Fotograf Dergisi
Transkript
Fotograf Dergisi
Kontrast 34 Mar t - Nisan Fotog raf Dergisi ana sponsorluğunda yayımlanmaktadır. 1 Bizden Biri İsmail Murşil 2 İMece Halk Edebiyatı / Halk Fotografı İlker Maga İçindekiler 3 f/64 Fotoğraf Sadece Teknik ve Estetik Bir Kayıt Mıdır? Usta İşi Jaroslav Rössler Sibel Acar 6 Kapak Fotoğrafı: Salih GÜLER Özcan Yurdalan 4 Konuk Yazar Ekslibris veya “ ...nın Kitaplığından“ Hasip Pektaş Dosya Konusu Fotoğrafta Etik Hamdi Telli, Kemal Cengizkan, Dora Günel, Ali Öz, Hasan Uysal, Özgün Özer 29 Kısa Metraj “Bir İdam Mahkumu Kaçtı” Filminde Kör Alan ve Perdeler Nagihan Konukcu Söyleşi Melih Zafer Arıcan Kontrast 37 14 32 Fotoğraf Üzerine Fotoğrafla Anı Dondurmak mı? Külliyen Yalan! AFSAD Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Adına Sahibi Mustafa ERTEKİN Yayın Yönetmeni (Sorumlu Müdür) Koray OLŞEN Yayın Ekibi Aysel Altun Dora GÜNEL Nejla Can Güler Ayşe Saray Redaksiyon Ayşe Saray Grafik Düzenleme K.O.ntrast Yönetim Yeri (Dergi İletişim) AFSAD – Bestekar Sok. No: 28/21 Kavaklıdere – Ankara Tel: 0312 4172115 Faks: 0312 4172116 GSM: 0533 7388208 www.kontrastdergi.com www.afsad.org.tr [email protected] İki ayda bir yayımlanır. AFSAD’ın ücretsiz yayınıdır. Baskı Mattek Matbaacılık Basım Yayın Tanıtım Tic. San. Ltd. Şti. Adres: Ağaç İşleri San. Sit. 1354 Cad. (21. Cad.) 1362 Sok. (601 Sok). No:35 İvedik / ANKARA Tel: (0312) 433 23 10 Basım Tarihi: Mart 2013 Yayın Türü: Bölgesel Süreli ISSN: 1304-1134 Nergis Akıncı Kitaplık Fotoğraf Üzerine Susan Sontag K.O.ntrast 41 Her hakkı saklıdır. Bu dergide yer alan; yazı, makale, fotoğraf, karikatür, illüstrasyon, vb.’nin, elektronik ortamlar da dahil olmak üzere, kullanım hakları AFSAD (Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği)’a ve/veya eser sahiplerine aittir. İzin almaksızın, hangi dilde ve hangi ortamda olursa olsun, materyalin tamamının ya da bir bölümünün kullanılması yasaktır. Dergide yer alan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir. İsmail Murşil Bizden Biri 1 Kendisini, “Benim için fotoğraf hayatın çerçevelenmiş izdüşümüdür. Fotoğrafı, toplumsal bellek oluşturma, farkındalık yaratma alanı olarak görmekteyim. Bu çerçevede fotoğrafa başladığım 1980’den beri, belgesel fotoğraf, süreç içerisinde toplumcu gerçekçi belgesel fotoğraf disiplini altında çalışmalarımı yürütmekteyim.”diye tanımlamaktadır. Son yıllarda, sadece toplumsal eylemlere yönelik eylem fotoğrafları çalışması yapmaktadır. AFSAD’la bağı otuz yılı aşmıştır. Değişik alanlarda sürdürdüğü iş hayatını, öğretmenlik mesleği ile tamamlamış, mesleğinden emekli olmuş lakin fotoğraftan emekli olmayı düşünmemektedir. Tüm hayatı “bir karşı duruş” olarak algılayan İsmail Murşil, “örgütlü toplum yenilmez” şiarı ile hayatını örgütlediği ve örgütlendiği kuruluşlarla özetlemektedir. Çeşitli karma fotoğraf sergilerine katılmanın yanısıra, federasyon temsilciliği, jüri üyeliği yapmış, dernekler hukuku üzerine çalışma yürütmüş, derneğimizin her alanında sorumluluklar almış, görev yapmış, dört dönem de yönetim kurulu üyeliği yürütmüştür. İMeceİşi İ l k Sibel e r M aAcar ga Usta Halk Edebiyatı / Halk Fotografı 2 “Güzel Sanatlar” kavramının önündeki “güzel” ekinde ne teorik bir derinlik ne de çok anlamlı bir tarihsel kök bulunmaktadır. Rönesansta ortaya çıkan, asıl gelişimini 18. yüzyılın sonlarında ve 19. yüzyılın başlarında yaşayan “güzel sanatlar” kavramının önündeki “güzel”, sanatın güzel olmakla görevlendirildiğinden başka bir anlam taşımamaktadır. Klasisizmin kesinlikle olmazsa olmazı olan bu “güzel”, sanat eserini sanatçıya sipariş eden varlıklı kesimlerin, sanatçıdan ve onun ürettiklerinden beklentisini ifade etmektedir. 1200-1400 arasında, nüfusu ikiye katlanan ve sömürgecilikle zenginleşen Batı Avrupa’da, sömürgeciliğin bir yan ürünü olarak gelişen rönesansta, döneme yön veren egemenlerin para verdikleri sanat ürünlerinden bekledikleri tek şey, “güzel”den başka bir şey değildi. “Güzel”, siparişi verilmiş sanat ürününün içermesi gereken özelliklerden başka bir anlama sahip değildir. Böyle olduğu için “güzel sanatlar” kavramının bağımsızlık ve özgürlük içermediğini söylemek abartı olmayacaktır. “Güzel sanatlar”, Türkçe’nin kendi içinde geliştirdiği bir kavram değil, Batı dillerinden bire bir yapılmış tercüme bir kavramdır. Klasizmin özünü oluşturan bu kavramın, bağımsızlık ve özgürlük içermediği üzerinde ısrarla durulmalıdır. “Güzel sanatlar” kavramı öncesinde de müzik, şiir, mimari gibi yaratı alanlarının tümünden beklenti, “güzel”den başka bir şey değildir, çünkü şaire, müzisyene ya da mimara sipariş veren, onu malî olarak destekleyen egemenlerin beklentileri de bu “güzel”dir. Buna karşılık “halk edebiyatı”nın böyle bir yükümlülüğü ve bağımlılığı yoktur. “Halk edebiyatı” günümüzde biraz burun kıvrılarak bakılan alanlardan biridir, Oysa sadece halk edebiyatı açısından çok zengin olan Anadolu’da değil, bütün dünyada bu edebiyat türünün özgürlükler ve bağımsızlıklarla dolu olduğu üzerinde pek durulmamaktadır. Bu edebiyat türü küçümsenecek alanlardan biri asla değildir, Çünkü bugün “yüksek edebiyat” ve genel olarak “yüksek kültür” olarak nitelendirilen pek çok alan ve ürüne halk edebiyatı kaynaklık etmiş ve onu beslemiştir. Halk edebiyatı içinden sadece ‘masal’ örneğini vermek yeterlidir. Masalları yaratanlar (“yazanlar” demekten özellikle kaçınıyorum) ve anlatanlar, masallarını masal başına bir kese altın alarak üretmiyorlardı. Zengin bir masal hazinesine sahip olan ülkelerin, günümüz edebiyatında önemli bir yer kapmalarını da tesadüf saymamak gerekir. Örnek gerekirse; Rusya ile Almanya verilebilir. Puşkin’den Tolstoy’a kadar pek çok Rus yazar masallarla ilgilenmiş, onlardan yararlanmış ve bu alanda ürünler vermişlerdir. Almanya’da Grimm Kardeşler’in topladığı masallar ise, edebiyatta yeni bir alan olarak “sanat masalla- rı” türünün ortaya çıkmasını sağlamışlardır. E.T.A. Hoffmann’dan, Brecht’e, Bachmann’a ve hattâ günümüzde Günter Grass’a kadar devam eden bu “sanat masalları” geleneği varlığını, günümüzde burun kıvrılarak bakılan işte bu halk edebiyatına borçludur. Halk masallarının insanları henüz çocuk yaşta edebiyatla ve fantaziyle buluşturduğu, dolayısıyla insanların çok yönlü gelişmelerini sağladığı da unutulmamalıdır. Halkların özlemlerini, acılarını, korkularını, umutlarını, günlük hayattaki temel sorunlarını anlatan, sipariş verilmeden bağımsızca ve özgürce yazılmış masallar bütün insanlığın kültür hazinesidir ve hümanist eğitimin temel taşlarından biridir. Anadolu, halk masalları, destanları, tekerlemeleri, müziği, şiiriyle dünyada az rastlanır zengin halk edebiyatıyla doludur. Anadolu halk masalları, 21. yüzyılın ilk çeyreğine doğru ilerlerken bile hak ettiği ilgiyi görememiştir. Ama buna karşılık Anadolu halk ozanlarının şiirleri günümüz Türkiye müziğini beslemeye devam etmektedir. Halk edebiyatı, bana göre, fotografın amatörlerine benzemektedir. Nasıl halk edebiyatında siparişi verilmiş iş yoksa, fotografta fotograf amatörlerinde de sipariş yoktur, işi verene “güzel” görünme yükümlülüğü yoktur; özgür ve bağımsız bir alandır. Neden fotografın bu güzel özgür ve bağımsız alanı, halk edebiyatının tarihte oynadığı hümanist işleve sahip olmasın? Bence böyle bir fırsat var; bence halk edebiyatı, fotografta fotograf amatörlerine benziyor ve en çok ona yakışıyor. * “Halk” kavramının genel geçer bir tanımını yapmak zor. Buna karşılık günümüzde “halk” kavramı kullanılırken, bundan egemenlerin değil, egemenlerin dışında kalan büyük yığınların kast edildiği de açık. ** “Güzel”, büyük bir teori değil. Teori olması da mümkün değil. Burada “güzel”in sadece “güzel sanatlar” kavramı içindeki etimolojik kökeni üzerinde kısaca duruluyor. *** Amatör fotograf ya da fotograf amatörleri… Bir ürünün profesyonelce ya da amatörce olduğunu ürünün sahip olduğu nitelikler belirler. Her profesyonelin her işini çok iyi yaptığı tartışmalı olduğu gibi, her amatörün işinin amatörce olduğu da tartışmalıdır. Eğer profesyonellikten, ürün verilen alandan para kazanmak anlaşıyorsa, meselâ Nâzım Hikmet ya da Pablo Neruda’yı, ürettiklerinden hayatlarını kazanmadıkları için, “amatör şair” saymak gerekir ki, bu fikre taraftar bulmak kolay olmayacaktır. Aynı zamanda Goethe’nin yazdığı kitaplardan hayatını kazandığına dair elimizde kanıt yok. Profesyonel, amatör ayrımı yerine, asıl ölçü ortaya çıkarılan işlerin niteliği olmalıdır. Bugün makinasını eline alıp, dış dünyadan herhangi bir görüntüyü doğrudan kaydeden her fotoğrafçı (ister derneklerimizdeki kurslardan birini yeni bitirmiş olsun, ister deneyimli bir fotoğrafçı olsun), aynı zamanda bir haber, bilgi ya da tanıklık üretmektedir. Öte yandan deklanşöre basılarak ortaya çıkarılan her anlamlı yüzey, yani her fotoğraf, sadece dış dünyanın değil aynı zamanda fotoğrafçının iç dünyasının da yansımasıdır. Her fotoğraf bir seçimdir. Her fotoğraf zihnimizde işleyen bir dizi ayıklama ve tercih sürecinin, elimizdeki makineye uyarlanması sonucu ortaya çıkar. Seçmek, tercih etmektir, bazı şeyleri içeri alırken, bir şeyleri dışarıda bırakmak demektir. Fotoğrafçının deklanşöre basmadan önce seçtikleri ve seçmedikleri, ele aldığı gerçeklik hakkındaki düşüncelerini, yorumlarını ve duygularını içerir. Çektiğimiz her fotoğraf sadece dış dünyaya ait bir görüntüyü yeniden ürettiğimiz basit bir kayıt değil, asıl fotoğrafçının iç dünyasının kaydıdır. Fotoğraf, derinlemesine bir zihinsel faaliyetle ve duygu yoğunlaşmasıyla ortaya çıkar; dış dünyanın, duygu ve düşünce alemindeki yansımalarını taşır; konsantrasyon ve nitelikli emek ister. Esas olarak bir adap ile bir erkân meselesi olan ve fotoğrafçının dünya görüşüyle yakın ilişkisi bulunan etik problemler, özellikle objektifini sokaktaki hayata çevirmiş fotoğrafçıların karşısına sıkça çıkar. Kuşkusuz “fotoğrafta etik” hakkında tartışırken, alt alta maddeler sıralamak söz konusu olmadığı gibi, giderek yepyeni boyutlar kazanan bu mevzuyu ele alırken sadece “fotoğrafçılık ahlakı” şeklinde dar bir anlam biçmemek gerekir. artık. Sadece kişisel hayatlarımızda değil, toplumsal dinamiklerde de görüntünün etkisi artıyor. Bu durum fotoğraf üretenlerden başlayarak fotoğraf yayan mecralara ve fotoğrafa “maruz kalanlara” kadar karmaşık bir zincirin içinde yer alan herkesi ilgilendiriyor. Öncelikle suyun başını tutan, yani görüntüyü ortaya çıkarmak için deklanşöre basan fotoğrafçıların, gerçekle kurdukları ilişkiyi sorgulayarak, DÜRÜSTLÜK içinde konularına yaklaşmaları; fotoğraflarındaki yaratıcı ifadenin gerçekle ilişkisini İÇTEN-SAMİMİ biçimde kurgulamaları; çektikleri fotoğrafta yer alan varlıkların hak ve özgürlüklerine SAYGILI olmaları; kişisel, toplumsal ve doğal yaşam alanlarına dair SORUMLULUK taşımaları, yani adap ve erkâna dair ETİK bir tutuma sahip olmaları önerilir. Fotoğraf teknik bir kayıttan ibaret olmadığı gibi, fotoğrafçılık da sadece güzel fotografik görüntü üretme işiyle sınırlı olmamalı. Fotoğraf; düşünmek, araştırmak, tartışmak, teorik yanıyla, politikasıyla ilişkilenmek, eleştirisine emek vermek, tarihini deşelemek, sosyolojisini, antropolojisini, göstergeler âlemini kurcalamak ve kuşkusuz etik meselelerle haşır neşir olmak da fotoğrafçılığa dahil. * Türkiye Fotoğraf Sanatı Federasyonu’nun yakında yayınlanacak “Temel Fotoğraf Bilgisi” kitabında “Fotoğrafta Etik” bölümündeki makaleden. [email protected] Fotoğrafın ve fotoğrafçılığın engin deryasında bugün ilk kulaçlarını atanlar, daha sonra ister yüzeyden seyretsinler, ister derinliklere dalarak bambaşka âlemlere objektiflerini çevirsinler, önlerinde öncelikle insan olmanın ilkelerini bulurlar. Fotoğrafçılıkta etik problemlere, adap ve erkân meselesine dair kafa yormak fotoğrafın esaslarından biri sayılmalı. Teknik olarak bir görüntüyü “en güzel” biçimde ortaya çıkarmak mümkündür, hatta kimi zaman kolaydır, ancak bir insan olarak fotoğrafçının “etik-estetik-ideolojik” varlığını inşa etmesi oldukça zahmetli bir iştir; ama bir o kadar da hayatın anlamını zenginleştiren, kişiyi geliştiren, nitelikli varlık olmasına yardım eden bir süreçtir. Bugün artık, uzaklardan ses alıp ses iletmeye yarayan aletler görüntü kaydetmekle kalmıyor, görüntüyü çoğaltarak her yere yollayacak biçimde tasarlanıyor. Fotografik görüntü, iletişimin önemli bir parçası haline geldi ve ayrılmaz biçimde hayatımızın içinde AFSAD Mart - Nisan 2013 Kısa Çekiç f/64Metraj Özcan Bora Yurdalan Fotoğraf Sadece Teknik ve Estetik Bir Kayıt Mıdır? 3 Jaroslav Rössler Usta İşi Si b e l Aca r Rössler, Çek avangart fotoğrafının erken örneklerini vermiştir. 1919 yılında ürettiği Opus I isimli çalışması prizmatik bir şişe ve arka planda üçgen kartonlardan oluşan geometrik bir kompozisyondur. Sanat tarihçileri tarafından tam olarak konstrüktivizm akımı içinde konumlandırılmasa da bu erken çalışma Rössler’in fotoğraflarını hali hazırda var olan gerçeklikten almak yerine inşa edeceğini işaret etmektedir. İlerleyen zamanda yaptığı çalışmalarında açıkça görülmektedir ki, Kübizm ve Fütürizm’den de çok etkilenmiştir. Özportre 4 Jaroslav Rössler (1902-1990) fotoğraf sanatına önemli katkıda bulunmuş Çek fotoğrafçıdır. Çalışmalarında konstrüktivizm, fütürizm ve soyut sanattan etkilenmiştir. Yetmiş yılı aşkın bir süre fotoğrafla uğraşmasına rağmen, özellikle iki dünya savaşı arasındaki yıllarda yapmış olduğu çalışmalarıyla dikkat çekmiştir. Profesyonel fotoğrafçı olarak hayatını kazanırken bir yandan da amatör bir ruhla kendi için fotoğraflar çekmiş, fotoğrafı çizimle ve resimle birleştiren avangart eserler vermiştir. Rössler, 1917 yılında, on beş yaşında iken derslerindeki ısrarlı başarısızlığı nedeniyle okumasından ümidini kesen ailesi tarafından Prag’da bir fotoğraf stüdyosuna çırak olarak verilir. Rössler, Prag’ın o dönemde isim yapmış usta fotoğrafçısı Frantisek Drtikol’un yanında çalışmaya başlar. Burada önce çırak sonra Drtikol’un asistanı olarak çalıştığı yıllar onu derinden etkiler. Drtikol stüdyo portre çekimleriyle ünlenmiştir. Bunun yanısıra resim, heykel ve sanat olarak fotoğraf ile ilgilenmiş, Art Nouveau tarzı nü çalışmalar, empresyonist manzaralar ve belgesel fotoğraf serileri de üretmiştir. Rössler, laboratuvar teknisyeni olarak sekiz yıl kadar çalıştığı bu stüdyoda, hem karanlık oda ve çekim tekniklerinde ustalaşır hem de stüdyoda bulunan kitaplar ve yabancı fotoğraf dergileri sayesinde çağdaş fotoğraf akımları hakkında fikir edinme fırsatı bulur. Ayrıca stüdyonun baskı odasında kalmakta ve Drtikol’un alicenaplığı sayesinde makinaları ve laboratuvarı kullanarak kendi denemelerini yapabilmektedir. Rössler’in etkilendiği bir başka akım da Soyut sanattır. Rössler, fotoğrafta figüratif imgeyi reddeden akımın öncülerinden sayılmasa da, soyut fotoğrafa çok önemli katkıları olmuştur. 1923-1925 yıllarında ışığı konu edindiği fotoğraflar üretir. Kasıtlı olarak odağı hatalı bir objektif, büyük format bir makina ve uzun poz süreleri kullanarak siyah arka plan üzerinde hareketli spot ışıklarını kaydettiği bir dizi çalışma yapar. Fotoğraflarındaki bulanık halkalar, eğriler ve ışık konilerinden oluşan, fotogramı anımsatan görüntüler duygusal olarak çok etkilidir. Rössler için ışık, fotoğrafın aracı değil başlı başına fotoğrafın objesidir. Bu çalışmalarının yanısıra fotogramlar da üretir. Reklam fotoğrafı, 1931 Kaynakça: Vladamir Birgus. “Rössler’s Art Photography, 1919-1935.” Vladamir Birgus, Jan Mlcoch Jaroslav Rössler. Czech Avant-Garde Photographer. The MIT Press, London, 2004. Renkli fotoğraf, 1936-1937 Sylva’nın portresi, 1947 Fotogramları, Çek avangart hareketi Devetsil’in periyodik yayını olan ReD (Revue Devetsilu)’de yayınlanır. Rössler’in fotogramları ReD’in editörü fotoğrafçı ve sanatçı Karel Teige’e göre Man Ray’den bile iyidir. Aynı yıllarda ışık, gölge, geometrik şekiller ve basit objelerden oluşturduğu minimal motifli kompozisyonlarla da çalışmaktadır. Pek çok fotoğrafında objenin üç boyutluluğu ve arka planının iki boyutluluğunun yarattığı kontrastı kullanır. Kimi zaman fotoğrafları kasıtlı olarak fludur. Elde ettiği fotoğrafları kolajlarında da kullanır. 1924 yılında ilk defa bir sergiye katılır. Fransız Fotoğraf Derneği tarafından Paris’te düzenlenen uluslararası sergiye üç fotoğrafı kabul edilir. Rössler, 1923 yılında Teige’in daveti üzerine Devetstil’e üye olmuştur ama toplantılarına, tartışmalara ve sergilere katılmaz. Çalışmaları Teige tarafından Moholy-Nagy, Man-Ray, ElLissitzky ve Paul Strand gibi uluslararası üne sahip sanatçılarla yan yana yayınlanmasına rağmen, 1926 yılında 3. Devetsil sergisine Teige tarafından dahil edilene kadar sergilenmemiştir. Teige bazen de Rössler’e haber vermeden çalışmalarını sergilere dahil eder. 1925 yılında gelecekteki eşi Gertruda Fischerova ile birlikte Paris’e gider. Büyük bir fotoğraf stüdyosunda rötuşçu olarak işe girer. Buranın AFSAD Mart - Nisan 2013 Si b e l Aca r 1935 yılında, rastlantıyla tanık olduğu bir gösteriyi fotoğrafladığı için tutuklanır, hüküm giyer ve Fransa vatandaşlığı almasına aylar kala sınır dışı edilir. Prag’a döner, küçük bir stüdyo açar. Zaten çekingen ve içe kapanık bir kişilikte olan Rössler bu olayla derinden sarsılmıştır, sonraki yıllarda çok fazla etkinlik göstermez. Usta İşi işletme müdürü ve aynı zamanda fotoğrafçı olan Lucien Lorelle ile tanışır. Lorelle’in sürrealist çalışmaları bugün bazı önemli koleksiyonlarda yer almaktadır. 1927 yılında Lorelle, yeni açtığı stüdyosunda kendisiyle birlikte çalışmasını teklif eder. Lorelle’in stüdyosu portre ve reklam çekimleri yapmakta, kartpostal üretimi ve sinema alanında da faaliyette bulunmaktadır. Rössler, Paris yıllarında ürettiği etkili reklam fotoğraflarının yanısıra kendisi için de bulvarları, köprüleri, çelik konstrüksiyonları, özellikle Eyfel Kulesini, teknolojik ürünleri ve onların detaylarını fotoğraflar, üst üste baskılar ve kolajlar yapar. 1934-1935 yılları arasında, üç farklı renkte negatifin birleştirilmesiyle renkli fotoğraf üretme tekniği olan, oldukça karmaşık “Carbro process” tekniğiyle renkli fotoğraflar da üretir. 5 H a s i p Pe kta ş Konuk Yazar 6 “Ekslibris” veya “…’nın kitaplığından” Sahip olduğunuz, değer verdiğiniz şeylerin çalınmasından, kaybolmasından üzüntü duyarsınız. Onları korumaya özen gösterir, hatta bazılarını paylaşmak bile istemezsiniz. Kitabı da paylaşılan bir nesne olarak görürseniz ve eğer ödünç verdiğinizde geri getirilmesini isterseniz iç kapağına bir ekslibris yapıştırmanız yeterli. “...’nın kitaplığından” anlamına gelen o ekslibris, kitabın size ait olduğunu hatırlatacak, belki de geri dönüşünü sağlayacaktır. Kitabın tapusu da diyebileceğimiz bu baskı resimlerin birer sahiplenme göstergesi olduğunu, kitaba estetik bir değer kattığını ve kitap sahibini yücelttiğini söyleyebiliriz. Uzun bir geçmişe sahip bu sanat dalının, yapıldığı dönemin kültürel özelliklerini günümüze taşıdığı; sanatçı, tasarımcı, sanatsever ve koleksiyoncu arasında bir kültürel köprü görevini yerine getirdiği bilinmektedir. Ekslibris’in asıl işlevi kitap sahibini betimlemesi ve kitabı ödünç alan kişiyi, kitabı geri götürmesi konusunda uyarmasıdır. Diğer işlevi ise; sanatçılar ve koleksiyoncular arasında önemli bir değiş tokuş objesi olarak kullanılmasıdır. Ve elbette bir sanat eseri olarak bulunduğu mekânlarda ruhumuzu zenginleştirmesi de üçüncü işlevidir. Hangi döneminden bakarsanız bakın veya hangi işlevinden söz ederseniz edin ekslibris, sahibine ayrıcalık kazandırmış, bir güç ve farklılık sağlamıştır. Kitaplarında ekslibris olan kişiler, kendi adına özel bir eser tasarlanmış olunmasının mutluluğunu duymuşlar, kendilerini diğer kitap koleksiyoncularından ayrıcalıklı görmüşlerdir. Bir ekslibris koleksiyonuna sahip olanlar ise, bu eserler ile zenginliklerini göstermişler, paylaşarak saygınlıklarını artırmışlardır. Armağan olarak yapılanların dışında, genel olarak ekslibrisler sipariş alınarak yapılır. Adına ekslibris yaptırmak isteyen kişi tarzını, tekniğini beğendiği sanatçıdan kendisi için ekslibris yapmasını isterken beklentisini, ilgi alanını ve hatta konusunu dile getirir. Yaratma sürecinde, kompozisyon oluşturmada tamamen özgür olsa da her sanatçı, adına ekslibris yapılan kişinin beğenisini dikkate almak zorundadır. Hatta kendisine sunduğu taslakla ilgili olur alma- dan çoğaltmaya geçemez. Ayrıca kitap sahibinin kendisini betimlemeyen, ona heyecan vermeyen ekslibrisi kitabına yapıştırması da beklenemez. Usta bir ekslibris sanatçısı yılların birikimiyle oluşturduğu tarzını hemen hemen her çalışmasında gösterir. Bazıları geleneksel baskı teknikleriyle figür ağırlıklı çalışırken, bazıları tamamen modern bir tarzı, soyut çalışmaları yeğleyebilir. Koleksiyoncular ise belli konularda ekslibrisleri toplamayı tercih edebilirler. Örneğin, dünyanın en önemli koleksiyoncularından biri olan Lars C. Stolt erotik konulu ekslibrisleri benimserken, bir diğer koleksiyoncu ve tiyatro yazarı Luc van den Brielle kitaplarına özellikle tiyatro konulu çalışmaları yapıştırmaktadır. Ekslibrislerin Christine Deboseere 7 AFSAD Mart - Nisan 2013 Konuk KonukYazar Yazar Ahmet Demirer H a sGökhan i p Pe kta ş H a s i p Pe kta ş Konuk Yazar 8 sahibi ile duygusal bir bağ taşımasının önemli olduğunu, bunun iletişimde ve etkileşimde bir devamlılık sağladığını, kişinin ilgisini diri tuttuğunu, egosunu tatmin ettiğini söyleyebiliriz. Sanatçılar ekslibrislerini çoğaltmak için gravür, ağaç baskı, linolyum baskı, taş baskı gibi geleneksel baskı tekniklerinin yanında, fotoğraf, serigrafi, ofset ve bilgisayar da kullanırlar. Bir tasarım için teknik ve estetik yetkinlik vazgeçilmez zorunluluklardır. Sanatçının teknik yönden usta olması yeterli değildir, estetik beğenisinin gelişmesi, renk ve biçim uyumunu sağlayacak yetkinliğe kavuşması da gerekmektedir. Hangi teknikte yapılırsa yapılsın önemli olan ekslibrisin hazırlık süreci ve ortaya çıkan eserin niteliğidir. Ekslibrisin geleceğe kalıp kalmamasını, üzerinde taşıdığı değerler belirler. Ekslibrisin yaratım sürecinden bakıldığında resim sanatı içinde yer aldığı görülür. İşlevsel yanıyla bakıldığında ise, bir grafik tasarım ürünü olduğu kabul edilebilir. Eğer bir kitapsever sizden bir ekslibris yapmanızı isterse, önce onu tanımakla işe başlamalısınız. Nelere ilgi duyuyor, neler onu heyecanlandırıyor, sevdiği konular, renkler, objeler tasarımcıya yaratım aşamasında yol gösterecektir. Kişinin ekslibrisini kitaplarına yapıştırması, tasarımın onun ruhunu okşamasına bağlıdır. Kompozisyon olarak kotarılmış bir ekslibrisin üretim aşaması, yaratıcısının hakim olduğu, benimsediği teknikle olmalıdır. Teknik bir anlatım aracıdır. Bu anlatım aracının fotoğraf olması ya da fotoğraftan hareketle bilgisayarla yapılmış tasarım olması kişinin tercihidir. Hiçbir teknik diğe- rini yok etmemiştir; aksine birbirine olumlu katkılar sağlamıştır. Fotoğrafın doğması resim sanatını yok etmemiş, onun anlatım dilini zenginleştirmiştir. Fotoğrafın da zaman zaman resim diline yaklaştığı olmuştur. Fotoğrafı kullanarak resim yapanlar olmuş. Picasso gibi usta ressamlar fotoğraf da yapmışlardır. Şahin Kaygun, fotoğrafın üstüne müdahale ederek resim diline yaklaşmaya çalışmıştır. O genç yaşında o kadar güzel eserler bırakmıştır ki hepsi de örnek alınacak çalışmalardır. Bu nedenle ekslibrisin fotoğraf sanatının olanaklarıyla da yapılması ona sadece zenginlik ve farklılık katar. Sabit Kalfagil’in güzel bir sözü vardır; “fotoğrafı sanat yapan, mesajda belli bir duygu yoğunluğunun bulunmasıdır. Fotoğrafçıyı sanatçı yapan ise mesajı yoğurup iletmekteki özgünlük ve kişiselliktir.” Bu söz ekslibris için de geçerlidir. Fotoğraf, tıpkı diğer sanat dalları gibi, bireyin, kendini anlatmada, duygu ve düşüncelerini ortaya koymada sonsuz olanaklara sahip bir yaratıcılık alanıdır. Fotoğraf sanatçısı da yaptıklarını diğer bireylerle paylaşmaktan büyük mutluluk duyan insanlardır. Bu düşünceden hareketle, yaratıcılıklarını ortaya koyabilecekleri bir çalışma alanı olarak ekslibrisin ilgilerini çekeceğini sanıyorum. Bazılarınızın “ekslibris de nedir?” diye sorduğu, belki de ilk defa duyduğu, bazılarınızın ise oldukça aşina olduğu bu sanat dalının baskıresim sanatçıları ve grafik tasarımcıları kadar, fotoğraf sanatçıları için de iyi bir anlatım aracı olmasını temenni ederim. Dünyada bunun iyi örnekleri vardır. H a s i p Pe kta ş Konuk Yazar Ekslibrisin Türkiye’deki gelişimi 9 Türkiye’nin ekslibrisi tanıması, batıdan alınmış kitaplarla olmuş. Avrupa ülkelerinde yaygın olarak kullanılan ekslibrisli kitaplar, ikinci el satışlarla ülkemize girmiş, bu kitapların sahipleri öldüğü zaman ise yakınları tarafından kütüphanelere bağışlanmış veya sahaflara satılmış. Yurtdışındaki müzayedelerden alınan bazı kitapların iç kapağında ekslibrislere rastlanmakta. Türkiye’de gerçek anlamda adına ilk ekslibris yaptıranların yabancı uyruklu kitapseverler olduğunu görüyoruz. Üsküdar Amerikan Koleji, Robert Kolej gibi okullarda görev yapan yabancı uyruklu öğretmenlerin yaptırdıkları ekslibrislere, kütüphanelerdeki bağış kitapların iç kapaklarında rastlamak mümkün. Ayrıca bazı kültürlü kütüphane sahiplerinin de kendi adlarına ekslibris yaptırdıkları görülmekte. 1920’li yıllardan itibaren Robert Kolej (şimdiki Boğaziçi Üniversitesi) öğrenci yıllıkları için yıllık sahibinin adını yazabileceği boşlukların da bırakıldığı ekslibrisler yapılmış. Yıllığın sanat sorumluları tarafından tasarlanan ve uygulanan bu gelenek, 1950’li yıllardan sonra maalesef sürdürülmemiş. 1990’lı yıllardan bu yana, özellikle güzel sanatlar eğitimi veren kurumlardaki baskıresim ve grafik tasarım derslerine giren öğretim elemanlarının özendirmeAFSAD Mart - Nisan 2013 10 Konuk Yazar H a s i p Pe kta ş Ekslibris tasarımı, yazı ve resim ilişkisi Ekslibris de diğer sanat eserlerinde duyulan kaygılarla oluşturulur. Elbette renk ve biçim uyumu taşımayan, özgün olmayan, teknik ve estetik yetkinliğe sahip olmayan, resim ve yazı ilişkisi uyumlu olmayan ekslibris geleceğe kalamaz. Belli bir konuda yapılan bu küçük resimlere ekslibris sözcüğü ile adına ekslibris yapılan kişinin adının eklenmesi başlı başına bir tasarım sorunudur. Eğer kullanılan yazı doğru yerde ve uygun büyüklükte değilse rahatsız eder, ekslibrisi olumsuz etkiler. O nedenle çok denemek, uygun alanı bulduktan sonra yerleştirmek gerekir. Yazı ne okunamayacak kadar küçük ne de resmin önüne geçecek kadar büyük olmalıdır. Resmin bir parçası, bir çizgi ya da leke olarak kalmalı, ama işlevini de yerine getirmelidir. Ekslibris, 500 yıldan bu yana sanatsal kaygılarla yapılmakta ve meraklıları tarafından toplanmaktadır. İnsanı farklı düşüncelere yönelten özgün bir çalışma alanıdır; genellikle kitapların boyutuna bağlı kalınarak hazırlanıp, değişik baskı teknikleriyle üretilmektedir. Büyük kitaplar için büyük, küçük kitaplar için küçük ekslibris yapılabilir. Yarışma şartnamelerinde en büyük ekslibris boyutunun 13 cm olması gerektiği vurgulanmakla birlikte, koleksiyoncuların kullanışlı Christine Deboseere bulduğu boyut 6x9 veya 5x8 cm. dir. Ekslibris baskı miktarı, baskı tekniğinin olanaklarına, sipariş verenin ve tasarımcının arzusuna bağlıdır. İstenilirse 2.000 adete kadar baskı yapılabilir. Fakat önemli olan, sayı değil, kalitedir. Ekslibris sanatçıları, genellikle ekslibris siparişi veren kişinin ilgilerini ve özelliklerini göz önüne alırlar; fakat tamamen kendi algıları doğrultusunda imajlar oluştururlar. Çalışma konusu ve teknik seçiminde sanatçı daima özgürdür. * Prof. Dr. Hasip Pektaş, Işık Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Tasarım Bölümü ve İstanbul Ekslibris Derneği Başkanı, İstanbul Ekslibris Müzesi Müdürü... Konuk Yazar H a s i p Pe kta ş leriyle, ekslibris yapan kişiler yetişmeye başladı. Artık yurtdışında yapılan ekslibris yarışmalarında Türk sanatçıları ödüller almaktadır. 11 AFSAD Mart - Nisan 2013 Fotoğrafta Etik Dosya Konusu 12 Fotoğraf ve Etik Hamdi Telli Eski Yunanca’da “Ethos” yani “Töre” sözcüğünden türeyen ve bugün çoğunlukla “Ahlak” ile eşanlamlı olarak kullanılan “Etik” sözcüğü, birçok sözcükle birlikte kullanılarak, (Tıp Etiği, Yargı Etiği, Eğitimde Etik, Siyasette Etik vb.) toplum için büyük önem taşıyan değerleri tanımlamak için kullanılmaktadır. Bir Aksiyoloji dalı olan “Etik”, felsefenin dört ana dalından birini oluşturmaktadır. Aksiyolojinin de “Değerbilim” olarak tanımlanan ve bir tarafında “Etik”, diğer tarafında ise “Estetiğin” ele alındığı bir alan olduğu düşünülürse, “Fotoğraf ve Etik” konusunda çok şey söylenebileceği görülmektedir. Üzerine kitaplar yazılabilecek böyle bir konuyu burada ele aldığımızda, birçok önemli noktayı atlamak zorunda kalacağım için özellikle felsefeci okurlarımdan bağışlanmamı dilerim. Öncelikle kabul etmek gerekir ki “Etik”, eyleme dayalı bir kavramdır. Yani “Düşünce Özgürlüğü” gibi birşeydir etik. Yani, zihinde kaldığı sürece kimseyi ilgilendirmeyen, ilgilendirme olasılığı da olmayan, ancak ifade edildiği, eyleme dönüştüğü andan itibaren üzerinde tartışılabilen, özgürlüğünden ya da suç olmasından bahsedilebilen birşeydir. ğını gerektirir ve “Etik” bu konu ile ilgilenir. Bunlardan bir kısmı ise yazılı hale gelmiş evrensel kuralları oluşturur. Örneğin “İnsan Hakları” bu evrensel kurallardan kabul edilmektedir. Bir davranışın, bir eylemin, etik olup olmadığı herşeyden önce o eylemi yapanın kendi meselesidir. Yani bir içhesaplaşma, özeleştiri ya da vicdan muhasebesidir. Bu da bireylerin toplumsallaşma düzeyi ile paralel bir gelişim süreci gösterir. Etik olmayan eylemlere yönelik toplumsal tepkiler ise, bireyleri etik davranışa yönelten bir etki yanında, onların toplumsallaşma sürecini hızlandırıcı bir etki de sağlamaktadır. Bazan da toplumsal zaaflar, bireylerin davranışlarının etik yönünü gözardı etmelerine yol açmaktadır. Çok daha tehlikeli olan bu durumda ise denetim, olanaklı ise sadece yasal mekanizmalar ile sağlanabilecektir. Bir anımı sizlerle paylaşarak sözü “Fotoğraf” konusuna getirmek istiyorum. Fotoğrafa gönül veren bir grupla yaptığım söyleşi sonunda sıra sorulara geldi ve dinleyicilerden bir hanımefendi söz isteyerek şöyle bir soru iletti: “Hocam Bir eylemin yasal, ahlakî ve etik olması ne demektir? Bu üç kavram özdeş midir? Benzer midir? Ya da tamamen farklı şeyler midir? Ahlak ve etik eşanlamlı gibi kullanılsa da aralarında önemli bir fark olduğu unutulmamalıdır. Ahlak yöresel, toplumsal; Etik ise evrenseldir. “Yasal” ise doğru ve yanlış davranışı tanımlayarak yanlış davranışların önlenmesi amacı ile yaptırıma bağlayan bir sistemin tanımıdır. Evrensel ilkeleri olsa da yapısı gereği toplumsaldır. Bir davranışa, bir eyleme dayalı olarak yapılacak doğru/yanlış değerlendirmesi, yazılı hale gelmemiş olsa da, evrensel olarak kabul gören kuralların varlı- sizce fotoğrafa müdahale etmek etik midir?” Kendisinin de fotoğraf çekmekte olduğunu onaylattıktan sonra kendisine sordum: “Filtre kullanıyor musunuz?” “Evet” dedi izleyicim. “Peki, bunun etik olup olmadığını hiç düşündünüz mü?” Aslında fotoğrafçı eline makinayı aldığı andan itibaren doğadaki bir görüntüye müdahale etmektedir. Fotoğraf, çoğunlukla kabul edildiği gibi doğanın kopyası değil, doğal bir kesitin, fotoğrafçı tarafından yorumudur. Yani nesnel değil, öznel bir eylemdir. Olumlusu ve olumsuzu ile o fotoğrafın sonuçlarının sorumluluğu fotoğrafçıya aittir. Zaten bu niteliği ile fotoğraf “Etik” kuramlar içinde ele alınabilmektedir. Yoksa doğanın kendisinin etik olup olmadığını sorgulamak akla uygun olmayacaktır. Ancak insanların başkalarını öldürmek için napalm bombası yapması, bunu Vietnamlı çocuklar üzerinde kullanması, Associated Press muhabiri Huynh Cong’un da 8 Haziran 1972’de bunu objektifi ile görüntüleyip dünya kamuoyu ile paylaşması, çok yönlü Etik tartışmalarının konusu olmuştur. İşin ilginç yanı ise bu tartışmaların odak noktasında bu silahları geliştirenler, onları üreten silah fabrikaları, bu silahlardan sipariş veren hükümetler, onların kullanılmasına onay veren generaller ve onları kullanan askerlerden çok, o fotoğrafı çekip yayımlayan fotomuhabiri olmuştur. Bunun yanında, fotoğrafta başka insanların yer alması durumunda, sanatsal amaçlı da olsa fotoğrafı paylaşmadan, bir başka deyişle kullanmadan önce fotoğrafta yer alan kişinin onayını almak etik bir gereklilik olacaktır. Kişi hak ve özgürlükleri konusunda duyarlı toplumlarda bu onayın yazılı bir belgeye dayandırılması gerektiğini de görmekteyiz. Örneğin stok fotoğraf siteleri. Bu sitelerde paylaşılıp satışa sunulan fotoğraflarda yüzü seçilebilir kişi ya da kişilerin bulunması halinde her birinden yazılı onay alınmasını zorunlu tutmakta ve bunun için hazırlanmış standart formlar sunmaktadır. 23 Şubat 1945’te İkinci Dünya Savaşı sonunda Amerikan bayrağının Iwo Jima’daki Suribachi Dağlarına dikilişi Joe Rosenthal’a Pulitzer ödülü kazandırdı ama fotoğrafın düzmece olup olmadığı hâlâ tartışılıyor. Peki bu fotoğraf düzmece yani kurgu olsa ne olur? Askerler, Amerikan bayrağını tepeye dikiyorlar işte. Birçok Amerikalı da bu fotoğrafa bakarak gurur duyuyor. Kötü birşey mi yani? Pencereden bakan köylü kadının fotoğrafını çektikten sonra kendisine bu fotoğrafı gösterip, bunu sergilemek ve yayınlamak isterim. “Ne dersin?” dedim. “Sergile gaari noolcek” dedi. Ben de en azından sözlü onayını almış olmanın huzuru ile paylaşıyorum. Bir taraftan kişi hak ve özgürlükleri konusunda bu denli duyarlı davranılmakta ve yasal düzenlemeler ile desteklenmekteyken, diğer taraftan toplumsal zaaf ve Bu bir haber fotoğrafı olduğu için, eğer kurgu ise, evet, kötü birşey. Çünkü o zaman “Yalan” haber olur. Yalan’ın her türü, etik olarak, kabul görmeyen davranışlardandır. Üstelik fotoğrafçı, bir de hak etmediği bir ödüle sahip olmuştur ki, bu da etik olmayan bir başka durum oluşturmaktadır. Ancak ileri sürülen iddia bugün bile bir kesinlik kazanmamıştır. Kesinleşmesi de pek olanaklı görülmemektedir. Bu nedenledir ki meselenin öncelikle bir kişisel hesaplaşma ve özeleştiri meselesi olduğuna değinmiştik. Ancak kurgulanarak yapılmış sanatsal amaçlı birçok fotoğraf, büyük beğeni kazanarak müze ve koleksiyonlardaki yerlerini almışlardır. Sanatsal, yani yaratıya, algılara ve estetiğe yönelik bir amaç ile yapılmış fotoğrafta kimseyi yanıltmak, kandırmak, istismar etmek düşünülmeyeceği için kurgu ve müdahaleye dayalı bir etik değerlendirmesi yapmak doğru olmayacaktır. AFSAD hezeyanlardan çıkar sağlamak amacıyla kişi hakları hiçe sayılabilmektedir. Üstelik bu durumu kerameti kendinden menkul bir etik anlayışı ile desteklemeye çalışarak. Nasıl mı? Mart - Nisan 2013 Fotoğrafta Etik Aksiyolojinin diğer dalı olan “Estetik” bu durumda öne çıkmış, Etik bir sakınca oluşturmadan estetik değerler fotoğrafta yer almıştır. Dosya Konusu Anlaşılmaktadır ki, “Etik” insan iradesi ile ortaya çıkan davranış ve eylemler ile ilgilidir. Yani bir arslanın bufalo sürüsüne saldırıp aralarından en genç ve körpe olanı devirip yemesi herhangi bir “Etik” değerlendirmeye konu olmayacaktır. 13 Söyleşi Aysel Altun - T. DenizEtik Çakır Dosya Konusu Fotoğrafta 14 Tanınmış şarkıcı, oyuncu, siyasetçi vb. kişiler, balkonda güneşlenirken, kız ya da erkek arkadaşı ile eğlenirken, sevişirken... özel hayatlarının en mahrem kesitlerinde fotoğraflanıp, izin, hatta haberleri olmaksızın bu fotoğraflar basında yayınlanabilmektedir. Toplumun büyük ilgi gösterdiği bu tür fotoğraflar basın kuruluşları arasında yüksek fiyatlarla el değiştirebilmekte, bunları yayınlayanların satışları ya da izlenme oranları artmakta, böylece büyük maddi kazançlar elde edilmektedir. Popüler magazin kültürünün bu çarpık kısır döngüsü, “Ama onlar sıradan kişiler değil, topluma mal olmuş kişilerdir.” gerekçesi ile bir de etik kılıfa sokulmaya çalışılmaktadır. Bu anlayışla; “Hiç kimse, özel yaşamı, aile yaşamı, konutu ya da yazışmaları konularında keyfi karışmalara, şeref ve şöhretine karşı tecavüzlere maruz kalamaz” şeklinde düzenlenen 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin 12. maddesinden esinlenerek düzenlenen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 8. maddesinde yer alan; “Herkes özel ve aile hayatına, konutuna ve haberleşmesine saygı gösterilmesi hakkına sahiptir.” cümlesine rağmen eğer tanınmışsanız, diğer bir deyişle topluma mal olmuşsanız bu temel insan hakkınız “hükümsüzdür” denilmektedir. Fotoğrafta “Etik” değerlendirmelere çeşitli boyutları ile değinmeye çalıştık. Hepsi fotoğrafı çeken açısından yapılan değerlendirmelerdi ki, zaten asıl olan eylem fotoğrafı çekenin eylemidir. Bunlara ekleyebileceğimiz bir başka durum ise başkasının çektiği fotoğrafın kullanımına ilişkin yapılabilecek “Etik” değerlendirme olacaktır. Değiştirerek dahi olsa bir başkasının çekmiş olduğu fotoğrafı kendi fotoğrafı olarak sunmak etik bir davranış olarak kabul edilemeyecektir. Her ne kadar sanat alanında, özellikle müzikte, bunun tersi durumlara sıklıkla rastlasak bile, konu fotoğraf olunca kabul edilebilirlik sınırlarını çizmek pek olanaklı olamamaktadır. Örneğin Brahms’ın “Paganini’nin bir teması üzerine çeşitlemeler”i, Brahms’ın çok sevilen eserleri arasında yer almaktadır. Yine Mussorgsky’nin “Bir Sergiden Resimler” adlı piyano eserinin orkestrasyonu Maurice Ravel tarafından yapılmış ve Mussorgsky ile birlikte onun eseri olarak kabul edilmiştir. Plastik sanatlarda da benzer örnekler gözlenebilmektedir. Örneğin, Bed- ri Baykam’ın başkaları tarafından yapılmış çeşitli fotoğraf ve resimleri kullanarak yaptığı kolaj çalışmaları, sanatçının özgün eserleri arasında kabul edilip, birçok sanat eleştirmeninin takdirini kazanmaktadır. Bir fotoğraf sanatçısı için ise böyle bir kolaj, çok sert etik eleştirilerine hedef olmasına neden olacaktır. Başkasının fotoğrafı üzerinde, diğerlerinin hakları konusunda bir anektod paylaşmak isterim ki bu konuda yaşanan kavram ve değer karmaşasına güzel bir örnek oluşturmaktadır. İnternet üzerinde kurulmuş olan bir fotoğraf grubu, bu sayfa üzerinde fotoğraflarını paylaşarak kendilerini geliştirmeyi amaçlamaktadır. Benim de aralarına katılmamı önerdiler. Ben de nazik davetlerini memnuniyetle kabul ederek gruba katıldım. Bir gün, bir delikanlı sayfada çok güzel bir fotoğrafını paylaştı. Fotoğraf Haydarpaşa yangını sırasında çekmiş olduğu bir fotoğraftı. Kendisini bu fotoğraf için kutlayarak, neden beğendiğimi de gerek fotografik gerekse estetik kavramlar çerçevesinde açıkladım. Ek olarak, aynı fotoğrafın farklı vurgulamalar ile daha dramatik etkiler yaratabileceği kompozisyon seçeneklerini uygulamalı ve gerekçeli olarak aynı sayfada paylaştım. Kendisi de bu önerilerime teşekkür ederek diyaloğumuzu sürdürürken, sayfanın durumundan vazife çıkaran “Etik uzmanı” üyeleri kıyameti kopardı. Ne hırsızlığım kaldı ne sahtekarlığım. Vay efendim ben nasıl olur da başkasının fotoğrafını kullanırmışım. Bir de fotoğrafçı olarak oralarda boy göstermeye cürret etmekteymişim. Photoshop’un arkasına sığınacağıma, doğru dürüst fotoğraf çekmesini öğrenmeliymişim. Evet, işte sözün bittiği yer. Bu noktadan sonra hiçbirşey söylemenin anlamı yok. Çünkü kavramlar ve değerler karmakarışık. Ancak bu noktada Etik konusunda bir başka durum ile karşılaşıyoruz. Fotoğrafı izleyenlerin davranışlarında “Etik”. Gördüğü bir fotoğrafı beğenmek ya da beğenmemek fotoğrafı izleyenin en doğal hakkı olup, bunu beyan etmesi de o denli doğaldır. Fotoğrafçının da fotoğrafının beğenilmemesi durumunu olgunlukla karşılaması gerekir. Ancak kimi zaman, kulaktan dolma, yalan yanlış bilgilere dayalı, insaf ve nezaket sınırını aşan eleştirilerin yapılabildiği de gözlenmektedir. Bilgisizlikten de kaynaklansa, kötü niyete de dayansa, bu tür eleştirilerin etik olamayacağını kabul etmek gerekir. Fotoğraf David Copperfield’in gösterisinde de David tam uçmaya başladığında, o seyirci atılır ve açıklamalarına başlar. “Yok abi yaaa adam uçmuyor. Ceketinin arkasında bir yer var oradan şeffaf bir iple bağlıyorlar, kaldırınca uçuyormuş gibi görünüyor. Sen farketmiyorsun tabii.” Derin bir nefes alıyorum. Allahtan o seyirci var. Ben neredeyse David Copperfield’in gösteriden sonra evine de uçarak gittiğini düşünmeye başlayacaktım. Fotoğrafçılara Önerilen Bir Garip ‘Model Sözleşmesi’ Kemal Cengizkan Genel tanım olarak sözleşmeler iki taraf arasında yapılan ve tarafların yetkilerini, sorumluluklarını ve haklarını belirleyen yazılı dökümanlardır. Tanım gereği iki taraf söz konusudur, iki tarafın hakları ve sorumlulukları söz konusudur. Her ne kadar tanım buysa da, genellikle hakim olan taraf kendi haklarını, yetkilerini vs. koruyacak hükümleri sözleşmeye koyarak ‘öteki’ tarafı bağlamaya çalışır. En basitindan bir kira sözleşmesine göz attığınızda, evsahibinin nasıl kollandığını görürsünüz. Ama gene de sözleşmenin suyu çıkmasın diye ‘öteki’ taraf olan kiracıdan da bahsedilir. Şu koşullarda ev sahibi kiracıyı evden çıkarır, diye ev sahibinin hakkı belirtilirken; şu koşullarda kiracı evi terkeder diyerek güya eşitlik ilkesi sağlanır. Sonuçta kaybeden hep kiracıdır. Mülkün temeli adalettir tabii, böyle adaletin sözleşmesi de böyledir. İşveren-işçi sözleşmelerine de bir bakın, durum aynıdır. Fotoğrafçı’ya devrediyor. İkinci maddede, bu hakların Fotoğrafçı tarafından üçüncü bir tarafa (yayınevleri, reklam ajansları vb.) devredilebileceği belirtiliyor. Üçüncü madde diyor ki, Model ne Fotoğrafçı’dan, ne de hakları devralan üçüncü taraftan hiç bir hak talep edemez. Dördüncü madde sözleşmenin süresiz olduğunu belirterek, noter aracılığı ile iptal edilse bile önceki kullanım haklarının süresiz geçerli olduğunu yazıyor. Beşinci madde adreslerin tebligat adresi olduğunu belirtiyor. Altıncı madde oldukça komik: ölüm halinde haklar tarafların mirasçılarına devrediliyor. (Model’in hangi hakkı mirasçılarına devredilecek acaba?) Yedinci madde anlaşmazlık halinde Fotoğrafçı’nın adresinin bulunduğu ilin mahkemelerinin yetkili olduğunu belirtiyor. Sekizinci maddeye göre Fotoğrafçı ve Model bu sözleşmeyi okuyup kabul ettiklerini imzalarıyla onaylıyorlar (ve Model ayvayı yiyor). İnsan fotoğrafı çeken fotoğrafçılarla (belgesel fotoğrafçılar) konuları arasında dürüstlüğe dayalı bir ilişki olması şartsa da bunun yazılı olması gerektiğine inananlar da var. Şükürler olsun ki onlar için böyle bir sözleşme piyasaya çıkmış bulunuyor. Bu sözleşme ‘Model Sözleşmesi’ adını taşıyor ve fotoğrafçı Erdal Kınacı tarafından açıklanıyor. Sn. Kınacı, Fotoritim sanal dergisindeki köşesinde, fotoğrafçıyı ilgilendiren yasal sorunlar hakkında bilgilendirici yazısının sonunda, konu’nun (Model’in) yaratabileceği problemleri önlemek amacıyla, bu sözleşmeyi fotoğrafçılara sunuyor ve diyor ki, yanınızda bu sözleşmeyi bulundurun, fotoğrafını çektiğiniz kişiye imzalatın ki sonra başınıza problem çıkmasın. Burada benim yazdıklarıma inanmayan, bunların bir bilim-kurgu komedisinden alındığını sananlar olabilir, onlar şu kaynağa bakabilirler: http://www.fotoritim.com /yazi/erdal-kinaci-bakis--isigi-hapsetmek Kira ya da iş sözleşmelerine rahmet okutturan, bir felsefeye sahip bu sözleşme sekiz maddeden oluşuyor. Birinci maddesinde Model (fotoğrafı çekilen kişi), çekilen fotoğrafı üzerindeki bütün haklarını (aklınıza ne geliyorsa sıralayın) geri dönülmez bir şekilde AFSAD Komediyi sürdürelim ve şöyle bir senaryo düşünelim: Güneşli bir gün Varoşkapı’daki evinizin önünde oturmuş sigaranızı tüttürüyorsunuz, etrafınızda çoluk çocuk. Derken boynunda makinesiyle (büyük harf F ile) Fotoğrafçı’mız görünüyor. Diyor ki, amca (teyze) ne güzel bir ışık var yüzünüzde, bi fotoğrafınızı çekebilir miyim? Keyfiniz yerinde, çek diyorsunuz. Büyük harfli fotoğrafçı eğilip bükülüp şak şak fotoğraf çekiyor. Size de gösteriyor makinenin arkasından. Ulan ne güzel çıkmışız… Ne yapacaksın bu fotoğrafları, niye çekiyorsun, diye soruyorsunuz. Sanat, manat, sergi, yarışma filan diyor. Bu fotoğrafları kullanmak için sizden izin istiyorum diyor, bi de kağıt uzatıyor size. Amma da nazik biri deyip bir imza atıyorsunuz kağıda. Farkında değilsiniz ama büyük M ile Model oldunuz bile. Mart - Nisan 2013 Fotoğrafta Etik Bu yaklaşımı, hep bir illüzyon gösterisini izleyen seyircilere benzetirim. İllüzyonist başarılı bir performans sergilemekte, seyirci, gösteriyi ilgi ile izlemektedir. İllüzyonist kutu içindeki kızın üzerine büyük bir pelerini örter ve örtüyü kaldırdığında kız kaybolmuştur. Salon alkıştan kırılır. Yanımdaki izleyicilerden biri de alkışları bastırmak istercesine yüksek sesle açıklama yapmaktadır. “Hayır, hayır, kız kaybolmadı... adam pelerini örttü ya... o sırada arkadaki kapaktan kız diğer tarafa geçti. siz farketmiyorsunuz...” Ohhh neyse, ben de kız kayboldu diye telaşlanmıştım. Neyse ki yakınlarımda akıllı izleyiciler var. Dosya Konusu alanında, özellikle sayısal teknolojilerin kullanımından sonra ortaya çıkan bazı eleştiriler bu tür davranışlara en güzel örneği oluşturmaktadır. Bir kesim için “Photoshop” sözcüğünün “sahtekarlık” ile eşanlamlı hale geldiğini görmekteyiz. Fotoğraf sergisini gezerken, bir fotoğrafın önünde duran keskin zekalı izleyici açıklama yapmaktadır. “Haaa bu Photoshop, Photoshop.” Diğer izleyiciler arasında o fotoğrafı beğenmeye kalkışan, hatta yanılıp şaşırıp almayı bile düşünen varsa bir daha düşünsün. O fotoğraf öyle göründüğü gibi gönül işi, emek işi değil. Photoshop işte, foyası çıktı. 15 Fotoğrafta Etik Dosya Konusu 16 Büyük F’yi bir daha görmüyorsunuz. Derken bir gün televizyonda hem onu hem de fotoğrafınızı görüyorsunuz. Aşağıdaki olasılıkları var: - Bir yarışmada ödül almış sizin fotoğraf, kazanılan paralar hayır işlerine gidecekmiş. İnsanlar büyük F’nin bonkörlüğü üzerine gözyaşlarını tutamıyor. - ‘Esrar İçenler’ konulu sergi büyük yankı uyandırmış. Sizin fotoğraf o sergide ne arıyor, anlamadınız. Ama tanıyanlara rezil oldunuz... - ‘Çocukları aç, kendi iki paket sigara içiyor’.Yaman bir TV programcısı sizinle hiç ilgisi olmayan bir haberi sunarken bu fotoğrafı kullanıyor. - Nobel ödüllü bir yazar, kapağında sizin fotoğrafınızın yer aldığı yeni kitabını basına tanıtıyor. - Maraz Bank sigara aleyhine bir kampanya düzenlemiş, fotoğrafınızın yer aldığı afiş şehir duvarlarını kaplamış, üzerinde ‘böyle sigara içerseniz ölürsünüz’ yazıyor. Hakarete uğradığınızı, kandırıldığınızı düşünüyorsunuz. Hakkınızı aramaya karar veriyorsunuz. Neyse ki endişe etmenize gerek yok, fotoğrafçıyla bir sözleşme (!) imzalamamış mıydınız? Ancak, gırgır geçebildiğimiz bu sözleşme taslağı üzerinde ciddi olarak düşünmek gerek. Belgesel fotoğrafçıların temel konusu insandır. İnsan’ın birey olarak kendisi, yaşadığı ortam, ilişkileri belgesel fotoğrafçının ilgi alanı içine girer. Belgesel fotoğrafçının çalışma ilkelerinden en önemlisi, konusu ile dürüstlüğe ve açıklığa dayanan bir ilişki kurmaktır. Bu şu demektir: Konu (model), fotoğrafçının ne yaptığını, fotoğraflarının hangi amaçla, nerelerde, nasıl kullanılacağını bilmelidir. Fotoğrafçı da belirttiği amaçların, yöntemlerin dışında fotoğrafını kullandırmamalıdır. Böyle birşey sözkonusu olduğunda Model’i bilgilendirmeli, gerekirse izin almalıdır.(1) Bu ilişkiyi somutlaştıracak bir sözleşme yapılması gerekiyorsa, bu sözleşme özellikle Model’i bilgilendiren, fotoğrafın kullanım sınırla- rını açıklayan ve modelin haklarını koruyan limitli bir sözleşme olmalıdır. Çünkü durup dururken Model’in hayatına giren, onun suretini kopyalayan, bunu işleyerek kullanıma sunan Fotoğrafçı’dır. Fotoğrafçı zaten fotoğrafından doğan haklarının takibindedir; bu fotoğrafı (ya da projeyi) diğer kurumlara pazarlarken onlarla ayrı bir sözleşme yapıp kendi haklarını korumuyor mu? Burada sözleşme ile korunması gereken biri varsa o da Model’dir. Model, para talep etmemişse bile fotoğrafının abuk sabuk yerlerde, bağlamı dışında kullanılmasına, kendisinin küçük düşürülmesine rıza göstermeyecektir. Eğer fotoğrafı, sözleşmede belirtilmemiş özel bazı kullanımları sonucunda para kazandırıyorsa, bundan hak talep edebilmelidir. Bütün bu nedenlerle ‘Model Sözleşme’si olarak adlandırılacak sözleşme, Fotoğrafçının haklarının yanısıra, gerçekten adının çağrıştırdığı gibi, Model’in haklarını da koruyan ve belirleyen bir sözleşme olmalıdır. ‘Model Sözleşmesi’ örneği olarak fotoğrafçılara önerilen, Model’in bütün haklarını bir imza ile süresiz olarak ve nesiller boyu gaspeden bu belge, yasal olarak bir Sözleşme sayılabilir mi? Sanmıyorum, hukukçular bu konuda birşeyler söyleyebilir. Bu haliyle sadece Model’in yasal takibinden kurtulmak isteyen Fotoğrafçı’nın dürüst olmayan niyetlerinin –Model’in şahitliği ile onaylanmış- imzalı bir belgesi gibi görünüyor. Dipnot: 1. Dileyenler Ken Light’ın ‘Çağımızın Tanıkları’ isimli kitabında yer alan Donna Ferrato’nun anlatısını okuyabilirler. Ferrato, çekmiş olduğu ve bir kadına uygulanan şiddeti gösteren fotoğrafını yayınlayabilmek için, Model’den izin almak amacıyla günlerce peşinde koşup onu ikna etmeye çalışmış, onayını aldıktan sonra fotoğrafı yayınlamıştır. 2. Bu yazı 1 Aralık 2008 tarihli BirGün Gazetesi’nde ve Fotoğrafsız Dergisi’nin Güz 2010 sayısında yayınlanmıştır. F: Dora Günel Ben de birkaç söz etmek istiyorum fotoğrafta etik konusunda. Kendi deneyimlerimden yola çıkarak, kendi yaşadığım örnekleri anlatarak. Büyülü Gerçekçilik akımından ünlü Fransız yazar Michel Tournier’in öyküsünde; bir turistin çektiği suretinin peşine düşen bedevinin hikâyesi yeterince etkilemiştir beni. Ödünç alınan suretlerin öncelikle sahibine verilmesi, rızası dışında, onu incitecek şekilde kullanılmaması yer etmiştir yaşamımda. Başka etkileyenler de var elbette. Yukarıdaki prensipten yola çıkarak çektiğim fotoğrafları hep sahiplerine ilettim, iletemeyeceklerimi de söyledim, anlattım kendilerine. Önce diyalog kurulmasını önemli bulmuşumdur. Bir göz teması, bir küçük selam, bir çift söz yeni bir kapı açmıştır, yeni bir yolculuğa çıkarmıştır hep. Balat’ta eski mahalle yaşayanlarını fotoğraflamak üzere gezerken biri pencerenin dışında diğeri içinde iki kadın muhabbet halindeyken merhabalaştım onlarla. Mahalledeki dönüşümden, buraya rağbet eden yabancı uyruklulardan, eksiklerden konuştuk biraz. “Öyle güzel bir muhabbettesiniz ki, sizin fotoğrafınızı çekmek isterim” dedim. Karşı çıktılar, “olmaz!” dediler, “yabancılar buralarda çok dolaşırlar, zaman zaman da bizleri fotoğrafladıkları olur, bir hafta geçmez bir de bakarız fotoğraflar bize bir zarf içinde gelmiş. Sizin gibi makinelerini boynuna takmış arkadaşlarınız geliyorlar sürekli, çekip çekip gidiyorlar. Giderken de fotoğrafları istediğimizde, en kısa zamanda getireceğiz diyorlar. Sonra bekle ki gelsin.” Bu sözler birebir insan fotoğrafı üzerine çalışan fotoğrafçılar için gerçek bir şamardır. Sokaktaki kadın tarafından atılmış bir şamar. Ne diyebilirdim AFSAD ki? Her “ama” ile başlayan cümle gibi, ama ben çektiğim fotoğrafları sahiplerine mutlaka iletirim dememin bir yararı var mıydı? Önce gidenlerin sonra gidenlere verdiği zarardı bu. ‘İçkalpakçı Çıkmazı’ adlı çalışmada tüm evlerde aile albümleri oluşmuştu bizim verdiğimiz fotoğraflardan. Bu çalışmadan tam on yıl sonra Yıldız Teknik Üniversitesi Fotoğraf Kulübü’nün davetlisi olarak gerçekleştirdiğim fotoğraf atölyesi sırasında diğer atölyelerden birinden bir öğrenci arkadaş yanıma geldi: “Merhaba hocam” dedi, “geçenlerde arkadaşlarımla İçkalpakçı Çıkmazı’na gitmiştik çekim için, orada yaşayanlar size çok selam söylediler, sayenizde çok rahat çekimler yaptık. Bize sizin on yıl önce çektiğiniz fotoğrafları gösterdiler.” İçkalpakçı Çıkmazı’nda çalışırken bu çalışmanın bileşenlerinden sosyolog Gülay Kayacan’ın katkılarıyla birlikte İzzet Baysal Huzurevi’nde “Güz Gülleri” adlı çalışmayı gerçekleştiriyorduk. Çekimleri kolayca tamamladık. Sonuçlar istediğimiz gibiydi. Mesele bu çalışmayı kısa zamanda sergiye çevirmekti. Ardından da sergiyi farklı yerlere taşımaktı. Gülay da metinleri hazırladı, sergiyi destekleyecek her türlü malzemeyi de topladık. 2001’de yapıp bitirdiğimiz bu çalışmayı 2008 yılının Eylül Ayında sergileyebildik. Neden mi? Çok basit. Birincisi SHÇEK bu işe olur vermeliydi, ikincisi ya da daha önemlisi yaşamını huzurevinde sürdüren insanların ailelerinin oluru gerekliydi. Kendileri isteseler de, çünkü yaptıkları işi “Güz Gülleri”ni paylaşmayı çok istiyorlardı, yarın karşınıza çıkabilecek bir evlat, bir torun size hiç de etik olmayan bir iş yaptığınızı söyleyebilirdi. Biz tüm Mart - Nisan 2013 Fotoğrafta Etik Dora Günel Dosya Konusu Fotoğrafta Etik 17 Fotoğraf veEtik Estetik Fotoğrafta Dosya Konusu 18 yollardan geçip tüm olurları alıp çalışmayı sergilediğimizde fotoğrafları çekilen insanlardan yalnızca ikisi sergiye gelebildiler kendilerine yeni katılanlarla birlikte. Çünkü, diğerleri artık hayatta değillerdi. Eğer bir yaşam biçimi olarak fotoğrafı benimsemişseniz bu duruşu her alanda sergilemek durumundasınız. Sokaktaki insan, evdeki insan, sosyal yaşamdaki insan için ayrı davranamazsınız. Annemin hastalığı sürecinde fotoğraflarını çekiyordum. Bunları aynı zamanda bir proje olarak sergileyecektim. Kendisiyle konuştum. Bana kardeşlerimin yanında onay verdi. Zaman ilerledikçe hastalığıyla birlikte görüntüler de ağırlıklarını artırıyordu. Artık yataktan çıkamaz hale geldiğinde yine fotoğraflarını çekiyordum. “Teşekkür ederim” dedi ve öpücük gönderdi bana… “Biliyorsun” dedim, “devam edeceğim çalışmaya”, gülümsedi. “Devamını da çekeceğim ama, sonrasını da”, “Elbette!” dedi. Bu son konuşmamızdı onunla. Annemin ölümünün fotoğraflarını öncesi ve sonrasıyla izleyenlerin aynı sorularıyla karşılaştım: ”Kardeşlerin bir şey demediler mi?” Dediler, teşekkür ettiler… Son çalışmam olan Unvansız’da yirmi farklı kişi ve ailesiyle kendi ortamlarında çalıştım. Bir arkadaşımın küçük kızı da bu çalışmanın vazgeçemeyeceğim parçalanmış aile fotoğrafının öznesini oluşturuyordu. Fotoğrafla gerçekten çok sıcak bir bağım olmuştu ve kullanmak için kendime karşı mücadele veriyordum. Vazgeçemedim. Arkadaşıma gittim ve “bu fotoğrafı kullanabilir miyim?” dedim. “Tabii ki, bunu sormana gerek yok” diye cevapladı. “Tamam” dedim, “emin olabilirsin, basına asla göndermeyeceğim, duyurularda kullanmayacağım, sergi alanının dışına çıkarmayacağım, bir de kitapta olacak”. Şaşırmıştı. “Senden ricam, lütfen bir de annesiyle konuşur musun bu konuyu, onun da onayı olmalı. Yarın dışarıdan çekim yapan birisi bu fotoğrafı kullanırsa verecek cevabımız olmalı”. Neden bu kadar hassaslaştığımı sordu. Yapılan araştırmalarda bu coğrafyada günlük çocuk istismarının neredeyse yüz civarında rakamlara ulaştığını bunun da gerçeğin neredeyse yüzde onuna karşılık geldiği, çoğunun aile içinde kapatıldığı konusunu anlattım ona. Dolayısıyla böyle bir durumda çocuk fotoğraflarının teşhiri hep kafamı kurcalıyordu. Sonra sosyal medyada oluşan, buluşan fotoğraf gruplarının çocuk fotoğrafları toplayarak sergiler açtıklarına tanık oldum, tüylerim diken diken oldu. Çocuk fotoğrafı çekilmeyecek mi? Elbette çekilecek. Ama, unutmamamız gerekir ki, onlara zarar getirmeden, onların haklarını koruyarak ve ailelerinin oluruyla. En kolay fotoğraflardan birisi çocuk fotoğraflarıdır. Çocuklar sizi dünyanın her yerinde bulurlar ve fotoğraflarını çekmenizi isterler. Sevgi satın alırlar sizden verdikleri poz karşılığı. Bazı yerlerde hediyeler, bazı yerlerde para. Fas’ta çocuklar “bonbon, bonbon” diyerek peşinize düşerler, çünkü zamanında ülkeyi ziyaret eden Fransız turistler fotoğraf çekimleri karşılığında şeker vermişlerdir onlara. Mısır’da “bahşiş” derler. Bizde Kapadokya’da eskiden her tur otobüsü geçişte çocuklar yola ya da bir duvarın üzerine dizilir “na, na, na” ya da “şuu, şuu, şuu” diye karşılarlardı. Bilmedikleri dile bilmedikleri sözcüklerle seslenirlerdi. Yetmişli yılların sonunda AFSAD’ın bir Kapadokya gezisindeki şu hikâyemi anlatmadan geçemeyeceğim. Gezi otobüsü durdu, dışarıda “na, na, na” diye karşılayan çocuklar otobüsün kapılarına koştu. Herkes fotoğraf makinelerini hazırladı “hücum!” emri beklercesine. Kapı açılmadan bir kadın arkadaşımız elindeki paketin kapağını açtı, merdivenlerden indi, kurabiye dolu kutuyu çocuklara uzattı ve deklanşörler… Fotoğraf çekmek satın alınamaz, alınırsa fotoğraf olmaz. Kısaca söylemek gerekirse, benim için etik vicdandır. İnsanın kendisiyle olan iç hesaplaşmasıdır, vicdani sorumluluğudur. Geri kalan bütün tartışmalar bence ikinci planda kalıyor. Yani hayata karşı, kendine karşı, karşındaki insanlara karşı, bütün yaptıklarının kendi iç muhasebesi bence etiğin temelini oluşturuyor. Bu da insan olmanın gerekliliği olan vicdandır. İnsan odaklı çalışmaların, örneğin Tarlabaşı’nın özelinde, etikle ilgili düşünceleriniz nelerdir? Proje sırasında ve sonrasında yaşadığınız veya tanık olduğunuz sıkıntıları paylaşır mısınız? Burada hassas bir konu var. Önce şunu söyleyeyim, Tarlabaşı’nın özeti olarak. Ben Tarlabaşı’nı bir proje olarak çekmedim. Tarlabaşı’nı yok edileceğini duyduğum, bildiğim, gördüğüm bir toplumsal yapıyı, mimari dokuyu ve yaşamı yok edilmeden önce, hızla belgelemek, tarihe dipnot düşmek üzere çekmeye başladım. Başladığım vakit, sadece çekmekle kalmıyorum. Tabii ki fotoğrafçının dünyaya bir bakış açısı var. Bir noktadan sonra şöyle düşünmeye başladım; bu insanlar adına bir şey yapmam gerekiyordu. Basınımız orada, kentsel bir yıkım var, katliam var ama yazmıyor, çizmiyor. Benim tarihe sadece dipnot düşmem yetmiyordu, onların sesini kamuoyuna duyurmam gerekiyordu. Bu da benim zaten gazetecilik refleksimdi. Bunun üzerinde çok düşündüm ‘ne yapabilirim’ diye. Sosyal medyayı kullandım, iyi ki kullanmışım. Bu sayede Tarlabaşı gerçekliği milyonlarca insana ulaştı, ayrıca Türk basını uyandı. Radikal’den bir muhabir bana şunu söyledi “Ali ağabey facebook’daki fotoğraflar haber toplantısına bomba gibi düştü”. Neticede Radikal üç sayfa, Milliyet tam sayfa, Aydınlık yarım sayfa, Evrensel tam sayfa, Babilon dergisi dokuz sayfa kullandı. Yani gazeteler, hatta televizyonlar Tarlabaşı’ndan haberdar oldular. Tabii “Adamın biri çalışmış çekmiş kelle koltukta, hazır malzeme, kullanalım” mantığı da var burada. Aktüel Dergisi gibi bir dergi, bana buradaki fotoğrafları kullanmak için, yazılar da dâhil, beş yüz lira para teklif etti. Böyle ucuz bir şekilde vermektense, ben buradaki insanların sesini duyurmayı yeğledim. Buradan ticari kazanç elde etmeyi zaten hiçbir zaman düşünmedim. Ayrıca, başkaca neler oldu? Bu çalışma yüzlerce fotoğrafçıya bir anlamda önderlik etmiş oldu. Sadece ben, onlarca arkadaşımı buraya taşıdım. Bu çalışmadan dolayı pek çok video belgesel çekildi. Benim dışımda ya da benimle birlikte çalıştılar. Sürekli benimle röportaj yaptılar. Etik meseleye gelince; burada biz fotoğrafçılar başkalarının hayatlarına müdahale ediyoruz sonuçta. Tabii bu tartışma konusu. Ben bunu şöyle çözümledim. Fotoğrafçı bazen etik olmayan davranışlar da sergileyebiliyor, başkasının özel hayatına girebiliyor, ama orada gazetecilikteki kamusal amaç dediğimiz olay ön plana çıkıyor ya da AFSAD yaptığın haberle o insana verecek olduğun kötülük ya da iyilik arasında bir vicdan muhasebesi yapıyorsun. Dolayısı ile benim burada iç hesaplaşmalarım oldu. Bu insanların hayatlarını yayınlamakla onların hayatlarına müdahale ediyorsun bir anlamda. Ve şunu gördüm; buradaki insanlar tamamen alt gelirdeki, savunmasız, çok zor durumda yaşayan insanlar. Zaten hayatları tamamen deşifre olmuş durumda, artı cep telefonu meselesinden dolayı artık herkes her şeyi çekip yayınlayabiliyor. Eskiden travestilerin hayatını çekmek çok zordu, suratına kezzap atarlardı. Uzun bir meslek hayatım var, travesti fotoğrafları zorlandığımız bir alandı. Bunu iki unsura bağlıyorum. Birincisi; artık her travestinin elinde bir milyarlık cep telefonu var, herkes birbirini çekiyor ve sağda solda kullanıyor, yayınlıyorlar. İkincisi; bu insanlar benim bunları aşağılayacak, kötüleyecek anlamda kullanmayacağıma inandılar. Çünkü iki yıl boyunca en az üç yüz iş günü burada bulundum. Yani sabah çıkıyordum ağır bir işçi gibi, gece yarılarına kadar burada, onlarla birlikteydim. Sonuçta şu noktaya geldi olay; onlar beni çok sevdiler, ben onları çok sevdim. Aramızda, oranın kurallarına uygun bir ilişki oluştu ve ben görünmez adam oldum. Mahalleye geldiğim vakit onlar normal hayatlarına devam ediyorlar, ben çekiyorum. Sonuçta o insanlarla aramda inanılmaz bir sevgi gelişti. Nuray ablamız var mesela, hayatın bütün çilelerini çekmiş bir insan. Bingöl depreminde annesini babasını kaybetmiş, Ankara’da yurtta tecavüze uğramış, Karaköy genelevinde çalışmış, pavyonda çalışmış, son olarak tuvalet bekçiliği yapıyor. Örneğin, ne zaman gidersem gideyim, moralimin en bozuk olduğu anda moralimi düzelten insan. Yanımdakilere ilk söylediği şu “bu adam iyi adam, bu adama iyi bakın”. Mekân sahipleri de sevdiler beni. Hatta öğrencilerim adına, oradaki çalışmalarımı destekleyen konuşmalar yapıp, arada şampanya bile patlatıyorlardı. İki tane sevimsiz olay yaşadım. Bir tanesi; travesti bir kadın vardı, bir başkası fotoğrafını çekip facebook’da yayınlamış, ama o bilmiyor, benim yayınladığımı düşünüyor, çünkü benimle birlikte yüzlerce fotoğrafçı çalıştı orada, olur olmaz yayın yapıyorlar. Oysa ben onun fotoğrafını yayınlamamıştım. Her gördüğü yerde bana saldırıyordu. Onu gördüğümde yolumu değiştiriyordum. Sonra duydum ki, kocasını bıçaklayıp hapse girmiş. Ama bu çok istisna bir olaydı, psikopat, şizofrenik bir insandı. Yine birkaç tane fahişe ile konuşuyordum, hırsızın bir tanesi çantama el atmış. Fahişe hırsızın eline vurdu, “çek ulan elini, o bizim arkadaşımız” dedi. Bu kadar koruma altına alabiliyorlar sevdikleri insanları. Onlarla zaman zaman çok mutlu, çok iyi duygular yaşadım. Onların dramlarını çok içselleştirdim. Evime dönüp ağladığım zamanlar çok olurdu. İçselleştirilmiş bir çalışma bu. Zaten hayatım boyunca çalışma tarzım bu olmuştur. İnsanın iyiliğine, insan için bir şey yapmak. Burada hemen geriye dönük olarak, 1980 yılındaki hikâyeye bağlayacağım. Biz 78 kuşağıyız. O dönemde hepimiz silahla kafayı bozmuş olduğumuz için “ben bir makine aldım” dedim arkadaşlarıma, “ne marka” Mart - Nisan 2013 Fotoğrafta Etik Sizce etik nedir? İçerik-model-fotoğrafçı bağlamında nasıl değerlendirirsiniz? Ali Öz Dosya Konusu Fotoğraf Etiği Üzerine... 19 Fotoğraf veEtik Estetik Fotoğrafta Dosya Konusu dediler, “Pentax ME” dedim, “ağabey, öyle bir silah var mı” dediler, ben de dedim ki “bu insanı öldürmüyor; bu hayatı, insanı savunmak için kullanılan etkili bir silah”. Dolayısıyla benim fotoğraf tarzım, vicdani bir çalışma tarzı. Yani insanın iyiliği için. Ha, arada günahlarımız oluyor mudur? Muhtemelen oluyordur. Herkesi mutlu etmek çok zor. Ama asıl amaç; genel anlamda, büyük çoğunluğu insanların iyiliğine yapılan çalışma tarzı. Yoksa hiçbir şey dört dörtlük olmuyor. En tipik örneğini anlatacağım ben bunun. Gazetecilikte bir kural vardır: İnsan hayatı mı haber mi önemlidir? 1996 Kadıköy 1 Mayıs’ında üç kişi öldürüldü. Biri kalbinden vuruldu, diğeri başından. Başından vurulan benim yanımda öldü, adı Levent olan gardiyan. Yanınızda insan öldürülüyor. Şiddet ve şuursuzlaşma yaşıyorsunuz, yani siz de tepkisel davranıyorsunuz, objektifliğinizi yitiriyorsunuz. Bu arada, meşhur ‘Laleleri Döven Kız’ fotoğrafını hatırlarsınız. Onu gördüm. Yanımda insan ölmüş psikolojimi düşünün. Kıza bağırdım “yapmasana”, “niye çiçekleri dövüyorsun, git polise saldır ama lalelerden, çiçeklerden ne istiyorsun”. Her zaman verdiğim örnektir; bırakın insan hayatını, orada çiçeklerin hayatını korumaya kalkan salak bir gazeteci konumunda kaldım. Tabii doğanın, canlıların hayatını korumak da önemlidir. Benim Tarlabaşı’nda yaptığım çalışmalar yüzünden pek çok çocuğa giysi yardımı yapıldı. Biliyorsunuz evler boşaltıldığı vakit kediler, köpekler, hayvanlar gitmezler, taşınmazlar, evleri bırakmazlar. Aç kaldılar, susuz kaldılar. Benim yayınlarımdan sonra, buradaki sokak hayvanlarına mamalar, yemekler, sular bırakıldı günlerce, aylarca. Kampanyalar düzenlendi. Demek istediğim; vicdanlı insan, sadece insana değil, hayatın her alanında bu değerlere dikkat etmek zorundadır. İnsanı da, hayvanı da, çiçeği de korumak. Yaşamın bütününü korumak vicdanlı bir fotoğrafçının görevi olmalı. Teknoloji, etiği göründüğü kadar olumsuz etkilemiş midir, analog ve mekanik dönem tamamen masum mudur? Örneğin, kimi habersiz, uzaktan veya teleobjektifle yapılan çekimler ne kadar etiktir? 20 Etik kavramı değişken midir? Değişken ise sosyolojik, coğrafi ve diğer faktörlerin etkisi nedir? Etik konusunda ortak bir söylemden söz edebilir miyiz? Etikten ziyade, ahlak anlayışı ile ilgili bir örnek vermek istiyorum. İstanbul’da çalışırken bir gün, kimlikleri plastikle kaplayan Kürt bir vatandaşımızın fotoğrafını çekecektim, benden para istedi. Yanımda da Fransa’dan gelmiş bir fotoğrafçı arkadaşım vardı. Bizde, Akdeniz bölgesinde çok esprili olarak kullanılan güzel bir sözcük vardır ‘senin anan güzel mi?’. Oysa bunu bir Kürt’e söylemek dünyanın en ağır hakareti. Bana dedi ki “yanında bacım olmasaydı seni öldürürdüm”. Artık kültürlerarası vicdan, ahlak değişiyor. Bizim gibi insanlar bir sürü bilgiden sonra ortalamasını bulabiliyor. O yüzden burada olması gereken yaşadığın, içinde bulunduğun, çalıştığın ortamın etik değerlerine saygı göstermen. O toplumun değerlerine özen göstermen. Etik sadece insan odaklı mı olmalı? Çekilenin insan olmadığı durumlar hakkında ne söylemek istersiniz? Yine mesleki olarak açıklamaya çalışacağım. Paris’te SİPA Ajansı’nın bir hafta konuğu idim, bir sırt çantası dia çekmişim. Beş yüz kare fotoğraf seçtiler, aldılar, almadıklarına dikkat ettim. Bir berber dükkânının içi, özel mekânlar. Dışarıda kamusal alanda her şeyi çekip yayınlayabiliyorlar. Ama bunun altına insanı küçülten, onu kötüleyen şeyler yazıldığı vakit etik olmuyor. Bizim Cengiz Karlıova’yla “uyuyan insan fotoğrafının” çekilmesi konusunda anlaşamıyoruz. Tarlabaşı’nda evinden, mekânından atılmış adam, ana caddede uyuyor. Ön arka planıyla da, olayı en iyi anlatan bir fotoğraf, ne yapmak lazım? Bazen bizim de çıkmazlarımız oluyor, kabul ediyorum. Orada dediğim gibi, yine savunduğum vicdanım. O insana yaptığım kötülük ya da iyilik arasındaki gidip gelmelerdir. Ben o insanların genel anlamda iyiliği için çalışıyorsam, rencide etmiyorsam, çekiyorum. Günümüzde teknoloji kolaylaştı. Bugün herkesin özel hayatı çekilebiliyor ve yayınlanıyor. İnsanlar fütursuzca kendi hayatlarını sergiliyorlar. Sergide, küçük çocukların fotoğrafını çektik. Karar veremedim, yayınlamalı mıyız? Sonuçları açısından bakıyorum ben. Sonuçta bu fotoğrafların yayınlanması kimseye zarar vermeyecek ise yayınlıyorum. Bunu bu fotoğrafı çeken ya da yayınlayan insanın değerlendirmesi gerekir. Günümüzde dijital teknoloji çok geliştiği için herkes her şeyi çekiyor. Dolayısı ile neyin etik, neyin değil olduğu çok birbirine girdi. Facebook’ta özel hayatlar sergileniyor bolca. Ben bunları tasvip etmiyorum. Sosyal medyayı kullanıyorum, hem de çok iyi kullanıyorum ama günlük gazeteci mantığı ile kullanıyorum. Irak’ta çektiğim Çekilen fotoğrafların yarışmalarda kullanılması konusu var bir de. Bunu etik açıdan nasıl değerlendiriyorsunuz? Ben uzun yıllardır hiçbir yarışmaya katılmıyorum. Ama günümüzdeki fotoğraf anlayışını eleştireceğim. Mardin’e üç otobüs gidiliyor, bir bakırcıya onlarca kişi saldırmış. Burada fotoğrafçının kendi vicdanı, ahlakı başlıyor. Onunla bir iletişim kurmadan, bir duygu yaşamadan, empati yapmadan, sadece onu alıp kaçmak üzere kurgulanmış bir anlayış. Ben bunu eleştiriyorum, belki gazeteci olarak bunu biz de yapıyoruz. Bu aşırı saldırganlık noktasına geldi. Burada, insanların bu konuya yeni bir bilinçle bakması lazım. Yazın Mardin’de ben de çalıştım, 40 derece sıcakta, elektrikler kesilmiş, kelle-paça ütüleyen demirci amca. Ama artık bu amcanın hayatına, duygularına ben empati yapıyorum. Onun yaşadığı o acıyı ben de içselleştirmiş vaziyetteyim. Ve konuşarak, iletişim kurarak fotoğrafını çekiyorum. Ama bizim insanımız ne yapıyor, gidiyor, kelle-paça ütüleyen o adamın elli kişi karşısında duruyor, aynı açıdan aynı fotoğrafı elli kişi çekiyor. Bunu, insana saygı anlamında, saygısızlık olarak değerlendiriyorum. Sonra bunu alıp sosyal medyada, yarışmalarda kullanıyorlar. İki şık var, aksini düşündüğümüz vakit de insan fotoğrafı çekmemek durumundayız, Avrupa’da olduğu gibi. Mesela Avrupalılar, Türkiye’de insan fotoğrafı çekmek kolay olduğu için bol bol çekip gidiyorlar. Ben Nottingam Karnavalını da gördüm, milyon insanın katıldığı karnavalda gazeteci izin alarak fotoğraf çekiyordu. O da fazla oluyor.,Ya da Hindistan’a gittiğin vakit, insanlar kurbanlık koyun gibi. Bunun çözümü de yok aslında. Bunun çözümü, başında söylediğim gibi, fotoğrafçının kendi iç vicdani sorumluluğu. Fotoğrafını çekecek olduğu objeye verecek olduğu zarar. Sergideki fotoğrafları düşünüyorum. Kitap yapacağım. Yüzde doksanı ile arkadaş oldum, hiç birinden de imza almadım, ama yarın biri beni mahkemeye verirse tazminat alabilir. Kötü niyetli olursa. Bunun çözümü yok. Hepsinden tek tek imza alamazdım. Otuz bin kare fotoğraf çekmişim. Mesela bir travesti portresi var, mükemmel bir portre, ama adamı bir daha bulamadım. Kılık ve kıyafetinden dolayı farklı bir kişilikte, maskesi var bir anlamda. Böyle sosyolojik bir projede de bunların çekilmesi, yayınlanması gerekir. Düğün sahiplerine hayatlarının en güzel fotoğraflarını hediye ettim, DVD hediye ettim, beni içlerine aldılar, çekim izni verdiler. Beni kabul ettiler, evlerine girdim. O göz teması o kadar kuvvetli ki, oradaki insanlarla. Hatta daha sonra yayınlandığında, televizAFSAD Mart - Nisan 2013 Fotoğrafta Etik yon programlarında izlediler ve “sen bizim hakkımızı savunuyorsun” diye karşıladı çoğu. Hayatın içinde her zaman bilinmezlikler vardır, neyle, hangi kötü niyetli ile karşılaşacağını bilemezsin. Tarlabaşı çalışmasında, iki yılda, o mekânlarda olabilmek, yaşayabilmek için sadece 6-7 bin lira içki parası ödedim. En az üç yüz iş günü orada çalıştım. İki yıldır hayatımın önemli bir bölümünü verdim, yaşadığım stres, risk çabası. Benim bu anlamda maddi hiçbir kazancım yok, tam tersi, iki yılda, ben başka bir iş yapsam para kazanırdım,şimdi parasal kayıplarım var. Belgesel fotoğraf konusunda ahlaktı, etikti, ahkâm kesen insanlar, belgesel fotoğrafçının üretimi ve onun nasıl geçineceği konusunda asla cevap vermiyorlar. Ben bunu 3 Mayıs Ankara Belgesel Fotoğrafçılar buluşmasında da sormaya çalıştım, İstanbul’daki toplantılarda da sormaya çalıştım. Sonuçta biz bir iş yapıyoruz. Belgesel fotoğrafçı olarak madem ki iş yapıyoruz bunun ekonomik boyutunun, telif haklarının da irdelenmesi gerekir. Anlı şanlı fotoğrafçılar, fotoğraf çekmeleri bıraktılar, sadece ahlak ve etik konusunda ahkâm kesmeyi iş edindiler, ama belgesel fotoğrafçıların nasıl yaşayacağı konusunda tek bir cevap vermiyorlar. Ya da çoğu tanıtım ve reklam fotoğrafı çekerek hayatlarını sürdürüyor. Bu da benim üzerine basa basa, ısrarla sorguladığım bir mesele. Benim kendi adıma fotoğrafa yüklediğim anlam şu; ben çekerim, insanlarla paylaşırım, insanlara sunarım. Genel izleyicinin tepkisi benim için en büyük ödüldür. Gerisi beni hiç ilgilendirmiyor. Bu anlamda, belirli bir yaşa ve konuma gelmiş insan olarak yarışmalar beni ilgilendirmiyor. Ben de jürilerde bulundum, jüriler çok sübjektiftir. Mehmet Bayhan’la bir anımı anlatayım. Mehmet Bayhan otuz yıllık dostum, arkadaşımız, hocamız. Dosya Konusu bir fotoğraf için tartışma yaşadım. Irak’ta bir anne hastanede çocuğunu emzirirken fotoğrafını çekmişim. Bu fotoğraf yayınlanmalı mı? Yayınlanmamalı mı? İnsanlar çözümünü bulamıyorlar. Buna karşılık daha yeni, Şavez ve çocuğunu emziren kadın fotoğrafı binlerce yerde yayınlandı. Mutlak cevabı yok, duruma ve şartlara göre değişebiliyor. Bence orada, yüklenilen “anlam” önemli. Günümüzde insanlar teknolojiyi çok kötü amaçla kullanıyor. Örneğin; Londra’da attığınız adım takip ediliyor. Kız arkadaşınla el ele tutuşmuş gidiyorsun, uzaydan çekiyorlar. Gelecekte giysili bir insan çıplak çekilebilecek. Bu teknolojik gelişmeler çok korkutucu. Çözümsüz konular bunlar. 21 Fotoğraf ve Etik Estetik Fotoğrafta Dosya Konusu 22 İstanbul’a taşındım. AFSAD’dan İFSAK’a geçtim, örgütlülüğe inandığım için İFSAK’da gözümü açtım. Benim çektiğim bir “Çoban Kız” fotoğrafı vardır, Mehmet Bayhan ilk elemede eledi fotoğrafı, sonra bu fotoğraf İFSAK’ta ayın en iyi fotoğrafı seçildi; Yunanistan’da, Fransa’da bienallerde sergilendi, katalogda yer aldı… Yıllar sonra Mehmet Bayhan ile karşılaştık “Ali senin çok güzel bir Çoban Kız fotoğrafın vardı” dedi, ben de “hatırlıyor musunuz, siz benim o fotoğrafımı ilk turda elemiştiniz” dedim. Seçkiler, seçimler çok sübjektiftir. Kimse fotoğrafım seçilmedi diye üzülmesin. Jüri nasıl düşünüyorsa, kendi bakış açısını ona adapte ediyor. İnsan yaptığı işten emin olur, bunun da benim için tektir kıstası; paylaşırsın, bu sosyal medya, basın olur, dergi, kitap, sergi olur. Geri dönüş en büyük ödüldür. Sergide siz de tanık oldunuz, insanlar bakıp geçmediler, fotoğrafların önünde dakikalarca durdular. Demek ki insanlara vermek istediğim mesaj ulaşıyor. Benim fotoğrafla ilgili derdim var ve onu insanlara ulaştırabiliyorum. Bu benim için en büyük ödül. TÜYAP’ta milyon dolarlık sanat fuarı içerisinde, iki tane genel müdür yardımcısı, diğer galeri sahiplerinin ortak söyledikleri şeydi; en çok ilgi çeken sergi Tarlabaşı sergisiydi. Fotoğrafın paylaşıldığı ve değerlendirildiği sosyal paylaşım siteleri, e-yayın, sergi, gösteri, basılı yayın, jüri, hakemlik, TELİF HAKLARI gibi alanlarda etiğin yeri nedir? Telif hakları ile ilgili fazla konuşamadık. Bırakın telif haklarını, basında da ben bu kavgayı yaptım. Hayatın her alanında yaptım, şimdi facebook’ta yapıyorum. Kes-kopyala yöntemi. Hiç kimse onu üreten insanı, arkasındaki kaygıları düşünmüyor, sorgulamıyor. Kızın biri Tarlabaşı fotoğraflarından, 25 tane fotoğrafı çekip kopyalamış, kendi sayfası gibi beğeniye açmış. Aslında ben orada eğitici bir rol üstlendim. Fakat arkamda kimler yok biliyor musunuz? Fotoğrafçılar yok. Oysa onların kavgasını yapıyorum ben, hayatta kendi çıkarlarım için hiç kavga yapmadım. Öncelikle toplumsal çıkarlar, başkalarının çıkarları için hep savaştım. İnsanlığın idealleri benim için çok önemli ve belirleyici, bu anlamda telif hakları konusunda en çok sömürülen insanlardan bir tanesiyim. Ama savaşçı bir insanım, en azından fotoğraflara imza atılması gerektiğini öğreten bir insanım. Yunanistan’da, Avrupa Sosyal Forumu’nda iki metrelik pankartta kocaman Ali Öz imzası var. Pankarta dahi imza atıldı. 2003 Savaş Karşıtı mitingde insanların elinde döviz olan fotoğraflarda Ali Öz imzası vardır. Solculara bile imza atmanın önemini kavratmış bir insanım. Ama arkama dönüp baktığım vakit bu mücadelede meslektaşlarımı göremiyorum. Günümüzde, fotoğrafçının özlük hakları, hele belgesel fotoğrafçının özlük hakları sıfır noktasında. O yüzden bugün insanlar, belgesel fotoğrafı üretim ekonomisi olarak görmüyorlar. Onu bir sosyal uğraşı olarak görüp, kalan zamanlarında da hocalık yaparak hayatlarını idame ettirmeye çalışıyorlar. Burada tekrar söylüyorum, çok önemli bir soru olarak, bu konuda konuşan arkadaşlarımız, belgesel fotoğrafçının nasıl geçinebileceğinin cevabını vermek zorundalar. Benim yirmi yıllık birikimim olmasa idi, bu ekonomik gücüm olmasa ne yapardım bilmiyorum. Nerede ise on yıldır hiç para kazanmadan yaşıyorum, mevcut üretimlerimle hayatımı taviz vermeden sürdürebiliyorum. Ama genç insanlara “gel seni foto muhabiri yetiştireceğiz, gel seni belgesel fotoğrafçı yetiştireceğiz” diyorlar. Peki, bu adam nasıl yaşayacak? Bunun cevabını vermiyorlar. Bu ciddi bir eleştiri. Benim soracaklarım bu kadar, sizin söylemek istediğiniz başka bir şey var mı? Tarlabaşı’nın kitabını yapacağız muhtemelen. Yurtiçi Fotoğrafın kendisinin çabuk tüketilen bir yanı varken, bir de teknolojik gelişmeler daha mı değersizleştiriyor? Tabii daha değersizleştiriyor. Eskiden Robert Capa’ nın “Vurulan Asker” fotoğrafı, “Nepal Bombasından Kaçan Kız” fotoğrafı ya da Vietkong’da öldürülen vatandaşın fotoğrafı bizi çok etkilemişti, özellikle 78 kuşağını. Beynimize kazınmış fotoğraflar. Artık canlı yayınlarda savaşı izliyorsun. Eskiden uçak kaçırıldığı vakit fotoğraf çekebilmek için on takla atardık, şimdi elli kişi 3G ile canlı yayın yapıyor. Dolayısı ile bu hızlı tüketme bizi hafızasız yapmaya başladı. Ben fotoğrafı araç olarak kullanıyorum; hayata bakış açımın, vicdanımın filtresi olarak kullandığım araç. En etkili kullanabildiğim, kendimi en iyi ifade ettiğim araç. Önemli olan bakmak ve ne yapmak istediğini bilmek. 1980’de, 78 kuşağının birikimiyle fotoğrafa başladım. Sonra gördüm ki, ülkemin 78 kuşağının belgeseli yokmuş, kaybedilmiş. O zaman karar verdim, çekmeliyim; otuz yıl bu ülkeyi fotoğrafladım. 25 yıl 1 Mayıs, 25 yıl YÖK öğrenci olayları, 25 yıl güneydoğu Kürt meselesi... Aklınıza ne gelirse… Ahlakın Ahlaksızlığı! 15-20 yıl önce basın etiği konusunda yoğunlaşmıştım. Türkiye’nin dört bir tarafından söyleşi için çağrılar yağmaya başladı; basın hızla kirleniyordu çünkü. Ayrıca hırsızlık, rüşvet, yolsuzluk, yalan talan artışından bunaldıklarından mıdır nedir, yetişemiyordum çağrılara. İnsanlar hızla kirleniyordu, dün dimdik durduğunu bildiğimiz insanların bile orası burası oynamaya en azından gevşemeye yüz tutmuştu… Evren-Özal tezgâhı sonuç vermişti çünkü! Sonra bu etik sevdası giderek tavsadı, unutuldu. Bu yoğunlaşmanın ardından da etik, Türkçe sözlüklerde ahlak karşılığı kullanılır olmaz mı? Ne var bunda diyebilirsiniz? Hemen söyleyeyim, etik ahlakı da içerir ama, ahlak etiği içermez! Ahlak, güne göre, gelişmelere göre, altyapıdaki durumlara göre değişir. Daha özü, ahlakın kendisi ahlaksızdır. İki üç kuşak önce başı açık gezen kadına kötü gözle bakılırmış, en azından okudunuz, duydunuz. Sonra sanayileşme başladı, erkek işçi sayısı yetmez oldu, kadınlara ihtiyaç var. Makine başında kadın kapalı nasıl çalışır? Eee şimdi bırakın başı kapalıyı, mini giyene kötü kadın muamelesi mi yapılıyor? (Tabii yazının bir talihsizliği, din tacirlerinin geçici olarak, ABD taşeronu olarak iş başına getirildiği bir dönemde yazıyoruz bu satırları) Etik ise değişmez! Yapılan işin, toplumsal yararına bakar etik! Bir iş yaptınız; toplum çıkarına uygun mu, AFSAD Hasan Uysal değil mi? Hukuksal etik de, basın etiği de, siyasi etik de, sağlık etiği de, fotoğraf etiği de… her neyse bu anlamda karşılık bulur! Örneğin, sokaktaki vatandaşın habersiz fotoğrafını çekmek, ondan habersiz yayınlamak, hele bundan çıkar sağlamak ya da o kişiyi zor duruma da sokarsa tam bir ağır etik ihlalidir. Ama ülkenin kaderini etkileyen bir siyasinin rüşvet alırken, dincilik nutukları atarken bir taraftan da zina yaparken -gizli bile olsa- fotoğrafını çekmek, toplumu uyandırmak, “bak bu seçtiğiniz herif tam bir maldır” demek anlamında hem etiktir, hem topluma ve ülkeye hizmettir… Etik ile ilgilenmek güzel, etik ile ilgili insanları eğitmek üzere konuşmak, yazı yazmak, yayınlamak güzel güzel olmasına da işe yarar mı? “Hadi etik olalım” deyince olunur mu? İşte bam teli burası… Her toplumda etik değerler yaşama geçmez, geçemez. Bunun altyapısı gerekir. Kimi toplumlar, seçtikleri din, sistem, ekonomik yapı, dayandıkları alışkanlık ve gelenekler, eğitim sistemi vs. nedeniyle etik konusunu sadece konuşabilme aşamasına ulaşırlar ve ona uzaktan içlerini çekerek bakabilirler. Güzel bir söz vardır; “Bok böceğine gül koklatmışlar çatlamış” diye. “Bu şapşal rüşvet yemez” veya “salak kadın, genel müdüre yüz verse daire başkanı olacak!” ya da “sana mı kalmış hırsızlığı açıklamak? Aptallık yapmayıp sussaydın, önün açılırdı” aşamasına gelinmiş, “hangi partiye hangi lidere oynarsam malı götürürüm” alışMart - Nisan 2013 Fotoğrafta Etik Bir de, günümüzde fotoğrafta zorlamalar yaşanıyor, geniş açı hastalığı, photoshop hastalığı gibi. Ben kendi anlayışım içerisinde, 1980’de fotoğrafa başladığımda nasıl fotoğraf çekiyorsam şimdi de aynı fotoğrafı çekiyorum. Fotoğrafın o, kendi dili, yalın dili; hikâyesi olması çok önemli. İnsanların özellikle bakma kültürü yok; ekipmanla, photoshop’la zorlama ile fotoğraf olduğunu sanıyorlar. Fotoğrafın bir hikâyesi olması lazım, derdi olması lazım, sözü olması lazım. Benim 1980’de çektiğim fotoğrafta da, bugün çektiğim fotoğrafta da, aynı yalın dil, çünkü orada benim bir derdim var. İnsanlara bir şey anlatmak, bir şey söylemek; anlasınlar, kolay anlasınlar istiyorum. Herkes kendince bir şey alabiliyor fotoğraflardan. Artık Magnum tarzı fotoğrafçıları dahi eleştirmeye başladım. Aşırı komposizyon zorlamalarından dolayı. Hayatı anlatmak fotoğrafçının derdi olmalı. Dosya Konusu Kargo’nun desteği ile. Serginin açıldığı gün izleyebildiyseniz coşkulu bir söyleşi vardı. O söyleşinin coşkusu ile bunun DVD’sini yapalım denildi. Sonra ben sakin kafa ile düşününce kıyamadım, fotoğraflarımın bir anda yüz binlerce çoğaltılıp bedava, insanların eline geçmesine kıyamadım, telif hakları açısından. Bunu yapacak insanın bana ciddi bir para ödemesi, anlaşma yaparak karşılığında çoğaltması lazım. Kırk liraya kitap satıp bir de DVD vermek bana uygun gelmedi, çocuklarımdan kopartılacakmışım gibi geldi. O yüzden DVD yapmaktan vazgeçtim. Gösterilerde, davet edildiğim ortamlarda hemen kopyalamak istiyorlar, itiraz ediyorum. Çünkü bu benim işim sonuçta, iki yıl emek harcamışım. Telif hakları meselesi maalesef fotoğrafı da bitiriyor. 23 Fotoğraf veEtik Estetik Fotoğrafta Dosya Konusu 24 kanlığı yerleşmiş bir toplumda… bırakın etiği, o ahlaksız ahlaka bile ulaşamaz o toplum. Dahası lükstür o toplum için etik değerleri tartışmak! Nasıl yaşama hakkı dediğimiz temel insan hakkı bile tehdit altında olan bir toplumda, üçüncü kuşak insan hakları yani gürültü, görüntü kirliliği sorun olur mu? Bu sıkıcı meseleyi anlatırken usuma düştü. 49. Hükümet Döneminde (aradan 21 yıl geçmiş), ben koalisyon ortağı partinin Meclis danışmanıydım. Ve her şey, Bayındırlık Bakanlığı’nın, işsizliğin yoğunlaştığı Güneydoğu Anadolu için kadro çıkarması ile başladı. Bakanlık, özellikle bölge milletvekillerinin amansız baskısı altındaydı çünkü. Bölge milletvekilleri ise işsizlerin... Bakanlık, Güneydoğu’daki işsizlerin baskısından bir nebze olsun nefes alabilmek amacıyla bölge milletvekillerine 70 kadro kontenjanı ayıracaktı. İşte felaket de, bu haberin duyulmasından sonra ortaya çıktı. İşsizler yüzünden Meclis’te adım atma olanağı kalmadı. Elazığ adeta boşalmıştı. Haftasında grup başkanvekili odaya geldi; “İşi gücü bırak, gelenlerle ilgilen! Hiçbir iş yapamaz hale geldim.” dedi. “Tamam” dedim demesine ama, ertesi gün ufacık odanın kapısı miting alanına döndü. Neymiş, üç kuruş maaşlı, olağanüstü hâl kadrosundan 70 kişilik kontenjan içine girecekler. Üstelik geçici kadrolara… Hiç bu kadar okuma yazma bilmeyen insanı bir arada görmemiştim. Bu nedenle, kimi ilkokul mezunları, tahsillerini iftihar ederek söylüyor: “Hasan bey, bu iyi okudu. Beşi bitirmiştir, he vallah.” Ben ülkede bu kadar muhtaç durumda insan olduğunu, durumun böylesine korkunç olduğunu o zaman öğrendim; Kızının kalbi delikmiş. Fırın işçisi iken atılmış. Fak-Fuk-Fon aracılığı ile kızını Hacettepe’ye yatırmış. Üç gündür, hastanenin hemen altındaki parkta yatıp kalkıyormuş ve üç gündür tek lokma yemek yememiş bir insan, karşımda ağlıyor. “Ne olur bana sigortalı bir iş. Maaşım sizin olsun. Yeter ki sigortadan kızımı ameliyat ettireyim!” Herkesin içinde ağlamayayım diye, fırlayıp çıkıyorum ikide bir. Bu arada Elazığlı bir aile dadandı ki, tam bela. Aynı soyadı taşıyan aileden tam 18 kişi. Kendileri ile konuşma, dahası dinleme gafletinde bulunduğum için, bunu sindire sindire istismar ediyorlar. Hele biri sabahın köründe bile evden arıyor. Kimi zaman “olacak” diye savıyor, kimi zaman, “Bu saatte aranır mı kardeşim?” diye fırçalıyorum. Ama yılmıyor… Iııh! Ne söylersen söyle, son derece kararlı. İki gün sonra Meclis’e bir telefon; “Hasan abey! Ben Memed, şimdik garajlardayız. Yükümüz ağırdır. Bi zahmet gel, emanetini al!” İçimden “ya sabır” çekip, küfür etmemek için “Peki” deyip kapattım telefonu. İşleri olsun diye bu kez rüşvet getirmişler. Rüşvet alıp vermek artık ne kadar olağan? Aklımdan çoktan geçip gitti Elazığ’lı Mehmet! Ertesi gün yine telefon; “Abey ben Memed. Ne oldi gelmedin? Seni bekleriz garajda.” Gürledim yine; “Ulan bu ne cesaret! Sen bana nasıl rüşvet teklif edersin!” deyip kapattım telefonu yüzüne. İki saat sonra Meh- met Meclis’te. Yalvar yakar; “Abey gırma bizi. Vallah rüşvet değildir. İki torba peynir, şeker, yağ getirmişiz. Gurbanın olam al!” “Kendi karnın aç, gözün içeri çökmüş. Bunları aldığımı kabul et, geri götür hepsini!” Getirirken çok yorulduklarını, geri götüremeyeceklerini söyleyip, uzun süre dil dökünce, çaresiz aldım. Grup personeline dağıtmak için, gavur ölüsü gibi ağır çuvalları açtım. İçimden söylenip duruyorum. 37 yıl önce, gözaltına alınan arkadaşımın, istediğimiz mahkemeye düşmesi için, tutulan avukatın isteği üzerine, mübaşire ilk ve son kez rüşvet vermiştim. Şimdi ise ilk ve inşallah son kez rüşvet almış oluyordum. Rüşvet alıp-vereni vurmaya eğilimliyken, ne hallere düştük! Birkaç gün sonra, gündüz saatlerinde bir telefon, yine aynı adam; “Abey biz geldik. Ben Memed. Bizim iş ne oliy? Yengenin pırlantası hazirdir!” Yeter artık, bu adam beni öldürecek; “Ne yengesi, ne pırlantası ulan! Hırsız mıyım ben! Beni bir daha ararsan, dünyanı karartırım senin!” Ne yanıt verdi bilir misiniz? “Abey anladım. Yanında biri var herhal. Ben yine ararım!” Ne yapmam gerekir? Rüşvet işi o kadar olağanlaşmış ki artık. Kabul etmemeyi aklı almadığı gibi, “Yanımda birisi var, onun için böyle söylemek zorunda kaldım” anlamı çıkarıyor. Hırsızlığı, yolsuzluğu ortaya çıkmış adamları başbakan seçen toplum, tabii böyle olacak! Sonuçta 5-6 bin insan arasından, büyük bir titizlilikle 40 kişilik liste yaptım ve grup başkanvekiline imzalatıp bakanlığa faksladım. Ertesi gün, aşina olduğum birisi geldi odama; “Elazığ’da bilmem ne ailesi, listeye alınmadılar diye sürekli grup başkanvekiline küfrediyor, aleyhinde propaganda yapıyorlar.” Şaşırdım, daha dün fakslanmış listede yer alıp almadıklarını nereden bilebilirler? Listeye baktım o hızla. Söz konusu aileden tam iki kişi girmiş üstelik. Ziyaretçi parladı birden; “Vay itoğulları! Abi şu listeyi ver bana. Yedireyim onlara bu listeyi!” Tabii, hemen çıkarıp verdim ki bir hafta sonra bakanlıktan, bakan danışmanı aradı; “Yahu Hasan. Bana geçtiğin liste bir adamın elinde. Listede adı yazılanları arayıp, 100 milyon lira verirseniz, listeye alınıp işe gireceksiniz’ diyormuş.” Beynimden vurulmuşa döndüm. Dünya yıkılsa aklıma gelmez bir yöntem. Allah kahretsin. Neyse ki bakan danışmanı arkadaşım. Dolandırıcı ile ortak çalıştığımızı düşünebilirdi. Kıpkırmızı bir yüzle telefonu kapatıp, listede adı olanlara; “Sizden para isteyen bir adam gelirse, sakın para vermeyin. Ayrıca hemen polise ve bana haber verin!” diye tek tek telgraf çektim Neyse ki üç gün sonra adamı böylece yakalatıp, töhmet altına girmekten kurtuldum. Bu kadar kirlenmiş bir toplumda nasıl yaşanır? İnsan nasıl kendini korur? Ama hepsinden önemlisi, etik değerler nasıl yaşama geçer? Etik, insanlara uygundur. Yani doğumdan itibaren, okuyarak, yazarak, ilkeli davranarak, gelişerek, düşünerek insanlaşanlara… Sonuç mu; varsın toplumda etik değerler yaşamasın ama hiç olmazsa evimin önü temiz olsun! Bundan belki yüz ya da iki yüzyıl evvel bir saniyenin herkes için bir saniye olduğu zamanlardaki etik (ahlak) yaklaşımlar hakkında bilgi vermek, oldukça kolay bir iş olurdu. Ancak Einstein’ın “sevgilinizin elini tuttuğunuz bir saniye ile sıcak bir sobanın üzerinde oturduğunuz bir saniyenin aynı olmadığını” matematiksel olarak ispat etmesiyle tüm dünyamız gibi, sanatımız ve ahlakımız da göreceliliğin etkisine girdi. Toplum tarafından bireye aşılanan, toplumsal ahlak güç kaybederken; her bireyin kendi doğrularına kendine göre karar verdiği, bireysel ahlak anlayışı ön plana çıkmaya başladı. İki dönem karşılaştırıldığında; toplumsal ahlak kuralları, toplum tarafından sayılan ve konu hakkında bilgili insanlar tarafından hazırlanan kurallar olduğundan, toplumun daha “az bilgili” kısmının bu kurallara harfiyen uyması beklenirdi. Bu durum bireye konu hakkında harfi harfine ne yapması gerektiğini dikte ettiğinden, birey konu hakkında bilgi sahibi olmasa dahi, ahlaki açıdan “doğru” davranabilirdi. Tabii bu yapı, kuralları oluşturan kitlenin yozlaştığı durumda büyük dramlar yaratabildiği gibi (ortaçağ da kilise ya da ulemaların insanların birbirlerini din için öldürmelerini “doğru” kabul etmeleri gibi) özgür düşüncenin ve gelişmenin önünde bir engel olabiliyordu. Bireysel ahlakta ise, sınırlamaların kalkmasına ve gelişmenin önünün açılmasına rağmen; bu sefer de her bireyin kendi kararlarını doğru verebilmesi için konu hakkında yeterli bilgiye sahip olması gerekmektedir. Durum böyle iken, yapılabilecek en doğru hareket, her bireyin kendi fotoğraf kültürünü geliştirmesi ve fotoğrafın ahlaki ikilemleri hakkında bilgi sahibi olmasıdır. Fotoğrafla “İlgili Görünen” Ahlaki Sorunlar Konu fotoğraf ve etik olduğunda dünya çapında ilk akla gelen konulardan biri, Kevin Carter’a 1994’te Pulitzer kazandıran ünlü akbaba ve çocuk fotoğrafıdır. Konuya aşina olmayanlar için açıklamak gerekirse; olay, Carter’ın 1993 yılında Sudan’a giderken yolda, Afrikalı bir çocuk ile karşılaşması ile başlar. Çocuk bir yardım merkezine ulaşmaya çalışmaktadır. Ancak açlıktan ve/veya hastalıktan bitkin düşmüş ve ilerleyecek durumu kalmamıştır. Bir akbaba çocuğun başında beklemektedir. Carter, dramatik sahneyi fotoğraflar, fakat (kendi tabiri ile) “çocuğa yardım etmek kendi işi olmadığı” için çocuğu orada bırakır. Fotoğrafın Times gazetesinde yayınlanmasının ardından, yüzlerce okuyucu çocuğun akıbetini sorar. Gazete, çocuğun durumunun belirsiz olduğunu çünkü fotoğrafçının yardım etmediğini açıkladığında, Carter dünya çapında büyük tepkiler alır. Bu tepkilerden en ünlüsü St. Petersburg Times gazetesi tarafından yayınlanan “çocuk acı çekerken doğru kareyi almak için objektifini ayarlayan bir adam da, karedeki diğer bir AFSAD akbabadan başka bir şey değildir.” açıklamasıdır. Fotoğrafın Carter’a Pulitzer kazandırmasına rağmen, akabinde başlayan dışlama kampanyası, 1994 yılında fotoğrafçının çocukken oynadığı bir parka çektiği aracında,egzozunu tıkayarak intihar etmesi ile sonuçlanır. Yazdığı intihar notunun bir kısmı şöyledir: “Bunalımdayım... ne bir telefon... ne kiramı ödeyebilecek para... ne çocuk yardımı... ne borçlarım için para... para!!! ... ölümlerin ve cesetlerin ve öfkenin ve nefretin... açlıktan ölen ve yaralı çocuklar, tetiği ile mutlu deli adam, çoğunlukla polisin ve katil cellatların canlı hatıraları ile lanetlendim... şanşlıysam Ken’e katılacağım.” (Ken Oosterbroek, 1994 yılında Afrika’da bir olayı fotoğraflarken kaza kurşunu ile öldürülen bir foto muhabirdir. Carter’ın arkadaşıdır. İkisi Bang-Bang Club olarak isimlendirilen fotoğrafçı grubunun üyelerindendir.) [1] Baştan sona dramatik olaylarla dolu olan bu konu hakkında sayısız makale, kitap, hatta tez bulunmasına rağmen, bu noktada; kral çıplak denilmesi gerekmektedir. Öyle ya da böyle Carter’ın neden yardım etmediği ya da etmesi gerekip gerekmediği tabii ki etik (ahlak felsefesi)’nin bir sorusudur. Ancak, olayın özüne bakılırsa konu fotoğrafla ilgili değildir. Çünkü hikâyedeki esas problem, kişinin fotoğrafı çekmesi değil; çocuğu ölüme terk etmesi, bunu açıkça itiraf etmesi ve hareketinin arkasında durmasıdır. Bu durumda yaptığı şey, mesleki görevini tam olarak yerine getirmek, ama insani görevini yerine getirememekten öteye gitmez. Öyle ki şu an bile Irak’ta, Afganistan’da ya da Afrika’da kaç askerin, mesleklerini yerine getirirken açlıktan ölen çocukların yanlarından geçip gittikleri düşünüldüğünde, aslında Carter’ın yaptığının o kadar da marjinal bir hareket olmadığı görülebilir. Gerçekte bulaşıcı hastalıkların kol gezdiği bir ortamda, durumu hakkında bilgi sahibi olmadığınız bir çocuğu kucağınıza alıp taşımak; bir makaleyi okurken bunu hayal etmeye göre, oldukça fazla cesaret gerektirdiğini gözden kaçırmamak önemlidir. Yine de her koşulda fotoğraf çekmesi çocuğu kurtarmasına engel değildir. Çok sade bir şekilde olayın, fotoğrafçının çocuğu kurtarması ile sonuçlandığını düşünelim. Bu durumda fotoğrafçı, hem fotoğrafçılık göreviniyerine getirerek oradaki insanların çektiği sıkıntıyı belgelemiş ve insanlığa sunmuş olacaktı, hem de “insanlık görevini” yerine getirmiş, belki de bir kahraman olacaktı.Her durumda Carter, foto muhabirlik görevini yerine getirmiş ve tüm Dünya’ya Sudan’daki insanların durumunu sayfalarca metinin anlatamayacağı bir şekilde aktarmıştır. Fotoğrafçı Kimliği ve Etik Sorumluluklar Bu noktada fotoğraf konusunda ortaya çıkan bir diğer etik problem, “Fotoğrafçı” kimliğinin tanımlanmasıdır. Fotoğraf, bir görsel iletişim aracı olarak geniş bir kulMart - Nisan 2013 Fotoğrafta Etik Özgün Özer Dosya Konusu “Fotoğraf Kültürü” ve “Ahlak Bilgisi” 25 Dosya Konusu Fotoğraf ve Estetik Ancak ülkemizde henüz ne böyle bir resmi yapılanma ne de böyle bir kültür gelişmediği için, sorunun çözümü bireyin kendine karşı olan dürüstlüğüne, vicdanına, özetle bireysel ahlakına kalmaktadır. Bu aşamada, birçok insanın kötü niyetten çok, bilgisizlik nedeni ile birbirlerini yanılttıklarını düşünmekteyim. Örneğin, “bir yıl kendi kendine fotoğraf öğrendikten” sonra kendini fotoğrafçı ve fotoğraf öğretmeni ilan eden bir bireyle karşılaştığınızda, genellikle içtenlikle fotoğraf konusunda her şeyi bildiğine emindir ve 3 haftada sizi de fotoğrafçı yapabileceğini iddia eder. Öte yandan, bu kişiye “üniversitelerde; 4 yıl lisans, 2 yıl yüksek lisans ve ardından 4 yıl doktora olmak üzere, toplamda 10 yıl eğitim alabileceği ancak bu noktada dahi tüm fotoğrafı bilemeyeceği” hatırlatıldığında yaptığı hatanın farkına varabilmektedir. Bu noktada iyi niyetli olan, fotoğraf konusunda eğitim almayı sürdürürken, kötü niyetli olan ise kandırabildiğini kandırmaya devam etmektedir.Her durumda resmi kurumlar duruma el atıncaya kadar, bu konulardaki koruyucularımız; karşınızdaki insanın vicdanı, dürüstlüğü ve kendi aklımızdır. Öte yandan, nasıl ki kendi kimliğini belirleyememiş, kendini tanımlayamamış bir bireyin, ahlaki bir duruş sergilemesi beklenemez ise, daha fotoğraf adına kendini tanımlayamamış bir bireyin de, fotoğrafta etik bir bakış açısı oluşturabilmesi mümkün değildir. Sokakta Karşılaşılan Sorunsallar: Görüntünün Aitliği Fotoğraf konusunda en ezeli ikilemlerden biri; “görüntünün aitliği” noktasında başlar. Benmerkezci bakışla, bir yandan temel olarak “benim görüntüm bana aittir” diye düşünülebilir, fakat aynı bireyin “gördüklerim bana aittir” fikrini savunduğunu da görebilirsiniz. Bu durum, fotoğrafın fotoğraflanma ve sergilenme sürecinde, diğer sanatlardan farklı olarak, sorun yaratmaktadır. Örneğin: “Otobüste gidiyorsunuz ve bir hanım kucağında bebeği ile karşınızda oturuyor. Hemen yanında, yaşlı bir bey. Adam ve çocuk göz göze geliyorlar. Çocuğun mavili yeşilli, çakır gözlerinde korkusuz, salt bir merak var. Adamın gözlerinde ise şefkat, anlayış ve hüzünle karışık bir duygu denizi.” Yukarıdaki paragrafı yazmanızda etik ya da resmi hiç bir engel yoktur. Bu anlamda sanatçılar gördüklerinden AFSAD Esas aitlik sorunuyla foto muhabirlik ya da sokak fotoğrafçılığı gibi konusu doğrudan insan ile ilintili ve orijinal görüntüyü anlatım amacıyla kullanan fotoğraf dallarında karşı karşıya kalınmaktadır. Görüntünün aitliği, ahlaki sorumluluklarla birlikte gelmektedir. Gören kişi olarak kuşkusuz ki görüntü size aittir. Ama karşınızdaki de görüntüye kaynak kişidir, yani gördüğünüz onun görüntüsüdür. Yani ortaya çıkan ürün aslında konu ile fotoğrafçı arasında bir bağıntı ve ortak sonuçtur.Problemin bu yanı, fotoğrafın çekiminden çok, paylaşılması, yani sergilenmesi aşamasında karşınıza çıkmaktadır. Ancak bu konuya, mevcut kanunlar belirli oranda düzenleme getirmiştir. Bu anlamda, sorun, etiğe bırakılmadan düzenlenmiş durumdadır. Konu olan kişi ya da objeler, fotoğrafın anlatımında temel unsurları oluşturuyorlar ise, konu olan kişinin ya da konu olan objenin sahibinin de, fotoğraf üzerinde hakkı oluşmaktadır. Öte yandan, sizin normalde fotoğrafladığınız bir kadraja giren ya da kadrajda kendi kimliği ile var olmayan kişilerin, fotoğraf üzerinde hakları bulunmamaktadır. Sokakta Karşılaşılan Sorunsallar: Fotoğraf Çekme Adabı Tüm kültürlerdeki ahlaki kuralların ve insan haklarının temelinde, karşınızdaki insanın yaşamsal haklarına saygı göstermek vadır. Ancak, birey fotoğraf makinasının ardına geçtiğinde ve tüm çevresi onun için bir konuya, bir objeye dönüştüğünde, bu kuralı unutabilmektedir. Çoğu zaman fotoğraf çekenin kendisini çevresinden bağımsız (hatta belki üstün), harici bir gözlemci gibi hissettiği olmuştur. Hatta bu his birçok fotoğrafçısının (savaş fotoğrafçıları gibi) hayatına malolmuştur. Buradaki mesaj çok açıktır. Fotoğraf çekmek bireyi toplumsal hayat açısından ayrı bir konuma taşımaz. Dolayısı ile nasıl ki telefonla konuşan, sigara içen ya da yürüyen birisinin diğer insanları rahatsız etme hakkı yok ise; fotoğrafçının da, fotoğraf çekerken etrafını rahatsız etmeye hakkı yoktur.Bu açıdan bakıldığında, “insanlar neden fotoğraf çekilmekten rahatsız oluyorlar ki” diye düşünülebilir. Rahatsızlığın sebebi, insanın ilkel içgüdülerinden kaynaklanmaktadır. Doğada bir canlının diğer canlı tarafından izlenmesi genellikle av olduğu durumlar için geçerlidir. Dolayısıyla bir varlığın kişiyi izlemesi, özellikle de sinerek izlemesi, Mart - Nisan 2013 Fotoğrafta Etik Aynı şekilde, bir manzara fotoğrafının, adli tıp fotoğrafının, ışıkla boyamanın ya da MR görüntüsünün farklı fotoğraf türleri olduğu yurt dışında olduğu gibi, ülkemizde de bilinmektedir. esinlenmekte sonuna kadar özgürdür. Aynı özgürlüğe kurgusal fotoğrafçılar da sahiptir ve bu anlamda, kurgusal fotoğraf diğer sanat dallarına yakın özellikler taşır. Ancak iş esinlenmiş olduğunuz konunun tekrar yaratılmasına geldiğinde sorunlar ortaya çıkar. Keza diğer sanat dallarında esinlenilen görüntü, sanatçının yaratıcılığı ile tekniğin harman olması sonucunda esere (ya da ürüne) dönüşür. Fakat fotoğrafta esinlenilen görüntünün tekrar yaratılması pek söz konusu değildir. Yaratılmaya çalışılsa dahi (yani yukarıdaki paragraftan yola çıkarak, bir kadın, çocuk ve yaşlı adam bir otobüse yerleştirilse dahi), aynı duygu yapısının oluşturulması çok güçtür. Bunun yanısıra, çok kuvvetli bir yapaylık hissiyatının oluşması oldukça muhtemeldir. Fotoğrafın bu dalında olası çözüm, realist bir anlatımdan kaçıp; esinlenilenleri sembolizm, şematizm ya da gerçekötesi bir anlatımla sunmaktır. Dosya Konusu lanım alanına ve çok farklı türlere sahiptir. Fakat bu farklı işleri yapan kişilerin hepsi de fotoğrafçı olarak anılmakta ya da kendilerini bu şekilde isimlendirmektedir.Resim söz konusu olduğunda, bir manzaranın resmi, polisin çizdiği robot resim, gerçekötesi bir tablo ya da bir makinenin teknik resminin aynı şey olmadığı bilinmektedir. Bu farklı işleri yapmak için farklı kurumlarda çeşitli seviyelerde eğitimler verilmekte ve bu okullardan mezun olan bireyler, aldıkları eğitime göre, resmi olarak tanımlanmış sıfatlar taşımaktadır. Dolayısı ile “ben ressamım” demek ile “teknik ressamım” demek arasındaki fark oldukça belirgindir. 27 Fotoğrafta Etik Dosya Konusu 28 güdüsel olarak kişinin kendini güvensiz hissetmesine ve rahatsız olmasına neden olur. Bu tavırdaki fotoğrafçı, karşısındakine iki doğal seçenek bırakmış olur. Konu olan kişi ya rahatsız olarak bölgeyi terk edecektir (tıpkı doğadaki birçok otçul gibi) ya da kendi bölgesini koruyan vahşi bir hayvan gibi saldırgan bir tepki verecektir. Kişinin vereceği tepki, kişinin çağdaşlık seviyesi ile ilgilidir. Ama her tepki yaratanın, etki olduğu gerçeği unutulmamalıdır. İnsanları rahatsız etme kaygısı, fotoğrafın aitliği sorunsalı ile birleştiğinde, özellikle amatör fotoğrafçı açısından “sokakta, ortak kullanım alanlarında nasıl fotoğraf çekilmeli?” sorusu ön plana çıkmaktadır. Sorunun en basit cevabı, en temel ahlaki yaklaşımlardan olan “Sana yapılmasını istemediğin şeyi yapma” ilkesi olarak görülebilir. Ama bu basit cevap dahi sizi yanlış yönlendirebilir. Keza bir davranışı sizin kabullenebilir olmanız, karşınızdakinin de kabullenebileceği anlamına gelmez. Bu sorunsalın görünen üç çıkışı vardır: İlki; fotoğrafçının, karşısındaki bireyin kişilik haklarını geri plana atmak pahasına fotoğrafından ve anlatımından feragat etmemesidir. Diğer bir deyişle, sanatından ve anlatmak istediğinden ödün vermemek adına, karşısındakinin hakkını çiğnemektir. Bu benmerkezli davranışın, vicdani sorumluluğunun yanında, kanuni sorumluluğunun da olduğu unutulmamalıdır.İkinci yol olarak; net alan derinliği ya da ışık (siluetleştirme) gibi parametrelerle konu edilen birey kimliksizleştirilebilir ve onu bir kimlik yerine sembol ifade eder. Böylece kişilik haklarına saldırılmamış olur. Kişinin fotoğrafının kullanılmak istendiği durumda ise, kendisinden izin istenebilir. Ayrıca, bunu gerçekleştirirken bireylerin rahatsız olmasını engellemek adına, fotoğrafçı, gizliden gizliye fotoğraf çekmek yerine, daha açık ve çevresine güven veren bir vücut dili kullanabilir (Bu benim de daha kabullenilebilir ve seçkin bir çözüm olarak gördüğüm bir yöntemdir). Bu yöntemler, bir kısım anlatım aracından ve konudan feragat etmek anlamına gelebilir ama fotoğraf adına vicdanınızı daha rahatlatacağı kesindir. Hatırlanmalıdır ki, fotoğrafçının duygu yapısı, çektiği fotoğrafa doğrudan etki eder. Dolayısı ile yaptığı işten çekincesi olmayan bir fotoğrafçının fotoğrafları, her anlamda daha başarılı olacaktır. Son yol olarak ise (çoğu fotoğrafçının ne yazık ki yaptığı gibi); bu ikilemden kaçmak amacıyla, bu konulardan kaçınmaktır. Birey olarak hangi yolu seçerseniz seçin, yaptığınız davranış bu etik problemin çözümü olmayacak ancak, sizin sanatsal kimliğinizi tanımlayacaktır. Fotoğrafın Konusu ve Etik Yurdumuzda fotoğraf üzerine en çok yapılan ahlaki tartışma, fotoğrafın konusu hakkındadır. Bu tartışma, evrensel sanat anlayışının dışındadır. Bir sanatçı, başkalarının haklarına saldırmadığı sürece; bir çiçeği, eski bir arabayı, çatalı ya da insan bedenini anlatım aracı olarak kullanabilir. Yakın bir zamanda, Portekiz’deki bir arkadaşımın bahsettiği bir sergi, bu özgürlüğe güzel bir örnek oluşturmaktadır. Sanatçı sergisi için, “asap bozucu” haberleri gazetelerden kesmiş ve sonra bu haberlerin üzerine, büyük hacetini yaparak fotoğraflamıştır. Bu noktada, fotoğrafların sergilenmesinin ahlaki açıdan sorgulanması, tam aksine fotoğraf sanatı açısından etik değildir. Çünkü sergide esas sergilenen, toplumu üzüntüye, öfkeye sevk eden olaylar karşısında ortaya konan ilkel ama içten tepkidir. Burada atlanılmaması gereken, sadece, sanatçının sunacağı eserleri seçme hakkı olduğu kadar, izleyicinin de göreceği eserlerin içeriğini seçme hakkının olduğudur. Örneğin, birey olarak, bahsettiğim sergiyi konu ve duruş olarak ilginç bulsam da; izleyici olarak görmeyi tercih etmem. Bunun nedeni ise, görsel hafızam yüzünden günlerce gözümün önüne “dışkı” görüntüleri gelmesi riskini almak istemeyişimdir. İzleyicinin özgür iradesi dışında görmeyi istemediği bir sahnenin kişiye dikte ettirilmesi, kuşkusuz ki estetik ve psikolojik anlamda tecavüzdür.Sergi ya da fotoğraf sunusunun içeriğinin izleyici tarafından genel anlamda bilinmesi izleyicilerin haklarını korumak adına önemlidir. Son Deyiş: Fotoğrafçının izleyebileceği Etik bir yol Günümüzün sosyolojik yapısı göz önüne alındığında, fotoğraf hakkındaki etik ikilemlerin çözülmesi, yine fotoğrafçıya düşmektedir. Burada, fotoğrafçıya kesin kurallar dikte etmek, sanat açısından kısıtlayıcı ve yaratıcılığı engelleyicidir. Kişinin kendi etik çizgisini oluşturmak için ise, fotoğraf konusundaki bilgisini ve görgüsünü olabildiğince arttırması gerekmektedir.Bu noktada fotoğrafçı, kendi etik yaklaşımını oluşturmak için aşağıdaki kodu izleyebilir: * Fotoğraf hakkındaki fenomen olayları okumalı ve bunun fotoğraf ile ilişkisini kurmalı, kendi adına dersler çıkarmalıdır. * Gelişen bilgisi ve kültürü içinde, kendini fotoğraf adına sürekli tanımlamalı ve çalışmaları ile fotoğraf kimliğini yansıtmalıdır. * Fotoğrafın temel sorunsallarını tanımalı ve kendi adına cevaplarını kendi içinde çelişmeyen bir şekilde vermelidir. * Bütün bu aşamaları aştığında, fotoğrafının konusu hakkında tereddüt etmeden çalışmalı, ancak sunuş noktasında, izleyici kitlesinin “etik” ya da “estetik” değerlerini taciz etmemeye özen göstermelidir. Bir diğer gereklilik ise, fotoğrafçının toplumdan kopmaması açısından, bu fotoğraf kültürünün topluma iletilmesidir. Bu noktada fotoğrafla ilgilenen kişilere yine büyük görev düşmektedir. Kaynak: [1] S. MacLeod. “The Life and Death of Kevin Carter”, Time magazine, 12 Eylül 1994. Ressam olarak başladığı yaşamına “görüntüler resmederek” devam eden, yapıtlarıyla ve özellikle “Sinematograf Üzerine Notlar” adlı kitabında minimalist anlayış üzerine söyledikleriyle sinemada ayrıksı bir yeri olan Bresson, sinemayı deneysel bir alan olarak görür. İzleyicinin sıradan duygulanımlarından damıtılmış düşünceyi ve başlı başına “düşünme” eylemini sinemasının merkezine alan bir yönetmen olarak biçime tanıdığı ayrıcalık, yapıtlarının biçimsel özellikleri üzerinde tartışılması gereken noktaları açık eden birincil veridir. Özellikle de doğal oyuncularla çalışması, ses bandı kullanması, yazılı eserleri uyarlama anlayışı, Bresson sinemasının öne çıkan biçimsel özellikleri arasında yer alır. Bresson’un sanatının temellerini belirleyen iki ana unsurdan ilki; yapıtlarını oyunculuk veya görüntüden çok, sesin ve görüntünün karışımı olarak kabul eden sinematografi anlayışı, ikincisi ise; Katolik inancına duyduğu kendine özgü bağlılıktır. Bresson, neredeyse tüm filmlerinde minimalist argümanlar arasında sıralanan profesyonel olmayan doğal oyuncularla çalışmayı tercih etmesinin yanısıra, minimal olay örgüleri, görüntü ve ses ekonomisiyle hareketsiz ve sessizlikle yapılandırdığı bir anlatım tarzını benimsemiştir (Özdoğru, 2004: 82). Bresson sinemasının farklı anlatısal ve biçimsel özelliklerini bir arada bulunduran ve bir direniş savaşçısı olan Andre Devigny’nin gerçek yaşamından uyarlanan “Bir İdam Mahkûmu Kaçtı” (Un Condamne A Mort S’est Echappe, 1956), bir kaçış planının dramatizasyona kaçmayacak biçimde kurgulanmış basit öyküsünü konu edinir. 1943 yılında Gestapo tarafından esir alınan Teğmen Fontaine, ölüme giden yolda titizlikle planladığı kaçış öyküsünde kaçışını gerçekleştirmek için, önce hapishanedeki arkadaşlarına sonra da odasını paylaştığı genç delikanlı Jost’a güvenmek ya da onu öldürmek zorundadır. Film ilk bakışta bir direniş ya da kaçış öyküsü gibi görünse de daha yakından bakıldığında, insanın içine sıkışıp kaldığı yaşamda bir AFSAD özgürleşme ve varoluş mücadelesi olarak kendini gösterir. Bazin’in, Bresson’un filmlerine atfettiği “içsel kaderin dışavurumu” (Wollen, 2004: 119) olarak Bresson’un soyutluk ve gerçeklik arasında süregelen bu diyalektiği, insan ruhuna ve o ruhtaki açık yaralara karşılık gelir. Nagihan Konukcu “Yaratmak, kişileri ve nesneleri bozup değiştirmek ya da yeni kişiler, yeni nesneler uydurmak değildir. Var olan kişilerle nesneler arasında, var oldukları biçimiyle yeni ilişkiler kurmaktır.” (Bresson, 1992: 16) Kısa Metraj “Bir İdam Mahkûmu Kaçtı” Filminde Kör Alan ve Perdeler 29 İşgal altındaki Fransa’da, Alman yönetimindeki bir hapishanede geçen film, hapsolma ve tutsaklık olgusunu, yarattığı gerçeklik mizanseni içinde oldukça başarılı biçimde betimlemiştir. Filmin kahramanı, kendisini kuşatan tüm maddi engellere ve diğer mahkumlar üzerinden sınadığı güven/güvensizlik duygusuna rağmen, filmin başında mahkemede birlikte olduğu iki yabancıya güvenerek kendini riske atar; şanslıdır ki güveni karşılıksız çıkmaz. Filmin ve kaçış planının devamlılığı, bu karşılık bulan güven üzerinden yapılanır. Üstelik Bresson bu güveni, filmin ismiyle bile sonunu ele verecek şekilde örgütlemiştir: Fontaine her ne olursa olsun kaçmayı başaracaktır. İzleyiciye tanınan bu öngörü, Bresson’un filmlerindeki biçimsel gücün, doğrusal ve dramatizasyondan kaçınan niteliğini görünür kılar. Sahneler bu nedenle kısa kesilir ve sonunu zaten bildiğimiz filmin çözülme bölümünü açık etmeyecek şekilde birbiri ardına eklenir. Mart - Nisan 2013 Söyleşi Can Güler Kısa MetrajNejla Nagihan Konukcu 30 Sinema, salt gözümüzün önünde gerçekleşen olaylar ve bu olayları çevreleyen bir uzamda gerçekleşmez. İzleyicinin bakışını ondan ayırdığı anda da tanıklık etmediği, fakat varlık gösterdiğini bildiği bir kör alan içerir. Bazin, “Bir film kişisi kameranın alanından çıktığında, görsel alandan çıktığını kabul ederiz, ama o dekorun bizden saklanan bir başka yerinde, kendine özdeş olarak var olmaya devam etmektedir.” söyleminde işte bu kör alana referans vermektedir. Bonitzer’e göre de bu kör alanın yani alandışının kesintisizliği içinde olup bitenler, dramatik açıdan, çerçevenin içinde olup bitenler kadar, hatta bazen daha da çok önem taşır (2006: 71-72). Dolayısıyla sinemanın alanına, salt gözümüzle gördüklerimiz değil, gördüklerimizi bütünleyen bir ses evreni ve sinemanın varoluşsal düzeyde seyircide harekete geçirdiği duygulanımlar, düşünsel eylemler de anlam katar. İşte Bresson’un sinemasının gücü, görüşü sistemli olarak kısmi biçimiyle kaydeden ve alanı parçalayan özel açılara göre çektiği, sıradışı ‘alan-karşıalan’larda yatar. Uyuşumlar sert açılara göre yapılır ve olaylar kırılmış, sökülmüş, belli belirsiz sıra noktalarla birbirine ayrılmış gibi gözükür (a.g.e, 73). Bresson, bir filmi çevreleyen öykü, oyunculuk, kamera hareketleri, müzik, diyalog, kurgu gibi tüm duygusal ve yorumsamacı yapıntıların birer “perde” işlevi gördüğünü ve bu perdelerin, izleyicinin olayları anlamasında birer ipucu ya da rehber görevi gördüklerini ifade eder (Schrader, 2008: 21). Barthes’a göre de, “perde, (Bazin’in de vurguladığı gibi) bir çerçeve değil, saklanacak bir yerdir: Onun içinden çıkan adam veya kadın yaşamayı sürdürür, kör alan sürekli olarak parçalı görüşümüzü ikileştirir” (1992: 73). İşte bu kör alanlar, Bresson’un mahkûmu Fontaine’e ve onun yaşadıklarına dair, onun hakkında bildiğimizden çok daha fazla bilgiyi barındırır. Sözgelimi filmin başında Fontaine’in neden o arabada oturduğunu bilmeyiz. Kısa bir süre sonra gerçekleşen kaçma girişiminde, biz ondan boşalan koltuğa bakarken, duyduğumuz silah sesi nedeniyle sağ çıkmadığından neredeyse eminizdir. Yine Fontaine’in neden hapiste olduğu hakkında çok az bilgi sahibiyizdir ve çoklukla alan dışında süregiden olaylar silsilesinin dışında bırakılırız. Benzer şekilde Yankesici’de de sorgulama sona erer; kapı Jeanne’ın arkasında çarpar; sahne kararır. Anahtar kilitte döner ve bunu diğer bir sorgulama izler. Yine kapı çarpar ve ekran kararır. Kamera dönüşleri açısından çok ölü bir kuruluş vardır, bu kuruluş duygulanımsal katılıma keskin bir duraklama getirir. Bu mizansen yaratımı, Bresson’un çerçevesini açık, tamamlanmamış halde bırakır; fakat aynı zamanda farklı görünümlere, anlamlara yer verecek bir görüş alanı da açmaz. Bresson’a filmlerinde sıkça başvurduğu eksiltilemeyi, kurgu esnasında bilinçli olarak mı yoksa çekim sırasında içgüdüsel olarak mı yaptığı sorulduğunda, eksiltinin, başından beri var olduğunu dile getirir. ‘Hiçbir şey göstermeme sanatı’ olarak tarif ettiği sinemada; şeyleri, en az araçla ifade etmeyi istediğini vurgular. Bu eğilimi dolayısıyla filmlerini her zaman, çok şey göstermek ile yeteri kadar şey göstermek arasındaki ince ayrım üzerinden yapılandıran Bresson, bu tavrını iki yanı uçurum olan bir cambaz ipindeymişçesine davranmaya benzetir (Samuels, 1972: 36). Bir İdam Mahkûmu Kaçtı bu anlamda büyük bir övgüyü hak eder. Çünkü film, tam anlamıyla bir meydan okumadır. Filmdeki en güçlü sahneler, Fontaine’in kendi mutsuzluğuna ve bir hücre içinde yalıtılmışlığa karşı mücadele ederek kaçışını adım adım ördüğü, yani emek yoğun çalıştığı zamanlardır. Fontaine’in bir iğneyle kelepçelerini açtığı dakikadan itibaren, kaşıkla kazıyarak söktüğü hücre kapısı, ip elde etmek için eğip büktüğü yatak yayları, eğirdiği battaniye ipleri, süpürgeden çektiği saplar ile yere düşen tahta kırpıntıları; tüm bunlar Fontaine’in kusursuz planının parçalarıdır ve bir aylık bir çalışmanın ardından kapısını özgürlüğe aralayacaktır. Bir İdam Mahkûmu Kaçtı ve benzer şekilde Yankesici’nin büyük bölümü diyalogsuzdur. Durağan ve duygularını açık etmeyen yüzlere karşın, vücutların diğer bölümleri – özellikle eller – çok hareketli ve bir amaca yönelik tasarlanmışlardır. Fontaine’in özgürlüğe ulaşmak için yorulmak bilmeyen ellerine karşılık, Michel’in aşıran hızlı ve becerikli elleri… Bresson’un filmografisine bütüncül olarak bakıldığında hemen hemen tüm filmlerinde öne çıkan ortak Öyküleme açısından ele aldığımızda ise; Bresson’un filmlerinde genellikle sonuçla ilgilendiğini görürüz; yani mahkûm kaçmayı başarır! Kör alanda var olan tüm olaylar, nedenlere ve kişilere bağlı olarak neredeyse Bresson’un bile kontrolünün dışında gelişir. Fakat Bresson, fazla bilgiden ayıkladığı bir uzamda, hem AFSAD Kaynakça 1. Barthes, Roland. (1992). Camera Lucida Fotoğraf Üzerine Düşünceler. (R. Akçakaya, Çev.). İstanbul: Altıkırkbeş. 2. Bazin, Andre (2000). Sinema Nedir? (İ. Şener, Çev.). İstanbul: İzdüşüm. 3. Bonitzer, Pascal (2006). Kör Alan ve Dekadrajlar. (İ. Yasar, Çev.). İstanbul: Metis. 4. Bresson, Robert (1992). Sinematograf Üzerine Notlar. (N. Güngörmüş, Çev.). İstanbul: Pusula. 5. Özdoğru, Pelin (2004). Minimalizm ve Sinema. İstanbul: Es Yayınları. 6. Schrader, Paul (2008). Bresson, Ozu ve Dreyer Sinemasına Bir Bakış: Kutsalın Görüntüsü. (Z. Hepkon & O. Şakı Aydın, Çev.). İstanbul: Es Yayınları. 7. Wollen, Peter (2004). Sinemada Göstergeler ve Anlam. (Z. Aracagök & B. Doğan, Çev.). İstanbul: Metis. 8. Samuels, Charles Thomas (1972). “Söyleşi: Robert Bresson.” (N. Konukcu & C. Kayalıgil, Çev.). Sekans Sinema Kültürü Dergisi. Sayı: 3, 2005, (34-58). Ankara: Kül. Nagihan Konukcu kendini hem de seyirciyi, sınırlarını çizdiği bir görüntü evreni içinde tutar. Bu tercihini destekler biçimde kamera kullanımı da duygusal katılımı dışlar; İzleyici Bresson’un sabit kompozisyonlarını, bütün amacını anlamamış olmakla beraber kabul eder (Schrader, 2008: 82). Bresson’un minimalist estetiği, sinemasını sadelik ve dolayımsız bir anlatı dili üzerinden korur. Hollywood tarzı bir anlatı geleneğine yüz çeviren Bresson, doğrudan seyircinin duygularına seslenmeyen, senaryosu diyaloğa boğulmamış bir sinema yoluyla, “auteur” kuramın Fransız cephesini besler. Kısa Metraj tema; kapatılmışlıktan kurtulmanın yolunu ve özgürlüğün anlamını aramaktır. Kimilerince Bresson’un Katolik öğretiyle olan sıkı bağlarından ötürü dini referanslı bulunan bu tanrısal yoksunluk, Bresson’un karakterlerini özgürlüğe değil, yabancılaşmaya götürür. Biraz da bu nedenle Bresson, oyuncunun da seyircinin de kendisini dahil edemeyeceği karakterler yaratma yoluna gider. Karakterlerini yorumsamaya açık bırakmaz, içsel çatışmalarına psikolojik çözümlemeler getirmez. Onları görüntüye eşlik edecek yoğun diyalogların psikolojik etkilerini ya da izleyicide yaratacağı tarafgirliği tamamen ortadan kaldırmaya dönük biçimde örgütler. Bu yolla seyirciye ne olacağını bildiği ya da gerçekleşmesini umduğu bir anlatı dizgesi sunmaktan kaçınır. Seyirciden duygusal bir özdeşleşme değil, düşünsel bağlamda bir katılım ve uyarılma talep eder. Seyircisinin imgelemine kendi hayalindekini aktarmadan onu bırakmaya niyeti yoktur. Tıpkı Dreyer gibi kanlı canlı insanları oyuncu olarak kullanır, ancak onun ilgilendiği, varlığın psikolojisi değil, fizyolojisidir aynı zamanda. Yavaş tempoda oyunculuklar, isteksizce yapılan hareketler, ısrarla tekrar edilen bazı davranış kalıpları, izleyiciye de yavaş ilerleyen bir rüya yaşadıkları hissini verir (Bazin, 2000: 124). 31 Mart - Nisan 2013 Fotoğraf Söyleşi Üzerine Ko nt ra stİbrahim Göğer 32 Melih Zafer Arıcan Hayata bakışımız fotoğraflarımıza da yansır. Siz hayata nasıl bakıyorsunuz? ve neden fotoğraf? Claude Bernard’ın çok sevdiğim bir sözü vardır “Ne aradığını bilmeyen, bulduğunu anlayamaz.” Herkesin bu dünyada bir amacı ve varlık nedeni olmalı. Dünyada birçok insan, bir hedefi ve amacı olmadığı için, yaşamın onları sürüklediği yerde, mutsuz ve başarısız hayatlar yaşıyor. Oysa ne istediğini bilen insan, gerekli bedelleri ödeyerek kendi yaşamına da istediği şekilde yön verebilir. Bu söz aynı zamanda fotoğrafta başarının da anahtarıdır. Birçok fotoğrafçının sergi ya da kitap yapamamasının en temel nedeni, kendi anlatmak istedikleri bir öykü etrafında değil, karşılarına çıkan güzellikleri fotoğraflamalarıdır. Durum böyle olunca da ellerinde derli toplu bir çalışmanın oluşması onyıllar sürüyor. Başkalarına söyleyecek sözünüz olduğunda, aklımızdaki görüntüleri aramaya, planlı bir şekilde fotoğraf çekmeye çıkmalıyız ve karşılaştığımızda da onları bulduğumuzu kolaylıkla anlarız.Her insan kendini bir şekilde ifade etmek ister. Bana da üniversite yıllarımda tanıştığım fotoğrafçılık kolay geldi kendimi anlatmak için. Zaten yetenek diye abartılan şey de bu değil midir? Kimilerine zor gelen bazı şeylerin, başkaları- na kolay gelmesi. Fotoğraf çekmek ve basmak o zamandan beri benim için hayatın en büyük eğlencesi oldu. Akademisyen kimliğiniz ve yurt dışında da sergi açmış biri olarak Türk fotoğrafını nerede görüyorsunuz? Yakın zamana kadar Türkiye’ de, kendi derdini anlatmak için fotoğraf çeken insan sayısı parmakla sayılacak kadar azdı. Birçok tanınmış fotoğrafçı, amatör fotoğrafçı refleksleriyle gezi fotoğrafçılığı tarzı işler üretiyordu ve kendi fotoğraflarına bile saygı duymuyorlardı. Üç günlük bir geziden sergi açanlar, ne kadar hızlı sergi baskısı yaptıkları ile övünenler vardı. Amerika’da insanların kendi fotoğraf baskılarını beyaz pamuk eldivenlerle tuttuğunu görünce hafif bir kültür şoku yaşadım. Aynı zamanda insanların bir fotoğrafta, fazladan azıcık daha gri ton elde etmek, beyazları biraz ışıldatabilmek için günlerini haftalarını harcadığını görünce şaşkınlıkla karışık bir saygı duydum bu insanlara. Ancak son on yılda, internetin de yaygın kullanımı ile artık Türk fotoğrafı ve dünya fotoğrafı diye bir ayrım kaldığına inanmıyorum. Artık izleyiciler de, fotoğrafçılar da fotoğrafları küresel ölçütlerle değerlendiriyor. Türkiye’de başarılı fotoğrafçı ifadesi artık bir anlam taşımıyor. Reklam fotoğraflarında bile çoğu firma Türkiye’de amaçlarına ya da bütçelerine uygun fotoğrafçı bulamadıklarında, yurtdışından getirtiyorlar. ‘Haşhaş Kadınları’ albümünüzün tanıtımının bir bölümünde “Arıcan; erkek egemen Anadolu’da kadınerkek eşitsizliğini fotoğrafları ile anlatıyor” denilmekte. Ülkemizin bir türlü çözülmeyen (!) bu sorununa dikkat çektiğiniz albümünüzden söz eder misiniz? AFSAD’ın kurucularından, 2005 yılında yitirdiğimiz sevgili dostum Toplumsal Belgeci (bu deyimin Türkiye’de isim babasıdır) Fotoğrafçı ve Akademisyen Merter Oral ile 2001 yılında başladığımız bir proje idi Haşhaş. Ancak, projeye başladıktan ve Anadolu kadınının zorlu yaşamına tanık olduktan sonra, asıl anlatmam gereken öykünün haşhaş değil, haşhaş tarlalarında ve Anadolu köy yaşamının her alanında, tüm zorluklara rağmen güçlü varlığını Yüksek lisans için gittiğiniz Amerika’da başladığınız, siyah beyaz soyutlamalardan oluşan sanatsal çalışmalarınızı derlediğiniz ‘Yakın Öyküler’ adlı fotoğraf albümünüzden sonra Türkiye’ye döndünüz ve Türkiye’nin temel sorununu işaret eden ‘Haşhaş Kadınları’nı çıkarttınız. Bu keskin bir dönüş neden? Bulunduğunuz ortamların, sanatsal ve fotografik anlamda beslendiğiniz çevrelerin farklı koşullarının etkisi olabilir mi? Aslında hâlâ benim tarzım; siyah beyaz diyemiyorum, zira son sergim mavi beyaz AFSAD Mart - Nisan 2013 Ko nt ra st Ancak insan hikâyesi anlatmak çok daha gerçekçi, ayakları yere basan, sanatçının yaşadığı çağa karşı sorumluluğunu yerine getirdiğini hissettiren bir tarzdır. Bu nedenle eline fotoğraf makinesi alan her hümanist fotoğrafçının aklının bir köşesinde belgesel bir proje mutlaka vardır. Söyleşi (cyanotype / mavi baskı) monokrom fotoğraflardan oluşan yakın plan doğa soyutlamalarıdır. O tarz işlerime devam ediyorum. Bence tek bir bitkiden bile yüzlerce estetik fotoğraf üretebilme potansiyeli varken, bu tarz (Edward Weston’un başlattığı pür form) bana dipsiz bir konu gibi geliyor. İnsanların dikkat etmeden önlerinden geçtikleri basit bir bitkiden, bir geometri bulmacası gibi sonsuz anlam üretebilmek, bana hayatın sırrını keşfetmek kadar zevk veriyor. 33 34 Fotoğraf Söyleşi Üzerine Ko nt ra stİbrahim Göğer Ko nt ra st Söyleşi 35 AFSAD Mart - Nisan 2013 Ko nt ra st Söyleşi 36 hissettiren kadınlar olduğuna karar verdim. Gerçekten ülkemiz açısından çok önemli bir sorun ve bu alanda maalesef kat edilmesi gereken çok yolumuz var. Afyon’un ilçelerinde, özellikle de Bolvadin’de gerçekleştirdiğim çalışmalar sırasında çoğu zaman kendime “gerçekten 21. yüzyılda mıyız?” diye defalarca sormuşumdur. “Haşhaş Kadınları” toplamda on yıl süren bir çalışma ile ortaya çıktı ve 2012 yılında kitap olarak basıldı ve eşzamanlı olarak Amerika ve Türkiye’de satışa çıktı. İngilizce olarak Melanie Light’ın önsözüyle yayınlandı. ‘Haşhaş Kadınları’ albümünüz, Ken Light’ın kurduğu Fotovision Books yayınevinden çıktı, buradan yola çıkarak fotoğraf yayıncılığı hakkında neler söylemek istersiniz? Fotoğraf yayıncılığı ne yazık ki, ne Türkiye’de ne de Amerika’da ticari olarak kârlı bir iş değil. Çok az fotoğrafçının kitapları kâr edecek düzeyde satılıyor ve yeni kitapların çıkması için yol açılabiliyor. Çoğunlukla, ancak maddi olarak kendi baskı maliyetlerini finanse edebiliyor satış rakamları. Ancak fotoğrafçılar da, gelir elde etmekten ziyade, önemsedikleri sorunları geniş kitlelere duyurabilmek amacıyla bu işe kalkıştıklarından, alan da memnun satan da memnun tarzı bir ilişki ortaya çıkıyor. Ama her şeye rağmen kitap yayımlamak, tarihe kazınmış bilgidir. Sergi bir yılda unutulurken, aynı projenin kitabı onyıllar sonra dimdik karşınıza hiç ummadığınız yerlerden çıkacaktır. Dergimizin bu sayısının dosya konusu ‘etik’. Sizin de ‘Haber Fotoğrafını Oluşturan Öğeler ve Seçim Ölçütleri’ adlı kitabınız var. Haber fotoğrafında etik konusunda söyleyecekleriniz nelerdir? Bu sorunuz aslında biraz ilginç oldu. Zira bu aralar yeni bir kitap üzerinde çalışıyorum, adı Basın Fotoğrafçılığında Etik. Ancak bu kitap da İngilizce olacak ve Kaliforniya Devlet Üniversitesi Fullerton kampüsünden ünlü akademisyen Prof. Dr. Paul Martin Lester ile birlikte yazıyoruz. ‘Haber Fotoğrafını Oluşturan Öğeler ve Seçim Ölçütleri’ adlı kitap benim beş yılımı verdiğim doktora tezimdir. Bu nedenle akademik çalışma hayatımın en önemli parçalarından biridir. Haber fotoğrafında etik; halkın bilgilenme hakkı ile bireylerin kişisel mahremiyetleri arasında sıkışmış çok sorunlu bir alandır. Fotoğrafın çekilmesi ayrı bir konudur, çekilen fotoğrafların bir kitle iletişim aracında yayınlanması ayrı bir konudur. Bir fotoğrafın toplumun önüne sunulması için, birçok farklı ölçüte göre uygun olması gerekir. Bu da sansasyona prim vermeyen, topluma saygı duyan, insancıl editörlere duyulan ihtiyacın altını çizmektedir. Aslında etikle ilgili birçok sorunun cevabı bence hümanizm sözcüğünde gizlidir. İnsana duyulan saygı, bence etikle ilgili her sorunun anahtarıdır. “Görmeyi öğreniyorum. Evet, yeni başladım. Henüz pek o kadar iyi değilim ama elimden geleni yapacağım.” Nergis Akıncı Fotoğrafla anı dondurmak mı? Külliyen yalan! Rilke kadar yalın olmaya çalışacağım. Fotoğraf, bireyselliği koruma konusunda, içimde hiç susmayan bir ses. Kendi fotoğraflarımı okumak, kod açımlamasını yapmak, içsel yolculuğumu deşifre etmem demek. Aristoteles`ten bu yana metinlerde; her duyuma karşılık nasıl ki o duyuma özgü bir duyunun varlığı gerekliyse, duyumun gerçekleşmesi için de yine aynı biçimde o duyuma özgü, duyulur özne ve nesnenin gerektiği bilinmekte. Tam da bu nedenle artık hiçbir şeye, eskisi gibi bakmadığım kesin. Bakmayı öğrendikçe, onları nasıl kavradığım, kavrarken nasıl değiştirdiğimi, bir kadrajın içinde nasıl başkalaştırdığımı görüyorum. Fotoğraf neyi, nasıl, nerede gördüğümün, hatta hangi biçimlerde görmek istediğimin tellalı. Bir yandan kendini sımsıkı gerçek dünyaya konuşlarken, diğer yandan da gerçekle ilişkisini, çektiğiniz andan itibaren keskin bir usturayla kesip atıyor. Fotoğraf Üzerine Rainer Maria Rilke 37 AFSAD Mart - Nisan 2013 Nergis Akıncı Fotoğraf Üzerine yakalamanıza izin veririm. Ama sobelemenizi de istemem. Çekerken gözümde nesneye indirgediğim, seçtiğim beden parçası, baktığım yer; yine benim. Bedenin o parçasını seçiyorum. Öyle mi görmek, öyle mi göstermek istiyorum? Bilinçli ya da bilinçsiz iç kıyılarımdaki tortular, imgeler bir başka formda tekrar bedenleşiyor. Onun bedenini değiştiriyorum, yeniden biçimliyorum. Dış çizgilerdeki belirginlik, yakınlık, sükûnet... Porselen bir duruş… Hayran bırakacak kadar güzel, usumda düşümde yarattığım bu kesinlikte. Onu gözlememize izin veriyor. Teninde yol alıyoruz. Nesneleştirdiğim bir kadın imgesi. O an modelin mahcubiyeti ne kadar da uzağımda. Eril egemen bir düzenekte, ne derece dişil bir kimlikle bakıyorum ona, kendime. Ne kadar sıyırabiliyorum belleğimi, reklamların, filmlerin, günlük görüntülerin eril uzantılarından. Aynanın arkasından başka ‘ben’e bakıyorum. İmgelerken, kendimi kodluyorum aynı zamanda. Her fotoğrafçı, kendi mit’ini yaratıp, yarattığı imgeye âşık olandır aslında. Her özne, her nesne bir gerekçedir. Çekimden sonra model, fotoğrafa baktığında modelde bir Dorian Grey bakışı görürüm. Kendinden geçerek kendine bakar. Tıpatıp kendisine benzeyen, 38 Fotoğrafla anı dondurmak mı? Külliyen yalan! O, her daim -çekildiği andan itibaren- akışta kalır, baktıkça/bakıldıkça sonsuza yol alır. Akıp giden zamanın başlangıcı ve bitişi bulunur mu, hiç olur mu? Deklanşöre bastıktan sonra görüntüler, çerçevesi içinde, benim gerçekliğime dönüşür. Gördüklerim; kavramlar, olgular, duygularım, geçmişim, hepsi birbirine karışır. Bakan, tümünü görmez olur. Sonra sizi göstermek istediğime sürüklerim. Üstelik bu yanılsamayı yalın bir gerçekle kurarım. Sizi geçmiş ve gelecek arasında bir başınıza bırakırım. Sizin de gerçeği ve zamanı kaybettiğiniz yer burasıdır. I. İlgimi çeken şey, nesnem; beni gösterirken neyin ardına saklandığımı da söyler. Benim bir parçamı melezleşmiş bedenine bakar hayretle. Çünkü O, kendine hiç öyle bakmamış, kendisini hiç öyle görmemiş, hissetmemiştir. Lord Henry, Dorian ile ilk karşılaştığında; “Bir insanı etkilemek, ona kendi ruhunu vermektir.” der.* Kendimden başkasında gördüğüm, başkasının da bende gördüğüdür. Artık o anın, o izdüşümün, o duygunun yalnızca kadrajdaki halini isterim. II. Fotoğrafçı dediğin aptal aşıktır, asla gitmez, asla vazgeçmez. Mutfağımı, yılın tek ayında sabahları bir saatliğine -istediğim biçimde- ziyaret eden ışık tanrı- Nergis Akıncı Fotoğraf Üzerine sıyla, fotoğraf ülkesinin en başına buyruk kedisini bir araya getirmeye çalışıyorum. Nafile bir sevdada yol alıyorum. Her seferinde işe geç kalıyorum. Günler geçiyor. Işık tanrısı pencere formunu bükmeye başlamış, veda çok yakın. Derken kedim merhamete geliyor. Bu ölümlüye üç dakikalığına bir şans veriyor. Gölgeler, hızla yukarıya uzuyor. Gergin, kadrajdan her an çıkacakmış gibi duran bir çift gölge bacak. Yanıbaşımda bir faili muhtar. Sfenks duruşu, yarı tanrı oturuşu, balerin kıvamında yürüyüşü, bakışı… Işık ve gölgenin oyununda tutsağız. Bu ölümlü ile çekildiği andan itibaren ölümsüzlüğü yakalayan görüntü, imgelere, göndermelere dönüşen dil; akıp gidiyor sonsuza… III. Her kare, zamandan bir kesit çaldığımın sanrısıdır. Güya onu 39 başka zamanlara kaçırırım. Hıza, zamana karşı direnirim. Sonra kendime dönüşen kareleri çoğaltıp fotoğrafı hızlandırmaya heveslenirim. Kompozit fotoğraf, cümbüş sarayının kapılarını açar ardına kadar. Devinimsiz olması gereken bir sanat aracılığıyla hareket ve hız yaratmaya çalışan seri fotoğrafla herşey kreşendoya dönüşür. Öykülerim, zaman ve hareketin dansıyla sallanır. Duane Michals gülümser piksel piksel. An gelir, bir peri belirir. Hepimiz gibi zorlar kapalı, kilitli olanı. Merak ki en çok bu periye yakışır. Fotoğrafçının modele, ‘Seni kanatlarınla çekmeliyim’ demesiyle oyun başlar. Bir gardırobun en gözde giysileri, valizden taşıp, periyi sarmalar. İlksiz ve sonsuz alışveriş manzaralarının bir temsili olan bu esrime anı, ikimizin ortak tutkusuna hizmet eder. Sahip olma edimi, her şeyi mübah kılan bir eyleme dönüştürürken, nesnel fetişin de eril bakışın da üzerini usulca örter. Peri kızı haklıdır, AFSAD kırmızı sivri topukların etkisi her daim büyülüdür. Bir an kendinden bile saklar, arkasına alır, sonra usulca kaybolur. *Dorian Grey’in Porrtresi, Oscar Wilde, Can Yayınları, 2008 Mart - Nisan 2013 Fotoğraf Üzerine A 40 Nergis Akıncı Fotoğraf Üzerine Sözünü ettiğimiz, neredeyse her entelektüel fotoğrafçının başucu kitabı olan Susan Sontag’ın “Fotoğraf Üzerine” adlı deneme kitabı. Eğer okumadıysanız mutlaka okumalısınız. Aksi takdirde fotoğrafçı kimliğinizin bir yanı eksik kalacaktır, inanın. Abarttığımı düşünüyorsanız, okuduğunuzda, fotoğraf üzerine inanılmaz zengin gözlemler ve saptamalar yaptığını ve fotoğraf hakkında ufkunuzu nasıl açtığını göreceksiniz. Aslına bakarsanız, fotoğraf öğrenmeye başlayanlara en başta önerilecek şey, teknik bilgi vs.den önce fotoğrafın ne olduğunu anlamalarını sağlayacak birkaç kitap okumaları olmalı. İşte bu kitapların başında da Sontag’ın ‘Fotoğraf Üzerine’si geliyor. Elimizdeki baskı, Altıkırkbeş Yayınevinin, 2008 yılın- AFSAD da Reha Akçakaya tarafından çevirisi yapılmış olan üçüncü baskısı. “…Fotoğraf, eğer fotoğraf makinasının kaydettiği gibi kabul edersek, dünyayı tanıyabileceğimizi ima eder. Oysa bu, dünyayı göründüğü gibi kabul etmeyerek işe başlayan anlayışın tam tersidir. Anlamanın tüm olabilirliği hayır diyebilmekten kaynaklanır. Kesin konuşmak gerekirse, kimse bir fotoğraftan bir şey anlayamaz. Kuşkusuz fotoğraflar bugünün ve geçmişin hayalimizdeki esimlerinin boşluklarını doldurur; örneğin Jacob Riis’in 1880’lerde görüntülediği New York sefaleti, Ondokuzuncu Yüzyıl sonu Amerika’sındaki kentsel yoksulluğun bu denli Dickens’vari olduğunun farkında olmayanlar için şiddetle öğreticidir. Yine de fotoğraf makinasının gerçekliği verişi, açığa vurduğundan daha fazlasını gizlemek durumundadır. Brecht’in vurguladığı gibi, Krupp fabrikasının bir fotoğrafı, bu kuruluş hakkında sözcüğün tam anlamıyla hiç bir şey açıklamaz. Bir şeyin nasıl göründüğü temeline dayanan sevgisel ilişkinin tam tersine, anlama o şeyin nasıl işlediği temeline dayanır. İşlev görmeyse zaman içinde oluşur, zaman içinde açıklanmalıdır. Yalnızca anlatan bir şey, bizim anlamamızı sağlayabilir...” Mart - Nisan 2013 Kitaplık Yazarın biyografisine baktığımızda “…dünyaca tanınan ABD’li deneme ve roman yazarı, kuramcı, eleştirmen ve insan hakları savunucusu…” olarak tanıtılıyor. Ayrıca film senaryoları yazmış ve yönetmenlik de yapmış. Fotoğrafla ilgili olarak bir deneme kitabı yazmış. Ancak nerede bir fotoğraf yazısı, eleştirisi ya da akademik ağırlıklı bir yazı okursanız çoğunda bu tek kitaba gönderme ya da bir alıntı bulursunuz. K.O.ntrast Susan Sontag 41