mayıs-haziran 2015 düşün dergi

Transkript

mayıs-haziran 2015 düşün dergi
mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 1
ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ
KARŞIYAKA ŞUBESİ TARAFINDAN
İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR
MAYIS-HAZİRAN 2015
ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ
KARŞIYAKA ŞUBESİ ADINA İMTİYAZ SAHİBİ
ŞUBE BAŞKANI
TUNA ARSLAN
GENEL YAYIN YÖNETMENİ VE
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
TUNA ARSLAN
YAYIN KURULU
M. FEVZİ YILMAZ
MEHPARE ÖZKABAN
ÜMRAN KEBABÇIGİL
VOLKAN ACAR
AYÇIN TANUK
ÖMER BAYRAM
ENİS MUSLUOĞLU
DÜZELTİ
MEHPARE ÖZKABAN - ÜMRAN KEBABÇIGİL
GRAFİK TASARIM UYGULAMA
AYÇIN TANUK
YÖNETİM YERİ
ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ
KARŞIYAKA ŞUBESİ
Bahriye Üçok Mah 1766 Sk. No: 10/3 Yekta Apt.
Karşıyaka / İZMİR
Telefon: 0 (232) 323 40 40
elektronik posta: [email protected]
Yazılarınız için elektronik posta:
[email protected]
web adresimiz:
www.addkarsiyaka.com
Baskı Yeri:
Kanyılmaz Matbaacılık, Kağıt ve Ambalaj Sanayi Tic. Ltd. Şti.
[email protected]
Baskı Tarihi:
Temmuz 2015
Başyazı
Merhaba (Tuna Arslan) .............................................................................................................................. 2-3
Editörün Köşesi
Bizden Size! (M. Fevzi Yılmaz) ................................................................................................................. 4
Ayın Konusu I
Dünya Çevre Günlerinde Neler Anımsıyoruz? (M. Fevzi Yılmaz) ................................... 5
Ayın Konusu II
Açılım Sorununa Nasıl Yaklaşılmalı? -4 (M. Fevzi Yılmaz) ............................................. 6-7
Ayın Konusu III
Kemalizmin Milli Demokratik Devriminin Eğitim Ayağı: Köy Enstitüleri -2 (Nural
Güran) ................................................................................................................................................................. 8-9
Ayın Konusu IV
İklim Değişikliği ve Enerji (Selahattin Yıldız) ........................................................................ 10-11
Ayın Konusu V
Atatürkçü Düşünce Derneği
26. Yaşgününü Kutluyor!.. (Mehpare Özkaban) ..................................................................... 12
Konuk Yazar
Osmanlıya mı? Uzaylıya mı? (Erdoğan Bakkalbaşı) ............................................................... 13
DÜŞÜN’ce
Gezi’nin Felsefesi ........................................................................................................................................... 14
Ayın Fotoğrafı ............................................................................................................................................. 15
Ayın Röportajı
Hikmet Şimşek Sanat Merkezi Sanat Yönetmeni Tevfik Rodos’a Merak
Ettiklerimizi Sorduk ............................................................................................................................... 16-17
Konuk Yazar
Solcuysam, Devrimciysem, Sosyalistsem (Hidayet Karakuş) ....................................... 18-19
Konuk Yazar
Deniz Gezmiş ve Arkadaşlarını
Bir Kez Daha Anıyoruz... (İsfendiyar Yıldız).......................................................................... 20-21
Konuk Yazar
Çağdışı Olmak ve Çağdaşlık (Tahir Ceyhan)......................................................................... 22-23
Konuk Yazar
Deniz Tarihi Bilincimiz Deniz Kuvvetleri ve
Kumpas Davaları (Cem Gürdeniz)................................................................................................ 24-25
Cumhuriyet Tarihi
19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı
Kutlamalarına Bakış (Ömer Bayram) ........................................................................................ 26-27
Ermeni Dosyası
Türk-Ermeni İlişkisinin Dünü, Bugünü -5 (Ahmet Gürel) .................................................... 28
Atatürk ve Çevre
Dünya Çevre Günü ve Mustafa Kemal Atatürk (Metin Erdoğan) ................................ 29
Edebiyat
On Dakika Çay İçme!.. (Zehra Özçelik) ................................................................................... 30-31
Gençlik
Dağınıklık Sorunu -2 (Gündüz Öğüt) ....................................................................................... 32-34
Ekonomi
Dünya Eko-politiğine Bakış (Enis Musluoğlu) ............................................................................. 35
Kadın Gözüyle
Sıdıka Avar Öğretmen ve
Onun “Dağ Çiçekleri” (Mehpare Özkaban) .......................................................................... 36-37
Kitap Köşesi
Samsun’dan Önce Bilinmeyen 6 Ay, İşgal, Hüzün, Hazırlık (Tuna Arslan) ..... 38-39
Kültür Sanat
Sanatın Gerekliliği ve Gereksizliği (Evrim Gökçelik) ........................................................ 40-41
Kültür Sanat
Baharda Kültür Sanat Etkinlikleri (Nüket Hürmeriç) ....................................................... 42-43
Türk Dili
Canım Türkçe’m (Ümran Kebabçıgil) .............................................................................................. 44
1
mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 2
MERHABA!..
Mayıs ayı, hepsi birbirinden önemli bir çok olayın yıldönümüdür. 1 Mayıs, 6 Mayıs, 15 Mayıs, 19 Mayıs, 27
Mayıs diye sıralanır. Haziran belki biraz daha alçakgönüllüdür, ancak 3 Haziran, 16 Haziran, 21 Haziran, 22
Haziran, 23 Haziran ve 29 Haziran günleri de tarihimizin önemli sayfaları arasında yer alırlar. Bu tarihlere yıllarını da belirterek göz atalım, ancak mayıs ve haziran
aylarının ortaklaşa paylaştığı onur 2013 yılındadır ve
adına “Gezi” diyoruz. Tarihin çok yakın olması nedeniyle değil, yarattığı sonuçlar bakımından çok önemlidir ve
ayrıca ele alınması gerekmektedir. Öyle yapalım ve yukarıdaki tarihlere değinelim.
Hangi mayıs?
1 Mayıs marşı, “İşçinin, emekçinin bayramı…” diye
başlar. Ülkemizde, 1923 yılından beri resmi olarak kutlanan bu gün, çok badireler atlatmıştır. 1977’de uygulanan
tertip sonucu 1 Mayıs kutlamaları kana bulanmış ve 34
kişi yaşamını yitirmişti. Bu olayın 1980 darbesi için yapılan hazırlıkların bir parçası olduğu sonradan anlaşılmıştır.
Yıllar boyunca 1 Mayıs’lar bu olayın gölgesinde kalmış,
bayram coşkusunun tekrar yaşanabilmesi zaman almıştır.
Son yıllarda ise 1 Mayıs kutlamalarının Taksim’de
yapılması konusundaki çekişme, kutlamaların da önüne
geçmiş ve bayram, polisin, daha doğrusu hükümetin
insafsız saldırıları ile DİSK ve bazı “sol” gurupların inatlaşması içinde kalmış, anlamından uzaklaşmıştır. AKP diktatörlüğünün kendisini en somut ortaya koyduğu ortamlardandır son yıllardaki 1 Mayıs’lar. Kara mizah gibi
ancak, 1 Mayıs’ın “Emek ve Dayanışma Günü” olarak
kutlanması da, resmi tatil olarak kabul edilmesi de birincisi 2008, ikincisi 2009 yıllarında olmak üzere AKP hükümetine nasip olmuştur.
1937 yılının 1 Mayıs’ında ise Atatürk çiftliklerini hazineye, taşınmaz mallarını ise Ankara Belediyesi’ne bağışlamıştır. “Mal mülk bize ağırlık verir” diyen birinci cumhurbaşkanından saray sahibi olan sonuncusuna uzanan
süreç aynı zamanda Cumhuriyetimizin başına gelenlerin
öyküsüdür.
Üç fidan
6 Mayıs 1972 , Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in idam edildikleri tarihtir. Henüz yirmili yaşlarda ve hiçbir cana kıymamış olan gençlerimizin, canına kıyıldığı tarihtir. 27
Mayıs’ın daracağına gönderdiği Menderes, Polatkan ve
Zorlu’ya karşılık Denizler! “Üçe üç” çığlıkları arasında,
Türkiye Büyük Millet Meclisi, tarihinin en utanç verici
kararlarından birisini almıştır. Altı kez “gidip” yedi kez
“gelen” Demirel’in sonraki yıllarda kuşanmaya çalıştığı
“müşfik baba” kisvesi belki de bu yüzden üstüne hiç
oturmamıştır. Üç fidanın hüzünlü ancak onurlu öyküsü,
2
onları asanların onursuzluğu olmuştur.
Türk’ün damarı
15 Mayıs 1919’da
İzmir’in Yunan ordusu
tarafından,
İtilaf
Tuna ARSLAN - Şube Başkanı
Devletlerinin gözetiminde işgal edilmesi, işgalciler açısından büyük bir hata
olmuş ve henüz millet olamamış Türkleri ayağa kaldırmıştır. Hasan Tahsin bir simge olarak Türk milletinin
önüne düşmüş ve ilk kurşunu diğerleri izlemiştir. Yunan
ordusunun İngiltere hesabına atıldığı macera sonunda
“Küçük Asya Felaketi” ne dönüşmüştür. Tarih, okunsun,
ezberlensin diye değil, ders çıkarılsın diye kayıtlara alınır.
15 Mayıs 1919’un büyüsüne kapılanlar, 9 Eylül 1922’nin
gerçeğiyle yüzleştiler. Günümüzün emperyalistlerine
“biji” diye seslenenler keşke tarihten ders çıkarabilseler
ve bu toprakların emperyalistlerden “rol talep edenlere” yaramadığını anlasalar.
15 Mayıs’ın ardı 19 Mayıs
Yunan ordusunun İzmir’i işgalinden bir gün sonra,
Bandırma vapuru Samsun’a değil, 19 Mayıs’a doğru yola
çıktı. Samsun olmasa başka bir limana çıkacaktı ama
sonunda ulaşacağı yer “19 Mayıs” olacaktı. Bandırma
vapuru, mutlaka demir alacak ve mutlaka menzile varacaktı. Ergenekon Destanı tekrarlanıyor, demircinin
körüğü çalışıyordu. Çok yıllar sonra, gene demir dağların delinmesi gerekmiş ve delinmişti. Bu kez yıl 2014
olmuştu. Yukarıda belirttik, tarihten ders alınmalıdır. Bu
milleti demirden dağların arasına hapsedemezsiniz.
Dağları eritir çıkar. Türk Dil Kurumu Sözlüğü, destanı
“tarih öncesi tanrı, tanrıça, yarı tanrı ve kahramanlarla
ilgili olağanüstü olayları konu alan şiir” olarak tanımlıyor.
Ancak, 1922 de 2014 de tarih öncesi değiller. Evet,
Nazım Hikmet’ in “Kurtuluş Savaşı Destanı” da bir destandır ancak kahramanları tanrılar, tanrıçalar değil, bizim
Mehmetler ve Ayşelerdir. 13 Aralık 2012’de, 8 Nisan ve
5 Ağustos 2013’te Silivri zindanını yerle bir edenler de
bizlerdik işte. Türk milletini ordusuyla, aydınıyla demir
dağlara hapsedebileceğini sananların hali ortada. Demek
ki “bu topraklar” emperyalistler ve onlara güvenenler
için tekin değil. Örnek çok ve hepsi de tarih öncesine
değil günümüze ait.
1989 yılının 19 Mayıs’ı Atatürkçü Düşünce
Derneği’nin, Derneğimizin kuruluş tarihidir. Kuruluş
nedeni aynı zamanda tüzüğümüzün başlangıcıdır:
“Atatürk’ün bedensel varlığının artık aramızda bulunmamasından cesaret alan içteki ve dıştaki kimi olumsuz
güçler, O’nun yeni Türk Devletini yaratma doğrultusun-
mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 3
da ilk adımı attığı 19 Mayıs 1919’un üzerinden tam 70
yılın geçtiği bu günlerde, Atatürk devrim ve ilkelerine
karşı, açık ya da kapalı saldırılarını doruğa ulaştırmış
bulunmaktadır. Bundan daha kötüsü, plânlı ve sinsi bir
çalışma ile, o devrim ve ilkeleri gelecekte yok etmek
çabası içindeler.” 50 devrimci aydın, ki aralarından bazıları sonraki yıllarda devrim şehitlerimiz arasına katılmışlardır, böyle bir derneğe neden gerek duyulduğunu
böyle açıkladılar. Mücadelemiz ülkemizin Atatürkçü
Düşünce Derneği’ne gereksinim kalmayacak günlere
ulaşması içindir.
Unutturulan devrim
CIA’nın istasyon şefi Paul Henze, 12 Eylül darbesini
Amerikan Başkanı Carter’a “bizim çocuklar başardı”
diye haber vermişti. 12 Eylül’ün faşist generalleri bir sürü
şey yaptılar. 18 yaşından küçük Erdal Eren’in yaşını büyütüp idam etmek bunlardan birisiydi. Erdal Eren ismi, çok
kısa ömrüne ve yaşam öyküsüne yazılacak önemli özellikleri olmamasına karşın, canına kıyan Amerikancı generallerden çok daha onurlu bir yerde durmuyor mu?
Türkiye’nin 12 Eylül cuntasına hakkını helal etmemesi
için çok nedenleri var. Bunlardan birisi de 27 Mayıs’ı yok
etme çabalarıdır. Gerçi nafile çabadır, devrimler ve devrimciler unutturulamaz. Aksi olsaydı, 15. yüzyılın devrimcisi Şeyh Bedreddin’in, Börklüce Mustafa’nın ve
Torlak Kemal’i adlarını bilemezdik. Peki, I. Mehmet ya da
Bayezid Paşa’yı bilir misiniz?
Kenan Evren Türk milletine düşman olduğu için 27
Mayıs’a da düşmandı ve “Hürriyet ve Anayasa Bayramı”
12 Eylül darbecileri tarafından 1982’de kaldırıldı. Ancak,
27 Mayıs bayram olmaktan çıkarılınca, tarihimizin o sayfası yok olmadı. 12 Eylül, tarihin akışı içinde karşı devrimin devrime üstün geldiği bir dönemdi sadece. Bu
mücadele hep sürecek, yarım kalan Atatürk Devrimi
tamamlanacak ancak bitmeyecek. Sınıflı toplumun kaderi budur.
Vatan Şairi mi vatan haini mi?
Bakmayın soru cümlesi kurduğumuza, Nazım
Hikmet, kendisini bu milletin bir bireyi sayan herkesin
gururla anacağı bir vatanseverdir. Kendisine bir nefeslik
yaşam hakkı tanınmadığı güne kadar bu memleketin
hapishanelerinde de yatmış, ekmeğini, suyunu, ağacını,
çiçeğini, kahramanını ve hainini sevmiştir. “Hainini sevmiş” demek abartılı geldiyse, bir memleket gerçeği olarak kabul ettiğini söyleyelim. Sevgisini dizelere dökmüş
ve bu ülkeye kendisi için yazılmış şiirlerin en güzellerini
armağan etmiştir. Bugün itibariyle, memleketinde bir
çınar ağacının altında değildir mezarı ve vatan hasreti
çekmektedir, ancak o gün gelecek, “uyarına” bir çınar
ağacı bulunacaktır. O gün geldiğinde bilin ki Türkiye
başka bir ülke olmuştur artık; daha uygar, daha özgür ve
geleceğe umutla bakan bir ülke. O Türkiye’de 3 Haziran
günlerinde bu vatanı çok seven o büyük şair yalnızca millet değil devlet tarafından da saygıyla anılacaktır.
Haziran’ın inişli çıkışlı günleri
Yukarıda belirttik, devrimler düz bir çizgi izlemez.
Başlayıp, gelişip, tırmanarak sonuca ulaşmaz ve bu süreç
bazen uzun bazen kısadır. 1932 yılının temmuz ayında
Türkçe okunmaya başlayan ezan devrimimizin bir uygulaması ise, 1950 yılının haziran ayının 16’sında Demokrat
Parti’nin uygulamalarından birisi olarak yeniden Arapça
okunmaya başlanması karşı devrimin bir hamlesidir.
Hangi yılın hangi ayında şimdilik bilmiyoruz ama; belki de
bir haziran ayının 16’sına denk gelir, nispet gibi olmayacaksa, aydınlanma sürecinin bir aşamasında inancımızı
anlayarak yerine getirme anlayışını kazanacağımızı biliyoruz. Nazım’ın, “şayak kalpaklı adam nasıl ve ne zaman
geleceğini bilmeden güzel, rahat günlere inanıyordu,”
dediği gibi biz de o günlere inanıyoruz, nasıl olacağını da
biliyoruz, zamanını ise, şimdilik, tahmin edebiliyoruz.
Bu ülkenin insanlarının uygarca yaşamasından başka
bir isteği olmayanlar mutlaka emperyalistler ve onların
uşakları ile savaşmak zorundadırlar. Bu çağda böyle bir
yasa var. Samsun’a bunun için çıkıldı ve Amasya
Genelgesi, 22 Haziran 1919’da bunun için ilan edildi ve
Mustafa Kemal, bu genelge üzerine, bir gün sonra görevinden alındı. Yıllar sonra, 1934’te uygarlık gereği
Soyadı Yasası kabul edildi. 23 Haziran 1960 devrimin bir
neferinin, İsmail Hakkı Tonguç’un ölüm tarihidir. Köy
Enstitüleri denince Hasan Ali Yücel ile birlikte ilk akla
gelen isimlerden olan Tonguç hiçbir zaman unutulmayacaktır. Köy Enstitülerini kapatan milli eğitim bakanının
adını anımsayan var mı?
Atatürk’ün nasıl bir devlet adamı olduğunu anlamanın
bir yolu da, artık sağlığı bozulmuş olduğu halde, Hatay’ın
Türkiye Cumhuriyet toprağı olarak kabul edilmesi sürecinde gösterdiği siyasi beceridir. 29 Haziran 1939, kendisi çabalarının sonucunda kazanılan başarıyı görememiş
olsa da, tarihimize kazandığı son zafer olarak geçecektir.
Bugün ise Hatay’ın da içinde bulunduğu bölge, bir ateş
çemberindedir ve her geçen gün, AKP’nin Amerikan
planları çerçevesinde hareket etmesi nedeniyle, tehlike
büyümektedir. “Yurtta barış” ilkesinin yerini mezhepçilik, “Dünyada barış” ilkesinin yerini de komşulara,
emperyalistler hesabına düşmanlık almıştır.
Bitirirken, Türkiye’nin selametinin AKP’den kurtulmakta olduğunu, ancak bir “görevli” olan AKP’nin yerine o görevi yerine getirecek, başka özel ya da tüzel
“kişilikler” bulunduğunda, kendisinden kolayca vazgeçileceğini belirtelim. Umalım ki bu “kişilikler” Amerika’nın
değil, Atatürk’ün yolundan gitsinler de çok yıllar sonra
kendilerine Nazım’ların, Tonguç’ların yanında yer bulsunlar.
3
mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 4
BİZDEN SİZE!
Bu altıncı sayının bizim için ayrı bir önemi var, çünkü bir
yılımızı doldurduk. 2014 yılında Temmuz-Ağustos sayısı ile
başlayan yolculuğumuz sürüyor. İki ayda bir yayımlanan bir
derginin bu sayısı ile yaş günümüzü kutlamaya hak kazandık.
Yazarlarımıza ve emeği geçen herkese teşekkür ederiz.
Elbette bir teşekkür de siz değerli okurlarımıza. Sizler okumasanız ve eleştirileriniz ile bizleri daha doğru şeyler yapmaya yönlendirmeseniz, bu dergiyi çıkarmanın anlamı olmazdı.
Görüş ve eleştirilerinizi bize daha derli toplu ve sistemli
iletebilmeniz için bu sayıda derginin içinde küçük birer anket
formu bulacaksınız. Onları doldurup iletmeniz halinde, bize
çok önemli bir katkıda bulunmuş olacaksınız.
Mayıs ve Haziran aylarının gündemi çok yoğun, bu
nedenle bu sayı 40 yerine 44 sayfa olarak çıktı. Hatta, bazı
yazılara da üzülerek de olsa yer veremedik.
19 Mayıs, 1919 yılı bakımından Kurtuluş Savaşımızın
önemli bir aşaması, 1989 yılı bakımından ise Derneğimizin
kuruluş yıldönümü. Mehpare Özkaban, kuruluşumuza ilişkin
özlü bir yazı yazdı. Ömer Bayram da “Cumhuriyet Tarihi”
köşesinde 16-19 Mayıs 1919 arası kesiti Bandırma vapurunu
ele aldı. Alev Coşkun’un “Samsun’dan Önce Bilinmeyen Altı
Ay-İşgal, Hüzün, Hazırlık,” Tuna Arslan’ın incelemesi ile
“Kitap” köşemizde yer aldı. Fevzi Yılmaz’ın, geçen sayılardan
süregelen “Açılım” yazısına bu sayıda “Çevre” konusundaki
yazısı da eklendi.
Nural Güran’ın “Köy Enstitüleri” konulu yazısının birinci
bölümü geçen sayıda yayımlanmıştı, bu sayıda ikinci bölümünü okuyacaksınız. Üyemiz Selahattin Yıldız da çevre konulu
yazısında, “İklim Değişikliği ve Enerji” gibi teknik bir konuyu
herkesin anlayabileceği bir anlatımla sunmuş.
Bu sayıda “Düşün’ce” nin konusu “Gezi’nin Felsefesi”
Malum 2013 Mayıs ve Haziran ayları Türkiye’yi, dünyayı ama
en çok da AKP’yi ve Tayyip Erdoğan’ı sallamıştı. 6 Mayıs
Deniz’lerin idam edildiği tarih. İsfendiyar Yıldız, 1968 yılında
1-10 Kasım tarihleri arasında gerçekleştirilen “Samsun’dan
Ankara’ya Mustafa Kemal Yürüyüşü” ve yürüyüşçülerin
konakladıkları bir köye ilişkin anılarını yazdı.
Amiral Cem Gürdeniz, “Mavi Vatan” yazılarını sürdürüyor. Yoğun bir çalışma sonucu yayımlanan son kitabı “Mavi
Uygarlık-Türkiye Denizcileşmelidir” kitabı için kendisini kutluyor ve yakında kitap köşemizde ağırlamaktan mutluluk
duyacağımızı belirtiyoruz. Tahir Ceyhan, derneğimize
sunumları ile yaptığı katkıyı, dergimize yazarak da sürdürüyor. “Çağdaşlaşma” konulu yazısı, ufuk açıcı bir deneme.
Değerli yazarımız ve şairimiz Hidayet Karakuş, bu sayıda
bir öykü değil, bir deneme kaleme almış ve bize aynı tadı sunmuş. Öykü, Zehra Özçelik’den. Henüz ortaçağı aşamamış
olan toplumumuzun sorunlarından birisini, kumalığı ve kadına yönelik şiddeti anlatıyor öyküsünde. Müzisyen ve yazar
olan ve toplumumuzun ileri gitmesi için görev verilmesini
beklemeden kendisi göreve koşanlardan olan Gündüz Öğüt,
geçen sayıdan devam eden yazısında “Dağınık-lık” sorununu
4
incelemeyi sürdürüyor.
Bu ilginç de-neme, bu
konuda sorun yaşayanlar
için çok yararlı bir kullanım kılavuzu niteliğinde.
Genel Merkez BilimM. Fevzi YILMAZ - Orm. Yük. Müh.
Danışma Kurulu üyemiz
Ahmet Gürel, 17 Haziran’da “Ermeni Soykırımı Emperyalist Bir Yalandır” konulu
bir belgesel sunumu gerçekleştirdi. Kendisi çok sayıda belgesele imza atmış, üretken bir kişi. Dergimizde de “Ermeni
Dosyası” köşesinde yazılar yazdı. Bu sayıdaki, konuya ilişkin
son yazısıydı. Ancak, önümüzdeki sayılarda başka konularda
bizleri aydınlatmayı sürdürecek. “Ekopolitik” köşesini yazan
Enis Musluoğlu, ekonominin karmaşık terimler ve kavranması güç teknik söylemler demek olmadığını son derece sade
bir anlatımla ortaya koyuyor. Ayrıca, köşesinin adına uygun
olarak, siyasetin temelinde, hemen her şey için olduğu gibi,
ekonomik olguların yattığını kavramamızı sağlıyor.
Türkiye’nin yaşamakta olduğu ekonomik ve siyasi krize karşın, yazılarının sonundaki vurguları sayesinde ülkemizin geleceğine ilişkin umutlarımızı korumaya devam ediyoruz.
Metin Erdoğan, bir diplomat ve çevreci. Arı gibi çalışkan
ve özverili. Yalova’daki “Yürüyen Köşk” ile ilgili olarak bilinçli bir koşuşturma içinde. Muhatapları kendisinin birikimi ve
çalışkanlığının çok azına bile sahip olsalar işler nasıl da kolaylaşacak. Kendisi, şu sıralar bütün enerjisini Atatürk’e
Birleşmiş Milletler Çevre Ödülü verilmesi, Yürüyen Köşk’ün
dünya çevre mirası kapsamına alınması ve Atatürk’ün
Yalova’yı ziyaret tarihi olan 19 Ağustos’ta Yalova’da uluslararası bir konferans düzenlenmesi konularında harcıyor.
Dergimizdeki yazılarında da bu konuları işlemeyi sürdürüyor.
“Türk Dili” köşemizin yazarı Ümran Kebapçıgil, bir
Türkçe aşığı. Aslında kendisi iyiye, güzele ve doğruya aşık bir
insan. Böyle birisinin Türkçe’ye sevdalanmaması mümkün
mü ? Yazılarında, bu sayıdakinde olduğu gibi, bu sevgiyi bize
de yansıtıyor. Ellerine sağlık öğretmenim!
Bu sayımızda, “Kültür Sanat” köşemizde iki üyemizin iki
değerli yazısına bulacaksınız. Nüket Hürmeriç, bizlere çevremizde gerçekleşen sanat olaylarını, bilgilendirici bir biçimde
aktarıyor. Öyle bir aktarıyor ki, kaçırdıklarımıza hayıflanıyoruz. Evrim Gökçelik ise, sanatın anlamı ve anlaşılabilir olmasının önemi ya da önemsizliği üzerine bir deneme yazmış.
Farklı bir bakış açısı sağlayan ve düşünmemizi sağlayan bir
yazı. Sanatın bir işlevi de bu değil mi?
Gördüğünüz gibi dolu dolu bir sayı daha ulaştırdık sizlere. Yazının başında da belirttiğimiz gibi, bu dergi sizlere ait.
Sizlerin katkılarıyla daha da gelişmesi mümkün. Katkıdan kastımız, yazı yazmanız, yazamayanların ise görüş, öneri ve eleştirilerini iletmeleridir.
“Bir yaşındayız,” diye başlamıştık. “Nice yıllara” diye bitirelim.
mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 5
DÜNYA ÇEVRE GÜNLERİNDE,
NELER ANIMSIYORUZ? (I)
M. Fevzi YILMAZ
Alan Durning, “Orman Ekonomisinin yeniden oluşturulması” adlı makalesinde, kalkınma ve doğal varlıklar arasındaki ilişkiyi anlatmaya çalışırken ilginç bir yazım tekniğiyle hayal gücümüzü zorlayarak başlıyor yazısına. “Zaman
ayarlı bir kamera ile dünyanın filmini çekmekte olduğunuzu düşünün. Son 10.000 yılın, her bin yılının bir dakikada
geçecek hızla gösterildiğini varsayın.” Yedi dakika boyunca
sahnede sanki duran bir resim izlersiniz-mavi bir gezegen,
kıtalar ormanlarla kaplanmıştır. Ormanlar kıtaların
%34’ünü kaplamaktadır. Zaman zaman ortaya çıkıp kaybolan yangınların dışında orman örtüsünde bir değişiklik
göze çarpmaz. Filmin birinci dakikasında gerçekleşen ve
insanlığın bugünkü durumuna ulaşmasını sağlayan tarım
devrimi hiçbir değişiklik yaratmamıştır.
Yedi buçuk dakika sonra, Atina’nın çevresindeki alanlar ile Ege adalarındaki orman örtüsünün kaybolduğu hissedilir. Bu klasik Yunan Medeniyeti’nin başlangıcıdır…
Dokuzuncu dakikada yani 1000 yıl önce-orman örtüsü
Avrupa’nın belirli noktalarında, Orta Amerika’da, Çin ve
Hindistan’da çok incelir. Son 12 saniye, yani iki asır önce,
incelmenin yayıldığı görülmektedir. Son altı saniye, yani bir
asır önce, Kuzey Amerika’nın doğusunda yeşillik kalmamıştır. Artık sanayi devriminin içinde sayılırız.
Bu makalenin yayınlandığı tarihten bugüne geçen, yirmi
yılı aşkın zaman içinde, dünyada yaşanan olaylara bakarak
da bugünün olası dünyasını kestirebiliriz. Sovyetler
Birliği’nin dağılmasının getirdiği zor ekonomik koşulları
aşabilmek adına, özellikle orman varlıklarının yok edilircesine kesilip yok edilişine tanık olduk. Doğal varlıkların,“Koruma Kullanım” dengesine dayanan, ormancılıktaki “Süreklilik “ilkesi askıya alındı. Ülkemizde, liman çevrelerinde Ukrayna, Romanya, Gürcistan ve Rusya’dan gelen
orman ürünlerinin dolup taştığını gördük. Türkiye’den
birçok işadamının bu ülkelere orman ürünleri işleyecek
tesis kurmak veya hazır tesisleri işletmek üzere gittikleri
biliyoruz.
Bunun yanında Çin, Hindistan ve Asya’nın birçok ülkesi son 25 yıl içinde dünyayı etkileyecek büyük kalkınma
hamlesi gerçekleştirdiler. Tüm bu gelişmelerin, yeryüzünde başta karasal ekosistemler olmak üzere büyük ekolojik yıkımlara neden olduklarını biliyoruz, Boyutları konusunda henüz yeterli bilgiye sahip değiliz. Ancak dünyamızın bu kadar insafsızca hırpalanmayı kaldıramayacağı da
bir gerçektir.
(*)
Ülkemizde bugüne dek, nükleer santraller ve etkileri
belirli çevrelerce çok tartışıldı. Tartışmalar, nükleer santrallerin kurulmasının yarar ve zararı üzerine idi, ancak
bundan sonraki tartışmalar radyoaktif atıklar ve etkileri
üzerinden olacağa benzer. Çünkü ülkemizde artık nükleer santraller de olacak.
Savaşlar, etnik ve dinsel çatışmalar, dünyamızı kirletmeye yayılarak devam ediyor.
Adaletsiz gelir dağılımı ve yoksulluk, çevresel yıkımları
da artmaktadır. Sovyetler Birliğinin yıkılmasından sonra
emperyalist- kapitalist ideologlar soğuk savaş döneminin
sona ermesiyle o çatışmalı dönemin de sona erdiği, bundan sonra çatışmaların yerini ortak çıkarların aldığı tezi ile
tüm dünyada ılımlı, iyimser bir hava yaratmaya çalıştılar.
İkinci Paylaşım savaşından beri dünya doğal kaynakların
kullanımı, uluslararası bir hukuk sistemine bağlanması için
Dünya bankası, FAO ve İMF gibi kuruluşlar devreye sokulmuştu. Şimdi tam zamanıydı, Sovyetler artık yoktu. Dünya
artık tek kutupluydu; Yeni ve meşruiyeti olan bir düzen
kurulabilirdi. Bu düzene “Yeni Dünya Düzeni” adını verdiler.
Kapitalist-Emperyalist sistem, 1970 ‘li yıllara dek kalkınma öncelikli politikaları benimsemişti. Çevre kirliliği
kalkınmanın bir başka tarafıydı, fakat kabul edilebilir görülüyordu. Öte yandan dünyanın birçok yerinde 20 milyona
varan insanın katılımıyla gerçekleşen gösterilerde çevre
duyarlılığı kitleselleşmeye başladı. 1968 yılında “ROMA
Kulübü” kuruldu. 1972 yılında hazırlanan “Büyümenin
Sınırları” adlı raporda kalkınmanın doğal çevre üzerinde
açtığı yıkıma dikkat çekildi. Raporu hazırlayanlar genel bir
eğilim saptaması yapmışlardır. Bunlar; sanayinin hızlanması, nüfus artışı, yaygın beslenme eksikliği, yenilenemez kaynakların tükenmesi ve çevre yıkımıdır. Aynı yıl Birleşmiş
Milletler Stockholm’da İnsan Çevre konferansı düzenlenmiştir. Bunun sonunda Birleşmiş Milletler Çevre
Programı(UNEP)’in kurulması ve çevre sorunlarına karşı
ortak tavır alınması kararlaştırılmıştır. Konferansın başladığı 05 Haziran günü, 1972 yılında “Dünya Çevre Günü” ilan
edilmiş oldu.
Yeni bir dünya düzeni arayışında, çevre sorunları bir
itici güç haline getirilmiştir. Çevre sorunlarının ardına gizlenerek, dünyanın gerçekliği ters yüz edilmiştir. Dünya
yönetimi, yeniden yapılandırılmaya çalışılmış ve göreceli
olarak da başarmışlardır. Bize düşen görev: Baş aşağı edilen çevresel sorunları yerli yerine oturtmaktır.
Alan Thein Durning’ın “Ormanların Kurtarılması Nasıl Başarabilir? Adı altında 117 numaralı Worldwatch Bülteni olarak yayınlanmış bültende. Dünyanın
Durumu 1994. Sayı 10.
5
mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 6
AÇILIM SORUNUNA NASIL
YAKLAŞILMALI? (4)
M. Fevzi YILMAZ
Başta seçim barajı olmak üzere
birçok nedenlerle eşit ve demokratik
olmayan seçimler sonucunda siyasi
partiler meclise girmişlerdir. Ortaya
çıkan tablo birden çok hükümet
seçeneği sunmasına karşın ülkenin
önündeki sorunları çözecek tartışmasız bir hükümet modeli koymaktan
uzaktır.
6
soyulması için yapılan bunca yolsuzluk dosyaları, dış
politikanın açmazı masada dururken, çözüm sürecini
önceleyen hükümet formülleri ne denli inandırıcı olacak bilinmez. Öte yandan, kırk yıldır üzerinden siyaset
yapılan ve 40 bin kişinin ölümüne neden olan terör
örgütünün temsilcisi konumundaki silaha dayalı siyasi
örgütün masanın başında denklemin vazgeçilmez
unsuru olarak oturması siyaseti daha da ilginç hale
getirmiştir. Çözüm sürecinde başta Anayasa’da ifadesini bulan “Vatandaşlık” tanımının değiştirilmesi, anadilde eğitim hakkının tanınması,“Demokratik Özerklik” tanımının Anayasa’ya girmesi ve dolayısıyla “Türk
ve Türk Milleti” kavramlarının Anayasa’dan çıkarılması olası talepler arasında olacaktır. Mecliste grubu
bulunan siyasi partilerin “Türk Milleti”ni Anayasa’dan
çıkarma konusunda yapacakları olası bir oydaşma bu
partileri Atatürk Devrimleri karşıtlığı konumuna sokacaktır. “Türk Milleti” kaldırılınca yerine ne konacaktır
sorusuna ”Çözüm”e önderlik ettiğini iddia eden siyasi
çevrelerin yanıtı, bugüne dek “Eşit Vatandaşlık”
olmuştur. Elbette “eşit vatandaşlık” kavramı önemsenmelidir. Ancak bu kavram bir soyutlamanın ötesinde
tek başına bir şey ifade etmez. Bu kavramın içinin doldurulmasının yanında, bin yıllık Türk, yüz yıllık Türk
Milleti kavramları nasıl yok sayılacaktır. Kaldı ki, yaşayan gerçekliği veya olguları kâğıt üzerinde kaldırmanın
hiçbir anlamı da yoktur. Peki, bu kavramın ardına saklandığımızda yani “Eşit Vatandaşlık” kavramı arkasında
“Türk Milleti” kavramının yeri doldurulabilir mi?
Elbette hayır. Bu genel seçimin sonuçları görünür hali
ile bir çözüm üretmediği gibi, yeni sorunlara kaynaklık
da edecek niteliktedir.
2015 Genel seçimi öncesinde açılıma ilişkin bazı
siyasi partilerin benzer düşünce ve çözüm önerilerinin
olduğunu biliyoruz. Kurtuluş savaşımızın temel felsefesinde, ülkenin bölünmez bütünlüğü ve altı ok ile çerçevesi çizilen ilkelerin merkezinde uluslaşma gerçeği
vardır. 2015 Haziran seçimlerinde ortaya çıkan yeni
tabloda, uzun bir süreden beri dillendirilen
Anayasa’nın değiştirilmesini veya yeni bir anayasa
yapılmasını isteyen çevreler için elverişli bir ortam
ortaya çıkmıştır. Zamanın iktidar partisi Adalet ve
Kalkınma Partisi çözüm sürecinin ne pahasına olursa
olsun devam edeceğini, yine zamanın ana muhalefet
partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi “Avrupa Özerklik Şartı”’nın mali hükümleriyle birlikte kabul edilip
uygulanacağını, açılım sürecinin kendileri tarafından da
sürdürüleceğini, çözümün daha çok demokrasiyle olacağını ifade etmişlerdir. Çözüm sürecini buralara taşıyan Halkların Demokrasi Partisi(HDP)’nin görüşlerinden söz etmeye bu aşamada gerek yoktur. Başta seçim
barajı olmak üzere birçok nedenlerle eşit ve demokratik olmayan seçimler sonucunda siyasi partiler
meclise girmişlerdir.
Ortaya çıkan tablo birden çok hükümet seçeneği
sunmasına karşın ülkenin önündeki sorunları çözecek
tartışmasız bir hükümet modeli koymaktan uzaktır.
Daha ilk günden bu seçim sonuçları kimseyi memnun
etmemişe benziyor.
Genel durumu özetlersek:
1- Kürt ayrılıkçı hareketi parlamento içinde yeni
yasal mevziini kalıcı hale getirmiştir. Bundan sonra
“Demokratik” talepler çıtasını daha da yükseltecektir.
Koalisyon hükümetine girmese de hükümet kurulmasında vereceği söz ve desteklerle siyasi katalizatör işlevi görecektir.
En Önemli Sorun Kürt Sorunu mu?
Eğer ülkenin en önemli sorunu “Kürt Sorunu” ise
çözüm için denklemin bilinmeyeni kalmamıştır. Ama
denklemin bileşenleri halkın gözünde henüz aklanmış
değildir.
Ne ayakkabı kutularındaki paralar ne de ülkenin
Kim Dost, Kim Düşman?
Daha önceleri elde ettikleri bölgesel
alan (Kanton) hâkimiyetlerini birleştirip tüm Suriye sınırımızı kuşatacaklar. Bu plan ABD planıydı, adım adım
mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 7
uygulandı. Türkiye’nin Suriye düşmanlığıyla başladı, “Büyük Orta
Doğu Projesi”nin Eş Başkanı eliyle
yürütüldü ve bugüne geldi.
2- Daha önemlisi, PKK ve uzantıları bölgemizin
kaotik ortamında siyasal coğrafya ve küresel siyaseti
belirleyicilerin verecekleri rolleri oynamaya devam
edeceklerdir. PKK, ona bağlı PYD gibi örgütler
ABD’nin eylemli ortakları ve müttefikleridir. Suriye’de
açılmak istenen “Kürt Koridoru”nun başrol oyuncularıdır. Nitekim seçim sonrası hemen sınırımızdaki TelAbyad çatışmaları; ABD’nin hava saldırılarıyla boşalttığı alanı PKK’nın Suriye kolu PYD’nin doldurması bilinçli bir nüfus kaydırmasından başka bir şey değildir.
Suriye sınırımızı Irak sınırımızdan ayırt edici en
önemli özellik Barzani, PKK farkıdır.
Irak sınırımızda Barzani Özerk Bölgesi vardır.
Dolayısıyla sorumluları da Irak Hükümeti ile Bölgesel
Kürt Yönetimi dir. Suriye’de durum daha farklıdır.
Şimdilerde oluşturulan, sınırımızı baştan aşağı kaplayacak olan yönetim PKK ve onun kumanda ettiği unsurların elinde olacaktır. Daha önceleri elde ettikleri bölgesel alan (Kanton) hâkimiyetlerini birleştirerek tüm
Suriye sınırımızı kuşatacaklar. Bu plan ABD planıydı,
adım adım uygulandı. Türkiye’nin Suriye düşmanlığıyla
başladı,” Büyük Orta Doğu Projesi”nin Eş Başkanı eliyle yürütüldü ve bugüne gelindi.
3- PKK, Türkiye’yi sınırlarımızın ötesinden sıkıştıracak güçler haline gelmiştir. Meclisin bu kompozisyonu, bu denli genişleyen ve karmaşıklaşan sorunları
çözecek bağımsız dış politikanın “Yurtta Barış,
Dünyada Barış” ilkesini uygulayacak bir hükümet
kurulmasına ne yazık ki izin vermiyor.
Hataları Kim Düzeltecek?
Ulusalcılığı ayaklar altına alırsanız
ulusal çıkarlar da ayaklar altında
kalır. Şimdi de biz soralım ulusalcı
olmadan, ulus devleti savunmadan,
ulusal çıkarlarımızı kim savunacaktır?
4- Kırk yıldır Türkiye PKK gerçeğiyle yaşamaktadır.
Birkaç münferit olayın dışında Türk-Kürt savaşı diyebileceğimiz bir olay yoktur. Evet, PKK devletle savaşmış, halen de savaşan bir terör örgütüdür. Birçok kez
saldırıları olmuş ancak etnik bir savaş diyebileceğimiz
Türk-Kürt savaşı niteliğine dönüşmemiştir. Türklerle
Kürtler asırlardır karşılıklı kız alıp vermişler, akraba
olmuşlardır. Aralarında bir husumet olmadığı gibi
çatışmalı bir ortam dahi yaşamamışlardır. Fakat bu son
gelişmeler bugüne dek olmayan çatışmaların tohumlarını atabilir. Çünkü IŞİD veya ABD’nin hava saldırıları;
bölgedeki insanları yerlerini yurtlarını dağıtıp, topraklarını terk edip ülkelerinden kaçmaya zorlamaktadır.
Boşaltılan bu yerlere PYD’nin yerleştirildiğini daha
önce belirtmiştik; bu yeni bir kutuplaşma ve yeni çatışma ortamı anlamına gelmektedir. Arap-Kürt çatışması
bölgeyi yeniden kana bulayacaktır. Beşar Esad’ın devrilmesini istemek ve bunun için bölgedeki dengeleri
değiştirme çabasının bölgemizi ne hale getirdiği ortadayken, Arap-Kürt çatışması kimseye yarar sağlamaz.
Üstelik PYD’yi yönetenlerin ağırlıklı çoğunluğu
Türkiye’den giden savaşçılardır. Kobani olaylarında
tanık olduğumuz ve sınırlarımızdan geçirmek zorunda
kaldığımız Peşmerge birlikleri bir denemeydi. Bundan
daha 15 gün önce ABD Başkanı Obama, “IŞİD
Türkiye’den giden teröristler tarafından destekleniyor, Türkiye sınırlarını iyi denetlemeli” dememiş
miydi? Bizim sınırlarımızın kevgire dönmesinin başlıca
sorumlusu kimdir acaba? Ulusalcılığı ayaklar altına
alırsanız ulusal çıkarlar da ayaklar altında kalır.
Şimdi de biz soralım; ulusalcı olmadan, ulus devleti savunmadan, ulusal çıkarlarımızı kim savunacaktır? Yoksa ulusalcılık karşıtlığı üç, beş kendini bilmez işbirlikçi çapulcuya teslim mi olmaktır?
5- Önümüzde çözüm bekleyen başka bir sorun da
hiç şüphesiz ekonomi sorunudur. Son on iki yıldır gelişen, başta işsizlik, adaletsiz gelir dağılımı, cari açık,
vadesi gelmiş devlet ve özel sektör borçlarının ödenmesi, sıcak para akışının kesilmesi, üretim ekonomisinin çökertilmiş olması ülkenin belli başlı sorunlarıdır.
Ülke birliğinin temel bağlayıcı unsurlarından biri
olan ekonomik refah ve onun adil dağılımı çok önemlidir. Bu koşullarda verilen seçim sözleri, hangi hükümet iş başına gelirse gelsin karşısına çıkartılacaktır.
Sonuçta genel seçimde “AKP gitsin kim gelirse
gelsin” söylemi etkili olmuştur. HDP’ nin barajı aşması halinde AKP’nin iktidardan düşeceği tezi gerçekleşmiştir. Bu kez “Kandil Uzantısı” parlamentoda
yerini almıştır. Şimdiden Eş Başkanlar susmuş
Kandil konuşmaya başlamıştır. Düzenin içinde kalsın “Türkiye Partisi Olsun “ tezleri de şimdiden çökmüştür. Güney sınırlarımızda gelişmekte olan olaylar
elbette tek başına PKK ve HDP ‘nin kontrolünde gelişen olaylar değildir. AKP iktidarının ABD müttefikliğini tek başına başaramadığını gören ABD, hem Türkiye
içinden hem de Türkiye dışından uzun zamandır ortak
çalıştığı güçleri sürekli kadroya almış gözüküyor. Bu
kadroları işbaşına getiren siyasilerden gelecekte sorulacak hesaplar da birikiyor.
7
mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 8
KEMALİZMİN MİLLİ
DEMOKRATİK DEVRİMİNİN
EĞİTİM AYAĞI:
KÖY ENSTİTÜLERİ -1I
8
Nural GÜRAN - Öğretmen
Bilim ve Ütopya Dergisi İzmir
Temsilcisi
Genç Türkiye Cumhuriyeti saltanatı ve hilafeti kaldırarak Osmanlı feodalizminin yalnızca merkezi otoritesine
son vermiş oluyordu. Mütegallibe denilen toprak ağaları;
mülkiyet gücü, köylü üzerindeki her türlü egemenliği ve
kimi bölgelerde 10 000 kişilik silahlı adamları ile
Anadolu’da varlığını sürdürüyordu. Kurtuluş Savaşı koşulları bir kısmının mecliste de yer almasını sağlamıştı.
Varlıkları ile tarımsal kalkınmanın, uluslaşmanın ve çağdaşlaşmanın önünde ciddi bir engel oluşturmakta idiler.
Nitekim 1925 ayaklanması bunun acı bir deneyimi oldu.
Mustafa Kemal, 11 Mart 1925’te soruna değinirken:
“Genç’te başlayıp Elaziz ve Diyarbekir merkezleri sınırlarına kadar genişleyen hadise (ayaklanma) kanunen suçlu
olan bazı nüfuzlu kimselerin(ağa ve şeyhler)din maskesi
altında mahiyetini gizlemeye çalışan teşebbüslerinin ürünüdür.”diyordu.(1)
1925 ayaklanması, ağaların ve şeyhlerin denetimi altındaki Doğu Anadolu köylüsüne ağır bedeller ödetti.
Feodalizm denen bu düzenden kurtulma yolunu 1934’te
İsmail Hüsrev (Tökin) Türk Köy İktisadiyatı adlı yapıtında
açıkça ifade edecekti:”…bireyleri bireylere zorla bağımlı
kılan…bu toplumsal düzenin ortadan kaldırılması da ancak
derebeyi topraklarının köylüye bedelsiz olarak dağıtılması,
derebeylerin de varlıklarının (mülkiyetten gelen güçlerinin) tamamen yok edilmesi yoluyla olabilir.”(2) Mustafa
Kemal’in isteği üzerine 1936’da Şark Raporu’nu hazırlayan
Celal Bayar da aynı öneriyi yineleyip ağaların göç ettirilmesini ister. Bayar’a göre: “Bu hareket, devlet güç ve kuvvetini göstermekle beraber, halkın zorbalıktan fiilen kurtulmasına yardım etmektedir.”(3) Prof. Ömer Lütfü Barkan,
ağalık düzeninin her türlü kalkınmayı engelleyeceği gibi
Cumhuriyet’in geleceği için de tehlike oluşturduğuna
vurgu yapar: “Yeni Türk Devleti’nin eski feodal ve başıboş
liberalizm devleti geleneklerini sürdüren ve köylüyü fakr u
zaruret içinde bırakan geri toprak ilişkileri, onlara varlık
kazandıran geri siyasal örgütle birlikte ortadan kaldırılarak
köylünün paryalaşmasının önüne geçmek ve memlekette
yeni ve büyük toplumsal ve siyasal tehlikelerin oluşmasına
yol açacak şekilde yeni toprak malikanelerinin oluşmasına
engel olacak önlemleri almak gerekir.”(4)
Mustafa Kemal de
birçok meclis açış konuşmasında çiftçiye toprak sağlamak konusunu ele alır.
Bunun “memleketin üretimini zenginleştirebilecek başlıca
çarelerden” biri olduğuna dikkat çeker. 1937’nin 1
Kasım’ında Mecliste yapabildiği son açış konuşmasında
artık soruna değinmekle yetinmez, hükümetin önüne bir
program koyar: “Milli ekonominin temeli tarımdır. Fakat
bu yaşamsal önemdeki işi, isabetle amacına ulaştırabilmek
için ilk önce ciddi incelemelere dayalı bir tarım politikası
belirlemek …lazımdır: Bir defa memlekette topraksız çiftçi bırakılmamalıdır. Bundan daha önemli olanı ise, bir çiftçi ailesini geçindirebilen toprağın hiçbir sebep ve suretle
bölünemez bir mahiyet alması. Büyük çiftçi ve çiftlik sahiplerinin işletebilecekleri arazi genişliği, arazinin bulunduğu
memleket bölgelerinin nüfus yoğunluğuna ve toprak
verim derecesine göre sınırlamak gerekir.”
Yine 1937’de –belki de Mustafa Kemal’in bastırması
ile- Uluslararası İş Bürosu Örgütü’ne başvurularak başka
ülkelerin toprak reformu deneyimleri sorulmaktadır.
Büro’nun Toprak Islahatı Dairesi yöneticisi Olinda
Gorni’nin Türkiye raporunda özet olarak şunlar önerilmektedir:
1) Bir toprak reformunda gerçekten önemli olan şey,
köylüye toprağı dağıttıktan sonra tarımsal üretimin sürdürülüp düzenlenmesidir. Bu amaçla da ilk aşamada köylüye
araç, gereç ve kapital sağlanmalıdır.
2) Toprağın yeni işleticileri olacak olan köylüler, teknik
konularda ve işletmecilikte bilgisizdirler. Bu nedenle her
iki açıdan da onları eğitmek gerekir.
3) Köylüler; toprak reformu yapılan öteki ülkelerdeki
uygulamaların gösterdiği gibi, özellikle kendilerine sağlanan araç gerecin bakımı ve onarımı, ürünün saklanması ve
hayvanların barınması için gerekli yapıların yapılması vb
konularda bilgisiz ve yetersizdirler.
4) Yine uygulamalar göstermiştir ki; kendisine toprak
verilen köylü psikolojik nedenlerle ve yol yordam bilmediğinden pazar için değil, fakat yalnız kendi tüketimine yetecek ölçüde üretimde bulunmak eğilimindedir. Bunun sonucunda üretim yetersizliği, kıtlık baş gösterebilmektedir.
(1) Atatürk’ün Bütün Eserleri Cild-17 S-205.
(2) Çetin Yetkin-Karşıdevrim S-212.
(3) Celal Bayar-Şark Raporu S-65.
(4) Çetin Yetkin-Karşıdevrim S-212.
mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 9
5) Bu gibi sakıncaları ve eksiklikleri gidermek isteyen
ülkeler, belirli merkezlerde tarım okulları açarak bu okulları bitiren teknik elemanları köylere gönderip bu sorunları çözmeyi denemişlerdir. Bu yöntem başarılı olamamıştır. Çünkü;
a) Kentlerdeki tarım okullarını bitiren kent kökenli
elemanlar köylerde yerleşip çalışmamışlardır.
b) Köylerden gelen öğrenciler ise, okulu bitirdiklerinde yeniden köylerine dönmeyerek alıştıkları kent yaşamı
içinde bulabildikleri bürokratik işlere yönelmişlerdir.
c) Kaldı ki bu okullardaki eğitim, bir tarım okulu programı çerçevesinde kaldığından köylünün yukarıda belirtilen gereksinmelerini de karşılamaktan uzaktır. Örneğin bu
okulları bitirenler, basit iş makinelerinin onarımı, barınaklar yapılması, ürünün saklanıp gerektiğinde işlenip pazarlanması gibi konularda da yararlı olamamışlardır.
d) En önemlisi de bu elemanlar, köylü ile gerekli diyaloğu kuramamışlar ve ona öncülük edememişlerdir.
6) Bu nedenlerle, bir toprak reformu uygulamasına
başlamadan önce eğitilmeye elverişli köy çocuklarının
kendi köy ortamlarında, kuramsal bilgiler yerine yukarıda
belirtilen işleri yapabilecek ve kafasını kullandığı ölçüde
ellerini de kullanabilecek bir biçimde eğitilmeleri;onlara
köylüye verilecek araç gereç ve kapitali kullanıp yönlendirebilecek bir kişilik kazandırılması gerekmektedir.”(5)
İlginçtir ki demokratik devrimin eğitim ayağı, daha
Mustafa Necati zamanında bir biçimde başlamışsa da
Köylüyü Topraklandırma Yasası 1945’e kadar Meclise
getirilmemiş ya da getirilememiştir. Yasanın sonu da ayrı
bir sorundur. İşte bu durum, köylünün de köy enstitülerinin kaderinde de çok etkili olmuştur.
Kemalist Devrimin eğitim ayağı kapsamında yer alan
kurs ve okullar zamansal sıralama ile şöyle verilebilirler:
Güzel sanatlar, yapıcılık, maden işleri, hayvan bakımı,
kümes hay. bakımı, tarla bahçe tarımı, köy el-ev sanatları,
tarımsal işleme, ekonomi
YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ (1943-1947)
BÖLGE OKULLARI (Tarımsal ve teknik eğitim) sağlık
memuru ve ebe
KÖY ENSTİTÜLERİ 1940-1945
UYGULAMALI KÖY OKULU 1940-46-54
KÖY ÖĞRETMEN OKULLARI 1937-1940
EĞİTMEN KURSLARI 1936-1948
KÖY ÖĞRETMEN OKULLARI 1926-1929
Köylüyü milletin efendisi, toplumu ulus ve devleti de
bağımsız yapmanın eğitim ayağı KÖY ENSTİTÜLERİ diye
anılsa da görüldüğü gibi bir paket programdır.Bu programın ve tüm eğitimin ideolojik çerçevesi önce ilköğretim
programına (1936) sonra da Anayasa’ya (1937) konacak-
tır Mustafa Kemal tarafından. Anayasa 2. Madde-Türkiye
Devleti Cumhuriyetçi, Milliyetçi, Halkçı, Devletçi, Laik ve
Devrimcidir. Devlet dili Türkçe’dir. Başkent Ankara’dır.(6)
Eğitimin her basamağında da başta “kuvvetli
Cumhuriyetçilik” olmak üzere Anayasa’nın 2. maddesinde
belirtilen tüm özellikleri kazanmış olan yurttaşlar yetiştirmek de devletin en önemli yükümlülüğüdür. Mustafa
Kemal’in emperyalizm çağında ve ancak bir Kurtuluş
Savaşı ile var edilmiş ulus devleti için biricik sağlıklı kalma
reçetesidir bu. Devletçi bir ekonominin sağladığı olanaklarla halk güçlendirilecek, bilinçler laiklikle bilimin, aydınlanmanın ışığına kavuşturulacak; antiemperyalist bir milliyetçilikle –asla etnik anlayışa hapsolmadan –ulusun birliği
korunacak ve toplum, devrimcilikle yeniliklere sürekli açık
tutularak “muasır medeniyetler seviyesine “erişilecektir.
Mustafa Kemal’in bu doğrularının en ciddi biçimde benimsendiği kurumlardan biri de köy enstitüleri olmuştur.
Enstitü çıkışlı öğretmenlerin önderliğinde kurulan Türkiye
Öğretmenler Sendikası (TÖS) bu açıdan dikkatle incelenmelidir.
Cumhuriyet’in eğitimdeki bu büyük atılımında emeği
geçmiş üç bakanı anmak gerekir: Mustafa Necati, Saffet
Arıkan ve Hasan Âli Yücel. İsmet İnönü’nün ise 1946’ya
kadar desteklemek ve 1946’dan sonra da bu tutumunu
değiştirmek gibi ilginç bir durumu vardır. Bu durumun gerçek nedenlerini açığa çıkarmak için de araştırma yapılmalıdır kanımızca. Burada köy enstitülerine girmeden belirtilmesi gereken ise bu büyük devrim atılımını Tonguç’u dikkate almadan anlayamayacağımızdır. Ta EĞİTMEN
KURSLARI’ndan başlayarak işin içinde olan, işin içinde
olmakla kalmayıp adeta omurgası olan ve bu nedenle de
adı bu kurumlarla özdeşleşen TONGUÇ’tur. Yıkım evresinde de en çok Tonguç’la uğraşılması, bu kanımızı doğrulamaktadır. İşte bu nedenle önce Tonguç’un “köy sorunu”
üstüne söylediklerini görmek gerekiyor:
“Köy sorunu bazılarının sandığı gibi mihaniki bir köy
kalkınması değil, anlamlı ve bilinçli bir şekilde, köyün içten
canlandırılmasıdır. Köylü insanı öyle canlandırmalı ve bilinçlendirmelidir ki, onu hiçbir güç yalnız kendi hesabına ve
insafsızca sömüremesin; köydekilere uşak ve köle muamelesi yapamasın. Köylüler bilinçsiz ve karşılıksız çalışan
birer iş hayvanı durumuna gelmesinler. Onlar da her
vatandaş gibi her zaman haklarına kavuşabilsinler. Köy
sorunu, köyde eğitim sorunları da içinde olmak üzere bu
demektir.”(7)
(5) Çetin Yetkin-age
S-227.
(6) Suna Kili-Türk Anayasa Metinleri S-128.
(7) Hakkı Tonguç-Canlandırılacak Köy s-88.
9
mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 10
İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ VE ENERJİ
Enerji üretmek amacıyla yakıtların kullanılması
sonucu atmosfere atılan karbon dioksit gazı atmosfer
sıcaklığının artmasına neden olmaktadır. Çünkü
atmosferdeki karbon dioksit, sera gazı etkisi yaratır.
Atmosfer sıcaklığının artması dünyamızın ısı dengesini değiştirir ve bunun sonucu olarak da iklim şartlarında değişiklikler meydana gelir.
Atmosfer sıcaklığının artması ile meydana gelen
bu iklim değişiklikleri dünyamızın denge şartlarında
çok olumsuz etkiler yaratmaktadır. Bu etkilerden
bazıları; deniz seviyesinin yükselmesi, aşırı fırtınalar
ve kasırgalar, buzulların erimesi, su kaynaklarının
azalması, kuraklık ve seller olarak sayılabilir. Bu olaylar dünyanın değişik yerlerinde farklı şekillerde ortaya çıkabilir.
Havadaki karbon dioksit gazının sebebi kömür,
petrol ve doğal gazın yakıt olarak kullanılmasıdır.
Dünyada kullanılan enerjinin yaklaşık yüzde 80’i bu
yakıtlardan elde edilir. Bunlara fosil yakıtlar diyoruz.
Toplumların aktivitelerini sürdürmeleri ve gelişmeleri için enerjiye ihtiyacı vardır. Ayrıca enerji kullanımı
her geçen gün hızla artmaktadır. Bu da havaya salınan
karbon dioksit gazının artması sonucunu doğurmakta ve iklim değişikliğini daha da hızlandırmaktadır.
İklim değişikliğinin önüne geçilebilmesi için
kömür, petrol, doğal gaz gibi fosil yakıtların kullanılmasının hızla azaltılması, yenilenebilir yakıt kaynaklarına dönülmesi veya havada bulunan karbon dioksit
gazının tutularak geri alınması gibi önlemler alınması
gerekmektedir. Bu noktada önemli zorluklar ortaya
çıkmaktadır. Bunlardan bir tanesi, toplumların enerji
kullanımından vazgeçmesi bugünün koşullarında pek
mümkün gözükmemektedir. Fosil yakıtların yerine
konulabilecek rüzgar, güneş, hidrolik ve diğer enerji
kaynaklarının yeterli olmadığı ve halihazırda kullanılan enerjinin çok küçük bir kısmını karşılıyor olmasıdır. Nükleer enerji doğrudan karbon dioksit üretmemekte ancak radyoaktiviteden kaynaklanan başka
çevre sorunları taşımaktadır. Ayrıca fosil kaynakların
yerini alabilecek nükleer yakıt mevcut değildir.
Sonuç olarak, dünyamız enerji kullanma zorunluluğu ile iklim değişikliğinin yıkıcı etkileri arasında
sıkışmış bulunmaktadır. Burada alınacak tedbirler çok
önemli olmakla birlikte zaman daralmaktadır. En
büyük sorun ise alınacak tedbirlerin tüm dünya ülkeleri ve toplumları tarafından birlikte ve uyum içinde
alınmasıdır. Çünkü atmosfer tüm insanlar için ortaktır ve meydana gelen olumsuz iklim değişiklikleri tüm
dünyayı, ülkeleri, toplumları etkilemektedir.
10
Atmosferin sıcaklığı
bir denge unsurudur
Atmosferin sıcaklığı,
dışarıdan gelen enerji ile
dünyadan dışarıya gönderilen enerji arasındaki Selahattin YILDIZ - Endüstri Müh.
dengeye
bağlıdır.
Güneşten gelen enerji atmosfer tarafından emildiğinde, dünyanın sıcaklığı artar. Güneşten gelen enerji
uzaya geri yansıtıldığı zaman dünyanın sıcaklığı azalır.
Dünyanın bu enerji ve sıcaklık dengesini, doğal süreçler ve insanlar tarafından yapılan aktiviteler etkiler.
Bu etkileri şöyle sıralayabiliriz: 1- Atmosferdeki
sera gazı etkisi atmosferde tutulan ısının miktarını
etkiler, 2- Güneşten dünyaya gelen enerjide meydana
gelen değişiklikler, 3- Dünya yüzeyinin ve atmosferin
yansıtma özelliklerinde meydana gelen değişiklikler.
Bu etkilere bağlı olarak dünyanın iklimi geçmiş
tarihlerde defalarca değişmiştir. Binlerce yıllık tarihsel
ölçüm kayıtlarından anlaşıldığına göre doğal olaylar
nedeniyle değişiklikler olduğu araştırmalarla ortaya
konulmuştur. 1700’lü yıllara kadar meydana gelen
değişiklikler; güneşin enerjisi, volkanik patlamalar, sera
gazı miktarı gibi doğal olaylara dayanmaktadır. Ancak
1700’lü yıllardan sonra başlayan sıcaklık ve iklim değişiklikleri doğal olaylarla açıklanamamaktadır. Bu tarihten sonra meydana gelen değişikliklilerin insanların
aktivitelerinden kaynaklandığı ortaya konulmuştur.
Sera gazı etkisi atmosferin ısı tutmasına neden
olur
Güneşten gelen ışınlar dünyanın yüzeyine ulaştığında ya tekrar uzaya yansıtılırlar ya da dünya tarafından
emilirler. Emildikten sonra da bir kısım enerji radyasyon olarak tekrar uzaya yansıtılır. Sera gazı olan su
buharı, karbon dioksit ve metan (doğal gaz) ısıyı tutar
ve uzaya yansımasını önler. Bu da dünyanın ısısının artmasına neden olur. Bu sera gazları dünyayı bir battaniye gibi sararak dünyanın ısısının olması gerektiğinden
daha fazla olmasına neden olur.
Dünyanın atmosferinde bulunan ve sera etkisi
yaratan karbon dioksitin miktarı buzullardan alınan
örneklerle 600.000 yıl öncesine kadar hesap edilebilmektedir. Bu bulgulara göre karbondioksit oranı geçmiş 600.000 yılda 180 ile 300 ppm (milyonda partikül
sayısı) seviyesinde kalmıştır. Karbondioksit oranları
aşağıda görülmektedir.
mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 11
Son 650 000 yıl içinde atmosferdeki karbon dioksit yoğunluğu.
(Kaynak: Earth Science Communications Team at NASA's Jet Propulsion
Laboratory/California Institute of Technology (data from NOAA) http://climate.nasa.gov/evidence/)
Ancak 1700’lü yıllarda endüstri devriminin başlamasıyla insanların aktiviteleri atmosfere karbon dioksit ve diğer sera gazlarını göndermiş ve dünyanın ortalama sıcaklığı artış göstermiştir. Bu sıcaklık artışı 1950
yıllarından sonra daha büyük bir hız kazanmıştır.
Sıcaklık artışının büyük oranda havadaki karbondioksit
oranına bağlı olduğu görülmektedir. 1700’lü yıllardan
sonra havadaki karbondioksit oranları şekildeki gibidir.
Buharla çalışan motorların ve yakıt olarak kömürün
kullanılmaya başlaması ile karbon dioksit oranında
artışlar hız kazanmıştır.
Günümüzde, 2015 yılında karbon dioksit seviyesi
400 ppm noktasına ulaşmıştır. Bu seviye dünya tarihinde 800 000 yıldan beri ulaşılan en yüksek yoğunluktur.
Daha önce bir örneği olmadığı için sonuçlarının ne
olacağı kesin bilinmemekte, tahmin edilmektedir.
Sonuçlarını; artan kasırgalar, seller, deniz yükselmesi,
eriyen buzullar olarak görüyoruz.
Yıllara
göre atmosferdeki
karbondioksit yoğunluğu
Kaynak: MacKay, David J.C.,(2008),
Sustainable
Karbon vergisi
Atmosferdeki karbon
dioksit oranın insan aktiviteleri sonucunda meydana
geldiği 2007 yılında yayımlanan Birleşmiş milletler
IPCC raporu ile kesinlik
kazanmıştır. Ancak çözüm
konusunda ülkeler arasında
belirli bir anlaşma henüz
sağlanamamaktadır.
Toplumların refahını ve
gelişmesini sağlamakta en
önemli unsur olan kömür,
petrol ve doğal gaz gibi
enerji kaynaklarından vazgeçilmesi bir alternatif gibi
görülmemektedir. Bu kay-
naklar yerine yenilenebilir enerji kaynaklarının
konulması en doğal çözümdür. Ancak bugünün
şartlarında yetersizdir ve yüksek maliyet gerektirmektedir. Ancak iklim değişikliği tehlikesi
hızla artmaktadır. Bir an önce tedbir alınması
için Birleşmiş Milletler uluslararası toplantılar
düzenlemektedir.
Bulunan çözümlerden bir tanesi enerji kullanımına, havaya salınan karbon miktarı üzerinden bir vergi uygulanmasıdır. Bu sayede temiz
enerji kaynaklarının kullanılması özendirilmiş, aynı
zamanda yeni teknolojilerin geliştirilmesi için kaynak
yaratılmış olacaktır. Ancak ekonomilerin bu vergiyi
nasıl kaldırabileceği ve ne şekilde düzenleneceği konusunda henüz bir anlaşma oluşmuş değildir. Böyle bir
vergi; değişik ülkelerde, değişik sorunlara yol açacaktır.
Böyle bir karbon vergisi konulduğunda ülkemizde
düşük kalorili kömür kullanarak elektrik üreten santrallar tamamen çalışamaz duruma gelebilecektir. Üretilen elektrik, vergi miktarının çok altında kalabilir.
Böyle bir verginin haklılığına Çin ve Hindistan gibi
gelişmekte olan ülkeler de eleştirel bakmakta değişik
alternatif uygulamalar talep etmektedir.
Bugün atmosferde bulunan karbon dioksitin önemli bir kısmı geçmiş yüzyıllarda İngiltere, ABD ve
Almanya gibi gelişmiş ülkeler tarafından havaya atılmıştır. Bu nedenle Çin ve Hindistan ile gelişmekte olan
diğer ülkeler tarafından karbon vergisinin adaletli
olmayacağı ileri sürülmektedir. Gelişmiş ülkelere daha
değişik bir yük getirilmesi söz konusudur. Çin’de,
Hindistan’da, Afrika’da hiç elektrik kullanmamış yüz
milyonlarca hatta milyarlarca insanın vergilendirilmesinin adaletsiz olacağı yönünde haklı iddialar vardır.
Sonuç
Enerji elde etmek amacıyla kullanılan kömür, petrol
ve doğal gaz gibi yakıtlar atmosferdeki karbon dioksit
miktarını arttırarak iklim değişikliğine neden olmaktadır. Meydana gelen bu iklim değişikliği dünyada aşırı
yağışlara, kuraklığa, sellere, fırtına ve kasırgalara neden
olmaktadır. Bu etkiler her geçen gün artmakta ve hızlanmaktadır. Insanlık şu andaki yaşam standartları bakımından bu fosil yakıtları kullanmaktan vazgeçememektedir. Yerine konulabilecek rüzgar gibi yenilenebilir
enerji kaynakları yeterli değildir. Artan dünya ısısının
yeni felaketleri tetikleme olasılığı da mümkün görülmektedir. Bu gidişi önlemek tüm ülkelerin birlikte
hareket etmesi ile olanaklı olmakla birlikte bu konuda
yapılan ilerlemeler sınırlıdır.
11
mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 12
ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ
26. YAŞGÜNÜNÜ KUTLUYOR!..
Mehpare ÖZKABAN
Atatürkçü Düşünce Derneği; 19 Mayıs 1989 tarihinde, Atatürk devrim ve ilkelerine açık ya da kapalı
saldırıların doruğa ulaştığı; planlı ve sinsi bir çalışma ile
bu devrim ve ilkelerin gelecekte de yok edilmesi çabalarına karşı durmak amacıyla, Atatürk devrim ve ilkelerine sımsıkı bağlı kişiler tarafından kuruldu.
Derneğimizin kurucuları arasında; Prof. Dr. Hıfzı
Veldet Velidedeoğlu, Doç. Dr. Bahriye Üçok, Prof. Dr.
Muammer Aksoy, Prof. Dr. Nusret Fişek, Prof. Dr.
Hicri Fişek, Prof. Dr. Nejat Kaymaz, Prof. Dr. Mustafa
Altıntaş, Prof. Dr. Cahit Talas, Prof. Dr. Ayhan Çavdar,
Doç. Dr. Anıl Çeçen, Prof. Dr. Özer Ozankaya, Prof.
Dr. S. Çetin Özoğlu, M. Rauf İnan, Celil Gürkan, İhsan
Topaloğlu, Sami N. Özerdim, Bedri Koraman, Lerzan
Akyollu, M. Suphi Gürsoytrak, Arif Çavdar, Sacit
Somel, Hüseyin Emre ve Süreyya Şehidoğlu’nun aralarında olduğu 50 devrimci aydının isimleri sayılabilir.
Derneğimizin Onur Kurucuları ise; Prof. Dr. Fehmi
Yavuz, Prof. Dr. Bahri Savcı, Prof. Dr. Münci Kapani’dir.
Atatürkçü Düşünce Derneği’nin amacı, tüzüğümüzün 4. maddesinde de belirtildiği gibi; “…Atatürk’ün
önderi olduğu Türk Devrimi’ni ve bu devrimin
temelini oluşturan başta Altıok, Atatürk ilkelerini her alanda ilerlemeye açık ve sürekli geliştirici nitelikteki düşünce sistemini, Devrimin
bugünkü sonuçlarını ve yarınlara uzantılarını,
Atatürk’ün düşüncelerini, davranışlarını, savaşımlarını ve yapıtlarını inceleme, araştırma
konusu yapmak, bunlara karşı girişim, adım ve
akımlarla yasalar çerçevesinde düşün savaşımı
vermektir.
Atatürk’ü, Atatürkçülüğü ve her alandaki
uygulamalarını benimseyenlerin güçlerini bu
bağlamda birleştirip Atatürk’ün belirlediği
erekler doğrultusunda atılımları yaygınlaştırıp
sürdürmek, devrim karşıtlarının ulusal yaşamı
geriye çekme çabalarından toplumu korumak
için her alanda aydınlatıcı ve uyarıcı hizmetler
vermelerini gerçekleştirmektir.
Atatürk’ü yapıtlarını ve Atatürkçü düşünceyi yıpratmak ve kötüye kullanmak amacıyla
yapılan her tür kalkışmaya, söz ve eyleme gereken yanıtı vermek, olumsuzluk ve aykırılıkları
gidermek, Atatürk’ün anlayışının, düşüncesinin,
ilke ve atılımlarının özünü tüm anlamıyla açıklayıp değerlendirerek savunmaktır.
12
Atatürkçü Düşünce Derneği’nin kurucularından
Prof. Dr. Muammer Aksoy (solda) ve Prof. Dr. Hicri Fişek (sağda).
Hiçbir ayrım gütmeden ve gözetmeden,
anayasal demokratik düzen güvencesinde insan
hak ve özgürlüklerini üstün tutarak yurttaşları
tam eşitlikle kucaklayıp ulusal dayanışmanın
temeli olan toplumsal barışı sürekli kılmak, her
tür teröre ve sömürüye karşı çıkarak Türkiye
Cumhuriyetini çağdaş sosyal hukuk devleti
niteliğiyle sonsuza değin bağımsız yaşatma
istencini ve bu yolla Türkiye aydınlanmasını
güçlendirmektir.”
Derneğimiz bu amaçlarını gerçekleştirmek üzere
ulusal düzeyde örgütlenmiş ve bilimsel, kültürel, sanatsal ve toplumsal çalışmalara öncelik ve ağırlık vermiştir.
Atatürk’ün görüş ve davranışlarının devrimci anlayış ve
tutumla halk kitlelerine yansıtılması doğrultusunda
çalışmalar yapmaktadır. Türkiye’nin sorunlarına
Atatürkçü bakış açısıyla çözüm üreterek O’nun düşünce mirasını koruma doğrultusunda birikimleri hayata
geçirmeye çalışmaktadır. Ulusal egemenliği ve tam
bağımsızlık ilkesini gerçekleştirmek üzere bilime ve
barışa öncelik vererek amaçlanan çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkmak amaçlı gerekli çalışmalarda bulunmaktadır. Bu görüşleri duyurmak ve benimsetmek için
her tür bilimsel toplantı, sanat ve spor etkinlikleri, gösteri yürüyüşleri, yarışmalar düzenlemekte ve düzenlenmesini sağlamaktadır. Derneğimiz amaçları doğrultusunda diğer demokratik kitle örgütleriyle Kemalist
çizgi temel alınarak ortak çalışmalar sürdürmektedir.
Tüm engellemelere karşın çalışmalarımızı sürdürme
kararlılığımızı bir kez daha ifade ederken Atatürkçü
Düşünce Derneği’ne ihtiyaç duyulmayan günlerin özlemiyle bu düşünceye gönül vermiş tüm Atatürkçüleri bu
çatı altında birlikte çalışmaya davet ediyoruz!..
mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 13
OSMANLIYA MI?
UZAYA MI?
Bu yazıyı kaleme
aldığım günde, toplumumuzun kaderinin
Erdoğan BAKKALBAŞI - Hukukçu
değişme günü olarak
nitelediğimiz 7 Haziran
genel milletvekili seçimleri henüz yapılmamıştır. Seçim
sonuçları konusunda düşüncelerimi ilerki sayıda
belirtmek üzere, seçime doğru giden günlerdeki olayları değerlendirmek, bu yazının konusu olacaktır.
Mevcut iktidarın değişmesi ya da yeniden güç
kazanması biçimindeki seçim sonuçlarına karşın ülkede yaşam devam ediyor ve edecektir. Bu nedenle her
iki sonuçta da Türk aydınlarının, başta Atatürkçü
düşünce sistemine inanmış kişilerin görevlerinin daha
çok artacağına inanmaktayım. Çağdaş, özgürlükçü,
halkçı ve demokratik bir partinin iktidara gelmesi, her
şeyin düzeleceği anlamına gelmeyecektir. 13 yıl içinde
AKP iktidarının yarattığı toplumsal, kültürel ve ekonomik yaralar o kadar büyük ve derindir ki, mucizeler
yaratan bir iktidarın bile bunları onarması, toplumu
kısa sürede sağlığına kavuşturması olanaklı değildir.
Hele hele halkın maddi manevi desteği olmadan,
bürokrasisi yozlaşmış, dinsel bir amacı gerçekleştirmek üzere imam hatip, kuran kursu, imamların rahiplik özentisine yöneltilmiş diyanet işlerini hilafetin ve
sünî İslâmlığın başı gibi gösterme çabaları süren
sorunlar yumağı, ne kadar güçlü olursa olsun, bir iktidarın altından kalkacağı konular değildir. Özellikle
gençler üzerinde oynanan bu senaryo, üzülerek söylemeliyim ki, etkili olmuştur. Seçim günlerinden kalan
bir anıyı sizlerle paylaşmak istiyorum. Başbakan
Davutoğlu İstanbul Feshane Kültür Merkezi’nde gençlerle bir sohbet toplantısı yapıyordu. Bir genç, naklen
yapılan yayında hepimizin duyabileceği sesle ‘bizi
Osmanlı’ya götür!’ diye haykırdı. Bu, bireysel olmaktan öte orada bulunan gençlerin alkışlarıyla belli bir
anlayışın isteği haline geldi. Başbakanın buna verdiği
uzun cevabı sizlere anlatmaya gerek yok; ne dediğini
benden iyi bilirsiniz. Ancak 21. yüzyılın ilk çeyreğinde
ve 92 yıllık Cumhuriyet dönemi içinde gençlerden
böyle bir isteğin gelmesi, bunların içine düşürüldükleri çıkmaz sokağın üzücü halini bizlere göstermektedir.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde bir gencin sadrazamın karşısında ‘bizi Selçuklu’ya götür’ diye bağırabildiğini sanmıyorum. Öncelikle bir sadrazama karşı
bunu söyleyebilecek özgürlük ortamı olmadığı gibi,
Selçuklu Devleti’nin Osmanlı’dan daha çok hoşgörülü,
bilime ve insanlığa değer vermiş bir devlet olduğunu
bilecek gençlerin bulunduğunu da sanmıyorum. Benim
hayalim ve beklentim bu gencin ‘bizi uzaya götür,
güneşe götür, güneşi zapt edelim’ diye haykırması idi.
Eğer bunun aksini söyleyebilen bir gençlik varsa, ki
olduğu açık, büyük bir sorunla karşı karşıyayız demektir.
AKP’nin Milli Eğitim anlayışının yozluğu, tarikat ve
gerici çevrelerin akıl dışı, bilim dışı, çağ dışı destekleri, üzülerek söylerim ki böyle bir gençliğin yetişmesine neden olmuştur. Yeniden kurulacak bir milli eğitim
düzeni, bu gençleri akıl sağlığına kavuşturmak fırsatını
kaçırmış olacaktır. Yapılacak iş; eğitim, demokrasi,
bilimsellik, çağdaşlık, ulusalcılık kavramlarının bu kitleye öğretilmesi konularında devlete, toplumun yani
bizlerin, halkını sevenlerin yardımcı olmasıdır. Başta
ADD olmak üzere; kadın, çocuk ve diğer toplumsal
sorunlar için örgütlenmiş derneklerin çalışma biçimlerini yeniden gözden geçirip, bu amaca yönelik programları geliştirmeleri gerekmektedir. Bunun dışında
dernek katılımcısı olmayan, özellikle kentsel bölgede
yaşayan halk kesiminin, toplumsal sorunlardaki etkilerini sağlamak için yeni bir örgütlenme modelini yaşama geçirmek gerekir. Ve bu düşüncelerle sağlıklı,
mutlu günlerin özlemiyle sevgi ve saygılarımı sunarım.
www.stilmobilyadoseme.com
Cep Tel: 0 546 243 56 58
Tel: 0 232 369 15 69
1735 Sokak No: 107/A Girne Cad.
(Cemal Bağcı Parkı’nın karşısı,
eczane yanı)
Bostanlı / İZMİR
13
mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 14
GEZİ’NİN FELSEFESİ
2013 yılının mayıs, haziran ve temmuz ayları bir başka
yaşandı ülkemizde. Dergimizin bu sayısında doğal olarak
buna yer vermemiz gerekiyor. Gezi Parkı’nda yaşanan
gelişmeleri ayrıntılarına kadar biliyoruz. Üzerinde çok
yazıldı, çizildi. Kitaplara, belgesellere konu oldu ve de AKP
diktatörlüğünün sonunu getirdi. Böyle söyleyince itirazlar
gelebiliyor. “O kadar mücadele ettik, şehitler verdik, sonuç
ortada; AKP, iktidarını sürdürdü. Sonrasında da hem Erdoğan
cumhurbaşkanı oldu, hem de AKP 2014 yerel seçimlerinde
başarılı oldu”. Hem Gezi’nin yarattığı sonuçların üzerinde
duralım, hem de bu “bize özel” olayı anlamaya çalışalım.
Gezi’nin tarafları: Olaylar, son derece barışçı bir
direnişine karşı polisin, AKP’nin demek daha doğru olur,
görülmemiş bir öfkeyle saldırması ile başladı. Buna
AKP’nin tümünü dahil etmek yanlış olur, çünkü, Abdullah
Gül ve Bülent Arınç gibi daha “akıllı”, siz sinsi diye anlayın,
AKP’liler bile kendilerini Erdoğan’dan ayırdılar. Olaylar
geliştikçe de mesele, Türk milleti ile bizzat Tayyip arasında
bir hesaplaşmaya dönüştü. Doğal olarak, bu süreçten AKP
de büyük ölçüde zarar gördü ve bu yüzden parti içinde
Tayyip’e karşı bir tepki oluştu. Bunlar önemli değildi ve
Tayyip bu düzeydeki tepkiler ile kolayca başa çıkabilirdi.
Ancak, “Büyük Patron”un da tepki gösterenler safında yer
alması üstesinden gelinebilir bir durum değildi ve nitekim
gelinemedi. Bu, AKP’nin ama özellikle de Tayyip’in inişe
geçtiği aşamadır. Durumu kurtarmak değil ama, yiğitliği
elden bırakmamak adına, ortamı yumuşatmak yerine
vuruşmayı tercih etti ve gittikçe yalnızlaştı.
O dönemde, ABD tarafından gelen mesajları anımsayalım. Çevreci bir harekete karşı gösterilen sert davranışların hoş karşılanmadığı gibi ifadeler kullanılıyordu. Asıl kaygı
ise binbir emek ve çaba ile belli bir aşamaya getirilmiş “sivil
anayasa”nın çıkmaza girmesiydi. Anımsayalım; AKP, yani
hükümet, anayasa konusunu sahiplenmiş, PKK’nın siyasi
uzantısı tam destek vermekte, muhalefet ise, Türkiye
Cumhuriyeti hukukuna göre yok hükmünde olan bir
“uzlaştırma komisyonu” içinde yer almakta ısrar etmekte.
Türkiye’nin yasal yoldan bölünmesi, yani Amerikan planlarının gerçekleşmesi yolunda epeyce bir yol alınmış ve işler
çıkmaza giriyor. Tam bir “aptal dostum olacağına…” durumu yani. Amerika’nın tanımlamasına göre akıllı düşmanın
kim olduğu açıklıkla dile getirilmedi ancak aptal dostun
Tayyip olduğu, diplomatik olmayan söylemlerle de anlatıldı. Siz olsanız kızmaz mısınız? Tayyip’in egosu yüzünden bir
çuval incir berbat olmuş durumda.
Gezi’ye karşı kumpas: “Kumpas” kavramı, biliyorsunuz, Ergenekon, Balyoz vb. davalarla özdeşleşti. Bu
büyük kumpasın ve etrafındaki küçük kumpasların arkasında ABD ve Gülen Cemaati’nin olduğu, bizzat suç ortakla14
rı, yani AKP, tarafından açıkça söylendi. Daha doğrusu
AKP bunu söylemek zorunda kaldı. Bu konuya tekrar geleceğiz, ancak şimdi Gezi’ye kurulan kumpası ortaya koyalım. Açılım sürecinin, en hevesli ve sabırsız destekçisi PKK;
siyasi uzantısı sık sık kimlik değiştirdiği için, ne zaman adının ne olduğunu bilmek zor, yanlışlığa meydan vermemek
bakımından kestirmeden PKK diyelim, açılıma karşı tehdit
olarak gördüğü için, başlangıçta Gezi’ye çok soğuktu.
Ancak, hareket Gezi Parkı sınırlarını aşıp, yurt çapında bir
tehdide dönüşünce müdahale gereği doğdu. “Gezi ulusalcılara bırakılamazdı.” PKK, bayrağıyla, adıyla sanıyla fiilen
alana girdi ve Tayyip’e muhtaç olduğu desteği sundu.
“Gezi’ye teröristler sızdı.” Bu aynı zamanda halkı hareketten uzaklaştırmayı da amaçladığından bulunmaz bir fırsat
olarak değerlendirildi. Ancak, tahribat büyüktü ve onarılması çok zordu. Nitekim onarılamadı. Açılım treni raydan
çıkmıştı ve yoluna devam etmesi mümkün görünmüyordu.
Gezi’nin ettikleri: Öncelikle, bölünme anayasası
çöpe atılmış oldu. Artık, “sivil” bir anayasa yapmak ve
bölünmeye yasal zemin hazırlamak mümkün değildi.
Tayyip’in üzerine çizgi çekilmiş, Cüneyt Zapsu’nun söylemiyle, deliğe süpürülmüştü. Bunun somut yansıması, AKPGülen ittifakının bozulmasıydı, çünkü ödevini yapamayan
AKP, ne işe yarardı? Suç ortaklıkları böyledir. Kurt kanunu
da denir, zayıf olan parçalanır. Onlar, devrimci değiller ki
ahlak, dostluk, dayanışma gibi kavramları benimsemiş
olsunlar. Ortaklıkları çıkara dayalı ve çıkar bozulunca zayıf
olan ya da zayıflayandan kurtulmak gerekir. Öyle de oldu
ve Tayyip gittikçe yalnızlaştı ve bugüne kadar geldi. Peki,
bu arada nasıl oldu da cumhurbaşkanı seçildi bu güçsüzleşen ve yalnızlaşan adam? O noktada Ekmeleddin “mucizesi” devreye giriyor. Muhalefetin ortak adayı ama, muhalefet ile özellikle de CHP ile hiçbir ortak yanı yok. PKK’nın
Gezi’ye yaptığını, Ekmeleddin cumhurbaşkanı seçimine
yapıyor ve Tayyip’i seçtiriyor. Bu kişinin hiç yoktan ortaya
çıkışı ve “işini yaptıktan sonra” sahneden çekilişi 20012002 yıllarında yaşadığımız bazı olayları ve kişileri anımsatmıyor mu bizlere? Evet, Derviş’ten söz ediyoruz.
Lavoisier, “hiçbir şey yoktan var olmaz ve varken yok olmaz”
demişse de Derviş ve Ekmeleddin’in ortak yönleri, hiç
yoktan ortaya çıkmaları ve sonra ortadan yok olmalarıdır.
Sonuç: Gezi’nin öncesinde çok daha ağır ve cumhuriyet değerleri açısından kabul edilemez olaylar yaşanmışken ve bırakın halk hareketine dönüşmesi benzer bir tepki
bile oluşturulamamış iken buradaki sihir neydi? İşin içine
cinler periler karışmadığına göre, mutlaka bilimsel incelemeler ve açıklamalar yapılacaktır. Ancak, Gezi’nin asıl sihiri, Türk bayrağı ve Atatürk’ü hakettiği yere, en tepeye
koymuş olmasıdır.
mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 15
HAZİRAN 2013 Gezi Parkı/Taksim - İSTANBUL
15
mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 16
HİKMET ŞİMŞEK SANAT MERKEZİ
SANAT YÖNETMENİ TEVFİK RODOS’A
MERAK ETTİKLERİMİZİ SORDUK...
Sayın Tevfik Rodos, bize öncelikle kendinizden bahseder misiniz?
Çok zor bir meslek olan opera sanatını
seçişinizin öyküsü özellikle okurlarımızın
merak ettiği konuların başında geliyor. Bu
öyküyü bu çerçevede anlatır mısınız?
Merhabalar, ben 1967 Bingöl doğumluyum.
Müziğe çok küçük yaşlarda evimizdeki bağlamayla
başladım. Üniversite sınavı için geldiğim İzmir’de
konservatuvara girmeye karar verdim. 1984 yılında
girdiğim konservatuvarda 6 yıllık eğitimin ardından
1990 yılında mezun oldum ve aynı yıl açılan sınavla
İzmir operasına girdim.
Geçen 25 yıllık sanat hayatımda 30’dan fazla
Düşünce Derneği Karşıyaka Şubesi yönetim kurulu üyelerinden
eserin başrolünü seslendirdim. Yurtiçi ve yurtdışında Atatürkçü
Mehpare Özkaban (solda), Tevfik Rodos, Basın Yayın Kolu üyelerimizden
sayısız konserler yaptım Birçok festivalde radyo ve Nilgün Konuk ve yönetim kurulu üyemiz Ümran Kebabçıgil ziyaret ettikleri
televizyon programlarına katıldım. 2001 ve 2002 kültür merkezine adını veren Hikmet Şimşek’in fotoğrafının önünde...
yılları arası 1 yıllık kültür bakanlığı özel bursuyla
1. Eserler genelde yabancı dillerde söylendiği için
Viyana’da bulundum. Bu sürede dünyanın en ünlü
halka anlatma güçlüğü çekiyoruz.
baslarından Yevgeni Nesterenko ile yorum ve repertu2. Opera çok geniş bir sanat dalı olduğu için sahne
var çalışmaları yaptım.
sıkıntısı çekiyoruz. Mutlaka orkestra çukuru, geniş bir
Lamuerto Garcilaso adlı operanın DVD kaydında
sahne, kulis ve sofitaların olması gerekiyor. Maalesef
bulundum ve eserdeki Capitan Lara rolünü seslendirbu kriterlere uyan bulmak çok zor. Fakat yavaş yavaş
dim. Ayrıca yakın zamanda CD’si çıkacak olan A.
yeni yapılan salonlarda bu kriterlere uyulmaya başlanSaygun’un Yunus Emre Oratoryosu’nun bas partisini
dı. Şu an İzmir’de buna uyan başta İzmir Operası
seslendirdim.
olmak üzere birkaç salon var ama bizlerin artık daha
Halen İzmir Operası solisti ve solist temsilcisiyim.
büyük salonlara ihtiyacı var.
Aynı zamanda Karşıyaka Belediyesi’nin Hikmet
Gelelim beldemizdeki ve çok farklı bir yerŞimşek Sanat Merkezi Sanat Yönetmeni’yim.
leşkede kurulmuş olan bir operadaki yani
Bir opera sanatçısı olarak hem mesleki
Karşıyaka
Hikmet
Şimşek
Sanat
hem de toplumsal alanlarda karşılaştığınız
Merkezi’ndeki yöneticilik görevinize. Bu
güçlükler/sorunlar neler?
göreve
hangi
beklentilerle
geldiniz?
Bu sorunların tümünün üstesinden gelebilBeklentilerinizi
gerçekleştirebildiniz
mi? Bir
diniz mi? Nasıl? Gelinemeyenler varsa neden?
sanatçı olmanın bu görevi yürütürken yararlaSanat olarak herkesin saygı duyduğu zor bir mesrı/zararlarını gördünüz mü?
leğe sahibiz. Bir opera sanatçısı uzun eğitim dönemi
Karşıyaka Hikmet Şimşek Sanat Merkezi’ndeki
ve hiç bitmeyen çalışmalarla yetişiyor.Bu çalışmalar
görevime yaklaşık 1 yıl önce başladım. Amacımız süreömür boyu devam etmek zorunda. Hergün egzersizlegelen konser programlarını daha da geliştirmek ve
rimizi düzenli olarak yapmak, dolayısıyla hayatımıza,
merkezimizi Türkiye’de saygın bir konser salonu halisağlığımıza çok dikkat etmek zorundayız. Opera
ne
getirmek. Bunu kısmen başardığımızı zannediyoTürkiye’de, Avrupa ülkelerine oranla çok yeni bir sanat
rum. Artık ulusal basında saygın müzik dergilerinde ve
olduğu için halkla bütünleşmek ve sevdirmek biraz zor
sanat
çevrelerinde adımızdan, yaptığımız işlerden
oluyor. Bunun birçok sebebi var:
16
mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 17
övgüyle bahsedilmeye başlandı. Ayrıca kurduğumuz Karşıyaka Oda Orkestrası ile kısa
zamanda güzel işler yaptık ve müzik otoriterlerinden tam not aldık. Artık Karşıyaka
Oda Orkestrası (KODA) Türkiye’nin saygın
orkestralarından biri olmaya çok güçlü bir
aday. Tabii ki bunda Karşıyaka Belediye
Başkanımız sayın Hüseyin Mutlu Akpınar,
ünlü orkestra şefimiz Prof. Rengim Gökmen,
Müzik Direktörümüz Hakan Şensoy ve
Müzik Danışmanımız Oğuzhan Kavruk’un
çok büyük emekleri var. Bir sanatçı olarak
bunca yıllık dost ve sanat birikimimin bana
bu görevimde oldukça yararlı olduğu da
Arkadaşlarımız Tevfik Rodos’un makamında anı fotoğrafında.
başka bir gerçektir.
Karşıyaka seyircisini değerlendirir
misiniz?
bu sanat dallarında aydınlatmaya devam edebilelim.
Karşıyaka’nın çok ilgili ve sanatsever bir seyirciye
Umuyorum ki şu an sadece bir taslaktan ibaret olan
sahip olduğunu sadece ben değil buraya gelen tüm
bu yasa rafa kaldırılır ve halkımız bu sanatları izlemesanatçı dostlarım söylüyor. Bu bizim en büyük desteğiye devam eder.
mizdir. Bunu başka yerlerde görmek çok zor. Bundan
“Sanat” neden insan ve toplum yaşamında
dolayı kaliteden ödün vermeden yaptığımız konserleri
bu denli önemli? Sanat birçok şeyi gerçekten
değiştirir mi, nasıl?
halkımızın begenisine sunmak bizler için ayrı bir gurur
Sanat aydınlıktır, bilgidir, eğitimdir. Bir kitap nasıl
kaynağıdır.
Kültür Bakanlığı TÜSAK yasa tasarısı
ki içindeki bilgilerle bizi aydınlatıyorsa, görsel olarak
konusunda görüşlerinizi alabilir miyiz?
opera, bale, senfoni, resim, heykel de aydınlanmamızDevletin özellikle tiyatro, opera ve bale
da önemli faktörlerdir.. Hiçbir savaş topla tüfekle
sanatlarına bakışını değerlendirir misiniz?
kazanılmaz; bilgiyle, eğitimle, sanatla kazanılır. Sanat
TÜSAK kısaca Türkiye’de sanatı öldürme projesibize insanlığımızı öğretir, sanat bize sevmeyi öğretir,
dir. Dünyanın hiçbir yerinde opera, senfoni, bale gibi
sanat bize dostluğu, başarıyı, birlikteliği öğretir. Ve en
sanatlar devlet desteği olmadan ayakta kalamaz.
önemlisi barışı öğretir. Eğer dünya gelişmiş ülkeleri
Bizler popüler iş yapmıyoruz. Bu sanat dalları cumhuarasında yer almak istiyorsak öncelikle bilgi ve sanata
riyetimizin bir kazanımıdır. Dolayısıyla devlet her
önem vermeliyiz.
zaman desteğini bizlere göstermelidir ki biz halkımızı
Röportajımızın sonunda Sayın Tevfik
Rodos’un bize bir müjdesi de oldu. Yeni Girne
Bulvarı’nda belediyemize ait yeni bir konser salonunun açılacağının haberini verdi. Deniz Baykal
adı verilen bu konser salonunun 2 Temmuz perşembe günü “Metin Altıok” şiirlerinden bestelenen bir derlemeyle ilk konserini vereceğini belirtti.
“Tüm Karşıyaka’yı bu konserimize bekliyoruz, bizi yalnız bırakmayınız”, dedi.
Teşekkür ederek röportajımızı sonlandırdık.
Atatürkçü Düşünce Derneği Karşıyaka şubemiz yönetim kurulu üyelerinden
Ümran Kebabçıgil (solda) ve Mehpare Özkaban (sağda), Tevfik Rodos ile
söyleşi yaparken.
17
mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 18
SOLCUYSAM, DEVRİMCİYSEM,
SOSYALİSTSEM...
Bir kuramcı değilim. Felsefenin Temel İlkelerini, Sosyal
Yayınları’nın Marksist Felsefe Dersleri adıyla çevirisinden
okudum. George Politzer’in adını da o zaman öğrendim.
Her şeyi bildiğimizi sandığımız bir zamanda, bilgiçliklerle yaşadığımız günlerde Marksist Felsefe Dersleri bana hiçbir şey olmadığımı gösterdi. Biz sosyalisttik ama felsefeden
habersizdik. Dr. Niyazi Tunga 1980’lerde Adana’da
Proleter dergisini çıkartıyordu. Biz de onun çevresinde
sözde sosyalist gençler olarak yer aldık. Bir gün
“Diyalektik ve Tarihi Materyalizmi bilmeyen sosyalistim
diyemez” dedi. O günden sonra kıvranmaya başladık.
Marksist Felsefe Dersleri’ni de o zaman buldum, satırların
altını çize çize okudum. Sonra başka kitaplar zenginleştirdi düşünce dünyamızı.
O kitaplarla öğrenmenin düşünsel coşkusuyla doldum.
Yaşamın her anını, maddenin değişim yasalarıyla açıklamaya, yorumlamaya başladım.
George Politzer’in Paris’te 1935-1936 yıllarında İşçi
Üniversitesi’nde verdiği derslerin notlarını toplayıp yayımlayan Maurice Le Goas şöyle yazıyor onun hakkında:
“Her yıl felsefe derslerine materyalizm sözcüğünün gerçek
anlamını saptayıp birtakım kimselerin bu söze bile başka
anlamlar vermesini protesto ederek başlayan Politzer, materyalist düşünürlerin ülküden yoksun olmadıklarını, bu ülküyü
zafere ulaştırmak için hazır olduklarını belirtmeyi ihmal etmezdi. Nitekim kendisi büyük özverisiyle bunu kanıtladı. Onun kahramanca ölümü, Marksizm’de kuramla uygulamanın birliğini
dile getirdiği o ilk dersini süsleyen bir davranış olmuştur”.
Şaşırtıcı mı? Değil bence. Bir ülküsü olan insanın bunu
yaşamı pahasına savunması, bu ülkünün savaşımını vermesi gerekir.
Şaşırtıcı olan bu tutum değil; Marksizm’i ağzından düşürmeyen kimi solcuların, sosyalistlerin ülküsüz kalmaları,
Tarihi ve Diyalektik Felsefe’nin ilkelerini yaşamlarında
hemen hiç uygulamamaları, ülkemizin tarihsel sürecini
sürekli gözardı edip olgulara teslim olmalarıdır şaşırtıcı olan.
Bana, kırk yıl öncesinin çok bilenleri, bilgiçleri,
Marksizm uzmanları bugünün gerçeklerini kavrayamamışlar gibi geliyor. Dünya tek kutuplu olduğundan beri ezberleri bozuldu bizim kimi sosyalistlerin, devrimcilerin, solcuların. Ya da korkuyorlar.
O nedenle de oradan oraya savruluyorlar. Hemen hiçbir öngörüleri yok. Varsa da çok kısa zamanda yerle bir
oluyor. Umut bağladıkları demokrasi, insan hakları, evrensel hukuk filan hem ülkeye, hem insanımıza, insanlığa karşı
kullanılıyor ama bizim arkadaşlar bu kavramların emperyalist odaklarca ülkelerin işgali için kullanıldığını bile gör18
müyorlar, görmek istemiyorlar.
Emperyalizmin
kavramları beyinlerini de
Hidayet Karakuş - Şair, Yazar
kelepçelemiş görünüyor.
Dinsel dogmalarla yaşayan, varlığını bu safsatalara
borçlu birine inanmak da kendi ezberlerine zarar vermiyor demek ki. Felsefi anlamda materyalizmle idealizmin
hiçbir zaman uzlaşamayacağını düşünmüyorlar. İstedikleri
kadar Marksizm’in ağababası geçinsinler felsefede de, ekonomik öngörülerde de, emekçi yığınlarının gözünde de
çuvalladılar. Kimin sözcülüğünü yaptıklarını bile iş işten
geçtikten sonra anımsadılarsa da artık inandırıcılıklarını
yitirdiklerinden bugün aynaya bakacak yüzleri de kalmadı.
Politzer, Mayıs 1942’de Nazilerce kurşuna dizildiğinde
felsefesine olan güveniyle korkusuzdu. Ölümünden sonra;
Nazi işgaline direndiği, bunun için canını verdiği halde,
Fransa’da bir bakanlık ona “gözaltında tutulmaya mahkûm
edilmiş bir direnişçi”, “vatan uğruna can vermiş” gibi
nitemlerin verilmesine karşı çıkmıştı. Yurtsever, direnişçi,
materyalist özellikler Politzer’de birleşmişti. Bu belki şöyle
de söylenebilir: Politzer, düşünürken de, yaşarken de
materyalistti, yurtseverdi, direnişçiydi.
Yukarıda olgulardan söz ettim. Emperyalizm bir olgudur bugün. Peki doğru, benimsenebilir bir olgu mudur?
Emperyalizmi gerçek kabul ettiğimizde onun aynı zamanda çağımızın doğrusu olduğunu da içselleştirmeli miyiz?
Yoksa büyük bir sömürü düzeni olan bu gerçeğe direnmek, onunla savaşmak mı doğrudur?
Bugün bizim solcuların bir bölümü “yorgun savaşçı”
bile değil. Dönmüş, umutsuz, yaşamını yanlışın burgacına
bırakmış birer fosildir. Ülkülerini yitirmişlerdir çünkü.
Sosyalizmi bilmek yetmiyor artık. Tarihsel süreci iyi izlemek, yaşanan olayları o sürecin koşulları içinde ele almak,
öyle değerlendirmek gerekiyor. Yeni öğrendiği her şeyi
düşünüp taşınmadan gerçekmiş gibi kavrayan bir insan
solcu da olamaz, sosyalist de. Felsefenin temel ilkelerini
yeniden okuyup, ekonomi politiğin günümüzdeki işleyişini
kavramadan, bir başka deyişle emperyalizmin bin türlü
yüzünü görmeden solcu olunamayacağı gibi sağlıklı düşünen bir insan da olunamaz.
Bugün kimi solcularımızın demokratlık adına, solculuk
adına, insan hakları adına dincilerin safına savrulması,
emperyalistle işbirlikçi durumuna düşmeleri, yurtseverliği
unutmaları, ezberlerini yineleyip durmalarından bence.
Yurtseversem önce antiemperyalistim.
Sosyalistsem önce yurtseverim. Bilime inanırım.
Olgudur diye birtakım din baronlarını, cemaatleri, tekke-
mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 19
leri, türbeleri savunmam. Demokratlık taslamak için bilimdışı yaşam önerilerine, evrime karşı çıkan eğitim izlencelerine karşı çıkmamazlık edemem. Laikliği yaşamın en
zorunlu ilkesi olarak bilimsel özgürlüğün temeli diye algılarım. Vicdan özgürlüğünün ancak laiklikle var olabileceğini, yaşama geçirilebileceğini bilirim.
Solcuysam, devrimciysem insancılım, yurtseverim,
antiemperyalistim.
Antiemperyalistsem emperyalizmin ağababalarına da,
işbirlikçilerine de, uşaklarına da direnirim.
Felsefemle yaşamımın örtüşmesi gerekir. Politzer gibi.
Başka türlü yaşayamam.
UNUTMADIK...
TÜRKAN SAYLAN’I
SAYGI, SEVGİ VE ÖZLEM’LE ANIYORUZ!..
Mehpare ÖZKABAN
Yaşamını ulusuna, Atatürk ilke ve devrimleri doğrultusunda gençlerin yetiştirilmesine, laikliğe ve eğitimde eşitsizliğin giderilmesine adayan; (ÇYDD) Çağdaş Yaşamı
Destekleme Derneği kurucu ve genel başkanlarından
Prof. Dr. Türkan Saylan’ı altı yıl önce 18 Mayıs 2009’da
sonsuzluğa uğurladık.
Yaptığı çalışmaları salt eğitim alanına daraltmak Türkan
hocamıza haksızlık olacaktır. O cüzzam (lepra) hastalarının
sağaltılmasında da örnek mücadele verdi. Herkes onları
ölüme terk ederken, Türkan Saylan onlara şefkat elini
uzattı, hastaların sadece doktoru değil “ablası, annesi,
yakın dostu” oldu. Çok sayıda cüzzam hastası, Türkan
hocayı kaybetmenin burukluğunu yaşarken “Türkan hoca
batağa batmış, karanlık dünyaya girmiş insanları aydınlığa
çıkaran, topluma kavuşturan bir insandır. Hastaları için,
okuyamayan çocuklar için canını vermiştir” dediler.
Cüzzam hastalığının Türkiye’de kontrol altına alınması
konusunda en kapsamlı girişim, 1976 yılında Saylan ve
arkadaşlarınca kurulan Cüzzamla Savaş Derneği’nin çalışmalarıyla gerçekleşti. Derneğin, Türkiye’nin en ücra köşelerinde yaptığı çalışmalarla on binlerle ifade edilen cüzzamlı hasta sayısı iki binlere dek indi. Prof. Saylan’ın kurulmasına katkı verdiği ve 21 yıl başhekimlik yaptığı İstanbul
Bakırköy’deki Lepra Hastanesi’nde bugün hala, hastaların
tıbbi gereksinimlerinin yanı sıra rehabilitasyon ihtiyaçları
da karşılanmakta.
Yaşamını ulusuna, çağdaş ve aydın Türk gençleri, özellikle kadınlarının yetişmesine, Anadolu’nun en uzak köşelerinde sahipsiz ve okula gidemeyen kız çocuklarının eğitilmesine adayan Prof. Dr. Saylan ÇYDD’de pek çok sayıda projenin hayata geçmesine imza attı: “Anadolu’da Bir
Kızım Var, Öğretmen Olacak”, “Çağdaş Türkiye’nin Çağdaş
Kızları/Kardelenler”, “Baba Beni Okula Gönder”, “Meslek
Liselerinde Elektronik Eğitimi Alan Gençlere Destek”, “Bilgi
Toplumu Kızları”, “Her Kızımız Bir Yıldız”, “Geleceği Taşıyan
Kızlar”, “Geleceğin Sigortası Kızlarımız”, “Geleceğin Aydınlık
Kızları” projeleri kapsamında sayıları kırk bine yaklaşan kız
öğrenciye; yükseköğrenim öğrencilerine burs desteği kap-
samında ise; “Bir Işık da Siz Yakın”, “Gençlere Destek”,
“Geleceğin Doktorları”, “Geleceğin Sanatçıları”, “Geleceğin
Yöneticileri” ile otuz bine yakın öğrenciye burs verilmesini
sağladı. Prof. Saylan ayrıca, “Okul, Yurt, Toplum Merkezi
Yaptırma ve İyileştirme” projesi kapsamında da “Yatılı
İlköğretim Bölge Okulları(YİBO)’nı İyileştirme”, “Ana
Sınıfları ve Oyun Parkları” “Okul Yaptırma”, “Yurt
Yaptırma”, “Toplum Merkezi Oluşturma” projelerine de
başkanlık etti. Son isteği olan kız öğrenci sayısının 100 bine
çıkarılması, her köye bir okul yapılması ve her kasabada
kız öğrenci yurdu yapılmasını bir vasiyet olarak kabul eden
ÇYDD derneği, bu vasiyeti yerine getirmek doğrultusunda, tüm güçlüklere karşın, var gücü ile çalışmaktadır.
Toplam 440 yayını bulunan Prof. Saylan’ın bu yayınlarından 50’si yabancı dergilerde yayımlanmış tıbbi çalışmaları, 204’ü tıbbi, sosyal ve siyasal içerikli gazete makaleleri, 186’sı ise Türkçe tıbbi dergilerde ve kongre kitaplarında yayımlanmış araştırma, derleme ve olgu bildirimlerinden oluşuyor. Saylan’ın 5 kez baskı yapan “1. Basamak
Sağlık Hizmetlerinde Deri ve Zührevi Hastalıklar El
Kitabı” adlı ders kitabı, çocukluk yaşamını anlatan “At
Kız”, makalelerini içeren “Cumhuriyetin Bireyi Olmak”
eserleriyle Radyo Cumhuriyet’teki programlarının dökümü olan “Radyo Cumhuriyet’te Çağdaş İnsan Söyleşileri”,
söyleşilerinden oluşmuş ve yedi baskı yapan “Güneş
Umuttan Şimdi Doğar” ile Zehra İpşiroğlu’nun sorguladığı “Yapıcılığın Gücü” ve son olarak da Şefik Görke’yle
yapılmış “Hekim Olmak” adlı eserleri bulunmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin yetiştirdiği ender insan,
Atatürk’ün sevgili kızı, onun ilke ve devrimlerinin, demokrasinin ve insan haklarının yürekli savunucusu, ülkemizde
sağlık ve eğitim alanında olağanüstü başarılara imza atan,
lepralı hastalara şifa ve sosyal yaşam katan, binlerce kız
çocuğuna ve üniversite öğrencisine eğitim olanakları sağlayan, çok değerli ve seçkin bilim insanı Saylan’ın insan,
toplum ve yurt sevgisi dolu yüreği, mücadele azmi ve iradesi bizlere önderlik etmeye devam edecektir. O anılarımızda, yüreklerimizde yaşayacak ve toplumsal çalışmalarımızda yolumuzu aydınlatmayı sürdürecektir.
19
mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 20
DENİZ GEZMİŞ VE
ARKADAŞLARINI BİR KEZ
DAHA ANIYORUZ...
Tarih 29 Ekim 1968 Deniz Gezmiş ve arkadaşları,
Samsun’dan Ankara’ya Anıtkabir’e yürüyüş düzenliyorlar.
Sloganları; “Büyük Türk Milleti, Atatürk için toplanalım.
Mustafa Kemal’in milli kurtuluş idealini yaşatmak için, tam
bağımsız, gerçekten demokratik Türkiye için, Gazi
Mustafa Kemal’in milli kurtuluşçu saflarında toplanalım.’’
29 Ekim’de Samsun’dan başlıyorlar yürümeye. Henüz
yürüyüşlerinin 15-20. kilometrelerinde polis tarafından
durduruluyorlar. 24 kişilik grup ertesi sabah yargıya ifadeleri alınmak üzere çıkarılıyor. Deniz Gezmiş ifadesinde;
“Burada 24 genç değil, Mustafa Kemal’in kendisi ve ilkeleri yargılanmaktadır” diyor. Yargıç bu savunmadan çok
etkilenerek “Burada bütün hakimlik sıfatımı ve titrimi bir
kenara bırakarak şunu belirtmek isterim ki, Türkiye’de
hiçbir mahkemenin ve hakimin Atatürk’ü yargılamaya
gücü ve yetkisi yoktur. ’’ der ve gençleri yürüyüşlerine
devam etmeleri için serbest bırakır. Bu olay yol boyunca
onların önünün kesilmelerini engelleyen çok önemli bir
karar olur.
29 Ekim’de başlayan yürüyüşü, Çorum-Sungurlu’da
görev yaptığımız sırada heyecanla takip ediyoruz. Tam
tarihini anımsamıyorum ama Deniz ve arkadaşlarının
Sungurlu’nun Çavuş köyünde konaklayacaklarını öğreniyoruz. Bir grup arkadaşla Çavuş köyüne o zamanın en
ideal aracı olan jeeple gidiyoruz. Köylümüzden aydın ve
çağdaş bir karşılama. Deniz ve arkadaşları gelmişler. Köy
meydanında ateş yakılmış. “Hoşgeldiniz” deyip sarılıyoruz
birbirimize . Neler konuşuldu anımsayamıyorum. Daha
sonra bir köy evinde yemek yiyoruz ve jeeple Sungurlu’ya
dönüyoruz. O an onlarla olmak geçiyor içimizden, bizlerden birkaç yaş genç olan bu insanlara hayranlık duyarak.
10 Kasım 1968’de Atatürk’ün 30. ölüm yıldönümünde; başlarında Deniz Gezmiş’in bulunduğu kalabalık bir
devrimci grup ellerinde Türk bayrakları ile Ankara’ya giriyorlar. 29 Ekim’de başlattıkları bu yürüyüşün anlamı pankartlarında şöyle ifade ediliyor. ’’Tam Bağımsız Türkiye
İçin Mustafa Kemal Yürüyüşü’’
Kurtuluş savaşımızın başladığı Samsun’dan başlayan
yürüyüş, Anıtkabir’de son buluyor. Anıtkabir Şeref
Defterine yazdıkları ise geleceğimize ışık oluyor:
“Amerikan emperyalizmine karşı ikinci kurtuluş savaşımızda gerçekten izindeyiz. Milli Kurtuluş Savaşımız yok
edilemez. Onu yok etmek için bütün Türk Milletini yok
etmek gerekir. ’’
Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının “6. filoya hayır”,
20
eylemlerini, dört Ameİsfendiyar YILDIZ - Eğitmen
rikalı erin kaçırılması,
banka soygunları, yakalanışları ve yargılanmalarını Erdal Öz “Deniz Gezmiş
Anlatıyor’’ adlı kitabında Deniz’in kendi ifadesi ile yazmış.
Ben de zaman zaman Deniz’in anlatımlarına yer vereceğim aşağıdaki satırlarımda…
“Genel amacımız kır gerillasıydı. Eskidir bu hikaye.
Çocuklar dağdaydılar.
Bak, bizim İstanbul’dakilerle hiçbir ilgimiz yoktur.
Türkiye Halk Kurtuluş Partisi (THKP) ve Türkiye Halk
Kurtuluş Cephesi (THKC) bizden sonradır. Biz DevGenç’ten kopmuştuk sonraları, koptuktan sonra kır gerillasına karar vermiştik. İşte Türkiye Halk Kurtuluş
Ordusu (THKO) bu amaçla kuruldu…. ’’
THKO, mücadelelerini kır ve şehir gerillası olarak iki
koldan yürütmeyi düşündü. Deniz, Yusuf Aslan ve
Hüseyin İnan şehirde kalan, Sinan Cemgil ve arkadaşları
ise kırsal kesime yöneldi. Ancak Sinan Cemgil’in öldürülmesi, planlarında değişikliklere neden oldu. Deniz ve
arkadaşları “şehir gerillası” olarak eylemlere girerek
gerekli parayı sağlayacak ve sonra da gidip dağdaki arkadaşlarına katılacaklardı. Beş kişi olarak başladıkları şehir
gerillası eylemlerinde dağa giderken Alparslan Özdoğan
ve Sinan Cemgil öldürüldü. Daha sonraları da Kadir
Manga. İzmir’de de İbrahim Öztaş olmak üzere dört
arkadaşlarını kaybettiler.
Deniz Gezmiş Amerikalı zenci Finley’i kaçırışlarını
şöyle anlatıyor. ’’Finley’i arabadan indirdik. Bir başka arabayla fen lisesinin karşısına geldik. Yusufgil de Finley’in
arabasını aldılar. Arabayı atacaklar. Giderken bir toplum
polisi arabası çıkıyor, tam karşıdan geliyor. Yusufgil arabayı yolun kıyısına çekip toplum polisinin arabasına yol veriyorlar. Yol dar. Araba geçip gidiyor yanlarından. Bunlar da
götürüp atıyorlar arabayı….
Finley proleter bir zenci. Şoför. Arabanın içinde gazete okurken yakaladık onu. ’’
Çatışmanın ardından tepeye ulaşıyorlar. Önce yaralandıklarını sanıyorlar. Fakat boş kovanların çarpması
sonucu bu hisse kapıldıklarını anlıyorlar. Tepeye geldiklerinde Finley’in gözlerini bağlıyorlar. Deniz’in niyetini anlayan Sinan Cemgil, Deniz’e engel oluyor. ’’Konuşalım,
arkadaşlara danışalım’’ diyor. Nitekim onu öldürmenin,
daha doğrusu “öldürme’’ eyleminin yanlış bir şey olacağı
yargısına varıyorlar.
mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 21
Bu tutumları dört Amerikalı erin kaçırılmasında da
değişmiyor. Onları bir müddet sonra serbest bırakıyorlar.
Bu konuyu bakın Deniz nasıl anlatıyor.
“Yok, öldüremiyorsun. Faşistlere benzemiyoruz biz.
Kolay değil insan öldürmek.
Adam suçsuz. Adam bilinçsiz ve senin yaşında.
Suçsuzlar. Gerçi kendi kurulu düzenlerine karşı çıkmamakla objektif olarak suçlular ama subjektif olarak hiçbir suçları yok. Üstelik silahları da yok. Sen silahlısın karşısında.
Sinan son derece duygulu. Onlarla içli dışlı olmamak
için elinden gelen her şeyi yapıyor.
“Sonunda öldürmek kaçınılmaz olur da belki öldüremezsem diye hiç konuşmuyor onlarla…
Ben cellat pozisyonuna girmişim gibi bir duygu içindeyim. En çok da ben konuşuyorum onlarla.
Ve öldürmedik. ’’
İnsanca tutumlarının bir sonucu bu davranışları, sanırım bir devrimci ile bir faşisti ayıran en önemli özellik;
“İnsan Sevgisi” olsa gerek…
Onlar hiç adam öldürmediler. İçinde yaşadıkları faşist
düzen onların Amerikalı erlere gösterdiği insancıl tutumun bir nebzesini, ne askeri yargı ne de parlamentoyu
oluşturan çoğunluk göstermediler. Yargılanmaları süresince de idam edileceklerini biliyorlardı. Korkmadan, yıl-
Mustafa Balbay'ın yazdığı" Denizlerin Davası" Halit Çelenk anlatıyor
adlı eserden alınmıştır....
madan ölüme bile yiğitçe gittiler.
Şimdi sormak istiyorum. Onların idamlarına karar
veren ve uygulayanlardan hangisinin adını aradan geçen
bunca yıl sonra anımsıyoruz. Ama o üç yiğit devrimci,
gönüllerde sonsuza değin yaşayacak ve yaşıyorlar.
Kaynaklar:
1) Fahriye İpekçioğlu “Türkiye ve Türkçe'nin Geleceği”.
2) Erdal Öz “Deniz Gezmiş Anlatıyor”.
3) Mustafa Balbay “Denizlerin Davası, Halit Çelenk Anlatıyor”.
DENİZ GEZMİŞ’İN SON MEKTUBU
Baba,
Mektup elinize geçmiş olduğu zaman, aranızdan ayrılmış bulunuyorum. Ben, ne kadar üzülmeyin
desem, yine de üzüleceğinizi biliyorum. Fakat, bu durumu metanetle karşılamanı istiyorum. İnsanlar doğar,
büyür, yaşar ve ölürler… Önemli olan çok yaşamak değil, yaşadığı süre içinde, fazla şeyler yapabilmektir.
Bu nedenle ben, erken gitmeyi normal karşılıyorum. Ve kaldı ki, benden önce giden arkadaşlarım, hiçbir
zaman ölüm karşısında tereddüt etmemişlerdir. Benim de etmeyeceğimden şüphen olmasın.
Oğlun, ölüm karşısında aciz ve çaresiz kalmış değildir.
Bu yola bilerek girdi. Sonunda da bu olacağını biliyordu.
Seninle düşüncelerimiz ayrı ama, beni anlayacağını tahmin ediyorum. Sadece senin değil, Türkiye’de
yaşayan Türk ve Kürt halklarının da anlayacağını inanıyorum.
Cenaze için, avukatlarıma gerekli talimatı verdim. Ayrıca savcıya da bildireceğim. Ankara´da 1969´da
ölen arkadaşım Taylan Özgür´ün yanına gömülmek istiyorum. Onun için cenazemi İstanbul´a götürmeye
kalkma.
Annemi teselli etmek sana düşüyor. Kitaplarımı küçük kardeşime bırakıyorum. Kendisine özellikle tembih et. Onun bilim adamı olmasını istiyorum. Bilimle uğraşsın ve unutmasın ki, bilimle uğraşmak da bir
yerde insanlığa hizmettir.
Son anda, yaptıklarımdan en ufak bir pişmanlık duymadığımı belirtir seni, annemi ve kardeşimi devrimciliğimin olanca ateşiyle kucaklarım…
Oğlun Deniz Gezmiş
Merkez Cezaevi
21
mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 22
ÇAĞDIŞI OLMAK VE
ÇAĞDAŞLIK
Kentlerimizin sokaklarında, televizyonların ekranlarında, yazılı basında toplumun çağdışılığını ya da çağdaş
olmakta zorlanmasını vurgulayan sayısız eğri büğrü olgu,
kuralsızlık, dengesizlik, yalan ve zorbalık ile karşılaşıyoruz.
Toplumu uygar ve çağdaş olmaktan uzaklaştıranların,
nüfusun kaçta kaçı olduğunu bilmiyoruz. Bunlar ulusal kültür dediğimiz şeyin de üreticilerinin önemli bir bölümünü
oluşturuyor. Çünkü biz sadece lahmacun yemiyoruz.
Kadınları da kolayca öldürüyoruz. Kültür hep bal kaymak
değil. Bütün olumsuz davranışlar da aynı kültürün göstergeleri. Bunun temsilcileri içinde hepimiz varız. Okuyanokumayan, erkek-kadın, dinli-dinsiz, köylü-kentli, memurlarımız, askerlerimiz, öğrencilerimiz, yazarlarımız, işadamlarımız, politikacılarımız. Aslında hepsini yazmalı ki; ‘Bu listede biz yokuz!’ demesinler. Bu milyonların içinde zeki,
kurnaz, aptal, becerikli, zengin, fakir her türlü insan var. Bu
kadar çok olmasa başımıza bu ilkel felaketler gelmezdi.
Çağdışılık bu olan biteni yaratan bir kültürel du-rum.
Bu sorun bütün İslam ülkelerinde de aynı. Biz bunu
Cumhuriyet ile aştık sanıyorduk ama, aşamamışız. Ülkenin
sorunu da bu: Bu engel nasıl aşılacak? Bu bir toplumsal
irade sorunudur. Önce bu durumun farkında olmak, sonra
onu aşmak için gerekli çabayı göstermek gerekir. Bu noktada toplumun içinde bulunduğu durumu anladığına inanmazsak, yapacak bir şey kalmaz. Kentlere dolan halkın,
evrensel iletişim ortamında yeni dünyanın ürettiklerini
tüketmek hem çok çabuk tüketmek istediğini biliyoruz. O
halkı Cumhuriyetle yarattık. Bu inançla, Türk toplumuna
sorunun yanıtının her yerde aynı ve bir tane olduğunu
yinelemek gerek: O gizemli yanıt “ÇAĞDAŞLIK”.
Çağdışı kalmış milyonlar dünyanın geleceğine ortak
olacak niteliklere sahip olacaklar? Bu bir tehlike çanı sorusu. ‘Geleceğimiz tehlikede mi?’ anlamına geliyor. Elbette
yaşamaya devam edeceğiz. Ama koyun ya da balık gibi
değil, insan gibi!
Peki sabahtan akşama kadar tartışılan rüşvetler, kasalar, paralar, tırlar, hâkimler, savcılar, polisler, açılıp kapanan
dosyalar ya da davalar, gelecek konusunda sıradan insanların sorunlarına bir yanıt getiriyor mu? Neden Türkiye’de
oynanan ak-kara pandomiması geleceğinize ilişkin bir şey
dile getirmiyor? Su var mı, ekmek var mı? Enerji var mı?
Bu soru cebinde kredi kartı gibi oy biriktiren insanlar için
önemli olmuyor. Türkiye’de insan “kişi” olarak yok. Oy
atan bir politik araca dönüşmüş. Demokrasi (halkın gücü)
bundan ibaret. Oysa çağdaşlaşma denilen olgu ‘bir, beş, on
yıl sonra halim ne olacak’ diye soranların ulaşabileceği bir
bilinç ortamıdır. Mecliste bunlar konuşulmadığı için henüz
22
çağdaş bir toplum olmadığımızı söylemeliyiz. Gevezelik etmeden, yalan
Tahir Ceyhan - Emekli Albay
söylemeden, kendimizi
aldatmadan, sabırla çağdaşlık olgusunu tanımlamaya çalışmak zorundayız.
Buna 92 yıl sonra yeniden başlamak utandırıcı bir şey.
Ne var ki halk çağdaşlık kavramını yeteri kadar açık öğrenememiş durumda. Yani istediği şeyin ne olduğunu bilmiyor. İlkel bir kabile başkanı bir uçak alabilir, kravat takabilir, kendisine lüks bir villa ve yüzme havuzu yaptırabilir.
Ama bundan dolayı kabilesi çağdaş olmaz. Komşu kabileleri öldürmek için kalaşnikof satın alabilir, arazisinde petrol çıkıyorsa gökdelen de yaptırabilir. Zenginse Avrupalı,
Amerikalı, Çinli, Japon işadamları ve diplomatlarla şakalaşabilir. Fakat kabilesi çağdaş olmaz.
Kolay gibi görünen bu çağdaş yaşam, kolay ulaşılan bir
insanlık aşaması değil! Eşini misafirlere çıkarmayan Arap
bakanların olduğunu bana anlattılar. Onların Amerika’da
çağdaş olduğunu, ancak Suudi Arabistan’da olmadığını
söyleyebiliriz. Dünyada kimse karısını saklayan bir adama
çağdaş olarak bakmıyor. Bu bağlamda ‘bu gelenektir, dini
emirdir’ gibi argümanlarla bir yere varılamaz. Kaldı ki öyle
bir şey yok. Dünya sizinle alışveriş yapar, malınızı alır, sizi
işçi olarak kullanır, sizi işine ortak bile edebilir. Gülerek elinizi sıkar. Ama sizi çağdaş ve eşdeğer insan saymaz. Bunun
sonucu sadece ikinci sınıf dünya insanı olmak değildir.
Ekonomik köle olmaktır. Küresel hegemonyanın egemen
ülkeleri Türkiye’ye hor bakarlar. Bu mutlak bir gerçeğe
değilse bile politik bir gerçeğe karşılık gelir. Bu panoramada devletle birlikte halk da aşağılanır. Kapitalist dünya
düzeninde para için kuyruğa girince yakanıza takılacak
rozet budur. Çağdaşlık toplumun tümel bir kültürel örgütlenmesi olarak algılandığı için Türkiye’nin böyle damgalanması utandırıcıdır. Çünkü bu sadece bir derecelendirme
değildir. Bir yaşam kıskacıdır.
Toplum dünyaya ayak uydurmaya çalıyor. Fakat çağdaşlığın dünya ile paralel ve birlikte tümel bir örgütlenme
olduğunu anlamış değil. Bu bilinçsizliğin pek çok göstergesi var: “hayır” ve “evet” dediklerinin içerikleri konusunda
hiçbir fikri yok. İkilemleri göremiyor. Çağdaş yaşamın sunduğu konforu elde etmek için kuyruğa giriyor, fakat bunu
dünya böyle yaptığı için taklit ediyor. Örneğin; sinemayı,
fotoğrafı, mağazalardaki ve magazin programlarındaki
mankenleri, politikacıların kat yüksekliğindeki resimlerini,
reklamları seyrediyor. Fakat resim ve heykellere dini
nedenlerle (?!) karşı çıkıyor.
mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 23
Çağdaşlık seçeceğiniz bir mal değildir. İnsanın doğa ile
savaşı sürecinde binlerce yılda gelişmiş bir bilgi ve deneyim
birikimidir. Evrensel bir mirastır. Maymun gibi dünyayı taklit edip bazı şeyleri dışlamak, çağdaş olmayı engelliyor.
Oysa çağdaş dünya yaşamımızı kontrol ediyor. Bize
otomobil, televizyon, telefon ve bilgisayar satıyor.
Amazon ormanlarından New York’a, insanlar benzer
eşyalar kullanıyorlar. Fakat Aristo’nun bir ayda gittiği yolu
yarım günde alan bir modern Yunanlı, Aristo’dan daha
uygar olamıyor. Bir kör cahil eline kalaşnikofu alınca çağdaş olmuyor, cani oluyor. Çağdaş örgütlenmenin en gelişmiş teknolojisi peygamber dönemini geri getirmeye
yeminli teröristin elinde olabilir. Bazı ülkelerin parlamentolarında odun kafalı gelişmişler, zehirli gaz kullanmasını
biliyor, ama insan hakları bildirisinden haberleri yok.
Birileri üretiyor, birileri kullanıyor. Bilenler ve üretenler
sömürüyor, kullanan fakat üretemeyenler sömürülüyor.
İnsanlar iyi ve kötüyü, doğru ve yanlışı, güzel ve çirkini, insancıl ya da hayvansı davranışların varlığını bilerek,
SON DAKİKA
7 Haziran 2015 genel seçimi sonuçlarına göre, AKP tek
başına iktidar olamadı. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın
“400 milletvekili” çağrısı karşılık bulmadı. Aslında kendisi,
hükümetin güvenoyu sayısı olan 276 milletvekiline de razıydı
ancak 258’de kaldı.
CHP 2011 genel seçiminde 135 olan milletvekili sayısını
132’ye düşürdü. MHP ise 53 milletvekili çıkarmışken bu
sefer oylarını arttırarak 80 milletvekilliği kazandı.
Seçim kampanyası boyunca, barajı aşması için kendisinin
dışındaki unsurlar tarafından ciddi bir kampanya yürütülen
PKK’nın siyasi kanadı da 80 milletvekiline sahip oldu. Böylece,
ortaya çıkan tablo bir koalisyon hükümeti kurulmasını zorunlu hale getirdi.
Atatürkçü Düşünce Derneği olarak seçim öncesi süreçte
herhangi bir partiye “oy verin” çağrısında bulunmadık. Ancak,
AKP ve PKK’ya “oy vermeyin” çağrısında bulunduk. Bunu
yaparken de açılım adı verilen bölünme sürecinin önüne geçmek gibi bir kaygımız vardı.
Seçim sonuçları, bu çağrımızın sonuçsuz kaldığını ve
Türkiye’nin zor bir döneme girdiğini göstermektedir. Gerçi
Türkiye yıllardır zorluklar içinde ve adım adım bölünme sürecine doğru sürüklenmekte. Seçim, bu süreci tersine çevirmek,
en azından durdurmak için bir fırsattı, ancak değerlendirilemedi.
2010 yılında yapılan ve hem bölünme hem de AKP’nin,
daha doğru bir söylemle Erdoğan’ın, diktatörlüğünü pekiştirme sürecine “yetmez ama evet” diyerek katkı sağlayan
“demokrasi ve barış yanlıları” bu sefer de meclise girecek
dördüncü bir partinin AKP’nin oylarını ve milletvekili sayısını
tarih boyunca olumsuzu kontrol etmeye çalışmışlar. Fakat
hala haydutların eline silah geçmesine engel olamıyoruz.
Çağdaşa ulaşmanın tek yolu, yaşamı sürdürebilecek yeterli üretimi yapmaktan geçiyor. Bu hem düşünce hem davranış, hem de mal. Bu yaşamın standartlarını saptayan
sadece bilim ve teknoloji. Bu her şeyi birbirine bağlı yaşam
örgütlenmesinin adı da ÇAĞDAŞLIK.
Bilgisiz yaşamak zaten olanaksız. Fakat insan düşüncesi çağdaşa ulaşmak için genel bir davranış ilkesi de koymuş:
Yaşama saygı. Bunun iki temeli var:
* Birincisi, kendi varlığının bilincine varmak,
* İkincisi akıl. Bu toplumsal dayanışmanın temeli. Bu
dayanışmanın arkasında vicdan (bilinç) denen bir meleke
var. İyi ve kötüyü ayırıyor. Vicdan bilinçte ‘vecd’ dolu bir
istek düzeyine ulaşınca ona uygarlık deniyor. Hint’te
Avatar’lar (tanrıların dünyadaki görüntüleri) kötülük arttığı zaman ortaya çıkar, doğruluğu kurtarırlar.
Gökdelen, alışveriş merkezi, füze bir yana, insana saygı
bir yana. Bunun seçim sandıklarıyla da ilişkisi yok!
azaltacağı savıyla PKK’ya oy topladılar. Hesap matematik
olarak doğruydu ve PKK’nın siyasi temsilcisi olan partinin
barajı aşarak meclise girmesi ve 80 milletvekilliği kazanması
AKP’ye önemli ölçüde zarar verdi. Ancak, uzun vadede asıl
zararı Türkiye’nin göreceği kesin. Hatta, belki vade uzun da
olmayabilir.
Atatürkçü Düşünce Derneği olarak, “siyaset yapıyoruz,
ancak siyasi parti değiliz” gibi bir söylemimiz var. Başka bir
deyişle, siyasi partiler ile olan ilişkilerimizi dernek binasının
dışında tutmaya özen gösteriyoruz. Öte yandan kendimizi
siyasetin, yani Türkiye’mizin sorunlarının dışında tutmamız da
mümkün değil. Atatürk’ün yolundan gitmek, ülke sorunlarına
kafa yormak ve bunları gidermek için yürekli ve atılgan bir
tutum içinde bulunmayı gerektirmektedir.
Seçim sonuçlarına dönersek; henüz seçilmiş ve milletvekilliğinin nimetlerinden yararlanmamış olan “yenilerin” bir erken
seçime karşı çıkacakları varsayımı ile anayasal süre olan 45
içinde bir koalisyon hükümeti kurulacağı güçlü bir olasılıktır.
Kimin kimle kuracağı ise, milletvekili sayıları düşünüldüğünde
ciddi bir sorun gibi durmakta.
Bu noktada da Atatürkçüler olarak önceliğimiz, açılım adı
verilen bölünme sürecinin sürdürülmemesidir. Partilere akıl
hocalığı yapacak değiliz ancak, onları uyarmak ve iktidarın
nimetlerine kapılıp ilkelerinden uzaklaşmalarını önlemek gibi
bir görevimiz var.
Son olarak, 2000 ve 2001 yıllarına ilişkin sabıka kaydı
kabarık olan Kemal Derviş’in ortalıkta dolaşıyor olması da
hayra alamet değil. Yaptıkları yapacaklarının teminatı ise, ki
öyle, bizden uzak olmasını tercih ederiz. Hatta, en iyisi vatanına, ABD’ye dönsün de içimiz rahat olsun.
DÜŞÜN DERGİ
23
mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 24
DENİZ TARİHİ BİLİNCİMİZ
DENİZ KUVVETLERİ VE
KUMPAS DAVALARI
Bir deniz kuvvetinin tarihi süreç içindeki yaşam süresi, ait olduğu devletin yaşam fonksiyonunun bir yansımasıdır. O devletin askeri gücü içindeki yeri ve ona verilen
değer ise, hem devletin ve hem de deniz kuvvetinin
geleceğinin en belirleyici göstergesidir. Osmanlı ona
değer vermediği için çöktü. Türk Deniz Kuvvetleri,
Osmanlı İmparatorluğu’nun mirası ve alt yapısı üzerine
Mustafa Kemal önderliğinde çok büyük yokluklar ve
zorluklar ile var edilmiş genç bir kuvvettir.
Kurulduğundaki en önemli özelliği geçmiş baskınlar,
yenilgiler, toprak, can ve onur kayıplarından ders çıkarmasını bilmiş olmasıdır.
DENİZ TARİHİNİ BİLMEK GEREKİR
Cumhuriyet Donanması, gücünü bilimden alan
Kemalist ideoloji ve milli mücadele ruhu ile donanmış
vatansever Türk denizcisinin elinde gelişerek, çok değil
86 yıl içinde yani kumpas davaların başlatıldığı 2009 yılına kadar dünyada örneği az görülür bir başarı tablosu
sergilemiştir. Bu tabloyu görerek ve hissederek anlamak
ve şu an erişilen noktayı tarihi süreç içinde yorumlayabilmek için deniz tarihimizi ve özellikle son 200 yılın
deniz tarihini iyi bilmek gerekir.
17’nci yüzyıl sonrası denizlerde çöküş ve gerileme
öyle süratli olmuştur ki bunun faturasını atalarımız çok
ağır ödemiştir. Geçmişin tekrarı olmamalıdır. Bunun için
tarih bilinci gerekir. Deniz tarihi bilincinin oluşumu için
başta deniz subayları olmak üzere tüm denizcilerimizin
şu soruyu sormaları gerekir. “Nereden nereye geldik ve
nereye gidiyoruz?” Nereye geldiğimiz şu an yaşanandır.
Ancak nereden geldiğimizi öğrenmek ve geleceğe rota
çizmek için tarih bilinci gerekir. Onun için de okumak ve
araştırmak gerekir.
TÜRK DENİZ TARİHİ
BİR İBRETLER GEÇİDİDİR
Deniz tarihi sürecimiz içinde o denli ilginç olaylar
yaşanmıştır ki, sonuçları Osmanlı jeopolitiğini değiştirmiştir. On altıncı yüzyılda yelkene geç geçilmiş, bunun
bedeli İnebahtı’da ödenmiştir. 600 yıllık devletin donanmasına kumanda eden 216 Kaptanı Derya ve Bahriye
Nazırı içinde ancak 20-30 kadarının denizci olmasının
bedeli sadece İnebahtı faciasında değil, Çeşme, Navarin
ve Sinop baskınlarında da ağır ödenmiştir. Deniz gücü
kurmanın olmazsa olmazı olan bilimden uzaklaşan ve
24
matbaa başta olmak
Cem GÜRDENİZ - Amiral
üzere
endüstriyel
medeniyet ürünlerini
üretemeyen Osmanlı çökmeye mahkum olmuştur.
Demire karşı kanla mücadele edilmiştir.
Eğer denizlerde güçlü olunsaydı Osmanlı
İmparatorluğu duraksamaya ve gerilemeye başlar mıydı?
Balkan Harbi’nde Adriyatik ve Ege tamamen kaybedilir
miydi? Eğer güçlü donanma olsaydı 1. Dünya Harbi’nde
istila donanması Gelibolu’ya gelebilir miydi?
EN UZUN BARIŞ
Cumhuriyet dönemi, Türklerin tarihinin en uzun
barış dönemidir. Bu barış dönemini mümkün kılan
etkenler içinde Türk Deniz Kuvvetleri çok önemli yere
sahiptir. Bu dönem içinde açık denizlerde Türkiye’nin
hayati çıkarlarını koruyabilmiş, 1974’te cumhuriyet tarihinin ilk denizaşırı güç intikal harekâtına imza atarak
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kıbrıs’a başarılı bir amfibi
harekat yapmasının ana sorumluluğunu yerine getirmiştir. Kardak’ta durum üstünlüğü yaratarak 152 ada, adacık ve kayalık sorununu Yunanistan’ın en ciddi Ege sorunu haline getirmiştir. Yaşadığımız zor coğrafyanın politik
konjonktürü içinde birçok krizde ganbot diplomasi
aracı olarak kullanılan deniz kuvvetleri devletin gerektiğinde kadife, gerektiğinde demir yumruğu olmuş,
kamuoyuna daima başarılar armağan etmiştir.
Osmanlı’dan devralınan donanma alt yapısının, yok
denecek kadar azlığı göz önüne alınırsa, yarım asır içinde Kıbrıs’ta jeopolitiği değiştirmek ve sonradan
Akdeniz’in sayılı donanmaları arasına girmek; dünya
denizlerinde sancak dolaştırmak; MİLGEM gibi modern
platformlar üretebilmek kolay elde edilebilecek başarılar değildir. 1923 yılında üniformalarımızda kullandığımız
düğmelerin bile yurt dışından ithal edildiğini düşünürsek, nereden nereye gelindiği biraz daha anlaşılabilir. İşte
bu gelişim, tarihsel bilinç içinde değerlendirilmelidir.
KUMPAS DAVALAR DÖNEMİ VE
DENİZ TARİHİ BİLİNCİ
Deniz harp tarihimiz, denizcilik ve deniz gücümüzün
tarih sahnesindeki tüm hesaplaşmalarının bir yansımasıdır. Türklerin medeniyet yarışındaki mücadelesinin bir
muhasebesidir. Zaferlerin aynı zamanda mağlubiyetlerin;
ileri görüşün aynı zamanda çağın gerisinde kalışın;
mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 25
reform ve akılcılığın aynı zamanda gerileme ve dogmanın örnekleriyle doludur. Bu örnekler çıkarılması gereken dersler olarak günümüze yansımakta ve bizlere rehberlik etmektedir. Üzerinden henüz çok az zaman geçmesine rağmen, kumpas davaları ders alınması ve asla
tekrar ettirilmemesi gereken karanlık bir dönemdir. Bu
dönemde karasal merkezli yüksek komutanlığın gölgesindeki Deniz Kuvvetleri liderliğinin çok ama çok büyük
hataları olmuştur. Kimsenin şüphesi olmasın ki eğer bu
süreç komuta yapısına değil de kuvvet yapısına yönelik
bir saldırıyı içerseydi, bugün donamamızın yarısını kaybetmiştik.
Liderlik, maalesef ne tarihsel ne de savaşma bilincine
sahip olabilmiş, donanmanın tüm kadrolarını emperyalizme köle bir avuç tetikçi üzerinden sahte yargıya tes-
lim edebilmişlerdir. Sorumlu davranmamışlar, kuvveti
savunamamışlardır. Bunun temel nedenleri ideoloji ile
tarihsel bilinç eksikliği ve cesaretsizliktir. Gelecek nesiller ve özellikle geleceğin amiralleri, bu yaşananları iyi
okumalı ve ders çıkarmalıdır. Bulunduğumuz coğrafyada
güven ve huzur içinde yaşamanın olmazsa olmazı donanmadır. Geleceğin liderleri karşılaşacakları değişik çap ve
kapsamdaki zorluk ve baskılara rağmen her durumda
donanmaya sahip çıkma ve emperyalizme direnme
sorumluluğunu yok sayamazlar ve devredemezler.
Bunun için tarih bilincine ve Mustafa Kemal ideolojisine
sahip olmaları gerekir. Zira ancak o durumda hangi limana gideceklerini bilebilirler. Yoksa akıntılar donanmayı
rüzgar altı sahiline sürükler ki, sonuç karaya oturmak ve
yok olmaktır.
UNUTMADIK...
İSMAİL HAKKI TONGUÇ
Her devrim kendi insanını yaratır. Elbette karşı devrim
de… Tayyip Erdoğan bu nedenle, “dindar ve kindar bir
nesil istiyoruz,” demişti. Atatürk ise; öğretmenlerin, cumhuriyet için,”fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür “ nesiller yetiştirmesini istemiştir.
Bu cümlelere ilişkin birçok yorum yapılabilir. Örneğin
şöyle diyelim: Tayyip Erdoğan’ın sözleri 21. yüzyılda söylenmiştir, ancak ortaçağa aittir. Atatürk’ün sözleri ise 20.
yüzyılda söylenmiştir ve insanlığın çok ileri ve yüksek bir
aşamasına işaret etmektedir.
Atatürk’ün bir devrimci, Tayyip Erdoğan’ın da karşı
devrimci olduğunu düşünürsek bu sözler fıtrata uygundur.
Atatürk ayrıca, yeni nesillerin öğretmenlerin eseri olacağını da söylemiştir. Doğal olarak bu ve benzeri sözler,
dönemin eğitimcilerinin gönlünü almak ya da görüş belirtmekten öte ilgililere talimat niteliğindeydi.
İsmail Hakkı Tonguç, bu talimatı alan, anlayan ve gereğini yerine getirenlerdendir. Aydınlanma savaşımının bir
sıra neferi olmak dışında hiçbir beklentisi olmayan, devrime ve insanımıza inanan, yalnızca vermek üzere yola çıkmış bir eğitimciydi. Türkiye Öğretmen Dernekleri Milli
Federasyonu, eğitim emekçilerinin örgütlenme mücadelesinde önemli bir yere sahiptir. Simgesi yanan ve erimekte
olan bir mumdu. Yandıkça aydınlatan ve eriyen.
Aydınlatmak için erimeyi göze alanların örgütü yani.
Tonguç da, yukarıda belirttiğimiz gibi, hiçbir karşılık beklemedi ve yalnızca verdi. Yaşam öyküsünü tekrarlamaya
gerek yok, çok yazıldı çizildi. Kendisini tanımaktan çok,
anlamak önemlidir. Çalışalım…
Devrim, elbette örgütlü bir mücadelenin eseridir.
Zaten Mustafa Kemal'den Atatürk’e giden süreç, başka
şeylerin yanında esas olarak örgütlü olmakta ısrar etmenin öyküsüdür. Ancak, devrim aynı zamanda, öne çıkan,
örnek olan bireylerin eseridir. Toplumu örgütlü hale getirenler de onlardır. İsmail Hakkı Tonguç, inanmışlığı, özverisi, zekâsı ve birikimiyle toplumu örgütlü hale getirenlerden birisiydi. Bir liderdi. Kendisine inanacak ve peşinden
gidecek insanlar yaratabilen bir önderdi.
Cumhuriyetin, eğitimli insanların omuzları üstünde
yoluna devam edebileceğini bildiği için, fikri kaynağı
Atatürk olan köy enstitüleri davasına dört elle sarıldı.
1935 yılında başladığı İlköğretim Genel Müdürlüğü görevini, 1946’ya kadar sürdürdü. Sonra, köy enstitülerinin
kuruluşuna karar vermiş olan İsmet İnönü tarafından (!)
görevinden alındı. Talim Terbiye üyeliği, ardından sürgün
yılları ve 1954 te emeklilik. Bu süre zarfında verdikleri arasında, oğlu Yalım da vardı. Kendisini adadığı görevi nedeniyle ailesine vakit ayıramıyordu.
Tonguç’un yaşam öyküsü bir başarının öyküsüdür.
Yenilmiş değildir. İnandığını yapmış, öyle yaşamış ve ülkemize sözcüğün tam anlamıyla hizmet etmiştir. Kendisini
saygıyla anarken, devrim tarihimizin “unutulmayacakları”
arasında olduğunu belirtelim ve köy enstitülerin öyküsünü
çok özlü bir şekilde anlatan bir şiire kulak verelim.
Çamlıbel'de bir gül açsa,
Uykuları kaçar Bolu Beyi'nin.
Çünkü kırmızıdır gül,
Toprağın ve halkın uyanışına benzer.
Bir değil, bin gül açıyordu Anadolu'da,
Ekmeği ikiye bölsen,
Aydınlık sesi duyuluyordu halkın.
Köyleri tutmuştu aşkın ve terin hünerleri.
Bir oldular da Bolu Beyleri Kapattılar Enstitüleri...
Başaran
DÜŞÜN DERGİ
25
mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 26
19 MAYIS ATATÜRK’Ü ANMA
GENÇLİK VE SPOR BAYRAMI
KUTLAMALARINA BAKIŞ
Bayramlar dünyada tüm ülkelerin kendine has farklı
zaman dilimlerinde önem verdiği ve halkın tüm imkanlarıyla katıldığı özel günlerdir. Bu durumu iki farklı şekilde incelemek lazımdır; dini bayramlar ve milli bayramlar.
19 Mayıs, Türkiye Cumhuriyeti içinde yaşayan tüm
vatandaşlarımızın ve devletin kutladığı milli bir bayramdır. Bu tarihin niçin milli bayram olarak kutlandığı ve ne
zaman başladığı konusunu aydınlatmaya çalışacağız. 19
Mayıs’ın Gençlik ve Spor Bayramı olarak kutlanmaya
başlanmasının temelinde Selim Sırrı Tarcan’ın jimnastik
şenlikleri önemli bir yer tutar. Bu şenlikler 10 Mayıs
1928 yılında başlamıştır Okullar bayramı idman bayramı,
Jimnastik şenlikleri adları altında kutluyordu. Bu yapılan
etkinlikler “milli bayram” yolunda atılan bir adımdır. 19
Mayıs 1919 yılında Atatürk ve silah arkadaşlarının
Samsun’a çıktığı günün jimnastik şenlikleri ile bütünleşmesi ve bayram şeklini alması, bu günün Samsun Halkı
tarafından “Gazi Günü” olarak kutlanması önemli bir
yer tutar. 1926 yılından itibaren Samsun halkının resmi
bir bayram gibi ciddiye alarak yaptıkları bu mahalli bayram kutlamaları, her yıl 19 Mayıs’ı düzenli olarak Gazi
Günü olarak kutlaması; bu kutlamaları yapmak üzere
protokol ve törenler düzenlemeleri, kutlamaların her
geçen yıl daha anlamlı hale gelmesi önemli bir yer tutmaktadır. 19 Mayıs 1919 gününü Nutuk’tan Ulu Önder
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün kendi anlatımından
okuyalım: ‘1919 yılı Mayısının 19'uncu günü Samsun'a çıktım. Genel durum ve görünüş; Osmanlı Devleti'nin içinde
bulunduğu topluluk, Genel Savaş’ta (Birinci Dünya Savaşı)
yenilmiş, Osmanlı ordusu her yanda zedelenmiş, koşulları
ağır bir ateşkes anlaşması (mütarekename) imzalanmış,
Büyük Savaş’ın uzun yılları boyunca, ulus, yorgun ve yoksul
bir durumda. Ulusu ve ülkeyi Genel Savaş’a sürükleyenler,
kendi yaşamlarının kaygısına düşerek, yurttan kaçmışlar.
Padişah ve Halife olan (Saltanat ve halifelik katında oturan)
Vahdettin soysuzlaşmış, kendini ve yalnız tahtını koruyabileceğini umduğu alçakça önlemler araştırmakta. Damat Ferit
Paşa'nın başkanlığındaki hükümet; güçsüz, onursuz, korkak,
yalnız padişahın isteklerine uymuş, onunla birlikte kendilerini koruyabilecek herhangi bir duruma boyun eğmiş.
Ordunun elinden silahları ve cephanesi alınmış ve alınmakta. İtilâf devletleri, ateşkes anlaşması hükümlerine uymayı
gerekli görmüyorlar. Birer uydurma nedenle, İtilâf donanmaları ve askerleri İstanbul'da. Adana ili Fransızlar; Urfa, Maraş,
Antep İngilizler tarafından işgal edilmiş. Antalya ile Konya'da
26
İtalyan
birlikleri,
Ömer BAYRAM - Araştırmacı
Merzifon ve Samsun'da
İngiliz askerleri bulunuyor. Her yanda yabancı devletlerin subay ve görevlileri ve
özel adamları çalışmakta. Daha sonra, sözümüze başlangıç
olarak aldığımız tarihten dört gün önce, 15 Mayıs 1919'da
İtilâf Devletleri’nin uygun bulmasıyla Yunan ordusu İzmir'e
çıkarılıyor. Bu gelişmeler ışığında; gerekçeleri ile kurtuluşun Anadolu’dan başlaması kesinlik kazanmıştı.
Bu noktada bir fırsat yaratılmalı, Anadolu’ya geçiş
sağlanmalıydı. Vahdettin İstanbul’un işgali gibi bir
durumla karşı karşıya kalma tehlikesi içindeydi, çünkü
Doğu Karadeniz bölgesinde Rum çeteleri ve diğer etnik
gruplar yöre insanına acılar çektirmekteydi. Bundan
dolayı bu bölgede Rum çetelerine karşı bir direniş baş
göstermişti, özellikle Topal Osman bu bölgenin direnişçilerin başında gelmekteydi. İngiliz Hükümeti’nin baskısıyla bu direnişlerin son bulması ve bu sorunların araştırılması için o bölgeye Askeri Müfettiş gönderilmeliydi.
Durumu Osmanlı Hükümetine rapor halinde sunup bu
bölgede yapılan direnişlerin önüne geçilecekti. Bu konuda Padişah Vahdettin ile Atatürk arasında geçen konuşmayı da nakletmek gerekir: “Paşa paşa şimdiye kadar
devlete çok hizmet ettin bunların hepsi bu kitaba girmiştir.
Bunları unutun ancak şimdi asıl yapacağınız hizmet hepsinden daha mühim olabilir. Paşa devleti kurtarabilirsiniz.’ Bu
konuşma yeni bir devlet kurmak için atılan adımlardan
ziyade Osmanlı Devleti’nin elinde kalan İstanbul’da egemenliğini yürütebilmek için söylenmiştir. Çünkü burasının da işgal edilme durumu ortaya çıkmıştır. Atatürk
tüm hazırlıkları yaparak 16 Mayıs 1919 Cuma günü yola
çıkmak üzere Galata rıhtımdan Bandırma gemisine bindiğinde gemide toplamda 76 kişi yer almaktaydı, bunların dağılımı şu şekildedir:
9. Ordu Müfettişi Mirliva(Tuğgeneral) Mustafa
Kemal Paşa (Atatürk), 3. Kolordu Komutanı Erkan-ı
Harp Mir Alayı (Kurmay Albay) Re'fet (Bele Paşa),
Müfettişlik Kurmayı Başkanı Erkan-ı Harp Mir Alayı
Manastırlı Kazım (Dirik Paşa), Müfettişlik Sağlık Daire
Başkanı Tabip Miralay İbrahim Tali (Öngören), Kurmay
Başkan Yardımcısı Erkan-ı Harp Kaymakamı (Kurmay
Yarbay) Mehmet Arif Bey (Ayıcı), Karargah Erkan-ı
Harbi ve İstihbarat ve Siyasi Şube Müdürü Erkan-ı Harp
Binbaşısı Hüsrev Gerede, Müfettişlik Topçu komutanı
Topçu Binbaşı Kemal Bey (Doğan), Müfettişlik Sağlık
mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 27
Daire Başkan Yardımcısı Tabip Binbaşı Refik Bey
(Saydam), Müfettişlik Baş Yaveri Yüzbaşı Cevat Abbas
Bey (Gürer), Dr. Yüzbaşı Behçet Efendi, Kurmay
Mülhakı Mümtaz (Tunay), Kurmay Mülhakı Yüzbaşı
İsmail Hakkı (Ede), Müfettişlik Emir Subayı Yüzbaşı Ali
Şevket (Öndersev), Karargah Komutanı Yüzbaşı
Mustafa Vasfi (Süsoy), Mülhak Yüzbaşı Rauf, Yüzbaşı
Hersekli Ahmet Efendi, Kurmay Başkanı Emniyet Subayı
Üsteğmen Hayati, Kurmay Mülhakı 3. Kolordu
Komutan Yaveri Üsteğmen Arif Hikmet (Gerçekçi),
İaşe Subayı Üsteğmen Abdullah (Kunt), Mülhak Teğmen
Zebur, Müfettişlik İkinci Yaveri Teğmen Muzaffer (Kılıç),
Emir Subayı Teğmen Ruhsat, Adli Müşavir Ali Rıza
Efendi, Tabur Hesap Memuru Rahmi Efendi, Tabur
Hesap Memuru Ahmet Nuri Efendi, 1. Sınıf Katip Faik
Efendi (Aybars), 4. Sınıf Katip Memduh Bey (Atasev),
Zabit Vekili Tahir Efendi, Alay Katibi Yahya Efendi,
Tabur Katibi Süleyman Fehmi Efendi, Hesap Memuru
Şükrü Efendi, Kıdemli Çavuş Osman Nuri Oğlu Ali Faik,
Kıdemsiz Çavuş İbrahim İzzet Oğlu Atıf, Çavuş Mustafa
Oğlu Kemal, Çavuş Kemal Oğlu Mustafa, Onbaşı Tevfik
Oğlu Adem, Onbaşı Ali Oğlu Refet, Onbaşı Abdullah
Oğlu Ali ve Neferler Hüseyin Oğlu Mehmet, Ahmet
Oğlu Emin, Mustafa Oğlu İsmail, İbrahim Oğlu Ömer,
Kerem Oğlu Mehmet, Mehmet Oğlu Mehmet, Hasan
Oğlu Ulvan, Mehmet Oğlu Durmuş, Mehmet Oğlu Ali,
Şakir Oğlu Nuri, Hasan Oğlu Hüseyin, Abdullah Oğlu
Musa, Abdullah Oğlu Mehmet, Mehmet Oğlu Hasan,
Bekir Oğlu Mahmut, İhsan Oğlu Mehmet Lütfi, Ali Oğlu
Musa olmak Üzere Toplam 55 kişi
Atatürk ve kurmayı 22, er ve erbaşlar 25, müşavir ve
katipler 8, gemi personeli 21 olmak üzere toplam 76
kişi bulunmaktaydı. Tüm bu heyet 19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun’a çıkış yapmış, bu gün Türk Kurtuluş
Savaşı’nın başlangıç tarihi olarak yerini almıştır. Bu
günün başta bahsettiğimiz gibi Gazi günü olarak mahalli
bir bayram günü olarak kutlanmaya başlanmasının önemine değinmiştik. 19 Mayıs 1919 gününün Ulusal
Bayram olarak kutlanması teklifi ilk olarak Beşiktaş
Jimnastik Kulübü tarafından Atatürk’e karşı duydukları
sevgiyi dile getirmek ve göstermek için ‘Atatürk Spor
Günü’ olarak kutlanması önerisidir. Bu teklifi
Fenerbahçe ve Galatasaray kulüplerine açıklamış, Mayıs
1935 yılında bu konu dile getirilmiş. 24 Mayıs 1935 yılından itibaren de kutlanmaya başlamıştır. 1937 yılında ise
19 Mayıs’ın Jimnastik şenlikleri de kutlanmasına ilişkin
talimatname ile 19 Mayıs günü tarihe girmiştir. Ancak
henüz Milli Bayram olarak kutlanmamıştır, Atatürk’ün
ölümünden 6 ay önce 19 Mayıs etkinliklerini izlediğinde
bile bayram olarak kutlanma özelliği yoktur. Ancak adı
konulmamış bir bayram resmiyet kazanmamış da olsa
artık kutlanmaya başlanmıştır. Neticede 1 Haziran 1938
tarihinde 2739 sayılı kanunun 2. maddesine bir fıkra
eklenmesi ile ilgili yasa bakanlar kurulunda onaylanmış
sonrasında Meclise sevk edilmiştir 20 Haziran 1938
yılında 3466 sayılı kanunla 2739 sayılı kanun 2. fıkrasına
şu şekilde madde eklenmiştir. Madde g) Gençlik ve Spor
Bayramı’nın Mayıs’ın 19. günü olarak yer alması ve Milli
Bayram olarak kutlanması Meclis tarafından onaylanmıştır. Bu sayede Anadolu’da Milli Bayram olarak kutlanmaya başlanmıştır.
17. 03. 1981 tarihinde 2429 sayılı kanun ile yapılan
değişiklikle Gençlik ve Spor Bayramı olarak kutlanan
Milli Bayramımızın adı ‘Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor
Bayramı’ olarak değiştirilmiştir. Aynı zamanda 1.10.1981
tarihinde 17475 sayılı resmi gazetede törenlerde uygulanacak yönetmelikle, 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik
ve Spor bayramın nasıl kutlanacağı konusunda yönetmelikler çıkartılmıştır. Ancak bu durum mevcut iktidar
tarafından politize edilmiş ve 2012 yılında yönetmelikler
değişime uğramıştır. Şu an mevcut yönetmelik aşağıdaki
şekildedir.
Atatürk’ü Anma ve Gençlik ve Spor Bayramı, 19
Mayıs günü, Atatürk’ün 19 Mayıs 1919’da
Samsun’da karaya çıktığı saat olan 07.00’de başlayacak ve saat 24.00’te son bulacak.
Gençlik ve Spor Bakanı, günün anlam ve önemini belirten mesajını medya aracılığıyla bildirecek ve
bir il törenine katılacak.
Atatürk anıt veya büstüne gençlik hizmetleri ve
spor müdürlüğü, bulunmaması halinde mülki amirin görevlendireceği bir müdürlük tarafından çelenk
konulacak. Çelenk konulduktan sonra İstiklal Marşı
ile birlikte bayrak göndere çekilecek.
Kutlama komitelerince hazırlanan programda
yer alan diğer faaliyetler uygulanacak. Programda
tören geçişi ve tebrikata yer verilmeyecek.
Böylece Milli Bayramların nasıl kutlanacağı konusundaki yönetmelik günümüze kadar gelmiştir. Toplum
tarafından kabul görmeyen bu değişiklikler Atatürk ve
Cumhuriyet düşmanlarının elinin güçlenmesine neden
olmuştur. Toplum bu duruma tepki göstermiş olsa da
devletin tüm kurumları içinde olduğu ve Meclis’in çıkaracağı değişikliğe ihtiyacı vardır. İçinde bulunduğumuz
siyasi konjonktürü düşününce; çevremizdeki düşmanlarımızın ve içimizdeki hainlerin bu durumu kendi lehlerine çevirmesi gözden kaçmamaktadır. Tüm bireyler olarak bu durumu göz ardı etmeden birlik ve beraberliğimizi daha çok güçlendirmeliyiz. Bu sayede bu sorunların
ve düşmanlıkların altından kalkabiliriz, diğer türlü parçalanarak yok olmaya giden yola prim vermiş oluruz. Bu
hassasiyet ve bilinçle önümüze bakmalıyız, dayanışma ve
birliktelikten taviz vermeden direncimizi kaybetmemeliyiz.
27
mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 28
TÜRK-ERMENİ İLİŞKİSİNİN
DÜNÜ, BUGÜNÜ -V
“Sözde Soykırım” iddialarına yabancı belgelerle yanıt
vermeye devam ediyorum. Fransız Av. Georges de
Maleville’nin yazdığı ‘1915 Osmanlı-Rus Ermeni Trajedisi’
adlı kitap, Türkiye’yi asılsız iddialarla suçlayanlar için hazırlanmış bir iddianamedir. Av. Georges de Maleville,
‘Ermeni soykırımı’ tezini belgelerle sadece çürütmekle kalmıyor, Fransa’nın diktiği kin anıtlarının boş bir düşüncenin
ürünü olduğunu vurgulayarak tarihe bir not düşüyordu:
“Dünya Savaşının ilanından itibaren, Kilikya ve Maraş yöresindeki Ermeniler ayaklanmıştır. Öylesine önemli bir ayaklanma olmuştur ki, 1915 Şubatında, Rusya’nın Londra
Büyükelçisi, Antakya’ya çıkartma yaparak gelen 15 bin asiye
erzak sağlamak amacıyla, İngiliz Hükümeti’nden yardım talebinde bulunacaktır. Olayın ciddiyetini belirtmek için, Osmanlı
İmparatorluğu’nun aynı dönemde, Çanakkale’yi savunmakta
olduğunu belirtelim.”(1)
ABD’li Prof. Bernard Lewis, ‘Ermeni soykırımının gerçek olmadığı’ konusundaki görüşünü açıklaması nedeniyle,
Ermenilerin yoğun tepkisiyle karşılaşmıştır. 16 Kasım 1993
tarihinde, ‘Le Monde’ gazetesinde Lewis, Ermeni soykırımıyla ilgili olarak makalesinde şunları yazmaktadır:
“Osmanlı hükümetinin Ermeni ulusuna karşı kitlesel yok
etmeyi öngören bir planı olduğunu gösteren geçerli kanıt yoktur. Türklerin ‘tehcire’ başvurmalarının geçerli nedenleri vardır.
Çünkü Ermeniler, Osmanlı topraklarını işgal eden Rusya ile birlikte Türklere karşı çarpışıyorlardı.”(2)
Tehcir sırasında bölgedeki aşiretlerin saldırılarına karşı
Ermenilerin korunması, gıda, ilaç ve diğer ihtiyaçlarının
karşılanması için Türk hükümetinin ordusuna emir verdiğini anlatan ABD’li Prof. Dr. Stanford Shaw, göçle ilgili
görüşlerini şöyle anlatıyordu:
“Bölgede Ermeni nüfusu iddia edildiği kadar değildi.
Tehcirden önce iki yüz elli bin Ermeni Rus Ordusu’na katılmış,
yedi yüz bin Ermeni de Rusya Ermenistanına göç etmiştir.
Savaş ve tehcir sırasında her iki taraftan da karşılıklı olarak on
binlerle ifade edilecek kadar öldürmeler olmuştur. Ancak ölen
Ermenilerin sayısı üç yüz bini geçmez. Tepki olarak Ermenilere
karşı katliam da olmuştur. Ama hükümet emriyle gerçekleştirilmiş bir Ermeni katliamı kesinlikle söz konusu değildir.”(3)
Prof. Dr. Justin Mc Carthy, Yeditepe Üniversitesi’nde ‘Ermeni Soykırımı İddialarında Gerçek Nedir?’ konulu
konferansında şunları söylemiştir:
“Bugün Ermenistan olarak bilinen yerin büyük çoğunluğu,
Rusya’nın bu bölgeyi işgali öncesinde Türklere aitti. Ermeniler,
(1)
(2)
(3)
(4)
28
Güney Kafkasya’nın hiçbir
yerinde çoğunluk olmamıştır. Türk-Rus savaşlarında, Ermeniler, Ruslara
Ahmet GÜREL - ADD
katılmış ve Türkiye’ye
Bilim Danışma Kurulu Üyesi
karşı düşmanla işbirliği
yapmışlardır. Ruslar, geri çekilirken beraberinde Ermenileri de
götürmüşlerdir. Sonradan bunları Türklerin topraklarına tekrar
yerleştirmişlerdir. Ölümleri, öldürmeleri başlatan Ermenilerdir.
Türkler Ermenilere saldırmadılar. Ermeniler Türklere saldırdılar. Türkler Ermenilerin saldırılarına cevap verdi. Kan dökülmesini Türkler başlatmadı.”(4)
Taşnak lideri ve Ermenistan’ın 1918–1920 tarihleri
arasında ilk Başbakanı olan Ovannes Kaçaznuni,
Ermeni gerçeğinin yanlışlarını o yıllarda görmüştür. ‘Büyük
Ermenistan’ hayalinin gerçekçi olmadığını saptayan Kaçaznuni’nin tehcir konusundaki tespiti çok ilginçtir, okuyalım:
“1915 yaz ve sonbahar döneminde, Türkiye Ermenileri
zorunlu tehcire tabi tutuldu, kitlesel sürgünler ve baskınlar gerçekleştirildi. Bütün bunlar, Ermeni sorununa ölümcül bir darbe
vurdu. Tarihsel Ermenistan’ın, bize devreden gelenekleri ve
Avrupa diplomasisinin vaatleri doğrultusunda, bağımsızlığımızın temelini oluşturması gereken bölgeler boşaltıldı; Ermeni illeri, Ermenisiz kaldı. Türkler ne yaptıklarını biliyorlardı ve bugün
pişmanlık duymalarını gerektirecek bir konu bulunmamaktadır. Sonradan da anlaşılacağı üzere, Türkiye’de Ermeni meselesinin temelli çözümü açısından bu yöntem, en keskin ve en
uygun bir yöntemdi.”
‘Türk Ermeni İlişkileri’ (Yabancı Belgeler Işığında, Dünü
Bugünü) adlı kitabımda yer alan 524 yabancı belgeden
sadece 10 adedini bu makaleme aldım. Biz 1906–1922 yılları arasında Ermeniler tarafından 518.105 Türk’ün katledildiğinin belgesini bile dünyaya duyuramazken, onlar haksız oldukları bu konuda her ülkeyi soykırım anıtlarıyla doldurmak başarısını göstermektedir.
Tarihi gerçekleri saptıranlar, değerli hukukçu Emin
Değer’in ‘Tarihe Not Düşürmek’ başlıklı yazısıyla cevaplayalım: “Soykırım yapmamış bir ulusun bireylerinin bilgisizliğinden, bilenlerin de ilgisizliğinden yararlanarak yerel karşılıklı
öldürme olaylarını soykırım olarak yansıtan kimi aydınların yol
açtığı suçluluk psikozuyla hareket etmeyen her sağduyulu insanın, savunma değil hesap sorma konumunda olması gereken
günlerdeyiz.”
Georges de Maleville, 1915 Osmanlı-Rus Ermeni Trajedisi, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul 1998, s. 72-73.
Ali Eşref Uzundere, İnsanlık Suçu; Iğdır ve Çevresinde Ermenilerin Türk Kırımı, TC Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara 2002, s. 308.
Köse, a.g.e., s. 134.
Prof. Dr. Justin Mc Carthy ile yapılan ropörtaj, Hürriyet, 22 Mart 2001.
mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 29
DÜNYA ÇEVRE GÜNÜ VE
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK
DÜNYA
ÇEVRE GÜNÜ:
İnsanların
yaşadığı
yerin
diğer
adı
çevredir.
Metin Erdoğan - Emekli Ateşe
Dağlar, ovalar, çayırlar,
ormanlar, göller, denizler, ırmaklar, doğal çevreyi oluşturur. Ne yazık ki insanoğlu kendi neden olduğu aşağıdaki olumsuz durumlardan dolayı, son yıllarda ciddi
ölçüde çevre kirliliği sorunu yaşamaktadır.
Çevre sorunlarının önemli nedenleri şöyle
özetlenebilir: Plansız, hızlı ve aşırı nüfus artışı,
nüfusun köylerden kentlere akması, hızla artan
sanayileşme, çevre dostu olmayan fosil yakıtların (kömür, petrol) çok yoğun kullanımı, doğal
kaynakların hor kullanımı, kentleşme, sanayileşme, yüksek yaşam kalitesine bağlı olarak
tarım topraklarının ve orman alanlarının giderek daralması, hızla tüketim toplumu olmak
ve sanayi atıkları..
Çevre sorunlarının hızla artması Birleşmiş
Milletler’i harekete geçirmiştir. BM öncülüğünde 5
Haziran 1972’de Stokholm’da Türkiye’nin de katıldığı
ilk uluslararası çevre konferansı düzenlenmiş ve bu
tarih ‘Dünya Çevre Günü’ olarak kabul edilmiştir. O
tarihten beri her yıl, içinde 5 Haziran bulunan hafta
bütün Dünyada Çevre Haftası olarak kutlanmakta ve
bu hafta içinde çevre sorunlarıyla çözümleri hakkında
çeşitli etkinlikler düzenlenmektedir. Amaç; dünya
kamuoyunda farkındalık ve çevre koruma bilinci yaratmaya ve geliştirmeye çalışmaktır. Türkiye’de de daha
sonra bu amaçla 1978 yılında Türkiye Çevre Sorunları
Vakfı ve Çevre Müsteşarlığı kurulmuştur.
Çevre sorunlarının azaltılması için yapılması gerekenler özetle: Öncelikle çevre sorunu
oluşturan su, hava ve toprak kirlenmesi önlenmelidir. Ayrıca, çevre sağlığı için tüm ülkeler
ortak hareket etmeli ve bu konu tüm insanların ortak hedefi olmalıdır. Doğa ve çevrenin
korunarak kullanılması için etkili ve yaygın bir
eğitim programı uygulanmalıdır. Çocuklara
çevre ve doğa bilinci okullarda kazandırılmalıdır.
ATATÜRK VE ÇEVRECİLİK:
Atatürk sadece iyi bir asker, diplomat, devrimci ve
reformcu değildi, aynı zamanda ileriyi gören çevreci
bir devlet adamı idi ! Ne yazık ki, Mustafa Kemal
Atatürk bize bu yönüyle hiç anlatılmadı. Dünyada yüzyılın devlet adamı seçilen Atatürk, çevre ve doğa sevgisi içerikli çok sayıda projeyi hayata geçirmiştir.
Özellikle kendi parasıyla ülkenin çeşitli yörelerinde
kurduğu çiftliklerde, sağlıklı tarım ürünleri yetiştirilmesine, hayvansal ürünlerin ülke şartlarına uyarlanmasına ve doğayı ilgilendiren her konuda bilimsel çalışmalar yapılmasına önayak olmuştur. Dünyamızda çevrecilik kavramı henüz 70’lı yıllarda konuşulmasına karşılık,
Atatürk’ün 30’lu yıllardaki bu örnek çalışmaları (çevreyi, doğayı, hayvanları vs. koruyan yasalar ve uygulamalar) her türlü övgünün üstündedir.
Keza, iyi incelendiğinde, BM Çevre Konferansları’nın 70'li yıllarda aldığı çevre konulu çok sayıda
kararlarda Atatürk'ün kişisel düşüncelerini bulmak
mümkündür! Kendisine ait çiftliklerde organik ("hilesiz") tarım ürünlerini teşvik etmesi ve iş makinalarında
bioyakıt kullanılması oldukça dikkat çekicidir!
Atatürk’ün en büyük yol gösterici eserlerinden biri
de, bir ağaç dalı kesmemek için, Yalova'daki kendine ait
Millet Köşk'ünü 1930 yılında yaklaşık 5 metre kaydırmış olmasıdır. Halkın, adına sonradan "Yürüyen Köşk"
dediği bu bina dünyada yerinden kaydırılan ilk bina
olup bu yapı bugün bir doğa, çevre ve teknoloji için
sembol niteliği taşımaktadır!
SONUÇ:
Artık biliyoruz ki; dünyamızda çevrecilik ve doğa
sevgisinden söz edince, ilk akla gelen devlet adamlarından biri de kuşkusuz M.K.Atatürk’tür. Atatürk'ün
çevre ve doğa anlayışını anlatan geniş kapsamlı bir bilgi
notu, ADD-Karşıyaka üyeleri (Gamze Sütekin, Oğuz
Erbatu ve Metin Erdoğan) tarafından hazırlanarak,
Atatürk’e dünya çevre ödülü verilmesi amacıyla,
09.12.2014 günü BM-UNEP'e ulaştırılmıştır. Buradan
yakın bir gelecekte olumlu bir yanıt almamız ve
Atatürk’ün bu önemli özelliğini de tüm dünya kamuoyuna duyurmamız en büyük dileğimizdir.
NOT: (Ek bilgi için “ATATÜRK ve YÜRÜYEN KÖŞK”
facebook sayfamıza bakabilirsiniz!)
29
mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 30
ON DAKİKA ÇAY İÇME!..
Güne eksilerek başlıyoruz. Tarih adımızın önüne
eksi koymuş doğuştan. Çağlar boyunca eksinin eşiğini
aşamadık aşırtmadılar. Yorulduk saçlarımızdan, memelerimizden, kalçalarımızdan. Yorulduk kadın olmaktan.
‘’Bir duvarı itip duruyoruz
Kımıldıyor kımıldıyor da
Ne geri iki santim
Ne de ileri bir metre’’
Hiç böyle hayal etmemişti GÜLBAHAR: Çeşitli
ağaçların çiçeklerin yer aldığı, bahçe içerisindeki çivit
boyalı, geniş avlulu evlerini, köyünü bırakıp kentin dik
yokuşlu yolu çamurlu semtinde derme çatma yaptıkları gecekonduya gelmişlerdi. Köylerinde ne mutlu günleri olmuştu oysa evliliklerinin ilk altı yılında.
Osman vargücüyle çalışacak, karısı Gülbahar da
ona destek olmak için iğne oyalı yemeniler yapıp satacaktı pazarda.. Boğazlarından artıracakları birkaç
kuruşu da bir kenara koyup yatırım yapacaklardı.
Hayalleri vardı geleceğe yönelik çocuklarıyla ilgili.
Onlar daha iyi eğitim alıp geleceklerine daha güvenli
baksınlar diye. Gülbahar, kocasının aklını başka kadınlara kaydırabileceğini, içki ve kumara bağımlı olabileceğini düşünmemişti hiç. Osman belki de kaldıramamıştı
kentin ağır yükünü. Kentte yaşam köydeki gibi değildi
ki… İnsanlar sabahın erken saatlerinde evlerinden
çıkıyor, karanlık olunca dönüyorlardı.
Gülbahar kocasının huzursuzluğunu gidermek için
adeta dört dönüyordu etrafında. İçkili olmadığı ender
zamanlarda ‘’İş yerinde bir sorun mu var? Canını sıkan
bir şey mi oldu? ‘’ diye sorularla ona yaklaşmaya çalışıyor sevgisini gösteriyordu.
Kocası içkiliyse; hemen yatmasını sağlardı.
Sessizliğine bürünürdü. Yoksa bir iki kelimeden sonra
ses tonu yükselir, sövüp saymaya başlardı. Oda çınlardı onun sesiyle. Kızlar bu durumdan huzursuz olurdu.
Son günlerde tanıyamaz olmuştu kocasını. Hatta
onun eve geleceği saatlerde yürek çarpıntıları artıyordu. Korkuyordu. Osman, dışarıda gönlünü avuttuğu
kadınlardan birini ‘’eve kuma olarak getireceğim ‘’ diye
tutturmuştu. O gece yine ‘KUMA GETİRME’ konusunda tartışmaya başlamışlardı. Gülbaharın zeytin
karası gözleri daha da büyümüş, sevgisine ortak istemeyen sesi çağalmıştı. “Hayır!.. Hayır!.. Bunu bize
yapamazsın’’ diye bağırıyordu. Osman’ın hiç alışık
olmadığı bir durumdu bu… Gülbahar’ın sesini susturmak için eline geçirdiği yastığı yüzüne bastırır öfkeyle..
Gürültüye uyanan evin küçük kızı İpek’in koşarak
odaya girmesiyle Osman elindeki yastığı yere fırlatır.
30
Hışımla kendini sokağa atar. İpek o anda
odaya girmemiş olsa
belki de annesi nefessiz kalacak, yüzüne
bastırılan yastık onu
Zehra ÖZÇELİK - Eğitmen
cansız
bırakacaktı.
Ama İpek henüz bunu anlayacak yaşta değildi. Ağlayan
annesine bütün sıcaklığıyla sarılıp sadece ‘Ağlama
anneciğim. Ağlama ne olur !..’’ diyebildi.
Gülbahar, kocasının aklını çalanlarla uğraşma gücünü yitirmişti. Geçen günler içerisinde Osman’a ne
dediyse doğruyu gösteremedi. Olmuyor olmuyordu…
O zaman yolunu şaşırmış kıyıda köşedeki birikimlerini
de yok etmişti, tüketmişti. Bu durumu kocasının ailesine açtı. Gülbahar kayınvalidesinden medet umdu.
Aldığı cevap onu daha da yıkar. Yüreğini acıtır anne
diye seslendiği kayınvalidesi; ‘’Bu işler erkeğin elinin
kiridir. Erindir hem sever hem döver. Kumaya karşı
çıkacağına soyumuzu sürdürecek bir erkek çocuk
doğuraydın. Aklın olsa bu işe olur derdin. Kumaya olur
ver ki, değerin artsın. Kocan evine bağlansın.’’ der.
İlerleyen günlerde değişen olumlu bir şey olmaz.
Osman içkiyi artırır. Eve arada sırada uğramaya başlar.
Çocukları babalarının yokluğunda ‘’Babam eve niye
gelmiyor? Babamızı isteriz.’’ diye soruyordu annelerine. Çocuklarını görmek için eve geldiği zamanlarda
Osman onların ihtiyaçlarını tam olmasa da karşılar
ama ne kadar sevgiyle yaklaşsa da karısı Gülbahar’la
kavga etmeden ona şiddet uygulamadan ayrılmazdı
evden.
Gülbahar çaresizdir. Yanlarına sığınacak ona kucak
açacak ana babası yoktu. Tek kurtuluş ağabeyinin yengesinin yanına sığınmaktı. Onlardan yardım ister.
Durumunu onlara anlatır. Kocasının uyguladığı şiddeti
kanıtlayan darp raporu alır. Ne var ki, burada da
huzurlu olamaz. Yengesi çocukları istemez. Sürekli
onlardan şikayetçi olur. ‘’Ver babalarına çocukları gitsinler.’’ der. Evin tüm işlerini yemeği bulaşığı çamaşırı
üstlense de ağabeyinin yüzünü güldüremez.
Gülbahar’a hayatta yer yoktu sanki sığamamıştı bir
yere. Çocuklarından da ayrılamazdı.
Osman 6-7 ay gibi kısa bir zaman sonra karısının
değerini anlamaya çocuklarını özlemeye başlamıştı.
Gülbahar’dan özürler dileyerek eve geri dönmesini
istiyordu. Karısına uyguladığı şiddetin sonucu değil
miydi, karısının çocuklarının sevgisinden mahrum kalması? İçki kumar kuma ısrarı degil miydi, kentin içinde
kendini ve ailesini yok edişi?..
mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 31
Toparlanmalı ve toparlamalıydı ailesini. Hem geleceğe yönelik çocuklarıyla ilgili hayalleri vardı karısıyla
kurduğu… Bunun için ayrılmamışlar mıydı her an özlemini duydukları köylerinden?..
Gülbahar, yengesinin olumsuz davranışlarına, kocasının ısrarlı geri dön çağrılarına daha fazla dayanamaz.
Çaresiz kocasına, evine döner. Döner ama, kocasıyla
yalnız kalmaktan korkar. Çocuklarının yanlarından
ayrılıp kapı önüne bile çıkmalarını istemez. Girdiği
odaları kilitlemeye başlar. Tedirgindir. Yaşadıkları
böyle izler bırakmıştır üzerinde. Osman’ı da yanına
yaklaştırmıyor, kendinden uzak tutmaya çalışıyordu.
Kocası bundan hiç hoşlanmasa da, zaman zaman acabayla başlayan sorular zihninden geçirse de bundan
kendini hemen uzaklaştırmaya çalışıyordu. O gün yine
kendini odaya kilitlemişti. Çocuklarının ve Osman'ın
ısrarları sonucunda kapıyı açar. Kocası onun tedavi
olması için uğraşır. Sonunda bu konuda Gülbahar’ı ikna
eder. Güneşli bir günde erken saatte yola çıkar doktora gitmek için Gülbahar.
Yolda komşusuna rastlar. O da ilk eşinden çok çekmişti. Ondan ayrılmış, ikinci evliliğini ise yeni yapmıştı.
Şimdi çok mutlu yaşamları olduğunu anlatmıştı bir çırpıda. Kocasıyla işe gitmeden önce önünden geçtikleri
parkta buluşacaktı Reyhan. Reyhan’ın kocası vardiyalı
çalışıyordu. Gece vardiyasından çıkmıştı. Akşama
kadar Reyhan da işte olacağından sabahları çaylarını
burada içiyorlardı. Komşusu Gülbahar’a ısrar ederek
ondan kendilerine eşlik etmesini ister. Hem ikinci
kocasını nasıl bulacaktı Gülbahar? Bunu öğrenmek istiyordu. Ne olsa eski komşuydular. Birbirlerinin sorunlarını çok dinlemişlerdi geçmişte.
Israrlara dayanamayan Gülbahar, on dakika bir çay
içmeye “peki” der!.. Yol kenarında oturan kocasını
gören Reyhan hemen ona doğru yürür. Gülbaharı
kocasıyla tanıştırır. Çaylar söylenir. Çaylar gecikince
tez canlı olan Reyhan, “Ben bir bakayım!” deyip çay
ocağına dalar. Çayın henüz demlenmediğini çıktığı
kapıdan anlatmaya el kol işaretleriyle başlar Reyhan.
Bu hareketleri yanlış yorumlayan Gülbahar komşusunun kendini çağırdığını zannederek yerinden kalkar.
Her şey bir anda olur. “Şimdi anlaşıldı, beni neden
yanına yaklaştırmıyorsun! Bunu bana nasıl yaparsın?”
diyen Osman'ın sesi patlayan silah sesiyle yankılanır.
Yerinden hızla kalkan Reyhan’ın kocası kanlar içinde yere yığılmak üzere olan Gülbahar’ı tutmaya çalışır.
Onun bu hareketi silah seslerini artırır. Bağrışlar, çığlıklar arasında Reyhan, kocası ve on dakika bir çay
içmeye razı edilen Gülbahar’ın üzerine yığılır.
Bir kadın daha kurban gitmişti, kocasının öfkesine,
şiddetine ….Kadının (Gülbahar’ın) yaşadıkları ve sonu
bir Türkiye gerçeği miydi yoksa?.. Anlayamadım.
KADINLARIMIZ
………………………
Ayın altında kağnılar gidiyordu.
Kağnılar gidiyordu Akşehir üstünden Afyon’a doğru.
Toprak öyle bitip tükenmez,
dağlar öyle uzakta,
sanki gidenler hiçbir zaman
hiçbir menzile erişmeyecekti.
Kağnılar yürüyordu yekpare meşaleden tekerlekleriyle
Ve onlar
ayın altında dönen ilk tekerlekti.
Ayın altında öküzler
başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler gibi
ufacık, kısacıktılar,
ve pırıltılar vardı hasta, kırık boynuzlarında
ve ayakları altından akan
toprak,
toprak,
ve topraktı.
Gece aydınlık ve sıcak
ve kağnılarda tahta yataklarında
koyu mavi humbaralar çırılçıplaktı.
Ve kadınlar
birbirlerinden gizleyerek
bakıyorlardı ayın altında
geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine.
Ve kadınlar,
bizim kadınlarımız:
korkunç ve mübarek elleri
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yârimiz
ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve kara sabana koşulan
ve ağıllarda
ışıltısında yere saplı bıçakların
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
kadınlar,
bizim kadınlarımız
……………………………………
Nazım HİKMET
KUVÂYİ MİLLİYE
YEDİNCİ BAP
922 AĞUSTOS AYI
31
mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 32
DAĞINIKLIK SORUNU - II
Dağınıklık Fazladan Temizliğe Neden Olur
Dağınık bir alanı temizlemek iki kat daha fazla
zaman alır. Ne kadar dağınıksanız o kadar çok toz
ve kir birikir, enerji o kadar durağanlaşır, temizlik
yapmak isteği de azalır.
Yaşadığımız evin odalarını tek tek dolaşıp dağınıklık yaratan gereksiz ve kullanılmayan giyecek ve
eşyaları gözlemleyip bunların evimizdeki fazlalık ve
dağınıklıktaki payını ve işgal ettikleri alanı yüzdeye
vurduğunuzda ortaya çıkan sonuç şaşırtıcı olacaktır.
Uzmanlar ortalama büyüklükteki bir evin odalara göre dağılımını şu şekilde yapmaktadırlar:
• Koridorlar yüzde 5
• Oturma odası yüzde 10 - 15
• Mutfak yüzde 30 - 40
• Yatak odası yüzde 40
• Banyo yüzde 15 - 20
• Kiler, depo, tavan arası, bodrum, kömürlük vs.
yüzde 100 -200
Toplam: 220 - 250 Oda başına düşen ortalama
dağınıklık yüzde 35 - 45 arasıdır.
Evinize ödediğiniz kira, elektrik, ısınma vs. masrafların neredeyse yarıya yakını boşuna hammallığı
yapılan şeylere ödenmektedir. Bu alanları pozitif
yönde sağlıklı işlerde kullanmak varken olumsuz
enerjilerin çoğalmasında kullanmaktayız.
İnsan Neden Dağınık Yaşar?
Dağınıklığın altında görünenden çok daha derin
nedenler yatmaktadır.
“Çok meşgulüm, vaktim yok, benim için önemli
değil, herkes kendi eşyasını toplasa ortalık dağılmaz” vs. gibi açıklamalar birer bahaneden öteye gitmez.
“Lazım Olur” Diye Saklamak
İnsanların başlıca biriktirme nedenleri budur.
“Nasıl atayım ki” diye yakınırlar, “günü gelir lazım
olur”. Bu noktada gerçekten ihtiyacımız olan şeylerle, olmayan şeyleri tüm bağımlılıklarımızı bir kenara
atarak ayırdetmek gerekir.
Lazım olur diye eşya saklamak geleceğe güvensizlik işaretidir. Unutmayalım ki düşüncelerimizle
kendi geleceğimizi biz yaratırız.
Uzmanların konu ile ilgili rastladıkları gerçek
vakalardan birkaç örnek:
• Balık sevmeyen bir adamın tavan arasında on
beş yıl boyunca saklanmış beş akvaryum.
• Yirmi yıl boyunca bahçede biriktirilmiş boş
şişeler, yağ kapları, kavanozlar, yumurta kutuları.
• Geçmiş yıllara ait onlarca telefon rehberi.
32
Evimizi bu gözle
araştıracak olursak
bu listeye ilave edeceğimiz pek çok şey
olacaktır.
Kimlik
Gündüz ÖĞÜT - Müzisyen, Yazar
Sahip olduklarımıza sıkı sıkı tutunmamızın başka bir nedeni de kimliğimizin onlara bağlı olduğunu hissetmemizdir.
Eşkoşmalar da diyebileceğimiz eşyayla olan aşırı
bağlar insanın kendi hakkındaki yüzeysel fikrini ve
imajını koruma çabalarından biridir. Bazı şeylerle
öylesine özdeşleşmişizdir ki, onu attığımızda kendimizden bir parçayı koparırcasına bir hal yaşarız.
Çevremizdeki dağınıklığın görünmeyen nedeni,
içinde bulunduğumuz duygusal ve zihinsel dağınıklıktır.
Daha Çoğun Daha İyi Olduğu İnancı
Bugün hepimizin evlerinde eksiksiz mutfak setlerimiz var. (Gazetelerin verdiği 24 ciltlik ansiklopedileri hala çöplerde görmek mümkün) Küçük şeyleri
doğramak için küçük bıçaklar, büyük şeyleri doğramak için büyük bıçaklar, sivri uçlu, küt uçlu, hafif,
ağır, et bıçağı, balık bıçağı, sebze bıçağı, meyve bıçağı vs. Bu setlere sahip olmamıza rağmen ev hanımlarının çoğu tüm bu işleri bir bıçakla hallederler.
Beynimiz tam tekmil bir bıçak setine ihtiyacımız
olduğuna tüketimi kışkırtan sistem ve reklamlar
tarafından yıkanmıştır.
Daha çoğun daha iyi olduğu düşüncesi, mallarını
satmak isteyen üreticilerin kafamıza nakşettiği bir
yalandır.
Evinizdeki Dağınıklık Alanları:
Ana Giriş Kapısı
Evinizin kapısının dış tarafı dünyaya bakışınızı, iç
tarafı da kendi yaşamınıza bakışınızı temsil eder.
Tıpkı insanlar gibi enerji de bu kapıdan içeri girer
çıkar. Giriş kısmındaki darlık ve dağınıklık evinize
taze enerjilerin giriş çıkışını engeller. Burası temiz
ve düzenli durması gereken en önemli alandır.
Askıda duran ve kullanılmayan paltolar vs., yerlerde
duran ayakkabı, çizmeler vs., gereksiz kuru veya
plastik çiçekler, şemsiyeler, bozuk paralar, fişler,
telefon, elektirik faturaları, broşürler, eski gazete
dergiler vs.
Kapıların Arkası
Kanca ya da kapı tokmaklarına asılı şeyler (giysiler, gecelikler, havlular, çantalar) olduğu kadar bütünüyle açılmasını engelleyecek mobilya, eşya, sepet
mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 33
vs. şeyleri de kapsar. Kapılarınız ardına kadar açılmazsa evinizde enerji serbestçe dolaşamaz, giriştiğiniz her iş için daha fazla çaba harcamanız gerekir.
Koridor ve Holler
Buralardaki dağınıklık yaşam taşıyıcı enerjinin
evin içinde akışına engel olmaktadır.
Mutfak
Mutfak dolaplarınızın içinde neler gizleniyor? Ya
bitmeden alınan yiyecekler...
Bütün dolaplarınızda esaslı bir ayıklama ve
temizliğe girişin. Derin dondurucunuzla buzdolabınızı da unutmayın.
Yatak Odaları
Yatak odaları genellikle evde yer bulamadığımız
şeyleri koyduğumuz bir odadır. Yatak odalarındaki
dağınıklık çocuklar ve yetişkinler için de olmaması
gereken bir şeydir.
Yatak odası evdeki en önemli odadır. Çünkü
nerede ve nasıl uyuduğunuz yaşamınızı büyük ölçüde etkiler. Yaşamınızın üçte birini yatak odasında
geçirirsiniz. Bu nedenle yatak odasının düzenli ve
sade olması çok önemlidir.
Yatak altlarına itilen ıvır zıvırlar uyku kalitesine
bile önemli etkide bulunmaktadır.
Örneğin tuvalet masalarının üstleri de kullanılmayan pek çok boş parfüm vs. şişeleri, modası geçmiş ve arızalı takılarla dolu olabilir. Enerjinin yumuşak ve uyumlu dolaşımı için yatak odalarındaki
yüzeylerin olabildiğince temiz ve boş tutulması önerilmektedir.
Dolap Tepeleri
Dolap tepelerine saklanan ve tıkılan şeyler...
Evinizde göz hizasından yukarılara yığılmış dağınıklık
genellikle bunaltıcı bir etki yaratır, hatta baş ağrısı
bile yapabilir.
Dolap İçleri
Çoğu insan sahip olduğu giysilerinin yüzde
20’sini giyer. Bundan kuşkusu olanlar bir ay boyunca bir test yapabilirler. Bu oran sadece giysiler değil,
sahip olduğunuz çoğu şey ve yaşamdaki çoğu etkinliğe de uyarlanabilir. Çoğumuzun evlerinde yıllar
öncesinin gelinlik, damatlık giysileri, rengini veya
modelini hiçbir zaman sevmediğimiz, kötü olaylar
ve ilişkilerle özdeş hale geldiği için kullanmayıp
dolap hapsine mahkum ettiğimiz kıyafetlerle doludur. Bunlardan kurtulmak, ihtiyaç sahiplerine ulaştırmak insanı rahatlatır ve özgürleştirir.
Zihinsel Dağınıklığı Gidermek
Tasalanmaya Son Verin
Endişe sallanan ata benzetilir. Ne kadar hızlı
hareket ederse etsin hiçbir yere gitmez. Endişe
bütünüyle bir zaman israfıdır. Zihinde öylesine bir
dağınıklık yaratır ki, hiçbir şeyi açıklıkla düşünemez
olursunuz.
Endişelenmeyi bırakmayı öğrenmenin yolu, her
şeyden önce dikkatinizi odakladığınız şeye güç
kazandırdığınızı kavramaktan geçer. Bu nedenle bir
konuda ne kadar endişe düşünceleri üretirsek, o
şeyin ters gitme olasılığını da yükseltmiş oluruz.
“Korktuğum başıma geldi”
“Sakınılan göze çöp batar”
gibi sözler de bu mesajı insanlara vermek için
söylenmiştir.
Endişe öyle derinlere işleyen bir alışkanlıktır ki,
bundan kurtulmak için kendimizi bilinçli olarak eğitmemiz gerekir. Kendimizi endişe halinde fark ettiğimiz an, durup düşünüp düşünceleri kontrol edip
yönünü değiştirme egzersizleri yapmak gerekir. Bu
konuda yakınlarımızdan yardım da isteyebiliriz.
Endişe ve tasa yaratan şeylerin listeleri çıkartılıp
bunlar tek tek çözümlenebilir.
Eleştirmeye ve Yargılamaya Son Verin
Eleştiri ve yargılama insanda en büyük enerji
kayıplarına neden olur. Biraz incelenirse, özellikle
başkalarına yönelik eleştirileri ve yargılamalarımızın
altında merkez noktamızın kendi zevk ve alışkanlıklarımız, düşünce kalıplarımız olduğunu anlayabiliriz.
Ayrıca kendimizde olup da hoşumuza gitmeyen
yönlerimizi değiştirmek yerine bu memnuniyetsizliğimizi başkalarını eleştirerek hafifletmeye çalışırız.
Aslına bakacak olursak hiç kimseyi eleştirip yargılayacak durumda değiliz. Çünkü insanların gerçek
ihtiyaç ve kapasitelerini bilmediğimiz için yapacağımız değerlendirmeler son derece isabetsiz olacaktır.
Dedikoduya Son Vermek
Başkalarının yüzlerine söyleyemediğimiz düşünce
ve yargılarımızı, onların olmadığı ortamlarda dile
getirmek, bundan da bir zevk duymak da zihnimizde fazlasıyla dağınıklık ve enerji kaybı yaratır.
Başkalarının yüzüne söyleyemeyeceğimiz hiçbir şeyi
onların arkasından da söylememeyi alışkanlık haline
getirmeliyiz.
Ağlayıp Sızlanmaya, İsyan Etmeye Bir Son
Vermeliyiz
Ağlayıp sızlamak, her şeyi ve herkesi suçlamak,
problemlerin kaynağını ve sorumlusunu daima dışımızda aramak da düşüncelerimizide büyük dağınıklık yaratır.
Zihinsel Gevezeliğe Son Vermek
Psikologlar ortalama insanın aklından günde altmış bin düşünce geçtiğini tahmin ediyor. Ne yazık ki
bu düşüncelerin % 95’i önceki günkü düşüncelerin
aynısıdır. Bir önceki günküler ise daha önceki günkü
33
mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 34
düşüncelerle aynıdır ve bu şekilde katlanarak sürüp
gitmektedir.
Kısacası zihinsel faaliyetimizin büyük çoğunluğu
verimsiz, tekrara ve alışkanlıklara dayalı, insanı hiçbir yere götürmeyen zihinsel gevezeliklerden ibarettir.
En son ne zaman farklı ve özgün bir düşünce
ürettik?
Bizlere bunlar öğretilmiyor! Genellikle hepimiz
belli düşünce kalıplarıyla yaşayıp, zihinlerimizi gündelik yaşamın yüzeysel akımlarıyla doldurmaktayız.
Eğer ki gün içerisinde kendimizi tüm düşünce
akımlarından uzak tutup çok değil beş on dakika ayırabilirsek, içsel gevezeliği dindirerek, bilincimizi
daha yüksek bir bilgeliğe açık hale getirip, yaşamımızda yol gösterici etkileri ayıklayıp seçebiliriz.
Yaratıcılığımızı artırabiliriz.
Bu Gününün İşini Yarına Bırakmamak
“Bu günün işini yarına bırakma” sözünü yaşamımızda hayata geçirmeliyiz.
Örneğin size bir telefon numarası verecek arkadaşınızla konuşuyorsunuz. Numara yanındadır ama
ertesi gün arayıp vermeyi önerir veya siz onu daha
sonra arayıp öğreneceğinizi söyleyebilirsiniz. O an
bitmesi gereken bir iş ertesi güne uzamıştır ve
başka aksaklıkları da beraberinde getirecektir.
Ertesi gün o numarayı aramanız gerektiğinde arkadaşınızı bulamayabilirsiniz ve o numara ile ilgili iş
ertesi günlerde unutulur. Zincirleme olarak pek çok
problem yaşanabilir.
Ertelenen işin akılda tutulması büyük bir enerji
kaybıdır.
Telefon numarasını hemen orada alın, yaşamınızda yapılacak işler listesi bir madde eksilmiş olsun.
Yerine getirilmemiş sözler de büyük bir enerji
kaybına ve zihinsel dağınıklığa neden olur.
Bir arkadaşımızla hafta sonu için bir program
yaparız, fakat günler geçtiğinde o gün bizim için
öncelik sırası daha yüksek olan bir durumla karşılaşabiliriz. En doğrusu meseleyi fazla uzatmadan arkadaşımızı aramaktır. Bir bahane bulmak, yalan söylemek ya da isteksizce buluşmak buluşma gününün
öncesi ve sonrası ciddi enerji ve zaman kayıplarına
neden olacaktır.
Ruhsal Dağınıklığı Giderme
Fiziksel, duygusal ve zihinsel dağınıklığın varlığın
gelişimine en olumsuz etkisi üzerinde durarak
konuyu toparlamaya çalışalım. Dağınıklığın yaşamımızdaki farklı görünümlerinin sonucunda varlığımız,
yaşam amacının farkındalığını yitirir.
Temel yaşam amacımızı yeniden yüzeye çıkıp
anlaşılabilmesi için dağınıklıklarımızı temizlemeliyiz.
34
Hemen hemen tüm ruhsal ve felsefi bilgiler, içinde yaşadığımız çağın gezegenimiz tarihinde insan
gelişimi bakımından en önemli zaman olduğu konusunda ortak bir noktada birleşmektedir. Dünyanın
büyük bilgi kaynakları eskiden pek az insanın elindeydi. Çağımızda ise bu tam tersi durumdadır. İnsan
istediği bilgilere küçük bir çaba ile ulaşabilir.
Bugün bulunduğumuz noktaya gelene dek her bir
insanın sayısız yolları teptiğini ve verdiği büyük
mücadeleleri düşündüğümüzde, içinde bulunduğumuz durumun değerini anlayabiliriz.
İçsel varlığımızın sesini duyabilecek hale geldiğimizde bütün gereksinimlerimiz karşılanır.
Kendimizde, çevremizde ve yaşamımızda daha
uyumlu, esnek, huzurlu ve başarılı olmak istiyorsak,
basamak basamak dağınıklıklarımızı düzene sokmalıyız. Bunun aslında hareket noktası zihin olmalıdır.
Bu nedenle daha fiziksel ve elle tutulur çözümler
çağımız insanları tarafından daha fazla ilgi bulabiliyor.
Odamızın dağınıklığı zihnimizin dağınıklığının bir
yansımasıdır. Fakat yapay bir şekilde sadece odamızı toplayarak veya bir yardımcı tutup temizleterek
zihnimizdeki çöplerden, köhne inanç ve alışkanlıklardan kurtulabilir miyiz?
Hayır.
İçinde bulunduğumuz ikilemlerden, yargılamalardan, şikayetlerden, hoşnutsuzluklardan, güvensizliklerden ve endişelerden kurtulabilir miyiz?
Hayır. Eğer bu kadar kolay olsaydı, şeklen uygulanan pek çok öğreti dünyayı pozitif bir küreye
çevirmeye yeterli olurdu.
Şekil değil öz önemlidir.
Elbette başlangıç için fizik boyuttan başlayabiliriz,
fakat bunu o seviye ile sınırlı tutmamak gerekir.
Fizikten başlayıp mental seviyeye doğru hareket
edebiliriz.
Günlük yaşam dediğimiz, insana sıradan ve
anlamsız gibi gelen yaşamlarımızın içinde fark edilip
öğrenilmeyi bekleyen sayısız dersler ve deneyimler
saklıdır. Yaşamın bu yönlerini görebilmenin yolu ise
bakış açımızı değiştirmekten geçmektedir. Aynı
şekilde bakıldığında her şey aynı görünür. Bakış açısı
değiştiğinde yaşamın muhteşem akışı ve değişkenliği
fark edilebilir.
Biraz etrafımızı ve kafamızı toparlamaya ne dersiniz?
mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 35
DÜNYA EKO-POLİTİĞİNE
BAKIŞ
Din istismarı ile ekonomi arasında belki ilk
bakışta ilişki kurulamaEnis Musluoğlu - Ekonomist yabilir. Türkiye’nin geri
kalmışlığının nedenleri
araştırıldığında din istismarının engelleyici etkisi görülür.
Türkiye’de her ileri atılım, gelişme din istismarı ile
önlenmeye çalışılmıştır. Din istismarı yalnız günümüzün
politik, ekonomik sorunu değil; Türkiye’nin Osmanlı
döneminden arta kalan tarihsel sorunudur.
Din istismarından kişisel, ekonomik, politik çıkar bekleyenler, çeşitli isimler altında örgütlenerek baskı aracı
olarak din istismarından yararlanmışlar, halen de yararlanmaktadırlar. Dikkat edilirse Cumhuriyet karşıtlarının en
önemli, etkili aracı din istismarıdır.
Halka, ülkeye, topluma katkı yapamayan, yarar sağlayamayanların son çare olarak buna sarılmalarını da doğal
karşılamak gerekir. Din istismarı bir yerde çaresizliğin,
aczin de itirafıdır.
Din istismarının arkasında emperyal güçlerin desteği
vardır. Bu güçler Türkiye’yi denetim altında tutmak, gelişmesini önlemek için din istismarının bir araç olduğunu
görerek din istismarına yatkın siyasal oluşumları, tarikatları, cemaatleri, sivil toplum örgütlerini ya doğrudan ya da
Ortadoğu’daki maşaları aracılığı ile dolaylı olarak desteklemektedirler.
Ortadoğu coğrafyasından seçim öncesinde ABD
dolarını düşük tutabilme kaygısıyla Türkiye’ye kayıt
dışı sokulan sekiz milyar ABD doları da AKP’yi kurtaramayacaktır. İllegal yapıların dolarlarını Türkiye’ye
getirerek TL’ye çevirmeleri mali bir suç olmakla beraber, seçim sonrası bu paralar tekrar dolara çevrilip
yurt dışına çıkarıldığında ABD dolarının ulaştığı yer
Türkiye ekonomisi için çok vahim olacaktır.
Seçimlere giderken AKP iktidarda olmanın tüm olanaklarını, yasal sınırları tanımaksızın kullanabiliyor. Halen
ortalıkta dolaşan kamuoyu yoklamaları, seçimlerden
sonra şöyle ya da böyle yeni hükümeti AKP’nin kuracağını söylüyor. Ne var ki seçim meydanlarında AKP liderleri,
bu kamuoyu yoklamalarının sonuçlarından haberi olmayan
bir yabancıya “bunlar ne kadar da korkuyorlar galiba gidiciler” dedirtecek konuşmalar yapıyorlar.
Mısır’da askeri rejimden bozma yönetim eskiye dönerken hızını alamayıp seçilmiş Başkan, Müslüman Kardeşler’in lideri Mursi’yi idama mahkum etti. Başbakan Davutoğlu
da bu karara karşı çıkarken hızını alamayıp Türkiye’de
devlet başkanlarının ve başbakanların bundan böyle mah-
keme önüne çıkarılamayacaklarını açıkladı. Böylece bu
ülkede seçilenlerin, yasalardan muaf ve dokunulmaz
oldukları bir rejime geçilmiş olduğunu öğrenmiş olduk.
Bu sırada, Cumhur-başkanı da bilinçaltından yüzeye
çıkan bir şeylerin etkisiyle, Mursi ile kendisini özdeşleştiriyor, bir gün kendisinin de idama mahkum edilebileceğinden söz ediyor.
Ya bu iki siyasetçi bizim bilmediğimiz bir şeyleri biliyorlar ya da bir başka nedenden büyük bir korku içindeler.
Birinci olasılığı ciddiye alamıyorum. Ortada öyle bilinmeyecek bir şey yok. Kamuoyu yoklamaları AKP açısından
en kötü olasılığın, HDP’nin meclise girmesi olduğunu, bu
koşullarda AKP’nin tek başına anayasayı değiştirecek
çoğunluğa ulaşamayabileceğini söylüyor. Hiçbir uzman
analist, AKP’nin muhalefete düşmesini beklemiyor.
Bence korkularının nedeni başka. AKP 13 yıldır politikalarını momentumun korunacağı, Siyasal İslam’ın toplumun üzerindeki denetiminin sürekli artacağı, genişleyeceği, sonunda öteki siyasi-kültürel dünyaların susturulacağı
varsayımına, hatta inancına göre inşa ediyordu.
AKP’nin böyle bir umuda kapılmasında başlangıçta;
onun yükselişini açıklayan, merkez-çevre, askeri vesayetsivil demokrasi, katı laiklik-ılımlı Müslümanlık, inançları
yüzünden ezilen çoğunluk-ezen katı laik seçkinler, demokrat seçilmişler-otoriter atanmışlar ikilemleri üzerine kurulu söylem, bu söylemin ürettiği pratik büyük bir rol oynadı.
Neticede, bir taraftan AKP birilerini aldatırken, öbür
taraftan AKP projesini kurgulayanlar da Siyasal İslam’ın
seçkinlerini bu ideolojik ikilemlerle fena halde yanılttı.
Birincisi “ülke demokratikleşiyor” rüyasını görürken,
öbürü “o ki seçildik, bundan böyle bu toplum bizim her
istediğimizi yapar” fantezisini geliştirdi.
Bu fantezi, dini bir dünya anlayışıyla birleşince adeta bir
inanca dönüştü. Bu inanç, ihtirasın da katkısıyla kaygıyı
rüzgara savuran bir siyaset pratiği yarattı.
Ancak AKP’nin ve Siyasal İslam’ın geliştirdiği inanç,
pratik, kapitalist gerçeklik tarafından sınandıkça sınıfta
kaldı. Destekleyen topluma anlatılan söylem giderek istikrarını kaybetti. AKP ve Siyasal İslam’ın seçkinlerinin “bu
toplum bundan böyle bizim” inancı sarsılmaya başladı.
“Ya tarih bir başka yöne dönüyorsa?”
“Ya kader yeni bir sayfa açıyorsa?”
“Ya yaptıklarımız yanımıza kalmayacaksa?”
Şimdi bu sorular hızla gündeme geliyor. Bunlar varoluşa ilişkin ağır sorular. Korkunun kaynağı da işte bu.
Hepimiz biliyoruz ki korkunun ecele faydası yok.
Aydınlık bir VATAN dileklerimle.
35
mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 36
SIDIKA AVAR ÖĞRETMEN VE
ONUN “DAĞ ÇİÇEKLERİ”
sokmalıyız” diyordu.(1)
1922 yılında Çapa
Kız
Öğretmen
Mehpare ÖZKABAN - Eğitimci,
Okulu’nu bitiren Sıdıka
Sosyolog
Avar öğretmenliğinde ve
okul
yöneticiliğinde
çocuklara karşı gösterdiği aşırı duyarlılık ve şefkat
ile tanındı. Bunun nedenlerini belki de 12 yaşında
babasını, daha sonra annesini kaybetmesi sonucu iki
kız kardeşiyle birlikte teyzelerinin yanında kalmaya
başlamasında, kendi çocukluğunda doyamadığı aile
şefkati yoksunluğunda aramak gerekir.
1937 yılında Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat
Bölümü’ne girdi. Buradan mezun olunca kısa bir
süre Bolu Kız Enstitüsü’nde görev yaptıktan
sonra 1939’da Elazığ Kız Enstitüsü’ne öğretmen
olarak atandı. Kısa bir süre sonra müdür yardımcılığı görevine getirildi. Daha sonra 1942’de yeni kurulan Tokat Kız Enstitüsü müdürlüğüne atandı. 16
Haziran 1943’de Elazığ Kız Enstitüsü’ne müdür
olarak döndü.
Gerek enstitüde uyguladığı eğitim yöntemleri,
yönetim anlayışı ve çalışmaları, gerek okulun
öğrenci aldığı Elazığ, Tunceli ve Bingöl’ün ilçe,
bucak, köy ve “köm”lerine öğrenci toplamak ve
tatillerde onları evlerine dağıtmak için hayvan sırtlarında, kamyonlarla, yaya olarak yaptığı geziler
geniş bir ilgi topladı ve birçok yerli, yabancı ziyaretlere, röportajlara konu oldu. Sıdıka Avar,
Eylül 1950’de davetli olarak ABD’ye gitti ve incelemelerde bulundu.
Onun bir aydın, bir “eğitim akıncısı” olarak
parladığı 1940-60 yıllarının aydınları arasında adını
duymayan yoktur. Hele yaya olarak, at sırtında ya
da kamyonlarla dolaşıp öğrenci topladığı, öğrenci
dağıttığı, biçki-dikiş kursu açtığı Elazığ, Tunceli ve
Bingöl’ün kasaba ve köylerinde Avar adını duymayan, onu tanımayan insana rastlamak olası
değildir.
Şimdi Sıdıka Avar’ı bir de kızı Bahu
Görk’ün kitabın önsözünde annesi hakkında yazAvar’ı görüyorum; yalçın dağlara yüz vermiş katır sürüyor, geçit vermez
dığı yazıdan tanımaya çalışalım:
kayalarda ‘dağ çiçekleri’ arıyor… (Sıdıka Avar, at sırtında öğrencilerini taşı“…Avar’ı görüyorum; masasının başında
yor)
yokları var edecek yollar arıyor…
16 Haziran öğretmen Sıdıka Avar’ı yitirişimizin
yıldönümü. Sıdıka öğretmeni 16 Haziran 1979’da
yani tam otuz altı yıl önce uğurladık. Işıklarda yattığından eminim. Çünkü o çevresine yaydığı aydınlanma ışığıyla bu konumu henüz yaşarken hak etmiş
olan ender insanlardan biriydi!..
Peki kimdir Sıdıka Avar öğretmen? Onu “ölümsüz” kılan hangi işleri başarmıştır? Bunu anlamak
için; Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren bir takım
isyanların yaşandığı Elazığ, Bitlis, Tunceli gibi yerleşim bölgelerine Atamızın bakış açısını gözden geçirmek gerek. Atatürk, bu dağ köylerinde bütün yoksunlukların Türkçe bilmemekten ileri geldiğini söylemiş, bunu isyan nedenlerinden biri olarak gördüğünü ifade etmişti. Bu nedenle Türkçenin bu köylere
“ana” ile sokulmasını arzu etmişti. Bu en köklü öğretimdi. Tarihte örneği vardı. Rumeli vilayetlerindeki
ilk kız sultanisinin açıldığı bir ilden pek çok siyaset
adamı yetişmişti. “Buraya da Türkçe’yi “ana” ile
(1) Sıdıka Avar, Dağ Çiçeklerim/Anılar, Öğretmen Dünyası Yayınları, Ankara, 2004, s.33.
36
mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 37
Avar’ı görüyorum; yalçın dağlara
yüz vermiş katır sürüyor, geçit vermez kayalarda ‘dağ çiçekleri’ arıyor…
Avar’ı görüyorum; başörtüsü,
şalvarını çekmiş, yoksul, toprak
damda köy kadınlarına yavrularının
gelecek bilincini aşılıyor…
Avar’ı görüyorum; okuluna getirebildiği ‘dağ çiçekleri’nin dikenleşmiş saçlarından bit ayıklıyor…
Avar’ı görüyorum; sınıfta, atölyede, yemekhanede, yatakhanede,
tuvalette ‘çiçekleri’ne yaşam yolları
öğretiyor…
Avar’ı görüyorum; yoksul sınıfında ‘çiçekleri’nin kulaklarına, kalp- Avar’ı görüyorum; başörtüsü, şalvarını çekmiş, yoksul, toprak damda köy kadınlarına yavrularının gelecek bilincini aşılıyor… (Sıdıka Avar öğretmen köylü kadınlarla birlikte)
lerine Türk dilinin müziğini işliyor…
Avar’ı görüyorum; bir bayram
Avar’ın bir eğitimci görüşü ile çok öncelerden ve
akşamında, okulun loş koridorlarında, ‘çiçekleri’
ısrarla işaret etmiş olduğunu değerlendiren
ve öğretmenleriyle kol kola kenetlenmiş, halay
Atatürkçü Düşünce Derneği’miz onun çabalarıçekiyor…
nı 1992 yılı 19 Mayıs’ında; Dil, Tarih ve Coğrafya
Avar’ı görüyorum; karakışın diz boyu karında,
Fakültesi’ndeki Gençlik Töreni’nde övgü dolu
odunsuz, aç kalmış, hasta bir köy öğretmeninin
konuşmalar ve plaketle onurlandırmıştır.
yardımına koşuyor…
Sıdıka Avar’ın günlüğüne kırık dökük cümlelerAvar’ı görüyorum; okulunda yoksul bir ‘çiçele not ettiği anıları, kızı Bahu Görk tarafından kenği’nin çeyizini, düğününü yapma telaşının mutludisiyle birlikte yazıya dökülmüş ve “Dağ
luğunu yaşıyor…
Çiçeklerim” adlı bir kitapta toplanmıştır. Okuyucu
Avar’ı görüyorum; ‘dağ çiçekleri’nin özlemiyle
onun gerçek yaşamından aktarılan cümlelerde kendopdolu, balkondaki saksılarda emeklilik çiçekdisini sürükleyecek, düşündürecek, bugün ile karşıleri yetiştiriyor, anılarını topluyor…”(2)
laştırmalar yapacağı, çok şey bulacaktır. Bu kitapta
Avar adeta Doğu Anadolu’nun yirmi yıllık (1939okuyucu
aslında içinde taşıdığı “insan-vatan-top1959) bir zaman dilimine tanıklık yapma görevini de
rak” sevgisini bütün sıcaklığıyla bir kez daha duyuraüstlenmiştir. Anılarında bölgenin tarihi, coğrafyası,
cak çok şey bulacak, okudukça vatanını, insanını,
ekonomisi, bütün özellikleriyle kültürü, neredeyse
dağını, ovasını, toprağını, taşını, köyünü, kömünü,
her şeyi vardır. Anılar herkesi, özellikle bu tüyler
varlarıyla yoklarıyla daha bir sevecek; Sıdıka
ürpertici manzarayı değiştirmekle sorumlu olan herAvar’ın ruhundaki iniş çıkışları, umut ve düş kırıklıkkesi düşündürmelidir.
larını, coşkularla dolu yaşantısını ve kendini adadığı
Sıdıka Avar, Türkiye’nin çağdaşlaşması amacıytopluma olan sevgisinin derinliğini daha iyi anlayala, bir ülkü doğrultusunda, sarsılmaz bir iradeyle,
caktır.
zorlukların üstesinden gelebilmek için büyük bir
Nasıl ki kızı Bahu Görk de bu anlayışla; “Ömrüdirençle didinmiştir. Eğitim; insanın yeniden yaratılmüzün
en güzel yıllarını hasret yaşadığım
ması ise, bu işi büyük ölçüde gerçekleştirmiştir. Bu
ANAM ‘Dağ Çiçekleri’ne helal olsun!..” diyerek
nitelikleriyle Avar öğretmenlerin önünde parlayan
önsözünü sonlandırmışsa…
bir yıldızdır.
Ölümünün 13. yılında, Doğu ve Güneydoğu illerimizde artık yüzeye çıkan ve binlerce insanımızın girdabına sürüklendiği endişe verici olaylara neden olan
siyasal, ekonomik ve psiko-sosyal sorunlara, Sıdıka
(2) Sıdıka Avar, a.g.e., s. 14, 15.
37
mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 38
SAMSUN’DAN ÖNCE BİLİNMEYEN 6 AY,
İŞGAL, HÜZÜN, HAZIRLIK
Tuna ARSLAN
Atatürk Söylev’e “1919 yılı Mayıs’ının 19. günü
Samsun’a çıktım” cümlesiyle başlar. Oysa Mustafa Kemal
Paşa’nın Samsun’a gitmeden önce kaldığı mütareke
İstanbul’undaki yaşamı çok önemlidir. Yazık ki bu konuda incelediğimiz bu eser dışında ciddiye alınacak bir yapıt
yoktur ve konu çok da iyi bilinmemektedir. Alev
Coşkun, bu kitabı yazmakla çok önemli bir görevi yerine getirmiştir.
Yazar her olayda belgelere dayanmaya özen göstermiştir. Çelişkili ya da kesin olmayan bilgilere yer vermemiş, zaman ve mekân konularındaki tereddütleri en aza
indirmek için çaba harcamıştır. Ancak, kullandığı dil ve
olayları aktarış biçimi kitabın duygu ve coşkudan uzak
bir belgesel olmasının da önüne geçmiş, akıcı bir roman
tadında okunan bir eser ortaya çıkmıştır.
Adana’daki Yıldırım Orduları komutanlığından alınarak İstanbul’a çağırılan Mustafa Kemal 13 Kasım 1918
günü İngiliz, Fransız ve İtalyan askerlerinin işgali altındaki İstanbul’a geldi. Kaderin bir cilvesi olmalı ki aralarında
Yunan zırhlısı Averof’un da bulunduğu 55 parçalık müttefik işgal donanması gövde gösterisi yaparak
Haydarpaşa’dan Boğaz’a doğru ilerliyordu. Deniz ulaşımı
durdurulmuştu. Mustafa Kemal, bir süre bu geçit törenini izlemek zorunda kaldı ve daha sonra bulunabilen bir
askeri tekne ile Sirkeci’ye geçti. O ünlü “Geldikleri gibi
Giderler” sözünü bu kısa deniz yolculuğu sırasında toplarını Dolmabahçe Sarayına çevirmiş olan düşman gemilerinin arasından geçerken söylemiştir.
O dönemde İstanbul’un en gözde oteli olan Pera
Palas’a yerleşen Mustafa Kemal, vakit geçirmeksizin
çalışmalarına başladı. Aslında, İstanbul’daki çalışmaları
daha Halep’te 7. Ordu Komutanı iken başladıklarının bir
devamıdır. Çünki, Ekim 1918 de siyasal bir girişim yaparak kurulacak olan hükümette bulunması gereken isimlerin, bu arada kendisinin de, yer aldığı bir telgrafı padişahın başyaverine göndermiştir.
Kurtuluş Savaşımız bize salt bir masal, bir kahramanlık destanı olarak anlatılmıştır hep. Oysa Nazım’ın dediği gibi “ateşi ve ihaneti” görmüşüzdür. Hayal kırıklıkları,
yalpalamalar, bocalamalar, yılgınlıklar, yenilgiler olmuştur.
Bu anlamda “Mustafa Kemal, altı ay boyunca Samsun’a
çıkmamak için çaba gösterdi” dersek belki şaşırtıcı bulunacaktır, ancak gerçek budur. Yazar, Mustafa Kemal
Paşa’nın İstanbul’da geçirdiği altı ay süresince yürüttüğü
çalışmaları üç ana aşamada ele almıştır: Siyasal girişimler,
ihtilalci darbe girişimleri ve Anadolu’ya geçiş kararı.
38
Mustafa Kemal bu
süreçte padişah, İngilizler,
İtalyanlar, eski politikacılar, gazeteciler, eski
komutanlar ve genç
subaylarla ilişkisini hep
canlı tutmuştur. Savaş
Bakanı olmak için
uğraşmış, sivil giysiler
ile Meclis’e gitmiş,
milletvekilleri ile,
dahası
padişah
Vahdettin ile yüzyüze görüşmeler yapmıştır. Bu
yollardan bir sonuç elde edemeyince kısa bir
süre için arkadaşları ile hükümeti bir darbe ile devirmenin yollarını aramışlar, bir ihtilal komitesi bile kurmuşlardır. Bu iki aşamadan sonra, başka bir deyişle düşman
işgali altındaki İstanbul’da barışçı ve ihtilalci yolların kapalı olduğunun anlaşılmasından sonra, Anadolu’ya geçme
planları yapılmaya başlanmıştır. Bu düşüncenin benimsenmesi ile de vakit kaybetmeden bağımsızlık savaşını
verecek kadro üzerinde çalışmalara başlanılmıştır.
Alev Coşkun, Mustafa Kemal’in bu süreçteki çalışmalarını ipekböceğinin sabır ve özenle koza örmesine benzetmektedir. Bir kurmay titizliği ve eşsiz bir öngörü ile,
hiç de uygun olmayan, düşmanlarla çevrili bir ortamda,
örülen bir koza.
“İçimde çok dikkatle gizlediğim bu sırrı vakti gelmedikçe kimseye söylemedim. Böyle bir karar vermemişim gibi, herhangi temaslara devam ettim. Bu
geçirdiğim zamanın bir kısmını da hazırlıklara ayırdım. Tahmin edersiniz ki fikir hazırlıkları seferberlikte asker toplamak için olduğu gibi davul zurna ile
temin edilemez. Fikir hazırlıklarında alçakgönüllükle çalışmak, kendini silmek, karşısındakine içtenlikli
bir kanı yaratmak lazımdır.”
Mustafa Kemal’in İstanbul’da bir de gazete serüveni
vardır. Yakın arkadaşları Fethi Okyar, Dr. Rasim Ferit ile
birlikte sermayesini kendilerinin koyduğu “Minber”
isimli bir gazete çıkarma girişiminde bulunmuşlar ve 1
Kasım 1918 günü yayımlanmaya başlayan ve milli bir
yayın çizgisi izleyen gazete, mali durumunun bozulması
ve sansürün baskıları nedeniyle 20 Aralık tarihinde yayın
yaşamına son vermek zorunda kalmıştır.
Mustafa Kemal İstanbul’da geçirdiği süre boyunca
özellikle İngilizler ile çok dikkatli bir ilişki yürütmek
mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 39
zorunda kalmıştır. Herkese kuşkuyla yaklaşan İngilizler
için kabul edilemez üç husus vardı: İttihat Terakki üyesi
olmak, Almanlara yakın olmak ve Ermeni tehcirine
karışmış olmak. Mustafa Kemal’in İttihak Terakki liderlerinden Enver Paşa’ya ve Almanlara karşı olduğu biliniyordu. Ermeni tehciri olaylarına da hiç karışmamıştı.
Üstelik Çanakkale kahramanı olarak tanınan ve Suriye
cephesinde ordusunu düşmandan kurtarması nedeniyle
padişahtan onursal başyaverlik ünvanı almış itibarlı genç
general padişah katında da kabul gören birisiydi.
Mustafa Kemal’in bir girişimi de Harbiye (Savaş)
bakanı olma yolundadır. Doğaldı ki unvan, mevki peşinde değildi. Bu yolla ordunun bir kısmını kurtarılabileceğini ve olumlu işler yapabileceğini düşünüyordu. Dahası
Anadolu’ya padişah ile birlikte geçip onu da milli mücadeleye katmayı bile düşündü ancak başarılı olamadı.
Mustafa Kemal altı ay boyunca padişah ile altı kez
görüşmüştür. Son görüşmesi Samsun’a hareketinden bir
gün önce, 15 Mayıs 1919 tarihindedir.
İşgal altındaki İstanbul’da birçok gazete yayımlanıyordu. Alemdar, Peyam-ı Sabah, Türkçe İstanbul, Vakit,
İkdam gibi gazeteler işgalcilere sevgi ile yaklaşırken ulusalcılara sövgü yağdırıyorlardı. O günün yandaş gazetecileri arasında en ünlüleri Ali Kemal, Refi Cevat ve Refik
Halit Karay’dır. Son ikisi çeşitli hükümetlerde bakanlık
da yapmışlardır. İşbirlikçi basının o günlerde yazdıkları,
arşivlerde utanç belgeleri olarak durmaktadır. Yeni Gün,
İleri, Akşam ve Vakit gibi vatansever gazeteler ve Yunus
Nadi, Celal Nuri İleri, Necmettin Sadak ve Ahmet Emin
Yalman gibi vatansever gazeteciler de yok değildi.
Üçüncü aşamadan söz etmiştik, artık mücadelenin
ancak Anadolu’da yürütülebileceği düşüncesi kesindi ve
bu duruma uygun bir örgütlenme yürütülmeliydi. Öyle
de yapıldı. Ayrıntıları kitapta bulacaksınız, belirtmemiz
gereken Mustafa Kemal’in zaman zaman üzüldüğü, öfkelendiği hatta düş kırıklığına uğradığı ancak hiçbir zaman
umutsuzluğa kapılmadığıdır. Hep bir çare ve çıkış yolu
aramış ve bulmuştur. İngilizler Osmanlı devlet aygıtını
tamamen ele geçirmişlerdi ve bütün önemli mevkileri
denetliyorlardı. Ancak millicileri kazıyıp atmaları mümkün değildi. Mustafa Kemal ve arkadaşları bu durumdan
fazlasıyla yararlanmasını bilmiştir.
Üzerinde durulması gereken bir konu da bu koşullarda Mustafa Kemal’in nasıl olup da İngilizlerin kuşkusunu
çekmediği, dahası ordu müfettişliği gibi önemli bir
görevle Anadolu’ya geçebildiğidir. Aslında İngiliz gizli servisi 28 Şubat 1919 tarihli bir yazı ile Mustafa Kemal’in de
aralarında bulunduğu 34 kişinin tutuklanmasını istemişti.
Ancak 12 Nisan’da Londra’ya onaya gönderilen bu yazının gereği yerine getirilemeden 16 Mayıs tarihi yetişmiştir. Mustafa Kemal Anadolu’ya hiçbir sıfat ve yetkisi
olmadan kara yoluyla geçmeyi bile düşünmekteyken
ortaya çıkan bu durum önemli bir fırsat olmuştur. Bunun
üzerinde biraz duralım: 21 Nisan 1919’da İngiliz Yüksek
Komiseri Amiral Calthorpe Osmanlı hükümetine
Karadeniz’deki Türk çeteleriyle ilgili bir nota verdi.
Karadeniz bölgesini kasıp kavuran, Türklere zulmeden
Pontus-Rum çetelerine karşı Türkler de çeteler kurarak
kendilerini savunuyorlardı. İşte İngilizler bu direnişin
ortadan kaldırılmasını istiyorlardı. Aslında İngilizlerin
görüşü, İstanbul hükümetinin sözünden çıkmayacak
uysal ve işbirlikçi bir komutanın görevlendirilmesi
yönündeydi. Ancak sonunda görev Mustafa Kemal’e
verildi. Bunun nasıl olduğu çok tartışılmıştır. Bir görüş,
Vahdettin’in kendisini İstanbul’dan uzaklaştırmak için
gönderdiğidir. Bir başka görüş hükümetin gaflete düştüğü şeklindedir. Anadolu’ya İngiliz casusu olarak gönderildiğini söyleyen vicdansızlar da vardır.
Bu noktada kökü kazınamamış millicilerin rolü
önemlidir. Mustafa Kemal’in ilişkileri, ikna gücü, milletin
mücadele azminin sürüyor olması, bu görevlendirmede
belirleyici olmuştur. O kadar ki müfettişlik yetkilerini
belirleyen kararnameyi vatansever bir komutanın,
Genelkurmay İkinci Başkanı Kâzım İnanç Paşa’nın, yardımı ile adeta Mustafa Kemal kendisi kaleme almıştır.
Alev Coşkun, bu çok önemli konuyu titizlikle ve her
açıdan, nesnellikten en ufak bir ödün vermeden sayfalar
boyunca inceliyor ve mantıklı çıkarımlarda bulunuyor.
Sonuçta ipekböceği kozasını örmüştür. İstanbul’da
geçirilen altı ay, aslında çok güç koşullar altında her
adımı dikkatle atılmış bir çalışmanın güncesidir. Mustafa
Kemal’in askeri dehasına siyasi becerisini eklediği, kişiliğinden, ilke ve düşüncelerinden ödün vermeden düşmanlarla kuşatılmış bir ortamda nasıl mücadele edilebileceğinin örneğidir.
“Hainler ahmak olur” diye bir söz vardır. İngiliz
casusluğu iftirasının tutmayacağı bellidir de, Mustafa
Kemal’in Vahdettin’in özel görevlisi olarak para desteği
ile Anadolu’ya geçtiği de söylenir. İddiaya göre
Vahdettin, Mustafa Kemal’e, değerli yarış atlarını satarak
elde ettiği 40.000 altın vermiş, (866.000 altın diyenler de
var); bu kadar altın için o günün piyasasına göre15 yarış
atı satmak gerekmektedir, Vahdettin’in yarış atı beslediğine ilişkin hiçbir bilgi olmadığı gibi, herbiri 7,6 gr olan
40.000 altın 304 kg. ağırlığında yani 50 kiloluk 6 sandık
eder. Bunlar İngilizler farketmeden İstanbul’dan nasıl
çıkarıldı, Anadolu’da (Samsun-Havza-Amasya-ErzincanErzurum…) nasıl korundu? Belgelere dayanan bilgi ise
Mustafa Kemal ve yanındaki 23 subay için yolluk, maaş
vb. toplamı 1.000 altın ödenek verildiğidir.
Çanakkale savaşlarını evliyalara kazandıranların
Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcını, sonunda İngiliz zırhlısına
sığınarak kaçan Vahdettin’e maletmelerinde şaşılacak bir
şey yoktur. Doğrudur, hainler ahmak olur!
39
mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 40
SANATIN GEREKLİLİĞİ VE
GEREKSİZLİĞİ
"İki temel sorunu var insanlığın;
Adaletsizlik ve anlamsızlık.
Birine karşı hukuk'u bulduk, diğerine karşı
sanatı.
Ama insanlar hukuk'a ulaşamadı...
Ve sanat insanlara..."
Nietzche.
Günümüzden çok çok önce söylenmiş bu söz. Ne
yazık ki hala aynı anı yaşıyoruz. Hani şu eski şarkıdaki
gibi; Sen bensiz, ben sensiz....
Kimine göre sanatın altın çağı 1960'larda, kimine
göre modern sanatın başlamasıyla sona erdi. Bazıları
ise antik çağları tekrar etmekten başka birşey yapmadığımızı düşünüyor, kendince haklı nedenlere dayanarak. Sanat; ilkel insandan bu yana içimizde hep dışarı
çıkmak, kendini göstermek isteyen bir dürtü olmuş.
Kimi zaman güzellik için, bazen din ve büyü için kullanılmış. İnsanın çevresinden ve yaratıcısından aldığı
ilhamla yarattığı eserler diğer insanları ya hayran
bırakmış, ya kızdırmış, ya da şaşırtmış. Ama bu yazının
konusu bambaşka...
Giderek kültürsüzleşen, değil sanatçıyı, doktoru,
öğretmeni, mühendisi, kitap okuyan, eğitim alan herkesi kendine düşman gören, bilen kişiye katlanamayan,
gözlük takmanın bile neredeyse suç kabul edildiği bir
toplumda aynı zamanda sanatın sahip olunması gereken bir meta haline gelmesi şaşırtıcı bir durum.
Hemen hemen herkesin birazcık ünlü olabilmek veya
kendini önemli gösterebilmek için kullandığı en popüler araç oldu sanat. Şiir okumadan şair, sergi gezmeden ressam, müziğe gönül vermeden müzisyen olan
bu kişiler nedense okumaktan, araştırmaktan uzak
durdular. Onlar kendilerini sahte maskelerle süslerken
ve benzerleri tarafından çılgınca alkışlanırken sanat
okulları ve astığı astık, kestiği kestik sanat çevreleri ise
zaten zorlu bir süreç yaşayan sanatı, matematikteki
çok bilinmeyenli denklemler gibi soyut, bilinemez
alanlara sürüklediler.
Kimbilir, belki de sanat tüm bu karmaşadan ve kendisine uzanan kirli ellerden kaçmak, son hızla uçarak
uzaklaşmak istedi. Ama bunu yaparken bu zorlu yolda
yürümeye, sanata, hayata kendi dokunuşunu katmaya
çalışan sanatçı ve sanatseverlerin bir kısmını da şaşkın
ve yalnız bıraktı. Çoğu kişi “ben yaptım oldu” mantığıyla aklına esen rüzgarın arkasından giderken, bir bardak çayın buharında düşünceye dalan, merak ve tut40
kuyla yollarına devam
etmeye çalışanlar da
etrafı kara bir duman gibi
Evrim GÖKÇELİK
saran bu yozlaşma kültürüyle yalnız kaldı.
Picasso; "Herkes resmi anlamaya çalışıyor. Neden
bir kuşun cıvıltısını anlamaya çalışmayız? Neden geceyi, çiçekleri, çevremizdeki her şeyi, onları anlamaya
çalışmadan severiz? Nedense, konu resim olunca,
insanlar onu anlamaları gerektiğini düşünüyor. Her
şeyden önce, sanatçının zorunluluktan yarattığını,
kendi başına dünyanın önemsiz bir parçasından başka
birşey olmadığını ve ona da dünyada bize zevk veren;
ama anlamlandırmaya çalışmadığımız öteki şeylerden
biri gibi bakılması gerektiğini, ah bir anlasalar… Ama
anlatamıyoruz. Resmi anlatmaya çalışanlar, genellikle
yanlış ağaca havlıyor" derken, kuşkusuz sanatın anlamdan kopuk olması gerektiğini söylemek istememiştir;
ama sanatın bir bilim nesnesi gibi incelenmesine, keskin sınırlarla tanımlanmasına karşı çıkmıştır.
İster istemez gerçekten çok yönlü bir yazar ve seslendirme sanatçısı olan Yekta Kopan'ın bir söyleşide
söylediği sözleri anımsayıp gülüyorum. "Türk insanı
her şeyi bilerek doğar, öğrenmeye ihtiyacı yoktur.
Hemen hemen her konuda doğuştan bilgilidir. Futbol
yorumcusu, doktor, beslenme uzmanı ve politikacıdır..." Bu durumda sanatı da başkasından öğrenecek
değil ya. Ne diyelim? "En güzel resmi sen çizdin, en
güzel şarkıyı sen çaldın, en uzağa sen gittin. " deyip
Mazhar Fuat Özkan'ın kulaklarını çınlatalım.
Çelişkilerle dolu bir toplumda sanat ve kültür aşağılanır ve elden ele garip biçimlere girerken dünyada
bambaşka şeyler oluyor. Artık çağdaş ve kavramsal
sözcükleri neredeyse hep birlikte anılır oldu. Paris'te
Akademi; desen derslerini kaldırıp yerine kavramsal
sanat dersi koydu. Moloz parçalarını toplayan bazı
meşhur isimler bunları yüksek fiyatlara satıyor, müzayedelerde eser değil isimler satılıyor. Belli bir konuyla
ilgili olduğu halde cümleleri olmayan, kelimelerden
ibaret şarkı sözleri yazılıyor. Kitapların son işlevi kahve
fincanıyla beraber fotograf modeli olmak.
Biz de bu arada uçup giden sanatın bir köşesini,
kendimize övgüler düzerek, bazen de rakipler, düşmanlar ilan ederek veya dostlarımızın bize olan sempatisini kullanarak yakalamaya çalışıyoruz. Acaba
Atatürk "Cumhurbaşkanı bile olabilirsiniz; ama sanatçı olamazsınız." sözü ile ne demek istemişti? Sanat
mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 41
imkansızı kovalamak mı yoksa? Gerçeği söylemek
gerekirse, en büyük dehalar bile asla tatmin olmamışlar, hep bir sonraki adımı, bir fazlasını aramışlardır.
1960’ta Fransız Kültür Bakanlığı resim müzelerine bir
emir gönderir ve Pierre Bonnard’ın görüldüğü yerde
yetkililere haber verilmesini ister. Çünkü Bonnard,
pardösüsünün içine sakladığı ufak paleti ile gizlice
resimlerinin beğenmediği yerlerini değiştirmektedir.
Michelangelo ölürken çalışacak on yılı daha olmadığı
için hayıflanmıştır.
Resim, yazı, müzik, yontu, fotoğraf, tiyatro ve
sinema... Aslında hepsi birbirini besler, insanın her şeyden haberdar olması ve hissetmesi, hissetiklerini de
sanat eserinde gözlemlemesi zor bir iştir.
Kolaylaştırmak isteyen, kullanmak isteyen vardır, böylece kendine pay biçmek, toplum içinde özel bir yer
tutmak isteyen vardır.
Peki tüm bunlardan yola çıkıp bir sonuca varmak
istersek; sanatı anlamadığı veya beceremediği için
kendi anlayışını dayatan, kültürden ve çeşitlilikten ölesiye korkan zevksizliği kabullenmek zorunda mıyız? Bir
milletin kültürünü ve değerlerini yok ederek onların
kendi geçmişleriyle ve dünyayla bağlarını koparmak,
onları daha kolay hedefler ve ucuz tüketiciler haline
getirir. Şu an dünyada ve ülkemizde olan bitense bundan çok farklı değil. İnsanlar ya kendilerince kılıflar
uyduruyorlar, ya da yerel kabul ettikleri kültürün içine
o kültürün köklerini bilmeden sıkışmaya çalışıyorlar.
Örneğin, Fazıl Say'ın arabesk ile ilgili sözlerine ağır
tepkiler gelmesinin bir nedeni de budur. Değişim zordur, gökkuşağının tüm renklerine açılırsa kendi rengini kaybedeceğini zanneder insan. Bir de içinde bulunduğu toplum O'na kendisinden ileride olanı taşlamayı,
kıskanmayı ve aşağılamayı öğretmiştir.
Hal böyleyken bir kavram karmaşası içinde gidip
geliyor insan. İyisi mi ben sözlerimi güzel bir Bülent
Ortaçgil şarkısıyla noktalayayım ve soruların cevabını
da zamana bırakayım.
YORUMSUZ...
Olmalı mı olmamalı mı?
Yoksa hiç değişmemeli mi?
Ama ben değişmezsem ben olamam ki...
Görmeli mi görmemeli mi ?
Yoksa hiç bakınmamalı mı ?
Ama ben bakınmazsam hiç göremem ki...
Sevmeli mi sevmemeli mi?
Yoksa hiç beğenmemeli mi?
Ama ben beğenmezsem hiç konuşmam ki...
Bilmeli mi bilmemeli mi?
Yoksa hiç öğrenmemeli mi?
Ama ben öğrenmezsem hiç olamam ki...
41
mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 42
BAHARDA KÜLTÜR SANAT
ETKİNLİKLERİ
19 Mart 2015 günü yeni adıyla Hikmet Şimşek
Sanat Merkezi’ndeki “Tanini Trio” Konseri piyano,
ney ve kanun birlikteliğiyle tam bir merak ve heyecanla dinlendi. Repertuar; Türk motifleriyle işlenmiş
Batı eserleri ve Batı üsluplarıyla işlenmiş Türk eserlerinden oluşmuştu. Konser doğu-batı sentezinde
doğaçlamalarla varsıllaştırılan bir piyano solosu ile
başladı. Buna bir çeşit Segah Blues denebilir. İkinci
parça birliktelikler ve kanonlarla süslenmiş piyanokanun ikilisinin çalışmasıydı. Üçüncü parçada Astor
Piazzola’nın Oblivion’u ile üçlü çalışmalara geçildi.
Tanburi Cemil Bey’in Çeçen Kızı, ney ustasının
“Meleklerin Hüznü” adlı bestesi, Astor
Piazzola’nın Libertango’su, Bach-Gounold ürünü
Ave Maria, aralarında Kalinka, Habenera, Türk
Marşı, Bella Çav, Çanakkale Türküsü’nün bulunduğu
potburi öteki yapıtlardı. Ayrıca piyanistin bir izleyicinin cep telefon numarasından her rakama bir nota
değeri vererek doğaçlama yapması heyecanı doruklara taşıdı…27 Mart 2015-5 Nisan 2015 günleri arasında gerçekleştirilen 33. Uluslararası İzmir Tiyatro
Günleri, tiyatro severler ve özellikle tiyatro öğrencileri için büyük sevinç kaynağıydı. Oyunların kiminin ücretsiz kiminin öğrenciler için çok düşük ederlerde olması ilgiyi daha da arttırdı. Ücretsiz oyunlardan biri olup İsmet İnönü Kültür Merkezi’nde
Tiyatrohane tarafından sahnelenen “Veresiye
Teklif Etmeyin Lütfen” tek perdelik bir kara
komediydi. Olay intihar malzemeleri satan bir dükkanda geçiyordu. Evet, dünya gelecekte öylesine
kötü olacak ki, insanların intihar etmesinde bir çeşit
yardımcı olacak ürünler satılıp hizmet verilmekteydi.
Ailesinde 100 yıldır gülen olmaması, kadınsı zehir
salıklamaları, yakınının ölümünü unutmak için tek
çarenin intihar olduğu düşüncesi, doğum gününde
81 yaşında olmayı özleyen genç kız, 15 yaşındaki
genç kız için zehirli şeker, son yasalara göre 15
yaşındakilere yaşamak için bir şans daha tanınması,
istatistiklere göre 150.000 intiharının 138.000’inin
başarısız olması haberleri, gibi şok edici, kara şaka
bombardımanına tutuluyor izleyiciler. Ancak ailede
bir aykırı genç var; neşeli şarkılar dinleyen, iyimserlik çölde çiçek açtırır, diyen. Son çare olarak mutlu
çocuğu Monaco’da İntihar Komandosu eğitimine
gönderirler. Ancak olumlu bir sonuç alamazlar. Ve
sonunda mutlu çocuk, mutluluğu aşkla, sevgiyle
öteki aile üyelerine de bulaştırır. İntihar Dükkanı
42
kapatılır. Hükümet Toplu
İntihar kararı alır ve
dükkan
Mutluluk
Nüket HÜRMERİÇ
Dükkanı’na dönüştürülür. Herkes “sevmek ne
güzel şey” diyerek umut dolu bir geleceğe doğru
ilerler. Bir diğer ücretsiz oyun, Suat Taşer Açıkhava
Tiyatrosu’nda sahnelenen “Ben Feuerbach” adlı
oyun ki, 7 yıl aradan sonra yaşlı bir oyuncunun
tiyatroya gelmesiyle başlıyor. Büyük yetenek başrol
oyuncusu Kağan Uluca’yı izleyince; sanatın, tiyatronun hiç ölmeyeceğine, ruhumuza şifa, usumuza enerji vermeyi sürdüreceğine inancımız pekişiyor.
Bulgaristan’dan gelen topluluk ise “Golemanos”
adlı oyunuyla dikkat çekti. Bir avukatın hükümete
bakan olma girişimleri, bu sırada ailesi ve çevresindeki değişiklikler, sonunda bakan olsa da hükümetin
düşmesiyle bunun çok kısa sürmesi ama bu durumu
kabullenememesi, oyunun genel izleği. Oyunun güncelliği ile ilgi görmesinin yanı sıra dil sorununa getirdikleri çözüm ise kayda değer. Sade bir dekor oluşturularak konuşmaların Türkçesinin hem oyuncuları
izleyecek hem diyalogları okuyabilecek şekilde karşı
perdeye aksettirilmesiydi. Yazılar; ne operadaki gibi
tavana yakın üstyazı şeklinde ne de yabancı filmlerde
olduğu sinema perdesindeki altyazı şeklinde. Tam
karşıda. Öyle ki hem oyuncuları rahat izleyebilmek
hem de aynı zamanda Türkçe yazıyı okuyabilmek
için- perspektif gereği- izleyicilerin dördüncü sıra ve
daha arka sıralara oturtulması. İşte buna çözüm
üretme derler. Zaman zaman çalınan Balkan müziğiyle de oyuna dinamizm kazandırılmıştır…Bir öteki
etkinlikse Nisan’ın 13., 16. ve 18. günlerinde gerçekleştirilen Gitar Günleriydi. Birincisi Bodrum Oda
Orkestrası’nın eşlik ettiği Ezgi Anıl’ın beste ve Türk
parçalarına gitarıyla Flamenko tatlar kattığı konserdi. İkincisinde Oğuz Öz tek başına klasik gitar için
bestelenmiş yapıtları büyük bir ustalıkla çaldı.
Sonuncu konser ise Karşıyaka Oda Orkestrası
KODA’nın eşlik ettiği, gitarın anayurdu İspanya’dan
gelen Jose Luiz Martinez’in konseriydi. Sanatçı
müzik ziyafetini en son çaldığı J. Rodrigo’nın ünlü
Aranjuez, gitar konçertosu ile tamamladı…
Nisan’nın ortaları, T.C. Kültür ve Turizm
Bakanlığı’nın İstanbul Film Festivali ve Ankara Film
Festivali’ndeki kısa ve belgesel filmler için de “kayıttescil” belgesi istemesiyle çalkalandı. Olay
mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 43
Bakur/Kuzey adlı film için uygulanan sansür gerekçesiyle başladı… 20. İzmir Kitap Fuarı ise 18 Nisan –
26 Nisan günleri arasında kitapseverlere yazarlarıyla mutluluk dolu saatler yaşattı. Politik konferanslardan imza günlerine, şiir dinletilerinden %25 indirimli kitap satışlarına, gelenekselleşmiş etkinliklerdendi.
Etkinliklerden birkaç izlenim: 20.4.2015’de Şiirden
Yayıncılık’ın “Genç Şairler Şiirin Bugününü
Konuşuyor ve Şiirlerini Okuyor” başlıklı sunumda; ideolojisiz bir yazın olduğundan yakınılarak sanatın yeniyi aramak olduğu, görüntü ve gösteriye
yönelik şiir oluştuğu, varoşlarda da şiir okunabileceği, çok yönlü olunması ve sınıf perspektifi gerektiği
belirtilerek gelecek adına umutlu olunduğu vurgulandı.
23.4.2015’de
Ayrıntı
Yayınları’nın
“Türkiye’de Rejim Tartışmaları” başlıklı sunumunda; felsefe tarihi açısından yönetim çeşitlerinden
söz ettikten sonra genlerimizde otoriterlik olduğu,
aşılanan iki önemli duygu olan korku ve umut duygusunun asırlarca sömürülerek halkın kendi kendini
yönetmesinin engellendiği vurgulandı. 25.4.2015’de
Aziz Nesin Vakfı’nın düzenlediği etkinlik Aziz Nesin’i
tanıtmaya yönelikti. Feridun Andaç konuşmasında;
ülkemizde dört kuşağın Aziz Nesin’i okuduğu, onun
esas gülmece yazarı olmasına karşın oyunlarına da
çok güvendiği, çıkardığı Markopaşa Dergisi’nin
gazetelerden daha çok sayıda (60.000 tane) çıktığı
zamanlar olduğu, kimsesiz çocuklara çok fazla önem
vermesiyle örnek olduğu, Türkiye Yazarlar
Sendikası’nın kurucusu olup Yaşar Kemal ile uzun
süre yönettiği, ihtiyaçtan çok yazdığını açıkladığı,
konuşma dilini yazı diline dönüştürdüğü gibi daha
birçok özelliğini sıraladı. Bir toplumun en iyi mizah
dergilerinden anlaşılacağını belirterek sözlerine son
verdi. Aynı gün Tekin Yayınevi; “Ataol
Behramoğlu-Nihat Behram Mektuplaşmalar”
başlıklı kitabının tanıtımını yaptı. İki kardeşin hazır
bulunduğu toplantıda yeğen Onur Behramoğlu da
yer aldı. Yazarlar mektuplarını bir ülkenin duygusal
tarihi olarak tanımladı. Mektupların emanet edildiği
yeğen Onur; hapse girersen yabancı dil öğren, gibi
salıklamalarla aydınlanmacı tavırlarının her koşulda
sürdüğüne tanık olduğunu açıkladı. Nihat Behram
Kasım 2014 İstanbul TÜYAP Kitap Fuarı’nda bir
öğretmenin öğrencilerini apdestliler ve apdestsizler
olarak ikiye ayırdığına tanık olduğuna dikkat çekip
geleceği karamsar bir tablo beklediğini belirtti. Ataol
Behramoğlu ise umut dolu olup “bu millet yenilmez,” diyerek konuşmasını bitirdi… Fazıl Hüsnü
Dağlarca’nın deyişiyle “Yeni Türkiye’nin Önsözü” Çanakkale Savaşı’nda şehit düşen bir Anadolu
çocuğunun torunu olan şair, yazar Hüseyin Yurttaş,
“Çanakkale İçinde” adlı şiir kitabıyla Kitap
Fuarı’nda ayrı bir yer almıştı. Şair şiir bölümüne
“Çanakkale Kasidesi” ile ve
“Çatışıp vurulur efeleri, davranıp kızanlar gelir/
karanlık basmasın yurdu, en arkada kalanlar gelir…
Anlatmak gerekmez, o bilir halden/
bakmadan görür, görmeden anlar gelir” den oluşan
iki beyitiyle başlangıç yapmış. Havranlı Koca Seyit,
Üsteğmen Hasan Hulusi, Bigalı Mehmet Çavuş,
Yahya Çavuş, İbradılı İbrahim şiirleştirilen kahramanlarımızdan sadece birkaçı…Başka dize örnekleri:
Aşkları kaldı “söylenmemiş güzellikleriyle”/
Kanlarını kamaştıran coşkularıyla/
Orda, uzakta, anılar arasında…İnsanların ağlamaya
bile vakti yoktu/
Üstlerindeki yeşil sinekler mi/
Uçuracaktı haberi?...İki taraf da istedi ateşkesi/
Toplanırken ölüler, sanki kardeştiler/
Sigara verdiler birbirlerine, yardımlaştılar/
İlk kez düştü belki savaşın anlamsızlığı akıllarına/
Çabuk olmalıydılar fakat/
Gömmeliydiler hemen arkadaşlarını/
Yarın yine kurşun yağacaktı ve şarapnel/
Öyle istiyordu çünkü/
Çok uzaktaki o büyük el…
Kitabın sonunda ise şairin yararlandığı yaklaşık 25
kaynak kitap listesi verilmiş. Biz Atatürkçülerin
kitaplığında olması gereken bir yapıt…Politik kimliği
ile de göz dolduran Fazıl Say, bu zamana dek yapıtlarını seslendiren Devlet Çok Sesli Korosu’nun ilişkisine son vermesi üzerine yeni bir koro kurmaya
karar verdiğini açıkladı. Bu arada Cumhuriyet
Gazetesi’nde köşe yazarlığına da başladı. 17 Mayıs
2015 günlü yazısında; çocukluk arkadaşı, Sivas
Katliamı’nda yitirdiğimiz şair Metin Altınok’un kızı
Zeynep Altınok Akatlı’nın son yıllarda politikaya
soyunduğunu ve İzmir’de 1. sıra adayı olduğunu, Ege
köylerini dolaşıp gece gündüz çalıştığını överek
anlatmakta, ayrıca solu birlik içinde olmaya çağırmakta. Öte yandan son çıkardığı “yeni şarkılar”
adlı albüm, yine şairlerimizden besteler. Ancak bu
kez orkestrasyona daha büyük bir önem vermiş.
Deneysel, yeni, farklı. Kendisi, yaşamında en çok
emek ve vakit harcadığı çalışmalarından biri olduğunu belirtiyor. Hayranlarına duyurulur…Yazımızı
politik tiyatronun ustası Alman Berthol Brecht’in bir
sözüyle tamamlayalım: Bütün sanatlar, yaşama
sanatına hizmet eder.
43
mayishazirandergifilm_Layout 1 30.06.2015 13:56 Page 44
CANIM TÜRKÇE’M
Sevgili Dostlar, dergimizin bu sayısında da
Türkçe’nin başlangıçtan bu güne yolculuğunu anlatmaya
devam edeceğiz. Durağımız XIII. yüzyıl sonları
Anadolu’nun Eskişehir, Sarıköyü’nde. Konakladığımız
yer Yunus Emre’nin şiirleri.
Arapça ve Farsça’nın Türk Dili’ni işgal etmeye başladığı (aynı dönemde Mevlana Mesnevi’yi Farsça yazmıştır) bir devirde anadiliyle söylediği ilahiler o günden
bugüne hala aynı sevgiyle söyleniyor, beğeniliyor.
Ben Yunusu biçareyim
Aşk elinden avareyim
Baştan ayağa yareyim
Gel gör beni aşk neyledi
Yunus, şiirlerinde sadece “Allah Aşkı”nı işlememiş;
insanın zalim, yok edici, kaba, hoyrat taraflarını da
yumuşatmaya, terbiye etmeye çalışmış, yol göstermiştir.
Bunu yaparken kullandığı yalın, açık, akıcı diliyle hepimizin bildiği, benimsediği; dünyaya, insana bakışını birer
özdeyiş gibi sunmuştur.
O’nun dört dizeyle anlattığı “sevmek ve sevilmek”
kavramlarını anlatmak için ciltlerle kitap yazılmış, beste
yapılmış, resim çizilmiş, film çevrilmiş… Oysa O;
“Gelin tanış olalım
İşi kolay kılalım
Sevelim sevilelim
Bu dünya kimseye kalmaz” diyerek hayatın özetini
çıkarmış; noktayı koymuştur.
Yaşadığımız yüzyılda ülkemizi ve dünyayı gözümüzün
önünden geçirirsek XIII. yy.da yazılan bu dizelerin bir
değeri kalmadığını kimse söyleyebilir mi? Yunus Emre,
dünyanın özetini Türkçe düşünmüş, kurmuş ve söylemiştir. mimarıdır. O’nu anlamak için önce Türkçe’ye
sahip olmak, sımsıkı sarılmak gerekmektedir.
Sarıköy Yunus Emre çeşmesi / Eskişehir.
44
“Yunus Emre, vatan
coğrafyasının topraktan yükselen bütün
güzel seslerini Türk
Halk Dili’yle birleştirmiş,
Anadolu
Ümran KEBABÇIGİL - Eğitimci
Türkçesi’ne o çağlara
kadar hiçbir Türkçe’de görülmemiş bir musiki işlemiştir.” diyen Nihat Sami Banarlı’ya katılmamak olası mı…
O, bilimden ve okumaktan söz ederken bununla
insanın kendini tanıması, bilmesi gerektiğini de vurgulamaktadır. Bugünkü kendini bilmezlere, egosu havada
uçanlara baktığımızda O’nun büyüklüğünü dizelerinde
apaçık görmekteyiz.
“İlim okumaktan gerek, kişi kendin bilmektir;
Sen kendini bilmezsen, bir hayvandan betersin!”
diyerek bizlere olağanüstü bir ders de vermektedir.
Yunus’un dizeleriyle; en güzel ahlak anlayışı diye baktığımız gönül almak, gönül kırmamaktan da söz etmemek
olmaz.
“Gönül Çalabın tahtı, Çalab gönüle baktı,
İki cihan bedbahtı, kim gönül yıkar ise” yine;
“Bir kez gönül yıktın ise, bu kıldığın namaz değil,
Yetmiş iki millet dahi elin, yüzün yumaz değil.”
Sevgili dostlar, özellikle son yıllarda Anadilimizi
adeta yok etmek için yapılan hücumları yıkmak; dilimize bütün benliğimizle sarılmak ve mücadele etmekten
geçer. Bizim dilimiz Yunus Emreler, Karacaoğlanlar
yetiştirmiş bir gelenekten gelip Nazım Hikmetler’e,
Yaşar Kemaller’e uzanır…
Yunus Emre'yi Sabahattin Eyüboğlu'nun kalemi ile
bitirmeden olmaz: 'Yunus nasıl Arapça ve Farsça'ya
karşı Türk halkının dilini yüceltmişse Dante'nin
Shakespeare'nin Cervantes'in yaptığı da aynı şeydir:
Halkın dili ile söylenemez sanılan yüksek duygu ve
düşünceleri halkın dili ile bal gibi söylemek... Ne var ki,
ah ne yazık ki, biz Yunus'un ardından gitmemişiz,
Batılılarsa yalnız Yunus gibilerin ardından gitmişler...
Selam olsun, Anadolu'nun orta yerinde Türk halkının
bağrından dünyaya seslenmiş olan; halkı seven halkın
sevgilisi olmuş Yunus Emre'ye. Türkçe, insanca ve
Yunusça olmanın sırrını, yani gerçek şiirin sırrını bulmuş
olan, sevgiyi insanlığı yücelten; insanları birliğe, doğruluğa, barışa çağıran; şairler şairi, insanlar insanı, garipler
garibi, dostlar dostu, Türkmen Kocası Yunus Emre'ye.
Her sayımızda varacağımız duraklar, bize Türkçe’nin
büyüklüğünü, bir bilim ve sanat dili olduğunu kanıtlayacaktır. Gelecek sayımızda buluşmak üzere…

Benzer belgeler