Fotograf Dergisi

Transkript

Fotograf Dergisi
Kontrast
34
Mar t - Nisan
Fotog raf Dergisi
ana sponsorluğunda yayımlanmaktadır.
1
Bizden Biri İsmail Murşil
2
İMece Halk Edebiyatı / Halk Fotografı
İlker Maga
İçindekiler
3
f/64 Fotoğraf Sadece Teknik ve
Estetik Bir Kayıt Mıdır?
Usta İşi Jaroslav Rössler
Sibel Acar
6
Kapak Fotoğrafı:
Salih GÜLER
Özcan Yurdalan
4
Konuk Yazar Ekslibris veya
“ ...nın Kitaplığından“
Hasip Pektaş
Dosya Konusu Fotoğrafta Etik
Hamdi Telli, Kemal Cengizkan,
Dora Günel, Ali Öz,
Hasan Uysal, Özgün Özer
29
Kısa Metraj “Bir İdam Mahkumu Kaçtı”
Filminde Kör Alan ve Perdeler
Nagihan Konukcu
Söyleşi Melih Zafer Arıcan
Kontrast
37
14
32
Fotoğraf Üzerine Fotoğrafla Anı Dondurmak mı? Külliyen Yalan!
AFSAD
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği
Adına Sahibi
Mustafa ERTEKİN
Yayın Yönetmeni (Sorumlu Müdür)
Koray OLŞEN
Yayın Ekibi
Aysel Altun
Dora GÜNEL
Nejla Can Güler
Ayşe Saray
Redaksiyon
Ayşe Saray
Grafik Düzenleme
K.O.ntrast
Yönetim Yeri (Dergi İletişim)
AFSAD – Bestekar Sok. No: 28/21
Kavaklıdere – Ankara
Tel: 0312 4172115
Faks: 0312 4172116
GSM: 0533 7388208
www.kontrastdergi.com
www.afsad.org.tr
[email protected]
İki ayda bir yayımlanır.
AFSAD’ın ücretsiz yayınıdır.
Baskı
Mattek Matbaacılık
Basım Yayın Tanıtım Tic. San. Ltd. Şti.
Adres: Ağaç İşleri San. Sit. 1354 Cad. (21. Cad.)
1362 Sok. (601 Sok). No:35 İvedik / ANKARA
Tel: (0312) 433 23 10
Basım Tarihi: Mart 2013
Yayın Türü: Bölgesel Süreli
ISSN: 1304-1134
Nergis Akıncı
Kitaplık Fotoğraf Üzerine
Susan Sontag
K.O.ntrast
41
Her hakkı saklıdır. Bu dergide yer alan; yazı,
makale, fotoğraf, karikatür, illüstrasyon,
vb.’nin, elektronik ortamlar da dahil olmak
üzere, kullanım hakları AFSAD (Ankara
Fotoğraf Sanatçıları Derneği)’a ve/veya
eser sahiplerine aittir. İzin almaksızın,
hangi dilde ve hangi ortamda olursa olsun,
materyalin tamamının ya da bir bölümünün
kullanılması yasaktır.
Dergide yer alan yazıların sorumluluğu
yazarlarına aittir.
İsmail Murşil
Bizden Biri
1
Kendisini, “Benim için fotoğraf hayatın çerçevelenmiş izdüşümüdür. Fotoğrafı, toplumsal bellek
oluşturma, farkındalık yaratma alanı olarak görmekteyim. Bu çerçevede fotoğrafa başladığım
1980’den beri, belgesel fotoğraf, süreç içerisinde toplumcu gerçekçi belgesel fotoğraf disiplini
altında çalışmalarımı yürütmekteyim.”diye tanımlamaktadır.
Son yıllarda, sadece toplumsal eylemlere yönelik eylem fotoğrafları çalışması yapmaktadır.
AFSAD’la bağı otuz yılı aşmıştır. Değişik alanlarda sürdürdüğü iş hayatını, öğretmenlik
mesleği ile tamamlamış, mesleğinden emekli olmuş lakin fotoğraftan emekli olmayı
düşünmemektedir.
Tüm hayatı “bir karşı duruş” olarak algılayan İsmail Murşil, “örgütlü toplum yenilmez” şiarı ile
hayatını örgütlediği ve örgütlendiği kuruluşlarla özetlemektedir.
Çeşitli karma fotoğraf sergilerine katılmanın yanısıra, federasyon temsilciliği, jüri üyeliği
yapmış, dernekler hukuku üzerine çalışma yürütmüş, derneğimizin her alanında sorumluluklar
almış, görev yapmış, dört dönem de yönetim kurulu üyeliği yürütmüştür.
İMeceİşi İ l k Sibel
e r M aAcar
ga
Usta
Halk Edebiyatı / Halk Fotografı
2
“Güzel Sanatlar” kavramının önündeki “güzel” ekinde ne teorik bir derinlik ne de çok anlamlı bir tarihsel
kök bulunmaktadır.
Rönesansta ortaya çıkan, asıl gelişimini 18. yüzyılın
sonlarında ve 19. yüzyılın başlarında yaşayan “güzel
sanatlar” kavramının önündeki “güzel”, sanatın
güzel olmakla görevlendirildiğinden başka bir anlam
taşımamaktadır. Klasisizmin kesinlikle olmazsa olmazı olan bu “güzel”, sanat eserini sanatçıya sipariş
eden varlıklı kesimlerin, sanatçıdan ve onun ürettiklerinden beklentisini ifade etmektedir. 1200-1400
arasında, nüfusu ikiye katlanan ve sömürgecilikle
zenginleşen Batı Avrupa’da, sömürgeciliğin bir yan
ürünü olarak gelişen rönesansta, döneme yön veren
egemenlerin para verdikleri sanat ürünlerinden bekledikleri tek şey, “güzel”den başka bir şey değildi.
“Güzel”, siparişi verilmiş sanat ürününün içermesi
gereken özelliklerden başka bir anlama sahip değildir. Böyle olduğu için “güzel sanatlar” kavramının
bağımsızlık ve özgürlük içermediğini söylemek abartı olmayacaktır. “Güzel sanatlar”, Türkçe’nin kendi
içinde geliştirdiği bir kavram değil, Batı dillerinden
bire bir yapılmış tercüme bir kavramdır. Klasizmin
özünü oluşturan bu kavramın, bağımsızlık ve özgürlük içermediği üzerinde ısrarla durulmalıdır. “Güzel
sanatlar” kavramı öncesinde de müzik, şiir, mimari
gibi yaratı alanlarının tümünden beklenti, “güzel”den
başka bir şey değildir, çünkü şaire, müzisyene ya da
mimara sipariş veren, onu malî olarak destekleyen
egemenlerin beklentileri de bu “güzel”dir.
Buna karşılık “halk edebiyatı”nın böyle bir yükümlülüğü ve bağımlılığı yoktur. “Halk edebiyatı” günümüzde biraz burun kıvrılarak bakılan alanlardan
biridir, Oysa sadece halk edebiyatı açısından çok
zengin olan Anadolu’da değil, bütün dünyada bu
edebiyat türünün özgürlükler ve bağımsızlıklarla dolu
olduğu üzerinde pek durulmamaktadır. Bu edebiyat
türü küçümsenecek alanlardan biri asla değildir,
Çünkü bugün “yüksek edebiyat” ve genel olarak
“yüksek kültür” olarak nitelendirilen pek çok alan ve
ürüne halk edebiyatı kaynaklık etmiş ve onu beslemiştir. Halk edebiyatı içinden sadece ‘masal’ örneğini vermek yeterlidir.
Masalları yaratanlar (“yazanlar” demekten özellikle kaçınıyorum) ve anlatanlar, masallarını masal
başına bir kese altın alarak üretmiyorlardı. Zengin
bir masal hazinesine sahip olan ülkelerin, günümüz
edebiyatında önemli bir yer kapmalarını da tesadüf saymamak gerekir. Örnek gerekirse; Rusya
ile Almanya verilebilir. Puşkin’den Tolstoy’a kadar
pek çok Rus yazar masallarla ilgilenmiş, onlardan
yararlanmış ve bu alanda ürünler vermişlerdir.
Almanya’da Grimm Kardeşler’in topladığı masallar
ise, edebiyatta yeni bir alan olarak “sanat masalla-
rı” türünün ortaya çıkmasını sağlamışlardır. E.T.A.
Hoffmann’dan, Brecht’e, Bachmann’a ve hattâ günümüzde Günter Grass’a kadar devam eden bu “sanat
masalları” geleneği varlığını, günümüzde burun
kıvrılarak bakılan işte bu halk edebiyatına borçludur.
Halk masallarının insanları henüz çocuk yaşta
edebiyatla ve fantaziyle buluşturduğu, dolayısıyla
insanların çok yönlü gelişmelerini sağladığı da unutulmamalıdır. Halkların özlemlerini, acılarını, korkularını, umutlarını, günlük hayattaki temel sorunlarını
anlatan, sipariş verilmeden bağımsızca ve özgürce
yazılmış masallar bütün insanlığın kültür hazinesidir
ve hümanist eğitimin temel taşlarından biridir.
Anadolu, halk masalları, destanları, tekerlemeleri,
müziği, şiiriyle dünyada az rastlanır zengin halk
edebiyatıyla doludur. Anadolu halk masalları, 21.
yüzyılın ilk çeyreğine doğru ilerlerken bile hak ettiği
ilgiyi görememiştir. Ama buna karşılık Anadolu halk
ozanlarının şiirleri günümüz Türkiye müziğini beslemeye devam etmektedir.
Halk edebiyatı, bana göre, fotografın amatörlerine
benzemektedir. Nasıl halk edebiyatında siparişi
verilmiş iş yoksa, fotografta fotograf amatörlerinde
de sipariş yoktur, işi verene “güzel” görünme yükümlülüğü yoktur; özgür ve bağımsız bir alandır.
Neden fotografın bu güzel özgür ve bağımsız alanı,
halk edebiyatının tarihte oynadığı hümanist işleve
sahip olmasın? Bence böyle bir fırsat var; bence
halk edebiyatı, fotografta fotograf amatörlerine benziyor ve en çok ona yakışıyor.
* “Halk” kavramının genel geçer bir tanımını yapmak
zor. Buna karşılık günümüzde “halk” kavramı kullanılırken, bundan egemenlerin değil, egemenlerin
dışında kalan büyük yığınların kast edildiği de açık.
** “Güzel”, büyük bir teori değil. Teori olması da
mümkün değil. Burada “güzel”in sadece “güzel
sanatlar” kavramı içindeki etimolojik kökeni üzerinde
kısaca duruluyor.
*** Amatör fotograf ya da fotograf amatörleri… Bir
ürünün profesyonelce ya da amatörce olduğunu
ürünün sahip olduğu nitelikler belirler. Her profesyonelin her işini çok iyi yaptığı tartışmalı olduğu gibi,
her amatörün işinin amatörce olduğu da tartışmalıdır. Eğer profesyonellikten, ürün verilen alandan
para kazanmak anlaşıyorsa, meselâ Nâzım Hikmet
ya da Pablo Neruda’yı, ürettiklerinden hayatlarını
kazanmadıkları için, “amatör şair” saymak gerekir
ki, bu fikre taraftar bulmak kolay olmayacaktır. Aynı
zamanda Goethe’nin yazdığı kitaplardan hayatını
kazandığına dair elimizde kanıt yok. Profesyonel,
amatör ayrımı yerine, asıl ölçü ortaya çıkarılan işlerin niteliği olmalıdır.
Bugün makinasını eline alıp, dış dünyadan herhangi bir görüntüyü doğrudan kaydeden her fotoğrafçı
(ister derneklerimizdeki kurslardan birini yeni bitirmiş olsun, ister deneyimli bir fotoğrafçı olsun), aynı
zamanda bir haber, bilgi ya da tanıklık üretmektedir.
Öte yandan deklanşöre basılarak ortaya çıkarılan
her anlamlı yüzey, yani her fotoğraf, sadece dış dünyanın değil aynı zamanda fotoğrafçının iç dünyasının da yansımasıdır.
Her fotoğraf bir seçimdir. Her fotoğraf zihnimizde
işleyen bir dizi ayıklama ve tercih sürecinin, elimizdeki makineye uyarlanması sonucu ortaya çıkar.
Seçmek, tercih etmektir, bazı şeyleri içeri alırken, bir
şeyleri dışarıda bırakmak demektir. Fotoğrafçının
deklanşöre basmadan önce seçtikleri ve seçmedikleri, ele aldığı gerçeklik hakkındaki düşüncelerini,
yorumlarını ve duygularını içerir.
Çektiğimiz her fotoğraf sadece dış dünyaya ait bir
görüntüyü yeniden ürettiğimiz basit bir kayıt değil,
asıl fotoğrafçının iç dünyasının kaydıdır. Fotoğraf, derinlemesine bir zihinsel faaliyetle ve duygu
yoğunlaşmasıyla ortaya çıkar; dış dünyanın, duygu
ve düşünce alemindeki yansımalarını taşır; konsantrasyon ve nitelikli emek ister.
Esas olarak bir adap ile bir erkân meselesi olan ve
fotoğrafçının dünya görüşüyle yakın ilişkisi bulunan
etik problemler, özellikle objektifini sokaktaki hayata çevirmiş fotoğrafçıların karşısına sıkça çıkar.
Kuşkusuz “fotoğrafta etik” hakkında tartışırken, alt
alta maddeler sıralamak söz konusu olmadığı gibi,
giderek yepyeni boyutlar kazanan bu mevzuyu ele
alırken sadece “fotoğrafçılık ahlakı” şeklinde dar bir
anlam biçmemek gerekir.
artık. Sadece kişisel hayatlarımızda değil, toplumsal
dinamiklerde de görüntünün etkisi artıyor. Bu durum
fotoğraf üretenlerden başlayarak fotoğraf yayan
mecralara ve fotoğrafa “maruz kalanlara” kadar
karmaşık bir zincirin içinde yer alan herkesi ilgilendiriyor.
Öncelikle suyun başını tutan, yani görüntüyü ortaya
çıkarmak için deklanşöre basan fotoğrafçıların, gerçekle kurdukları ilişkiyi sorgulayarak, DÜRÜSTLÜK
içinde konularına yaklaşmaları; fotoğraflarındaki
yaratıcı ifadenin gerçekle ilişkisini İÇTEN-SAMİMİ
biçimde kurgulamaları; çektikleri fotoğrafta yer alan
varlıkların hak ve özgürlüklerine SAYGILI olmaları;
kişisel, toplumsal ve doğal yaşam alanlarına dair
SORUMLULUK taşımaları, yani adap ve erkâna dair
ETİK bir tutuma sahip olmaları önerilir.
Fotoğraf teknik bir kayıttan ibaret olmadığı gibi, fotoğrafçılık da sadece güzel fotografik görüntü üretme
işiyle sınırlı olmamalı. Fotoğraf; düşünmek, araştırmak, tartışmak, teorik yanıyla, politikasıyla ilişkilenmek, eleştirisine emek vermek, tarihini deşelemek,
sosyolojisini, antropolojisini, göstergeler âlemini
kurcalamak ve kuşkusuz etik meselelerle haşır neşir
olmak da fotoğrafçılığa dahil.
* Türkiye Fotoğraf Sanatı Federasyonu’nun yakında yayınlanacak “Temel Fotoğraf Bilgisi” kitabında
“Fotoğrafta Etik” bölümündeki makaleden.
[email protected]
Fotoğrafın ve fotoğrafçılığın engin deryasında bugün
ilk kulaçlarını atanlar, daha sonra ister yüzeyden
seyretsinler, ister derinliklere dalarak bambaşka
âlemlere objektiflerini çevirsinler, önlerinde öncelikle
insan olmanın ilkelerini bulurlar.
Fotoğrafçılıkta etik problemlere, adap ve erkân
meselesine dair kafa yormak fotoğrafın esaslarından
biri sayılmalı. Teknik olarak bir görüntüyü “en güzel”
biçimde ortaya çıkarmak mümkündür, hatta kimi
zaman kolaydır, ancak bir insan olarak fotoğrafçının
“etik-estetik-ideolojik” varlığını inşa etmesi oldukça
zahmetli bir iştir; ama bir o kadar da hayatın anlamını zenginleştiren, kişiyi geliştiren, nitelikli varlık
olmasına yardım eden bir süreçtir.
Bugün artık, uzaklardan ses alıp ses iletmeye yarayan aletler görüntü kaydetmekle kalmıyor, görüntüyü
çoğaltarak her yere yollayacak biçimde tasarlanıyor. Fotografik görüntü, iletişimin önemli bir parçası
haline geldi ve ayrılmaz biçimde hayatımızın içinde
AFSAD
Mart - Nisan 2013
Kısa
Çekiç
f/64Metraj
Özcan Bora
Yurdalan
Fotoğraf Sadece Teknik ve Estetik Bir Kayıt Mıdır?
3
Jaroslav Rössler
Usta İşi
Si b e l Aca r
Rössler, Çek avangart fotoğrafının erken örneklerini
vermiştir. 1919 yılında ürettiği Opus I isimli çalışması
prizmatik bir şişe ve arka planda üçgen kartonlardan
oluşan geometrik bir kompozisyondur. Sanat tarihçileri tarafından tam olarak konstrüktivizm akımı
içinde konumlandırılmasa da bu erken çalışma
Rössler’in fotoğraflarını hali hazırda var olan gerçeklikten almak yerine inşa edeceğini işaret etmektedir.
İlerleyen zamanda yaptığı çalışmalarında açıkça
görülmektedir ki, Kübizm ve Fütürizm’den de çok
etkilenmiştir.
Özportre
4
Jaroslav Rössler (1902-1990) fotoğraf sanatına
önemli katkıda bulunmuş Çek fotoğrafçıdır. Çalışmalarında konstrüktivizm, fütürizm ve soyut sanattan
etkilenmiştir. Yetmiş yılı aşkın bir süre fotoğrafla
uğraşmasına rağmen, özellikle iki dünya savaşı arasındaki yıllarda yapmış olduğu çalışmalarıyla dikkat
çekmiştir. Profesyonel fotoğrafçı olarak hayatını
kazanırken bir yandan da amatör bir ruhla kendi için
fotoğraflar çekmiş, fotoğrafı çizimle ve resimle birleştiren avangart eserler vermiştir.
Rössler, 1917 yılında, on beş yaşında iken derslerindeki ısrarlı başarısızlığı nedeniyle okumasından
ümidini kesen ailesi tarafından Prag’da bir fotoğraf
stüdyosuna çırak olarak verilir. Rössler, Prag’ın o
dönemde isim yapmış usta fotoğrafçısı Frantisek
Drtikol’un yanında çalışmaya başlar. Burada önce
çırak sonra Drtikol’un asistanı olarak çalıştığı yıllar
onu derinden etkiler. Drtikol stüdyo portre çekimleriyle ünlenmiştir. Bunun yanısıra resim, heykel ve
sanat olarak fotoğraf ile ilgilenmiş, Art Nouveau tarzı
nü çalışmalar, empresyonist manzaralar ve belgesel
fotoğraf serileri de üretmiştir. Rössler, laboratuvar
teknisyeni olarak sekiz yıl kadar çalıştığı bu stüdyoda, hem karanlık oda ve çekim tekniklerinde ustalaşır hem de stüdyoda bulunan kitaplar ve yabancı
fotoğraf dergileri sayesinde çağdaş fotoğraf akımları
hakkında fikir edinme fırsatı bulur. Ayrıca stüdyonun
baskı odasında kalmakta ve Drtikol’un alicenaplığı
sayesinde makinaları ve laboratuvarı kullanarak
kendi denemelerini yapabilmektedir.
Rössler’in etkilendiği bir başka akım da Soyut sanattır. Rössler, fotoğrafta figüratif imgeyi reddeden
akımın öncülerinden sayılmasa da, soyut fotoğrafa
çok önemli katkıları olmuştur. 1923-1925 yıllarında
ışığı konu edindiği fotoğraflar üretir. Kasıtlı olarak
odağı hatalı bir objektif, büyük format bir makina ve
uzun poz süreleri kullanarak siyah arka plan üzerinde hareketli spot ışıklarını kaydettiği bir dizi çalışma
yapar. Fotoğraflarındaki bulanık halkalar, eğriler ve
ışık konilerinden oluşan, fotogramı anımsatan görüntüler duygusal olarak çok etkilidir. Rössler için ışık,
fotoğrafın aracı değil başlı başına fotoğrafın objesidir. Bu çalışmalarının yanısıra fotogramlar da üretir.
Reklam fotoğrafı, 1931
Kaynakça: Vladamir Birgus. “Rössler’s Art Photography,
1919-1935.” Vladamir Birgus, Jan Mlcoch Jaroslav Rössler. Czech Avant-Garde Photographer. The MIT Press,
London, 2004.
Renkli fotoğraf, 1936-1937
Sylva’nın portresi, 1947
Fotogramları, Çek avangart hareketi Devetsil’in
periyodik yayını olan ReD (Revue Devetsilu)’de
yayınlanır. Rössler’in fotogramları ReD’in editörü
fotoğrafçı ve sanatçı Karel Teige’e göre Man
Ray’den bile iyidir. Aynı yıllarda ışık, gölge, geometrik şekiller ve basit objelerden oluşturduğu
minimal motifli kompozisyonlarla da çalışmaktadır. Pek çok fotoğrafında objenin üç boyutluluğu
ve arka planının iki boyutluluğunun yarattığı
kontrastı kullanır. Kimi zaman fotoğrafları kasıtlı
olarak fludur. Elde ettiği fotoğrafları kolajlarında
da kullanır.
1924 yılında ilk defa bir sergiye katılır. Fransız
Fotoğraf Derneği tarafından Paris’te düzenlenen
uluslararası sergiye üç fotoğrafı kabul edilir.
Rössler, 1923 yılında Teige’in daveti üzerine
Devetstil’e üye olmuştur ama toplantılarına,
tartışmalara ve sergilere katılmaz. Çalışmaları
Teige tarafından Moholy-Nagy, Man-Ray, ElLissitzky ve Paul Strand gibi uluslararası üne
sahip sanatçılarla yan yana yayınlanmasına
rağmen, 1926 yılında 3. Devetsil sergisine Teige
tarafından dahil edilene kadar sergilenmemiştir. Teige bazen de Rössler’e haber vermeden
çalışmalarını sergilere dahil eder.
1925 yılında gelecekteki eşi Gertruda Fischerova ile birlikte Paris’e gider. Büyük bir fotoğraf
stüdyosunda rötuşçu olarak işe girer. Buranın
AFSAD
Mart - Nisan 2013
Si b e l Aca r
1935 yılında, rastlantıyla tanık olduğu bir gösteriyi fotoğrafladığı için tutuklanır, hüküm giyer ve
Fransa vatandaşlığı almasına aylar kala sınır dışı
edilir. Prag’a döner, küçük bir stüdyo açar. Zaten
çekingen ve içe kapanık bir kişilikte olan Rössler
bu olayla derinden sarsılmıştır, sonraki yıllarda çok
fazla etkinlik göstermez.
Usta İşi
işletme müdürü ve aynı zamanda fotoğrafçı olan
Lucien Lorelle ile tanışır. Lorelle’in sürrealist
çalışmaları bugün bazı önemli koleksiyonlarda
yer almaktadır. 1927 yılında Lorelle, yeni açtığı
stüdyosunda kendisiyle birlikte çalışmasını teklif
eder. Lorelle’in stüdyosu portre ve reklam çekimleri
yapmakta, kartpostal üretimi ve sinema alanında da
faaliyette bulunmaktadır. Rössler, Paris yıllarında
ürettiği etkili reklam fotoğraflarının yanısıra kendisi
için de bulvarları, köprüleri, çelik konstrüksiyonları,
özellikle Eyfel Kulesini, teknolojik ürünleri ve onların
detaylarını fotoğraflar, üst üste baskılar ve kolajlar
yapar. 1934-1935 yılları arasında, üç farklı renkte
negatifin birleştirilmesiyle renkli fotoğraf üretme
tekniği olan, oldukça karmaşık “Carbro process”
tekniğiyle renkli fotoğraflar da üretir.
5
H a s i p Pe kta ş
Konuk Yazar
6
“Ekslibris” veya “…’nın kitaplığından”
Sahip olduğunuz, değer verdiğiniz şeylerin çalınmasından, kaybolmasından üzüntü duyarsınız. Onları
korumaya özen gösterir, hatta bazılarını paylaşmak
bile istemezsiniz. Kitabı da paylaşılan bir nesne
olarak görürseniz ve eğer ödünç verdiğinizde geri
getirilmesini isterseniz iç kapağına bir ekslibris
yapıştırmanız yeterli. “...’nın kitaplığından” anlamına
gelen o ekslibris, kitabın size ait olduğunu hatırlatacak, belki de geri dönüşünü sağlayacaktır. Kitabın
tapusu da diyebileceğimiz bu baskı resimlerin birer
sahiplenme göstergesi olduğunu, kitaba estetik bir
değer kattığını ve kitap sahibini yücelttiğini söyleyebiliriz. Uzun bir geçmişe sahip bu sanat dalının,
yapıldığı dönemin kültürel özelliklerini günümüze
taşıdığı; sanatçı, tasarımcı, sanatsever ve koleksiyoncu arasında
bir kültürel köprü görevini yerine
getirdiği bilinmektedir.
Ekslibris’in asıl işlevi kitap sahibini betimlemesi ve kitabı ödünç
alan kişiyi, kitabı geri götürmesi
konusunda uyarmasıdır. Diğer
işlevi ise; sanatçılar ve koleksiyoncular arasında önemli bir değiş
tokuş objesi olarak kullanılmasıdır.
Ve elbette bir sanat eseri olarak
bulunduğu mekânlarda ruhumuzu
zenginleştirmesi de üçüncü işlevidir. Hangi döneminden bakarsanız
bakın veya hangi işlevinden söz
ederseniz edin ekslibris, sahibine
ayrıcalık kazandırmış, bir güç ve
farklılık sağlamıştır. Kitaplarında
ekslibris olan kişiler, kendi adına
özel bir eser tasarlanmış olunmasının mutluluğunu duymuşlar,
kendilerini diğer kitap koleksiyoncularından ayrıcalıklı görmüşlerdir.
Bir ekslibris koleksiyonuna sahip
olanlar ise, bu eserler ile zenginliklerini göstermişler, paylaşarak
saygınlıklarını artırmışlardır.
Armağan olarak yapılanların dışında, genel olarak ekslibrisler sipariş
alınarak yapılır. Adına ekslibris
yaptırmak isteyen kişi tarzını,
tekniğini beğendiği sanatçıdan
kendisi için ekslibris yapmasını
isterken beklentisini, ilgi alanını
ve hatta konusunu dile getirir.
Yaratma sürecinde, kompozisyon
oluşturmada tamamen özgür olsa
da her sanatçı, adına ekslibris
yapılan kişinin beğenisini dikkate
almak zorundadır. Hatta kendisine
sunduğu taslakla ilgili olur alma-
dan çoğaltmaya geçemez. Ayrıca kitap sahibinin
kendisini betimlemeyen, ona heyecan vermeyen
ekslibrisi kitabına yapıştırması da beklenemez. Usta
bir ekslibris sanatçısı yılların birikimiyle oluşturduğu
tarzını hemen hemen her çalışmasında gösterir.
Bazıları geleneksel baskı teknikleriyle figür ağırlıklı
çalışırken, bazıları tamamen modern bir tarzı, soyut
çalışmaları yeğleyebilir. Koleksiyoncular ise belli
konularda ekslibrisleri toplamayı tercih edebilirler.
Örneğin, dünyanın en önemli koleksiyoncularından
biri olan Lars C. Stolt erotik konulu ekslibrisleri benimserken, bir diğer koleksiyoncu ve tiyatro yazarı
Luc van den Brielle kitaplarına özellikle tiyatro
konulu çalışmaları yapıştırmaktadır. Ekslibrislerin
Christine Deboseere
7
AFSAD
Mart - Nisan 2013
Konuk
KonukYazar
Yazar
Ahmet
Demirer
H a sGökhan
i p Pe kta
ş
H a s i p Pe kta ş
Konuk Yazar
8
sahibi ile duygusal bir bağ taşımasının önemli olduğunu, bunun iletişimde ve etkileşimde bir devamlılık
sağladığını, kişinin ilgisini diri tuttuğunu, egosunu
tatmin ettiğini söyleyebiliriz.
Sanatçılar ekslibrislerini çoğaltmak için gravür, ağaç
baskı, linolyum baskı, taş baskı gibi geleneksel
baskı tekniklerinin yanında, fotoğraf, serigrafi, ofset
ve bilgisayar da kullanırlar. Bir tasarım için teknik ve
estetik yetkinlik vazgeçilmez zorunluluklardır. Sanatçının teknik yönden usta olması yeterli değildir, estetik beğenisinin gelişmesi, renk ve biçim uyumunu
sağlayacak yetkinliğe kavuşması da gerekmektedir.
Hangi teknikte yapılırsa yapılsın önemli olan ekslibrisin hazırlık süreci ve ortaya çıkan eserin niteliğidir.
Ekslibrisin geleceğe kalıp kalmamasını, üzerinde
taşıdığı değerler belirler.
Ekslibrisin yaratım sürecinden bakıldığında resim
sanatı içinde yer aldığı görülür. İşlevsel yanıyla bakıldığında ise, bir grafik tasarım ürünü olduğu kabul
edilebilir. Eğer bir kitapsever sizden bir ekslibris
yapmanızı isterse, önce onu tanımakla işe başlamalısınız. Nelere ilgi duyuyor, neler onu heyecanlandırıyor, sevdiği konular, renkler, objeler tasarımcıya
yaratım aşamasında yol gösterecektir. Kişinin ekslibrisini kitaplarına yapıştırması, tasarımın onun ruhunu
okşamasına bağlıdır. Kompozisyon olarak kotarılmış
bir ekslibrisin üretim aşaması, yaratıcısının hakim
olduğu, benimsediği teknikle olmalıdır. Teknik bir
anlatım aracıdır. Bu anlatım aracının fotoğraf olması
ya da fotoğraftan hareketle bilgisayarla yapılmış
tasarım olması kişinin tercihidir. Hiçbir teknik diğe-
rini yok etmemiştir; aksine birbirine olumlu katkılar
sağlamıştır. Fotoğrafın doğması resim sanatını
yok etmemiş, onun anlatım dilini zenginleştirmiştir.
Fotoğrafın da zaman zaman resim diline yaklaştığı
olmuştur. Fotoğrafı kullanarak resim yapanlar olmuş.
Picasso gibi usta ressamlar fotoğraf da yapmışlardır.
Şahin Kaygun, fotoğrafın üstüne müdahale ederek
resim diline yaklaşmaya çalışmıştır. O genç yaşında
o kadar güzel eserler bırakmıştır ki hepsi de örnek
alınacak çalışmalardır. Bu nedenle ekslibrisin fotoğraf sanatının olanaklarıyla da yapılması ona sadece
zenginlik ve farklılık katar.
Sabit Kalfagil’in güzel bir sözü vardır; “fotoğrafı
sanat yapan, mesajda belli bir duygu yoğunluğunun
bulunmasıdır. Fotoğrafçıyı sanatçı yapan ise mesajı
yoğurup iletmekteki özgünlük ve kişiselliktir.” Bu söz
ekslibris için de geçerlidir.
Fotoğraf, tıpkı diğer sanat dalları gibi, bireyin, kendini anlatmada, duygu ve düşüncelerini ortaya koymada sonsuz olanaklara sahip bir yaratıcılık alanıdır.
Fotoğraf sanatçısı da yaptıklarını diğer bireylerle
paylaşmaktan büyük mutluluk duyan insanlardır.
Bu düşünceden hareketle, yaratıcılıklarını ortaya
koyabilecekleri bir çalışma alanı olarak ekslibrisin
ilgilerini çekeceğini sanıyorum. Bazılarınızın “ekslibris de nedir?” diye sorduğu, belki de ilk defa duyduğu, bazılarınızın ise oldukça aşina olduğu bu sanat
dalının baskıresim sanatçıları ve grafik tasarımcıları
kadar, fotoğraf sanatçıları için de iyi bir anlatım aracı
olmasını temenni ederim. Dünyada bunun iyi örnekleri vardır.
H a s i p Pe kta ş
Konuk Yazar
Ekslibrisin Türkiye’deki gelişimi
9
Türkiye’nin ekslibrisi tanıması, batıdan
alınmış kitaplarla olmuş. Avrupa ülkelerinde yaygın olarak kullanılan ekslibrisli
kitaplar, ikinci el satışlarla ülkemize girmiş, bu kitapların sahipleri öldüğü zaman
ise yakınları tarafından kütüphanelere
bağışlanmış veya sahaflara satılmış.
Yurtdışındaki müzayedelerden alınan
bazı kitapların iç kapağında ekslibrislere rastlanmakta. Türkiye’de gerçek
anlamda adına ilk ekslibris yaptıranların
yabancı uyruklu kitapseverler olduğunu
görüyoruz. Üsküdar Amerikan Koleji,
Robert Kolej gibi okullarda görev yapan
yabancı uyruklu öğretmenlerin yaptırdıkları ekslibrislere, kütüphanelerdeki bağış
kitapların iç kapaklarında rastlamak
mümkün. Ayrıca bazı kültürlü kütüphane
sahiplerinin de kendi adlarına ekslibris
yaptırdıkları görülmekte. 1920’li yıllardan
itibaren Robert Kolej (şimdiki Boğaziçi
Üniversitesi) öğrenci yıllıkları için yıllık
sahibinin adını yazabileceği boşlukların
da bırakıldığı ekslibrisler yapılmış. Yıllığın sanat sorumluları tarafından tasarlanan ve uygulanan bu gelenek, 1950’li
yıllardan sonra maalesef sürdürülmemiş.
1990’lı yıllardan bu yana, özellikle güzel
sanatlar eğitimi veren kurumlardaki
baskıresim ve grafik tasarım derslerine
giren öğretim elemanlarının özendirmeAFSAD
Mart - Nisan 2013
10
Konuk Yazar
H a s i p Pe kta ş
Ekslibris tasarımı, yazı ve resim ilişkisi
Ekslibris de diğer sanat eserlerinde duyulan kaygılarla oluşturulur. Elbette renk ve biçim uyumu taşımayan, özgün olmayan, teknik ve estetik yetkinliğe
sahip olmayan, resim ve yazı ilişkisi uyumlu olmayan
ekslibris geleceğe kalamaz. Belli bir konuda yapılan
bu küçük resimlere ekslibris sözcüğü ile adına ekslibris yapılan kişinin adının eklenmesi başlı başına bir
tasarım sorunudur. Eğer kullanılan yazı doğru yerde
ve uygun büyüklükte değilse rahatsız eder, ekslibrisi
olumsuz etkiler. O nedenle çok denemek, uygun
alanı bulduktan sonra yerleştirmek gerekir. Yazı ne
okunamayacak kadar küçük ne de resmin önüne
geçecek kadar büyük olmalıdır. Resmin bir parçası,
bir çizgi ya da leke olarak kalmalı, ama işlevini de
yerine getirmelidir.
Ekslibris, 500 yıldan bu yana sanatsal kaygılarla
yapılmakta ve meraklıları tarafından toplanmaktadır.
İnsanı farklı düşüncelere yönelten özgün bir çalışma
alanıdır; genellikle kitapların boyutuna bağlı kalınarak
hazırlanıp, değişik baskı teknikleriyle üretilmektedir.
Büyük kitaplar için büyük, küçük kitaplar için küçük
ekslibris yapılabilir. Yarışma şartnamelerinde en
büyük ekslibris boyutunun 13 cm olması gerektiği
vurgulanmakla birlikte, koleksiyoncuların kullanışlı
Christine Deboseere
bulduğu boyut 6x9 veya 5x8 cm. dir.
Ekslibris baskı miktarı, baskı tekniğinin olanaklarına,
sipariş verenin ve tasarımcının arzusuna bağlıdır.
İstenilirse 2.000 adete kadar baskı yapılabilir. Fakat
önemli olan, sayı değil, kalitedir. Ekslibris sanatçıları,
genellikle ekslibris siparişi veren kişinin ilgilerini ve
özelliklerini göz önüne alırlar; fakat tamamen kendi
algıları doğrultusunda imajlar oluştururlar. Çalışma
konusu ve teknik seçiminde sanatçı daima özgürdür.
* Prof. Dr. Hasip Pektaş, Işık Üniversitesi Güzel Sanatlar
Fakültesi Grafik Tasarım Bölümü ve İstanbul Ekslibris Derneği Başkanı, İstanbul Ekslibris Müzesi Müdürü...
Konuk Yazar
H a s i p Pe kta ş
leriyle, ekslibris yapan kişiler yetişmeye başladı. Artık
yurtdışında yapılan ekslibris yarışmalarında Türk
sanatçıları ödüller almaktadır.
11
AFSAD
Mart - Nisan 2013
Fotoğrafta Etik
Dosya Konusu
12
Fotoğraf ve Etik
Hamdi Telli
Eski Yunanca’da “Ethos” yani “Töre” sözcüğünden
türeyen ve bugün çoğunlukla “Ahlak” ile eşanlamlı
olarak kullanılan “Etik” sözcüğü, birçok sözcükle
birlikte kullanılarak, (Tıp Etiği, Yargı Etiği, Eğitimde
Etik, Siyasette Etik vb.) toplum için büyük önem taşıyan değerleri tanımlamak için kullanılmaktadır.
Bir Aksiyoloji dalı olan “Etik”, felsefenin dört ana dalından birini oluşturmaktadır. Aksiyolojinin de “Değerbilim” olarak tanımlanan ve bir tarafında “Etik”, diğer
tarafında ise “Estetiğin” ele alındığı bir alan olduğu
düşünülürse, “Fotoğraf ve Etik” konusunda çok şey
söylenebileceği görülmektedir.
Üzerine kitaplar yazılabilecek böyle bir konuyu burada ele aldığımızda, birçok önemli noktayı atlamak
zorunda kalacağım için özellikle felsefeci okurlarımdan bağışlanmamı dilerim.
Öncelikle kabul etmek gerekir ki “Etik”, eyleme
dayalı bir kavramdır. Yani “Düşünce Özgürlüğü” gibi
birşeydir etik. Yani, zihinde kaldığı sürece kimseyi
ilgilendirmeyen, ilgilendirme olasılığı da olmayan,
ancak ifade edildiği, eyleme dönüştüğü andan itibaren üzerinde tartışılabilen, özgürlüğünden ya da suç
olmasından bahsedilebilen birşeydir.
ğını gerektirir ve “Etik” bu konu ile ilgilenir. Bunlardan
bir kısmı ise yazılı hale gelmiş evrensel kuralları
oluşturur. Örneğin “İnsan Hakları” bu evrensel kurallardan kabul edilmektedir.
Bir davranışın, bir eylemin, etik olup olmadığı herşeyden önce o eylemi yapanın kendi meselesidir. Yani
bir içhesaplaşma, özeleştiri ya da vicdan muhasebesidir. Bu da bireylerin toplumsallaşma düzeyi ile paralel bir gelişim süreci gösterir. Etik olmayan eylemlere
yönelik toplumsal tepkiler ise, bireyleri etik davranışa
yönelten bir etki yanında, onların toplumsallaşma
sürecini hızlandırıcı bir etki de sağlamaktadır.
Bazan da toplumsal zaaflar, bireylerin davranışlarının etik yönünü gözardı etmelerine yol açmaktadır.
Çok daha tehlikeli olan bu durumda ise denetim,
olanaklı ise sadece yasal mekanizmalar ile sağlanabilecektir.
Bir anımı sizlerle paylaşarak sözü “Fotoğraf” konusuna getirmek istiyorum.
Fotoğrafa gönül veren bir grupla yaptığım söyleşi
sonunda sıra sorulara geldi ve dinleyicilerden bir hanımefendi söz isteyerek şöyle bir soru iletti: “Hocam
Bir eylemin yasal, ahlakî ve etik olması ne demektir?
Bu üç kavram özdeş midir? Benzer midir? Ya da
tamamen farklı şeyler midir?
Ahlak ve etik eşanlamlı gibi kullanılsa da aralarında
önemli bir fark olduğu unutulmamalıdır. Ahlak yöresel, toplumsal; Etik ise evrenseldir. “Yasal” ise doğru
ve yanlış davranışı tanımlayarak yanlış davranışların
önlenmesi amacı ile yaptırıma bağlayan bir sistemin
tanımıdır. Evrensel ilkeleri olsa da yapısı gereği
toplumsaldır.
Bir davranışa, bir eyleme dayalı olarak yapılacak
doğru/yanlış değerlendirmesi, yazılı hale gelmemiş
olsa da, evrensel olarak kabul gören kuralların varlı-
sizce fotoğrafa müdahale etmek etik midir?” Kendisinin de fotoğraf çekmekte olduğunu onaylattıktan
sonra kendisine sordum: “Filtre kullanıyor musunuz?”
“Evet” dedi izleyicim. “Peki, bunun etik olup olmadığını hiç düşündünüz mü?”
Aslında fotoğrafçı eline makinayı aldığı andan
itibaren doğadaki bir görüntüye müdahale etmektedir. Fotoğraf, çoğunlukla kabul edildiği gibi doğanın
kopyası değil, doğal bir kesitin, fotoğrafçı tarafından
yorumudur. Yani nesnel değil, öznel bir eylemdir.
Olumlusu ve olumsuzu ile o fotoğrafın sonuçlarının
sorumluluğu fotoğrafçıya aittir. Zaten bu niteliği ile
fotoğraf “Etik” kuramlar içinde ele alınabilmektedir.
Yoksa doğanın kendisinin etik olup olmadığını sorgulamak akla uygun olmayacaktır.
Ancak insanların başkalarını öldürmek için napalm
bombası yapması, bunu Vietnamlı çocuklar üzerinde kullanması, Associated Press muhabiri Huynh
Cong’un da 8 Haziran 1972’de bunu objektifi ile
görüntüleyip dünya kamuoyu ile paylaşması, çok
yönlü Etik tartışmalarının konusu olmuştur. İşin ilginç
yanı ise bu tartışmaların odak noktasında bu silahları
geliştirenler, onları üreten silah fabrikaları, bu silahlardan sipariş veren hükümetler, onların kullanılmasına onay veren generaller ve onları kullanan askerlerden çok, o fotoğrafı çekip yayımlayan fotomuhabiri
olmuştur.
Bunun yanında, fotoğrafta başka insanların yer
alması durumunda, sanatsal amaçlı da olsa fotoğrafı
paylaşmadan, bir başka deyişle kullanmadan önce
fotoğrafta yer alan kişinin onayını almak etik bir gereklilik olacaktır.
Kişi hak ve özgürlükleri konusunda duyarlı toplumlarda bu onayın yazılı bir belgeye dayandırılması
gerektiğini de görmekteyiz. Örneğin stok fotoğraf
siteleri. Bu sitelerde paylaşılıp satışa sunulan fotoğraflarda yüzü seçilebilir kişi ya da kişilerin bulunması
halinde her birinden yazılı onay alınmasını zorunlu
tutmakta ve bunun için hazırlanmış standart formlar
sunmaktadır.
23 Şubat 1945’te İkinci Dünya Savaşı sonunda Amerikan bayrağının Iwo Jima’daki Suribachi Dağlarına
dikilişi Joe Rosenthal’a Pulitzer ödülü kazandırdı ama
fotoğrafın düzmece olup olmadığı hâlâ tartışılıyor.
Peki bu fotoğraf düzmece yani kurgu olsa ne olur?
Askerler, Amerikan bayrağını tepeye dikiyorlar işte.
Birçok Amerikalı da bu fotoğrafa bakarak gurur duyuyor. Kötü birşey mi yani?
Pencereden bakan köylü kadının fotoğrafını çektikten
sonra kendisine bu fotoğrafı gösterip, bunu sergilemek ve yayınlamak isterim. “Ne dersin?” dedim. “Sergile gaari noolcek” dedi. Ben de en azından sözlü
onayını almış olmanın huzuru ile paylaşıyorum.
Bir taraftan kişi hak ve özgürlükleri konusunda bu
denli duyarlı davranılmakta ve yasal düzenlemeler ile
desteklenmekteyken, diğer taraftan toplumsal zaaf ve
Bu bir haber fotoğrafı olduğu için, eğer kurgu ise,
evet, kötü birşey. Çünkü o zaman “Yalan” haber olur.
Yalan’ın her türü, etik olarak, kabul görmeyen davranışlardandır. Üstelik fotoğrafçı, bir de hak etmediği
bir ödüle sahip olmuştur ki, bu da etik olmayan bir
başka durum oluşturmaktadır. Ancak ileri sürülen
iddia bugün bile bir kesinlik kazanmamıştır. Kesinleşmesi de pek olanaklı görülmemektedir. Bu nedenledir ki meselenin öncelikle bir kişisel hesaplaşma ve
özeleştiri meselesi olduğuna değinmiştik.
Ancak kurgulanarak yapılmış sanatsal amaçlı birçok
fotoğraf, büyük beğeni kazanarak müze ve koleksiyonlardaki yerlerini almışlardır.
Sanatsal, yani yaratıya, algılara ve estetiğe yönelik
bir amaç ile yapılmış fotoğrafta kimseyi yanıltmak,
kandırmak, istismar etmek düşünülmeyeceği için
kurgu ve müdahaleye dayalı bir etik değerlendirmesi
yapmak doğru olmayacaktır.
AFSAD
hezeyanlardan çıkar sağlamak amacıyla kişi hakları
hiçe sayılabilmektedir. Üstelik bu durumu kerameti
kendinden menkul bir etik anlayışı ile desteklemeye
çalışarak. Nasıl mı?
Mart - Nisan 2013
Fotoğrafta Etik
Aksiyolojinin diğer dalı olan “Estetik” bu durumda öne
çıkmış, Etik bir sakınca oluşturmadan estetik değerler fotoğrafta yer almıştır.
Dosya Konusu
Anlaşılmaktadır ki, “Etik” insan iradesi ile ortaya çıkan davranış ve eylemler ile ilgilidir. Yani bir arslanın
bufalo sürüsüne saldırıp aralarından en genç ve
körpe olanı devirip yemesi herhangi bir “Etik” değerlendirmeye konu olmayacaktır.
13
Söyleşi
Aysel Altun
- T. DenizEtik
Çakır
Dosya Konusu
Fotoğrafta
14
Tanınmış şarkıcı, oyuncu, siyasetçi vb. kişiler, balkonda güneşlenirken, kız ya da erkek arkadaşı ile
eğlenirken, sevişirken... özel hayatlarının en mahrem
kesitlerinde fotoğraflanıp, izin, hatta haberleri olmaksızın bu fotoğraflar basında yayınlanabilmektedir.
Toplumun büyük ilgi gösterdiği bu tür fotoğraflar
basın kuruluşları arasında yüksek fiyatlarla el değiştirebilmekte, bunları yayınlayanların satışları ya
da izlenme oranları artmakta, böylece büyük maddi
kazançlar elde edilmektedir. Popüler magazin kültürünün bu çarpık kısır döngüsü, “Ama onlar sıradan
kişiler değil, topluma mal olmuş kişilerdir.” gerekçesi
ile bir de etik kılıfa sokulmaya çalışılmaktadır.
Bu anlayışla;
“Hiç kimse, özel yaşamı, aile yaşamı, konutu ya da
yazışmaları konularında keyfi karışmalara, şeref ve
şöhretine karşı tecavüzlere maruz kalamaz” şeklinde düzenlenen 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel
Bildirisi’nin 12. maddesinden esinlenerek düzenlenen
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 8. maddesinde
yer alan;
“Herkes özel ve aile hayatına, konutuna ve haberleşmesine saygı gösterilmesi hakkına sahiptir.” cümlesine rağmen eğer tanınmışsanız, diğer bir deyişle
topluma mal olmuşsanız bu temel insan hakkınız
“hükümsüzdür” denilmektedir.
Fotoğrafta “Etik” değerlendirmelere çeşitli boyutları ile
değinmeye çalıştık. Hepsi fotoğrafı çeken açısından
yapılan değerlendirmelerdi ki, zaten asıl olan eylem
fotoğrafı çekenin eylemidir. Bunlara ekleyebileceğimiz bir başka durum ise başkasının çektiği fotoğrafın
kullanımına ilişkin yapılabilecek “Etik” değerlendirme
olacaktır. Değiştirerek dahi olsa bir başkasının çekmiş
olduğu fotoğrafı kendi fotoğrafı olarak sunmak etik bir
davranış olarak kabul edilemeyecektir.
Her ne kadar sanat alanında, özellikle müzikte,
bunun tersi durumlara sıklıkla rastlasak bile, konu
fotoğraf olunca kabul edilebilirlik sınırlarını çizmek
pek olanaklı olamamaktadır. Örneğin Brahms’ın
“Paganini’nin bir teması üzerine çeşitlemeler”i,
Brahms’ın çok sevilen eserleri arasında yer almaktadır. Yine Mussorgsky’nin “Bir Sergiden Resimler”
adlı piyano eserinin orkestrasyonu Maurice Ravel
tarafından yapılmış ve Mussorgsky ile birlikte onun
eseri olarak kabul edilmiştir. Plastik sanatlarda da
benzer örnekler gözlenebilmektedir. Örneğin, Bed-
ri Baykam’ın başkaları tarafından yapılmış çeşitli
fotoğraf ve resimleri kullanarak yaptığı kolaj çalışmaları, sanatçının özgün eserleri arasında kabul edilip,
birçok sanat eleştirmeninin takdirini kazanmaktadır.
Bir fotoğraf sanatçısı için ise böyle bir kolaj, çok sert
etik eleştirilerine hedef olmasına neden olacaktır.
Başkasının fotoğrafı üzerinde, diğerlerinin hakları
konusunda bir anektod paylaşmak isterim ki bu konuda yaşanan kavram ve değer karmaşasına güzel bir
örnek oluşturmaktadır.
İnternet üzerinde kurulmuş olan bir fotoğraf grubu, bu
sayfa üzerinde fotoğraflarını paylaşarak kendilerini
geliştirmeyi amaçlamaktadır. Benim de aralarına katılmamı önerdiler. Ben de nazik davetlerini memnuniyetle kabul ederek gruba katıldım. Bir gün, bir delikanlı
sayfada çok güzel bir fotoğrafını paylaştı. Fotoğraf
Haydarpaşa yangını sırasında çekmiş olduğu bir
fotoğraftı. Kendisini bu fotoğraf için kutlayarak, neden
beğendiğimi de gerek fotografik gerekse estetik kavramlar çerçevesinde açıkladım. Ek olarak, aynı fotoğrafın farklı vurgulamalar ile daha dramatik etkiler yaratabileceği kompozisyon seçeneklerini uygulamalı ve
gerekçeli olarak aynı sayfada paylaştım. Kendisi de bu
önerilerime teşekkür ederek diyaloğumuzu sürdürürken, sayfanın durumundan vazife çıkaran “Etik uzmanı” üyeleri kıyameti kopardı. Ne hırsızlığım kaldı ne
sahtekarlığım. Vay efendim ben nasıl olur da başkasının fotoğrafını kullanırmışım. Bir de fotoğrafçı olarak
oralarda boy göstermeye cürret etmekteymişim. Photoshop’un arkasına sığınacağıma, doğru dürüst fotoğraf
çekmesini öğrenmeliymişim. Evet, işte sözün bittiği
yer. Bu noktadan sonra hiçbirşey söylemenin anlamı
yok. Çünkü kavramlar ve değerler karmakarışık.
Ancak bu noktada Etik konusunda bir başka durum
ile karşılaşıyoruz. Fotoğrafı izleyenlerin davranışlarında “Etik”. Gördüğü bir fotoğrafı beğenmek ya da
beğenmemek fotoğrafı izleyenin en doğal hakkı olup,
bunu beyan etmesi de o denli doğaldır. Fotoğrafçının
da fotoğrafının beğenilmemesi durumunu olgunlukla
karşılaması gerekir.
Ancak kimi zaman, kulaktan dolma, yalan yanlış
bilgilere dayalı, insaf ve nezaket sınırını aşan eleştirilerin yapılabildiği de gözlenmektedir. Bilgisizlikten de
kaynaklansa, kötü niyete de dayansa, bu tür eleştirilerin etik olamayacağını kabul etmek gerekir. Fotoğraf
David Copperfield’in gösterisinde de David tam uçmaya başladığında, o seyirci atılır ve açıklamalarına
başlar. “Yok abi yaaa adam uçmuyor. Ceketinin arkasında bir yer var oradan şeffaf bir iple bağlıyorlar,
kaldırınca uçuyormuş gibi görünüyor. Sen farketmiyorsun tabii.” Derin bir nefes alıyorum. Allahtan
o seyirci var. Ben neredeyse David Copperfield’in
gösteriden sonra evine de uçarak gittiğini düşünmeye başlayacaktım.
Fotoğrafçılara Önerilen Bir Garip ‘Model
Sözleşmesi’
Kemal Cengizkan
Genel tanım olarak sözleşmeler iki taraf arasında yapılan ve tarafların yetkilerini, sorumluluklarını ve haklarını belirleyen yazılı dökümanlardır. Tanım gereği
iki taraf söz konusudur, iki tarafın hakları ve sorumlulukları söz konusudur. Her ne kadar tanım buysa da,
genellikle hakim olan taraf kendi haklarını, yetkilerini
vs. koruyacak hükümleri sözleşmeye koyarak ‘öteki’
tarafı bağlamaya çalışır. En basitindan bir kira sözleşmesine göz attığınızda, evsahibinin nasıl kollandığını görürsünüz. Ama gene de sözleşmenin suyu çıkmasın diye ‘öteki’ taraf olan kiracıdan da bahsedilir.
Şu koşullarda ev sahibi kiracıyı evden çıkarır, diye ev
sahibinin hakkı belirtilirken; şu koşullarda kiracı evi
terkeder diyerek güya eşitlik ilkesi sağlanır. Sonuçta
kaybeden hep kiracıdır. Mülkün temeli adalettir tabii,
böyle adaletin sözleşmesi de böyledir. İşveren-işçi
sözleşmelerine de bir bakın, durum aynıdır.
Fotoğrafçı’ya devrediyor. İkinci maddede, bu hakların
Fotoğrafçı tarafından üçüncü bir tarafa (yayınevleri,
reklam ajansları vb.) devredilebileceği belirtiliyor.
Üçüncü madde diyor ki, Model ne Fotoğrafçı’dan, ne
de hakları devralan üçüncü taraftan hiç bir hak talep
edemez. Dördüncü madde sözleşmenin süresiz olduğunu belirterek, noter aracılığı ile iptal edilse bile önceki kullanım haklarının süresiz geçerli olduğunu yazıyor. Beşinci madde adreslerin tebligat adresi olduğunu
belirtiyor. Altıncı madde oldukça komik: ölüm halinde
haklar tarafların mirasçılarına devrediliyor. (Model’in
hangi hakkı mirasçılarına devredilecek acaba?) Yedinci madde anlaşmazlık halinde Fotoğrafçı’nın adresinin
bulunduğu ilin mahkemelerinin yetkili olduğunu belirtiyor. Sekizinci maddeye göre Fotoğrafçı ve Model bu
sözleşmeyi okuyup kabul ettiklerini imzalarıyla onaylıyorlar (ve Model ayvayı yiyor).
İnsan fotoğrafı çeken fotoğrafçılarla (belgesel fotoğrafçılar) konuları arasında dürüstlüğe dayalı bir ilişki
olması şartsa da bunun yazılı olması gerektiğine
inananlar da var. Şükürler olsun ki onlar için böyle bir
sözleşme piyasaya çıkmış bulunuyor. Bu sözleşme
‘Model Sözleşmesi’ adını taşıyor ve fotoğrafçı Erdal
Kınacı tarafından açıklanıyor. Sn. Kınacı, Fotoritim
sanal dergisindeki köşesinde, fotoğrafçıyı ilgilendiren
yasal sorunlar hakkında bilgilendirici yazısının sonunda, konu’nun (Model’in) yaratabileceği problemleri önlemek amacıyla, bu sözleşmeyi fotoğrafçılara
sunuyor ve diyor ki, yanınızda bu sözleşmeyi bulundurun, fotoğrafını çektiğiniz kişiye imzalatın ki sonra
başınıza problem çıkmasın.
Burada benim yazdıklarıma inanmayan, bunların bir
bilim-kurgu komedisinden alındığını sananlar olabilir,
onlar şu kaynağa bakabilirler: http://www.fotoritim.com
/yazi/erdal-kinaci-bakis--isigi-hapsetmek
Kira ya da iş sözleşmelerine rahmet okutturan, bir
felsefeye sahip bu sözleşme sekiz maddeden oluşuyor. Birinci maddesinde Model (fotoğrafı çekilen kişi),
çekilen fotoğrafı üzerindeki bütün haklarını (aklınıza
ne geliyorsa sıralayın) geri dönülmez bir şekilde
AFSAD
Komediyi sürdürelim ve şöyle bir senaryo düşünelim:
Güneşli bir gün Varoşkapı’daki evinizin önünde oturmuş sigaranızı tüttürüyorsunuz, etrafınızda çoluk çocuk. Derken boynunda makinesiyle (büyük harf F ile)
Fotoğrafçı’mız görünüyor. Diyor ki, amca (teyze) ne
güzel bir ışık var yüzünüzde, bi fotoğrafınızı çekebilir
miyim? Keyfiniz yerinde, çek diyorsunuz. Büyük harfli
fotoğrafçı eğilip bükülüp şak şak fotoğraf çekiyor. Size
de gösteriyor makinenin arkasından. Ulan ne güzel
çıkmışız… Ne yapacaksın bu fotoğrafları, niye çekiyorsun, diye soruyorsunuz. Sanat, manat, sergi, yarışma filan diyor. Bu fotoğrafları kullanmak için sizden
izin istiyorum diyor, bi de kağıt uzatıyor size. Amma da
nazik biri deyip bir imza atıyorsunuz kağıda. Farkında
değilsiniz ama büyük M ile Model oldunuz bile.
Mart - Nisan 2013
Fotoğrafta Etik
Bu yaklaşımı, hep bir illüzyon gösterisini izleyen seyircilere benzetirim. İllüzyonist başarılı bir performans
sergilemekte, seyirci, gösteriyi ilgi ile izlemektedir.
İllüzyonist kutu içindeki kızın üzerine büyük bir pelerini örter ve örtüyü kaldırdığında kız kaybolmuştur.
Salon alkıştan kırılır. Yanımdaki izleyicilerden biri de
alkışları bastırmak istercesine yüksek sesle açıklama
yapmaktadır. “Hayır, hayır, kız kaybolmadı... adam
pelerini örttü ya... o sırada arkadaki kapaktan kız diğer tarafa geçti. siz farketmiyorsunuz...” Ohhh neyse,
ben de kız kayboldu diye telaşlanmıştım. Neyse ki
yakınlarımda akıllı izleyiciler var.
Dosya Konusu
alanında, özellikle sayısal teknolojilerin kullanımından
sonra ortaya çıkan bazı eleştiriler bu tür davranışlara
en güzel örneği oluşturmaktadır. Bir kesim için “Photoshop” sözcüğünün “sahtekarlık” ile eşanlamlı hale
geldiğini görmekteyiz. Fotoğraf sergisini gezerken, bir
fotoğrafın önünde duran keskin zekalı izleyici açıklama yapmaktadır. “Haaa bu Photoshop, Photoshop.”
Diğer izleyiciler arasında o fotoğrafı beğenmeye kalkışan, hatta yanılıp şaşırıp almayı bile düşünen varsa
bir daha düşünsün. O fotoğraf öyle göründüğü gibi
gönül işi, emek işi değil. Photoshop işte, foyası çıktı.
15
Fotoğrafta Etik
Dosya Konusu
16
Büyük F’yi bir daha görmüyorsunuz. Derken bir gün
televizyonda hem onu hem de fotoğrafınızı görüyorsunuz. Aşağıdaki olasılıkları var:
- Bir yarışmada ödül almış sizin fotoğraf, kazanılan
paralar hayır işlerine gidecekmiş. İnsanlar büyük
F’nin bonkörlüğü üzerine gözyaşlarını tutamıyor.
- ‘Esrar İçenler’ konulu sergi büyük yankı uyandırmış.
Sizin fotoğraf o sergide ne arıyor, anlamadınız. Ama
tanıyanlara rezil oldunuz...
- ‘Çocukları aç, kendi iki paket sigara içiyor’.Yaman
bir TV programcısı sizinle hiç ilgisi olmayan bir haberi
sunarken bu fotoğrafı kullanıyor.
- Nobel ödüllü bir yazar, kapağında sizin fotoğrafınızın yer aldığı yeni kitabını basına tanıtıyor.
- Maraz Bank sigara aleyhine bir kampanya düzenlemiş, fotoğrafınızın yer aldığı afiş şehir duvarlarını
kaplamış, üzerinde ‘böyle sigara içerseniz ölürsünüz’
yazıyor.
Hakarete uğradığınızı, kandırıldığınızı düşünüyorsunuz. Hakkınızı aramaya karar veriyorsunuz. Neyse ki
endişe etmenize gerek yok, fotoğrafçıyla bir sözleşme (!) imzalamamış mıydınız?
Ancak, gırgır geçebildiğimiz bu sözleşme taslağı üzerinde ciddi olarak düşünmek gerek. Belgesel fotoğrafçıların temel konusu insandır. İnsan’ın birey olarak
kendisi, yaşadığı ortam, ilişkileri belgesel fotoğrafçının ilgi alanı içine girer. Belgesel fotoğrafçının çalışma ilkelerinden en önemlisi, konusu ile dürüstlüğe ve
açıklığa dayanan bir ilişki kurmaktır. Bu şu demektir:
Konu (model), fotoğrafçının ne yaptığını, fotoğraflarının hangi amaçla, nerelerde, nasıl kullanılacağını bilmelidir. Fotoğrafçı da belirttiği amaçların, yöntemlerin
dışında fotoğrafını kullandırmamalıdır. Böyle birşey
sözkonusu olduğunda Model’i bilgilendirmeli, gerekirse izin almalıdır.(1) Bu ilişkiyi somutlaştıracak bir
sözleşme yapılması gerekiyorsa, bu sözleşme özellikle Model’i bilgilendiren, fotoğrafın kullanım sınırla-
rını açıklayan ve modelin haklarını koruyan limitli bir
sözleşme olmalıdır. Çünkü durup dururken Model’in
hayatına giren, onun suretini kopyalayan, bunu
işleyerek kullanıma sunan Fotoğrafçı’dır. Fotoğrafçı
zaten fotoğrafından doğan haklarının takibindedir; bu
fotoğrafı (ya da projeyi) diğer kurumlara pazarlarken
onlarla ayrı bir sözleşme yapıp kendi haklarını korumuyor mu? Burada sözleşme ile korunması gereken
biri varsa o da Model’dir. Model, para talep etmemişse bile fotoğrafının abuk sabuk yerlerde, bağlamı
dışında kullanılmasına, kendisinin küçük düşürülmesine rıza göstermeyecektir. Eğer fotoğrafı, sözleşmede
belirtilmemiş özel bazı kullanımları sonucunda para
kazandırıyorsa, bundan hak talep edebilmelidir. Bütün
bu nedenlerle ‘Model Sözleşme’si olarak adlandırılacak sözleşme, Fotoğrafçının haklarının yanısıra,
gerçekten adının çağrıştırdığı gibi, Model’in haklarını
da koruyan ve belirleyen bir sözleşme olmalıdır.
‘Model Sözleşmesi’ örneği olarak fotoğrafçılara önerilen, Model’in bütün haklarını bir imza ile süresiz olarak ve nesiller boyu gaspeden bu belge, yasal olarak
bir Sözleşme sayılabilir mi? Sanmıyorum, hukukçular
bu konuda birşeyler söyleyebilir. Bu haliyle sadece
Model’in yasal takibinden kurtulmak isteyen Fotoğrafçı’nın dürüst olmayan niyetlerinin –Model’in şahitliği
ile onaylanmış- imzalı bir belgesi gibi görünüyor.
Dipnot:
1. Dileyenler Ken Light’ın ‘Çağımızın Tanıkları’ isimli kitabında yer alan Donna Ferrato’nun anlatısını okuyabilirler.
Ferrato, çekmiş olduğu ve bir kadına uygulanan şiddeti
gösteren fotoğrafını yayınlayabilmek için, Model’den izin
almak amacıyla günlerce peşinde koşup onu ikna etmeye
çalışmış, onayını aldıktan sonra fotoğrafı yayınlamıştır.
2. Bu yazı 1 Aralık 2008 tarihli BirGün Gazetesi’nde ve
Fotoğrafsız Dergisi’nin Güz 2010 sayısında yayınlanmıştır.
F: Dora Günel
Ben de birkaç söz etmek istiyorum fotoğrafta etik konusunda. Kendi deneyimlerimden yola çıkarak, kendi
yaşadığım örnekleri anlatarak.
Büyülü Gerçekçilik akımından ünlü Fransız yazar
Michel Tournier’in öyküsünde; bir turistin çektiği
suretinin peşine düşen bedevinin hikâyesi yeterince
etkilemiştir beni. Ödünç alınan suretlerin öncelikle
sahibine verilmesi, rızası dışında, onu incitecek şekilde kullanılmaması yer etmiştir yaşamımda.
Başka etkileyenler de var elbette. Yukarıdaki prensipten yola çıkarak çektiğim fotoğrafları hep sahiplerine ilettim, iletemeyeceklerimi de söyledim, anlattım kendilerine. Önce diyalog kurulmasını önemli
bulmuşumdur. Bir göz teması, bir küçük selam, bir
çift söz yeni bir kapı açmıştır, yeni bir yolculuğa
çıkarmıştır hep. Balat’ta eski mahalle yaşayanlarını fotoğraflamak üzere gezerken biri pencerenin
dışında diğeri içinde iki kadın muhabbet halindeyken
merhabalaştım onlarla. Mahalledeki dönüşümden,
buraya rağbet eden yabancı uyruklulardan, eksiklerden konuştuk biraz. “Öyle güzel bir muhabbettesiniz
ki, sizin fotoğrafınızı çekmek isterim” dedim. Karşı
çıktılar, “olmaz!” dediler, “yabancılar buralarda çok
dolaşırlar, zaman zaman da bizleri fotoğrafladıkları
olur, bir hafta geçmez bir de bakarız fotoğraflar bize
bir zarf içinde gelmiş. Sizin gibi makinelerini boynuna
takmış arkadaşlarınız geliyorlar sürekli, çekip çekip
gidiyorlar. Giderken de fotoğrafları istediğimizde, en
kısa zamanda getireceğiz diyorlar. Sonra bekle ki
gelsin.” Bu sözler birebir insan fotoğrafı üzerine çalışan fotoğrafçılar için gerçek bir şamardır. Sokaktaki
kadın tarafından atılmış bir şamar. Ne diyebilirdim
AFSAD
ki? Her “ama” ile başlayan cümle gibi, ama ben çektiğim fotoğrafları sahiplerine mutlaka iletirim dememin
bir yararı var mıydı? Önce gidenlerin sonra gidenlere
verdiği zarardı bu.
‘İçkalpakçı Çıkmazı’ adlı çalışmada tüm evlerde aile
albümleri oluşmuştu bizim verdiğimiz fotoğraflardan.
Bu çalışmadan tam on yıl sonra Yıldız Teknik Üniversitesi Fotoğraf Kulübü’nün davetlisi olarak gerçekleştirdiğim fotoğraf atölyesi sırasında diğer atölyelerden
birinden bir öğrenci arkadaş yanıma geldi: “Merhaba
hocam” dedi, “geçenlerde arkadaşlarımla İçkalpakçı
Çıkmazı’na gitmiştik çekim için, orada yaşayanlar size çok selam söylediler, sayenizde çok rahat
çekimler yaptık. Bize sizin on yıl önce çektiğiniz
fotoğrafları gösterdiler.”
İçkalpakçı Çıkmazı’nda çalışırken bu çalışmanın bileşenlerinden sosyolog Gülay Kayacan’ın katkılarıyla
birlikte İzzet Baysal Huzurevi’nde “Güz Gülleri” adlı
çalışmayı gerçekleştiriyorduk. Çekimleri kolayca
tamamladık. Sonuçlar istediğimiz gibiydi. Mesele bu
çalışmayı kısa zamanda sergiye çevirmekti. Ardından da sergiyi farklı yerlere taşımaktı. Gülay da
metinleri hazırladı, sergiyi destekleyecek her türlü
malzemeyi de topladık. 2001’de yapıp bitirdiğimiz bu
çalışmayı 2008 yılının Eylül Ayında sergileyebildik.
Neden mi? Çok basit. Birincisi SHÇEK bu işe olur
vermeliydi, ikincisi ya da daha önemlisi yaşamını
huzurevinde sürdüren insanların ailelerinin oluru
gerekliydi. Kendileri isteseler de, çünkü yaptıkları
işi “Güz Gülleri”ni paylaşmayı çok istiyorlardı, yarın
karşınıza çıkabilecek bir evlat, bir torun size hiç de
etik olmayan bir iş yaptığınızı söyleyebilirdi. Biz tüm
Mart - Nisan 2013
Fotoğrafta Etik
Dora Günel
Dosya Konusu
Fotoğrafta Etik
17
Fotoğraf
veEtik
Estetik
Fotoğrafta
Dosya Konusu
18
yollardan geçip tüm olurları alıp çalışmayı sergilediğimizde fotoğrafları çekilen insanlardan yalnızca
ikisi sergiye gelebildiler kendilerine yeni katılanlarla
birlikte. Çünkü, diğerleri artık hayatta değillerdi.
Eğer bir yaşam biçimi olarak fotoğrafı benimsemişseniz bu duruşu her alanda sergilemek durumundasınız. Sokaktaki insan, evdeki insan, sosyal yaşamdaki
insan için ayrı davranamazsınız. Annemin hastalığı
sürecinde fotoğraflarını çekiyordum. Bunları aynı
zamanda bir proje olarak sergileyecektim. Kendisiyle
konuştum. Bana kardeşlerimin yanında onay verdi.
Zaman ilerledikçe hastalığıyla birlikte görüntüler de
ağırlıklarını artırıyordu. Artık yataktan çıkamaz hale
geldiğinde yine fotoğraflarını çekiyordum. “Teşekkür
ederim” dedi ve öpücük gönderdi bana… “Biliyorsun”
dedim, “devam edeceğim çalışmaya”, gülümsedi.
“Devamını da çekeceğim ama, sonrasını da”, “Elbette!” dedi. Bu son konuşmamızdı onunla. Annemin
ölümünün fotoğraflarını öncesi ve sonrasıyla izleyenlerin aynı sorularıyla karşılaştım: ”Kardeşlerin bir şey
demediler mi?” Dediler, teşekkür ettiler…
Son çalışmam olan Unvansız’da yirmi farklı kişi ve
ailesiyle kendi ortamlarında çalıştım. Bir arkadaşımın
küçük kızı da bu çalışmanın vazgeçemeyeceğim
parçalanmış aile fotoğrafının öznesini oluşturuyordu.
Fotoğrafla gerçekten çok sıcak bir bağım olmuştu ve
kullanmak için kendime karşı mücadele veriyordum.
Vazgeçemedim. Arkadaşıma gittim ve “bu fotoğrafı
kullanabilir miyim?” dedim. “Tabii ki, bunu sormana
gerek yok” diye cevapladı. “Tamam” dedim, “emin
olabilirsin, basına asla göndermeyeceğim, duyurularda kullanmayacağım, sergi alanının dışına çıkarmayacağım, bir de kitapta olacak”. Şaşırmıştı. “Senden
ricam, lütfen bir de annesiyle konuşur musun bu
konuyu, onun da onayı olmalı. Yarın dışarıdan çekim
yapan birisi bu fotoğrafı kullanırsa verecek cevabımız
olmalı”. Neden bu kadar hassaslaştığımı sordu.
Yapılan araştırmalarda bu coğrafyada günlük çocuk
istismarının neredeyse yüz civarında rakamlara ulaştığını bunun da gerçeğin neredeyse yüzde onuna karşılık geldiği, çoğunun aile içinde kapatıldığı konusunu
anlattım ona. Dolayısıyla böyle bir durumda çocuk
fotoğraflarının teşhiri hep kafamı kurcalıyordu. Sonra
sosyal medyada oluşan, buluşan fotoğraf gruplarının
çocuk fotoğrafları toplayarak sergiler açtıklarına tanık
oldum, tüylerim diken diken oldu. Çocuk fotoğrafı
çekilmeyecek mi? Elbette çekilecek. Ama, unutmamamız gerekir ki, onlara zarar getirmeden, onların
haklarını koruyarak ve ailelerinin oluruyla.
En kolay fotoğraflardan birisi çocuk fotoğraflarıdır.
Çocuklar sizi dünyanın her yerinde bulurlar ve fotoğraflarını çekmenizi isterler. Sevgi satın alırlar sizden
verdikleri poz karşılığı. Bazı yerlerde hediyeler, bazı
yerlerde para. Fas’ta çocuklar “bonbon, bonbon”
diyerek peşinize düşerler, çünkü zamanında ülkeyi
ziyaret eden Fransız turistler fotoğraf çekimleri karşılığında şeker vermişlerdir onlara. Mısır’da “bahşiş”
derler. Bizde Kapadokya’da eskiden her tur otobüsü
geçişte çocuklar yola ya da bir duvarın üzerine dizilir
“na, na, na” ya da “şuu, şuu, şuu” diye karşılarlardı.
Bilmedikleri dile bilmedikleri sözcüklerle seslenirlerdi.
Yetmişli yılların sonunda AFSAD’ın bir Kapadokya
gezisindeki şu hikâyemi anlatmadan geçemeyeceğim.
Gezi otobüsü durdu, dışarıda “na, na, na” diye karşılayan çocuklar otobüsün kapılarına koştu. Herkes
fotoğraf makinelerini hazırladı “hücum!” emri beklercesine. Kapı açılmadan bir kadın arkadaşımız elindeki
paketin kapağını açtı, merdivenlerden indi, kurabiye
dolu kutuyu çocuklara uzattı ve deklanşörler…
Fotoğraf çekmek satın alınamaz, alınırsa fotoğraf
olmaz.
Kısaca söylemek gerekirse, benim için etik vicdandır.
İnsanın kendisiyle olan iç hesaplaşmasıdır, vicdani
sorumluluğudur. Geri kalan bütün tartışmalar bence ikinci planda kalıyor. Yani hayata karşı, kendine
karşı, karşındaki insanlara karşı, bütün yaptıklarının
kendi iç muhasebesi bence etiğin temelini oluşturuyor. Bu da insan olmanın gerekliliği olan vicdandır.
İnsan odaklı çalışmaların, örneğin Tarlabaşı’nın
özelinde, etikle ilgili düşünceleriniz nelerdir? Proje
sırasında ve sonrasında yaşadığınız veya tanık olduğunuz sıkıntıları paylaşır mısınız?
Burada hassas bir konu var. Önce şunu söyleyeyim, Tarlabaşı’nın özeti olarak. Ben Tarlabaşı’nı bir
proje olarak çekmedim. Tarlabaşı’nı yok edileceğini
duyduğum, bildiğim, gördüğüm bir toplumsal yapıyı,
mimari dokuyu ve yaşamı yok edilmeden önce, hızla
belgelemek, tarihe dipnot düşmek üzere çekmeye
başladım. Başladığım vakit, sadece çekmekle kalmıyorum. Tabii ki fotoğrafçının dünyaya bir bakış açısı
var. Bir noktadan sonra şöyle düşünmeye başladım;
bu insanlar adına bir şey yapmam gerekiyordu.
Basınımız orada, kentsel bir yıkım var, katliam var
ama yazmıyor, çizmiyor. Benim tarihe sadece dipnot düşmem yetmiyordu, onların sesini kamuoyuna
duyurmam gerekiyordu. Bu da benim zaten gazetecilik refleksimdi. Bunun üzerinde çok düşündüm
‘ne yapabilirim’ diye. Sosyal medyayı kullandım,
iyi ki kullanmışım. Bu sayede Tarlabaşı gerçekliği
milyonlarca insana ulaştı, ayrıca Türk basını uyandı. Radikal’den bir muhabir bana şunu söyledi “Ali
ağabey facebook’daki fotoğraflar haber toplantısına
bomba gibi düştü”. Neticede Radikal üç sayfa, Milliyet
tam sayfa, Aydınlık yarım sayfa, Evrensel tam sayfa,
Babilon dergisi dokuz sayfa kullandı. Yani gazeteler,
hatta televizyonlar Tarlabaşı’ndan haberdar oldular.
Tabii “Adamın biri çalışmış çekmiş kelle koltukta,
hazır malzeme, kullanalım” mantığı da var burada.
Aktüel Dergisi gibi bir dergi, bana buradaki fotoğrafları kullanmak için, yazılar da dâhil, beş yüz lira
para teklif etti. Böyle ucuz bir şekilde vermektense,
ben buradaki insanların sesini duyurmayı yeğledim.
Buradan ticari kazanç elde etmeyi zaten hiçbir zaman
düşünmedim. Ayrıca, başkaca neler oldu? Bu çalışma
yüzlerce fotoğrafçıya bir anlamda önderlik etmiş oldu.
Sadece ben, onlarca arkadaşımı buraya taşıdım. Bu
çalışmadan dolayı pek çok video belgesel çekildi.
Benim dışımda ya da benimle birlikte çalıştılar. Sürekli benimle röportaj yaptılar. Etik meseleye gelince;
burada biz fotoğrafçılar başkalarının hayatlarına müdahale ediyoruz sonuçta. Tabii bu tartışma konusu.
Ben bunu şöyle çözümledim. Fotoğrafçı bazen etik
olmayan davranışlar da sergileyebiliyor, başkasının
özel hayatına girebiliyor, ama orada gazetecilikteki
kamusal amaç dediğimiz olay ön plana çıkıyor ya da
AFSAD
yaptığın haberle o insana verecek olduğun kötülük
ya da iyilik arasında bir vicdan muhasebesi yapıyorsun. Dolayısı ile benim burada iç hesaplaşmalarım
oldu. Bu insanların hayatlarını yayınlamakla onların
hayatlarına müdahale ediyorsun bir anlamda. Ve
şunu gördüm; buradaki insanlar tamamen alt gelirdeki, savunmasız, çok zor durumda yaşayan insanlar.
Zaten hayatları tamamen deşifre olmuş durumda,
artı cep telefonu meselesinden dolayı artık herkes
her şeyi çekip yayınlayabiliyor. Eskiden travestilerin
hayatını çekmek çok zordu, suratına kezzap atarlardı. Uzun bir meslek hayatım var, travesti fotoğrafları
zorlandığımız bir alandı. Bunu iki unsura bağlıyorum.
Birincisi; artık her travestinin elinde bir milyarlık cep
telefonu var, herkes birbirini çekiyor ve sağda solda
kullanıyor, yayınlıyorlar. İkincisi; bu insanlar benim
bunları aşağılayacak, kötüleyecek anlamda kullanmayacağıma inandılar. Çünkü iki yıl boyunca en az üç
yüz iş günü burada bulundum. Yani sabah çıkıyordum
ağır bir işçi gibi, gece yarılarına kadar burada, onlarla
birlikteydim. Sonuçta şu noktaya geldi olay; onlar beni
çok sevdiler, ben onları çok sevdim. Aramızda, oranın
kurallarına uygun bir ilişki oluştu ve ben görünmez
adam oldum. Mahalleye geldiğim vakit onlar normal
hayatlarına devam ediyorlar, ben çekiyorum. Sonuçta
o insanlarla aramda inanılmaz bir sevgi gelişti. Nuray
ablamız var mesela, hayatın bütün çilelerini çekmiş
bir insan. Bingöl depreminde annesini babasını kaybetmiş, Ankara’da yurtta tecavüze uğramış, Karaköy
genelevinde çalışmış, pavyonda çalışmış, son olarak
tuvalet bekçiliği yapıyor. Örneğin, ne zaman gidersem
gideyim, moralimin en bozuk olduğu anda moralimi
düzelten insan. Yanımdakilere ilk söylediği şu “bu
adam iyi adam, bu adama iyi bakın”. Mekân sahipleri
de sevdiler beni. Hatta öğrencilerim adına, oradaki
çalışmalarımı destekleyen konuşmalar yapıp, arada
şampanya bile patlatıyorlardı. İki tane sevimsiz olay
yaşadım. Bir tanesi; travesti bir kadın vardı, bir başkası fotoğrafını çekip facebook’da yayınlamış, ama
o bilmiyor, benim yayınladığımı düşünüyor, çünkü
benimle birlikte yüzlerce fotoğrafçı çalıştı orada, olur
olmaz yayın yapıyorlar. Oysa ben onun fotoğrafını
yayınlamamıştım. Her gördüğü yerde bana saldırıyordu. Onu gördüğümde yolumu değiştiriyordum. Sonra
duydum ki, kocasını bıçaklayıp hapse girmiş. Ama bu
çok istisna bir olaydı, psikopat, şizofrenik bir insandı.
Yine birkaç tane fahişe ile konuşuyordum, hırsızın bir
tanesi çantama el atmış. Fahişe hırsızın eline vurdu,
“çek ulan elini, o bizim arkadaşımız” dedi. Bu kadar
koruma altına alabiliyorlar sevdikleri insanları. Onlarla
zaman zaman çok mutlu, çok iyi duygular yaşadım.
Onların dramlarını çok içselleştirdim. Evime dönüp
ağladığım zamanlar çok olurdu. İçselleştirilmiş bir çalışma bu. Zaten hayatım boyunca çalışma tarzım bu
olmuştur. İnsanın iyiliğine, insan için bir şey yapmak.
Burada hemen geriye dönük olarak, 1980 yılındaki
hikâyeye bağlayacağım. Biz 78 kuşağıyız. O dönemde hepimiz silahla kafayı bozmuş olduğumuz için “ben
bir makine aldım” dedim arkadaşlarıma, “ne marka”
Mart - Nisan 2013
Fotoğrafta Etik
Sizce etik nedir? İçerik-model-fotoğrafçı bağlamında
nasıl değerlendirirsiniz?
Ali Öz
Dosya Konusu
Fotoğraf Etiği Üzerine...
19
Fotoğraf
veEtik
Estetik
Fotoğrafta
Dosya Konusu
dediler, “Pentax ME” dedim, “ağabey, öyle bir silah
var mı” dediler, ben de dedim ki “bu insanı öldürmüyor; bu hayatı, insanı savunmak için kullanılan etkili
bir silah”. Dolayısıyla benim fotoğraf tarzım, vicdani
bir çalışma tarzı. Yani insanın iyiliği için. Ha, arada
günahlarımız oluyor mudur? Muhtemelen oluyordur.
Herkesi mutlu etmek çok zor. Ama asıl amaç; genel
anlamda, büyük çoğunluğu insanların iyiliğine yapılan
çalışma tarzı. Yoksa hiçbir şey dört dörtlük olmuyor.
En tipik örneğini anlatacağım ben bunun. Gazetecilikte bir kural vardır: İnsan hayatı mı haber mi önemlidir?
1996 Kadıköy 1 Mayıs’ında üç kişi öldürüldü. Biri
kalbinden vuruldu, diğeri başından. Başından vurulan benim yanımda öldü, adı Levent olan gardiyan.
Yanınızda insan öldürülüyor. Şiddet ve şuursuzlaşma
yaşıyorsunuz, yani siz de tepkisel davranıyorsunuz,
objektifliğinizi yitiriyorsunuz. Bu arada, meşhur ‘Laleleri Döven Kız’ fotoğrafını hatırlarsınız. Onu gördüm.
Yanımda insan ölmüş psikolojimi düşünün. Kıza bağırdım “yapmasana”, “niye çiçekleri dövüyorsun, git polise saldır ama lalelerden, çiçeklerden ne istiyorsun”.
Her zaman verdiğim örnektir; bırakın insan hayatını,
orada çiçeklerin hayatını korumaya kalkan salak bir
gazeteci konumunda kaldım. Tabii doğanın, canlıların
hayatını korumak da önemlidir. Benim Tarlabaşı’nda
yaptığım çalışmalar yüzünden pek çok çocuğa giysi
yardımı yapıldı. Biliyorsunuz evler boşaltıldığı vakit
kediler, köpekler, hayvanlar gitmezler, taşınmazlar,
evleri bırakmazlar. Aç kaldılar, susuz kaldılar. Benim
yayınlarımdan sonra, buradaki sokak hayvanlarına
mamalar, yemekler, sular bırakıldı günlerce, aylarca.
Kampanyalar düzenlendi. Demek istediğim; vicdanlı
insan, sadece insana değil, hayatın her alanında bu
değerlere dikkat etmek zorundadır. İnsanı da, hayvanı
da, çiçeği de korumak. Yaşamın bütününü korumak
vicdanlı bir fotoğrafçının görevi olmalı.
Teknoloji, etiği göründüğü kadar olumsuz etkilemiş
midir, analog ve mekanik dönem tamamen masum
mudur? Örneğin, kimi habersiz, uzaktan veya teleobjektifle yapılan çekimler ne kadar etiktir?
20
Etik kavramı değişken midir? Değişken ise sosyolojik, coğrafi ve diğer faktörlerin etkisi nedir? Etik
konusunda ortak bir söylemden söz edebilir miyiz?
Etikten ziyade, ahlak anlayışı ile ilgili bir örnek
vermek istiyorum. İstanbul’da çalışırken bir gün,
kimlikleri plastikle kaplayan Kürt bir vatandaşımızın
fotoğrafını çekecektim, benden para istedi. Yanımda da Fransa’dan gelmiş bir fotoğrafçı arkadaşım
vardı. Bizde, Akdeniz bölgesinde çok esprili olarak
kullanılan güzel bir sözcük vardır ‘senin anan güzel
mi?’. Oysa bunu bir Kürt’e söylemek dünyanın en
ağır hakareti. Bana dedi ki “yanında bacım olmasaydı
seni öldürürdüm”. Artık kültürlerarası vicdan, ahlak
değişiyor. Bizim gibi insanlar bir sürü bilgiden sonra
ortalamasını bulabiliyor. O yüzden burada olması
gereken yaşadığın, içinde bulunduğun, çalıştığın ortamın etik değerlerine saygı göstermen. O toplumun
değerlerine özen göstermen.
Etik sadece insan odaklı mı olmalı? Çekilenin insan
olmadığı durumlar hakkında ne söylemek istersiniz?
Yine mesleki olarak açıklamaya çalışacağım. Paris’te
SİPA Ajansı’nın bir hafta konuğu idim, bir sırt çantası
dia çekmişim. Beş yüz kare fotoğraf seçtiler, aldılar,
almadıklarına dikkat ettim. Bir berber dükkânının içi,
özel mekânlar. Dışarıda kamusal alanda her şeyi çekip yayınlayabiliyorlar. Ama bunun altına insanı küçülten, onu kötüleyen şeyler yazıldığı vakit etik olmuyor.
Bizim Cengiz Karlıova’yla “uyuyan insan fotoğrafının”
çekilmesi konusunda anlaşamıyoruz. Tarlabaşı’nda
evinden, mekânından atılmış adam, ana caddede
uyuyor. Ön arka planıyla da, olayı en iyi anlatan bir
fotoğraf, ne yapmak lazım? Bazen bizim de çıkmazlarımız oluyor, kabul ediyorum. Orada dediğim gibi,
yine savunduğum vicdanım. O insana yaptığım
kötülük ya da iyilik arasındaki gidip gelmelerdir. Ben
o insanların genel anlamda iyiliği için çalışıyorsam,
rencide etmiyorsam, çekiyorum. Günümüzde teknoloji
kolaylaştı. Bugün herkesin özel hayatı çekilebiliyor
ve yayınlanıyor. İnsanlar fütursuzca kendi hayatlarını
sergiliyorlar. Sergide, küçük çocukların fotoğrafını
çektik. Karar veremedim, yayınlamalı mıyız? Sonuçları açısından bakıyorum ben. Sonuçta bu fotoğrafların
yayınlanması kimseye zarar vermeyecek ise yayınlıyorum. Bunu bu fotoğrafı çeken ya da yayınlayan
insanın değerlendirmesi gerekir. Günümüzde dijital
teknoloji çok geliştiği için herkes her şeyi çekiyor.
Dolayısı ile neyin etik, neyin değil olduğu çok birbirine
girdi. Facebook’ta özel hayatlar sergileniyor bolca.
Ben bunları tasvip etmiyorum. Sosyal medyayı kullanıyorum, hem de çok iyi kullanıyorum ama günlük
gazeteci mantığı ile kullanıyorum. Irak’ta çektiğim
Çekilen fotoğrafların yarışmalarda kullanılması konusu var bir de. Bunu etik açıdan nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben uzun yıllardır hiçbir yarışmaya katılmıyorum.
Ama günümüzdeki fotoğraf anlayışını eleştireceğim.
Mardin’e üç otobüs gidiliyor, bir bakırcıya onlarca kişi
saldırmış. Burada fotoğrafçının kendi vicdanı, ahlakı
başlıyor. Onunla bir iletişim kurmadan, bir duygu yaşamadan, empati yapmadan, sadece onu alıp kaçmak
üzere kurgulanmış bir anlayış. Ben bunu eleştiriyorum, belki gazeteci olarak bunu biz de yapıyoruz. Bu
aşırı saldırganlık noktasına geldi. Burada, insanların
bu konuya yeni bir bilinçle bakması lazım. Yazın
Mardin’de ben de çalıştım, 40 derece sıcakta, elektrikler kesilmiş, kelle-paça ütüleyen demirci amca. Ama
artık bu amcanın hayatına, duygularına ben empati
yapıyorum. Onun yaşadığı o acıyı ben de içselleştirmiş vaziyetteyim. Ve konuşarak, iletişim kurarak fotoğrafını çekiyorum. Ama bizim insanımız ne yapıyor,
gidiyor, kelle-paça ütüleyen o adamın elli kişi karşısında duruyor, aynı açıdan aynı fotoğrafı elli kişi çekiyor.
Bunu, insana saygı anlamında, saygısızlık olarak
değerlendiriyorum. Sonra bunu alıp sosyal medyada,
yarışmalarda kullanıyorlar. İki şık var, aksini düşündüğümüz vakit de insan fotoğrafı çekmemek durumundayız, Avrupa’da olduğu gibi. Mesela Avrupalılar,
Türkiye’de insan fotoğrafı çekmek kolay olduğu için
bol bol çekip gidiyorlar. Ben Nottingam Karnavalını da
gördüm, milyon insanın katıldığı karnavalda gazeteci
izin alarak fotoğraf çekiyordu. O da fazla oluyor.,Ya
da Hindistan’a gittiğin vakit, insanlar kurbanlık koyun
gibi. Bunun çözümü de yok aslında. Bunun çözümü,
başında söylediğim gibi, fotoğrafçının kendi iç vicdani sorumluluğu. Fotoğrafını çekecek olduğu objeye
verecek olduğu zarar. Sergideki fotoğrafları düşünüyorum. Kitap yapacağım. Yüzde doksanı ile arkadaş
oldum, hiç birinden de imza almadım, ama yarın biri
beni mahkemeye verirse tazminat alabilir. Kötü niyetli
olursa. Bunun çözümü yok. Hepsinden tek tek imza
alamazdım. Otuz bin kare fotoğraf çekmişim. Mesela
bir travesti portresi var, mükemmel bir portre, ama
adamı bir daha bulamadım. Kılık ve kıyafetinden dolayı farklı bir kişilikte, maskesi var bir anlamda. Böyle
sosyolojik bir projede de bunların çekilmesi, yayınlanması gerekir. Düğün sahiplerine hayatlarının en güzel
fotoğraflarını hediye ettim, DVD hediye ettim, beni içlerine aldılar, çekim izni verdiler. Beni kabul ettiler, evlerine girdim. O göz teması o kadar kuvvetli ki, oradaki
insanlarla. Hatta daha sonra yayınlandığında, televizAFSAD
Mart - Nisan 2013
Fotoğrafta Etik
yon programlarında izlediler ve “sen bizim hakkımızı
savunuyorsun” diye karşıladı çoğu. Hayatın içinde her
zaman bilinmezlikler vardır, neyle, hangi kötü niyetli ile
karşılaşacağını bilemezsin. Tarlabaşı çalışmasında,
iki yılda, o mekânlarda olabilmek, yaşayabilmek için
sadece 6-7 bin lira içki parası ödedim. En az üç yüz
iş günü orada çalıştım. İki yıldır hayatımın önemli bir
bölümünü verdim, yaşadığım stres, risk çabası. Benim
bu anlamda maddi hiçbir kazancım yok, tam tersi, iki
yılda, ben başka bir iş yapsam para kazanırdım,şimdi
parasal kayıplarım var. Belgesel fotoğraf konusunda
ahlaktı, etikti, ahkâm kesen insanlar, belgesel fotoğrafçının üretimi ve onun nasıl geçineceği konusunda asla
cevap vermiyorlar. Ben bunu 3 Mayıs Ankara Belgesel
Fotoğrafçılar buluşmasında da sormaya çalıştım, İstanbul’daki toplantılarda da sormaya çalıştım. Sonuçta
biz bir iş yapıyoruz. Belgesel fotoğrafçı olarak madem
ki iş yapıyoruz bunun ekonomik boyutunun, telif haklarının da irdelenmesi gerekir. Anlı şanlı fotoğrafçılar,
fotoğraf çekmeleri bıraktılar, sadece ahlak ve etik
konusunda ahkâm kesmeyi iş edindiler, ama belgesel
fotoğrafçıların nasıl yaşayacağı konusunda tek bir cevap vermiyorlar. Ya da çoğu tanıtım ve reklam fotoğrafı çekerek hayatlarını sürdürüyor. Bu da benim üzerine
basa basa, ısrarla sorguladığım bir mesele. Benim
kendi adıma fotoğrafa yüklediğim anlam şu; ben çekerim, insanlarla paylaşırım, insanlara sunarım. Genel
izleyicinin tepkisi benim için en büyük ödüldür. Gerisi
beni hiç ilgilendirmiyor. Bu anlamda, belirli bir yaşa ve
konuma gelmiş insan olarak yarışmalar beni ilgilendirmiyor. Ben de jürilerde bulundum, jüriler çok sübjektiftir. Mehmet Bayhan’la bir anımı anlatayım. Mehmet
Bayhan otuz yıllık dostum, arkadaşımız, hocamız.
Dosya Konusu
bir fotoğraf için tartışma yaşadım. Irak’ta bir anne
hastanede çocuğunu emzirirken fotoğrafını çekmişim.
Bu fotoğraf yayınlanmalı mı? Yayınlanmamalı mı?
İnsanlar çözümünü bulamıyorlar. Buna karşılık daha
yeni, Şavez ve çocuğunu emziren kadın fotoğrafı binlerce yerde yayınlandı. Mutlak cevabı yok, duruma ve
şartlara göre değişebiliyor. Bence orada, yüklenilen
“anlam” önemli. Günümüzde insanlar teknolojiyi çok
kötü amaçla kullanıyor. Örneğin; Londra’da attığınız
adım takip ediliyor. Kız arkadaşınla el ele tutuşmuş
gidiyorsun, uzaydan çekiyorlar. Gelecekte giysili bir
insan çıplak çekilebilecek. Bu teknolojik gelişmeler
çok korkutucu. Çözümsüz konular bunlar.
21
Fotoğraf
ve Etik
Estetik
Fotoğrafta
Dosya Konusu
22
İstanbul’a taşındım. AFSAD’dan İFSAK’a geçtim, örgütlülüğe inandığım için İFSAK’da gözümü açtım. Benim çektiğim bir “Çoban Kız” fotoğrafı vardır, Mehmet
Bayhan ilk elemede eledi fotoğrafı, sonra bu fotoğraf
İFSAK’ta ayın en iyi fotoğrafı seçildi; Yunanistan’da,
Fransa’da bienallerde sergilendi, katalogda yer aldı…
Yıllar sonra Mehmet Bayhan ile karşılaştık “Ali senin
çok güzel bir Çoban Kız fotoğrafın vardı” dedi, ben de
“hatırlıyor musunuz, siz benim o fotoğrafımı ilk turda
elemiştiniz” dedim. Seçkiler, seçimler çok sübjektiftir.
Kimse fotoğrafım seçilmedi diye üzülmesin. Jüri nasıl
düşünüyorsa, kendi bakış açısını ona adapte ediyor.
İnsan yaptığı işten emin olur, bunun da benim için
tektir kıstası; paylaşırsın, bu sosyal medya, basın olur,
dergi, kitap, sergi olur. Geri dönüş en büyük ödüldür.
Sergide siz de tanık oldunuz, insanlar bakıp geçmediler, fotoğrafların önünde dakikalarca durdular. Demek
ki insanlara vermek istediğim mesaj ulaşıyor. Benim
fotoğrafla ilgili derdim var ve onu insanlara ulaştırabiliyorum. Bu benim için en büyük ödül. TÜYAP’ta milyon
dolarlık sanat fuarı içerisinde, iki tane genel müdür
yardımcısı, diğer galeri sahiplerinin ortak söyledikleri
şeydi; en çok ilgi çeken sergi Tarlabaşı sergisiydi.
Fotoğrafın paylaşıldığı ve değerlendirildiği sosyal
paylaşım siteleri, e-yayın, sergi, gösteri, basılı yayın,
jüri, hakemlik, TELİF HAKLARI gibi alanlarda etiğin
yeri nedir?
Telif hakları ile ilgili fazla konuşamadık. Bırakın telif
haklarını, basında da ben bu kavgayı yaptım. Hayatın
her alanında yaptım, şimdi facebook’ta yapıyorum.
Kes-kopyala yöntemi. Hiç kimse onu üreten insanı,
arkasındaki kaygıları düşünmüyor, sorgulamıyor.
Kızın biri Tarlabaşı fotoğraflarından, 25 tane fotoğrafı
çekip kopyalamış, kendi sayfası gibi beğeniye açmış.
Aslında ben orada eğitici bir rol üstlendim. Fakat
arkamda kimler yok biliyor musunuz? Fotoğrafçılar
yok. Oysa onların kavgasını yapıyorum ben, hayatta
kendi çıkarlarım için hiç kavga yapmadım. Öncelikle toplumsal çıkarlar, başkalarının çıkarları için hep
savaştım. İnsanlığın idealleri benim için çok önemli ve
belirleyici, bu anlamda telif hakları konusunda en çok
sömürülen insanlardan bir tanesiyim. Ama savaşçı bir
insanım, en azından fotoğraflara imza atılması
gerektiğini öğreten bir insanım. Yunanistan’da,
Avrupa Sosyal Forumu’nda iki metrelik pankartta
kocaman Ali Öz imzası var. Pankarta dahi imza atıldı.
2003 Savaş Karşıtı mitingde insanların elinde döviz
olan fotoğraflarda Ali Öz imzası vardır. Solculara bile
imza atmanın önemini kavratmış bir insanım. Ama
arkama dönüp baktığım vakit bu mücadelede meslektaşlarımı göremiyorum. Günümüzde, fotoğrafçının
özlük hakları, hele belgesel fotoğrafçının özlük hakları
sıfır noktasında. O yüzden bugün insanlar, belgesel
fotoğrafı üretim ekonomisi olarak görmüyorlar. Onu
bir sosyal uğraşı olarak görüp, kalan zamanlarında da
hocalık yaparak hayatlarını idame ettirmeye çalışıyorlar. Burada tekrar söylüyorum, çok önemli bir soru
olarak, bu konuda konuşan arkadaşlarımız, belgesel
fotoğrafçının nasıl geçinebileceğinin cevabını vermek
zorundalar. Benim yirmi yıllık birikimim olmasa idi, bu
ekonomik gücüm olmasa ne yapardım bilmiyorum.
Nerede ise on yıldır hiç para kazanmadan yaşıyorum, mevcut üretimlerimle hayatımı taviz vermeden
sürdürebiliyorum. Ama genç insanlara “gel seni foto
muhabiri yetiştireceğiz, gel seni belgesel fotoğrafçı
yetiştireceğiz” diyorlar. Peki, bu adam nasıl yaşayacak? Bunun cevabını vermiyorlar. Bu ciddi bir eleştiri.
Benim soracaklarım bu kadar, sizin söylemek istediğiniz başka bir şey var mı?
Tarlabaşı’nın kitabını yapacağız muhtemelen. Yurtiçi
Fotoğrafın kendisinin çabuk tüketilen bir yanı varken,
bir de teknolojik gelişmeler daha mı değersizleştiriyor?
Tabii daha değersizleştiriyor. Eskiden Robert Capa’
nın “Vurulan Asker” fotoğrafı, “Nepal Bombasından
Kaçan Kız” fotoğrafı ya da Vietkong’da öldürülen
vatandaşın fotoğrafı bizi çok etkilemişti, özellikle 78
kuşağını. Beynimize kazınmış fotoğraflar. Artık canlı
yayınlarda savaşı izliyorsun. Eskiden uçak kaçırıldığı
vakit fotoğraf çekebilmek için on takla atardık, şimdi
elli kişi 3G ile canlı yayın yapıyor. Dolayısı ile bu hızlı
tüketme bizi hafızasız yapmaya başladı.
Ben fotoğrafı araç olarak kullanıyorum; hayata bakış
açımın, vicdanımın filtresi olarak kullandığım araç.
En etkili kullanabildiğim, kendimi en iyi ifade ettiğim
araç. Önemli olan bakmak ve ne yapmak istediğini
bilmek. 1980’de, 78 kuşağının birikimiyle fotoğrafa
başladım. Sonra gördüm ki, ülkemin 78 kuşağının
belgeseli yokmuş, kaybedilmiş. O zaman karar verdim, çekmeliyim; otuz yıl bu ülkeyi fotoğrafladım. 25
yıl 1 Mayıs, 25 yıl YÖK öğrenci olayları, 25 yıl güneydoğu Kürt meselesi... Aklınıza ne gelirse…
Ahlakın Ahlaksızlığı!
15-20 yıl önce basın etiği konusunda yoğunlaşmıştım. Türkiye’nin dört bir tarafından söyleşi için çağrılar
yağmaya başladı; basın hızla kirleniyordu çünkü. Ayrıca hırsızlık, rüşvet, yolsuzluk, yalan talan artışından
bunaldıklarından mıdır nedir, yetişemiyordum çağrılara. İnsanlar hızla kirleniyordu, dün dimdik durduğunu bildiğimiz insanların bile orası burası oynamaya
en azından gevşemeye yüz tutmuştu… Evren-Özal
tezgâhı sonuç vermişti çünkü!
Sonra bu etik sevdası giderek tavsadı, unutuldu. Bu
yoğunlaşmanın ardından da etik, Türkçe sözlüklerde
ahlak karşılığı kullanılır olmaz mı?
Ne var bunda diyebilirsiniz? Hemen söyleyeyim,
etik ahlakı da içerir ama, ahlak etiği içermez! Ahlak,
güne göre, gelişmelere göre, altyapıdaki durumlara
göre değişir. Daha özü, ahlakın kendisi ahlaksızdır.
İki üç kuşak önce başı açık gezen kadına kötü gözle
bakılırmış, en azından okudunuz, duydunuz. Sonra
sanayileşme başladı, erkek işçi sayısı yetmez oldu,
kadınlara ihtiyaç var. Makine başında kadın kapalı
nasıl çalışır? Eee şimdi bırakın başı kapalıyı, mini
giyene kötü kadın muamelesi mi yapılıyor? (Tabii
yazının bir talihsizliği, din tacirlerinin geçici olarak,
ABD taşeronu olarak iş başına getirildiği bir dönemde
yazıyoruz bu satırları)
Etik ise değişmez! Yapılan işin, toplumsal yararına
bakar etik! Bir iş yaptınız; toplum çıkarına uygun mu,
AFSAD
Hasan Uysal
değil mi? Hukuksal etik de, basın etiği de, siyasi etik
de, sağlık etiği de, fotoğraf etiği de… her neyse bu
anlamda karşılık bulur! Örneğin, sokaktaki vatandaşın habersiz fotoğrafını çekmek, ondan habersiz
yayınlamak, hele bundan çıkar sağlamak ya da o
kişiyi zor duruma da sokarsa tam bir ağır etik ihlalidir.
Ama ülkenin kaderini etkileyen bir siyasinin rüşvet
alırken, dincilik nutukları atarken bir taraftan da zina
yaparken -gizli bile olsa- fotoğrafını çekmek, toplumu
uyandırmak, “bak bu seçtiğiniz herif tam bir maldır”
demek anlamında hem etiktir, hem topluma ve ülkeye
hizmettir…
Etik ile ilgilenmek güzel, etik ile ilgili insanları eğitmek
üzere konuşmak, yazı yazmak, yayınlamak güzel güzel olmasına da işe yarar mı? “Hadi etik olalım” deyince olunur mu? İşte bam teli burası… Her toplumda
etik değerler yaşama geçmez, geçemez. Bunun altyapısı gerekir. Kimi toplumlar, seçtikleri din, sistem,
ekonomik yapı, dayandıkları alışkanlık ve gelenekler,
eğitim sistemi vs. nedeniyle etik konusunu sadece konuşabilme aşamasına ulaşırlar ve ona uzaktan içlerini
çekerek bakabilirler. Güzel bir söz vardır; “Bok böceğine gül koklatmışlar çatlamış” diye.
“Bu şapşal rüşvet yemez” veya “salak kadın, genel
müdüre yüz verse daire başkanı olacak!” ya da “sana
mı kalmış hırsızlığı açıklamak? Aptallık yapmayıp
sussaydın, önün açılırdı” aşamasına gelinmiş, “hangi
partiye hangi lidere oynarsam malı götürürüm” alışMart - Nisan 2013
Fotoğrafta Etik
Bir de, günümüzde fotoğrafta zorlamalar yaşanıyor,
geniş açı hastalığı, photoshop hastalığı gibi. Ben
kendi anlayışım içerisinde, 1980’de fotoğrafa başladığımda nasıl fotoğraf çekiyorsam şimdi de aynı
fotoğrafı çekiyorum. Fotoğrafın o, kendi dili, yalın dili;
hikâyesi olması çok önemli. İnsanların özellikle bakma kültürü yok; ekipmanla, photoshop’la zorlama ile
fotoğraf olduğunu sanıyorlar. Fotoğrafın bir hikâyesi
olması lazım, derdi olması lazım, sözü olması lazım.
Benim 1980’de çektiğim fotoğrafta da, bugün çektiğim fotoğrafta da, aynı yalın dil, çünkü orada benim
bir derdim var. İnsanlara bir şey anlatmak, bir şey
söylemek; anlasınlar, kolay anlasınlar istiyorum.
Herkes kendince bir şey alabiliyor fotoğraflardan.
Artık Magnum tarzı fotoğrafçıları dahi eleştirmeye
başladım. Aşırı komposizyon zorlamalarından dolayı.
Hayatı anlatmak fotoğrafçının derdi olmalı.
Dosya Konusu
Kargo’nun desteği ile. Serginin açıldığı gün izleyebildiyseniz coşkulu bir söyleşi vardı. O söyleşinin coşkusu ile bunun DVD’sini yapalım denildi. Sonra ben
sakin kafa ile düşününce kıyamadım, fotoğraflarımın
bir anda yüz binlerce çoğaltılıp bedava, insanların
eline geçmesine kıyamadım, telif hakları açısından.
Bunu yapacak insanın bana ciddi bir para ödemesi,
anlaşma yaparak karşılığında çoğaltması lazım. Kırk
liraya kitap satıp bir de DVD vermek bana uygun gelmedi, çocuklarımdan kopartılacakmışım gibi geldi. O
yüzden DVD yapmaktan vazgeçtim. Gösterilerde, davet edildiğim ortamlarda hemen kopyalamak istiyorlar, itiraz ediyorum. Çünkü bu benim işim sonuçta, iki
yıl emek harcamışım. Telif hakları meselesi maalesef
fotoğrafı da bitiriyor.
23
Fotoğraf
veEtik
Estetik
Fotoğrafta
Dosya Konusu
24
kanlığı yerleşmiş bir toplumda… bırakın etiği, o ahlaksız ahlaka bile ulaşamaz o toplum. Dahası lükstür
o toplum için etik değerleri tartışmak! Nasıl yaşama
hakkı dediğimiz temel insan hakkı bile tehdit altında
olan bir toplumda, üçüncü kuşak insan hakları yani
gürültü, görüntü kirliliği sorun olur mu?
Bu sıkıcı meseleyi anlatırken usuma düştü. 49. Hükümet Döneminde (aradan 21 yıl geçmiş), ben koalisyon ortağı partinin Meclis danışmanıydım. Ve her
şey, Bayındırlık Bakanlığı’nın, işsizliğin yoğunlaştığı
Güneydoğu Anadolu için kadro çıkarması ile başladı.
Bakanlık, özellikle bölge milletvekillerinin amansız
baskısı altındaydı çünkü. Bölge milletvekilleri ise
işsizlerin...
Bakanlık, Güneydoğu’daki işsizlerin baskısından bir
nebze olsun nefes alabilmek amacıyla bölge milletvekillerine 70 kadro kontenjanı ayıracaktı. İşte felaket
de, bu haberin duyulmasından sonra ortaya çıktı. İşsizler yüzünden Meclis’te adım atma olanağı kalmadı.
Elazığ adeta boşalmıştı. Haftasında grup başkanvekili
odaya geldi; “İşi gücü bırak, gelenlerle ilgilen! Hiçbir
iş yapamaz hale geldim.” dedi. “Tamam” dedim demesine ama, ertesi gün ufacık odanın kapısı miting
alanına döndü. Neymiş, üç kuruş maaşlı, olağanüstü
hâl kadrosundan 70 kişilik kontenjan içine girecekler.
Üstelik geçici kadrolara… Hiç bu kadar okuma yazma
bilmeyen insanı bir arada görmemiştim. Bu nedenle, kimi ilkokul mezunları, tahsillerini iftihar ederek
söylüyor: “Hasan bey, bu iyi okudu. Beşi bitirmiştir, he
vallah.”
Ben ülkede bu kadar muhtaç durumda insan olduğunu, durumun böylesine korkunç olduğunu o zaman
öğrendim; Kızının kalbi delikmiş. Fırın işçisi iken
atılmış. Fak-Fuk-Fon aracılığı ile kızını Hacettepe’ye
yatırmış. Üç gündür, hastanenin hemen altındaki
parkta yatıp kalkıyormuş ve üç gündür tek lokma
yemek yememiş bir insan, karşımda ağlıyor. “Ne olur
bana sigortalı bir iş. Maaşım sizin olsun. Yeter ki
sigortadan kızımı ameliyat ettireyim!” Herkesin içinde
ağlamayayım diye, fırlayıp çıkıyorum ikide bir.
Bu arada Elazığlı bir aile dadandı ki, tam bela. Aynı
soyadı taşıyan aileden tam 18 kişi. Kendileri ile
konuşma, dahası dinleme gafletinde bulunduğum
için, bunu sindire sindire istismar ediyorlar. Hele
biri sabahın köründe bile evden arıyor. Kimi zaman
“olacak” diye savıyor, kimi zaman, “Bu saatte aranır
mı kardeşim?” diye fırçalıyorum. Ama yılmıyor…
Iııh! Ne söylersen söyle, son derece kararlı. İki gün
sonra Meclis’e bir telefon; “Hasan abey! Ben Memed,
şimdik garajlardayız. Yükümüz ağırdır. Bi zahmet gel,
emanetini al!” İçimden “ya sabır” çekip, küfür etmemek için “Peki” deyip kapattım telefonu. İşleri olsun
diye bu kez rüşvet getirmişler. Rüşvet alıp vermek
artık ne kadar olağan?
Aklımdan çoktan geçip gitti Elazığ’lı Mehmet! Ertesi
gün yine telefon; “Abey ben Memed. Ne oldi gelmedin? Seni bekleriz garajda.” Gürledim yine; “Ulan
bu ne cesaret! Sen bana nasıl rüşvet teklif edersin!”
deyip kapattım telefonu yüzüne. İki saat sonra Meh-
met Meclis’te. Yalvar yakar; “Abey gırma bizi. Vallah
rüşvet değildir. İki torba peynir, şeker, yağ getirmişiz.
Gurbanın olam al!” “Kendi karnın aç, gözün içeri çökmüş. Bunları aldığımı kabul et, geri götür hepsini!”
Getirirken çok yorulduklarını, geri götüremeyeceklerini
söyleyip, uzun süre dil dökünce, çaresiz aldım. Grup
personeline dağıtmak için, gavur ölüsü gibi ağır çuvalları açtım. İçimden söylenip duruyorum. 37 yıl önce,
gözaltına alınan arkadaşımın, istediğimiz mahkemeye
düşmesi için, tutulan avukatın isteği üzerine, mübaşire
ilk ve son kez rüşvet vermiştim. Şimdi ise ilk ve inşallah son kez rüşvet almış oluyordum. Rüşvet alıp-vereni vurmaya eğilimliyken, ne hallere düştük!
Birkaç gün sonra, gündüz saatlerinde bir telefon, yine
aynı adam; “Abey biz geldik. Ben Memed. Bizim iş
ne oliy? Yengenin pırlantası hazirdir!” Yeter artık, bu
adam beni öldürecek; “Ne yengesi, ne pırlantası ulan!
Hırsız mıyım ben! Beni bir daha ararsan, dünyanı
karartırım senin!” Ne yanıt verdi bilir misiniz?
“Abey anladım. Yanında biri var herhal. Ben yine
ararım!”
Ne yapmam gerekir? Rüşvet işi o kadar olağanlaşmış
ki artık. Kabul etmemeyi aklı almadığı gibi, “Yanımda
birisi var, onun için böyle söylemek zorunda kaldım”
anlamı çıkarıyor. Hırsızlığı, yolsuzluğu ortaya çıkmış
adamları başbakan seçen toplum, tabii böyle olacak!
Sonuçta 5-6 bin insan arasından, büyük bir titizlilikle
40 kişilik liste yaptım ve grup başkanvekiline imzalatıp bakanlığa faksladım. Ertesi gün, aşina olduğum
birisi geldi odama; “Elazığ’da bilmem ne ailesi, listeye
alınmadılar diye sürekli grup başkanvekiline küfrediyor, aleyhinde propaganda yapıyorlar.” Şaşırdım,
daha dün fakslanmış listede yer alıp almadıklarını
nereden bilebilirler? Listeye baktım o hızla. Söz konusu aileden tam iki kişi girmiş üstelik. Ziyaretçi parladı
birden; “Vay itoğulları! Abi şu listeyi ver bana. Yedireyim onlara bu listeyi!” Tabii, hemen çıkarıp verdim ki
bir hafta sonra bakanlıktan, bakan danışmanı aradı;
“Yahu Hasan. Bana geçtiğin liste bir adamın elinde.
Listede adı yazılanları arayıp, 100 milyon lira verirseniz, listeye alınıp işe gireceksiniz’ diyormuş.”
Beynimden vurulmuşa döndüm. Dünya yıkılsa aklıma
gelmez bir yöntem. Allah kahretsin. Neyse ki bakan
danışmanı arkadaşım. Dolandırıcı ile ortak çalıştığımızı düşünebilirdi. Kıpkırmızı bir yüzle telefonu
kapatıp, listede adı olanlara; “Sizden para isteyen bir
adam gelirse, sakın para vermeyin. Ayrıca hemen
polise ve bana haber verin!” diye tek tek telgraf çektim Neyse ki üç gün sonra adamı böylece yakalatıp,
töhmet altına girmekten kurtuldum.
Bu kadar kirlenmiş bir toplumda nasıl yaşanır? İnsan
nasıl kendini korur? Ama hepsinden önemlisi, etik
değerler nasıl yaşama geçer? Etik, insanlara uygundur. Yani doğumdan itibaren, okuyarak, yazarak, ilkeli
davranarak, gelişerek, düşünerek insanlaşanlara…
Sonuç mu; varsın toplumda etik değerler yaşamasın
ama hiç olmazsa evimin önü temiz olsun!
Bundan belki yüz ya da iki yüzyıl evvel bir saniyenin herkes için bir saniye olduğu zamanlardaki etik
(ahlak) yaklaşımlar hakkında bilgi vermek, oldukça
kolay bir iş olurdu. Ancak Einstein’ın “sevgilinizin elini
tuttuğunuz bir saniye ile sıcak bir sobanın üzerinde
oturduğunuz bir saniyenin aynı olmadığını” matematiksel olarak ispat etmesiyle tüm dünyamız gibi,
sanatımız ve ahlakımız da göreceliliğin etkisine girdi.
Toplum tarafından bireye aşılanan, toplumsal ahlak
güç kaybederken; her bireyin kendi doğrularına kendine göre karar verdiği, bireysel ahlak anlayışı ön plana
çıkmaya başladı. İki dönem karşılaştırıldığında; toplumsal ahlak kuralları, toplum tarafından sayılan ve
konu hakkında bilgili insanlar tarafından hazırlanan
kurallar olduğundan, toplumun daha “az bilgili” kısmının bu kurallara harfiyen uyması beklenirdi. Bu durum
bireye konu hakkında harfi harfine ne yapması gerektiğini dikte ettiğinden, birey konu hakkında bilgi sahibi
olmasa dahi, ahlaki açıdan “doğru” davranabilirdi.
Tabii bu yapı, kuralları oluşturan kitlenin yozlaştığı
durumda büyük dramlar yaratabildiği gibi (ortaçağ da
kilise ya da ulemaların insanların birbirlerini din için
öldürmelerini “doğru” kabul etmeleri gibi) özgür düşüncenin ve gelişmenin önünde bir engel olabiliyordu.
Bireysel ahlakta ise, sınırlamaların kalkmasına ve
gelişmenin önünün açılmasına rağmen; bu sefer de
her bireyin kendi kararlarını doğru verebilmesi için
konu hakkında yeterli bilgiye sahip olması gerekmektedir. Durum böyle iken, yapılabilecek en doğru
hareket, her bireyin kendi fotoğraf kültürünü geliştirmesi ve fotoğrafın ahlaki ikilemleri hakkında bilgi
sahibi olmasıdır.
Fotoğrafla “İlgili Görünen” Ahlaki Sorunlar
Konu fotoğraf ve etik olduğunda dünya çapında ilk
akla gelen konulardan biri, Kevin Carter’a 1994’te Pulitzer kazandıran ünlü akbaba ve çocuk fotoğrafıdır.
Konuya aşina olmayanlar için açıklamak gerekirse;
olay, Carter’ın 1993 yılında Sudan’a giderken yolda,
Afrikalı bir çocuk ile karşılaşması ile başlar. Çocuk bir yardım merkezine ulaşmaya çalışmaktadır.
Ancak açlıktan ve/veya hastalıktan bitkin düşmüş ve
ilerleyecek durumu kalmamıştır. Bir akbaba çocuğun
başında beklemektedir. Carter, dramatik sahneyi
fotoğraflar, fakat (kendi tabiri ile) “çocuğa yardım
etmek kendi işi olmadığı” için çocuğu orada bırakır.
Fotoğrafın Times gazetesinde yayınlanmasının
ardından, yüzlerce okuyucu çocuğun akıbetini sorar.
Gazete, çocuğun durumunun belirsiz olduğunu çünkü
fotoğrafçının yardım etmediğini açıkladığında, Carter
dünya çapında büyük tepkiler alır. Bu tepkilerden en
ünlüsü St. Petersburg Times gazetesi tarafından yayınlanan “çocuk acı çekerken doğru kareyi almak için
objektifini ayarlayan bir adam da, karedeki diğer bir
AFSAD
akbabadan başka bir şey değildir.” açıklamasıdır.
Fotoğrafın Carter’a Pulitzer kazandırmasına rağmen,
akabinde başlayan dışlama kampanyası, 1994 yılında fotoğrafçının çocukken oynadığı bir parka çektiği
aracında,egzozunu tıkayarak intihar etmesi ile sonuçlanır. Yazdığı intihar notunun bir kısmı şöyledir:
“Bunalımdayım... ne bir telefon... ne kiramı ödeyebilecek para... ne çocuk yardımı... ne borçlarım için
para... para!!! ... ölümlerin ve cesetlerin ve öfkenin
ve nefretin... açlıktan ölen ve yaralı çocuklar, tetiği ile
mutlu deli adam, çoğunlukla polisin ve katil cellatların canlı hatıraları ile lanetlendim... şanşlıysam
Ken’e katılacağım.” (Ken Oosterbroek, 1994 yılında
Afrika’da bir olayı fotoğraflarken kaza kurşunu ile
öldürülen bir foto muhabirdir. Carter’ın arkadaşıdır.
İkisi Bang-Bang Club olarak isimlendirilen fotoğrafçı
grubunun üyelerindendir.) [1]
Baştan sona dramatik olaylarla dolu olan bu konu
hakkında sayısız makale, kitap, hatta tez bulunmasına rağmen, bu noktada; kral çıplak denilmesi gerekmektedir. Öyle ya da böyle Carter’ın neden yardım
etmediği ya da etmesi gerekip gerekmediği tabii ki
etik (ahlak felsefesi)’nin bir sorusudur. Ancak, olayın
özüne bakılırsa konu fotoğrafla ilgili değildir. Çünkü
hikâyedeki esas problem, kişinin fotoğrafı çekmesi
değil; çocuğu ölüme terk etmesi, bunu açıkça itiraf
etmesi ve hareketinin arkasında durmasıdır. Bu durumda yaptığı şey, mesleki görevini tam olarak yerine
getirmek, ama insani görevini yerine getirememekten
öteye gitmez. Öyle ki şu an bile Irak’ta, Afganistan’da
ya da Afrika’da kaç askerin, mesleklerini yerine
getirirken açlıktan ölen çocukların yanlarından geçip
gittikleri düşünüldüğünde, aslında Carter’ın yaptığının
o kadar da marjinal bir hareket olmadığı görülebilir.
Gerçekte bulaşıcı hastalıkların kol gezdiği bir ortamda, durumu hakkında bilgi sahibi olmadığınız bir
çocuğu kucağınıza alıp taşımak; bir makaleyi okurken
bunu hayal etmeye göre, oldukça fazla cesaret gerektirdiğini gözden kaçırmamak önemlidir.
Yine de her koşulda fotoğraf çekmesi çocuğu kurtarmasına engel değildir. Çok sade bir şekilde olayın,
fotoğrafçının çocuğu kurtarması ile sonuçlandığını
düşünelim. Bu durumda fotoğrafçı, hem fotoğrafçılık
göreviniyerine getirerek oradaki insanların çektiği
sıkıntıyı belgelemiş ve insanlığa sunmuş olacaktı,
hem de “insanlık görevini” yerine getirmiş, belki de
bir kahraman olacaktı.Her durumda Carter, foto
muhabirlik görevini yerine getirmiş ve tüm Dünya’ya
Sudan’daki insanların durumunu sayfalarca metinin
anlatamayacağı bir şekilde aktarmıştır.
Fotoğrafçı Kimliği ve Etik Sorumluluklar
Bu noktada fotoğraf konusunda ortaya çıkan bir diğer
etik problem, “Fotoğrafçı” kimliğinin tanımlanmasıdır.
Fotoğraf, bir görsel iletişim aracı olarak geniş bir kulMart - Nisan 2013
Fotoğrafta Etik
Özgün Özer
Dosya Konusu
“Fotoğraf Kültürü” ve “Ahlak Bilgisi”
25
Dosya Konusu
Fotoğraf ve Estetik
Ancak ülkemizde henüz ne böyle bir resmi yapılanma ne de böyle bir kültür gelişmediği için, sorunun
çözümü bireyin kendine karşı olan dürüstlüğüne,
vicdanına, özetle bireysel ahlakına kalmaktadır. Bu
aşamada, birçok insanın kötü niyetten çok, bilgisizlik
nedeni ile birbirlerini yanılttıklarını düşünmekteyim.
Örneğin, “bir yıl kendi kendine fotoğraf öğrendikten”
sonra kendini fotoğrafçı ve fotoğraf öğretmeni ilan
eden bir bireyle karşılaştığınızda, genellikle içtenlikle
fotoğraf konusunda her şeyi bildiğine emindir ve 3
haftada sizi de fotoğrafçı yapabileceğini iddia eder.
Öte yandan, bu kişiye “üniversitelerde; 4 yıl lisans,
2 yıl yüksek lisans ve ardından 4 yıl doktora olmak
üzere, toplamda 10 yıl eğitim alabileceği ancak bu
noktada dahi tüm fotoğrafı bilemeyeceği” hatırlatıldığında yaptığı hatanın farkına varabilmektedir. Bu
noktada iyi niyetli olan, fotoğraf konusunda eğitim
almayı sürdürürken, kötü niyetli olan ise kandırabildiğini kandırmaya devam etmektedir.Her durumda
resmi kurumlar duruma el atıncaya kadar, bu konulardaki koruyucularımız; karşınızdaki insanın vicdanı,
dürüstlüğü ve kendi aklımızdır.
Öte yandan, nasıl ki kendi kimliğini belirleyememiş,
kendini tanımlayamamış bir bireyin, ahlaki bir duruş
sergilemesi beklenemez ise, daha fotoğraf adına
kendini tanımlayamamış bir bireyin de, fotoğrafta etik
bir bakış açısı oluşturabilmesi mümkün değildir.
Sokakta Karşılaşılan Sorunsallar: Görüntünün Aitliği
Fotoğraf konusunda en ezeli ikilemlerden biri; “görüntünün aitliği” noktasında başlar. Benmerkezci bakışla, bir yandan temel olarak “benim görüntüm bana
aittir” diye düşünülebilir, fakat aynı bireyin “gördüklerim bana aittir” fikrini savunduğunu da görebilirsiniz.
Bu durum, fotoğrafın fotoğraflanma ve sergilenme
sürecinde, diğer sanatlardan farklı olarak, sorun yaratmaktadır. Örneğin: “Otobüste gidiyorsunuz ve bir
hanım kucağında bebeği ile karşınızda oturuyor. Hemen yanında, yaşlı bir bey. Adam ve çocuk göz göze
geliyorlar. Çocuğun mavili yeşilli, çakır gözlerinde
korkusuz, salt bir merak var. Adamın gözlerinde ise
şefkat, anlayış ve hüzünle karışık bir duygu denizi.”
Yukarıdaki paragrafı yazmanızda etik ya da resmi hiç
bir engel yoktur. Bu anlamda sanatçılar gördüklerinden
AFSAD
Esas aitlik sorunuyla foto muhabirlik ya da sokak
fotoğrafçılığı gibi konusu doğrudan insan ile ilintili ve
orijinal görüntüyü anlatım amacıyla kullanan fotoğraf
dallarında karşı karşıya kalınmaktadır. Görüntünün
aitliği, ahlaki sorumluluklarla birlikte gelmektedir.
Gören kişi olarak kuşkusuz ki görüntü size aittir.
Ama karşınızdaki de görüntüye kaynak kişidir, yani
gördüğünüz onun görüntüsüdür. Yani ortaya çıkan
ürün aslında konu ile fotoğrafçı arasında bir bağıntı
ve ortak sonuçtur.Problemin bu yanı, fotoğrafın çekiminden çok, paylaşılması, yani sergilenmesi aşamasında karşınıza çıkmaktadır. Ancak bu konuya,
mevcut kanunlar belirli oranda düzenleme getirmiştir.
Bu anlamda, sorun, etiğe bırakılmadan düzenlenmiş
durumdadır. Konu olan kişi ya da objeler, fotoğrafın
anlatımında temel unsurları oluşturuyorlar ise, konu
olan kişinin ya da konu olan objenin sahibinin de,
fotoğraf üzerinde hakkı oluşmaktadır. Öte yandan,
sizin normalde fotoğrafladığınız bir kadraja giren ya
da kadrajda kendi kimliği ile var olmayan kişilerin,
fotoğraf üzerinde hakları bulunmamaktadır.
Sokakta Karşılaşılan Sorunsallar: Fotoğraf Çekme
Adabı
Tüm kültürlerdeki ahlaki kuralların ve insan haklarının
temelinde, karşınızdaki insanın yaşamsal haklarına
saygı göstermek vadır. Ancak, birey fotoğraf makinasının ardına geçtiğinde ve tüm çevresi onun için bir
konuya, bir objeye dönüştüğünde, bu kuralı unutabilmektedir. Çoğu zaman fotoğraf çekenin kendisini
çevresinden bağımsız (hatta belki üstün), harici bir
gözlemci gibi hissettiği olmuştur. Hatta bu his birçok
fotoğrafçısının (savaş fotoğrafçıları gibi) hayatına malolmuştur. Buradaki mesaj çok açıktır. Fotoğraf çekmek bireyi toplumsal hayat açısından ayrı bir konuma
taşımaz. Dolayısı ile nasıl ki telefonla konuşan, sigara
içen ya da yürüyen birisinin diğer insanları rahatsız
etme hakkı yok ise; fotoğrafçının da, fotoğraf çekerken
etrafını rahatsız etmeye hakkı yoktur.Bu açıdan bakıldığında, “insanlar neden fotoğraf çekilmekten rahatsız
oluyorlar ki” diye düşünülebilir. Rahatsızlığın sebebi,
insanın ilkel içgüdülerinden kaynaklanmaktadır. Doğada bir canlının diğer canlı tarafından izlenmesi genellikle av olduğu durumlar için geçerlidir. Dolayısıyla bir
varlığın kişiyi izlemesi, özellikle de sinerek izlemesi,
Mart - Nisan 2013
Fotoğrafta Etik
Aynı şekilde, bir manzara fotoğrafının, adli tıp fotoğrafının, ışıkla boyamanın ya da MR görüntüsünün
farklı fotoğraf türleri olduğu yurt dışında olduğu gibi,
ülkemizde de bilinmektedir.
esinlenmekte sonuna kadar özgürdür. Aynı özgürlüğe kurgusal fotoğrafçılar da sahiptir ve bu anlamda,
kurgusal fotoğraf diğer sanat dallarına yakın özellikler
taşır. Ancak iş esinlenmiş olduğunuz konunun tekrar
yaratılmasına geldiğinde sorunlar ortaya çıkar. Keza
diğer sanat dallarında esinlenilen görüntü, sanatçının
yaratıcılığı ile tekniğin harman olması sonucunda esere (ya da ürüne) dönüşür. Fakat fotoğrafta esinlenilen
görüntünün tekrar yaratılması pek söz konusu değildir.
Yaratılmaya çalışılsa dahi (yani yukarıdaki paragraftan yola çıkarak, bir kadın, çocuk ve yaşlı adam bir
otobüse yerleştirilse dahi), aynı duygu yapısının oluşturulması çok güçtür. Bunun yanısıra, çok kuvvetli bir
yapaylık hissiyatının oluşması oldukça muhtemeldir.
Fotoğrafın bu dalında olası çözüm, realist bir anlatımdan kaçıp; esinlenilenleri sembolizm, şematizm ya da
gerçekötesi bir anlatımla sunmaktır.
Dosya Konusu
lanım alanına ve çok farklı türlere sahiptir. Fakat bu
farklı işleri yapan kişilerin hepsi de fotoğrafçı olarak
anılmakta ya da kendilerini bu şekilde isimlendirmektedir.Resim söz konusu olduğunda, bir manzaranın
resmi, polisin çizdiği robot resim, gerçekötesi bir tablo ya da bir makinenin teknik resminin aynı şey olmadığı bilinmektedir. Bu farklı işleri yapmak için farklı
kurumlarda çeşitli seviyelerde eğitimler verilmekte ve
bu okullardan mezun olan bireyler, aldıkları eğitime
göre, resmi olarak tanımlanmış sıfatlar taşımaktadır.
Dolayısı ile “ben ressamım” demek ile “teknik ressamım” demek arasındaki fark oldukça belirgindir.
27
Fotoğrafta Etik
Dosya Konusu
28
güdüsel olarak kişinin kendini güvensiz hissetmesine
ve rahatsız olmasına neden olur.
Bu tavırdaki fotoğrafçı, karşısındakine iki doğal seçenek bırakmış olur. Konu olan kişi ya rahatsız olarak
bölgeyi terk edecektir (tıpkı doğadaki birçok otçul
gibi) ya da kendi bölgesini koruyan vahşi bir hayvan
gibi saldırgan bir tepki verecektir. Kişinin vereceği
tepki, kişinin çağdaşlık seviyesi ile ilgilidir. Ama her
tepki yaratanın, etki olduğu gerçeği unutulmamalıdır.
İnsanları rahatsız etme kaygısı, fotoğrafın aitliği
sorunsalı ile birleştiğinde, özellikle amatör fotoğrafçı
açısından “sokakta, ortak kullanım alanlarında nasıl
fotoğraf çekilmeli?” sorusu ön plana çıkmaktadır. Sorunun en basit cevabı, en temel ahlaki yaklaşımlardan olan “Sana yapılmasını istemediğin şeyi yapma”
ilkesi olarak görülebilir. Ama bu basit cevap dahi sizi
yanlış yönlendirebilir. Keza bir davranışı sizin kabullenebilir olmanız, karşınızdakinin de kabullenebileceği anlamına gelmez. Bu sorunsalın görünen üç çıkışı
vardır: İlki; fotoğrafçının, karşısındaki bireyin kişilik
haklarını geri plana atmak pahasına fotoğrafından ve
anlatımından feragat etmemesidir. Diğer bir deyişle,
sanatından ve anlatmak istediğinden ödün vermemek adına, karşısındakinin hakkını çiğnemektir. Bu
benmerkezli davranışın, vicdani sorumluluğunun yanında, kanuni sorumluluğunun da olduğu unutulmamalıdır.İkinci yol olarak; net alan derinliği ya da ışık
(siluetleştirme) gibi parametrelerle konu edilen birey
kimliksizleştirilebilir ve onu bir kimlik yerine sembol
ifade eder. Böylece kişilik haklarına saldırılmamış
olur. Kişinin fotoğrafının kullanılmak istendiği durumda ise, kendisinden izin istenebilir. Ayrıca, bunu gerçekleştirirken bireylerin rahatsız olmasını engellemek
adına, fotoğrafçı, gizliden gizliye fotoğraf çekmek
yerine, daha açık ve çevresine güven veren bir vücut
dili kullanabilir (Bu benim de daha kabullenilebilir ve
seçkin bir çözüm olarak gördüğüm bir yöntemdir).
Bu yöntemler, bir kısım anlatım aracından ve konudan feragat etmek anlamına gelebilir ama fotoğraf adına vicdanınızı daha rahatlatacağı kesindir.
Hatırlanmalıdır ki, fotoğrafçının duygu yapısı, çektiği
fotoğrafa doğrudan etki eder. Dolayısı ile yaptığı
işten çekincesi olmayan bir fotoğrafçının fotoğrafları,
her anlamda daha başarılı olacaktır.
Son yol olarak ise (çoğu fotoğrafçının ne yazık ki
yaptığı gibi); bu ikilemden kaçmak amacıyla, bu
konulardan kaçınmaktır.
Birey olarak hangi yolu seçerseniz seçin, yaptığınız
davranış bu etik problemin çözümü olmayacak ancak, sizin sanatsal kimliğinizi tanımlayacaktır.
Fotoğrafın Konusu ve Etik
Yurdumuzda fotoğraf üzerine en çok yapılan ahlaki
tartışma, fotoğrafın konusu hakkındadır. Bu tartışma,
evrensel sanat anlayışının dışındadır. Bir sanatçı, başkalarının haklarına saldırmadığı sürece; bir
çiçeği, eski bir arabayı, çatalı ya da insan bedenini
anlatım aracı olarak kullanabilir.
Yakın bir zamanda, Portekiz’deki bir arkadaşımın
bahsettiği bir sergi, bu özgürlüğe güzel bir örnek
oluşturmaktadır. Sanatçı sergisi için, “asap bozucu”
haberleri gazetelerden kesmiş ve sonra bu haberlerin
üzerine, büyük hacetini yaparak fotoğraflamıştır.
Bu noktada, fotoğrafların sergilenmesinin ahlaki
açıdan sorgulanması, tam aksine fotoğraf sanatı açısından etik değildir. Çünkü sergide esas sergilenen,
toplumu üzüntüye, öfkeye sevk eden olaylar karşısında ortaya konan ilkel ama içten tepkidir. Burada
atlanılmaması gereken, sadece, sanatçının sunacağı
eserleri seçme hakkı olduğu kadar, izleyicinin de göreceği eserlerin içeriğini seçme hakkının olduğudur.
Örneğin, birey olarak, bahsettiğim sergiyi konu ve
duruş olarak ilginç bulsam da; izleyici olarak görmeyi
tercih etmem. Bunun nedeni ise, görsel hafızam yüzünden günlerce gözümün önüne “dışkı” görüntüleri
gelmesi riskini almak istemeyişimdir.
İzleyicinin özgür iradesi dışında görmeyi istemediği bir sahnenin kişiye dikte ettirilmesi, kuşkusuz ki
estetik ve psikolojik anlamda tecavüzdür.Sergi ya da
fotoğraf sunusunun içeriğinin izleyici tarafından genel
anlamda bilinmesi izleyicilerin haklarını korumak
adına önemlidir.
Son Deyiş: Fotoğrafçının izleyebileceği Etik bir yol
Günümüzün sosyolojik yapısı göz önüne alındığında,
fotoğraf hakkındaki etik ikilemlerin çözülmesi, yine
fotoğrafçıya düşmektedir. Burada, fotoğrafçıya kesin
kurallar dikte etmek, sanat açısından kısıtlayıcı ve
yaratıcılığı engelleyicidir. Kişinin kendi etik çizgisini
oluşturmak için ise, fotoğraf konusundaki bilgisini ve
görgüsünü olabildiğince arttırması gerekmektedir.Bu
noktada fotoğrafçı, kendi etik yaklaşımını oluşturmak
için aşağıdaki kodu izleyebilir:
* Fotoğraf hakkındaki fenomen olayları okumalı ve
bunun fotoğraf ile ilişkisini kurmalı, kendi adına dersler çıkarmalıdır.
* Gelişen bilgisi ve kültürü içinde, kendini fotoğraf
adına sürekli tanımlamalı ve çalışmaları ile fotoğraf
kimliğini yansıtmalıdır.
* Fotoğrafın temel sorunsallarını tanımalı ve kendi
adına cevaplarını kendi içinde çelişmeyen bir şekilde
vermelidir.
* Bütün bu aşamaları aştığında, fotoğrafının konusu
hakkında tereddüt etmeden çalışmalı, ancak sunuş
noktasında, izleyici kitlesinin “etik” ya da “estetik”
değerlerini taciz etmemeye özen göstermelidir.
Bir diğer gereklilik ise, fotoğrafçının toplumdan kopmaması açısından, bu fotoğraf kültürünün topluma
iletilmesidir. Bu noktada fotoğrafla ilgilenen kişilere
yine büyük görev düşmektedir.
Kaynak:
[1] S. MacLeod. “The Life and Death of Kevin Carter”, Time
magazine, 12 Eylül 1994.
Ressam olarak başladığı yaşamına “görüntüler resmederek” devam eden, yapıtlarıyla ve özellikle “Sinematograf Üzerine Notlar” adlı kitabında minimalist
anlayış üzerine söyledikleriyle sinemada ayrıksı bir
yeri olan Bresson, sinemayı deneysel bir alan olarak
görür. İzleyicinin sıradan duygulanımlarından damıtılmış düşünceyi ve başlı başına
“düşünme” eylemini sinemasının
merkezine alan bir yönetmen olarak biçime tanıdığı ayrıcalık, yapıtlarının biçimsel özellikleri üzerinde
tartışılması gereken noktaları açık
eden birincil veridir. Özellikle de
doğal oyuncularla çalışması, ses
bandı kullanması, yazılı eserleri uyarlama anlayışı, Bresson
sinemasının öne çıkan biçimsel
özellikleri arasında yer alır.
Bresson’un sanatının temellerini
belirleyen iki ana unsurdan ilki;
yapıtlarını oyunculuk veya görüntüden çok, sesin ve görüntünün
karışımı olarak kabul eden sinematografi anlayışı, ikincisi ise;
Katolik inancına duyduğu kendine
özgü bağlılıktır. Bresson, neredeyse tüm filmlerinde minimalist argümanlar arasında sıralanan profesyonel olmayan doğal oyuncularla
çalışmayı tercih etmesinin yanısıra, minimal olay örgüleri, görüntü ve ses ekonomisiyle
hareketsiz ve sessizlikle yapılandırdığı bir anlatım
tarzını benimsemiştir (Özdoğru, 2004: 82).
Bresson sinemasının farklı anlatısal ve biçimsel özelliklerini bir arada bulunduran ve bir direniş savaşçısı
olan Andre Devigny’nin gerçek yaşamından uyarlanan
“Bir İdam Mahkûmu Kaçtı” (Un Condamne A Mort
S’est Echappe, 1956), bir kaçış planının dramatizasyona kaçmayacak biçimde kurgulanmış basit öyküsünü konu edinir. 1943 yılında Gestapo tarafından esir
alınan Teğmen Fontaine, ölüme giden yolda titizlikle
planladığı kaçış öyküsünde kaçışını gerçekleştirmek
için, önce hapishanedeki arkadaşlarına sonra da odasını paylaştığı genç delikanlı Jost’a güvenmek ya da
onu öldürmek zorundadır. Film ilk bakışta bir direniş
ya da kaçış öyküsü gibi görünse de daha yakından
bakıldığında, insanın içine sıkışıp kaldığı yaşamda bir
AFSAD
özgürleşme ve varoluş mücadelesi olarak kendini
gösterir. Bazin’in, Bresson’un filmlerine atfettiği “içsel
kaderin dışavurumu” (Wollen, 2004: 119) olarak
Bresson’un soyutluk ve gerçeklik arasında süregelen
bu diyalektiği, insan ruhuna ve o ruhtaki açık yaralara
karşılık gelir.
Nagihan Konukcu
“Yaratmak, kişileri ve nesneleri bozup değiştirmek ya da yeni kişiler,
yeni nesneler uydurmak değildir. Var olan kişilerle nesneler arasında,
var oldukları biçimiyle yeni ilişkiler kurmaktır.”
(Bresson, 1992: 16)
Kısa Metraj
“Bir İdam Mahkûmu Kaçtı”
Filminde Kör Alan ve Perdeler
29
İşgal altındaki Fransa’da, Alman yönetimindeki bir
hapishanede geçen film, hapsolma ve tutsaklık olgusunu, yarattığı gerçeklik mizanseni içinde oldukça
başarılı biçimde betimlemiştir. Filmin kahramanı, kendisini kuşatan tüm maddi engellere ve diğer mahkumlar üzerinden sınadığı güven/güvensizlik duygusuna
rağmen, filmin başında mahkemede birlikte olduğu
iki yabancıya güvenerek kendini riske atar; şanslıdır
ki güveni karşılıksız çıkmaz. Filmin ve kaçış planının
devamlılığı, bu karşılık bulan güven üzerinden yapılanır. Üstelik Bresson bu güveni, filmin ismiyle bile
sonunu ele verecek şekilde örgütlemiştir: Fontaine
her ne olursa olsun kaçmayı başaracaktır. İzleyiciye
tanınan bu öngörü, Bresson’un filmlerindeki biçimsel
gücün, doğrusal ve dramatizasyondan kaçınan niteliğini görünür kılar. Sahneler bu nedenle kısa kesilir ve
sonunu zaten bildiğimiz filmin çözülme bölümünü açık
etmeyecek şekilde birbiri ardına eklenir.
Mart - Nisan 2013
Söyleşi
Can Güler
Kısa
MetrajNejla
Nagihan
Konukcu
30
Sinema, salt gözümüzün önünde gerçekleşen olaylar
ve bu olayları çevreleyen bir uzamda gerçekleşmez.
İzleyicinin bakışını ondan ayırdığı anda da tanıklık
etmediği, fakat varlık gösterdiğini bildiği bir kör alan
içerir. Bazin, “Bir film kişisi kameranın alanından
çıktığında, görsel alandan çıktığını kabul ederiz, ama
o dekorun bizden saklanan bir başka yerinde, kendine özdeş olarak var olmaya devam etmektedir.”
söyleminde işte bu kör alana referans vermektedir.
Bonitzer’e göre de bu kör alanın yani alandışının
kesintisizliği içinde olup bitenler, dramatik açıdan,
çerçevenin içinde olup bitenler kadar, hatta bazen
daha da çok önem taşır (2006: 71-72). Dolayısıyla sinemanın alanına, salt gözümüzle gördüklerimiz değil,
gördüklerimizi bütünleyen bir ses evreni ve sinemanın varoluşsal düzeyde seyircide harekete geçirdiği
duygulanımlar, düşünsel eylemler de anlam katar.
İşte Bresson’un sinemasının gücü, görüşü sistemli
olarak kısmi biçimiyle kaydeden ve alanı parçalayan
özel açılara göre çektiği, sıradışı ‘alan-karşıalan’larda
yatar. Uyuşumlar sert açılara göre yapılır ve olaylar
kırılmış, sökülmüş, belli belirsiz sıra noktalarla birbirine ayrılmış gibi gözükür (a.g.e, 73).
Bresson, bir filmi çevreleyen öykü, oyunculuk, kamera hareketleri, müzik, diyalog, kurgu gibi tüm
duygusal ve yorumsamacı yapıntıların birer “perde”
işlevi gördüğünü ve bu perdelerin, izleyicinin olayları
anlamasında birer ipucu ya da rehber görevi gördüklerini ifade eder (Schrader, 2008: 21). Barthes’a göre
de, “perde, (Bazin’in de vurguladığı gibi) bir çerçeve
değil, saklanacak bir yerdir: Onun içinden çıkan adam
veya kadın yaşamayı sürdürür, kör alan sürekli olarak
parçalı görüşümüzü ikileştirir” (1992: 73). İşte bu kör
alanlar, Bresson’un mahkûmu Fontaine’e ve onun
yaşadıklarına dair, onun hakkında bildiğimizden çok
daha fazla bilgiyi barındırır. Sözgelimi filmin başında
Fontaine’in neden o arabada oturduğunu bilmeyiz.
Kısa bir süre sonra gerçekleşen kaçma girişiminde,
biz ondan boşalan koltuğa
bakarken, duyduğumuz
silah sesi nedeniyle sağ
çıkmadığından neredeyse
eminizdir. Yine Fontaine’in
neden hapiste olduğu hakkında çok az bilgi sahibiyizdir ve çoklukla alan dışında
süregiden olaylar silsilesinin dışında bırakılırız. Benzer şekilde Yankesici’de
de sorgulama sona erer;
kapı Jeanne’ın arkasında çarpar; sahne kararır.
Anahtar kilitte döner ve
bunu diğer bir sorgulama
izler. Yine kapı çarpar ve
ekran kararır. Kamera
dönüşleri açısından çok
ölü bir kuruluş vardır, bu
kuruluş duygulanımsal katılıma keskin bir duraklama
getirir. Bu mizansen yaratımı, Bresson’un çerçevesini açık, tamamlanmamış
halde bırakır; fakat aynı zamanda farklı görünümlere,
anlamlara yer verecek bir görüş alanı da açmaz.
Bresson’a filmlerinde sıkça başvurduğu eksiltilemeyi,
kurgu esnasında bilinçli olarak mı yoksa çekim sırasında içgüdüsel olarak mı yaptığı sorulduğunda, eksiltinin, başından beri var olduğunu dile getirir. ‘Hiçbir
şey göstermeme sanatı’ olarak tarif ettiği sinemada;
şeyleri, en az araçla ifade etmeyi istediğini vurgular.
Bu eğilimi dolayısıyla filmlerini her zaman, çok şey
göstermek ile yeteri kadar şey göstermek arasındaki
ince ayrım üzerinden yapılandıran Bresson, bu tavrını
iki yanı uçurum olan bir cambaz ipindeymişçesine
davranmaya benzetir (Samuels, 1972: 36). Bir İdam
Mahkûmu Kaçtı bu anlamda büyük bir övgüyü hak
eder. Çünkü film, tam anlamıyla bir meydan okumadır.
Filmdeki en güçlü sahneler, Fontaine’in kendi mutsuzluğuna ve bir hücre içinde yalıtılmışlığa karşı mücadele ederek kaçışını adım adım ördüğü, yani emek
yoğun çalıştığı zamanlardır. Fontaine’in bir iğneyle
kelepçelerini açtığı dakikadan itibaren, kaşıkla kazıyarak söktüğü hücre kapısı, ip elde etmek için eğip
büktüğü yatak yayları, eğirdiği battaniye ipleri, süpürgeden çektiği saplar ile yere düşen tahta kırpıntıları;
tüm bunlar Fontaine’in kusursuz planının parçalarıdır
ve bir aylık bir çalışmanın ardından kapısını özgürlüğe aralayacaktır.
Bir İdam Mahkûmu Kaçtı ve benzer şekilde Yankesici’nin büyük bölümü diyalogsuzdur. Durağan ve
duygularını açık etmeyen yüzlere karşın, vücutların
diğer bölümleri – özellikle eller – çok hareketli ve bir
amaca yönelik tasarlanmışlardır. Fontaine’in özgürlüğe ulaşmak için yorulmak bilmeyen ellerine karşılık,
Michel’in aşıran hızlı ve becerikli elleri…
Bresson’un filmografisine bütüncül olarak bakıldığında hemen hemen tüm filmlerinde öne çıkan ortak
Öyküleme açısından ele aldığımızda ise; Bresson’un
filmlerinde genellikle sonuçla ilgilendiğini görürüz; yani
mahkûm kaçmayı başarır! Kör alanda var olan tüm
olaylar, nedenlere ve kişilere bağlı olarak neredeyse
Bresson’un bile kontrolünün dışında gelişir. Fakat
Bresson, fazla bilgiden ayıkladığı bir uzamda, hem
AFSAD
Kaynakça
1. Barthes, Roland. (1992). Camera Lucida Fotoğraf Üzerine Düşünceler. (R. Akçakaya, Çev.). İstanbul: Altıkırkbeş.
2. Bazin, Andre (2000). Sinema Nedir? (İ. Şener, Çev.).
İstanbul: İzdüşüm.
3. Bonitzer, Pascal (2006). Kör Alan ve Dekadrajlar. (İ.
Yasar, Çev.). İstanbul: Metis.
4. Bresson, Robert (1992). Sinematograf Üzerine Notlar.
(N. Güngörmüş, Çev.). İstanbul: Pusula.
5. Özdoğru, Pelin (2004). Minimalizm ve Sinema. İstanbul:
Es Yayınları.
6. Schrader, Paul (2008). Bresson, Ozu ve Dreyer Sinemasına Bir Bakış: Kutsalın Görüntüsü. (Z. Hepkon & O. Şakı
Aydın, Çev.). İstanbul: Es Yayınları.
7. Wollen, Peter (2004). Sinemada Göstergeler ve Anlam.
(Z. Aracagök & B. Doğan, Çev.). İstanbul: Metis.
8. Samuels, Charles Thomas (1972). “Söyleşi: Robert
Bresson.” (N. Konukcu & C. Kayalıgil, Çev.). Sekans Sinema Kültürü Dergisi. Sayı: 3, 2005, (34-58). Ankara: Kül.
Nagihan Konukcu
kendini hem de seyirciyi, sınırlarını çizdiği bir görüntü evreni içinde tutar. Bu tercihini destekler biçimde
kamera kullanımı da duygusal katılımı dışlar; İzleyici
Bresson’un sabit kompozisyonlarını, bütün amacını
anlamamış olmakla beraber kabul eder (Schrader,
2008: 82). Bresson’un minimalist estetiği, sinemasını
sadelik ve dolayımsız bir anlatı dili üzerinden korur.
Hollywood tarzı bir anlatı geleneğine yüz çeviren Bresson, doğrudan seyircinin duygularına seslenmeyen,
senaryosu diyaloğa boğulmamış bir sinema yoluyla,
“auteur” kuramın Fransız cephesini besler.
Kısa Metraj
tema; kapatılmışlıktan kurtulmanın yolunu ve özgürlüğün anlamını aramaktır. Kimilerince Bresson’un
Katolik öğretiyle olan sıkı bağlarından ötürü dini
referanslı bulunan bu tanrısal yoksunluk, Bresson’un
karakterlerini özgürlüğe değil, yabancılaşmaya götürür. Biraz da bu nedenle Bresson, oyuncunun da
seyircinin de kendisini dahil edemeyeceği karakterler
yaratma yoluna gider. Karakterlerini yorumsamaya
açık bırakmaz, içsel çatışmalarına psikolojik çözümlemeler getirmez. Onları görüntüye eşlik edecek
yoğun diyalogların psikolojik etkilerini ya da izleyicide
yaratacağı tarafgirliği tamamen ortadan kaldırmaya
dönük biçimde örgütler. Bu yolla seyirciye ne olacağını bildiği ya da gerçekleşmesini umduğu bir anlatı
dizgesi sunmaktan kaçınır. Seyirciden duygusal bir
özdeşleşme değil, düşünsel bağlamda bir katılım ve
uyarılma talep eder. Seyircisinin imgelemine kendi hayalindekini aktarmadan onu bırakmaya niyeti
yoktur. Tıpkı Dreyer gibi kanlı canlı insanları oyuncu olarak kullanır, ancak onun ilgilendiği, varlığın
psikolojisi değil, fizyolojisidir aynı zamanda. Yavaş
tempoda oyunculuklar, isteksizce yapılan hareketler,
ısrarla tekrar edilen bazı davranış kalıpları, izleyiciye
de yavaş ilerleyen bir rüya yaşadıkları hissini verir
(Bazin, 2000: 124).
31
Mart - Nisan 2013
Fotoğraf
Söyleşi Üzerine
Ko nt ra stİbrahim Göğer
32
Melih Zafer Arıcan
Hayata bakışımız fotoğraflarımıza da yansır. Siz
hayata nasıl bakıyorsunuz? ve neden fotoğraf?
Claude Bernard’ın çok sevdiğim bir sözü vardır “Ne
aradığını bilmeyen, bulduğunu anlayamaz.” Herkesin bu dünyada bir amacı ve varlık nedeni olmalı.
Dünyada birçok insan, bir hedefi ve amacı olmadığı
için, yaşamın onları sürüklediği yerde, mutsuz ve
başarısız hayatlar yaşıyor. Oysa ne istediğini bilen
insan, gerekli bedelleri ödeyerek kendi yaşamına da
istediği şekilde yön verebilir. Bu söz aynı zamanda
fotoğrafta başarının da anahtarıdır. Birçok fotoğrafçının sergi ya da kitap yapamamasının en temel
nedeni, kendi anlatmak istedikleri bir öykü etrafında
değil, karşılarına çıkan güzellikleri fotoğraflamalarıdır. Durum böyle olunca da ellerinde derli toplu bir
çalışmanın oluşması onyıllar sürüyor. Başkalarına
söyleyecek sözünüz olduğunda, aklımızdaki görüntüleri aramaya, planlı bir şekilde fotoğraf çekmeye
çıkmalıyız ve karşılaştığımızda da onları bulduğumuzu kolaylıkla anlarız.Her insan kendini bir şekilde
ifade etmek ister. Bana da üniversite yıllarımda
tanıştığım fotoğrafçılık kolay geldi kendimi anlatmak
için. Zaten yetenek diye abartılan şey de bu değil
midir? Kimilerine zor gelen bazı şeylerin, başkaları-
na kolay gelmesi. Fotoğraf çekmek ve basmak
o zamandan beri
benim için hayatın en büyük
eğlencesi oldu.
Akademisyen
kimliğiniz ve yurt
dışında da sergi
açmış biri olarak
Türk fotoğrafını
nerede görüyorsunuz?
Yakın zamana
kadar Türkiye’
de, kendi derdini
anlatmak için
fotoğraf çeken
insan sayısı parmakla sayılacak kadar azdı. Birçok
tanınmış fotoğrafçı, amatör fotoğrafçı refleksleriyle
gezi fotoğrafçılığı tarzı işler üretiyordu ve kendi fotoğraflarına bile saygı duymuyorlardı. Üç günlük bir
geziden sergi açanlar, ne kadar hızlı sergi baskısı
yaptıkları ile övünenler vardı. Amerika’da insanların
kendi fotoğraf baskılarını beyaz pamuk eldivenlerle
tuttuğunu görünce hafif bir kültür şoku yaşadım.
Aynı zamanda insanların bir fotoğrafta, fazladan
azıcık daha gri ton elde etmek, beyazları biraz
ışıldatabilmek için günlerini haftalarını harcadığını
görünce şaşkınlıkla karışık bir saygı duydum bu
insanlara.
Ancak son on yılda, internetin de yaygın kullanımı
ile artık Türk fotoğrafı ve dünya fotoğrafı diye bir
ayrım kaldığına inanmıyorum. Artık izleyiciler de,
fotoğrafçılar da fotoğrafları küresel ölçütlerle değerlendiriyor. Türkiye’de başarılı fotoğrafçı ifadesi artık
bir anlam taşımıyor. Reklam fotoğraflarında bile
çoğu firma Türkiye’de amaçlarına ya da bütçelerine
uygun fotoğrafçı bulamadıklarında, yurtdışından
getirtiyorlar.
‘Haşhaş Kadınları’ albümünüzün tanıtımının bir bölümünde “Arıcan; erkek egemen Anadolu’da kadınerkek eşitsizliğini fotoğrafları ile anlatıyor” denilmekte. Ülkemizin bir türlü çözülmeyen (!) bu sorununa
dikkat çektiğiniz albümünüzden söz eder misiniz?
AFSAD’ın kurucularından, 2005 yılında yitirdiğimiz sevgili dostum Toplumsal Belgeci (bu deyimin
Türkiye’de isim babasıdır) Fotoğrafçı ve Akademisyen Merter Oral ile 2001 yılında başladığımız
bir proje idi Haşhaş. Ancak, projeye başladıktan ve
Anadolu kadınının zorlu yaşamına tanık olduktan
sonra, asıl anlatmam gereken öykünün haşhaş değil, haşhaş tarlalarında ve Anadolu köy yaşamının
her alanında, tüm zorluklara rağmen güçlü varlığını
Yüksek lisans için gittiğiniz
Amerika’da başladığınız,
siyah beyaz soyutlamalardan oluşan sanatsal
çalışmalarınızı derlediğiniz
‘Yakın Öyküler’ adlı fotoğraf albümünüzden sonra
Türkiye’ye döndünüz ve
Türkiye’nin temel sorununu işaret eden ‘Haşhaş
Kadınları’nı çıkarttınız. Bu
keskin bir dönüş neden?
Bulunduğunuz ortamların, sanatsal ve fotografik
anlamda beslendiğiniz
çevrelerin farklı koşullarının
etkisi olabilir mi?
Aslında hâlâ benim tarzım;
siyah beyaz diyemiyorum,
zira son sergim mavi beyaz
AFSAD
Mart - Nisan 2013
Ko nt ra st
Ancak insan hikâyesi anlatmak
çok daha gerçekçi, ayakları yere
basan, sanatçının yaşadığı çağa
karşı sorumluluğunu yerine getirdiğini hissettiren bir tarzdır. Bu nedenle eline fotoğraf makinesi alan
her hümanist fotoğrafçının aklının
bir köşesinde belgesel bir proje mutlaka vardır.
Söyleşi
(cyanotype / mavi baskı) monokrom fotoğraflardan oluşan yakın
plan doğa soyutlamalarıdır. O tarz
işlerime devam ediyorum. Bence
tek bir bitkiden bile yüzlerce estetik
fotoğraf üretebilme potansiyeli
varken, bu tarz (Edward Weston’un
başlattığı pür form) bana dipsiz bir
konu gibi geliyor. İnsanların dikkat
etmeden önlerinden geçtikleri basit
bir bitkiden, bir geometri bulmacası
gibi sonsuz anlam üretebilmek,
bana hayatın sırrını keşfetmek
kadar zevk veriyor.
33
34
Fotoğraf
Söyleşi Üzerine
Ko nt ra stİbrahim Göğer
Ko nt ra st
Söyleşi
35
AFSAD
Mart - Nisan 2013
Ko nt ra st
Söyleşi
36
hissettiren kadınlar olduğuna karar verdim. Gerçekten ülkemiz açısından çok önemli bir sorun ve bu
alanda maalesef kat edilmesi gereken çok yolumuz
var. Afyon’un ilçelerinde, özellikle de Bolvadin’de
gerçekleştirdiğim çalışmalar sırasında çoğu zaman
kendime “gerçekten 21. yüzyılda mıyız?” diye defalarca sormuşumdur. “Haşhaş Kadınları” toplamda
on yıl süren bir çalışma ile ortaya çıktı ve 2012 yılında kitap olarak basıldı ve eşzamanlı olarak Amerika
ve Türkiye’de satışa çıktı. İngilizce olarak Melanie
Light’ın önsözüyle yayınlandı.
‘Haşhaş Kadınları’ albümünüz, Ken Light’ın kurduğu
Fotovision Books yayınevinden çıktı, buradan yola
çıkarak fotoğraf yayıncılığı hakkında neler söylemek
istersiniz?
Fotoğraf yayıncılığı ne yazık ki, ne Türkiye’de ne de
Amerika’da ticari olarak kârlı bir iş değil. Çok az fotoğrafçının kitapları kâr edecek düzeyde satılıyor ve
yeni kitapların çıkması için yol açılabiliyor. Çoğunlukla, ancak maddi olarak kendi baskı maliyetlerini
finanse edebiliyor satış rakamları. Ancak fotoğrafçılar da, gelir elde etmekten ziyade, önemsedikleri
sorunları geniş kitlelere duyurabilmek amacıyla bu
işe kalkıştıklarından, alan da memnun satan da
memnun tarzı bir ilişki ortaya çıkıyor. Ama her şeye
rağmen kitap yayımlamak, tarihe kazınmış bilgidir.
Sergi bir yılda unutulurken, aynı projenin kitabı
onyıllar sonra dimdik karşınıza hiç ummadığınız
yerlerden çıkacaktır.
Dergimizin bu sayısının dosya konusu ‘etik’. Sizin
de ‘Haber Fotoğrafını Oluşturan Öğeler ve Seçim
Ölçütleri’ adlı kitabınız var. Haber fotoğrafında etik
konusunda söyleyecekleriniz nelerdir?
Bu sorunuz aslında biraz ilginç oldu. Zira bu aralar yeni bir kitap üzerinde çalışıyorum, adı Basın
Fotoğrafçılığında Etik. Ancak bu kitap da İngilizce
olacak ve Kaliforniya Devlet Üniversitesi Fullerton
kampüsünden ünlü akademisyen Prof. Dr. Paul
Martin Lester ile birlikte yazıyoruz. ‘Haber Fotoğrafını Oluşturan Öğeler ve Seçim Ölçütleri’ adlı
kitap benim beş yılımı verdiğim doktora tezimdir.
Bu nedenle akademik çalışma hayatımın en önemli
parçalarından biridir.
Haber fotoğrafında etik; halkın bilgilenme hakkı ile
bireylerin kişisel mahremiyetleri arasında sıkışmış
çok sorunlu bir alandır. Fotoğrafın çekilmesi ayrı bir
konudur, çekilen fotoğrafların bir kitle iletişim aracında yayınlanması ayrı bir konudur. Bir fotoğrafın
toplumun önüne sunulması için, birçok farklı ölçüte
göre uygun olması gerekir. Bu da sansasyona prim
vermeyen, topluma saygı duyan, insancıl editörlere
duyulan ihtiyacın altını çizmektedir. Aslında etikle
ilgili birçok sorunun cevabı bence hümanizm sözcüğünde gizlidir. İnsana duyulan saygı, bence etikle
ilgili her sorunun anahtarıdır.
“Görmeyi öğreniyorum. Evet, yeni başladım.
Henüz pek o kadar iyi değilim ama elimden geleni yapacağım.”
Nergis Akıncı
Fotoğrafla anı dondurmak mı?
Külliyen yalan!
Rilke kadar yalın olmaya çalışacağım. Fotoğraf,
bireyselliği koruma konusunda, içimde hiç susmayan bir ses. Kendi fotoğraflarımı okumak, kod
açımlamasını yapmak, içsel yolculuğumu deşifre
etmem demek. Aristoteles`ten bu yana metinlerde;
her duyuma karşılık nasıl ki o duyuma özgü bir duyunun varlığı gerekliyse, duyumun gerçekleşmesi
için de yine aynı biçimde o duyuma özgü, duyulur
özne ve nesnenin gerektiği bilinmekte. Tam da bu
nedenle artık hiçbir şeye, eskisi gibi bakmadığım
kesin. Bakmayı öğrendikçe, onları nasıl kavradığım,
kavrarken nasıl değiştirdiğimi, bir kadrajın içinde
nasıl başkalaştırdığımı görüyorum.
Fotoğraf neyi, nasıl, nerede gördüğümün, hatta
hangi biçimlerde görmek istediğimin tellalı. Bir yandan kendini sımsıkı gerçek dünyaya konuşlarken,
diğer yandan da gerçekle ilişkisini, çektiğiniz andan
itibaren keskin bir usturayla kesip atıyor.
Fotoğraf Üzerine
Rainer Maria Rilke
37
AFSAD
Mart - Nisan 2013
Nergis Akıncı
Fotoğraf Üzerine
yakalamanıza izin veririm. Ama sobelemenizi de
istemem. Çekerken gözümde nesneye indirgediğim,
seçtiğim beden parçası, baktığım yer; yine benim.
Bedenin o parçasını seçiyorum. Öyle mi görmek,
öyle mi göstermek istiyorum? Bilinçli ya da bilinçsiz
iç kıyılarımdaki tortular, imgeler bir başka formda
tekrar bedenleşiyor. Onun bedenini değiştiriyorum,
yeniden biçimliyorum. Dış çizgilerdeki belirginlik,
yakınlık, sükûnet... Porselen bir duruş… Hayran
bırakacak kadar güzel, usumda düşümde yarattığım
bu kesinlikte. Onu gözlememize izin veriyor. Teninde yol alıyoruz.
Nesneleştirdiğim bir kadın imgesi. O an modelin
mahcubiyeti ne kadar da uzağımda. Eril egemen bir
düzenekte, ne derece dişil bir kimlikle bakıyorum
ona, kendime. Ne kadar sıyırabiliyorum belleğimi,
reklamların, filmlerin, günlük görüntülerin eril uzantılarından.
Aynanın arkasından başka ‘ben’e bakıyorum. İmgelerken, kendimi kodluyorum aynı zamanda. Her
fotoğrafçı, kendi mit’ini yaratıp, yarattığı imgeye âşık
olandır aslında. Her özne, her nesne bir gerekçedir.
Çekimden sonra model, fotoğrafa baktığında modelde bir Dorian Grey bakışı görürüm. Kendinden geçerek kendine bakar. Tıpatıp kendisine benzeyen,
38
Fotoğrafla anı dondurmak mı? Külliyen yalan! O,
her daim -çekildiği andan itibaren- akışta kalır,
baktıkça/bakıldıkça sonsuza yol alır. Akıp giden zamanın başlangıcı ve bitişi bulunur mu, hiç olur mu?
Deklanşöre bastıktan sonra görüntüler, çerçevesi
içinde, benim gerçekliğime dönüşür. Gördüklerim;
kavramlar, olgular, duygularım, geçmişim, hepsi
birbirine karışır. Bakan, tümünü görmez olur. Sonra
sizi göstermek istediğime sürüklerim. Üstelik bu
yanılsamayı yalın bir gerçekle kurarım. Sizi geçmiş
ve gelecek arasında bir başınıza bırakırım. Sizin de
gerçeği ve zamanı kaybettiğiniz yer burasıdır.
I.
İlgimi çeken şey, nesnem; beni gösterirken neyin
ardına saklandığımı da söyler. Benim bir parçamı
melezleşmiş bedenine bakar hayretle. Çünkü O,
kendine hiç öyle bakmamış, kendisini hiç öyle
görmemiş, hissetmemiştir. Lord Henry, Dorian ile ilk
karşılaştığında;
“Bir insanı etkilemek, ona kendi ruhunu vermektir.”
der.*
Kendimden başkasında gördüğüm, başkasının da
bende gördüğüdür. Artık o anın, o izdüşümün, o
duygunun yalnızca kadrajdaki halini isterim.
II.
Fotoğrafçı dediğin aptal aşıktır, asla gitmez, asla
vazgeçmez. Mutfağımı, yılın tek ayında sabahları bir
saatliğine -istediğim biçimde- ziyaret eden ışık tanrı-
Nergis Akıncı
Fotoğraf Üzerine
sıyla, fotoğraf ülkesinin en başına
buyruk kedisini bir araya getirmeye çalışıyorum. Nafile bir sevdada yol alıyorum. Her seferinde işe
geç kalıyorum. Günler geçiyor.
Işık tanrısı pencere formunu bükmeye başlamış, veda çok yakın.
Derken kedim merhamete geliyor. Bu ölümlüye üç dakikalığına
bir şans veriyor. Gölgeler, hızla
yukarıya uzuyor. Gergin, kadrajdan her an çıkacakmış gibi duran
bir çift gölge bacak. Yanıbaşımda
bir faili muhtar. Sfenks duruşu,
yarı tanrı oturuşu, balerin kıvamında yürüyüşü, bakışı… Işık ve
gölgenin oyununda tutsağız. Bu
ölümlü ile çekildiği andan itibaren
ölümsüzlüğü yakalayan görüntü,
imgelere, göndermelere dönüşen
dil; akıp gidiyor sonsuza…
III.
Her kare, zamandan bir kesit
çaldığımın sanrısıdır. Güya onu
39
başka zamanlara kaçırırım. Hıza, zamana karşı
direnirim. Sonra kendime dönüşen kareleri çoğaltıp
fotoğrafı hızlandırmaya heveslenirim. Kompozit
fotoğraf, cümbüş sarayının kapılarını açar ardına
kadar. Devinimsiz olması gereken bir sanat
aracılığıyla hareket ve hız yaratmaya çalışan seri
fotoğrafla herşey kreşendoya dönüşür. Öykülerim,
zaman ve hareketin dansıyla sallanır. Duane Michals gülümser piksel piksel. An gelir, bir peri belirir.
Hepimiz gibi zorlar kapalı, kilitli olanı. Merak ki en
çok bu periye yakışır. Fotoğrafçının modele, ‘Seni
kanatlarınla çekmeliyim’ demesiyle oyun başlar. Bir
gardırobun en gözde giysileri, valizden taşıp, periyi
sarmalar. İlksiz ve sonsuz alışveriş manzaralarının
bir temsili olan bu esrime anı, ikimizin ortak tutkusuna hizmet eder. Sahip olma edimi, her şeyi mübah
kılan bir eyleme dönüştürürken, nesnel fetişin de
eril bakışın da üzerini usulca örter. Peri kızı haklıdır,
AFSAD
kırmızı sivri topukların etkisi her daim büyülüdür.
Bir an kendinden bile saklar, arkasına alır, sonra
usulca kaybolur.
*Dorian Grey’in Porrtresi, Oscar Wilde, Can Yayınları, 2008
Mart - Nisan 2013
Fotoğraf Üzerine
A
40
Nergis Akıncı
Fotoğraf Üzerine
Sözünü ettiğimiz, neredeyse her entelektüel fotoğrafçının başucu kitabı olan Susan Sontag’ın “Fotoğraf
Üzerine” adlı deneme kitabı. Eğer okumadıysanız
mutlaka okumalısınız. Aksi takdirde fotoğrafçı kimliğinizin bir yanı eksik kalacaktır, inanın. Abarttığımı düşünüyorsanız, okuduğunuzda, fotoğraf üzerine inanılmaz zengin gözlemler ve saptamalar yaptığını ve fotoğraf hakkında ufkunuzu nasıl açtığını göreceksiniz.
Aslına bakarsanız, fotoğraf öğrenmeye başlayanlara
en başta önerilecek şey, teknik bilgi vs.den önce fotoğrafın ne olduğunu anlamalarını sağlayacak birkaç
kitap okumaları olmalı. İşte bu kitapların başında da
Sontag’ın ‘Fotoğraf Üzerine’si geliyor.
Elimizdeki baskı, Altıkırkbeş Yayınevinin, 2008 yılın-
AFSAD
da Reha Akçakaya tarafından çevirisi yapılmış olan
üçüncü baskısı.
“…Fotoğraf, eğer fotoğraf makinasının kaydettiği gibi
kabul edersek, dünyayı tanıyabileceğimizi ima eder.
Oysa bu, dünyayı göründüğü gibi kabul etmeyerek
işe başlayan anlayışın tam tersidir. Anlamanın tüm
olabilirliği hayır diyebilmekten kaynaklanır. Kesin konuşmak gerekirse, kimse bir fotoğraftan bir şey anlayamaz. Kuşkusuz fotoğraflar bugünün ve geçmişin
hayalimizdeki esimlerinin boşluklarını doldurur; örneğin Jacob Riis’in 1880’lerde görüntülediği New York
sefaleti, Ondokuzuncu Yüzyıl sonu Amerika’sındaki
kentsel yoksulluğun bu denli Dickens’vari olduğunun
farkında olmayanlar için şiddetle öğreticidir. Yine de
fotoğraf makinasının gerçekliği verişi, açığa vurduğundan daha fazlasını gizlemek durumundadır.
Brecht’in vurguladığı gibi, Krupp fabrikasının bir fotoğrafı, bu kuruluş hakkında sözcüğün tam anlamıyla hiç
bir şey açıklamaz. Bir şeyin nasıl göründüğü temeline dayanan sevgisel ilişkinin tam tersine, anlama o
şeyin nasıl işlediği temeline dayanır. İşlev görmeyse
zaman içinde oluşur, zaman içinde açıklanmalıdır.
Yalnızca anlatan bir şey, bizim anlamamızı sağlayabilir...”
Mart - Nisan 2013
Kitaplık
Yazarın biyografisine baktığımızda “…dünyaca tanınan ABD’li deneme ve roman yazarı, kuramcı, eleştirmen ve insan hakları savunucusu…” olarak tanıtılıyor. Ayrıca film senaryoları yazmış ve yönetmenlik
de yapmış. Fotoğrafla ilgili olarak bir deneme kitabı
yazmış. Ancak nerede bir fotoğraf yazısı, eleştirisi ya
da akademik ağırlıklı bir yazı okursanız çoğunda bu
tek kitaba gönderme ya da bir alıntı bulursunuz.
K.O.ntrast
Susan Sontag
41

Benzer belgeler