Kalbe Yönelme
Tasavvufi eğitimde güçlü bir şahsiyete sahip olmanın yolu “bütün dikkatini toplayıp” içe yani kalbe yönelmekten geçmektedir. Dikkat, dimağımızdaki bütün merkezlerin müşterek faaliyetinden zuhur
eden muhakemeden geçen ince fikrin elde edilmesinden ibarettir.
Dikkat kelimesi, Arapçadaki “Dakik” kelimesinden gelir ki, “ince”
anlamındadır. Dikkatte, bütün merkezlerin faaliyetini muhakeme
merkezi inceltir ve ona göre üstün bir fikir peyda eder.50 Şu halde
dikkat, zihnimizin fikir benimseme veya üretmeye en yakın olduğu
haldir. Böyle olması hasebiyle, öğrenmenin dikkat ile yakın alakası
vardır. Dikkat gerçekleştiği takdirde, kapasite ve evvelki bilgilerin
47
48
49
50
Vergote, Antöine, “Ergenlikte Din”, Çev: Erdoğan Fırat, A.Ü. İlahiyat Fak. Dergisi,
Ankara, 1981, c.XXIV, s. 585.
Küçük, Tarikat Tasavvuf ve Felsefe Münasebetleri, s. 129; Daha geniş bilgi için bkz:
İsmail Çetin, Edeble Varış Lütufla Dönüş, Dilara Yay., İsparta, 1982, s. 202-233.
Mahir İz, Tasavvuf, Kitabevi Yay., İstanbul, 1990, s. 130.
Cavit Sunar, “Beynimizin Ruhsat Mucizeleri”, A.Ü. İlahiyat Fak. Dergisi, Ankara,
1978, c. XXII, s. 192. (26. Dipnot).
Tasavvufta Şahsiyet Eğitimi / Ş. Gözütok •
141
“dikkat edilen” materyali kavramaya müsait olması şartıyla, motivasyon olmasa dahi öğrenme meydana gelmektedir.51
Dikkat cehdi, heyecan gibi kuvvetli kas gerginliklerini meydana
getirir. Yalnız bu kas gerginliği, belli bir fikirle koordine olmuş bir
haldedir. Dikkatteki bu fikir ise, az çok düşünceli bir bilme ve tanıma
fikridir.52 Şu halde dikkat dediğimiz şey, belli fikirlerle koordine olmuş bir hâlde hissî merkezlerden bir veya bir kaçının bir madde veya
nokta üzerinde toplanmasıdır.53 Bu öyle şiddetli bir hâldir ki, bir an
için şuurun boşalmasına da sebep olabilmektedir.54 Şuurun boşalması, iç gözlemden elde edilecek taze bilgilerin kuvvetli bir şekilde kavranmasına sebep olmaktadır. Tasavvufî eğitimde dikkat, icra ettiği
fonksiyon ile bazen müridi ilham almaya hazır bir konuma getirebilmektedir.
İmam Hucvirî, tasavvuftaki dikkat meselesini şöyle izah etmektedir: “Mürid, himmetini toplar, arzusunu bir noktaya teksir eder, kalbindeki muhtelif üzüntüleri ortadan kaldırır, “üns” makamında gönlünü gaflet
mahallinden korur, bütün bunları başarabilirse, kalbine riayet etmiş ve gönlünü denetlemiş olur.”55 Hucvirî’nin bu anlattıkları, birkaç hissî merkezin bir noktada toplanması olayıdır ki, bu da yukarıda ifade ettiğimiz
gibi dikkatin bizzat kendisidir. Sûfî, zikir esnasında, ibadet esnasında, halvette, dergâhta, yolda hâsılı nerede olursa olsun, bir an için
dikkatinin dağılmasına müsaade etmeyecektir. O, sürekli bütün dikkatini içinde bulunduğu zamandaki görevleri üzerinde toplamaya
çalışır; ne geçmişe takılıp kalır ve ne de gelecekle oyalanır. İşte
sûfînin bu dikkati sebebiyledir ki, ona “ibnu’l-vakt” demişlerdir.
Aslında tasavvufun esası, nefsin ve ruhun kendisine dönük bir iç
müşahedesinden ibarettir. Sûfî, bu iç müşahedeyi gerçekleştirmek
için çok yoğun metotlar uygular. Sûfînin sözü edilen iç gözlemi çok
rahat ve kolay yapabilmesi için, kendisine önce halvet emredilir. Zira,
dış duyumlardan kurtulup kişinin kendi içine kapanabilmesi için bu
51
52
53
54
55
Yılmaz Özakpınar, Öğrenmede Dikkat Problemi, S.Ü. Yay., Konya, 1987, s. 98.
Henri Bergson, Şuurun Doğrudan Doğruya Verileri, Terc: M. Sekip Tunç, M.E.B.
Yay., İstanbul, 1990, s. 32.
Sunar, a.g.m., s. 174.
Sunar, a.g.m., s. 174.
Hucvirî, Kaşefu’l-Mahcub, Terc: Süleyman Uludağ, Degah Yay., İstanbul, s. 135.
142 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
şarttır. Necmuddin Kübrâ, bu gözlemi şu misalle açıklar: “Uyanıkken
göremediğin pek çok şeyi uyuduğun zaman görebiliyorsun. Bunun gibi,
halvet usulü ile uyanıkken de duyu organlarının kapılarını kapatırsan, kalbî
duygularının kapısı senin için ardına kadar açılır.”56 Derviş, sadece halvete girmek suretiyle iç gözlemi gerçekleştirebileceği halde bununla
iktifa etmez, zikirle de bunu destekler. Zikre başlamak üzere olan
salik, bütün idrakini toplayarak kalbinin tam ortasına yönelir.57 İmam
Rabbani, bu içe dönüşü şöyle ifade etmektedir: “Kasten bu zikir esnasında azalarından her hangi birini hareket ettirmemelisin. Tam manasıyla
kalbe dönük bir vaziyette otur. Bu kalbin suretini, kuvve-i muhayyilede asla
tahayyül ve kesin olarak iltifat etme. Çünkü esas gaye, kalbe yöneliş olup
onun suretini tasavvur değildir.”58
Tasavvufî eğitimde, yukarıda anlatıldığı şekilde iç müşahede
gerçekleştirilir ki bu iç gözlem demektir. İç gözlemin vazifesi, ruh
hayatının ameliyelerini vasıflandırmak, tasnif etmek ve ruhun oluşlarına düzen vermektir.59 Bunları yapabilmek için de iç gözlem yoluyla
elde edilen bilgilerin değerlendirilmesi de gerekmektedir.
Sonuç
Tasavvufi eğitim, kişiyi İslam’ın hedeflediği en ideal şahsiyeti
kazandırmaya çalışmaktadır. Bunun için tasavvuf, çok değişik metotlar uyguladığı gibi esaslı ilkeler de ortaya koymaktadır. Tasavvufi ahlaka sahip bir insan olmanın kolay olmadığı gerçeğinden hareketle, kişinin kendi iradesiyle “insan-ı kâmil” olma yoluna girmesi
ve bunun için bazı hususları tavizsiz yerine getirmesi gerekmektedir.
Yukarıda tasavvufi eğitimin belli başlı birkaç ilkelerinin yanında başka esaslarla birlikte kişinin seyr ü sülûkten geçmesi ve bu
yolculuk esnasında irade ve dikkatini Allah’ın hoşnutluğunu kazanmaya teksif etmesi istenir. Tasavvufi eğitimde, kişinin her anının
56
57
58
59
Necmüddin Kübrâ, Tasavvufî Hayat, Terc.: Mustafa Kara, Dergâh Yay., İstanbul,
1980, s.76.
Gümüşhanevî, Cami’u’l-Usul, s. 103.
Rabbanî, Mektûbat, c. 1, s. 162.
G. Dwelshauvers, Psikoloji, Çev: M. Sekip Tunç, Devlet Basımevi, İstanbul, 1938, s.
32.
Tasavvufta Şahsiyet Eğitimi / Ş. Gözütok •
143
İslam’ın esaslarına göre değerlendirmesi ve her hareketini kontrol
etmesi istendiğinden, dinin günah saydığı hiçbir davranış ve tutumla karşılaşmasına imkân verilmemektedir. Kontrollü bir hayat yaşayan mutasavvıf, eğitimini tamamladığında dinin arzu ettiği birer
ideal şahsiyet olarak ortaya çıkmaktadır. Böylece eskiden sahip olduğu tutum, davranış ve tavırların yerini dinin istediği ve hedeflediği davranışlar almış olmakta ve yeni bir şahsiyet kazanılmış
olomkatadır.
Kaynaklar
Alfred Adler, Kişilik Bozuklukları ve Toplumsal Bütünleşme, Çev: Belkıs Çorakçı, İstanbul, 1983.
Antöine, Vergote, “Ergenlikte Din”, Çev: Erdoğan Fırat, A.Ü. İlahiyat Fak.
Dergisi, Ankara, 1981, c.XXIV, s. 585.
Armaner, Neda, “Şahsiyet Terbiyesinde Dini Kültürün Rolü”, A.Ü. İlahiyat
Dergisi, c. 21, s.143-149.
Armaner, Neda, Din Psikolojisine Giriş, Ayyıldız Matbaası, Ankara, 1980.
Başaran, İbrahim Ethem, Eğitim Psikolojisi, 9.Bsk., Ankara, 1988.
Battistich, Victor, Character Education, Prevention, and Positive Youth
Development, http://www.character.org/wp-content/uploads/
2011/12/White_Paper_Battistich.pdf.
Bergson, Henri, Şuurun Doğrudan Doğruya Verileri, Terc: M. Sekip Tunç,
M.E.B. Yay., İstanbul, 1990.
Beyhakî, Hafız Ebu Bekir Ahmed b. Hüseyin (ö.458/1066), es-Sünenü’lKübrâ, Tah: Muhammed Abdulkadir Atâ, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye,
3. Tab, Beyrut, 2003.
Comenius, Jan Amos, Büyük Didaktika (Didaktica Magna), M.E. Basımevi,
Ankara, 1964.
Çetin, İsmail, Edeble Varış Lütufla Dönüş, Dilara Yay., İsparta, 1982.
Dwelshauvers, G., Psikoloji, Çev: M. Sekip Tunç, Devlet Basımevi, İstanbul,
1938.
Erdebilî, Muhammed Emin el-Kürdî (ö.1332/1914), Tenviru’l-Kulûb fî
Muameleti’l-Allami’l-Guyûb, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, 1. Tab, Beyrut,
1995.
Fidan, Nurettin, Okulda Öğrenme ve Öğretme, Ankara, 1986.
Gazalî, Ebu Hamid Muhammed b. Muhammed, İhyau Ulumi’d-Din, Terc:
Ahmed Serdaroğlu, Bedir Yay., 3. Bsk., İstanbul, 1974.
Geylanî, Abdulkadir, Kitabu’l-Ganiyye li-Tâlibi Tarîki’l-Hakk, Mısır, 1322.
144 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
Gümüşhanevî, Ahmed Ziyauddin, Camiu’l-Usûl, (Veliler ve Tarikatlarda Usul),
Terc.: Rahmi Serin, Pamuk Yay., İstanbul, 1987.
Güngör, Erol, Ahlak Piskolojisi ve Sosyal Ahlak, Ötüken Yay., İstanbul, 1995.
Hucvirî, Keşfü’l-Mahcûb, Terc: Süleyman Uludağ, Dergah Yay., İstanbul, Ts.
İbni Kesir, Ebu’l-Fida İmaduddin İsmail b. Ömer ed-Dımaşkî (ö.774/1372),
el-Bidaye ve’n-Nihaye, Tah: Abdullah b. Abdulmuhsin et-Türkî,
Daru’l-Hicr, 1. Tab, Beyrut, 1998.
İmam Rabbanî, Mektubat, İstanbul, Ts.
İz, Mahir, Tasavvuf, Kitabevi Yay., İstanbul, 1990.
Kanad, H. Fikret, Kısaltılmış Pedagoji, M.E.B. Yay., 2.Bsk., İstanbul, 1977.
Kuşeyrî, Ebu’l-Kasım Abdulkerim, er-Risâle, Tah: A. Mahmud ve Mahmud
b. Şerif, Daru’l-Kutubi’l-Hadis, Mısır, 1966.
Kübrâ, Necmuddin, Tasavvufî Hayat, Terc.: Mustafa Kara, Dergâh Yay., İstanbul, 1980.
Küçük, Hasan, Tarikatler Tasavvuf ve Felsefe Münasebetleri, M.Ü. Yay., İstanbul, 1985.
Mekki, Ebu Talib, Kûtul-Kulûb, Mısır, 1961.
Morgan, Clifford, Psikolojiye Giriş, Çev: Kurul, Ankara, 1984.
Muhasibi, Ebu Abdillah el-Haris, er-Riaye li-Hukukillah, Tahkik: Abdulkadir
Ata, Daru’I-Kutubi’l-İlmiyye, 4. Tab, Beyrut Ts.
Öcal, Mustafa, Din Eğitimi ve Öğretiminde Metodlar, T.D.V. Yay., Ankara,
1990.
Özakpınar, Yılmaz, Öğrenmede Dikkat Problemi, S.Ü. Yay., Konya, 1987.
Pressey, Sindey L. & Françis P. Robinson, Psikoloji ve Yeni Eğitim, Çev: Hasan
Tan, M.E.B. Yay., İstanbul, 1989.
Schunk, Dale H., Öğrenme Teorileri Eğitimsel Bir Bakışla, Çev. Ed: Muzaffer
Şahin, Nobel Yay., Ankara, 2009.
Sunar, Cavit, “Beynimizin Ruhsat Mucizeleri”, A.Ü. İlahiyat Fak. Dergisi,
Ankara, 1978, c. XXII, s. 157-200.
Sunar, Cavit, Tasavvuf Tarihi, A.Ü. İlahiyat Fak. Yay., Ankara, 1975.
Sühreverdi, Şahabuddin, Avarifu’l-Mearif, Daru’l-Kutubi’l-Arabi, Beyrut,
1966.
Sülemî, Risaleler, Terc.: Süleyman Ateş, A.Ü. Basımevi, Ankara, 1981.
Şerif, M. M., İslâm Düşüncesi Tarihi, Terc. Editörü: Mustafa Armağan, İnsan
Yay., İstanbul, 1990.
The Greenwood Dictionary of Education, Edited by John W. Collins III and
Nancy Patricia O’Brien, Greenwood Press, USA, 2003.
Tekke Mutfağında Nefs Terbiyesi
Doç. Dr. Sâfi ARPAGUŞ
“İlim ve hikmet helâl lokmadan neş’et eder. Aşk ve rikkat helâl lokmadan meydana gelir.
Bir lokmadan hased, hile, tuzak, gaflet ve cehil meydana geliyorsa, o haram olduğundandır.
Lokma tohum gibidir, meyvesi fikirlerdir. Lokma derya gibidir, incisi düşüncelerdir.
Helâl lokmadan tâat arzusu, Hakk’a kurbiyet isteği hâsıl olur.”1
1. Seyr ü Sülûk ve Tezkiye-i Nefs
Sûfî, yüzünü Allah’a dönmüş kişidir. Tecellîye amâde olmak, feyiz ve berekete ulaşmak, Hak ile ve halk ile ünsiyeti tahakkuk ettirmek onun tüm faaliyetlerinin merkezindedir. Sûfî, Allah’la baş başa
kalan ve kendinde Allah’ın murâdına münasip hâller bulandır. O
yüzden tasavvuf nezdinde insanı insan kılan şey kendindeki ilâhî
mayanın farkına varması, o mayaya uygun düşen durumlarını sürekli çoğaltmasıdır. Tasavvuf, insanın ilâhî mayasını duymak ve duyurmak için yapılan samimiyetli ve muhabbetli amellerle, saf ve katışıksız niyetlerle kâimdir.
Bu tasavvufî anlayışı zenginleştiren bir mânevî yol olarak Mevlevîlik, insanın en güzel kıvamda yaratılmış, ilâhî bir hilâfet görevine
sahip mükerrem bir varlık olduğunu kabul eder. Ancak özünde bir
nefha‐i ilâhî taşıyan insanın tecellî ve zuhûr âlemine inişle özünden
uzaklaşıp kesrete boğulduğunda mir’ât‐ı ilâhîsi mâsivâ ile kirlenip
paslanmakta, âdetâ ilâhî tecellîleri karşılayacak saflık ve temizlikten
uzaklaşarak matlaşmaktadır. Bu ayna tecellî‐i İlâhîye mazhar olabilmek için parlatılmalıdır. Tasavvufta, âyine‐i rabbânînin cilâlanması
 Marmara Üni. İlahiyat Fak. Tasavvuf Anabilim Dalı, İstanbul.
1
Mesnevî, I, b.1644-1648.
146 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
imgesiyle dile getirilen bu mânevî eğitim, insanın özünde taşıdığı değerlerin ortaya çıkarılıp, yaratılış gâyesi doğrultusunda yeniden
inşâsı demektir. Bununla amaçlanan ise, insanın beşerî zaaflarından
arındırılarak sahip olduğuüstün makam ve değerin kendisine tekrar
kazandırılmasıdır. Tasavvufta insanın kendine iâde-i itibârda bulunması seyr ü sülûkle mümkündür ve seyr ü sülûkün varlık sebebi ise
nefsin terbiyesidir.
Seyr ü sülûk, tasavvuf yoluna giren kimsenin Allah katından başlayan ve dünyada devam eden var olma serüvenini, nefsin bedenîdünyevî‐nefsanî unsurların kayıtlarından kurtularak bu yoldaki mertebeleri tamamlayıncaya kadar kat edeceği mânevî dereceleri ifâde
eder. Sülûk, ilâhî hakikatleri elde etme yolculuğu, sâlik ise bu hakikatleri elde etme gayretinde olan kimsedir. Sülûkün başlangıcı, insanın
kendisini kayıtlayan, onu hakikatten perdeleyen, saadetten alıkoyan
unsurların farkına varması, nihayeti ise insanın tüm bu unsurları aşarak kendini Allah’ta bulmasıdır. İnsan bu yolculuğunda, duyulur
dünyayı, kendi iç dünyasındaki belli‐belirsiz meyilleri, sonu gelmez
isteklerini, dinen yerilmiş ve fıtraten kötü görülmüş tüm hasletlerini,
yani kendine engel olanların tümünü kademe kademe bertaraf ederek hakikatle buluşur. Sülûkün nihâyeti Allah’a kavuşmadır, insanın
kendini Allah’ta bulmasıdır.2
Tasavvuf literatüründe hep anlatıldığı üzere seyr ü sülûk, farklı
zorluk ve meşakkatlerle örülü bir faaliyettir. Çünkü insanın kendinden kendine, kendi iyi ve kötü yönleriyle karşılaşarak birer birer tüm
niteliklerini tanıyıp onların gerekleri nelerse doğru ve yerinde tavırlar
sergileyerek kendini kemâle erdirmek sülûkün amacıdır. Sûfîlerin
sülûk hakkındaki tanımlarında da görüldüğü üzere, insanın aşması,
terk etmesi gereken niteliklerin yanında, edinmesi, kendinde gerçekleştirmesi gereken nitelikler vardır ve bu faaliyet hiç de kolay değildir, geçilmesi zor bir geçide (sa’bu’l‐mürûr) benzer. Çünkü bu gayret
nefse karşı yapılmaktadır. Nefs, insanın mânevî merkezi olan kalbin
dünyevî‐zulmanî‐bedenî yönünü, insanı hakikatlerden alıkoyan meyilleri ve kuvvetleri ifade eden bir kavramdır. Sûfîler açısından nefs,
2
Sülemî, “Sülûkü’l‐Ârifîn”, Sülemî’nin Risâleleri, s. 155, 156; Mustafa Râsim Efendi,
Istılâhât‐ı İnsân‐ı Kâmil (Haz. İhsan Kara), İstanbul: İnsan 2007, s. 628‐632.
Tekke Mutfağında Nefs Terbiyesi / S. Arfaguş •
147
küllî bir hakikat olan rûhun mertebe mertebe ilâhî âlemden şehadet
âlemine inmesini, bedenî‐zulmanî‐maddî engellerle engellenmesini
ifade eder.3
Nefsi tezkiye etmek, onu türlü kusur ve kabahatlerinden arındırmak sûretiyle yeniden aslına kavuşturmak, farkına varılıp takip
edilmesi, bilinip tahakkuk bulunması gereken ilkelere bağlı bir faaliyettir. Bu ilkeleri, mücahede ve riyazetleri uygulayıp ibâdetlerde istikrar ve samimiyet sahibi olmak, daima Allah’ın zikriyle vakitleri
mâmur etmek, kendiyle ve diğer insanlarla hakkâniyet esaslı münasebetler geliştirmek, alıp verilen nefesleri ve Allah tarafından emanet
verilen bu hayatı gayesi çerçevesinde sürdürmek, nihayetinde kemâle
ermek şeklinde özetleyebiliriz. Elbette tüm bunların gerçekleşmesi
önce Allah’ın inâyetine, sonra şahsî bir gayrete ve bu yolda maksuda
ermiş olanlardan ulaşan bir himmete bağlıdır.
Tasavvuf tarihinde seyr ü sülûkün farklı tarzları olduğu görülür.
Ahmed Avni Bey’in ifadeleriyle:
“Ma’lûm olsun ki, tâliblerin Hak yoluna sülûkleri iki türlü olur.
Birisi evvelen nefsi kötü sıfatlardan ve rezâilden temizleyip
ma’rifet-i İlâhî’ye müstaid olmak ve o ma’rifetten sonra, aşk-i
İlâhî hâsıl edip, bu “ebrâr” yolundan, “şüttâr” yoluna terakkî
etmektir. Kâmillerin ba’zıları, tâlibleri terbiyede ve kemâle getirmekte, bu yolu münâsib görmüşlerdir. Onları hırstan ve diğer nefsânî olan ayıblardan ve kusurlardan temizleyip güzel ve
rûhânî sıfatlar ile muttasıf yaparlar. Ve diğeri odur ki, sâlik
evvelen aşk hâsıl eder ve aşkın husûlünden sonra bütün rezâil
ve nekāis-i nefsâniyyesi zâil olur. Ba’zı kâmiller bu aşk yolunu
makbûl tutup, sâdık mürîdleri bu aşk menziline eriştirirler. Hz.
Mevlânâ, bu iki yolu beyân buyurdular... Ve ikinci yol, Hz.
Mevlânâ’nın i’tibâr buyurduğu “şüttâr” ve “aşk” yolu olduğundan, bu aşağıdaki beyitlerde de aşk hakkında mübâlağa
buyurdular.”4
3
4
Gazâlî, İhyâ, Acâibü’l‐Kalb, III, s. 1‐59. İmam Gazâlî, burada rûh, nefs ve akıl hakkında çok değerli tahliller yapmakta, aralarındaki farkları anlatmakla beraber bütünlüklerini de açık bir biçimde ortaya koymaktadır. Özet bir anlatımı için bkz.
Istılâhât‐ı İnsân‐ı Kâmil, s. 1131, 1133.
Ahmed Avni Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi I-IX (Haz. Selçuk Eraydın-Mustafa Tahralı vd.), İstanbul: Kitabevi, 2007, I, s. 90.
148 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
Bu çerçevede olmak üzere tasavvuf kültüründe önemli yeri olan
bir ifadeye göre “Allah’a giden yollar yaratılmışların nefesleri adedincedir”.5 Bu ifade, insanın mutlak hakikate yolculuğundaki istidad kaynaklı çeşitliliğe, tavır ve meşreblerdeki farklılıklara atıf yapar. Dolayısıyla bu söz mânevî eğitim esnâsında insanın karşılaştıkları ile irtibatlı kılınmıştır. Meşhur tasnife göre, Allah’a giden yolların yolcuları
meşrebleri bakımından üç kısma ayrılır: İlki tarîk‐i ahyârdır; bunlar
daha çok ibâdetleri esas alarak ahlâken kemâle ermeyi esas almış
olanlardır. İkincisi tarîk‐i ebrârdır; ibâdetlere sarılmaya ilâveten riyazeti de kendilerine esas alarak hakikate ulaşmayı hedef edinmiş olanlardır. Üçüncüsü tarîk‐i şuttârdır; ibâdetler ve riyazetlerden farklı olarak, bunlarla erişilenlere kendilerindeki cezbe kabiliyeti ve muhabbete meyyal tabiatla iştirak ederek uzun zamanlara muhtaç pek çok hâli
kısa vadede tahkik etmiş olanlardır.6 Mevlânâ’nın üslup bakımından,
üçüncü sınıfı oluşturan tarîk‐i şuttâra dâhil olmaktadır.7 Nitekim Mesnevî’de denilir ki:
‫ﻋﺸﻘﮭﺎىﺎوﻟﯿﻨﻮآﺧﺮﯾﻦ‬
‫ﻏﺮﻗﻌﺸﻘﯿﺎﻣﻜﮭﻐﺮﻗﺎﺳﺘﺎﻧﺪراﯾﻦ‬
“Ben öyle bir aşka gark olmuşum ki evvel gelenlerin aşkları da benim
Bu aşkıma batmış, yok olmuştur, sonra gelenlerin aşkları da!” (Mesnevî, I/1757)
Mesnevî şârihlerinden Sarı Abdullah Efendi’nin izahıyla:
“Yâni filhakîka evvelîn ve âhirînin aşk u muhabbet ve taleb u
rağbetleri ben gark olduğum bu aşk deryâsında gark olmak
içindir; ve cümle uşşâkın haşri bilâhare bu deryâ‐yı aşkda gark
olup nûr‐ı Muhammedî bahrinde bir katre, ve şems‐i muhabbette mahvolmuş bir zerredir. Ve benim fart‐ı muhabbetim bir
derecededir ki aşk‐ı cihâniyân ol deryâda garkadır.”8
5
6
7
8
Necmeddin Kübrâ, Tasavvufî Hayat (Haz. Mustafa Kara), İstanbul: Dergâh 1996, s.
35, 36; Ankaravî, İsmâil Rusûhî, Minhâcü’l‐Fukarâ, (Haz. Safi Arpaguş), İstanbul:
Vefa 2008.s. 408.
Necmeddin Kübrâ, a.g.e., s. 36; Minhâcü’l‐Fukarâ, s.407, 408; Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarîkatler, İstanbul: İFAV 1994, s. 30, 31, 312.
Minhâcü’l‐Fukarâ, s. 408; Konuk, Mesnevî‐i Şerîf Şerhi, I, s. 92, 93.
Sarı Abdullah Efendi, Cevâhir‐i Bevâhir‐i Mesnevî, Dersaâdet: Tasvîr‐i Efkâr Matbaası 1287/1870, II, s. 440, 441.
Tekke Mutfağında Nefs Terbiyesi / S. Arfaguş •
149
Mevlânâ’nın üslubu, Allah’tan erişen cezbe ve Allah’a erişen
muhabbetten kaynak bulmaktadır. Fîhi mâ Fîh’te de beyan edildiği
gibi, bu üsluba göre mühim olan O’nun yardımı ve dostluğudur; eğer
O’nun yardımı ve dostluğu yoksa sarf edilen gayret ne nisbette olursa
olsun neticesizdir.
Mevlânâ, burada ‫“ ﺟﺬﺑﺔ ﻣﻦ ﺟﺬﺑﺎت اﻟﺤﻖ ﺗﻮازي ﻣﻦ ﻋﻤﻞ اﻟﺜﻘﻠﯿﻦ‬Hakk’ın cezbelerinden bir cezbe, insanların ve cinlerin tüm ibâdetlerinden hayırlıdır” hadisine atıf yapmaksuretiyle üslubunun dayandığı temeli de göstermiş
olmaktadır.9 Bu aşk vurgusu sebebiyle Mevlevî gelenekte çile, diğer
tasavvufî tavırlarda kendini gösteren halvet ve uzletten farklı bir mahiyet arz etmiş, ferdî ve nisbeten tecride dayalı bir üsluptan çok, belirli bir derviş topluluğu ile hemhâl olup her yönüyle sohbet, hizmet ve
paylaşıma dayalı bir hal almıştır. Hülasa, Mevlevîlikte sülûk, halvet ve
uzletle değil, sohbet ve hizmetledir. Bu anlamdabin bir günlük Mevlevî
çilesinde ağır riyazetler, ani riyâzât‐ı şâkka yoktur. Çile, ilk bakışta her
ne kadar eziyet ve zahmet çekmek anlamlarına gelse de, Mevlevî çilesi
insanın güç ve takatını zorlayan meşakkatlerle dolu, klasik mânâda
bir halvet ve uzlet değildir.
Mevlevîlikte seyr ü sülûk faaliyeti mevlevîhâne denilen dergâhlarda yerine getirilmektedir. Bu kurumlarda matbah‐ı şerif, mânevî
eğitimin verildiği, adeta insanın bütün hamlık ve çiğliklerinden soyutlanarak ilim, hikmet ve mârifet ocağında piştiği ve olgunlaştığı
mekândır. Matbah, Türkçe’de mutfak diye söylediğimiz, kelime anlamı olarak Arapça pişirmek anlamındaki ‫ ﻃﺒﺦ‬kökünden, ism‐i mekândır. Mevlevî eğitiminin gerçekleştiği mekânın matbah şeklinde
isimlendirilmesi, tasavvufî açıdan pek çok îmâya kaynaklık eder.
Nitekim Abdülganî Dede, Dürrü’l‐Berzahi’l‐Ma’nevî’de bu ismin
delâletinden hareketle eserine şöyle başlamaktadır: “Hamd o Allah’a ki
halife kıldığı Âdem’in toprağını celâl ve cemâl tecellîlerinin hakîkati üzere,
9
Mevlânâ, Fîhi mâ Fîh (Haz. Selçuk Eraydın), İstanbul: İz 1994, s. 52; Kösec Ahmed
Dede, Tuhfetü’l‐Behiyye‐Zâviye‐i Fukarâ‐, s. 6, 7. Nitekim Sâkıb Dede Mevlevî yolunun bu tabiatı hakkında şu beyti söyler:
“Vermiş ehl‐i cezbeye hüsn‐i sülûk üzre nizâm
Meslek‐i âdâb‐fermâdır tarîk‐i Mevlevî”
(Arı, Ahmet, -Mevlevîlikte Bir Hânedânlık Kurucusu- Sâkıb Dede ve Dîvânı, Ankara:
Akçağ 2003, s. 115)
150 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
mânevî bir pişirme ile pişirdi.”10 Mevlevî kültüründe, ahsen‐i takvîm
sûreti üzere yani en güzel kıvam ve mizaçta yaratılan insanın, aslına
layık bir hayat mertebesine kavuşmasını esas alma yolunda gösterilen faaliyetlerin tümü, ham olanın olgunlaşmasına, çiğin pişmesine
teşbih edilir. Bu çerçevede matbah‐ı şerif Mevlevî dergâhlarının en
önemli kısımlarından birisidir. Çünkü Mevlevîliğe girmek ve burada
çileye soyunmak ya da muhib derecesinde de olsa bu kültür ve tasavvufî anlayışın faaliyetleri içerisinde bulunmak isteyen bir kimsenin girdiği kapı ve tarikata kabul olunmak için bir müddet beklemeye
mecbur olduğu ilk mekân burasıdır.
Mevlevîlikte mânevî eğitim, bin bir günlük çileden meydana
gelmektedir. Bu mânevî eğitimi arzulayan ve bunu gerçekleştirmek
isteyen nev‐niyâz ya da mübtedî derviş, Mevlevî tabiriyle çileye soyunmak isteyen can bu eğitimini tamamlayana kadar zamanının büyük bir
kısmını dergâhın matbah‐ı şerif adı verilen bölümünde geçirmek zorundadır. Bu mânevî eğitimin icra edildiği mekân olan matbah‐ı şerif,
Mevlevî dergâhının rûhu kabul edilir. Mevlevî âsitânelerinde genellikle iki ayrı mutfak vardı ve bunlardan biri matbah‐ı şerif, diğeri
günlük mutfak hizmetlerinin görüldüğü normal yemek pişirilen mutfaktı. Normalde yemeğin günlük mutfakta, hattâ son dönemlerde
maaşlı bir aşçı tarafından pişirildiği görülmekteydi. Matbah‐ı şerifte
ise sadece belirli zamanlarda özel sebeplerle lokma adı verilen bir pilav pişirilirdi. Bu ayrım da göstermektedir ki, matbah‐ı şerif bin bir
gün sürecek olan mânevî bir eğitimin mekânıdır. Buradaki eğitimin
amacı da yemek pişirmek değil, bu yola yeni girmiş bir insanda bulunabilecek bütün çiğliklerin pişirilip, onda bulunması muhtemel
bütün nefsânî noksanların, hamlıkların giderilmesi, rûhun olgunlaştırılmasıdır. Yola giren derviş, sabır, metânet ve rızâ ehli bir kimse olmak zorundadır. Yolun yolcusu hayatın gayesi olarak kendisinden
önce başkalarına hizmet etmeyi, kötülüğü kendinden bilmeyi ve her
halükarda mes’uliyetinin farkında olmayı esas kabul etmiş birkişi
olmalıdır. Bunun için de önce kendini, zaaf ve çıkarların esiri yapan,
işlerin akıbetini görmeye engel olan benlik duygusundan arındırma10
Dürrü’l‐Berzahi’l‐Ma’nevî, Abdülganî b. Muhammed Ali Dede b. Mustafa Dede elHalebî, ed-Dürrü’l-Berzahi’l-Ma’nevî fî Esrâri Ahrufi’l-Matbahi’l-Mevlevî, Süleymaniye
Kütüphanesi, Zühdü Bey Bölümü, nr. 116, vr. 1a.
Tekke Mutfağında Nefs Terbiyesi / S. Arfaguş •
151
sı, nefsini saflaştırması gerekmektedir. Bu bilinçledir ki tarikate çiğ
olarak girmiş bulunan çilekeş can benlik duygusunun, daha doğrusu
benlik vehmini yani nefsâniyetini tasfiye edip mânen pişip olgunlaşarak, bir nevi simyâ değişimi ile sabır, metânet ve rızâ sahibi bir dervişe
dönüşecektir. Mevlevî çilesi ya da mânevî eğitimi on sekiz ayrı hizmetten oluşan bir faaliyetler bütünüdür. Kâmil ve hakikî bir Mevlevî
dervişi olmak için bilhassa kendine has bir disiplini olan ve her ayrıntısında pek çok mânâ bulunan bin bir günlük çile eğitiminin tamamlanmış olması gerekmektedir. Bu olmazsa sâlike bu eğitimi tamamlayarak kemâl mertebelerini elde etmiş bir kimse anlamına gelen dede
değil, sadece bu yolun herhangi bir mânevî eğitiminden geçmemiş
ancak bu yolda bulunanlara ve bu yola karşı içerisinde bir muhabbet
duyan, onlarla aynı ortam ve düşüncede bulunmaktan mutlu olan
kimse anlamına gelen muhib denilirdi.
Peki “bin bir gün”ün işârî mânâsı nedir?
Abdülganî Dede, Dürrü’l‐Berzahi’l‐Ma’nevî’sinde hakikate tâlib
olan kimsenin samimiyet, sadakat ve hâlis bir niyetle hizmet etmesinin bu yolun temel esası olduğunu beyanla aslında çilenin kelime
anlamından öte, bir kimsenin kendisini Allah’a hasretmesi ve sadece
ilâhî müşahede üzere kendisini her türlü kayıttan azâd edip
mâsivâdan tecerrüd mertebesine ulaşması demek olduğunu belirtir.
Buna göreçilenin bin bir gün gibi sembolik bir rakamla karşılık bulması, insanla Allah arasında, Allah’ın sonsuz kemâline nisbetle sonsuz mertebelerin bulunmasını ve sâlikin her günde bu mertebelerin
idrakine daha da yakınlaşmasını ifade eder. Binbir günün her biri,
hakikatin kapıları niteliğinde olup, sâlik her yeni günde yeni bir
tecellîye mazhar olarak hakikatin saklı kalan bir tarafı kendisine
âşikâr kılınır. İnsanın sülûkteki müddeti tamam olduğunda, hizmet,
niyet ve faaliyet itibariyle Allah insandan râzı olduğunda, mânen
aşılan mertebelerin hepsini ihâta eden, bir çeşit mânevî mi’râc kabul
edilen küllî mertebe nasib edilir. Kul ile Allah arasında, temsilî olarak
bin menzil vardır, binbirinci gün artık mânevî mi’râcın kemâlini ifade
eder. Her varlık üzerinde bir ilâhî ismin tasarrufu bulunmaktadır.
Her nesne bir şekilde ilâhî isimlerle irtibatlıdır. Varlık adına her ne
varsa tümünün aslı ve hakikati ilâhî isimlerdir. Nûrânî ve zulmânî
152 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
perdeler, sohbet, zikir ve hizmet ile birer birer kalktığı zaman sâlik
bunun idrakine erer.11
Çile, bin bir gün süren bir hizmet faaliyeti olup rızâ (‫ )رﺿﺎ‬kelimesinin de ebced hesabıyla karşılığı da bin birdir. Bu ebced karşılığından ilhâmen ulaşılan kabule göre bütün bu hizmetlerden maksad,
Cenâb‐ı Hakk’ın rızâsına nâil olabilmek, bu minvâl üzere bir kimlik
ve kişilik kazanabilmek, bu maksad uğrunda kendisine engel olan
hallerinin bertarafı için insanın alması gereken yolu almak, aşması
gereken engelleri geride bırakabilmektir. Mevlânâ’nın himmet ve
rehberliğiyle Ateş‐bâz‐ı Velî ocağında hizmet edip her türlü çiğlik ve
hamlıktan kurtularak pişmek ve olgunlaşmaktır. “Rableri onlardan
râzı, onlar da Rablerinden râzı” (Beyyine, 98/8) diye nitelendirilen Allah’ın
seçkin kulları arasına girebilmek arzusuyla rızâ tâlibi olmaktır.
Tâhirü’l‐Mevlevî, Yenikapı Mevlevîhânesi’nde tâlib‐i rızâ sıfatıyla
binbir gün hizmetedevam etmiş bir çilekeş olarak, çileden maksadın
ne olduğunu ve bunu yerine getirmekteki acziyetini itirâf eder. Öyle
ki bu esnada duçâr olduğu hastalığın vücûduna verdiği zâhirî kırgınlığı dahi bu yolda nimet olarak görebilmektedir:
“Çile‐i mevleviyyeden maksad binbir gün hizmet ederek hücreye çıkıp oturmak değil, belki hidemât‐ı şâkka ile mahv‐ı
vücûd eylemek olduğu ma’lûm. Fakîrin ise öyle hıdemât ü
mücâhedât‐ı hestî‐güzâda tahammül edemeyeceğim emr‐i
meczûm olduğundan pûte‐i aşk ile kânûn‐i Âteşbâz’da erimesi
lazım gelen kalb, ona mukâbil hastalığın teb ü tâb‐ı ıztırâbından
mahv oluyor. Fe lillâhi’l‐hamd!”12
Tasavvufun önemli ilkelerinden birisi, bir şeyin nefsin âdeti haline dönüşmemesidir. Hakikate karşı en büyük perde insanın benliği
olmasından ötürü, bir şey nefsin ülfet ettiği bir hâle dönüşürse bundan mânen nasib almak, onunla hakikate ulaşmak imkân dâhilinde
değildir. Nefsin âdeti hâline dönüşen her şey insan için bir engel sayılır.13 İşte bu yüzdendir ki çile süresince hizmetler değişiyor, bir faali11
Dürrü’l‐Berzahi’l‐Ma’nevî, vr. 12a‐13a.
Çilehâne Mektupları, s. 108.
13
Hucvirî’nin ifadeleriyle, “insanın nefsi mutâd, yani âdet edinilen üzeredir. Âdet
edinilmiş her ne ise onunla ülfet eder. Bir şey nefsin âdeti haline gelir, bir bakıma
onun tabiatı haline döner. Eğer ki nefsin tabiatı olur, hicâb hükmünü alır.”
12
Tekke Mutfağında Nefs Terbiyesi / S. Arfaguş •
153
yet mutâd hâle dönüştüğü anda farklı bir hizmet sahasına kişi yönlendiriliyordu. Değişen her hizmet, nefse farklı bir meşakkat yüklüyor, menzile ulaşma hasretini şiddetlendiriyor, insandan sabır bekliyordu. Nitekim Tâhirü’l‐Mevlevî, şu mısralarında murâda nâil olmanın hasretini şöyle dile getirmektedir:
“Sâik‐i şevkin ile Tâhir eyâ şah seni
Matbah‐ı pür‐feyzine vakf eyledi cân ü teni
Yak erit tathîr edip şâyân‐ı ism‐i Tâhir et
Çille‐i mihnette sûz‐i aşk ile pîrim beni!”14
Tâhirü’l‐Mevlevî, Çilehâne Mektupları’ndaki yazışma arkadaşı
Ahmed Remzi Dede’ye çile âlemini şöyle anlatır. Hayret ve heyecanını
saklayamaz. İçerideki mânevî hava onu etkilemiş, o da bu ortama
kendisini bırakmıştır. Şu satırlarında da çilenin nasıl cereyan ettiğine,
çileye giren bir dervişin nasıl bir mekânı paylaştığına ilişkin canlı bir
anlatım bulunmaktadır:
“Birâder, çile âlemi hakîkaten başka bir âlem. Fakir, evvelce de
Mevlevî muhibbi idim. Ekser‐i evkât dergâhta yatar kalkardım.
Fakat bu neş’eyi bulamazdım. Sen de Mevlevîsin, şeyhzâdesin,
amma sözüme darılma, çilekeş olmadığından bu neş’eyi bilmezsin. Evveli ilme’l-yakîn biliyordum, bu sefer ayne’l‐yakîn
öğrendim ki matbah canları gündüz hizmetleriyle
meşgûldürler. Zamân‐ı istirâhatleri yatsı namazından sonra sabah namazına kadar olan vakittir. Salât‐ı işâ edâ edilip, İsm‐i
Celâl okunduktan sonra dedeler hücrelerine, canlar meydân‐ı
şerîfe giderler. Artık matbah ve meydân‐ı şerîfe kimse gelmediğinden, mangal başında biraz otururlar, dolaplarında çay gibi,
yemiş gibi bir şey varsa çıkarıp hep birlikte nûr ederler, bir miktar konuşurlar. Sohbetleri, meselâ semâın keyfiyet‐i icrâsından
yahut İsm‐i Celâl ve sâir hidemâtın sûret‐i ifâsından bahistir.
Gıybet‐i zemîme gibi ahlâk‐ı seyyieden hiç bahis olunmaz.
Hizmetleri gibi sohbetleri de Allah içindir. Ba’de’l‐musâhebe, o
yorgun kalpler istirahate muhtaç olduğundan, herkes bir post,
Keşfü’l‐Mahcûb, s. 133. Ankaravî’nin bu konudaki ifadesi şöyledir: “Âdet ile ibâdet
olmaz. Onun için ki, âdet tabîat‐ı sâniyedir. Pes muktezâ‐yı tabîat üzere olan amel
ibâdet sayılmaz.” Minhâcü’l‐Fukarâ, s. 312. Nitekim Hüseyin Azmî Dede’nin hizmetlerin tertibi ile ilgili açıklamaları bu minvaldedir. Bkz. Nuhbetü’l‐Âdâb, vr. 7a.
14
Çilehâne Mektupları, s. 155.
154 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
bir kilimden ibâret olan yatak yorganını alır, bir köşede vahdete
dalar. Hâ şu da var ki, matbah canları kalktıkları gibi yatarlar,
yattıkları gibi kalkarlar. Yani tennûre, deste‐gül, hattâ elf‐i
lâ‐med denilen elifî nemed gibi şeylerin hiçbiri çıkmaz. Matbah‐ı şerîfe niçin ikrâr verilir. Hidemât‐ı hâlise ve mücâhedât ile
nefsi öldürmek için değil mi? O halde tennûreler ne hükmünde
kalır? Tabiî ki kefen. Hiç kefeninden soyunan ölü olur mu?
Vaktâ ki gecenin sülüs‐i âhiri hitâma seherin eser‐i infilâkı
zuhûra başlar,
‫ﮐﺮﮐﺴﮕﺮدوﻧﺰرﯾﻨﭙﺮزﻧﺪ‬
‫ﺟﻤﻠﮭﺮادرﺻﻮرﺗﺂردزاﻧﺪﯾﺎر‬
‫ﭼﻮﻧﮑﮭﻨﻮرﺻﺒﺤﺪﻣﺴﺮﺑﺮزﻧﺪ‬
‫ﻓﺎﻟِﻘﺎﻟْﺈِﺻﺒﺎﺣِﺎﺳﺮاﻓﯿﻠﻮار‬
‘Sabah deminin nûru zuhûr ettiği vakit, feleğin zerrîn akbabası
kanat çarpar. Sabahları izhâr eden Hak, cümleyi İsrâfil gibi o
diyârdan sûrete getirir.’15 buyurdukları gibi, canlar daldıkları
vahdetten uyanırlar. Ba’de’l‐vudû’ mangal başında biraz ısındıktan sonra herkes hizmetiyle meşgûl olur. Meselâ biri
dedegâna sabah meydanında tevzî’ olunan baklava şeklinde
kesilmiş ekmekleri kızartır. Diğeri hücrelerin önüne gidip
‘destûr, âgah ol dedem!’ nidâsıyla dedegânı âgâh ve îkâz eder,
öbürü meydân‐ı şerîfi süpürür. Daha öbürü mescidin
çerağlarını uyandırır. Sonra ezan okunur. Sabah namazı kılınır.
İsm‐i Celâl çekilir. Sabah meydânı olduktan sonra dedegân
hücrelerine, canlar hizmetlerine giderler. İşte her sabah bu
âgâhî, bu feyz‐i lâ yetenâhî Mevlevî tekkelerinde husûsiyle
Mevlevî matbahlarında bulunur.”16
2. Sûfî’nin Gıdâsı
Hemen bütün tasavvuf yollarında benzer bir mâhiyete sahip olan nefis terbiyesi Mevlevî tekkelerinde de bu anlayış içerisinde devam etmiştir. Bununla birlikte bu eğitim ve öğretim
ya da terbiye ameliyesinin belirli bir gıdâ rejimi ile desteklenmesi de bu anlayışın olmazsa olmazlarındandır. Sûfî’nin gıdâ
rejimi ya da beslenme tarzına yönelik tasavvufî perspektif bizlere oldukça önemli bilgiler sunar. Bu bağlamda alınan her ne15
Mesnevî I, b. 398‐99. İlk mısra Nicholson nüshasında mevcut değildir. Tercüme
Ahmed Avni Bey’e aittir. Bkz. Mesnevî‐i Şerîf Şerhi, I, s. 192 (b. 405‐406).
16
Tâhirü’l-Mevlevî, Çilehâne Mektupları (Haz. Cemâl Kurnaz-Gülgün Erişen), Ankara:
Akçağ 1995, s. 33‐34.
Tekke Mutfağında Nefs Terbiyesi / S. Arfaguş •
155
fes kadar yenilen her lokma ve içilen her yudumun niteliği kadar niceliği de son derece titizlikle takip edilmesi gerekli olan
bir husustur. Özellikle nefisle mücâdelede önemli olan yenilen
lokmanın helal ya da haramlığıdır. Mevlânâ bu konuda şu düşünceye sahiptir.
“İlim ve hikmet helâl lokmadan neş’et eder. Aşk ve rikkat helâl
lokmadan meydana gelir. Bir lokmadan hased, hile, tuzak, gaflet ve cehil meydana geliyorsa, o haram olduğundandır. Lokma
tohum gibidir, meyvesi fikirlerdir. Lokma derya gibidir, incisi
düşüncelerdir. Helâl lokmadan tâat arzusu, Hakk’a kurbiyet isteği hâsıl olur.”17
Tasavvufî anlayışta nefs tezkiyesi için yapılan mücâhede ve
riyâzetin genellikle kabul edilen üç esası vardır. Bunlar da; Az yemek
(kıllet-i taâm), az uyumak (kıllet-i menâm) ve az konuşmak (kıllet-i
kelâm)dır. Meselâ Mevlânâ riyâzetin nasıl yapılacağı konusunda da
açıkça şu tavsiyede bulunmaktadır. Ona göre riyâzet etmek isteyen
şu yolu tâkip etmelidir:
“Bir batman ekmek yiyebiliyorsa, her gün bir dirhem azaltacak
olursa git gide, aradan bir veya iki yıl geçmeden ekmek yarım
batmana inmiş olur. Bunu öyle yapar ki vücûdu bu azalmanın
farkında olmaz. İşte ibâdet tâat, halvet ve namaza teveccüh etmek de aynen böyledir. İnsan önce yalnız namaz kılmazsa nasıl
Allah yoluna girer? Önce, bir zaman beş vakit namazını kılıp,
sonradan artırır ki bunun sonu yoktur.”18
Riyâzet ve az yemek gibi hususlarda dikkatli olmakla birlikte sürekli çevresindekileri de îkaz eden sûfîler açlığın fazileti
ve tokluğun insan için âfetleri üzerinde dururlar: Mevlânâ bir
başka gazelinde bu husûsa şu şekilde değinmektedir.
“Mîdeni dün, mayalı-mayasız ekmekle doldurmuştun; uyku
gözlerinden akıyordu; işte aradığını buldun, al bakalım. Doyasıya yemekten sonra ne gelir? Ya gaflet uykusu, ya dışarıya
çıkma ihtiyacı; patlıcanın eşi dostu nedir? Ya sirke, ya sarmısak.
Allah’ım, sen kendi temiz rızkınla canı doyur da pis köpekler
17
18
Mesnevî I, b. 1644-1648.
Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh (Trc. Ahmed Avni Konuk-Haz. Selçuk Eraydın), İstanbul: İz,
1994, s. 148.
156 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
gibi her lokmayı kabul etmesin. Yemek yenmediği zaman gönülden feryatlar kopar; fakat yemekten sonra aşağı yoldan, zîr
perdesinden bir sestir çıkar. Hocam, rûhun feryâdını istiyorsan
yan yakıl, lokmayı azalt; aşağı yanın sesini diliyorsan al önüne
kâseyi.”19
Bu kültürde yer alan “Az yiyen melek olur, çok yiyen helâk
olur”, “Az yiyen her gün yer, çok yiyen bir gün yer”, “Ağız yer, yüz
utanır” gibi deyimler de muhtemelen bu anlayışın bir yansımasıdır.
Tasavvufî düşüncede bir varlık meselesi olan aşk ve bu yolun
yolcusu âşıklık için de gıdâlar son derece önemlidir. Ancak âşık olanların zâhirî gıdâlarla pek işi olmaz. Çünkü onlar ayrı bir menbâ’dan
gıdâlanır ve gıdâları farklıdır. Hz. Mevlânâ bu keyfiyeti şu ifadelerle
dile getirmektedir:
“Aşk olmasaydı, varlık nereden olurdu? Ekmek nasıl olur da
gelir senin vücuduna katılırdı? Ekmek varlığa katıldı. Neden?
Aşktan, istekten. Yoksa ekmeğin can olmasına yol var mı? Aşk
ölü ekmeği can hâline getirmekte, fânî olan canı ebedîleştirmektedir”20 “Âşıkın gıdası, ekmeksiz ekmeğe âşık olmaktır. Aşkında doğru olan kişi, varlığa bağlanmaz. Âşıkların varlıkla işi
yoktur. Âşıklar kârı sermâyesiz elde ederler.”21 “Canların gıdâsı
aşktır. Bundan dolayı ruhların gıdâsı açlıktır.”22 “İlâhî aşkla
kendinden geçmiş kişilerin meclisinde ekmekten az bahset! Şunu iyi bil ki, ilâhî aşk suyuna dalmış kişiler, sudan başka bir
şeyle uzlaşamazlar. Senin aşkın, çorak toprağı gül bahçesi hâline getirir.”23
3. Mevlevîlerde “Lokma” Pişirmek ve Sofra Âdâbı24
Lokma, mevlevî tekkelerinde pirinç, et, soğan, nohut, kişniş ve fıstık gibi çeşitli malzemelerden meydana gelen, matbah-ı şerifte Cuma
ve bazen Pazartesi geceleri belirli bir âdâb ve erkân dâhilinde
19
Mevlânâ, Dîvân-ı Kebir, (trc. A. Gölpınarlı), III, 459.
Mesnevî V, b. 2008-14.
21
Mesnevî III, b. 3020-21.
22
Mesnevî III, b. 3034.
23
Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr, I, 78 (g. 78).
24
Bu bölüm Mevlevîlik’te Ma’nevî Eğitim isimli çalışmamızdan özetlenerek naklen
alınmıştır. (S.A.)
20
Tekke Mutfağında Nefs Terbiyesi / S. Arfaguş •
157
merâsimle pişirilen Mevlevîlere has özel bir pilavın adıdır.25 Lokma,
hem çile eğitimi için hem de normal şartlarda tekkenin mutfak hizmetlerine cevap vermek için tesis edilmiş iki ayrı matbahı olan büyük
tekkelerde çileye tahsis ile dervişlerin terbiyesine mahsus olan matbahta pişirilmekteydi. Bu özel yemek için ayrı ve içinde başka hiçbir
şey pişmeyen özel bir kazan bulunurdu. Gümüş gibi parlak olan bu
kazan temiz bir beze sarılı olduğu halde kendisine mahsus olan bir
dolapta muhafaza edilirdi. Matbahta bu işe tahsis edilmiş olan ocağa
Ateşbâz-ı Velî Ocağı denilirdi. Tek matbahı olan küçük tekkelerde ise
bir hâl çaresi düşünülmüş olup, baştaki ocak Ateşbâz-ı Velî Ocağı kabul edilerek lokma bu ocakta pişirilirdi. Lokma piştiği esnada kapı daima kapalı tutulur, Mevlevîlerin tabiriyle sır olunurdu. Bu esnada
lokma pişirilirken matbahta kazancı dede ile matbah canlarından başka
hiç kimse bulunmazdı. Lokmanın içerisine konulacak çeşitli malzemelerin miktarı, sofraya iştirak edecek kimselerin sayısı göz önüne
alınarak kazancı dede tarafından belirlenirdi. Lokmanın suyunu ve
malzemesini koyarken orada bulunan canların hepsinin katkısının
olması gerektiğinden herkesin ne kadar malzeme veya su koyarak
yapacağı katkıyı kazancı dede kendisinin koyduğu miktar ile göstermiş
olurdu. Kazancı dede kendi payına düşen miktarı koyduktan sonra
kepçeyi matbah canına verir. Can kepçenin ucunu öper, kazancı dedenin
koyduğu miktar kadar koyduktan sonra o da yanındakine verir. Kepçe sıra ile ve aynı merasimle matbah canları arasında devreder ve bu
suretle su lüzumlu miktarda konulmuş olurdu. Lokmanın suyunu,
pişirilecek miktarı nazar-ı dikkate alarak mevcut bütün canların hisselerine düşecek miktarı lokma kazanına harçlar ilave olunduktan
sonra bir daha açılmazdı. Bu minvâl üzere pişirilen lokma iyice piştikten sonra indirilir, suyunu çekmesi ve kıvamını bulması için kor
üzerinde dinlendirilirdi. Lokmanın piştiği müddet içerisinde matbah-
25
Mustafa Vahyî Efendi’nin lokma tarifi de kısaca şu şekildedir: ‘Ma’lûm ola ki, Lokma dedikleri eğer lahm bulunur ise, etli bir pilavdır. Ve eğer lahm bulunmaz ise,
sâde pilav olur. Ve eğer vakti ise, ya üzüm ya kavun veya karpuz ve eğer vakti değil ise, üzüm hoşâbı veyâhut sâir bir hoşâb tabh ederler. İşte lokma budur.’ Mustafa
Vahyî, ed-Dürretü’l-Azîziyyefi’l-Fevâidi’l-Kaviyye, Matbaa-i Âmire 1281/1864, s. 8384.
158 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
ta hazır bulunan canlar niyâz vaziyetinde beklerlerdi. Bu gelenekte
lokma pişirmeğe lokma basmak da denilmekteydi.26
Mevlevîhânelerde sofra hazır olduğu zamancanların yemeğe çağırılması için ‘yemek hazırdır, yemeğe buyurun’ anlamına gelen
‘lokmaya salâ’ diye seslenilirdi.27 Cuma geceleri ve Cuma günleri yemek, elifî somat adı verilen uzun bir meşin sofra üzerinde yenirdi. Bu
sofrada başta ser-tarîk olmak üzere diğer bütün dervişler karşı karşıya
otururlardı. Hamit Zübeyir Koşay’ın vermiş olduğu bilgilere göre
mesela Cuma gününe ait yemek listesi; çorba, et, sebze, tatlı, köfte,
fasulye, pirinç pilavından lokma,28 nişastadan yapılan palûze ve hoşaf gibi yemeklerden meydana gelirdi. Yemeğin ocağa konulması gibi
ocaktan indirilmesi de belirli bir âdâb ve erkân dâhilinde idi. Yemeğin piştiği hissedildiği zaman canlar niyâza durur, kazancı dede lokmanın kapağını açar, yere indirirler ve bu esnada şu gülbank okunur:
“Vakt-i şerif hayrola, hayırlar feth ola, şerler def ola! Tabhı şirin
ola! Dem-i Hazret-i Mevlânâ hû diyelim hûûû!”
Pişen yemeğin biraz soğuyup servise hazır bir hâle gelebilmesi
için farklı kaplara kotarırlar. Bazen bu lokmadan Çelebilerin evlerine
de lokma giderdi. Bir kısmını akşam için ayırdıktan sonra Cuma yemeğine tahsis edilen diğer kısmı ikram edilirdi.29 Yemeğe en önce
tarîkatçı bir parça tuz ile başlar. Tuza ekmeğini batırır ve etrafındaki
sofrayı paylaştığı kimselere ‘buyurun’ derdi. Yemek yenilip lokma
bitince gülbank okunmazdan evvel yine bir parça tuz ile yemeğe son
verilirdi. 30 Meydanda söylenen lokma gülbankı da şu şekildedir:
“Mâ sûfiyân-ı râhîm, mâ tabla hôr-i şâhîm. Pâyende dâr yâ Râb,
în kâserâ vü hânrâ, salli ve sellim alâ eşref-i nûr-i cemîi’lenbiyâi ve’l-mürselîn ve’l-hamdü lillâhi rabbi’l-âlemîn!”
Bu gülbankın arkasından tarîkatçı dede şu duâyı okur:
26
Pakalın, Mehmet, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü I-III, İstanbul: MEB
1983, “Lokma”, s. 369; “Matbah-ı Şerif”, II, s. 419-420.
27
Pakalın, “Lokma”, OTDTS, II, s. 369.
28
Koşay, Hamit Zübeyir, “Mevlevîlikte Matbah Terbiyesi”, Türk Yurdu, sayı: 27
(1927), s. 136. s. 133-137.
29
Koşay, a.g.m., s. 136.
30
Kösec Ahmed Dede, Tuhfetü’l-Behiyye-Zâviye-i Fukarâ-, s. 27.
Tekke Mutfağında Nefs Terbiyesi / S. Arfaguş •
159
“Elhamdü lillâh, eş-şükrü lillâh, Hak berekâtın vere, erenlerin
hân-ı keremleri müzdâd ve sâhibü’l-hayrât güzeştegânının rûhi şerîfleri şâd ü handân, bâkîleri selâmette ola! Demler, safâlar
ziyâde ola, dem-i Hazret-i Mevlânâ hû diyelim hûûû!”31
Lokma edilip, gülbank çekilerek duâ ile bitirilen yemekten sonra
herkes sofradan kalkıp yerlerine otururlar. Mutfak canları tarafından
getirilen leğenlerde âdâbınca eller yıkandıktan sonra taşra meydancısı
kahve getirir, kahveler içilir ve yemek faslı böylece sona ermiş olurdu.
Diğer günlerde ise taşra meydancısı sabahleyin kahvaltı hazır olduğunda ‘hû salâ’ diye bağırır. Bu sabah vakti için lokma zamanı
anlamına gelirdi. Mutfak-ı şerifte yemekler hazır bulunur, dervişân
toplanırlar ve kıdem sırasıyla mutfağa varıp sofraya otururlardı. Öğle
yemeği olmaz, isteyen hücresinde kahvaltı yapar. Akşam yemeği için
de mescitten çıkılınca doğru mutfağa gidilirdi. Sabah yemeği çorba,
sebze, pilavdan ve niyâz yani zuhurattan -hariçten gelen hediye- akşam yemeği ise, çorba, et ve pilavdan ibarettir.32
Mevlevî tekkelerinin son dönemlerinde bu mânevî havayı teneffüs etmiş ve daha sonra Maarif Vekili olmuş önemli bir Mevlevî sima
olan Hasan Âlî Yücel bu sofralardaki âdâb, erkân ve mânevî hava
hakkında bizce oldukça önemli olan şu bilgileri vermektedir:
“Mevlevî tekkeleri, nizam ve intizam içinde idare edilirdi. Yemek zamanlarında ağız şapırdatmak bile ayıptı, konuşmak yasaktı. Bu sessiz, sedasız insanlar içinde yediğim, Hak nimetlerinin lezzetini davetlisi olarak bulunduğum en yüksek sofraların
çoğunda tadamadım, dersem mübalağa ettiğim zannına düşülmesin. Mevlevîler benim gördüğüm güler yüzlü, tatlı sözlü
insanlardı. Fakat tekkenin damı altında çatlayan bir kahkaha
veya duygulu adamların mahzun ve müteessir zamanlarında
göğüslerine sığmamış bir hıçkırıklı kahkahalarını duymadım.
‘Çok tebessüm edeb alâmetidür, kahkaha bî-hayâ emâretidür!’
kâidesi bu çevrede tam riâyet görürdü.”33
31
Koşay, a.g.m., s. 136.
Koşay, a.g.m. s. 136.
33
Hasan Âli Yücel, “Mevlânâ ve Mevlevîlik”, Hayat Mecmuası, Mevlânâ Özel Sayısı,
1953.
32
160 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
Aslında Mevlevîlerin hemen her hareketinde bir dinginlik, sessizlik ve sükût ile murâkabe hâli üzere huzûr-i kalble meşguliyet söz
konusudur. Zarurî bir ihtiyaç olmadıkça yemek esnasında konuşmamak gelenek hâline gelmiştir. Ancak, yemekte mevlevîhânelerin
bu kuralını bilmeyen bir misafir bulunursa, bu sükûtubir kabalık olarak yorumlayabileceği için misafir bulunduğu zaman yemek esnasında konuşmak, ya da ayrı bir yerde müstakil olarak yemek yemek
lazımdır denilmektedir. Hüseyin Azmî Dede günümüz âdetleriyle
pek örtüşmez gözüken bu Mevlevî âdeti hakkında şu bilgileri vermektedir:
“Fi’l-asl, seyr-i enfüse iştiğâl eden efrâd-ı mevleviyyenin her
resminde samt ve sükût ile murâkabe üzere huzûr-i kalbe
meşgûl olmak ve lüzûm-i zarûrî olmadıkça esnâ-yı taâmda dahi
huzûrdan hâlî olmamak maksadıyla kelâm etmemek,
mevlevîhânelerde de’b-i kadîm olduğuna cevâben, kelâm etmemek kavm-i Yehûd âdeti olduğu için Şâri-i Ekrem’in emriyle
men’ olunduğu ityân olunur ise, kelâm etmek kavm-i Nasârâ
âdet-i olduğu teemmül olunsa umûr-i müştereke de
müşâbehetten ictinâb mümkün olmadığı için, nehyin yalnız
kavm-i Yehûd âdetine müşâbehetten ictinâba hasrı ve kavm-i
Nasârâ âdetine müşâbehetten nehy olunmaması umûr-i
müşterekeye müşâbehetten ictinâben olmayıp, o zamân için sebebe mebnî nehyin muvakkat kısmından olduğu başka risâlede
beyân olunduğu vecihle, esnâ-yı taâmda seyr ü sülûkden
ma’dûd olan samt ve sükût i’tirâzı sâkıt olacağı fehm
olundukda taâmda mevlevîhânelerin kâidesini bilmeyen
misâfir, kelâm olunmamasını adem-i riâyetehaml edeceği mülâhaza olunsa, riâyette noksana haml olunmamak için misâfir
bulundukça mükâleme olunmak, yâhut mahsûsen it’âm etmek
lâzımdır.”34
Bilindiği üzere İslâm’ın ilk devirlerinde yemek yerken kaşık kullanımı âdet değildir. Yemek kültürü, yemek çeşitleri ve bunların ikramı ve yenilmesi hususlarında dinî-kültürel, geleneksel birbirinden
oldukça farklı birçok tavır söz konusudur. Çünkü sulu gıda tüketi34
Hüseyin Azmi Dede, Nuhbetü’l-Âdâb, (A. Yılmaz Soyyer ve Mustafa Tahralı yoluyla
bize ulaşan fotokopi nüsha) vr. 7b-8a. Ayrıca bkz. Kösec Ahmed Dede, Tuhfetü’lBehiyye -Zâviye-i Fukarâ-, s. 27.
Tekke Mutfağında Nefs Terbiyesi / S. Arfaguş •
161
minin az ya da hiç olmadığı durumlarda kaşığa ihtiyaç olmaması
normaldir. Binaenaleyh, Hz. Peygamber’in de kaşık kullanmadığına
uyarak tarîkat büyükleri ekseriyetle kaşık kullanmamışlardır. Mevlevîlerce de ‘usûl-i tenâvül üç parmak iledir’.35 Ancak daha sonraları, yemeklerde sulu gıdaların bulunduğu ve kaşığa lüzum olan zaman ve
mekânlarda kaşık kullanımının yaygınlaşmış olduğu görülür. Hattâ
Mevleviler kaşığın sofrada duruşuna dair bile bazı yorumlar yapmışlardır. Sofra da kaşık kapamayı secdeye işaret olarak yorumlayanlar
olduğu gibi, kaşığını açık bırakmayı da duâya işâret olarak görenler
olmuştur. Hüseyin Azmî Dede böylesi tavırlara değinirken biraz da
yaşadığı dönemin -XIX. yüzyıl- tabiatından ötürü, ‘sofrada kaşık kapamak, içinde kalan sıvıların bulaşığının kalmaması ve temizliğe riâyet içindir,
bunu ve kaşığı açık bırakmayı başka türlü yorumlamak cehaletten kaynaklanmaktadır’ diyerek reddedici ve sert bir yaklaşım ortaya koymaktadır. Ona göre, bu hareketlerle her iki zümrenin iddia ettiği gibi secde
ve duâ kastedilmemiştir ve bunların iddialarına herhangi bir delil de
yoktur. Bu husus Nuhbetü’l-Âdâb’da şu şekilde işlenmektedir:
“Sadr-ı İslâm’da kaşık isti’mâli, akvâm-ı Hicâziyye’de âdet olmayan hâl-i bedeviyyet zamânında şorba ve hoşâb emsâli
mâyiât bulunmayan zamân ve mekânda kaşığa ihtiyaç olmadığından, Şâri’-i Ekrem’in kaşık isti’mâl etmediğine ittibâan,
tarîkat müctehidleri dahi isti’mâl etmeyip, muahharan et’imede
mâyiât bulunan ve kaşığa lüzûm zarûrî olan zamân ve mekânda isti’mâlinin şüyûunda âife-i Mevleviyye sofrada kaşığı kapamak, derûnunda kalan mâyiâtın âlâyişi kalmamak için
nezâfet eri âyeten, edebiyâtdan ibâret olup, secdeye işâret zannetmek cehilden neş’et ettiği gibi, açık koyanlar dahi duâya
işâret zannına zehâbları cehilden hâdis olduğu ve iki tâifenin
iddiâ ettiği secde ve duâ maksûd olmadığı ve müddeâlarına delil bulunmadığı ma’lûm oldukta, kapamayı tercîh nezâfete delâlet edip, açık bırakmayı tercîhe delil bulunmadığı bu beyân ile
zâhirdir.”36
Mevlevîhânelerde bir başka âdetin de sofrada bulunanlara su veren hizmetçiye lokma vermek olduğu söylenmektedir. Hz. Peygamber’in mübârek eliyle etrafındakilere yiyecek vermesi örnek alınarak
35
36
Koşay, a.g.m., s. 136.
Hüseyin Azmî Dede, Nuhbetü’l-Âdâb, vr. 8b.
162 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
mevlevîhânelerde hizmet edenlere kaşık ile pilav vermek âdet olmuştur. Ancak bir kaşığın iki ağıza girmesi gibi, kültüre bağlı olarak hoş
sayılmayacak bir durum ortaya çıkmışdaha sonraları bu âdet de gerek istikrâh olunan bir davranış, gerekse temizlik kurallarına da aykırı düştüğünden terk edilmiştir. Hüseyin Azmî Dede de bu hususa
işaret etmektedir:
“Mevlevîhânelerde resmî olan somatta teşneye su veren hâdime
lokma vermek mesnûn olduğuna mebnî sadr-ı İslâm’da kaşık
isti’mâl olunmadığından Şâri’-i Ekrem yed-i mübârekiyle verip, pilâva ve kaşığa mahsûs olduğu kıyâsa alındıkta, kaşık isti’mâlinin şüyûunda mevlevîhânelerde kaşık ile pilâv vermeye
hasrolunması, bir kaşık iki ağıza girmek sû’ nev’inden olmayıp,
istikrâh olunan nev’inden olduğuna ve nezâfet iddiâsına
muhâlif bulunduğuna binâen terki evlâdır.”37
Görüldüğü üzere Mevlevîlikte sofra âdâbı da son derece sıkı kuralları olan ancak zerâfet, nezâket ve nezâfete azamî dikkat edilen bir
husustur. Yemek servisinden su ikrâmına geleneksel Mevlevî sofrasında her şeyin yerli yerince âdâb ve erkâna riayet içerisinde uygulandığı görülmektedir. Sofrada yemek yiyenler olduğu gibi hizmet
edenler ve servis yapanlar da vardır. Kendilerine ikramda bulunup
hizmet edenlere şükrânelik olarak yedikleri yemeklerden ikram etmek bir gelenek hâlini almış gibi gözükmektedir. Ancak daha sonraları modern hayatın etkisinden ötürü ve sofralarda topluca tek kaptan
yemek yerine herkesin ayrı tabakta münferiden yemek yemeye başlamasıyla bu gelenek değişmiştir. Hattâ yukarıda aktardığımız bu
uygulamanın nezâhet ve nezâfete aykırı görülerek eleştirilir olması
dahi söz konusudur. Yine bu hususlarda Mustafa Vahyî Efendi’nin
aktardıklarında da önemli bilgiler mevcuttur:
“Erenlerin âdâbı taâm vâhid olmaktır. İşte bu lokma tenâvül
olunur iken, hiç sıyt ü sadâ olmaz ve herkes kendi önüne nazar
eder. Kimse kimsenin kaşığına ve ağzına bakmaz. Öksürme ve
aksırma ve kükreme ve esneme olmaz, be-ğâyet ayıptır. Herkes
önünden, bir gayrının önüne el uzatmaz. Aşçıbaşı ayak üzere
durur ve elinde bir kâse ile su tutar. İki sofradan canlardan birisi su ister ise, bir gözünün ucu ile aşçıbaşıya nazar eder. Ol dahi
37
Hüseyin Azmî Dede, Nuhbetü’l-Âdâb, vr. 9a.
Tekke Mutfağında Nefs Terbiyesi / S. Arfaguş •
163
onun ensesinden suyu ona verir. Ve ol can sağ eliyle niyâz eder,
alır ve sağ tarafına başını döndürür, hicâb ve âdâb ile ol sudan
nûş eder. Şöyle ki, ol canlar onu görmezler ve bakmazlar. Ve ol
can dahi su içerken gâyet tevâzu’ ve edeb ve hayâ ile nûş eder
ve ağzını şapırdatmaz. Ve sakalına ve önüne su dökerek hayvan gibi içmez. Ve aşçıbaşıya niyâz edip, su kâsesini verir. Ve ol
can dahi kendi kaşığı ile bir kaşık pilav alır, niyâz eder, aşçıbaşıya verir. Ol dahi niyâz edip, alıp tenâvül eder. Ol can suyu
nûş edip niyâz ile su kâsesini verdikte, ol dahi niyâz edip kaşığı
ol cana verir. İşte bu iki sofranın cümlesinde su içenler aşçıbaşıya göz ucuyla işâret ederler. Ol dahi ensesi tarafından sağından
verir. Ol can dahi ona bir kaşık pilav verir. İki taraf dahi niyâz
ile alır ve niyâz ile verir. Hattâ şeyh efendi dahi su ister ise ol
dahi fukarâ gibi göz ucuyla işâret eder. Velâkin şeyhe fukarâ
gibi verilmez. Şeyh olan zât âşikâre içer ve ol dahi aşçıbaşıya bir
kaşık kendi kaşığıyla pilav verir. Gerek şeyh efendi ve gerek aşçı dede bir kaşık pilavı niyâz ile alır ve niyâz ile verirler. Ancak
şeyh efendi su içtikten sonra sâir fukarâ su içmek âdâbdan olmamakla, şeyh efendi âdâbariâyet edip, biraz su içmekte te’hîr
eder, cümleden sonra içmeye dikkat eder. Ve şeyh efendi su içtikten sonra su kâsesini ol meydanın duvarında kuzuluk vardır,
ona korlar. Ba’dehû taâm tekmîlinde sofrayı aşçıbaşı devşirir.
Meydanda duvarda kuzuluğa vaz eder. Lâkin sofra iki olmakla
ibtidâki hücre-nişînlerin sofrasını aşçıbaşı devşirir, mezkûr yere
vaz’ eder. İçlerinden biri leğen ve ibriği alır, ol sofranın canları
ellerini yıkarlar. Ve aşçıbaşı gelip şeyh efendinin sofrasını dahi
devşirir ve dürer. Bu kerre kıçın kıçın geriye gidip iki eli üzerinde ve göğsü beraberinde o sofrayı tutar. Şeyh efendi oturduğu yerde ol sofranın gülbankını çeker. Ba’dehû, ol sofrayı dahi
aşçıbaşı kuzuluğa kor. Ba’dehû, leğen ve ibriği aşçıbaşı eline
alır, ibtidâ şeyh efendiye götürür. Ba’dehû onun aşağısında
olan cana götürüp sırasıyla şeyh, şeyh efendinin sofrasında
olanlar ellerini yıkarlar ve cümlesinin ellerine aşçıbaşı su döker.
Ve leğen ve ibriği ol götürür ve hizmeti ol eder. Ve ba’dehû
meydancı kahveyi getirir.”38
Bir mevlevîhânede kahve ikramı ve içilmesi son derece önemli ve
belirli kaidelere bağlıdır. Tahmisçi adında bu işin özel bir görevlisi
38
Mustafa Vahyî, Dürretü’l-Azîziyye, s. 85-87.
164 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
olduğu da daha önce zikredilmişti. Mustafa Vahyî Efendi Dürretü’lAzîziyye’de kahve ikramı hakkında şunları aktarmaktadır:
“İşte taâm gülbankı çekildikten sonra taşra meydancısı kahveyi
getirir ve kahveyi matbahta kazancı pişirir. Ve meydancı tabla
üzerine cümle fincanları dizer ve kahveyi cümle fincanlara kotarır. İki eli üzerinde tutar, şeyhe müteveccih olur. İbtidâ bir
kerre selamlar, ba’dehû, ortada bir dahi selamlar ve şeyhin
önüne oturur yine selamlar ve kahve fincanını şeyh efendi tabladan niyâz ile alır. Ba’dehû meydancı niyâz eder, ardını dönmeyerek kıçın kıçın geriye çekilir, selamlar. Ba’dehû, tekrar ortaya gelir, yine selamlar. Ba’dehû, şeyh efendinin sofrasında
olup sağ tarafında olan eski canların önlerine çöker, niyâz ile
her birine tablayı arz eder. Onlar dahi birer fincan kahvelerini
alırlar. Ba’dehû, ol sıra tamam olduktan sonra yine meydancı
kahve tablası ile niyâz edip geriye kıçın kıçın çekilir, tekrar selamlar. Ba’dehû yine ortaya gelir, yine selamlar. Ba’dehû şeyh
efendinin solunda olan yeni hücre-nişîn canların önünde diz
çöküp, kahve tablasını arz eder. Her biri niyâz ile bir fincan
kahve alırlar. Ol sıra dahi tekmîl oldukta meydancı yine âdâb
ile kıçın kıçın geriye çekilir. İki eli birbiri üzerinde çenesi altında böylece dârda durur gibi durur. Cümle canlar kahveyi içerler. Ve şeyh efendi kâseden geç içer tekmîl etmez. Ve cümle
canlar kahvelerini nûş ettikten sonra tekmîl eder. Ve her can
elindeki kahvesini içip tekmîl ettikte fincanını sağ elinin avucunda ve hırkası altında setr eder. Tâ ki, şeyh efendi kahveyi
tekmîl edince mukaddem kahvelerini içen ve bitiren canlar fincanları avucu içinde hırka altında gizlerler. Şeyh efendi nazar
eder ki, cümle canlar kahveyi demlendiler, tamâm kendi dahi
bitirdiğini meydancı gördükte selamlayıp varır, şeyh efendinin
fincanını niyâz ile alır geri geri gelir, fincanı tepsiye kor. Yine
selamlar, varır niyâz ederek şeyhin sağ tarafından olan canların
önlerine diz çökerek ve niyâz ederek fincanları devşirir. Yine
kalkar niyâz ile geri geri çekilir ol fincanları tepsi üzerine kor.
Tekrar yine gelir, selamlar ve yine varır selamlar. Diğer sol tarafta olan canların âdâb üzere fincanlarını bu vecihle devşirir.
Ba’dehû geriye durur, şeyh efendi kahvenin gülbankını çeker.
Meydancı kıçın kıçın taşra çıkar. Ol aralıkta aşçı dede gerek
lokma ederken ve gerek kahve içilirken hücreye çıkacak can
kapı taşrasında hırkası arkasında yenlerini giyip anda durur.
Tekke Mutfağında Nefs Terbiyesi / S. Arfaguş •
165
Kahveler içilip meydancı kahve gülbankını alıp taşra çıktığı gibi
aşçı dede ol canın önüne düşer, kapıdan geçirir.”39
Bu âdâb ve erkân içerisinde sofrada oturup, yemek yiyen canların sofradan kalkmaları da alelâde ve düzensiz değildir. Yemekler
yenilip kahveler içildikten sonra sofradan ayrılmanın âdâbını da yine
Mustafa Vahyî şöyle anlatmaktadır:
“Aşçı başı durur, ol can kapıdan içeri girdiği gibi baş keser, selamlar. Ba’dehû, meydanın ortasında yine baş keser yâni selamlar. Ba’dehû, şeyhin önüne varır, yine baş keser ve diz çöker
oturur. Şeyhin elini ve dizini öper ve ayağa kalkar, selamlar, kıçın kıçın geri gider. Orta yerde bir dahi selamlar, yine kıçın kıçın geri gider. Nihâyette bir dahi selamlar, baş keser. Ba’dehû
yine tekrar ileri varır ve ortada yine selamlar. Ba’dehû şeyhin
sağ tarafında olan canların başta oturan cana varır, önünde diz
çöker görüşür. Yâni, o canın elini tutar, o öper ve ol can dahi
onun elini öper. Bu vecihle baştan sırasıyla aşağıya varınca
cümle canlar ile birer birer görüşür, musâfaha eder ve ellerini
öper. Ba’dehû kıçın kıçın yine geriye varır, durur, baş keser ve
selamlar. Ba’dehû yine ileriye varır sol tarafta ikinci sofranın
canları sırasıyla oturmuştur. Onların başlarından başlayıp, şeyhin sağ tarafında oturan canlar ile nice musâfaha edip görüştü
ise bunlar ile dahi öylece görüşür, ellerini öper, musâfaha eder.
Onlar dahi bu canın elini öperler. Ba’dehû yine kıçın kıçın geri
meydanın nihâyetinde baş keser, durur ve iki ellerini çenesi altında biri biri üzerinde lâm-elif şeklinde dârda durur gibi durur. Ba’dehû, şeyh efendi ol vakit bir gülbank çeker, tamâm oldukta ol can yine üç mahalde selamlayarak baş keserek gelir,
şeyhin elini ve dizini öper. Ba’dehû kalkar kıçın kıçın üç yerde
selamlayarak ve baş keserek kapıdan çıkar ve geçer, matbaha
gider. Akşama-dek matbahta oturur. Akşam olup çerâğcı matbahın çerâğını uyardıktan sonra aşçıbaşı bir çerâğ yâni, bir
şamdana bir mum dikip, ol canın önüne düşüp, odasına götürür. Ol odada çerâğı uyarırlar ve ol can aşçıbaşının elini öper.
Ol dahi bir gülbank çeker ve ona duâ eder. Ve biraz nasîhat
eder ve ba’dehû kalkar kendi odasına aşçı dede gider. Ol can
yalnız hücresinde kalıp, matbahta tecellîye mazhar ise onunla
olur.”40
39
40
Mustafa Vahyî, Dürretü’l-Azîziyye, s. 88-90.
Mustafa Vahyî, Dürretü’l-Azîziyye, s. 90-92.
166 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
Mevlevîhânelerde sofra malzemelerinin toplanıp kaldırıldığı
yemekhane duvarında küçük bir hücre vardır. Kuzuluk tabir edilen
bu hücreye sofra bezleri, muşambalar, su tasları, peşkir ve sofra takımları konulurdu. Mevlevîhâne sofralarının başlangıçta herhangi bir
tasnif ve sınırlama olmaksızın herkese açık olduğu ancak sonraları
buna riayette bazı sıkıntıların mevcudiyeti de İhtifalci Mehmet Zîyâ
tarafından Yenikapı Mevlevînesi’nde şikâyet konusu yapılmaktadır:
“Bu hususta hankahlarımızda rüsûm ve teşrîfât yoktur. Oraları
herkes için açıktır. Onun sımât-ı in’âm ve ihsânı hâss ve âmma
bî-dirîğdir.
‫اﻧﺪرﯾﻦ ﺟﺎ ھﺴﺖ ھﺮﻛﺲ را‬
‫اﯾﻦ ﺻﻤﺎﺗﺴﺖ ﺑﻰ درﯾﻎ از ﺣﺎص و ﻋﺎم‬
‫ﻃﻌﺎم‬
‘Bu sofra havâs-avâm ayırımı yapmayan bir sofradır. Burada
herkes için yemek bulunur.’
Bu bilindiği halde onun kavâid-i ictimâiyyesini tatbîk etmemek
büyük bir insafsızlıktır. Hattâ ucub ve gururdur. Bu ise dervişlikle kâbil-i tevfîk ve tevsîk değildir.”41
Aslında bir mevlevîhânedeki bu sofralar ve burada görülen
zerâfet, nezâket ve nezâhet merasimi, mide doldurmak ya da fizikî
açlığın giderilmesi için olmaktan daha ziyade mânevî gıdaları talep
etmektir. Ve bu sofraların müdâvimleri de hiçbir zaman lokma peşinde ve derdinde olmamışlardır. Çünkü Hz. Mevlânâ insan ile yediği-içtiği ya da talep edip peşine düştüğü şey arasında doğrudan irtibat kurmaktadır:
‫وردرﻃﻠﺒﺠﻮھﺮﺟﺎﻧﯿﺠﺎﻧﯽ‬
‫ﮔﺮدرﻃﻠﺒﻠﻘﻤﮫءﻧﺎﻧﯿﻨﺎﻧﯽ‬
‫ھﺮﭼﯿﺰﻛﮭﺪرﺟﺴﺘﻨﺂﻧﯿﺂﻧﯽ‬
‫اﯾﻨﻨﻜﺘﮭﺰﻣﻨﺒﺸﻨﻮاﮔﺮﻣىﺪاﻧﯽ‬
“Eğer bir lokma ekmek peşinde koşuyorsan, sen bir ekmeksin!
Can cevherini arıyorsan bil ki can cevherisin!
Benden şu nükteyi işit -eğer idrâk edersen-:
Aradığın şey ne ise, sen de osun.”42
41
Mehmet Ziyâ, Yenikapı Mevlevîhânesi, (Haz. Murat A. Karavelioğlu), İstanbul: Yeditepe 2005, s. 226-227.
42Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr, II, s. 1432 (1817. rubâî). Bu rubâî ile bâzı farklarla berâber
benzerlik arz etmektedir. Krş. Minhâcü’l-Fukarâ, s. 142.
Tekke Mutfağında Nefs Terbiyesi / S. Arfaguş •
167
Netice itibariyle, mevlevîhânede yemek, içmek bir âdâb ve erkâna bağlıdır. Tasavvufî anlayışın ve Hz. Pîr Mevlânâ Celâleddîn
Rûmî’nin işâretleriyle şekillenmiş bulunan bu âdâb ve erkân gerek
seyr ü sülûk ve gerekse normal hayatta bir Mevlevî için son derece
önemlidir. Tâat ve ibâdetlerin îfâsı ve bu yolda binitleri olan bedenlerini ayakta tutabilmek için maddî gıdâlara ihtiyâç duyarlardı. Manevî
gıdâları elde etme yolunda maddî gıdâların önemini bilir ve kemiyet
ve keyfiyet olarak temizliğine son derece riâyetkâr davranıyorlardı.
Lokma, kahve, baklava şeklinde dilimlenmiş ve kurutulmuş ekmek
kırıntıları, mevsimine göre meyve ve taze sebzeler, hoşaf ve şerbet
türünden gıdâlar bir mevlevîhâne matbahının menü listesinde sıkça
rastlanan şeylerdir. Aslında bir dervişin gıdâ rejimi de evrâd ü
ezkârında olduğu gibi şahsîdir. Ancak her dergâhın âdâb ve erkânında olduğu gibi, hattâ her tarîkatın gıda rejimi de zaman, mekân ve
coğrafyaya göre, mevsimler ya da seyr ü sülûkün evresine, tâlibin
isti’dâd ve ihtiyâcına göre şekillenmektedir. Çorbalar, bölgesel yemekler, helva ve tatlılar ya da mâyî gıdalar düşünüldüğünde tekkelerin mutfaklarında kâmil insan yetiştirirken nezâfet, nezâket ve vaktin
âdâbı gözetilerek lokma edilir. Kem âlet ile kemâlât olmaz
düstûrunca bu yolda ağıza konulan lokmalar, maddî gıdâlar nur olmalıdır ki, mânevî gıdalara zemin oluşturup yol bulsun. Tebliğimize
bu anlayışın temel kaynağı diyebileceğimiz Hz. Mevlânâ’nın şu
ifâdeleri ile son verelim:
“Ey mürid, pislik, misk hâline gelinceye kadar yıllarca o bahçede otlamak gerek. Evet, arpa yememeli eşekler gibi, ceylâncasına Huten ülkesinde erguvan otlamak gerek. Karanfilden, yaseminden, gülden başka bir şey otlama. O ceylânlarla Huten sahrasına yürü! Mideni o reyhanlara, güllere alıştır da peygamberlerin hikmet ve gıdâsını bul. Mideni şu ottan, arpadan vazgeçir,
reyhan ve gül yemeye başla. Ten midesi, insanı samanlığa çeker, gönül midesi ise reyhanlığa. Ot ve arpa yiyen kurban olur.
Hakk’ın nûruyla gıdâlanan Kur’ân olur. Senin yarın pisliktir,
yarın misk. Kendine gel de pisliği değil, Çin miskini artır!”43
43
Mesnevî V, b. 2472-2479.
Kaygusuz Abdal’da Nefsin Terbiyesi ve
Kişilik Oluşumunda Sofra Tercümanları–Gülbankları
Doç. Dr. Ömer Faruk TEBER
Giriş
Kaygusuz Abdal Alaaddin Gaybi, Abdal Musa gibi dinî, tasavvufî şahsiyetler, Türk halkının iman anlayışında taassuba meydan
bırakmayan hür bir vicdan dünyası uyandırmıştır. Nitelikli, hoşgörülü, kamil bireylerin oluşturduğu “erdemli-fâzıl” bir toplumun inşasında, dinî-ahlâkî telakkilerin topluma kazandırılması yolunda sorumluluk üstlenmişlerdir. XV. Yüzyıl tarihçisi Aşıkpaşazâde tarafından Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşmasında önemli roller üstlendiği bildirilen Abdalân-ı Rûm; Ahiyân-ı Rûm; Gaziyân-ı Rûm,
Bacıyân-ı Rûm olarak adlandırılan dört taifeden birisi olmuşlardır.
Söz konusu bu abdallar, Maveraünnehir bölgesinden başlayarak
Anadolu ve Rumeli’ye kadar uzanan bir coğrafyada halk arasında
Allah korkusu yerine Allah aşkı ve peygamber sevgisini yayarak samimi bir hoşgörü anlayışını tesis etmişlerdir.
Tasavvuf, İslâm inanç sistematiğini düzenleyerek, dinî
ibâdetlerin en güzel ve coşkulu bir şekilde yapılmasını, hayatın bütün
alanlarında kişisel davranışların iyileştirilmesini öngörür. Sûfî yaşam
tarzı özellikle, bireyin en iyi davranış biçiminin yöntemidir denilebilir. Bu ise kendini kontrol etme, samimiyet, gerek insanın davranışlarında ve gerekse düşüncelerinde sürekli Allah’ın kontrolü altında
olduğunun bilincinde olunmasıdır. İslâmî emir ve yasaklar namaz,
oruç, iyilik, yardım, kötülükten yüz çevirme gibi dış görevleri kapsadığı gibi, aynı zamanda imân, Allah’a şükür, samimiyet, diğergamlık
 Akdeniz Üni. İlâhiyat Fak. İslâm Mezhepleri Tarihi Anabilim Dalı, Antalya.
170 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
ve bencillikten uzaklaşmak gibi iç ödevleri de kapsar. Tasavvuf, hayatın işte bu iç cephesine yönelik bir eğitim sürecidir1.
Bektâşîlik, Türk örf-âdet ve gelenekleriyle birlikte İslâmî öğretinin özümsenerek yaşandığı bu anlayış zamanla gelişerek ve yaygınlaşarak Türk toplumunda kitleleri arkasından sürükleyen tasavvufî
bir akım haline gelmiş zengin Türk sosyal hayatı ve tasavvufî inanç
mozayiği içersinde önemli bir yere sahip olmuştur. Bu bakımdan
Bektâşîlik, Osmanlı zamanında popüler en büyük Türk tarîkâtı olmuştur2.
Tasavvuf ve tarîkatler dünyaya ve olgulara nasıl bakılması gerektiğine dair belli bir bakış açısı ve neyin nasıl yapılmasına dair yöntem ve öneriler içermektedirler3 Sûfiler, bağlı bulundukları tarikâtın
kurallarına uygun olarak yaşarlar. Bu kurallar bütünü o tarikâtin
âdâb ve erkânını oluşturur4.
Biz bu tebliğimizde ilk defa Kaygusuz Abdal tarafından düzenlenerek daha sonra Bektaşi Tarikatı’nın Pîr-i Sânîsi olan Dimetokalı
Balım Sultan tarafından sistematik bir şekle sokulan Erkânnâmeler ve
Kaygusuz Abdal’ın Manzum eserleri Divan, Gülistan, Mesnevi-i Baba
Kaygusuz, Gevher-nâme ve Minber-nâme ile Mensur eserleri Budalanâme ve Vücûd-nâme gibi eserleri üzerinden genelde nefis terbiyesi
ve daha spesifik bir konu olan sofra âdabı konusunda bilgi aktarmaya çalışacağız, Duâları; Tercümân ve Gülbanklarından da örnekler
sunacağız.
1
2
3
4
Muhammed Hamidullah, İntroduction to İslâm, Ankara 1997, s.116; Cebecioğlu,
Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 689. A. Rif’at de Tasavvufu “Der Beyân-ı
Ta’rif-i Tasavvuf” başlığı altında, “dîn ü mezheb hususunda te’lîf olunan kelâm ve ilimden ve ehlüllâh-ı izâm hazeratının beyan eyledikleri vechile tasavvuf demek, imânın altı erkânı vardır. Ol erkânın tastikidir.” tarzında tanımlamaktadır. Bkz. Ahmet Rif’at Efendi, Mir’âtü’l-Makāsıd fî Def’i’l-Mefâsid, İbrahim Efendi Matbaası, İstanbul 1293/1876,
s. 295.
Hüseyin Özcan, “Bektâşî Adab ve Erkanı”, HBVAD, sy. 19, (2001), s. 39.
Cengiz Gündoğdu, Hacı Bektâş-ı Velî, Öğretisi ve Takipçileri Hakkında Metodik Yeni Bir
Yaklaşım, Ankara 2007, s. 14.
Hüseyin Özcan, “Bektâşî Adab ve Erkanı”, HBVAD, s. 40.
Kaygusuz Abdal’da Nefsin Terbiyesi ve Kişilik Oluşumunda… / Ö. F. Teber •
171
1. Kaygusuz Abdal’da Kâmil İnsandan Fazıl Topluma Sosyal
Tekâmül
Bir toplumun yaşayabilirliği, büyük ölçüde bu toplum ve sahip
olduğu öğretinin hayatı bütünüyle kuşatıcı bir mahiyette algılayabilmesine ve öğretisini uygulayış felsefesine bağlıdır. Bir düşüncenin
yaşaması veya tarih sahnesinden silinmesi aynı zamanda onun temel
öğretisinin niteliğine bağlıdır. Eğer bu öğreti, kendine bağlananları
dünyayı tamamen terk etmeye davet ederse, belki ruhî yönde bir ilerleme kaydedebilir. Fakat bu sayede müntesiplerin fizikî ve düşünsel
yetenekleri ruhî tekâmülüyle dengeli bir şekilde gelişmeyecektir. Bu
yönüyle Bektâşîlik, ruhun tezkiyesi ile insan doğası gereği dünyevî
yeteneklerinde tekâmülü birlikte ele alır ve korelasyon sağlar ve bu
amacını, imân edip, iyi işler yapmak ilkesiyle pratikte uygulamaya
koyar.
Kaygusuz Abdal’ın tasavvufî şahsiyetinin oluşması Kaygusuz Abdal Menâkıpnâmesi’ne göre Abdâl Musâ ile karşılaşması ve ona intisap
etmesinden sonra başlar. Menâkıpnâme’ye göre Gaybî, bundan sonra
beyzâdeliğitamamen terk edip maddî hayatın âlâyişinden ferâgat
ederek, dervişliği ihtiyr etmiştir. Zâhir alemin kayıt ve alâikindan
nefsini tercrîd etmiştir.
Kaygusuz Abdal’ın temsil ettiği Bektâşî düşüncesinde diğer
esmâ tarîkatlarında rastlanan seyr-i sülûk, ezkâr ve evrâd gibi temel
unsurlar yerine bunları da içeren Tercümânlar ve Gülbanklar vardır.
Yani Bektâşîlikte Allah’a belli bir zikir ve evradla değil, ancak aşk,
inâbe ve ikrâr ile ulaşılır5. Söz konusu düşünce, insan için ibadet veya
yaşam alanı ayrımı yapmadan hayatın her alanını çeşitli ritüellerle
doldurarak erdemli bir hayat yaşaması için gayret gösterir. Bu sayede
Bektâşî dervişinin tasavvuf evreninde en çok yer alan ritüellerin ayrılmaz parçası, “Tercümânlar”, “Gülbanklar”, “Tekbirler” ve “dualar”dır.
Tercümân, gerek Aynü’l-Cem gerek diğer hizmet ve erkân törenlerinde bir iş yapılırken söylenen, çoğu manzum olarak düzenlenmiş
5
Ethem Ruhi Fığlalı, Türkiye’de Alevîlik Bektâşîlik, Ankara 1996, s. 216.
172 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
övgü ve dualardır6. Gülbank ise, Bektâşî âyinlerinde çeşitli hizmet ve
erkân törenlerinde uzun ve çoğunlukla mürşîd tarafından okunan
duâlara verilen addır7.
Genelde kafiyeli ve vezin1i olan bu dualar, âyinlerden tutun da
gündelik hayatta yapılan sıradan işlere kadar her yerde kullanılmaktadır. Aslında derviş olmayanlar için “sıradan iş” olarak nitelendirilebilecek hal ve davranışlar dahil her durum, Bektâşî dervişi tarafından “seyr ü süluk”un yani girmiş olduğu yolun bir merhalesi olarak
algılanır. Çünkü onun için her şey kutsaldır. Bu kutsal evrendeki her
davranış da, kutsal bir metne dayanır. Bu kutsal metinlerin ilki
Kur’ân, ikinci hadis üçüncü de Bektâşî ulularının sözleridir8. Gerçekten de Tercümân, Gülbang ve Tekbirlere bakıldığında, onların temel
dayanaklarını Kur’an metinlerinin oluşturduğu görülür.
Bektâşî her şeyin Allah’ın tecellisi olduğuna inanır ve bu tecelli
evreninde Allah’ın kelamını davranışlarının temeline koyar. Bu duâ
ve niyâzlar da genel olarak Allah’a yakarışı ifade eden, Onu tenzih ve
tesbih eden, son peygamber Hz. Muhammed’e ve Ehl-i Beyt’e salâtu
selâmın getirildiği bir manzumeden oluşur. Bütün ritüeller için bu
münâcaât ve selâtu selâmlar yapılmakta, her bir merâsim için farklı
Tercümanlar ve Gülbanklar okunmaktadır9. Bu duâ ve niyâzlardan
bazıları Erkânnâme nüshalarında farklılıklar göstermekle birlikte genel olarak genel olarak içerikleri birbirleriyle benzemektedir10.
Tasavvuf Tarihi boyunca sûfiler, kurmuş oldukları yahut müntesibi bulundukları tasavvuf öğretisinin uygulandığı düzenli kurumsal
yapılar olan tarîkatların kurallarına uygun olarak yaşaya gelmişler-
6
Bkz. Bedri Noyan, Bütün Yönleriyle Bektâşîlik ve Alevîlik, VII, 359. Krş. HBK.
Erkânnâme, No: 45, vr. 32a-33a.
7
Bkz. Bütün Yönleriyle Bektâşîlik ve Alevîlik, VII, 359.
8
Yılmaz Soyyer, 19. Yüzyılda Bektâşîlik, İzmir 2005, s. 254.
9
Ömer Faruk Teber, “Bektâşî Tercümânları”, EKEV Akademi Dergisi, sy. 31, Bahar
2007, s. 212.
10
Bkz. HBK. Erkânnâme, No: 36, vr. 92b-130a; HBK. Erkânnâme, No: 29, vr. 12ab; HBK.
Erkânnâme, No: 45, vr. 36b-44b; A. Rif’at Efendi, Mir’âtü’l-Makāsıd fî Def’i’l-Mefâsid,,
İbrahim Efendi Matbaası, İstanbul 1293/1876, s. 277-294; MK. Yz. A. 461/2,
Mecmû’a (Tercümân-ı Bektâşiye), vr. 24ab-31a.
Kaygusuz Abdal’da Nefsin Terbiyesi ve Kişilik Oluşumunda… / Ö. F. Teber •
173
dir. Bu kurallar bütünü, tasavvufî yorum ekolleri olan tarîkatların
âdâb ve erkânını oluşturur.
Âdâb, “esas, kural, âyin, hüküm, şart, ahlâk, saygı, terbiye ve nezaket” gibi anlamlara gelen edep kelimesinin çoğuludur. Sözlük anlamı itibariyle “davet, çağrı” manası ifade eden edep, dinin gerekli
gördüğü ve aklın güzel saydığı bütün söz ve davranışları kapsar11.
Hayır ve iyiliğe yöneltmesi bakımından insanın övgüye değer vasıflarına da edeb adı verilmiştir. Âdâb kelimesi, bir iş veya sanata, bir
hal veya davranışa nisbet ve izafe edildiği zaman o alana ait özel kuralları, incelikleri, o konuda uyulması gerekli olan dinî, ahlâkî, meslekî esas ve hükümleri ifade eder12.
Bu şekilde edep, genellikle “ilim” başlığı altında anılan şer’î ilimlerden ve bu ilimlerin konusu olan ibâdet veya muamelat gibi uygulamalardan farklı olarak daha geniş ölçüde ahlâkî ve sosyal içerikli
bir kavram halinde kullanılagelmiştir.13
Tarîkat mensupları, söz konusu erkânların zikir, vird, giyim kuşam ve diğer tarîkat cihazlarıyla insan ve eşyaya karşı davranış kuralları oluştururken, Kur’ân’ın tavsiye ettiği zikir ve tefekkürü uyguladıkları erkânın merkezine yerleştirmişlerdir. Ancak sûfîler, ifa etmek
zorunda oldukları bu ritüellere, tevhid sırrına işaret eden sembolik
anlamlar yüklemişlerdir.
Mesela onlar, hemen hemen her devirde mekânın şartlarına göre
değişebilen giysilerden (tâc, hırka vs.) sofradaki davranışlarına, sokaktaki yürüyüşlerinden, ellerindeki âsâya, yoldaki selâmlaşmalarına
varıncaya kadar günlük hayatlarındaki davranışları, tevhit düşüncesi
ekseninde geliştirmiş ve sembolleştirmişlerdir14. Sembolleşen bu
du’â, ritüel gibi davranış modelleri ve gelenekleri de tarîkat
11
Süleyman Uludağ, “Edep”, DİA, İstanbul 1994, X, 414; Âdâb, “bilcümle harekât ve
muâmelatta ri’âyet olunan usûl-i müstahsene”dir. Bkz. Muallim Nâcî, Lugat-ı Nâcî,
Asır Matbaası, İstanbul 1332, s.5.
12
Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Rehber Yay., Ankara 1997, s.83;
Abdulaziz Bayındır, “Âdâb”, DİA., İstanbul 1988, I, 334.
13
Bkz. Mustafa Çağrıcı, “Edep”, DİA, İstanbul 1994, X, 413.
14
Cemal Kurnaz, Mustafa Tatcı, Halil Çeltik, “Türk Edebiyatında Mi’yâr Geleneği
İçinde Yiğitbaşı Ahmed Şemseddin Marmaravî’nin Hurde-i Tarîkat’ı”, Tasavvuf, yıl:
1, sy. 3, Ankara 2000, s. 43.
174 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
erkânnâmelerine tarîkatın mürşidi tarafından teferruatıyla kaydedilmiştir.
Bektâşi düşüncesinin temel eserlerinde içinde verilen ve bir
mürîdin yaşamının her anını kuşatan bu du’â ve niyâzlar, dervişe
Allah’ın kendisini gözetlediği bilincini aşılayan en önemli motivasyon kaynaklarıdır.
Bektaşi Tarikatı’nın kurulmasında düşünceleriyle önderlik ederek etkin görev üstlenmiş kişi Hacı Bektâş-ı Veli’dir. Hacı Bektâş-ı
Veli, Hoca Ahmet Yesevî’den ve Horasan Melametiliğinden aldığı
“Dört Kapı” anlayışının her kapısına onar makam eklemek suretiyle
Bektâşi düşüncesinin Seyr-i Sülûğu olarak kabul edilen “Dört Kapı
Kırk Makam” tarikat altyapısını oluşturmuştur. Bu süreçte asıl adı
Alaaddin Gaybi olan Alâiyye Beyi Hüsameddin Mahmud’un oğlu
Kaygusuz Abdal, Bektâşî erkannâmesi üzerinde bir kısım düzenlemeler yaparak Bektâşiliğin ilk erkannâmesini kaydetmiştir.
Erkânnâmeler, Bektâşî tarîkatının kural ve kaidelerini içeren metinlerdir. Bu metinler sadece inanç ve ibâdetle ilgili bilgileri değil,
tasavvufi neş’eyi de içermektedir:
Bism-i Şâh, hamden lillâh, vâsıl-ı dîdâr-ı Hakk olduk bugün.
Küll-i müşkil-hâl olub, esrâr-ı Hakk olduk bugün.
Bâde-i ‘aşk-ı ilâhî şükür-nûş kıldık bugün,
Mâsivâdan el çekip mest-ebed olduk bugün15.
Yukarıdaki dörtlük sûfî düşüncenin ruhunu aksettirmektedir.
Dolayısıyla bu metinlerin tasavvufî içeriği tartışılmazdır. Hatta denebilir ki, erkânnâmelerdeki inanç ve ibâdetle ilgili bilgiler, tasavvufi
içerikli bilgilerle kıyaslandığında oldukça cılız kalmaktadır. Denilebilir ki, bu tür eserler, diğer Alevi-Bektâşî metinleri gibi insicamlı bir
teolojiyi sürdüren mezhebi eserler olmaktan çok tasavvufi/mistik
nitelikli eserlerdir16.
15
16
HBK. Erkânnâme, No: 36, vr. 110a.
Sönmez Kutlu, Alevîlik-Bektâşîlik Yazıları Aleviliğin Yazılı Kaynakları, Ankara 2006, s.
31.
Kaygusuz Abdal’da Nefsin Terbiyesi ve Kişilik Oluşumunda… / Ö. F. Teber •
175
2. Sofra Âdâbı ve Sofra Tercümanları ve Gülbankları
Sofra - ocak - yemek kavramları, tüm Anadolu kültüründe olduğu gibi, Bektaşi toplulukları arasında da kutsallaştırılmış ve halkın
yaşantısının her aşamasında yerini almıştır. Tüm bu unsurlar halkın
yaşantısına geleneksel yöntemlerle; edebî ürün olarak, gelenek olarak, tören olarak, inanç olarak, rituel olarak girmiş ve yaşamıştır.
Ocak, sadece yemek pişirilen yer değildir. Ocak, kutsaldır. Ocak,
soydur. Ocak söndürülmemesi gerekli bir kutsal mekandır. Ocağa
yemek artıkları atılmaz. Ocağa pislik atılmaz. Ocağın ateşi hiç söndürülmez. Eğer sönerse o evin artık uğursuzluk getireceğine inanılır.
Ocak aynı zamanda bir olgunlaşma, eğitilme yeridir. Yemek nasıl
ateş yakılan bir ocakta pişerse, ham insanda bir ocakta pişer, olgunlaşır. Asker ocağı, baba ocağı, Pir ocağı v.b. tabirler ocak kavramının
insanın piştiği olgunlaştığı yer olarak algılanır. Ocaklılar, ocakzadeler
kavramı da pişmek ve olmakla eşdeğer anlamında kullanılır.
Sofrada, ocak gibi sadece yemek yenilen yer olarak düşünülmemelidir. Sofra, açılan bezi, inanç ve edebi ürünleri ile bir bütündür.
Alevi ve Bektaşilerde sofraya kadın ve erkek birlikte oturulur. Ancak
kalabalık olan ortamlarda sadece çocuklar için ayrı sofra hazırlanır.
Bu sofra genellikle mutfakta olur. Sofra kültürü içinde: günlük sofra,
ibadet sofrası ve özel gün sofraları hep birbirlerinden farklılıklar gösterir. Bu duaların birinde şu ifadeler yer alır:
2.1. Gülbang-ı Sofra Kable’t-Ta’âm
Bism-i Şâh, Allah. Sofra-i merdân, ni’met-i Yezdân, berekât-ı
Halîlu’r-rahmân, havâlet-i pîrân bismillahirrahmanirrahim. “Ve
yut’ımûne’t-tâ’âme alâ hubbihi miskiynen ve yetiymen ve esiyrâ. İnnemâ
nut’ımüküm li-vechillâhi lâ nüriydü minküm cezâen ve lâ şükûrâ.”17
Allahümme Rabbenâ enzil aleynâ mâideten mine’s-semâ.
Tekûnû lenâ îden li-evvelinâ ve âhirinâ ve âyeten minke ve’r-zuknâ
ve ente hayru’r-râzikîn. Lokma hakkına, cömertler demine, evliyâ
keremine, gerçeğe hû!
17
“Onlarda taamın azlığı ve ihtiyaçları varken, Allahü Taâlâ’ya muhabbetlerinden dolayı
fakiri, yetimi ve esiri it’âm ederler. Biz sie sırf Allah rızası için yediriyoruz. Sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz.” (İnsan, 76/8-9).
176 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
Ayrıca Hz. Ali’ye istinaden nakledilen miyânbestenin açık olması
gereken ondört şey arasında bir fütüvvet eri ve aynı zamanda Bektâşî
dervişi için her dem açık olması gereken şeylerin başında dervişin
sofrası vardır. Bu durum Şeyh Safiy ve Cafer-i Sadık Buyruklarında
ayrıca Fütüvvetnâmelerde şu şekilde ifade edilir:
“Sofra açık gerek, kapısı açık gerek, alnı açık gerek, kulağı açık gerek, dili açık gerek, keremi açık gerek, kademi açık gerek eli açık gerek, lütfu açık
gerek, Sehâveti açık gerek, hulkı açık gerek, yakîni açık gerek tevekkül ehli ola
ve’s-selam”.
Anadolu Alevilerinde gerek sofra, gerek yemekler ve yemek yeme şekilleri ile ilgili birçok inanç mevcuttur. Sofrada yemeğe başlarken sofranın üzerine el konur ve sonra dua edilir. Dua bittikten sonra
sağ elin baş parmağı ile işaret parmağı birleştirilerek öpülür ve başa
konur. Sofrada yemeğe başlamadan önce dede sofra duası okur. Söz
konusu duâların tamamı Bektaşi Erkânnâmelerinde ve Buyruklarda
orijinal şekliyle muhafaza edilmiştir.
2.2. Bereket Gülbankı
Bism-i Şâh, Allah Allah, evliyanın nân u nimeti ziyâde ola, Hak
berekâtını vere, seyir ola. Erenlerin son demi gür ola, nûr ola, her
geldikçe hayırlısı gele. Allah, erenlere nidelim neyleyelim dedirtmeye, Allah, erenler, fîrler katarından, dizdarından, cemâlinden,
müşâhedesineden ayırmaya. Allah, erenler gönülde ola, muhabbetimizde daim bulunan can kardeşlerimizin gönüllerin mesrur, pürnur
eyleye. Sür’at-i gaza, def’i belâ, aff-ı taksirat, mahv-ı seyyiât, hulefâ-i
mevcudat, pîrân-ı nümayan, hazret-i pîr-i civân, Şah-ı Horasan, Kızıl
Deli Sultan, Akyazılı sultan, Sarı Saltık Sultan, Balım sultan,
Kaygusuz Sultan, Budala Sultan, Abdal Musa Sultan; hâzır ,gâib, Üçler, Beşler, Kırklar, gerçek erenlerin demine hû!.18
2.3. Tercümân-ı Sofra
Bismi Şah, Bismi Şah, Allah Allah
Nimmet-i Celil, bereket-i Halil, şefâat-i Resûl, inâyet-i Ali, himmet-i
Velî ola
Artsın eksilmesin, taşsın dökülmesin
18
Yusuf Ziya Yörükân, Anadolu’da Aleviler ve Tahtacılar, Ankara 1998, s. 353.
Kaygusuz Abdal’da Nefsin Terbiyesi ve Kişilik Oluşumunda… / Ö. F. Teber •
177
Hak, Muhammed-Ali bereketini vere
Yiyip yedirenlere, pişirip getirenlere nur-i iman ve aşkı şevk ola
Dertlere derman hastalara şifa ola
Gittikleri yerde kan ve keder görmeye
Lokmalarınız kabul ola
Üçlerin, beşlerin, yedilerin, on iki imamların, on dört masumu pakların,
on yedi kemerbestlerin, kırkların, ricalü’l-gayb erenlerin ve Pir dergâhına
yazıla
Yiyene helâl, yedirene delil ola
Hak saklaya, Hızır bekleye
Gerçeğe Hüüü..
Bir başka duâ ise:
Bismi Şah,
Evvel Hak diyelim, Kadim Hak diyelim
Geldi Ali sofrası, yâ Şah diyelim
Yâ Şah versin bize
Demine Hü diyelim
Bismi Şah
Arka eksilmeye, taşa dökülmeye
Biz bir yedik Cenab-ı Allah bin vere
Hakkın divanına kaydola
On iki imam defterine yazıla
diye yemek duâlanır.
Duadan sonra niyaz edilir ve dede bir lokma daha yer. İbadet
amaçlı toplantı esnasındaki yemek ve sofra kültüründe farklılıklar
vardır. Trakya Bektaşilerinde, “Zikir Sofrası”, “Ali Sofrası”, “Muhabbet Sofrası”, “Yunus Sofrası” adıyla sofralar kurulur. Anadolu Alevilerinde ibadet amaçlı yapılan cem törenlerinin önemli bir kısmı lokma adı verilen yemeklere ayrılmıştır. Lokma bölgelere göre çeşitlilik
gösterir.
178 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
Elmalı Erenlerinde Nefsin Terbiyesi ve Kişilik Oluşumu
Prof. Dr. Rifat OKUDAN
Giriş
Biz bu tebliğimizde Elmalı erenlerinde nefsin terbiyesi ve kişilik
oluşumunu incelemeye çalışacağız. Şüphesiz onların irşâd hayatlarında nefis terbiyesi ve kişilik oluşumu hakkındaki uygulamaları konusunda günümüze kadar ulaşan eserleri ve haklarındaki
menkabelerden başka bir kaynak maalesef mevcut değildir. Bu yüzden onların bu konudaki görüşlerini, âlî huzurlarından cür’etimiz
için af dileyerek ve isabetli tespitler yapabilmemiz için himmetlerini
umarak bugün elimizde bulunan kaynakların izin verdiği imkan ölçüsünde değerlendirmeye çalışacağız.
Öncelikle bilinen bir hakikattir ki, “ahlak” ve “tasavvuf” birbirinin neredeyse müradifi olan kavramlardır. Ahlak “güzel huy ve davranışların insanda herhangi bir zorlamaya gerek kalmadan “meleke”
halinde yerleşmesi,” diye tanımlanmaktadır. Tasavvuf ilminin gayesi
ise “ahlak-ı mahmudeyi celb, ahlak-ı mezmumeyi def’dir”; yani kötü
sıfatlardan arınmak ve iyi huylarla bezenmektir. Bu ise bir tezkiye,
terbiye ve tehzîb işidir. Bazı mutasavvıflar ahlaka verdiği öneme dayanarak tasavvufu “güzel ahlak” şeklinde tanımlamışlardır. Ehl-i
tasavvuf, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ashâb-ı kirâma
bizzat yaşayarak öğrettiği uygulamalarla ve bunların dayandıkları
delillerle, doğrusu Kur’an ve sünnetten alınan hükümlerle bir ahlakî
terbiye sistemi geliştirmişlerdir. “Seyr-i sülûk” adı verilen bu sistem,
aynı zamanda ruhî, ahlakî ve manevî yükselişin adıdır.
 Pamukkale Üni. İlâhiyat Fak. Dekanı, Denizli; Süleyman Demirel Üni., İlâhiyat Fak.
Tasavvuf Anabilim Dalı, Isparta.
180 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
Bütün ilimlerin mukaddimesi, o ilmin tarifini, konusunu ve gayesini bilmektir. Tasavvufun da tarifi, konusu ve gayesi vardır. Tasavvufun yüzyıllardır çeşitli tarifleri yapılmasına rağmen, her zaman
güncelliğini koruyan bir fenomen olarak, felsefî, târihî, psikolojik ve
benzeri yaklaşımlarla bugün de açıklanmasına ve anlaşılmasına çalışılmaktadır. İçinde bulundukları hâl ve makamın etkisiyle, mutasavvıflarca birçok tarifi yapılan tasavvuf, ilâhî kaynaklı bir hikmet olarak
bir anlamda tecrübî bir ilimdir. 1 Ma’rûf Kerhî (ö. 200/815) tasavvufu,
hakîkatleri almak, insanların elindekinden ümid kesmek olarak tarif
ederken, Ebû Süleyman Dârânî (ö. 215/830), Hakk’tan başkasının
bilmediği amellerin sufî üzerinde cereyân etmesi ve yalnızca Hakk’ın
bildiği bir hal üzere daima Hakk’la beraber olmak diye tanımlamıştır.2
“Tasavvuf, ne ilimdir, ne de şekildir; fakat o ahlâktır. Çünkü o
resmden ibaret olsaydı mücâhede ile ele geçebilirdi; yok eğer ilim
olsaydı öğrenmekle kazanılabilirdi. Fakat o, Allah’ın ahlâkıyla
ahlâklanmaktır. İlim ve resm ile ilâhî ahlâkı elde etmeye de gücün
yetmez,”3 Ebu’l-Huseyn Nûrî’nin (ö. 295/907) yukarıdaki tariflerinin
yanında Mimşâd Dîneverî (ö. 299/911) de tasavvufu, ğınâyı açığa
vurman, halk seni tanımayacak derecede mechûl kalmayı tercih etmen ve kendisinde hayır bulunmayan her şeyden âfiyette bulunmandır, diye tarif etmektedir.4
Tasavvufu Ebu Muhammed Cerîrî (ö. 311/923): “Tasavvuf, her
güzel huyu benimsemek ve her kötü huydan sıyrılmaktır,” Ebu Bekir
Kettanî (ö. 322/933): “Tasavvuf ahlaktır. Ahlakî açıdan senden üstün
olan safa ve manevî temizlik açısından da üstündür,” Ebu Muham1
2
3
4
Altıntaş, Hayrani, “Tasavvuf”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı:
XXIV, Ankara 1981, s. 413-414; Altıntaş, Hayrani, Tasavvuf Tarihi, Ankara 1991, s. 1.
Kuşeyrî, Ebu’l-Kâsım Abdulkerîm b. Hevâzin, er-Risâletu’l-Kuşeyriyye, Kahire
1379/1959, s. 149; Nicholson, Reynold, Fi’t-Tasavvufi’l-İslâmî ve Târîhihî, Kahire
1375/1956, s. 28; Cebecioğlu, Ethem, “Prof. Nicholson’ın Kronolojik Esaslı Tasavvuf Tarifleri”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: XXIX, Ankara 1987,
s. 389.
Nicholson, Fi’t-Tasavvufi’l-İslâmî, s. 31; Cebecioğlu, “Prof. Nicholson’ın Kronolojik..”, s. 393.
Nicholson, Fi’t-Tasavvufi’l-İslâmî, s. 34; Cebecioğlu, “Prof. Nicholson’ın Kronolojik..”, s. 397.
Elmalı Erenlerinde Nefsin Terbiyesi ve Kişilik Oluşumu / R. Okudan •
181
med Murtaiş (ö. 328/939): “Tasavvuf güzel ahlaktır” şeklinde tarif
etmişlerdir.
Tasavvufun konusu “tahalluk ve tahakkuktur.” Tahalluk, tasavvufun nefs tezkiyesi ve kalb tasfiyesi tarzındaki eğitim aşaması, tahakkuk ise manevî yükselişten sonraki ledünnî esrara erişme şeklindeki “keşfi bilgi” boyutudur.
Tasavvufun temel amaçlarından biri kalb hastalıklarını tedavi
etmek ve kötü ahlakı gidermekle nefsin tezkiyesidir. Nefs, lügat olarak, can, benlik, ruh ve süflî duygular anlamındadır. Tasavvuf ıstılahında ise, kulun kötü vasıfları ile yerilen huy ve fiillerine verilen addır. İşte Elmalı Erenleri, nefsin tezkiye edilerek kalpteki hastalıkların
tedavisini dervîşlerine şiirlerindeki, sohbetlerindeki telkin ve uyarılarıyla yapmışlardır. Nitekim bu şiirlerinde nefsin isteklerine uymamayı, bunların Allah’a ulaşmak hususunda perde olduğunu belirtmektedirler.
Ümmî Sinân’ın dediği gibi, nefse tâbi olan Hakk’tan bîhaber olur.
Dolayısıyla dostluk nefisle değil, canla olmalıdır. Çünkü nefis insana
yar ve yoldaş olmaz. Bilakis insandaki faziletlerin uzaklaşmasına
sebep olur. Onun için Hakk’ı dâimâ zikr ederek onunla vahdete çalışmak gerekir. İnsanın hakîki vazifesi de nefsini hata, isyan, çirkinlik
ve günahlardan azâde kılmaktır. Nitekim “nefsini bilen Rabb’ini bilir” diyen Allah’ın Habîbi’nin dediği gibi, nefsin hastalıklarını bilmeyen insan olma şerefinden mahrum kalır.5 Bunu Ümmî Sinân’ın halifesi Eroğlu Nûrî Risâlesi’nin mukaddimesinde şu sözleriyle dile getirmektedir:
“Hakk’a tâlip olanlar, nefs-i emareden kurtulup kötü huylarını
güzel ahlaka dönüştürmelidirler. Allah’a ancak bu şekilde yakın olunabilir.”6 Yine, Vâhib-i Ümmî de hayvaniyet mertebesinden çıkabilmenin ilk derecesi nefsin emmâre tavrından yükselmesiyle mümkündür:
5
6
Çetinkaya, B. A., “Ümmî Sinân’ın Gönül Dünyasında Sevgi ve Değer”, Elmalı Şehir
ve Değer, edit: Bilal Kemikli, Antalya 2010, s. 56.
Tatcı, Mustafa, Elmalı’nın Canları, s. 106; Risâle-i Eroğlu-Tasavvuf bi’t-Tarîkat adlı
eserden naklen.
182 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
Nefsini emmâreden kurtarmayan adam değil
Korkudur mahşer yerinde sûreti hayvân olur.7
Nefsin emmâre derekesinden kurtuluşundan itibaren etvâr-ı
seb’a denilen yedi dereceyi yükselerek sâfiye mertebesine gelinceye
kadar bütün hallerinde ise ıslâhı ancak Kur’ân-ı Hakîm’in ayetlerinin
haber verdiği şeriat-i garrâya uymakla mümkündür.
Gayr-ı Hakk’ı bilmeğe mürşidi bürhân buldum uş
Nefsimin ıslâhına âyât-ı Kur’ân buldum uş.8
Vâhib-i Ümmî’nin bu manzum ifadesini Risâlesi’nde Eroğlu Nûrî
şöyle vurgulamaktadır:
“Hakk’ın vuslatına, vahdetine, tecellisine, tesellisine ve müşahedesine mazhar düşmek, Hakk’a mahrem olup likâullaha ulaşmak
isteyenler, evvelâ İslam binasının gerekli şartlarını yerine getirmelidirler. Hz. Peygamber “İslam binası beş temel üzeredir,” demiştir.
Bunların birincisi, kelime-i şehâdeti diliyle ikrâr ve kalbiyle tasdik
etmektir. İkincisi, beş vakit namazı riyasız bir şekilde ve vaktinde
kılmaktır. Üçüncüsü, ramazanda bütün uzuvlarıyla sâyim olmaktır.
Dördüncüsü, zekâtını edâ etmektir. Beşincisi, gücü yeterse, haccı edâ
etmektir. Hakk talibinde bu beş kural tam olmalıdır.”9 Ancak şeriati
tatbik edebilmek için Kur’an’ı bilmek ve anlamak için bir üstadın
irşadına ihtiyaç vardır.10 Bir mürşidin elini tutarak şeriati tatbik ve
sünneti ihya ederek zikirle nefsin terbiye edilmesine şiirinde Vâhib-i
Ümmî şöyle dile getirmektedir:
Evliyâdan kuşanmışam kuşağı
Tevekkülden yakıp devrin çerâğı
Gelindi zikr ile fikr et İlâhı
Bu dünyâda olur ahret yerâğı
Gönülden kılanın beş vakt namâzı
Yarın nurdan olur eli ayağı
7
Ögke, Ahmet, Dîvân-ı Vâhib-i Ümmî, s. 59; (Sayın Prof. Dr. Ahmet Ögke’ye, latinize
ettiği eserin basılmamış nüshasını istifademize sunduğu için teşekkür ederiz).
8
Ögke, Dîvân-ı Vâhib-i Ümmî, s. 102.
9
Tatcı, Elmalı’nın Canları, s. 106-107.
10
Tatcı, Elmalı’nın Canları, s. 128.
Elmalı Erenlerinde Nefsin Terbiyesi ve Kişilik Oluşumu / R. Okudan •
183
Gel imdi sünnetin ihyâ edelim
Muhammed’dir yarın ümmet dayağı
Vehâb Ümmî size verdi cevâbı
Sâfî aşkdır âşıkların durağı11
1. Elmalı Erenlerine Göre Nefsin Terbiyesi ve Kalb Hastalıklarının Tedâvisi
Tasavvufun tahalluk mertebelerinde nefsin terbiyeyle tezkiye
edilmesi ve ruhun tasfiyesini sağlayan seyr-i sülûkla hakikate kavuşmanın usulü sûfîler ve mutasavvıflara göre sohbet, rabıta, zikir ve
murakebeden biridir. Birinci prensip, en yüce ve en kuvvetli olan
prensiptir ki, hakîkî bir şeyh bulup sohbetine devam etmekle yetişmek ve yetiştirmek tarzıdır. İkinci prensip, rabıta usulü ile, tarikat
pirlerinden gelen keyfiyetle yetişmek tarzıdır. Üçüncü prensip, yine
bir şeyh nezaretinde olmak şartıyla, zikir yoluyla vasıl olmaya çalışmak tarzıdır. Bu yolda en çok aşk, önceki yollarda acz hakim olur.
Dördüncü prensip ve usul, teveccüh ve murakabe yoludur.12 Sâlikin
kabiliyetine göre bazen bu yollardan biri veya birkaçını kullanmışlardır. Nefsin terbiyesi ve ahlak hakkında ilmî çalışmaların en önemlilerinden olan Ahlâk-ı Alâî’sinde amelin ibtâline riyânın nasıl sebep
olduğunu izah ederken ihlasla yapılan amelin Allah Teâlâ’nın katındaki değerini beyan eden,13 Kınalızâde Ali Efendi, İmam Gazâlî’ye
dayanarak nefsin terbiyesini ve kalp hastalıklarının tedavisini zikretmektedir.
Ona göre, kalp hastalıklarının zararını ayne’l-yakîn müşahade
edip giderilmesinde zorluğa katlanmak ve mücahade etmek gerekmektedir. Zira insanın çocukluk yıllarında daha henüz akıl ve temyizi
zayıf iken etrafına bakarak onları taklit etmesi ve uyması döneminde
kalp hastalıkları yerleşir ve tabiat haline gelir. Giderilmesi
mücahedeyi gerektirir ve İmam Gazâlî’ye göre iki şekildedir:
11
Ögke, Dîvân-ı Vâhib-i Ümmî, s. 27.
Çetin, İsmail, Edeble Varış Lütufla Dönüş, Isparta trs, s. 182.
13
Kınalızâde Ali Efendi, Ahlâk-i Alâî, Princeton Üniversitesi Kütüphanesi, İslamic
Manuscripts, Garret no. 1548Y, vr. 137/b-138/a; bkz: Gazâlî, Ebû Hâmid Muhammed, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, Dâru İhyâi’l-Kütübi’l-Arabî, Kahire trhz., c. III, s. 293.
12
184 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
Birinci makam hastalıkların kökleriyle ilgilidir. Kalp hastalıklarından korunmak ve kurtulmak isteyen, nefsini terbiye ve kalbini
tedâvî ederek amelinde hâlis bir ihlasa ulaşmak isteyen, hastalıkların
zararlarının ne kadar çok ve büyük olduğunu tefekkür etmekle ve
kalp hastalıklarının sonunun elim bir azab ve Hakk’ın gazabı olduğunu düşünmekle, hebêen mensûra olarak amelinin hiçbir kıymetinin olmamasını, belki de azabı gerektirecek olmasını tefekkür etmekle mücahade eder.14 Bu birinci makamda Kınalızâde, örneklerde görüldüğü gibi tefekkür ve kendi kendine telkin yoluyla kalp hastalıklarına sebep olan köklerinden uzaklaşarak hastalıkların izalesini anlatmaktadır.
İkinci makam, şeytani alçak fikirlerdir. İbadet sırasında, ya başında ya sonunda bu fikirlerin (havatır) gelmemesinden insan kurtulamaz; bu yüzden uyanık olmak, gafil olmamak gerekir. İmam
Gazâlî’ye göre kalp hastalığının neticesi olan fikirlerin üçe ayrıldığını
söyleyen Kınalızâde bunların kah def’aten, kah tedricen geldiklerini
zikrederek kemaliyetin, ilk düşünce geldiğinde bunu def edip kendine ehl-i tahkikin, bu gibi durumlarda ne yaptıklarını telkin etmek
olduğunu söylemektedir.15 Bu ikinci makamda da birinci makamda
olduğu gibi, kalbî hastalıklara sebep olacak bu kısımda kötü düşüncelerin giderilmesi konusunda kadıyyeler yoluyla kendi kendine telkin etmekle, dünyevi ve uhrevi zararlarını daima hatırında tutmakla
mücahade yolunu tarif etmektedir.
Ahlak, örnek şahsiyetin müşahede ve etki alanı içinde belli bir
tezkiye ve tehzîb ile yerleşir. İnsan nefsindeki kötü huy ve sıfatlarla,
onların etkilerinin izalesi için yapılan mücahede ve riyâzat, ahlakî
olarak nefsin tezkiye ve arınmasının unsurlarıdır. Riyâzet, lügatte
idman, eğitim, terbiye ve ıslah etme, boyun eğdirme, çekici ama zararlı şeylerden uzak kalma ve zor ama faydalı şeyleri yapmaya kendini alıştırma anlamlarına gelmektedir. Tasavvuf ıstılahında riyâzet,
sâlikin kötü huylardan uzaklaşıp, nefsi az yiyerek, az uyuyarak ve az
konuşarak terbiye etme çabası neticesinde ahlâkını güzelleştirmesi
14
Kınalızâde, Ahlâk-i Alâî, vr. 138/b-139/a; bkz: Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, c. III, s.
302-304.
15
Kınalızâde, Ahlâk-i Alâî, vr. 139/b-140/a; bkz: Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, c. III, s.
304-306.
Elmalı Erenlerinde Nefsin Terbiyesi ve Kişilik Oluşumu / R. Okudan •
185
anlamındadır.16 Mücâhede ise, lügat olarak savaşmak ve mücâdele
etmek demektir. Tasavvuf ıstılahında, şerîat tarafından istenen fakat
nefse zor gelen şeyleri ona yükleyerek savaşmak, nefsi ezmek, etkisiz
hale getirmek, ölmeden önce ölmek ve çile çekmek anlamlarındadır.17
Riyazet, nefsin ve tenin arzularını terk ederek, ya da en aza indirerek
ibadetle meşgul olmaktır. Mücahede, nefsanî ve şeytanî güçlerle savaşmaktır. Mücahedeyi sağlayan ve riyâzatı tamamlayan bir takım
unsurlar vardır. Onlar da az yemek, az uyumak, az konuşmak ve
halvet yani halktan belli bir süre uzaklaşmaktır.18
Nefsin hile ve desiselerine karşı uyaran Elmalı Erenleri, nefsin
arzularına karşı mücâhede etmek gerektiğini şiirleriyle, sohbetleriyle
dervişlerine telkin etmişlerdir. Nefsin hilelerine ve arzularına karşı
riyâzet ve mücâhedeyi önermekle birlikte, bunun da tarîkat âdâb ve
erkânıyla yapılmasını tavsiye eden Erenler, mürşîde bağlanmaksızın
riyâzet ve mücâhedenin faydasının olmayacağını anlatmakta ve nefsin terbiyesi için mürşid-i kâmilin telkin edeceği zikirle mücahedeye
devam etmek gerektiğini belirtmektedirler.
Ümmî Sinân, nefs-i emmâredeki kişinin hor ve zelil bir hali yaşadığını belirterek, nefsin kişiyi Hakk’a kulluktan uzaklaştırdığını, böyle bir kişinin akıl sahibi olmayan mahlukat gibi, yemeyi ve içmeyi
kendisi için amaç edindiğini, nefsin sabrın düşmanı, şekvanın dostu
olduğunu, hırs ve hased ile birleştiğinde de istikametinin doğru olmaktan çıkacağını belirterek, işte o zaman gönül padişahları olan
mürşid-i kamillerin ellerinin imdada yetiştiğini söylemektedir.19 Bu
konuda Vâhib-i Ümmî:
Mürşide uyan halîl olur
Tevhîd ana delîl olur
16
Cürcânî, Seyyid Şerif Ali b. Muhammed, Ta’rîfât, trhz., s. 150; Râğıb Isfehânî, Ebu’lKâsım Hüseyn b. Muhammed, Müfredât, edit: Muhammed Seyyid Kilânî, Kahire
1961, s. 302; Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri, İstanbul 1991, s. 438-439;
Cebecioğlu, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri, Ankara 1997, s. 597.
17
Cürcânî, Ta’rîfât, s. 204; İbn Haldûn, Abdurrahman b. Muhammed, Şifâu’s-Sâil,
Ankara 1958, ss. 34-51; Uludağ, Tasavvuf Terimleri, s. 348; Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri, ss. 520-521.
18
Kınalızâde, Ahlâk-i Alâî, vr. 140/a; bkz: Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, c. III, s. 307-308.
19
Çetinkaya, “Ümmî Sinân’ın Gönül Dünyasında Sevgi ve Değer”, s. 56.
186 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
Dâim muîn celîl olur
Handân dili derler buna20
diyerek bir mürşide tâbî olmanın ve tevhîd zikrine devam etmenin
kişiye kazandırdıklarını özetlerken başka bir yerde de,
Enbiyâdan evliyâya nakl eden hâtem budur
Mürşidin irşâdını lutf ile ihsân buldum uş
Zâhid-i hod-bîne den âr etmesin gelsin bugün
Aşka hem-râz olmağa bu yolu âsân buldum uş
Biz Muhammed meclisinden içmişiz peymâneyi
Mazhar-ı zât olmağa bir ulu kerbân buldum uş21
diyerek mürşidin irşâdını nübüvvet mesleğinin evliyaya tevârüs etmiş bir mühür olarak vasıflamaktadır. Bunu Eroğlu Nûrî ise şöyle
açıklamaktadır:
“Hakk’a talip olanların, fenâ ve bekâya ulaşmaya bir mürşid-i
kâmil bulup ona teslim olarak amel ile mücâhid olmaları lazımdır.
Zira, kamiller, peygamber varisi ve vekilleridir. Hz. Peygamber, söz
ve davranışlarıyla, şeriat ve hakikati temsil eder. Bir hadiste, “şeriat
sözümdür, tarikat hareketlerimdir, hakikat ise hallerimdir,” demiştir.
Onun bütün özellikleri kamillere intikal etmiştir.22
Ey Hakk talibi olan âşıklar, eğer hakikate ulaşmak istiyorsanız,
mutlaka bir mürşid-i kâmil bulmalı ve ona teslim olmalısınız! İnsanı
ancak bir kâmil eren yedi deryadan geçirip darb-ı tevhîd ile yuyup
arıtabilir. Zîra darbî tevhid usuldendir. Kudret topudur. Nefs-i
hannâs, nefs-i emmâre, her türlü kötü ahlâk, akl-ı maâş ve nefs-i
maâşın kuvveleri ve tahsilleri ıslah olur. Nefs-i hannâs tevhidi kabul
edip mümin olur. Akl-ı maâş, akl-ı maâda, nefs-i maâş nefs-i maâda
dönüşür. Darb-ı tevhidin kemali budur. Bu usul peygamberlerden
kalmıştır; sanat-ı nebevî ve sanat-ı evliyadır.”23
20
Ögke, Dîvân-ı Vâhib-i Ümmî, s. 265.
Ögke, Dîvân-ı Vâhib-i Ümmî, s. 101.
22
Tatcı, Elmalı’nın Canları, s. 127.
23
Tatcı, Elmalı’nın Canları, s. 130.
21
Elmalı Erenlerinde Nefsin Terbiyesi ve Kişilik Oluşumu / R. Okudan •
187
Vâhib-i Ümmî ancak bir mürşidin emir ve telkinine uyarak zikr
etmekle hannâs olan şeytanın nefse olan ilkaâtının kesilebileceğini ve
bir kamil şeyhe intisabın diğer kazandıracaklarını şöyle dile getirir:
Mürşidim hâlen gelir âyât-ı Kur’ân gösterir
Tevhidin ma’nâsını sadrımda îmân gösterir
Kalbimi ihyâ eden seb’u’l-mesânî vechidir
Mustafâ’nın nûrunu rûhumda pinhân gösterir
Aşk içinde rûhuma sırren gelir eyler hitâb
Aklım idrâk eylemez deryâ-yı ummân gösterir
Ehline ma’lûm-durur mü’min muvahhid âşıkam
Ol sebepden Hālık’ım dünyâyı zindân gösterir
Enbiyâdır mürşidim yüz bin salavât rûhuna
Vaslının esrârını vicdân-ı irfân gösterir
Zikr ile fikr et Hak’ı gel “lâ” deme ey muttakî
On sekiz bin âlemi gün gibi ayân gösterir
Darb-ı zikr ile yakarsan sen bu cismin vârını
Bu vücûdun hânesin bi’l-külli reyhân gösterir
Vesvese etmez senin kalbindeki Hannâs sana
Gam yemezsin bir nefes lutfundan ihsân gösterir
Kudretin gör tevhidinle şerh olunmaz ma’nası
Müşterî olup gelene la’l-i mercân gösterir
Aklın ermez söyleyem gizli ibâdet ben sana
Münkir olma tevhide nefsinde isyân gösterir
Sırr-ı insân zât-ı Hakk’ın mazharıdır cân ile
Nûrun ile nûrunu ma’nâda kimsen gösterir
Şübhesiz buldum anı şekk eylemez cânım benim
Ehl-i derdin derdine tevhîdi dermân gösterir
Müstemi’ ol zâhidâ gir halvetine Vâhib’in
Âlem-i ma’nâ yüzün ol sana âsân gösterir24
24
Ögke, Dîvân-ı Vâhib-i Ümmî, s. 126-127.
188 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
Şeyh; lügat anlamı olarak yaşlı, ihtiyar, pîr, bey, önder, kabile reisi manalarındadır. Tasavvuf ıstılahında ise, nefsinden fânî, Hakk’ta
bâkî olmuş velî, Allah dostu anlamındadır. Aynı zamanda kendisinin
taliblerine rehberlik etmek ve onları irşâd etmek ehliyetine ve
liyâkatına sahip olan kâmil, rehber, delil, mürşid manasına gelmektedir.25
Aslında tekke ve tarîkat şeyhi, medresedeki müderrise benzemektedir. Fakat fonksiyon itibariyle şeyh ve müderris farklılık
arzederler. Müderris ders takrîr ederken, şeyh ise kendisine intisab
eden sâliklere istîdât ve kâbiliyetlerine göre mânevî olgunluğa eriştirmek üzere rehberlik ve önderlik eder, faydalı ve zararlı olanı gösterir, onların kalblerine şerîat bilgisini ve Allah sevgisini yerleştirmeye
çalışır.26
İşte nazarî ve kavlî olarak dîn ve şerîati kullara öğreten ve anlatan müderrisler değerli olduğu gibi, amelî ve tatbîkî olarak dîni ve
şerîati özlerinde yaşayıp kulların yaşaması için gayret eden şeyhler
onlardan daha kıymetlidirler. Vâhib-i Ümmî, bu manayı ifade eden
beyitlerde nefsin hevâsından, masivadan kurtulmak için bir şeyhin
elini tutmanın gerekliliğini şöyle dile getirmektedir:
İhlâs ile şeyh yüzünden gelip bir kez Hû der isen
Gıll ü gışdan kurtulursun gönlün evi reyhân olur27
Mürşidin mescûd-ı ileyh olan Kâbe gibi olduğuna telmihle Mekke’ye benzettiği şiirinde ise hem şeyh eteğini tutarak emrine tabi olmayı, hem de böyle olan Allah dostlarına ta’n etmemek gerektiğini
söylemektedir:
Okuduğum yazdığım erenlerin sırrıdır
Çok acâyibler gördüm kevn ü mekân içinde
Ârif olan zâtına şeyh dâmenin tutandır
Ol buyurur halk tutar hükm-i revân içinde
25
Cürcânî, Ta’rîfât, s. 208; Tehânevî, Keşşâf, c. II, s. 736; Uludağ, Tasavvuf Terimleri, s.
455; Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri, s. 527.
26
İz, Mâhir, Tasavvufun Mâhiyeti, Büyükleri ve Tarîkatler, haz. M. Ertuğrul Düzdağ,
İstanbul 1997, s. 162.
27
Ögke, Dîvân-ı Vâhib-i Ümmî, s. 55.
Elmalı Erenlerinde Nefsin Terbiyesi ve Kişilik Oluşumu / R. Okudan •
189
Bu Mekkî’ye taş atan şerîatde nic’olur
Yârın anda güç olur fi’l-i noksân içinde
Mekke olan mü’minin kalbi imiş anladım
Bunu yıkan kişinin ömrü yalan içinde
….
Erenlere taş atan ıslâhını yitirdi
Evvel ahdin unutdu fânî dumân içinde28
Ebû Ali Muhammed bin Abdulvahhab Sekafî (ö. 338/949),
“Hürmet ve saygı yolunun dışında büyüklerle düşüp kalkan kimse,
nazarlarının bereketinden ve faydalarından mahrum olur; onların
nurlarından hiçbir şey de bu kimsenin üzerine tezahür etmez. Şayet
bir adam, bütün ilimleri okusa, her tabaka insanlarla düşüp kalksa,
erenlerin eriştikleri yere ulaşamaz; meğerki hastaya şefkatle bakan bir
nasihatçı, bütün hayrları sevdiklerine arayıp toplayan bir kimsenin
nezareti altında riyâzete girse tabiî ki onun hükmü başkadır. Nefsin
tâat ve ibâdette gevşekliğini, amellerindeki ayıblarını kendisine gösteren zeki bir üstâza teslim olmayan, ondan terbiye, talim almayan
bir kimseye, –muamelenin tashîhinde dahi– aslâ uyulmaz.” buyurmuştur.29 Görüldüğü gibi, zâhirî ilimde tâlib olan tilmîzin üstâd bir
müderrise, muallime ihtiyâcı olduğu gibi, bâtın ilminde ve Allah’a
vuslat yolunda da sâlik olan sûfînin yol gösterecek üstad olan bir
mürşide, şeyhe ihtiyacı vardır.
Eroğlu Nûrî’nin dediği gibi, kalbde hastalık çoktur. Ne zaman
kalbdeki hastalıklar, zulmânî ve nûrânî perdeler bir mürşid-i kâmil
bulup ona teslim olarak esmânın zikriyle mücâhade ederek yok edilirse, kalp o zaman selamete erer. Kalbin şeriat selameti dünya muhabbetine ve varlığına fena vermektir. Tarikat selameti ise, kötü huylardan ayne’l-yakîn ile yok ederek mücahedeyle güzel huylara dönüştürmek ve güzel huyların da muhabbetine fena verip fena fi’llaha
mazhar düşmektir. Hakikat selameti de fenadan içeri bekaya, bekadan içeri likaya, ayne’l-yakînden içeri Hakke’l-yakîne ulaşmaktır.
28
29
Ögke, Dîvân-ı Vâhib-i Ümmî, s. 194.
Sülemî, Tabakâtu’s-Sûfiyye, s.363; Kuşeyrî, Risâle, s. 28; İbnu’l-Mulakkin, Sirâcuddin
Ebu’l-Hafs Ömer b. Ali, Tabakâtu’l-Evliyâ, tah. Nûreddin Şureybe, Kahire
1393/1973, s. 298, 299; Şa’rânî, Tabakâtu’ş-Şa’rânî, c. I, s. 107
190 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
Kalb-i selim, hakke’l-yakîne ulaşmış gönüldür… Mukarreb zümresi
ve ehlullah, zulmânî ve nûrânî hicablara zahiren ve batınan fena verip ism-i Zât ile süluk edip semaya ulaşmışlardır. Ehlullah, nefsini
terk ederek bu makama ulaşmıştır. Bu manaya ulaşmayanlar Rabb’ini
bilmiş olmaz. Bilinmelidir ki, şer’-i şerifin nihayeti kendini bilmektir.
Hakikat ehline göre, nefs üç mertebede bilinir. Şeriat mertebesinde
bilmesi, nefsin tamamıyla şeriata aykırı fiillerden geçmesidir. Tarikat
mertebesinde bilmesi, nefsin meşru olmayan fiillerinden meydana
gelen kötü sıfatlardan, ayne’l-yakînde amel ateşiyle yakarak, nûr ile
güzel sıfatlara dönüştürmesidir. Hakikat mertebesinde bilmesi de,
nefsin güzel sıfatlarını dahi fena verip, fakrı hal edinip, insanın kendini bütün mahlukatın içinde yok bilmesidir. İnsan o zaman fena
ender fenaya mazhar düşer. Hakk’a talip olanların, fena ve bekaya
ulaşmaya bir mürşid-i kamil bulup ona teslim olarak amel ile
mücahid olmaları lâzımdır… Zikrullah ile cihad etmek cihâd-ı
ekberdir. Zira nefs-i emmare sıfatları ve kötü huylar, başka türlü yok
olup güzel huylara dönüşmez.30
Ahlâk-i Alâî’sinde Kınalızâde, ilim cihetinden tafsilatlı olarak anlattığı kalb hastalıklarının tedavisinin hukema ve ulema tarikiyle yapılmasının hem meşakkatli ve hem de başka hastalıkları meydana
getirebileceğini ifade eden mutasavvıfların yolunu anlatarak kitabını
tamamlamaktadır. Seyr-i sülûk yolunu tutan mutasavvıflara göre, bir
mürşidin Kelime-i Tevhid telkiniyle bu zikre devam edilirse Allah
Teâlâ’nın yardımıyla bütün kötü ahlak yok olup gidecek, nefs tasfiye
olunarak güzel ahlak ortaya çıkacaktır.
“...Amma erbâb-ı sülûk mutasavvıfa derler ki; bu tarîkle (ulemâ ve
hukemâ tarîkiyle) tebdîl-i ahlâkda müteassir belki müteazzirdir. Bir huluk-i
haseni tahsîl, ya bir huluk-i kabîhi nefisden izâle etmeğe nice meşakkat ve
mücâhede gerek. Ekseriyâ ömür ona vefâ etmemekdir. Bir huluki izâle ve
zıddını getirince nice huluk-i kabîh hâsıl, ve nice huluk-i hasen zâil olmak
var. Pes tarik oldur ki, Kelime-i Tevhîde telkîn-i mürşidle iştiğâl oluna, ki
zamân-ı yesîrde bi-avni’llâhi Teâlâ cümle ahlâk-ı rediyyei ihrâk eder, ve nefsi
tasfiye ve tezkiyeye vâsıl olub ahlâk-ı hasene ondan zuhûr ve işrâk eder.”31
30
31
Tatcı, Elmalı’nın Canları, s. 126-131.
Kınalızâde, Ahlâk-i Alâî, vr. 140/a-b.
Elmalı Erenlerinde Nefsin Terbiyesi ve Kişilik Oluşumu / R. Okudan •
191
Mutasavvıflara göre tevhîd sadece zihnî ve aklî tefekkürden
ibâret değildir. Aksine onlara göre, zihnî ve aklî tefekküre kalbî şuur
ve bedenî amel de eklenmiştir. Bilmek zihnî, anlamak aklî, tanımak
kalbî, yaşamak ise bedenî bir faaliyettir. Felsefe yolundaki sadece
zihnî ve aklî, ilm-i kelâmdaki aklî ve bedenî faaliyete tasavvuf, kalbî
şuur ve idrâki eklemiştir. Azaları idare eden, duyularda ve duygularda müessir olan, nazar ve tefekkürü sevk eden gönül denilen
kalbdir.
Eroğlu Nûrî’nin dediği gibi, tevhid insana farzdır. O bu
farziyetin hem farzdan önce farz, hem farz içinde farz, hem de farzdan sonra farz olduğunu söyleyerek şu şekilde açıklamaktadır: Müslüman olmayan kimse kendisine kelime-i tevhid telkin edilerek Müslüman olur. Bu kişiye farz olan ameller bundan sonra teklif olunur.
Bu tevhidin bütün farzlardan önce olmasıdır. Farz içinde farz olması
da şöyledir: Hakk talibi olanlar, tevhid telkin olunmadan batına
alınmazlar. Süluk kapısının anahtarı tevhidin telkinidir. Bunlar tevhide iştirak etmeden ayne’l-yakinden yol bulamazlar. Ayne’l-yakîn,
rüya ile elde edilir. Zira rüya ilm-i bâtındır. İlm-i bâtın ise ilm-i
âhirettir. Tevhidin farz içinde farz olmasının zahirî delili kalbin tasdikidir, batınî delili ise, kalbî zikir ve tıfl-ı mânâdır (bunu mutasavvıflar huzur-ı mutlak, sultân-ı zikr, veled-i kalbî gibi farklı isimlerle
isimlendirmişlerdir). Ahsen-i takvim (en güzel kıvam) üzere yaratılıp
esfel-i sâfilîne (en aşağıya atılan) insanın ahsen-i takvim denilen gönül iline, yani batın iline süluk etmek için tevhidi yaşaması gerekir.
Bu ahsen-i takvim olan insan, esmâ-i seb’a ile yedi dairede hüküm
yürütüp, padişah olur, Allah’a yaklaşır. Bu insan, Hüvallah
(Ehadiyyet) sırrına mazhar olup vuslatına, vahdetine, tecellisine, tesellisine, mükâlemesine mazhar olan insandır. Hakk’ın bütün
esmâsına müsemmâ olan Allah’ın aynasıdır (mir’ât-ı Allah). Tevhîdin
farzdan sonra farz olması da şudur: Hakk sırrına mazhar olan kişi,
ehli yüzünden ömrünü zikirle geçirir. Bütün azasıyla zâkir olup, bu
halde zahiren ve batınen ömrü sona erer. Dünyadayken Allah’a yakın
olmak için tahsil ettiği şeyler, Hakk tarafından ihsana dönüşür; perdeler kalkar, Cennet’te müjdelenen şarap ve meyvelerden yiyip içmeye başlar. Ruhu, tevhîd ve kâmil bir iman ile kalbî zikre ulaşır.
192 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
Zikrettiği esmâların nuruyla gönül evi aydınlanıp genişler. Bütün
bunlar, farzdan sonra farz olan tevhidin gücüyle meydana gelir.32
Elmalı Erenlerinin bütün mutasavvıflar gibi kastettikleri farzın
içinde farz olan, gerçek tevhîde ulaşmak, Kelime-i Tevhîd’in ilk kısmı
olan nefydeki “lâ” kılıcıyla gönüldeki Hakk Teâlâ’dan başka her şeyi,
kendisi sevildiğinden veya kendisinden korkulduğundan dolayı boyun eğilen her türlü ilahları ve özellikle nefs ve hevânın putlarını
yıkıp yok ederek, “illallah” isbâtıyla sâdece Allah’ı, korkusundan
dolayı Zâtı’na itaat edilen ma’bûd, sevgisinden dolayı Zatı’na kavuşmak istenen maksûd olarak ikâme etmektir. Gerçek tevhîd bu
itirâfı kalben idrak etmektir. Bu idrakle Allah Teâlâ’ya vuslatın yolu
zikir ve mücâhedeyle kendi varlığından geçmek, muhabbetle her
şeyde Allah’ı tefekkür etmektir. Bu esnada tevhidin tezahürlerinden
biri halk içinde en aşağı kendini görmek, tevâzû libâsına bürünmektir. Bu bir bakıma hiçliğe ermek, kendi fânî varlığını yok saymak,
Hakk ile kâim olduğunu kavramaktır. Bu idrâke ererek aşk eteğine
yapışan gönlünden Hakk’ın dışındaki ağyârı temizlemiş olur.
İşte zikir ve özellikle Kelime-i Tevhîd zikri görüldüğü gibi, bütün
kalbî hastalıkların tedavisinin ilacıdır. Gerçek tevhîde ulaşmanın sonucu erişilen fenâ hali ve bu halin tezâhürleri şâirâne ifâdesiyle şöyle
terennüm edilmiştir:
Kendime yokluktan özge bir iyi kâr bulamadım
Benden ednâ halk içinde kimse zinhâr bulamadım
Şöyle fehmettim ki varlıktır beni yoldan koyan
Dâmen-i aşka yapıştım dilde ağyâr bulamadım.33
Eroğlu Nûrî, tevhid telkininin sülukun başlangıcında verildiğini
söyleyerek bununla insanın nefsinin terkiplendiği dört unsurun ilki
olan suyun ıslahı olduğunu anlatır. Aslında bu ve bundan sonraki
telkinler nefsin terbiyesi için esma-i seb’a ile etvâr-ı seb’a denilen nefsin yedi devrinin tamamlanması içindir. Bu sülukun da başlangıcıdır.
O bu konuyu şöyle ifade etmeye başlar:
32
33
Tatcı, Elmalı’nın Canları, s. 131-132.
Ahmed Kuddûsî, Dîvân, İstanbul 1291, s. 113.
Elmalı Erenlerinde Nefsin Terbiyesi ve Kişilik Oluşumu / R. Okudan •
193
“Hakk talipleri bilmelidirler ki, tasavvuf yoluna süluk etmek için
mürşid-i kamile bey’at edip mâyeli dilinden tevhîd telkini alanlar,
mücahede ile isyanlarından kurtulup huylarını ıslah ederler. Zira
âdem dört eczadan mürekkeptir. Ona dört unsur denir. Her birinin
kendisine mahsus özellikleri vardır.”34 Bu dört unsurun ıslahıyla
emmare, levvame, mülhime ve mutmainne devirleri tamamlanarak
insanın dört eczası olan nefsindeki su, hava, ateş ve toprak ıslah
edilmiş ve bunların tabiatı olan kötü huylar iyi huylara tebdil edilmiş
olur. Bundan sonra diğer devirler tamamlanır ki, bunlar artık aşk,
rıza, nihayet fenanın tahsili içindir. Seyr u süluk mertebeleri denilen
bu devirlerin kat edilmesi Vâhib-i Ümmî’nin dediği gibi, ancak esmâ
zikrinin telkiniyle mümkün olabilir:
Merâtip seyran istersen gel esmâdan haberdâr ol
Ere-gör “Kābe kavseyn”e “ev ednâ”dan haberdâr ol
Bu mir’ât-ı mücellâdan ayân oldu cemâlu’llâh
İçip âbın zülâlinden müsemmâdan haberdâr ol
Gider bu gafleti senden ayır bu cânını tenden
Sana yakîn-durur senden bu vahdetden haberdâr ol
Makām-ı zühd ü takvâdan haber sorma bize zâhid
Tecellî âşıkın kârı tesellâdan haberdâr ol
Vehâbî câmını aşkın içenlerdir dile hayrân
Bu sır bir “kenz-i mahfî”dir muammâdan haberdâr ol35
Atvâr-ı Seb’a adlı eserinde Halvetiyye-i Karabaşiyye ulularından
Hasan Ünsî’nin de belirttiği gibi, nefsin her devresinde bir âlemi, bir
seyri, bir hâli, bir vâridi (: geliri, kazancı), bir mahalli, bir müşâhadesi,
bir ismi ve nûrunun bir rengi vardır. İnsanın nefsi, bilgi, irâde, şehvet, gizli şirk, riyâ ve nifâk gibi takvâ ve fücûrun hallerini gösterebilir. Bu nedenle nefsin ayıplarının ve hastalıklarının teşhis ve tedavisi
gereklidir.36
34
Tatcı, Elmalı’nın Canları, s. 123.
Ögke, Dîvân-ı Vâhib-i Ümmî, s. 84-85.
36
Cürcânî, Ta’rîfât, s. 242-243; Kuşeyrî, Risâle, s. 222-223; Uludağ, Tasavvuf Terimleri, s.
368-369; Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri, s. 545-546.
35
194 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
Eroğlu Nûrî nefsin insanın vücudunda yedi başlı bir evran olduğunu ve her bir başında insanın bir ismi olduğunu söyledikten sonra
ilkinin başına nefs-i emmare denildiğini ve büyük günahları emredici
olduğunu söylemektedir.37 Nefsin yedi başlı evran oluşu tasviri
Vâhib-i Ümmî’nin şiirinde Allah’ın adını unutmamak ve daima zikretmekle yakılabilen yedi başlı ejder olan bir evran olarak ifade edilmektedir:
Yedi başlı bir ejderdir senin nefsindeki evran
Unutma Allah adını anı yakmak dilersen gel38
Ünsî nefse, emmâre mertebesinde seyr-i ilallâh (:Allah’a yürümek, yolculuk yapmak) denildiğini söylemektedir. Anahtarı Kelime-i
Tevhîd, nûru kırmızıdır. Makâmı sadr (:göğüs), vâridi (:geliri, kazandırdığı) şerîattir, yani şerîatin emrinde istikâmettir. Nefs-i emmârenin
terk edilmesi gereken yerilmiş yedi sıfatı vardır. Bu yerilmiş olan sıfatlar; buhl (:cimrilik), hırs, cehâlet, kibir, şehvet, hased ve gazabdır
(:öfke). Bunların tümü, terk edilmeleri bir kâmile teslim olarak tâm
bir gayretle çalışmaktan başkasıyla mümkün olmayan yerilmiş sıfatlardır.39 Eroğlu’na göre, telkin edilen tevhid, emmareyle gaza eder.
Kötü sıfatlar güzel ahlaka dönüşmeye başlar. Salik bunu gönül gözüyle görür.40 Ona göre bu, tevhid telkini alan insanın cüzlerinden
olan suyla ilgilidir. Su akıcıdır ve tevhid telkini alan kişinin ilk olarak
suyu ıslah olur. Salikin suyu artık Allah’ın emrinden başka yere akmaktan kesilir, Hakk tarafına akmaya başlar, yavaş yavaş saflaşır,
bulanıklığı ve acılığı gider, leziz hale gelir. Hakikate tebdil olur.41
Bu derekeden Vâhib-i Ümmî’nin ifadesiyle;
Baka gör tevhîd ile nefsindeki emmâreyi
Giremez İblîs gelip bu tevhidin esrârına
Aç gözün kaldır hicâbı anla cehlin zulmetin
Merhem olmaz İblîs’in başındaki yarasına
37
Tatcı, Elmalı’nın Canları, s. 140.
Ögke, Dîvân-ı Vâhib-i Ümmî, s. 119.
39
Ünsî, Hasan, Atvâr-ı Seb’a, İstanbul Belediyesi, Atatürk Ktp., Osman Ergin Yazmaları, nr. 1508, vr. 7/b.
40
Tatcı, Elmalı’nın Canları, s. 124.
41
Tatcı, Elmalı’nın Canları, s. 140.
38
Elmalı Erenlerinde Nefsin Terbiyesi ve Kişilik Oluşumu / R. Okudan •
195
Nefsini fehm eyle hâlen berk yapış tevhîde sen
Ârif ol düşme sakın sen gayrının sevdâsına42
diye ifade edildiği gibi, ancak tevhidle çıkılabilir.
Eroğlu’nun ifadesiyle, nefsin ikinci başına nefs-i levvame derler.
Bu nefsin melametliği sıfatıdır. Ona göre, nefsi bu makama gelen,
onunla ikinci ism-i Zât olan Lafza-i Celâl ile gaza eder. Melametliği
onu önceki kötü sıfatlarından kurtarır, keşf ve keramete düşürür.43
Ünsî’nin ifadesiyle, nefse, levvâme merbesinde seyr-i lillâh (:Allah
için yürümek, yolculuk yapmak) denilir. Vâridi tarîkattir, yani
tarîkatte istikâmettir. Anahtarı lafza-i Celâl, nûru sarıdır, yani sarıdan
hâsıl olandır. Makâmı kalbdir. Bu ilk iki mertebenin ilmi istidlâlîdir.
İkisinden sonra keşf olur. Nefs-i levvâmenin terk edilmesi gereken
yerilmiş yedi sıfatı vardır. Bu yerilmiş sıfatlar; kendileri sa’y ve
rızâdan başkasıyla terk edilmeyen leym (:leîm = alçaklık veya pintilik) isteği, heves, mekr (:hile), ucub, işret, temennî ve kahırdır.44
Eroğlu Nûrî, salikin emmaredeyken çalışıp ikinci telkine geçtiğini, bu
ikinci telkin olan Lafza-i Celâl’e devam etmekle nefsinin hava
cüz’ünü ıslah ettiğini söylemektedir. Böylece salik meşru olmayan
hevalarından, isteklerinden kurtulur, aşk ve salih amelden yana gider. Nefs, hava cüz’ü bakımından hakikate tebdil olur. 45
Vâhib-i Ümmî hevası hakikatine tebdil olmuş abdalleri tavsif ettiği şiirinde onların levvâmede olduklarını söylemektedir:
Bu cemâl-i aşk içün üryân gezer abdâllar
Bu kemâl-i aşk içün hayrân gezer abdâllar
Bunların hep cümlesi levvâmenin tahtındadır
Nefslerin fehm etdiler merdân gezer abdâllar46
Eroğlu, nefsin üçüncü başına nefs-i mülhime denildiğini söyledikten sonra Hakk’ın aşk ve ilhamının bu sıfatta tecelli ettiğini belirtir. Üçüncü ism-i Zât olan Hû’nun telkini onu gaza eder, aşk, muhab42
Ögke, Dîvân-ı Vâhib-i Ümmî, s. 28.
Tatcı, Elmalı’nın Canları, s. 124.
44
Ünsî, Atvâr-ı Seb’a, vr. 7/b-8/a.
45
Tatcı, Elmalı’nın Canları, s. 140.
46
Ögke, Dîvân-ı Vâhib-i Ümmî, s. 194.
43
196 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
bet ve ilhâm-ı Rabbânî kapıları bu makamda açılır.47 Ünsî’nin ifadesiyle nefse, mülhime mertebesinde seyr-i ala’llâh (:Allah’a yürümek,
yolculuk yapmak) denilir. Anahtarı Hû’dur, nûru apaçık yeşildir.
Vâridi Allah’ın Fiillerinde mârifettir. Tevhîd-i Ef’âl, bütün fiillerin
O’nun Fiillerinde fenâsıdır. Fenâu’l-ef’âl, Tecelli-i Ef’âl diye isimlendirilir. Bu nefsin kazanılması gereken yedi övülmüş sıfatı vardır. Bu
sıfatlar; vefâdan başkasıyla meydana gelmeyen sehâvet (:cömertlik),
kanâat, tevâzû, tevbe, sabır, ilim, tahammüldür.48
Eroğlu’na göre, salik üçüncü telkin olan Hû ismine devam ederek nefsin ateş cüz’ünü ıslah eder. Nefsinden celâl tecellileri kesilir ve
nefsin ateş cüz’ü hakikate tebdil olur.49
Eroğlu’nun ifadesiyle nefsin dördüncü başına nefs-i mutmainne
denilir. Nefsin tekebbürlüğü, ucub, gurur ve enâniyeti sıfatıdır. Dördüncü ism-i Zât olan Hakk’ın telkini onu gaza eder. Talip, bu ismi
zikr ederek benlikten kurtulur ve mutmainne bulur. Nefsi
mutmainne olan kişiye artık sûfî denilebilir.50 Ünsî’nin izahına göre,
bu makâma seyr-i mea’llâh (:Allah’la yürümek, yolculuk yapmak)
denilir. Makâmı mutmainne mertebesinde fuâddır. Anahtarı
Hakk’tır, nûru beyazdır. Vâridi sıfatlarının tümünü Allah’ın sıfatlarında ifnâ ederek Allah’ın sıfatlarında muâyenedir. Tevhîd-i Sıfât
diye isimlendirilir. Davâların birçoğu, Mansûr benzeri bu makamda
vukû bulur. Çünkü bunda nefisten kalan bir pay vardır. Yine bu makamın meydana gelmesi gereken yedi ahlâk-ı hamîdesi (:övülmüş
huyları) vardır. Bu ahlâk; tam bir sabırdan başkasıyla meydana gelmeyen cûd (:son derece cömertlik), tevekkül, amel, tezellül, ibâdet,
şükür, rızâdır.51 Eroğlu bu devrede salikin dördüncü telkin olan
Hakk isminin zikrine devam ederek nefsinin cüzlerinden toprağını
ıslah ettiğini ve böylece dünyevî arzularının bittiğini söylemektedir.52
Eroğlu Nûrî’nin tasviriyle nefsin beşinci başına râdiyye derler.
Kulun nefsinin, Hakk’ın kazalarına razı oluculuğunun sıfatıdır. Tali47
Tatcı, Elmalı’nın Canları, s. 124.
Ünsî, Etvâr-ı Seb’a, vr. 8/a-8/b.
49
Tatcı, Elmalı’nın Canları, s. 140.
50
Tatcı, Elmalı’nın Canları, s. 124.
51
Ünsî, Etvâr-ı Seb’a, vr. 8/b.
52
Tatcı, Elmalı’nın Canları, s. 140.
48
Elmalı Erenlerinde Nefsin Terbiyesi ve Kişilik Oluşumu / R. Okudan •
197
be burada beşinci ism-i Zât olan Hayy ismi telkin edilir. Talip bu
isimle gaza eder. Bu mertebede salik, Hakk’ın kazalarına, emrine ve
nehyine razı olur ve bu bakımdan ıslah olur.53
Ünsî’nin anlatımıyla bu devreye râdıye mertebesinde seyr-i
fi’llâh (:Allah’da yürümek, yolculuk yapmak) denilir. Anahtarı
Hayy’dır, nûru siyahtır. Makâmı sırrdır. Vâridi Allah Teâlâ’nın
Zât’ında eserlerin tümünün fenâsıdır. Tevhîd-i Zât diye isimlendirilir.
İşte bu makamın sahibi hayret, şaşkınlıkve aptallıktadır. Bu makam
sahibinin tabiatı asla hiçbir bağla bağlı olmamayı ve hiçbir teklifle
mükellef olmamayı gerektirir. Çünkü farksız cem’de yerleşmiştir. Bu,
vahdeti kesretsiz müşâhade eder, anlamındadır. Yani, vahdetin
müşâhadesi bu makamda olanın vahdette kesreti müşâhadesine engel olmaz. Sonra bu vartadan ilk olarak bu makamdan üçüncüye
dönmekle ve ikinci olarak üçüncüden de ikinciye dönmekle çıkar.
Bunun övülmüş yedi ahlâkı vardır: Fenâdan başkasıyla bulunmayan
zühd, zikr, riyâzet, vefâ, kerâmet, ihlâs ve verâ.54 Eroğlu’ya göre, buraya kadar nefsinin dört eczasını esmanın telkiniyle zikre devam ederek ıslah ederek artık aşık olan salik, üstadının beşinci tevhidi telkin
etmesiyle, ruhunu ve nefsini râdiyye derecesine düşürür ve nefsi râdî
(razı) olur.55
Aslında bu dereceye kadar geçen ilk dört derecede nefsinin eczasını ıslah ederek hakikatlerine kavuşturan salikin nefsinin tezkiyesi
mutmain olmakla tamamlanmışken, râdiyye derecesiyle birlikte kişilik oluşumunun ikinci evresi olan ruhun tasfiye edilerek aslına yükselmesine başlanmış olur. Bu makamdan itibaren dünyevî olan ahlâkı mezmûme denilen kötü huylar mutmainneyle birlikte temizlenmiş
ve zıdları olan ahlâk-ı hamîdeye tebdil olarak ıslah olmuşken, artık
uhrevî olan, sûfîlere mahsus ve onlara göre eksikliği mezmûm görülen ahlâk-ı hamîdeleri kazanmaya başlar.
Eroğlu’nun tasfirine göre, nefsin altıncı başına mardiyye derler.
Hakk’ın kulundan razı oluculuğu sıfatıdır. Talibe burada Elmalı
Erenlerinin Halvetî yolunun usul ve erkanında altıncı ism-i Zât olan
53
Tatcı, Elmalı’nın Canları, s. 124.
Ünsî, Atvâr-ı Seb’a, vr. 8/b-9/a.
55
Tatcı, Elmalı’nın Canları, s. 140.
54
198 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
Kayyûm ismi telkin edilir. Talip bu isimle gaza eder ve o halde devam ederek Hakk’ın rızasına mazhar olur. Artık pek çok seyr u süluk
meydana gelir ve vücuduna halife (Halifetullah) olur. Eğer, ezelî yaratılışında takdir edildi ise irşada yetkili halife olur. Allah’ın emriyle
ve Rasulullah yüzünden mürşid-i hakikisi kendisine dua eder ve enbiyanın vekili olur. Hem radiyye ve hem mardiyye olan nefs aslına
rücu eder.56
Nefse, mardiyye mertebesinde seyr-i ani’llâh (:Allah’tan yürümek, yolculuk yapmak) denildiğini söyleyen Ünsî’nin Halvetî yoluna
göre ise bu mertebenin anahtarı ikinci olarak Hû’dur, nûru görülmez.
Makâmı sırru’s-sırrdır. Çünkü vâridi ilk cem’dir. Bu makamın sahibi
ilk olarak vahdetten kesrete döner. Böylece câmiiyyet ve berzahiyyet
meydana gelir. Bu üçüncüye dönüş onların ıstılâhında ikinci yıldız ve
berzah-ı kübrâdır. Çünkü bu makamın sahibi, vahdet ve kesreti toplamıştır; ikisinden birinin müşâhadesi diğerinden hiç engel olmaz. Bu
makamın meydana gelmesi gereken yedi ahlâkı vardır. Bu ahlâk;
varlığın fenâsından başkasıyla olmayan huluk (:güzel ahlâk), terk,
yakîn (:kesin bilgi), telattuf (:bol ihsan etmek), tekarrub (:Allah’a yakınlaşmak), fikr ve safâdır.57
Eroğlu’nun izahına göre salik, kendi yoluna göre altıncı telkin
olan Kayyûm ismine devam ederek ruhunu, nefsini mardiyye dairesine düşürür. Hz. Hakk’ın kazalarına razı olur, her emrine uyar,
amellerini ilme’l-yakîn derecesindeki zahir ehli ve ebrar olanların
ibadeti olan korku ile değil, ayne’l-yakîn derecesindeki Allah sevgisi
kendilerini korkudan geçirdiği ehlullah ve mukarreblerin ibadeti olan
muhabbetle ve sevgiyle işlerler.58
Bunların halinin akılla idrak edilemeyeceğini, anlamak için marifet gerektiğini anlatan Vâhib-i Ümmî, razı olmak ve razı olunmak
devrelerinin birbirine ne kadar alakalı olduğunu bu mertebelerin
zikirlerini birlikte nazmederek ifade etmektedir:
Gündüz gelir gece gider bir acâyib devrân ancak
Gece gider gündüz gelir bir acâyib seyrân ancak
56
Tatcı, Elmalı’nın Canları, s. 124.
Ünsî, Etvâr-ı Seb’a, vr. 9/a-9/b.
58
Tatcı, Elmalı’nın Canları, s. 141.
57
Elmalı Erenlerinde Nefsin Terbiyesi ve Kişilik Oluşumu / R. Okudan •
199
Dünyâ mekrinin gafleti hep bunları mest eylemiş
İbret gözüyle bakana cihan halkı hayrân ancak
Bu tevhidin sırrı canda diyen bilir ma’nâsını
Düşen çıkmaz kenârı yok bir acâyib ummân ancak
Âlem-i ma’nâ yüzünden açdım sana ben râzımı
Mansûr kadehin içenler ayık değil mestân ancak
Ne göz görür ne el tutar ma’lûm değil hiç nediği
Akıl bunu fehm eylemez bu ma’rifet vicdân ancak
Yâ Hayy ü Kayyûm’dan gelir bu dediği ma’nâ sana
Bu tevhide sıfât olan sâfî nûrdan insân ancak59
Eroğlu’nun tasvir ettiği nefsin başlarından yedinci başına nefs-i
sâfiye denilir. İnsanın imanı bu dairede kemale ulaşır. Bu makamda
talibe, Elmalı Erenlerinin Halvetî yolunun usul ve erkanında yedinci
ism-i zât olan Kahhar ismi telkin edilir. Talip bu makamda esma ve
mücahedesiyle nefsinin sıfatlarıyla gaza eder, imanı kemale ulaşır ve
insan-ı kamil olur. Nefsini bütün yönleriyle bilir. Bu dairedeki seyriyle birlikte bu daireye kadar seyrettiği nefsin yedi dairedeki bütün
kötü sıfat ve kuvvelerine fena vermek ile nefsi acze düşer, fakr-ı
tâmm meydana gelir. İnsan ne zaman aczde fakr-ı tâmme erişirse
onun gönlünde yalnızca Allah kalır ve o halde salik artık Rabb’ini
bilmiş olur.60
Ünsî’nin dediği gibi, bu devredeki seyri seyr-i bi’llah (:Allah’la
yürümek, yolculuk yapmak) denilir. Ünsî’nin Halvetî yoluna göre ise
bu mertebenin anahtarı ilk olarak ikinci makamda anahtar olduğu
gibi, ikinci olarak lafza-i Celâl’dir. Çünkü Ona göre, bu mertebenin
sahibi ikinci olarak üçüncüden ikinciye döner. Halbuki anahtarı, berzah-ı kübrâ ve câmiiyyetde yerleşmesi ve gezinip durması için lafza-i
Celâl’dir. Çünkü bu makamın sahibi ikinci olarak ikinciye dönmekle,
mevcûdâtı Allah Teâlâ’nın Zât’ında ifnâ etmekle fânî olur ve Allah
Teâlâ’nın bekâsıyla bâkî olur, Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanır. Bu
tehalluk vâriddir. Bu makam sırru’l-ahfâ makamıdır.61
59
Ögke, Dîvân-ı Vâhib-i Ümmî, s. 239.
Tatcı, Elmalı’nın Canları, s. 125.
61
Ünsî, Etvâr-ı Seb’a, vr. 9/b-10/a.
60
200 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
Eroğlu’na göre ise yolunun yedinci telkini olan Kahhar ismini
zikrederek mücahedesiyle salik nefsini sâfî kılar. Bütün meşru olmayan söz ve davranışlarından kurtulduğu gibi, bunları yok eder. Fakrı
hal edinir ve o zaman Rabb’ini istidat ve kabiliyetine göre mana ile
anlar. Burada imanın ve insaniyetin zirvesine ulaşır. Nihayet salik, bu
şekilde kemale erer.62 Bu mertebeyle tasavvufun tahalluk kısmı tamamlanmış olur. Artık kabiliyet ve istidat nisbetinde Allah Teâlâ’nın
fazl ü kereminden nasip ettiği kadar tahakkuk kısmı başlar. Buna
işaretle Eroğlu, ‘ancak süluk bitmez. Yedinci isimden yukarı beş isim
daha vardır. Salik on ikinci esmaya varıncaya kadar süluk eder, burası makam-ı enbiyadır,’ demektedir.63
Eroğlu Nûrî’nin ifade ettiği bu nefsin kemalatından sonraki
süluk, bazı Nakşîbendiyye yollarındaki nefsin tezkiyesiyle hasıl olan
Velayet-i Suğrî’dan sonra Velâyet-i Kübrâ dairesinde enbiyaya veraset yönünde olan murakebeleri, Hakîkat-i İbrâhimiyye, Hakîkat-i
Mûseviyye, Hakîkat-ı Muhammediyye, Hakîkat-i Ahmediyye ve ellâta’yîn daireleri şeklinde sıralanan Hakâik-i Enbiyânın yolu olan
Kemâlât-ı Ulu’l-Azm Murakabelerini hatırlatmaktadır.64
Sülûk lügatta yola girmek, yol almak demektir. Tasavvuf ıstılahında ise, bir şeyhe bağlanan kişinin, belli bir usûl ve âdâbla Allah’a
doğru manevî olarak yaptığı yolculuğa sülûk denilir. Bu anlamda,
hiçbir kul Allah’a tam olarak ulaşamayacağı için gerçek anlamda
sülûkun sonu yoktur.65 Her nihâyet, yani varılan sonuç ve vuslat
(:kavuşma, ulaşma), yeni bir bidâyet, yani başka bir kavuşma ve
ulaşma için başlangıçtır.
Bütün seyr u süluk merhalelerini şeriatten başlayarak, tarikat evrelerini ve hakikate vuslatı Vâhib-i Ümmî bir şiiriyle şöyle anlatmaktadır:
Erenlerden sır sorana yedi dürlü nişân gerek
Evvel kapı şerîatdır güneş gibi ayân gerek
62
Tatcı, Elmalı’nın Canları, s. 125.
Tatcı, Elmalı’nın Canları, s. 142.
64
Çetin, İsmail, Mü’minin İstikâmeti Velînin Kerâmetidir, Isparta trs., s. 200-201.
65
Râğıb Isfehânî, Müfredât, s. 239; Uludağ, Tasavvuf Terimleri, s. 428; Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri, s. 654.
63
Elmalı Erenlerinde Nefsin Terbiyesi ve Kişilik Oluşumu / R. Okudan •
Âyet ile hadîs ile verdim cevap anlayana
Andan içeride levvâme ana seyrân gerek
Şerîatden tarîkatden içerisi sır ilidir
Akıl ana ârif olmaz mülheme ana vicdân gerek
Dördüncüsü mutmainne Mansûr bilir bu menzili
Er yüzünden erişmeğe ikrâr eder bir cân gerek
İhtiyârım elde değil lâzım geldi söylemesi
Beşincisi kerâmetdir ayân değil nihân gerek
Yol erinin tevhîdini ârif gerek anlamağa
Altıncısı marzıyyedir bunda bürhân Kur’ân gerek
Yedincisi safiyyedir halka ayân etmek olmaz
Bundan geçip ulaşmağa can hazrete kurbân gerek
Sekizinci makām budur ayne’l-yakîn hakka’l-yakîn
Gerçek âşık bu meydanda gayru’llâhdan üryân gerek
Vâhib Ümmî’nin tevhîdi hatırına güç gelmesin
Bu ma’nâyı fehm etmeğe sâfî nûrdan insân gerek
Dokuz sıfatdan içeri bir dahi sır da gerek
İnsan adın burda koyup mahv ü garkda pinhân gerek
Vâhib Ümmî başı cânı terk eyledi dîzâr içün
Bu kelâmı zikr eyleyen ma’nâ evinde sultân gerek
Hitâb eyler gelip söyler içeriden bu taşraya
Saklamağa genc-hâneyi ma’mûr değil vîrân gerek
Benim hâlim sorar isen ne yerdeyin ne gökdeyin
Ma’nâ sırrın söyleşmeğe bunda gelmiş yârân gerek
Âriflerin remz etdiği nedir sana dinlendi-gör
Bu tevhîde inanmayan kardaşlara yalan gerek
Vâhib Ümmî dinler isen söz ma’nâsın anlar isen
Zikrin ile fikr etdiğin sâfî senin Sübhân gerek66
66
Ögke, Dîvân-ı Vâhib-i Ümmî, s. 196-197.
201
202 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
Değerlendirme
İmam Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn adlı kendisinden sonra bütün tasavvuf ekollerine ve irşâd makamında bulunanlara nefis tezkiyesi,
ruh tasfiyesi, tehzîb-i ahlâk konularında tesir etmiş şaheserindeki
tasavvufun tehzîb-i ahlâk konularını içeren bölümlerinde tasavvuftaki seyr-i sülûk sırasında sâlikin yapması gereken mücâhede yolları
hakkında önemli ipuçları göstermiştir. Ancak yine Ona göre de, tasavvufun hem tahalluk ve hem de tahakkuk evrelerinde en önemli
araçlar bir mürşid-i kâmilden tevhid telkinini alarak esma zikriyle
nefisle mücahedeye devam etmektir. Elmalı Erenlerinin nefsin terbiyesi ve kâmil bir insan olabilmek için, sıklıkta üzerinde durdukları en
önemli araçlar olan ilk olarak bir mürşid-i kamilin elinde bey’at etmek, ikinci olarak onun telkin ettiği tevhid, yani zikir ve üçüncü olarak cihad-ı ekber demek olan bu telkin edilen zikirle nefisle
mücahede etmek arasında en önce ve önemli olanı kâmil bir mürşid
bulmaktır.
Eroğlu Nûrî’nin dediği gibi, “bilinmelidir ki, asıl kâmil mürşid,
Kur’ân’ın kendisidir. Âmennâ ve saddaknâ. Ancak yine de, Kur’ân’ın
iç ve dış terkibini bilmek, Rabb’in emrini ve nehyini anlayıp uygulayabilmek için, bir yol göstericiye ihtiyaç vardır. Onun da ehil olması
gerekir. İnsan, ilme’l-yakîn ile şeriati tatbik edebilirse de, bir yol gösterici olmadan Kur’ân’ın bâtın manasını anlayamaz. Ayne’l-yakîn ile
sülûk ederek aslî vatanına ulaşıp, likâullah bulamaz ve Hakk’a mahrem olamaz.”67 Bu irşad eden üstadın ilme’l-yakîn sahibi âlim olması
nefs tezkiye edilip, kalbin tasfiyesiyle hakikate ulaşmaya yeterli değildir, zâhirî şeriatin yanı sıra ledünnî ilmi bilen bir âlim olması gerekir.
Heva ve heveslerini terk edemediği halde mürşid olduğunu ileri
sürenlere karşı tasavvuf tarihinde de birçok uyarıya rastlamak mümkündür. Bunlardan birinde Zünnûn-i Mısrî olarak tanınan Ebu’l-Feyd
Sevbân bin İbrahim (ö. 245/859) diyor ki; “Hakk Teâlâ’nın nurlarını
müşâhade etmekten alıkoyulan mahrumlar, iddiaları sebebiyle alıkoyulmaktadırlar. Zira hak ve hakîkat ehline, yani sûfîlerden ehli
tahkîke Hakk Subhânehu ve Teâlâ şahiddir ve sözü de haktır. Ve
67
Tatcı, Elmalı’nın Canları, s. 128.
Elmalı Erenlerinde Nefsin Terbiyesi ve Kişilik Oluşumu / R. Okudan •
203
Hakk Subhânehu ve Teâlâ şahid olduğu zaman, iddiasına ihtiyac
olunmaz. Hakk ve hukuklar kaybolduğu zaman, davaya şahid taleb
edilir. Davanın taleb edilmesi de, hak ve hakîkatin müşâhadesinden
alıkoyulanlara mahsustur.”68
Şeyh Aynu’l-Kudât Hemedânî (ö. 525/1131) bu konuda şunları
söylemektedir:
“Mürşid olduğu söylenen kişiye bakıp incelersin. Eğer dâima
şer’î kurallara uygun yaşayıp aykırı söz söylemiyorsa, kendisinde
kerih bir davranış yoksa, bu sefer de dönüp dervişlerini tahkik edersin. Eğer dervişleri de hakîkat sırlarından veya veled-i kalbten (: kalb
çocuğundan) söz ediyorlarsa, o şeyh gerçek bir mürşiddir. Mürşid
arayan kişi ona sıkı yapışsın. Zira onlar eşsiz iksîrdir. Kolay ele girmezler. Mürşidlerin elinden ve dilinden hatâ sâdır olmaz. Eğer ki
sûfide kerih bir nesne bulunur ise o hevâ ehlidir. Her kim olursa olsun, ondan uzak olmak gerekir.”69
Kötü huylardan nefsi temizleyip terbiye etmekle ve kalbin tasfiyesini, ister nazar, ister sohbet, ister telkinle irşad edebilecek gerçek
âlimin vasıflarını Ümmî Sinan’ın ikinci oğlu Selâmî Halil şu şiiriyle
dile getirmektedir:
Hakikat ilminden haber soranlar
Marifet bahrine dalandır alim
Zemâyimi hamîdeye döndürüp
Ledünnî ilmini bilendir âlim
İlm-i esmâ ile ilm-i eşyâyı
Bilen bulur hakikatde Mevlâ’yı
Mayalı tevhidi yedi esmâyı
Mürşîd-i kâmilden alandır âlim
Ey hoca hemân bu değildir hesâb
Okuyasın nahvi sarfı çok kitâb
68
69
Sülemî, Tabakâtu’s-Sûfiyye, s. 22.
Ünsî, Hasan, Risâle-i Kelâm-ı Azîz, M.Ü. İlâhiyat Fakültesi Ktph., Yazmalar, n. 23, s.
320-321. Aynu’l-Kudât Hemedânî, Trimingham’a göre Muhammed Hamûye (ö.
529/1135) ve Ahmed Gazâlî’nin (ö. 520/1126) her ikisinden de hilâfet almış olarak
görünmektedir. Bkz: Trimingham, J. Spencer, The Sufi Order in Islam, Oxford 1973,
s. 30.
204 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
Doksan bin mâsivâ yetmiş bin hicâb
Hakîkat yolundan silendir âlim
Aldanmayıp âlem-i nâsût ile
Bağlanmayıp mülk ü melekût ile
Eğlenmeyip nûr-i ceberut ile
Hüviyyetde karâr kılandır âlim
Eğer ferâyizde eğer sünnetde
Hakk rızâsı ola dâim niyyetde
Rûhu nâsûtdayken ehadiyyetde
Künh-i Zâtına gark olandır âlim
Sırrı ma’bûd ede Zât-ı A’lâyı
Ruhu meşhûd ede Nûr-i Ûlâyı
Nefsi mezkûr ede İsm-i Evlâyı
Vücûdu şehrine dolandır âlim
Gel imdi terk eyle zann u gümânı
İsteyip bulagör cân ile cânı
Selâmî der geçip küfr ü îmânı
Îmân-ı tahkiki bulandır âlim70
70
Tatcı, Elmalı’nın Canları, s. 128.
SONUÇ
Tasavvufta Mürid – Mürşid İlişkisi
Cemalnur SARGUT
Bugün beni buraya davet eden buranın sultanlarına şükürler olsun. Demek ki lâyık olmadığım için bunca sene buraya gelmek nasip
olmadı. Hz. Pîr, Mevlana beni çok küçükken kabul ettiler; çünkü o
her kusuruyla insanı kabul eden bir sultan. Gel, her neysen gel, diyor.
Lâyık olana kadar beklemiş, olana kadar beklemiş olmalıyım ki bugün altmış yaşında Ümmi Sinan Hazretleri’nin huzuruna çıktım.
Halbuki çocukluğumdan beri hayatımı yönlendiren iki büyük
sultandan biri Niyâzî-i Mısrî Hazretleri. Annem devamlı şu mısraları
söylerdi:
Ben beni terk eyledim,
Gördüm ki ağyar kalmadı.
Yine Mevlâna’nın, Hz. Pîr’in şu sözleri, bizim evde her dakika,
her saniye söylenirdi:
Yek-demi sohbet be Merdân-ı Hudâ
Bihter ez-sad sale buden der tükâ.
“Allah merdiyle (adamıyla) bir dem (an) sohbet, yüz yıl
ibâdetten üstündür.”
Bu ikisini çok birleştirdim ben. Hep şöyle düşündüm: Demek ki
Allah merdiyle sohbet ettiğimde ben beni terk ediyorum. Benliğimden arınıyorum, geçiyorum. Bir merd evlâdı olmakla hep sıhhat buldum, Şeyh Gâlib Hazretleri gibi. Ancak “Bu âlemde zerrece itibarım
varsa sendendir” dediği gibi Mevlâna’nın, ben de onun yirminci yüz-
 TÜRKKAD İstanbul Şube Başkanı, İstanbul.
208 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
yıldaki vârislerinden bir Kenan er-Rufâî âşıklısıyım. Kenan erRufâî’ye âşık olmanın Mevlâna’ya âşık olmak demek olduğunu hocamdan öğrendim. Hocam bana bir şey daha öğrettiler. Bir mürşid
önce çok iyi bir müriddir. Öyleyse bir mürşidi araştırıyorsan, mutlaka
onun mürşidine bak!
Demek ki hocalar, bizim gibi taşları dile getiriyorlardı, onlara
söyletiyorlardı. Onlardan insanlık makamına yükselmesi için fırsatlar
yaratıyorlardı. Bunlar nasıl hocalardı ki? Onlar… Mevlâna gibi hocalardı, peki ben nasıl bir mürittim? Hocamın her zaman sık sık tekrarladığı, her taraf Şems-i Tebrizî dolu; ama Mevlâna gibi bir mürit nerede? Onun dediği bir mürit miydim?
Peki Niyâzî-i Mısrî nasıl bir mürid? Kimin müridiydi o? Çocukluğumda benim için Ümmî Sinan fikri, Eyüp’teki Sinan Hazretlerinden ibaretti. Ona çok âşıktım. Huzuruna gider, saatlerce ağlardım.
Dergâhında zikirlere katılırdım. Ümmî Sinan benim için o’ydu. Hem
Mısrî Niyazî Hazretlerinin, Ümmî Sinan’ın öğrencisi olduğunu öğrenince genç kızdım, çok sevindim. Sonra onun Elmalı’da yaşayan bir
başka büyük sultan olduğunu öğrendim. O zaman kafam şöyle çakıldı. Demek ki ümmî kelimesi Sinanlara çok yakışıyordu. Ümmî, yani
Peygamber gibi olan, yani ümm olan, yani “anne” olan, yani Mevlâna
Hazretleri’nin buyurduğu gibi “memelerinden bahal bahal ilim sütü
akan” o ümmî sultanlar! Nasıldı onlar ki, hiçbir şekilde akıl ve nefs
süzgecinden geçirmeden Allah’ın mânâsını etrafa aksettiriyorlardı?!
Onlar vahyi ilhama çevirmeden, hiç değiştirmeden, olduğu gibi aksettiriyorlardı. Demek ki onlar özel insanlardı. Demek ki onlar, bütün
vücutlarından arınmış, sâfiye makamına yükselmişlerdi. Demek ki
onlar, Cebrail gibi ruh makamında ve diri idiler. Bunları düşündüm
bir anda, Ümmî kelimesi Sinan adına ne yakışıyor diye düşündüm.
Sonra Mustafa Tatcı Hoca ile tanıştım. Gerçekten o bana Elmalılı
Sevgililerini öğretti. Gerçi Musa Kazım Hazretleri’ni tanıyordum.
Onun mürid-mürşid ilişkisini biliyordum. Abdal Musa Hazretleri
büyük bir sultandı; çok etkilendiğim bir hikâyesi gece gündüz aklımı
zorlardı benim. Abdal Musa aşk ve şevkle Allah’a ulaşanlardan. Yanında aynı mürşide bağlı, şeriate bağlı bir arkadaşı var; onunla hiç
anlaşamıyorlar. Biri devamlı Abdal Musa’nın aşkındaki aşırılığını
eleştiriyor; öbürü de diğerinin şeriatteki aşırılığını. Devamlı kavga
Tasavvufta Mürid – Mürşid İlişkisi / C. Sargut •
209
halindeler; ama birgün padişah Abdal Musa’nın mürşidini tutuklatır,
idama mahkûm eder. O zaman bu iki insan, bu birbiriyle hiç anlaşamayan iki insan, aynı anda bağırırlar: “Mürşidimizin yerine bizi assınlar!” diye. O zaman farklılıklar kalkar. Demek ki bir mürşid nasıl bir
şey yaratıyor ki, insanın içinde meşrepleri yok ederek mürşid aşkında
insanları birleştiriyor?! Bunu gördüm ben Abdal Musa Hazretleri’nde.
Sonra diğer Büyük bir sultanın, İbn Arabî hazretlerinin şu dizeleri beni mest etti:
“Camiye gidince bağırırlar, safları sıklaştırın diye. Safları sıklaştırmak
niye? Öyle âşıklar bir araya gelir ve namazda öyle aşkla insanlar birleşir ki,
aralarından görüş farkı kalkar.”
İşte buna hayat denir, yaşam denir. Demek ki mürşid huzuru,
câmi gibidir. Demek ki omuz omuza geliyorduk, farklılıklar kalkıyordu. Meşrepler değişiyordu. Allah aşkından başka her şey siliniyordu o huzurda.
O zaman kimdi Elmalılı Ümmi Sinan?! Ben onu tanımalıydım.
Tıpkı bir zamanlar deli gibi Hazreti Şems’i tanımak için harekete geçtiğim gibi. Mevlâna’nın, “o benim her saçımın bir teli Şems kesildi” diyen
Mevlâna’nın o Şems’ini, o güneşini, o güneş gibi kendisini tanımak
için harekete geçtiğim gibi. Gerçi hocam Kenan er-Rufâî’nin: “Mevlâna’nın her Şems deyişi Allah demektir; başka bir şey değildir. Ama hürmetinden mürşidinin adını andı” diyor; ama o hürmete hürmet ettim ben
her zaman. Hz. Şems’i andık hocamla birlikte elele.
Şimdi Ümmi Sinan’ı anıyoruz. Yine hocamla birlikte elele. Mısrî
Niyazî Hazretleri’nin çocukluğumdan beri hayatımı değiştiren Hocam Kenan er-Rufâî’nin: “Bütün Kur’ân’ın Şerhi Mesnevî’dir; Mesnevî’nin şerhi Niyazî Dîvânı’dır. Niyazî Dîvânı’nın şerhi âcizâne ilâhiyât-ı
kelâmdır” buyurduğu Mısrî Niyâzî’yi tanımakla geçti ömrüm. O sanki
Mesnevî gibi bütün tarîkatleri birleştiren ender güzel Sultanlardan
biriydi. Onun bakışı ile mürşidine bakmaya çalıştım. Ve karşıma şu
şiir çıktı:
Hak yolunun rehberi nefesidir Kâmilin,
Dil tahtının serveri nefesidir Kâmilin.
210 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
Nefsini mat eyleyen def-i memat eyleyen,
Nefh-i hayat eyleyen nefesidir Kâmilin.
İsteyü git Âdemi Âdemde bul Âdemi,
Sırr-ı “nefahtü” dem-i nefesidir kâmilin.
Sûre-i Necm-i oku gel anla vahy-i Hakk’ı,
Bilesin sen ol mantıkı nefesidir Kâmilin.
Rûhu’l-kudüs demini Âdemde iste anı,
Ol imiş gönlün cânı nefesidir Kâmilin.
Mâye-i zât denilen feyz-i necât denilen,
Âb-ı hayât denilen nefesidir Kâmilin.
Diri kılan tenleri zinde eden canları,
Kaldıran ölenleri nefesidir Kâmilin.
Mevtâya etse nefes her yandan gelse ses,
Hasr eden ey hak-şinâs nefesidir Kâmilin.
Niyâzî’yi cân eden zerresini kân eden,
Katresîn ummân eden nefesidir Kâmilin.
Bu nefes nasıl bir şeydi ki, kâmilin nefesi ölüleri diriltiyor, ölüm
korkusunu yok ediyor?! Sabah hocamızın (Prof. Dr. Hayrettin Kara)
saatlerce anlattığı ve “insanın psikolojisini bozan en büyük etken” dediği
ölümü şevk–zevk kavuşma ânı hâline getiriyor; beklenen bir zevk
hâline getiriyor?! Bu nasıl bir nefestir ki, insanı diriltir?! Ölmeyeceğini
bilir insan, Yunus’un dediği gibi: “Ölen hayvan imiş, aşıklar ölmez!”
İnsanı âşık safhasına sokan, nasıl bir nefestir?!
Nefes kelimesini inceledim. Ebced hesabı ondokuzdu. Allah Allah… Ondokuz, “insan-ı kâmil” demek. Yine ebced hesabı ondokuz
olan bir başka kelime buldum: Hikmet. Diriliş. Demek ki nefes, diriltici
özelliğiyle insandaki nefsanî arzu ve istekleri yok ediyor ve insanı her
an yeniden diriltiyor. O zaman Budistler’e üzüldüm. Onlar reenkarnasyon diye tekrar tekrar dünyaya geldiklerini sanıyorlardı. Ama biz
zaten her nefeste ölüp diriliyorduk. Her nefeste İbn Arabî’nin “halk-ı
cedîd” tabiriyle “Hûûû!” diyor, ölüyor; Hay ismiyle yeniden diriliyorduk. Eğer bu Hay ismi bir diriden, Cebrâil makamında bir mürşitten
zuhur ederse neler yaratırdı?!
Tasavvufta Mürid – Mürşid İlişkisi / C. Sargut •
211
Nefsini mat eyleyen def-i memat eyleyen,
Nefh-i hayat eyleyen nefesidir Kâmilin.
Edepsizliğimi hoş görürseniz, bu bölümde kendimden bir örnek
vermek istiyorum: On senedir beklediğim yavrum doğdu. Deli gibi
sevinç içindeyim. Hasta dediler; üzüldüm. Herkese kızmaya başladım içimden. Nefsim azdı, öfkem kabardı. Hâşâ! Kapı açıldı, yapayalnızım; yalnız bebeğimi düşünüp ağlıyorum. İçeri hocam girdi.
Demin, imanın nur olduğunu söyledi hocamız (önceki oturumda
bildiri sunan bir konuşmacı). Nur girdi içeriye, nurdu. Ne çocuk kaldı, ne eş, ne dünya kaldı, ne âhiret. Nur girdi içeriye; o bir vücut değildi, Allah’ın nuruydu. Yanıma yanaştı; elinde bir gül vardı. Peygamberimin gülünü bana getirmişti. Kızımın adı da Gülüm’dü zaten.
“İsmi ne güzel” dedi hocam bana. Yarım saat yanımda oturdu. Nefsimin bütün arzu ve istekleri inanın yok olmuştu. Cennet nedir deseler, işte burasıdır, diyecektim. Sonra çıktı gitti… Elime kitabını aldım… Şöyle diyordu:
“Cennet neresidir? dediler. Senin olduğun yerdir. Cehennem neresidir?
Dediler; olmadığın yerdir, diyecektim; ama olmadığın yer yok ki Allah’ım!
Ey Hakk’ı bildiren, Hakk’ı öğreten! Yanımdan ayrılma!”
Böyle dedirtti bana. O zaman her yer cennet kesildi; ölümler
zevk hâline geldi. Kızım öldüğünde annem bana secde ettirdi: “Ne
şanslısın” dedi. “Hazret-i Fâtıma’nın kaderini paylaşıyorsun.” Ölümü
böyle karşılattı bana tasavvuf. Aşk ve şevk ile. İşte mürşid, insanı
nefsin bütün arzularından temizler, bıraktırır. Her şey gider o an,
yalnız O kalır. O ve Siz. Hazret-i Mevlâna’ya göre:
“Eğitimci olan ay, gönül gözüne doğunca can gibi tüm dünyanın bedenini canlandırır. Onun dudaklarından dökülen kelimeler şeker tadını verir.
Herkes ondan tad alır. Gönül güzellikleri unutur; onun şarabı herkesi kendinden geçirir. Onun nuruna kimse dayanamaz; daima onu isterler. Onun
aşk şarabını içenlerin canı da aydın kulağı da çok iyi işitir.”
Mevlâna, Mesnevî’de: “Yürüye yürüye, iki yolun ağzına geldim” diyor. “Dervişlik budur” diyor ya: “Şükretmek ya da sabretmek… Ama”
diyor; “Senin üzüldüğün şey olmazsa nasıl şükredeceğim, nasıl sabredeceğim?” Peki, Mevlâna, mürşidin sözlerini, “gönülleri tıkayan yolları açan
kanallar”a benzetir:
212 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
“Sen Yunus’u öldürdün mü, hiçbir arkta su kalmaz. Kuşluk güneşi olmadıkça nasıl olur da tepeler belirir?! Çare de sensin, tuzak da sen. Şarap da
sensin, kadeh de sen. Pişmiş de sensin, ham da sen.” Ham bırakma beni
hocam!
Ümmî Sinan Hazretleri’ne dönersek, Âdem’den bahsediyor; kimdir Âdem? Âdem, Allah’ın zâtının tecellî ettiği, zâtının, isim ve sıfatlarının tecellî ettiği sultandır. Zât nedir ki, senelerce bunu öğrendim?!
Zât, zât… Bilinemeyen zât… Anneme sordum, zât nedir? Gülü anlattı
bana: “Gülün ismi, gül” dedi. “Sıfatları vardır, canım kızım” dedi.
“Renkleri, yaprakları, yumuşaklığı; ama bir odada gülün olduğunu ancak
kokusunu duyunca hissedersin. İşte gülün zâtı kokusudur” dedi. “Allah’ın
korkusunu duyuran insan-ı kâmilin adı Âdem’dir.” Âdem’e secde etmedikçe, şeytan makamına yükselir insan. Bu secde Allah’a secdeye
benzemez. Allah’a secde, O’nun önünde yok olmaktır. Âdem’e secde
onda tecellî eden Allah sözlerini dinlemektir. Allah’ın sözlerine uymak, ona biat etmek, ondan gözüken Allah’ın hakîkatine tamamen
teslim olmaktır. İşte Âdem’e secde budur.
İsteyü git Âdem’i
Âdem’de bul Âdem’i
Eğer, diyor Ümmî Sinan Hazretleri, “rûhumdan ruh üfledim” sırrını öğrenmek istiyorsan, Âdem’i bul! “Rûhumdan ruh üfledim” diyor
Allah Azimu’ş-Şan. Rûhullah olan Cebrâil’den ruh üfledim, insanoğluna. Rûhullah olan Cebrâil’den, diri olan Cebrâil’den. O halde insanı kâmil diridir; üfler ve bizi diriltir ve bizde varlık oluşturur. Sabahtan beri konuşuyorum; şahsiyet şahsiyet... ne şahsiyeti! Şahsiyet olamaz; işte bize üfleyince o, bizde tecellî edince şahsiyet oluşuyor. Ondan önce biz bir hiçiz. Sonrada hiçiz. Yalnız O var, başka hiçbir şey
yok!
Ama Mevlâna diyor ki: “İhtiyaç elini aç, ilâhî kadehi al da can
şarâbının parıltısı yüzüne de vursun, gönlüne de. İste!” diyor Mevlana:
“İste! Âdemi ara!” Demin ne kadar güzel konuştu hocamız: “Ara! yürü,
daima hareket hâlinde ol! Dön! Çünkü hareket seni Allah’a kavuşturacak.”
Durmak, ölmek demektir. Durmak geriye tekâmül etmek demektir.
Git! Mürşid ara! Gerçi ezelde mürşid seni bulmuştur; ama sen arayıcı
Tasavvufta Mürid – Mürşid İlişkisi / C. Sargut •
213
ol! Terbiye olmak için arayıcı ol! Şu nefsten kurtulmak için arayıcı ol!
Bu nefsten kurtulmak bize fayda; kimseye değil.
Yine Mevlâna: “Söz dinleyenin anlayışı nisbetinde gelir. O hikmeti
çekmedikçe hikmet çıkmaz” diyor. Mevlâna diyor ki: “Şükret, şükret! Şükür memesini emmedikçe, Allah şükredecek bir şey vermez. Hep iste! Hep
talep et! Hep Allah’tan Allah’ı iste! Başka şey isteme! Ekinlere benziyoruz
cancağızım, şu meydanda bitmiş dudaklarımız” diyor Mevlâna ve mürşidine yalvarıyor: “Sula beni! Sula beni ki Allah’ımı her an daha çok idrak
edeyim. Peygamber de öyle buyurmadı mı: Ben çocuklara öğretmen olarak
gönderildim.”
Mısrî Niyâzî çok enteresan bir şey söylüyor:
Sûre-i Necm-i oku gel anla vahy-i Hakk’ı,
Bilesin sen ol mantıkı nefesidir Kâmilin.
Necm sûresi mirâcı anlatır. Demek ki ben bundan ümitlendim;
dedim ki, bu nasıl bir miraç? Ben de yapabilir miyim? Ümit geldi.
Yaparım. Kendi çapımda yaparım; Peygamber gibi yapamam. Ama
nasıl yapacağım? Gelin sûreyi beraber tasavvufî anlamıyla, Hazret-i
Pirlerin yardımıyla inceleyelim:
“Batmakta olan yıldıza andolsun ki, …” Nasıl bir yıldızdır ki o?
Mısrî Niyazî, İrfan Sofraları adlı o muazzam kitabında, yıldızları yere
göğe koyamıyor. Onlar diyor, insanları aydınlatan, yollarını gösteren
sultanlardır. Kâfiri de taşlayan taşlardır. Ama bu yıldız tutuyor ne
demek istiyor Allah, Hazret-i Peygambere “batmakta olan yıldız adına”
derken? Yani nefsinin bütün arzu, istek, her şeyini bırakmış bir Peygamberden bahsediyor. Allah’ın huzuruna çıkacak başına pislikli
işkembe geçmiş, taşlanmış, aşağılanmış, Allah bütün sevdiklerini
elinden almış. Hiçbir peygamberin yapmadığı bir şeyi yapmış. “Allah” demiş. Sadece “Allah” demiş. Bir kere bile ümit kesmemiş. Bir
kere sorgulamamış. “Neden? Ne için?” Hiç dememiş. Mübarek kızına, karşısına geldiğinde ayağa kalktı. Hakîkatini onda gördüğü kızına Ebû Cehil tokat atmış. Ebû Süfyan Hz. Fâtıma’yı koruduğu için
Allah onun evini korumaya almış. Bütün bunlara dayanmış bir sultan. Her şeyini teslim ettikten sonra mirâca çıkıyor. Öyleyse mirâca
çıkmanın yolu teslimdir. Neyin var, neyin yoksa; benliğini, nefsini,
kendini, vücûdunu, Allah’tan başka hiçbir şey bırakma! Her nereye
214 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
dönsen O’nun vechinden bir şey kalmasın. O zaman müjde gelir:
“Arkadaşınız sapmadı ve azmadı…” Burası çok tehlikeli bir yerdir! Allah, ona yakınlaştığında edebini kaybetmeyen boncuk boncuk terleriyle kendisini dirilten Cebrail vasıtasıyla en yüksek derecesine ulaşan peygamberi görüyoruz. O kendi istek ve düşüncesine göre konuşmaz. Görüyoruz ki, bu seviyeye gelmiş olan Peygamber, artık
Allah ondan konuşur haldedir. Öyleyse Peygamberin sözü tartışılmaz!
Peygamberden zuhur eden üzerinde konuşulmaz! Onun sözü Allah’ın sözüdür. Onun konuşması, ancak bildirilen bir vahiy iledir.
Allah bu sözleri teyit ederek: “Onun konuşması vahiydir…” diyor; o
vahyi anlatır, vahyi oluşturur; çünkü o ümmîdir. Çünkü onda benlik
yok, nefis yok; aklını bıraktı. Cebrâil bile sidrede kaldı. Aklın künhünü bile terk etti. O yalnız Allah’ıyla, artık aşkından başka hiçbir şey
kalmamış vücuduyla mirâca çıktı. Bu vahyi, ona müthiş güçleri olan
Cebrâil öğretti. Demek ki bu şey lâzım. Peygambere bilecek gaye lâzım; yol göstecek.
İbn Arabî şöyle der: “Hz. Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem sordu Cebrail’e, dedi ki: Niye geliyorsun? Niye geliyorsun ki, benim sana ihtiyacım yok. Ben Allah’ının huzuruna çıkacağım. Cebrâil dedi ki: Allah en
sevdiğini huzuruna çağırırken, en yakını olan idraki ona yoldaş eder.”
İşte mürşid kişinin idrakidir. Mürşidin nefesi idrakleri artırır. Diriltir bizi! Allah Allah!.. Hiç bilmediğimiz şeyleri hissettirir. Gönül
gözlerini açar. Belki hani büyük Sultan Veled, Baba Veled gibi şöyle
bağırttırır: “Ben Allah’ı görüyorum! Yemin ederim ki görüyorum!” “Göremezsin!” derler. O da: “Görüyorum!” der. “Bu gözle değil; öyle yok
oldum, öyle hiç oldum, öyle benlikten arındım ve o kadar var ki yokluğumda
varlığını hissediyorum, bundan güzel görmek mi olur?!” O akıl görünüşünde kuvvetli bir melektir. Hemen doğurulur. Ve o en yüksek ufukta olur. Demek ki idrak bir insanın insan olarak gelebileceği en yüksek ufuktur.
Bilmiyorum, Hira dağını gördünüz mü? Hiç gördünüz mü bilmiyorum; Hıra’nın içine girdiniz mi? Sanki, –benim edepsizliğimi hoş
görsün hocalar– Sidre-yi Müntehâ orası gibi gelir bana, bazen gittiğimde. Hiç değişmeyen, bâkir olan yegâne yer! Mis gibi Peygamber
kokuyor. O nasıl bir yerdir ki, iki büklüm, Koca Sultan Allah’ı ile iki
büklüm baş başa kalmanın zevkini yaşamış. Allah’ında yok olmanın
Tasavvufta Mürid – Mürşid İlişkisi / C. Sargut •
215
zevkini yaşamış. “Oku!” der Allah ona; okuma yazma bilmeyene
“Oku!” der Allah: Her yerde beni oku. Her şeyde beni oku. Sonra
Allah, bu seviyeye gelmiş olan Hz. Peygamber’e doğru… Bu nasıl bir
andır ki, melâike seslendi Hz. Muhammed’e: “Yâ Muhammed! Bekle!
Rabbin salâtta. Bekle, Rabbin salâtta. Rabb salâtta. Rabbin sana tenezzül edecek; artık sen onu bilemezsin. O sana tenezzül etmezse, sen
onu idrak edemezsin.” Burası sanki Marzıyye makamı gibidir. Yani
artık Allah bizden memnun oluyor. Biz râzı olduk zaten O’ndan. O
bizden memnun oluyor. İnşallah. Ve O’nunla arasındaki mesafe iki
yay kadar, yahut daha az kaldı. Bir görüş mesafesi vardı orada. Anneme sordum: “Ne gördü Peygamber?” “Kendi hakikatini Nûr-ı
Muhammediyye’yi gördü” dedi. Yaratılış sebebini gördü. Hakîkatini
gördü.
Öyleyse her şeyden arınarak bir kâmil mürşidin nefesi ile her
şeyden arınarak Sidre’ye kadar gidersek, kâmil mürşid orada kendini
aradan çeker. Tıpkı Cebrâil gibi, tıpkı Hz. Şems gibi. Ondan sonra
artık Allah herkese kendindeki hakîkati gösterir. Kendindeki Allah’a
ait ismin hakîkatini, şahsiyetini, hüviyetini gösterir: “Orada kuluna
vahyetmek istediği her şeyi vahyetti. Gözün gördüğüne kalp yalan demedi.”
Bu öyle bir andır ki, artık kalp itmi’nân bulur; tatmin olur; mutmain
olur. Her şeye iman eder. İşte, ilim insanda bu hâle geldiği zaman
kemâl noktasına erer. Artık o ilmi o insana anlatır ve anlattığı zaman
te’sir eder. Çünkü kalbiyle aklı o insanda birleşmiştir. Emniyet vermiştir. Ey inkârcılar! Onun gördüğü şey hakkında tartışır mısınız? O
Cebrâil’i başka inişinde de görmüştür. Bundan anlaşılıyor ki mirac,
Peygamber için tekrarlandı. Çünkü Peygamber Allah’ın hep huzurundaydı. O en uçtaki ağacın yanındaydı. Yani Sidre-yi
Müntehâ’daydı. Demek ki, geri dönüşte mürşid yine bizi bulur. Ve
yine o anın zevkini bize yaşatır…
“Muhammed’in gözü ne yana kaydı; ne de öteye geçti.” İşte kâmil insanın nefesi, insanı yalnız Allah’a bakar hâle geçirir; gözler başka bir
tarafa bakamaz. Râbiatü’l-Adeviyye şöyle anlatıyor: “Bir beyefendi ile
gidiyordum. Bana ne kadar mükemmel biri olduğumu, ne kadar Allah sevgisi olan biri olduğumu; bu yüzden de bana ne kadar hayran olduğunu anlatıyordu. Güldüm. Dedim ki: Arkamdan gelen kız kardeşim, benden daha mükemmel! Hemen döndü ve baktı. Ben de ensesine şaplağı vurdum. Sen daha
216 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
beni sevdiğini söylerken başkasına bakıyorsun. Ya Allah’ı sevdiğini söylerken?!...”
Bu nasıl bir andır ki, “İşte bugün mürid kimindir?” sorusuna bir
tek cevap vardır: “Her şey senin Allah’ım. Sen’den başkası yoktur.”
Rûhu’l-kudüs demini Âdemde iste anı,
Ol imiş gönlün cânı nefesidir Kâmilin.
Mısrî Niyâzî de aynı şeyi söylüyor: Eğer dirilmek istiyorsan,
yükselmek istiyorsan, sen de mirâcını yapmak istiyorsan; Âdem’in
nefesini iste! Yani Ümmî Sinan’ın nefesini iste!
Hz. Mevlâna diyor ki:
“Gönül tenceremi kaynat, coştur suyumu! Toprağımı yak! Yazımı
künyemi yırt gitsin! Ne devletsin, ne ihsansın sen! Yak da yetişip gelişeyim!
Yanışa ait sözler söyleyeyim. Huyum öd ağacına benzesin ne devletsin, ne
ihsansın sen!”
Yine Mısrî Niyâzî’nin şiirinden:
Mâye-i zât denilen feyz-i necât denilen,
Âb-ı hayât denilen nefesidir Kâmilin.
Zâtın özü, zâta varmak için istenen feyz ve bu feyze kavuşmak,
ölümsüzlük, nefesidir kâmilin. İşte bu da öyle bir zevk olur ki, her
eksik tamama gider. İnsanı, kâmil mürşid insanı adam eder. Şöyle
diyor Mevlâna:
“Bir kurda rastlasam, ay yüzlü Yusuf olur. Bir kuyuya girsem, İrem
Bağı kesilir. Nekeslikten gönlü demire, taşa çeviren kişi, benim kapımda
cömertlikte, bağışta vaktin Hâtem’i olur. Toprak bile avucumda altın oluyor,
ham gümüşe dönüyor. Artık altın, gümüş fitnecisi nasıl vurabilir yolumu?”
Mevlâna burada coşmuş; kâmil olduğunu aşikâr ediyor. Hani
“Devrin Ahmed’iyim ben…” dediği şiiri var ya; o, devrin Ahmed’idir;
devrin Âdemi’dir; nefesinde diriltir:
Diri kılan tenleri zinde eden canları,
Kaldıran ölenleri nefesidir Kâmilin.
Öyle ya… Hepimiz Hocamızın huzuruna ölü gittik. Baştan aşağı… Test etmeye gittik. Öğrenmeye gitmedik. Mürşidi test etmeye
Tasavvufta Mürid – Mürşid İlişkisi / C. Sargut •
217
gittik. O bize değdi. O nasıl bir değişti? Bunu çok sevdiğim bir ağabeyimden anlatmak isterim size. O ateist biri iken, birgün felsefe hocası Allah’tan bahsetmiş. O da demiş ki hocasına: “Sen o kadar çirkinsin ki, tabii ancak senin yüzüne Allah’tan başkası bakmaz. Onun
için sen de Allah’tan bahsediyorsun.” Hoca şöyle cevap vermiş: “Hakikaten doğru mu söylüyorsun oğlum? Sen saf ve temiz bir çocuksun,
Allah benim yüzüme bakıyorsa ne kadar şanslıyım!” Bu sözü o kadar
etkilemiş ki ağabeyimizi, hocanın peşine takılmış; Yunus Emre şenliklerine gitmiş. Herkesle alay ederim demiş; bir güzel etrafla dalga geçer gelirim, demiş. Ona dönmüş lâf atmış, buna dönmüş lâf atmış.
Tam oraya buraya sataşırken, omuzuna bir el değmiş; sadece bir el
değmiş: “Hadi oğlum, namaza gidelim!” demiş. Sadece değdi, diyor
bu ağabeyim. Beni namaza götürdü. O güne kadar hiç namaz kılmamıştım. Namaza inanmazdım. Abdestim yoktu. Namaza durdum
arkasında, yaptığını yaptım. O öyle bir andı ki, ben ilk defa nûr-ı ilâhî
ile tanıştım. Ne yüzünü gördüm; ne bildim. Bana İstanbul’da olduğunu söyledi. Şu semtte oturuyorum, dedi. Para buldum; İstanbul’a
gittim. Koklayarak evini buldum ve ondan sonra ondan hiç ayrılmadım. İşte insanı, ölüyü dirilten nefesidir kâmilin.
Niyâzî’yi cân eden zerresini kân eden,
Katresin ummân eden nefesidir Kâmilin.
Mısrî Niyâzî katrede ummân olmuş bir sultan. Onu nasıl anlarız?! Diyor ki: “İyiyi kötüyü bir bilmeyen, ne anlasın bizi! Hayvan olan ne
anlasın; insan olan anlar bizi!” Ben onun mürşidine olan aşkını anlatan
şiiri ile konuşmamı bitirmek istiyorum efendim.
Kanı bir mürşid-i kamil isteyen,
Yetiş Elmalı’da Ümmî Sinan’a.
Kalbim marazından kurtulan diyen,
Yetiş Elmalı’da Ümmî Sinan’a.
Gerçi her köşede “Şeyhim” der çoktur,
Binde birinin de irfanı yoktur.
Mürşid-i kamilin tarîki Hak’tır,
Yetiş Elmalı’da Ümmi Sinan’a.
Allah fillah irşad yoluna durmuş,
Yoluyla ehlinden usûlün almış,
218 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
Sinesi nur ile öylece dolmuş,
Eriş Elmalı’da Ümmî Sinan’a.
Âyetin Hadis’in sırrın anlayan,
Daim tevhid ile gönlün eyleyen,
Biçare Mısrî’nin sözün dinleyen,
Eriş Elmalı’da Ümmi Sinan’a.
Bizi buraya eriştiren, huzuruna kabul eden Elmalı’nın Güzellerine şükürler olsun! Hepinize teşekkür ederim.
SİNÂN-I ÜMMÎ KÜLTÜR ve SANAT ETKİNLİKLERİ
ELMA LI’NI N CA NLA RI:
İRFA N ve SEV Gİ SEMPO ZYUMU – 5
“Kİ Şİ Lİ K O LUŞUMU ve NEFSİN T ERBİY ESİ”
DÜZENLEYEN KURULUŞLAR
Sinân-ı Ümmî Kültür ve Sanat Derneği
Akdeniz Kültür ve İletişim Kulübü
Ayrıca, Sempozyumumuza verdikleri desteklerden dolayı:
Antalya Valiliği İl Özel İdaresi’ne,
Elmalı Kaymakamlığı’na,
Antalya Kültür ve Turizm İl Müdürlüğü’ne,
MÜSİAD Antalya Şubesi’ne,
Aşıklar Vakfı’na
Çok teşekkür ederiz.
8 Eylül 2012 – Cumartesi
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Kültür Merkezi
ELMALI / ANTALYA
220 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
EL M A L I ’ N I N C A N L A R I :
İR FA N ve S E V Gİ S E MP OZ Y U MU – 5
“KİŞİLİ K OL UŞ U M U ve NEF SİN TE R BİYE Sİ”
PRO G RA M
AÇILIŞ (09:00 – 09:45)
Açılış ve Protokol Konuşmaları
AÇILIŞ BİLDİRİSİ (09:45 – 10:00)
09:45–10:00 Muhammed Bâkır MUTLU, Uşak.
BİRİNCİ OTURUM (10:00 – 11:00)
İSLÂM’IN KİŞİLİK İNŞÂ METODU
Prof. Dr. Ahmet YAMAN (Akdeniz Üni. İlâhiyat Fak. Dekanı, Antalya)
Oturum Başkanı
10:00–10:20 Yrd. Doç. Dr. Yasin PİŞGİN (Akdeniz Üni. İlahiyat Fak. Arap Dili ve
Belâgatı A.D., Antalya)
Kur’an ve Sünnetin Kişilik İnşâ Metodu
10:20–10:40 Mehmet Murat ÇEKMEN (Elmalı Kaymakamı, Antalya)
Elmalılı M. Hamdi Yazır’da Kişilik Oluşumu
10:40–11:00 Sadık YALSIZUÇANLAR, (Yazar, Ankara)
“Sohbet Canı Semirtir”: Rûhun Gıdalandığı Sohbet
ARA (11:00 – 11:20)
İKİNCİ OTURUM (11:20 – 12:20)
KİŞİLİK OLUŞUMU ve BESLENME
Prof. Dr. Sait ÇELİK (Uşak Üniversitesi Rektörü, Uşak)
Oturum Başkanı
11:20–11:40 Prof. Dr. Hayrettin KARA (Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Psikiyatri Klinik Şefi, İstanbul)
Kişilik Oluşumu
11:40–12:00 Prof. Dr. Fatih GÜLTEKİN (Süleyman Demirel Üni. Tıp Fak., Tıbbî
Biyokimya A.D., Isparta)
Katkı Maddelerinin İnsan Kişiliği Üzerindeki Etkileri
12:00–12:20 Dr. Suat YILMAZ (Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı Tarımsal
Araştırmalar ve Politikalar Genel Müdürlüğü (TAGEM), Ankara)
Sağlıklı Beslenme ve Kişilik Oluşumu Üzerindeki Etkileri
ARA (12:20 – 14:00)
Sempozyum Programı •
221
SÖYLEŞİ ve İMZA (14:00 – 14:20)
VÂHİB-İ ÜMMÎ DÎVÂNI
Semih KAPLANOĞLU (Senarist, Film Yapımcısı, Yönetmen, İstanbul)
Oturum Başkanı
14:00–14:20 Yrd. Doç. Dr. Mustafa TATCI (Gazi Üni. Gazi Eğitim Fak. Türk Dili
ve Edebiyatı Eğitimi A.D., Ankara)
Türk Tasavvuf Edebiyatında Vâhib-i Ümmî Dîvânı’nın Yeri ve Önemi
ÜÇÜNCÜ OTURUM (14:20 – 15:40)
ELMALI ERENLERİNDE NEFSİN TERBİYESİ ve KİŞİLİK OLUŞUMU
Prof. Dr. Sayın DALKIRAN (Uşak Üniversitesi Rektör Yardımcısı, Uşak)
Oturum Başkanı
14:20–14:40 Doç. Dr. Şakir GÖZÜTOK (Yüzüncü Yıl Üni. İlahiyat Fak. Din Eğitimi A.D., Van)
Tasavvufta Şahsiyet Eğitimi
14:40–15:00 Doç. Dr. Sâfi ARPAGUŞ (Marmara Üni. İlahiyat Fak. Tasavvuf A.D.,
İstanbul)
Tekke Mutfağında Nefs Terbiyesi
15:00–15:20 Doç. Dr. Ömer Faruk TEBER (Akdeniz Üni. İlahiyat Fak. İslam
Mezhepleri Tarihi A.D., Antalya)
Kaygusuz Abdal’da Nefsin Terbiyesi ve Kişilik Oluşumu
15:20–15:40 Doç. Dr. Rifat OKUDAN (Süleyman Demirel Üni. İlahiyat Fak. Tasavvuf A.D., Isparta)
Elmalı Erenlerinde Nefsin Terbiyesi ve Kişilik Oluşumu
ARA (15:40 – 16:00)
KAPANIŞ BİLDİRİSİ (16:00 – 16:30)
16:00–16:30 Cemalnur SARGUT (TÜRKKAD İstanbul Şube Başkanı, İstanbul)
Tasavvufta Mürid – Mürşid İlişkisi
TASAVVUF MÛSİKÎSİ KONSERİ (16:40)
Mehmet KOŞUK (Sinân-ı Ümmî Tasavvuf Mûsikîsi Topluluğu, Elmalı,
Antalya)
222 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi
EL M A L I ’ N I N C A N L A R I :
İR FA N ve S E V Gİ S E MP OZ Y U MU – 5
“KİŞİLİ K OL UŞ U M U ve NEF SİN TE R BİYE Sİ”
8 Eylül 2012 – Cumartesi
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Kültür Merkezi
ELMALI / ANTALYA
DÜZENLEME KURULU
Başkan
Prof. Dr. Ahmet ÖGKE
Üyeler
Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ
Süleyman AYKUT
Salih TÜRKİŞ
Mehmet TAŞ
Sadık SARIKAYA
Mehmet KOŞUK
BİLİM KURULU
Başkan
Yrd. Doç. Dr. Mustafa TATCI
Üyeler
Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ
Prof. Dr. İbrahim HATİBOĞLU
Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE
Doç. Dr. Sâfi ARPAGUŞ
Doç. Dr. Ekrem DEMİRLİ
Yrd. Doç. Dr. Yasin PİŞGİN
Yrd. Doç. Dr. H. Yusuf ACUNER
Koordinasyon
Süleyman AYKUT
0532.7769960
[email protected]

Benzer belgeler