ELMALI`DA KİŞİLİK OLUŞUMU ve NEFSİN TERBİYESİ
Transkript
ELMALI`DA KİŞİLİK OLUŞUMU ve NEFSİN TERBİYESİ
ELMALI’DA KİŞİLİK OLUŞUMU ve NEFSİN TERBİYESİ Editör: Prof. Dr. Ahmet ÖGKE Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi Editör: Prof. Dr. Ahmet ÖGKE ISBN: 978-605-86661-1-5 İç Düzen Ahmet ÖGKE Baskı & Cilt Yazar Ofset Matbaacılık Ltd. Şti. Muratpaşa Mh. 571. Sk. No: 4/A – ANTALYA 0242.242 40 40 İletişim Akdeniz Kültür ve İletişim Kulübü Derneği Tarım Mah. Perge Cad. Gündoğdu Sitesi Perge Apt. Kat: 3 Dâire: 10 – ANTALYA 0242 312 10 03 [email protected] www.akik.org.tr Antalya, 2013 Kitapta yayınlanan yazıların her türlü hukukî ve ilmî sorumluluğu yazarlarına âittir. İÇİNDEKİLER Önsöz.....................................................................................................................5 GİRİŞ Nefsin Terbiyesi / Muhammet Bâkır MUTLU................................................... 11 BİRİNCİ BÖLÜM İSLÂM’IN KİŞİLİK İNŞÂ METODU Kur’an ve Sünnet’te Olumlu Şahsiyet Özellikleri/Yrd. Doç. Dr. Yasin PİŞGİN . 17 Elmalılı M. Hamdi Yazır’da Kişilik Oluşumu / Mehmet Murat ÇEKMEN ....... 33 “Sohbet Canı Semirtir” –Rûhun Gıdalandığı Sohbet– / Sadık YALSIZUÇANLAR ...................................................................... 49 İKİNCİ BÖLÜM KİŞİLİK OLUŞUMU ve BESLENME Kişilik Oluşumu –Modern Psikolojinin Erenlerden Öğrenebileceklerine Dair– / Prof. Dr. Hayrettin KARA ...................................................................... 59 İslâm’da Beslenme ve Şahsiyet İlişkisi / Yrd. Doç. Dr. Yasin PİŞGİN................. 69 Katkı Maddelerinin İnsan Kişiliği Üzerindeki Etkileri / Prof. Dr. Fatih GÜLTEKİN .................................................................... 83 Sağlıklı Beslenme ve Kişilik Oluşumu Üzerindeki Etkileri / Dr. Suat YILMAZ. 101 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ELMALI ERENLERİNDE NEFSİN TERBİYESİ ve KİŞİLİK OLUŞUMU Tasavvufta Şahsiyet Eğitimi / Prof. Dr. Şakir GÖZÜTOK ................................ 129 Tekke Mutfağında Nefs Terbiyesi / Doç. Dr. Sâfi ARPAGUŞ ........................... 145 Kaygusuz Abdal’da Nefsin Terbiyesi ve Kişilik Oluşumunda Sofra Tercümanları –Gülbankları / Doç. Dr. Ömer Faruk TEBER ....................................... 169 Elmalı Erenlerinde Nefsin Terbiyesi ve Kişilik Oluşumu / Prof. Dr. Rifat OKUDAN...................................................................... 179 SONUÇ Tasavvufta Mürid – Mürşid İlişkisi / Cemalnur SARGUT .............................. 207 ÖNSÖZ: ELMALI’DA CAN BULMAK Şehr-i Elmalı, kendisini tanıyana can veren, umut aşılayan, aşk mayalayan, irfânı tattıran bir âb-ı hayâtı içinde barındırır sanki. Havasını bir kez teneffüs eden, suyundan bir yudum içen, ekmeğinden bir lokma yiyen, âriflerini bir nebze tanıyan kişiyi gizemli bir bağla kendine meftûn eden mâneviyatlı bir şehirdir Elmalı. Bir gelen, bir daha gelmek için can atar. Gelemeyenin ise her dâim gözünde tüter Elmalı. Bu topraklara yolu düşmüş nice insan, nice ârif, bu duyguları yaşamıştır hep. Tıpkı, Elmalı irfan ocağının önderi Vâhib Ümmî’nin halîfelerinden Mazhar Efendi tarafından yetiştirilen Kulalı Seyyid Mustafa Nüzûlî (ö. 1744) gibi. Bir süre Elmalı’da konaklayan, bu zaman zarfında Ümmî Sinan’ın oğlu Süleyman Hakîrî’den feyz alan ve daha sonra hilâfetle Kula’ya gönderilen Nüzûlî, bakınız, Elmalı’dan ayrıldıktan sonra bir şiirinde Elmalı’ya olan özlemini nasıl dile getirmiş: Be yârenler, neyliyeyim n’ideyim1 Yine Elmalı’yı özledi bu cân Mevlâm yol verirse yine gideyim Cennet-i âlâya benzer o mekân Akar suyu Kevser şarâbı gibi Kokusu var cennet türâbı gibi Ümmî Sinân gibi, Vehhâbî gibi Ne azizler zuhûr etti bir zaman Kişi varıp ol diyârda kalıcak Kamu dertlerine derman bulıcak Vehhâb Efendi demiş: Yaz olıcak Elmalı gûyâ ki cennettir heman Bizim diyârımız kande, o kande Biricik varıp görür müydün sen de İllâ bir azîze duş olduk anda Vasf-ı medhinde âcizdir bu zebân Evet, Nuzûlî Elmalı’da can bulmuştur; aşkı ve irfânı burada zevk etmiştir; burada adam olmuştur. Bize düşen ise, bu toprakları mayalayan, bu coğrafyaya hayat veren, can katan değerleri bulup ortaya çıkarmak, anlamaya ve 1 Mustafa Tatcı – Cemal Kurnaz, Elmalılı Ümmî Sinân, Ankara, 1998, ss. IX-X. 6 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi anlatmaya çalışmak, yaşamaya ve yaşatmaya gayret etmek. Bu vesîleyle de istidat ve kabiliyetlerimiz ölçüsünce ne kadar nasiplenebilirsek o kârdır. Herkes, kabına göre, kalıbına göre, kalbine göre alacağını alır inşallah. Bu duygu ve düşüncelerle, gönül sahibi Elmalı âşıkı dostlarla çıkılan yolculukta, Sinân-ı Ümmî’yi Anma Etkinlikleri’nin 8.sini idrak ediyoruz bu yıl. Bu etkinlik, aynı zamanda Elmalı’nın Canları İrfan ve Sevgi Sempozyumlarının da 5.sini oluşturuyor. Ana tema olarak “Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi” konusunu seçtiğimiz bu yılki sempozyumda, alt bir fikir olarak da Tasavvufta nefsin terbiyesi için önemli unsurlardan biri olan “alınan gıdaların ve beslenmenin kişilik oluşumu ve nefsin terbiyesindeki rolü”nü de öne çıkarmayı plânladık. Bu bağlamda sempozyumun açılış bildirisi ile birinci oturumunda, Tasavvufun öngördüğü “açlık disiplini”nin kişilik oluşumunda ve nefsin terbiyesinde ne gibi maddî ve mânevî kazanımlar sağladığı, rûhun temel bir gıdâsı olan sohbetin canı nasıl semirttiği, Kur’an ve Sünnet’in kişilik inşâ metodları ve Elmalılı M. Hamdi Yazır’da kişilik oluşumu üzerinde duruldu. “Kişilik oluşumu” kavramının fikrî altyapısının ve beslenme ile ilişkisinin irdeleneceği ikinci oturumda, sağlıklı beslenme ve katkı maddelerinin kişilik oluşumu üzerindeki etkileri ele alındı. Tasavvufta şahsiyet eğitimi, tekke mutfağında nefs terbiyesi ve Elmalı erenlerinde nefsin terbiyesi ve kişilik oluşumu konularının işlendiği üçüncü oturumdan sonra da Tasavvufta mürid–mürşid ilişkisi anlatıldı. Görüldüğü üzere sempozyum konularımız çok nitelikli ve derinlikli. Aynı derecede de gerçekten konusunda uzman bilim insanlarınca sunuldu. Ayrıca bu yılki Söyleşi ve İmza köşemizde, Dr. Ahmet Ögke ile birlikte 7 yılı aşkın bir süredir üzerinde büyük bir titizlikle çalıştığı ve yakında basımı gerçekleşen Vâhib-i Ümmî Dîvânı’nı yayına hazırlayan Yrd. Doç. Dr. Mustafa Tatcı Hocamız kitabın tanıtım ve imzasını gerçekleştirdi. Bu oturumun başkanlığında ise çok değerli bir senarist, film yapımcısı ve yönetmen Semih Kaplanoğlu konuğumuz oldu; Niyâzî-i Mısrî ve Elmalı’yı da içine alan çok önemli projeler konusunda bizlere ümit verdi.Sempozyumun sonunda her yıl gelenekselleşen Tasavvuf mûsikîsi konserini, Elmalı Ömer Paşa Câmii İmam–Hatibi kadim dostum sayın Mehmet Koşuk yönetimindeki Sinân-ı Ümmî Tasavvuf Mûsikîsi Topluluğu büyük bir coşku ve katılımla icrâ etti. Başta Akdeniz Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dekanımız Prof. Dr. Ahmet Yaman olmak üzere, Uşak’tan misafirimiz olan gönül insanı Muhammed Bâkır Mutlu, Uşak Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Sait Çelik, Rektör Önsöz / A. Ögke • 7 Yardımcısı Prof. Dr. Sayın Dalkıran, değerli gönül insanı Cemalnur Sargut, Semih Kaplanoğlu, günümüzün en hâzık psikiyatrlarından gönül sahibi dostumuz Prof. Dr. Hayrettin Kara, Elmalı’nın Canları için sağlığını / adeta canını ortaya koymuş olan saygıdeğer Hocam Yrd. Doç. Dr. Mustafa Tatcı, hepsi birbirinden kıymetli hocalarım Prof. Dr. Fatih Gültekin, Doç. Dr. Şakir Gözütok, Doç. Dr. Sâfi Arpaguş, Doç. Dr. Ömer Faruk Teber, Doç. Dr. Rifat Okudan, Yrd. Doç. Dr. Yasin Pişgin, Dr. Suat Yılmaz, Mehmet Koşuk ve Elmalı’nın Canları sempozyumları vesîlesiyle kendisini daha yakından tanıdığımız sâdık dostumuz Sadık Yalsızuçanlar’a sonsuz teşekkürler. Elmalı’ya atandığı günden beri tam bir Elmalı gönüllüsü olduğunu çeşitli vesîlelerle kanıtlayan Kaymakamımız Mehmet Murat Çekmen’e ise ayrıca teşekkür ederiz. Verdikleri maddî ve mânevî desteklerle gücümüze güç, aşkımıza şevk kattılar; sağ olsunlar, var olsunlar. Dr. Mehmet Karakayalı, Abdullah Aykut, Süleyman Aykut, Salih Türkiş, Mehmet Taş, Fatih Şahin, Sadık Sarıkaya gibi düzenleme kurulunda ismi geçen ve geçmeyen arkadaşlarımızın da büyük emekleri var. Bu işin görünmeyen kahramanları, bu organizasyonun işçiliğini yapan, karşılıksız çalışan emektarları diyebileceğimiz bu insanların hakkını ne yapsak ödeyemeyiz. Yıllardır bu programın, her yıl bir öncekinden daha nitelikli ve daha verimli geçmesi için çabalayan Elmalı’nın yüce gönüllü kahramanlarına da Allah râzı olsun diyoruz. Ayrıca elinizdeki Elmalı Bülten’in şekil ve muhteva açısından her yıl daha nitelikli çıkması için çalışan bir ekip de var. Onlara da gönülden teşekkürlerimizi iletiyoruz. Elmalılı Ümmî Sinân’ın da dediği gibi: Eyâ cânlar içinde cân fedâdır yoluna cân baş2 Be-hakk-ı âyet-i Kur’ân fedâdır yoluna cân baş diyerek yola çıkan ve canla başla çalışan herkes, bu yolda can bulur; cânını ve cânânını bulur. “Elmalı’da can bulmak” bu olsa gerek. Prof. Dr. Ahmet ÖGKE Antalya 2 Azmi Bilgin, Ümmî Sinan Dîvânı, İstanbul 2000, ss. 106-108. GİRİŞ Nefsin Terbiyesi Muhammet Bâkır MUTLU es-Selâmü Aleyküm, Yüce Allah’ın “Selâm” ism-i şerîfinin en güzel tecellîleri sizlerin ve bizlerin üzerinize olsun inşallah. Bu kadar muhterem insan, bu kadar muhterem hocalarım içinde açılış bildirisini sunmak bendenize nasip oldu. Öncelikle hepinize şükranlarımı sunarım. Ben bir akademisyen değilim. Üslûbum sizlere uygun gelmeyebilir. Sürç-i lisân edersek peşînen affola… Konuşacağım konular, bahsedeceğim şeyler çok uzun olmayacak. Bundaki amaç, bundan sonra sempozyumun bundan sonraki anlatılacak konularına kısa kısa değinerek çağrışım yapmak, sempozyumun girişinde bir ön hazırlığı tamamlayarak hocalarımızı daha verimli dinlemenizi sağlamak. Bahsetmek istediğim ilk konu, mâlum, sempozyumun tamamında insan-ı kâmil eğitiminde kullanılan metodlardan birisi olan riyâzet. Yani hepimizin bildiği: az yemek, az konuşmak, az uyumak. Az yemek nasıl bir ölçüdür? Sadece belli kısımlara değinerek geçeceğim. Bir kere riyâzet, her şeyden önce genel değildir. Tasavvuf yolunda kullanılan metodlardan, bir mürşid-i kâmile insitap etmiş kişilerin daha yoğun kullandığı bir metoddur. Fakat “az”ın ölçüsü nedir? Uşak Eski Belediye Başkan Yrd., Uşak. 12 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi Dediğimiz gibi riyâzet, umumî bir hüküm değildir; hususîdir. Az yemek de kişiye özeldir. Doktorlarımız bile tahlil yaparken, şekerin oranı şu oranla şu oran arasında olmalıdır, derler. Az yemek, doymadan kalkmak. Resûlullah (s.a.v.) ve arkadaşlarına baktığımız zaman, az yemenin ölçüsünü çok daha güzel görüyoruz. Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in bedenî yapısını takip ederken, göğsü ile göbeği müsâviydi diye tarif ediyoruz. Allah şefaatlerinden ayırmasın, yolunda dâim kılsın, cahar yâr-i güzîn efendilerimizi tarif ederken, Hz. Ebûbekir efendimizi tarif ederken diyoruz ki, zayıftı. Hz. Ömer efendimizi tarif ederken diyoruz ki, iri kemikli, inceydi. Hz. Ali efendimiz, kısa boylu, alnı açık, hafiften ağır göbekliydi. Şimdi Hz. Ali efendimiz için “az yemek hususunu bilmiyor” diyebilir miyiz? Hâyır! Benim için iki dilim ekmek doymaksa, bir başka arkadaş için üç dilim ekmek doymaktır. Bir başkası için dört dilim.. Doyduktan sonra yemek zaten haram. Ama asıl unutulmaması gereken, hayatımızın hiçbir noktasında unutmamamız gereken şey, yaratılış gayemiz. Esteîzü billâh: “Ve mâ halaktü’l-cinne ve inse illâ li ya’budûn: Ben cinleri ve insanları ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım.” O zaman yemeyi de ibâdete çevireceğiz. Yemekten elde ettiğimiz gıdayı da ibâdete çevireceğiz. Helâl ile başlayacağız. Yemeyi nasıl ibâdete çeviririz? Allah ve Resûlü’nün emrettiği gibi sünnet-i Resûlullah’a âhir zamanda uyan, zaten yüz şehid sevabına nâil oluyor. Tuz ile başlarsak ibâdete çeviririz, besmeleyle başlar çeviririz, sağ elimizle yer çeviririz, midemizin üçte biri boş kalsın diye sağ dizimiz havada sünnete uygun oturur çeviririz. Elde ettiğimiz gıdanın tamamını rızâullah peşinde, “mahbûbum Allah, maksûdum Allah” diyerek ibâdete çeviririz. Peki, az konuşmak? Mesleğim avukatlıktır.. O zaman şunu görüyoruz: Az konuşmak dediğimizde, Peygamber efendimiz (s.a.v.) ile büyüklerimizin uygulamasından da mâ-lâ-ya’nîyi sıfıra indirmeye çalışmak.. Yoksa hutbesiz, sohbetsiz, vaazsız, emr-i bi’l-ma’rûf nehy-i ani’l-münkersiz, sosyal ilişkiler olmadan az konuşmak olur mu? Olma ihtimâli yok.. Nefsin Terbiyesi / M. B. Mutlu • 13 Allah’ıma şükürler olsun ki, biz Resûlullah (s.a.v.)’in ümmeti olarak yaratıldık. Peygamber Efendimiz de bizi ümmetliğine inşallah kabul etmiştir. Herkesçe mâlum, Mûsa (a.s.) Tur dağına çıktığında Allah (c.c.)’nün tecelliyâtını, şimşek ve ateş şeklinde görüyoruz. Ama ümmet-i Muhammed’e Allah (c.c.)’nün tecelliyâtı, insan şeklinde. Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz’e gelen vahyin çoğunluğu, Cebrâil (a.s.)’ın Dıhyetü’l-Kelbî şeklinde gelmesi değil midir? Biz sosyal olmak zorundayız. Müslüman sosyal olmak zorundadır ki, emr-i bi’l-ma’rûf nehy-i ani’l-münker görevini hakkıyla yerine getirebilsin. Sözüm ona her insana Allah (c.c.) haklar vermiş. Az yemek diye başladık.. Canımız yemek çekti; ne yapacağız? Hakkımızı kullanacağız, misâfir çağıracağız, misafirle yiyeceğiz. Buradaki az yeme hususunun ortadan kalkmasının sebebi ne? Yine insanlarla olan diyaloğumuz. Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî efendimizi yemeğe dâvet ederler. Daha önceden söz verdiği için der ki: “Ben daha önceden birine söz verdim.” Bizim gibi nefsini iyi tanımış olan dâvet sahibi der ki: “Ama efendim, falan yemek böyle, falan yemek şöyle” diye (yemeklerin güzelliklerini) anlatmış. Mevlâna Hz. demiş ki: “Bana helâli çok anlatıyorsun..” Affınıza sığınırım.. Esas olan yemek değil, ikram. Birbirimizle olan diyaloğumuz. Elde ettiğimizi nerede, nereye harcadığımız. Yaratılış gâyemizin dışına çıkmamak. Hz. Rabbü’l-Âlemîne verdiğimiz ahdi, vaadi unutmamak. Bütün çabamızı O’nun yolunda harcamak. Süreyi aşmamak istiyorum; ama riyâzet konusunda bir hususa daha değinmek istiyorum. Ehl-i tasavvufun uyguladığı, insan-ı kâmil olan bütün bildiğimiz büyüklerin geçtiği bu yolda, erbaîn denilen bir müessese var. Halvet. En fazla kırk gün süren. Sadece buna da dikkat çekmek istiyorum, az önceki bağlamda. Erbaîn deyince ceza evine girilmiş –hâşâ– veya bir yere kapanılmış, hiç çıkılmayan nokta değil. Çilehânelere, halvethânelere bakarsak, hepsinin bir câminin etrafında düzenlendiğini görüyoruz. Halvette, beş vakit namazda dışarıya çıkmak var. Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in itikafında, câminin içinde var. 14 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi Yani sonuç olarak arz etmek istediğim, ne olursa olsun sosyal bir Müslüman olmaktan aslâ taviz vermememiz. Çünkü bize emredilen emr-i bi’l-ma’rûf nehy-i ani’l-münker görevini bunsuz hiçbir şekilde yerine getiremeyiz. Namazda bile seferîlikte bize verilen iki rekatlik hakkı, korkudan emin olmak maksadıyla değil; sefer yapan Müslümanlara Allah (c.c.)’nün hediyesi. Bu detaylara özellikle değinmek istedim. Üstadlarım haklarını helâl etsinler. Akademisyen olarak konuşamıyoruz. Hepinizi saygıyla selâmlıyorum, hürmetlerimi sunuyorum. Özellikle bizleri burada yalnız bırakmayan kardeşlerime. Fakat burada beşincisi yazıyor; ama öncesindeki üç konferansı da koyarsak sekizincisi, yanlış bilmiyorsam. Bize bu imkânı sağlayan, burada konuşmamızı, sürekli dinlememizi, eğitilmemizi sağlayan Düzenleme Komitesi’ndeki her arkadaşa, –sürekli gördüğüm konuşmacılar var– bir defa da konuşana, yüz defa da konuşana şükranlarımı sunmayı bir borç biliyorum. Bunun gibi faâliyetler sayesinde efendilerimiz Ümmî Sinan, onun meyvesi olan Niyâzî-i Mısrî Hz.’ni ziyaretleri vesile eden tüm dostlara şükranlarımı sunuyorum. Hakkınızı helâl ediniz efendim. Teşekkürler.. BİRİNCİ BÖLÜM İSLÂM’IN KİŞİLİK İNŞÂ METODU Kur’an ve Sünnette Olumlu Şahsiyet Özellikleri Yrd. Doç. Dr. Yasin PİŞGİN Arapça bir kelime olan ve Yunancada’da “karakter” Türkçe’de ise “kişilik” kelimeleri ile ifade edilen şahsiyet, genel anlamı ile insanı insan yapan ve diğer varlıklardan ayıran fıtri yapı, özel anlamı ile de bir insanı diğerlerinden ayıran kişisel özellikler bütünü olarak değerlendirilebilir. Fıtrî ve kesbî yönleri ve çift kutuplu yapısı ile olumlu ve olumsuz özelliklere ev sahipliği yapan karakter, içinde bulunduğu psikolojik ve sosyolojik süreçlere göre yapılanma kabiliyetine sahib olup maddi ve manevi yaşantının seyri içinde tedricen oluşur. Yüce Allah Kur’an’da; “O, hanginizin amelinin daha güzel olacağı konusunda sizi imtihan için, henüz Arş’ı su üstünde iken gökleri ve yeri altı gün içinde (altı evrede) yaratandır. Böyle iken “ölümden sonra şüphesiz diriltileceksiniz” desen, inkârcılar “Mutlaka bu, apaçık bir büyüdür” derler.”1 buyurarak insanın yaratılış gayesinin “ahsen-i amel” veya Kur’an’ın genelinde de defaatle “amel-i salih” olarak sürekli gündeme getirilen Allah’ın sevdiği ve razı olduğu işleri icra etmek olduğunu bildirmektedir. Ahsen-i amel konusunda denenişini anlamlı kılan ve imtihan sırrının temel unsurlarını teşkil eden nefis, dünya ve şeytan üçgeninde vereceği kulluk çabasında insanın halife-i arz ve eşref-i mahlûkat payelerini koruması ve esfel-i safilin derekesine düşmekten korunması ilahi yardım olmaksızın mümkün görünmemektedir. Bu itibarla Allah; “Öyleyse sen yüzünü Allah’ı birleyen (bir hanif) olarak dine, Allah’ın o fıtratına çevir ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratışı için hiç bir değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Akdeniz Üni. İlâhiyat Fak. Arap Dili ve Belâğatı Anabilim Dalı, Antalya. 1 Hûd 11/7, ayrıca bkz.: Mülk 67/2. 18 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi Ancak insanların çoğu bilmezler.”2 buyurarak insanların -adına fıtratullah da denilen- özel bir yapı üzerine yaratıldığını ifade etmiştir. “Hani Rabbin (ezelde) Ademoğullarının sulplerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demişti. Onlar da, “Evet, şahit olduk (ki Rabbimizsin)” demişlerdi. Böyle yapmamız kıyamet günü, “Biz bundan habersizdik” dememeniz içindir.”3 ayetiyle de vurgulanan ve “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna verilen müspet cevabın bio-psişik kodlarını ihtiva eden bir tohum gibidir. Bu tohum nübüvvet vahyinin suyu ile temasa geçtiğinde devinim kazanarak çatlar ve nebevi irşadın rehberliğinde yürütülen aşamalı bir inşa sürecinin sonunda olumlu karakter özellikleri ile muttasıf olan insan-ı kâmili meydana getirir. Psikolojik ve sosyal yönlerden en olumsuz şartlarda bile varlığını devam ettiren bu fıtrat; insana yaratılmışlığını fark ettirip yaratıcısına ulaşma konusunda bir şuur telkin eden ve enginden aşkına yönelmede ona bir iç itilim sağlayan a priorik bir durumdur. Bu temel yapının diğer bir yönünü teşkil etmek üzere Allah insana temel doğruları ve temel yanlışları bilme şuurunu lutfetmiş ve bu hususu “Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir”4 âyetiyle açıklamış, ayrıca kulluk görevini yerine getirmek üzere ona görmek için göz, işitmek için kulak, tefekkür etmek için akıl ve idrak ve iman etmek için kalp vermiştir. Kur’an’da; “Ben nefsimi temize çıkarmam, çünkü Rabbimin merhamet ettiği hariç, nefis aşırı derecede kötülüğü emreder…”5 ayeti ile vurgulanan nefsin şerre yatkınlığı, “Kadınlar, oğullar, yük yük altın ve gümüş, salma atlar, davarlar ve ekinler gibi nefsin şiddetle arzuladığı şeyler insana süslü gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçimliğidir. Oysa asıl varılacak güzel yer ancak Allah’ın katındadır.”6 ve “Dünya hayatı, aldatıcı metadan başka 2 Rûm 30/30. A’râf /172 4 Şems 91/7. bkz. 5 Yûsuf 12/53. 6 Âl-İmrân 3/14. 3 Kur’an ve Sünnette Olumlu Şahsiyet Özellikleri / Y. Pişgin • 19 bir şey değildir.”7 ayetleri ile öne çıkarılan dünyanın aldatıcılığı8 ve geçiciliği9, ayrıca “O, size ancak kötülüğü, hayâsızlığı ve Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.”10 ilâhî uyarısında vurgulanan şeytanın şerre davet edici vesveseleri11 karşısında kulluk görevini gerçekleştirmek zorunda olan insan Allah’ın lutfedeceği hidayete muhtaçtır. Bu lutuf ise vahiydir. Bu bağlamda Allah Kur’an’ı insanlar için bir yol gösterici, doğru yolun işaretlerini taşyıcı ve doğru ile yanlışı birbirinden ayırıcı bir kitap olarak vasfeder.12 Bu yönüyle vahiy; insana var oluşsal anlam ve amacını tayin eden ve bu amacı gerçekleştirmesi konusunda onu inşa ve irşat edici Tanrı buyruğudur. Tarih boyunca insanın manevi yapısını yaratılış gayesine göre yapılandıran ve Allah’ın talep ettiği olumlu karakter özellikleriyle insanı donatan vahyin inşa sürecinin en önemli özelliği metafizik karakterli olmasıdır. Çünkü insanın bu sürece dâhil olabilmesi Allah’a, indirdiği vahye ve peygamberine iman etmeye bağlıdır. Bu bakımdan imanın konusu gaybdır.13 İman etmemiş olan insanın kendisini bu inşa sürecinin muhatabı görmeyeceği açıktır. Vahiy ise aklî düşünceye önerdiği metot ve sunduğu tefekkür materyali bakımından doğru düşünmeyi sağlayan bir hidayet rehberidir. Onun ortaya koyduğu tefekkür metodu aklı; her seviyeden aklı ikna edecek düzeye sahip ihdâ edici delillerle tevhit inancına ve akabinde de Allah’ın sözünü O’nun maksadına uygun bir biçimde anlayabileceği vahyin diriltici atmosferine taşır. Bu bağlamda gözlemlenebilir âlemdeki eşsiz düzene ait delilleri, eşsiz bir düzenleyicinin varlığını simgeleyecek ve fark ettirecek bir yoğunluk ve kompozisyon içinde bir tefekkür malzemesi olarak akla sunar. Örneğin: Kur’ân insanların bizzat kendilerinde,14 göklerin ve yerin yaratılmasında, geceyle gündüzün peş peşe gelmesinde, Allah’ın gökten indirdiği ve 7 Âl-İmrân 3/185, En’âm 6/70. Ayrıca bk.: En’âm 6/32, A’râf 7/51, Tevbe 9/38. 9 Ayrıca bk.: Yûnus 10/24. 10 Bakara 2/169. 11 ayrc. bkz. En’âm 6/112, A’fâf 7/20, 200-201,Tâhâ 20/120. 12 Bakara 2/185. 13 Bakara 2/3. 14 Zâriyât 20-21 8 20 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi kendisiyle toprağa can verdiği suda ve rüzgârları evirip çevirmesinde insanlar için deliller olduğunu vurgular.15 Böylece insanın bakışlarını dış dünyaya çevirir ve aklı kozmik sistemin sayısız harikaları üzerinde düşünmeye sevk eder. Varlık üzerinde düşünen akıl varlıktaki nizamdan varlığa düzenini veren munazzime, eserden müessire, sanattan sanatkâra, yaratılandan Yaratan’a ve O’nun indirdiği vahyin ilahi sahihliğine imana ulaşır. Bu bağlamda iman olumlu karakter özellikleriyle muttasıf olan “insan-ı kâmil” in inşa sürecinde kurucu öznedir. İmanın, olumlu ve olumsuz kişilik özelliklerini aynı anda bünyesinde bulunduran kalbe nüfûz etmesi ile artık insanın karakter özelliklerinde ve bunların amel dünyasındaki gözlemlenebilir yansımalarında ciddi değişimler meydana gelir. Çünkü imanla birlikte insan-ı kâmili inşa hedefine doğru kişiyi iten fiilî bir “seyr-i sülûk” başlamıştır. Olumlu karakter özelliklerini yapılandırmada iman unsurlarının en belirleyici olanı Allah’a ve ahiret gününe imandır. Bu sebeple Kur’an’da yüce Allah’ın eşi emsali olmayan isimleri, sıfatları ve fiilleri defaatle zikredilerek -tıpkı O’nun her an her yerde “hâzır” ve “nâzır” olduğu gibi- Kur’an’ın her ayeti yüksek dozda ilmek ilmek örülmüş bir marifetullah şuuru ile donatılmıştır. Böylece insan bir mümin olarak inanç, ibadet, ahlak ve muamelat başta olmak üzere hayatın hangi alanından bahseden hangi ayetle muhatap olursa olsun, Kur’an’la her temasa geçtiğinde onu hayır üzere inşa edici bir şuuru, Allah’ın rızasına uygun bir yaşamın özünü elde eder. Bu öz, Allah’a tahkîkî seviyede yapılan imanın somut bir neticesidir. Kur’an’da resmedilen Allah-insan ilişkisinin merkezinde yer alan iman, insanı iki temel noktaya odaklar. Bunlardan birincisi insanın yaratılış gayesini vurgulayan kulluk gerçeğidir. İkincisi ise Allah’ın her şeyi bilen, gören, duyan ve herşeyden haberdar oluşunun insanın göğsünün içini bilecek bir ilim16 ve ona şahdamarından bile daha yakın olmayı17 ifade eden bir kurbiyetle somutlaştırılmasıdır. İnsan bu odaklanma hali ile her şeyi mutlak anlamda bilen, kudretli ve he15 Câsiye 45/3-5, Yûnus 10/101, A’râf 7/ 57,185, Zümer 39/21, Nûr 24/43. Enfâl 8/43, Hûd 11/5, Mülk 67/13. 17 Kâf 50/16. 16 Kur’an ve Sünnette Olumlu Şahsiyet Özellikleri / Y. Pişgin • 21 saba çekici bir yaratıcının gözetiminde kulluk vazifesini icra ettiği şuurunu elde eder. Bu aşamadan itibaren iman derûni bir irfana, teslimiyet ise irfanı besleyen bir terakkiye bürünür. Mutad dil kalıpları içinde vasfedilemesi pek de mümkün olmayan bu derinleşme hali olumlu karakter özelliklerinin zincirleme bir şekilde ortaya çıkışının ve olumsuz karakter özelliklerinin manevi yapıdan bir bir tasfiye edilmesinin en güçlü amili ve kulluğun en etkili motivasyonudur. Olumlu şahsiyet özelliklerinin kurucu öznesi olan imana mazhar olan insanın elde ettiği karakter derinliği kalp ve amel dünyasında yeni bir özelliğe kapı aralar. Bu özellik maddi ve manevi dünyanın her işlevinde insanın sadece Yüce Yaratıcı’sının rızasını gözetmesi demek olan ihlâstır. Üzerine temellendiği yapı ve ortaya çıktığı konum itibariyle ihlâs; insan kalbinin ve karakterinin imandan sonra sahip olması gereken en önemli özellik olarak karşımıza çıkmaktadır.18 Bu özellik Allah’ın rızasına uygun işlerin hiçbir tesir altında kalmadan ve süflî gayelerin peşine düşmeden sadece ulvi bir amaç ve manevi bir yöneliş eksenininde gerçekleştirilmesi sağlar. Çünkü ihlâs; sahibini Allah’ın razı olduğu amelleri görülsün, duyulsun ve bilinsin diye değil yalnızca O’nun rızasını gözeterek yapma erdemidir. Hz. Peygamberin pek çok ifadesinde beyan ettiği üzere, yapılan amellerin ahiret âleminde karşılık bulması ve sevap ile neticelenmesi imana bağlı olduğu kadar ihlâsın da temel bir karakter unsuru olmasına bağlıdır.19 Kur’an’nın Allah’ın sıfatları konusunda vurguladığı en önemli hususlardan biri de Allah’ın herşeyi gören (el-Basîr) olduğudur. Kulluk için yaratılmış olan insanın şuurunda her daim Yaratıcı’sının gözetiminde olduğu hissini inşa etmeyi hedefleyen bu vurgular özelde ibadetlerin genelde ise kulluk namına yapılan bütün salih amellerin makbuliyetinin nirengi noktasıdır. Hz. Peygamber bir hadîs-i şerifinde bu duyguyu iman ve İslam’ın tanımlarından sonra üçüncü sırada “ihsan” ifadesi ile zikretmiş ve “İhsan, Allah’a sanki sen O’nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Çünkü sen O’nu göremezsen de O seni mu18 19 Bu bağlamda Hz. Peygamber insanın, kalbinin temizliği ve niyetinin ihlâsı oranında sevap alacağını ifade etmiştir. bkz. Buhârî, İmân 41, Müslim, İmâret 155. وَإِﻧﱠﻤَﺎ ﻟِﻜُﻞﱢ اﻣْﺮِئٍ ﻣَﺎ ﻧَﻮَى،ِ إِﻧﱠﻤَﺎ اﻷَﻋْﻤَﺎلُ ﺑِﺎﻟﻨﱢﯿﱠﺎتhadisi için bkz. Buhârî, Bed’u’l- Vahy 1, Itk 6, Nikâh 5, Müslim, İmâret 155, Nesâî, Tahâret 60. 22 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi hakkak görür.”20 buyurarak bu kelimeye açıklık getirmiştir. Dolayısıyla özelde namaz, oruç, hac ve zekât gibi ibadetlerin genelde ise eza veren bir şeyi yoldan kaldırmaya kadar varan –insanın yaradılış gayesine atfen yaptığı bütün amellerin- Allah’ın rızasına uygun bir şekil üzere yapılması bu duygunun amel edenin kalp dünyasındaki istikrarına bağlıdır. Çünkü ihsan duygusu yani kulun kendisini her an Allah’ın murakabesinde hissetmesi “itkan”a, yani kulun amelini, kendisini gören ve gözeten Allah’ın razı olacağı şekilde üst düzey bir ciddiyet ve kalite ile gerçekleştirmesini sağlar. Allah’a iman etmiş bir müminin ihlâs, ihsan ve itkan duygularına ulaşabilmesi ve karakterinin bir unsuru olarak bu duyguların kalp dünyasında kalıcılığını sağlayabilmesi için, kendisine iman ettiği yaratıcısını gerçek anlamda tanıması gerekir. Bu sebeple Yüce Allah’ın ulûhiyetini ve yüceliğini ifade eden vasıfları ile Kur’an’da kendini tanıtmış ve kulunun karakterinde bir marifetullah şuuru oluşturmayı hedeflemiştir. İnsanın Allah’ı O’nun ulûhiyetine yakışır şekilde bilmesi onun eşref-i mahlûkat ve halife-i arz övgüsüne layık kılacak olan yüce bir şahsiyete, tahkikî imana ve salih amele ulaşmasını sağlayacı olan çok önemli bir yoldur. Şöyle ki; Allah’ı gerçek anlamda tanıyan insan işlediği gizli-açık tüm günahları ve yaptığı bütün haksızlıkları Allah’ın bildiğini ve kendisini hesaba çekeceğini, bunun sonucunda ise O’nun gazabına ve azabına uğrayacağını bilir. Bu bilinç onun kalbinde adına “havfullah”, “mehâfetullah” ya da “haşyetullah” denilen bir idrak halini oluşturur. Bu bağlamda yüce Allah; “Allah’tan gerçek manada âlimler korkarlar.”21 buyurur. Böylece kul Allah’ın huzurunda durup hesap vereceğini bildiği için nefsinin günah konusundaki arzularına gem vurur,22 en çok korkulmaya layık olanın Allah olduğunu fehmeder.23 Bu bağlamda mehafetin; Allah’ın gazabını çekecek işlerin terkedilmesi temeline dayalı “ittika” şuurunu inşa ettiğini ifade edebiliriz. Öyle ki Allah: “Kim, Rabbinin huzurunda duracağından korkar ve nefsini arzularından alıkoyarsa, şüphesiz, cennet 20 Müslim, İmân 1, Nesâî, İmân 5, İbn Hanbel, I, 318-319 Fâtır 35/28. 22 Nâziât 79/40. 23 Tevbe 9/13, Ahzâb 33/37. 21 Kur’an ve Sünnette Olumlu Şahsiyet Özellikleri / Y. Pişgin • 23 onun sığınağıdır.”24 buyurarak korku ile takva arasında canlı bir ilişki kurmuştur. Bu marifet sayesinde insan Allah’ın kendisine sayısız nimetleri lutfettiğini farkeder. Bu farkedişle birlikte derin bir şükran-ı nimet duygusu belirir ve Yaratıcısına karşı aynı zamanda içinde derin bir sevgi de hisseder. Öyleki Allah Kur’an’da “İman edenlerin ise Allah’a olan sevgileri daha güçlüdür.”25 buyurmuş, başka bir âyette de “De ki: “Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz bir ticaret ve beğendiğiniz meskenler size Allah’tan, peygamberinden ve O’nun yolunda cihattan daha sevgili ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin! Allah, fasık topluluğu doğru yola erdirmez.”26 şeklinde ifade edilerek Allah’ı, Peygamberini ve Allah yolunda cihadı sevmeyi manevi yaşantının merkezine yerleştirilmiş, Hz. Peygamber de “Allah ve Rasulü’nü diğer şeylerden fazla sevmeyen kimse imanın hazzına eremez.”27 buyurarak bu gerçeği ifade etmiştir. Bu bakımdan Allah sevgisi dini hayatın olumlu şahsiyet özelliklerinin temel unsurlarından biridir. Allah sevgisinin ifade ettiği anlamı izah sadedinde bir âyette “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (bilin ki) Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler.”28 şeklinde ifade edilmiş ve dinden dönenlerin yerine getireceği toplumun Allah’ı, Allah’ın da onları seveceğini dolayısıyla da gerçek manada Allah’ı sevmenin ve Allah tarafından sevilmenin dinin emirlerine tam anlamıyla ittiba etme ile gerçekleşeceğini ifade etmiştir. Görüldüğü gibi muhabbetullah “ittiba”nın temelidir. Allah korkusu sebebiyle itaat etmek her ne kadar meşru olsa da İslam’da itaatın temeli Allah’a ve O’nun emirlerine duyulan sevgidir. İtaatin kemal noktası emredileni gönül hoşluğu ile yerine getirmektir. Bu olgunluğa ulaşan mümin için ibadetler bir yük değil bir zevk ve huzur vesilesi olur. Dolayısıyla kulluk namına yapılan bütün fiillerin mehafetullahın ve muhabetullahın kaynağı olan marifetullah şuuru24 Nâziât 69/40-41. Bakara 2/165. 26 Tevbe 9/24. 27 Buhârî, Îmân 9, Müslim, Îmân 15. 28 Mâide 5/54. 25 24 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi nun eşliğinde icra edilmesi gerekmektedir. İnsanın bu marifet edişten uzaklaşması sağlıklı karekterden ve dolayısıyla da sahih imandan ve salih amelden de uzaklaşması anlamına gelir. Bu bağlamda Yüce Allah: “Allah’ı gereği gibi bilemediler.” ifadesinden sonra bir kısım ehl-i kitâbın Allah hakkında kapıldıkları asılsız zanlar dolayısıyla vahyi inkâra kadar varan sapma eğilimlerinden bahseder.29 Şu halde Allah’ın rızasına uygun yüce bir karekterin oluşması insanın iman etmesine ve Kur’an’ın talep ettiği manada bir marifetulllah şuurunu kazanmasına bağlıdır. İnsan ontolojik anlam ve amacını ancak bu duyguyu gerçek anlamda kazanma ve koruma ile gerçekleştirebilir. Bu bağlamda Yüce Allah müminin marifetullah bilincini muhafaza edebilmesi için; “Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da kendilerine kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. İşte onlar fasık kimselerin ta kendileridir.”30 buyurmuş ve “Rabbini bilen kendini bilir.” şeklinde ifade edebileceğimiz bir düsturla insanın kendisinin farkında olamasını Allah’ı unutmamasına bağlamıştır. Bu aşamadan itibaren marifetullah duygusunun muhafazası için Kur’an insana yeni bir yükümlülük getirmektedir. Bu “zikrullah”tır. Yüce Allah: “Ey iman edenler! Allah’ı çokça zikredin.”31 buyurarak bu vazifeye işaret etmiştir. Aslında belirli şekillerde periyodik olarak gerçekleştirilen ibadetler de kulun marifetullah şuurunu düzenli aralıklarla besleyerek canlı tutma amacına matuftur. Bu bağlamda Allah: (Ey Muhammed!) Kitaptan sana vahyolunanı oku, namazı da dosdoğru kıl. Cünkü namaz, insanı hayâsızlıktan ve kötülükten alıkor. Allah’ı anmak (olan namaz) elbette en büyük zikirdir. Allah, yaptıklarınızı biliyor.32 buyurmakta ve hatta “Namaz kılınıp (Cum’a) yerine getirilince, yeryüzüne dağılın da Allah’ın bol nimetinden, geniş lûtfundan (nasibinizi) arayın. Bir de Allah’ı çok anın, ola ki muradınıza erer, umduğunuza kavuşursunuz.”33 ayeti ile bir namaz bittiğinde diğer namaza kadar olan boşlukta insanın Allah’ı unutmamasını talep etmektedir. 29 En’âm 6/91. Haşir 59/19. 31 Ahzâb 33/41. 32 Ankebût 29/45. 33 Cuma 62/10. 30 Kur’an ve Sünnette Olumlu Şahsiyet Özellikleri / Y. Pişgin • 25 Allah’ın varlığı, birliği ve eşsizliği esasına dayalı olan iman ve bu imanın oluşturduğu olumlu karekter özellikleri insanı yaratılış amacını gerçekleştirme konusunda yeni bir adım atmaya sevk eder. Bu adım; imanla edinilmiş kişilik özelliklerini koruyan, geliştiren ve onların somut ahlaki neticelerini yaşam kalıpları içinde ortaya çıkaran ibadetlerdir. İbadetler şekli ve ruhî şartlarına riayet edilerek gerçekleştirildiğinde olumlu karakter özelliklerini kökleştirerek kalıcı karakter unsurları haline getirir. Bu bağlamda insanın kalp dünyası ile yapıp ettikleri arasında kuvvetli bir inşa ilişkinin bulunduğunu ve amelin olumlu veya olumsuz yapısına göre insanın karakterinin şekillendiğini ifade etmek yerinde olacaktır. İnsanın iradeli davranışlarının kalp dünyasında olumlu ya da olumsuz mutlaka bir karşılığı vardır. Bu açıdan bakıldığında kalbin gerek fıtrattan getirdiği gerekse imana bağlı olarak elde ettiği faziletlerin varlığı ve bekası konusundaki en önemli unsur ibadetlerdir. İnançtan kaynaklanan ibadetler şeklî ve ruhî şartlarına uygun bir şekilde yapıldığında şahsiyet inşasının en önemli unsurlarından biridir. Bundan dolayı Hz. Peygamber namazı dinin direği saymış ve dindarlığın bekasını namazın gereği gibi kılınmasına bağlamıştır.34 Vahyin inşa sürecinin hedefi insan-ı kâmili meydana çıkarmaktır. İnsan-ı kâmil karakterinin öne çıkan en önemli iki özelliği ise iman ve takvadır. Daha önce ifade ettiğimiz üzere iman olumlu karakter özelliklerinin kurucu öznesidir. Allah’ın emirlerine gerçek manasıyla uymak ve yasaklarından gereği gibi kaçınmak olarak tanımlayabileceğimiz takva ise söz konusu inşa sürecinin dış dünyadaki gözlemlenebilir sonuçlarının toplamını ifade etmektedir. Bu açıdan düşünüldüğünde ibadetler; iman ve onun oluşturduğu kişilik özelliklerinin olumlu ve kalıcı davranışlara dönüşmesinde oldukça önemli bir fonkiyona sahiptir. Yukarıda namaz ibadeti özelinde açıklamaya çalıştığımız bu işlev bütün ibadetler için söz konusudur. Başka bir deyişle namazın, sahibini kötülüklerden alıkoymak suretiyle takvaya ulaştırması Kur’an’da diğer ibadet türleri için de aynı şekilde ifade edilmiştir. Bu bağlamda helaller karşısında insana kendisini tutmayı öğreten oruç, günahla yüz yüze geldiğinde günaha karışı itaat duy34 Tirmizî, Îmân 8, İbn Hanbel, V. 231, 237. 26 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi gusunu koruma konusunda insanda adeta bağışıklık mekanizması gibi işlev görecek bir mukavamet bilinci oluşturur. Bu durum Kur’an’da; “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakınmanız için oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı.”35 ayeti ile ifade edilmiş Hz. Peygamber ise; “Oruç kalkandır.”36 buyurarak oruç ibadetinin güzel ahlakı inşa ve olumsuz karakter özelliklerini islah edici boyutuna işaret etmiştir. Şahsiyet eğitiminde en önemli ibadetlerden biri olan oruç, hayırlı işlere yönelme arzusuna sahip bir irade geliştirme konusundaki işlevinin yanısıra insan-ı kâmil karakterinin en önemli unsurlarından olan sabır, metanet, şükür ve kalp inceliği gibi önemli pek çok şahsiyet unsuruna da kapı aralamaktadır. Dolayısıyla şeklî ve ruhî şartlarına uygun olarak gerçekleştirilen ibadetler insanın iç dünyasına ait değerlerin dış dünyadaki temsilcileridirler. İbadetlerin sonucu olarak iç dünyada meydana gelen huzur, sükûnet, arınmışlık duygusu ve manevi yöneliş hali ve dış dünyada oluşan ahlakî davranışlar ibadetlerin olumlu karakter özelliklerinin inşasını olumsuz karakter özelliklerinin ise islahını sağladığının en önemli belirtisi olarak kabul edilebilir. Yüce Allah’ın; “De ki: “Her kim Cebrail’e düşman ise, bilsin ki o, Allah’ın izni ile Kur’an’ı; önceki kitapları doğrulayıcı, mü’minler için de bir hidayet rehberi ve müjde verici olarak senin kalbine indirmiştir.”37 ayetindeki ifadesi ile vahiy Hz. Peygamber’in kalbine indirilmiştir. Gerek ayetler gerekse hadislerde kalbe atfedilen konuma baktığımız zaman onun insan karakterinin doğuştan getirilen ve sonradan kazanılan boyutlarına ev sahipliği yaptığını, başka bir deyişle insan şahsiyetinin merkezi unsuru olduğunu ifade etmemiz yerinde olacaktır. Bu gerçekten dolayıdır ki Allah; “Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, düşünecek kalpleri, işitecek kulakları olsun? (Dolaştılar, ama ibret almadılar). Çünkü gerçekte gözler değil, göğüslerdeki kalpler kör olur”38 âyetiyle kalbin beşerî idrakin merkezi olduğunu ifade etmiştir. 35 Bakara 2/183. Nesâî, Sıyâm 43. 37 Bakara 2/97. 38 Hacc 22/46. 36 Kur’an ve Sünnette Olumlu Şahsiyet Özellikleri / Y. Pişgin • 27 Hz. Peygamber ise insanın bütün organlarının salih olup olmamasındaki belirleyici unsurun, kalbin “salâh” ya da “fesâd” namına taşıdığı ruh hali olduğunu ifade etmiştir.39 Kur’an’ın tek ciltlik mazruf bir materyal olarak tek celsede Kâbe’nin damına indirilmeyip nerdeyse çeyrek asırlık bir sürede peyderpey Hz. Peygamber’in kalbine indirilmiş olması nüzul süreci boyunca vahyin O’nun kalbinde nebevi bir karakter inşa etmiş olduğunu ifade etmesi bakımından da oldukça önemlidir. Bu itibarla O Kur’an’ın inşa etmeyi hedeflediği insan-ı kâmildir. Bu yönüyle inşa edilmiş bir şahsiyet olan Hz. Peygamber “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et.”40 ayetinin de ifade ettiği üzere aynı zamanda vahyin karakter inşa sürecinin etkin öznesidir. “Kalk ve uyar.”41 ayeti ile bu göreve başlayan Hz. Peygamber çok samimi yakınlarına tebliğ çalışması yaptığı gizli tebliğ döneminin ardından “Yakın akrabalarını uyar.”42 ayeti ile açıktan tebliğe başlamış, Ka’be’yi ziyaret için gelen çeşitli gruplarla tebliğ amaçlı görüşmeler yapmıştır. Müşriklerin bütün engelleme girişimlerine rağmen tebliğ hareketi ivmesini ve çapını sürekli genişleterek devam etmiş ve Kur’an’da teklif edilen olumlu şahsiyet özelliklerini insanlara kazandırmıştır. İlahi mesajın, risalet misyonun ilk merhalesi olan tebliğ faaliyeti aracılığıyla insanlara ulaştırılması ile başlayan nebevi inşa, Hz. Peygamber’in insanların dikkatini vahye çekmek için gerçekleştirdiği “davet” faaliyeti ile devam etmiştir. Dinî hayatın bütün alanlarına ilişkin unsurların toplamına boyun eğip teslim olmaya çağırmak olarak da tanımlayabileceğimiz davet görevi “Peygamber size ne verdiyse onu alın, neyi de size yasak ettiyse ondan vazgeçin. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz, Allah’ın azabı çetindir.”43 ayetinin de ifade ettiği gibi, Allah’ın peygamberine verdiği her şeyi tasdiklemeye ve emirlerine itaat edip yasaklarından kaçınmaya teşvik etmek esası üzerine kurulmuştur. Çünkü O’nun çağrısı direkt Allah’adır.44 Hz. 39 Buhârî, İmân 39, Müslim, Müsâkât 107. Mâide 5/67. 41 Müddessir 74/1, 2. 42 Şuarâ 26/24. 43 Haşr 59/7. 44 Kasas 28/87. 40 28 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi Peygamber davet görevini Allah’ın emrettiği gibi hikmet ve güzel öğütle45 hiçbir sosyal statü ayrımı yapmaksızın toplumun her kesiminde gerçekleştirmiş, civarındaki kabileleri ve pek çok devlet başkanını Allah’ın dinine davet etmiştir. “Sizden hayra çağıran, iyiliği emreden, kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.”46 ayeti davet görevinin, özel eğitimli bir topluluk tarafından profesyonel olarak icra edilmesi gereken bir görev olduğunu ifade etmektedir. Bu bağlamda davet görevinin ümmete kifâye yolu ile farz olduğunu ifade edebiliriz. Sahabe bu görevin üzerinde ciddiyetle durmuş ve davet görevlerini ifa için uzak coğrafyalara seyahat etmiştir. Çünkü davet aksiyonu, nefsanî ve dünyevi faktörlerin karşısında oluşacak yozlaşmanın ıslahında ve dinî duyguların ve kulluk bilincinin korunmasında hayati derecede önem taşımaktadır. Kur’ân Hz. Peygamberin temel görevlerinden birinin insanlara indirilen vahyi onlara açıklamak olduğunu ifade eder.47 Hz. Peygamber, risalet gerevinin temel unsurlarından birini teşkil eden beyan görevini tam anlamı ile yerine getirmiş ve din adına mücmel bir hüküm bırakmamış, Kur’an’ın mücmel lafızlarını açıklamış, müşkil olanlarını aydınlatmış, genel lafızları tahsis, mutlak lafızları ise takyit etmiştir. Dolayısıyla Hz. Peygamber’in Kur’ân’ı beyanı sadece sözlü izah şeklinde olmayıp aynı zamanda vahyin gereklerini kendi kulluğunun bir icabı olarak bizzat yaşamak suretiyle uygulamalı bir şekilde gösterme metodu ile olmuştur. Örneğin; “Namazı kılın.” emri mücmel bir ifade olup Kur’ân’ın genelinde namazın nasıl kılınacağı ile ilgili bir açıklamaya rastlanmaz. Fakat Hz. Peygamber Allah’ın kendisine verdiği “beyan” yetkisi ile namazın nasıl kılınacağını beyan eder ve “Namazı benden gördüğünüz gibi kılın.” buyurur.48 Böylece Hz. Peygamber vahyin mücmel ve muhtasar yapısını, bizzat kendi yaşamına tatbik ederek açıklar. Kulluğu ifade eden ibadetlerin zamandan zamana, görüşten görüşe, 45 Nahl 16/125. Al’i İmran 3/104. 47 Nahl 16/43, 44, 66. 48 Buhârî, Ezân 18, Edep 27, İbn Hanbel, Müsned, V. 53, Dârimî, Salât 42. 46 Kur’an ve Sünnette Olumlu Şahsiyet Özellikleri / Y. Pişgin • 29 kişiden kişiye ve şartlara göre değişmemesinin ve sabit unsurlar haline getirilerek subjektif bir duygu olmaktan kurtulmasının tek yolu da yine Hz. Peygamberin beyanıdır. O’nun beyanı; ibadet ve kulluk normlarını ortaya koyarak dini, psikolojik bir duygu olmaktan kurtarıp dinin bekasını sağlamıştır. Kur’ân’ı incelediğimizde peygamberlerin gönderiliş sebeplerinden birinin de muhatap topluma kitabı ve hikmeti öğretmek olduğunu görürüz. Bu itibarla Yüce Allah:”“Rabbimiz! İçlerinden onlara bir peygamber gönder; onlara âyetlerini okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları her kötülükten arındırsın. Şüphesiz, sen mutlak güç sahibisin, hüküm ve hikmet sahibisin.”49 ayeti ile peygamberlerin vahyi insanlara tebliğ edip, onları davet ederek vahyi beyan etmelerinin yanısıra vahyin inceliklerini bir muallim gibi insanlara öğretmekle de sorumlu olduklarını ifade etmiştir. Bundan dolayı peygamberler muhatap oldukları toplumlarda çok geniş bir öğretim faaliyeti sürdürmüşler, Hz. Peygamber de bu konumuna işaret ederek Allah’ın kendisini insanlığa bir muallim olarak gönderdiğini ifade etmiştir.50 Bunun yanısıra Hz. Peygamber’in, insanları şirk ve manevi pisliklerin tamamından arındırarak Allah’a ideal bir kul olmaya sevkeder.51 Bu görev ise tezkiyedir. Hz. Peygamber nübüvvet görevinin bir gereği olarak yüklendiği tezkiye görevini yerine getirmek için geniş çapta bir faaliyet sürdürmüş ve insanları Allah’a iman ve itaat etmeye sevk ederek kulluk şuuruna zarar veren her türlü olumsuzluktan temizlemiştir. Koyu bir asabiyet duygusu ve bu duygunun egemenliğinde yapılan baskın, yağmalama ve savaşlar, köle olarak alınıp satılan insanlar, pek çok batıl hurafe ve adetler, zulmün, zorbalığın ve haksızlığın her türünün hâkim olduğu cahiliye toplum yapısı Hz. Peygamberin tezkiye hareketine başladığı yerin ve aldığı mesafenin en açık göstergesidir. İnsanların kendi kız çocuklarını diri diri toprağa gömecek kadar insanlıklarını kaybettikleri bu ortamda Hz. Peygamber, yaptığı büyük tezkiye devrimi ile kan dökmeyi, hırsızlık yapmayı, mal, can 49 Bakara 2-129 ayrc. 151, A’li İmran 3/164, Cum’a 62/2. İbn Hanbel, Müsned, III. 328. 51 Bakara 2/129, 151, Al’i İmran 3/164, 50 30 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi ve ırz emniyetini bozacak her şeyi, iftira ve gıybet etmeyi, haksız kazanç olan faizi, karaborsacılığı ve rüşveti yasaklayarak toplumun cahiliye örf ve adetleri ile ilişkisini kesmiş ve toplumsal yapıyı olumlu şahsiyet özellikleri ile yeniden inşa etmiştir. Tezkiye, toplumun sosyal düzeninin ve erdemlerinin muhafazası için hayati önem taşımakta olup bu aksiyonun asli unsurlarına riayet edilerek Hz. Peygamberin uyguladığı orijinallikte gerçekleştirilmesi ahlaki erdemlerin ferd ve toplum yapısındaki bekasının temel unsurudur. Bu faaliyet, fert-Allah arası ilişkilerde beşerî kusur ve zafiyetlerin ıslahı ile başlayan ve çapını fert-toplum arası ilişkilerinin ıslahına taşıyan ivmeli bir harekettir. Allah vergisi özel bir şahsiyet yapısına sahip olan Hz. Peygamber, nübüvvet öncesi hayatında ilahi terbiyeye mazhar olmuş ve sıdk, emanet, fetanet ve masumiyet gibi erdemlerle muttasıf kılınmıştır. Bu bakımdan O’nun şahsiyetinin, ilahi inşa ile kemale mazhar olması, vahyin ilk muhataplarının önünde bağlayıcı bir örnek olarak durmasının temel amilidir. Kur’an’da “Andolsun, Allah’ın Resûlünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.”52 ayeti ile vurgulanan bu gerçek, nebevî inşanın özünü teşkil eder. Öncelikli olarak ilahi tezkiye ve inşaya mazhar olması sebebiyle O’nun yaşamı Yüce Allah’ın, vahiyle ile talep ettiği kulluk hayatının bütün boyutlarına ev sahipliği yapan örnek bir alandır. O, Yüce Allah’ın bir kulda bulunmasını ve bulunmamasını istediği karakter özellikleri bakımından “efrâdını câmi ağyârını mâni”dir. Cahiliye devrinin şekâvetinden vahiy asrının saadetine intikal evresinde insanların vahyi anlama ve yaşama eylemlerinin temelinde Hz. Peygamber’in nebevî şahsiyetinden neşet eden feyiz ve canlılığın derin izleri görülür. Öz evlatlarını diri diri toprağa gömen zelîl ve zalim insanlar nebevî inşa sayesinde asalet ve merhametin simgesi olmuşlardır. Görüldüğü üzere Kur’an; insanın, yaratılış amacını gerçekleştirebilmesi için bir hareket planı çizmiş ve onu kademeli olarak olumlu karakter özellikleri ile donatmıştır. Bu sürecin sonunda insanın sahip olduğu olumlu karakter özelliklerinin toplamı aynı zamanda ideal 52 Ahzâb 33/21. Kur’an ve Sünnette Olumlu Şahsiyet Özellikleri / Y. Pişgin • 31 kulluğun da temel unsurlarını ifade eder. İman söz konusu özelliklerin kurucu ilkesi olarak insanda aşkın boyuta yönelme şuuru oluşturur ve insanın karakterinde -içinde iradenin de yer aldığı kalbî eylemlerin tamamının aşkın bir ilmin gözetiminde yapılması konusundagüçlü bir yöneliş ve kararlılık inşa eder. Bu aşamadan itibaren Allah’a karşı duyulan sevgi, saygı, samimiyet, bağlılık, korku, haşyet ve takva gibi kalbî duyguların ve ruhî duruşların tamamı imandan kaynaklanır. Söz konusu özellikler gözlemlenebilir amel dünyasında bir takım belirtilerle kendisini hissettirir. Bu belirtiler toplamını, İslam olarak isimlendirebiliriz. İslam’ın tanımı çerçevesinde Hz. Peygamber’in ifade ettiği ibadet unsurları, imanla oluşan karakter özelliklerine kalıcılık ve derinlik sağlayarak adı geçen kalbî eylemlerin, gözlemlenebilir ahlakî davranışlarla somut hale gelmesini sağlar. Çünkü yapısı tamamen yüce Allah tarafından belirlenen ibadetler şeklî ve ruhî şartlarına uygun olarak gerçekleştirildiklerinde insanın hakiki anlamda aşkınla temâsını sağlarlar. Şeklî ve ruhî esaslarına uygun olarak ifâ edilmiş bir ibadet sonrası insanın manevi dünyasında oluşan huzur ve sukûnet, ibadetlerin; kulun Rabbine ulaşmasında birer manevi terakki köprüleri olmaları gerçeğinin en özge sonucudur. Bu konumuyla ibadetler imana ait psişik faaliyetin evrensel ahlâkî davranışları doğurmasında içten dışa, ruhdan bedene, düşünceden davranışa intikali sağlayan aracılardır. İbadetler içerdikleri maddi ve manevi boyutlarıyla imanın amel ve ruhun beden üzerindeki egemenliğini sağlayan dinî pratiklerdirler. Bu bağlamda nasıl ki iman ve onun doğurduğu temel kalbî değerler üzerine inşa edilmeyen bir ibadet Allah katındaki makbuliyeti açısından oldukça sorunlu ise hiçbir ahlaki sonuç doğurmayan ibadet de aynı şekilde dinî bakımdan sorunludur. Yüce Allah’ın Maûn suresinin 4. ve 5. ayetlerinde, namazlarını ihlâssız bir şekilde kılanların riyakâr olduğunu belirtmesi iman ve onun zorunlu sonucu olan ihlâs olmaksızın yapılan bir ibadetin sağlıklı bir ibadet olmadığını ifade etmesi açısından oldukça önemlidir. Yine: “(Ey Muhammed!) Kitaptan sana vahyolunanı oku, namazı da dosdoğru kıl. Çünkü namaz, insanı hayâsızlıktan ve kötülükten alıkor. Allah’ı anmak (olan namaz) elbette en büyük ibadettir. Allah, yaptıklarınızı bili- 32 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi yor.”53 ayeti ile de özelde namazın genel de ise bütün ibadetlerin gerçekleştirmeyi hedeflediği ahlakî erdemlere işaret edilmiştir. Buna göre ibadet aracılığıyla Kur’an’ın “salih amel” olarak isimlendirdiği olumlu davranışlar ile olumlu şahsiyet özellikleri arasında oldukça kuvvetli bir bağ oluşur ve yapılan her iyi davranış kendisini doğuran şahsiyet özelliğini güçlendirir. Amel ile güçlenen ve kökleşen bu özellik ise yeni ve daha nitelikli davranışların meydana gelmesinin ruhî zeminini hazırlar. Vahyin karakter inşa metodu hem mahiyeti hem de hedefleri itibariyle Hz. Peygamber’in yaşamında ete kemiğe bürünmüş ve Allah Rasulü, risalet görevinin temel unsurları olan tebliğ, davet, tebyin, talim ve tezkiye aksiyonlarının çatısı altında müstesna bir nebevi üslup ile karakter inşasını hayata geçirmiştir. O’nun üslubu sevgi, saygı, ilgi, hoşgörü, yumuşaklık, sabır, samimiyet ve merhamet gibi ahlaki erdemler üzerine kuruludur. Dolayısıyla O’nun nebevi üslubundaki egemen tavırın entelektüel ve epistemolojik karakterli olmadığını ifade edebiliriz. Bu bağlamda Yüce Allah; “Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Sen onları affet. Onlar için Allah’tan bağışlama dile…”54 ayeti ile Hz. Peygamber’in inşa ettiği toplum yapısının temel dinamiklerine işaret etmiştir. Vahyin icaplarını kendi yaşamında gereği gibi tatbik eden Hz. Peygamber’in kulluk hayatı ve ahlaki erdemleri bu anlamda nebevi inşanın temel noktasıdır. O, aklî ve ruhî bakımdan insanların kudret, kabiliyet ve zafiyetlerini dikkate almak suretiyle aşamalı bir metod izleyerek kolay olanı zor olana, müjdelemeyi korkutmaya öncelemiş ve onların hem akıllarına hem de kalplerine aynı anda hitap ederek ruh ile bedeni, dünya ile âhireti ve amel ile inancı bütünleştirmiştir. 53 54 Ankebût 29/15. Âl-i İmrân 3/159. Elmalılı M. Hamdi Yazır’da Kişilik Oluşumu Mehmet Murat ÇEKMEN Hattım felekte böyle bir nazım buldu amma, Kaddim de dala döndü, ömrümce meşk yüzünden. Mânâ iken muradım, nakşında derde düştüm, Gönlüm ne çekti bilsen, dünyada aşk yüzünden. M. Hamdi Yazır Şehr-i Elmalı, Anadolu’da ayrı bir mânâ derinliğine ve özel bir yere sahiptir. Tarih boyunca birçok medeniyete beşiklik etmesi nedeniyle, insanlık tarihi açısından önemli bir birikime ve değere sahip olmanın yanı sıra, Elmalının; bizden, tarihimiz, kültürel dokumuz, geleneklerimiz ve özellikle de ilim geleneğimiz açısından önemli izleri barındırmakta olduğunu ve değerli şahsiyetlere ev sahipliği yaptığını görmekteyiz. Elmalı hep bir ilim ve irfan şehri olmuş, bağrından nice cevherler çıkarmış ve birçok ilim adamı yetiştirmiştir. Elmalımızın tasavvuf, ilim ve irfan temsilcileri; Sinan-ı Ümmi, Vahhab-ı Ümmi, Eroğlu Nuri, Abdal Musa, Niyazı-i Mısri ve Muhammed Hamdi Yazır bu anlamda yaşantıları ve yazmış oldukları eserleri ile dönemlerine ve günümüze ışık tutan; bilgi gönül ve mana dünyamızı bir kandil gibi aydınlatan, önemli değer ve şahsiyetlerimizdir. Elmalının gönül incilerinin ortak noktası, gönül ilminin estetik ve ahlaki değerleriyle bezedikleri hayatlarını, beşeri ve akli ilimlerin dünyasıyla birleştirebilmiş olmalarıdır(Kemikli, 2011:16). Elmalı Kaymakamı, Antalya. 34 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi İşte Elmalı’nın ilim geleneğinde Osmanlının son dönemine ve cumhuriyetimizin ilk yıllarına damgasını vuran en önemli değer ve şahsiyet ise tartışmasız Elmalılı M. Hamdi Yazır’dır. Bu mana ikliminden beslenen ve mayasını bu topraklardan alan Yazır, tasavvuf, ilim ve irfan merkezi Elmalı’nın, son dönemdeki en önemli temsilcilerinden biridir. Cumhuriyet döneminin yetiştirmiş olduğu önemli fikir ve siyaset adamlarından biri olan Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, her ne kadar siyasi yönü bulunsa da daha çok mütefekkir bir alim olarak tanınmıştır. Cumhuriyet Dönemi’nin ilk Türkçe tefsirini yazmış ve bu eserle ün kazanmıştır. O’nun basın hayatı, tefsirciliği, hukukçuluğu, vakıf anlayışı ve bu açıdan sosyal meselelere bakışı, tarihi malzemeyi kullanışı, tasavvufla ilgili görüşleri, kelâmi meseleler hakkındaki tutumu, felsefeden ne anladığı, tefekkür cephesi, eğitimciliği ve sanatkârlığı araştırmacılar tarafından inceleme konusu yapılmış ve günümüze de bir çok alanda vermiş olduğu değerli eserleriyle ışık tutmuştur. Yakın dönem Türk fikir ve ilim hayatının müstesna simalarından biri olan Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, dinamik bir din anlayışı ile ilmi ve fikrî yönden İslamiyet’i yeniden yorumlayarak çağımızdaki Müslümanlara yeni ufuklar açmaya çalışmış, zihinlerdeki ve ruhlardaki donukluğu gidermenin yollarını göstermiştir. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, gerek Cumhuriyetten önce, gerekse Cumhuriyet Döneminde dini, hukuki, içtimai ve de felsefî meseleler üzerinde derinliğine düşünmüş, bunların bir kısmına yeni sayılabilecek çözüm yolları getirmiştir(Cantürk, 2006:1). Biz bu makalede, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’da kişilik oluşumunu, kendi kişiliği ve kişilik özellikleri üzerinden değerlendirmeye çalışacağız. Elmalılı M. Hamdi Yazır’ın, insanda kişilik oluşumuna ilişkin görüşlerini ise konunun uzmanı olan ilahiyatçılara bırakıyoruz. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, çok boyutlu ve zengin bir kişiliğe sahiptir. Çağdaşları arasında benzerine az rastlanan geniş kültürlü mütefekkir bir din alimi, aynı zamanda da sanatçı bir kişiliğe sahiptir(Çolak, 2012:29). Doğuştan çok zengin bir donanımla yetiş- Elmalılı M. Hamdi Yazır’da Kişilik Oluşumu / M. M. Çekmen • 35 miştir. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın kendi bireysel özellik ve üstünlüklerinden kaynaklanan niteliklerinin yanı sıra, onun kişiliğinin oluşmasında ve yetişmesi noktasında içinde bulunduğu toplumun yapısının ve manevi ikliminin elverişli olması da etkili olmuştur. Muhammed Hamdi Yazır’ın güçlü kişiliğinin tohumlarının, yetiştiği çevre ve ailesinden aldığı temel eğitim ile atıldığını söylemek mümkündür. Şehr-i Elmalı gibi birçok tasavvuf ve ilim ehlini yetiştirmiş ve mana iklimi derin bir ilim, irfan ve sevgi beldesinde kişiliğinin ilk filizleri yeşermiştir. Onun doğduğu topraklar, ayrı bir manevi iklime ve ilmi derinliğe sahiptir. Böyle bir ilim, irfan, sevgi ve tasavvuf şehrinde Şehr-i Elmalı’da mayalanan, Vahhab-Ümmi, Sinanı Ümmi, Eroğlu Nuri, Abdal Musa, Niyazı-i Mısri gibi ilim, irfan, mana ve sevgi elçilerinin yetiştiği ve olgunlaştığı bir manevi atmosferde on üç yaşına kadar yetişen ve bu havayı soluyan Muhammed Hamdi Yazır’ın, doğarken zaten bir yönüyle şanslı olduğu kabul edilebilir. Şüphesiz yakın dönem islami fikir ve ilim hayatının en önemli simalarından birisi(Çolak, 2012:13) ve Osmanlı imparatorluğunun son dönem, Türkiye Cumhuriyeti’nin ise ilk dönem âlimlerinden olan Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, 1878 yılında Antalya’nın Elmalı ilçesinde dünyaya gelmiştir(Paksüt, 1993:2). Elmalı’da on üç yaşına kadar tahsil hayatını sürdüren, İptidai Mektep ve Rüştiye eğitimini tamamlayan Muhammed Hamdi Yazır, hafızlığını da bu süreç içerisinde çocuk denebilecek yaşlarda ikmal etmiştir. Şehr-i Elmalı’nın değerli hocalarından, ilmi terbiye ve manevi donanım ile birlikte Arapça ve Fıkıh dersleri almıştır. Tahsiline devam etmek üzere küçük denecek yaşta dayısı Mustafa Efendi ile birlikte çok zahmetli bir deniz yolculuğu sonrası, dönemin ilim merkezi İstanbul’a gitmiş, Küçük Ayasofya Medresesine yerleşmiş, Tetkikat-ı Şer’iyye Meclisi Reisi Kayserili Müderris Mahmut Hamdi Efendiden icazet almış, hocası ile adları aynı olduğu için hocasına “Büyük Hamdi” kendisine “Küçük Hamdi” denmiş, gazete ve mecmualardaki yazılarında da bu lakabı kullanmıştır. Ayrıca, Arif ve Sami Efendilerin Hüsn-ü Hat derslerine devam ederek hat alanında da icazet sahibi olmuş ve birçok esere imza atmıştır(Albayrak, 36 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi 1980:246; Paksüt, 1993:2-4; Çolak, 2012:23-24; Yavuz, 1995:57; Ersöz, 1993:170). Yazır’ın; aileden yetişme tarzı da kişiliğinin oturmasında ve olgunlaşmasında önemli bir faktördür. Ersözün ifadesiyle, “Öz-be öz Anadolulu” olan Hamdi Efendinin ecdadı, tamamen ilmiyeye mensuptur.(Ersöz, 1993:169). Yazır’ın alim bir zat olan babası Numan Efendi, Budur’un Gölhisar kazasına bağlı Yazır köyünden küçük yaşında Şehr-i Elmalı’ya gelmiştir. Aydın Medreselerinde eğitimini tamamladıktan sonra Elmalı’ya yerleşen Numan Efendi, Şer’iyye Mahkemesi başkatibi olmuştur. Yine Yazır’ın dedeleri Mehmet, Bekir, Hasan ve Bedreddin Efendiler de ilmiye sınıfına mensuptu. Amcası Muhammed Emin Efendi de ileri gelen alimlerdendi. Annesi Fatma Hanım ise, Elmalı hocalarından Sarlarlı Mehmed Efendinin kızıdır(Paksüt, 1993:2 ; Ersöz, 1993:169 ; Çolak, 2012:23). Yani Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın mayası, aile ve çevresi anlamında da çok sağlam atılmıştır. Yetişmesinde alim babası kadar, belki de daha fazla annesinin de etkisi olduğu söylenebilir. Annesi oğlunun ilim için Elmalı’dan İstanbul’a gidişine karşı çıkmamış, “Seni ilim yoluna gönderiyorum. Şükürler olsun Allah’a, ne mutlu bana” diyerek uğurlamıştır(Paksüt, 1993:2). Muhammed Hamdi Yazır, üst düzeyde bir zeka ve hafıza yapısına, analiz yeteneğine sahiptir ve üstün bir yaradılışla dünyaya gelmiştir. Yazır, çok başarılı bir eğitim ve öğrencilik hayatı geçirmiştir. Eğitim süreçlerini hep birincilikle bitirmiştir. Kıvrak zekâsı ve işlek muhakemesi daha çocukken belli olur. Her alanda arkadaşlarını aştığı görülür. Bir taraftan da edebiyat, felsefe ve musiki öğrenmiştir(Paksüt, 1993:5; Subaşı, 1993:319; Aydın, 1993:260-261). Ömer Nasuhi Bilmen kendisini “bir zeka numunesi” olarak övmektedir(Bilmen, 1974:786). Yazır, algılama gücü yüksek ve istisnai bir beyin yapısı ve hafıza, kıvrak bir zeka, çok derin bir duyarlılık, ince bir sanat zevki, üst düzeyde bir gözlem ve analiz yeteneği, tarih bilinci ve bir çalışma azmi ve kararlılıkla teçhiz edilmiş özellikli bir yaradılışa ve bireysel kapasiteye sahiptir. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, üstün yeteneklere, konular üzerinde gösterdiği üstün Muhakeme gücüne, deha düzeyinde bir zekaya sahip olmanın yanı sıra güzel sanatlardan şiire, dini musikiye ve hüsn-ü hatta karşı da büyük bir Elmalılı M. Hamdi Yazır’da Kişilik Oluşumu / M. M. Çekmen • 37 istek ve kabiliyet sahibiydi(Paksüt, 1993:5; Subaşı, 1993:318-320; Çolak, 2012:24). Talebeliği o kadar parlaktır ki çok dirayetli olan, şeyhülislamlık fetva eminliği yapmış, Fransa devleti tarafından da kendisine madalya verilmiş olan hocası Kayserili Hamdi Efendiye denk gösterilebilecek ilmi bir kişiliğe sahiptir(Aydın, 1993:260-261) Ömer Nasuhi Bilmen Hoca Elmalılı Tefsiri hakkında, “Türkçe’de benzeri bulunmayan kıymetli bir eserdir. Bizim için bir ilim ve irfan hazinesi sayılmaya her yönüyle layıktır” diyerek takdirlerini belirtmiştir. Sağlam bir inancın, samimiyetin, büyük araştırma ve çalışmanın mahsulü olan Elmalılı tefsiri, dirayet tefsirleri arasında hak ettiği yeri almış ve en güvenilir, en doyurucu tefsir olarak kabul edilmiştir. Ayrıca ülkemizde en fazla okunan ve istifade edilen tefsir olma özelliğini almış kıymetli bir eserdir(Polat, 1998:10). Azimli ve kararlı bir kişilik yapısına sahiptir. Kafasına koyduğu şeyi planlar ve en kısa sürede gerçekleştirmenin yollarını arar. Nitekim bir gece oğlunu yatağında göremeyen annesi onu alt kattaki odada bir mum ışığında hafızlığa çalışırken bulur. Habersizce başladığı bu işi büyük bir gayretle çalışarak kısa sürede tamamlamış ve hafız olmuştur. Bu güzel sesli küçük hafız, okulun da en başarılı öğrencisidir ve hocalarının en sevdiği ve ümit beslediği öğrenci odur(Paksüt, 1993:3). Arapçası sınıf düzeyinin çok üstünde olup, Arap sanılacak düzeyde iyi Arapçası vardır. İlim dili olan Arapçayla yetinmeyerek şiir dili kabul edilen Farsçayı da öğrenmiştir. Fransızca bilmeyen Yazır, bu azimli ve kararlı kişilik yapısıyla, birkaç ay içerisinde, okuduğu metni anlayacak ve istediği metni Türkçeye çevirecek düzeyde Fransızca bilgisine ulaşır(Paksüt, 1993:7). Yazır, bir mütefekkir için gerekli bilgi birikimine tam anlamıyla sahip birisidir. Mütefekkir, çok boyutlu ve zengin bir kişiliğe sahiptir ve doğuştan çok zengin bir donanım ile gelir. Geniş kapasiteli bir beyin yapısı, çok derin bir duyarlılık, ince bir sanat zevki, iyi bir gözlem yeteneği, bilinmeyeni yani problemi gören, duyan, sezen bir meleke, gerçekliğin bütününü ihata edebilen bir idrak, tarih şuuru ve bu ölçüde bir çalışma kapasiteli ile donatılmış üst bir yaratılışa sahiptir. Doğuştan bu donanım ile gelen mütefekkir, ,hazır olan bu imkanları, geniş bir bilgi birikimi yani tam bir oryantasyon ile bes- 38 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi ler(Aydın, 1993:260). Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır bir mütefekkirde bulunması gereken bu niteliklerin tümüne haizdir Bir mütefekkir için gerekli bilgi birikimi, yani oryantasyon da Hamdi Yazır için tamdır. Bunun kanıtı Hak Dini Kuran Dili adlı tefsiri ve hocalık hayatıdır(Aydın, 1993:261). Elmalılı, medresenin yetiştirdiği son değerlerden biri olarak engin bir birikime sahip, çok yönlü bir alimdir. Tefsiri çoğu konuda aşılması güç izahlarıyla hem ilim aleminde hem de genel okuyucu nezdinde tazeliğini ve değerini korumaktadır. Tefsiri, Türk okuyucusunun istifade edeceği büyük bir bilgi ve kültür hazinesidir. Bütün bir İslami kültürü derin bir vukufla Türkçe olarak aktarması bile onu takdir etmek için yeterli bir sebeptir. Kaldı ki çeşitli konulardaki değerli yorum ve yaklaşımlarıyla da Kur’an araştırmacılarına ışık tutmuştur ve hala ışık tutmaya devam etmektedir(Albayrak, 1993:168). Elmalılı Muhammed Yazır’ın yaklaşık 12 yılda tamamladığı ve “Hak Dini Kur’an Dili” adını verdiği bu kıymetli eser, önceki tefsirlerin bir derlemesi ve kopyası değil, kendine has üslûbu, ayetlere getirilen yeni yorum ve değişik bakış açılarıyla bu alanda yazılmış orijinal bir eserdir. Ayrıca önceki müfessirlere ait görüşlerden, bir kısmına getirilen eleştiriler, yapılan ilmi açıklama ve tahliller de tefsiri farklı kılan önemli özelliklerdendir(Polat, 1998:10). Hamdi Yazır’ın her şeyden önce aldığı eğitim, içinde yaşadığı kültür, o dönem dünyasının siyasi, sosyal, ekonomik, ilmi ve felsefi açıdan taşıdığı özellikler itibariyle önceki müfessirlerden çok daha farklı bir dünyanın insanı olduğu son derece açıktır. Bu basit gerçek, doğal olarak Elmalılı Hamdi Yazır’a, Kur’an’ı anlama ve yorumlamada yeni bir bakış açısı kazandırmıştır. Ayrıca özellikle Batı Felsefesini yakından tanıması onun, kendinden önceki müfessirlerden farklı bir bakış açısı yakalamasını sağlamıştır(Albayrak, 1993:154). Doğu ve Batı kültürünü bizzat kaynaklarından öğrenmiş ve çok seçici bir özellikle bu birikimini kalıcı kılacak şekilde eserlerine yansıtmıştır Batının felsefe ve hukuk anlayışını tanımak için Fransızca öğrenmiş, öğrendiği Fransızca sayesinde batılı müelliflerce kaleme alınan felsefe ve mantık konularındaki kitapları inceleme, onlardan çeviriler yapma, İslam Hukuku ile Fransız Medeni Kanununu’nu Elmalılı M. Hamdi Yazır’da Kişilik Oluşumu / M. M. Çekmen • 39 inceleyerek mukayese yapma imkânına sahip olmuştur. Yazır, bu yönüyle batı hukukunu da bilen bir hukukçu kimliğine sahiptir(Çolak, 2012:25). Yazır; özverili ve çalışkandır. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın, hem kaleme aldığı eserler ve hukuk alanındaki hocalığı, hem de devletin çeşitli kademelerinde yıllarca hizmet vermesi onun bu özverili ve çalışkan yapısının bir göstergesidir(Çolak, 2012:29). Hamdi Yazır, çok okuması ve çabuk öğrenmesi ile olduğu kadar öğrenme arzusunun sınırsız oluşuyla da herkesi hayrete düşürecek bir kişilik yapısına sahiptir. Hamdi Yazır kişilik olarak, sanat zevki ve kabiliyetine de yüksek oranda sahip bir şahsiyettir. İlmi kişiliği ve derinliği yanında, sesi güzel ve musikiye de aşina olan Hamdi Efendi, hat sanatında icazet sahibi idi. Tezhip ve cilt gibi geleneksel sanatlarda da behresi vardı. Tırnakla yazı yazar ve süsleme yapardı(Subaşı, 1993:320). Türkçe Arapça ve Farsça şiirleri olan bir şair; sülüs, rık’a, ta’lik, celi ve icazet nevilerinde eser vermiş bir hattattır. Türkçe, Arapça ve Farsça şiirler yazmasına rağmen bu edebi yönüyle pek tanınmamıştır(Çolak, 2012:29). Elmalılı’nın musiki zevki de vardır. ve kısmen de icra ettiğini kendisi de söylemektedir(Aydın, 1993:261). Dile hakimiyeti tamdır. Eserleri ve makaleleri hep edebi niteliğe sahiptir. Mahmut Kemal İnal’ın aktardığına göre Ünlü Hattat Necmettin Efendi(Okyay), “Hamdi Efendi daha ziyade ilim ile iştigal etmekle beraber ekseri vaktini yazmaya hasretse idi, dünyada kimsenin namı kalmazdı” demektedir(Subaşı, 1993:329). Sanat aşkı ilim aşkı kadar büyük olan Yazır; İstanbul’un meşhur hafızlarını dinleyerek, bir süre müzikle de ilgilenmiş, Kur’an-ı Kerim’i ahenkle okumak ve çeşitli makamlar arasındaki farkı bilmek gerekliliğini vurgulamıştır. Döneminin tanınmış hattatlarından Arif ve Sami Efendiler’den hat dersleri almış ve bu sanatta da önemli bir düzeye ulaşmıştır. Sanatçı kişiliği daha çok hattatlığında ortaya çıkar. Sülüs, nesih,ve celi türünde çeşitli levhalar yazmıştır. Muhammed Hamdi Yazır, rik’a ve icazet hattında da başarılı görülmüş, böylece son devrin seçkin hattatları arasında sayılmıştır(Subaşı,1993:319-329; Çolak, 2012:30). Subaşı’nın aktardığına göre kardeşi Mahmut Yazır, “Ağabeyimin çok ince bir kamış kalemle, çok küçük harflerle yazdığı 40 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi bu yazının en büyük özelliği, büyüteç altında güzelliğinden hiç bir şey yitirmemesi, büyüteç altında da onda en küçük bir hata görülmemesidir. Ne ben böyle bir yazı yazabilirim ne bir başkasının yazacağını düşünebilirim.” demiştir(Subaşı, 1993:329). İlgilenmediği konu, ilgisini çekmeyen şey yok gibidir. Komşu teyzelerine nakış modelleri çizmek, dantel örneği çıkarmak, kız kardeşine elbise dikmek, mühür kazmak gibi akla gelmeyecek birçok alanda beceri göstermiş yetenekli bir insandır(Paksüt, 1993:3). Ayrıca Kur’an-ı Kerimi güzel bir sesle ahenk içinde okumak ve çeşitli makamlar arasındaki farkı anlamak gibi meziyetlere sahip olduğunu da bilmekteyiz(Paksüt, 1993:6; Çolak, 2012:25). Yazır mükemmeliyetçidir. Her şeyin aslını aramak, her şeyin en iyisinin nasıl olacağını düşünmek, daha iyisini yapmak onun için hem bir zevk, hem de zorunluluk gibidir. Yazır, cesur ve kararlı bir kişilik yapısına sahiptir. İlim yolunda yapamayacağı bir şey yoktur. Hayatı da bunun en önemli göstergesidir. İlim yolunda çocuk yaşta İstanbul’a çok zahmetli bir deniz yolculuğu ile vapurla gitmekten mutlu olmuş, çok değerli hocalar bulacağını ve çok değerli şeyler öğreneceğini düşünerek sevinmiştir. İstiklal Mahkemelerinde yargılanma riskine karşı, birçok kişi ülkeden kaçmayı tercih ederken Yazır, ülkeyi terk etmemiş, Mütehassisin Mektebinde mantık hocası iken, inkılaptan sonra mahkemeye sevk edilmiş, İstiklal Mahkemelerinde idamla yargılanmış ve kendi savunmasını suçsuz olduğu inancıyla, kararlı bir şekilde kendisi yapmış ve 40 gün hapis tutulduktan sonra serbest kalmıştır. Bu kararlı nedeniyledir ki bilahare kendisine Kuran-ı Kerim’in tefsirini yazmak gibi büyük ve kutsal ilmi bir görev verilmiştir. Yazır; zeki ve kavrayış kabiliyeti yüksek yetenekli bir kişiliktir. Kısa sürede büyük bir ilmi birikime sahip olmuştur. Her fırsatta okur ve kendini yeniler, Sorulan sorulara en ilk cevap verir ve cevapları ile hocalarında bile hayranlık uyandırırdı. On beş yaşında geldiği İstanbul’da Küçük Ayasofya Medresesi’nde cami derslerine başladı. Kayserili Mahmud Hamdi Efendinin Beyazıt Camiindeki derslerine devam ederek Arapça ve dini ilimlerde icazet aldı(Paksüt,1993:4). Dersiamlığı-Ders Hocalığı ve Hukuk Fakültesini eş zamanlı yürüte- Elmalılı M. Hamdi Yazır’da Kişilik Oluşumu / M. M. Çekmen • 41 rek, 1906 yılında Beyazıt Dersiamı, ardından da 1907 yılında Mekteb-i Nüvabı (Hukuk Fakültesi) birincilikle bitirerek bir altın madalya ve beratla ödüllendirilmiştir(Paksüt, 1993:5). Yazır, aynı zamanda iyi bir felsefecidir. Tüm bu donanım ve birikimlerinin yanı sıra kendisini felsefi bakış açısıyla donatmış olan bir mütefekkir olarak Hamdi Yazır; insan, yaratıcı ve tabiat gerçekliğinin bütününü tefekkürüne konu etmiştir. Yazır, Metalib ve Mezahib adlı tercümesinin Dibacesine bir münacaat ile başlar ve bu münacaatında o, önce insan varlığının mahiyeti üzerine bir felsefi bakış açısı ve analiz geliştirir. Yazır, beden ve ruh, onun deyimiyle buluş ve bulunuş arasındaki ilişkinin, Allah’ın mutlak irade ve kudretiyle kurulduğunu savunmaktadır(Aydın, 1993:261-262). Dibace bütünüyle ele alındığı zaman Hamdi Yazır’ın müstakil düşünen dirayetli bir kafaya sahip olduğu, felsefe meselelerine yakından vakıf olduğu anlaşılır(Bolay, 1993:135). Yazır, önemli düzeyde bir hukuk bilgisine sahiptir. Yazır, 1904 yılında ruus imtihanını kazanmış, yine eş zamanlı devam ettiği, bugün; hukuk fakültesi olarak bilinen Mekteb-i Nuvvab-ı birincilikle bitirmiş, bir taraftan kendi çabalarıyla edebiyat, felsefe ve musiki öğrenmiştir(Yavuz, 1995:57). Hukuk alanındaki vukufiyeti üstlendiği görevlerdeki başarılarından ve eğitim ve öğretimdeki hukukla ilgili faaliyetlerinden açıkça anlaşılmaktadır(Çalışkan, 1993:196). Yazır’a göre, insanlığın bekası medeniyetle, medeniyetin ayakta durması ise, adaletle mümkün olur. Adalet de, önce kanunun varlığı, sonra da kanunun iyi uygulanması ile sağlanır(Çalışkan, 1993:188). Yazır, bilme ve akla büyük önem vermiştir. Çok yönlü bir ilim adamı olması itibariyle temayüz eden Elmalılı, Kur’an ayetlerini yorumlarken, çağının gerektirdiği bilgi ve teknolojiden en mükemmel şekilde yararlanmaya gayret etmiş, bilimsel gelişmelerden kendisini soyutlamamıştır(Cantürk, 2006:101). Muhammed Hamdi Yazır, Osmanlı toplumunun medeniyet seviyesinin yükselebilmesi için, tefekkürün ve ilmi çalışmaların sadece dini varlık alanının realitesini değil, gerçekliğin tamamını kavraması ve inşa etmesi gerektiğini vurgular. Bunun için de Osmanlı tefekkürünün ve mütefekkirlerinin bilimsel ve felsefi nitelik kazanması gerektiğini söyler. 42 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi Yazır, tarih ve dil şuuruna da sahiptir. Dile hakimiyeti tamdır. Eserleri ve makale seviyesindeki yazıları hep edebi niteliğe sahiptir(Aydın, 1993:261). Bilimin, kültürün, sanatın dolayısıyla medeniyetin gelişmesi için tarihin bilinmesinin önemini vurgulamış, bir mütefekkir olarak kendi ana dilinde yani Türkçe düşünmeyi de ihmal etmemiştir. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, yazılarında sade bir Türkçe kullanmış ve Türkçe kelimeleri tercih etmiş, ancak Türk dilinin öz malı haline gelen Arapça, Farsça ve Batı kaynaklı kelimeleri de ihmal etmemiştir(Çolak, 2012:29). Elmalılı, eserlerinde çoğu zaman, Türkçeyi şuurlu bir şekilde nerede ne yazacağını, hangi kelimelere yer vermesinin uygun olacağını düşünerek, tercihini ortaya koyarak kullanmıştır. Hak Dini Kuran Dili adlı tefsirinin başında, kullandığı Türkçe hakkında yaptığı açıklamalardan da bu anlaşılmaktadır(Yılmaz, 1993:33). Yazır; peşin hükümlü değildi ve kıymetşinas idi. Dini ilimlerin yanı sıra felsefi meselelere ve diğer ilimlere vakıf çok yönlü bir alim olan Yazır, hiçbir ilim adamı hakkında ön fikir sahibi ve peşin hükümlü değildir. Bir fikrinden dolayı tenkit ettiği bir fikir adamını, biraz sonra başka bir fikrinden dolayı tebrik ve takdir edebilmeyi bilmiştir. Ömer Nasuhi Efendi, onun ahlakına şu sözlerle ışık tutar; “Mehmed Hamdi Efendi merhum; halûk(güzel huylu), mütevazı, kıymetşinas idi. Hiçbir kimsenin ilmi kıymetini tenkise kalkışmazdı, hiçbir kimsenin meşkûr mesaisini takdirden çekinmezdi.” Yazır’ın hafızası ve dimağı çok kuvvetli idi. Muhammed Hamdi Yazır, hatimle namaz kıldıracak kadar sağlam hafızdı ve onu dinleyenler, okuyuşuna hayran kalırlardı. Daha önceden bilmediği Fransızca dilini, altı aydan kısa bir sürede ve tercüme yapacak düzeyde öğrenmesi de hafıza ve dimağının ne kadar kuvvetli ve harikulade bir düzeyde olduğunun bir göstergesidir. Yazır, çok okurdu ve iyi bir eğitimciydi. Değişik konularda okur, biyoloji, tıp, fizik, kimya, matematik, hukuk ve en fazla da felsefe okurdu. Tefsirini yazdığı yıllarda gece çalışıp gündüz uyuyordu. Yani başka insanların kalktığı saatler onun için yatma saatleri oluyordu(Paksüt, 1993:17). Elmalılı M. Hamdi Yazır’da Kişilik Oluşumu / M. M. Çekmen • 43 Yazır, okumayı öğrenmeyi sevdiği kadar okutmayı ve öğretmeyi de sevmekte, ders vermekten, öğrencilerin bir şeyler aldığını görmekten mutluluk duymaktadır. Öğretim hayatına dersiamlıkla girmiş, Vaizler Medresesinde Fıkıh Usulü, Hukuk Fakültesinde İslam Hukuku, Mekteb-i Mülkiyede Mantık okutmuştur(Bolay, 1993:125). Yazır. Çok okur, değişik konularda okurdu. Biyoloji, tıp, fizik, kimya, matematik ve en başta da felsefe ile ilgiliydi(Paksüt, 1993:17). Hamdi Efendi hayatının çeşitli dönemlerinde iki yönlü eğitimi, yani hem halk eğitimini hem de örgün eğitimi bir arada yürüten bir kişi olmuştur. Dönemin örgün eğitim kurumu olan Medresetü’l Kuzat’da müderrislik yaparken, diğer yandan da halka açık bir şekilde Beyazıd ve Şehzade Camilerinde talebelerine ders okutmuştur. Hamdi Yazır’ı bu nedenle filozof, müfessir, hukukçu olduğu kadar bir yaygın din eğitimi ve halk egitimi öncüsü olarak ta görmek gerekir(Aşıkoğlu, 1993:246). Yazır, aynı zamanda nitelikli bir edip, gazeteci ve yazardı. Dile hakimiyeti tamdı. Eserleri ve makale seviyesindeki yazıları hep edebi niteliğe sahipti. Muhammed Hamdi Yazır İkinci Meşrutiyet döneminin önemli yayın organları Sırat-ı Mustakim ve daha sonra onun devamı olan Sebil-ür Reşad, Beyan-ül Hak ve Mesihatın resmi yayın organı Ceride-i İlmiyye’de makaleler yazmış olup, bu üç dergide yer alan makalelerin tamamı İslami konulara ilişkindir.(Yazıcı, 1993:2627). Elmalılı Muhammed Hamdi Yazırın makaleleri incelendiğinde, geniş İslami ve felsefi kültür, araştırma yeteneği içerisinde yaşadığı cemiyetin güncel konuları ile olan yakın ilgisi dikkati çekmektedir(Yazıcı, 1993:30). Öztürk’e göre “O’nun sadece Vakıflarla ilgili yazdıklarını okuyarak bile hukuktaki vukufunu,tarih ve sosyolojideki derinliğini, iç ve dış siyasetteki görüşlerinin isabetini, Kur’ani ilimlerdeki erişilmezliğini, dili kullanmakta gösterdiği ustalığını, meselelerin tahlilinde ve yorumunda zekasının parlaklığını” anlamak mümkündür(Öztürk, 1993:208). Yazır, şefkatli, alçak gönüllü ve mütevazi bir karaktere sahipti. Yazır, iyi bir dosttu ve sevdiklerine ve sevenlerine karşı oldukça duyarlı ve vefalı bir kişilik yapısına sahipti. Herkese ve bilhassa çocuklara şefkati çok fazlaydı. Çocuklarla ilgilenir onlarla satranç, dama, domino oynar, topaç çevirir, onlara sorular sorar, bilgilerini tartar ve 44 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi dersleriyle ilgilenirdi. Bayanlara el işlerinde yardım eder, onlara motifler çizerdi. Kahve ve sigara tiryakisi idi. Sevdiği yemek genellikle tatlılar, sevdiği spor güreş, sevdiği oyun satranç idi. Satrancın kendisini dinlendirdiğini söylerdi. Eğer ziyaretine gelen misafirleri arasında satranç bilen varsa muhakkak müsabaka yapar, güreş haberlerini ilgiyle takip ederdi(Paksüt, 1993:17-18). Yazır, sabırlı kişilik yapısına sahipti. Kur’an-ı Kerim’i Tefsir çalışmaları 12 yıl sürmesine rağmen sabır ve sebat ile sonuçlandırma noktasına getirmiş, kalp krizi ve hastalıklar geçirmesine rağmen yılmamıştır. Mehmet Akif Ersoy’un vazgeçmesi üzerine meal kısmının yazılması işi de kendisine kalmış, sabırla tefsir ve meali uzun bir sürede de olsa 1938 yılı yazında tamamlamayı bilmiştir(Paksüt, 1993:13). Yazır; Cumhuriyetin ilanı üzerine memuriyet yaptığı kurumlar lağvedilince açıkta kalmıştır(Paksüt, 1993: 8). Medreselerin kapanması ile geçim sıkıntısına düşmüş, “muzdarip bir kalp” ile böyle bir sıkıntı içinde kalması, onun felsefi meselelere ne derece vakıf olduğunun ortaya çıkmasına hatta bir filozof gibi sistemli düşünebildiğinin görülmesine ve “Metalib ve Mezahib” isimli eserin tercümesine vesile teşkil etmiştir(Bolay, 1993:125). Yazır; incelemeci, araştırmacı ve güçlü bir kişilik sahibi bir ilahiyatçıydı. Yaşadığı dönemin neslinin değil, daha önceki nesillerin dahi anlamaktan aciz olduğu eserleri incelemiş, bu eserlerden öğrenilmeye ve öğretilmeye değer gördüğü bilgileri toplayıp, kendi düşünceleriyle de harmanlamak suretiyle gününün insanına sunmuştur. Yazır, siyasetle de uğraşmış ve siyasi kimliğe sahip bir kişilikti. Ülkeyi ilim ve medeniyet seviyesine ulaştırmaya vesile olabileceği ümidiyle meşrutiyet idaresini hararetle savunmuş, bu görüşü temsil eden İttihat ve Terakki Cemiyetinin ilmiyye şubesinin üyesi olarak çalışmalar yapmıştır(Çolak, 2012:26-27). Meşrutiyetin ilanından sonra daha 30 yaşındayken Antalya milletvekilliğine seçilerek 1908 yılında Meclisi Mebusan’a girmiştir. 1876 Kanuni Esasisinin değiştirilmesi hakkında kaleme aldığı mazbata ile ilmi ve siyasi kudret ve yeteneğini ortaya koymuştur(Subaşı, 1993:319). Birinci Dünya Savaşı sonrasında ısrarlı teklifler üzerine, Damat Ferit Paşanın ikinci ve üçüncü Elmalılı M. Hamdi Yazır’da Kişilik Oluşumu / M. M. Çekmen • 45 hükümetleri kabinesinde altı ay on dört gün Evkaf-ı Hümayun Nazırı (Vakıflar Bakanlığı) yapmıştır. Bu görevde iken ikinci rütbeden Osmanlı nişanı ile ödüllendirilmiş, bu arada ilmi rütbesi de Süleymaniye Medresesi Müderrisliğine yükseltilmiştir. Bu görevi sona erince de 15 Eylül 1919’da Heyet-i Ayan azalığına getirilmiştir(Paksüt,1993:8; Ersöz, 1993:170-171; Çolak, 2012:27). Hamdi Yazır, mebus ve nazır olmak suretiyle bir müddet siyasete atılmış ise de hiçbir zaman siyasi akımlara kapılarak ilim sahasından uzaklaşmamıştır. Bu yüzden de Meclis’te takdim töreni yapılırken kendisi için söylenen “ilmiye sınıfının nasiye-i paki, medar-ı iftiharıdır” övgüsüne fazlasıyla layık olduğunu ispat etmiştir(Ersöz, 1993:170-171). Sonuç Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır medresenin yetiştirdiği son ve en önemli değerlerden biri olmanın yanı sıra, bu birikimini Cumhuriyet sonrasına da taşımış, engin bir tecrübe ve değerli bir kişiliğe sahip, çok yönlü bir âlimdir. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır; kişiliği ve eserleri ile dönemine ve sonraki nesillere yön vermiş, çeşitli konulardaki değerli yorum ve yaklaşımlarıyla da topluma ve Kur’an araştırmacılarına ışık tutmuş ve hala da ışık tutmaya devam etmekte olan sönmeyen bir kandil niteliğindedir. O, çok büyük bir mütefekkir ve din alimi, tefsirci ve felsefeci olmanın yanı sıra; eğitimci, fikir ve siyaset adamı, hukukçu, hattat, sanatkar, gazeteci ve yazar, edebiyatçı, şair, tarihçi, inceleme ve araştırmacı, çevirmen, vakıf uzmanı olmak gibi sadece istisnai değer ve kişiliklerde bulunabilecek bir çok özel sıfatı bünyesinde barındırmıştır. Muhammed Hamdi Yazır, üst düzey bir zekaya, hafızaya ve analiz yeteneğine, azimli ve kararlı bir kişilik yapısına, üstün bir yaradılışa, çok boyutlu ve zengin bir kişiliğe, kuvvetli bir hafızaya, estetik, sanat zevki ve kabiliyetine ve tarih ve dil şuuruna yüksek oranda sahip, akla ve bilme önem veren mükemmeliyetçi, cesur ve kararlı, özverili ve çalışkan, çok okuyan, şefkatli, alçak gönüllü, sabırlı ve mütevazi, kadirşinas, kavrayış kabiliyeti yüksek bir kişilik yapısına sahiptir. 46 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi Sonuç olarak diyebiliriz ki, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, kişilik özelliklerinin bütünü ele alındığında; dönemine ve kendisinden sonraki nesillere kılavuzluk yapmış, gönül ve mana iklimimizi ve fikir dünyamızı aydınlatan, müstesna bir değer ve şahsiyettir. Bu yıl beşincisini düzenlediğimiz bu sempozyuma katılma ve beni dinleme nezaketini gösterdiğiniz için teşekkür eder, saygılar sunarım. Kaynakça Albayrak, Halis, “Elmalılı M. Hamdi Yazır’ın Tefsir Anlayışı”, Elmalılı Hamdi Yazır Sempozyumu, (4-6 Eylül 1991), TDV Yayınları, Yayın No:109, s. 281-289, Ankara, 1993. Albayrak, Sadık, Son Devir Osmanlı Uleması, İstanbul, 1980. Aşıkoğlu, Nevzat Yaşar, “Muhammed Hamdi Yazır’ın Terbiye Anlayışı ve Eserlerine Eğitimci Gözüyle Bir Bakış”, Elmalılı Hamdi Yazır Sempozyumu, (4-6 Eylül 1991), TDV Yayınları, Yayın No:109, s. 245-252, Ankara, 1993. Aydın, Hüseyin, “Bir Mütefekkir Olarak Muhammed Hamdi Yazır”, Elmalılı Hamdi Yazır Sempozyumu, (4-6 Eylül 1991), TDV Yayınları, Yayın No:109, s. 260-264, Ankara, 1993. Bilmen, Ömer Nasuhi, Büyük Tefsir Tarihi, Cilt II, İstanbul, 1974. Bolay, Süleyman Hayri, “Bir Filozof Müfessir, M. Hamdi Yazır”, Elmalılı Hamdi Yazır Sempozyumu, (4-6 Eylül 1991), TDV Yayınları, Yayın No:109, s. 125-139, Ankara, 1993. Cantürk, Seyit Ali, “Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın “Hak Dini Kur’an Dili” Adlı Eserinde Hıristiyanlıkla İlgili Değerlendirmeleri”, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe Ve Din Bilimleri Anabilim Dalı Dinler Tarihi, Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2006. Çalışkan, İbrahim, “Muhammed Hamdi Yazır’ın Hukukçuluğu”, Elmalılı Hamdi Yazır Sempozyumu, (4-6 Eylül 1991), TDV Yayınları, Yayın No:109, s. 187-196, Ankara, 1993. Çolak, Abdullah, Elmalılı M. Hamdi Yazır ve Bazı Görüşleri, Yazar Ofset, Antalya, 2012. Elmalılı M. Hamdi Yazır’da Kişilik Oluşumu / M. M. Çekmen • 47 Dönmez, İ. Kafi, “Hamdi Yazır’ın Fıkıh Usulü Anlayışı”, Elmalılı Hamdi Yazır Sempozyumu, (4-6 Eylül 1991), TDV Yayınları, Yayın No:109, s. 179-186, Ankara, 1993. Ersöz, İsmet, “Elmalılı Hamdi Yazır ve Tefsirinin Özellikleri”, Elmalılı Hamdi Yazır Sempozyumu, (4-6 Eylül 1991), TDV Yayınları, Yayın No:109, s. 169-177, Ankara, 1993. Kahvecioğlu, Karaca., “Din Hizmetlerinde Dini Danışmanlık Ve Rehberlik”, Yüksek Lisans Tezi, T.C. Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe Ve Din Bilimleri Anabilim Dalı ,Isparta, 2010. Kemikli, Bilal, “İlim Şehri Elmalı”, Elmalı: İlim ve İrfan Şehri, Kutlu Avcı Ofset, Antalya, 2011. Kara, İsmail, “Elmalılı Hamdi Efendi ve Halifelik”, Elmalılı Hamdi Yazır Sempozyumu, (4-6 Eylül 1991), TDV Yayınları, Yayın No:109, s. 253-258, Ankara 1993. Kılıç, Recep, “Dibace(Önsöz)”, Elmalılı Hamdi Yazır Sempozyumu, (4-6 Eylül 1991), TDV Yayınları, Yayın No:109, s. 290-298, Ankara, 1993. Öztürk, Nazif, “M. Hamdi Yazır’ın Vakıfçılık Anlayışı”, Elmalılı Hamdi Yazır Sempozyumu, (4-6 Eylül 1991), TDV Yayınları, Yayın No:109, s. 197208, Ankara, 1993. Paksüt, Fatma, “merhum Dayım Hamdi Yazır”, Elmalılı Hamdi Yazır Sempozyumu, (4-6 Eylül 1991), TDV Yayınları, Yayın No:109, s. 2-24, Ankara, 1993. Polat, Taştan, “Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır”, Ahenk Dergisi, Sayı:2, s. 9-11, Mayıs, 1998. Subaşı, M. Hüsrev, “Elmalılı Muhammed Hamdi Efendi ve Hat Sanatımızdaki Yeri”, Elmalılı Hamdi Yazır Sempozyumu, (4-6 Eylül 1991), TDV Yayınları, Yayın No:109, s. 318-330, Ankara, 1993. Yavuz, Yusuf Şevki “Elmalılı Muhammed Hamdi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C.2., İstanbul, 1995. Yazıcı, Nesimi, “Muhammed Hamdi Yazır’ın Basın Hayatı ve Yazarlığı”, Elmalılı Hamdi Yazır Sempozyumu, (4-6 Eylül 1991), TDV Yayınları, Yayın No:109, s. 25-32, Ankara, 1993. Yılmaz, Ali, “Elmalılı Hamdi Yazır’ın Türkçesi” Elmalılı Hamdi Yazır Sempozyumu, (4-6 Eylül 1991), TDV Yayınları, Yayın No:109, s. 33-44, Ankara, 1993. “Sohbet Canı Semirtir” –Rûhun Gıdalandığı Sohbet– Sadık YALSIZUÇANLAR Başlığa aldığım cümle, Yunus Emre’nin bir nutkundan. Şöyle diyor Yunus Emre : “Sohbet canı semirtir, Hem aşıkın ömrüdür. Hakk Çalab’ın emriyle, Erenler himmetidir.” İnsan kelam ve nazarla mayalanır. Maye-i Muhammediyye, kamil Mürşid’in kudsi nefesidir. Ruh, kulaktan ve gözden gıdalanır. Kelam, kulaktan girer, gönüle dolar, Yunus Emre’nin söylediğince, ‘can’ı besler. Aşığa hayat veren, sohbettir. Hakk’ın emridir, Erenlerin himmetidir. Elmalı irfan havzasının seçkin isimlerinden Vahib Ümmi, “Biz Yûnus’un sebakın evliyâdan okuduk / Gizli değil belliyiz şimdi zamân içinde” beyti, Yunus Emre’nin ilahilerinin irfan ocaklarında, Kamil insanların sohbetine girmiş olduğunu gösterir. Sohbet, s-h-b kökünden gelir. Sahabe ile kökteştir. “Karşılıklı konuşmak, arkadaşlık etmek, dost ve yoldaş olmak” gibi anlamlar içerir. Dilimizde söyleşme, söyleşi, muhabbet, konuşma gibi sözcüklerin de zaman zaman yerine ikame edildiği sohbet, kamillerin, insanları eğitirken kullandığı en etkin yöntemlerden biridir. Kamil insan, Hakk’ın diliyle konuşur. Yunus Emre, “Yunus değil bunu diyen / Kendüliğidir söyleyen’ diyerek bu sırrı dile getirir. İrfani eğitimde Yazar, Ankara. 50 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi sohbet, zikir, halvet/uzlet ve gerektiğinde seyahat yapılır. Sohbet ve zikir ruhun gıdasıdır. Hz. Mevlana, “içinde nûr-i irfan olmayanlara dışarıdan verilen nasihatin faydası yoktur. Gönlünde azıcık nûr-i irfan olan kimse, âriflerin parlak sözlerini dinlerse onlara iltihak etmiş demektir. Çünkü güneşin ışığı, köre bir fayda vermez!” der. Fakat arifin sözünü dinleyip ondan gıdalanmak için derviş kulağı gerektir. Elmalı’da manevi eğitimini tamamlamış olan Niyazi Mısri, “Arifin her bir sözünü duymağa insan gerek” diyerek bunu vurgulamıştır. Sohbet, Efendimiz’in, ‘sahabe’lerine onların dillerindeki ve içlerindeki soruları cevaplamak, onları mayalamak, gıdalandırmak, Feyz-i Akdes’ten gelen kelamı aktarmak üzere sık sık başvurduğu bir yoldur. Kamil insanın sohbet halkasına girmek, Mısri’nin deyişiyle, ‘bugünkü cennet-i irfana dahil olmak’tır. Bu anlamda sohbet, nurani bir iksirdir. Diriltici bir Mesih soluğudur. Sohbette insibağ yani boyanma gerçekleşir. Hakk’ın boyasına boyanmış olan kamil mürşid, sohbetiyle dervişlerini kendi boyasına boyar. “Siz Allah’ın verdiği rengi alınız. Allah’ın boyasından daha güzel boyası olan kimdir?” ayeti bunu işaret eder. Sohbette in’ikas, akislenme, yansıma vardır. Kamil mürşide Hakk’tan yansıyan nur, mücella bir ayna olarak ondan dervişlerine yansır. Dervişin gönlü de bir ayna haline gelir. Böylece birbirine yansır. Sohbette incizap vardır. Kamil mürşidin sohbetine katılan kişi, onun cezbesiyle İlahi Merkez’e bağlanır. Sohbet halkasında nazar ve himmet vardır. Kamil Hakk’ın gözüyle bakar, O’nun diliyle konuşur ve himmet ederek zorlukları kolaylaştırı, kapıları açar, perdeleri giderir. Canın sohbetle beslenebilmesi için, muhatabın gönlünün aşklı olmalı şarttır. Aşksız bir gönül, taş gibidir. Yunus Emre, bunu şöyle ifade eder : “Sohbet Canı Semirtir” –Rûhun Gıdalandığı Sohbet- / S. Yalsızuçanlar • 51 “Aşksızlara benim sözüm / Benzer kaya yankısına / Bir zerre aşkı olmayan / Belli bilin yabandadır.” Yaban, Hak irfanının olmadığı yerdir. Bedenin ne ile, nasıl gıdalandığı ile canın ne ile, nasıl beslendiği sorunu aynıdır. Yunus Emre, canın ulu bir kimse olduğunu söyler : Ten onun aletidir / Her ne lokma yer isen / Bedenin kuvvetidir.” İnsan yediğine benzer. Can da neyle beslenirse ona benzeyecektir. Besini, Arifin sohbeti olan can kuşkusuz irfanla donanır. Yunus Emre nutkunu şöyle sürdürür: “Ne denli yer isen çok, O denli yürüsen tok. Cana hiç assı yoktur Hep suret maslahattır. Bu can nimeti kanı, Gelin bulalım anı. Asayiş kılan canı, Evliya sohbetidir. Sohbet canı semirtir, Hem aşıkın ömrüdür. Hakk Çalab’ın emriyle, Erenin himmetidir. Eren inayetidir. Yunus’un yanar içi, Kamudan gönlül kiçi. Soy saylamamak suçu, Erenin himmetidir.” İrfana ermek isteyen, kamilin huzuruna ulaşmalıdır. Bu ise, ariflerin sohbetinden geçer. Arayışını anlatırken Niyazi Mısri şöyle demektedir: “…Arap ve Anadolu şehirlerinde çok şeyhlerin sohbetine eriştim. Akıbet, şeyhim, göz bebeğim, kalbimin devası Şeyh Ümmî Sinan Elmalı’nın hizmetine ulaştım. Kalbimin şifasını onun hizmeti şerefinde buldum. Mübarek nefesi kimyasıyla, bana Hz. Şeyh Abdülkâdir-i 52 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi Geylânî’nin rü’yada işaret ettiği her şey hâsıl oldu. Allah’a hamdolsun, Allah’ın lutfuyla telvîn gitti, temkîn hâsıl oldu…” Demek ki temkine ulaşmak, ariflerin sohbetiyle, zikirle, nefsin tutkularını denetlemekle, vahdette tutunmakla mümkündür. “Bugün sohbet bizim oldu, bize bizim diyen gelsin / İçirdi aşk bize şehdin, nuş eyleyip yudan gelsin” diyen Yunus Emre, kamil sohbetiyle insanın aşk meyini içtiğini, “bizim Yunus”a ulaştığını belirtiyor. Kudsi nefesle mayalanarak, tevhid sohbetiyle İlahi aşka boyanıp ve irfana erişince de, “esrik oldu canımız, dürr döker lisanımız? Çalabımın o aşkı beni derviş eyledi” beytinde ifade edildiği üzere ldil cevher saçmaya başlar. Canı besleyen bu sohbet o kadar değerlidir ki, Yunus bunu şöyle ifade edecektir: “Bu aşk denizine dalan, hacet değil ona gemi / Yahut nerede bulalım bu sohbet ile bu demi” Bulunması güç olan bu sohbet, ilahidir, şah, şahlar şahıdır. O deme bir an dahi olsa erişen kişi, müftü-müderrisi mat edecek bir irfana ulaşır : “Sohbetimiz ilâhîdir, sücümüz Kevser suyudur, Şahımız şahlar şahıdır, çalgımızdır dost fırakı. Kim ki bir dem sohbet ola, müftü müderris mat ola, Bir ilâhî devlet ola, ondan içen oldu bâki.” Bu ilahi devlete erişen, Yunus’un tabiriyle, “yad u bilişten geçer”, gönülde masiva silinir, hak tecelli eder, özü Hak sevgisiyle dolar. Aynı iklimden konuşan bir başka eren, İbrahim Ümmi Sinan: “Erenlerin sohbeti Ele giresi değil İkrar ile gelenler Mahrum kalası değil” der. Bu irfana ermek için meclise nefsini tasadduk etmek isteğiyle gelen asla mahrum kalmaz. Elmalı canlarından, Niyazi Mısri’nin üstadı Ümmi Sinan ise, ruhu besleyen sohbete ilişkin şunları söylemektedir: “Devr eyleyen yazlar kışlar Sohbete varan kardaşlar “Sohbet Canı Semirtir” –Rûhun Gıdalandığı Sohbet- / S. Yalsızuçanlar • 53 Üstüne uğrayan kuşlar Bizden Pîre selâm eyle” Su sohbet, Ümmi Sinan’a göre, ‘hur-ı cinan’ sohbetidir. Zat’i yakınlığın lezzeti o kadar çoğalır ki orada, bir türlü doyulamaz. Bu beyit, Hz. Mevlana’nın, ‘üzüm sarhoşluğu değil benim sarhoşluğum, benim sarhoşluğumun sonu yok” ifadesini hatırlatır. “Hûr-i cinân sohbetine mağrûr olma devletine Eremezler lezzetine kurb-ı zâtın yâ Rabbenâ” Bu sohbete, canı kurban etmeden erişilemez: “Kâmil insânın yolunda cânı kurbân itmeden Sohbet-i Sultâna kim erdi haber ver sen bana” Bir nasipledir. Sadece kişisel çabalar, cehd ile gerçekleşen açılmalar, niyazlar yetmez: “Kim tecelli kim teselli çok temennâ kıldılar Çün bize derdin müyesser eyledin sohbet budur” Elmalı bilgelik havzasının güllerinden Ümmi Sinan, “Beni anın ben de sizi anayım” ayetine telmih de yaparak, canı besleyen erenler sohbetine kimlerin erişebileceğinişöyle dile getirir: “Hak buyurdu zikr edin ben dahi zikr edeyim Erenler sohbetine Kurân’a uyan gelir” Kendi tecrübesi içinden konuşarak yine şöyle der: “Sinân Ümmi olup sâki eline câm-ı ‘aşk aldı Koyup nâmûsu ey zâhid mey ü sohbet sürersen gel” Bugün artık, “ibâdet günüdür sohbet demidir / Nefsin hevâsına erip yetimle”yecektir. Aşk ehli ile vefa bulan, “özge sohbeti” neylesin? Artık varlık zahmeti gitmiş, birlik sefası gelmiştir: “Götürsen varlık zahmetin Getirsen birlik vahdetin Sırdan mukarreb sohbetin Kurmak isterler Sultânım” 54 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi Bu sefaya ulaşmak için eşikte beklemek şarttır: “Fezkürûni ezkür(ü)küm gör ne der Rabbin sana Sohbetinden fâriğ olma bekle Hakkın bâbını” Aynı okulun öğrencilerinden olan Niyazi Mısri, hem yol arkadaşlarını hem de kendi varlığındaki beş duyuyu ima ettiği nefesinde: “Gel ey tâlib erenler sohbetinde Hû deyip ‘aşk ile serden geç imdi Biz beş er idik çıkdık bir demde yola girdik Kırk yılda pîre erdik bu sohbete erince” der. Kırk yılda erilen pir, kendisini ve yol arkadaşlarını benliğin dört aşamasından (dört unsurdan) geçirerek rûhu’l-kuds’e ulaştırmıştır. Nitekim beş erden biri olan Çavdaroğlu’nun, “Cem’ olıcak bir araya beşimiz/ Sevdiğimiz zikr etmekdir işimiz” diyerek aynı sırrı söylemiştir. Yunus Emre’nin “ruhu besler” dediği sohbet, Elmalı irfan coğrafyasının bir başka erinde, hacı Anadolumuzu mayalayan Nişabur’lu Hacı Bektaş-ı Veli hazretlerinden gıdalanmış olan Abdal Musa’nın dervişi Kaygusuz Abdal’da da konu edilir: “Ben hasret ile zârı kılaram âh ederem Sen sohbetini ‘aşk ile leyl ü nehâr etdin” … Billâh ey gönül ‘aşk ile derdin haberin ver Bî-derd kişiler sohbetde anladığı yokdur …. ‘Ârif ol sohbeti zâyi’ geçirme Yapışdır etmeği çün kızdı tandır …. ‘Ârifler sohbeti Kaygusuz Abdâl Kime nâr-ı cihândır kime nûr … İçelim subh şâm sohbet edelim Geceler mest olalım tanla mahmûr” Arifin sohbetinin kimine ateş kimine nur olması zengin bir anlam dünyasını ima etmektedir. Nefsin yumuşaması, tıpkı demir gibi yakı- “Sohbet Canı Semirtir” –Rûhun Gıdalandığı Sohbet- / S. Yalsızuçanlar • 55 larak biçim alması için yanması gerekir. Vahdetten konuşan ve konuştukça içteki duvarları yıkan, insanı yıkarak ve yakarak yeniden yapan kamil mürşidin sohbeti bu yüzden kimilerine ateş olur. Bunu aşk ateşi olarak da düşünmek mümkündür. Arifin sohbeti, kişinin gönlüne aşk ateşi düşürür. Yine, henüz irfanı duymağa hazır bir kulak edinmemiş olan için arifin sohbeti ateş gibidir, dayanılmazdır. Kimine de nurdur. İlahi bilgelikle can ışır, aydınlanır, kişinin içindeki kandil uyanır, İlahi tecelliler başlar, ilahi isimler okunur, kişi nefsinde Hakk’ı idrake başlar. Benliğini Hakk’a tasadduk etmiş, bir başka Abdal, Pir Sultan ise, ‘canı semirten’ bu sohbetle ilgili şunları söylemektedir : “Uyan gaflet hâbından İsbât isterler bâtından Her âşıkın sohbetinden Erkân ile yol isterler …. Ulu dağlar başı tozlu yol oldu Akar bu çeşmimin yaşı sel oldu İbtidâ kalmadı ehl-i dil oldu Ettiği sohbeti haklar bulunmaz …. Sohbette hezârân muhabbet açar Mümin kullara Hak rahmet saçar Yâri olan nice yârinden geçer Azîzim sultânım sen safâ geldin …. Kırklar ile yedik içtik Kaynayıp sohbette coştuk Yetmiş yıl kürrede piştik Dahi çiğsin yan dediler …. Ârifler yola giderler İrfânda sohbet ederler Nişânsız yâri n’iderler Cân gönül kata mı dersin …. 56 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi Arifin sohbeti kuşkusuz irfanda olacaktır. Orada kaynayıp coşulur ve hezaran muhabbet açılır. Hz. Mevlana, “ariflerin sohbeti, seni de ârifler arasına katar. Sen, kaskatı bir taş veya mermer parçası olsan da, bir gönül sahibine erişebilirsen cevher olursun” der. Elmalı canlarından Eroğlu Nuri, Zat tevhidine ancak, erenler sohbetinden ulaşılacağını belirtir. Divan’ında ruhun gıdası olan erenler sohbetine birkaç yerde işarette bulunur: “Girem aşk ile zikrin sohbetine Erem sırr ile Zat’ın vahdetine … Aşıklar cihanda hoş zar ederler Arifler sohbeti envar ederler … Şu meclis sohbetine olma dahil Hakikat sırrı irfan olmayınca … İlahi, der Eroğlu minnetinde Zahirde, batında, her sohbetinde Sıratta, mizanda, her cennetinde Görem Hu, işidem Hu, söyleyem Hu Sözü, Hacı Bektaş-ı Veli’nin izine basarak yürüyen erenlerden Muhyiddin Abdal tamamlıyor: “Ariflerin sohbeti candan olur Küfür gider Lutf-u imandan olur Tarikatta taatin temiz kılan Kendi ümmet, Tarık-ı dinden olur” İKİNCİ BÖLÜM KİŞİLİK OLUŞUMU ve BESLENME Kişilik Oluşumu –Modern Psikolojinin Erenlerden Öğrenebileceklerine Dair– Prof. Dr. Hayrettin KARA Onbeş yıl kadar önce İstanbul’da bir dostum “sizin oralarda (Antalya’da) çok ulu bir kişi var; haberdar mısın?” diye sormuştu bana. “Ümmî Sinan” ismini ilk o zaman duymuştum. Hani bazen ilk işittiğinizde içinizde tanımlayamadığınız bir yakınlık hissedersiniz ya. Ben de, bu yakınlık hissinin izini sürüp yıllar önce Elmalı’ya gelmiş ve sonra ara ara kendimi iyi hissettiğim bu beldeyi ziyaret etmiştim. Bu sempozyum davetini de gönül borcumun hiç olmazsa bir kısmını ödeyebilirim umuduyla sevinçle kabul ettim. Sanırım benden beklenen, Erenlerin dünyasına psikolojik bir gözle baktığımda ne gördüğümü ya da ne görebildiğimi paylaşmak. İlk elde söyleyebileceğim onların tecrübî bilgiye dayalı üst düzey bir insan kavrayışları olduğu. Dilimin döndüğünce onların bu üst düzey insan kavrayışlarının psikolojik karşılıklarının ne olduğundan bahsetmeye çalışacağım. Bu bildiride, mutasavvıfların yüksek insan tasavvurlarının bazı yönlerine, bir psikiyatr olarak, bir psikiyatri öğretim üyesi ve hocası olarak bağlantılı noktalara temas etmek istiyorum. Bu benim normalde bilimsel anlamda da uzak durduğum bir konudur. Böyle bir sempozyum dolayısıyla böyle bir konuyu da ilk defa kabul ettiğimi de söylemek isterim. Normalde ben mutasavvıfların psikolojisi üzerine çok söz söylemek istemem. Çünkü bazı teknik ve yöntemsel açıdan Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Psikiyatri Klinik Şefi, İstanbul. 60 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi problemler vardır. Bu daha çok bilimsellikle alâkalı bir taraf. Buraya çok girmeyeceğim; ama burada ilk defa bazı konuları kişisel olarak bazı yaklaşımları da sizinle paylaşmış olacağım. Mutasavvıfların yüksek insan tasavvurunu anlamak için aslında bugünün modern psikolojisinin insan tasavvuru konusunda da biraz karşılaştırma yapmak açısından bilgilenmek lâzım. Tabii benim burada bunları anlatmam ayrıca çok mümkün değil; ama birkaç cümleyle birkaç şey söylemek istiyorum, modern psikolojinin ansan tasavvuru hakkında. 19. yüzyıldan bu yana batıda modern psikolojinin etkin olduğu iki kuram vardır: Birisi psikanaliz, Freud’un kurduğu psikanalitik kuram; diğeri de davranışçılık. Psikanalitik kurama göre insan, deterministik ilkelere göre işleyen bir aygıttır; bir mekanik yapıdır ve bu mekanik yapının enerjisi güdüseldir; içgüdüseldir. Saldırganlık ve cinsellik şeklinde ikili olan bir içgüdüce enerjisi sağlanan mekanik bir işleyişten bahsedilir. Bu mekanik aygıtın içinde gönül denen, can denen insana özgü gibi düşündüğümüz cevherlere ait bir yer yoktur. İnsan, esas olarak bir dürtü yığınıdır, onlara göre. Aynı şekilde davranışçılıkta da çok benzer bir insan tasavvuru vardır; ama davranışçılık, insanı hayvanlardan ayıran ‘insanî’ özellikleri daha radikal biçimde yadsır. Onlar, insan davranışlarının ne kadar kompleks görünürse görünsün, ilkece basit uyarım-tepki kombinasyonlarına indirgenebileceğini düşünür. Sonuçta bu modern batı psikolojisindeki insan tasavvurunda gerçek / sahih bir insan–insana ilişkiye dair bir dayanak yoktur. Kendi içine hapsolmuş; ama kendi benliğinden de habersiz, bencil, narsist, yıkıcı, doyumsuz bir insan tipi sunarlar. Fakat onlar da yanılgılarını fark ettiler ki, son zamanlarda meselâ Freud’un talebeleri ilişkiselliğe doğru geçmeye başladılar. Modern psikoloji ve modern kültürün insan tasavvurunun buna benzer eleştirilerini elbette sadece biz yapmıyoruz. Birçok batılı aydın da modern kültürün ürettiği bu psikolojiyi çok sert biçimde eleştirmektedir. Örneğin ‘Kuantum Benlik’ ismiyle Türkçe’ye de çevrilen kitabında D. Zohar şöyle der: “Freud, Sartre ve Heidegger gibi Klein’ın Kişilik Oluşumu –Modern Psikolojinin Erenlerden Öğrenebileceklerine Dair– / H. Kara • 61 da mahremiyete varan iki taraflı samimî bir ilişkiye örnek olacak bir modelleri yoktur. Kimse bizim diğer insanlarla ilişkiye giriş biçimimizle bir makineyle ilişkiye giriş biçimimiz arasında bir ayrım yapamaz; çünkü onlara göre makineler de insanlar da “nesne” özelliğine sahiptirler. Bu modellerin her biri genel kültürümüz içinde bir şekilde yer almış ve birçokları tarafından hissedilmiş yabancılık hissine önemli ölçüde katkıda da bulunmuştur.” Halbuki insan doğasının bir gereği, fıtratının bir gereği, insan ancak bir başka insanla kendini tanıyabilir. Bir başka insan olmaksızın insan kendisini keşfedemez, tanıyamaz, eğemez, olamaz. Sûfîler, erenler dediğimiz insanlar, bunun böyle bizim gibi sözlü anlatıcıları değil de bizzat hayatlarıyla bunun ne olduğunu anlatan insanlardır. Onun için onlar büyük öğretmenlerdir. Yani insan, modern psikolojinin söylediği gibi yalıtılmış mekanik bir aygıt değil, ‘ilişkisel bir varlık’tır. Dolayısıyla insan kendini ancak sahih bir ilişki içinde keşfedebilir. Bu insan psikolojisinin en yalın gerçeğidir. Batı psikolojisinin son dönemlerde hiç olmazsa kuramsal düzeyde bu gerçeğe yaklaşmaya çalıştığını söyleyebilirim. Modern psikolojinin ilişkisellik konusunda, bu sempozyumun yapılmasına vesile olan erenlerden öğrenebileceği çok şey var. Öyle ki Erenler, bize insanın kendisini ancak sahih insanî bir ilişki, bağ, merbûtiyet içinde keşfedebileceğini, kuramsal olarak değil bizzat hayatlarıyla anlatırlar. Niyâzî-i Mısrî kendini Ümmî Sinan’da keşfeder; Yunus, Tapduk Emre’de. Mevlâna kendini Şems’in aynasında görür. Sahih bir insanî ilişkinin psikolojik önemine ne kadar vurgu yapılsa azdır. İlişkisellik, psikolojik olarak o kadar temel bir şeydir ki, ne kadar söz söylesek azdır. Ama ben bu vesileyle Elmalı’da bulunmamız hasebiyle Elmalılı Hamdi Yazır’a kısaca değinmek istiyorum. Burada tabii İlâhiyatçı hocalarımız var; beni bağışlasınlar, hatam varsa affetsinler. Ben onun Tefsir’inden çok yararlandım. Çok derin bir psikolojik gözü vardır, Elmalılı Hamdi Yazır’ın. Mükemmel bir eserdir. İlâhiyatçılar ilâhiyat tarafını takdir etsinler; ama ben psikolojik tarafını bir Psikiyatri Profesörü olarak “fevkalâde” diye takdir ve tasdik ediyorum. Onun Kur’ân-ı Kerîm’in ilk iki âyetine mânâ verişi, bir psikolog olarak beni çok etkilemiş ve sarsmıştır. Hemen paylaşayım sizlerle: 62 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi Kuran-ı Kerim’in ilk âyetlerinin tefsirini okurken bir psikiyatrist olarak öyle şaşırmış, öyle etkilenmiştim ki, bir makale yazıp bu psikolojik derinliği meslektaşlarımla paylaşmıştım. Bir Psikiyatri ve Düşünce dergisinde yayımlanan bu yazının ilgili bölümünü aynen paylaşmak istiyorum: “Elmalılı’nın Kuran’ın ilk iki âyetine anlam verişi bizi çok ilgilendiriyor. Âyet, meâlen şöyle: “Yaratan Rabbinin adıyla oku! O insanı bir alaktan yarattı”. Alak etimolojik olarak “tutmak, ilişmek, ilişiklik, kan pıhtısı” anlamlarına geliyor. Daha önceki müfessirler, elde olan bilgilerin azlığı, biraz da somut düşünmenin etkisiyle olsa gerek, “kan pıhtısı” anlamını tercih etmişler. Daha sonra embriyolojinin gelişmesi ve insan ceninin nasıl teşekkül ettiği öğrenilince “alak” kelimesinin “tutunma” anlamını tercih ederek âyeti: “O insanı rahim cidarına tutunan bir embriyodan yarattı” şeklinde meâllendirmeye başlamışlar. Ama Elmalılı, daha önce hiçbir tefsirde görmediğim, mutasavvıfların atıfları dışında hiç işitmediğim bir biçimde yorumlamış “alak” kelimesini. Ona göre âyet birden fazla anlama sahiptir. Rahimdeki oluşuma da işaret eder alak. Ama asıl alak, ruhanî ve mânevî anlamda “ilişikliğe” işarettir. Psikoloji diliyle ifade edersek, kendilik dediğimiz şeyin çekirdeği ilişkililiktir. O zaman kendilik bilgisi, ilişkililik bilgisi olmuş oluyor. Kendimiz üzerine düşünmek, ilişkilerimiz üzerine düşünmek anlamına geliyor.” Evet, ilk inen sûre Alak sûresi, bildiğiniz gibi. “İkra’ bi’smi Rabbike’llezî halak. Haleka’l-insâne min-alak.” Orada “alak” diye bir kelime var; “Oku, Rabb’inin ismiyle ki, o seni alaktan yarattı.” Nedir bu alak? Eski tefsirciler çoğunlukla “kan pıhtısı” demişler; embriyoloji biliminin gelişimiyle “cenin” demişler; “rahmi tutan, tutamak” anlamında. Bütün bu mânâları muhtevî olabilir; ama bir şey daha var, diyor Elmalılı Hamdi Yazır: “Alak” diyor, “bildiğimiz alâka, dostâne ilişki” anlamında; bir anlamda alâka”. Çok ilginç değil mi? O zaman psikolojik anlamda tuhaf bir şey ortaya çıkıyor: “İnsan alâkadan, ilişkisellikten yaratıldı.” Bu, dediğim gibi psikolojik açıdan o kadar önemli bir konudur ki, ne kadar üzerine söz söylense azdır ve batılıların da ilişkiselliği yeni yeni keşfettiğini de bir hekim olarak söyleyeyim size. Ama onların, Freud’un ve davranışçıların temel kuramında, ilişkisellik diye bir şey yoktur. Kişilik Oluşumu –Modern Psikolojinin Erenlerden Öğrenebileceklerine Dair– / H. Kara • 63 Şimdi bu sûfîlerin, erenlerin önemi de öğretmen olarak budur. Bizzat hayatlarıyla ilişkiselliğin ne olduğunu bize anlatmışlardır. Bir insanın ancak nasıl bir insanla “kendi” olabileceğini göstermişlerdir. Niyâzî-i Mısrî niye gelmiş Malatya’dan, Mısır’lardan. Tamam, Elmalı’nın havası güzel, suyu güzel; ama herhalde bunun için gelmedi. Ümmî Sinan buradaydı. Çünkü ancak Ümmî Sinan’da kendini var edebilir, tanıyabilirdi. Yunus Emre’yi biliriz; Tapduk Emre olmasa, Yunus Emre’den bahsedemeyiz. Bakınız, hep ilişkisellik vardır. Şems.. Kendini Şems’in aynasında görmüştür Mevlâna da onları öyle söylemiştir. Yani söylediklerini, Mevlâna’nın sözü kadar, Şems’in sözleri olarak da okuyabilirsiniz. Yani o ilişkisellik, bu kadar temel bir şeydir. İnsan öyle özel, birey, tek başına, ayrıksı bir şey değil. Ama modern düşünce bizi o hâle getirdi tabii. Bu erenlerin, sûfîlerin temel öğretileri de bir yönüyle bu ilişkiselliği yaşantısal olarak anlatmaktır. Bu çok önemli bir şeydir. Konuşmanın başlangıcında akademik anlamda batıdaki iki psikoloji kuramından ve bu kuramların insanı yalıtılmış mekanik bir aygıt gibi gördüğünden bahsetmiştim. Peki bu tarafa baktığımızda hatırı sayılır bir psikoloji kuramı ya da kuramları var mı? Eğer varsa insanı psikolojik anlamda onlar nasıl tanımlamaktadırlar? Elbette var; hem de batının psikoloji kuramlarından çok daha derin ve bütünlüklü. Ama maalesef biraz geriye, meselâ İbn-i Sina’ya kadar gitmemiz gerekecek. İbn-i Sina, bildiğiniz gibi kitapları yüzyıllarca batıda ders kitabı olarak okutulan büyük bir hekim ve psikologtur. O psikolojiye dair görüşlerini İlmü’n-Nefs başlığı altında toplamıştır. İbn-i Sina, nefs kavramını bugünün psikolojisinde de önemli bir kavram olan ‘kendilik-self’i içerecek şekilde kullanır. Bir akademisyen olarak gönül rahatlığıyla İbn-i Sina’nın psikolojiye dair görüşlerinin modern psikoloji kuramlarından çok daha yapılandırılmış ve bütüncül olduğunu söyleyebilirim. İbn-i Sina, insanı kendi içinde tamlar ve evrenle bütünleştirir. Nefsin bitkisel, hayvanî ve insanî düzeylerini anlatır. Psikanalizin kendine esas aldığı cinsellik ve saldırganlık dürtülerine hayvanî nefs düzeyinde gazap ve şehvet başlıkları altında zaten yer verir. Ama hayvanî nefs üzerinde bir de nefs-i nâtıka düzeyinden bahseder ki, batı psikolojisinde eksik olan budur. Sağlıklı bir psikoloji, nefs-i nâtıkanın gazap ve şehvet güçlerini yönetip itidal içinde kullanabil- 64 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi mesine bağlıdır. İşte Erenler, bu içsel güçlerin nasıl kontrol edilip yönlendirilebileceğini kendi pratikleri üzerinden gösteren öğretmenlerdir. Meselâ, Niyâzî-i Mısrî’nin aşağıdaki mısraları iç dünyamızdaki bu yıkıcı da olabilecek güçlerin nasıl dönüştürülebileceğini anlatması açısından oldukça dikkat çekicidir. Şimdi İbn-i Sina bir âlim, Niyâzî-i Mısrî bir mutasavvıf, ârif. Amaçları kuram falan geliştirmek değil; amaçları bizzat yaşamak. Dile geldiğince, yaşantılarının bir sonucu olarak konuşuyorlar. Değişik insanlar ve biraz farklı da konuşuyorlar. Ama ben bir hekim olarak ikisi arasındaki köprüyü görmeye çalışıyorum. Dîvân’ı okurken çok hoşuma gitti; tabii bütün Dîvan çok güzel de, psikolojiyle ilgili kısmı açısından söylüyorum. Bu gazap ve şehvet ya da batılıların cinsellik ve saldırganlık dedikleri dürtü açısından ilgimi çekti. Şöyle bir dörtlük okuyayım size: Gazap şehvet iki ayaktır anlar Binip üstünde seyyah oldu canlar Bunlarla çıktılar arşa çıkanlar Hakîkat ehlinin olmaz nişânı İlginç! Gazap ve şehvet, bunlar “ayaktır” diyor; bunlarla çıkılır arşa. Yani bu yadsınmıyor ve bir görüşün, bir bakışın içinde çok yerli yerine oturtuluyor. Ama sorun şu: Bu gazap ve şehveti itidalli bir şekilde kullanmak.. Sorun zaten burada. Bu itidalli kullanılmayınca, bu içsel güçler denetlenmediği zaman ne kadar yıkıcı olabileceğini Erenler çok güzel anlatırlar. Meselâ, Yunus’un: Miskin âdemoğlanı nefse zebun olmuştur Hayvan canavar gibi otlamağa kalmıştır dizeleri tam da bu psikolojik durumu anlatır. Ama Erenler söz değil eylem adamlarıdır. Öyle ki eylemle bağlantılı olmayan sözler boş bir lakırtıdan ibarettir onlar için. Yine Yunus Emre’nin: Söz ola kese savaşı Söz ola kestire başı Söz ola ağulu aşı Yağ ile bal ede bir söz Kişilik Oluşumu –Modern Psikolojinin Erenlerden Öğrenebileceklerine Dair– / H. Kara • 65 dizeleri bütün yalınlığıyla söz-eylem ilişkisini olağanüstü bir güzellik ve derinlikte anlatır. Kendi kültürel iklimimize dönüp Erenlerin içsel yolculuklarından edindikleri tecrübî bilgiler ile İbn-i Sina’nın kuramsal görüşlerini harmanlayabilsek, katman katman mükemmel bir insan psikolojisi ortaya çıkarabileceğimizi düşünüyorum. Şimdi son olarak psikolojinin farklı bir katmanından kısaca bahsedip konuşmamı bitirmek istiyorum: İbn-i Sina psikolojisini esas alırsak Nefs-i Nebatî ve Hayvanînin insanın diğer canlılarla ortak tarafı olduğunu görürüz. Ama Nefs-i Nâtıka insana özgüdür ve kendilik bilincinin ortaya çıktığı yerdir. Nefs-i Nâtıkadaki bu bilinç hoş güzel bir şeydir, eşref-i mahlûkât olmanın nişanesidir; ama aynı zamanda derin bir kaygı ve ıstırabın da kaynağıdır. Yani insan, kaygılı bir mahlûktur. Hepiniz çok kaygılısınızdır. İnsanın ne kadar kaygılı bir varlık olduğunu, herhalde bir psikiyatri hocası olarak bizden daha fazla bilen az insan vardır. Sâdî-i Şîrâzî’nin dediği gibi “İnsan, bir damla kan, bir endişedir.” Neden endişedir insan? Neden kaygılanır? –Hayvanlarda kaygı olmaz; hayvanlarda korku olur; ama kaygı olmaz.– Velîlerden birine birisi demiş ki: “Ama ben kaygı duymuyorum..” “Desene beyim, demiş; sen rûhunu kaybetmişsin!..” İnsan kaygılı bir varlıktır. Neden? Çünkü insan ölümlü olduğunu bilir! Zamanın geçip gitmekte olduğunu bilir. Bu bilinç yalnızca insanda vardır. Zaman bilinci, ölümlü olduğu, bir sonu olduğu bilinci, diğer canlıların bir özelliği değildir; ama bizim bir özelliğimizdir. Ölümlü olduğunu bildiği halde kaygılanmadan insan nasıl yaşayabilir ki?! Batı psikolojisinin bu konudaki tutumu çok enteresandır: Ölümlülük duygusu, sanki psikolojinin merkezinde değilmiş gibi davranırlar. Gariptir. Bunu ben söylemiyorum; onların çok ileri gelen hocaları da meselâ I. Yalom, –Stanfordlu bir psikiyatri profesörüdür; dünyada şu anda en çok tanınan psikiyatri profesörü ve hocasıdır; varoluşçu bir psikiyatrdır, ateisttir; ama söylediği birçok şey doğrudur– şöyle der: “İlginç, der. Nasıl batı psikolojisi hem pratiği ve hem de teoriğinde ölümü nasıl bu kadar yadsıyor (inkâr ediyor), yok sayıyor? Bu bir sessizlik komplosu gibi” der. Batı psikolojisinde böyle bir sessizlik psikolojisi vardır, Yalom’un deyişiyle. Yani bunu ben söylüyor değilim, tek başıma. Kaygının merkezinde bu ölümlülük duygusu vardır. 66 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi Peki insan bununla nasıl baş edecek? Yani insanın yeryüzündeki temel sorunu, aslında ölümlü olduğunu bildiği halde nasıl yaşayabileceğidir. İnsanın bundan daha temel bir sorunu yoktur. Bu konuda sûfîlerden, bu erenlerden daha iyi bir yol göstericiye, bir öğretmene ben rastlamadım. Onların öğretmenliği, “sözle” değil, “yaşamsal ve davranışsal”. Onun için ben bir minnet duygusuyla buraya (Elmalı’ya) geldim ve bu konuşmayı öyle yapıyorum. Çünkü onlarda, gerçekten bu en temel sorunda nasıl yol alınacağına dair bir yol göstericilik var. Onlar, ölüm farkındalığını sürekli diri tutan insanlar. Bir taraftan ölüm farkındalığını bu kadar diri tutacaksın, onu yadsımayacaksın, bastırmayacaksın, yok saymayacaksın; diğer yandan da bu kadar neşeli ve canlı olabileceksin!.. Bu, en büyük psikolojik başarıdır işte. Yadsımadan, yok saymadan ölümü, onun varlığını bildiğin halde yine de neşeli olabilmek. Yani yadsırsan, yok sayarsan, inkâr edersen; belki neşeli olabilirsin. Ama ölümün varlığıyla yaşamanın yolunu gösteren insanlar olan bu erenler, bir taraftan ölümün o zorunluluğunu vurgularlar, diğer taraftan da insanın cevher olarak bu ölümlülüğe mahkûmiyetine rağmen bir başka ölümsüz can içinde gizlenebileceğini söylerler. Erenlerin insandaki yıkıcı güçlerin nasıl denetlenebileceğini pratik üzerinden anlatan öğretmenler olduğunu söylemiştim. Bu psikolojik olarak son derece önemlidir. Ama insan için daha da önemli olan sorun, varoluşsal kaygılarla nasıl baş edebileceğidir. İşte bu konuda Erenlerden öğrenilecek bilgilere paha biçilmez. Bu meseleye dair söylenecek çok söz var; ama zaman açısından konuşmamı bitirmem gerekiyor. Son olarak şunu söylemek isterim: İnsan, ölüm bilincini yadsıyarak yeis, kaygı ve ümitsizlikten kurtulamamaktadır. Bu temel insanî sorun için maalesef modern psikolojinin söyleyebileceği bir söz de yok. Erenler ise bu konuda tüm insanlar için mükemmel öğretmenlerdir. Bu konuda yine bir öğretmen olarak Mevlâna’yı anayım ve bitireyim. Mevlâna der ki: “Maden idim, öldüm, bitki olarak doğdum. Bitki olarak öldüm, hayvan olarak doğdum. Hayvan olarak öldüm, insan olarak doğdum. Neden korkayım ki ölümden?! Ölmekle ne kaybettim?” der. Başka bir yerde de: “Hangi tohum yere saçıldı da bitmedi?! Neden insan tohumu bitmeyecek zannına kapılıyorsun?!” diye sorar. Ölüm sorununa karşı Kişilik Oluşumu –Modern Psikolojinin Erenlerden Öğrenebileceklerine Dair– / H. Kara • 67 bundan daha iyi, yaşantısal ve kuramsal olarak anlatılmış bir metin ben görmedim. Bu vesileyle bütün bu hocaları, hepsini bir öğretmen olarak anıyorum, özellikle bu beldenin hocalarını: Ümmî Sinan, Eroğlu Nûri, Vâhib-i Ümmî ve Niyâzî-i Mısrî’yi de yâd ediyorum. Sizlere de ferah, bahtiyar, mesut günler diliyorum. Teşekkür ederim. İslâm’da Beslenme ve Şahsiyet İlişkisi Yrd. Doç. Dr. Yasin PİŞGİN Yaratıcısına kulluk etmekle sorumlu olarak dünyaya gönderilen1 ve sayısız nimetlere mazhar olan insanın2 yaratıcısını tanıması ve yaşamının her anında ve alanında O’nun kulu olduğu şuuru ile hareket etmesi insanın yaratılış gayesinin temelini oluşturmaktadır. İnsanın bu hedefi gerçekleştirmesi için Yüce Allah, varlık âleminde mevcudiyet bulduğu ilk andan itibaren bu zorlu imtihan yolculuğunda onu kendi haline bırakmamış, rahmet ve inayetinin tecellîsi olan vahyi aracılığıyla beşerî hayatın her alanında insana yol göstermiş, ona dünya ve ahiret saadetini kazandırmayı hedeflemiştir. Bunu gerçekleştirirken insan hayatını bir bütün olarak ele almış ve inanç ve ibadet hayatının yanı sıra giyinme, süslenme, akrabalık ilişkileri, cinsel hayat ve yeme-içme gibi insan yaşamının bütün alanlarına dair hükümler serdetmiştir. İnsanın hayatını yaratılış gayesi çerçevesinde bütün yönleriyle inşa etmeyi hedefleyen vahiy gerek beslenmenin kaynağı gerekse insanın ruh ve bedeni üzerinde bıraktığı etkilerin büyüklüğü bakımından bu konuya özel bir önem vermiş, insana ait her değeri onun kulluk görevi bağlamında ele aldığı gibi yeme-içme faaliyetini de bu çerçevede değerlendirmiş ve “Allah’ın size rızık olarak verdiklerinden helâl, iyi ve temiz olarak yiyin ve kendisine inanmakta Sempozyum programında yer almamasına rağmen, bu kitap için bu yazıyı özel olarak hazırlayan Yrd. Doç. Dr. Yasin Pişgin’e ayrıca kalbî teşekkürlerimizi sunarız. Akdeniz Üni. İlâhiyat Fak., Arap Dili ve Belâğatı Anabilim Dalı, Antalya. 1 2 Zâriyât 51/56. İbrâhîm 14/34. 70 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi olduğunuz Allah’a karşı gelmekten sakının!”3, “Ey peygamberler! Temiz şeylerden yiyiniz ve iyi ameller işleyiniz. Doğrusu ben, sizin yaptığınız şeyleri tamamen bilirim”4 âyetleriyle beslenmeye özel bir nitelik ve hedef atfetmiştir. Kur’an’ı incelediğimizde hem insanın mazhar olduğu yaşam nimetinin hem de bu nimetin beka ve selametini sağlayan diğer bütün nimetlerin yegâne lutfedicisinin Allah olduğunu görürüz. Bu itibarla Yüce Allah; “Siz, Allah’ı bırakarak ancak putlara tapıyorsunuz ve yalan uyduruyorsunuz. Allah’ı bırakarak taptıklarınızın size hiçbir rızık vermeye güçleri yetmez. Öyle ise rızkı Allah’ın katında arayın. O’na kulluk edin ve O’na şükredin. Siz yalnız O’na döndürüleceksiniz”5, “Artık Allah’ın size helâl ve temiz olarak verdiği rızıklardan yiyin. Eğer yalnız O’na ibadet ediyorsanız, Allah’ın nimetine şükredin”6 âyetleri ile “rızık” olarak isimlendirdiği gıda maddelerinin tamamının ilâhî bir ihsan olduğunu ifade etmiş ve gerçek anlamda yedirenin7 ve içirenin8 kendisi olduğunu vurgulamıştır. Dolayısıyla insanın yaratıcısına kulluk etmesi için ona lutfedilmiş olan yaşam nimetinin varlığı yine yaratıcının ihsan ettiği ve rızık olarak isimlendirdiği nimetlere bağlıdır. Bu noktada Kur’an insandan hem yaşam hem de rızık nimetinin farkında olmasını istemekte ve “Ey iman edenler! Eğer siz ancak Allah’a kulluk ediyorsanız, size verdiğimiz rızıkların iyi ve temizlerinden yiyin ve Allah’a şükredin”9 ayetiyle insandan “muhyî”10 ve “rezzâk”11 olan Rabbine, kulluğunun bir gereği olarak şükretmesini emretmekte hatta “İnkâr edenler ise (dünya zevklerinden) yararlanırlar ve hayvanların yediği gibi yerler”12 âyetiyle, bu 3 Mâide 5/88. Mu’minûn 23/51, ayrc. Bakara 2/60, 168, Tâhâ 20/81. 5 Ankebût 29/17. 6 Nahl 16/114, ayrc. Mülk 67/15. 7 En’âm 6/14, ayrc. Kureyş 106/4 8 Şuarâ 26/79. 9 Bakara 2/172, ayrc. Sebe 34/15. 10Bakara 2/28, 164, 243, Nahl 16/65, Hacc 22/66, Ankebût 29/63, Fussilet 41/39, Câsiye 45/5, Necm 53/44. 11 Zâriyât 51/58. 12 Muhammed 47/12. 4 İslâm’da Beslenme ve Şahsiyet İlişkisi / Y. Pişgin • 71 ulvî gayeye hizmet etmeyen ve itaatle sonuçlanmayan yiyip içmeyi gayr-ı insani bir eylem olarak vasfetmektedir. Yaşamın kulluk, beslenmenin de yaşam için temel bir zorunluluk olduğunu düşündüğümüzde Kur’an’a göre yeme-içmenin kulluğun bir parçası olduğunu söylememiz mümkündür. Yeryüzünde bulunan her şeyin insanın emrine verildiğini ifade eden âyeti13 düşündüğümüzde diğer alanlarda olduğu gibi yemeiçme konusunda da aslolanın mübahlık olduğunu ifade edebiliriz. Bu çerçevede Kur’an “Eşyâda asıl olan ibâhattir” kuralı gereğince helalleri değil haramları saymış ve “De ki; bana vahyolunanda ölmüş hayvan (meyte), akıtılmış kan, domuz eti -ki pisliğin kendisidir- ya da günah işlenerek Allah’tan başkası adına kesilmiş hayvandan başka, yiyecek kimseye haram kılınmış bir şey bulamıyorum”14 âyetiyle bu haramları dört temel madde halinde ortaya koymuştur. Konuyla ilgili diğer ayetleri incelediğimiz zaman Kur’an’da temel prensip olarak temiz olan şeylerin (tayyibât)15 helâl, pis olan şeylerin (habâis)16 ise haram kılındığını ifade edebiliriz.17 Habâis; insanın ruh ve beden sağlığına zararlı olan, onun kerem ve haysiyetine yakışmayan ve selim fıtratın pis ve iğrenç bulduğu şeylerin genel adıdır. Tayyibât ise bunun zıttıdır. Yüce Allah; “Onlar, yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı buldukları Resûle, o ümmî peygambere uyan kimselerdir. O, onlara iyiliği emreder, onları kötülükten alıkoyar. Onlara iyi ve temiz olan şeyleri (tayyibât) helâl, kötü ve pis şeyleri (habîsât) haram kılar”18 âyetiyle bu hakikate işaret eder. Görüleceği üzere Kur’an’da yiyecek ve içeceklerin helal ya da haram olması konusundaki temel prensip temiz veya pis olması unsurudur. Buna ek olarak “…Kendinizi tehlikeye atmayınız...”19 âyetini düşündüğümüzde insanın akıl, ruh ve beden sağlığını riske atan bütün 13 Bakara 2/29; ayrıca bk.: Câsiye 45/13. En’âm 6/145, Bakara 2/173. 15 Mâide 5/5, A’raf 7/160. 16 A’râf 7/157. 17 Bakara 2/172. 18 A’râf 7/157, Mâide 5/4. 19 Bakara 2/195. 14 72 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi maddelerin de aynı şekilde haram olduğunu hatta helal olan yiyecekleri gereğinden fazla tüketme sonucu insanın maruz kaldığı obezitenin, beden sağlığı üzerinde oluşturduğu tehlikeye bakarak fazla yemenin de mezkûr âyet gereğince dinî açıdan uygun bir davranış olmadığını da ifade edebiliriz. Hz. Peygamber’in hadislerine baktığımızda ise Kur’an’ın ortaya koyduğu bu temel ilkeyi detaylandırıcı açıklamaların olduğunu görmekteyiz. Örneğin Hz. Peygamber zî nâb (uzun ve sivri dişli) olan hayvanların ve zî mıhleb (pençesi ile avını yakalayıcı) olan avcı kuşların etlerinin yenmesini yasaklamıştır.20 En’am suresinin 145 âyetinde haram kılınan “Allah’tan başkası adına kesilmiş olan hayvan” ifadesi de tayyibât ve habîsât kavramlarına özel bir anlam izafe etmekte ve vahyin tevhide verdiği önemin ve şirke karşı ortaya koyduğu kesin tavrın bir sonucu olarak, aslen helal olsa bile şirk gayesi ile kurban edilmiş bir hayvanın etini manevi açıdan temiz saymamaktadır. İnsanın ruh ve beden sağlığını korumayı hedefleyen vahiy beşeri ilişkilere de bazı düzenlemeler getirmiş ve üçüncü şahısların haklarının ihlal edilmesini tasvip etmemiştir. Bu itibarla gasp, hırsızlık ve aldatma gibi meşru olmayan yollarla elde edilen gıda maddelerini de yukarıda sayılan yenilmesi haram maddelerin arasına dâhil etmiştir.21 Akıl ile kalbi, ruh ile bedeni ve dünya ile ahireti dengeleyen Kur’an beslenme konusunda da insanlara dengeyi önermiş ve ihtiyaç fazlası gıda tüketimini israf olarak isimlendirmiştir. “Yiyin için fakat israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez”22 âyetiyle işaret edilen israf yasağı ferdî, toplumsal ve ekonomik açıdan pek çok zararlara sebep olan büyük bir problemdir. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Yüce Allah “Göklerde, yerde ne varsa hepsini Allah’ın sizin hizmetinize verdiğini ve açıkça yahut gizlice üzerinizdeki nimetlerini tamamladığını görmediniz mi?...”23 âyetiyle yerle gök arasındaki her şeyi insanın hizmetine verdiğini ifade etmekle birlikte “Ey iman edenler! Eğer siz ancak Allah’a kulluk ediyorsanız, size 20 Müslim, Sayd 15, 16, Ebû Dâvûd, Et’ime 32, Tirmizî, Sayd 9, 11. Nisâ 4/10 ayrc. 2, 29. 22 A’raf 7/31, ayrc. bkz. Tirmizî, Birr 21. 23 Lokmân 31/20. 21 İslâm’da Beslenme ve Şahsiyet İlişkisi / Y. Pişgin • 73 verdiğimiz rızıkların iyi ve temizlerinden yiyin ve Allah’a şükredin!”24 emri ile beslenme konusunda temiz olanların yenilip içilmesini emretmiştir. Çünkü Hz. Peygamber’in ifadesiyle “Allah temizdir. Temizi sever.”25 Hz. Peygamber Kur’an’ın bu düsturunun ışığında kırmızı et, tavuk, kavun, kabak, karpuz, helva, bal, süt, zeytinyağı, arpa unundan ekmek, salatalık gibi yaşadığı asırda bulunan helal ve temiz olan tüm yiyeceklerden ayrım yapmaksızın makul ölçülerde istifade etmiş hatta sirkeyi “O ne güzel katıktır” diye övmüştür.26 Temiz olan yiyecek ve içeceklerle beslenen Hz. Peygamber, yemeğin temiz bir şekilde vücuda intikalini sağlamak için ellerini yemekten önce yıkamış, ümmetine de bunu tavsiye etmiş ve yemeğin bereketinin yemekten önce ve sonra elleri yıkamakta olduğunu ifade etmiştir.27 O’nun bu davranışı temizlik ve sağlıkla ilgili pek çok hikmeti ihtiva ettiği gibi aynı zamanda da nimete duyulan saygının da bir ifadesidir.28 Kur’an’da hem Allah’ı29 hem de verdiği nimetleri30 sürekli anmaya dair emirler Hz. Peygamber’in yaşamında, bir işe başlamadan önce “besmele çekmek” sünnetinin ortaya çıkmasına neden olmuş ve Hz. Peygamber “Besmelesiz başlanan her işin sonu kesiktir.”31 buyurarak ashabını her işin başında Allah’ı anmaya teşvik etmiştir. Aynı şekilde yeme-içme fiilerinden önce besmele çekmek sureti ile Allah’ı anmaya teşvik eden Hz. Peygamber:32 “Sizden kim bir şey yerse “Bismillâh (Allah’ın adıyla)” desin. Başlangıçta söylemeyi unutmuşsa, sonunda şöyle söylesin: “Bismillâhi fî evvelihi ve âhirihi (başında da sonunda da Bismillâh)”33, “Suyu deve gibi bir solukta içmeyin. İki-üç 24 Bakara 2/172. Tirmizî, Edeb 41. 26 Müslim, Eşribe 169. 27 Tirmizî, Et’ime 39, İbn Hanbel, Müsned, I. 441. 28 Cihan, a.g. makale, s. 34. 29 Bakara 2/152, Ahzâb 33/41, Cuma 62/10. 30 Bakara 2/40, 47, 122, 231, Âl-i İmrân 3/103, Mâide 5/7, 11, 20, A’râf 7/69, 74. 31 Ebû Dâvûd, Edeb 18. 32 Müslim, Eşribe 105-106. 33 Ebû Dâvûd, Et’ime 16, Tirmizî, Et’ime 47. 25 74 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi solukta (dinlene dinlene) için. Su içerken besmele çekin. Bitirince de Allâh’a hamdedin”34 hadisleri ile yeme-içmeye başlamadan önce Allah’ı anmayı tavsiye etmiştir. Yemek öncesi çekilen besmele insanın yeme duygusunun kontrol altına alınmasında ve kafi miktar yemek sureti ile doymasında da önemli rol oynamaktadır. Ashabı bir gün Hz. Peygambere gelerek yedikleri halde doymamaktan şikayet ettiler. Bunun üzerine o yemeği ayrı yiyip yemediklerini sordu. Onlar da ayrı ayrı yediklerini söylediler. Bunun üzerine Resûlullah da: “Öyleyse yemeğinizde toplanın (bir sofra kurarak hep beraber yiyin), yemeğe Allah’ın ismini zikrederek başlayın. Böyle yaparsanız yemeğiniz, hakkınızda mübarek kılınır”35 buyurdu. Hz. Peygamber ashabına sağ elleri ile yiyip içmelerini tavsiye etmiş, sol el ile yemenin şeytana ait bir adet olduğunu ifade etmiş,36 hatta kibri sebebiyle sol el ile yeme konusunda ısrar eden birine kızmıştır.37 O, yemeğin pişmesinden hemen sonra aşırı sıcak bir şekilde yenmesini uygun görmez, bir müddet dinlenmeye bırakılmasını tavsiye ederdi.38 Oturarak yer ve içer39, hatta yemek esnasında ayakkabıların çıkarılmasını isterdi.40 Yemeğin bereketinin ortasına indiğini ifade eden Hz. Peygamber -özellikle toplu yenen yemeklerde- kişinin önünden yemesini ister,41 yaslanarak yemeyi uygun görmez,42 sağlıkla ilgili bir mazeret söz konusu değil ise oturularak yiyip içmeyi tavsiye eder,43 yiyecek ve 34 Tirmizî, Eşribe 13 Ebu Davud, Et’ime 15, İbnu Mace, Et’ime 17. 36 Müslim, Eşribe 105, Mâlik, Sıfatu’n-Nebî 6. 37 Müslim, Eşribe 102. 38 İbn Hanbel, Müsned, VI, 20. 39 Buhârî, Et’ime 8, 22, Rikâk 17. 40 Heysemî, Mecma’, V, 23. 41 Buhârî, Et’ime 2,3, Müslim, Eşribe 108-109, Mâlik, Sıfatu’n-Nebî 31. 42Buhari, Et’ime 13, Ahkâm 43, Tirmizî, Et’ime 28, İbn Mâce, Et’ime 6, Dârimî, Et’ime 31, ayrc. bkz. İbn Mâce, Mukaddime 21, İbn Hanbel, Müsned, II, 125, 127. 43 Müslim, Eşribe 113. 35 İslâm’da Beslenme ve Şahsiyet İlişkisi / Y. Pişgin • 75 içeceklerin içine üflenmesini hoş karşılamaz,44 yiyeceklerde kusur bulmazdı.45 Tabakta yemek bırakılmasını tasvip etmeyen Allah Rasulü yiyeceklerin en küçük parçasına kadar tüketilmesini emretmiş, yere düşen bir lokmanın yerde bırakılmasını o lokmayı şeytana terk etmek olarak vasfetmiştir.46 Hz. Peygamber her işinde olduğu gibi beslenme konusunda da itidali tavsiye etmiş ve örneğin aşırı miktarda et tüketimini uygun görmemiştir.47 “Âdemoğlu midesinden daha şerli bir kap doldurmamıştır. Ademoğluna belini doğrultacağı kadar birkaç lokma yeterlidir. Eğer daha fazla yemek istiyorsa, (midesini üçe ayırsın), üçte biri yemek, üçte biri su, üçte bir de nefesi için”48 buyurarak gereğinden fazla yiyecek tüketmenin sağlık açısından pek çok olumsuzluklara sebep olacağını ifade etmiştir. O, ağır ağır yer, suyu emer gibi üç nefeste içer ve “Bu daha afiyet verici, daha koruyucu ve daha iyidir”49 buyururdu. Müminlerin arasındaki ilişkilerin gelişmesi için toplu yemeyi özendiren Allah Rasulü yemek davetine icabet etmeye teşvik etmiş ve en efdal yemeğin üzerinde en çok elin dolaştığı -yani toplu halde yenen- yemek olduğunu ifade etmiştir.50 Yemek esnasında insana hükmeden nefsani duygular karşısında, rezzak olan Allah’a güvenmeyi tavsiye etmiş ve bir kişinin yemeğinin iki kişiye, iki kişinin yemeğinin dört, dört kişinin yemeğinin ise sekiz kişiye yeteceğini söyleyerek ashabını, yemeklerini diğer insanlarla paylaşmaya yönlendirmiştir.51 Hz. Peygamber yemeği tamamladıktan sonra “Bize yedirip içiren ve bizi Müslümanlardan kılan Allah’a hamdolsun”52 diye Allah’a hamd ü 44 Buhârî, Vudû’ 18, Eşribe 25, Müslim, Tahâret 63-65, Heysemî, Mecma’, V, 78. Buhârî, Menâkıb 23, Et’ime 21, Müslim, Eşribe 187-188. 46 Müslim, Eşribe 131, 133. 47 Mâlik, Sıfatu’n-Nebî 36. 48 Tirmizî, Zühd 47, İbn Mâce, Et’ime 50, İbn Hanbel, Müsned IV, 132. 49 Buhârî, Vudû 18, Eşribe 25, Müslim, Tahâret 63, 65. 50 Ebu Davud, Et’ime 15, İbn Mace, Et’ime 17. 51 Buhârî, Et’ime 11, Müslim, Eşribe 178, 179, 181. 52 Tirmizî, De’avât, 56, Ebû Dâvud, Et’ıme, 52 45 76 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi senada bulunur ve günahlarının bağışlanmasını talep ederdi.53 Onun yemek sonrası dua ve hamdi dikkatle incelendiğinde Allah’ın yediren, içiren ve her türlü hayrı lutfeden oluşunun vurgulandığı görülür. Onun hamdi; verilen nimetler için bir şükür, gelecek zamanda mazhar olunacak nimetler için de bir zikir ve temenni mahiyeti taşımaktadır. “Yemeğin bereketi yemekten önce elleri, yemekten sonra da elleri ve ağzı yıkamaktır”54 buyuran Hz. Peygamber, temiz bir şekilde başlayan yeme faaliyetinin, el ve ağız temizliği ile bitirilmesini emretmiş, diğer bir hadisinde ise dişlerin arasında kalan yemek artıklarının dişleri zayıflatacağını bildirmiştir.55 Bir hadiste Allah Rasulü “Helâl olan şeyler bellidir. Haram olanlar da öyle. Bu ikisinin arasında insanların, helal mı? haram mı? olduğunu bilmediği şüpheli şeyler vardır. Şüpheli işlerden sakınanlar dinlerini ve ırzlarını korumuş olurlar. Şüpheli şeylerden sakınmayanlar ise -sürüsünü başkasına ait bir arazinin kenarında otlatan ve sürüsü arazinin koruluğunu aşmaya ramak kalmış bir halde olan çobanın sürüsü(nün araziye girdiği) gibi- harama düşerler. Dikkat edin! Her hükümdarın girilmesi yasak olan bir koruluğu vardır. Dikkat edin! Allah’ın koruluğu da haramlarıdır. Şunu iyi bilin ki, insanın vücudunda bir et parçası vardır. O et parçası iyi olursa bütün vücut iyi olur. O bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin o et parçası kalptir”56 buyurarak kalbe olumlu ya da olumsuz anlamda egemen olan halin bütün organlar üzerinde belirleyici olduğunu ifade etmiştir. Bu bağlamda Hz. Peygamber’in; “Bir kötülük yaptığın zaman ardından hemen bir iyilik yap ki o (iyilik) o kötülüğü(n etkisini) yok etsin”57 hadisi de bu gerçeği ifade etmektedir. Bu hadis, adeta: “(Ey Muhammed!) Gündüzün iki tarafında ve gecenin gündüze yakın vakitlerinde namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri giderir. Bu, öğüt alanlar için bir öğüttür”58 âyetinin bir tefsiri gibidir. Kur’an bunun bir adım ötesinde “Ancak tövbe edip de inanan ve salih amel işleyenler başka. Allah işte onların kötülüklerini iyilik- 53 Buhârî, Et’ime 54. Tirmizî, Et’ime 39, İbn Hanbel, Müsned, I, 441. 55 Heysemî, Mecma’, V, 30. 56 Buhârî, İmân 39, Müslim, Müsâkât 109. 57 Tirmizî, Birr 55. 58 Hûd 11/114. 54 İslâm’da Beslenme ve Şahsiyet İlişkisi / Y. Pişgin • 77 lere çevirir. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir”59 âyetinde kötülüklerin hemen akabinde gerçekleşen tevbe ve salih amel ile kötülüklerin tamamının iyiliğe dönüştürüleceğini ifade etmektedir. İşlenilen bir kötülüğün ardından tevbe ve salih amel icra edilerek kötülüğün kalp dünyasındaki olumsuz etkisi ortadan kaldırılmaz ve kötülük ard arda terar edilir ise “Aslâ öyle değil! Fakat onların yapmış oldukları (kötülükler), kalpleri üzerini kaplamıştır”60 âyetinde de ifade edildiği üzere kalbi tamamen ihata eder. Mânevî terakkî yolları tıkanan insan aşkın âlemden mahrumiyet ve süfli âleme mahkûmiyetin neticesinde “Her kim de benim zikrimden yüz çevirirse, mutlaka ona dar bir geçim vardır. Bir de onu kıyamet gününde kör olarak haşrederiz”61 âyetinde “maîşeten danke” tabiri ile ifade edilen derin bir ruhî kaosun ve şahsiyet buhranın içine düşer. Bu itibarla, Kur’an’a göre ubudiyetin bir parçası olan beslenme haram bir yolla gerçekleşir ise insanın olumlu karakter özelliklerini olumsuzlar. Böylece beslenmenin, kendisine hizmet etmesi gereken kulluk bilinci ağır yara alır. Kulluk bilincinin, haram yoldan gerçekleşen beslenme sebebiyle kaybolması kalbî tatminin de ortadan kalkması anlamına gelmektedir. Çünkü Kur’an’a göre kalpler sadece zikrullah ile yani yaşamın her anında ve alanında Allah’ı hatırda tutup O’na kulluk etmekle tatmin olur.62 İnsanın mânevî yaşantıdan ve bu yaşantının ona sağlayacağı olanaklardan kopması insan yaşamının pek çok alanını özellikle de beslenme faaliyetini derinden etkiler. Çünkü yeme davranışı psikolojik olarak incelendiğinde yalnızca beslenme olayını ifade etmemektedir. Ruhsal durumla yemek seçimi, yeme miktarı ve yeme sıklığı arasında, fizyolojik ihtiyaçlardan bağımsız bir ilişki mevcuttur. İnsanda yeme davranışının korku, neşe, üzüntü, öfke gibi farklı duygulara göre değiştiği yaygın kabul görmektedir. Ruhi durumla bağlantılı olan yemek yeme davranışı “emosyonel yeme” olarak tanımlanmaktadır. Sıkıntı, depresyon ve yorgunluk gibi normal duygu yapısının bozulduğu zamanlarda yeme miktarında artma; korku, gerilim ve acı sırasında azalma olduğu; öfke, depresyon, sıkıntı ve yalnızlık gibi 59 Furkân 25/70. Mutaffifîn, 83/14. 61 Tâhâ 20/124. 62 Râ’d 13/28. 60 78 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi negatif duygusal durumlarda emosyonel yeme davranışının ortaya çıktığı bildirilmektedir.63 Mânevî değerlerden uzaklaşma ile baş gösteren ve uzaklaşma oranında şiddetlenen tatminsizlik halinin boy gösterdiği ilk saha beslenmedir. Giderilmeyen manevi açlık oral yoldan doyum aramaya sebep olur. Öyleki kişi maddi açlık ile manevi açlığı birbirinden ayıramaz hale gelir. Yemekler aracılığıyla avunur. Yemek ise anlık rahatlık sağlar, fakat şişmanlık olumsuz beden imgesine, kendi kendine kızmaya, başkaları tarafından çirkin ve zevksiz görünmeye, kendini yalnız ve mutsuz hissetmeye neden olur. Tüm bunlar fazla yemeye yol açar. Dur durak bilmeyen iştah atakları ve haz eksenli beslenme sebebiyle yiyecekler sevginin simgesi olur. Yemek yeme rahatlık kaynağı olarak gerçek yaşamdan zevk almanın yerine geçer. Böylece şişmanlık kısır bir döngü hâline gelir. Şişmanların yeme alışkanlıkları benzerlik gösterir: Yemeyi durduramamaktan yakınırlar, çevrelerinde yiyecek bir şeyler atıştırmaya ve yiyecekleri tatmaya eğilimlidirler, açlık ve keyifsizlik duygularını ayırt edemezler.64 İnsandaki aşırı hırs, bencillik, yalnızlık ve terkedilmişlik hissi, depresyon, fobiler, sabırsızlık, karamsarlık ve bağımlılık gibi olumsuz karakter unsurları oral eğilimlere yani kontrolsüz yeme düşkünlüğüne, o da obeziteye ve şişmanlığa kapı aralar.65 Aşırı ve düzensiz yeme, insanın söz konusu ruhî çöküntü ve sapmalarla baş edebilmek için geliştirdiği psikolojik bir savunma mekanizmasıdır. Bu bağlamda psikanalitik araştırmalarda obezite, kişilik bozukluğunun psikosomatik bir belirtisi olarak kabul edilmiştir. Dolayısıyla obezitenin ve onun sebep olduğu şişmanlığın temelinde genetik ve biyokimyasal faktörler olabileceği gibi nörolojik, endokrinolojik ve sosyolojik faktörlerden birisinin ya da birkaçının katkıda bulunduğu da belirtilmektedir.66 63Tezcan, Bahar, Obez Bireylerde Benlik Saygısı, Beden Algısı ve Travmatik Geçmiş Yaşantılar, Sağlık Bakanlığı Bakırköy Prof. Dr. Mazhar Osman Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Basılmamış Uzmanlık Tezi, İstanbul, 2009, s. 12-13. 64 Tezcan, a.g.e., s. 13. 65 Tezcan, a.g.e., s. 14. 66 Tezcan, a.g.e., s. 15. İslâm’da Beslenme ve Şahsiyet İlişkisi / Y. Pişgin • 79 Ruhî boşluğun sebep olduğu aşırı yeme ve şişmanlık, insanın “benlik algısı” üzerinde de derin hasarlar bırakır. Kişi, aşırı kilosu sebebiyle kendini beğenmeme, sevmeme, değersizlik, huzursuzluk, hoşnutsuzluk, yeteneksizlik, bağımlılık, kendine güvenmeme ve saygı duymama gibi olumsuz duygulara sürüklenir. Bu duygular insanın kendi kendisine saygı duyması ve kendi kendisinin farkında olması anlamına gelen “benlik saygısı”nın önündeki en büyük engellerdir.67 Yapılan araştırmalarda, toplumun obez ve aşırı kilolu bireylere olumsuz, ayrımcı, küçümseyici ve ön yargılı bir gözle baktıkları, sağlık personelinin bile obezlerin tembel, aptal ve değersiz olduğunu düşündüğü görülmüştür. Hatta bu olumsuz bakışın çocukluk döneminde başladığı da bu araştırmalarda tespit edilmiştir. Toplumun obez ve şişmanlara karşı sergilediği bu yadırgayıcı tavır obez olan kişinin ruhî yapısında yeni bir kırılmaya daha sebep olmakta ve kişi kendini toplumdan soyutlayarak yalnızlaşmaktadır.68 İnsanın kendini tanıması ve kendinin farkında olması üzerine temellenen benlik saygısı ise ideal bir şahsiyete sahip olmasının temel unsurlarından biridir. Bu bağlamda insanı olumlu şahsiyet özellikleri ve ahlaki erdemlerle donatmayı hedefleyen Tasavvuf ilminin serlevha düsturu olan “Kendini bilen Rabbini bilir” sözü de bu hakikati ifade etmesi bakımından oldukça anlamlıdır. Çünkü özsaygı, özbilincin temelidir. Görüldüğü üzere beslenme; sebepleri, yapısı ve sonuçları itibariyle basit ve sıradan bir biyolojik faaliyet olmayıp, aynı zamanda kökleri insanın manevi derinliklerine kadar uzanan, insanın ruhî duruş ve duyuşlarıyla organize olan ve insan karakteri üzerinde direkt etkiler gerçekleştiren psikolojik bir faaliyettir. Kur’an ve sünnette beslenme ile ilgili emir ve tavsiyeler incelendiğinde beslenmenin biopsişik niteliğe sahip olan bu yönüne de dikkat çekildiğini görmekteyiz. Kur’an’da helal ile beslenme, israf etmeme ve üçüncü şahısların 67 Tezcan, a.g.e., s. 21-22, Psikoloji Literatüründe obezite ile benlik değerinin azalması arasında doğrusal bir ilişki olduğuna dair araştırmalar çoğunluktadır. Obezlerde depresyon ve benlik saygısı düzeylerini incelemek amacıyla gerçekleştirilen ve 87 obez kadınla yapılan bir çalışmada obezlerin %42.5’inin depresif olduğu, %58.6’sının benlik saygısının düşük olduğu tespit edilmiştir. Tezcan, a.g.e., s. 22. 68 Tezcan, a.g.e., s. 23, 26. 80 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi haklarını ihlal etmeme emirlerinin kökeninde besin maddelerinin taşıdığı ya da onlara atfedilen manevi değerler yatmaktadır. Aynı şekilde Hz. Peygamber’in sünnetinde yemeğin başlangıcında Allah’ı anmanın, sonunda O’na hamdetmenin ve yeme esnasında yemeğin; Allah’ın insana kulluğunu gerçekleştirmesi için lutfettiği bir nimet olduğunu düşünmenin teşvik edilmiş olması hatta Allah Rasulü’nün yeme esnasında Allah’a dayanıp güvenmeyi özendirmesi beslenme olgusunun söz konusu psikolojik boyutunu yapılandırmak için ortaya konulmuş temel prensiplerdir. İnsan imtihan edilen bir varlık olması sebebiyle farklı bir takım özelliklere sahip kılınmıştır. Yüce Yaratıcı ona hayra ve şerre yönelme kabiliyetine sahip olan bir yapı vermiştir. Adına nefis denilen bu yapı “Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir”69 âyetinde de vurgulandığı gibi insanı denenme sürecine ehil kılan unsurların başında gelmektedir. Nefsin hayra yönelme gücünün yanısıra onu, şehevi işlere doğru sevk eden bir takım dürtü ve arzuları da vardır. Bu arzu ve dürtülerin enerji aldığı en önemli kaynak ise aşırı beslenmedir. Bu bakımdan yukarıdaki ayette geçen “nefsi arındırmak” tabiri yemenin kontrol altına alınmasını da ifade eder. Yeme-içmede aşırı gidilmemesi emri de70 aşırı yemenin oluşturacağı taşkınlık ve isyana karşı bir uyarı anlamı taşımaktadır. Bu noktadan hareketle yeme duygusunun kontrol altına alınmasının insanı olumsuz şahsiyet özelliklerinden arındıracağını ve olumlu şahsiyet özelliklerine sahip kılacağını söyleyebiliriz. İslâm’ın şartlarından biri olan orucun da öncelikli olarak yemeiçme cinsellik ve diğer dürtüleri terbiye eksenindeki hikmeti de buradan kaynaklanmaktadır. Bu hikmet Kur’an’da “takva” olarak isimlendirilmiş ve Hz. Peygamber: “Allah’ım nefsime takvasını ver!”71 diye niyazda bulunmuştur. Allah: “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakınmanız için oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılın- 69 Şems 91/7. A’râf 7/31 71 Müslim, Zikir 73. 70 İslâm’da Beslenme ve Şahsiyet İlişkisi / Y. Pişgin • 81 dı”72 âyetinde “Allah’a karşı gelmekten sakınmanız için” diye tercüme edilen “lealleküm tettekûn” ifadesi ile bu hikmete işaret etmektedir. Bu yönüyle oruç yeme, içeme ve cinsel arzular karşısında oto-kontrol mekanizması geliştirir. Hz. Peygamber insanı haramlardan koruyan ve onu terbiye ve tezkiye ederek olumlu karakter özellikleri ile muttasıf kılan bu kontrol gücünü sabır olarak isimlendirmiştir.73 Hz. Peygamber’in: “Ey gençler topluluğu! Sizden kimin gücü yetiyorsa evlensin. Çünkü evlilik gözü haramdan daha alıkoyucu ve namusu daha koruyucudur. Kimin de gücü yetmiyorsa, o da oruç tutsun. Çünkü oruç, onun cinsel arzusunu kırar” buyurarak mâlî bakımdan evlenmeye güç yetiremeyen gençlere orucu tavsiye etmesi74 ve orucu bir kalkan olarak isimlendirmesi75 yeme duygusunun terbiyesi ile insan şahsiyeti arasındaki güçlü ilişkiyi ifade etmesi bakımından oldukça önemlidir. 72 Bakara 2/183. Tirmizî, Deavât 87. 74 Buhârî, Nikâh 2. 75 Buhârî, Savm 9, Tirmizî, İmân 8. 73 Katkı Maddelerinin İnsan Kişiliği Üzerindeki Etkileri Prof. Dr. Fatih GÜLTEKİN Giriş Kişilik oluşumu genetik ve çevresel faktörlerle şekillenen karmaşık bir süreçtir. Bu süreçte gıda katkı maddelerinin rolünün inceleneceği bu bildiride öncelikle mizaç–karakter–kişilik ilişkisine değinilecek, daha sonra genel olarak beslenmenin, son alarak da gıda katkı maddelerinin kişilik gelişimine etkileri incelenmeye çalışılacaktır. 1. Mizaç (Huy), Karakter ve Kişilik Huy (temperament), karakter (character) ve kişilik (personality) birbirinden farklı kavramlar olmakla beraber sıklıkla birbirlerinin yerine kullanılmaktadır. Huy; kalıtımla geçen ve yaşam boyunca çok az oranda değişen yapısal özelliklerdir. Rothbart huyu, kişinin biyolojik olarak doğuştan getirdiği, zamanla kalıtım, olgunlaşma ve deneyim gibi etkenlerden etkilenerek şekillenebilen bir yapı olarak tanımlamıştır.1 Karakter ise; çevrenin ve yetiştirilmenin etkisi altında gelişmiş, öğrenilmiş tutumlardır, dolayısıyla zamanla değiştirilebilecek özellikleri içerir. Kişilik ise; genetik olarak gelen huyla, sonradan elde edilmiş karakterin birleşiminden oluşur.2 Doğuştan gelen mizaç tiplerine şu örnekleri verebiliriz: Sosyal, iyi kalpli, kibar, mutlu, neşeli, canlı, sıcakkanlı, içe dönük, sessiz, sa- Süleyman Demirel Üni. Tıp Fak., Tıbbî Biyokimya Anabilim Dalı, Isparta. 1 Rothbart MK, Ahadi SA, Evans DE. Temperament and personality: origins and outcomes. J Pers Soc Psychol 2000, 78: 122-135. 2 Akiskal HS, Hirschfeld MA. Yerevanian BI, The relationship of personality to affective disorders. Arch Gen Psychiatry 1983, 40: 801-810. 84 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi kin, ciddi vb. Karakter, kişinin sürekli ve iradî olan davranışlarıdır. Kişilik ise daha çok duygu yönünü ifade eder. Örneğin, iyi ahlaklı, erdemli ve yardımsever olmak kişiliğe ait özelliklerdir, ancak yardım yapma iradesini sergiliyor olmak ve bunu devamlı hale getirmiş olmak karakterdir. Beslenmenin huy, karakter ve kişilik gelişiminde katkısı olduğu varsayımından hareketle konu aşağıda incelenmiştir. 2. Beslenmenin Kişilik Gelişimine Etkileri Bu bölümde beyin gelişiminde etkili olan besinler, bu besinlerin çocuklardaki eksikliğine bağlı ortaya çıkabilecek sorunlar, beslenme yetersizlikleri ile kişiliği etkileyen psikiyatrik bozukluklar üzerinde durulacak ve ruh durumuna olumlu etki gösteren birkaç besinden bahsedilecektir. Vücudumuzu oluşturan hücrelerin ve moleküllerin kaynağı gıdalarla aldığımız besin maddeleridir. Doğru besinler yeterli miktarda alınmadığı zaman bunlardan oluşacak hücreler ve dokularda yetersizlikler ortaya çıkacaktır. Peki, beslenme yetersizliği veya yanlış beslenmenin karakter ve kişilik üzerine bir etkisi var mıdır? Bu sorunun cevabının temelinde merkezi sinir sisteminin gelişimi yatmaktadır ve bu gelişimde temel rolü genetik belirleyiciler oynamaktadır. Bunun yanında çevresel faktörler de etkili olmaktadır.3 Aslında her çocuk bir öğrenme kapasitesiyle doğar, neyi nasıl öğreneceği ise çevresel faktörlerce belirlenir. 3 Hsu YC, Lee DC, Chiu IM. Neural stem cells, neural progenitors, and neurotrophic factors. Cell Transplant 2007, 16:133–50; Heng JI, Moonen G, Nguyen L. Neurotransmitters regulate cell migration in the telencephalon. Eur J Neurosci, 2007, 26:537–46; Nakajima K, Tohyama Y, Maeda S, Kohsaka S, Kurihara T. Neuronal regulation by which microglia enhance the production of neurotrophic factors for GABAergic, catecholaminergic, and cholinergic neurons. Neurochem Int 2007, 50:807–20; Levitt P. Structural and functional maturation of the developing primate brain. J Pediatr 2003, 143:S35–45; Zeisel SH. Importance of methyl donors during reproduction. Am J Clin Nutr 2009, 89(2):673S–7S. Katkı Maddelerinin İnsan Kişiliği Üzerindeki Etkileri / F. Gültekin • 85 Bu karmaşık süreçte beslenme de çevresel faktörlerden biridir4. Fakat medikal bakım, eğitim ve deneyim gibi diğer çevresel kaynakların tersine genetik yapıyı direk değiştirebilir ve spesifik molekülleri sağlayarak beyin gelişiminde etkin rol oynayabilir. Besin eksiklikleriyle, çocukların zihinsel sağlığı arasındaki ilişkiyi anlamak için yapılan araştırmalarda, merkezi sinir sisteminin gelişmesinin sağlıklı olması üzerine vurgu yapılmıştır. Bu çerçevede protein-kalori yetersizliği, eser elementlerin ve vitaminlerin eksikliğinin merkezi sinir sisteminin gelişmesini ve fonksiyonunu olumsuz etkileyeceği bulguları ortaya konulmuştur.5 Birçok besinin (örneğin folat6, esansiyel yağ asitleri7 ve demir8) beyin gelişimi ve fonksiyonunda önemli rol oynadığı ve zihin sağlığı problemleriyle ilişkili olduğu gösterilmiştir. Erken çocukluk döneminde yetersiz beslenmenin bilişsel gelişim ve davranışlar üzerine olumsuz etkileri araştırılmıştır. Bunun için yapılan araştırmalardan birinde Bangladeş’de yaşayan 6-24 aylık 212 beslenme yetersizliği olan ve 108 iyi beslenen çocuk çalışmaya alına- 4 5 6 7 8 Bryan J, Osendarp S, Hughes D, Calvaresi E, Baghurst K, van Klinken JW. Nutrients for cognitive development in school-aged children. Nutr Rev 2004, 62:295–306. Levitsky DA, Strupp JB. Malnutrition and the brain. J Nutr 1995, 125(suppl):2212S– 20S; Morgane PJ, Austin-La-France BJ, Bronzino JD, Tonkiss J, Galler JR. Malnutrition and the developing central nervous system. In: Issacson R, Jensen K. eds. The vulnerable brain and environmental risks. Vol 1. Malnutrition and hazard assessment. New York, NY: Plenum Press, 1992: 3–44; Lozoff B, Beard JL, Connor JR, Felt BT, Georgieff MK, Schallert T. Long-lasting neural and behavioral effects of iron deficiency in infancy. Nutr Rev 2006;64:S34–44; Rao R, Georgieff MK. Early nutrition and brain development. In: Nelson CA. ed. The effects of early adversity on neurobehavioral development. Mahwah, NJ: Erlbaum, 2000:1–30. Alpert JE, Fava M. Nutrition and depression: the role of folate. Nutr Rev 1997, 5:145–9 Appleton KM, Hayward RC, Gunnell D, et al. Effects of n23 long chain polyunsaturated fatty acids on depressed mood: systematic review of published trials. Am J Clin Nutr 2006, 84:1308–16. Corwin EJ, Murray-Kolb LE, Beard JL. Low hemoglobin level is a risk factor for postpartum depression. J Nutr 2003, 133:4139–42. 86 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi rak mizaçları değerlendirilmiş,9 sonuçta iyi beslenmeyen çocukların daha az sosyal (less sociable), daha az dikkatli (özenli) (less attentive), daha fazla kaygılı (more fearful) ve daha negatif duygusallığa (hassasiyete) (more negative emotionality) sahip olduğu gözlenmiştir. Araştırıcılar bu çocukların sahip olduğu bu mizaç özelliklerinin ileri çocukluk dönemlerinde davranışsal ve zihinsel sağlık sorunları için bir risk olabileceğini belirtmişlerdir. Beslenme yetersizlikleri bazı psikiyatrik hastalıkla ilişkilendirilmektedir. Şizofreni, illüzyon ve sanrı (hayal ve halüsinasyon) gibi psikotik bulgularla karakterize olup beraberinde motivasyon ve heyecan bozuklukları da gösterebilen bir hastalıktır. Beslenme yetersizlikleri şizofreni ve şizoid kişilik bozukluklarıyla,10 bunun yanında antisosyal davranışlarla11 ilişkilendirilmiştir. Özellikle mahkûmlar üzerinde besinsel destekler verilerek yapılan bir çalışmada antisosyal ve şiddet içeren davranışların azaldığı gözlenmiştir.12 Balık desteği gibi besinlerin içerdikleri omega-3 yağ asitlerinden dolayı beyin fonksiyonlarına faydalı olduğu ve şizofreni13 ile dışa vurma 9 Baker-Henningham H, Hamadani JD, Huda SN, Grantham-McGregor SM. Undernourished children have different temperaments than better-nourished children in rural Bangladesh. J Nutr. 2009, 139(9):1765-71. 10 Hoek HW, Susser E, Buck KA, Lumey LH, Lin SP, Gorman JM. Schizoid personality disorder after prenatal exposure to famine. Am J Psychiatry 1996, 153:1637–1639; Tsuang M. Schizophrenia: genes and environment. Biol Psychiatry 2000, 47:210–220; Dalman C, Allebeck P, Cullberg J, Grunewald C, Koster M. Obstetric complications and the risk of schizophrenia: a longitudinal study of a national birth cohort. Arch Gen Psychiatry 1999, 56:234–240. 11 Fishbein DH, Pease SE. Diet, nutrition, and aggression. J Offender Rehabilitation 1994, 21:117–144. 12 Gesch CB, Hamond SM, Hampson SE, Eves A, Crowder MJ. Influence of supplementary vitamins, minerals and essential fatty acids on the antisocial behavior of young adult prisoners. Br J Psychiatry 2002, 181:22–2. 13 Mahadik SP, Evans D, Lal H. Oxidative stress and role of antioxidant and omega-3 essential fatty acid supplementation in schizophrenia. Prog Neuropsychopharmacol Biol Psychiatry 2001, 25:463–493; Post RM. Comparative pharmacology of bipolar disorder and schizophrenia. Schizophr Res 1999, 39:153–158; Warner R, Laugharne J, Peet M, Brown L, Rogers N. Retinal function as a marker for cell membrane omega-3 fatty acid depletion in schizophrenia: a pilot study. Biol Psychiatry 1999, 45:1138–1142. Katkı Maddelerinin İnsan Kişiliği Üzerindeki Etkileri / F. Gültekin • 87 davranış bozuklukları14 için faydalı etkiler gösterdiği rapor edilmiştir. Demans, şizofreni benzeri sendromlar, uykusuzluk, sinirlilik, unutkanlık, içsel depresyon, organik psikoz gibi birçok nöropsikiyatrik hastalığın folik asit eksikliği ile ilişkili olabileceği rapor edilmiştir.15 Tüketilen gıdaların yanında tüketildiği miktarlar da belirleyici olabilmektedir. Örneğin kan şeker düzeyinin düşük olması saldırganlığı artırmaktadır. Şekerin saldırganlığı azaltıcı etkisini araştırmak için yapılan bir çalışmada şekerli limonata içenlerde şekersiz (tatlandırıcılı) limonata içirilenlere göre saldırgan davranışlar daha az görülmüştür.16 İspanya’da kirazın insanda duygu durumuna etkilerini araştırmak için yapılan bir çalışmada yaklaşık 141 g kirazdan elde edilen (öğütülmüş, kurutulmuş ve sulandırılmış kiraz + maltodekstrin + sitrik asit = 125 ml ) kiraz içeceği öğle ve akşam olmak üzere beş gün süreyle günde iki kez tüketilmiş.17 Genç, orta ve ileri yaşta bireylerde aile ilişkileri, sosyal ilişkileri, ruh hali ve zindelik üzerine etkileri karşılaştırılmış. Orta ve ileri yaşlarda anksiyete durumunda azalma ile ruh hali ve zindelik üzerine pozitif etkiler, gençlerde ise aile ilişkilerinde iyileşme gözlenmiştir. Araştırmacılar kirazın ruh haline ve sosyal ilişkilerdeki pozitif etkisini içerisinde bulunan triptofan ve serotonine bağlamışlardır. Kiraz içerisindeki 14 Mellor JE, Laugharne JDE, Peet M. Schizophrenic symptoms and dietary intake of n-3 fatty acids (letter). Schizophr Res 1995; 18:85–86; Stevens LJ, Zentall SS, Abate ML, Kuczek T. Omega-3 fatty acids in boys with behavior, learning, and health problems. Physiol Behav 1996, 59:915–920; Arnold LE, Kleykamp D, Votolato N, Gibson RA. Potential link between dietary intake of fatty acids and behavior: pilot exploration of serum lipids in attention-deficit hyperactivity disorder. J Child Adolesc Psychopharmacol 1994, 4:171–182; Corrigan F, Gray R, Strathdee A, Skinner R, Van Rhijn A, Horrobin D. Fatty acid analysis of blood from violent offenders. J Forensic Psychiatry 1994, 5:83–92. 15 Audebert M, Gendre JP, Le Quintrec Y. Folate and the nervous system. Sem Hop 1979, 55:1383-1387; Young SN, Ghadirian AM. Folic acid and psychopathology. Prog Neuropsychopharmacol Biol Psychiatry 1989, 13:841-863. 16 DeWall CN, Deckman T, Gailliot MT, Bushman BJ. Sweetened blood cools hot tempers: physiological self-control and aggression. Aggress Behav 2011, 37(1):73-80. 17 Garrido M, Espino J, González-Gómez D, Lozano M, Barriga C, Paredes SD, Rodríguez AB. The consumption of a Jerte Valley cherry product in humans enhances mood, and increases 5-hydroxyindoleacetic acid but reduces cortisol levels in urine. Exp Gerontol 2012, 47(8):573-80. 88 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi serotonin ve serotonin kaynağı olan triptofan kanda serotonin seviyesini yükselterek bu etkiyi gösterebileceğini öne sürmüşlerdir. Özetleyecek olursak, davranışı belirleyen sinir sisteminin sağlıklı gelişebilmesi için gerekli olan besin maddeleri (vitaminler, mineraller, amino asitler ve yağ asitleri) yeterli miktarda alınmalıdır. Bunlardaki yetersizlikler davranış bozuklukları olarak kendini gösterebilmektedir. Diyetlerin bu besin maddeleri ile takviye edilmesi bazı olumsuz davranışları engelleyici etki gösterebilmektedir. Ayrıca bazı doğal gıdalar, içeriklerinden dolayı ruh halini olumlu etkileyebilmektedir. Besin maddelerinin dışında, özellikle hazır gıdalar yolu ile alınan gıda katkı maddelerinin etkilerini de gözden geçirmek faydalı olacaktır. 3. Gıda Katkı Maddelerinin Kişilik Gelişimine Etkileri Bu bölümde önce gıda katkı maddelerini tanımaya yönelik bilgiler verilecek, daha sonra katkı maddelerinin davranışlar üzerine etkileri incelenecektir. 3.1. Gıda Katkı Maddeleri Gıda katkı maddeleri ürünlerin tat, koku, lezzet, görünüm, besin değeri ve raf ömrü gibi özelliklerini iyileştirmek amacıyla gıdalara katılan maddelerdir. İnsanlar bu maddelere doğumdan ölüme kadar kendi iradeleriyle veya iradeleri dışında maruz kalabilmektedirler. Günümüzde gıda katkı maddelerinin kullanımı kaçınılmaz bir gereksinimdir. Ancak bu maddeler, tüketimdeki hızlı tırmanmaya paralel olarak ve bilinçsizce veya önerilenden daha fazla miktarda tüketildiklerinde organizma üzerinde tehlikeli olabilecek bir takım istenmeyen etkilere yol açabilmektedir. Katkı maddelerini içeren gıdaları yüz milyonlarca kişinin tükettiği düşünüldüğünde, yapılan en ufak hatanın insan sağlığı ile ilgili büyük sorun oluşturacağı açıktır. Bu özellik nedeni ile gıda katkı maddelerinin kullanım izni uluslararası ve ulusal sağlık otoritelerinin son derece yoğun ve dikkatli incelemesi sonucunda verilir. Gıda katkı maddelerinin kullanım izni sürecinde ilk basamak, bu kimyasalların Katkı Maddelerinin İnsan Kişiliği Üzerindeki Etkileri / F. Gültekin • 89 deney hayvanlarında hangi miktarlarda ne tür etki göstereceklerinin belirlenmesidir. Bu süreçte aşağıdaki çalışmalar yapılır: Öncelikle incelenen katkının, bağırsaklardan emilerek kana geçişi, kan yardımıyla organlara taşınması, vücutta diğer kimyasallara dönüşümü ve vücuttan atılımı şekilleri incelenir. Daha sonra aşağıda sayılan etkileri gösterip göstermediği araştırılır: Alınır alınmaz veya alındığı gün aniden ortaya çıkan zararlı etkiler Düşük miktarların uzun süre verilmesi ile oluşan zararlı etkiler DNA üzerinde kalıcı değişiklikler Kanser yapıcı etkiler Sakat yavru doğumlarına yol açan etkiler Gebenin çocuğunda doğumdan yıllar sonra kanser oluşumuna neden olma Bağışıklık sistemi üzerine zararlı etkiler Doğurganlık yeteneği üzerine etkiler Sinir sistemi üzerine zararlı etkiler Deney hayvanlarında yapılan çalışmalarla zararsız olduğu veya zararlı olma riskinin çok düşük olduğu miktarlar belirlenerek insanların tüketmesine izin verilir. Daha sonra bu katkı maddelerini tüketen insanlar takip edilir. Her hangi bir olumsuz etki gösterirse yeniden değerlendirmeye alınır. Daha düşük miktarlarda kullanılmasına izin verilir, gerekirse yasaklanır. Görüldüğü gibi standart toksikolojik çalışmalarda katkı maddelerinin insan kişiliği üzerine etkileri araştırılmamaktadır. Bunun nedeni kişiliğin oluşmasında gıda katkı maddelerinin pek etkili olmayacağı düşüncesidir. Bununla beraber bazı katkı maddelerinin tüketilmesine onay verilmesinden sonra yapılan araştırmalarda, bu maddelerin davranışlar üzerinde etkili olabileceğini destekleyen sonuçlar da ortaya konulmuştur. 3.2. Gıda Katkı Maddeleri ve Davranışlar Gıda katkı maddelerinin bir kısmı doğal kaynaklardan elde edilirken bir kısmı sentetik olarak üretilmektedir. Sentetik olarak üreti- 90 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi lenlerden gıda renklendiricilerinin insan davranışlarını olumsuz yönde etkilediği öne sürülmektedir. Dr. Benjamin F. Feingold 1976 ve 1977 yıllarında yaptığı çalışmalarda gıdalardaki bazı küçük moleküllü maddelerin duyarlı çocuklarda hiperaktivite ve bazı nöropsikolojik bozukluklara yol açtığını iddia etmiştir.18 Sonraki yıllarda Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) ile katkı maddeleri arasında da ilişki kurulmaya çalışılmış ve bu konu ile ilgili pek çok çalışmada çelişkili raporlar elde edilmiştir.19 DEHB çocukluk çağının en sık rastlanan psikiyatrik bozukluklarından biri olup, okul dönemindeki çocukların yaklaşık olarak %310’unu etkilemekte ve erkek çocuklarda daha sık görülmektedir. DEHB, sıklıkla 3 yaşından sonra dikkat dağınıklığı, aşırı hareketlilik, dürtüsellik, engellemelere karşı tahammülsüzlük, ters mizaçlılık, saldırganlık, uyum güçlüğü, duygu oynaklığı, fevri davranış gibi bulgular ile kendini belli etmeye başlar. Okulun ilk senelerinde ise öğrenme kabiliyetinde yetersizlik, algılama sorunları ve okul başarısızlıkları gibi bulgular öne çıkar.20 1976 yılında Conners ve arkadaşları tarafından yapılan ve hiperaktif 15 erkek çocuğun dahil edildiği çalışmada, Feingold’un 18 Feingold BF. Hyperkinesis and learning disabilities linked to the ingestion of artificial food colors and flavors. J Learn Disabilities 1976, 9:19-27; Feingold BF. Food Additives andHyperkinesis: Letter to the editor. J Learn Disabilities 1977, 10:64-6. 19 Eigenmann PA, Haenggeli CA. Food colourings and preservativesallergy and hyperactivity. Lancet 2004, 364:823-4; Conners CK, Goyette CH, Southwick DA, Lees JM, Andrulonis PA. Food additives and hyperkinesis: a controlled doubleblind experiment. Pediatrics 1976, 58(2):154-66; Conners CK. Food Additives and Hyperactive Children. (New York: Plenum Press, 1980), pp. 45-54; Harley JP, Matthews CG. The hyperactive child and the Feingold controversy. Am Pharm 1978, 18(6):44-6; Harley JP, Matthews CG, Eichman P. Synthetic food colors and hyperactivity in children: a double-blind challenge experiment. Pediatrics 1978, 62(6):975-83. 20 Doğruyol H. Gıdalardaki Katkı Maddeleri ve Zararları; Çocukluk Hiperaktivitesi. Güncel Pediatri 2006, 2: 42-8; Mattes JA, Gittelman R. Effects of artificial food colorings in children with hyperactive symptoms. A critical review and results of a controlled study. Arch Gen Psychiatry 1981, 38(6):714-8; Boris M, Mandel FS. Foods and additives are common causes of the attention deficit hyperactive disorder in children. Ann Allergy 1994, 72(5):462-8. Katkı Maddelerinin İnsan Kişiliği Üzerindeki Etkileri / F. Gültekin • 91 önerdiği sentetik renklendirici, tatlandırıcı ve salisilatlardan arındırılmış diyet ile beslenen çocukların hiperaktif belirtilerinde öğretmen değerlendirmesine göre anlamlı ölçüde azalma tespit edilmiştir. Bu çalışmada ebeveyn değerlendirilmesi esas alındığında ise belirtilerde herhangi bir değişiklik olmadığı sonucuna varılmıştır.21 Conners bir diğer çalışmasında yaşları 4-11 arasında değişen 16 hiperaktif çocuğa gıda boyalarından arındırılmış Feingold diyeti vermiş ve çocukların ebeveyn değerlendirmesine göre %57’sinde, öğretmen değerlendirmesine göre ise %34’ünde hiperaktif belirtilerde azalma gözlemlemiştir. Diyete gıda boyası eklenmesini takiben sadece 3 çocukta gıda boyası alımından 1 saat sonra oluşan görsel-motor dikkat performansında azalma tespit etmiştir.22 1978 yılında Harley ve ark. Feingold hipotezinin aksine gıda katkı maddelerinin davranış üzerine herhangi bir etkisinin bulunmadığını rapor etmişler, ancak daha sonraki çalışmalarında bu hipotezlerini destekleyememişlerdir.23 Spring ve arkadaşları Feingold hipotezini test etmek amacı ile 6 hiperaktif çocuğa önce katkı maddelerinden arındırılmış diyet uygulamışlar ve bütün ebeveynler bu diyetin etkili olduğunu ifade etmişlerdir. Fakat diyete katkı maddesi eklenmesi ile sadece 1 çocukta hiperaktif belirtilerde artma gözlemlenmiştir. Yazarlar bu verileri Feingold’un hipotezini desteklemesi açısından yetersiz olduğunu iddia etmişlerdir.24 Gıda katkı maddelerinin davranış ve bilişsel etkilerinin araştırıldığı en kapsamlı klinik araştırma 1997 yılında Ward tarafından yapılmıştır. Yaşları 7-13 arasında değişen 486 hiperaktif çocuğun dâhil edildiği bu çalışmada anket değerlendirme sonuçlarına göre hiperaktif çocukların %60’ında gıda katkı maddeleri ile davranış bo- 21 Conners, 1976, 58(2):154-66. Conners, 1980, pp. 45-54. 23 Harley, 1978, 18(6):44-6; Harley, 1978, 62(6):975-83. 24 Spring C, Vermeersch J, Blunden D, Sterling H. Case studies of effects of artificial food colors on hyperactivity. J Special Education 1981, 15:361–372. 22 92 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi zukluğu arasında bir ilişki olduğu gösterilmiştir. Kontrol grubunda ise bu oran %12 olarak tespit edilmiştir.25 Mattes ve Gittelman, 11 hiperaktif çocuğa birer hafta süre ile sırasıyla Feingold’un katkılardan arındırılmış diyeti, gıda boyası ihtiva eden diyet ve gıda boyası ihtiva eden ancak görüntü ve koku olarak gıda boyası içerdiği belli olmayan diyet (plasebo) vermiştir. Belirti skorunu öğretmen, ebeveyn ve psikiyatrist verileri ve psikolojik testler ile değerlendirdiklerinde Feingold diyetinin belirtilerde belirgin bir değişikliğe neden olmadığını gözlemlemişlerdir.26 Mattes, 1976 1983 yılları arasındaki gıda katkı maddeleri ve hiperaktivite ilişkisini araştıran tüm raporları gözden geçirmiş ve Feingold diyeti ile hiperaktif belirtilerde azalma arasında belirgin bir ilişkinin olmadığını iddia etmiştir.27 Borris ve Mandel, DEHB tanı kriterlerine uyan 26 çocuğun 19’unda Feingold’un katkılardan arındırılmış diyeti ile DEHB belirtilerinde belirgin gerileme gözlemlemişlerdir. Atopinin eşlik ettiği DEHB olan çocukların arındırılmış diyet tedavisine daha iyi yanıt verdiklerini rapor etmişlerdir.28 Bateman ve arkadaşları tarafından yapılan plasebo kontrollü çift kör bir çalışmada, çocuklara başlangıçta bir hafta kimyasal renklendirici ve koruyuculardan arındırılmış gıda ve sonra üç hafta boyunca rastgele seçilen guruplara ayrı ayrı günlük 20 mg renklendirici (sunset yellow FCF, tartrazin, karmosin, ponso 4R), 45 mg koruyucu (sodyum benzoat) ve plasebo verilmiştir. Çalışmanın sonunda kimyasal renklendirici ve koruyucuların diyetten çekilmesiyle hiperaktif davranışlarda belirgin bir azalma, bu maddelerin diyete eklenmesi ile anlamlı bir yükselme ortaya çıktığı ve bu değişikliğin altta yatan hastalıktan bağımsız olduğu gösterilmiştir.29 25 Ward NI. Assessment of chemical factors in relation to child hyperreactivity. J Nutrition Environ Med 1997, 7:333-342. 26 Mattes, 1981, 38(6):714-8. 27 Mattes JA. The Feingold diet: a current reappraisal. J Learn Disabil 1983, 16(6):31923. 28 Boris, 1994, 72(5):462-8. 29 Bateman B, Warner JO, Hutchinson E, et al . The effects of double blind, placebo controlled, artificial food calorings and benzoate preservative challenge on Katkı Maddelerinin İnsan Kişiliği Üzerindeki Etkileri / F. Gültekin • 93 McCann ve ark. 3 yaş ve 8-9 yaş grubundaki toplam 267 çocuğun diyetlerine farklı oranlarda katkı maddesi ihtiva eden iki ayrı karışımı (karışım A, B) çift kör ve randomize olarak eklemişler. (Karışım A: Tartrazin, ponso 4R, sunset yellow FCF, karmosin ve sodyum benzoat; karışım B: Kinolin sarısı, sunset yellow FCF, allura red, karmoisin ve sodyum benzoat). Araştırmacılar bu çalışmada öğretmen gözlemi, ebeveyn gözlemi ve sınıf içi gözlemi esas alarak sentetik renklendiricilerin ve koruyucuların davranış modelleri üzerine olan etkilerini değerlendirmişlerdir. Karışım A verilen 3 yaşındaki çocukların davranış modellerinde plaseboya kıyasla belirgin etkilenim görülürken, karışım B alanlarda anlamlı bir değişiklik saptanmamıştır. Ancak 8 yaşındaki hasta grubunda her iki karışımın da davranış modelleri üzerine olumsuz etki gösterdiği tespit edilmiştir. Bu etkileşimin doz ve yaşa bağlı olarak değişkenlik gösterdiği rapor edilmiştir.30 Pelsser ve ark. DEHB tanısı almış 27 çocuk hastada katkı maddelerinden arındırılmış diyetin hastalık belirtileri üzerine etkisini araştırmış ve sonuçlar ebeveyn ve öğretmenler tarafından değerlendirilmiştir. Ebeveyn değerlendirmesine göre çocukların %73’ünde, öğretmen değerlendirmesine göre ise %70’inde hastalık belirtilerinde gerileme olduğu tespit edilmiştir. Kontrol grubunda ise bu oranların sırasıyla %12 ve %0 olduğu saptanmıştır.31 3.3. Katkı Maddesi İçermeyen Gıdalar Gıda katkı maddelerinin davranışlar üzerine olumsuz etkilerinin araştırıldığı birçok araştırma varken, katkı maddesi içermeyen gıdaların olumlu etkilerini gösteren araştırma sayısı oldukça azdır. hyperactivity in a general population sample of preschool children. Arch Dis Child 2004, 89:506-11. 30 McCann D, Barrett A, Cooper A, Crumpler D, Dalen L, Grimshaw K, Kitchin E, Lok K, Porteous L, Prince E, Sonuga-Barke E, Warner JO, Stevenson J. Food additives and hyperactive behaviour in 3-year-old and 8/9-year-old children in the community: a randomised, double-blinded, placebo-controlled trial. Lancet 2007, 370(9598):1560-7. 31 Pelsser LM, Frankena K, Toorman J, Savelkoul HF, Pereira RR, Buitelaar JK. A randomised controlled trial into the effects of food on ADHD. Eur Child Adolesc Psychiatry 2009, 18(1):12-9. 94 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi Bunlardan birisi organik gıdalarla yapılan bir araştırmadır. Fuchs ve arkadaşlarının yaptıkları ve “manastır çalışması” olarak bilinen bir araştırmada 17 rahibe bir ay boyunca organik gıdalarla beslenmiş ve fizyolojik ve psikolojik etkiler değerlendirilmiştir. Kan basıncında düşme, immün sistemde güçlenme, fiziksel zindelik ve zihinsel berraklıkta artış gözlenmiş. Bunun yanında organik gıdalarla beslenen rahibeler daha az baş ağrısı çektiklerini ve stresle daha iyi baş edebildiklerini ifade etmişlerdir.32 İngiltere’de yapılan bir diğer çalışmada çocukluk dönemindeki beslenmenin erişkin dönemde şiddete eğilimle bir ilişkisinin olup olmayacağı araştırılmıştır.33 Bunun için çocukluklarında 10 yıl boyunca her gün çikolata, pasta, şekerleme vb gıdalar yiyen çocukların, değerlendirmenin yapıldığı 34 yaşına geldiklerinde yemeyenlere göre anlamlı olarak daha fazla şiddetten hüküm giydikleri tespit edilmiş. Yazarlar bunun muhtemel sebeplerini tartışırken tüketilen gıdaların içindeki katkı maddelerinin saldırganlığı artırabileceğini, çocukların sürekli ödüllendirmenin psikolojik olarak bazı olumsuz etkilerinin olabileceğini, ebeveynlerin olumsuz davranışlarından kaynaklanabileceği sıralamışlardır. Son çalışmada ise katkı maddesi içermeyen gıdaların tüketildiği çevresel zenginleştirme programının hafif şizofrenik kişilik ve antisosyal davranışlar üzerine etkisi araştırılmıştır.34 Mauritius’da (Hint Okyanusunda bir ada ülkesi) yaşayan 3-5 yaşlarında çocuklardan rastgele seçilen 83 çocuk çevresel zenginleştirme programına alınmış, 355 çocuk ise kontrol grubu olarak değerlendirilmiştir. Zenginleştirme programı 3 yaşında başlamış ve 2 yıl sürmüş. Bu süreçte özel beslenme, eğitim ve fiziksel egzersiz programları yapılmış. Beslenme olarak süt, meyve suyu, bir öğün balık veya tavuk ve salata verilmiş. Eğitim 32 Fuchs, N, Huber, K, Hennig, J, Dlugosch G. Influence of biodynamic nutrition on immunological parameters and well-being of postmenopausal women („convert-study‟). Proceedings of the 1st scientific FQH conference in Frick, 2005, pp. 63–67. 33 Moore SC, Carter LM, van Goozen S. Confectionery consumption in childhood and adult violence. Br J Psychiatry 2009, 195(4):366-7. 34 Raine A, Mellingen K, Liu J, Venables P, Mednick SA. Effects of environmental enrichment at ages 3-5 years on schizotypal personality and antisocial behavior at ages 17 and 23 years. Am J Psychiatry 2003, 160(9):1627-35. Katkı Maddelerinin İnsan Kişiliği Üzerindeki Etkileri / F. Gültekin • 95 olarak konuşma, koordinasyon, kavrama ve hafıza becerilerine yönelik eğitim verilmiş. Fiziksel egzersiz olarak jimnastik, sokak oyunları vb aktiviteler yapılmış. Daha sonra bu çocuklar 17 ve 23 yaşlarına geldiklerinde hafif şizofrenik kişilik ve antisosyal davranışlar açısından değerlendirilmiştir. Sonuçta erken dönemde yapılan çevresel zenginleştirmenin antisosyal davranışları ve hafif şizofrenik kişiliği azaltıcı etkisinin olduğu ve bu olumlu etkinin en fazla beslenme yetersizliği olan çocuklarda kendini gösterdiği sonucuna varılmıştır. Gıda katkı maddelerinin davranışlar üzerine etkilerini şöyle özetleyebiliriz: Katkı maddelerinin davranışlar üzerine bilinen tek olumsuz etkisi DEHB’dir. Bununla ilgili sentetik gıda boyalarının hastalık bulgularını artırdığını destekleyen araştırmalar olmakla beraber, olumsuz etkisinin olmadığını gösteren araştırmalar da vardır. Sonuç netleşinceye kadar bu renklendiricilerden kaçınmaya çalışmak emniyetli bir tercih olur. 4. Genel Değerlendirme Karakter ve kişilik gelişimi genetik özelliklerin çevreyle etkileşimiyle gerçekleşmektedir. Çevresel faktörlerden birisi olan beslenme kuşkusuz önemlidir. Bunun yanında sosyal çevre ve eğitim de en az beslenme kadar önemlidir. Beslenme sağlıklı gelişim için gereklidir. Sosyal çevre ve eğitim ise sağlıklı zeminin düzgün şekillenmesi için gereklidir. Karakter veya kişilik belli ahlak ölçülerine göre şekillenirse kıymetli ve kabul edilebilir olmaktadır. Ahlak ölçülerine uygun şekillenme ise, beslenmeden daha ziyade sosyal çevre ve eğitimle gerçekleşmektedir. Ancak, güzel bir ahlaki eğitim verebilmek için beslenme yetersizliğinin olmadığı sağlıklı bir alt yapının da hazır olması gerekmektedir. Gıda katkı maddeleri ise bilindiği kadarıyla sadece DEHB için bir risk faktörü olarak önemini korumaktadır. Kaynaklar Akiskal HS, Hirschfeld MA. Yerevanian BI, The relationship of personality to affective disorders. Arch Gen Psychiatry 1983, 40: 801-810. Alpert JE, Fava M. Nutrition and depression: the role of folate. Nutr Rev 1997, 5:145–9 96 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi Appleton KM, Hayward RC, Gunnell D, et al. Effects of n23 long chain polyunsaturated fatty acids on depressed mood: systematic review of published trials. Am J Clin Nutr 2006, 84:1308–16. Arnold LE, Kleykamp D, Votolato N, Gibson RA. Potential link between dietary intake of fatty acids and behavior: pilot exploration of serum lipids in attention-deficit hyperactivity disorder. J Child Adolesc Psychopharmacol 1994, 4:171–182. Audebert M, Gendre JP, Le Quintrec Y. Folate and the nervous system. Sem Hop 1979, 55:1383-1387. Baker-Henningham H, Hamadani JD, Huda SN, Grantham-McGregor SM. Undernourished children have different temperaments than betternourished children in rural Bangladesh. J Nutr. 2009, 139(9):1765-71. Bateman B, Warner JO, Hutchinson E, et al . The effects of double blind, placebo controlled, artificial food calorings and benzoate preservative challenge on hyperactivity in a general population sample of preschool children. Arch Dis Child 2004, 89:506-11. Boris M, Mandel FS. Foods and additives are common causes of the attention deficit hyperactive disorder in children. Ann Allergy 1994, 72(5):462-8. Bryan J, Osendarp S, Hughes D, Calvaresi E, Baghurst K, van Klinken JW. Nutrients for cognitive development in school-aged children. Nutr Rev 2004, 62:295–306. Conners CK, Goyette CH, Southwick DA, Lees JM, Andrulonis PA. Food additives and hyperkinesis: a controlled double-blind experiment. Pediatrics 1976, 58(2):154-66. Conners CK. Food Additives and Hyperactive Children. (New York: Plenum Press, 1980), pp. 45-54. Corrigan F, Gray R, Strathdee A, Skinner R, Van Rhijn A, Horrobin D. Fatty acid analysis of blood from violent offenders. J Forensic Psychiatry 1994, 5:83–92. Corwin EJ, Murray-Kolb LE, Beard JL. Low hemoglobin level is a risk factor for postpartum depression. J Nutr 2003, 133:4139–42. Dalman C, Allebeck P, Cullberg J, Grunewald C, Koster M. Obstetric complications and the risk of schizophrenia: a longitudinal study of a national birth cohort. Arch Gen Psychiatry 1999, 56:234–240. Katkı Maddelerinin İnsan Kişiliği Üzerindeki Etkileri / F. Gültekin • 97 DeWall CN, Deckman T, Gailliot MT, Bushman BJ. Sweetened blood cools hot tempers: physiological self-control and aggression. Aggress Behav 2011, 37(1):73-80. Doğruyol H. Gıdalardaki Katkı Maddeleri ve Zararları; Hiperaktivitesi. Güncel Pediatri 2006, 2: 42-8. Çocukluk Eigenmann PA, Haenggeli CA. Food colourings and preservativesallergy and hyperactivity. Lancet 2004, 364:823-4. Feingold BF. Food Additives andHyperkinesis: Letter to the editor. J Learn Disabilities 1977, 10:64-6. Feingold BF. Hyperkinesis and learning disabilities linked to the ingestion of artificial food colors and flavors. J Learn Disabilities 1976, 9:19-27. Fishbein DH, Pease SE. Diet, nutrition, and aggression. J Offender Rehabilitation 1994, 21:117–144. Fuchs, N, Huber, K, Hennig, J, Dlugosch G. Influence of biodynamic nutrition on immunological parameters and well-being of postmenopausal women („convert-study ). Proceedings of the 1st scientific FQH conference in Frick, 2005, pp. 63–67. Garrido M, Espino J, González-Gómez D, Lozano M, Barriga C, Paredes SD, Rodríguez AB. The consumption of a Jerte Valley cherry product in humans enhances mood, and increases 5-hydroxyindoleacetic acid but reduces cortisol levels in urine. Exp Gerontol 2012, 47(8):573-80. Gesch CB, Hamond SM, Hampson SE, Eves A, Crowder MJ. Influence of supplementary vitamins, minerals and essential fatty acids on the antisocial behavior of young adult prisoners. Br J Psychiatry 2002, 181:22–2. Harley JP, Matthews CG, Eichman P. Synthetic food colors and hyperactivity in children: a double-blind challenge experiment. Pediatrics 1978, 62(6):975-83. Harley JP, Matthews CG. The hyperactive child and the Feingold controversy. Am Pharm 1978, 18(6):44-6. Heng JI, Moonen G, Nguyen L. Neurotransmitters regulate cell migration in the telencephalon. Eur J Neurosci, 2007, 26:537–46. Hoek HW, Susser E, Buck KA, Lumey LH, Lin SP, Gorman JM. Schizoid personality disorder after prenatal exposure to famine. Am J Psychiatry 1996, 153:1637–1639. 98 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi Hsu YC, Lee DC, Chiu IM. Neural stem cells, neural progenitors, and neurotrophic factors. Cell Transplant 2007, 16:133–50. Levitsky DA, Strupp JB. Malnutrition and the brain. J Nutr 1995, 125(suppl):2212S–20S. Levitt P. Structural and functional maturation of the developing primate brain. J Pediatr 2003, 143:S35–45. Lozoff B, Beard JL, Connor JR, Felt BT, Georgieff MK, Schallert T. Longlasting neural and behavioral effects of iron deficiency in infancy. Nutr Rev 2006;64:S34–44. Mahadik SP, Evans D, Lal H. Oxidative stress and role of antioxidant and omega-3 essential fatty acid supplementation in schizophrenia. Prog Neuropsychopharmacol Biol Psychiatry 2001, 25:463–493. Mattes JA, Gittelman R. Effects of artificial food colorings in children with hyperactive symptoms. A critical review and results of a controlled study. Arch Gen Psychiatry 1981, 38(6):714-8. Mattes JA. The Feingold diet: a current reappraisal. J Learn Disabil 1983, 16(6):319-23. McCann D, Barrett A, Cooper A, Crumpler D, Dalen L, Grimshaw K, Kitchin E, Lok K, Porteous L, Prince E, Sonuga-Barke E, Warner JO, Stevenson J. Food additives and hyperactive behaviour in 3-year-old and 8/9-year-old children in the community: a randomised, doubleblinded, placebo-controlled trial. Lancet 2007, 370(9598):1560-7. Mellor JE, Laugharne JDE, Peet M. Schizophrenic symptoms and dietary intake of n-3 fatty acids (letter). Schizophr Res 1995; 18:85–86. Moore SC, Carter LM, van Goozen S. Confectionery consumption in childhood and adult violence. Br J Psychiatry 2009, 195(4):366-7. Morgane PJ, Austin-La-France BJ, Bronzino JD, Tonkiss J, Galler JR. Malnutrition and the developing central nervous system. In: Issacson R, Jensen K. eds. The vulnerable brain and environmental risks. Vol 1. Malnutrition and hazard assessment. New York, NY: Plenum Press, 1992: 3–44. Nakajima K, Tohyama Y, Maeda S, Kohsaka S, Kurihara T. Neuronal regulation by which microglia enhance the production of neurotrophic factors for GABAergic, catecholaminergic, and cholinergic neurons. Neurochem Int 2007, 50:807–20. Katkı Maddelerinin İnsan Kişiliği Üzerindeki Etkileri / F. Gültekin • 99 Pelsser LM, Frankena K, Toorman J, Savelkoul HF, Pereira RR, Buitelaar JK. A randomised controlled trial into the effects of food on ADHD. Eur Child Adolesc Psychiatry 2009, 18(1):12-9. Post RM. Comparative pharmacology of bipolar disorder and schizophrenia. Schizophr Res 1999, 39:153–158. Raine A, Mellingen K, Liu J, Venables P, Mednick SA. Effects of environmental enrichment at ages 3-5 years on schizotypal personality and antisocial behavior at ages 17 and 23 years. Am J Psychiatry 2003, 160(9):1627-35. Rao R, Georgieff MK. Early nutrition and brain development. In: Nelson CA. ed. The effects of early adversity on neurobehavioral development. Mahwah, NJ: Erlbaum, 2000:1–30. Rothbart MK, Ahadi SA, Evans DE. Temperament and personality: origins and outcomes. J Pers Soc Psychol 2000, 78: 122-135. Spring C, Vermeersch J, Blunden D, Sterling H. Case studies of effects of artificial food colors on hyperactivity. J Special Education 1981, 15:361–372. Stevens LJ, Zentall SS, Abate ML, Kuczek T. Omega-3 fatty acids in boys with behavior, learning, and health problems. Physiol Behav 1996, 59:915–920. Tsuang M. Schizophrenia: genes and environment. Biol Psychiatry 2000, 47:210–220. Ward NI. Assessment of chemical factors in relation to child hyperreactivity. J Nutrition Environ Med 1997, 7:333-342. Warner R, Laugharne J, Peet M, Brown L, Rogers N. Retinal function as a marker for cell membrane omega-3 fatty acid depletion in schizophrenia: a pilot study. Biol Psychiatry 1999, 45:1138–1142. Young SN, Ghadirian AM. Folic acid and psychopathology. Prog Neuropsychopharmacol Biol Psychiatry 1989, 13:841-863. Zeisel SH. Importance of methyl donors during reproduction. Am J Clin Nutr 2009, 89(2):673S–7S. Sağlıklı Beslenme ve Kişilik Oluşumu Üzerindeki Etkileri Dr. Suat YILMAZ 1. Beslenmenin Tanımı ve Önemi Yaşayan tüm canlılar, hayatlarını sürdürmek için beslenmeye ihtiyaç duyarlar. Her canlıda olduğu gibi beslenme, insan yaşamı içinde vazgeçilmez temel bir ihtiyaçtır. Bu yüzden sağlıklı, yeterli ve dengeli beslenmek bireyin, ailenin ve toplumun en önemli amaçlarından biri olmalıdır. Çünkü kişilerin sağlıklı ve üretken olması; aklen, ruhen ve sosyal yönden iyi gelişmiş bir vücuda sahip olmasına bağlıdır. Buda ancakdengeli ve sağlıklı bir beslenme ile sağlanabilir. Beslenmenin bugüne kadar çok değişik tanımları yapılmıştır. Beslenme kısaca; ihtiyacımız olan gıdaların yeterli ve dengeli bir şekilde vücudumuza alınması şeklinde tanımlanabilir. Akşit (1991) beslenmeyi: “Büyüme, gelişme, yaşamın sürdürülebilmesi ve sağlığın korunması için besinlerin kullanılması” şeklinde tanımlamıştır. Bir başka tanımda beslenme; büyüme, gelişme, onarım, sağlıklı yaşam ve beden faaliyetlerini devam ettirmek için, tüm besinlerden sistemli bir şekilde ihtiyaç kadar vücuda alınması ve kullanılması şeklinde ifade edilmiştir. İbn-i Sina beslenmeyi el-Kânun fi’t-Tıbb isimli eserinde: “Besin maddelerinin mizaç olarak, vücut yapısına benzer hale gelmesi ve böylece dokulardaki günlük yıpranma ve yırtılmaların, tamire uygun hale gelecek şekilde değişmesi’’ olarak tanımlamıştır. Beslenmede amaç sadece karın doyurmak, açlığı bastırmak ya da canımızın çektiği besinleri veya içecekleri istediğimiz zaman istediğimiz kadar yiyip içmek değildir. Beslenmede temel amaç; kişinin Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı Tarımsal Araştırmalar ve Politikalar Genel Müdürlüğü (TAGEM), Ankara. 102 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi yaşına, cinsiyetine, içinde bulunduğu fizyolojik duruma (gebe, emzikli, çocuk, erişkin, yaşlı) göre ihtiyacı olan bütün besin maddelerini ve enerjiyi yeterli miktarlarda ve ihtiyaç duyulan zamanlarda besinler yoluyla alabilmektir. Bu amaç ancak vücudumuzun ihtiyaç duyduğu karbonhidrat, yağ, protein, mineral maddeler, vitaminler ve su gibi temel besin ögelerininyeterli miktarda ve ihtiyaç duyulan zamanda alınması ile karşılanabilir (Güzel ve Özpınar, 2006; Bulut, 2011). 2. Beslendiğimiz Gıdaların İçeriğinde Hangi Besin Ögeleri Vardır? Tüm canlılar hayatlarını devam ettirmek, büyümek, gelişmek ve üremek için enerjiye ihtiyaç duyarlar ve bu enerjiyi de aldıkları besin öğelerinden sağlarlar. İnsanlar çok çeşitli gıdalarla beslenmesine rağmen, aslında tümgıdalar içerisinde temel besin maddesi dediğimiz; karbonhidratlar, yağlar, proteinler, mineral maddeler (madenler), vitaminler ve su değişik miktarlarda bulunur. Bu besin öğelerinin ne işe yaradıkları, vücudumuzda hangi fonksiyonları yerine getirdikleri ve günlük olarak ne kadar alınması gerektiğinin bilinmesi sağlıklı beslenme programları için son derece önemlidir. 2.1. Karbonhidratlar Karbonhidratlar, vücudumuza hızlı enerji sağlayan, insanların şeker ve nişasta olarak bildikleri yiyecek maddeleridir. Karbonhidratlar, başta unlu mamuller, tatlılar, baklagiller, patates, şekerler, meyveler, sebzeler olmak üzere birçok gıda da az ya da çok bulunur. Özellikle bitkisel gıdalarda hazır halde bulunan karbonhidratlar, hayvansal ürünlerde genellikle glikojen yapısında bulunmakta olup, vücudumuzun en önemli enerji kaynaklarıdır.İnsanlar, günlük enerji ihtiyacının %55-60′ı karbonhidratlardan sağlarlar. Yapılarında değişik oranlarda, karbon, hidrojen ve oksijen bulunan karbonhidratların, 1 gramının tüketilmesi sonucu vücuda 4 kalori enerji kazandırılır (Akşit, 1991;Anonim, 2007a; Baysal,1985 ) Karbonhidratların eksikliği; vücutta bitkinliğe ve sağlığın bozulmasına yol açar. Aynı zamanda, vücudumuz zihinsel ve fiziksel çalışmaları için gerekli enerji karbonhidratlardan sağlandığından, Sağlıklı Beslenme ve Kişilik Oluşumu Üzerindeki Etkileri / S. Yılmaz • 103 eksikliğinde zihin konsantrasyonunda ciddi azalmalar ortaya çıkar. Karbonhidratlar, vücudun su ve elektrolit dengesini sağlamada ve bağırsakların çalışmasında da etkilidir (Akşit, 1991; Anonim, 2007a; Baysal, 1985). 2.2. Proteinler Proteinlerin vücutta sayılamayacak kadar çok çeşitli görevi olup, hücrelerin ana maddesidir. Hücrelerdeki bütün biyolojik faaliyetlerde ve enzimlerin yapısında görev alırlar. Aminoasitlerin birleşmesinden oluşan proteinler, doku ve organların yapım ve onarımının yanında, özellikle çocuklarda, büyüme ve gelişme için çok önemlidir. Ayrıca yağda eriyen vitaminlerin kullanımı ve vücuda enerji sağlanması için de gereklidir. Proteinlerin üretilmesinde kullanılan 22 amino asitten 8′i vücutta üretilemediği için mutlaka dışarıdan besinler yoluyla alınmaları gerekir. Ayrıca, vücudumuzda proteinler direkt olarak depo edilemez. Bu nedenle düzenli olarak alınmaları gerekir (Akşit, 1991; Anonim, 2007a; Baysal, 1985). Proteinler; ağırlıklı olarak; et ve et ürünleri, süt ve süt ürünleri, yumurta, baklagiller, kuruyemişler,ekmek, tahıllar, bazı meyveve sebzelerde bulunur. Proteinlerin sindirimi karbonhidratlara göre daha zordur. Sağlıklı bir beslenme programında günlük enerji ihtiyacımızın %10-15′i proteinden sağlanmalıdır. Proteinlerin 1 gramının tüketilmesi sonucunda vücuda 4 kalori enerji kazandırılır. Proteinlerin eksikliğinde; çabuk yorulma, durgunluk, solgunluk, kansızlık, kan basıncının düşmesi, hastalıklara karşı direncin azalması, diş eti hastalıkları, göz bozuklukları, büyümede yavaşlama veya durma, bazı sinirsel bozukluklar ile karaciğerde siroz hastalığı belirtileri görülebilir. Fakat, fazla protein almak da vücut, özellikle de karaciğer, için zararlıdır Akşit, 1991; Anonim, 2007a; Baysal, 1985). 2.3. Yağlar İyi bir enerji kaynağı olan yağlar, yağ asitleri ve gliserolden oluşmuş organik bileşiklerdir. Vücuda karbonhidrat ve proteinlerin verdiği enerjinin iki katı enerji sağlarlar. Bir gram yağ bedene 9 kalori enerji sağlar. Yağlar bünyelerinde bulundurdukları gliserol molekülü miktarına göre monogliserid, digliserid ve trigliserid olarak adlandı- 104 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi rılır. Vücutta enerji fazlası olan yağlar depolanır. Depo edilen yağların yaklaşık %90’ını trigliseridler oluşturur. Yağların özgül ağırlığı sudan daha düşüktür ve suda erimezler. Ancak benzin, eter, alkol gibi çözücülerde çözünürler. Isı, ışık, nem ve metal iyonlarına karşı çok hassas olup çabuk bozulurlar. Yağların erime noktası yapılarındaki yağ asidinin özelliğine göre değişir. Yağ asidindeki karbon (C) ve karbonun çift bağ sayısı arttıkça erime noktası azalır (Akşit, 1991; Anonim, 2007a; Baysal, 1985). Yağların bünyesinde yer alan yağ asitleri; doymuş ve doymamış yağ asitleri olarak iki gruba ayrılılır. Doymuş yağ asitlerindeki karbon atomları birbirlerine tek bağ ile bağlanır ve genellikle katı yağlarda bulunurlar. Miristik asit, palmitik asit, stearik asit doymuş yağ asitlerine örnektir. Yapılarındaki karbon atomları arasında çift bağ bulunan yağ asitleri doymamış yağ asitleri olup, çift bağ sayısı arttıkça erime noktaları düşer. Bundan dolayı oda sıcaklığında sıvı durumdadırlar. Oleik asit, linoleik asit ve araşidonik asit doymamış yağ asitlerine örnektir. Bazı yağlar asitleri vücutta sentezlenemediği için mutlaka dışarıdan besinler aracılığı ile alınması gerekir ki bunlara da elzem (esansiyel) yağ asitleri denir. Bu grup yağ asitlerine örnek linoleik asittir. Yağların vücutta birçok önemli görevleri vardır. Başta yağda eriyen vitaminlerin (A, D, E ve K) vücuda emilebilmesi için gerekli olup, soğuğa karşı vücut ısısının korunması ve ayarlanmasını sağlarlar. Midede kalma süresi daha uzun olduğundan, diğer besin öğelerine göre daha uzun süre tokluk hissi verirler. Hayati organlar için (kalp, akciğer, böbrek, beyin…) koruyucu yağ tabakası oluştururlar. Vücutta yapılamayan linoeik asidin vücuda alınmasını sağlarlar. Özellikle elzem yağ asitleri hücre yapısı, beyin dokusu ve sinir siteminin oluşması ile hormonların yapısında rol alırlar. Son yıllarda yapılan araştırmalar, zeytinyağının sindirim sistemi, bazı kanser türleri ve hücre yıpranmalarına karşı koruyucu etkisi olduğunu belirmektedir (Akşit, 1991; Anonim, 2007a; Baysal, 1985). Yağlar, az veya çok bitkisel veya hayvansal besinlerin çoğunda bulunur. İnsanlar, günlük enerji ihtiyacının yaklaşık %25-35’ini yağlardan karşılayabilir. Ancak bu ihtiyacın %10’u doymuş (katı yağlardan), %10-15’i tekli doymamış (zeytinyağı, fındık yağı vb), kalan Sağlıklı Beslenme ve Kişilik Oluşumu Üzerindeki Etkileri / S. Yılmaz • 105 %10’unu ise çoklu doymamış (ayçiçeği, mısırözü vb) yağlardan karşılaması yerinde olur. 2.4. Mineraller (Madenler) Bitkisel veya hayvansal dokuların yanması sonucunda geri kalan beyazım kül aslında mineralleridir. İnsan vücut ağırlığının yaklaşık %4-6’sını oluşturan minerallerin; sinir sistemi, kaslar ve organların düzenli çalışması, vücut sıvılarının dengelenmesi, kemik ve dişlerin normal büyümesi, kalp ritmi ve kan basıncının ayarlanması, vücuttaki asit baz dengesinin korunması, enzimlerin etkinliği ve bazı maddelerin sentezi gibi değişik yaşamsal olaylarda önemli rolleri vardır. Doğada bulunan minerallerin birçoğu vücudumuzda bulunmasına rağmen, bunlardan 15 tanesi sağlığımız için çok önemlidir. Mineraller vücutta ihtiyaç duyulan miktarına göremakro mineraller (kalsiyum, fosfor, potasyum, sodyum, magnezyum, sülfür ve klor) ve mikro mineraller (demir, çinko, iyot, bakır, molibden, selenyum,kobalt, flor) olarak iki gruba ayrılır. İnsan sağlığı için mutlak gerekli olan makro mineraller vücut tarafından miktar olarak daha fazla tüketilirken, mikro minerallerin çok az miktarı vücut için yeterli olur. İnsanlar, tüm besinlerde az veya çok bulunan mineralleridaha çok sebzeler, meyveler, et ve et ürünleri, balık ve su ürünleri, süt ve süt ürünleri, kuruyemişler, tahıllar, baharatlar ve baklagillerden sağlarlar (Akşit, 1991; Anonim, 2007b;.Güzel ve Özpınar, 2006). 2.5. Vitaminler Vitaminler, metabolik reaksiyonlar için çok az miktarları yeterli, enerji üretmeyen, ancak enerji veren besin öğelerinin vücutta kullanılmasını sağlayan ve düzenleyici rol oynayan, eksikliklerinde vücutta ciddi sorunlar ortaya çıkan organik bileşiklerdir. Vitaminlerin; tüm hücre ve dokuların oluşması, sinir ve sindirim sistemlerinin normal çalışması, vücut direncinin artırılması,büyüme ve sağlıklı nesillerin oluşmasında önemli fonksiyonları vardır. Vücutta ya hiç ya da yeterli miktarda üretilemediğin dışarıdan alınmaları gerekmektedir. Vitaminler, yağda (A,D,E,K) ve suda (B,C) erime özelliğine göre 2 gruba ayrılır. A,D,E,K vitaminleri yağlarla birlikte emilir, taşınır ve atılır. Fazlası idrarla atılmaz ve pişirmeye dayanıklıdır. B ve C vitaminleri 106 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi ise suda erir ve emilimi daha kolaydır, fakat kolay bozulurlar(Akşit, 1991; Anonim, 2007b;.Güzel ve Özpınar, 2006) A vitaminin vücutta; görme, büyüme ve dokuların iyileşmesi, deri, kemik, diş gelişimi ve sağlığı, sümüksü salgı maddelerinin salgılanması, serbest radikallerin nötralizasyonu, hücrelerin farklılaşması gibi birçok görevi vardır. Karaciğerde depolanır. Balık, süt, tereyağı, yumurta sarısı, karaciğer ile meyve ve sebzelerde (havuç, portakal, kayısı, lahana, domates, biber, kavun, yeşil yapraklı sebzeler) bulunur. D vitamini (D-1,D-2, D-3): kemik oluşması ve büyümesi için gerekli bir vitamin olup, kalsiyum ve fosforun emilimi, deride tümör oluşumunun önlenmesi, hormonların (paratroid) fonksiyonlarını düzenli şekilde yapabilmesi ve kanın pıhtılaşma mekanizmalarında rol alır. Ayrıca iskelet sistemi, böbrek ve kas dokusu üzerinde de etkisi vardır. Güneş ışığı, balık, yumurta sarısı, süt, tereyağı, karaciğerde bulunur(Güzel ve Özpınar, 2006; Anonim, 2007b. Antioksidan bir vitamin olan E vitamini; kanser oluşum riskinin azaltılması, hücrelerin genel sağlığının korunması ve yaşlanmanın yavaşlatılmasında rol alır. Enzimler ve DNA moleküllerinin dayanıklılığını artırır. Eksikliği pek görülmez. Soya, mısırözü, pamuk ve ayçiçeği yağları gibi bitkisel yağlar, et, balık, süt ve ürünleri, baklagiller, tahıllar, sebze ve meyvelerde bulunur. K vitamini (K-1, K-2, K-3) kanın pıhtılaşmasını sağlayan faktörlerin yapımında rol alır. En çok karaciğer, balık, peynir, tereyağı, brokoli, ıspanak, marul, lahana, kuru baklagiller, kahve, çay ve tahıllarda bulunur. B vitamini (B-1, B-2, B-3, B-5, B-6, B-11, B-12) vücutta; enerji üretimi, sinir, kas ve sindirim sistemlerinin çalışması, büyüme, zihinsel fonksiyonlar, hücrelerin gelişimi ve solunumu, kan dolaşımı, proteinler, hormonlar, nükleik asitler, yağ asitleri ve savunma maddelerinin yapımı, demir kullanımı gibi konularda rol alır. Karaciğer, yürek, böbrek, et, kuruyemişler, yumurta, tahıllar, yeşil sebzeler ve meyvelerde bulunur. Sağlıklı Beslenme ve Kişilik Oluşumu Üzerindeki Etkileri / S. Yılmaz • 107 C vitamini; kemiklerin, dişlerin, cildin ve eklemlerin gelişmesi, yaraların iyileşmesi ve dokuların yenilenmesi, kanın temizlenmesi, tansiyonun düşürülmesi, bağışıklık sisteminin güçlendirilmesi, kan şekerinin düşürülmesi, böbrek üstü bezlerinin çalıştırılması ve erkeklik gücünün sürdürmesini sağlar. Başta turunçgiller olmak üzere, yeşil yapraklı ve taze sebzeler (maydanoz, domates, biber, kabak, soğan) meyvelerde (kiraz, kavun, kuşburnu, vb.) önemli miktarda C vitamini bulunur. 2.6. Su Su, canlıların yaşaması için hayati bir öneme sahiptir. İnsanlar, besin tüketmeden haftalarca yaşayabilirler, fakat susuz sadece birkaç gün yaşayabilir. Bedenimizin yaklaşık %65′i sudan oluşur. Vücudumuzun; ısı dengesi, hücre içi yaşam fonksiyonlarının devamı, besinlerin sindirimi, emilimi ve yakılması, toksik/atık maddelerin vücuttan uzaklaştırılması, elektrolit dengesinin korunması, ağız, göz ve burun kanallarının nemlendirilmesi, cildin gerginleştirilmesi ve parlaklık kazandırılması, hastalıklara karşı korunması ve daha birçok fonksiyon hep suyla sağlanır. İnsanlar, günlük olarak ortalama 1.5-2.5 litre arasında su tüketmelidir. İnsanlar su ihtiyacını içtikleri su ve su içeren besinlerden sağlarlar (Akşit, 1991;.Güzel ve Özpınar, 2006). 3. Yetersiz ve Dengesiz Beslenirsek Ne Olur? Yetersiz ve dengesiz beslenme; tüketilen besinlerin vücudumuza ihtiyaçtan az, çok veya yanlış oranlarda alınması durumu olarak tarif edilebilir. Besin öğeleri vücudumuza ihtiyacı karşılayacak çeşitte, miktarda ve nitelikte alınmazsa veya ihtiyaçtan fazla alınırsa vücut yapısında bazı bozuklular ve arızalar ortaya çıkar. Yetersiz ve dengesiz beslenen kişiler genel olarak; iştahsız, yorgun, hareketleri ağır ve isteksiz olurlar. Sağlıksız bir genel görünüme sahip olan bu kişiler, genellikleya çok zayıf ya da aşırı şişman vücut yapısına sahip olurlar. Aynı zamandaciltleri pürüzlü, gevşek yapılı ve kırışık (Marasmus) bazen parlak ve ödemli (Kwashiorkor), bazen de kuru ve pullu yapıda olabilir. Yetersiz ve dengesiz beslenme sonucunda; kansızlık, büyüme ve gelişme geriliği, vücut hücrelerinin yenilenme sisteminde aksaklıklar, zihinsel, ruhsal ve bilişsel gelişme bozuklukları, bağışıklık siteminde bozulmalar, kanserler, yüksek kolesterol, trigliserid ve 108 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi tansiyon, şeker hastalığı, kalp ve damar hastalıkları, kemik ve diş problemleri, mide ve sindirim sistemi problemleri ortaya çıkabilir (Anonim, 2013c; Holden, 2008). 4. Yeterli ve Dengeli Beslenirsek Ne Olur? İhtiyaç duyulan besinlerin; yeter miktarda, çeşitte, nitelikte ve gereksinim duyulan zamanda vücuda alınması işlemine yeterli ve dengeli beslenme denir. Yeterli ve dengeli beslenenler kişiler genel olarak; sağlam ve sağlıklı bir görünüşe, hareketli ve esnek bir bedene, muntazam ve pürüzsüz bir cilde, canlı, parlak saçlara ve gözlere, kuvvetli ve gelişimi normal kaslara, istenilen ölçülerde boy uzunluğu ve vücut ağırlığına sahip olurlar. Aynı zamanda bu insanlar; normal zihinsel gelişime, sık sık hasta olmayan bir yapıya ve çalışmaya istekli bir kişiliğe sahiptirler. 5. Dünyada ve Ülkemizde Kullanılan Beslenme Programlarının Kaynağı Neresidir? Bu Programlara Bir Örnek Var mıdır? Dünyada ve ülkemizde kullanılan beslenme programlarının kaynağı, Amerika Birleşik Devletleri, Tarım Bakanlığı’nın geliştirip halkına sunduğu beslenme programlarının değişik versiyonlarıdır. ABD’de ilk beslenme kılavuzu 1894 yılında Dr. Wilbur Olin Atwater tarafından yayınlanmış ve bu kılavuz 1940 yıllara kadar gerek ABD’de ve gerekse diğer ülkelerde takip edilmiştir. Daha sonra bu beslenme kılavuzları üzerinde ABD Tarım Bakanlığı tarafından muhtelif zamanlarda değişiklikler yapılmış ve farklı farklı adlarda ve içeriklerde yeni program tavsiyeleri ortaya konmuştur. “Temel 7” olarak adlandırılan beslenme programı 1943-1956 yıları arasında, “Temel Dört” adlı beslenme programı 1956-1992, bizimde hala kullandığımız “Beslenme Kılavuzu Piramidi” 1992-2005 yılları arasında, “Benim Piramidim” adlı program 2005-2011 yılları arasında kullanılarak miadını tamamlamıştır. ABD’de en son 2011 yılında geliştirilen “Benim Tabağım” adlı beslenme programı takip edilmektedir. Geliştirilen her yeni programın belirli bir süre sonra bazı eksiklik ve yanlıklışlarının ortaya çıkması, her program üzerinde bazı revizyonların yapılmasını gerekli kılmıştır (Wikipedia, 2013a). Sağlıklı Beslenme ve Kişilik Oluşumu Üzerindeki Etkileri / S. Yılmaz • 109 ABD’de Tarım Bakanlığı tarafından 2011 yılında yürürlüğe konan “Benim Tabağım” adlı beslenme programı, bir tabağı dörde bölüp; bunun %30’unu tahıllar, %30’unu sebzeler, %20’sini meyveler ve %20’sini de içerisindebir bardak süt veya süt ürünlerini içeren proteinlerden oluşan bir menü (Şekil 1) olarak tarif etmektedir (Wikipedia, 2013b). Şekil 1. ABD Tarım Bakanlığının “Benim Tabağım” adlı beslenme programı ABD’de Tarım Bakanlığı tarafından ortaya konan “Benim Tabağım” adlı beslenme programı, ABD Harward Üniversitesi, Toplum Sağlığı Okulu tarafından daha da geliştirilerek en son hali ile yeni program “Harward’ın Sağlıklı Beslenme Kılavuzu (Şekil 2)” olarak kullanılmaya başlamıştır (Harward, 2013). Bu programa göre aşağıda belirtilen hususların yerine getirilmesi gerekmektedir. Bunlar; 1. Tabağının yarısını sebze ve meyve ile doldur: Sebzeler ne kadar çok çeşitli ve renkli olursa o kadar iyi olur. Bu programda patates ve kızarmış patates sebze olarak sayılmamaktadır. Çünkü bu yiyecekler içerisinde bulunan karbonhidratlar tıpkı beyaz ekmek ve tatlılarda olduğu gibi hızlı sindirilen nişastalardan oluşur ve çabuk kullanıldığı için kan şekerini yükselterek insülün kullanımı üzerine olumsuz etki yapar. Bu besinlerin tüketilmesi aynı zamanda çabuk 110 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi acıkmaya ve sonucunda da daha fazla yemek yemeye ve kilo almaya sebep olur. Nihayetinde de tip 2 şeker hastalığı ve başka sağlık problemleri de ortaya çıkabilmektedir. Şekil 2. Harward’ın Sağlıklı Beslenme Kılavuzu 2. Tabağınızın dörtte birini tahıl grubuna ayır: Kullanılan tahıllar tam tahıl ve kahverengi pirinç olmalıdır. Aynı şekilde bunlardan yapılan mamul ürünlerde (pasta, kek, ekmek vb.) de tam buğday kullanılmaya dikkat edilmelidir. Rafine edilmiş ürünlerden kaçınılmalıdır. 3. Tabağının dörtte birine sağlıklı bir kaynaktan gelen protein koy: Protein kaynağı olarak; balık, tavuk, baklagiller veya sert kabuklu kuruyemişler seçilmelidir. Çünkü balıkta kalpsağlığına iyi gelen omega-3 yağ asitleri ve baklagillerde lif bulunmaktadır. Sağlıklı insanlar için günlük 1 yumurta tavsiye edilir, ancak şeker hastası olanlar haftada üç adet yumurta sarısı yiyebilir, beyazını hergün yemelerinde bir sakınca yoktur. Dana ve kuzu eti gibi kırmızı etleri sınırlandırılmalı vebunlardan elde edilen sucuk, salam, sosis gibi işlenmiş ürünlerden uzak durulmalıdır. Çünkü bu ürünleri uzun süre tüketen Sağlıklı Beslenme ve Kişilik Oluşumu Üzerindeki Etkileri / S. Yılmaz • 111 insanlarda zamanla kalp hastalıkları, tip 2 şeker hastalığı ve kolon kanseri gibi hastalıkların çıkma riski vardır. 4. Sağlıklı bitkisel yağlarıkullan: Yemek ve salatalarda cam şişelerde satılan zeytinyağı veya bitkisel kaynaklı; kanola, soya fasulyesi, mısır, ayçiçeği, fıstık ve diğer yağlar kullanılmalıdır. Tereyağı tüketimini sınırlandır, yarı hidrojenize edilmiş sağlıksız katı yağları kullanmaktan uzak dur. 5. Su, çay veya kahve iç: Bu beslenme programında yemekle birlikte bir bardak su veya bir bardak az şekerli çay veya kahve içilmeli. Süt ve süt ürünleri tüketimi günde 1-2 kere tüketimle sınırlandırılmalıdır. Çünkü bu ürünlerin çok miktarda alınması prostat ve yumurtalık kanseri riskini artırmaktadır. Meyve suları ve şeker içeren gazoz türü içecekler günlük küçük bir bardakla sınırlandırılmalı, çünkü bu içecekler içerisinde yüksek miktarda şeker bulundurur. Şekerli içeceklerden özellikle uzak durulmalı, çünkü bu içeceklerin uzun süre tüketilmesi Tip 2 şeker hastalığı ve kalp hastalıklarına neden olur. 6. Sürekli hareketli ol: Unutulmamalı ki, kilo kontrolü sağlama ve sağlıklı yaşama sırrının yarısı sürekli hareketli olmaktan, yarısı da sizin günlük kalori ihtiyacınızı karşılayacak kadar miktarda ve sağlıklı gıdaları tüketmekten geçer. Bu program için günlük önerilen besin miktarları kişinin yaşı, cinsiyeti ve fiziksel aktivite miktarına göre değişir. Yukarıda bahsedilen her bir besin grupları için ayrı ayrı hazırlanan tablolara bakarak günlük tüketilecek miktar kolaylıkla hesaplanabilir. 6. Türkiye’de Önerilen Bir Beslenme Programı Var mıdır? Türkiye’de beslenme tarzı, insanların ekonomik durumu, kültürel yapısı, bulundukları bölgenin coğrafi özellikleri ve beslenme alışkanlıkları gibi birçok farklı duruma göre değişir. Toplumun genelinde takip edilen bir beslenme programından ziyade, ekonomik durum ve geleneklerden kaynaklanan beslenme tarzı hâkimdir. Fakat son yıllarda ekonomik durumun iyileşmesi, toplum bilincinin artması sağlıklı beslemeye olan ilgiyi de artırmıştır. Bu yüzden sağlıklı beslenme konusu son yılların en popüler konularından birisi haline gelmiştir. 112 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi Türkiye’de gerek görsel medyada sunulan ve gerekse yazılı olarak hazırlanmış çok çeşitli beslenme programları mevcuttur. Bunlar içerisinde sıkça önerilen programlardan birisi de “Sağlıklı Beslenme Piramidi”dir (Şekil 3). Aslında bu piramit ABD Harward Üniversitesi tarafından hazırlanmış bir program olup, geçmiş yıllarda ABD’de kullanılmıştır. Beslenme piramidinin başlıca önerileri; süt ürünlerinin günde 1-2 porsiyona indirilmesi, kırmızı et, patates, rafine hububat ürünlerinin çok kısıtlanması, doymuş katı yağların tamamen kaldırılması, rafine edilmemiş tahıl ürünleri ile meyve ve sebzelerin bol bol tüketilmesini önermektedir (Güzel ve Özpınar, 2006). Şekil 3. Sağlıklı Beslenme Piramidi Beslenme Piramidi 7 temel besin grubunu içermekte olup; en alta yer alan ve sıklıkla tüketilmesi gereken karbonhidratlı gıdalar olan tahıl ve ekmek grubu ile başlar ve en az tüketilmesi gereken yağlar ve tatlılar grubuna doğru uzanır. Bu piramit kullanılırken dikkat edilmesi gereken bazı hususlar vardır. Bunlar; 1. Yedikleriniz ve içtiklerinizde ne kadar kalori olduğunu hesaplayın, çünkü vücudunuza alının her fazladan kalorinin yağa dönüş- Sağlıklı Beslenme ve Kişilik Oluşumu Üzerindeki Etkileri / S. Yılmaz • 113 tüğünü unutmayın. Ayrıca düzenli egzersiz yaparak birçok hastalığın oluşmasını engelleyin. 2. Diyetinizden sağlıksız doymuş yağları çıkartın, onların yerine zeytinyağı; kanola, soya fasulyesi, mısır, ayçiçeği, fıstık yağı gibi bitkisel kaynaklı yağlar kullanın. Et, süt ve süt ürünlerinde bulunan katı yağlardan uzak durun. 3. Rafine edilmiş hububat ürünleri ve patates yerine, rafine edilmemiş tahıllarla yapılan gıdaları tüketin. İşelnmiş ürünlerde (pasta, kek, ekmek vb.) de tam buğday kullanmaya dikkat edin. Beyaz pirinç yerine kahverengi pirinç kullanın. Bulguru beslenme menünüze ekleyin. 4. Günde en az 4-5 porsiyon sebze meyve tüketin. Sabah kahvaltısına meyve ile başlayın. Farklı renk ve türde ve özellikle de koyu renkli olanları bol bol tüketin. 5. Proteinleri farklı kaynaklardan ve sağlıklı olanlarından tüketin. Tavuk, balık ve yumurtanın, kırmızı etten daha sağlıklı olduğunu unutmayın. Baklagiller, soya fasulyesi ve kabuklu kuruyemişlerde iyi bir protein kaynağıdır. 6. Her gün 1-2 porsiyon süt veya ürünlerini tüketmek vücuda yeterli miktarda kalsiyum sağlayacağından birçok kemik hastalığı probleminin önlenmesini sağlar. Baklagiller, tahıl ürünleri ve yapraklı sebzeler de iyi birer kalsiyum kaynağıdır. 7. Eğer alkol kullanıyorsanız, alkol kullanımı sınırlandırın, mümkünse terk edin. Çünkü alkolün birçok insan için zararlı olduğu, aşırısının ise herkese zarar verdiğini aklınızdan çıkarmayın. Bu program için günlük önerilen besin miktarları kişinin yaşı, cinsiyeti ve fiziksel aktivite miktarına göre değişir. 7. Beslenirken Nelere Dikkat Edilmelidir? Sağlıklı beslenme için aşağıda belirtilen hususlara dikkat edilmesi önerilmektedir; Batı tarzı sağlıklı beslenmede günlük “3 ana, 3 ara öğün” çeşitlilik, denge ve ölçü tavsiye edilmektedir. İnsanların günlük enerji ihtiyacı; kişinin vücut yapısı (kilosu, boyu), yaşı (bebek, çocuk, ergen, yaşlı) çalışma şartları (masa başı, beden 114 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi işçisi, ağır beden işçisi), cinsiyeti (erkek, kadın) ve iklime (soğuk, sıcak, normal) göre değişir. Bir gr yağ: 9 kalori, 1gr protein veya karbonhidrat: 4 kalori üretir. Günlük olarak; Masa başı çalışanlar: 1500-1800 kalori Beden işçileri : 1800-2500 kalori Ağır beden işçileri 2500-4000 kalori tüketebilir Planlı bir menüde; Haftada 2 kez balık, Haftada 2 kez tavuk, Haftada 1-2 kez kırmızı et, Haftada 2-3 kez kuru baklagiller, Haftada 2-3 kez yumurta, Her gün tahıl grubu, Her gün 2-4 kez meyve, Her gün 2-3 kez sebze, Her gün süt veya yoğurt tüketilebilir. Örnek teşkil etmesi bakımından ana öğünlerde aşağıdaki menüler kullanılabilir. Kahvaltı; Uzun süren açlık sonrası; güne iyi bir başlangıç yapmak, zinde olmak, gece boyu düşen kan şekerinin dengelenmesi ve ilk öğün olması nedeniyle günün en önemli öğünüdür. 1 bardak süt/ meyve suyu/bitki çayı (bunlardan biri) 1-2 kibrit kutusu peynir/1 yumurta /30 gr et / 5-6 adet zeytin / 1 kase mercimek çorbası/1-2 dilim üzerine tereyağı sürülmüş ekmek / 2-3 adet ceviz (bunlardan 2-3’ü) 1-2 dilim ekmek/ 1-2 dilim börek (bunlardan biri) 1 kâse sebze Öğle yemeği;Enerji yoğunluklutemel besinlerin alındığı gün ortası öğündür. 1 kase çorba (mercimek, yayla, tarhana vb.) Sağlıklı Beslenme ve Kişilik Oluşumu Üzerindeki Etkileri / S. Yılmaz • 115 60-90 gr haşlanmış veya ızgara et( kırmızı, tavuk, balık)/ 1 kap kuru fasulye/nohut/mercimek/etli dolmalar, etli sebze yemekleri, Menemen…(bunlardan biri) 1-2 kase sebze 1-2 dilim ekmek/ 1 kase pirinç/bulgur pilavı / makarna/1 parça tatlı (bunlardan biri) Akşam yemeği; En hafif yemeklerin alınması gereken bir öğün olmasına rağmen, maalesefkalorisi en yoğunve ağır yemeklerin tüketildiği bir öğündür. Hafif kahvaltı türü bir öğün veya 1 kâse çorba (mercimek, yayla, tarhana vb.) 1-2 kâse sebze 1-2 dilim ekmek/ 1 kâse pirinç/bulgur pilavı / makarna (bunlardan biri) Ara öğünler; Ana öğünlerin arasında uzun süre olduğundan açlık hissedilir. Böyle durumda çok yemek yenilir. Bunun için ana öğünlerden yaklaşık 2-2,5 saat sonra ara öğünler eklenmelidir. Ara öğün yenmezse kişilerin daha fazla abur cubur besinler tükettiği bilinmektedir. Ara öğünlerde; Meyve[1 adet portakal/elma/muz/şeftali, 2-3 adet erik, 4-5 adet çilek, 10-12 adet kiraz, orta boy 1 dilim karpuz/kavun… (bunlardan biri)] veya 1 kase yoğurt veya çok az miktarda kuruyemiş tüketilebilir. Sindirim sisteminin düzenli çalışması için mümkünse her gün lifli gıdalar (kepekli ekmek, meyveler, sebzeler, baklagiller…) tüketilmelidir. Su, asla ihmal edilmemelidir ve günde ez 1.5-2.5 litre tüketilmelidir. Su, yemeklerden hemen önce ve sonra içilmemelidir. En uygun zaman yemekten yarım saat önce veya 2-2.5 saat sonrasıdır. Yemek arasında az miktarda su (1 bardak) en az 3 yudumda içilebilir. 116 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi Yemek yerken acele edilmemeli, yemekler mutlaka çok iyi çiğnendikten (en az 15-20 defa, zor parçalanan besinler 40-50 defa) sonra yutulmalıdır. Aynı grup yemekler (et, tavuk, balık vb.) karışık yenmemeli, aynı zamanda birbiriyle uyumlu besinler aynı öğünde tüketilmelidir. Kendi mizacımıza uygun olmayan ve zararı olan yemekleri yememeliyiz. Acıkmadan yemek yememeliyiz. Pişmiş yiyecekleri azaltıp, çiğ ya da az pişmiş olanları artırmalıyız. Günde 5 gr dan fazla tuz tüketmemeliyiz. Günlük 19 gr tuz tüketiyoruz 8. Kur’an-ı Kerim’de Adı Geçen Haram ve Helal Besinler Bir şeyin önemi, onun üzerinde ne kadar fazla durulduğuna ve ondan ne kadar fazla bahsedildiğine bakılarak idrak edilebilir. Eğer Allah-ı Teâlâ Kitabında bir şeyden bahsediyor ve onu Kitabında açıkça zikrediyorsa, söz konusu şey çok önemlidir, üzerinde derinlemesine inceleme ve araştırmalar yapılması gerekir. Yüce Rabbimiz Kitabında; dünya ve ahiret hayatı, gayb âlemi ile ilgili binlerce konudan bahsetmekte ve çok önemli olan konuları ve kuralları Kitabında zikrederek onların önemine işaret buyurmaktadır. Kitabımız Kur’an-ı Kerim’in farklı sure ve ayetlerinde de Allah-ı Teâlâ’nın bize bahşettiği nimetlerden bahsedilerek, bazı haram ve helal kılınan besinler zikredilmekte ve bunlar hakkında düşünülmesi gerektiği bildirilmektedir. 8.1. Kur’an-ı Kerim’de Haram Kılınan Besinler Kur’an-ı Kerim’deismi geçen, pis ve haram olarak bildirilen besinler; leş, kan, domuz eti ve üzerine Allah adı anılmadan kesilen hayvan etidir. Bu durum Bakara Suresi’nin 173’cü ayetinde şöyle ifade edilmektedir: “Allah, size ancak leş, kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı. Ama kim mecbur olur da, istismar etmeksizin ve zaruret ölçüsünü aşmaksızın yemek zorunda kalırsa, ona günah yoktur. Şüphesiz, Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” Yine Rabbimiz Maide Suresi’nin 3’cü ayetinde aynı konu ile ilgili şöyle buyurmaktadır. “Ölmüş hayvan, kan, domuz eti, Allah’tan baş- Sağlıklı Beslenme ve Kişilik Oluşumu Üzerindeki Etkileri / S. Yılmaz • 117 kası adına boğazlanan, (henüz canı çıkmamış iken) kestikleriniz hariç; boğulmuş, darbe sonucu ölmüş, yüksekten düşerek ölmüş, boynuzlanarak ölmüş ve yırtıcı hayvan tarafından parçalanmış hayvanlar ile dikili taşlar üzerinde boğazlanan hayvanlar, bir de fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı. İşte bütün bunlar fısk (Allah’a itaatten kopmak)tır. Bugün kafirler dininizden (onu yok etmekten) ümitlerini kestiler. Artık onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim. Kim şiddetli açlık durumunda zorda kalır, günaha meyletmeksizin (haram etlerden) yerse şüphesiz ki Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. Kitabımız Kur’an-ı Kerim’de aklı örten (uyuşturan) her türlü içki ve içki benzeri şeyler de yasaklanmıştır. “Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: Onlarda hem büyük günah, hem de insanlar için (bazı zahiri) yararlar vardır. Ama günahları yararlarından büyüktür.” ﴾Bakara,219﴿. Yine Maide Suresi’nin 90-91’ci ayetlerinde: “Ey iman edenler! (Aklı örten) içki (ve benzeri şeyler), kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak, şeytan işi birer pisliktir. Onlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.Şeytan, içki ve kumarla, ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçiyor musunuz?” 8.2. Kur’an-ı Kerim’de Helâl Kılınan Besinler Allah-ı Teâlâ Kitabında bize verilen besinlerin temiz ve helal olanlarını yememizi emretmektedir. “Allah’ın size verdiği temiz, helâl rızıklardan yiyin” (Maide, 88). Kur’an-ı Kerim’in muhtelif sure ve ayetlerinde ismi geçen, bize temiz ve helâl olarak bildirilen besinler; su, süt, bal, et, balık, tahıl, mercimek, bakla, hurma, incir, kiraz, muz, nar, üzüm, zeytin, meyve, sarımsak, soğan, bostan, kudret helvası, şirke ve şıradır. Kur’an-ı Kerim’de ismi geçen besinler incelendiğinde, hakikaten insan beslenmesi ve sağlığı açısından son derece gerekli ve besin değerleri çok yüksek şifalı gıdalardır. Bu yüzden bahse konu gıdaların beslenme menülerimizde yer alması bizim için çok önemlidir. Allah-ı Teâlâ Kur’an-ı Kerim’in En’âm ve Kâf Sûrelerinde gökten bereketli bir su indirip ölü beldelere hayat verdiğini, suyla her türlü bitkiyi çıkartıp onlardan yeşillikler meydana getirdiğini, birbirine 118 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi benzer veya birbirinden farklı üzüm bahçeleri, hurma, zeytin ve nar gibi meyveler ile taneler (tahıllar, baklagiller) yarattığını ve bullarda Allah’ın varlığını gösteren ibretler olduğunu bize bildirmektedir. “O gökten su indirendir. İşte biz onunla her türlü bitkiyi çıkarıp onlardan yeşillik meydana getirir ve o yeşil bitkilerden, üst üste binmiş taneler, -hurma ağacının tomurcuğunda da aşağıya sarkmış salkımlar- üzüm bahçeleri, zeytin ve nar çıkarırız: (Herbiri) birbirine benzer ve (her biri) birbirinden farklı. Bunların meyvesine, bir meyve verdiği zaman, bir de olgunlaştığı zaman bakın. Şüphesiz bunda inanan bir topluluk için (Allah’ın varlığını gösteren) ibretler vardır”(En’ âm, 99﴿. “Gökten de bereketli bir su indirip onunla kullar için rızık olarak bahçeler ve biçilecek taneler (ekinler), birbirine girmiş kat kat tomurcukları olan yüksek hurma ağaçları bitirdik ve böylece onunla ölü bir beldeye hayat verdik. İşte (dirilip kabirlerden) çıkış da böyledir ﴾Kâf, 9-11﴿. Su, bal, süt ve içildiğinde sarhoşluk vermeyen bir şarabın takva sahiplerine vaat edilen cennet taamları olduğu ve özellikle balın bir şifa kaynağı olduğu bildirilmektedir. “Allah’a karşı gelmekten sakınanlara söz verilen cennetin durumu şöyledir: Orada bozulmayan su ırmakları, tadı değişmeyen süt ırmakları, içenlere zevk veren şarap ırmakları ve süzme bal ırmakları vardır. Orada onlar için meyvelerin her çeşidi vardır. Rablerinden de bağışlama vardır. Bu cennetliklerin durumu, ateşte temelli kalacak olan ve bağırsaklarını parça parça edecek kaynar su içirilen kimselerin durumu gibi olur mu?” ﴾Muhammed, 15﴿. “Rabbin bal arısına şöyle ilham etti: Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan (kovanlardan) kendine evler edin. Sonra meyvelerin hepsinden ye de Rabbinin sana kolaylaştırdığı (yaylım) yollarına gir. Onların karınlarından çeşitli renklerde bal çıkar. Onda insanlar için şifa vardır. Şüphesiz bunda düşünen bir (toplum) için bir ibret vardır.” (Nahl, 68-69). Kur’an-ı Kerim’de, protein kaynağı et ve balığın insanlara bol bol ihsan edildiği ve yenmelerinin gerektiği bildirilmektedir. “Onlara canlarının istediği meyve ve etten bol bol verdik” (Tur, 22). “İki deniz aynı olmaz. Şu tatlıdır, susuzluğu giderir; içimi kolaydır. Şu ise tuzludur, acıdır. Bununla beraber her birinden taze et (balık) yersiniz ve takınacağınız süs eşyası çıkarırsınız. Allah’ın lütfundan istemeniz ve Sağlıklı Beslenme ve Kişilik Oluşumu Üzerindeki Etkileri / S. Yılmaz • 119 şükretmeniz için gemilerin orada suyu yara yara gittiğini görürsün” (Fatır, 12). Kur’an-ı Kerim’de, karbonhidrat, mineral ve vitamin kaynağı soğan, sarımsak, bakla, mercimek (baklagiller) ve bostan (bostangiller) gibi sebzelerden de bahsedilmesi, bize bu besinlerin önemini göstermektedir. “Hani, ‘Ey Mûsâ! Biz bir çeşit yemeğe asla katlanamayız. O halde, bizim için Rabbine yalvar da, o bize yerden biten sebze, bostan, sarımsak, mercimek, soğan versin’ demiştiniz…” (Bakara, 61) 9. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) Tavsiye Ettiği Besinler ve Beslenme Adabı Nasıldır? 9.1. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Tavsiye Ettiği Besinler Peygamber Efendimiz (sav) bize tavsiye ettiği besinlerden, Kur’an-ı Kerim’de sık sık bahsedilmesi, o besinlerin insan hayatının devamı için gerçekten çok gerekli olduğunu ve insanlar tarafından tüketilmesi durumunda da birçok hastalığa şifa olabileceğini günümüzde yapılan araştırmalar da göstermektedir. Bu bölümde Efendimizin, tavsiye ettiği tüm besinleri ve beslenme tarzını tüm yönleriyle ele alma imkânımız olmadığından sadece birkaç temel konu üzerinde duracağız. Peygamber Efendimiz (sav) balın bir şifa kaynağı olduğunu bildirmekte ve hasta kimselere bal yedirilmesini şu Hadis- Şerif’lerinde tavsiye etmektedir. “Şifa iki şeydedir: Birisi Kur’an okumakta, diğeri bal şerbeti içmektedir” (İbn-i Mâce, 3457). “Doğum yapan kadınlar için yaş hurma, hasta kimseler içinse bal gibi bir şifa yoktur” (K. Ummal, 10/28297). Zeytin ve çörek otunun besin ve şifa kaynağı olarak kullanılmasını tavsiye etmekte, hatta çörek otunun ölümden başka birçok hastalığa şifa kaynağı olacağını bildirmektedir .” Sizlere zeytinyağı tavsiye ederim. Hem yiyiniz hem de onunla yağlanınız. Zira zeytinyağı basur hastalığı için şifadır” (C. Sağır, 2/54). “Sizlere şu çörek otunu tavsiye ederim. Zira bunda ölümden başka birçok hastalık için şifa vardır” (Buhari, 7/14). Yiyecekler içerisinde sütün ayrı bir yeri olduğunu şu Hadis- Şerif’lerinde bildirmektedir. “Allah bir kimseye süt ikram ederse o kimse ‘Allah’ım, bize bu sütü bereketli kıl, bize daha çok süt ver’ diye 120 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi dua etsin. Çünkü yiyecek ve içeceklerin yerini tutan, açlığı ve susuzluğu gideren sütten başka bir gıda bilmiyorum” (İbn-i Mâce, 3322). Peygamberimizin (sav) üzüm ve kapuzu çok sevdiği, incir ve ayva gibi meyvelerin de kalbi rahatlattığı ve göğüsteki sıkıntıları giderdiği belirtilmektedir. “Her kim kalbinin rahat çalışmasını isterse, incir yemeye devam etsin” (C. Sağır,2/80). “Ayva göğüsteki sıkıntıyı, ağırlığı giderir; gönlü (kalbi) ferahlatıp kuvvetlendirir” (M. Zevaid, 5/45). 9.2. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Beslenme Âdâbı Allah-ı Teâlâ, yeryüzünde binlerce ayrı türde, ayrı tatta, ayrı renk ve kokuda yarattığı besinlerin tüketilmesinde de, bazı İlahi emirlerin olduğunu bize Yüce Peygamberi vasıtasıyla hatırlatmaktadır. Rabbimiz, Peygamber Efendimizin (sav) ahlâkının Kur’an ahlâkı olduğunu ve bizim için her konuda olduğu gibi beslenme konusunda daüsveihasene (en güzel örnek) olacağını ifade buyurmaktadır. “Andolsun ki, Allah’ın Resulü’nde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır” (Ahzap, 21). Peygamber Efendimiz (sav) hayatını hep Kur’an çizgisinde yaşayarak geçirmiş ve Rabbimizin beslenme konusundaki şu İlahi emrini kendisine düsturedinmiştir. “Yiyiniz, içiniz fakat israf etmeyiniz. Allah israf edenleri sevmez” (Araf, 31). Hayatının her noktasında israftan kaçınan Efendimiz, yeme içme konusunda da son derece iktisatlı davranmış ve bize bu konuda şu tavsiyelerde bulunmuştur. “Ademoğlunun doldurduğu en zararlı kap karnıdır. Ademoğluna belini doğrultacak kadar lokma kifayet eder. Eğer Ademoğluna nefsi galebe çalar da fazla yeme zorunda kalırsa, bu durumda karnını üçe ayırsın; biri yemek, biri su, biri de rahat nefes için olsun” (Tirmizi, 2486; İbn-i Mace, 3349; Ahmed, 4/121; Tabarani Mucemu’l-Kebir, 20/644; Hakim, 4/121). Ayrıca bir başka Hadis-i Şerifte “Gündüz beyazlığı ile gece karanlığında ikişer kere yemek ve içmek israftır” ifadesiyle, günde 3 veya daha fazla öğün yemenin israf olacağını bildirmiştir. Hayatü’s-Sahâbe’de geçen bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz, hicretin altıncı yılında, Mekkeli müşriklerle bir sulh antlaşması yaptıktan sonra, Medine civarında bulunan altı hükümdara mektup Sağlıklı Beslenme ve Kişilik Oluşumu Üzerindeki Etkileri / S. Yılmaz • 121 göndererek, onları İslâm dinine davet etmişti. Bunlardan biride Mısır Melik’i Mukavkis’ti. Peygamber Efendimiz (sav) islamı tebliğ etmek için yazdığı mektubu götürmek üzere Hz. Hâtib’i görevlendirdi. Hz. Hâtib götürdüğü mektubu, Mukavkis’e ulaştırdıktan sonra, beraberinde verilen hediyelerle Mekke’ye geri döndü. Mukavkis’in gönderdiği hediyelerden biri de, bir doktor idi. Doktor gelince dedi ki: “Efendim! Mukavkis, beni, size hizmet için gönderdi. Hastalarınıza bedava bakacağım!” Rasûlullah Efendimiz kabul buyurdu. Doktora, bir ev verdiler. Her gün nefis yiyecek, içecek götürdüler. Günler, aylar geçti. Bir Müslüman, doktora gelmedi. Doktor, utanıp gelerek dedi ki: Efendim! Buraya, size hizmet etmeye geldim. Bugüne kadar, bir hasta gelmedi. Boş oturdum, yiyip içip, rahat ettim. Müsaade ederseniz, artık gideyim. Rasûlüllah Efendimiz tebessüm ederek buyurdu ki: “Sen bilirsin! Eğer daha kalırsan, misafire hizmet etmek, ona ikramda bulunmak, Müslümanların başta gelen vazifesidir. Gidersen de uğurlar olsun! Yalnız şunu bil ki, burada senelerce kalsan, sana kimse gelmez. Çünkü Ashabım hasta olmaz! İslâm dini, hasta olmamak yolunu göstermiştir. Ashabım temizliğe çok dikkat eder. Acıkmadıkça bir şey yemez ve sofradan da, doymadan kalkar!” buyurmuştur. Peygamber Efendimizin Ashabı ve bazı İslam âlimleri de aynen Onun yolunu takip ederek, çok yemeyi israf saymışlardır. Hz. Aişe annemiz “Rasûllülah’ın vefatından sonra ümmette zuhur eden ilk bela tokluktur” buyurarak çok yemenin Müslüman ümmetine yakışmayan bir davranış olduğunu vurgulamıştır. Yine Hazret-i Ömer Efendimizin şu sözü de yemeyi ölçülü yemeye bir teşviktir.: “Nefsin istediği her şeyi yemek, ihtiyaçtan değil, bazen israftan sayılır. Allah ise müsrifleri sevmez!”. Büyük tıp âlimi İbn-i Sina da: “Bütün hastalıklar yenilen ve içilen şeylerden ileri gelir” diyerek, yeme içmenin hastalıklarla doğrudan ilişkili olduğunu bildirmiştir.İmam Gazali Hazretleride”İnsanoğlunu felakete atan şeylerin en büyüğü karın şehvetidir. Hz. Adem (as) ve Havva da bu sebeple cennetten çıktı... Karın, dertlerin ve afetlerin neşvü nema bulduğu (bitip büyüdüğü) yerdir” diyerek, karın şehvetinden kaçınılması gerektiğini belirtmiştir. 122 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi 10. Beslenmenin Zihinsel ve Kişilik Gelişimi Üzerine Etkisi Var mıdır? İnsanları bir birinden ayıran ve farklılaştıran; davranışları, duyguları ve düşünceleri vardır. Pekâlâ, bu farklılıklar nasıl ortaya çıkar? Bu farklılıkların ortaya çıkmasında genetik yapımı (kalıtım, iç salgılar, zekâ, güdüler, fiziksel yapı vb.) yoksa çevremi (aile, beslenme, din, eğitim, gelenek, töre, sosyal çevre, arkadaş grubu vb.) daha etkilidir? Bu tartışmalar, tarih boyunca bilim adamları tarafından hep yapılmış ve birçok konu derinlemesine araştırılmıştır. Ancak yapılan araştırmalar, belirli kişilik özelliklerinin kısmen genetik yapıdan, kısmen de çevresel faktörlerden etkilendiğini göstermektedir. Bununla birlikte; yapılan çalışmalar, genetik ve çevresel faktörleri, birbirinden tamamen ayırmanın da mümkün olmadığını ortaya koymuştur (Demiröz, 2010; Köksal, 2008). Kişiliği, çok basit olarak; “bireyin gösterdiği davranış özelikleri” şeklinde tanımlayabiliriz. Bu davranış özelliklerine etki eden en önemli organımız da beynimizdir. İnsanların hayat boyu bedensel, ruhsal ve sosyal sağlığı, beyninin gelişimiyle çok yakından ilişkilidir. Beyin gelişimi,anne karnında başlayıp ve doğumdan sonraki ilk beş yılda hızlı devam etmekte ve geç ergenlik dönemi sonuna değin sürmektedir. Aslında beyin gelişiminin hızla yaşandığı bu gelişme dönemi, insanların bilinç, konuşma, sevinç, üzüntü gibi kişilik özelliklerinin de hızla geliştiği bir dönemdir (Anonim, 2013a-b; Cole, 2001). Kişilik gelişimini doğrudan etkileyen beyin gelişimi, genetik faktörler yanında, beslenme ile doğrudan veya dolaylı şekilde ilişkilidir. Yediğimiz içtiğimiz besinler, vücut gelişimi yanında, beyin gelişimimize ve dolaylı olarak da kişilik gelişimimize etki etmektedir. Vücudumuzdakikimyasal mesajları taşıyan nörotransmiterlerin üretiminde veya serbest bırakılmasında yediğimiz besinlerin büyük etkisi vardır. Besinlerle aldığımız proteinler, sindirim sırasında aminoasitlere parçalanır ve bu aminoasitlerden oluşan nörotransmiterler bizim uyanık kalmamıza ve enerjimizi artırıp tamamen kullanmamıza sebep olurlar. Karbonhidratlar ise vücudumuza enerji sağlar ve kan akışını hızlandırarak, bizim sakin kalmamıza yardımcı olur. Yapılan araştırmalar uzun sure karbonhidratlar yönünden yetersiz bes- Sağlıklı Beslenme ve Kişilik Oluşumu Üzerindeki Etkileri / S. Yılmaz • 123 lenen kişilerde depresyona girme riskinin arttığını ortaya koymuştur. Vücuda mutlaka dışarından alınması gereken çoklu doymamış yağ asitleri; hücre yapısı, beyin dokusu ve sinir siteminin oluşması ile hormonların yapısında rol aldıklarından, eksikliklerinde insanların ruhsal ve sinirsel yapısını etkilemektedir (Anonim, 2013a-b; Köksal, 2008). Besinler yoluyla aldığımız minerallerin eksikliği veya fazlalığı da vücut ve zihinsel gelişimimizi etkileyerek, ruhsal yapımızda da bazı değişikliklere neden olduğu belirtilmektedir. Bünyesinde selenyum eksikliği olan insanların, diğerlerine oranla daha çok kaygılı, endişeli ve alıngan oldukları bilinmektedir. Demir eksikliği olan 2 yaşından küçük çocuklarda uyum ve denge sorunları görülmekte bu çocuklar daha içe kapanık ve çekingen davranmaktadırlar. Ayrıca demir anemisinde uyuşukluk, alınganlık, sinirlilik, duyarsızlık, kayıtsızlık, yorgunluk, odaklanamama, dikkatsizlik ve IQ puanında azalması gözlenmektedir. Vücudumuz için çok önemli bir mineral olan iyot, tiroid hormonları; triiyodotironin (T3) ve tiroksin (T4) yapımında kullanılmaktadır. İyot yetersizliği, gebe kadınlarda düşüklere, ölü doğumlara, doğum ve doğum öncesi anomalilere, guatıra; bebek ve çocuklarda büyüme geriliği, zekâ geriliği, sağırlık, cücelik, motor fonksiyon bozukluğu, bunama, depresyon, dikkat eksikliği, görsel-motor planlama ve soyut düşünme bozukluklarına neden olmaktadır. Çinko eksikliğinde, sinir sistemi gelişimi ve fonksiyonlarının yerine getirilmesinde bazı aksaklıklara ortaya çıkmaktadır (Anonim, 2007b; Anonim, 2013a; Güzel ve Özpınar, 2006). Beslenme programlarımızda mutlak yer alması gereken vitaminlerin eksikliklerinde de vücudumuzda fiziksel veya ruhsal bazı problemler ortaya çıkar. Örneğin turunçgiller, baklagiller, kuruyemişler, avokado, brokoli veyeşil yapraklı sebzelerde bol miktarda bulunan folik asit (B9 vitamini) eksikliğinde; yorgunluk, güçsüzlük, konsantrasyon yeteneğinde azalma, huzursuzluk, baş ağrısı, depresyonve kansızlık (anemi) ortaya çıkar. B grubu vitaminlerdenolan piridoksin (B 6)eksikliğinin; aşırı stres, depresyon, ruhsal dengesizlik ve bozukluklara neden olduğu klinik araştırmalar sonucunda ortaya konulmuştur. Aynı gruptan B12 vitamini eksikliğinde güçsüzlük, halisünasyon görme ve depresyon gözlenmektedir. Kolin B vitamini 124 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi kompleksi bir vitamin olup, eksikliğinde hafıza zayıflığı ve konsantrasyon eksikliği meydana gelmektedir (Anonim, 2007b; Anonim, 2013a; Güzel ve Özpınar, 2006). Yeterli süre ve miktarda anne sütü ile beslenen çocukların zekâlarının ve öğrenme güçlerinin daha fazla geliştiği, daha aktif ve IQ’lerinin daha yüksekolduğu yapılan araştırmalar sonunda tespit edilmiştir. Günlük olarak sıkça tükettiğimiz çay veya kahve ile alınan ölçülü bir miktar kafeinin, yetişkin bir bireyi sakinleştirdiği herkes tarafından bilinen bir gerçektir. İhtiyaçtan fazla et yemenin içsalgı bezlerini etkileyerek bazı hastalıklara yol açtığı belirtilmektedir. Fazla kırmızı et tüketiminin; mide, göğüs ve kolon kanseri gelişimini teşvik ettiği, kanı asitlendirdiği, ayrıca vücuttan hızlı kalsiyum atılması sonucu osteoporoza neden olduğu, kilo alma ve karaciğerde yağlanmaya sebep olduğu belirtilmektedir (Bulut, 2011). Bunlara ek olarak etin insanların ruh halini etkilediği ve fazla et yiyen insanların daha saldırgan, duygusal olarak duyarsız ve kaba oldukları belirtilmektedir. Hz. Ali Efendimiz “Kırk gün et yemeyenin ahlâkı ve çehresi kötüleşir (bozulur); kırk gün üst üste et yemeye devam edenin de kalbi katılaşır!” Aşırı beslenme ve fazla kilo alma insanları hantallaşmaya ve vurdumduymazlığa teşvik ettiği belirtilmektedir Sonuç Beslenmenin azı da çoğu da insan vücuduna ve ruh yapısına etki ederek, zaman içerisinde ciddi bedensel ve ruhsal hastalıkların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bu yüzden beslenmede ölçülü davranmak insanoğlunun en önemli düsturlarından biri olmalıdır. Eğer insanlar Peygamber Efendimiz (sav) buyurduğu üzere; “sofraya acıkmadan oturmaz, yemeğe zikirle (bismillah) başlar, fikirle (nimeti vereni düşünerek) devam eder, sofradan doymadan kalkar ve Allah’a şükrederse (elhamdülillah) yedikleri kalbine nur, bedenine de sıhhat ve afiyet olur İnşa-Allah. Sağlıklı Beslenme ve Kişilik Oluşumu Üzerindeki Etkileri / S. Yılmaz • 125 Teşekkür Bu yayını dikkatli bir şekilde okuyup, faydalı tavsiyelerde bulanan ve metin üzerinde bazı düzeltmeler yapan Gıda Mühendisi Sayın Dr. Eda Çalıkoğlu’na teşekkür etmeyi bir borç bilirim. Kaynaklar Anonim, 2007a. MEGEP (Meslekî Eğitim ve Öğretim Sisteminin Güçlendirilmesi Projesi). Yiyecek İçecek Hizmetleri Besin Öğeleri–1. T.C. Millî Eğitim Bakanlığı, Ankara. Anonim, 2007b. MEGEP (Meslekî Eğitim ve Öğretim Sisteminin Güçlendirilmesi Projesi). Yiyecek İçecek Hizmetleri Besin Öğeleri–2. T.C. Millî Eğitim Bakanlığı, Ankara. Anonim, 2013a.Yediklerimiz ve Beynimiz. http://www.guncelforum.net/kisisel-gelisim/100984yediklerimiz-ve-beynimiz.html Anonim, 2013b. Beslenmenin Zihinsel Gelişime Etkileri Nelerdir? http://technomekani.blogcu.com/beslenmenin-zihinselgelisime-etkileri-nelerdir/12041890# Anonim, 2013c. Malnutrition. http://en.wikipedia.org/wiki/Malnutrition. Baysal, A. 1985. Beslenme. Hacettepe Üniversitesi Yayınları Bulut, M. A. 2011. Can Boğazdan Çıkar-Kan Gruplarına Göre Beslenme. Ayhan Matbaası, Bağcılar, İstanbul Akşit, A. 1991. Beslenmenin amacı, yeterli ve dengeli beslenme. Beslenmeye Giriş. T.C. Anadolu Üniversitesi Yayınları No: 491. Sayfa 8. Cole, Luella& Morgan, John J.B. 2001. Çocuk ve Gençlik Psikolojisi (Çev. Belkıs Halim Vassaf). İstanbul: M.E. B.Yayınları No: 3417 Demiröz,T. 2010. Kişilik Gelişimini Etkileyen Faktörler. http://notoku.com/kisilik-gelisimini-etkileyen-faktorler/ Güzel, R. ve Özpınar, A. 2006. Kur’an da Adı Geçen Besinler. Çelik Yayınevi, Cağaloğlu, İstanbul Harward, 2013. Harvard’s New Guide to Healthy Eating. 1350 Massachusetts Ave, Cambridge, MA 02138, ABD 126 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi Hayatü’s-Sahâbe /M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü’l-Evliya; El-İsabe Fi Temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü’l-Askalani; Suverun Min Hayatü’sSahâbe/Abdurrahman Refat el- Başa, Beyrut. Holden, K.R. 2008. Chapter 2 Malnutrition And Brain Development: a Review. In Neurologic Consequences Of Malnutrition, World Federation of Neurology Seminars in Clinical Neurology, World Federation of Neurology, Demos Medical Publishing, http://www.siecv.net/docs/neurological-consequencesmalnutrition.pdf#page=33 İbni Sina; El-Kanun Fi’t-Tıbb, çev. Esin Kahya, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, İstanbul 2009, I. Kitap, s. 115 Köksal, E. 2008. Beslenme ve Bilişsel Gelişim. Sağlık Bakanlığı Yayın No: 726. Klasmat Matbaacılık Ankara Kur’an-ı Kerim. Diyanet İşleri Başkanlığı Kur’an-ı Kerim Portalı http://kuran.diyanet.gov.tr/Kuran.aspx#5:90 Salih, A. 2013. Gerçek Tıp – Yitik Şifanın İzinde. http://www.helalhayat.com/download/Saglik_Bilgileri_A5.p df Wikipedia, 2013a. History of USDA nutrition guides. The Free Encyclopedia. http://en.wikipedia.org/wiki/History_of_USDA_nutrition_gu ides Wikipedia, 2013b. MyPlate.The Free Encyclopedia. http://en.wikipedia.org/wiki/MyPlate ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ELMALI ERENLERİNDE NEFSİN TERBİYESİ ve KİŞİLİK OLUŞUMU Tasavvufta Şahsiyet Eğitimi Prof. Dr. Şakir GÖZÜTOK Giriş Şahsiyet kavramı, batı dillerinde personality (kişilik) ve character (karakter) olarak karşılanmaktadır. Personality kelimesi, Latince “persona” kökünden geldiği bilinir. Bu da eski Yunan ve Roma tiyatrolarında yüze takılan maske anlamındadır. Bundan hareketle bazılarına göre şahsiyet, başkalarına gösterilen ya da gösterilmek istenilen yüzdür.1 Karakterin ise basit anlamı, “rölünü takip etmek”tir. Karakter; tutum, davranış, motivasyon ve yeteneğe öncülük eder. Karakter geniş anlamıyla, bir kişinin iyiliği ile birlikte diğer insanların da mutluluğuyla ilgilenmeyi dileyen bir tutumu, eleştirel düşünce ve moral değerlerden oluşan bir düşünce kapasitesini, dürüstlük ve sorumluluk taşıyan bir davranışı ifade eder. Adaletsizlik karşısında ahlaki değerleri ayakta tutmayı ve çeşitli durumlarda diğer insanlarla etkili bir şekilde karşılıklı iletişimde bulunabilme duygusal yeteneği ile insanlar arası ilişki ve topluma katkıda bulunmayı içerir. Kısaca karakter, bir kişiyi pozitif yönde zihni, sosyal, duygusal ve ahlaki yönden bir kişilik olarak geliştirmektir.2 Yüzüncü Yıl Üni. İlahiyat Fak. Din Eğitimi Anabilim Dalı, Van. 1 2 Neda Ermaner, “Şahsiyet Terbiyesinde Dini Kültürün Rolü”, A.Ü. İlahiyat Dergisi, c. 21, s. 143. Victor Battistich, Character Education, Prevention, and Positive Youth Development, http://www.character.org/wp-content/uploads/2011/12/White_Paper_ Battistich.pdf, p. 2. 130 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi Karakter, bir şahsın kötü alışkanlıkları veya erdemleri ile birlikte kişiyi diğer insanlardan ayrı kılan mizaç demektir. İyi karakter, ahlaki değerlerin ilgi merkezini oluşturur. Günümüzde eğitim ile ilgili tartışmalardan biri de, karakter yapısını geliştirme ve oluşturmanın ölçüsüyle ilgilidir. Karakter eğitimi denilince de eğitimin, öğrencinin karakterini geliştirmeye, moral akıl ve gelişimlerini desteklemesi kast edilmektedir.3 Aslında şahsiyet (kişilik), her insanın kendine özgü davranış eğilimlerinin dinamik bir bütünüdür.4 Bu davranışların büyük bir kısmı “iyi” veya “kötü” şeklindeki yargılarla değerlendirildiğine göre, biz bu türlü yargılara konu olan davranışlara ahlakî davranış adını vermekteyiz.5 O halde şahsiyet, doğrudan ahlaklı olmakla ilgilidir. O halde şahsiyeti, başkalarına gösterdiğimiz ahlakî davranışların bir bütünü olarak ifade edebiliriz. Tasavvufî eğitimde de genç ve yetişkin kimselere İslam dinin arzu ettiği ahlaklı bir kişilik kazandırılmak istenmesinden dolayı, bu eğitimi başlı başına şahsiyet eğitimi olarak ele almak yanlış olmasa gerektir. Zira İslam’ın nihai hedeflerinden birisi de, güzel ahlaka sahip insanlar yetiştirmektir.6 Tasavvuf eğitimi, İslam’ın arzuladığı en ideal şahsiyeti yetiştirmeyi hedeflemektedir. Bu yüzden tasavvuf eğitimini tamamlamış insanlara “insan-ı kâmil” denilmektedir. Tasavvufi eğitim, bu ideal şahsiyeti yetiştirmek için de pek çok esaslar ortaya koymaktadır. Bunlardan önemli gördüğümüz bir kaçını şöyle sıralamak mümkündür: 1. Yüksek Motivasyon (Tam Teslimiyet) Motivasyonu, bir amaca ulaşmak ya da bir varlığı, bir hazzı elde etmek için insanı harekete iten, yönlendiren ve hareketin devamını sağlayan “iç” durumlar şeklinde tarif etmek mümkündür.7 Her ne kadar motivasyonu iç durum veya iç uyarıcılar olarak ele almak 3 The Greenwood Dictionary of Education, Edited by John W. Collins III and Nancy Patricia O’Brien, Greenwood Press, USA, 2003, p. 51, 52. 4 Erol Güngör, Ahlak Piskolojisi ve Sosyal Ahlak, Ötüken Yay., İstanbul, 1995, s. 12. 5 Güngör, Ahlak Psikolojisi, s. 17. 6 ٍ“ وَاِﻧﱠﻚَ ﻟَﻌَﻠٰﻰ ﺧُﻠُﻖٍ ﻋَﻆ ﯾﻢMuhakkak sen yüce bir ahlak üzeresin.” Kalem, 68/4. 7 İbrahim Ethem Başaran, Eğitim Psikolojisi, 9.Bsk., Ankara, 1988, s. 30; Nurettin Fidan, Okulda Öğrenme ve Öğretme, Ankara, 1986, s. 124. Tasavvufta Şahsiyet Eğitimi / Ş. Gözütok • 131 mümkün ise de, dış uyarıcılar tarafından da organizmayı harekete geçirmek mümkündür. Böylece güdüler, sadece kişinin içinde değil, çevresindeki uyarıcılardan da doğabilmektedir.8 Tasavvufî eğitimdeki güdünün fonksiyonunu incelediğimizde, ilk olarak dinî iradenin bu aktiviteyi yerine getirdiğini görürüz. Çünkü dinî irade, dinî duygu ve düşüncelerin harekete dönüşmüş hâlidir. Bu yönüyle dinî irade, modern psikoloji açısından bir dinî motivasyon olarak ele alınır ve incelenir.9 Din eğitiminin bir öğesi olan tasavvufta, dinî irade çok önemli bir yer almaktadır. Zaten müridin kelime manasından bunu hemen fark etmek mümkündür. O halde tasavvufî eğitimde ilk motivasyonu, müridin eğitilmek irade ve isteği oluşturur. Tasavvufi eğitim, çoğu zaman kişiyi çocuk yaştan itibaren eğitme imkânını bulamamaktadır. Bu yüzden tasavvufi eğitim, genellikle dini mükellefiyete sahip ergen ve yetişkinleri hedef kitle olarak seçmektedir. Küçük yaşlardan itibaren bir çocuğu eğiterek yetiştirmenin kolaylığı ve neticede başarı oranının yüksek olacağı ortadadır. Oysa ergen ve yetişkinler için aynı şeyi söylemek pek kolay olmayacaktır. Zira belli bir yaşın üzerine çıkmış insanların, değişik şahsiyetler kazandığı, farklı eğitimlerden geçtiği, yerleşmiş tavır ve davranışlara sahip olduğu muhakkaktır. Eğer bu insanlar arzu edilen bir karaktere ve davranış kalıplarına ulaşmamışlarsa, bunları yeniden eğiterek istenilen “insan tipi”ne ulaştırmanın zorluğu bilinmektedir, işte tasavvufî eğitim bunu başarmaya hedeflemektedir. Ayrıca ergenlik ve yetişkinlik çağında olan kimseler, çeşitli maddi ve manevi sorumluluklar aldıklarından, değişik buhran ve sıkıntıları yaşamaları da ihtimal dâhilindedir. Ergen bir kimse, hem yaşının getirdiği psikolojik ve sosyal dengesizlikler ile dini bakımdan da yeni sorumlulukların getirdiği bazı yükümlülüklerle karşı karşıyadır. Keza yetişkin de bütün bunlara ailevî sorumlulukları da yüklenerek buhranını büsbütün ağırlaştırmış olabilir. Bütün bu zorluklar içerisinde, kişiyi mürid olarak kabul etmek ve yeni bir eğitimden geçir- 8 9 Clifford Morgan, Psikolojiye Giriş, Çev: Kurul, Ankara, 1984, s. 191. Neda Armaner, Din Psikolojisine Giriş, Ayyıldız Matbaası, Ankara, 1980, s. 120. 132 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi mek için dikkatini bazı hususlara teksif ettirmek pek kolay olmasa gerektir. Bu yüzden tasavvufî eğitimin, yüz yüze kaldığı zorluklar çoktur ve bu zorluğun bilincinde olarak çok güçlü metotlar kullanmak suretiyle bunu aşmayı çoğu kez başarabilmiştir. Bunun sırrı, tasavvufî eğitimin eğitmek istediği şahsın daha işin başında iken eğiticiye, yani mürşide tam teslimiyet ve bağlılığın ilk şart olarak ileri sürmesinde yatar. Bu sebeple mürit, şeyhine “gassalin elindeki ölü gibi” teslim olmak zorundadır.10 Bunun da yüksek derecede bir motivasyon ve ilgi duyma olduğundan şüphe yoktur. Bu teslimiyeti ve motivasyonu gösteren şahsı eğitmenin ise ayrı bir kolaylığı olduğu açık bir gerçektir. Bu motivasyona ulaşmamış kimseler tasavvufi eğitimde mürit olarak kabul edilmezler. Bu yüzden öncelikle müridin kendi otokritiğini yaparak, his, duygu ve tutum olarak kendisini bu eğitime hazır görmesi gerekir. Hatta mutasavvıflar, bu konumdaki bir kimseyi öğrenci saymadıklarından ondan “mürit” olarak söz etmezler. Bunlara tasavvufî eğitimde “talip” denir. Talip, kendi ruh dünyasını gözden geçirdikten sonra, nefsini bu işe hazır gören ve tarikat yolunu isteyen kimse demektir.11 Bu istek ciddi bir iradeyle ortaya konulduktan sonra ancak kişi o zaman “mürit” mertebesine çıkmış yani tasavvufi eğitimde öğrenci olarak kabul edilmiş olur. Bu anlayıştan hareketle kişinin eğiticiye, yani mürşide tam teslimiyetle bağlanması istenir. Bazıları buna, kişinin hürriyetini elinden alındığından dolayı karşı çıkabilirler. Tasavvufta müridin şeyhine şartsız teslimiyetini, insan hürriyetini engelleyici bir durum olarak değerlendirmemek lazımdır. Çünkü kişinin iradesiyle istediğini yapması, onun hürriyete sahip olduğunun işaretidir. Ferdin kendi iradesiyle her hangi bir ameli işlemesi ve bu ameli istediği kişi için yapması, onun iradesinin ve dolayısıyla hürriyetinin varlığına delâlet eder.12 10 11 12 Abdulkadir Geylanî, Kitabu’I-Ganiyye lî Talibi Tariki’l-Hakk, Mısır, 1322, c. 1, s. 163; Necmüddin Kübrâ, Tasavvufî Hayat, Terc.: Mustafa Kara, Dergâh Yay., İstanbul, 1980, s. 54; İmam Rabbanî, Mektubat, İstanbul, Ts., c. , 1, s. 73 (61. Mektup). Cavit Sunar, Tasavvuf Tarihi, A.Ü. İlahiyat Fak. Yay., Ankara, 1975, s. 166; Hasan Küçük, Tarikatler Tasavvuf ve Felsefe Münasebetleri, M.Ü. Yay., İstanbul, 1985, s. 40. Ebu Abdillah el-Haris Muhasibi, er-Riaye lî Hukukillah, Tahkik: Abdulkadir Ata, Daru’I-Kutubi’l-îlmiyye, 4. Tab, Beyrut Ts., s. 246. Tasavvufta Şahsiyet Eğitimi / Ş. Gözütok • 133 Kişi, tarikata girmeye kesinlikle zorlanamaz. Bu eğitimden geçmek isteyen kimse, kendi iradesiyle karar verir ve bir müddet mürşid tarafından müşahede altında tutulur, eğitime istidatlı görüldüğü takdirde tarikata dâhil edilir. Bu sebeple, müritliğe ilk adımı atanların “tâlip” olarak anılması ve hemen müritliğe alınmaması, kişinin hür oluşunun gerçek ifadesidir. Kaldı ki, mürit olduktan sonra da hürriyetini kaybetmiş değildir. Çünkü bundan sonra da yaptıkları, müridin kendi hür iradesinin eseridir. Zira mutasavvıflara göre hürriyet, “kulun, mahlûkatın boyunduruğundan kurtulması ve yaratıkların hâkimiyetine girmemesidir.”13 Bu tarif, çağdaş eğitimcilerin hürriyet anlayışına çok yakındır. Çünkü eğitimcilere göre hürriyet, ahlâkî karakter ve kişilik sahibi olmak isteyen şahsın, içindeki şeytanın dediklerine aldırış etmemesi, ruhunun kapılarını daima yüksek değerlere açık bulundurmasıdır. Yine onlara göre serbest ve hür insan, arzu ve heveslerinin esiri olmayan, onları istediği zaman yenebilen insandır. Fertlerin ruhi ahengi, ahlâk değerlerinin sevilmesi ve bunların alıştırmalarla ruhlarda yerleşmesiyle mümkündür.14 2. Kötü Alışkanlık ve Davranışları Yok Etmek Mutasavvıflar, ergen ve yetişkinlik dönemine gelen şahısların dinin arzu etmediği pek çok tutum, tavır ve davranışları kazanabileceğini göz önünde tutarak kişinin öncelikle müritliğe “tövbe” ile adım atmasını isterler.15 Hatta tövbenin tasavvufta bütün hal ve makamların temeli olduğu bile ifade edilmektedir.16 Çünkü tövbe, eskiden işlenmiş ve yapılmış olan her türlü tavır, tutum ve davranışlara asla bir daha dönmemek demektir. Zira Hz. Ömer (r.a.) da tövbeyi, 13 14 15 16 Ebu’l-Kasım Abdulkerim el-Kuşeyrî, er-Risâle, Tah: A. Mahmud ve Mahmud b. Şerif, Daru’l-Kutubi’l-Hadis, Mısır, 1966, c. 2, s. 460. H. Fikret Kanad, Kısaltılmış Pedagoji, M.E.B. Yay., 2.Bsk., İstanbul, 1977, s. 215. Kuşeyrî, Risale, c. 1, s. 253; Sülemî, Risaleler, Terc.: Süleyman Ateş, A.U. Basımevi, Ankara, 1981, s. 12. Muhammed Emin el-Kürdî el-Erdebilî (ö.1332/1914), Tenviru’l-Kulûb fî Muameleti’l-Allami’l-Guyûb, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, 1. Tab, Beyrut, 1995, s. 448. 134 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi günahı terk edip bir daha ona dönmemek olarak ifade etmiştir.17 Böylece mürit, dini istemediği hiçbir hareketi yapmama iradesini ortaya koymakla tasavvufa adım atmış olmaktadır. Mutasavvıfların uyguladıkları bu ilkeye, modern psikolojide “unutma” adı verilmektedir. Zira çeşitli sebeplerle ortaya konulamayan davranışlar, zamanla unutulmaktadır. Bilinçli bir şekilde ferdin çevresindeki kimselerce beğenilmeyen istek, duygu, düşünce ve davranışlarını unutmasına, psikolojide “unutma” veya “ket vurma” denir.18 Bu yüzden müridin asla eski kötü davranışlara geri dönmemesini talep etmek yani tövbeye davet etmek, bazı davranışların unutulmasını istemekle aynı anlama gelmektedir. Çünkü bütün bu alışkanlıklar, uzun süre kullanılmazsa bir dereceye kadar zayıflar, fakat pekiştirilmiş bir kaç tekrar onu genellikle bütün gücüyle geri getirebilmektedir.19 Mutasavvıflara göre, tövbenin üç şartı vardır: Birincisi, pişmanlık; ikincisi, içinde bulunduğu zaman zarfında aynı fiili bir daha işlememek; üçüncüsü ise, bir daha aynı fiile dönmemeye azmetmektir.20 Pişmanlık, yapılan işi bir daha hatırlamak bile istememektir. Bu yüzden bazı mutasavvıflar, tövbeyi “günahları unutmaktır” şeklinde tarif etmektedirler.21 Pekiştirilmeyen davranışların zamanla sönmeye yüz tuttuğunu yukarıda ifade ettik. Zira pekiştiricilerin tesiri ortadan kaldırıldığı zaman, pekiştirme olmayacak ve davranış zayıflamaya yüz tutacaktır. Tasavvufi eğitimde de uzlet ve halvetle, kişinin bütün pekiştiricilerle alakası kesilmek suretiyle davranışı zayıflatma yoluna gidilmektedir.22 17 18 19 20 21 22 Hafız Ebu Bekir Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakî (ö.458/1066), es-Sünenü’l-Kübrâ, Tah: Muhammed Abdulkadir Atâ, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, 3. Tab, Beyrut, 2003, c. 10, s. 260, (Kitabu’ş-Şehadât, 9). İ. Ethem Başaran, Eğitim Psikolojisi, 9. Bsk., Ankara, 1988, s. 209. Morgan, Psikolojiye Giriş, s. 95. Kuşeyrî, Risale, c. 1, s. 294; Ebu Hamid Muhammed b. Muhammed el-Gazalî, İhyau Ulumi’d-Din, Terc.: Ahmed Serdaroğlu, Bedir Yay., 3. Bsk., İstanbul, 1974, c. 4, s. 9. Kuşeyrî, Risale, c. 1, s. 259. Ebu Talib el-Mekki, Kûtul-Kulûb, Mısır, 1961, c. 1, s. 199; Sühreverdi, Şahabuddin, Avarifu’l-Mearif, Daru’l-Kutubi’l-Arabi, Beyrut, 1966, s. 213. Tasavvufta Şahsiyet Eğitimi / Ş. Gözütok • 135 Bir fiili bir daha işlememenin bir diğer yolu da arzu edilmeyen bazı istek, duygu, düşünce ve davranışlarını bilinçli olarak aklına getirmemektir. Psikolojide buna tutuklama denilmektedir. Zira tutuklamada kişi, olumsuz olan istek, duygu ve düşüncelerini unutmamıştır, bilmektedir, fakat bunları ortaya koymaktan şuurlu bir şekilde çekinmekte ve kaçınmaktadır.23 Bunun da tasavvufî eğitimde, tövbeyle birlikte zikir, halvet, tesbih ve “vukuf-ı kalbî” esnasında uygulandığını görmekteyiz. Vukufu kalbi, bilcümle duygu ve düşüncelerini bir araya toplayıp, kalbinde her türlü duygu ve düşünceden eser bırakmamaya ve kalbini tamamen Allahu Teâlâ’nın isim ve sıfatlarının feyzine amade kılmaya çalışmaktır. Mutasavvıflara göre ilk zamanlar bu hâl, on veya on beş dakika gibi kısa müddet zarfında devam edebilir. Ancak Allah’a yakınlık artıkça, vukufu kalbi’nin süresi de artmaktadır.24 Mutasavvıfların tövbeyi aynı zamanda bir daha aynı fiile dönmemeye azmetmek olarak tarif ettiklerini yukarıda ifade etmiştik. Mutasavvıflar, değil aynı fiile dönmeyi, hatırdan bile geçirmemeye çalışırlar. Böyle düşünceler hatıra geldiği zaman nefislerine çeşitli cezalar uygulayarak bu duyguları bastırma yolunu seçerler. Zaten modern psikoloji de bastırmayı, daha önce öğrenilmiş bir davranışın her yapılışında ceza uygulanmasına, diğer bir ifadeyle, olumsuz davranışın tekrarında ceza uygulanmak suretiyle, daha önce öğrenilen davranış bastırılmak olarak tarif etmektedir.25 Sûfîlerin pek çoğunun da, canları hurma, süt ve benzeri şeyleri istediği halde, nefislerini bazı davranışlarından vazgeçirmek için bilerek bu isteklerini yerine getirmedikleri ve bu yolla nefislerini cezalandırdıkları görülmektedir.26 Nitekim Ahnef b. Kays (ö. 72/691), daima gece vakti lambayı yanında bulundurur, aklına olumsuz bir düşünce geldiğinde elini lambaya yaklaştırır ve eli yanmaya başlayınca: “Ya, lambanın ateşinde dayamıyorsun, yarın cehennem ateşine 23 24 25 26 Başaran, Eğitim Psikolojisi, s. 209. Ahmed Ziyauddin Gümüşhanevî, Camiu’l-Usûl, (Veliler ve Tarikatlarda Usul), Terc.: Rahmi Serin, Pamuk Yay., İstanbul, 1987, s. 101. Morgan, Psikolojiye Giriş, s. 96. Gazalî, a.g.e., c. 3, s. 211-214. 136 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi nasıl dayanacaksın?” diyerek kendi nefsini cezalandırırdı.27 Yine Vüheyb b. Verd (ö. 153/770) de, nefsinin bir hareketini beğenmediği zaman, göğsündeki kıllardan bir avuç çekip koparır ve canı acıyınca da: “Acınıyor musun? Ben senin iyiliğine çalışıyorum” derdi.28 3. Bir Mürşide Bağlanmak Şeyh, veli, er, eren ve pir olarak da isimlendirilen mürşit, okulda öğretmen ve medresede müderris ne ise o da dergâhta odur. Ancak öğretmen ve müderris, nakli akla tatbik eder, akla hitap eder, metni açıklar, ilminin derecesine göre tahlillere girişir ve vazifesi bununla biter. Şeyh ise, mürşittir; ruh ile meşgul olur, mürebbidir. Kendine intisap eden müridin bütün hâllerini, hususiyetlerini ve kabiliyetlerini göz önünde bulundurarak herkese ayrı ayrı yol gösterir.29 Tasavvufta genellikle iki tür mürşitten söz edilir. Bunlardan birincisi ve en çok tavsiye edileni “mutlak mürşit”tir. Mutlak mürşit, yaşayan biridir ve müridin bu şahısla yüz yüze eğitim alması önerilir. Bir diğeri ise “manevi mürşit”tir. Manevi mürşit, hazır bulunan biri değil, vefat etmiş biri, Kur’ân, Hadis veya başka kitaplar gibi ilham veren unsurlardır. Mürit, bu manevi mürşitlerden birinden feyiz ve ilham almak suretiyle de tasavvufi feyze ulaşabilir. Bugün modern psikoloji ilmi de, öğrenmenin çoğunun dolaylı olarak gerçekleştiğini ve dolaylı öğrenme kaynakları canlı (birebir) olabileceği gibi sembolik ya da insan dışı (kitap, film vs gibi) unsurlar olabileceğini de ortaya koymuştur. Kişi canlı olmayan unsurlardan okuma, gözleme veya dinleme yoluyla da öğrenebilmektedir.30 Tasavvufta mürşide yüklenen bu anlamdan hareketle, Muhammed Emin el-Erbilî’nin (ö. 1332/1914) “mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır”31 sözünün kişiyi irşat eden mutlak veya manevi mürşitlerin 27 28 29 30 31 İbn-i Kesir, Ebu’l-Fida İmaduddin İsmail b. Ömer ed-Dımaşkî (ö. 774/1372), elBidaye ve’n-Nihaye, Tah: Abdullah bç Abdulmuhsin et-Türkî, Daru’l-Hicr, 1. Tab, Beyrut, 1998, c. 12, s. 171. Gazali, İhya, c. 4, s. 733. Mahir İz, Tasavvuf, s. 162. Dale H. Schunk, Öğrenme Teorileri Eğitimsel Bir Bakışla, Çev. Ed: Muzaffer Şahin, Nobel Yay., Ankara, 2009, s. 81. Erdebilî, Tenvîru’l-Kulûb, s. 576. Tasavvufta Şahsiyet Eğitimi / Ş. Gözütok • 137 tamamını kapsadığını düşündüğümüzde, bu sözün yanlış olmadığı anlaşılmaktadır. Denilebilir ki şeyh, müridin Allah’a aşık olmasına yardımcı olur. İlkin müridin Allah’ı aklen kavrayışını duygusal bir kabule çevirir. Mürit, bu aşamadan geçince, bir sonraki aşamaya yani sosyal, biyolojik vb. başka her türlü hakikatin tamamen ona boyun eğdiği ve Yaratıcının bu duygusal kabulünü dayanılmaz bulduğu bir aşamaya gelir.32 Burada faydalanma ve faydalı olma durumu, iki tarafın karşılıklı münasebetine göre değişebilmektedir.33 Yukarıda mürşide aynı zamanda “veli” dendiğini ifade etmiştik. Ancak burada şu hususu da açıklama zaruretini duyuyoruz: Bazı veliler vardır ki, Allahu Teâlâ onları kendine cezb ederek yakîn derecesine erdirir. Seyru sülük ve mücahede onlar için söz konusu olamaz. Bu suretle veli olmak caizdir.34 Fakat bu zevatın halkı irşad etme ve mürid yetiştirme yetkisi yoktur. Çünkü tasavvufî eğitimdeki merhaleleri geçmeden neticeye ulaşmışlardır. Halbuki ancak bu eğitimden geçmiş biri, bu yoldaki fayda ve zararları, menzil ve makamları, kerametlerin hallerini bilebilir. O halde bu şekildeki bir eğitimi tamamlamış biri, ancak mürşid olarak yeniden eğitim yaptırabilir.35 Zira mürit, tecrübelerinin çoğunlukla teorik olacağını düşündüğünden, insanın kendi inisiyatifine dayanması aldatıcı olabilir. Çünkü; mürit çoğu zaman hakikat ile temas hâlinde olduğunu düşündüğünde, gerçekte hayal görüyor, ya da illüzyon ve halüsinasyonların kurbanı olabilir. Eğer müridin kavrayışı, seyr ü sülûkün başlangıcındaki gibi sınırlı ise, gerçek tasavvufî tecrübeler ile kendi yaşadıkları arasında bir ayırım yapması hemen hemen imkânsız olacaktır. Ama şeyh yani mürşid bunu yapabilir. Çünkü o, hakikatle fiilen temas halinde yaşamaktadır ve onun hakikati bizzat tecrübe etmesi, müridin kendi tecrübelerinin sahih mi, batıl mı olduğunu 32 33 34 35 M. M. Şerif, İslâm Düşüncesi Tarihi, Terc. Editörü: Mustafa Armağan, İnsan Yay., İstanbul, 1990, c. 1, s. 364. Rabbanî, Mektûbat, c. 1, s. 73, (61. Mektup). Necmuddin Kübrâ, Tasavvufî Hayat, Terc.: Mustafa Kara, Dergâh Yay., İstanbul, 1980, s. 88. Hucvirî, Keşfü’l-Mahcub, s. 136; Rabbanî, Mektûbat, c. 1, s. 65, (48. Mektup); Necmuddin Kübrâ, Tasavvufi Hayat, s. 88. 138 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi tespit etmesine yardım eder.36 İşte mürşidin gücü bundan ileri gelmektedir. Çünkü o, müridin eğitim hayatındaki hâllerini çok güzel tespit ve teşhis etme avantajına sahiptir. Günümüzdeki modern eğitimde de, öğretmenin iyi bir teşhisçi ve teşhis vasıtalarına sahip olmasını gerekli görüldüğü gibi37 yetişmeden yetiştirme faaliyetlerinde bulunamayacağı da bildirilmektedir.38 Modern eğitimde, eğitimini tamamlayan öğrencinin öğretmene artık ihtiyacı kalmadığı gibi, tasavvufî eğitimde de mürit ile Matlub (Allah) arasında tam bir münasebet hasıl olduktan sonra, şeyh aradan çekilir ve vasıtaya ihtiyaç kalmaz.39 4. Şahsiyet Transferi İnsanın doğasında başkasını taklit etme yeteneği vardır ve daima canlıdır. Eğitimciler de, bu yeteneğin eğitimin amaçları doğrultusunda mutlaka terbiye edilmesi gerektiğine inanırlar. Bir insanın, diğer bir insanla bağlantılı büyümesi ve kendisini bir bütünün parçası olarak hissetmesiyle bu şekildeki eğitim gerçekleşmeye başlar.40 Eğitimde örnek olarak alınacak kişiler, çok büyük bir ehemmiyet arz etmektedirler. Bu yüzden örnek seçilen kişi, mümkün olduğu kadar hatasız ve tam mükemmel bir şahsiyet olmalıdır. Ancak bu istek gerçekleştirildiği takdirde, örnek alan kişilerin taklit yoluyla olgunlaşması ve kemal mertebesine erişmesi sağlanabilir. Örnek seçilen kimse, sürekli taklit edileceği için ondaki bütün hususiyetler taklit edilene doğrudan geçecektir. O halde örnek seçilen kimse, ideal bir tip olmalıdır. Zira çoğu zaman saygınlığı yüksek modeller, kendilerini taklit edenler için onların davranışlarının daha büyük işlevsel değeri vardır.41 Model kişinin ideal biri olması hususunu Comenius şu ifadelerle çok güzel açıklamaktadır: “Hiç bir kimse, eğri 36 37 38 39 40 41 Şerif, İslam Düşüncesi Tarihi, c. 1, s. 361. Sindey L. Pressey & Françis P. Robinson, Psikoloji ve Yeni Eğitim, Çev: Hasan Tan, M.E.B. Yay., İstanbul, 1989, c. 2, s. 89. Mustafa Öcal, Din Eğitimi ve Öğretiminde Metodlar, T.D.V. Yay., Ankara, 1990, s. 26. Rabbanî, Mektûbat, c. , 1, s. 149, (169. Mektup). Alfred Adler, Kişilik Bozuklukları ve Toplumsal Bütünleşme, Çev: Belkıs Çorakçı, İstanbul, 1983, s. 62. Dale H. Schunk, Öğrenme Teorileri Eğitimsel Bir Bakışla, Çev. Ed: Muzaffer Şahin, Nobel Yay., Ankara, 2009, s. 95. Tasavvufta Şahsiyet Eğitimi / Ş. Gözütok • 139 bir cetvel tahtası ile nasıl doğru bir çizgi çizemezse, orijinal hatalı olduğu zaman da, yani yanlış bir örnekle, onun doğru benzerini meydana getirmeğe de muvaffak olamaz.’’42 Mutasavvıflar da bu konuda hatasız ve doğru örnek olarak Hz. Muhammed’i (s.a.v.) seçmişlerdir. Onlara göre mürşit ise, Hz. Peygamber’in bir prototipidir. Gene onlara göre, şeyhin ibadeti, konuşması ve diğer hareketlerinin hepsi Hz. Peygamber’i (s.a.v.) aynen taklit etmesinden neşet etmektedir. Dolayısıyla şeyhe yapılan bağlılık, aslında Hz. Peygamber’e (s.a.v.) yapılmış demektir. Kişi Resulullah’ı (s.a.v.) taklit ettiğinde ahirette büyük bir sevaba nail olacağını bilmektedir. Kişinin model şahsiyeti taklit etmede ödül alacağını bilmesi, model şahsiyete daha çok dikkat etmesini ve davranışlarının aynısını yapmaya motive eder. Bu nedenle dolaylı ödüller, bilgilendirme ve motivasyon görevi üstlenirler.43 Zaten esasta özdeşim kurma, başkası gibi duyma, düşünme ve davranma yoluyla örnek alınan kimseye benzemeye çalışmaktır. Birisi ile özdeşim kurulduğunda, yalnız önün gibi hissetme değil, onun gibi giyinme, konuşma ve davranmaya da eğilim gösterilir. Bu yolla, başka şekilde ulaşılamayan doyumlara, kişinin doyumları aracılığıyla ulaşılır.44 Bu bakımdan beğenilen kişiyle duygusal bir bağ ile bağlanma, bunu daha da kolaylaştırmaktadır. Zira kişi, model şahsiyetin davranışını taklit etmenin faydalı olduğuna inandığında, model kişiye daha dikkatli yönelir ve mantıklı bir şekilde davranışı tekrarlar.45 Özdeşleşme, özellikle ergenlik döneminde çok önemli bir hususiyet göstermektedir. Tasavvufî eğitimin de genellikle ergen ve yetişkinlere yönelik olması, bu prensibin tasavvuftaki ehemmiyetini bir kat daha arttırmaktadır. Bu gerçeğe işaret etmek üzere sosyal davranış kuramcıları, “örnek alarak öğrenme, kişilik özelliklerinin oluşmasındaki başlıca yoldur” demişlerdir.46 Zira ergeni karakterize eden en önemli 42 43 44 45 46 Jan Amos Comenius, Büyük Didaktika (Didaktica Magna), M.E. Basımevi, Ankara, 1964, s. 191. Schunk, Öğrenme Teorileri, s. 95. Morgan, Psikolojiye Giriş, s. 327, 328. Dale H. Schunk, Öğrenme Teorileri Eğitimsel Bir Bakışla, Çev. Ed: Muzaffer Şahin, Nobel Yay., Ankara, 2009, s. 81. Morgan, Psikolojiye Giriş, s. 322. 140 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi çizgi, dostlarını ve kendisine örnek aldığı yetişkinleri idealize etmesidir. Onlarda keşfettiği üstün olgunluk, gerçekte kendisinde bilinçsiz olarak meydana gelen ideal imajın yansımasından başka bir şey değildir. İdealizasyon duygusal bir bağla yapıldığından, bizzat kendi için arzu edilen olgunluk başkası üzerine transfer edilir. 47 Bu suretle kişi, kendisiyle aynîleşmek istenilen model vasıtasıyla bir şahsiyet kazanır. Tasavvufî eğitimde şeyh, örnek alınan canlı bir modeldir. “Fena fi’ş-Şeyh” tabiri, eğitimdeki özdeşleşmeyi en iyi ifade eden bir terimdir. Bu vasıtayla, Hz. Peygamber (s.a.v.) ile aynîleşmek istenildiğini daha önce belirtmiştik. Bunun yanında örnek alma prensibi, tasavvufî eğitimde değişik şekillerde de kullanılmaktadır. Rabıtayı bu manada zikretmek yerinde olur. Mürit, şeyhi ile ayrı kaldığı durumlarda onun suretini göz önünde bulundurmakla, onunla özdeşleşmeye çalışır.48 Ayrıca sohbetlerde sahabelerin ve ariflerin menkıbeleri okunur ve anlatılır ki, her sûfî kabiliyetine göre kimden örnek alacaksa ona uymaya49 ve kendini ona benzetmeye çalışmakla nefsini terbiye etmeye çalışmalıdır. 5. Kalbe Yönelme Tasavvufi eğitimde güçlü bir şahsiyete sahip olmanın yolu “bütün dikkatini toplayıp” içe yani kalbe yönelmekten geçmektedir. Dikkat, dimağımızdaki bütün merkezlerin müşterek faaliyetinden zuhur eden muhakemeden geçen ince fikrin elde edilmesinden ibarettir. Dikkat kelimesi, Arapçadaki “Dakik” kelimesinden gelir ki, “ince” anlamındadır. Dikkatte, bütün merkezlerin faaliyetini muhakeme merkezi inceltir ve ona göre üstün bir fikir peyda eder.50 Şu halde dikkat, zihnimizin fikir benimseme veya üretmeye en yakın olduğu haldir. Böyle olması hasebiyle, öğrenmenin dikkat ile yakın alakası vardır. Dikkat gerçekleştiği takdirde, kapasite ve evvelki bilgilerin 47 48 49 50 Vergote, Antöine, “Ergenlikte Din”, Çev: Erdoğan Fırat, A.Ü. İlahiyat Fak. Dergisi, Ankara, 1981, c.XXIV, s. 585. Küçük, Tarikat Tasavvuf ve Felsefe Münasebetleri, s. 129; Daha geniş bilgi için bkz: İsmail Çetin, Edeble Varış Lütufla Dönüş, Dilara Yay., İsparta, 1982, s. 202-233. Mahir İz, Tasavvuf, Kitabevi Yay., İstanbul, 1990, s. 130. Cavit Sunar, “Beynimizin Ruhsat Mucizeleri”, A.Ü. İlahiyat Fak. Dergisi, Ankara, 1978, c. XXII, s. 192. (26. Dipnot). Tasavvufta Şahsiyet Eğitimi / Ş. Gözütok • 141 “dikkat edilen” materyali kavramaya müsait olması şartıyla, motivasyon olmasa dahi öğrenme meydana gelmektedir.51 Dikkat cehdi, heyecan gibi kuvvetli kas gerginliklerini meydana getirir. Yalnız bu kas gerginliği, belli bir fikirle koordine olmuş bir haldedir. Dikkatteki bu fikir ise, az çok düşünceli bir bilme ve tanıma fikridir.52 Şu halde dikkat dediğimiz şey, belli fikirlerle koordine olmuş bir hâlde hissî merkezlerden bir veya bir kaçının bir madde veya nokta üzerinde toplanmasıdır.53 Bu öyle şiddetli bir hâldir ki, bir an için şuurun boşalmasına da sebep olabilmektedir.54 Şuurun boşalması, iç gözlemden elde edilecek taze bilgilerin kuvvetli bir şekilde kavranmasına sebep olmaktadır. Tasavvufî eğitimde dikkat, icra ettiği fonksiyon ile bazen müridi ilham almaya hazır bir konuma getirebilmektedir. İmam Hucvirî, tasavvuftaki dikkat meselesini şöyle izah etmektedir: “Mürid, himmetini toplar, arzusunu bir noktaya teksir eder, kalbindeki muhtelif üzüntüleri ortadan kaldırır, “üns” makamında gönlünü gaflet mahallinden korur, bütün bunları başarabilirse, kalbine riayet etmiş ve gönlünü denetlemiş olur.”55 Hucvirî’nin bu anlattıkları, birkaç hissî merkezin bir noktada toplanması olayıdır ki, bu da yukarıda ifade ettiğimiz gibi dikkatin bizzat kendisidir. Sûfî, zikir esnasında, ibadet esnasında, halvette, dergâhta, yolda hâsılı nerede olursa olsun, bir an için dikkatinin dağılmasına müsaade etmeyecektir. O, sürekli bütün dikkatini içinde bulunduğu zamandaki görevleri üzerinde toplamaya çalışır; ne geçmişe takılıp kalır ve ne de gelecekle oyalanır. İşte sûfînin bu dikkati sebebiyledir ki, ona “ibnu’l-vakt” demişlerdir. Aslında tasavvufun esası, nefsin ve ruhun kendisine dönük bir iç müşahedesinden ibarettir. Sûfî, bu iç müşahedeyi gerçekleştirmek için çok yoğun metotlar uygular. Sûfînin sözü edilen iç gözlemi çok rahat ve kolay yapabilmesi için, kendisine önce halvet emredilir. Zira, dış duyumlardan kurtulup kişinin kendi içine kapanabilmesi için bu 51 52 53 54 55 Yılmaz Özakpınar, Öğrenmede Dikkat Problemi, S.Ü. Yay., Konya, 1987, s. 98. Henri Bergson, Şuurun Doğrudan Doğruya Verileri, Terc: M. Sekip Tunç, M.E.B. Yay., İstanbul, 1990, s. 32. Sunar, a.g.m., s. 174. Sunar, a.g.m., s. 174. Hucvirî, Kaşefu’l-Mahcub, Terc: Süleyman Uludağ, Degah Yay., İstanbul, s. 135. 142 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi şarttır. Necmuddin Kübrâ, bu gözlemi şu misalle açıklar: “Uyanıkken göremediğin pek çok şeyi uyuduğun zaman görebiliyorsun. Bunun gibi, halvet usulü ile uyanıkken de duyu organlarının kapılarını kapatırsan, kalbî duygularının kapısı senin için ardına kadar açılır.”56 Derviş, sadece halvete girmek suretiyle iç gözlemi gerçekleştirebileceği halde bununla iktifa etmez, zikirle de bunu destekler. Zikre başlamak üzere olan salik, bütün idrakini toplayarak kalbinin tam ortasına yönelir.57 İmam Rabbani, bu içe dönüşü şöyle ifade etmektedir: “Kasten bu zikir esnasında azalarından her hangi birini hareket ettirmemelisin. Tam manasıyla kalbe dönük bir vaziyette otur. Bu kalbin suretini, kuvve-i muhayyilede asla tahayyül ve kesin olarak iltifat etme. Çünkü esas gaye, kalbe yöneliş olup onun suretini tasavvur değildir.”58 Tasavvufî eğitimde, yukarıda anlatıldığı şekilde iç müşahede gerçekleştirilir ki bu iç gözlem demektir. İç gözlemin vazifesi, ruh hayatının ameliyelerini vasıflandırmak, tasnif etmek ve ruhun oluşlarına düzen vermektir.59 Bunları yapabilmek için de iç gözlem yoluyla elde edilen bilgilerin değerlendirilmesi de gerekmektedir. Sonuç Tasavvufi eğitim, kişiyi İslam’ın hedeflediği en ideal şahsiyeti kazandırmaya çalışmaktadır. Bunun için tasavvuf, çok değişik metotlar uyguladığı gibi esaslı ilkeler de ortaya koymaktadır. Tasavvufi ahlaka sahip bir insan olmanın kolay olmadığı gerçeğinden hareketle, kişinin kendi iradesiyle “insan-ı kâmil” olma yoluna girmesi ve bunun için bazı hususları tavizsiz yerine getirmesi gerekmektedir. Yukarıda tasavvufi eğitimin belli başlı birkaç ilkelerinin yanında başka esaslarla birlikte kişinin seyr ü sülûkten geçmesi ve bu yolculuk esnasında irade ve dikkatini Allah’ın hoşnutluğunu kazanmaya teksif etmesi istenir. Tasavvufi eğitimde, kişinin her anının 56 57 58 59 Necmüddin Kübrâ, Tasavvufî Hayat, Terc.: Mustafa Kara, Dergâh Yay., İstanbul, 1980, s.76. Gümüşhanevî, Cami’u’l-Usul, s. 103. Rabbanî, Mektûbat, c. 1, s. 162. G. Dwelshauvers, Psikoloji, Çev: M. Sekip Tunç, Devlet Basımevi, İstanbul, 1938, s. 32. Tasavvufta Şahsiyet Eğitimi / Ş. Gözütok • 143 İslam’ın esaslarına göre değerlendirmesi ve her hareketini kontrol etmesi istendiğinden, dinin günah saydığı hiçbir davranış ve tutumla karşılaşmasına imkân verilmemektedir. Kontrollü bir hayat yaşayan mutasavvıf, eğitimini tamamladığında dinin arzu ettiği birer ideal şahsiyet olarak ortaya çıkmaktadır. Böylece eskiden sahip olduğu tutum, davranış ve tavırların yerini dinin istediği ve hedeflediği davranışlar almış olmakta ve yeni bir şahsiyet kazanılmış olomkatadır. Kaynaklar Alfred Adler, Kişilik Bozuklukları ve Toplumsal Bütünleşme, Çev: Belkıs Çorakçı, İstanbul, 1983. Antöine, Vergote, “Ergenlikte Din”, Çev: Erdoğan Fırat, A.Ü. İlahiyat Fak. Dergisi, Ankara, 1981, c.XXIV, s. 585. Armaner, Neda, “Şahsiyet Terbiyesinde Dini Kültürün Rolü”, A.Ü. İlahiyat Dergisi, c. 21, s.143-149. Armaner, Neda, Din Psikolojisine Giriş, Ayyıldız Matbaası, Ankara, 1980. Başaran, İbrahim Ethem, Eğitim Psikolojisi, 9.Bsk., Ankara, 1988. Battistich, Victor, Character Education, Prevention, and Positive Youth Development, http://www.character.org/wp-content/uploads/ 2011/12/White_Paper_Battistich.pdf. Bergson, Henri, Şuurun Doğrudan Doğruya Verileri, Terc: M. Sekip Tunç, M.E.B. Yay., İstanbul, 1990. Beyhakî, Hafız Ebu Bekir Ahmed b. Hüseyin (ö.458/1066), es-Sünenü’lKübrâ, Tah: Muhammed Abdulkadir Atâ, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, 3. Tab, Beyrut, 2003. Comenius, Jan Amos, Büyük Didaktika (Didaktica Magna), M.E. Basımevi, Ankara, 1964. Çetin, İsmail, Edeble Varış Lütufla Dönüş, Dilara Yay., İsparta, 1982. Dwelshauvers, G., Psikoloji, Çev: M. Sekip Tunç, Devlet Basımevi, İstanbul, 1938. Erdebilî, Muhammed Emin el-Kürdî (ö.1332/1914), Tenviru’l-Kulûb fî Muameleti’l-Allami’l-Guyûb, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, 1. Tab, Beyrut, 1995. Fidan, Nurettin, Okulda Öğrenme ve Öğretme, Ankara, 1986. Gazalî, Ebu Hamid Muhammed b. Muhammed, İhyau Ulumi’d-Din, Terc: Ahmed Serdaroğlu, Bedir Yay., 3. Bsk., İstanbul, 1974. Geylanî, Abdulkadir, Kitabu’l-Ganiyye li-Tâlibi Tarîki’l-Hakk, Mısır, 1322. 144 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi Gümüşhanevî, Ahmed Ziyauddin, Camiu’l-Usûl, (Veliler ve Tarikatlarda Usul), Terc.: Rahmi Serin, Pamuk Yay., İstanbul, 1987. Güngör, Erol, Ahlak Piskolojisi ve Sosyal Ahlak, Ötüken Yay., İstanbul, 1995. Hucvirî, Keşfü’l-Mahcûb, Terc: Süleyman Uludağ, Dergah Yay., İstanbul, Ts. İbni Kesir, Ebu’l-Fida İmaduddin İsmail b. Ömer ed-Dımaşkî (ö.774/1372), el-Bidaye ve’n-Nihaye, Tah: Abdullah b. Abdulmuhsin et-Türkî, Daru’l-Hicr, 1. Tab, Beyrut, 1998. İmam Rabbanî, Mektubat, İstanbul, Ts. İz, Mahir, Tasavvuf, Kitabevi Yay., İstanbul, 1990. Kanad, H. Fikret, Kısaltılmış Pedagoji, M.E.B. Yay., 2.Bsk., İstanbul, 1977. Kuşeyrî, Ebu’l-Kasım Abdulkerim, er-Risâle, Tah: A. Mahmud ve Mahmud b. Şerif, Daru’l-Kutubi’l-Hadis, Mısır, 1966. Kübrâ, Necmuddin, Tasavvufî Hayat, Terc.: Mustafa Kara, Dergâh Yay., İstanbul, 1980. Küçük, Hasan, Tarikatler Tasavvuf ve Felsefe Münasebetleri, M.Ü. Yay., İstanbul, 1985. Mekki, Ebu Talib, Kûtul-Kulûb, Mısır, 1961. Morgan, Clifford, Psikolojiye Giriş, Çev: Kurul, Ankara, 1984. Muhasibi, Ebu Abdillah el-Haris, er-Riaye li-Hukukillah, Tahkik: Abdulkadir Ata, Daru’I-Kutubi’l-İlmiyye, 4. Tab, Beyrut Ts. Öcal, Mustafa, Din Eğitimi ve Öğretiminde Metodlar, T.D.V. Yay., Ankara, 1990. Özakpınar, Yılmaz, Öğrenmede Dikkat Problemi, S.Ü. Yay., Konya, 1987. Pressey, Sindey L. & Françis P. Robinson, Psikoloji ve Yeni Eğitim, Çev: Hasan Tan, M.E.B. Yay., İstanbul, 1989. Schunk, Dale H., Öğrenme Teorileri Eğitimsel Bir Bakışla, Çev. Ed: Muzaffer Şahin, Nobel Yay., Ankara, 2009. Sunar, Cavit, “Beynimizin Ruhsat Mucizeleri”, A.Ü. İlahiyat Fak. Dergisi, Ankara, 1978, c. XXII, s. 157-200. Sunar, Cavit, Tasavvuf Tarihi, A.Ü. İlahiyat Fak. Yay., Ankara, 1975. Sühreverdi, Şahabuddin, Avarifu’l-Mearif, Daru’l-Kutubi’l-Arabi, Beyrut, 1966. Sülemî, Risaleler, Terc.: Süleyman Ateş, A.Ü. Basımevi, Ankara, 1981. Şerif, M. M., İslâm Düşüncesi Tarihi, Terc. Editörü: Mustafa Armağan, İnsan Yay., İstanbul, 1990. The Greenwood Dictionary of Education, Edited by John W. Collins III and Nancy Patricia O’Brien, Greenwood Press, USA, 2003. Tekke Mutfağında Nefs Terbiyesi Doç. Dr. Sâfi ARPAGUŞ “İlim ve hikmet helâl lokmadan neş’et eder. Aşk ve rikkat helâl lokmadan meydana gelir. Bir lokmadan hased, hile, tuzak, gaflet ve cehil meydana geliyorsa, o haram olduğundandır. Lokma tohum gibidir, meyvesi fikirlerdir. Lokma derya gibidir, incisi düşüncelerdir. Helâl lokmadan tâat arzusu, Hakk’a kurbiyet isteği hâsıl olur.”1 1. Seyr ü Sülûk ve Tezkiye-i Nefs Sûfî, yüzünü Allah’a dönmüş kişidir. Tecellîye amâde olmak, feyiz ve berekete ulaşmak, Hak ile ve halk ile ünsiyeti tahakkuk ettirmek onun tüm faaliyetlerinin merkezindedir. Sûfî, Allah’la baş başa kalan ve kendinde Allah’ın murâdına münasip hâller bulandır. O yüzden tasavvuf nezdinde insanı insan kılan şey kendindeki ilâhî mayanın farkına varması, o mayaya uygun düşen durumlarını sürekli çoğaltmasıdır. Tasavvuf, insanın ilâhî mayasını duymak ve duyurmak için yapılan samimiyetli ve muhabbetli amellerle, saf ve katışıksız niyetlerle kâimdir. Bu tasavvufî anlayışı zenginleştiren bir mânevî yol olarak Mevlevîlik, insanın en güzel kıvamda yaratılmış, ilâhî bir hilâfet görevine sahip mükerrem bir varlık olduğunu kabul eder. Ancak özünde bir nefha‐i ilâhî taşıyan insanın tecellî ve zuhûr âlemine inişle özünden uzaklaşıp kesrete boğulduğunda mir’ât‐ı ilâhîsi mâsivâ ile kirlenip paslanmakta, âdetâ ilâhî tecellîleri karşılayacak saflık ve temizlikten uzaklaşarak matlaşmaktadır. Bu ayna tecellî‐i İlâhîye mazhar olabilmek için parlatılmalıdır. Tasavvufta, âyine‐i rabbânînin cilâlanması Marmara Üni. İlahiyat Fak. Tasavvuf Anabilim Dalı, İstanbul. 1 Mesnevî, I, b.1644-1648. 146 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi imgesiyle dile getirilen bu mânevî eğitim, insanın özünde taşıdığı değerlerin ortaya çıkarılıp, yaratılış gâyesi doğrultusunda yeniden inşâsı demektir. Bununla amaçlanan ise, insanın beşerî zaaflarından arındırılarak sahip olduğuüstün makam ve değerin kendisine tekrar kazandırılmasıdır. Tasavvufta insanın kendine iâde-i itibârda bulunması seyr ü sülûkle mümkündür ve seyr ü sülûkün varlık sebebi ise nefsin terbiyesidir. Seyr ü sülûk, tasavvuf yoluna giren kimsenin Allah katından başlayan ve dünyada devam eden var olma serüvenini, nefsin bedenîdünyevî‐nefsanî unsurların kayıtlarından kurtularak bu yoldaki mertebeleri tamamlayıncaya kadar kat edeceği mânevî dereceleri ifâde eder. Sülûk, ilâhî hakikatleri elde etme yolculuğu, sâlik ise bu hakikatleri elde etme gayretinde olan kimsedir. Sülûkün başlangıcı, insanın kendisini kayıtlayan, onu hakikatten perdeleyen, saadetten alıkoyan unsurların farkına varması, nihayeti ise insanın tüm bu unsurları aşarak kendini Allah’ta bulmasıdır. İnsan bu yolculuğunda, duyulur dünyayı, kendi iç dünyasındaki belli‐belirsiz meyilleri, sonu gelmez isteklerini, dinen yerilmiş ve fıtraten kötü görülmüş tüm hasletlerini, yani kendine engel olanların tümünü kademe kademe bertaraf ederek hakikatle buluşur. Sülûkün nihâyeti Allah’a kavuşmadır, insanın kendini Allah’ta bulmasıdır.2 Tasavvuf literatüründe hep anlatıldığı üzere seyr ü sülûk, farklı zorluk ve meşakkatlerle örülü bir faaliyettir. Çünkü insanın kendinden kendine, kendi iyi ve kötü yönleriyle karşılaşarak birer birer tüm niteliklerini tanıyıp onların gerekleri nelerse doğru ve yerinde tavırlar sergileyerek kendini kemâle erdirmek sülûkün amacıdır. Sûfîlerin sülûk hakkındaki tanımlarında da görüldüğü üzere, insanın aşması, terk etmesi gereken niteliklerin yanında, edinmesi, kendinde gerçekleştirmesi gereken nitelikler vardır ve bu faaliyet hiç de kolay değildir, geçilmesi zor bir geçide (sa’bu’l‐mürûr) benzer. Çünkü bu gayret nefse karşı yapılmaktadır. Nefs, insanın mânevî merkezi olan kalbin dünyevî‐zulmanî‐bedenî yönünü, insanı hakikatlerden alıkoyan meyilleri ve kuvvetleri ifade eden bir kavramdır. Sûfîler açısından nefs, 2 Sülemî, “Sülûkü’l‐Ârifîn”, Sülemî’nin Risâleleri, s. 155, 156; Mustafa Râsim Efendi, Istılâhât‐ı İnsân‐ı Kâmil (Haz. İhsan Kara), İstanbul: İnsan 2007, s. 628‐632. Tekke Mutfağında Nefs Terbiyesi / S. Arfaguş • 147 küllî bir hakikat olan rûhun mertebe mertebe ilâhî âlemden şehadet âlemine inmesini, bedenî‐zulmanî‐maddî engellerle engellenmesini ifade eder.3 Nefsi tezkiye etmek, onu türlü kusur ve kabahatlerinden arındırmak sûretiyle yeniden aslına kavuşturmak, farkına varılıp takip edilmesi, bilinip tahakkuk bulunması gereken ilkelere bağlı bir faaliyettir. Bu ilkeleri, mücahede ve riyazetleri uygulayıp ibâdetlerde istikrar ve samimiyet sahibi olmak, daima Allah’ın zikriyle vakitleri mâmur etmek, kendiyle ve diğer insanlarla hakkâniyet esaslı münasebetler geliştirmek, alıp verilen nefesleri ve Allah tarafından emanet verilen bu hayatı gayesi çerçevesinde sürdürmek, nihayetinde kemâle ermek şeklinde özetleyebiliriz. Elbette tüm bunların gerçekleşmesi önce Allah’ın inâyetine, sonra şahsî bir gayrete ve bu yolda maksuda ermiş olanlardan ulaşan bir himmete bağlıdır. Tasavvuf tarihinde seyr ü sülûkün farklı tarzları olduğu görülür. Ahmed Avni Bey’in ifadeleriyle: “Ma’lûm olsun ki, tâliblerin Hak yoluna sülûkleri iki türlü olur. Birisi evvelen nefsi kötü sıfatlardan ve rezâilden temizleyip ma’rifet-i İlâhî’ye müstaid olmak ve o ma’rifetten sonra, aşk-i İlâhî hâsıl edip, bu “ebrâr” yolundan, “şüttâr” yoluna terakkî etmektir. Kâmillerin ba’zıları, tâlibleri terbiyede ve kemâle getirmekte, bu yolu münâsib görmüşlerdir. Onları hırstan ve diğer nefsânî olan ayıblardan ve kusurlardan temizleyip güzel ve rûhânî sıfatlar ile muttasıf yaparlar. Ve diğeri odur ki, sâlik evvelen aşk hâsıl eder ve aşkın husûlünden sonra bütün rezâil ve nekāis-i nefsâniyyesi zâil olur. Ba’zı kâmiller bu aşk yolunu makbûl tutup, sâdık mürîdleri bu aşk menziline eriştirirler. Hz. Mevlânâ, bu iki yolu beyân buyurdular... Ve ikinci yol, Hz. Mevlânâ’nın i’tibâr buyurduğu “şüttâr” ve “aşk” yolu olduğundan, bu aşağıdaki beyitlerde de aşk hakkında mübâlağa buyurdular.”4 3 4 Gazâlî, İhyâ, Acâibü’l‐Kalb, III, s. 1‐59. İmam Gazâlî, burada rûh, nefs ve akıl hakkında çok değerli tahliller yapmakta, aralarındaki farkları anlatmakla beraber bütünlüklerini de açık bir biçimde ortaya koymaktadır. Özet bir anlatımı için bkz. Istılâhât‐ı İnsân‐ı Kâmil, s. 1131, 1133. Ahmed Avni Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi I-IX (Haz. Selçuk Eraydın-Mustafa Tahralı vd.), İstanbul: Kitabevi, 2007, I, s. 90. 148 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi Bu çerçevede olmak üzere tasavvuf kültüründe önemli yeri olan bir ifadeye göre “Allah’a giden yollar yaratılmışların nefesleri adedincedir”.5 Bu ifade, insanın mutlak hakikate yolculuğundaki istidad kaynaklı çeşitliliğe, tavır ve meşreblerdeki farklılıklara atıf yapar. Dolayısıyla bu söz mânevî eğitim esnâsında insanın karşılaştıkları ile irtibatlı kılınmıştır. Meşhur tasnife göre, Allah’a giden yolların yolcuları meşrebleri bakımından üç kısma ayrılır: İlki tarîk‐i ahyârdır; bunlar daha çok ibâdetleri esas alarak ahlâken kemâle ermeyi esas almış olanlardır. İkincisi tarîk‐i ebrârdır; ibâdetlere sarılmaya ilâveten riyazeti de kendilerine esas alarak hakikate ulaşmayı hedef edinmiş olanlardır. Üçüncüsü tarîk‐i şuttârdır; ibâdetler ve riyazetlerden farklı olarak, bunlarla erişilenlere kendilerindeki cezbe kabiliyeti ve muhabbete meyyal tabiatla iştirak ederek uzun zamanlara muhtaç pek çok hâli kısa vadede tahkik etmiş olanlardır.6 Mevlânâ’nın üslup bakımından, üçüncü sınıfı oluşturan tarîk‐i şuttâra dâhil olmaktadır.7 Nitekim Mesnevî’de denilir ki: ﻋﺸﻘﮭﺎىﺎوﻟﯿﻨﻮآﺧﺮﯾﻦ ﻏﺮﻗﻌﺸﻘﯿﺎﻣﻜﮭﻐﺮﻗﺎﺳﺘﺎﻧﺪراﯾﻦ “Ben öyle bir aşka gark olmuşum ki evvel gelenlerin aşkları da benim Bu aşkıma batmış, yok olmuştur, sonra gelenlerin aşkları da!” (Mesnevî, I/1757) Mesnevî şârihlerinden Sarı Abdullah Efendi’nin izahıyla: “Yâni filhakîka evvelîn ve âhirînin aşk u muhabbet ve taleb u rağbetleri ben gark olduğum bu aşk deryâsında gark olmak içindir; ve cümle uşşâkın haşri bilâhare bu deryâ‐yı aşkda gark olup nûr‐ı Muhammedî bahrinde bir katre, ve şems‐i muhabbette mahvolmuş bir zerredir. Ve benim fart‐ı muhabbetim bir derecededir ki aşk‐ı cihâniyân ol deryâda garkadır.”8 5 6 7 8 Necmeddin Kübrâ, Tasavvufî Hayat (Haz. Mustafa Kara), İstanbul: Dergâh 1996, s. 35, 36; Ankaravî, İsmâil Rusûhî, Minhâcü’l‐Fukarâ, (Haz. Safi Arpaguş), İstanbul: Vefa 2008.s. 408. Necmeddin Kübrâ, a.g.e., s. 36; Minhâcü’l‐Fukarâ, s.407, 408; Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarîkatler, İstanbul: İFAV 1994, s. 30, 31, 312. Minhâcü’l‐Fukarâ, s. 408; Konuk, Mesnevî‐i Şerîf Şerhi, I, s. 92, 93. Sarı Abdullah Efendi, Cevâhir‐i Bevâhir‐i Mesnevî, Dersaâdet: Tasvîr‐i Efkâr Matbaası 1287/1870, II, s. 440, 441. Tekke Mutfağında Nefs Terbiyesi / S. Arfaguş • 149 Mevlânâ’nın üslubu, Allah’tan erişen cezbe ve Allah’a erişen muhabbetten kaynak bulmaktadır. Fîhi mâ Fîh’te de beyan edildiği gibi, bu üsluba göre mühim olan O’nun yardımı ve dostluğudur; eğer O’nun yardımı ve dostluğu yoksa sarf edilen gayret ne nisbette olursa olsun neticesizdir. Mevlânâ, burada “ ﺟﺬﺑﺔ ﻣﻦ ﺟﺬﺑﺎت اﻟﺤﻖ ﺗﻮازي ﻣﻦ ﻋﻤﻞ اﻟﺜﻘﻠﯿﻦHakk’ın cezbelerinden bir cezbe, insanların ve cinlerin tüm ibâdetlerinden hayırlıdır” hadisine atıf yapmaksuretiyle üslubunun dayandığı temeli de göstermiş olmaktadır.9 Bu aşk vurgusu sebebiyle Mevlevî gelenekte çile, diğer tasavvufî tavırlarda kendini gösteren halvet ve uzletten farklı bir mahiyet arz etmiş, ferdî ve nisbeten tecride dayalı bir üsluptan çok, belirli bir derviş topluluğu ile hemhâl olup her yönüyle sohbet, hizmet ve paylaşıma dayalı bir hal almıştır. Hülasa, Mevlevîlikte sülûk, halvet ve uzletle değil, sohbet ve hizmetledir. Bu anlamdabin bir günlük Mevlevî çilesinde ağır riyazetler, ani riyâzât‐ı şâkka yoktur. Çile, ilk bakışta her ne kadar eziyet ve zahmet çekmek anlamlarına gelse de, Mevlevî çilesi insanın güç ve takatını zorlayan meşakkatlerle dolu, klasik mânâda bir halvet ve uzlet değildir. Mevlevîlikte seyr ü sülûk faaliyeti mevlevîhâne denilen dergâhlarda yerine getirilmektedir. Bu kurumlarda matbah‐ı şerif, mânevî eğitimin verildiği, adeta insanın bütün hamlık ve çiğliklerinden soyutlanarak ilim, hikmet ve mârifet ocağında piştiği ve olgunlaştığı mekândır. Matbah, Türkçe’de mutfak diye söylediğimiz, kelime anlamı olarak Arapça pişirmek anlamındaki ﻃﺒﺦkökünden, ism‐i mekândır. Mevlevî eğitiminin gerçekleştiği mekânın matbah şeklinde isimlendirilmesi, tasavvufî açıdan pek çok îmâya kaynaklık eder. Nitekim Abdülganî Dede, Dürrü’l‐Berzahi’l‐Ma’nevî’de bu ismin delâletinden hareketle eserine şöyle başlamaktadır: “Hamd o Allah’a ki halife kıldığı Âdem’in toprağını celâl ve cemâl tecellîlerinin hakîkati üzere, 9 Mevlânâ, Fîhi mâ Fîh (Haz. Selçuk Eraydın), İstanbul: İz 1994, s. 52; Kösec Ahmed Dede, Tuhfetü’l‐Behiyye‐Zâviye‐i Fukarâ‐, s. 6, 7. Nitekim Sâkıb Dede Mevlevî yolunun bu tabiatı hakkında şu beyti söyler: “Vermiş ehl‐i cezbeye hüsn‐i sülûk üzre nizâm Meslek‐i âdâb‐fermâdır tarîk‐i Mevlevî” (Arı, Ahmet, -Mevlevîlikte Bir Hânedânlık Kurucusu- Sâkıb Dede ve Dîvânı, Ankara: Akçağ 2003, s. 115) 150 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi mânevî bir pişirme ile pişirdi.”10 Mevlevî kültüründe, ahsen‐i takvîm sûreti üzere yani en güzel kıvam ve mizaçta yaratılan insanın, aslına layık bir hayat mertebesine kavuşmasını esas alma yolunda gösterilen faaliyetlerin tümü, ham olanın olgunlaşmasına, çiğin pişmesine teşbih edilir. Bu çerçevede matbah‐ı şerif Mevlevî dergâhlarının en önemli kısımlarından birisidir. Çünkü Mevlevîliğe girmek ve burada çileye soyunmak ya da muhib derecesinde de olsa bu kültür ve tasavvufî anlayışın faaliyetleri içerisinde bulunmak isteyen bir kimsenin girdiği kapı ve tarikata kabul olunmak için bir müddet beklemeye mecbur olduğu ilk mekân burasıdır. Mevlevîlikte mânevî eğitim, bin bir günlük çileden meydana gelmektedir. Bu mânevî eğitimi arzulayan ve bunu gerçekleştirmek isteyen nev‐niyâz ya da mübtedî derviş, Mevlevî tabiriyle çileye soyunmak isteyen can bu eğitimini tamamlayana kadar zamanının büyük bir kısmını dergâhın matbah‐ı şerif adı verilen bölümünde geçirmek zorundadır. Bu mânevî eğitimin icra edildiği mekân olan matbah‐ı şerif, Mevlevî dergâhının rûhu kabul edilir. Mevlevî âsitânelerinde genellikle iki ayrı mutfak vardı ve bunlardan biri matbah‐ı şerif, diğeri günlük mutfak hizmetlerinin görüldüğü normal yemek pişirilen mutfaktı. Normalde yemeğin günlük mutfakta, hattâ son dönemlerde maaşlı bir aşçı tarafından pişirildiği görülmekteydi. Matbah‐ı şerifte ise sadece belirli zamanlarda özel sebeplerle lokma adı verilen bir pilav pişirilirdi. Bu ayrım da göstermektedir ki, matbah‐ı şerif bin bir gün sürecek olan mânevî bir eğitimin mekânıdır. Buradaki eğitimin amacı da yemek pişirmek değil, bu yola yeni girmiş bir insanda bulunabilecek bütün çiğliklerin pişirilip, onda bulunması muhtemel bütün nefsânî noksanların, hamlıkların giderilmesi, rûhun olgunlaştırılmasıdır. Yola giren derviş, sabır, metânet ve rızâ ehli bir kimse olmak zorundadır. Yolun yolcusu hayatın gayesi olarak kendisinden önce başkalarına hizmet etmeyi, kötülüğü kendinden bilmeyi ve her halükarda mes’uliyetinin farkında olmayı esas kabul etmiş birkişi olmalıdır. Bunun için de önce kendini, zaaf ve çıkarların esiri yapan, işlerin akıbetini görmeye engel olan benlik duygusundan arındırma10 Dürrü’l‐Berzahi’l‐Ma’nevî, Abdülganî b. Muhammed Ali Dede b. Mustafa Dede elHalebî, ed-Dürrü’l-Berzahi’l-Ma’nevî fî Esrâri Ahrufi’l-Matbahi’l-Mevlevî, Süleymaniye Kütüphanesi, Zühdü Bey Bölümü, nr. 116, vr. 1a. Tekke Mutfağında Nefs Terbiyesi / S. Arfaguş • 151 sı, nefsini saflaştırması gerekmektedir. Bu bilinçledir ki tarikate çiğ olarak girmiş bulunan çilekeş can benlik duygusunun, daha doğrusu benlik vehmini yani nefsâniyetini tasfiye edip mânen pişip olgunlaşarak, bir nevi simyâ değişimi ile sabır, metânet ve rızâ sahibi bir dervişe dönüşecektir. Mevlevî çilesi ya da mânevî eğitimi on sekiz ayrı hizmetten oluşan bir faaliyetler bütünüdür. Kâmil ve hakikî bir Mevlevî dervişi olmak için bilhassa kendine has bir disiplini olan ve her ayrıntısında pek çok mânâ bulunan bin bir günlük çile eğitiminin tamamlanmış olması gerekmektedir. Bu olmazsa sâlike bu eğitimi tamamlayarak kemâl mertebelerini elde etmiş bir kimse anlamına gelen dede değil, sadece bu yolun herhangi bir mânevî eğitiminden geçmemiş ancak bu yolda bulunanlara ve bu yola karşı içerisinde bir muhabbet duyan, onlarla aynı ortam ve düşüncede bulunmaktan mutlu olan kimse anlamına gelen muhib denilirdi. Peki “bin bir gün”ün işârî mânâsı nedir? Abdülganî Dede, Dürrü’l‐Berzahi’l‐Ma’nevî’sinde hakikate tâlib olan kimsenin samimiyet, sadakat ve hâlis bir niyetle hizmet etmesinin bu yolun temel esası olduğunu beyanla aslında çilenin kelime anlamından öte, bir kimsenin kendisini Allah’a hasretmesi ve sadece ilâhî müşahede üzere kendisini her türlü kayıttan azâd edip mâsivâdan tecerrüd mertebesine ulaşması demek olduğunu belirtir. Buna göreçilenin bin bir gün gibi sembolik bir rakamla karşılık bulması, insanla Allah arasında, Allah’ın sonsuz kemâline nisbetle sonsuz mertebelerin bulunmasını ve sâlikin her günde bu mertebelerin idrakine daha da yakınlaşmasını ifade eder. Binbir günün her biri, hakikatin kapıları niteliğinde olup, sâlik her yeni günde yeni bir tecellîye mazhar olarak hakikatin saklı kalan bir tarafı kendisine âşikâr kılınır. İnsanın sülûkteki müddeti tamam olduğunda, hizmet, niyet ve faaliyet itibariyle Allah insandan râzı olduğunda, mânen aşılan mertebelerin hepsini ihâta eden, bir çeşit mânevî mi’râc kabul edilen küllî mertebe nasib edilir. Kul ile Allah arasında, temsilî olarak bin menzil vardır, binbirinci gün artık mânevî mi’râcın kemâlini ifade eder. Her varlık üzerinde bir ilâhî ismin tasarrufu bulunmaktadır. Her nesne bir şekilde ilâhî isimlerle irtibatlıdır. Varlık adına her ne varsa tümünün aslı ve hakikati ilâhî isimlerdir. Nûrânî ve zulmânî 152 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi perdeler, sohbet, zikir ve hizmet ile birer birer kalktığı zaman sâlik bunun idrakine erer.11 Çile, bin bir gün süren bir hizmet faaliyeti olup rızâ ( )رﺿﺎkelimesinin de ebced hesabıyla karşılığı da bin birdir. Bu ebced karşılığından ilhâmen ulaşılan kabule göre bütün bu hizmetlerden maksad, Cenâb‐ı Hakk’ın rızâsına nâil olabilmek, bu minvâl üzere bir kimlik ve kişilik kazanabilmek, bu maksad uğrunda kendisine engel olan hallerinin bertarafı için insanın alması gereken yolu almak, aşması gereken engelleri geride bırakabilmektir. Mevlânâ’nın himmet ve rehberliğiyle Ateş‐bâz‐ı Velî ocağında hizmet edip her türlü çiğlik ve hamlıktan kurtularak pişmek ve olgunlaşmaktır. “Rableri onlardan râzı, onlar da Rablerinden râzı” (Beyyine, 98/8) diye nitelendirilen Allah’ın seçkin kulları arasına girebilmek arzusuyla rızâ tâlibi olmaktır. Tâhirü’l‐Mevlevî, Yenikapı Mevlevîhânesi’nde tâlib‐i rızâ sıfatıyla binbir gün hizmetedevam etmiş bir çilekeş olarak, çileden maksadın ne olduğunu ve bunu yerine getirmekteki acziyetini itirâf eder. Öyle ki bu esnada duçâr olduğu hastalığın vücûduna verdiği zâhirî kırgınlığı dahi bu yolda nimet olarak görebilmektedir: “Çile‐i mevleviyyeden maksad binbir gün hizmet ederek hücreye çıkıp oturmak değil, belki hidemât‐ı şâkka ile mahv‐ı vücûd eylemek olduğu ma’lûm. Fakîrin ise öyle hıdemât ü mücâhedât‐ı hestî‐güzâda tahammül edemeyeceğim emr‐i meczûm olduğundan pûte‐i aşk ile kânûn‐i Âteşbâz’da erimesi lazım gelen kalb, ona mukâbil hastalığın teb ü tâb‐ı ıztırâbından mahv oluyor. Fe lillâhi’l‐hamd!”12 Tasavvufun önemli ilkelerinden birisi, bir şeyin nefsin âdeti haline dönüşmemesidir. Hakikate karşı en büyük perde insanın benliği olmasından ötürü, bir şey nefsin ülfet ettiği bir hâle dönüşürse bundan mânen nasib almak, onunla hakikate ulaşmak imkân dâhilinde değildir. Nefsin âdeti hâline dönüşen her şey insan için bir engel sayılır.13 İşte bu yüzdendir ki çile süresince hizmetler değişiyor, bir faali11 Dürrü’l‐Berzahi’l‐Ma’nevî, vr. 12a‐13a. Çilehâne Mektupları, s. 108. 13 Hucvirî’nin ifadeleriyle, “insanın nefsi mutâd, yani âdet edinilen üzeredir. Âdet edinilmiş her ne ise onunla ülfet eder. Bir şey nefsin âdeti haline gelir, bir bakıma onun tabiatı haline döner. Eğer ki nefsin tabiatı olur, hicâb hükmünü alır.” 12 Tekke Mutfağında Nefs Terbiyesi / S. Arfaguş • 153 yet mutâd hâle dönüştüğü anda farklı bir hizmet sahasına kişi yönlendiriliyordu. Değişen her hizmet, nefse farklı bir meşakkat yüklüyor, menzile ulaşma hasretini şiddetlendiriyor, insandan sabır bekliyordu. Nitekim Tâhirü’l‐Mevlevî, şu mısralarında murâda nâil olmanın hasretini şöyle dile getirmektedir: “Sâik‐i şevkin ile Tâhir eyâ şah seni Matbah‐ı pür‐feyzine vakf eyledi cân ü teni Yak erit tathîr edip şâyân‐ı ism‐i Tâhir et Çille‐i mihnette sûz‐i aşk ile pîrim beni!”14 Tâhirü’l‐Mevlevî, Çilehâne Mektupları’ndaki yazışma arkadaşı Ahmed Remzi Dede’ye çile âlemini şöyle anlatır. Hayret ve heyecanını saklayamaz. İçerideki mânevî hava onu etkilemiş, o da bu ortama kendisini bırakmıştır. Şu satırlarında da çilenin nasıl cereyan ettiğine, çileye giren bir dervişin nasıl bir mekânı paylaştığına ilişkin canlı bir anlatım bulunmaktadır: “Birâder, çile âlemi hakîkaten başka bir âlem. Fakir, evvelce de Mevlevî muhibbi idim. Ekser‐i evkât dergâhta yatar kalkardım. Fakat bu neş’eyi bulamazdım. Sen de Mevlevîsin, şeyhzâdesin, amma sözüme darılma, çilekeş olmadığından bu neş’eyi bilmezsin. Evveli ilme’l-yakîn biliyordum, bu sefer ayne’l‐yakîn öğrendim ki matbah canları gündüz hizmetleriyle meşgûldürler. Zamân‐ı istirâhatleri yatsı namazından sonra sabah namazına kadar olan vakittir. Salât‐ı işâ edâ edilip, İsm‐i Celâl okunduktan sonra dedeler hücrelerine, canlar meydân‐ı şerîfe giderler. Artık matbah ve meydân‐ı şerîfe kimse gelmediğinden, mangal başında biraz otururlar, dolaplarında çay gibi, yemiş gibi bir şey varsa çıkarıp hep birlikte nûr ederler, bir miktar konuşurlar. Sohbetleri, meselâ semâın keyfiyet‐i icrâsından yahut İsm‐i Celâl ve sâir hidemâtın sûret‐i ifâsından bahistir. Gıybet‐i zemîme gibi ahlâk‐ı seyyieden hiç bahis olunmaz. Hizmetleri gibi sohbetleri de Allah içindir. Ba’de’l‐musâhebe, o yorgun kalpler istirahate muhtaç olduğundan, herkes bir post, Keşfü’l‐Mahcûb, s. 133. Ankaravî’nin bu konudaki ifadesi şöyledir: “Âdet ile ibâdet olmaz. Onun için ki, âdet tabîat‐ı sâniyedir. Pes muktezâ‐yı tabîat üzere olan amel ibâdet sayılmaz.” Minhâcü’l‐Fukarâ, s. 312. Nitekim Hüseyin Azmî Dede’nin hizmetlerin tertibi ile ilgili açıklamaları bu minvaldedir. Bkz. Nuhbetü’l‐Âdâb, vr. 7a. 14 Çilehâne Mektupları, s. 155. 154 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi bir kilimden ibâret olan yatak yorganını alır, bir köşede vahdete dalar. Hâ şu da var ki, matbah canları kalktıkları gibi yatarlar, yattıkları gibi kalkarlar. Yani tennûre, deste‐gül, hattâ elf‐i lâ‐med denilen elifî nemed gibi şeylerin hiçbiri çıkmaz. Matbah‐ı şerîfe niçin ikrâr verilir. Hidemât‐ı hâlise ve mücâhedât ile nefsi öldürmek için değil mi? O halde tennûreler ne hükmünde kalır? Tabiî ki kefen. Hiç kefeninden soyunan ölü olur mu? Vaktâ ki gecenin sülüs‐i âhiri hitâma seherin eser‐i infilâkı zuhûra başlar, ﮐﺮﮐﺴﮕﺮدوﻧﺰرﯾﻨﭙﺮزﻧﺪ ﺟﻤﻠﮭﺮادرﺻﻮرﺗﺂردزاﻧﺪﯾﺎر ﭼﻮﻧﮑﮭﻨﻮرﺻﺒﺤﺪﻣﺴﺮﺑﺮزﻧﺪ ﻓﺎﻟِﻘﺎﻟْﺈِﺻﺒﺎﺣِﺎﺳﺮاﻓﯿﻠﻮار ‘Sabah deminin nûru zuhûr ettiği vakit, feleğin zerrîn akbabası kanat çarpar. Sabahları izhâr eden Hak, cümleyi İsrâfil gibi o diyârdan sûrete getirir.’15 buyurdukları gibi, canlar daldıkları vahdetten uyanırlar. Ba’de’l‐vudû’ mangal başında biraz ısındıktan sonra herkes hizmetiyle meşgûl olur. Meselâ biri dedegâna sabah meydanında tevzî’ olunan baklava şeklinde kesilmiş ekmekleri kızartır. Diğeri hücrelerin önüne gidip ‘destûr, âgah ol dedem!’ nidâsıyla dedegânı âgâh ve îkâz eder, öbürü meydân‐ı şerîfi süpürür. Daha öbürü mescidin çerağlarını uyandırır. Sonra ezan okunur. Sabah namazı kılınır. İsm‐i Celâl çekilir. Sabah meydânı olduktan sonra dedegân hücrelerine, canlar hizmetlerine giderler. İşte her sabah bu âgâhî, bu feyz‐i lâ yetenâhî Mevlevî tekkelerinde husûsiyle Mevlevî matbahlarında bulunur.”16 2. Sûfî’nin Gıdâsı Hemen bütün tasavvuf yollarında benzer bir mâhiyete sahip olan nefis terbiyesi Mevlevî tekkelerinde de bu anlayış içerisinde devam etmiştir. Bununla birlikte bu eğitim ve öğretim ya da terbiye ameliyesinin belirli bir gıdâ rejimi ile desteklenmesi de bu anlayışın olmazsa olmazlarındandır. Sûfî’nin gıdâ rejimi ya da beslenme tarzına yönelik tasavvufî perspektif bizlere oldukça önemli bilgiler sunar. Bu bağlamda alınan her ne15 Mesnevî I, b. 398‐99. İlk mısra Nicholson nüshasında mevcut değildir. Tercüme Ahmed Avni Bey’e aittir. Bkz. Mesnevî‐i Şerîf Şerhi, I, s. 192 (b. 405‐406). 16 Tâhirü’l-Mevlevî, Çilehâne Mektupları (Haz. Cemâl Kurnaz-Gülgün Erişen), Ankara: Akçağ 1995, s. 33‐34. Tekke Mutfağında Nefs Terbiyesi / S. Arfaguş • 155 fes kadar yenilen her lokma ve içilen her yudumun niteliği kadar niceliği de son derece titizlikle takip edilmesi gerekli olan bir husustur. Özellikle nefisle mücâdelede önemli olan yenilen lokmanın helal ya da haramlığıdır. Mevlânâ bu konuda şu düşünceye sahiptir. “İlim ve hikmet helâl lokmadan neş’et eder. Aşk ve rikkat helâl lokmadan meydana gelir. Bir lokmadan hased, hile, tuzak, gaflet ve cehil meydana geliyorsa, o haram olduğundandır. Lokma tohum gibidir, meyvesi fikirlerdir. Lokma derya gibidir, incisi düşüncelerdir. Helâl lokmadan tâat arzusu, Hakk’a kurbiyet isteği hâsıl olur.”17 Tasavvufî anlayışta nefs tezkiyesi için yapılan mücâhede ve riyâzetin genellikle kabul edilen üç esası vardır. Bunlar da; Az yemek (kıllet-i taâm), az uyumak (kıllet-i menâm) ve az konuşmak (kıllet-i kelâm)dır. Meselâ Mevlânâ riyâzetin nasıl yapılacağı konusunda da açıkça şu tavsiyede bulunmaktadır. Ona göre riyâzet etmek isteyen şu yolu tâkip etmelidir: “Bir batman ekmek yiyebiliyorsa, her gün bir dirhem azaltacak olursa git gide, aradan bir veya iki yıl geçmeden ekmek yarım batmana inmiş olur. Bunu öyle yapar ki vücûdu bu azalmanın farkında olmaz. İşte ibâdet tâat, halvet ve namaza teveccüh etmek de aynen böyledir. İnsan önce yalnız namaz kılmazsa nasıl Allah yoluna girer? Önce, bir zaman beş vakit namazını kılıp, sonradan artırır ki bunun sonu yoktur.”18 Riyâzet ve az yemek gibi hususlarda dikkatli olmakla birlikte sürekli çevresindekileri de îkaz eden sûfîler açlığın fazileti ve tokluğun insan için âfetleri üzerinde dururlar: Mevlânâ bir başka gazelinde bu husûsa şu şekilde değinmektedir. “Mîdeni dün, mayalı-mayasız ekmekle doldurmuştun; uyku gözlerinden akıyordu; işte aradığını buldun, al bakalım. Doyasıya yemekten sonra ne gelir? Ya gaflet uykusu, ya dışarıya çıkma ihtiyacı; patlıcanın eşi dostu nedir? Ya sirke, ya sarmısak. Allah’ım, sen kendi temiz rızkınla canı doyur da pis köpekler 17 18 Mesnevî I, b. 1644-1648. Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh (Trc. Ahmed Avni Konuk-Haz. Selçuk Eraydın), İstanbul: İz, 1994, s. 148. 156 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi gibi her lokmayı kabul etmesin. Yemek yenmediği zaman gönülden feryatlar kopar; fakat yemekten sonra aşağı yoldan, zîr perdesinden bir sestir çıkar. Hocam, rûhun feryâdını istiyorsan yan yakıl, lokmayı azalt; aşağı yanın sesini diliyorsan al önüne kâseyi.”19 Bu kültürde yer alan “Az yiyen melek olur, çok yiyen helâk olur”, “Az yiyen her gün yer, çok yiyen bir gün yer”, “Ağız yer, yüz utanır” gibi deyimler de muhtemelen bu anlayışın bir yansımasıdır. Tasavvufî düşüncede bir varlık meselesi olan aşk ve bu yolun yolcusu âşıklık için de gıdâlar son derece önemlidir. Ancak âşık olanların zâhirî gıdâlarla pek işi olmaz. Çünkü onlar ayrı bir menbâ’dan gıdâlanır ve gıdâları farklıdır. Hz. Mevlânâ bu keyfiyeti şu ifadelerle dile getirmektedir: “Aşk olmasaydı, varlık nereden olurdu? Ekmek nasıl olur da gelir senin vücuduna katılırdı? Ekmek varlığa katıldı. Neden? Aşktan, istekten. Yoksa ekmeğin can olmasına yol var mı? Aşk ölü ekmeği can hâline getirmekte, fânî olan canı ebedîleştirmektedir”20 “Âşıkın gıdası, ekmeksiz ekmeğe âşık olmaktır. Aşkında doğru olan kişi, varlığa bağlanmaz. Âşıkların varlıkla işi yoktur. Âşıklar kârı sermâyesiz elde ederler.”21 “Canların gıdâsı aşktır. Bundan dolayı ruhların gıdâsı açlıktır.”22 “İlâhî aşkla kendinden geçmiş kişilerin meclisinde ekmekten az bahset! Şunu iyi bil ki, ilâhî aşk suyuna dalmış kişiler, sudan başka bir şeyle uzlaşamazlar. Senin aşkın, çorak toprağı gül bahçesi hâline getirir.”23 3. Mevlevîlerde “Lokma” Pişirmek ve Sofra Âdâbı24 Lokma, mevlevî tekkelerinde pirinç, et, soğan, nohut, kişniş ve fıstık gibi çeşitli malzemelerden meydana gelen, matbah-ı şerifte Cuma ve bazen Pazartesi geceleri belirli bir âdâb ve erkân dâhilinde 19 Mevlânâ, Dîvân-ı Kebir, (trc. A. Gölpınarlı), III, 459. Mesnevî V, b. 2008-14. 21 Mesnevî III, b. 3020-21. 22 Mesnevî III, b. 3034. 23 Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr, I, 78 (g. 78). 24 Bu bölüm Mevlevîlik’te Ma’nevî Eğitim isimli çalışmamızdan özetlenerek naklen alınmıştır. (S.A.) 20 Tekke Mutfağında Nefs Terbiyesi / S. Arfaguş • 157 merâsimle pişirilen Mevlevîlere has özel bir pilavın adıdır.25 Lokma, hem çile eğitimi için hem de normal şartlarda tekkenin mutfak hizmetlerine cevap vermek için tesis edilmiş iki ayrı matbahı olan büyük tekkelerde çileye tahsis ile dervişlerin terbiyesine mahsus olan matbahta pişirilmekteydi. Bu özel yemek için ayrı ve içinde başka hiçbir şey pişmeyen özel bir kazan bulunurdu. Gümüş gibi parlak olan bu kazan temiz bir beze sarılı olduğu halde kendisine mahsus olan bir dolapta muhafaza edilirdi. Matbahta bu işe tahsis edilmiş olan ocağa Ateşbâz-ı Velî Ocağı denilirdi. Tek matbahı olan küçük tekkelerde ise bir hâl çaresi düşünülmüş olup, baştaki ocak Ateşbâz-ı Velî Ocağı kabul edilerek lokma bu ocakta pişirilirdi. Lokma piştiği esnada kapı daima kapalı tutulur, Mevlevîlerin tabiriyle sır olunurdu. Bu esnada lokma pişirilirken matbahta kazancı dede ile matbah canlarından başka hiç kimse bulunmazdı. Lokmanın içerisine konulacak çeşitli malzemelerin miktarı, sofraya iştirak edecek kimselerin sayısı göz önüne alınarak kazancı dede tarafından belirlenirdi. Lokmanın suyunu ve malzemesini koyarken orada bulunan canların hepsinin katkısının olması gerektiğinden herkesin ne kadar malzeme veya su koyarak yapacağı katkıyı kazancı dede kendisinin koyduğu miktar ile göstermiş olurdu. Kazancı dede kendi payına düşen miktarı koyduktan sonra kepçeyi matbah canına verir. Can kepçenin ucunu öper, kazancı dedenin koyduğu miktar kadar koyduktan sonra o da yanındakine verir. Kepçe sıra ile ve aynı merasimle matbah canları arasında devreder ve bu suretle su lüzumlu miktarda konulmuş olurdu. Lokmanın suyunu, pişirilecek miktarı nazar-ı dikkate alarak mevcut bütün canların hisselerine düşecek miktarı lokma kazanına harçlar ilave olunduktan sonra bir daha açılmazdı. Bu minvâl üzere pişirilen lokma iyice piştikten sonra indirilir, suyunu çekmesi ve kıvamını bulması için kor üzerinde dinlendirilirdi. Lokmanın piştiği müddet içerisinde matbah- 25 Mustafa Vahyî Efendi’nin lokma tarifi de kısaca şu şekildedir: ‘Ma’lûm ola ki, Lokma dedikleri eğer lahm bulunur ise, etli bir pilavdır. Ve eğer lahm bulunmaz ise, sâde pilav olur. Ve eğer vakti ise, ya üzüm ya kavun veya karpuz ve eğer vakti değil ise, üzüm hoşâbı veyâhut sâir bir hoşâb tabh ederler. İşte lokma budur.’ Mustafa Vahyî, ed-Dürretü’l-Azîziyyefi’l-Fevâidi’l-Kaviyye, Matbaa-i Âmire 1281/1864, s. 8384. 158 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi ta hazır bulunan canlar niyâz vaziyetinde beklerlerdi. Bu gelenekte lokma pişirmeğe lokma basmak da denilmekteydi.26 Mevlevîhânelerde sofra hazır olduğu zamancanların yemeğe çağırılması için ‘yemek hazırdır, yemeğe buyurun’ anlamına gelen ‘lokmaya salâ’ diye seslenilirdi.27 Cuma geceleri ve Cuma günleri yemek, elifî somat adı verilen uzun bir meşin sofra üzerinde yenirdi. Bu sofrada başta ser-tarîk olmak üzere diğer bütün dervişler karşı karşıya otururlardı. Hamit Zübeyir Koşay’ın vermiş olduğu bilgilere göre mesela Cuma gününe ait yemek listesi; çorba, et, sebze, tatlı, köfte, fasulye, pirinç pilavından lokma,28 nişastadan yapılan palûze ve hoşaf gibi yemeklerden meydana gelirdi. Yemeğin ocağa konulması gibi ocaktan indirilmesi de belirli bir âdâb ve erkân dâhilinde idi. Yemeğin piştiği hissedildiği zaman canlar niyâza durur, kazancı dede lokmanın kapağını açar, yere indirirler ve bu esnada şu gülbank okunur: “Vakt-i şerif hayrola, hayırlar feth ola, şerler def ola! Tabhı şirin ola! Dem-i Hazret-i Mevlânâ hû diyelim hûûû!” Pişen yemeğin biraz soğuyup servise hazır bir hâle gelebilmesi için farklı kaplara kotarırlar. Bazen bu lokmadan Çelebilerin evlerine de lokma giderdi. Bir kısmını akşam için ayırdıktan sonra Cuma yemeğine tahsis edilen diğer kısmı ikram edilirdi.29 Yemeğe en önce tarîkatçı bir parça tuz ile başlar. Tuza ekmeğini batırır ve etrafındaki sofrayı paylaştığı kimselere ‘buyurun’ derdi. Yemek yenilip lokma bitince gülbank okunmazdan evvel yine bir parça tuz ile yemeğe son verilirdi. 30 Meydanda söylenen lokma gülbankı da şu şekildedir: “Mâ sûfiyân-ı râhîm, mâ tabla hôr-i şâhîm. Pâyende dâr yâ Râb, în kâserâ vü hânrâ, salli ve sellim alâ eşref-i nûr-i cemîi’lenbiyâi ve’l-mürselîn ve’l-hamdü lillâhi rabbi’l-âlemîn!” Bu gülbankın arkasından tarîkatçı dede şu duâyı okur: 26 Pakalın, Mehmet, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü I-III, İstanbul: MEB 1983, “Lokma”, s. 369; “Matbah-ı Şerif”, II, s. 419-420. 27 Pakalın, “Lokma”, OTDTS, II, s. 369. 28 Koşay, Hamit Zübeyir, “Mevlevîlikte Matbah Terbiyesi”, Türk Yurdu, sayı: 27 (1927), s. 136. s. 133-137. 29 Koşay, a.g.m., s. 136. 30 Kösec Ahmed Dede, Tuhfetü’l-Behiyye-Zâviye-i Fukarâ-, s. 27. Tekke Mutfağında Nefs Terbiyesi / S. Arfaguş • 159 “Elhamdü lillâh, eş-şükrü lillâh, Hak berekâtın vere, erenlerin hân-ı keremleri müzdâd ve sâhibü’l-hayrât güzeştegânının rûhi şerîfleri şâd ü handân, bâkîleri selâmette ola! Demler, safâlar ziyâde ola, dem-i Hazret-i Mevlânâ hû diyelim hûûû!”31 Lokma edilip, gülbank çekilerek duâ ile bitirilen yemekten sonra herkes sofradan kalkıp yerlerine otururlar. Mutfak canları tarafından getirilen leğenlerde âdâbınca eller yıkandıktan sonra taşra meydancısı kahve getirir, kahveler içilir ve yemek faslı böylece sona ermiş olurdu. Diğer günlerde ise taşra meydancısı sabahleyin kahvaltı hazır olduğunda ‘hû salâ’ diye bağırır. Bu sabah vakti için lokma zamanı anlamına gelirdi. Mutfak-ı şerifte yemekler hazır bulunur, dervişân toplanırlar ve kıdem sırasıyla mutfağa varıp sofraya otururlardı. Öğle yemeği olmaz, isteyen hücresinde kahvaltı yapar. Akşam yemeği için de mescitten çıkılınca doğru mutfağa gidilirdi. Sabah yemeği çorba, sebze, pilavdan ve niyâz yani zuhurattan -hariçten gelen hediye- akşam yemeği ise, çorba, et ve pilavdan ibarettir.32 Mevlevî tekkelerinin son dönemlerinde bu mânevî havayı teneffüs etmiş ve daha sonra Maarif Vekili olmuş önemli bir Mevlevî sima olan Hasan Âlî Yücel bu sofralardaki âdâb, erkân ve mânevî hava hakkında bizce oldukça önemli olan şu bilgileri vermektedir: “Mevlevî tekkeleri, nizam ve intizam içinde idare edilirdi. Yemek zamanlarında ağız şapırdatmak bile ayıptı, konuşmak yasaktı. Bu sessiz, sedasız insanlar içinde yediğim, Hak nimetlerinin lezzetini davetlisi olarak bulunduğum en yüksek sofraların çoğunda tadamadım, dersem mübalağa ettiğim zannına düşülmesin. Mevlevîler benim gördüğüm güler yüzlü, tatlı sözlü insanlardı. Fakat tekkenin damı altında çatlayan bir kahkaha veya duygulu adamların mahzun ve müteessir zamanlarında göğüslerine sığmamış bir hıçkırıklı kahkahalarını duymadım. ‘Çok tebessüm edeb alâmetidür, kahkaha bî-hayâ emâretidür!’ kâidesi bu çevrede tam riâyet görürdü.”33 31 Koşay, a.g.m., s. 136. Koşay, a.g.m. s. 136. 33 Hasan Âli Yücel, “Mevlânâ ve Mevlevîlik”, Hayat Mecmuası, Mevlânâ Özel Sayısı, 1953. 32 160 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi Aslında Mevlevîlerin hemen her hareketinde bir dinginlik, sessizlik ve sükût ile murâkabe hâli üzere huzûr-i kalble meşguliyet söz konusudur. Zarurî bir ihtiyaç olmadıkça yemek esnasında konuşmamak gelenek hâline gelmiştir. Ancak, yemekte mevlevîhânelerin bu kuralını bilmeyen bir misafir bulunursa, bu sükûtubir kabalık olarak yorumlayabileceği için misafir bulunduğu zaman yemek esnasında konuşmak, ya da ayrı bir yerde müstakil olarak yemek yemek lazımdır denilmektedir. Hüseyin Azmî Dede günümüz âdetleriyle pek örtüşmez gözüken bu Mevlevî âdeti hakkında şu bilgileri vermektedir: “Fi’l-asl, seyr-i enfüse iştiğâl eden efrâd-ı mevleviyyenin her resminde samt ve sükût ile murâkabe üzere huzûr-i kalbe meşgûl olmak ve lüzûm-i zarûrî olmadıkça esnâ-yı taâmda dahi huzûrdan hâlî olmamak maksadıyla kelâm etmemek, mevlevîhânelerde de’b-i kadîm olduğuna cevâben, kelâm etmemek kavm-i Yehûd âdeti olduğu için Şâri-i Ekrem’in emriyle men’ olunduğu ityân olunur ise, kelâm etmek kavm-i Nasârâ âdet-i olduğu teemmül olunsa umûr-i müştereke de müşâbehetten ictinâb mümkün olmadığı için, nehyin yalnız kavm-i Yehûd âdetine müşâbehetten ictinâba hasrı ve kavm-i Nasârâ âdetine müşâbehetten nehy olunmaması umûr-i müşterekeye müşâbehetten ictinâben olmayıp, o zamân için sebebe mebnî nehyin muvakkat kısmından olduğu başka risâlede beyân olunduğu vecihle, esnâ-yı taâmda seyr ü sülûkden ma’dûd olan samt ve sükût i’tirâzı sâkıt olacağı fehm olundukda taâmda mevlevîhânelerin kâidesini bilmeyen misâfir, kelâm olunmamasını adem-i riâyetehaml edeceği mülâhaza olunsa, riâyette noksana haml olunmamak için misâfir bulundukça mükâleme olunmak, yâhut mahsûsen it’âm etmek lâzımdır.”34 Bilindiği üzere İslâm’ın ilk devirlerinde yemek yerken kaşık kullanımı âdet değildir. Yemek kültürü, yemek çeşitleri ve bunların ikramı ve yenilmesi hususlarında dinî-kültürel, geleneksel birbirinden oldukça farklı birçok tavır söz konusudur. Çünkü sulu gıda tüketi34 Hüseyin Azmi Dede, Nuhbetü’l-Âdâb, (A. Yılmaz Soyyer ve Mustafa Tahralı yoluyla bize ulaşan fotokopi nüsha) vr. 7b-8a. Ayrıca bkz. Kösec Ahmed Dede, Tuhfetü’lBehiyye -Zâviye-i Fukarâ-, s. 27. Tekke Mutfağında Nefs Terbiyesi / S. Arfaguş • 161 minin az ya da hiç olmadığı durumlarda kaşığa ihtiyaç olmaması normaldir. Binaenaleyh, Hz. Peygamber’in de kaşık kullanmadığına uyarak tarîkat büyükleri ekseriyetle kaşık kullanmamışlardır. Mevlevîlerce de ‘usûl-i tenâvül üç parmak iledir’.35 Ancak daha sonraları, yemeklerde sulu gıdaların bulunduğu ve kaşığa lüzum olan zaman ve mekânlarda kaşık kullanımının yaygınlaşmış olduğu görülür. Hattâ Mevleviler kaşığın sofrada duruşuna dair bile bazı yorumlar yapmışlardır. Sofra da kaşık kapamayı secdeye işaret olarak yorumlayanlar olduğu gibi, kaşığını açık bırakmayı da duâya işâret olarak görenler olmuştur. Hüseyin Azmî Dede böylesi tavırlara değinirken biraz da yaşadığı dönemin -XIX. yüzyıl- tabiatından ötürü, ‘sofrada kaşık kapamak, içinde kalan sıvıların bulaşığının kalmaması ve temizliğe riâyet içindir, bunu ve kaşığı açık bırakmayı başka türlü yorumlamak cehaletten kaynaklanmaktadır’ diyerek reddedici ve sert bir yaklaşım ortaya koymaktadır. Ona göre, bu hareketlerle her iki zümrenin iddia ettiği gibi secde ve duâ kastedilmemiştir ve bunların iddialarına herhangi bir delil de yoktur. Bu husus Nuhbetü’l-Âdâb’da şu şekilde işlenmektedir: “Sadr-ı İslâm’da kaşık isti’mâli, akvâm-ı Hicâziyye’de âdet olmayan hâl-i bedeviyyet zamânında şorba ve hoşâb emsâli mâyiât bulunmayan zamân ve mekânda kaşığa ihtiyaç olmadığından, Şâri’-i Ekrem’in kaşık isti’mâl etmediğine ittibâan, tarîkat müctehidleri dahi isti’mâl etmeyip, muahharan et’imede mâyiât bulunan ve kaşığa lüzûm zarûrî olan zamân ve mekânda isti’mâlinin şüyûunda âife-i Mevleviyye sofrada kaşığı kapamak, derûnunda kalan mâyiâtın âlâyişi kalmamak için nezâfet eri âyeten, edebiyâtdan ibâret olup, secdeye işâret zannetmek cehilden neş’et ettiği gibi, açık koyanlar dahi duâya işâret zannına zehâbları cehilden hâdis olduğu ve iki tâifenin iddiâ ettiği secde ve duâ maksûd olmadığı ve müddeâlarına delil bulunmadığı ma’lûm oldukta, kapamayı tercîh nezâfete delâlet edip, açık bırakmayı tercîhe delil bulunmadığı bu beyân ile zâhirdir.”36 Mevlevîhânelerde bir başka âdetin de sofrada bulunanlara su veren hizmetçiye lokma vermek olduğu söylenmektedir. Hz. Peygamber’in mübârek eliyle etrafındakilere yiyecek vermesi örnek alınarak 35 36 Koşay, a.g.m., s. 136. Hüseyin Azmî Dede, Nuhbetü’l-Âdâb, vr. 8b. 162 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi mevlevîhânelerde hizmet edenlere kaşık ile pilav vermek âdet olmuştur. Ancak bir kaşığın iki ağıza girmesi gibi, kültüre bağlı olarak hoş sayılmayacak bir durum ortaya çıkmışdaha sonraları bu âdet de gerek istikrâh olunan bir davranış, gerekse temizlik kurallarına da aykırı düştüğünden terk edilmiştir. Hüseyin Azmî Dede de bu hususa işaret etmektedir: “Mevlevîhânelerde resmî olan somatta teşneye su veren hâdime lokma vermek mesnûn olduğuna mebnî sadr-ı İslâm’da kaşık isti’mâl olunmadığından Şâri’-i Ekrem yed-i mübârekiyle verip, pilâva ve kaşığa mahsûs olduğu kıyâsa alındıkta, kaşık isti’mâlinin şüyûunda mevlevîhânelerde kaşık ile pilâv vermeye hasrolunması, bir kaşık iki ağıza girmek sû’ nev’inden olmayıp, istikrâh olunan nev’inden olduğuna ve nezâfet iddiâsına muhâlif bulunduğuna binâen terki evlâdır.”37 Görüldüğü üzere Mevlevîlikte sofra âdâbı da son derece sıkı kuralları olan ancak zerâfet, nezâket ve nezâfete azamî dikkat edilen bir husustur. Yemek servisinden su ikrâmına geleneksel Mevlevî sofrasında her şeyin yerli yerince âdâb ve erkâna riayet içerisinde uygulandığı görülmektedir. Sofrada yemek yiyenler olduğu gibi hizmet edenler ve servis yapanlar da vardır. Kendilerine ikramda bulunup hizmet edenlere şükrânelik olarak yedikleri yemeklerden ikram etmek bir gelenek hâlini almış gibi gözükmektedir. Ancak daha sonraları modern hayatın etkisinden ötürü ve sofralarda topluca tek kaptan yemek yerine herkesin ayrı tabakta münferiden yemek yemeye başlamasıyla bu gelenek değişmiştir. Hattâ yukarıda aktardığımız bu uygulamanın nezâhet ve nezâfete aykırı görülerek eleştirilir olması dahi söz konusudur. Yine bu hususlarda Mustafa Vahyî Efendi’nin aktardıklarında da önemli bilgiler mevcuttur: “Erenlerin âdâbı taâm vâhid olmaktır. İşte bu lokma tenâvül olunur iken, hiç sıyt ü sadâ olmaz ve herkes kendi önüne nazar eder. Kimse kimsenin kaşığına ve ağzına bakmaz. Öksürme ve aksırma ve kükreme ve esneme olmaz, be-ğâyet ayıptır. Herkes önünden, bir gayrının önüne el uzatmaz. Aşçıbaşı ayak üzere durur ve elinde bir kâse ile su tutar. İki sofradan canlardan birisi su ister ise, bir gözünün ucu ile aşçıbaşıya nazar eder. Ol dahi 37 Hüseyin Azmî Dede, Nuhbetü’l-Âdâb, vr. 9a. Tekke Mutfağında Nefs Terbiyesi / S. Arfaguş • 163 onun ensesinden suyu ona verir. Ve ol can sağ eliyle niyâz eder, alır ve sağ tarafına başını döndürür, hicâb ve âdâb ile ol sudan nûş eder. Şöyle ki, ol canlar onu görmezler ve bakmazlar. Ve ol can dahi su içerken gâyet tevâzu’ ve edeb ve hayâ ile nûş eder ve ağzını şapırdatmaz. Ve sakalına ve önüne su dökerek hayvan gibi içmez. Ve aşçıbaşıya niyâz edip, su kâsesini verir. Ve ol can dahi kendi kaşığı ile bir kaşık pilav alır, niyâz eder, aşçıbaşıya verir. Ol dahi niyâz edip, alıp tenâvül eder. Ol can suyu nûş edip niyâz ile su kâsesini verdikte, ol dahi niyâz edip kaşığı ol cana verir. İşte bu iki sofranın cümlesinde su içenler aşçıbaşıya göz ucuyla işâret ederler. Ol dahi ensesi tarafından sağından verir. Ol can dahi ona bir kaşık pilav verir. İki taraf dahi niyâz ile alır ve niyâz ile verir. Hattâ şeyh efendi dahi su ister ise ol dahi fukarâ gibi göz ucuyla işâret eder. Velâkin şeyhe fukarâ gibi verilmez. Şeyh olan zât âşikâre içer ve ol dahi aşçıbaşıya bir kaşık kendi kaşığıyla pilav verir. Gerek şeyh efendi ve gerek aşçı dede bir kaşık pilavı niyâz ile alır ve niyâz ile verirler. Ancak şeyh efendi su içtikten sonra sâir fukarâ su içmek âdâbdan olmamakla, şeyh efendi âdâbariâyet edip, biraz su içmekte te’hîr eder, cümleden sonra içmeye dikkat eder. Ve şeyh efendi su içtikten sonra su kâsesini ol meydanın duvarında kuzuluk vardır, ona korlar. Ba’dehû taâm tekmîlinde sofrayı aşçıbaşı devşirir. Meydanda duvarda kuzuluğa vaz eder. Lâkin sofra iki olmakla ibtidâki hücre-nişînlerin sofrasını aşçıbaşı devşirir, mezkûr yere vaz’ eder. İçlerinden biri leğen ve ibriği alır, ol sofranın canları ellerini yıkarlar. Ve aşçıbaşı gelip şeyh efendinin sofrasını dahi devşirir ve dürer. Bu kerre kıçın kıçın geriye gidip iki eli üzerinde ve göğsü beraberinde o sofrayı tutar. Şeyh efendi oturduğu yerde ol sofranın gülbankını çeker. Ba’dehû, ol sofrayı dahi aşçıbaşı kuzuluğa kor. Ba’dehû, leğen ve ibriği aşçıbaşı eline alır, ibtidâ şeyh efendiye götürür. Ba’dehû onun aşağısında olan cana götürüp sırasıyla şeyh, şeyh efendinin sofrasında olanlar ellerini yıkarlar ve cümlesinin ellerine aşçıbaşı su döker. Ve leğen ve ibriği ol götürür ve hizmeti ol eder. Ve ba’dehû meydancı kahveyi getirir.”38 Bir mevlevîhânede kahve ikramı ve içilmesi son derece önemli ve belirli kaidelere bağlıdır. Tahmisçi adında bu işin özel bir görevlisi 38 Mustafa Vahyî, Dürretü’l-Azîziyye, s. 85-87. 164 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi olduğu da daha önce zikredilmişti. Mustafa Vahyî Efendi Dürretü’lAzîziyye’de kahve ikramı hakkında şunları aktarmaktadır: “İşte taâm gülbankı çekildikten sonra taşra meydancısı kahveyi getirir ve kahveyi matbahta kazancı pişirir. Ve meydancı tabla üzerine cümle fincanları dizer ve kahveyi cümle fincanlara kotarır. İki eli üzerinde tutar, şeyhe müteveccih olur. İbtidâ bir kerre selamlar, ba’dehû, ortada bir dahi selamlar ve şeyhin önüne oturur yine selamlar ve kahve fincanını şeyh efendi tabladan niyâz ile alır. Ba’dehû meydancı niyâz eder, ardını dönmeyerek kıçın kıçın geriye çekilir, selamlar. Ba’dehû, tekrar ortaya gelir, yine selamlar. Ba’dehû, şeyh efendinin sofrasında olup sağ tarafında olan eski canların önlerine çöker, niyâz ile her birine tablayı arz eder. Onlar dahi birer fincan kahvelerini alırlar. Ba’dehû, ol sıra tamam olduktan sonra yine meydancı kahve tablası ile niyâz edip geriye kıçın kıçın çekilir, tekrar selamlar. Ba’dehû yine ortaya gelir, yine selamlar. Ba’dehû şeyh efendinin solunda olan yeni hücre-nişîn canların önünde diz çöküp, kahve tablasını arz eder. Her biri niyâz ile bir fincan kahve alırlar. Ol sıra dahi tekmîl oldukta meydancı yine âdâb ile kıçın kıçın geriye çekilir. İki eli birbiri üzerinde çenesi altında böylece dârda durur gibi durur. Cümle canlar kahveyi içerler. Ve şeyh efendi kâseden geç içer tekmîl etmez. Ve cümle canlar kahvelerini nûş ettikten sonra tekmîl eder. Ve her can elindeki kahvesini içip tekmîl ettikte fincanını sağ elinin avucunda ve hırkası altında setr eder. Tâ ki, şeyh efendi kahveyi tekmîl edince mukaddem kahvelerini içen ve bitiren canlar fincanları avucu içinde hırka altında gizlerler. Şeyh efendi nazar eder ki, cümle canlar kahveyi demlendiler, tamâm kendi dahi bitirdiğini meydancı gördükte selamlayıp varır, şeyh efendinin fincanını niyâz ile alır geri geri gelir, fincanı tepsiye kor. Yine selamlar, varır niyâz ederek şeyhin sağ tarafından olan canların önlerine diz çökerek ve niyâz ederek fincanları devşirir. Yine kalkar niyâz ile geri geri çekilir ol fincanları tepsi üzerine kor. Tekrar yine gelir, selamlar ve yine varır selamlar. Diğer sol tarafta olan canların âdâb üzere fincanlarını bu vecihle devşirir. Ba’dehû geriye durur, şeyh efendi kahvenin gülbankını çeker. Meydancı kıçın kıçın taşra çıkar. Ol aralıkta aşçı dede gerek lokma ederken ve gerek kahve içilirken hücreye çıkacak can kapı taşrasında hırkası arkasında yenlerini giyip anda durur. Tekke Mutfağında Nefs Terbiyesi / S. Arfaguş • 165 Kahveler içilip meydancı kahve gülbankını alıp taşra çıktığı gibi aşçı dede ol canın önüne düşer, kapıdan geçirir.”39 Bu âdâb ve erkân içerisinde sofrada oturup, yemek yiyen canların sofradan kalkmaları da alelâde ve düzensiz değildir. Yemekler yenilip kahveler içildikten sonra sofradan ayrılmanın âdâbını da yine Mustafa Vahyî şöyle anlatmaktadır: “Aşçı başı durur, ol can kapıdan içeri girdiği gibi baş keser, selamlar. Ba’dehû, meydanın ortasında yine baş keser yâni selamlar. Ba’dehû, şeyhin önüne varır, yine baş keser ve diz çöker oturur. Şeyhin elini ve dizini öper ve ayağa kalkar, selamlar, kıçın kıçın geri gider. Orta yerde bir dahi selamlar, yine kıçın kıçın geri gider. Nihâyette bir dahi selamlar, baş keser. Ba’dehû yine tekrar ileri varır ve ortada yine selamlar. Ba’dehû şeyhin sağ tarafında olan canların başta oturan cana varır, önünde diz çöker görüşür. Yâni, o canın elini tutar, o öper ve ol can dahi onun elini öper. Bu vecihle baştan sırasıyla aşağıya varınca cümle canlar ile birer birer görüşür, musâfaha eder ve ellerini öper. Ba’dehû kıçın kıçın yine geriye varır, durur, baş keser ve selamlar. Ba’dehû yine ileriye varır sol tarafta ikinci sofranın canları sırasıyla oturmuştur. Onların başlarından başlayıp, şeyhin sağ tarafında oturan canlar ile nice musâfaha edip görüştü ise bunlar ile dahi öylece görüşür, ellerini öper, musâfaha eder. Onlar dahi bu canın elini öperler. Ba’dehû yine kıçın kıçın geri meydanın nihâyetinde baş keser, durur ve iki ellerini çenesi altında biri biri üzerinde lâm-elif şeklinde dârda durur gibi durur. Ba’dehû, şeyh efendi ol vakit bir gülbank çeker, tamâm oldukta ol can yine üç mahalde selamlayarak baş keserek gelir, şeyhin elini ve dizini öper. Ba’dehû kalkar kıçın kıçın üç yerde selamlayarak ve baş keserek kapıdan çıkar ve geçer, matbaha gider. Akşama-dek matbahta oturur. Akşam olup çerâğcı matbahın çerâğını uyardıktan sonra aşçıbaşı bir çerâğ yâni, bir şamdana bir mum dikip, ol canın önüne düşüp, odasına götürür. Ol odada çerâğı uyarırlar ve ol can aşçıbaşının elini öper. Ol dahi bir gülbank çeker ve ona duâ eder. Ve biraz nasîhat eder ve ba’dehû kalkar kendi odasına aşçı dede gider. Ol can yalnız hücresinde kalıp, matbahta tecellîye mazhar ise onunla olur.”40 39 40 Mustafa Vahyî, Dürretü’l-Azîziyye, s. 88-90. Mustafa Vahyî, Dürretü’l-Azîziyye, s. 90-92. 166 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi Mevlevîhânelerde sofra malzemelerinin toplanıp kaldırıldığı yemekhane duvarında küçük bir hücre vardır. Kuzuluk tabir edilen bu hücreye sofra bezleri, muşambalar, su tasları, peşkir ve sofra takımları konulurdu. Mevlevîhâne sofralarının başlangıçta herhangi bir tasnif ve sınırlama olmaksızın herkese açık olduğu ancak sonraları buna riayette bazı sıkıntıların mevcudiyeti de İhtifalci Mehmet Zîyâ tarafından Yenikapı Mevlevînesi’nde şikâyet konusu yapılmaktadır: “Bu hususta hankahlarımızda rüsûm ve teşrîfât yoktur. Oraları herkes için açıktır. Onun sımât-ı in’âm ve ihsânı hâss ve âmma bî-dirîğdir. اﻧﺪرﯾﻦ ﺟﺎ ھﺴﺖ ھﺮﻛﺲ را اﯾﻦ ﺻﻤﺎﺗﺴﺖ ﺑﻰ درﯾﻎ از ﺣﺎص و ﻋﺎم ﻃﻌﺎم ‘Bu sofra havâs-avâm ayırımı yapmayan bir sofradır. Burada herkes için yemek bulunur.’ Bu bilindiği halde onun kavâid-i ictimâiyyesini tatbîk etmemek büyük bir insafsızlıktır. Hattâ ucub ve gururdur. Bu ise dervişlikle kâbil-i tevfîk ve tevsîk değildir.”41 Aslında bir mevlevîhânedeki bu sofralar ve burada görülen zerâfet, nezâket ve nezâhet merasimi, mide doldurmak ya da fizikî açlığın giderilmesi için olmaktan daha ziyade mânevî gıdaları talep etmektir. Ve bu sofraların müdâvimleri de hiçbir zaman lokma peşinde ve derdinde olmamışlardır. Çünkü Hz. Mevlânâ insan ile yediği-içtiği ya da talep edip peşine düştüğü şey arasında doğrudan irtibat kurmaktadır: وردرﻃﻠﺒﺠﻮھﺮﺟﺎﻧﯿﺠﺎﻧﯽ ﮔﺮدرﻃﻠﺒﻠﻘﻤﮫءﻧﺎﻧﯿﻨﺎﻧﯽ ھﺮﭼﯿﺰﻛﮭﺪرﺟﺴﺘﻨﺂﻧﯿﺂﻧﯽ اﯾﻨﻨﻜﺘﮭﺰﻣﻨﺒﺸﻨﻮاﮔﺮﻣىﺪاﻧﯽ “Eğer bir lokma ekmek peşinde koşuyorsan, sen bir ekmeksin! Can cevherini arıyorsan bil ki can cevherisin! Benden şu nükteyi işit -eğer idrâk edersen-: Aradığın şey ne ise, sen de osun.”42 41 Mehmet Ziyâ, Yenikapı Mevlevîhânesi, (Haz. Murat A. Karavelioğlu), İstanbul: Yeditepe 2005, s. 226-227. 42Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr, II, s. 1432 (1817. rubâî). Bu rubâî ile bâzı farklarla berâber benzerlik arz etmektedir. Krş. Minhâcü’l-Fukarâ, s. 142. Tekke Mutfağında Nefs Terbiyesi / S. Arfaguş • 167 Netice itibariyle, mevlevîhânede yemek, içmek bir âdâb ve erkâna bağlıdır. Tasavvufî anlayışın ve Hz. Pîr Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’nin işâretleriyle şekillenmiş bulunan bu âdâb ve erkân gerek seyr ü sülûk ve gerekse normal hayatta bir Mevlevî için son derece önemlidir. Tâat ve ibâdetlerin îfâsı ve bu yolda binitleri olan bedenlerini ayakta tutabilmek için maddî gıdâlara ihtiyâç duyarlardı. Manevî gıdâları elde etme yolunda maddî gıdâların önemini bilir ve kemiyet ve keyfiyet olarak temizliğine son derece riâyetkâr davranıyorlardı. Lokma, kahve, baklava şeklinde dilimlenmiş ve kurutulmuş ekmek kırıntıları, mevsimine göre meyve ve taze sebzeler, hoşaf ve şerbet türünden gıdâlar bir mevlevîhâne matbahının menü listesinde sıkça rastlanan şeylerdir. Aslında bir dervişin gıdâ rejimi de evrâd ü ezkârında olduğu gibi şahsîdir. Ancak her dergâhın âdâb ve erkânında olduğu gibi, hattâ her tarîkatın gıda rejimi de zaman, mekân ve coğrafyaya göre, mevsimler ya da seyr ü sülûkün evresine, tâlibin isti’dâd ve ihtiyâcına göre şekillenmektedir. Çorbalar, bölgesel yemekler, helva ve tatlılar ya da mâyî gıdalar düşünüldüğünde tekkelerin mutfaklarında kâmil insan yetiştirirken nezâfet, nezâket ve vaktin âdâbı gözetilerek lokma edilir. Kem âlet ile kemâlât olmaz düstûrunca bu yolda ağıza konulan lokmalar, maddî gıdâlar nur olmalıdır ki, mânevî gıdalara zemin oluşturup yol bulsun. Tebliğimize bu anlayışın temel kaynağı diyebileceğimiz Hz. Mevlânâ’nın şu ifâdeleri ile son verelim: “Ey mürid, pislik, misk hâline gelinceye kadar yıllarca o bahçede otlamak gerek. Evet, arpa yememeli eşekler gibi, ceylâncasına Huten ülkesinde erguvan otlamak gerek. Karanfilden, yaseminden, gülden başka bir şey otlama. O ceylânlarla Huten sahrasına yürü! Mideni o reyhanlara, güllere alıştır da peygamberlerin hikmet ve gıdâsını bul. Mideni şu ottan, arpadan vazgeçir, reyhan ve gül yemeye başla. Ten midesi, insanı samanlığa çeker, gönül midesi ise reyhanlığa. Ot ve arpa yiyen kurban olur. Hakk’ın nûruyla gıdâlanan Kur’ân olur. Senin yarın pisliktir, yarın misk. Kendine gel de pisliği değil, Çin miskini artır!”43 43 Mesnevî V, b. 2472-2479. Kaygusuz Abdal’da Nefsin Terbiyesi ve Kişilik Oluşumunda Sofra Tercümanları–Gülbankları Doç. Dr. Ömer Faruk TEBER Giriş Kaygusuz Abdal Alaaddin Gaybi, Abdal Musa gibi dinî, tasavvufî şahsiyetler, Türk halkının iman anlayışında taassuba meydan bırakmayan hür bir vicdan dünyası uyandırmıştır. Nitelikli, hoşgörülü, kamil bireylerin oluşturduğu “erdemli-fâzıl” bir toplumun inşasında, dinî-ahlâkî telakkilerin topluma kazandırılması yolunda sorumluluk üstlenmişlerdir. XV. Yüzyıl tarihçisi Aşıkpaşazâde tarafından Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşmasında önemli roller üstlendiği bildirilen Abdalân-ı Rûm; Ahiyân-ı Rûm; Gaziyân-ı Rûm, Bacıyân-ı Rûm olarak adlandırılan dört taifeden birisi olmuşlardır. Söz konusu bu abdallar, Maveraünnehir bölgesinden başlayarak Anadolu ve Rumeli’ye kadar uzanan bir coğrafyada halk arasında Allah korkusu yerine Allah aşkı ve peygamber sevgisini yayarak samimi bir hoşgörü anlayışını tesis etmişlerdir. Tasavvuf, İslâm inanç sistematiğini düzenleyerek, dinî ibâdetlerin en güzel ve coşkulu bir şekilde yapılmasını, hayatın bütün alanlarında kişisel davranışların iyileştirilmesini öngörür. Sûfî yaşam tarzı özellikle, bireyin en iyi davranış biçiminin yöntemidir denilebilir. Bu ise kendini kontrol etme, samimiyet, gerek insanın davranışlarında ve gerekse düşüncelerinde sürekli Allah’ın kontrolü altında olduğunun bilincinde olunmasıdır. İslâmî emir ve yasaklar namaz, oruç, iyilik, yardım, kötülükten yüz çevirme gibi dış görevleri kapsadığı gibi, aynı zamanda imân, Allah’a şükür, samimiyet, diğergamlık Akdeniz Üni. İlâhiyat Fak. İslâm Mezhepleri Tarihi Anabilim Dalı, Antalya. 170 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi ve bencillikten uzaklaşmak gibi iç ödevleri de kapsar. Tasavvuf, hayatın işte bu iç cephesine yönelik bir eğitim sürecidir1. Bektâşîlik, Türk örf-âdet ve gelenekleriyle birlikte İslâmî öğretinin özümsenerek yaşandığı bu anlayış zamanla gelişerek ve yaygınlaşarak Türk toplumunda kitleleri arkasından sürükleyen tasavvufî bir akım haline gelmiş zengin Türk sosyal hayatı ve tasavvufî inanç mozayiği içersinde önemli bir yere sahip olmuştur. Bu bakımdan Bektâşîlik, Osmanlı zamanında popüler en büyük Türk tarîkâtı olmuştur2. Tasavvuf ve tarîkatler dünyaya ve olgulara nasıl bakılması gerektiğine dair belli bir bakış açısı ve neyin nasıl yapılmasına dair yöntem ve öneriler içermektedirler3 Sûfiler, bağlı bulundukları tarikâtın kurallarına uygun olarak yaşarlar. Bu kurallar bütünü o tarikâtin âdâb ve erkânını oluşturur4. Biz bu tebliğimizde ilk defa Kaygusuz Abdal tarafından düzenlenerek daha sonra Bektaşi Tarikatı’nın Pîr-i Sânîsi olan Dimetokalı Balım Sultan tarafından sistematik bir şekle sokulan Erkânnâmeler ve Kaygusuz Abdal’ın Manzum eserleri Divan, Gülistan, Mesnevi-i Baba Kaygusuz, Gevher-nâme ve Minber-nâme ile Mensur eserleri Budalanâme ve Vücûd-nâme gibi eserleri üzerinden genelde nefis terbiyesi ve daha spesifik bir konu olan sofra âdabı konusunda bilgi aktarmaya çalışacağız, Duâları; Tercümân ve Gülbanklarından da örnekler sunacağız. 1 2 3 4 Muhammed Hamidullah, İntroduction to İslâm, Ankara 1997, s.116; Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 689. A. Rif’at de Tasavvufu “Der Beyân-ı Ta’rif-i Tasavvuf” başlığı altında, “dîn ü mezheb hususunda te’lîf olunan kelâm ve ilimden ve ehlüllâh-ı izâm hazeratının beyan eyledikleri vechile tasavvuf demek, imânın altı erkânı vardır. Ol erkânın tastikidir.” tarzında tanımlamaktadır. Bkz. Ahmet Rif’at Efendi, Mir’âtü’l-Makāsıd fî Def’i’l-Mefâsid, İbrahim Efendi Matbaası, İstanbul 1293/1876, s. 295. Hüseyin Özcan, “Bektâşî Adab ve Erkanı”, HBVAD, sy. 19, (2001), s. 39. Cengiz Gündoğdu, Hacı Bektâş-ı Velî, Öğretisi ve Takipçileri Hakkında Metodik Yeni Bir Yaklaşım, Ankara 2007, s. 14. Hüseyin Özcan, “Bektâşî Adab ve Erkanı”, HBVAD, s. 40. Kaygusuz Abdal’da Nefsin Terbiyesi ve Kişilik Oluşumunda… / Ö. F. Teber • 171 1. Kaygusuz Abdal’da Kâmil İnsandan Fazıl Topluma Sosyal Tekâmül Bir toplumun yaşayabilirliği, büyük ölçüde bu toplum ve sahip olduğu öğretinin hayatı bütünüyle kuşatıcı bir mahiyette algılayabilmesine ve öğretisini uygulayış felsefesine bağlıdır. Bir düşüncenin yaşaması veya tarih sahnesinden silinmesi aynı zamanda onun temel öğretisinin niteliğine bağlıdır. Eğer bu öğreti, kendine bağlananları dünyayı tamamen terk etmeye davet ederse, belki ruhî yönde bir ilerleme kaydedebilir. Fakat bu sayede müntesiplerin fizikî ve düşünsel yetenekleri ruhî tekâmülüyle dengeli bir şekilde gelişmeyecektir. Bu yönüyle Bektâşîlik, ruhun tezkiyesi ile insan doğası gereği dünyevî yeteneklerinde tekâmülü birlikte ele alır ve korelasyon sağlar ve bu amacını, imân edip, iyi işler yapmak ilkesiyle pratikte uygulamaya koyar. Kaygusuz Abdal’ın tasavvufî şahsiyetinin oluşması Kaygusuz Abdal Menâkıpnâmesi’ne göre Abdâl Musâ ile karşılaşması ve ona intisap etmesinden sonra başlar. Menâkıpnâme’ye göre Gaybî, bundan sonra beyzâdeliğitamamen terk edip maddî hayatın âlâyişinden ferâgat ederek, dervişliği ihtiyr etmiştir. Zâhir alemin kayıt ve alâikindan nefsini tercrîd etmiştir. Kaygusuz Abdal’ın temsil ettiği Bektâşî düşüncesinde diğer esmâ tarîkatlarında rastlanan seyr-i sülûk, ezkâr ve evrâd gibi temel unsurlar yerine bunları da içeren Tercümânlar ve Gülbanklar vardır. Yani Bektâşîlikte Allah’a belli bir zikir ve evradla değil, ancak aşk, inâbe ve ikrâr ile ulaşılır5. Söz konusu düşünce, insan için ibadet veya yaşam alanı ayrımı yapmadan hayatın her alanını çeşitli ritüellerle doldurarak erdemli bir hayat yaşaması için gayret gösterir. Bu sayede Bektâşî dervişinin tasavvuf evreninde en çok yer alan ritüellerin ayrılmaz parçası, “Tercümânlar”, “Gülbanklar”, “Tekbirler” ve “dualar”dır. Tercümân, gerek Aynü’l-Cem gerek diğer hizmet ve erkân törenlerinde bir iş yapılırken söylenen, çoğu manzum olarak düzenlenmiş 5 Ethem Ruhi Fığlalı, Türkiye’de Alevîlik Bektâşîlik, Ankara 1996, s. 216. 172 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi övgü ve dualardır6. Gülbank ise, Bektâşî âyinlerinde çeşitli hizmet ve erkân törenlerinde uzun ve çoğunlukla mürşîd tarafından okunan duâlara verilen addır7. Genelde kafiyeli ve vezin1i olan bu dualar, âyinlerden tutun da gündelik hayatta yapılan sıradan işlere kadar her yerde kullanılmaktadır. Aslında derviş olmayanlar için “sıradan iş” olarak nitelendirilebilecek hal ve davranışlar dahil her durum, Bektâşî dervişi tarafından “seyr ü süluk”un yani girmiş olduğu yolun bir merhalesi olarak algılanır. Çünkü onun için her şey kutsaldır. Bu kutsal evrendeki her davranış da, kutsal bir metne dayanır. Bu kutsal metinlerin ilki Kur’ân, ikinci hadis üçüncü de Bektâşî ulularının sözleridir8. Gerçekten de Tercümân, Gülbang ve Tekbirlere bakıldığında, onların temel dayanaklarını Kur’an metinlerinin oluşturduğu görülür. Bektâşî her şeyin Allah’ın tecellisi olduğuna inanır ve bu tecelli evreninde Allah’ın kelamını davranışlarının temeline koyar. Bu duâ ve niyâzlar da genel olarak Allah’a yakarışı ifade eden, Onu tenzih ve tesbih eden, son peygamber Hz. Muhammed’e ve Ehl-i Beyt’e salâtu selâmın getirildiği bir manzumeden oluşur. Bütün ritüeller için bu münâcaât ve selâtu selâmlar yapılmakta, her bir merâsim için farklı Tercümanlar ve Gülbanklar okunmaktadır9. Bu duâ ve niyâzlardan bazıları Erkânnâme nüshalarında farklılıklar göstermekle birlikte genel olarak genel olarak içerikleri birbirleriyle benzemektedir10. Tasavvuf Tarihi boyunca sûfiler, kurmuş oldukları yahut müntesibi bulundukları tasavvuf öğretisinin uygulandığı düzenli kurumsal yapılar olan tarîkatların kurallarına uygun olarak yaşaya gelmişler- 6 Bkz. Bedri Noyan, Bütün Yönleriyle Bektâşîlik ve Alevîlik, VII, 359. Krş. HBK. Erkânnâme, No: 45, vr. 32a-33a. 7 Bkz. Bütün Yönleriyle Bektâşîlik ve Alevîlik, VII, 359. 8 Yılmaz Soyyer, 19. Yüzyılda Bektâşîlik, İzmir 2005, s. 254. 9 Ömer Faruk Teber, “Bektâşî Tercümânları”, EKEV Akademi Dergisi, sy. 31, Bahar 2007, s. 212. 10 Bkz. HBK. Erkânnâme, No: 36, vr. 92b-130a; HBK. Erkânnâme, No: 29, vr. 12ab; HBK. Erkânnâme, No: 45, vr. 36b-44b; A. Rif’at Efendi, Mir’âtü’l-Makāsıd fî Def’i’l-Mefâsid,, İbrahim Efendi Matbaası, İstanbul 1293/1876, s. 277-294; MK. Yz. A. 461/2, Mecmû’a (Tercümân-ı Bektâşiye), vr. 24ab-31a. Kaygusuz Abdal’da Nefsin Terbiyesi ve Kişilik Oluşumunda… / Ö. F. Teber • 173 dir. Bu kurallar bütünü, tasavvufî yorum ekolleri olan tarîkatların âdâb ve erkânını oluşturur. Âdâb, “esas, kural, âyin, hüküm, şart, ahlâk, saygı, terbiye ve nezaket” gibi anlamlara gelen edep kelimesinin çoğuludur. Sözlük anlamı itibariyle “davet, çağrı” manası ifade eden edep, dinin gerekli gördüğü ve aklın güzel saydığı bütün söz ve davranışları kapsar11. Hayır ve iyiliğe yöneltmesi bakımından insanın övgüye değer vasıflarına da edeb adı verilmiştir. Âdâb kelimesi, bir iş veya sanata, bir hal veya davranışa nisbet ve izafe edildiği zaman o alana ait özel kuralları, incelikleri, o konuda uyulması gerekli olan dinî, ahlâkî, meslekî esas ve hükümleri ifade eder12. Bu şekilde edep, genellikle “ilim” başlığı altında anılan şer’î ilimlerden ve bu ilimlerin konusu olan ibâdet veya muamelat gibi uygulamalardan farklı olarak daha geniş ölçüde ahlâkî ve sosyal içerikli bir kavram halinde kullanılagelmiştir.13 Tarîkat mensupları, söz konusu erkânların zikir, vird, giyim kuşam ve diğer tarîkat cihazlarıyla insan ve eşyaya karşı davranış kuralları oluştururken, Kur’ân’ın tavsiye ettiği zikir ve tefekkürü uyguladıkları erkânın merkezine yerleştirmişlerdir. Ancak sûfîler, ifa etmek zorunda oldukları bu ritüellere, tevhid sırrına işaret eden sembolik anlamlar yüklemişlerdir. Mesela onlar, hemen hemen her devirde mekânın şartlarına göre değişebilen giysilerden (tâc, hırka vs.) sofradaki davranışlarına, sokaktaki yürüyüşlerinden, ellerindeki âsâya, yoldaki selâmlaşmalarına varıncaya kadar günlük hayatlarındaki davranışları, tevhit düşüncesi ekseninde geliştirmiş ve sembolleştirmişlerdir14. Sembolleşen bu du’â, ritüel gibi davranış modelleri ve gelenekleri de tarîkat 11 Süleyman Uludağ, “Edep”, DİA, İstanbul 1994, X, 414; Âdâb, “bilcümle harekât ve muâmelatta ri’âyet olunan usûl-i müstahsene”dir. Bkz. Muallim Nâcî, Lugat-ı Nâcî, Asır Matbaası, İstanbul 1332, s.5. 12 Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Rehber Yay., Ankara 1997, s.83; Abdulaziz Bayındır, “Âdâb”, DİA., İstanbul 1988, I, 334. 13 Bkz. Mustafa Çağrıcı, “Edep”, DİA, İstanbul 1994, X, 413. 14 Cemal Kurnaz, Mustafa Tatcı, Halil Çeltik, “Türk Edebiyatında Mi’yâr Geleneği İçinde Yiğitbaşı Ahmed Şemseddin Marmaravî’nin Hurde-i Tarîkat’ı”, Tasavvuf, yıl: 1, sy. 3, Ankara 2000, s. 43. 174 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi erkânnâmelerine tarîkatın mürşidi tarafından teferruatıyla kaydedilmiştir. Bektâşi düşüncesinin temel eserlerinde içinde verilen ve bir mürîdin yaşamının her anını kuşatan bu du’â ve niyâzlar, dervişe Allah’ın kendisini gözetlediği bilincini aşılayan en önemli motivasyon kaynaklarıdır. Bektaşi Tarikatı’nın kurulmasında düşünceleriyle önderlik ederek etkin görev üstlenmiş kişi Hacı Bektâş-ı Veli’dir. Hacı Bektâş-ı Veli, Hoca Ahmet Yesevî’den ve Horasan Melametiliğinden aldığı “Dört Kapı” anlayışının her kapısına onar makam eklemek suretiyle Bektâşi düşüncesinin Seyr-i Sülûğu olarak kabul edilen “Dört Kapı Kırk Makam” tarikat altyapısını oluşturmuştur. Bu süreçte asıl adı Alaaddin Gaybi olan Alâiyye Beyi Hüsameddin Mahmud’un oğlu Kaygusuz Abdal, Bektâşî erkannâmesi üzerinde bir kısım düzenlemeler yaparak Bektâşiliğin ilk erkannâmesini kaydetmiştir. Erkânnâmeler, Bektâşî tarîkatının kural ve kaidelerini içeren metinlerdir. Bu metinler sadece inanç ve ibâdetle ilgili bilgileri değil, tasavvufi neş’eyi de içermektedir: Bism-i Şâh, hamden lillâh, vâsıl-ı dîdâr-ı Hakk olduk bugün. Küll-i müşkil-hâl olub, esrâr-ı Hakk olduk bugün. Bâde-i ‘aşk-ı ilâhî şükür-nûş kıldık bugün, Mâsivâdan el çekip mest-ebed olduk bugün15. Yukarıdaki dörtlük sûfî düşüncenin ruhunu aksettirmektedir. Dolayısıyla bu metinlerin tasavvufî içeriği tartışılmazdır. Hatta denebilir ki, erkânnâmelerdeki inanç ve ibâdetle ilgili bilgiler, tasavvufi içerikli bilgilerle kıyaslandığında oldukça cılız kalmaktadır. Denilebilir ki, bu tür eserler, diğer Alevi-Bektâşî metinleri gibi insicamlı bir teolojiyi sürdüren mezhebi eserler olmaktan çok tasavvufi/mistik nitelikli eserlerdir16. 15 16 HBK. Erkânnâme, No: 36, vr. 110a. Sönmez Kutlu, Alevîlik-Bektâşîlik Yazıları Aleviliğin Yazılı Kaynakları, Ankara 2006, s. 31. Kaygusuz Abdal’da Nefsin Terbiyesi ve Kişilik Oluşumunda… / Ö. F. Teber • 175 2. Sofra Âdâbı ve Sofra Tercümanları ve Gülbankları Sofra - ocak - yemek kavramları, tüm Anadolu kültüründe olduğu gibi, Bektaşi toplulukları arasında da kutsallaştırılmış ve halkın yaşantısının her aşamasında yerini almıştır. Tüm bu unsurlar halkın yaşantısına geleneksel yöntemlerle; edebî ürün olarak, gelenek olarak, tören olarak, inanç olarak, rituel olarak girmiş ve yaşamıştır. Ocak, sadece yemek pişirilen yer değildir. Ocak, kutsaldır. Ocak, soydur. Ocak söndürülmemesi gerekli bir kutsal mekandır. Ocağa yemek artıkları atılmaz. Ocağa pislik atılmaz. Ocağın ateşi hiç söndürülmez. Eğer sönerse o evin artık uğursuzluk getireceğine inanılır. Ocak aynı zamanda bir olgunlaşma, eğitilme yeridir. Yemek nasıl ateş yakılan bir ocakta pişerse, ham insanda bir ocakta pişer, olgunlaşır. Asker ocağı, baba ocağı, Pir ocağı v.b. tabirler ocak kavramının insanın piştiği olgunlaştığı yer olarak algılanır. Ocaklılar, ocakzadeler kavramı da pişmek ve olmakla eşdeğer anlamında kullanılır. Sofrada, ocak gibi sadece yemek yenilen yer olarak düşünülmemelidir. Sofra, açılan bezi, inanç ve edebi ürünleri ile bir bütündür. Alevi ve Bektaşilerde sofraya kadın ve erkek birlikte oturulur. Ancak kalabalık olan ortamlarda sadece çocuklar için ayrı sofra hazırlanır. Bu sofra genellikle mutfakta olur. Sofra kültürü içinde: günlük sofra, ibadet sofrası ve özel gün sofraları hep birbirlerinden farklılıklar gösterir. Bu duaların birinde şu ifadeler yer alır: 2.1. Gülbang-ı Sofra Kable’t-Ta’âm Bism-i Şâh, Allah. Sofra-i merdân, ni’met-i Yezdân, berekât-ı Halîlu’r-rahmân, havâlet-i pîrân bismillahirrahmanirrahim. “Ve yut’ımûne’t-tâ’âme alâ hubbihi miskiynen ve yetiymen ve esiyrâ. İnnemâ nut’ımüküm li-vechillâhi lâ nüriydü minküm cezâen ve lâ şükûrâ.”17 Allahümme Rabbenâ enzil aleynâ mâideten mine’s-semâ. Tekûnû lenâ îden li-evvelinâ ve âhirinâ ve âyeten minke ve’r-zuknâ ve ente hayru’r-râzikîn. Lokma hakkına, cömertler demine, evliyâ keremine, gerçeğe hû! 17 “Onlarda taamın azlığı ve ihtiyaçları varken, Allahü Taâlâ’ya muhabbetlerinden dolayı fakiri, yetimi ve esiri it’âm ederler. Biz sie sırf Allah rızası için yediriyoruz. Sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz.” (İnsan, 76/8-9). 176 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi Ayrıca Hz. Ali’ye istinaden nakledilen miyânbestenin açık olması gereken ondört şey arasında bir fütüvvet eri ve aynı zamanda Bektâşî dervişi için her dem açık olması gereken şeylerin başında dervişin sofrası vardır. Bu durum Şeyh Safiy ve Cafer-i Sadık Buyruklarında ayrıca Fütüvvetnâmelerde şu şekilde ifade edilir: “Sofra açık gerek, kapısı açık gerek, alnı açık gerek, kulağı açık gerek, dili açık gerek, keremi açık gerek, kademi açık gerek eli açık gerek, lütfu açık gerek, Sehâveti açık gerek, hulkı açık gerek, yakîni açık gerek tevekkül ehli ola ve’s-selam”. Anadolu Alevilerinde gerek sofra, gerek yemekler ve yemek yeme şekilleri ile ilgili birçok inanç mevcuttur. Sofrada yemeğe başlarken sofranın üzerine el konur ve sonra dua edilir. Dua bittikten sonra sağ elin baş parmağı ile işaret parmağı birleştirilerek öpülür ve başa konur. Sofrada yemeğe başlamadan önce dede sofra duası okur. Söz konusu duâların tamamı Bektaşi Erkânnâmelerinde ve Buyruklarda orijinal şekliyle muhafaza edilmiştir. 2.2. Bereket Gülbankı Bism-i Şâh, Allah Allah, evliyanın nân u nimeti ziyâde ola, Hak berekâtını vere, seyir ola. Erenlerin son demi gür ola, nûr ola, her geldikçe hayırlısı gele. Allah, erenlere nidelim neyleyelim dedirtmeye, Allah, erenler, fîrler katarından, dizdarından, cemâlinden, müşâhedesineden ayırmaya. Allah, erenler gönülde ola, muhabbetimizde daim bulunan can kardeşlerimizin gönüllerin mesrur, pürnur eyleye. Sür’at-i gaza, def’i belâ, aff-ı taksirat, mahv-ı seyyiât, hulefâ-i mevcudat, pîrân-ı nümayan, hazret-i pîr-i civân, Şah-ı Horasan, Kızıl Deli Sultan, Akyazılı sultan, Sarı Saltık Sultan, Balım sultan, Kaygusuz Sultan, Budala Sultan, Abdal Musa Sultan; hâzır ,gâib, Üçler, Beşler, Kırklar, gerçek erenlerin demine hû!.18 2.3. Tercümân-ı Sofra Bismi Şah, Bismi Şah, Allah Allah Nimmet-i Celil, bereket-i Halil, şefâat-i Resûl, inâyet-i Ali, himmet-i Velî ola Artsın eksilmesin, taşsın dökülmesin 18 Yusuf Ziya Yörükân, Anadolu’da Aleviler ve Tahtacılar, Ankara 1998, s. 353. Kaygusuz Abdal’da Nefsin Terbiyesi ve Kişilik Oluşumunda… / Ö. F. Teber • 177 Hak, Muhammed-Ali bereketini vere Yiyip yedirenlere, pişirip getirenlere nur-i iman ve aşkı şevk ola Dertlere derman hastalara şifa ola Gittikleri yerde kan ve keder görmeye Lokmalarınız kabul ola Üçlerin, beşlerin, yedilerin, on iki imamların, on dört masumu pakların, on yedi kemerbestlerin, kırkların, ricalü’l-gayb erenlerin ve Pir dergâhına yazıla Yiyene helâl, yedirene delil ola Hak saklaya, Hızır bekleye Gerçeğe Hüüü.. Bir başka duâ ise: Bismi Şah, Evvel Hak diyelim, Kadim Hak diyelim Geldi Ali sofrası, yâ Şah diyelim Yâ Şah versin bize Demine Hü diyelim Bismi Şah Arka eksilmeye, taşa dökülmeye Biz bir yedik Cenab-ı Allah bin vere Hakkın divanına kaydola On iki imam defterine yazıla diye yemek duâlanır. Duadan sonra niyaz edilir ve dede bir lokma daha yer. İbadet amaçlı toplantı esnasındaki yemek ve sofra kültüründe farklılıklar vardır. Trakya Bektaşilerinde, “Zikir Sofrası”, “Ali Sofrası”, “Muhabbet Sofrası”, “Yunus Sofrası” adıyla sofralar kurulur. Anadolu Alevilerinde ibadet amaçlı yapılan cem törenlerinin önemli bir kısmı lokma adı verilen yemeklere ayrılmıştır. Lokma bölgelere göre çeşitlilik gösterir. 178 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi Elmalı Erenlerinde Nefsin Terbiyesi ve Kişilik Oluşumu Prof. Dr. Rifat OKUDAN Giriş Biz bu tebliğimizde Elmalı erenlerinde nefsin terbiyesi ve kişilik oluşumunu incelemeye çalışacağız. Şüphesiz onların irşâd hayatlarında nefis terbiyesi ve kişilik oluşumu hakkındaki uygulamaları konusunda günümüze kadar ulaşan eserleri ve haklarındaki menkabelerden başka bir kaynak maalesef mevcut değildir. Bu yüzden onların bu konudaki görüşlerini, âlî huzurlarından cür’etimiz için af dileyerek ve isabetli tespitler yapabilmemiz için himmetlerini umarak bugün elimizde bulunan kaynakların izin verdiği imkan ölçüsünde değerlendirmeye çalışacağız. Öncelikle bilinen bir hakikattir ki, “ahlak” ve “tasavvuf” birbirinin neredeyse müradifi olan kavramlardır. Ahlak “güzel huy ve davranışların insanda herhangi bir zorlamaya gerek kalmadan “meleke” halinde yerleşmesi,” diye tanımlanmaktadır. Tasavvuf ilminin gayesi ise “ahlak-ı mahmudeyi celb, ahlak-ı mezmumeyi def’dir”; yani kötü sıfatlardan arınmak ve iyi huylarla bezenmektir. Bu ise bir tezkiye, terbiye ve tehzîb işidir. Bazı mutasavvıflar ahlaka verdiği öneme dayanarak tasavvufu “güzel ahlak” şeklinde tanımlamışlardır. Ehl-i tasavvuf, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ashâb-ı kirâma bizzat yaşayarak öğrettiği uygulamalarla ve bunların dayandıkları delillerle, doğrusu Kur’an ve sünnetten alınan hükümlerle bir ahlakî terbiye sistemi geliştirmişlerdir. “Seyr-i sülûk” adı verilen bu sistem, aynı zamanda ruhî, ahlakî ve manevî yükselişin adıdır. Pamukkale Üni. İlâhiyat Fak. Dekanı, Denizli; Süleyman Demirel Üni., İlâhiyat Fak. Tasavvuf Anabilim Dalı, Isparta. 180 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi Bütün ilimlerin mukaddimesi, o ilmin tarifini, konusunu ve gayesini bilmektir. Tasavvufun da tarifi, konusu ve gayesi vardır. Tasavvufun yüzyıllardır çeşitli tarifleri yapılmasına rağmen, her zaman güncelliğini koruyan bir fenomen olarak, felsefî, târihî, psikolojik ve benzeri yaklaşımlarla bugün de açıklanmasına ve anlaşılmasına çalışılmaktadır. İçinde bulundukları hâl ve makamın etkisiyle, mutasavvıflarca birçok tarifi yapılan tasavvuf, ilâhî kaynaklı bir hikmet olarak bir anlamda tecrübî bir ilimdir. 1 Ma’rûf Kerhî (ö. 200/815) tasavvufu, hakîkatleri almak, insanların elindekinden ümid kesmek olarak tarif ederken, Ebû Süleyman Dârânî (ö. 215/830), Hakk’tan başkasının bilmediği amellerin sufî üzerinde cereyân etmesi ve yalnızca Hakk’ın bildiği bir hal üzere daima Hakk’la beraber olmak diye tanımlamıştır.2 “Tasavvuf, ne ilimdir, ne de şekildir; fakat o ahlâktır. Çünkü o resmden ibaret olsaydı mücâhede ile ele geçebilirdi; yok eğer ilim olsaydı öğrenmekle kazanılabilirdi. Fakat o, Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmaktır. İlim ve resm ile ilâhî ahlâkı elde etmeye de gücün yetmez,”3 Ebu’l-Huseyn Nûrî’nin (ö. 295/907) yukarıdaki tariflerinin yanında Mimşâd Dîneverî (ö. 299/911) de tasavvufu, ğınâyı açığa vurman, halk seni tanımayacak derecede mechûl kalmayı tercih etmen ve kendisinde hayır bulunmayan her şeyden âfiyette bulunmandır, diye tarif etmektedir.4 Tasavvufu Ebu Muhammed Cerîrî (ö. 311/923): “Tasavvuf, her güzel huyu benimsemek ve her kötü huydan sıyrılmaktır,” Ebu Bekir Kettanî (ö. 322/933): “Tasavvuf ahlaktır. Ahlakî açıdan senden üstün olan safa ve manevî temizlik açısından da üstündür,” Ebu Muham1 2 3 4 Altıntaş, Hayrani, “Tasavvuf”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: XXIV, Ankara 1981, s. 413-414; Altıntaş, Hayrani, Tasavvuf Tarihi, Ankara 1991, s. 1. Kuşeyrî, Ebu’l-Kâsım Abdulkerîm b. Hevâzin, er-Risâletu’l-Kuşeyriyye, Kahire 1379/1959, s. 149; Nicholson, Reynold, Fi’t-Tasavvufi’l-İslâmî ve Târîhihî, Kahire 1375/1956, s. 28; Cebecioğlu, Ethem, “Prof. Nicholson’ın Kronolojik Esaslı Tasavvuf Tarifleri”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: XXIX, Ankara 1987, s. 389. Nicholson, Fi’t-Tasavvufi’l-İslâmî, s. 31; Cebecioğlu, “Prof. Nicholson’ın Kronolojik..”, s. 393. Nicholson, Fi’t-Tasavvufi’l-İslâmî, s. 34; Cebecioğlu, “Prof. Nicholson’ın Kronolojik..”, s. 397. Elmalı Erenlerinde Nefsin Terbiyesi ve Kişilik Oluşumu / R. Okudan • 181 med Murtaiş (ö. 328/939): “Tasavvuf güzel ahlaktır” şeklinde tarif etmişlerdir. Tasavvufun konusu “tahalluk ve tahakkuktur.” Tahalluk, tasavvufun nefs tezkiyesi ve kalb tasfiyesi tarzındaki eğitim aşaması, tahakkuk ise manevî yükselişten sonraki ledünnî esrara erişme şeklindeki “keşfi bilgi” boyutudur. Tasavvufun temel amaçlarından biri kalb hastalıklarını tedavi etmek ve kötü ahlakı gidermekle nefsin tezkiyesidir. Nefs, lügat olarak, can, benlik, ruh ve süflî duygular anlamındadır. Tasavvuf ıstılahında ise, kulun kötü vasıfları ile yerilen huy ve fiillerine verilen addır. İşte Elmalı Erenleri, nefsin tezkiye edilerek kalpteki hastalıkların tedavisini dervîşlerine şiirlerindeki, sohbetlerindeki telkin ve uyarılarıyla yapmışlardır. Nitekim bu şiirlerinde nefsin isteklerine uymamayı, bunların Allah’a ulaşmak hususunda perde olduğunu belirtmektedirler. Ümmî Sinân’ın dediği gibi, nefse tâbi olan Hakk’tan bîhaber olur. Dolayısıyla dostluk nefisle değil, canla olmalıdır. Çünkü nefis insana yar ve yoldaş olmaz. Bilakis insandaki faziletlerin uzaklaşmasına sebep olur. Onun için Hakk’ı dâimâ zikr ederek onunla vahdete çalışmak gerekir. İnsanın hakîki vazifesi de nefsini hata, isyan, çirkinlik ve günahlardan azâde kılmaktır. Nitekim “nefsini bilen Rabb’ini bilir” diyen Allah’ın Habîbi’nin dediği gibi, nefsin hastalıklarını bilmeyen insan olma şerefinden mahrum kalır.5 Bunu Ümmî Sinân’ın halifesi Eroğlu Nûrî Risâlesi’nin mukaddimesinde şu sözleriyle dile getirmektedir: “Hakk’a tâlip olanlar, nefs-i emareden kurtulup kötü huylarını güzel ahlaka dönüştürmelidirler. Allah’a ancak bu şekilde yakın olunabilir.”6 Yine, Vâhib-i Ümmî de hayvaniyet mertebesinden çıkabilmenin ilk derecesi nefsin emmâre tavrından yükselmesiyle mümkündür: 5 6 Çetinkaya, B. A., “Ümmî Sinân’ın Gönül Dünyasında Sevgi ve Değer”, Elmalı Şehir ve Değer, edit: Bilal Kemikli, Antalya 2010, s. 56. Tatcı, Mustafa, Elmalı’nın Canları, s. 106; Risâle-i Eroğlu-Tasavvuf bi’t-Tarîkat adlı eserden naklen. 182 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi Nefsini emmâreden kurtarmayan adam değil Korkudur mahşer yerinde sûreti hayvân olur.7 Nefsin emmâre derekesinden kurtuluşundan itibaren etvâr-ı seb’a denilen yedi dereceyi yükselerek sâfiye mertebesine gelinceye kadar bütün hallerinde ise ıslâhı ancak Kur’ân-ı Hakîm’in ayetlerinin haber verdiği şeriat-i garrâya uymakla mümkündür. Gayr-ı Hakk’ı bilmeğe mürşidi bürhân buldum uş Nefsimin ıslâhına âyât-ı Kur’ân buldum uş.8 Vâhib-i Ümmî’nin bu manzum ifadesini Risâlesi’nde Eroğlu Nûrî şöyle vurgulamaktadır: “Hakk’ın vuslatına, vahdetine, tecellisine, tesellisine ve müşahedesine mazhar düşmek, Hakk’a mahrem olup likâullaha ulaşmak isteyenler, evvelâ İslam binasının gerekli şartlarını yerine getirmelidirler. Hz. Peygamber “İslam binası beş temel üzeredir,” demiştir. Bunların birincisi, kelime-i şehâdeti diliyle ikrâr ve kalbiyle tasdik etmektir. İkincisi, beş vakit namazı riyasız bir şekilde ve vaktinde kılmaktır. Üçüncüsü, ramazanda bütün uzuvlarıyla sâyim olmaktır. Dördüncüsü, zekâtını edâ etmektir. Beşincisi, gücü yeterse, haccı edâ etmektir. Hakk talibinde bu beş kural tam olmalıdır.”9 Ancak şeriati tatbik edebilmek için Kur’an’ı bilmek ve anlamak için bir üstadın irşadına ihtiyaç vardır.10 Bir mürşidin elini tutarak şeriati tatbik ve sünneti ihya ederek zikirle nefsin terbiye edilmesine şiirinde Vâhib-i Ümmî şöyle dile getirmektedir: Evliyâdan kuşanmışam kuşağı Tevekkülden yakıp devrin çerâğı Gelindi zikr ile fikr et İlâhı Bu dünyâda olur ahret yerâğı Gönülden kılanın beş vakt namâzı Yarın nurdan olur eli ayağı 7 Ögke, Ahmet, Dîvân-ı Vâhib-i Ümmî, s. 59; (Sayın Prof. Dr. Ahmet Ögke’ye, latinize ettiği eserin basılmamış nüshasını istifademize sunduğu için teşekkür ederiz). 8 Ögke, Dîvân-ı Vâhib-i Ümmî, s. 102. 9 Tatcı, Elmalı’nın Canları, s. 106-107. 10 Tatcı, Elmalı’nın Canları, s. 128. Elmalı Erenlerinde Nefsin Terbiyesi ve Kişilik Oluşumu / R. Okudan • 183 Gel imdi sünnetin ihyâ edelim Muhammed’dir yarın ümmet dayağı Vehâb Ümmî size verdi cevâbı Sâfî aşkdır âşıkların durağı11 1. Elmalı Erenlerine Göre Nefsin Terbiyesi ve Kalb Hastalıklarının Tedâvisi Tasavvufun tahalluk mertebelerinde nefsin terbiyeyle tezkiye edilmesi ve ruhun tasfiyesini sağlayan seyr-i sülûkla hakikate kavuşmanın usulü sûfîler ve mutasavvıflara göre sohbet, rabıta, zikir ve murakebeden biridir. Birinci prensip, en yüce ve en kuvvetli olan prensiptir ki, hakîkî bir şeyh bulup sohbetine devam etmekle yetişmek ve yetiştirmek tarzıdır. İkinci prensip, rabıta usulü ile, tarikat pirlerinden gelen keyfiyetle yetişmek tarzıdır. Üçüncü prensip, yine bir şeyh nezaretinde olmak şartıyla, zikir yoluyla vasıl olmaya çalışmak tarzıdır. Bu yolda en çok aşk, önceki yollarda acz hakim olur. Dördüncü prensip ve usul, teveccüh ve murakabe yoludur.12 Sâlikin kabiliyetine göre bazen bu yollardan biri veya birkaçını kullanmışlardır. Nefsin terbiyesi ve ahlak hakkında ilmî çalışmaların en önemlilerinden olan Ahlâk-ı Alâî’sinde amelin ibtâline riyânın nasıl sebep olduğunu izah ederken ihlasla yapılan amelin Allah Teâlâ’nın katındaki değerini beyan eden,13 Kınalızâde Ali Efendi, İmam Gazâlî’ye dayanarak nefsin terbiyesini ve kalp hastalıklarının tedavisini zikretmektedir. Ona göre, kalp hastalıklarının zararını ayne’l-yakîn müşahade edip giderilmesinde zorluğa katlanmak ve mücahade etmek gerekmektedir. Zira insanın çocukluk yıllarında daha henüz akıl ve temyizi zayıf iken etrafına bakarak onları taklit etmesi ve uyması döneminde kalp hastalıkları yerleşir ve tabiat haline gelir. Giderilmesi mücahedeyi gerektirir ve İmam Gazâlî’ye göre iki şekildedir: 11 Ögke, Dîvân-ı Vâhib-i Ümmî, s. 27. Çetin, İsmail, Edeble Varış Lütufla Dönüş, Isparta trs, s. 182. 13 Kınalızâde Ali Efendi, Ahlâk-i Alâî, Princeton Üniversitesi Kütüphanesi, İslamic Manuscripts, Garret no. 1548Y, vr. 137/b-138/a; bkz: Gazâlî, Ebû Hâmid Muhammed, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, Dâru İhyâi’l-Kütübi’l-Arabî, Kahire trhz., c. III, s. 293. 12 184 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi Birinci makam hastalıkların kökleriyle ilgilidir. Kalp hastalıklarından korunmak ve kurtulmak isteyen, nefsini terbiye ve kalbini tedâvî ederek amelinde hâlis bir ihlasa ulaşmak isteyen, hastalıkların zararlarının ne kadar çok ve büyük olduğunu tefekkür etmekle ve kalp hastalıklarının sonunun elim bir azab ve Hakk’ın gazabı olduğunu düşünmekle, hebêen mensûra olarak amelinin hiçbir kıymetinin olmamasını, belki de azabı gerektirecek olmasını tefekkür etmekle mücahade eder.14 Bu birinci makamda Kınalızâde, örneklerde görüldüğü gibi tefekkür ve kendi kendine telkin yoluyla kalp hastalıklarına sebep olan köklerinden uzaklaşarak hastalıkların izalesini anlatmaktadır. İkinci makam, şeytani alçak fikirlerdir. İbadet sırasında, ya başında ya sonunda bu fikirlerin (havatır) gelmemesinden insan kurtulamaz; bu yüzden uyanık olmak, gafil olmamak gerekir. İmam Gazâlî’ye göre kalp hastalığının neticesi olan fikirlerin üçe ayrıldığını söyleyen Kınalızâde bunların kah def’aten, kah tedricen geldiklerini zikrederek kemaliyetin, ilk düşünce geldiğinde bunu def edip kendine ehl-i tahkikin, bu gibi durumlarda ne yaptıklarını telkin etmek olduğunu söylemektedir.15 Bu ikinci makamda da birinci makamda olduğu gibi, kalbî hastalıklara sebep olacak bu kısımda kötü düşüncelerin giderilmesi konusunda kadıyyeler yoluyla kendi kendine telkin etmekle, dünyevi ve uhrevi zararlarını daima hatırında tutmakla mücahade yolunu tarif etmektedir. Ahlak, örnek şahsiyetin müşahede ve etki alanı içinde belli bir tezkiye ve tehzîb ile yerleşir. İnsan nefsindeki kötü huy ve sıfatlarla, onların etkilerinin izalesi için yapılan mücahede ve riyâzat, ahlakî olarak nefsin tezkiye ve arınmasının unsurlarıdır. Riyâzet, lügatte idman, eğitim, terbiye ve ıslah etme, boyun eğdirme, çekici ama zararlı şeylerden uzak kalma ve zor ama faydalı şeyleri yapmaya kendini alıştırma anlamlarına gelmektedir. Tasavvuf ıstılahında riyâzet, sâlikin kötü huylardan uzaklaşıp, nefsi az yiyerek, az uyuyarak ve az konuşarak terbiye etme çabası neticesinde ahlâkını güzelleştirmesi 14 Kınalızâde, Ahlâk-i Alâî, vr. 138/b-139/a; bkz: Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, c. III, s. 302-304. 15 Kınalızâde, Ahlâk-i Alâî, vr. 139/b-140/a; bkz: Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, c. III, s. 304-306. Elmalı Erenlerinde Nefsin Terbiyesi ve Kişilik Oluşumu / R. Okudan • 185 anlamındadır.16 Mücâhede ise, lügat olarak savaşmak ve mücâdele etmek demektir. Tasavvuf ıstılahında, şerîat tarafından istenen fakat nefse zor gelen şeyleri ona yükleyerek savaşmak, nefsi ezmek, etkisiz hale getirmek, ölmeden önce ölmek ve çile çekmek anlamlarındadır.17 Riyazet, nefsin ve tenin arzularını terk ederek, ya da en aza indirerek ibadetle meşgul olmaktır. Mücahede, nefsanî ve şeytanî güçlerle savaşmaktır. Mücahedeyi sağlayan ve riyâzatı tamamlayan bir takım unsurlar vardır. Onlar da az yemek, az uyumak, az konuşmak ve halvet yani halktan belli bir süre uzaklaşmaktır.18 Nefsin hile ve desiselerine karşı uyaran Elmalı Erenleri, nefsin arzularına karşı mücâhede etmek gerektiğini şiirleriyle, sohbetleriyle dervişlerine telkin etmişlerdir. Nefsin hilelerine ve arzularına karşı riyâzet ve mücâhedeyi önermekle birlikte, bunun da tarîkat âdâb ve erkânıyla yapılmasını tavsiye eden Erenler, mürşîde bağlanmaksızın riyâzet ve mücâhedenin faydasının olmayacağını anlatmakta ve nefsin terbiyesi için mürşid-i kâmilin telkin edeceği zikirle mücahedeye devam etmek gerektiğini belirtmektedirler. Ümmî Sinân, nefs-i emmâredeki kişinin hor ve zelil bir hali yaşadığını belirterek, nefsin kişiyi Hakk’a kulluktan uzaklaştırdığını, böyle bir kişinin akıl sahibi olmayan mahlukat gibi, yemeyi ve içmeyi kendisi için amaç edindiğini, nefsin sabrın düşmanı, şekvanın dostu olduğunu, hırs ve hased ile birleştiğinde de istikametinin doğru olmaktan çıkacağını belirterek, işte o zaman gönül padişahları olan mürşid-i kamillerin ellerinin imdada yetiştiğini söylemektedir.19 Bu konuda Vâhib-i Ümmî: Mürşide uyan halîl olur Tevhîd ana delîl olur 16 Cürcânî, Seyyid Şerif Ali b. Muhammed, Ta’rîfât, trhz., s. 150; Râğıb Isfehânî, Ebu’lKâsım Hüseyn b. Muhammed, Müfredât, edit: Muhammed Seyyid Kilânî, Kahire 1961, s. 302; Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri, İstanbul 1991, s. 438-439; Cebecioğlu, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri, Ankara 1997, s. 597. 17 Cürcânî, Ta’rîfât, s. 204; İbn Haldûn, Abdurrahman b. Muhammed, Şifâu’s-Sâil, Ankara 1958, ss. 34-51; Uludağ, Tasavvuf Terimleri, s. 348; Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri, ss. 520-521. 18 Kınalızâde, Ahlâk-i Alâî, vr. 140/a; bkz: Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, c. III, s. 307-308. 19 Çetinkaya, “Ümmî Sinân’ın Gönül Dünyasında Sevgi ve Değer”, s. 56. 186 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi Dâim muîn celîl olur Handân dili derler buna20 diyerek bir mürşide tâbî olmanın ve tevhîd zikrine devam etmenin kişiye kazandırdıklarını özetlerken başka bir yerde de, Enbiyâdan evliyâya nakl eden hâtem budur Mürşidin irşâdını lutf ile ihsân buldum uş Zâhid-i hod-bîne den âr etmesin gelsin bugün Aşka hem-râz olmağa bu yolu âsân buldum uş Biz Muhammed meclisinden içmişiz peymâneyi Mazhar-ı zât olmağa bir ulu kerbân buldum uş21 diyerek mürşidin irşâdını nübüvvet mesleğinin evliyaya tevârüs etmiş bir mühür olarak vasıflamaktadır. Bunu Eroğlu Nûrî ise şöyle açıklamaktadır: “Hakk’a talip olanların, fenâ ve bekâya ulaşmaya bir mürşid-i kâmil bulup ona teslim olarak amel ile mücâhid olmaları lazımdır. Zira, kamiller, peygamber varisi ve vekilleridir. Hz. Peygamber, söz ve davranışlarıyla, şeriat ve hakikati temsil eder. Bir hadiste, “şeriat sözümdür, tarikat hareketlerimdir, hakikat ise hallerimdir,” demiştir. Onun bütün özellikleri kamillere intikal etmiştir.22 Ey Hakk talibi olan âşıklar, eğer hakikate ulaşmak istiyorsanız, mutlaka bir mürşid-i kâmil bulmalı ve ona teslim olmalısınız! İnsanı ancak bir kâmil eren yedi deryadan geçirip darb-ı tevhîd ile yuyup arıtabilir. Zîra darbî tevhid usuldendir. Kudret topudur. Nefs-i hannâs, nefs-i emmâre, her türlü kötü ahlâk, akl-ı maâş ve nefs-i maâşın kuvveleri ve tahsilleri ıslah olur. Nefs-i hannâs tevhidi kabul edip mümin olur. Akl-ı maâş, akl-ı maâda, nefs-i maâş nefs-i maâda dönüşür. Darb-ı tevhidin kemali budur. Bu usul peygamberlerden kalmıştır; sanat-ı nebevî ve sanat-ı evliyadır.”23 20 Ögke, Dîvân-ı Vâhib-i Ümmî, s. 265. Ögke, Dîvân-ı Vâhib-i Ümmî, s. 101. 22 Tatcı, Elmalı’nın Canları, s. 127. 23 Tatcı, Elmalı’nın Canları, s. 130. 21 Elmalı Erenlerinde Nefsin Terbiyesi ve Kişilik Oluşumu / R. Okudan • 187 Vâhib-i Ümmî ancak bir mürşidin emir ve telkinine uyarak zikr etmekle hannâs olan şeytanın nefse olan ilkaâtının kesilebileceğini ve bir kamil şeyhe intisabın diğer kazandıracaklarını şöyle dile getirir: Mürşidim hâlen gelir âyât-ı Kur’ân gösterir Tevhidin ma’nâsını sadrımda îmân gösterir Kalbimi ihyâ eden seb’u’l-mesânî vechidir Mustafâ’nın nûrunu rûhumda pinhân gösterir Aşk içinde rûhuma sırren gelir eyler hitâb Aklım idrâk eylemez deryâ-yı ummân gösterir Ehline ma’lûm-durur mü’min muvahhid âşıkam Ol sebepden Hālık’ım dünyâyı zindân gösterir Enbiyâdır mürşidim yüz bin salavât rûhuna Vaslının esrârını vicdân-ı irfân gösterir Zikr ile fikr et Hak’ı gel “lâ” deme ey muttakî On sekiz bin âlemi gün gibi ayân gösterir Darb-ı zikr ile yakarsan sen bu cismin vârını Bu vücûdun hânesin bi’l-külli reyhân gösterir Vesvese etmez senin kalbindeki Hannâs sana Gam yemezsin bir nefes lutfundan ihsân gösterir Kudretin gör tevhidinle şerh olunmaz ma’nası Müşterî olup gelene la’l-i mercân gösterir Aklın ermez söyleyem gizli ibâdet ben sana Münkir olma tevhide nefsinde isyân gösterir Sırr-ı insân zât-ı Hakk’ın mazharıdır cân ile Nûrun ile nûrunu ma’nâda kimsen gösterir Şübhesiz buldum anı şekk eylemez cânım benim Ehl-i derdin derdine tevhîdi dermân gösterir Müstemi’ ol zâhidâ gir halvetine Vâhib’in Âlem-i ma’nâ yüzün ol sana âsân gösterir24 24 Ögke, Dîvân-ı Vâhib-i Ümmî, s. 126-127. 188 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi Şeyh; lügat anlamı olarak yaşlı, ihtiyar, pîr, bey, önder, kabile reisi manalarındadır. Tasavvuf ıstılahında ise, nefsinden fânî, Hakk’ta bâkî olmuş velî, Allah dostu anlamındadır. Aynı zamanda kendisinin taliblerine rehberlik etmek ve onları irşâd etmek ehliyetine ve liyâkatına sahip olan kâmil, rehber, delil, mürşid manasına gelmektedir.25 Aslında tekke ve tarîkat şeyhi, medresedeki müderrise benzemektedir. Fakat fonksiyon itibariyle şeyh ve müderris farklılık arzederler. Müderris ders takrîr ederken, şeyh ise kendisine intisab eden sâliklere istîdât ve kâbiliyetlerine göre mânevî olgunluğa eriştirmek üzere rehberlik ve önderlik eder, faydalı ve zararlı olanı gösterir, onların kalblerine şerîat bilgisini ve Allah sevgisini yerleştirmeye çalışır.26 İşte nazarî ve kavlî olarak dîn ve şerîati kullara öğreten ve anlatan müderrisler değerli olduğu gibi, amelî ve tatbîkî olarak dîni ve şerîati özlerinde yaşayıp kulların yaşaması için gayret eden şeyhler onlardan daha kıymetlidirler. Vâhib-i Ümmî, bu manayı ifade eden beyitlerde nefsin hevâsından, masivadan kurtulmak için bir şeyhin elini tutmanın gerekliliğini şöyle dile getirmektedir: İhlâs ile şeyh yüzünden gelip bir kez Hû der isen Gıll ü gışdan kurtulursun gönlün evi reyhân olur27 Mürşidin mescûd-ı ileyh olan Kâbe gibi olduğuna telmihle Mekke’ye benzettiği şiirinde ise hem şeyh eteğini tutarak emrine tabi olmayı, hem de böyle olan Allah dostlarına ta’n etmemek gerektiğini söylemektedir: Okuduğum yazdığım erenlerin sırrıdır Çok acâyibler gördüm kevn ü mekân içinde Ârif olan zâtına şeyh dâmenin tutandır Ol buyurur halk tutar hükm-i revân içinde 25 Cürcânî, Ta’rîfât, s. 208; Tehânevî, Keşşâf, c. II, s. 736; Uludağ, Tasavvuf Terimleri, s. 455; Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri, s. 527. 26 İz, Mâhir, Tasavvufun Mâhiyeti, Büyükleri ve Tarîkatler, haz. M. Ertuğrul Düzdağ, İstanbul 1997, s. 162. 27 Ögke, Dîvân-ı Vâhib-i Ümmî, s. 55. Elmalı Erenlerinde Nefsin Terbiyesi ve Kişilik Oluşumu / R. Okudan • 189 Bu Mekkî’ye taş atan şerîatde nic’olur Yârın anda güç olur fi’l-i noksân içinde Mekke olan mü’minin kalbi imiş anladım Bunu yıkan kişinin ömrü yalan içinde …. Erenlere taş atan ıslâhını yitirdi Evvel ahdin unutdu fânî dumân içinde28 Ebû Ali Muhammed bin Abdulvahhab Sekafî (ö. 338/949), “Hürmet ve saygı yolunun dışında büyüklerle düşüp kalkan kimse, nazarlarının bereketinden ve faydalarından mahrum olur; onların nurlarından hiçbir şey de bu kimsenin üzerine tezahür etmez. Şayet bir adam, bütün ilimleri okusa, her tabaka insanlarla düşüp kalksa, erenlerin eriştikleri yere ulaşamaz; meğerki hastaya şefkatle bakan bir nasihatçı, bütün hayrları sevdiklerine arayıp toplayan bir kimsenin nezareti altında riyâzete girse tabiî ki onun hükmü başkadır. Nefsin tâat ve ibâdette gevşekliğini, amellerindeki ayıblarını kendisine gösteren zeki bir üstâza teslim olmayan, ondan terbiye, talim almayan bir kimseye, –muamelenin tashîhinde dahi– aslâ uyulmaz.” buyurmuştur.29 Görüldüğü gibi, zâhirî ilimde tâlib olan tilmîzin üstâd bir müderrise, muallime ihtiyâcı olduğu gibi, bâtın ilminde ve Allah’a vuslat yolunda da sâlik olan sûfînin yol gösterecek üstad olan bir mürşide, şeyhe ihtiyacı vardır. Eroğlu Nûrî’nin dediği gibi, kalbde hastalık çoktur. Ne zaman kalbdeki hastalıklar, zulmânî ve nûrânî perdeler bir mürşid-i kâmil bulup ona teslim olarak esmânın zikriyle mücâhade ederek yok edilirse, kalp o zaman selamete erer. Kalbin şeriat selameti dünya muhabbetine ve varlığına fena vermektir. Tarikat selameti ise, kötü huylardan ayne’l-yakîn ile yok ederek mücahedeyle güzel huylara dönüştürmek ve güzel huyların da muhabbetine fena verip fena fi’llaha mazhar düşmektir. Hakikat selameti de fenadan içeri bekaya, bekadan içeri likaya, ayne’l-yakînden içeri Hakke’l-yakîne ulaşmaktır. 28 29 Ögke, Dîvân-ı Vâhib-i Ümmî, s. 194. Sülemî, Tabakâtu’s-Sûfiyye, s.363; Kuşeyrî, Risâle, s. 28; İbnu’l-Mulakkin, Sirâcuddin Ebu’l-Hafs Ömer b. Ali, Tabakâtu’l-Evliyâ, tah. Nûreddin Şureybe, Kahire 1393/1973, s. 298, 299; Şa’rânî, Tabakâtu’ş-Şa’rânî, c. I, s. 107 190 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi Kalb-i selim, hakke’l-yakîne ulaşmış gönüldür… Mukarreb zümresi ve ehlullah, zulmânî ve nûrânî hicablara zahiren ve batınan fena verip ism-i Zât ile süluk edip semaya ulaşmışlardır. Ehlullah, nefsini terk ederek bu makama ulaşmıştır. Bu manaya ulaşmayanlar Rabb’ini bilmiş olmaz. Bilinmelidir ki, şer’-i şerifin nihayeti kendini bilmektir. Hakikat ehline göre, nefs üç mertebede bilinir. Şeriat mertebesinde bilmesi, nefsin tamamıyla şeriata aykırı fiillerden geçmesidir. Tarikat mertebesinde bilmesi, nefsin meşru olmayan fiillerinden meydana gelen kötü sıfatlardan, ayne’l-yakînde amel ateşiyle yakarak, nûr ile güzel sıfatlara dönüştürmesidir. Hakikat mertebesinde bilmesi de, nefsin güzel sıfatlarını dahi fena verip, fakrı hal edinip, insanın kendini bütün mahlukatın içinde yok bilmesidir. İnsan o zaman fena ender fenaya mazhar düşer. Hakk’a talip olanların, fena ve bekaya ulaşmaya bir mürşid-i kamil bulup ona teslim olarak amel ile mücahid olmaları lâzımdır… Zikrullah ile cihad etmek cihâd-ı ekberdir. Zira nefs-i emmare sıfatları ve kötü huylar, başka türlü yok olup güzel huylara dönüşmez.30 Ahlâk-i Alâî’sinde Kınalızâde, ilim cihetinden tafsilatlı olarak anlattığı kalb hastalıklarının tedavisinin hukema ve ulema tarikiyle yapılmasının hem meşakkatli ve hem de başka hastalıkları meydana getirebileceğini ifade eden mutasavvıfların yolunu anlatarak kitabını tamamlamaktadır. Seyr-i sülûk yolunu tutan mutasavvıflara göre, bir mürşidin Kelime-i Tevhid telkiniyle bu zikre devam edilirse Allah Teâlâ’nın yardımıyla bütün kötü ahlak yok olup gidecek, nefs tasfiye olunarak güzel ahlak ortaya çıkacaktır. “...Amma erbâb-ı sülûk mutasavvıfa derler ki; bu tarîkle (ulemâ ve hukemâ tarîkiyle) tebdîl-i ahlâkda müteassir belki müteazzirdir. Bir huluk-i haseni tahsîl, ya bir huluk-i kabîhi nefisden izâle etmeğe nice meşakkat ve mücâhede gerek. Ekseriyâ ömür ona vefâ etmemekdir. Bir huluki izâle ve zıddını getirince nice huluk-i kabîh hâsıl, ve nice huluk-i hasen zâil olmak var. Pes tarik oldur ki, Kelime-i Tevhîde telkîn-i mürşidle iştiğâl oluna, ki zamân-ı yesîrde bi-avni’llâhi Teâlâ cümle ahlâk-ı rediyyei ihrâk eder, ve nefsi tasfiye ve tezkiyeye vâsıl olub ahlâk-ı hasene ondan zuhûr ve işrâk eder.”31 30 31 Tatcı, Elmalı’nın Canları, s. 126-131. Kınalızâde, Ahlâk-i Alâî, vr. 140/a-b. Elmalı Erenlerinde Nefsin Terbiyesi ve Kişilik Oluşumu / R. Okudan • 191 Mutasavvıflara göre tevhîd sadece zihnî ve aklî tefekkürden ibâret değildir. Aksine onlara göre, zihnî ve aklî tefekküre kalbî şuur ve bedenî amel de eklenmiştir. Bilmek zihnî, anlamak aklî, tanımak kalbî, yaşamak ise bedenî bir faaliyettir. Felsefe yolundaki sadece zihnî ve aklî, ilm-i kelâmdaki aklî ve bedenî faaliyete tasavvuf, kalbî şuur ve idrâki eklemiştir. Azaları idare eden, duyularda ve duygularda müessir olan, nazar ve tefekkürü sevk eden gönül denilen kalbdir. Eroğlu Nûrî’nin dediği gibi, tevhid insana farzdır. O bu farziyetin hem farzdan önce farz, hem farz içinde farz, hem de farzdan sonra farz olduğunu söyleyerek şu şekilde açıklamaktadır: Müslüman olmayan kimse kendisine kelime-i tevhid telkin edilerek Müslüman olur. Bu kişiye farz olan ameller bundan sonra teklif olunur. Bu tevhidin bütün farzlardan önce olmasıdır. Farz içinde farz olması da şöyledir: Hakk talibi olanlar, tevhid telkin olunmadan batına alınmazlar. Süluk kapısının anahtarı tevhidin telkinidir. Bunlar tevhide iştirak etmeden ayne’l-yakinden yol bulamazlar. Ayne’l-yakîn, rüya ile elde edilir. Zira rüya ilm-i bâtındır. İlm-i bâtın ise ilm-i âhirettir. Tevhidin farz içinde farz olmasının zahirî delili kalbin tasdikidir, batınî delili ise, kalbî zikir ve tıfl-ı mânâdır (bunu mutasavvıflar huzur-ı mutlak, sultân-ı zikr, veled-i kalbî gibi farklı isimlerle isimlendirmişlerdir). Ahsen-i takvim (en güzel kıvam) üzere yaratılıp esfel-i sâfilîne (en aşağıya atılan) insanın ahsen-i takvim denilen gönül iline, yani batın iline süluk etmek için tevhidi yaşaması gerekir. Bu ahsen-i takvim olan insan, esmâ-i seb’a ile yedi dairede hüküm yürütüp, padişah olur, Allah’a yaklaşır. Bu insan, Hüvallah (Ehadiyyet) sırrına mazhar olup vuslatına, vahdetine, tecellisine, tesellisine, mükâlemesine mazhar olan insandır. Hakk’ın bütün esmâsına müsemmâ olan Allah’ın aynasıdır (mir’ât-ı Allah). Tevhîdin farzdan sonra farz olması da şudur: Hakk sırrına mazhar olan kişi, ehli yüzünden ömrünü zikirle geçirir. Bütün azasıyla zâkir olup, bu halde zahiren ve batınen ömrü sona erer. Dünyadayken Allah’a yakın olmak için tahsil ettiği şeyler, Hakk tarafından ihsana dönüşür; perdeler kalkar, Cennet’te müjdelenen şarap ve meyvelerden yiyip içmeye başlar. Ruhu, tevhîd ve kâmil bir iman ile kalbî zikre ulaşır. 192 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi Zikrettiği esmâların nuruyla gönül evi aydınlanıp genişler. Bütün bunlar, farzdan sonra farz olan tevhidin gücüyle meydana gelir.32 Elmalı Erenlerinin bütün mutasavvıflar gibi kastettikleri farzın içinde farz olan, gerçek tevhîde ulaşmak, Kelime-i Tevhîd’in ilk kısmı olan nefydeki “lâ” kılıcıyla gönüldeki Hakk Teâlâ’dan başka her şeyi, kendisi sevildiğinden veya kendisinden korkulduğundan dolayı boyun eğilen her türlü ilahları ve özellikle nefs ve hevânın putlarını yıkıp yok ederek, “illallah” isbâtıyla sâdece Allah’ı, korkusundan dolayı Zâtı’na itaat edilen ma’bûd, sevgisinden dolayı Zatı’na kavuşmak istenen maksûd olarak ikâme etmektir. Gerçek tevhîd bu itirâfı kalben idrak etmektir. Bu idrakle Allah Teâlâ’ya vuslatın yolu zikir ve mücâhedeyle kendi varlığından geçmek, muhabbetle her şeyde Allah’ı tefekkür etmektir. Bu esnada tevhidin tezahürlerinden biri halk içinde en aşağı kendini görmek, tevâzû libâsına bürünmektir. Bu bir bakıma hiçliğe ermek, kendi fânî varlığını yok saymak, Hakk ile kâim olduğunu kavramaktır. Bu idrâke ererek aşk eteğine yapışan gönlünden Hakk’ın dışındaki ağyârı temizlemiş olur. İşte zikir ve özellikle Kelime-i Tevhîd zikri görüldüğü gibi, bütün kalbî hastalıkların tedavisinin ilacıdır. Gerçek tevhîde ulaşmanın sonucu erişilen fenâ hali ve bu halin tezâhürleri şâirâne ifâdesiyle şöyle terennüm edilmiştir: Kendime yokluktan özge bir iyi kâr bulamadım Benden ednâ halk içinde kimse zinhâr bulamadım Şöyle fehmettim ki varlıktır beni yoldan koyan Dâmen-i aşka yapıştım dilde ağyâr bulamadım.33 Eroğlu Nûrî, tevhid telkininin sülukun başlangıcında verildiğini söyleyerek bununla insanın nefsinin terkiplendiği dört unsurun ilki olan suyun ıslahı olduğunu anlatır. Aslında bu ve bundan sonraki telkinler nefsin terbiyesi için esma-i seb’a ile etvâr-ı seb’a denilen nefsin yedi devrinin tamamlanması içindir. Bu sülukun da başlangıcıdır. O bu konuyu şöyle ifade etmeye başlar: 32 33 Tatcı, Elmalı’nın Canları, s. 131-132. Ahmed Kuddûsî, Dîvân, İstanbul 1291, s. 113. Elmalı Erenlerinde Nefsin Terbiyesi ve Kişilik Oluşumu / R. Okudan • 193 “Hakk talipleri bilmelidirler ki, tasavvuf yoluna süluk etmek için mürşid-i kamile bey’at edip mâyeli dilinden tevhîd telkini alanlar, mücahede ile isyanlarından kurtulup huylarını ıslah ederler. Zira âdem dört eczadan mürekkeptir. Ona dört unsur denir. Her birinin kendisine mahsus özellikleri vardır.”34 Bu dört unsurun ıslahıyla emmare, levvame, mülhime ve mutmainne devirleri tamamlanarak insanın dört eczası olan nefsindeki su, hava, ateş ve toprak ıslah edilmiş ve bunların tabiatı olan kötü huylar iyi huylara tebdil edilmiş olur. Bundan sonra diğer devirler tamamlanır ki, bunlar artık aşk, rıza, nihayet fenanın tahsili içindir. Seyr u süluk mertebeleri denilen bu devirlerin kat edilmesi Vâhib-i Ümmî’nin dediği gibi, ancak esmâ zikrinin telkiniyle mümkün olabilir: Merâtip seyran istersen gel esmâdan haberdâr ol Ere-gör “Kābe kavseyn”e “ev ednâ”dan haberdâr ol Bu mir’ât-ı mücellâdan ayân oldu cemâlu’llâh İçip âbın zülâlinden müsemmâdan haberdâr ol Gider bu gafleti senden ayır bu cânını tenden Sana yakîn-durur senden bu vahdetden haberdâr ol Makām-ı zühd ü takvâdan haber sorma bize zâhid Tecellî âşıkın kârı tesellâdan haberdâr ol Vehâbî câmını aşkın içenlerdir dile hayrân Bu sır bir “kenz-i mahfî”dir muammâdan haberdâr ol35 Atvâr-ı Seb’a adlı eserinde Halvetiyye-i Karabaşiyye ulularından Hasan Ünsî’nin de belirttiği gibi, nefsin her devresinde bir âlemi, bir seyri, bir hâli, bir vâridi (: geliri, kazancı), bir mahalli, bir müşâhadesi, bir ismi ve nûrunun bir rengi vardır. İnsanın nefsi, bilgi, irâde, şehvet, gizli şirk, riyâ ve nifâk gibi takvâ ve fücûrun hallerini gösterebilir. Bu nedenle nefsin ayıplarının ve hastalıklarının teşhis ve tedavisi gereklidir.36 34 Tatcı, Elmalı’nın Canları, s. 123. Ögke, Dîvân-ı Vâhib-i Ümmî, s. 84-85. 36 Cürcânî, Ta’rîfât, s. 242-243; Kuşeyrî, Risâle, s. 222-223; Uludağ, Tasavvuf Terimleri, s. 368-369; Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri, s. 545-546. 35 194 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi Eroğlu Nûrî nefsin insanın vücudunda yedi başlı bir evran olduğunu ve her bir başında insanın bir ismi olduğunu söyledikten sonra ilkinin başına nefs-i emmare denildiğini ve büyük günahları emredici olduğunu söylemektedir.37 Nefsin yedi başlı evran oluşu tasviri Vâhib-i Ümmî’nin şiirinde Allah’ın adını unutmamak ve daima zikretmekle yakılabilen yedi başlı ejder olan bir evran olarak ifade edilmektedir: Yedi başlı bir ejderdir senin nefsindeki evran Unutma Allah adını anı yakmak dilersen gel38 Ünsî nefse, emmâre mertebesinde seyr-i ilallâh (:Allah’a yürümek, yolculuk yapmak) denildiğini söylemektedir. Anahtarı Kelime-i Tevhîd, nûru kırmızıdır. Makâmı sadr (:göğüs), vâridi (:geliri, kazandırdığı) şerîattir, yani şerîatin emrinde istikâmettir. Nefs-i emmârenin terk edilmesi gereken yerilmiş yedi sıfatı vardır. Bu yerilmiş olan sıfatlar; buhl (:cimrilik), hırs, cehâlet, kibir, şehvet, hased ve gazabdır (:öfke). Bunların tümü, terk edilmeleri bir kâmile teslim olarak tâm bir gayretle çalışmaktan başkasıyla mümkün olmayan yerilmiş sıfatlardır.39 Eroğlu’na göre, telkin edilen tevhid, emmareyle gaza eder. Kötü sıfatlar güzel ahlaka dönüşmeye başlar. Salik bunu gönül gözüyle görür.40 Ona göre bu, tevhid telkini alan insanın cüzlerinden olan suyla ilgilidir. Su akıcıdır ve tevhid telkini alan kişinin ilk olarak suyu ıslah olur. Salikin suyu artık Allah’ın emrinden başka yere akmaktan kesilir, Hakk tarafına akmaya başlar, yavaş yavaş saflaşır, bulanıklığı ve acılığı gider, leziz hale gelir. Hakikate tebdil olur.41 Bu derekeden Vâhib-i Ümmî’nin ifadesiyle; Baka gör tevhîd ile nefsindeki emmâreyi Giremez İblîs gelip bu tevhidin esrârına Aç gözün kaldır hicâbı anla cehlin zulmetin Merhem olmaz İblîs’in başındaki yarasına 37 Tatcı, Elmalı’nın Canları, s. 140. Ögke, Dîvân-ı Vâhib-i Ümmî, s. 119. 39 Ünsî, Hasan, Atvâr-ı Seb’a, İstanbul Belediyesi, Atatürk Ktp., Osman Ergin Yazmaları, nr. 1508, vr. 7/b. 40 Tatcı, Elmalı’nın Canları, s. 124. 41 Tatcı, Elmalı’nın Canları, s. 140. 38 Elmalı Erenlerinde Nefsin Terbiyesi ve Kişilik Oluşumu / R. Okudan • 195 Nefsini fehm eyle hâlen berk yapış tevhîde sen Ârif ol düşme sakın sen gayrının sevdâsına42 diye ifade edildiği gibi, ancak tevhidle çıkılabilir. Eroğlu’nun ifadesiyle, nefsin ikinci başına nefs-i levvame derler. Bu nefsin melametliği sıfatıdır. Ona göre, nefsi bu makama gelen, onunla ikinci ism-i Zât olan Lafza-i Celâl ile gaza eder. Melametliği onu önceki kötü sıfatlarından kurtarır, keşf ve keramete düşürür.43 Ünsî’nin ifadesiyle, nefse, levvâme merbesinde seyr-i lillâh (:Allah için yürümek, yolculuk yapmak) denilir. Vâridi tarîkattir, yani tarîkatte istikâmettir. Anahtarı lafza-i Celâl, nûru sarıdır, yani sarıdan hâsıl olandır. Makâmı kalbdir. Bu ilk iki mertebenin ilmi istidlâlîdir. İkisinden sonra keşf olur. Nefs-i levvâmenin terk edilmesi gereken yerilmiş yedi sıfatı vardır. Bu yerilmiş sıfatlar; kendileri sa’y ve rızâdan başkasıyla terk edilmeyen leym (:leîm = alçaklık veya pintilik) isteği, heves, mekr (:hile), ucub, işret, temennî ve kahırdır.44 Eroğlu Nûrî, salikin emmaredeyken çalışıp ikinci telkine geçtiğini, bu ikinci telkin olan Lafza-i Celâl’e devam etmekle nefsinin hava cüz’ünü ıslah ettiğini söylemektedir. Böylece salik meşru olmayan hevalarından, isteklerinden kurtulur, aşk ve salih amelden yana gider. Nefs, hava cüz’ü bakımından hakikate tebdil olur. 45 Vâhib-i Ümmî hevası hakikatine tebdil olmuş abdalleri tavsif ettiği şiirinde onların levvâmede olduklarını söylemektedir: Bu cemâl-i aşk içün üryân gezer abdâllar Bu kemâl-i aşk içün hayrân gezer abdâllar Bunların hep cümlesi levvâmenin tahtındadır Nefslerin fehm etdiler merdân gezer abdâllar46 Eroğlu, nefsin üçüncü başına nefs-i mülhime denildiğini söyledikten sonra Hakk’ın aşk ve ilhamının bu sıfatta tecelli ettiğini belirtir. Üçüncü ism-i Zât olan Hû’nun telkini onu gaza eder, aşk, muhab42 Ögke, Dîvân-ı Vâhib-i Ümmî, s. 28. Tatcı, Elmalı’nın Canları, s. 124. 44 Ünsî, Atvâr-ı Seb’a, vr. 7/b-8/a. 45 Tatcı, Elmalı’nın Canları, s. 140. 46 Ögke, Dîvân-ı Vâhib-i Ümmî, s. 194. 43 196 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi bet ve ilhâm-ı Rabbânî kapıları bu makamda açılır.47 Ünsî’nin ifadesiyle nefse, mülhime mertebesinde seyr-i ala’llâh (:Allah’a yürümek, yolculuk yapmak) denilir. Anahtarı Hû’dur, nûru apaçık yeşildir. Vâridi Allah’ın Fiillerinde mârifettir. Tevhîd-i Ef’âl, bütün fiillerin O’nun Fiillerinde fenâsıdır. Fenâu’l-ef’âl, Tecelli-i Ef’âl diye isimlendirilir. Bu nefsin kazanılması gereken yedi övülmüş sıfatı vardır. Bu sıfatlar; vefâdan başkasıyla meydana gelmeyen sehâvet (:cömertlik), kanâat, tevâzû, tevbe, sabır, ilim, tahammüldür.48 Eroğlu’na göre, salik üçüncü telkin olan Hû ismine devam ederek nefsin ateş cüz’ünü ıslah eder. Nefsinden celâl tecellileri kesilir ve nefsin ateş cüz’ü hakikate tebdil olur.49 Eroğlu’nun ifadesiyle nefsin dördüncü başına nefs-i mutmainne denilir. Nefsin tekebbürlüğü, ucub, gurur ve enâniyeti sıfatıdır. Dördüncü ism-i Zât olan Hakk’ın telkini onu gaza eder. Talip, bu ismi zikr ederek benlikten kurtulur ve mutmainne bulur. Nefsi mutmainne olan kişiye artık sûfî denilebilir.50 Ünsî’nin izahına göre, bu makâma seyr-i mea’llâh (:Allah’la yürümek, yolculuk yapmak) denilir. Makâmı mutmainne mertebesinde fuâddır. Anahtarı Hakk’tır, nûru beyazdır. Vâridi sıfatlarının tümünü Allah’ın sıfatlarında ifnâ ederek Allah’ın sıfatlarında muâyenedir. Tevhîd-i Sıfât diye isimlendirilir. Davâların birçoğu, Mansûr benzeri bu makamda vukû bulur. Çünkü bunda nefisten kalan bir pay vardır. Yine bu makamın meydana gelmesi gereken yedi ahlâk-ı hamîdesi (:övülmüş huyları) vardır. Bu ahlâk; tam bir sabırdan başkasıyla meydana gelmeyen cûd (:son derece cömertlik), tevekkül, amel, tezellül, ibâdet, şükür, rızâdır.51 Eroğlu bu devrede salikin dördüncü telkin olan Hakk isminin zikrine devam ederek nefsinin cüzlerinden toprağını ıslah ettiğini ve böylece dünyevî arzularının bittiğini söylemektedir.52 Eroğlu Nûrî’nin tasviriyle nefsin beşinci başına râdiyye derler. Kulun nefsinin, Hakk’ın kazalarına razı oluculuğunun sıfatıdır. Tali47 Tatcı, Elmalı’nın Canları, s. 124. Ünsî, Etvâr-ı Seb’a, vr. 8/a-8/b. 49 Tatcı, Elmalı’nın Canları, s. 140. 50 Tatcı, Elmalı’nın Canları, s. 124. 51 Ünsî, Etvâr-ı Seb’a, vr. 8/b. 52 Tatcı, Elmalı’nın Canları, s. 140. 48 Elmalı Erenlerinde Nefsin Terbiyesi ve Kişilik Oluşumu / R. Okudan • 197 be burada beşinci ism-i Zât olan Hayy ismi telkin edilir. Talip bu isimle gaza eder. Bu mertebede salik, Hakk’ın kazalarına, emrine ve nehyine razı olur ve bu bakımdan ıslah olur.53 Ünsî’nin anlatımıyla bu devreye râdıye mertebesinde seyr-i fi’llâh (:Allah’da yürümek, yolculuk yapmak) denilir. Anahtarı Hayy’dır, nûru siyahtır. Makâmı sırrdır. Vâridi Allah Teâlâ’nın Zât’ında eserlerin tümünün fenâsıdır. Tevhîd-i Zât diye isimlendirilir. İşte bu makamın sahibi hayret, şaşkınlıkve aptallıktadır. Bu makam sahibinin tabiatı asla hiçbir bağla bağlı olmamayı ve hiçbir teklifle mükellef olmamayı gerektirir. Çünkü farksız cem’de yerleşmiştir. Bu, vahdeti kesretsiz müşâhade eder, anlamındadır. Yani, vahdetin müşâhadesi bu makamda olanın vahdette kesreti müşâhadesine engel olmaz. Sonra bu vartadan ilk olarak bu makamdan üçüncüye dönmekle ve ikinci olarak üçüncüden de ikinciye dönmekle çıkar. Bunun övülmüş yedi ahlâkı vardır: Fenâdan başkasıyla bulunmayan zühd, zikr, riyâzet, vefâ, kerâmet, ihlâs ve verâ.54 Eroğlu’ya göre, buraya kadar nefsinin dört eczasını esmanın telkiniyle zikre devam ederek ıslah ederek artık aşık olan salik, üstadının beşinci tevhidi telkin etmesiyle, ruhunu ve nefsini râdiyye derecesine düşürür ve nefsi râdî (razı) olur.55 Aslında bu dereceye kadar geçen ilk dört derecede nefsinin eczasını ıslah ederek hakikatlerine kavuşturan salikin nefsinin tezkiyesi mutmain olmakla tamamlanmışken, râdiyye derecesiyle birlikte kişilik oluşumunun ikinci evresi olan ruhun tasfiye edilerek aslına yükselmesine başlanmış olur. Bu makamdan itibaren dünyevî olan ahlâkı mezmûme denilen kötü huylar mutmainneyle birlikte temizlenmiş ve zıdları olan ahlâk-ı hamîdeye tebdil olarak ıslah olmuşken, artık uhrevî olan, sûfîlere mahsus ve onlara göre eksikliği mezmûm görülen ahlâk-ı hamîdeleri kazanmaya başlar. Eroğlu’nun tasfirine göre, nefsin altıncı başına mardiyye derler. Hakk’ın kulundan razı oluculuğu sıfatıdır. Talibe burada Elmalı Erenlerinin Halvetî yolunun usul ve erkanında altıncı ism-i Zât olan 53 Tatcı, Elmalı’nın Canları, s. 124. Ünsî, Atvâr-ı Seb’a, vr. 8/b-9/a. 55 Tatcı, Elmalı’nın Canları, s. 140. 54 198 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi Kayyûm ismi telkin edilir. Talip bu isimle gaza eder ve o halde devam ederek Hakk’ın rızasına mazhar olur. Artık pek çok seyr u süluk meydana gelir ve vücuduna halife (Halifetullah) olur. Eğer, ezelî yaratılışında takdir edildi ise irşada yetkili halife olur. Allah’ın emriyle ve Rasulullah yüzünden mürşid-i hakikisi kendisine dua eder ve enbiyanın vekili olur. Hem radiyye ve hem mardiyye olan nefs aslına rücu eder.56 Nefse, mardiyye mertebesinde seyr-i ani’llâh (:Allah’tan yürümek, yolculuk yapmak) denildiğini söyleyen Ünsî’nin Halvetî yoluna göre ise bu mertebenin anahtarı ikinci olarak Hû’dur, nûru görülmez. Makâmı sırru’s-sırrdır. Çünkü vâridi ilk cem’dir. Bu makamın sahibi ilk olarak vahdetten kesrete döner. Böylece câmiiyyet ve berzahiyyet meydana gelir. Bu üçüncüye dönüş onların ıstılâhında ikinci yıldız ve berzah-ı kübrâdır. Çünkü bu makamın sahibi, vahdet ve kesreti toplamıştır; ikisinden birinin müşâhadesi diğerinden hiç engel olmaz. Bu makamın meydana gelmesi gereken yedi ahlâkı vardır. Bu ahlâk; varlığın fenâsından başkasıyla olmayan huluk (:güzel ahlâk), terk, yakîn (:kesin bilgi), telattuf (:bol ihsan etmek), tekarrub (:Allah’a yakınlaşmak), fikr ve safâdır.57 Eroğlu’nun izahına göre salik, kendi yoluna göre altıncı telkin olan Kayyûm ismine devam ederek ruhunu, nefsini mardiyye dairesine düşürür. Hz. Hakk’ın kazalarına razı olur, her emrine uyar, amellerini ilme’l-yakîn derecesindeki zahir ehli ve ebrar olanların ibadeti olan korku ile değil, ayne’l-yakîn derecesindeki Allah sevgisi kendilerini korkudan geçirdiği ehlullah ve mukarreblerin ibadeti olan muhabbetle ve sevgiyle işlerler.58 Bunların halinin akılla idrak edilemeyeceğini, anlamak için marifet gerektiğini anlatan Vâhib-i Ümmî, razı olmak ve razı olunmak devrelerinin birbirine ne kadar alakalı olduğunu bu mertebelerin zikirlerini birlikte nazmederek ifade etmektedir: Gündüz gelir gece gider bir acâyib devrân ancak Gece gider gündüz gelir bir acâyib seyrân ancak 56 Tatcı, Elmalı’nın Canları, s. 124. Ünsî, Etvâr-ı Seb’a, vr. 9/a-9/b. 58 Tatcı, Elmalı’nın Canları, s. 141. 57 Elmalı Erenlerinde Nefsin Terbiyesi ve Kişilik Oluşumu / R. Okudan • 199 Dünyâ mekrinin gafleti hep bunları mest eylemiş İbret gözüyle bakana cihan halkı hayrân ancak Bu tevhidin sırrı canda diyen bilir ma’nâsını Düşen çıkmaz kenârı yok bir acâyib ummân ancak Âlem-i ma’nâ yüzünden açdım sana ben râzımı Mansûr kadehin içenler ayık değil mestân ancak Ne göz görür ne el tutar ma’lûm değil hiç nediği Akıl bunu fehm eylemez bu ma’rifet vicdân ancak Yâ Hayy ü Kayyûm’dan gelir bu dediği ma’nâ sana Bu tevhide sıfât olan sâfî nûrdan insân ancak59 Eroğlu’nun tasvir ettiği nefsin başlarından yedinci başına nefs-i sâfiye denilir. İnsanın imanı bu dairede kemale ulaşır. Bu makamda talibe, Elmalı Erenlerinin Halvetî yolunun usul ve erkanında yedinci ism-i zât olan Kahhar ismi telkin edilir. Talip bu makamda esma ve mücahedesiyle nefsinin sıfatlarıyla gaza eder, imanı kemale ulaşır ve insan-ı kamil olur. Nefsini bütün yönleriyle bilir. Bu dairedeki seyriyle birlikte bu daireye kadar seyrettiği nefsin yedi dairedeki bütün kötü sıfat ve kuvvelerine fena vermek ile nefsi acze düşer, fakr-ı tâmm meydana gelir. İnsan ne zaman aczde fakr-ı tâmme erişirse onun gönlünde yalnızca Allah kalır ve o halde salik artık Rabb’ini bilmiş olur.60 Ünsî’nin dediği gibi, bu devredeki seyri seyr-i bi’llah (:Allah’la yürümek, yolculuk yapmak) denilir. Ünsî’nin Halvetî yoluna göre ise bu mertebenin anahtarı ilk olarak ikinci makamda anahtar olduğu gibi, ikinci olarak lafza-i Celâl’dir. Çünkü Ona göre, bu mertebenin sahibi ikinci olarak üçüncüden ikinciye döner. Halbuki anahtarı, berzah-ı kübrâ ve câmiiyyetde yerleşmesi ve gezinip durması için lafza-i Celâl’dir. Çünkü bu makamın sahibi ikinci olarak ikinciye dönmekle, mevcûdâtı Allah Teâlâ’nın Zât’ında ifnâ etmekle fânî olur ve Allah Teâlâ’nın bekâsıyla bâkî olur, Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanır. Bu tehalluk vâriddir. Bu makam sırru’l-ahfâ makamıdır.61 59 Ögke, Dîvân-ı Vâhib-i Ümmî, s. 239. Tatcı, Elmalı’nın Canları, s. 125. 61 Ünsî, Etvâr-ı Seb’a, vr. 9/b-10/a. 60 200 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi Eroğlu’na göre ise yolunun yedinci telkini olan Kahhar ismini zikrederek mücahedesiyle salik nefsini sâfî kılar. Bütün meşru olmayan söz ve davranışlarından kurtulduğu gibi, bunları yok eder. Fakrı hal edinir ve o zaman Rabb’ini istidat ve kabiliyetine göre mana ile anlar. Burada imanın ve insaniyetin zirvesine ulaşır. Nihayet salik, bu şekilde kemale erer.62 Bu mertebeyle tasavvufun tahalluk kısmı tamamlanmış olur. Artık kabiliyet ve istidat nisbetinde Allah Teâlâ’nın fazl ü kereminden nasip ettiği kadar tahakkuk kısmı başlar. Buna işaretle Eroğlu, ‘ancak süluk bitmez. Yedinci isimden yukarı beş isim daha vardır. Salik on ikinci esmaya varıncaya kadar süluk eder, burası makam-ı enbiyadır,’ demektedir.63 Eroğlu Nûrî’nin ifade ettiği bu nefsin kemalatından sonraki süluk, bazı Nakşîbendiyye yollarındaki nefsin tezkiyesiyle hasıl olan Velayet-i Suğrî’dan sonra Velâyet-i Kübrâ dairesinde enbiyaya veraset yönünde olan murakebeleri, Hakîkat-i İbrâhimiyye, Hakîkat-i Mûseviyye, Hakîkat-ı Muhammediyye, Hakîkat-i Ahmediyye ve ellâta’yîn daireleri şeklinde sıralanan Hakâik-i Enbiyânın yolu olan Kemâlât-ı Ulu’l-Azm Murakabelerini hatırlatmaktadır.64 Sülûk lügatta yola girmek, yol almak demektir. Tasavvuf ıstılahında ise, bir şeyhe bağlanan kişinin, belli bir usûl ve âdâbla Allah’a doğru manevî olarak yaptığı yolculuğa sülûk denilir. Bu anlamda, hiçbir kul Allah’a tam olarak ulaşamayacağı için gerçek anlamda sülûkun sonu yoktur.65 Her nihâyet, yani varılan sonuç ve vuslat (:kavuşma, ulaşma), yeni bir bidâyet, yani başka bir kavuşma ve ulaşma için başlangıçtır. Bütün seyr u süluk merhalelerini şeriatten başlayarak, tarikat evrelerini ve hakikate vuslatı Vâhib-i Ümmî bir şiiriyle şöyle anlatmaktadır: Erenlerden sır sorana yedi dürlü nişân gerek Evvel kapı şerîatdır güneş gibi ayân gerek 62 Tatcı, Elmalı’nın Canları, s. 125. Tatcı, Elmalı’nın Canları, s. 142. 64 Çetin, İsmail, Mü’minin İstikâmeti Velînin Kerâmetidir, Isparta trs., s. 200-201. 65 Râğıb Isfehânî, Müfredât, s. 239; Uludağ, Tasavvuf Terimleri, s. 428; Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri, s. 654. 63 Elmalı Erenlerinde Nefsin Terbiyesi ve Kişilik Oluşumu / R. Okudan • Âyet ile hadîs ile verdim cevap anlayana Andan içeride levvâme ana seyrân gerek Şerîatden tarîkatden içerisi sır ilidir Akıl ana ârif olmaz mülheme ana vicdân gerek Dördüncüsü mutmainne Mansûr bilir bu menzili Er yüzünden erişmeğe ikrâr eder bir cân gerek İhtiyârım elde değil lâzım geldi söylemesi Beşincisi kerâmetdir ayân değil nihân gerek Yol erinin tevhîdini ârif gerek anlamağa Altıncısı marzıyyedir bunda bürhân Kur’ân gerek Yedincisi safiyyedir halka ayân etmek olmaz Bundan geçip ulaşmağa can hazrete kurbân gerek Sekizinci makām budur ayne’l-yakîn hakka’l-yakîn Gerçek âşık bu meydanda gayru’llâhdan üryân gerek Vâhib Ümmî’nin tevhîdi hatırına güç gelmesin Bu ma’nâyı fehm etmeğe sâfî nûrdan insân gerek Dokuz sıfatdan içeri bir dahi sır da gerek İnsan adın burda koyup mahv ü garkda pinhân gerek Vâhib Ümmî başı cânı terk eyledi dîzâr içün Bu kelâmı zikr eyleyen ma’nâ evinde sultân gerek Hitâb eyler gelip söyler içeriden bu taşraya Saklamağa genc-hâneyi ma’mûr değil vîrân gerek Benim hâlim sorar isen ne yerdeyin ne gökdeyin Ma’nâ sırrın söyleşmeğe bunda gelmiş yârân gerek Âriflerin remz etdiği nedir sana dinlendi-gör Bu tevhîde inanmayan kardaşlara yalan gerek Vâhib Ümmî dinler isen söz ma’nâsın anlar isen Zikrin ile fikr etdiğin sâfî senin Sübhân gerek66 66 Ögke, Dîvân-ı Vâhib-i Ümmî, s. 196-197. 201 202 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi Değerlendirme İmam Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn adlı kendisinden sonra bütün tasavvuf ekollerine ve irşâd makamında bulunanlara nefis tezkiyesi, ruh tasfiyesi, tehzîb-i ahlâk konularında tesir etmiş şaheserindeki tasavvufun tehzîb-i ahlâk konularını içeren bölümlerinde tasavvuftaki seyr-i sülûk sırasında sâlikin yapması gereken mücâhede yolları hakkında önemli ipuçları göstermiştir. Ancak yine Ona göre de, tasavvufun hem tahalluk ve hem de tahakkuk evrelerinde en önemli araçlar bir mürşid-i kâmilden tevhid telkinini alarak esma zikriyle nefisle mücahedeye devam etmektir. Elmalı Erenlerinin nefsin terbiyesi ve kâmil bir insan olabilmek için, sıklıkta üzerinde durdukları en önemli araçlar olan ilk olarak bir mürşid-i kamilin elinde bey’at etmek, ikinci olarak onun telkin ettiği tevhid, yani zikir ve üçüncü olarak cihad-ı ekber demek olan bu telkin edilen zikirle nefisle mücahede etmek arasında en önce ve önemli olanı kâmil bir mürşid bulmaktır. Eroğlu Nûrî’nin dediği gibi, “bilinmelidir ki, asıl kâmil mürşid, Kur’ân’ın kendisidir. Âmennâ ve saddaknâ. Ancak yine de, Kur’ân’ın iç ve dış terkibini bilmek, Rabb’in emrini ve nehyini anlayıp uygulayabilmek için, bir yol göstericiye ihtiyaç vardır. Onun da ehil olması gerekir. İnsan, ilme’l-yakîn ile şeriati tatbik edebilirse de, bir yol gösterici olmadan Kur’ân’ın bâtın manasını anlayamaz. Ayne’l-yakîn ile sülûk ederek aslî vatanına ulaşıp, likâullah bulamaz ve Hakk’a mahrem olamaz.”67 Bu irşad eden üstadın ilme’l-yakîn sahibi âlim olması nefs tezkiye edilip, kalbin tasfiyesiyle hakikate ulaşmaya yeterli değildir, zâhirî şeriatin yanı sıra ledünnî ilmi bilen bir âlim olması gerekir. Heva ve heveslerini terk edemediği halde mürşid olduğunu ileri sürenlere karşı tasavvuf tarihinde de birçok uyarıya rastlamak mümkündür. Bunlardan birinde Zünnûn-i Mısrî olarak tanınan Ebu’l-Feyd Sevbân bin İbrahim (ö. 245/859) diyor ki; “Hakk Teâlâ’nın nurlarını müşâhade etmekten alıkoyulan mahrumlar, iddiaları sebebiyle alıkoyulmaktadırlar. Zira hak ve hakîkat ehline, yani sûfîlerden ehli tahkîke Hakk Subhânehu ve Teâlâ şahiddir ve sözü de haktır. Ve 67 Tatcı, Elmalı’nın Canları, s. 128. Elmalı Erenlerinde Nefsin Terbiyesi ve Kişilik Oluşumu / R. Okudan • 203 Hakk Subhânehu ve Teâlâ şahid olduğu zaman, iddiasına ihtiyac olunmaz. Hakk ve hukuklar kaybolduğu zaman, davaya şahid taleb edilir. Davanın taleb edilmesi de, hak ve hakîkatin müşâhadesinden alıkoyulanlara mahsustur.”68 Şeyh Aynu’l-Kudât Hemedânî (ö. 525/1131) bu konuda şunları söylemektedir: “Mürşid olduğu söylenen kişiye bakıp incelersin. Eğer dâima şer’î kurallara uygun yaşayıp aykırı söz söylemiyorsa, kendisinde kerih bir davranış yoksa, bu sefer de dönüp dervişlerini tahkik edersin. Eğer dervişleri de hakîkat sırlarından veya veled-i kalbten (: kalb çocuğundan) söz ediyorlarsa, o şeyh gerçek bir mürşiddir. Mürşid arayan kişi ona sıkı yapışsın. Zira onlar eşsiz iksîrdir. Kolay ele girmezler. Mürşidlerin elinden ve dilinden hatâ sâdır olmaz. Eğer ki sûfide kerih bir nesne bulunur ise o hevâ ehlidir. Her kim olursa olsun, ondan uzak olmak gerekir.”69 Kötü huylardan nefsi temizleyip terbiye etmekle ve kalbin tasfiyesini, ister nazar, ister sohbet, ister telkinle irşad edebilecek gerçek âlimin vasıflarını Ümmî Sinan’ın ikinci oğlu Selâmî Halil şu şiiriyle dile getirmektedir: Hakikat ilminden haber soranlar Marifet bahrine dalandır alim Zemâyimi hamîdeye döndürüp Ledünnî ilmini bilendir âlim İlm-i esmâ ile ilm-i eşyâyı Bilen bulur hakikatde Mevlâ’yı Mayalı tevhidi yedi esmâyı Mürşîd-i kâmilden alandır âlim Ey hoca hemân bu değildir hesâb Okuyasın nahvi sarfı çok kitâb 68 69 Sülemî, Tabakâtu’s-Sûfiyye, s. 22. Ünsî, Hasan, Risâle-i Kelâm-ı Azîz, M.Ü. İlâhiyat Fakültesi Ktph., Yazmalar, n. 23, s. 320-321. Aynu’l-Kudât Hemedânî, Trimingham’a göre Muhammed Hamûye (ö. 529/1135) ve Ahmed Gazâlî’nin (ö. 520/1126) her ikisinden de hilâfet almış olarak görünmektedir. Bkz: Trimingham, J. Spencer, The Sufi Order in Islam, Oxford 1973, s. 30. 204 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi Doksan bin mâsivâ yetmiş bin hicâb Hakîkat yolundan silendir âlim Aldanmayıp âlem-i nâsût ile Bağlanmayıp mülk ü melekût ile Eğlenmeyip nûr-i ceberut ile Hüviyyetde karâr kılandır âlim Eğer ferâyizde eğer sünnetde Hakk rızâsı ola dâim niyyetde Rûhu nâsûtdayken ehadiyyetde Künh-i Zâtına gark olandır âlim Sırrı ma’bûd ede Zât-ı A’lâyı Ruhu meşhûd ede Nûr-i Ûlâyı Nefsi mezkûr ede İsm-i Evlâyı Vücûdu şehrine dolandır âlim Gel imdi terk eyle zann u gümânı İsteyip bulagör cân ile cânı Selâmî der geçip küfr ü îmânı Îmân-ı tahkiki bulandır âlim70 70 Tatcı, Elmalı’nın Canları, s. 128. SONUÇ Tasavvufta Mürid – Mürşid İlişkisi Cemalnur SARGUT Bugün beni buraya davet eden buranın sultanlarına şükürler olsun. Demek ki lâyık olmadığım için bunca sene buraya gelmek nasip olmadı. Hz. Pîr, Mevlana beni çok küçükken kabul ettiler; çünkü o her kusuruyla insanı kabul eden bir sultan. Gel, her neysen gel, diyor. Lâyık olana kadar beklemiş, olana kadar beklemiş olmalıyım ki bugün altmış yaşında Ümmi Sinan Hazretleri’nin huzuruna çıktım. Halbuki çocukluğumdan beri hayatımı yönlendiren iki büyük sultandan biri Niyâzî-i Mısrî Hazretleri. Annem devamlı şu mısraları söylerdi: Ben beni terk eyledim, Gördüm ki ağyar kalmadı. Yine Mevlâna’nın, Hz. Pîr’in şu sözleri, bizim evde her dakika, her saniye söylenirdi: Yek-demi sohbet be Merdân-ı Hudâ Bihter ez-sad sale buden der tükâ. “Allah merdiyle (adamıyla) bir dem (an) sohbet, yüz yıl ibâdetten üstündür.” Bu ikisini çok birleştirdim ben. Hep şöyle düşündüm: Demek ki Allah merdiyle sohbet ettiğimde ben beni terk ediyorum. Benliğimden arınıyorum, geçiyorum. Bir merd evlâdı olmakla hep sıhhat buldum, Şeyh Gâlib Hazretleri gibi. Ancak “Bu âlemde zerrece itibarım varsa sendendir” dediği gibi Mevlâna’nın, ben de onun yirminci yüz- TÜRKKAD İstanbul Şube Başkanı, İstanbul. 208 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi yıldaki vârislerinden bir Kenan er-Rufâî âşıklısıyım. Kenan erRufâî’ye âşık olmanın Mevlâna’ya âşık olmak demek olduğunu hocamdan öğrendim. Hocam bana bir şey daha öğrettiler. Bir mürşid önce çok iyi bir müriddir. Öyleyse bir mürşidi araştırıyorsan, mutlaka onun mürşidine bak! Demek ki hocalar, bizim gibi taşları dile getiriyorlardı, onlara söyletiyorlardı. Onlardan insanlık makamına yükselmesi için fırsatlar yaratıyorlardı. Bunlar nasıl hocalardı ki? Onlar… Mevlâna gibi hocalardı, peki ben nasıl bir mürittim? Hocamın her zaman sık sık tekrarladığı, her taraf Şems-i Tebrizî dolu; ama Mevlâna gibi bir mürit nerede? Onun dediği bir mürit miydim? Peki Niyâzî-i Mısrî nasıl bir mürid? Kimin müridiydi o? Çocukluğumda benim için Ümmî Sinan fikri, Eyüp’teki Sinan Hazretlerinden ibaretti. Ona çok âşıktım. Huzuruna gider, saatlerce ağlardım. Dergâhında zikirlere katılırdım. Ümmî Sinan benim için o’ydu. Hem Mısrî Niyazî Hazretlerinin, Ümmî Sinan’ın öğrencisi olduğunu öğrenince genç kızdım, çok sevindim. Sonra onun Elmalı’da yaşayan bir başka büyük sultan olduğunu öğrendim. O zaman kafam şöyle çakıldı. Demek ki ümmî kelimesi Sinanlara çok yakışıyordu. Ümmî, yani Peygamber gibi olan, yani ümm olan, yani “anne” olan, yani Mevlâna Hazretleri’nin buyurduğu gibi “memelerinden bahal bahal ilim sütü akan” o ümmî sultanlar! Nasıldı onlar ki, hiçbir şekilde akıl ve nefs süzgecinden geçirmeden Allah’ın mânâsını etrafa aksettiriyorlardı?! Onlar vahyi ilhama çevirmeden, hiç değiştirmeden, olduğu gibi aksettiriyorlardı. Demek ki onlar özel insanlardı. Demek ki onlar, bütün vücutlarından arınmış, sâfiye makamına yükselmişlerdi. Demek ki onlar, Cebrail gibi ruh makamında ve diri idiler. Bunları düşündüm bir anda, Ümmî kelimesi Sinan adına ne yakışıyor diye düşündüm. Sonra Mustafa Tatcı Hoca ile tanıştım. Gerçekten o bana Elmalılı Sevgililerini öğretti. Gerçi Musa Kazım Hazretleri’ni tanıyordum. Onun mürid-mürşid ilişkisini biliyordum. Abdal Musa Hazretleri büyük bir sultandı; çok etkilendiğim bir hikâyesi gece gündüz aklımı zorlardı benim. Abdal Musa aşk ve şevkle Allah’a ulaşanlardan. Yanında aynı mürşide bağlı, şeriate bağlı bir arkadaşı var; onunla hiç anlaşamıyorlar. Biri devamlı Abdal Musa’nın aşkındaki aşırılığını eleştiriyor; öbürü de diğerinin şeriatteki aşırılığını. Devamlı kavga Tasavvufta Mürid – Mürşid İlişkisi / C. Sargut • 209 halindeler; ama birgün padişah Abdal Musa’nın mürşidini tutuklatır, idama mahkûm eder. O zaman bu iki insan, bu birbiriyle hiç anlaşamayan iki insan, aynı anda bağırırlar: “Mürşidimizin yerine bizi assınlar!” diye. O zaman farklılıklar kalkar. Demek ki bir mürşid nasıl bir şey yaratıyor ki, insanın içinde meşrepleri yok ederek mürşid aşkında insanları birleştiriyor?! Bunu gördüm ben Abdal Musa Hazretleri’nde. Sonra diğer Büyük bir sultanın, İbn Arabî hazretlerinin şu dizeleri beni mest etti: “Camiye gidince bağırırlar, safları sıklaştırın diye. Safları sıklaştırmak niye? Öyle âşıklar bir araya gelir ve namazda öyle aşkla insanlar birleşir ki, aralarından görüş farkı kalkar.” İşte buna hayat denir, yaşam denir. Demek ki mürşid huzuru, câmi gibidir. Demek ki omuz omuza geliyorduk, farklılıklar kalkıyordu. Meşrepler değişiyordu. Allah aşkından başka her şey siliniyordu o huzurda. O zaman kimdi Elmalılı Ümmi Sinan?! Ben onu tanımalıydım. Tıpkı bir zamanlar deli gibi Hazreti Şems’i tanımak için harekete geçtiğim gibi. Mevlâna’nın, “o benim her saçımın bir teli Şems kesildi” diyen Mevlâna’nın o Şems’ini, o güneşini, o güneş gibi kendisini tanımak için harekete geçtiğim gibi. Gerçi hocam Kenan er-Rufâî’nin: “Mevlâna’nın her Şems deyişi Allah demektir; başka bir şey değildir. Ama hürmetinden mürşidinin adını andı” diyor; ama o hürmete hürmet ettim ben her zaman. Hz. Şems’i andık hocamla birlikte elele. Şimdi Ümmi Sinan’ı anıyoruz. Yine hocamla birlikte elele. Mısrî Niyazî Hazretleri’nin çocukluğumdan beri hayatımı değiştiren Hocam Kenan er-Rufâî’nin: “Bütün Kur’ân’ın Şerhi Mesnevî’dir; Mesnevî’nin şerhi Niyazî Dîvânı’dır. Niyazî Dîvânı’nın şerhi âcizâne ilâhiyât-ı kelâmdır” buyurduğu Mısrî Niyâzî’yi tanımakla geçti ömrüm. O sanki Mesnevî gibi bütün tarîkatleri birleştiren ender güzel Sultanlardan biriydi. Onun bakışı ile mürşidine bakmaya çalıştım. Ve karşıma şu şiir çıktı: Hak yolunun rehberi nefesidir Kâmilin, Dil tahtının serveri nefesidir Kâmilin. 210 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi Nefsini mat eyleyen def-i memat eyleyen, Nefh-i hayat eyleyen nefesidir Kâmilin. İsteyü git Âdemi Âdemde bul Âdemi, Sırr-ı “nefahtü” dem-i nefesidir kâmilin. Sûre-i Necm-i oku gel anla vahy-i Hakk’ı, Bilesin sen ol mantıkı nefesidir Kâmilin. Rûhu’l-kudüs demini Âdemde iste anı, Ol imiş gönlün cânı nefesidir Kâmilin. Mâye-i zât denilen feyz-i necât denilen, Âb-ı hayât denilen nefesidir Kâmilin. Diri kılan tenleri zinde eden canları, Kaldıran ölenleri nefesidir Kâmilin. Mevtâya etse nefes her yandan gelse ses, Hasr eden ey hak-şinâs nefesidir Kâmilin. Niyâzî’yi cân eden zerresini kân eden, Katresîn ummân eden nefesidir Kâmilin. Bu nefes nasıl bir şeydi ki, kâmilin nefesi ölüleri diriltiyor, ölüm korkusunu yok ediyor?! Sabah hocamızın (Prof. Dr. Hayrettin Kara) saatlerce anlattığı ve “insanın psikolojisini bozan en büyük etken” dediği ölümü şevk–zevk kavuşma ânı hâline getiriyor; beklenen bir zevk hâline getiriyor?! Bu nasıl bir nefestir ki, insanı diriltir?! Ölmeyeceğini bilir insan, Yunus’un dediği gibi: “Ölen hayvan imiş, aşıklar ölmez!” İnsanı âşık safhasına sokan, nasıl bir nefestir?! Nefes kelimesini inceledim. Ebced hesabı ondokuzdu. Allah Allah… Ondokuz, “insan-ı kâmil” demek. Yine ebced hesabı ondokuz olan bir başka kelime buldum: Hikmet. Diriliş. Demek ki nefes, diriltici özelliğiyle insandaki nefsanî arzu ve istekleri yok ediyor ve insanı her an yeniden diriltiyor. O zaman Budistler’e üzüldüm. Onlar reenkarnasyon diye tekrar tekrar dünyaya geldiklerini sanıyorlardı. Ama biz zaten her nefeste ölüp diriliyorduk. Her nefeste İbn Arabî’nin “halk-ı cedîd” tabiriyle “Hûûû!” diyor, ölüyor; Hay ismiyle yeniden diriliyorduk. Eğer bu Hay ismi bir diriden, Cebrâil makamında bir mürşitten zuhur ederse neler yaratırdı?! Tasavvufta Mürid – Mürşid İlişkisi / C. Sargut • 211 Nefsini mat eyleyen def-i memat eyleyen, Nefh-i hayat eyleyen nefesidir Kâmilin. Edepsizliğimi hoş görürseniz, bu bölümde kendimden bir örnek vermek istiyorum: On senedir beklediğim yavrum doğdu. Deli gibi sevinç içindeyim. Hasta dediler; üzüldüm. Herkese kızmaya başladım içimden. Nefsim azdı, öfkem kabardı. Hâşâ! Kapı açıldı, yapayalnızım; yalnız bebeğimi düşünüp ağlıyorum. İçeri hocam girdi. Demin, imanın nur olduğunu söyledi hocamız (önceki oturumda bildiri sunan bir konuşmacı). Nur girdi içeriye, nurdu. Ne çocuk kaldı, ne eş, ne dünya kaldı, ne âhiret. Nur girdi içeriye; o bir vücut değildi, Allah’ın nuruydu. Yanıma yanaştı; elinde bir gül vardı. Peygamberimin gülünü bana getirmişti. Kızımın adı da Gülüm’dü zaten. “İsmi ne güzel” dedi hocam bana. Yarım saat yanımda oturdu. Nefsimin bütün arzu ve istekleri inanın yok olmuştu. Cennet nedir deseler, işte burasıdır, diyecektim. Sonra çıktı gitti… Elime kitabını aldım… Şöyle diyordu: “Cennet neresidir? dediler. Senin olduğun yerdir. Cehennem neresidir? Dediler; olmadığın yerdir, diyecektim; ama olmadığın yer yok ki Allah’ım! Ey Hakk’ı bildiren, Hakk’ı öğreten! Yanımdan ayrılma!” Böyle dedirtti bana. O zaman her yer cennet kesildi; ölümler zevk hâline geldi. Kızım öldüğünde annem bana secde ettirdi: “Ne şanslısın” dedi. “Hazret-i Fâtıma’nın kaderini paylaşıyorsun.” Ölümü böyle karşılattı bana tasavvuf. Aşk ve şevk ile. İşte mürşid, insanı nefsin bütün arzularından temizler, bıraktırır. Her şey gider o an, yalnız O kalır. O ve Siz. Hazret-i Mevlâna’ya göre: “Eğitimci olan ay, gönül gözüne doğunca can gibi tüm dünyanın bedenini canlandırır. Onun dudaklarından dökülen kelimeler şeker tadını verir. Herkes ondan tad alır. Gönül güzellikleri unutur; onun şarabı herkesi kendinden geçirir. Onun nuruna kimse dayanamaz; daima onu isterler. Onun aşk şarabını içenlerin canı da aydın kulağı da çok iyi işitir.” Mevlâna, Mesnevî’de: “Yürüye yürüye, iki yolun ağzına geldim” diyor. “Dervişlik budur” diyor ya: “Şükretmek ya da sabretmek… Ama” diyor; “Senin üzüldüğün şey olmazsa nasıl şükredeceğim, nasıl sabredeceğim?” Peki, Mevlâna, mürşidin sözlerini, “gönülleri tıkayan yolları açan kanallar”a benzetir: 212 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi “Sen Yunus’u öldürdün mü, hiçbir arkta su kalmaz. Kuşluk güneşi olmadıkça nasıl olur da tepeler belirir?! Çare de sensin, tuzak da sen. Şarap da sensin, kadeh de sen. Pişmiş de sensin, ham da sen.” Ham bırakma beni hocam! Ümmî Sinan Hazretleri’ne dönersek, Âdem’den bahsediyor; kimdir Âdem? Âdem, Allah’ın zâtının tecellî ettiği, zâtının, isim ve sıfatlarının tecellî ettiği sultandır. Zât nedir ki, senelerce bunu öğrendim?! Zât, zât… Bilinemeyen zât… Anneme sordum, zât nedir? Gülü anlattı bana: “Gülün ismi, gül” dedi. “Sıfatları vardır, canım kızım” dedi. “Renkleri, yaprakları, yumuşaklığı; ama bir odada gülün olduğunu ancak kokusunu duyunca hissedersin. İşte gülün zâtı kokusudur” dedi. “Allah’ın korkusunu duyuran insan-ı kâmilin adı Âdem’dir.” Âdem’e secde etmedikçe, şeytan makamına yükselir insan. Bu secde Allah’a secdeye benzemez. Allah’a secde, O’nun önünde yok olmaktır. Âdem’e secde onda tecellî eden Allah sözlerini dinlemektir. Allah’ın sözlerine uymak, ona biat etmek, ondan gözüken Allah’ın hakîkatine tamamen teslim olmaktır. İşte Âdem’e secde budur. İsteyü git Âdem’i Âdem’de bul Âdem’i Eğer, diyor Ümmî Sinan Hazretleri, “rûhumdan ruh üfledim” sırrını öğrenmek istiyorsan, Âdem’i bul! “Rûhumdan ruh üfledim” diyor Allah Azimu’ş-Şan. Rûhullah olan Cebrâil’den ruh üfledim, insanoğluna. Rûhullah olan Cebrâil’den, diri olan Cebrâil’den. O halde insanı kâmil diridir; üfler ve bizi diriltir ve bizde varlık oluşturur. Sabahtan beri konuşuyorum; şahsiyet şahsiyet... ne şahsiyeti! Şahsiyet olamaz; işte bize üfleyince o, bizde tecellî edince şahsiyet oluşuyor. Ondan önce biz bir hiçiz. Sonrada hiçiz. Yalnız O var, başka hiçbir şey yok! Ama Mevlâna diyor ki: “İhtiyaç elini aç, ilâhî kadehi al da can şarâbının parıltısı yüzüne de vursun, gönlüne de. İste!” diyor Mevlana: “İste! Âdemi ara!” Demin ne kadar güzel konuştu hocamız: “Ara! yürü, daima hareket hâlinde ol! Dön! Çünkü hareket seni Allah’a kavuşturacak.” Durmak, ölmek demektir. Durmak geriye tekâmül etmek demektir. Git! Mürşid ara! Gerçi ezelde mürşid seni bulmuştur; ama sen arayıcı Tasavvufta Mürid – Mürşid İlişkisi / C. Sargut • 213 ol! Terbiye olmak için arayıcı ol! Şu nefsten kurtulmak için arayıcı ol! Bu nefsten kurtulmak bize fayda; kimseye değil. Yine Mevlâna: “Söz dinleyenin anlayışı nisbetinde gelir. O hikmeti çekmedikçe hikmet çıkmaz” diyor. Mevlâna diyor ki: “Şükret, şükret! Şükür memesini emmedikçe, Allah şükredecek bir şey vermez. Hep iste! Hep talep et! Hep Allah’tan Allah’ı iste! Başka şey isteme! Ekinlere benziyoruz cancağızım, şu meydanda bitmiş dudaklarımız” diyor Mevlâna ve mürşidine yalvarıyor: “Sula beni! Sula beni ki Allah’ımı her an daha çok idrak edeyim. Peygamber de öyle buyurmadı mı: Ben çocuklara öğretmen olarak gönderildim.” Mısrî Niyâzî çok enteresan bir şey söylüyor: Sûre-i Necm-i oku gel anla vahy-i Hakk’ı, Bilesin sen ol mantıkı nefesidir Kâmilin. Necm sûresi mirâcı anlatır. Demek ki ben bundan ümitlendim; dedim ki, bu nasıl bir miraç? Ben de yapabilir miyim? Ümit geldi. Yaparım. Kendi çapımda yaparım; Peygamber gibi yapamam. Ama nasıl yapacağım? Gelin sûreyi beraber tasavvufî anlamıyla, Hazret-i Pirlerin yardımıyla inceleyelim: “Batmakta olan yıldıza andolsun ki, …” Nasıl bir yıldızdır ki o? Mısrî Niyazî, İrfan Sofraları adlı o muazzam kitabında, yıldızları yere göğe koyamıyor. Onlar diyor, insanları aydınlatan, yollarını gösteren sultanlardır. Kâfiri de taşlayan taşlardır. Ama bu yıldız tutuyor ne demek istiyor Allah, Hazret-i Peygambere “batmakta olan yıldız adına” derken? Yani nefsinin bütün arzu, istek, her şeyini bırakmış bir Peygamberden bahsediyor. Allah’ın huzuruna çıkacak başına pislikli işkembe geçmiş, taşlanmış, aşağılanmış, Allah bütün sevdiklerini elinden almış. Hiçbir peygamberin yapmadığı bir şeyi yapmış. “Allah” demiş. Sadece “Allah” demiş. Bir kere bile ümit kesmemiş. Bir kere sorgulamamış. “Neden? Ne için?” Hiç dememiş. Mübarek kızına, karşısına geldiğinde ayağa kalktı. Hakîkatini onda gördüğü kızına Ebû Cehil tokat atmış. Ebû Süfyan Hz. Fâtıma’yı koruduğu için Allah onun evini korumaya almış. Bütün bunlara dayanmış bir sultan. Her şeyini teslim ettikten sonra mirâca çıkıyor. Öyleyse mirâca çıkmanın yolu teslimdir. Neyin var, neyin yoksa; benliğini, nefsini, kendini, vücûdunu, Allah’tan başka hiçbir şey bırakma! Her nereye 214 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi dönsen O’nun vechinden bir şey kalmasın. O zaman müjde gelir: “Arkadaşınız sapmadı ve azmadı…” Burası çok tehlikeli bir yerdir! Allah, ona yakınlaştığında edebini kaybetmeyen boncuk boncuk terleriyle kendisini dirilten Cebrail vasıtasıyla en yüksek derecesine ulaşan peygamberi görüyoruz. O kendi istek ve düşüncesine göre konuşmaz. Görüyoruz ki, bu seviyeye gelmiş olan Peygamber, artık Allah ondan konuşur haldedir. Öyleyse Peygamberin sözü tartışılmaz! Peygamberden zuhur eden üzerinde konuşulmaz! Onun sözü Allah’ın sözüdür. Onun konuşması, ancak bildirilen bir vahiy iledir. Allah bu sözleri teyit ederek: “Onun konuşması vahiydir…” diyor; o vahyi anlatır, vahyi oluşturur; çünkü o ümmîdir. Çünkü onda benlik yok, nefis yok; aklını bıraktı. Cebrâil bile sidrede kaldı. Aklın künhünü bile terk etti. O yalnız Allah’ıyla, artık aşkından başka hiçbir şey kalmamış vücuduyla mirâca çıktı. Bu vahyi, ona müthiş güçleri olan Cebrâil öğretti. Demek ki bu şey lâzım. Peygambere bilecek gaye lâzım; yol göstecek. İbn Arabî şöyle der: “Hz. Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem sordu Cebrail’e, dedi ki: Niye geliyorsun? Niye geliyorsun ki, benim sana ihtiyacım yok. Ben Allah’ının huzuruna çıkacağım. Cebrâil dedi ki: Allah en sevdiğini huzuruna çağırırken, en yakını olan idraki ona yoldaş eder.” İşte mürşid kişinin idrakidir. Mürşidin nefesi idrakleri artırır. Diriltir bizi! Allah Allah!.. Hiç bilmediğimiz şeyleri hissettirir. Gönül gözlerini açar. Belki hani büyük Sultan Veled, Baba Veled gibi şöyle bağırttırır: “Ben Allah’ı görüyorum! Yemin ederim ki görüyorum!” “Göremezsin!” derler. O da: “Görüyorum!” der. “Bu gözle değil; öyle yok oldum, öyle hiç oldum, öyle benlikten arındım ve o kadar var ki yokluğumda varlığını hissediyorum, bundan güzel görmek mi olur?!” O akıl görünüşünde kuvvetli bir melektir. Hemen doğurulur. Ve o en yüksek ufukta olur. Demek ki idrak bir insanın insan olarak gelebileceği en yüksek ufuktur. Bilmiyorum, Hira dağını gördünüz mü? Hiç gördünüz mü bilmiyorum; Hıra’nın içine girdiniz mi? Sanki, –benim edepsizliğimi hoş görsün hocalar– Sidre-yi Müntehâ orası gibi gelir bana, bazen gittiğimde. Hiç değişmeyen, bâkir olan yegâne yer! Mis gibi Peygamber kokuyor. O nasıl bir yerdir ki, iki büklüm, Koca Sultan Allah’ı ile iki büklüm baş başa kalmanın zevkini yaşamış. Allah’ında yok olmanın Tasavvufta Mürid – Mürşid İlişkisi / C. Sargut • 215 zevkini yaşamış. “Oku!” der Allah ona; okuma yazma bilmeyene “Oku!” der Allah: Her yerde beni oku. Her şeyde beni oku. Sonra Allah, bu seviyeye gelmiş olan Hz. Peygamber’e doğru… Bu nasıl bir andır ki, melâike seslendi Hz. Muhammed’e: “Yâ Muhammed! Bekle! Rabbin salâtta. Bekle, Rabbin salâtta. Rabb salâtta. Rabbin sana tenezzül edecek; artık sen onu bilemezsin. O sana tenezzül etmezse, sen onu idrak edemezsin.” Burası sanki Marzıyye makamı gibidir. Yani artık Allah bizden memnun oluyor. Biz râzı olduk zaten O’ndan. O bizden memnun oluyor. İnşallah. Ve O’nunla arasındaki mesafe iki yay kadar, yahut daha az kaldı. Bir görüş mesafesi vardı orada. Anneme sordum: “Ne gördü Peygamber?” “Kendi hakikatini Nûr-ı Muhammediyye’yi gördü” dedi. Yaratılış sebebini gördü. Hakîkatini gördü. Öyleyse her şeyden arınarak bir kâmil mürşidin nefesi ile her şeyden arınarak Sidre’ye kadar gidersek, kâmil mürşid orada kendini aradan çeker. Tıpkı Cebrâil gibi, tıpkı Hz. Şems gibi. Ondan sonra artık Allah herkese kendindeki hakîkati gösterir. Kendindeki Allah’a ait ismin hakîkatini, şahsiyetini, hüviyetini gösterir: “Orada kuluna vahyetmek istediği her şeyi vahyetti. Gözün gördüğüne kalp yalan demedi.” Bu öyle bir andır ki, artık kalp itmi’nân bulur; tatmin olur; mutmain olur. Her şeye iman eder. İşte, ilim insanda bu hâle geldiği zaman kemâl noktasına erer. Artık o ilmi o insana anlatır ve anlattığı zaman te’sir eder. Çünkü kalbiyle aklı o insanda birleşmiştir. Emniyet vermiştir. Ey inkârcılar! Onun gördüğü şey hakkında tartışır mısınız? O Cebrâil’i başka inişinde de görmüştür. Bundan anlaşılıyor ki mirac, Peygamber için tekrarlandı. Çünkü Peygamber Allah’ın hep huzurundaydı. O en uçtaki ağacın yanındaydı. Yani Sidre-yi Müntehâ’daydı. Demek ki, geri dönüşte mürşid yine bizi bulur. Ve yine o anın zevkini bize yaşatır… “Muhammed’in gözü ne yana kaydı; ne de öteye geçti.” İşte kâmil insanın nefesi, insanı yalnız Allah’a bakar hâle geçirir; gözler başka bir tarafa bakamaz. Râbiatü’l-Adeviyye şöyle anlatıyor: “Bir beyefendi ile gidiyordum. Bana ne kadar mükemmel biri olduğumu, ne kadar Allah sevgisi olan biri olduğumu; bu yüzden de bana ne kadar hayran olduğunu anlatıyordu. Güldüm. Dedim ki: Arkamdan gelen kız kardeşim, benden daha mükemmel! Hemen döndü ve baktı. Ben de ensesine şaplağı vurdum. Sen daha 216 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi beni sevdiğini söylerken başkasına bakıyorsun. Ya Allah’ı sevdiğini söylerken?!...” Bu nasıl bir andır ki, “İşte bugün mürid kimindir?” sorusuna bir tek cevap vardır: “Her şey senin Allah’ım. Sen’den başkası yoktur.” Rûhu’l-kudüs demini Âdemde iste anı, Ol imiş gönlün cânı nefesidir Kâmilin. Mısrî Niyâzî de aynı şeyi söylüyor: Eğer dirilmek istiyorsan, yükselmek istiyorsan, sen de mirâcını yapmak istiyorsan; Âdem’in nefesini iste! Yani Ümmî Sinan’ın nefesini iste! Hz. Mevlâna diyor ki: “Gönül tenceremi kaynat, coştur suyumu! Toprağımı yak! Yazımı künyemi yırt gitsin! Ne devletsin, ne ihsansın sen! Yak da yetişip gelişeyim! Yanışa ait sözler söyleyeyim. Huyum öd ağacına benzesin ne devletsin, ne ihsansın sen!” Yine Mısrî Niyâzî’nin şiirinden: Mâye-i zât denilen feyz-i necât denilen, Âb-ı hayât denilen nefesidir Kâmilin. Zâtın özü, zâta varmak için istenen feyz ve bu feyze kavuşmak, ölümsüzlük, nefesidir kâmilin. İşte bu da öyle bir zevk olur ki, her eksik tamama gider. İnsanı, kâmil mürşid insanı adam eder. Şöyle diyor Mevlâna: “Bir kurda rastlasam, ay yüzlü Yusuf olur. Bir kuyuya girsem, İrem Bağı kesilir. Nekeslikten gönlü demire, taşa çeviren kişi, benim kapımda cömertlikte, bağışta vaktin Hâtem’i olur. Toprak bile avucumda altın oluyor, ham gümüşe dönüyor. Artık altın, gümüş fitnecisi nasıl vurabilir yolumu?” Mevlâna burada coşmuş; kâmil olduğunu aşikâr ediyor. Hani “Devrin Ahmed’iyim ben…” dediği şiiri var ya; o, devrin Ahmed’idir; devrin Âdemi’dir; nefesinde diriltir: Diri kılan tenleri zinde eden canları, Kaldıran ölenleri nefesidir Kâmilin. Öyle ya… Hepimiz Hocamızın huzuruna ölü gittik. Baştan aşağı… Test etmeye gittik. Öğrenmeye gitmedik. Mürşidi test etmeye Tasavvufta Mürid – Mürşid İlişkisi / C. Sargut • 217 gittik. O bize değdi. O nasıl bir değişti? Bunu çok sevdiğim bir ağabeyimden anlatmak isterim size. O ateist biri iken, birgün felsefe hocası Allah’tan bahsetmiş. O da demiş ki hocasına: “Sen o kadar çirkinsin ki, tabii ancak senin yüzüne Allah’tan başkası bakmaz. Onun için sen de Allah’tan bahsediyorsun.” Hoca şöyle cevap vermiş: “Hakikaten doğru mu söylüyorsun oğlum? Sen saf ve temiz bir çocuksun, Allah benim yüzüme bakıyorsa ne kadar şanslıyım!” Bu sözü o kadar etkilemiş ki ağabeyimizi, hocanın peşine takılmış; Yunus Emre şenliklerine gitmiş. Herkesle alay ederim demiş; bir güzel etrafla dalga geçer gelirim, demiş. Ona dönmüş lâf atmış, buna dönmüş lâf atmış. Tam oraya buraya sataşırken, omuzuna bir el değmiş; sadece bir el değmiş: “Hadi oğlum, namaza gidelim!” demiş. Sadece değdi, diyor bu ağabeyim. Beni namaza götürdü. O güne kadar hiç namaz kılmamıştım. Namaza inanmazdım. Abdestim yoktu. Namaza durdum arkasında, yaptığını yaptım. O öyle bir andı ki, ben ilk defa nûr-ı ilâhî ile tanıştım. Ne yüzünü gördüm; ne bildim. Bana İstanbul’da olduğunu söyledi. Şu semtte oturuyorum, dedi. Para buldum; İstanbul’a gittim. Koklayarak evini buldum ve ondan sonra ondan hiç ayrılmadım. İşte insanı, ölüyü dirilten nefesidir kâmilin. Niyâzî’yi cân eden zerresini kân eden, Katresin ummân eden nefesidir Kâmilin. Mısrî Niyâzî katrede ummân olmuş bir sultan. Onu nasıl anlarız?! Diyor ki: “İyiyi kötüyü bir bilmeyen, ne anlasın bizi! Hayvan olan ne anlasın; insan olan anlar bizi!” Ben onun mürşidine olan aşkını anlatan şiiri ile konuşmamı bitirmek istiyorum efendim. Kanı bir mürşid-i kamil isteyen, Yetiş Elmalı’da Ümmî Sinan’a. Kalbim marazından kurtulan diyen, Yetiş Elmalı’da Ümmî Sinan’a. Gerçi her köşede “Şeyhim” der çoktur, Binde birinin de irfanı yoktur. Mürşid-i kamilin tarîki Hak’tır, Yetiş Elmalı’da Ümmi Sinan’a. Allah fillah irşad yoluna durmuş, Yoluyla ehlinden usûlün almış, 218 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi Sinesi nur ile öylece dolmuş, Eriş Elmalı’da Ümmî Sinan’a. Âyetin Hadis’in sırrın anlayan, Daim tevhid ile gönlün eyleyen, Biçare Mısrî’nin sözün dinleyen, Eriş Elmalı’da Ümmi Sinan’a. Bizi buraya eriştiren, huzuruna kabul eden Elmalı’nın Güzellerine şükürler olsun! Hepinize teşekkür ederim. SİNÂN-I ÜMMÎ KÜLTÜR ve SANAT ETKİNLİKLERİ ELMA LI’NI N CA NLA RI: İRFA N ve SEV Gİ SEMPO ZYUMU – 5 “Kİ Şİ Lİ K O LUŞUMU ve NEFSİN T ERBİY ESİ” DÜZENLEYEN KURULUŞLAR Sinân-ı Ümmî Kültür ve Sanat Derneği Akdeniz Kültür ve İletişim Kulübü Ayrıca, Sempozyumumuza verdikleri desteklerden dolayı: Antalya Valiliği İl Özel İdaresi’ne, Elmalı Kaymakamlığı’na, Antalya Kültür ve Turizm İl Müdürlüğü’ne, MÜSİAD Antalya Şubesi’ne, Aşıklar Vakfı’na Çok teşekkür ederiz. 8 Eylül 2012 – Cumartesi Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Kültür Merkezi ELMALI / ANTALYA 220 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi EL M A L I ’ N I N C A N L A R I : İR FA N ve S E V Gİ S E MP OZ Y U MU – 5 “KİŞİLİ K OL UŞ U M U ve NEF SİN TE R BİYE Sİ” PRO G RA M AÇILIŞ (09:00 – 09:45) Açılış ve Protokol Konuşmaları AÇILIŞ BİLDİRİSİ (09:45 – 10:00) 09:45–10:00 Muhammed Bâkır MUTLU, Uşak. BİRİNCİ OTURUM (10:00 – 11:00) İSLÂM’IN KİŞİLİK İNŞÂ METODU Prof. Dr. Ahmet YAMAN (Akdeniz Üni. İlâhiyat Fak. Dekanı, Antalya) Oturum Başkanı 10:00–10:20 Yrd. Doç. Dr. Yasin PİŞGİN (Akdeniz Üni. İlahiyat Fak. Arap Dili ve Belâgatı A.D., Antalya) Kur’an ve Sünnetin Kişilik İnşâ Metodu 10:20–10:40 Mehmet Murat ÇEKMEN (Elmalı Kaymakamı, Antalya) Elmalılı M. Hamdi Yazır’da Kişilik Oluşumu 10:40–11:00 Sadık YALSIZUÇANLAR, (Yazar, Ankara) “Sohbet Canı Semirtir”: Rûhun Gıdalandığı Sohbet ARA (11:00 – 11:20) İKİNCİ OTURUM (11:20 – 12:20) KİŞİLİK OLUŞUMU ve BESLENME Prof. Dr. Sait ÇELİK (Uşak Üniversitesi Rektörü, Uşak) Oturum Başkanı 11:20–11:40 Prof. Dr. Hayrettin KARA (Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Psikiyatri Klinik Şefi, İstanbul) Kişilik Oluşumu 11:40–12:00 Prof. Dr. Fatih GÜLTEKİN (Süleyman Demirel Üni. Tıp Fak., Tıbbî Biyokimya A.D., Isparta) Katkı Maddelerinin İnsan Kişiliği Üzerindeki Etkileri 12:00–12:20 Dr. Suat YILMAZ (Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı Tarımsal Araştırmalar ve Politikalar Genel Müdürlüğü (TAGEM), Ankara) Sağlıklı Beslenme ve Kişilik Oluşumu Üzerindeki Etkileri ARA (12:20 – 14:00) Sempozyum Programı • 221 SÖYLEŞİ ve İMZA (14:00 – 14:20) VÂHİB-İ ÜMMÎ DÎVÂNI Semih KAPLANOĞLU (Senarist, Film Yapımcısı, Yönetmen, İstanbul) Oturum Başkanı 14:00–14:20 Yrd. Doç. Dr. Mustafa TATCI (Gazi Üni. Gazi Eğitim Fak. Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi A.D., Ankara) Türk Tasavvuf Edebiyatında Vâhib-i Ümmî Dîvânı’nın Yeri ve Önemi ÜÇÜNCÜ OTURUM (14:20 – 15:40) ELMALI ERENLERİNDE NEFSİN TERBİYESİ ve KİŞİLİK OLUŞUMU Prof. Dr. Sayın DALKIRAN (Uşak Üniversitesi Rektör Yardımcısı, Uşak) Oturum Başkanı 14:20–14:40 Doç. Dr. Şakir GÖZÜTOK (Yüzüncü Yıl Üni. İlahiyat Fak. Din Eğitimi A.D., Van) Tasavvufta Şahsiyet Eğitimi 14:40–15:00 Doç. Dr. Sâfi ARPAGUŞ (Marmara Üni. İlahiyat Fak. Tasavvuf A.D., İstanbul) Tekke Mutfağında Nefs Terbiyesi 15:00–15:20 Doç. Dr. Ömer Faruk TEBER (Akdeniz Üni. İlahiyat Fak. İslam Mezhepleri Tarihi A.D., Antalya) Kaygusuz Abdal’da Nefsin Terbiyesi ve Kişilik Oluşumu 15:20–15:40 Doç. Dr. Rifat OKUDAN (Süleyman Demirel Üni. İlahiyat Fak. Tasavvuf A.D., Isparta) Elmalı Erenlerinde Nefsin Terbiyesi ve Kişilik Oluşumu ARA (15:40 – 16:00) KAPANIŞ BİLDİRİSİ (16:00 – 16:30) 16:00–16:30 Cemalnur SARGUT (TÜRKKAD İstanbul Şube Başkanı, İstanbul) Tasavvufta Mürid – Mürşid İlişkisi TASAVVUF MÛSİKÎSİ KONSERİ (16:40) Mehmet KOŞUK (Sinân-ı Ümmî Tasavvuf Mûsikîsi Topluluğu, Elmalı, Antalya) 222 • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi EL M A L I ’ N I N C A N L A R I : İR FA N ve S E V Gİ S E MP OZ Y U MU – 5 “KİŞİLİ K OL UŞ U M U ve NEF SİN TE R BİYE Sİ” 8 Eylül 2012 – Cumartesi Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Kültür Merkezi ELMALI / ANTALYA DÜZENLEME KURULU Başkan Prof. Dr. Ahmet ÖGKE Üyeler Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ Süleyman AYKUT Salih TÜRKİŞ Mehmet TAŞ Sadık SARIKAYA Mehmet KOŞUK BİLİM KURULU Başkan Yrd. Doç. Dr. Mustafa TATCI Üyeler Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ Prof. Dr. İbrahim HATİBOĞLU Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE Doç. Dr. Sâfi ARPAGUŞ Doç. Dr. Ekrem DEMİRLİ Yrd. Doç. Dr. Yasin PİŞGİN Yrd. Doç. Dr. H. Yusuf ACUNER Koordinasyon Süleyman AYKUT 0532.7769960 [email protected]