- Kızılbaş

Transkript

- Kızılbaş
kızılbaş
Temmuz 2013-Sayı 28
kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü!
Aleviler ve
MİT-Öcalan
Mutabakatı
İttihatçı ve
Kemalistlerin
Alevi-Bektaşi
politikaları
“Bir zamanlar
mazlum olmak,
zalimleşmemizi
tüm katliam
sürgün imha
soykırımlarının
tek sorumlusu
Süryaniler
Ahmet Türk'ten
arazilerini istedi
GEZİ EYLEMLERİ
DEGERLENDİRME
Tarihte de Devlete
Güven Olmadı
Bugün de Olmaz!
Hepimiz
kardeş değiliz
kızılbaş - sayfa 2 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kızılbaş
yayınlayan / veröffentlicht
generaldirektor freizugeben.
sakine polat
genelyayın yönetmeni:
ali ülger
tr. hukuk danışmanları:
av. nadide metin erdoğan
av. erdal doğan
av. hıdır özcan
av. birliği hukuk danışmanı:
av. ertekin ceylan
ankara temsilcisi: hatice çevik
tel: 0506 818 66 55
[email protected]
berlin temsilcisi: ali koçak
[email protected]
tel: 0177 457 79 78
stuttgart temsilcisi: ali usta
[email protected]
tel: 0176 78 56 12 71
adres: bergheimer str 51
d - 47228 duisburg almanya
tel: +49 (0) 177 502 88 53
http://www.kizilbas.biz
[email protected]
kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve
ilanların sorumluluğu sahiplerine
aittir. kızılbaş’ta imzasız ve
kaynaksız yazılar yayınlanmaz.
yayın tarihi:
15 temmuz 2013 sayı: 28
yeni web sayfamız:
http://www.kizilbas.biz
kızılbaş’ın eski sayılarını
bize vereceğiniz e-mail adresinize
pdf dosya olarak gönderebiliriz.
k izilbasdergisi@k izilbas.biz
gönüllü katkı formu
adı soyadı :..................................................................................................
adres :..........................................................................................................
e-mail & tel :...............................................................................................
ali ülger konto: 300 23 23 29 BLZ: 350 500 00 Sparkasse Duisburg
6 sayı 30 € - 12 sayı 60 €
kızılbaş - sayfa 3 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
içindek iler:
Sayfa 04 - Cangözü ile görmek ............................................ Sakine Polat
Sayfa 07 - Aleviler ve MİT-Öcalan Mutabakatı ................. Cemil Gündoğan
Sayfa 11 - İttihatçı ve Kemalistlerin Alevi-Bektaşi politikaları
......................................................................... Prof. Ayşe Hür
Sayfa 14 - Alevilerin kutsal mekanına yıkım kararı
Sayfa 14 - Genelkurmay Dersim belgeleri Meclis’e verdi
Sayfa 15 - islamcı kürtlerin Qızılbaşlık ile imtihanı ............. Saim EROĞLU
Sayfa 16 - Fethullah Gülen Almanya’da sobelendi ......... TANER ADAY
Sayfa 17 - Aleviler ve AKP’nin Yolları Asla Kesişmez! ........ Erdal Yıldırım
Sayfa 18 - İzmir Barosu ve Avrupa Avukatlar Birliği üyesi Avukat
Hüseyin Durdu, Tayyip hakkında suç duyurusunda bulundu.
Sayfa 19 - AKP’NİN ZORUNLU ‘ALEVİ AÇILIMI’ ............... Ferhat Aktaş
Sayfa 20 - Alevi Federasyonu: ‘Sivas katliamını bizzat Kemalist
Cumhuriyet yaptı...’
Sayfa 21 - “Bir zamanlar mazlum olmak, zalimleşmemizi ya da zalimin
yanında yer almamızı gerektirmiyor!”
Sayfa 23 - Taksim Dayanışması sözcüsü sürgün edildi!
Sayfa 23 - Redhack, Diyanet’i hackledi Kızıl Hacker grubu RedHack Sivas
katliamının 20. yıldönümü nedeniyle Diyanet’i hackledi.
Sayfa 24 - GEZİ PARKI DİRENİŞİ ................................ İbrahim Seven
Sayfa 25 - GEZİ EYLEMLERİ VE DEGERLENDİRME . DAVUT KURUN
Sayfa 28 - İftira’nın Böylesi
Sayfa 30 - Allah ve Ankara Böyle İstiyor!
Sayfa 31 - Hepimiz kardeş değiliz ................................. Cahit MERVAN
Sayfa 32 - Apocu konferansta konuşulmayanlar daha hayatidir:
Siyasetçiler ve aydınlar Apocu Harekete eklemlenmişlerdir…
..................................................................................... İbrahim Güçlü
Sayfa 35 - ‘Her hükümet Kürt sorununu çözemediği için gitmiştir’
Sayfa 36 - Tarihte de Devlete Güven Olmadı Bugün de Olmaz!. Cevat Sinet
Sayfa 37 - Hevpeyvîneke bi mamosteyekî Êzdî re .............. Kemal Tolan
Sayfa 39 - Dêsım: Hardo Dewrêş -1 ................................................ Xal Çelker
Sayfa 42 - Ermeni Soykırımına ilişkin Danimarka arşivlerinden görgü
tanığı kayıtları .................................................. Digin Versjin
Sayfa 46 - Yüzyılın Gerisindeki Ermeni Deneyimiyle Kürt Sorunu ve
Çözüm Sürecine Bakış ........ Hovsep Hayreni - Bogos Mouradian
Sayfa 50 - İmza kampanyasının dilekçesi
Sayfa 50 - YSGP Diyor ki… 1934 Yılını Unutmuyoruz.
Irkçı ve Ayrımcı Zihniyete Dur Diyoruz…
Sayfa 51 - Ermeni meselesi Kürt meselesinden de daha zor!
Sayfa 54 - 21 Haziran 1934: Bir asimilasyon aracı olarak Soyadı Kanunu.
Sayfa 54 - Tarih, dil, din ve (biraz) siyasete dair yazılar.
........................................................................ Sevan Nişanyan
Sayfa 55 - Siirt Eruh Belediyesi Ermenilere Ait Kiliseyi Cemaate Sattı
Sayfa 56 - Cemaat Ermeni kilisesinin üzerine yurt yapıyor
Sayfa 57 - Bir Kavram Bin KIRIM Yanilsamalar - 6 ........ Ali Haydar Kanlı
Sayfa 59 - Συνέντευξη του ............................................ Ali Sait Çetinoğlu
Sayfa 61 - Süryaniler Ahmet Türk’ten arazilerini istedi!
Sayfa 63 - TAPUSUNU SÜRYANİLERE İADE ETTİ
Sayfa 64 - Soykırım yaşayan Anadolu halklarından ve inançlarından
özrümdür ............................................................ Zeynep Tozduman
Güney
Afrika Mandela’nın
doğum günü kutluyor
Güney Afrikalılar ırkçılıkla
mücadelenin simge ismi Nelson
Mandela’nın 95’inci doğum
gününü kutluyor. Siyahi liderin
akciğer enfeksiyonu tedavisi
gördüğü hastane önünde toplananlar, eski başkanları için
‘mutlu yıllar’ dedi.
Devlet Başkanı Jakob Zuma,
ülkenin kaderini değiştiren
Mandela’nın sağlık durumunun
giderek düzeldiğini açıkladı.
Güney Afrika halkı ise eski
başkanlarına şükranlarını
sunuyor. Margaret Chechie,
“Gerçek bir öncü, gerçek bir
korkusuz ve bu ülkede yaptığın
her şey için teşekkür ederim”
dedi.
Jason Bartley ise “Mandela
aslında Güney Afrikalılar için
bir ilham kaynağı. Onun yaşadıklarını atlattıktan sonra bu
kadar şef katli olmak. Bu çok
mükemmel bir durum. Geçmiş
olsun” diye konuştu.
Birleşmiş Milletler’in 2009’ da
ilan ettiği 18 Temmuz Nelson Mandela Günü nedeniyle
hayır çalışmaları yapılıyor.
Mandela’nın siyasi mücadele ile geçen 67 yılı anısına 67
dakika boyunca hayır işlerinde
bulunuluyor. Devlet Başkanı
Jakob Zuma da gün kapsamında gelirliler için yapılan
evlerin dağıtım törenine katıldı.
kızılbaş - sayfa 4 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Cangözü
ile
görmek
Sakine Polat
Kızılbaş-Alevi örgütlerinin içinde bulunduğu durumları hiçte iç açıcı değil.
Dernek, vakıf ve federasyon ile Kızılbaş-Alevi meselesi çözülemez!
Kızılbaş-Alevi örgütlenmelerinde en
can alıcı eksikliğimiz kuşkusuz ki siyasal örgütlenmedir. Açık demokratik
bir partisinin olamayışıdır!
Peki; partileşme işine nereden başlamalıyız? Nasıl başlamalıyız?
İlk önce var olan tarihi belgeler ile
yapılmış örgütlenmeleri incelemek ve
açık bir saflaştırma yapılmalı. Örneğin TBP (Türkiye Birlik Partisi) Barış Partisi ve TKP/ML TİKKO, PSK
PKK, CHP, BDP… Bunların kuram
ve kurumları bire bir incelenmelidir.
İyilikleri ile kötülükleri ayrılıp saflaştırmalıyız. Bunu şunun için yapmak
gerekiyor. Bu örgütlenmede KızılbaşAleviler içinde örgütlenmeye çalıştılar.
Bu örgütlenmelerin hepsi de KızılbaşAlevilerin örgütü olmadıklarını sık sık
kamuoyuna duyurdular!
Yakın ve uzak tarihimiz ile açık yüzleşmek demokratikleşip aydınlanmak
için yeni adımlar atmak gerekiyor. Eskinin farklı gibi görünen ama özünde
aynı olan dayatmacı inkârcı asimilasyoncu antidemokratik tez ve doktrinlerden uzak durmak kendimizi bu tür
hastalıklardan korumak zorunda olduğumuzu asla unutmadan modern cesur
adımlar atmak gerekiyor.
Bulunduğumuz siyasal coğrafyada var
olan tüm dini milli ve toplumsal farklılıkları kendimiz ile eşit görerek karşılıklı güven ve dayanışma ortamlarına
zemin ve politika üretmek gerektiğini
asla unutmadan.
Ne yazık ki bu güne kadar yapılan en
basit örgütlenmeler dahi vatan kurta-
ran kahraman hayalleriyle siyaset işlediler. Bu tür hayallerden, rüyalardan
uzak durmalıyız, haddimizi ve hukukumuzun sınırlarını çok iyi bilmeliyiz.
TC’nin kuruluşunda biz Kızılbaş-Alevileri olmadığı için kurtarıcısı da bizler olmamalıyız!
Bulunduğumuz alanlarda demokratik
ve siyasal taleplerimizin, elde edilmesi için temsil etmeye çalıştığımız
toplumsal kesimin önce Seçimlere katılıp yetki istemeliyiz. Yetkiyi açıktan
almalıyız. Aldığımız yetki orantısında
adil ve demokratik siyasetler üretip
amaç ve araç arasında sağlıklı işletilen
partiyle başarılara katılabiliriz.
Toplumsal gelişmeye kendi öz siyasal
partimiz ile katılıp kendimizi temsil
etmeliyiz. Bu güne kadar geçmişte hiç
bir siyasal parti, örgüt bizi açık kimliğiyle temsil etmedi.
Toplumsal dönüşümlere demokratikleşmelere bizimde aktif olarak katılmamız gerekir.
Ortak toplumsal sorunlarımızın sağlıklı anlaşılmasını ve çözümlerine yönelik önerilerin kamuoyuna sunulmasında asla tereddüte düşmeden açık ve
net olmalıyız.
- Ermeni - Pontus - Koçgiri - Şeyhsaid
- Desim - Maraş - Çorum - Madımak Kürt milli meselesi
- Devletin Kızılbaş-Alevilere uyguladığı asimilasyon siyasetinin ürettiği
tahribatlarının kökünden sökülüp atılması için aktif çalışmak, kendimizi yenileyip öze dönülü demokratikleşmeyle birlikte geliştirmeliyiz.
- Azınlığa düşürülmüşlerin demokratik talepleri
- Devletlerarası sorunlarda barışın demokrasinin yanında yer almak
- laikliği herkes için savunmak
- İslam-Müslüman düşmanlığına karşı
açık mücadele etmek.
- TC ırkçı faşizan, işgalci, inkârcı, asi-
milasyoncu siyasetini kuramıyla birlikte tasfiyesine aktif katılmak.
- Kıbrıs işgaline son verilmesine katılmak demokratik bir Kıbrıs’tan yana
olmak.
- Devletin demokratikleşmesine hukukun üstün kılınmasına ve işletilmesinde aktif yer almak.
- Demokratik kadın hareketiyle dayanışmak.
- Çeşitli demokratik meslek kuruluşlarıyla dayanışmak.
- Çevreci demokratik örgütlenmeler ile
dayanışmak.
- Eğitim kurumlarında ve üretim alanlarındaki devlet tekelini kaldırılmasına
katılmak.
- Yabancı tekellerin alanını daraltmak.
- Üretim ve eğitim alanlarında ortak
mülkiyeti teşvik etmek. (devletleştirmek değil)
-Kızılbaş-Aleviler, Müslümanlar, Kürt
ler ve azınlığa düşürülmüş mazlumlar
arasında var olan tarihsel ve ortak toplumsal sorunlarımızın bilince çıkartılmasına ve çözümlerine yönelik önerilerin oluşturulmasına aktif katılmak.
Elbette bu istekleri, önerileri, tercihleri
çoğaltmak ve sadeleştirmek gerekiyor.
Var olan dernek, vakıf ve federasyon
tipi örgütlenmeler ile Kızılbaş Alevilerin hiç bir talebi yerine getirilmedi
bundan sonra da getirilemez!
Hep bize ait olmayan hatta karşımızda
olanlardan el-etek öperek hak-hukuk
beklendi. Hiç bir hakta alınmadı. Bu
yoldan bu siyasetten vazgeçmek gerekiyor.
Dünyanın neresinde yaşarsak yaşayalım Kızılbaş-Alevilerin partimizin örgütlenmesine demokratik katkı
sunmak isteyenlerin bu konuyu kendi
özgül gündemlerine almalarını öneriyorum.
Yukarıdaki önerim doğrultusunda Kızılbaş Dergisi sayfaları açık ve sansürsüz olarak atılacak her adıma özen
gösterecektir. Yapılacak önerilere eleştirilere ve de katkıları kamuoyumuz ile
paylaşacaktır.
***
Gezi parkı direnişlerinde kuzu iziyle
kurt izi birbirine karıştırıldı. Siyaset
alanında eşine rastlanmayan bir süreçte şaşkınlık başıboşluk hâkim oldu.
Türk ırkçıları devlet siyasetçileri de-
kızılbaş - sayfa 5 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ğişik alanlardan çıkarcı politikalarını
ırkçı yöntemleriyle sürdürdüler.
Gezi parkı direnişçilerinden bir kısmının bulundukları alanda Ermeni Mezarlığı olduğunu yeni öğrenenler ile
karşılaştım.
Gezi direnişçilerinin hükümetin projesine karşı çıkarken unuttukları ondan
daha önemli bir şeyi de pas geçtiler.
İşin özcesi ATM yıkılmasını ve Ermeni Mezarlığının yeniden imarı talep edilmeliydi. İşte o zaman direniş,
yüzleşmenin, özürün ve demokratikleşmenin de yolunu açmaya önemli bir
katkı sunardı.
Türk ırkçıları zaten bu alanı işgal ederek AKM’yi inşa ettiler. Bunların R.T.
Erdoğan hükümetinin yapmak istediğinden ne farkı var?!
Ümit ederiz ki; bundan sonraki tartışmalarda bu ciddi eksikliğin giderilmesinin eleştirisi yapılır, hayırlı dersler
çıkartılır!
***
CHP’nin ne olduğunu her dürüst insan
bilir. Bunu en iyi bilenler de soykırımına, katliamlara, sürgünlere ve asimilasyonlara maruz kalmış olan yerli
mazlumlar bilirler!
Örgütlü Kürtlerin M. Kemal’e methiyeler dizmesi hiçte hayra delalet değildir!
Akla Yavuz ile İdris’i Bitlis-i ittifakının tekrarı geliyor!
***
Her dürüst Kızılbaş-Alevinin aklını
başına alıp kendini yeniden değerlendirmesini öneriyorum.
İnkârcı asimilasyoncu ve de katliamcı
ittifaktan uzak durmalıyız. Kendi Partimizde can-cana olmanın temellerini
atmalıyız!..
***
Gandi’den sonra dünya Ulusal Kurtuluş mücadelelerinde haklı ve saygın bir
duruşu olan Nelson Mandela’nın Doğum gününü kutluyoruz. Sağlık durumuna hayırlı şifalar diliyoruz!..
can cana, saygıyla dostlukla
yeni çıktı PANELİN tamamı video kayıtı yapıldı. 2 dvd den
oluşan paneli isteyen herkeze posta ile gönderilir. posta ücreti
dahil 15,00 tl. avrupa ve diyer ülkeler 15,00 €
kızılbaş - sayfa 6 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Ferit Altınsu - Hatice Çevik - Pakrat Estukyan - Ali Ülger
Değiliz
Minareye Çıkıp Bize Bağırma
Haberimiz Vardır, Sağır Değiliz
Sen Kendini Düşün Bizi Kayırma
Sizlerle Kavgaya Uğur Değiliz
Her Yerde Biz Hakk'ı Hazır Biliriz
Olgun İnsanları Hızır Biliriz
Bundan Başkasını Sıfır Biliriz
Tahmininiz Yanlış, Biz Kör Değiliz
Eğer İnsanlıksa Doğru Niyetin
Nefsini Islah Et Varsa Kudretin
Bize Lazım Değil Senin Cennetin
Huriye Gılmana Esir Değiliz
Arapça Duaya Değiliz Mecbur
İster Müslüman Bil İstersen Gavur
İnsanı Hor Görmek En Büyük Küfür
Buna İnanmışız, Münkir Değiliz
İbreti, Bu Hale İnsan Acınır
Ham Sofular Bu Sözlerden Gücenir
Aslına Ermeyen Elbet Gocunur
Onu Avutmaya Mecbur Değiliz
Dergimizin
Genel Yayım Yönetmeni
Ali Ülger ile yapılan röportajın
DVD YENİ ÇIKTI
memleket 10,00 tl.
yurtdışı 10,00 €
Yurtdışı için:
Ali Ülger: 300 23 23 29
BLZ: 350 500 00 Sparkasse
Duisburg - Almanya
Memleket için: Ali Ülger
Akbank Bahçelievler İstanbul
hesap no: 58 90 04 41 84 40 65 36
Demir Çelik - Hatice Çevik - Dr. İsmail Beşikçi
Dünden bugüne “KIZILBAŞ SİYASETİ”
Katliamlar...Asimilasyon...İlişkileri...
PANELİN tamamı video kayıtı yapıldı. 2 dvd den oluşan paneli
isteyen herkeze posta ile gönderilir. posta ücreti dahil 15,00 tl.
avrupa ve diyer ülkeler 15,00 €
Yurtdışı için: Ali Ülger: 300 23 23 29
BLZ: 350 500 00 Sparkasse Duisburg - Almanya
Memleket için: Ali Ülger Akbank Bahçelievler İstanbul
hesap no: 58 90 04 41 84 40 65 36
kızılbaş - sayfa 7 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Aleviler ve
MİT-Öcalan Mutabakatı
Okumuş olanlar hatırlayacaklardır,
MİT’le Öcalan arasında bir mutabakat
oluştuğuna dair bilgilerin kamuoyuna
yansımaya başladığı ilk günlerde yazdığım bir yazıda, adı barış olsa da yeni
sürecin gerçekte en az üç alanda çekişme ve kapışma anlamına geleceğini belirtmiştim: Kürtlerle Kürtler arasında,
Türklerle Türkler arasında ve nihayet
Türkiye’deki ve Kürdistan’daki güçlerle bölgesel ve Küresel güçler arasında.
Son birkaç aylık gelişmelere bakarak
bunun genel planda doğru bir tespit
olduğunu söyleyebiliriz. Yine de PKK’
nin yeni yönelişinin yol açtığı kitlesel
bazı kaymalara gereken ağırlıkta vurgu yaptığını söylemek zorlama olur.
Bu eksikliği anlamak bir dereceye kadar mümkün; çünkü o yazıyı kaleme
alırken, MİT-Öcalan mutabakatının
açıkça Sünni İslam kardeşliği eksenine oturtulmuş olduğunu henüz bilmiyordum. Asker yerine AKP’yle uzlaşmanın, varılan uzlaşmaya anti-sol,
anti-Alevi ve hatta bir ölçüde anti-modernist bir renk katacağını ve bunun da
PKK’nin iç dengelerine, PKK ile PKK
dışındaki Kürt hareketlerinin ilişkilerine ve nihayet PKK ile korucular
arasındaki ilişkilere yansıyabileceğini
öngörüyordum. Dolayısıyla yöntemde bir sorun yoktu. Ama uzlaşmanın,
yeni-Osmanlıcılık siyasetine eklemlenme perspektifinde gerçekleştirileceğini tahmin edemediğim için bunun
Aleviler başta olmak üzere Türkiye’deki ve Kürdistan’daki bazı özel gruplar
üzerinde daha doğrudan ve görece kısa
sürede gözlenebilir etkiler yaratabileceğini düşünmemiştim. Öcalan’ın
Newroz konuşması, Kürtlere müjdelenen yeni çağın, yeni-Osmanlıcılığa
eklemlenme stratejisi olduğunu ortaya
koyunca, bununla ilişkili toplumsal
hareketlenmelerin kapsamı ve hızı da
arttı. Nitekim Newroz konuşmasını takip eden gün kaleme aldığım yazıda,
mutabakatın böyle sonuçlar doğurabileceğine değindim. Şimdi konuyu biraz daha geniş biçimde ele alabiliriz.
MİT-Öcalan mutabakatının yeniOsmanlıcı içeriğinin Kürt hareketi-
Cemil Gündoğan
ne karşı yeni bir tavır almaya zorladığı iki toplumsal kesim vardır.
Bunlardan birincisi, Türk ve Kürt
ayrımı olmaksızın Alevilerdir. İkincisi ise medyada genellikle “Sahil”
kavramıyla dile getirilen ve benim
referandum dönemi yazılarımda Avrupai Türkler olarak tanımlamayı
önerdiğim toplulukların faşist olmayan kanatlarıdır. Avrupai Türklerin
faşist kanadı eskiden beri Kürt hareketine düşman olduğundan yeni dönemde tutumlarında bir değişme olmamıştır. Ancak diğer kanatlar, MİT-Öcalan
mutabakatının yeni-Osmanlıcı niteliğine genellikle olumsuz baktıkları için
bunların Kürt hareketine ilişkin algı ve
tutumlarında değişik yönde değişmeler
yaşanmıştır, yaşanacaktır.
Sebebini anlamak zor olmasa gerek.
Çünkü yukarıda anılan iki toplumsal
kesim ile A. Öcalan’ın, yeni-Osmanlıcılığa payanda olmak karşılığında
Türkiye siyasetinde fonksiyonel hale
gelmek şeklinde tanımlayabileceğimiz
yeni stratejisi arasında ontolojik boyutlar da içeren çelişkiler vardır. Geçtiğimiz hafta içinde yaşanan iki olay, gözlemcilere buradaki gerilim alanlarını
çok güzel tarif eden iki önemli önemli
sembol sundu. Üçüncü Boğaz köprüsüne verilen Yavuz Sultan Selim isim ile
yeni-Osmanlıcı programa karşı gelişen
ilk ciddi kitlesel direnişin sergilendiği
mekan, yani Taksim.
Yavuz Sultan Selim sembolünün ifade
ettiği şeyi anlamak zor değildir. Hanifi
Türklerin Şafi Kürtleri yedekleyerek Ortadoğu’ya nizam vermelerini öngören her program ve girişim,
bu iki kütlenin yanında küçük birer
azınlık olarak kalan diğer toplumsal kesimler ile bu programın hedef
tahtasına oturttuğu Arap dünyası
tarafından bir ölüm fermanı olarak
algılanır. Bu algıyı oluşturan ilişkinin
tarihteki sembolleri Yavuz Sultan Selim ile II. Abdülhamit’tir. Türk devletinin, bu iki kişiden en fetihçi olanın
adını bir prestij köprüsüne takmayı
tercih etmesi, devletin yeni yönelişinin
tarihsel anlamının bilincinde olduğunu
ve bunu dünya aleme ilan etmekte bir
sakınca görmediğini gösteriyor. Özellikle de seçimler yaklaşıyorken.
Fakat AKP’nin göğsünü gere gere dünyaya ilan ettiği şey, yeni-Osmanlıların
stratejik bir müttefiki olacağını umut
eden Öcalan’ın örgütü açısından bir
sıkıntı kaynağı oluşturuyor. Çünkü
devletin yeni çizgisi, bu çizgiye uyumun karşılığı olarak AKP’den tahsil
etmeyi umduğu hiçbir şeyi henüz alamamış olan PKK’nin evdeki bulgurdan
olması riskini arttırıyor. Bu sıkıntıyladır ki A. Öcalan ikide bir Alevi karşıtı olmadığı yolunda yeminler ediyor;
PKK, kurdurduğu Alevi derneklerine
konferanslar yaptırıp PKK’nin Alevi
karşıtı olmadığı yolunda propagandalar yaptırıyor.
Hakkını yememek lazım, PKK’nin de
Öcalan’ın da Alevilikle ya da Sünnilikle özel bir dertleri yoktur. Onların dertleri iktidar olmak ve iktidar
kalmakla ilgilidir. Daha da ileri gidelim; İslam veya Sünnilik, bu terimlerin
asıl patronu olan AKP ve Türk devletinin bile asıl derdi değildir. Onların asıl
derdi, yeni-Osmanlıcı bir yayılmadır.
Yayılma derken de sadece dışa doğru
olanı kast etmiyorum, hem dışa hem de
içe doğru bir yayılma. İslam veya Sünnilik, daha çok bu yayılmayı meşrulaştırmanın söylemi olarak anlamlıdır.
Din denilen şeyin, onun politikadaki
araçsalcı rolüne/yüzüne indirgenemeyeceği doğrudur, ama şu an üzerinde
konuştuğumuz konu bakımından dinin
bu özelliği onun başat niteliğini oluşturur. Bu her zaman böyleydi. Dolayısıyla bugün için özgün olan durum,
dinin politik alanda kullanılması de-
kızılbaş - sayfa 8 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ğil, değişik gerekçelerle de olsa hem
bölgesel aktörlerin hem de küresel
aktörlerin Ortadoğu’daki çekişmeleri Sünni-Şii ayrımı üzerinden ifade
etme noktasına gelmiş olmalarıdır:
İran, devlet çıkarlarını koruyabilmek
için kendisine bir Şii koruma çemberi
oluşturma derdindedir. Irak’taki iktidar savaşı Şii-Sünni çatışması üzerinden sürdürülmektedir. Suriye’deki
çatışma giderek mezhep çatışmasında
doğru evrilmektedir. Türkiye, Arap
alemi üzerindeki tarihsel pozisyonunu
yeniden kazanabilmek için hamlelerini Sünnilik üzerinden tanzim ve tarif
etmektedir. Suudi Arabistan, Katar
ve Mısır da kendi cephelerinden benzer bir oyun oynamaktadırlar. Lübnan
hızla mezhep savaşına doğru koşmaktadır. Rusya ve biraz da Çin, pratikte
Şiilerin hamisine dönüşürken, ABD ve
diğer Batılı devletler, Ortadoğu’ya yönelik yeni açılımlarını Sünni çoğunluk
üzerinden hayata geçirmeye çalışmaktadırlar. Kısacası, bölgesel ve küresel
güçler arasındaki çekişmeler, mezhep
çatışması ekseninde dizilmeye başlamıştır ve bu durum bölgeyi bir dinamit fıçısına çevirmektedir. İşte PKK
liderinin tam böyle bir anda Sünni
cephenin bir parçası olarak yeniOsmanlılık oyununda rol alacağını
açıklamış olması, Aleviler nezdinde varoluşsal kaygılar yaratmaktadır. Sorunun ana kaynağı budur ve
bu pratik tablo ortada duruyorken
Öcalan’ın ve PKK’nin Alevi karşıtı
olmadığı yolundaki söz ve yeminlerinin bir kıymet-i harbiyesi kalmamaktadır.
Fakat bunu söylemiş olmak, PKK’nin, daha bugünden anti-Alevi tutumu esas aldığını, onu artık Ortadoğu’daki Sünni kanadın Türkler
adına cepheye sürülmüş bir tetikçisi
olarak değerlendirmek gerektiğini
söylemek anlamına gelmez.
Evet, böyle bir olasılık vardır ve bu
olasılığı besleyen en az üç etken işlemeye devam etmektedir: Bunlardan
ilki, PKK yöneticilerinin iktidar söz
konusu olduğunda feda edemeyecekleri bir değer tanımamalarıdır. Parti
içi muhalefete ve PKK dışındaki Kürt
hareketlerine karşı kullandıkları şiddetin boyutlarına bakarsanız bunun ne
demek olduğunu daha rahat anlarsınız.
İktidar oyununu bu tarzda oynamaya
alışkın bir yapının, bu oyun, günün bi-
rinde Alevilere, Ermenilere, Süryanilere, Yezidilere veya başka bir mazlum
gruba karşı tavır almayı gerektirirse
bu gruplara karşı nasıl davranabileceklerini kestirmek zor olmasa gerek.
Bu grupları gözden çıkarırken gözlerini bile kıpırdatmayacaklardır. Tabii
ki yaptıklarını önderliğin, partinin,
halkın vb. yararına yaptıklarını söyleyerek. Doğrudur, gerilla, Kürdistan
vicdanının hala en sahici sesidir; ama
PKK’nin örgütsel davranışlarının her
zaman bu vicdana uygun düştüğünü
söylemek, ya boş yağcılık yapmak ya
da gerçeği görememek olur.
İkinci ve daha önemli olan etken ise
Abdullah Öcalan’ın, mevcut tablodan
tek çıkış yolu olarak yeni-Osmanlıcılık oyununda koçbaşı rolünü üstlenmeyi kabul etmiş olmasıdır. Bu politika
değil midir ki, AKP’nin tabanında
bile Reyhanlı’daki kanlı banyonun
Obama-Erdoğan görüşmesi öncesinde Erdoğan’ın elini güçlendirmek
amacıyla düzenlendiğine dair kuşkular dolaşıyorken, BDP eş başkanı
Demirtaş’ı, Hükümetin arkasında
olduklarına dair yüz kızartıcı bir
açıklama yapmaya yol açtı? Tetikçiliğe gidecek yollar işte böyle döşeniyor.
Son olarak hareketin içindeki Hamidiyeci damardan söz etmek lazım. PKK,
rakipleri AKP ve Hizbullah olan bir
partidir. Bu koşullarla çevrelenmiş bir
hareketin içindeki Sünni damarın normal gücünden daha fazla etkide bulunması şaşırtıcı olmaz.
Bu tür etkenler var olduğu müddetçe
sözü edilen olasılık da var olacaktır.
Dahası, Kürt hareketi Reyhanlı gibi
olaylarda yeni-Osmanlıcı politikaya
angaje olduğu ölçüde Hükümet de
köprülere Yavuz Sultan Selim ismi
vermekte tereddüt göstermeyecektir.
Bütün bunlar doğrudur ve daha fazlası da vardır. Ama unutmayalım ki, bu
tür olasılıkların hayat bulup bulamayacakları, bunun karşısında işleyen etkenlerin ne kadar etkili olabildiklerine
de bağlıdır. Dolayısıyla Türk ve Kürt
Alevilerinin işin ikinci tarafını da gözeten bir stratejiye ihtiyaçları vardır.
***
Böyle bir strateji, özellikle Kürt Aleviler düşünüldüğünde, Kürt hareketinden kopmayı mı esas almalıdır?
Bu soruya olumlu cevap veremiyorum.
Veremememin nedeni, Kürt hareketine olan yakınlığımdan çok, bunun,
mevcut durumda Alevilerin çoğunluğu bakımından rasyonel olmadığını düşünüyor olmamdır.
Doğrudur, Kürt hareketininmlideri,
başı her sıkıştığında, devlete Yavuz
Sultan Selim’in yolundan yürümeyi
teklif ederse Alevilerin, Yezidilerin
veya Ermenilerin Kürt hareketine aşk
ilan edecek halleri kalmaz. Biliyorsunuz, Öcalan 1999’daki tutuklanmasında da Yavuz Sultan Selim’le İdris-i
Bitlisi’nin yolundan yürümeyi teklif
etmişti.
Doğrudur, on yılda bir Kürt hareketinin lideri tarafından sırtlarından hançerlenen Aleviler, sırf bu sebeple hareketten uzaklaşırlarsa onları Kürtlere
ihanet etmekle suçlamak vicdanla bağdaşmaz.
Bunlar doğrudur ve vicdanlı Kürtlerle
vicdanlı Alevilerin yüreğini kanatacak
bunlara benzer başka doğrular da vardır. Ne var ki mesele sadece bu doğrularda dile getirilen faktörlere bakılarak
halledilebilecek kadar basit değildir.
Bu işin rasyonalitesini hesaplamak,
çok daha karmaşık bir durum arz
eden daha geniş resme bakmayı gerektiriyor. Bu resmin çok kaba bir
özeti şu hususları içerir:
Bölge çok karışıktır, orta vadede
muhtemelen bazı devletlerin sınırları da dahil olmak üzere birçok şey
değişecektir.
Bu yöndeki değişikliklerin bölge savaşlarını davet etmesi veya başka
nedenlerle patlayacak bölge savaşlarının böyle sonuçlar doğurması
olasılığı ciddidir. Bu da söz konusu
değişikliklerin, ucu soykırımlara
varabilecek geniş katliamlar eşliğinde gerçekleşmesi olasılığını şimdiden ciddi biçimde düşünmemiz
gerektiğini gösteriyor. Çünkü etnik
çatışmalarla bölgesel savaşlar üst
üste düştüğünde, sınır değişiklikleri, kural olarak, büyük pogromlar
veya soykırımlar eşliğinde gerçekleşir. Yeni dönemde gündemimize bu tür
olasılıklar giriyorsa hiç kimsenin müttefik beğenme veya beğenmeme şansı
kızılbaş - sayfa 9 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kalmayacak demektir.
Yukarıda sözü edilen değişikliklerin
altında yatan bütün iktisadi ve siyasi
çekişmeler, öyle anlaşılıyor ki daha bir
süre kendilerini dinsel terimler üzerinden ifade edecektir.
Kendini dinsel terimler üzerinden ifade etmek demek, bu terimlerin olayların gelişmesine hiç etkisi olmayacak
demek değildir. Bir eylemi meşrulaştırmak için oluşturulan söylem, bir
noktadan sonra o eylemi üreten ve
yönlendiren faktörlerden birine dönüşür. PKK’deki “Önderlik” söylemine
bakınız. İyi bir örnektir, çünkü bir
söylemin koca bir örgütü nasıl esir
alabileceğini anlatır. Bu demektir ki
Sünnilik, Alevilik veya Şiilik biz onları sevsek de sevmesek de orta vadede hayatımız üzerinde etkide bulunacak ve belli toplumsal grupların
davranışlarını belirlemeye devam
edeceklerdir.
Bu gerçek, bölgenin yukarıda belirtilen kaygan koşullarıyla birleştirildiğinde Kürt hareketinin önümüzdeki on yıl içinde değişik ülkelerde
değişik dini gruplarla kader ortaklığı içinde olacağı sonucu çıkar. Bu
açıdan baktığımda benim gözüme
görünen tablo özetle şöyledir:
Kürt hareketi, Irak ve İran’da Sünnilerle ve Müslüman olmayan gruplarla, Türkiye’de Alevilerle ve Müslüman olmayan gruplarla; Suriye’de
ise Müslüman olmayan gruplarla ve
(Baasçı sistem yıkıldıktan sonra)
Nusayrilerle kader ortaklığı içinde
olacaktır. Önümüzdeki on yılın religio-politik tablosu kabaca böyledir.
Kader ortaklığı içinde olmak demek,
bu gruplarla mutlaka ve topyekûn biçimde birlik içinde olmak veya karşı kutuptaki gruplarla mutlaka ve
topyekûn biçimde savaş içinde olmak
demek değildir. Çünkü bu grupların
kendileri de parçalıdırlar, kendi içlerinde değişik gruplaşmalara ve sınıfsal
bölünmelere tabidirler. Bütün bu bölünmeler, değişik aktörler için değişik
politik kombinezonlar için fırsatlar
yaratır. Kader ortaklığı içinde olmak
demek, bu durumları dışlamak değildir, bu gruplarla birlik yapma veya
ortak davranma imkanının diğerlerine
göre daha fazla olması demektir. De-
ğilse, Basra’daki bir Şii grup Kürtlerle
ittifak yapabileceği gibi, Bağdat’taki
Sünnilerden bazıları da Kürtlere karşı savaşabilirler. Veya Kerkük’teki Şii
Türkmenlerin bir kanadı Kürtlerle birlikte davranırken diğer kanadı Kürtlere karşı savaşabilir. Suriye’de yarın
aynı kaderi paylaşacakları ayan beyan
görülen Nusayrilerle Kürtler bugün
bazı yerdlerde birbirleriyle savaşıyorlar. Türkiye’de Alevilerin bir kısmı
MHP’nin kuyruğuna takılmış durumdadır vs. Böyle şeyler olur; yukarıda
söylenenler bunları dışlamıyor. Yukarıda söylenenler, sözü edilen grupların
bütün bunlara rağmen ortak bir kaderi
paylaşması olasılığının diğer olasılıklardan daha güçlü olduğunu söylüyor.
Ve bu durum, rasyonalite hesabı yapılırken göz ardı edilebilecek bir durum
değildir. Özellikle de önümüzdeki on
yılın tehlikeleri, kaygan zeminleri,
pogrom ihtimalleri vb. düşünülünce.
Türk ve Kürt Alevilerinin bütün
bunları göz önünde bulunduran bir
hesap yaptıklarında, Kürt hareketiyle yakın durmanın daha rasyonel
bir strateji olacağı sonucuna ulaşacaklarını düşünüyorum.
Bu durum, Kürt Alevileri için daha
da yakıcıdır. Şu soru çok şeyi açığa
çıkarmaya yeter: Diyarbakır’a sırtını çevirecek bir Dersim, yüzünü
Erzincan ve Bayburt’a mı dönecektir? Elbette adı geçen şehirlerin baskın politik renklerinden bahsediyorum. Yoksa Bayburt ve Erzincan’da
da Alevi Kürtlerin birlikte yaşayabilecekleri çok sayıda demokrat Sünni
varken, “Kızılbaşların katli vaciptir”
zihniyetini saflarında en fazla barındıran örgütlerden biri olan Hizbullah
Diyarbakır’da on binlerce kişinin katıldığı mitingler düzenleyebilmektedir.
Bu koşullar altında anlaşılması kaydıyla yukarıdaki soruya gönül rahatlığıyla evet diyebilecek bir Dersimli
varsa bu düşüncenin dayanaklarını
yazsın, öğrenelim. İnsanın yaşadığı
coğrafya, onun politik kaderi üzerinde
etkide bulunan faktörlerden biridir.
Ama bu gerçeği anlamak, tek yanlı
olarak Alevilere farz kılınabilecek
bir şey değildir. Politik coğrafyanın
farz kıldıkları Kürt hareketi tarafından da doğru kavranmak zorundadır. Oysa PKK liderinin örgütünü
angaje etmeye çalıştığı yeni çizgi,
Ortadoğu’daki mazlumların değil,
zalimlerin çizgisidir. Bu çizgi, Kürt
hareketinin kader ortaklığı içinde
bulunduğu diğer mazlumları gözetmesine olanak tanımıyor. PKK yöneticilerin Aleviler konusunda son dönemlerde içine düştükleri kıvranışın
kaynağı bu onulmaz çelişkidir. Daha
dağdan bile inememişken, ancak
bölgenin efendilerine ait olabilecek
nitelikte bir politikanın sanki öznesiymiş gibi rol kesmeye kalkışırsanız
olacağı budur. Kum bahçesinde gemi
yüzdürülmez.
Şimdiye kadar bu gerçeği anlamama
hali esas olarak Aleviler için söz konusuydu. Devlet, Kürtlerle savaşırken tarafsız dursunlar diye Alevileri
yatıştırma politikası güdüyordu ve
birçok Alevi lideri bunu kişisel ikbal edinmek için “düşkün” biçimde
kullanıyordu. Özal’ın Gölbaşı buluşmalarıyla başlattığı bu satın alma
politikası, Kürtlerle Aleviler arasında
politik coğrafyanın gerekli kıldığı birliğin tam olarak oluşmasını engelleyen
en önemli faktörlerden biriydi. Bazı
Alevi liderleri, temsil ettiklerini iddia
ettikleri toplum gerçekte Türkiye’nin
paryaları arasında olduğu halde, sanki
mevcut sistemin efendileriymiş gibi rol
kesiyorlardı. Yüksek dozda Kemalizm
şakşakçılığı bunun ifadesiydi. Yeni
dönemde ise durum tersine dönmüş
görünüyor. Bu kez Sünni Kürtlerin
yöneticileri “ne yapalım, liderimiz
içerde” gerekçesiyle yeni-Osmanlıcı
yayılmacılığa göz kırpıyor ve aslında
hala bölgenin paryalarının safında
bulunan bir halkın temsilcisi oldukları halde bölgenin efendileriymiş
gibi rol yapmaya öykünüyorlar.
***
Özetle, MİT-Öcalan mutabakatı Aleviler açısından tehlikelerle dolu bir maceraya işaret ediyor ve Alevilerin Kürt
hareketinden uzaklaşmalarına neden
oluyor. Kendi payıma, Alevilerin
kendi geleceklerini Öcalan’ın yeniOsmanlıcılığa payanda olma politikasına teslim etmemelerini, buna
karşı itiraz seslerini yükseltmelerini
hem olumlu hem de onurlu bir tutum
olarak görüyorum. Bu, aynı zamanda PKK’yi yeni-Osmanlıcı maceralara atılmasını frenleyecek bir işleve
de sahip bir direniştir. Dahası, sadece Aleviler için değil, toplumun bütün
kızılbaş - sayfa 10 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kesimleri bakımından gözetilmesi gereken altın bir kurala işaret eder: Kimse kendi geleceğini koşulsuz biçimde
bir aşiretin reisine, bir partinin başkanına, bir tarikatın liderine, bir pire, bir
ulu lidere, bir gerilla liderine vb. terk
etmemelidir. Bu, deyim yerindeyse,
tersinden örgütsüzlüktür. Herkes kendi
kaderine bizzat kendisi sahip çıkmalıdır.
Böyle olmakla birlikte, Öcalan’ın
yeni-Osmanlıcı politikalarına tavır
almayı Kürt hareketine karşı genel
bir tavra dönüştürmek, Türk olsun
Kürt olsun fark etmez Aleviler açısından stratejik bir hata olacaktır.
Bunu derken sadece insanlıkla veya
ezilenden yana olmayla ilgili genel
ahlaki prensiplerden hareket etmiyorum. Türk ve Kürt Alevilerinin en dar
manadaki menfaatleri açısından baktığımda da aynı sonuca ulaşıyorum.
Bulunduğumuz coğrafya, mevcut durumda Alevilerle Kürtleri birbirlerine
mahkum eden bir denklem kurmuştur
ve bu denklemin kısa vadede değişebileceğine dair bir veri de bulunmamaktadır.
Bu denklemi beğenmeyebilirsiniz,
ama reddetme lüksüne sahip değilsiniz. Özellikle de Kürt Alevileri böyle bir şansa hiç sahip değil. Elbette
Maraş’tan Dersim üzeri Hınıs’a ka-
dar bütün Alevileri İstanbul’a veya
Düseldorf’a taşımayı düşünmüyorsanız. Ama bu coğrafyada yaşadığınız
müddetçe onun dikte ettiği politik
denklemleri görmezlikten gelemezsiniz. Bu denklemleri unutarak veya onlara rağmen kuracağınız stratejilerden
Alevilere de Kürtlere de yarar gelmez.
Fakat bu, sadece Alevilerin bilmesi
gereken bir gerçek değildir. Kürtlerin
de bu gerçeği bilmesi ve gözetmesi
gerekmektedir. Aksi takdirde işlemez.
Bu nedenle, Kürt hareketi, Alevilerle ilgili bir gelişme olduğunda, eski
Türkiye’nin ezberlenmiş terimleriyle konuşmayı bir kenara bırakmak
zorundadır. Kemalizm, darbe, Ordu,
Ergenekon gibi suçlama lafları bu terimlerdendir. Dün önemli bir gerçeği ifade eden, ama bugün kadük hale
gelmiş bu dil, Alevilerle ilgili hiçbir
sorunu çözemeyeceği gibi bu saatten
sonra daha çok yeni-Osmanlıcığın
içteki ve dıştaki yayılmasını gizlemeye yarıyor.
Bir yana bırakılması gereken bu eski
ezber aynı zamanda Taksim sözcüğüyle simgelenen bazı toplumsal kesimleri
de ilgilendiriyor ki MİT-Öcalan mutabakatının bu gruplara olan etkilerini
gelecek yazıda ele almaya çalışacağım.
03-06-2013
[email protected]
Karayılan: Her Kürt, bağımsızlık,
özgürlük ve ulusal devlet düşünür.
Rizgarî Online
KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, “barış müzakerelerinin”
üçüncü aşaması tamamlandığında A.
Öcalan’ın serbest kalabileceğini söyledi. Hürriyet gazetesinde yer verilen
haberde sunlar kaydedildi: ”Alman Die
Welt gazetesine konuşan Karayılan’ın
sorulara verdiği yanıtlar özetle şöyle:
“Tarihi bir süreç başladı. Kürt sorununu çözmek ve Türkiye’ye barış getirmek istiyoruz. İran’ın Kürt bölgesinde
barış süreci başlatmak istiyoruz. Bu
sürecin 1’inci aşaması silahların durması ve Türkiye’den çekilmemizdir. Bu
neredeyse tamamlanıyor
Şimdi 2’nci aşama başlıyor, bu özellikle Türk devletini ilgilendiriyor. Ankara, İstanbul ve diğer kentlerde olanlar
Türkiye’deki demokratikleşme talebini
gösteriyor. Bunun barış sürecine olumsuz bir etkisinin olacağını sanmıyorum.
Problem şu ki, Erdoğan’ın iktidardaki
AKP’si, kendisini çok önemsiyor. Halkın talepleri AKP tarafından ciddiye
alınmıyor. CHP ve MHP bu hatayı kullanabilir. Türkiye’de ‘derin devlet’ diye
gizli güçler de bulunuyor. Bu gruplar
parmağını sokarsa barış süreci olumsuz
etkilenir.
DEVLETE HAYIR
ilanlarınız için:
[email protected]
(Abdullah Öcalan’ın) tutukluluk şartlarının iyileştirilmesi halinde, daha
aktif bir rol oynayabilir ve bizim hareketimizle daha iyi bağlantı imkanı bulabilir. Barış sürecinin 3’üncü aşaması
tamamlandığında herkes özgür olacak,
Abdullah Öcalan da. Kürtler için barış,
demokrasi ve zafer olacak ama ulusal
devlet olmayacak. Böyle bir şey bizim
gündemimiz de yok. Her Kürt, bağım
sızlık, özgürlük ve ulusal devlet düşünür. Ama biz şunu söylüyoruz, özgürlüğe evet, ulusal devlete hayır. Devlet,
şiddetin kaynağıdır ve insanların problemlerini çözmez. Biz ülkeyi değiştirmek istiyoruz. ‘Demokratik bir konfederalizm’ istiyoruz. Her milletten ve
dinden insanlar, buna dahil olabilir ve
kardeş gibi yaşar.”
RO/Cemil Süphan
kızılbaş - sayfa 11 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
İttihatçı ve
Kemalistlerin
Alevi-Bektaşi
politikaları
Baytar Nuri Dersimi’ye göre Bektaşi
Türkmen aşiretlerinden bir ‘Bektaşi
Mücahiddin Alayı’ kurulduysa da,
Kızılbaş Kürtler böyle bir oluşuma
ilgi göstermemişlerdi.
İttihatçı ve Kemalistlerin Alevi-Bektaşi
politikaları Sazı, nargilesi ve şarabıyla
bir Alevi Kürt aşığı (19. yüzyıl gravürü,
Mehmet Bayrak Arşivi)
Hükümetin bilmem kaçıncı Alevi
‘açılımı’ vesilesiyle, teolojik tartışmalara girmeden, Kızılbaş-Alevi-Bektaşi tarihinde bir gezinti yapmaya ne
dersiniz?
II. Abdülhamit yönetiminin Ermeni
Taşnak partisi ile İttihat ve Terakki
Cemiyeti’nin (İTC) başını çektiği
muhalifler tarafından alaşağı edilmesi, Kürtler, Kızılbaşlar gibi kolektif
kimliklerin de kendilerini açıkça
ortaya koymalarına olanak sağlamıştı.
İTC ilk başta bu durumu kontrol altına almak için, askeri güç kullanmak
yerine politik ikna yöntemini seçti.
Bu politikanın erken dönem meyvelerinden biri, 25 Mayıs 1910 tarihli bir
belgeye bakılırsa, Kızılbaş Türkmen
aşiretlerinden Balabanlıların reisi
Gül Ağa’nın İTC’ye kabul edilmesiydi. Gül Ağa, 1912 seçimlerinde
İTC’nin adaylarına destek vermiş,
Kasım 1914’te başlayan Sarıkamış
Harekâtı’na da birlikleriyle katılmıştı.
Bektaşi Mücahiddin Alayı
1915’te, Ermenilerin ülkeden sürülmesine karar verildiği günlerde
Harput Valisi Sabit Bey, Dahiliye
Prof. Ayşe Hür
Nezareti’ne bir mektup yazmış ve
Dersimli Kızılbaşları Ermenilere ve
Ruslara karşı örgütlemeyi önermiş,
teklifi beğenen Enver ve Talat paşalar da Harput Vilayeti’ nde bir teftiş
gezisine çıkmıştı. Görüştükleri bazı
aşiret reisleri Dersim’in batısında
söz sahibi olan Seyit Rıza’yı ikna
etmenin zor olduğunu ama Hacı
Bektaş Dergâhı’nın ‘Çelebi’si Ahmed Celaleddin Efendi’den yardım
istenebileceğini söylemişlerdi İttihatçı
paşalara. Nitekim Çelebi yardıma razı
ve sonbaharda Arguvan’ın Minayık
(bugün Kuyudere) Köyü’nde, 40’ın
üzerinde ‘seyit ocağı’nın katıldığı bir
‘Dedeler Kurultayı’ toplamıştı. Fakat
bu misyonu sırasında kendisine eşlik
eden Dersimli kanaat önderlerinden
Baytar Nuri Dersimi’ye göre Bektaşi
Türkmen aşiretlerinden bir ‘Bektaşi
Mücahiddin Alayı’ kurulduysa da
Kızılbaş Kürtler böyle bir oluşuma
ilgi göstermemişti. Bu olay Çelebi’nin
itibarını da epey zedelemişti. Çünkü
alayın adından da anlaşılacağı üzere
alay fikri Sünniliğin ‘cihat’ ideolojisi
üzerine inşa edilmişti.
Ziya Gökalp’in projesi
İTC’nin Anadolu’daki dinsel ve etnik
grupları asimile etme çabalarının bir
ayağını da Ziya Gökalp liderliğinde
yürütülen etno-politika çalışmaları
oluşturuyordu. Bu amaçla önce Muhacirin ve Aşairin Umum Müdürlüğü
kurulmuş, başına da Şükrü (Kaya) getirilmişti. Ardından Kızılbaş, Mevlevi, Bektaşi, Alevi ve Nusayrîleri incelemek üzere Baha Sait ve Zekeriya’yı
(Sertel), Ahîleri incelemek üzere
Bursalı Mehmet Tahir (Olgun) ve
Hasan Fehmi’yi (Turgal); Türkmen
ve Kürt aşiretlerini incelemek için
daha çok ‘Habil Adem’ adıyla bilinen
Naci İsmail’i (Pelister), Ermenileri
incelemek üzere Ahmet Esat’ı (Uras)
Anadolu’ya göndermişti. Ayrıca Ziya
Gökalp de Arap, Türkmen ve Kürt
aşiretleri üzerine sosyolojik araştırmalar yapıyordu.
Konumuzla ilgili kişilerden Baha
Sait Bey’e göre, kendisine bu görevin verilmesinin nedeni Merzifon
Koleji’nde ele geçirilen bazı listelerdi.
Bu listelerde, 1800’lerin başından beri
Protestan misyonerleri tarafından Hıristiyanlaştırılmaya çalışılan Dersimli
Aleviler kayıtlıydı. Bu listeler İTC’yi
çok endişelendirmiş, bu duruma karşı
bazı propaganda metinleri hazırlayıp bunları başta Türk Yurdu dergisi
olmak üzere çeşitli yollarla yaymayı
düşünmüşlerdi. Bu makaleler için de
Baha Said Bey’den başka Mehmed
Fuad (Köprülü), Yusuf Ziya (Yörükan), Hamid Sadi ve Süleyman Fikri
beyleri görevlendirmişlerdi.
Arapça, Farsça, Rusça, Almanca
ve Fransızca bilen Baha Said Bey
1912’de Meclis-i Mebusan’daki tartışmalardan sonra Anadolu’daki lonca
teşkilatlarını araştırmakla görevlendirilmiş, Ankara ve Kırşehir’de
yürüttüğü çalışmalarının sonunda
‘Anadolu’da Ahilik Teşkilatı’ adlı makalesini yazmıştı. Alevilik çalışması
ikinci önemli göreviydi.
‘Kızılbaş propagandası’
Baha Said Bey 1914-1915 arasında
yaptığı çalışmalarından pek çok
metin üretti ancak bunları o tarihlerde sansürsüz yayımlaması mümkün
olmadı çünkü Saray (Sultan V. Mehmed Reşat ve Şeyhülislam) İTC’nin
bu projesini ‘Kızılbaş propagandası’
olarak nitelemişti. Baha Said Bey
tahmin edileceği gibi bu yazılarında
Aleviliğin, Kızılbaşlığın ve Bektaşiliğin Şamanizm ve İslamiyet’in karışımından oluşan Türk kökenli inançlar
olduğunu ileri sürüyordu.
Baha Said Bey 1920’de Mustafa Kemal’den habersiz Karakol Cemiyeti
adına Bolşeviklerle bir anlaşma imzalayınca bir süreliğine gözden düştü,
ancak soğukluk kısa sürede giderildi,
Baha Said Bey Anadolu halkını Milli
Mücadele’ye katılmaya ikna etmek
için kurulan İrşad Heyeti’ne dahil
edildi. Ardından Tayyare Cemiyeti
Müfettişi olarak Samsun’a tayin edildi. Bu görevi sırasında özellikle doğudaki dağlık bölgelerde yaşayan Kızılbaş Kürt, Türk aşiretlerin soy, dil,
mezhep ve geleneklerini incelemeyi
kızılbaş - sayfa 12 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kendisine iş edindi. Amaç, bu kesimleri Kemalist modernleşme projesi
kapsamında asimile etmenin yollarını
bulmaktı. Baha Said Bey, İTC döneminden iibaren yazdığı ‘Türkiye’de
Alevî Zümreleri, Tekke Alevîliği,
İçtimaî Alevîlik’, ‘Sofiyan SüreğiKızılbaş Meydanı’, ‘Anadolu’da Gizli
Mabetler: Nuseyrîler ve Esrâr-ı Mezhebiyeleri’, ‘Bektaşiler’ gibi makalelerini ise ancak 1926-1927’de Türk
Yurdu dergisinde yayımlayabildi.
Veliyüddin Çelebi’nin Beyannamesi
Hikâyesini 10 Mart 2013 tarihinde
yine bu sayfalarda anlattığım 1921
Koçgiri İsyanı, Kürt Kızılbaşlarla
Ankara’nın arasını bozmuştu ancak 1920’de faaliyete geçen Birinci
Meclis bir oldubittiyle feshedilip
seçimlere gidildiği günlerde, Hacı
Bektaş-i Veli’nin torunu Veliyüddin Çelebi’nin bir ‘Beyanname’ ile
‘Tarikat-ı Aleviye’yi ‘Misak-ı Milli’yi
gerçekleştirmek için çalışmaya
çağırdığı biliniyor. Tahmin edileceği
gibi Aleviler genel olarak cumhuriyeti ‘laiklik’ politikası yüzünden
umutla karşılamışlar ama umduklarını bulamamıştı. Çünkü Kemalist
rejim, 1923’te cumhuriyetin ilanından
sonra tarikatlarla ilişkisini yeniden
tarif etmeye koyulmuştu. 1924’te
Halifeliğin kaldırılmasını, SünniHanefiliğin devletin uygun gördüğü
bir formunu esas alan Diyanet İşleri
Başkanlığı’nın (DİB) kuruluşu, 13
Aralık 1925 tarihli kanunla tekke ve
zaviyelerin kapatılması izledi. Amaç,
1789 Fransız İhtilali’nden sonra
Fransa’da olduğu gibi, devlet eliyle
belli bir dinin belli bir yorumunun,
bazı inanç ve geleneklerinden, kurumlarından, ritüellerinden arındırılarak toplumu kontrol altında tutmak
için kullanılması idi. Bu tarihten
itibaren diğer İslami inanç grupları
gibi, Aleviler de Sünni-Hanefi İslam’a
asimile edilmeye başlandı.
Reşit’in etno-politikaları
1925 sonrasında İTC’nin başlattığı
etno-politika çalışmalarını yürütecek
kişi ise bizzat Mustafa Kemal tarafından Şark İlleri Asayiş Müşaviri ve
Türk Ocakları Koordinatörü sıfatıyla
Dersim bölgesine gönderilen Hasan
Reşit (Tankut) idi. Hassa subayı olan
babası, görev yaptığı Şam’da koleradan ölünce birkaç yıllığına Elbis-
tan- Kalaycıklı Alevi-Kürt Seydo
Ağa tarafından koruma altına alınan
Hasan Reşit, hukuk ve siyaset bilimi
tahsil etmişti. İlk raporunu 1928
yılında Birinci Umumi Müfettişi İbrahim Tali’ye (Öngören) sunan Hasan
Reşit, daha sonra (1930, 1938, 1949
ve 1961’de, bizzat Mustafa Kemal’e
ve CHP’ye) gizli raporlar sunmuştu.
Bu raporlardan birinde Kürt coğrafyasını Kuzey’de Zaza Kızılbaşlar,
Batı’da Alevi-Kızılbaş Kurmançlar ve
Doğu’da Şafii Kurmançlar olarak üçe
ayırmakta ve bu unsurları birbirinden ayırmak için aralarına ‘Türklük
barajı’ konulmasını önermekteydi.
Kemalist rejim bu ‘önlemi’ yetersiz
görmüş olmalı ki, 1937-1938’de Dersim ‘Soykırımı’nı gerçekleştirdi.
Bu tarihten sonra uzun süre sindirilmiş şekilde yaşayan Alevi-Kızılbaşlar
1950’de Demokrat Parti’ye (DP) de
oy verdi ama bu iddia edildiği kadar
büyük bir destek değildi. Haksız da
değillerdi çünkü 15 bin yeni caminin
yapıldığı, ezanın Arapça okunmaya
başladığı 10 yıllık DP dönemi Aleviler için büyük bir hayal kırıklığı oldu.
27 Mayıs 1960 darbesi de Aleviler
için olumlu mesajlar içermiyordu
(hatta DİB bu tarihten sonra daha da
kurumsallaşmıştı) ama yine de 1961
Anayasası’nın doğurduğu özgürlükçü
hava Alevileri de cesaretlendirdi. Bu
yıllarda Kızılbaş-Alevi yazarlar Türklük vurgulu da olsa, kültürlerine dair
yazılar yazmaya başladı. İlk açık semah 1965’te İzmir Narlıdere’deki Muharrem Şenlikleri’nde yapıldı. Yine
1965’te ciddi bir Alevi oyu Türkiye
İşçi Partisi’ne gitti. 1966’da ilk Alevi
partisi Birlik Partisi kuruldu fakat
parti 1969 seçimlerinde sadece yüzde
2.8 oy aldı, 1970’te ise tüm tabanını
kaybetti. Bu arada 1966-1967’de Ortaca ve Elbistan’da Alevilere yönelik
saldırılar yaşanmıştı.
1971’de Kırıkhan’da, 1978’de Malatya, Sivas ve Kahramanmaraş’ta
ve 1980’de Çorum’da derin devlet
tarafından tezgâhlanan katliamlardan
sonra, Alevi-Kızılbaş çevreleri tekrar
içlerine kapandı. 1980 sonrasında
Tunceli’ye atanan Kenan Güven adlı
vali, Kızılbaş bölgesinde ‘yeniden
ezan seslerinin yükselmesini’ sağladı.
10 yıllık bir içe kapanma sürecinden
sonra, 1990 Şubatı’nda Hamburg Alevi Derneği’nin öncülüğünde bir araya
gelen, 34 Alevi-Sünni-ateist yazar,
şair, sanatçı, biliminsanı tarafından
imzalanan ‘Alevi Bildirgesi’ bazı büyük gazetelerde yayımlandıktan sonra
durum değişmeye başladı. Kısa süre
sonra Alevilik ve Bektaşilik üzerine
yayınlarda patlama oldu. (Kızılbaşlık
hâlâ bir tabuydu.) Her iki topluluk
da artık kimliklerini saklamamaya
başladılar, hatta kimlik problemlerini
açıkça tartıştılar. Bazı Kürtçe konuşan Aleviler Kürt Aleviliğine vurgu
yapmaya başladı.
Elbette bu durum devlette alarm
zillerinin çalmasına neden oldu. (İlk
kez 1964’te kutlanan, 1970’lerde
sol rengi belirginleşen, 1980’lerde apolitikleşen, 1990’larda tekrar
politikleşen) Hacı Bektaş Şenlikleri,
devletin patronajı altına alındı. Alevi
köylerine cami yapımı hızlandı. 2
Temmuz 1993’te Sivas Madımak Katliamı ile Aleviler büyük bir travma
daha yaşadılar. 12-16 Mart 1995’te
İstanbul’da Gaziosmanpaşa’da kimliği
belirsiz kişilerin açtığı ateşle başlayan
ve 17 kişinin ölümü, onlarca kişinin
yaralanmasıyla biten ‘Gazi Olayları’
Alevilerin ‘Sünni’ devlete güvensizliğini iyice arttırdı.
10 yıllık AKP iktidarı sırasında hem
iç dinamikler hem de AB ilişkileri
ve dünyayla entegrasyon sayesinde
Alevi-Kızılbaş kimliğinin ifadesi açısından önemli gelişmeler yaşandı ama
Kemalist rejimin Sünni esasa dayalı
dini kurumları, kanunları, uygulamaları neredeyse hiç değişmeden sürüyor. Üstüne üstlük 3. Köprü’ye Yavuz
Sultan Selim adı vererek Alevilerin
sinir uçlarıyla oynanmaya devam ediliyor. Bu son Alevi ‘açılımı’nın hem
bu tip tahrikçi politikaları hem de
Gezi Direnişi’nin heyecanını nötralize
etmek için planlandığını söyleyenler
haklı mı, değil mi, bekleyip görelim...
Çamlıca Nur Baba
(Bektaşi) Tekkesi Şeyhi Nuri Baba
(Ekrem Işın Koleksiyonu)
kızılbaş - sayfa 13 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Kızılbaş, Alevi, Bektaşi
Yazı içinde geçen Kızılbaş, Alevi ve
Bektaşi terimlerinin tarihçesi hakkında (teolojik tartışmalara girmeden)
kısa bir açıklama yapmayı yararlı görüyorum. Yazılı kaynaklarda ilk olarak Safevi Devleti’nin kurucusu Şah
İsmail’in Divan’ında (örneğin “Yüreği
dağ, bağrı kızıl yakut gibi kan olmadan Kızılbaş olmak kimsenin haddi
değildir” şeklinde) görülen Kızılbaş
terimi Arap tarihçisi Nehrevâli’ye
(ö. 1582) göre Şah İsmail’in babası
Şah Haydar’ın, askerlerine giydirdiği
dokuma yünden (çuha) yapılmış 12
dilimli kırmızı taçtan gelir. Benzer
bilgileri İranlı tarihçi Ahmed elKirmâni (ö. 1610), Osmanlı tarihçisi
Müneccimbaşı Ahmed Dede (ö. 1702)
ile İran ülkesini ziyaret eden seyyahlar ve tüccarlar da tekrarlar.
Kızılbaş teriminin Safevilerden önce
Orta Asya Türkleri arasında ortaya
çıktığını ileri sürenler de vardır ancak
böyle de olsa 16. yüzyıldan itibaren
Kızılbaş terimi Osmanlı ülkesinde
Safevi kökenli Şiilik biçiminin adı
olarak tahkir edici (pejoratif) anlamda kullanılmıştır. Nitekim 1500’lerden 1700’lere kadarki Osmanlı
fetvalarında Kızılbaş terimi ‘dinsiz’
anlamına gelen ‘zındık’, ‘rafizi’, ‘mülhid’ terimleriyle birlikte veya yerine
kullanılmıştır.
İran’da ‘Ali’nin soyundan gelenler’,
Azerbaycan’da ‘Ali’ye tapanlar’ anlamına gelen Alevilik terimi Osmanlı
ülkesinde ancak 19. yüzyıla doğru
çıkmıştır fakat sadece ‘Ali’nin yoluna
saygı duyan, bağlı olan şairleri adlandırmakta kullanılmıştır. Cumhuriyet
döneminin ilk yıllarında da Alevi ya
da Kızılbaş terimleri yerine daha çok
‘mezhep’, ‘tarikat’, ‘Tahtacılar’, ‘Çepniler’, ‘Sufiler’, ‘köy Bektaşileri’ gibi
terimler; Alevi-Kızılbaş geleneğinin
en önemli unsurlarından ‘semah’ için
‘Türk köy dansı’, ‘Türk dini oyunları’,
‘mezhebî oyunlar’, ‘Bektaşi dansı’,
‘sema dansı’ gibi muğlak terimler
kullanılmıştır. Bu arada başta da
belirttiğim gibi Baha Said’in makaleleri yayımlanmıyor, Yakup Kadri’nin
(Karaosmanoğlu)1921’de Akşam gazetesinde tefrika edilen Nur Baba adlı
romanı “Sünni ve Alevi-Bektaşiler
arasında düşmanlığa sebep olacağı”
ve “cephede Ya Allah, ya Ali, Ya Hacı
Bektaş diyerek çarpışan Alevi-Bektaşileri rencide edeceği” gerekçesiyle
Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından
sansür edilmişti. Alevilik teriminin
bir şemsiye kavram olarak kullanımı
1960’lardan sonra oldu.
Cumhuriyet tarihi boyunca Alevilikle
birlikte ele alınan Bektaşilik ise adını
13. yüzyılda yaşadığı sanılan Hacı
Bektaş Veli’den alan Alevi meşrepli bir tarikattır. Kurucusunun Hacı
Bektaş Veli mi yoksa Balım Sultan
(ö.1516) mı olduğu tam bilinmeyen
Bektaşiliğin Babagân ve Çelebiyan
olmak üzere iki kolu vardır. Hacı
Bektaş Veli’nin evli olmadığına inanan Babagân kolu daha çok şehirlerde yaygındır. Hacı Bektaş Veli’nin
Kadıncık Ana ile evli olduğuna ve
ondan Seyyid Ali Sultan adlı bir oğlu
olduğuna inanan Çelebiyân kolu ise
kırsal bölgelerde yaygındır. Bu kol
Kızılbaş-Aleviliğe daha yakındır.
Özet Kaynakça: Baha Sait Bey,
İttihat-Terakki’nin Alevilik Bektaşilik Araştırması, Yayına Hazırlayan:
Nejat Birdoğan, Berfin Yayınları,
1995; Vatan Özgül, “Zekeriya Sertel,
Hatırladıklarım, Remzi Kitabevi,
2000; Türk Sufiliğine Bakışlar, İletişim Yayınları, 1996; Mehmet Bayrak,
Alevilik-Kürdoloji-Türkoloji Yazıları
(1973-2009), Öz-Ge Yayınları, 2009;
Necdet Saraç, Alevilerin Siyasi Tarihi
(1300,1971), Cem Yayınevi, 2011.
Kaynak: Radikal
OKUL MÜDÜRLERİ UYARILDI
Ankara Çankaya Milli Eğitim
Müdürü Saydan, ilçesindeki 256
okul müdürünü toplayıp
"Eylemci öğretmenleri bize
bildirin korursanız size de
soruşturma açılır" dedi.
Anadolu Eğitim Sendikası Genel
Başkanı Sayın GÜVEN:
"Bu toplantı bizi çok şaşırttı.
Okul müdürlerine açıkça
muhbir olmaları ve arkadaşlarını
ihbar etmeleri teklif ediliyor.
Bu emir yasalara aykırı ve
suçtur. Müdürler bu emri
yerine getirmek zorunda değil.
Öğretmenler odası,
eylemci-eylemci değil diye ikiye
mi ayrılacak? Yaşanan
süreç eğitim adına çok üzücü
ve endişe verici."
kızılbaş - sayfa 14 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Alevilerin
Genelkurmay
Dersim belgeleri
Meclis’e verdi
kutsal
mekanına
Genelkurmay Başkanlığı'nın elinde
bulunan 46 bin sayfalık Dersim olaylarına ilişkin belge TBMM'ye teslim
edildi.
yıkım kararı
Alevilerin kutsal mekanına yıkım
kararı
Tunceli'de Aleviler için kutsal kabul
edilen Gola Çetu Parkı için mahkeme
yıkım kararı verdi.
Tunceli'de Munzur ve Pülümür
çaylarının birleştiği noktada yer alan
ve Aleviler için kutsal kabul edilen,
içerisinde yüzlerce ağaç, yeşil alan
bulunan 16 bin 500 metrekarelik Gola
Çetu Parkı için, baraj gölü sahasında
kaldığı gerekçesiyle mahkeme yıkım
kararı verdi. Tunceli Belediyesi de
2 milyon 200 bin lira para cezasına
çarptırıldı.
Tunceli'deki Munzur Çayı üzerinde
kurulan ve yapımına 1994 yılında başlanan Uzunçayır Baraj ve Hidroelektrik Santrali'nin tamamlanmasıyla 2010
yılında su tutulmaya başlandı. Ancak
Tunceli girişinde bulunan Aleviler
için kutsal sayılan bataklık halindeki
Gola Çetu Parkı da barajın su tutma
sahası içinde kaldığı ortaya çıktı.
Tepkiler üzerine 2011 yılında Tunceli
Valiliği'nin girişimiyle Tunceli Belediyesi bu alanın su tutma sahasının
üstünde kalması için dolgu çalışması
yaptı ve burayı park haline getirdi.
Barajı yapan firmanın da desteğiyle
aynı yılın sonunda park tamamlandı.
Su tutma işlemi tamamlanıp baraj
elektrik üretmeye başlarken, DSİ
geçen yıl parkın bulunduğu bölgenin
baraj gölü sahası içinde kaldığı belirterek mahkemeye başvurdu. Asliye
Hukuk Mahkemesi geçen 25 Şubat'ta
parkın kaldırılmasına karar verdi,
belediyeyi de para cezasına mahkum
etti. Mahkemenin gerekçeli kararı
geçen hafta belediyeye tebliğ edildi.
Belediye Başkanı: Halk yıkıma izin
vermez
Tunceli Belediye Başkanı BDP'li
Edibe Şahin mahkemenin kararını
eleştirirken, içerisinde Alevilerin
kutsal mekanı bulunan bu parkın
yıkılmasına Tunceli halkının asla
izin vermeyeceğini söyledi. Yıkım
kararına karşı Yargıtay'da itirazda
bulunduklarını belirten Başkan Şahin,
kararın değişmemesi durumunda
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne
kadar gideceklerini ifade etti.
Bölgenin en büyük parkının yıkılması
kararına çok şaşırdıklarını ve yıkım
kararı ile birlikte belediyeye 2 milyon
200 bin lira para cezasının verildiğini
dile getiren Başkan Şahin, şunları
söyledi:
"Gola Çetu Parkı, hem Dersimlilerin,
hem de bütün Alevilerin kutsal saydığı en önemli mekanlardan biridir.
Halk arasında burası Jara Gola Çetu
ismi olarak anılıyor ve buradaki kutsal
ziyaretin ismini bu parka da verdik.
Dersim bölgesinde yapılan ve yapımı
devam eden birçok HES nedeniyle
birçok kutsal mekanımız sular altında
kalıyor. Uzunçayır Barajı yapıldıktan
sonra ve su tutulmadan Dersimli kadınlar Jara Gola Çetu ziyaretinin sular
altında kalmaması için çok çaba gösterdi ve bizden talepte bulundular. Biz
de ziyaretin sular altında kalmaması
için bu parkı yaparak kutsal alanın sular altında kalmamasını sağladık. Bu
alan çok kötü bir durumdaydı ve biz
belediye olarak yasaların bize verdiği
yetkiler doğrultusunda gerekli bütün
yerlere başvurarak, buranın belediyemize tahsis edilmesini istedik. Gerek
dönemin Tunceli Valisi, gerekse HES
inşaatını yapan firma, bu konuda
bize çok yardımcı oldu. Bizler de bu
parkı yaptık. Sonra hiç anlamadığımız bir şekilde DSİ Genel Müdürlüğü
bu alanın yıkılması için dava açtı ve
mahkeme de yıkım kararı ile birlikte
belediyemize 2 milyon lira para cezası
verdi." Kaynak: DHA
TBMM-TBMM Dilekçe Komisyonu
Başkanı Mehmet Daniş, Dersim
olaylarına ilişkin Genelkurmay
Başkanlığı'ndan bütün belgelerin
geldiğini bildirdi.
Daniş, konuya ilişkin yaptığı açıklamada, Genelkurmay'dan son olarak
komisyona yaklaşık 5 bin sayfa belge
geldiğini, böylece buradan gelen
belge sayısının da yaklaşık 46 bin
sayfaya ulaştığını söyledi.
Dersim'de yaşanan olaylara ilişkin belgelerin tasnifi için değişik
üniversitelerden akademisyenleri bir
çatı altında toplayan bir bilim kurulu
oluşturma çalışmalarının devam
ettiğini ifade eden Daniş, bunun için
Ankara ve Yıldırım Beyazıd üniversiteleri ile görüştüklerini kaydetti.
Daniş, bu çerçevede akademisyenlerin belgeleri tasnif edip inceledikten
sonra, derli toplu hale getireceklerini vurguladı.
Dersim hakkında, Genelkurmay
Baş-kanlığı'ndan gelenler dahil komisyona 140 bin sayfaya yakın belge
ulaştı. Genelkurmay bugüne kadar
yaklaşık 46 bin sayfa belge gönderdi.
BELGELERİN İÇERİĞİ
Dersim hakkında Genelkurmay Başkanlığı'ndan gelen belgelerin içinde
haritalar, özel mektuplar, yazışmalar, istihbarat raporları, değerlendirmeler, günlük raporlar ve asker
sevkıyatına ilişkin belgeler, kaçakların listesi, Dersim'de toplanan
silahlar Seyid Rıza'nın yakalanmasına ilişkin bilgiler, harp cerideleri,
personel durumu, propaganda faaliyetleri, bölgedeki asayiş olayları,
emniyet tedbirleri, Fevzi Çakmak ve
İsmet İnönü 'nün bölgeye ziyareti,
bölücülük ve casusluk faaliyetlerine
ilişkin belgeler yer alıyor.
Kaynak: (aa)
kızılbaş - sayfa 15 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Saim EROĞLU
islamcı kürtlerin
Qızılbaşlık ile imtihanı
Kızılbaş Toplumuna Dair:
Doktor Hikmet Kıvılcımlı, tarihsel devrim
ve politik devrim ayırımı yapar. Doktora
göre tarihsel devrim bir determinizmdir. Yani olacak olandır. (Xızırın takdir
ettiğidir) Tıpkı buharlı makinenin yaptığı
devrim gibi… Şehir nüfusu kır nüfusunun
aleyhinde gelişmek zorundadır. Artık yeni
bir toplum kaçınılmazdır. Sancıları, acıları
ve trajedileri ile…
Bunu niçin anlatıyorum?
Yüz yıllardır yerleşik, merkeziyetçi ve devletli topluma karşı direnen Kızılbaşlar, en
son sığındıkları kuzey Kürdistan’ın Dersim
vilayetinde, biçare, yeni devletli topluma
çözülmek zorunda kalmıştır. İşte tüm
soykırımlara rağmen Dersimin trajedisi
bu çözülmede saklıdır. Bunu görmeyen ve
anlamayan her kes Dersime haksızlık eder.
Dersim Kızılbaş sosyolojisi bu çözülme
öncesi nasıldı?
Osmanlı her ne kadar Hozat’tı merkez
yapsa da, (öncesinde Çemişgezek) Dersim
Kızılbaşları yüzlerce köylerde ve başka türden merkezler kurak yaşarlardı. Bu köylerde hayvancılık yapan Dersimliler, aynı zamanda kar altında kaldıkları 4 ay boyunca
hayvanlarına ot sağlamak zorunda oldukları için diğer 8 ay yayla yayla gezerlerdi.
Bu bir çeşit yarı göçebelik durumudur. Ve
Dersimliler 8 aylık bütün birikimini 4 aylık
kış için yaparlardı. Yani Dersimliler kışları
ya aç geçirirler ya da ucu ucuna geçinirlerdi. Bu durumda Dersimliler için, sermaye
birikimi yapamaz(dı), diyebiliriz. Aşiretler
köylere bölünmüş, her aşiretin içerisinde
bir tür kankardeşlik... Aşiret içerisindeki
hiyeraşi bir devlet yönetimi kuracak kadar
maddi ve manevi birikime sahip değil...
Her köyde bir Kızılbaş ocağı var. Köyler
ve mezralar pir ailelerine bölünmüş ve bir
çeşit özyönetim-doğal hukuk ile varlığını
devam ettirmekteydiler.
Aşiretler arası özyönetim, ocaklar arası
birlik ile bir bizlik oluşturmuştur Dersim
Kızılbaşlığı, bu da Kirmancîya maKirmancîya belekê’dir .
Ancak bu birlik, hem sosyo ekonomik
olarak hem de itiqat açısından merkeziyetçi
yönetimler için problemdir. Misal, Dersim
hiçbir zaman Osmanlı için kar getiren bir
yer olmamıştır. Merkezi bir idare oluştur(a)
mayan Dersimlilerden toplanan vergi, vergi
toplama maliyetini bile karşılamamaktadır.
Hem yaşam biçimi hem de bu biçimin bir
tür üstyapısı olan Kızılbaşlık merkeziyetçi
devletler ve dinler için bir beladır. Merkeziyetçiliğin zaferini ilan ettiği modernite ile
beraber bütün dünyanın güçleri Kızılbaşlığa düşman olmuştur, islamı-müslimi-laiki…
Hem Kürt hem Kızılbaş olmanın bedelini
fazlası ile ödemiş olan Dersim, bu sosyo
ekonomik yapısını 20. YY’da devam ettirebileceğine inanabilen kimse var mıdır?
Tıpkı annelerimizin babalarımıza yenilmesi gibi, Koçerlerin yerleşiklere yenilmesi
gibi, Çingenelerin gaco-geben medeniyete
yenilmesi gibi Kızılbaşlarda yerleşik-medeni-erkek-devletli-mülkiyetçi-gaco-geben’lere yenilecekti.
Bu yenilgi nasıl oldu?
a) İki soykırımdan sonra yenildiler.
b) Tarihsel devrime yenildiler
Kızılbaşlık Sünni-devletçi Müslümanlığa
karşı oldukça dirençlidir. Tarih boyunca
kırımlar görmüş, büyük bir nüfus kırılması
yaşamıştır. Bir kısmı asimile olmuştur.
Ama diğer taraftan da Kızılbaşlık inancını
kristalize etmiştir bu saldırılar. Kızılbaş
sosyo-ekonomisi ve ittiqatının bu kadar
uzun süre direnebilmesinin en önemli
kaynağı bu saldırılardır diye düşünüyorum. Onun için Dersim sosyo-ekonomik
itiqatı, Koçgeri ve Dersim soykırımına
yenilmemiştir. Kızılbaşlar tarihsel devrime
yenilmiştir.
Kemalistler ister Kızılbaşları sevsin, isterse
kırsın hiç fark etmez, annelerimiz nasıl
ki kendi aleyhine de olsa erkek toplumu
içerisine çözüldüyse, Kızılbaşlıkta bu
kaçınılmaz sona 19. YY’da yakalandı. Kemalizm Allahtan nötr bir görüntü içerisindeydi, yani hilafet olsaydı Dersimliler bu
çözülmeyi Sünnilik içerisine yapacaktı ve
trajedisi daha büyük olacaktı diye düşünüyorum. Bu bağlamda Alevilerin Kemalizm
ile kurdukları ilişki bilinçdışı bir ilişkidir
ve bir tür determinasyondur. Annelerimiz
nasıl ki kendi aleyhine de olsa babalarımızı seviyorlarsa, bunun gibi bir şeydir bu.
Bir işbirlikçilik değildir. Bir patoloji de
değildir. Bir çaresizlik-zorunluluk halidir.
Patoloji tedavi ile işbirlikçilik savaşılarak
aşılır. Ancak çaresizlik-zorunluluk olanak
oluşturarak ve mücadele ederek aşılır.
KİM İŞBİRLİKÇİ
Tüm bunları niçin anlattım?
Gezi eylemleri sonrası bir fişleme kampanyası başladı, bizdensin ya da onlardansın.
Türkü, Kürdü, Alevisi, Sünnisi, Çerkezi,
Lazı vs..
Biz dedikleri, Abdulhamitçilik yada İttihatçılık.
Hele Mısır’daki cuntadan sonra İslamcı
Kürtlerin büyük bir çoğunluğu bu kampanyaya katıldı. Hepsi başbakanın ağzından düşürmediği “milli idareyi” ağzına
pelesenk etmişler, dersinki İslamcı değil
demokratlar. Yurttaş dedikleri mezhepdaş,
milli irade dedikleri kafa sayısı. Bir an
Kürt olduklarını unuttular mı ne?
Oğlum bizde TR’de azız haberiniz ola…
Hani Kürdistaniydiniz… Hani tam bağım-
sız Kürdistan diyordunuz unuttunuz mu?
Unuttular bence, basbayağı fabrika ayarlarına doğru gidiyorlar. Hem de hiç bir
uyarıya kulak kabartmadan. Uyaranları
düşmanlaştırarak, dostlukların çiğneyerek,
büyük bir iştahla gidiyorlar.
Gezi eylemlerine destek veren Kürtlerin
hepsine Kemalist diyorlar. Gerekçeleri
ise Başbakanın Kemalizm’i Türkiye’de
gerilettiği ve gezi eylemlerine giden Kürtlerin-Türklerin Başbakana karşı Kemalizm
ile(dolaylı-dolaysız) bir işbirliği içerisinde
olduğudur.
Tabi bu arkadaşlar Kürdistaniler, lakin
Kürdistan’da Abdulhamitçilik ile İttihatçılığın aynı şey olduğunu bilmeyecek kadar
Hamidiyeci (Hamidiye Alayları) bilinçaltına sahipler.
Daha net söyleyeyim.
Gezi eylemlerine destek veren AleviKızılbaş Kürt’lerin Kemalist olduğunu
söylüyorlar. Sadece bir yerden bakarsan
böyle görebilirsin. Hadi buna tamam
diyelim. Sonra başbakana sahip çıkmamızı
istiyorlar. Yani Erdoğan “bave kurdan”
da dememizi istiyorlar. Arkadaş Kürtler
ve Aleviler, Türkiye’de “milli iradeye”
neden saygı göstersinler. Milli irade Türk
ve Sünni’dir. Yurttaş olmadığın bir irade
ile niçin yurttaşmış gibi ilişki kuracaksın.
Ama bizim Kürdistani İslamcılarımız
kendilerini bazen kürdistanın değil Sünni
İslamın bir parçası olarak gördüklerinde
hoppa kendilerini milli irade içerisinde
görüyorlar. Sonra işbirlikçi Hamidiye Alaylarının coşkusu ile racon kesiyorlar.
Kardeşliğin kandıramadığı Bengaller
’i, işbirlikçilik ile kandırıyorlar. Sözde
Kemalizm’e karşı kurulan bu ittifak,
Hamidiye Alayları realitesini güncellemektedir. Geçmişinde Gayri Müslimlere karşı
kurulan bu ittifak, Kürtleri önce Müslüman
olmayanlara karşı kullandı, sonra diğer
Kürtlere karşı (koruculuk) karşı. Bu ilişki
hep işbirlikçilik getirdi.
Sonuç olarak
Kızılbaş Kürtler Kemalizm’e çaresizlikten,
İslamcı Kürtler Abdulhamitçiliğe işbirlikçilikten dolayı yaklaşıyorlar. Birinin ilişkisi
bir çeşit determinizmdir, diğerinin ilişkisi
bir çeşit kişisel menfaattir. Birinin imkân
ve olanak geliştirip aşılması, diğerinin
savaşılarak yok edilmesi gerekiyor. (insan
yok etmek değil anlayış yok etmek)
1“ … Derê Laçî bivêso / Yîvîse mi, gavan o / bira
pêro dê, na qewxa aşîre nîya / Merevê Kirmancî
û zalîmanê Tirkan o. ( yansın Laç Deresi / Yivisim bekçidir / vurun kardeşler, bu aşiret kavgası
değil / Kirmanclarla zalim Türklerin kavgasıdır.)
Mustafa Düzgün, Tayê Lawikê Dersimî, s. 83
2 http://www.cingeneyiz.org/bicige.html ( Ali
Mezarcıoğlu, İki Medeniyet )
3 http://www.ufkumuz.com/22504_
Kurtler%E2%80%99i-kandiran-amaBengaller%E2%80%99i-kandiramayan%E2%80%9CIslam-kardesligi%E2%80%9D.
html (Bu makaleyi yazan İbrahim Sediyani için
oldukça ironik bir durum)
kızılbaş - sayfa 16 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Fethullah Gülen
Almanya'da sobelendi
TANER ADAY
Almanya Sol Partisi Die Linke'nin Federal Meclis'e, ülkede bir çok okulu bulunan
Fethullah Gülen'e ilişkin bir soru önergesi verdi. 17 soruiçeren önergenin gerekçe
bölümünde, ABD nin Pennsiylvania eyaletinde yaşamakta olan Fethullah Gülen,
aşırı tutucu ve türk milliyetçisi olarak tanımlanıyor. Gülen Hareketi'nin almanyada
da okullar açtığı, Berlin'deki “İnterkültürel diyalog forumu” gibi kuruluşlar
aracılığı ile lobi çalışması yaptığı vurgulanıyor.
AHMET ŞIK'A DİKKAT ÇEKİLDİ
1999 yılında ATV de yaptığı konuşmada,
Gülen'in taraftarlarına devlet organlarına
sızma talimatı verdiği, Gülen Hareketi'nin,
Ordu ve iktidar partisi AKP'nin yanı
sıra Türkiye'de “üçüncü güç” olduğu,
Londra'da yayınlanmakta olan 29 Ocak
2009 tarihli “Jane's Defence Weekly Magazin” dergisinin haberine dayanarak
vurgulanıyor. Ayrıca, ABD dedeki “Foreign Policy” de analizler yazan Soner
Çagaptay'ın, Gülen Hareketi üzerine yazdığı, hareketin yargıyı, polis ve istihbaratı
ele geçirerek yeni bir “derin devlet” yapılanmasına gitmek istediği görüşü belirtiliyor. Gülen Hareketi'nin yoğun bir şekilde
illegal dinleme yöntemlerine başvurduğu,
kendilerini eleştirenlerin devlet tarafından
takibedildikleri, Ahmet Şık'ın “İmamın
Ordusu” adlı kitabı nedeniyle hapiste tutulduğu, kitabın
da yasaklandığı vurgulanıyor.
GÜLEN İLE YAPILAN RESMİ TEMASLAR SORULDU
Geçmişte aşırı sağcı Bozkurtlar (Ülkü
Ocakları) ile olan ilişkileri ve onlara mali
destek verdiği belirtilen raporun sonunda, Bağımsız Devletler Topluluğu'ndaki
bazı Gülen okullarının pantürkist propaganda yapmalı nedeniyle kapatıldıkları,
Rus gizli haberalma teşkilatı FSB'nin,eski
istihbaratçı Osman Nuri Gündeş'in açıklamalarına dayanarak Gülen okullarının
CIA hesabına çalışan örgütler olarak görüldükleri söyleniyor. Sol Parti Meclis
Gurubu'nun, Federal Hükümet'ten açıklamasını istedikleri sorulardan bazıları
şöyle:
- Federal Hükümet, Gülen Hareketi üzerine Anayasa'nın korunmasını ilgilendiren
ne gibi bilgilere sahiptir?
- Federal Hükümet, Fethullah Gülen ve
tarftarları tarafından temsil edilen dünya
görüşünün, Alman Anayasası ile hangi
noktalarda uygun olduğunu görmektedir?
- Alman resmi makamları ile Gülen Hareketi ve ona yakın kuruluşlar arasında,
ilişki ve çalışmalar ne derecede gerçekleşmiştir veya sürmektedir?
- Gülen Hareketi'nin ve ona yakın yapılanmaların örgütleri, projeleri ve toplantıları
Federal bütçeden karşılanmıştır? (Lütfen
liste halinde ve miktar belirtilsin)
- Federal Hükümetin bilgilerine göre,
Almanya'da faaliyet gösteren bu örgütler,
kuruluşlar hangileridir?
TÜRKİYE DEVLETİNE NE ORANDA
SIZDILAR?
- Gülen Hareketi'ne yakın Almanca yayın
yapan hangi gazete, dergi, yayınevi, internet sayfası vb. alman hükümeti tarafından
bilinmektedir?
- Kaç olayda Gülen Hareketi'nin veya ona
yakın kuruluşun okulu kapatıldı; ya da öğretim izni iptal edildi?
- Federal Hükümet, Gülen Hareketine ait
olan ve destek olan kaç firma tanımaktadır?
- Gülen Hareketinin almanyada ne kadar
taraftarı vardır?
- Federal Hükümet, Milli Görüş ve Gülen
Hareketi arasındaki ilişkler üzerine ne bilmektedir?
- Fedral Hükümet, Gülen Hareketi'nin
Türkiye'deki devlet organlarına sızması
hakkında ne kadar bilgi sahibidir?
- Federal Hükümet, Gülen Hareketini eleştirdikleri için Türkiye'de kovuşturmaya
uğrayanlar hakkında ne kadar bilgi sahibidir?
- Federal Hükümet'in Gülen Hareketi ve
CİA arasındaki ilişki hakkındaki bilgisi
ne kadardır?
Bu noktaya nasıl gelindi?
Rhein-Ruhr Bildungsverein (Ren-Ruhr
Eğitim derneği) adı altında faaliyet gösteren ve Fethullahçılar'a yakın olduğu söylenen, dernek Duisburg'da kapatılmış bir
okulu özel okul yapmak için dilekçe verdi.
Daha önce, Wuppertal'da açılan bir okulun
yöneticisi olan Orhan Yıldırım ve RheinRuhr Bildungsverein yöneticisi Erol Yüce,
Fethullah Gülen'e yakınlıkları ile tanınmaktaydılar. Orhan Yıldırım'ın idare ettiği
Duisburg'un Kasslerfeld semtindeki derneğin adı “Pangea Bildungszentrum”. Pangea, yani dünyamızdaki kara parçalarının
ayrılmadan önceki son hali. Bu günkü kıtaların oluşmadan önceki hali! Verilmek
istenen ileti: Parçaları birleştirme. İslamın
asıl hedefi! Düsseldorf hükümet sözcüsü
Jennifer Spitzner, daha önce “Bu okulların
arkasında kim olduğunu biliyoruz” demişti. Protestan Kilisesinden Friedmann Eissler de, bu “Eğitim kurumarının arkasında
Fethullah Gülen'in durduğunu söyledi.
Bütün bu tartışma ve uyarılara rağmen,
Anayasayı Koruma Örgütü bu görüşlere
katılmıyor! Onlara göre bu bir İslamist değil; İslami bir harekettir. Bu nedenle Gü-
len Hareketi şu sıralar gözlenmemektedir.
Son yılların gözde İslambilimcisi Lamya
Kaddor ise, “Bunların islamiyat açısından
nereye konulacağı bilinmemektedir” diyor. Fethullah'ın Almanya'da 12 okulu var.
Duisburg'da açılacak olan, Aşağı Ren deki
ilk okul olacaktı. Olacaktı çünkü, WAZ te
yayınlanan Sinan Sat imzalı yazıda, Eğitim Müfettişliği okulun müdürlüğünü yapacak olan şahsın belgelerini yeterli bulmayıp ve reddettiği bildirildi.
İSLAMBİLİMCİLER BİLE ELEŞTİRİYOR
Tüm bu girişimler paralel olarak, çeşitli
okullarda tek tek öğrencilerin gösterileri
duyulmakta. Gene Duisburg'da Landfermann Lisesi'nde bir grup öğrenci, okul kitaplığında toplu namaz kılmaya başladılar.
Birçok şehirde, okul yönetiminden “ibadet
odası” isteme girişimleri yapılmaktadır.
En sonuncusu Berlin'de 16 yaşındaki Yunus M. ve arkadaşlarının okul koridorunda
namaz kılmak istemesi. Okul müdürünün
engel olması üzerine mahkemeye başvuran Yunus.M ve ailesi, 2008 yılında İdari
Mahkeme tarafından haklı bulundu. Teneffüslerde kullanılmayan
bilgisayar odası, okul idaresi tarafından
namaza açıldı! Ama bu karar, okullarda
esas olarak ibadethane açılabilir anlamına gelmiyor. Olanaklar elverdiği takdirde,
ibadet etmek isteyen öğrencilerin bu isteklerine uygun yer gösterilir şeklinde bir uygulama. Kuzey Ren Eğitim Bakanı
“Öğrencilerin ders aralarında ibadet etmeleri, okullarımızda dinler arası karşılıklı
saygı ortamını güçlendirecektir” derken,
İslambilimci Lamya Kaddor bu kararın
“yavan bir tad” verdiği görüşünde.
MENDERES
SURİYE'YE
KORE'YE,
CEMAAT
Fethullah Gülen, 'bütün evreni bir yapma
amacı'na uygun her adımı mübah görmektedir. Şimdilik ABD'nin işine de öyle
geldiğinden çalışmaları daha da hızlandı.
Pangea adının seçilmesi bir tesadüf değil.
Suriye ile “aramızın “ açılmasından sonra
ABD, Türkiye'nin “önderliğini” övmeye
başladı. Tesadüf bu ya, Gülen de bir fetva yayınlayarak. En ırkçı yanını ortaya
koydu. Ehl-i Beyt sevgisi nasıl ifade edilmelidir başlıklı vaazında “Anadolu insanı
neye inanmışsa onda samimidir. Milletimizin Hz.Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin,
Hz. Fatıma ve ehl-i beyt sevgisi Perslerden
çok daha kuvvetli ve samimidir. Bu milletin genlerinde, karakterinde böyle bir
samimiyet vardır.“ Gözümüz aydın olsun!
Gülen hazretleri genlerimizin temizliğini
ilan etti. Şimdi bu temiz genli insanlar,
kirli ve bozuk genli Suriye'li, İranlı artık
önüne ne çıkarsa tepeleyip, dünyamıza
yeni bir düzen getirecektir!
Said Nursi ve Cemaleddin Afgani'nin hayalleri, ABD yardımları ile, nasıl komünist, solcu, sosyal-demokrat, alevi, önüne
kim çıkarsa onu yoketme eylemine dönüştü? Menderes Kore'ye göndermişti, bunlar
komşularından başlayacaklar!!!
kızılbaş - sayfa 17 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Aleviler ve
AKP'nin
Yolları
Asla Kesişmez!
Erdal Yıldırım
27 Mayıs gecesi Taksim Gezi Parkı içindeki ağaçların kesilmesini önlemek ve
Gezi parkını holdinglere peşkeş çeken
iktidarın uygulamalarına karşı başlayan
direniş, güvenlik güçlerinin 31 Mayıs
sabahı vahşice saldırısı, sonucu kısa sürede yurtiçinde ve yurtdışında yaşayan
vatandaşlarımız tarafından da eylemlerle, yürüyüş ve mitinglerle desteklendi. Hatta başka ülke direnişleri için de
ilham verici bir mücadele sürecine dönüştü.
Yaklaşık 1 aydan bu yana ülkenin her
yanında bir çığ tanesi gibi büyüyerek;
bir özgürlük ateşi misali değdiği her yeri
kavurarak yayılan bu görkemli direniş,
dayanışma, kardeşlik ve özgürlük taleplerinin haykırılmasının yanında, önemli
dersleri ve çeşitli acıları, hüzünleri de
beraberinde getirdi.
Bu direnişlerde önce Hatay’da polisler
veya güvenlik güçleri denilen birileri
tarafından kameraların, görgü tanıklarının olmadığı bir kuytulukta dövülen, aldığı darbeler sonucu Abdullah Cömert’i,
ardından İstanbul 1 Mayıs Mahallesinde kitlenin üzerine sürülen otomobilin yaraladığı Mehmet Ayvalıtaş’ı ve
Ankara’da yiğit devrimci genç Ethem
Sarısülük’ü yitirdik. Ayrıca yine bu süreçte kimyasal gaz sonucu öldüğünden
şüphe edilen 2 kişi daha var.
Yüzbinlerin, milyonların öf kesinin
hergün bir önceki güne göre artıp güçlenerek iktidara yöneldiği – yöneltildiği yoğun geçen direniş eylemlilikleri
“duran adam”, “park ve alanlarda forumlar” vb protesto şekilleriyle devam
ediyor. İktidar da bu süreçte kendisine
yöneltilmiş bunca tepkiyi çeşitli manevralar yapmak suretiyle bertaraf etmeyi,
bununla hem süreci soğutmayı, hem de
mevcut direniş ve dayanışmayı sekteye
uğratmayı hedefliyor. Bunu gerçekleş-
işbirliğinden vazgeçmeyen, Demirel’in
ve Fethullah Gülen’in has adamı meşhur
düşkün İzzettin Doğan ile bir Alevi Açılımı kandırmacasını daha uygulamaya
çalışıyor.
tirmek için de büyük bir manipülasyon,
tehdit ve sindirme faaliyetlerini aralıksız sürdürüyor.
Öncelikle ülke içinde hak arama talebi olan, demokratik taleplerini ortaya
koyan ve bunu yaparken de barışçıl eylemlilikler seçen çevrecilere, gençliğe,
özgürlük sevdalılarına karşı çok sert ve
aşırı derecede tahammülsüzlük gösteriyor. Bunun için de yoğun bir “cadı avı”
başlatarak onlarca kişiyi, yasadığı örgüt
üyesi, halkı devlete, hükümete karşı direnişe çağırdığı ve Gezi Direnişi eylemlerine katıldığı gerekçeleriyle gözaltına
alıyor, birçoğunu tutukluyor. Bunu yaparken de, her türlü insan hakkı ihlallerini işlemekten geri kalmıyor.
10 yılı aşkın süre iktidardaki uygulamalarıyla bir yandan temel hak ve özgürlükleri daraltıyor; adalet, yargı ve yürütmeyi, medyayı tahakkümü altına alıyor;
ekonomik yapılara yaşam hakkı tanımıyor. Diğer yandan da sosyal, kültürel,
inanç ve etnik farklılıkları ötekileştiren,
doğa, çevre ve de inanç düşmanı bir fotoğraf sergileyen AKP iktidarı takiyyeci
manevralarına da devam ediyor.
Bu manevralardan birisi de 2009 yılında başlattığı “Alevi açılımı” yalanıdır.
Epeyce bir süre kamuoyunu ve Alevilerin de bir kısmını oyalayan, Kürt, Ermeni, Roman açılımlarında olduğu gibi,
ancak hiçbirinde bir tek samimi adım atmayan AKP hükümeti, bu dört yıllık süreçte Alevilerle, Alevilikle ilgili tek bir
olumlu adım da atmadı. Aksine çeşitli
uygulamalarıyla mevcut Alevi düşmanlığını perçinlemiş de oldu. Ve bu düşmanca yaklaşımlarına rağmen şimdilerde kamuoyunun dikkatini başka yönlere
çekmek için aynı takiyeci yöntemlere
başvurmayı sürdürüyor. Daha önceleri
yanına aldığı çeşitli işbirlikçi, ihanetçi,
rantçı ve devşirme kişiler yerine bu sefer de, babası da dahil, yaşamı boyunca
sisteme, devlete hizmet eden, sağcılarla
Yeni “açılıma” göre Alevilerin Cemevlerine “ibadethane” değil, alay edercesine “kültür merkezi” statüsü vereceği
konuşuluyor. Nevşehir Üniversitesinin
isminin Hacı Bektaş Veli Üniversitesi,
Tunceli Üniversitesinin adının da Pir
Sultan Abdal Üniversitesi yapılabileceği şeklinde bilgiler kamuoyuna fısıldanıyor. Bir de utanmadan, 33 canımızın
yakılarak öldürüldüğü Madımak Otelini “Bilim Kültür Merkezi” yaptıklarını
söylüyorlar.
Bir kez daha açıkça görülüyor ki, AKP
ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile
zihniyeti takiyelere, yalanlara, oyalamalara devam ediyor ve asla da değişeceğe
benzemiyor. Zira daha birkaç gün önce
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile birlikte İstanbul’a yapılacak 3.Köprüye 40
bin Aleviyi katleden katil Yavuz Sultan
Selim ismini verdiler. Aynı zihniyet Yavuz Selim ile işbirliği yapan ve Alevileri
katleden İdris-i Bitlisi’nin ismini de Bomonti Tepesine vermek için girişimlerini sürdürüyor.
Başbakan ve temsil ettiği zihniyetin
yaptığı bunlarla da sınırlı değil ki.. O,
kendi söylemiyle genelde dindar ve kindar bir misyonu temsil ediyor ve sadece
o misyonun başbakanı gibi davranıyor.
Kimi zaman o kindar ve dindar kimseleri ellerinde palalar, kılıçlar, sopalarla,
güvenlik güçlerinin yanında kitlelere
saldırtmaktan geri kalmadı…
Özelde de tüm yanıltma çabalarına rağmen Alevilere ve Aleviliğe düşmanlıktan bir gün bile geri durmadı. Bu
düşmanlıkla ilgili bazı örneklemeleri
sıralayalım…
Sayın Başbakan, sen Alevilerin ve Aleviliğin tüm değerlerine saldıracaksın.
Sen, Alevilerin ibadethanesi Cemevi
için “ucube” diyeceksin.
Sen, Alevi çocukları için adeta işkenceyle eşdeğer olan Zorunlu Din Dersini
AİHM kararına rağmen sürdüreceksin.
Sen, 33 kişinin yakılarak katledildiği
Madımak’ın Utanç Müzesi olmasını engelleyeceksin. Madımak katillerini ko-
kızılbaş - sayfa 18 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ruyacak, kollayacak, iş sahibi yapacak
ve savunacaksın…
Ve Sivas davasını zaman aşımına uğratıp, karar için de “millete hayırlı olsun”
diyeceksin.
Sen, Alevilerin namusu da, canı da, malı
da helaldir diyen Ebu Suud’u göklere çıkaracak, yetmezmiş gibi Aleviliği seçim
meydanlarında aşağılayarak defalarca
yuhalatacaksın.
Sen, sözde Dersim’den özür dileyecek,
ama öte yandan Alevi ziyaretlerini,
dergâhlarını HES’lerle, barajlarla sular
altında bırakacaksın.
Sen, Sincan’da, Kazlıçeşme’de meydanda aldığın %50 oyu öne sürerek “milli
iradeyi” tekeline alacak ve demokratik
hak ve talepleri için barışçıl eylemleri
seçen kitleleri tehdit edecek, sonra da
bağnaz, yobaz, dindar ve kindar bir kısım serserini sokağa salacaksın.
Ardından da kalkıp “ben diktatör değilim” ve “Alevi Açılımı yapıyorum”,
diyeceksin. “Kürt Açılımı” ve “Kürtlerle barış yapıyorum” diyeceksin,
ama Dersim’e ve diğer kentlere yüzlerce
“kalekol” yapacaksın. Barış isteyenlerin üzerine de ateş açılacak ve Medeni
Yıldırım adlı genci ölümüne de sebep
olacaksın.
Sayın Başbakan bilmelisin ki, biz Aleviler senin asimilasyoncu, inkarcı ve
imhacı Emevi zihniyetin aynı kaldıkça, yüreklerimizde, bilincimizde yaşayan önderlerimizin, Alevi Ulularımızın
isimlerini bir yerlere versen de yine de
hiç birşeyin değişmeyeceğini biliyoruz
artık. Boşuna çabalama…
Biz Aleviler, Aleviliğin ve sorunlarının
bir “demokrasi sorunu” olduğunu da
biliyoruz. Ülkemiz demokratikleşmedikçe, demokratik bir anayasa yapılmadıkça, toplumsal barış sağlanmadıkça,
ekonomik, sınıfsal, cinsel baskılar sürdürüldükçe, tek başına Alevi sorununun
da ya da tek başına herhangi bir sorunun
çözülmeyeceğinin de bilincindeyiz.
Ve son sözümüz de şudur: AKP zihniyeti, yani sizin ve dava arkadaşlarınızın
zihniyeti ile Aleviler – Alevilik, asla
birleşemeyecek - buluşamayacak iki paralel çizgi gibidir. 2 Temmuza az kala,
Madımak’ta yitirdiklerimize buradan
söz veriyoruz ki, sistemle yüzleşmedikçe, hesaplaşmadıkça, AKP, Başbakan ve
dava arkadaşlarının temsil ettiği asimilasyoncu, inkarcı, yok sayan, ötekileştirici zihniyetiyle Alevilerin ve Aleviliğin
yollarının kesişmesi tarih boyunca da
asla mümkün olmayacaktır..
İzmir Barosu ve Avrupa Avukatlar Birliği
üyesi Avukat Hüseyin Durdu, Tayyip
hakkında suç duyurusunda bulundu.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na
iletilmek üzere İzmir Cumhuriyet
Başsavcılığı’na suç duyurusu dilekçesini
veren İzmir Barosu ve Avrupa Avukatlar
Birliği üyesi Avukat Hüseyin Durdu,
Başbakan Erdoğan’ın cezalandırılmasını
istedi. Durdu, Başbakan Erdoğan’ın,
Osmanlı Arşivleri binasının açılışında
yaptığı konuşmada, “Taksim’de üç proje
var. Doğa, tarih ve trafiğin tamamen
yerin altına indirilmesi. Taksim’e cami
de yapacağız. Bunun iznini CHP Genel
Başkanı’ndan ya da bu birkaç çapulcudan alacak değilim” diyerek halkı
aşağıladığını, kin ve düşmanlığı tahrik
ettiğini öne sürdü. Başbakan Erdoğan’ın,
Fas ziyareti öncesinde havalimanında
yaptığı basın toplantısı sırasında, “Şu
anda evlerinde bizim zorla tuttuğumuz,
bu ülkenin en az yüzde 50’si var. Biz
onlara 'aman sabırlı olun sakın bu oyuna
gelmeyin' diyoruz” sözleriyle halkı
böldüğünü, kin, düşmanlık, korku ve
panik yarattığını ileri sürdü.
Başbakan’ın sözlerinden güç alan
güvenlik güçlerinin, partinin elemanı
gibi davrandığını öne süren Hüseyin
Durdu, halka karşı orantısız güç
kullanıldığını, ölenlerin, gözlerini kaybedenlerin, vücutlarının çeşitli yerlerinden yaralananların olduğunu dile getirdi.
On sayfadan oluşan gazete haberlerini, konuya ilişkin temin edilebilen
konuşmalara ilişkin CD’leri de delil
olarak sunan Avukat Durdu, Başbakan
Erdoğan’ın 'halkı kin ve düşmanlığı tah-
rik ve aşağılama', 'halk arasında korku
ve panik yaratmak amacıyla tehdit',
'kasten adam öldürmeyi azmettirmek'
ve 'kasten yaralamaya azmettirmek'ten
cezalandırılmasını talep etti. Hakkında
soruşturma açılabilmesi için, fezleke
hazırlanarak TBMM’den izin talep
edilmesini istedi.
Suç duyurusunda bulunmasıyla
ilgili açıklama yapan Avukat Hüseyin
Durdu, “Umarım İstanbul Cumhuriyet
Başsavcılığı tüm bu savları, belgelerini ve kanıtlarını toplar ve sağlıklı bir
değerlendirme yaparak, Recep Tayyip
Erdoğan’ın başbakan olması nedeniyle fezleke hazırlayarak, TBMM’den
soruşturma açılması için izin ister” diye
konuştu.
Sözcü / Vatan
BUNLAR MI EJNEMiLER?!.
kızılbaş - sayfa 19 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
AKP'NİN
ZORUNLU
'A LEVİ
AÇILIMI'
Ferhat Aktaş
İktidarı elinde tutan düzen İslamcı hareket AKP yeniden ‘Alevi Açılımı’ adı
verilen bir dizi adımı atmaya hazırlanıyor. Başından beri sorunlu olagelen ve
şimdilerde politik çelişkilerin ötesinde
düşünsel kopuş- taban tabana zıtlık aşamasına gelen Aleviler ile AKP ilişkisi,
iç ve dış dinamiklerinde sonucu olarak zorunlu yasal düzenlemelere konu
ediliyor. Mevcut politik hamle esneme
babında tavizler içeriyor gözükse de sahiplerinin zihinsel- maddi zemini göz
önüne getirildiğinde ‘iç tehlike odağını
tasfiye’ niyetlerinden kopuk ele alınamaz. ‘Osmanlıda oyun çoktur’ dedirten
tarihsellik günümüz neo-İslamcıları
içinde geçerlidir.
Hükümet kaynaklarından geçen bilgilere göre önümüzdeki günlerde açıklanacak paket üzerinde taslak çalışmasının yürütüldüğü, çalışmanın Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan tarafından koordine edildiği ve sıkıntı yaratan sorun
başlıklarının çözümü doğrultusunda
alınacak kararların hayata geçirileceği
tarih başlangıcının netleştirileceği ifade
ediliyor. Hükümetin gündemine aldığı
pakette Alevilere ilişkin şunlar var:
-Hacı Bektaş-ı Veli veya Pir Sultan Abdal adı altında üniversite kurulacak.
-İnanç ve Kültür Vakıfları yasa taslağı
hazırlanacak
-Cemevleri bu vakıflara bağlı olarak
inanç ve kültür merkezi olarak hizmet
verecek.
-Devlet bütçesinden cemevlerine yardım yapılacak
-Belediyeler cemevleri için ücretsiz arsa
tahsis edecek
-Cemevlerinin 'tekke ve zaviye' sayılmaması için Tekke ve Zaviyelerin
Kapatılmasını öngören 677 sayılı yasa
kapsamı dışında tutulacak.
-Alevi dedelerine yönelik Çorum Hitit
Üniversitesi Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi'nin desteği ile altı aylık se
minerler düzenlenecek. Bu seminerlere
katılacak Alevi dedelerine 'İnanç Önderi' sertifikası verilecek. Alevi dergahlarının temsilcilerinin de eğitmen olarak
görev yapacağı seminerlere katılıp sertifika alan dedeler, 'İnanç Önderi' olarak cemevlerine atanıp, kamudan maaş
alacaklar.
Maddelerden anlaşıldığı üzere tipik asimilasyoncu yaklaşım 'açılıma' rengini
veriyor. Alevilere rağmen Aleviliği tanımlama, göstermelik adlandırmalarla
göz boyama ve devletin Alevisini yaratma anlamında dedelere maaş oyunu
devreye girecek.
İnanç esaslarına göre yola ikrar veren
dedenin devletin maaş ve sertifikasına ihtiyacı yoktur. Geçmişten bugüne
pir-talip ilişkisi çerçevesinde “El ele el
Hakka” kuralına göre hakullah vererek
talipler bu hassasiyeti diri tutmuştur.
Alevi dedesinin 'devlet memuru' olması üstlendiği misyona aykırıdır. Onurlu, yola hizmet eden hiç bir dede- talip
bunu kabul etmez.
AKP, Alevilerin ibadethanesi Cemevini
tanımamakta diretiyor. Başbakan R.T.
Erdoğan'ın ''cümbüş evi-ucube'' diyerek
kendi dar düşün dünyasına göre aşağıladığı Cemevleri olgusu son açılım
paketinde yine ibadethane olarak kabul
görmüyor. Kültürel-folklorik öğe derekesine indirgenerek, kültür merkezi
sıfatlandırması ile lastik misali nereye
çeksen oraya gidecek kalıba sokuluyor.
Tekerleme halinde sürekli vurguladıkları 'Tekke ve Zaviyelerin Kapatılmasını öngören 677 sayılı yasa'yı gerekçe
gösteren yöneten sınıflar, Sünni-Hanefi
cemaatlere her türlü desteği ve kolaylığı sağlarken, 20 Milyon Alevinin inanç
kimliğini yok sayması mevcut yasanın
sadece Aleviler mevzu bahis olunca
gündeme getirilmesini koşulluyor. Paradoksal anlamda düzen İslamcıları
bile bir anda 'laiklik ilkesini' hatırlıyor.
Oysa malum yasada (677 sayılı yasa
Alevi inancını yasaklı hale getirmesine,
dergâh sistematiğine darbe vurmasına
rağmen 30 Kasım 1925 koşullarında
Cemevi olgusu bugün ki şekliyle gündemde yoktu) Cemevi ibaresi geçmiyor. Aleviler bize ne yasadan diyebilir.
Türkiye Cumhuriyetinin kâğıt üzerinde
kalan 'laiklik ilkesini' işgüzarca kullanan yönetici sınıfların söylemleri ölçüt
alınamaz. Yamalı bohçaya çevrilen
'laiklik ilkeleri' kelimenin gerçek anlamında verilecek laiklik mücadelesiyle
değişecektir. Laik olan ülkede diyanet
gibi çarpık bir dinsel sömürü kurumu
olmayacak, 130 bin imam-din görevlisi
kamu bütçesinden maaş almayacaktır.
Pakette Hacı Bektaş-i Veli ve Pir Sultan
Abdal isimlerinin kurulacak Üniversitelere verilmesine lütuf havası veriliyor.
Sanki Alevilerin AKP'den böyle bir
talebi varda hükümette bu talebe yeşil
ışık yakmış gibi. Mevcut eğitim sistemi
değişmeden, İlahiyat fakülteleri minimalize edilmeden Alevi yol ulularının
isimlerinin gerici-şoven-bilim karşıtı
eğitim kurumlarına verilmesi etik değerlerle örtüşmez. AKP hükümeti palyatif adımlarla kimseyi kandıramaz. 20
milyon Alevi Kızılbaşın bakış açısını
bildiği halde İstanbul boğazına yapılacak 3. köprü projesine Yavuz Sultan
Selim köprüsü adını veren hükümetten
aklıselim yaklaşım beklenmiyor. Kimi
dostların ifade ettiği; ''bu ülkenin Yavuz Selim'e değil, aklıselime ihtiyacı
var'' beklentisinin AKP'de karşılığı bulunmuyor.
Hatırlatma babında Alevilerin ortak taleplerini bir kez daha sıralamamız gerekirse kısa ve öz olarak şöyle vurgulayabiliriz:
-Zorunlu Din Derslerinin kaldırılması
-Diyanet kurumunun lağvedilmesi
-Cemevlerine ibadethane statü tanınması
-Madımak Otelinin müzeye çevrilmesi
-Hacı Bektaş Dergâhının Alevilere geri
verilmesi
-Alevi köylerine Cami yapımının durdurulması
-Alevi- Kızılbaşlara karşı işlenmiş suçların faillerinin yargılanması, maddi ve
manevi zararların karşılanması, Cumhurbaşkanı düzeyinde özür dilenmesi
AKP'nin, birincisi 3- 4 Haziran 2009
tarihinde başlayan ‘alevi çalıştayı’ başlıklı orta oyununun senaryosu kısa süre
içinde alıcı bulamadığı için rafa kaldırılmıştı. Şimdi tekrardan raftan indirilerek sahneye konulacak. Oltaya gelen
kızılbaş - sayfa 20 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
bazı 'çakma örgütler' üzerinden rol dağıtımı yapılacak. Alevileri sevmediğini
fırsat buldukça dillendiren Başbakan ve
Bakanlar Kurulu zorunluluktan ötürü
istemeden de olsa sahneyi düzenlemek
durumda kaldı. Neden mi? Cevabı bir
dizi gelişmede saklı…
Daha sonraki yazılarımızda değinmek
kaydıyla şimdilik üç başlıklı sorununa
gönderme yaparak 'neden-sonuç' ilişkisine dikkat çekelim. AKP, amaç edindiği Alevi tasfiyesi projesinden geri adım
atmadan dolambaçlı güzergâhlardan
geçerek yol alacak. Buna mecbur kaldı.
Üstlendiği Neo-liberal İslam modelinin
krizi derinleşerek büyüyor. Mezhep
eksenli işgal-çatışmacı bölge politikası
sonuç vermiyor. Bölgesel yayılım çizgisi Suriye özgülünde çıkmaza girerken,
Türkiye'nin mezhepsel fay hatlarında
kırılma yarattı. Alevi- Şia düşmanlığı
hükümetin izlediği politikanın ürünü
olarak doğallığında ciddi sonuçlar doğuracak karşı tepkiye dönüştü. Kırıldı-kırılacak denilen ilişki son dönemde
açığa çıkan toplumsal hareketlenmenin
temel dinamiklerinden biri haline geldi. Kendilerini AKP hükümetinin yönettiği ülkede tehlikede gören Aleviler
gelinen aşamada AKP'ye karşı eylemli
duruşunu her fırsatta sokağa yansıtacak. Bu sefer yalnız değiller. Toplumun
farklı kesimleri de AKP'ye hayır diyor.
İşte vizyonu bozulan ve meşruiyet krize
giren hükümet yaşadığı krizin etkilerini azaltmak, dağılan imajını toparlamak
için 'açılım' siyasetine mecbur sarılmak
durumunda kaldı.
Neden AKP ikinci 'alevi açılımı' yapıyor diye sorguladığımızda özetin özeti
olarak şu üç başlıkta düğümleniyor her
şey.
I- Mezhep eksenli ayrıştırıcı-çatışmacı
bölge siyasetinin iflası
II- Kürt sorunu bağlamında yeni dönem
siyasetine dönük halkın haklı güvensizliği
III- Gezi direnişi ile birlikte yaygınlaşan muhalefetin varlığı
İnanç değerlerine sıkı sıkıya bağlı her
Alevi Kızılbaş yol uluları Pir Sultan
Abdal'ın vasiyet anlamı taşıyan şu sözünü unutmaz ve zalimlerle uzlaşmaz.
''Koyun beni hak aşkına yanayım, yolumdan dönüp, mahrum mu kalayım?
Dönen dönsün, ben dönmezem yolumdan.''
Kaynak:
http://www.insanhaber.com /akpninzorunlu-alevi-acilimi-makale,107.html
Alevi Federasyonu: 'Sivas katliamını
bizzat Kemalist Cumhuriyet yaptı...'
[Sesonline] Demokratik Alevi Federasyonu (FEDA) 1993 yılında gerçekleşen
Sivas Katliamı'nın 20. yıldönümü vesilesiyle biraçıklama yaparak "katliamın
bizzat planlayıcısı ve uygulayıcısının
Kemalist Cumhuriyetin kendisi" olduğuna dikkat çekti. FEDA, 'Sivas katliamı' olarak tarihe geçen olayın "insanlığa karşı islenmiş bir suç" olarak kabul
edilmesini ve Türkiye'nin özür dilemesi gerektiğini ifade etti. ANF'nin haberine göre, yazılı bir açıklama yapan
FEDA, Sivas Katliamı'nın ne bir ilk ne
de son olduğuna dikkat çektiği açıklamasında, katliamın daha önceden planlanmış olduğunu kaydederek; "Pir Sultan Abdal Senlikleri'nden haftalar önce
yerel medya kışkırtıcı yayınlarla halkı
galeyana getirme işlevi görmüştür. Yerel yetkililer de birer militan gibi çalışmıştır. Sekiz saat süren bir olayda 33
aydın ve 2 otel görevlisi yanarak can
vermiştir" dedi. "3. Boğaz Köprüsü'ne
Yavuz Sultan Selim isminin verilmesi
ve kapıların işaretlenmesi gibi Alevilere yönelik artan saldıra ilişkin kaygılarını" ifade eden FEDA, açıklamasında
şu görüşlere yer verdi:
Bazı Alevi örgütlerinin hâlâ bu katliamı bir devlet organizasyonu olarak açık
bir şekilde ifade etmediği eleştirisinde
bulunan FEDA, şöyle dedi:
"Sürekli katilin etrafında dönen bir dil
kullanılmaktadır. Sınırları son derece
belirsiz bir şekilde kullanılan 'yobazlar' kavramının arkasına sığınılarak
katliam tarif edilmeye çalışılmaktadır. Bu kavramın son derece sorunlu
tarzda kullanılması nedeniyle Alevi
toplumundan katliamın asıl failleri
gizlenmekte, hem de vicdanlı Sünni
kardeşlerimiz incitilmektedir.
Buradan açıkça belirtmek isteriz ki,
diğer Alevi katliamlarında olduğu gibi
Sivas katliamının da failleri Sünni kardeşlerimiz olmadığı gibi, dini siyasete
alet eden 'siyasal İslam' da değildir. Siyasal İslam, Türkiye'de devletin kucağında beslenip büyütülmüştür ve asla
devletten izinsiz adım atmamıştır. Bağımsız hareket etme yeteneği yoktur.
Yeri gelmiş Alevilere karşı kullanılmış, yeri gelmiş Hizbullah örneğinde
olduğu gibi Kürtlere karşı kullanılmıştır. Siyasal İslam'ın bu katliamdaki rolü
tetikçilikle sınırlıdır. Kullanılmışlardır. Bu katliamın bizzat planlayıcısı ve
uygulayıcısı Kemalist Cumhuriyet'in
kendisidir..."
"Bazı Alevi örgütleri, yargının AKP
kontrolünde olmasından hareketle davanın zaman aşımından düşmesini
hâklı olarak eleştirirken, kuru kuruya
bir 'AKP karşıtlığı'nın sığlığına düşmektedirler ve sorunun sistem sorunu
olduğunu görmeden, sistemin kurucusu kemalizme sarılmaktadırlar. Bu
canlara, yargının sadece 2007'den bu
yana AKP kontrolünde olduğunu hatırlatmak isteriz. Daha öncesi yargının
Kemalistlerin elinde olduğu biliniyor.
İstese 'Kemalist yargı' katliamın faillerini pekâlâ cezalandırabilirdi. Ayrıca
diğer Alevi katliamlarının da üzerini
örtenin aynı yargı olduğunu unutmamak gerekir. Bu durum, ölümü görüp
sıtmaya razı olma anlayışıdır ve yeni
Sivaslara kapı aralamaktadır.
» 1. Bu katliam unutulmamalı, üzeri
örtülmemelidir. Devlet katliamı "insanlığa karşı islenmiş bir suç" olarak
kabul edip özür dilemeli, dava dosyası
yeniden açılmalı, dönemin devlet yetkilileri yargı önüne çıkarılmalıdır.
» 2. Katliamın yaşandığı Madımak
Oteli "Utanç Müzesi" yapılmadır. Devlet, Sivas'ı unutturma çabasından vazgeçirtilmelidir.
» 3. Katliamı gerçekleştiren güruhtan
iki kişi, katliam esnasında kazara yaşamını yitirmiştir. Devlet yaptırdığı anıta
yanan 35 can ile birlikte olayın failleri
olan bu kişilerin de adlarını yazdırmıştır. Mağdurlar ile katilleri eş gören bu
anlayış terk edilmeli ve bu iki kişinin
adları anıttan çıkarılmalıdır.
» 4. Katliamın mağdurlarına maddi ve
manevi tazminat ödenmelidir.
Bunlar yapıldığı takdirde, acılı Alevi
toplumunun yaraları elbette kapanmış
olmayacaktır ama hiç olmazsa yaralarımızın acısı birazcık olsun hafifleyecektir. Bu duygularla diri diri yakılarak can vermiş 35 canımızı bir kez
daha anıyor ve anılarına sahip çıkmanın bütün Alevi canlarımızın boynunun borcu olduğunu yineliyoruz."
kızılbaş - sayfa 21 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
“Bir zamanlar mazlum olmak,
zalimleşmemizi ya da zalimin yanında
yer almamızı gerektirmiyor!”
Müslüman aydınlar ve gençler, Gezi
Parkı için bildiri yayınladılar. Bildiride Gezi Parkı eylemlerine destek verildi, Müslümanlar, takındıkları tavır dolayısıyla eleştirildi, AKP hükümetinin
yaptığı yanlışların farkında olunduğu
ve bunlardan uzak durulduğu ifade
edildi. 14 Haziran 2013
Emek ve Adalet Platformu’nun çağrısıyla, 13 Haziran 2013 Perşembe akşamı saat 7′de Vefa’da Mazlum-Der İstanbul Şubesi’nde kamuya açık olarak
gerçekleştirilen istişareden çıkan sonuç metni ve imzacılar aşağıdaki gibidir. İmzacılar listesi, alınacak teyitler
doğrultusunda güncellenecektir.
Taksim Gezi Parkı’nı dönüştürme,
AVM’yle, otelle doldurma yönündeki
niyetin şehri rant alanı olarak düşünmekten kaynaklandığını biliyoruz.
Dönüştürülen her kentsel alanda paranın gücüne dayanan belki biraz muhafazakar, biraz modern ama yeni ve seçkin yaşam kültürlerine yer açılmaya
çalışıldığını da görüyoruz. Ayazma’da,
Sulukule’de ya da Tarlabaşı ve Taksim’deki kentsel dönüşümün, şehrin
yoksullarının ve diğer sakinlerinin yaşamında iyileştirici hiçbir etkisi olmadığı gibi onları sadece öfkelendirdiğine şahit oluyoruz.
Bu değişimin zorbalığına muhalefet
edenler daha önce yalnızlaştırılmıştı. Gezi Parkı’nda sesi daha gür çıkan
ve sahiplenilen bir muhalefet ortaya
çıktığında ise bu başarılamadı. Şehrin
merkezinde bulunan, şimdiye dek ancak yoksulların altında barındığı ağaçları korumaya çalışan insanlar, bu yeşil
alanın kendilerine sorulmadan paraya
tahvil edilmesine itiraz ettikleri için
devlet kibrinin en sert yüzüyle, tahkir
edici bir polis şiddetiyle buradan atılmaya çalışıldılar. Oysa daha önce gayet makul taleplerle ve meşru yollarla
bu parka dair fikirlerini duyurmaya
çalışmışlardı. Fakat kimseyi dinlemek
sorumluluğu hissetmeyen, semboller
üzerinden çatışan Kemalist iktidar dilini devralıp bu dili sürdürmeyi tercih
eden muhafazakar iktidar partisi bu
sesleri duymadı. Makul ve meşru her
eylemin polisin şiddetiyle bastırılması alışkanlığı insanları daralttı ve öfkenin hakim olduğu bir siyasi iklime
çekti. Daha önce hiç görmediğimiz
yaygınlıkta kendiliğinden birleşen bir
muhalefet bloğu yeni bir muhalefet tarzıyla kendini açığa vurdu.
Henüz 28 Şubat darbecilerinin yaptıkları hafızalarda çok tazeyken ve yapılan zulümlerin hesabı sorulmamışken,
mazlumların sesi olma iddiasıyla iktidara gelen bir partinin benzer bir hoyratlıkla davranması, hukuksuzluğun
yeni ellerde devam ettiğinin göstergesidir. Bu nedenle son on altı gündür
yaşanan gerilimlerin esas müsebbibi;
halkı dikkate almadan şehri dönüştürmeye kalkışanlar ve polis şiddetinin
kontrolsüz kullanılmasını emredenlerdir.
Biz insanların kendi hayatlarına dair
alınan kararlara müdahil olmak için
sokaklarda yürüttükleri sivil siyasetin
meşruiyetinin tartışılamayacağını ve
seçimle işbaşına gelen iktidarların bu
sesleri muhatap kabul etmesi gerektiğini düşünüyoruz. Halkın siyasete katılımı sadece dört yılda bir oy vermeye
indirgenemez. Hükümet meşru itiraz
kanallarını tıkayarak sokaktaki muhalefeti terörize etmekten vazgeçmelidir.
Öte yandan geçmişteki zulümlerinin
hesabını vermeden, seçimle işbaşına
gelmiş bir hükümetin meşruiyetini tartışmaya açan ve bu tür haklı talepleri
kullanarak hükümet düşürme rüyaları
gören eski Kemalist muktedirlerin tutumlarının adalet talebiyle ilgili olmadığının da farkındayız. Darbe umudu
veya korkusuyla yeniden dindar-laik
çatışmasının yükseltilmesini kınıyor,
karşılıklı kin ve nefreti körükleyerek toplumsal gerilimlere yol açanları
sükunete davet ediyoruz. Gezi Parkı
eylemlerini fırsat bilerek başörtülü kadınları tacize varan davranışlar sergileyenleri lanetliyor ve bu olayların siyasi tartışmalarda suistimal edilmesini
de doğru bulmuyoruz.
Gezi Parkı eylemcilerinin taleplerini
görmezden gelip, kamuoyu nezdinde
onları ”çapulcu” olarak tanımlamak
kendini memleketin sahibi gören bir
kibri yansıtmaktadır. Oysa çevrenin,
araçların ve dükkanların tahrip edilmesi, polisin eylemcilere sert müdahalesiyle ortaya çıktığı; polis müdahalesinin durduğu andan itibaren
eylemlerin barışçıl bir yöne kaydığı da
bilinmektedir.
İktidarda bulunan kim olursa olsun,
polis şiddetinin halka karşı kullanılmasını kınıyoruz. Halkın taleplerinin
şiddetle bastırılmasını engelleyecek
hukuki düzenlemeler acil bir şekilde
yapılmalıdır. Bu ülkede henüz Kürtlerle helalleşilmedi, Alevilerle barışılmadı, işçi ve yoksulların hakkı hâlâ gözetilmiyor, iş kazalarıyla ölümler devam
ediyor, birileri devlet eliyle zenginleştirilirken toplumun önemli bir kesimi
yoksullaştırılıyor. Her şeyin zenginlik
ve güç ekseninde değerlendirildiği,
siyasal güç ve ekonomik büyümenin
kutsallaştırıldığı bir siyaset dili Müslümanların ahlakını yansıtan bir dil
değildir.
Şehirdeki yaşam alanlarına devletin
keyfi müdahaleleri karşısında, öncelikle şehir yoksullarının gözetilmesi
gerektiğini söylüyoruz. Aksi takdirde
şehrin çeperlerine sürülen yoksullar
bir gün haklarını almak için mutlaka
geri geleceklerdir. Şehirdeki mekanların ıslahının tek yolu yok etme, küçümseme ve uzaklaştırma değildir.
Dönüşüm, iktidarın zoru ile değil, halkın kendi yaşamını iyileştirmek için
kendi iradesiyle katılabileceği süreçlerin güçlendirilmesi ile haklı ve kalıcı
olacaktır.
Biz bütün siyasi aktörlerin eylemlerini
sadece adalet-zulüm eksenine bağlı kalarak değerlendireceğimizi ilan ediyor
ve bu sözleri, öncelikle Müslümanlığı
vazgeçilemez bir aidiyet olarak gören
insanlara söylüyoruz. Ve diyoruz ki:
kızılbaş - sayfa 22 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Ey Müslümanlar!
Hayatımız değişiyor. Çocuklarımıza
başka bir dünya bırakacağız. Diktiğimiz AVM’ler ve tükettiklerimiz üzerinden kendini değerli bulan bir nesil
inşa ediyoruz. Kibirli, bencil, ahlak ve
fedakarlık duygusundan yoksun, zalim
bir topluluğa dönüşmemek için sadece
güç, statü ve paraya önem veren yaşam
idealinden sıyrılmalıyız. Mahallemiz
parçalanıyor. Artık zenginlerle fakirlerin ayrı camilerde namaz kıldığı bir
topluma doğru gidiyoruz. Çocuklarınızın bir yoksula, düşküne dost ve komşu
olmasını istemiyor musunuz? AVM’ler
ile simgeleşen bu tüketim kültürü hepimizi, yaralarını saramayacağımız
günlere sürüklüyor.
Başbakan’ın Ağaoğlu’na nazire yaparcasına “ben istiyorum olacak” diyerek
istediği kışla/AVM/rezidanslara dur
diyen eylemcilere bir teşekkürü çok
görmemeli, en azından bu eylemi anlamaya çalışmalıyız.
Daha 15 yıl önce Müslümanları karalayan medyanın bütün memleketi nasıl ifsat ettiğini, nasıl iftiralar attığını
unutmadık, değil mi? Bugün muhafazakar ve merkez medya aynı haber
dilini başkalarına karşı kullanıyor ve
toplumun belli bir kesimini terörize
ediyorsa dünden bugüne ne değişti? 15
yıl önce polis gücüyle çocuklarımıza
ne yapıldığını unuttuk mu? Bugün aynı
polis gücü bize benzemeyen insanlara
gözlerimiz önünde zulmettiğinde niçin
haklı olsun? Adalet her zaman nefrete
karşı ayakta tutulması gereken ilahi bir
emir değil mi?
Müslüman olmasa da komşumuza
karşı sorumlu olduğumuzu unuttuk
mu? Bize benzemeyen, bizim gibi düşünmeyen başkalarının hakkı da bize
emanet değil mi? İktidar ve güç hesaplarıyla ya da nefretle bize zulmetmek
isteyenlerin hakkını korumak da bize
düşmüyor mu?
Eğer şehri ıslah etmek istiyorsak; yok
ederek, sürerek, küçümseyerek değil,
bize benzemeyen insanların sofrasına
oturarak, adalete emin kılarak, onların
yaşam kültürlerine saygı duyarak tebliğ sorumluluğu taşıdığımızı unutmayalım. Peygamberlerin herkese güzel
sözle gittiğini hatırlayalım. Başkalarının haklarına riayet etmezsek, İslam’ın
ahlakımıza hakim olduğunu nasıl düşünebiliriz?
Eğer ibadetimize, başörtümüze, mabedimize dokunulacağından korktuğumuz için, adalet ölçüsünden ayrılan
yöneticileri her şartta haklı görmeye
meylediyorsak bilmeliyiz ki, bir devlet ya da parti dinimizi koruyamaz.
Allah’ın takdiriyle, bizi koruyacak
olan sadece kendi imanımız ve adalet
duygumuzdur.
Bir zamanlar mazlum olmak şimdi bizim de zalimleşmemizi ya da zalimin
yanında yer almamızı gerektirmiyor!
Tam aksine, başkalarının acı, korku
ve taleplerine değer vermek herkesten
önce bizim sorumluluğumuzdur. Yaşanan acılar hepimize aittir. Bu nedenle
olaylar esnasında hayatını kaybeden
Abdullah Cömert, Mehmet Ayvalıtaş,
Mustafa Sarı ve beyin ölümü gerçekleşen Ethem Sarısülük’e Allah’tan rahmet diliyor, ismini bilmediğimiz yüzlerce yaralıya geçmiş olsun diyoruz.
Gezi Parkı eylemcilerinin dile getirdikleri şu beş talebi meşru görüyor,
bu taleplerin eylemcileri temsil eden
kişilerle müzakere edilmesini istiyoruz: Gezi Parkı, park olarak kalmalı ve
yapılaşmaya kapatılmalı; yaşanan şiddetin sorumluları görevden alınmalı;
gösterilerde haksız yere tutuklananlar
derhal serbest bırakılmalı; sivil gösterilerde gaz bombası ve benzeri materyal kullanımı yasaklanmalı; Taksim
Meydanı ve benzeri mekanlar gösteri
ve toplantılar için kullanıma açılmalıdır.
Şahidi olduğumuz eylemlilik süreci göstermektedir ki, toplumun haklı taleplerine kulaklarını tıkayan ve
çeşitliliğini görmezden gelen siyaset
tarzı, sorun üretmeye devam etmektedir. Yine de ve her şeye rağmen,
şayet insanların yaşadıkları mekanlar
üzerinde karar verme hakları ve siyasi taleplerini ifade etme biçimi tehdit
olarak algılanmayıp bu talepler doğru bir biçimde okunabilirse, bu süreç,
Türkiye’nin daha adil ve özgür bir ülke
olması için bir fırsata çevrilebilir.
Fatma Akdokur – Cihan Aktaş – Ümit
Aktaş – Hilal Alkan – Nurten Ceceli
Alkan – Kamile Batur – Mehmet Bekaroğlu – Ayhan Bilgen - Osman Bostan
– Ali Bulaç – Sadi Celil Cengiz – Fatma Çiftçi – Yasemin Çoban – Mehmet
Bülent Deniz – Mehmet Efe – Hikmet
Eren – Alper Gencer – Ömer Faruk
Gergerlioğlu – Cihangir İslam – Gülnur Kara – Gülsüm Kavuncu – Mualla
Kavuncu – Hüda Kaya – Kadrican
Mendi – Beytullah Emrah Önce – Ali
Öner – Ahmet Örs – Yıldız Ramazanoğlu – Reha Ruhavioğlu - Cüneyt
Sarıyaşar – Özkan Şahin – Abdülaziz
Tantik – Mehtap Toruntay – Sabiha
Ünlü – Ahmet Faruk Ünsal – Fatma
Bostan Ünsal - Halil İbrahim Yenigün
Kaynak:
http://www.fikirzamani.
com/bir-zamanlar-mazlumolmak-zalimlesmemizi-ya-dazalimin-yaninda-yer-almamizigerektirmiyor/#comment-1745
kızılbaş - sayfa 23 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Redhack, Diyanet'i hackledi
Kızıl Hacker grubu RedHack Sivas
katliamının 20. yıldönümü nedeniyle
Diyanet'i hackledi.
Tak s im D ayanı ş m a s ı
s özc ü s ü s ür gün e dil di!
Taksim Dayanışmasının sözcülüğünü yapan TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şube Başkanı Tayfun Kahraman Gaziantep'e sürgün edildi.
Kültür ve Turizm Bakanlığı İstanbul Koruma Bölge
Kurulu'nda uzman olarak çalışan Şehir Plancıları Odası
İstanbul Şube Başkanı Tayfun Kahraman geçici olarak
bir ay süreyle Gaziantep'te görevlendirildi.
Tayfun Kahraman'a, çalıştığı kurumun yönetiminden gelen yazıda, "göreviyle bağdaşmayan etkinliklerde" bulunduğu gerekçesi ile Gaziantep Koruma Kurulu'nda görevlendirildiği belirtildi.
Kahraman Twitter mesajıyla bu gelişmeyi doğruladı.
Kahraman, Taksim Dayanışması'nın Başbakan Erdoğan'la yaptığı toplantının ardından, Dayanışma adına
açıklama yapmıştı. Bu konuşmaya, AKP'nin Gezi Direnişi
ile ilgili hazırladığı "Büyük Oyun" isimli propaganda filminde yer verilmişti.
http://haber.sol.org.tr
Dün Sivas katliamının yıldönümü
nedeniyle bir eylem düzenleyeceklerini açıklayan hacker grubu Redhack , gece saatlerinde Diyanet İşleri
Başkanlığı’nın resmi internet sitesini
hackledi. RedHack eylemin gerekçesini twitter sayfasından “Bu eylem, 5
yıldızlı otellerde iftar yapıp 3 yıldızlı
otellerde insan yakanlara cevaptir!
Muslumanlari AKP tetikcisi Diyanet
temsil edemez!” şeklinde duyurdu.
Diyanet İşleri Başkanlığı'nın veri
bankasının giriş şifrelerindeki açığı
da yaynlayan Redhack, takipçilerinin
veri bankasında oynamalar yapmasının yolunu açtı. RedHack’in verdiği
kullanıcı adı ve şifreyle sisteme
girenler, Yaz Kuran Kursları listesine “3 kulfü bir elham redhack'e
selam”, “Biz insan yakmasını çok iyi
biliriz- AKP”, “Direndiyanet”, 'unut
MADIMAKlım-da “Diyanet kusura
bakma ayakkabıyla girdim” “Ethem
Sarısülük ölümsüzdür” gibi başlıklar
eklediler. Redhack’in eylemin ardından açtığı ‎ #REDHACKHALKINDIR
başlığı ise kısa sürede en çok bahsedilenler listesinde birinci sıraya yerleşti.
Kaynak:
https://www.facebook.com/pho to.php?f
bid=10151674756921358&set=gm.48203
6561878342&type=1&theater
kızılbaş - sayfa 24 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
GEZİ
PARKI
DİRENİŞİ
İbrahim Seven
TC tarihinde bir yenilik hükümete karşı çoğulcu bir direniş bence direnişin en
önemli yanı bu. İlk olarak 10 yıl marşı
söyliyen kemalistler çevreciler demokrasi istiyen gençler aleviler biz kimsenin
askeri değiliz diyen hem kemalistlere
hem de irademiz Apodur diyenlere karşı
çıkan demokratlar MHPliler ermeniler
az da olsa süryaniler az da olsa anti-kapitalist müslümanlar bayrakları ile katılan
erkek ve kadın eşcinseller ve hepsinden
önemlisi Tunus ve Mısırdan farklı olarak
kitle halinde katılan genç kız ve kadınlar
bir arada bir biri ile kavga etmeden birbirini sevmese de tahammül gösterdiler.
Bu sadece TC için değil islam alemi için
bir yeniliktir. Direniş isterse şiddetle kırılsın isterse barışcı bir şekilde sona ersin bu neticeyi değiştirmez.
Olaylar sadece TC’yi, ortodoğu, yakın
doğu ve tüm islam alemini hatta tüm
dünyayı etkiliyecek niteliktedir. İnternet, facebookla sansürü ve polis devletini hiçe sayan kitle eylemlerinin ilki
İranda başladı. Liderliğinin yeterince
demokrat olmaması ve benzer sonuçlarla
yenilen İran halkının bu mücadelesi Tunus ve Mısırda aynı taktikle diktatörleri
devirdi. Ancak örgütsüz olan kitlelere
karşı örgütlü ve Katar, Suudi mali destekli ve ABD’nin ehveni şer gördüğü
müslüman kardeşlerin iktidarını getirdi.
Bu süreç bitmemiştir. Kitleler demokrasi
ve laiklik için mücadelesini sürdürüyor.
Yenilenler haksızdır mantığı gerici bir
yaklaşımdır. Bu tip devrimciliği başlatan
İran halkını saygı ile anıyorum.
Gelelim olayların TC özelinde sebeplerine.
Birinci sebep yüzde elli oy aldım, her
istediğimi yaparım diyen Erdoğanın dikdatör tavrı daha evvel Menderesin odunu
da aday gösteririm seçilir. Ordu karşı ise
polisten ordu oluştururum diyen tavrının
devamıdır. O zaman sivil muhalefetin
güçsüz olduğu yerde ordu ajandalarını
da gerçekleştirmek için devirdi. Demirel ve Erbakanın tavrında da paralellik
vardı. Ergenekon operasyonu ile başka
ergenekoncular tarafından tasfiye edilen generallerin yerine Erdoğana itiraz
etmeyecek generaller seçildi. O yüzden
generallerin darbe yapması hem iç hem
dış güçlerin konumundan dolayı mümkün değildir. Kaldı ki biz Mustafa Keserin askerleriyiz diyen gençler hem askeri
hem AKPye karşıdır.
İkinci sebep ise Erdoğanın arap aleminde
olan olaylar dolayısı ile biraz da ABD ve
AB’nin şımartılması ile yeni osmanlıca
çizgisinin sünni mihver etrafında liderliğe kalkışması ve her çeşit katil serseri ve
islamcı katili Suriye sınırını açarak piyasaya sürmesi ve Suriyeye müdahale için
Reyhanlı provokasyonunu mizansenini
kullanmaya kalkması. Bu ters tepmiştir.
Suriye rejimine sempati duymazsa da TC
halklarının çoğu böyle bir macerayı iste-memektedir. Bur çerçevede Suriyede
Esad yönetimini alevilerle özdeşleştirerek alevilere düşmanlık yapması ve TC
de bir alevi sünni kavgası yaratmaya çalışmak. Erdoğanın partisinin Sivas katliamında rolü bilindiği için bu onlara bir
yenilik değildir.
Üçüncü sebep Erdoğanın diktatör eğilimi sadece kadrolaşma değil geleneksel
burjuvaziyi kuvvetler ayrımını hiçe sayarak kendi emrinde olmayan burjuvaziyi vergi ve başka metodlarla tasfiyeye kalkışma. İlk örneği ATV’nin Çalık
grubuna verilmesi sonra Doğan Holdingi
korkutarak muhalefeti susturması. Bu
çercevede Şahenk grubuna STAR TV ve
sairenin devri en son Kara Mehmetlerin
ÇUKUROVA GRUBU ve SHOW TV’ye
el koyması bunun örnekleridir. Bu arada bu burjuva gruplarının TCnin tabiatı
gereği karışık işlerinin olması islamcı
iktidarın bunları tasfiye ve susturmasını
kolaylaştırdı.
Dördüncü sebep TC gibi genç nufüsün
çok büyük oranda olduğu bir ülkede Erdoğanın değişimi görmemesi ve bu direnişe katılanları eski partilerin devamı
sanması CHPye darbe isteyenlere çat
ması vs. Oysa gençler bizim gibi 3 çocuk
ister misin diyen Mustafa Keserin askeriyiz burada aşırı uç var mı gibi kendi
orjinal sloganları ile ortaya çıkmaları da
bunu gösteriyor.
Beşinci sebep Erdoğandan daha diktatör
olan ve kendi çıkarı için yapmıyacağı
bir uzlaşma düşünülmeyecek Öcalanın
ilk önce asarım sonra MİT vasıtası ile
anlaşarak kitlelerin kürt ve türk kitlelerin psikolojisi hesaplanmadan biz yaptık
oldu bitti diyerek kimi saygın ama çoğu
iktidar yağcısı 62 kişiyi biz yaptık siz gidin halkı kandırın demesi de bu olaylara
sebep oldu. Kürt, türk ve diğer TC insanlarının kanının akmaması önemlidir. Ancak Suriyede ve Ortadoğu da sünni islam
ittifakı olarak ilan edilen Öcalan-MİT
ittifakının demokrasi ile uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur. Hele hele Yavuz
Sultan Selim ve hıristiyan ve yahudilere
düşmanlık temelinde Aponun konuşması
cılız da olsa TC de demokratik eğilimin
muhalefeti alevi ve hıristiyan halkların
soykırımından nasılsa kurtulmuş çocuklarının tepkisine sebep oldu.
Altıncı sebep kadın düşmanı gerici islamcı eğilimidir. 3. Çocuk, kürtaj yasağı, kimsenin kızının erkek kucağında
oturmamasını istemediğini ve bunun
gibi kadınların iradesini hiçe sayısı yaklaşımıdır.
Yedinci sebep çevreyi ve insanların yaşadığı bölgeyi hiçe sayıcı kar amacına ve
akraba ve taraftarlarına kar temin edici
megaloman projelerdir. Bu yüzden tepkinin kıvılcımının buradan başlaması
tesadüf değildir.
Daha başka sebepler de eklenebilir.
Bu olaylardan sonra Erdoğanın eğer daha evvel Suriyeye müdahale planı varsa
suya düşmüştür. ABD’nin dünyadaki
tüm iletişimin NSA tarafından gözetlemesi skandalını örtmek için Suriyede
kimyasal silah yalanını öne sürmesi de
kurtaramaz.
Arap alemini müslüman kardeş hapishanesine çevirme planı Afganıstanda olduğu gibi burda da büyük ölçüde darbe
yemiştir. Gezi Parkı, Tunus, Fas, Suriye
ve Mısırda hatta İranda islami gericiliğe
karşı çıkan eğilimleri cesaretlendirecektir. Batı kamuoyuna pazarlanan demokrat islam görünümlü müslüman kardeşlerin iktidarına tepki artacaktır.
SON OLARAK BU OLAYLAR HAYIRLI BİR İŞTİR.
Kaynak:
http://www.network54.com/
Fo r u m /59 4 414 /m e s s a ge /137150 4 8 41/
Gezi+Parki+Direnisi+--+Ibrahim+Seven
kızılbaş - sayfa 25 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
GEZİ EYLEMLERİ VE DEGERLENDİRME
DAVUT KURUN
Gezideki Gezi ve Gözlemlerim.
İstanbul- Taksimde olayların çatışmaya
dönüştüğü gün, 31 Mayısta İstanbul’a
indim ve akşama doğru taksime gitmeye çalıştım. Ancak gaz ve çatışmaların yoğunlaşması üzerine gerisin geri
dönerek TV den olayları izlemeye çalıştım. İkinci gün tanıdık arkadaşlarla
telefonlaştım. Mehmet beni aldı, Ali
ile de Bakırköy’de buluştuk, vakıf’a
Ahmed’e gidecektik, ancak daha sonra
Ahmet de telefon ederek yoğun gazdan dolayı orayı terk etmek zorunda
kaldıklarını bildirdi. Günü, arkadaşlarla sohbet ederek geçirdim. Aynı
mekânda İP’lilerden oluşan bir gurup
Türk bayrakları ile yürüyüş yaptılar.
Üçüncü gün, İsmail Beşikçi’nin de katıldığı bir panele katıldım ve akşama
doğru Taksim’e gittim. Taksime çıkan
bütün caddelere barikatlar kurulmuş,
meydanda mahşeri bir kalabalık vardı.
Daha sonra basından örgene bildiğim
kadarıyla bir milyondan fazla bir kitle vardı. Sol örgütler AKM tarafında
flamalarını mümkün olduğunca yükseklere asmıştı, BDP ise meydanın
orta yerinde Öcalan’ın posteri altında
küçük bir gurup olarak temsil ediliyordu. Meydanda o kadar çok parti ve kuruluşları belirten flama vardı ki, hangi
flamaların hangi kuruluşu temsil ettiğini çıkaramıyordum. Sorduğum birkaç kişi de hangi flamanın hangi gruba
ait olduğunu bilmiyordu. Türkiye sol
hareketini yeterince ve aktüel olarak
takip edemediğimi anladım. Ancak
açık bir şey vardı ki, o da, karşıt kutuplarda yer alan yüzlerce muhalif kesim taksimde bir arada idi. Proletarya
diktatörlüğünü savunan sol örgütler,
Kemalist diktatörlüğü savunan, İP ve
CHP, Türk ırkçı faşizmin resmi temsilcisi MHP, Futbol takımlarının taraftarları, hep bir arada “demokrasi” istiyorlardı. Ortak nokta AKP diktatörlüğüne
karşı ortak duruştu ve hep bir ağızdan
hükümet istifa sloganı atılıyordu.
Diğer önemli bir gözlemim, kitlenin
ezici çoğunluğunun genç olması, 30
yaşın altında olması idi. İnternet gençliği denmesinin nedeni bu olsa gerek.
Türkiye’nin siyasal yapılanması içinde
bunları, rahat tavırları ve duruşlarıyla
nereye koyacağımı bilemiyorum. Bunlar, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz”
diyenlere karşı “biz Mustafa Keser’in
askerleriyiz” diye bağıranlardır ki kitlenin büyük çoğunluğunu bunlar oluşturuyordu.
Bir protestonun ruhunu en iyi, afiş ve
duvar yazılarından okunabilir. Bu nedenle taksim ve taksime açılan caddelerdeki Duvar Yazılarına da göz attım.
Hiç de alışık olmadığımız, bildik sol
örgütlerin yazıları dışındaki, diğer
yazılar ve afişler mizah ağırlıklı yazılardı. Bu Protest hareketin Türk siyasi
hareketine kazandırdığı yeni bir olgu
da bu mizadır. “Çapul TV, Çapul Büfe,
Çapul Kütüphane”, ya da “Çapuldar
Baylar ve Çapulnaz Bayanlar” şeklindeki anonslar, “alkolün yasaklandığı
gün ilk defa alkol içtim” “incik-boncuk
satarız, küpe satarız, ama adam satmayız” “kömür koydum sobama, kurtar
beni Obama” v.b. aklımda kalanlardır.
Duvar yazılarının ağırlığı Recep Tayyip Erdoğan’ı hedef olan yazılardı. Bunun dışında birçok mağaza, vitrinlerine protestocuları destekleyen yazılar
asmışlardı.
4. Günde Vakıfta, Beşikçi Hoca ile
kısa bir sohbetten sonra, Ahmet ve
Mehmet ile Taksime çıktık. Olağanüstü bir durum yoktu. Ancak Beşiktaş’ta
çatışmaların olduğu söyleniyordu ve
Çarşı gurubuna destek amacıyla geçenler, hareketlenmeye başlamışlardı.
Akşamüstü Kadıköy tarafına geçtik.
Kadıköy’de büyük bir gerginlik vardı,
çatışma bekleniyordu ve tüm otobüs
seferleri iptal edilmişti. Ayrıca polisin
Beşiktaş ve Dolmabahçe’de biber gazı
yanında, yasak olan portakal gazı da
kullandığı söyleniyordu.
DEGERLENDİRME...
Gezi hareketini bir kaç açıdan değerlendirmek gerekir. Tarihsel anlamı, siyasi önemi ve muhtemel sonuçları ve
Kürdistan sorunu ile ilintisi bakımından değerlendirmek gerekir.
Tarihsel açıdan bakıldığında, son yüz-
yıllık gelişmeler içinde, Gezi hareketini nereye koymak gerekir.
Türkiye’nin siyasi tarihi diktatörlüklerle darbelerle bugüne kadar süregelmiştir. Kürd hareketlerini bir tarafa bırakırsak, Devlete karşı ciddi bir isyan
yoktur.
T.C kuruluşu üç cepheden savaşarak
kurulmuştur. Türk olmayan Rum, Ermeni, Süryani ve Kürtlere karşı, İstanbul hükümetini destekleyen siyasal
İslam’a karşı ve komünist harekete karşı savaşarak kuruldu. Saltanat ve halifeliğin tasfiyesi ile siyasal İslam denetim altına alındı. Komünist hareket ta
başından itibaren yasaklanıp sürekli
takibat altına alındı. Rum ve Ermeniler ise 1924 e kadar süren soykırımlarla tasfiye edildiler. 1920’lerden bu yana
Kürtlerin dışında devlete isyan eden
ciddi bir muhalefet olmadı. Sistemin
iki kanadı arasındaki darbeler kavgalar
son yüz yılık tarihi doldurmuştur. Solun önemli bir kesimi sistemden kopamamış, kopan sol da ciddi bir güç haline gelememiş, 1980 darbesi ve 1990
sosyalist bloğun çöküşü ile birlikte
sol –sosyalist güçler, Türk devleti için
tehlike olmaktan çıkmıştır. Kendisini
geliştiremeyen, yenilemeyen sol bugün
Türkiye’de demokrasi mücadelesi içinde etkin bir konumda değildir.
T.C kurucuları olan, ittihatçı-Kemalistler, batının gerici faşizan güçlerini
taklit ederek, ırkçı sömürgeci tek parti diktatörlüğü kurdular. İkinci dünya
savaşı boyunca faşist cephede yerini
alan T.C, dünya demokrasi güçlerinin
savaşta zaferle çıkması üzerine, hemen
saf değiştirerek, ABD önderliğindeki
cepheye katılıp NATO ya üye oldu ve
çok partili sisteme geçti, ancak iktidar
yine Kemalist kadroların elinde kaldı,
seçimle gelen hükümetler, Kemalist
ordunun çizdiği sınırları aşınca da
darbeler ile alaşağı edildiler. Yönetim
gücü her zaman militarist Kemalist
güçlerin elinde idi.
Kürdistan’da ulusal hareketlerin önünü alınamaması, güney Kürdistan’da
ulusal hareketin devlet düzeyinde
kızılbaş - sayfa 26 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
uluslararası ilişkilerini geliştirip güçlendirilmesi, Kuzeyde T.C nin bütün
katliamlarına rağmen gelişmesinin
önünün alınamaması üzerine, Kemalistler yedeğinde tuttukları siyasi İslami güçleri yardıma çağırdı Kürt
hareketine karşı. İktidar ortağı olan
İslamcılar, Kürdistan’ın ulusal güçleri karşısında zayıflayan Kemalistlerin
yedeğine girmedi, aksine Kemalistleri
yedeğine aldı, itiraz edenleri tutuklayarak cezaevine yolladı. Kemalist
militarist güçleri “demokrasi” adına
iktidardan uzaklaştıran AKP hükümetine, kitleler destekledi ve demokrasi
beklentisi içine girdiler. Ancak AKP
nin “ustalık dönemi” dedikleri üçüncü
döneminde gerçek niyetleri ve yüzleri
açığa çıktı. Kemalist diktatörlük yerini
İslami diktatörlüğü bırakmıştı. Kitlelerin özel hayatı, gayrı meşru hukuk,
adil olmayan ve bağımlı adalet, basın
üzerindeki baskılar, siyasi alanın daraltılması, Kürdistan’daki sömürgeci
imha ve inkâr politikaların devamı
kitleleri hızla tavır almaya zorlamıştır.
Gezi protestosu, Kemalist diktatörlüğün yerini İslami diktatörlüğün almasına kitlelerin itirazıdır. TC de değişen
bir şey yok, eskiden Kemalistler kendi
İslamcılarını yaratırken, şimdi İslamcılar kendi Kemalistlerini yaratıyor.
Uluslararası gelişmeler, Kürdistan’daki gelişmeler, Türk devletini artık eskisi gibi yönetemez duruma sokunca
hükümet bazı adımları atmak zorunda
kaldı, ancak bunlar henüz ambalaj tedbirler niteliğindedir ve devletin diktatör özü değişmemiştir. İşte kitlelerin
itirazı bunadır.
Kürdistani hareketlerin öteden beni
söyledikleri bir ilke var. TC. nin Kürdistan’daki sömürgeci politikası aynı
zamanda Türk halkına da vurulmuş
bir zincirdir, ilkesi. Şimdi TC’nin Kürdistan’daki sömürgeci hâkimiyetinin
darbelenmesi Türkiye’de halkın zincirlerini kırmasına da vesile olmaktadır.
Gezi hareketini bu anlamda Kemalist
ve İslamcı diktatörlüğün zincirlerine
itiraz hareketi olarak değerlendirmek
gerekir. Bu anlamda, 1980 darbesinden
sonra, genç kuşakların. AKP diktatörlüğe karşı ilk kitlesel hareketi olarak
görmek gerekir. Bu kapitalist sisteme
yönelik bir hareket değil, anti-kapitalist değil, sistem içi demokratik taleplerini dile getirme hareketidir.
Siyasi anlamı ve muhtemel sonuçları
ne olabilir?
Her şeyden önce, Türkiye’de toplumsal muhalefetin parlamentodaki siyasi
partiler tarafından temsil edilmediğini
göstermiştir. Bu durum, partilerin ve
parlamentonun siyasal temsil misyonunu da tartışılmasını gündeme getirir.
Gezi parkındaki düzenleme ve ağaç
kesimi sadece bir bahanedir ve bardağı taşıran son damladır. Daha önce
AKP nin ne toplumsal muhalefeti ne
de parlamentodaki partileri dikkate
almadan, toplumun büyük bir kesimini dışlayacak uygulamaları, eleştirilere
sert tepki göstermesi, siyasi İslamlaşmaya karşı alevi ve diğer dini azınlıkların korkuları, Suriye politikasındaki
terörist guruplara yaptığı yardımlar,
anayasa konusundaki tartışmalar, diktatörlük korkularını pekiştiren başkanlık tartışmaları, son olarak İslami rengi öne çıkaran kanun ve kararnameler,
alkol uygulaması, üçün boğaz köprüsüne Yavuz Sultan Selim isminin verilmesi ve Türk başbakanın aşağılayıcı
dışlayıcı söylemleri gibi tasarrufları
kitleleri tavır takınmaya zorlamıştır.
Kendiliğinden bir hareket olmasına
rağmen, gerek Türkiye’de gerek dışarıda hareketi kendi rotasına çekmeye
çalışan güçler olmuştur, yoksa bu hareketi Erdoğan’ın dile getirdiği gibi bir
komplo olarak görmek yanlıştır. AB bu
hareketi, Türkiye’yi laik demokratik
bir yöne çekmek için değerlendirmek
istemiştir. Bu çok doğru ve olağan bir
tavırdır. Artık günümüzde hiç bir hareket o ülkenin bir iç meselesi olarak görülemez. Kaldı ki, Erdoğan, Suriye’ye
asker ve silah sokarken, askeri müdahale için NATO ülkelerini zorlarken,
Avrupa Parlamentosunun kararına
karşı “bu ne sizin göreviniz ne de yetkinizdir, haddinizi bilin” şeklinde horozlanması, tam bir çelişki ve tutarsızlıktır. Türkiye hangi hakla Suriye’ye,
Kürdistan’a, Irak’a, Filistin’e müdahale ediyorsa, diğer ülkelerde Türkiye’ye
aynı hakla müdahale edebilir demektir.
Türkiye de demokratik bir hareketin
henüz örgütlenmediği bu protesto ile
ortaya çıkmıştır. Kitlelerin demokratik istemlerini dile getirdiği yerde,
anti demokratik güçlerin, yani MHP,
CHP, İP ve proletarya diktörlüğünü
savunun güçlerin bayraklarının olması bir çelişkidir. Bu güçler demokrasi
güçleri değillerdir. Ancak toplumda
demokratik bir dinamizmin olduğu ve
bunun örgütlenmesi sorununun olduğu
açıktır. Bugünden sonra bu hareket,
Türkiye’de gerçek bir domakratik hareket, yani etnik, dini ve kültürel azınlıkların haklarını da yasal güvenceye
kavuşturmayı savunan, Kürdistan’ın
ayrılma hakkına saygı gösteren, çevre konusunda duyarlı Avrupa’daki yeşiller hareketinin hiç olmazsa temel
ilkelerini savunan, demokrasiyi sadece çoğunluğun yönetim hakkı olarak
görmeyen, aynı zamanda azınlığın da
haklarını garanti altına alan, emeği
ve zayıfı, koruyan gerçek laik ilkeleri
savunun dünyanın çağdaş değerleri ile
bütünleşmiş bir partileşmeye gidebilir
mi sorusuna kesin bir cevap vermek
mümkün değil. Ama Gezi hareketi bir
başlangıç olabilir.
Gezi eylemine, istisnalar hariç Kürtlerin genel yaklaşımı, “Kürdistan’da
ormanlar yakılırken, insanlar katledilirken, bu insanlardan neden bir ses
çıkmadı da Taksimde bir ağacın kesilmesine karşı ayağa kalktı, Kürt insanın
bir taksim ağacı kadar değeri yok mu?”
şeklinde ki eleştirisi doğru, ancak bundan hareketle tavır geliştirmek yanlıştır. Olgu itiraz edilemez bir gerçektir,
Kürdistan’daki katliamlara karşı Türk
halkı sessiz kalırken, Taksimdeki bir
ağaç kesimine karşı ayağa kalmış olması bir gerçektir. Ancak bundan hareketle bu harekete tepki duymak, ilgisiz
kalmak yanlıştır. Kıyas yöntemi her
zaman insanı doğru hedefe götürmez.
Dün yanlış görülen bugün doğru görülebilir veya yanlışını geç idrak etmiş
olabilir vs. Olayı şu şekilde ele almak
gerekir. Çözüm süreci Kürdistan sorununda bir arayış ve bu temelde aslında
Türkiye’yi bir ÇÖZÜLME sürecine
sokmuştur Kürt ve Kürdistan gerçekliğinin Türkiye’de tartışılmaya başlanması, dini ve etnik azınlıkların da
kendilerini ifade etmesini ve haklarını
talep etmesini de gündeme getirmektedir. Bu Türkiye’nin tekçi yapısına, ırkçılığına, devletin kurucu harcı olan Kemalizmlin, ırkçılığın merkeziyetçiliğin
darbelenmesi demektir. Eski politik
güç dengesinin yeniden yapılanmasını
da gündeme getirecek ve demokratikleşmesinin önünü açacaktır. Yani Kemalist Türk devletinin çözülme süreci
demektir. Süleyman Demirel’in bir kaç
ay önce dile getirdiği gibi. “bu ülkede
herkes kendisine, kürdüm, Boşnak’ım,
Arnavut’um, Pomak’ım, Çerkez’im,
Laz’ım, Ermeni’yim, Rum’um, Arab’-
kızılbaş - sayfa 27 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ım derse, kendisine ‘Türk’üm’ diyen
kim kalır” sözü ve kaygısı yerinde ve
anlaşılır, ama gerçek bu. Kalanda kendisine Türk der. Ancak Türkiye eski
Türkiye olmaz. Türkiye’de yeni bir
dönem başlıyor. Bu dönemin Kürtler
açısında ne kadar yararlı olabileceği
Kürtlerin güçlerine ve performansına
bağlıdır. Dünya çapında yenidünya,
Teknolojinin yarattığı sosyal depremler, orta doğudaki yeni düzenlemeler
ve TC’nin eski Kürdistan politikasının iflası ve yeni arayışlar, Türkiye’de
yeni saflaşmalara yol açmıştır. Yeni
Anayasa tartışmaları, AB’ye uyum
tartışmaları, devletin yeniden yapılanması, eski politik güç dengesinin
değişmesini, yeni saflaşmaları da gündeme getirmektedir. Taksim eylemleri
bu konuda bir turnosal görevi görür ve
bir ilk adım olarak kabul edilmesi gerekir. Eski Türkiye çözülecektir. Yeni
saflaşmalar, çağdaş-laik demokratik
güçler ile siyasal İslami güçler arasında olmaktadır. Başka bir ifade ile Avrupai güçler ile Asyai güçler arasında
olmaktadır. Bu cephelerde kendi aralarında demokratik olup olmama konusunda ayrışmaktadırlar. İslami cephe,
Şeriatı temel alan birçok cemaatleri ile
ılımlı İslam olarak adlandırılan batı ile
bütünlüğü – ittifakı savunan reformist
İslamcıları temsil eden cephe, yani
AKP nin temsil ettiği cephe, diğer taraftan kendi içinde Kemalistleri, Ergenekoncuları, orduyu yani CHP, MHP,
ve İP yanında gerçekten demokrat olan
ve AB ve batı desteğini alan güçlerin
oluşturduğu cephe arasında çatışma
yaşanmaktadır. Bu cepheler içinde bulunan ve eskiyi temsil eden güçler artık itibar kayıp etmekte yerini yeni ve
dünyaya bölgeye ve Kürdistan’a uyum
sağlayabilecek güçler öne çıkmaktadırlar. Türkiye bunun doğum sancısını
yaşamaktadır. Taksim eylemi bu sancının bir yansımasıdır.
Aynı saflaşma Kürdistan’da da yaşanacaktır. Kürdistan’da, eski sosyalist
yurtsever güçler arası tartışma ve ayrışma noktaları önemini çoktan yitirmiş,
PKK nin silahlı güçlerin çekilmesi ile
tartışma ortamı doğmuş, herkes düşündüğünü söyleme imkânına kavuşmuş,
yeni yaşamsal konularda aynı olanlar
aynı bayrak etrafında saf tutmaya başlayacaktır. Bu saflaşmanın ana halkası,
Kürdistan’ın ve Kürt Milletinin hakları etrafında olacaktır. Türkiye ile ilişkiler bu zeminde ele alınacaktır. Yeni
tartışmalar, PKK de dâhil bütün güçleri ve kişileri yeniden tavır belirlemeye,
saflaşmaya zorlayacaktır. Önümüzdeki
dönemde Türkiye ve Kürdistan’da yeni
ayrışma ve bileşme sürecinde atılacak
adımlar geleceğin belirleyici köşe taşları olacaktır.
BDP Gezi eylemlerine karşı ilgisiz
kaldı. Gerekçesi, Gezi eylemleri, çözüm sürecinin önünü tıkadığı, hatta
çözüm sürecine karşıt eylemler, hükümeti zayıflatma amacı güden eylemler
olarak değerlendirdi. Öyle anlaşılıyor
ki, BDP “Çözüm süreci” dediği Kürdistan sorunun çözümünü bütünüyle
AKP hükümetinin inisiyatifine bırakmıştır. Hükümetin tatlı yalanlarıyla
tatlı rüyalar görmekte, eylemliliklerin
onları tatlı rüyalarından uyandıkları
için tasvip etmemektedirler. Evvela şu
tespiti yapalım. Gezi eylemlerine katılanlar Kürdistan sorunu için bir önerileri yok, bir afiş ve bildirileri yok. Katılımcıların bir kısmını oluşturan bazı
milliyetçi ırkçı gurupların tavırları ise
bilinir. Bu doğru. Ancak, bu kitlelerden Kürdistan sorunu için iyi şeyler
beklentisi içinde olmak yanlıştır. Bunlar şimdiye kadar kendileri için bir şey
istemek için eylem yapamamışlarsa,
başkaları için hiç yapamazlar. Evvela kendilerinin bir duruşu, bir iradesi
olsun ki, başkaları için söz söyleme
durumları olsun. Yüzyıldır ittihatçı
Kemalistlerin ırkçı söven yalanlarıyla
zehirlenen kandırılan bu kitleler, Kürtlerin olmadığını emperyalistlerin icadı bir tuzak olduğuna inananların, bu
gün gerçekle yüz yüze gelmiş olması,
Kürtlerin gerçekten var olduğunu, devletleri tarafından kandırılmış olduklarını, Kürtlerin de hakları varmış, onlar
hak alıyorsa bizde haklarımıza sahip
çıkalım noktasındadırlar. Kendilerinin
varlığını yeni keşfederken, kendisi olmaya çıkışırken, yeni yeni hakları için
kitlesel güçlerinin farkına varırken,
Kürtlerin bunlardan büyük beklenti
içinde olmaları doğru değil. Türkiye
halkı henüz o noktada değil, henüz
devlet aygıtı dışında özgür düşüncesini
koyacak güçte olmadığını, tarihlerinde
devletine karşı geniş kitlesel ayaklanma ve protestolarının olmadığını bilmek gerekir. Gezi eylemleri belki bir
başlangıç olabilir buna.
Halkına bunu yapan bir devlet, Kürleri neden kandırmasın ki? Tarih bunun
örnekleriyle doludur. Tarihi bir tarafa
bırakalım, son 50 yıllık tarihimizde de
bunun örnekleri çoktur. AKP kaç Kürt
açılımı yaptı. Her açılımı daha büyük
katliamlarla kapandı. AKP hükümeti
hangi sözünü tutmuş ki, Kürdistan sorunu gibi devasa bir dünya sorununu
onun insafına bırakıyorlar. Sonra verilmiş bir sözleri bile yok. Öcalan’ın istihbarat örgütü ile yaptığı görüşmelerin
hiç bir bağlayıcı yönü yok, bu konuda
umutlu olmak hayale kapılmak kelimenin en hafif haliyle ahmaklıktır. Kaldı
ki, Türk başbakanı Erdoğan son Akil
adamlar toplantısında, verilmiş bir
sözlerinin olmadığını, Anadilde eğitimin bile gündemlerinde olmadığını,
karakolların yapımının devam edeceğini söylemiştir. Dolayısıyla hükümetten bir beklenti içinde olmak yanlıştır
ve Gezi eylemlerini de sanki Kürt meselesini çözmek isteyen hükümeti engeller endişesiyle karşı çıkmak da yanlıştır. Türk devleti zorunlu olmadıkça
bir adım atmaz. Dolayısı ile bir kazanım söz konusu olacaksa bu Kürtlerin
göstereceği performans ve güçleri ile
olacaktır. Bunun ille de savaşla olması
şart değil, İmranlı görüşmelerine bağlı
kalmak medet ummak değil, ama siyasi üstünlük almak ve kitlesel gösterilerle hükümeti zorlamak gerekir. Gezi
eylemleri belki bu anlamda engel değil
bilakis bir fırsattır.
30 Haziran 2013
kızılbaş - sayfa 28 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Yandaş ve taraflı medya, karşıtlarını yalan yanlış bilgilerle hedef almakla kalmıyor artık
iftiralarla sindirmeye çalışıyor. Hedef, bu Dünya’da dikili tek bir ağacı bulunmayan,
gelirinin tamamına yakınını infak eden bir aydın ile bir dönem siyasete girip sonrasında
kendini tamamen hayıra adayan bir işadamı..
Yandaş medya hazırladığı haberlerde
yalan ve manipülasyonu da bir kenara bıraktı artık iftiralara uzandı. Son
örnek İlahiyatçı İhsan Eliaçık ve İşadamı Ahmet Kopuz ile yaşandı. Bir
haber portalının toplumun ilgiyle takip
ettiği ikiliyi tutarsızlık ve bir oyunun
aktörleri olarak göstermesi tepki görürken Eliaçık hoca, iddialara “Hile,
entrika, yalan, iftira ne arasanız var.
Bu kara bir propagandadır. Benim
bu Dünya’da dikili tek bir ağacım
dahi yok. Sayın Kopuz ile tek bağım
da yaptığım program ve paylaştığımız
fikriyattır” sözleriyle tepki gösterdi.
Türkiye’nin özgün düşünen, toplumu
doğmalarla, atadan dededen kalma
hurafelerle uyutmaya çalışanlara karşı
akıl ve ilim ekseninde düşünceler dile
getiren herkesi hedef almaktan çekinmeyen işbirlikçi medya, işi öyle azıttı
ki artık yalanı da bir kenara bırakıp
iftiraya başladı. Bunun son örneği internet medyasında yaşandı.
SANKİ
YOLSUZLUK YAPMIŞLAR...
Timetürk ismiyle yayın yapan bir site,
ülkenin son dönemde adından sıkça
bahsedilen, dine getirdiği özgün yorumlarıyla başta gençler olmak üzere
toplumun pekçok kesiminde uyanış
sağlayan İlahiyatçı-Yazar İhsan Eliaçık
ile Karadeniz TV’nin Sahibi Ahmet
Kopuz’u hedef aldı. Site, sırf Taksim
Gezi Parkı’ndaki direnişe destek verdiği ve hükümete de sert eleştiriler yönelttiği için hem Eliaçık’ı hem de bir-
likte program yaptığı işadamı Kopuz’u
sanki çok büyük bir yolsuzluğu ortaya
çıkarmışcasına afişe etti.
ANTİKAPİTALİST
MÜSLÜMANLARI
VE HOCAYI Tİ’YE ALDILAR!
Site, Eliaçık’ın Kopuz ve Kopuz’un arkasında olduğunu iddia ettikleri siyasi
ismin yani Abdullatif Şener’in taşeronu olduğunu iddia etmekle kalmadı,
Eliaçık ve onun görüşündeki herkesin
‘Mülk Allah’ındır ve paylaşım esastır’
şeklindeki söylemlerini de ‘Antikapitalist Müslümanlar’ın abisi’ sözleriyle
ti’ye aldı.
KOPUZ’UN SİYASİ
HIRSI VARMIŞ...
Yalanın ötesine geçilen haberde iftiralar birbiri ardına sıralandı, iktidar
yandaşlarının en küçük bir eleştiriye
karşı dahi neler yapabilecekleri bu
haberle birkez daha ortaya çıktı. Sözkonusu metinde Eliaçık’ın Akdeniz
Caddesi’nde iki katlı kültür merkezinin
kirası irdelendi, kiranın işadamı Ahmet Kopuz tarafından finanse edildiği,
Kopuz’un da tüm bunları siyasi hırsı
nedeniyle gerçekleştirdiği iddia edildi.
Artık siyaseti istemediğini hemen her
platformda dile getiren Kopuz’un işadamı kimliğinin de adeta görmezden
gelindiği haberde işyeri sahibi olmak
adeta büyük bir suçmuş, yolsuzlukmuş
gibi lanse edildi.
YALAN, İFTİRA VE HATTA
SUÇ BİLE İSNAT ETTİLER…
Site, Kopuz hakkındaki ağır iftiralara hiçbir belge göstermeksizin sadece
kulaktan dolma, sanal ortamlardaki
yerli yersiz bilgilerden yola çıkarak
suç isnatları eklemekten de kaçınmadı. Öyle ki, Kopuz’un KRT’yi eski sahibi Zihni Cinan’dan hile ile aldığını,
bir zamanlar beraber yol arkadaşlığı
yaptığı İlahiyatçı Profesör Yaşar Nuri
Öztürk’e de eski eşini kullanarak “Aşk
Skandalı” haberleri ile komplo kurduğunu ileri sürdü.
YAZIM TARİHİNE GEÇEN
‘İFTİRA HABER’…
Sitenin bu haberi, yandaş medyanın
kendi rahat ve huzurlarına çomak sokan herkesi, ister ilim adamı, ister din
adamı, ister işadamı olsun hedef almakla kalmayıp, iftiralar sıralamaktan da geri kalmayacağının en somut
örneği olarak yazım ve medya tarihine
geçti.
ELİAÇIK: KARA PROPAGANDA..
Öte yandan habere konu asılsız iddialara yanıt gecikmedi. İddiaların odağındaki İhsan Eliaçık, YÜZDEYÜZ
HABER’e konuştu ve haberi kara propaganda olarak niteledi. Eliaçık, “Bu
tükenişin resmidir aynı zamanda.
Bu yapılan kara bir propagandadan
ibarettir. Sinsice, kurnazca, hile, entrika, yalan ve iftira ne arasanız var.
Gerçekleri çarpıtmak, inançları sarsmak, hedef alınan kişilerin etrafında
kızılbaş - sayfa 29 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
güvensizlik yaymak ve onların aleyhine bir kamuoyu oluşturmaktır. Benim
KRT ile tek bağım Sayın Ahmet Kopuz ile haftanın her Cuma günü yaptığım programdır. Bu programda da
dini değerlendirmelerde bulunuyor,
vatandaşların sorularına yanıtlar veriyoruz. Bunun için de tek bir kuruş
para almıyorum. Sayın Kopuz bir
dönem siyasetle ilgilendi ama ortaya atılan iddialar iftiradan ibarettir.
Kaldı ki zaten artık herhangi bir siyasi parti mensubu ya da destekleyicisi
de değildir. Bu beni de ilgilendirmez.
Yalnız kendisi bizim fikriyatımızı destekleyenlerden biridir” dedi.
“BENİM BU DÜNYA’DA
DİKİLİ TEK BİR AĞACIM YOK”
İşadamı Kopuz’un kendisinin verdiği
tefsir derslerine katıldığını ve sözkonusu haberde iddia edildiği gibi sağ
siyasi duruşa mensup bir olmadığını da belirten Eliaçık, sözlerini şöyle
sürdürdü: “Kendisi sosyal demokrat
geleneğe mensup biridir. Biz savunduğumuz ilkeler kapsamında evsizlere, sokak çocuklarına, Afrikalılara,
darda olanlara yardımlar yapıyoruz.
Sayın Kopuz da bu yardımlara katılan, Allah yolunda infak edenlerden
biridir. Sadece Sayın Kopuz değil bu
şekilde infak gerçekleştiren 20’ye yakın hayırsever insan var. Benim kişisel olarak para ile ilişkim sözkonusu
değildir. Yaşamımı yazmış olduğum
kitaplardan elde ettiğim gelirin yüzde 25 ile sürdürüyorum. Geri kalanı
ise infak ediyorum. Bu dünyada dikili tek bir ağacım yok. Ne bir evim ne
bir arabam. Faturalarımı, tüm zaruri
ihtiyaçlarımı bu yüzde 25’lik gelirle
karşılıyorum. Biz bir siyasi parti değiliz ortada bir finansör olsun. Faaliyet gösterdiğimiz İnşa Yayınları’na
ait ofiste 2 katlı değil 3 katlıdır ve
kiradır. Buranın kirası da yine benim
kitap gelirlerimle fikriyatımıza, duruşumuza destek veren eş, dost, esnafın
katkıları ile ödeniyor. Yapımını da
yine onlar sağlamıştı. Kimisi kapısı-
nı kimisi boyasını kimisi de eşyasını
karşılamıştı.”
“GAZETECİ NE
YAZDIĞINI BİLMELİDİR…”
Yandaş medyanın hedef aldığı herkese
hesapsızca saldırmasının elindekileri
kaybetme korkusundan kaynaklandığını da kaydeden Eliaçık, “Gazeteci
mesleğinin bilincinde olmalı ve yazdığı, söylediği her cümlenin insanlar
üzerinde büyük etkiye sahip olacağını
bilmelidir. Bilgi kirliliği halkı yanlış yola sürükler. Bugün için iktidar
propagandasından başka birşey yapmayan medya halkın gözü olmaktan
fazlasıyla uzaklaşmıştır. Gerçeği görmekten aciz, yalan ve iftiralarla karalara bürünmüş durumdadır” ifadelerini kullandı.
Kaynak:
http://www.yuzdeyuzhaber.
com/guncel/ihsan-hocaya-karapropaganda-h6770.html
köpekler havladı diye,
kervan yoldan kalmaz.
-Mevlana Celaleddini Rumi-
kızılbaş - sayfa 30 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Aktaran: Sinan Işık
Afyon Milli Eğitim Müdürü, yönetimi
'Allah ve Ankara böyle istiyor!' diyerek
din dersi öğretmenlerine bıraktı.
Milli Eğitim camiası Afyon Milli Eğitim Müdürü'nün verdiği talimatlarla
çalkalanıyor. Afyon'un yeni Milli Eğitim Şube Müdürü İbrahim Özkul'dan
din öğretmenlerine garip bir çağrı yapıldı.
Din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmenleri ile buluşan Özkul, "Sizler okul
müdürlerinin başdanışmanısınız. Okul
müdürü bir adım atacak, size soracak.
Müdürler kusura bakmasın. Bundan
sonra işler ve işlemler, din kültürü ve
ahlak bilgisi öğretmenlerinin kontrolünde gerçekleşecek. Bunu Ankara
da böyle istiyor. Bunu valilik de böyle
istiyor. Milli eğitim müdürü de böyle
istiyor. Biz de böyle istiyoruz. Allah da
böyle istiyor" dedi.
Vali İrfan Balkanloğlu oluru ile görevlendirilen Milli Eğitim Şube Müdürü
İbrahim Özkul, Din Bilgisi öğretmenlerine yönelik yaptığı bir toplantıda
“Siz okul müdürlerinin üstündesiniz,
müdürler sizden onay almadan adım
atamayacak” talimatı vermesi Okul
Müdürleri arasında deprem etkisi yarattı. Özkul bununla da yetinmeyerek,
“Sizi dinlemeyen öğretmen ve okul
müdürlerini derhal bizi bildirin. Biz
gereğini yaparız” dedi.
Din Bilgisi öğretmenlerine yönelik
yaptığı toplantıda bu kararları kimlerin istediğini de sıraladı: “Bunu An-
kara da böyle istiyor, Valilik de böyle
istiyor, Milli Eğitim Müdürü de böyle
istiyor, biz de böyle istiyoruz, Allah da
böyle istiyor. Ondan dolayı sizin yeriniz bizim başımızın üzeri. İdari yetki
olsun ya da olmasın. Okul müdürü bir
adım atacak size soracak. Müdürler
kusura bakmasın.”
Bu toplantının ardından salonda konuşulanlar kulaktan kulağa tüm Eğitim
camiasına yayıldı. Kısa süre sonra toplantının ses kaydının basına sızması
Milli Eğitim’de şok etkisi yarattı. Okul
Müdürleri, “Böyle bir konuşmanın yapıldığını duyuyorduk. Ama elimizde
bir kanıt yoktu. Ortaya çıkan ses kaydı
ile ne yapılmak istendiği ortaya çıktı.
Ellerinde yetki var. Bizim yerimize
Okul Müdürü olarak onları atasınlar
olsun bitsin” diye tepki gösterdiler.
Sarı Abidin
AKP DİKTATÖRLÜĞÜNÜN
HALK DÜŞMANI POLİSİNİ
'BOYKOT' EDİYORUZ
Diktatörlüğün Gestapo Örgütü
Halk Düşmanı Polisi BOYKOT
Ediyoruz...
Otobüste, Vapurda, Trende,
Uçakta, Minibüste, Lokantada,
Resturantta, Cafede, Tiyatroda,
Sinemada, Parkta, Plajda, Maçta, Düğünde, Otelde,
Pansiyonda Kısaca Yaşamın ve
Hayatın HER YERİ ve ALANINDA;
POLİSİN OTURDUĞU-YEDİĞİ-İÇTİĞİ YERE GİRMİYORUZ, GELDİĞİ YERİ TERK
EDİYORUZ...
kızılbaş - sayfa 31 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Hepimiz
kardeş
değiliz
Cahit MERVAN - Gündem -
Yazının okunmasını sağlamak için
kışkırtıcı bir başlık kullandığımı sanmayın. 'Hepimizin kardeş olmadığına'
inanlardanım. Yanlış anlaşılmasın:
olamayız demiyorum, şimdi 'kardeş
değiliz' diyorum.
Çok açık bir soru soralım:
Türklerle Kürtler kardeş olabilir mi?
Bir adım daha atarak başka bir soru
soralım:
Türklerle Anadolu ve Mezopotamya'da
yaşamış veya onca zülüm ve soykırıma rağmen halen 'yaşamayı' becermiş
halklar ve topluluklar arasında kardeşlik olabilir mi?
Buna herkesin kendi durduğu yerden
'evet' veya 'hayır' diye cevap vereceği kesin. Bu cevapların her birisinin
kendi içinde doğruluk payı da olabilir.
'Ortalama' bir Türk vatandaşına göre
zaten hepimiz kardeşiz. Bu tartışmanın bir manası da yoktur.
Ancak Kürtler, Lazlar, Ermeniler,
Asuri-Süryaniler, Romanlar, Pontus
veya Rumlar açısında bu pekte böyle
değil. Çünkü herkes Türklerin durduğu yerden topa bakmıyor. Bakmadığı
içinde birbirinden çok farklı sonuçlara
varıyor.
'Kardeşlik' meselesinde en çok sola
yüklenmemizin nedeni, onun topluma
istenilen düzeyde bir örnek oluşturmadığındandır. Solun ezilenlerin 'doğal
müttefiki' ve 'yol arkadaşı' olduğundandır. Yoksa özel bir 'düşmanlı' ve
'ön yargıdan' kaynaklanmıyor.
ve hesaplaşmak gerekiyor. Buna en
çokta 'hepimiz kardeşiz' sloganını
tekrarlayıp duran Türklerin ihtiyacı
var. Yanlış okumadınız 'evet' bütün
Türklerin buna ihtiyacı var.
Sadece sağcısının değil, solcusunun
da. Sadece kendisini laik-seküler olarak görenin değil, Müslüman olanında
da. Sadece zengin, burjuva olanın
değil, fakirin, emekçinin de buna
ihtiyacı var. Velhasıl kadın-erkek
bütün bir Türk toplumunun bu tarihsel
yüzleşemeye ve hesaplaşmaya ihtiyacı
var.
Bu 'keskin' önermeden sonra Türk
veya Türkiye solunu 'bunun dışında
tutamaz mıyız' diyenler çıkacaktır.
Kısmen haklılar. Ancak solunda bu
konudaki pratiği çok iç açıcı değil.
Çünkü solun resmi ideolojiyle olan
bağları sanıldığından daha derindir.
Kaldı ki bu sadece Kürtlerle alakalı
bir durumda değildir.
Örneğin Brüksel'de düzenlenen Barış
ve Demokrasi Konferansı'nda konuşan Laz Dilini ve Kültürünü Koruma
Derneği LAZEBURA'dan Nurten Altunbas-Alpaslan 'kendi ana dilimizde
konuştuğumuz zaman solcu arkadaşlarımız 'azınlık milliyetçiği yapmayın
diye ' bizi uyarıyorlardı' demesi bu
gerçeğin ta kendisidir.
Burada zorunlu bir açıklama daha
yapmak gerekiyor. Kendisine 'sol' etiketi yapıştırsa da CHP, İP gibi partilerin, Kemalistlerin veya Ergenekon'un
tetikçiliğini yapan grupların sol ile
solculukla alakaları yoktur. Burada
kast ettiğimiz ve 'yüklendiğimiz' daha
çok devrimci-demokrat sol kesimlerdir.
Bu zorunlu izahattan sonra topun
durduğu yerden-Kürt olarak sahaya
baktığım zaman bazı tespitler yapmak
ihtiyacı hissediyorum:
BİR: rahmetli Orhan Kotan'ın dediği
gibi 'Kardeşlik' ahlakı bir kavramdır. Siyasi-ekonomik-askeri çıkarlar
gündeme geldiği zaman ise ne yazık
ki beş pare etmez bir kavrama dönüşüyor.
İKİ: Kardeşliğin hayat bulması için
ilk önce egemen olanın, somut durumda Türlüğün zorla elde ettiği imtiyazlarından vazgeçmesi gerekiyor.
ÜÇ: Kardeşliğin sağlanması için
bütün kardeşlerin özgür ve eşit olması
gerekiyor. Özgürlük olmadan kardeşliğin olamayacağının bilinmesi
gerekiyor.
DÖRT: Şimdi 'Hepimiz kardeşiz'
yerine, 'hepimize ve herkese özgürlük'
temel şiar olmalıdır.
Peki doğru cevabı nasıl bulacağız?
BEŞ: Örneğin Kürtler isteseler de özgür olmadan kimsenin 'kardeşi' falan
olamazlar. Bu eşyanın tabiatına aykırı
olur. Köle ile egemenin kardeş olduğu
görülmemiştir.
Belki de başta Türkler olmak üzere
herkes durduğu yerden topa bakacağına bir kez dahi olsa topun durduğu
yerden sahaya bakması gerekecek.
Bakması gerekecek. Lütfedip baktığını da görmesi gerekiyor.
ALTI: Kürtlerle kardeş olmanın
yolu Kürt ve Kürdistan'ın 'amasız' ve
'fakatsız' özgürlüğünü istemek ve ona
saygı duymaktan geçer. Ötesi boş laf
olur ki, ona da artık kimsenin kanacağı yok.
Bu sahada tarih boyunca olup bitenleri bilince çıkarmak, ne kadar korkunç
ve acımasız olsa da onunla yüzleşmek
http://rojevakurdistan.com/index.php/
guendem/10136-hepimiz-karde-deilizcahit-mervan#.UdHJAoQ9azI.facebook
Kaynak:
kızılbaş - sayfa 32 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Apocu konferansta konuşulmayanlar daha hayatidir:
Siyasetçiler ve aydınlar Apocu Harekete
eklemlenmişlerdir…
Öcalan, Ergenekon’dan sonra bir tarihi
devlet aktörü olarak hükümete kayıtsızşartsız teslim olduktan sonra, 21 Mart
2013 Newroz’unda hükümet ideologlarının hazırladığı 2. Lozan Manifestosunu Türkiye’ye açıkladı. Ama manifestonun asıl hedefi Kürtlerdi: Kürtlerin,
devlete nasıl entegre edileceği; Kürtlerin millet olarak kendi kaderini tayin etme hakkından nasıl vazgeçeceği;
Kürtlerin kendi ülkeleri Kürdistan’da
hükümran, egemen ve iktidar olmasının nasıl engelleyeceğini anlatıyordu.
Bunun yanında Kürdistan’da Türk Kemalist Devlet’in işgalinin ve sömürgeci
egemenliğini devam etmesini sağlanması için gerekçeler hazırlanıyordu.
Bu süreç devam ediyor. Hükümet, bu
süreçte etkin ve egemen olmak için
“akil insanlarla” kendi projesini devam
ettirdi ve ettiriyor. Devlet aynı zamanda Öcalan’la kendi projesini hayata
geçirmek için de yapılması gerekenler için olanaklar sağlıyor. Öcalan’ın
Newroz’daki teslimiyet manifestosundan sonra, manifestoda belirlenenlerin
adım-adım hayata geçmesi için Ankara, Diyarbakır, Hewlêr, Brüksel’de dört
konferansın yapılması önerildi.
Bu konferansların yapılmasının açıklanmasından sonra, Kürt siyasetçileri
yine konuyu es geçme gibi bir kayıtsızlık içinde oldular. Konuyu derinlikle inceleme ve tartışma gereği duymadılar.
Sadece belirli aydınlar bu konuyu tartıştılar.
Öcalan’ın emrinden sonra Ankara ve
Diyarbakır’da projelendirilen iki konferans gerçekleştirildi. Her iki konferanstan sonra, katılımcı siyasetçi ve
aydınlar, çokça övücü yazılar yazdılar.
Özellikle kendilerini Apocu Hareketle
meşrulaştırırken, Apocu Harekete eklemlenen siyasi gruplar, girişimler, parti çalışması içinde olanlar; konferansa
hiç toz kondurmadıkları gibi, zafer kazanmış komutan edasındalar. Konferans
sonrası benimsenen ilkeleri çok önemsemiş görünüyorlar. Apocu Hareketin,
onların dediklerini kabul ettiklerini
propaganda yaparak, kendilerine başarı
ve zafer payesi çıkarmaya çalışıyorlar.
Oysa Apocu Hareket ne yaptığını biliyor. Apocu Hareket, “Bağımsız Birleşik
nulardır. Bu konular hem konferansın
hazırlanmasına ve hem de esas içeriğine ilişkin konulardır. Bunları madde
sıralayarak daha anlaşılır kılmaya çalışacağım.
İbrahim Güçlü
Kürdistan” dediği zaman da, bir devlet
projesi olarak, Kürtleri bu sloganla etrafında toplamaya çalışıyordu.
Apocu Hareket, zaman içinde aynı
stratejiyi farklı taktiklerle uygulamaya devam ettiler. Kürt siyasetçileri ve
aydınlarının, bir dönem önce “Türkiye
Kürdistan’ında Ortak Akıl Konferansını”, orada alınan kararları, hiç değer
taşımayan sonuçları, hayatta yansı bulmayan görüşleri hatırlasınlar.
Onun için, bu taktikleri bilmeyen genç
siyasetçilere duyurulur!
Belirli Kürt aydınları ve siyasetçileri
konferans hakkında önemli değerlendirmeler yaptılar. Bu konuda, belirli
Kürt gazeteleri muhalefette başı çeken
platformlar oldular. Kamuoyu o platformlarda farklı değerlendirmeleri öğrendiler.
Ben de konferansla ilgili görüşlerimi
başta Rizgarî İnternet Gazetesi olmak
üzere birçok internet gazetesinde kamuoyuyla paylaştım.
Şimdi de Diyarbakır’daki Apocu Konferansın içeriğini ele alacağım.
*****
Bana göre konferansta konuşulanlar
değil, konuşulmayanlar daha önemlidir. Bu bağlamda konuşulanlar ve çıkan sonuçlar üzerinde durmak, sorunun
gerçek boyutlarını anlatmaktan uzak
olur. Ayrıca bu tutum, Apocu Hareketin/Öcalan’ın tayin ettiği çerçevede kalmayı sağlar ve gerçeklerin görülmesini
engeller.
Konuşulmayan konular, hayati olan ko-
1- Konferansla ilgili karar alma metodu
dikte ettiricidir ve konferansa katılanlar
ortak kararıyla konferans yapılmamıştır: Konferans, Öcalan tarafından kararlaştırıldı. BDP, Apocu Hareketin bir
örgütü olarak Öcalan’ın kararlaştırdığı
konferansı gerçekleştirmek zorunda.
Ayrıca BDP ile Öcalan da çözüm konusunda bir uzlaşma ve bütünleşme içindeler. Öcalan’ın bu konferansının Diyarbakır’da uygulamaya geçirilmesi hiç de
zor olmadı. Anlaşılan Diyarbakır’da da
konferans BDP tarafından değil, Apocu
Hareketin örgütü olan ve BDP’nin aynısı olan “Demokratik Toplum KongresiDTK” tarafından organize edildi.
“DTK” çağrı yaptığı zaman, HAK-PAR
ve HÜDA-PAR dışındaki bütün siyasi
çevreler evet dediler.
Konferansa evet diyen siyasi çevreler
ve aydınlar da, kendi iradeleriyle tespit
edilmeyen konferansı tartışma gündemine getirmedikleri görülmekte. Yani
çerçevesi, gündemi, koşulacakları, sonuçları belli olan bir konferansa katılarak, bağımsız ve otonom bir kimlik
değil, Apocu Harekete zorunlu olarak
eklemlenme konumları ortaya çıktı.
Oysa birçoğu bu konuyu konferans platformunda konuşacaklarını söylüyorlardı.
2- Konferans, MİT’in Öcalan’a dikte
ettirdiği bir platform: Konferans kararı, 2. Lozan Manifesto’sunun açıklanmasından sonra, Öcalan tarafından
kararlaştırılmış olmasına bir itiraz ve
tartışma yok. Öcalan’ın kararlaştırdığı
konferansın MİT’ten bağımsız olmadığı
da bir gerçektir. Buna rağmen, bu konuda da bir itiraz ve tartışma yok.
3- Katılımcılar, esas olarak Apocu Hareket tarafından tespit edilmiştir: Konferansa çağrılacak siyasi çevreler, aydınlar da DTK tarafından çağrıldılar.
Katılımcıların bu konularda hiçbir itirazları olmadığı gibi, sıradan önerilerin
dışında, ezber bozan öneriler yapılmadığı da ortaya çıkıyor.
kızılbaş - sayfa 33 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
4- “Kuzey Kürdistan’da Birlik ve Çözüm Konferansı” bir dönem önce yapılmış olan “Türkiye’de Kürdistan’ında
Birlik ve Ortak Akıl Konferansı’nın bir
devamı olsa gerek: “Kuzey Kürdistan’da
Birlik ve Çözüm Konferansı”, daha
önce yapılan “Türkiye Kürdistan’ında
Ortak Akıl ve Birlik Konferansının” bir
devam olması gerekirken, bu ortak akıl
konferansı hiç yapılmamış gibi hareket edilmiş, o konferansın kararlarının
Apocu Hareket tarafından neden uygulamaya geçirilmediği sorgulama konusu da olmamıştır.
5- Konferansın isminin de hükümetten alınmış olması, konferansın
Kürdistan’ın Kuzeyindeki Kürtlerin
konferansı olmadığını gösteriyor: Konferansın “Çözüm” bölümü hükümetin
isteğine uygun olan bir tanımlamayı
gösteriyor. Konferans katılımcıları bu
ismi sorgulama gereği bile görmemişlerdir. Kürtler ve Kürt milleti açısından,
“çözüm” diye bir tanımlama doğru bir
tanımlama değildir. Kürtler için gündemde olan; Kürtlerin kendi bağımsızlıkları elde etmeleri, Kürt milletinin
Kürdistan’da bağımsız devlet, federal
devlet, konfederal devlet şeklinde hükümran, egemen, iktidar olması; Kürt
milletinin kendi kaderini kayıtsız şartsız tayin etmesidir.
6- Konferans, bir birlik konferansı değildir, bir eklemlenme ve entegrasyon
yapıdır: “Kuzey Kürdistan’da Birlik
ve Çözüm Konferansından” bahsedebilmek için, eşitler arasından bir platformdan, eşitlerin birlikte karar alacakları bir platformdan bahsetmek gerekir.
Oysa olan bu değil: Olan şey Apocu
Harekete eklemlenme ve tabi olmaktır.
Çünkü Konferansın bütün ilkesel, teknik, maddi hazırlıklarını Apocu Hareket yapmıştır. Konferansa katılan siyasi
gruplar ve aydınlar da eklemlenmişlerdir.
Ayrıca da böyle olması da gerekir. Çünkü konferansa katılan siyasi grupların
toplumsal karşılıkları olmadıkları gibi,
bir hareket niteliği de taşımıyorlar.
Apocu Hareket, tek ideoloji, tek lider,
tek parti egemenliğini esas alan demokrasi dışı bir rejimi benimsediği için,
kendi dışındaki tüm siyasi hareketleri,
grupları ve partileri Kürdistan’da meşru kabul etmemektedir. Aydınlar ise,
Apocu Hareketin en çok korktuğu ve
düşman gördüğü; bu nedenle katlettiği,
itibarsızlaştırdığı ve fonksiyonsuz hale
getirdiği bir toplumsal ve tarihi aktördür.
Apocu Hareketin bu niteliği konferansta sorgulama konusu bile yapılmamıştır.
7- Konferansın resmi dilinin Türkçe
olması da, konferansın Kürtlerin konferansı olmadığını ortaya koyuyor: Bu
konuda kamuoyunda yapılmış ciddi itirazlara rastlanmadı. Bu da konferansın,
Öcalan’ın entegrasyon konseptine uygun bir hareket tarzını, uygulamasını
ortaya koymaktadır.
8- Konferansa katılan aydınların birçoğu ve özellikle de DDKD, PKK’yı
geçmişte devletin bir projesi olarak
değerlendiriyorlardı; ajan olarak tanımlıyorlardı. Konferansta, bu konuda
PKK’yı ve kendilerini de sorgulamadıkları görülüyor: Bu gerçeklik karşısında, ya PKK hakkındaki görüşlerinde
ısrarlı olduklarını söyleyerek, tartışmaları o boyutta sürdüreceklerdi. Ya da
kendilerinin geçmişte yanlış yaptıklarını, PKK’ya haksızlık yaptıklarını
itiraf ederek, özeleştirilerini yapmaları
gerekirdi. Oysa bunun da yapılmadığı
görülüyor.
9- Konferansta 2. Lozan Manifestosunun sorgulanmadığı görülüyor Bu nedenle sonuç bildirisinde de bir yansıma
yok: Öcalan, 21 Mart 2013 tarihinde 2.
Lozan Manifestosunu yayınlamıştır. Bu
manifesto ile Kürt milletinin kendi kaderini kendi iradesiyle tayin etmesine;
Kürtlerin bağımsızlığına, hükümranlığına, egemenliğine, iktidarına karşı
açık görüşler ifade etmiştir. “Demokratik Cumhuriyet ve Türk Kemalist Devlet” tezini benimseyerek, üniter devleti
savunmuş, Kürt milletinin varlık koşullarına son vermiştir. Kürtlerin Güney
ve Güney-Batı parçalarının da “Misak-i
Millinin” sınırlarının içine alınmasını önermektedir. Bunun için ortak bir
konferans önermiştir. Yeni Osmancılığı savunarak, Türk Kemalist devletinin sömürgeciliğinin devam etmesini;
Kürdistan’da sömürge bile olmayan
statüsüz sömürge altı yapının devamını
savunmuştur.
Manifesto’nun Kürt milleti için ifade
ettiği tarihi sapmaları, ihanetleri, olumsuzlukları daha da sırlamak olanaklı.
Konferansa katılanların, bu konuyu da
sorgulamadıkları açıkça görülmekte.
Konferansa ana referansı olan, konferansın kaderini tayin eden 2. Lozan
Manifestosu konferans tarafından açıkça onaylanmıştır.
10- Konferansta Öcalan’ın Kürtler adına pazarlık yapması, daha açık ifadeyle
Kürtleri satması da sorgulanmamıştır.
Tersine Öcalan’ın başlattığı teslimiyet
süreci açıkça onaylanmıştır: Devlet ya
da hükümetle Öcalan arasında bir mü-
zakerenin olmadığını konferansa katılanların hepsi kabul etmekte. Çünkü
katılımcıların hepsi, özgür olmayan,
tutsak bir adamın hücreden çıkarılarak masanın bir tarafına oturtulmasının müzakere olmayacağını, gülünç bir
oyun olduğunu çok iyi biliyorlar. Ayrıca yayınladığı 2. Lozan Manifestosunun da bir teslimiyet belgesi olduğunu,
içeriğini bir paragraf öncesinde; daha
önce yazdığım birçok makalede anlatmaya çalıştım. Buna rağmen, konferans
Öcalan’ı yalancı müzakereci olma konumundan çıkarma tartışması yapmıyor. Onun konseptini ve teslimiyetini
benimsiyor.
11- PKK’nın bir devlet projesi olduğunu
Kürtlerin büyük çoğunluğu ve hükümet bile kabul etmektedir. Kürtler birlik oluşturmak isterken, bu konunun da
netleşmesi gerekirdi: Bilindiği gibi devlet, 1974’lerden sonra Kürtleri asimile
edemeyeceğini ve Kürt ulusal hareketini engellemeyeceğini anladığı süreçten
sonra; Kürtlere ve Kürt ulusal hareketine karşı yeni bir strateji tayin etti. Bu
strateji, Kürtler eliyle kurulan bir örgütle ya da örgütlerle, Kürt ulusal hareketini içerden kuşatmak, hareketi hedefinden şaşırtmak, Kürdistan örgütlerini
ve ulusal hareketin toplumsal güçlerini
yok etmek ve tasfiye etmek; Kürt ulusal
hareketini uzun vadede kontrol etmekti.
Devlet, bunu Öcalan ve Apocu Hareket
eliyle gerçekleştirdi. Konferans böyle
bir sorun yokmuş gibi hareket ederek,
dipsiz bir kuyuya taş atmıştır. Bu sorunu tartışmamış ve sorgulamamıştır.
12- Devlet, PKK ve Hizbullah’la birlikte gerçekleştirdiği zamana yayılmış
Kürt katliamını sorgulanmamıştır:
PKK’nın ve daha sonra da Hizbullah’ın
oluşumundan sonra, devlet kendi eliyle
gerçekleştirdiği Kürt katliamını is-mi
geçen örgütlere devretti. Bunun sonucu olarak, yüz bin insanımız öldürüldü,
7-8 milyon insanımız Türk Bölgelerine
göç ederek Kürdistan’ın insansılaştırılması sağlandı. Toplumsal iç dinamikler
parçalanarak, tarihsel misyonlarından
uzaklaştırıldılar.
Konferans bu konuyu da sorgulamamış
ve konuşmamıştır.
13- PKK’nın Kürt ulusal dinamiklerine ve güçlerine, Kürdistan örgütlerine, PKK içindeki Kürdistanlı ve yurtsever kadrolara yönelik katliamını ve
infazlarını da sorgulamamıştır: PKK
kurulduğu günden itibaren, 11. Maddede belirttiğim stratejisi çerçevesinde,
sadece Kürdistanlı örgütlerden değil,
kızılbaş - sayfa 34 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Türk sol örgütlerinden de yüzlerce insanı katletmiştir. PKK, sadece iç infazlarının sayısı 15.000 olarak ifade
edilmektedir. Kürdistan’ın bütün parçalarından binlerce yurtseveri katletmiştir. Kürdistan’ın Güneyinde öldürdüğü
pêşmerge sayısı 3500’dır.
PKK’nın tek lider, tek örgüt, tek ideoloji
egemenliği ve otoriterizmi sorgulanmadan; PKK’nın işlediği insanlık suçları
açığa çıkarılıp yargılanmadan, demokratik ve hukukun üstün olduğu bir toplum ve sistem nasıl yaratılır? Konferansa katılan aydınlar bu temel noktalara
karşı çıkmadan, nasıl demokrat olduklarını ileri sürebilirler?
Konferans bu konuları da konuşmamış.
Katılımcılar bu saydığım gerçekleri
görmezlikten gelerek, PKK’nın insanlık suçunu kapatmaya çalışmışlardır.
14- Öcalan, silahlı mücadele döneminin son bulduğunu savunuyor. Silahlı
mücadele sonucu on binlerce insan öldürüldü; Kürtler sömürgeci devletlerin
askerleri haline getirildi; Kürdistan Federal Bölgenin yıkılması için saldırılar
yapıldı. Bunlar da konferansta sorgulanmamış: Oysa PKK’nın silahlı mücadelesinin yanlış olduğu yıllardır yazılıp
çiziliyor. Kürtlere verdiği zararın boyutlarını da matematiksel olarak ifade
etmek olanaklı değil.
Bu konuda konferansta sorgulanmamıştır.
15- Güney-Batı Kürdistan’ın ulusal hareketine destek verilmesi anlaşılır bir
şey. Anlaşılır olmayan PYD’nin Suriye rejimi ile işbirliği sonucu Kürtlerin
başına açtığı büyük belalar; yaptığı zulüm, öldürme olaylarının sorgulanmamış ve eleştirilmemiş olmasıdıdr. Kürt
örgütü olduğu bile tartışmalı olan PYD,
Kürtlerin meşru temsilci örgütü olarak
tespit edilmiş, savunulmuştur.
Amed, 27 Haziran 2013
İbrahim GÜÇLÜ
([email protected])
dr. baran
sakine cansız
kızılbaş - sayfa 35 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
'Her hükümet
Kürt sorununu
çözemediği
için gitmiştir'
Be ş i kç i Va kf ı’nd a
ba r ı ş sürec i t a r t ı ş ı ld ı…
Özgün Çağlar / Agos
Dün Beyoğlu’ndaki İsmail Beşikçi Vakfı’nda barış süreci tartışıldı. Yazar Fehim
Işık’ın moderatörlüğünü yaptığı tartışma
yaklaşık 2 saat sürdü.
Toplantının, dünyanın diğer bölgelerinde Kürt sorununa benzer sorunların
nasıl çözüldüğüne dair 8 hafta boyunca
İsmail Beşikçi Vakfı’nda yaptıkları panel ve söyleşilerin finali niteliğinde olduğunu söyleyen Işık, geçtiğimiz günlerde
Diyarbakır’da katıldığı ‘Kuzey Kürdistan Birlik ve Çözüm Konferansı’ndan da
kısaca bahsettikten sonra sözü salondakilere bıraktı.
Salondakilere Kürtlerin savaşa niçin
başladığını sorarak söze başlayan bir
katılımcı, kalıcı barışın ancak bu soruya
verilen yanıtta gizli olduğunu söyledi:
“Kürtler ulusal hakları alındığı için savaşa başladı. Yalnızca savaşta kaybettiklerimiz değil, ulusal haklarımız da verilirse ancak kalıcı barış sağlanır.”
Barış sürecinde Başbakan Erdoğan’ın
tavrının gelgitli olduğunu, motor gücün
Kürtler olduğunu söyleyen bir diğer katılımcısı ise, Öcalan’ın Kürdistan realitesinin peşinde olmadığını, işin siyasi
çözümünde olduğunu belirtti.
Salonda söz alanlardan biri de vakfın
başkanı İbrahim Gürbüz’dü. Gürbüz, konuşmasına Kürdistan coğrafyasının tarih
boyunca maruz kaldığı büyük devletlerin paylaşım savaşları sonucunda bugün
4 parçaya bölünmüş bir halde olduğunu
söyleyerek başladı. Kürdistan’da kurulan
Türk, Arap ve Fars devletlerinin varlıklarını Kürtleri yok sayarak sürdüklerini
ama Kürtlerin buna itiraz ettiğini anla-
tan Gündüz, sözlerine bir anekdotla devam etti: “İsmail Beşikçi Hoca, Güney
Kürdistan’dayken Barzan bölgesinde
Mele Mustafa Barzani’nin evinin olmadığını gördüğünde çok şaşırır. Mesud
Barzani’ye neden böyle olduğunu sorduğunda Barzan bölgesinin tam 16 kez
işgal edildiği cevabını alır.”
“Biz Kürtler savaşı sevmiyoruz ama ‘ya
teslimiyet, ya savaş’ diye bize iki şey
sunulursa biz savaşı seçeriz” diyen Gündüz, Kürtlerin her zaman onurlu, adil bir
barış istediğini söyledi.
Uluslararası konjonktürün eskisi gibi
olmadığını, dünya üzerinde enerji kaynaklarının yüzde 25-30’unun bulunduğu Kürdistan coğrafyasında bugün artık
büyük devletlerin istikrar istediğini ve
tarihte de ilk kez büyük oyun kurucu
devletlerle Kürtlerin çıkarlarının örtüştüğünü sözlerine ekleyen Gündüz, İsmail Beşikçi’nin sözlerine atfen ‘21. yüzyıl
Kürtlerin yüzyılı olacak’ dedi.
Moderatör Işık ise Gürbüz’ün sözleri
bittikten sonra ‘21. yüzyıl 2099’a kadar
sürüyor, umarım o tarihe kalmayız’ diye
espri yaptı.
‘TARİH İÇİNDE HAKSIZ ÇIKMAYALIM, ÜZERİMİZE DÜŞENİ YAPALIM’
Barış sürecinde Kürtler arası fikir ayrılıklarının olduğunu ama bunun kendilerini fikren beslediğini söyleyen bir
katılımcı sözlerine şöyle devam etti:
“Burada sanırım öyle ya da böyle bedel
vermemiş bir Kürt yok. Ben olaya PKK
tarafından bakıyorum. PKK, tarihinde
tam 8 ateşkes yapmış olmasına rağmen
hiç karşılık bulamamış olsa da bu barış
sürecine destek vermeliyiz. Sonra tarih
içinde haksız çıkmayalım, üzerimize düşeni yapalım. Ama barış gelse de devletin yaptıklarını unutmayacağız.”
Katılımcının bu sözlerinden sonra söz
alan vakıf başkanı İbrahim Gürbüz ise
şöyle söyledi: “Bu vakıf sadece İsmail Beşikçi’nin düşüncelerini savunmak
için değil, onun bıraktığı değerleri yükseltmek için var. Burada illa Beşikçi’nin
fikirlerini savunmak durumunda değil
kimse tabi.”
PKK’nin biraz daha eleştiriye açık olması gerektiğini düşündüğünü söyleyen bir
katılımcı, örgütün yaptığı eylemler sonrası kendisi gibi Türk illerinde Türklerle
birlikte çalışan insanların maruz kaldığı
olumsuz havayı hiç hesaba katmadığından bahsetti. Türkiye Cumhuriyeti’nin
‘Bunlar çapulcu, eşkıya’ söyleminden
örgütle aynı masaya oturma seviyesine
geldiği için bile Kürtler olarak bir kazanım elde ettiklerini ifade ettikten sonra
sözlerine şöyle devam etti: “99’da Öcalan yakalandıktan sonra bile bitmeyen
özgürlük mücadelemiz hep sürecektir.”
Kürtlerin ulusal mutluluğunun nihayetinde özgür Kürdistan’a dayandığını
söyleyen bir diğer katılımcı da Kürtlerle
Türklerin birlikte yaşamak zorunda olmadıkları iddiasını şöyle açıkladı: “Aynı
evde yaşayan kardeşler, sürekli kavga
ediyorlarsa, ayrılırlarsa daha mutlu olurlar. Ayrıldıktan sonra belki bir süre sonra birbirlerini özlerler bile.”
‘BARIŞ SÜRECİNİN HALKA ÇOK
İYİ ANLATILMASI LAZIM’
‘Ben Kürt sorununda bedel vermiş bir ailenin çocuğuyum’ diyen bir katılımcı verilen bedellerin karşılığının alınmadan
barışın gelemeyeceğini söyledikten sonra sözlerine şöyle devam etti: “Kürt halkı olarak barıştan sonra ne yapacağız?
Ben bir öğretmen olarak belki bir yerlere
geldim, ya dağlarda ölen arkadaşlarım?
Bunlar bir kalemde silinecek mi? Barış
sürecinin halka çok iyi anlatılması lazım. Hem bizim davamız bitse bile hep
ezilenlerin yanında yer almak isterim.”
Yaklaşık iki saat süren forumda son sözü
moderatör Fehim Işık aldı: “Birçok şeyi
içimizde tutarsak, hiçbir şeyi çözemeyiz.
Geçmişte biz Kürtlerin kendi aralarında
savaşında çok insanlar öldü. Bu durumlardan her şeyi konuşup tartıştığımız bu
noktaya gelebilmemiz çok önemli.”
Gelecekte Kürdistan diye özgür bir devlet bile kurulsa sorunların bitmeyeceğini, yeni sorunlar ortaya çıkacağını anlatan Işık, Türkiye Cumhuriyeti’nde giden
her hükümetin Kürt sorununu çözemediği için gittiğini, AK Parti hükümetinin
de bu durumdan bağımsız düşünülemeyeceğini sözlerine ekledi.
İBV - İsmail Beşikçi Vakfı
Adres:
Kuloğlu Mah. İstiklal Cd. Ayhan Işık
Sok. No: 21/1 Beyoğlu /İstanbul
Telefon:+0212 245 81 43
Fax: +0212 245 71 40
[email protected]
kızılbaş - sayfa 36 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
AYKIRI
DOĞRULAR
Ce va t S i ne t
[email protected]
Tarihte de Devlete
Güven Olmadı
Bugün de Olmaz!
Tarihte devlete güvenilmeyeceğinin
en somut göstergesi Dersim Mebusu (milletvekili) Hasan Hayri Bey
Elazığ’da Buğday Meydanında idam
edilmeden önce Kürtler için şöyle
diyordu: “Ey Kürt Halkı! Bizden
Yaklaşık bir aydır devletin ve hükümetin en üst kademesi Başbakan’dan,
İçişleri bakanından milletvekillerinden tutun da valisine varana kadar
halkı tehdit ediyorlar. Ve bu tehditler neticesinde, dört tane gencimiz
hayatını kaybetti, binlerce yaralı var
ve daha sayısı tam olarak bilinmeyen
onlarca kişi devletin terörü sonucu
kör olmuştur. Buna rağmen hükümet,
halkı canlı yayınlarda tehdit etmeye
devam etmiştir.
Bir ülke düşünün ki, Başbakanı,
bakanları alenen, televizyonlarda,
canlı yayınlarda, halkı tehdit ediyor.
“Neden sokağa çıktınız?, Neden bize
karşı çıktınız?” diye. Halk da diyor ki,
“Sizi biz seçtik, sizin karşınızda da
biz varız.”
Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki, 20 günde kendi vatandaşına o kadar şiddet
uyguluyor ve gaz stokları tükeniyor.
Böyle dehşet verici boyutta devlet
terörü ve şiddeti dünyanın hiçbir ül-
kesinde ne görülmüştür, ne de duyulmuştur. Halkın hiçbir haklı talebini
dikkate almayan hükümet, bu zulümle
nereye kadar gider belli değil.
Tarih boyunca İttihat ve Terakki,
Osmanlılar aynı şekilde Alevi, Rum,
Süryani, Ermeni, Keldani ve Kürtleri,
yüz binlerce sivil ve masum insanı
kılıçtan geçirirken, aynı ecdadın
devamı olan bugünkü Türkiye Cumhuriyeti ve hükümeti aynı bastırmacı
şiddet, yok sayma ve her türlü ölümü,
işkenceyi, tecavüzü meşrulaştırmanın
peşinde. Dünyayı dönmüyor sanan
zihniyet, benim ecdadım şunu yaptı,
ben de yaparım zihniyetinde olanlar,
elbet bunun karşılığını halklara çok
ağır biçimde ödeyecekler. Bugünkü
gençlik tek tip, tek düşünce, tek fikir
ve tek yaşama biçimi ile bu elbisenin
içerisine sokulmaya çalışılsa da, bu
elbise yeni nesle dar geliyor ve içine
sığmıyor.
Dünya tarihine de baktığımız zaman
gelmiş geçmiş binlerce kral, kraliçe,
despot, zalim, hükümdarlar, şahlar,
padişahlar gelip geçmiştir. Bu tarihe bir dip not olarak da günümüzün
Başbakanını, Hükümeti, bakanları ve
milletvekillerini de ekleyebiliriz. Yine
tarihin her kademesinde Kürtler, Ermeniler, Rumlar, Süryaniler Osmanlı’ya ve Türklere kapılarını açtıktan
sonra büyük kardeşlik ve insanlık
bağlarıyla bağlandılar ve yüzlerce
yıl onlara hizmet ettiler. Özellikle
Ermeniler ve Kürtler Osmanlı’da
savaşın her kademesinde yer aldılar. Ermeniler sanat, edebiyat, tıp
ve askeri nişanesinde Osmanlı’da en
üst kademeye kadar bunu yaşadılar.
Sonrasında Ermenilerin adını arkadan
hançerleyen, vuran, hain Ermeni’ye
çıkardılar, onları soykırım ve tehcire
tabi tuttular. Anadolu’da tek bir Ermeni kalmadı. Kürtleri ise bölücü ilan
ettiler. Kürtler, Kürdistan’ı isteyen ve
bu uğurda ölen binlerce gencini feda
ederek bugüne kadar geldi. Hem Osmanlı hem de Türkiye Cumhuriyeti,
halkların kanı üzerinden devletleşti.
Tarihte devlete güvenilmeyeceğinin
en somut göstergesi Dersim Mebusu (milletvekili) Hasan Hayri Bey
Elazığ’da Buğday Meydanında idam
edilmeden önce Kürtler için şöyle
diyordu:
“Ey Kürt Halkı! Bizden de ibret alın
ve bilin ki, dünyadaki en güvensiz
söz, Kemalistlerin verdiği şeref sözüdür.”
1925 Şex Said isyanında Raman
Aşiretinin lideri Emine Perixani, Şex
Said’e destek vererek Diyarbakır,
Elazığ ve Siverek üçgeninde Osmanlı
ve Cumhuriyete karşı savaştı. İsyan
bastırıldıktan sonra, Emine Perixani Suriye’ye kaçarak Xaco Ağa’nın
yanına sığındı. Şex Said isyanının
bastırılmasından 3 yıl geçtikten sonra
Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk
Cumhuriyeti genel af ilan eder. Bunu
duyan Emine Perixani kendi ülkesi
Batman Raman Aşiretine dönmeye karar verir ve bu kararını Xaco
Ağayla paylaşmaya gider. Xaco Ağa
da İslamiyet’te ölünün üzerine okunan
el Fatiha suresini okumaya başlar.
Emine Perixani buna çok şaşırarak,
“Ben canlı ve yanındayım. Neden
bana Fatiha okuyorsun?” diye sorar.
Bunun üzerine Xaco Ağa da, “Sen gideceksin, devlet seni zaten asacak. Biz
devlete güvenmedik, güvenmiyoruz”
der. Xaco Ağa’yı dinlemeyen Emine
Perixani döndükten 3 ay sonra idam
edilir. Devlete güvenilmeyeceğinin en
somut kanıtları Seyid Rıza, Şex Said,
Emine Perixani ve niceleridir.
Günümüzde de dağlardan inen PKK
gerillalarının nasıl ceza aldıkları yine
buna örnektir.
Barıştan söz ederken bile, bu korkunç
cezaları veren bir devlete kim neden
güvensin?
“Ey Kürt Halkı! bizden de biret vee
bilin ki. dünyadaki en güvesiz söz,
Kemalistlerin verdiği şeref sözüdür”
Dersim Mepusu Hasan Hayri Bey
kızılbaş - sayfa 37 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Hevpeyvîneke
bi mamosteyekî
Êzdî re
K.Tolan-Mamoste Feremez Xerîbo
Keko navê te çiye, tû kengî ji dêbavê xwe ra çêbuyî û ji kîjan Gundî
yî?
- Navê min Feremez Xerîbo ye û ez
di sala 1958 de li gundê Mezgeftê, yê
ku di herêma Cerihê yê de girêdayî
bajarokê Tirbespiyê-Qamîşlo-Heseké
ye, çêbume.
Kekê Feremez, terîqata te çi ye?
- Ez mirîdim.
Kekê Feremez, tû dizanî wateya
Çêlkanî, Çêlkî, Qûlika, Çolî, Qelaçê
Dasika û Torê çiye?
- Çêlkanî, navê serek êlka Êzîdiyan,
ya mezin e û ji gelek êlan pêk tê.
Weke: Memila, Kelika, Şemika û
Dasika.
Çêlkî, tê wateya mirovkî ji êla Çêlka.
Qulika, navê gundkî ji gundê Dasika
yê ku di qelaçê Dasika de ye.
Qelaçê Dasika, ew çola ku dikevê
qubleti çiyayê Bagokê û êla Dasika lê
dima re tê gotin.
Tor, navê çiyakî li tirkiya ye û hin ji
êlên Êzîdiyên çêlka lê diman.
Kekê Feremez, tû dizanî navên
eşîrên Toriyan çibun?
- Belê, navên heşîrên Torî evin:
Nemirdanî, Taqî, Xerabî, Şifqetî,
Kefnasî, Dênwanî, Bacinî û Koçanî
ne.
rakir û wî bazda ser namusa Êzîdiyan,
hingê 40 jinên Êzîdî di nav mala wî
de hebun. Ewî ev jin bi zorê kiribun
Misilman û Êzîdiyan ji ber wilo bazda
ne.
Kekê Feremez, tû dizanî ferqiyeta
di navbêna Hewêrî û Hevêrka de
çiye?
- Li gor ku min ji Şêx Teto bihîstiye,
navê Hevêrka ji gundê Hevêrnê hatiya.
Gundê Hevêrnê di kevê herêma Bota.
Lê gotina Hewêrî, navê êlka Êzîdiyan
ya ku hinek malbatên wê di herêma
bota/tirkiya û hin ji wan jî li Îraqê
dimînin. Ev nav, di wextê Şêx Mend
de hat ser wan .
Kekê Feremez tû dizanî ka, êl û
eşîrên Hevêrka heta kîjan wextî li
ser herêma mîrekên Heskîfê dihatine hesapkirin û kengî ketine nav
bandoriya desthilatdariya mîrekên
Botan?
- Li gor dirokê, mîrîtiya Heskîfê
kevne, gelekî berî ya Bota ye û piştî
windabuna mîrîtiya Heskîfê, hêja
eşîrên Hevêrka li ser mirê Bota hate
naskirin .
Kekê Feremez tû dizanî, kîjan
kesayetên Êzdiyan di nav Şerê
Bagokê(kîjan salê debû?) de hebûn?
Kekê Feremez, tû dizanî navên
eşîrên Çoliyan çibun?
- Navên êlê Çoliyan evin : Dasikî,
Behnimnî, Kîwexî, Efşî û Mihokî ne.
- Li goriya ku min bihîstiye, ew şer di
sala 1910z de buye. Navdarên vî şerî
Hesenê Haco, rêberên êlên Efşî, Mihoka û Behnimnî bûne.
Kekê Feremez, tû dikarî bi çi tespît
bikî, ka Êzdiyên li nav herêma desthilatdariya konfederasyona Hevêrka
de diman, çima û kengî di nav ṣerê
birakujiya ku Mîr Bedirxanê mîrê
Cizîra Bota destpêkirî ye de hatine
tûnekirin û belakirin?
Di vî şerî de yekî Taqî, yê bi navê
Silêman-bavê Silêmanê nemayi, Bekê
yê ji Şêxê Berhokê û yeki din bi navê
Şêxo Mihokî hatine kuştin.
- Tê gotin, di wî wextê ku Bedirxan
fermanê Êzîdiyan ji ber dînê wan
Dîsa tê gotin ku, 5oo nefer ji tirkan
jî di vî şerî de hatine kuştin û 14
tivingên wan jî li cem Êzîdiya mabun. Gava ku ji tirkan re hat gotin go,
Êzîdî berî mirna xwe teslîm nabin,
Êzidilerin
sorunlarının
tartışıldığı
demokratik
kürsü!.
tirkan gotiye bera tivingên me bidin
me û emê dev ji wan berdin. Li gor
ku min bihîstiye, di dema vî şerî de
kewekî sipî li ser latkê sekinîbû û ewî
jî li aliyê Êzîdiyan di xwend. Jinên
Êzîdiyan jî di vî şerî de rolik mezin
leyîstine , wan xwarin çê dikir û av bi
kuna ji şervane re anîne.
Kekê Feremez, tû çima û ji ber çê
hatî Almanya?
- Min ji ber îstexbaratê Surî bazda,
hatime Elmanya yê.
Bê gumen, di wan salên hinga ku
tû li welat buyî de, hingê hinek
tahdeyî-buyerên ku tû pê êşiyî
bi serê te ve jî hatine. Gelo tû
dikarî nimûne anjî mîsalekê ji wan
zordestiyên ku, ji ber dînhebandina
Êzdîtiyê û bikaranîna peyva neqenc
li te bune, ji min ra bibêjî?
- Dan û standinên misilmanan bi me
re ne başbun. Ewan heta xwarine me
heram dikir ,dest kuja me ne dixwarin,
li bazarê di gotine hev, tişên Êzîdiyan
nekirin, şir û mastê wan heramin.
Ewan li bazarê, dibistanê û li cihê kar
kifirî bi Tawisî Melek dikir.
Kekê Feremez, tû dikarî ji kerema
xwe ra, niha bahsa çend buyer û
zilma ku Dewletê û kevneperestên
Kurdên bisilman li Êzdiyên derdora
te kirine bikî?
Gelik zilim li Êzîdiyan dihate kirin,
hekumetê xaka wan ji ji wan standin û
dabu wan herebên ku ji bajarê Helebê
û Reqayê anîbune cihê Êzîdiyan û
nasnama wan ji wan hatibu standin û
kiribun ecnebî (yani biyanî).
Kekê Feremez, gava tû hatî Almanya, hingê te dixwast çend salan û
pêve vegerî welat?
- Min diva ku bi kurtirîn wext vegerime welatê xwe .
kızılbaş - sayfa 38 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Kekê Feremez, gava tû hatî Almanya, te di destpêkê çi zahmetî dîtin û
li çi mayî heyîrî?
Êzîdiyan. Lê mixabin, ewî heta niha
bela ne kirine û merivekî normal
nikarê bêyi bîryara meclisê rohanî,
tiştkî li ser Êzîdiyan ferzbikê.
vê yekê kar bê kirin : 1- li mal 2-qewl,
beyt bên wergerandin û bi zimanê wan
naveruka wan ya eslî û herdo bi hevra
bên xwendin û bên şîrovekirin.
Kekê Feremez, li gor dîdina te, tu
yê heta çiqasî li vî welatê Almaniya bimînî anjî tû dixwazî rojekê bi
temamî vegerî welatê xwe?
Kekê Feremez, li gorî te ev
perçebûna di nava endamên civata ruhanî, dîndar, rewşenbîr
û ciwanên civaka Êzdiyan de
çêbuye ji kurê tê û çima ew nikaren bihevûdinê ra tevgereke civaka
Êzdîtiyê bidamezirînin?
Kekê Feremez, li gor dîtina te,
rewşa civaka me ya niha çewa
ye û miletê Êzdî çewa dikare ji
pirsgirêkên civaka xwe ra baştir
xwedî derkeve?
- Wextê ku zilm li welatê min nebê,
ez divim zutirîn wext vegerime welatê
xwe.
Ji ber bê serweriya wan e, kes nîna
civakê bi rêve bibê û aliyê siyasî rolke
mezin bi lizê .
- Îro civaka me ji ber ne guhdanê di
rewşka tengasî de ye. Lê wextê em
serê xwe pê ra bêşînin, em karin gelek
xizmetê bikin, bi taybet xwedî kirina
nifşê nû, li ser esaskî baş û rast.
Kekê Feremez, eva serê çend sala
ne, tû qet neçuyî gundê xwe û tû
bêriya gundê xwe nakî?
Kekê Feremez, tû ji van endam,
rêvebirên mal û komelên Êzdiyan
yên ku vêga xizmetê dikin raziyî
anjî egerên ku tû ne raziyî çine?
Kekê Feremez, ka nêrîna te a li ser
vegera welat çiye, hêviya ku Êzdî bikaribin vegerine ser axa bav-kalan
heye?
- Belê ji hindikayî ve, ew xizmetkê ji
ol û civakê re dikin. Lê kêmasiyên mezin hene, divê mal û komelên Êzîdiyan
di bin konkî Êzîdî de li hev runên.
Her yek siyaseta xwe deynê malê û
xizmetê ji bona Êzîdiyatiyê bikê.
- Ez di xwazim temamê Êzîdiyan
vegerin welatê xwe û wilo gelek ji
Êzîdiyan jî dixwazin. Wextê zilm û
zorî nemînê, wekhevî û demoqratî bi
cih bibê.
- Min ji ber ziman, kultur û qanunên
Alman gelekî zahmetî dîtin û ez bi
rewşa Êzîdiyan gelekî mam heyîrî.
- Ez ji sala 1996an ve ne çume gundê
xwe, helbet min bêriya wî kiriya.
Kekê Feremez, mesele tû niha
vegerî welatê xwe, tû çi dixwazî li
welatê te hebe û tû çi dixwazî bikî?
- Ez divêm demoqratî, wekhevî, bê
cûdayî û biratî hebê, ez bikaribim
xizmetekê di nav civake Êzîdî de
bikim .
Kekê Feremez, nêrîna te li ser wan
Êzdiyên ku bi almanan(xerîban) re
dizewin/cîne çiye?
- Ez ne bi zewaca Êzîdiyan, ya bi
biyaniya re me, ji ber ev yekê wê rê ji
windakirina Êzîdiyan re vekê.
Kekê Feremez, şîretên ku tû
li zilam û jinên di nav malê de
lihevûdinê nakin çine?
Ez divêm, jin û mêr li hev runin, ew
ji hev fihim bikin, bi aqil bi hevre
bidin û bistini, ta ew pirsgirêken xwe
çareserbikin.
Kekê Feremez, li goriya dîtina
te, çima heta vêga sed û hedên
Êzdiyatiyê ne hatine nivîsandin?
Hed û sedên me ji tirsa re ne hatine
nivîsandin. Heka ku berî niha hatine nivîsandin jî, ew winda bune. Lê
ew niha ne hatine nivîsandin, ji ber
kêmasiya meclisê rohanî, yê li ser
buyerê bi dilsozî na sekinin. Min ew
di sala 1993 de nivîsandin û dan Mîrê
Kekê Feremez, bidîtina te, çi cûdetî
di nav peyvên Êzdîxan û Kurdistan
de he ye?
- Navê welatê Êzîdiyan Êzîdxane.
Gotina Kurdistan ji wextê silcoqoya
(Selçûqiyan k.t) ve hatiya naskirin
û gotina Êzîdîxan ji wextê ku Êzîdî
hatine naskirin ve tê naskirin.
Birayê hêja, ez dîsa dêjim gelek spas
ku, te gelek wextê xwe ji bo bersivkirina van pirsan veqetand û te dilê xwe
ji min ra vekir.
Kemal Tolan- Berhevkar û Xemxwarê
Kevneşopên Êzdiyatiyê
Kekê Feremez, bidîtina te, çi
cûdetî(ferqiyet) di navbêna peyva
Kurdî û Kurmancî de he ye?
- Li gor ditîna min, Kurd ewin, ê ku
eslê xwe winda ne kirine, wek Êzîdiyan. Meriv ji wan Kurdên ku dînê xwe
guhertine, gelek ji urf û hedetê xwe
winda kirine re dêje kurmanc. Li gor
dîtina min, gotina kurmanc wek gotina qurocî ya ne û ji ber wilo, gereke
Êzîdî ne bêjin xwe ew kurmancin.
Divê Êzîdî bêjine xwe, ew Kurdin, ji
ber wan tiştkî xwe winda ne kiriya.
Kekê Feremez, bi nêrîna te, nivşê
me Êzdiyan yê nû dikare ilm, qewl,
beyt û duhayên Êzdiyan bi zimanekî
xerîban fêr bive û wan li welatekî
xerîb jî xwedî bike?
kültür ürünlerinizin
- Li gor ditna min erê ! Lê divê ji bona
[email protected]
tanıtımı için:
kızılbaş - sayfa 39 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
http://www.saasure.info
ra esto, koğa xo nia cêriya de. Hama
çı esto ke her kes teyna aste ra Dêsım
vano.
(...)
Dêsım:
Hardo
Dewrêş-1
Xal Çelker
Taê vanê Dêsım[1] "Tunçeli"yo, taê
vanê Dêsım "Der-sım"o, yanê warê
Kurdistaniyo, taê ki vanê Dêsım "DerSimon"o, yanê parçê de Hermenistaniyo.
Ma ki, se ke khokımanê ma vatêne,
vanime, xêyr efendım xêyr!
Dêsım xosero, wairê kam u kesiya
xuyo. Ne Tunceliyo, ne warê Kurdistanyo, ne ki parçê de Hermenistaniyo.
Coğrafya de otonoma, Hardo Dewrêş
hardê bav u khalê Kırmanc-Zazaano, ê parebıraanê ma Kırdaşano, ê
Hermeniyanê mano.
Dêsım, Hardo Dewrêş waxtê wairanê
xo "Homa"y be "Ma"e de zaf hira
biyo. Ebe zor u cebr sur u koğa Dêsımi
têdıma kerda teng. Ewro Sarız ra be
Gımgım, Gümüşxana ra be Pazarcık,
coğrafyawa ke Dêsımıci tede weşiya
xo ramenê menda wertede. Nae ki cırê
zêde vinenê, wairê hukmi be zordari
wazene ke na siya Hardo Dewrêşi
bile werte ra wedarê, wertê xode bare
kerê. Çı ke na coğrafya de jü ra zêdêri
qomi, jü ra zêdêri zoni, jüra zêdêri
itıqati têduşt de, têkaleke de estê. İna
ra gore no hal emsalo de xırabıno, çı
ke qe kes u çiyê inkar nêkeno, zorbaza
ver de çhok ronênano. jü ra zêdêri ke
wairi bi caê Mıstê Kori be Apê Khurri
beno teng, bıngê inao monist rıjino.
Coka rivayeta nanê pa...
Xora namê Tunceli hona zaf sawiyo,
çıxa biyağkiyo ae dina alem zano,
sero nêvındenime. Eke ze vatena
Khurrmanca "Der-sım", yanê "Gümüş Kapı" biyêne gereke zonê Xızıri
de "Çêvero Sem", ya ki "Çêvero
Sêmın" bıvaciyêne. Khokımanê ma ki
Dêsım nê Dersim bıvatêne. Çıke zonê
Dêsımiyo qaim Kırmancki/Zazaki/
Dımılkiyo. Zazaki de ki "der/deri"
nêvacino "çêver" vacino; "gümüş" ze
Khurmanci "sım" niyo, "sêm"o. "Sım"
Zazaki de nenigê hêywanano.
Ma ke hêniyo ça vanê "Der-sım", ya ki
"Der Simon"? Ebe na qeyde wazenê
ke ni nami Dêsımıca rê nê, xorê mal
kerê.
Hama bızanê ke Dêsım be Dêsımıci
loqmo de bari niyê, sero ağwa dera
bışımê ki bese nêkenê bıqılotnê ra.
Na bab de ma xorê qesa Dêsımi emsal
cênime çıke,
- kok u bıngê na qesa xoriyo,
- ma khokımanê xo xorê referans
cênime. Khokımê ma ki hona na qesa
ebe qeydê xuyo xas ra gurênenê, cıra
DÊSIM vanê. "Welatê Ma", hardo
dewrêş khaleka "Kırmanciye" be
"Welatê Kırmanc-Zazay" de nia ki
name beno,
- na qesa, se ke khalikê Necmettin
Büyükkayay[2] reportaj de ano ra zon,
hetê hometa mawa Musılmane ra ki
nas bena.
Bê ni ispata kesê ke kewtê gonia qomê
ma, welatê ma Dêsım talan kerdo,
dışmenê hardo dewrêşiyê, ê bile na
coğrafya otonome hên ze ma hira
tarif kenê. Mesela Nazmi Sevgen[3]
na mane de bê ferqe wertê Raa Heqi
be Musılmanêni kerdene nia vano, "...
Koanê Bingoli ra be hata ğerb de Zara
(yanê Karlıova[4], Gımgım, Xunıs ra
hata Sêwaz), Muzır ra be hata veroc
de Samsat (Adıyaman) de meskunê".
Nina ra jü ki Yusuf Mazhar Areno[5].
Yusuf Mazhar Aren nustê xo de
derheqê Dêsımi de nia nusneno, "...
Nezrê mıde Dêsım aste, goşt be tholê
Mı Kuruçay de, dewanê Kemaxi de,
Refahiye u Zara de, Akçadağ de qılıfê/
tholê Dêsımi guret xo ver, Pulêmuriye
be Tercan, Palu be Çabaxçur (Bingol)
de beçıke nê be goştê Dêsımi ra."
Nustoğo Hermeni Garo Sasuni[6] ki
rew ra nat Dêsım de meskun biyena Dêsımıca nia ano ra zon, “(...)
Merkezê Qızılbaşa ra en gırsê xo
Mamekiye, Xarpêt u Sewazo. Aşirê ke
ni caa Zazaki qesey kenê têde pia xo
Dımıli name kenê. Varto u Çabaxcur
ra bıce, ververê çhemê Ferati ra hata
Xarpêt vılabiyaewê, ebe zêdaiye ki
koanê Kırmanciye de mekan gureto.
Gorê vatena mordemanê ilmi Tomaschek, Heartman, Noldeke u ê bina êwê
ke Zazaki qesey kenê demo khan ra
nat ni caa de meskun biyê. Kurdu ra
zobina jü qomê.”
Manê na coğrafyawa hirae de eke
ebe sukanê ewroy ra jü be jü ke name
kerdene wacım kero, muhitê Dêsımi
nia ro:
- Mamekiye, Çemişgezek, Xozat,
- Mazgerd, Nazımiye, Wacuğe, Pertage, Pulêmuriye.
- Diyarbekir, Çermuge, Melkis, Çüngüş, Piran, Gêl, Ergani, Hêni, Hazro,
Karaz, Qulp, Lice.
- Sêvaz, Kangal, Hafik, Suşehri, Zara,
Ulaş, İmranlı, Divriği.
- Xarpêt, Maden, Weşın (Arıcak),
Palu, Mezra Qasıman (Kovancılar),
Sivrice, Guleman (Alacakaya).
- Erzıngan, Çayırlı, İliç, Kemah,
Tercan.
- Çolig, Azaxpert (Adaklı), Dara
Hini (Genç), Karlıova (Bingol), Geği,
Solxan, Holhol (Yayladere), Çerme
(Yedisu).
- Meletiye, Pütürge, Arguvan, Arapgir, Doğanyol, Kürecik.
- Erzurum, Aşqala, Çat, Tekmane,
Çullu (Karayazı), Xunıs.
- Gümüşxana, Kelkit, Şiran.
- Urfa, Soyrege.
- Muş, Gımgım (Varto).
- Semsur, Gerger, Samsat.
- Meraş, Afşin, Elbistan, Göksun,
Nurhak, Pazarcık, Eloğlu
- Bitlis, Mutki, Tatvan.
kızılbaş - sayfa 40 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
- Siert, Sason.
------------------------[1] Türkçe'ye Dersim olarak geçen kelimenin Zazaca orjinal hali Dêsım'dır.
Bu değişimin nedenini sayın Mehmet
Yıldırım, Gömemiş Köyü Portalı'nda,
"Desim Nasıl Dersim Oldu?" başlığı
altında Başbakanlık Osmanlı Arşivi'ne
dayanarak şöyle ifade etmektedir.
“Der-sim” adındaki “r” harfinin,
1847-48 yıllarında Sancak kurulduğunda katiplerin yanlış okuması ve
yazması sonucu (Arapça harflerdeki
“vav” ile “dal” harfinin ve "dal"
ile "r" harfinin benzemesi sonucu)
Desim’e eklendiği görülmektedir. (...)
O günden itibaren resmiyette DeRsim
kullanılırken, halk arasında DeSim
kullanılagelmiştir."
"http://www.gomemis.com/portal/haberdetay.asp?ID=284"
[2] Necmettin Büyükkaya, Kalemimden Sayfalar, amadekerdoğ Şerwan
Büyükkaya, Apec-Tryck & Förlag,
Spånga, İsveç, 1992.
[3] Nazmi Sevgen, Zazalar ve Kızılbaşlar, Kalan Yayınları, Ankara, 1999.
"(Bingöl)lerden daha Garp'taki (Zara)
ya, (Munzur)dan Cenup'taki (Samsat)a
kadar uzayan sahada otururlar."
[4] Bingol namé Karlıovao khano.
[5] Yusuf Mazhar Aren, Cumhuriyet
Gazetesi, 29 Haziran, 1937.
"Bir çekirdek Dersim, bir et Dersim,
bir kabuk Dersim, vardır ki, hücre
böyle hayatlanmış, Dersimli böyle
canlanmıştı. Halbuki herkes yalnız
çekirdeğe Dersim diyor.
(…)
Ben Kuruçay'da, Kemah'ın bazı
köylerinde, hattâ Refahiye ve Zara'da,
Akçedağ'da Dersim zarfını seçtim ve
Kuzucan ve Tercan, Palu ve Çipakçur'da... ilâh, Dersim'in etine değdim."
[6] Garo Sasuni, Kürt Ulusal Hareketleri ve 15.Yüzyildan Günümüze
Ermeni Kürt İliskileri, İstanbul 1992,
s.70, 71.
[7] Burhan Kocadağ, Doğuda Aşiretler, Kürtler, Aleviler, Ant Yayınları,
ZONÊ MA
Askirege
-Fehim
IşıkZarance
kuna kemeru,
Dada Askirego mal sewiti
Zonê hode wanena.
Silêmanê mi zerrê dêri
Qilancike
Ax biko ezo se keri se nêkeri
İstanbul'daki
nisena
gile dare ra,
Ê to siya cêncine, mide kar kerdo khaline
Zonê
xode
qistnena.
Çi wele be cencia to be khalina xoro keri
Bingöl Derneleri
Amnon yeno, beno germ,
Vano Bao duzumunê mi, bide giredi
27
Temuz
zonêHaziran
hode cizeno. günü
Bêsliyê mi bide hermê xode keri
Mor
u
milawin,
Vano “biko, mao Loluna tima dênê pêro
saat 19.00'da
Teyr u tur,
Ma nêdiyêne qol vêreno ra yêno sono
Esenyurt
Pil u qiz,
Kono barimaðê na kemêri
Cin
u
ciamerd,
Ê to iso bin nêbi
Cumhuriyet
Serre na dinade her çi,
Xafila Heqo talay biyê,
Meydanı'nda
bir
Zonê hode waneno.
Amê
reste ondêre çebêri”
Serre
na
dinade
Vano
araya gelerek “defê verê xo mi çarne
her çi, her kes
Biko çhêrina toro sêrkiri
aralarında
zone hode girano. uzman
Çhêrina Silêman Agaê xoa ke mi diye
Wertê
ninera
Seke sewqê asme binê Thelpê hêwri ra
çavuşların da
ça teyna ma
vecino
bulunduğu
zonê hora vozdame! devlet
Pençere ra erzeno zerre
Ça teyna ma
Têpia kona ra binê hêwri”
görevlilerinin
zone hora rememe!
Ma rememe E.
kata A.'ya
some?
Lao elçiye birusne Mezra Koyi
Zazaki
zonê
mao.
Saycanê Raybêri
tecavüzünü Çê
ve
Bav u kali qeseykerdo.
Saycan Aga vano
sonrasında
Lawiki vatê,
saniki vatê,
Dirbetia Silêman Agay melem nêcêna
Zonê mayaşanan
zof sireno.
Ezo waryatê çê Temirê Milêy teber keri
Zonê ho ça vindkerime,
Dirbêtia Silêman Agay ilac u melem keri
hukuksuzluğu
Zonê sari
ça ser kerime,
Nê vano bao çêvêsaye mi ke torê va
To çira gos ro minêna wiy
protesto ettiler.
Zonê ho ça bin kerime!
Mi va zimistono piro biya malê na danga
Zonê sari ça ser kerime!
Asira Loli asire de hersiza
Ebe di bêli mala nêbena perisan, wiy
Zonê ma ke bi vind,
Nê hata Mezra çê Meserê Sadiqi hudut
Ma ki beme vind!
danê ma
Lawiki bene vind,
Tenê verê xo kenê hira, wiy
Saniki bene vind,
Tecelê say ra kote semê ma, bêwayira
Rost bena vind,
manga
Tari maneno!
Manga sawi biyê, qorrê vengê xo si uli
Beme lal, beme kêr,
diwa
Beme bê pa u bê per,
Mi va bao na manga raverde sêro
Kume bine destu,
To va biko manga dêsmênia nêverdana ra
Gineme vêrrê dêsu,
Bao manga qorrê vêngê xo siyo uli diwa
Halê mare u waxt
To nêzana ke derdê cigere senêno
her kes huyino,
Cigera to ki nia adir niseno pa
- ne ke her!
H. Dewran
Silo Qiz
kızılbaş - sayfa 41 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
İkinci baskısı
Ozan Yayınlarından çıktı
(İsviçre’de Türkiyeli Göçmenler) adlı
kitabıma gösterilen ilgi ve alakadan
dolayı ikinci baskı kararı aldım. Zira
ikinci baskıyı başta kapak tasarımı
olmak üzere, yeniden derleyip içinde
kurum temsilcileri ve öğretim görevlilerinin de yer aldığı çoğu gazeteci ve
yazarlardan oluşan 21 röportaj daha
ekledim. Dolayısıyla ikinci baskıdaki
röportajların sayısını 71′e çıkarmış
oldum. Bu güçlü kadrodan çarpıcı
sorularıma ayrıntılı, cesur ve realist
cevaplar aldığıma inanıyorum.
Her türlü haksızlığa duyarlılık
gösteren, barış özgürlük ve toplumsal adaletin yerini bulmasını
hedef edinmiş öykülerden oluşan
bu kitap, yakın geçmişimizde
yaşanan ve hala yaşanmakta olan
toplumsal sorunları kurmaca ve
gerçekle harmanlayarak okurla buluşturmayı hedef almıştır.
“İyilik-kötülük, aşk, hırs, intikam, düşmanlık, yaşamın anlamı-anlamsızlığı; ne için yapıldığı belli olmayan, onca insanın
ölmesine neden olan savaşlar...”
İnsanlığın doğuşuyla birlikte
varolmaya başlayan bu temel sorunlar oldukça cesur, bir o kadar
da samimi bir dille aktarılmış
ki, anlatılan bizim hikayemizmişçesine durup düşünmemizi,
öykülerde yaşanan her duyguyu
birebir yaşmamızı sağlıyor. Kitap bittiğinde son sayfayla birlikte gözlerimizi kapatıp “Neden”
diye sormamızı, kendimiizle birlikte tüm insanlığı ve içinde yaşadığımız bu kaotik dünyayı sorgulamamızı sağlayacak kısacası
bize insan olduğumuzu hatırlatacak öykülerle buluşacaksınız...
Fiyatı : 9.00 TL
Barkodu: 9786058603967
[email protected]
İsviçre’de, çeşitli meslekî alanlarda çalışan eğitimli 71 Türkiyeli ile
yani konunun muhataplarının tek tek
bilgisine başvurarak, ülkemizden,
İsviçre’ye gelen göçmenleri kapsamlı
bir şekilde tartıştık. Katılımcıların
çok değerli değerlendirmelerini,
çözüm önerilerini önemseyerek harfi
harfine kitaba aktardım.
İsviçre’de yaşayan Türkiyeli göçmenlerin, yaşam biçimlerini ve mevcut
sorunlarını, sayısını, politikada ve
ticaretteki performanslarını, ruhî
şekillenişini istatistik verilerle aktarmaya çalıştım. Böylesi profesyonel
bir çalışmanın, İsviçre’de yaşayan
Türkiyeliler arasında bir ilk olması ve
tek kaynak teşkil etmesinden ötürü,
zenginleştirilmiş ve 312 sayfadan
oluşan ikinci baskısı Ozan Yayıncılıktan çıktı. Sizleri anlatan bu eseri tek
solukta okuyacağınıza inanıyorum.
Hüseyin Can
[email protected]
[email protected]
Arka kapak için
Necmettin Yalçınkaya, kurgusal devrimci öyküler yazıyor gibi gelebilir pek
çoğunuza, ama o içinden geçtiği hayatın
hikâyesini yazıyor. Bazen bir darağacı
görülür, bazen bir balıkçı kız, bir de bakarsınız Çingene çadırları içinde dolanıyorsunuzdur. 78 Kuşağı devrimcilerinin
en güzel yanıdır bu; bir yanları halk, bir
yanları isyandır onların. Yalçınkaya,
kendince kuşağının hayatına notlar düşüyor.
Haydar Karataş - Edebiyatçı Yazar…
Yalçınkaya öykülerinde okuyucuyu ülke
topraklarında yaşanan olaylar örgüsüyle
tanıştırıyor. Hikâyelerinde insanı öylesine bir büyüler ki, insan bu büyünün
içinde dönenir durur.
Necmettin Yalçınkaya tarafından kaleme alınan bu eserde; Anadolu topraklarından yaşam mücadelesi veren inançlı,
direnen insanların hikâyelerini zevkle
okuyacaksınız...
İsmail GÜNER - Edebiyatçı
Necmettin Yalçınkaya, bu ikinci kitabındaki öyküleriyle, bizleri yine ülkemizin kronikleşmiş acı gerçekleriyle
yüzleştiriyor. Gençlerin ezilmişliğin
itimiyle buldukları isyankâr çıkış yoluyla aşkları arasındaki seçime zorlanışları… Tutsaklığın, mahkeme kapılarının,
geride bırakılan ana, eş ve çocuklarda
yarattığı travmalar… Politik göçmenlik
ve sarsıntıları… Bir cellâdın kendisiyle
yüzleşmesi… Yalçınkaya’nın öyküleri,
kimimiz için bellek tazeleme, yeni yetişen kuşaklar için ise ülke gerçeklerinin
görülmek/ gösterilmek istenmeyen, yok
sayılan yüzü. Oysa bugün de aynı acılar
sürüp gitmekte…
Vildan Sevil
kızılbaş - sayfa 42 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Ermeni Soykırımına ilişkin
Danimarka arşivlerinden görgü tanığı kayıtları
Önsöz, İngilizce çeviri ve dipnotlar
Matthias Bjørnlund, Mart-2011
Önsöz
İzleyen metin Danimarkalı misyoner
kuruluşu Kadın Misyoner Çalışanlar (Kvindelige Missions Arbejdere;
KMA)2 arşivinde Danimarka dilinde
bulunan Uygulama (Tatbik?) Defterindeki elyazması kayıtlardır (notlardır?).
Tatbik Defteri hepsi I. Dünya Savaşı
ve Ermeni Soykırımı esnasında veya
hemen sonra, Danimarkalı KMA’nın
Anadolu-Osmanlı
İmparatorluğunda
Mezre’deki (Mamüret-ül Aziz, Elâzığ)
misyoneri Karen Marie Petersen’in yazıya döktüğü, olaylardan sağ kurtulan
diğer kimi itirafların kayıtlarını içermektedir; elyazması örneğin imzalı
mektuplar ve kartpostallarla bir bütünlüğe kavuşmaktadır. Bu kayıtların çoğu
burada yayımlanacaktır. Bu kayıtlardaki olaylar ve sıkıntılarını anlatan Digin
Verjine’nin Peterson tarafından tanındığı büyük bir ihtimaldir. Dahası burada
tasvir edilen kayıtların göreceli olarak
olaylardan kısa bir süre sonra aceleyle
– Geçmiş ve şimdiki zamanların ‘düzensiz’ kullanılması, aniden son bulmasını örneğin not etmek gerekir- kaleme
alınmış görünmektedir. Belki de kimi
sebeplerle, kayıtlar yazma hataları vb.
içermektedir, dolayısıyla heceleme ve
üslup hataları çeviride sessizce ve dikkatlice düzeltilmiştir.
Karen Marie Peterson 1909’dan 1919’a,
Danimarkalı KMA’dan çalışma arkadaşı Maria Jacobsen’le Amerikan ABCFM
(Amerikan Board Heyeti) misyonerleri
olarak Mezre ve Harput’ a (Kharpert)
dönüp Danimarkalılardan arta kalan kelimenin tam anlamıyla binlerce sağ kalanın muhafaza ve bakımını üstlenmek
üzere geri dönene dek Mezre’deki Danimarka yetimhanesi Emaus’un yöneticisiydi. Petersen ve Jacopsen bölgedeki
diğer çoğu İskandinavyalı misyonerler
gibi dinlendikten sonra hemen görevlerine geri dönmeyi planlamışlardı,
ancak bu Mustafa Kemal (Atatürk) ve
ulusalcı hareketinin yükselişi, özellikle
de bu hareketin izlediği radikal anti-
Digin Versjin
misyoner ve anti-Amerikan politikalar
sebebiyle imkansızlaştı. Bunun yerine Peterson gelecek yıllarda önde gelen Birleşik Devletler kuruluşu Yakın
Doğu Yardım’a (Near Esat Relief, NER)
o zamanlarda doğrudan bağlantılı olan
KMA’nın Suriye ve Lübnan misyonunda çalışmaya gitti. Diğer birçok çalışma
arkadaşı gibi, Karen Marie Petersen
nispeten iyi eğitim görmüş (Danca yanısıra) Almanca, Ermenice, Türkçe ve
görüldüğü gibi İngilizce konuşmaktaydı. 1881 yılında Danimarka’nın taşra
kasabası Nykøbing Sjælland’da doğdu. Erken yılları az bilinmektedir, bir
gümrük müfettişinin (‘toldforvalter’)
kızı olduğundan orta sınıf bir geçmişi
olduğu muhtemeldir. Maria Jacobsen ve
diğer çoğu misyoner gibi, savaşın ilerleyen yıllarında sağ kalan bir Ermeni
yetim kızı evlat edindi, bu kıza “Hope”
[Umut] adını verdi.
Digin Versjin kimdi öyleyse? Ermenice ″Digin″ kelimesi ″Bayan″ veya daha
geniş şekilde ″evin Hanım efendisi″ o
zamanlarda görüldüğü kadarıyla aşağı
yukarı ″Lady″ gibi birşey değildir. Digin Versjin aslında Mamouret-ül-Aziz
bölgesindeki yerel Ermeni ″elit″in bir
üyesiydi. Gördüğüm kaynaklarda diğer
Ermeni kadınlarından çoklarına Avrupalı ve Amerikalı misyonerler tarafından ″Digin″ olarak atfedilmediğini,
(Ermeniler ve Türklerce bahsi yapılmamakta), öyle ki Digin Versjin olağanın dışında algılanmaktadır. Digin
Versjin -aynı zamanda Verjine olarak
da anılmakta- ABD’li misyoner Tacy
Atkinson’ın Ermeni Soykırımı öncesi
ve esnasında yazılmış ve yayımlanmış
Harput günlüklerine göre aslen Adana,
Kilikya’lıydı. İzleyen günlükteki girizgah 20 Temmuz 1916 tarihlidir, esasında Digin Versjin’in hayatı ve alın yazısına ilişkin kısa bir özettir:
Bu sabah Digin Vergene’yi çağırdım.
Kocası belli bir servete sahip bir insandı.
Yirmibeş yıl önce Amerika’ya gitti ve
vatandaş oldu. On yıl önce Liverpool’a
gitti ve bu Adana’lı kızla evlendi. Amerikan yurttaşlığını muhafaza etti ancak
savaştan hemen önce kendisi eşi ve ço-
cuğu buraya geri döndü ve mülk alabilmek için Türk yurttaşlığını tekrar aldı.
Daha sonra savaş patladı ve Amerikan
korumasına yönelik haklarını kaybetti.
Geçtiğimiz Temmuz eşi ve çocuklarıyla ″Sevkiyat″a [sürgün, MB] yollandı.
Adamları katliamlarda bulunmak üzere
yollanmış güçlü bir Kürdün eline teslim
edildi. Arabadan (at arabası veya öküzün çektiği kağnı, MB) alınıp eşinin ve
çocuklarının gözü önünde öldürüldü.
Bu Kürt adamın eşinin oldukça güzel
bir kadın olduğunu gördü. Evine götürdü ve evlenmek istedi, ancak kendi
karısı ortalığı velveleye verince, bu kadınla evlenmemeye karar verdi. O da
bu adamla evlenmeyi reddetti, ancak
bu adamın hakimiyetindeydi ve dışarı
çıkmasına izin verlimemekteydi. Kısa
bir süre sonra hamile kaldı. Bu adam
Vali’yi [Sabit Bey, MB] rencide edince
mapushaneye kondu. Daha sonra onun
[Verjine’nin] bebeği doğdu, onunla evlenmeyeceğinden, gitmesine izin vermesi için ona yalvardı, ancak adam reddetti ve onu sevdiğini söyledi. Bebeği
doğduğunda maphusaneden ona para
yolladı, ancak bu hiçbir şekilde ona
ulaşmadı. Verjine neredeyse açlıktan
kıvranmaktaydı. O anda adamın kardeşi geldi ve ona yiyecek için para verdi.
Adam on gün zarfında mapushaneden
çıkacağından kaçmak istedi. Güzel bir
Hıristiyan kadındı. Kendi İngilizce İncili ve ilahi kitabı vardı. Bedeni her tür
utancın acısını çekerken ruhu dokunulmazlığını korumaktaydı.3
Karen Marie Petersen’ın, Tacy Atkinson’ in Digin Versjin gibi bir kadın ve
başına gelenlere özel ilgi göstermesi rastlantı değildi. İyi eğitim görmüş,
Protestan Ermeni kadına yardım edemiyecek ancak Batılı misyonerlerin dikkat
ve sempatisini cezbedecekti, özellikle
nispeten küçük Mezre gibi bir taşra kasabasında. Petersen yine de Versjin’in
başına gelenleri Atkinson’-dan daha ayrıntılı kaydetti. Bilimsel bakış açısıyla
, Petersen’in yazılı kayıtları Amerikalı
misyoner çalışma arkadaşınınkiyle tezat taşımamaktadır. Bilakis desteklemekte, derinlik, nüans yanısıra bağ-
kızılbaş - sayfa 43 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
lam katmaktadır. Bu kanımca, örneğin
esaret altındaki bir Ermeni kadının o
zaman genel olarak Müslüman Haremi
olarak kastedilene; misyoner kayıtlarında ″Diğerleri″ algılaması olarak, akademik dilde Oryantalist inançlara yönelik
eleştirilerin sahip olacağı; merkez-çevre dinamiklerinin daha açıkçası yerel
bir soykırım faili olan Hadji Raja’nın
[Ağa?] Ermenilerin imhasındaki rolü,
Osmanlı bölgesel ve merkezi otoriteleri
(6 Nolu dipnota bakınız) yararına nasıl olayların içinde yer aldığı ve dışına
çekilmesine ilişkin önemli bir erken
dönem kaydıdır. Bu Karen Petersen’in
kelimeleriyle şöyledir:
«Digin Versjin. En güzel kadınlardan
biri! Meryemana gibi güzel; sesiz, mütevazi bir kadın, gerçek bir Hıristiyan.
Kendisi ve kocası yedi yıl Liverpool’da
yaşadılar ve onlar şimdi kocasının Mezre’deki evine geldiler. Evin belirli bir
Avrupalı karakteri [vardı], varlıklıydılar ve birçok ziynet eyalarına ve hatta
piyanoya sahipti. 7 yaşında küçük bir
kız çocuğu vardı. Kocası ve ailesi Katolikti, kendisi genç kız olarak Adana’da4
koleje gitti, Protestandı.
1Temmuz 1915’te bu evin tahrip edildiği, varlıklarının tüm yönlerde saçıldığını izlemek zorunda kaldılar,
muhacir oldular. Katolik cemaatiyle
beraber Mezre’yi terk eden ilk grup
içindeydiler. Onlara, Vali5 tarafından
özel koruma sözü verildi. Araba konvoyu ertesi gün Sevang’a yöneldiğinde
Kürtler üzerlerine saldırdılar, erkekleri
ayırıp doğradılar. Kocası arabaya koştu ve onun yanına oturdu, muhtemelen
saklanmayı umarak, ancak Kürtlerin
başı Hadji Ağa,6 gelip arabadan çekti
hemen onun [karısının] gözü önünde
katletti. Daha sonra Digin Versjin’i ve
tüm eşyalarını alıp Sevang’a döndü ve
ona kendi eşi olmasını talep etti. Diğer
kadınlar da, hatta rahibe namzetleri bile
yağmalandı, elbiseleri çıkarıldı ve zorla
kaçırıldılar.
Bu adam daha sonra onu ve küçük kızı
kasabadaki bir eve götürdü. Bu konuda
duydum, evi buldum ve onunla konuşmaya çalıştım (1 Ağustos’ta [1915]).
Kapıyı uzun süre beyhude çalmak durumunda kaldım, en nihayet geldi ve kapıyı kedisi açtı. Giremiyeceğimiz ve ona
bizimle sadece birkaç kelime konuşmasına izin verildiği anlaşıldı.Çünkü Kürt
adam evdeydi, [o] İstoli’ye seyahatteydi
[İsoli] (doğal olarak katliamları idare
etmek için.)7 O İstoli’deki evindeydi,
[bir] eşi ve çocukları vardı, ve şimdi bu
güzel genç kadın onun karısı olarak yaşamak zorundaydı. Adama inancını terk
etmeyeceğini söyledi, okuduğu ve teselli için muhafaza ettiği bir İncili vardı.
Onun aynı zamanda küçük bir kızı vardı; Kürt adam onu çağırdığında çocuk
″Sana gelmiyeceğim, babamı öldürdün″
demekteydi. Herhangi biri, böylesi duyarlı bir kadının, böyle bir adamın evinde esir olmasını anlayabilir mi?
Kış esnasında Kürt karısını ve çocuklarını İsoli’den getirdi ve bu kadınla beraber yaşamak en büyük aşağılamaydı,
ki doğal olarak onu [Versjin’i] sevmedi.
Versjin tüm ziynetini bu eşin tasarrufunda görmek durumundaydı, ancak
bir gün, Kürt eşi ziyneti çıkardı, birşey
onun yüreğine dokunmuş olmalıydı ve
küçük kıza iki parlayan taşı küpe olarak
kullanması için verdi.
Mayıs sonunda [1916], küçük bir kız
çocuğu doğurdu. O zaman kocası, Valiyi Enver Paşa’ya kötülediğinden hapisteydi. Aylarca burada hapsedilmişti
[‘burada’ büyük bir ihtimalle Mezre anlamında, MB], ancak bu süre zarfında
onun iki erkek kardeşi Digin Versjin’i
gözetleyecekti, dolayısıyla kaçamadı.
Ancak ona beslenecek yeterli miktarı
da vermedi- daha fazla yiyecek alabilmek için mükün olduğunca fazla elbiselerini sattı, ancak bebek için sütü yoktu
ve bu sebeple bebek ağlıyordu. Ona ev
işlerini yaparken yardım eden yaşlı bir
Ermeni kadın vardı ve ona dokunaklı
bir düşkünlükle bağlandı. [Bu kadın]
gözyaşları içinde bana geldi ve Digin
Versjin’in mutsuz durumuna ilişkin
anlattı. Daha sonra [Versjin’i] ziyaret
ettim ve ona para ve gıdalı maddeler
verdim, ancak onun için zor olduğunu
sezinleyebiliyordum, zengindi ve [okunaksız bir kelime] kabul etmek. Zorlu
kaderine rağmen Tanrı sevgisine olan
inancını kaybeymemiş olmasını görmek
harikaydı, ancak İncil okuyor bütün
gün boyunca dua ediyordu. Tanrı’nın
ona kaçmak için bir fırsat vereceğini
umut edyordu, fakat onu saklayabilecek
bir dostu yoktu. Tanrı’nın bir yol göstermesi için birlikte okuyup dua ettik.
Eylül sonuna dek, onun durumuna ilişkin oldukça endişeliydim. Kürt adam
hapisten çıktı ve hükümetle8 olan hasmane ilişkilerden ötürü zor durumdaydı.
[Orjinal metindeki not: ″*O bot servisi
ve posta servisini kontrol ettiğinden,
Hükümte ondan borçu olduğu bir miktar parayı talep ediyordu.″]. İsoli’deki
ailesi Digin Versjin’den kurtulması ve
yerine kendilerine ihtimam gösterilmesi için ikna etme gayretindeydi. Digin
Versjin’in kendisi serbest kalmaktan
daha büyük bir arzusu yoktu, ancak
onun [Kürt adam] bile serbest kalmak
için sebepleri vardı, onun gitmesine izin
veremezdi. [Kürt adam] onun başka bir
Türkün [sic] eline düşmesini veya belki
acı çekmesini istemeyecekti. Belki de
bunlar sadece boş sözlerdir veya belki
de gerçekten bunu demek istedi, bilmiyorum. Onun [Digin Versjin] sessiz ve
ılımlı şekilde onun üzerinde olumlu etkide bulunduğu ve bu gerçek bağlılık ve
sevginin onun şeytani ve kaba kalbinde yer bulduğunu hayal edebiliyorum.
Çözüm olarak bir teyzesinin olduğu
Halep’e seyahat etmeyi önerdi. (Kürt
adam) başlangıçta reddetti, ancak daha
sonra bunu öyle bir hevesle kabul etti ki
dolayısıyla onun (Kürt adamın) bir şey
planladığından kuşkuya kapılmaya başladı: yani ona saldırıp yolda öldürmek
gibi. Bu şekilde o ilerde (Kürt adama)
ona yönelik şeytani fiil veya onun sonradan edindiği parası veya mücevheratı
için hesap soramayacaktı.
[Kürt adamın] onu ortadan kaldıracağı
düşüncesine meylediyorduk ve [Digin
Versjin’in] ondan kaçmasının doğru birşey olacağını düşündük. Harput’ta yoksul ve ehemmiyetsiz bir kadın bulma
işini hallettik, onu saklayacak ve Digin
V.orada yolu bilmediğinden, kılık değiştirecek ve ben ona eşlik edecektim.
Onunla nerede buluşacağım planlandı
ve gününe karar verildi (9 Eylül [1916]
), ve ben gerginlikle kararlaştırılmış zamanda onu bekledim, fakat gelmedi. En
nihayetinde kaçmaya cesaret edemedi,
kendisi için korktuğundan değildi, zira
hiçbir bedel onun elinden kurtulmak
için o kadar yüksek olmayacaktı, ancak
kendisini saklamayı arzu eden kişi için
korktu.
Daha sonra Türke [sic] kendi başına
dışarda gezinebileceğini, kendisi hakkında artık endişelenmesine gerek olmadığını söylediği –ancak daha sonra
- ″Sakın terk etme veya saklanma konusunu aklından geçirme. Tüm kasabayı
yakmak zorunda kalsam da seni bulacağım- ve seni evinde bulacağım kişiye de
Allah merhamet etsin- dedi″. Bu tehdit-
kızılbaş - sayfa 44 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ten sonra Digin V. onun [Peterson’un]
[Kürt adamı] kendisini gönüllü dışarı
çıkmasını sağlayıp sağlayamayacağını
bekleyip görmeyi terch edecekti.
Ancak bu bekleyiş dönemi sinir törpüleyiciydi. Ekim başında bir akşam Kürt
adam eve geç gelir döşemede uyumakta
olan erkek hizmetkar ona kapıyı açmaz.
Yaşlı kadın aşağı iner ve kapıyı açar,
ancak beklemekten tepesi atmış adam,
yaşlı kadını çekip dışarı atar ve kapıyı
kilitler. Kadın komşunun kapısını çalar
ve komşusu içeri girmesine izin verir.
Digin Versjin kadına birşey olacağından korkarak konun yanındadır, daha
sonra kocası kendisinin aşağı kata giderek onu içeri almasını söyler, ancak o
dışarda duran birinin kendisini öldüreceğinden korkar.
Ertesi gün o kendi yanındadır, çocuk
ve bakımsız kalmıştır, Kürt adam yaşlı
kadını dışarı attığından pişman olur ve
ona geri gelmesini söyler. O korkmaktadır da , ancak en nihayetinde Hanımı
hatırına razı olur. Ancak o [Versjin,
MB] öylesine şok içindedir ki zayıf bir
sesle (konuşmaya) başlar, takip edildiğini düşünmektedir – adamların yaklaşıp
onu bağlayıp götürdüklerini görmektedir. Yaşlı kadın bana gelir, gelip yardım
etmemi rica eder. Oraya gittim, orada
kaldığım müddetçe [Digin V.] sakindi,
çok süzgündü ve gözlerinde korkulu bir
bakış vardı. Ortamını değiştirmemesi
durumunda işlerin kötüye gideceğini
anladım ve ona (gerçi kalbim çarparak)
onu bir süreliğine beni ziyaret etmeye
izin verip vermeyeceği yönünde Kürt
adamla konuşmamı teklif ettim. Sonra bir süre onun adamın deri fişekliğini doldurmasını bekledim, Kürt adam
İsoli’ye yola çıkmak üzereydi. [Digin
V.] evde yanlız kalmayacak, hatta onun
iki erkek kardeşi gelip onu yakın takibe
alacaklarından kaçamadı.
Ertesi gün 6 Ekim’de öğle civarı oraya
tekrar gittim. Digin Versjin ne yemiş
ne de uyumuş, ancak bütün geceyi ‘birinin gelip onu öldürmeyeceğine emin
olma için’ pencere kenarında geçirmişti. Hacı Ağa’ya onunla görüşmek üzere
bir mesaj yolladım. O ″eğer onu elbisesiz olmasından ötürü onu affedersem,
evet″ şeklinde yanıtladı. Ben bunun
herhangi bir önemi olmadığını yanıtladım ve bir Ermeni tercüman kadınla
içeri girdim.9 Vahşi ve sinsi bakışlı yaşlı, sakallı bir adam göreceğimi umuyor-
dum, ve Türk usulü temenna edecektim
(elleri göğüs yönünde ve alna götürüp
eğilmek). Gürbüz yapılı genç bir adam,
güzel yüz hatlarına sahip, iyi giyimli
birini görmek beni hayrete düşürdü; divandan sıçrayıp nazikçe elimi sıktı ve
oturmam için müşfikçe rica etti. Sonra
ona reddetmiyeceğini umut ettiğim bir
ricam olduğunu açıkladım ve dün orada
bulunduğumu ve Digin V.’nin içinde bulunduğu koşulların ne kadar kötü olduğunu söyledim. O, adamın da tanıklık
ettiği gibi birşeyden korkmuş olmalıydı
ve hafızasını oldukça bariz bir şekilde
kaybetmişti. Ona çok ihtimam gösterdiğimden ve onu böylesine bir durumda
görmek beni üzdüğünden benimle bir
süre kalıp kalamıyacağını sormak istedim. Ona ‘hava değişimi’ gerekliydi.
Fakat onun durumuna ilişkin kaygılanacak herhangi birşey olduğunu düşünmedi, gerçi onun itemediği bir şey olan
bir doktor çağırma niyetindeydi. Benim
teklifimi duymak onun çin memnuniyet
vericiydi, ancak beni, adetlerinin onlara yasakladığı eşlerinin bir yabancının
evini ziyaret etmesini hususunda mecbur tutamayacaktı. Eşinin başka bir eve
gittiğini duyduklarında dostlarının ne
söyleyeceğini, insanların ne söyleyeceğini düşündü.10 Ne yazık ki bu tamamıyla imkansızdı. Bunu onunla uzunca
görüştüm ve sonunda onun istediği kadar dışarda gezinmeye ve beni her gün
ziyaret etmeye izni olduğunu, ancak geceleyin eve gelmek zorunda olduğunu
söyledi. Buna inanamadığımı, onun şu
ana dek kilit altında tutulduğunu bildiğimi, her neyse bunun yeterli olmadığını söyledim; çok hastaydı ve tamamıyla
kurtulması gerekiyordu. ″Evet, ama insanlar ne der?″ Böylesi büyük bir insan
için insanları onun karısı hakkında konuşması ayıplanacak bir durumdur! ″İnsanlar ne isterlerse söylesinler″ dedim.
Bu onun hatırı için yapılacak ve ona iyi
ihtimam göstereceğime söz verdim. Nihayet bunun hakkında düşüneceğini ve
bana yarın cevap vereceğini, ancak evet
diyecekse bunun benim hatırım için
olacağını söyledi.11 (Bana verilmiş bir
onur). Ona teşekkür ettim ve nazikçe
veda ettim.
Digin V.’ye gittiğimde, aynı zamanda
bizim İncil okuyan kadını da orada gördüm ve ″Şimdi, onun [Kürt adam] için
zor olan bir adımı atmak üzere hareket
ettiğinden, dua etme zamanıdır″ dedim. Hatta yanıtın lehte olacağına zaten
ikna olmuştum. Ancak bunun o kadar
da çabuk gelmesini beklemiyordum.12
Eve vardıktan kısa bir süre sonra, Digin
Versjin Mery ve küçük kızla beraber
geldi. [Kürt adam] ″Bugün gidebilir ve
14 gün kalabilirsin. Ben pişman olmadan acele et.″ dedi. Ve mucize aslında
şimdi gerçekleşti: Şu ana dek esir tutulan ve kıskançlıkla gözetlenen o, şimdi
bizim evdeydi, ona oldukça korkunç
gelen etrafındakilerden özgürdü. Rab,
gözlerimizin önünde bu mucizeyi gerçekleştirdi.
Daha ilk günlerden ‘hava değişimi’nin
yararlı olduğu anlaşıldı. Digin V. geceleri uyudu ve yemeye başladı. Ne yazık
ki, Kürt adamın ziyaretlerini rededemedim, ancak, odada onunla konuşurken
odada kaldım. Onu buraya yolladığına
pişman olduğunu, çünkü şimdi büyük
bir olasılıkla artık geri gelmeyeceğini
söyledi. Karısı hasta yattığından Isoli’ye
seyahahat etmek zorundaydı. (6 ay önce
bir oğlan doğurmuş ve [Kürt adam] henüz orada olmamıştı. Karısı ve erkek
kardeşleri bu onur kırıcı durumdan kızgındılar ve kardeşleri onu öldürmekle
tehdit ettiler). Diğer yandan Digin Versjin olmaksızın yaşayamıyordu. Bana
bulunduğu yer[ler]de, birisi Mezre’de
birisi İsoli’de (!) olmak üzere, karısı
olmak zorunda olduğunu izah etti.13
Sarsılmış ve aklı ikiye bölümüştü, bu
onun oldukça tezat şeyler söylemesine sebep oluyordu: ‘Kalmak istiyorsan
öyleyse kal’ bunun hemen sonrasında
‘Seni öldürmediğime pişmanım, beni
tam bir belanın içine düşürdün’ diyor
ve köydeki herkesin onun gibi birisinin
karısının ondan kaçtığını söylemesinin
büyük bir ayıp olduğunu söyleyeceklerini belirtiyordu. Ona İsoli’ye gitmesi,
gerçek karısı ve çocuklarıyla kalması
gerektiğini, karısının büyük bir ihtimalle ona ihtiyacı olduğunu söyledim.
Benimle yüksek sesle konuşurken bir
an D. Versjin’e ″Seni Dersim’e [Tunceli]
(Bir Kürt aşiretinin sınırı ve oradan da
Rusya’ya) götürebilmek için muhtemelen uzaklaşmamı istiyor″ dedi.
Nihayet 16 Ekim’de [1916] köye gitti ve
daha rahat bir nefes alıyorduk. Burda
muhtemelen ailesiyle kavgaya düştü.
Beş kardeş mallar konusunda ve kendi
paylarına düşen yağmalanmış eşyalar
konusunda anlaşmazlığa düştüler, ancak özellikle Digin V.’den14 boşanmadığı [veya ‘başından savmadığı’] için
ona kızgındılar. 5 gün geçtikten hemen,
kızılbaş - sayfa 45 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kendisine ait eşyaları satmak üzere sonra geri döndü ve Mezre’deki evi dağıttı.
Digin Versjin’e de yolladı, onu tamamıyla serbest bıraktı ve istediği mutfak
eşyalarını almasına izin verdi. [Digin
Versjin] bir çift kazan aldı. Hepimiz için
sevinçli bir gündü, şimdi ona bakma
sözünden serbest bırakıldığımı ve onu
Dersim’e varmasını sağlamanın başarı
olacağını hissettim. ″Rab boyunduruğu
çözer ve tutukluyu serbest bırakır.″
Çileli zamanlar yine de geri döndü.
Daha 14 günden fazla bir süre geçmeden Kürt adam İsoli’den geri döndü ve
onu asla serbest bırakmadığını iddia
ederek geri istedi. Bu, Kürt adamın sürgünden önce [Temmuz 1915 ‘Tehcir’,
MB] Digin V.’nin kocasının büyük miktarda parayı bankaya yatırması ve Kürt
adamın bu meblağı almamış olduğunun
ortaya çıkmasıyla gerçekleşti. Paranın kendisine ödenmesini istediğinde,
resmi çevreler onun Digin V.’yle artık
birlikte olmadığından, bunu ona ödemeyi reddettiler. Şimdi onun için [Digin
V.’nin] ziyaret amaçlı uzakta bulunduğunu ispatlamak önemliydi.»
Erişebildiğim kaynaklara göre; Digin
Versjin’in akıbetine ilişkin daha fazlası
bilinmemektedir. Onun onbinlerce Ermeni kadını gibi Ermeni Soykırımı esnasında Müslüman evlerince yutulduğu
görülmekte.15
__________
1 Rigsarkivet (Danimarka Ulusal Arşivi),
Kvindelige Missions Arbejdere (Kadın
Misyoner İşçiler; KMA), Arkivnr. 10.360,
Pk. Nr. 15, ”Arminier-Missionen [sic],
Diverse skildringer vedr. Arminierne [sic],
1906-1927.”
2 Bu kuruma ilişkin örneğin bak. Matthias Bjørnlund, “İskandinavya ve Ermeni
Soykırımı, [Scandinavia and the Armenian Genocide]” Armenian Weekly, 24 April
2008 özel sayı, s. 19-22.
3 Tacy Atkinson, “Alman, Türk ve Şetan
Üçlü İttifak Kurdu”: Harput Günlükleri,
1908-1917, [“The German, the Turk and
the Devil Made a Triple Alliance”: Harpoot Diaries, 1908-1917], Princeton, NJ:
Gomidas Institute 2000, s. 72.
4 Petersen muhtemelen ABCFM Kızlar
Okulu/Kolejini demek istiyor. Örneğin
bak. Edwin Munsell Bliss, ed., Misyonlar Ansiklopedisi.Tanımlayıcı, Tarihi,
Biyografik, İstatistiki, [The Encyclopædia
of Missions. Descriptive, Historical,
Biographical, Statistical ] New York: Funk
& Wagnalls 1891, s. 5; James L. Barton,
comp., “Türk Vahşeti”: Osmanlı Türkiyesinde Hıristiyan Toplulukların İmhasına
İlişkin Amerikan Misyoner Raporları,
1915-1917, [“Turkish Atrocities”: Statements of American Missionaries on the
Destruction of Christian Communities in
Ottoman Turkey, 1915-1917] Ann Arbor,
Michigan: Gomidas Institute 1998, pp.
159ff.
5 Sürgünün gerçekten bahs edildiği gibi
1 Temmuz’da başladığı tamamıyla net
görülmemekte. Birleşik devletler Harput
konsolosu Leslie A. Davis’e göre ″Temmuz [1915] ayının ilerleyen bir zamanında Ermenilerin çoğu Mamuret-ül Aziz
ve Harput’tan sürgün edilmişti, kırk
kişilik bir grup Valinin özel güvencesinde bırakılmıştı. Bunlar tanıdığı veya
onlarla ilgileniyor gözükmekteydi. […]
Onlar arasında [sic, MB] Ermeni Katolik
Başepiskoposu, Monsenyör İsraelyan ve
yardımcıları da vardı.″ Bu adresteki rapor:
http://www.gomidas.org/gida/index_
and_%20documents/867.4016_index_and_
documents/docs/4016.392.pdf . Gerçi bu
Peterson’un kastettiği belki de başka, daha
sonraki ‘sürgün kafilesi’ olabilir.
6 Hadji Raja bilinen Deli Hadji’yla aynı
kişi olabilir, KMA misyoneri hemşire
Maria Jacopsen’in Danimarkalı Misyonerin Günlükleri: Harput, 1907-1919,
[Diaries of a Danish Missionary: Harpoot,
1907-1919] Princeton & London: Gomidas Institute Books 2001, pp. 142-43, 18
Nisan 1916 tarihli günlük kaydında şunlar
yazmakta: ″Harput’ın şeytani ruhu, Deli
Hacı Konstantinopol’den döndü ve birkaç
fukara kadın ve çocuğun geride kalmasını
görmeye katlanamadı. ‘Burada bir sürü
Ermeni var, başka bir katliam gerçekleştirilmeli’ der.
Aynı zamanda bak. Amalia Lange, Ermeni
Muhacirler Arasında, Kadın Misyoner
İşçiler 1920-1925,[Blandt Armeniske
Flygtninge. Kvindelige Missions Arbejdere 1920-1925] Copenhagen: KMA 1925,
s. 12-13, Mezre’de bilinen Hadji Khaja,
Hadji Raja’yla aynı kişi gibi görünmektedir: ″1922 baharında Türkler tarafından sınır dışı edilen birçok misyoner
Beyrut’a ulaştı, bunlar arasında Miss
[Maria] Jacopsen’in sevgili arkadaşları ve
Harput’taki eski çalışma arkadaşları Miss
[Isabel/Isabelle] Harley ve Dr. Parmaly
[Ruth A. Parmalee] tıbbi misyoner Dr.
[Mark] Ward bulunmaktaydı. Onların
tekrar buluşması kızkardeşlerimiz için
büyük bir sevinçti, ancak onların iç
Ermenistan’dan getirdikleri haberler iç
karartıcı ve çok kötüydü. Orada beş Kürt
aşiret reisi hakimdi, ve onlar arasında
en önemlisi, binlerce Ermeniyi katletmede alet olarak kullanılan Mezre’deki
Hadji Khaja’ydı. […].″ İtalikler orjinal
metinde yer almaktadır. Atatürk’ün
1927’deki ‘Nutuk’unda ‘maceracılar’
(sergüzeştçiler) bahsi dışında hiç kimse
1920’lerde Anadolu’da ‘huzursuzluğu
gayretlendirenler’i anmadı.
Raymond Kévorkian, Temmuz 1915’de
Erzurum’lu sürgünlerin Malatya,
Mamuret-ül Aziz bölgesinde büyük ölçekli katliamlarını gerçekleştiren Teşkilat -ı
mahsusa lideri ve Reşvan’dan (Rashvand;
Rashwand; Reshven) Reşvan Kürt aşiret
reisi Hacı Bedri Ağa’dan bahs etmektedir.
http://www.massviolence.org/fr/TheExtermination-of-Ottoman-Armeniansby-the-Young-Turk-Regime.
Mahrdad R. Izady, Kürtler: Kısa El Kitabı, Washington, Philadelphia, London:
Crane Russak/Taylor & Francis International Publishers 1992, s. 83, Rashwand/
Reshven aşireti (aslen?) Güney-Doğu
Erzurum’dan gelmektedir.
Binlerce Ermeninin Malatya’da katliamından sorumlu olarak tanımlanan ″sevecen,
müşfik ve masum yüzlü″ isimsiz bir Kürt
aşiret reisinin (Ağa) fotoğrafı için bak.
http://dcollections.oberlin.edu/cdm4/item_
viewer.php?CISOROOT=/relief&CISOPT
R=88&CISOBOX=1&REC=1 . Abraham
D. Krikorian ve Eugene Taylor’un verdiği
bu enteresan bilgi, ayrıca yorumları ve genel olarak önerileri için teşekkür ederim.
7 Ermeni erkeklerin Isoli’de kadın ve
çocuklardan ayrılması ve Alman Misyoner Klara Pfeiffer’in Mezre’den sürgün
edilenlerin Malatya yakınında takip eden
katliamlarına ilişkin raporu için bak.
http://www.armenocide.de/armenocide/
armgende.nsf/$$AllDocs-en/1916-05-10DE-002?OpenDocument.
8 Misyonerler ‘hükümet’ terimini yerel
ve/veya merkezi yönetim anlamında
sıklıkla geniş anlamda kullanmaktadırlar.
Anılan durumda, Hadji yerel Vali Sabit
Beyi sözü edilen gasp politikalarından
ayrı gösteriyor göründüğünden, ‘hükümet’
her ikisini de işaret etmektedir.
9 Karen Marie Petersen Ermenice ve
Türkçe konuşuyordu, öyleyse buuluşmada
Hadji Raja muhtemelen Kürtçe konuştu.
10 Orjinal metinde altı çizili.
11 Orjinal metinde altı çizili.
12 Orjinal metinde altı çizili.
13 Orjinal metinde altı çizili.
14 Muhtemelen, belki de büyük bir ihtimalle orjinal metindeki Danca ”skilt sig
fra” deyimi düşünüldüğünde bu ‘boşanma’ değil daha çok ‘başından atmak’ örn.
öldürmek anlamındadır.
15 Örneğin bak. Matthias Bjørnlund,
″Ölmekten beter bir kader: Ermeni Soykırımı sırasında cinsel şiddet [A fate worse
than dying’: sexual violence during the
Armenian genocide″ in Dagmar Herzog,
ed., Gaddarlık ve İhtiras: Yirminci Yüzyıl
Avrupasında Savaş ve Cinsellik [Brutality
and Desire: War and Sexuality in Europe's
Twentieth Century, Palgrave Macmillan
2009, pp. 16-58. http://www.palgrave.com/
products/title.aspx?PID=283305 (‘örnek
metni indirmek için’). Aynı zamanda
www.armenske-folkedrab.dk adresinde.
kızılbaş - sayfa 46 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Belçika Ermeni Demokratlar Derneği adına Brüksel Demokrasi ve Barış Konferansı’na tebliğ:
Yüzyılın Gerisindeki Ermeni Deneyimiyle Kürt
Sorunu ve Çözüm Sürecine Bakış
Hovsep Hayreni - Bogos Mouradian
Değerli dostlar,
Belçika Ermeni Demokratlar Derneği
adına bu önemli konferansa katılıp dostane görüşlerimizi paylaşmaktan mutluluk duyuyor, hepinizi en içten duygularımızla selamlıyoruz.
Dört ayrı yerde yapılan konferansların
Brüksel ayağı özellikle diaspora kesitlerini kapsadığından ve Kürtlerle aynı
coğrafya çıkışlı Ermeni, Süryani göçmenlerin Avrupa’da önemli bir ağırlığı bulunduğundan dolayı, sözkonusu
kimliklerin temsiline daha ciddi bir
kontenjan ayrılması arzu edilirdi. Bunun eksikliği, ülkede son derece küçük
azınlıklara indirgenmiş olan bizlerin
diaspora kapsamında bile aynı azınlık
algısıyla hesaba katıldığını göstermesi
bakımından üzücüdür.
Konferanslara az da olsa bu kimliklerin dahil edilmesi, sürecin başında
Öcalan’ın Ermeni, Rum ve Yahudilere
ilişkin yansıtmış olduğu negatif mesajları bir parça dengelemenin aracı olabilir. Ancak yapılan başka açıklamalarla
bu etkiler nötralize edilmek istenmesine rağmen, tarihe farklı bakıştan ileri
gelen ciddi bir problemin olduğu, vicdani duyarlılığın eksik kaldığı açıktır.
Bu nedenle güven sorunu devam ediyor.
Kürt sorununda barışçı demokratik bir
çözüm hepimizin arzusudur. 30 yıllık
savaşın yıkım ve acılarını geride bırakacak bir sonuca ulaşılmasını gönülden
temenni ederiz. Ancak başından beri
gerek işleyiş tarzı, gerekse politik muhtevasıyla sürecin gidişatı pek ümitli
bakmamıza izin vermiyor. Açıkçası girilen yönelimi benimseme durumunda
değiliz. Yine de eleştirel görüşlerimizle dostane etkiler yapma açısından, bir
düşünce platformu olarak gördüğümüz
bu konferansa katılmayı önemsiyoruz.
Öncelikle konferansın işlevi meselesine değinerek, sürecin devamında işleyişin değişmesine dönük öneride bulunmak isteriz.
Herşeyin MİT-Öcalan gizli görüşme-
lerinde döndüğü, anlaşma noktalarını
kimsenin bilmediği bir tuhaf prosedür
işliyor. Savaşın doğrudan tarafı olan
PKK yöneticilerinin beyanları bile
“hariçten gazel okuma” gibi tınlıyorsa,
“daha geniş çevrelerin sürece katılım
araçları” diye düzenlenen bu konferanslar müzakereye ne derece etki yapabilir? Bildiğimiz kadarıyla bunların
hükümetçe muhatap alınma durumu
yoktur.
Diyarbakır’daki konferans, sonuç bildirgesinin 12. maddesinde kendi oluşturacağı bir komiteye “demokratik
müzakere sürecinin etkili organı olma
misyonu”nu yüklemiş, fakat bunun
gerçek bir işlevsellik kazanma şansı
gözükmüyor. Çünkü herşeyden önce
Konferans kendini devlete muhatap aldırma çabasında değil. İşte 13. madde;
“Türkiye halklarını bu konferansta açığa çıkan iradeyi tanımaya, esas almaya
ve Türkiye Cumhuriyeti devletini Kürt
halkının haklarını tanıması için baskı
kurmaya” çağırmakta. Yani doğrudan
hükümete seslenmek yerine, ona baskı yapsın diye garip şekilde “Türkiye
halklarına” hitap edilmiş. Bunun anlamı Öcalan’ın Kürtler adına tek irade
olduğu mevcut durumu zorlamadan
müzakereye dolaylı etki yapmak ve sürecin gidişatına “çoğulcu” bir imaj vermek olabilir.
En son görüşmede Öcalan “İkinci aşa-
manın başladığını” belirterek “devlete
önerilerimizi sunduk” diyor. “Umarım
dikkate alırlar” diye de ekliyor. Açıkçası durum halen bütünüyle devletin
keyfiyetinde. Sunulduğu söylenen önerilerin neler olduğu da belli değil. Eğer
barış sürecini izole durumdaki tek bir
lider değil de Kürtler adına bir heyet
yürütüyor olsaydı, talepleri kollektif
olarak belirlenir ve de herkes tarafından bilinirdi. Görüldüğü gibi burada
PKK, KCK ve BDP dahil Kürt siyasi
yapılarının çözüm için iradelerini konuşturmaları sözkonusu değil. Bu ana
akım kendi iradesini Öcalan’ın temsil
ettiğini söylese bile Kürtlerin diğer örgütleri ve bağımsız aydın çevreleri dışlanmışlık hisseder. Nerde kaldı sürece
katılımı arzu edilen başka etnik ve dinsel grupların görüşleri?..
Bu konuda daha ciddi bir girişim olması için Diyarbakır’dakinden farklı olarak biz buradaki konferansın doğrudan
Türk hükümetine çağrı yapmasını ve
“Çözüme yönelik müzakerenin her iki
taraftan siyasi sorumluluk sahibi heyetler arasında şeffaf şekilde yürütülmesi” talebinde bulunmasını öneriyoruz.
Böyle bir istem öncelikle devlet adına
halen MİT’in devrede olmasına itiraz
ve hükümeti sorumlu davranmaya davet anlamına gelir. Kürt tarafını yada
Kuzey Kürdistan halklarını temsil edecek heyetin nasıl seçileceği de ayrı bir
kızılbaş - sayfa 47 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
sorundur. Bunun için mümkün olduğunca adil bir çoğulculuğun gözetilmesini, hiç bir çevrenin vitrinlik durumda
kalmamasını arzu ederiz.
Sürece gösterilen ağırlıklı politik yaklaşıma gelince; tarihe bakıştan tutalım
sorunun günümüzdeki tanımlanmasına
ve çözüm önerilerine kadar esaslı sorunlar içeriyor; özgürlük söylemiyle ciddi
çelişki ve handikaplar arzediyor. Bize
göre en vahimi tarihteki gerici ittifakların olumlanarak bugüne emsal gösterilmesidir. Fetihlerden soykırımlara
kadar Kürtleri kullanıp kendine köle
etmiş Türk devlet geleneğinin “akıllı” olmakla övülmesi, “Ortadoğu’da
hamle gücü”, “demokratik fetih” gibi
söylemlerle yeni Osmanlıcı şahlanışlara gaz verilmesi ve son yüz yıllık feci
aldanmaya rağmen o lanetli ortaklığın
bir şekilde yenilenmek istenmesidir.
Çokça tekrarlanan “Kurtuluş savaşını
birlikte verdik” deyişinde kimlere karşı
nasıl bir gururlanma olduğunun umursanmaması, kadim Hristiyan halkları
yok etme üzerinde vücuda getirilen
Türkiye Cumhuriyeti’nin ve ilhakçı
“Misak-ı milli”nin meşru gösterilmesi,
nihayet Kürt sorununa çözüm isterken
bile “Türklerle beraber asli kurucu unsuruyuz” denilen bu devletin “kuruluş
felsefesi”ne uygun formül aranmasıdır.
Bütün bunlar ve benzeri argümanlar
üzerinde çok ciddi düşünülmesini istiyoruz.
Bugün Kürt ulusal sorununun yaşandığı coğrafyada yüz yıl önce başat
durumdaki Ermeni ulusal sorunu halkımızın imhası yoluyla “hal”ledilmiş
oldu. Eğer, iki ulusal sorun 19. yüzyılda
eş zamanlı gelişse ve iki halkın benzer
taleplerle dayanışma ortamı oluşsaydı,
gelişmeler çok faklı olabilirdi. Balkanlarda bir dizi ulus bağımsızlığını kazanırken Osmanlı’nın doğu bölümünde
aşağı yukarı aynı toprakları paylaşan
Ermeniler ile Kürtlerin de o boyunduruktan kurtulması mümkündü. Ama
ancak ve “olmazsa olmaz” denebilecek
şekilde birlik sağlanması kaydıyla. Ne
yazık ki bunun koşullarını zorlaştıran
pek çok nesnel etken mevcuttu. İki
komşu halkın tarihsel ilişkileri, mevcut sistem içindeki konumları, sosyal,
ekonomik, kültürel farklı gelişmişlik
düzeyleri, ulusal uyanış süreçleri, devletle uyuşan ve zıtlaşan yönleri, dinsel
aidiyet ve birbirine bakışları, önderlik
ve iç örgütlülük durumları gibi yığınla
doğal faktör yanında yaşanan siyasi ge-
lişmeler ve dış aktörler rol oynuyordu.
Bu verili koşulların dezavantajlarını
aşacak bilinç ve irade bazı istisnalar
hariç her iki halkın öncüleri arasında
zayıf kaldığı için ortak kurtuluş çabası
gelişemedi. Değişik zamanlarda farklı
karakterleriyle kendilerini gösteren Ermeni ve Kürt hareketleri bu durumda
devlet tarafından birbirine karşı getirilmeye müsait oldu. Ermeni sorunu daha
erken gündemleşip reform talepleriyle devleti zorlayınca Abdülhamit’ten
İttihat-Terakki’ye Türk yönetimleri öncelikle ondan kurtulmak üzere Kürtlerin desteğini alacak politikalar izledi.
Sonuçta Ermeni halkı yok edilirken
Kürtlerin payına da sürgit devam edecek esaret düştü.
Bugün bazı Kürt aydınları yüzeysel bakışla tarihteki o başarısızlığın sorumluluğunu tek taraflı olarak Ermenilere
mal etmekte. Öyle ki, bazen resmi Türk
tarihiyle çakışacak ölçüde dönemin Ermeni ulusal hareketini kötülemeye ve
sonunda adeta Ermeni ulusunun yok
olmasını bile onun kendi günahlarıyla
açıklamaya çalışanlar var. Soykırımda
kullanılan Kürtler adına tarihle yüzleşmeye açık olmayanlar bu konuda Türk
inkarcılığıyla paralel davranıyor. Bazıları ona bile rahmet okutacak şekilde
“asıl Ermenilerin katliam yaptığı”nı
ileri sürmekle meşgul. Konu Kürtlük
olunca o inkarcılıktan şikayetçi iken
burada elele verilebilmesi oldukça hazin bir durum.
Osmanlı devletinin Sünni-Müslüman
kimliğiyle Şii İran’a karşı ittifak yaptığı Kürt beyleri 300 yıl kadar genişletilmesine hizmet ettikleri devlet sınırları içinde yalnız Kürdistan’a değil
Ermenistan’a da otonom şekilde hükmetmişlerdi. Bunun avantajıyla Kürt
nüfusu Ermenistan içine yayılmaya
başlamış ve Ermeniler tersine dış hatlara dağılır olmuştu. Yine de Yukarı Fırat
havzası, Ararat ve Van Gölü çevreleri
başta olmak üzere çok yerde Ermeni
nüfusu yoğundu. Ama daha gelişkin bir
toplum olmasına rağmen, kendi tarihsel
yaşam alanında ikinci sınıf kalma ve
çifte boyunduruk taşıma durumu Ermeni halkının aleyhine işlemeye devam
ediyordu.
Kürt beyliklerinin otonom statüsü II.
Mahmut’un merkezileşme hareketiyle
sarsılınca 19. yüzyıl ilk yarısında yer
yer Kürt mirlerinin eski statüyü tahkim yada kopuş eğilimli ayaklanmaları
zuhur etti. Katı aşiret yapısının devam
ettiği Kürt sosyal gerçekliği içinde
henüz ulusal bilinç nüveleri oluşmamış ve bu ilk isyanlar kendi alanında
birkaç aşiretten küçük krallık kurmaya yönelen mirlerin feodal karakterli
kalkışmalarıydı. Osmanlı devletinin
Kürt beyliklerini zayıflatan hareketleri İstanbul’daki Patriklik’ten doğudaki
taşra halkına kadar çoğunlukla Ermenilerin pasif desteğini alıyordu. Çünkü
o beyliklerin yerel zorbalıkları başta
köylü sınıfı olmak üzere bölgedeki Ermeni halkını çok mağdur etmişti. Bu
durum Osmanlı merkezi sisteminden
bağımsız değilse de, Ermeniler devletin artık herkese eşit olacağını vadettiği kanun-nizam hakimiyetinden yana
tavır alıyordu. Ardından Tanzimat ve
İslahat’ın sağladığı kısmi haklarla bazı
milli kurumlara kavuşan Ermeni halkı,
eğitim seferberliği yanında batıdan gelen düşünce akımlarıyla da aydınlanma
yaşadı. Bunun sonucu ulusal bilinç gelişirken Osmanlı devleti içinde Ermeni sorunu hissedilir olmaya başladı ve
1877-78 Osmanlı-Rus savaşının bitiminde uluslararası anlaşma metinlerine
girdi.
Lâkin Berlin Anlaşması’nın ilgili maddesinde sorunun “doğu vilayetlerindeki
Ermeni halkını Kürt ve Çerkes saldırılarından koruma ihtiyacı” şeklinde tanımlanması, esasta merkezi sistemiyle
devletin boyunduruğunu gizleyen ve
sözkonusu halkları Ermeniler aleyhine körüklemeye hizmet eden bir şeydi.
Abdülhamit bunu ustalıkla kullandı.
1895’te Avrupa devletlerinin dayattığı
6 doğu vilayeti kapsamındaki reform
planını kabul etmeye mecbur kaldıktan
hemen sonra bu vilayetler ve daha geniş
çevrelerinde devlet güçleriyle koordineli sivil güruhları ve Hamidiye alaylarını seferber ederek üç ay boyu yayılan
vahşi pogrom saldırıları yaşattı, onlarca şehir ve yüzlerce köyde toplam 300
bin Ermeni katledildi. Buna ilaveten
güvensiz ortamın dayattığı göçler sonucu sözkonusu alanda Ermeniler daha
azalmasına rağmen, hiç bir etnik unsurun salt çoğunluk oluşturmadığı bir
gerçeklik içinde göreceli olarak yer yer
birinci, yer yer ikinci sırayı tutuyordu.
Fakat millet-i hakime denilen Müslümanlar etnik gruplara ayrılmadan toplu bir kategori halinde sayıldıkları için
Ermeniler her yerde azınlık, Müslüman
blok çoğunluk görünüyordu.
Günümüzde halen o dönemin bu özelliğini gözardı eden Türk tarih yazıcıları
kızılbaş - sayfa 48 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
“Müslüman çoğunluk, Ermeni azınlık” tekerlemesini sürdürürken, bazı
Kürt tarih yazıcıları ise “Kürdistan’ın
her yerinde azınlık olan Ermenilerin
çoğunluk oluşturan Kürtleri tasfiye
etmek istedikleri” yönünde haksız ve
mesnetsiz yorumlar yapmakta. Bugün
artık Ermenilerin hiç noktasına gelmiş
olması tarihsel inkarı kolaylaştıran bir
durumdur. Öyle ki yalnız soykırım arifesine değil, Ermenilerin büyük ağırlık
oluşturduğu yüzyıllar öncesine atıfta
bulunurken bile onları hesaba katmama ve eski Pers-Yunan kayıtlarından
Osmanlı belgelerine kadar yeri olan
Ermenistanı yok sayıp bugünkü gibi
boydan boya bütün doğuyu Kürdistan
sayma ayıbı işlenebiliyor. Bu durum bir
yönüyle soykırımın sonuçlarından istifade etme olayıdır. Kürt aydın ve siyasetçileri sorunun böyle etik bir boyutu
olduğunu da görmeli ve soykırım öncesi Osmanlı’nın doğu vilayetlerinden
bahsederken Batı Ermenistan-Kuzey
Kürdistan bileşkesi olduğu gerçeğine
saygılı bir dil tutturmalılar.
Bugün Kürt ve Alevi sorunlarında çözüm için reformlar bekleniyor. 100-130
yıl önce de Ermeni reformları konuşuluyordu. Gerçi adı öyle çıkmış, hatta
Ermeni özerkliği diye algılanmış, fakat yalnız Ermenilere değil, hiç değilse anadilde eğitim ve kamu hizmetleri
yönüyle Kürtlere de hak tanıyan bir
muhtevası vardı. Özerk bölgede Türkçenin yanında Ermenice ve Kürtçe de
resmi dil hüviyeti kazanacaktı. Bundan
başka yerel yönetimlerde Müslümanlar
ile Hristiyanların eşit temsili, güvenlik
birimleri ve mahkemelerin yine bu temelde yeniden yapılandırılması öngörülüyordu. Ulusal-demokratik talepler
Ermeni halkından gelirken, Kürt halkı
ümmetçi anlayışla uyuşturulmuş olarak
kaldığı için bu reform planının görünür
öznesi olamamıştı. Ermeni öncüleri bu
eksikliği önemseyip onları özellikle dahil etmeye çalışmalıydı. Böyle bir çaba
Kürtlerin reformlara karşı getirilme
ihtimalini de önleyebilirdi. Dahası reform konuları kapsayıcı şekilde bütün
önemli etnik ve dinsel grupların temsilcileriyle beraber ele alınsa farklı gelişmeler olabilirdi. Ama işin garibi reform
planını görüşen uluslararası heyette
Ermeni temsilcisi bile bulunmuyordu.
Soruna müdahil olan devletlerin kendi
çıkarlarına endeksli ve Türk yönetimiyle anlayış içinde kotarmaya çalıştıkları bir konuydu. Yine de bu reformları
gündeme getiren esas olgu yada en ya-
kıcı sorun, o zamana kadar yüzde yüz
Müslümanlardan oluşan yerel idare koşullarında Hristiyan halkların yaşadığı
mağduriyetler olduğu için onlar lehine
bir parça pozitif ayrımcılık yapılması
anormal değildi. Müslüman unsurlar
için korkulacak bir tarafı da yoktu.
Buna rağmen özellikle Kürtlerin karşı
duruşunu sağlamak isteyen Türk yönetimi bunu “Ermenilerin haksız üstünlük çabası” olarak gösteriyor ve çoklarını ayartıyordu. Tarihten bakiye kalan
bu yanlış imaj halen Kürtler arasında
etkilidir. Bugün de o reform projesine
değinirken “Kürt milleti Ermenilere
esir olacaktı” diyebilenler var. Oysa her
iki ulus için asıl esaret Osmanlı-Türk
boyunduruğuydu. Öngörülen muhtevasıyla sağlanacak bir özerkliğin yalnız
Ermeniler için değil, Kürtler için de
önceki durumdan daha iyi olacağı; feodal beylerinin sahip olduğu avantajları
biraz kısıtlamaya karşılık halkının ulusal-kültürel haklardan yararlanarak gelişmesine imkan sağlayacağı açıktı. Ermeniler adına öngörüldüğü için projeye
karşı çıkartılan Kürtlerin alternatif bir
önerileri bile yoktu. Daha farklı ulusaldemokratik istemleri olsa, kökten karşı
çıkmak yerine o projeye müdahil ve ortak olmayı deneyebilirlerdi. Tanzimat
sürecinde kısmen gösterdikleri kopuş
eğilimini Abdülhamit’le ittifaklarından
beri terketmiş ve kaderlerini Osmanlı devletine bağlamışlardı. Bazı Kürt
ayaklanmaları yine olmasına rağmen
çoğunluğu halifeye bağlılık gösteriyor,
özerk statü ve ulusal-demokratik haklar için Kürt talepleri yükselmiyordu.
1908’in getirdiği anayasa Ermenileri
çok umutlandırdı. Fakat daha sevinç
nidaları kesilmeden 1909 Adana kırımı yaşatıldı. Sonraki yıllar, hürriyet,
eşitlik, adalet adına erken çiçeklenen
umutları dolu vurmuş gibi kırıyordu.
Bugünkü PKK hareketinden pek farklı
olmayan Taşnak partisi ve daha solda
olan Hınçak’lara bağlı Ermeni fedaileri
1908 Anayasası’na güvenerek dağdan
inmişlerdi. Osmanlı meclisinde mebusluğa geçen eski fedailer bile vardı. Taşnak’ların Abdülhamit istibdadına karşı
Jön-Türklerle kurduğu ittifak, iktidara
yerleşen İttihatçı takımının verdiği
kötü sinyallere rağmen devam ediyordu. Yılan hikayesine dönmüş Ermeni
reformları nihayet 1914 baharında dış
baskıya dayanamayan hükümet adına
sadrazamın imzasıyla kabul edilmiş
göründü. Ama heyhat, üçüncü defa yaratılan umut bir kez daha boşa çıktı ve
savaşın tanıdığı fırsatla bu son kez Ermeni halkının topyekün fermanına dönüştü. Sonrasını hepiniz biliyorsunuz.
Acı bir gerçek olarak bu finalde Kürtler
çoğunlukla devletin yanına çekilebildi
ve yoğun şekilde tetikçilik rolüyle suça
ortak edildi. Bununla birlikte 1895 kırımlarında olduğu gibi Ermenilere sahip çıkan, koruyan, kurtaran Kürtler de
az değildi. Bu süreç asli sorumlusu olan
Türk devletinin hesap vermesi yanında,
günümüzün Kürt toplumundan da vicdani muhasebe ve özür bekliyor.
Önce Ermeniler, sonra Kürtler için bütün acıklı sonuçlarının görülmesi ardından o tarihi geri döndürüp yeniden
yaşama imkanı olsaydı eğer, iki toplumun da öncüleri çok farklı davranır,
büyük bir hassasiyet ve özveriyle ortak
kurtuluş için aralarında konsensüs sağlamaya çalışırlardı sanırız. Ermenistan-Kürdistan ikilemi içinde birbirine karşı gelmenin de alternatifi vardı.
Nüfus dengelerine göre hakkaniyetli
bir düzenlemeyle ilkin ortak özerklik,
sonra imkan bulunabilirse bağımsız
federatif birlik gözetilebilirdi. Fakat
o dönem yaşayanlar olacakları kestirmekten uzak oldukları ölçüde bu yönlü
bir iradeyi geliştirecek bilinç ve dirayetten de yoksun kaldılar. Her iki tarafta sağduyulu, uzakgörüşlü kişilerin
zaman zaman aralarında birlik oluşturmaya dönük telkin ve çağrıları olmasına rağmen bunlar günün çelişkileri ile
önyargılara çarptı, yaygın bir kanaat ve
güçlü pratik girişimlere yol açamadı.
Biraz uzun oldu, ama anlayışınıza sığınarak bu acı tecrübeyi kendi kavrayışımızla özetleyip paylaşmak istedik.
Bugün de Kürt sorunu yanında bir Alevi sorunu var. Demokratik platformda
ortak ve dayanışmacı olabilecek iki
kesimi birbirine karşı getirmek isteyen egemen güçlerin çabaları ortada.
Bunun için siyasal tarihimizin doğru
özümsenmesi çok önemli. Ayrıca Ermeni sorunu bütünüyle geride kalmış
değil, bir adalet sorununa dönüşmüş
olarak bu ülkenin önünde duruyor.
Buna isterseniz tarihin hayaleti de diyebilirsiniz. İttihatçılar Ermeni halkını
fiziken yok ederek sorunu hallettiklerini sandılar. Uzun yıllar küllenmiş
olarak kaldı, ama sonunda mezarından
çıkan bir hortlak gibi Türkiye’nin üstüne çökmeye başladı. Yalnız o değil,
Süryani, Pontus, Koçgiri, Dersim ölü
ruhlarıyla sökün ediyor. Ortaya çıkan
bu uğultu mazlumların ahıdır. Bugün-
kızılbaş - sayfa 49 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kü canlı sorunlar bunlardan bağımsız
ne düşünülebilir, ne de çözülebilir. Bu
ülkenin ihtiyacı ilk peşin büyük bir
yüzleşmedir.
Diyarbakır konferansının sonuç bildirgesi bugün Kürdistan coğrafyasında
yaşayan farklı etnik ve dinsel kimlikleri sayarak bunların “devlet politikaları
ve yol açtığı yanlış bilinç” nedeniyle
önemli zorluklar yaşadıklarını belirtiyor. “Tüm bu geçmişle yüzleşerek yeni
eşit bir yaşam kurmak gerektiği”ni
söylüyor. Bu oldukça muğlak, ne demek istediği anlaşılmayan, adeta Türk
egemenlerini kızdırmamak için lafı yuvarlayan bir ifadedir. Kastedilen soykırımlar değilse neyle yüzleşilecek?
Cümlenin devamında “20. yüzyıl boyunca tekleştirici politikalar nedeniyle
kendi topraklarından kopmuş kesimleri geri dönmeye çağırırız” denilmiş.
Yine aynı kaçınma. Bu defa suçun adı
“tekleştirici politika”! Tamam o da topraklarından koparma işlevi görmüş,
ama köklerini kazırcasına yok eden asıl
soykırım suçudur. Şeylerin adını olduğu gibi koymaktan kaçınılmamalı. Biz
Brüksel konferansının aynı zamanda
diaspora kesitlerini birleştiren özelliğine dikkat çekerek, bu konferansın
sonuç bildirgesine “Türkiye’nin başta
1915 Ermeni-Süryani soykırımı olmak
üzere, yakın tarihindeki bütün insanlık
suçlarıyla yüzleşmesi ve mağdur halkların adalet beklentisine yanıt vermesi”
için açık net çağrı yazılmasını talep
ediyoruz. Geri dönme çağrısının da öylesine, havada hoş bir seda bırakacak
hafiflikle yapılması anlamlı değil. Hiç
bir politik-hukuki zemin, toplumsalpsikolojik atmosfer yaratmaya çalışmadan öyle “geri gelsinler” çağrısını
geçenlerde devletin Kültür Bakanı da
yapmıştı. Aradaki farkı görebilmek gerekir. Ülkede en büyük nefret konusu
olan Ermeni ve Hristiyan karşıtlığının
giderilmesi, ideolojik iklimin değişmesi gerçi zaman gerektirir. Ama zihniyet
devrimi diyebileceğimiz bu olayın yaygın toplumsal yüzleşmeden daha etkili
bir aracı yoktur. Bu nedenle, ErmeniSüryani ve diğer diasporalardan dönüşleri ciddi olarak özendirebilmenin de
ilk adımı 1915 soykırımının açık seçik
tanınmasıdır. Vatandaşlık hakkından
dedelerinin topraklarında yeniden ev
kurmaya akla gelen formüller ancak
böyle resmi bir kabul üzerinden gündeme getirilebilir.
Neden özellikle 1915 soykırımının
tanınması? Çünkü bu, büyüklüğü ve
cezasız kalmasıyla sonraki bütün top-
lu imha suçlarını da teşvik etmiş bir
olaydır. Aynı zamanda modern Türkiye Cumhuriyeti’nin temel harcı!.. Onun
hesabını vermedikçe bu ülke hiç bir zaman uygar olamayacaktır. Geçmişte bu
konular sol cenahta bile “tarihe mal olmuş haksızlıklar” diye küçümseniyor,
yapacak birşeyin olmadığı anlayışı güdülüyordu. Oysa adaleti sağlanmayan
yakın dönemin büyük trajedileri yaşamaya devam ediyor ve herkese sorumluluk yüklüyor. Sözü edilen bin yıl önceki haksızlıklar değil, henüz 100’ncü
yılına ulaşan, kurbanların torunlarını
halen mağdur eden, çok boyutlu toplumsal etkileri süren bir olay. Gelişen
Türk kapitalizmi bu tasfiyeler sonucu
gasp ve talana dayalı korsan birikim
ürünü olmuştur. Bakın Gezi Parkı ve
Taksim çevresinde gaspedilmiş Ermeni mezarlığının tarihi ortaya çıktı. Diyarbakır surları dibine vurulan kazma,
kefensiz ve toplu gömülmüş yüz yıllık
insan kemiklerini açığa çıkartmıştı.
Nereyi kazsanız bir Ermeni eserinin
izleriyle karşılaşırsınız. Birçok kamu
binası, kiliseden çevrilmiş cami, eski
villa, Kürdistan’da pek çok ağa konağı, devlet ve özel şahıs çiftlikleri, hatta
devletin simgesi olan Cumhurbaşkanlığı köşkü Ermeni kırım ganimetidir.
“Soykırım kabul edilirse Ermeniler
tazminat ister” diyorlar. İstenecek tabii
ki; kimsenin şahsi çıkarına değil, mağdur edilmiş halkın kollektif yararına
tahsis edilmek üzere bunu talep etmek
adaletin gereğidir. Ama en önemlisi,
bugün Roboski için söylendiği gibi, bu
büyük suçun da davasını gütmek bizler
için namus meselesidir!..
Kürt sorununun gerçek çözümü de
buna bağlıdır. Zira 100 yıl uzayan çözümsüzlük, tam da Kürtlerin Ermeni
sorununda kanlı çözüme alet edildikten
sonra aldatılıp dünyanın en beter kölelik konumuna mahküm edilmesinin
ürünüdür. Beşikçi Hoca’nın çok yerinde tanımıyla “sömürge bile olamayan
Kürdistan” bu tarihin acısını çekiyor.
Diyarbakır konferansından çıkan bir
diğer karar “Kürdistan halklarının kendi kaderini tayin hakkının sadece Kürdistan halkının kararına ve onayına bırakılması konferansımızda ortaklaşılan
bir ilkedir” şeklinde. Yine çok muğlak
ve kafa karışıklığı yansıtan bir ifade.
Bir yerde halklar, bir yerde halk... Kapsayıcı olmaya çalışırken bu defa ulus tabirini kullanmaktan imtina eden tuhaf
bir durum yansıtılmış. Oysa Kürtlerin
ulus niteliğini belirtmek Kürdistan’da
yaşayan diğer kimlikleri dışlama anlamına gelmez ve Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını dosdoğru
savunmak gerekir. “Kürdistan’ın bir
statüsü olmadan Kürt sorununun nihai
olarak çözülemeyeceği” vurgusu, “hiç
bir statü gerekmez” anlayışına itiraz
olarak olumludur.
Bizler bütün samimiyetimizle Kürt
halkının yanındayız. Özgürlük mücadelesinde başarılar kazanmasını arzu
ediyoruz. Fakat hiç bir statü istemeyen
anlayış köleliğin devamına razı gibidir.
Bu konudaki farklı önermelerin ve özgün kimliklerin müzakere sürecinde
temsil edilmelerini diliyoruz.
Bitirirken, dinleyen herkese teşekkür
ve saygılarımızla, konferansın sonuç
bildirgesine konmasını önemle talep
ettiğimiz iki kısa önermeyi tekrar edelim:
1- Çözüme yönelik müzakerenin her
iki taraftan siyasi sorumluluk sahibi
heyetler arasında şeffaf şekilde yürütülmesi.
2- Türkiyenin, başta 1915 Ermeni-Süryani soykırımı olmak üzere, yakın
tarihindeki bütün insanlık suçlarıyla
yüzleşmesi ve mağdur halkların adalet
beklentisine yanıt vermesi.
Brüksel, 29 Haziran 2013
kızılbaş - sayfa 50 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
İmza
kampanyasının
dilekçesi
Bu ülkede 1915 'in hesabını soramadığımız için bu gün bütün
kadim halklar (Ermeniler, Süryaniler, Rumlar, Kürtler) sistematik
bir şekilde katliam yaşıyor. 1915
Soykırımı ile başlayan süreç günümüze değin kültürel ve ekonomik
soykırımla devam etmiştir. Muş’ta
AKP’li Belediye, Tarihi Ermeni evlerini yıkarak TOKİ’ ye peşkeş çekiliyor. Hepimizin bildiği üzere Sermayenin bir amacı karını maxime
etmesi diğer bir amaç da Toplumsal
bellekleri yok etmek amaçlıdır. Bu
gün anayurtları olan bu bölgede
Ermeni halkının bütün izlerini
silmek isteyen Kemalizm, Muş’ta
AKP Kemalizm ile bunu yapmaya
çalışmaktadır. MUŞ BÖLGESİNDE özellikle Halkların kardeşliğini
savunan BDP' ye, İHD’ye, HDK' ye
ve de Çevre örgütlerine bu anlamda
çok iş düşüyor. Bu gün ERMENİ
EVLERİ talan edilirse, Kemalist
Cumhuriyet gün gelir Kürt halkının
da evlerini başına yıkar. Bir kültürü
yok etmek, insanlığı yok etmektir.
Bu bir tarih katliamıdır. MUŞ’ ta
TARİHİ ERMENİ EVLERİNİN
KATLİAMINA BİR İMZA İLE
DUR DE Halkların kardeşliği/Eşitliği adına bu YIKIMA bir imzayla
sende dur de.
YSGP Diyor ki… 1934 Yılını Unutmuyoruz.
Irkçı ve Ayrımcı Zihniyete Dur Diyoruz…
Milli_Olan_Her_Şey_Bizimdir Bundan
tam 79 yıl evvel, Türkiye’nin Trakya’sında yaşayan yerleşik halklardan Yahudilere karşı düzenlenen yağma ve boykot
kampanyası sonucu, 15.000’den fazla
Yahudi vatandaşımız tüm mallarını haraç
mezat satarak İstanbul’a göç etmek zorunda bırakıldı.
Tekirdağ, Edirne, Keşan, Kırklareli ve
Çanakkale kentlerinde Yahudi ahalisi
yaşıyordu. Cumhuriyet’in ilanından sonra da buralarda yaşamaya devam ettiler.
Türkleştirme ve yerlileştirme projesi
burada yaşayan halkı tedirgin ediyordu. Daha 1923 yılında, Rıza Nur, Büyük
Millet Meclisi’nde yaptığı konuşmada
“… Ekalliyetler kalmayacaktır, İstanbul
müstesna olmak üzere” diyerek devletin
niyetini belli ediyordu. Yahudilerle ilgili
olarak da “İstanbul’da 30.000 Yahudi var,
Museviler nereye çekilirse oraya giden
bir halktır, ama olmasalardı daha da iyi
olurdu derim” ifadelerini de ekliyordu.
Devletin bu zihniyetinin ortaya çıkışı,
kendini gündelik hayatta Yahudilerin
İstanbul dışında yaşadıkları bölgelerde
sürekli denetim altında tutulmaları ve ülkede yükselen milliyetçi-Türkçü dalganın
sürekli el altından bu halk üzerinde de çalışma yapması ile devam etti.
1934 yılına gelindiğinde, dünyada
ve Avrupa’da yayılan antisemitizm,
Türkiye’de de Cumhuriyet gazetesi aracılığı ile ideolojik bir propagandaya dönüştürüldü. 1934 yılında Nihal Atsız’ın
Orhun dergisinde yazdığı ve Yahudilere ihtar veren yazı “… Yahudi denen
mahlûku dünyada Yahudi’den başka kimse sevmez” ve yine Cevat Rıfat Atilhan’ın
Milli İnkılap dergisinde Yahudi aleyhtarlığı içeren yazıları bardağı taşıran son
damlalar oldu. Bölgede yürütülen derin
devlet çalışmalarının da etkisi ile, Trak-
ya halkı Yahudi tacirlerin mallarına karşı
büyük bir boykota başladı, bu boykotu
yağma ve linç girişimleri izledi ve 21 Haziran-4 Temmuz tarihleri arasında süren
yoğun saldırı ve yağma olayları da basında yer almadı.
Bölgede çaresiz kalan Yahudiler ellerinde kalan mallarını haraç mezat satarak
İstanbul’a göç ettiler. Zengin olanların
ya da İstanbul’da akrabaları olanların işi
nispeten kolaydı; yoksul Yahudiler ise
Balat’ta bulunan okul ve hastanelere sığınmaktan başka bir çare bulamadılar.
Basında ancak 6 Temmuz’da Trakya Yahudilerinin İstanbul’a göç ettikleri ile ilgili bir haber çıktı. Göçün nedeni üzerine
uzun süre yazılmadı. Öyle ki, Cumhuriyet gazetesi, Yahudilerin kışkırtıldığını
iddia edecek kadar ileri giden yazılar bile
yayımladı.
Anadolu’nun tüm halklarına hayatı zehir
eden, göç ettiren, soykırım uygulayan
devlet aklının ve basının devlet aklına
hizmet biçiminin yarattığı tehlike günümüzde de devam ediyor.
Bu coğrafyada halkları birbirine düşman eden zihniyeti Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi olarak her daim lanetliyoruz.
Üniversitelerde kürsü işgal eden öğretim
üyesinden, devleti temsil eden en küçük
birimdeki idarecisine kadar, dilimize yerleşen tüm ırkçı, gerici söylemleri bir kez
daha kınıyoruz.
Trakya’dan, evlerinden, yaşadıkları ve
gömüldükleri topraklardan zorla sürülen
tüm Musevi halkına da, her türlü ayrımcılığa ve ırkçı söylemlere karşı olduğumuzu ve geçmiş acılarını paylaştığımızı
bir kez daha söylüyoruz.
25.06.2013
kızılbaş - sayfa 51 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Ermeni meselesi
Kürt meselesinden de daha zor
Kardeş Türküler grubu kurucularından müzisyen Vedat Yıldırım’la
söyleşi
Farklı kimliklerle kendini ifade
etmenin tabu olduğu 90’lı yıllardan
beri Türkiye’nin tüm dillerinde şarkılara ses veren Kardeş Türküler’in
kurucularından müzisyen Vedat
Yıldırım’la Türkiye’nin tabularını,
hayata yenik başlayanları, Ermeni
olmadan Ermenice söyleyen ilk grup
olma serüvenini, Hrant Dink’le
dostluklarını ve onu kaybedişimizden 6 yıl sonra geldiğimiz noktayı
konuştuk. Kardeş Türküler’i “bir
rehabilitasyon projesi” olarak adlandıran Yıldırım Türkiye’de hakim
olan ayrımcı dilin mağdur kesimlerin dayanışmasıyla kırılabileceğine
inanıyor.
Çeşitli yerlerde ifade ettiğin bir
cümle var, onunla başlamak isterim.
“Türkiye’de hayata 3-0 yenik başlayanlar var. Bu mağdur kesimlere
Kardeş Türküler’in şarkıları güven
veriyor” demiştin. Türkiye’nin tabu
meselelerinin ortasında doğanları
da “Hayata 3-0 yenik başlayanlar”
arasında sayabilir miyiz ?
Son albümümüzde “1-0” adını
taşıyan bir şarkı var. Müziği Arto
Tunçboyacıyan’a ait. Sözlerini ben
yazdım. İşportacı bir çocuğun büyük
şehirde hayata tutunma çabası var bu
şarkıda. Büyük göç dalgasıyla birlikte
birçok insan kendini şehrin ortasında buldu. Çok alışık olmadıkları bir
hayat. Bu 1-0 yenik olma hali bazen
3-0 oluyor, artabiliyor. Mesela bir
Kürt için kimlik meselesi bir mücadele alanıdır. Bir taraftan da ekonomik
problemler yaşanıyor. Ermeniyseniz
bu durum 2-0 da olabilir, çünkü orada
din ayrımcılığı ve soykırım meselesi devreye giriyor. Ermeni meselesi
Kürt meselesinden de daha zor. Kürt
meselesiyle ilgili insanları ikna etmek
için “Aynı ümmetteniz”, “Yaradandan ötürü severiz” gibi muhafazakar
söylemler kullanılıyor mesela.
Ermenileri sevmek için bir bahane
oldu, gerek Agos çevresi olsun, Aras
yayıncılık olsun, çok dostlarımız var
oralarda. Mıhitaryan derneği var, konser verdiğimiz. Orada hem İstanbullu
Ermeniler var, hem de Diyarbakır gibi
başka şehirlerden göç eden Ermeniler,
onlar aynı zamanda Kürtçe de biliyorlar.
yok bu söyleme göre…
Bu söylem Türk-İslam sentezi anlayışını körüklüyor. Bu yüzden o “sıfırlar” artabiliyor. Mesela Çingeneler ya
da Aleviler için. Bir dönem üniversitede başörtülü kadınların durumu
böyleydi. Ayrımcılık meseleleri
Türkiye’de hep problem.
Bu meseleleri ne zaman keşfetmeye
başladın?
Üniversitede Kardeş Türküler projesine başladığımızda bunları çok
bilmiyordum açıkçası. Resmi tarih,
ki buna tarihin kirletilmesi diyorum,
devletin yarattığı söylemler ve kırmızı
çizgiler halkın bazı şeyleri bilmesine
engel oluyor. Kardeş Türküler farklı
dillerin, kültürlerin görünürlüğünü
müzikal anlamda açığa çıkarmaya
çalışan bir proje. İster istemez Türkiye’deki halklar nedir, kimlerdir,
araştırmaya başlıyorsunuz. Boğaziçi
Robert Kolej’den devşirme olduğu
için nispeten daha rahat bir üniversite.
Bizim kütüphanede Ermenice plaklar vardı mesela, belki başka hiçbir
üniversitede yoktur. “Nasıl ulaşırız
bu müziklere” derken kütüphanede
bulduk. Sonra Ermeni toplumuyla ilişkilerimiz arttı. Bir gün üniversitede
çalışırken tesadüfen oradan geçen bir
arkadaş “Bu bizim dilimiz, siz Ermenice müzik mi yapıyorsunuz ?” dedi.
Ermenice bilmiyordunuz değil mi?
Nasıl söylüyordunuz?
İlk başta taklit ediyorduk. Bir yandan
da “Birilerine ulaşalım” arayışları
vardı. O Ermeni arkadaşımız yardım
etti, sonra buradaki Ermeniler destek
Hrant Dink’le o dönemde mi tanıştınız?
Mıhitaryan konserinde tanıştık. 1995’
ti sanırım. Rakel orada Kürtçe ve
Ermenice bir türkü söylemişti. Bu
konserde Türkçe, Kürtçe, Ermenice,
Çerkezce ve Azerice şarkılar okumuştuk. O dönem Ermenistan ve Azerbaycan arasında bir savaş var. Halkların
karşı karşıya getirilmek istenmesine
müzikal bir karşı çıkıştı. Acaba Azerice şarkı bir sorun yaratır mı diye
düşünmüştük, oysa okuduğumuz şarkıyı biliyorlardı. Bunlar zor meseleler.
Şimdi Azerbaycan’da Ermenice bir
şarkı söylemek çok zor bir şey.
Size farklı yerlerde nasıl tepkiler
geliyor?
Kardeş Türküler öyle bir proje ki…
Bir rehabilitasyon projesi. Nasıl bir rehabilitasyon ? Samsun’da bir konsere
gitmiştik. 90’ların başında Samsun’da
Ermenice türkü okuduk, düşünün.
Bizi çağıran zaten sol gruplar, bu
yüzden onlardan bir tepki gelmiyor
ama polisler var salonda. Kürtçe
okuyoruz, “Ne oluyor” falan oluyorlar.
Sonra Ortadoğu şarkıları okuyoruz,
oyun havası, bir bakıyoruz polisler de
oynamaya başlamış. Hakkaniyetli bir
müzikal sunum yapmaya çalışıyoruz.
Ayrım yapmadan, Türkiye’deki bütün
rengi vermeye çalışıyoruz, o yüzden
de bir şey diyemiyorlar. Savaş meseleleri başka bir şey. Savaşta çocuğu ölen
bir insan ister istemez bir önyargı duyabiliyor. Varsayalım Ermenistan’da
yaptığımız konserde oraya gelen bir
annenin, babanın savaşta çocuğu
ölmüş olsun. İster istemez Azerice
okuduğunuzda bir tepkisi olacaktır.
ma konserin genelini dinlediğinde o
kızılbaş - sayfa 52 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
his yok olur. Çünkü görüyorlar, bu
çocukların derdi başka.
Mıhitaryan konserinde sanırım
henüz ilk albümünüz çıkmamıştı. O
dönem
Hrant Dink’le paylaşımlarınız nasıldı? Önerilerde bulunur muydu size?
Birlikte Ani’ye gitmişliğiniz de var
sanırım.
Hrant’ın bir büyüsü var ya, metafizik
bir durum. Bu insanlar böyledir, Che
Guevera öyledir, Deniz Gezmiş, Musa
Anter öyledir. Siyasi hayat ile günlük
hayat arasında çok iyi ilişki kuran
insanlar bunlar. Gündelik hayatta
dilleri çok mütevazi, bir gönül sofrası
kurarlar. O konserden sonra dostluğumuz çok gelişti. Agos çevresiyle daha
çok birlikte olmaya başladık. Ani’ye
gidişimiz Kars’taki Kafkas festivali
vesileyle oldu. Fikir paylaşımlarımız
elbette vardı. Ermenistan’a gitmemiz de onun vasiyetiydi. “Bir gün
gideceğiz oraya, Kardeş Türküler ile
Sayat Nova birlikte sahneye çıkacak”
demişti. Bir de Anadolu Ermeniliğini
biliyordu. İlk dönemlerdeki repertuarımızda daha çok Ermenistan’da
ya da İstanbul’da söylenen Ermenice
şarkılar vardı. Anadolu Ermenilerin
şarkıları çok nadirdi.
Kürtçe o yıllarda yasaklı da olsa bir
şekilde kendine yer buluyordu. Ama
belki Ermenice’yi ilk defa Ermeni
olmayan bir grup seslendiriyordu.
Herhalde öyleydi. Ermeni olmayan
ve Ermenice okuyan ilk grup Kardeş
Türküler olabilir. Süryanice için de bu
böyle. Kardeş Türküler repertuarını
geliştirirken “Şöyle güzel bir şarkı
bulalım”dan ziyade daha çok kenara
itilmiş müzikleri, formları bir kültürel
yelpaze içinde sunmaya çalışır. Örneğin Türkiye’de şu an duduk çok moda.
O dönem bunları kullanan ilklerdendik herhalde.
Bir de şunu sorduk kendimize: “ Çok
acı çekmişler, ama hep böyle hüznün,
göçün ve katliamın şarkıları mı var?
Mutlu anlarının şarkıları nerede?”
Haynırına gibi Ermeni halaylarının,
Es kişer hampartzum e gibi şarkıların
üzerinde çalıştık. Bu müzikleri nostaljik birer öge olarak ele almıyoruz,
“Geçmiş ne güzeldi” demenin ötesinde, güncelleştirmeye çalışıyoruz. Diyoruz ki “Devam etmeli bu müzikler”.
Sizi dinleyenlerde “Buralarda ne
halklar, ne müzikler varmış” gibi bir
bilinçlenmeye de yol açıyor mu albümleriniz? “Bilmiyordum, ilk defa
sizde duydum” gibi dönüşler alıyor
musunuz?
Tabii. Bir Ezidi ilahisi okumuştuk
mesela son albümde. İnsanlar “Böyle
bir şey de varmış” dediler. Diyarbakır
Ermenilerinden Onnik Gulciyan’ın
“Amen” diye bir ilahisi vardı, onu
okuduğunuzda şaşırıyorlar, makamsal
bir dini müzik var orada.
Kardeş Türküler’in ilk çıktığı zamanları düşündüğünde Türkiye’nin
bugününü nasıl görüyorsun? Tabu
meseleler konusunda nasıl bir noktadayız?
Kürt meselesinde şu an çok farklı bir
noktaya gelmiş durumdayız. Cin şişeden zaten çıktı. Herkes farkında, bu
işin bir şekilde halledilmesi gerekiyor,
çünkü Kürtler vazgeçmiyorlar. TRT
Şeş gibi küçük şeylerle kandırılamıyorlar. Alevi, Kürt ve Ermeni meselesinde aynı bağlamda düşünebileceğimiz üç olay var : Hrant Dink cinayeti,
Madımak ve Uludere. Aslında üçü
birbirine çok benziyor. Halkların
vicdanını yarayan çok simge olaylar.
Çok sistematik bir durum var ortada.
Bu meselelerin temelden çözülmeye çalışıldığını söylemek çok güç.
Diyelim ki o zamanın derin devleti
yapmış. Şimdi yeni bir iktidar var. En
azından Emniyet ayağını halletmesini
bekliyorsunuz. Bu meselelerin çözülmesi Türk-İslam sentezi bakışının
kırılmasıyla ilgili. Kürt meselesinde
bir rahatlama olursa diğer alanları da
etkileyecek, rahatlatacak. Bu yüzden
bütün hakların bir dayanışma içinde
olması gerekiyor. Kim mağdursa onun
yanına geçmek lazım, onu yapmaya
çalışıyoruz biz de.
Hrant Dink’in hayalini gerçekleştirerek 2008’de Ermenistan’da konserler
verdiniz. Nasıl oldu, biraz bahsedebilir misin?
Hrant’ın vasiyetiydi o. Çok kalabalık
bir ekiple gittik. Sayat Nova korosu
ile birlikte 100 kişiydik diyebiliriz.
Kolay değil bu kadar kişinin bir yere
gitmesi. Bir takım destekler bulundu.
Erivan’da Opera salonunda verdik
konseri. Vanadzor şehrine gittik,
orada tam bir halk konseri oldu, çok
güzeldi. Konserler doluydu, söyleşiler
yaptık, Ermeni kültür sanat mekanlarıyla iletişime geçtk. Bir Ezidi köyüne
gittik, oradaki dengbejlerle kayıtlar
yaptık, bunları bir takım belgesellere
dönüştürdük.
Ermenistan’a tekrar girme düşüncesi
var mı? Herhalde bir daha böyle bir
imkan olmadı.
Olmadı, bu tamamen ekonomik bir
mesele. Ekip kalabalık. En son Arto
Tunçboyacıyan’la bir albüm yaptık
biliyorsunuz. Beraber gitme düşüncesi
vardı ama ekonomik engellere takıldı.
Ermenistan zengin bir ülke değil,
uçak biletleri çok pahalı. Sınır da kapalı. Hrant’la fotograf çektirmiştik ya
Ani’de, karşı taraf hemen Ermenistan,
arada Arpaçay var. “Erivan 30-40 km
buradan. Ve ben yarın uçağa bineceğim, Kars’tan İstanbul’a gideceğim,
oradan Erivan’a geçeceğim” demişti.
Böyle bir olay. Kars bu yüzden, çok
güzel bir şehir iken, sınırın kapanmasından dolayı ölmüş bir şehir.
Sınırda ya da Ani harabelerinde bir
konser verdiğinizi hayal ediyorum
da…
Aslında öyle bir proje vardı, biliyor
musun? Olmadı, yapamadık. Belki de
2015’te yapmak lazım.
Tam sınırda yapmak mümkün
olmayabilir. Ama düşünsene, sizin
sınırın bu tarafında, Ermenistan’dan
bir grubun ise öbür tarafında konser
verdiğini... Ani’de karşı tarafta çalışan köylülerin bile sesleri duyuluyor
çünkü.
Duyuluyor tabii. Ne güzel olur. Belki
böyle sembolik bir şey yapılabilir. Bu
tabii biraz memleketin haline, Türkiye-Ermenistan ilişkilerine, birçok şeye
bağlı. Şu anki duruma baktığımızda
Cumhurbaşkanlarının gidip gelmelerinden sonra Türkiye işi Karabağ’a
kilitledi. Aslında Karabağ ve Kıbrıs
meselesi birbirine benziyor. Bizim de
böyle bir sorunumuz var, ne olacak?
Buraya bağlarsak bu işin sonu yok.
Çeçence, Azerice söylediğinizden
bahsettik. Çeçenler, ya da Kafkas
kökenli gruplar daha milliyetçi bilinir. Tepkileri nasıl çalışmalarınıza?
kızılbaş - sayfa 53 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Onların dillerinde söylüyor olmanız
mesela Ermenice ya da Kürtçe duyunca irkilmemelerini sağlayabiliyor
mu?
Tabii. Kimi zaman ters köşeye de
yatabiliyorsunuz. Mesela Çeçenistan
ya da Filistin meselesi Türkiye’de hep
sağ muhafazakar kesimin sahiplendiği
alanlara dönüştü. Neler oluyor, bir
ilgi duymak lazım. Çeçenistan’da bir
zulüm var, bir kimlikleri, kültürleri
var. Çeçence bir şarkıyı bize öğretsinler diye yaşadıkları yerlere gittik,
tanıştık. Onlar da “Bize hep böyle
bakıyorlar” diyorlar. Bu hakkaniyet
denilen şeyi, “Gerçekten öyle mi”yi
sorgulamayı, önyargıları bir kenara
atmayı hiç bırakmadık. Her halkın bir
dramı var ve bu dramlar ortak.
Sanıyorum Feryal Öney bahsediyordu. Sizi dinleyenler arasında ülkücüler dahi varmış. “Hadi Kürtçe’yi
anladım da, niye Ermenice söylüyorsunuz” diyorlarmış.
O yüzden Ermeni meselesi Kürt
meselesinden çok daha zor. İşte orada
“sıfırlar” daha da artıyor.
Sahne performanslarınız da farklı
temalar içerebiliyor. Sanırım 6-7
Eylül’e gönderme yaptığınız bir
dans performansınız olmuştu. Buna
benzer çalışmalar yapma düşüncesi
var mı?
Evet, Tatavla şarkısı için yapmıştık.
Tatavla Kurtuluş’un eski adı. Dansmüzik performansıyla, imgesel bir
dille yaşananları vermeye çalıştık.
Filistin meselesine dair “Yo-yo” diye
bir şarkımız var, Gazze-Cizre buluşması diyebiliriz. Orada taş atan
çocuklar kahraman oluyor, burada
terorist oluyor ya, biraz bu ikiyüzlülüğü kırmayı amaçladık. Buna dair yine
dans-müzik sergilememiz olmuştu. Bu
sene Çıplak Ayaklar Kumpanyası ile
bir dans gösterimiz de oldu.
Bu aralar sizi daha fazla televizyonda görmeye başladık. Hatta “Başımıza taş yağacak. Kardeş Türküler’i hiç
bu kadar televizyonda görmemiştik”
dediğimi hatırlıyorum.
Evet, bizim de “Kıyamet bu mu acaba?” dediğimiz oldu.(Gülüşmeler). Bir
rahatlama içine girildi. Bir barış hava-
sı oluşmaya başladı. Onun çok büyük
bir katkısı var. İkinci etken de bizim
20. yılımıza dair etkinlikler.
Bir zamanlar Kardeş Türküler’in
klibini yayınlayacak televizyon bulunamıyordu.
Öyleydi. Vizontele’yle birlikte bu
biraz kırılmaya başladı. Ama aslında
hep var Türkiye’de. Ulusal kanallar
diyoruz ya, “ulusal” onlar hakikaten.
“Kürtçe bir şey yayınlanacaksa gitsin
TRT Şeş’te yayınlansın” deniliyor.
Ortak yaşam alanlarında buluşmalardan korkmak, herkesin küçük
cemaatlerinde yaşamasını beklemek…
Üst kültür var, bir de altında “yavru
kültürler” var. “Size televizyon da
verdik, daha ne istiyorsunuz” der gibi.
Aslında ayrımcılık bu da. İstanbul’da
yaşıyorum, burada yaşayan 9 milyon
Kürt’ten bahsediliyor. Cemaatleşerek
kendi kültürümü koruyamam ki…
Nasıl tepkiler geldi katıldığınız programlara?
Genel olarak çok sevindiler bu buluşmaya, halkların bir arada yaşayabileceğini şiar edinen insanlar çok
seviniyorlar.
Pek olumsuz bir tepki ulaşmadı o
zaman.
Kardeş Türküler’in Internet sitesi
hacklendi. Böyle görünür olduğunuz
zaman, bunlar oluyor. Hrant Dink’in
durumu da buydu. “Bu ne cüret?”
diyenler var. Kardeş Türküler’i bilen
biliyor ama televizyonda görününce
düşmanlarınız da artıyor. Dediğim
gibi, bu bir rehabilitasyon projesi. O
ayrımcı dili hep birlikte inşallah kıracağız. Allah izin verirse (Gülüşmeler).
Sizin CNN Türk’te katıldığınız
programla Türkiye ilk defa yılbaşına
Kürtçe, Ermenice ve başka dillerde
şarkılarla girdi. Hatta tam saat 12’de
Ermenice söylendi sanırım. Nasıl
gelişti bu yılbaşı gecesi programı?
Bir takım baskılar var, tamam, ama
aslında o kırmızı çizgiler bir yerden
sonra insanları otosansüre itiyor.
Çekiniyorlar. Oysa çok kültürlülüğü
isteyen önemli sayıda insan var. Bu
yüzden çok mutlu oldular. Sadece
Kardeş Türküler’in müziğini değil,
“Biz böyle bir memleketiz” tablosunu
alkışladılar. Bu tablo belki ilk defa
yılbaşında verildi ve insanların çok
hoşuna gitti. Ondan sonra diğer kanallardan da davet geldi. O otosansürü
kırmış oluyorsunuz. Bu tabii şu anda
memleketin “olumlu havası”yla da
ilgili. Yarın ne olur bilmiyoruz.
Yeni yıla nasıl girersek öyle devam
eder derler. Türkiye bu meselelerde
olumlu bir şekilde devam eder mi bu
şarkılarla yeni yıla girdiğine göre?
Ben umutluyum. Bu işin sonu yok. Yeter artık ölümler. Ama barışın yolları
taştan. Taş koyanlar olacak. Umutlu
olmak lazım.
Kaynak: http://www.repairfuture.net/
index.php/tr/ermeni-meselesi-kurtmeselesinden-de-daha-zor
kızılbaş - sayfa 54 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Bir asimilasyon aracı
olarak Soyadı Kanunu.
İttihat ve Terakki'den devraldıkları yöntem, kadro ve usullerle bir ulus-devlet
inşa etmeye çalışan Kemalistler, projelerinin önünde engel olarak gördükleri
"Türk-olmayan" unsurları asimile etmek
için çeşitli teknik ve taktikler geliştirdiler. Bunların en önemli ve ağırlarından biri, "Soyadı Kanunu" adı verilen
uygulamaydı. Kürtler ve Anadolu'nun
katliamlardan kurtulabilen Hıristiyan
halkları bu şekilde zorla Türkleştirilmeye çalışıldı.
İttihat ve Terakki'yle birlikte başlayan
ulus-devlet kurma projesi, Mustafa Kemal liderliğindeki Kemalistler tarafından kararlılıkla sürdürüldü. İttihatçı
kadrolardan oluşan Kemalistler, dünya
savaşı esnasında uyguladıkları politikaları uygulamaya devam ederek, cumhuriyetin içinde "ulusal birliğe" zarar
vereceklerini düşündükleri bütün unsurları çeşitli şekillerde tasfiye ettiler. Fiziksel olarak ortadan kaldırmadıklarını
ise asimile etmek için ellerinden geleni
yaptılar. Soyadı Kanunu, bu çabaların en
etkileyicilerinden biridir.
1934 yılında çıkarılan kanun ile herkese zorla bir soyadı verildi. Türk adı dışındaki etnik çağrışım yaptıracak bütün
isimlerin soyadı olarak kullanılması yasaklandı. "Medenileşmenin" bir nişanesi
olarak gündeme getirilen kanun, Bakanlar Kurulunca hazırlanan "soyadı nizamnamesiyle" uygulamaya sokuldu. Buna
göre Kürtoğlu, Arnavutoğlu vb gibi milliyete vurgu yapan isimler soyadı olarak
alınamayacak; "yan, of, viç, pulos, zade,
mahdumu" gibi takılar kullanılamayacak, soyadları mutlaka Türkçe olacaktı.
Bireyin kendi tarihi ve kimliğiyle bağlantısını koparmayı hedefleyen bu uygulamaya, benzer politikaların uygulandığı
birçok yerde rastlamak mümkündü.
Türklerin yoğun olarak yaşadığı yerlerde seçkinlerin istedikleri soyadını almalarına izin verilirken, özellikle Kürtlerin
yaşadığı bölgelerde nüfus memurluklarına isim listeleri gönderildi. Nüfus memurları, fikirlerini sormaya bile gerek
görmeden Kürt ailelere uygun buldukları "Türkçe" isimleri verdiler. Bunlar
Kürtlerin ulusal kimliğiyle, kültürüyle,
yaşam tarzıyla, geçmişiyle ve gelenekleriyle en küçük bir ilgisi olmayan isimlerdi. Pek çok Kürt, "Türk" gibi abes
soyadlarını kullanmak zorunda kaldılar.
Birçok aileye aynı soyadı verildiği için,
kayıtlarda ciddi karışıklılar yaşandı.
Kemalistler bu şekilde Kürtleri Türkleştirdiklerini sandılar, ancak bunun böyle olmadığı çok açık bir şekilde ortaya
çıktı. Kürtler tüm baskılara, işkencelere,
katliamlara rağmen ayağa kalkarak direndiler, direnmeye devam ediyorlar.
Kaynak: http://www.marksist.org
Tarih, dil, din ve (biraz) siyasete
dair yazılar.
Sevan Nişanyan
21 Haziran 1934:
Din ve ahlak
Din bilginleri ve Ferisiler, zina ederken
yakalanmış bir kadın getirdiler. İsa’ya,
“Rabbi, bu kadın zina ederken yakalandı” dediler. “Musa, Yasa’da bize böyle
kadınların taşlanmasını [recm edilmesini] buyurdu, sen ne dersin?” İsa doğruldu ve “İçinizde kim günahsızsa, ilk taşı
o atsın!” dedi. Bunu işittikleri zaman,
yaşlılardan başlayarak birer birer dışarı
çıkıp İsa’yı yalnız bıraktılar. İsa kadına,
“Kadın, nerede onlar? Hiçbiri seni yargılamadı mı?” diye sordu. Kadın, “Hiçbiri,
Efendim” dedi. İsa, “Ben de seni yargılamıyorum” dedi. “Git, ve artık doğru
yoldan ayrılma!” (Yuhanna 8:4-11)
"Zina eden kadın ve erkeğin her birine
yüzer değnek vurun. Allah'a ve ahiret
gününe inanıyorsanız, Allah'ın yargısı
konusunda o ikisine merhamet göstermeyin. Onların azabına, müminlerden
bir topluluk da şahit olsun. Zina eden erkek, ancak zina eden veya müşrik kadınla nikâhlanabilir. Zina eden kadın, ancak zina eden veya müşrik olan erkekle
nikâhlanabilir. [Aksi] müminlere haram
kılınmıştır." (Nur suresi, 2-3)
Ahlakın temeli insan sevgisidir; diğerini
insan olarak algılayabilme yeteneğidir.
Ahlak ile ahlaksızlık arasındaki farkı
bundan daha net bir şekilde ifade eden
bir başka örnek düşünemiyorum.
*
Ahlak normları şüphesiz insanlığın tecrübelerinden türer. Zina [doğum kontrol
yöntemlerinin yaygınlaştığı döneme dek]
tüm toplumlarda ciddi bir suç/günah sayıldıysa elbette [en azından kısmen] haklı bir gerekçesi vardır diyeceğiz.
Ahlak normlarının a) bir koda, b) bir
lidere, c) bir cemaate endekslenmesidir
tehlikeli olan.
Bir koda (kutsal kitaba/yasaya) bağlanan
ahlak, birilerinin "ahlaksız" olarak tanımlanması sonucunu doğurur. Zulmün
en korkuncu ve en beyinsizi, kendini
ahlaklı sayanların "ahlaksız" diye damgaladıklarına yönelttiği zulümdür. İnsan
yüreğinde zulmü bastıran ve yumuşatan
tüm mekanizmalar, o noktada iflas eder.
Yanılmaz sayılan bir lidere veya grup
aidiyetine bağlanan ahlak, "bizden" olmayanların ahlak nesnesi olamayacağı
anlamına gelir. Dolayısıyla onlara yapılacak her türlü zulmü ve alçaklığı meşrulaştırır. "Biz" kardeşiz. O halde "onlar"
(kâfirler, barbarlar, Ziyonistler vb.) kahredilmeli.
Müslümanlık, kitap-peygamber-cemaat
üçlemesini aşamadığı sürece ancak ahlaksızlık ve zulüm doğurur derken bunu
kastediyorum.
Çağdaş bir ahlak teorisi ancak ateizm
üzerine inşa edilebilir derken de bunu
kastediyorum.
Kaynak:
http://nisanyan1.blogspot.
de/2013/06/din-ve-ahlak.html
kızılbaş - sayfa 55 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Siirt Eruh Belediyesi
Ermenilere Ait Kiliseyi Cemaate Sattı
Siirt Eruh'un Dih Mahallesi'nde bulunan
ve Ermenilere ait tarihi Surp Hovhannes
Yuhanna Kilisesi, cemaat tarafından Eruh
Belediyesinin işbirliği ile satın alındı. Eruh
Belediye Başkanı M. Melih Oktayı, Siirt
Valisi ve Eruh Kaymakamı işbirliği ile
arsa, değerinin çok altında cemaate satıldı.
Lotus Eğitim Dağıtım İnşaat Turizm Yemek Hizm. San ve Tic A.Ş. yani cemaat
adına Türkiye’de iş yapan bu şirket, Ermeni halkı için kutsal olan değerleri hiçe
sayarak üstüne kendi yurtlarını yaptırıyor. Tapuda da göreceğiniz gibi kilise
alanı yeşil alan olarak gözüküyor. Yeşil
alan olan bir yerde hukuki olarak, hiçbir
suretle, okul, park veya inşaat yapılamaz.
Aldığımız duyumlara göre Eruh Belediye
Başkanı’na araç ve yüklü miktarda para
hediye edildi. Kaldı ki yanımda Batman
İnsan Hakları Derneğinden Nazif Akar
ile Eruh Belediyesini ziyaret ettiğimizde,
Belediye Başkanı birebir yüz yüze olan görüşmemizde, oyunu cemaatten tarafa kullandığını söyledi. Eruh kaymakamının ve
Siirt valisinin sıkıştırması sonucu; “Ben de
oyumu cemaate verdim, cezaevinden yeni
çıkmıştım, kimse beni sahiplenmedi” diye
sitem ediyordu. BDP bu gerçeği görmezden gelemez. Umudumuz odur ki BDP ve
bölge halkı gereken duyarlılığı gösterip, bu
saygısızlığa dur diyecektir.
Siirt Eruh'ta Ermenilere ait kiliseye ilişkin
yaptığımız incelemede, Ermenilere ait tarihi Surp Hovhannes Yuhanna Kilisesi'nin
arazisinde yurt yapmak için hem Belediye
Başkanının, hem de encümenlerinin mal
varlıkları incelenerek açığa çıkartılmalıdır.
Tarihi değeri olan ve Batman Müze Müdürlüğü tarafından da incelenen ve tasdik
edilen bu yerin talan edilmesine hiçbirimiz sessiz kalmayacağız. Herkes kendini
satabilir, bu bizi ilgilendirmez. Bireysel
kararlarıdır ama tarihi değerler ve kutsal
mekânlarla ilgili karar almak, bireysel değildir, kimse bunu satamaz. Belediyenin işi
tarihi değerleri, kiliseleri ve manastırları
satmak olmasa gerek.
Siirt Belediye Başkanı Selim Sadak, en
ufak bir şeyde fırtınaları koparırken, söz
konusu Ermeni malı olunca lal oluyor. 3
maymun rolünü çok iyi oynayan Selim
Sadak’ın bu duyarsızlığın hesabını, halka
gelecek seçimde vereceğini umut ediyoruz.
Kaynak: http://www.aykiridogrular.
com/haber-2422-Siirt-Eruh-BelediyesiErmenilere-Ait-Kiliseyi-Cemaate-Satti.
html#.UdTAST45xoM.facebook
kızılbaş - sayfa 56 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Cemaat
Ermeni
kilisesinin
üzerine
yurt yapıyor
İHD Siirt Şubesi, Eruh'ta Ermenilere ait kilise ve mezarlıkların tahrip edilmesine ilişkin yaptığı incelemede, Ermenilere ait tarihi Surp Hovhannes Yuhanna Kilisesi'nin
arazisinde bir cemaat tarafından Eruh
Belediyesi'nden imar izni alınmadan bir
kız yurdunun yapımına başlanıldığını kaydetti. "Bu Ermeni halkının inanç ve yaşam
hakkına tecavüzdür.
İHD Siirt Şubesi, Eruh'ta Ermenilere ait kilise ve mezarlıkların tahrip edilmesine ilişkin yaptığı incelemede, Ermenilere ait tarihi Surp Hovhannes Yuhanna Kilisesi'nin
arazisinde bir cemaat tarafından Eruh
Belediyesi'nden imar izni alınmadan bir
kız yurdunun yapımına başlanıldığını kaydetti. "Bu Ermeni halkının inanç ve yaşam
hakkına tecavüzdür. Mevcut durum içerisinde sorumluluğu olanlar hakkında idari
ve adli soruşturmalar başlatılmalıdır" denildi.
İHD Siirt Şubesi, Eruh'ta Ermenilere ait kilise ve mezarlıkların tahrip edilmesine ilişkin şube binasında basın toplantısı düzenledi. Eruh'un Dih Mahallesi'nde bulunan
ve Ermenilere ait tarihi Surp Hovhannes
Yuhanna Kilisesi'nin arazisinde bir cemaat
tarafından Eruh Belediyesi'nden imar izni
alınmadan bir kız yurdunun yapılacağı öğrenildi. Bunun üzerine İHD konuyla ilgili
olarak Eruh'ta incelemelerde bulunarak bir
rapor hazırladı. İHD hazırladığı raporu basın toplantısı ile açıkladı. Toplantıya, İHD
MYK Üyesi Zana Aksu, İHD Şube Başkanı Vetha Aydın ve şube yöneticileri katıldı.
Toplantıda konuşan İHD Şube yöneticilerinden Serdar Batur, Surp Hovhannes Yuhanna Kilisesi'ne ait, üzerinde haç ve Ermenice yazıların bulunduğu tarihi taşların
fotoğraflarını göstererek, bu taşların yeni
yapılan inşaatta kullanıldığını belirtti.
Halen Eruh'ta bulunan ve sonradan Müslüman olan çok sayıda kişinin kilisede
mumlar yakarak, Nisan ayı başında ise kadınların kilise alanında bir araya gelerek
yemekler yapıp dağıttığını söyleyen Batur,
bunlara rağmen bir başka dini inanca ait
tarihi ibadethanenin yerine başka bir binayı inşa etmenin tarihi yok etme anlamına
geldiğini kaydetti.
'Belediye tarafından imar izni verilmeyen
arazide inşaat çalışmaları başlatıldı'
Toplantıda daha sonra yapılan inceleme ile
ilgili raporu açıklayan İHD MYK üyesi
Zana Aksu, insan hakları savunucuları olarak tarihte yaşanılan acı olaylarla yüzleşilmesi gerektiğini sürekli ifade ettiklerini
belirterek, 1915 tarihinde başlayan belli
bir süre devam ettirilen Ermeni soykırım
zihniyetinin Siirt'te canlı tutulmaya çalışıldığını dile getirdi. Aksu, "Bu sene EruhSiirt arasında karayolları yol çalışmaları
sırasında bölgedeki Ermeni halkına ait mezarlar tahrip edildi. İş makineleri ile yapılan yol kazısı sırasında yaklaşık 100 mezar
ortaya çıktı. Mezardaki kemikler çevreye
saçılırken, köylüler kemikleri toplayıp yerine koymuş. Bu mezarlıkla ilgili yetkililer
bir şey yapmadığını söyledi" diye konuştu.
Aksu, Eruh ilçesinde bulunan Surp Hovhannes Yuhanna Kilisesi'nin bulunduğu
araziyle birlikte yıkılmaya çalışıldığını
ifade ederek, burasının Ermeni halkı için
tarihi bir yer olduğunu söyledi.
Aksu, tarih boyunca ayinlerin yapıldığı
Nisan ayının ilk haftasında yemeklerin pişirilip yoksulların doyurulduğu bir sosyal
yardımlaşma ve koruma kültürüne sahip
olan kilisenin 1915 sonrası tahrip edilmekle kalmadığını aynı zamanda Siirt'ten göç
eden ve bir zamanlar postanede çalışan
birine arazisiyle beraber devredildiğini belirtti. "Kilisenin nasıl tapulandığı Eruh'ta
yaşayan Mısılmêniler (sonradan Müslüman olanlar) tarafından bilinmemekle beraber, hala merak konusu olmuştur" diyen
Aksu, şöyle devam etti: "Geçmişten bugüne devam eden asimilasyon, imha ve inkar
politikasının bir parçası olan anlayış şu
günlerde kilisenin arazisinin bir bölümüne
İslami eğitimin verileceği bir kız yurdunun
inşaatına başlandı. Eruh Belediyesi kilisenin bulunduğu bölgeye imar vermediğini
ifade etmesine rağmen, imar verilmeyen
bir yere nasıl inşaat yapılır? Bu ayrıca üzerinde durulması gereken bir konudur" dedi.
'Dini değerler kullanılarak olası tepkilerin
önüne geçilmeye çalışılıyor'
Bölge halkının dini değerleri kullanılarak
olası bir tepkinin önüne geçmek amacıyla
İslam dininin öğretileceği bir mekan yapılacağı propagandasının yapıldığını dile
getiren Aksu, "Yapılması planlanan ve temelleri atılan bu yapının yer seçimi nasıl
yapılmıştır? İlçenin bileşenleri ile ne kadar
paylaşılmıştır? Yapılması planlanan ve temelleri atılan bu yapının yeri neden özellikle bir kilisenin üzerine yapılmak istenmektedir? Halen bölge halkı tarafından bir
ziyaret mekanı olarak kabul edilen bu yerin
restore edilmesi gerekirken veya mirasçısına devredilmesi gerekirken yerine farklı
bir yapı inşa edilmesinin altındaki amaç
nedir? Yapılması planlanan ve temelleri
atılan bu yapı kim veya kimler tarafından
yapılmaktadır? Heyetimizce yapılan araştırmalarda ve mülakatlarda bu yapının inşaatı için 1 milyon 500 bin TL bağışı veren
İzmirli bir iş adamı neden böyle bir bağışta
bulunma gereği duymuştur? Bu yer Kültür
ve Tabiat varlıklarını koruma kanunu kapsamında neden koruma altına alınmıyor?
Veya koruma altında ise neden böyle bir
duruma göz yumuluyor? Eğer daha önce
bu kanun kapsamında ise ve heyetimizce
kanun kapsamından çıkarıldığı netleştirilemeyen ancak çıkarıldığı iddia edilen bu
eski yapı kanun kapsamından neden çıkarılmıştır?" sorularını sordu.
Burada yapılmak istenilen yapı ile Ermenilere ait izlerin ortadan kaldırılmaya
çalışıldığını söyleyen Aksu, "Bir an önce
temelleri atılan bu yerdeki çalışmaların
durdurulması gerekiyor. Kuran kursu, taziye evi veya yurt olarak yapılması planlanan bu yeni yapı, Eruh ilçemizde farklı
bir yerde inşa edilmelidir. Bu yeni yapının
eski ve korunması gereken bir yapı üzerine
inşa edilmesi art niyet girişimi olarak değerlendiriyoruz. Bu Ermeni halkının inanç
ve yaşam hakkına tecavüzdür. Bu ve benzeri eski yapılar bir an önce koruma altına
alınarak restore edilerek, turizme açılması
gerekiyor. Bölge halklarının bir mozaiği
olan bu yapıların korunması gerekiyor.
Mevcut durum içerisinde sorumluluğu
olanlar hakkında idari ve adli soruşturmalar başlatılmalıdır. Ve Surp Hovhannes
Yuhanna Kilisesi'ni mirasçılarına bir an
önce teslim edilmesi gerekiyor" şeklinde
konuştu.
siirttenote.com
kızılbaş - sayfa 57 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Bir
Kavram
Bin
KIRIM
Yanilsamalar - 6
Ali Haydar Kanlı
"İnanç";
Bir şeyi güvenle doğru sayma tutumu. Bu
anlamda: 1. Yeterince gerekçesi bulunmayan, kesin olmayan bir şeyi doğru sayma;
us yoluyla genel geçer bir doğrulama yapmadan, başkasının tanıklığı üzerine kurulmuş kanıtları, hiç bir kuşku duymaksızın
onaylama. 2. Öznel olarak yeterli olan, ama
nesnel olarak yeterli olmayan gerekçelerden ötürü bir şeyi doğru sayma. // Bu: a.
usa uygun, b. duygulara uygun, c. istemeye
uygun bir kanı ve onaylama olabilir. 3. Bütün yapıp etmelerimizin temelinde bulunan
yaşamadan gelen zorunlulukla dış dünyanın (nesnelerin, başka benlerin, Tanrı'nın)
var olduğunu kabul etme; bilimsel, ahlaksal, estetik ve fizikötesi açıklamalarda,
önermelerin doğruluğunu onaylama. 4.
(Hume'da) Alışkanlık kavramı ile bağlılık
içinde temel kavramlardan biri: Bir algı
ya da anıya bağlı duygu; Hume'a göre var
olma, algılanmış olma ile aynı şey olduğundan var olma algılanmadan edinilen
bir inançtır. 5. Kişisel düşünmeye dayanmayan, ortaklaşa düşüncenin yansısı olan
onaylama ve inanış. (Sanı olarak inanç.)
6. Yabancı bir yetkenin etkisiyle bir şeyi
doğru sayma; bu anlamda inanç, inanılan,
özellikle dinsel alanda doğru sayılan şeydir.
BSTS / Felsefe Terimleri Sözlüğü 1975
"İnanc" en özlü anlatımıyla; kişinin kendisine bile ispatlayamadığı, kendisini bile
inandıramadığı bir takıntıdır
A. H. Kanlı
İnanc Devletleri (Ümmet-Devlet) tarihleri
boyunca insanlığa kan kusturmuşlardır.
Salt birbirleriyle savaşlarda da degil, aynı
zamanda iç savaşlarda da sayısız kırımlara
imza atmışlardır İslamın Dört Halife dönemi buna en açık örnektir. Dört Halifeden
sonra da iç çatışmalar doludizgin süregelmiştir Kerbela (Bela Çölü) örneginde ol-
dugu gibi. İslam iktidar mücadelesi Arap
ikliminde oldugu gibi Osmanlı iklimlerinde de bogazlaşmalarla süregitmiştir. Babaoğul bogazlaşmaları, kardeşlerin iktidar
ugruna birbirini bogazlaması islamın dogasında vardır.
Ki; gerek İslam ile Hıristiyanlık ve Yahudilik arasında ve gerekse de Hıristiyanlıkla Yahudilik arasında yüzyıllar süren kanlı
savaşlar yaşanmış, yaşanmaya devem etmektedir. Çünkü; inanc da ötekileştiren,
yok sayan, yok edendir. Her din yeryüzünün tek egemeni olma sevdasındadır.
İznik Konsülünde Ortodoks Hıristiyanlıgın temel ilkelerini belirleyen Bizans, tüm
diger inançları yasaklar ve tersine davrananları ölümle cezalandırır, yazılı veya
sözlü tüm kaynaklarını yok ederdi. Bu dönemde özellikle alevilere yönelik kırımlar
tarihe silinmez kara lekeler bırakmıştır.
Pir Silvanus´u (Pir Sultan Abdal) öldürmekle kalmayıp kilisenin kayıtlarında lanetler yagdırırlardı. Keza Sergius´a (tahtacı - ağac eri) da lanetler yagdırmaktan geri
kalmazdı.
Dinlerarası savaşlar sürerken dönemsel
ittifaklarla ortak düşman saydıkları Alevilere karşı Selçuklu-Haçlı ortak kuşatmalarıyla çocuk kadın ayırmaksızın yüzbinlerce insan kırımdan gecirilirdi Baba İshak
olayında yaşandigi gibi.
Örnegin Kanuni Sultan Süleyman, yayınladığı bir genelgeyle (kanun) Osmanlı Toprakları üzerinde yaşayan her ecnebi (gayri
müslüm) ailenin bir oglunu Osmanlı hanedanlığına vergi olarak vermesini buyurdu
ve aksine davrananların çocuklarına icra
yoluyla elkoydu.
Ve yaklaşık 600 yıla yayılan Hıristiyan Engizisyonunda başta bilim insanları olmak
üzere aykırı düşünen ve yaşayan yüzbinlerce insan asılarak, kesilerek, yakılarak
katledildi.
Bu süreçte sadece İspanyol Engizisyonun-
da 200 yıl boyunca çoğunluğu aydın, bilim
insanı olan yılda en az 2000 insan katledilmiştir.
Evrenin ve Dünyanın sırlarını ögrenmeye, çözmeye çalışan Bruno, neredeyse tüm
Avrupa´da takibe ugrar ve nihayetinde
Roma topraklarında Engizisyon kararıyla
canlı canlı yakılır. Sonunu önceden gören Bruno günlügüne söyle bir not düşer.
"Zaferin elde edilebilir olduğunu düşünerek mertce savaştım. Fakat ruhuma verilen
kuvvet, bedenimden esirgenmiş... Yine de
bende, gelecek yüzyılların kabul edecekleri bir şey var. Gelecek kuşaklar: `Ölüm
korkusu bilmezdi, Karakter gücü bakımından herkesten yüksekti ve gerçek ugruna
savaşmayı, tüm yaşama zevklerinden üstün tutardı` diyecekler " (Giordano Bruno).
Galileo´nun dili kesilir, Pir Silvanus (Pir
Sultan) taslanarak öldürülür, ölüm emrini
vereb ve sonra vicdan azabıyla kıvranan
Titus, Pir Silvanus´un müridlerini toparlayarak kafirlik ertmekten suçlu bulunarak
Sebinkarahisar´da diri diri yakılır.
Seyh Bedreddin ve Börklüce, insanca bir
paylaşımın umutlarını yeşertmekten suçlu
bulunarak daragaçlarına çekilirler.
Aynı tarihsel kesitte Fransa´nın Oksidanya bölgesinde Montsegur Kalesinde Haçlı
Orduları tarafindan kuşatılan İnsan-i Kamiller (Algibenler 16 mart 1244) tarihte
eşine az rastlanır bir vahşilikle diri diri yakılırlar. M.G. Kırıkkanat. Gülün öteki adı.
Oksidanyalı son insani kamil (olgun insan)
1321 yılında yakıldı.
Avrupa´da bilinen ilk gezgin ozan (Algibenler) Oksidanyali Guilleim de Peitieus oldu 1070-1127) Oksidanyanın gezgin
ozanları Kilisenin kasvetli melodisinden
başka sesler duyurmaya başladılar. Troubadourlar dilinde ilk defa;
-taşlamalar-hicivler (sirvetes)
-atışmalar (partimens)
-kocaklamalar (gaps)
-ağıtlar (planhs)
-koşmalar (cansas)
-doğa şiirleri (pastorals)
-isyan şiirleri (tex-partis )
işitilmeye başlandı.
"Kılıçlarından kan damlayan Kuzeyli Baronlar zırhlarını şakırdatarak geldiler ve
başpapaz Arnout Amuari´nin huzurunda
diz vurup sordular:
- Albi sapkınları çoluk çocuk Beziers Katedrali´ne sığınmış. Onları korumak isteyen
dini bütün halk, Katoligiyle, Yahudisiyle
aralanrına karışmış. Tanrı´nın kullarını
şeytana tapanlardan nasıl ayırıcagız Peder?
Albiler´in üzerine Haçlı Seferini Roma
kızılbaş - sayfa 58 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
adına yöneten başpapaz yanıtladı:
-Hepsini öldürün Tanrı kendi kullarını ayırır" (22 Temmuz 1209 Beziers)
Avrupalı ozanlar tanrı yerine tıpkı Pir Silvanus geleneginde oldugu gibi insana yöneldiler, günlük yaşamı şiirin içine aldılar.
Trobairitz denen kadın ozanlar da gene
Oksidanyada ortaya çıktılar. Engizisyonun, son ferdine dek yaktığı bu insan-i kamiller geriye insanlık onuru bırakarak baş
egmeksizin hakka yürüdüler.
Almanya´nin Köln kentinde 1163 de ilk
kez Kilisenin kışkırttığı güruh tarafindan
diri diri yakılan İnsan-i Kamillerin anısını
Schönau´lu Eckbert aktarıyor (5 Agustos
1163) "5 Agustos günü dört adam ve bir kız
çocugu şehrin (Köln) dışına çıkarılarak
yakıldılar. Kiz çocuğu eger yanındakilerin
ugrayacagı akibetten korksaydı ve kendisine yapılan tavsiyelere uysaydi, halkın sempatisi onu kurtarabilirdi. Fakat o kendisini
ateşe attı ve yanarak öldü" Germanya´da
tarihe iz düşüren protest müzigin öncüleri
Minnesinger´ler 1100-1400 yılları arasında
kırımlara ugratılarak yokedildiler.
Teolog B.von Worms (965-1025) cadıların
şeytanla işbirliğine girdiğini ve Hıristiyanlığa karşı savaşan kafirler olduğunu açıkladı. 1080 yılında Papa Gregor VII yaşanan büyük bir doğa felaketinin ardından yaptığı
açıklamada bu olayın tanrının bir cezası
olduğunu, ölmüş olan suçsuz kurbanların
intikamı sonucu geliştiğini ve sadece bu
öf kenin giderek artacağını ifade etmesinden sonra 1115 yıllında otuz kadın aynı
günde yakılmıştır.
Ünlü İslam şarlatanı İmami Gazali, İbn-i
Sina için "O şeytanın oğludur, tanrının
almak istedigi canı kurtararak kendisini
tanrıya şirk koşar (tanrıya ortak olur)" der.
bknz. Ihyayi Ulumiddin.
14. yüzyılın sonlarına doğru Avrupa’da
cadı sözcüğünün anlamı genişletildi. O
sırada Avrupa, nüfusunun dörtte birinin
ölümüne neden olan korkunç kara ölümün
(Veba) sarsıntısı içindeydi; kutsal kitaplarda (Tevrat-İncil ve Kuran) sözü edilen
kıyamet gününün yaklaştığı kanısındaydı.
Yoksullar kilise ve soyluların baskısından
kurtularak, Hırıstiyanlıkla daha eski gelenekleri kaynaştıracak yeni topluluklar
oluşturmaya çalışıyorlardı. Devletlerin ve
kiliselerin bu olaylara karşı tepkisi acı-
Trobairitz
masız oldu. Kendilerine karşı gelen ya da
farklı düşüneneleri - kafir- (küfreden)suçlamasıyla yakalıyarak işkence ile öldürdüler. Cadılar tüm kafirlerle birlikte kilisenin
baş düşmanları ilan edildiler.
Fransız devrimcisi J. Michhelt (1789- 1874)
cadıları halkın doktorları olarak niteliyor
ve onların feodalizmin bir kurbanı olduğunu belirtiyordu. Etnolog Malinowski
cadıların yakılması olayının toplumların
kriz dönemlerinin bir sonucu olduğunu belirtiyor.
Cihan var olmadan ketm-i ademden
Hak ile birlikte yekdas idim ben yaratti
bu mülkü cünkü o demde yaptim tasvirini
cünkü nakkas idim ben
Gah nebi gahi veli göründüm
gahi uslu gahi deli göründüm
gahi Ahmet gahi Ali göründüm
kimse bilmez SIRRIM kallas idim ben
Şiri ( Eren-Ozan )
2 Temmuz 1993 te Sivas´ta Pir Sultan Abdal (Pir Silvanus) Şenliklerine katılan 33
aydın ve sanatçı Madımak Otelinde Devlet
tarafindan kışkırtılmış güruh tarafindan
yakılarak katledildi.
Bende bir kardaşla kavil tutmuşum
Erkan kapısına gelip yetmişim
Erenlerin ateşiyle pişmişim
Neyleyim yanmayı söndüm de geldim
Pir Sultan Abdal
Yıl 1996 Güney Afrika´da felakete neden
oldukları gerekcesiyle CADI ilan edilen
300 kadın yakılır .
Sonuc yerine:
Yahudilikten Hıristiyanlığa, Budizm ve
Müslümanlığa degin tüm dinler tarihi boyunca insanlık kana boğulmuş, insana dair
ne varsa yakılıp yıkılmış, yokedilmiştir.
Yakılan insanların kokusu genizlerimizi
yırtıyorken hala din kardeşliginden sözediliyor olması insana yapılan en büyük saygısızlık olarak algılanmalı, mutlak surette
yadsınmalıdır. İnanç körlügünden kurtularak insanı insan yapan üc temel imla (soru,
virgül ve nokta) dan şaşılmamlıdır. Soran
sorgulayan, duraksaması ve durması gereken yeri bilen insan, insan-i kamil (olgun
insan) olunmalıdır.
Minnesinger
AİHM yetmedi şimdi
de AYM’ye gidiyor
Turaç TOP / DHA
İzmir’de, nüfus cüzdanındaki din hanesine ‘Alevi’ yazılmasını isteyerek
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) açtığı dava lehine sonuçlanan Sinan Işık’ın (51) mücadelesi sürüyor.
Görevlerini yapmadıkları gerekçesiyle yargılanmalarını istediği Başbakan Erdoğan ile CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’yla ilgili de
takipsizlik kararı kesinleşip Yargıtay
yolu kapanan Sinan Işık, Anayasa
Mahkemesi’ne (AYM) başvurma kararı aldı. Bireysel başvuru hakkını
kullanacağını dile getiren Işık, “Son
merci AYM. Vatandaşların başvuru
yapma konusunda sürekli uyarıldığı
mahkemeden nasıl sonuç çıkacağını
çok merak ediyorum” dedi.
AYM’ye 6 ayda 3 bin 893 başvuru
ANAYASA Mahkemesi’ne 6 ayda, 3
bin 893 başvuru yapıldı. Başvuruların 418’i başvuru posta yoluyla yapıldığı için kayda girmedi. Anayasa
Mahkemesi, 24 Eylül 2012-22 Mart
2013 tarihleri arasında yapılan başvurulara göre hazırlanan istatistikleri internet sitesinden duyurdu. Verilere göre, başvuruların 3 bin 421’i
mevzuatta belirtilen yerlere yapıldığı için kayda alındı, 418 başvuru da
posta yoluyla yapıldığı için kayda
girmedi. Bireysel başvuru bürosunda, 937 dilekçe de inceleme sırası
bekliyor. Komisyonlara gönderilen
başvuru sayısı 2 bin 388, bölümlere gönderilen başvuru sayısı ise 96
oldu. Genellikle ceza davalarının
bireysel başvuru konusu yapıldığı
görüldü. Başvuruların 1307’si ceza,
967’si hukuk, 710’u idari yargı davalarıyla ilgili. Yargı yoluna gidilmemiş konularla ilgili de 437 başvuru
tespit edildi. Başvurular en çok Yargıtay kararları üzerine yapıldı.
kızılbaş - sayfa 59 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Συνέντευξη του Ali Sait Çetinoğlu
Filed under: Αριστερά, Αναδημοσίευση, Γενοκτονία στην Ανατολή, Εθνικό
Ζήτημα, Εθνικισμός, Ιστοριογραφία,
Κεμαλισμός, Μικρά Ασία, Μουσταφά
Κεμάλ, Οθωμανική Αυτ., Τουρκία |
Sait Tsetinoğlu
Sait cetinoglu Sait Tsetinoglu Σήμερα,
Παρασκευή 21/6, 20:00 στο φεστιβάλ που διοργανώνει η ΚΟΕ με τον
τίτλο “Resistance 2013“ θα χαιρετήσει
ο προοδευτικός διανοούμενος και
ακαδημαϊκός από Τουρκία Ali Sait
Çetinoğlu στο πλαίσιο της κεντρικής
ομιλίας των Αλέξη Τσίπρα, προέδρου της Κοινοβουλευτικής Ομάδας
του ΣΥΡΙΖΑ-ΕΚΜ και του Hamma
Hammami, επικεφαλής του Λαϊκού
Μετώπου της Τυνησίας. Η έναρξη του
“Resistance 2013″ θα είναι αφιερωμένη στα νέα κινήματα που εμφανίστηκαν στον αραβικό κόσμο, αλλά και
στην Τουρκία.
Στη συνέχεια παρουσιάζω μια συνέντευξη που πήρα από τον Ali Sait
Çetinoğlu με αφορμή την επέτειο
της Γενοκτονίας στον Πόντο. Τμήμα
αυτής της συνέντευξης φιλοξενήθηκε στα “ανθρώπινα” του Γιώργου
Κιούση στην “Ελευθεροτυπία”, ενώ
ολόκληρη δημοσιεύτηκε στην εφημερίδα “Εύξεινος Πόντος”.
——————Β.Α. -Πιστεύετε ότι η εθνική εκκαθάριση στον Πόντο, αλλά και στην
υπόλοιπη Μικρά Ασία και Ανατολική
Θράκη, μπορεί να χαρακτηριστεί
Γενοκτονία;
S.T.-Oι πρακτικές που εφαρμόστηκαν
στις αναφερόμενες περιοχές αρχικά
από το Κομιτάτο «Eνωση και Πρόοδος» (Κίνημα Νεότουρκων) διαθέτουν
όλα τα αναφερόμενα χαρακτηριστικά
της νομοθεσίας του O.H.E. για την
διάπραξη της γενοκτονίας. H πρώτη
πρόβα της γενοκτονίας έγινε κατά των
Aρμενίων το 1909 στην Kιλικία παρ’
όλο που οι Aρμένιοι υποστήριξαν
τους Nεότουρκους και δεν μπορούσαν
να κατανοήσουν τις σφαγές που εκτελέστηκαν από τους Nεότουρκους. Oι
Aρμένιοι πολέμησαν στα Oθωμανικά
στρατεύματα με ηρωισμό στους Bαλκανικούς πολέμους υπό την ηγεσία
Tούρκων αξιωματικών αποδεικνύοντας την αφοσίωση τους στο κράτος
που ήταν υπήκοοι.
H δεύτερη πρόβα της γενοκτονίας έγινε στα παράλια του Aιγαίου και την
Aνατολική Θράκη που αποτελεί την
έναρξη της τραγωδίας των Eλλήνων
των περιοχών αυτών. Yπό την οργανωτική καθοδήγηση του Mαχμούτ
Tζελάλ
(Mπαγκάρ) και Kουστσούμπασι
Eσρέφ με την συμμετοχή των νομάρχων, επάρχων και στρατιωτικών
διοικητών εκτελέστηκε η επιχείρηση
εκδίωξης και θανάτωσης των Eλλήνων. Mε την εμπειρία που απόκτησαν
οι αναφερόμενοι ως Δρ. Pεσίτ έπαιξαν
ηγετικό ρόλο το 1915 στην Aρμενική
Γενοκτονία.
Β.Α. -Ποιούς θα κατονομάζατε ως
υπευθύνους αυτής της πράξης;
S.T.-Δεν είναι σωστό να δείξουμε
μόνο μια μερίδα ως ενόχων. Eχουμε
να κάνουμε με ομαδική υπαιτιότητα.
Συγκεκριμένα από την οργάνωση
«Eνωση και Πρόοδο» στους Kεμαλιστές, την Oθωμανική διοίκηση
μαζί με τις δυνάμεις της Γερμανίας
και Aυστροουγγαρίας αλλά και οι
δυνάμεις Aντάντ (Aγγλία, HΠA,
Γαλλία και Tσαρική και Mπολσεβική
Pωσία) έχουν ευθύνες. Έχουμε την
εκτέλεση μιας γενοκτονίας ενώπιον
των οφθαλμών τους. Oι περιοχές που
διαπράχθηκε η Γενοκτονία ήταν ζώνες
που είχαν ενσωματωθεί στον Eυρωπαϊκό Kαπιταλισμό όπου η γεωργία δεν
ήταν ο κύριος παραγωγικός τομέας
αλλά τομέας αγοράς. O ευρωπαϊκός
καπιταλισμός παρέμεινε απαθής
θεατής επειδή ήθελε να αναπληρώσει
το κενό μετά από την Γενοκτονία ενώ
οι υπόλοιποι Oθωμανοί ήλπιζαν στον
σφερετισμό του μεγάλου πλούτου σε
μια νύκτα του πλούτου αυτών των
αρχαίων κατοίκων της Aνατολής. Για
το λόγο αυτό έχουμε να κάνουμε την
υπαιτιότητα στη βάση των χωρών και
κρατών. H Γενοκτονία αυτή είναι το
σοβαρότερο ζήτημα της σημερινής
κοινωνίας των Tούρκων και Kούρδων.
Δεν μιλάμε μόνο για το 1915 αλλά
για την περίοδο 1913-1923. Mε την
έναρξη των εκτοπισμών των Eλλήνων το 1913, την δεύτερη φάση της
εθνοκάθαρσης του 1919-20 και την
ανταλλαγή του 1923 ο πληθυσμός
της Aνατολής μειώθηκε κατά 25%/ Oι
άνθρωποι αυτοί δεν ήταν γυμνοί. Oι
ιδιωτικές και κοινοτικές περιουσίες
τους αρπάχθηκαν. Mε βεβαιότητα
μπορούμε να πούμε ότι σε ποσοστό
30-35% του πλούτου της κινητής και
ακίνητης περιουσίας στην Tουρκία
άλλαξε χέρια δια βίας την δεκαετία
1913-23. Tο ζήτημα αυτό παραμένει
ανοικτό.
Β.Α. -Ο Τούρκος ιστορικός Χαλίλ
Μπερκτάι υποστήριξε σε συνέντευξη
ότι είναι λάθος να μιλάμε για πολλές
Γενοκτονίες (Αρμενίων, Ποντίων,
Ασσυροχαλδαίων) και ότι θα έπρεπε
να λέμε ότι έγινε μόνο μια Γενοκτονία, αυτή που οργάνωσαν οι Νεότουρκοι κατά των μειονοτήτων. Τι λέτε γι
αυτή την άποψη;
S.T.-H άποψη του X. Mπερκτάι είναι
σωστή. O τελικός σκοπός αυτών των
μειονοτήτων ήταν η εκρίζωση της
παρουσίας τους από τα ιστορικά τους
εδάφη. Xρησιμοποιήθηκαν διάφορες
μέθοδοι και χρονική εξέλιξη ανάλογα με τις περιοχές. Όμως δεν είναι
σωστό να χαρακτηρίσουμε όλες τις
γενοκτονίες ως μια ενιαία. Στις πράξεις γενοκτονίας έχουμε φάσεις και ο
ενιαίος χαρακτηρισμός μπορούσε να
οδηγήσει στην επισκίαση ορισμένων.
Β.Α. -Υπάρχουν Έλληνες που ισχυρίζονται ότι δεν έγινε Γενοκτονία και
ότι τα μόνα εγκλήματα στην Ανατολή
τα έκανε ο ελληνικός στρατός κατά
τον ελληνοτουρκικό πόλεμο. Πώς θα
kızılbaş - sayfa 60 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
σχολιάζατε αυτή την άποψη;
S.T.-H ιστορία «διαψεύδει» τους ιστορικούς αυτούς. Aς δούμε την διαδικασία από την αρχή: την περίοδο 190111 στην Mακεδονία δολοφονήθηκαν
κατά μυστηριώδη τρόπο οι Xριστιανοί
ηγέτες χωριών και πόλεων, και το
περίεργο ήταν ότι όλοι αυτοί είχαν
δράσει κατά της απολυταρχίας του
Σουλτάνου Xαμίτ. Tα αναφέρει αυτά ο
τότε πρόξενος των HΠA Xόρτον. Στη
συνέχεια αφοπλίστηκαν οι Xριστιανοί
και εξοπλίστηκαν οι Mουσουλμάνοι.
O E. Eμμανουηλίδης βουλευτής στην
Oθωμανική και Eλληνική Bουλή
στο σύγγραμά του που έγραφε το
1919 περιγράφει την κατάσταση που
επικράτησε στα τέλη του 1919 στην
Πόλη με τη παρουσία των παραστρατιωτικών της «Ένωσης και Προόδου».
Το πρώτο πλήγμα κατά των Ελλήνων
πραγματοποιείται το 1914 με την εκδίωξη άνω των 250.000 από τις εστίες
τους από τις περιοχές της Ανατολικής
Θράκης και Δυτικής Ανατολής. Τον
Απρίλιο του 1915 ξεκινάει η επιχείρηση πορείας προς τον θάνατο για τους
Αρμενίους, Ελληνες της Ανατολής και
του Πόντου, υπό την ονομασία, εκτοπισμού – Τεχτζίρ. Η λεηλασία από
τους Μουσουλμάνους ακολουθούσε
αμέσως. Αυτά αναφέρει ο Εμ. Εμανουηλίδης ως απευθείας μάρτυρας.
Β.Α. -Υπάρχει προσπάθεια από τους
προοδευτικούς Τούρκους να κατανοήσουν τις διαδικασίες συγκρότησης
του έθνους-κράτους στην Ανατολή;
S.T.-Οι μελέτες των τελευταίων ετών
έχουν διαρρήξει σε μεγάλο βαθμό την
επίσημη κρατική ιδεολογία και το
στήριγμα αυτής, την επίσημη ιστορία.
Ωστόσο το μικρό ποσοστό αναγνωστών, ο μικρός αριθμός ερευνητών, η
απουσία συνήθειας μελέτης κειμένων
αποτελούν εμπόδιο στην διαφώτιση
του ευρύ κοινού. Αν προσθέσει κανείς
την επιβολή με κάθε μέσο της επίσημης ιδεολογίας εύκολα αντιλαμβάνεται κανείς τις δυσκολίες. Ωστόσο
πρέπει να αναφέρω ότι οι διεξαγόμενες μελέτες είναι πηγή αισιοδοξίας.
Β.Α. -Πιστεύετε ότι κάποια στιγμή θα
αναγνωρίσει το τουρκικό κράτος τη
Γενοκτονία;
S.T.-Είματε ενώπιον ενός πολύ δύσκολου ζητήματος. Τα αποτελέσματα
της Γενοκτονίας σαν αριθμοί είναι
τρομακτικά. Τι σημαίνει αυτό; Τουλάχιστον το 30% της σημερινής αξίας
της κινητής και ακίνητης περιουσίας
της Τουρκίας έχει ως προέλευση την
λεηλασία και αυτό σε τι χρηματικό
ποσό αντιστοιχεί; Μιλάμε για αξία
τρισεκατομμυρίων δολαρίων. Η περιουσία αυτή αρπάχθηκε από κάποιους
και την πήραν κάποιοι. Διαπιστώνουμε ότι το φαινόμενο που ονομάζεται
Ρεμπουπλικανική Τουρκία έχει ως
θεμέλιο αυτή την γιγάντια μεταφορά
περιουσίας. Αν εξετάσουμε τη δημιουργία οποιασδήποτε καπιταλιστικής
μονάδος στη σημερινή Τουρκία
βρίσκουμε ελληνική ή αρμενική
περιουσία. Αν εξετάσετε την ηγεσία
των Κεμαλιστών βλέπετε ότι όλοι
σφετερίστηκαν περιουσίες Ελλήνων
και Αρμενίων. Ακόμα και ο ίδιος ο
Ατατούρκ δεν αποτελεί εξαίρεση.
Σκεφτείτε ότι το Προεδρικό Μέγαρο
στο Τσανκαγιά είναι του Αρμενιάν
Κασαπιάν που εκτοπίστηκε. Όλα τα
θέρετρα του Ατατούρκ είναι αποτελέσματα σφετερισμού από Αρμενίους
και Ελληνες. Εάν παράδειγμα η βίλα
Καπαγιαννίδη ο οποίος δεν υπαγόταν στην Ανταλλαγή. Αυτά τα δύο
παραδείγματα δείχνουν την δυσκολία
της αναγνώρισης της Γενοκτονίας. Ο
σημερινός πρώτος και το κεφάλαιο
είναι πρώτον της Γενοκτονίας πέρα
από κάθε όριο φαντασίας. Ο αριθμός των Ελλήνων που εκτοπίστηκαν
πριν την έναρξη του Α’ Παγκοσμίου
Πολέμου είναι 1,5 εκατομμύρια από
τους οποίους οι μισοί έχασαν την ζωή
τους. Το μέγεθος της περιουσίας τους
που κατασχέθηκε είναι πενταπλάσιο
του ετήσιου οθωμανικού κρατικού
προϋπολογισμού.
Στην Αρμενική περίπτωση αν αγνοήσουμε τις απώλειες πολιτιστικής
περιουσίας έχουμε μια τεράστια περιουσία που κατά το εθνικό συμβούλιο
των Αρμενίων που υπέβαλε έκθεση
στις ειρηνευτικές διαπραγματεύσεις
στο Παρίσι το 1919, ανέρχεται σε
1,5 δισεκατομμύρια γαλλικά φράγκα
της εποχής. Επιπλέον με νόμους της
Ρεπουμπλικανικής Τουρκία κατασχέθηκαν όλες οι καταθέσεις των Αρμενίων στις τράπεζες της Τουρκίας σε
ύψος που ουδείς γνωρίζει. Η άρνηση
δεν προέρχεται από άρνηση ή φανατισμό. Μιλάμε για την πρακτική
σφετερισμού τεράστιου πλούτου που
αποτελεί το θεμέλιο της κοινωνικής
και οικονομικής υπόστασης ενός
σημαντικού μέρους των πλουσίων
της Τουρκίας. Η τάξη που εξουσίασε
την Τουρκία για πολλές δεκαετίες
ήταν αυτή που ανήλθε στην εξουσία
διαμέσου σφαγών και λαφυρογωγίας.
Η νέα σημερινή εξουσία που είναι οι
προύχοντες της Ανατολής που πλούτισε συνέπεια της Γενοκτονίας και
η οποία μέχρι την εποχή του Οζάλ
έκρυβε στο προσκέφαλο τα προϊόντα
αυτής της μεταφοράς πλούτου και η
οποία επί της εποχής αυτής ανδρώθηκε να ενεργοποιήσει τον πλούτο αυτό
ερχόμενη στην εξουσία. Η αλυσίδα
συνεχίζει χωρίς να σπάσουν οι κρίκοι
της και αυτό καθιστά πολύ δύσκολη
την αναγνώριση της Γενοκτονίας.
—————————–
(*) Ο Ali Sait Çetinoğlu είναι Τούρκος ακαδημαϊκός. Στα ενδιαφέροντά
του περιλαμβάνονται οι Νεότουρκοι,
ο Κεμαλισμός, το Ποντιακό Ζήτημα
κ.ά. Έχει δημοσιεύσει πολλά άρθρα,
με βάση την έρευνα στα Εθνικά
Αρχεία της Τουρκίας. Το βιβλίο
του «Varlık Vergisi (1942-1944) /
Konomik ve Kültürel Jenosid» (Φόρος
Περιουσίας (1942-1944) Οικονομική
και πολιτιστική γενοκτονία) εκδόθηκε το 2009 στην Κωνσταντινούπολη. Συνέγραψε τη μελέτη «Pontos
Sorunu» (To Ποντιακό Ζητημα). Στο
διεθνές επιστημονικό συνέδριο «Τρείς
Γενοκτoνίες, Μία Στρατηγική», Αθήνα, Σεπτέμβριος 2010, παρουσίασε
την εισήγηση «Η ιδέα του ανεξάρτητου Πόντου και η Γενοκτονία των
Ελλήνων του Πόντου». Μέρος αυτής
της συνέντευξης δημσοιεύτηκε στην
«Ελευθεροτυπία» (28-5-2013) από
τον Γιώργο Κιούση. Επίσης ο Sait
Çetinoğlu συμμετείχε με δύο άρθρα
στο βιβλίο που κυκλοφόρησε μαζί
με την «Κυριακάτικη Ελευθεροτυπία» υπό τον τίτλο «Η Γενοκτονία
στην Ανατολή. Από την Οθωμανική
Αυτοκρατορία (1908-1923) στο έθνοςκράτος» σε επιμέλεια του ιστορικού
Βλάση Αγτζίδη. Τα κείμενά του είχαν
του εξής τίτλους: «Ο Ιμπεριαλισμός,
Ο Ελληνοτουρκικός Πόλεμος και ο
Μουσταφά Κεμάλ» και «Η ιδέα του
ανεξάρτητου Πόντου και η Γενοκτονία των Ελλήνων του Πόντου».
Kaynak:
http://kars1918.wordpress.
com/2013/06/21/resistance-2013-alisait-cetinoglu/
kızılbaş - sayfa 61 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Süryaniler
Ahmet Türk'ten arazilerini istedi
Mardin'in Nusaybin ilçesine bağlı Eskihisar (Marin) Köyü'nde bulunan ve
30 yıl atıl kaldıktan sonra restore edilerek 2008 yılında yeniden ibadete açılan Mor Avgin Manastırı'na ait olduğu iddia edilen ancak tapuları BDP'li
bazı yönetici ve ailelerin üzerinde olan
arazileri alabilmek için Süryaniler harekete geçti.
İstanbul-İsveç'te bulunan Mor Avgin
Derneği yöneticilerinin BDP Genel
Başkanı Selahattin Demirtaş, Mardin
Milletvekili DTK Genel Başkanı Ahmet
Türk'e arazilerin iadesi için başvurduğu,
sorunun uzlaşıyla çözülmesi için komisyonlar kurulduğu çözüm bulunamadığı
için hukuki yola başvurulduğu belirtildi.
DHA'nın haberine göre Süryaniler, sorunun arazileri ellerinde bulunduran
BDP'li yönetici ve ailelerin tutumu nedeniyle uzlaşma ile çözülemediğini öne
sürerken, BDP Genel Başkanı Demirtaş
ise, bu ailelerden BDP'li olanlar olsa bile
gayrimüslimlerin hak ve hukukunun yanında olacaklarını söyledi.
"İkinci Mesih" olarak da anılan, Hıristiyanlığın yayılmasında en ön sırada
yer alan Mor Avgin, M.S. 300'lü yıllarda
Mezopotamya'ya gelip Nusaybin ilçesi yakınlarındaki Bagok Dağı eteğinde
kurduğu manastırla misyoner, rahip ve
din adamı yetiştirerek Hıristiyanlığın
Anadolu'ya yayılmasını sağladı. 1970'li
yılların sonuna kadar aktif olan Mor Avgin Manastırı, Süryaniler'in büyük bölümü çeşitli nedenlerden dolayı Avrupa
ülkelerine göç etmek zorunda kalınca,
terk edildi. 2008 yılında restore edilen
manastırın tekrar ibadete açılması üzerine Avrupa'da bulunan Süryani cemaati,
manastıra ait olduğu ve köylülerin 1970
yılında yapılan kadastro çalışmaları sırasında gerçek dışı beyanlarla üzerlerine
tapuladığını iddia ettikleri arazileri tekrar alabilmek için 2009 yılında harekete
geçti. Manastıra ait olduğunu iddia ettikleri arazilerin şu andaki sahiplerinin
büyük oranda BDP'li olduğunu öne süren İsveç Mor Avgin Derneği yetkilileri,
dava açmadan önce arazi sorunun uzlaşı yolu ile çözülebilmesi için ilk olarak
BDP yetkilileri nezdinde girişimlere
başladı.
BDP Komisyonları işe yaramadı
Mor Avgin İsveç Derneği, arazileri alabilmek için 2010 yılında BDP Genel
Başkanı Selahattin Demirtaş ile görüştü. Demirtaş'ın girişimiyle Almanya
ve İsveç'ten gelen Süryaniler, BDP'li
yetkililer ve bölgenin ileri gelenleri
Nusaybin'in Beyazsu (Ava Spi) bölgesinde bir araya gelerek sorunu ele aldı.
Görüşmeler sonunda konunun takip edilmesi ve çözüm yollarının bulunmasında
görev yapmak üzere aralarında BDP'li ve
Süryani dernek yöneticilerinde bulunduğu 6 kişilik komisyon kuruldu. Komisyonun 7 ay geçmesine rağmen somut bir
çalışma yapmaması üzerine Süryanilerin
temsilcileri, BDP Genel merkezindeki
yetkililere 7 Mart 2011 tarihinde bu konuyla ilgili yazı yazdıktan sonra bu kez
9 Nisan 2012 tarihinde Ankara'da BDP
Genel merkezinde Demokratik Toplum
Kongresi Genel Başkanı ve Mardin Bağımsız Milletvekili Ahmet Türk ve BDP
milletvekilleri ile görüştü. Burada alınan
kararla eski komisyon feshedildi, yerine
yine Süryani ve BDP'li yetkililerin bulunduğu ikinci komisyon kuruldu.
'Halklarımızın kardeşliği için yardım
edin'
Bu komisyondaki isimlerin de manastır arazilerinin iade edilmesi yönünde
çalışma yapmaması üzerine İsveç Mor
Avgin Derneği yöneticileri, 1 Ekim 2012
tarihinde BDP Genel Başkanı Selahattin
Demirtaş'a yazı gönderdi. Yazıda, bölgedeki halkların kardeşliğinin pekişmesi
için arazilerin iade edilmesi gerektiği
belirtilerek şöyle denildi: "Mor Avgin
Manastırımızın mülk ve mağaralarının tekrar manastırımıza iade edilmesi için şimdiye kadar nezdinizde
ve BDP yetkilisi bazı arkadaşlar nezdinde girişimlerde bulunduk. İsveç'e
yaptığınız ziyaret esnasında sizinle
yaptığımız görüşmede de bu konu ile
ilgili talep ve beklentilerimizi dile
getirmiştik. Süryaniler'in bölgeden
Avrupa ve batı ülkelerine toplu göç
etmek zorunda kalması ardından, son
30 yıl içerisinde eskiden beri manastırımıza ait olan bazı tarihi mülk ve
mağaralar, civardaki bazı köylülerin
eline geçmiş ve bugüne kadar kendileri tarafından işlenerek hasılatları kendilerince toplanmaktadır. Mor Avgin
Derneği olarak artık eski çağlardan
beri manastırımıza ait olan bu toprakların bir an önce tekrar esas sahibi olan manastırımızın yetkililerince
işletilmek ve tapulanmak üzere iade
edilmesini istiyoruz. BDP olarak bu
gibi konulardaki hassasiyet ve geçmiş
çalışmalarınızı da göz önünde bulundurarak, ayrıca çok kültürlü ve tarihi
eserleriyle dünyaca tanınmış bölgemize tarihten miras kalan bu eserlerimize de hep birlikte sahip çıkmak, halklarımızın kardeşliğini pekiştirmek ve
bölgedeki kültür mirasımıza birlikte
sahip çıkmak için bu konuda gerekli
yardım ve desteğinizi esirgemeyeceğinizi biliyoruz."
1 aile 200 dönümü iade etti
Yazıda, manastıra ait arazileri ellerinde
bulunduran Hacı Bahri ailesinin 200
dönümlük araziyi tekrar manastıra iade
ettiği belirtilirken, "Bunun söz konusu
manastırımıza ait diğer toprak, arazi,
mağara ve mülkleri ellerinde bulunan
komşu ve hemşerilerimize de örnek
teşkil etmesini umuyoruz" denildi.
'BDP'li aileler çözümü engelliyor'
Yazıda, sorunun uzlaşı yoluyla çözülmemesine arazileri ellerinde bulunduran BDP'li bazı ailelerin neden olduğu,
oluşturulan komisyonların somut sonuç
elde edemeyince 9 Nisan 2012 tarihinde İsveç Mor Avgin Derneği yönetim
kurulu üyelerinin Ahmet Türk ve beraberindeki heyetle Ankara'da dava ile görüştüğü hatırlatıldı. Yazıda, şöyle devam
edildi: "Bu görüşmede alınan karara
göre Haziran 2012'de derneğimiz tarafından Nusaybin'e iki arkadaş gönderildi. Bölgedeki BDP yetkilileri ile
merkezden alınan karara göre soruna
çözüm yolları aranacak ve bir neticeye varılacaktı. Ama görüşmelerimizde
alınan kararlar doğrultusunda tekrar
bir komisyon oluşturuldu. Şu ana kadar olumlu bir çözümün olmamasının başlıca sebebi; manastırımız Mor
Avgin'e ait toprakları bugün işletenlerin bölgede yaşayan bazı BDP üyesi
kızılbaş - sayfa 62 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ve yetkilisi olan şahısların ve akrabalarının ellerinde bulunmasından kaynaklanmaktadır. Bu durum davanın
çözümünü daha da zor bir hale getirmektedir."
'Hukuki süreci başlatıyoruz'
Mor Avgin Manastırı Derneği olarak,
hukuk yollarına başvurması ve davanın hukuksal takibini yapması için
Diyarbakır'dan Avukat Serhat Karaşin'in görevlendirildiği anlatılan yazıda
şöyle denildi: "Uygun bir tarihte ve
yerde, hem davamızın haklılığını daha
detaylı bir şekilde sizlere aktarabilmek, hemde bundan sonra bu konuda
atacağımız adımlar konusunda görüş
ve tavsiyelerinizi dinlemek üzere Mor
Avgin Derneği temsilcileri ve avukatımız ile bir görüşmeye değerli zamanınızın bir kısmını ayırabilirseniz seviniriz."
BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş'a gönderilen yazıdan sonra Mardin
Süryani Kadim Deyrulzafaran Manastırı ve Kiliseleri Vakfı adına İliye Kırılmaz Mor Avgin Kilisesi'ne ait arazilerin
şu anda kimin adına tapulu olduğunun
tespit edilmesi için avukat Serhat Karaşin aracılığıyla Nusaybin Sulh Hukuk
Mahkemesine 6 ay önce dilekçeyle başvuruda bulundu. Kırılmaz dilekçesinde
sıkıntılı dönemler geçiren Süryani toplumunun bir süre manastırı terk etmek
zorunda kaldığı, kalanların, toprak ve
Manastıra sahip çıkamadığı, kendileri
için kutsallık taşıyan arazilerin gerçeğe
aykırı beyanlarla köylüler tarafından adlarına tescil edildiği, açılaçak zilyetlik
ve tescil işlemlerine ilişkin davalara delil
teşkil etmesi için şu anki maliklerinin ve
zilyetlik durumlarının kayıtlarının çıkarılması istendi.
'BDP, köylüleri ikna etmeli'
İsveç Mor Avgin Derneği'nin avukatı
Serhat Karaşin, köy halkının da bu arazilerin manastıra ait olduğunu bildiğini,
1970 yılındaki idari ve mülki amirlerin
beyanı ve çeşitli belgelerde de bu arazilerin manastıra ait olduğunun mevcut
olduğunu, sorunun uzlaşıyla çözülmesi
şu ana kadar köylülerle yaptıkları görüşmelerden somut bir sonuca ulaşamadıklarını söyledi. Karaşin, arazi sorununu
gidermek için irade ortaya koyma yönünde tavır gösteren BDP'nin köylüleri
ikna etmesi gerektiğini dile getirdi.
BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, gayrimüslimlerin Türkiye genelinde
ve bölgede mal varlıklarıyla ilgili çok
ciddi haksızlıklar bulunduğunu söyledi.
Demirtaş şunları söyledi: "Kadastro
işlemleri yapılırken, o insanlar burada olmadığı, zorunlu olarak sürgüne,
göçe tabii tutuldukları için kadastro
esnasında oradaki ahali çoğu yerde söz
konusu araziyi kendi üstlerine yazdırmışlar. Hukuk gereği o dönemde itiraz olmayınca, itiraz süresi de geçince
haksız bir şekilde gayrimüslimlerin
malları bölgedeki bazı ailelerin eline
geçmiş. Bazı yerlerde korucu aileleri
fiilen el koymuş bu arazilere. Gayrimüslim yurttaşlar kilise arazileriyle
ilgili davalar açıyor. Mahkemeler bu
konuda doğrusu tarihi gerçekleri esas
almak yerine bu kadastro yapılırken,
yapılmış hileli tutanakları esas alıyor.
Haksız yere el konulmuş, şu veya bu
gerekçeyle haksızlığa uğramış bütün
gayrimüslim yurttaşların, kiliseye
ait araziler konusunda hakkının iade
edilmesini istiyoruz. Her halükarda
orada söz konusu aile BDP'li de olsa
gayrimüslim ailelerin hak ve hukuku neyse biz onun yerine getirilmesi
için hep yanlarında olduk. Bunun için
mahkeme kararı gerekiyor. Mahkeme
maalesef aleyhe kararlar veriyor. Karar Yargıtay'a gitse oradan dönüyor."
Manastır'ın halen suyu yok
1700 Yıllık Mor Avgin Manastırı, restore
edilerek yol yapılıp tekrar faaliyete sokulurken suyunun olmaması, manastırdaki
papaz ve görevlileri zor durumda bırakıyor. Manastır sakinleri su ihtiyaçlarını
ise çevredeki komşu köylerden sağlıyor.
Mor Avgin Manastır'ına ait olduğu
söylenen arazilerin tekrar geri alınabilmesi için 10 yıldır mücadele eden
Mardin Kırklar Kilisesi Papazı Gabriel
Akyüz, Manastır'ın Trabzon'daki Sümela Manastırı'nın benzeri olduğunu
söyledi. Akyüz, "Manastır 1980'den
sonra adeta terk edildi. 2 yıl öncesine
kadar da bu böyleydi. 2 yıl önce biz
manastıra rahip atadık. Devlet manastırın yolunu yaptı. Ancak, henüz su
verilmiş değil. Manastıra bir an önce
su da verilmesini bekliyoruz" dedi.
Manastırın mülkiyetinin Mardin Süryani Kadım Deyrülzafaran Manastırı ve
Kiliseleri vakfına ait olduğunu belirten
Gabriel Akyüz, şöyle dedi: "Manastırın tapusu vakıftadır. Bu tapu 1951'de
Asliye Hukuk Mahkemesi kararıyla
alınmıştır. Tapuda manastır sınırları
'3 dağ silsilesi ile çevrilidir" diye geçiyor. Güney cephesi ise dere kadar
olarak belirlenmiş. Biz dereyi ele alıyoruz. Dere ise ovaya kadar uzanıyor.
Manastır 1970 ile 2-3 yıl önce yapılan
kadastro çalışmaları sırasında 2 kez
mağdur oldu. Manastır ve arazilerinin
tapuları olmasına rağmen kadastro
arazileri çok küçültmüştür. Kadastro
çalışmalarında manastırın arazisi 37
dönümle sınırlandırılmıştır. Köylüler
aralarında orayı zapt etti. Köylüler iki
partili olduğu için kendi aralarında
anlaşmayıp onlar birbirine düşerken
biz de arazileri almaya müdahil olduk.
1970 yılında yerel mahkeme yani kaymakamlığın oluşturduğu komisyon
bu arazilerin manastıra ait olduğunu
kabul etti ve arazileri manastıra verdi. Arazilerin Manastıra ait olduğuna
dair elimizde iki karar var. Bu kararlarla birlikte dava açtık şimdi sonucunu bekliyoruz."
Köylüler: Manastıra ait arazi yok
Mor Avgin Manastırı yakınlarında bulu
nan Eskihisar köyü sakinlerinden Haşo
Dinç ise, Manastır'ın da daha önce kendilerine ait olduğunu Süryaniler'in talep
etmesi üzerine onlara verdiklerini belirterek, "Papazları geldi bizden kiliseyi
istedi. Biz de kiliseyi onlara devrettik. Biz vermesek herkes bizi haksız
ederdi. Kilise; Müslümanlar'ın değil
Hıristiyanlar' ındır diye. Kiliseye ait
araziler falan yok. Bir kaç dönüm var
onuda Girmeli beldesinde birileri sürüyor" dedi.
Kaynak:
http://www.aksam.com.tr/si
yaset/suryaniler-manastir-arazilerinibdpden-geri-istiyor/haber-218557
Bundan tam 22 yıl önce yapılan ses kaydında köydek i canlı tanık ,
olayları bizzat gören yaşlı bir Kürt kadının söyledikleri büyük ve çok
önemli bir belge niteliğindedir: “Ben şu anda yüz yaşındayım, olaylar
başladığında yedi yaşındaydım. Köyün ağasıydık .
Bir gün arkadaşlarımla kuzuları otlatmaya götürmüştük .
Kalıbağ denen yerde cesetler doluydu. Yerlerde sank i yatıyorlardı.
Boyunlarına bak ıp kolye, kulaklarından küpe, kollarından bilezik ,
bileklik ve boncuk topluyorduk . Bazılarının gözleri açık tı.
Kendi ellerimizle gözlerini kapatıyorduk . Üzerlerinden basmadan
geçmeye çalışıyorduk . Çoğu kadın ve çocuk tu.
Aldığımız tak ıları biz kullanıyorduk . Bunları söylemem gerek iyor
çünkü yaşlandım. Ölürsem vicdanım rahat etmez.”
1915 ve Sür yaniler -MUZAFFER İR İS* Kaynak: Radikal Gazetesi
kızılbaş - sayfa 63 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
TAPUSUNU SÜRYANİLERE İADE ETTİ
Dedesinden kalan arazinin 1915 olaylarında “ele geçirildiği”ni öğrenen bir
vatandaş, “Atalarımdan bana miras kalan bu utancın verdiği vicdani baskıyı
üzerimden atamadım” diyerek araziyi Süryanilere iade etti. “Berzan Boti”
ismini kullanan Eruhlu vatandaş Behzat Bilek, 13 Mayıs 2009 tarihinde İsveç
Parlamentosu’nda düzenlenen basın toplantısında gerçek kimliğini açıklayıp,
ardından da arazinin tapularını Süryanilere verdi.
Behzat Bilek adlı vatandaş, geçen aylarda İsveç’te bulunan “Seyfo Center”
isimli 1915’te Süryanilerin yaşadıklarını araştırmak üzere kurulmuş bir kuruma başvurdu. Siirt’teki köyünde bulunan arazisi ve evini gerçek sahipleri olduğunu söylediği Süryanilere iade etmek istediğini ifade etti. Ardından
da arazinin tapularını, bir mektupla birlikte Seyfo Center Başkanı Sabri
Atman’a gönderdi. Süryanice olan “seyfo” sözcüğü “kılıç” anlamına geliyor.
Süryaniler 1915’i, “kılıçtan geçirme” anlamında kullandıkları bu sözlükle tanımlıyorlar.
Berzan Boti, gönderdiği mektupta kendi köyünde yaşananlardan dolayı Süryanilerden özür diledi. “Birinci Dünya Savaşı’nda, Osmanlı İmparatorluğu’nda
yaşayan Hıristiyan azınlıklara karşı gerçekleştirilen 1915 soykırımının yaşandığı yerlerden biri de kendi köyümüz (...) dür” ifadelerini kullanan Boti
şöyle devam etti: “Bu soykırım yıllarında köyümüzde katledilen Süryanilerin
topraklarına el konmuş, bir kısmı da zorla Müslümanlaştırılmıştır. Bu kararı
almadan önce yıllarca düşündüm.
Karşılaştığım birçok Süryani ve Ermeni’den bireysel olarak ‘özür’ diledim.
Fakat bir türlü atalarımdan bana miras kalan bu utancın verdiği vicdani baskıyı üzerimden atamadım” dedi. Berzan Boti, “Dedemden kalan toprakların
Süryanilere ait olduğunu öğrendiğimde bunları geri vermek istedim. Benim
ki insani bir tavır, özür dilemek istedim” diye konuştu. Seyfo Center Başkanı Sabri Atman ise araziyi çocukların yararı için kullanmayı planladıklarını
ifade etti.
Berzan Boti (Behzat Bilek), bugün (13 Mayıs 2009) İsveç Parlamentosu’nda
yapılan basın toplantısının ardından arazinin tapularını Seyfo Center Başkanı
Sabri Atman’a teslim etti. Berzan Boti, burada gerçek kimliğini de açıkladı.
İsveç Hıristiyan Demokrat Partisi’nden Annelie Enochsson’un ev sahipliği
yaptığı basın toplantısında katılımcı olarak milletvekilleri, uluslararası hukuk uzmanları ve tarihçiler de birer konuşma yaptı.
Kaynak: http://www.suryaniler.com/haberler.asp?id=566
http://www.seyfocenter.com
kızılbaş - sayfa 64 - sayı 28 - temmuz 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Soykırım yaşayan Anadolu halklarından ve inançlarından özrümdür
Soykırımın yüzüncü yıldönümüne iki sene kala bu alandaki etkinlikler de gün
be gün artmaktadır. Devleti özüre götürecek bu etkinlikler ve ufak kıvılcımlardır.
Hiç şüphesiz bu kıvılcımlardan bir taneside sevgili arkadaşımız
Zeynep Tozduman'a aittir. Yazısını aşağıya alıyoruz:
•
Sizlerden, soykırımdan günümüze değin, sessiz kaldığımız
her gün için özür dilerim.
•
Anayurtlarınızdan, Deirzor çöllerine tehcir adı altında sürdürüldüğünüz için özür dilerim.
•
1,5 milyon insan Anadolu
coğrafyasında hunharca katledilirken, dedelerimizin katillerle
işbirliği yaptığı için özür dilerim.
•
Kızlarınızın umutlarının,
çeyiz sandığına gömüldüğü için
özür dilerim.
•
Mezarsız ve kefensiz ölüleriniz için özür dilerim.
•
Kelime darağacınıza “dönme” sözcüğünü soktuğumuz için
özür dilerim
•
Kızlarınızın, kadınlarınızın namusları kirletildiği, zorla
Kürtleştirilip, Türkleştirildiği,
Alevileştirildiği ve Müslümanlaştırıldığı için özür dilerim.
•
Yaşamak için sizleri nar taneleri gibi Diaspora’ya ve ABD’ye
göç ettirmek zorunda bıraktığımız
için özür dilerim.
•
Sürgünde anavatan hasretiyle, yüreklerinizi dağladığımız
için özür dilerim.
•
Çocuklarınıza, en temel insan hakkı olan, kendi anadilinizde
isim-soy isim ve eğitim verdiremediğimiz için özür dilerim.
•
Evlerinize, bağ, bahçelerinize, arazilerinize, ticarethanelerinize el koyup sermayeyi millileştirip; bu ülkeye ırkçılık hastalığını
inşa ettirdiğimiz için özür dilerim.
•
Ekonomik, kültürel, siyasal soykırım yaşayan yerli halkları yok sayarak, görmemezlikten
geldiğimiz için özür dilerim.
•
İnanç ve kutsal mabetlerinizi (Manastır, Kilise, Sinagog,
Cem evi v.b. gibi) zorla kamulaştırıp, camiye, ahıra, müzeye, Kültür
merkezine v.b. gibi, çevirdiğimiz
için özür dilerim.
•
Soykırımdan sağ kalanlarınızın ana dilinde rüya görmesini
engellediğimiz için özür dilerim.
•
Yüzyıldır bu ülkede her
sabah sizlere “Ne Mutlu Türküm”
diye ırkçılık yaptığımız için özür
dilerim.
•
Varlığınızı, cellâtlarımıza
zorla armağan ettirdiğimiz için
özür dilerim.
•
Anadolu halklar bahçesini,
halklar mezarlığına çevirdiğimiz
için özür dilerim.
•
Bir “Sarı Gelin” türküsündeki hüznün, soykırımın hüznü olduğunu çok geç anladığımız için
Özür dilerim.
•
Biz Türklerden çok evvel
‘’bu topraklarda yaşayan’’, ülkenin en yerli halklarını ve inançlarını yok ederek, ülkeyi tek tipçiliğe
kurban ettiğimiz için özür dilerim.
•
Bu ülkeyi insanlık cenneti
değil, katliamlar cennetine çevirdiğimiz için özür dilerim.
•
Başta ülke genelinde ve yaşadığım şehir Symrna (İzmir)’de
olmak üzere Agop’ları, Kuryakos’ları, Samuel’leri, Ani’leri,
Maria’ları, Sarkis’leri, isimleriyle
birlikte, insanlığımızı da tarihe
gömdüğümüz için özür dilerim.
•
Bin dört yüz yıldır nefret
ve insanlık suçu işlediğimiz için
özür dilerim.
•
Faşizmin bir gün gelip de,
bizi de bu ülkede vurmak isteyeceğini bilemediğimiz için özür
dilerim.
•
Ret – inkâr ve asimilasyon
politikalarına yüzyıldır dur diyemediğimiz için özür dilerim.
•
Özellikle, son yüzyıldır
Ermenilere, Süryanilere, Pontus
Rumlara, Yezidilere, Alevilere yapılan soykırımlarda insan olamadığımız için özür dilerim.
•
Soykırım yapıldığında sizlere ve insanlığımıza sahip çıkamadığımız için, 24 Nisan soykırım
kurbanlarını anma gününde,
bir kez daha saygıyla eğilip özür
dilerim.
ZEYNEP TOZDUMAN
http://www.seyfocenter.com/index.
php?sid=10&aID=527

Benzer belgeler

2013-12 Kizilbas 33

2013-12 Kizilbas 33 Sayfa 31 - Hepimiz kardeş değiliz ................................. Cahit MERVAN

Detaylı

2013-11 Kizilbas 32

2013-11 Kizilbas 32 kızılbaş yayınlayan / veröffentlicht generaldirektor freizugeben. sakine polat genelyayın yönetmeni: ali ülger tr. hukuk danışmanları: av. nadide metin erdoğan av. erdal doğan av. hıdır özcan av. b...

Detaylı