PDF - İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Transkript
PDF - İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Günümüzde Siyasetin Medyada İnşası ve Sunumu Üzerine Bazı Dikkatler Murat Sadullah ÇEBİ∗ Siyasetin, önemli ölçüde medya aracılığıyla kurulduğu, üretildiği ve sunulduğu bir çağda yaşıyoruz. Yaşadığımız dönem postmodern çağ, bilgi çağı, medya çağı, gösteri çağı, yaşantı çağı gibi değişik kavramlarla nitelenmektedir. Medya, günümüzde bireyin etkin olarak siyasal sisteme ilişkin inanç, değer ve bilgileri öğrenmesi, benimsemesi; siyasal-ideolojik kimliğinin biçimlenmesi; böylelikle akılcı, duygusal ya da ideolojik bağlılığa dayalı siyasal tutum ve davranışlar sergilemesi sürecinde önemli rol oynamaya başladı. Medyanın, etkili bir siyasal sosyalleşme aracına dönüşmesiyle birlikte, siyasette de bir kırılma noktası yaşandı. Siyasetin düşünce ve algılama kalıpları ve biçimleri, ilişkileri, aktörleri ve kurumları; siyasal kararların ve eylemlerin tartışıldığı alan medya aracılığıyla değişime uğratıldı. Kapalı kapılar arkasında yapılan siyaset ile medya aracılığıyla kurulan, üretilen ve sunulan siyaset arasında bir ayrışma oldu. Artık siyasette Mosco’nun ‘yönetici elitleri’, Pareto ve Machiavelli’nin ‘siyasal seçkinler’inden, medyanın kurduğu, ürettiği ve seyirlik hale getirerek görünür kıldığı ‘medyatik siyasal aktörler’e dönüşüm başladı. Medya, siyasetin en önemli aktarılma araçlarından biri haline geldi. Siyasal aktörlerin teşhir edildiği, sunulduğu, yaşadığı, sığındığı, mücadele ettiği ve korunduğu arenalara ya da kalelere dönüştü. Siyasal güç/iktidarın elde edilmesi ve korunmasının, siyasal rızanın sağlanmasının temel bir aracı konumuna geldi. Böylece siyasal iletişim, toplumsal alanda konuların ele alındığı, sorunların çözümü için geliştirilen argümanların tartışıldığı bir alandan oyuncularının kurgulandığı, yeniden üretildiği bir alana kaydı. Medya siyasal aktör, süreç, olay, olgu, konu ve sorunları eğlence amaçlı ∗ Yrd. Doç. Dr., Gazi Üniversitesi, İletişim Fakültesi, Gazetecilik Bölümü İletişim 2002/14 Murat Sadullah ÇEBİ 2 magazin formatında sunmaya başladı. Öte yandan siyasetin aktarıldığı mecra türleri de değişti. Siyasal tartışma programları, haber bültenleri, haber programları, talk-show programları, yarışma programları, sinema filmleri, dizi ve seri filmler siyasetin aktarıldığı mecralara dönüştü. Artık ‘medyatik siyaset’, ‘medya demokrasisi’, ‘sembolik siyaset’ ya da ‘eğlence içerikli siyaset’ kavramları her gün duyduğumuz sıradan kavramlar konumuna geldi. Medyada, siyasetin eğlence unsurları katılarak gösterimi ve eğlence amaçlı araçsallaştırılmasının temel itici güçleri toplumsal alanda, medya alanında ve siyasal alanda ortaya çıkan değişim ve dönüşümlerdir. Toplumsal Alandaki Dönüşümler Medya içeriklerinde siyasetin, popüler ve magazinel ögelerinin bilinçli/bilinçsiz öne çıkarılması, eğlence içeriğine büründürülmesi, eğlence amacıyla kullanılması, kimi zaman eğlence ve siyasal bilginin birlikte sunulmasına yol açan önemli etmenlerden biri, toplumsal alandaki değişim ve dönüşümlerdir. Günümüz toplumu; postmodern toplum, bilgi toplumu, medya toplumu, gösteri toplumu, yaşantı toplumu gibi değişik kavramlarla nitelendirilmektedir. Küreselleşme olgusunun hüküm sürdüğü günümüzde toplumsal değişim ve dönüşümleri hazırlayan ve tetikleyen etmenler arasında iletişim, ekonomi, bilişim ve teknoloji alanlarındaki gelişmeler gösterilebilir. Bu alanlarda ortaya çıkan değişimler, küreselleşme olgusunun da temel ivme kaynağını oluşturmaktadırlar. Dünyada, özellikle 1980’li yılların sonlarında finansal piyasalardaki sermaye hareketlerinin serbestleşmesi, bilişim ve iletişim teknolojilerindeki gelişmelerle ortaya çıkan küreselleşme olgusu uluslararası ticaret hacminin artması, hızlanması, yaygınlaşması; yeni yatırım araçlarının devreye girmesi ve ivme kazanan teknolojik gelişmeler ile hızlanarak ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel alanları da etkisi altına almıştır. Bu gelişmeler sonucunda toplumsal alanda yeni bir gerçeklik ortaya çıkmıştır. Bu toplumsal gerçeklik, Alman kültür toplumbilimcisi Gerhard İletişim 2002/14 Günümüzde Siyasetin Medyada İnşası ve Sunumu Üzerine Bazı Dikkatler 3 Schulze tarafından ‘yaşantı toplumu’ [Erlebnisgesellschaft] olarak adlandırılmaktadır. Yaşantı toplumu eğlenceli siyaset/siyasal eğlence olgusunun zeminini oluşturan bir toplumsal gerçekliğe işaret etmektedir. Dörner’in, Schulze'den alarak kullandığı bu kavram; toplumsal ilişkilerin yalıtıldığı, dayanışmacı niteliğini tümüyle yitirdiği, yapaylaştığı, tekil bireylerin etkinliklerinin parçalandığı, hayatın ilerleyişinin hızlandığı ve gelişme hızının aşırı biçimde arttığı, tüketim ve boş zaman etkinliklerinin kimlik ve anlam sağlamada öne çıktığı postmodern toplumda, bir şeyden tad/zevk almayı, bir şeyin keyfine varmayı ve ‘kaliteli’ yaşantılar deneyimlemeyi öne çıkaran bir hayat tarzının, hayat görüşünün egemenliğini anlatmaktadır. ABD’nin paradigmasını oluşturduğu yaşantı toplumunda televizyon önemli bir konumda bulunmaktadır. Gerçekte bu hayat tarzının yayılmasında, benimsenmesinde ve korunmasında da televizyon ve ABD kaynaklı TV formatları belirleyici rol oynamaktadırlar (Bora: 2001). İletişim araçlarının biçimlendirdiği yaşantı toplumu, gösteri toplumu olarak da adlandırılmaktadır. Çağdaş üretim koşullarının hüküm sürdüğü bu toplumların tüm hayatı bir ‘gösteri birikimi’ olarak görünmektedir. Gösteri toplumunda bireyin yaşayarak deneyimleyemediği her şey yerini bir temsile, görüntüye ya da imaja bırakmıştır. Gerçek dünyanın basit imaja dönüştüğü bir toplumda basit imajlar da gerçek varlıklara ve hipnotik bir davranışı tetikleyen etkili uyaranlara dönüşmektedir (Debord, 1996: 13). Yaşantı toplumunda kamunun nitelikleri de değişmiştir. Yurttaşlar; yaş, köken, toplumsal ve mesleki statü ve rol açısından da çok fazla farklılık ve çeşitlilik göstermektedirler. Kamunun heterojenliği, bilginin ve iletişimin hızlı biçimde üretimi ve dağıtımı ile de bağıntılıdır. Bilgi; bilişim ve haberleşme teknolojilerindeki gelişmeler sayesinde daha hızlı üretilmekte ve aktarılmaktadır. Teknolojideki bu gelişmeler aynı zamanda büyük miktarlardaki bilginin üstesinden gelinebilmesini de mümkün kılmaktadır. Bireylerin medyaya kolayca erişimi, geniş bir kamunun sürekli olarak ve her mekânda bilgi edinebilmesine imkan sağlamaktadır. İletişim 2002/14 Murat Sadullah ÇEBİ 4 Medya Alanındaki Dönüşümler Medya aracılığıyla siyasetin aktarılması olgusunu ortaya çıkaran diğer bir etmen de medya alanında ortaya çıkan değişim ve dönüşümlerdir. Küreselleşme olgusu ile birlikte medya alanında rekabet baskısı yükselen bir hızda ve alışılmış sınırları aşan biçimde artmıştır. Bu süreçte medya endüstrilerinin ekonomik dinamikleri de her zaman önemli bir rol oynamaktadırlar. Medya sektöründe bir yanda rekabet mücadelesi diğer yanda yoğunlaşma eğilimleri gözlemlenmektedir. Günümüzde, medyanın tecimsel öncelikleri de öne çıkmıştır. Serbest pazar koşullarında çalışan özel medya örgütleri, temel bir amaca odaklanmak zorundadırlar: Kârı en üst düzeye çıkaracak içerik ve ürünleri oluşturmak ve sunmak. Para kazancını artırmaya odaklı tecimsel işletmecilik anlayışının oluşturduğu bu baskı, medya örgütlerini serbest piyasada etkinlik gösteren diğer işletmeler değişik yöntemler kullanmaya zorlamaktadır. Medya örgütlerinin kârlarını artırmak için kullandığı iki temel yöntem bulunmaktadır: 1. Giderlerini azaltmak, 2. Gelirlerini çoğaltmak. Medya örgütleri arasında acımasız bir rekabetin sürdüğü günümüzde her iki yöntem de kârların artırılmasında belirleyici konumunu sürdürmektedir (Croteau ve Hoynes, 1997: 50-51). Bu bağlamda medya, eğlencenin ticarileşmesini sınırsızca artırmıştır . Yaşadığımız çağda medya alanında ortaya çıkan değişimleri şöyle sıralayabiliriz: 1. Medyanın sürekli biçimde hem niceliksel hem de niteliksel olarak yaygınlaşması, 2. Geleneksel medya türlerinin yanında yeni medya türlerinin ortaya çıkması (özel hedef kitlelere yönelik dergiler, internet televizyonu, kablolu televizyon vb.), 3. Medyanın sürekli olarak şiddetli ve sıkboğaz eder biçimde hayatın bütün alanlarına nüfuz etmesi, 4. Medyanın, içeriklerinin alımlanma ve kullanılma değeri nedeniyle toplumsal önem ve saygınlık kazanması(Jarren, 2001: 11-12). Yaşantı toplumunda en önemli eğlence aracı olarak televizyon önemli bir rol yüklenmektedir. Çünkü yaşantı toplumunda görüntünün gücü ve başatlığının yazı üzerinde açıkça egemenliği görülmektedir. Medya içerikleri görüntüye dönüştürülebildiği ölçüde televizyondan aktarılma şansını elde İletişim 2002/14 Günümüzde Siyasetin Medyada İnşası ve Sunumu Üzerine Bazı Dikkatler 5 etmektedirler. Bu görünür kılmada çoğunlukla medya içeriklerinin iletilmesi değil, tersine seçilen, kurulan, üretilen ve sunulan görüntüler aracılığıyla eğlence gösterimi söz konusudur. Hatta, yaşantı toplumunun televizyonlarında geleneksel habercilik, eğlence formatlı programların şiddetli rekabeti ile karşı karşıya bulunmaktadır. Çünkü televizyon kanallarının yayın akışında boş zaman geçirmeye ve eğlendirmeye yönelik programlar ile ciddi ana haber bültenleri ve haber programları eş değer tutulmakta; haber bültenleri ve haber programlarında eğlence unsurları sürekli olarak ön plana çıkartılmaktadır. Siyasal Alandaki Dönüşümler Modern zamanlarda demokratik siyasal sürecin işleyişi de özünde dönüşüme uğramıştır. Medya, siyasal sürecin en önemli aktörlerinden biri konumunu elde ederken gündelik hayatın da ayrılmaz bir parçası olmuştur. Bu süreçte toplumsal beklenti ve taleplerin düzenleyicisi olan siyasetin medya aracılığıyla sunumu da önem kazanmaya başlamıştır. Bunun gelişmenin en önemli nedeni, günümüzde yurttaşların siyaseti doğrudan doğruya görebilme, gözlemleyebilme, algılayabilme ve kavrayabilme imkanlarını büyük ölçüde kaybetmeleridir. Medyanın siyasal iletişim sürecinde önemli rol almasıyla birlikte siyaset de, adeta bir oyuna, gösteriye dönüşmüştür. Bu bağlamda siyaset, bireylerin yalnızca zihinlerinde medya aracılığıyla oluşturulan anlamsız ve karmaşık imgelerden ibarettir. Bu görüntüler, yurttaşların hiçbir zaman dahil olamayacakları fakat protesto edebilecekleri ya da alkışlayabilecekleri bir ucubeler müzesi oluşturmaktadırlar. Bu durumda siyasetin bir tiyatro oyunu gibi kurulması, yeniden üretilmesi ve sunulması tek seçenek olarak gözükmektedir. Böylece sembolik siyaset, siyasetin asıl amacı haline gelmiştir. Bu koşullar altında siyasetin sembolik boyutu da çift anlam kazanıyor. Çağdaş toplumlardaki bireyler de, kitle demokrasilerinde, kendi çevrelerindeki ve genel olarak dünyadaki olay ve olgularla, konu ve sorunlarla ilgili sembolik ifadelerle yetinmeye razı olmaktadırlar. Öte yandan siyasal sürecin aktörleri ya da üreticileri de, siyasal konulara ilgi duyan medya profesyonellerinin olayları, İletişim 2002/14 6 Murat Sadullah ÇEBİ olguları, konuları ve sorunları kamuoyuna sunma tarzlarına göre sembolik siyaset yapmaktadırlar. Durum böyle olunca siyasal olayın inşası ile siyasal olayın nasıl sunulacağı birlikte düşünülmek durumundadır. Görüldüğü gibi günümüzde somut siyasal süreçten çok, siyasal sürecin kurulması, üretimi ve sunumu önem kazanmaktadır (Ateş , 2000). Günümüz siyasetinde, siyasal gerçekliğin kültürel-sembolik inşası eğilimi oldukça belirginleşmiştir. Siyasal gerçekliğin sembolik inşasında değişik araçlar kullanılmaktadır. Bunlar arasında siyasal dil, siyasal söylem, siyasal semboller, siyasal ayin ve tören gelmektedir. Siyasal gerçeklik en başta siyasal bir dil üzerinden siyasal bir söylemle kurulmakta, üretilmekte ve sunulmaktadır. Günümüzde siyasal dil geniş bir sembolizm içinde inşa edilmektedir. Siyasetin efsaneleri, ayin ve törenleri sembolik bir düzen içinde, siyasal dilin ifadeleri olarak karşımıza gelir. Bu sembolik dil, simgeler ve metaforlarla inşa edilen, imajlarla farklılaştıran bir dildir. Semboller dolaylılaştırmanın araçları olarak örtük anlamlar içermektedir. Siyasal gerçekliğin inşasında önemli rol oynayan siyasal nitelikli tören ya da ayinler içinde benzer şeyler söylenebilir. Hemen her ulusun sahip olduğu bu tarz etkinliklerin açık anlam ve işlevleri dışında örtük anlam ve işlevleri de bulunmaktadır. Siyasal sembollerin yanı sıra siyasal ayin ve törenler bize siyasal topluluklarda ulusal, siyasal-ideolojik ya da başka nitelikli kimlik oluşturmadaki işlevlerini düzenlilik içine kavramamızı sağlayacak bir çerçeve sağlamaktadır. Siyasal ayin ve tören düzenlenmesi artık başlı başına bir uzmanlık konusudur ve bu uzman kadrolar seçkin ve güçlü siyasal seçkinler için çalışmaktadırlar. Bu çerçevede uzmanlar eski ayin ve törenlere yeni sembolik anlamlar katmakta ve bunları yeni ayin ve törenlerle desteklemektedirler. Siyasal tören ve ayinler zayıf ve başarısız olsalar bile siyasal iktidarların güçlü ve başarılı oldukları yönünde sembolik bir efsane inşa etmekte ve üretmektedirler. Siyasal dil, söylem, ayin ve törenlerle inşa edilen ve üretilen sembolik anlamlar siyasal gerçekliğin yurttaşlar tarafından algılanması ve bilinmesi yoluyla otoriteye dayalı bir siyasal bağın biçimlendirilmesinde önemli rol oynamaktadırlar. Ayin ve törenler toplumun siyasal otoriteye ilişkin resmi ve kamusal imgelerini üretmektedir. Semboller, törenler ya da ayinler zihinleri bulandırmaya ve bireylerin görüş İletişim 2002/14 Günümüzde Siyasetin Medyada İnşası ve Sunumu Üzerine Bazı Dikkatler 7 alanına giren bazı gerçekleri gizlemeye yaramaktadırlar. Böylece bunların perdeleyici işlevini kullanan siyasal iktidarlar ve egemen sosyal sınıflar kendi çıkarlarını koruma ve sürdürme fırsatını elde ederler. Öte yandan sembollerin, ayinlerin ve törenlerin mutlak olarak siyasal iktidarların ya da egemen sosyal sınıfların siyasal eylem ve amaçları ile ilişkilendirilemeyeceği, bunların işlevlerinin daha durumsal, olumsal ve temsili olduğu iddia edilmektedir (Sarıbay ve Öğün, 1998, 106-113). Çağdaş siyasetteki değişim ve dönüşümleri sağlayan etmenlerden bir diğeri de siyasette efsanelerin yoğun biçimde kullanılmasıdır. Siyasal sembollerin göze yönelmesi, efsanelerin kulağa seslenmesi son derece önemli bir farklılık olarak belirse de, sonuçta mitler sembollerden ayrı tutulmamaktadırlar (Sarıbay ve Öğün, 1998, 106-113). Eliade’ın tanımıyla “mit kutsal bir öyküyü anlatır; en eski zamanda “başlangıçtaki” masallara özgü zamanda olup bitmiş bir olayı anlatır….Mit, her zaman bir “yaratılışın” öyküsüdür: Bir şeyin nasıl yaratıldığı, nasıl varolmaya başladığı anlatılır. Mit ancak gerçekten olup bitmiş, tam anlamıyla ortaya çıkmış olan şeyden söz eder. Mitlerdeki kişiler Doğaüstü Varlıklar’dır. Özellikle “başlangıç”taki o eşsiz zamanda yaptıkları şeylerle tanınırlar. Demek ki mitler, onların yaratıcı etkinliğini ortaya koyar ve yaptıklarının kutsallığını (ya da yalnızca “doğaüstü” olma özelliğini) gözler önüne serer. Sonuç olarak, mitler, kutsal (ya da doğa üstü) olan şeyin, dünyaya çeşitli, kimi zaman da heyecan verici akınlarını betimlerler. İşte Dünya’yı gerçek anlamda kuran ve onu bugün içinde bulunduğu duruma getiren de kutsalın bu akınıdır” (Eliade, 1993: 13). Günümüzde seçim kampanyaları da bir törene, ayine dönüşmüştür. Seçim kampanyaları demokrasi mitinin törensel bir gösterimi olarak nitelenmektedir . Seçim kampanyaları çağdaş demokrasilerde böyle bir efsanenin törensel olarak gösteriminde merkezi bir araçtır. Hiçbir siyasal sistem mitler, törenler ve ayinler aracılığıyla sembolik bir siyasal sistemin inşa edilmesi, yeniden üretilmesi ve istikrarını korumasından vazgeçemez. Demokrasinin tören ve ayinleri olarak seçim kampanyaları siyasal sistemin inşası, yeniden üretimi ve istikrarını sürdürmesine sürekli olarak katkı sağlarlar (Dörner, 2002a). İletişim 2002/14 8 Murat Sadullah ÇEBİ Günümüzde eskiye göre siyasal sürecin ve siyasal seçkinlerin niteliği de kökünden değişmiştir: “Bir zamanlar siyaset yani güçlülerin ve soyluların kapalı kapılar arasında yürüttükleri ince bir saray oyunu idi. Şimdi kitlelerin oynadığı gürültülü, katılımlı, kalabalık bir oyun oldu” (Alkan, 1989: 29). Siyasal aktörlerin kamusal rıza sağlayabilmeleri de büyük ölçüde medyada yer alabilme ve kendilerini ifade edebilmelerine bağlı duruma gelmiştir. Bu bağımlılık çok kesin ve açıktır: Siyaset; medyanın, özellikle de televizyonun ‘oyun kurallarını’, yani işleyiş kurallarını öğrenmek ve bunlara uygun yaklaşımlar geliştirmek zorundadır. Çünkü yaşantı toplumunda siyasal başarı için önemli olan, medyada yer alabilmek ve sürekli bir gösteri etkisi oluşturabilmektir. Bunun sonucunda siyaset medya aracılığıyla yapılmakta, siyasal süreçte gösteri ve eylem alanları arasından keskin bir ayrışma gözlenmektedir. Medyada, somut siyasal olaylardan çok kurulmuş, üretilmiş yapay siyasal olayların gösterimi ağırlık kazanmıştır. Hatta, siyasal olay, olgu, konu ve sorunların; siyasal liderlerin ve adayların belirlenmesi ve seçiminde medyanın aracılık yapabilme yeteneğinin belirleyici bir rol oynadığı gözlemlenmektedir. Siyasal liderler, medya aracılığıyla siyasette aleniyetin siyasal başarı için ne kadar önemli olduğunu kavradıklarında, medyatik üretim zamanına uygun davranmak durumunda kalmaktadırlar. Ancak bu bağlamda medyanın olayları önemlilik, sürpriz, kişiselleştirme, tanınmışlık gibi rutin haber değerine ölçütlerine göre seçmesi ile daha yavaş işleyen siyaset arasında gergin bir ilişki biçimi oluşmaktadır. Bir başka deyişle reel olarak uzun işleyen siyasal sürecin zamanı ile oldukça kısa medyatik üretim zamanı arasında bir çelişki söz konusudur (Surry, 2002). Günümüzde siyaset büyük ölçüde lider odaklı olarak yapılmaktadır. Siyasetin kişiselleştirilmesi, imgeselleştirilmesi eğilimi medya içeriklerinde de görülmektedir. Kişiselleştirme gazetecilerin medya içeriklerinin yapılandırılmasında benimsedikleri stratejilerden bir tanesidir. Kişiselleştirme olayları bireylerin, insanların eylemleri olarak görülmesi, kişilerin semboller biçiminde sunulması, olayların bağlamını belirleyen toplumsal, ekonomik, siyasal, örgütsel vb. etkenlerin çözümlenmesini engelleyen bir profesyonel gazetecilik eğilimidir. Bu eğilim medya içeriklerinde toplumsal hayatın değişik alanlarında ayrıcalıklı konumda İletişim 2002/14 9 Günümüzde Siyasetin Medyada İnşası ve Sunumu Üzerine Bazı Dikkatler bulunan güçlü ve seçkin kişilerin, bireyler olarak temsil edilmesine, buna karşılık yoksullar, güçsüzler, zayıflar ya da karşıtlar birey olarak değil ait oldukları toplumsal grup ve çevreyle ilişkisi içinde sınırlı bir biçimde yer verilmesine yol açmaktadır (Bennett, 2000: 97-105). Siyasetin İnşa, Üretim ve Sunum Süreçlerinde Medyanın Rolü Postmodern çağın toplumsal zeminini oluşturan yaşantı toplumu ile birlikte görüntü mekânlarının, yani medya endüstrilerinin aynı anda yerelleşme ve küreselleşme süreci de hızlanmıştır. İmajın hüküm sürdüğü, gerçekliğin görüntünün soluk bir yansımasını oluşturduğu bir ‘görüntü medeniyeti’ oluşmuştur (Morley ve Robins, 1997: 64). Yaşantı toplumunda siyasal aktörler medya arenasının en önemli unsurlarına dönüşmüşler; medyanın hem öznesi hem de nesnesi konumuna gelmişlerdir. Bu bağlamda medya da siyasi süreçte önemli roller üstlenmeye başlamıştır. Medya, yalnızca yurttaşların ne hakkında düşüneceklerini değil, nasıl düşüneceklerini ya da hangi tutumları takınacaklarını ve davranışları sergileyeceklerini de belirlemeye başlamıştır. Bu noktada medya, belli siyasal konuları ya da sorunları gündeme getirmekte, belli bir siyasal konuyu ya da sorunu diğerleri arasından seçerek öne çıkarmakta ya da medya gündeminde öncelikli konuma getirmekte; siyasal olayları, olguları, konuları ve sorunları seçmenler üzerinden konuşmakta, sunmakta ve tartışmaktadır. Çağdaş demokrasilerde medyanın toplumsal hayatın bütün alanlarında olduğu gibi siyasal alanda da önem kazanmasının en önemli nedenlerinden biri, yurttaşların gittikçe hızlanan ve karmaşıklaşan siyasal gerçekliği yalnızca öznel gözlemlerine dayalı olarak algılayabilmeleri, bilebilmeleri ve kavrayabilmelerinin mümkün olamamasıdır. Çağdaş toplumlarda, bireyin birincil gözlemleri yardımıyla siyasal yapı, süreç ve içerikler hakkında bir yargı oluşturması güçleştiğinden son yıllarda siyasetin aktarımında medya öne çıkmış, siyasal iletişim bireyleri bilgilendirmenin ve siyasal meşruiyetin harcı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Böylece medya profesyonelleri, politikacılar, siyasal halkla ilişkiler uzmanları, haber yönlendirme ve çarpıtma uzmanları tarafından kurulan, üretilen ve sunulan bir siyasal toplum İletişim 2002/14 10 Murat Sadullah ÇEBİ anlayışı benimsenmeye başlanmıştır. Bu yaklaşımın egemen olduğu günümüzde neredeyse bütün siyasal bilgi medya üzerinden iletilmeye başlanmış; böylece siyasetin medyada temsili ve inşası, bir başka deyişle siyasetin basitleştirilmesi, imgeselleştirilmesi, kişiselleştirilmesi; gösteri ve eğlence formatında medya aracılığıyla sunulması olgusu ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda medya, çağdaş demokrasilerde karmaşık stratejiler, yöntemler ve araçlar kullanan siyasetin yurttaşlar tarafından algılanabilmesi ve kavranabilmesine önemli katkılar sağlayan, siyasal sistemin ürettiği değer, kural ve ilkelerin meşruiyet kazanmasını ve benimsenmesini sağlayan bir araç olarak işlev görmeye başlamıştır. Medya aracılığıyla siyasetin eğlenceli biçimde sunulması ve eğlence aracı olarak kullanılması, medya ile siyaset arasındaki ortak yaşamaya vurgu yapan simbiyotik bir ilişki biçiminin de sonucudur. Bu ilişki biçiminde bütün unsurları ile birlikte her iki sistemin kendi işleyişlerinde göreli bir özerkliği, ancak birbirleri ile olan ilişkilerinde karşılıklı bağımlılıkları söz konusudur. Çağdaş demokrasilerde siyaset geniş bir yurttaş kitlesine iletilerini, karmaşık konuları ve sorunları aktarmak, siyasalarını ve etkinliklerini anlatmak; böylece seçmenlerde amaçladıkları tutum ve davranış değişikliği yaratmak için medyaya bağımlı konumda bulunmaktadır. Öte yandan medya da, kendisine her gün güncel bilgi sağlayan politikacılara ihtiyaç duymaktadır. Siyasetin bilgi sağlama gücü ile medyanın bu bilgileri doğru bağlamlar içerisinde düzenleyerek iletmesi arasında bir örtüşme bulunmaktadır. Medya ve siyaset bu anlamda birbirlerine bağımlı durumdadırlar. Bu bağlamda medya ve siyaset sistemleri, karşılıklı verme ve alma biçiminde kendini gösteren sıkı bir ilişki içerisinde olup aralarında amaca yönelik akılcı bir bağlılık oluşturmuşlardır. Medya içerikleri, öncelikle iki farklı iletişimci grubunun, siyasal aktörlerin ve medya profesyonellerinin katkılarının ve etkileşimlerinin ürünüdürler. Her iki grubun medya içeriklerinin kullanıcıları olan bireylere yönelik farklı amaçları bulunmaktadır. Politikacılar; görüşlerini, bakış açılarını ve etkinliklerini kamusal alana aktarmak ve böylece yurttaşların rızasını kazanmak yoluyla meşruiyet sağlamak için medyaya erişme ihtiyacı duyarlar. Bu yüzden siyasal iletilerini medya kuruluşlarında geçerli olan kurallara, ölçütlere ve alışkanlıklara uygun İletişim 2002/14 Günümüzde Siyasetin Medyada İnşası ve Sunumu Üzerine Bazı Dikkatler 11 biçime dönüştürmek zorundadırlar. Gazeteciler de belli bir olay, olgu, konu ya da sorun hakkında bilgi elde etmek ya da görüş almak için politikacılara erişemedikleri sürece siyasal habercilik işlevini yerine getiremezler. Bu yüzden yurttaşlara seslenme pratiği bir anlamda her iki iletişimci grubunun karşılıklı ödün vermesini gerektirmektedir. Ayrıca, hedeflerine ulaşabilmek için karşı tarafla işbirliği yapmak, dayanışma içinde bulunmak, birbirlerine katlanmak ya da ödün vermek zorundadırlar (Jarren ve arkadaşları, 1993: 1327; Gurevitch ve Blumler, 1997: 205-210). Bir süredir özellikle gelişmiş batı ülkelerinde ve kısmen Türkiye’de de siyasal hayatta bir gelişmeye tanık oluyoruz. Geleneksel parti demokrasisinin medya demokrasisine dönüşme eğilimleri gittikçe yaygınlaşıyor. Medya aracılığıyla siyasetin sunumda yararlanılan ve hepsi gösteri sanatı olan tiyatrodan ödünç alınan temel kurallar –eğlendirme, dramatikleştirme, kişiselleştirme, imaj oluşturma- büyük ölçüde ve önemli sonuçlara yol açacak biçimde siyasete sirayet etmiştir. Siyasal olayların, kamunun ilgisini ve dikkatini çekecek biçimde seçimi, kurulması ve yeniden üretilmesi; siyasal liderlerin ve adayların etkili biçimde sunulması olguları, yalnızca medya alanında değil büyük ölçüde siyasette de egemenliğini kurmuş gözükmektedir. Medya ve siyaset arasında da bir rol değişimi gözlemlenmektedir. Çoğulcu parti demokrasilerinde medyanın yurttaşların siyasal düzene, kurallara, olaylara, aktörlere ve siyasal sürece ilişkin inanç, değer ve bilgileri öğrenmesi, benimsemesi, böylece siyasal-ideolojik kimliğinin biçimlenmesi yoluyla akılcı siyasal tutum ve davranışlar oluşturması için siyaseti gözlemleme işlevi de değişmiştir. Medya aracılığıyla siyasetin yapıldığı günümüz medya demokrasilerinde artık siyasal aktörler medyanın hangi siyasal aktör, olay, olgu, konu ya da sorunlara yer vermesi gerektiğini ve bunları nasıl sunması gerektiğini bilmek; böylelikle medya sahnesinde ya da arenasında amaçlarına uygun iyi ve sürekli rol almak amacıyla medyayı gözlemlemektedirler (Meyer, 2002). Günümüzde medya aracılığıyla yapılan siyaset çerçevesinde siyasal olay, olgu, konu, sorun, süreç ve aktörlerin kişiselleştirilmiş, dramatik bir yapıda ve bağlamından koparılarak parçalanmış ve basitleştirilmiş eğlenceli bir formatta sunulması eğilimi gittikçe artıyor. Siyasal bilgi, haber, aktör, İletişim 2002/14 12 Murat Sadullah ÇEBİ olay, olgu, konu ya da sorunlar medya profesyonelleri ve siyasal aktörlerin etkileşimi, işbirliği, uzlaşmaları, ödünleri çerçevesinde ortaya çıkan simbiyotik bir ilişki aracılığıyla seçiliyor, inşa ediliyor, üretiliyor ve sunuluyor. Bu etkileşim sürecinde siyasal aktörler, medya profesyonellerinin niyetleri, güdüleri, beklentileri, çıkarları, düşünce ve davranış biçimlerini ve kalıplarını öğrenirler. Medyada yer alma mücadelesini kazanmak için siyasal aktörler, iletilerini gazetecilik kültüründe yerleşik mesleki ölçütlere, pratiklere ve rutinlere uydurmak zorunda kalmaktadırlar. Bundan ötürü siyasal aktörler siyasal halkla ilişkiler uzmanları, tanıtım uzmanları, seçim kampanyası danışmanları, haber bozma ve çarpıtma uzmanları çalıştırmaya başlamışlardır (Gurevitch ve Blumler, 1997: 210). Medya ve siyaset arasındaki rol değişimi çerçevesinde önemli olan soru medyanın siyaset hakkında yurttaşları yeterince bilgilendirip bilgilendirmediği, bu bilgilerin gerçeklikte meydana gelmiş siyasal olaylarla örtüşüp örtüşmediği ve yurttaşların bu yolla siyasal partiler, liderler ve adaylar hakkında akılcı ve tutarlı kararlar verip vermediğidir. Bu sorulara verilecek cevaplar yalnızca kitleleri etkilemeye yönelik popüler kültüre dayalı araç ve yöntemlere karşı oluşan soğukluğu değil siyasetin medya aracılığıyla sömürgeleştirilmesi problemini de ortadan kaldıracaktır (Meyer, 2002). Siyasetin medya aracılığıyla inşası, üretimi ve sunumu süreçlerinde siyasal aktörler ve medya profesyonelleri arasında karşılıklı ödüne ve uzlaşmaya dayalı bir ilişki bulunmaktadır. Böyle bir ilişkinin kurulamaması durumunda muhtemelen bir çok siyasal olay, kamunun dikkatini ve ilgisini çekmeden buharlaşacaktı. Öte yandan siyasal aktörlerin gazetecilere yaptığı bu yardımın da bir bedeli vardır. Siyasal aktörler, her durumu kendi özel ya da siyasal amaç ve çıkarları yönünde kullanmak isterler. Bundan ötürü gazetecilere aktardıkları olayların belli yönlerinin gizli kalması karşılığında, yalnızca belli yönlerinin kamuya iletilmesine izin vererek medyayı yönlendirirler. Dolayısıyla, siyasal olayların kendi özel ya da siyasal amaç ve çıkarlarını koruyacak en yararlı ve uygun biçim ve içerikte kurulmasını, üretilmesini ve sunulmasını sağlamaya çalışırlar. Gazeteciler ise buna karşılık, siyasal iletilerin basit ve edilgen duyurucuları ya da aracıları konumuna indirgenmekten, siyasal aktörlerin özel ya da siyasal amaç ve İletişim 2002/14 Günümüzde Siyasetin Medyada İnşası ve Sunumu Üzerine Bazı Dikkatler 13 çıkarlarına hizmet etmekten rahatsızlık duymaktadırlar. Bu ikilem, gazeteciler ile siyasal aktörler arasında ara sıra ortaya çıkan gerginliklerin ya da çatışmaların temel kaynağını oluşturmaktadır. Gazeteciler; siyasal aktörlerin ve onların danışmanlarının siyasal bilgileri çarpıttıklarını ve bozduklarını, bazı bilgileri gizleyerek kamuyu yanıltmaya uğraştıklarını düşünmektedirler. Siyasal aktörler ve danışmanları ise medyanın siyasal gerçekliği çarpıtıp bozduğunu, sansasyonel habercilik yaparak yalnızca politikacıların açıkları, eksiklikleri üzerine yoğunlaştıklarını, kendilerinin medyadaki temsillerinin sürekli olarak olumsuz nitelikte olduğunu düşünmektedirler (Oktay, 2002: 119-120, 128). Medya ve siyaset arasındaki rol değişiminin itici gücü toplumsal sistemin alt sistemlerini oluşturan her iki sistem arasındaki ilişkilerdeki önceki ayrışmanın, yerini geniş ölçüde akışkanlığa bırakması olmuştur. İlişkilerdeki bu akışkanlık, büyük ölçüde her iki sistemin yerine getirmesi gereken işlevlerinden kaynaklanmaktadır. Çağdaş demokrasilerde siyaset, yurttaşların gönüllü rızası yoluyla meşruluk kazanmak için kaçınılmaz biçimde siyasal kararlarını ve onların sonuçlarını kamusal alana sunmak, yani toplum tarafından onaylanmış siyasal kararlara dönüştürmek zorundadır. Bundan ötürü siyaset, günümüzün birincil gözlemlerle algılanabilmesi ve kavranabilmesi çok güç olan karmaşık yaşantı toplumunda medyaya muhtaç konumda bulunmaktadır. Ancak, siyasetin işlevleriyle örtüşecek biçimde medya da demokrasilerde üstlendiği siyasal işlevlerini gerçekleştirmek, yani siyasal aktörlere, siyasal olay ve olgulara, konulara ve sorunlara olabildiğince kamunun dikkatini çekebilmek için medya aracılığıyla siyasetin sunumunda kaçınılmaz olarak kendi özel mantığını izler (Meyer, 2002). Günümüzde siyaset, önemli ölçüde medya aracılığıyla sunulmaktadır. Siyasetin, medya aracılığıyla sunumunda kültürel üretimin ayrılmaz bir parçası olan televizyon, diğer mecralara ya da formlara oranla eğlencenin en fazla yüceltildiği bir araç (Ergül, 2000: 7) olarak da öne çıkmıştır. Özellikle televizyon bir çekim merkezi olarak hayatımızın baş köşesine oturdu. Yirmi dört saat yayın yapan televizyon kanalları tam bir görüntü sarhoşluğuna yol açtı. Alışkanlıklarımız, düşünce ve konuşma kalıplarımız ve biçimimiz, İletişim 2002/14 14 Murat Sadullah ÇEBİ ilişkilerimiz adeta televizyona odaklandı. ‘Eğlenceli’, ‘renkli’ bir hayat yaşamaya başladık. Egemen ideolojinin sapkın olarak tanımladığı, dışladığı güçsüzler, yoksullar, toplum çeperinde yaşayanlar bütün ‘giz’leriyle evlerimize konuk oluyorlar artık. Kameralar korkusuzca, çekinmeden mahremiyetimizin en kenarda, uzakta olan köşelerine kadar girmeye başladı. Duygularımız, tepkilerimiz duyarlılıklarımız törpülendi. Hakikat, televizyon aracılığıyla sunulan imajıyla yer değiştirdi; gerçek görüntüye yenik düştü. Siyaset, televizyon içeriklerinde popüler ve magazinel ögelerin bilinçli/bilinçsiz öne çıkarılması ve ‘eğlenceli’ bir biçimde sunulması yoluyla bağlamından koparıldı, içeriksizleştirildi. Televizyondan yapılan müthiş bir enformasyon bombardımanıyla karşı karşıya kalan insanlar birbirinden yalıtılmış tekil bireylere dönüştüler ve tepkisizleştiler. Bireylerin hafızası kayboldu, algılama ve usa vurma yetenekleri azaldı. Siyasetin artık içerik/fikir yönü değil biçim/görüntü boyutu öne çıktı. Halkın zihnine kazınacak görüntüleri kuran ve üreten imaj yöneticisinin oluşturduğu ve parlattığı ‘şovmen politikacı’ tipi; siyasal partinin, parti programının yerine geçti (Postman, 1994). Televizyon aracılığıyla aktarılan siyasette sözgelimi Amerikan liberalizminin son dönem simgesi Clinton; saksafonu, güler yüzü, kedisi ve hırslı karısıyla, devlet başkanlığı süresince gündemden düşmedi. Türkiye’de ise başta Turgut Özal olmak üzere siyasal liderlerin, seçkin ve güçlü politikacıların kişisel özellikleri, özel hayatları, gündelik hayatları, giyim-kuşamları, hobileri, beslenme alışkanlıkları, gafları medya tarafından mercek altına yatırıldı. Siyaset, pazarlanan bir ürün, televizyon sahnesinde yer alan bir oyun ya da gösteri olarak eğlenceli biçimde magazin unsurlarıyla birlikte sunuldu. Kişiselleştirilen, imgeselleştirilen, görselliği öne çıkarılan ve tiyatro gösterisine dönüştürülen günümüz siyasetinde siyasal aktörlerin siyasetin bu yeni karakterine ve biçimine genel olarak uyum sağladıkları gözlemlenmektedir. Siyasetin inşası, üretimi ve sunumu süreçlerinde medya, birbiriyle uyumlu iki mesleki kuralı izler. Medya mantığını belirleyen bu kurallardan ilki olan seçme kuralı haber değeri ölçütlerine göre haber öyküsüne dönüştürülmesi gereken siyasal olayların diğerleri arasından ayrıştırılmasını öngörür. İkinci kural olan sunma kuralı sürekli olarak uyanık tutulan kamu İletişim 2002/14 Günümüzde Siyasetin Medyada İnşası ve Sunumu Üzerine Bazı Dikkatler 15 ilgisinin artırılmasını sağlamak için seçilen, kurulan ve üretilen siyasal nitelikli bilgi ve haberlerin, siyasal aktör, olay, olgu, konu ve sorunların izleyicileri cezbedici, eğlendirici, onlara haz, zevk ve keyif verici sunum kalıplarında aktarılmasına vurgu yapar. Kuşkusuz sınırlı ölçüde de olsa medyadan medyaya farklı uygulamaları gözlemlenebilen her iki kuralın birbirlerini etkilemesi medya sistemlerinin kendine özgü bir işleyiş mantığı olduğunu göstermektedir. Siyasal bilgi, haber, aktör, olay, olgu, konu ve sorunların medya sistemi içinde seçimi, inşası, üretimi ve sunumunu belirleyen ve medya mantığı olarak da adlandırılan bu kurallara toplumsal sistemin bütün diğer alt sistemleri gibi siyasal sistem de boyun eğmek ve uymak zorundadır. Çağdaş demokrasilerde genel olarak siyasetin üstlendiği işlevleri başarılı bir biçimde yerine getirebilmesi, özel olarak siyasal partilerin ve aktörlerin performansları, yani seçimlerde başarılı olabilmeleri, güç ve iktidarı elde edebilmeleri medya mantığına uyum sağlama yetenekleri ile bağlantılıdır. Medya mantığı adeta siyasal aktörlerin medya sahnesine çıkma ya da medya arenasına girme koşullarını belirleyen ya da düzenleyen zorunlu bir ön gösterim ya da prova gibi etki etmektedir (Meyer, 2002). Siyasetin medya aracılığıyla sunum türleri ve biçimleri, yukarıda sözü edilen medyaya özgü süzgeç sistemi ya da eleme kuralları tarafından belirlenmektedir. Medya ve siyaset arasındaki ilişkilerdeki dönüşümün ortaya çıkardığı en önemli sorun ise, siyasetin medya aracılığıyla böyle bir sunumunun yurttaşların kendi öznel kanaatlerini oluşturmalarına yetecek derecede siyasetin kendine özgü doğasını tanımalarını sağlayıp sağlamadığı ya da siyasetin bu biçimde sunumunun siyasetin kendine özgün mantığını kökünden sarsıp sarmadığıdır. Siyaset açısından bakıldığında çağdaş demokrasilerde medyanın elde ettiği bu merkezi rol, medya sisteminde siyasetin sunumu üzerinde en yüksek derecede denetim sağlama çabalarının artmasına ve bu çabaların profesyonel biçimde ortaya konmasına yol açmıştır. Bu amaçla siyaset, artık kendi iradesiyle ve profesyonel önerilerle artan bir hızda kendisini medya aracılığıyla inşa ettirmekte, ürettirmekte ve sundurmaktadır. Medya aracılığıyla yapılan günümüz siyaseti, her tekil durumda araçsal eylemler ve popüler iletişim kültürünün her defasında özel olarak birleştirilmesinden oluşturulmuş bir Politainment’e, yani eğlencelik İletişim 2002/14 16 Murat Sadullah ÇEBİ siyasete ve siyasal eğlenceye dönüşmüştür. Burada, gerçek diyalektik bir süreç söz konusudur. Çünkü siyaset, medyada görünmek yoluyla kamu üzerinde denetim sağlamak için, yani yalnızca somut siyasal nedenlerden dolayı, medyanın kurallarına boyun eğmektedir. Medya toplumunda siyasetin medyatikleşmesi, yani medya aracılığıyla kurulması, üretilmesi ve sunulması, siyasal eylemin en önemli stratejisi olmuştur. Siyasetin medya aracılığıyla inşası, üretimi ve sunumu eğilimlerinin ivme kazanması bu koşullar altında siyasetin kendi özel eylem alanında özel toplumsal amaçlarını ve demokrasinin gereklerinin belirlediği özel mantığını büsbütün hala uygun biçimde izleyip izlemediği sorusunu gündeme getirmektedir. Bu bağlamda cevap verilmesi gereken diğer bir soru, siyasetin esas itibariyle kendi sınırsız talep ve iddialarına geniş kapsamlı ve düşük rizikolu biçimde kamusal onay sağlayabilmek umuduyla yalnızca medya sisteminin özel ihtiyaç, talep ve beklentilerini karşılayan bir dağıtım aracına dönüşüp dönüşmediğidir (Meyer, 2002). Medya Aracılığıyla İnşa Edilen, Üretilen ve Sunulan Eğlence Yüklü Siyaset Günümüzde; medya, siyaset ve kamu üçgeninde gerçekleşen siyasal ileti mübadelesinde kamusal iletişimin yeni bir biçimi olan eğlenceli siyaset/ siyasal eğlence, bir başka deyişle medya aracılığıyla siyasetin eğlenceli biçimde sunulması ve eğlence aracı olarak kullanılması olgusu ile karşı karşıya bulunuyoruz. Yaşantı çağında ve onun göstergesi olan yaşantı toplumunda siyaset adeta tiyatro oyununa benzer bir gösteriye dönüştü. Medya bu gösterinin ortaya konulduğu, sunulduğu sahneye ya da arena konumuna geldi. Siyasal aktörler, olaylar, olgular, konular, sorunlar da medya sahnesinde sunulan gösterinin dayandırıldığı senaryonun unsurlarını oluşturdu. Medya örgütleri içindeki karar alma mekanizmalarının başında bulunan medya profesyonelleri gösterinin yönetmenlerine, kamu medya sahnesindeki gösteriyi dolaylı olarak izleyen seyircilere dönüştü. Medya içeriklerinde siyaset adeta seyirlik, eğlencelik bir unsur olarak yer almaya başladı. İletişim 2002/14 17 Günümüzde Siyasetin Medyada İnşası ve Sunumu Üzerine Bazı Dikkatler Politainment’in içerdiği siyaset [politics] terimi; üç boyutlu bir kavramdır. Bu bağlamda siyasetin biçimsel, içeriksel ve süreçsel olmak üzere üç boyutu ayırt edilmektedir. Biçimsel nitelikleri bakımından siyasal düzen/idare [polity] kavramı, içeriksel nitelikleri bakımından, siyasa [policy] kavramı, süreçsel nitelikleri bakımından da siyasal süreç [politics] kavramı ile karşılanmaktadır (Bknz. Şekil 1). Şekil-1: Siyaset Kavramının Üç Boyutu Boyut Biçim İçerik Süreç Görünme Biçimleri Anayasa Normlar (Yasalar/Kurallar) Kurumlar Görevler ve Amaçlar Siyasal Programlar Çıkarlar Çatışmalar Mücadele Göstergeleri Yapılar İşleyiş kuralları Düzen Kavram Siyasal Düzen/İdare (polity) Problem Çözümü Görevleri Yerine Getirme Değer ve Amaç Yönelimi Biçimlendirme Güç Rıza İktidar Siyasa/Siyasalar (policy/policies) Siyasal Süreç ve Davranışlar (politics) Kaynak: Carl Böhret, Werner Jann ve Eva Kronenwett 1988): Innenpolitik und Politische Theorie. 3. genişletilmiş baskı, Opladen: Westdeutscher Verlag, s. 7. Biçimsel nitelikleri bakımından siyaset, sürekli olarak anayasal ve yasal düzen aracılığıyla belirlenen belli bir çerçevede, oldukça zor değiştirilebilen sınırı çizilmiş dayanıklı kalıpların içinde cereyan eder. Siyasal eylemin sınırlarını belirleyen bu kalıplar arasında en önemlisi anayasadır. Anayasa; demokrasi, hukuk devleti, sosyal devlet, uniter devlet ya da federal devlet gibi bir siyasal sistemin dayandırıldığı temel prensipleri koyar, devlet organları ve erkler arasındaki ilişkileri düzenler, kamusal ve özel alanlarda aktörlerin siyasal eylemlerinin sınırlarını çizer, temel hakların kurallarını belirler. Bu kalıplar, adeta reel zamanda ve yaşanacak zamanda siyasetin aktığı ve akacağı siyasal bir künke, bir mecraya benzemektedir. İletişim 2002/14 18 Murat Sadullah ÇEBİ Siyasetin kurumsal olarak yerleşmiş kalıpları arasında ayrıca yasa, yönetmelik ve tüzükler; kısacası mevzuat, uluslara arası antlaşmalar ve sözleşmeler; ayrıca siyasal partiler, parlamento, ilk ve orta dereceli okullar, üniversiteler, hükümet, cumhurbaşkanlığı ya da mahkemeler gibi kurum ve kuruluşlar bulunmaktadır. Bu köklü kurumsal yapı aracılığıyla siyasal rızanın oluşumu sağlanmakta, siyasal eylemlerin hareket alanı sınırlanmakta, siyasetin içeriği ve akışı belirlenmektedir. Siyasal eylemin sınırını çizen kalıplar arasında, yurttaşların kendilerini kuşatan siyasal sistem hakkındaki bilgilerini, duygularını ve yargılarını belirten siyasal kültür de bulunmaktadır. İkinci olarak siyasetin; güttüğü amaçlara ve yüklendiği işlevlere ilişkin normatif, içeriksel bir boyutu da vardır. Siyasa ya da siyasalar olarak adlandırılan siyasetin bu alanında, kesintisiz sürecek bir tarzda siyasetin görevlerini yerine getirme çeşidi ve biçimi, sorunlara çözüm bulma yolları ve siyasal düzeninin işlemesi ve korunmasına uygun koşulları sağlaması söz konusudur. Bu boyutta söz gelişi siyasal partiler ya da hükümetler sağlık, tarım, kültür, eğitim siyasaları gibi siyasal eylemlerin uygulama alanını oluşturan pek çok siyasa alanında ortaya çıkan eksiklikleri ortadan kaldırmaya, sorunları çözmeye yönelik uygun strateji ve eylemleri içeren programlar yazarlar. İçerik bakımından siyasette, yurttaşların faydalandığı ya da zarar gördüğü maddi ve normatif nitelikli kararlar ve bunların sonuçları söz konusudur. Bu kararlar ve sonuçları yurttaşların partilerin performanslarını ölçmelerine yönelik farklılıklar gösterebilen yargılarının da kaynağını oluşturmaktadırlar. Siyasetin içeriğinin doldurulması; toplumdaki farklı sosyal sınıflar, çıkarlar ve taleplere sahip yurttaşlar arasındaki bir paylaşım ve bölüşüm mücadelesi olduğundan çatışma yüklüdür. Bu farklı çıkar ve düşünce odaklarının çekişmesinden doğan çatışma, paylaşılacak kaynakların kıt olması durumunda çok şiddetli olabilir. Bu yüzden bir hükümetin uygun bir tarzda izlediği yararlı bir siyasa; siyasal düzenin, siyasal aktörlerin ve bunların siyasal eylemlerinin meşruiyeti ve etkililiğini yeterli ölçüde sağlamak amacıyla, siyasal sorunları çözecek biçimde oluşturulmaktadır. İletişim 2002/14 Günümüzde Siyasetin Medyada İnşası ve Sunumu Üzerine Bazı Dikkatler 19 Üçüncü olarak siyaset, siyasal sürece katılan aktörler arasında cereyan eden etkileşimlerle ilişkili olan süreçsel bir boyuta sahiptir. Süreç olarak siyasette öncelikle kimin, hangi tarzda rıza oluşumu ve karar alma süreçlerine katılacağı sorunu söz konusudur. Bu süreçler belirli bir siyasanın nasıl oluştuğuna ilişkin ipuçları verirler. Bu süreçlerde genel olarak talep ve çıkarlar çok farklı olup çoğu kez çatışma çıkmasına yol açacak nitelik taşımaktadırlar. Süreç olarak siyaset; farklı sosyal gruplar ve aktörler arasında güç, güç paylaşımı ve iktidar konularındaki mücadele demektir. Hükümetlerin tarafından bakıldığında süreç olarak siyaset, siyasetler yardımıyla kendileri tarafından yazılan siyasal programların onaylanması ve izlenmesinin sağlanmasına uğraşılmasına öncelik verme anlamına gelmektedir. Bu amaçla güç elde edilmeli,genişletilmeli ve korunmalıdır. Ayrıca toplumda var olan farklı grup ve kişilerin beklenti, çıkar, talep ve ihtiyaçları siyaset tarafından algılanmalı ve ayrım gözetmeksizin karşılanmalıdır. Bu oydaşma, ödün biçiminde ya da çoğunluk kararı yoluyla gerçekleşir. Bu sürecin başarılı biçimde yönetilmesi aynı zamanda hükümet etme sanatı olarak adlandırılmaktadır (Böhret, 1988: 3-9). Politainment, siyaseti eğlenceyle birleştiren postmodern televizyonculuk anlayışı için kullanılan bir terimdir. İngilizce ‘politics’ [siyaset] ile ‘entertainment’ [eğlence] sözcüklerinden türetilmiş Politainment, ‘eğlencelik olarak siyaset’ şeklinde Türkçe’ye çevrilebilir. Politainment; siyasal sürecin, siyasal aktör, olay, olgu, konu ve sorunların, açıklama kalıplarının, siyasal kimliklerinin, anlamlandırma önerilerinin eğlence biçiminde siyasetin yeni bir gerçekliği olarak seçildiği, kurulduğu, yeniden üretildiği ve sunulduğu, medya ve siyaset arasında oluşan sıkı bağa gönderme yapan medya aracılığıyla yapılan aleni, kamuya yönelik bir kitle iletişimi biçimidir. Kavram Alman siyasal bilimci ve siyasal iletişim araştırmacısı Dörner’in medya, özellikle de televizyon aracılığı ile sunulan siyaset ve eğlence arasında kurulan birbirine geçmiş sıkı ilişkiyi kavramsallaştırmak amacıyla önerilmiştir. Dörner, günümüzde yurttaşların siyasetle olan ilişkisinin, medyanın taktığı bu algı kapılarından geçerek kurulduğunu vurgulamaktadır. Bir başka deyişle, günümüzde Politainment’ten başka bir siyasetin artık bulunmadığını anlatmaktadır. İletişim 2002/14 20 Murat Sadullah ÇEBİ Alman kamu televizyonculuğunun yüksek kültürcü, gerçek yaşama yüz çeviren, ciddi ve didaktik söyleminin dahi, Politainment'in yüksek basıncı karşısında gevşemek zorunda kaldığına dikkat çekmektedir (Bora, 2001). Siyasetin eğlence içeriğine büründürülmesi anlamında kullanılan Politainment kavramı siyasal iletilerin seçimi, inşa edilmesi, yeniden üretilmesi ve sunumu aşamalarında magazinel değerlerin öne çıkması olgusu ve süreci ya da siyasetin eğlencelik unsurlarının medya içeriklerinde görece ağırlık kazanması, kimi zaman eğlence ve siyasal bilginin birlikte sunulması olarak tanımlanabilir. Eğlenceye dayalı; aleni, kamuya yönelik bir kitle iletişimi biçimi olan Politainment; medya içeriklerinde ve türlerinde, siyasetin eğlence unsurları katılarak sunumu ve eğlence amaçlı araçsallaştırılmasına gönderme yapmaktadır. Politainment müşteri odaklı bir anlayışla yapılandırılan medya örgütlerinin öne çıktığı medya endüstrilerinde siyasetin bir meta olarak ele alınmasının da bir sonucudur. Bu bağlamda medya örgütlerinin serbest piyasada kâr ederek varlıklarını sürdürmeleri, kârlarını en üst düzeye çıkarmaları çok doğaldır. Bu yüzden medya örgütleri, siyasetin kurulması, üretimi ve sunumunda müşterileri olan alıcıların istem, beklenti ve ihtiyaçlarını dikkate almak zorundadırlar. Dolayısıyla ekonomik bir sürecin ürünü olarak ele alınan siyasetin inşa edilmesinden yeniden üretimine ve sunuluşuna kadar pek çok aşamada, alıcıların önceliklerinin önemli etkisi bulunmaktadır. Politainment, Frankfurt Okulu eleştirel kuramcıları tarafından geniş çaplı kültürel yıkımlara yol açan ve halkı aptallaştıran olumsuz bir olgu olarak görülmektedir. Frankfurt Okulunun eleştirel kuramcılarına göre kültürel yıkım ve aptallaştırma süreçlerini yapılandıran Politainment olgusunun ortaya çıkmasında, temel amacı seçmeni körleştirmek olan televizyon belirleyici bir rol oynamıştır. Seçmenler, siyaset ve gösteri arenalarında siyasetin tüketilmesine özendirilerek tıpkı bir av hayvanı gibi televizyonun eğlence formatında sunduğu araçsallaştırılmış siyasetin sağladığı mest olma duygusuyla oy vermek için seçim sandığına yöneltilmektedirler (Dörner, 2002b: 1). İletişim 2002/14 Günümüzde Siyasetin Medyada İnşası ve Sunumu Üzerine Bazı Dikkatler 21 Doğrusu, siyaset ve eğlence arasındaki sıkı ilişkiye gönderme yapan Politainment kavramı, her zaman birbiriyle ayrılmaz bir ikili oluşturan ve birbirinden ayrı, yalıtılmış olarak düşünüldüğünde anlaşılabilmesi kesinlikle mümkün olmayan iki ayrı kavramdan oluşmaktadır: ‘eğlenceli siyaset’ [unterhaltende Politik] ve ‘siyasal eğlence’ [politische Unterhaltung]. Politikacılar, siyasal partiler, kurumlar ve kuruluşlar gibi siyasal aktörler önceden belirlenmiş misyon ve vizyonları doğrultusunda ve bunlara uygun araç ve yöntemlerle başarılı biçimde iletilerini aktarmak için eğlence kültürünün kuralları ve araçlarından faydalanıyorlarsa, o zaman burada eğlenceli siyaset var demektir. Eğlenceli siyaset özellikle seçim kampanyaları döneminde sunulmakla birlikte, o dönemlerde medya aracılığıyla oluşan kamu oyu üzerine yapılan kısa süreli, ani bir saldırı niteliğiyle siyasal eylemin gündelik, sıradan bir etkinliği olarak kabul edilmektedir. Buna karşılık siyasal eğlence daha çok kültür endüstrisi tarafından güdülmekte, yürütülmekte ve sunulmaktadır. İster sohbet merkezli gösteriyi merkeze alan programlar ister haberler, haber programları, dizi, seri ya da filmler olsun siyasal eğlencede televizyon programını izleyiciler nezdinde daha ilginç kılabilmek için belli konular, olaylar ve aktörler amaçlı ve akılcı biçimde kullanılmaktadır. Burada amaç, seçmenlerin siyasal kanaat oluşumu ve iknasından çok programın izlenme oranlarının artırılması ve medya pazarında başarıdır (Dörner, 2002b: 1). Görüldüğü üzere Politainment’in iki yönü ayırt edilebilir. Biri, geniş anlamda siyasal aktörlerin medya endüstrilerinin kurduğu, ürettiği ve sunduğu eğlence kültürünün araç ve yöntemlerine el atmasıyla yürütülen eğlendirici siyaset. Bir başka deyişle siyasetin, medyanın işleyiş kurallarını ve pazarlama tekniklerini benimsemesi ve uygulaması. Diğeri, eğlence endüstrisinin, imgesel kurgularını cazip ve ilgi çekici kılmak üzere siyasal partileri, politikacıları, programları, olayları, olguları, konuları, sorunları malzeme olarak kullandığı siyasal eğlence. Bu ikinci düzlemde Politainment, TV programlarının (artan ölçüde sinema filmlerinin de) kurgusal dünyasına bir sahicilik hissi, bir otantiklik referansı temin etme ihtiyacını karşılamaktadır (Bora, 2001). İletişim 2002/14 22 Murat Sadullah ÇEBİ Her iki düzey birbiriyle sıkı ilişki içindedir ve siyasetin yeni bir kurgusal gerçeklik biçimi içerisinde kaynaşırlar. 90’lı yıllardaki Amerika Devlet Başkanını konu alan ‘Airforce One’ ve ‘Independence Day’ gibi siyasal filmler Bill Clinton’un saygınlık kazanmasına kesin biçimde yardım ettiler. Çünkü bu filmlerdeki kahramanlık imgeleri gençleri her zaman etkilemiştir. Medya aracılıyla kurulan, yeniden üretilen ve aktarılan yaşantı toplumda medyanın sunduğu eğlence içeriğine büründürülmüş siyasetin bireyler tarafından algılanma kalıbı ve biçimi aynı zamanda siyasetin seçmenler tarafından algılanmasının da temel kalıbı ve biçimi konumuna gelmiştir (Dörner, 2002b: 2). Dörner, Amerika ve Almanya düzleminde gerçekleştirdiği araştırmalardan elde ettiği bulgular ışığında Politainment ile ilgili aşağıdaki tezleri ileri sürmektedir: 1.Eğlence formatında sunulan siyaset her zaman kişiselleştirilmiş ve kolayca anlaşılır bir zemin üzerine yerleştirilen sadeleştirilmiş, parçalanmış siyasal gerçekliği yansıtmaktadır. Ara sıra anlatılan masallar, efsaneler, fıkralar, anekdotlar ve nükteli nazik ifadeler eğlence merkezli siyasetin en doğal biçimini oluşturmaktadır. Kuşkusuz siyasal gerçekliğin eğlenceli biçimde sunularak sadeleştirilmesi siyasal süreci karakterize eden medya dışında var olan somut siyasal gerçekliğin çarpıtılması ve bozulmasına yol açmaktadır. Böylece beğenilen, duyguları okşayan, eğlenceli siyasal sunumun bu formatına uymayan her şey genel olarak örtülmektedir. Kişiselleştirme aracılığıyla bir bakışta kavranması mümkün olmayan siyasal dünyanın karmaşıklığının basitleştirilmesi, siyaseti bilgisiz bir izleyici kitlesi açısından algılanabilir bir tarzda biçimlendirmek için, açıkça zorunlu bir strateji olarak görünmektedir. Yalnız kişiler değil makamlar, unvanlar, toplumsal statü ve roller ve çatışmalar da bu yarenlik kültüründe görünür kılınmaktadır (Dörner, 2002b: 2). Siyasetin görünür kılınması izleyicilerin siyasal-ideolojik yönelimleri açısından da çok önemlidir. Bu bağlamda toplumsal ve siyasal seçkinleri oluşturan güçlü ve saygın aktörler medyanın sürekli gözetimi altında bulunur. Böylece çağdaş demokrasilerde medya, Thomas Macho’nun ifade İletişim 2002/14 Günümüzde Siyasetin Medyada İnşası ve Sunumu Üzerine Bazı Dikkatler 23 ettiği gibi adeta her yerde hazır ve nazır hiç bir şeyi gözünden kaçırmayan, kamunun, ‘tanrının gözü’ne dönüşmüştür. Kaldı ki siyasetin kişiselleştirilmesi sürecinde çoğunlukla gözden kaçırılan bir yön bulunmaktadır. Temsili demokrasilerde milletvekilliği şapkasını taşıyan kişiler öne çıkarmaktadır. Bu bakımdan seçmenin siyasal kaderini ellerine teslim ettiği insan hakkında bir izlenime sahip olmak istemesi tutarlı görünmektedir. Ancak medyanın politikacılarla ilgili sunduğu bu imgenin gerçek bir görüntüden çok kurulmuş, yeniden üretilmiş yapay bir görüntü yansıtması politikacılarla imgesine yönelik kısmi bir bozmadır. Bu durumda kamusal kişilik olarak siyasal aktörün gerçek hayatında ve medyanın sunduğu görüntüde hangi değerleri, tutumları, dünya görüşünü hayat tarzını somut biçimde içselleştirdiği görünür kılınmaktadır. Seçmenler açısından bu imajlar kendi kişisel siyasal ve ideolojik kimliğinin oluşmasında, siyasal tutum ve davranışlarını belirlemede önemli etmenlerdir. Bu imajlara olan güven kaybı seçmenler tarafından eninde sonunda mutlaka cezalandırılmaktadır (Dörner, 2002b: 2). 2. Politainment’de siyasal söylem eğlenceye yönelen medya kullanıcılarını da kapsadığı ve onlara ortak bir sorunun sunumuna katılma imkanı sağladığı için özellikle birlikte biçimlendirilmektedir. Eğlencenin pazar mekanizması alıcıların dikkatlerini yönetir; konuları belirler, çerçeveler, öne çıkarır; bu arada kamuoyunda rıza alanlarının oluşumunu da mümkün kılmaktadır. Bundan başka Politainment her zaman medya yapımcıları ve siyasal aktörler arasındaki simbiyotik bir ilişkiye gönderme yapmaktadır: İlişkide bulunan taraflardan biri yayınının izlenme oranını ve pazar payını artırırken, diğeri geleneksel iletişim kanalları üzerinden artık ulaşması mümkün olmayan seçmenlere ulaşmaktadır (Dörner, 2002b: 2). 3. Siyasetin eğlence formatında sunulması esnasında duygusal boyut öne çıkmaktadır. Eğlence stratejileri ve teknikleri siyaseti izleyicilerin kendini iyi hissetmeleri tarzında sunumunu mümkün kılmakta ve böylece izleyicilerde siyaset hakkında olumlu etki bırakmaktadır. Bu durum oldukça yaygın siyasal bıkkınlığın göstergesi olan yabancılaşma ve reddetme eğilimlerine büsbütün ters yönde etkide bulunabilir. Dolayısıyla Politainment siyasal sisteme güveni sağlayan ve pekiştiren bir araç olarak İletişim 2002/14 24 Murat Sadullah ÇEBİ işlev görmektedir. Medyanın aracılık ettiği kendini iyi hissediş etkisi sözgelimi seçim kampanyaları döneminde yüksek derecede araçsallaştırılabilmektedir. İzleyicilerin kendini iyi hissetmesi amacıyla medyada siyasetin inşası ve yeniden üretimi izleyicilerde beklenti dalgaları oluşturabilmektedir. Bu beklentiler daha sonra reel siyasetin acı gerçekliği ile şiddetli biçimde çatışabilmektedir. Bu durumda kendini iyi hissediş yurttaşların büyük kızgınlığına dönüşmemesi için politikacılardan en azından sabırlı açıklamalar yapması beklenmektedir (Dörner, 2002b: 2). 4. Seçim kampanyaları döneminde televizyonlarda sunulan eğlendirici siyasal yayınlara bakıldığında, bu yayınların Politainment görüngüsünün siyasetin yalnızca bir yönünü yansıttığı gözden kaçırılmamalıdır. Politainment’in yansıttığı bu yön medya yapımcıları tarafından sunulan siyasal eğlence ile örtüşmektedir. Medya alıcılarının bir bölümüne yönelik ve uzun zamandan beri iletişim bilimciler tarafından siyasetin eğlenceli bir yanı olduğu düşünülmediğinde akla gelmeyen ve geniş ölçüde göz ardı edilen bu alan geniş ölçüde kamusal algı alanını etkilemektedir. Seri ve dizi filmlerde ahlak, siyasal kişilik modelleri sunulmakta, ahlaki değerler, dürüstlük ve medeni cesaret övülmektedir. Bunlar, Alman televizyonlarında yayımlanan dizilerde yalnızca abartılı ve duygusal olarak değil, heyecanlı ve hoşça vakit geçirecek biçimde de sunulmaktadırlar. Bu diziler somut olarak bakıldığında yüreklendirici etkiler de uyandırabilen iyi bir siyasetin olabileceği duygusunu vermektedirler. Bu dizilerde profesyonel biçimde kurgulanarak yazılan öyküler kendini iyi hissetme etmenini bize sürekli olarak yineleyen biçimde küçük adımlarla verilen sözlerin mutlaka meyve vereceğini gösteren gündelik hayata yakın anlatımlara bağlamaktadırlar (Dörner, 2002b: 2). 5. Son olarak Politainment’in siyasal kültür boyutu göz önünde bulundurulmalıdır. Burada betimlendiği üzere eğlence kamusu geleneksel siyasal-kültürel tortuların ve birikimlerin aktarıldığı merkezi bir arenaya gönderme yapmaktadır. Politainment, ‘normallik’in kurgulanmasına yönelik bir çerçeve oluşturmakta; böylece siyasal meşruiyetin sınırlarını çizmektedir. Bu durum, Alman siyasal kültüründe eski ve yeni nasyonal sosyalist hareketler üzerine yapılan bilimsel çalışmalarda söz konusu ideolojinin ve bu İletişim 2002/14 Günümüzde Siyasetin Medyada İnşası ve Sunumu Üzerine Bazı Dikkatler 25 ideolojiyi savunanların mutlak anlamda suçlu ve sapkın olarak gösterilmesinde açıkça görülebilir. Bu bağlamda aynı zamanda ötekinin görüntüsü aracılığıyla kendi imajını tam olarak belirlemeyi mümkün kılan muazzam mekanizmalar devreye girmektedir. Hemen hemen her durumda eğlence formatlı programlarda sunulan değer yargıları, hayat tarzları ve çıkarların çeşitliliği, çok kültürlülük ve ötekinin tanınması, dışlanmışların toplumsal yapıya eklemlenmesi, yoksulların, güçsüzlerin korunması aracılığıyla tanımlanmaktadır (Dörner, 2002b: 2). Dörner’e göre Politainment'in ‘faydaları’ şöyle sıralanabilir: 1. Politainment, yurttaşların çoğunun siyasetin karmaşık mekanizmalarına nüfuz edemediği bir çağda, siyaseti görünür kılarak daha kolay algılanabilmesini ve kavranabilmesini sağlamaktadır, 2. Politainment, kıt hale gelen ‘dikkat’ kaynaklarını kendi üzerine çekerek birçok siyasal olay, olgu, konu ve sorunu kamusal alana taşımaktadır, 3. Politainment, gündelik hayatta geçerli olacak düşünce ve açıklama kalıpları inşa etmektedir, 4. Politainment, bir siyasal kültürün bütünleştirici siyasal değerlerini aktarmakta, güçlendirmekte, yaygınlaştırmaktadır, 5. Politainment, siyasal eyleme ilişkin somut modeller veya özendiriciler sunmaktadır, 6. Politainment, profesyonel ustalıkla sergilediği estetizm aracılığıyla, kamusal arenada siyasete duyusal ve duygusal bir ilgi uyandırmaktadır (Bora, 2001). Yaşantı Çağında Medyanın Siyaseti Sunma Biçimleri Yaşantı çağı olarak da adlandırılan bir dönemde yaşıyoruz. Bu çağda siyaset, büyük ölçüde medya tarafından kurulmakta, üretilmekte ve sunulmaktadır. Medya, özellikle de televizyon siyaseti eğlenceli bir tarzda sunmakta ya da izlenme oranlarını artırmak ve medya pazarında başarı kazanmak amacıyla eğlence aracı olarak kullanmaktadır. Medyada, siyasetin eğlence unsurları katılarak gösterimi ve eğlence amaçlı araçsallaştırılmasının temel itici güçleri toplumsal alanda, medya alanında ve siyasal alanda ortaya çıkan değişim ve dönüşümlerdir. İletişim 2002/14 26 Murat Sadullah ÇEBİ Toplumsal alanda görülen en önemli değişim ve dönüşüm modern toplumdan yaşantı toplumuna geçiş ile gerçekleşmiştir. Yaşantı toplumu, insanın kimliğinin yüze takılan maskeler aracılığıyla belirsizleştirildiği, kimliksizleştirildiği; gerçeğin yerini medya, özellikle de televizyonlarda temsil edilen ve onun aracılığıyla aktarılan imajlara, görüntülere bıraktığı; tüm bireysel ve geçici duyguların, hazların, tutkuların, arzuların kutsandığı; kültür/eğlence endüstrisi aracılığıyla her an yenileri seçilen, kurulan, üretilen ve sunulan yeni medyatik kişilikler, kahramanlar yoluyla yaygınlaştırılan yeni tapınma biçimlerinin meşrulaştırılmaya çalışıldığı bir toplumdur. Yaşantı toplumunda; haz almak, bir şeyin salt zevkine ve keyfine varmak, eğlenmek, zamanı hoş geçirmek duygulara ve güdülere göre yaşanan hayatın tek amacı olarak ortaya çıkmaktadır. Bu hayat tarzının benimsenmesinde medya, özellikle de televizyon önemli işlevler üstlenmektedir. Medya alanında ortaya çıkan değişimleri şöyle sıralayabiliriz: Medyanın tecimsel yönü öne çıkmıştır. Medya alanında şiddetli bir rekabet ve yoğunlaşma, küreselleşme görülmektedir. Medya, niceliksel ve niteliksel açılardan artmış ve yaygınlaşmıştır. Alternatif medya türleri ortaya çıkmıştır Medya, hayatın bütün alanlarını nüfuz alanına almıştır. Medya toplumsal önem ve saygınlık elde etmiştir. Zevkçi ve hazcı hayat tarzının egemen olduğu yaşantı toplumunda siyaset de dönüşüme uğramıştır. Siyaset geniş ölçüde sembollerle yapılmaya başlanmıştır. Siyasal olaylar, eylemler ve süreçlerin sembolik biçimde inşa edildiği ve üretildiği gözlenmektedir. Siyasal gerçekliğin sembolik yapılandırılmasında siyasal dil, siyasal söylem, siyasal semboller, siyasal ayin ve tören önemli işlevler üstlenmektedir. Çağdaş siyasetin biçimlendiren etmenlerden bir diğeri siyasal efsanelerdir. Günümüzde seçim kampanyaları da bir törene, ayine dönüşmüştür. Seçim kampanyaları demokrasi mitinin törensel bir gösterimi olup, demokrasi efsanesinin törensel olarak gösteriminde merkezi bir araç konumuna gelmiştir. Sembolik siyasetin inşası, üretimi ve sunumunda medya, özellikle de televizyon öne çıkmıştır. Medya, siyasal aktörler, siyasal halkla ilişkiler ve haber uzmanlarınca yönlendirilen ve düzenlenen bir politik toplum anlayışı İletişim 2002/14 Günümüzde Siyasetin Medyada İnşası ve Sunumu Üzerine Bazı Dikkatler 27 benimsenmeye başlamıştır. Medyanın sembolik siyasetin aktarılmasında önemli rol oynaması siyasal aktörler, siyasal halkla ilişkiler, haber çarpıtma ve bozma uzmanlarınca yönlendirilen ve düzenlenen bir politik toplum anlayışının benimsenmesinden kaynaklanmaktadır. Bilgi akışının geniş ölçüde medya üzerinden gerçekleştirilmesi siyasetin medya aracılığıyla aktarılmasına, yani siyasetin kişiselleştirilip, basitleştirilip, dramatize edilerek gösteriye dönüştürülmesine yol açmaktadır. Günümüzde siyaset önemli ölçüde medya aracılığıyla sunulmaktadır. Siyasetin, medya aracılığıyla temsili, kurulması, üretilmesi ve sunumunda televizyon öne çıkmıştır. Yaşantı toplumunun medyasında siyasetin eğlence içeriğine büründürülerek aktarılması eğilim artmıştır. Medyada siyasetin magazinel değerleri öne çıkartılmakta, eğlencelik unsurları içeriklerde görece ağırlık kazanmakta, kimi zaman eğlence ve siyasal bilgi birlikte sunulmaktadır. Siyasetin medyada temsili, inşası ve sunumunda eğlenceye dayalı; aleni, kamuya yönelik bir kitle iletişimi biçimi tercih edilmektedir. Politainment kavramıyla ifade edilen bu iletişim biçiminde siyaset medya içeriklerinde ve türlerinde, eğlence unsurları katılarak sunulmakta ve alıcıların eğlenmesi amacıyla kullanılmaktadır. Politainment tecimsel yönü öne çıkan ve alıcı odaklı bir anlayışla yapılandırılan medya örgütlerinin siyaseti bir meta olarak değerlendirmelerinin sonucudur. Siyasetin alıcılara zevk ve haz veren bir eğlence olarak sunulduğu yaşantı çağında medya ilgili şu tezler ileri sürülebilir: Medya, siyasal iktidarı oluşturan seçkinler ile yurttaşlar arasındaki sosyal mesafeyi azaltmaktadır. Çünkü medya, yurttaşların siyasal sisteme erişimin en önemli araçlarından birine dönüşmüştür. Özellikle televizyon, dünyaya açılan pencere olarak tekil olarak bireyin erişmesinin mümkün olmadığı kimi siyasal süreçleri algılayabilmesine ve bilebilmesine imkan vermektedir. Televizyon, güçlü ve seçkin siyasal aktörleri mercek altına almakta, siyasal süreci gözlemlemekte; böylece aynı zamanda çağdaş demokratik toplumlarda medyaya yüklenen denetim ve gözcülük işlevlerini yapmaktadır. Kamu adına siyasal sistemi gözetleyen medya siyasal iktidar/gücü elinde bulunduran seçkinlerin siyasal İletişim 2002/14 28 Murat Sadullah ÇEBİ eylemlerini ve kararlarını çok yakından izlemektedir. Böylece siyasal iktidarı elde eden ve gücü taşıyan seçkinlerle yurttaşlar arasındaki mesafeyi azaltmakta, izleyicilerin bakış açısını siyasal açıdan önemli aktör, olay, olgu, konu, sorunlar üzerine yöneltmektedir. Öte yandan medya siyasal aktörleri içimizden biri gibi ortalama bir yurttaş olarak sunmakta, kameranın merceği aracılığıyla kendi ailesiyle duygusal bir çerçeveye alarak gösterdiğinde ise, insani ve ulaşılabilir olarak görünmelerini sağlamaktadır. Medya, siyasal gerçekliği sahneye koymaktadır. Siyaseti sergileme işini siyasal olay, olgu, konu, sorunların belli bir yönü hakkında bilgi vermek, belli konu ve sorunları gündeme getirip öne çıkarmak yoluyla yapmaktadır. Medya, kendisi açısından önemli olarak görünen ne varsa dikkat ve ilgisini ona yoğunlaştırmakta, böylece aynı zamanda siyasal haberciliğin kurallarını ve formatını belirlemektedir. Medya, politikacılara yalnızca kendilerini sundukları, gösterdikleri bir arena, bir sahne olarak hizmet etmemektedir. Bunun yanı sıra uygun kamera çekim ölçekleri, gönül okşayıcı görüşme stratejileri ve teknikleri ve çanak konu ve soru seçimi aracılığıyla izleyicilerin siyasal aktörler hakkındaki algılarını olumlu yönde etkilerken, alttan kurbağa perspektifi ya da tepeden kuş bakışı gibi ölçeklerle yapılan çekimler taraftar, muhalif ya da tarafsız izleyicilerin siyasal aktörleri algılamaları üzerinde bozucu etkiler yapabilmektedir (Kepplinger ve Donsbach, 1987). Medya, siyasal gerçekliği kurmaktadır. Siyasal eylem ve kararların oluşma süreçlerinde somut biçimde medyanın etkisinin hangi ölçüde olduğu göz önünde bulundurulduğunda medya gerçekliğinin arkasında siyasal bir gerçeklik olup olmadığı sorusu anlamsız ve gereksiz görünmektedir. Medya yalnızca siyaset hakkında bilgi iletmemekte siyasetin sahneye konulmasındaki temel kural, ölçüt ve yöntemleri de belirlemektedir. Medyada siyasal bilginin yerini artan biçimde görüntülerin aldığı, siyasal aktörlerin bu sürece uyum sağlamaya uğraştığı günümüzde, medyanın işleyiş mantığı siyasetin işleyiş mantığı üzerinde egemenlik kurmakta, böylece medya siyasetin inşa edilmesi sürecine etkin olarak katılmaktadır. Siyasetin medyada temsil ve inşa edildiği, üretildiği süreçlerde siyasal iktidarı/gücü elde etmek isteyen siyasal aktörler, artık yalnızca sahip oldukları ya da İletişim 2002/14 Günümüzde Siyasetin Medyada İnşası ve Sunumu Üzerine Bazı Dikkatler 29 gösterdikleri performans ile değerlendirilmemektedir. Hükümette görev alma konusunda sürüp giden mücadelede, siyasal karar alma açısından önem taşıyan etkili görevlerin paylaşımı ve dağıtımına yönelik parti içi iktidar/güç kavgasında kişisel imaj ve medyada görünme önemli etmenler olarak ortaya çıkmaktadır. Politainment çağında medyada kurulan siyasal sahne; müzik ve medya starlarının güçlü ve saygın siyasal seçkinlere eşlik ettiği gösteri sahnesine dönüşmüştür. Sembolik eylemlerin ve yapay olayların inşa edilmesi, üretilmesi ve sunulması, siyaset üzerinde medyanın egemenlik kurmasının sonuçlarıdır. Günümüzde eğlenceye yönelik talk-show programları, seri ve dizi filmler, yarışma programları, sinema filmleri siyasal aktörlerinin kendilerini sahnelediği, gösterdiği sahneye dönüşmüş, böylece siyasal gösterinin eylem arenası, alanı da genişlemiştir. Günümüz medyasında siyasetin inşa, üretim ve sunum süreçlerinin alıcılar açısından kavranabilmesi medya yetkinliğini gerektirmektedir. Siyasal haberlerin üretim süreçlerini iyice anlamak, sahneye koyma stratejilerinin arka planını sorgulayabilmek ve medyanın işleyiş mantığını kavrayabilmek için; okuyucu, dinleyici ve izleyicilerin medya yetkinliği kavramı altında bir araya getirilen yetkinliklere sahip olması gerekmektedir. Medya yetkinliği yalnızca medya içeriklerinin alıcılar tarafından amaçlı ve akılcı biçimde kullanılmasıyla ilişkili değildir. Bu yetkinliğin en önemli yönlerinden biri alıcıların medya içeriklerinin seçimi, inşası, üretimi ve sunumu hakkında bilgi sahibi olmalarıdır. Haber üretimi süreçleri hakkında bilgi sahibi olan, gazetecilerin çalışma biçimlerini tanıyan bir seçmen, alternatif bilgiler aramaya, siyasal aktör, olay, olgu, konu, sorun, eylem ve süreçleri ve bunların medyadaki görüntülerini esaslı biçimde sınıflandırma ve değerlendirebilme yetkinliğine sahip olmaktadır. Medya yetkinliği, özellikle seçim kampanyaları döneminde, alıcıların siyasal aktörlerin somut yetkinliklerini algılayabilme ve bilebilmeleri açısından önem taşımaktadır. Günümüzde siyaset sahneye koyma modeli çerçevesinde yapılmaktadır. Sahneye koyma modelinde siyasal olaylar, konu ya da sorunlar siyasal oyunu ya da gösterinin yönetmenleri olan siyasal aktörler ve medya profesyonelleri tarafından yapılandırılmaktadır. Bu süreçte siyasal aktörler gösteriyi kendi özel ya da siyasal amaç ve çıkarları doğrultusunda İletişim 2002/14 Murat Sadullah ÇEBİ 30 kullanmak amacıyla medyanın kural, ölçüt ve yöntemlerinden yararlanırlar. Siyasal aktörler, gazetecilerin düşünce, konuşma ve davranış kalıplarını ve biçimlerini öğrenerek siyasal olay, olgu. konu ya da sorunları kendi özel ya da siyasal amaçları yapılandırmaktadırlar. Siyasal iletilerini gazetecilerin mesleki değerlerine, haber değeri ölçütlerine ve çalışma alışkanlıklarına uygun biçimde düzenlemektedirler. Siyasal aktörler, adeta amaçlı akılcı bir olay yönetimi yürütmektedirler. Siyasal olay, olgu, konu ya da sorunları kendi düşünce ve bakış açılarını medya içerikleri aracılığıyla kamuya iletme aracı olarak kabul etmektedirler. Medyada siyasetin eğlenceli biçimde ve eğlence amaçlı sunumuna Türkiye’de de rastlanmaktadır. Türkiye televizyonlarında siyaseti ve eğlenceyi birleştiren eğlence formatlı televizyon programlarına, Ali Kırca’nın ‘Siyaset Meydanı’, TRT1’deki ‘Politika Kulvarı’ ve Levent Kırca’nın ‘Olacak O Kadar’ programları örnek gösterilebilir. Türkiye’de Politainment olgusu ile ilgili gerçekliklerin basit formüllerle kavranabilmesine imkan yoktur. Tanıl Bora’nın önerdiği gibi Türkiye’nin siyasal kültüründe ve medya ortamında Politainment'in özgül biçimleri ve etkileri üzerine düşünmek gerekir. Düşünmenin yanı sıra bu konu ile ilgili çalışmaların yapılması gerekir. Kaynaklar Alkan, Türker (1989), Siyasal Bilinç ve Toplumsal Değişme, Ankara: Gündoğan Yayınları. Ateş, Şeref (2000), “Politika ve İletişim”, Liberal Düşünce, Cilt 5, Sayı 18, http://www.liberal-dt.org.tr/dergiler/ldsayi18.htm, 27.03.2003. Bennett, W. Lance (2000), Politik İllüzyon ve Medya, Çev., Seyfi Say, İstanbul: Nehir. Blumler, Jay G. ve Michael Gurevitch (1995), The Crisis of Public Communication, London: Routledge. Bora, Tanıl (2001), “Politainment”, Medyakronik, 28 Ağustos 2001, http://www.medyakronik.com/ arsiv/tbora_arv_280801.htm, 27.03.2003. İletişim 2002/14 Günümüzde Siyasetin Medyada İnşası ve Sunumu Üzerine Bazı Dikkatler 31 Croteau, David ve William Hoynes (1997), Media/Society. Industries , Images, and Audiences, Thousand Oaks/California, London ve New Delhi: Pine Forge Press. Debord, Guy (1996), Gösteri Toplumu ve Yorumlar, Çev., Ayşen Ekmekçi/Okşan Taşkent. İstanbul: Ayrıntı. Donsbach, Wolfgang, Otfried Jarren, Hans Mathias Kepplinger ve Barbara Pfetsch (1993): Beziehungsspiele-Medien und Politik in der öffentlichen Diskussion. Gütersloh: Verlag Bertelsman Stiftung. Dörner, Andreas (2002a), “Politainment versus Mediokratie”, Thesenvortrag, Cologne Conference/Medienforum NRW, 21. Juni 2002, Landesinstitut für Erziehung und Unterricht Stuttgart, Online-Forum Medienpädagogik, http://www.kreidestriche.de, 27.03.2003. Dörner, Andreas (2002b), “Der Wahlkampf als Ritual. Zur Inszenierung der Demokratie in der Multioptionsgesellschaft”, Aus Politik und Zeitgeschichte, Nr. 15-16/12./19. April 2002, http://www.dasparlament.de/2002/15_16/Beilage/003.html, 27.03.2003. Eliade, Mircae (1993), Mitlerin Özellikleri, Çev. Sema Rifat, İstanbul: Semavi Yayınları. Jarren, Otfried (2001), “Mediengesellschaft. Risiken für die politische Kommunikation”, Aus Politik und Zeitgeschichte, Nr. 41-42/, 5-12 Oktober 2001, 10-19, http://www.das-parlament.de/2001/ 41_42/ Beilage/ 004p.pdf, 27.03.2003. Jarren, Otfried, Theorsten Grothe ve Cristoph Rybarczyk (1993), “Medien und Politik- eine Problemskizze”, Der., Donsbach, Wolfgang, Otfried Jarren, Hans Mathias Kepplinger ve Barbara Pfetsch, Beziehungsspiele-Medien und Politik in der öffentlichen Diskussion, Gütersloh: Verlag Bertelsman Stiftung, 9-44. Kepplinger, Hans Mathias ve Wolfgang Donsbach (1987), “The Influence of Camera Perspectives on the Perception of a Politician by Supporters, Opponents, and neutral Viewers”, Der., David L. Paletz, İletişim 2002/14 32 Murat Sadullah ÇEBİ Political Communication Research. Approaches, Studies, Assessments, Norwood, New Jersey: Ablex Publishing Corporation, 62-72. Meyer, Thomas (2002), “Mediokratie - Auf dem Weg in eine andere Demokratie?”, Aus Politik und Zeitgeschichte, Nr. 15-16 / 12./19. April 2002, http://www.das-parlament.de/2002/15_16/ Beilage/002.html, 27.03.2003. Morley, David ve Kevin Robins (1997), Kimlik Mekanları. Küresel Medya, Elektronik Ortamlar ve Sınırlar, Çev., Emrehan Zeybekoğlu, İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Paletz, David L. (1987), Political Communication Research. Apporoaches, Studies, Assessments, Norwood, New Jersey: Ablex Publishing Corporation. Sarıbay, Ali Yaşar ve Süleyman Seyfi Öğün (1998), Bir Politikbilim Perspektifi, Bursa: Asa Kitabevi. Sury, Alexander (2002), “Wenn Beobachter plötzlich beobachtet werden”, Der Kleine Bund Samstag, November 2002, s. 2, http://www.imw.unibe.ch/tagung/pressespiegel /bund021102 _02.pdf, 28.08.2002, 27.04.2003. İletişim 2002/14 Günümüzde Siyasetin Medyada İnşası ve Sunumu Üzerine Bazı Dikkatler 33 Özet Günümüz toplumunda, hayat anlayışının haz ve zevke dayandırılması yaşama biçimini de değiştirmiştir. Bu zevkçi ve hazcı hayat tarzı su sonuçlara yol açmıştır: Siyaset; medya aracılığıyla yapılmaya başlanmış, semboller öne çıkmıştır. Öte yandan medya, siyaseti topluma sunarken eğlence unsurlarını kullanmaya başlamıştır. Medya, siyaseti eğlence araçları arasına katmıştır. Abstract A Preliminary Essay on Construction and Presantation of Politics in the Mass Media in Current Time It is know that the understanding of life has been based on pleasure, taste and enjoyment the life style has changed in the current societes. For that reason, this hedonistic life style caused to arise some results as follows: Politics has been carried out by means of mass media especially the television and the symbols gained special importance. The mass media has started to use the components of the entertainment. Media has included the politics among the entertainment instruments. İletişim 2002/14 Bourdieu’cü Açıdan Medyatik Hegemonya Hüseyin KÖSE* Giriş Medyanın ideolojik yeniden-üretim sorunu, her zaman üzerinde çokça tartışılmış sorunlardan birisi olmuştur. Fransız toplumbilimci Pierre Bourdieu’nün “Televizyon üzerine” (2001) adlı çalışması da, özelde televizyon alanın baskı gücüne ve bu alanın sahip olduğu iktidar konumuna odaklanmıştır. Genelde ise Bourdieu, medyanın toplumsal, siyasal ve kültürel gerçekliklerle ilgili çözümlemelerinde, kurulu bulunan toplumsal, ekonomik ve siyasal yapıların eşitsizlikleriyle birlikte yeniden üretimine katkıda bulunan evrensel bir ideolojinin; neo-liberal ideolojinin radikal bir eleştirisine yönelmektedir. Medyada ve özelde televizyonda toplumsal dünya bilgisinin hipotetik (önermesel) yorumlanışı ile medyanın söylemsel olarak gerçekliği tanımlamada yararlandığı iktidar kipi, bireylerin içinde yer aldıkları dünyaya ilişkin geliştirecekleri ‘vizyon’un tanımlanışı açısından da büyük önem taşımaktadır. Bourdieu’ye göre, tümüyle özerkliğini yitirmiş bir alan olarak medya alanı ve bu alan içinde etkin birer eyleyen konumunda bulunan medya entelektüelleri (Bourdieu’nün deyimiyle heteronom entelektüeller, rateler), ilk olarak, kendilerini üreten siyasi ve ekonomik sistemle aralarındaki mesafeyi her zaman doğru ayarlayamadıkları için; ikinci olarak da, kamusal gündemi ilgilendiren ciddi sorunlarda, kendi özerk bakış açılarını medya aracının (medium) türdeşleştirici eğilimlerine ve algılama kategorilerine kurban etmelerinden dolayı eleştirilmelidir (2000; 31). Medya entelektüellerinin bu konumları, söz konusu medyatik iktidarı “suç ortaklığı” ilişkisi düzleminde yeniden üreten bir niteliğe dönüşmüştür. * Arş. Gör. İ.Ü. İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü İletişim 2002/14 Hüseyin KÖSE 36 Söz konusu suç ortaklığı medya entelektüellerinin ya da heteronom entelektüellerin Bourdieu’nün heteronomi olarak adlandırdığı tecimsel mantığın yasalarına uygun olarak hareket etmelerinin bir sonucu olarak, aynı zamanda medyada hegemonik bir dili de yapılandırmaktadır. Bourdieu’ye göre, böyle bir söylem toplumsal ya da siyasal varoluşa “arabuluculuk” edemeyeceği gibi, Lucien Sfez’in “Bir İletişimsel Uzlaşmanın Çıkarlara Bağlı Oluşu” tezinden hareketle yorumlamaya çalıştığı şeyin; yani aynı iletişimsel uzlaşmanın içinde kayıtlı bulunan “etkili söz”ün de açık bir yansımasıdır (Sfez; 1992; 126). Buna göre, medyatik söylemin hegemonik yapılanması, böyle bir heteronomide çıkarı bulunan çevrelerin sözcülüğünü yapan bir anlatıdır. Dolayısıyla, medyatik söylem, her ne kadar sessiz çoğunluğun sesi olma iddiasında bulunsa da, özünde, daraltıcı ve denetleyici bir yönelişi açığa vurmaktadır. Bu anlamda günümüzün egemen medya söyleminin totaliter karakterinin küresel mahiyette geçerli kılınmasının ideolojik boyutta da neo-liberal pazar mantığı yasalarını gereksindiğinden söz edilebilir. Yine küresel medya söyleminin dolaşımda olduğu bu tür bir pazar mantığının, iletişim sistemlerinin içeriklerinde de doğrudan doğruya üretilen birinci bir gerçekliğe dönüşmüş olması, son derece doğal bir durum gibi görünmektedir. Bu çalışmada, söz konusu medyatik hegemonyayı yapılandıran ekonomik sistem (neo-liberal pazar mantığı) ve bu sistem içinde üretilen suç ortaklığı ilişkilerinin Bourdieu’cü hegemonya (domination) kavramı çerçevesinde bir çözümlemesi yapılmaya çalışılmaktadır. Bourdieu’cü Açıdan Medyatik Hegemonya Bourdieu’nün global düzeyde çözümlemeye giriştiği medya söyleminin, neo-liberal sistemin değerlerinin yaygınlaştırılması işlevine odaklanmış olması oldukça anlamlıdır. Sfez’in de belirttiği gibi, Bourdieu’nün medya analiz yöntemi, kültürel, toplumsal ve hatta küresel bir durum tanımlaması olarak “çıkarlara bağlı bir retorik stratejisi” (Sfez; 1992; 126) kavramanı da zorunlu olarak beraberinde getirmektedir. Aynı bağımlı retorik, kültürel alanın belirlenmesine de doğrudan katkıda bulunmaktadır. İletişim 2002/14 Bourdieu’cü Açıdan Medyatik Hegemonya 37 Kültürel hegemonya, burada, Bourdieu’nün neo-liberal ideolojiyi tanımlamakta kullandığı “bilişsel yapıları yıkmayı amaçlayan bir program”tanımlamasında somutlaşmaktadır. Buna göre, çağın kuşatıcı bir gerçekliği haline gelmiş olan neo-liberal ideolojinin dolaysız bir ürünü olan medya söylemi de bireylerin bilişsel yapıları üzerinde belirleyici bir rol oynamaktadır. Benzer biçimden Winterhoff-Spurk da “Televizyon ve Dünya Bilinci” (1989) adlı kitabında, izleyicilerin bilişsel yapıları üzerinde televizyonun tüketimci etkisinden söz etmektedir. Bu çalışma, aynı zamanda, kişilerin uzay ve zaman algılamasının şemaları üzerine televizyonun rastlansal etkileri konusunu ele almaktadır. Spurk’a göre, televizyonda sunulan mesajlar, izleyiciler üzerinde, bulundukları ortama ilişkin gerçekdışı bir bilinç üretmektedir. Bu sahte bilincin, sistemli olarak yaygınlaştırılması, televizyon pratiğinin genelleştirilmesi yoluyla, toplumun kültürel açıdan birörnekleştirilmesinin en büyük güvencesini oluşturmaktadır. (1) Toplumun kültürel açıdan birörnekleştirilmesi, Boudieu’nün deyimiyle homoloji, medya söyleminin toplumsal denetimi kolaylaştırıcı ve manipüle edici işlevi önündeki engelleri de ortadan kaldırmaktadır. Temeldeki sorun ise, bu yolla “toplumsal özne”nin ve böyle bir öznenin eylem olanaklarının ortadan kaldırılmasıyla ilişkilidir. Çünkü Bourdieu’ye göre eğer özne boyun eğen ve uysal subjektius ise, o halde toplumsal tarih, bir boyun eğişler ve tabi kılınışlar dizisi olarak, medyanın, listesi kolayca tutulamayacak “sembolik eylem” lerinin tam odağına yerleştirilmiş bir edilgen yapılar kümesini oluşturmaktadır. Dany-Robert Dufour’un da deyişiyle artık; “Grek dünyasında Physis, monateizmde Tanrı, monarşide kral, Cumhuriyette Halk, Nazizmde Irk neyse, neo-liberalizmde medya da odur;” (2) ve bu şekliyle medya, güç kullanımının mutlak yetkesini elinde bulundurmaktadır. Bourdieu’ün neo-liberal ideolojiyi çözümlemekte kullandığı argümanlar, söz konusu yetkenin, sınırsızca kullanılmasıyla, toplumsal bilince yönelik “linç” eylemine (lyncage médiatique) vurgu yapması bakımından anlamlıdır. Bu medyatik linç eyleminin başat aktörleri arasında yer alan ve Bourdieu’nün deyimiyle “nesnel bilimcilikle terörizmin İletişim 2002/14 38 Hüseyin KÖSE bir türü arasındaki suç ortaklığını temsil eden” (1980; 93) medya profesyonellerine karşı militanca bir mücadeleye girişmek kaçınılmaz gibi görünmektedir. Medyanın “güç dayatma eylemi” bir başka anlamda, haber söyleminin düzenlenişinde karşımıza çıkmaktadır. Haber söyleminin, genellikle toplumdaki egemen çevrelerin niyet ve istekleri (çıkarları) doğrultusunda yapılandırıldığı iddiası, kültürelci yaklaşımların da üzerinde durdukları bir konudur. Bu yaklaşımlara göre, haber söylemi, olayların anlamlarının denetlenmesine yarayan ve her tür olumsuz bakış açısını dışarıda bırakan bir amaç doğrultusunda işlemekte ve söylemin uzlaşımsal düzeyini ön plana çıkarıcı bir işlev görmektedir. Stuart Hall ve arkadaşlarınca yapılan çözümlemelere göre: “Haberin söylemi içinde güçlülerin tanımlarının yeniden üretilmesini sağlamakta anahtar uzlaşımlardan olan saygın kişilerin görüşlerine yer vererek resmi söylemi destekleyici yapı”(Dursun; 2001; 132) ya yönelik katkı, haber konularının medyanın özerk yönelimlerinin bir sonucu olmadığını ortaya koymaktadır. Kültürelci yaklaşımın haber söylemi analizinin merkezi sorunsalını oluşturan şey, toplumda, ayrıcalıklı bir konumda yer almalarından dolayı (Bourdieu’cü terminolojiyle ifade ederek “Sembolik Kapital”lerinden dolayı) kurumsal erkleri ölçüsünde belli bir temsiliyet niteliği taşıyan bazı kesimlerin meşru kurumsal kaynaklar olarak, medya söyleminin başvurduğu bir kesimi oluşturmasıdır. Bourdieu’cü sembolik kapital kavramı da özünde, bir kişinin toplumsal alanda etkin olabilmek için sahip olabileceği saygınlık ölçüsünün gitgide maddi bir değer haline dönüşmesini ifade etmektedir. Bu yönüyle sembolik kapital, egemen medya söyleminin önemli bir tarafını oluşturmaktadır. Bir başka anlamda, olayların “birincil tanımlayıcıları” olarak adlandırılan bu kesimi oluşturanların çoğu “yetkili uzmanlardan” kurulu bulunmaktadır. Stuart Hall ve arkadaşlarının “birincil tanımlayıcılar” adını verdikleri çevreler, açıkça görüldüğü üzere, Bourdieu’nün Sembolik Kapital’iyle büyük benzerlikler taşımaktadır. Medya alanında, sıklıkla bilirkişiliklerine başvurulan seçkinler, Bourdieu’ye göre, medya ideolojisinin İletişim 2002/14 Bourdieu’cü Açıdan Medyatik Hegemonya 39 de belirleyici aktörleridir. Dolayısıyla, medya alanının güç dayatma ve görüşünü zorla kabul ettirme eylemine karşı verilecek mücadele, her şeyden önce, yukarıda da değinildiği gibi, seçkinlerle-medya arasındaki suç ortaklığı ilişkilerine karşı verilecek bir mücadele anlamını taşımaktadır. Medya alanını özerkliği sorununu, bir kuvvetler alanı (parlamento, siyasi partiler, siyasi elitler, ekonomik güç merkezleri, v.s.) sorunu olarak gören Bourdieu’nün, tabi kılınanların savunmasındaki etik yüceliği kendi bilimsel ve yansımalı sosyolojisinin merkezi sorunlarından biri haline getirdiği görülmektedir. Armand Mattelart’ın da “Sonsuz bir vaat: İletişimin Cennetleri” başlıklı makalesinde altını çizdiği gibi: “Artık, büyük politik ütopyalardan mahrum kalmış bir dünyada, teknoloji [ve özelde iletişim teknolojisi ve medya] ütopyası, günümüzde, küresel pazar ideologlarının ücret karşılığı hizmetlerinden yararlanmaktadır. En eşitlikçi iletişim miti, üzerinde buluşulması kötülükler doğuracak bir dünya düzeni içinde ağırlık kazanan teknolojik kopuş mantığı ile her an altüst olacak bir dengeyi temsil etmektedir”(3). Şu halde, medya hegemonyası konusu, ideolojik bir değerlendirmeyi; küresel ideolojinin, Mattelart’ın deyimiyle “eşitlikçi iletişim miti”ne göndermede bulunan ereksel yönelimini çözümlemeyi gerektirmektedir. Şair İsmet Özel’in de vurguladığı gibi, bu anlamda: “Medyanın gücünü değil, gücün medyasını” (Aktaran Yalnızuçanlar; 1997; 137) sorunsallaştırma çabasına ışık tutacak bir yaklaşımı benimsemek gerekmektedir. Luis Pinto’ya göre ise, günümüz medyasının hakimiyet şekli, keyfiliğin üretimini esas almaktadır. Pinto, “Pierre Bourdieu ve Toplumsal Dünya Kuramı” adlı kitabında (1998), medya hakimiyetinin toplumsal dünyayı keyfi bir söyleme indirgeyerek her tür tutarlılık ölçüsünden arındırmayı amaçladığını belirtmekte ve medya söyleminin, söz konusu keyfiliği (arbitraire) toplumsal gerçekliğin “farkında olmama” düzleminde kendini üreten bir algılamaya yol açtığından söz etmektedir. (Pinto, 1998; 211). İletişim 2002/14 40 Hüseyin KÖSE Pinto’nun sözünü ettiği keyfilik durumu, söylemin bağlamsız egemenliğine ve dolayısıyla da hiçbir gerçekliğe yeterince odaklanmayan denetlenemez uçuculuğuna işaret etmektedir. Söylemin keyfi olması, aynı zamanda söylemsel hegemonyanın da denetlenemez niteliğini açığa vurmaktadır. Bu ise, bellekte yeterince yer edememiş mesajların, gitgide amnezik bir etkiye yol açmasıyla sonuçlanmaktadır. Şu halde amnezinin (bellek yitiminin) kendisinin de, medya söyleminin hegemonik yansımasının bir başka görünümünü oluşturduğu söylenebilir. Amnezik bir etkiye maruz kalan bilişsel yapılar, medya söylemiyle izleyiciyi içeriden denetlemenin en etkili yollarından biridir. Burada, Bourdieu’nün “bilişsel yapıların yıkımını amaçlayan neo-liberal hegemonya programı” saptamasını doğrulayan amnezik etkileme yönteminin, her bakımdan bilişsel yapıların yıkımını hedef aldığı, tartışmasız bir gerçek gibi görünmektedir. Ayrıca, geçmişe ve geleceğe yönelik bellek yitimlerinin bilişsel yapıların da ötesine geçerek, doğrudan doğruya kimlik yitimini hedef aldığından bile söz edilebilir. Bu noktada, Daniel Dougneux’ün “empatik manipülasyon” adını verdiği bir etkileme yönteminin altı çizilebilir. Dougneux’ye göre, “empatik manipülasyon”, doğrudan doğruya kimlik üzerinde etkide bulunmayı amaçlayan ve beraberinde kimlik formunun yitimine yol açan amnezik bir etki olarak işlev görmektedir. Temelde, başka bir durum, olgu ya da kimlikle özdeşleşme biçimine işaret eden empatik manipülasyonun tv ve sinema alanında birçok örneğine rastlamak mümkündür. Dougneux, özellikle sinemada Woody Allen’ın bukalemun bir karakteri canlandırdığı “Zelig” filmini örnek göstererek bu olguyu şöyle açıklamaktadır: “Zelig filminin başoyuncusu olan karakter, peş peşe yaşadığı empatik deneyimler yüzünden acı çeker. Karşısındaki kişiyle her etkileşimde, ruhsal ve bedensel olarak onunla özdeşleşir. Ama bu özdeşleşme hezeyanları, her defasında Zelig’in kendi kişiliğini unutmasıyla sonuçlanan amnezik bir durum yaşamasının yol açar. (...) Ölümcül medyatik bir bulaşmayla, bahtsız Zelig, çok geçmeden, otuz yıl boyunca ABD’nin açıklanmamış tüm cinayet davalarının günah keçisi haline gelir” (Dougneux, 1998; 181). Şu halde “empatik manipülasyon” terimi de medya hegemonyasının sofistike bir görünümünü sunmaktadır. Dougneux’nün “medyatik bulaşma” İletişim 2002/14 Bourdieu’cü Açıdan Medyatik Hegemonya 41 ifadesiyle anlatmaya çalıştığı şey de, özünde, gizlice dayatılmış böyle bir hegemonyaya farkında olmadan maruz kalmanın kaçınılmazlığını ifade etmektedir. Bu manipülasyon türünün, söz konusu hegemonyanın, bilişsel yapılar üzerindeki varlığını sürdürmesi ve gitgide meşruiyet kazanması için de etkilerinin çabucak unutulmasıyla sonuçlanacak amnezik bir sürece gereksinmesi vardır. Bu anlamda özellikle görsel medyanın küresel düzeyde yaygınlaştırdığı görsel ideolojinin dayanakları, Bourdieu’ye göre, neoliberal düşünceyle empatik bir uzlaşma arayışının içinde aranmalıdır. Bilişsel yapıların medya içerikleriyle denetimi ve sonrasında yıkımı süreci ise, asıl irdelenmesi gereken başka bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü bu süreç, Bourdieu’nün deyimiyle ifade edersek, temelde, küresel düzeyde bir “suç ortaklığı toplumu” yaratımını amaçlamaktadır. Bu yüzdendir ki, Bourdieu’ye göre, medyayla suç ortaklığı etmiş “patronlara, din adamlarına ya da gazetecilere güvenilemez-kendi erklerinin gizli temellerini açığa vuran çalışmalarının bilimselliğini övmek için bile olsa!” (Aktaran Clerc, 1997; 207). Televizyon alanı, Bourdieu’ye göre, kendi çıkarlarının sözcülüğünü yapacak profesyonel bir kesime gereksinme duymaktadır. Medya profesyonelleri ya da uzmanları olarak tanımlanabilecek olan bu kesimin başlıca özelliği, yine Bourdieu’ye göre, toplumsal dünya ile televizyon arasındaki bir denge ayarlaması işlevinde somutlaşmaktadır. Medya profesyonellerinin ifade gücü, gerçekte içinde yer aldıkları özerk toplumsal koşullarından ayrı düşmüştür. Çünkü bu noktada: “Her ifade, anlamlı bir çıkar ile bu ifadenin sunulduğu alanın (tv alanının) yapısı tarafından oluşturulmuş görünmez bir sansür arasındaki bir ayarlamadır ve bu ayarlara (ajustement), sessizliğe [temsil edilemezliğe] varıncaya dek götürülebilen yumuşatılmış bir çalışmanın ürünüdür. Bu yumuşatılmış çalışma, sonrasında bir uzlaşma durumu oluşturan bazı şeyler üretmeye götürür”(Bourdieu, 1980; 138). Bu yumuşatılmış çalışmanın neden olduğu bir diğer doğal gelişme de, televizyon alanı tarafından üretilen sansürün simgesel şiddet yoluyla İletişim 2002/14 42 Hüseyin KÖSE düzenlenişidir. Burada, her şeyden önce ifadenin bir tür denetim stratejisi söz konusudur. Bu yüzdendir ki: “Her ifade, onu dile getiren kişiye karşı dile getirilemeyen ve ona maruz kalan kişi tarafından uygulanamayacak olan bir tür simgesel şiddettir” (Bourdieu, 1980; 141). Şu halde, televizyon alanının söz denetim stratejisi, dışarıdan birtakım entelektüel ve profesyonelin bu sürece katılımını (suçortaklığını) gerekli kılmaktadır. Söz konusu katılım, aynı zamanda, medya mensuplarının birbirinin açığını gizlemeleri ve örtbas etmeleri şeklinde somutlaşan bir suç ortaklığına yol açmaktadır. Televizyon alanına ilişkin, Bourdieu’cü eleştirinin uzantıları, yalnızca televizyon haberciliği, kamusal tartışma ve temsil sorunlarıyla sınırlı görünmemektedir. Belki de üzerinde asıl durulması gereken sorun, televizyon alanı ve söyleminin meşruiyet düzleminin geniş bir kültürel kapsayıcılığa sahip olmasıdır. Nitekim Bourdieu, 1979’da yayımlanan “Ayrım: Beğeni Yargısının Toplumsal Eleştirisi” adlı kültleşmiş kitabında, televizyonun kültürel işlevleri hakkında da eleştirel bakış açısını korumaktadır: “Televizyondaki bazı kültürel yayınlar” diye yazmaktadır Bourdieu;” kitlenin başı üzerinde tuttuğu, her şeye vakıf kimselerce işgal edilmiştir. Konserlerin şatafatı ve dekorları, büyük tiyatroların cilalı törenselliği, meşru kültürün ayrılmış ve ayırtedici kutsal karakteri, daima benzer şekilde kendini duyuran bu aracın (medium) bir parçası haline gelmiştir bugün” (1979; 35). Dolayısıyla kültürel alanın da, geniş ölçüde, bir tek hakim düşünce (neo-liberalizm) tarafından sınırları çizilmiş estetik bir beğeni ölçüsü aracılığıyla denetimi ve tanımlanışının yol açtığı yıkıcı sonuçları görmek gerekmektedir. Bu, özünde, yaygın biçimde medya söyleminin öznesi konumunda olan aktörlerin (simgesel seçkinlerin) suç ortaklığıyla kültürel alanın belirlenimi sorunudur. Bu soruna karşı Bourdieu, her alanda (ekonomik, politik, bilimsel, kültürel) kolektif bir mücadeleyi önermekte ve yine her fırsatta, medya ve yakın çevresi arasındaki suç ortaklığı ilişkilerini İletişim 2002/14 Bourdieu’cü Açıdan Medyatik Hegemonya 43 açığa vurmayı ve medya söyleminin, özünde, “çıkarlara bağımlı bir retorik” olduğu gerçeğini ortaya koymaya çalışmaktadır. Sonuç Özetle, Bourdieu’nün özelde televizyon ve genelde medya analiz yönteminin başlıca niteliğinin, hakim medya ideolojisinin öğelerine ayrıştırılması işlevini üstlenmiş olduğundan söz edilebilir. Bourdieu’nün gerek televizyonun “fast-food kültürü” şeklinde tanımladığı medya-kültür ilişkisine yaptığı eleştiriler, gerek ekrana davet edilen aydınların manipüle edilme biçimlerine yaptığı vurgulamalar, ve gerekse televizyon/aydın/ iktidar ilişkilerine açıklık getirmeye çalışırken öne sürdüğü argümanlar bakımından, son derece önemlidir. Gazeteci yazar Ragıp Duran’ın da belirttiği gibi, Bourdieu’cü medya eleştirisinin başarısı ve özgürlüğü belki de: “Gerçek ile gerçeğin görüntüsü arasındaki uçurumun meşrulaştırıcı aracı televizyonu [ve genelde medya alanını] sorgulayabilme gücünde” (1992; 36) yatmaktadır. Her şeyden önce Bourdieu, “saygın gazetecik”i, kamusal tartışmanın bozulmasını doğrulayan eleştirisiyle, medyaca uygulanan Big Brother tarzı bir zihin denetiminin fantazmatik bir vizyonuna karşı giriştiği militanca mücadeleleriyle, uzun süre akıllarda kalacak bir tartışmanın öncüsü olmuştur. Son olarak, yine o, medya çalışanlarının psikolojik yönelimlerinin, sıklıkla kitlenin beklentileri şeklinde sunulmasının ardında yatan gizli gerekçelerin psikografik bir haritasını çıkarmayı başarmış olması bakımından, belki de medya havarileri tarafından, adı her zaman nefretle anılacak bir hayalet olarak anımsanacaktır. İletişim 2002/14 Hüseyin KÖSE 44 Dipnotlar Winterhoff Spurk, “La Télévision et La Conscience Mondiale”, Aktaran Mauro Wolf, “Analyse de la reception et la recherche sur les médras.” HERMES, no:11-12, CNRS Éditions, Paris, 1993, p: 277 Dany-Robert Dufour, “Le désarrois de l’individu-sujet”, Le Monde diplomatique, février 2001, pp: 16-17 Armand Mattelart, “Une eternelle promesse: Les paradis de la communication”, Le Monde diplomatique, novembre 1999, pp: 4-5 Kaynakça Bourdieu, Pierre (2000). Televizyon Üzerine. Çev: T. Ilgaz. İstanbul: YKY. Sfez, Lucien (1992). Critique de la communication. Paris: Éd. De Minuit. Dursun, Çiler. (2001). Tv Haberlerinde İdeoloji. Ankara: İmge. Yalnızuçanlar, Sadık. (1997). Televizyon ve Kutsal. İstanbul: Timaş. Pinto, Louis. (1998). Pierre Bourdieu et la théorie du monde social. Paris: Albin Michel. Dougneux, Daniel. (1998). La Communication par la bande. Paris: Éd. La Découverte/ Poche. Clarc, Denis. (1997). Dechiffer des grands auteurs de l’economie et de la sociologie. Tome 2/ Les héritiers. Paris: Syron.Bourdieu, Pierre. (1979). La Distinction: critique sociale du jugement. Paris: Éd. De Minuit. Duran, Ragip. (1999). Burası Dünya Polis Radyosu. İstanbul: YKY. İletişim 2002/14 Bourdieu’cü Açıdan Medyatik Hegemonya 45 Özet Medyanın güç dayatma eylemi, Bourdieu’ye göre, toplumsal ve kültürel alanda bir dizi suç ortaklığı ilişkisini gerekli kılmaktadır. Simgesel seçkinler ve medya kuruluşları arasındaki bu suç ortaklığı ilişkisi, medya söylemini de “çıkarlara bağımlı bir retorik”e dönüştürmüştür. Aynı zamanda söz konusu bu retorik, neo-liberal düşünce biçiminin totaliter iletilerinden birisidir ve medya alanında hegemonik bir dili yapılandırmaktadır. Abrege La hegemonie mediatique, d’apres Bourdieu, dans la domaine sociale et culturelle, a besoin des certaines relations complicites. Ces relations complicites entre symbolique capital et media se sont transformes le discour mediatique en “une rethorique est du a les interets”. En meme temps, cette rethorique est un des mesages totalitaires de l’ideologie neo-liberale et construit une language hegemonique dans l’espace media. İletişim 2002/14 Üç İstanbul Romanında Fikir ve Edebiyat Dünyamızın Gerçek Temsilcileri İbrahim BÜLBÜL* Vak’asında anlatılan devrin siyasî olaylarını, fikir hareketlerini, şahıslarını ve mekânlarını gerçeğe yakın bir tarzda yansıtması bakımından Üç İstanbul romanının Türk roman tarihinde bir başka yeri vardır. Daha evvel yayımlanan bir yazıda, eserde işlenen fikirler ile II. Meşrutiyet Devrinde görülen fikir hareketleri arasında görülen benzerlilikler ana hatlarıyla gösterilmeye çalışılmıştı (Bülbül, 1999: 70-84). Bu yazıda ise vak’anın geçtiği devirlerde yaşayan şahıslarla, vak’ada rol alan karakterler arasındaki benzerlikler tespit edilmeye çalışılacaktır. Meşhur bir benzetme ile roman hayata tutulan bir aynadır. Stendhal Kırmızı ve Siyah isimli romanında bu benzetmeyi şu satırlarla izah etmiştir: “Roman, uzun bir yolda taşınan bir ayna gibidir. Bu ayna, bir an için mavi gökyüzünü yansıtırken, bir an sonra ayaklarımızın altındaki çamur ve su birikintilerini yansıtır. Çantasında böyle bir ayna taşıyan adamı ahlaksızlıkla itham etmek yerine, üzerinde çamurlu su birikintileri bulunan yolu veya yolda suyun birikip çukurların oluşmasına izin veren sorumlu kişileri suçlamalıyız” (Stevick, 1988: 355). Romancı yaşadığı sosyal çevreyi gözler, orada gördüklerini kendi süzgecinden geçirerek edebî eserin vakasını oluştururken kullanır. Bağlı olduğu edebî anlayışın gereği olarak, romancı cemiyet içinde gördüğü şahıs ve olayları itibarîleştirme işlemine tabi tutar. Böylece yeni bir âlem, yani itibarî âlem oluşur. “İtibarî âlem haricî âlemin bir düşünce sistemi etrafında * Dr. Gazi Üniversitesi. İletişim 2002/14 İbrahim BÜLBÜL 48 sanatkâr tarafından yorumlanması neticesi vücut bulur” (Aktaş, 1984: 14). Ancak bu, bütün romanların vak’a tertibinin bütünüyle bu usulle vücuda getirileceği anlamına gelmez. Bazı eserlerde şahısların ve olayların gerçeğe uygun bir şekilde aktarıldığı da görülür. Hüküm Gecesi ile Üç İstanbul romanları bu usulle kaleme alınmışlardır. Üç İstanbul romanı isminden de anlaşılacağı üzere İstanbul’un üç devrinde yaşanan olayları konu edinir: II. Abdülhamid devri, II. Meşrutiyet devri, Mütareke yılları. “Bir muaşeret romanı” yazdığının iddiasında olan yazar, bu devirde yaşanan olayları ve bu olaylar etrafında toplanan şahısları gerçeğe yakın bir biçimde nasıl tasvir ve tahlil ettiğini kendisi ile yapılan konuşmalarda şu şeklide dile getirir: “Bilmediğim ve görmediğim hiçbir şeyden bahsetmedim. Maçka’da, Aksaray’da, Kasımpaşa’da komşularım varken, İsveç’ten Fransa’dan, İngiltere’den adam getirmedim....Bu üç devri eşyada ve insanlarda topladım. (...) Eşyanın ve insanların birbirine sirayetinden alınmış dikkatlerle romanımı yazdım... Bu üç devri ev ve insan örneklerinde göstermek. İnsanlar evleriyle karmakarışık dururlarsa bir devri çok güzel ifade ederler” (Kudret, 1987: 441-442). Yazarında ifade ettiği gibi bu romanda mekânlar ve şahıslar üzerinde ehemmiyetle durulmuştur. Mekânlar bu yazının konusu olmadığından şahısların nasıl yansıtıldığına bakılacaktır. Üç İstanbul romanında elli civarında şahıs rol üstlenmiştir (TDEA: 484). Bunların bir kısmı kendi isimleriyle vak’aya taşınan tarihî şahıslar; bir kısmı tarihî şahısların isimlerinin değiştirilmesiyle çizilmiş tipler; bir kısmı işgal ettikleri makamlar ile zikredilen şahıslar; bir kısmı ise itibarî veya kim olduğu tespitte güçlük çekilen tiplerdir. Romanda biraz değiştirilerek ve gerçek isimleriyle verilen şahıslar şunlardır: Vakanın baş kahramanı Adnan, Onun Mekteb-i Hukuk’tan arkadaşı Moiz De Nevara, Şair Mehmed Raif, Dr. Haldun, şark âlimi Ali Emîrî Efendi, Dilâver, Abdülhak Hâmid, Sultan II. Abdülhamid. İletişim 2002/14 Üç İstanbul Romanında Fikir ve Edebiyat Dünyamızın Gerçek Temsilcileri 49 Adnan: Mithat Cemal’in, romanının baş kahramanı Adnan’ı kendi hayatından yola çıkarak çizmiş olduğu, kahramanın bütün tavır ve fikirlerinden yola çıkılarak varılacak bir hükümdür. Adnan 1293 yılında Balkanlardan muhaceretle İstanbul’a gelmiş bir ailenin çocuğudur. Babasını kaybetmiş, annesiyle Aksaray’da oturmak tadırlar. Darüşşafaka’nın yatılı kısmına yazılır. Orayı bitirdikten sonra Mekteb-i Hukuk’a kaydolunur. Mekteb-i Hukuk’ta Moiz De Nevara ile tanışıp dost ve hemfikir olur. Mekteb-i Hukuk’u bitirdikten sonra doktorasını vermiştir. Adnan edebiyata meraklısı ve vatansever, Türkçü bir delikanlıdır. Bu husustaki hassasiyetlerini dile getirmek için “Yıkılan Vatan” adında bir roman yazmaktadır. İtimat edilir bir seciyesi vardır; noter gibi sır saklamaktadır (s. 119)*. Batılaşma seyri içinde Türk sosyal hayatında görülmeye başlayan lonca faaliyetlerine merak sarmış ve mason olmuş (s. 542); buna bağlı olarak dinî inançlarını kaybetmiş, Müslüman bir cemiyette yetişmenin kazandırdığı kıymet hükümlerini bir tarafa atmıştır. Ona göre, sahip olunması gereken yegâne kıymet hükmü Türk olmaktır. Daima kudretliden yana olmak gerektiğini söyleyen Hidayet’in yüzüne karşı “Her devirde Türk olmak istiyorum!” (s. 83) diye haykırarak bu düşüncesini dile getirmiştir. Mensup olduğu fikrin teşkilât zeminindeki temsilcisi ve daha sonra iktidar erkini elinde bulunduracak olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin üyesidir. Meşrutiyet senelerinde avukatlıkla uğraşmıştır. Maksadı adliyeye intisap etmektedir. Romanın baş kahramanı Adnan’ın eserde taşıdığı vasıflar ve hayat macerası, gerçek hayatta vakada anlatılan bu vasıfları ve serüveni ile Mithat Cemal’in vasıfları ve hayatı ile neredeyse birebir örtüşmektedir. Mithat Cemal’in çocukluk yılları Aksaray’da geçmiş, ilk ve orta tahsilini bu semtte yaptıktan sonra Saint Josef lisesinin yatılı kısmına kaydolunmuştur. Hem Adnan hem de yazar, okulları farklı olmasına rağmen yatılı okumuşlardır. Mithat Cemal, Saint Josef’’i bitirdikten sonra Mekteb-i Hukuk’a girmiştir. Moiz Kohen de Mekteb-i Hukuk’ta okumuştur (Landau, 1996: 17). Burada * Sayfa numaraları Üç İstanbul romanının İstanbul 1938 tarihli ilk baskısına aittir. İletişim 2002/14 İbrahim BÜLBÜL 50 Moiz Kohen’le tanışıp fikirdaş olmuşlardır. Mithat Cemal, bu okulu bitirdikten sonra, 1908’de doktora imtihanı vererek, aynı fakülteye hoca olmuştur (TDEA: 443). Adnan’ın yazdığı “Yıkılan Vatan” romanı Osmanlı imparatorluğunun son devrini konu edinmiştir. Mithat Cemal’in Üç İstanbul’u da aynı devri anlatır. Adnan, vak’a boyunca kurulan münasebetlere bağlı olarak daima Türk ve Türkçü olduğunu dile getirmeye çalışmıştır. Mithat Cemal’in bu vasfı, şiirlerinde ve edebî eserlerinde açıkça görülür. Daha çok epik tarzda yazıp dergilerde yayımladığı ve 1945 yılında Türkün Şehnamesinden adı altında toplayıp kitaplaştırdığı şiirlerinde Türklük hissi ön plândadır. Hidayet’e karşı Türk olduğunu söyleyen Adnan gibi, Mithat Cemal de, “Bizi eyyâma sorarsan, sana söyler: Türküz!” mısraıyla bütün cihana karşı Türklüğünü haykırmıştır. Vak’ada eşinin, bir Rus prensi ile Peşte’deki evlenme töreni esnasında, Müslüman anne ve babasının mezarlarından kalkıp bu töreni seyrettiklerini hisseden Adnan, bu hal karşısında duyduğu ızdıraba bağlı olarak dinsiz olduğunu dile getirir (s. 407). Mithat Cemal de dinsizdir. O, dinsiz olduğunu şöyle anlatmaktadır. “Sevgili okuyucularım, bundan 35 yıl evvel, Osmanlı İmparatorluğundaki iki çeşit adam mühimdi: saraya söven, dine söven. Ben de evvelâ saraya kızdım. Sonra dine geçtim” (Kuntay, 1986: 12). Kendi ifadesine göre o, bu karara vardığı sırada, Mithat Cemal, daha on sekiz yaşını idrâk eden bir gençtir. Eserin kahramanı Adnan gibi, yazar Mithat Cemal de masondur. Adnan noter gibi sır saklamaktadır. Mithat Cemal de Beyoğlu dördüncü noterliği yapmıştır. Adnan, şair Mehmed Raif’in, Mithat Cemal, Mehmed Âkif’in yakın dostudur. Adnan, avukatlıktan adliyeye geçmek istemektedir. Mithat Cemal, Menkteb-i Hukuk’taki idare hukuku muallim muavinliğinden ayrıldıktan sonra, Adliye Nezareti Kalem-i mahsus Müdür muavinliğinde ve Birinci Hukuk Mahkemesi azalığında bulunmuştur (Akyüz, 1986: 769). İletişim 2002/14 Üç İstanbul Romanında Fikir ve Edebiyat Dünyamızın Gerçek Temsilcileri 51 Bir romanda baş kahramanın macerası ile, o eserin yazarının hayat hikâyesi arasında bu kadar benzerliğin olması tesadüfi olmasa gerektir. Yazar şuurlu bir tercih ile ve ufak tefek değişikliklerle kendini eserine taşımıştır. Bu durum aynı zamanda anlattığı devirler içinde faal olan çevrenin bir mensubu olmasından kaynaklanır. Ancak eserine konu edindiği devirlerde yazarın daha genç olması sebebiyle bu çevre içinde çok etkin olduğu söylenemez. Romanda gerçeğe uymayan yan burada ve kahramanın isminde görülür. Şair Mehmed Raif Şair Mehmed Raif, bu romanda, daha çok, şahsiyet unsurlarından seciye ve tavırlarıyla yer almış ve tanıtılmıştır. Bunlar şöyle sıralanabilir: Şair Mehmed Raif, gerek sahip olduğu kıymet hükümleri ve gerekse tavırları bakımından yaşadığı devrin adamı değildir (s. 109). Bağlı bulunduğu inanç siteminin gereği olarak, sözüne son derece sadıktır, randevularına tam zamanında gider; insan onunla saatini ayarlayabilir (s. 8). Bir defa bir adamın iyi olduğuna inanmışsa, artık onun asla kötü olabileceğine inanmaz (s. 108). Namusuna çok düşkündür (s. 28). Eski terbiye ile yetiştiği için sohbetlerde pek fazla konuşmaz, susar ve sadece dinler (s. 9). Çevresine çok çetin bir adam olarak tanınmıştır (s. 24). İnsan haysiyetine yakışmayan tavırlardan uzak durmaya çalışır, yaşadığı cemiyetten ve mevcut iki yüzlülükten tiksinir. Parayla alışverişi yoktur, parayı bilmez, âdetâ insanlığın parasız devrinde yaşıyor gibidir. Cemiyet içinde biri ağlarken diğerinin gülmesine asla tahammül edemez. Umumiyetle bazı İslâmcıların siyaseten savunduğu Yahudi düşmanlığı Mehmed Raif’te de görülür. O da Yahudilerin sıkı bir düşmanıdır. Şairin bu Yahudi düşmanlığı vak’a boyunca bir Yahudi olan Moiz De Nevara’nın şahsına karşı takınılmış bir tavır olarak tecelli eder (s. 24). Yaşadığı hayat son derece sade ve ihtişamdan uzaktır, Fatih civarında küçük bir evde oturur (s. 113). Yaşayışında, davranışlarında, kılık kıyafetinde, yaşadığı çevredeki dindarlardan farklıdır, bu farklılığı sakalının kısalığında bile kendini gösterir. İletişim 2002/14 İbrahim BÜLBÜL 52 Şair Mehmed Raif’in romandaki vasıflarıyla, Mithat Cemal’in hakkında yazdığı kitaptaki Mehmed Âkif’in vasıfları, ifadesine kadar birbirine çok yakınlık gösterir. Mithat Cemal’in Mehmet Âkif hakkındaki kitabında yazdıklarına göre İstiklâl Marşı şairi devrinin adamı değildir. Dünyaya gelmekte geç kalmış gibi muzdarip bir yüzü vardır (Kuntay, 1986: 250). Cemiyetten ve iki yüzlülükten tiksinir. “Caddelerden daima kaçar, evine ve işine tenha sokaklardan gider. Eğer caddeden geçmeye mutlaka mecbursa, gözünü meçhul bir noktaya diker, caddeyi kendi hesabına tenha sokak haline sokar” (Kuntay, 1986: 11). Mehmed Âkif konuşmasından ziyade susuşuyla dikkat çeken bir şahsiyettir. Mithat Cemal’in anlattığına göre şairin yedi türlü susuşu vardır: “1-Bitmeyen sükût: kendisine takdim edilen adamdan hoşlanmamışsa, 2-Hakaret eden sükût, 3-Sevimli sükût, 4-İbadetli sükût, 5-Zeki sükût, 6-İstiklâl eden sükût, 7-Utanan sükût.” (Kuntay, 1986: 11). Mehmed Âkif, insanlara itimat noktasında hususî bir tavır gösterir. Meselâ bir adama bir defa inandığı takdirde o kişiye artık ömür boyu kötü demez. “Akif’in gözünde insanlar iki kısımdı. Ya iyi, ya kötü. İyi olup da kötü tarafı olanlar, kötü olup da iyi ciheti bulunabilenler yoktu. Sonra bir adamın iyi veya fena olduğuna karar verildi mi, bu karardan dönülmezdi. Meselâ ben 25 seneden beri mütemadiyen iyi idim.” (Kuntay, 1986: 208). Mehmed Âkif’in bu tavrı, romanda Şair Mehmed Raif’in tavrıyla aynilik gösterir. “ Senin gibi temiz adamı nereden bulacaklar? İletişim 2002/14 53 Üç İstanbul Romanında Fikir ve Edebiyat Dünyamızın Gerçek Temsilcileri Raif vaktile Adnan’a temiz demişti. Artık ölünceye kadar temizdi. O bir adama bir defa temiz yahut pis derse, onu bundan kimse döndüremezdi. Bu kanaatini eğer vakalar sarsmak isterse, o zaman vakalara karşı gözünü kapardı” (s. 108). Eserde, şair Raif sözüne sadık bir kişi olarak kendini gösterir. Mehmed Âkif de, bir mümin edası ile daima sözüne sadık kalmıştır. Baytar Mektebinden yaşlı arkadaşı Hasan Efendi ile “Kim önce ölürse sağ kalan onun çocuklarına bakacaktır”, diye anlaşırlar. Hasan Efendi ölünce, Âkif onun çocuklarını evine götürür ve onların bakımını üstlenir (Kuntay, 1986: 223). Şair Raif, buluşmalarına tam vaktinde gider. İnsan, sözüne uygun davranışı ile saatini ayarlayabilir. Onun bu tavrı Almanların büyük filozofu Immanuel Kant (1724-1804)’ı hatırlatır. Kant, Pratik Aklın Tenkidi adlı eserinde “Öyle davran ki davranışın başkalarının kanun yapmasına mesnet teşkil etsin” demiş ve hayatını son derece dakik bir şekilde düzenlemiştir. Onun her gün öğlen sonrası mutad gezintisine çıkarken komşularının saatlerini üç buçuğa ayarladıkları bilinmektedir (Özarslan, 2001: 5). Mehmed Âkif, Kandilli rasathanesinin müdürü Fatin (Gökmen) Hoca ile, bir gün ikindi namazını müteakiben Hoca’nın Vaniköyü’ndeki evinde buluşmayı kararlaştırırlar. Buluşacakları gün geldiğinde İstanbul’da yağmur ve fırtına başlar. Mehmed Âkif, Hoca’yı bekletmeme endişesiyle sabah erkenden Fatih’teki evinden yola çıkar, Eminönü’ne gelir. Fakat hava muhalefetine bağlı olarak şehir hatları çalışmamaktadır. Âkif, yağmur altında Unkapanı’ndan dolaşarak tam vaktinde Hoca’nın evine varır, kapıyı çalar. Hoca’nın eşi içerden, “Hoca yağmur yağıyor, Mehmed Âkif Bey gelmez, diyerek yandaki kahvehaneye gitti.” der. Mehmed Âkif, “Ben de Hoca’yı adam sanırdım”, diyerek izinin üstüne geri döner. Şair Raif’in iki yüzlülükten tiksiniş biçimi, esere Mehmed Âkif’’in davranışlarından aktarılmış gibidir. “İki yüzlülükten tiksinir. İki yüzlülere garazdır. Fakat yaşı ilerledikçe: -İki yüzlüleri artık sever oldum. Çünkü yaşadıkça yirmi yüzlü insanlar görmeye başladım” (Kuntay, 1986: 249). İletişim 2002/14 İbrahim BÜLBÜL 54 Şair Raif parayı bilmez, onun para karşısındaki tavrı ile Âkif’in tavrı aynıdır. Mithat Cemal Âkif’in para hususundaki tavrını “İnsanların ekseriye çirkin oldukları para meselesinde Akif çok güzeldi” cümlesiyle anlatmıştır (Kuntay, 1986: 212). Şair Raif, küçük bir evde oturur. “Oyuncak kadar küçük ev: Şair Raif’in evi. Bu evde ufak odayı alnıle dolduran Raif.” (s.113) Âkif’in Fatih Sarıgüzel’de bir oda bir aradan ibaret babasından kalan bir evi vardır. Mithat Cemal’le bu evin odasında kitap okurlarmış (Kuntay, 1986: 33). Şair Raif’in Müslümanlığı Fatih’teki mollalardan çok farklıdır. O, hayat ve kâinata bakışı yanında, kıyafeti ve davranışları ile çağının Müslümanıdır. Bu sebeple şalvar giymemiş, sarık bağlamamış, uzun sakal bırakmamıştır Şairin bu hayat üslûbu fotoğraflarında da görülmektedir. Şair Raif namuslu bir insandır. Âkif de Mithat Cemal’in onu tanıdığı ve onunla arkadaş olduğu 33 sene boyunca bir defa bayağılık göstermemiştir (Kuntay, 1986: 13). Şair Raif ile Adnan, romanın vakasında sık sık Koca Ragıb Paşa’nın türbesine giderler. Adnan, Abdulhamid’in zulmünden bu şairin türbesine sığınır. (s.90-91) Mehmed Âkif ile Mithat Cemal de zaman zaman Koca Ragıp Paşa’nın türbesinde karşılaşırlar (Kuntay, 1986: 11). Şair Mehmed Raif Yahudilerden hoşlanmaz. Mehmed Âkif’in de gıyabî düşmanları vardır. Bunlardan biri Yahudilerdir (Kuntay, 1986: 205). Dilâver Üç İstanbul’daki bir başka gerçek şahıs da Dilâver, vak’anın seyri içinde gerçekleşen bir toplantı esnasında, memleketi kötü idare etmesi ve Mithat Paşa’yı sürgüne göndermesi dolayısıyla, yakında Abdulhamid’i öldürecek bir fedainin çıkacağını söyler (s. 97). Söyleyiş tarzından orada bulunanlar bu fedainin Dilâver olduğunu anlarlar. Bu şahıs, Mithat Cemal’in tanıdıklarından Adanalı Hayret Hoca’dır. Mithat Cemal, bu sözlerin kime ati olduğunu Âkif hakkındaki eserinde şöyle anlatır: “Hoca memleketi fena idare ediyor diye Sultan Hamid’e öfkelendi; Yıldız’ın bahçe duvarına İletişim 2002/14 55 Üç İstanbul Romanında Fikir ve Edebiyat Dünyamızın Gerçek Temsilcileri merdiven dayayıp Abdulhamid’in yatak odasına pencereden dalarak padişahı boğmaya kalkıştı. Hayret Hoca henüz 55 yaşında olduğu için padişahın hakkından gelebileceğine odadakiler emindi. Yalnız hoca o kadar miyoptu ki kendi kızını tanımak için burnunu yanağına yapıştırırdı.” (Kuntay, 1986: 9) Ali Emîrî: Bu romanda vakaya hiçbir vasfı değiştirilmeden taşınan tek şahıs Ali Emîrî Efendi’dir. Vaka boyunca tarihî şahsiyetinde olduğu gibi Ali Emîrî, mevsuk ve kitabî bilgisiyle okuyucu karşısına çıkar: “Çünkü bu Emiri Efendi, meşhur şark âlimi: Emiri Efendi idi. O bütün mezarları bilir; insana “Senin üçüncü deden Yanya’da filan servinin altında yatıyor:” derdi. Mazide oturur, mazide yatar kalkar, mazide nefes alırdı” (s. 132). Hususî bir kılığı vardır. Parmağından mürekkep izi eksilmez. Abdülhamid devrinde defterdar olmuştur. Namusu ve parasıyla eski kitap toplamaktadır, kütüphâne kurmak niyetindedir. Bu bilgiler Ali Emîrî’nin biyografisine çok uygundur. “Küçük yaşından beri büyük bir kitap sevgisi taşıyan Ali Emîrî Efendi, her gittiği yerde, kütüphaneleri dolaştı, değerli yazma eserleri toplayarak büyük bir kütüphâne meydana getirdi. Kitaplarını Fatih’te Şeyhülislâm Feyzullah Efendi’nin kurmuş olduğu Feyziyye Medresesi’ne bağışlayarak Millet Kütüphânesini kurdu.” (TDEA 1977: 112). Ali Emîrî eski eserlere aşinalığıyla meşhur olmuştur. Bazı eski eserleri haşiyeleriyle yeniden yayımlamıştır. Divanu Lügati’t-Türk’ü de ilim alemine o kazandırmıştır (TDVİA II :391). Moiz De Nevara: Moiz Selaniklidir. Orta öğrenimini Selanikte bitirdikten sonra, İstanbul’a gelmiş ve Mekteb-i Hukuk’a girmiştir. Hukuk’u bitirdikten sonra serbest avukatlık yapmış, 1908’den sonra, İttihat ve Terakki ile çalışmış ve İletişim 2002/14 İbrahim BÜLBÜL 56 zengin olmuştur (s. 342). Daha sonra parasını karısı Raşel’e bırakarak İtalya’ya yerleşmiştir. Türkçülük fikir akımının mensubudur. Moiz bu vasıflarıyla Moiz Kohen (Tekinalp)’e çok benzemektedir. Moiz Kohen (Tekinalp), Selanik yakınlarındaki Serez’de doğmuş, bir müddet Selanik’te okuduktan sonra, İstanbul’a gelmiş, Mekteb-i Hukuk’a kaydolunmuş; bitirdikten sonra avukatlık yapmış ve 1908’den itibaren İttihat ve Terakki Cemiyetinde faal görev almış; Türk Yurdu, Türk Derneği ve Yeni Mecmua gibi Türkçülük fikrini işleyen mecmualarda yazılar yazmıştır. 1910’da Meclis-i Umumi-yi Vilâyet azalığına tayin olunan Moiz Kohen, Cumhuriyetten sonra emekli olup Fransa’ya yerleşmiştir (Landau, 1996 : 1419). Romanda Moiz, Mütareke senelerinde İtalyan tabiiyetine geçerken, gerçek Moiz Cumhuriyet devrinde Fransa’yı tercih ettiği görülüyor. Dr. Haldun: Romanın vakası boyunca Dr. Haldun, dine muhalifliği, modern ilim ve Batı medeniyeti taraftarlığı ile takdim edilir. Bütün din kitaplarının yakılmasını ister, fennin çelik dişlisinin dinin çürük kafasını delik deşik ettiğini, asrın tek din, tek mabet asrı olduğunu söyler (s. 76). Dindarları medeniyet düşmanları olarak görür. Medeniyetin konfor olduğunu iddia eder (s. 84). Peygamberlere inanmaz. İstanbul’a gelen işgal kuvvetlerini “Bizimkiler” diye alkışlar (s. 473). Bu vasıflarıyla Dr. Haldun, Dr. Abdullah Cevdet’i çağrıştırır. Abdullah Cevdet, R. Dozy’den tercüme ettiği Tarih-i İslâmiyet ’in girişinde Hz. Muhammed’e hakaret edip, bunlar ilmî gerçeklerdir diye savununca, aleyhinde dinsizlik kampanyası başlatılmıştır. Çıkardığı İçtihad adlı mecmuada din aleyhinde makaleler yazmış, pozitivist ve batıcı konuları işlemiştir (TDVİA II : 91-92). İşgal kuvvetlerini «bizimkiler» diye alkışlaması da tarihî bir gerçektir. İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin beyannamesini imzalamış, işgal kuvvetleriyle ilişkide bulunmuştur (TDVİA II : 91-92). İletişim 2002/14 57 Üç İstanbul Romanında Fikir ve Edebiyat Dünyamızın Gerçek Temsilcileri Sultan II. Abdülhamid II. Abdulhamid, otuz üç senelik uzun saltanat devrini işleyen bir çok romanda, değişik sebeplerle tenkide tabi tutulan tarihî bir şahsiyet olarak şu veya bu şekilde metne taşınmıştır. (Sinekli Bakkal, Hüküm Gecesi, Damga, Üç İstanbul vb.) Ancak, bir kahraman olarak vak’aya dahil edilmemiştir. Üç İstanbul’da da aynı durum söz konusudur. Sultan II. Abdülhamid tahammül edilemez bir padişahtır. “Abdülhamid bir tesadüftü. Ama 25 milyon halkın ona tahammülü tesadüf olamazdı” (s. 28). Abdülhamid müstebittir (s. 167). Memleketi karanlığa boğmuştur (s. 90-91). En yakın adamından bile şüphelenecek kadar korkaktır. Herkesin sövdüğü bir adamdır (s. 36). Romanın kahramanlarından Adnan, Şair Raif, Dağıstanlı Hoca, Dr. Haldun, Miralay Hüsrev, Tevfik Hoca ve Dilâver değişik sebeplerle Abdülhamid’e söverler. Abdülhamid’e yakıştırılan bu vasıflar hemen hemen bütün inkılâp tarihlerinde dile getirilir. Bunlar, bilinen hususlar olduğu için ayrıca ayrıntılı bir şekilde belgelenmesine gerek görülmemiştir. Abdülhak Hamid Tarhan Abdülhak Hamid de II. Abdülhamid gibi metne ismiyle taşınmış şahıslardandır. Şair Mehmed Raif ile Adnan, bir gün Direklerarası’nda buluşarak, şair-i azamı ziyarete giderler. Karşılaştıkları tip onları şaşırtır: “Dağda ilâh olarak oturan büyük ilham adamına neşeli gittiler, meyus döndüler. Onlar o şairin yıldırımlarına koşmuşlardı. Halbuki karşılarına kendileri gibi bir insan çıktı. Hamid’i görünce Adnan da Raif kadar şaşırmıştı. Hamid ne kadar peltek konuşan bir yıldırımdı. Yelesinde berberin tarağının izleri vardı. Bitmeyen alnında aradıkları, güzel tecennünü bulamadıkları uzun sakalında vücudu kaybolan velinin yerinde rubası örtülü bir zat vardı. Halbuki, onlar o dağa, gayri tabii bir hilkat vakası görmek için tırmanmışlardı” (s. 20). İletişim 2002/14 İbrahim BÜLBÜL 58 Vak’ada anlatıldığına göre, aydınlar Abdülhamid devrinde, roman karakterlerinden Hidayet’in Mercan Yokuşundaki konağında toplanmaktadırlar. Bu konak, İbnül Emin Mahmud Kemal (İnal)’in konağı olmalıdır. İbnül Emin’in konağında 1903’te her Cuma günü toplantı olmaktadır. Mithat Cemal, devrin aydınlarını ve Mehmed Âkif’i burada tanımıştır (Kuntay, 1986: 7-8). Yazar, burada tanıdığı aydınları ve edindiği çevreyi, kendini merkeze alarak eserinin vak’asına şahıs kadrosu olarak taşımıştır. Üç İstanbul romanı, bir devri aksettirmesinin ehemmiyetine bağlı olarak 1983’te, TRT namına Feyzi Tuna tarafından TV. Dizisi olarak çekildi. Eserin vak’asına bağlı kalındığı için yarı belgesel niteliği taşıyan bu filmde, Erol Keskin tarafından canlandırılan şair Mehmed Raif çok orijinal bir şekilde işlenmişti. Kılık kıyafeti, tavrı ve davranışlarıyla Mehmed Âkif’i başarıyla temsil etmiş, canlandırmıştı. Kaynaklar AKTAŞ, Şerif (1984). Roman Sanatı ve Roman İncelemesine Giriş, Ankara: Birlik Yayınları. AKYÜZ, Kenan (1986). Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi, Dördüncü Baskı, Îstanbul: İnkılâp Kitabevi. BÜLBÜL, İbrahim (1999). “Üç İstanbul Romanında II. Meşrutiyet Devri Fikir Hareketlerinin İzleri”, Türkiye Sosyal Araştırmalar Dergisi, 3 (2 ): 70-84. KUDRET, Cevdet (1987). Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman, C.II., 5. Baskı, İstanbul: İnkılâp Kitabevi. KUNTAY, Mithat Cemal Ankara: İş Bankası Yayınları. (1986). Mehmet Akif, İkinci Baskı, LANDAU, Jacob M. (1996). Tekin Alp Bir Türk Yurtseveri, Îstanbul : İletişim Yayınları. İletişim 2002/14 Üç İstanbul Romanında Fikir ve Edebiyat Dünyamızın Gerçek Temsilcileri 59 ÖZARSLAN, Havva (2001). Immanuel Kant’ın Ahlâk Felsefesinde Hürriyet Problemi, (Basılmamış Bilim Uzmanlığı Tezi), Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Felsefe Bilim Dalı. STEVICK, Philip (1988). Roman Teorisi, Çeviren: Doç.Dr. Sevim Kantarcıoğlu, Ankara: Gazi Üniversitesi, Gazi Eğitim Fakültesi Yayınları. (Stendhal’in bu benzetmesi, romancının Kırmızı ve Siyah isimli romanının 1830 tarihli baskısının ikinci cildinin, 49. Bölümünde yer almaktadır.) TDV İslâm Ansiklopedisi, C. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, C. V. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, C. VIII. İletişim 2002/14 İbrahim BÜLBÜL 60 Özet Üç İstanbul, Midhat Cemal Kuntay’ın Sultan II. Abdülhamid, II. Meşrutiyet ve mütareke devirlerinde İstanbul’u anlattığı bir romandır. Yazar, bu üç devirde yaşadığı hadise ve tanıdığı şahısların bir çoğunu gerçeğe uygun bir şekilde romanında işlemiştir. Bu makalede, fikir ve edebiyat dünyamızın hayattan romana aktarılmış olan gerçek temsilcileri tesbit edilmeye çalışılmıştır. Abstract Üç İstanbul , a novel by Midhat Cemal Kuntay, contains three eras of İstanbul as the era of Sultan Abdülhamid II., the era of the Second Constitution and the Mütareke (Armistice) era. The writer put some events that he experienced and some figures of literary and intellectual world of Turkey in that novel in a realistic way. In this article it has been tried to deal with the representatives of the literary and intellectual world of Turkey that has been put in the novel Üç İstanbul from the real life. İletişim 2002/14 Üç İstanbul Romanında Fikir ve Edebiyat Dünyamızın Gerçek Temsilcileri 61 İletişim 2002/14 Sistem Kuramı Açısından Baskı Grupları Cengiz ANIK* Giriş Sistem kavramı günlük hayatımızda sıkça duyduğumuz bir sözcüktür. Çoğu zaman kurulu düzeni anlatmak için kullanılmaktadır. Bu yüzden de, yani kurulu düzen yanlıları ile kurulu düzen karşıtlarının, günlük dilde kullandığımız sistem kavramına bir parça değer yargısı bulaştırmış oldukları söylenebilir. Sistem kavramı gerçekten de düzeni, intizamı ve hatta bu nizamın korunmasını, sürdürülmesini anlatmaya daha yatkındır. Bununla birlikte bir perspektif olarak sistem kuramının birçok disiplini etkilemeye devam ettiği, toplumsal bütünü betimlemek amacıyla öteden beri sistem kuramından yararlanıldığı bilinmektedir. Toplumun, diğer tüm sistemlerden daha dingin ve gelişkin olduğu aksiyomundan hareketle, bu çalışmada; sözü edilen perspektife uygun olarak baskı gruplarının toplumsal bütün içindeki konumlarına belirginlik kazandırılmaya çalışılmaktadır. En yalın ifadeyle birçok parçası olan her bütün bir sistemdir. Tıpkı "lego" oyuncağı gibi, parçalar, çeşitli şekillerde ve anlamlı bir biçimde bir araya getirildiğinde, bir sistem oluşturmaktadır. Sözgelimi otomobil mekanik bir sistemdir. Lastik, kaporta, motor, döşeme, boya v.s. parçalarının belirli bir düzen ve intizamla, birbirlerinin işine yarayacak (ya da kendilerinden beklenen işlevi görecek) bir ilişki ağı ile bir araya getirilmişlerdir. Otomobilin motoru (alt sistemi) da bir sistemdir. Marş motoru, karbüratör, buji, beyin, platin v.s. gibi parçalardan oluşan bir bütünüdür. Bu basit ve cansız sistemlerde göze çarpan ilk özellik birbirlerine olan bağımlılıktır. Bir parça gerektiği gibi çalışmadığı zaman sistemin tümünü * Yrd. Doç. Dr., Gazi Üniversitesi, İletişim Fakültesi, Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü İletişim 2002/14 Cengiz ANIK 62 olumsuz etkilemektedir. Canlı ve organik bir sistem olan insan bedeninin en küçük parçaları atom ve atom altı parçacıklardır. Atomlar hücreleri, hücreler organları, organlar vücudu oluşturmaktadır. Vücudun her bir ögesinin bir işlevi vardır ve bu ögeler, işlevlerini gerektiği gibi ve sürekli yerine getirebilmek için bir yapı oluşturmaktadırlar. Topluma da ayni perspektifle bakılmaktadır. Dinamik bir süreç içeren toplumsal yapı, sürekli yenilenmektedir. Gurvitch'in deyimiyle toplumsal yapı sürekli olarak organize, deorganize, reorganize olmaktadır ki, toplumu diğer tüm sistemlerden dingin ve değişken kılan bu özelliğidir. Demek ki toplum sadece bireylerin bütününden ibaret değildir. Gruplar, kurumlar, sosyal olgu ve olaylar, toplumu dingin ve değişken kılmaktadırlar. Bu ögeler arasındaki etkileşim, toplumsal yapıya canlılık kazandırmaktadır ve bu canlılık, toplumsal sistemin negantropy kaynağıdır. Bu yaklaşıma uygun bir bakış açısıyla, baskı gruplarını ele alan bu çalışmanın da varsayımı şudur: Toplumsal sistemin varlık koruma alt sistem işlevi ile baskı grupları; onun, negantropy yeteneğini işletip geliştirmekte ve toplumsal yapının dingin, değişken kılınmasını sağlamaktadırlar. Sosyal işlev İşlev terimini, toplumu oluşturan herhangi bir ögenin, toplum içindeki bir başka öge veya ögelerin herhangi bir ihtiyacını karşılayacak biçimde çalışması olarak basitçe tanımlayabiliriz. Demek ki toplumu oluşturan birey, grup, kurum, yapı, olgu, olay gibi çok çeşitli ögelerden birisi, diğer bir öge ya da ögelerin ihtiyaç duyacağı bir işi (hizmeti) yerine getirmek için çalışıyorsa, bir işlev görüyor demektir. Herhangi bir toplumsal ögenin işlevi yarar sağladığında, bu işlev kurumsallaşmakta ve yapı haline dönüşerek süreklilik kazanmaktadır. Gözlemlenebilecek biçimde somutlaşan işlev böylece denetim altında tutulabilir hale gelmektedir. Denetim; söz konusu kurum veya yapının, kendisi için öngörülen işlevi gerektiği gibi yerine getirip getirmediğini ya da zaman içinde difonksiyonel hale gelip gelmediğini gözlemek için gereklidir. Böyle bir durumda sosyal işlevin yeniden kurumsallaşması söz konusu olacaktır. Zira toplumun diğer ögeleri İletişim 2002/14 Sistem Kuramı Açısından Baskı Grupları 63 toplumu sürekli değişime, yeniden yapılanmaya zorlamaktadır. Nitekim toplumun bizatihi varlığının bir göstergesi ve toplumun kendine özgü bir birimi olan sosyal olgu, böyle bir ögedir. Sosyal olguların ihtiyaç duyduğu işlevler, toplumda sürekli olarak yeni kurumların ve yeni yapıların vücut bulmasını gerekli kılmaktadır. Sosyal Olgu Bir makinanın parçası, aşınma süresini tamamlayıncaya kadar çalışmaktadır. Aşınma süresi sonunda yenilenmekte, değiştirilmektedir. Yani tümüyle kontrol ve denetim altında tutma imkanı vardır. Oysa toplumda bu imkan yoktur. Kalp veya ciğerler ana rahminde cenin biçimlenmeye başladığından itibaren doğal olarak bir işlev yükümlenmektedir ve kontrolumuz dışında bir süre çalıştıktan sonra işlevine son vermektedir. Sosyologların sui generis (nev-i şahsina münhasir) olmakla tavsif ettikleri sosyal olgular da böyledir. Ama daha karmaşık, daha denetlenemez bir niteliğe sahiptirler. Durkheim sosyal olguyu; birey üzerinde baskısı hissedilen, bireysel görünüşlerden bağımsız, kendine özgü bir varlığı olan, belli bir toplum sahasında genel olan her şey olarak tanımlamaktadır. Gurvitch'e göre sosyal olgular, sosyal yapı ve kurumların kaynağıdır. Yapı ve kurumlardan önce vardır ve onları kolaylıkla aşabilmektedirler. Daha da önemlisi sosyal olgu, konjonktür yaratıcı etkileriyle sosyal yapı ve kurumları değişime zorlamaktadır. Örneğin, toplumun temel özelliklerinden biri siyasetle ilgilidir. Her toplumun güvenliğe ihtiyacı vardır. Belirli bir düzene tabidir. Yasalar, kurallar ve davranış kalıpları geliştirilmiştir. Toplumun içindeki bazı bireyler diğerlerini yönetmekte, çevresinde etkili olanlar etrafında gruplar oluşturmakta ve yönetsel kimi fonksiyonlar icra edilmektedir. Kısacası toplum; güvenlik, korunma, sevk ve idare, huzur ve düzeni sağlama, hatta sağlık, eğitim gibi kimi ihtiyaçları karşılayabilmek için kurumlar ve yapılar meydana getirmektedir. Birçok insanın bir arada yaşaması belirli bir düzeni gerektirmektedir. Bu sosyal bir olgudur. Bu sosyal olgu hiyerarşik bir yapılanma ile kurumlaşmaktadır. Bu kurumlar gelenek - görenekler, yasalar, İletişim 2002/14 64 Cengiz ANIK kültürel normlar gibi çeşitli biçimlerde kendini göstermektedir. Gene yönetim her toplumda söz konusu edilmesi gereken bir sosyal olgudur. Bu olgu kimi toplumlarda riyaset, kimilerinde şeflik, kimilerinde devlet olarak karşımıza çıkmaktadır. Demek ki sosyal olgu her toplum için geçerlidir. Ancak toplumlar doğal ve fiziksel, sosyo-kültürel, bireysel birtakım etkenlerle bu sosyal olguları farklı biçimlerde kurumlaştırmaktadır. Toplumun bir diğer özelliği ekonomik yönü ile ilgilidir. Her toplum giyecek, yiyecek, barınak ve diğer bir çok ihtiyaçlarını karşılamak için üretimde bulunmakta ve bu ürünler belirli bir biçimde paylaşılmaktadır. Her toplumda üretmek ve paylaşmak sosyal bir olgudur. Bu olgu, toplumlara göre farklı biçimler almaktadır. Sözgelimi insanlar Orta Asya'da kıl çadırda, Afrika'da samandan, kutuplarda buzuldan evlerde barınabilmektedir. Kırsal kesimlerde evler, avlu içinde geniş aileleri barındıracak biçimde inşa edilmektedir. Kentlerde ise insanlar çok katlı apartmanların, 50-60 m2'lik dairelerinde barınmaktadırlar. Bazı toplumlar potlaç, infak gibi kurumlarla paylaşıma sosyal bir meşruluk kazandırırken; gene bazı toplumlarda birikim esas alınmaktadır. Her toplumda üretim, paylaşım ve dayanışma sosyal bir olgu olarak geçerliliğini korumakta, ama kurumlaşmalarında farklılıklar gözlenmektedir. Bu iki özellik, fiziksel ve doğal çevreyle, sosyo-kültürel ve bireysel çevreye göre çeşitli biçim ve içerik aldiği gibi; ayni iki özellik, toplumun fiziksel - doğal ve sosyo-kültürel çevresini değiştirebilmekte, şekillendirebilmektedir. Bu etkileşim çeşitli yapı ve kurumlarla gerçekleşmektedir. Unutulmaması gereken, yapı ve kurumları olmasa da sosyal bir olgunun yapı ve kurumların işlevine muhtaç olmasıdır. Toplum, herhangi bir üretim biçimi geliştirmemiş olsa da üretmek olgusunun yol açacağı bir işleve ihtiyaç duyacaktır. Tıpkı bir ailenin barınacak bir yeri olmamasına rağmen barınmaya ihtiyaç duymak zorunda olması gibi. Sonuç olarak toplumsal sistemde, birer alt sistem olarak, belirli bir sosyal olgudan kaynaklanan yapı ve kurumlar meydana gelmekte ve onlar belirli işlevler yüklenmektedir. Aynı sosyal olgu, yarattığı konjonktürel etkilerle, toplumsal işlevin içeriğini değiştirmekte ve doğal İletişim 2002/14 Sistem Kuramı Açısından Baskı Grupları 65 olarak da bu işlevi görecek yeni yapı ve kurumların yaratılmasına yol açmaktadır. Bu şekilde toplum negantropik bir özellik kazanmakta ve kendini “kararsız denge”de tutmaktadır. A- SİSTEM KURAMI 1. Sistem Kavramı Sistem kavramı en genel anlatımla parça ile parçalardan meydana gelen bütün arasındaki ilişkileri anlatmaktadır. Bu kavram "... esas itibariyle parçalar arasında muntazam ilişkilerin varlığı anlamına gelen, eskiden beri kullanılan bir kavramdır" ve "...sistem, gerek birbirleriyle, gerekse değişen çevreleriyle devamlı ilişkileri olan ve aralarında kuvvetli bir dayanışma bulunan unsurların birleşmesinden meydana gelen, belirli bir hüviyeti bulunan bütün" (Dicle ve Dicle, 1969: 86) anlamına gelmektedir. Tanıma göre sistem, kendinden daha küçük parçalardan meydana gelen bir bütün olup kendini oluşturan parçalara göre bir üst sistem, parçalar da sisteme göre bir alt sistemdir. Sistemler, üst ve alt sistemler arasında dinamik ilişkiler bulunmaktadır. Ayrıca her sistem ilişki ağı kurduğu bir çevreye sahiptir. Sosyal sistemler diğerlerine oranla daha açık sistemlerdir. İlişkilerinin yoğunluğuna göre sınırlara sahiplerdir ve bir sistemin parçaları ile ilişkisi, çevresi ile ilişkisinden daha yoğundur. Böylece sistemler hem çevrelerini etkilemekte hem de çevrelerinden etkilenerek değişime uğramaktadırlar. Varlıklarını sürdürmek ve korumak için sistemlerin çevreden girdi ithal etmeleri, çevrelerine çıktı ihraç etmeleri ve çevreye uyarlanıp çevreyi kendilerine uydurmaları gerekmektedir. Bu dinamik etkileşim sistemleri sürekli kararsız dengede tutmaktadır. Her sistemin amacı, işleyiş normları, kuralları ve kendini tanımladığı bir hüviyeti bulunmaktadır. 2. Genel Sistem Kuramı 1930'larda Genel Sistemler Kuramı, Avusturyalı biyolog Ludwig Von Bertallanfy tarafından, "bütün disiplinlerin bir genel sistem içinde düşünülebileceği, başka bir ifade ile bütün disiplinleri yöneten kuralların aynı kurallar olduğu savunularak" (Sözen, 1980: 50) ortaya atılmıştır. İletişim 2002/14 Cengiz ANIK 66 Bertallanfy, kuramını tanımlarken onun gerekliliğini ve özelliğini şöyle anlatmaktadır: "... kimya, biyoloji, psikoloji ve toplumbilim gibi klasik bilimin farklı disiplinleri, gözettikleri dünyayı parçalara ayırmaktadır. -kimyasal bileşikler, enzimler, hücre, ilkel duyular, bireyler gibi bu ögelerin sonradan, kavramsal veya uygulamada bir araya getirilmesiyle, - hücre, düşünce, toplum gibi bütün sistemlerin anlaşılabileceği sanılmaktadır. Ancak anlaşılmıştır ki, bir sistemi tanımak için onun oluşturduğu parçalar kadar, bu parçalar arasındaki karşılıklı etkileşim ilişkisi de önemlidir. Örneğin hücre içindeki enzim ilişkisi, bilinçli veya bilinçsiz davranışları, onlar da toplumsal sistemin dinamiğini oluşturur. Bu gerçek, çevremizdeki dünyanın içinde varolan sistemlerin kendi bütünlükleri içinde ele alınmasını gerektirir. Genel Sistem Kuramının uğraş alanı bu bütünlüklerin saptanmasını kapsar." (Ural, 1980;51). Açıklanan bu özelliklerine göre genel sistem kuramı atom ve atom altı parçacıklardan itibaren galaksiler ve yıldız sistemlerine kadar tüm kainatı ağ gibi birbiriyle örülmüş ilişkilerden ibaret bir sistem olarak görmektedir. Sistem kuramının olgulara bütüncül yaklaşımı, daha çok değişkeni analize dahil etme imkanı doğurduğundan kullanımı için çeşitli gerekçeler ortaya çıkarmaktadır. Birincisi, çevre koşullarıyla ilişki ağı ıskalanmadığı için, olgu ve olayların nedenleri daha net görülebilmektedir. İkincisi, bir bütünün parçalarının ayrı ayrı gözlemlenmesi; bütün ve parçalarla ilişkili olguların açıklanması için yeterli değildir. Parçaların bütüne ait bir alt sistem gibi düşünülmesi ile, bütün ve parçaların olgusal özellikleri açıklanabilmektedir. Üçüncüsü, Sistem teorisinin geliştirilmesi, bütün insan davranışlarını açıklamaya yönelik genel bir teori bulma arzusuna hizmet etmektedir (Tekeli, 1971: 4-5). İletişim 2002/14 Sistem Kuramı Açısından Baskı Grupları 67 Buna göre en geniş anlamıyla evren, ilişkiler ağından oluşan bir bütündür. Böylece parçalarıyla dinamik etkileşim içinde bulunan evrene topyekün bakma imkanı doğmaktadır. Bu yaklaşım, çatışan çıkarların aslında, dolaylı yollarla birbirine hizmet ediyor olabileceği hususlarında da ipuçları vermektedir. Sözgelimi işçisine çok para veren patron, ekonominin canlanmasına katkıda bulunarak kendi pazarını da tetiklemektedir. Ekonomik ortam böylece yatırım yapmak için cazip hale gelmektedir. İşçi sendikalarının işçi adına işverenlerin karşısına çıkmaları, işvereni uzlaşmaya zorlamaları, daha fazla sayıda tüketicinin alım gücünü arttırdığı için uzun vadede işverenlerin de işine yaramaktadır. Gene, çalışma koşulları, süreleri v.s. gibi sosyo-politik önlemler işletmelerin rantabilitelerini arttırmıştır. Çatışıyor gibi görünen çıkarların dolaylı yollarla birbirlerine hizmet ettiklerinin ortaya çıkartılması, böylesine bütüncül bir yaklaşımı ve daha çok değişkeni hesaba katmayı zorunlu kılmış; genel sistem kuramı bu imkanı sağlamıştır. 3. Genel Sistemin Nitelikleri ve Çeşitleri Genel sistemin niteliklerini dört başlıkta özetlemek mümkündür (Sözen, 1980:51) Bunlardan ilki karşılıklı bağımlılıktır. Sistemi oluşturan parçaların karşılıklı ilişkilerine vurgu yapan bu nitelik, ilişkilerin belirleyici karakterini öne çıkararak, sistem içindeki düzene atıf yapmaktadır. İkinci nitelik denge ve durağanlık ise, sistemi oluşturan parçalar arasındaki uyumu ifade etmektedir. Sistemin “enerjik girdileri" güçlerini yitirdiklerinde, 'yeni enerjik girdiler' sağlanana kadar, sistem içinde bir durağanlık ve denge ortaya çıkmaktadır. Bununla birlikte denge halinde sistem potansiyel olarak, her an, yeni bir devinimi yaratacak güce sahiptir. Üçüncüsü homeostasis ve negantropy’dir. Homeostasis, sistemin değişen her koşulda parçaları arasındaki uyumu sağlayarak, yeni bir denge konumuna ulaşma eğilimidir. Biyolojik organizmaların uyum sağlama ve varlığını koruma, sürdürme eğilimi evrimsel bir gelişmeyi sağlamıştır. İnsan organizmasının değişik doğa ve diğer çevre etkilerine karşı gösterdikleri fizyolojik ve psişik tepkiler homeostasis yoluyla uyum sağlama olarak ifade edilmektedir. Negantropy ise, negatif entropy sözcüğünün kısaltılmışıdır. Entropy, durağanlık sonucu İletişim 2002/14 Cengiz ANIK 68 sistemlerin tükenmesini; sahip oldukları devinim gücünü yitirmelerini anlatmaktadır. Termodinamiğin ikinci yasası olan bu duruma göre sistem içinde kendiliğinden homeostasis bulunmamaktadır. Sistemde homeostasisi yaratan olgu, sisteme yönelmiş enerjik girdilerdir. Bu açıklama, açık sistem düşüncesini yaratmaktadır. Açık sistemler, enerjik girdileri sağlayabilme düzeneğine sahip olduğu için entropi'yi durdurabilecek potansiyel içermektedirler. Buna ters entropy veya negantropy adı verilmektedir. Negantropy, alt sistemler (veya parçalar) arasında belli bir dengeyi sağlayarak sistemin durağanlıktan kurtulmasına ve bir dengede uyuma ulaşmasına neden olmaktadır. Biyolojik sistemlerde bu mükemmel değildir. Ancak toplumsal sistemlerde negantropy'nin mükemmel olduğu veya mükemmele yaklaştığı söylenebilir. Özellikle toplumsal sistem büyüdükçe negantropy artmakta ve homeostasis eğilimi güçlenmektedir. Genel Sistemlerin dördüncü niteliği, neden sonuç ilişkileridir. Özellikle mekanik sistemlerde belirli bir neden - sonuç ilişkisi bulunmaktadır. Ayni nedenler daima aynı sonuçları yaratmaktadır. Çünkü mekanik sistemlerde sistemi devinime geçiren güçler, diğer canlı veya organik sistemlerden daha az karmaşıktır. Öte yandan sistemler çeşitli alt ve üst sistemlere ayrılabilmektedir. Sistem içinde işlevselliğin arttırılması için çeşitli alt sistemlerin kurulması gerekmektedir. Örneğin bir imalathanede teknik birim, atölye, idare, ambalajlama, pazarlama vb. birimler imalathanenin alt sistemleri; imalathanenin bağlı olduğu sektör, endüstri dalı ve piyasası da onun üst sistemleridir. Aynı pazara mal süren diğer işletmeler ise bu işletme için çıktı üreten başka sistemlerdir. "Toplumsal sistemler, açık sistemler olarak, başka toplumsal sistemlere bağımlıdırlar; alt sistemler, sistemler veya üst sistemler olarak tanımlanmaları işlevlerini yerine getirmede sahip oldukları özerkliğe ve araştırmacının özellikle ilgilendiği şeye bağlıdır. Toplumsal açıdan örgüt, bir veya daha çok sayıda geniş sistemin bir alt sistemidir ve onlara olan bağlantısı veya İletişim 2002/14 69 Sistem Kuramı Açısından Baskı Grupları bütünleşmesi kendi çalışma yöntemi ve eylem düzeyini etkiler" (Katz ve Kahn, 1977: 20). Sistemleri; alt sistemler, sistemler ve üst sistemler olarak ayırmak, ilişki ve iletişim ağı ile birlikte, her sistemin belirli ve kendine has işlev, işlerlik ve özerkliğe sahip olduğunu göstermektedir. Zira her sistem, daha işlevsel olabilmek için kendine çeşitli alt-yapısal sistemler kurmaktadır. Her alt sistem belirli bir rol üstlenmekte ve sistemle bağlantılı olarak çalışmaktadır. Ancak her sistemin kendi alt sistemini işletme stratejisi bulunmakta, alt sistemler bu strateji çerçevesinde faaliyet göstermektedir. Sistem ayrıca, kendi dışındaki sistemlerle de iletişim kurmaktadır. Ancak kendi alt ve üst sistemlerine göre dışsal sistemler, birbirlerine karşı duyarlı olmalarına rağmen daha özerk bir hüviyete sahiplerdir. Hayati önem arz eden enerji, bilgi ve madde girdisini sistemler, iletişim süreci ile temin etmektedirler. Bu süreç sistemin temel karakteristiğini göstermektedir. Sistem çevreyle iletişim kurarak varlığını kabul ettirmekte, sürdürmekte ve çevreyle kurduğu geri bildirimle çevreyi kontrol etmekte ve en önemlisi kendisini çevreye uyarlamaktadır. "Başkalarına karşı eylemlerimizin ve onların bize karşı eylemlerinin çoğu tümüyle veya bir parçaları ile, sözlü anlatıma dönüşsün veya dönüşmesin, bildirimsel eylemlerdir" diyen Katz ve Kahn (1977: 245), insan örgütlerinin enerjisel sistemler olduğu kadar, bilgisel sistemler olduğunu ve her örgütün bilgi alma ve kullanma zorunluluğunu vurgulamaktadır. Ona göre toplumsal sistemleri fiziksel veya biyolojik sistemler gibi görmek yanlıştır. Çünkü toplumsal sistem fiziksel sistemlere göre daha açık bir sistemdir. Sistemi, birimlerinden ziyade ilişkiler oluşturmaktadır ve bu sayede parçalarını kolaylıkla değiştirip, yenileyebilmektedirler. Bu nedenle toplumsal sistemler sürekli olarak hem üretim hem de varlık koruma materyali almaktadırlar. "Varlık koruma girdileri sistemi ayakta tutan enerji alımlarıdır; üretim girdileri üretken bir sonuç verecek biçimde işlenen enerji alımlarıdır " (Katz ve Kahn (1977: 35). Bu sınıflandırma konumuz açısından önem arz etmektedir. Zira toplum mal ve hizmet üreten örgütlerin ürünleriyle enerjisini temin etmekte, baskı ve menfaat grubu gibi isimlerle tavsif edilen İletişim 2002/14 Cengiz ANIK 70 ve sadece bilgi üreten sivil toplum örgütleri sayesinde de varlık koruma girdilerini temin etmekte, hayatiyetini bu sayede sürdürebilmektedir. B- BASKI GRUPLARININ ROLÜ VE ÖNEMİ Çoğulcu siyasal sistemde baskı gruplarının nitelik ve rollerini serimlemek; onların, toplum için varlık koruma çıktısı ürettiğini görmek açısından önem arz etmektedir. Nitekim siyaset bilimciler, baskı gruplarının nitelik ve rollerine ilişkin öteden beri vurguda bulunmaktadır. Sistem kuramı ise bu nitelik ve rollerin, bir organizmanın kendi kendini onarmasına benzer bir işlev olduğuna dikkatleri çekmektedir. 1. Baskı Gruplarının Tanımı, Nitelikleri a) Tanımı "Görünmez hükümet "(Abadan, 1959: 236) ya da "özel devlet "(Lipset, 1986: 355) yakıştırmasını hak edecek kadar toplumların siyasal hayatlarında rol oynayan, "devlet kudretini tahdit eden bu sosyal kuvvetler" (Abadan, 1959: 233), belirli menfaatler etrafında toplanmışlardır ve seçimlerde genel oyla ortaya çıkan çoğunluk iktidarının denetimini kesintisiz olarak yerine getirmektedirler ve mozaikleşmiş sosyal yapıda, yönetenlerle yönetilenlerin karşılıklı etki-tepki süreci içinde, temas halinde kalma zorunluluğunun (Dönmezer, 1982: 386) sonucunda ortaya çıkmışlardır. Her insanın, “belirli çekirdekler etrafında kümeleşen menfaatleri vardır" (Dönmezer, 1982: 386) ama bir takım menfaatler etrafında toplanan her gruba baskı grubu adı verilmemekte, örgütlenmiş olma kriteri esas alınmaktadır. "Menfaat grubu tabiri ile; her modern ve girift bünyeli cemiyette faaliyet gösteren, diğer gruplardan muayyen taleplerde bulunan, müşterek tavırlara sahip bir topluluk kast edilmektedir" (Abadan, 1959: 233). Başka bir ifadeyle, "menfaat grubu; aralarında bir menfaat ortaklığı bulunan insanlardan meydana gelmiş, bu ortaklaşa menfaatin şuuruna ermek bakımından geri, aktif bir şekilde çalışmasını sağlayacak teşkilattan yoksun bir kümedir" (Aybay, :272). Buna göre menfaat gruplarında birlik bilinci İletişim 2002/14 Sistem Kuramı Açısından Baskı Grupları 71 yoktur. Aktif bir şekilde çalışma göstermelerini sağlayacak örgütten yoksundurlar. Baskı gücü işlevini yürütebilecekleri disipline sahip değillerdir ve kamuoyunu etkileme şansları sınırlıdır (Aybay, :272). Kuşkusuz ki, menfaat gruplarının siyasi amaçlı olmayanları da mevcuttur. Bu nedenle "menfaat mevhumunu sadece maddi veya iktisadi hususlara hasretmeyip, en geniş manada anlamak gerekir" (Abadan, 1959: 235). Menfaat amacıyla bir araya gelen grup üyeleri yasama organının çalışmalarına etki etmek ve bazı kanunların yürürlük kazanmasını sağlamak veya engellemek, geciktirmek; bürokratik kademelerin oluşumunda etkili olmak, kamuoyunun gündemini teşkil etmek ya da kamuoyunun gündemini yönlendirmek; yasama, yargı, yürütme otoritelerinin çalışmalarını etkilemek amaçlarıyla; işlevlerinin bilincine vakıf bir biçimde örgütlenerek, sistematik propaganda faaliyetlerine girişmeye başladıkları andan itibaren birer baskı grubu haline gelmektedirler (Abadan, 1959: 234). Örneğin bir üretici birliği, potansiyel müşterilerini kendi üyeleri arasında paylaştırdığı zaman, sadece bir menfaat grubudur; ama aynı grup, hükümeti ve kamusal otoriteleri grubun çıkarları doğrultusunda ikna etmeye çalışıyorsa ve bu amaçla birtakım faaliyetlerde bulunuyorsa baskı grubuna dönüşmektedir. "Kısacası baskı grupları, menfaat gruplarının özel bir türüdür"(Daver, 1985: 167). "Şu halde menfaat grubu tabiri, gayet geniş olup, baskı grupları ile onların gayelerini sistematik bir şekilde gerçekleştirmeye çalışan kanun simsarlarını da (lobbyist) kapsamaktadır" (Abadan, 1959: 235). Lobbyistlerle baskı grupları arasındaki en önemli fark da şudur: Lobbystler bizzat kanun koyucuya "direktif verme"(Abadan, 1959: 235)kte, parlamento üyelerine, devlet memurlarına, yargıçlara rica, rüşvet, yardım vaadi ve hatta tehditle baskı uygulamaktadırlar (Aybay, :274). Baskı grupları ise, "kendi bünyesine dahil menfaat gruplarınca güdülen istikamette tesir ve tazyik icra etme" (Abadan, 1959: 235) ktedirler. Grupları niteleyen menfaat ve baskı kavramları arasında da, davranış ve yöntem farkı bulunmaktadır ve etkileme faktörü baskı grubunu niteleyen bir deyimdir. Bu yüzden menfaat (enterest) grupları ile tutum (attiude) grupları arasında da bir ayrım yapmak gerekmektedir. "Baskı grupları, ortak menfaatler etrafında birleşen ve bunları gerçekleştirmek için siyasal İletişim 2002/14 Cengiz ANIK 72 otoriteler üzerinde etki yapmaya çalışan gruplar" (Kapani, 1985: 152)’dır. Baskı grubu deyiminin günlük politik dile yerleşmiş olduğunu belirten Meynaud (Basso, 1983: 3) da benzer bir tanım vererek, ideolojik ve ekonomik çıkarların korunması ve kollanması amacıyla siyasal iktidar üzerinde çeşitli etkin mücadelelerin sistematik olarak yapılması veya bu işlevin açıklanması amacıyla baskı grubu deyiminin kullanıldığını ifade etmektedir. Üyelerinin çıkarlarını korumak ve kollamak için örgütlenmiş grup, siyasete karışıncaya kadar çıkar (menfaat) grubu, karıştıktan sonra da baskı grubu oluyor" görüşüne 'karşı' çıkan Akad (1976: 64), konuya, 'baskı', 'çıkar' sözcükleri aracılığı ile değil, doğrudan çoğulcu toplumda grupların yeri ve rolünü ortaya koyarak yaklaşmak gerektiğini savunmaktadır. Nitekim Lipset (1986: 59), "herhangi bir demokrasinin istikrarı, sadece ekonomik gelişmeye değil, siyasal sistemin etkililiğine ve meşruluğuna da dayanır" demektedir. Ona göre etkililik "sistemin gerçekteki başarıları", meşruluk ise, siyasal sistemin, toplum nezdindeki tüm kurum ve kurallarıyla kabul ve onay görmesidir. Toplumlar kritik ve geçici bir değişim süreci atlatmıyorlarsa; toplum içindeki bazı sosyal grupların siyasal sürece veya yönetsel karar alma sürecine katılmamaları, siyasal sistemin meşruiyetini olumsuz etkileyen önemli bir faktördür. "Genel olarak, bir siyaset sisteminin kabul edilebilir ölçülerde etkililik gösterdiği hallerde bile, başlıca tutucu grupların statüsü tehdit edilir ya da can alıcı sıralarda ortaya çıkan grupların siyasete katılmaları önlenirse, meşruluğun varlığı şüpheye girer. Öte yandan, etkililiğin sürekli olarak ya da uzun bir süre için adamakıllı azalması meşru bir sistemin bile istikrarını tehlikeye koyar" (Lipset 1986: 62). Başka bir deyişle siyasal sistemin meşruiyet göstergesi sayılabilecek olan, çatışmalarla varılan uzlaşma ve uyum noktası; 'talep'lerle 'destek' girdilerinin siyasal sistemi ‘kararsız denge’de tutması anlamını ifade etmektedir. Zira, "gruplar, siyasal bir sistemi, o sistemin değerlerinin kendi değerleriyle uyuşup uyuşmamasına göre, meşru sayar veya saymazlar" (Lipset 1986: 62). Bu yolla meşruiyetin sağlanması toplum üzerindeki İletişim 2002/14 Sistem Kuramı Açısından Baskı Grupları 73 egemenliğin paylaşılması sonucunda mümkün olduğu için, baskı gruplarının fonksiyonları kendiğilinden artmaktadır. Sonuç olarak toplum - devlet ikilisi arasında "eş yönlü" etkilerle (Soysal, 1965) ortaya çıkan işbirliği ve anlaşma; baskı gruplarının kısmi çıkarları doğrultusunda sürekli faaliyet göstermeleri, yönetenlerin yönetilenlere duyarlılık göstermelerini temin etmeleri ve bu yönde kamuoyunun oluşumunu sağlamaları, kısacası siyasi arenada sürekli rol oynamaları ile gerçekleşmektedir. "Bu nedenle baskı grubu dendiğinde, toplumdaki çeşitli sosyal güçlerin bilinçli biçimde örgütlenerek kendi çıkarları doğrultusunda, toplumsal çıkarları iktidara iletmesi ve onunla karar verme işlemini paylaşarak, kitlenin gerçek iradesini belirleyen ve yönetime meşruluğu kazandıran çoğulcu gruplar "(Akad (1976: 66) anlaşılmaktadır. b) Nitelikleri Baskı grubu deyimi ilk defa Birleşik Amerika'da 1925 yılında Washington'da yayınlanan birkaç gazete tarafından uydurulmuştur. Birkaçı de menfaat grubu (interest group) terimini kullanmayı tercih etmiştir(Meynaud, 1958: 11). Günümüze kadar siyasal işleyişin açıklanması doğrultusunda yapılan çalışmalardaki gelişmelere paralel olarak, plural grup olarak tanımlanıp, kavram üzerindeki tartışmalardan çok, işlevleri ve nitelikleri üzerinde yoğunlaşılan baskı grupları, diğer sosyal olaylar içinde en çok, üç temel niteliği ile dikkatleri çekmektedir(Basso, 1983: 11-13): Baskı grupları a) örgütlü bir cemaatin veya grubun varlığını işaret etmektedirler, b) bir çıkar mevhumunu ve bu çıkarın korunması, kollanmasını tanımlamaktadırlar ve c) siyasal sistem üzerine becerikli, etkin bir baskı uygulamaktadırlar. Sosyal, ideolojik, ekonomik ve yapısal açılardan farklı topluluklar olan baskı grupları; kendi istekleriyle bir araya gelerek, kaydolma ya da fiilen iştirak yoluyla örgütlenmektedirler. Cemaat olma özellikleriyle bu gruplar, aynı zamanda, bilinçli bir topluluk özelliğine sahiptir ve "bilinçli sözcüğü burada kişilerin isteyerek ve iradeleriyle katılımı" gerçekleştirdiklerini belirtmektedir. Örgüt kelimesi ise, "farklı güçlerin belli İletişim 2002/14 Cengiz ANIK 74 yönetim ve denetim organlarına sahip olduklarını göster "(Akad, 1976: 67)mektedir. Çıkar kavramı, tek tek bireyler olduğu kadar "toplumun global çıkarı" (Akad, 1976: 67), "kamu yararını" (Dönmezer, 1982: 390) da kapsamaktadır. Baskı grupları, çıkar kavramı etrafında hem kamuoyunu oluşturmakta, kamuyu bilgilendirmekte, onları aydınlatmakta ve faaliyetlerini haklı gösterecek bir fikir iklimini oluşturmaya çalışmaktadırlar. Hem de kendi üye ya da hedef kitlelerini eğitmekte, aydınlatmakta, motive ve gerektiğinde manipule etmektedirler. Bu durumda çıkar kavramı sadece aşağıdan yukarıya bir hareketin açıklanmasını değil, aşağıya "kitleye dönük bir faaliyeti "(Akad, 1976: 68) de kapsamaktadır. Nihayet 'etki-beceri-baskı" kavramları, siyasal sistemin canlılığını ve oluşan dengelerin dinamizmini göstermektedir. Sistem çevre etkileşimlerinin sonucu olarak toplumsal sistem, Gurvitch'in belirttiği gibi, konjonktürel dalgalanmalarla sürekli bir yapılaşma – yapısızlaşma - yeniden yapılaşma hareketi içinde gelişmekte ve tekamül etmektedir. Bu roller çerçevesinde baskı gruplarının ifa ettiği görevler şöyle özetlenebilir: i. Baskı grupları bir kanunun kabulü veya reddi için yasama organını etkilemeye çalışmakta, hatta kimi zaman kanun tasarılarını bizzat hazırlayarak kanunlaşmasını sağlamak için faaliyet göstermektedir. ii. Kendisiyle ilgili kuruluşlara bütçeden yeterli ödenek ayrılmasını temin etmeye çalışmaktadır. iii. Bürokratlar üzerinde baskı uygulayarak, idari kuruluşları çıkarları doğrultusunda yönlendirmeye çalışmaktadır. iv. Bazı komisyonlar vesilesiyle birtakım müşavirlik hizmetleri ifa etmektedir. v. Belirli bir ölçüde yargıyı ve mahkemeleri etkilemeye çalışmaktadır. vi Kamuoyunun gündemini kurmakta, belirli konularda kamuoyu oluşturmakta ve kamuoyuna bilgi verilmekte, onları aydınlatmaktadırlar. vii. Zaman zaman, gizli ya da açık, yönetim ile yönetilen arasındaki perdelerin aralanmasını ve yönetimin şeffaflaşmasını temin etmeye çalışmaktadırlar. İletişim 2002/14 75 Sistem Kuramı Açısından Baskı Grupları viii. Uluslararası birtakım örgüt ve kurumlarla ilişkiler içinde bulunmakta ve uluslararası diplomaside kendi toplumları lehine roller üstlenmektedirler. ıx. Kendi sahalarıyla ilgili bilimsel çalışmalar yürütmektedirler. x. Üyelerini amaçları doğrultusunda motive etmekte, eğitmekte, aydınlatmakta ve bilinç aşılamaya çalışmaktadırlar. xi. Siyasal partilerle belirli ilişkiler kurarak, siyasal hayatta doğrudan ya da dolaylı rol oynamaktadırlar. xii. Üyelerine sosyal ve kültürel bir kimlik, cemaat şuuru aşılayarak, birlikte hareket etme ve tavır gösterme tatmini sağlamaktadırlar. Gerektiğinde üyelerini disipline bir kitle gibi kullanmaktadırlar. Bu görevleri belirli düzeylerde yerine getiren baskı gruplarının güçleri; a) üye sayıları, b) mali kaynakları, c) örgütleri, d) sosyal statüleri (Daver, 1985: 171) e) üyeler arasındaki dayanışma duygusu ve f) kamuoyunu etkileme (Aybay :279) becerileri oranında farklılık göstermekte ve bu sonuncusu onların sahip oldukları bütün güçleri belirli bir hedefe teksif etmelerini sağlayabilecek kadar önemli bir avantaja sahip olduklarına işaret etmektedir. Kısacası her baskı örgütü, özgür bir ortamda faaliyet gösterdiği takdirde siyasal sistem için olduğu kadar, aynı menfaatler konusunda da birbirleri için denge ve denetim unsuru olacaklardır. Sözgelimi aynı işkolunda örgütlü iki sendika arasındaki, üyelerini en iyi temsil ve onlara hizmet rekabeti, çıkar gruplarının işlevlerini daha etkin hale getirecektir. Ortak çıkarlar (meslek örgütleri gibi) ya da ortak tutumlar (ideolojiksiyasal örgütler) veya maddi ya da manevi nedenlerle, her ne şekilde örgütlenmiş olursa olsun baskı grupları, toplumsal sistemin varlık koruma alt sistemleri olarak düşünülebilir. Zira, Lipset'in dediği gibi meşruiyet etkililikle sağlanmaktadır. Etkililik; sistemin alt sistemlerini, alt sistemlerin de sistemi etkilemesini, yani 'etkileşim'i anlatmaktadır. Etkileşim bize göre sistemler ve sistemin parçalarıyla ve parçaların birbirleriyle iletişiminin çift taraflı ve eşitler arasında gerçekleşmesi ile mümkün olabilmektedir. Sistem İletişim 2002/14 Cengiz ANIK 76 arasındaki denge, onay ve işbirliği bu yolla gerçekleştirilmekte ve ‘kararsız denge’nin tesisi bu yolla gerçekleştirilmektedir. Dolayısıyla bu bağlamda ‘çarpıtılmamış iletişim’, siyasal sistemler için, varlık koruma çıktısı üretilme sürecinin araç ve aracıları olarak ortaya çıkmaktadır. 2- Siyasal Sistemde Baskı Gruplarının Yeri Duverger, (1982, 321-322), toplum, topluluk, grup ve gruplaşmaların bir etkileşim sistemi meydana getirdiğine değinerek, "...sistemin bir sistem olarak, yani, söz konusu ögelerin, birbirleriyle olan bağlılıklarının ve dağılımlarının tümünden oluşan, birleşik bir bütün olarak çözümlenmesi" gerektiğini belirtmektedir. Belirli bir insan etkileşimleri bütününün bir sistem oluşturduğunu belirten Duverger’e göre, a)bütünü oluşturan ögeler birbirlerine bağlıdır. b) bu ögeler, düzenli bir uyum içinde örgütlenmişlerdir. c) toplumsal bütün, ögelerin toplamına indirgenemez. d) bu sistem dışarıdan ve kendi iç ögelerinden gelen etkilere, bir bütün halinde tepki göstermektedir. "Her toplum"un "her zaman için topyekün bütün içinde birbirlerini sınırlandıran, birbirleriyle mücadele eden, dengeleşen, bileşen, bütünleşen ve kendi aralarında belirli bir hiyerarşi oluşturan bir gruplaşmalar mikrokozmosu durumunda" (Cangızbay, 1985: 148) olduğunu belirten Gurvicth (1985: 143), "her bütünsel toplum daima yapılaşmıştır ve bu yapı içinde de örgütler yer alır" demektedir. Ona göre (1985: 123), "toplumsal yapı bitmeyen bir süreçtir: kesiksiz bir yapısızlaşma (destructuration) ve yeniden yapılaşma (restructuration) hareketi içinde görünür. Çünkü toplumsal yapı, edim halindeki toplumun bir görünümüdür ve bir 'yapıt' olan bu toplum 'edim'siz varolamaz; yani burada her an yeniden başlayan bir birleştirme ve yön verme çabası söz konusu olmaktadır." Gurvicth(1985: 139), örgütlerin "toplumsal yapıyı oluşturan hiyerarşiler arasındaki dengeye" katılabildiğini ve fakat "bir toplumsal yapının hiçbir zaman bir örgütün kendisini yoğurmasına ve yok etmesine izin vermediğini" vurgulayarak; "toplumsal yapıların tek bir örgüt ile temsil edilmedikleri, aksine birbirleriyle rekabet halinde bulunan birçok örgüt doğurabildikleri” İletişim 2002/14 77 Sistem Kuramı Açısından Baskı Grupları gerçeğine işaret etmektedir. Gerekli ögeleri topladıktan sonra eksiksiz bir toplumsal yapı kavramının tanımını vermeye çalışan Gurvicth(1985: 140), "her toplumsal yapı" demektedir; "makrososyolojik nitelikte tümü kapsayıcı bir toplumsal olgunun içerdiği hiyerarşiler arasında, durmaksızın yeniden oluşan ve tümü kapsayıcı olayın yalnızca bir görünümünü, kesimini ya da kesitini yansıtabilen eğreti, zayıf ve kararsız bir dengedir." "Demokrasi işler toplumun ta kendisidir" diyen Lipset (1986: 403), "özgür bir toplumdaki iç mücadelelerin oluşumu" demektedir, "toplumun ürünlerinin birkaç iktidar sahibinin elinde birikmeyeceğini, insanların zulmüne uğramaksızın gelişebileceklerini ve çocuklarını büyütebileceklerini bir miktar garanti edebilir. ...demokrasi, meşruluk ve anlaşmayı devam ettiren kurumlar kadar, çatışmayı ve anlaşmazlığı destekleyen kurumların da olmasını gerektir”mektedir. Lipset, toplum içindeki değişik çıkar gruplarının çatışmasını meşruluk kavramı üzerine oturtmakta ve bu tür bir çatışmanın ılımlı çatışma olduğunu ifade etmektedir. "ılımlı bir çatışma durumunun varlığı, zaten meşru bir demokrasiyi tanımlamanın bir başka yolu olduğu için; böyle bir dengeli çatışmayı belirleyen başlıca etkenlerin (sembol ve statülerin devam ettirilmesi şeklinde anlaşılan) meşruluğu doğuran etkenlerle sıkı sıkıya bağlı olmasında şaşılacak bir şey yoktur"(Lipset, 1986:65). Buna göre liberal devlet anlayışındaki gelişmelerle devlet ve toplum ayrı birer varlık olarak düşünülmekte ve iktidarın, toplumu düzenleyici işlevlerini gerçekleştirecek zorlayıcı gücünü, yönetilenlerin onu onaylıyor olmasından (Akad, 1976: 20) aldığı savunulmaktadır. Yönetenlerin yönetilenlerle onay ve işbirliği içinde icraatlarda bulunabiliyor olmaları, toplumsal çıkar gruplarını, baskı örgütlerinde bir araya getirmiştir. Bu gruplaşmaların aynı zamanda "etkin bir cemaat ve inan birlikleri"(Gurvitch, 1985: 185) olma yönlerinin ağırlık kazanması ve grup baskısının grup üyeleri açısından siyasal rol üstlenme eğilimini güçlendirmesi (Lipset, 1986: 188-191); siyasal iktidarlar nezdinde etkin İletişim 2002/14 Cengiz ANIK 78 olma ve gruplar arası rekabetin başlaması, baskı örgütlerini çağdaş toplumun temel niteliği haline getirmiştir. "İktidarlarla bireyler arasına bir takım örgütlerin, birliklerin girmesiyle siyasal yaşamın havası ve kuralları da büyük ölçüde değişmiş oldu. Bir yandan birey, durağanlıktan kurtulup dinamizme yönelirken, öte yandan siyaset, belirli çevrelerin tekelinden çıkıp toplumun tamamını etkisine aldı. Artık iktidar olgusu çevresinde bir etki-tepki ilişkisinin varlığından söz edilebilirdi" (Akad, 1976: 20). Sonuçta devlet denilen soyut kavramın, farklı çıkarların ve grupların bir araya gelmesinden doğmuş bir örgüt olduğu kabul edilmiş görünmektedir. Devlet böylece farklı çıkarları ve grup taleplerini uzlaştırma, düzenleme gibi temel bir görev üstlenmiştir. Yani devlet çeşitli örgütlerin çıktılarının bir denge noktasında uzlaşmalarına katkı sağlamakla yükümlü tutulmuştur. Çıkar grupları ise; a)grup ya da örgütleri vesilesiyle toplumsal dengenin kurulmasına yardım etmişler, b) gizli iktidar merkezi olarak farklı çıkarların ifade edilip savunulmasını temin etmişler ve nihayet c) devlet ile toplum örgütleri arasındaki ilişkiler ve bu ilişkilerle siyasal sürecin oluşması, grup kavramına teorik anlamlar kazandırmıştır (Abadan, 1959: 236). Devletin, örgütlerin çıktılarını düzenleyici, uzlaştırıcı bir rol üstlenmesi ve siyasal sürecin böyle oluşması sonucunda, belirli ölçüde onay ve işbirliği ile toplumsal tatminin sağlanması, kararsız denge halinin mevcudiyetine işaret etmiştir. "...sosyal birliklerin mevcudiyeti, bunların kendilerine özgü amaçları ve bunu gerçekleştirmeye yarayan iktidarlarının olması ve bu birliklerin, amaçlarına ulaşmak yolunda faaliyetlerde bulunması ve bütün bunlara Devlet'in karışmaması, sosyal birliklerin yanı sıra Devlet'in de kendine özgü amaçları, kamusal hizmet ve işleri ve bunlara ilişkin faaliyetleri ile yaşamakta İletişim 2002/14 79 Sistem Kuramı Açısından Baskı Grupları devam etmesi ve özellikle devletin sosyal grupmanları da içeren bir külli egemenlik iddiası ile ortaya çıkmaması, bir denge halinin ifadesidir" (Zabunoğlu, 1963: 178). Bu bağlamı, yani toplumsal sistem içinde kamusal kurumlarla onları denge ve denetim altında bulundurma misyonu yüklü baskı gruplarının ilişkilerini betimleme kapasitesi açısından, David Easton'un Siyasal Kuramı, siyasal sistemin işleyişini anlatmaya çalışan önemli bir modeldir. Modele göre (Tekeli, 1976) sistemle çevrenin ilişkilerini sağlayan iki tür öge bulunmaktadır: Bunlar; çevreden gelen ve sistemi işleten girdiler ile; sistemin bu girdilere cevap niteliğinde çevreye saldığı çıktılardır. Çevrede etki yaratan bu çıktılar, çevreden tepki görmektedir ve bu tepkiler, sistem açısından yeni bir girdi anlamı taşımaktadır. Sistem ve çevre arasında bu şekilde kurulan ilişki feedback sürecidir. Çevreden gelen ya da toplanan bilgilerin tedavül ettiği kanallar ise feedback kanallarıdır. Easton'a göre talepler ve destekler denen iki tür girdi söz konusudur. Talep, sistemden bir şeyin tahsis edilmesini isteyen girdidir. Ancak sistem, 'talep'i olduğu gibi karşılama şansına sahip değildir. Sistem bu taleplerle ilgili olarak üç yönlü bir çalışma yapmaktadır: Taleplerin Deyimlenmesi: Baskı grupları tarafından ifa edilen bu işlev, bir çıkarı savunmak amacıyla kurulan örgütlerin siyasal sisteme doğrudan 'girdi' üretmeleri çalışmalarını ve baskı gruplarının sisteme taleplerini doğrudan iletmesini anlatmaktadır. Ancak sadece bununla sınırlı değildir. Sözgelimi bir meslek örgütü lideri, siyasal sistemdeki karar alıcılar içinde etkin bir kişiyi ziyareti esnasında, çıkarlarını dile getiren, amacına uygun bir talebini doğrudan iletmektedir. Aynı zamanda da, açıklamaları ile, konuyu kamuoyunun gündemine sokabilirse, konu ile ilgili siyasal sistem üzerinde uyguladığı baskının yoğunluğunu arttırabilmekte, liderlik prestijini de pekiştirmektedir. Talepleri Ayarlama: Taleplerin ayarlanması işlevi iki mekanizma ile yerine getirilmektedir. Bunlardan ilki yapısal, ekincisi kültüreldir. Yapısal ayarlama girdilerin sınırlandırılması, süzülmesidir. Sözgelimi kapıcı, bekçi ya da sekreterle yapılan talep süzmeleri böyledir. Aynı biçimde işçi İletişim 2002/14 80 Cengiz ANIK sendikalarının üyelerinin taleplerini orta düzeye indirgeyerek süzüp almaları da yapısal ayarlamaya karşılıktır. Tersi durum da söz konusu olabilir. Yani işçi sendikası üyelerinin taleplerini besleyebilir de. Kültürel ayarlama ise; toplumsal değer, norm ve inançların ya da milli güvenlik, genel sağlık ahlak vs gibi faktörlerin, bazı taleplerin belirlenmesini engellemesi veya onları kısıtlaması gibi durumlarda kendini göstermektedir. Taleplerin İndirgenmesi ve Derlenmesi: Talepleri toplamak, birbirine benzeyenleri denklemek ve kaynaştırmak tek bir talep türü haline getirmek işlevini anlatmaktadır. Örneğin kamu kuruluşları, hizmetlerine ilişkin talep ve beklentileri toplayıp, optimum faydayı temin edecek bir düzeyde onları işledikten sonra, kamusuna hizmetlerini sunmaktadır. Diğer tür girdi ise desteklerdir. Destek, sistemin işlemesine katkı sağlayan, sisteme rengini veren, sistemin temelinde yatan değerlerin sistemle ilgili çevre tarafından benimsenmesidir. Destekten mahrum kaldığı takdirde sistem, girdilere cevap verememekte ve aşırı talep yüklenmesinden çökmektedir. Bu nedenle sistemin genel karakteristiğinin çevre tarafından kabul ve onay görmesi son derece önemlidir. Sisteme ulaşan ve bir takım işlevlerden geçen girdilerle, ilgili sistemin sahip olduğu desteğe de dayanarak, aldığı kararlar, sistemin çıktılarıdır. Bu çıktılar aynı zamanda talep ve desteklere bir cevaptır. Bu çıktı diğer taraftan, çevrenin tekrar çıktıya cevap vermesini, tepki göstermesini de sağlamaktadır. Böylece feed back çemberi ve feed back kanalları oluşturulmaktadır. Çevrenin tepkileri doğrultusunda kendini yeniden düzenleyen ve işlevlerini yerine getiren sistem, yeniden çıktı üretmekte ve bu şekilde siyasal sistem ‘sağlıklı’ biçimde işlemektedir. Pozitif feed back işlemin sürdürülmesini, negatif feed back işlemin durdurulması ya da gözden geçirilmesini sağladığına göre, demek ki, devlet; kendi çevresinde yer alan baskı örgütlerinin çıktıları ve diğer çevresel çıktılara göre, karar alma sürecini yeniden işletmekte, çevrenin kendi amaçları doğrultusunda işlevler edinmesini temin etmeye çabalarken, bir taraftan da kendisini çevreye uyarlamaya çalışmaktadır. Bu model, baskı örgütlerinin de içinde yer aldığı siyasal sistem - çevre ilişkileri açısından geçerli olduğu gibi, örgütün kendi çevresi için de geçerlidir. Çünkü siyasal sistemde işleyen mekanizma, benzer biçimde, İletişim 2002/14 81 Sistem Kuramı Açısından Baskı Grupları siyasal mekanizma için baskı uygulayan örgütlerde de işlemektedir. Bu örgütler içinde de baskı uygulama fonksiyonunu yerine getiren alt sistemler bulunmaktadır. Aynı feed back çemberi ve kanalları oluşturularak, varlık koruma çıktıları bu şekilde üretilmektedir. 3- Baskı Gruplarının Rolleri Baskı gruplarını betimleyen çıkar kavramı aynı zamanda "kamu yararını" da kapsamaktadır. Baskı grupları, ürettikleri varlık koruma çıktıları ile etkileşimi gerçekleştirmekte ve siyasal sistemin meşruiyetini tesis etmektedirler. Böylece, eşitler arasında akan çift taraflı iletişim; hem siyasal sistemin alt sistemlerine hem alt sistemlerin siyasal sisteme ve hem de alt sistemlerin birbirlerine duyarlılık kazanmalarını; birbirleri açısından denge ve denetim unsuru olmalarını temin etmektedir. Siyasal sistemdeki en önemli iktidar odağı olan devletin, bu iktidarını sınırlandıran, onunla kararları icraları ve sorumlulukları paylaşan, kitlelerin iradelerini derleyip dağıtan ve "yönetim"e meşruiyet kazandıran "çoğulcu grupların", bilinçli bir biçimde örgütlendiklerinde, birer baskı grubuna dönüştüğü göz önüne alınarak, çoğulcu grupların siyasal işlevlerine bakıp, baskı gruplarının rolleri netleştirilebilir. Bireyler seçimlerde oy kullanarak siyasal rol üstlenmekle birlikte, belirli bir grubun üyesi olarak da siyasal arenada rol oynamaktadırlar. Modern toplumlarda grupları içinde bireylerin genellikle bir rol üstlenmesi teşvik edilmektedir. "Fert , devletin karşısında, yalnız başına yer almamaktadır. O, ortak yararların, amaçların gerçekleşmesini kendisi gibi istemekte olan diğer bireylerin oluşturduğu grupların üyesi durumundadır. Devlet, bireylerle olan münasebetlerinde, onların bu sıfatlarını nazara almak zorundadır. Bu nazara alma durumunun, Devlet kudretinin kullanılabileceği belirli alanı ortaya çıkaran sınırlar arasına katılmak niteliğine kavuşabileceği kolayca kestirilebilir; bu nokta aşağıda İletişim 2002/14 Cengiz ANIK 82 plural grup çeşitleri açıklanırken daha somut bir şekilde ortaya çıkacaktır "(Zabunoğlu, 1963:216). i. Plural grupların başında aile gelmektedir. Aile doğrudan doğruya siyasal bir rol üstlenmiyor olsa da devlet, bir kurum ve bir örgüt olarak aileye saygı göstermek ve aile mahremiyetine müdahale etmemek durumundadır. ii. Siyasal oluşum ve işleyişi yoğun biçimde etkileyen plural grup siyasal partilerdir. Siyasal partiler toplumda münferiden belirli olmayan fikirlerin toplanması ve bu fikirlerin açığa vurulmasını sağlayarak, belirli bir siyasal gruplaşmayı temin etmektedirler. Özellikle muhalefette bulunan siyasi partiler devlet kudretinin kullanılması sürecinde siyasal iktidarları denetim altında tutarak ve onları frenleyerek bu kudretin sınırlarını belirlemektedirler. iii. Toplum yapısı içinde, siyasal partiler kadar kitle organizasyonu bakımından önemli ve büyük olan bir başka plural grup; baskı, menfaat grupları gibi, diğer sivil toplum örgütleridir. iv. Bunlardan başka toplumdaki kişisel ya da sosyal yararların çeşitliliği ve değişkenliği çerçevesinde daha başka plural gruplar da bulunmaktadır. "Böylece, aralarında ortak yararlar bulunan insanların meydana getirdikleri menfaat grupları da, ancak belirli gayelerini gerçekleştirmek amacı ile teşkilatlanıp propaganda faaliyetine giriştiklerinde baskı grupları niteliğini kazanmış ol" (Zabunoğlu, 1963:220)maktadırlar. Buna göre baskı gruplarının rollerine ilişkin olarak çıkartılabilecek sonuçlar şunlardır: Siyasal sistem içinde plural birer grup olan baskı gruplarının üstlendiği birinci rol, global sistemin en önemli iktidar odağı olan devlet iktidarını sınırlandırmak, onu dengelemektir. Daha doğrusu devletin iktidarının plural grupların onay ve işbirliği sonucunda oluşması ve kullanılmasını sağlamaktır. Devlet iktidara sahip olma ve bu iktidarı kullanma meşruiyetini bu onay ve işbirliğinden almaktadır. Konuya İletişim 2002/14 Sistem Kuramı Açısından Baskı Grupları 83 tersinden bakıldığı zaman da bu rolle, devlet iktidarının bir veya birkaç baskı grubunun emrine tahsis edilmesinin önlenmesi işlevinin ifa edildiği ortaya çıkmaktadır. Aksi takdirde siyasal sistem, meşruiyet temin edemezdi. Demek ki baskı gruplarının siyasal sistem içinde yüklendikleri rolün sonucunda, devlet iktidarı üzerine tekel ya da oligopol kurulması önlenmektedir. Baskı gruplarının siyasal sistem içinde üstlendikleri ikinci rol, siyasal sistemi sürekli kararsız dengede tutmaktır. Baskı grupları, siyasal sisteme sürekli, temsil ettikleri kitlelerin çıkar, ihtiyaç ve talepleriyle ilgili çıktılar sunmaktadırlar. Siyasal sistem de bu çıktılara cevap vermekte ve böylece toplumsal sistemde dinamik bir süreç işlemekte ve alt sistemler arasında etkileşim süreklilik kazanmaktadır. Siyasal sistem meşruiyet temin etmek ve destek çıktısı elde etmek için alt sistemlerini (baskı gruplarının yer aldığı sistemleri) etkilemektedir. Alt sistemler de amaçları doğrultusunda siyasal sistemi etkilemekte ve bu karşılıklı iletişim sistemler arası duyarlılığı temin etmektedir. Yani ikisi de birbirine muhtaçtır ve bu nedenle onay ve işbirliği; sürekli yeniden kurulması, sürekli yenilenmesi gereken bir süreç izlediği için denge, kararsızdır. Baskı gruplarının üçüncü rolü, temsil ettikleri kitleleri dinamik tutmaları, onlara aktivite kazandırmalarıdır. Bireyler, özellikle belirli bir refah düzeyine sahip oldukları zaman, tek tek ne siyasal hayatta ne de ekonomik – sosyal - kültürel hayata aktif rol üstlenmek istemektedirler. Ayrıca bireyler, örgütlü ve nicel bir güç haline gelmedikçe, aktif rol üslenmeye hazır olsalar bile, etkili olma şansları çok fazla bulunmamaktadır. Gruplar, bireyleri grup dinamiği ile aktif olmaya zorlamaktadır. Grup normları üyelere aktivite kazandırmaktadır. Grup, örgütlü bir güç halinde ise, üyelerin örgüt amaçlarını benimsemesi için onlar sürekli enforme edilmektedir. Motive edilmekte, örgüt amaçlarıyla bütünleştirilmektedir. Örgüt, grup üyelerini bilinçlendirmekte, yönlendirmekte, eğitmekte, hatta "kültür" empoze etmekte ve üyelerine kimlik kazandırmaktadır. Kısacası baskı gruplarının, örgütlü güçler halinde, siyasal ve idari mekanizma içinde aktif rol oynamaları, değişik toplumsal kesim çıkarlarının temsili ve korunması sonucunda toplumsal çatışmanın şiddetini İletişim 2002/14 Cengiz ANIK 84 hafifletmektedir. Ürettiği talep ve destek çıktılarıyla siyasal sistemin meşruiyetine önemli katkılar sağlamakta, "uzlaşma amaçlı çatışmalar, her gruba kendi görüşü doğrultusunda kamuoyunu ve iktidarı etkileme olanağı tanıdığı "(Akad, 1976: 109) için, bu bakış açısıyla belirli çıkarları temsil eden örgütler, çağdaş toplumu nitelemektedir. 4. Sistemler Arası İlişkilerde Denge (Model Denemesi) Baskı grupları, örneğin bir meslek örgütü, siyasal sistem için çıktı üreten bir alt sistemdir. Kendisi, çevresinden sürekli olarak varlık koruma girdileri sağlamakta ve bunları işleyip, kodlayarak çıktı üretmekte, siyasal sistemin yapısızlaşıp yeniden yapılaşmasını temin etmekte ve bu işleviyle siyasal sistemin varlık koruma alt sistemi rolünü üstlenmektedir. Böylece siyasal sistemin -kararsız- dengede kalmasına katkıda bulunmaktadır. Siyasal sistem de aynı biçimde, baskı gruplarını etkilemek, meşruiyet temin etmek, onlarla onay ve işbirliğini gerçekleştirmek amaçlarıyla çevresine çıktılar sunmaktadır. Siyasal sistem böylece etkileşim ve iletişim ağlarıyla örülü bir bütün olarak karşımıza çıkmakta ve "etkileşim sistemi" olarak tanımlanmaktadır. Ayrıca siyasal sistem içindeki alt sistemler birbirleriyle sürekli iletişim halindedir ve bu iletişim, sistemler arasında "uzlaşma alanı" dediğimiz "onay ve işbirliği" alanlarını meydana getirmektedir. Bu alan aynı zamanda sistemlerin ‘karasız denge’ye geldiklerini de işaret etmektedir. "Uzlaşma alanı" olarak tabir ettiğimiz alan, her zaman "onay ve işbirliği" sonucunda meydana gelmemektedir. Bu alan sistemlerin "kararsız denge" anını işaret etse de kimi durumlarda "uzlaşma alanı", "onay ve işbirliği" sonucunda meydana gelmemektedir. ‘Uzlaşma alanı’nın "onay ve işbirliği" sonucunda oluşup oluşmadığı, sistemler arasındaki iletişimin niteliği ile tespit edilebilir. "Çift taraflı" iletişimde taraflardan biri aleyhine aksamalar (kısıtlama-sınırlama - engelleme v.s. ya da başarısızlık) doğduğu andan itibaren uzlaşma alanı sistemler açısından optimum olma özelliğini kaybetmektedir ve bu noktadan itibaren "onay ve işbirliği" 'zor'a dayalı olabilmektedir. İletişim 2002/14 Sistem Kuramı Açısından Baskı Grupları 85 Siyasal sistem içindeki üç sistemi değişken olarak örnek aldığımızda meydana gelen uzlaşma alanlarını şematik olarak şu şekilde görmeyi deneyebiliriz. İletişim 2002/14 86 Cengiz ANIK Şekillerde görüldüğü gibi taramalı alanlar sistemlerin uzlaşma alanlarıdır. Sistemlerin uzlaşma alanları aynı zamanda onların birbirlerini 'tanıdık'ları, onay ve işbirliği içinde bulundukları, kararsız dengeye geldikleri (dengeleştikleri) alanlardır. Bu alanların sınırları karşılıklı iletişim ile çizilmektedir. Tüm sistemlerin sınırlarının örtüştüğü alan ise (şekildeki beyaz renkli alanlar) sistemlerin uzlaşma alanıdır. Bu alan optimum noktada sistemlerin birbirleri için dengeleyici unsur olma özelliklerini koruduklarını göstermektedir. Şekillerde görüldüğü gibi optimum nokta, iki sistemin birbirleriyle meydana getirdikleri uzlaşma alanı ile, üçüncü bir sistemle (ya da daha başka sistemlerle) ayrı ayrı meydana getirdikleri uzlaşma alanları arasında aşırı farklılıkların olmadığı konumdur. Birinci konumda sistemler arasında hiçbir ilişki ve iletişim yoktur ve doğal olarak uzlaşma alanından da söz etmek mümkün değildir. Şekilde görüldüğü gibi üç sistemin ortak uzlaşma alanı da yoktur. Hatta ortak uzlaşma alanının oluşması için üç sistemin de birbirleri ile belirli bir düzeye kadar iletişime girmeleri ve uzlaşma alanı oluşturmaları gerekmektedir. Uygulamada birbiriyle tam anlamda ilgisiz veya iletişimsiz üç sistemi görmek mümkün değildir. Ancak bazı durumlarda bir sistem, gerekli görmediği için ya da amaçları gereği veya bilinçli olarak bir başka sisteme sınırlarını kapatabilir. Örneğin normal koşullarda bir işçi sendikası, sözgelimi 'Kanarya Sevenler Derneği'ne ilgi duymayabilir. Ya da işçileri greve çıkarmak istediğinde, işveren grev oylamasına başvurursa, oylamanın kendi isteğine uygun sonuçlanmasını sağlamak ve işçileri işverenin etkisinden kurtarmak amacıyla sistem sınırlarını işverene kapatmaya çalışabilir. Bu durumlarda sistemler, iletişim kanallarını tümüyle kapatmaya çalışmaktadırlar. Ancak formel iletişim kanallarının bilinçli olarak tıkandığı durumlarda 'dedikodu' gibi informel iletişim kanallarının işlerlik kazandığına da sıkça rastlanmaktadır. İkinci Konumda sistemler eşitler arasında çift taraflı iletişimde bulunabilmektedirler. Birbirlerini etkileme ve karşılıklı uzlaşma sağlama konusunda aynı ve eşit imkanlara sahiptirler. Bu durumda ortaya çıkan uzlaşma alanı her üç sistemin de karşılıklı onay ve işbirliği sonucunda sağlanmaktadır. Bu ilişkiyi şöyle örnekleyebiliriz: Bir işçi sendikasının İletişim 2002/14 Sistem Kuramı Açısından Baskı Grupları 87 işverenlerle yürüttüğü Toplu İş Sözleşmeleri (TİS) görüşmelerinde uzlaşma sağlanamamış ve sendika greve çıkmıştır. Sendika hem işyerlerinin bulunduğu beldede, hem ülke genelinde haklı olduğunu kanıtlamak için yoğun bir halkla ilişkiler kampanyası yürütmektedir. Öte yandan işveren, diyelim ki, iktidardaki siyasi partiye yakındır ve buna güvenerek işçilerin grevlerini engelleye(kırmak)bileceğini düşünmektedir. Ancak sendika işçiyi gerektiği gibi motive etmekte ve grevi sürdürmektedir. Bu noktada diyelim ki bir kamu görevlisi, sözgelimi bakan, devreye girsin ve tarafları toplantıya çağırmış olsun. İşverene kamusal kimi vaatlerde bulunsun. İşçi Sendikasını da üstü örtülü biçimde (çalışma Genel Müdürü, Vilayet gibi devletin bürokratik ve inzibat güçleriyle tehdit ederek) uzlaşmaya zorlasın. Amacı, grevi önlediğini, kendisini milletvekili seçen seçmene duyurarak siyasi prestijini pekiştirmektir. Sonuçta uzlaşma sağlansın ve bakanın da katıldığı bir törenle toplu iş sözleşmesi imzalansın. Bu durumda, işçi sendikası, işçiler için oldukça iyi bir ücret almıştır. İşveren kamuyla ilgili bazı sorunlarını çözmüştür ve yardım görmüştür. Milletvekili de tarafları anlaştırdığı için seçim bölgesinde partisine ciddi bir itibar kazandırmıştır. Kısacası şekilde (ikinci konum) görüldüğü gibi sistemlerin kendi aralarındaki uzlaşma alanları arasında fazla bir oransızlık söz konusu değildir. Aynı oranlar karşılıklı muhafaza edilmek suretiyle uzlaşma alanlarının büyümesi ortak uzlaşma alanını da büyütmektedir. Bu büyüme çift taraflı iletişimle gerçekleştirilmekte ve çift taraflı iletişimden ödün verilmediği sürece ‘ortak uzlaşma alanı’nın sistemler açısından optimizasyonu mümkün olmaktadır. Ancak burada sistemlerin ‘özerk parça’lar olduğundan hareket edilmektedir ve sistemlerin hiçbir zaman tümüyle örtüşmeyeceği kabul edilmektedir. Aksi takdirde "denge" kavramından söz etmek mümkün değildir. Üçüncü konumda sistemlerden birisi son derece aktiftir. Her iki sistemi de adeta iletişim bombardımanına tabi tutmakta, onlardan -ister istemez- yankı da almaktadır. Bu durumda üç sistemin de uzlaşma alanı fazladır. Ancak aktif sistem lehine diğer iki sistem aleyhine, sistemlerin uzlaşma alanları genişlemiş, pasif kalan sistemlerin birbirleri ile uzlaşma alanları daralmıştır. Bu ilişki de şöyle örneklenebilir: İşverenler ile işçi sendikası arasında sürdürülen TİS görüşmelerinde uzlaşma sağlanamaz. İşçi İletişim 2002/14 88 Cengiz ANIK sendikası, işverenin yakın olduğu siyasi partinin genel merkezini, baskı uygulaması konusunda ikna eder. Çünkü kısa bir süre sonra genel seçimler yapılacaktır ve siyasi partinin bölgede "işçi yanlısı" bir imaja ihtiyacı vardır. Sendika bu doğrultuda parti genel merkezine telkinde bulunur. Bir taraftan da işyerlerinin bulunduğu beldede işçilerin haklı olduğu konusunda kamuoyu oluşturur. İşverenin pek fazla şansı kalmamıştır. Uzlaşma sağlanır. Ancak daha sonra işveren kaynak sıkıntısı nedeniyle vaatlerini yerine getiremediği için belde halkı nezdinde prestij kaybına uğrar ve işveren, yakın durduğu siyasi parti ile ilişkilerini en az düzeye indirmeye başlar. Bu konumda "denge", sistemlerden birisinin 'rıza’sı tümüyle sağlanmadan kurulmuş, "onay ve işbirliği" sistemlerden birisinin "zor"lanmasıyla temin edilmiştir. Bu nedenle denge optimum noktayı göstermemektedir. Şekilde de görüldüğü gibi (AB) ve (BC) sistemlerinin uzlaşma alanları oldukça büyümüş (AC) sistemlerinin uzlaşma alanı ise diğerlerine oranla oldukça küçülmüştür. Bu nedenle 'oransız'lık sonucunda kurulan 'ortak uzlaşma alanı’nın büyük olması, dengenin optimum noktada bulunduğunu göstermemektedir. Sonuncu durumda (dördüncü konum) sistemlerden biri, diğer bir sistemi; nüfuz altına alacak ve ona ideoloji şırınga edecek kadar yoğun bir etki altında tutmaktadır. Bu konum çoğu zaman üçüncü sistemin etki alanını kısmak amacıyla gerçekleştirilmektedir. Sistemlerden ikisinin uzlaşma alanı oldukça fazladır. Üçüncü sistemle uzlaşma alanları ise oransal olarak oldukça düşüktür. Bu durumda, üç sistemin 'ortak uzlaşma alanı' da küçüktür. Daha da önemlisi, sistemlerin, birbirlerinin uzlaşma alanları arasında büyük bir oransızlık söz konusu olduğu için kurulan denge belirli ölçüde 'zor'a dayalı olacak, 'işbirliği ve onay' sistemlerden birisi açısından söz konusu olmayacaktır. Siyasal sisteme çoğulcu işleyiş hakim olsa bile uygulamada bu tür durumlar sık sık ortaya çıkmaktadır. Daha da önemlisi, bu durumların gizli anlaşmalarla gerçekleştirilmesidir. Bu nedenle örnek olay bulmak da güçtür. Çoğulcu anlayışa sahip siyasal sistemlerde özerk bir sistemin (parça), özerk bir başka sistemi (parça) güdüm altına almasını engelleyen müeyyideler bulunmaktadır. Ancak uygulamada, çoğulcu işleyişi içine henüz sindirememiş sistemler, bir başka sisteme yaşama hakkı tanımak İletişim 2002/14 89 Sistem Kuramı Açısından Baskı Grupları istemeyebilirler. Doğal olarak böyle durumlarda ortak uzlaşma alanları oluşturmak da mümkün değildir. Siyasal sistem, doktiriner tutuculuğa ve katı bir ideolojiye sahip ise, örgütlerin çıktılarına oldukça dar bir faaliyet alanı bırakmış demektir. Bu durumda siyasal sistem belirli bir örgütsel sistemin otorite kalıpları içinde kalmaya zorlanmaktadır. Siyasal sistemin alt sistemi örgütlerin (ya da grupların) hiçbiri tek başına, siyasal sisteme doktrin ya da ideoloji şırınga etme güç ve etkinliğine sahip değilse, siyasal sistemde çoğulculuk olgusunu gözlemlemek mümkün olmaktadır. Aynı durum daha dar bir çerçevede örgüt için de geçerlidir. Bu durumda alt sistemlerin birbirini etkilemesi ve birbirleri için varlık koruma çıktıları üretmesi kolaylaşmaktadır. Sözü edilen "onay ve işbirliği" kavramları da bu işleyiş içinde fonksiyonel olabilmektedir. Böylece toplumsal işleyiş ve değişim oldukça karmaşık iletişim ağlarıyla örülü üst sistem, sistem, alt sistem ilişki ve etkileşimleri sonucunda ortaya çıkmaktadır. Kaynaklar AKAD, Mehmet, Baskı Gruplarının Siyasal İktidarlarla İlişkileri, Fakülteler Matbaası, İstanbul, 1976 BASSO, Jacques-A., Les Groupes de Pression, PUF, Paris, 1983 CHAUMELY, J. , HUISMAN, D., Les Relations Publiques, PUF, Paris, 1962 CANGIZBAY, Kadir, Gurvitch Sosyolojisi, Değişim y., Ankara, 1985 DAVER, Bülent, Siyaset Bilimine Giriş, Ankara, 1985 DÖNMEZER, Sulhi, Sosyoloji, 8. Baskı., Ankara Savaş y., 1982 DUVERGER, Maurice, Siyaset Sosyolojisi, 2. Baskı, Varlık y., Ankara, 1982 ERTEKİN, Yücel, Halkla İlişkiler, 2. Baskı, TODAİE y., No: 215, Ankara, 1986 İletişim 2002/14 Cengiz ANIK 90 GURVITCH, Georges, Sosyoloji ve Felsefe, (Der: Kadir Cangızbay), İstanbul, Değişim y., 1985 Halkla İlişkiler Sempozyumu-'87, A. Ü. BYYO Yay. No:10, Ankara, 1988 KATZ Daniel-KAHN, L. Robert, Örgütlerin Toplumsal Psikolojisi (Çev: Cin-Baydar) Doğan Basımevi, Ankara, 1977 KAPANİ, Münci, Politika Bilimine Giriş, 3. Baskı, AÜHF. y. No: 468, Ankara, 1983 KAZANCI, Metin, Halkla İlişkiler, AÜSBF, Yay. No: 459, Ankara, 1980 LIPSET, Saymour, Siyasal İnsan, (Çev: Mete Tuncay), Teori y. Ankara,1986 MEYNAUD, Jean, Les Groupes de Pression en France , Librairie Armond Colin, Paris, 1958 ORRICK, James, Halkla İlişkiler, (Çev: O. Onaran), SBF y., Ankara,1967 SABUNCUOĞLU, Zeyyat, Yargıcıoğlu Matbası, Ankara,1977 Örgütlerde Haberleşme Düzeni, SOYSAL, Mümtaz, Halkın Yönetime Etkisi, xii Uluslararası Yönetimsel Bilimler Kongresi Raporu, Paris, 1965 SÖZEN, Ural, Örgütlenme Kuramı, İlksan Matbaası, Ankara, 1980 TEKELİ, Şirin, David Easton'un Siyaset Teorisine Katkısı Üzerine Bir İnceleme, Güray Matbaacılık, İstanbul, 1976 TOLAN, Barlas, Toplum Bilimlerine Giriş, 2. Baskı., GÜ, Yay. No: 49, Ankara,1985 ZABUNOĞLU Y. Kasım, Devlet Kudretinin Sınırlanması, Ankara, Ajans Türk Matbaası, 1963 İletişim 2002/14 Sistem Kuramı Açısından Baskı Grupları 91 Makaleler ABADAN, Nermin, "Devlet İdaresinde Menfaat Gruplarının Rolü" Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt.14, Sayı:1, 1959 ASKUN, İnal Cem: "Örgütsel İletişim ve Küçük Grup Boyutları”, Yönetim Psikolojisi, 16-19 Kasım, 1981, Sevinç Matbaası, Ankara, 1982 ATAUZ, Sevil, "Gönüllü Örgütlere İlişkin Yaklaşım ve Kuramlara Eleştirel Bir Bakış", Amme İdaresi Dergisi, Cilt: 21, Sayı:2, Haziran 1988 AYBAY, Rona, "Baskı Grupları", İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası, Cilt:XXVII, Sayı:1-4 BOZKURT, Ömer: "Sosyolojik Açıdan Örgütler", Amme İdaresi Dergisi, Cilt:8, S:4, Aralık, 1975 BULUT, Işıl, "Örgüt içi Gruplar ve Grupların Yönlendirilmesi", Amme İdaresi Dergisi, Cilt:21, Sayı:4, Aralık, 1988 CEM, Cemil, "Yönetime Çevresel Yaklaşım", Amme İdaresi Dergisi, Cilt:9, Sayı:1, Mart, 1976 DİCLE, İlhan-Atilla Ülkü, "Sistem Kuramı ve Toplumsal Örgütlere Uygulanışı", Amme İdaresi Dergisi, Cilt:2, Sayı:4, Aralık, 1969 ERTEKİN, Yücel, “Örgüt İklimi", Amme İdaresi Dergisi, Cilt:11, Sayı:2, Haziran, 1978 SEZER, B. Uysal,"Halkla İlişkiler: Bir Değerlendirme", Amme İdaresi Dergisi, Cilt, 16, Sayı : 3, Eylül, 1983 TEKELİ, İlhan, "Çeşitli Sistem Yaklaşımları ve Bunların İç İlişkileri Üstüne" Amme İdaresi Dergisi, Cilt: 4, Sayı: 4, Aralık, 1971 İletişim 2002/14 Cengiz ANIK 92 Özet Sistem kuramı, toplumu açıklamak için kullanılmaktadır. Toplum en gelişmiş sistemdir. Bu çalışmada, baskı gruplarının toplum içindeki yeri betimlenmektedir. Toplumsal sistem, çevreleri için çıktı üreten ve çevrelerinden varlık koruma girdisi alan bir sistemdir. Baskı grupları da sosyal sistem için varlık koruma çıktısı üreten bir alt sistemdir. Abstract Explaining a society is benefited from system theory. Society is the developed system. In this article it is tried to describe the place of the pressure groups in society. Every social system has to take output and give input to its environment for carrying on its vitality. In this context pressure groups are a subsystem generating output for social system for keeping its existence İletişim 2002/14 Kültürel Bir Metin Olarak Reklam Banu DAĞTAŞ* Reklam ürün ve hizmetlerin pazarlanmasında önemli bir işleve sahip olmasından dolayı ekonomik bir olgu olarak görülür. Reklamcılık bölümlerinin ezici çoğunluğunda ise; reklamcılık ikna ve pazarlama boyutlarıyla çalışılmaktadır. Bu reklamın bir boyutudur. Reklamın diğer boyutu ise kültürel bir metin olma özelliğidir: Reklamcılık ürün ve hizmetleri pazarlarken kültürel öğelere ve mitlere başvurur. Reklamı kültürel bir metin olarak okumak kültürel çalışmalar içinde biraz ihmal edilen bir konudur. Reklam da diğer medya metinleri gibi farklı okumalara açıktır. Reklamın kültürel bir metin olarak incelenmesiyle ilgili literatür ülkemizde fazla bilinmemektedir. Batı’da da bu literatür zaten oldukça sınırlıdır. Bu nedenle bu çalışmada reklamı kültürel bir metin olarak ele alan literatür taranmıştır. Reklamın kültürel bir metin olarak incelenmesi tüketim kültürü çalışmalarıyla iç içedir. Çünkü tüketim kültürünün hakim olduğu toplumlarda tüketim ihtiyaçtan daha çok prestij, farklılık, bir gruba ait olma, kimlik edinme ve sınıf atlama gibi simgesel değerler adına yapılmaktadır. Reklam metinleri tüketiciye ürünü kullanarak “ sınıf atlayacağı “ , “yaşamının olumlu anlamda değişeceği“ , “bir gruba ait olacağı“ ya da “farklı olacağı“ gibi iletiler sunmakta, ürünün tanıtımı ise geri planda kalmakta ya da hiç yer almamaktadır. Reklamın kültürel bir metin olmasıyla ilgili diğer bir boyut; reklam metinlerinin toplumsal ve kültürel değişimlerden bağımsız olmamasıdır. Toplumsal ve kültürel değişimlere dair imajlar reklam metinlerine yansımaktadır. Bir toplumun reklam tarihine bakarak , o toplumun kültürel ve toplumsal değişimleri hakkında fikir edinilebilir. * Yrd. Doç. Dr., Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi Basın veYayın Bölümü İletişim 2002/14 Banu DAĞTAŞ 94 Reklam metinleri kültürel değerleri yansıtırken, mitleri de kullanmaktadır. Reklam-mit ilişkisiyle ilgili literatür daha çok Barthes ve Levi-Strauss’tan hareket eden çalışmalardan oluşmaktadır. Çalışmada öncelikle reklamı kültürel bir metin olarak gören literatürden alıntılar yapılacaktır. Daha sonra toplumsal ve kültürel değişimlerin reklam metinlerine yansıması örneklerle incelenecektir. Ardından reklam metinlerinde mitlere başvurulduğunu savunan literatürden örnekler verilecektir. Ve son olarak tüketim kültürüyle ilgili seçilmiş bir literatür verilerek, tüketim kültürü-reklam metni ilişkisi yorumlanmaya çalışılacaktır. Reklamın Kültürel Boyutu Bilindiği gibi literatürde reklam çalışmaları Kuzey Amerika merkezlidir ve bu çalışmaların ezici çoğunluğu reklamı, ikna ve pazarlama yönüyle ele alan çalışmalardır. Ancak oldukça sınırlı olmakla birlikte, reklamı kültürel bir olgu ve reklam metinlerini de kültürel bir metin olarak ele alan çalışmalar da literatürde mevcuttur. Bu bölümde özellikle bu literatürden bahsedilecektir. Dyer (1982:7) reklamın çelişkili bir yönünün altını çizer: “Reklam bir yandan sürekli tüketim önererek maddi bir motivasyon sağlarken, diğer yandan paradoksal bir şekilde çağdaş reklamcılık bize maddi dünyanın yeterli olmadığını söyler. Ve bir ürünü satmaya çalışırken kültüre, değerlere başvurur”. Ve ekler: “...Reklam; kültürün dilini, imajlarını, değerlerini ve mitlerini kullanır” (Dyer, 1982 : 13) . Leiss vd .(1990:5) reklamın sadece iş yaşamını ilgilendiren ekonomik bir olgu olarak görülemeyeceğini; aynı zamanda modern kültürün ayrılmaz bir parçası olduğunu savunur. Hatta bu yazarlara göre reklamcılık ana kültürel kurumlardan biri olarak anlaşılmalıdır (Leiss vd.,1990:304). Reklamcılık iletilerini oluştururken, sembolleri ve fikirleri kullanırken kültürel modellere ve toplumsal etkileşimlere referansta bulunur (Leiss vd., İletişim 2002/14 Kültürel Bir Metin Olarak Reklam 95 1990 :5). Gerçekten de reklamın sadece ikna edici bir iletişim olarak değil, kültürel bir kurum olarak görülmesi gerekir. Williamson (1978:11)’a göre de reklamlar günümüzde yaşantımızı yansıtan ve biçimleyen en önemli kültürel etkenlerden birisidir. Sherry (1987:441) ‘e göre reklamcılık dünyayı temsil eden kültürel bir dökümandır. Reklam aracılığı ile kültürün gerçekleri anlaşılabilir. Davidson (1992:124), reklam-kültür ilişkisini, kitlesel malları baz alarak açıklar: “Kitlesel mallar kültürü temsil eder. Çünkü sanayi toplumu olarak kendimizi gerçekleştirdiğimiz nesnelleştirmenin vazgeçilmez parçasıdır; kimliklerimiz, toplumsal bağlarımız, her gün yaşadığımız pratikler... Dolayısıyla reklamcılık kültürel olan ile ilgilidir “. Pateman (1990:190), reklamı yorumlamak için içinde yer aldığı kültürün bilgisine sahip olmak gerektiğini savunarak, reklamın kültürle olan bağını belirtir. Pollay (1986:239), reklamın toplumda var olan kültürel davranışları ve değerleri yansıttığını söyler. Reklamı kültürel bir metin olarak gören Hay (1989:140)’e göre reklamın gücünü analiz edebilmek için, kültürel formasyonda yer aldığını kabul etmek gerekir. “Kültürel bir metin olarak reklam çeşitli göstergeleri kullanır. Bu göstergeler popüler kültürün objeleridir. Dolayısıyla metinlerde oluşan anlam; çeşitli söylemler aracılığı ile oluşur ve bu söylemler toplumsal güç merkezlerini temsil eder “(Hay , 1989 : 141) . Hay’ in vurgulamaya çalıştığı söylemler yoluyla metinde temsil edilen güç merkezleri (ataerkillik, ırkçılık, kapitalizm vb.) İngiliz Kültürel Çalışmaları’ nın hegemonya kavramı altında açıklanan, hakim değerlerin yeniden üretimidir. İngiliz Kültürel Çalışmaları’nın bu bağlamda reklam metinlerini çalışmaması büyük bir eksikliktir. Oskay (1992:16), reklam-kültür etkileşimini şöyle çarpıcı bir örnekle anlatır: “Gelişmiş ülkelerde meyve suyu reklamlarında, görsel kodlamalarda doğa unsuru ön plana çıkarılırken, gelişmemiş ülkelerde meyve suyunun imal edildiği fabrikanın teknolojisi ön plana çıkarılmıştır. Batılı doğayı özlemektedir, gelişmemiş ülke ise sanayileşmeyi...”. Oskay’ın kültürel değerlerin reklama yansıması ile ilgili verdiği örnek margarin reklamlarıyla İletişim 2002/14 96 Banu DAĞTAŞ ilgilidir. Oskay (1992:18) margarin düşük gelir gruplarına hitap ettiği için bu reklamlarda kadının “anne” rolünün ancak pahalı ürün reklamlarında ise “seksi kadın” rolünün öne çıkarıldığı tespitinde bulunur. Düşük gelir gruplarının daha geleneksel olduğunu varsayımından hareketle, anne rolündeki kadın bu kültürel değerlere daha uygun düşmektedir. Değerler boşluğu yaşanan günümüzde, geleneksel değerler çoğu kez “idealize” edilerek , yani tüm olumsuzluklarından arındırılarak, reklamı da kapsayan medya metinlerinde kullanılmaktadır. Reklamın kültürden etkilenişi, özellikle globalleşme ile global ürünlerin reklamlarında da gözlemlenebilmektedir. Global ürünlerin global reklamları yerel koşullara adapte edilebilmektedir (O ‘Barr,1994: 157). Türkiye’de özellikle kola , hamburger gibi yaygın tüketilen ürünlerin reklam metinlerinde yerel değerlerin öne çıkarıldığı görülmektedir. Bu değerlerin başında “geniş aile” imajı gelmektedir. Yine Ramazan aylarında kolanın iftar içeceği olarak sunulduğu görülmektedir. Qualter (1996:69) reklamın kültürden etkilenişini reklamın hakim değerleri sürdürme işlevine bağlar: “Reklam var olan sınıf, ırk ve cinsiyet değerlerini korumaktadır “Qualter (1996:61)’e göre reklamcılığın önemli işlevlerinden birisi de toplumsal davranış üzerinde otoriterce bir rehberlik sağlamasıdır. Ancak bu otorite zorla değil, ikna ile sağlanmaktadır. Dyer (1982:445) de reklamın tüketiciye mallar ve hizmetler ile ilgili bilgi vermekten daha çok, toplumsal değerler ve tutumlar ile ilgili manipülasyon işlevi gördüğünü savunur. Reklam, malların satın alınması kadar; bir yaşam satın alınmasını da teşvik ederek toplumsallaşma işlevi görür (Dyer, 1982:77). Sherry (1987:445)’e göre de reklamcılığın görünen, yüzeydeki (manifest) işlevi malların ve hizmetlerin satın alınmasına teşvik etmek; görünmeyen (latent) işlevi ise bireyleri tüketim kültürü içinde toplumsallaştırmaktadır. Reklam metinleri toplumsal ve kültürel değişimlerden bağımsız metinler değildir. Toplumsal ve kültürel değişimler reklam metinlerine yansımaktadır. Bu nedenle bundan sonraki bölümde kültürel değişimlerin reklam metinlerine yansımasıyla ilgili literatürden bahsedilecektir. İletişim 2002/14 Kültürel Bir Metin Olarak Reklam 97 Kültürel ve Toplumsal Değişimin Reklama Yansıması Toplumsal değişimler sonucunda oluşan kültürel değerlerdeki değişimin reklamlara yansıması, “reklamın kültürel bir olgu, reklam metinin de kültürel bir metin” olma tezini güçlendirmektedir. Amerikan reklamlarında zencilerin ve Japonların sunumlarını tarihsel bir şekilde analiz eden O’Barr (1994), toplumsal değişimlerin reklam metinlerine yansımasını göstermiştir. O’Barr (1994:107-155)’ın incelediği İkinci Dünya Savaşı öncesi Amerikan reklamlarında zencilerin beyaz adama hizmet eden aşçı, hizmetçi, kondüktör, garson, kat görevlisi gibi oldukça alt statülü vasıfsız işlerde ve hala beyazların kölesi durumunda sunulduğu görülmektedir. Ancak 1960’ dan sonra yayımlanan, bir başka deyişle ABD’ de Sivil Haklar’ ın kabulünden sonra yayınlanan reklamlarda zencilerin kariyer sahibi, iyi giyimli, beyaza eşit konumda (subay, iş adamı, güzel ve çekici kadın, atlet vb.) orta sınıf tüketici olarak sunulduğu görülür. Görüldüğü gibi Amerikan toplumunda zencilerin toplumsal mücadelelerinin sonucu, onların reklam metinlerindeki imajlarını da değiştirmiştir. Önceden beyaz adama hizmet eder konumlarda sunulurken, Sivil Haklar’ın kabulünden sonra orta sınıf tüketiciler olarak sunulmuşlardır. O’ Barr (1994:157-199)’ın diğer bir analizi Japonların Amerikan reklamlarındaki sunumu ile ilgilidir. Yüzyılın başında Japonlar Amerikan dergilerindeki reklamlarda “egzotik Asya’nın” temsilcisi olarak sunulmuştur. Ancak 1960’dan sonra ABD ile Japonya arasındaki ticari ilişkilerin gelişimine paralel olarak; egzotizmin yerini iş dünyasına ait sunumlara bırakmıştır. İncelenen reklamlarda Japon işadamları hamburger yerken, Amerikalı işadamları Japon yemeklerini yemeye çalışmaktadır. Toplumsal değişimler sonucu, değişen kültürel değerlerin reklam metinlerine yansımasını inceleyen diğer bir araştırmacı Kellner (1992)’dır. Kellner iki sigara reklamında; Marlboro ve Virginia Slims sigaralarının reklam metinlerinde değişen kadın ve erkek imajlarını incelemiş ve bu değişikliği toplumsal değişime bağlamıştır. Kellner (1992:159-161)’a göre klasik Marlboro reklamı doğa, kovboy, atlar ve sigaranın bileşiminden oluşur. Bu reklamın yananlamsal kodları; erkeksilik (masculinity), güç ve İletişim 2002/14 98 Banu DAĞTAŞ doğadır. Ancak Kellner yeni zamanlardaki Marlboro reklamlarında çok fazla oranda artan doğa vurgusuna dikkat çeker. Kovboy ve atlar ve tabii ki; erkeksilik ve güç arka planda kalmış, DOĞA vurgusu ön plana çıkmıştır. Kellner’ a göre bu değişimin nedeni, reklamın içinde yer aldığı zaman diliminde meydana gelen önemli değişikliklere kayıtsız kalamayan toplumsal metinler olması ile ilgilidir. 1980’ler boyunca gerek sigaranın zararının işlenmesi ve gerekse de çevreci duyarlılıkların artması sonucu, Marlboro reklamlarında temiz, yeşil, doğa ve sağlık unsurları daha ön plana çıkmıştır. Kellner (1992:164) ’ın incelediği 1983 ve 1988 Virginia Slims reklamlarında değişen kadın imajı, 1980’li yıllardaki feminizmin yükselişinden bağımsız bir değişiklik değildir. 1983 yılındaki Virginia Slims reklamındaki kadın imajı; daha kadınsı, daha yumuşaktır. 1988’ deki kadın imajı ise, ultra-modern bir kadındır. Deri ceket, deri eldiven, deri çizmeler, siyah gözlükler, cekette nişanlar, kendinden emin. Bu kadın tehditkar, seksi, maskülin ve daha özgür bir imaja sahiptir. Kellner (1992:164)’a göre sigara ve nişanlı deri ceket fallik sembollerdir. Dolayısıyla 1988’deki kadın, daha önceden reklamlarda alışılagelen yumuşak, boyun eğici ve kadınsı kadına benzemez. gücü elinde tutan kadındır. Aslında 1983 yılındaki reklamda da feminizm vurgusu vardır. Sigarasını tutan güzel, yumuşak, kadınsı kadın imajının üst köşesinde; “Uzun bir yoldan geliyorsun, bebeğim” sloganı yer almaktadır. Bu slogan kadınların verdikleri toplumsal mücadelelere işaret etmektedir (Kellner, 1991 : 81) . Kellner (1991:82)’a göre 1983 ile 1988 Virginia Slims kadınları arasındaki değişiklikler, kültürel ideallerdeki yenilikleri, bireyselliği, yüksek modada daha ele avuca sığmaz özellikleri, özgürlüğü ve kadının cinselliği konusundaki ahlaki tabuların yıkılmasını ön plana çıkarmıştır. Ayrıca 1980 sonrası refah ve lüks konusundaki vurgu bu yeni kadın imajında daha belirgin bir hale gelmiştir. Bu analizlerden sonra Kellner (1991:82) şu saptamayı yapar: “...Tüm bunlardan sonra, reklamların sadece ürünleri değil, aynı zamanda toplumsal değerleri ve idealleri satmayı amaçladığı ortaya çıkmaktadır kendiliğinden”. Reklamlarda kadın-erkek imajlarının daha eşitlikçi bir şekilde verilmeye başladığını O’ Barr (1994) da savunur. İletişim 2002/14 Kültürel Bir Metin Olarak Reklam 99 Değişen kültürel değerlerin reklama yansıması doktora tez çalışmamda da incelenmiştir (Dağtaş,1999). “Reklamda İdeoloji Çözümlemesi” adlı bu doktora tez çalışmamda; 1987 ve 1997 yıllarında, bankacılık ve otomobil sektörüne ait gazete reklam metinleri incelenmiştir. Bu çalışmada da; Fiske (1996:121)’nin “yeni duyarlı erkek” olarak isimlendirdiği, maskülin görünümlü olmayan, hem iş adamı olup hem de çocuklarıyla ilgilenen, mutfakta iş yapan erkek imajı kültürel değişimin reklam metinlerine yansıması olarak değerlendirilmiştir. Zira çocuklarıyla ilgilenen, mutfakta iş yapan, yumuşak görünümlü ve kariyer sahibi erkek Türk toplumu için yeni bir kültürel değerdir. Reklamı kültürel bir metin olarak inceleyen literatürün bir kısmı da; reklam metinlerinde mitlerin kullanıldığını savunur. Şimdi bu literatürden örnekler verilecektir. Reklam Metinlerinde Mitlerin Kullanımı Reklam-mit ilişkisi, reklam kültür ilişkisinin bir parçasıdır. Reklam kültürel öğeleri kullandığı sürece, kültürel değerleri yansıttığı sürece, mitleri de kullanacaktır. Reklam-mit ilişkisi ortaya konulduğunda başvurulacak ilk kaynaklar Barthes ve Levi-Strauss’dur. Bu bilim adamlarının mitleri yorumlamaları, reklamla ilgilenen araştırmacıları da etkilemiştir. Barthes ve Levi-Strauss’un mite bakışlarındaki ortak yan; her ikisinin de mitin doğallaştırıcı etkisini kabul etmeleridir. Levi-Strauss’a göre tüm toplumların anlamlı hale getirmeye çalıştığı en önemli sınır doğa-kültür ilişkisidir. Toplumlar kültürü oluşturmak için önce kendilerini doğadan farklılaştırırlar, daha sonra da doğa ile karşılaştırırlar. Mitler kültürel olanı doğallaştırır, temel ikili karşıtlıklardan doğan çelişkileri giderir. Anlamlandırma sistemi ölüm/yaşam, aydınlık/karanlık gibi ikili karşıtlıklar üstüne kuruludur. Levi-Strauss’un mit analizinden faydalanarak reklamları inceleyen araştırmacılardan LangholzLeymore, Chapman, Egger ve Chapman ve Valentine sayılabilir. LangholzLeymore (Aktaran Chapman ve Egger , 1983: 33) reklam-mit ilişkisini şöyle değerlendirir: İletişim 2002/14 Banu DAĞTAŞ 100 “Reklamcılık endişe azaltıcı mekanizma gibi hareket eder. Önce derindeki düzeyde insanlıkla ilgili temel çelişkileri yeniden gündeme getirir ve daha sonra onlara çözüm üretir. Yaşamın temel çelişkileri olan yaşam/ölüm, iyi/kötü, mutluluk/mutsuzluk gibi temel problemleri ortaya koyar ve onlara çözüm üretir”. Chapman (1986:95-96) Avustralya’daki sigara reklamları metinlerinin analizinde Levi-Strauss’un mit analizinden ve Langholz Leymore’ dan yararlanarak şöyle bir analiz modeli geliştirir: ÖZET Göstergeler: Gösterge Sistemleri: Derin Yapısal Karşıtlıklar: Vaat edilenler: Problemler Mitler ANALİZ Chapman bu modeliyle reklam metinlerini semiyolojinin kavramlarıyla analiz etmiştir. Chapman reklam metinlerinin tıpkı LeviStrauss’un mit analizinde olduğu gibi, ikili karşıtlıklar ve bu karşıtlıktan doğan çatışmayı çözen mitsel bir içerik sergilediğini öne sürer. “Reklamda İdeoloji Çözümlemesi” (Dağtaş, 1999) adlı doktora tez çalışmasında Chapman’ın bu modeli ile Kültürel Çalışmalar’dan Hall’un medya metinlerinin okunması için önerdiği hakim, tartışmalı ve karşıt okuma biçimleri birleştirilmiştir. Böylelikle reklam metinlerinin hem yapısalcı bir analizini yaptım, hem de reklam metinlerini tartışmalı ve karşıt biçimlerde okudum. Yine Levi-Strauss’dan yararlanan Valentine (Aktaran MacFarquar, 1994:63) , “myth quadrant” adını verdiği marka mitlerinin de, çelişkileri uzlaştırdığını savunur. İletişim 2002/14 101 Kültürel Bir Metin Olarak Reklam Marka mitlerini matriks şekilde şöyle gösterir: Şekil-1: Valentine’ nın Marka Miti Matriksi. Ucuz Yüksek Kalite Düşük Kalite Pahalı Benim için Zevk Veren Dayanıklı Aile İçin Kaynak: Mac Farquhar, 1994, s.63 Valentine’ın, Levi-Strauss’un mit analizine dayanan bu marka matriksini, pazar araştırmalarında kültürün ve nitel araştırmanın önemini farketmiş olan Avrupa’lı araştırma şirketi Semiotik Solutions (Semiotik Çözümler) da kullanır (Semiotic Solutions Ltd. , 1994). Şirketin adından da İletişim 2002/14 102 Banu DAĞTAŞ anlaşılacağı gibi Semiotik Solutions, pazar araştırmalarında semiyolojik analizi kullanarak farklılaşan bir araştırma şirketidir. Levi-Strauss’dan hareket eden Chapman ve Egger (1983:169), reklamlarda bir problem sunulduğunu ve kullanılan mitin bunu çözdüğünü savunur. Chapman ve Egger (1983:167)’a göre reklamcılık modern mitolojiyi incelemek için çok zengin bir kaynaktır. Ve toplumsal yaşamda “mitik” olarak sınıflanan şeyler, kültürün ya da alt-kültürün temsil edildiği ifadeler olarak anlaşılmalıdır. Reklamın mit gibi çelişkileri çözme işlevi olduğunu Kellner da savunur. Kellner (1992:158)’a göre tıpkı mitler gibi, reklamlar da toplumsal çelişkileri çözer, kimlik modeli sağlar ve varolan toplumsal düzeni onaylar. Levi-Strauss gibi mitin doğallaştırıcı işlevini kabul eden Barthes, bu işlevi tarihsel ve sınıfsal olarak ele alır. Barthes’ın incelediği çağdaş mitler, kapitalist değerleri, kapitalist ideolojiyi doğallaştırır ve dolayısıyla meşrulaştırır. Barthes ayrıca semiyolojiden yararlanarak yaptığı mit analizinde; miti yananlama ve ideolojiye eşitler. Barthes’ın yananlam kavramı reklam metinlerinin analizinde çok önemlidir. Barthes’ın analizinin izlerine birçok eleştirel reklam analizi çalışmasında rastlanabilir. Bunlardan önemli bir tanesi Williamson’ un çalışmasıdır. Williamson (1978:27)’a göre reklamlar ürünler arasında farklılık yaratmak için varolan toplumsal mitolojilerdeki farklılıkları kullanır. “Purolar bir kral adıyla, iç çamaşırları sfenskle ilgi kurularak, yeni bir araba modeli yazlık bir konağın önüne yakıştırılarak satılabilir ” (Berger , 1990 : 139) . Reklam fotoğraflarının semiyolojik analizini yapan Sezgi (1994:108)’ye göre, malların mitik bir şekilde sunulması, ürün ile tüketici arasındaki yabancılaşmayı önler. Tempra ve Renault 21 marka otomobillerin reklam fotoğraflarını inceleyen Sezgi (1994:108), otomobil reklamlarının Barthes’ın yananlam kuramı için iyi bir örnek oluşturduğunu ileri sürer. Çünkü otomobiller çağdaş mitlerle ve yaşam tarzı sunumlarıyla satılmaya çalışılmaktadır. Güzel, seksi bir kadınla sunulan Tempra reklamının yazılı metni şöyledir: “Bu güzellik insana otomobili sattırır, Tempra aldırır.” Sezgi (1994:115) “kadına sahip olabilmek için araba sahibi olmak gerekliliğini” İletişim 2002/14 Kültürel Bir Metin Olarak Reklam 103 çağdaş kapitalist kültürün bir miti olarak yorumlar. Renault 21 otomobilinin bir reklam fotoğrafında da yine çağdaş bir mit olan “Playboy Erkeği” ve onun yanında sekse arzulu bir kadın sunulmuştur. Sonuç olarak reklam metinlerinde mit kullanımı da, reklamın kültürel bir metin olma tezini güçlendiren bir olgudur. Çünkü ister geleneksel olsun ister çağdaş, mitler içinde yaşanılan kültüre aittir. Reklamın kültürel bir metin olma tezini destekleyen diğer çalışmalar tüketim kültürü sorunsalıyla ilgilidir. Sonuçta reklam tüketim kültürünü var eden ve onu azdıran bir iletişim ürünüdür. Bu nedenle tüketim kültürü-reklam ilişkisini ele alan seçilmiş bir literatürün burada özetlenmesi uygun olacaktır. Tüketim Kültürü Tüketim kültürünün ortaya çıktığı tarihsel süreç olarak genellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası ve yer olarak da Amerika Birleşik Devletleri gösterilir. Savaş sonrası oluşan toplumsal refah, 1929 ekonomik bunalımını tekrarlamamak için tercih edilen ve toplam talebi artırmayı hedefleyen Keynesyen ekonomi politikalarının tercih edilmesi ve fordist üretim tarzı sonucu Amerikan toplumunda başlayan ve diğer Batılı ülkelere yayılan tüketimdeki artış, tüketim kültürü kavramını ortaya çıkarmıştır. Featherstone (1996:187) birçok araştırmanın tüketim kültürünün kökenlerini, İngiltere’ de orta sınıflar açısından 18. yüzyıla; işçi sınıfı açısından ise reklamın, büyük mağazaların, tatil gezintilerinin, kitlesel eğlencenin, boş zamanın geliştiği 19. yüzyıla dek götürdüğünü belirtir. Lyon (1994) ve Baudrillard (1996) ise; tüketici kültürünü postmodernizm ile beraber düşünür. Lyon (1994:56) tüketimin ve tüketicinin yaşam tarzının hakim olduğu bir kültürü postmodern olarak tanımlar. Baudrillard (1996) da, modernden, postmoderne geçişi tüketim talebinin, üretimin merkezi haline gelmesi ile ilişkilendirir. Giddens (Aktaran Lyon,1994:60) ise; bireylerin, reklamların sunduğu yaşam tarzı paketlerinin rehberliğinde, kendilerini “özgür tüketici” olarak ifade ettikleri dönemi “yüksek modern dönem” olarak tanımlar. Yazarın işaret ettiği dönem; “sanayi ötesi toplum”, “geç – İletişim 2002/14 Banu DAĞTAŞ 104 kapitalist dönem”, “postmodern toplum” ya da “çağdaş tüketici toplum” kavramlarıyla anlatılmaktadır. Postmodern, geç – kapitalist ya da çağdaş tüketici toplum olarak ifade edilen 1980’ler ve 90’ların, daha önceki dönemlerden farklı olarak, tüketim toplumunun temel taşıyıcısı reklamlarda tüketicinin kendisinin ve ona sunulan yaşam tarzı (life style)’nın ön plana çıkarılmasıdır. R. W. Pollay (Aktaran Leiss vd., 1990:50) reklam metinlerindeki bu değişime göre reklamları bilgi verici reklam (informational advertisement) ve dönüştürücü reklam (transformational advertisement) olarak ikiye ayırır. Bilgi verici reklamda; tüketici ürün hakkında bilgi alırken, dönüştürücü reklamlarda; marka adı, tüketim tarzı, yaşam tarzı, kişisel ve toplumsal başarı gibi tutumların sunumu yer alır. Leiss vd. (1990:153-169), Pollay’ın yaptığı bu ayırımı reklam metinlerinin formatı açısından tarihsel olarak ele alır ve dört dönemde inceler: I. Dönem (1890 – 1925) : Ürün-Bilgi Formatı II. Dönem (1925 – 1945) : Ürün-İmaj Formatı III. Dönem (1945 – 1965) : Kişiselleştirme Formatı IV: Dönem ( 1965 - ~ ) : Yaşam Tarzı Formatı I. Dönem (1980 – 1925) : Ürün – Bilgi Formatı Bu dönem reklamcılığın ürün merkezli olduğu dönemdir. Reklam iletileri rasyoneldir ve neden ürünün kullanılması gerektiğini açıklar. Yazılı metin reklam metninin esas kısmını oluşturur. Reklam metninde ürün işlevi, fiyatı ve faydalarından bahsedilir. İletişim 2002/14 Kültürel Bir Metin Olarak Reklam 105 II. Dönem (1925 – 1945) : Ürün – İmaj Formatı: Bu dönem ürün sembollerinin kullanıldığı dönemdir. Reklam metni rasyonel değildir, ürün ve kullanım merkezli değildir. Ürünü satmak için statü, endişelerin giderilmesi, mutlu aile gibi semboller kullanılmıştır. Bu dönemde reklamın toplumsal bağlamı ve güçlü marka imajı ön plana çıkarılmıştır. Bu dönemin hakim sorusu şudur: “Bu ürünü kullanmak ne işe yarar? Ürün tüketici için ne anlama gelir?” (Leiss vd. , 1990 : 281) . III. Dönem (1945 – 1965) : Kişiselleştirme Formatı Bu dönem reklamlarında insan kişiliği ve buna bağlı psikolojik kavramlar ön plana çıkar. Bireylerin ürünle kurdukları ilişki sonucu yaşayacağı duygular işlenir. Ürüne sahip olmanın verdiği gurur, ürünü kullanmamanın verdiği endişe ve tüketimle gelen doyum önem kazanır. Bu dönem reklam metinlerinde hakim sorular şöyledir: “Bu ürünün tüketilmesi ile tüketiciler ne gibi duygular yaşar? Tüketici bu tüketim ile nasıl mutlu olur?” (Leiss vd. ,1990 :281) . IV. Dönem (1965 - ~ ) : Yaşam Tarzı Formatı İçinde yaşanılan zamanı da kapsayan bu dönem reklam metinlerinde yaşam tarzı sunumuna yönelik reklamların ağırlıkta olduğu görülmektedir. Belli bir ürün ile belli bir yaşam tarzı arasında bağlantı kurulur. Bu dönemde pazar ayrışması ve tüketici gruplarının farklılaşması başlar. Ürün sanki bir grubun totemi haline gelir ve ürünün toplumsal anlamı ön plana çıkarılır. Bu dönemde reklam metinlerinde hakim olan sorular şöyledir: “Bu tüketim süreci sonucu ben kim olacağım? Aynı ürünü tüketen diğer tüketiciler kimlerdir?” (Leiss vd. , 1990: 282). Bu sorulardan hareketle yaşam tarzı merkezli bu dönemde kimlik ve aidiyet sorularına yanıt arandığı söylenebilir. Ewen (1990:45)‘a göre kapitalizmin gelişimine paralel olarak geleneğin çözülüşü ile birey kendi olma (self) krizine girmiştir. Kapitalizmin gelişimiyle yaşamın kendisi ve onun içindeki “kendi olma durumu” pazar İletişim 2002/14 106 Banu DAĞTAŞ etkinlikleri içinde belirlenmeye başlamıştır. Tüketici olarak bireyin tarzı, kendi olma konumunun oluşumunda son derece belirleyicidir. Pierre Bourdieu Veblen’den hareketle, 1980’li yıllarda tüketim ve kimlik oluşturma süreçleri arasında bağlar kurulmuş ve Fransız toplumu üzerinde yaptığı çalışmalarda “tat” kavramı etrafında en yoksul kesimlerin bile tüketim sırasında, ürünlerin ve hizmetlerin kullanım değerlerinin yanında, kimlik değerine önem verildiğini tespit etmiştir (Aktaran,Faiz, 1998: 56) . Yukarıdaki önermeler doğrultusunda Batı’da 1925’ten itibaren reklam metinlerinde ürün hakkında bilgilendirmenin geri plana atıldığı ve toplumsal bağlamın öne çıktığı söylenebilir. 1965 yılından sonra ise reklam metinlerinde kimlik ve aidiyet oluşturmaya yönelik imajlar ve yaşam tarzlarının sunulduğu görülmektedir. Türkiye’de ise bu tarz imajlara 1990’lı yıllarda ağırlık verildiği söylenebilir. Featherstone (1996: 187) genelde dinin, özelde ise püriten ahlakın öğrettiği çileci yaşam tarzına tamamen zıt olan “şimdi yaşa, sonra öde” felsefesi ile tüketim düşkünlüğünün tinsel fakirliğe ve hedonistik bencilliğe yol açtığını savunur. Featherstone (1996:187) reklam endüstrisinin gelişimine paralel gördüğü 1920’li yılların sonundaki tüketim ahlakını şöyle tanımlar: “1920’li yılların sonunda devralınan yeni tüketim ahlakı, AN’ ı yaşamayı, hedonizmi, öz dışavurumu, beden güzelliğini, paganizmi, toplumsal yükümlülüklerden bağımsız olmayı, uzak yerlerin egzotikasını, üslup geliştirmeyi ve hayatın üsluplaştırılmasını coşkuyla selamlıyordu”. Featherstone (1996:147) tüketim kültüründe yaşı ya da sınıfsal kökeni ne olursa olsun, tüm bireylerin kendini ifade olanağına sahip olduğunu belirtir ve bu ifade biçimlerini şöyle tanımlar: “Bu dünya ilişkilerinde ve tecrübelerinde yeninin ve en son modanın peşinde koşan, maceradan hoşlanan, hayatın tüm olanaklarını araştırmak için riske girebilen, yaşayacağı tek bir hayatın olduğunun ve bu hayattan zevk İletişim 2002/14 Kültürel Bir Metin Olarak Reklam 107 almak, yaşantılamak ve dışa vurmak için çok gayret etmek gerektiğinin bilincinde olan erkek ve kadınların dünyasıdır”. Featherstone’un bu ifadesi tüketim kültürünün teşvik ettiği bireyselliği ve farklılığı oldukça iyi anlatır. Baudrillard (1997: 225) tüketim toplumunda tüketim sürecinin bireyler arasında fırsatları eşitlemek ve toplumsal rekabeti azaltmak yerine, keskinleştirdiğini söyler. Baudrillard (1997:96)’a göre tüketim nesneleri ve mallarına sahip olma durumu bireyselleştirici, dayanışma kırıcı ve tarihsizleştiricidir. Qualter (1991:37) tüketici toplumunun bu özelliğini kapitalist ideolojinin etik kuralları ile açıklar: “Kapitalizm bireyin tüm zevk ve doyumlarını maddi zenginliğin varlığına, yaşamın kendisini de elde etme güdüsüne eşitlemiştir”. Özetle bu ifadeler tüketim kültürünün bireyselliği ve farklılığı teşvik ettiğini öne sürer. Bu bireysellik bencil ve hedonist bir bireyselliktir ve reklam metinlerinde oluşturulan imajlarla tüketiciye ulaşır. Qualter (1991: 41)’ e göre toplumsal bir varlık olarak bireylerin sosyal bağlara ihtiyacı vardır. Tüketim toplumunda bu bağ maddi olarak sahip olunanlar ile kurulur. Bireyler öncelikle ne tükettiklerine göre sınıflanır, konumlandırılır ve bu çerçevede bir statü belirlenir. Kullanılan otomobiller, giysiler, seçilen yiyecekler hem bireyin maddi ihtiyaçlarını karşılar hem de bir gruba ait olma ihtiyacını karşılar. “Tüketim toplumu tanımı gereği bireyseldir. Ancak tüketim bizim sadece nesnelerle olan ilişkimizi belirlemez; diğerleriyle olan ilişkilerimizi de etkiler . Diğer bireylerin tercihleri ve zevkleri, mal ve hizmetleri tercih edişleri ve zevklerini bizim temel kanılarımızı etkiler.” (Sulkunen, 1997: 6) . Tüketim toplumunda bireyler kullandıkları ürünler ile sınıflanır, belirlenir. Williamson (1978) İngiltere’de gerçekte bireylerin toplumsal olarak üretim sürecindeki yerlerine göre farklılaşmalarına karşın; reklamlardaki yanlış kategorilere, kullanılan ürünlere, yani tükettiklerine göre farklılaştıklarını savunuyor. Williamson (1978:12) buradan şöyle bir sonuca varılabileceğinin altını çiziyor: “İki otomobile ve renkli TV’ ye sahip işçiler, işçi sınıfına ait değildirler. Bizler satın aldıklarımıza göre toplumda İletişim 2002/14 108 Banu DAĞTAŞ yükselme ya da düşme hissine kapılırız. Oysa bu durum toplumsal konumumuzu belirleyen gerçek sınıf temelini saklar, üstünü örter ”. Toplumsal konumumuz tükettiğimiz mal ve hizmetlerle belirlenir hale gelince; reklam metinlerinde de tüketilen ürün ile sınıf atlanacağı, statü sahibi olunacağı fikri sürekli olarak yeniden üretilmektedir. Böylece reklam metni toplumsal tabakalaşma konumlarına daha duyarlı olarak oluşturulmaktadır. Williamson’un düşüncesini destekleyen diğer bir görüş Sulkunen (1997)’e aittir. Sulkunen tüketiciliğin artık, sınıf kavramının yerini alan bir ideoloji olduğunu ileri sürer. Tüketicilik; tüketicilerin ortak çıkarları olduğu yanılsaması ile, tüketicilerin üretim ve paylaşım aşamasındaki çıkarlarının görmezden gelinmesine yol açar. Bu bağlamda Sulkunen (1997:1)’e göre sosyal teoride üretim kavramı merkezi rolünü yitirmiştir. 1980’ler ile beraber tüketim ile ilgili yeni sosyolojik literatür zevk, tarz, moda, alışveriş, kolleksiyonculuk, medya ve kültürel ürünler üstüne yoğunlaşmıştır. Ewen (1990:46) da tüketici toplumunda seçilen tarz (style) ile “sınıf edinme yanılsamasının” oluştuğunu savunur. Sulkunen (1997:2) ürünlerin paylaşımı gibi ekonomik bir olgu yerine, yeni tüketici toplumunun; tüketicilerin “tüketim özgürlüğü” üzerindeki kontrolün ortadan kaldırılması konusuna öncelik tanındığına işaret eder. Qualter (1991:51)’a göre tüketici toplumunda reklamlar “orta-üst sınıf” mitolojisi sunarlar, ancak bunun gerçekleşmesi için gerekli parayı ödemezler. Tüm toplumsal statü, başarı gibi olguların maddi olarak ölçülmesi, bunlara sahip olamayanlarda “vatandaşlığı” sorgulamaya kadar giden bir dışlanma yaratır. Gerçekten de reklam metinleri dikkatle incelendiğinde genelde sınıfsal olarak “orta-üst sınıfa” ait imajların ağırlıkta olduğu görülmektedir. Yani reklamı yapılan ürünün kullanımıyla o sınıfa ait olunacağı fikri reklam metinlerinde işlenmektedir. Sınıflar arasındaki farklılığın giderek keskinleştiği günümüz kapitalizminde reklam metinlerinde böyle bir tercih yapılması varolan sınıf konumlarını pekiştirmektedir. Bu durum da gerek Qualter (1999)’ın ve gerekse de Baumann (1999)’nın altını çizdiği gibi, İletişim 2002/14 Kültürel Bir Metin Olarak Reklam 109 ürünlere sahip olamayan kitlelerde vatandaşlığı sorgulamaya kadar giden bir dışlanma duygusu yaratmaktadır. Baudrillard (1997)’a göre çağdaş tüketici, kapitalizmde tüketiciler ürünleri değil, göstergeleri tüketir. Bu göstergeler tüketiciye reklamlar aracılığı ile ulaşır. Tüketim nesnelerinin her biri göstergedir. Tüketimde ihtiyaçlar ve isteklerin yerini toplumsal değerler ve imajlar alır. Gerçek ihtiyaçlar ile sahte ihtiyaçlar arasındaki ayrımın ortadan kalktığını tüketim toplumunda birey tüketim malları satın almanın ve bunları sergilemenin toplumsal ayrıcalık ve prestij getirdiğine inanır. İhtiyaç artık, tek bir nesneye duyulan ihtiyaçtan ziyade, bir farklılaşma ihtiyacıdır . Argın (1998:88) , Baudrillard’ın çağdaş tüketici toplumu ile ilgili bu düşüncelerini şöyle destekler: “Şimdi kapitalist rasyonalite açısından önemli olan, nicelik ve niteliği önceden hesaplanabilir bir tüketici kitlesine yönelik üretim değil; öncelikle hesaplanmış nicelik ve niteliklerde tüketici kitlesinin bizzat kendisinin üretimidir” . Argın, günümüz kapitalist sisteminin gerçek bir talebe yönelik arzından ziyade, hayali bir talebin arzına ve dolayısıyla tüketimin ve tüketicinin üretimine yöneldiğini savunur. Wernick (1996) geç kapitalizmde bireylerin metaları sahiplenmekle yetinmeyip, kendilerini de bir meta gibi tasarlayıp, sunduğunu belirtir. Wernick (1996:290)’e göre erken kapitalizmin “mülkiyetçi bireyi” yerini “promosyoncu bireye” bırakmıştır. Wernick (1996:291) kendi promosyonunu yapan özneyi şöyle tanımlamaktadır: “Kendi promosyonunu yapan özne, kendisini, başkaları için, piyasanın rekabetçi nitelikteki imaj oluşturma gereklilikleriyle aynı çizgide kurgular. Yapay bir imajla kuşatılan diğer metalar gibi, bu süreçte ortaya çıkan kurgu (kamusal tüketim için üretilen kişi) promosyon eklentisinin dönüştürücü etkilerinin damgasını taşıyacaktır. Sonuç, temel sosyalpsikolojinin toplumsal bakımdan adapte edilmiş benliği (self): Bir kişinin işgal etmeye başladığı toplumsal konumun (konumların) koşullarına göre ayarlanmış ve kendisiyle özdeşleşmiş rollerden meydana gelen zırhtır. Kendisini sürekli olarak rekabetçi dolaşım alanı için üreten benliktir bu: İletişim 2002/14 110 Banu DAĞTAŞ Giyim, konuşma, jestler ve hareketlerle sınırlı kalmaya aynı zamanda sağlık ve güzellik çabalarıyla aktörün özenle ilgilenilen bedenini de kapsayan temsili bir izdüşüm” . Üretimden tüketime yönelinmesi, aynı zamanda gerçek dünyadan imajiner dünyaya yönelmedir (Leiss vd. ,1990 : 31) . Üretim alanı toplumla ilgili kararların alındığı bir alan olduğu için; reklamların bireyleri imajiner dünyaya yönlendirmesi ve tüketimin altını çizmesi bu kararları etkilemektedir. Bu durumda gerçeklik de imajiner bir dünyada tanımlanmaya başlar. Reklam metinlerinde sunulan imajlara bireylerin kendini kolayca kaptırmasının nedeni; imajların arzulara gerçekten daha yakın olmasındandır (Qualter ,1991 : 64). Bu imajlar prestij, farklılık, saygınlık gibi değerlerin yanı sıra, “mutluluk” da vaad eder. Reklam metinlerinde bireye tüketerek mutsuzluğunun giderileceği, “bir şeylerin iyi olacağı” önerilir (Dyer , 1982 : 46-47) . Postmodern toplum, geç kapitalist dönem ya da yeni tüketici toplumu gibi kavramlarla işaret edilen zaman dilimindeki son dönem reklam metinlerinde ise “yaşam tarzı“ sunumları ön plandadır (Featherstone ,1996 ; Kellner , 1992 ; Leiss vd. , 1990 ; Qualter , 1991) . Davidson (1996:66)’ a göre yaşam tarzı hatta bir meta haline gelmiştir. Peki yaşam tarzı kavramı ile işaret edilen nedir? Featherstone (1996:141) yaşam tarzını şöyle tanımlıyor: “Bir kimsenin bedeni, giysileri, konuşması, boş zamanlarını kullanma şekli, yiyecek-içecek tercihleri, ev, otomobil, tatil seçimleri vb. gibi tüketicinin beğeni üslubunun bireysel işaretleridir”. Featherstone (1996:146)’a göre tüketim toplumunun yeni kahramanları yaşam tarzını gelenek ya da alışkanlık yoluyla düşünmeksizin benimsemezler. Yaşam tarzını bir yaşam projesi haline getirirler. Tüketim toplumunda yaşam tarzı bireyin; bireyselliğini ve farklılığını temsil eder. Ancak ortak tüketim tarzları olan kültürel gruplar “yaşam tarzı grupları” olarak da tanınır. Bu gruplardaki bireyler bazen bir toplumsal sınıfa bağ duyarken, bazen başka bir toplumsal sınıfa bağ duyabilir (Leiss vd.,1990:304). İletişim 2002/14 Kültürel Bir Metin Olarak Reklam 111 Son olarak 1980 sonrasını ifade eden “yeni” tüketim toplumu olgusunun, küreselleşme olgusu ile yakından ilişkili olduğunun altı çizilmelidir. Artık endüstriyel ve ticari süreçler global bir boyutta işlemekte; maddi kültürün tüm sonuçları ulus-devletin sınırlarını aşmaktadır. Lüks tüketim malları artık çok uzaklara ulaşabilmekte ve tüketim global bir boyut kazanmaktadır. Bu durumun reklam metinlerine yansıyan boyutu, kültürün akışkanlığı ya da hegemonik kültürün yeniden üretimidir. Global ürünlerin reklamları bazen yerel kültürlere adapte edilirken, çoğunlukla orijinal haliyle kalmaktadır. Bu da kültürel bir metin olan reklam metinlerinin, bir bakış açısıyla kültürün akışkanlığına, diğer bir bakış açısıyla hegemonik kültürün yeniden üretimine hizmet ettiğini göstermektedir. Değerlendirme Batı reklam tarihinde 1925’ten bu yana salt ürün ya da hizmetin tanıtımı yapılmamakta; ağırlıklı olarak ürün ya da hizmetle ilgili kültürel imajlar kullanılmaktadır. Reklamlarla kendini var eden tüketim kültürü kapitalizmle beraber ortaya çıkmasına karşın, 1980 sonrası küresel kapitalizmle birlikte tüketimin ekonomik ve kültürel yaşamda belirleyiciliği artmıştır. Tüketim kültüründe Dyer (1982)’in de belirttiği gibi reklamlar bir yandan sürekli tüketimi önererek maddi bir motivasyon sağlarken, diğer yandan paradoksal bir şekilde maddi dünyanın yeterli olmadığını söyleyerek kültüre ve değerlere başvurur. Reklamlar bu nedenle kültüre ait mitleri de metinlerinde kullanır. Nasıl mitler kültürel olanı doğallaştırıp, ikili karşıtlıklardan doğan temel çelişkileri giderirse; reklam metinlerindeki mitler de ürünün ya da hizmetin kullanımıyla giderilecek çelişkilerden bahseder. Diğer bir deyişle; iyi/kötü, mutluluk/mutsuzluk gibi temel çelişkileri ortaya koyar ve çözüm üretir. Kültürel değişimlere dair imajlar da reklam metinlerinde kullanılır. Tüm bunlar reklam metinlerinin kültürden bağımsız olmadığını İletişim 2002/14 Banu DAĞTAŞ 112 göstermektedir. Bu nedenle reklamın kültürel bir metin olarak da çalışılması; kültürel yeniden üretim ve popüler kültür çalışmalarının zenginleşmesi için gereklidir. İzleyici çalışmaları açısından reklamın kültürel bir metin olma iddiasının anlamı ise; reklam metinlerinin de diğer medya metinleri gibi farklı okumalara açık olduğudur. Ancak reklam metinleri kültürel çalışmalar içinde, özellikle de İngiliz Kültürel Çalışmaları’nda pek çalışılmamaktadır. Reklamlar gerek yazılı-sözlü ve gerekse de görsel metinleriyle farklı söylemleri içinde barındırmaktadır. Reklama kültürel bir metin olarak yaklaşan çalışmalar, onu salt ürün ya da hizmetlerin satışını kolaylaştıran bir ikna süreci olarak kabul etmemektedir. Reklam metinleri bundan daha komplekstir, çünkü reklam metinleri kültürel yeniden üretimin yapıldığı metinlerdir. Reklam metinlerinde de kurulu düzenin hakim kodları seçilerek yeniden üretilebilir. Reklamların günümüz kamusal yaşamının en temel alanı olan medyada yayın politikalarını etkilediği düşünülecek olunursa, reklam metinlerindeki kültürel yeniden üretimin önemi daha iyi anlaşılacaktır. Bu nedenle bu çalışmanın bir sonucu olarak da; reklamın sadece ikna edici ya da pazarlama boyutuyla değil, kültürel metin olma boyutuyla da ilgili çalışılması önerilmektedir. Kaynakça Argın, Şükrü (1998). “Tüketicinin Üretimi ve Benlik Promosyonu”. Birikim, 110 : 87-95. Baudrillard, Jean (1997). Tüketim Toplumu. Çev: Hazar DeliceçaylıFerda Keskin . İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Baudrillard, Jean (1996) . Amerika. Çev: Yaşar Avunç. İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Berger, John (1990) . Görme Biçimleri. Çev: Yurdanur Salman. İstanbul: Metis Yayınları. İletişim 2002/14 Kültürel Bir Metin Olarak Reklam 113 Chapman, Simon (1986). Great Expectoratations: Advertising and the Tobacco Industry. London: Comedia. Chapman, Simon ve Garry Egger (1983) . “ Myth in Cigarette Advertising and health Promotion” . Language, Image, Media . der., H. Davis ve P. Walton. London: Basil Blackwell, 167-185. Dağtaş, Banu (1999). Reklamda İdeoloji Çözümlemesi. Yayınlanmamış Doktora Tezi. Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Davidson, Mike (1992). The Consumerist Manifesto Advertising in Postmodern Times. London: Routledge. Dyer, Gillian (1982). Advertising as Communication. London: Methuen. Ewen, Stuart (1990). “ Marketing Dreams, The Political Elements of Style,” Consumption, Identity and Style, Marketing, Meanings and the Packaging of Pleausure. der., Tom Linson. London: Routledge. Faiz, Muharrem (1987) . “Yeni Tüketici Davranışı ve Araştırma”. Media Cat, 40: 54-57. Featherstone, Mike (1996). Postmodernizm ve Tüketim Kültürü. Çev: Mehmet Küçük . İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Fiske, John (1996). İletişim Çalışmalarına Giriş. Çev.: Süleymen İrvan. Ankara: Ark Yayınları. Hay, James (1989) . “Advertising as a Cultural Text ( Rethinking Message Analysis in a Recombinant Culture)“. Rethinking Communication V.2. der., B. Dervin, L. Grossberg, B. O. Keefe ve E. Wartella . London: Sage, 129-152. Kellner, Douglas (1992) . “ Popular Culture and the Construction of Postmodern Identities”. Modernity and Identity. der.,S. Lash ve J. Friedman. Cambridge: Blackwell , 141-177. Kellner, Enformasyon Douglas (1991) .“Reklam ve Tüketim Kültürü“. Devrimi Efsanesi, Modernleşme Kuram ve İletişim 2002/14 Banu DAĞTAŞ 114 Uygulamalarının Eleştirisi. der.,Yusuf Kaplan . İstanbul: Rey Yayınları , 75-91. Leiss, William, Stephen Kline ve Sut Jhally (1990). Social Communication in Advertising, Persons, Products and Images of WellBeing. London: Routledge. Lyon, David (1994). Postmodernity. London: Open University. MacFarquar, Larissa (1994) . “ This Semiotician Went to MarketShopping With Saussure, Don’t Forget Your Peirce! “ . Linqua Franca ,4: 59-68. O’ Barr, William M. (1994) . Culture and Advertising, Exploring Otherness in the World of Advertising. Oxford: Westview. Oskay , Ünsal (1992) . İletişimin ABC’si . İstanbul: Simavi Yayınları. Pateman , Trevor (1983) . “ How is Understanding an Advertisement Possible? “ . Language, Image , Media .der.,H. Davis ve P. Walton. London: Blackwell , 187-203 . Pollay , Richard W. (1986) . “ The Distorted Mirror : Reflections on the Unintented Consequences of Advertising “. Journal of Marketing , 50 : 18-36 . Qualter, Terence (1991). Advertising and Democracy in the Mass Age. London: Mac Millan. Semiotic Solutions. (1994) . London: Semiotic Solutions Ltd. Sezgi , Osman . (1994) . A Semiotical Approach to Analyze Connoted Values in Advertising Photography. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi , Bilkent Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Sherry , John F . (1987) . “Advertising as a Cultural System”. Semiotic Marketing . der., Jean U . Sebeok . Berlin : Mouton de Gruyter , 441- 458 . İletişim 2002/14 Kültürel Bir Metin Olarak Reklam 115 Sulkunen, Pekka (1997). “Introduction: The New Consumer Society, Rethinking the Social Bond”. Constructing the New Consumer Society, der., P. Sulkunen, H. Radner, G. Sehulze.. London: MacMillan. Wernick , Andrew (1996) . Promosyon Kültürü , Reklam , İdeoloji ve Sembolik Anlatım .Çev: Osman Akınhay . Ankara: Bilim ve Sanat . Williamson, Judith (1978). Decoding Advertisements: Ideology and Meaning in Advertising. London: Marian Boyars. İletişim 2002/14 Banu DAĞTAŞ 116 Özet Bu makalede reklamı kültürel bir metin olarak ele alan literatür taranmıştır. Reklamın kültürel metin olma tezinin önemli bir boyutu; toplumsal ve kültürel değişimlerin reklam metinlerine yansımasıyla ilgilidir Reklamın kültürel bir metin olma tezi; onun tüketim kültürü içinde ele alınmasıyla da ilgilidir. Bu nedenle tüketim kültürü-reklam ilişkisini tartışan literatür taranmıştır. Reklamın kültürel bir metin olmasıyla ilgili literatürün bir kısmı da, mitlerle ilgilidir. Reklam metinlerinde mitlere başvurulduğunu savunan literatür, daha çok Barthes ve Levi-Strauss’tan hareket eden çalışmalardan oluşur. Bu çalışmada özellikle Batı literatürü incelenmiş; Türkçe literatüre kısmen yer verilmiştir. Bir başka çalışmayla konuyla ilgili Türkçe literatürün de ayrıntılı olarak incelenmesi yararlı olacaktır. Abstract This article aims to review the literature which deals with advertising as a cultural text. The important aspect of the idea of thinking advertising as a cultural text is related with the reflection of the social and cultural changes to the texts of advertisements. For this reason literature about reflection of social and cultural change on advertisement texts were reviewed. The idea of thinking the advertising as a cultural text is primarily related with consumer culture. So, literature about relationship of consumer culture and the advertising was also reviewed. The literature which sees advertising as a cultural text is about the myths. This literature which proposes that myths are used in an advertisement texts, based on the studies of Barthes and Levi-Strauss. In this article Western literature is reviewed whereas Turkish literature is partly reviewed. It will be useful to review Turkish literature with another study. İletişim 2002/14 Kültürel Bir Metin Olarak Reklam 117 İletişim 2002/14 Dikey Kentin Sinemasal Morfolojisi: Metropolis* Önder ERKARSLAN** Bilim Kurgu Sinemasının mekansal klasiklerinden biri olan Fritz Lang’ın Metropolis’inin pek çok sanat ve mimarlık tarihçisinin de ilgi odağı olması, sadece sinema kuramcıları için bir kült yapıt olma özelliğinden kaynaklanmamaktadır. Metropolis Filmi, 18. yüzyıldan başlayan Batılı aydınlanma felsefesini ve ideolojik fraksiyonları harmanlayan bir dizi sanat yapıtı ile organik ilişkileri kurulabilen ve bu nedenle sanat tarihçilerinin tekrar tekrar okumaya çalıştıkları bir yapıttır. Metropolis, tam anlamıyla kent ve kentsel yaşam üzerine kurulmuş bir öyküdür. Özellikle yirminci yüzyılın başında kentin fiziksel varlığı ve toplumsal yaşamı, sanatın en önemli teması haline gelmiştir. Tiyatrodan resme, mimarlıktan edebiyata kadar metropoliter evrenin girmediği tek bir yer bile yoktur. Bu filmde de anlatının oyunculardan çok kentin göründüğü sahneler ile özdeşleştirilmesi elbette ki doğaldır. Ancak filmin tümü ele alındığında kent sahnelerinin gerçekte çok fazla yer tutmadığı, ancak çarpıcı imgelerden oluştuğu görülür. Bu imgeleri güçlendiren de, filmde aktarılan Babil Kulesi öyküsüdür.1 Babil Kulesi referansı ile yabancılaşma, çeşitlilik ve karmaşa kavramları, dikey kente anlamsal olarak iliştirilmiş olur. Burada izleyiciyi tedirgin eden, görüntüler kadar bu anlam birlikteliğidir. Metropolis’te, kaotik, yabancılaştırılmış ve insansı olmayan bir fiziksel çevrenin mekansal yansıması, fütürüstik mimarlığın dinamik * Sinema evrensel bir dil olarak bir çok sanat yapıtını yeniden anlamaya, okumaya çok uygun bir araçtır. Bu anlamda, sinema tarihi/kuramı pek çok tasarım eğitimi modeli içinde vazgeçilmez bir yere sahiptir. Farklı sanat yapıtları arasındaki dikey ilişkiler kimi zaman aynı sanat türündeki yapıtlar arası paralel ilişkileri okumaktan daha aydınlatıcı olabilmektedir. Bu makalenin yazarı da görev yaptığı, İYTE, Mimarlık Fakültesi, Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü’ nde verdiği “Cinema and Design/Sinema ve Tasarım” başlıklı derste edindiği deneyimler ile mimarlık ve sinema kuramının ilginç kesişiminden olgulara bakabilme olanağına sahip olmuştur. ** Dr., İzmir İleri teknoloji Enstitüsü Mimarlık Fakültesi Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü İletişim 2002/14 118 Önder ERKARSLAN kitlelerinden oluşmuş, dikey bir kent ile ifade edilmiştir. Dikey kentin sinema ekranlarına yansıyan grotesk havası, Metropolis’in ardından yüzlerce bilim-kurgu filmi için de bir klişe olmuştur. Dikey Kent tek başına bu anlamı yüklenecek kadar düz anlamlı değildir. Bilim-kurgu filmlerinde bu anlam katmanlarını yaratan çoğunlukla kaos temalarıdır. Kentin irrasyonel ve düzensiz görüntülerine eşlik eden bir tür bozulma, yıpranma, çökme etkisi, kentsel yaşamın abartılan kriminel yönü, homo sapiensin dışında uzaydan geldiği varsayılan inanılmaz canlı türleri, vb... az önce anılan katastrofik temanın alt açılımlarıdır. Bu filmlerin birçoğunda bilinçli olarak var olan çeşitlilik, karmaşanın eş anlamında kullanılmaktadır. Heterojenlik aslında korkutucu olabilmektedir. Daha sonra pek çok filmde çeşitlemelerine rastlanan inanılmaz boyuttaki gökdelenler kenti, yüzyılın bilim kurgu sineması için neden bir klişe ya da bir sembol haline gelmiştir2- ya da gökdelenlerin Hollywood imajları aracılığı ile günlük yaşamın bir parçası olarak kanıksandığı 2000’lerin dünyasında bile dikey kent, nasıl hala fantastik, hatta grotesk bir imge olarak sunulabilmektedir? Bu sorunun yanıtını bulabilmek için formun tarihsel yolculuğunu incelemek ve modern sanatın aydınlanmadan moderniteye çeşitli dönemlerinde sanat felsefesinin başlıca sorunu olan form ve içerik arasındaki ilişkiye bakmak gerekir. Fritz Lang’ın mimarlık eğitimi almış olması, Metropolis filminin arkasındaki düşünsel yapıyı sanat ve mimarlık tarihi kuramlarının derinliklerinde aramamız için bir gerekçe, ya da başlangıç noktası oluşturmaktadır. Antinaturalist ve antihumanistik etkiler mimarlıkta 18. yüzyılın ortalarında kendini bulurken, bu eğilimin en çok öne çarpan isimlerinden biri olan Giovanni Battista Piranesi, mekansal formu içeriğinden kopartarak önemli bir çıkış yapmıştır3. Zamanı için hastalıklı ve tuhaf bulunan Piranesi’nin çizimleri aydınlanma çağının temel sorunları olan yabancılaşma ve formun içerikten kopması sorunlarını teşhis ederken modern sanatın köşe taşlarından biri olmuştur. Piranesi’nin çalışmaları içerisinde çok tanınan Carceri (Hapishane) Serisi ve Campo Marzio4, pek çok sanatçı için bir ilham kaynağı olmuştur. Campo Marzio, yeniden kurgulanmış bir Roma kentidir. Bu kentte Klasik Roma mimarlığının tüm İletişim 2002/14 Dikey Kentin Sinemasal Morfolojisi : Metropolis 119 bileşenleri yer alır; ancak bunları bir araya getiren kurgu orijinal kurgudan farklıdır. Mimarlık kuramında ordo5 olarak tanımlanabilecek bu düzen tepe taklak edilmiştir. Yapılar orijinal proporsiyonlarından uzaklaştırılmış, açılar ve perspektif distorsiyona uğramış, Roma Kentinin kanıksanmış şemasında yan yana gelmesi gereken yapılar ayrı köşelere atılmıştır. Burada, Roma mimarlığını iyi bilmeyen bir gezginin, herhangi bir Roma kenti kalıntısını gezdikten sonra hayal meyal kafasında kalanları bir kağıda çizmiş olduğu izlenimi doğmaktadır. Piranesi, ayrıca arkeoloji alanında ciddi çalışmalar yapan bir uzman olarak, düzenbozumu bilinçli olarak ararken bir tek konuyu düşünmektedir: Yaratıcılığın önünde tek yol uzanmaktadır ve o da tarihsel formu ait olduğu anlam dizininden kopartmak... Form ve içerik arasındaki ilişkiyi Piranesi’den sonra ardılları tüm modernler sorgularken beden ve ruh arasındaki sorgulama da felsefenin konusu olmuştur. Fritz Lang’ın Babil Kulesi referansı ve “beyin ile eller arasında aracı bekleyişi” modernitenin işte bu en köklü sorularından birine işaret etmektedir. Form ve içerik arasındaki kopma, çoğu sanatçı tarafından yaratıcılığın, ve çeşitliliğin yolu olarak görülmüş, ama aynı zamanda bozulan ordo nun yaratabileceği keyfilik ve rastgelelik bir anarşinin tedirginliğini de doğurmuştur. Avangardın en önemli özelliklerinden biri olan korku ve umutun birlikteliği burada da bir kez daha karşımıza çıkmaktadır. Piranesi gibi Lang da bir avangarttır ve kaynaklarını korku ve umudun diyalektik ilişkisinde bulmaktadır. Piranesi’nin yapıtları, yalnız var olan bir kurgunun bilinçli olarak bozulması yoluyla yeniyi üretme biçimi ile kendinden sonra gelenleri etkilememiş, kullandığı imgeler de biçimsel olarak sık referans verilen imgeler olmuştur. Lang’ın Metropolis filminde de özellikle yer altı sahneleri ile, Carceri Serisi’nde izlenen Figür 1- Makine odasının görüntüleri karanlık, düşey dehlizler arasında 6 paralellikler görülmektedir (Figür 1 ve 2). İletişim 2002/14 120 Önder ERKARSLAN Makine odası, içiçe konumlanmış çeşitli çarklar ve pistonlar ile devinim içerisinde bir mekan olarak belirir. Mekanda hızla değişen ışık ve gölgeler devinimi vurgular. Yalnız bu sahnede değil, birçok sahnede, geometrilerin belli belirsiz vurgulandığı, konturların bilinçli olarak belirsiz hale getirildiği ve farklı görüntülerin üst üste bindirilerek görüntünün bulanıklaştırıldığı izlenir. Kolaj tekniğine yakın bu teknik ile meFigür 2- Piranesi’nin Carceri IX adlı yapıtı kana dinamizm kazandırılmaktadır. Özlem Erkarslan fotoğraf arşivi Piranesi’nin Carceri serisindeki dehlizler yükseklik ve ışık açısından Lang’ın makine odasına benzemektedir. Bununla beraber Piranesi’nin her an bir ivme kazanacakmış gibi duran formları, bu formların silikleştirilmiş konturları da bu benzerliği arttıran nitelikleridir. Piranesi’nin Carceri adlı çalışmaları, Barok ve Neoklasizmin histeriye çok yakın duran çağdaşı sanatçılar için bile kışkırtıcı ve meydan okuyan yeni bir önermedir. Çok katmanlı mekan, parçalarından kurtulmaya hazır, şaşırtıcı bir sentaksa sahiptir. Burada dikkati çeken, resimdeki bütüne ait elemanların her birinin, anlam açısından çoğaltılmaya uygun, hatta bütünün üstünde bir potansiyele sahip olmasıdır. Lang’ın makine dairesinde iki mekan tanımı vardır. Kaba yonu taşduvar ya da kimi zaman betonarme perde duvar izlenimi uyandıran masif çevre duvarları statik bir mekanı temsil ederken, içeriye yerleştirilmiş ahşap, çelik gibi hafif strüktürel elemanlar, onların çapraz destekleri arasında katmanlanan ara katlar ve elbette ki daire formundaki hareketli çarklar dinamik mekanı temsil etmektedir. İletişim 2002/14 Dikey Kentin Sinemasal Morfolojisi : Metropolis Figür 1- Makine odasının görüntüleri Figür 3- Ofisin penceresinden görülen kent manzarası www.infotektur.com/demos/infotektur_v2/mission/index.de.htm adacı montajlarda devingenliği arttıran açılı n benzeri Figür 4- Konstrüktif kolajları andıran görüntüler görüntüler 121 Piranesi’nin Carceri serisinde de bu iki mekan tanımının rahatsız edici birlikteliği aynı şekilde dikkat çeker ve gerilim yaratır. Piranesi’nin formları sanki akışkandır; tıpkı Lang’ın filminde Figür 3- Ofisin penceresinden görülen kent manzarası www.infotektur.com/demos/infotektur v2/mission/index.de.ht birbiri üzerinde hareket eden bir çok resmin birarada izlenmesinin yarattığı görsel etki gibi... Burada kullanılan efektler, hareketli ışık kaynakları ile görüntüyü silikleştirir, izleyici bir saniye önce gördüğü formun ne olduğunu beynine aktaramadan görüntü değişir ve geçişler hızla devam eder. Bu sahnelere en iyi örnekler, kentten çeşitli görüntülerin verilmesi sırasında karşımıza çıkar. Burada bazı yapı maketleri, çizimler, fotomontajlar üst üste geçer ve bir enstantane diğerine dönüşür (Figür 3, 4, 5 ve 6). Kolajın Alman Dadacıları ve Rus Konstüktivistleri tarafından propaganda amaçlı olarak kullanıldığını bilmekle beraber, çok daha önceleri Piranesi’nin resimlerinde bu tekniğin bilinçli olarak kullanıldığı görülür. Figür 6- Ofis blokları üstten çekilerek zemin seviyesinden Metropolis filminin açılış karesinde çok yukarıda olduğu izlenimi verilmiştir www.moma.org/docs/collection/ filmvideo/c82.htm kentin piramidal silueti, yine az önce değinilen hareketli, bulanık, geçirgen formların birbiri üzerinde kayması yoluyla izleyiciye aktarılır. İletişim 2002/14 122 Figür 7- Kentin piramidal silueti www.berlin.de/.../veranstaltungen/e_e_402_filmmuseum. html Figür 8- Piranesi’nin keyfiliği temsil eden piramidi Özlem Erkarslan fotoğraf arşivi Figür 9- D. Ades, Photomontage, Thames and Hudson, 1986.UK.. Önder ERKARSLAN Piranesi’nin bazı resimlerinde de piramidin, başka formlar ile bir araya getirildiği görülür. Burada dikkati çeken, bir araya getirilen formların tarihsel olarak aynı döneme ait olmaması ve geometrik olarak bilinen -ya da beklenen- kuralların dışında, keyfi olarak bir araya getirilmeleridir (Figür 7 ve 8). Piramit, anıtsal mimarlığın en önemli formlarından biri olarak pür geometriyi, tek anlamlılığı ve elbette ki durağanlığı sembolize ederken aynı formun dejenerasyonu, kışkırtıcı bir etki yaratmaktadır. Masif bir kitle olarak belleklerde yer eden bu form, Piranesi’de ve Lang’ın filminde saydam bir kitle olarak gösterilmekte ve diğer formlarla serbestçe bir araya gelebilmektedir.7 Dadacı tiyatronun ya da kaberenin tuhaf, birbirleriyle ilişkisiz nesne ve öyküleri bir araya getirme tekniğinde de bir dizgenin bilinçli olarak bozulması inancı yatar. Kaberede var olan tuhaf ve komik nesneler bütüne grotesk bir hava verir. Tıpkı Metropolis’in yarattığı grotesk etki gibi... 20. yüzyılın başında Avrupa avangart tiyatrosu, iç içe geçmiş, karışık, ahlaki olarak içinde yaşanan dünyanın değerlerinin dışında ve kaotik olayların parçalanması yoluyla öyküleri dramatize etmiştir. Bu öyküler, metropoliter dünyanın ve toplumun olguları yeni anlamlandırma biçimlerini temsil etmektedir. Yalnız Dadacı İletişim 2002/14 Dikey Kentin Sinemasal Morfolojisi : Metropolis 123 Alman tiyatrosu değil, Rus tiyatrosunda da benzer bir şekilde sanal kentin temaları işlenirken, kentin karşısına çıkması olası kaos ve mekanize yaşamın getireceği anlamsal katmanlar işlenir. Kent, artık sanat yapıtının hem kendisi, hem de konusu olmuştur. Meyerhold, Mayakovski ve Eisenstein, tiyatro denemelerinde bu temaları işlemiştir. Özelikle 1920’lerden sonra, mekanize olmuş geleceğin kenti teması Rus tiyatrosunda sık karşımıza çıkmaktadır.8 Groteskin dönemin sanat yapıtları için son derece baskın bir tema olduğunu vurgularken Metropolis’in morfolojik olarak büyük benzerlikler taşıdığı Fütürist Mimarlıktan söz etmemek olası değildir.9 Elbette ki Piranesi’nin yakalamaya çalıştığı statik formları devingen hale getirme isteğinin en abartılmış yorumu İtalyan Fütürizminde kendini bulmuştur. San’tElia’nın çizimlerinde statik formun sınırlarının tamamen eriyerek hareketli formlara dönüşmesine tanıklık edilir. Metropolis filminde kente ait imgelerde San’tElia’nın büyük etkisi görülmektedir. Dikey kentin en önemli elemanları olan katmanlar halindeki ulaşım bağlantıları, dev köprüler, çatı bahçeleri, kesişen, çarpışan ve üstüste binen farklı geometriler dikkati çeker (Figür 9). Metropoliter evren tam bir anarşik pazar olarak sunulmaktadır, inanılmaz bir gürültünün ve bulanıklığın eşlik ettiği bir pazar... İtalyan Fütürizmi yalnızca mimarlıkta değil, tiyatro ve operada da groteski işlemiştir. Makinelere tapınan, katil ruhlu karakterler, mantık dışı halüsinasyonlara varan bir diyalog düzeni genelde göze çarpan başlıca niteliklerdir. Avrupa, çağın değişen ruhuna avangart sanat ile yanıt ararken, Amerika’da kentsel form yeni bir mit yaratmaktadır. Bir yüzyıl boyunca sinema, bu miti işlemekten kendisini alıkoyamamıştır. ‘Cehenneme dönüşen kent’ teması yönetmenlerin en sevdiği tema olmuş, ne rastlantı ki bir yüzyıl sonra da New York Kenti, 11 Eylül saldırılarıyla tam bir kaosu gerçekten deneyimleyerek sinemanın öngörülerini boşa çıkartmamıştır.10 Amerikan mimarlığı, 20. yüzyıl başında Avrupa’dakinin aksine, söylem düzeyinde ütopyayı tartışmamış, ekonominin kendi doğrularını yarattığı gerçeğinden hareket etmiştir. Sonuç olarak inşa edilmiş form, şaşılacak derecede Avrupalı avangartların gösterdiği temalara yaklaşmıştır. Amerikan gökdeleni İletişim 2002/14 124 Önder ERKARSLAN ve varoluş sebebi olan asansör, böylece yapı ve hareket kavramlarını en iyi şekilde bütünleştirerek dikey kentin mitik morfolojisini yaratmıştır. Lang’ın filminde de asansör çok güçlü bir eleman olarak karşımıza çıkar. Dikey kentin katmanları arasındaki bağlantıyı kuran ve bir anlamda strüktüre eden bir görünümü vardır. Mekanize hareket, Figür 10- Asansör bağlantısı kitlelerin aynı anda taşınmasına, wmbc.umbc.edu/~mark/artwork/art323/paper2.html dolayısıyla otomasyona yardımcı olmaktadır. Piranesi’nin çizimlerine dönülecek olursa, katmanlar arasında merdivenlerin ne kadar önemli elemanlar olarak vurgulandığı anımsanmalıdır. 18. yüzyılda mekanik asansörün henüz Figür 11- Yeraltı kenti www.insite.fr/interdit/2001aout/prison.htm sıradan bir kullanım nesnesine dönüşmemiş olduğu düşünülecek olursa, bir anlamda merdivenin dikey hareket için benzer bir metafor olarak kullanıldığı düşünülebilir (Figür 10,11). Gökdelen, ya da dikey kent, Amerika’da ne kadar rasyonel ve kolay gerçekleştirilen bir deneyim olduysa, Avrupa için de o kadar travmatik olmuştur. Özellikle Alman kültürü, gökdelen ile başa çıkamamış ve onu daha çok ‘maddeleşmenin uç noktası’, bir ‘kabus’ olarak yorumlamıştır. Kandinsky’nin Der Gelbe Klang (Sarı Ton) adlı tiyatral yapıtında (1912) sarı renkte beş dev, dalgalanarak, orantısız olarak büyürler, bedenlerini bükerek korkunç sesler çıkarırlar; ama bu sesler anlamsızdır, söze dönüşemezler11. Kandinsky’nin bu sentezi Avrupa’nın Amerikan kentine bakışını sembolize eder. Bu metnin yayınlanmasını izleyen yıllarda Alman mimarlık gündeminde sarı devlerin derin izler bıraktığı görülür. O yıllarda çıkmış mimarlık yarışmalarına katılan neredeyse tüm projelerde sarı dev metaforuna İletişim 2002/14 Dikey Kentin Sinemasal Morfolojisi : Metropolis 125 rastlanmaktadır. Hans Söder, Bruno Taut, Hans Scharoun, Mies Vander Rohe ve H. Theodorus Wijdeweld’in gökdelenleri bunlar arasında sayılabilir. Bu durumun geleceğe umutla mı, yoksa korkuyla mı bakmak anlamına geldiği düşünülmelidir. Bir yerde korkutucu bir etki yaratmak için kullanılan bir metaforun, eş zamanlı olarak olumlu bir önermeye dönüşmesi ilginçtir. Alman mimarları Amerikan gökdelenini eleştirerek ruhsuz ve karmaşık olarak nitelemişler ve karşıt olarak daha romantik – ya da daha insancıl-gökdelenler konusunda çalışmışlardır. 1920 ve 30’larda bütün Avrupa’da hissedilen Amerikanizm, en fazla Almanya’da kendisini göstermiştir. Lang’ın Avusturya kökenli bir mimar olarak Amerikan kentine ilgisi, Metropolis Filminin yaratılmasındaki itici güç olmalıdır: Amerikan hipergerçekçiliğine karşı Avrupa ütopyacılığı12... Lang’ın yarattığı kent, New York gibi bölgelere ayırma ilkesiyle (zonlama)13 çalışmaktadır. Merkez , yani yukarı kent, yöneten ve elitlere ayrılmış iken alt katlarda makineler ve daha da altlarda işçilerin yaşam alanları vardır. Yukarı kent insan ölçeğinin çok üstünde, adeta yerden bağımsız mega bloklardan oluşmuştur. Filmin en önemli eleştirel mesajı olan duygudan ve insani niteliklerden yoksunluk fiziksel olarak da yansıtılmıştır. Karanlık, bulanık ve yüksek iç mekanlar buna en iyi örnektir. Harwey Wiley Corbett’in, Fritz Lang’ın 1926’daki filminden üç yıl önce yayınlanan ve New York kent silüetini arsa değerlerinin belirlemesini konu alan makalesinde kullandığı “Babil Kulesi” referansı büyük ilgi uyandırmış ve dönemin mimarlık gündeminde sıkça adı geçer olmuştur.14 Babil Kulesi günümüzde postmodernist söylem için çeşitliliği teşhis eden ya da kutsayan bir mit olmuştur. Acaba 1926’da da benzer çağrışımlar yaptığını düşünmek olası mıdır? Piranesi’den başlayan, Dada, Konstrüktivizm ve Fütürizm ile devam eden Avrupa avangartlarında görülen çeşitlilik, ya da heterotopya teması, Avrupa kültürünün asla içselleştiremediği Amerikanvari çeşitliliğe bir öykünme olabilir mi? Avrupa sanatının ulaşmaya çalıştığı şeylere Amerikan sanatı Avrupa Figür 12- Bruegel’in Babil Kulesi www.tigtail.org/.../M/bruegelelder_tower_bab İletişim 2002/14 Önder ERKARSLAN 126 karşıtlığı ile nasıl bu kadar rahat ve sancısız ulaşabilmiştir? Metropolis’te kent fütürist imgelerle beraber, bir başka bağlam ile daha beraber sunulur; bu bir ara kesittir ve tam olarak makine estetiğine geçmemiş ama endüstriyel devrimi yaşamakta olan bir çağa referans verir. Burada simetrik, dolayısıyla daha statik bir düzenin varlığı dikkat çeker. Kullanılan tarihsel referanslar farklı ve çeşitlidir. Kimi zaman oldukça seçmeci, kitsch sayılabilecek bu mekanlar 1920’lerin steril Avrupa modernitesinin dışında bir estetiği temsil etmektedir. Yukarı kentte yer alan bahçe bunlara en iyi örnektir. Barok ögelerle süslenmiş hedonistik bahçe, Lang’ın heterojenliği vurgulamak için kullandığı kontrast mekanlardan biridir. Her ne kadar Amerikan kenti için o dönemlerde Barok çok da fazla rağbet görmeyen bir estetik olsa da bunun Lang tarafından çok da iyi bilinmediği düşünülebilir15. Gerçekten de New York kenti 1920 ve 30’larda inanılmaz bir çeşitlilik gösteren formlarıyla tam anlamıyla heterojen katmanlar yaratan gökdelenler ile dikkat çekmektedir. Dönemin bu estetik çeşitliliğini geç romantik Avrupa estetiğinin bir sonucu olarak görmek mümkün değildir. Tam tersine, Avrupa Figür 13- Otomasyon Ünitesi, Francisco Mujica’nın 1929’da yaptığı Papantla piramidinin hayali rekonstrüksüyonuna çok benzeyen otomasyon ünitesi sahnesi www.graphicwitness.org/historic/metro.jpg Fig 14- Francisco Mujica’nın Papantla Piramidi, M. Tafuri, 1990, Fig.203. etkisinden uzaklaşmak için bilinçli olarak Mısır, Maya ve Etrüsk ögeleri ile çeşitlendirilmiş seçmeci bir tavır göze çarpar (Figür 12,13). Amerikan mimarları, Avrupa tarihselciliğinden uzaklaşmak amacıyla kitsche varan bir yelpazede, çeşitlilik ve özgürlük arayışına çıkmışlardır. Bu anlamda da İletişim 2002/14 Dikey Kentin Sinemasal Morfolojisi : Metropolis 127 Manhattan her dili kabul edebilen ve her birinin kendini özgürce ortaya koymasına izin veren liberalliği ile “Yeni Babil” olmuştur. Lang’ın kullandığı bazı mekanların seçmeci biçemdeki tasarımları dikkat çeker. Burada simetri, yatay katmanların orantıları ve ortada yer alan düzlemsel rampa, Mujica’nın rekonstrüksüyonları ile aralarında eşlik kurmak için olanak vermektedir. Lang’ın bu filmi yaparken New York’tan çok etkilendiği zaten bilinmektedir. Ancak Lang yalnız formları değil, formların arkasında yatan endişeleri de doğru teşhis ederek filminde yansıtmıştır. Metropolis filmi, modernitenin geçirdiği eşikleri, yaşanan tüm sancılarıyla beraber en iyi biçimde özetleyen bir arşiv belgesi gibidir. Derinlemesine okunduğunda sanat felsefesinin farklı fraksiyonlarının birbirine nasıl dönüştüğünü anlatırken, postmodern dünyanın hala çözmeye çalıştığı temel problemlerinin kökenleri konusunda da fikirler vermektedir. Modernite sarkacın iki ucunda (banal seçmecilikten steril homojenliğe) salınırken, modern adamın geçirdiği travmalar gözlerimizin önündedir. Bir yanda rasyonalitenin, mekanizasyonun, bilimsel bilginin ve homojenliğin yer aldığı modern dünya, diğer yanda histerinin, ruhaniyetin, mitlerin, söylencelerin ve heterojenliğin yer aldığı düzen 1920’lerin sanat yapıtında bir araya gelebiliyorsa, postmoderne atfedilen kavramların aslında modernin doğasında var olduğunu söylememek mümkün değildir. Sanat ve mimarlık tarihi de ne yazık ki, 20. yüzyılı kaleme alırken yanıltıcı bir seçmecilik ve indirgemecilik içine girmiştir. Modern mimarlık tarihinin kült kitapları, dönemde yaşanan karmaşa ve çeşitliliği yansıtmayarak modernist manifestoların bir kaç sloganı etrafında kurulu, kendi içinde tutarlı ve ilerlemeci tarih anlayışı üzerine kurulmuşlardır16. Formların arkasında çoğu zaman materyalist gerekçeler, bilimsel ve teknolojik gelişmelere paralel bir tutarlılık içerisinde sunulmuştur. Merkezi modern-burada bilinçli olarak bu terim Avrupalı moderniteye refererans vermektedir-bir anlamda ideolojik olarak gerçekte olmadığı biçimiyle seslendirilmiştir: Homojen, steril ve İletişim 2002/14 128 Önder ERKARSLAN güvenli... Sanatçıların yaşadıkları dönemi tarihçilerden daha iyi teşhis etmiş olduklarını söylemek bu noktada yanlış olmayacaktır. Piranesi’den, Eisenstein ve El Greco’ya varıncaya değin Avrupa avangartlarının ulaşmayı düşündükleri çeşitlilik, bir anlamda Avrupa tarihselciliğine karşı aldıkları tavrın göstergesi olmuştur. Amerikan gökdelenler kenti ise, keyfi formları, tarihsel referansları ve fantastik iç mekan dekorasyonları ile olabildiğince renkli, farklı bir noktadan çeşitliliği yakalamıştır. Metropolis filmi de bu derinliği çok iyi kavramış olan bir Alman sanatçının yorumudur. Gerçek ile kurgu arasındaki ince sınıra bu filmin derin incelemesinde bir kez daha tanık oluruz. İletişim 2002/14 129 Dikey Kentin Sinemasal Morfolojisi : Metropolis Notlar 1 Babil Kulesi, bilindiği gibi Pieter Bruegel (1525-69)’in 1563 tarihli aynı isimli bir resmine de konu olmuştur. 2 Beşinci Element filminde Bruce Willis’in kullandığı bir uzay taksisi ile birlikte hızla hareket eden kamera, tam bir kaos manzarası veren devasa gökdelenlerin, uçsuz bucaksız katmanlarında izleyiciyi dolaştırırken korku ve panik yaratmayı başarır. Bu veya buna benzer görüntüler, bir dizi katastrofik olayın başlangıcının habercisi olarak sunulmaktadır. 3 Giovanni Battista Piranesi (1720-78) bir 18. yüzyıl mimarı olmasının yanı sıra arkeoloji alanında bilimsel çalışmalar yapmıştır. Onun günümüze kadar gelen çizimleri, perspektif ve resimleme teknikleri açısından ilk antinaturalist etkiler olarak sayılabilir. 4 Campo Marzio dell’antica Roma, (1761-1762). Tafuri, Piranesi’nin bu yapıtı için kentin düzen talebi ile biçimsizliğe duyulan özlem arasındaki çelişkinin ifadesi tanımlamasını yapar. (Tafuri, 1987:16) 5 Ordo: Klasik Yunan mimarlığı ile başlayan ve romantik döneme kadar kesintisiz süren yapı geleneğine verilen genel isim. Burada inşai tutarlılık temel oran, orantı ve kompozisyon ilkeleri belli kurallara bağlanarak rasyonalize edilmiştir. Tekil yapılar kadar, sokaklar ve meydanlar arasındaki ilişkilerde de aynı kurallar bütününe sadık kalınarak kentin biçimlendiği görülür. 6 Carceri d’Invenzione, pek çok farklı çizimden oluşan bir seridir. Bu serinin tümünde merkezi mekan geleneğinin tahrip edildiği, antik değerlerin çekincesiz biraraya getirilerek yeni bir dizge yaratmaya çalışıldığı görülür. 7 Ieoh Ming Pei (1917)’nin Louvre Müzesi’ne yaptığı cam piramit 80’lerin mimarlık söyleminde de yine heterotopyayı temsil etmektedir. 8 Dawn Ades’in Fotomontaj adlı yapıtında ve Manfredo Tafuri’ nin Labyrinth and Sphere adlı yapıtında sözkonusu dönemdeki pek çok oyun afişleri, sahne tasarımı eskiz ve maketlerine ait fotoğraflar yeralmaktadır. 9 Bilindiği gibi Fütürizm İtalya’da özellikle mimarlık alanında 1920’lerde ortaya çıkan bir eğilimdir. Fütüristlerin çoğu genç yaşlarında, II. Dünya savaşında ölmüşlerdir. Resmen manifestolarını 1914’te yayınlayan Fütürüstler içerisinde Antonio Sant’Elia (1888-1916) ve Tommaso Marinetti (1876-1944) en çok öne çıkan figürler olmuştur. 10 İçinde farklı dinler, diller ve kültürlerden binlerce insanın çalıştığı Dünya Ticaret Merkezi’nin sonunun Babil Kulesi ile aynı olması ne kadar ironiktir. 11 Der Blaue Reiter Almanac 1912’te bu metin yer almaktadır. 12 Fritz “Lang Avusturya kökenli olmasına karşın kariyerinin önemli bölümünü Almanya’da yapmıştır.Bu film için de Alman hükümeti oldukça büyük bir bütçe ile destek vermiştir. 13 Zonlama: Kentsel alanları ortak fonksiyonlarına göre ayırma veya gruplama ilkesi. Kontrol ve yönlendirmenin merkezi denetim altına alındığı Zonlama ilkesinde arsa kullanım yoğunluğu, yapının yüksekliğini, formunu ve yerleşmesini de belirler (Kentsel Planlama Sözlüğü, 1989). 14 Corbett H. W (1923). “The Influence of Zoning in New York’s Skyline”, The American Architect and the Architectural Review 123 (2410): 1-4. İletişim 2002/14 Önder ERKARSLAN 130 15 Zira dönemin mimarlık tarihi kitaplarında bile Manhattan üzerinde geç romantik Avrupa tarihselliğinin izleri aranmıştır. 16 Bu konuda daha ileri okuma için Nalbantoğlu, G. B (2000). “Beyond Lack and Excess: Other Architectures/Other Landscapes”, Journal of Architectural Education, 54(1): 20-27. Kaynaklar Ades D (1986). Photomontage, Thames and Hudson, Londra. Akcan E, Yazgan K. ve Tanyeli U (2002). “Küresel Çağda Eleştirellik ‘Öteki’ Coğrafyalar Sorunsalı”, Arredomento, 3: 68-81. Ely J. W (1988). The Mind and Art of Giovanni Battista Piranesi, Thames and Hudson, Londra. Erdoğdu Ö (1994). “Kuralları Yıkmak”, Edebiyat Eleştiri, 6/7: 78-83. Frampton K (1980). Modern Architecture, A Critical History, Thames and Hudson, Londra. Junod P (1984). “Future in the Past” Oppositions, Spring 84:26-38. Kaufmann E (1968). Architecture in the Age of Reason, Dover Publications, New York. Roloff B ve Seeβlen G (1995). Ütopik Sinema, çev. Veysel Atayman, Alan Yayıncılık, İstanbul. Robinson, Mark (2001). “German Expressionism and Fritz Lang’s Metropolis” http://wmbc.umbc.edu/~mark/artwork/art323/paper2.html (6 Eylül 2002). Tafuri M (1978). Histories and the Theories of Architecture, Granada Publishing, Norwich. Tafuri M (1987). Architecture and Utopia Design and Capitalist Movement, MIT Press, Cambridge, Massachussets. Tafuri M (1990). The Sphere and Labyrinth Avant-Gardes and Architecture from Piranesi to the 1970’s, The MIT Press, Cambridge, Massachussets. İletişim 2002/14 Dikey Kentin Sinemasal Morfolojisi : Metropolis 131 Yourcenar M (1984). The Dark Brain of Piranesi, Farar. Strauss. Giroux, New York. Özet Fritz Lang’ın 1926 tarihli Metropolis adlı filminde karşımıza çıkan kent ve gökdelen temaları Batı modern sanatının önemli konularından biri olmuştur. Kent ile uğraşan farklı sanat dalları içinde kuşkusuz mimarlık başta gelir. Bu makale, Lang'in filminde yeralan kentin morfolojik analizinden yola çıkarak konuyu mimarlık ve sanat tarihi içerisine çekmeye çalışır. Görüleceği gibi, sinemasal gerçekliğin kuşku götürmeyen inandırıcılığı aydınlanmadan moderniteye tartışılan bir fenomeni, yani dikey kenti, görünür kılmayı başarmıştır. Metropolis’in bugün bile takdir edilecek gerçekçi görüntülerinin arkasında sanat ve mimarlık alanlarının sorunlarına hakim bir zekanın yattığı gerçektir. Abstract The phenomena of city and skyscraper has been one of the essential subjects of western modern art as well as of the film Metropolis directed by Fritz Langin 1926. Undoubtedly, there comes architecture at the first rank among the different fields of art that all dealt with metropolitan life in history. This paper aims at presenting the images of the vertical city reflected in the film Metropolis, in relation to the debates in the history of art and architecture . As it is common to all, the power of cinema that turns ideas into extremely convincing realities, also succeeded to reflect a successful simulation of vertical city which used be a phenomenon starting from the Enlightenment era and continued along the modern period. There is no doubt that only a genius who was aware of the historical questions that were confronted in art and architecture could create such convincing images of vertical city and its prophecies that are even appreciated in our day. İletişim 2002/14 Türkiye’de Haber Kameramanlığı: Çalışma Koşulları ve Meslekten Kaynaklanan Ruhsal - Fiziksel Sorunlar L. Doğan TILIÇ* Selçuk CANDANSAYAR** Behcet COŞAR*** Gülçin KARATAŞ**** I- GİRİŞ Televizyon görüntünün öne çıktığı bir iletişim aracıdır. Bu yüzden, televizyon muhabirleri gazete ve dergilerde çalışan meslektaşlarına oranla daha kolay ve daha geniş kitlelerce tanınırlar. Bu bir tür şöhret olma durumunun, televizyon muhabirlerinin mesleki tatminlerini yazılı basında çalışan muhabirlere oranla daha yükselttiği varsayılır. Ancak, televizyonda izlediğimiz her muhabir olayların ve kendisinin görüntülerini kaydeden haber kameramanları sayesinde var olabilmektedir. Televizyon doğası gereği görüntüye dayandığı için, o görüntüleri yakalayan ve bize taşıyan kameramanların televizyonculukta çok daha öne çıkıyor olmaları gerekir. Oysa kameramanlar çoğunlukla adlarını ve yüzlerini bilmediğimiz “isimsiz kahramanlar” olarak kalır. Peki, bu durum, her olaya birlikte gittikleri muhabir arkadaşlarına kıyasla kameramanlarda nasıl bir mesleki tatmine yol açmaktadır? O adlarını ve yüzlerini pek öğrenemediğimiz insanlar görüntüleri hangi koşullarda elde etmekte ve hangi koşullarda çalışmaktadırlar? Habere birlikte gittikleri muhabirlerden farklı zorluklar yaşamakta mıdırlar? İş koşulları onların performasınını, fiziksel ve ruhsal sağlıklarını nasıl etkilemektedir? * Dr., Gazeteci, Doç. Dr. Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri ABD *** Doç. Dr. Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri ABD **** Yrd. Doç. Dr. Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon ABD ** İletişim 2002/14 L. Doğan TILIÇ, Selçuk CANDANSAYAR, Behçet COŞAR, Gülçin KARATAŞ 134 İşte bu araştırma, bütün bu sorulara yanıt arama çabasının ürünü olarak doğdu. Kameramanlara uygulanan detaylı fiziksel ve ruhsal testler araştırmanın tıbbi boyutunu öne çıkarırken, literatürde rastlamadığımız kameramanlara özgü bir meslek hastalığının saptanmasına da yol açtı. Kameramanlarla yapılan derinlemesine mülakatlar ise araştırmanın sosyolojik boyutunu oluşturdu. Araştırma, kameramanların kendi işlerini ve işlevlerini nasıl algıladıklarını ortaya koyarken, kameran – muhabir ilişkisinin de yeni bir bakışla ele alınmasını sağladı. Haber kameramanlığının oldukça zor şartlar altında gerçekleştirilen bir iş olduğu bilinir. Kameramanlar, genelde, ortalama ağırlıkları 8 kg.’dan başlayıp 15 kg. kadar çıkan omuz kameraları kullanmaktadır. Bu kameraların değerleri iyi bir otomobille kıyaslanabilecek düzeyde ve yaklaşık 45 milyar TL civarındadır. Kameramanlar, maddi değeri kendi ücretlerine kıyasla olağanüstü yüksek olan iş araçları dışında yükler de taşımaktadırlar. Üzerlerine zimmetlenen bu pahalı aygıtlara gelebilecek zararlar, düşük ücretlerle çalışan kameramanlarda, işyeri mutlaka hasarı ödetmek için zorlamasa da, ciddi bir stres oluşturmaktadır. Haber kameramanları; medya sektöründe yaşanan yapısal daralma sürecinde kolay vazgeçilebilen elamanlar durumunda olmaları, haber kaynakları ve işyerlerindeki yöneticilerle muhabirlerin geliştirdikleri türden ve “koruyucu” da olabilen ilişkiler geliştirememeleri, haber kovalarken taşıdıkları yükün onlara getirdiği ilave zorluklar ve toplumsal olaylarda kolay hedef olma gibi durumlarıyla diğer habercilerden ayrılmaktadırlar. Bu yüzden, bu özgün meslek grubu özgün koşulları içinde araştırma konusu olmayı fazlasıyla hak ediyor. I- ARAŞTIRMA YÖNTEMİ Araştırma 2000 yılı ekim - kasım ayları arasında Profesyonel Haber Kameramanları Derneği’nin (PHKD) Ankara’daki 44 üyesi üzerinde gerçekleştirildi. Örneklem gönüllülerden oluşturuldu. Örneklemi oluşturan 44 kameraman belli günlerde G.Ü. Tıp Fakültesi’ne giderek tıbbi testlerden geçti. Tıbbi testler öncesinde araştırmaya katılan kameramanlara kişiselİletişim 2002/14 Türkiye’de Haber Kameramanlığı: Çalışma Koşulları ve Meslekten Kaynaklanan Ruhsal...... 135 demografik özellikleri ve çalışma koşullarını saptamaya yönelik bir anket uygulandı. Anket, dört kameramanla yapılan derinlemesine mülakat (pilot çalışma) sonrasında hazırlandı. Derinlemesine mülakatlar tıbbi testler süresince rastgele seçilen ve toplam 7 kameramanla daha yapıldı. Saatler süren, farklı zaman ve mekanlarda yapılan bu görüşmelerde; iş ve aile durumlarından, yaptıkları işi nasıl algıladıklarına, ücret durumlarından muhabirlerle ve birbirleriyle olan ilişkilerine kadar hemen her konu, kameramanların anlatımlarına fazla müdahale edilmeden açılmaya çalışıldı. Anket verileri SPSS 9.0 istatistik programına aktarıldı ve istatistiki analizler aynı programla yapıldı. Bu analizlerde; ortalama, standart sapma, ortanca ve yüzde hesaplamaları yapılıp, ki kare ve Mann Whitney U testi uygulandı. Depresyon varlığını etkileyebilecek demografik ve fiziksel faktörler lojistik regresyon analizi ile incelendi. Ruhsal kaynaklı stres analizi Deneklerin psikolojik özelliklerini ve yaşadıkları olası ruhsal sorunlarını belirlemek amacıyla Zung Depresyon Ölçeği (ZDÖ), Kısa Semptom Envanteri (KSE) ve Yakın Zaman Yaşam Olayları Listesi (YZYOL) adlı ölçekler verildi. ZDÖ 20 maddeden oluşan Likert tipi bir özbildirim ölçeğidir. Her madde için ‘hiçbir zaman veya çok ender olarak’, ‘bazen’, ‘sık sık’ ve ‘çoğunlukla veya her zaman’ şeklinde dört seçenekten biri işaretlenir. Her madde 1’den 4’e kadar puanlanır ve elde edilen ham puan standart bir tablo aracılığıyla depresyon puanına dönüştürülür. 40 puan ve üstü depresyon olarak kabul edilir (Zung, 1965). Türkçe için geçerlik ve güvenirlik çalışması yapılmıştır (Şahin ve Durak, 1994). KSE 53 maddeden oluşan Likert tipi bir özbildirim ölçeğidir. Çeşitli psikiyatrik belirtileri taramak için geliştirilmiştir. Kişide psikiyatrik belirtilerin bulunma sıklığını ve şiddetini gösterir. Ölçeğin değerlendirilmesinden üç ayrı puan elde edilir. Rahatsızlık Ciddiyeti İndeksi (RCİ): 53 maddenin tümünden elde edilen puanların 53’e bölünmesiyle elde İletişim 2002/14 L. Doğan TILIÇ, Selçuk CANDANSAYAR, Behçet COŞAR, Gülçin KARATAŞ 136 edilir. Belirti Toplamı İndeksi (BTİ): 0 olarak işaretlenen maddeler dışında pozitif olarak işaretlenen her madde bir kabul edilir ve bu maddelerin toplanmasıyla elde edilir. Semptom Rahatsızlık İndeksi (SRİ); toplam puanın BTİ’nden elde edilen puana bölünmesiyle elde edilir. KSE kullanılarak herhangi bir psikiyatrik hastalık tanısı konulamaz, ancak incelenen grupta psikiyatrik belirtilerin yaşanma sıklığı ve şiddeti anlaşılmış olur (Derogatis, 1992). KSE’nin Türkçe için geçerlik ve güvenirliği saptanmıştır (Şahin ve Durak, 1994). Yakın Zaman Yaşam Olayları Ölçeği, orijinali Holmes ve Rahe (1967) tarafından geliştirilen ve Türkçe için geçerlik ve güvenirlik çalışması yapılmış bir ölçektir (Sorias, 1982). Ölçek; son iki yıl içinde kişi için stres verici olabileceği düşünülen 103 yaşam olayının geçirilip geçirilmediğinin sorgulanmasına dayanır. Fiziksel özelliklerin incelenmesi: Deneklerin fiziksel özellikleri iki deneyimli Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon uzmanı doktor tarafından yapılmıştır. Her kameramanın kasiskelet sistemi şikayetleri açısından ayrıntılı tıbbi öyküleri (anamnezleri) alınmıştır. Boyun, omuz, sırt ve belle ilgili eski ve halen var olan ağrı yakınmaları sorgulanmıştır. Omuz ve sırtın pozisyonu, asimetriler ve atrofiler (kas erimeleri) kaydedilmiştir. Omuz hareketlerinin düzeyi her iki omuz için ölçülmüş ve omuz hareketliliği değerlendirilmiştir. Fizik muayenede; Neer’in (1983) tanımladığı kol kaldırmalarda ağrı oluşumunu anlamaya yönelik “impingement testi” ile bicipital tendonitis (pazu kası tendonunda iltihap) değerlendirilmesi yapılmış ve palpasyonda tetik noktaları (sırtta ağrılı noktalar) ve gergin bantların varlığı araştırılmıştır. Tüm kameramanların ayrıntılı nörolojik muayeneleri yapılmıştır. II- MESLEK HASTALIĞININ TANIMI Meslek hastalığı basitçe işin neden olduğu ya da kötüleştirdiği hastalık olarak tanımlanır. Meslek hastalığının nedenlerini iyi anlayabilmek için hem İletişim 2002/14 Türkiye’de Haber Kameramanlığı: Çalışma Koşulları ve Meslekten Kaynaklanan Ruhsal...... 137 iyi epidemiyolojik (sıklık/yaygınlık) araştırmalara hem de işte maruz kalındığından şüphelenilen etkenlerle bu etkenlerin özellikleri hakkında doğru bilgilere gereksinim duyulur. Amerika Birleşik Devletleri’nde (A.B.D.) aşırı çalışma ve tekdüze harekete bağlı kaza ve hastalıkların engellenebilir zaman kaybının nedeni olduğu birçok araştırmacı tarafından saptanmıştır (Yassi, 1999). Epidemiyolojik ve laboratuvar temelli olarak yapılan araştırmalar iş kazaları ve hastalıklarını etkileyen çeşitli risk faktörlerini belirlemektedir. A.B.D. Ulusal İş Güvenliği ve Sağlığı Kurumu, 1997 yılında 600’den fazla epidemiyolojik araştırmayı gözden geçirerek; iş ve işyeri şartlarında maruz kalınan zorla çalıştırılma, tekdüze çalışma, uygunsuz duruş/pozisyon (postür) ve titreşimle boyun, omuz ve üst ekstremite (kollar) hastalıkları arasında nedensel ilişki olduğu sonucuna varmıştır (Kesserling, 2000a). İşle ilişkili kas-iskelet sistemi hastalıkları son derece yaygındır ve klinisyenleri ciddi biçimde zorlamaktadır. A.B.D.’nde Dequervain tendoniti (tendon iltihabı), karpal tünel sendromu (el bileğinde sinir sıkışması), rotatör kaf tendoniti (omuz eklemi zarı iltihabı) gibi üst ekstremite hastalıkları çalışanlarda giderek artmaktadır (Mari ve Gerr, 2000). Yapılan ayrıntılı epidemiyolojik çalışmalar; zorlama, tekrar, vibrasyon ve belirli postürlerin bu hastalıkların çoğunun gelişmesinde risk faktörü olduğunu göstermektedir. Genel olarak fiziksel etkenler ile (tekrarlama, zorlama, uygunsuz postür) iş yeri şartları ve çalışma koşullarının (aşırı çalışma, uzun süre çalışma, yetersiz dinlenme ve benzeri çeşitli psikososyal iş şartları) birarada olması ile meslek hastalıkları arasındaki ilişki doğru biçimde değerlendirilirse, bu sorunların azaltılabileceği düşünülmektedir. Son zamanlarda, bu alanda sonuç veren araştırmalar yapmak için, hem belirtilerin hem de nesnel bulguların bir arada araştırılması gerektiği düşüncesi oldukça kabul görmektedir. Yakın dönemde yapılan araştırmalar; çalışma koşulları, iş stresi ve işten kaynaklanan kas-iskelet sistemi hastalıkları (İKKİSH) arasında ilişki olabileceğini göstermektedir. Bu çalışmalar strese karşı ortaya çıkan fizyolojik, psikolojik ve davranışsal reaksiyonların İKKİSH’nı dolaylı ve dolaysız olarak etkilediğini düşündürmektedir. İKKİSH’nın nedenlerini araştırırken; fiziksel ergonomik şartlarla, psikososyal etkenleri aynı anda İletişim 2002/14 L. Doğan TILIÇ, Selçuk CANDANSAYAR, Behçet COŞAR, Gülçin KARATAŞ 138 değerlendirmenin daha doğru sonuçlar vereceği bilinmektedir (Carayon ve diğerleri, 1992). III- DERİNLEMESİNE MÜLAKAT VE ANKET BULGULARI Haber kameramanlarının belirli bir çalışma düzenleri yoktur. Onlardan, toplumsal olaylar başta olmak üzere, haber bültenlerine konu olabilecek türlü olay ve durumda en iyi görüntüyü çekmeleri beklenmektedir. Hemen hiç biri sendikalı değildir ve iş güvenceleri yoktur. Çalışma saatlerini, yer ve koşullarını “haber değeri” taşıyabilecek durumlar belirlemektedir. Pilot çalışma olarak yapılan ilk derinlemesine mülakatların ortaya koyduğu bu durum, haber kameramanlarının çalışma koşullarının, onlarda meslekten kaynaklanabilecek fiziksel ve ruhsal sorunlara yol açabileceğini düşündürmüş ve araştırma bu durumun saptanması için planlanmıştır. Araştırmaya 44 erkek haber kameramanı alındı. Ortalama yaşları 29.9 (±5.1); %54.5’i (24 kişi) evli, %45.5’i (20 kişi) bekar; %52.3’ü (23 kişi) lise mezunu, %47.7’si (21 kişi) yüksek okul mezunuydu. Ortalama aylık gelirleri 526 milyon (±217) Türk Lirasıydı.1 Kameramanların % 87.5’i (38 kişi) sigara, %72’si (32 kişi) bağımlılık düzeyinde olmasa da alkol kullanıyordu. Meslekteki toplam çalışma süreleri ise ortalama 8.1 (±3.8) yıldı. Çalışılan süre içinde ortalama kurum değiştirme sayıları 2.9 (±1.8)’di. Çalışmaya alınanların ortalama günlük çalışma süreleri 11.0 (±1.3) saatti. Bu herhangi bir meslekten çok daha sık işyeri değiştirme oranına ve çok daha uzun iş gününe sahip olunduğu anlamına geliyor. Son bir ayda ortalama 27.5 (±2.0) gün çekim yaptıkları ve 16 kişinin son bir ay içinde çekim yapmadığı gün olmadığı dikkate alınırsa, hafta sonu tatillerinin bile kullanılamadığı görülmekte. Son bir ay içinde ortalama 5.9 (±3.6) gün iş nedeniyle evlerine gidememişlerdi. Kameramanların %88.6’sı (39 kişi) mesleklerini yaparken fiziksel şiddete maruz kaldıklarını, %56.8’i (25 kişi) ise meslek kazası geçirdiklerini belirtmişlerdi. %2.3’ünün (1 kişi) çalışma sırasında tanı konmuş bir fiziksel hastalığı varken hiç birinde tanı konmuş ruhsal bozukluk 1 Yaklaşık 478 Amerikan Doları. İletişim 2002/14 Türkiye’de Haber Kameramanlığı: Çalışma Koşulları ve Meslekten Kaynaklanan Ruhsal...... 139 yoktu. Son altı ay içinde, araştırmaya alınan kameramanların %50’si (22 kişi) herhangi bir nedenle hekime başvurmuştu (Tablo 1). Tablo 1: Kameramanların kişisel-demografik özellikleri Yaş Medeni durum Eğitim durumu Ortalama gelir (TL/ay) Meslekte geçirilen süre (yıl) Ortalama kurum değişikliği Ortalama günlük çalışma süresi (saat) Son bir ayda çekim yapılan ortalama gün sayısı Son bir ayda evinden ayrı kaldığı ortalama gün sayısı Meslek sırasında şiddete maruz kalma % Meslek kazası geçirenler % Fiziksel hastalığı olanlar % Sigara kullanımı (%) Alkol kullanımı (%) 29.9 ± 5.1 Bekar 20 ( % 45.5) Lise 23 (% 52.3) 526±217 8.1±3.8 Evli 24 ( % 54.5) Yüksek okul 21 ( % 47.7) 2.9± 1.8 11.0±1.3 27.5±2.0 0 (16 kişi) 5.9±3.6 39 (% 88.6) 25 (% 56.8) 1 (% 2.3) 38 (% 87.5) 32 (% 72) Türkiye’de haber kameramanlarının sorunlarının 1990’da radyotelevizyon yayıncılığı alanında devlet tekelinin fiilen delinmesiyle başladığı söylenebilir. O tarihe kadar, haber kameramanları denilince yalnızca TRT kameramanları anlaşılmakta, onlar da bir kamu görevlisinin sahip olduğu sosyal güvenceyle ve kamu görevlileri için belirlenmiş iş koşullarında İletişim 2002/14 140 L. Doğan TILIÇ, Selçuk CANDANSAYAR, Behçet COŞAR, Gülçin KARATAŞ çalışmakta idiler. 1990 yılında TRT tekelinin İnterStar tarafından fiilen delinmesi ve sonraki birkaç yıl içinde çok sayıda özel televizyon kanalının kurulması, bir “haber kameramanı” patlamasına da yol açmıştır. Bu durum, şimdilerde kameramanların da şikayet ettikleri gibi, mesleki bilinç ve eğitimden yoksun, kameramanlığı düğün salonlarında öğrenmiş kişilerin sektöre girmesine yol açmıştır. Arkasında belli bir gazetecilik geleneği olmadan sektöre giren bu insanlar haber kameramanlarının imajının bozulmasında da en büyük etken olmuşlardır. Bu dönemde usta-çırak ilişkisi de bozulmuş, düğün salonlarından haber kameramanlığına lümpen ilişkiler taşınabilmiştir. Sonuçta, arkalarında bir yazılı basın geleneği bulunan muhabirler birlikte televizyonculuk macerasına atıldıkları bu iş arkadaşlarını benimsemede, başka bir deyişle önemsemede zorlanmış, kameramanlar da muhabirler tarafından “aşağılandıklarını” hissetmeye başlamışlardır. Dışardan bakıldığında; kameramanların yol yordam bilmeyen, itip kakan kişiler olduğu izlenimi doğarken, kameramanlar arasında da ikinci sınıf ve kaale alınmayan insanlar olarak görüldükleri duygusu güçlenmeye başlamıştır. Ancak, 90’lı yılların sonlarına doğru haber kameramanları da arkalarında bir deneyim ve gelenek biriktirmiş ve mesleki örgütlenmelere giderek bir meslek bilinci oluşturmaya başlamışlardır. Bu durum bir yandan “kendi için sınıf” gibi davranmanın ip uçlarını verirken, bir yandan özeleştiri yapabilmeyi öte yandan da iş koşullarına ve iş arkadaşlarına (muhabirlere) karşı eleştirel davranışları ortaya çıkarmaya başlamıştır. 13 yıldır görüntü peşinde koşan bir kameramanın şu sözleri yaşanan süreci ve gelinen noktayı özetler nitelikte: “Özel kanalların açılması ile birlikte doğan kameraman boşluğunu düğün salonlarından gelme insanlar doldurdu. Bu arkadaşlar doğru dürüst asistanlık yapmadan, işin terbiyesini almadan habere çıkmaya başladılar. Sonuçta, herkesi itip kakarak öne geçmeye çalışan, ölmüş bir insanın üstünü açıp görüntü almaya çalışanlar görüldü. Ancak, artık bunlar aşılıyor. Düğün salonlarından gelenlerimiz de mesleğe uyum sağlamaya başladılar”. İletişim 2002/14 Türkiye’de Haber Kameramanlığı: Çalışma Koşulları ve Meslekten Kaynaklanan Ruhsal...... 141 “Ölmüş bir insanın üstünü açıp görüntü alma” ifadesi, etik dışı davranışlardan söz edilirken birçok kameraman tarafından kullanıldı. Bazı kameramanlar bu çerçevede özeleştiriyi öne çıkarken, önemli bir kısmı da bu tür görüntülerin kendilerinden istendiğini, şeflerin “Bizde neden yok” diye kendilerini bu tür görüntüleri çekmeye zorladığını ileri sürüyorlar. Kameramanlar, bugün asıl olarak, haber üretim sürecindeki yer ve önemlerinin idrak edilmemesi, habere gittikleri muhabir arkadaşları tarafından adeta sürecin dışında birileriymiş gibi görülmekten rahatsızdırlar. Bu rahatsızlık o düzeydedir ki, aynı kurumda beraber habere çıktığı muhabirden çok daha iyi ilişkilerin rakip kurumun kameramanlarıyla kurulmasına yol açmaktadır. Kameramanların habere birlikte çıkıp birlikte haber ürettikleri muhabirlere yabancılaştıkları gözlenmektedir. 33 yaşındaki kameramanın mülakat sırasında söyledikleri bu durumu açıkça ortaya koyuyor: “Televizyon muhabiri yok. Çoğu gazeteden geliyor. Ne istediğini bilmiyor ve seni yönlendirmiyor. Kameramanı işe yaramaz, ikincil bir adam, bir teknisyen gibi görüyor. Oysa televizyon görüntü demek. Görüntüyü ben çekiyorum ama adam yerine konmuyorum. Bu üzerimizde psikolojik bir etki yapıyor. Haberde kameraman geri planda kalıyor, muhabir, yazar öne çıkıyor. Ama olayda, çatışmada öne çıkan, hedef olan hep biziz.” Bir başka kameraman muhabir arkadaşıyla habere gidişlerini şöyle anlatıyor: “Muhabirler haberi, haberin üretimini bizle paylaşmıyorlar. Odaya dalıp, ‘Hadi gel, gidiyoruz’ diyor bana. Yahu, nereye gidiyoruz? Niye gidiyoruz? Bunları söyleyen yok. Üstelesen, ‘Boş ver, gel’ diyor. Triportıra uzanıyorsun… ‘Gerek yok, alma’ diyor. Kardeşim neden gerek yok? Bırak da buna bari ben karar vereyim!” Bugün medya sektöründe yaşanan daralma ve işten çıkarmalar, kameramanlar için de ciddi bir stres kaynağı. Çok sayıda kameraman işini yitirmiş durumda. Kameramanlar işten çıkarma ve işe almalarda mesleki nitelik ve beceriden çok, kamera bölüm şeflerine bağlılığın/sadakatin ve onlarla iyi geçinmenin belirleyici oluşundan yakınıyorlar. İletişim 2002/14 142 L. Doğan TILIÇ, Selçuk CANDANSAYAR, Behçet COŞAR, Gülçin KARATAŞ “Kurumun tek ödüllü kameramanı işten atıldı. Neden? İtiraz ediyor, yalaka değil. Depremde göçük altında kalmış, kaburga kemikleri kırık halde iki hafta çalışmış. Teşekkür bile yok. Sonra hasta oluyorsun, şef ‘Ben mi sana hasta ol dedim’ diyor. Başbakanlığın canavar muhabiri iki gün ayakta durunca hasta olup beş gün yatıyor. Biz yatamıyoruz. Kendi dayanışmamızı yapıp, hasta arkadaşı idare ediyoruz.” Kameramanlar, iş güvenliği açısından da muhabirleri kendilerine göre çok daha şanslı sayıyorlar. Haber kaynakları ile muhabirler arasında yakınlıklar doğduğunu, bu yakınlıkların zaman zaman muhabire yararlar sağladığını, hatta kurum içinde daha sağlam durmasını getirdiğini ileri sürüyorlar. Bu noktada, etik bir eleştiriden çok, benzer ilişki olanaklarından yoksun olmaktan kaynaklanan bir yakınma hissediliyor: “Kameramansan kimsenin adamı olamıyorsun. Muhabirde olduğu gibi seni koruyan bir haber kaynağın yok”. Haber izlerken, özellikle toplumsal olaylarda açık hedef haline gelmek kameramanların en fazla yakındıkları sorun oluyor. Hedef olma durumunda son yıllarda bir artış gözleniyor. Bunu, genel olarak kitlelerin medyayı kendilerine karşı bir güç gibi hissetmeye başlamasına bağlıyorlar. İşte 16 yıllık bir kameramanın söyledikleri: “Üzerimizde 11 kiloluk kamera bir olayı izliyoruz. Bazen diğer eşyalarla yükümüz 25 kiloya kadar çıkıyor. Görüntü alırken arkandan tamamen savunmasızsınız. İnsanlar genel olarak medyaya kızıyorlar ama hınçlarını kameramandan çıkarıyorlar. İnsanlar depremde, yangında bile ‘çekme’ diye bağırıp sana saldırıyor. En son yaşadığım bir olayda, F-tipi protestosunda polisler sürekli copladı. Yeni polisler çok fena dövüyor. Kendini suçlu hissediyor ve sizi saf dışı bırakmak istiyor. 12 Aralık’taki olayda polis set kurmuş, göstericiler önünde biz arkadayız. Polisler üzerimize akın etti. Kamerayı omuzuma aldım. Cop darbesi alıp düştüm. Kalkıp kamerayı yine omuzuma aldım. Hala coplar iniyor üstüme. Sonra, şefleri geldi; ‘Kamerayı saklamışsın, kameraman olduğunu görmemişler’ diyor. Evet, kameramı sakınıyorum ama koca kamerayı nasıl saklarım yahu”. İletişim 2002/14 Türkiye’de Haber Kameramanlığı: Çalışma Koşulları ve Meslekten Kaynaklanan Ruhsal...... 143 Kameranın son derece pahalı bir aygıt olduğunu, bunun bazen çok az bir maaşla çalışan kameramanlara zimmetlendiğini, sonuçta da kameramanda ciddi bir strese yol açtığını belirtmiştik. Şimdi, bu durumu ve kameraman – kamera ilişkisini dolgunca maaşlı bir kameramanın ağzından dinleyelim: “Kamera çok pahalı. Benimki 55 bin Mark. Maaşım 1200 Mark. Gözüm gibi bakıyorum. Aslında kameraya birşey olsa da her ay maaşımın yarısını kesseler, benim için iyi; 5 sene iş garantisi demek. Kamera benin çocuğum gibi. Aramızda duygusal bir bağ var. Uçakta kucağımda, arabada kucağıma. Çocuğumu o kadar oturtmamışımdır kucağıma. RP Kongresinde biri bana tokat attı. Kendimi koruma refleksiyle değil, kapalı kamerayı açma refleksiyle hareket ettim. Benim için önemli olan kendimi korumak değil, kamerayı korumak ve görüntüyü kaydetmek önemli.” Genel bir değerlendirme yapılacak olursa, kameramanların anlatımlarından birinci sorunlarının iş güvenliği olduğu çıkmaktadır. Ücret dağılımı adaletsizliği ikinci önemli yakınma konusudur. Burada hem kurumlar arası ücret farklılıklarından; A kanalında aynı işi yapan kameramanla B kanalında aynı işi yapan kameramanın maaşları arasında 5 kat fark olmasından, hem de muhabirle kameraman arasındaki ücret farklılığından yakınılmaktadır. Üzerlerinde taşıdıkları ağırlık ve kendilerine zaman ayıramamaktan kaynaklanan sağlık sorunları, kameramanların şikayet sıralamasında üçüncü sıradadır. Toplumsal olaylarda bir tür öfke ve saldırı paratoneri haline gelmek bir diğer şikayet konusu. Beşinci sırada ise mesleki eğitim eksikliğinden yakınılmaktadır. IV- TIBBİ TEST VE MUAYENE BULGULARI Araştırmaya katılan kameramanların Zung Depresyon Ölçeği, Kısa Semptom Envanteri ve Yakın Zaman Yaşam Olayları testlerinden aldıkları puanlar Tablo 2’de gösterilmiştir. Psikolojik değerlendirmelerin yapıldığı testler, Zung Depresyon Ölçeğine göre, kameramanların %32.6’ sının (14 kişi) çalışmanın yapıldığı sırada depresyonda olduklarına işaret ediyor. Son iki yıl içinde yaşadıkları stres verici yaşam olaylarının ortalaması ise 10.9 İletişim 2002/14 L. Doğan TILIÇ, Selçuk CANDANSAYAR, Behçet COŞAR, Gülçin KARATAŞ 144 (±5.4)’dur. Normal popülasyonda bu ortalamanın 2-3 olduğu göz önüne alınınca, kameramanların stres verici olaylarla ne kadar sık karşılaştıkları çok daha iyi anlaşılacaktır. Tablo 2: Kameramanların psikiyatrik ölçeklerden aldıkları puanlar Psikiyatrik Değerlendirmeler mean±SD Median (min-max) BAS 0.7±0.4 0.74 (0.03-2.22) BDS 24.3±11.7 24.5 (2-53) BSI 1.4±0.3 1.4 (1-23) Zung D. Ö. 35±8.5 36 (1-48) YZYO 10.9±5.4 11 (1-23) Tablo 3 araştırma konusu kameramanların fizik tedavi muayene bulgularını içermektedir. Tablodan da görüldüğü gibi, kameramanların %77.3’ü (34 kişi) boyun, omuz, sırt ya da bel ağrısından yakınmaktadır. Klinik muayene bulgularına göre, %45.5’inde (20 kişi) skapula (köprücük kemiği) ile omuz arasında asimetri ya da skolyoz (omurga eğriliği) vardır. Muayenede kameramanların %43.2’sinde (19 kişi) infraspinatus ya da supraspinatus (omuz hareketini sağlayan kalar) kas atrofisi saptanmıştır. Ancak yapılan testler, yalnızca bir kişide bu atrofinin omuz hareketlerini engelleyecek düzeyde olduğunu göstermiştir. Hiç bir kameramanda hareket kısıtlılığı saptanmamıştır. Neer testi %31.8’inde pozitif bulunmuş ve %22.7’sinde (10 kişi) bicipital tendinitis (pazu kası tendonunda iltihap), %56.8’inde ise en az bir tetik noktası saptanmıştır. Tablo 3: Ağrı ve fizik muayene bulguları Positif İletişim 2002/14 Negatif Türkiye’de Haber Kameramanlığı: Çalışma Koşulları ve Meslekten Kaynaklanan Ruhsal...... (%) (%) Ağrı (boyun, omuz, sırt, bel) 77.3 22.7 Supraspinatus ve/ya da infraspinatus atrofisi 43.2 56.8 Skolyoz ya da postüral asimetri 45.5 54.5 Impingement 31.8 68.2 Bicipital tendonitis 22.7 77.3 Tetik noktası bulunması 56.8 43.2 145 Fizik tedavi muayene bulgularıyla depresyon arasındaki ilişki Tablo 4’te gösterilmiştir. Depresyon olan grup ile olmayanlar arasında fizik tedavi muayene bulguları açısından fark bulunmamıştır. Tablo 4: Depresyon varlığı ile Fizik Tedavi Muayene Bulgularının Dağılımı (n=43) Depresyon Impingement (%) ağrı (bel dışında) (%) Tetik noktası varlığı (%) Negatif 34.6 80.8 66.7 Positif 29.4 76.5 47.1 Toplam 32.6 79.1 58.5 p>0.05 p>0.05 p>0.05 Tablo 5’de fizik muayene bulguları ile KSE ve YZYOL puanları arasındaki ilişki gösterilmiştir. Fizik muayenedeki pozitif bulgular ile KSE ve YZYOL puanları arasında istatistik olarak anlamlı bir ilişki bulunmamıştır. İletişim 2002/14 146 L. Doğan TILIÇ, Selçuk CANDANSAYAR, Behçet COŞAR, Gülçin KARATAŞ Tablo 5: Fizik muayene bulguları ile psikiyatrik ölçek puanları arasındaki ilişki Tetik Noktası Ağrı BAS BDS BSI Negatif 0.8± 0.5 26.1± 12.8 1.5 ±0.4 10.0± 5.4 Pozitif 0.6± 0.4 23.0± 11.4 1.4± 0.3 12.0± 5.5 p>0.05 p>0.05 p>0.05 Negatif 0.7± 0.4 23.9± 10.2 1.6± 0.4 9.9± 5.4 Pozitif 0.7± 0.5 24.4± 12.2 1.4± 0.3 11.2± 5.5 p>0.05 p>0.05 p>0.05 p>0.05 p>0.05 YZYO İmpingment Negatif Pozitif İncelenen kameramanlardan muayenede tetik noktası bulunma durumu ve anamnezlerinde (eklemlerinde) boyun, sırt, bel ve omuz bölgelerinden en az birinde ağrı olması ile Kısa Semptom Envanteri, Zung Depresyon Ölçeği ve Yakın Zaman Yaşam Olayları Ölçeklerinden alınan puanlar arasındaki ilişkiye bakılmış, bu değişkenler arasında istatistiki olarak anlamlı bir ilişki saptanmamıştır. Depresyonu etkileyebilecek; eğitim, medeni durum, kameramanlık mesleğinde geçirilen süre, aylık kazanç, meslek kazası geçirme ve muayenede saptanan tetik sayısı gibi faktörler lojistik regresyon analizi ile incelenmiştir (Tablo 6). Kameramanlık mesleğinde geçirilen süre ve muayenede saptanan tetik sayısı sürekli değişken ve diğerleri ikili değişken olarak modele dahil edilmiştir. Buna göre, aylık kazancın 350 milyon Türk Lirasının üzerinde olması ve meslek kazası geçirmiş olmak depresyon için risk faktörleri olarak saptanmıştır. Aylık kazancı 350 milyon Türk Lirasının üzerinde olanlarda olmayanlara göre depresyon 15.16 kat daha fazla saptanmıştır (1.16-196.68). Meslek kazası geçirenlerde de, geçirmeyenlere göre depresyon 9.43 kat daha fazla saptanmıştır (1.27-70.16). İletişim 2002/14 147 Türkiye’de Haber Kameramanlığı: Çalışma Koşulları ve Meslekten Kaynaklanan Ruhsal...... Tablo 6: İncelenen Kameramanlardan Depresyon Durumunu Etkileyen Faktörlerin Lojistik Regresyon Analizi ile İncelenmesi Constant = -3.0744 Beta OR %95 CI P 0.04-1.48 NS 0.12-8.64 NS Eğitim Lise 1.00 -1.4280 0.24 Medeni Durum Evli 1.00 Bekar .0176 1.02 Aylık Kazanç 350 milyon 1.00 350 milyon 2.7190 15.16 1.16-196.68 0.0376 Kameramanlık mesleğindeki süre (yıl) 0.0215 1.02 0.82-1.28 NS Meslek kazası Geçirmemiş 1.00 Geçirmiş 2.2444 9.43 1.27-70.16 0.0283 Tetik sayısı -0.2641 0.77 0.48-1.22 NS (NS = İstatistiksel olarak anlamlı değil) V- SONUÇ VE ÖNERİLER Bu çalışmada elde edilen bulgular kameramanların oldukça ağır koşullar altında çalıştıklarını göstermektedirler. Ortalama günlük çalışma süreleri 11 saatin üzerindedir. Bu süre 6 iş günü üzerinden hesaplandığında haftada 66 saati geçmektedir. Düzenli ve yeterli dinlenme olanakları ve zamanları yoktur. Son bir ay içinde hiç çekim yapmadıkları gün sayısının ortalama 2.5 gün olduğu dikkate alınırsa haftalık çalışma sürelerinin 70 saati aştığı tahmin edilebilir. Bu çalışma süresi ILO tarafından haftada 40 saat olarak belirlenmiş olan süresinin çok üzerindedir. Kameramanların çalışma süreleri uzun ve belirsiz olmasına karşın ücretleri sabittir, yani fazla mesai İletişim 2002/14 148 L. Doğan TILIÇ, Selçuk CANDANSAYAR, Behçet COŞAR, Gülçin KARATAŞ ücreti almamaktadırlar. Bu şartlarda ortalama aylık gelirleri olan 526 milyon Türk Lirasının (yaklaşık 478 $)2 ne kadar düşük olduğu açıktır. Haftalık çalışma süresi 40 saat olan bir asgari ücretlinin geliri saat başına yaklaşık 864.000 Türk Lirasına (yaklaşık 0.8 $) gelmektedir. Kameramanların haftalık çalışma sürelerini 70 saat olarak kabul edersek saat başına ücretleri 1.8 milyon Türk Lirası (yaklaşık 1.6 $) olmaktadır. Oysa, Batı’da vasıfsız bir işçinin saat ücreti 5 $ civarındadır. Çalışma sırasında, kameramanların %88.6’sının fiziksel şiddete maruz kaldığı ve %56.8’inin de mesleğini yaparken kaza geçirdikleri göz önüne alındığında çalışma koşullarının ne denli ağır olduğu ortaya çıkmaktadır. Çalışma koşullarının ağırlığını gösteren bir diğer bulgu da kameramanlar arasında sigara ve alkol tüketiminin normal popülasyondan daha yüksek çıkmasıdır. Türkiye’de erişkin nüfusta sigara kullanım oranının %62.8, alkol kullanım oranının ise % 30 olduğu bilinmektedir (Candasayar ve diğerleri, 1996). Aynı şekilde evlilik oranının da ülke ortalamasının çok altında bulunması çalışma koşullarının ağırlığının evliliği sürdürmeyi zorlaştırdığı şeklinde yorumlanabilir. Mülakatlar, kameramanların en yakın iş arkadaşları olan muhabirlerle ilişkilerinin de son derece sıkıntılı olduğunu göstermektedir. Kuşkusuz, bir anlamda sürekli gerilim ortamı olarak tanımlanabilecek bu durum da yaşanan psikiyatrik sorunların bir nedeni olarak görülebilir. Araştırmaya katılan kameramanlardan %32.6’sında depresyon saptanmıştır. Bu oran normal popülasyonda aynı yaş grubundaki erkeklerde görülen depresyon oranının (% 5-12) çok üstündedir (APA, 1994). Daha önce müzisyenler arasında yapılan bir çalışmada depresyon sıklığı %12.2 olarak bulunmuştur (Önder ve diğerleri, 2000). Araştırma örnekleminde saptanan depresyon oranının normal popülasyondan ve farklı bir meslek grubunda görülenden çok daha yüksek bulunması kameramanlık mesleğinin çalışma koşullarının depresyon için bir risk faktörü olarak değerlendirilebileceğini düşündürmektedir. 2 2001 Şubat krizi sonrası ücretler o zamanki dolar değerinin çok altına düştü. Hatta TL olarak alınan paraların aşağıya çekildiği ya da maaşların ödenmediği durumlar gözlenmeye başlandı. İletişim 2002/14 Türkiye’de Haber Kameramanlığı: Çalışma Koşulları ve Meslekten Kaynaklanan Ruhsal...... 149 Kameramanların yaşadıkları ortalama stres verici yaşam olayı sayısının 10’dan çok olduğu görülmüştür. Gerilim baş ağrısı ve migren hastaları üzerinde yapılan bir çalışmada, ortalama stres verici yaşam olayı sayısı gerilim baş ağrısı olanlar için 4.3, migren hastaları için 2.8 ve kontrol grubu için de 3.93 olarak saptanmıştır (Coşar ve diğerleri, 1993). Kameramanların bu değerlerin çok üzerinde stres verici yaşam olayı geçirmiş olması çalışma koşullarıyla ilişkili olsa gerektir. Fizik muayenler kameramanlarda boyun, omuz, sırt ve bel ağrılarının oldukça sık görüldüğünü ortaya koymuştur. Skolyoz, omuz postürünün asimetrik olması ve supraspinatus ve infraspinatus atrofisinin yüksek oranda saptanması kameramanların uzun çalışma süreleri boyunca omuz kamerasının yol açtığı yapısal bir hasara işaret etmektedir. Kameramanların %31.8’inde impingment bulgusu ve %56.8’inde muayenede en az bir tetik noktasının bulunması çalışma koşullarının özellikle boyun, omuz ve sırt bölgesinde fiziksel sorunlara yol açmış olabileceğini göstermektedir. Üst ekstremite kas-iskelet sistemi bozukluklarıyla çalışma koşulları arasında nedensel ilişki olabileceğini gösteren çok sayıda başka çalışma ve yayın vardır. Özellikle kas atrofisinin kameranın çekim sırasında tutulduğu omuz tarafında olması 11 kg’lık bir yükün uzun süre taşınmasıyla ilgili gibi görünmektedir. Fizik muayenede elde edilen objektif bozukluklarla psikolojik ölçekler arasında ilişki saptanmaması, fiziksel sorunların kameranın ağırlığı, yapısı ve çalışma koşullarından kaynaklandığını düşündürmektedir. Bununla birlikte başta depresyon olmak üzere psikososyal sorunların da araştırma örnekleminde sık olması, haber kameramanlarının hem fiziksel sorunlara yol açan hem de psikososyal sorunların sık yaşandığı, riskli bir meslek grubu olarak değerlendirilmesinin gerekliliğini göstermektedir. Kameramanlar arasında yüksek oranda görülen depresyonu etkileyecek risk faktörleri lojistik regresyon analizi ile araştırıldığında meslek kazası geçirmiş olma ve ayda 350 milyon TL’den fazla kazanma durumlarının depresyon için risk etmeni olarak ortaya çıktığı saptanmıştır. Gelir arttıkça depresyon riskinin artması ilk bakışta çelişkili gibi İletişim 2002/14 150 L. Doğan TILIÇ, Selçuk CANDANSAYAR, Behçet COŞAR, Gülçin KARATAŞ görünmektedir. Ancak daha yüksek ücret alabilecek pazarlık koşullarına sahip olanların çalışma koşullarının ağırlığını daha çok fark eden ama yine de çalışmak zorunda kalanlar olduğu düşünülebilir. Meslekte iş güvencesi ve sendikanın olmaması, çalışanları çaresiz bırakmaktadır. Bir yandan çalışma koşullarının ağırlığı hissederken bir yandan da çalışmak zorunda olmanın yarattığı çatışma depresyona yol açıyor olabilir. Depresyon için diğer risk faktörünün meslek kazası geçirmek olması da bu varsayımı desteklemektedir. Kameramanlarla yapılan derinlemesine mülakatlarda, mesleki doyumlarının çok düşük olduğu görülmüştür. Televizyon için üretilen haberin en önemli unsuru görüntü olmasına ve görüntüyü de kameramanlar sağlamasına karşın haberin oluşum sürecinin büyük ölçüde dışında kalmaktadırlar. Televizyon haberleri çok sayıda kişinin görev aldığı bir süreç sonucu hazırlanırken, kameramanlar görüntüyü getirip bırakmak dışında sürece dahil edilmemelerinden yakınmaktadırlar. Bu tür ortak ürün olan habere karşı bir tür yabacılaşmaya, ekip/takım kavramına yönelik de bir tür inançsızlığa yol açmaktadır. Bu arada çok sık iş ve kurum değiştiriyor olmak, kameramanlarda kurumsal kimlik duygusunu da zayıflatmakta ya da böyle bir kimliğin oluşmasına fırsat vermemektedir. Bu yüzden olsa gerek, rakip kurumlarda çalışan kameramanlarla, her an birlikte oldukları muhabir arkadaşlarıyla olduğundan daha yakın ilişkiler kurabilmektedirler. Ne yazık ki, iletişim alanındaki uluslararası trendler kameramanların iş güvenliğini çok daha tehdit edici nitelikte. Multi-medyaya doğru gidilirken, gelişen iletişim teknolojileri de medyanın artık daha az gazeteci istihdam ederek çalışacağını gösteriyor. Daha 90’lı yılların ortalarına kadar Batılı televizyon kanalları bir olaya ses teknisyeni, kamera asistanı, kameraman ve muhabirden oluşan dört kişilik ekipler gönderirken, bugün aynı iş digital kameralar aracılığıyla ve tek kişi tarafından yapılabilmekte. Üstelik artık bu kişinin haberi her yönüyle yayına hazır hale getirmesi de bekleniyor. Bu olaya gönderilen dört kişilik ekip dışında montajcı ve editör gibi kadroların da aynı iş için rekabet edeceği anlamına geliyor. Bu durumda, çok sayıda insan işsiz kalırken bu işerin hepsini birden en iyi yapan “yetenekliler” iş bulabilecekler (Tılıç, 2001: 219-28) İletişim 2002/14 Türkiye’de Haber Kameramanlığı: Çalışma Koşulları ve Meslekten Kaynaklanan Ruhsal...... 151 Kameramanların, şimdiden kendilerini yarının daha sert geçecek olan rekabet ortamına hazırlamaları, donanımlarını güçlendirmeleri gerekiyor. Kuşkusuz, yarına hazırlanırken bugünün sorunlarını da göz ardı etmemek gerekiyor. Güçlü bir gazetecilik örgütlenmesine sahip olmak, bütün medya çalışanları gibi, kameramanlar için de bir zorunluluk olarak görülüyor. Kameramanların anlatımından çıkan, kameraman – muhabir ilişkileri sorunu aslında yalnızca Türkiye’ye özgü bir durum değil. ABD’de gazetecilik örgütleri bu sorunu aşmak doğrultusunda belli çabalar sarfettiler. Önerilen çözümler arasında, muhabirlerin kameramanların fazla yüklerini taşımaya yardımcı olmaları, zaman zaman muhabir ve kameramanların rollerini değişerek bir olaya birbirlerinin açısından bakmayı denemeleri, montaj ve edit işlemlerine zaman zaman katılmaları, böylece haberin oluşum sürecinin her boyutunu bilerek kamerayı kullanmaları vardı. Bunların hayata geçirildiği yerlerde üretkenliğin ve kalitenin arttığı görüldü. Benzer yöntemlerin Türkiye’de de uygulanmaması için hiç bir neden yok. Kameramanların çok sık saldırılara maruz kaldıkları düşünüldüğünde, ilk yardım kursları almalarının son derece yararlı olacağı söylenebilir. Mesleki eğitim eksikliğinin, beşinci sırada sorun olarak sayılması da mesleki bilgi ve becerileri geliştirici kurslara gereksinim olduğunu gösteriyor. Kameraman dernekleri bu sorunların çözümü için inisiyatif alabilirler. Çalışma bulguları, omuz kamerası kullanımının, haber kameramanlarında özellikle omuz ve boyun bölgesinde belirgin fiziksel bozukluklara yol açabildiğini gösteriyor. Skolyoz ve kas atrofileri fiziksel deformite bulgularıdır. Bu deformitelerin olduğu kişilerde uzun sürede kalıcı sakatlıkların ortaya çıkabileceği öngörülebilir. Yüksek oranda saptanan depresyon, iş güvencesinin olmamasına karşın çalışma koşullarının ağır olmasına bağlanabilir. Bu bulgular gözönüne alındığında haber kameramanlarının öncelikle çalışma koşullarının düzeltilmesinin gerekliliği açıktır. Ortalama günlük çalışma süreleri mutlaka kısaltılarak çağdaş ölçülere getirilmeli, haftada en az iki gün hiç çekim yapmama ve dinlenme haklarının olması gerekmektedir. İletişim 2002/14 L. Doğan TILIÇ, Selçuk CANDANSAYAR, Behçet COŞAR, Gülçin KARATAŞ 152 Haber kameramanları için standart günlük ve haftalık çalışma saatleri belirlenmeli ve olağandışı durumlarda daha çok çalışmaları gerektiğinde ek ücret verilmelidir. Özellikle omuz kamerası kullanma süresi kısıtlı tutulmalıdır. Meslekten kaynaklanacak fiziksel ve ruhsal sorunların erken saptanabilmesi için hiç değilse yılda bir tıbbi ve psikiyatrik muayeneleri yaptırılmalıdır. Kaynaklar American Psychiatric Association (2000). Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders. Fourth Edition text revision. Washington DC: American Psychiatric Press. Candansayar, S., R. Köse, N. Çakmak ve M. Keçeci (1996). “The prevalence of smoking and knowledge, behaviours and attitudes about smoking on high school students in Turkey”, Smokefree Europe: Conference on Tobacco or Health. Finnish Centre for Health Education, Helsinki. Carayon, P., M.J. Smith ve M.C. Haims (1992). “Work organization, job stress, and work-related musculoskeletal disorders,” Spine 17(6): 672-7. Coggon, D., K.T. Palmer ve K. Walker-Bone (2000). “Occupation and upper limb disorders,” Occup Med, Oct-Dec., 15(4): 677-93. Coşar, B., S. Candansayar, K. Şahin, Z. Arıkan ve E. Işık (1993). “The role of stressful life events and psychopathology in tension headache and migraine”, J Psych Psychol Psychopharmacol, 1: 147-52. Keyserling, W.M. (2000a). “Workplace risk factors and occupational musculoskeletal disorders. Part 1: A review of biomechanical and psychophysical research on risk factors associated with low-back pain,” Curr Opin Rheumatol, March 12(2): 124-30. Keyserling, W.M. (2000b). “Workplace risk factors and occupational musculoskeletal disorders. Part 2: A review of biomechanical and psychophysical research on risk factors associated with upper extremity disorders,” AIHAJ, Jan-Feb 61(1): 39-50. Macfarlane, G.J., I.M. Hunt, ve A.J. Silman (1999). “Role of mechanical and psychosocial factors in the onset of forearm pain: İletişim 2002/14 Türkiye’de Haber Kameramanlığı: Çalışma Koşulları ve Meslekten Kaynaklanan Ruhsal...... 153 prospective population based study,” Scand J Work Environ Health, December 25 (6): 564-8. Mani, L. ve F. Gerr (2000). “Work-related upper extremity musculoskeletal disorders,” Prim Care, December, 27 (4): 813-30. Nathan, P.A. ve K.D. Meadows (2000). “Neuromusculoskeletal conditions of the upper extremity: are they due to repetitive occupational trauma?” Scand J Work Environ Health, August, 26 (4): 283-91. Neer, C. (1983). “Impingement lesions,” Clin Orthop, 173: 71-77. Önder, M., S. Coşar, M.O. Öztaş, S. Candansayar (2000). “Stress and skin diseases and musicians: Evaluation of the beck depression scale, general psychologic profile (the brief symptom inventory), beck anxiety scale and stressful life events in musicians,” Biomed&Pharmacother 54: 258-62. Punnett, L., L.J. Fine, W.M. Keyserling, G.D. Herrin ve D.B. Chaffin (2000). “Shoulder disorders and postural stress in automobile assembly work,” BMJ, September 16, 321(7262): 676-9. Sorias, S. (1982). An Investigation of Effects of Stressful Life Events in Normal People and Patients. Yayımlanmamış Doktora Tezi. İzmir: Ege Universitesi. Şahin, N. ve A. Durak (1994). “Brief symptom inventory: An adaptation of Turkish young people,” Turkish Journal of Psychology, (31): 44-56. Tılıç, L.D. (2001). 2000’ler Türkiyesi’nde Gazetecilik ve Medyayı Anlamak. İstanbul: Su Yayınları. Viikari-Juntura, E. ve H. Riihimaki (2000). “New avenues in research on musculoskeletal disorders,” AIHAJ, Mar-Apr. 61(2): 231-43. Yassi, A. (1999). “Work-related musculoskeletal disorders,” J Occup Health Psychol, July 4(3): 245-55 Zung, W.W.K. (1965) “A self rating depression scale,” Arch Gen Psychiatry 12: 63-70. İletişim 2002/14 L. Doğan TILIÇ, Selçuk CANDANSAYAR, Behçet COŞAR, Gülçin KARATAŞ 154 Özet Bu makalede oldukça zor şartlar altında çalışan haber kameramanlarının iş yerlerindeki yöneticiler ve diğer muhabirler gibi haber kaynaklarıyla olumlu ilişkiler geliştirememeleri ve toplumsal olaylarda kolay hedef olmaları nedeni ile depresyon ve diğer strese bağlı sağlık sorunlarını yoğun şekilde yaşadıkları yapılan saha çalışmasıyla ortaya konulmuştur. Abstract In this article the accupational health problems of news cameraman are examined. News camareman is usualy an easy target to be a victim in social – political demonstrations. Also, they suffer to develop conducive relationship with news sources. These working conditions are considered to be the main causes of such accupational health problems as depression and other stress related problems. İletişim 2002/14 Neo-Moderni Son Ziyaret : Kubrick’in Eyes Wide Shut’ında Anlatı Yapısı ve Bazı Söylemsel Stratejiler A. Cem GÜZEL* Giriş Bordwell ve Thompson; en basit tanımıyla anlatıyı, zaman ve mekân içerisinde cereyan eden neden-sonuç ilişkisine dayalı olaylar zinciri olarak tanımlarlar (1993; 64-72). Neden-sonuç ilişkisi dışında, gelişigüzel sıralanmış bir olaylar dizisinin bize bir öykü anlattığını söylemek güçtür. Gündelik dilde, anlatı yerine kullandığımız ‘öykü’ sözcüğü çoğunluk farklı bir işlev üstlense de anlatının bir öyküyü barındırması onun bazı somut ‘değişmezlere’sahip olmasına bağlıdır. Başlangıçtan son sahneye değin sıralanan durumların nedensellik, zaman, mekân gibi unsurlar aracılığıyla içerdikleri değişiklikler bir anlatının biçimsel inşasının tamamlanmasını sağlar. 60’lı yılların sonlarına doğru ortaya çıkan ve günümüze gelinceye değin Hollywood’un dişlileri arasında öğütülen (Orr; 1993) Amerikan sinemasının neo-modern yaratıcılarının anlatılarınında yaslandığı temel paradigmanın yani dramatik yapının (Tablo 1) izleyici ve yönetmen açısından en önemli işlevi Branigan’a göre, metnin içerdiği her türlü bilginin, iletinin, temel verinin zihindeki istiflenmesi, ilişkilendirilmesi sürecine refakat etmesidir (1993; 13-17). Tablo –1: Eyes Wide Shut Dramatik Kuruluş Şeması * Yrd. Doç. Dr., Ege Üniversitesi, İletişim Fakültesi Radyo-TV Bölümü, İletişim 2002/14 A. Cem GÜZEL 156 Başlangıç Bölüm I Merkez Bölüm II Son Bölüm III Kuruluş s. 1-45 Çatışma s. 45-135 Çözüm s. 135-180 Plot P. I (Bağlantı noktası I) s. 43-45 Sahne:5a Plot P. II (Bağlantı noktası II) s. 130-135 Sahne:23a Plot, deyimi bir filmde, izleyicinin aktif katılımından önce süregiden ve görsel, işitsel olarak sergilenen her şeyi kapsar. Bir filmin biçiminin ortaya çıkması sırasında plot, film öyküsü açısından bir sürükleyicidir. Bir başka deyişle, plot, sergilediği doğrudan olaylar -yanısıra barındırdığı öykü dünyasının dışındaki nondiegetic unsurlar- aracılığıyla film öyküsünün biçimlenişine katkıda bulunmaktadır. Genelde, bir plotun üstlendiği işlev; izleyiciyi, henüz başlamış bir dizi olayın içerisine çekerek ondaki merak duygusunu uyandırmaktır. Anlatının seyri esnasında film izleyicisinden -plot aracılığıyla- gözünün önünde, perdede sergilenen olayların olası nedenleri ile ilgili olarak spekülasyonlarda bulunması beklenir. Plotla birlikte izleyiciye, açılıştan önceki olayların kimileri ile ilgili anıştırmalarda bulunulur ve izleyici öyküye ilişkin boşlukları -kendi zihninde- doldurarak onu yeniden inşaa sürecine adım atar. İzleyici -yanısıra anlatı karakterleri - film öyküsünün inşaası açısından en can alıcı bilgiyi, plotun sergilediği ve dramatik yapıyı oluşturan en büyük anlamlı birimleri bir arada tutan bağlantı noktaları plot points aracılığıyla edinir (Tablo I). Bağlantı noktaları öykü çizgisi üzerinde bir durumun, olayın aksiyonla sarmalanarak dramatik gelişimin farklı bir doğrultuya taşınmasına aracılık eden birer “kanca” hüviyetindedirler (Field, 1994: 115). Alex’in (Nicole Kidman) sözünü ettiği deniz subayının ilk kez; karısıyla tartıştıktan sonra hastasından gelen telefonla evden ayrılan William’ın (Tom Cruise) İletişim 2002/14 Neo-Moderni Son Ziyaret : Kubrick’in Eyes Wide Shut’ında Anlatı Yapısı ve Bazı Söylemsel ...... 157 zihninde, bindiği taksinin arka koltuğunda otururken ete kemiğe bürünmesi (5a) Eyes Wide Shut’ın öyküsünün kuruluş bölümünün sonunu oluşturur. Film perdesinde, gerek doğrudan sergilenen gerekse izleyicinin çıkarsadığı olaylar birlikte öyküyü oluşturur. İzleyici bir anlatıdaki olaylarla ilgili olarak çoklukla varsayımlarda bulunma, çıkarımlar yapma ihtiyacındadır. İzleyicinin; anlatıya ilişkin olarak, açıkça sergilenen olaylar dışında çıkarımlarda bulunması, kendisine gösterilenin dışındakini ayrımsama doğrultusunda sergilediği performans aynı zamanda öykü ve plot arasındaki sınırın anlaşılabilmesini kolaylaştırır (Tablo 2). Tablo-2: Öykü ve plot kesişimi (Bordwell&Thompson, 67) Öykü Çıkarımsanan olaylar Açıkça gösterilen olaylar Eklenen nondiegetic unsurlar Plot Bir açılış sekansının işlevi ise, daima, izleyicinin anlatıya dahil olması, yanısıra başlayacak olaylar açısından bir zeminin oluşmasını sağlamakdır. Bu değerlendirme, Kubrick’in anlatısının, izleyicinin kolayca ayrımsayabileceği çok spesifik ipuçları aracılığıyla, geleneğe nasıl eklemlendiğini anlamamızı kolaylaştırır. Stanley Kubrick’in Eyes Wide Shut’ı, karısı Alex’in gerçek-fantazi karışımı itiraflarını dinledikden sonra bozguna uğrayan doktor William Harford’ın yaşamından bir kesitin merkez alındığı ancak birden fazla alt metinle takviye edilmiş öyküsünü yine birbirinden farklı geleneksel anlatı gereçleri aracılığıyla inşa etmeyi dener. Özellikle parti sahnesinin ardından gelen sekansla birlikte, izleyicinin William’ın hastahanedeki yaşamını ve Alex’in evdeki yaşantısını tanımasına İletişim 2002/14 158 A. Cem GÜZEL yardımcı olan planlar (Tablo 3), aynı zamanda, Eyes Wide Shut’ın öyküsü için temel malzemeleri oluşturan işaretlerdir. Anlatının başlangıcında, izleyici, Manhattan’lı genç bir çiftin, Doktor Harford, güzel eşi ve küçük kızlarının, dışarıdan mutlu gibi görünen, yaşantılarına tanık olur. Arkadaş partisine gitmeye hazırlanan William ve Alex, evdeki bakıcı kız, William’ın iş hayatı, Alex’in evde kızıyla birliktelikleri gibi özenle seçilmiş malzemeler öykü için gerekli işaretleri sıralamaktadır. Kubrick’in anlatısının plot dizilişi Zigler’in partisinin ardından izleyiciyi birden William ve Alex’in yatak odasına sürükler ve çiftin aralarındaki sohbet bir tartışmaya dönüşür (4b-4c). Bu yeni işaretle birlikte izleyicinin varsayımları yeni bir yön kazanır, olayları farklı bir nedensellik dizisi içine sığdırmaya başlar. Bir başka deyişle, o ana değin izlediği ritmik sekansın ihtiva etmediği çıkarımsal ve tümüyle yeni bir nedensellik peşine düşer. İzleyicinin sahip olduğu öykü bilgisine müdahale etme, onu değiştirme yöntemi, anlatı biçimi açısından televizyon -dizilerde dahil olmak üzere- en yaygın plot geliştirme kalıbıdır. İletişim 2002/14 Neo-Moderni Son Ziyaret : Kubrick’in Eyes Wide Shut’ında Anlatı Yapısı ve Bazı Söylemsel ...... 159 Tablo-3: Eyes Wide Shut Plot Bölümlemesi: (Ayrıntı) Başlangıç jeneriği Başlık 1. Harford’ların dairesi: a. William ve Alex evden ayrılmaya hazırlanırlar. 2. Zigler’in malikânesi: a. Dans pistindeki William ve Alex, Nick Nightingale’i ayrımsarlar. William Nick’le lâflar. b. Alex orada tanıştığı Sandor’la dansederken William kendisini tanıyan iki manken kızlasohbete koyulur. c. William’ı çalışma odasına çağırtan Zigler kokain komasına giren bir genç kızla ilgili olarak onun yardımını ister. Bölüm d. Alex, aşağıda Sandor’u reddederken ona parmağındaki yüzüğü 1 göstermeyi yeğler. 3. William’ın muayenehanesi: a. William’ın işyerindeki rutini b. paralel kurgu: Alex’in evdeki gündelik yaşantısı. 4. Harford’ların dairesi: a. Alex, banyodaki etajerin içindeki kutudan bir poşet esrar alır. b.Yatak odasındaki sohbet kıskançlık ve aldatma konularını eksen alan bir tartışmaya dönüşür. c. Alex, William’a, bir yıl önce gördüğü bir erkekle ilgili fantazisini anlatmaya başlar. Tartışma William’ı bir hastasının evine çağıran telefonun ziliyle sona erer. 5. Taksi : a. Taksinin arka koltuğundaki William’ın zihninde canlandırdığı, Alex’in öyküsündeki denizciyle sevişme sahnesini siyah-beyaz olarak izleriz . 6. William’ın hastasının evi: a. William’ı hastasının kızı Marianne karşılar, ardından çalışma odasındaki yatakta yatan yaşlı hastasını muyene eder. Bölüm b. Marianne ve William sohbete koyulur. Marianne, birden William’a 2 sarılarak onu öper. c. William, Marianne’in nişanlısı ile tanışır. 7. Cadde: a. İşlek bir caddede yürüyen William’ın zihninde canlandırdığı sahneyi tekrar izleriz (sahne 5a). b. William’a çarpıp düşüren gençler. c. William caddede karşısına çıkan bir fahişenin birlikte olma teklifini kabul eder. İletişim 2002/14 A. Cem GÜZEL 160 Öykünün gelişme bölümüyle ilgili olarak aşağıda sıralayabileceğimiz türden enaz iki çıkarımsal olay ile Eyes Wide Shut’ın plot bölümlemesini oluşturan olaylar dizisi arasında dolaylı bir neden-sonuç bağlantısallığı mevcuttur: a. Alex, dışarıdan göründüğünün aksine evliliğinde sorunlar yaşayan, sürekli gergin, zaman zaman kocası üzerinde tehditkâr olabilen bir eştir. b. William, soğukkanlı görünmeye çalışan, evliliği ile ilgili olarak kayıtsız ve kadın cinselliği hakkında gelişigüzel fikirlere sahip bir erkektir(1). Öykü dünyası aracılığıyla serimlenen olayların tümü bir filmin diegetic malzemelerini oluştururlar. Filmin giriş bölümüyle birlikte izlemeye başladığımız aileyi, çocuk bakıcısını, caddeyi, partideki insanları aynı zamanda öykü dünyası aracılığıyla tanırız, yanısıra tüm bunlar perde dışı, gerçek zamanda var olduklarını bildiğimiz ögelerdir. Nedensellik İlkesinin İşleyişi Bir filmin sahnelerinin içerdiği bir dizi olayın neden sonuç ilişkileri doğrultusunda birbirine eklemlenmesi anlatı biçiminin işleyişine ilişkin temel bir prensipdir. Soru-cevap aracılığıyla kurulan bir nedensellik, özellikle izleyicinin merak duygusunu sürekli provake etmeyi amaçlayan popüler televizyon dizilerinin serials devraldığı ve yaygın biçimde kullandığı bir anlatısal araç olarak, gerilim ögesinin başarılı bir biçimde ‘üretilmesi’(2) sürecinde etkin bir rol üstlenir. Bordwel ve Thompson’a göre (1) William’ın ‘fidelio’ parolası ile girdiği şatonun içinde geçen sekans, besteci L. V. Beethoven’ın yegane operası Fidelio’nun metni ile adeta tematik bir ilişki içerisindedir. Kubrick, mutlak bilginin kesinliğine teslim olmak yerine izleyicinin ve karakterlerin çözümsüzlük paydasında buluşarak müdahil olmaya zorlandığı bir bilmece (Orr, 1993) biçiminde inşaa etmeyi denediği Eyes Wide Shut’ın anlatısı boyunca yüzleşmeyi seçtiği kimi argümanları ‘fidelio’ şifresi etrafında ve yarattığı tiplemeler aracılığıyla açığa çıkartır. Kubrick’in kahramanları Alex ve William’ın evliliklerinin vardığı nokta aşkın çok uzağındadır. Bu aşamada, William’a şatoda yardım eden genç kıza eklenen -ve aslında Beethoven’ın operasındaki Florestan karakterinin simgelediği- sadakat, fedakarlık, şefkat gibi özellikler, merak ve gerilim ögelerini oluşturan plot edimlerinin sergilenmesine aracılık ederek sekansı işlevsel kılarken aynı zamanda öykününün daha ileriye taşınmasına yardımcı olan motivasyonu sağlar. (2) Carroll’da, bunun tersi; yani makro ve mikro soru-cevap bağlantısallığının bir araya getirmediği televizyon anlatılarına ait bölümler, ‘ritmik bir biçimsizliğin’ desteklediği sinema filmleriyle aynı duyguya sebebiyet vermektedirler (1988;178-81: 1996;100). İletişim 2002/14 Neo-Moderni Son Ziyaret : Kubrick’in Eyes Wide Shut’ında Anlatı Yapısı ve Bazı Söylemsel ...... 161 de, bütün bir öykü, plotun öncülük ettiği neden-sonuç ilişkilerine bağlı çıkarsamalarla inşaa edilmektedir (1993;69). Nedensellik ilkesinin, izleyicinin, filmin anlattığı olayları algılama sürecini güdümleyen temel bir bağlayıcı unsur işlevini üstlenebilmesi plot aracılığıyla sergilenen ögelerin düzeni ile ilintilidir. Eyes Wide Shut’ın plot aracılığıyla izleyicisine sordurduğu sorular anlatının biçimsel işlerliğini sağlamayı amaçlar, onu tümüyle organize eden taşıyıcı bir iskelet görünümü sunar. Branigan; (1992) filmde sergilenen ögelerin izleyicinin “nedensellik değerlendirmeleri” açısından bir düzen oluşturabilmesi, bir “zihinsel şema” izleyebilmesi için plotun güdümlediği bir takım zorunlu ‘olasılık sıralamalarının’ mevcut olduğundan söz eder: “Salt bir ardışıklık içeren plot ögeleri”, bir filmin başlangıç sekansı gibi, nedensellik ilişkisi açısından daha esnek hattâ ‘keyfi’ bir sıralama izleyebilirler. “Zamandizinsel bir sıralamaya tâbi ögelerin” oluşturacağı bir nedensellik ise öncelikle perde zamanı tarafından güdümlenmektedir. Branigan’ın sıralamasında “kendisinden sonra -ya da daha önce- gelen bir diğerinin sergilenmesi açısından gerekli (yetkili) olan ögeler” olarak tanımlanan nedensellik dizileri için bu yetkesellik durumu, başlıbaşına bir ‘sebebiyet’ içerir (1992; 26). Kubrick’in anlatısı parti sekansından itibaren Alex ve kocası William’ın birbirleri hakkındaki şüphe ve suçlamalarının yanıtlarına ilişkin ipuçlarını izleyicinin algılamasına sunmaktadır. Bu noktada; plotun taşıdığı sahne ve olaylar, Carroll’ın tüm modern ve modern sonrası anlatılara atfen bir ‘temel’ işlevi biçtiği yöntemide kullanarak, soru/cevap bağlantısallığı aracılığıyla arka arkaya eklenip öyküyü inşaa etmeye devam ederler (1988; 171). Gerek Alex’in Hector’la dans pistinde başlayan yakınlaşmaları gerekse de William’ın yanına gelen genç kızlarla giriştiği sohbet, doğrudan öyküye -yani izleyicinin çıkarımlarına- yönelik iki çok iyi inşaa edilmiş olasılık geliştirmeyi hedefler: Alex ve William birbirlerini aldatacaklar mıdır/yoksa aldatmayacaklar mıdır (2b)? Yine, öykü makro-sorularını William’ın yaşadıkları, Alex’in düş dünyası ve Hector’un fizik evreni aracılığıyla oluşturma yolunu seçer. Hector’un çağırdığı İletişim 2002/14 162 A. Cem GÜZEL William’ın, onun çalışma odasında karşılaştığı manzara karşısında sergilediği tavır gerçek sadakâtin izlerini taşımaktadır. “Kendisinden sonra gelen olayların sergilenmesi açısından yeterli ve aynı zamanda doğrudan bir nedenselliği” barındıran bu sahne ise anlatının önerdiği makro ve mikro sorular arasındaki ayırımın da altını çizer (Brannigan; 27). Koltukta, aldığı aşırı dozun etkisiyle kendinden geçmiş ve çırılçıplak uzanan genç bir kız, onun yanıbaşında pantolon askıları dizlerine sarkmış şok içerisindeki yaşlı Hector ve son olarak eski dostu için elinden geleni sonuna kadar yapmaya hazırlanırken hipokrat etiğini muhafaza eden William gibi veriler -öykü bilgileri- arasındaki etkileşim anlatı süresince yanıtlanacak soruları oluştururken, aynı zamanda izleyicinin ‘sonuca ulaşma duygusunu’ güdümlerler.(3) İzleyicinin nedensellik ilişkisini kurabilmesinde karakter geliştirme aşamasının bir anlatısal işlev üstlenebilmesi; yazar, yönetmen, yaratıcı aracılığıyla film kişilerinin davranışlarından becerilerine, psikolojik özelliklerine, yüz, giysi ve tüm dış görünüşlerine yansıyacak farklılıkların eklenmesiyle olasıdır. Hector’un kişiliğinde simgelenen çöküş, şato sahnesinde izleyeceğimiz ayinin tertipleyicilerinden birini teşhis etmemize yardımcı olur. William’ın kendisine gelmesine yardımcı olduğu genç kız ise, onun, sonuç bölümüyle birlikte izini süreceği cinayetin kurbanı olup olmadığı sorusunu zihnimizde canlı tutar. William’ın davranışları, Alex’in kocasına yönelttiği suçlamalar karşısında onu temize çıkarırken, bizzat Alex’in ruh hali, hezeyanları ile ilgili olarak bizi bilgilendirme işlevini üstlenir. William’ı işyerinde bayan hastasını muayene ederken izlediğimiz daha sonraki- sahne (3a) doğrudan bir neden/sonuç ilişkisi kurmak yerine bir önceki uzun sekansın içerdiği ‘yanıt’ı güncelleştirirken tartışma sahnesine de göndermede bulunur. Yine, “sıralanış açısından geleneksel bir uygulamayı çağrıştıran ögeler” (Brannigan; 26), izleyicinin alışkın olduğu türsel, toplumsal sözleşmeler conventions aracılığıyla düzenlenir, bir araya getirilir. Sürekli izleyicinin merak dürtüsünü uyandırmaya yönelik nedensellik sıralamalarını (3) İzleyicinin ‘kestirebileceği’ tek başına overdetermined birer sonuç olma özelliğini taşıyan bu tür sorularla kurulan bir bağlantı Carroll’a göre (1988), nedenselliği oluşturan soruların tümüyle yanıtlanmasının ardından anlatıyı da bir sonuca doğru sürüklemektedir. İletişim 2002/14 Neo-Moderni Son Ziyaret : Kubrick’in Eyes Wide Shut’ında Anlatı Yapısı ve Bazı Söylemsel ...... 163 barındıran bu kalıp, korku filmlerinden bilim kurgu örneklerine, geleneksel anlatı türlerinin tümünde yaygın bir kullanıma sahiptir. Eyes Wide Shut’ın plot dizilişi; çözülme bölümüne doğru öyküyü anlatı olarak işlevsel kılan türsel sözleşmelerin özellikle dedektif filmlerinin thrillers kuruluş şemalarına sadık kalır. Ancak Kubrick, izleyicisinin merak duygusunu anlatının merkezinden itibaren, cinayetin ortaya çıktığı bağlantı noktasından çok önce, provake etmeyi tercih eder. Finaldeki, William ve Hector Ziegler arasındaki tartışma sahnesi ise; ‘dedektif’ ve ‘şüpheli’ rollerini üstlenen anlatı karakterleri ve cinayet motifi aracılığıyla izleyicinin zihnindeki öyküye ait kim, neden, nasıl, niçin gibi soruların yanıtlarının açığa çıkartılmasına yardımcı olur. Dikey bir nedensellik şeması izleyen pek çok türsel sözleşmede plot bu tür bir ilişkinin sergilenmesine aracılık ederken, izleyici daima sonuca effect ‘perdedeki karmaşık sahnelerin içerdiği basit yanıtlar’ aracılığıyla değil kendi çıkarsamalarıyla ulaşma doğrultusunda bir eğilim içerisindedir (Carroll, 1996; 97-8). Hector’un dostu William’a, bütün olan bitenlerin bir oyun olduğunu ve onun her şeyi son üç gün içinde kendi yaşadıklarıyla ilişkilendirdiğini söylediği bu sekans, tasarlama, plânlama ve işleyiş aşamalarına dikkat çekme yönünde bir işlev üstlenirken aslında cinayetin işleniş biçimi ve failleri ile ilgili olarak pek fazla boşluk barındırmaz. Zaman-Mekân Duygularının Yaratılması İzleyicinin öykü zamanını algılaması plotun sergilediği olaylar aracılığıyla gerçekleşir. Plot, olayları zamandizinsel bir sıralama dışında sunabilir. Sadece belirli zaman aralıklarının sergilendiği anlatılarda izleyici bu, sıkıştırılmış zamanın -öykü sürekliliği- içerdiği olayları çıkarsama yoluna gider. Olayları zamandizinsellik dışı bir sıralama ile izlediği bir öyküyü zihninde inşaa eden izleyici -plot aracılığıyla- süreklilik ve sıklık gibi iki zamansal unsura tâbidir. Bir diğer yöntem plotun öyküye ait bir olayı -onu travmatik bir şekilde anımsayan karakterlerden biri aracılığıyla- sürekli sergilemesidir. Eyes Wide Shut’da, anlatının gelişme bölümüyle birlikte, Alex’den dinlediği fantazi-gerçek karışımı öykünün ardından bozguna İletişim 2002/14 164 A. Cem GÜZEL uğrayan Willliam anlatı boyunca karısının öyküsünün geçtiği farklı bir zamana -bir yıl önce ikisinin otelde birlikte geçirdiği yaz tatiline- geri döner. Zamandizinsel aynı zamanda öykü sıralamasının dışında sunulan olaylar izleyicinin bir film seyretme edimi sırasında en yaygın olarak karşılaştığı bir zamansal sıralama biçimidir. Geriye dönüş flashback, plotun, zamandizinsel sıralamanın dışında, bize öykünün herhangi bir bölümünü izlettirdiği, dolayısıyla zamansal sıralamayı oluşturduğu bir araçtır. Bu tür bir sıralama izleyiciyi şaşırtmaz, çünkü izleyici plotun dayattığı zamansal sıralamayı -tıpkı öykü gibi- kendi önsel bilgileri, zihinsel çıkarımları aracılığıyla oluşturabilme, yeniden düzenleyebilme yetisine sahiptir. Eyes Wide Shut’ın çözülme bölümünde izleyici William’ın ortaya çıkardığı, izlerini sürdüğü cinayetin tasarlanış ve işleniş biçimlerinden, faillerinden haberdar olmaz. Plot bu noktada; öykünün dayattığı -ve izleyicinin dedektif filmlerinden aşina olduğu- dikey nedenselliğin dışına çıkarak, onun beklentilerini -güdümlemek yerine- kesintiye uğratırken aslında -yine öykünün zorladığı- bir zamansal sıralamayı korumaktadır. Anlatı formunun egemen olduğu bir filmde zamansal süreklilik olgusunu yaratan bir önemli ayrım, perde sürekliliğidir. Yönetmen, perde sürekliliğini, plot sürekliliği ya da öykü sürekliliği üzerinden ancak ‘dilediğince ve bağımsız’ olarak tasarlama özgürlüğüne sahiptir (Bordwell & Thompson; 71). Örneğin, Eyes Wide Shut için, bir yıla uzanan öykü sürekliliğine ve üç gün üç geceye sığdırılan plot sürekliliğine karşın, tasarlanan perde sürekliliği yaklaşık 180 dakika ile sınırlıdır (bkz. Tablo I). Genelde, bir anlatının plot sürekliliğinin tümü; öykü sürekliliği doğrultusunda seçilmiş, göreceli olarak birbirleriyle uyumlu, belirli zaman dilimlerinden oluşur. Film tekniği -daha somut olarak kurgu- zamansal sürekliliğin oluşturulmasında merkezi bir öneme sahiptir. Plot, içerdiği kısa, yoğun, öykü dünyası ile uyum koşulu göz önünde tutularak seçilmiş aralıklarla öykü zamanına müdahale ederek onu genişletebildiği gibi yine perde sürekliliğini kullanarak onu baskılayabilir. Eyes Wide Shut’ın plotu; izleyicinin, Alex ve William Harford çiftinin yaşantısından alınan üç günlük bir kesitin içerdiği hareketli olaylara tanıklığına aracılık etmektedir. Ancak, yine, plotun taşıdığı öykü malzemesi izleyicinin geriye Alex ve William’ın İletişim 2002/14 Neo-Moderni Son Ziyaret : Kubrick’in Eyes Wide Shut’ında Anlatı Yapısı ve Bazı Söylemsel ...... 165 bir yıl önce birlikte geçirdiği yaz tatiline değin uzanmasına aracılık eder. Kubrick’in kahramanlarından Alex’in ev yaşamı ve William’ın iş yaşamını kıyaslamamıza yardımcı olan, kısa çekimlerin ön planda olduğu bir hızlı kurgu aracılığıyla yaratılan sekans ise -yukarıdaki saptamamız ile bağlantılı olarak- zıt doğrultudaki örneği teşkil eder. Plot aracılığıyla sağlanan bilgi, izleyicinin kendi -biçimselbeklentileri doğrultusunda çıkarımlar yapmasını dolayısıyla onun anlatıya aktif katılımını kolaylaştırır. Frekans ya da sıklık ise plotun, gösterdiği olaylar aracılığıyla anlatının ritmine müdahale ettiği onu güdümlediği bir diğer modeli simgeler. Öykü olaylarından biri için saptanan zaman aralığı, sıklık, izleyiciyi rutin bir olayı tekrar tekrar izlemekten alıkoymaktadır. William’ın eski arkadaşı Nick aracılığıyla müdahil olduğu olaylar Eyes Wide Shut’ın merkezini oluşturur. Anlatı süresince, şatoda William’ın gözünden izlediğimiz olayları tekrar görmeyiz ancak yine William aracılığıyla, sekansın başlangıcında -müzikhôl sahnesi- tüm bu olayların Nick’in New York’a geldikten sonraki rutin deneyiminin bir parçası olduğu konusunda bilgilendiriliriz. William’ın ikinci kez geldiği şatonun kapısından eline tutuşturulan içinde tehditkâr bir mesajın yazılı olduğu mektubla geri döndüğü sahnede, plotun ritmik sıklığı inşaa ederken yararlandığı sınırlama alanını demarcation oluşturan adeta ikâme bir nedenselliği barındırır. Filmsel anlatının işleyiş süreci içerisinde, olaylar belirli mekânlar içerisinde cereyan ederler. İzleyici açısından, mekân unsuruda tıpkı nedensonuç ilişkisi ya da ritm -zaman- duygusu gibi anlatının algılanması sürecine aracılık eder. Arnheim; fiziksel dünyadan farklı olarak, perdede arka arkaya izlediğimiz iki olayın farklı mekân -ve zamanlarda- cereyan edebilmesinin, anlatının yarattığı kurmaca evrenin en önemli özelliğini oluşturduğunu belirtir (aktaran, Branigan, 1992; 40). Öykü ve plot mekânları’nın yanısıra sinemasal biçimin işleyişi sırasında -tıpkı zaman ögesinde olduğu gibiperde mekânı kavramı dolayımdadır. Biçimin yanısıra uslûbun bir uzantısı olarak kabul edilen mekân unsurunun ‘ayrımsanması’ (Bordwell & Thompson; 72) perde mekânı ile olasıdır. Bu ‘ilişkilendirme’sırasında ise sinemada, yine, başta kurgu, kamera hareketleri, mizansen, ses ve ışık seviyesindeki değişiklikler gibi stilistik ögeler birinci derecede rol oynar. İletişim 2002/14 A. Cem GÜZEL 166 Genelde, film öyküsü ve plotun barındırdığı edimler aynı mekânlarda gerçekleşir. Ancak kimi zaman plot izleyiciyi -öykünün bir parçası olarakfarklı uzamlara ilişkin çıkarsamalarda bulunmaya doğru sürükler. Örneğin, filmde William’ın dostu Nick’in memleketi Seattle’ı görmeyiz. Buna karşın bu öykü bilgisi imgelemimizde Nick karakterinin, bir banliyödeki yuvasını dört çocuğu ve eşiyle paylaşan mutlu aile babası kimliğinin belirlenmesi, inşaa edilmesi sürecine katkıda bulunur. Paralellik Ögesinin Kullanılması Paralellik yaratma; filmsel biçimin, kendisini oluşturan farklı parçalar aracılığıyla izleyiciye benzerlikler önermesidir. Kubrick; Eyes Wide Shut’da izleyicisinin anlatının akışı içinde sergilenen olaylarla ilgili kıyaslamalar yaparak seyrettiği parçaları neden-sonuç, zaman-mekân gibi yapısal bileşenler açısından birbirine eklemleyebilmesine fazla müsaade etmez. Stilistik ögeler, mekân seçimi, kostüm -maskeler- parçalar arasındaki farklılığı derinleştirir. Filimde, gerek William’ın yaşadıkları, gerek Alex’in anlattıkları gerekse de William’ın zengin arkadaşı Victor’ın çizgi dışı yaşamı anlatının sonuna değin birbiriyle kesişmez. Çözülme bölümüyle birlikte arkadaşına şüphelerinden bahseden William yarı tehditkâr yarı yadsıma dolu bir ifadeyle karşılaşır. Kubrick izleyicisinin, bastırdığı, sakladığı, ‘çöküşü hazırlayan’, soysuz yanıyla yüzleşmesine ila-nihai izin vermez. Çünkü bu, zaten kendi seçtiğimiz, aynı zamanda bedelini ödediğimiz ya da bir şekilde nemalandırdığımız bizim sosyal yanımızdır. Eyes Wide Shut’ın plotu öykünün önünü kapatırken müzik, dans, kareografi, maske ve kostüm aracılığıyla paralelliği tümü ile stilizasyonun egemen olduğu farklı bir alt metin (4) olarak yeniden tasarlar. (4) Orr’a göre, neo-modern yaratıcının evliliği, ihaneti sorgulayışındaki izleyicisiyle olan mahremiyet paylaşımındaki “merkezi motif”; metalaşmanın en son durağını teşkil eden “pazarlanabilir kendimizdir”. Eyes Wide Shut’ın kadın kahramanlarının büyük çoğunluğu; prototiplerinin, Godard’dan Antonioni’ye Avrupa’lı yaratıcıların anlatılarında boy gösterdiği fahişelik motifinin etkisi altındadır. William’ın girdiği Rainbow adlı giysi kiralama dükkanı sahibi babanın sunduğu hizmetler arasında arasında kendi öz kızını kiralamakda vardır. “Uygulamadaki her türlü terk etme çabasına karşın vicdanın ontolojik bir varlık olduğu” duygusu burjuva ahlakının ‘korku’ya endeksli temel çelişkilerini kaçınılmaz kılar. William birlikte olmayı beceremediği fahişenin evine ikinci kez gittiğinde onun aids olduğunu öğrenir. Yolda karşılaştığı gençler tarafından tartaklandıktan sonraki (7b) dirençsizliği, izleyicinin nezdinde William’ın İletişim 2002/14 Neo-Moderni Son Ziyaret : Kubrick’in Eyes Wide Shut’ında Anlatı Yapısı ve Bazı Söylemsel ...... 167 Kubrick, aslında, gözlerimizi sımsıkı açtığımız! bu dünyevi çelişkiyi anlatı aracılığıyla bir çatışmaya dönüştürmenin yani Hector’un içinde yer alacağı herhangi bir olası ıslah, sağaltım ya da infaz sürecini izlettirmenin, tıpkı Mekanik Portakal’ın Clockwork Orange (D: S. Kubrick 1971, GB, Warner Brothers) Alex’i için olduğu gibi, yalnızca verili toplumun bir parodisi olarak kalacağının ayrımındadır. Kaynaklar Bordwell, David ve Kristin Thompson (1993). Film Art, An Introduction. New York: Mc Graw-Hill. Branigan, Edward (1992). Narrative Comprehension and Film. London: Routledge Carroll, Noél (1988). Mystifying Movies. University Press New York: Columbia ___ (1996). Theorizing The Moving İmages. New York: Cambridge University Press. Field, Syd (1994). Screenplay. New York: Dell Publishing Orr, John (1993). Cinema and Modernity. Cambridge: Polity Press Özet Bu çalışmanın amacı, Stanley Kubrick tarafından neo-modernist geleneğin uzantısı bir proje olarak geçekleştirilen Eyes Wide Shut filmindeki anlatı yapısına ilişkin bir çözümleme sunmaktır. Klasik anlatı gelişiminin ve öykü anlatma yöntemlerinin özel kalıplarının vurgulandığı bu çerçeveyle ilk aşamada nedensellik ilkelerinin temel anlatı şeması doğrultusunda ne şekilde işlediği ve ardından bir konulu filmin öykü-plot ayrımı içerisinde izleyici beklentileri ve çıkarsamalarını güdümleme süreci ele alınmıştır. Makalenin konumlanışını pekiştirir, kendisine ihanet ettiği gerçeğini ondan saklamayan karısı Alex’in ya da arkadaşı Hektor’un karşısında anlatı boyunca başının üzerinde taşıdığı anti-kahraman halesini -romantik kahramanların aksine- daha bir görünür kılar (1993: 108-9). İletişim 2002/14 A. Cem GÜZEL 168 temel argümanı, Anglo-Amerikan sinemasının auteur kuram doğrultusunda değerlendirilebilecek yönetmenlerinin çalışmalarınında tıpkı ticari sinemanın büyük çoğunluğunu oluşturan örnekler gibi hala modernist geleneğin etkisi altında olduğudur. Yanısıra makalede, ideolojik sürecin söylemsel birer strateji biçiminde bu türsel düzenlemelerin usta işi olanlarından biriyle nasıl bir arada işlediği sorusu üzerinde de yoğunlaşılmıştır. Bu çerçeve içerisinde filmin çözümlenmeye çalışıldığı makale, anlatı kuramının temel kavramları ile sinema çalışmaları alanının birlikteliğini yöntem olarak benimser. Abstract The aim of this paper is to present an analysis of narrative construction in the film Eyes Wide Shut realised by Stanley Kubrick as project part of the neo-modernist tradition. In this frame-work by emphasizing the special patterns of classic narrative development and story telling processes, what is examined is, first how some causality principles of basic narrative form functions in particular film and the second film’s manipulation of our expectation and inferences which done through the story-plot distinction. The main argument of this article is that like waste majority of commercial cinema works of most auteur inspired directors of Anglo-American cinema has still under the influence of modernist movement. We also concentrated the question of ‘how ideological processes work’ with the well crafting of some generic orders as discursive strategy. Through out the examination of film in this context article brings the basic concepts of narrative theory with its relation of film studies to the field of methodology. İletişim 2002/14 Görsel Medya ve Futbol Seyircisinin Şiddet İlişkisi Emin KURU∗ Giriş Televizyon kitlelerin eğitimi için çok önemli bir araç olduğu kadar, kitlelerin uyarılmasında da çağın en önemli kitle iletişim araçları arasında yer almaktadır. Toplumsal yaşamın bir parçası olarak giderek etkinliğini arttıran televizyon, sunduğu içeriğiyle de hedef kitleler üzerinde önemli bir etkiye sahip olmaktadır. Bu etki, televizyon ekranları aracılığıyla evlerimize kadar taşınan şiddet içerikli iletilerin, bireyler üzerinde olumsuz sonuçlar doğurup doğurmayacağı sorununu da gündeme taşımaktadır. Bu perspektifte başlayan tartışmalar ise televizyonun gelişimine paralel olarak giderek yoğunlaşmaktadır. Görsel medyanın sansürsüz olarak ekranlara taşıdığı şiddete dayalı stat olayları; sporun temelinde yer alan barış, kardeşlik ve toplumsal uzlaşmanın dışında şiddetin hakim olduğu bir yaşamı yönlendirmekte midir sorusunu da beraberinde getirmektedir. İşte bu ve bunun gibi ekrandaki şiddet unsuru içeren programların, bireyler üzerinde ne kadar etkili olduğu sorusuna verilecek cevabın ortaya koyulabilmesi için ailelerin televizyon izleme alışkanlıklarının tespit edilmesi ve bilimsel olarak bu oranların irdelenmesi gerekmektedir. A.B.D.de yapılan bir araştırmanın verilerine göre bir Amerikan ailesi haftada yaklaşık dokuz saat televizyon izlemekte ve televizyon programlarının yüzde 80’inin şiddet unsunu içerdiği görülmektedir. (Tongney ve Fescbach,1982:145-158) ∗ Yrd. Doç. Dr., Gazi Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksek Okulu İletişim 2002/14 170 Emin KURU Ülkemizde bu anlamda yapılmış ciddi bilimsel araştırmalar olmamasına rağmen, uydu yayınlarının devreye girmesi ile, izlenen kanal sayılarında kısa sürede büyük artış gözlenmiştir. Bu bakımdan toplumun zamanının büyük bir bölümünü televizyon izleyerek geçirdiklerini, televizyon kanallarının artmasından tahmin etmek mümkündür. Yine televizyonlarımızda şiddet içerikli film ve programların prime time de en çok izlenen programlar arasında yer aldığını görmekteyiz. Özellikle derbi olarak nitelendirilen önemli karşılaşmalar öncesi, televizyon programlarında futbola oldukça uzun zaman ayrılmaktadır. Kazanılan karşılaşma sonrası, hınca hınç doldurulan meydanlarda taraftarlar, günün ilk ışıklarına kadar karnavalları andıran kutlamalar yapmakta bu kutlamalar ise canlı yayınlar veya çeşitli spor programları ile izleyiciye ulaştırılmaktadır. Bu gözlemlerimizde bazen, seyircideki her türlü saldırgan ve sapkın davranışları televizyonlarımız defalarca gösterilmekte ve ülkemizin gündemine oturmakta, ve dolayısıyla ülkemizin gereklerini ciddi yere meşgul etmektedir. Bu gözlemlerimizin sonucunda seyirciyi; kışkırtıcı unsunlar ve emniyet sibobu görevini üstlenenler olarak iki grupta sınıflandırmak mümkündür. Seyircinin bu tip tutumları, televizyonlarda tahrik unsurlarının öne çıktığı tartışmalarının, ülkemiz açısından giderek daha da fazla önem kazanmaya başladığının göstergesidir. Şiddet içeren seyirci gösterileri ve televizyon programlarında bu yayınların yoğun bir biçimde gösterilmesi izleyiciler üzerinde birçok olumsuz etkilerin olabileceğini düşündürmektedir. Çünkü holiganlar medyanın olayları aktarışlarından memnun olduklarını belirtmektedirler (Fisher; 1976:45 ). Bu ve bunun gibi şiddet içeren televizyon programları ve spor olaylarındaki şiddet içeren görüntülerin televizyon ekranlarından topluma yansıtılması spor seyircisini ve toplumumuzu şiddete karşı duyarsız hale getirmektedir ( Milavsky; 1988: 163-170). Ayrıca bu tür gösteriler, şiddete eğilimli yoğun bir kitleyi meydana getirmektedir ki bu da suç oranının artmasının sebebi olmaktadır. Çocukların ve spor taraftarlarının saldırgan İletişim 2002/14 171 Görsel Medya ve Futbol Seyircisinin Şiddet İlişkisi davranışları içselleştirmesi, televizyon programlarının yol açtığı olumsuz sonuçlardan bazılarıdır (Fisher; 1976:72 ). Bu olumsuz sonuçlarda, TV programlarının etkin olup olmadığı ve spordaki şiddet ortamına etki edip etmediği, günümüzde en önemli araştırma konularından birini oluşturmaktadır. Avrupa Birliği ülkeleri, spordaki şiddet olaylarını asgariye indirebilmek için özel araştırma birimleri oluşturmuşlardır (Cook; Thomas; Kendzierski; 1983: 314-331). Araştırmaların en önemli konusunu ise şiddet içerikli filmlerin çocuklarda saldırgan dürtüleri olumsuz yönde ne kadar etkilediği ve saldırgan davranışların öğrenilmesinde etkili olup olmadığı teşkil etmektedir. Bazı araştırmacılar ekranda izlenen şiddet ile saldırgan davranışlar arasında bir neden-sonuç ilişkisi kuramadıklarını ifade ederken(Fesbach & Singer; 1988:85 ), bazı araştırmacılar ise sadece ekranda izlenen şiddetin konusu ile o konunun gerektirdiği saldırganlık arasında bir ilişkinin olabileceğini işaret etmişlerdir(Freedman; 1988:144-162). Huesemam(1982:), Friedrich-Cofer ve Huston(1986:364-371) ve Freedman(1988; 144-162), Freedman (1988; 144-162) yaptıkları araştırmalardan elde ettikleri verilere dayanarak ekranda izlenen şiddetin çocukların saldırgan davranışlarının artmasına neden olduğunu iddia etmişlerdir. Televizyonda izlenen şiddet olaylarının çocukların saldırgan davranışlarına ne oranda etki ettiğine yönelik araştırma sayısının, 1984 yılı itibariyle 100 civarında olduğu kayıt edilmiştir (Huesemam;1982:56 ). TV Yayınları ile Şiddet Arasındaki İlişkiye Yönelik Araştırmalar Bu amaçla yapılan araştırmaların sonunda bazı kuramsal görüşlerin etkisi ile araştırma yapan psikologlar, ekranda izlenen şiddetin çocukların saldırgan davranışlarını arttırdığına yönelik genel bir görüş bildirmektedir. Bu araştırmalar sırasıyla laboratuar araştırması, alan deneyleri ve korelatif araştırmalar şeklinde dizayn edilmektedir. İletişim 2002/14 172 Emin KURU Laboratuar deneyinde bir guruba saldırgan film seyrettirilmiş ve deneklerin filmleri taklit edip edilmediğine bakılmış, yada iki gurup ele alınarak birine nötr diğerine saldırgan içerikli film seyrettirilmiş ve böylece iki denek gurup arasında saldırgan davranış kalıpları karşılaştırılarak analiz edilmiştir. Çalışmaların sonunda elde edilen verilerden, bu tür olguların çocuklarda saldırganlık güdüsünü harekete geçirdikleri sonucuna ulaşılmıştır. Bu araştırmacılardan Freedman, laboratuar deneylerinin çoğunda, ekranda izlenen şiddetin saldırganlık güdüsünü harekete geçirdiğine dair bulguların kabul edilmesinin gerektiğini belirtmektedir (Freedman; 1988; 144-162). Bazı araştırmacılar bu sonuçlar kabul edilse bile deneylerin yürütüldüğü laboratuar koşullarının gerçek dünyadan farklı olduğunu vurgulamışlardır (Huesemam;1982:50, Singer; 1988: 171-188). Alan araştırmalarında ise yatılı okul anaokulu gibi doğal ortamlarda araştırmalar yapılmıştır. Uygulama seçkisiz yolla deneklere uyarlanmış, şiddet içerikli olan, olmayan filimler deneğe sunulmuş ve davranışlarında anlamlılık düzeyi araştırılmıştır. Yapılan alan deneylerinde, ekranda izlenen şiddetin saldırgan davranışları arttırmadığını iddia eden gruplar bulunurken (Comstock; 1982: 108-125; Leyans; 1975: 360), alan deneylerinin sonuçlarını birlikte ele alan yazarlar, çoğunlukla laboratuar deneyleri kadar olmasa da alan deneylerinde ekranda izlenen şiddetin saldırgan davranışları arttırdığını ileri sürmüşlerdir. Yöntemsel sorunlar içermeyen alan deneylerinin tümünde ekranda izlenen şiddetin saldırgan davranışları arttırdığı elde edilen bulgular arasındadır(Comstock; 1982: 108-125; Leyans; 1975: 361; Fesbach; 1971:146). Bu bulgular laboratuar bulguları kadar çarpıcı ve somut sonuç doğurmamaktadır. Yine araştırmalardan korelatif araştırma türü ile yaklaşımda bulunulmuştur. Bu araştırmada çocukların şiddet içerikli film izleme süre yada alışkanlıkları ile gelecekteki saldırgan davranışları arasında bir ilişkinin bulunup bulunmadığı tespit edilmeye çalışılmıştır. Bu araştırmada çocuk hakkında bilgi doğrudan gözlenerek yada arkadaş ve ana babadan bilgi toplayarak yapılmaktadır. İletişim 2002/14 Görsel Medya ve Futbol Seyircisinin Şiddet İlişkisi 173 Korelatif bir araştırma türünü de Eron ve arkadaşları yapmışlardır. 875 adet üçüncü sınıf erkek öğrenci denek olarak seçmiş ve bu öğrencilerin şiddet içeren filmler izleme süreleri ile saldırgan davranışları arasındaki ilişki incelenmiş, bu iki değişken arasında 21’lik bir korelasyon olduğu görülmüştür. 10 yıl sonra 875 çocuktan 427’si, tekrar saldırganlık açısından değerlendirilmiş, 10 yıl önceki saldırganlık ile 10 yıl sonraki şiddet içerikli film izleme ve saldırganlık konusunda 31.10.12’lik korelasyonlar bulunmuştur (Huesaman; 1986: 64) Bu bağlamda Hueseman ve Eron (Huesaman; 1986: 61) Amerika, Avusturalya, Finlandiya, İsrail, ve Polonya’da birbirlerine paralel bir dizi araştırma yapmışlardır. Bu araştırmada saldırgan davranışlar ile, ileriki yaşlarda saldırgan içerikli film izleme alışkanlıkları arasındaki ilişkiler incelenmiş; ayrıca şiddet içerikli film izleme ile saldırganlık arasındaki muhtemel ilişkide film kahramanları ile özdeşim kurmanın bir rolü olup olmadığı araştırılmıştır. Bu araştırmalardan elde edilen verilere göre, Amerika’da küçük yaşlarda saldırgan içerikli filmler tercih eden kızların ileri yaşlarda daha saldırgan oldukları, küçük yaşlarda saldırgan olan çocukların ileri yaşlarda daha fazla saldırgan film izledikleri, film kahramanları ile özdeşim kuran çocukların daha fazla saldırgan davranışlar sergilediği gözlenmiştir. Finlandiya’da ise film kahramanı ile özdeşim kuran çocuklarda, şiddet içerikli film izleme ile saldırganlık arasında anlamlı bir ilişki bulunmuştur (Huesaman; 1986: 58). İsrail ve Polonya’da küçük yaşlarda izlenen filmler ile saldırganlık davranışları arasında da anlamlı bir ilişki tespit edilmiştir. Burada farklı olarak film kahramanı ile özdeşim kurmanın, bireylerde anlamlı bir ilişki taşımadığı tespit edilmiştir (Milavsky1982 :165). Milavsky ve arkadaşları(Milavsky; Stipp; Kessler, Rubens 1982 :87) Sosyo-ekonomik düzeyleri temsil eden 7.16 yaşlar arasındaki 3200 denekte yürütülen bir araştırmada şiddet içerikli film izleme sıklığı ile saldırganlık İletişim 2002/14 Emin KURU 174 arasında küçük yaşlarda 13.17, ergen gruplarında ise 02.16 arasında değişen korelasyonlu olduğu bulunmuştur. Korelatif araştırmaların sonuçları arasında da toplam bir benzeşim bulunma ihtimali, ağırlıklı olarak şiddet içerikli film izleyen çocuklar ve ergenlerin çok saldırgan olduğunu gösteren bulgular tarafından ifade edilmektedir (Huesaman; 1986: 66). Bazı araştırmacılar ise şiddet içerikli film izleme ile saldırgan davranışlar arasındaki ilişkinin yaşla beraber artıp artmadığını incelemişlerdir. Kimi araştırmacılar da elde edilen bulguların genellikle söz konusu değişkenler arasındaki ilişkinin yaşla birlikte kuvvetlendiğini gösteren bulgular sunduğunu savunmuşlardır (Comstock,1982:108-125 ;Leyens,Parke,Cainol,Berkowitz,1975:358-360) Bazı araştırmacılar ise, bu bulgulardan elde edilen korelasyon katsayıları arasındaki farkların oldukça düşük ve istatistiksel açıdan anlamsız olduğunu belirtmişlerdir (Hueseman, Eron, 1986:128; Milavsky, Stipp, Kessler, Rubens,1982:75) Seyirciyi Şiddet Ortamına Hazırlamada Seyirci – Medya İlişkisi: Bazı teknikler kullanılarak çok sayıda kişiyi etkileyecek biçime gelme olgusu kitle iletişimi, bu iş için kullanılan araçlar da kitle iletişim aracı veya medya olarak adlandırılmaktadır. TV’nin insanlar üzerinde bu kadar etkileyici olmasının psikolojik sebebi, izleyicilere komedi dizileriyle gülme zevkini, korku ve macera filmleriyle gerilimi, dramatik ve duygusal dizilerle duygu, gözyaşı ve spor programları ile de heyecanı bir bütün olarak yaşatan bir araç olmasıdır (Yetim;2000 :113). Okul dışı gençliğin ve ev hanımlarının beden eğitimine yönelmelerinde de bilhassa TV’nin etkisi inkar edilemez. TV’nin spor faaliyetlerini tanıtıcı, benimsetici ve sosyalleştirici rolü bulunmakla beraber, insanların maalesef esir alındığı boş zamanlarda spor yapması da göz ardı edilmektedir. İletişim 2002/14 Görsel Medya ve Futbol Seyircisinin Şiddet İlişkisi 175 Amerikan halkı zamanın büyük bir bölümünü televizyon karşısında geçirmektedir. “Televizyonkoliklik” olarak nitelendirilebilecek bu davranışa karşın Amerikan toplumunun yüzde 75’lik bir bölümü televizyonu güvenilir bulmamaktadır. Yine de bu güvensizliğe rağmen, kitle iletişim araçlarından vazgeçilememekte ve ister istemez bu araçların yörüngesi dışına çıkılamamaktadır (Keten; 1974 :62). Ülkemizde TV’nin girmediği ev hemen hemen kalmamış gibidir. Kadın ve çocuklar daha fazla olmak kaydı ile, toplumun büyük bir kesimi günün ortalama 5-6 saatini TV seyrederek geçirmektedir. 7 yaşında TV seyretmeye başlayan bir çocuk, liseyi bitirdiğinde -yani 18 yaşına ulaştığında- yaklaşık 20 bin saatini TV karşısında geçirmektedir. Pekala, TV karşısında geçirilen bu zaman diliminde neler yapılabilir? Mantıksal bir karşılaştırmayla lise çağındaki bir öğrencinin TV karşısında geçirdiği zaman dilimi, öğrencinin yaşamında en az on öğretim yılı boyunca gördüğü ders saatinden daha fazla bir yer tutar. Bu da o birey için ikinci bir okul bitirme anlamı taşımaktadır (Şimşek,1996:36). Büyüklere yönelik olan ama küçüklerin de seyrettiği şiddete dayalı filmlerin hikaye ve öykülerindeki aktör kişi davranışlarına duyulan hayranlık, hikayenin özellikli durumu olan intihar, soygun, ırza geçme, evden kaçma, macera, serüven, korku, dehşet ve duyguları örnekleyen sinema ve dizi programlarının çocuk davranışları üzerindeki kötü etkileri dikkate alınacak olursa, TV’nin istendiğinde zararlı ve tehlikeli olabileceği anlaşılacaktır. Ayrıca entelektüel sanatsal çevrelerin popüler isimlerinin, statü ve kişilik tipler olarak halka ve çocuklara angaje edilmesi, taklit yeteneği gelişmiş çocuklar için son derece tehlikelidir (Gani; 1996 :5). Şiddet genelde düşük eğitim ve gelir seviyesinde muhakeme gücü gelişmemiş fert ve toplumlarda daha çok yaygındır. Bu haliyle çocuklar ve gençler daha kolay bir şekilde şiddet bağımlısı olabilirler(Gani; 1996 :5). Saldırgan içerikli programlar çocukları da saldırgan olmaya yöneltmektedir. Los Angeles’ta iki çocuğun TV’de izledikleri bir polisiye dizisindeki yöntemi kullanarak bir bankayı soymaya kalkmaları ve 15 kişiyi İletişim 2002/14 Emin KURU 176 7 saat rehin tutmaları örneği, TV’nin çocuklar üzerinde bariz bir şekilde etkisinin olduğunu göstermektedir (Gonülçü; 1996; 324). Bu konuda birçok araştırma yapılmış ve çeşitli tespitler ortaya konulmuştur. 1993’te annesi ile alışverişe giden 3 yaşındaki bir çocuk, market çıkışında 11-13 yaşlarında iki çocuk tarafından kaçırılmış ve çocuk bir süre sonra şehrin tren hattının yakınlarında ölü olarak bulunmuştur. Cinayeti işleyen çocuklar daha sonra yakalandıklarında cinayeti, izledikleri bir filmin tesirinde kalarak işlediklerini açıklamışlardır. Yine 1994’te İsveç’te “ninja kaplumbağalar” adıyla izlenen dizi nedeniyle, 9-12 yaşlarındaki çocuk, 6 yaşındaki arkadaşlarını filmde izlediği gibi öldürmüştür (Yediler;1996 :235) Sporda Futbolun Özelliği Spor rekabet kuralları içersinde mücadele etmeyi öğreten, kişinin ruh ve beden gelişimini sağlayan olgudur; futbol da sporun bir dalıdır. Futbol akıcı mücadeleye dayalı, çabuk karar verilmesi gereken bir yapıya sahip olduğundan, futbolcuların fiziksel yapı kadar ruhsal ve psikolojik olarak da yeterli düzeyde dayanıklı olmaları gerekmektedir (Keten;1974 :53). Futbol, büyük bir kitle tarafından gerek TV’de gerekse saha kenarında büyük bir dikkat ve zevkle seyredilir; üzerinde yorum ve tartışmalar yapılır. Ülke gündemini meşgul eder. Futbolun TV’ler sayesinde sınır tanımaz ilgi odağı oluşu, ülkelerin ekonomisini dostluk ve düşmanlıklarını bir anda oluşturmaktadır. Genci, ihtiyarı, kadını, erkeği, dini, dili, ırkı ayırmayan, renk cümbüşünün her ferdini bünyesinde bulunduran futbol musikisinin ritmi; modanın, ahengin yaşandığı tribünlerde milyonların hem stresi hem de deşarj noktasıdır (Türkmen; 1988 :84). İngiltere’de spor basınının kullandığı üslup incelendiğinde daha çok, savaş, kavga, dövüş ve alçaltıcı, alay edici üslup kullanıldığı ortaya çıkmaktadır. İletişim 2002/14 Görsel Medya ve Futbol Seyircisinin Şiddet İlişkisi 177 The Mirror Gazetesi: Dikkat! Teslim olun! Mirror, oynanacak bir futbol karşılaşması için “Almanya’ya savaş açtı” ifadesini kullanırken , holiganlara yönelik ise “Bunların kafasını ezin”( 4 ekim 1976), “Hayvanları kafese koyun”(21 nisan 1976) , “Gömün onları” gibi kışkırtıcı ifadeler kullanarak korku yaratmaya çalışmaktadır (Fisher; 1976 :118). Saldırganlık sosyal öğrenme görüşüyle ilişkilidir. Saldırı üzerine yapılan araştırmalarda saldırganlığın kolay öğrenilen bir davranış olduğu, saldırı ile şiddetin birbirine bağlı olan bir etki olarak gelişmektedir (Fisher; 1976 :97). Spor; pozitif ve negatif güçlü metotlarla canlıların beraber, barışsal bir ortamda yaşayabilmesi için eğitimin gereğini ortaya koymuştur (Scott; 1958 :120). Şiddet Ortamına Toplumsal Hazırlanış Sosyal kontrol ortadan kalktığı zaman, kavga ve yıkıcılıkta büyük artışlar görülebilir. Bu durumda büyük guruplar küçük guruplara göre daha etkilidirler. Taraftarlarda spordan taraftarlığı, taraftarlıktan da saldırganlığı önde tutan şizofrenik görüntüler gözlemek mümkün olmaktadır. Hatta maç izlemeye gelen seyircinin saldırgan davranışları maçtan sonra bazen daha da artmaktadır. Oysa etik kurallar içerisinde yapılan tezahüratlar psikolojik boşalımı çok rahat sağlamaktadır. Burada taraftarlar arasındaki yarışmalar kendi toplumsal kimliğini öne çıkartmaktadır. Bu durumda ilişkiler kişiler arasından guruplar arasına geçmektedir. Birey kendisini çok önemli görmüyor ve kendi benliğini grup üyelerinde arıyorsa, grup kurallarına uyma eğilimi artmaktadır. Gruplarda veya taraflarda grup kuralarına uymayanlara dudak bükme ve gruptan atmaya kadar varan davranışlar gözlenmektedir. Oysa grup büyüdükçe grup adına bireyin yaptığı eylemden doğan doyum azalmaktadır. İletişim 2002/14 Emin KURU 178 Saldırgan Davranışta Öğrenme İnsan, davranış şekillerini genetik özelliklerin yanı sıra çocukluk veya yetişkinlik dönemlerinde de çevresinden öğrenerek edinmektedir. Bu varsayımdan yola çıkarak diyebiliriz ki saldırganlık da öğrenilen bir davranış kalıbıdır. Bu öğrenme; pekiştirme, taklit ve özdeşleşme yoluyla gerçekleşir. Aile-arkadaş gurupları, diğer sosyal guruplar, medya vb., birtakım davranış şekillerini ya kendisi ya da farkına varmadan zihinde bir görüş olarak öğrenmektedir. Birçok psikolojik baskı altında kalan insanlar rahatsız edici bir uyaranla karşılaştıklarında, öğrenmiş oldukları saldırganlığı ortaya koymaktadırlar (Ünlüsan;1998 :75). İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyelerinden Rigel, yapmış olduğu “pembe dizilerin insanlar üzerindeki etkisi” konulu çalışmada izleyicilerin günlük yaşamlarında çeşitli değişimlere uğradıklarını tespit etmiştir. Bu çalışmada izleyicilerin yüzde 27.1’inin ev dekorasyonunda, yüzde 50’sinin giysi ve saç modellerinde değişiklik yaptığı, ayrıca izleyicilerin yüzde 13.7’sinin, eşine “seni seviyorum” demeye başladığı tespit edilmiştir. Yüzde 4.2’si “Yakın akrabaya aşık olabilir misiniz?” sorusuna evet derken Rigel, araştırmada bazı izleyicilerin de ahlakî değerlerini izlenen bu tür diziler nedeniyle kaybettiğini iddia etmiştir (Rige; 1994: 15-20). Bu durumda bireylerde benlik, bir zayıflama gösterdiğinde, Özbekliğinden uzaklaşır ya da görkemliliğe ulaşmaya çabalanırken, kendine iyice yabancılaşır. Bu nedenle olduğu gibi değil de kendini görmek istediği gibi görür, hissetmesi gerektiği gibi hisseder. İşitmesi gereken şeyleri işitir; sevmesi gereken şeyleri sever, gerekliliklerin yönetimini olduğu gibi ya da olabileceğinden koparıp başka şeylere doğru sürükler. Artık, kişi imgelerine göre başka kişidir (Ongun, 1975: 573). Erikson (1966) benlik kavramının yaşamın belirli dönemlerinde kritik bir biçimde yasa ve duruma göre değişikliklere uğradığını ve bu sürenin bireyin yaşamını belirli dönemlere ayırdığını ileri sürmüştür. Her yaşam döneminde ortaya çıkan kritik ve dramatik değişikliklerle ego sistemi yeni İletişim 2002/14 Görsel Medya ve Futbol Seyircisinin Şiddet İlişkisi 179 bir kimlik kazanır. İçinde olunan dönemin toplumsal ilişkisi ve kalıpları bu kimliğin özelliklerinin belirleyicisi olur (Onur 1985 :67). Bireyin davranışı onun, kendisini ve çevresini algılayış biçimine bağlıdır. Yani bireyin nasıl davranacağını kendisi ve içinde bulunduğu davranışları belirler (Onur 1995 :76). Bireyin kendisini bir başkasının yerine koyabilmesi; ancak olgunlaşması ve toplumsal etkileşim ve iletim süreci içerisinde yer alması ile olur (Onur 1985 :55). Taraftarlık duygusu spor ortamında bireyi hoşnut eder. Onun, kendisine değer vermesini sağlar. Bireyin sağlıklı bir benlik kavramı geliştirebilmesi için, bağdaşım temel ilkedir. Mead, kişiye benlik kavramını örgütlenmiş toplumun ya da toplumsal gurubun kazandırdığını öne sürmüştür (Fisher; 1976 :98). Birey; ancak içinde bulunduğu durumda belirli ve aydınlık algılardan haberdardır.Bireyin benliğine ilişkin olan; ancak farkına varamadığı algılar, algısal alanın bir parçası değilse bireyin davranışını etkilemez. Yalnızca bireyin kabul edebildiği benlik, bireyin davranışını etkileyebilir (Onur; 1995: 52). Materyal Metod Araştırmanın evrenini 1998-1999 futbol sezon müsabakalarında şiddet olaylarına karışan, polis kayıtlarına geçmiş 114 seyirciden 87’si oluşturmaktadır. Araştırma için deneklere kırk sorudan meydana gelen anket uygulaması yapılmıştır. Bu sorular içerisinde, TV’nin spordaki şiddet olaylarına etkisini araştırmak için test edici sorular hazırlanmıştır. Anket formu deneklere uygulanmadan önce protest ile soruların anlaşılabilirliği test edilmiştir. Protest aşaması sonucunda anlaşılabilirlik verileri yüzde 100 olarak bulunmuş ve uygulama aşamasına geçilmiştir. Ayrıca, denek grubuna ulaşabilmek için Emniyet Genel Müdürlüğü’ne talepte bulunulmuştur. Şiddet olaylarına karışan seyircilerin İstanbul, Trabzon ve Ankara’da İletişim 2002/14 Emin KURU 180 yoğunlaştığı gözlenmiş, şiddete katılan deneklerin isim ve adreslerinin yoğun olduğu bu şehirlerden tespit edilmiştir. Bu durumda Türkiye genelinde tespit edilen toplam 114 denek grubundan 87’sine envanter uygulanabilmiştir. Envanteri uygulamak için profesyonel anketörlerle çalışılmıştır. Araştırma, tarama metodu ve gönüllülük esasına göre deneklerin işyerlerinde ve evlerinde uygulanmıştır. Verilerin çözümlenmesi için frekans ve yüzde dağılımları çıkartılmıştır. Bulgular Bu bölümde, futbol müsabakalarında şiddet olaylarına karışmış ve polis kayıtlarına geçen seyircilerin, bazı tutumları ve, TV’lerde maç izleme özelliklerine yönelik analizlerine ilişkin bulgular yer almaktadır. I. DENEKLERİN DEMOGRAFİK ÖZELLİKLERİ 1) Deneklerin Yaş Durumlarına Göre Dağılımı Tablo-1’deki verilere göre seyircilerin çoğunluğu (% 47.1) 21-25 yaş grubundadır. En az yoğunluk ise (% 6.8) 31 yaş ve yukarı grubunda görülmektedir. Araştırmamızdan elde ettiğimiz veriler ışığında, spor müsabakalarını izleyen seyircilerin büyük çoğunluğunun genç yaştan bireyler oluşturduğu görülmektedir. Bu veriler bize Türkiye’deki spor müsabakalarının izleyici profilinde gençlerin yoğun olarak katılımlarına işaret etmektedir. Türkiye’ de spor müsabakalarını izleyen seyircilerin yaşları ile seyirci olma arasında doğrusal bir ilişki olduğunu göstermektedir. yaş ilerledikçe spor müsabakalarını izleme oranlarında azalma görülmektedir. İletişim 2002/14 181 Görsel Medya ve Futbol Seyircisinin Şiddet İlişkisi Tablo-1: Seyircilerin Yaş Gruplarına Göre Dağılımı Yaş grupları F % 15- 20 16 18.3 21-25 41 47.1 26-30 24 27.5 31 ve yukarı 6 6.8 Toplam 87 100 2) Deneklerin Öğrenim Durumuna Göre Dağılımı Tablo-2’ye bakıldığında futbol seyircilerinin eğitim durumlarına göre dağılımında büyük bir çoğunluğunun (% 49.4) lise ve dengi bir okul mezunu olduğu görülmektedir. Bu veriler doğrultusunda ise eğitim seviyesi yükseldikçe spor müsabakalarına seyirci olmada azalmalar görülmektedir. Üniversite mezunu olan bireylerin spor müsabakalarını izleme oranı % 10.3 iken, ilkokul, ortaokul ve lise mezunu olanların oranı ise % 49.4 dür. Tablo 2: Deneklerin Öğrenim Durumu Mezun oldukları eğitim kurumu İlkokul Ortaokul Üniversite Toplam F % 17 19.5 18 20.6 9 10.3 87 100 İletişim 2002/14 Emin KURU 182 3) Deneklerin Mesleklere Göre Dağılım: Tablo-3’teeki verilere göre, deneklerin yüzde 37.9’unun öğrenci, yüzde 31’inin ise işsiz olduğu görülmektedir. Yaptığımız araştırmanın bulgularına göre; kamuda çalışan bireylerin Türkiye’deki spor müsabakalarına olan ilgisinin en az olduğu görülmektedir. ( % 4,5) Genellikle seyirci olma öğrenciler ile herhangi bir işi olmayan bireyler arasında ilgi odağı konumundadır. Bu bulgular neticesinde zaman olarak en az yoğunlukta olan meslek gruplarında spor seyircisi olma ön plandadır. Tablo-3: Seyircilerin meslek gruplarına göre dağılımı Meslek grupları F % Öğrenci 33 37.9 Serbest meslek 23 26.4 Kamu görevlisi 4 4.5 Işsiz 27 31.0 Toplam 87 100 II. DENEKLERİN ADLİ OLAYLARA KARIŞMA DURUMLARI. 1) Deneklerin Adli Olaylara Karışma Nedenleri Tablo-4’e bakıldığında deneklerin adli olaylara karışma nedenleri arasında ‘spor ve müsabakalarıyla ilgili seçeneği yüzde 56.3’lük bir oranla ilk sırayı alırken ‘her ikisi de ‘ seçeneği de yüzde 12.6’lık bir oranla son sırayı aldığı görülür. Bu veriler doğrultusunda spor seyirciliğinin Türkiye’de, sporun barış-sevgi ve kardeşlik söyleminden uzaklaşarak fanatizm ve şiddet öğesini içinde barındırır duruma geldiğinin bir göstergesidir. Her ne kadar İletişim 2002/14 183 Görsel Medya ve Futbol Seyircisinin Şiddet İlişkisi kitle iletişim araçlarında sunulan spor programlarında sıklıkla kullanılan barış ve kardeşlik söylemleri seyirciler tarafından çok dikkate da alınmamaktadır. Yaptığımız araştırmanın verilerin analizinden çıkan sonuçlara ışığında ( Adli olaylara karışma nedeninin spor müsabakaları olarak gösterilmesi % 56,3) sporun şiddet öğesini de beraberinde getirmektedir sonucuna ulaşmak olasıdır. Tablo-4: Adli Olaylara Karışma Nedenleri Adli olaylara karışma nedeniniz ? F % Günlük yaşantımla ilgili 27 31.0 Spor ve müsabakalarla ilgili 49 56.3 Her ikisi de 11 12.6 Toplam 87 100 2) Deneklerin Adli Olay Sonundaki Durumları Futbol seyircilerinin adli olay sonundaki durumları ile ilgili görüşleri Tablo-5 de gösterilmiştir. Tablo-5’teki verilere göre, spor müsabakaları ile ilgili olarak adli olaylara karışan seyircilerin büyük çoğunluğu (% 70.1), adli olay sonunda göz altına tutuldukları görülmektedir. Adli olay sonucunda tutuklama olgusunun ön plana çıkması ise olaylarındaki şiddet unsurunun derecesini göstermesi bakımından ilginçtir. İletişim 2002/14 Emin KURU 184 Tablo-5: Adli Olay Sonundaki Durumlar Adli olay sonunda ne oldu ? F % Stat çıkışında bırakıldım 19 21.8 Göz altında tutuldum 61 70.1 Tutuklandım 7 8.0 Toplam 87 100 3.Deneklerin Maçlar Sırasında Polislerin Tutumları Ile Ilgili Görüşleri Deneklerin futbol müsabakalarındaki olaylar esnasında polislerin davranışlarını algılamalarına ilişkin görüşleri Tablo-6’de gösterilmiştir. Tablodaki verileri yer alan “maçlardaki olaylar sırasında polislerin davranışlarını nasıl buluyorsunuz” şeklindeki soruya ise deneklerin büyük bir çoğunluğu % 59,7 oranında daha hoşgörülü olabilirler şeklinde görüş bildirilerken, % 32,1 polisleri haksız olarak nitelendirmekte ve % 8,0 oranında da polisi haklı görmektedirler. Bu veriler doğrultusunda maç sırasında spor seyircilerinin polisin muamelesinden pek hoşnut olmadığı görülecektir. Tablo-6: Deneklerin Maçlar Sırasında Polislerin Tutumları İle İlgili Görüşleri Maçlardaki olaylar sırasında polisin davranışını nasıl buluyorsunuz ? Haklı Daha hoş görülü olabilirler Haksız Toplam İletişim 2002/14 F 7 52 28 87 % 8.0 59.7 32.1 100 185 Görsel Medya ve Futbol Seyircisinin Şiddet İlişkisi III. DENEKLERIN MAÇ İZLEME DURUMLARI 1) Deneklerin Maç Izleme Sürekliliği Ile Ilgili Görüşleri Deneklerin “Sürekli maç izler misiniz?” sorusuna yüzde 90.8’lik kesim “sürekli izlerim”, yüzde 9.1’lik kesim ise “Sadece derbi maçlarını izlerim’ şeklinde cevap vermiştir. Araştırmamızda sorduğumuz bu sorunun verileri neticesinde spor müsabakalarının Türk sosyal yaşantısında çok önemli bir yere oturduğunu görmek mümkündür. Türkiye’de sosyalekonomik ve kültürel durumu ne olursa olsun bireylerin çok büyük bir oranda spor müsabakalarını seyrettikleri görülmektedir. Deneklerin sürekli maç izleme durumları Tablo-7’de gösterilmiştir. Tablo-7: Deneklerin Maç İzleme Sürekliliği İle İlgili Görüşleri Sürekli maç izler misiniz ? F % Bazen izlerim - - Sürekli izlerim 79 90.8 Sadece derbi maçlarını izlerim 8 9.1 Toplam 87 100 2) Deneklerin Maç İzleme Nedenleri Araştırma çerçevesinde deneklere sorulan “ niçin maça gidersiniz” sorusuna vermiş oldukları cevaplarda “deşarj olma” seçeneği yüzde 43.6 ile ilk sırayı alırken, “Boş zamanları değerlendirme” seçeneğinin ise yüzde 8.0 ile son sırayı aldığı görülmektedir. Verilerin neticesinde Türkiye’deki spor seyircisinin boş zamanlarını değerlendirmek için spor müsabakaları çok fazla dikkate almadıkları görülmektedir. ( %8,0) Ancak araştırmamızdaki deşarj olmak için spor müsabakalarına giderim cevabı (% 43,6) içinde spor fanatizmini ve şiddetini barındıran bir unsur olarak da görülebilir. Futbol seyircilerinin niçin maç izlemeye gittiklerine ilişkin görüşleri Tablo-8’de gösteril İletişim 2002/14 Emin KURU 186 Tablo-8: Deneklerin Maç İzleme Nedenleri Niçin maça gidersiniz ? F % Boş zamanları değerlendirmek için 7 8.0 Takımımı desteklemek için 19 21.8 Deşarj olmak için 38 43.6 Maç izlemek bana değişik duygu veriyor. 23 26.4 Toplam 87 100 IV. DENEKLERİN GÖRÜŞLERİ TEZAHÜRATLAR I. Deneklerin Tezahürata katılma durumları İLE İLGİLİ Spor müsabakalarında tezahüratlara katılır mısınız seklindeki sorumuza ise deneklerin neredeyse tamamının (% 98.8) evet katılırım şeklinde cevap vermiştir. Deneklerin maçlardaki tezahüratlara katılma durumları Tablo-9 da gösterilmiştir Tablo-9: Tezahüratlara Katılma ile ilgili görüşleri Tezahüratlara katılıyor musunuz? F % Evet 86 98.8 Hayır 1 1.1 Toplam 87 100 İletişim 2002/14 187 Görsel Medya ve Futbol Seyircisinin Şiddet İlişkisi 2) Deneklerin Katıldıkları Tezahürat Çeşitleri İle İlgili Görüşleri Tablo-10’a bakıldığında deneklerin büyük bir kısmı (% 58.6), olumlu veya olumsuz bütün tezahüratlara katılırken en az (% 8.0) kısmı ise sadece ıslık ve yuhalamaya katıldıkları tespit edilmiştir. Denekler karşı tarafı tahrik etsin veya etmesin, kendi sosyo-ekonomik ve kültürel yapısına uygun olsun veya olmasın küfür şeklinde içinde tahrik unsuru taşıyan ve karşı tarafı rencide eden tezahüratlara da % 11,4 oranında katıldıkları görülmektedir. Bu olgu ise şiddetin ve fanatizmin göstergesi olarak düşünmek mümkündür. Seyircilerin, gösterilmiştir. ne tür tezahüratlara katıldıkları Tablo-10 da Tablo-10: Seyircilerin Katıldığı Tezahürat Çeşitleri ile ilgili görüşleri Ne tür tezahüratlara katılıyorsunuz ? F % Slogan 19 21.8 Islık ve yuhalama 7 8.0 Küfür 10 11.4 Hepsi 51 58.6 Toplam 87 100 3) Deneklerin ilişkin görüşleri Tezahüratlardan Nasıl anlamlandırdıklarına Tablo-11’deki bulguları yer alan “ Tezahürattan ne anlıyorsunuz” sorusuna ise deneklerin yüzde 45.9’u tezahüratı, rakibi yıpratmak, yüzde 39.0’u takıma destek vermek ve yüzde 14.9’u ise küfretmek olarak algıladıkları görülmektedir. Ancak spor müsabakalarında tezahüratın birincil amacı olan takımı desteklemek, yerini rakibi yıpratmak ve küfür etmek gibi anlamlara dönüştüğünün bir göstergesidir. Bu veriler doğrultusunda Türkiye’de spor müsabakalarında yapılan tezahüratların şiddet öğesini de içinde barındırmaya başladığını ve şiddeti körüklediğini söylemek gerekmektedir İletişim 2002/14 Emin KURU 188 Deneklerin tezahüratlardan ne anladıkların ilişkin görüşleri Tablo11’de gösterilmiştir. Tablo-11: Seyircilerin Tezahüratlardan Ne Anladıklarına Dair Görüşleri. Tezahürattan ne anlıyorsunuz ? F % Küfretmek 13 14.9 Takıma destek vermek 34 39.0 Rakibi yıpratmak 40 45.9 Toplam 87 100 V. DENEKLERİN MAÇLARDAN ÖNCE KİTLE MEDYADA ÇIKAN HABERLER İLE İLGİLİ GÖRÜŞLERİ 1) Deneklerin Maçlardan Önce Medyada Çıkan Haberlerden Etkilenip Etkilenmediklerine İlişkin Görüşleri Maçlardan önce medyada çıkan haberlerin sizi etkilediğine inanıyor musunuz” şeklindeki sorulan soruya deneklerin büyük bir çoğunluğu (% 51.7) evet etkileniyorum cevabını, % 14,9’u hayır etkilenmiyorum cevabını vermişlerdir. Medyanın maç öncesi haberlerinden kısmen etkilenen deneklerin oranı ise %33,3’dür. Bu veriler neticesinde maçlar öncesinde kitle iletişim araçlarının maçlar öncesindeki yapmış oldukları olumlu ve olumsuz haberlerle spor seyircilerini büyük oranda etkilediği ortaya çıkmaktadır. Araştırmaya katılan deneklerin “Radyo ve TV yayınlarında spikerlerin yorumu sizi etkiliyor mu?” sorusuna ilişkin görüşleri Tablo-12’de gösterilmiştir. İletişim 2002/14 189 Görsel Medya ve Futbol Seyircisinin Şiddet İlişkisi Tablo-12: Deneklerin Maçlardan Önce Medyada Çıkan Haberlerden Etkilenip Etkilenmediklerine İlişkin Görüşleri Maçlardan önce medyada çıkan haberlerin sizi etkilediğine inanıyor musunuz ? F % Evet 45 51.7 Hayır 13 14.9 Kısmen 29 33.3 Toplam 87 100 2) Deneklerin Radyo ve TV Yayınlarından ve Spikerlerinden Etkilenme Durumları Deneklerin “Radyo ve TV yayınlarında spikerlerin yorumu siz taraftarları etkiler mi?” sorusuna % 44.8’lik bir oranın “evet etkiler, % 24.1’lik bir oranın ise “hayır etkilemez” cevabını verdikleri tespit edilmiştir. Kısmen etkiler cevabını veren deneklerin oranı ise % 31,0’dır. Bu veriler doğrultusunda spor seyircilerinin kitle iletişim araçlarındaki spikerlerin yorumlarından büyük ölçüde etkilendiği görülmektedir. Tablo 13: Deneklerin Radyo ve TV Yayınlarından ve Spikerlerinden Etkilenme Durumları Radyo ve TV yayınlarında spikerlerin yorumu sizi etkiler mi ? F % Evet 39 44.8 Hayır 21 24.1 Kısmen 27 31.0 Toplam 87 100 İletişim 2002/14 Emin KURU 190 3) Deneklerin Köşe Yazarlarının Yorumları ve Rakip Taraftarlara Karşı Etkilenme Düzeylerine İlişkin Görüşleri Deneklerin Spor köşe yazarlarının yorumlarından etkilenip etkilenmediklerine ilişkin görüşleri ise tablo-14’e bakıldığında şu verilere ulaşılmaktadır. Bu soruya verilen cevapların % 60,9’u evet olumsuz yönde etkiler, % 12,6’sı hayır olumsuz yönde etkilemez ve % 26,4 kısmen olumsuz etkiler şeklindedir. Bu veriler doğrultusunda Türkiye’deki spor seyircilerinin, gazetelerdeki köşe yazarlarının yorumlarından büyük ölçüde olumsuz yönde etkilediği görülmektedir. Tablo-14: Deneklerin Köşe Yazarlarının Yorumları ve Rakip Taraftarlara Karşı Etkilenme Düzeylerine İlişkin Görüşleri Spor köşe yazarlarının yorumu sizi olumsuz yönde etkiliyor mu ? F % EVET 53 60.9 Hayır 11 12.6 Kısmen 23 26.4 toplam 87 100 VI. DENEKLERİN KULÜP BAŞKANLARININ OLDUĞU DEMEÇLER İLE İLGİLİ GÖRÜŞLERİ VERMİŞ Araştırmaya katılan seyircilerin kulüp başkan ve yöneticilerinin rakip takım aleyhine vermiş oldukları demeçlerden etkilendiklerine ilişkin görüşleri Tablo-15’de gösterilmiştir. Tablodaki 15’de görüleceği gibi araştırmaya katılan deneklerin büyük çoğunluğu kulüp başkanlarının ve yöneticilerinin rakip takımlar aleyhine verdiği demeçlerden olumsuz yönde etkilendikleri görülmüştür. Bu soruya deneklerin verdikleri cevaplar ise % 56,3 evet olumsuz etkiler, %36,7 kısmen olumsuz etkiler, ve %6,8 hayır etkilemez cevabını vermişlerdir. Bu İletişim 2002/14 191 Görsel Medya ve Futbol Seyircisinin Şiddet İlişkisi veriler doğrultusunda ise Türk Spor seyircilerinin büyük oranda kulüp başkanlarının ve yöneticilerinin rakip takımlar aleyhine verdiği demeçlerden olumsuz yönde etkilendikleri görülmektedir. Deneklerin çevrelerinde, nasıl bir insan olarak algılandıklarına ilişkin görüşleri Tablo 15’ de gösterilmiştir. Tablo-15: Deneklerin Kulüp Yöneticilerinin Demeçlerinden Etkilenme Düzeyleri Kulüp başkanları ve yöneticilerinin rakip takım aleyhine verdiği demeçler sizi etkiliyor mu F % Evet 49 56.3 Hayır 6 6.8 Kısmen 32 36.7 Toplam 87 100 VII. DENEKLERİN ÇEVRELERİNDE NASIL ALGILANDIKLARINA İLİŞKİN KENDİ GÖRÜŞLERİ 1) Deneklerin Çevrelerinde Nasıl Bir İnsan Olarak Algılanmasına İlişkin Görüşleri Tablo-16’ya bakıldığında deneklerin, çevrelerinde sessiz ve sakin bir insan olarak (% 35.6) algılandıkları görülmektedir. Sosyal yaşamlarında sessiz ve sakin olarak tanımlanan seyircilerin, müsabakalar öncesinde, İletişim 2002/14 Emin KURU 192 sırasında ve sonrasında yapmış oldukları olaylar Türk seyirci kültürünün gelişmemiş olduğunun en güzel göstergesi olarak kabul edilebilir. Tablo-16: Deneklerin Çevrelerinde Algılanmasına İlişkin Görüşleri Nasıl Bir İnsan Olarak Çevrenizde nasıl bir insan olarak tanınırsınız ? F % Hırçın 24 27.5 Sinirli 19 21.8 Kavgacı 13 14.9 Sessiz ve sakin 31 35.6 Toplam 87 100 Araştırmaya katılan deneklerin, kulüp başkanlarının ve yöneticilerinin rakip takımlar aleyhine verdiği demeçlerden, radyo ve TV yayınlarında spikerlerin yorumlarından, spor köşe yazarlarının yorumlarından, maçlardan önce medyada çıkan haberlerden olumsuz yönde etkilendikleri görülmektedir. Bu nedenle Türkiye’de büyük artış gösteren, spordaki fanatizm ve şiddet ve hatta terör düzeyine varan olayların minimize edilmesi için bu toplumsal kesimlerin mutlaka söylemlerinde, haberlerinde ve yorumlarında sosyal sorumluluk ilkesi çerçevesinde hareket etmesi gerekmektedir. SONUÇ: TV’den maç izleyen veya maça giderek taraftarlık boyutu güçlü deneklerin, sosyal özellikleri TV’den maç izleme oranları verilerle değerlendirilmeye alındığında; seyircilerin yaş guruplarına göre dağılımı yüzde 47 ile 21-25 yaş gurubu alınan en düşük yaş gurubu olarak 31 ve daha İletişim 2002/14 Görsel Medya ve Futbol Seyircisinin Şiddet İlişkisi 193 yukarı yaş gurubu dağılımı yüzde 68’ini oluşturmaktadır.Bu daha çok genişleyen maksimum düzeyde enerjisinin yoğun olduğu bir dönemdir. TV’de futbol seyircisinin daha çok % 49.4 ile lise ve dengi bir okul mezunu oluşu üniversitede olamayışları istikbal açısından kendilerini engellenmiş olarak hissedebilecekleri bir dönemleridir.Bu bireylerin büyük bir çoğunluğu yüzde 37.9’u lise mezunu öğrenci olurken yüzde 26.4’ü serbest meslek sahibi olduklarını belirtmeleri hayatlarını garanti altına alsa da bir statüde olmadıklarını göstermektedir. Deneklerin belli olaylara karışım nedenlerine bakıldığında, yüzde 56.3 ü spor müsabakalarında olduğunu belirtirken, yüzde 12’si hem günlük yaşantı hem de spor müsabakaları ile beraber olduğunu belirtmişlerdir. Denek guruplarından toplam yüzde 60’ı, spor müsabakaları nedeni ile farklı olaylara karıştığını beyan etmiştir. Denek guruplarının yüzde 61’i, göz altında tutulurken yüzde 19’u da stat çıkışında bırakıldıkları anlaşılmaktadır. Deneklerin yüzde 27.5’i, çevrelerinde hırçın birisi olarak bilinirken yüzde 33.6’sı, sessiz ve sakin olarak bilindiklerini ifade etmiştir. Buda yapılan alan deneyleri ve korelatif çalışma sonuçları ile uyum teşkil etmektedir. Deneklerin yarısının genetik faktörlerden hırçın olduğunu kabul etsek bile yarısının ise ifade ettikleri gibi medyadan etkilenme sonucundan olabileceğini söyleyebiliriz. Farklı olaylara maç nedeni ile karışan deneklerin yüzde 90.8’i TV’den sürekli maç izlediklerini, yüzde 59.2’sinin ise sadece derbi maçlarını izledikleri anlaşılmaktadır. Bu durumda denek guruplarının yüzde 90’ının sürekli TV’den maç izlediği ve müsabaka anındaki şiddet gösterilerini ise normal karşıladığı söylenebilir. TV’de yayınlanan bu tür sansürsüz gösterimlerin seyirciyi, saldırgan davranışa teşvik ettiği de karşımıza çıkan en önemli gerçektir.Bu sonuç( Freedman, 1976:372-378),( Sears , Peplau , Taylor ,1991:127)’nin yaptığı araştırma ile de paralellik arz etmektedir. Araştırmacılar yaptıkları araştırmalarda, ekranda izlenen şiddetin konusu ile o konunun gerektirdiği saldırganlık arasında bir ilişkinin olabileceğini İletişim 2002/14 194 Emin KURU belirtmişlerdir. Bu gerçek (Hueseman,1982:45), (Friedrich-Cofer ,Huston,1986:364-371) ve Comstock,1982:108-125)’un yaptıkları araştırmaların sonuçları ile de paralellik gösterir. Adli olaylara katılan denek gurupları yüzde 38’i deşarj olmak için maç izlediklerini belirtirken, yüzde 23’ü ise gidiş sebeplerini, kendilerine farklı bir duygu yaşatması olarak nitelendirmektedir. Araştırma denek guruplarından yüzde 38’inin deşarj olmak için maç izlediklerini , şiddet ortamındaki bir maçı ise deşarj aracı olarak algıladığını ortaya koymaktadır. Buna paralel olarak TV’den sansürsüz maç gösterimlerinin bireyleri, şiddet ortamına çekebileceğini ve deşarj olmak isteyen büyük bir kitlenin de bu şiddet olaylarından etkilenebileceğini söyleyebiliriz. Azmi Yetim, TV’nin izleyicilerde gülme,korku,macera ve duygusallığı spor programları ile heyecanlarını bir bütün olarak yaşatan bir araç olduğu belirtilmektedir (Yetim,2000:83). TV’nin işlevinde bu anlamda deşarj etmek bulunuyorsa, şiddet ortamındaki bir maçı seyretmek bireyin deşarj oluşunu da sağlamış olacaktır.Birey, stat olaylarına karışmayı bu nedenle kendisi için haz duyulan bir davranış olarak algılamaktadır. Bu algı, bireyin stat olayına karışmak için kendi iç dünyasında itici bir güç olarak karşımıza çıkmaktadır. Deneklerin 98.8’inin maçlarda tezahürata katıldığını, tezahüratta bulunmayı taraftar olma içeriklerine göre değerlendirdiğimizde farklı boyutlarda saldırgan tutumların olduğu gözlenmektedir. Deneklerin yüzde 7.8’i ıslık, küfür, yuhalama gibi davranışlarda bulunduklarını belirtirken yüzde 21.8’i sadece slogan attıklarını belirtmişlerdir.Bu durumda deneklerin büyük bir çoğunluğunu müsabakayı saldırgan dürtülerini devreye sokan meşru saydıkları ortama daha önceki verilen cevaplarda belirtildiği gibi deşarj olma amacı ile TV’de maç seyredildiği söylenebilir. TV’de model olarak şiddet ve saldırgan davranışlardan başka deşarj olunacak başka yöntemlerin varlığından seyirciyi haberdar etmesi seyirci üzerinde müspet etki olabileceğini de söyleyebiliriz. İletişim 2002/14 Görsel Medya ve Futbol Seyircisinin Şiddet İlişkisi 195 Deneklerin yüzde 40’ının, tezahüratta rakibi yıpratma amacı güttükleri belirlenmiştir. Yıpratmak için sözlü araçlı-araçsız mutlaka bireyin karşılaşma sırasında ve sonrasında saldırganlık gösterisi yapması gerekmektedir. TV’deki maç programlarında bu manadaki örneklemelere bolca rastlanmaktadır. Şiddete başvuran denek gruplarının asayişten sorumlu polislerin yüzde 32.5 inin haksızca müdahale ettiğini söylerlerken, yüzde 59.7’si polislerin vazifelerini yaparken daha hoş görülü olabileceklerini belirtmişlerdir.Bu ifadeden anlaşıldığı üzere denek guruplarının büyük bir çoğunluğu yapmış oldukları tutum ve davranışların yasal olmadığını bildiklerini göstermektedir. Çünkü hoşgörü, karşısında suç işleyen insandan istenmektedir. Bu durumda seyircilerin saldırgan öğrenilmiş davranışları, bilerek yaptıklarını söyleyebiliriz. Bu öğrenilmiş davranışlarda TV’lerin etkisinin önemli olduğunu belirtebiliriz. Deneklerin maçtan önce TV’de çıkan haberlerden etkilenip etkilenmediği, yüzde 51.7’sinin etkilendiğini, yüzde 29’unun kısmen etkilendiğini, yüzde 13’ünün etkilenmediğini belirttiği eldeki verilerden anlaşılmaktadır. Bu durumda, TV deki maç öncesi yapılan yorum; kulüp yöneticisinin verdiği demeç veya karşı antrenör veya sporcunun tahrik edici beyanlarının, TV’de yayınlanması seyirciyi yönlendirmeye muktedir olduğunu belirtebiliriz. Deneklerin radyo ve TV programlarından etkilenme durumları yüzde 44.8’i evet derken, yüzde 31’i kısmen etkilediğini belirtmiştir. Yüzde 24.7’si ise etkilenmediğini belirtmiştir. Her iki analiz sonucunda elde edilen verilerde, TV yayınlarının seyirci üzerinde etkili olduğunu denekler tarafından belirtilmektedir. Deneklerin bu itirafı da (Freadman,1976:372378),(Freadman,1988:144-162) (Huesman,1982:54),( FriedichCofer,Huston,1986:364-371) iddialarıyla örtüşmektedir. İletişim 2002/14 196 Emin KURU Deneklerin yüzde 56.9’u spor köşe yazarlarından etkilendiğini, yüzde 26.4 ünün kısmen etkilendiğini, yüzde 12’sinin etkilenmediğini belirtmişlerdir. Bütün bu faaliyetlerde, güncel medyanın dışında iletişim kurabilme rahatlığı sağlayan başka bir aygıt bulunmamaktadır.Seyircinin, kulüp yöneticileri, antrenörleri, sporcular ile en etkili iletişim kurduğu yer ve çok sık yüz yüze geldiği ortam ise TV’ dir. Mead, kişiye benlik kavramını örgütlenmiş topluluğun yada toplumsal gurubun kazandırdığını ileri sürmüştür (Onur,1985:55). Taraftar olmak toplumsal bir gruba mensup olma duygusunun pekişmesinden geçmektedir (Fisher,1976:118). Taraftarın suç işleyip adli kayıtlara geçmesini, olayın bir sonucu olarak kabul edersek, olayda medyanın etkili olduğuna değinmek gerekmektedir. Çünkü denekler müsabaka öncesi kulüp yöneticilerinin demeçlerinden, medyada çıkan haberlerden, yapılan yayınlardan, köşe yazarlarından ortalama yüzde 60’nın etkilendiği sonucuna varılmıştır. Deneklerin bu etkilenme süreci ise müspet yönde değildir. Bu durum, TV’deki sansürsüz maç izleme sıklığı ve alışkanlığı şiddet gösterisi yapan taraftarın kendisini ve çevresini algılayış biçimine bağlıdır. Bireyin nasıl davranacağı kendisini ve içinde bulunduğu durumları algılama biçimleri ile doğru orantılıdır. TV’deki maçın demeçleri hakem kararlarını,antrenör tavırlarını, rakip takım taraftarının olumsuz hareketlerinin TV’den ayrıntıları ile verilişi kendi takımına yapılan haksız tutumun davranışını gösterişi, izlenen tepki modelleri TV’de bolca gösterilmektedir. Toplumumuz köyden kente geçiş sürecindeki çatışma kültüründen kaynaklanan sendromu yaşamaktadır. Bu ortamda taraftar olmayı televizyondaki gibi veya köşe yazarlarının telkinleri gibi veya kulüp başkanlarının demeçlerindeki gibi taraftarlığı çatışma olarak algılamaya hazır bir toplumun mensubu olduğumuzu unutmamalıyız. Bu çalışmanın devamı olarak denek gurubunun kişilik özelliklerini, saldırganlık eğilimlerine müsait olup olmama açısından bakmalıyız. Bu İletişim 2002/14 197 Görsel Medya ve Futbol Seyircisinin Şiddet İlişkisi durum bireyin benlik yapısı olayları algılaması ve imgelemeleri ile doğru orantılı da olabilmektedir. Öneriler Şiddete baş vurma ile medya ilişkisi bu çalışmada somutlaşmış gözükmektedir. Çünkü denek grupları TV’den etkilendiğini belirtmektedirler. Bu durum görmezden gelinmemelidir.Bu nedenle Televizyon programları toplumun huzuruna yönelik hazırlanmalıdır. İstenmeyen şiddet olaylarında ise polisten beklenen hoşgörü oranın yüksek olduğu görülmektedir. Polis bu tür olaylar için yeni stratejiler geliştirmek durumundadır. Bu stratejinin temel noktası ise şiddete başvuran seyirci üzerindeki yaptırım sürecinin, şiddete dayalı olmaması ve hedef kitle ile birliktelik olgusunun dikkate alınmasıdır. Kaynaklar Andison, F.S .(1977).’ TV Violence and Viewer Agression : A Eumulation of the Study Results .’ Public Opinion Quarterly, 41 : 314 – 331. Comstock, G .(1982). ‘ Violence in Television Content : An Overview ‘Pearl, D., Bouthilet,L ., Lazar,J., editors . Television and Behavior : Ten Years of Scientific Progress and Implications fo the Eighties : , 108 –125. Cook, T.D., Kendzierski,D.A., Thomas, S.V.(1983).’ The Implicit Assumpions of Television Research : An Analysis of the NIHM Report on Television and Behavior .’ Public Opinion Ouarterly,47 : 161 –201 . Erkal, M.(1992)Sosyolojik Açıdan Spor Gelişimi . İstanbul. Fesbach, S., Singer,R.D .(1971). Television and Aggression : An Experinmental Field Study . Sanfrancisco : Josey – B ASS . Fisher, A . C .,(1976). Psychology of Sports .California, Mayfield Publishingco. İletişim 2002/14 Emin KURU 198 Friendrich – Cofer, L., Huston,A.C .(1986) . ‘Television Violence and Aggression : The Debate Continues .’ Psychological Bulletin, 100 : 364 – 371. Freedman,J.L.(1976). ‘ Television Violence and Aggression : A Rejoinder ‘.Psychological Bulletin, 100 : 372 –78 Freedman, J.L .(1988). ‘ Television Violence and Aggresssion : What the Evidence Shows .’ Applied Social Psychology Annual, 8 : 144 – 162 . Gani,V .(20 Nisan 1996). ‘Medya ve Şiddet’ .Türkiye Gazetesi. Gerbener, G.(1972) .Violence in Television and Drama:Trends and Symbolic Functions.Washıngton D.C.Gomstock, G,Rubinstein A,Murray J,editörs.Television and Social Behavior vol.ı.Government Printing Office. Gonülçü, Ö . S .(1996) ‘Medya ve Toplum’ .Sızıntı Sayı 211 . 324 . Hueseman,L.R .(1982).’ Television Violence and Aggressive Behavior ‘.,Pearl, D., Bouthilet, L., Lazar, J., editors . Television and Behavior : Ten Years of Scientife Progress and Implications For Eighties . Vol 2. Hueseman,L.R., Eron, L.D . editors .(1986). Television and the Aggression Child : A Cross – National Comparison . Hill – Sdale, NJ : Erlbaum . Kaplan,R.M., Singer,R.D.(1976) .’ Television Violence and Viewer Aggression : A re – examination of the Evidence .’ Journal of Social Issues, 32 : 35-70 . Keten,M.(1974).Türkiyede Spor.Ankara,Ayyıldız Matbaası Leyens Jp Parke,R..D..Cainol. Berkowitz,.L.(1975). ‘Efects of Movie Violence on Aggression in A Field Setting as A Fanetion of Group Dominance and Cohesion.’ Journal of Personalty and Scial Psychology, 23-16-360 Maronyoz, B .(1993).Çocuğumuzu Nasıl Eğitelim .Istanbul,Mektup Yayınları. İletişim 2002/14 199 Görsel Medya ve Futbol Seyircisinin Şiddet İlişkisi Mılavsky, J.R., Stipp, H.H., Kessler, R.C ., Rubens,W.S.(1982) Television and Aggression : A Panel Study . New York Academic Press . Milavsky, J.R.(1988). ‘ Television and Aggression Once Again Applied ‘.Social Psychology Annual, 8 : 163 –170 Onur, B. :(1985) Ergenlik Psikolojisi .Ankara,Hacettepe –Taş Kitapçılık. Onur, B.(1995) Gelişim Psikolojisi Yetişkinlik Yaşlılık Ölüm ‚Ankara, İmge Kitapevi Yayınları . Rigel, Nurdoğan .(1994). Pembe Diziler Ahlaki Çöküntüye Sebep Oluyor . Yeni Dünya Dergisi,1;12-27 Scott, P. J .(1958). Aggression. Chicago,University of Chicago Press . Sears, D.O., Peaplue, L.A..,Taylor, S.E.(1991). Social Psychology. 7. baskı Englewood Cliffs, New Jersey : Prentice Hall . Singer,J.L., Singer, D.G .(1988). ‘ Some Hazards of Growing up in A Television Environment : Children ‘ s Aggression and Restlessness .’ Applied Social Psychology Annual, 8 : 171 – 188 . Şimşek,Ü.(1996) Televizyon Karşışında 1095 Saat . Zafer İlim Araştırma Dergisi, 22 –23 Tangney, J.P.and Feshbach,S.(1988).” Children’s Televisionviewing Frequenery Individual Differences and Demographic Corrrelates.”Personality and Social Psycology Bulletin,14:145-158 Türkmen, H . N .(1998)Çagımızda .Yayınları. Medya. Istanbul, I.T.F.F Ünlüsan,Ç.(1998) Türk Futbol Seyircisinde Saldırganlık Nedenleri. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi,Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Yediler, İ. (1996) ‘Şiddet Şiddeti Doguruyor’. Sızıntı.Sayı 235 Yetim, Azmi (2000). Sosyolojik Spor . Ankara:Toprak Matbaacılık. İletişim 2002/14 Emin KURU 200 Özet Televizyonda yer alan şiddet içerikli yayınların, toplumsal yaşantımızı olumsuz yönde etkilediği yapılan araştırmalar sonucunda tespit edilen önemli bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu çalışmada ekranlarımıza yansıyan şiddete dayalı stat olaylarının bireyler üzerindeki etkisini tespit etmek üzere İstanbul, Ankara, Trabzon’da 1989-1999 futbol sezonunda müsabakalar öncesinde ve sonrasında şiddet olaylarına karışan 87 deneğe anket uygulanmıştır. Çalışmamızda özellikle görsel medyanın etkisi araştırılmıştır. Abstract In this article, the effects of television violence about sports on the behavior of soccer fans in tribunes are examined through the data gathered from 87 subject arrested by police in the stadiums in İstanbul, Ankara and Trabzon. İletişim 2002/14 Görsel Medya ve Futbol Seyircisinin Şiddet İlişkisi 201 İletişim 2002/14 202 İletişim 2002/14 Emin KURU Kaynakların Düzenlenmesi Metin içinde kaynak gösterme 1- Ana metindeki tüm göndermeler metin içi dipnot sistemi ile belirtilir. Metinde uygun yerde parantez açılarak, yazarın veya yazarların soyadı, yayın tarihi ve alıntılanan sayfa numarası belirtilir. Aynı kaynaklara metinde tekrar gönderme yapılırsa yine aynı yöntem uygulanır, a.g.e., a.g.m. gibi kısaltmalar kullanılmamalıdır. Örnek: (Okay, 2000:71-76) 2- Alıntılanan yazarın adı, metinde geçiyorsa, parantez içinde yazarın adını tekrar etmeye gerek yoktur. Örnek: Özer (1995:57), düşünce alışkanlıklarının “Ben” değeri toptancılığının ve tiryakiliğinin, en dolaysız ifadesi olduğunu söylemektedir. 3- Gönderme yapılan kaynak iki yazarlı ise, her iki yazarın da soyadları kullanılmalıdır. Örnek: (Postman ve Powers, 1996:122) 4- Yazarlar ikiden fazlaysa ilk yazarın soyadından sonda “vd.” ibaresi kullanılmalıdır. Örnek: (Keyman vd., 1996:149) 5- Gönderme yapılan kaynaklar birden fazlaysa, göndermeler noktalı virgülle ayrılmalıdır. Örnek: (Erdoğan, 1997:150; Gürbilek, 1993:61) 6- Metin içinde yer alması uygun görülmeyen açıklamalar için sayfa altı dipnot yöntemi kullanılmalı ve bu notlar metin içinde 1,2,3, şeklinde sıralanmalıdır. Bu not içinde yapılacak göndermelerde de yukarıdaki yöntem uygulanmalıdır. Kaynakçanın Düzenlenmesi 1- Kaynakçada, sadece yazıda gönderme yapılan kaynaklara yer verilmeli ve yazar soyadına göre alfabetik sıralama izlenmelidir. 2- Bir yazarın birden çok çalışması kaynakçada yer alacaksa yayın tarihine göre eskiden yeniye doğru bir sıralama yapılmalıdır. Aynı yılda İletişim 2002/14 yapılan çalışmalar için “a”, “b”, “c,” ibareleri kullanılmalıdır ve bunlar metin içinde yapılan göndermelerde de aynı olmalıdır. Kitap Bostancı, M. Naci (1995). Toplum, Kültür ve Siyaset. Ankara: Vadi Yayınları. Çeviri Kitap Postman, Neil ve Steve Powers (1996). Televizyon Haberlerini İzlemek. Çev. Aslı Tunç. İstanbul: Kavram Yayınları. Derleme Kitap Tufan, Hülya, der. (1995). Kamuoyu Kimin Oyu? İstanbul: Kesit Yayıncılık. Derleme Kitapta Makale Bourdieu, Pierre (1995). “Kamuoyu Yoktur”. Çev. Hülya Tufan. Kamuoyu Kimin Oyu?, der. Hülya Tufan. İstanbul: Kesit Yayıncılık. Dergide Makale Üstünler, Fahriye (2000). “Türkiye’de Demokrasi Tartışmalarının Düşünsel Arka Planı: 1845-1950”. ODTÜ Geliştirme Dergisi, 27(1-2):183206. Yayınlanmamış Tez Yıldırım Becerikli, Sema (1999). Örgüt Kültürü Oluşumunda Örgüt İçi İletişimin Rolü: Departmanlı Mağazacılık Sektöründe İç Halkla İlişkiler Açısından Bir Değerlendirme: Beğendik A.Ş. Örneği. Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. İletişim 2002/14 Tebliğ Kaymas, Serhat (2001). “Küreselleşme, Etnik Göç ve Ulus Devlet Üzerine Bir Değerlendirme”, ODTÜ 7. Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi, 21-23 Kasım, Ankara. İnternette Makale Atabek, Ümit (1998). Http://www.ilet.gazi.edu.tr. 28.10.1998. “İletişim Teknolojileri”. İletişim Dergisinin Temin Edileceği Şahıslar ve Üniversiteleri Anadolu Üniversitesi: Yrd. Doç. Dr. Banu Dağtaş, Atatürk Üniversitesi: Ar. Gör. Elif Küçük, Başkent Üniversitesi: Öğr. Gör. Serpil Aygün Cengiz, Ege Üniversitesi: Ar. Gör. Olcay Canbudak, Fırat Üniversitesi: Ögr. Gör. Basri Barut, Kocaeli Üniversitesi: Ar. Gör. İhsan Karlı, İstanbul Üniversitesi: Ar. Gör. Ayşe Cengiz, Ar. Gör. Selçuk Hünerli, Selçuk Üniversitesi: Ar. Gör. Aldullah Koçak, Maltepe Üniversitesi: Yrd. Doç. Dr. Pınar Erkarslan. Katkılarından dolayı kendilerine teşekkür ederiz. İletişim 2002/14 Yazı Teslim Kuralları 1- Dergiye gönderilecek yazılar, Word 6.0 ve üstü versiyon (IBM uyumlu) programında yazılmış olmalıdır. 2- Bir buçuk aralıklı olarak Times New Roman yazı karakteriyle 12 punto olarak yazılan ve sayfanın tek yüzüne basılan yazılar 3 kopya olarak bir adet disketle birlikte yayın kuruluna teslim edilmelidir. 3- Makalelerin kaynakça ile birlikte 20 sayfayı geçmemesi tercih edilir. Makalelerin 150 kelimeyi aşmayan İngilizce Abstract ve Türkçe Özetleri de yazıyla birlikte gönderilmelidir. Özette, araştırmanın kapsamı ve amacı belirtilmeli, kullanılan yöntem tanımlanmalı ve ulaşılan sonuçlar kısaca verilmelidir. Ayrıca yazıda en az 3 İngilizce Key Word ile Türkçe Anahtar kelime yapılan taramalarda kolaylık sağlanması için konulmalıdır. 4- Yazıda paragraflar girintili olmalıdır. 5- Dergiye gönderilecek yazıların başka bir yerde yayınlanmamış olması ya da yayın için değerlendirme aşamasında bulunmaması gerekir. 6- Yazar ismi ya da isimleri makalede değil, makaleye iliştirilecek kapak sayfasında yer almalıdır. Bu kapak sayfasında, yazar isimleri dışında metin başlığı, yazarın adresi, telefon varsa e-posta veya faks numaraları yer almalıdır. 7- Hakem raporları doğrultusunda yazarlardan, yazılarında bazı düzeltmeler yapmaları istenebilir. 8-Yazının yayımlanması konusunda son karar yayın kuruluna aittir. Yayın kurulu kararına ilişkin bir mektup, hakem değerlendirmelerinin birer fotokopisiyle birlikte en kısa sürede yazarlara gönderilir. Yazıların Gönderileceği Adres: İletişim Dergisi G.Ü. İletişim Fakültesi, Bişkek Cad. 81. Sok. 06510 Emek/ANKARA İletişim 2002/14 İletişim 2002/14