Sayı 17 - TüvTürk
Transkript
Sayı 17 - TüvTürk
KARİYER BAŞARIYA DAVETIYEYI NE ÇIKARIR? 01 02 03 2016 Tarihten Bir Osmanlı Padişahı: Hadice Turhan Sultan Otomobil Yağışlı havada güvenli sürüş Bir kış masalı Kapadokya English Summary of Contents Hayat Hayata yön veren hurafeler Güven vermek ve değer katmak… Bir yıl daha sona erdi. Geçmişten günümüze, insanoğlunun akıp giden zaman karşısında elinde kalan yegâne şey, oluşturduğu değerler kuşkusuz. Daha iyi bir dünya, daha güzel bir gelecek kurmak için belli ilkeler çerçevesinde yol almak, bireyleri olduğu kadar kurumları da etkileyen bir faktör. TÜVTÜRK olarak, kurulduğumuz günden itibaren içinde yer aldığımız toplumun her kesimine katkı sağlayacak, trafikte güvenlik alanında bizleri bugün olduğumuz yerden bir adım öteye taşıyacak projelerimizi, birtakım değerlere sıkı sıkıya bağlı kalarak ürettik, üretmeye de devam ediyoruz. Bağlı bulunduğumuz imtiyaz sözleşmesi kapsamında “tarafsızlığını” her zaman koruyan bizler, Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı’nın yanı sıra TÜRKAK denetimleriyle de “bağımsızlığımızı” gözler önüne seriyoruz. Bugün sayıları 3 bin 500’e ulaşan her bir çalışanımızın özümsediği etik kodumuz ve suiistimali önleyici denetimlerimizle “dürüstlük”ten ödün vermiyoruz. Uluslararası standartları baz alarak oluşturduğumuz “Tarafsızlık”, “Bağımsızlık” ve “Dürüstlük” değerlerimizle, hizmet sunduğumuz kesimlere “güven vermeyi”; bugün binlerce kişiye dokunduğumuz kurumsal sosyal sorumluluk projeleriyle toplumumuza “değer katmayı” öncelikli işimiz olarak kabul ediyoruz. Trafik güvenliğini sağlamada araç güvenliğinin sahip olduğu önemli rolden hareket eden bizler; 202 sabit, beş motosiklet, 76 gezici ve 30 gezici traktör istasyonumuzla, bu sorunu en aza indirgemek ve zaman içerisinde tamamen ortadan kaldırmak amacıyla hizmet verirken, yarınlar için yatırımlar yapmayı da sürdürüyoruz. Trafikte Sorumluluk Hareketi çatısı altında yürüttüğümüz çalışmalarla amacımız, hem yetişkinlerde hem de geleceğimizin teminatı çocuklarımızda trafik sorununa yönelik farkındalık yaratmak. Tüm bunlarla birlikte kurduğumuz TÜVTÜRK Akademi aracılığıyla, sektörümüzdeki eğitim organizasyonuna bir nebze olsun destek olmayı ve hizmet kalitesini daha üst seviyeye çıkarmayı hedefliyoruz. Evet, bir yılı daha geride bıraktık. 2016 yılında bizler, insanoğlunun akıp giden zaman karşısında elinde kalan yegâne şeyin yarattığı değerler olduğu bilinciyle yol almaya devam edeceğiz. Bugüne kadar verdiğimiz kaliteli hizmetlerimizi artırarak sürdürürken, oluşturduğumuz değerlerimizin gerek bireysel, gerekse toplumsal yaşamımıza katma değer sağlayacağını; daha güzel bir gelecek için umut yaratacağını bilerek mutlu olacağız. Bu vesileyle, büyük bir hassasiyetle oluşturacağımız yarınlara; umut dolu, sağlıklı ve huzurlu nice güzel yıllara, hep birlikte ulaşmak dileğiyle… Saygılarımla… KEMAL ÖREN TÜVTÜRK CEO TIPKI GERIDE BIRAKTIĞIMIZ YILLARDA OLDUĞU GIBI YENI YILDA DA DEĞERLERIMIZDEN VE HIZMET KALITEMIZDEN ÖDÜN VERMEDEN, DAHA IYI BIR GELECEK IÇIN VAR GÜCÜMÜZLE ÇALIŞMAYA DEVAM EDECEĞIZ… 22 Söyleşi 42 Otomobil 16 Tarihten İçindekiler OCAK-ŞUBAT-MART 2016 06 HABERLER Dünyada ve Türkiye’de öne çıkan haberler... 10 HAYAT Kara kedi, merdiven altı, yengeç suyu, üfürük, tükürük… Batıl inançlar, zaman zaman bütün hayatı yönetebilecek kadar güçlü olabiliyor. 16 TARİHTEN Her şey, saray haremine odalık olarak verilen 12 yaşındaki Hadice’nin, Sultan İbrahim’in dikkatini çekmesiyle başladı. 1642’de IV. Mehmed’i doğuran Hadice Turhan Sultan, imparatorluğu fiilen 30 yıl idare etti. 4 İSTASYON 22 SÖYLEŞİ Çektiği kısa film “Ziazan” ile Washington Post’a haber olan, yönetmenliğin keyfini alınca bu yolda devam etmek isteyen oyuncu Derya Durmaz, “Galiba hayatımla ilgili kritik kararları hesaplamadan alıyorum” diyor. 26 KARİYER Sıra dışı insanların başarıları, kişisel yetenekleriyle bir tutulur. “Bazı insanlar neden başarılı olurlar” alt başlığıyla yayınlanan “Çizginin Dışındakiler” kitabının yazarı Malcolm Gladwell ise bunun tam da böyle olmadığı kanaatinde. 10 Hayat 32 GEZİ Rüzgâr ve yağmurun özene bezene işlediği Kapadokya’nın büyüsü, karın üzerini örtmesiyle daha güçleniyor. Çoğu zaman Uzakdoğulu turistlerin dikkatini çeken balonla Kapadokya turuysa insanı tarifsiz duygulara sevk ediyor. 40 YEMEK Kış ruhunu, köşe başlarında dumanı yayılan kestane kokusundan daha iyi ne anlatabilir ki? Soğukta yapılan yürüyüşlerin, evde geçen kış gecelerinin bir numaralı eşlikçisi kestane, tadıyla olduğu kadar faydalarıyla da gerçek bir mucize. 32 Gezi 42 OTOMOBİL Kış aylarının gelmesiyle birlikte nemli asfalt, yağmur ve kar, kâbus gibi her an karşımıza çıkabilir. Ancak dikkatli bir sürüş ve kış lastikleri kullanmaya özen göstermenin yanı sıra birkaç basit ipucuyla, hem güvenlikten hem de sürüş keyfinden ödün vermemek mümkün. 46 SAĞLIK Sık sık başı ağrısı çekenlerin en büyük korkularından biridir, beyin tümörü. Acıbadem Bakırköy Hastanesi Beyin ve Sinir Cerrahisi Uzmanı Prof. Dr. Ziya Akar, hastalığın gelişim seyrini, tanı ve tedavi yöntemlerini anlattı. 50 UZMAN GÖZÜYLE Araçlarda kullanılan aksamların tip onayı ve kontrolü hakkındaki bilgileri, TÜVTÜRK Teknik Eğitmeni Mehmet Savaş Uçar anlatıyor. 52 OYUN Star Wars’un sinemadaki hayranları, serinin yedinci filmine kavuştu. Oyun meraklılarıysa o kadar beklemedi; zira galaksiler arası savaş, filmin vizyona girmesinden çok daha önce başladı. 54 POPÜLER KÜLTÜR Sinema, müzik, televizyon… 58 TÜVTÜRK HABERLER İmtiyaz Sahibi TÜVTÜRK Kuzey Taşıt Muayene İstasyonları Yapım ve İşletim A.Ş. Adına Kemal Ören Yönetim Yeri Büyükdere Caddesi, No: 255 Kat: 17-18 Maslak-Şişli-İSTANBUL Yayın Yönetmeni Sema Uludağ Yayın Koordinatörü M. Koray Özcan (Sorumlu Müdür) Görsel Yönetmen Erhan Teksöz Yapım Yeri Doğuş Grubu İletişim Yayıncılık ve Ticaret A.Ş. Doğuş Power Center Ahi Evran Polaris Caddesi No: 4 Maslak 34398 İstanbul Tel: 0212 304 00 00 (Santral) Baskı yeri Ömür Matbaacılık A.Ş. Beysan Sanayi Sitesi Birlik Cad. No: 20 Haramidere-Beylikdüzüİstanbul Tel: 0212 422 76 00 Yayın Türü Üç aylık yaygın süreli yayın, TÜVTÜRK Araç Muayene İstasyonları kurumsal yayınıdır, parayla satılmaz. [email protected] İSTASYON 5 HABERLER BIR TAŞIN TAŞIDIĞI ONLARCA ANLAM Suyu içmiyoruz, yiyoruz! Ametist, insanoğlunun kendisine yüzyıllardır yüklediği simgesel anlamlar nedeniyle yalnızca maddi değil, manevi açıdan da hayli önemli bir taş. Bizi değiştirecek kadar akıllılar… n Gündelik yaşamımızın bir parçası olan akıllı telefonların, alışkanlıklarımız üzerinde yarattığı değişimlerin neler olabileceğine dair söylentiler muhtelif. Yaşı ister yedi olsun isterse 70, birçok kişi artık akıllı telefonların olmadığı bir dünyada bırakın yaşamayı, böyle bir dünyanın varolabileceğini tahayyül bile edemiyor. İsviçreli araştırmacıların yürüttüğü bir çalışmadaysa bu aletlerin çok daha fazla şeyi yapma kudretine sahip olduğu ortaya çıkıyor. Nasıl mı? Sonuçları www.engadget.com sitesinde yayınlanan araştırmaya göre, beyin korteksinin işaret parmağı ve başparmakla ilgili alanları, telefonun kullanılma sıklığına göre gelişim gösteriyor. Yapılan görüntülemelerde bu bölgenin bir hafta boyunca akıllı telefonundan arkadaşlarına mesaj gönderen kişilerde parladığı, telefondan uzak geçirilen birkaç gün içerisinde tekrar söndüğü tespit edildi. Aynı araştırmada basit telefonlarda benzer bir durumun olmadığından yola çıkan biliminsanları, akıllı telefon kullanımının parmakların duygusal işlemleme sürecini değişikliğe uğrattığı sonucuna vardı. Bunun beyin için yararlı mı, yoksa zararlı mı olduğu henüz belli değilse bile el becerileri gerektiren alanlarda beyin ve ellerin birlikte çalışmasının büyük değişikliklere vesile olabileceği öngörülüyor. 6 İSTASYON n İçtiği kahvenin telvesinden yola çıkarak envai çeşit hikâye yazma becerisine sahip insanoğlunun dağa taşa simgesel birtakım anlamlar yüklemesi şaşırtıcı olmasa gerek. www.earthsky.org internet sitesinde yayınlanan bir haber de bunun kanıtı niteliğinde. Zira bu haberde, yerkabuğundaki ikinci en yoğun mineral olarak bilinen kuvarsın, en saf hali ametiste yüklenen anlamlar konu edinilmiş. 400 ila 500 santigratlık ısıya bile dayanabilen, leylaktan mora uzanan renk yelpazesine sahip ametiste, Brezilya ve Uruguay’ın yanı sıra ABD’nin Arizona ve Kuzey Carolina şehirlerinde sıklıkla rastlanıyor. Gelelim ametiste yüklenen anlamlara… Bu değerli taşın ismi Yunanca “amethystos” kelimesinden geliyor ve “sarhoş etmeyen” anlamını taşıyor. Ametistten yapılmış bir kadehten içilen içkinin, kişiyi sarhoş etmeyeceğine inanılması nedeniyle bu ismi almış. Sadece o da değil; rivayet odur ki, Kleopatra’nın, ilahi bir gücü olduğuna inanılan Pers Tanrısı Mithras’ın figürünün işlendiği mühür yüzüğü de bir ametistti. Bu yüzük, ışığın ve hayatın kaynağını simgeliyordu. Ametistin iyi bir gücü olduğuna inanan eski Mısırlılar, sadece yüzüklere değil, firavunların mezarlarına da bu taştan koyarlardı. Antik Çağ’da hal böyleyken, Orta Çağ’da ametistin ilaç olarak kullanıldığı da tarihe düşülen notlar arasında. O dönemde insanlar, bu taşın uykusuzluğu giderdiğine, aklı kuvvetlendirdiğine, sahibini koruduğuna, dahası savaşta zafer getirdiğine inanırlardı. Arap mitolojisindeyse üzerinde ametist taşını bulunduranların, kabusların yanı sıra gut hastalığından korunacağı öne sürülüyordu. Son bir bilgi daha: Şubat ayının burç taşı ametist, sadakatin taşı olarak değerlendiriliyor. Eski koloniden yeni talep n İngiliz Kraliyet Ailesi, sadece Britanya’da değil, neredeyse tüm dünyada monarşinin en tanındık simalarını içinde barındırıyor. Yüzyıllarca dünya üzerinde birçok ülkeyi sömürgesine katan, bu nedenle de “güneş batmayan ülke” unvanıyla anılan İngiltere’de, Kraliyet Ailesi’nin başında bir kez daha kara bulutlar dolaşıyor. Hem de bir zamanlar sömürgeleri arasında bulunan Hindistan’daki bir girişim nedeniyle. Zira geçtiğimiz aylarda, aralarında iş insanları ve sanatçıların da bulunduğu bir grup Hindu, kendi ülkelerine ait olduğu gerekçesiyle Kraliçe Elizabeth’in tacını süsleyen elmasın geri verilmesine yönelik bir kampanya başlattı. “Koh-i Noor / Dağın Işığı” adındaki bu elmas, 166 yıldır İngiltere’de. Kampanyayı başlatan grup, İngiltere’nin bu elması, sömürgecilik yıllarında şüpheli yollarla ülkelerinden çıkardığını iddia ediyor. Her ne kadar “şüpheli yollar” diyerek durumu yumuşatsalar da aslında Hintli kampanyacılar, İngiltere’nin Dağın Işığı’nı çaldığını düşünüyorlar. 105 karat olan elmasın dünyanın en büyük elmaslarından biri olduğu ve bugünkü değerinin 140 milyon Euro olduğu söyleniyor. Maddi değeri bir yana Kraliyet Ailesi için manevi değere de sahip, zira bundan neredeyse 63 yıl önce taç giyme töreninde Kraliçe Elizabeth’in başını süslemişti. Hal böyleyken Kraliyet Ailesi’nin yasal süreçleri zorlamaya kararlı kampanyacılar konusunda ne yapacağı merak konusu. İngilizler 1940’lı yılların sonlarında, Gandi’nin de önemli rol oynadığı direniş karşısında Hindistan’dan çekilmek zorunda kalmıştı. Bakalım elması da kaybedecekler mi? HAFIZAYA 40 SANIYELIK DOPING n Yakın ya da uzak geçmişteki hatıraları hatırlamakta zorluk çekmek çok büyük bir sorun kuşkusuz. BBC’de yayınlanan bir haberse insanı hafızasıyla ilgili kuşkular duymaya sevk eden bu durumun önüne geçebilecek nitelikte. Sussex Üniversitesi’nden Chris Bird’ün yaptığı bir araştırma, bir olayı hafızada güçlü tutabilmek için birkaç saniyenin ayrılmasının yeterli olabileceğini kanıtlıyor. Bunun için öğrencilerini iki ayrı gruba ayıran Bird, her iki gruptan da beyin tarayıcı makinelerin içine girip YouTube’dan kısa videolar izlemelerini istedi. Ancak denek gruplarından birine, her videodan sonra, o sahneyi zihinlerinde canlandırmaları ve kendilerine anlatmaları için 40 saniye süre tanıdı. Bird, öğrencilerin videoyu izlerken beyinlerinde gerçekleştirdiği aktiviteyle, bu videoları kendi kendilerine tekrar anlatırken beyinlerinden geçen aktivitenin hemen hemen aynı olduğunu, dahası daha iyi hatırlamanın temelini oluşturduğunu gördü. Bird özellikle mahkemelerde bunun önemli olduğunu söylüyor. “Bu bulgular herhangi bir kaza ya da suça tanıklık etme gibi olayları doğru hatırlamanın önem taşıdığı durumlarda son derece etkili. Tanık, olaydan hemen sonra, bu olayın ne şekilde geliştiğini kendi kendine anlatırsa, olayla ilgili hafızası önemli ölçüde pekişmiş olur.” Aynı durum sonradan hatırlanmak istenen şeyler için geçerli elbette. Eğer siz de bir olayın hafızanızda iyice yer etmesini istiyorsanız, işe, onu kendinize tekrar anlatarak ve bunu yaparken de bilinçli olarak en göze çarpan ayrıntılar üzerinde durarak başlayabilirsiniz. Onların da bir dili var, anlamak lazım… n Su hayatın kaynağı… Metabolizmamız için olmazsa olmazlardan biri. Uzmanlar günlük su tüketiminin önemine dair açıklamalar yapadursun, birçok kişi gerekli miktarda su alımında hâlâ yeterince özen göstermiyor. Ancak, www.mentalfloss.com internet sitesinde yayınlanan bir haber, su tüketmede en tembel olanların bile ilgisini çekecek nitelikte. Londra’daki Skipping Rocks Laboratuvarları’nda Rodrigo Garcia Gonzalez, Guillaume Couche ve Pierre Paslier tarafından keşfedilen ve “Ooho” adı verilen “su kapsülü”, su içme alışkanlığında ezber bozacak gibi görünüyor. Çünkü bir su balonuna benzeyen ve üzeri jelatinle kaplanan bu ürün yenilebiliyor. Diğer biri ifadeyle gelecekte insanların, suyu sadece meyve ve sebzelerden değil, ısırdıkları kapsüllerden de alması söz konusu. Avrupa Birliği’nden 22 bin 500 Dolar değerinde bir ödül alan “Ooho”yu, çantamıza atıp gittiğimiz her yere götüreceğimiz günlere daha epey zaman var. Ancak plastik şişelerin çevreye verdiği zararların ne derece büyük olduğu düşünülürse, ürünün göreceği rağbeti şimdiden tahmin etmek zor değil. n Hangi coğrafyada yaşarsa yaşasın milyonlarca çocuğun odasını birer oyuncak olarak süslemesi de kanıtlıyor ki, pandalar dünyanın en sevimli hayvanlarından biri. Ayıgiller familyasına üye bu canlıları daha iyi tanıyabilmek amacıyla çeşitli çalışmalar yürütülüyor. Bunlardan biri de Çin’in Sıçuan eyaletinde gerçekleştiriliyor. Buradaki biliminsanlarının yaptığı çalışmada, çıkardıkları sesler incelenerek pandaların kullandığı ‘dilin’ anlaşılması amaçlanıyor. 2010’dan beri harcanan yoğun mesainin ardından araştırmacılar, pandaların çıkardığı 13 farklı sesin ne anlama geldiğini çözdüler. Pandaları yemek yerken, kavga ederken, birbirleriyle yardımlaşırken kaydeden araştırmacılar, elde ettikleri sesleri ve hareketleri analiz etti. Buna göre yavru pandalar, duygularını ifade edebilecek sesler çıkarmayı annelerinden öğreniyorlar; böylece acıktıklarını, mutsuz olduklarını ya da beğenilerini ifade edebiliyorlar. Eğer bir panda kuş gibi cıvıldıyorsa yavruları hakkında endişeli olduğunu, yüksek sesle bağırırsa bir yabancının kendisine doğru yaklaştığını anlamak mümkün. Âşık olduklarındaysa erkekler kuzu gibi melerken, dişi pandalar kuş gibi cıvıldamaya başlıyor. İSTASYON 7 HABERLER HAZIRLAYAN: RESUL BUKSUR ELMA ARTIK OTOMOTIV SEKTÖRÜNDE ELEKTRIKLI OTOMOBILIN ÖNCÜLERI Apple’ın otomotiv sektörüne adım atması nedeniyle bu sayımızda sizler için küçük bir araştırma yaptık ve dünyada en çok satılan elektrikli otomobilleri bir araya getirdik. Tesla Motors Dünyanın en önemli markalarından Apple, yeni ve dev bir adım atıyor. Bugüne kadar otomotiv sektörüne göz kırpan firma, yatırımlarıyla şimdi de bu alanla el sıkışmaya hazırlanıyor. n Uzun süredir, gündemdeydi: Sohbete, “Apple otomobil işine giriyor” sözleriyle başlanıyor, ardından da beklentileri açıklarcasına, “onlar uçan araba yaparlar şimdi” deniliyordu. Efsane teknoloji şirketi Apple, “uçan” değilse bile elektrikli otomobil için kolları sıvadı. 2015’in sonbaharından itibaren otomotiv endüstrisinden önemli isimler Apple kampüsünde çalışırken, Silikon Vadisi’nde Faraday Future adlı bir de şirket kuruldu. Tesla Motor, bu projeye otonom sürüş desteği verdi. Otomotiv 2.0 dünyasına hoş geldiniz... Edinilen bilgilere göre Apple’ın kasasında 200 milyar Dolar var; şirket, uzay roketi yapmak istese, gerekli paraya sahip anlaşılan. Ama bu durum, asıl işi bilgisayar ve telefon teknolojisi olan bir kurumun otomotiv gibi sektöründe yapacaklarına kuşkuyla bakılmasını önlemiyor. Son yıllarda yaşanan teknolojik gelişmeler, otomotiv sektörüyle teknoloji dünyasını birbirine iyice yakınlaştırdı. Bunda elektrikli ve sürücüsüz otomobil üretme çalışmalarının önemli etkisi var. Endüstri artık, klasik fosil yakıtlı otomobillerden tamamen elektronik kontrollü elektrikli motor sistemlerine geçme aşamasında. Tesla Motors, Nissan, BMW, Fiat, Volkswagen ve Chevrolet, elektrikli otomobiller üreten popüler şirketler. Ama otomotiv endüstrinin bu değişime pek de hararetle sarıldığını söylemek zor. Gerek mevcut elektrikli motor ve pil teknolojilerinin kısıtlılığı, gerek varolan yatırımların korunma isteği, gerekse üretim hatlarını yenilemek için ciddi bir kaynak gerekliliği geleneksel otomotiv endüstrisinin bir hayli ağır hareket etmesine yol açıyor. Apple gibi şirketler, elektrikli otomobilin en önemli bileşeni olan pil teknolojilerinde bir hayli ilerlediler. Otomobilin kalbi mekanik bir sistem olmaktan çıkıp, elektrik-elektronik Apple Car’a şirket içinde Titan Project deniyor. Apple, diğer ürünlerinde olduğu gibi büyük bir gizlilik içinde çalışıyor. Şimdiye kadar sızan hiçbir görüntü ve model yok. İnternette hayal gücü bol tasarımcıların çizimlerine bakabilirsiniz. bir sistem haline geliyor. Bu da Apple’ın pek de uzak olmadığı bir alan. “Sürücüsüz sürüş”, diğer bir ifadeyle kendi kendine gidebilen otomobiller de elektronikleşmeyle bağlantılı. Google bu alana oldukça büyük bir yatırım yapıyor. İlk prototipini de geçtiğimiz günlerde üretti ve dünyaya duyurdu. Tesla Motor, ABD’de en çok satan elektrikli araç olan Model S’yi, Ekim ayında Autopilot 7 adıyla çıkardı. Ve bu, dünyada halen satılan ve tamamen kendi kendine gitmese de büyük oranda otonom hareket edebilen ilk model olmayı başardı. Apple Car’ın dedikodusuysa geçen yılın başlarında dolaşmaya başladı. Apple, otomotiv endüstrisinde önemli yöneticileri bünyesine kattı bile. Konuşulanlara göre şirketin CEO’su Tim Cook, ekibi kurma görevini daha önce iPod ve iPhone’ların üretim projesine çalışan ve halen Başkan Yardımcısı olan eski Ford mühendisi Steve Zadesky’e verdi. Zadesky’nin ardından ünlü tasarımcı Marc Newson, Mercedes-Benz Araştırma ve Geliştirme’nin başındaki Johann Jungwirth gibi önemli isimlerin projeye katıldığı söylentiler arasında. Tesla Motors’un birçok çalışanını transfer eden Apple, ABD otomotiv endüstrisinin efsane isimlerinden Chrysler Group yöneticilerinden Doug Betts’i de ekibine kattı. Sızan haberlere göre, kod adı Titan olan Apple Car projesinde çalışan sayısı, şimdiden 600 ve hatta kimilerine göre bin kişiye ulaştı. Son bir dedikoduysa Faraday Future adındaki bir şirketten yükseldi. Silikon Vadisi’nde kurulan şirketin 1 milyar Dolar’ın üzerinde bir yatırımla ABD’de elektrikli otomobil üretim hattı kurmaya hazırlandığı konuşuluyor. Ama Faraday Future, ABD basını için hâlâ bir muamma. Ancak şu kesin ki, Tesla’dan transfer ettiği birçok yönetici ve tasarımcı var. Şirketin elektrikli otomobil işine gireceği kesin. Sonuç olarak cebimizdeki iPhone’lar, masamızdaki Mac’lerden sonra, yollarda da Apple markasını görecek miyiz? Büyük ihtimalle evet... n ABD’nin en popüler girişimcilerinden biri olan Elon Musk, internet yatırımlarından kazandığı parayla elektrikli otomobil üreteceğini duyurduğunda, endüstri tarafından pek ciddiye alınmadı. Ama Musk, dünyanın en popüler elektrikli arabasını üretmekle kalmadı, birçok şirkete de ilham kaynağı oldu. Model S’nin fiyatı, diğerlerine göre daha yüksekse bile, günümüzde dünyada en çok satan elektrikli otomobili tek şarjla ancak 500 kilometre gidebiliyor. Saatte 250 kilometre hız yapabiliyor. Şirket önümüzdeki yıl, Model X ile SUV formatına geçecek. Tesla Motors’un bu alanda yaptığı çalışmalarla ilgili daha fazla bilgi almak isterseniz, www.teslamotors.com sitesini ziyaret edebilirsiniz. Tesla’nın ürettiği modellerin fiyatı 67 bin 500 ila 75 bin Dolar arasında değişiyor. Nissan LEAF n Nissan’ın elektrikli otomobili kısa sürede popüler oldu. Nedeni basit, tek şarjla 135 kilometre yol alabiliyor ve saatte 180 kilometre hıza çıkabiliyor. Fiyat performansta en iyilerden biri durumunda… Zira Nissan’ın modelleri, 21 bin 510 ila 29 bin 10 Dolar fiyat aralığında. Markanın otomobiliyle ilgili daha fazla bilgi almak isterseniz www.nissanusa.com/electric-cars/leaf/ adresine başvurabilirsiniz. BMW i3 n Elektrikli otomobil dünyasına, çok hızlı ve güçlü bir giriş yapan şirket, BMW i3 ve i8 ile performansının yanı sıra tasarım ve fiyatlarıyla da memnun etmeyi başardı. BMW i3 aşağı yukarı Tesla’nın yarısı kadar fiyata alınabiliyor. Detaylarını www.bmw.com.tr’den okuyabileceğiniz model, 190 kilometre menzile sahip ve saatte 150 kilometre hıza ulaşabiliyor. Fiyatıysa 34 bin 900 ila 42 bin 400 Dolar arasında değişiyor. VW e-Golf n Efsane Golf tasarımına sahip bir elektrikli otomobil için ekstradan 5 bin Dolar öderseniz, e-Golf alabilirsiniz. 134 kilometre pil menziliyle saatte 190 kilometre hıza çıkabiliyor. Ayrıntılı bilgiyi www.vw.com/models/e-golf/ sitesinden alabileceğiniz modelin fiyatı 25 bin 950 ila 33 bin 450 Dolar arasında değişiyor. Fiat 500e n Ünlü küçük otomobil Fiat 500’ün elektrikli modeli ABD’de satışa çıktı. 140 kilometre menzile ve saatte 140 kilometre hıza çıkabiliyor. Dünyada en az enerjiyle en uzun menzile sahip model olmayı başaran Fiat 500e ile ilgili detaylı bilgiye www.fiatusa.com/en/500e/ sitesinden ulaşabilirsiniz. Fiyatı 24 bin 800 ila 32 bin 300 Dolar arasında. 8 İSTASYON İSTASYON 9 HAYAT Güvercinin batıl inancı KARA KEDİ... MERDİVEN ALTI... YENGEÇ SUYU... ÜFÜRÜK... TÜKÜRÜK... ÇOĞU KEZ ÇOCUKSU BİR İNANÇMIŞ GİBİ GÖRÜNEN BATIL İNANÇLAR, ZAMAN ZAMAN BÜTÜN HAYATI YÖNETEBİLECEK KADAR GÜÇLÜ OLABİLİYOR. 10 İSTASYON Bazı uzmanlar, bazı batıl inançların kaynağını ve nasıl ortaya çıkmış olabileceğini, Psikolog Burrhus Frederic Skinner’ın yaptığı “güvercinin batıl inancı” deneyiyle açıklıyor. Belli bir noktayı gagaladığı zaman yemek verileceğini öğrenen güvercin, gagalamadığı halde ödüllendirilirse, bu ödülün o sırada yaptığı herhangi bir davranışla ilgisi olduğuna inanıyor. İSTASYON 11 HAYAT B KURT KAFASI, YUMURTA SARISI Loğusa kadınların, yeni gelin ya da başka bir loğusayla karşılaştıklarında kısırlaşacaklarına dair inanışa karşı, loğusanın 40 kurt kafatası dolusu suyla yıkanması öneriliyor (üstte). Evin nazardan korunması için üzerlik otu, soğan kabuğu ve tuz ateşte yakılarak, tütsüsü evde gezdiriliyor (altta sağda). Bazı yörelerde sararıp, ateşi çıkan çocukların “ay çarpmasına tutulduğu” söyleniyor. Hastalığın alına, el ve ayaklara, dualar eşliğinde is sürülerek tedavi edildiğine inanılıyor (altta solda). 12 İSTASYON atıl inanç, sözlüklerde “Doğaüstü olaylara, gizli ve akıldışı güçlere, kehanetlere aşırı derecede bağlı boş inanç” olarak tanımlanıyor. Eğer bu tanımı ben yazsaydım bir de şunu eklerdim. “En inançsız insanı bile pençesine alabilecek kadar kudretli, baştan çıkarıcı, adeta şeytan tüyü taşıyan inanç.” Çünkü inançla ilgili çok farklı, hatta aykırı fikirleriniz olsa bile hayatın bir anında batıl inancın tuzağına düşüverir, kendinizi onun cazibesine kapılmış bulursunuz. Örneğin, bizim kültürümüzde “nazar değmesin” diyerek tahtaya vurmak, her türlü insanı tartışmasız ele geçiren en gözde batıl inançtır. Ya da evimizin bir köşesine, sevdiğimizin, sakındığımızın yakasına minicik de olsa bir nazar boncuğu iliştirivermek... Gerçi nazar kavramının bilimsel açıdan bir açıklaması olup olmadığı tartışılan bir konu, ama batıl inancın ne olduğunu, daha doğrusu nasıl ortaya çıktığını Amerikalı psikolog Burrhus Frederic Skinner, güvercin örneklemesiyle şöyle açıklıyor: Güvercin bir kutuya konulur, o kutudaki belli bir noktayı her gagaladığında bir kapak açılır ve ona yem verilirse, tıpkı Pavlov’un köpeği gibi, güvercin gagaladığı zaman ödüllendirileceğini zamanla öğrenir. Ama eğer bir gün güvercin gagalamadığı halde aynı kapak açılır ve yem verilirse kuş buna önce şaşırır, sonra hangi hareketi sonucu bu ödülü hak ettiğini bulmaya çalışır. Sözgelimi o sırada kanat çırpıyorsa, her kanat çırpışında kapağın açılacağına ve yemi hak edeceğine inanır. Bu aşamadan sonra o kapak her otuz saniyede bir açılacak şekilde otomatik olarak ayarlansa bile, güvercin kapağın açılmasının kanat çırpmasıyla ilgisi olduğuna inanır. Buna da “güvercinin batıl inancı” denir. Skinner’ın deneyine benzer bir başka deneyi de 1987 yılında Gregory Wagner ve Edward Morris, üç ve altı yaş arasındaki çocukların üzerinde yapmışlar. Bu deneyde bir palyaço 15 saniyede bir ağzından bir top çıkarır. Çocukların bazıları palyaçonun, topu, kendi yaptıkları göz kaş hareketleri sonucunda, bazıları da palyaçonun burnunu okşamaları sonucunda çıkardığına inanır; yani insanlar kuşlar gibi zamansal olarak eş düşen olgular arasında hemen bir bağlantı kurabiliyor, böylelikle olgulardan biri öngörülebilir ve kontrol edilebilir hale geliyor. İnsanın çoğu kez çocuksu bir inanç gibi görünen, ama bazen bütün hayatını yönetebilecek kadar güçlü bir inanca dönüşebilen batıl inançları, güvercinin batıl inancından farklı değil. Mekanizmanın düzeneğini anlayamayan kuşlar gibi hayatın matematiğini henüz çözememiş olan insan, bu çözümsüzlüğün karabasanına düşmektense kendi çözümünü üreterek rastlantılardan masalsı sonuçlar çıkarabiliyor ve kendine renkli bir batıl inanç dünyası yaratıyor. İlk çağlardan bugüne uzanan dini inanç tarihi, sayısız inanç modelinin birbirini yıkıp yok ederek var olma çabasının örnekleriyle dolu. Batıl inançlarsa kendi dönemlerinin sürekli değişen sosyolojik, psikolojik ve teolojik verilerinden beslenerek, değil yok olmak, aksine sağlamlaşarak insanlık tarihi içinde kendine inşa ettiği yüksek kulede varlığını sürdürüyor. Antropolojik açıdan bakılırsa, batıl inançlar eski inançlardan evrilerek günümüze ulaşmış. Birçok batıl inancın kökeni eski pagan inançlara dayanıyor. Bir zamanlar taşıdıkları anlamlar çoktan ortadan kalkmış ama varlıklarını sürdürüyorlar. Örneğin, pagan inancında bir tanrıça olarak kabul edilen Ay, bugün bizim için sadece dünyanın uydusu olsa da hâlâ ayla ilgili batıl inançlara sahibiz: Yeniay çıktığında dilek tutmak, sevdiğimiz insanın yüzüne bakmak ya da zenginlik getirsin diye altına el sürmek... Aynı şekilde at nalının uğurlu olduğu inancı da eski Avrupa topluluklarından Keltlerin atın kutsallığına inanmalarından kaynaklanıyor. Yine Pagan inancında hapşırıldığı zaman ruhun bedenden çıktığına inanılırdı. Bugün hapşıran kişiye “çok yaşa” denmesi de o inancın bir kalıntısı gibi görünüyor. Ya da nazar değmesin diye tahtaya vurmak... Bu da pagan dönemden, ağaçların tanrı sayıldığı günlerden kalma bir inanç. Dünyanın farklı bölgelerinde yaşayan topluluklar, meşe ağacının birtakım tanrısal güçleri olduğuna inanırdı. Hem Kuzey Amerika yerlileri, hem de Ege’de kurulmuş olan Helen uygarlığında meşenin tanrısallığından söz edilir. Bu ağacın üzerine sık sık yıldırım düştüğünü gözlemleyen her iki kültürde de meşe tanrısal bir figür. Amerika yerlileri, tanrının meşe aracılığıyla yeryüzüne indiğine inanır; Helenler ise ağacın yıldırım tanrısı olduğuna... Her iki kültürde de tanrı sayılan ağacın gövdesine vurularak tanrılardan yardım istenir. Aynı kültür, Ortaçağ’da Hıristiyan inancında, İsa Peygamber’in tahtadan bir çarmıha gerilerek öldürülmesiyle dönüşüme uğramış. Hıristiyanlar hacı simgeleyen tahtaya vurarak tanrıya dileklerini iletiyordu. Biz de bu inançların mirasçıları olarak hâlâ kapılara, masalara vurarak kötülüklerden korunma refleksimizi sürdürüyoruz. Psikolog Zaza Yurtsever, batıl inanca yol açan en önemli etkenin “varoluşun güvensizliği” olduğunu söylüyor. O yüzden batıl inanç bugün en çok sporcular, denizciler, askerler, yatırımcılar ve kumarbazlarda gözlemleniyor. Yani işleri diğerlerine göre daha riskli olan insanlarda. Ve tabii bir de sınav öncesi öğrencilerde... Araştırmalara göre dindar insanlar, inançsızlara göre batıla daha az yer veriyor. Ama daha katı inancı olan Katolikler, Protestanlardan daha fazla batıl inanca sahip. “Bu da bence batıl inançta korkunun rolünün ne kadar önemli olduğunun kanıtı,” diyor Zaza Yurtsever. Bir de kadınlar, batıla erkeklerden daha fazla sarılıyor. Bunda da varoluşsal sorunların etkisi olmalı... Batıl inançların başrolünde, çoğu kez doğa ve diğer canlılar var. Bunlardan en popüler olanı kara kediyi uğursuz saymak... Mısır kültüründe kutsal sayılan kedi, ortaçağda Hıristiyan inancında lanetlenen bir hayvan. Avrupa’da başlatılan cadı avında düşmanı işaret eden en önemli simgelerden biri. İnsanlar batıl inançları oluştururken doğadan olduğu kadar nesnelerden de yola çıkarak hikâyeler üretiyor. Örneğin ayna, batıl inancın en gözde nesnelerinden. Yüzyıllar boyu birçok farklı kültürde aynanın kırılmasıyla ruhun zarara uğrayacağına inanıldı. Aynanın olmadığı zamanlarda, sudaki yansımasında yüzünü değil, ruhunu gördüğüne inanan insan, bu yansıma bozulduğu zaman ruhunu kaybedeceğini düşünürdü. Sonra Romalılar ayna kırıldığında gelecek olan uğursuzluğun yedi yıl süreceğine inandılar. Çünkü hayatın yedi yılda bir yenilendiğini düşünüyorlardı; kırılmasıyla birlikte bozulan sistem, ancak yedi yıl sonra yeniden olgunlaşabilirdi. Aynanın zamanla ekonomik bir değer kazanması ve pahalı camlardan üretilen bir eşyaya dönüşmesiyle birlikte durum daha da ciddileşti; artık kırıldığı zaman kıranın hayatının altüst olacağına inanılıyordu... Psikolog Yurtsever, batılın psikiyatride anormal ya da patolojik bir olgu olarak ele alınmadığını söylüyor. Bir davranışın anormal ya da psikiyatrik olduğuna karar vermek için o davranışın kişiye ya da çevresindekilere ya da her ikisine de zarar veriyor olması gerek. Yurtsever, batıl inancın genel olarak bu tür sorunlara yol açmadığını belirtiyor. Bazen abartılı olsalar da batıl inançları olan insanlar genel olarak tedaviye ihtiyaç İSTASYON 13 HAYAT Bazı kadınlar, çocuklarının daha cesaretli olması için yengeç kaynatıp suyunu içiriyor ya da yengeç etiyle pişirdikleri yemekleri çocuklarına yediriyorlar (üstte). Bazı yörelerde, aileye özgü batıl inanışlardan biri de mantar hastalığının, otlarla karıştırılmış yumurta sarısıyla tedavi edilebileceği. Ancak asıl tılsımın, kuşaktan kuşağa tılsım sahibi olan aileden birinin yumurtanın içine tükürmesiyle gerçekleştiğine inanılıyor (altta). Yeni yapılan evleri kem gözlerden korumak ve bereket için kapı girişine ya da balkonlara nazar boncuğu, nal, kabak, hayvan kafatasları, muska gibi çeşitli objeler asılıyor (üstte). Şifa bulmaya yönelik batıl inançlardan biri de kabakulak olan çocuğun ısıtılmış bir tahta kaşıkla şişkin yerlerine bastırıldığında hastalığın geçeceğine inanılması (altta). hissetmiyor. Bu yüzden merdiven altından geçmeyi uğursuz sayıp yolunu değiştiren birinin aklından kimse kuşku duymuyor. Merdiven altının uğursuzluğu, geometrik şekillere yüklenen anlamlarla yakından ilgili. Duvara dayanan merdivenin oluşturduğu üçgenin içinden geçmek eski inançlarda kutsala meydan okumak anlamına geliyordu. Eski Mısır uygarlığında piramitler tanrısallığa işaret ediyordu. 17’nci yüzyıla ait kaynaklar İngiltere ve Fransa’da, suçluların darağacına götürülmeden önce merdivenin altından geçirildiğinden söz eder. Bu merdiven daha çok Hıristiyan inancında İsa Peygamber’in gerildiği çarmıha dayanmış merdiveni simgeler. Tanrıların katına tırmanan şiirsel bir sembol olan merdivenin altından geçmek tehlikeli olabileceği için de inançlar arasında asırlar boyu yerini korumuş olmalı. Bunun gibi güvenlik içerikli olup batıl inanca dönüşmüş birçok alışkanlık var. Örneğin, hâlâ pek çok insan gece tırnak ya da 14 İSTASYON saç kesmenin uğursuzluğuna inanır. Bu inançların, aydınlatmanın mum ışığıyla yapıldığı dönemlerde ortaya çıktığı düşünülürse ne tür kaygılardan kaynaklandığı anlaşılabilir. Aynı şekilde, birine bıçak ya da makas verirken üzerine tükürmek de yine güvenlik kaygısıyla ortaya çıkmış olmalı. Halk arasında kesici alet verilirken üzerine tükürmemenin düşmanlığa yol açacağına inanılsa da, burada tükürüğün asıl işlevi, yapılan işe odaklanmak, kesici aleti dikkatsizce, karşısındakine zarar vererek gelişigüzel uzatmayı önlemek. Ya da gemide kadın bulunmasının uğursuzluk getireceği inancı, feodal endişelerle alınmış bir güvenlik önleminin sonucu olsa gerek. Daha çok Batı kültürüne ait olan 13 rakamının uğursuzluğuysa somut hikâyesi olan ender batıl inançlardan biri. İskandinav dinlerindeki bir hikâye, düzenbaz tanrı Loki’nin, diğer 12 tanrının katıldığı bir şölene on üçüncü olarak gittiğini ve eğlen- ceyi bozduğunu anlatır. Bunun yol açtığı kavga, İskandinavların gözde tanrısı Balder’in ölümüyle sonuçlanır. İsa’nın Yahuda tarafından ihbar edildiği o uğursuz son akşam yemeğinde de masada 13 kişi vardır. Bu batıl inanç hâlâ öylesine güçlü ki, bazı evsahipleri 13 kişiyi aynı masaya oturtmaktan kaçınıyor. Bazı ünlü otellerde 13 rakamı taşıyan oda ve kat yok, hatta bazı uçaklarda 13 numaralı koltuk bulunmuyor. 13 rakamının uğursuzluğu takvimlere de yansımış ve ayın 13’ü uğursuz sayılıyor. Aynı zamanda Batı kültüründe cuma günleri de uğursuz kabul ediliyor. Hele 13’üncü günün cuma gününe denk gelmesi, bir felaket habercisi. Cuma gününün uğursuzluğu inancı köklerini, Adem ile Havva’nın cennetten cuma günü kovulduğu inancından alıyor. Günümüzde yoğun iş hayatına ara verilen cuma gecesinden başlayarak eğlence hayatının hareketlenmeye başlaması ve Adem’lerle Havva’ların cuma akşamından itibaren tüm hafta sonu “cennetten kovuluyor olması” bu batıl inancın neden hâlâ canlılığını koruduğunun bir kanıtı sayılabilir. Ancak bir gerçek daha var: Nuh tufanı da, İsa’nın çarmıha gerilmesi de cuma gününe rastlıyor. Oysa cuma, Müslümanlar için kutsal gün sayılır ve eski bir İstanbul inancına göre uğursuz gün salı. MERDİVEN ALTINDAN GEÇMEYİ UĞURSUZLUK SAYAN BİRİNİN AKLINDAN KİMSE KUŞKU DUYMUYOR. BU İNANIŞ GEOMETRİK ŞEKİLLERE YÜKLENEN ANLAMLARLA YAKINDAN İLGİLİ. “Salı sallanır” denirken, salı günleri yapılacak işlerin başarısız olacağı ima ediliyor. Bunun kökeninde de bir Bizans bilgisi olduğu varsayılır. Çünkü salı, Bizans’ın düştüğü gün. Ama sadece ses uyumundan ortaya böyle tatlı bir tekerleme çıkmış ve asırlardır insanlar salı günleri başlanan işlerin yolunda gitmeyeceğine boşu boşuna inanmış olabilirler. Batıl inançların çoğunun kökeni çok eski inanç ve olaylara dayanıyor olsa da, yakın zamanlarda ortaya çıkan ve yine ortaya çıkış hikâyesi somut olaylara bağlanan batıl inançlar da var. Aynı kibritle art arda üç sigara yakmanın uğursuzluk getireceği inancı da bunlardan biri. Bu inancın 1899–1902 arasında İngilizlerin Güney Afrika’da yaşayan Afrikalılar ile yaptığı Güney Afrika Savaşı’ndan kaynaklandığı sanılıyor. Söylenceye göre, usta Afrika nişancıları üç İngiliz askerinin tek bir kibritle sigaralarını yakmaları sırasında yerlerini saptamış ve yanık kibriti elinde tutan askeri öldürmüş. Görece yeni ortaya çıkan bir batıl inanç olsa da eskileri gibi kaynağını yine güvenlik kaygısından alıyor. Anadolu da batıl inanç bakımından son derece zengin. Örneğin siftah parasını yere atmak ya da iş yerine sağ ayakla girmek gibi... Siftah parasını yere atmayı, “güvercinin batıl inancı” teorisine göre yorumlayacak olursak; kazandığı ilk para yere düşen bir esnafın o gün işleri iyi gitmiş, o da bunu bir gelenek haline getirip her gün kazandığı ilk parayı yere atmaya başlamış olmalı... Tıpkı gerçekte iyileştirici bir etkisi olmayan ama hastaya umut vererek ruh halini iyileştiren plasebo (telkin) etkili ilaçlar gibi batıl inanç da plasebo bir inanç olarak değerlendirilebilir. İlkinin bir rastlantı olduğunu anlamayan esnaf, gerçeklerle yüzleşmektense rastlantısal başarıyı hayallerle beslemeyi tercih eder. Ve kim bilir hangi esnafın rastlantısal olarak “iyi giden işleri” bugün milyonlarca insanın rutin batıl inancı haline dönüşmüş. Bu yazıyı hazırlarken küçük bir soruşturma yapınca şaşırarak gördüm ki, ben dâhil çevremdeki birçok eğitimli çağdaş insanın alışkanlık olarak benimsediği batıl inancı var. Örneğin ben kaynağını hiç bilmediğim bir nedenle başıma gelecek tüm iyi ve kötü şeylerin perşembe günleri olacağına inanırım. Emekli bir biyolog olan aile dostumuz Günhan Aşar, hiçbir arkadaşına mendil, sabun, soğan ve limon hediye etmiyor. Bunlardan birini hediye etmesi gerektiğinde de sembolik olarak 5 kuruş istiyor. Çünkü anneannesinden öğrendiğine göre dostlara bunları vermek, o dostluğun bozulmasına yol açarmış. Avukat Aslı Yoldaş evinde kapkara bir kedi beslediği halde, yolda bir kara kedi gördüğünde saçını çekiyor, seramikçi Gezin Kurtaran zaman zaman ölmüş yakınları için evin içinde mumlar yakıyor, oyuncu Nilüfer Açıkalın, bir kuşun ayağına takılırsa kuş ona beddua eder inancıyla tarağındaki saçları asla yere atmıyor. Piyanist İdil Biret, konser dünyasında kötü şans getirdiğine inanıldığı için piyanonun başına geçtiğinde asla yeşil elbise giymiyor. Eğitim danışmanı Rüya Polat ilk kez yatıya kaldığı evlerde uyumadan önce dilek tutuyor ve eşim karikatürist Bahadır Baruter huylandığı ziyaretçilerin ardından annesinden öğrendiği şeyi yapıyor; ateşe tuz atıyor! Gelenekleri ve alışkanlıkları şöyle bir karıştırdığınız zaman, sayısız batıl inanç ortaya çıkıyor. Hayatın anlamını çözmeye çalışan ve belki de imkânsızı isteyip hayattan kârlı çıkmayı hedef seçen insan, gerçeklikle ilişkisini kurmaya özen göstermeden ardı ardına batıl üretiyor. Ancak batıl inançlarla halk inançlarını ayırmak gerek. Bilimsel sonuçlara basamak oluşturan halk inançları tarih boyunca doğanın sırlarını kendi olanaklarıyla çözmeye çalışan bilge insanların gözlemleriyle vardığı bazı gerçek ya da gerçeğe yakın bilgileri içerebiliyor. Örneğin bugün denizcilerin ve tarımla uğraşanların hâlâ kullandığı fırtına ve tarım takvimi temelini yüzyılların deneyiminden alıyor. Doğanın ritmini bilimsel verilere değil, gözlemlere göre çözmeye çalışan denizciler ve toprakla uğraşan köylüler binlerce yıldır dilden dile aktarılan bu takvime göre doğayla baş etmeyi öğrenmişler. Kuşların göçü, toprağın bereketi, Güneş ve Ay’ın döngüleri, fırtınaların şiddeti... Sağlıkla ilgili bazı inanışlar da asırlardır insanın gözlemlediği ve bilim insanlarından önce somutlaştırdığı bazı temel bilgileri kapsayabiliyor. Eğer batıl inançlara körü körüne inanmaz, onları insanlığın düşünce tarihini anlamak için bir basamak olarak kullanırsak, bizi götürecekleri yerlerin zenginliklerle dolu olduğunu görebiliriz. Dobra bir dille konuşmayı seven anneannem, birisi hak etmediğini düşündüğü bir şeyle suçlandığı zaman, alaycı bir edayla şöyle derdi: “Ne yapmış ki o, güneşe karşı mı işemiş!” Çocukken bunun ne anlama geldiğini anlamazdım. Yıllar sonra üniversitede İÖ 700 yıllarında yaşamış Yunanlı ozan Hesiodos’un antik Yunan inançları ve gündelik hayatı hakkında günümüze kalan en kapsamlı bilgiyi taşıyan “İşler ve Günler” adlı metnini okurken orada verilen ahlak dersleri arasında şu cümleyi gördüm: “Ayakta su dökme Güneş’e karşı.” Ay’ın, yıldızların ve Güneş’in tanrı sayıldığı zamanlardan kalma olan ve Hesiodos’tan anneanneme zihinlerde yolculuk ederek, anlamını neredeyse hiç yitirmeden gelen bu batıl inanç, bu toprakların kıymetli bir mirası. Ayın 13’ünde doğmuş olmak, siyah kedileri tüm kediler gibi çok sevmek, merdiven altlarından geçmek, ayna kırıldığında gülüp geçmek gündelik hayatımın sıradanlıklarından olsa da Hesiodos’la anneannem arasında neredeyse 2 bin 700 yıl boyunca hiç kopmamış bir bağ olduğunu görmek beni rahatlatıyor. Bu konu National Geographic Türkiye dergisinden özetlenerek alınmıştır, NG Türkiye abone hattı: 444 18 59 veya 0 850 222 18 59 İSTASYON 15 TARİHTEN Hadice Turhan Sultan BİR OSMANLI PADİŞAHI Her şey, saray haremine odalık olarak verilen 12 yaşındaki Rus asıllı Hadice’nin, Sultan İbrahim’in dikkatini çekmesiyle başladı. 1642’de IV. Mehmed’i doğuran Hadice Turhan Sultan, 30 yıl imparatorluğu fiilen idare etti. Çanakkale’deki Seddülbahir Kalesi ve Kumkale; İstanbul’daki Yeni Camii kompleksi gibi büyük eserleri yaptırdı. Y akın zamana kadar Osmanlı saray kadınları, yani Osmanlı sultanlarının cariyeleri, kız kardeşleri, eşleri, kızları ve anneleri tarihçilerden çok çekmişti. 16’ncı ve 17’nci yüzyılda sultanın hareminde yaşayan kadınlar, Cumhuriyet’in ilk yıllarında verilen eserlerde, imparatorluğun çöküşüne yol açan birçok etmen arasında sayılıyordu. Neyse ki Osmanlı İmparatorluğu’nu inceleyen tarihçiler, Kanuni döneminden sonra meydana gelen dönüşümlerin bu derece basit bir yükseliş ve çöküş modeliyle açıklanamayacak kadar karmaşık olduğu görüşündeler. Osmanlı kadınlarını tanımak ve Osmanlı tarihinde ne tür etkileri olduğunu anlamak için arşivleri dikkatle inceleyip, irdeledikçe; bulduklarımız hep Osmanlı kadınlarının lehine. Saraylı kadınlar da, tıpkı imparatorluk 16 İSTASYON ailesi mensubu erkekler gibi siyasetle uğraşmış; maiyetleriyle padişah gibi hareket etmiş; Avrupa, Safevi ve Babürlü hanedanlarıyla diplomatik yazışmalar yürütmüş; imparatorluğun farklı köşelerine sık sık ziyaretlerde bulunmuş; ordularına destek olmuş; camiler, hanlar, imaretler, saraylar, kütüphaneler, medreseler, türbeler, çeşmeler ve hisarlar yaptırarak mimarlığa şevkle hamilik etmişlerdir. Kamu yararına üstlendikleri projelerde erkek emsalleri kadar cömert davranmışlar; sadece 16’ncı yüzyılda İstanbul’daki tüm vakıfların üçte birinden fazlasını kurmuşlardı. Eğer bugünün İstanbul peyzajından uzun bir kesit alacak olursak, bunun ne kadarının Osmanlı kadınları tarafından biçimlendirildiğini, III. Selim’in annesi Mihrişah’ın heybetli ve bugün bile iş gören Eyüp İmareti’nden, Nurbanu ve Mihrimah’a atfedilen Üsküdar’daki geniş Üsküdar külliyelerine; Kösem Sultan’ın Çakmakçılar Yokuşu’ndaki Büyük Valide Hanı’na kadar görebiliriz. Rengârenk Mısır Çarşısı’na uğradığımızda gezdiğimiz çarşıların çoğu, IV. Mehmed’in annesi Hadice Turhan Sultan’ın Haliç kıyısının bu işlek noktasının tam ortasında gerçekleştirdiği Yeni Valide Külliyesi’ni kapsayan büyük mimarlık projesinden doğmuştur. Kuşkusuz, bu büyüleyici kadınlara çok şey borçluyuz; onların geçmişlerine daha yakından ve daha önyargısız bakmakla bu borcumuzu ödemeye başlayabiliriz. Bunların en önemlilerinden biri de Sultan İbrahim’in karısı ve Sultan IV. Mehmed’in annesi Hadice Turhan Sultan’dır. Genç Hadice’nin, köle bulmak ama- İSTASYON 17 TARİHTEN cıyla Rusya steplerine yapılan bir akında Tatarlarca esir alındığını ve İstanbul’da sultanın haremine alınıp “odalık” olduğunda yaklaşık 12 yaşlarında olduğunu biliyoruz. Hadice, önce Sultan İbrahim’in annesi Kösem Sultan’a armağan olarak sunulmuş, çok geçmeden de IV. Murad’ın kız kardeşi Âtike Sultan’a verilmişti. O yaşta henüz dikiş dikmeyi, nakış işlemeyi, şarkı söylemeyi, saz çalmayı ve raks etmeyi bilmiyorduysa da; bu beceriler kendisine belki yeni bir dilde, yani 1642’de IV. Mehmed’i doğuruyor. Müstakbel sultanın annesi sıfatıyla haremdeki konumu da hemen yükseliyor. Ne var ki, bu defa da Hadice’nin oğlunu ve muhtemelen valide sıfatıyla kendi geleceğini, çocuğuna karşı muhtemel suikast entrikalarından, oğulları olan diğer hasekilerden gelebilecek tehlikelerden koruma mücadelesi başlamış oluyor. Bu tehlikeler Ağustos 1648’de İbrahim’in tahttan indirilmesi ve ölmesiyle iyice artacaktır; artık 20’li yaşlarının başındaki Hadice’nin altı yaşındaki oğlu padişah olurken, kendisi de Osmanlı sarayının en nüfuzlu konumuna yükselmiş, Valide Sultan olmuştur. Ama Hadice Turhan Sultan’ın önünde, Valide Sultan sıfatını aldığından beri hayatını son derece zorlaştıran önemli bir karakter vardı: Kayınvalidesi Kösem Sultan ya da çağının devletlilerinin kendisine hitap ettiği sıfatıyla, Valide-i Muazzama. Oğlu İbrahim öldüğünde Kösem Sultan 60’larındaydı. İki oğluna da, hem IV. Murad’a, hem de İbrahim’e validelik yapmıştı. Bu yüzden Kösem Sultan ve saraydaki diğer kişiler, onun yirmi yılı aşkın tecrübesiyle saray siyasetine hizmet ettiğini düşünüyorlardı. Genç ve yaşlı iki valide arasında haremde süregiden mücadele, iki kadının farklı hiziplerden haremağaları ve yeniçerilerle ittifak kurmasıyla büyük bir entrika ve drama dönüştü. Hadice Turhan ve Kösem arasındaki rekabet, Kösem’in korkunç ölümüyle (Hadice Turhan’ın saraydaki müttefikleri tarafından boğulduğu söylenir) sona erdi. Sarayda müzisyen olarak çalışan ve haremdeki kadınlar arasında muhbirlik yapan Polonya kökenli içoğlanı Bobovius, Büyük Valide’nin suikasta uğradıktan sonra son defa görüldüğü harem dairesinin kapısından “içoğlanların İbrahim’in annesi yaşlı sultanı sürükleyerek çıkardıkları kapı” diye söz ediyor. Kendisine eziyet edilen Kösem Sultan, 1651’de kendi TURHAN SULTAN VE KAYINVALIDESI KÖSEM SULTAN ARASINDA BAŞLAYAN MÜCADELE, KÖSEM SULTAN’IN BOĞDURULMASIYLA SON BULMUŞTU. Turhan Sultan’ın oğlu IV. Mehmed (Avcı) 1687’de annesinin ölümünden dört yıl sonra tahttan indirildi. Osmanlı Türkçesiyle verilen derslerle öğretilmiştir. İslamiyet’i yeni benimseyen biri olarak kendisine yeni inancıyla ilgili dersler de verilmiştir. Hiçbir sanatçıya hareme girip Osmanlı saray kadınlarını resmetme izni verilmediğinden, Sultan’ın haremindeki kadınların ancak hayal ürünü portrelerine sahibiz ve Hadice’nin nasıl göründüğünü bilmiyoruz. Ama Türk tarihçi Kadircan Kaflı, 1953’te bu genç Rus köleyi, mavi gözlü, açık tenli ve koyu kumral saçlı, çok güzel bir kadın olarak hayal etmişti. Ne yazık ki, elimizdeki Turhan Sultan’a ait tek gravür yine hayali, yaşamının sonraki dönemlerine ait ve valide sultanı Kaflı’nın hayal ettiği gibi yansıtmayan bir portre... Gün geliyor Hadice, Sultan İbrahim’in dikkatini çekiyor ve 2 Ocak saçlarıyla boğularak öldürüldü. Hadice Turhan’ın hüküm sürdüğü dönemde karşısına pek çok zorluk daha çıktı; ama artık oğlu Mehmed yaşadığı sürece Valide Sultan sıfatıyla konumu çok daha güvencedeydi. Topkapı Sarayı’nda Valide ve maiyetindeki hizmetkârlarına ayrılan, bir yatak odası, küçük bir ibadethanesi, tavanı kubbeli bir taht/kabul odası, şöminesi ve Haliç manzaralı bir balkonu olan geniş dairelere taşındığını tahmin edersiniz. Dairelerinin hemen bitişiğindeki son derece zarif banyosu, İznik çinileriyle bezenmişti. Sahip olduğu değerli eşyalar (bugün Topkapı Sarayı Müzesi koleksiyonundadır) arasında “Valide-i Gazi Sultan Mehmed Han” yazısı hakkedilmiş sedef bir mühür de vardı. Bir Avrupa gravüründe, büyük bir at sırtında resmedilen Sultan Mehmed, Osmanlı padişahı olduğunda henüz küçük bir çocuktu ve bir imparatorluk yönetecek deneyimden yoksundu. Dolayısıyla sultanın alması gereken pek çok idari kararı almak, Hadice Turhan’a ve onun çevresindeki başharemağası Süleyman Ağa ve Vezir Köprülü Mehmed Paşa gibi güvendiği kişilere düşmüştü. Turhan Sultan, sadrazam ya da kaptan-ı derya tarafından dikkatine sunulan çeşitli bunalımlarla uğraşırken yazdığı mektuplarda ve talimatlarda, etki ve meşruiyetini vurgulamak için oğluna genellikle “aslanım” diye hitap etmiştir. Turhan Sultan’ın ilk işi, başkent İstanbul’da ve memlekette düzeni sağlamak ve Osmanlı gemilerine, hacılara ve Osmanlıların Doğu Akdeniz’deki mülklerine saldıran ve Çanakkale Boğazı’nı ablukaya alarak İstanbul’u bir dönem yiyeceksiz bırakan Venedikliler başta olmak üzere imparatorluk sınırlarını saldırılara karşı korumaktı. Yurtiçinde düzenin (ve başkenti mahvedecek hiçbir yangın çıkmamasının) sağlan- Nicholas de Fer’in 17’nci yüzyılın sonunda yaptığı gravürde, Çanakkale Boğazı’nın girişinde Turhan Sultan’ın yaptırttığı Seddülbahir Kalesi ve Kumkale. ması, İstanbulluların eğlencesi olan mükellef ve pek sevilen havai fişek gösterilerinin yasaklanmasını da kapsıyordu. Uzun süren Kandiye Savaşı sırasında, Venediklilerin Akdeniz’de arkası kesilmeyen saldırıları; Hadice Turhan Sultan’ın ilk büyük mimarlık projesini gerçekleştirme gerekçeleri arasındadır. Avrupa kıyısında Seddülbahir, Anadolu kıyısında Kumkale olmak üzere Çanakkale Boğazı’nın girişinde iki kalenin yapımına böylelikle başlandı. Zamanın Osmanlı tarihçileri, hac yolculuğuna çıkan Müslümanların izlediği deniz rotası olmasının yanı sıra, İstanbul limanlarının ve piyasasının da hayatının bağlı olduğu bu stratejik su kanalını koruma arzusunu büyük övgüyle karşıladılar, Valide Sultanı göklere çıkardılar. Fatih Sultan Mehmed’in 15’inci yüzyıldan kalma Çanakkale, Kilitbahir ve Kale-i Sultaniye (Çimenlik Kalesi) kalelerinin etraflıca onarımını üstlenmesine ek olarak; Çanakkale Boğazı’nın girişinde, içerisinde çifte hamam, bir cami, bir okul (sıbyan mektebi), askerler için kışla ve birkaç dükkân da bulunan iki yeni kalenin, Seddülbahir ve Kumkale kalelerinin inşası için bağışta bulunduğunu Tur- TURHAN SULTAN’DAN KAPTAN PAŞAYA MUHTIRA Sultanın mülkünden bir kısmının donanma mühimmatının giderlerini karşılamak üzere harcanması âdettir. Bildiğimiz ve duyduğumuz, önceki sultanların da böyle yaptığıdır. Şimdi, imparatorluk tersanesine ayrılan mülke ne oldu? Bu mülklerin gelirleri doğrudan hazineye mi aktarılıyor, yoksa hukuka göre, imparatorluk tersanesindeki masrafları karşılamak için mi kullanılıyor? Gelirin nereye gittiğinin ve donanmanın neden hâlâ hazır olmadığının anlaşılması için bir araştırma yapılsın. Doğrusu nedir? Tersane idaresinde ne kadar para olduğunu ve bu para- nın hangi işlere harcandığını bilmemiz önemli. Tahsis edilen onca gelir nereye kayboldu ki donanmamız hâlâ bu kadar yetersizlik içinde? Etraflıca bir araştırma yürütülmeli. Donanmanın her seferi ne kadara mal oluyor? Seferin her hazırlanışında para gidiyor, değil mi? Herkes kendi istediği gibi yapıyor. Memurların bu kadar korkusuz olması çok hayret verici. Şu andan itibaren, yapmanızı istediğim şeyi yapın ve sonucu bana bildirin. Geliri tersaneye tahsis edilmiş olan mülkün geliri ne kadardır? Bu mülkleri kaydedip bana bilgi gönderin. Duyduğuma göre yelken- lerde kullanılacak bez hakkında bile kanun varmış. Bütün bunları biliyor olmalısınız. Bu konulara dikkat ettiğinizi göreyim. Çok deneyimli olduğunuzdan size güvendik ve bu görevlere sizi tayin ettik. Şimdi size söylediğim gibi devam edin ki Sultanınızın ve Allah’ın huzurunda onurla durabilesiniz. Yine dualarım sizinledir. Valide Sultan (1656’dan hemen önce) İSTASYON 19 TARİHTEN Yeni Camii’nin meydana açılan dış cümle kapısının kubbesi, dönemin saray kadınlarına özgü örtü biçimini andırmaktadır. BUGÜN KUMKALE VE SEDDÜLBAHIR KALESI V alide’nin iki kalesi de, 1997 yılından başlayarak, proje direktörleri Doç. Dr. Lucienne Thys-Şenocak ve Doç. Dr. Rahmi Nurhan Çelik yönetiminde, Koç Üniversitesi Arkeoloji ve Sanat Tarihi Bölümü ve İTÜ Jeodezi ve Fotogrametri bölümünden ortak bir ekip tarafından araştırıldı, incelendi ve belgelendi. Kumkale’deki proje, Yeni Kumkale köyünün sözlü tarihi ve bitişiğindeki Osmanlı mezarlığının eksiksiz dokümantasyonunun yanı sıra, jeodezi ve mimari bir incelemeyi içeriyor. Seddülbahir projesi ise bir dokümantasyon projesi olarak başladı, ama 2005 yılında kaledeki 20 İSTASYON binası (Mısır Çarşısı), ilkokul (sıbyan mektehan Sultan’ın vakfiyesinden biliyoruz. bi), küçük bir saray (Hünkâr Kasrı) ve büyük Sultan ve maiyetiyle birlikte kaleleri gebir çeşme (sebilhane) bulunuyordu. zen Evliya Çelebi, bize Seddülbahir’in en az Hadice Turhan, kendi büyük cami komp80 gemiyi barındırabilecek kadar büyük bir leksini inşa ettirmek için, önceki validelerden, limanı bulunduğunu ve hendeklerden biriIII. Mehmed’in annesi Safiye Sultan’ın yerini nin dibine bakılamayacak kadar ürkütücü seçti. Safiye, oğlunun 1603’te ölümü üzerine bir derinlikte olduğunu anlatır. Seddülbahir “erken emekli” olarak, bir zamanlar Beyazıt’ta ve Kumkale’nin bugün bakımsızlıktan acıbulunan Eski Saray’a geçmek zorunda kalnacak durumlarıyla, Abdi Paşa’nın büyük ması nedeniyle kendi projesini tacoşku içinde “Batı sınırlarının mamlayamamıştı. Safiye’nin şerefli muhafızları” olduğunu projesi, Eminönü’nün büyük iddia ettiği, “ateş saçan dev bir kesiminin, çoğunluğu ejderleri” andıran toplaİstanbul’un eski Karaim rıyla Osmanlı Devleti’ni Yahudi cemaatine menyoluna çıkan tehlikesup sakinlerinden ve lerden koruyabildidükkân sahiplerinden ğini hayal etmek zor istimlak edilmesini gerekolabilir; ama I. Dünya tirdiği için tartışmalı bir Savaşı ve Çanakkale projeydi. Dönemi anlatan muharebeleri öncesi iki Osmanlı tarihçileri, istimkale de nisbeten iyi dulak işlerinin dürüst veya adil rumdaydı. biçimde yapılmadığını Valide, Venedik Turhan Sultan’ın Topkapı Sarayı Müzesi’ndeki üstü kapalı anlatmakdonanmasının yakın sedef mührüne “Valide-i Gazi Sultan Mehmed Han” tadır. 1665’te tamamtehdidi azaldıktan ve yazısı işlenmiş. lanan proje büyük çaplı Vezir Köprülü Mehbir istimlak gerektirdi ama, Evliya Çelebi’nin med Paşa’yı (ve daha sonra da onun oğlu bize anlattığına göre, istimlak doğru düzFazıl Ahmed Paşa’yı) idari çevresine aldıktan gün bir biçimde yapıldı: “Bir hakkaniyet sonra, tüm dikkatini İstanbul’a çevirdi ve bu gösterisi, zulmiye değil adliye gösterisi”. Caşehre en büyük katkısını teşkil edecek projemideki yazıtların bölümleri ve vakfiyedeki ye girişti: Eminönü’ndeki Yeni Valide Camii proje tanımlaması, Hadice Turhan’ın Emive Külliyesi. nönü’ndeki bu inşaat projesini, oğlunun hoCamiye ek olarak, artık şehrin en kalabacası ve Eminönü Camii vaizi olan, tutucu ve lık ticaret merkezinin tam ortasında kalan bu hoşgörüsüz Kadızadeli hareketi üyesi Vâni çok ünlü yapının çevresinde bir türbe, pazar Efendi’nin cesaretlendirmesiyle, başkentin “kâfir” cemaati üzerinde küçük bir fetih olarak tasarladığını gösteriyor. Hiç şüphe yok ki, Külliye için gereken geliri sağlayacak gümrükler ve Haliç limanının ticari potansiyeliyle ilgileniliyordu. Mısır Çarşısı’nın göze çarpan görkemli varlığı da külliyenin ticari yapısını doğruluyor. Hadice Turhan ve oğlu IV. Mehmed’in tüm Osmanlı yapılarının üç boyutlu lazer taramagömüldüğü Valide Türbesi dışında, bir de sı, arkeolojik kazı çalışması ve Seddülbahir köyünvalide ve maiyetinin Ramazan ayında veya de sözlü tarih araştırmasının da yer aldığı bir kocami külliyesini ziyaret etmek istediğinde ruma projesine dönüştü. Projenin Eylül 2008’de yerleştiği Hünkâr Kasrı vardı. Ayrıntılı yakoruma kurulu tarafından onaylanmasıyla, en azınzıtları, pahalı İznik çinileriyle 17’nci yüzyıl dan Valide’nin Avrupa yakasındaki büyük cömertmimarlık şaheseri olan kasırdan, hem halik eseri Seddülbahir kalesinin daha fazla bozulmayata geçirilen projenin görkemli manzarası sının önüne geçilmesi bekleniyor. hem de Mısır Çarşısı’nda satılacak malları www.seddülbahir-kumkale.org getiren gemiler yanaştığında Haliç’in telaşlı HADICE TURHAN SULTAN, ÇANAKKALE BOĞAZI GIRIŞINE KALELERI YAPTIRIP VENEDIK TEHLIKESINI AZALTTIKTAN SONRA, ISTANBUL YENI CAMII KÜLLIYESI PROJESINE GIRIŞTI. koşturmacası izlenebiliyordu. Hadice Turhan, yaşamının sonuna kadar politikayla ve Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetimiyle aktif olarak ilgilendi. Kandiye 1669 yılında Osmanlı donanması tarafından fethedildiğinde, adada bir Osmanlı kimliği oluşturma çabaları çerçevesinde, ele geçirilen kiliseleri camiye çevirttirdi. Adadaki bazı mimari projeleri destekledi. Bununla birlikte oğlu IV. Mehmed’i, ataları II. Mehmed ve Muhteşem Süleyman gibi önemli bir savaşçı ve devlet adamı olarak yetiştirme çabaları pek başarılı olamadı. IV. Mehmed’in başkent İstanbul’u sevmediği iyi bilinir; kendisine “Avcı Mehmed” lakabını kazandıran tutkusu nedeniyle, Edirne Sarayı’nda kalıyor ve Rumeli’ndeki avlakları tercih ediyordu. Turhan Sultan, 4 Ağustos 1683’te, Osmanlı birliklerinin talihsiz Viyana Kuşatması için Haziran’da yola çıkmalarından kısa bir süre sonra, 50’lerinin sonlarındayken öldü. Osmanlı Devleti’ne otuz yıl boyunca sağladığı rehberlik ve liderlik sona erince imparatorluğun mali ve askeri durumu bir başka kargaşa ve kararsızlık çağına girdi ve 1687’de sadrazam ve diğerleri kaosa sert bir çözüm önerdiler: Sultan IV. Mehmed’in Osmanlı tahtından indirilmesi. Osmanlı tarihçisi Silahdar, Hadice Turhan’ın ölümü üzerine, o zamanki Osmanlı tebaasının bu müstesna kadın için kalplerinden geçeni yazmıştır: “Devletin direği göçtü.” Seddülbahir Kalesi’nin II. Abdülhamid dönemindeki hali. Kale o yıllarda hâlâ çok iyi durumdaydı (üstte). Bugün oldukça bakımsız durumdaki kalenin güney bölümünün denizden görünümü. TAHT OYUNLARI S tar’da başlayan “Muhteşem Yüzyıl-Kösem”, selefi “Muhteşem Yüzyıl” kadar ilgi toplar mı, birkaç sezon boyunca sürer mi, bilmiyoruz. Osmanlı İmparatorluğu’nun en güçlü kadınlarından Kösem’in hayatına odaklanan ve 11 Kasım’dan itibaren ekrana gelmeye başlayan dizi, zengin bir oyuncu kadrosuna sahip. Kimler yok ki, oyuncular arasında… Beren Saat’ten Anastasia Tsilimpiou ve Hülya Avşar’a, Erkin Koç’tan Mete Horozoğlu’na, Erkan Kolçak Köstendil’den Tülin Özen, Esra Dermancıoğlu, Aslıhan Gürbüz ve Gülcan Arslan’a kadar birçok isim arz-ı endam ediyor bu tarihi dizide. Dizinin ilerleyen bölümlerinde, Kösem ile Hadice Turhan Sultan arasındaki husumete tanıklık edeceğiz. Bu konu NTV Tarih dergisinden özetlenerek alınmıştır. İSTASYON 21 SÖYLEŞİ Hesapsız, plansız gelen büyük başarı... Çektiği kısa film “Ziazan” ile Washington Post’a haber olan, yönetmenliğin keyfini alınca bu yolda devam etmek isteyen bir oyuncu Derya Durmaz. Mülteciler konusunda da uzman bir isim aynı zamanda. “Bütün bunları bir arada nasıl yapıyor,” sorusuna yanıtı, “Galiba hayatımla ilgili kritik kararları hesaplamadan alıyorum” diyerek veriyor. RÖPORTAJ: MURAT PAK FOTOĞRAFLAR: ERDEM KÜÇÜKÖZER (ATASAR FOTOĞRAFÇILIK) D erya Durmaz’ı oyuncu olarak tanıdık. Tiyatro, diziler, filmler... Ama sonra kısa film “Ziazan”la yönetmen oldu. Arkasından “Gri Bölge” geldi. Durmaz şimdilerde bir yandan oyunculuk yapıyor, bir yandan da ilk uzun metraj filmine hazırlanıyor. Aslında onun hayatı hesapsızlık üzerine kurulu. Çok planlı ve hesaplı olmanın insanı nasıl köreltebileceğinin canlı kanıtı… Oyuncu olması, insan haklarıyla ilgili master yapması, sivil toplum kuruluşlarında mülteciler üzerine çalışması, filmler çekmesi... Hepsi biraz da içindeki o hesapsızlığın eseri. Ama gelinen noktada onun yaptığı her şey, bir birikim olarak kendisine dönmüş. İşte Durmaz’ın hikâyesi... Nasıl başladı oyunculuk serüveni? Küçüklüğümden beri, kuzenimle birlikte aileye çeşitli oyunlar sergilerdik. Oyunculuk yapmayı istediğim için de vakti zamanı gelince konservatuara gitmek istedim. Fakat ailem, “Oku, meslek sahibi ol. Oyunculuğu hobi olarak yaparsın” deyince, ben de ekonomi okudum. Ama tabii insan hayalinden vazgeçemiyor. Şahika Tekand’ın Studio Oyuncuları’na giderek azmettim; ders aldım, gerekli emeği göstererek oyuncu oldum. 22 İSTASYON Hiç ekonomi alanında çalıştınız mı? Birkaç yerde kısa dönem çalıştım. Çünkü hayır demeyi pek beceremiyorum. Bununla birlikte, ekonomi eğitiminin bana belli bir altyapı sağladığını düşünüyorum. Son aşamada oyunculuğu profesyonel olarak yapabileceğime inanınca, bu tür işleri bıraktım. Ama rahat durmadım tabii. Yine hesapta yokken insan hakları üzerine master yapmaya başladım. Sonra da oyunculukla, sivil toplum kuruluşlarında çalışmalarla geçen yıllar... Peki, hangi filmler, diziler iz bıraktı sizde? Ciddi anlamda ilk defa “Ihlamurlar Altında” dizisinde çalıştım. Açıkçası o dizide fakir oğlan, zengin kız meselesinin toplumda ötekileştirilen kesimler üzerinden anlatılacak olmasına çok sevinmiştim. Bu dizi sayesinde, popüler iş yapmanın, suya sabuna dokunmayan işler yapmakla eş anlamlı olmadığını anladım. Dizi de epey ilgi gördü. Bu ilgi Türkiye ile sınırlı kalmadı sanırım… Evet, Fas’a gitmiştim; orada dolaşırken birileri beni durdurarak imza istedi. İşte o zaman, Ihlamurlar Altında dizisinin yurtdışında ne kadar etkili olduğunu anlamıştım. İSTASYON 23 SÖYLEŞİ Kaç festival gezdi, kaç ödül aldı? 43 festivalde gösterildi. Merak edip saydım, 19 ülke gezmiş. 11 ödül aldı. Benim için şöyle bir anlamı var filmin dünyayı dolaşmasının. Sınırların kapalı olduğu bir yerde bir bavul içinde çikolata almak için yolculuk yapan küçük bir kızın öyküsü sınırları aştı, gezip duruyor. Galiba bir şeyin kendi içindeki anlamı, dış dünyada da bir karşılık buluyor. “İkinci filminiz ‘Gri Bölge’ bu başarı üzerine mi çekildi” diye soracağım, ama orada da kesin bir hesapsızlık vardır? Evet, maalesef onu da hesapsızca çektik. “Bugünün Saraylısı” dizisinde oynuyorduk. Rol arkadaşım Nazan Kesal’dı. Eskiden yazdığım bir hikâye vardı, bekâretin yitirilmesiyle ilgili. Ama geniş anlamda. Herhangi bir şeyin formunun değişmesi üzerine aslında. O hikâyedeki anne, bana Nazan Kesal’ı hatırlatıyordu. Nazan’a bahsettim. Okudu hikâyeyi. “Aaa, biz bunu çekeriz” dedi. Çünkü iki mekânda geçen iki günde çekilecek bir filmdi. Sonra işe giriştik. Emine Yıldırım ilk filmdeki gibi yapımcım oldu. Meryem Yavuz görüntü yönetmenliği yaptı. Yani kadınların bir araya geldiği, kolektif bir anlayışla kotarılan bir film yaptık. Açıkçası kadın ağırlıklı bu çalışma, bana iyi geldi. O film de dünyayı dolaşıyor. “SINIRLARIN KAPALI OLDUĞU BIR YERDE, ÇIKOLATA ALMAK IÇIN BIR BAVUL IÇINDE YOLCULUK YAPAN KÜÇÜK BIR KIZIN ÖYKÜSÜ SINIRLARI AŞTI, GEZIP DURUYOR.” Peki ya filmler… Geçen yıllar içinde hangi filmler kaldı aklınızda? “Mavi Dalga”yı çok severim. İki kadın yönetmenin yazıp çektiği bir filmdi. Açıkçası iki kadın yönetmenin birlikte nasıl çalışabildiğini gözlemlemek açısından da son derece önemliydi benim için. Çünkü iki kişi olsalar da tek ses olmaları gerekiyordu filmin sağlıklı çekilmesi için. Onlar da tek ses olabilmeyi çok iyi becerdiler. Belki de yönetmenlik yapmayı içten içe düşündüğünüz için böyle bir gözlem yaptınız... Bunu bilemiyorum. Aklımda aslında yönetmen olmak gibi düşünce yoktu. Ama demek ki bilinçaltında böyle bir durum varmış. Sonradan düşünüyorum da işin mutfağında yaptığım gözlemlerin üzerimde iyi bir etkisi oldu. İlk filminiz “Ziazan”ı çekme serüveni nasıl oluştu? Galiba hayatımla ilgili kritik kararları, hesaplamadan alıyorum. “Ziazan”ı çekmem de böyle oldu. Gazetede Türkiye-Ermenistan arasındaki bavul ticaretiyle ilgili bir haber okuduğumda başladı her şey. İki ülke arasında sınır kapalıydı. Ama gerek iki ülkenin vatandaşları, gerekse otobüs firmaları ve kargo şirketleri arasında ticari bir ilişki oluşmuş. Haberde de kargo şirketi fiyatları artırınca söz konusu ticari ilişkinin nasıl sekteye uğradığı anlatılıyordu. O bavul ticareti haberi, bende kendi hayatımdan bir şeyler çağrıştırdı ve “Ziazan”ın hikâyesini yazdım. Sonra Ermenistan’daki film festivaline katıldım. Orada proje ödül alınca, çekim aşamasına geldik. 24 İSTASYON Çektiğiniz film, tüm dünyayı dolaştı. Hesapsız başlayan bir süreç sonunda, beğenilen bir film çekmiş oldunuz... Açıkçası bu kadar ilgi göreceğini tahmin etmemiştim. Arkadaşlarım arasında bir espri meselesi haline geldi “15 dakikalık bir filmle dünyayı dolaşıyorsan, uzun metraj çekince uzaya gidersin her halde” diyorlar. Bu işin latifesi tabii. Film, Türkiye-Ermenistan arasındaki sorunların ağırlığı düşünülürse, küçük bir kız çocuğunun bavul ticareti üzerinden çok sevdiği çikolataya ulaşmasını anlatıyor. İnsanlarda pozitif bir duygu uyandırıyor. Film bittiğinde, “Mülteci” filminde birlikte çalıştığımız yönetmen Reis Çelik’e izlettirmiştim. Çok güzel yorumlarda bulundu. “Mutlaka Berlin Film Festivali’ne göndermelisin” demişti. Biraz da onun motivasyonuyla festivallere başvuru yaptık. İlk filmim olduğu için acemice başvurulardı bunlar. Paris’teki bir festivalden kabul edildiğine dair haber geldi. Ben de katıldım. Entelektüel bir çevrenin takip ettiği bir festivaldi. Orada filmi jüri izleyince, bir yaşlı üye geldi ve “çok teşekkür ederiz” diyerek tebrik etti. Çünkü seçkideki filmler, ağır konuları büyük bir ciddiyetle anlatıyormuş. Benim filmim pozitif bakış açısı ve umut veren yanıyla öne çıkmış. Sonra Hamburg Kısa Film Festivali’ne kabul edildi. Burası kısa film dünyasının yakından takip ettiği bir festival. Festivalde “Ziazan” büyük ödülü kazanınca filmin önü açıldı. Dünya turuna çıktı... Sonra Amerika’da bir festivale seçildi. Gitmeden önce bir telefon geldi. Telefonun öbür ucundaki kişi, “Ben Washington Post’ta yazıyorum, sizinle filminiz üzerine konuşmak istiyorum” diyordu. “Tamam” dedim ve gazetede tam sayfa haber oldu. Halen film festivallerden davet alıyor ve ben de gönderiyorum. Sırada uzun metraj mı var? Olabilir, aklımda bir şeyler var. Kısmet diyelim. Çünkü hesaplı, planlı bir şey yapmayı pek beceremiyorum. Ama aklımdakini anlatayım. Başak Sanat Vakfı ile bir proje geliştirdik. Türkiye’de sosyal imkânlara ulaşma zorluğu çeken çocuk ve gençlere yönelikti. 14 ilde çocuklara sinema atölyesi düzenleyip onların kendilerini ifade etmeleri için kısa filmler çekmelerini sağlayan bir projeydi bu. Bir “DAHA GÜÇLÜ OLANIN REFAHI IÇIN DAHA ZAYIF OLANIN SÖMÜRÜLDÜĞÜ BIR SISTEM DOYGUNLUK NOKTASINA GELDI. ZATEN YAŞADIĞIMIZ ŞEY DE NORMAL DEĞIL. INSANLIĞIN MESELELERE BAŞKA ŞEKILDE BAKMASI GEREKEN NOKTADAYIZ ARTIK.” yıldır sürüyor. Soma’da madenci çocuklarıyla, mülteci kamplarındaki çocuklarla, mevsimlik işçilerin çocuklarıyla da çalıştık. Her yerde çok güzel deneyimlerim oldu. Batman’da bir Yezidi çocukla tanışmıştım. Onun yaşamından çıkan bir hikâye var aklımda. Onun hikâyesini anlatmak istiyorum. Mülteciler sizin kaderiniz galiba. Yıllarca mülteciler üzerine çalıştınız. Şimdi de bir mülteci çocuğun hikâyesini anlatmaya çalışıyorsunuz. Günümüzde bu konu çok tartışılıyor. Siz ne düşünüyorsunuz? İtalya’da bir festivaldeydim. İtalyan bir arkadaşla konuşurken, bir başka Avrupalı arkadaşımız, “Bu mülteci sorunu ne olacak” diye soruyor ve hayıflanıyordu. Ama bunu söylerken sanki yeni bir sorundan bahseder gibiydi. İtalyan arkadaşımla bakıştık ve o dayanamadı, “Mülteci sorunu epeydir var. Ama şimdi Avrupa’nın kapısına mülteciler dayanınca, meselenin ciddiyeti anlaşıldı” dedi. Çok doğru bir tespitti. Şimdi Suriye savaşı nedeniyle gündemde. Ama öncesinde, yıllarca Türkiye’nin sınırlarından çok mülteci geçti. İtalya sınırlarında çok mülteci öldü. Maalesef insanlığın böylesi büyük sorunlara dikkat kesilmesi için bir büyük dramın yaşanması gerekiyor galiba. Aylan’ın kıyıya vuran cansız bedeni bu sorunu gündeme getirdi. Sizce bu sorunun çözümü nedir? Son G-20 Antalya Zirvesi’nde bazı işadamları, sorunun kapitalizmde olduğunu söyledi. Artık mülteci sorunu, “dünyanın bir yerinde savaş çıkar; savaştan kaçan siviller başka ülkelere giderler, başvuruda bulunurlar, başvuruları değerlendirilir” şeklinde bir bakış açısının çok ötesinde… Daha güçlü olanın refahı için daha zayıf olanın sömürüldüğü bir sistem doygunluk noktasına geldi. Zaten yaşadığımız şey de normal değil. İnsanlığın meselelere başka şekilde bakması gereken noktadayız artık. Festival gezmeleri sırasında Wim Wenders, Jane Campion gibi isimlerle yolunuzun kesiştiği biliyoruz. Kaldı mı izleri? Jane Campion ile Hindistan’da bir festivalde karşılaşmıştık. Olmayan bir festivale davet edilmişiz meğer. Bu tuhaf durum, bizi yakınlaştırmıştı. Çok sakin bir kadın. Yaşanan aksilik karşısında bile, o sakinliğini koruyordu. Aslında böylesi bir büyük yönetmenle ilk defa karşılaşıyordum. Sinema sektöründe kadın olma durumu üzerine çok konuştuk. O kadar önemli bir yönetmen bile bir sürü sorun yaşamış. Bana kişisel bir tavsiye verdi ve yoga yapmamı önerdi. Çünkü krizler karşısında sakin olmak gerekiyor. Biz bunu pek beceremiyoruz. Öte yandan Wim Wenders ile de Toronto Film Festivali’nde karşılaştık. Festival kapsamında, usta sinemacılar gelip seçilen yetenekli senarist ve yönetmenlerle yaratıcılık atölyesi yapıyor. Wim Wenders, bize deneyimlerini aktardı. Filmlerini nasıl çektiğinden, nerelerde nasıl hata yaptığına kadar her şeyi anlattı. Şunu gördüm: Deneyimlerini, bilgilerini büyük bir özgüvenle paylaşıyor. Bizim toplumda düşünün kimse bilgisini paylaşmaz. Bilginin efendisi olmak ister. Bu anlamda koca koca sinemacıların böyle paylaşımları çok mutlu etti. İSTASYON 25 KARİYER Başarıya davetiyeyi ne çıkarır? Sıra dışı insanların başarıları, kişisel yetenekleriyle bir tutulur. “Bazı insanlar neden başarılı olurlar” alt başlığıyla yayınlanan “Çizginin Dışındakiler” kitabının yazarı Malcolm Gladwell ise bunun tam da böyle olmadığı kanaatinde. Gladwell’e göre başarıda gizli avantajlar, olağanüstü fırsatlar, kültürel miras gibi değerler söz konusu. M ediacat tarafından dilimize kazandırılan “Outliers / Çizginin Dışındakiler” adlı kitap, başarılı kişilerin yaşamlarına odaklanıyor. Ama bambaşka bir bakış açısı ve kriterler eşliğinde. Zira bu kitapta ele alınan asıl mevzuu, başarıda kişisel yeteneklerin yanı sıra tarihsel ve sosyal birtakım olguların da rol oynadığı. Diğer bir ifadeyle başarıda gizli avantajların, olağanüstü fırsatların, çok çalışmanın ve dünyaya farklı anlamlar vermeye olanak tanıyan kültürel mirasın da önem taşıdığı. Yazar Malcolm Gladwell, “Çizginin Dışındakiler”deki anlatısına sıra dışı bir örnekle başlıyor. “Roseto’nun Gizemi” adlı bu bölümde, İtalya’daki Roseto kasabasına odaklanılıyor. Roma’nın yaklaşık 320 kilometre güneydoğusundaki bu kasabada yaşayanlar, 1800’lü yılların son çeyreğinden itibaren gruplar halinde Amerika’ya göç eder- 26 İSTASYON İSTASYON 27 KARİYER ler. Kısa zamanda Pennsylvania’da kendilerine ait yeni bir yaşam kurarlar. Sonradan adını Roseto koyacakları bu yeri oluştururken, her şeyiyle İtalya’daki kasabalarına benzemesini isterler. Göçün üzerinden neredeyse 50 yıl geçtiğindeyse (1920’ler), çevresindeki toplum tarafından hiç tanınmayan, kendi kendilerine yetebilen küçük bir dünya yaratırlar. Amerikan tarihinin göçler sayesinde yazıldığı düşünülürse Pennsylvania’daki Roseto kasabası, hayret verici olmasa gerek. Ancak kitabının temelini bireyin gelişiminde toplumun önemi üzerine kurgulayan Glawell’in bu örneği boşuna sunmadığı da aşikâr, zira o kendi savına örnek oluşturması amacıyla, Roseto’da çalışmalar yapan Dr. Stewart Wolf’un deneyimlerine başvuruyor. 1950’li yıllarda Amerika’da kalp krizi yaygın olmasına rağmen, Roseto kasabasının 55 yaş altındaki sakinlerinde kalp hastalığına rastlanmaması, kalp hastalıkları nedeniyle 65 yaş üzerindeki ölümlerinse tüm ülke genelinin neredeyse yarısına tekabül etmesi, Dr. Wolf’un ilgisini çeker ve ekibiyle birlikte incelemelere başlar. Araştırma, kasaba sakinlerinin intihara meyletmediğini; alkol, ilaç ya da uyuşturucu bağımlısı olmadığını; üstelik sosyal yardımlardan yararlanmadığını gösterir. Ekip ayrıca, bu kasabada komşuluk ilişkilerinin son derece geliştiğini; 2 binden az nüfusuna rağmen, 22 sivil toplum kuruluşunun bulunduğunu; üç kuşağın aynı evde yaşadığını; toplumun zenginlerinin 28 İSTASYON mütevazı bir hayatı olduğunu; başarısızlara yardım etmeyi teşvik eden eşitlikçi bir hayat felsefesinin hüküm sürdüğünü tespit ederler. Modern hayatın baskılarından kendilerini soyutlayan halk, güçlü bir sosyal yapı oluşturmuş ve yarattıkları bu dünyada sağlıklı kalmayı başarmışlardır. Tüm bu verilerden yola çıkan Dr. Wolf, tıp camiasını bireye değil, bireyin içinden çıktığı topluma odaklanılması konusunda ikna etmek için hayli çaba harcar. FIRSATLARI DEĞERLENDIRMEK! Kitabını “Fırsat” ve “Miras” adıyla iki temel kısma ayıran Gladwell, “Fırsat”ta “Matta Etkisi”, “10 bin Saat Kuralı”, “Dehaların Sorunu”, “Joe Flom’dan Alınacak Ders” alt başlıklarına yer veriyor. Matta İncil’indeki “Çünkü kimde varsa ona daha çok verilecek, kimde yoksa kendisinde olan da elinden alınacak” sözlerinden esinlenilen “Matta Etkisi” adlı bölümde, dünyanın en iyi yıldızlar ligi olarak kabul edilen Kanada Hokey Ligi’ne odaklanılıyor. Bireysel liyakat üzerine kurulduğuna ve oyuncuların eşit koşullarda elemeden geçirildiğine inanılan bu sistem, farklı bir bakış açısıyla ele alınıyor… Kanada’da hokey ligine seçilebilmek için 10 yaşını doldurmak şart. 2 Ocak’ta on yaşını dolduran bir çocukla, aynı yılın 30 Aralık’ında on yaşını dolduran çocuğun fiziksel gelişiminde önemli farkla- rın bulunduğuna dikkat çeken yazar, yılın başında doğan çocuğun diğerleri karşısında avantajlı olduğunu belirtiyor. “Bu da çocukları yıllarca uzayıp giden başarı ve başarısızlık, teşvik etme ve cesaret kırma modelleri içine hapsediyor. Çocukları erken yaşta, anaokulunda ve birinci sınıfta değerlendirdiğimizde, öğretmenler yetenek ve yaşı karıştırıyor. Bunun yaşanmadığı tek ülke Danimarka, 10 yaşına kadar hiçbir yetenek sınıflandırmasına girmedikleri ulusal bir politikaları var” diyen Glawell, uygulanan yöntemler ve düşünce biçimleriyle bazı insanların daha ilk başlarda başarısızlığa mahkûm edildiğini de böylece gözler önüne seriyor. “Fırsat” bölümünün ikinci maddesi “10 bin Saat Kuralı”ndaysa, daha ziyade bilgisayar sektöründen örnekler var. İlk örnek internetin Edison’u denilen; Michigan ve Berkeley üniversitelerini tamamladıktan sonra Sun Microsystems’in kurucuları arasında yer alan, Java ve UNIX’i tekrar yazan Bill Joy. Glawell, bütün katılımcılarının yetenek ve başarılarıyla değerlendirildiği bilgisayar camiasında başarının anahtarının hazırlık olduğunu söylüyor. Araştırmacıların, herhangi bir alanda uzmanlaşmak için yaklaşık 10 bin saate ihtiyaç olduğu konusunda hemfikir olduğuna vurgu yapan yazar, Bill Joy’un da bu fırsatı elde ettiğini belirtiyor. 1970’de 100 kişinin aynı anda programlama yapabildiği yeni işletim sistemine sahip bilgisayarlardan birinin Michigan Üniversitesi’nde olmasını Joy’un şansı olarak gören Glawell, böylece onun günde sekizon saat programlama yapabildiğini; Berkeley'de de gece gündüz programlama yaparak oradaki ikinci yılında ustalaştığını, yani 10 bin saate ulaştığını ifade ediyor. Yazara göre bu durum Bill Gates için de geçerli. Varlıklı bir aileye mensup Gates’in seçkin ailelerin çocuklarını eğiten bir okula gönderilmesi ve bu okulun, öğrencilerine programlamayı yeni gelişmeye başlayan zaman paylaşımlı bir terminal üzerinden öğretmesi, aslında birçok şeyin tohumlarının atılmasını da sağlar. 1968’de, henüz sekizinci sınıftayken gerçek zamanlı programlamayla tanışan Gates, kendi ifadesiyle sekizinci sınıftan lise bitene kadar geçen beş yıl içinde, programlama konusunda tanıdığı herkesten daha çok şey öğrenir. Kendi yazılım şirketini kurmak için Harvard’ı terk ettiğinde, tam yedi yıldır program yapıyordur, bu da 10 bin saatin çok ilerisindedir. Gladwell’e göre hem hokey oyuncuları hem de Bill Joy ve Bill Gates, yadsınamayacak kadar yetenekliydiler ve önlerine çıkan sıra dışı fırsatlardan yararlandılar. Bununla birlikte onların doğum tarihleri de son derece önemliydi: “Kişisel bilgisayar devriminde en önemli tarih Ocak 1975, yani Popular Electronics dergisinin Altair 8800 adlı olağanüstü makineyi kapak yaptığı tarihtir. 1975’te içinde bulunduğunuz ideal yaş, yaklaşan devrimin bir parçası olabilecek kadar küçük, ancak onu kaçırmayacak kadar büyük olmalıydı. Yani 1954 ya da 1955 doğumlu olmak gerekiyordu. Nitekim Bill Gates 28 Ekim 1955, Paul Allen 21 Ocak 1953, Steve Balmer 24 Mart 1956, Steve Jobs 24 Şubat 1955, Eric Schmidt 27 Nisan 1955 doğumluydu” diyen Gladwell, bu kişilerin başarılarının sadece kendi eserleri değil, içine doğdukları dünyanın ürünü olduğuna dikkat çekiyor. “Dehaların Sorunu” bölümüne gelince… Bu bölümde yazar, 1920’li yıllarda, Stanford Üniversitesi’nden Lewis Terman’ın Termitler adını verdiği ve IQ’su 140 üzerindeki 1470 çocukla yaptığı araştırmaya odaklanıyor. Bireyin yaşamında IQ’nun çok önemli olduğunu ve geleceği şekillendirecek kişilerin yüksek IQ’lu olanlar arasından seçilmesi gerektiğini savunan Terman’ın görüşleri, bugün de kabul görüyor. Fakat yazar, başarıyla IQ arasındaki ilişkinin ancak 120’ye kadar devam ettiğine, IQ’su 130 olan bir kişinin Nobel alma olasılığının, IQ’su 180 olanla aynı olduğuna dikkat çekiyor. Terman’in “Zekâ ve başarının mükemmel bir karşılıklı ilişkiye sahip olmaktan uzak olduğunu gördük” sözlerini de tezine dayanak yapıyor. Bu bölümde iki örneğe yer veriyor Gladwell. Bunlardan ilki Amerika’nın en zeki insanı Chris Langan ki, IQ’su 195. Ekonomik nedenlerle zor bir çocukluk geçiren Langan, liseden sonra burslu olarak Reed College’a gider, ama annesinin bir evrakı okula göndermeyi unutması nedeniyle bursunu kaybeder. Bir süre inşaat işçiliği yaptıktan sonra Montana Eyalet Üniversitesi’ne başlar. Ancak orada da kalamaz ve üniversiteyi bırakır. Bir yandan çalışıp bir yandan da derin matematik, felsefe ve fizik okur. “Evrenin Bilişsel Kuramsal Modeli” adlı yazısı, akademik referanslar olmadığı için bilimsel bir yayında yer almaz. “Langan, köklü bir eğitim kurumunda entelektüel enerji ve özgüveni yakalamış olsaydı, bu hazin yalnızlık hikâyesi yerini bambaşka bir şeye bırakacaktı” diyen Gladwell’in ikinci örneği ise II. Dünya Savaşı sırasında nükleer bomba geliştirmeye öncülük eden ünlü fizikçi Robert Oppenheimer’in yaşamı. Üçüncü sınıfta laboratuvar deneyleri yapan, beşinci sınıfta fizik ve kimya öğrenen, dokuz yaşındayken Latince sorulara Yunanca cevap verebilen Oppenheimer, depresif bir yapıya sahiptir. Önce Harward, sonra da Cambridge’e gider. Orada çalışmalarında istediği yönlendirmeyi yapmadığı için nefret ettiği Nobel Ödüllü danışmanını zehirlemeye kalkar. Üniversite idaresi Oppenheimer’in gözetim altında tutulmasına ve düzenli olarak psikiyatrla görüşmesine karar verir. “Bir tarafta basit bir başvuruyu yapmadığı için bursunu kaybeden Chris Langan, diğer tarafta danışmanını zehirlemeye kalkan Oppenheimer. İkisi de dahi ve diğer yönlerden de çok farklı” diyor Gladwell ve ekliyor: “Üstün zekâlılarla ilgili araştırmaya dönersek; çocukluklarında aralarında hiçbir fark olmayan bu grubun sonraki yaşamlarında başarılı ve başarısız olmalarını belirleyen önemli faktörlerden biri de çevrelerinde onları dış dünyaya hazırlayan insanların bulunması veya bulunmaması. Langan gibi dünyanın en zeki insanı olsanız bile, bunu tek başınıza başaramıyorsunuz.” GLADWELL’IN KITABINDA KIMI HAK EDILMIŞ, KIMI HAK EDILMEMIŞ; KIMI KAZANILMIŞ, KIMI SADECE ŞANSLA GELMIŞ, ANCAK HEPSI KIŞIYI, O KIŞI YAPAN AVANTAJLARDAN VE MIRASLARDAN ÖRÜLÜ AĞIN ÜRÜNÜ OLAN BIRÇOK BAŞARI HIKÂYESI VAR. BÖYLE DEĞERLENDIRILDIĞINDE YAZARIN DA ALTINI ÇIZDIĞI GIBI, “ÇIZGININ DIŞINDAKI, HIÇ DE ÇIZGININ DIŞINDAKI DEĞIL”. İSTASYON 29 KARİYER “Fırsatlar” bölümünün son alt başlığı “Joe Flom’dan Alınacak Ders”te yazar, Museviler özelinde toplumsal ve ekonomik gelişmelerin başarıyı nasıl etkilediğini irdeliyor. Bu bölümde ailesi Doğu Avrupa’dan göçen Joe Flom ve Romen asıllı Mort Janklow isimli New Yorklu iki Musevi avukatın merdivenleri tırmanış öyküleri anlatan Gladwell, onların doğum tarihleriyle elde ettikleri başarı arasında bir bağ olup olmadığını da sorguluyor. Her iki ismin ortak yanı 1950’lerden sonra iş hayatına atılmış olmaları ve babalarından çok daha fazla başarı elde etmeleri. Bu durumu doğum tarihlerinin yarattığı şans olarak niteleyen Gladwell, 19031911 ve 1912-1917 arası doğanları karşılaştırıyor. Yazara göre 1911’den önce doğanlar, son derece kıt iş imkânlarının olduğu Büyük Buhran’ın zirvesinde mezun oldular ve 30’lu yaşlarında II. Dünya Savaşı nedeniyle dezavantajlı bir konuma geldiler. 1915’de doğanlarsa Büyük Buhran'ın kötü dönemi geçtikten sonra mezun oldular, dolayısıyla biraz daha avantajlıydılar. “Başarı için, kendimiz veya ailemizin sunduklarının yanında, tarihteki özel yerimizin de bize fırsat yaratması gerekir” diyen yazar, o yıllarda New York’ta büyük bir avukat olmak için yaratıcı ve itici gücün yanı sıra ailenizin anlamlı işler yapmış olmasının ve 1930’ların başında dünyaya gelmenizin neredeyse şart olduğunu söylüyor. BÜYÜK BIR MIRAS DEVRALMAK Malcolm Gladwell, kitabının ikinci kısmını “Miras”ın önemine ayırıyor. “Kentucky Harlan”, “Uçak Kazalarına İlişkin Etnik Kuram”, “Çeltik Tarlaları ve Matematik Testleri”, “Marita’nın Pazarlığı” başlıkları altında topladığı bu kısımda, başarının kültürel mirasla ilgisine değiniyor. “Kentucky Harlan”da yazar, Kentucky’nin güneydoğusundaki Harlan kasabasını mercek altına alıyor. 1819’da sekiz göçmen aile tarafından kurulan kasabanın ilk yerleşimcileri, dağ eteklerinde domuz ve koyun bakıp küçük çiftliklerde kıt kanaat yaşarlar. Kuş uçmaz kervan geçmez kasabada, Howard ve Turner aileleri arasında yaşanan kan davası nedeniyle onlarca kişi hayatını kaybeder. Aslında bu, bölgenin yabancısı olduğu bir durum değildir, zira o zamana kadar birçok kan davası, faili meçhul cinayet vardır. Sosyologlar tarafından “onur kültürü” olarak tanımlanan kan davalarına, daha ziyade Sicilya ya da İspanya’nın Bask Bölgesi gibi dağlık ve verimsiz alanlarda rastlanır. Issız Amerikan Bölgeleri’ni mesken tutanlar, MALCOLM GLADWELL: “KÜLTÜREL MIRAS, DERIN KÖKLERE SAHIPTIR VE KUŞAKTAN KUŞAĞA AKTARILIR. ONLARI YARATAN EKONOMIK, SOSYAL VE DEMOGRAFIK KOŞULLAR YOK OLDUĞUNDA BILE, NEREDEYSE HIÇ BOZULMADAN TAVIR VE DAVRANIŞLARI YÖNLENDIRIR VE BU YÜZDEN GÖZ ARDI EDILEMEYECEK KADAR ÖNEMLIDIR.” 30 İSTASYON yaşadıkları bölgenin karmaşık ve acımasız yapısına, aile bağlarına sadakati her şeyin üzerinde tutarak karşılık verirken belli bir kabile kültürünün sürdürülmesine de aracılık ederler. Aradan neredeyse bir asır geçtikten sonra üniversitelerde yapılan bir testte Issız Amerikan Bölgeleri’nden gelen öğrencilerin, aileleri artık tarım ve hayvancılıkla ilgilenmediği halde tıpkı ataları gibi tepki verdiğini belirten Gladwell, “Kültürel miras, derin köklere sahiptir ve kuşaktan kuşağa aktarılır. Onları yaratan ekonomik, sosyal ve demografik koşullar yok olduğunda bile, neredeyse hiç bozulmadan tavır ve davranışları yönlendirir ve bu yüzden göz ardı edilemeyecek kadar önemlidir” diyor. “Uçak Kazalarına İlişkin Etnik Kuram” bölümünde yazar, 1990 yıllarda Kore Hava Yolları’nın uçaklarının sık sık düşmesine, 1999’dan itibarense aynı şirketin neredeyse lekesiz hale gelmesine yoğunlaşarak, mucizeyi kültürel mirasın öneminin keşfedilmesine bağlıyor. “60’lı yıllarda IBM Avrupa’nın İnsan Kaynakları çalışanı Geert Hofstede’nin elde ettiği veri tabanı üzerinden geliştirilen ve kültürlerarası psikolojide önemli bir yere sahip Hofstede Boyutları adlı çalışmanın en önemli buluşu Güç Mesafesi Endeksi’ydi. Bu endeks, belli bir kültürün otoriteye ne kadar değer verip saygı duyduğuyla ilgiliydi” diyen yazar, pilotların güç mesafesi endeksleri ölçüldüğünde en yüksek Brezilya’nın, ardından da Güney Kore’nin geldiğini belirtiyor. Kültürlerinin havacılık dünyasına uymayan yönlerini değiştirmek isteyen Koreliler, yeniden biçimlenmek için eğitim görürler ve bu büyük problem karşısında umutsuzluğa kapılmazlar. Kore Havayolları, kültürel miraslarının kendilerine dayattığı roller içine hapsolmamaları için işe pilotların İngilizce seviyelerini yükselterek başlar. Böylece pilotların kendilerini bağlayan rollerin dışına çıkacağına inanırlar. Sonuç mu? Sonuç, artık düşmeyen uçaklardır… Kültürel mirasla matematik arasında da bir bağ olduğuna inanan yazar, “Çeltik Tarlaları ve Matematik Testleri” adlı bölümde Uzakdoğu’ya, özellikle de Çin’e yer veriyor satırlarında. Uzakdoğu ülkelerinin birçoğunda rakamları ifade eden kelimelerin son derece kısa olduğuna dem vuran ve bunun öğrenmeyi kolaylaştıran bir metot olduğunu belirten yazar, batılı çocukların üçüncü ya da dördüncü sınıfta matematiğe yönelik ilgisini kaybetmesini dil yapısının bozukluğunun yanı sıra kurallarının karmaşık ve keyfi olmasına bağlıyor. “Peki, konunun çeltik tarlasıyla ne ilgili var” diye sorusunun yanıtıysa şu: “Karmaşık bir yapısı olan çeltik tarlalarından ürün elde etmek, çok yoğun çalışma, sabır ve bir dizi beceri gerektirir… ‘Yılda 65 gün yataktan güneş doğmadan önce kalkabilen hiç kimse, ailesini zengin etmekte başarısız olmaz’ atasözünü benimseyen Çinliler, çeltik tarlalarında büyük bir belirsizlik ve yoksulluk içinde çok çalıştılar. Üniversitelerde ya da herhangi bir iş yerin- de Çinlilerin herkesten çok çalışmasının nedeni de nesilden nesle aktarılan bu kültürel mirastır.” Bu durumun Asyalılara başta matematik olmak üzere birçok alanda avantaj kazandırdığını belirten yazar, çeşitli araştırmaların, öğrenmeyi sınırları zorlamak için çabalama, kesinlikle pes etmeme ve doğruyu bulduğuna emin olma olarak formüle ettiğini söylüyor. Çabalamaya niyetliyseniz ve ısrarcı davrandığınızda ustalık kazanıyorsunuz; bu bir yetenekten ziyade tavır meselesi ve bu tavrın da kültürel kökeninizden gelmesi kuvvetle muhtemel. Uzak doğulu bir öğrencinin çözemediği bir matematik probleminin üzerinde, aynı problemi çözemeyen bir batılı öğrenciye göre iki kat daha fazla vakit harcadığı biliyor ki, onları matematikte daha başarılı yapan da bu… “Marita’nın Pazarlığı” bölümünde yazarın seçtiği örnek Amerikan eğitim sistemiyle ilgili. “19’uncu yüzyılın başlarında ABD’de, ülkedeki bütün çocukların okula gitmesi, orada okuma yazma ve temel matematik derslerini alması gerektiğini düşünen ve devlet okullarının yaygınlaşmasını savunan reformcular vardı” diyor yazar. Hal böyleyken aynı reformcuların fazla bilginin zihni yorduğuna ve sağlığını bozduğuna dair kanaatleri, uzun yaz tatillerinin ortaya çıkmasına vesile olur. Ancak bu tatiller, dar gelirli ailelerin çocukları için dezavantaj oluşturur, zira onlar tatillerde yaz okullarına ya da diğer sosyal aktivitelere katılamazlar. 1990’ların sonunda New York’un en yoksul semtlerinden birinde KIPP Academy adında pilot bir okul açılır. Yoksul Afrikalı ve İspanyol göçmenlerin çocukları, kurayla bu okula seçilir. KIPP Academy kısa sürede büyük başarı kazanır. Başarısının temelindeyse kültürel mirası temel alan bir müfredata sahip olmasıdır. Derslerin saat 07.20’de başladığı KIPP Academy, çocukları gün boyunca okulda tutacak, çok ve verimli çalışmalarını sağlayacak bir sistemi baz alarak eğitim verir. Sabır, motivasyon, teşvik, eğlence ve ödülü bir arada sunar. Duvarlarını öğrencilerinin dışarıda kazandığı başarı sertifikaları ve kabul edildikleri üniversitelerin flamalarıyla süsleyen okul, 50'den fazla şubesiyle muhteşem bir çalışmaya imza atar. “Çizginin Dışındakiler”in son bölümünde kendi kültürel mirasına ait bir hikâyeyi de okurlarıyla paylaşan Malcolm Gladwell, anlatısındaki son noktayı şu sözlerin ardından koyuyor: “İnsanının kökenleri konusunda dürüst olması ve başarısının altında yatan nedenleri tarafsız ve samimi olarak değerlendirmesi ve kendi şahsına bağlamaması gerekiyor. Bu durum, bu kitaptaki başarı hikâyeleri anlatılan tüm insanlar için geçerli. Kimi hak edilmiş, kimi hak edilmemiş; kimi kazanılmış, kimi sadece şansla gelmiş, ancak hepsi o kişiyi kişi yapan avantajlardan ve miraslardan örülü ağın ürünü. Çizginin dışındaki, hiç de çizginin dışındaki değil.” İSTASYON 31 GEZİ Bir kış masalı Rüzgâr ve yağmurun özene bezene işlediği Kapadokya’nın büyüsü, karın üzerini örtmesiyle daha da güçleniyor. Dinlendirici kar sessizliğinde resim gibi vadilerde yürüyüş yapıp esrarengiz bir atmosfere sahip mağaralar ve yeraltı şehirlerinde ilerlerken kendinizi, fantastik bir öykünün YAZI: TÜMAY YAZICI içinde gibi hissetmeniz, işten bile değil. 32 İSTASYON İSTASYON 33 GEZİ S oğuk bir kış gününde, sabahın dördünde sıcacık yatağımdan kalkıp dışarı çıkacağım için kendimi çok da şanslı hissettiğim söylenemez. Uyku sersemi, giyinip aşağıya iniyor, beni alacak aracı beklemek üzere otelin girişinin önünde, diğer “yarı uyurların” yanına geçiyorum. Hepimiz bir yandan kapanmak için yer arayan gözkapaklarımızla mücadele ederken, bir yandan da esnemekten yırtılacak diye ağzımız için endişeleniyoruz... Araç yaklaşırken muhtemelen herkesin aklında tek bir şey var: Varana kadar kestirebileceğim iyi bir yer bulmalıyım. Araç geliyor, sessizce binip bulduğumuz ilk yere oturuyoruz. Bu saatte görebileceğim ne manzara varsa hiçbirini kaçırmamak için uykuma söz geçirmeye çalışıyorum. Vardığımızda soğuk yüzünden bu kez araçtan inmekte zorlanıyoruz. “Olay yerine” doğru yavaş yavaş ilerliyoruz; sağımızda solumuzda yere uzanmış devasa renkli formlar, bulunduğumuz coğrafyanın psikedelik etkisini güçlendiriyor. Biz sıcak içecek ve atıştırmalıklarla kendimize gelmeye çalışırken görevliler, yerde yatan şekle sıcak hava üflüyorlar. Bir anlığına kötü bir büyüyle yere serilmiş iyi yürekli ejderha dostlarına yardım etmeye çalışan asil şövalyeler geliyor gözümün önüne. Ve “kahramanlarımızın” yaptığı, yavaş yavaş etkisini gösteriyor: Büyü bozuluyor; dev yaratık ağır ağır kalkmaya başlıyor, sonra tamamen doğruluyor ve kanatlarını çırparak havalanıyor. Ara ara ateş püskürterek güç gösterisi yapıyor... Bildiğim kadarıyla, Kapadokya semalarında ejderhalar en son, “bilinen tarih”ten çok çok önce göründüler! Zaten bahsettiğim de bir sıcak hava balonu. Önce görevliler büyük bir fanla balonu az da olsa şişiriyor. Sonra pilot, doğrultulan sepetteki yerini alıp ateşleme düğmesine basıyor ve balonun içerisine alev püskürtüyor. Balon doğrulurken yüksek sesle homurdanıyor... Ama Kapadokya böyle bir yer işte; katı gerçekliği yırtıp size fantastik hayaller kurduracak kadar büyülü. Ve bu masalsı coğrafyanın varlığına tanıklık etmenin en “havalı” yolu da balona binmekten geçiyor. Başta sabahın köründe uyanmak ve soğuk yüzünden mızmızlanıyorduk. Ancak sepetteki yerimizi almamızla çıkan heyecan dalgası, balonun yükselmeye başlamasıyla zirveye ulaştı: Ejderha kanatlarını çırparak yükseldikçe; kötü kalpli büyücünün askerleri yerde siyah birer noktaya dönüşüyor, attıkları oklar boşa gidiyordu... Ve işte hepimiz o zaman, gerçekten “sıra dışı bir hikâyenin” ortasında olduğumuzu anlıyorduk... ABARTILDIĞI KADAR VAR... Kapadokya’da balon uçuşları, 90’lı yılların başından beri yapılıyor ve o zamandan beri anlatıla anlatıla bitirilemiyor. Ama sadece bir kez bile bindikten sonra siz de kabul edeceksiniz ki, anlatıldığı kadar var. Hava koşullarına bağlı olmakla birlikte yılın büyük bölümünde yapılan ve bir buçuk saat süren balon turunda, Uçhisar’dan Çavuşin’ine, Güvercinlik Vadisi’nden Aşk 34 İSTASYON KAPADOKYA’YA KADAR GIDIP BALONA BINMEDEN DÖNMEK OLMAZ. UZAKDOĞULU TURISTLERIN GERÇEKLEŞTIRMEK IÇIN CAN ATTIĞI BU AKTIVITE, GÜVENLIK KURALLARINA UYULDUĞU TAKDIRDE YOLDA YÜRÜMEKTEN DAHA TEHLIKELI DEĞIL. Yerüstünde de görecek çok şey var Kapadokya’da, yeraltında da. İnsanın bu bölgede dolaşırken zaman tünellerinden geçiyormuş gibi hissetmemesi mümkün değil. İSTASYON 35 GEZİ ATLARIN ATASI OLARAK BILINEN HIPPARION’UN BU BÖLGEDE YAŞADIĞI VARSAYILDIĞINDAN, “GÜZEL ATLAR DIYARI” OLARAK ANILAN KAPADOKYA, UNESCO TARAFINDAN DÜNYA MIRASI OLARAK KABUL EDILIYOR. Vadisi’ne, Kapadokya’nın kışın üstü karla kaplı tüm doğal güzellikleri, en fotojenik halleriyle ayaklarınızın altında uzanıyor. Kış güneşi ısıtmasa da aşağıdaki fantastik peribacalarını, ilginç kaya formasyonlarını okşayarak manzaranın olağanüstülüğünü pekiştiriyor. İndikten sonra bir balon adeti olarak şampanya patlatılıyor, kek ikram ediliyor ve üstünde adınızın yazılı olduğu sertifika veriliyor. Erciyes, Hasandağı ve Güllüdağ’ın püskürttüğü lav ve küllerden mürekkep yumuşak tabakaların milyonlarca yıl rüzgâr ve yağmur tarafından ince ince işlenmesiyle ortaya çıkan Kapadokya, zamanında Star Wars için George Lucas’ın da göz diktiği, Türkiye’nin, hatta dünyanın en özel yerlerinden biri. Burada doğanın şekillendirdiği toprak da, o toprağa yazılan tarih de son derece etkileyici. Nitekim, Göreme’nin iki kilometre doğusunda- 36 İSTASYON ki Göreme Açıkhava Müzesi, Hristiyanlık tarihinde çok önemli bir yere sahip; manastır eğitim sisteminin doğduğu yer olarak kabul ediliyor. UNESCO’nun Dünya Mirası listesindeki bölgede, Milattan Sonra dördüncü yüzyıldan 13’üncü yüzyıla kadar manastır hayatı yaşanmış. Hemen her kaya bloğunun içine kiliseler, şapeller, yemekhaneler ve oturma mekânları oyulmuş. Kiliselerin duvarlarını, tavanlarını Hristiyanlığın ilk dönemlerinde kullanılan geometrik şekiller ya da İncil ve Hz. İsa’nın hayatından sahneleri betimleyen freskler süslüyor. Fonda botlarımızın karı ezerken çıkardığı ses, Kızlar ve Erkekler Manastırı’ndan çıkıp Elmalı Kilise’ye; ardından da Aziz Barbara Kilisesi ve Yılanlı Kilise’ye giriyoruz. Her giriş-çıkış bugünden geçmişe, geçmişten bugüne ışınlanma gibi. Bölge gerçekten bir bilimkurgu filmi seti gibi. Belki Star Wars’a nasip olmadı, ama en azın- Avanos’ta çömlekçilik, usta çırak ilişkisiyle öğrenilen bir meslek. Bu meslek geçmişten günümüze çok önemseniyor. Öyle ki, bir zamanlar bu bölgede çömlek yapmayı bilmeyene, kız verilmezmiş (solda, üstte). dan yerli sinemamızın bilimkurgu klasiği Dünyayı Kurtaran Adam, bu olağanüstü coğrafyayı değerlendirme fırsatı bulabildi! MASAL YERALTINDA DA SÜRÜYOR Tarih burada yüzeyde kayalara oyulmuş mekânlar, karın arasından sıyrılmış “yeryüzü dikitleri” peribacalarında değil, yerin altında da devam ediyor. Bölge yeraltı şehirleriyle de ünlü. Vaktiyle yöre halkının düşmanlarından kaçıp saklanmak için inşa ettiği yeraltı şehirleri, insanın hayatta kalma içgüdüsünün, ne kadar yaratıcı sonuçlar doğurabileceğinin bir göstergesi. En ünlüleri Kaymaklı ve Derinkuyu. Biz ekipçe tercihimizi, Kaymaklı’dan yana kullanıyoruz. 40-45 metre derinliğinde, dört katlı bir yeraltı şehri burası. Dört katı daha olduğu sanılıyor. İlk katı depo ve ahır olarak kullanılırken yaşam alanla- rı, dar ve alçak tünellerden geçtikçe kendini gösteriyor. Klostrofobik bir his uyandırıyor. Ama kesinlikle görülmeye değer. Çevredeki eski evlerin bu yeraltı kentlerine gizli geçitlerle bağlandığı da söyleniyor. Çıkışta, yeraltı şehrinin girişi yakınındaki dükkânlarda satılan ve Kaymaklı’nın meşhur kaymağından almayı da ihmal etmemek gerekiyor. Seramik atölyesi ziyaret etmek, Kapadokya gezisinin klişelerinden. Bölgede bu zanaatla sivrilen yer ise Avanos. İlçede çoğu babadan oğula miras kalan, seramik yapımında yüzyılı devirmiş ailelerin dükkân ve atölyeleri bulunuyor. Yörenin meşhur kırmızı kilinden yapılmış eğri büğrü çamur parçaları, ustaların ellerinde bir anda zarif bir vazoya dönüşüveriyor. Ama onların seri, rahat ve yumuşak hareketlerine kanmamak gerek. Tezgâhın başına geçtiğinizde, bu zanaatın ne kadar zor olduğunu anlıyorsunuz. Üstelik İSTASYON 37 GEZİ GÖREME AÇIKHAVA MÜZESI, TARIH MERAKLILARININ GÖNLÜNÜ ZIYADESIYLE MEST EDECEK NITELIKTE. IÇINDE BIRÇOK IBADETHANE VE YAŞAM ALANI VAR. SADECE ORASI DEĞIL ÜSTELIK, KAPADOKYA’NIN HER YERINDEN TARIH FIŞKIRIYOR. Her mevsim başka bir manzara sunuyor bu bölge. Fakat kış ayları sanki bir başka güzelliğe davet ediyor insanı. Üstünüzde uçan balonlar, özgürce gezinen atlar ve alabildiğine tarih… iş, şekil vermekle bitmiyor. Seramik çok narin; kurutulurken yel alsa çatlayabiliyor. Ayrıca kimi desenler de gerçekten deli işi. İyisi mi, dükkândan kendinize hatıra için bir şey alıp işi ustasına bırakın. ALTINI ÜSTÜNE GETIRIN Kapadokya’da havada süzülebilir, yerin metrelerce altına inebilirsiniz. Bunlara kıyasla “daha normal” sayılabilecek, meditasyon yaparcasına zihni ve bedeni bütünleştirici bir aktivite olan trekking’e çıkmak da alternatifler arasında. Karda kışta yürünür mü, demeyin. Karın o dinlendirici sessizliğinde ellerinizde batonlarınız, bölgenin ünlü Ihlara Vadisi boyunca yürüyüş yaparken yol üstündeki kayalara oyulmuş, içleri erken Hristiyan Ortodoks dönemine ait resimlerle süslü kiliseleri ziyaret edebilirsiniz. Bir diğer harika rota; Ürgüp’ün Mustafapaşa kasabasının batısında bulunan ve adını, başlangıcındaki harabelerden alan Gomeda Vadisi. Burası, Ihlara Vadisi’nin küçük bir benzeri. Diğer yerlerdeki kadar çok peribacası bulunmuyor. Ama 38 İSTASYON nereye çıktığı bilinmeyen tünelleri ve karanlık mağaralarıyla başka türlü bir gizeme sahip. Ya da Ak Vadi boyunca yürüyüp Ürgüp ve Göreme’yle beraber Kapadokya’nın en iyi otellerine ev sahipliği yapan Uçhisar’a geçebilirsiniz. Burada bölgenin en yüksek noktası Uçhisar Kalesi’ne çıkabilirsiniz. Kale, doğuşunu balondan izlediğiniz güneşin batışına tanıklık etmek için en ideal nokta. Güneşi uğurladıktan sonra ise Kapadokya’nın en özel otellerinden biri, Uçhisar’daki argos in Cappadocia’nın restoranı Seki’ye gitmenizi özellikle tavsiye ederiz. Kendi bağlarının üzümüyle yapılan Kalecik Karası ve Syrah şarapları eşliğinde çemenle dinlendirilmiş bonfile gibi ağız sulandıran yemekleri yerken, kendinizi, fantastik bir diyarda kötülüğü alt ettikten sonra evine dönmüş yorgun ama mutlu savaşçılar gibi hissedebilirsiniz. Dönüşünüzün şerefine kurulmuş harika bir masada, enfes yemekler yerken bu büyülü diyarda şahit olduğunuz olağanüstü anları, manzaraları konuşarak geceyi bitirebilir; diğer bir deyişle Kapadokya masalınızın sonuna gelirsiniz... İSTASYON 39 YEME-İÇME Kış ruhunu, köşe başlarında dumanı yayılan kestane kokusundan daha iyi ne anlatabilir ki? Soğukta yapılan yürüyüşlerin, evde geçen kış gecelerinin bir numaralı eşlikçisi kestane, tadıyla olduğu kadar faydalarıyla da gerçek bir mucize. YAZI: GAYE ŞAHIN Kestane kebap, yemesi sevap! Marmara ve Ege’ye kadar geniş bir alana yayılıyor. Karadeniz kıyı şeridinde yetişen küçük kestanelereyse kuzu kestanesi adı veriliyor. Türkiye; Çin, Güney Kore ve İtalya’dan sonra kestane üretiminde dördüncü sırada bulunuyor. Aydın, Bursa ve İzmir, kestanenin en çok yetiştiği yerler. Avrupa’nın en iyi tatlı kestaneleriyse Fransa Ardèche, İspanya Galicia ve Kuzey İtalya’da bulunuyor. İngiltere’de, güçlü aromasıyla özellikle hindi ve kaz doldurmak ya da av etlerini tamamlayacak kestane püreleri hazırlamak için kullanılıyor. Aynı zamanda doyurucu ve çok besleyici bir karbonhidrat olan kestane, bilinen en eski gıda malzemeleri arasında. Arpa ve darının olmadığı dönemlerin bir numaralı besin kaynağı olarak çok sık tüketilmiş. Türk mutfağında kestane, kebap usulünde, yani yüksek ateşte kavurarak pişiriyoruz. Haşlaması da oldukça makbul… Kabukları kalın olduğu için pişerken içindeki vitaminleri koruyan kestane, az yağlı ve az nişastalı bir C vitamini deposu. Günlük enerji ihtiyacını çabucak karşılayabiliyor. Osmanlı döneminde saray mutfağının da vazgeçilmezlerinden. Padişahların pilav ve çorbalarından eksik etmediği meyve, av etlerine, hindi ve kuzuya çok yakışıyor. Eski saray sofralarında mevsim otlarıyla pişen kıymalı kestane, arpacık soğan ve kuşbaşı etle lezzetlenen kestane aşı günümüzde de pek çok restoran ve esnaf lokantası tarafından uygulanıyor. KESTANE ŞEKERIYLE FARKLILAŞIYORUZ… S okak başlarında dumanı tüten enfes koku, satıcının sıcak kestaneleri koyduğu kese kâğıdı, el yakan kabukları soyarak nihayet içimizi ısıtan nefis lezzete kavuştuğumuz an... Kış denilince akla ilk gelen birkaç yiyecekten biri de kestane kuşkusuz. Sokak yemekleri kültürümüz o kadar zengin ve güçlü ki, bazen böyle nefis bir lezzeti her köşe başında bulabilmenin kıymetini çok da fark etmiyoruz. Kış aylarıyla, yeni yılla, aile toplantılarıyla ya da paylaşmakla kurduğu bağdan olsa gerek, kestanenin yeri bizim açımızdan bambaşka. Haksız da sayılmayız, dünyanın sayılı üreticileri arasında gösteriliyor, farklı çeşit ve işlevde nefis kestaneler tedarik ediyoruz. Et ve pilavdan çikolata ve tatlıya, yakışmadığı yer kalmayan, bir de üstüne üstlük kendi başına oldukça karakterli ve 40 İSTASYON Önce buram buram kokusu gelir burunlara. Cezbeder, sarıp sarmalar bizi. Soğuk havaya inat sıcacık kestanelerin albenisine kapılmayana aşk olsun. tok bir lezzete sahip olan kestane, aslında gerçek bir mucize. Bir kere toplanma ve ayıklanma işlemleri çok zahmetli. Kestaneler dikenlerle kaplı top şeklindeki kabuklarında yetişiyor. Yarılıp açıldıklarında, içinden iki ya da üç kestane çıkıyor. Bu işlem sırasında dikenlere çok dikkat etmek gerekiyor. Olgunlaşan kestaneler çoğunlukla ağaçtan kendisi düşüyor, ama bazen de toplamak gerekiyor. Tabii doğru ağacı bulabilmek de önemli. Tatlı kestaneleri veren ağaçlar, benzerleriyle kolay karışabiliyor. Kestaneleri kabuklarından ayıklamaksa bir başka sabır isteyen aşama. Asya, Avrupa ve Amerika’da yetişen kestane ağaçlarının yaklaşık 16 farklı türü olduğu biliniyor. “Castanea Sativa” olarak bilinen ağacın kestanesi Anadolu kestanesi olarak da kabul ediliyor. Anadolu kestanesi, Kuzey Anadolu’dan Et ve pilava çok yakışıyor kabul, ama asıl parladığı alan tatlılar. Kestaneli pastalar, cheesecake’ler, tartlar, ekler ve çikolatalar hemen her mutfak kültüründe yer buluyor ve çok seviliyor. Bizim farkımız tabii ki kestane şekerimizde. Dünyanın en özel tatlarından biri olan kestane şekeri üretiminde, Kafkas ve Kardelen gibi yılların değişmeyen başarılı markalarına sahibiz. Bu işin kaynağı sayılabilecek Bursa için konuşmak gerekirse, burada büyük üreticilerin değil, butik adreslerin peşine düşmek şart. Bursa’da en eski usulde, glikoz ya da katkı maddesi kullanılmayan, kundakta sarılı hakiki kestane şekeri geleneği hâlâ yaşatılıyor. Ağaçtan ilk düşen ve olgunlaşmamış “akıntı” kestanelerinden yapılan tarif, uygulanması çok meşakkatli olduğu için endüstriyel üretimde tercih edilen bir yöntem değil. Osmangazi’de hizmet veren Pasto Fırın’ın sahipleri Doğan ailesi bu zorlu geleneği sürdürenlerden. Aynı zamanda bir pastane de olan bu fırında, cam kavanozlara dizili kestaneler hemen göze çarpıyor. Tattığınız andaysa, ‘‘ben daha önce kestane şekeri yememişim’’ dedirtiyor. Akıntı kestanelerinin içi bembeyaz, elle tek tek soyulmak zorundalar Kestane Aşı (4 kişilik) • 450 gr kestane • 450 gr kuzu kuşbaşı • 500 gr arpacık soğan • Bir çay kaşığı zerdeçal • Bir tatlı kaşığı tuz • 1/2 çay bardağı zeytinyağı • 1 çorba kaşığı tereyağı • 1 çorba kaşığı un • 1 litre su Hazırlanışı Kestaneleri çizin ve 200 derecelik fırında 25 dakika kadar fırınlayın. Etleri zeytinyağını döktüğünüz bir tencerede kavurun. Soğanları ve tereyağını ilave edin. Soğanları karamelize etmeden, kısık ateşte soteleyin. Üzerine 1 litre su ve un ilave edin. Kıvamı koyu olursa daha fazla su ekleyebilirsiniz. Etler ve soğanlar pişinceye kadar ağzı kapalı tencerede kısık ateşte pişirin. Etler ve arpacık soğanlar piştikten sonra zerdeçalı, tuzu ve kestaneleri ilave edin. Bir 5 dakika kadar, birlikte kısık ateşte kaynatın. Kestanelerin parçalanmaması için çok fazla pişirmemeye dikkat edin. Afiyet olsun… ve tam olgunlaşmamış yapıları nedeniyle bu soyma işlemi gerçekten zor. Nişastasız oldukları için kundağa yani müslin bir beze sarılmaları gerekiyor, yoksa şurup içinde beklerken dağılıyorlar. Glikoz katılmıyor, soyulan ve haşlanan kestaneler, şekerde bekletilip kaynatıldıktan sonra kundaklara sarılarak şuruba yatırılıyor. Kutuya konulamıyor, bu sebeple cam kavanozlarda satılıyor. Bursa’da en eski dükkânların vaktiyle günlük kestane şekeri diye sattıkları doğal lezzetin tamamen aynısı. Hakiki kestane şekerinin rengi çok açık, biraz koyu ve iri olanları ise Aydın kestaneleri. Bursa’da kestane şekerini satan ilk dükkânı merak ediyorsanız, rotanızı merkezdeki Ulus Pastanesi’ne çevirmeniz gerekiyor. Kurucusu Hacı Rasim Öztat, Atatürk’e bu minik dükkândan kestane şekeri gönderirmiş. Bildiğimiz çikolata dolgulu kestane pürelerini, içine pandispanya ya da kek katmadan, sadece saf ve hakiki kestane şekeri püresiyle doldurarak yapıyorlar. Pastaneyi bugün Akile Öztat oğlu Celal Öztat’la birlikte yaşatıyor. Söz konusu kestane gibi becerikli ve lezzetli bir meyve olunca Bursa’dan İzmir’e oradan Aydın’a uzanan farklı lezzetler ve nefis tarifler bulmak mümkün. Tabii tembel bir kış akşamında üzerini çizdiğiniz kestaneleri kavurup evde sevdiklerinizle paylaşmanın üstüne çıkacak bir başka keyif de yok! KESTANELI PASTALAR, CHEESECAKE’LER, TARTLAR, EKLER VE ÇIKOLATALAR DÜNYANIN TÜM MUTFAKLARINDA YER BULUYOR VE ÇOK SEVILIYOR. BIZIM FARKIMIZ, TABII KI KESTANE ŞEKERIMIZDE. İSTASYON 41 OTOMOBİL Yağışlı havada güvenli sürüş Kış aylarının gelmesiyle birlikte nemli asfalt, yağmur ve kar, kâbus gibi her an karşımıza çıkabilir. Ancak dikkatli bir sürüş ve birkaç ipucuyla hem güvenlikten hem de sürüş keyfinden ödün vermemek mümkün.. İdeal takip mesafesini ayarlama yöntemi Dünya çapında takip mesafesiyle ilgili birçok farklı görüş var. Yine de bunların en pratiği ve en güvenli olanı “3 saniye kuralı”nı uygulamaktır. Yolda ilerlerken önünüzdeki aracın yanından geçtiği sabit bir nesneyi baz alın; bu bir ağaç, tabela veya trafik işareti olabilir. Ardından siz de bu sabit nesnenin yanından geçerken ki süreyi sayın. Kuru zeminde bu süre 3 saniyeyse güvenli takip mesafesindesiniz demektir. Ancak bunu yağmurlu havalarda 5-6 saniyeye çıkarmanız; karlı zemindeyse 9 ve üzerine çıkarmanız gereklidir. YAZI: FATIH YURDATAPAN Y ağışlı havaların son derece tehlikeli sonuçlar doğurduğu resmi istatistiklere de yansımış bir gerçek. Bu alandaki raporlar, yağışlı havalarda gerçekleşen kazaların normal hava şartlarına göre yüzde 25-30 daha fazla olduğunu gösteriyor. Üstelik yağışlı havalarda yapılan kazalar, daha ciddi sonuçlara sebep oluyor. Dikkatsizlik ve hız, bu tür kazaların en önemli nedeni… Peki, ne yapılmalı? Aslında alınacak birkaç küçük önlem ve biraz daha dikkat, sorunun çözümünde etkili rol oynayabilir. Yağmurun yağmaya başladığı anlar veya sabah çiğ düşen asfalt, kazaların en çok meydana geldiği zamanlardır. Bu tür yol şartlarında, asfalt üzerindeki toz, nemlenerek çamurumsu bir zemine yol açar ve otomobiliniz beklemedik biçimde kaymaya başlayabilir. Bu tür zorluklarla karşılaşmamak için öncelikle hızın azaltılıp öndeki araçlarla takip mesafesinin artırılması gerekir. Ani direksiyon hareketlerininse kaza riskini artıracağı unutulmamalı. Bununla birlikte araçlardaki gündüz farlarının, sadece estetiği tamamlayan bir unsur olduğunu düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Evet, çok güzel göründükleri kesin, ancak bu LED farların asıl amacı, aracın görünürlüğünü artırmak... Kazaların önemli bölümü de fark edilmemekten kaynaklanır. Eğer aracınızda gündüz farları yoksa, yağışlı 42 İSTASYON havalarda ve sabah erken saatlerde mutlaka farlarınızı açmalısınız. Bazı ülkeler, farların daima açık olması konusunda kanunlar koyarak bunu destekliyor. ELLER DIREKSIYONDA, GÖZLER YOLDA Yağmurda ve karlı havalarda görüş mesafesi önemli ölçüde düşer. Bu yüzden yorucu olsa da yola dikkat kesilmek, önde yaşanabilecek tehlikelere karşı daha çabuk tepki verilmesini sağlar. Cep telefonu, radyo, navigasyon gibi dikkat dağıtıcı cihazlardan mümkün olduğunca uzak durmalıyız. Ayrıca dikiz aynalarını normalden daha fazla kontrol ederek, hemen hemen 360 derecelik bir görüş açısı elde ederiz. Klişe gibi gelebilir, fakat iki elinizin de direksiyon üzerinde uygun pozisyonda olması da manevraların düzgün yapılabilmesi için oldukça önemli. Ön camınkilerin yanı sıra arka cam sileceklerini kullanmayı ihmal etmemek gerekir. Aracın havalandırmasını bir süre cama vererek ya da klimayı açarak buğulanmanın önüne geçmek mümkün. Yine yağmurlu havalarda rezistanslar da önemli bir kurtarıcı olacaktır. Yağışlı havalarda tehlikeli senaryolardan kaçmak için, otoyollar dâhil her yerde karşımıza çıkan su kızaklanmasına dikkat etmeliyiz. Aracın sudan geçerken lastiklerin asfalta temasının kısmen ya da tamamen Bunları asla yapmayın! Önünüzdeki araçlara yaklaşıp kendinizi ve diğer araçları riske atmayın. Aracınız ne olursa olsun ona fazla güvenip ani manevralarda bulunmayın. Su birikintilerinden hızlı geçmeyin. Aracınıza ciddi hasarlar verebilirsiniz. Eskimiş, yıpranmış ve basınçları ayarlanmamış lastiklerle yola çıkmayın. Bot ve kaban gibi sürüşü zorlaştıracak kıyafetleri kullanmayın; gerekirse aracınızda sürüş ayakkabısı bulundurun. Yayalara su sıçratmamak için özen gösterin. Arka sis farlarını yağmurda kullanmayın. Çünkü bunlar fren lambalarını maskeleyebilir ve kaza potansiyeli yaratabilir. kesilmesi, “suda kızaklama” olarak adlandırılır. Aslında otomobiliniz, böylesi durumlarda bir tekne gibi suyun üzerinde yol alır. Yol tutuşu hemen hemen sıfıra iner. Su kızaklamasıyla karşılaştığınızda panik yapmayıp ani hareketlerde bulunmamak ciddi bir kaza potansiyelini ortadan kaldırabilir. Suda kızaklamadan güvenli bir şekilde çıkmak için ayağınızı hafifçe gaz pedalından çekmeli, direksiyonu düz veya gideceğiniz yöne hafifçe kıvırmalısınız. Burada sakin kalıp ani hamleler yapmamak büyük önem taşıyor. Otomobil asfalta bastığında direksiyonun sertliği normal haline gelecektir. Ağır taşıtların seyahat ettiği yollarda, yağmurda fark edilemeyecek çukurlar ve eğimler oluşabiliyor. Bu tür durumlarda sudan geçmemeye çalışmak çok kritiktir. Suda kızaklamadan kurtulmak için otomobiliniz ne kadar yeni ve lüks olursa olsun, asıl önemli nokta, lastiklerin kondisyonu ve sürücünün yaptıklarıdır. Ciddi yağış olan noktalarda öndeki sürücülerin izinden giderek daha güvenli bir rota elde edebilirsiniz. Şu anda piyasaya çıkan otomobillerin hepsinde ABS sistemi var, fakat ABS’si olmayan otomobiller de trafikte çok fazla. Aracınızda ABS olup olmadığını bilmeli ve yağışlı havalarda sürüşünüzü buna göre yapmalısınız. ABS fren sistemi, ani frenlerde ön lastiklerin kilitlen- mesini önleyerek direksiyonun hâlâ sizin kontrolünüzde kalmasını sağlar. Oysa ABS’siz bir araçta frene aniden bastığınızda, lastikler kilitlenir ve direksiyonla yönlendirme yapamazsınız. Bu durumda önünüzdeki nesneden kaçamazsınız. Zemin ıslak olduğunda ABS’siz aracın frenlerini kilitlenmelere karşı çok daha dikkatli ve nazik kullanmanız gerekiyor. ABS kullanıcılarıysa ani bir durumda freni sert ve sonuna kadar kullanabilirler; ayrıca ön lastikleri de frenleme esnasında kilitlenmediği için direksiyonla kaçış hamlesi de yapabilirler. Yoğun su tutma riski olan altgeçitlerden veya su birikintilerinden kaçının. Geçmek zorunda olduğunuzda, aracınızı durdurmadan yol almaya devam etmelisiniz. Aksi halde böyle bir suda kalmak size ciddi maddi hasarlar getirebilir. Ayrıca varsa kasko poliçenizde, sel teminatı olup olmadığına bakabilirsiniz. Aksi bir durumda bu maddeden faydalanamayabilirsiniz. Tüm bunlara dikkat ettiğinizde, yağışlı havalarda da otomobil kullanmanın keyfini sürebilirsiniz. Kış lastiklerinin önemi... Genelde kar yağdığında akıllara gelen kış lastikleri, aslında karlı zeminler için değil, soğuk hava şartları için kullanılır. Kar lastikleriyse çok daha yoğun kar alan bölgelerde tercih edilir. Kış lastiği +7°C’nin altındaki sıcaklıklarda kullanılmalıdır. Çünkü bu tür havalarda yaz lastiklerinin hamuru sertleşir ve yol tutuş özelliğini kaybeder. Kış lastikleri, özel bileşenleri ve yumuşak hamuru sayesinde özelliklerini -40°C’ye kadar koruyabilirler. Soğuk zeminde daha fazla tutunmanın yanı sıra tutunmayı artırıcı kılcal desenleri sayesinde karlı ve buzlu havalarda, daha fazla güvenlik avantajı sağlarlar. Bu yüzden kış lastiği kullanımı için asla kar yağmasını beklememek gerekir. Diğer yandan kış lastiği alıp bunu yüksek sıcaklıklarda kullanmak da benzer bir risk oluşturur. Böyle havalarda kış lastikleri iyice yumuşayarak tutunma özelliğini kaybeder ve çabuk aşınarak kışın da kullanılamaz hale gelir. Kısacası kış lastiği kadar, yaz lastiği de aynı derecede kritiktir; önemli olan nasıl kışın ayaklarımıza bot, yazın daha ince ayakkabılar giyiyorsak, güvenli bir sürüş için otomobilimize de bu özeni göstermektir. İSTASYON 43 SAĞLIK Muz da aklandı… n İnsanoğlu rivayet üretmekte pek bir maharetli… O rivayetlerden biri de birçoğumuzun severek tükettiği muzla ilgili. Rivayette günde altıdan fazla muz yemenin insanı öldürebileceği iddia ediliyor. İngiliz oyuncu Karl Pilkington tarafından bir sohbet sırasında ortaya atılan ve kulaktan kulağa yayılarak “gerçek” kabul edilen bu sav, temelini muzdaki potasyum seviyesinin yüksekliğinden alıyor. BBC Dergi de konuyla ilgili bir araştırma yaptı ve hem muzu hem de potasyumu tabiri caizse tamamen akladı. Londra’daki St. George’s Hastanesi’nden diyetisyen Catherine Collins’in beyanlarına yer verilen haberde, potasyumun hücrelerin gerektiği gibi çalışmasını sağlayacak elektrik yükünü üretmek için kullanıldığı, kalp atışının düzenli olmasına yardımcı olduğu, pankreastan insülin salımının başlatılmasına aracılık ettiği ve kan basıncını kontrol altında tuttuğu belirtiliyor. Potasyum seviyesinin düşmesi ya da yükselmesi durumunda kalp atışları düzensizleşebiliyor. İşte tüm bu nedenlerle muzun tehlikeli bir meyve olarak görülmemesini, aksine çok yararlı olduğunu ve bir yetişkinin aşırı dozda potasyum alarak kalbinin durması için 400 adet muz yemesi gerektiğini belirten Collins, bu meyvenin yararlarını ardı ardına sıralarken tek bir noktanın altını çiziyor ve böbrek hastalarının bu meyveyi tüketirken dikkatli olmasını salık veriyor. 44 İSTASYON VÜCUDUN DA YAZI VAR, KIŞI VAR! ARAÇ BIZI NIYE TUTAR? Hareket halindeki bir aracın içinde olmak son derece basit bir iş gibi görünse bile, milyonlarca kişi için bu durum, kâbusu yaşamakla eşdeğer. Zira dünyada her üç kişiden biri, araç tutmasından mustarip... n Yeryüzündeki her üç kişiden birinin sorunu olabilecek derecede yaygın bir vaka araç tutması. Keyifli bir yolculuğu ya da eğlenceli bir anı mahvedecek kadar da etkili üstelik. BBC Future’da Katia Moskvitch imzasıyla yayınlanan bir habere göre, insanı öldürmeyen, ancak büyük sıkıntılar yaratarak zarar veren araç tutmasının birçok nedeni var, ama temel neden vücut hareketlerini sağlayan sistemler arasındaki uyumsuzluk. Bir başka şekilde açıklarsak, insanın harekete geçtiği mesajını veren sistemle, aslında hareket etmediğini belirten sistem arasındaki çelişki, araç tutulmasına yol açıyor. İster otomobil olsun, isterse uçak ya da gemi, hareket halindeki bir araca bindiğimizde, içkulağımız harekete geçildiğinin sinyalini verse de gözler bunun doğru olmadığını söyler. Sağırların araç tutmasından mustarip olmaması da bundan. Araç tutması vakalarında görünen kusma eylemininse neden oluştuğu henüz yanıtlanan bir soru değil. Bazı sinir yollarının, omurganın üst kısmında, beynin medülla adı verilen iliksi bölümde olduğu tahmin edilen kusma merkezini harekete geçirdiğine inanılıyor. Araç tutmasını önleyici ya da tedavi edici ilaç henüz yok. Mide bulantısı konusundaysa kimi basınç özellikli bileziklerden, kimiyse zencefil ve naneden medet umuyor. Bazı deneyler, antikolinerjik, antihistamin, amfetamin veya serotonin içeren ilaçların araç tutmasının önüne geçebildiğini, ancak bunların da yan etkilerinin bulunduğunu gösteriyor. 2014 yılında 23andMe adlı genetik araştırmalar şirketinden Bethann Hromatka’nın başkanlık ettiği bir ekip, araç tutmasına hangi genin neden olduğunu bulmaya çalıştı. Human Molecular Genetics dergisinde yayımlanan sonuçlara göre, bulantıyla denge, göz, kulak ve kafatası gelişimi arasında bir bağlantı bulundu. Yani araç tutması kalıtsal bir soruna benziyor. Hromatka, gelecekte özel risk faktörlerinin belirlenerek yeni tedavi yöntemlerinin geliştirilebileceğine inanıyor. Fakat o gün gelene kadar, bulantıyı önlemek için yapılması gerekenleri de şu şekilde sıralıyor: Yeterince uyumak ve kandaki glikoz seviyesini sabit tutmak için renksiz karbonatlı içecekler içmek. Ayrıca aracın ön koltuğunda oturarak uzaklara bakmak, geminin güvertesinde ya da orta yerinde oturmak ya da uzanmak, uçakta hareketin en az olduğu kanat hizasından bir koltuk seçmek... Çok balık, ruha da iyi geliyor n “Eve bir akvaryum yaptır, sonra geç karşısına usul usul yüzen balıkları seyret…” Bu, uzun süre huzursuzluk ve can sıkıntısı çekenlere, psikologların değilse bile yakınlarının verdiği tavsiyelerden biri. İşe ne kadar yaradığı tartışılır, balığı seyretmenin değil de yemenin depresyona iyi geldiğinin tespit edilmesiyse bilimsel bir gerçek. 2001 yılından bu yana, toplam 150 bin kişinin katılımıyla dünyanın çeşitli yerlerinde bu alanda yapılan araştırmaları inceleyen Çinli biliminsanları, çok balık yiyenlerin depresyona yakalanma riskinin yüzde 17 azaldığını ortaya çıkardı. Balığın depresyona karşı barikat oluşturmasının nedeni iki türlü açıklanabilir. Bunlardan birincisi Omega 3 yağ asitlerinin, depresyonda rol oynadığı düşünülen beyindeki dopamin ve serotonin kimyasalları için iyi olması. Bir diğer nedense çok balık yiyerek sağlıklı bir beslenme anlayışı benimseyenlerin bedenlerinin yanı sıra ruhlarını da sağlıklı tutması. Mevsim, balık mevsimi… Dolayısıyla ruhumuzu diri tutmak için tüm koşullar mevcut. n Canlıların bedeniyle ilgili keşifler, bitmek tükenmek bilmeyecek gibi görünüyor. Ne zaman “artık bilinmeyen ne kaldı ki” diye düşünülmeye başlansa, ortaya çıkan yeni bir araştırma insanı hayretlere sürüklüyor. Current Biology dergisinde yayınlanan makale de onlardan biri. Zira bu makalede, biliminsanlarının bu kez de canlıların vücutlarında mevsim geçişlerini takip eden bir “kimyasal takvim” olduğunu ortaya çıkardıklarını yazıyor. Manchaster ve Edinburgh üniversitelerinden bir grup araştırmacının yürüttüğü bu çalışmada, canlıların vücudunda yer alan bazı hücrelerin, günlerin uzunluğuna göre yaz ya da kış moduna geçtiği ifade ediliyor. Yılın farklı zamanlarında koyunların beyinlerini inceleyen ekip, beynin ön kısmında yer alan hipofiz bezinde, 17 bin hücreden oluşan bir küme buldu. İkili sisteme sahip bu hücreler yaz ve kış moduna göre kimyasallar üretiyorlar. Araştırmayı yürütenler arasında bulunan Prof. Andrew Loudon, “Kış ve yaz ortasında kısa bir süre, kümedeki tüm hücrelerin aynı modda olduğunu görebiliyoruz” diyor. Peki ya baharlar? Araştırmayı gerçekleştirenler, vücudun hâlâ sonbahar ve ilkbaharı algılayamadığını, bu mevsimlerde bazı hücrelerin yaz, bazılarınınsa kış moduna geçtiğini belirtiyor. DIRSEK ACISI UZUN SÜRERSE... YANLIŞ DOZ ÖLDÜRÜYOR! n Eğer anne ya da babaysanız, bu haberimizi özellikle sizlerin dikkatle okumasını salık veririz. Zira ABD’de yapılan bir araştırmanın sonuçlarını aktardığımız bu haber, gözünüzden bile sakındığımız çocuklarımızın hayatıyla birebir ilgili. Sonuçları www.science-et-vie.com internet sitesinde yayınlanan bir araştırmaya göre, ABD’de 2002-2012 yıllarını kapsayan 10 yıllık süre içinde, yanlış dozda ilaç kullanımı nedeniyle altı yaş ve altındaki 696 bin 937 çocuk hayatını kaybetti. Bu veri her sekiz dakikada bir çocuğun ölümü demek. Türünün önemli bir örneği olan bu çalışma, hastane ya da herhangi bir sağlık merkezi yerine çocuklara evde ilaç veren ebeveynlerin, ilaç türü ve dozajı bazında yaptıkları hataların vahim sonuçlarını resmediyor. Diğer yandan, bu tip vakaların yüzde 27’si çifte kullanıma bağlı aşırı dozdan kaynaklanıyor. Birden fazla çocuğu bulunan ailelerin dikkati bir çocuktan diğerine rahatlıkla kayabildiği için kısa süreler içinde aynı çocuğa iki kez ilaç verilebiliyor. Aşırı dozda ilaç vermenin yüzde 87’lik bölümünü, iğnenin ya da kaşığın kullanıldığı şurup gibi sıvı ilaçlar oluşturuyor. Zira kaşık ya da iğnedeki uyarı bölümleri çok küçük puntolarla yazıldığından zor okunuyor, bu da düşük ya da yüksek doz aşımında etkili oluyor. Dirseğimizi çarptığımızda hissettiğimiz acının tarifi yoktur. Zaten uzmanlar da bu acının süresiyle ilgili dikkatli olunması gerektiğini söylüyor. n Tıp dilinde ulnar adı verilen dirsek kemiği siniri, omurgadan başlayıp omuz ve kolu geçerek küçük parmak ve yüzük parmağında biten bir sinir olarak biliniyor. Ulnar sinirİ, dirsekte kemikle deri arasında 4 mm çapında bir kanaldan geçer. Burada onu koruyacak bir katman yoktur. Dirseğimizi bir yere çarptığımızda bu siniri sıkıştırır, acı ve uyuşma karışımı bir hisse kapılırız. Ulnar sinirin kendisi, acıyı ilettiği için bu acının parmak ucuna kadar indiği bile olur. Birçok kişi açısından ulnar sinirinin çarpması sonucu oluşan acı geçicidir. Dirseği biraz ovduktan birkaç dakika sonra, bu his kaybolur. Fakat kübital tünel sendromu adı verilen bir rahatsızlığınız varsa, gün boyu küçük bir çekiçle dirseğinize vuruluyormuş hissiyle dolaşırsınız. Daha sık görülen ve ellerde hissedilen karpal tünel sendromu kadar yaygın olmasa da kübital sendrom büyük bir acı ve rahatsızlığa yol açıp elin kullanımını bile engelleyebilen bir rahatsızlık. Dolayısıyla eğer dirseğinizi bir yere çarpar ve bu acıdan beş altı dakikada kurtulamazsanız, bir hekime görünmeniz gerekebilir. DIKKAT, ALZHEIMER BULAŞABILIR! n İnsanın hafızasını tabiri caizse kurak bir çöle çevrildiği Alzheimer hastalığının, yaşlılara has olduğunu; kalıtsal özellikler taşıdığını, diğer bir ifadeyle genlerle nesilden nesle geçebileceğini bilirdik de ameliyat aletleri, kan nakli ya da diş tedavisiyle de bulaşabileceğini tahmin edemezdik. Sonuçları bilim dergisi Nature’de yayınlanan bir araştırmaya göre hastalığın, “Alzheimer tohumları” olarak bilinen prionlar aracılığıyla insandan insana bulaşabildiği ortaya çıktı. Bu bulaşma elbette ki temasla gerçekleşmiyor; diğer bir ifadeyle Alzheimerlı birine dokunduğunuzda ya da onu öptüğünüzde siz de bu hastalığa yakalanırsınız diye bir sav yok. Ancak bazı tıbbi işlemler, hastalığın habercisi protein oluşumlarına yol açabiliyor. Uzmanlara göre, teorik olarak kan nakli, beyin ameliyatı ya da kanal tedavisi gibi diş operasyonlarında Alzheimer’ın geçmesi mümkün ve kuluçka süresi 40 yıla kadar olabileceğinden insanların hastalığa yakalandığını anlamama ihtimali çok yüksek. İSTASYON 45 SAĞLIK Beynimizdeki düşman Sık sık başı ağrısı çekenlerin en büyük korkularından biridir, beyin tümörü. Acıbadem Bakırköy Hastanesi Beyin ve Sinir Cerrahisi Uzmanı Prof. Dr. Ziya Akar, hem hastalığın gelişim seyrini hem de tanı ve tedavi yöntemlerini anlattı. Birçok kişinin başına gelmesinden en çok endişe duyduğu hastalıklardan biri kanserse diğeri de beyin tümörü kuşkusuz. İnsanın beyninde birtakım değişikliklerin meydana gelmesi, üstelikte bu değişikliği tekrar normale döndürebilmek için meşakkatli bir sürece ihtiyaç duyulması korkuyu yaratan temel unsurlar arasında. Gerek hastalığın ortaya çıktığı anda, gerekse tedavisi esnasında aşılması gereken hayli uzun bir yoldan söz ediyoruz. Peki, beyin tümörü nasıl oluşur? Tanı ve tedavi süreci nasıl gelişir? Hastalığı daha yakından tanımak amacıyla tüm bu ve buna benzer sorularımızı Acıbadem Bakırköy Hastanesi Beyin ve Sinir Cerrahisi Uzmanı Prof. Dr. Ziya Akar’a yöneltiyoruz. Beyin tümöründe temel faktörün genetik miras olduğuna dikkat çeken Akar, bu riski tetikleyecek çeşitli etkenlerin de bulunduğunu ve bunlardan uzak durarak riskin azaltılacağını söylüyor. Beyin tümörlerinin, beyindeki anormal hücrelerin çoğalmasıyla meydana geldiğini biliyoruz. Anormal hücrelerin çoğalmasının sebepleri nedir? Görülme sıklığı nedir? Doğru, tümörün ortaya çıkmasına anormal hücrelerin oluşumu yol açar. Bunun nedeniyse hücrelerin yenilenmesi esnasında, ortaya çıkan kopyalama hatalarıdır. Normalde böyle hatalı hücreler, vücudumuzun savunma sistemince ortadan kaldırılır. Ancak savunma sisteminde ve anormal hücre kontrolünü sağlayan genlerimizde olabilecek eksiklikler ya da kusurlar, tümör gelişimini ortaya çıkarır veya kolaylaştırır. Bunun yanı sıra travmalar, aşırı sıcak ortamlar, radyasyon ve ağır stres kolaylaştırıcı faktör olarak kabul edilebilir. Beyin tümörleri, genel popülasyonda tüm tümörler içerisinde yüzde 5’lik bir paya sahiptir. Bu oran, çocukluk ve erişkinlikte (50-79 yaş arası) yükselir. Birincil ve ikincil beyin tümörleri ifadelerinden ne anlamalıyız? Beyin tümörlerini iki gruba ayırmak mümkündür. Bunlardan “primer” adını verdiğimiz birincil grup, beyni oluşturan dokuların yarattığı tümörlerdir. Primer tümörlerde sinir hücrelerinden, destek dokulardan, kan damarlarından kaynaklanan tümörlere rastlanır. Metastatik, yani ikincil gruptaysa vücudun başka bir yerinde gelişen ve bir şekilde beyne ulaşan tümörler söz konusudur. Metastatik tümörlerin, en sık görülen tümörler olduğunu söyleyebiliriz. Sıklıkla baş ağrısı çekenlerin çoğu, beyninde tümör olduğu kaygısına kapılıyor. İnsanların beyninde tümör olduğundan şüphelenmesi için hangi belirtileri olması gerekiyor? Kafatasımız, genişleme imkânı olmayan sert bir yapıdan oluşmuştur. Ve içinde beyni, beyin omurilik sıvısını, kanı muhafaza eder. İşte bu bütünü oluşturan yapılardan birindeki hacim artışı, beyin tümörü, hidrosefali kanama gibi bazı klinik bulgulara sebebiyet verir. İstatistiklere baktığımızda, baş ağrısının genellikle beyin tümörlerinin en sık rastlanan ilk bulgusu olduğunu görürüz. Ancak bu, her baş ağrısının tümör olabileceği sonucuna yol açmamalı. Kafa içi basınç artışına bağlı olan baş ağrısı, genellikle sabahları, alın bölgesinde ve şiddetine bağlı olarak bulantı-kusmayla beraber olan karakterdedir. Bunun yanı sıra beyin tümörlerinde sara nöbetleri, vücut yarısında kuvvetsizlik, konuşma bozukluğu, görme bozukluğu gibi belirtilerde ortaya çıkabilir. Acıbadem Bakırköy Hastanesi Beyin ve Sinir Cerrahisi Uzmanı Prof. Dr. Ziya Akar. Tümörlerin belirtileri türüne göre değişiklik gösteriyor mu? Beyin tümörünün belirtileri, tümörün türünden ziyade, nerede oluştuğuna göre farklılık gösterir. Türüne bağlı olarak tümörün büyüme hızı yavaşsa, belirtilerin ortaya çıkması da uzun bir dönem alabilir. Ancak malign dediğimiz tümörler hızla büyür ve dolayısıyla klinik bulgularının ortaya çıkması da daha çabuk olur. Beyninde tümör olduğu tespit edilen bir hastanın tedavi süreci nasıl planlanıyor? Beyin tümörü tanısı konulan hastanın tedavi süreci planlanırken tümör lokalizasyonu, tümörün öngörülen karakteri ve hastanın genel sağlık durumu birlikte değerlendirilmesi gereken önemli kriterler arasında yer alır. Bunun yanı sıra hastanın ve yakınlarının olaya yaklaşımı ve istekleri de planı etkiler. “İSTATISTIKLERE BAKTIĞIMIZDA, BAŞ AĞRISININ BEYIN TÜMÖRLERININ EN SIK RASTLANAN ILK BULGUSU OLDUĞUNU GÖRÜRÜZ. ANCAK BU, HER BAŞ AĞRISININ TÜMÖR OLABILECEĞI SONUCUNA YOL AÇMAMALI.” Tümörün oluşması ve gelişmesiyle yaşın bir ilgisi var mı? Bu soruyla bağlantılı olarak çocukluğunda beyninde iyi huylu tümör bulunan birinin, yaşı ilerledikçe tümörünün kötü huylu hale gelme ihtimali söz konusu mudur? Gerek çocukluk, gerekse erişkinlik dönemi için o yaş gruplarına özel tümörlerden bahsetmek mümkün. Ancak her iki yaş grubunda da görülebilen tümörler içerisinde selim olarak kabul ettiğimiz, ancak sonradan malign hale gelen tümörler de mevcuttur. Beynin tümörden temizlenmesinde tek ve en etkili yöntem ameliyat mıdır, yoksa başka yöntemlerden de bahsetmek mümkün mü? Beyinde bulunan patolojik bir dokunun temizlenmesi en etkili yöntem olarak görünmektedir. Ayrıca tümör için verilebilecek ek tedavilerin (radyoterapi, kemoterapi) etkili olabilmesi için düşman hücre sayısının da mümkün olduğunca az olması, tedavi başarısını olumlu etkiler. Ancak cerrahi tedavi planı yaparken hastaya ek zarar vermemek de son derece önemli bir unsurdur. Beyin ameliyatlarının risk oranının büyük olduğuna dair genel bir kanaat var. Tıptaki teknolojinin ilerlemesiyle birlikte, riskin azaldığını söyleyebilir miyiz? Günümüzde beyin cerrahisinin başarı oranını artıran, komplikasyonları önleyen yeni teknolojilerin geliştirildiğini ve geliştirilmeye de devam edildiğini söyleyebiliriz. Özellikle patolojik dokuya ulaşırken, çevredeki normal dokuya verilebilecek hasarı minimuma indiren bu gelişmeler, ülkemizde de yaygın olarak kullanılıyor. Nöro navigasyon, intraoperatif görüntüleme teknikleri (MRI, BT ve ultrasound), stereotaksi, gelişmiş operasyon mikroskopları, kullanılan yöntemler arasında ilk akla gelenleri. Birçok hastalıkta önleyici veya geciktirici girişimlerde bulunmak mümkün... Peki, beyin tümöründe de kişinin aldığı ya da alacağı önlemler, hastalığı önleyebilir mi? Tümör gelişiminde en önemli faktörün, genetik özellikler olduğunun altını çizmeliyiz. Genetik faktörlerin önüne geçmek mümkün olmasa bile, alınacak birtakım önlemlerle riski en aza indirilebileceğini söyleyebiliriz. Mesela radyasyondan uzak durma, stresten kaçınma, aşırı sıcak ve güneş altında çok uzun süre kalmama, doğal gıdalarla beslenme, sigara ve aşırı alkolden uzak durma, çok uzun süre cep telefonuyla konuşmama gibi tedbirlerle tümörü ekarte edebilme ihtimali var. Ameliyat sonrasındaki tedavi yöntemleri neler? Ameliyat olmuş bir hastanın eski hayatına dönmesi mümkün mü? Beyin ameliyatından sonra, şayet tümör ameliyatıysa, tümörün histopatolojik tanısına göre ek tedaviler uygulanabilir. Bu tedaviler, tümörün lokal olarak nüksetmesini önlemeyi amaçlar. Malign tümörü bulunan hastalara ek tedavi olarak radyoterapi (konvansiyonel radyoterapi, gamaknife ve cyberknife) ve kemoterapi önerilir. Kişinin eski hayatına dönüp dönmemesiyse ameliyatın başarısıyla ilgilidir. Başarılı bir beyin ameliyatı geçirmiş hasta, eski hayatına rahatlıkla dönebilir. İSTASYON 47 SOSYAL MEDYA Facebook artık duygulara daha çok tercüman oluyor TWITTER BUNU BEĞENDI! n 2006’dan beri Twitter’da bulunan “Favorilere Ekle” butonu, Kasım ayında yerini “Beğen” butonuna bıraktı. Artık yıldız ikonunun yerinde bir kalp duruyor. Peki, bu değişikliğin ardındaki sebep ne? “Favorilere Ekle” butonu, en başta, kullanıcıların beğendikleri Tweet’leri arşivlemesi ve istedikleri zaman tekrar kolayca ulaşabilmeleri için tasarlandı; ancak kullanıcılar arasında farklı bir amaçla kullanıyordu. Kullanıcılar için bir Tweet’i favorilere eklemek (veya yaygın adıyla “favlamak”) “onaylama”, “beğenme” gibi anlamlar taşımaya başladı. Ayrıca kullanıcılar o kadar çok Tweet’i favorilerine eklediler ki, onların arasından aradıklarını bulmaları mümkün olmuyordu. Kullanıcıların yarattığı bu değişime uyum sağlayan Twitter, “Favorilere Ekle” butonunu kaldırmaya karar verdi. Yaz boyunca test edilen Twitter Beğenileri, şirketin beklentilerini karşılamış olacak ki, sonbaharda “Favorilere Ekle”nin yerini aldı. Bazı kullanıcılarsa tamamen Twitter’a özgü olan “Fa- vorilere Ekle” butonunun “Beğen”e dönmesini Twitter’ın, Facebook ve Instagram’a benzemeye çalışması olarak değerlendirdi. Twitter CEO’su Jack Dorsey, bu yıl Twitter’ın son zamanlarda yavaşlamış gibi görünen büyümesini tekrar hızlandırmak için bir dizi değişiklik yapacaklarını zaten açıklamıştı. Bu değişiklik de söz konusu planın bir parçası olarak algılanıyor. Bu konuda kullanıcılar farklı görüşlere sahip olsa bile görünen o ki, Twitter bu değişikliği beğendi. Kerem Başar, Stratejist, Pixelplus Interactive Twitter’da anket zamanı n Twitter, yalnızca belirli kişile- Pinterest’te pin-içi arama kolaylığı n Pinterest, ne giyeceğiniz, nerede tatil yapacağınız, evinizin dekorasyonunda nerelerden ilham alacağınız, yeni hobiler ve becerileri nasıl kazanacağınız gibi konularda arayışınız varsa, arama bölümüne bu sorularınıza ilişkin birkaç kelime yazarak arama yapmanızın yeterli olduğu bir platform. Yeni nesil görsel paylaşım platformu olarak adlandırabileceğimiz Pinterest, görsel yönü ağırlıklı sektörlerin dijital pazarlaması için çok önemli bir rol oynamakta. Platformun yeni pin-içi arama özelliğiyleyse bu önemine önem katacağa benziyor. Pinterest, pin-içi arama özelliğiyle birlikte, kullanıcılara, 48 İSTASYON görsellerin içerisindeki belirli bir nesneyi arama imkânı sağlamakta. Böylece kullanıcılar pin’lenmiş görsellerdeki arama simgesiyle ilgilerini çeken objeyi seçerek arayabilirken, o ürünün veya benzer ürünlerin satın alma sayfasına ulaşabiliyorlar. Aylık 100 milyon aktif kullanıcıya sahip olan Pinterest, ilerleyen günlerde pin’lerin içerisindeki nesneleri aratmaya imkân sağlayan görsel arama aracıyla bir pazarlama servisine dönüşerek reklam ve satışlardan gelir elde edecek gibi görünüyor. Meltem Cihan, Dijital Reklam Yazarı, re açık olan anket özelliğini, tüm üyelere açtı. Artık Twitter kullanıcıları, bir Tweet atarken anket seçeneğiyle Tweet’lerini bir ankete dönüştürebiliyor. Ankete çevrilen Tweet’lere herhangi bir medya iliştirilemiyor. Oluşturulan anketlere iki şık eklenebiliyor ve Twitter anketleri 24 saat boyunca aktif kalıyor. Kullanıcılar bu süre boyunca oy verebiliyor. Aynı zamanda kaç kişinin oy kullandığı görüntülenebiliyor. Twitter anketlerinde kullanılan oylarsa tamamen gizli. Hangi kullanıcının hangi seçeneği tercih ettiği görünmüyor. Twitter’ın Ürün Müdürü Todd Sherman, anket özelliğini kitlenin etkileşime geçmesi için yeni ve farklı bir yol olarak tanımlıyor. Açıldığı Ekim ayından itibaren yoğun bir şekilde kullanılmaya başlanan anket özelliğinin aynı şekilde ilgi çekmeye devam edip etmeyeceğini, ilerleyen aylarda göreceğiz. Facebook, farklı emojilerle duygulara hitap ediyor. Bu uygulama pilot olarak seçilen İspanya ve İrlanda’dan sonra tüm dünyaya yayılacak. n Dijital dünyanın kuşkusuz en vaz- geçilmez olanı Facebook, yeni güncellemeleriyle hayatımızdaki önemini artırmayı sürdürüyor. Arkadaşlarımızla bağ kurma, iletişim sağlama, yaşanılan güzel anları paylaşma gibi özellikleri olan Facebook, kullanıcılarının hislerine daha çok tercüman olabilmek için “Like” butonuna alternatif beğenme eylemleri de ekliyor. Kullanıcılar uzun zamandır bu yeniliği “Dislike” butonu olarak beklerken, yedi farklı emojiyle karşılaştılar. Facebook’un bu yeni özelliği, kullanıcıların tepkilerine yönelik araştırmalar sonucu ortaya çıktı. Reactions adı verilen emojiler; sevme, mutlu olma, sevinme, şaşırma, üzülme, öfkelenme gibi duyguları karşılıyor. “Like” butonuna basılı tutulduğunda diğer emojiler de ortaya çıkıyor ve kullanıcılar istedikleri ifadeyi seçebiliyor. Heyecanla beklenen bu özellik, pilot bölge olarak belirlenen İspanya ve İrlanda’daki kullanıcıların hizmetine sunuldu. Emojiler, bu ülkelerdeki kulanıcılardan gelen yorumların değerlendirilmesinin ardından tüm dünyaya açılacak. Endişeye mahal yok, çünkü ben “Güvendeyim” n Facebook daha önce doğal afet, salgın hastalık veya benzeri durumlar için “Güvenlik Kontrol Durumu” özelliğini duyurmuştu. Bu özelliğin hayata geçirilme sebebi olarak, Facebook’un kurucusu Mark Zuckerberg, son birkaç yıldır dünya üzerinde artan afet benzeri olayların ardından insanların ilk olarak internete girdiğini, hatta Facebook’a girip felakete yakın bölgedeki yakınlarının durumlarını öğrenmek istediklerini söylemiş ve birbirlerinden haber alabilmelerinin çok önemli olduğunu belirtmişti. Bugünlerdeyse bu özellik amacının biraz dışına çıkarak, Paris’te gerçekleşen terör saldırıları için devreye girdi. “Safety Check” yani “Güvendeyim”in daha önceki terör olaylarında devreye girmeyip Paris olaylarından sonra uygulanmaya başlanması tartışmalara da yol açtı. Facebook tarafından buna yönelik açıklama gecikmedi. Facebook yet- kilileri, bu özelliğin aslında doğal afetler sonrası kullanım için tasarlandığını, ancak ilk kez doğal afet dışı kullanıldığını, tüm insanlara eşit değer verildiğini ve bu tarz durumlarda acı çeken pek çok kişiye yardımcı olmak için sıkı çalışacaklarını belirttiler. “Güvendeyim” özelliğinin aktif olmasıyla birlikte, ilk 24 saatte 4,1 milyon kişi güvende olduğunu arkadaşlarına bildirdi ve 360 milyon kişi arkadaşlarının zarar görmediğine dair bildirim aldı. Bu tür toplumsal olaylarda sosyal mecraların hassasiyeti malum... Türkiye’de Gezi olaylarının, canlı yayın uygulaması Periscope’a ilham olması gibi… Bu uygulamalar, insanlara iyi hissettirse de daha fazla üzücü olay yaşanmamasını diliyoruz. İNTERNETSIZ GOOGLE MAPS KULLANIMI n Google Maps, internetsiz harita kullanımını 2011 yılında tanıtmıştı. Evet, 2011! Ve sonunda Google Maps artık internetsiz de kullanılabilecek. Peki, bunun avantajı ne? İlk olarak, yurtdışında kullanım rahatlığı yarattığını söyleyebiliriz. Yurtdışındayken kablosuz internet arama derdinden veya internet kotası kullanımından bizi kurtarıyor. Yani bu, hem cebimize hem de sabrımıza katkı sağlıyor. Google Maps Haritalar nasıl indirilir? Öncelikle telefon veya tabletinizdeki Google Maps uygulamasını güncellemeniz gerekli. Güncelleme tamamlandıktan sonra, seyahat edeceğiniz şehri veya elinizin altında sürekli olmasını istediğiniz lokasyonu arama bölmesine yazıyorsunuz. Çıkan sonuç üzerinde göreceğiniz “Bu alanı indir” seçeneğine tıklamanız yeterli. Böylece artık, internetin olmadığı durumlarda bile, şehrin tüm detayları elinizin altında! İndirdiğiniz bölge veya şehriyse “çevrimdışı alanlar” arasında görüntüleyebilirsiniz. Ancak, harita indirebilmenin bir şartı var: Wi-Fi. Yani telefonunuzun internetiyle harita indirmenize izin verilmiyor. Harita boyutlarının yüzlerce Megabyte olduğu düşünülürse bunun kullanıcı yararına bir özellik olduğunu söyleyebiliriz. Bunun dışında, eğer bilgileri indirdikten 15 gün sonra cihazınız tekrar bir Wi-Fi’a bağlanırsa yüklediğiniz bölgenin verilerini güncelliyor. İlk olarak Android işletim sistemli cihazlara gelen yenilik, artık iOS işletim sisteminde de kullanılabiliyor. Pixelplus Interactive Sosyal medya sayfaları tarafından hazırlanmıştır. İSTASYON 49 UZMAN GÖZÜYLE Araç aksamlarının tip onay kontrolü Araç muayenesi sırasında ilgili yönetmelik (direktifler) ve teknik düzenlemelere (regülasyonlar) göre, “E” ve “e “onayı zorunluluğu bulunan parçaların onay kontrolleri de gerçekleştirilir. Yeni araçlar üzerinde tip onaylı parçalar kullanılmakla birlikte, arıza veya kaza sonrası bu parçaların, orijinal olmayan onaysız parçalarla değiştirilme riski vardır. Bu durumsa trafik ve yol güvenliği açısından tehlike oluşturulabilir. Araçlarda kullanılan aksamların tip onayı ve kontrolü hakkındaki bilgileri, TÜVTÜRK Teknik Eğitmeni Mehmet Savaş Uçar anlatıyor. 01 Ocak 2003’den sonra araçların ön camlarında “E” veya “e” onayı olma zorunluğu getirildi. 01 Ocak 2005’ten itibarense uygunluk belgesi düzenlenmiş traktörler için de “E” veya “e” onaylı ön cam zorunluluğu var. Karayollarında kullanılan araçlar; 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu uyarınca, Motorlu Araçlar ve Römorkları Tip Onayı Yönetmeliği (2007/46/AT) kapsamında yapım ve kullanım bakımından karayolu yapısına ve trafik güvenliğine uyma zorunluluğunu (Tip Onay Belgesi) yerine getirmelidir. Yine bu araçlarda kullanılmak üzere tasarlanan sistem aksamlarının ve ayrı teknik ünitelerin onay (E veya e) belgesi alınmalıdır. M ve N sınıfı araçlarda, model yılına göre “E” veya “e” onaylı emniyet kemerleri aranır. 02 Ekim 2001 tarihinden sonra üretilen M1 sınıfı araçların muayenesinde, farların “E” veya “e” onayı kontrol edilir. M1 sınıfı haricindeki araçlar için bu tarih, 01 Ocak 2003’tür. Tip Onay Belgesi; Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı tarafından hazırlanan, dünyada ortak standart üretim yapmak ilkesiyle yayınlanmış veya kabul görmüş kurallardır. Onay kapsamında tekerlekli araçlarla bu araçlarda kullanılan bazı aksamların veya sistemlerin, yönetmelik (direktifler) ve teknik düzenlemelere (regülasyonlar) göre uygunluğunun onaylanmasıdır. Kısaca üretilen ürünün, gerekli test ve deneylerle üretim şeklinin onaylaması anlamına gelmektedir. Başka bir deyişle; tekerlekli araçların, sistemin ve aksamının ilgili yönetmelikler kapsamında uygunluğunun denetlemesi ve bu denetim sonucu onayın belgelendirilmesi işlemidir. e37 E37 Avrupa Birliği Sertifikasyonu Avrupa Ekonomik Komisyonu Sertifikasyonu 50 İSTASYON E Belgesi, Avrupa Birliği hükümleri kapsamında, karayollarındaki taşıtların ve parçalarının taşıması gereken şartları sağladığını gösteren ve bu şartların yerine getirme yükümlülüğünün imalatçı üzerinde olduğu bir belgelendirme sistemdir. E Belgesi gerektiren ürünlerin hangi standarda girdiğinin tespitinden sonra, “e” belgesine tabi ürünün belirli sayıdaki numunesi akredite laboratuvarlarda test edilir. İlgili testlerin standardın öngördüğü değerlerde olması durumunda, ürünlere “e” işareti vurma hakkı verilir. E Belgesi taşıması zorunlu olan ürün gruplarında yer alan işaretlerin yanlarında bulunan numaralar, ilgili ülkelerin numarasıdır. Örneğin E37 Türkiye menşeli bir ürün olduğunu ve “E” belgesine sahip olduğunu gösterir. 01 Ocak 2001 tarihinden sonra üretilen traktörlerde, “e” onaylı devrilmeye karşı emniyet çerçevesi (rops), kabin veya tenteli emniyet çerçevesi bulunmalıdır. Sıvılaştırılmış Petrol Gazı’nın (LPG) veya Sıkıştırılmış Doğal Gaz’ın (CNG) depolanması için kullanılan yüksek basınca ve darbeye karşı dayanıklı malzemeden üretilen tank üzerinde, “E” veya “e” onayı (ECER-67) olmalıdır. Uygunluk belgesi tarihine göre N1 sınıfı araçlarda 01.01.2009; M2-M3 sınıfı araçlarda 13.02.2009’dan itibaren koltuklarda E veya e onayları kontrol edilir. Reflektif Şeritler (geri yansıtıcılı şeritler): Araçların gece görünürlüğünü artırmak için araç arkasına ve yanına çepeçevre ve/veya boylamasına takılan reflektif şeritlerdir. Bu şeritler, “E” veya “e” onaylı olmalıdır. İSTASYON 51 OYUN VE TEKNOLOJİ HAZIRLAYAN: RESUL BUKSUR GÜCÜN AYDINLIK VE KARANLIK TARAFI... Star Wars’un sinemadaki hayranları, serinin yedinci filmine kavuştu. Oyun meraklılarıysa o kadar beklemedi; zira galaksiler arası savaş, filmin vizyona girmesinden çok daha önce başladı.. APLİKASYONLAR SANAL GERÇEKLIK GERÇEK OLUYOR Oculus Rift’in satışa çıkmasıyla birlikte sanal âlem gerçeğe çok daha yakın hale geliyor. Bu gözlük, oyun meraklılarına bambaşka bir dünyanın kapılarını aralıyor. n ŞEKER PATLATARAK ZENGIN OLDULAR GOOGLE MAPS’IN iOS VERSIYONU TÜRKIYE’DE Google, Google Haritalar’ın iOS versiyonunu nihayet Türkiye’de kullanıma sundu. Uzun zamandır Türkiye’de yaşayanların erişemediği uygulama, kullanıcıların diledikleri yerleri hızlı ve kolay bir şekilde bulmasını sağlıyor. n Star Wars, tüm zamanların en çok ilgi gören filmi belki de… Serinin yedinci filmi, Aralık ayından itibaren hayranlarıyla buluştu. Ancak oyun tutkunları, film vizyona girmeden çok daha önce Star Wars heyecanını yaşamaya başlamıştı. Zira Star Wars Battlefront, filmden önce piyasaya sürüldü. Özellikle hayranlık uyandıran görsel tasarımlarıyla oyuncuların gönlünü kazanan oyunda, kendinizi gerçekten Star Wars evreninde hissedebiliyorsunuz. Önceki Star Wars’ların devamı niteliğinde olmayan oyun, Battlefield, Call of Duty, Destiny veya Titanfall gibi oyunlardan da çok farklı. Öyle ki, oyunun içindeki birçok farklı moda ve farklı haritalara dalıp saatler harcamak mümkün. EA Games, oyunun görsel grafiklerinde inanılmaz bir performans gösteriyor. 13 harita ve dört farklı gezegen o kadar iyi tasarlanmış ki, geleceğin oyun grafiklerine örnek oluşması bekleniyor. Hoth, Endor, Tatooine ve Sullust isimli gezegenlerin oluşturulmasından karakter modellemelerine, araç ve silah tasarımlarına kadar her şey, sizi Star Wars evrenine sokmaya yetiyor. EA Games, sadece tasarıma değil, oyunun oynanma biçimine de farklılık getirmiş. Muadillerine kıyasla çok geniş kesimler tarafından rahatlıkla oynanan oyunda, başlangıçta herkes eşit koşullara sahip. Ancak Hero adı verilen kahramanları oynayabilmek için çabaya ve şansa ihtiyaç duyuluyor. Oyunda Luke Skywalker’dan Han Solo’ya, Princess Leia’dan Boba Fett’e, Palpatine’den Darth Vader’a kullanılabilecek altı kahraman var. Açıklamalara kulak kabarttığımızda, bu sayının önümüzdeki sürümlerde artacağını da öğreniyoruz. Hero olmak için oyun içinde harita üzerindeki Hero kartlarını bulup toplamak şart. Oyunun içinde birçok mod bulunmasına rağmen Walker Assault ve Supremacy, daha ilk günlerden büyük rağbet gördü. Bu modların ilgi toplamasının temel nedeniyse hem haritaların hem de oyuncu sayısının fazla olması. Diğer oyun modları arasında Heroes vs. Villains, Survival, Training Missions ve Hero Battles bulunuyor. Star Wars: Battlefront, Star Wars evreninin çok başarılı bir simülasyonu. Oynamaktan öte ses ve grafiklerin içinde zevkle dolaşıyorsunuz. Oynanış kolaylığı nedeniyle, özellikle Star Wars hayranlarına şiddetle önerilir. n Facebook tarafından 2014 yılında satın FIREFOX NIHAYET iPHONE’DA Masaüstü kullanıcıların vazgeçilmez tarayıcılarından biri olan Firefox, uzun bir süredir iPhone’da yoktu. Safari’ye alternatif arayan iPhone kullanıcıları mutlaka bir denesin. INSTAGRAM’DAN 1 SANIYE FOTOĞRAF PAYLAŞIMI Konusunda en popüler alanlardan Instagram, yeni geliştirdiği Boomerang’ı iOS ve Android kullanıcılarına sundu. Üst üste 10 fotoğraf çekerek bunları 1 saniyelik bir videoya dönüştüren uygulama bir hayli eğlenceli. 52 İSTASYON alınan Oculus Rift şirketinin merakla beklenen ilk sanal gerçeklik gözlüğü CV1, 2016’nın Mart ayında satışa sunulacak. Gözlük, sensör, dokunmatik el kontrol ve Xbox kontrol koluyla birlikte paket halinde geliyor. 360 derece görüş açısının yanı sıra üç boyutlu görüntü desteği sunan Oculus Rift, kendi geliştirdiği birçok teknolojiyle görüntü gözlüklerinde bambaşka bir dönemin kapısını aralayacak. Kafa hareketlerine duyarlılığı, görüntü kaymalarını önleyen özel sistemleriyle bu gözlük, özellikle oyunseverlere yepyeni deneyimler yaşatacak. Birçok oyun geliştiricisiyse, ürünlerine gözlüğün yeteneklerine uygun özellikler ekliyor. Dört temel parçadan ibaret üründe, omurgayı, kompakt bir tasarıma ve çıkarılabilir dâhili kulaklıklara sahip olan gözlüğün kendisi oluşturuyor. İkinci önemli parçaysa, oyuncuyu görebilecek şekilde masaüstüne yerleştirilen hareket sensörü. Bu sensör, kafa ve vücut hareketlerinizi algılayarak oyunla etkileşimi sağlıyor. Üçüncü önemli parça Oculus tarafından geliştirilen dokunmatik el kumandası. Oculus Rift ayrıca Xbox klasik kontrol ünitesini de pakete dâhil etmiş. Tüm bunların fiyatının, 1500 Dolar civarında olacağı tahmin ediliyor. Candy Crush’ı oynamayan yoktur herhalde. Facebook’ta doğan oyun, kısa sürede 100 milyonların gönlünü fethetti. Bağımlılık yapan oyun, yaratıcılarını da sonunda milyarder yaptı. Dev oyun şirketi Activision Blizzard, Candy Crush’ın yapımcısı King şirketini tam 5,9 milyar Dolar’a satın aldı. Oyun dünyasında Call Of Duty, World Of Warcraft gibi ünlü oyunlara sahip Activision Blizzard, milyonlarca oyuncusuyla mobil oyunlar arasında iddialı bir hale geldi. Candy Crush, ayda 400 milyondan fazla kişi tarafından oynanıyor. n NEED FOR SPEED NO LIMITS CEPTE Birçoğumuz uzun süredir mobil ortamda Need For Speed oynuyoruz. Serinin yeni oyunu “No Limits”, ücretsiz olarak cebe geliyor. Yüksek kaliteli grafikleri ve eğlenceli onanışıyla “Need for Speed No Limits”, yarışseverleri bir kez daha sokaklara çağırıyor. n FIFA 16 ULTIMATE TEAM MOBIL VERSIYON FIFA 16, PC ve konsollar için piyasaya sürülmeden mobil oyunu yayınlandı. Gelişmiş teknik özelliklere ve daha iyi grafiklere sahip FIFA 16 Ultimate Team, yenilenmiş oyun motoru sayesinde gerçek futbol deneyimini artırmış. 500’ün üzerinde lisanslı takımdan toplamda 10 binin üzerinde gerçek oyuncunun yer aldığı oyunda, kurduğunuz takımları yönetme şansını yakalıyorsunuz. Ücretsiz olarak indirebiliyor ve oyun içinden satın alımlar yapabiliyorsunuz. İSTASYON 53 KÜLTÜR SANAT LADY GAGA’NIN MALIYETLI KORKUSU BOWIE’DEN YENI YIL HEDIYESI Sahne dünyasının ünlülerinin korkuları, kimi zaman insanı hayrete düşürüyor. Örneğin Lady Gaga, korkusu nedeniyle neredeyse bir servet harcıyor. İnsan bir şey üretmek üzere yola çıktığında, içinde bulunduğu yaş önüne engel olarak çıkmıyor, çıkamıyor. Misal David Bowie. “Glam rock’ın kralı” olarak anılan Bowie, 70’inde “Blackstar” adlı yeni albümüyle hayranlarının karşısına çıkmaya hazırlanıyor. n Türkçenin zengin bir dil olduğu aşikâr. Kıvraklığı, akıcılığı bir yana, deyim ve atasözleri de dili oldukça renkli kılıyor. Ancak söz konusu atasözleri ve deyimlerden bazıları, günümüz dünyasında geçerliliğini yitirmiş durumda. Diğer bir değişle tedavülden kaldırılması gerekiyor. “Yaş yetmiş, iş bitmiş”, “ununu eleyip, eleği asmak” da artık kullanım dışı kalması gerekenler arasında. Çünkü meydana gelen bazı vakalar, bu tanımlamaların gerçekliğini sorgulatacak nitelikte. Örnek mi? İşte size iyi bir örnek; David Bowie. Zira kendisi, 70’ine dayanan merdivenin son basamağında… Ancak yaşına inat üretmeye devam ederek yeni bir albüme imza atıyor. Albümün adı “Blackstar” ve yeni yılın ilk haftasında (8 Ocak) albümün ilk single’ı yayınlanacak. Biz de bu vesileyle sanatçının kariyerine kısaca göz atalım istedik. Asıl adı David Jones olan Bowie, 8 Ocak 1947’de, İngiltere’de dünyaya geldi. Bu tarihten yola çıkarak, single’ın yayınlanış günü Bowie için aynı zamanda doğumgünü armağanı olacak diyebiliriz. Müzik dünyası onun adını, 1969 yılında yayınladığı Space Oddity albümüyle tanıdı. Albümün İngiltere listelerine 5 numaradan girmesiyle bir anda şöhret basamakları tırmanmaya başlayan Bowie, şarkıcılığının yanı sıra söz yazarlığı ve aktörlüğüyle de dikkatleri üzerine topladı. Dünyaca ünlü müzik dergisi Rolling Stones’un “Tarihteki En İyi 500 Albüm” listesine altıncı sıradan giren sanatçı, aynı derginin “Tarihteki En İyi 500 Şarkı” listesine beş şarkısıyla adını yazdırdı. Başarıları birçok ödülle taçlandırılan; Madonna, Lady Gaga gibi isimlere ilham veren David Bowie, 2003 yılında kendisine sunulan şövalyelik unvanını geri çevirmesiyle de gündem yaratmıştı. Müzikal kariyerine “Blackstar” ile birlikte 24 albüm sığdıran David Bowie, en son 2013 yılında “The Next Day” albümüyle sevenleriyle buluşmuştu. Onun öncesindeyse 10 yıl hiç albüm yayınlamamıştı (Reality albümü 2003’te çıkmıştı). “Glam rock’ın kralı” bu kez o kadar beklemeyerek “Blackstar” ile sevenlerine bir nevi yeni yıl hediyesi sunmuş oldu. 54 İSTASYON İllüstrasyona eli değen ilk kadın n SALT Beyoğlu, Türkiye’nin ilk kadın illüstratörlerinden Ressam Sabiha Rüştü Bozcalı’nın yaşamına ve ürünlerine odaklanan son derece kapsamlı bir sergiye ev sahipliği yapıyor. Bozcalı, manzara ve natürmortlarının yanı sıra portreleriyle de dikkatleri üzerine toplayan bir ressam. Henüz beş yaşındayken annesinin teşvikiyle resme başlayan sanatçı, 15 yaşından itibaren farklı dönemlerde Berlin, Münih, Paris ve Roma’da dönemin tanınmış ressamlarından dersler aldı. Cumhuriyet Halk Partisi ve Halkevleri tarafından 19381943 yıllarında düzenlenen, belirli sanatçıların Anadolu şehirlerini resmetmekle görevlendirildiği “Yurt Gezileri”ne katıldı. Modernleşme ve yeni bir kültürel kimlik oluşturma sürecini belgelemek üzere 1939’da Zonguldak’a gönderildi; fabrikalara yoğunlaşarak şehirdeki endüstriyel gelişim sürecinden ayrıntıları yansıttı. O yıllarda İnhisarlar İdaresi ve Yapı Kredi Bankası gibi önemli kurumlar için yaptığı çizimlerle reklam ve yayıncılık alanlarında dönüşüm geçiren görsel anlatım diline katkıda bulundu. 1953’ten itibaren Milliyet başta olmak üzere birçok gazetede ressam olarak çalıştı. Reşad Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi’nin ressamlarından biri olan Bozcalı, Nezihe Araz, Cahit Uçuk ve Refi Cevad Ulunay gibi yazarların eserleri için illüstrasyonlar yaptı. Türkiye’nin ilk kadın illüstratörlerinden Bozcalı’nın kültür tarihindeki rolüne ışık tutmayı amaçlayan sergide, çeşitli desen, resim, fotoğraf, günlük, mektup ve kartpostallarıyla katkıda bulunduğu yayınlar yer alıyor. 15 Aralık’ta açılan sergiyi 14 Şubat’a kadar ziyaret edebilirsiniz. n Bu sayımızda, National Geographic Türkiye’nin yaptığı ve hurafeleri konu olan haberi henüz okumamışsanız, mutlaka okumanızı tavsiye ederiz. İnsanlık tarihi hurafelerle ve ünlü ya da ünsüz, o hurafelere inanan insanlarla dolu… Fakat burada, o metni okuyanları bile şaşırtacak bir haberi paylaşacağız sizlerle. Haberimizin odağında günümüz popunun en sıra dışı şarkıcılarından Lady Gaga var. Müzik dünyasının nev-i şahsına münhasır bu ismi, birçok açıdan çağdaşlarından farklılık gösteriyor. Andy Warhol ve Grace Jones’u taparcasına seven, David Bowie, Madonna ve Freddie Mercury’den ilham alan, sahne arkasında Debbie Harry, Jimmy Page, Sex Pistols, Ramones, Jimmy Page’in fotoğraflarını bulunduran Lady Gaga, günümüzün en güçlü kadınlarından biri olduğu izlenimi veriyor. Sahnede sergilediği tavırlar kişiliğine, sattığı albümlerse maddi gücüne referans adeta. Ancak, geçtiğimiz günlerde yayınlanan bir habere göre işin içinde hayaletler olunca, ufak tefek bu kadın için her şey değişiyor. www.ntv.com.tr’nin, ünlülerin 2015 yılı içinde yaptıkları abartılı harcamaları konu alan haberinde, Lady Gaga’nın hayalet dedektörleri için 50 bin Dolar harcama yaptığı belirtiliyor. Şarkıcı bu parayı turnesi sırasında kaldığı otellerde hayalet olup olmadığını öğrenmek için sarf etmiş. 50 bin Dolar, hiç de azımsanacak bir rakam değil kuşkusuz. Binlerce Dolar’ı, varlığı şüphe götüren birtakım varlıkları bulmak amacıyla üretilen dedektörlere yatırmaksa, aklın sınırlarını zorlamıyor değil… Veyahut “zenginin parası, züğürdün çenesini yoruyordur” sadece. Kimbilir… O nedenle de Beyonce’un, yüksek topuklu bir çift ayakkabıya 312 bin Dolar verdiği haberine değinmiyoruz bile… Chris Botti Zorlu’da n Zorlu Performans Sanatları Merkezi, dünyaca ünlü bir trompetçiyi ağırlamaya hazırlanıyor. Klasik müzikteki ustalığını, Sting’le olan yakın ilişkisinin de etkisiyle pop müzikle harmanlayan Chris Botti, Türkiye’ye geliyor. Impressions isimli albümüyle 2013 yılında En İyi Enstrümantal Pop dalında Grammy kazanan, 2008 tarihli “Italia”yla bir kez, 2010 tarihli “Chris Botti in Boston”laysa farklı dallarda üç kez Grammy’ye aday olan Amerikalı sanatçı, toplam 10 stüdyo albümü ve canlı performanslarla büyük bir hayran kitlesi kazandı. Trompetle tanıştığı dokuz yaşından itibaren caz müziğe karşı beslediği sevgiyi virtüözlükle birleştirmeyi başaran ünlü trompetçi, bugüne kadar Frank Sinatra, Buddy Rich, Paul Simon, Aretha Franklin, Natalie Cole, Bette Midler, Joni Mitchell, Sting ve Natalie Merchant’ın da aralarında bulunduğu, müzik tarihine damga vurmuş isimlerle aynı sahneyi paylaştı ve kayıtlar gerçekleştirdi. Billboard caz Uluslararası rock tatili: Zeytinli n Ardında uzun bir tarih yok belki ama Zeytinli Rock Festivali her yıl daha fazla kişinin ajandasında yerini almayı başaran bir etkinlik. Türk rock müziğinin en tanınmış simalarının katıldığı bu organizasyon, bu yıl 2023 Ağustos’ta düzenlendi ve 100 binden fazla müzikseveri ağırladı. Şimdi sıra uluslararası platformlara açılmaya geldi. Zira 2016’da 25-28 Ağustos tarihlerinde düzenlenmesi planlanan Zeytinli Rock Festivali’ne Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Almanya ve Kıbrıs’tan da amatör ve profesyonel grupların katılması öngörülüyor. “Deniz, kum, güneş ve rock müzik” sloganıyla, Balıkesir’in Edremit ilçesine bağlı Zeytinli beldesinde gerçekleştirilen etkinlik, müzikseverlere bir anlamda “rock tatili” vadediyor. albümleri listelerinde bugüne kadar dört albümüyle zirveyi gören Chris Botti, müzik tutkunlarını mest edecek canlı performansıyla 16 Ocak’ta Zorlu Performans Sanatları Merkezi’nde olacak. İSTASYON 55 ÇOCUK Hayalet karınca yediği bazı besinlerin rengini alabilir. >>> Garip AMA , Gercek AŞAĞIDAKİ BİLGİLER SENİ ŞAŞIRTACAK İNSAN VÜCUDUNDA BULUNAN DEMIRLE 5 CM UZUNLUĞUNDA BIR ÇIVI YAPILABILIR. ÇILEKTE PORTAKALDAN DİKKAT, ARKAMDAN ÇEKİLİN... DAHA FAZLA En hızlı tenis servisi saatte C VITAMINI VARDIR. 246 km VERİN. hıza ulaşmıştı. Gergedanlar birbirleriyle Basset hound ırkından köpe kle ağırlığı bir rin Kolibri geriye doğru uçabilen filin kalbi kada tek kuştur. bırakarak haberleşir. denizaltıdan derine dalabilir. Dünyanın en pahalı kahvesi miskkedisinin yedikten sonra dışkıladığı kahve çekirdeklerinden elde edilir. 56 İSTASYON r olabilir. dışkı yığınları Deniz fili Astronotsuz bir uzay kıyafetinin yeryüzündeki ağırlığı 127 BANA KULAK kilogramdır. Soğuk su sıcak sudan daha Japonya’nın Osaka kentindeki 16 katlı bir ağırdır. iş merkezinin ortasından geçer. otoyol Bazı mantarlar karanlıkta parlar. Bu konu NATIONAL GEOGRAPHIC KIDS Türkiye dergisinden alınmıştır, NG KIDS abone hattı: 444 18 59 veya 0 850 222 18 59 İSTASYON 57 TÜVTÜRK TÜVTÜRK’TEN SEKTÖRE HIZMET: TÜVTÜRK AKADEMI BIR DĞŞTALKS DAHA GERIDE KALDI TÜVTÜRK Akademi basın buluşması TÜVTÜRK Akademi, yürüttüğü çalışmaları paylaşmak amacıyla bir basın toplantısı düzenledi. 18 Aralık’ta TÜVTÜRK Akademi’de gerçekleşen toplantıya özellikle lojistik sektörünü yakından takip eden basın mensupları davet edildi. Toplantıda katılımcılara TÜVTÜRK Akademi’nin başta mesleki yeterlilik olmak üzere, verdiği tüm eğitimlerle ilgili geniş bir sunum yapıldı. Sabah saatlerinde başlayan basın toplantısı, öğle yemeğinin ardından son buldu… Doğuş Grubu çatısı altında bulunan firmaların üst düzey yöneticileri, artık gelenekselleşen DĞŞTALKS etkinliği için 6-8 Kasım tarihlerinde Antalya’da bir araya geldi. “Story Telling” temasının ele alındığı etkinlikte aynı zamanda bir önceki yılın teması olan “Collaboration - İşbirliği” kapsamında yürütülen proje öneri sisteminde seçilen projelerin tanıtımı da yapıldı. Bu öneriler arasından hayata geçirilmeye değer görülen projelerden biri de TÜVTÜRK İdari İşler Yönetmeni Zeki Çelik tarafından geliştirilen “Tedarik Zinciri Entegrasyonu” projesiydi. Doğuş Grubu şirketlerinin ortak bir tedarikçi havuzuna sahip olması ve böylelikle fiyat avantajının yanı sıra zaman ve işgücü tasarrufunun sağlanmasını hedefleyen projeyle ilgili ödülü, Zeki Çelik’e Doğuş Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ferit F. Şahenk tarafından verildi. KARAYOLLARI TRAFIK GÜVENLIĞI SEMPOZYUMU Trafik alanında hizmet veren firmaların, kurum ve kuruluşların tecrübeleriyle biliminsanlarının çalışmalarının karşılıklı olarak paylaşılmasını amaçlayan Karayolları Trafik Güvenlik Sempozyumu ve Sergisi, 12-14 Kasım’da Ankara’da, ATO Kongre Merkezi’nde yapıldı. Bu yıl altıncısı düzenlenen sempozyumun açılış törenine Yargıtay Başkanı İsmail Rüştü Cirit, dönemin İçişleri Bakanı Selami Altınok, dönemin Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Feridun Bilgin ve Emniyet Genel Müdürü Celalettin Lekesiz ile çok sayıda davetli katıldı. TÜVTÜRK, kurduğu stantlar ve TÜVTÜRK Akademi’nin yanı sıra Trafikte Sorumluluk Hareketi’yle (TSH) bu etkinlikteki yerini aldı. Sempozyumun açılış töreninde Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme eski Bakanı Feridun Bilgin, trafik güvenliğine sundukları katkı nedeniyle TÜVTÜRK Genel Müdürü Kemal Ören’e teşekkür plaketi verirken, TÜVTÜRK Genel Müdür Yardımcısı Aykut Özgülsün, “Araç Muayenesinde Tespit Edilen Kusurların Trafik Ve Yol Güvenliğine Etkisi” konulu bir sunum yaptı. Sempozyum kapsamında TÜVTÜRK’ün sponsoru olduğu Karayolu Trafik Güvenliği Kısa Film Yarışmasını kazananlara ödülleri takdim edildi. Çevresinde 360 derece dönerek, araçların takla atmasını canlandıran emniyet kemeri simülasyonuyla ziyaretçiler, emniyet kemeri kullanmadıkları takdirde meydana gelebilecek felaketlerle ilgili bilgi sahibi oldu. Trafikte Sorumluluk Hareketi’nin beşinci yılının da kutlandığı sempozyumda, TSH etkinlik alanında trafik güvenliği yarışmasının yanı sıra alkollü araç kullanımının tehlikelerine dikkat çeken “alkol gözlüğü” simülasyonu yapıldı. 58 İSTASYON TÜVTÜRK Akademi, ülke genelindeki araç muayene istasyonlarında görev yapan çalışanlarının mesleki becerilerini artırma yönündeki hizmetleriyle TÜVTÜRK’ün kaliteli hizmet anlayışına katkı sağlıyor. Buna ek olarak SRC 5 Eğitimleri başta olmak üzere, Mesleki Yeterlilik Eğitimleri veren TÜVTÜRK Akademi, sektörde faaliyet gösteren firma ve kuruluşlara bilgi ve kaynak sağlıyor. TÜVTÜRK Akademi, faaliyetlerini tanıtmak için Kasım ayı boyunca bir dizi etkinliğe katıldı. 6-8 Kasım tarihlerinde DĞŞTALKS etkinliği, 12-14 Kasım’da Karayolu Trafik Sempozyumu ve son olarak 18-20 Kasım tarihlerinde İstanbul Fuar Merkezi’nde düzenlenen Uluslararası Transport Lojistik Fuarı’nda kurulan stantlar aracılığıyla Akademi tarafından verilen SRC 5 eğitimleri başta olmak üzere sektöre verdiği hizmetleri ve dışarıya satışı yapılan eğitim salonlarını da tanıttı. DĞŞTALKS’taki standı TÜVTÜRK Yönetim Kurulu Başkanı Erman Yerdelen de ziyaret ederek, TÜVTÜRK CEO’su Kemal Ören’den bilgi aldı. İŞ ORTAKLARI BULUŞTU YILIN FARK YARATAN PROJESI: TSH Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı’nın koordinasyonunda, trafik ve taşıt güvenliği alanında çalışma yapan kurum ve kuruluşlarla işbirliği içinde ve TÜVTÜRK Araç Muayene İstasyonları’nın desteğiyle 2010’da hayata geçirilen Trafikte Sorumluluk Hareketi (TSH), trafik güvenliği ve bireysel sorumluluklar konusunda farkındalığın artırılmasını amaçlıyor. Farklı hedef gruplarına yönelik üç ayrı programla devam eden TSH kapsamında, beş yılda 1 milyonu doğrudan olmak üzere toplam 5 milyon kişiye ulaşıldı. TSH son olarak, Maltepe Üniversitesi İletişim Fakültesi tarafından bu yıl ilki düzenlenen İletişim Akademisyenleri Medya ve İletişim Ödülleri kapsamında “Yılın Fark Yaratan Projesi” ödülüne değer bulundu. “Farkında Olanlar Fark Yaratanlar” konseptiyle düzenlenen yarışmada radyo, televizyon, sinema, gazetecilik, görsel iletişim tasarımı, halkla ilişkiler ve tanıtım alanlarında, toplumsal sorunlar konusunda farkındalığı geliştiren projelerin, kurumların ve kişilerin ödüllendirilmesi; benzer projelerin teşvik edilmesine ve yaygınlaşmasına katkı sağlanması amaçlandı. TSH, jüri üyesi akademisyenlerce fark yaratan kurumsal sosyal sorumluluk projesi olarak ödüle değen bulundu. Ödüllerin takdimi için 3 Aralık’ta Maltepe Üniversitesi, Maltepe Eğitim Köyü Kampüsü’nün Marma Kongre Merkezi’nde bir tören düzenlendi. Trafikte Sorumluluk Hareketi’ne verilen ödülü Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı adına Karayolu Düzenleme Genel Müdürlüğü Denetim, Kontrol ve Araç Muayene Dairesi Başkanı Yılmaz Kılavuz, TÜVTÜRK Araç Muayene İstasyonları adına İletişim ve İş Geliştirme Direktörü M. Koray Özcan, Benchmark Danışmanlık adınaysa Ajans Başkanı Fadile Paksoy aldı. Bu TSH’ın başladığı tarihten itibaren kazandığı yedinci ödül oldu. Tecrübenin eşliğinde oluşturulan yeni fikirlerin paylaşarak çoğalması, bir şirketin bugünden yarına atacağı adımlarda önemli rol oynar kuşkusuz. TÜVTÜRK de iş ortaklarıyla beraber artık geleneksel hale getirdiği “Tecrübe ve Fikir Paylaşımı Toplantısı”nın sekizincisini, 23 Ekim’de Raffles İstanbul’da yaptı. TÜVTÜRK, iş ortaklarının birbirinden değerli fikirlerini aktardığı toplantılarda, hayata geçirilmesi planlanan projelerin yanı sıra önümüzdeki dönem hedefleriyle ilgili bilgiler de paylaşıldı. İSTASYON 59 TÜVTÜRK TÜVTÜRK’E MOĞOLISTAN’DAN ZIYARET HEDEF BINLERCE KIŞIYE ULAŞMAK! Ticari araçlarda uluslararası zirve Ticari araçlar sektöründe stratejik ve teknik konular üzerine odaklanarak karar mercilerini buluşturan “Car Training Institute”, 12-13 Ekim’de İstanbul’da “Commercial Vehicles Turkey” başlıklı bir etkinlik düzenledi. İstanbul’da dördüncüsü yapılan etkinliğe, sekiz ülkeden 100’ü aşkın kişi katıldı. Etkinlik kapsamında TÜVTÜRK Genel Müdür Yardımcısı (COO) Aykut Özgülsün, “Ticari Araçlarda Muayeneden Kalma Oranları ve Kusursuzluk Seviyesinin Yol Güvenliğine Katkısı” başlıklı bir sunum yaptı. Katılımcıların ilgiyle takip ettiği etkinlikte Özgülsün, sunumunun ardından kendisine yöneltilen soruları Millî Eğitim Bakanlığı, Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı, TÜVTÜRK Araç Muayene İstasyonları ve Goodyear Lastikleri arasında imzalanan işbirliği protokolüyle “Trafikte Sorumluluk Hareketi (TSH)” kapsamında hayata geçirilen Trafikte Gençlik Hareketi’nin dördüncü yılı, 18-19 Kasım 2015’te Antalya’da düzenlenen eğitim semineriyle başladı. 2012’den itibaren uygulanmaya başlanan TSH’ın temel amacı, trafik güvenliği konusunda farkındalığı geliştirmek. Ortaöğretim öğrencilerinin Trafik Güvenliği ve İlkyardım Kulüpleri’nin faaliyetlerine gönüllülük esasıyla katılmaları sağlanarak gelecek nesillerin bu konudaki farkındalıklarının artması hedefleniyor. Hedef kitlesini okulların trafik ve ilkyardım dersi öğretmenleri, 12’nci sınıf öğrencileri, trafik güvenliği ve ilkyardım kulübü öğrencileri, veliler ve okul servis şoförlerinin oluşturduğu projede, 2014-2015 eğitim öğretim yılında toplam 10 bin öğrenciye doğrudan trafik güvenliği eğitimi verilirken 20 bin veliye ve 500 servis şoförüne ulaşıldı. Eğitimler sonrasında yapılan değerlendirmelerde katılımcıların bu alandaki bilgi düzeylerinde yüzde 25 ila yüzde 34 arasında iyileşme sağlandığı gözlendi. 2015-2016 eğitim öğretim yılında TSH’ın bir parçası olmak için Antalya’daki seminerlere katılan öğretmenler, hem teorik hem de pratik eğitimler aldılar. Adana, Ankara, Bursa, İstanbul, İzmir, Kayseri, Kocaeli, Konya, Sakarya ve Samsun olmak üzere 10 ilden 50 öğretmenin katıldığı seminerin ardından, öğretmenler, okullarındaki velilere ve servis şoförlerine ulaşıp öğrencilere yönelik eğitimleri verecekler. Yaptığı çalışmalarla birçok kurum ve kuruluşa örnek olan TÜVTÜRK, sadece yurtiçinde değil, yurtdışında da takdir görüyor ve sık sık farklı ülke temsilcilerini ağırlıyor. Son olarak Gantsetseg Sukhbaatar başkanlığındaki Moğolistan Akreditasyon Kurumu’nun yetkilileri TÜVTÜRK’ü ziyaret etti. TÜRKAK Akreditasyon Uzmanı Osman Camcı, TÜVTÜRK Kurumsal Gelişim Direktörü Emre Büyükkalfa ve TÜVTÜRK Tesis Yönetimi ve Teknik Koordinasyon Müdürü Cemalettin Osmanoğlu tarafından ağırlanan heyete, kurum içi kalibrasyon ve diğer saha uygulamalarıyla ilgili bilgi verildi. Heyet, TÜVTÜRK Hadımköy İstasyonu ziyareti sırasında, bu alanda gerçekleştirilen çalışmaları yerinde gözlemleme şansı elde etti. Bakanlık eğitimleri tamamlandı TÜVTÜRK, Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı’nın (UDHB) 2015 yılı eğitimlerini tamamladı. Tüm istasyonlarda yönetici ve teknisyenlerin katılımıyla yapılan eğitimler, 18 Ekim’de Ankara, İzmir, Adana, Trabzon ve Antalya’da; 25 Ekim’de İstanbul, Bursa, Konya, Gaziantep ve Çorum’da olmak üzere 10 farklı lokasyonda gerçekleştirildi. Eğitimlerde katılımcılara, UDHB yetkililerinin 2015 değerlendirmelerinin yanı sıra TÜVTÜRK yetkilileri tarafından TÜRKAK denetim sonuçları, Etik Kod ve Çevre konularında da bilgi sunuldu. Program kapsamında bir de TÜVTÜRK’te üç yıl ve daha fazla çalışan Araç Muayene Teknisyenleri’ne (AMT) yönelik sınav gerçekleştirildi. Organizasyona, 963’ü sınava giren Araç Muayene Teknisyeni olmak üzere, toplam 2 bin 452 TÜVTÜRK çalışanı katıldı. Bir saatlik sınavda katılımcılara 40 adet binek araç, 20 adet de ağır vasıta araç muayenesi teknik ölçme, değerlendirme sorusu yöneltildi. Her iki bölümden de 65 puan ve üzerini alan Araç Muayene Teknisyenleri, “başarılı” addedildi. yanıtladı. 150 YILIN ŞEREFINE Akreditasyon Denetimleri tamamlandı TS EN ISO/IEC 17020:2012 standardı temelinde, Türk Akreditasyon Kurumu (TÜRKAK) tarafından gerçekleştirilen Akreditasyon Denetimleri’nin ikinci çevriminin son gözetim denetimini tamamlayan TÜVTÜRK, çalışmalarına ışık tutacak bu zorlu sınavdan, sekizinci kez başarıyla çıktı. Kurulduğu günden bu yana akreditasyon sürecini bir zorunluluk olmaktan ziyade kurum kültürünün parçası olarak gören ve tüm çalışmalarını bu bakış açısıyla yürüten TÜVTÜRK, büyük bir motivasyonla yeni dönem hazırlıklarına başladı. 60 İSTASYON Bağımsız ve tarafsız bir test organizasyonu olarak 1866’da Almanya’da kurulan ve TÜVTÜRK’ün ortaklarından olan TÜV SÜD, 2016’da 150’nci yaşını kutlayacak. Günümüzde 22 bin çalışanıyla dev bir organizasyon olan firma, bir buçuk asırlık geçmişine özel bir film hazırladı. Dünyanın farklı yerlerinde gerçekleştirilen çekimlerle oluşturulan filmin bir bölümü Türkiye’de çekildi. 17-18 Kasım’da Bursa’nın Mudanya ilçesindeki Gezici Traktör İstasyonu ve Dudullu Araç Muayene İstasyonu’nda (İstanbul) yapılan çekimlerde, TÜVTÜRK’ün oluşturduğu sistemi gösteren karelerin yanı sıra sistemin içinde yer alan personelin görüşlerine de yer verildi. Çekimlere TÜVTÜRK İletişim ve İş Geliştirme departmanından Tuğçe Eroğlu Kılınç, TÜV SÜD Bursa A.Ş. Genel Müdür Yardımcısı Murat Barın, TÜV SÜD Almanya Kurumsal İletişim departmanından Jörg Riedle, filmin yapımcılığını üstlenen Michael Kneissler ve kameraman Annekatrin Fee Meyers katıldı. TÜV SÜD’ün global olarak hazırlanan 150’nci yıl filminde böylece Türkiye’deki araç muayene sistemleriyle ilgili geniş bir kesimin haberdar olması sağlanacak. YÜZDE YÜZ BÜYÜYOR Kurulduğu günden itibaren, müşterilerine daha nitelikli hizmet vermeyi ana hedefi olarak belirleyen TÜVTÜRK, açtığı yeni istasyonlar ve yüzde 100 randevu sistemini genişleterek her geçen gün çıtayı yükseltiyor. Sivas’ın Gemerek ilçesinin Şarkışla beldesinde 18 Eylül’de, Trabzon’un Of ve Gaziantep’in İslahiye ilçesinde 17 Ekim’de, Şanlıurfa’nın Viranşehir ilçesinde 27 Ekim’de, Çorum’un Osmancık ilçesinde 4 Kasım’da birer istasyon açan TÜVTÜRK, 10 Aralık’taysa Şanlıurfa’nın Siverek ve Gaziantep’in Nizip ilçelerinde birer ek kanalı hizmete sundu. Bartın (merkez), Karabük (merkez), Kastamonu (merkez), Kütahya (Tavşanlı), Zonguldak’taki (merkez ve Ereğli) istasyonlarını 15 Eylül’de yüzde 100 randevulu sisteme geçiren TÜVTÜRK, aynı uygulamayı Bilecik’te (merkez) 29 Ekim’de, Eskişehir (Sivrihisar) ve Kastamonu’nda (Tosya) 3 Kasım’da, Trabzon’da (Of) 10 Kasım’da, Kayseri (Erciyes), Sivas (Gemerek Şarkışla) ve Çorum’daysa (Osmancık) 15 Aralık’ta gerçekleştirdi. Böylece 10 Ekim’den itibaren TÜVTÜRK’ün 269 istasyonu, tamamen randevulu sistemle hizmet verir hale geldi. Hayatın İçinden Toplantılar TÜVTÜRK İnsan Kaynakları’nın her yıl belirli periyotlarla düzenlediği ve kısa adı HİT olan Hayatın İçinden Toplantılar adlı organizasyonu, 27 Kasım’da yapıldı. Genel Merkez çalışanlarının tamamının katıldığı 2015 yılının son HİT organizasyonu, Kemer Country’de düzenlendi ve etkinliğe Metin Hara’nın sunumu damgasını vurdu. Enerji tekniğine ilişkin bilgisini, tıp bilgisiyle sentezleyerek etkin bir tedavi ekolü benimseyen Hara, Hayatın İçinden Toplantılar’ın katılımcılarına pozitif düşünme, düşüncenin gücü ve enerji gibi konularda seminer verdi. TÜVTÜRK çalışanlarının etkin katılımıyla interaktif bir performansa dönüşen seminerin bir sonraki aşamasında Metin Hara, kendisinin kaleme aldığı “Yol” adlı kitabı imzalayarak katılımcılara dağıttı. Seminerin ardından açık havada barbekü partisi vardı. Free Hugs ekibinin canlı müzik performansıyla TÜVTÜRK personeline sürpriz yapılan partide, tüm çalışanlar gönüllerince eğlendi. İSTASYON 61 ENGLISH SUMMARY Chestnut grilled good to eat! The biggest company of walks in cold weather and winter nights at home, chestnut is a real miracle both with its taste and uses. Written by: GAYE ŞAHIN F antastic smell of smoke on every street corner, the brown paper bag in which the vendor puts the hot chestnuts, and the moment we finally meet that delicious taste after peeling the hot skin… Without a doubt, one of the first things that come to mind when you speak of winter is chestnut. Chestnut holds a special place in our hearts probably because of its association with winter months, New Year, family gatherings and sharing. And we deserve that place: we are one of the biggest chestnut producers in the world; we supply various kinds of delicious chestnuts. Going well with different tastes from meat and rice to chocolate and desserts, chestnut has also a solid and rich taste on its own; therefore, it is a real miracle. For once, the process of picking and cleaning chestnuts is very difficult. They grow in their ball-shaped skin covered with thorns. When you open them up, two or three chestnuts come out. During this process, one should be really careful about thorns. It is known that there are 16 different species of chestnut trees that grow in Asia, Europe and America. The chestnut of the species known as “Castanea Sativa” is called the Anatolian chestnut. Anatolian chestnut grows on a wide area – from North Anatolia to Marmara and Aegean regions. The small chestnut that grows on Black Sea coastline is 62 İSTASYON First we get the wind of its strong smell. It seduces and bundles us up. Shame on you if you don’t get carried away with the charm of hot chestnuts in the cold weather. called small chestnut (kuzukestanesi). Turkey is the 4th biggest chestnut producer after China, South Korea and Italy. Aydın, Bursa and İzmir are the cities where chestnut grows most. The best sweet chestnuts of Europe grow in Ardèche-France, Galicia-Spain and Northern Italy. In Turkish cuisine, chestnut is cooked in kebab style, which means grilling on flame. Boiling is also a good way to cook chestnut. Keeping the vitamins it contains when being cooked since its skin is quite thick, chestnut is a lowfat and low-starchy bomb of vitamin C. It can quickly meet the daily need of energy. It was also an essential part of Ottoman palace cuisine. Always available in sultans’ rice and soup, the fruit goes very well with game, turkey and lamb meat. It goes very well with meat and rice, ok, but where it actually shines bright is desserts. Chestnut cakes, cheesecakes, tarts, éclairs and chocolates find place in every culinary culture and they are loved very much. What makes us different is our candied chestnut, in other words, our marron glacé. Turkey has successful brands of years such as Kafkas and Kardelen in the produc- tion of marron glacé, which is one of the most special tastes in the world. The recipe is not a preferred one in industrial production since it uses raw chestnuts that first drop from trees and its application is too troublesome. The Doğan Family, owner of Pasto Bakery in Osmangazi, still carries on that difficult tradition. The inside of that type of chestnut is snow white; they have to be peeled by hand one by one and that process of peeling is really hard because of their underripe form. Since they lack starch, they are wrapped in a cloth; otherwise, they fall into pieces when they wait in syrup. No glucose is added; peeled and boiled chestnuts are kept in sugar and boiled and then wrapped in cloths and kept in syrup. They can’t be put in boxes, so they are sold in glass jars. If you are curious about the first shop in Bursa that sold candied chestnut, you have to go to Ulus Pastanesi in city centre. The owner Hacı Rasim Öztat used to send candied chestnuts from this tiny shop to Atatürk. Today, Akile Öztat and her son Celal Öztat run the shop together. When we speak of a delicious and resourceful fruit like chestnut, it is possible to find different tastes and delicious recipes from Bursa to İzmir and Aydın. Of course, no other joy can compete with the pleasure of roasting your own chestnuts at home and sharing them with your loved ones. İSTASYON 63 ENGLISH SUMMARY A spontaneous step brought success will go to the space if you do a full-length film.” That’s a joke, of course. Taking the problems between Turkey and Armenia into account, the film is about a little girl reaching up to her favorite chocolate through suitcase trading. It arouses positive feelings in people. When I finished shooting the film, I had the director Reis Çelik, with whom I worked in the movie “Mülteci”, watched it. He made such good remarks about it. He said “You should definitely send this to Berlin Film Festival.”With that kind of a motivation, we applied to festivals. Since it was my first film, we made the applications a little inexpertedly. Then we heard that it was accepted by a festival in Paris. I also went there. It was a festival that the intelligentsia was following. After the jury watched the film, an old member came up to me and said thank you. It turned out that the films on selection there traditionally told serious issues in a heavy way. My film stood out with its positive perspective. Then it was accepted to Hamburg Short Film Festival. It turned out that the world of short films followed this festival closely. When “Ziazan” won the grand award in that festival, the film became popular. It went on a world tour… Then, it was selected for a festival in USA. Before I went there, I had a phone call. The person calling me was saying “I write for Washington Post, I’d like to talk to you about your film.” I said “OK” and it became full-page news. The film is still being invited to festivals and I keep sending it. Got featured in Washington Post with her short film “Ziazan” and wishing to keep directing films, Derya Durmaz says she takes all her steps spontaneously Interview: MURAT PAK Photos: ERDEM KÜÇÜKÖZER (ATASAR FOTOĞRAFÇILIK) How did your adventure of acting start? Ever since I was a child, I and my cousin have displayed various plays to our family. Because I wanted to be an actress, I wanted to study in acting school when it was time. However, my family said “Have a profession. Do the acting as a hobby”, so I studied economy. But one can not give up on her dreams, of course. Later, I attended Şahika Tekand’s Studio Oyuncuları, received acting lessons there and put the necessary effort into being an actress. Which movies and TV series left a mark on you? I worked professionally for the first time in the TV series “Ihlamurlar Altında”. To be honest, I was happy that the story of the cliché poor guy and rich girl would be told through the marginalized people of society. Thanks to that series, I understood that doing popular work would not mean sitting on the fence and doing weightless work. And it drew a lot of attention. And that attention was not only within Turkish borders… Yes, I once went to Morocco; some people stopped me to ask a signature. Then I realized how popular the show was abroad. What about the films? Which movies have impressed you in recent years? I liked “Mavi Dalga” very much. It’s a movie written and directed by two women. In fact, it was also important to observe how two women directors could work together because even though they were two people, they needed to direct the movie with one voice to be effective. And they were really successful in doing it with one voice. 64 İSTASYON Maybe you made such an observation because inside, you were thinking of directing a film… I don’t know. Actually, I was not planning to be a director but apparently that was not the case in my subconscious. On second thought, the observations I made on the factory floor helped me a lot. How did you decide to direct your first film Ziazan? I guess I make critical decisions about my life spontaneously. That’s how I made Ziazan. The whole thing started when I read a piece of news in the paper about the suitcase trading between Turkey and Armenia. The border between two countries was closed but still a trade relation among the citizens and between bus compa- nies and shipping firms was built. The news was about how this trade relation was interrupted when shipping firms increased the prices. That piece of news about suitcase trading rang a bell about things in my life and I wrote the story of “Ziazan.” Later on, I joined the film festival in Armenia. When the project was awarded there, we came to the point of shooting the film. You shot the film and it travelled all around the world. At the end of a spontaneous process, you ended up shooting a film loved by many people… To be honest, I did not think it would draw such a big attention. It has become a brunt of a joke among my friends. They say “If you travel around the world with a 15-minute film, you To how many festivals has it been and how many awards has it won? It was screened in 43 festivals. I was curious and counted: it went to 19 countries. And it won 11 awards. For me, the fact that it went on a world trip has a special meaning. The story of a girl who travels within closed borders for a chocolate in a suitcase has crossed the borders and keeps travelling. I guess the meaning of something in itself finds a response in outer world as well. I’d like to ask if your second film “Gri Bölge” (The Grey Zone) was made upon that success but for sure there was spontaneity there, too… Yes, unfortunately we made that film spontaneously, too. I was acting in the TV series “Bugünün Saraylısı” and Nazan Kesal was my cast mate. I had written a story in the past about losing virginity. But in a general way, actually about things changing form. The mother in that story reminded me Nazan Kesal. I told her about it and she read the story. She said “We can shoot this” because it was a film taking place in two places and it could be shot in two days. Then we set to work. Emine Yıldırım became my producer like in my first film. Meryem Yavuz was the cinematographer. I mean, we made a film in a collective mindset of many women coming together. Actually, working mostly with women did me good. This film is also travelling around the world. A full-length is next? Maybe, I have some ideas. We’ll see. Cause I can’t manage to do planned, measured things. Still, let me tell you what I have in mind. Başak Culture and Art Foundation and I developed a project. It was intended for children and young people in Turkey who had difficulty in obtaining social opportunities. We organized cinema workshops in 14 cities for children and gave them the chance to express themselves through short films. It has been a year since we started carrying out the project. We worked with children of miners in Soma, children in refugee camps and children of seasonal workers. I had wonderful experiences in each place. I had met a Yezidi child in Batman. I have a story in mind that comes out of his life. I want to tell his story. Refugees are your destiny, I guess. You have worked on refugees for years. And now you want to tell a story of a refugee child. This is a hot button issue. What is your opinion about it? I was at a festival in Italy. When I was talking to an Italian friend, another European friend was complaining “Where is this refugee problem going?” like it was a brand new problem. My Italian friend and I looked at each other and she could not help but saying “The refugee problem has been there for a long time. However, now that the refugees are at the European door, the seriousness of the issue is just perceived.” It was such a right evaluation. Now it is a hot button issue because of Syrian War. But before that, a lot of refugees crossed the borders of Turkey. A lot of refugees died on Italian borders. I guess, a big tragedy should take place so that humanity would pay attention to that kind of problems, unfortunately. The body of Aylan who washed ashore brought up this problem. What do you think is the solution? At the latest G-20 Antalya Summit, businessmen said the problem was capitalism. Now the refugee problem is much beyond a perspective like “a war breaks out somewhere in the world; escaping civilians go to other countries, they apply for refugee protection and their application is assessed”… A system in which the stronger exploit the weak for their own wealth has reached the point of saturation. What we are going through is not normal anyway. Now we are at a point where humanity should have a different perspective. We know that you came across people like Wim Wenders and Jane Campion when you were on tour for festivals. Did they leave their marks on you? I came across Jane Campion in India at a festival. It turned out that we were invited to a festival that was not there. That weird situation brought us closer. She is a calm woman. In that case of misfortune, she kept calm. Actually, for the first time in my life I had come across such a big director. We talked a lot about being a woman in cinema industry. Even an important director like her had many difficulties. She gave me a personal advice and suggested I should do yoga because you need to keep calm in cases of crisis. We can’t really manage to do that. I came across Wim Wenders at Toronto Film Festival. As part of the festival, master film-makers supervise creativity workshops with selected talented screenwriters and directors. Wim Wenders told us about his experiences. He told everything from how he shot his films to what kind of mistakes he made. He shared his experiences and knowledge with a big confidence. In our society, nobody shares their knowledge; they want to be the master of knowledge. In that sense, I was very happy to see the sharing of such big film-makers. İSTASYON 65 ENGLISH SUMMARY TÜVTÜRK news IN HONOR OF 150 YEARS n Having been founded in 1866 in Germany as an independent and impartial testing organisation, TÜV SÜD will celebrate its 150th anniversary in 2016. A giant organisation with 22 thousand employees today, the company is making a special movie for its past of one and a half century. The shooting of the movie was made in different locations of the world including Turkey. In the shootings made during November 17-18th in the Mobile Tractor Station in Mudanya and Dudullu (Istanbul) Vehicle Inspection Station, the system that TÜVTÜRK created as well as the opinion of the staff using the system was included. Tuğçe Eroğlu Kılınç from TÜVTÜRK Communication and Business Development department, TÜV SÜD Bursa AŞ COO Murat Barın, Jörg Riedle from TÜV SÜD Corporate Communication department, Michael Kneissler the producer of the movie and Annekatrin Fee Meyers the cameramen attended the shooting. THE PROJECT OF THE YEAR THAT MADE A DIFFERENCE: TSH n Carried out under the coordination of the Turkish Ministry of Transport, Maritime Affairs and Communications, in cooperation with the institutions and organizations operating in the field of traffic and vehicle safety, with the support of TÜVTÜRK, “Trafikte Sorumluluk Hareketi (TSH) / Traffic Responsibility Action” aims at raising awareness on traffic safety and individual responsibilities. Proceeding with three separate sub projects towards different target groups, TRA reached out a total number of 5 million people, 1 million of which was reached out directly. That is exactly why TRA was awarded “The Project of The Year That Made a Difference” within Academics of Communication Faculty, Media and Communication Awards organized for the first time this year. The theme of the competition was “The ones that 66 İSTASYON are aware and raise awareness” and it aimed at awarding, encouraging and popularising the projects, institiutions and persons that created awareness about social problems in the fields of radio, television, cinema, journalism, visual communication design, public relations and advertising. As a corporate social responsibility project that made a difference, TRA was awarded by academic jury members. An award ceremony was held on December 3 in Marma Convention Center of Marmara University’s Maltepe Eğitim Köyü Campus. KDGM Supervision, Control and Vehicle Inspection Office President Yılmaz Kılavuz on behalf of Turkish Ministry of Transport, Maritime Affairs and Communications; Communication and Business Development Director M. Koray Özcan on behalf of TÜVTÜRK; and Agency President Fadile Paksoy on behalf of Benchmark Consultancy received the award. This was the 9th award that TRA received since it was founded. “SOSYAL MEDYA EKIBIMIZ ISI BILIYOR” DEMIS MIYDIK? #workhard #partyhard A VISIT TO TÜVTÜRK FROM MONGOLIA n A model for many institiutons with its operations, TÜVTÜRK is appreciated not only within Turkey but also globally and it often hosts various country representatives. Lately, the authorities of Mongolia Accrediting Agency under the presidency of Gantsetseg Sukhbaatar visited TÜVTÜRK. Hosted by TÜRKAK Accreditation Expert Osman Camcı, TÜVTÜRK Corporate Development Director Emre Büyükkalfa and TÜVTÜRK Facilities Management and Technical Coordination Manager Cemalettin Osmanoğlu; the Mongolian board was informed about in-house calibration and other field operations. The board visited TÜVTÜRK Hadımköy Station and thus had a chance to observe the operations on site. DÜNYANIN ÖNDE GELEN ULUSLARARASI İŞ ÖDÜLLERİ YARIŞMASINDAN STEVIE ÖDÜLÜ İLE DÖNDÜK. En İyi Facebook Hayran Sayfası Kategorisinde Gold Stevie Ödülü En İyi Instagram Kullanımı Kategorisinde Gold Stevie Ödülü En İyi Twitter Kullanımı Kategorisinde Silver Stevie Ödülü Araçlar ve Hizmetler Kategorisinde Silver Stevie Ödülü Deneysel ve Yenilikçi Kategorisinde Bronze Stevie Ödülü /pixelplus /Pixelplus