Nasıl yapmalı e-kitap

Transkript

Nasıl yapmalı e-kitap
NASIL
YAPMALI?
SORUNLARIMIZIN ÇÖZÜMÜ
DEVRİMCİ GELENEĞİMİZDEDİR
Bahadır Deniz
İSBN:978-605-62642-1-4
Adalı Yay. Kül. Faal. Mat. Rek. Org. San. ve Tic. Ltd. Şti.
Adres: Mahmut Şevket Paşa Mah. Piyale Paşa Cad.
No: 144 B Şişli - İST
Tel: 0 212 249 38 75
Ege Temsilciliği
Adres: 863. Sok No:4/2 Konak - İzmir
Tel: 0 232 445 70 95
Ankara Temsilciliği
Adres: Meşrutiyet Mah. Atatürk Bulvarı
Şanlı Han No:105 K:3 D:313 Kızılay - ANKARA
Tel: 0 312 419 19 65
E-posta: [email protected]
Web: www.devrimcihareket.net
Baskı Yeri:Berdan Matbaacılık
Adres: Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C - 215 Topkapı - İST
Tel: 0 212 613 12 11
Öyle çok kalınlaştı ki insanın insana duvarı,
Artık ilişkinin
ne kişisel
ne toplumsal olanı
kaldıramaz hale geldi
bu kadarını.
Her şeyi ama her şeyi “ben keseri”yle,
Nalıncı misali yontuyor,
Günümüzün kapitalizme boyun eğen insanı.
Dün insanlık Bedreddin misali,
Aldığıyla değil verdiğiyle beslenir,
Ruhsal gıdayı pazarda veya dışsalda değil,
kendi bağrında arardı.
Bu nedenle de midesi gibi ruhunu da
doyurmakta zorlanmazdı.
1989 sonrasında çağ, acelesi olanlarca tamamlandı.
Ve toplumun yerini kişi, doyumun yerini fesat aldı.
Ruh da mideye benzetildi.
Paylaşarak değil tüketerek doyurulan
bir değirmene çevrildi.
Bu nedenle bugün daha çok anmak gerekiyor,
Biçime değil öze önem vereni,
Tenini kalınlaştırarak değil incelterek büyüyeni
Ve “Dervişlik dedikleri hırka ile taş değil,
Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtaç değil” diyeni.
İçindekiler
Önsöz….........................................................................................9
Hiçbir Devrimci, Sorunlarının Çözümünü
Devrimci Normlar Dışında Aramamalıdır…........................ 13
Küçük Burjuva İdeolojisi Üzerine…....................................... 25
Yaratıcılığa İmkan Tanıyan Esneklikle
Örgütsel Disiplinin Gerekleri
Karşı Karşıya Getirilmemelidir…........................................... 33
Devrimci Değerlere Bağlılık
Örgütsel Güven ve Bağlılıkla İç İçedir…................................ 43
Örgütsel Yaşamın Kendine Ait Bir Disiplini
Ve İlkeler Bütünü Vardır…...................................................... 53
Örgütlü İnsan İçin En Büyük Güvence
Örgüt Bütünlüğünün Kendisidir…..........................................67
Yöntemde Ustalık,
Kavgada Başarı İçin Şarttır…................................................... 73
Yoldaşlık ve Kimlik Gerekleri…...............................................85
Devrimci İlişkilerde
Yoldaşlığı Besleyen Birleştirici Gerçek Öğe.............................99
Ruhsal Obezite ve Yanlış Doyum Yolları…...........................107
Günümüzde Devrimci Olmak…............................................119
Yaşamda Kalite Yitimi…..........................................................129
İçinde Bulunulan Şartlara
Nereden ve Nasıl Müdahale Edilmeli?...................................137
Fikri Aydınlanma, Fiili Muhalefet;
Kimlerle, Hangi Ölçülerle ve Nasıl?...................................... 147
Önsöz
B
ilindiği gibi bizler, “tartışma süreci” olarak anılan dönemde “ceketimizi alıp çıkarken” güvendiğimiz dağ, devrimci
değerlerin yüzyıllardır ayakta duran ve sürekliliğini koruyan
varlığıydı. Devrimci Yol, bu değerlerin Türkiye’deki adıydı;
diğer bir ifadeyle, Türkiye’nin Marksizmi’ydi; bu uğurda nice
bedeller ödendi, nice şehitler verildi. O gün o değerlerin nasıl
tartışmalara kurban edilmesine izin vermediysek; bu nitelik,
sonraki süreçte de kimliğimizin en “bükülmez/başkalaştırılamaz” yanı oldu. Bize kendini dayatanlara, imkanlarını pazarlık konusu yapanlara veya günü kurtarma çabası içinde
olanlara karşı her seferinde yöntemimiz, asli olarak, devrimci
niteliği test ederek tutum belirleme biçiminde oldu.
Dünya Devrimci Hareketi de Türkiye Devrimci Hareketi
de asli olanı, tali olanla ikame etmek isteyenlerden, değerleri
sulandırmayı marifet/üretkenlik zannedenlerden büyük zarar
gördü. Bugün devrimciliğin ana yolunu terk eden hiçbir eğilim yoktur ki, tarihteki bir başka benzerine öykünmüş olmasın. Tüm benzerliklerine rağmen, bugün Kautskycilik, Bernştayncılık hatırlatmaları yapmakla yetinmenin bir yararının
olmayacağının bilincindeyiz. Kendi toprağımızda örgütlenme demirini Leninist modelin tersine bükmeye kalkanların
akıbetini hep beraber gördük. Asli örgütlenmede Leninist
normun vazgeçilmez öğelerini ayrıştırıp; yerel inisiyatif, meclis vb. ile yetinmeye kalkanların da akıbetini ve devrimcilik
niyetlerindeki boşalmayı çok yakından izledik.
9
Nasıl Yapmalı?
Kimseye “burjuvazinin devrimciler içindeki uzantısı” yakıştırmaları yapacak değiliz. Ama, sistemle baş edilemediği
oranda alternatif iddialı zeminlerde de mülkiyet ilişkilerinin
(dolayısıyla sistemin) yeniden üretileceğinin bilincindeyiz.
Sözünü ettiğimiz eğilimlerin rast geldiği duruş, devrimcilik
niyeti taşıyıp da eksik algılayış sebebiyle meseleleri yeterince
kavrayamayanların duruşundan farklıdır. İyi niyetli olan ve
kendisini yeterli hissetmeyen, zaten kendini dayatmaz; dünya
devrimci pratiğinde defalarca kanıtlanmış Leninist normlara,
daha geri bir zeminden yakıştırmalarda bulunmaz.
En temel değerlerimizin, duruş ve yöntemlerimizin tartışma konusu edilir hale geldiği günümüz koşullarında, doğru
yönteme ulaşmanın ve bunun gereğini pratiğe taşımanın yolu
nedir? Bu arayış, darlaştırılmış veya kişiselleşmiş tartışmalara
feda edilebilir mi? Bu türden tartışmalarla, kapsamı giderek
büyüyen bu soruna çözüm üretilebilir mi?
Bizler elbette bu sorulara da yanıt arayacak, bu çerçevedeki
arayışların yanlış sonuçlar doğurmaması ve özgüven yitimine
sebep olmaması için de üzerimize düşen sorumluluğu yerine
getireceğiz. Ancak, açık faşizmin dayattığı görev ve sorumluluklar dururken, öznelleşmiş çaba ve eleştirilerle vakit/enerji tüketmemek gerektiğinin de bilincindeyiz. Bu bağlamda, (bugün)
parti öncesi örgütlenmede de, (yarın) partili süreçte de Leninist
örgüt modelinin gereklerini yerine getirmeye devam edeceğiz.
Örgütlenme içindeki eksiklikler, aynı örgütlenmenin devrimci niteliğinde ısrarla aşılabilir. Yarın partinin nasıl “il sekreteri”, “bölge sekreteri”, vb. olacaksa; bugün de onun önbiçimleri olacaktır. Yarın partiye “aşağıdan yukarı örgütlenme”
önerildiğinde ve bunun daha demokratik olacağı iddia edildiğinde nasıl “Leninizm’in inkarı” olarak algılayacak isek, bugün de bu türden eğilimlere aynı oranda mesafeli olacağız.
Bugüne kadar ortaya koyduğumuz teorik ve pratik ürünler,
bu bağlamda bir çeşit yanıttır.
10
Yoldaşlarımız, aralarındaki asıl bağın sevgi ve güven üzerine kurulu olduğunu bildiği ve bunu hayatın içinde iliklerine
kadar yaşayıp hissettiği için, örgütsel organlaşmalar karşısında “demokrasicilik” tartışmaları yapmaya ihtiyaç duymaz.
“Yoldaşların arasındaki sevgi/yakınlaşma, arttığı oranda, bir
organik erime yaşanır ve yüreklerin tek bedende buluşma
şansı artar. Kardeşleşmenin en üst biçiminden söz eden bizlerin, bir taraftan organlaşmaya, diğer taraftan organik erimeye
vurgu yapması; hareketimizin biçimlendirdiği hiçbir sıfatın,
ilişkilerde bir sınır/engel oluşturmayacağının göstergesi olarak algılanmalıdır.” (1)
Hazırladığımız bu kitap, duruşumuzdaki nitelik belirleyici
kimi öğeleri hatırlatma amaçlıdır. Bu hatırlatmayı bütünlüklü
kılmak için, daha önce yayınlanmış bazı yazılara bu kitapta
tekrar yer verdik. Yoldaşlarımız, bununla yetinmemeli; dergileri, özenle ve tekrar tekrar okumalı, daha da önemlisi, yoldaşlığın sınandığı tüm yaşam kesitlerinde bu değerler bütününün gereğini yerine getirmelidir.
Sevgiyle kalın...
Temmuz, 2014
Bahadır Deniz
(1) Emperyalizme ve Faşizme Karşı Devrimci Hareket Dergisi, Sayı 9,
Bahadır Deniz.
11
Hiçbir Devrimci, Sorunlarının Çözümünü
Devrimci Normlar Dışında Aramamalıdır
D
evrimcilere büyük ölçüde dışardan dayatılan veya gerçekte devrimciliğin amaca uygun biçimde organize edilmesindeki mantığın kavranmamış olmasına dayanan tartışmaların başında, “örgüt içi demokrasi” gelmektedir. “Moda
tarz” halini almış bu çerçevedeki tartışma, 80’li yılların ikinci
yarısında boy veren “Kuruçeşme Tartışmaları” ile aynı beslenme kaynaklarına sahiptir. O süreçteki “sosyalist demokrasi”
tartışmalarının, günün ihtiyaçları ile ne denli ilintili olduğu;
savunulmakta olanın sosyalistlikle ve demokrasi ile ne kadar
alakalı olduğu, bugünün sağladığı “geriye dönüp bakabilme”
avantajı sebebiyle, daha net ortaya çıkmıştır.
Hiçbir devrimci örgüt yoktur ki, devrimci niteliğini korurken, bu türden tartışmalara rağbet göstermiş olsun; veya bir
başka biçimde ifade etmek gerekirse, bu türden tartışmaları
baştacı edenlerin devrimci rotada ısrarcı olduğu görülmemiştir. İnsana en yaraşır toplum/yaşam biçimi olan komünizme,
en tam demokrasiye varmayı hedefleyen, bu amaçla organize
olan ve yola çıkan devrimcilere; burjuva liberal zeminlerden
ödünç alınmış kavramlarla veya düşünce kırıntılarıyla saldırmak, ya maksatlı ellerin ya da devrimciliği yeterince kavrayamamış olanların işidir.
İşlerin rayında gitmediği durumlarda, hiçbir devrimci, sorunlarının çözümünü devrimci normlar dışında aramamalıdır.
Böyle bir olasılık, akışkan bir yapıya sahip olan “devrimcilik
13
Nasıl Yapmalı?
dışı eğilimler”e, aralanan kapıdan içeri dolma fırsatı verecektir.
Merkezi bütünlüğe sahip hareketlerin en büyük güvencesi, bütünü gözetme yetenek ve koşullarına sahip bir iradeyle hareket
etmektir. Biriken avantajların tüm organlara, sağlıklı bir damar
yapısı üzerinden akıtılması, gerek organın gerekse de bünyenin
sağlığını güvenceye alır. Bu bütünlüğü gözetmeyen adımlar,
potansiyel olarak, bütünün sağlığını tehdit etme olasılığını taşır.
Tarihleri boyunca, araçlarını geliştirmeye ve amaca uygunluk niteliklerini artırmaya çaba göstermiş olan devrimciler;
bir partinin veya hareketin oluşum süreçlerini, bu süreçlerde yer verilen organların işlevini ve gerekliliğini doğaldır ki
en iyi kendileri bilir. Onlara yakıştırılan ucuzlukların ardında
-genellikle- yakıştırmayı yapan kişi veya çevrelerin öznelliği
yatar. Bir parti/hareket komiteleşmeye neden ihtiyaç duyar;
organlar toplamı olan bir devrimci organizasyon ile bir işyerindeki bürokratik hiyerarşi arasında benzerlikler kurmak,
neden devrimcilerin işi değildir? Bu soruların yanıtı, devrimciliği kavramış her kişide veya devrimciliğine, çirkin hesapların gölgesini düşürmemiş her insanda çok net biçimde vardır.
Devrimcilerin yaşam alanlarına, devrimcilik dışı olguların
çürük kokusunu sokmak, şu veya bu nedenle mümkün olabilir. Fakat, o çürük kokunun devrimci mekanlarda kalıcılaşabileceğini sanmak, ya o devrimci zemine güvensizlikle ya da
özgüven sorunuyla ilintilidir.
Devrimci mekanlardaki yaygın iyimserlik; devrimcilerin,
olgulardaki negatif yüklerin toplamını alan bir duruşa sürüklenmesinin önünde bir sigortadır. Devrimci basiret, ilerlenen
yolda, rota bozucu etkenlerin ağırlık kazanmasına izin vermez. Atacağı her adımda kendini, hareketi ve genelde devrimci
normlar bütününü dikkate alabilecek bir kapsayıcılık içerisinde
hareket edebilmek, devrimcilere özgü bir niteliktir. Bu, başarılamadığı ölçüde; devrimci gereklilik boyutu az, usulsüzlük boyutu çok olan bir tutum ortaya çıkacaktır. Özellikle örgütlü ya14
şamın gerekliliğini yeterince kavrayamamış kişi veya kişilerde,
devrimcilik öncesi yaşam alışkanlıklarının ağır basması mümkündür. Böyle durumlarda, kişinin örgütle ilişkisinde hiç de
yakışık düşmeyecek fiillere rastlamak söz konusu olabilecektir.
Taşların dizilmesi aşamasında işi aceleye getirmeyen ve yapı
taşlarını özel bir dikkatle yerleştiren hareketimiz, tüm bu özene
rağmen, tırmalayıcı fiillerle, bozucu etmenlerle yüz yüze kalacaktır. Kaynağı, ister çevre ilişkileri olsun, isterse karşı-devrim
olsun; bozucu unsurlarla baş etmenin yolu, ayağımızı sağlam
basmaktır. Bugüne dek örgütsel meseleleri kavramsallaştırılmış
sığlıklar içerisinde ele almayan ve çeşitli çevrelerin ezberini bozan hareketimiz; ucuz hesapları kendi ucuzluğu içinde gömmeye, yakışıksız fiilleri bulunduğumuz ortamın dışına düşürmeye
yetecek bir birikim ve olgunluğa ulaşmıştır.
Devrimci Yaşamın
Kendine Ait Bir Seçiciliği Vardır
Biz devrimciyiz. Çaresiz veya güçsüz değiliz. Gücümüzü
haklılığımızdan alıyoruz. Çare ise, çoktur; devrimci yöntem,
çözüm üretmede ufuk zenginliği demektir. Devrimcinin elinde her zaman hazır çözümler olmaz. Her duruma uygun bir
cesaret, ruh hali ve dinginlik de olmayabilir. “Yeryüzünde her
zaman kusursuz biçimde beliren cesaret var mı?”(2) diyor
Ostrovski. Mesele, cesaretin kusursuzluğu veya her an hazır
bulunan bir nitelik olması değildir. Bir devrimciye gerekli
olan, delice bir cesaret de değildir. Önemli olan, “olması gereken” için imkanları zorlamak ve korku, heyecan gibi ruh hallerinin belirdiği durumlarda bilincin seçiciliğine tereddüt bulaştırmadan ve ayak bağı oluşumuna izin vermeden adım atabilmektir. Çeperlerini korku hormonları dövmeye başladığı
halde, gerekli kanı pompalamaktan geri durmayan yürekler,
devrimcilere yakışan yüreklerdir. Korku, insani bir özelliktir.
(2) Ve Çelik Böyle Sertleşti, Ostrovski, Cilt:2, s:144
15
Nasıl Yapmalı?
Bu nedenle, önemli olan, korkuyu yenebilmektir.
Devrimcilik, yaşamı bütünüyle programlama şansı verir.
Kendiliğinden akışın, “kader” sayılabilecek gelişmelerin büyük ölçüde sınırlandığı böyle bir yaşamda; seviyeyi düşüren duruşlar, ucuz çözümler; “doku uyuşmazlığı” sebebiyle
bünyenin reddettiği uygunsuz kesitler olarak göze çarpar.
Devrimcilerde, kaliteyi artıran, seviyeyi yükselten içsel sebeplerin yanında, bozucu etkide bulunan sebeplere de rastlanır.
Bunlar, sürece katılım sağlayan kişi ve çevrelerin beraberinde
getirdiği ve giderek aşılması gereken niteliklerdir.
Devrimci yaşamın insana kazandıracağı kişilik süzgeci, ölçü
alınan normlar çerçevesinde oluşur. Tabii, söz konusu “süzgeç”,
mekanik bir olgu değildir. Terk edilmesi gereken alışkanlıkların
ve aşılması gereken kişilik özelliklerinin varlığı, öncelikle bunların taşıyıcısı kişi tarafından kabul edilmeli ve bunlarla mücadelenin gerekliliğine inanılmalıdır. Aksi takdirde, kendi gerçekliği ile yüzleşmekten kaçınan kişiler için, böyle bir süzgeçten
ve olumlu yönde bir kişilik evriminden söz etmek olanaklı değildir. Teşhisin doğru yapılması kadar, tedavinin gerekliliğine
inanç da rahatsızlığın aşılması için bir zorunluluktur.
Kişinin Kendi Nitelikleriyle Yüzleşmekten
Kaçınması Gelişimi Köstekler
İnsanların isteklerine yön veren olgular, her zaman saf/
net bir halde olmayabilir. Birbirine zıt duyguların etkisinde
kalmak; sahip olunan duruşa ters de olsa, kimi mıknatısların
çekim alanına girmek mümkündür. Hatta insan bazen, bilincinin bir yanıyla yanlış olduğuna kanaat getirdiği bir yöne
doğru ilerlemekten (sürüklenmekten) kendini alıkoyamaz.
Yaşamda kişinin sürüklenmemesi ve çekim alanına girdiği her vakuma kendini kaptırmaması için; iç tutarlılık, kendi
nitelikleri ile yüzleşebilmek, doğrularda ısrar, vb. özelliklere
sahip olması şarttır. İnsanın, kendi gerçekliği ile yüzleşmek16
ten kaçınması, çözüm gibi görünse de gerçekler onu, çözümsüzlük kıyılarına doğru sürükler. Ve vaktinde yüzleşilmekten
kaçınılmış olan olgular, daha da büyümüş ve beraberinde
yeni sorunlar getirmiş olarak açığa çıkar. Sürekli olarak irtifa
kaybedilen bir yola girenler, giderek o yolun niteliklerini kanıksamaya başlar. Üstelik kişiliklerinde “fren yapıcı” özellikler
yoksa, kendilerini düşmekten veya daha da olumsuz bir istikamete yönelmekten alıkoyamaz.
Eleştirildiğinde, hata kabul etmez bir tavra girmek; türlü
gerekçelerle eleştiriyi savuşturmaya çalışmak, genellikle kişinin kendisine zarar verir. Küçük burjuva gururu, kendini beğenmişlik kibri, vb. biçimde dışa vuran eğilimler; kişiyi, kendini de kandırma yoluna ittiği için, ilişkilerinde saygı unsuru
giderek yok olur. Hele ki yaşamlarının her anında güçlü bir
irade örneği sergilemek durumunda olan devrimciler için, bu
türden zaafların bedeli daha ağır olabilir.
Arkadaşı Dimka tarafından küfür ve sigara içme konusunda
eleştirilen Pavel Korçagin; “Kötü bir alışkanlıktan vazgeçmeyenin ciğeri beş para etmez”(3) diyerek, ağzındaki sigarayı alıp
söndürür. Küfür konusunda ise, “Kala kala ana avrat sövmem
kalıyor. Bu ayıbımı kökünden söküp atamadım, ama Dimka
bile küfürlerimi çok ender duyduğunu söylüyor, bunu kabul
ediyor. İnsanın ağzından laf kaşla göz arasında çıkıverir, sigara
yakmaya benzemez bu, bunun için küfürü de bıraktığımı söyleyemem. Ama sırası gelince küfürü de bırakacağım.”(4) der.
İdeolojik Politik Sapmaların
Şeklen Benzerliği Kadar
Ona Rengini Veren Kimyası da Benzerdir
Tarihin devrimci zeminlerde yaşanmış çeşitli sapmalara
ayırdığı sayfalar incelendiğinde, şaşırtıcı bir benzerlik oldu(3) age.s:159
(4) age., s:159-160
17
Nasıl Yapmalı?
ğu görülecektir. Gerçekten de ilk karşılaşılan örneklerden
sonra devrimciler; geçici yol arkadaşlığını, uçlaşmış kulvar
değişikliklerini ve kişilik sorunlarını dahi harekete fatura
ederek gerçekliğini reddetme örnekleri sergileyenleri tanımakta güçlük çekmemiştir. Farklı zaman ve mekanlarda aynı
-ezberlenmiş- yakıştırmaları yaparlarken kullandıkları yöntemler de onları benzer kılmış; bireycilikte ve öznellikte ısrar,
ortak noktaları olmuştur.
Ostrovski’nin romanında Pankratov’un, Troçkist muhalefete karşı konuşurken söyledikleri, inanıyoruz ki dünyanın
çeşitli yerlerinde pek çok devrimcinin duygularına tercüman
olmuştur.
“Onlar ne bizim silah arkadaşlarımız, ne devrim savaşçıları,
ne de düşüncede yandaşımız gibi hareket ettiler, hayır. Bütün
çıkışları düşmanca, uzlaşmaz, safra doluydu. Üstelik de bize
iftira attılar. Evet, yoldaşlar, iftira attılar diyorum.
(...)
Partimizin en çetin vartaları atlatmış, en mükemmel birliğini, şanlı şerefli eski Bolşevik muhafız alayını, RKP’yi demir
dövercesine meydana getiren, kuran biz Bolşevikleri, çarlık
despotizmi zamanında hapishanelerde çürütülen, Lenin yoldaşımızın yanı başında, Menşeviklerle, Troçki’yle amansız bir
savaşa atılan bizleri, parti bürokratizminin temsilcisi olmakla
suçluyorlar. Böyle sözleri düşmandan başka kim söyleyebilir?
Parti ve parti aygıtı bir bütün değil midir? Genç Kızılordu erlerini durmadan ve üstelik de bölük bölük düşmanlarla çevriliyken kendi komutanlarına, komiserlerine, karargahına karşı
kışkırtanlara nasıl bir ad verebilirsiniz? Söylesinler bakalım,
cevap versinler: Ben bugün tornacıysam, yarın da komite sekreterliğine seçilirsem, troçkistlerin düşünce ve inançlarına
göre, bununla hemen “bürokrat” mı, yüksek mevki peşinde
koşan bir rütbe meraklısı mı olurum? Hem de şu antikalığa
bakın, sevgili arkadaşlar, bürokratizme karşı gelen, bürokra18
siyle çarpışan muhalif kişiler arasında kimler karşımıza çıkıyor? Alın size Tufta’yı, az zaman önce koyu bürokratizmi yüzünden işinden kovuldu. Alın size Tsvetayev’i, onun da ünlü
sözümona “demokrasisini” Solomenka’lı arkadaşlar arasında
bilmeyen yok. Peki, ya Afanasyev’e ne buyrulur? İl Komitesi,
Podolsk bölgesinde sert yöneticilik taslaması ve karşısındakilere despotça davranması yüzünden onu tam üç kez işinden
almamış mıydı? Ama şu işe bak, partiye savaş açanlar, partinin cezalandırdığı kişilerin ta kendileridir.
(...)
Elbette ki ihtiyarlarımızın yerine gün gelecek, daha genç
olanlar geçecek, ama bunlar tüm güçlükler karşısında kudurarak partimizin çizgisine saldıranlardan olamayacak.”(5)
İdeolojik politik sapmaların şeklen benzerliği kadar ona
rengini veren kimyası da benzerdir.
Sebepler, ortaya çıkış şekli, izlediği mecra ve sonuçta koyu
bir renge bürünerek netleşmesi; bütünüyle benzerdir.
Devrimciler, kapitalizmin koyu karanlığı içerisinden çekip
aldığı insanlarda; netlik, pürüzsüzlük, üzerine gölge düşmemiş ruh halleri arama saflığına düşmez. Sisteme alternatif ilişkiler içine dahil olan her insanın, henüz sadece zemin değişikliği itibarıyla avantajlı bir duruma geçtiği; nitelik değişimi için
uzun bir zaman gerektiği bilinir. Yeni süreçte de ayak tökezlemesi gibi, düşünce tökezlemesi de mümkündür. Tökezleme
anında yapılan iradi toparlanma hamlesi, zayiatsız veya az zayiatla yola devam etmeyi mümkün kılar. Buradaki başarıda,
kişinin sahip olduğu karaktersel şekillenme kadar, o çabasına omuz veren hareketin pozitif yöndeki etkisi de önemli rol
oynar. Ancak, kişinin ruhsal şekillenme sürecinde, öğretilmiş
yanlışlardaki miktar ve sertleşme bazen devrimcilerin işini bir
hayli zor kılar. Öyle ki bu, kavganın sarsıntılı tökezlemelere
(5) age., s:207-209
19
Nasıl Yapmalı?
sebep olabilen (ki bu tür durumlar, kavganın doğası gereği
her dönem mümkündür) anlarında tüm çıplaklığı ile ortaya
çıkar. Kişi, o ana dek rastlanmayan bir reaksiyonla devrimcileri ve devrimciliği karşısına alan bir duruşa geçmemişse, yardımcı olunmalı ve tökezlemenin izleri, elbirliği ile aşılmalıdır.
Ancak, bazen, devrimcilerde potansiyel olarak bulunan hiçbir
hoşgörü türüne sığmayan örneklerle karşı karşıya kalınmaktadır. Bu tür durumlarda gerçekçi olmak ve devrimcilerin
“peygamber” olmadığını anımsamak gerekiyor.
Devrimcilerin, önlerine amaç olarak koydukları finale doğru sağlıklı adımlarla ilerleyebilmelerinin, karşılarına çıkan
ayak bağlarını koparmalarının ve muhtemel hata ve yanlışlardan arınmanın vazife edinilmesi gereken zemin, yine devrimci zemindir. Bu işlerin, devrimcileri karşılarına almış “istismar şampiyonu” çevrelere bırakılması ve bu çevrelere böylesi
konularda söz ve işlev hakkının tanınması, ellerindeki çamuru sağa sola bulaştırmada daha rahat/serbest olma imkanı verecektir. Tam da bu nedenle; devrimci hoşgörüyü, genişlik ve
demokrasiyi, devrimcilere karşı bir atmosfer oluşturmada ve
devrimci değerleri aşındırmada bir hak genişliği olarak algılayanlara hoşgörüyle yaklaşılmamalıdır.
Hatalı Eğilimlerle Başetmenin Yolu
Devrimcilikte Isrardan Geçer
Mademki devrimciyiz, o halde her sabah güneşin doğumunu sağlayan biziz diye düşünecek kadar ileri gitmeyeceğiz; ama
güneşten, onun her anını fark edecek kadar haberli olacağız.
Göğümüzü, asık suratlı bulutların eksik olmayan tehdidinden korurken, güneşin ışınlarının bize kırılmadan ulaşmasını
sağlamak, önemli çabalarımız arasına girmelidir. Biz devrimciyiz, bulunduğumuz yerlerde, görüş mesafesini ve netliğini
arttırmak bizim özelliğimizdir. Devrimciliğin yüzyıllardır ta20
nımlı olan içeriği, bugün için bize bir avantaj/kolaylık sağlasa
da, işin kendisini kolay kılmıyor. “Yeni sömürge” ülkelerde, az
oksijenli bir yaşama mahkum edilen insanlar, tepkilerini nereye yöneltecekleri konusunda pusula sorunu yaşasınlar diye
ne gerekiyorsa yapılmış; karşı-devrim organizasyonu, ağını
çok boyutlu kurmuştur. Bu konuda olumsuz etkide bulunan
çevrelerden biri de 90 sonrasının toprağında büyüme fırsatı
bulan; sol görünümlü, şekilsiz/amaçsız örgütlenmelerdir.
Örgütsüz ve yeterli bir bilinç seviyesine ulaşmamış olan
toplumlarda, insanların eline derme çatma fikirlerin bayraklarını tutuşturup, yanlış yönde koşturmak mümkün olabiliyor.
Genel ve özel tahakkümden, üzerinde hissettiği baskıdan bunalan insanlarda tomurcuklanan “anti-iktidar” eğilimi, doğru
ve sonuç alıcı bir rotaya sokulamadığı sürece, suistimale ve
yanlış yönlendirmelere açık hale gelebiliyor. İktidarın, gerek
şahıslarca gerekse kurumlarca her gün yeniden üretildiği bir
dünyada, “iktidar” olgusundan kurtulmanın yolu “her türlü
iktidara karşı olmak”tan geçmiyor. Bunu bilen devrimciler,
kurumsallaşan ve insanların ruhunda kendine yerleşecek yer
bulan bu zehri alt etmenin biçimlerini geliştirirken, ürettikleri
yöntemlerde keyfi davranmazlar.
Toplumsal yaşam zemininde iktidarlar, bir daha geri dönmemek üzere sökülüp atılsın diye, bir kez de olsa iktidar olmanın gerekli ve şart olduğunu söylemek ve vakti geldiğinde
uygulamak, devrimcilerin iktidar olgusu ile barışık olduğunu
göstermez. Devrimcilerin yaptığı, kullanılması zorunlu olan
bir ilacın, en uygun biçimini bulmak oldu. Sadece iktidara
karşı olduğunu söylemek, iktidarı yok etmediğine göre; kendi
kendini de yok edecek olan bir çeşit “yarı-iktidar” amaçlayan
devrimciler, iktidar karşıtlığında daha gerçekçi bir duruşa sahiptir. Hastalıkla uğraşmayan, sadece ondan yakınan birinin
karşısında, hastalıkla mücadele halinde olan bir doktorun duruşu, olması gerekendir/saygıncadır.
21
Nasıl Yapmalı?
Yapıcı değil, yıkıcı amaçlarla eleştiri geliştirenler; iktidar,
hiyerarşi, illegalite, örgütsel yapılanma gibi kavramlar üzerinden çarpıtma yapmayı tercih ederler. Bu kavramların istismarı ile oluşturulmuş okları, devrimcilere fırlatmak daha
mümkün/kolay olabiliyor. Hatta bu, çoğu kez, insanların demokrasi ve özgürlük beklentilerini istismar biçiminde açığa
çıkıyor. Oturmamış bir örgüt bilinci üzerinde bozucu etki
yapabilmenin imkanlarını zorlayanlar, yer yer başarılı da olabilmekte ve özgürlük, “her türlü disipline ve hiyerarşiye karşı
olmak” biçiminde tarif edilebilmektedir. Gerçekte ise, bu tür
çabalarda, özgürlüğe de, güzellik ve samimiyete de rastlamak
güçtür. İnsanların nabız atışları üzerinde dahi sermayenin yoğunlaşmış otoritesini hissettiren insanlık dışı uluslararası teşkilatlanmaları bir kenara bırakıp, özgürlükten yoksunluğun
sebebini devrimcilerde ve onların örgütlenmelerinde aramak;
en hafif deyimle yöntemsizlikle malûl bir duruştur.
Devrimcilerin araç ve yöntemleri üzerinde etki yapan ve
gerçekte kendilerinin sebep olmadığı mecburiyetler, dikkate alınmadığı sürece; ya amaçlı bir çarpıtmanın ya da soyutu
aşamamış olmanın etkisine girme olasılığı gündemde kalır.
Bir gün mutlaka göndere çekileceğine inanılan, devrimin
değerlerle örülmüş bayrağına rengini verecek olan çabayı bugünden kestirebilmek ve bu çabanın öznelerinden biri olmak,
devrimcilere tartışmasız bir onur kazandırır. Ufkun henüz görünmediği cephelerde ufuk için çarpışıp, bedel ödeyebilmek;
devrimcilere ait bir niteliktir ve bir güzellik sebebidir. Bu niteliğe çeşitli sebeplerle ulaşamayan veya bunu göze alamayan
insanlar, durumlarını doğru tanımladığı ve samimi davrandığı sürece, mevcut duruşlarını anlamak ve onlarla devrimciler
arasında güzelliğin akışına imkan veren kanallar oluşturmak
mümkün olacaktır. Ancak, “geriye düşüşün” sebebi devrimcilere fatura edilmeye başlanmışsa, bilinmelidir ki orada; ya
bilinçli/maksatlı bir zarar verme çabası vardır, ya da devrim22
ciliğin ne olduğu gerçek anlamıyla bilinmemektedir.
Devrimci bir yaşam sürmeye başladıktan sonra karşılaşılan
zorluklar veya ödenen bedeller üzerine, “kenara çekilen” ve
durumunun hesabını devrimcilikten sorarcasına saldırganlaşan kişiler de olabilmektedir. Bu tür vak’aların her birinin
kendi koşulları içerisinde değerlendirilmesi gerekiyorsa da,
genel anlamda diyebiliriz ki; tekil örneklerden hareketle yapılan ve sonuçta devrimciliğin kendisini hedef alan hiçbir aşındırıcı çaba “iyi niyetli” olamaz. Devrimci yaşama niyetlenen
her kişi, bu yolun bir yerlerinde ağır bedellerin de olasılık dahilinde olduğunu bilmeli ve Pavel Korçagin gibi kahramanlara dair bilgilerle tanışmalıdır.
“Pür ateş” halinde geçen yaşamının yirmi dördüncü yılında
“yatalaklık” gelip dayatınca, “Hayat çekilmez bir yük olmaya
başlayınca da yaşamayı becer. Hayatını yararlı yap.”(6) diyebilen Korçagin’den, en ufak bir bedel sonrasında feveran edenlerin öğreneceği çok şey vardır.
(6) age., s:207-209 - 283
23
Küçük Burjuva İdeolojisi Üzerine
“Küçük burjuvanın kararsız tutumu onun istediği ve yapacağı her şeyin tam kendisidir. Kararsızlıkta kararlı olan ve bir
şeyler yapmaya ödleri kopan, hiçbir şey yapmayarak yapmaları gereken şeyin ta kendisini yapan, duygulu ruhlar için bu
iş doğaldır.” (7) Küçük burjuvazi, sınıfsal çatışmanın tam ortasında, mülk edinme ve burjuvalaşma eğilimi ile işçi sınıfına
doğru itilme arasında kalır; yalpalar. Yüzü kâh sermaye sınıfına, kâh işçi sınıfına dönüktür. Katman olarak sahip olduğu
sınıfsal şekillenme, bu basınç altında gerçekleşir.
İdeolojik etki alanı, iktisadi paylaşım içinde kapsadığı yerin
çok ötesindedir. Özellikle, kapitalist üretim ilişkilerinin iç dinamiksel bir gelişim arz etmediği ve modern anlamda bir işçi
sınıfının güçlü ve oturmuş bir yapıya sahip olmadığı bağımlı
ülkelerde, bu uçurum daha da büyüktür. Kırsal alanların, nüfus
fazlasını kent varoşlarına doldurduğu, sınıfın köylülükle bağlarını koparamadığı, işçileşmenin ağır adımlarla gerçekleştiği
bizim gibi ülkelerde küçük burjuva ideolojisi etkin ve yaygındır.
“Karmaşık sınıf baskısı sistemi, güçsüz insanların duyguları, ‘şuuraltı’ları üstünde etki yapar. Anlayışsızlık ve hayat
karşısında korku oluşturur. Bunları, bütün tanrıları ve dinleri
yaratan ilkel atamız gibi düşünmeye zorlar.
İnsan dışında insana düşman ‘objektif güçler’ bulunduğunu
ve bu güçleri yenemeyeceğini düşünmeye iter. Olaylar karşı(7) Almanya’da Burjuva Demokratik Devrimi - Freidrich Engels
25
Nasıl Yapmalı?
sında boyun eğmek ise insanı pasif hale getirir.” (8) İnsanın
maddi koşullarındaki değişim, ideolojideki karşılığını bir çırpıda bulmaz. Maddi koşullardaki değişim; düşünceleri, alışkanlıkları, gelenekleri, dünya görüşünü değiştirir ise de bu
karşılıklı ilişki bir süreç sorunu olup, kendi özgülünde süreci
uzatan veya kısaltan iç faktörler içerir.
“Ufak bir işliğe sahip olan bir ayakkabıcıyı ele alalım. Ama
bu adam büyük ayakkabı fabrikatörlerinin rekabetine dayanamayarak işliğini kapamış ve Örneğin Tiflis’te Adelhanov’un
ayakkabı fabrikasında bir işe girmiş olsun. Adelhanov’un
fabrikasına sürekli bir biçimde ücretli işçi olmak düşüncesiyle değil, biraz para arttırmak, işliğini tekrar açmasını sağlayacak küçük bir sermaye biriktirmek amacıyla girmiştir.
Gördüğünüz gibi, ayakkabıcı konumu ile, şimdiden proleterdir; ama bilinciyle hâlâ proleter değildir, tümüyle küçük
burjuvadır. Bir başka deyişle, bu ayakkabıcı, daha şimdiden
küçük burjuvalık konumunu yitirmiştir. Bu konum yok olup
gitmiştir. Ama onun küçük burjuva bilinci daha yok olmamış,
gerçek durumun gerisinde kalmıştır.”(9)
Türkiye’deki kapitalist üretim ilişkilerinin ülke sathına yayılmış olması, beraberinde değersel sistemini getirse de geleneksel
değerlerin tasfiyesi için yeterli olamamıştır. Değer sistemlerini
bir çatışma halinde barındıran toplumsal sistemde, işçi sınıfı da
kendi değersel sistemini yaratamayışı sebebiyle bu çatışmanın
etkisindedir. Bu durum, aynı zamanda küçük burjuva ideolojisinin beslendiği kaynak olarak da işlev görmektedir.
Burjuva demokratik devrimini tamamlamış ülkelerde burjuvazi feodaliteyle girdiği çatışmadan üstün çıkarak “eşitlik,
özgürlük, bireycilik” ekseninde kendi değerlerini yaratmış; bu
süreçte küçük burjuvazi silikleşirken, modern sınıf ideolojisinin oluşum zemini ortaya çıkmıştır.
(8) Küçük Burjuva İdeolojisinin Eleştirisi-Maksim Gorki, s:44
(9) Anarşizm mi Sosyalizm mi?- J.Stalin, s:30
26
Demokratik devrimin tamamlanmamış olduğu ülkemizde,
devrimci özelliğe zaten sahip olmayan burjuvazi, kırda egemen güçlerle uzlaşma yoluna girmiştir. Çarpık gelişme, modern anlamda bir sınıfsal ayrışmanın engeli olmuş, geleneksel
değerlere ve alt kültürlere geniş bir yaşamsal zemin sunmuştur. Küçük burjuvazinin nicel çoğunluğunun bir diğer sebebi
de kapitalist anlamda varolan istihdamdaki sınırlılıktır.
Demokratikleşmeyi ıskalamış; toprak sorunu, ulusal sorun,
demokrasi vb. problemleri bağrında bir çatışma potansiyeli
olarak taşıyan toplumsal şekillenmede, siyasal zor öne çıkmış
ve geleneksel değerlere sahip çıkılmasına, güçlenip beslenmesine sebep olmuştur. Bir tarafta, yukarıdan dayatılan burjuva
değerler, varlığını korumuş; bunun yanında, 1950’ler sonrasında yaşanan göçlerle beraber çatışmalı ve birbirine dönüşebilen karşılıklı bir ilişki oluşmuştur.
1960 sonrasında kent varoşlarında ağırlık kazanan küçük
burjuvazi, yaşanan sosyal ve siyasal gericiliğin karşısında durmuş, demokratik bilincin gelişimine ve sisteme karşı yönelen
tavır alışlara belirli ölçülerde katkısı olmuştur. Hatta ortaya çıkan siyasal-örgütsel yapıların, küçük burjuva davranış tarzından ve ideolojisinden etkilendiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
12 Eylül Faşist Cuntası’nın toplumsal yapı üzerinde bir balyoz etkisi yaptığı ve statükoları bozduğu gerçeği, 1980 sonrası
süreci kendi içinde ayrıca değerlendirme ihtiyacını doğuruyor.
Zor yoluyla, başta işçi sınıfı olmak üzere, ezilen kesimlerin toplumsal gelirden aldığı payı azaltan, hizmet sektörünü boyutlandıran, ticareti canlandıran özelliği ile Eylülist süreç; kapitalizmin
önünü açmış, küçük burjuvazinin etkinliğini kırmıştır. Yine de,
göç sürecinin tamamlandığını söylemek güçtür; varoşlarda çelişki biriktirmeye, patlamaya hazır bir potansiyel olarak varlık
göstermeye devam edecektir. Ancak, sınıf hareketindeki gelişme öne çıkmış ve belirlenen değil, belirleyen konumuyla süreci
farklılaştırmıştır. Bu farklılaşma, varoş dinamiğini yer yer ikincil
27
Nasıl Yapmalı?
duruma düşürmüş ise de sistem, bu potansiyeli ekonomik iş bölümü kapsamına alarak etkisizleştirme şansına sahip değildir; ve
tek “çözüm” olan siyasal zoru denemeye devam edecektir.
Küçük burjuvazinin kırılan etkisinin yanında düzen dışı
olma özelliğinde de ciddi çatlaklar oluşmuş, bu çatlaklardan akışkan yapısıyla liberalizm ve uzlaşmacılık dolmuştur.
Bugün için siyasal platformda dışa vuran biçimi reformizmdir. ‘80’ öncesinin mücadele değerleri hızla terk edilmiş, kollektivizmin yerini bireycilik almıştır. Ekonomik kurtuluş baş
tacı edilmiş, hiçlik, amaçsızlık egemen hale gelmiştir. “Çok
yiyen, çok az çalışan ve çok az düşünen” özelliği ile sahnedeki
yeni rolünü alan küçük burjuvazinin yarattığı kimlik, kendisi
dışında farklı kesimlere de bulaşarak yaygınlık kazanmıştır.
Küçük mutluluklar peşinde koşan, edilgen, başkaldırma cesaretinden yoksun, bedel ödemekten kaçınan özelliği ile bu
karaktersel şekillenme, devrimci yapılara da sirayet etmiştir.
Bu durum, devrimci kültür ve devrimci ahlak sorununu daha
yakıcı bir biçimde gündeme sokmuştur.
“Küçük burjuvazinin ikili bir ruhu vardır, başka türlü olamaz. Günlük hayatta ve eylemde kaba ve pervasız bir maddecilikten yanadır; teoride ise idealizmi salık verir, öğretir.” (10)
Diğer bir ifadeyle:
“Tanrının inayetine ve ‘ahret’te, cennetteki güzellerine
inanmasına, sözde kalan ‘düşüncesi’ne rağmen, küçük burjuva son derece ‘maddi’dir. Her şeyden önce, yeryüzündeki refahı ile, ekonomik refahı ile meşguldür.” (11)
Küçük burjuva, vermeyi sevmez; ama, her şeyi ister.
Doyumsuzdur, gayrı memnundur. Her şeyi kendi çıkar ölçüleriyle değerlendirir. Gel-geç ruhludur, kararsızdır, kolay taraf
değiştirir.
“Küçük burjuva şeride son derece benzer. Küçük burjuva
(10) Küçükburjuva İdeolojisinin Eleştirisi-Maksim Gorki, s:46
(11) age., s:12
28
bir parazittir, bir asalaktır. Başkalarının özsularını emerek geçinir. Küçük burjuvazinin de tıpkı şerit gibi, şaşılacak bir yaşama kabiliyeti vardır. Hızlı üreme gücüne sahiptir. Her çevreye
pek kolayca uyar.” (12) Mülk sahibi olma özelliği ile burjuvaziye ait karakteristik özellikler sergilerken, feodaliteye ait
kalıntıları da bağrında taşır. Kadercidir; koşulların nasıl gelmişse öyle devam edeceğine inanır. Uzun vadeli ve zorlu projeleri can sıkıcı, gerçekleşemez ve hayali bulur. Umutsuzluk
aşılamak en belirgin özelliklerindendir. “Alışkın olduğu değerlendirmeler çemberi içinde sıkışmış kalmış olduğundan,
kendisini şahsen ilgilendirmeyen her şeye kayıtsızdır.”(13)
Küçük burjuvalar, ukalâdır ve ihtiyarlıkta rastlanan “sıkıcı
bilge” özellikleri gösterir. Zekaları hoşgörüsüzdür. Çekilmez
bir otorite düşkünlüğü içinde olup, fikirlerinin ispatsız eleştirisiz birer temel önerme olarak kabul edilmesini isterler.
“(...) karakterleriyle birer usta hırsız, fikir ve inançlarıyla hümanisttirler. Bunlar ‘Hayvanları Koruma Derneği’nin eylemli
birer üyesi olabilir. Uygar Avrupa şehirlerinin sokaklarında işçilere sopa atan polisi hiç ilgisiz seyredebilirler. Canlı hayvanı
kesip biçerek fizyoloji tecrübeleri yapılmasına itiraz edebilir,
tavşanların, köpek yavrularının, kobayların hayatını savunabilirler. Ama aynı zamanda da, milyonlarca insanın ölümüne sebep olan emperyalist savaşların kaçınılmaz oluşunu, kapitalist
devletlerin vahşi sömürge siyasetini haklı gösterebilirler.” (14)
İçimizdeki Küçük Burjuvanın Panzehiri
Devrimcileşmektir
Devrimci saflarda, sınıfsal köken itibarıyla küçük burjuva
özellikler taşıyanların yoğunluğu devrimci kültürün kökleşmesi önünde ciddi bir engeldir.
(12) age., s:25
(13) age., s:12-13, abç
(14) age., s:48
29
Nasıl Yapmalı?
Küçük burjuva zora gelmez, disiplini sevmez, kaypaktır.
Sürekli ilgi odağı olmak ister. Hata kabul etmez; o ne yaparsa
doğrudur, ne eylerse güzel eyler. “Bütün düğünlerde nişanlı, bütün gömmelerde ölü”dür. Kendini anlatma, kendini öne
çıkarma özellikleri ile harekete zarar verir. Gizli tutulması,
paylaşılmaması gereken şeyler söz konusu olduğunda zaaf
gösterebilir.
Aslında yetenekli insanlar yetenek gösterisi yapmaz, başarılı insanlar başarılarını kanıtlama ihtiyacı duymazlar; bu, biraz
da doygunluk sorunudur. Devrimcilerin mütevazı olmak için
pek çok sebebi vardır. Taşıdıkları ufuk genişliği onları daha
mutlu, daha dingin ve hoşgörülü kılar. Elinde fener, gündüz gözüyle insan arayan Diyojen gibi alçak gönüllüdürler.
Onların “Kafdağı’nın ardındaki” ve belki görmeden yaşamlarını tamamlayacakları bir amaç -devrim- için bedel ödüyor
oldukları iddiası, çok önemli bir gerçeği ıskalar. Devrimcilik
bir yaşam biçimidir. Ve onlar devrimi ilişkilerinde her an yaşarlar. Bu bir onurdur; bir ayrıcalıktır. Bu onurun sahipleri
yaşamı bu yüzden uğrunda ölünecek kadar severler.
Bağımsız siyasal örgütlenme yolunda -belki yavaş amasağlam ve uzun vadeli adımlar atarken, yönverici iradenin ilkeleri ile saflarımızı oluşturan sosyal bileşim arasında uyumsuzluklar olacaktır.
Bu tür sorunların çözümünde, yasakçı değil; eğitici yöntemler tercih edilmelidir. İnsanların yeteneklerini geliştirme,
üretkenliklerini artırma ve daha önemlisi, bunu uygulamaya
olanak tanıma yöntemi insanların kendine güvenini artıracaktır.
Aynı zamanda bir eğitim zemini de olan örgütsel çatı altında köken, karakter ve koşullanma farklılıkları yadsınmamalı; bir bütünün uyumlu parçaları haline getirilerek sorun
olmaktan çıkarılmalıdır. İlkesel düşünce karşıtlıkları olmadığı
sürece, ortaya çıkabilecek farklılıkları hoşgörü ile karşılamalı,
30
hatta farklılıklarla beraber yaşamasını öğrenmeliyiz. Halkla
diyalog içinde olduğumuz çalışmalarda; kendini halkın üstünde gören, tüm hakları tekeline toplamış, otoriter/hotzotçu
bir kişilik çizmekten özenle kaçınmalıyız.
Bizler “bir bilen” veya mücadelenin trafik polisliğini yapan
konumunda olmamalıyız. Kitlelerle ilişkimiz bir çeşit mayalandırmadır. Sahip olduğumuz fikirlerin anında karşılık
bulması ve kitlelerin hızla devrim saflarındaki yerini alması
biçimindeki beklenti, bizi aceleciliğe ve yöntemde yanlışlığa
götürür.
Her devrimcinin bir psikolog yanı olacaksa; bu, “Sakala
göre tarak atmak” veya “Nabza göre şerbet vermek” için değil; aksine, insanlarla daha mesafesiz, daha içten olabilmek,
olayların iç hareketini yakalayabilmek içindir. Kibir ve böbürlenme bizleri her zaman için suyun (kitlenin) üstünde (bir anlamda da dışında) duran yağ durumuna düşürür. Birbirinden
farklı özellikler taşıyan suları birbirine karıştırmak, birinden
diğerine özellik katmak mümkündür; ancak, aynı kaba doldurulan yağ ve suyun bir bütün oluşturmasını beklemek, boş bir
hayal olacaktır. Çoğumuz rastlamışızdır; kitlenin karşısında
yüksek bir sesle ve heyecanla saatlerce konuşan bir insandan
geriye -kulaklarda- sadece haykırma tonlamaları kalabiliyor. Böyle bir uyumsuzluk iki kişi arasındaki diyaloglarda da
mümkündür.
Sistem açısından kitleler, manipüle edilmesi gereken ve
buna uygun bir yapı arz eden sürülerdir. Bunun alternatifi
kesinlikle karşı manipülasyon olmamalıdır. Eylemsel ve düşünsel faaliyetleri ile tarihi yapan kitleleri, edilgen konuma
sokan toplumsal projelerin başarı şansı yoktur. İnsanlar değiştirme-dönüştürme sürecinde bir özne olarak yer almalıdır.
Bu süreç aynı zamanda bir özgürleşme sürecidir. Salt sistemi
teşhir motiflerinin propaganda edilmesi tepkiyi örgütler, reaksiyon oluşturur; ancak, “bir taraftan yıkan, diğer taraftan
31
yapan” özelliğimizle bunun hemen yanında alternatif oluşturmazsak başarılarımız sınırlı ve geçici olacaktır.
Amaçladığımız yaşamı ilk etapta kendi şahsımızda somutlaştırmalı, örnek teşkil etmeliyiz. Varolan statükoları parçalayan, daha ileriye işaret eden devrimci hedeflerle yoğrulmuş
bir çalışma tarzı geleceğe doğru yapılacak hamlelerin koşuludur. “Kitleleri, onların geri kalmış unsurlarının yönlendirdikleri doğrultuda (kitle kuyrukçuluğu yaparak-bn.) yönetmek
Menşevik bir çizgidir. Bizim Bolşevik çizgimizse, kitlelere yön
vermektedir, onların başına kahya kesilmek değildir. Kitleleri,
politik bilinçli öncüler olarak, peşimizden götürmektir.” (15)
Aynı şekilde, örgütsel yapının içerisinde de değerlerimizin
hem uygulayıcısı hem de takipçisi olmalıyız. Disiplin hepimiz
için vardır. Hiçbirimizin disiplinden muaf kalma gibi bir ayrıcalığı olamaz. “Örneğin, sen içkiye ve sarhoşluğa karşı savaşıp;
fakat bizzat kendin içersen, bu sökmez. Sürekli disiplini çiğnersen, açıktır ki, böyle bir ısrarın etkisi zayıf olacaktır.” (16)
Aynı zamanda, kitlelerle ilişkimizde adım adım ördüğümüz, bayrak edindiğimiz ilkeler olmalı ve bu bayrağın kirlenmemesi yönünde azami hassasiyet gösterilmelidir.
Devrimci tarzlar konusunda bir kaosun yaşandığı ve kitleler nezdinde de ayrım yapmak güçlüğü çekildiği bu ortamda;
böyle bir hassasiyet, verimli bir çalışma ile bütünleştirilebilirse, bayrağımızı kitlelere mal etmemiz güç olmayacaktır.
(15) Bolşevik Ajitasyon Üzerine, M.Kalinin-K.Kalaşnikov, Yurt Yay., s:10
(16) age., s:52
32
Yaratıcılığa İmkan Tanıyan Esneklikle
Örgütsel Disiplinin Gerekleri
Karşı Karşıya Getirilmemelidir
“Bizim işimizde yasalaşmış tek bir yöntem yoktur. Buluş yeteneğine sahip olmak ve her durumda en uygun davranış biçimini seçmek gerekir.” (17) Yaratıcılığa vurgu yapılmış olması
ve ihtiyat önerilerinin bir reçete gibi algılanmaması açısından
böyle bir yaklaşım, önemli ve anlamlıdır. Devrimcilerin bir
tüzük dahilinde hareket ettiği ve yaşamın hemen her kesitine dair davranış normlarına sahip oldukları da bilinmektedir.
Burada asıl mesele, neyi, ne için yapacağını bilen bir yaratıcılıkla sorunların üzerine gidebilmektir. Devrimcilerin, her an
risk altında iş yaptıkları için, zarara uğrama olasılıkları, mütemadiyen vardır. Bundan hareketle, alınacak riskin boyutunun sürekli olarak yüksek tutulması gerektiği sonucu çıkarılmamalıdır. Aksine, hareketin kendisini riske sokmamak için
öncelikle risk oranı mümkün olan asgari ölçülere düşürülmeli
ve o oran göze alınmalıdır.
İllegal yaşam içinde biriken ve devrimcilerin gizlilik repertuarını zenginleştiren pek çok yöntem vardır. Bunları öğrenmenin çeşitli nedenlerle yararı olur. Yöntemden yöntem çıkarmak ve pratik zeka gelişimi açısından da yararı olan bu tür
birikimler, her koşula uygun şablonlar olarak algılanmadığı
sürece mutlaka yararı olur. Gerçi devrimciler, hiç deneyimli
olmadıkları konularda bile karşılaştıkları güçlükleri aşma becerisi göstermeli ise de, böyle bir birikimin, söz konusu be(17) Yarın Bizimdir Yoldaşlar-Manuel Tiago, Yar Yay., s:147
33
Nasıl Yapmalı?
ceriyi geliştirici etkisi yadsınamaz. Çalışma yapmak için görevlendirilen birine örneğin “Tren ve otobüs tarifelerini, gecelenecek en uygun yerleri, izlenecek yolları, paketleri hazırlama ve yerine götürme yöntemlerini, buluşmalara giderken
alınması gereken önlemleri, ulusal muhafız devriyelerinin en
iyi nasıl atlatılabileceğini ve yayınların uygun bir biçimde dağıtımını sağlayan bir sürü kurnazlığı”(18) anlatmak ve bunları kendi yaratıcılığı ile geliştirip zenginleştirmesine imkan
tanımak gerekiyor.
Bu yaklaşım çerçevesinde bir duruş belirlerken, kişisel yaratıcılığa imkan tanıyan esneklik ile örgütsel disiplinin gerekleri karşı karşıya getirilmemelidir. Hareket tarafından karar
haline getirilmiş bir konu, uygulama aşamasında her kişinin
kendine ait yorumundan geçirilir ve uygulanmama keyfiyeti
doğarsa, zarar ölçüsü kestirilemeyen ve merkezi iradeyi sakatlayan bir adım atılmış olur. Örgütsel güven ve işleyişte uyum,
bir harekette aşındırılmaması gereken en önemli niteliklerdendir.
“Eğer başka türlü düşünüyorsan söyle. Eğer eleştirilecek bir
şey varsa eleştir. Eğer direktifin değiştirilmesi gerektiğini düşünüyorsan söyle ya da yaz. Ama bu direktif değiştirilmedikçe
onu yerine getirmek zorundasın.”(19)
Alınmış kararların uygulanmaması, kendini işleyiş normlarından muaf saymak; karar alıcılar arasında yer alınıyor
dahi olsa, örgüt olmanın ve disiplin gerekliliğinin kıstaslarına uymayan, “sakatlayıcı” bir tutumdur. “Partide efendiler ve
niteliksiz işçiler yoktur. Merkez Komitesi üyesi olsun, birincil
örgüt üyesi olsun, partinin ve partililerin güvenliğini savunmak istisnasız herkesin aynı ölçüde görevidir. Herkesin parti
disiplinine aynı ölçüde uyması gerekir.”(20)
(18) age., s:146
(19) age., s:151, abç.
(20) age., s:207
34
Ne zaman nerede olunacağı ve ne yapılması gerektiği devrimin çıkarlarına göre belirlenir. Devrimin çıkarları nereye
çağırıyorsa, gidilmesi gereken yer orasıdır. Devrimin çıkarlarının ne olduğu ise, hareketin gücü ve olanakları ölçüsünde büyüyen irade tarafından, koşullar gözetilerek tanımlanır.
Bütünü gözeten bir seçicilik dahilinde oluşturulan öncelikler,
birime ait öncelikleri geride bıraktığında veya birimin sınırlı
görüş kapasitesi dışında kalan zorunluluklar öne çıkarıldığında, yapılması gereken şey, genelin çıkarlarının işaret ettiği
yönde yürümektir. Küçük de olsa, ihmal edilen görevler veya
çiğnenen disiplin kuralları, yeni ihlallerin yolunu açar. Kişi,
kendisine “günah işleme”, “hata yapma” serbestisi tanıdıkça
bu tür fiillerin sebep olduğu yük hafifler.
Gerçekte tereddütsüz bir kararlılıkla savunulması gereken
değerler ve yerine getirilmesi gereken görevler arasında boşluk aranmaya başlandığında, nerede duracağı kestirilemeyen
bir aşınma süreci başlar. Böyle bir aşınma/zayıflık hali yaşanırken, daha büyük zorluklara katlanmayı gerektirecek koşulların dayatması, çok daha ciddi zararlara/yanlışlara kapıyı
aralar. Örneğin işkencehanelerde dünyanın hemen her yerinde sorgucular yaklaşık olarak aynı yöntemleri kullandığı ve
bunlar genellikle bilindiği halde, insanın direnme duvarını
aşabilmeleri, genellikle yakaladıkları boşlukları/tereddütleri
değerlendirerek olur. Gerçekte her sorgucu, ne kadar kararlı görünürse görünsün, direngenliği aşamadığı zaman bunu
kabullenmek zorundadır. Ve özünde inisiyatifin sorgulananda olması için çokça sebep vardır. Bu nedenle, sorgulardan
direnerek çıkanlara değil, polise bilgi verenlere şaşmak gerekir. Artık, kesin olarak bilinmektedir, bir devrimcinin irade
gücünün baş edemeyeceği hiçbir işkence türü veya işkenceci
yoktur. Yeter ki Antonio gibi düşünülsün:
“’Birisinin nasıl susabildiğini değil, nasıl konuşabildiğini
anlamak zor’ diye düşünüyordu Antonio.
35
Nasıl Yapmalı?
Gerçekten de, işkenceler ve sorgular sırasında dayanamayacağı bir kez olsun aklına gelmemişti. Bunu varsaymak
bile elinden gelmiyordu. Sorgu yargıcının sözleri ona gülünecek bir şey gibi geliyordu: Nerede oturduğumu söylemek, ha? Sevdiğim kadının oturduğu evi size göstermek, ha?
Arkadaşlarımın gelip gittiği ve belgelerin saklandığı evi, öyle
mi? Bunu size, acımasız düşmanlara söylemek, öyle mi? Hayır,
o böyle bir olasılığı hiçbir zaman gözlerinin önüne bile getirmiyor, bunu hiç hiç düşünmüyordu. Zamanında bu sorunu
arkadaşlarıyla birçok kez konuşmuştu. Güçlü ve zayıf insanlar olduğunu, insanın uğrayabileceğinden daha katlanılmaz
işkenceler olduğunu, bunlara herkesin dayanamayacağını
birçok kez işitmişti. Antonio: ‘Hayır, işkencenin ağırlığı değil
istencin gücü önemli olan’ diye düşünüyordu.”(21)
Devrimcilikle, devrimciliği sürdürmenin mutlak gereği
olan hareketle ve hareketin dokusuna içerilmiş olan değerlerle yaşanan fikrî ve fizikî bütünleşme; insanda, kullanılabilir
enerjiyi artırır, feda bilincini besler ve sahiplenme duygusunu
geliştirir. Bu nitelikler, devrimcilik öncesi şekillenmiş olan karakterle doku uyuşmazlığına düşmediği takdirde, her alanda
ve her durumda hareketin güvencesi olma potansiyeline sahip, dava insanlarını ortaya çıkaracaktır. Böyle bir olgunluk
ve kalitenin yakalanabildiği ilişki(ler)de; harekete küsmek,
hareketin sorunlarını kendi dışında görmek, harekete zorluk
çıkarmak, hareketi sorunlarla baş başa bırakıp geri çekilmek
söz konusu bile olmaz. Binlerce kişiyi kucaklamanın ağır yükü
altında bulunan hareketin irili-ufaklı her soruna ulaşmasını
temenni etmek ne denli anlaşılır olsa da, hareketin doğrudan
müdahalesini ihtiyaç haline getirmeyecek biçimde, birimsel
ve kişisel katılımı/özveriyi arttırmak da o denli anlaşılır ve
gereklidir. Çeşitli birimlere, çeşitli nedenlerle düşürülebilecek
(21) age., s:309, abç.
36
uyuşmazlık tohumlarının çimlenmesini ve gelişip kökleşmesini önlemek, öncelikle o birimlerdeki örgütlü insanların görevidir. Kimi durumlarda çeşitli nedenlerle ve çeşitli biçimlerde,
yanınızda ne yapılması gerektiğini gösteren yoldaşların olmadığı durumlar yaşayabilir, sorunlarla baş başa kalabilirsiniz.
Böyle durumlarda “Yönetim, ne yapmak zorunda olduğunu
bilmektir.” Hareket, her zaman ve her yerde kendini tanımlı
kadrolarla ifade etme şansı bulmayabilir. Buna rağmen, eğer
hareketin oluşturduğu ve onu ifade eden normlar hayata geçiyorsa, hareket orada varlık gösteriyor demektir.
Devrimci mücadele gerçekte çok cepheli bir çeşit savaştır.
Aynı anda bir kaç cephede birden dövüşmek ve bunun gerektirdiği uyum ve kabiliyeti sağlamak, devrimcilere has bir niteliktir. Cephe sayısının veya yükün çoğalmasını bir devrimci,
daha fazla mücadele ihtiyacı olarak algılar.
Yönetim, Ne Yapmak Zorunda Olduğunu Bilmektir
Kavga sürecinde ihtiyaç duyulan yol göstericilik sıfatı ve
hareketin önderlik mekanizması, yapılması gereken şeyin ve
yürünmesi gereken yönün her an bir işaret parmağıyla gösterilmesi olarak algılanmamalıdır. Kavganın bugün içinde
bulunduğumuz evresi, belki bir dünya savaşı anındaki kapışmayla örtüşmeyen yanlar taşıyacaktır. Ancak bu, çıkarılması
gereken sonuçları ve öğreticilik özelliğini zayıflatmaz.
General Panfilov, bölük komutanlarını toplamış ve onlarla savaşın çok kritik bir anını harita üzerinde tartışmaktadır.
Karargahla, tüm hatların kopması durumunda yönetimi nasıl
sağlayacaklarını sorar:
“’E, arkadaşlar, hiçbir bağlantınız yoksa bölükleri nasıl yöneteceksiniz?’ Biraz oyalandı. ‘Her şeye karşın yönetim olacak. Ve ne ile biliyor musunuz? Görevi açık ve tam anlamakla.
Görevi anlıyor musunuz?’
(...) ‘Evet sanırım burada bu söz yerinde olacak... ne yap37
Nasıl Yapmalı?
mak zorunda olduğunu bilirsen yönetim de olacaktır. Eğer
görevin ne olduğunu bilirseniz ayrı gruplar halinde de çarpışabilirsiniz. Telefon olmasın, bağlantı olmasın, savaş yine de
yönetilecektir...’”(22)
Bugün bizlerin benimsediği “hareket biziz, biz hareketiz”
sözü, yukarıdaki gerçeklik ile benzer koordinatlarda buluşur.
Pek çok organdan ve ülkenin dört bir yanına yayılmış binlerce
insandan oluşan bir harekette yönetim, bir yanıyla da “ne yapmak zorunda olduğunu” bilmektir.
Ne yapmak zorunda olduğunu bilmek, davaya bağlılık, hareketin bütününe ve tek tek yoldaşlara güven; işte kavgada başarının sırrı. Ölüm dahil her şey göze alınır; üstelik, ağırlığını
sırtında bir yük gibi hissetmeden.
“Ağır şeylerden konuşuyoruz. Ama ruhumuz hafif. Neden?”
diye sorar Panfilov ve yanıtını kendisi verir.
“Çünkü size inanıyorum arkadaşlar. Her birinize ayrı ayrı
inanıyorum. Siz de bana inanıyorsunuz. Bakın bir şey var.
Ölmek o kadar güç değil... Ama yaşamak gerekli.”(23)
Bir devrimci hareketteki işleyişin çoğu kez askeri bir organizasyonun uymak zorunda olduğu tüzükle paralellikler kurularak tanımlandığı bilinmektedir. Neyin, ne zaman ve nasıl
yapılacağının belirlenmesi sonrasında ona uyup uymama keyfiyetinin tümüyle ortadan kalkması gerektiği ve bunun uygulatılması sürecinde dışa vuran sertlik/bağışlamazlık gerçeği, genellikle meseleyi bir bütün halinde kavramayanlarca tartışma
konusu edilir ve gerçekte bu duruma hiç de uygunluk arz etmeyen öğeler (insanların iradesinin çiğnendiği, savaş gerçeğinin
abartıldığı, korku ve disiplinsizlik karşısında hoşgörünün elden
bırakılmaması gerektiği, araçların amaç haline getirildiği vb,
vb...) tartışma gündemine sokulur. Disiplin olgusu; ortak bir
öğe, genel çıkarların gerektirdiği bir hareket tarzı, bir zorunluluk olduğu kadar bir uyum ve güzellik olarak algılanmadığı
sürece, ilişkilere dayatılan dışsal bir olgu olarak görülür.
38
Bir örgüt, eğer sınıf savaşımının her biçimi için teşkilatlanmış ve savaşıma koyulmuşsa, o artık ateş hattındadır. Üyeleri
arasında bir uyum, bir anlaşma ve hatta bir “yemin” vardır.
Gönüllülük, disiplin çiğnendiğinde, gerekli cezayı kabul etme
gönüllülüğü anlamına da gelir. Belki, devrimciler arasında
cezaya ne gerek var denecektir. Bu, savaş dışı soyut bir mekanda “doğru” bir cümledir. Bunun dışında ancak, mücadele
dışı alanlarda, öznel amaçlarla kümelenmiş ve Leninist örgütlenme normlarının hiçbirine uymayan yapılarda bu türden
sorunlara rastlanır. Sapla saman karışmadığı sürece, disiplin
olgusuyla, sanıldığı denli karşı karşıya gelmeyi gerektirecek
bir durum oluşmaz. “Kimseyi saflarımızda yürümeye zorlamıyoruz, ama biri bunu kendi iradesiyle yapıyorsa, bu, ilkelerimizi kabul ettiği anlamına gelir.”(24) ifadesinde de görüldüğü gibi, kimsenin “ben size katılırım ama disipline uymam”
deme hakkı yok. Nöbet tutmakta olan bir insan, nöbet yerini
terk ettiğinde veya uyuduğunda, yoldaşlarını “ölüme atmış”
duruma düşeceğini bilir. Buna rağmen yapıyorsa, tanıdığı ve
onay verdiği bir cezaya davetiye çıkarıyor demektir.
Bizler elbette ki her fiili hem kendi tekilliği içinde, hem de
onu yaratan koşullar bağlamında ele alırız/alacağız; ancak,
buradaki amacımız, konunun doğru anlaşılması ve “dışardan
gazel okumak” biçimindeki “hafife alıcı” tavırlara/kavrayışsızlıklara prim vermemektir.
Aslında günlük yaşantımızın hemen her kesitinde ve hatta doğanın bütününde uyulan bir disiplin (kurallar bütünü)
vardır. Arkadaşlık ölçütümüz, aile ölçütümüz, iyilik-kötülük
ölçütlerimiz vardır. Bunlar içerisinde, “küsmek”ten kavga etmeye kadar çeşitli tepkiler ve “ceza” yöntemleri de “kendi doğallığında” gündeme gelir.
(22) Moskova Önlerinde-Aleksandr Aleksandroviç Bek, s:242
(23) age., s:243
(24) Rosa Luxemburg
39
Nasıl Yapmalı?
Ekin sırasında, çapadan tohumlamaya, sulamadan mevsim
zorunluluklarına kadar uymak mecburiyetinde olduğumuz
pek çok koşul vardır. Bunlar da bir çeşit disiplindir. Eğer verim almak istiyorsak, böyle bir uygulama şarttır. Kuruyan bir
dalı budamak veya kangrenleşen bir parmağı kesmek de bir
zorunluluktur. Belki o dalın ve parmağın kesilir hale gelmesi
öncesinde de yapılabilecek ek şeyler vardı ve belki farklı gelişmiş bir süreç, bu sonucu önleyebilirdi. Ama böyle bir olasılık, vakti geldiğinde o dalı/yaprağı kesmeye engel değildir.
Kaldı ki bu tür olasılıklar, kavganın tüm dönemleri ve hatta
bugüne dek binlerce kaybın verildiği her çatışma için de geçerlidir. Ancak, gerçekçi olmak gerekirse, bu türden ihtimal
tartışmalarının kavgaya pek bir yararı olduğu söylenemez. Ve
çoğu kez, koşulları hesaba katmayan bir yaklaşımın idealizmi
olarak gündeme gelir.
Eğer ekinden verim almak isteniyorsa, bahçeye korkuluk
dikmeme keyfiyetine düşülmemelidir. Hem korkuluk dikmemek hem de kuşların tohumları yemesinden yakınmak, iyi bir
çiftçinin davranış normları dışındadır.
Sonuçta disiplin, insanların gönüllü olarak bulundukları ve
tüm sonuçlarını paylaşmak üzere sahiplendikleri bir faaliyetin gereklerinden biri olarak kavrandığı sürece, onunla barışık
olunacak ve uygulanması için çaba harcanacaktır.
“Disiplin, kolektifin yüzü, sesi, güzelliği, hareket kabiliyeti,
inancıdır. Kolektif yapı içerisinde her şey son tahlilde, disiplin
biçimini alır. Disiplin; öncelikle eğitimin bir aracı değil, bir sonucudur ve ancak bundan sonradır ki, bir araç halini alır.” (25)
Bir örgütün en önemli niteliklerinden biri de, çeşitli alanlardaki ve biçimlerdeki hareketi, uyumlu bir tarzda gerçekleştirebilme kabiliyetidir. Bu kabiliyetin devamlılığı her birimin,
her organın ve hatta her kişinin; örgütün beyninden ve yüreğinden pompalanan kanı taşıma ve dolaşımın sakatlanmasına
meydan vermeyen bir sorumluluk bilinci ile hareket etme is40
tikrarına doğrudan bağlıdır. Bir örgüt için en tehlikeli gelişme,
dolaşımdaki akışkanlığın ağırlaşması ve meydana gelebilecek
olan damar tıkanıklıklarıdır. Bir örgütte iletim kanalları, canlı
bir organizmadaki damarlar gibidir; damarlardaki kolesterol
bünyenin sağlığını nasıl bozuyorsa, örgütsel iletimdeki her
türlü aksama veya ağırlaşma da örgütün bünyesinde bir sağlıksızlık sebebidir. Merkezi organlarca alınan kararların, ilgili
tüm birimlere vaktinde ulaşması ve eksiksiz olarak uygulanması; o harekete, politik üretkenlikte başarı ve kazanımlarda
devamlılık şansı verir. Soruna bu açıdan bakıldığında, örgütte
keyfiyetin/disiplinsizliğin -çapı ne olursa olsun- masum karşılanmaması gerektiği görülür. Öyle anlar olacaktır ki, ülke
sathına yayılmış olan varlığına ve sorunlardaki çeşitliliğe rağmen hareket, ölçek küçültme ve dikkatleri bir noktaya toplama ihtiyacı duyacaktır. Bu durumda birimlerin, önlerindeki
farklı sorunlara rağmen, işaret edilen noktaya dikkatlerini yöneltme konusunda gösterecekleri uyum, bir örgütün ne denli
örgüt olduğunun da ölçütüdür.
Bütünüyle bir güven, amaç ortaklığı ve kardeşleşme üzerinde yükselen devrimci örgütlenmelerde “komut”lara uyma
konusundaki gereklilik, “komut”un büyüklüğüne veya küçüklüğüne göre değişmeyecek denli önemlidir. “Bulunmaz bir insan olan Rahimov’un özelliklerinden biri de onun uyku için
alacağı buyruğa bile uymasıydı. Hiç kimsede böyle bir özellik görmemiştim. Ona ‘iki saat uyu’ dediğiniz zaman üç saat
beklemeniz ya da uyandırmanız gerekmezdi. O tam bildirilen
saatte gözlerini açacak ve kalkacaktı.” (26)
Disipline uyma konusunun bir örgüt için varlık yokluk
meselesi olduğu bilindikten sonra, bilinmesi gereken bir diğer husus da, savaşta ustalık ve başarı için bunun tek başına
yeterli olmayacağıdır. Bir çeşit sanat olan savaş; kabiliyet, du(25) A.Makarenko
(26) Moskova Önlerinde, s:287
41
yarlılık ve yaratıcılık ister. İhtimalleri öngörebilmek, buna uygun olarak fikrî ve teknik olarak teçhizatlanmak, savaş anının
daha “bildik” biçimlerde seyretmesine imkan tanır. Ama buna
rağmen, denilebilir ki savaşta, önceden kestirilmesi adeta olanaksız anlar vardır. Devrimcilerin bu bağlam içinde yapması gereken hazırlık, o anlara dair kehanette bulunmayı değil;
her koşul altında değerlerini ezdirmeyen ve verimli olabilen
bir performansı yakalamayı amaçlamalıdır. Savaş/mücadele
sırasında rehbersiz kalınabilir, hiçbir işaret almadan dövüşü
sürdürmek gerekebilir. Bu noktada, hazırlık sürecindeki öğreticiliğin ve öğretmenin kendisinin her savaşçıda ne denli
içselleşerek maddi bir güç haline geldiği çok önemlidir.
42
Devrimci Değerlere Bağlılık
Örgütsel Güven ve Bağlılıkla İç İçedir
S
ürekli olarak insan eksiğinden söz edilmesi, devrimci hareketlerde adeta bir gelenek gibidir. Bunun, ilişki halinde bulunulan insan sayısından çok, yetişkin insanı ifade ettiği bilinmektedir. Genellikle, hareketlerin varlık gösterdiği alanlarda
önemli sayıdaki insanın ilgisi uyandırılsa da, bunları hareketin birer kadrosu durumuna yükseltmek kolay olmamaktadır.
Bu konuda engelleyici faktörlerin başında, insanların devletin
ideolojik aygıtları aracılığıyla etki altına alınması ve kurtuluş
projelerinden uzaklaştırılması biçimindeki çaba sayılabilir.
Diğer bir engel ise, devrimci hareketin, hiçbir zaman azalmayan ve hatta giderek çoğalan görevlerindeki yoğunluk sebebiyle, “her yere ve her şeye yetişme” konusundaki eksikliğidir.
Kavganın sürdürülüş biçimini gösteren grafiklerdeki ayrıntıları okuyabilme yeteneğine sahip olan ve bizimki gibi ülkelerde, bir devrimci harekete yüklenen sorumlulukların çapına
yabancı olmayan kişiler için yukarıda anlattığımız eksikliğin,
kelimenin gerçek karşılığıyla bir eksiklik bile sayılamayacağını kavramak güç değildir. Böyle bir bilince, örgüt olan her
örgütün ihtiyacı olduğunu söylemekte bir sakınca görmüyoruz. Hatta örgütleri ayakta tutan ve sürekliliğini sağlayan en
önemli özelliklerden birinin de bu nitelikteki insanların sayısını arttırabilmek olduğu bir gerçektir.
Her alanda ve ihtiyaç duyulan her mesele için, hareketten
kadro aktarımı beklemek yerine, sorunların mümkün oldu43
Nasıl Yapmalı?
ğunca alanın olanakları içerisinde aşılmasını sağlamak; kadrolaşmak ve kadrolaştırmak bizlerin hem tarzı hem de farkı
olmalıdır. Elbette ki, mevcut olanakların en verimli biçimde
kullanılmasını öngörmek, eksiklikleri saptamak ve bunları
kapsamlı bir proje dahilinde aşma yöntemlerini geliştirmek
hareket önderliğinin işlevleri arasındadır. Ancak, bilinmelidir
ki, kurumlaşma ve birikimin en “mükemmel” olduğu durumlarda dahi, hareketin en çok ihtiyaç duyacağı şeylerin başında, her yoldaşın hareketi tek başına sahiplenebilme bilincine/
sorumluluğuna erişmesi gelir. Böyle bir ihtiyaç, diğer yoldaşların hepsi bu sorumluluğu en mükemmel biçimde yerine
getirse de varlığını sürdürür. Ve ayrıca, hareketin organlaşma
düzeyiyle, yeterlilik veya yetersizliği ile de bir ilgisi yoktur.
Böyle bir ihtiyacı, canlı ve sürekli kılan şey, kavganın kendisidir. Devrimci organizasyonları başka türlü her çeşit organizasyondan ayıran en önemli özelliklerden biri de budur.
Devrimci örgütlenmelerin, bir işletme ile karıştırılmaması
gerektiğine dair sıkça uyarı yapıldığını biliriz. Amaç itibarıyla
ve nitelik olarak ayrılan bu iki organizasyonda da bireylerin
mevcut yapıyı sahiplenme eğilimi, önemli bir farklılık olarak
yansır.
Sahiplenme ve feda bilincinin gelişmesi, sürekli olarak “bir
tuğla daha ekleyebilme” eğiliminin taşınması, hareketle ve
devrimciliğin kendisiyle barışık olabilmeyle doğrudan ilintilidir. Her an ve her biçimde “veren” konumunda olabilmek,
çok özel durumlara özgüdür. Devrimcilik de öylesine özel bir
durumdur ki; veren ile alanın birbirinden ayrılamayacağı bir
iç içe geçme durumu söz konusudur. Hareketin bireyden, bireyin de hareketten ayrı bir şey olmadığını ifade eden böyle
bir kavrayış; hareketin devamlılığını, nicelikten bağımsız olarak mümkün kılar.
Her bireyin hareket kabiliyeti ve sahip olduğu perspektife
girebilen olgular toplamı, doğaldır ki kişiye özgü bir sınırlı44
lık taşır. Bu nedenle, durulan yerden görülen gerçeklikler,
hareketin geliştirdiği kimi fiillerle bir çelişme oluştursa dahi;
bunun, kişiye ait perspektifi aşan nedenlere dayanabileceği
düşünülerek adım atılmalı ve öncelik, harekete verilmelidir.
Örgüt bilinci, böyle bir önceliği zorunlu kılar. Politika üreten
ve ürettiği bu politikayı tüm birimlerinde hayata geçirebilen
bir mekanizmadan, yani örgüt olabilmenin olmazsa olmaz
koşulundan söz etmekteyiz.
Öyle konular vardır ki, kendi halinde doğru ve gerekli
görünse de, kullanıldığı yere göre son derece zararlı bir hal
alabilir. Örneğin, örgüt içi demokrasiye, eleştiri-özeleştiri yapılmasının gerekliliğine karşı çıkan hiçbir yapılanma yoktur/
olmamalıdır da... Ancak, bilinir ki, örgüt içi uyum ve disiplin
olmadan varlığını sürdüremeyecek olan bir Leninist örgütlenmenin, bu özelliğini zaafa uğratabilecek öğelerin barınmak
için başvuracağı ilk yatak, örgüt içi demokrasidir. Bugün gelinen noktada, çevremize ve yakın tarihlerde sol içinde gerçekleşmiş gelişmelere baktığımızda; örgüt fobisi yaratarak, kuşku
ve güvensizlik tohumları ekerek örgütsüzlüğe güzelleme yapan, hatta buna bir çeşit özgürlük atfeden eğilimlerin hiç de
uzağımızda olmadığını görürüz.
Devrimcilikten uzaklaşmış en zaaflı unsurların bile, eleştiri yaparken konuşmaya “devrimci normlardan” başlaması, bir karışıklığa sebep oluyor görünebilir. Gerçekte ise, bu
karışıklığı haklı kılan nedenler, sanıldığı ve abartıldığı denli
çok değildir. Bizler, her zaman için, üzerinde mutabık olunmuş normları bile daha da yukarı çekebilen, çıtayı yükselten,
mükemmeli zorlayan bir duruşa sahip olmalıyız. Ancak, bunu
yapmak kadar; devrimci değerleri, bugüne dek edinilmiş olan
birikimi, sağlanmış olan gelişmeyi yadsımamak ve ne liberal
eğilimlerin, ne de karşı-devrimin ekmeğine yağ sürer duruma
düşmeden hareket etmek de en az o kadar önemlidir.
Devrimci mücadeleler tarihi, bir bütün halinde bizlerin ta45
Nasıl Yapmalı?
rihidir; sahip çıkılmalı ve korunmalıdır. Aynı şekilde, devrimci dost örgütlenmelerin hiç de hak etmeyen ağızlarda “günah
keçisi” ilan edilmesine karşı durmak da bizlerin görevleri arasında yer almalı, bu konuda hassas davranılmalıdır. Yukarıda
da belirttiğimiz gibi, normlarımıza kalite katmak bizim işimiz
olmalıdır. Alan dışından gelen ve çoğu kez iyi niyetle oluşturulmuş olmayan veya cehaletle ve öznellikle malûl olan ölçüler yerine, kendi ölçülerimizi tercih etmeliyiz.
Bizler gibi, devrimci dost örgütlenmelerin birikimi küçümsenmeyecek düzeydedir. Eksiklerin saptanması veya aşılması
işini, bir başka güce veya kişilik erozyonuna uğramış çevrelerin “bağcıyı dövmek” niyetli çabalarına terk edemeyiz. Daha
da önemlisi, hiçbir devrimci dost örgütlenmenin, bu türden
çevrelerin sofralarına meze edilmesine göz yumulmamalıdır.
Böylesi sofralara konu olan ve “zekice” bir kavrayışın ürünü
olduğu sanılan her meseleyi kazıdığımızda, altından çıkan
gerçeklik, devrimcilere haksızlık yapıldığını gösterecektir.
Çeşitli meslek grupları incelendiğinde doktorların, avukatların, mühendis veya hemşirelerin; acemilikten üstün başarılara
kadar geniş bir yelpaze oluşturduğu görülür ve hatta bu doğal
karşılanır. Devrimcilik mesleğinde de benzer bir test yapmak
mümkündür. Ancak, çeşitli nedenlerle yaklaşımın öznelleşmesi durumunda; devrimcilerin karşısına bir çifte standart
acımasızlığıyla çıkılır. Ve devrimcilerin eksikleri, başka bir
alanda rastlanmayan biçimde abartılı/tavizsiz bir üslupla ele
alınır.
Bu konudaki bilinçli çabaları bir tarafa bıraksak dahi, “siyaset” ve “örgüt” işlerinin başka türden işlerle karıştırıldığını
söyleyebiliriz. Bu meseleler, her aklına esenin üzerinde mantık yürüteceği, öneri getireceği türden değildir. “Ciddi şeylerden ciddi biçimde söz edin; pedagojiyi pedagoglara bırakın,
siyasetçilere ve örgütçülere değil!” diyen Lenin, “Bilmeniz
gerekir ki, bu ‘siyaset’ ve ‘örgüt’ sorunları kendi başlarına öy46
lesine ciddidir ki, bunlar ancak çok ciddi olarak ele alınabilir. İşçileri (ve üniversite öğrencileriyle liselileri) bu sorunları
kendileriyle tartışabilmek için eğitebiliriz ve eğitmeliyiz. Ama
bu sorunları ele aldığınız anda, bunlara gerçek yanıtlar vermelisiniz” diye uyarır.
Devrimci örgütlenmelere karşı sorumluluk bilinciyle hareket edenler, öncelikle sahiplenme yoluna giderler. Sahiplenme
bilinci ve sorumluluk duygusu, aynı örgütsel çatı altında bulunanlar için çok daha gelişkin olmalıdır.
Çalışmanın her aşamasında örgütsel güven şarttır. Kadro
eksiği, başarı eksiğine gerekçe edilmemelidir. Eksikliğin görüldüğü yerde onu gidermeye aday biçimde hareket ediyorsak, eksik yok demektir.
“(...) hiç adam yok ama gene de adam var. Yığınla adam var,
çünkü işçi sınıfı ve gittikçe çeşitlenen toplumsal katlar, her yıl,
kendi safları arasından, protestoda bulunmayı isteyen, dayanılmazlığı herkes tarafından anlaşılmamış olsa bile, her gün
büyüyen bir yığının gittikçe daha derinden duyduğu mutlakıyete karşı savaşıma güçleri yettiği kadar katkıda bulunmaya hazır, gittikçe artan sayıda hoşnutsuz kimse üretmektedir.
Aynı zamanda, adam yok, çünkü önderlerimiz yok, hem geniş ölçüde hem de birbirleriyle eşit ve uyumlu bir biçimde, en
önemsizler dahil, bütün güçlerin kullanılması olanağını sağlayan bir çalışmayı gerçekleştirecek yetenekte siyasal önderler,
yetenekli örgütçüler yok.” (27)
Yaşamda Özgürlük Oksijenini
Soluyabilmenin ve Güzelliği Paylaşmanın Yolu
Örgütlü Olmaktan Geçer
Hepimiz biliriz, müsabaka sonrasında, başarılı olan sporcuya bir demet çiçek verildiğinde, sporcu genellikle çiçeği,
kendisini alkışlamakta olan tribünlere fırlatır. Kendisine ve(27) Lenin, Ne Yapmalı s:138, abç
47
Nasıl Yapmalı?
rileni, başkasına verir; kendisiyle paylaşılanı başkasıyla paylaşır. Ve hatırlayacağınız gibi dergimizin 5. sayısında paylaşım, sevginin sacayaklarından biri olarak tanımlanmış, insan
ilişkilerindeki önemine vurgu yapılmıştı. (28) Bu tür örnekler
çoğaltılabilir; örneğin, “sinemaya giderken benim hangi filme
gittiğim değil, kiminle gittiğim önemlidir” diyerek sevgi ve
paylaşımın birbiriyle ilintisine özel vurgular yapılır. Sonuçta
biliriz ki, tek başına, bir stadyumda kronometre tutarak koşan
bir kişi; sahip olacağı başarı karşısında sevinse de bu, paylaşılmamışlığın eksiğini iliklerine kadar taşır.
Devrimci ilişkiler de paylaşımdan çokça söz edilen bir
alandır. Ancak buradaki özgünlük, yer yer çelişki çağrışımı
yapabilir. Hiç kimseyle paylaşılmaması gereken fiillerden,
kendi başımıza kaldığımızda bir sınav yerindeymiş gibi hareket etmeye kadar pek çok kesit, bu türden görüntüler oluşturabilir. Ancak bu, sadece bir görüntüdür. Ve devrimciliğin
yukarıda anlattığımız ilişkilerden farkına işaret eder. Daha
büyük çaplı bir paylaşımı ve biçimde değil, özde bir kavrayışı
içeren devrimci ilişkiler, günlük/sıradan ilişkilerle bir ölçek
farkına sahiptir. Dışarıdan bakıldığında bir devrimci, daha az
paylaşıyor görülebilir. Gerçekte ise, bir devrimciyi bir sporcudan ayıran şey; onun, mutluluğunu kitlelerle paylaşmak için
bir müsabaka anını beklemeye gerek duymayacak bir yaşam
sürüyor olmasıdır. Bu nedenle, yoldaşlarıyla veya kitlelerle
doğrudan veya dolaylı biçimde yoğun bir paylaşım yaşayan
bir devrimciyi anlayabilmek; onun, kör bir hücrede işkence
seanslarını beklerken bile paylaşım hissini canlı tutabilmesindeki özelliği kavrayabilmek kolay değildir. Ve kolay olmadığı
için, gerçekte devrimcilere ait bu özelliğin, devrimcilerce eksik kavranmasının ve gereklerinin yerine getirilememesinin
örneklerine sıkça rastlanır.
Topluluk içerisinde, arkadaş grubu içerisinde yaşamaya,
sevinçlerini de üzüntülerini de böyle bir havuz içerisinde
48
dışa vurmaya alışkın olan insanlar, yalnız kaldıklarını hissettiklerinde (bu, odaya çekilip dinlenme biçiminde bir “yalnızlık” değil); güç, moral, motivasyon vb. yitimine uğrayabilir. Bunlar, bilinen ve anlaşılır türden durumlardır. Ancak,
devrimci olan veya böyle bir kimlik için aday olan insanlar,
bu “anlaşılabilirliğe” sığınma lüksüne sahip değildir. Bunun
aşılabilmesinin çeşitli yolları vardır ve sanıldığı denli zor da
değildir. Eğer, “devrimciler kendine eziyet yapıyor, yaşamın
nimetlerinden kendini mahrum ediyor” gibi ilkel kavrayışlarla hâlâ vakit kaybetmiyorsak, asıl önemli adımı atmışız
demektir. Biz istediğimiz için; daha onurlu, daha güzel ve
daha gerekli olduğu için devrimcilik yaptığımızın ayırdına
varırız ki, artık ufak hesapların olmadığı yepyeni bir dünyaya dahil olmuşuz demektir. Bu bir şanstır; bütün bir yaşama
güzelliği-mutluluğu içerebilme şansıdır. Devrimci olunmadan mutlu olunamayacağını söylemeye çalışmıyoruz; kendi
kabuğuna çekilip küçük mutluluklarla yetinmemek gerektiğini anlatmak istiyoruz.
Devrimciliği bu biçimde kavrar, yaşamımızın her anına
içerebilirsek; salt bizden bekleniyor, bize görev verildi diye
değil, her zaman ve enerjimizin elverdiği maksimum biçimde
çalışmalara katılırız. Yanı başımızda çalışma henüz başlamamış veya eksik mi; o zaman biz başlatırız. Bilinmelidir ki, mükemmele yaklaşmış bir parti örgütlenmesinde bile, beraber
hareket edilen tüm nüfusa “şunu yap, bunu yapsan iyi olur”
diye her an müdahale etme koşulu olmaz. Ve devrimcilikte
en önemli özellik, işlev yüklenmek için parmak işaretine ihtiyaç duymamaktır. Yine de, insanların hareketle bağlarının
mümkün olduğunca somut olmasına özel bir önem verilmelidir. Salt bir gönül bağı biçiminde süren ilişkiler, hareketin
sorunlarına sahip çıkmak ve sürekli olarak dinamik bir bağ
içerisinde bulunmak için yeterli değildir. Hele ki, bazı ilişki(28) Emperyalizme ve Faşizme Karşı Devrimci Hareket Dergisi, Sayı 5,
49
Nasıl Yapmalı?
lerin, “kendi sorumluluğunu bilerek hareket etmek” bilinciyle
yürütülmek durumunda kalınması, bağların somut olmasının
önemini daha da arttırıyor. İnsanlar, kendi elleriyle dokunabildikleri harekete daha fazla sahip çıkarlar.
Genel politikalar, yapılan çağrılar ve alan özgünlüğü bilindikten sonra, atılacak adımların bütünle çelişme olasılığı azdır. Kaldı ki bizler, hata yapmamak için hareketsiz duranların,
başlı başına bir hata oluşturduğunu bilen bir geleneğin insanlarıyız. Boşluklardan yararlanmak, gerekçe aramak gerekirse
bu, her zaman ve her biçimde mümkündür; ancak, böyle bir
tarz, yoldaşlık ilişkisine değil, angarya olarak görülen işlere
yakışık düşer. Görülen, duyulan veya hissedilen her eksiklikte, eğer birebir kendimizin de payı olduğunu düşünmüyor ve
bunun ağırlığını hissetmiyorsak; duruşumuzda, sorgulanması
gereken bir yan var demektir. Ve böyle bir sorgu, en iyi biçimde samimiyet aynasında yapılır. Çünkü bizler, ilk önce hesabı
kendine vermesini bilen bir tarzı rehber aldık. Böyle bir tarzda ısrarlı olacağız. Bunun, rehaveti değil, sorumluluk bilincini
büyüteceğine olan inancımızı koruyoruz.
Bulunduğumuz her alanda, daha etken olabilmenin imkanlarını yaratmak zorundayız. Bu bizi, sahip olduğumuz kimliğe, yapmış olduğumuz siyasal tercihe yakışan bir konuma
çekecektir. Yaşama katılan irade, her an her biçimde kendini
hissettirmelidir. İnsanı robotlaştıracak denli edilgen kılan “dış
koşullar” kabuğunu yırtmanın, yaşamda özgürlük oksijenini
soluyabilmenin başka yolu yoktur. Bu yolun olgunluğa erişmiş biçimi ise örgütlülüktür. Örgütlü insan “kendisi” olurken, aynı zamanda “biz” olabilmenin farkını/avantajını tanır.
Örgütlü yaşam, nihai hedefe dair yaşamsal normlarla bugünden tanışma fırsatı verir. “Komünizm, insani yaratıcılığa sonsuz bir üretkenlikle çağlama fırsatı verir.” Gerçekliğinin sebep
olduğu coşku, örgütlü insanı başka bir dünyaya ait kılar. Ama
bütün bunlar mutlak değildir; ve eğer hakkını veremiyorsak,
50
örgütlülük örgütsüzlükten, hareket hareketsizlikten farksız bir
hal alır. Yaşamımızı, bize ait olmayan bir dünyanın kumanda ettiği bir rüzgara bırakmış ve irade koyamıyorsak, kalıcı
kazanımlar için -kişisel gayretle de olsa- çaba harcamıyorsak,
üzerimize düşen sorumluluğu yerine getirmiyoruz demektir.
Yaptığımız çalışmalara, örgütlü insan bilinciyle yön vermiyor
ve bütünün ihtiyaçlarını gözetmiyorsak; hareket halinde olsak
bile, bir çeşit hareketsizliğe düşmüşüz demektir. Bu, “hiçbir
şey söylememek amacıyla laf etmek” gibidir.
Bizlerin tercihi, “kendi kusurlarına sevdalanmak” yerine,
bulunulan her alanda kendi iç devrimini gerçekleştirmek
olmalıdır. Biz devrimciyiz ve kendi yolumuzu daha geniş ve
daha derin ufukların avantajıyla döşüyoruz. Özgürlüğün manifestosunu yıldız yumruklu bayrağımızı dalgalandıran kitlelerin yazmaması için hiçbir neden yok; yeter ki isteyelim...
51
Örgütsel Yaşamın Kendine Ait Bir Disiplini
Ve İlkeler Bütünü Vardır
“(...) Eğer işe güçlü bir devrimciler örgütüyle başlarsak, bir
bütün olarak hareketin istikrarlılığını güvence altına alır ve
hem sosyal-demokrat hedefleri, hem de sendikal hedefleri
gerçekleştirebiliriz. Fakat kitlelere güya ‘en açık’ (aslında ise
jandarmalara en açık olan ve devrimcileri polisin ulaşabileceği hale getiren) geniş işçi örgütüyle işe başlarsak, ne birinci, ne de ikinci hedefleri gerçekleştirebiliriz, çalışmamızdaki
amatörlükten kendimizi hiçbir zaman kurtaramayız.” (29)
Örgütlü insanın aklına ilk gelen, kendini uymak zorunda
hissettiği ve hatta kimi durumlarda devrimcilikle birebir özdeşleştirdiği olgulardan biri de illegalitedir. Öyle ki, ne denli
illegal olabiliyorsan, o denli devrimcisin denebilecek boyutlara taşındığı bile görülür. Gerçekte pek çok çalışma alanının
gerektirdiği konum alışlar gibi, legal zeminde yer almak ve
açık faaliyet yürütmek de devrimciliğin gerekleri arasındadır.
İllegal yaşamdan ve bunun gerektirdiği disiplinden söz ederken, bu gerçeklik göz ardı edilmemelidir. Hatta bırakalım karşı karşıya getirmeyi; çoğu kez illegal bir organ, legal bir organın -ve olanakların- dolaylı etkisiyle daha güçlü ve güvenceli
bir konum edinebilir.
Sonuçta, araçların ihtiyaçlara göre düzenlendiği bir örgütsel mekanizmada; illegal gibi, legal olan araçlar da önemlidir.
Dikkat edilmesi gereken asıl husus; bu araçları birbirinin ye(29) Seçme Eserler, C:2, Lenin, s:139
53
Nasıl Yapmalı?
rine geçirme hatasına düşmemektir.
Devrimci yaşamın diğer boyutları gibi, illegalitenin de gerektirdiği kurallar bütünü söz konusudur. Deneylerin aktarımı biçiminde gerçekleşen ve hatta kuşaktan kuşağa geçen kuralları devralırken; hiçbir uyarıyı “gereksiz” addetmemeli, ama
mekanik bir kavrayışa da düşülmemelidir. Örneğin, Viktor
Serge’nin “Militana Notlar”ı bugün için -içerdiği örnekler itibarıyla- ­eskimiş olabilir, ancak vermeye çalıştığı mesajların,
öz olarak, hâlâ yararlı boyutlar içerdiğini söyleyebiliriz.
Polisin sürekli olarak geliştirdiği yöntemler karşısında
devrimcilerin de yöntemi, durağan değil, hareketli olmalıdır.
Paranoya düzeyinde bir kuşku sebebi oluşturmadığı sürece;
akla gelen her etkeni dikkate almak, bu konuda üretken/yaratıcı olmak önemlidir. Hatta, kişisel yetenek ve bilgilerini bu
konuda kullanabilen devrimcilerin her zaman için örgütlenmelere yararlı olduğu, “güvenlik repertuarını” zenginleştirici
etkide bulunduğu görülmüştür. Herhangi bir operasyonda
kullanılan yöntemleri bilmek, neyin, neye sebep olduğunun
bilgisini biriktirmek “­ teknoloji her şeydir” yanılgısına düşülmediği ve abartılı algılayışlara neden olunmadığı sürece, her
zaman için önemlidir.
Merkezi yerlerden geçerken, varolan kameralara alındığımızı; yine merkezi yerlerde kısa süreli takiplere uğradığımızı
ve fotoğrafımızın çekilebildiğini; bulaştığımız her telefonun
bize ulaşmada polise rehber bir araç haline geldiğini artık hemen hepimiz biliyoruz. Önemli olan, bütün bunlara rağmen
örgütsel bünyeyi güvenceye alabilmektir. “Kendimizi değil,
yaptığımız işi gizlemeliyiz” biçimindeki kavrayış bizi bir paranoya vak’ası olmaktan çıkarır. Günlük yaşamımızda, toplumun benimsediği/alıştığı bir kimlikle hareket edebilmek;
“işinde gücünde” görünmek önemlidir; ama işin bu boyutu
da yukarıda belirttiğimiz diğer durumlar gibi abartılarak bir
amaç haline getirilmemelidir. Burada amaç, çevrenin dikka54
tini çekecek bir aykırılık içerisinde bulunmamaktır; ve çok
daha önemlisi kişinin içsel dünyasındaki meşruiyettir.
Toplum tarafından bize dayatılan “meşruiyet” kuralları bazen elimizi kolumuzu bağlayacak hale gelebilir. Bu durum,
“her şeyin hesabını verebilecek durumda olmalıyım” kaygısı/
hesaplarıyla birleşince insan, önlem olsun diye yaptığı faaliyetlerin asli unsuru durumuna düşebilir. (Ufak tefek ticaret işleri yapayım derken tüccara dönüşmek gibi.) Fazla sağlamcı/
mükemmeliyetçi olanlar, “yaşamımın her kesitine dair sorulan her soruya, ‘uygun’ bir cevap verebilmeliyim” diye düşünür. Böyle olunca da, polisin elde ettiği herhangi bir bilgi karşısında bocalama geçirir. Elbette ki, günlük yaşamda taşıdığımız avantajlar (meslek sahibi olmak gibi) değişik dönemlerde
ve sorgu süreçlerinde işimize yarar. Ancak, bilinmelidir ki,
direnme fiilinin içinde “polisi kandırma yöntemi” çok az bir
yer kaplar ve asıl takınılması gereken özellik, o olmamalıdır.
Polisin bir şekilde bizimle ilgili bilgi edinebilmesi mümkün
ve doğaldır. Önemli olan, bunu kabule yanaşmamaktır. Bir
devrimcinin, polisteki “meşruiyet”i, bazı bilgilerin açığa çıkmamış olmasına dayandırılırsa, bilinmelidir ki bu bazen tüm
meşruiyetini/haklılığını yitirmeye kadar varabilir ve kimlikten değerlere kadar her şeyin yitirildiği bir noktaya gelinebilir.
İllegalite, bir devrimcinin uyması gereken kurallardan sadece birisidir. Ve bu, basit bir “gizlenme” olayı olmaktan çıkarılıp; örgütlü yaşamın gereklerinden biri olarak algılanabildiği, amaçla doğru biçimde ilişkilendirilebildiği oranda
gerçek niteliğine kavuşur. İllegalitenin sorgudaki karşılığı ise,
devrimci değerleri koruyabilmek; polisin işini kolaylaştıracak
her türlü bilgi, diyalog ve ilişkiden kaçınmaktır. Karşınıza,
“itiraz edilemez kanıtlarla” çıkılabilir; size gizlice çekilmiş fotoğrafınız gösterilir veya zayıflık gösteren bir yoldaşınız karşınızda konuşturulabilir. Böyle durumlarda açıklama yapma/
cevap verme zorunluluğu hissetmek, sizi kabule götürebilir.
55
Nasıl Yapmalı?
“Ne dersem ikna edebilirim?” kaygısına/telaşına kapılmak yerine, susmak biçimindeki cevap, en uygun ve en pratik cevaptır. Kendine ve harekete güven duyan, öz saygıyı koruyan biri
için; ne sorgu ne de tutsaklık süreci zor gelmeyecek, hatta bu
süreyi kısa tutmanın imkanları da korunmuş olacaktır.
Bir devrimci, sahip olduğu kimliğin gereklerini ne denli
içselleştirebilirse; yaşamında bunun belirtileri o denli doğal
biçimler alacaktır. Yani olağanüstü bir iş yapıyor olmanın
“olağanüstü” belirtileri giderek yerini, günlük yaşamın olağan
seyrine bırakacaktır.
İllegalite, Amaca Ulaşma Yolunda Sadece Bir Araçtır
Kendisi de bir araç olan illegalite, uygulama sırasında birtakım araçları ihtiyaç haline getirir. Amaçla ilişkilendirilmiş
ihtiyaçlar çerçevesinde belirlenen ve işlevini tamamladığı
oranda gereksizleşen araçların; kullanım esnasında, çeşitli nedenlerle kalıcılaşma ve hatta amaç haline gelme olasılığı vardır. Bu tür olasılıklar/riskler, devrimcileri; deney ve birikimler sonucu elde edilmiş araçları terk etmeye değil, kavrayışı ve
kaliteyi artırmaya yöneltmelidir.
Mücadele araç ve yöntemleri, amaçla ilişkilendirildikleri
ölçüde gerekli, yararlı ve sonuç alıcıdır. Araç, amaca hizmet
eder ve amaç tarafından belirlenir. Uzun vadede araç olanın,
kısa vadede amaç olabildiği bir karşılıklı etkileme söz konusudur. İhtiyaç, aracı zorunlu kılar; ancak kullanım alışkanlığı ve
tekrarlar bazen araçlara vazgeçilmezlik/mutlaklık görüntüsü
verir. Aynı amaca yöneltilmiş tüm araçlar arasında, doğrudan
veya dolaylı biçimde bir bağ söz konusudur. Birbirine hiç benzemeyen ve çeşitlilik arz eden araçların, sonuçta aynı amaca
yönelik bir bileşke kuvvet oluşturacak şekilde konumlandırılması, başarı için bir zorunluluktur.
Bünyeyi oluşturan her organ, bütünleyici bir etkiye sahiptir
ve gerçekte bünye, organlar toplamıdır. Bir organda yaşanan
56
arızanın giderilmesi de, büyüyerek yayılması da bünye-organ ilişkisindeki uyuma ve direngenlik özelliğine sıkı sıkıya
bağlıdır. Bu bağ ve ilişki, uymadığımız herhangi bir kuralın
sonrasında ortaya çıkan olumsuzluğun, tüm bir yapıya nasıl
etkide bulunduğunu görebilmek açısından da kavranması gereken bir boyuttur. Bu bağlamda illegalite, kişinin salt kendi
güvenliği ile sınırlı olan bir olgu değildir. Örgütlü olunduğu
sürece; gösterilen her sorumsuzluk, ihmal edilen her görev ve
tedbir, kişiyi fazlasıyla aşan boyutlarda bir sonuç doğurabilir.
Hiç kimsenin, kuralları keyfince yorumlama ve “kafasına göre
takılma” hakkı yoktur/olmamalıdır. Devrimciler, örgütlü yaşamın vaat ettiği özgürlüğü, bu türden fiillere indirgemez; insanlığın gerçek anlamda özgürleşmesi yolunda alınacak mesafeyi ve bu uğurda dövüşüyor olmanın verdiği onuru özgürlüğünün ölçütü sayar. Devrimci örgütlenmelerin önündeki
sürecin inişli çıkışlı ve risklerle dolu olması, uğranacak her zararı “mücadelenin doğası” ile açıklama eğilimini geliştirebilir.
Bu, bir çeşit “kara yazgı” koşullanmasını da besler. Gerçekte,
kendini zor koşullara göre yapılandıran örgütlenmeler, “yazgı”larını eline alır ve aldığı yaraları sarmayı, kayıpları kazanca
çevirmeyi, kendini yenilemeyi bilir.
Değişmeye ve gelişmeye açık, kendini yenileyebilen, üretken yapılar için mücadelede “sürpriz” yoktur/olmamalıdır.
Onlar, program hedeflerine öngörülen süreden önce ulaşır;
hareketli-dinamik yapısıyla az zamana çok şey sığdırır.
İllegalite,
Çalışma Tarzı İle Doğrudan İlintilidir
Uygulamada Ustalık Gerektirir
Genel olarak illegalite, düzen karşıtı siyasal yapıların en
önemli silahlarından biridir. Çalışma alanlarının özelliklerine göre biçimlenen ve iyi kullanılan illegalite, güçlü devlet
aygıtı karşısında devrimci örgütlenmelere çok büyük olanak57
Nasıl Yapmalı?
lar sağlar. Özellikle, hakim sınıfların egemenliklerini sürekli
olarak açık zora dayalı biçimde sürdürdükleri faşizm koşullarında illegalite yaşamsal özellik taşır.
Varolan yapıların sürekliliğinin sağlanabilmesi ve daha da
yetkinleştirilebilmesi, ancak bu yapılanmaların egemen sınıfların saldırılarından korunulabilmesi ile mümkündür. Bunun
da en önemli koşulu gizlilik ve illegalitedir. Ancak, tüm olumlu
ve yararlı yanlarının yanında, illegalitenin gerek kendi niteliğinden kaynaklanan gerekse yanlış uygulanışının sonucu ortaya çıkan bir dizi olumsuzlukları da vardır. İllegalite, siyasal
yapılanmaların genişlemesinin de önünde bir engel/ayak bağı
haline gelebilir. Geniş kitlelerle bütünleşmede önemli sorunlar
yaratabilir. Başarıyla uygulanabildiği ölçüde negatif etkilerini
en aza indirmek mümkün ise de, yanlış uygulamaların yaratabileceği sonuçlar, hiç de küçümsenecek boyutlarda değildir.
Uzun süren illegalite koşullarında, illegalitenin giderek bir
yaşam biçimine dönüştüğü görülmüştür. Gerekli önlemlerin
alınmadığı durumlarda; mücadelede bir araç olarak düşünülen illegalite, süreç içinde kadroların tüm yaşamlarını belirleyen bir nitelik kazanır. Topluma, insan ilişkilerine, devrimci
ilişkilere illegalite çerçevesinde bakmak illegalitenin gerekleri doğrultusunda davranmak yaygınlaşır. İnsanların özgür
gelişimini de önemli oranda kısıtlar. Özellikle aşırıya kaçan
illegalite, bu sorunların daha da ileri boyutlarda yaşanmasına, önemli kişilik sorunlarının ortaya çıkmasına yol açar. Bu
nedenle, illegalitenin hangi biçimlerde ve koşullarda kullanılacağı tereddüde yer bırakmayacak biçimde kavratılmalı
ve çalışma alanlarının özgül koşulları tarafından belirlendiği
gerçeğine dikkat çekilmelidir.
Katı bir illegalitenin uygulanmasının zorunlu olduğu alanlar yanında, yarı-illegal çalışmaların tercih edildiği alanlar da
olacaktır. Özellikle dar merkezi ilişkilerin ve kimi özel yapılanmaların, tam bir gizlilik ve illegalite içinde yürütülmesi
58
kaçınılmazdır. Kitle içindeki örgütlenmeleri sürdüren birimlerde, illegalitenin uygulanış biçimi esnetilebilir. Dar illegal
ilişkilerde özellikle kişilik gelişimini sağlıklı biçimde tamamlamış kadrolar tercih edilmeli, belirgin kişilik sorunları olan
ya da bu gelişimi tamamlamamış kadrolar uzun süreli illegal
ilişkilerden uzak tutulmalıdır. Uzun sürecek dar illegal ilişkilere, en nitelikli kadrolar getirilmelidir. Kadroların çalışma
alanları belirli aralıklarla değiştirilerek, her kadronun farklı
alanlardaki mücadelede deneyim kazanması sağlanmalıdır.
Bu yöntemle, aynı zamanda uzun süreli illegalite koşullarında
oluşacak olumsuzluklar da aşılabilir.
İllegaliteden anlaşılması gereken, devrimci görev ve ilişkilerin gizliliğidir. Yaşamın kendisini illegalleştirmek, insanları toplumdan uzak bir yaşam biçimine zorlamak tercih
edilmemelidir. Bu konuda, uzun yıllara yayılan tecrübelerden süzülerek oluşan birikim çok önemlidir. Özellikle kitle
içindeki çalışmalarda gizlilik kuralları titizlikle uygulanarak
kitlesel ilişkilerin sürekliliği sağlanmalıdır. Ancak, gizlilikte
aşırıya kaçılarak dikkat çekecek boyutlara vardırılmamalıdır.
Önemsiz konularda bile gösterilen aşırı gizlilik görüntüleri,
yarar yerine zarar da getirebilir.
İllegal Örgütlenmelerde Düşülen Başarısızlık
Bu Tarzı Reddetme Gerekçesi Yapılmamalıdır
“Bir adım ileri, iki adım geri... Bireylerin yaşamında, ulusların tarihinde ve partilerin gelişiminde böyle şeyler olur. Ama
devrimci sosyal-demokrasi ilkelerinin, proletarya örgütünün
ve parti disiplininin eninde-sonunda tam zafer kazanacağından bir an bile olsun kuşku duymak, alçaklığın en canicesi
olur.” (30)
İllegal bir örgütlenmenin geçirdiği bir başarısızlık, aldığı
bir polisiye darbe sonrasında bu tarza karşı bir bütün halinde
(30) Lenin, Bir Adım İleri İki Adım Geri, s:266
59
Nasıl Yapmalı?
kuşkuya düşmek ve çözümü legal araçlarda -açık çalışmadabulmak; ülkemizde görmeye alışık olduğumuz bir durumdur.
Ancak tartışma kabul etmez biçimde açıktır ki, devrim yapacak bir örgütlenmenin sürekliliğini sağlayabilmesi, gizlilik
yöntemlerine başvurmadan olanaksızdır.
İllegaliteyi, örgütlenmenin güvenceye alınmasının vazgeçilmez araçlarından biri olarak gören ve bu yöntemde ısrar eden
devrimcilerin; başarılar gibi başarısızlıklardan da süzerek biriktirdikleri bir “deneyimler hazinesi” söz konusudur. Bu sayede,
karşılaşılan en zorlu dönemeçlere dair çözüm üretebilme yetenekleri gelişir; ki, bu onlara “en iyi eğitilmiş polise” karşı dahi
üstünlük/avantaj sağlar. Sınıf kavgası, farklı biçim ve düzeylerde
sürerken; örgütlenme alanları da çeşitlilik gösterir. Legal olanla
illegal olanı, ihtiyaçlar bağlamında doğru saptamak ve birbiriyle
bir bütünün parçaları olarak ilişkilendirebilmek; amatörlükten
ustalığa geçişin akla ilk gelen ölçütlerinden biridir. Gerçekte
bunlar, kavganın kavranması ve uygulanması en zor olan boyutlarıdır. Kazanılmış yetilerin pratik içinde sınandığı durumlardır.
“Tarihsel açıdan bakıldığında, donatımın ilkelliği başlangıçta sadece kaçınılmaz değil, savaşçıların geniş katılımını
sağlamak için önkoşullardan biri olarak hatta haklıydı.” (31)
Lenin bu ifadeyi, amatörlüğe dikkat çekerken kullanmıştır.
Çalışmaların tam olarak oturmadığı, ama giderek yaygınlaştığı durumlarda bu ve buna benzer pek çok gelişmeye tanık olunur. Açıklık ile gizlilik arasındaki çizginin oluşumunda, irade
kadar objektif koşulların da rolü olur. Yaşamın ve kavganın
anlaşılır bir gerçekliği olarak kavranması gereken bu türden
durumlar, dönem dönem bir bocalama sebebi de olabilmektedir. İnsanlar, alışmadıkları gelişmelerle birden bire yüz yüze
kalınca, kendine güven tereddüdü de geçirebilir; ancak, aşılan
her engebe aynı zamanda amatörlüğün de aşılmasında alınmış
bir mesafe olarak kişilerin deneyim hanesine yerleşir. Ve kavgayı kavga içinde öğrenmiş dava insanlarının sayısı giderek
60
artmaya başlar. Aynı zamanda insanların zorluğu aşamayarak
geri düşmesi de mümkün olduğu için, bu türden aşamalarda
varolan yükü sırtlama ve moral değerleri canlı tutma çabaları
her zamankinden daha güçlü anlamlar kazanır.
Kavganın çeşitliliği gibi polisin uyguladığı yöntemlerde de
bir çeşitliliğe rastlamak mümkündür. Buna her biçimiyle hazırlıklı olunmalı; ama bu, paniğe ve evham yüklü duruşlara sebep
olmadan yapılmalıdır. Örneğin Lenin’in “(...) Polis, yerel hareketin daha öğrencilik yıllarında ‘gözden düşmüş’ tüm belli başlı
önderlerini tanıyordu ve elle tutulur bir suç delili elde etmek
için, çevrelerin gelişmesine ve yaygınlaşmasına kasten olanak
verdikten sonra, baskın için uygun bir an bekleniyordu. Çok iyi
tanıdığı bazı kimseleri ise polis ‘tohumluk’ olarak kullanıyordu” (32) biçiminde ifade ettiği durum, pek çok devrimci tarafından bilinir. Sonuçta, polis tarafından belirlenebilme olasılığı
sebebiyle yaygın çalışmalardan kaçınmak da, varolan tuzakları
hafife almak da doğru değildir. Önemli olan, meselenin içerdiği
tuzaklara rağmen kavgada ısrar etmek ve başarıyı zorlamaktır.
Hiç kimse, bulunduğu alanı ve karşılaştığı zorlukları/aksilikleri
bir “ilk” olarak değerlendirmemeli; hele ki, bir moral ve umut
zayıflamasına asla izin vermemelidir. Devrim deneylerinin hemen hepsinde, benzer gelişmelerin olduğu bilindiği oranda,
karşılaşılan olumsuzluklar daha sakin bir ruh haliyle değerlendirilecektir. Örneğin aşağıda aktaracağımız deneyim, sanıyoruz
ki, herkese tanıdık gelecektir.
“(...) Ciddi savaş eylemleri başlar başlamaz (ve savaş eylemleri aslında ta 1896 yazındaki grevlerle başlamıştı), savaş örgütümüzün eksiklikleri giderek daha güçlü hissedildi.
Hükümet ilk başta şaşkınlığa düşüp bir dizi hata yaptıktan
sonra (örneğin sosyalistlerin kötülüklerini anlatarak kamuoyuna başvurması, ya da işçilerin başkentten uzaklaştırılıp
(31) Lenin, Seçme Eserler, C:2 s:123-124
(32) age. s:123
61
Nasıl Yapmalı?
taşradaki sanayi merkezlerine sürülmesi) kendisini yeni savaş
koşullarına uydurdu ve eksiksiz donatılmış ajan-provokatör,
hafiye ve jandarma birliklerini doğru yerlerde mevzilendirmeyi öğrendi. Polis baskınları öylesine sıklaşmaya, o kadar
çok insanı kapsamaya, yerel çevreleri öylesine silip süpürmeye başladı ki, işçi kitlesi kelimenin tam anlamıyla bütün
önderlerini yitirdi, hareket inanılmaz derecede sallantılı bir
karaktere büründü ve sürekliliği ve birbiriyle ilişkisi olan bir
çalışma kesinlikle yapılamaz oldu. Yerel fonksiyonerlerin olağanüstü parçalanmışlığı, çevrelerin tesadüfi bileşimi, hazırlıksızlık ve teorik, politik ve örgütsel sorunlar alanındaki dar
bakış açısı, anlatılan koşulların kaçınılmaz sonucu oldu. Öyle
bir noktaya gelinmiştir ki, sebatsızlığımızdan ve konspirasyon
(gizlilik-YN) koşullarına uymadığımızdan işçiler aydınlara
karşı güvensizlik duymakta ve onlardan uzaklaşmaktadırlar:
Aydınlar, diyorlar, dikkatsizliklerinden ötürü çevrelerinin açığa çıkmasına neden oluyorlar!” (33)
Mücadelenin Sürekliliği
Ve Örgütsel Kalıcılık Başarı İçin Şarttır
“Barış”ın sözcük olarak çağrıştırdığı olumlu anlam, çoğu kez
“savaş” hakkında yapılan yanlış tartışmalara dayanak edilmektedir. Eğer “barış”, haksızlığa dayalı dengelerin verdiği çatışmasız görüntü üzerine kurulu ise, bu yanıltıcıdır ve gerçekte ortam;
potansiyel olarak bir savaş ortamıdır. Yüzyıllar boyu ezilen ve
gerek zihinsel, gerekse maddi araçlarla etki altına alınan insanın, edilgen/hak aramayan konumu anlaşılır bir durumdur.
Ancak devrimciler açısından anlamak, “olumlamak” anlamına
gelmez. Bir emekçinin ezilme konumunu ancak savaşla bozabilecek olması gerçekliği, soyut bir “barış” söylemi yerine, savaşarak kazanılmış bir özgürlüğü devrimcilerin gündemine sokar. “Sürekli ve demokratik barış isteyen herkes, hükümetler ile
burjuvaziye karşı, bir iç savaştan yana olmak zorundadır.” (34)
62
Kavga araçlarının çeşitliliği ve savaş sanatının ustalıkla yürütülmesindeki gereklilik, eldeki silahın her an ve her biçimde
patlatılması biçimindeki ölçüsüzlüğü önler. Ancak bu durum,
sınıf mücadelesindeki uzlaşmazlık fikri üzerinde değiştirici
bir etki yapmamalıdır. Tarihsel birikim göstermiştir ki sınıf
karşıtlığı, uzlaştırılamaz cinsten bir çatışma halinde varlık
gösterir. Bu gerçekliğin yadsınması, ezen tarafın konumunu
kalıcılaştırmaya hizmet eder.
Bu kavgada, nihai hedef bilinciyle hareket eden devrimciler, çeşitli araç ve yöntemleri kullanırken savaşın gerektirdiği
ciddiyetle hareket eder. Bunun, önemli ölçütlerinden biri de
mücadelenin sürekliliği ve örgütsel kalıcılıktır. Her an ve her
biçimde imha edilme, saldırıya uğrama veya örgütsel varlığın
dağıtılması olasılıklarıyla karşı karşıya olan devrimciler, önlem almak durumundadır. Bu önlemlerin alınmasını gereksiz
görmek veya saldırıya uğramamak için “kabul edilebilir” bir
seviyede hareket etmek; gerek yaşamın, gerekse marksist klasiklerin belki de en sık mahkum ettiği duruşlardan biridir.
“Sosyal-demokrat partiler her zaman ve her koşulda, yığınların örgütlenmesi ve sosyalizmin yayılması için en küçük
legal olanaktan yararlanmayı ihmal etmemekle birlikte, legal
çalışmanın kölesi olmaktan da kendilerini kurtarmalıdırlar.
Engels, iç savaşa ve burjuvazinin yasaları çiğnemesinden sonra bizim de yasaları çiğnememiz gereğine değinerek ‘ilk silahı
patlatan siz oldunuz bay burjuvalar!’ diye yazıyordu. İçinde
bulunduğumuz bunalımlar, burjuvazinin, bütün ülkelerde,
en özgür ülkelerde bile, yasaları ayaklar altına aldığını göstermektedir; devrimci savaşım yöntemlerini savunmak, tartışmak, değerlendirmek ve hazırlamak amacıyla bir illegal
örgüt kurulmaksızın yığınların devrime yöneltilmeleri olanaksızdır. (...) İngiltere’de, askerliğe karşı yazılar yayınladık(33) age. s:124
(34) Lenin, Sosyalizm ve Savaş, s:30
63
Nasıl Yapmalı?
ları için insanlar zindanlara atılmışlardır. İllegal propaganda
yöntemlerini kınamayı ve bununla legal basında alay etmeyi
sosyal-demokrat parti üyeliği ile bağdaşır saymak sosyalizme
ihanettir” (35)
Gözlerini gerçekliğe kapalı tutmayan ülkemiz devrimcileri
için, yukarıdaki alıntıya da ihtiyaç yok. Yıllardır “savaş politikanın başka araçlarla (yani şiddet araçlarıyla-bn) devamıdır”
(Clausewitz’den aktaran Lenin) görüşünü tüm çıplaklığıyla
kanıtlayan bir savaş günlük yaşantımızın bir parçası haline
gelmişken; örgütsel varlığını, bir bütün halinde savaş-dışı
alanlara taşıma gayretinin devrime hizmet ettiğini söylemek
olanaksızdır.
Nasıl Yapmalı?
Temel hak ve özgürlüklerin rafa kaldırıldığı, devlet terörünün kendini her alanda ve en açık biçimde hissettirdiği coğrafyalarda, devrimcilere düşen görevlerin önemi daha da artar; iradenin rolü büyür. Kendiliğinden akış içerisinde hemen
her şey, devletin tanıdığı çerçeve içerisinde bocalarken devrimcilerin rolü “yaraya neşter vurmak” gibi iradeci ve belirleyicidir. Eğitilecek olan kadro adayına kazandırılması gereken
niteliklerden, yetişmiş bir kadronun hareket alanına ve nasıl
korunması gerektiğine dek önemli meseleleri içeren “Nasıl
Yapmalı?” sorusu; ustaca ve profesyonelce yanıtlanmalıdır.
Enerjilerin en verimli biçimde ve en uygun alanlarda değerlendirilmesi, bir bütün halinde “zoru başaran” bir mekanizmaya olanak tanırken; teknolojinin gücü, devletin olanakları
ve uluslararası karşı-devrimin deneyimleriyle hareket eden
polise karşı da başarılı olabilme şansını verir. Çeşitli devrim
deneyimlerinde önderler dahil, en önemli kadroların tutsak
düşmesi veya katledilmesine tanık olunmuştur. Böyle bir ola(35) age. s:28-29, abç.
64
sılık, kavgada dengelerin devrimciler lehine değiştiği devrime yakın evrelerde de mümkün olabilecektir. Ama bu türden
örneklerin hiçbiri, devrimci yöntemlerin, polisiye yöntemler
karşısında üstünlüğünü kaybettiği, artık polis takibine karşı
koymanın olanaksız olduğu gibi bir sonuca vardırmaz/vardırmamalıdır.
Yeteneğin, üretkenlik ve yaratıcılıkla birleşerek sağlayacağı
avantajlar, devrimci bir iradenin, her türden liberal eğilimden
etkilenmeyecek sağlamlıktaki duruşu ile çok daha özel bir içerik kazanır. Böyle bir üstünlüğün tek başına teknolojiyle alt
edilemeyeceği bir gerçektir. Ancak, bir örgütün kendi iç bütünlüğünde ve gerekirlilikler karşısındaki kararlılığında zaaf
göstermesi, söz konusu avantajları, birden bire dezavantaja
çevirir. Diğer bir ifadeyle, diyebiliriz ki, bir örgüte karşı polisin başarısında, örgüt açısından içsel nedenler de aranmalıdır.
İllegalite anlayışındaki doğruluk kadar, iradeyi birimlere
ulaştıran iletim kanallarının açıklığı ve iç disiplin, vazgeçilmez gereklilikler arasındadır. Örgüt olma bilincinin asgari gerekliliklerinden biri de yön verici iradenin sakatlanmamasını
gözetmektir. Bulunulan birimde ve sahip olunan bilgilenme
ölçüsünde, merkezi bir karar, “ters” de gelebilir. Böyle durumlarda dahi, o birime düşen görev, örgütsel güven ve bağlılığı koruyabilmektir. Bu türden meselelerde konu edilebilecek
olan, “koyun olmak”, “robot olmak”, “iradeye ipotek konması”
gibi ikilemler, gerçekte devrimcilerin muhatap bile almaması
gereken yakıştırmalardır. Konumuzun içeriği gereği bu mesele üzerinde ayrıntılı durmayacağız. Ama diyebiliriz ki, devrimcilik, özgürleşmenin en mümkün biçimidir.
Bilgi alışverişini ve yetenek aktarımını kendi canlılığının
ve beslenmesinin gereği sayan bir örgütlenmede, merkezi
karar haline gelen her fikir içerisinde, gerçekte hemen tüm
unsurların rolü vardır. Bunları gözetmek, her yoldaşın azami
katılımı için çaba harcamak bir örgütlenme için kalite ve de65
vamlılık sebebidir. Kaldı ki bunlar, devrimci örgütlenmelerin
kendisine ait niteliklerdir ve yoldaşlar bu normların nasıl uygulanması gerektiğini, dışarıdan bakanlardan daha iyi bilirler.
Dikkatli incelenebilirse, bu konudaki negatif yakıştırmalarda,
Leninist örgütlenme tarzının asgari gereklerine dahi yabancı
olan; “illegalite”, “disiplin” gibi olguların kendisine bir bütün
halinde karşı duran bir anlayışın izleri görülecektir.
Benzer bir yanılgı da, profesyonelleştirme karşısında gösterilen “insanları üretimden uzaklaştırıyorsunuz” yaklaşımında
mevcuttur. İnsanın gizli kalmış yeteneklerini de açığa çıkaran
ve emek ile üretkenlik konusunda, başka bir alanla kıyaslanamayacak özellikler taşıyan devrimcilik için yapılabilecek
en son yakıştırma bu olmalıdır. “Ama siyasal bakımdan özgür
olan bir ülkede büyük çapta kendiliğinden olan şeyi, Rusya’da,
biz, bilinçli olarak ve sistemli bir biçimde örgütlerimizden
yararlanarak yapmalıyız. Azıcık yeteneği olan bir şeyler “vaat
eden” bir işçi ajitatörün günde on bir saat fabrikada çalışmasına izin verilmemelidir. Geçiminin parti tarafından sağlanmasını; zamanı gelince yeraltına geçebilmesini; eğer deneyimini
artıracaksa, görüş ufuklarını genişletecekse ve jandarmaya
karşı savaşımda hiç değilse birkaç yıl dayanabilecekse, eylem
yerini değiştirmesini biz sağlamalıyız.(...) Gerekli hazırlıktan
geçmiş ve eğitilmiş işçi devrimcilerden kuvvetlerimiz olduğu
zaman (ve elbette bütün öteki kollardan da), dünyadaki hiçbir
siyasal polis bunlarla baş edemez, çünkü bütün varlıklarıyla
devrime bağlı olan bu kuvvetler, işçi yığınlarının sonsuz güvenini kazanmış olacaklardır.” (36)
(36) Lenin, Ne Yapmalı? s:143, abç
66
Örgütlü İnsan İçin En Büyük Güvence
Örgüt Bütünlüğünün Kendisidir
Ç
arpışmanın en yoğun ve çok cepheli olanlarından biri de
ideolojik çarpışmadır. Proletarya ideolojisinin burjuva
ideolojisine olan üstünlüğü, her vakit ve her biçimde kolaylık sağlayan bir “doğru kalıplar dizisi” oluşturmaz. Herkesin
kendi gemisini yürütmeye çalıştığı bir bencillik ortamından;
kapitalizme ait öğelerin, insanların ruhunda konaklayacak
yataklar bulabildiği bir toplumdan, tek tek veya gruplar halinde kazanılan ve örgütlü yaşamın iyileştirici/geliştirici ışığını yudumlayan insanlar, aldıkları bu yeni besinin varlıkları
üzerindeki etkisini hızla görmeye başlarlar. Ancak bu, o güne
dek edinilmiş alışkanlıkların ve sahip olunan koşullanmaların
birdenbire aşılacağı veya kapitalist kuşatmanın etkisine karşı
insanın efsunlanacağı anlamına gelmez. Genel boyutlarıyla
ideolojik mücadele sürerken, örgütlenme içerisinde de bunun
“yansıma etkileri” sürer.
Örgütlü insan olmanın gerekleri kolay kazanılır gibi görünse de, gerçekte zorlu sınav yerlerinde/anlarında elde edilen sonuçlar, bunun böyle olmadığını, kimi özelliklerin kolay
aşılamadığını göstermiştir. Örneğin, örgüt içinde bir “arkadaş
grubu” yaratmak, kişisel ilişkiler oluşturmak ve giderek bunu
örgüt içinde, örgüte karşı bir direnç noktasına çevirmek, sıkça
rastlanan bir durumdur. Bu tür ilişkilerde, bireylerin birbirine
daha liberal davrandığı, kuralların çiğnenmesine göz yumulduğu ve herkesin her şeyi bildiği (birbiri ile konuştuğu) bir sı67
Nasıl Yapmalı?
ğınak hali oluşur. Her bireyin örgüte karşı sorumlu olduğu ve
savunma yükümlülüğü taşıdığı düşünülürse, bu türden “kapalı devre ilişkiler”in, örgütün yumuşak karnını oluşturduğu
ve çeşitli biçimlerde zarar verme potansiyeli taşıdığı görülür.
Mesele, kişinin kendini güvencede hissetmesi ise, gerçekte
bunun için de en büyük dayanak, örgüt bütünlüğünün kendisidir.
Bugüne dek karşılaşılmış örgütlü yaşam pratiklerini, kendi
süzgecinden geçiren ve bunun sonucunda elde ettiği verileri daha güçlü ve daha güzel bir duruşun doku ilmikleri haline getiren, hareketimizin yön verici mekanizması; yepyeni
bir tarzla şekillenmiş özel yoldaşlık ilişkilerinin doğumunu
mümkün kılmıştır. Bu tarz, onu kavrayan kişi ve birimleri
özel bir tutkalla birbirine kenetlerken ve farklı bir kavga kültürüyle devrimcilik bayrağına daha koyu ve daha renkli bir
içeriği nakşederken; bu yolda, tüm yaşamı güzel, tüm olasılıkları karşılanabilir kılmıştır.
Karşıdevrim fırtınasının kesintisiz biçimde hissedildiği
bir okyanusta, üstelik eksik aparatlı bir yelkenliyle ilerlemek,
adaya varma umudunu başlı başına zayıflatan bir faktördür.
Bunun yanında, sürece dahil olan her kişinin, ayakları üzerinde sağlam durmaya alışkın olmayan bir umuttan gıdalanmış
olduğu düşünülürse; umuda ve kendine güven olgusuna neden özel bir yatırım yaptığımız, daha iyi anlaşılır.
Devrimcilikte yaşam, içine dahil olunduğu andan itibaren
güzellikler sunmaya başlar. Farklı toplum kesimlerinde rastlanmayan yakınlaşmalar, ilişki çeşitliliği ve çokluğu, yaşam
içerisinde kendini daha etken kılmak, kader olarak bilinen olguların değiştirilebildiğine tanıklık vb. gelişmeler kişinin ufku
kadar heyecanını da arttırır. Ancak bu, birdenbire olmadığı
için, daha ufak kesitlerde, daha küçük mutluluklar etrafında
kenetlenmek mümkün olabilir. Kendine güveni geliştiren bir
aşılanma yapıldığı ve bunun harekete bütünüyle güveni ko68
şulladığı bilindiği halde, kendine “arkadaş grubu” biçiminde
daha dar güvenceler arayanlar olur. Bu, azla yetinme alışkanlığının devrimcilikte yansıyan biçimlerinden biridir.
İnsanlarımız, içinden geldikleri sistemin, kendi etraflarında ördüğü “görünmez kabuğu” birdenbire kıramadığı için,
sonsuzluk oksijenini solumak ve daha büyük başarıları ve
mutlulukları yakalamak yerine, “küçük” olanları ile yetinebilirler. Örgüt içerisinde bir çeşit “koloni” oluşturulur ve bu,
özelde diğer birimlere genelde hareketin kendisine karşı bir
“korunma alanı”na dönüşür. Hiçbir şeyin gizli olmadığı, her
şeyin konuşulduğu ve bir çeşit “kader ortaklığı” yapılan bu
alanda, aşırı bir hoşgörü de dikkat çeker. Ve giderek, harekete rağmen kendi hukukunu oluşturur. Bu tür gelişmeler gibi
farklı olasılıkları da dikkate alan hareketimiz, örgütlenmeyi
oluşturan tüm bireyler arasında -birbirini tanımayanlar da
dahil- gözle görünmeyen ama çok güçlü olarak örülmüş bir
bağın oluşumuna özel bir önem vermiştir. Davaya bağlılığın
özelleşmiş biçimi olan bu bağ, aynı zamanda örgüt içerisinde didişmenin, aşındırıcı faktörler ekmenin önüne geçen ve
kardeşleşmenin en üst biçimini mümkün kılan bir bağdır. İşte
böyle bir bağla kenetlenmiş olan ilişkilerin oluşturduğu “aile”,
hareketimizin en olgun seviyeye ulaşmış biçimidir. Bu, elbette ki bir zaman ve emek işidir. Bunun için öncelikle, bireyin
örgütle olan ilişkisi, sevgi ve güven temeli üzerinde oturmalıdır. Hiçbir gelişme karşısında ilişkiler, “olacağı buydu!”, “ya
gördünüz mü?” biçiminde didişme örnekleri sergilememeli;
tarzımız, her zaman sahiplenme ve yapıcılık yönünde rol almak olmalıdır. Örgütün iyi tanındığı ve kimlik gereklerinin
içselleştiği durumlarda oluşacak ciddiyet, gerek kavga anında,
gerekse de değerlendirmelerde kendini gösterir.
Harekete güven, soyut bir olgu değildir. Böyle bir atmosferden beslenen her kişi, hem kendine hem de harekete güvenin
nedenleriyle tanışır. “Bizler, hareketi oluşturuyoruz; hareket,
69
Nasıl Yapmalı?
her birimizin şahsında varlık göstermektedir” bilinciyle hareket edenler, kendilerini dışarda tuttukları bir güven tartışmasına girmezler. Bu tür tartışmalar, bugüne dek aşılmış olması
gereken bir alışkanlığın ve darlaştırıcı bir kavrayışın ürünüdür. Bizim hareket kültürümüz; tek başımıza kaldığımızda
dahi, sarsılmamış bir güvenle, örgütlülükte ve kavgada ısrarı
gerektirir.
Örgütsel çatı altında bulunmanın ve hareketimizin özgün
gıdasını doğrudan alma şansına sahip olmanın önemine, her
yoldaşımız belirli oranlarda tanıklık etmiş ve hatta bizatihi
yaşamış ise de; alışkanlıkların yanıltıcı etkisi sebebiyle, kimi
yoldaşlarımızın, nasıl bir hareket tarafından kucaklandıkları
ve bunun nasıl bir şans oluşturduğu ne yazık ki yeterli önemde algılanamayabiliyor.
Gericiliğin oluşturduğu güçlü vakum tarafından emilmemenin bile, başlı başına bir şans olduğu ülkemizde; örgütsüz
kalmanın, üzerindeki koruyucu zırhı kaldırıp atmak ve her
türden saldırıya açık hale gelmek demek olduğu, pek çok örnekle kanıtlanmıştır. Bu türden tercih yapanların, çok kısa
sürede başkalaşarak, devrimcilerle mesafeyi büyütmüş bir
kimlikle ortaya çıkmaları bir tesadüf değildir. Karşıdevrimin
oluşturduğu, ama devrimcilere uzanabilme şansı olmayan rezerv güçlerin de hedefi haline gelen “korunmasız kişi” için,
bir çeşit intihardan söz etmek abartılı olmayacaktır.
Hareketimizin çatısı altında bulunan her kişinin, uymakla
yükümlü olduğu normlar vardır. Bu normlar, izlenmekte olan
yöntemin kendisine ve hareketin sahip olduğu genel duruşa duyulan güven sebebiyle esnetilebilmekte ve uyumsuzluk
halindeki öznelere belirli bir fırsat verilmektedir. Ancak, bu
fırsat değerlendirilmediğinde ve giderek bir istismara dönüştüğünde; aynı normlar, yakaya yapışan ve hesap soran bir ölçü
işlevi görür.
Özellikle belirtme ihtiyacı duyuyoruz ki, gözlediğimiz za70
aflar ve disiplinsizlik örnekleri karşısında, hareketimizce takınılan hoşgörü bir çeşit göz yumma veya yöntemde liberalizm
değildir. Aksine, sahip olduğumuz değerlerin aşındırılması
olasılığı, en tavizsiz yanımızı harekete geçirir. Uygulamakta
olduğumuz tarz, ilişkilere hakim kılmaya çalıştığımız kalite, doğru anlaşılmalıdır. Biz iddialıyız; bu nedenle ısrarlıyız.
Yoldaşlığın, kardeşleşmede bir zirve noktası olduğunu ve o
zirvede buluşanların, güneşi kıskandıracak bir sıcaklıkla birbirine sarılacağını kanıtlayacağız. Hoşgörümüzün kaynağında bu öngörü yatıyor. Kendi zeminimizde bulunduğu halde,
bu kucaklaşmanın tadına henüz varmamış yoldaşlarımızın
olduğunu biliyoruz. Onları ne denli heyecan verici olgularla
tanıştırsak da belirli bir süre için, farkımızın yeterince algılanamayacağını ve yoldaşlarımızın, örgütsüz dönemden kalma
alışkanlıklarla hareket edeceğini de biliyoruz. Bunları, hep beraber aşacağız. Kendisine hoşgörü ile yaklaştığımız hiçbir yoldaşımız, bu durumu kendine özgü bir muafiyet/bir lüks veya
sahip olduğu bir kişisel hak olarak görmemelidir. Hele ki kendisine gösterilen hoşgörüyü, başkasına göstermeme; başkası
söz konusu olunca sekterleşme yoluna asla gidilmemelidir.
Uygulanan yöntemlerin hiçbirinde kişisel bir boyut yoktur.
Özellikle, herhangi bir “hata veya yanlış” karşısında bağışlanan yoldaşlarımız; bunun nedenleri üzerine kafa yormalıdır.
Bu tür meselelerin, yaratılmak istenen kültüre varma yolunda
sadece bir “kabahat” olduğu görülür ve bundan gerekli sonuçlar çıkarılabilirse; şimdiye dek neden bu denli esnek ve kapsayıcı olunmaya çalışıldığı daha iyi anlaşılır. Kendisine hoşgörülü davranıldığında bundan memnuniyet duymak; ama
başkası söz konusu olduğunda aynı hoşgörü uygulamasına
karşı çıkmak, ya sürecin anlaşılmadığını ya da sürece yakışık
düşmeyen bir kimliğe sahip olunduğunu gösterir.
Sürece karakterini veren şekillenmenin, içinde ilerlediğimiz yolun kolay oluşmadığı bilinmeli ve sahip olunan ör71
gütsel kimliğe yakışan bir duruş sergilenmelidir. Bunun için,
hareketimizin bir ışık demeti halinde içimize dolan aydınlığı ile ayağa kalkmalı ve işe, kendi kendimize uyguladığımız
“devrimcilik testi” ile başlamalıyız. Kişinin eksiklerini kendine itiraf etmesi, kendiyle barışının ilk adımıdır. Eksikleri
kabullenmek özsaygıyı zayıflatmaz. Aksine, kendini aşmanın
koşullarını yaratacak olması itibarıyla, kendine güveni ve özsaygıyı güçlendirici etki yapar. Kendini aldatmak ile başkasını
aldatmak arasındaki çizgi oldukça incedir. Bu nedenle aldatma fiilinden tümüyle uzak durulmalıdır. Başkasını kandırmayı becersek dahi, yüreğimizin aynasına yansıyan görüntülerin oluşturduğu iç utanç, bizleri gerçek bir huzura her zaman
muhtaç kılacaktır.
“Eğer insanın iç dünyası ile onun çevresindeki dünya arasındaki uyuşmazlık çok büyürse, onun bir süre durup kendi
kendisine, ‘Eğer kendime bile itiraf etmekten utandığım düşüncelerim varsa, ben nasıl bir adamım?’ diye sorma zamanı
gelmiştir.” (37)
(37) Selam! Yaşam Ateşi, Nikolai Ostrovski, s:94
72
Yöntemde Ustalık,
Kavgada Başarı İçin Şarttır
M
arksizm, çevirisi yapılıp önümüze konmuş, sayısı belli
kitaplar toplamından ibaret değildir. Eğer böyle olsaydı,
Marksist olmak, çok daha fazla sayıda insana nasip olurdu.
Marksizm’i doğru okuyabilmek başlı başına bir yöntemi gerektirir; ama bu, Marksist olmak için yeterli bir yol değildir.
Bilgiyi kitaptan taşırken -adeta- avuçlayarak almak, yarardan
çok zarar getirir. Zorlu dönemeçleri uğrak edinerek gelişen teorik düşüncenin, hazıra konma şansını doğurduğu sanısı bir
yanılgıdır. Bilginin gelişip şekil alması gibi, edinilmesi de belirli uğraşları gerektirir. Hiçbir Marksist’in hazır bilgiye konma şansı yoktur; çünkü, Marksizm “hazır bilgi” değildir. Hele
ki eklektizm ve belirli bir ilkeden yoksunluk biçiminde dışa
vuran bir yöntem dahilinde araştırma tembelliği, Marksizm’le
hiç de barışık olmayan bir özelliktir.
Marksizm, “Devrimci teori olmadan, devrimci hareket olamaz” (38) der; ama “pratik, ilk veridir” diyen de Marksizm’dir.
Bu nedenle tarihsel diyalektiğin bize sunduğu “nimet”leri,
içerdikleri teorik ve pratik bileşenlerin bütünleyiciliğini kavrayarak edinmek gerekiyor. Devredilenin hakkını verebiliyorsa eğer, en son gelişen hareket, en avantajlı hareket sayılır
(Yaşça eski bir hareketin bağrında taşıdığı tecrübe ve birikimi
tartışma konusu etmiyoruz). Buradaki avantaj, vaktinde pahalıya mal olmuş deneyimlerden yararlanabilme ve eskiden
(38) Lenin, Ne Yapmalı, s:32
73
Nasıl Yapmalı?
kaçınılmaz gibi görünen yanılgılardan kaçınabilme şansıdır.
Eğer Marksizm hazinesine, kavganın ihtiyaçlarını karşılamak için değil de, çeşitli nedenlerle oluşmuş ve gelişmeye
ayak bağı teşkil eden olguları savunmak üzere başvuruluyorsa, -belki- “uygun” alıntılar bulunacaktır; ama katledilen
asıl olarak Marksizm’in kendisi olacaktır. Örneğin, insanların
“çok az bir teorik eğitimle, hatta hiç eğitilmeden, hareketin
pratik önemi ve pratik başarıları yüzünden” harekete katılmış
olduğu bir durumda Raboçeye Dyelo’nun Marks’tan yaptığı
“ileriye doğru atılan her adım, her gerçek ilerleme, bir düzine programdan daha önemlidir.” biçimindeki aktarma için,
Lenin şunları söyler: “Teorik kargaşalık döneminde bu sözcükleri yinelemek tıpkı bir cenazede yaslılara ‘gözünüz aydın!’
demeye benzer. Üstelik Marx’ın bu sözleri, içerisinde ilkelerin
formülasyonundaki seçmeciliği şiddetle mahkum ettiği Gotha
programı konusunda yazdığı mektuptan alınmıştır.” (39)
Bir hareket ne denli ortak bir yürüyüş ise de, her hareketin
kadroları içerisinde, bu yürüyüşün önünde yer alanlar vardır.
Önde yürüyenlerin omzuna, çoğu kez, kaldırabileceklerinin
bir miktar üzerinde bir yük biner. Gerçekte bu durum, devrimciliğin kendi doğasında vardır. Çünkü devrimcilik zaten
bir çeşit önde yürümektir. Bunun hakkını verenler; kendilerini kavga hattının önemli yerlerinde bulurlar ve mücadelenin hiç eksik olmayan “sürpriz”leri ile boğuşmada büyürken,
daha da zorlu kavgaların teorik ve pratik silahlarını kuşanırlar. Önderlik, bu türden yetilerin biçimlendirdiği bir sıfattır.
Önderlik sıfatını böyle bir yoldan geçerek kazananlar için,
Lenin’in sözünü ettiği ödevi gerçekleştirmek zor olmayacaktır.
“Önderlerin ödevi, özellikle, bütün teorik sorunlar üzerinde giderek daha çok bilgi edinmek, günü geçmiş dünya
görüşlerinin geleneksel lakırdılarının etkisinden kendilerini
giderek daha çok kurtarmak ve sosyalizmin bir bilim duru74
muna geldiğinden bu yana, bir bilim olarak yürütülmek, yani
irdelenmek istediğini hiç mi hiç unutmamak olacaktır.” (40)
İşte Devrimci Yolculuğun normları, bu bilinçle ve yıllara
yayılan teorik ve pratik birikimin içinden damıtılarak oluşturulmuştur.
Bir şeyin doğrusunu yapmak/bulmak gerektiğinde devrimcilerin elinin altında, onlara Devrimci Yol’u göstermeye hazır,
hazine zenginliğinde bir yöntem vardır. Gerek yazılı kaynaklar,
gerekse taşıyıcı özneler üzerinden yürüyen deneyim birikimi,
müthiş bir zenginliktir. Bunun doğru kullanılabilmesinin yolları da aynı birikimin içeriğinde gizlidir. Bir Devrimci Yolcunun
sahip olması gereken öncelikli niteliklerden biri de, yönteme ulaşma, bilgiyi edinme yolunda tembelliğe düşmemektir.
Gelişmeleri, nedenleri ile beraber açıklayabilmek, hem doğru
tutum alma imkanını verir, hem de olumsuz gelişmeler karşısında duyguları öne çıkaran ölçüsüz tavır alışları önler.
Devrimciler, attıkları adımları gerekçeleme güçlüğü çekmemelidir. İçselleşmiş bir devrimci kimliğin gereği olan doğru
bir duruş için, açıklanamayacak hiçbir ayrıntı yoktur. Kayıplar
gibi kazanımları da, “felaket”ler gibi sevinçleri de açıklamak;
istikrarlı bir yol alabilmenin önemli koşuludur. Devrimci zeminlerde yoğunlaşan katılımlara seviniyor, “dökülme”lere ise
anlam veremiyor ve sadece üzülüyorsak, kavrayışta bir eksiklik var demektir.
Devrimcilerin yaşam tüzüğünün, hareket disiplini ve ilkelerinin olmasında bir terslik yoktur. Terslik, bu olguların içini
dolduran neden-sonuç ilişkisini kuramayıp; “ilke”, “onur” gibi
kavramların oluşturduğu ağırlığa sığınmaktır. Şeref, haysiyet
ve onur aynı anlama gelen kelimelerdir ve bunlara çok sık başvurulduğu bilinir. Gerektiğinde elbette ki başvurulacaktır ve
bu konudaki direnç, ölümüne olmalıdır. Ancak, her vesileyle
(39) Ne Yapmalı? s:31
(40) Engels’ten aktaran Lenin, Ne Yapmalı?, s:34-35
75
Nasıl Yapmalı?
ilke ve onur kavramlarına sığınmak, giderek bu kavramları ve
ardındaki içeriği aşındırır. Önemli olan, neyi, ne için yaptığını bilmektir. Kavganın amansız biçimler aldığı ve yoğunlaşarak sürdüğü ülkemizde, öncünün rehberliğinde oluşturulan
YOL’da yürümek, bu YOL’un gereklerini el titremez bir kararlılıkla yerine getirmek; aynı zamanda verilen mesajları doğru
anlamakla mümkündür.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi mesele, teori veya pratik
üzerine yapılacak bir önem tartışmasına indirgenmemelidir. Bizlere niteliğini veren, koşullar karşısında en uygun ve
gerekli duruşu tayin edebilme yeteneğidir. Bu, aynı zamanda Devrimci Yolculuğun ayırt edici özelliklerindendir. Bir
Devrimci Yolcu “eylem yapmak yanlıştır” demez. “Fazla eylem yapmayalım” da demez. Eylem koşulları yoksa “şimdilik
eylem koşulları yok; bir an önce bu koşullar yaratılmalı ve
uygun düşecek tarzda eylemler geliştirilmeli” diye düşünür.
Diktatörlüğün, 24 saatini halka karşı kullanır duruma geldiği
bugünkü koşullarda, gerçekte her dakikada bir eylem yapmanın gerekliliği vardır. Bu gereklilik, koşullarla bağlantı içinde
değerlendirilir. Çünkü koşulları dikkate almamak da Devrimci
Yolculuğa uymayan bir tarzdır. Örneğin polisin, alana çıkılacak noktalarda yoğun hazırlığının olduğu saptanmış ve bunun zarar verebileceği kanaatine varılmış olsun. Bu noktada
yapılması gereken şey; buna rağmen ve hangi önlemler alınarak sokağa çıkılabileceğinin saptanmasıdır. Bu saptama sonucunda, geçici olarak “çıkmama” kararı da alınabilir; ancak bu
kararın, edilgenliği besleyici bir etkide bulunmaması için özel
bir çaba harcanmalıdır. Çünkü Devrimci Yolcular, geriye çekilirken de örgütlü çekilir ve süreci, daha güçlü biçimde ileri
fırlamak için bir hazırlık biçiminde değerlendirirler.
Yoldaşlarımızın üzerinde kafa yorması gereken meselelerden biri de ölçülülüktür. Devrimciler, kantarın topuzuyla hırçın biçimde oynamazlar. Kontrollü bir el, topuzu uygun bir
76
şekilde, en doğru yere çeker. Burada sahip olunması gereken
ölçünün en ideal norma ulaşması, hareketimizin verdiği gıdadan doğru biçimde beslenebilmekle mümkündür. “Eylem
yapılmalıdır” diyen de hareketimizdir; “Gözlerimi kaparım
vazifemi yaparım, edilgenliğine düşülmemelidir” diyen de...
Bunların bir çelişki değil, bir tarzın bileşenleri olduğunu kavramak ve hayata geçirebilmek, aynı zamanda bir Devrimci
Yolculuk testidir. Bu testten tüm yoldaşlarımızın başarıyla geçeceğine inanıyoruz.
Doğru Kavranmış Bir Yöntem
Örgütün Kimyasını Düzenler
Ve Yoldaşlaşmayı Güçlendirir
Bir tek örgütte veya çeşitli örgütlerden oluşan yapılarda politika üretme, uygulama ve sonuç alma konusundaki potansiyel kapasitenin harekete geçirilebilmesi için örgütsel uyum
şarttır. Örgütsel zaaflar, tek tek militanlar üzerindeki disiplini
ve varolan enerjiyi kullanabilme verimini düşürürken; aynı
etkenler, yönetici organların politika üretimine ve taktik hesaplarına negatif etkide bulunur. O güne kadar ki eylem çizgisini, alınmış olan sonuçları ve mevcut kadroların enerjisini
yoğunlaştırabilme yeteneğini dikkate alan ve bu öğelerin, geliştirilecek hareket tarzı üzerinde etkide bulunmasına olanak
tanıyan yönetici mekanizmalar, söz konusu olumsuzlukların
etkisi sebebiyle gerekli verimi gösteremezler.
Koşulları çok iyi tahlil eden ve gerekli müdahaleleri doğru
biçimde tanımlayan bir öncü, örgütsel yetersizlikler karşısında,
harekete geçme tercihini erteleme/geciktirme yoluna gidebilir.
Çeşitli dönemlerde harekete geçen ve siyasallaşma eğilimi
gösteren kitlelerde, yükselen dalgayı tutabilmek, gelişmesine
olanak tanımak ve yenileri için çaba harcamak siyasal örgütlenmeler için zorunlu bir görevdir. Kitlelerin durumunu
dikkate almayan ezbere fiiller ve hazır politika biçimleri ile
77
Nasıl Yapmalı?
yetinilmeyecekse; bir devrimci hareket için kitlelerden gelen
sinyalleri doğru çözümlemek ve gereklerini yerine getirmek
büyük önem taşır.
Devrimci bir örgütlenme, karşılaşılan köklü veya konjonktürel değişimleri, yaratıcı bir üretkenlikle karşılayabilmelidir.
Birimlerin, merkezi politikaları kavrayarak kendi alanlarına
indirgeyebilmesi ne denli önemli ise, ani gelişmeler karşısında
bu politikaların özünden sapmadan çözüm geliştirebilmek de
o denli önemlidir. Birimler, ısmarlama fiillerle yetinemezler.
Özellikle, kavganın her zaman şiddetli geçtiği ve soluklanma
fırsatının pek olmadığı bizim gibi ülkelerde birimlere inisiyatif tanıyabilmek çok önemlidir. Devrimci bir yapılanma için
söz konusu işleyiş, bir yetkinleşme/olgunlaşma belirtisi olarak
değerlendirilmelidir. Ülkenin dört bir yanında, ne örgütlenmenin kendisinin ne de kavganın ritminin aynı olma olasılığı
yoktur. Bu sebeple, yerel olanın özgünlüğünü dikkate alabilme esnekliği, merkezi yapılar için bir kalite ölçütüdür.
Birimlerde “hata yapabilme hakkı” iki kenarı keskin bir bıçak gibidir. Hareketin ve gelişmenin koşullarından biri olan
yerel inisiyatif ne denli önemliyse, merkezi politikaların ana
doğrultusunu bozucu/frenleyici etkide bulunmamak da o derece önemlidir. Bu sebeple hareketin merkezi politikalarını
kavrama ve kavratma işine özel bir önem verilmelidir.
“Öncü, rolünü oynayabilmek, kitlelerin enerjisini güçlendirebilmek ve kanalize edebilmek için taktik çizgisini bu kitleler içine yayma yeteneğine sahip olmalıdır. Bu da, bu çizginin
önceden tüm militanlar tarafından özümsenmesini gerektirir.
Ama militanların dışarıda kolektif bir iradenin etkili üyeleri
olarak hareket edebilmeleri için, tek bir yönetimin, militanların arasındaki sağlam uyumu güvence altına alması yetmez;
militanların devrimci yükseliş dönemlerinde genellikle çok
hızlı gerçekleşen politik yönelişlerdeki değişimleri de çok hızlı
bir biçimde kavrayabilmeleri gerekir.” (41)
78
Varolan bir örgütün devamlılığını sağlamak bile, başlı başına güç olan ve özel yetenekler gerektiren bir olaydır. Ancak,
örgütün olmadığı bir yerde bir örgüt kurma hazırlığı yapmak
ve bunun gereklerini yerine getirerek sonuçlandırmak, çok
daha zordur ve hatta son derece çeşitli yüklerle baş başa kalma
olasılığı nedeniyle de özel bir “cesaret” gerektirir. Hemen tüm
örgütlerde, bu “cesaret anı”nın özneleri sonraki süreçlere dek
sarkan çalışmaları ve fiziki varlıklarıyla örgütün güvencesi
olurlar. Bunlar, hareketin taşıyıcı unsurlarıdır ve Gramsci’nin
bir tanımından hareketle benzetme yapmak gerekirse, hareketin subaylarıdırlar. “(...) aslında bir orduyu eğitmek subaylar yetiştirmekten daha kolaydır. Eğer yeterli subaylar yoksa
oluşturulmuş bir ordu yok edilir; oysa aralarında birleşmiş,
düşünce birliğine varmış bir subay grubunun varlığı hiçbir
şeyin bulunmadığı bir yerde bile bir ordu ortaya çıkarmakta
gecikmez.” (42)
Bu tür süreçlerin kendine has ölçüleri ve değerler karşısında hassasiyeti söz konusudur. Moncada Kışlası baskını sonrasındaki yenilgi ortamında bile Castro, hareketin bağımsızlığına ve taşıdığı değerlerin korunmasına özel olarak işaret
eder. “(...) 26’sından önce, 26’sında ve 26’sından sonra yalnız
başımıza mücadele etmek zorunda kaldık. Şimdi lekesiz bir
ideali temsil ediyoruz ve yarının bayraktarları olma hakkına
sahibiz. Reşitlik hakkımızı bir kap mercimeğe satamayız.” (43)
Castro’ya böyle bir uyarıyı yaptıran şey, bir yoldaşının, silah
elde etmek amacıyla başka partilerin yöneticileri ile bir anlaşma yapılabileceği biçimindeki düşüncesidir.
Pratikte sınanmış ve gerekli güveni vermiş kadroların önemi konusunda da Castro şunları söyler:
“26 Temmuz öncesinde edinilmiş deneylere dayanarak,
(41) Latin Amerika Solu Kendini Sorguluyor, M.Harnecker, s:181-182
(42) A.Gramsci, aktaran M.H. age. s:187
(43) Castro’nun Melba Hernandez’e mektubundan
79
Nasıl Yapmalı?
kendini kanıtlamış ve güvenilebilecek bir tek gencin bin taneye bedel olduğunu sana garanti edebilirim; belki de işin en zor
ve uzun kısmı, bu kaliteli gençleri bulup onları hazırlamaktır; çünkü onların başlangıçtaki varlığı belirleyici bir atılım
sağlar.” (44) Hiçbir örgütlenme, kurulur kurulmaz, kavganın
çeşitli ihtiyaçlarına cevap veren bir olgunluk seviyesinde olmaz. Teknik olanakların, pratik deneylerin, moral değerlerin
biriktirildiği süreçler hareketi giderek olgunlaştırır ve duruşundaki sağlamlığı pekiştirir. Genel boyutlarıyla birtakım
normların ve üzerinde ortaklaşılmış değerler bütünlüğünün
bulunmasına rağmen, hareketin tarihine onurlu fiiller olarak
yazdırılacak her direniş örneği, her fedakarca tutum; hareketin bütününü pozitif yönde değiştirici bir etkide bulunacaktır.
Birimler toplamı olan hareket, aynı zamanda bireyler toplamıdır da. Bu nedenle, atılacak olumlu veya olumsuz her adımın
dikkate alınması, harekete karşı sorumluluğun bir gereğidir.
Unutulmamalıdır ki hareket, değerlerimizin somutlanmış
ifadesidir. Her birimizin varlığındaki anlam, harekette bina
edilmiş değerlere ve ilişkiler ağına birer taş daha ekleyebildikçe
artacaktır. Hareketin çimentosu, bugüne dek yarattığı değerlerdir. Varolan duruşu kavrayamamak, bir eksiklik ise de problemli bir duruşun ifadesi değildir; ancak, kavrayışsızlık halini
süreklileştirmek ve bunu harekete mal etmek, elbette ki problemli bir duruştur. Yoldaşlıkta ısrar, uyumda ısrar ve aşındırıcı
her türlü etkiye karşı kenetlenmek bizlerin tarzı olmalıdır.
Birimlerde Somutlanmış Merkezi Politika
Hareketin Güvencesidir
Merkezi politikanın birimler dahilinde karşılık bulması ve
iletişimin sağlıklı biçimlerde yürümesi, devrimci bir örgütün
başarısı için şarttır. Buna rağmen, iletim kanallarının şeklinden, çokluğuna kadar pek çok faktör, her zaman istenen
(44) Castro’dan Luis Conte Agüero’ya, aktaran, M.H. s:195, abç
80
verimliliğin oluşmasını önleyebilmektedir. Hareketimizin
duruşundaki iddia, çok daha büyük problemlerle baş edebilme üzerine kurulu olsa da, salt farklılığımız nedeniyle bile,
temenni edilen mesafeyi almakta gecikebiliyoruz. Biz, Türkiye
coğrafyasına yeni bir tohum ekiyoruz. Bu ekinin hasadının
gecikeceğini ve kazanımlar konusunda, belirli bir süre muğlak görüntülerin oluşacağını biliyoruz. Çeşitli vesilelerle daha
önce de belirttiğimiz gibi biz, 1990’ların başındaki tasfiyeci
gelişmeler karşısında, demiri tersine bükmeye kalkışırken,
kaç kişi olduğumuzun ve neleri yitireceğimizin hesabını yapmadık. Çünkü bu bir onur sorunuydu. Bedeli ne olursa olsun,
Devrimci Yol’u koruyacak, yaşatacak ve ileriye taşıyacaktık.
Ancak, tüm yoldaşlarımızın bildiği gibi Devrimci Yol, bir isim
değil, bir kimlikti ve bu kimliğin bilgilerini kavganın bugünkü
ihtiyaçlarına göre doldurmak kolay değildi.
İnanıyoruz ki, ortaya koyduğumuz perspektif, bugüne dek
-bizi eksik anlayanlar dahil- hemen tüm yoldaşlarımızı, bulundukları mekanlarda örnek/saygın bir duruşa taşımıştır.
Hele ki bu sürecin henüz bir çeşit “başlangıç” niteliği taşıdığı
ve mevcut olanaksızlıklar nedeniyle, istenen verimin alınamadığı düşünülürse; doğal olarak sürecin geleceği için heyecan verici düşler kurulacaktır.
Dostun da düşmanın da bildiği gibi Devrimci Yol, onu
hazırlayan süreçler bir tarafa bırakılsa bile, 37 yıllık koca bir
tarihe sahiptir. Bu tarihin kazanımlarını, yaşamın diyalektiği içinde öğrenen ve bugüne taşıyan kadrolarımızın varlığı,
hareketimizi avantajlı kılmıştır. Öyle ki, gerek kapitalizmin
gerekse de sosyalizme dair dinamiklerin oluşturduğu kafa
bulandırıcı yansımalar karşısında, hareketimiz bir kez olsun
bocalamamış ve her seferinde, dünyadaki ve ülkedeki her gelişmeyi, gecikmesiz biçimde yanıtlamıştır.
Doğaldır ki bu birikim, örgütsel meseleler konusunda da
özel bir hat izlemeyi ve varolan imkanları en verimli biçim81
Nasıl Yapmalı?
de kullanmayı beraberinde getirdi. Bugüne dek yapılan her
değerlendirme, kurulan her ilişki ve örgüt içinde verilen her
mesaj böyle bir iradenin gerekleri dahilinde gerçekleşmiştir.
Basit veya önemsiz gibi görünen bir düzenlemede bile, arka
planda özel amaçlar güdülebilmekte ve bir satrancın, sonraki hamleleri gözetilmektedir. Bu nedenle, ne denli iyi niyetli
olursa olsun, hareketimizin bu konudaki iradesini zayıflatıcı
her adım, akla gelmeyecek düzeyde zararlar verebilme potansiyelini taşır. Dikkate alınmak durumunda olunan devrimci
gereklilikler gibi, yoldaşça gereklilikler olduğu bilinmeli ve bu
konuda tavizsiz bir hassasiyet gösterilmelidir.
Devrimci Hareket’te birimler arasındaki doğru orantı, merkezi irade tarafından kurulur. Bu aynı zamanda, sorumlulukların paylaşılmasının da tanımıdır. Tek tek her yoldaşın ve birimin özgünlüğünü, hareketin genel çıkarlarıyla dengeleyerek
çözen bir politik ustalık, aynı zamanda devrimci bir örgütlenmenin zorunlu nitelikleri arasında yer alır. Ancak, bunun
karşılığında, her birimin ve yoldaşın harekete karşı sorumlulukları vardır. Bunlar, azami bir dikkatle yerine getirilmelidir.
Kullanılacak üslupta bile belirli bir seviyeyi gözetme zorunluluğu, bu sorumluluklardan sadece biridir. Hareketimizin
öngördüğü ve önemli boyutlarda içselleştirdiği yoldaşlık kültürü, devrimci dostlarla ilişkilerde de bir saygınlığı ve güveni
gerekli kılmaktadır. Devrimciliğin bir onur olduğu ve adeta
ateş altında yürütüldüğü ülkemizde, devrimci olan her örgüte
karşı bizlerin sorumluluğu vardır. Bu, aynı zamanda örgütler arası hukukun ve geleneklerin tanımını gerektirir. Bugüne
dek hareketimizin yazılı ve sözlü olarak ortaya koyduğu devrimci yaşam kültüründe, -bırakalım yoldaşları- diğer devrimci dostlara karşı bile haksızlık, güvensizlik vb. durumların yaşanmaması gerektiği üzerine özel vurgular yapılmıştır.
Bizler, bulunduğumuz her alanda, herhangi bir devrimci örgüt için yapılan spekülasyonlara itibar etmiyor ve
82
“Devrimciler böyle şeyler yapmaz.” diyerek hem uyarıyor,
hem de devrimci dostlarımızı önyargısız biçimde sahipleniyoruz. Doğaldır ki, böyle bir kültürün üreticisi olan hareketimizin her üyesinde, bu kültür çok daha güçlü biçimde karşılık
bulmalıdır; bulmaktadır da... Ancak, tüm bu güzelliklere rağmen; ilişkilerdeki yaygınlık, yenilik ve elde olmayan kimi engelleyici faktörler sebebiyle, her an, her yerde istenen sonuçlar
elde edilemeyebiliyor. Her yoldaşımızın, kendi kimliği çerçevesinde tanımlanmış bir değeri ve özgünlüğü vardır. Buna
rağmen bilinir ki, devrimci ilişkilerde, ölçü alınması gereken,
bireyler değil işlevlerdir. Her bireyle, hareketin verdiği işleve
göre ilişki kurulur. Bu, bireyin kendisinden çok, hareketin
kendisine güvendir. Herhangi bir sorun çıktığında, başvurulması gereken, yine hareketin kendisidir. Böyle durumlarda,
kırıcı üsluplara başvurmak, kuşku ve güvensizlik ifade eden
kavramları kolaylıkla kullanmak, sonradan tamiri mümkün
de olsa; kişinin kendisini yaralar ve harekete zarar verir.
Bir hareketin, sağlıklı işleyiş gerekleri içerisinde bireysel sorumluluk ve insiyatif de önemlidir; ancak bu, merkezi
iradenin bütünü kapsayan varlığı önüne çıkarılmamalıdır.
Hareketin çok yönlü ve çok alanlı duruşuna biçim verirken
ortaya çıkan ihtiyaçlar, bir birimin ihtiyaçları ile kıyaslanmayacak büyüklüktedir. Doğru araçları uygun zaman ve mekanlarda devreye sokmak ve sonuçta kullanılan tüm araçların
sağladığı toplam kazanımı aynı potaya akıtabilmek, örgüt olmanın gereğidir. Tek başına ve sadece kendi kendini tanımlayan sınırlar içerisinde doğru olmak, bir örgütsel yapının geneli ifade eden iradesi içerisinde tanımlanan doğruluk ölçeği
ile uyuşmaz. Uzun vadeli hesaplar yapan bir hareketin ortaya
koyacağı kimi prensip ve hassasiyetler bazen, meseleye vakıf
olamayanlar için, basit ve hatta gereksiz gelebilir. Ancak, bu
tür kurallara karşı liberal davranışların faturasının ağır olduğu, pratiğin pek çok durağında defalarca kanıtlanmıştır.
83
Bilinmelidir ki, hareketin herhangi bir organında meydana
gelebilecek damar sertliğinin sebep olacağı dolaşım bozukluğu, bünyenin sağlığını bir bütün halinde tehlikeye sokar.
Harekete karşı sorumluluk bilinci, gerek birimler, gerekse de
organlar toplamı için bir güvenlik sigortasıdır. Bu bilinç, mutlaka diri tutulmalıdır. Devrimci Yolculuk, zor günlerde belli
olur.
Tüm imkanları; deneyim, birikim ve yetenekleri aynı potaya akıtabilmek, örgüt olmanın gereğidir. Tek başına ve sadece
kendi kendini tanımlayan sınırlar içerisinde doğru olmak, bir
örgütsel yapının geneli ifade eden iradesi içerisinde tanımlanan doğruluk ölçeği ile uyuşmaz.
Uzun vadeli hesaplar yapan bir hareketin ortaya koyacağı
kimi prensip ve hassasiyetler bazen, meseleye vakıf olamayanlar için, basit ve hatta gereksiz gelebilir. Ancak, bu tür kurallara karşı liberal davranışların faturasının ağır olduğu, pratiğin
pek çok durağında defalarca kanıtlanmıştır.
84
Yoldaşlık ve Kimlik Gerekleri
Y
oldaş dediğin, yalnızca kardeş, ana veya sevgili değildir.
Bütün bu nitelikleri bağrında taşıyan ve bütünleşmenin
öznesidir.
Bugün birbirine en yakın olması gereken kişiler/kesimler
arasında bile, temenni edilen uyumun yakalanamaması, yaygın biçimde rastlanan bir sorundur. Eşler, yoldaşlar, aynı hücrede kalan tutsaklar, ilişkinin devamını zora sokacak boyutta
tartışmalar/gerginlikler yaşayabiliyor. Bunun, kapitalizmin ve
dolayısıyla yabancılaşma denen zehrin, ilişkilere sızmasının
önlenememesi olarak okunması, abartılı olmaz. Ne var ki bu
okuma, çözüm için yeterli değildir. Sorunun varlığının saptanması, neden-sonuç ilişkisi bağlamında bir değerlendirme ve
çözüm üretme eşliğinde yapılmalıdır. Yoksa, fotoğraf çekilmiş
olmakla kalınır. Yoldaşlık söz konusu olduğunda, çözümde de,
gelecek ufkunda da, çok özel açılı bir perspektif çizebilmeli, özgürlük öngörülü bu ilişkilenme biçimi. İlişkide kalite ve zenginliği güvenceye alacak nitelik, kimliğin bizzat kendisinde içkindir. Buna rağmen, kapitalizmin ilişkilere şu veya bu oranda
yansıyan negatif etkisi, yoldaşların birbiriyle ilişkisinde bir çeşit
“pozitif ayrımcılık” önkabulü ile hareket etmesini gerektiriyor. Bu, aynı zamanda pozitif bir önlemdir; çeşitli nedenlerle
gündeme gelebilecek “istenmeyen sonuçlar”ın ortaya çıkışını
sınırlar; kişinin her fiilde ruhsal itkilerle değil, kimlik gereklerini anımsayarak hareket etmesine yardımcı olur.
85
Nasıl Yapmalı?
Tüm yoldaşların birbiriyle her temasında, karşılıklı olarak,
pozitif ayrımcılık refleksiyle (bir diğerini gözetme önceliğiyle) hareket etmesi, gizli bir enerjiyi açığa çıkaracak; bir sinerji
oluşturacaktır. Elbette bunun öncelikli/temel güvencesi, kimlik tanımında içerilmiş olan nitelikler ve ilkeler bütünüdür.
Ne var ki, kapitalizmin hemen her iklimde kendini hissettiren
ve ilişkilerde “kış etkisi” yaratan niteliklerinin, ruhsal grafik
ve dolayısıyla tutum ve davranışlar üzerinde negatif etkiye
sebep olmasının önlenmesi, sanıldığından da zordur. Çünkü,
insan ilişkilerindeki dışavurum, iç içe geçmiş pek çok nedene dayanmaktadır. Devrimci kimlik, bu kimlikle işlevlenip
ilişkilerin bir yerlerinde konum almak, başlı başına bir değer
ve saygınlık sebebi ise de, söz konusu nedenleri doğru analiz
edip çözüm geliştirmek için mutlak bir yeterlilik değildir.
Yoldaşa karşı pozitif ayrımcılık, taşınan eksikliklerin veya
dışsal etkilenmelerin olumsuz sonuçlar doğurması yerine,
yoldaşlık ilişkilerinin gönül gönüle değerek ve kişiye imkan
vererek doğruya en yakın çözümü üretmesine yardımcı olacaktır. Tabii, “yoldaştan yoldaşa pozitif ayrımcılık” ilkesi de,
diğer tüm değer ve ilkeler gibi, taşıdığı önem, buna neden
ihtiyaç duyulduğu ve nasıl uygulanacağı bağlamında ayrıntılı
biçimde ele alınmalı; ezberlenmesi değil, önemsenerek kavranması sağlanmalıdır.
Bilindiği gibi, kadına uygulanan pozitif ayrımcılık, kimi
yerlerde “eş başkan” olması, kotadan yararlandırılması gibi biçimsel sayılabilecek düzenleme ve önlemlerle sınırlı kalmaktadır. Bizlerin kastettiği ise, devrimci niteliğin yaşamın tüm
ayrıntılarına sinmesine yardımcı olacak bir “içsel uyaran”ın
diri tutulmasıdır. Yoksa, kimlik gereklerinin, yaşamın tüm ayrıntılarına sinmesi, çok daha kapsamlı neden-sonuç ilişkileri
içinde düşünülmelidir. Sonuçta, amaçlanan nitelik içselleştiğinde doğal bir işleyişe/reflekse dönüşecek ve birbirini yıpratma olasılığı, yerini birbirini anlamaya, tamamlama ve sa86
hiplenmeye bırakacaktır. Gerçekte bu, bir nitelik sıçramasıdır.
Böyle bir sıçrama, sadece özel kimi örneklerde yoldaşının yükünü azaltmaya değil, kimileri için henüz ufukta bile görünmeyen sosyalizmi bugünden yaşamaya imkan verir. Büyüyen
ufuk ve yaşamda içselleşen devrimci değerlerin ilişkilere kazandırdığı kalite, gönülleri de, gönüllerde yoldaşlara ayrılan
yeri de büyütür. Bu, fizikten kimyaya kadar ilişkide öyle bir
niteliktir ki, yol ayrımına gidilen yoldaşların bile gönüllerdeki
odalarını boşaltmak zor olur; uzun zaman alır.
Ben yoldaşça bütünleşmeyi hep böyle bildim.
Gidende kendim de gittim, eksildim.
İncinende incindim
Bugün yanımızda olmayanları bile,
Bir kalemde silmedim
Gönlümdeki odalarını boşaltmadım
Budur benim sosyalizm anlayışım
Bütün bir toplumu kapsayacaksa eğer ufkumuz,
Kişiselleşmemeli dağarcığımız.
Ve Hz Eyüp’le anılan sınırları da aştığını göstermeli sabrımız.
Yoldaşlık,
Bütüne de Parçaya da Aşkla Katılımdır
Bu, Hafife Alınarak Ulaşılabilecek
Bir Nitelik Değildir
Gerçekten değişmek ve değiştirmek isteyen insanın mücadelesi, öncelikle ve en kesintisiz biçimde kendiyle olmalıdır.
Bugün örgütsel ilişkilerde yaşanan en büyük sorun, kişilerin devrimcilik öncesi nitelik ve alışkanlıklarıyla hareket etmesinin önlenememesidir. Hele bir de yeterli bir politikleşme
ve kadrolaşma gerçekleşmemişse; herkes her şeyden anlıyormuş ve sorumluymuş gibi davranmakta, sonuçta da devrimci
çalışmanın ihtiyaçları değil, kişilerin işlev ve yorum farkları
87
Nasıl Yapmalı?
öne çıkmakta; bir karşı karşıya geliş yaşanmaktadır.
Aşk için yapılan bir tanımdır; tarafları, o güne dek yükselttikleri maddi ve ruhsal duvarları kaldırır ve sevdiğini, engelsiz
biçimde içine alır. Bu bütünleşme, karşılıklıdır. Oluşan aritmetik bir toplam değil, bir sentezdir. Ortada iki ayrı “ben” değil, “biz” vardır. “Ben”lerden vazgeçilmemiştir; ama, yeni bileşim, yeni ve daha ileri bir “ben”dir/kişiliktir. İşte yoldaşlık, bu
bağlamda birbirine aşkla katılımdır. Böyle bir ilişkide birbirinin yerine yük almak, bir fedakarlık gösterisi değil, ilişkinin
doğal seyri içinde gerçekleşen ve tadı da anlamı da bağrında
taşıyan bir niteliktir.
Kimi devrimci yapıların, işleyişte samimiyet ve güven yerine, tüzükte ve disiplinde katılaşmaları, genellikle birincisini başaramamaları sebebiyledir. Bu, yaşamı bir bütün halinde paylaşma ve birbirini çoğaltma iddiasıyla bir araya gelen
“çift”lerin bulaşık, çamaşır gibi basit işleri bile sıraya sokmasından ve bu konudaki disiplini, tartışma ve gerginliğe taşımasından çok farklı değildir. Kaldı ki örgütsel ilişki, çok daha
karmaşık ve zorludur. Aynı anda pek çok veriyi dikkate almayı gerektirir. Örneğin ilişkilerde bir sorun yaşandığında,
yapılması gereken, haklılık oranını ölçmek değil (bu kişiselleştirme olur) “bu sonucun doğmaması için başka ne yapabilirdim?” biçiminde kafa yormak ve tekrarını önleyecek biçimde çözmek üzere rol almaktır. Bunun dışında, kişi ne denli
haklı olursa olsun, ilişkileri bozucu/soğutucu yönde atılan
hemen tüm adımlar özneldir; hareketin değil, kişinin ihtiyacıdır ve genellikle devrimcilik öncesi yaşamdan öğrenilmiştir.
Disiplinin; şirket yaşamından, askerlikten, okul veya aileden
öğrenilenin harmanlanmış biçimi olarak gündeme gelmesi ve
tüzüğün; bir güvenceden çok bir tehdide dönüşmesi, devrimci
yargılamaların bile öznellik kokması, biraz da bu nedenledir.
Yoldaşlar arasında kuşku, öznellik, kişiselleşmiş yakınlık
veya mesafeler gibi, öfke de ilişkide bozucu rol oynar. Dikkat
88
edilirse, örneğin bir yoldaşın ilişkiler dışına çıkarılması çoğu
kez öfke eşliğinde değil, bir kayıp hissiyle ve üzüntüyle yapılmaktadır.
Sanıldığının aksine, geçmişte öğrenilenle devrimcileşme
sürecinin gerekleri, her an ve uygulamada karşı karşıya gelmez; söz konusu süreçler, birbirinden bıçakla keser gibi ayrılmaz. Ama kişi, devrimci saflara katılmış olsa da, kendisiyle
mücadelesinin bitmediğini, yaşadığı her sorunda anımsamalı
ve öncelikle kendini gözden geçirmelidir. Yoldaşlara karşı pozitif ayrımcılığın gereklerinden biri de budur.
Yanlış yerden birbirine değiyor insanlar
Ve çoğu kez iletişime, negatif elektrik eşliğinde giriyorlar. Yargılamayı, anlamanın bir adım önüne koyuyor,
Birbirini farklar üzerinden tanımlıyorlar.
Kucaklarken de iterken de küçücük sebepler üzerinde
Oturuyor ilişkiler.
Gerçekte ne iklimin ne de bilimin gereğidir,
Kavgaya ve ayrışmaya bu boyuttaki eğilim
Aksine, içselleşmiş kapitalizmin marifetidir,
İlişkilere hakim olması gerilimin
Halbuki, gelecek gibi mucizeler de İnsanın ellerindedir.
Ve gerçekte budur önümüzde duran öncelikli devrim
Hemen her insanın bir diğeriyle çatışacak veya uyuşup ısıtacak yanları vardır. Bunlardan hangisi gerçekleşirse, o öne çıkar
ve çoğu kez ilişki, söz konusu yansıma üzerinden tanımlanır.
Bu türden “kısa devre tanımlar”ın dışına çıkılabilen ilişkilerin
olduğu zeminler çok azdır. O zeminleri, subjektivizme teslim
olmamış, yöntemli insanların temsil ettiğini söyleyebiliriz.
Toplumun büyük çoğunluğu, kolay yargılayıp kolay mahkum eden bir eğilim içindedir. Sevdasını içten ve tutarlı bi89
Nasıl Yapmalı?
çimde yaşayan bir insanı, girdiği hemen her karşı cins ilişkisinde kıskançlık denetimiyle yormak da, bir devrimciyi sahip
olduğu normların tam zıddı olan ölçekler içinde bir tartışmaya
çekmek de bu kapsamda değerlendirilebilir. Köklü dostluklarda bile, ilk olumsuz sinyalde, yanlış başlayan bir tartışmanın
yapay alevine kapılarak sırt dönmek, hem kalıcı dostlukların
devamını sakatlıyor, hem de çoğu kez insanları hak etmedikleri bir muhataplık durumuna düşürüyor.
Einstein’in “karşılaştığınız sorunları, o sorunları yarattığınız
düşünce düzleminde çözemezsiniz” biçiminde bir saptaması vardır. Bunu, bir aforizma olarak çok kişi alıp kullanmakta,
önem vermektedir. Ama, gereğini yerine getirmek, yani, yaşanan her sorunda, haklı da olunsa, zeminin dışına çıkıp bakabilmek (düzlem değiştirmek), sanıldığından da zordur. Ve sözde
benimsense de çoğu kez ihmal edilen bir durumdur.
İnsanın ağrı, acı veya özel hazlar dışında vücudunu unutması, hissetmemesi, “güvenli liman”lar dışındaki hemen her
ortama mesafeli durması, yaygın bir eğilimdir. Bu tür eğilimleri yenmek/değiştirmek, kişinin kendine iradi müdahalesini gerektirir. İrade ve yaratıcılık ise, kişinin gündemine
kendiliğinden giren olgular değildir. Halbuki insan, kesintisiz bir keşfetme haline uygun, ucu açık potansiyeller toplamıdır. Ne var ki, çok az sayıda insanın dışında kalabildiği
egemen yönlendirme, hem “gelişim-değişim ve yaratıcılık”
kapasitesini sınırlar, hem de bir an gelir, adeta “bu kadar yeter” der gibi “tamamlanma” (!) haline sokar. Bir doktorun,
rutin işlerinin esiri haline gelip, tüm öğrenme-araştırma ve
yenilenme etkinliklerinden uzaklaşması veya bir öğretmenin, belirli bir heyecan, tad ve gelişim aşamasından sonra,
öğrencilere her yıl aynı notları tutturmaya başlaması gibi,
hayatın hemen her alanında, belirli bir dirence sahip olan
insanların dahi, sistemin mıknatısına (çekim gücüne) yenik
düştüğü görülür.
90
Halbuki yaşama, iç içe geçmiş sayısız zirve içkindir. Zirveler
ise, doğası gereği hazıra konulan veya kolay ulaşılan değil, bol
yokuşlu yollardan gidilen ufuklardır. Bir yemek bile, harcanan
emek ve gösterilen özen oranında tad, kalite ve estetik kazanır.
Bir kitap iki ayrı kişi tarafından çok farklı tadlarla okunabilir
veya aynı kişi, söz konusu kitabı, iki ayrı ruh halinde, birbirinden farklı üretimlere konu edebilir. Tam da bu bağlamda
diyebiliriz ki:
İnsanın alıştığına yapışması;
Mutluluğu, ilk tadın tekrarıyla sınırlaması,
Bir çeşit evcilleşmedir.
Halbuki, bilinmeyen kapıları aralamak
Veya bilineni derinleştirmek,
Keşfin ve güzelleşme yolunda
Mesafe alabilmenin dinamikleridir
Bilinçli emek, insanı diğer canlılardan ayıran
En temel niteliktir.
Örgütlü yapılar dahil yaşamı anlamlı kılma, gerçekliğe zorlu yollardan da olsa ulaşma amacı taşıyan tüm kişi ve
oluşumların ortak özelliği, bir final/zirve tarifi yapmasıdır.
Devrimcilerin farkı, o anı ulaşılmaz, mistik bir ışığa, yaşamı da bu ışık için bir bedel sürecine çevirmek yerine; bir nihai amaç tarifi yapsa da o niteliğin bugüne izdüşürülmesini
mümkün ve gerekli görmesidir.
Devrimciler, varolan sistemin adeta tersini panzehiriyle
birlikte alternatifini öngördüğü için; bu planlama, an dahil
geleceğin de neden-sonuç ilişkisi içinde irdelenmesini gerektirir. Bu durum devrimcilere, olguların nedenlerini bilmenin
verdiği bir sakinlik ve hoşgörü kazandırır. Hatta, bir yanıyla
da budur bizim özelliğimiz.
91
Nasıl Yapmalı?
Potansiyelimizde daha fazlası varken biz,
Çoğu kez ilişkilerimizi alışkanlıklarımızla öreriz.
Ve daha yüksek olan “çekme” potansiyeline rağmen
birbirimizi iteriz.
Sürekli bir imtihan yeri gibi görürüz
Bulunduğumuz zemini
ve ilişkilerimizi.
Bu nedenle çok sert ve acımasız ikilemlere sokup
Kolay yargılayabiliyoruz en yakınımızdakini.
Halbuki tam tersini gerektirir,
İnsanın kimliğine ılık bir iklim gibi yerleşen
Devrimciliğin kapasitesi.
Kum Tanesinde Evreni Çözümleyebilmektir
Bizim Yöntemimiz
Biz, “genel”den kopuk değilsek de, aramızdaki farkları ve
sahip olduğumuz avantajları anımsayarak güne başlamalıyız.
Böyle başlayınca, en umutsuz anlarda bile, kişi kendi iç potansiyeliyle barışır, görünenden öte güç ve imkanlarla planlama
yapma şansını arttırır. Böyle bir yöntem, kendini oyalama ve
telkin olarak görülmemelidir. Aksine, insanın kendi içinde ve
imkan hazinesinde bir keşiftir. Bir andan sonra kişiyi, hemen
her olguya doğru yerden değdirir. Bu bağlamda, yukarıda tanımını yaptığımız farkımızı ve gözlem açısını, farklı toplumsal özneleri de içine alacak boyutlara taşımak, eksiklerimizi de
avantajlarımızı da görmek açısından yararlı olacaktır.
Hayat, herkesin okumaya çalıştığı bir kitaptır
Ama insanların büyük çoğunluğu önsözü bitirip,
Asıl konuya gelemez.
Ya okumanın ya da anlamanın gereğini yerine getiremez.
Böylece kitapta ilerleyemez ve sonuçta okumaktan
92
(gerçekte anlamlı yaşamaktan) vazgeçer
Bu, bir çeşit ölümdür.
İnsanın 20’sinde ölüp 80’inde gömülmesi böyle bir şeydir.
Ve işin acı yanı, sanıldığından da öte yaygındır.
Hemen herkesin fikri ve ruhsal dünyasında öznellik,
Gerekliliğin bir adım önündedir.
Tembellik ise, insanın potansiyel enerjisine ve üretkenliğine
Bağlanmış bir taş gibidir
Yerinde saymaya veya aşağı düşmeye sebeptir.
Bir andan sonra insan, bencillik eksenli üretir.
Bu, yapılar için bile böyledir.
Yanlış döşemişse temel taşlarını
Ve ben eksenli kurgulamışsa
Bakış açısını;
En kolektif söylemi bile örgütsel ben aynasında kırar.
Çünkü onun için tüm yollar kendine çıkar.
Gerçekte insanın ilgileri, hüzünleri, espri ve refleksleri, kültür ve değerlerinden kopuk değildir. Bu, kişi için olduğu gibi
yapı için de geçerlidir. Hatta, amaçlanan davranış normları ve
değerler içselleştirilemediği oranda, katı bir yasak ve disiplin, kapitalizmin yabancılaştırıcı etkisinden korunma adına,
en ağırlıklı nitelik halini alır. Böyle soğuk bir iklim ve işleyiş
içinde, insanlığın öngörebildiği en sıcak ilişki biçimi (sosyalizmin gerekleri) verilmeye çalışılır. Tabii, mücadele edilene,
deyim yerindeyse “silinmek” istenene karşı uygulanan hoyratlık, “yazılmak” istenende de (amaçlananan da) göze çarpar.
Sosyalizmin gülümseyen kültürü, kapitalizmin asık suratlı
kabına dökülmüş gibidir. Sonuçta ne o olunur, ne öteki. Ve iç
ilişkilerin dokunulmazlığı gereği, bu konuda bir yapı diğerine müdahale etmese de, hemen her konuda parçanın bütünü
etkilediği bir gerçektir. Çözüm üretiminin şu veya bu aşamasında sağlanabilecek karşılıklı birikim aktarımı, böyle bir so93
Nasıl Yapmalı?
runun geriletilmesinde önemli rol oynar.
Bilinir ki, kapitalizmin kuşatması altında devrimciliğin gerekleri, iç içe geçmiş güçlükler içerir. Bu, teşhisi de tedavisi
de bir kişinin (ve hatta kimi durumlarda bir yapının) bilgi ve
imkanlarıyla aşılamayacak denli kapsamlı bir konudur.
Bir devrimcinin herşeyden anlaması, bilimsel olarak mümkün değildir. Hatta tersine, çeşitli nedenlerle, muhatap olduğu ilişkilerin ihtiyacı olan pek çok cevaptan habersiz olması
mümkündür. Böyle bir olasılık, tercihten öte bir araya gelişlerin yaşandığı hapishanelerde çok daha fazladır. Bu gerçeklik
dikkate alınmadığında, değerin değersizlik, inceliğin hoyratlık, bilginin bilgisizlik kucağına (ve de insafına) terkedilmesi
hiç de zayıf bir olasılık değildir. Bu tür alanlarda, devrimci
kimliğin öncelikli niteliğinin fark koymak değil, çözüm üretmek olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Karşılaşılan hemen her
sorun, nihai hedefin büyüklüğünü ve büyüleyiciliğini anımsayan bir ruh halinin sakinleştiriciliği eşliğinde ele alınabilmelidir. Çünkü devrimcilik, her gün biraz daha büyüyen güçlüklerle yüzyüzedir. Ve sınırlı bir biçimde de olsa, devrimcilik,
tecrübesizliğin insafına terkedilemeyecek bir niteliktir.
Özellikle toplumun/insanın yeniden biçimlendirilmesi işi,
devrimciliğin en zorlu ve kişisel niyetlere bırakılamayacak
denli önemli boyutlarından biridir. Yapılan projelerin ve konulan kuralların doğruluğunun tartışmalı olması bir yana,
uygulanan yöntem, çoğu kez etkinliği amaçtan uzaklaştırabilmektedir. Algıyı derinleştirmek, psikolojik etki yaratmak,
moral-motivasyon grafiğini yukarı çekmek vb. konular; uygulayıcıdan muhataba ve koşullara kadar çeşitli nedenlerle
farklı sonuçlar verebilecek konulardır; adeta, her öznenin
eline verilmemesi gereken, hassas araçlardır. Bu hassasiyet
dikkate alınmadığında, kendine cevap olamayanın, başkasına
cevap olmasını beklemek gibi çelişmeli bir duruma düşülebilir. Bu gerçeklik, örgütün gerçekten bir “örgü” olabilmesinin
94
ve toplam birikiminin an’a taşınabilmesinin ne denli önemli olduğuna işarettir. Özetle, tekrarlamak gerekirse, örgütsel
işleyiş, günlük akla, iş yaşamından vb. alanlardan edinilmiş,
doğruluğu tartışmalı yöntem ve araçlara bırakılmayacak denli
önemlidir. Tek başına öznellik bile, kişiyi örgütsel akışkanlığı
bozan bir direnç halkasına çevirebilir.
Geniş Bir Ufukluluktur Kimlik Menzilimiz;
Öğretmenin Eksiğini Öğrenciye Yüklemeye
İhtiyaç Duymayacak Denli Kapsayıcıdır Yöntemimiz
Konuya bir hikaye ile giriş yapalım: “Dağcı, hedeflediği doruğa öğle vakti varmış. Artık önündeki sınav, günbatımından
önce yeniden aşağıya, güvenli bir yere inmekmiş. İnerken güneşin de giderek alçalmakta olduğunu görüyormuş. Adımlarını
hızlandırmış, ama saatler birbirini izlerken gün ışığı sürekli
zayıflıyormuş. Güneş, ufkun ardında kaybolmaya yaklaşırken,
dağcı korkmaya başlamış, içinde bir sürü korku su yüzüne çıkmış. Aşağıya varamazsa yarı yolda kalacağını, çok tehlikeli bir
durumda kalacağını düşünmeye başlamış. Hatta belki düşer
ölürüm, diyormuş. Sonunda güneş batmış, dağcı kendini zifiri
karanlıkta bulmuş. Çaresizlik içinde, tutunacak bir yer aramış,
dağın kayalık yamacından uzanan bir dala tutunmuş. Geceyi
o dala asılarak geçirmiş. Korkudan donmuş durumdaymış.
Elini bıraktığı anda aşağıdaki kayalara düşüp parçalanacağına
inanıyormuş. Sabaha kadar bu kabus içinde yaşamış; katıksız
korkular içindeymiş. Ama sabahın ilk ışıkları belirdiğinde, dağcı gülmeye başlamış. Gözlerine inanamıyormuş. Korkuları bir
hayalden ibaretmiş. Durduğu yerin onbeş santim altında, basabileceği bir kaya çıkıntısı varmış. Karanlıkta onu göremediğini
şimdi farkediyormuş. Oysa gece on beş santim daha aşağıya
inmiş olsa, sabaha kadar hem daha güvende, hem de çok daha
rahat bir gece geçirebilirmiş. Korkuları dayanaksızmış.”
Martin Luther King’in “insanın gerçek ölçüsü, güven anla95
Nasıl Yapmalı?
rında değil, zorlu ve sorunlu anlarda nerede durduğudur” biçimindeki sözü, yukarıdaki hikayenin özeti gibidir. Buradaki,
“zorlu ve sorunlu” vurgusunu geniş bir bağlam içinde ele almak gerekiyor. Sadece yokluk, acı vb. değil; sinirlilik, sıkıntı
gibi haller de durulan yeri, gerçek kimliği veya en azından aşılamamış nitelikleri ele verir. Bu, spor dahil, sonradan öğrenilen hemen her nitelik, davranış vb. için geçerlidir; eğer içselleşmemişse, tüm olağanüstülüklerde yerini, eskisine bırakır.
Ve sanıldığının aksine, sinirlenince üslubun bozulmasından
çok daha öte bir kapsamı vardır. Kişinin harekete, kendi öznelliğini dayatarak direnmesi de hareketin taktik manevraları kendi ilkeleriyle çelişecek boyutlarda eğip bükmesi de bu
kapsamda değerlendirilebilecek sorunlardır. Örneğin, sorgu
süreçlerinde, tutsaklıkta, F tipi vb. sınırlanmış yaşam ortamlarında ortaya çıkan sorunlar, yeni kazanılan değil, var olan
ama bir şekilde örtük kalan niteliklerle ilintilidir. Gerçi hapishaneler, başlı başına bir özgünlük taşır, yine de mümkün
olduğu koşullarda, herkesin her sınavdan geçirildiği toptancı uygulamalar tercih edilmemelidir. Ancak, bu tür sınavlara girdikten sonra elde edilen sonuçlar, yok sayılmak yerine,
irdelenmek durumundadır. Bu tür veriler sistemin kişi üzerindeki etkisinin, günlük ilişkilerde görünmeyen yanlarıyla
yüzleşmek açısından önemli sonuçlar ortaya koyabilir.
Kaldı ki, toplumda, egemen ellerce gerçekleştirilen körleştirme ve köreltme operasyonlarından, hemen herkes nasibini
almaktadır. Yetenekler ve üretim kapasitesi gibi “görebilme”
kabiliyetinin de sınırlanması anlamına gelen bu operasyonlar,
insan (kişilik) imal etmeyi önüne amaç olarak koyan sistemler için adeta bir sektör (bir uzmanlık alanı) haline gelmiştir.
Toplumun büyük çoğunluğu, böyle bir sınırlanmışlığa tabi
olduğunun ayırdında olmadan yaşar. Onlara, “yaşam (ve de
senin potansiyellerin) görünenden çok daha fazla bir şeydir”
demenin, tek başına çokça bir rolü/anlamı yoktur. Çünkü
96
“körleşme” gerçekleşmiş, görebilme kabiliyeti sınırlanmış birine; adeta “uzağa ve daha açılı bak” demiş gibi olunuyor.
Rutin Denen Zincir
Sistem, insanların uyanışını bir de günlük zorunlulukların
oluşturduğu “rutin” ile önler. Aslında sistemin devamının en
büyük güvencesi budur; sessiz çoğunluk, “rutin” denen zincirle tutsak alınır. Onlar, “paket program” biçimindeki dünyalarının zorunlu gereklerini her sabah yeniden, binbir eziyetle yerine getirirken, aynı zamanda sistemin adeta bakımını
yapmakta; eskime, paslanma ve giderek dökülme olasılığının
önüne geçmektedir. Tabii tüm bu olumsuz koşullara ek olarak, bilinmek durumundadır ki kimse, “bak” demekle görmeye başlamıyor, “uyan” demekle ayağa kalkmıyor. Bu nedenle, diyebiliriz ki “toplumsal uyandırma”yı kendine bir görev
edinmiş olanların en büyük sorunu; var olanla amaçlanan
arasındaki boşluğu, çoğu kez ya yok sayması ya da yanlış doldurmasıdır. Bazen bu sorun, bu alanda kurumsallaşmış irade
tarafından doğru tanımlansa da, uygulayıcı öznelerin (bırakalım işin kadrosu olmasını) sorunun bir parçası/taşıyıcısı
olmaları sebebiyle, mesafe alınamamakta; alandaki eksiklerin
fotoğrafını çekip durumun ne denli vahim olduğu yönünde
bir yakınma dili geliştirmekten öteye gidilememektedir.
Hemen her yapıda rastlanan bir durumdur; hareket, sorunu doğru tanımlamış olsa dahi, uygulayıcı özne, kendi eksikliği oranında, o sahip olunan önermeleri, uygulama alanına
eksik aktarıyor; başarılı olamayınca da bir süre sonra, görevin
esiri olma bağlamında bir yabancılaşma yaşamaya başlıyor.
Tekrarların ortaya koyduğu başarısızlıkları, meşruiyet zemini yaparak, kendi yöntemini geliştiriyor ve genellikle bu tür
süreçler, kimlik tanımıyla pek de bağdaşmayan (disiplin adı
altında) kimi sınırlama ve önlemlerle sonuçlanıyor. Elbette
mesele, “disiplin” değildir. Hemen her işin bir disiplini vardır/
97
olmalıdır. Bizlerin kastettiği, bu olgunun hafife alınamayacak
denli kapsamlı olduğu ve bir olgunlaşma süreci gerektirdiğidir. Bu gerçeklik yok sayılarak, ortamımıza dahil olan her kişiden peşinen çok şey beklemek, karşılık alamayınca da hızla
yaptırımlara sarılmak, öğretmenin eksiğini öğrenciye yüklemektir. Halbuki inanç gibi güven ve bağlılığın da öğretilebilir
olduğu ve bir gelişme/olgunlaşma süreci gerektirdiği bilinerek hareket edildiğinde, sonuçlardan yola çıkıp sorunlara günahkar aramak yerine, nedenlere inerek “günah”ları önlemek
mümkün hale gelir.
Devrimci Hareketler, ne bir spor kulübü ne de bir sınav
merkezidir. Devrimci mücadele zemini ise bir yarış pisti, hiç
değildir. Kapitalizm koşullarında yabancılaşmanın hemen her
ortama sızdığının bilincinde olarak söylüyoruz; disiplin, bir
korunma aracı ve hatta, kimliğin nitelik kazanması için gerekli olan içsel sağlamlaştırma olgusudur. Ne var ki yapının veya
yolgösterici kadronun, kendi eksiğini yaptırım ve disiplin
gerekleri ile telafi etme olasılığı da zayıf değildir. Bu nedenle
disiplin/yaptırım gibi olgular da devrimci bir kavrayış içinde
ele alınmalı; bir öğretme ve kişilik oluşturma yöntemi olarak
görülmemelidir. Mesele, kimlik gereklerinin ve yapılacak işlerin gerektirdiği disiplin ise; bu, zaten kimliğe içerilmiş olması
gereken bir niteliktir. Ve işlerin bir sevgi içinde yürütülmesine
engel değildir.
Devrimci İlişkilerde Yoldaşlığı Besleyen
Birleştirici Gerçek Öğe, İlkeler ve Dolayısıyla
Amaçtır; Bu Nedenle Duygusallığa Yer Olmaz
D
Yapay değilse kardeşlik ve değerlerimiz,
Birbirimizi görmesek de aynı kökleri öper,
Aynı besinlerle yaşama gülümser meyvelerimiz.
Biz yaşamı emeğiyle var eden
Ve birbirine en terli yerinden dokunan kuşağın
Dönem kardeşleriyiz.
Ne çıkara, ne gönül okşamalarına ne de ben açlığına
Feda edilemeyecek denli önemlidir ortak niteliklerimiz.
evrimci ilişkiler, arkadaş gruplarından, aile ilişkilerinden
çok farklı bir temel üzerine kurulur. Bu ilişkilerin tanımladığı duruş, bütünüyle gönüllü bir tercihe dayanır. Kardeşlikte bile zorlamalar, gönülsüzlükler vardır; yoldaşlıkta yoktur.
Sözünü ettiğimiz şey, tercihin niteliği ile ilintilidir.
Bu; hukuksuzluk, denetimsizlik anlamına gelmez. Ortak
olarak kabul edilen, hatta taşınan kimliğin ve başarının güvencesi sayılan ilkelere uyum için, elbette ki bir hukuk, bir denetim vardır/olmalıdır.
Yapılan işin önemi ve dolayısıyla güzelliği kavrandığında;
bu işin içinde olan tüm yoldaşlara duyulması gereken sevginin, niteliği de büyüklüğü de kavranır. Bunun ayırdına varmak, sahiplenmeyi beraberinde getirir. Kişi, çok sevdiği bir
şeyi ölümüne gözetir; ona zarar verenlere karşı tepkisi de sevgisi oranında büyür. Bunu yaparken, duygusal davranmayıp
gereken tavrı takınmak da devrimcilikte olgunlaşmış bir kimliğin gerekleri arasındadır.
Tüm siyasal yaşamı boyunca; ayrılıklarla, kamplaşmalarla;
sürtüşme, didişme ve entrikalarla mücadele etmek zorunda
kalan Lenin’in; ilişkilerde kişiselleştirici tutum ve tercihlerde
-en zor anlarda bile- bulunmaması, örnek bir kimlik olarak
anılmalı ve ondan öğrenmeye devam edilmelidir.
1908-1911 yılları arasında yaşanan parçalanma döneminde, Vperyod grubuna karşı yoğun mücadele yürüten Lenin,
98
99
Nasıl Yapmalı?
1912 Kasımı’nda Vperyod’cuların Pravda’da çalışma önerisinde bulunduklarını ve geri dönmek istediklerini Pravda’dan
öğrenir. Bu konuyla ilgili olarak Gorki’ye yazdığı mektup, her
yanıyla öğretici nitelikte bir metindir:
“Eğer... evet eğer, yazdığınız gibi, ‘Machizm, tanrı yapıcılığı ve buna benzer şeyler ebediyyen geçmişte kaldıysa, ‘Vperyot’cuların geriye dönmeleri üzerine duyduğunuz sevince
yürekten katılmaya hazırım. Eğer bu doğruysa, eğer ‘Vperyot’cular bunu anladılarsa ya da şimdi anlıyorlarsa, onların
geri gelmeleri karşısında duyduğunuz sevince yürekten katılıyorum. Ancak ‘eğer’ sözcüğünün altını çiziyorum, çünkü
bu şimdilik bir gerçek olmaktan çok bir dilektir... Bogdanov,
Bazarov, Volski (yarı Anarşist), Lunaçarski ve Aleksinski’nin
1908-1911 yıllarının çetin deneyimlerinden ders çıkarıp çıkaramayacaklarını bilmiyorum. Marksizm’in, gözüktüğünden
daha ciddi ve derinlikli bir mesele olduğunu, onun, Aleksinski’nin yaptığı gibi alaya alınamayacağını, ya da diğerlerinin
yaptığı gibi ölü bir şeymiş gibi ele alınamayacağını kavradılar
mı acaba? Eğer bunu kavradılarsa, onları bin kez selamlarım
ve bütün kişisel çatışmaları (mücadelenin sertliği kaçınılmaz
olarak bunu beraberinde getirdi) anında unutacağım. Ama,
eğer bunu kavramadılarsa, hiçbir şey öğrenmedilerse, kimseden hoşgörü dilenmesinler: burada dostluk hiçbir işe yaramaz, kozları paylaşırız. Marksizm’i hor görmeye ya da İşçi
Partisi’nin politikasına karışıklık taşıma denemelerine karşı
ölüm-kalım mücadelesi veririz.”
Krupskaya, Lenin’in davayı her şeyin üzerinde tutma konusundaki ustalığından şöyle söz eder:
“İlkesel görüş ayrılıklarını entrika ve kişisel çatışmalardan
ayırmayı ve davayı her şeyin üzerinde tutmayı bilmek, Lenin’in özelliklerinden biriydi. Plehanov kendisine ne kadar
sövüp saymış olursa olsun, davanın çıkarı onunla birleşmeyi gerektirdiğinde, hemen bu yolu tutmuştu Lenin. Şimdi de
100
Aleksinski, bir zamanlar grubumuzun yaptığı toplantıya girip
çirkin davranışlarda bulunmuş olsa da, bugün büyük bir gayretle ‘Pravda’da çalışmanın, tasfiyecilerle mücadele etmenin,
Parti’den yana çıkmanın zorunlu olduğu düşüncesine vardığında Lenin bundan gerçekten hoşnut olmuştu. Buna benzer
birçok örnek gösterilebilir. Herhangi bir hasmı Lenin’e saldırdığında, buna çok öfkelenir, acımasızca direnir, görüşlerini
savunurdu. Fakat yeni görevler önüne çıktığında ve hasımlarla işbirliği yapmanın olanaklı olduğu anlaşıldığında, dünkü hasmına yoldaşı gibi davranmayı bilirdi Lenin. Ve bunun
için kendisini zorlamaya kesinlikle ihtiyaç duymazdı. Lenin’in
üstünlüğü burada yatıyordu işte. İlkesel açıdan çok dikkatli
olmasına rağmen, insanlarla ilişkilerinde çok iyimserdi. Bazen yanılırdı, ama genelde iyimserliği dava için her zaman çok
yararlı oldu. Ama ilkelerde anlaşma olmadığı sürece kişisel
barışmalar da olmazdı.” (45)
Dikkat edilirse Lenin; daha önce, çirkinliğe varan tutum ve
saldırılar, ilkesel görüş aykırılıkları, vb. sebeplerle bütünüyle yolunu ayırdığı insanların bile, geri dönüşlerine yürekten
sevineceğini söylüyor. Ama, kıstasları çok net; en ufak bir
kişisellik, duygusallık yok. İşte bugün solun başaramadığı ve
bu nedenle çokça zararını gördüğü şeylerden biri de budur.
Kimlik kazandırma işi de ilişki kesme meselesi de hafife alınamayacak önemdedir. Kişi, “gelirken” de “giderken” de öznel,
tutarsız davranabilir; dün övdüğüne, bugün sövebilir; bunun
nedenlerini açıklamak da, muhtemel zararlarını bertaraf etmek de mümkündür; ama bunu, örgütsel irade adına hareket
edenler yapıyorsa, yani bu bir örgütsel nitelik halini almışsa,
asıl vahim olan odur.
Devrimcilerin, kolay kazanma lüksü de kolay kaybetme
lüksü de yoktur. Tüm inşa çeşitlerinden daha titiz olmayı
gerektiren devrimci mimarlık, ölçek seçiminde de ölçeklere
(45) Krupskaya; Lenin’den Anılar, s:237
101
Nasıl Yapmalı?
uyum konusunda da tam bir ustalık gerektirir. Hareketi oluşturan bireylerin hiçbir şeye itiraz etmemesi, her şeyi olduğu
gibi kabul etmesi, verilenle yetinmesi biçimindeki “barışıklık”,
ilk bakışta hareket için bir güvence gibi görülebilir. Gerçekte
ise, bu tür barışıklıklar konjonktüreldir; salt buna güvenerek
hareket edilirse, herhangi bir özel saldırı, zorlanma, vb. durumunda, örgütsel bütünlüğü korumak olanaksız hale gelebilir.
Hareketle ilişkide, bağlılık ve sevgi çok önemlidir. Ne var
ki bu, geçici olgulara, çıkara, vb. değil; aynı değerlerin taşıyıcısı olmaktan beslenen, özel bir paylaşıma dayanmalıdır.
Hiçbir şeyi aceleye getirmeye gerek yok. “Şimdi yeni bir binanın temellerini atıyoruz, çocuklarımız binayı tamamlayacak”
(Lenin) diyorsak; temeli sağlam atmak durumundayız. Sabırsızlıkla, rekabetle, küçük-burjuva hantallıkla malul ülkemiz
solunun; günlük yaşamda, karşılıklı ilişkilerde dışavurduğu
aceleci kültürün veya sebep olduğu itekleyiciliğin etkisine
girmeden, öncelikle kendimize/değerlerimize güvenerek yol
almalıyız.
Devrimci potansiyeli, geçmişte devrimci zeminlerde bulunmuş insanlardan ibaret görmek, onlar olmayınca, bu işin
yürümeyeceğini düşünmek, bir özgüven eksikliğidir. Böyle
bir yaklaşım, yeni insanlar kazanma iddiasından yoksundur.
Gerçekte ise, üzerinde yaşadığımız coğrafyada, çok güzel insanlar var; önemli olan, onlara ulaşma yöntemini bulmak ve
gerekli sabrı göstermektir. En yakınımızdaki insanların bile,
hâlâ neden örgütsel duruşumuzu paylaşmadığını, mekanlarımıza bile çoğu kez uğramadığını düşünür, buna kafa yorar ve
aradaki mesafeyi kapatma amacıyla işe, yanı başımızdakilerden başlarsak; “her insanın yapabileceği bir şey, koyabileceği
bir katkı mutlaka vardır” diyen hareketimizin bu önermesini
rehber alırsak; artık “fosilleşmiş” olan kimi ilişkilerle aynı koordinatları paylaşmıyor olmayı bir eksiklik olarak görmekten
kurtuluruz.
102
Bir zamanlar alev alev yanan bir volkanın sönmüş hali, tepkisiz ve kıpırtısız duruşu, insana garip bir hüzün verir. Aynı
şey, devrimciliğini yaşam yolunda çoğaltmayı becerememiş
ve giderek tüketmiş olan “eski devrimci”ler için de geçerlidir.
Bunların, sisteme karşı edilgenliği ve uzlaşmanın küçültücülüğü karşısındaki rahatlığı, insanda hüzünle karışık farklı
duygular uyandırır.
Her hücresi irin kokan bir sistemle barışmak ve ölçülerini benimseyerek yaşamak, gerçek anlamda yaşamak değilse
de bu, insana giderek kabul ettirilir. Önüne büyümeyi koyan;
kendi geçmişiyle, alışkanlıklarıyla, katmer katmer çoğalmış ve
yaşamda çürük tat bırakan bencilliğin bozucu etkisiyle kıyasıya dövüşen bir insan için çelişkiler, güzellikten yana çözülecek; yenileştirici olan, çürütücü olana üstün gelecektir. Önüne
küçülmeyi koyanlar ise, amacını bu şekilde ifade etmese de,
sistemin en pis kokularına bile giderek alışmanın yolunu tutmuş olurlar. Sistemin adım adım kazandırdığı alışkanlıklar,
vücut kokusu gibidir; giderek rahatsızlık vermemeye başlar.
Yoldaşlıkta Güven,
Geçici ve Biçimsel Nedenler Üzerinde Değil,
Sağlam Bir Temel Üzerinde
Ve Öze Dair Nedenlerle Oluşur
Devrimcileri, diğer toplum kesimlerinden ayıran özelliklerden biri de, göğüs kafeslerinin içini gösterircesine açık/
samimi olmalarıdır. Bu açıklık, bütün bir yaşamını ortak
amaçlar etrafında şekillendiren, kapitalizm koşullarında kapitalizmin etki alanının dışına çıkabilen, insandışılaşmanın
kaynağına inerek, insanlaşmaya giden gerçek basamaklarla
tanışabilen öznelerde oluyorsa; dokusunu sevgi ve güvenin
oluşturduğu, aşındırılması güç bir ilişki ortaya çıkar. İşte,
birbiri ile ilişkilerini yoldaşlık olarak tanımlayan kişilerin;
birbirini kolay kırması, tahammülsüz ve sekter davranması,
103
Nasıl Yapmalı?
yukarıdaki tanıma uymadıklarını, o kaliteyi/seviyeyi yakalayamadıklarını gösterir. Çünkü yoldaşlık, bırakalım günlük yaşam kesitlerindeki küçük ayrıntılara yenik düşmeyi, çok daha
zor sınavları atlatmaya elverişli bir ilişki biçimidir. Yoldaşlık,
ortak değerler üzerine bina edilir ve tüm yoldaşlar, bu değerlerin taşıyıcısı olarak kabul edilir. Bu nedenle, yoldaşlık; özel
bir kardeşleşme şeklidir; bu kardeşlikte herkes aynı ölçüde
değerlidir. Kişiselleştirici tutumlar, bozucu bir etki yapar. Yoldaşlıkta oluşan güven, diğer başka ilişkilerde rastlanan, yapay
ve zorlama nedenlere dayanan ve bu nedenle içi boş olan güvenden öz olarak ayrılır. Böyle bir güveni bozmak, ona gölge
düşürmek zordur. Karşı-devrim güçlerinin, devrimcileri karalamak üzere ortaya attığı iddialar düşünülecek olursa; gerçekte devrimcilerin kendine ve yoldaşlarına güveni karşısında
çok basit/anlamsız kalır. Ne var ki, devrimci kimlik ve dolayısıyla yoldaşlık, gerektiği biçimde oluşmamışsa, aşındırıcı çabalar sonuç alabilmektedir. Örneğin sorgu süreçlerinde polis,
devrimcilerin moral dünyasında gedikler açmak için, “kullanılıyorsunuz, sömürülüyorsunuz; sizi kullananlar lüks içinde
yaşıyor” gibi, basit ve hatta komik araçlarla saldırır. Var olan
ilişki, gerçekten yoldaşlık ilişkisiyse; bu tür saldırılar, sahibini
komik duruma düşürür ve devrimciler bu basit saldırılar karşısında kendilerini daha da güçlü hissederler.
Yoldaşlıkta sahiplenme refleksi güçlü olmalıdır. Yoldaşlarla
ilgili yanlış anlaşılabilecek bir haber veya görüntü karşısında
da bu refleks korunmalı, her yanıltıcı işarette olumsuz kanaatler geliştiren felaket tellalları ile aramızda nitelik farkı olmalıdır. Mesela, yaşamındaki her şeyi devrim amacına göre
düzenleyen Lenin, Finlandiya’da kaldığı köy evinde sıkıntılı
ruh halleri içinde olduğunda, köy evinin tüm sakinleri oturur
iskambil oynar, onu da oyuna katardı. Geçici olan bu duruma
tanık olunması halinde olumsuz bir kanaat geliştirmek, Lenin’i tanımamak anlamına gelir.
104
Devrimci çalışmada hangi taşların kullanılacağı, hangi taşın, bir diğerini tamamlamak üzere üstüne oturacağı, bunların nasıl bir harçla birleştirileceği konusu; bir hareketin çalışma alanlarına dair yaklaşımında gizlidir. Bütün bir yaşamı,
hemen her ayrıntıyı, biçim ve rengi dikkate alarak örgütleyen;
güne ve geleceğe dair iddialı olan; entelektüel-akademik bir
çabanın yaşama dayatılmasıyla değil, yaşamın bizzat kendisinin kavranmasıyla elde edilen sonuçların ön açıcılığı ile ilerleyen Devrimci Hareket için, insana ve yaşama ait hiçbir sorun
çözümsüzlük sebebi değildir.
Devrimci Hareket -bırakalım her alanı ve her sorunu- en
genel problemler için bile, genel-geçer kalıplar oluşturmaz.
Önceliği, olguların özünü/iç hareketini kavramaya verir. Böyle olunca, sorunların eski veya yeni olması, benzer veya farklı
olması, legal veya illegal alana ait olması bir bocalama sebebi
oluşturmaz. Hayata ezberle yaklaşanların ezberinin bozulma
ihtimali her an vardır. Yöntemini, olguları kavrayarak çözüm
üretmek biçiminde geliştirenler ise, sorunların karşısına ezberin değil, yöntemin donanımıyla çıkar.
Bugün, hareketimizin bağrında birikmiş olan kavrayış ve
beceri; yoldaşlarımız tarafından alanlara, aslı aşındırılmadan
taşınabilirse; rahatlıkla söyleyebiliriz ki, sorunlar ne denli büyürse büyüsün, çaresizlik hali yaşanmayacaktır.
Mücadeleye, belirli kalıpların sınırlayıcılığında yaklaşmayanlar, hareket halindeki yaşamın yenilenme ve öğreticilik
potansiyeli ile tanışma, değişme ve değiştirme etkinliğine
açık olma fırsatı bulacaktır. Bilindiği gibi, yolgöstericiliğin en
rafine biçimini kendi şahsında toplamış “önderler mücadele
içinde doğarlar, mücadele içinde olgunlaşırlar, güçlerini mücadeleden alırlar.” (46)
Düzenli yaşam, çok amaçlılık, dolu dolu yaşamak, vb. nedenlerle pek çok faaliyet alanına el atmak, hobilerde çeşitlilik
(46) Krupskaya
105
sıkça rastlanan bir durumdur. Ne var ki, kişinin boş zamanları
gibi dolu zamanlarını da belirli bir amaç dahilinde, öncelikleri dikkate alarak düzenlemesi; emeğini belirli bir alana doğru
yoğunlaştırması, kimi etkinlikleri ihmal etmeyi ve seçici davranmayı zorunlu kılıyor.
Yaşamın diğer kesitleri ile ilişkilendirmeden, bağımsız olarak düşünüldüğünde; kendinden zararlı olmadığı sürece pek
çok uğraş alanı gerekli/cazip görünür. Örneğin satranç, futbol, seyahat, dil kursu, vb. için durduk yerde karşı çıkmayı
gerektirecek bir durum yoktur. Ancak, yaşamdaki duruş sebebiyle, söz konusu etkinlikler, “gereksiz, fazla veya oyalayıcı”
olabilmektedir. Örneğin Lenin, “İnsanın çok zamanını alıyor,
bu da çalışmaya zararlı” diyerek satrancı; “Beni yoruyor, çabuk uykum geldiği için pek iyi ders çalışamıyordum” diyerek
pateni; “öteki derslerini engellediği için” de Latince çalışmayı bırakmış. Buradan çıkaracağımız sonuç; yabancı dil çalışmanın, spor yapmanın veya kültürel faaliyette bulunmanın
yanlışlığı değil, öncelikler etrafında biçimlenmiş bir program
dahilinde hareket etmek gerektiğidir.
Hareketimiz, insanları sınırlamak için değil, zengin bir
ufuk kazandırarak özgürlüğün gerçek tonlarıyla tanıştırmak
için vardır. Bizler için güzellikler, “vaadedilmiş bir gelecek”te
değil, bütün bir süreçte içkindir. Ve yolun güçlüklerinin veya
uzunluğunun gölgeleyemeyeceği cinstendir.
106
Ruhsal Obezite ve Yanlış Doyum Yolları
Biz, dayanıksız tüketim maddeleri gibi birleşip
mıknatısın aynı uçları gibi
birbirini iten ilişkilerden olmadık.
Bu kalite israfını bütünüyle reddeden
bir değerler tanımını seçtik.
Kimileyin bir karanfile değdi elimiz.
Kimileyin bir fesleğeni okşar gibi
birbirimizin avuçlarına
buram buram koktu saç tellerimiz.
Çörekmiş gibi usulca bölünmüş ekmeğin kokusunda;
Sevdanın buğusunu çoğaltan bir çayın bardak kıyısında,
ilk kez bir araya geliyormuş gibi
sessizce öpüştü ellerimiz...
İnsanın maddi veya ruhsal hemen her ihtiyacının metalaştığı, pazar-piyasa ilişkisinin yaşama içerildiği günümüz koşullarında, moral direnç, sisteme bir bütün halinde direnmeyi
gerektiriyor. Bunun da yolu sistemin doğru çözümlenmesinden ve alternatif duruşun yaşamın bütününe içerilmesinden
geçiyor.
Sistemin tahlilinde olgunun özüne inilmemesi, görülenle (ve hatta gösterilenle) yetinilmesi, egemen güçlerin çeşitli araç ve yöntemlerle yönlendirdiği/gözettiği bir durumdur.
Sistemin özüne inememek, alternatifte veya tepkide de geçici, biçimsel yöntemlerle yetinmeyi beraberinde getirir. Bu
107
Nasıl Yapmalı?
durum, bir sporcunun, yetenek veya motivasyon eksiğini dopingle gidermeye çalışmasına benzer. Sorunu doğru tanımlayıp kalıcı çözümler üretmek yerine, an/gün kurtarılır; işin
kolayına kaçılır; yaşamda planlama ve uzak görüşlülük yerini,
“yaşamın anlamının tüketimin miktarıyla ölçüldüğü” bir bakış ve ruh haline bırakır.
Halbuki, moralin geçiciliği (sağlam ve kalıcı temeller üzerine oturmaması) değerlerin kalıcılığını aşındırır, yıpratır; kişiyi giderek farklı moral arayışlarına veya zemin kaymalarına
zorlar.
Dikkat edilirse ülkemiz, adaletsizliğin, oyalama ve boşa
düşürmenin beşiği haline geldikçe, umutlar da yorulmakta ve
“kendi içine boşalma” biçimindeki “zararsız” tepkilenmenin
araç ve yöntemlerine ilgi artmaktadır. Yakınmakla yetinmek
de bu kapsam içerisinde değerlendirilebilecek bir “tepkilenme” şeklidir.
Yakınmak, Hedeften Çok Kendini Dövmektir
Yakınmak, gerçekte kendini ifade etmenin bir yöntemi olmadığı gibi bir karşı-duruş, bir itiraz da değildir. Aksine, bireysel sınırlar içinde kalan, yararsız ve giderek edilgenleştirici
rol oynayan bir duygu törpüsüdür. Aşınma, duygusuzluğu koşulladığı oranda, umut da yerini umutsuzluğa bırakır.
Yakınmak, bir çeşit arabesktir; menzilsizliktir; asidini kişinin içine akıtır ve öncelikle sahibini acıtır. Gerçekte bu, sistemi içselleştiren bir uysallık halidir. Köpürmeler özneldir, dışa
taşmaz, dolayısıyla bir çeşit sakinleştiricidir.
Yakınmak, bir yanıyla da çaresizliktir. Kişinin yolu, yine
kendine çıkar. Acı gösterisi, etrafın ilgisini toplasa da geçicidir. “Bir İngiliz tanıyorum” der Goethe, “her sabah giyinmekten bıktığı için bir gece kendini asıverdi.”
Çözümün yerini alan memnuniyetsizlik halleri ve yakınmalar tekrarları, yorgun ve tahammülsüz bir duruşu ortaya
108
çıkarır. Bu da giderek, imkanlar dahilinde kolaya kaçmayı, hazıra konmayı koşullar. Bugün sosyal medya ortamından yansıyan da büyük oranda bu niteliktir. Öğrenilen (model alınan)
hemen her şey, yapay ve “steril”dir. Özellikle genç kuşak, bu
durumdan daha çok etkileniyor. Düşmeyi, kirlenmeyi bilmediği için, kalkmayı ve temizlenmeyi de bilmiyor.
Sanal alemde, emeksiz ilgi görmek hatta sahip olunmayan
nitelikeri varmış gibi paylaşmak; kolay ve sahte bir dünya
oluşturuyor. Birden çok kimlikli (gerçekte kimliksiz) olabilmenin zeminini sunuyor. Örgütlenmenin ve hatta eylemin
de böyle bir versiyonundan söz etmek mümkün. Bir “tık”la
eylemci olmak; sokaktaki eylemi sosyal medyada paylaşılacak
fotograf kareleri için bir basamaktan ibaret görmek, bu alanın
yaygın niteliklerindendir.
Yüzleşmeden, gerçek kimliğini gizleyerek yaşamak; güçlük karşısında bir tuşla kaçmak veya yer değiştirmek, bir süre
sonra bir kişiliğe (yaşam biçimine) dönüşüyor. Ve yukarıda
da anlattığımız gibi kalıcılığın ve değer oluşturmanın yerini
değersizlik/kayganlık alıyor; doyum, yerini sürekli bir doyumsuzluğa bırakıyor; bu, bir çeşit ruhsal obezitedir; her an
“atıştırma”yı gerektirir.
Ruhsal Obetize,
Aşkla Örülmesi Gereken Yaşamın Antitezidir
Ruhsal açlığın fast-food yöntemiyle geçiştirilmesi halinde;
aşkta, işte, bir nitelik edinmede veya yaşamın toplamında bir
kayganlık hali oluşur. Gıdalanırken veya anlık değişimlerde,
ışıltılı kimi hallerde memnuniyet hali belirse de bu yanıltıcıdır; ruhsal obezite, sürekli bir memnuniyetsizlik sebebidir.
Stadlara dolup, anlamsız/yapay ikilemler üzerinden coşan,
sonra da sokağa o haliyle taşan “taraftar” kitleleri buna nasıl
örnekse; sevdada da veya sevdanın yaşam biçimine dönüştüğü devrimcilikte de giderek “dikişin” daha zor tutar hale gel109
Nasıl Yapmalı?
mesi bundandır. Aşk veya devrim, can sıkıntısı yerine ikame
edilecek olgular; geçici ferahlama kapıları değildir.
Sevda/Aşk, bireycileşmenin, sosyal dağılmanın veya giderek kendine bile yabancılaşmanın yaygınlaştığı, kapitalizmin
bu en dipsiz çağında, bir direnç, bir itiraz ve hatta altenatifin
üretilmesine en uygun alan olabilecekken, ya “gel-geç ruhların” cirit alanı haline gelmiş ya da kimileri tarafından “devrim/özgürlük” sonrasına ertelenmiştir.
Halbuki, yoldaşlık ve aşk, devrim ve sevda, birbirine içerilmiş kavramlardır. “Kişi kendini en iyi bir başkasında tanır” ifadesi; bir bedenin/kişiliğin diğerine ayna görevi görmesi; bedenin (özellikle kadının) adeta ayaklı bir doğa olduğunun ayırdına varılması; (yanlızca değil ama) özellikle aşkta
mümkündür.
Aşk, yaşamın şiirsel yanıdır. Kimileri bunu sağdan soldan
duydukları “öğretilmiş” dizelerle yaşar, kimileri de kendi şiirini yazar. Devrimcilik, insana bütün bir yaşamı şiire çevirebilme şansı verir; geleceksizliğin, sistemsel seçeneksizliğin ve
düşsel yetersizliğin panzehiridir.
Aşk iradidir, öğretildiğinin aksine, “olan” değil “yapılan”
(emek harcanarak üretilen) bir olgudur. “Dünya”yı sevdiği,
dolayısıyla umut için yeterli ön koşula sahip olduğu halde,
sevdasına karşılık bulamadığı için devrime küsenler; gerçekte hayata ve geleceğe küsmüş, yenilgiyi peşinen kabullenmiş
olur. Üstelik bu tür (yaşamsal) yenilgilerin rövanşı yoktur; tek
altenatifi, değerlerde ısrardır.
Unutmamalı ki, bizlerin en “aşksız” hali bile, “ok atan
Eros”la da, ritüel mamülü ilişkilerle de kıyaslanmayacak potansiyel güzellikler içerir. Kalbimizin tad sorunu yaşadığı, yorulup kendini yanlış dinlediği anlarda, en isabetli test, sahip
olduğumuz “aşksal” avantajların büyüklüğünü ölçmek ve devrimciliğimizin sağlamasını yapmaktır.
Yenemediğimiz kötülüğün esiri olmayacağımıza ve değişti110
remediğimiz sistemin hizmetine girmeyeceğimize göre; devrim ve devrim kalitesindeki ilişkiler gecikti diye yolumuzdan
vazgeçmeyeceğiz. Aksine durum, geç kalan sevgiliyi, merak
edip bulmaya çalışmak yerine terk etmeye benzer. Aşk, Kapitalizmin Bir Çeşit Tutsaklıkla Özdeş
Bugünkü İkliminde, Özgürlüğün Şifresidir
Konumuz kapsamı içinde ele aldığımız sınırlama ve tutsaklıkla ilgili mesele, içerisi-dışarısı ikileminden ötedir; ama
bunu anlamakta güçlük çekenler, hapishane pratiğinden damıtılmış kimi sonuçları kendine ders edinmelidir. Gerçekte,
eşi-benzeri olmayan bir test alanıdır hapishaneler. Bir çeşit
“bitirme sınavı” gibidir. İnsanın o ana kadar ki tüm gelişimini, pratik ve birikimini imtihan eder. Kimileri için, giderilecek
bir eksikliktir, “yüzleşme”de ortaya dökülenler; kimileri için
de, halı altına süpürülecek veya kamuflaj malzemesi niteliğindeki meşgalelerle örtbas edilmesi gereken özelliklerdir.
Kişi, tutsaklıkla her halükarda kendini daha iyi tanır. Ya
gerçekliğini kabullenip, imkan ve yetenekleri oranında toparlanır, ya da kabuğunu kalınlaştırır. Bu anlamda hapishaneler,
“okul”dan çok, bir laboratuvardır; deneye sokulan maddenin/
kişinin gerçek niteliğini açığa çıkarır.
Hapishanenin özü, kapatılma ve sınırlanmadır. Bunun rutini, yürümede üç adım, yapma-etmede tekrardır. “Rutin dışına çıkmak”tan ise çoğu kez, basit/şekli değişiklikler anlaşılır.
Gerçekte ise olması gereken, alternatif bir günlük yaşam ve
düşsel firardır. Altenatif yaşamda, zamanın doğru değerlendirilmesi, üretken ve geliştirici bir program vardır; düşsel firar
ise, ütopya bahçelerine yapılır. Buna “hayal” veya “oto-tatmin”
deyip geçmemek gerekiyor. Hakkı verilerek kurulmuş bir düş,
kronikleşip kişiyi esiri haline getirebilecek ruhsal açlıklara
karşı bir sigortadır; bazen aslı kadar etkilidir; neredeyse somutlanır, tad ve koku bile barındırır.
111
Nasıl Yapmalı?
Dışarının tutsaklığı, birebir içeridekiyle örtüşmese de panzehirleri büyük oranda ortaktır. Ancak dışarıdaki, özellikle
tutsaklığın bilincinde olmaktır. Aksi takdirde, özgürlük yanılsaması, arayışlarda da yanılsama doğurur. Ve aşk bile, ya bireye dek indirgenir, ya da sistemin labirentlerinde tükenmenin
gerekçesi haline gelir.
Ji hewayé béhna axé té (hava toprak kokuyor)
diye fısıldıyor birbirine,
esaretin topraksızlığında yoldaşlar.
Bir anda inceliyor, taş taşa eklenerek oluşan duvarlar.
Yüreklerdeki koşullar üstü sevdadır,
zindan tiplerinde
alfabenin harflerini
ve F tipinde tredmanı çaresiz kılan.
Ey dirençte tüm zamanların ve hatta Ninsun Ana’nın mirası,
Ey tutsaklıkta gülümsetebilen duruşun çıtası,
Ey “77” rotası.
Tarih boyunca zulme karşı ödenen bedellerdir,
bu zaferi türkülerin mayası.
Mücadelede ısrardır tüm bu kazanımların anası.
Artık an meselesidir, yumruğun yıldızıyla buluşması.
Yeter ki tanımı doğru yapılmış bir aşkla yapılabilsin,
yaşamsal sorulara cevap arayışı...
Aşkın özgürlüğü, söylem değil yapma özgürlüğüdür; enerjisini dilden değil, eylemden ve yürekten alır. Tekrara düşmek
ve üretimsizlik, aşkın doğasına aykırıdır; kişiyi gençleştireceğine, yaşlandırır. Halbuki gerçek aşkta yürekler, mevsimsiz
filiz verir.
Aşk yeşilin yama gibi durmadığı, içselleştiği bir doğa; mavisi kendinde, tuzu her yerinde bir derya gibidir. Dönemsel
veya geçici değil, her anın niteliğidir. Sevgili, uyku halindey112
ken bile hissedilen ve önemsenendir. Bazen birey, bazen toplumdur; ama her zaman, “değerler bütünü” ile ifade edilendir.
Harekettir, yapıdır, geleceğin komünal düşünün an’a izdüşürülmesidir.
Bunlar ajitasyon değildir. Bugün sola, sosyalizme ve devrime olan inancın zayıf düştüğü hemen her alanda; kişide,
birimde veya zeminde; dikişin tutmamasının, değerlerde
erezyonun, sulanma ve dağılmanın antitezi; bireyciliğe ve giderek alan büyüten “ben” cinnetine karşı toplumsal değerleri
gönüllerde ve yaşamın bizzat içinde büyütebilmenin şifrelerinde gizlidir. Bu şifreler, bizleri insanın toplumsal değerlerle
tanışmasının ilk evrelerine de, İştar’a, Musa’ya ve Hypatia’ya
da; ama en çok asıl olarak Marks’a götürür; insanlığın fikri
birikiminin devrimine; bilimsel buluş ve gelişmelerin, bütünlüklü bir felsefe ile taçlandırılmasına götürür.
Pusulamız Bugün Yine Marksizm Olmalıdır
Eğer kapitalizmi doğru çözümleyeceksek; karşısında durmakla yetinmeyecek, alternatif üreteceksek; altenatif üretmekle kalmayacak, bunun yaşamda karşılık bulmasını sağlayacaksak; enerjimizi yakınmaya değil, altenatif arayışlara
harcayacaksak; pusulamız bugün yine Marksizm olmalıdır.
Elbette her şeyi “ruhsal obezite”yle veya öznel arayış ve nedenlerle açıklayacak değiliz. Ancak, dikkatle bakıldığında, kimilerini bugün Negri gibilerinin tespitlerine önem atfeder ve
Marksizm dışında çözüm arar hale getiren nedenlerin büyük
oranda öznel olduğu görülecektir.
Geçmişte devrimciler/marksistler, kendinden emin, doğruluğu kanıtlanmış yöntem ve duruşlarıyla, hayatın her alanında devrimci değerlerin farkını hissettirir, yöntemin iç tutarlılığı ve avantajları ile hareket ederdi. Bırakalım, burjuva
ideolojisinin türevleri arasından doğrular ve hatta çözümler
damıtmayı, aradaki farkı (kaba değil) anlaşılır bir kalınlıkla
113
Nasıl Yapmalı?
çizerdi. “Haklı savaş”tan adalete, barıştan ilericiliğe hemen
her konuda burjuva ideologlarının etki alanında yapılmış
üretimlere ihtiyaç duymadan kendi fikri üretimini yapar, savunur ve uygulardı.
Bugün gelinen aşamada, gerek ‘89 sonrasının devam eden
iklimi sebebiyle, gerekse öznel pek çok nedenle marksizm dışı
arayışlar yaygınlaşmış, deyim yerindeyse bireysel doyum ve
öznel ihtiyaçlarda bile istismar konularından biri haline gelmiştir. Gerçekte ise, marksizmi hak ettiği ciddiyette ele alan
herkesin bildiği gibi, marksistlerin toplam birikimi, ne tek tek
konularda ne de bütünlüklü perspektifte, Negri gibilerine ihtiyaç bırakamayacak denli derinlikli ve kapsamlıdır.
“Marks’tan insan toplumlarının ne olduğunu öğrendik.
Bunu okumamış ya da kendisine bunlar anlatılmamış bir insan, gece vakti ormanın ortasına bırakılmış gibidir. Kuzeyi,
güneyi, doğuyu, batıyı bilmez. Marks bize toplumun ne olduğunu ve insan toplumunun gelişim tarihinin fikirlerini öğretti. Marks olmadan tarihi olayları, eğilimleri ve gelişmesini
tamamlamamış bir insanlığın konumunu tam olarak yorumlamasını sağlayacak bir formül oturtamazsınız.”(47)
Postmarksist Paradigma
Biz bugün,
neden-sonuç diyalektiğini
yaşamın her alanına taşıyıp,
Truva Savaş’ında bile
“Ticaret yollarında
hakimiyet ve hegemonya kurma” gibi
nedenler ararken,
Hardt ve Negri gibileri,
“imparatorluğun yayılması, çözmeyi amaçladığı
çatışmaların iç seyrine bağlıdır.” diyecek denli,
ifrata vardırmış durumda,
114
emperyalist hegemonyaya
meşruiyet oluşturma arayışını.
Onlara kalsa,
Roma İmparatorlugu bir modeldir,
hakka ve barışa.
Ondan “ricacı” olunduğu için
koşturmuş silahlı atlılarını coğrafyadan coğrafyaya...
Gıdasını işte bu tür kaynaklardan alıyor,
postmarksist paradigma.
Vaktinde hiç kimse cüret edememişti bu kadarına.
Muarızları bile basitleştirerek değil,
hakkını vererek yaklaşırdı Marks’a.
Bugün ise marksizmin derinliğine araştırılması yerine,
anlaşılmadan basitleştirilerek aşılması yolu,
yaygın biçimde tercih ediliyor.
Öyle ki,
insanın fikri gelişiminin finali niteliğindeki
bu kapsamlı teori okunmadan
veya muarızlarından aktarılan
öznel gözlem ve yorumlarla ele alınıyor.
Ne olduğu öğrenilmeden, ne olmadığı öğreniliyor.
Ve öznelleştikçe bu duruştan beklentileri,
sanki heyecan veriyor,
marksizmin doğrulamadığı
ikilem ve tezlere değdiğinde hipotezleri.
Ve sanki,
devrimden veya özgürleşme perspektifinden öte,
daha öznel nedenlere dayanıyor üretimleri...
İnsan bazen inceleme nesnesinin esiri olur ve gard almaya
çalıştığı olgunun kendisinde boğulur. İşte kapitalizm, ontolo(47) Fidel Castro
115
Nasıl Yapmalı?
jik karakteri gereği bu türden bir olgudur. Gündelik yaşamın
her anına sinen varlığı, çok yönlülüğü çözülmediği ve altenatif üretirken sınırlarının dışına çıkılmadığı oranda, insanı içine çeken bir bataklığa dönüşür.
Diyalektiğin konusunun “değişim” olduğu, içine solda durmayanları da alan, genel bir kabüldür. Ne var ki, olguları değerlendirirken iç bağlamı koparmadan hüküm geliştirmek,
sanıldığı denli yaygın değildir.
Bertell Ollman, Marks’ın Alman İdeolojisi’nden hareketle
değişimi “şeylerin nasıl cereyan ettiklerini onların ne olduğunun parçası olarak almak suretiyle onları ‘gerçekten oldukları gibi ve gerçekten cereyan ettiği gibi’” kavradığını vurgular. Kısacası söylemek gerekirse, şeylerin nasıl cereyan ettiği,
onun ne olduğunun bir parçasıdır. Ve yine Ollman’a göre
Marks böylelikle “her türlü tarihsel ve toplumsal formu akış
içerisindeki halleriyle inceleme imkanı bulur.”
Bu neden-sonuç diyalektiği içerisinde olgulara bakıldığında
kurulan içsel ilişki kadar yapılan soyutlamanın, bütünün her
organına (köşesine) uzanabilmesi önemlidir. Çünkü parçalar,
bütünle olduğu kadar, birbiri ile de ilişkilidir. Aynı zamanda,
her bir “şey”, bütünlük içerisinde olduğu ilişkilerin toplamıdır.
Tam da bu nedenle Marks’ın da belirttiği gibi bütünü oluşturan öğeler arasındaki bağ dışsal, olumsal ve tesadüfi değildir. Marks, burjuva toplumunu sermaye, rant, meta, para,
değer, kar, vb. parçalara ayırarak incelerken aynı zamanda,
bütünlüğün her bir parçasını diğer parçalarla zorunlu ve özsel
olarak bağlantılı görür.
Felsefenin Sefaleti’nde, “para”ya dair yaptığı değerlendirme
bu bağlamda önemlidir.
“... Para, birşey değildir; toplumsal bir ilişkidir. Para ilişkisi
neden işbölümü vb. türünden herhangi bir başka ekonomik
ilişki gibi bir üretim ilişkisidir? Eğer M. Proudhon bu ilişkiyi doğru-dürüst hesaba katmış olsaydı, parayı bir istisna,
116
bilinmeyen ya da yeniden kurulmayı gerektiren bir diziden
kopmuş bir öğe olarak görmeyecekti. Tersine bu ilişkinin bir
halka olduğunu ve bu biçimiyle tüm bir başka ekonomik ilişkiler zincirine yakından bağlı olduğunu; (...) belirli bir üretim
biçimine tekabül ettiğini fark edecekti.”
Yani para, onu vareden ilişkiler toplamıdır ve ne olduğu
sorusunun cevabı, aynı bütündeki diğer parçaların ne olduğu
sorusunun da cevabıdır. Bu bağlamda, soyutlama yapılırken,
yani parça bir bütünden çekilip alınırken, bağırında söz konusu özgünlüğü taşır.
Marks, meta fetişizmini, görünüm ile özün birbirine karışması olarak tespit eder ve “şayet şeylerin görüntüsü ile özü çakışsaydı, bilime gerek kalmazdı” der. Bugün de, doğru/tutarlı
bir arayış (ve dolayısıyla doyum) için, neden-sonuç ilişkisi
doğru kurulmalı ve hiçbir şeyin göründüğü (veya sanıldığı)
kadar basit olmadığı ön kabülü ile hareket edilmelidir.
117
Günümüzde Devrimci Olmak
Devrimcilik,
Sistemin dayattığı yabancılaşmaya karşı
bütünlüklü bir duruş,
bir itiraz halidir;
Yalnızlığın tutsaklıkta dahi yenilmesidir. Öncelikle devrimciliği doğru tanımlamak gerekiyor. Devrimcilik, normal koşullarda yaşam sürmek için olmazsa olmaz bir koşul değildir. Devrimci olmadan da mutlanmak, âşık olmak, etrafında iyi insan olarak bilinmek mümkündür. Devrimcilik, sanıldığının aksine normlar dahilinde
vasat bir yürüyüşün değil, zoru başarmayı bir yaşam biçimi
edinmenin yoludur. O yolda her şey, iradeyle tayin edilir.
Sistem tarafından dayatılan değil, doğru olan ve alternatif yaşama yakıştığına inanılan tercihler hayata geçirilir.
Devrimcilik için, ezber değil yaratıcılık, tekrar değil güncelleme ve yeniden üretim gerekir. 1965’te FKF’li, 1969’da DevGenç’li, 1970 Aralık’ında THKP-C’li, 1975’te Dev-Genç’li ve
1977’de Devrimci Yol’cu olmak önemli, ama yetmez. Bu devamlılık, Turan Emeksiz’den Vedat Demircioğlu’na, Mahir
Çayan’dan Necdet Erdoğan Bozkurt’a, Hıdır ve İlyas’tan Önder
Babat’a uzanan bir yolu ve Gezi’de olduğu gibi devrim yolunda
her düşeni “şehit yoldaşı” kabul eden bir duruşu, değerlerin
teorik ve pratik savunusunda ısrarcı bir hareketi gerektiriyor.
119
Nasıl Yapmalı?
Bu hareket, başarmak için mükemmelleşmeyi, sosyalizmi yaşamak için yarını beklemeyen, anda devrimi yaşayabilen bir
öngörü, bir üretim ve uygulama zeminidir; tepeden tırnağa
sistemin alternatifidir; güzelliği vaat eden değil, bizzat gerçekleştirendir.
Devrimci Yol’da amaç, rekabetten bireyciliğe, yarıştan öznelleşmeye kadar sınıflı toplumun sebep olduğu yabancılaşmanın izlerinin tümüyle silinmesi; insanı insan kılan niteliklerin en tam biçimde yaşanmasına imkan tanıyan bir toplumsal zeminin oluşmasıdır. Bu amaç bugün uzak gibi görünse de,
bulunduğumuz yoldaşlık ilişkileri içinde bir gerçeklik haline
gelmesi pek ala mümkündür. Bunun için tek tek her birimize
ve bir arada hepimize, araç seçiminden uygulamada tutarlılık
ve ısrara kadar büyük sorumluluklar düşmektedir.
Amacın gerçekleşmesi için gerekli olan araçlar, amacın niteliğine uygun olmak durumundadır. Amaç için her yol mubah değildir. Aracın amacın önüne geçmesi ise, başlı başına
bir soruna, ters kurgulanmış bir ilişkiye işarettir. Bu, kişinin
bizzat kendi yaşamı için de örgütsel sorumlulukları için de
geçerlidir. Hangi koşulda olursa olsun, araç fetişizmi amacı
sakatlar ve uygulamadaki kapsamın büyüklüğüne göre kişiyi,
bölgeyi veya yapıyı aracın esiri haline getirir. Bunun çeşitli nedenleri olsa da en yaygın olanı, süreci bütünlüklü kavrayamamak, parçayla bütün arasındaki bağı kuramamak ve yöntemin
gereklerini öznel hesaplara feda etmektir.
Biz, bilimsel bir yöntem uygulamakla kalmıyor, aynı zamanda tüm bilimlerden süzülmüş bir felsefi disiplinin gerekleri dahilinde hareket ediyoruz. Bu durum, sorumluluklarımızı da avantajlarımızı da arttırıyor.
Bir taraftan “Bir şey aynı anda hem iyi hem kötü, hem doğru hem yanlış, hem canlı hem diri olabilir mi?”diye soruyor,
sonra da bu soruya olumlu yanıt vermemize rağmen olguları
mutlaklaştırmaya kalkıyoruz. Kişileri, ya tam iyi ya tam kötü
120
diye tasnif ediyoruz. Mücadeledeki araçsal tercihler üzerinden öznelleşip etkiyi abartıyoruz. Örneğin, koca bir sürecin
gidişatını kendi önerimizin uygulanıp uygulanmamasıyla
açıklıyoruz. Benzer şekilde, eski yol arkadaşlarımızı tepeden
tırnağa bir kötülükmüş gibi değerlendirmek veya sorun yaşıyoruz diye Halkevleri örgütlenmesini toptan bir kötülük timsali ilan etmek, en azından tutarsızlıktır.
Böyle bir ahlaka, muhatabımızın hak edip etmemesinden
öte, bizim ihtiyacımız var! Dedikoduya dedikoduyla, yalana
yalanla, iftiraya iftirayla cevap veremeyiz. Biz, bir kafadarlar topluluğu veya arkadaş grubu değil, bir hareketiz; duygusal reflekslerle, öğretilmiş yanlışlarla hareket edemeyiz.
Gücümüzü haklılığımızdan, istikrarlı ve değerlerinde ısrarlı
duruşu kimliğimizden alıyoruz; bu bize her koşulda yeterlidir. Sisteme öykünmeye, onun kültürünü yöntem ve araçlarını
taklit etmeye hiçbir koşulda ihtiyaç duymuyoruz/duymamalıyız.
“Ya hep ya hiç”, bizi her zaman yanıltan bir yöntemdir. Çelişmenin çok yönlülüğünü yadsır, insanı ak-kara ikilemine sokar. Bu, sadece farklı yapılarla ilişkimizde değil, kendi
iç işleyişimizde de ayırdında olunması gereken bir husustur.
Dikkat edilmemesi halinde, kişiyi hareketle veya hareketi
kişiyle özdeşleştirmeye sebep olur; tek bir kişide veya tek bir
olayda koca hareket boğulmaya, yaşanan bireysel problemler
bile harekete maledilmeye kalkılır. İç ilişkilerde yaşanan bir
tartışma sonrasında veya aşk ilişkisinde yaşanan bir problemden sonra hareketten ayrılmak, bu konuda en sık rastlanan
örneklerdendir.
Geniş çaplı sorumluluklar yüklenmek, birileri böyle istiyor
veya hak ediyor diye değil, bize yakıştığı ve kimliğimiz bunu
gerektirdiği için başvurulan bir yoldur. Halk arasındaki çelişmelerin uzlaşır çelişmeler olarak tanımlanması ve yıkıcı değil
yapıcı olmayı gerektirmesi, bu alandaki duruşu belirleyen ge121
Nasıl Yapmalı?
nel bir yöntemdir. Bunun yanında problemli anlarda çirkinleşmemek; sınıf karşıtlarının yöntemlerine başvurmak yerine,
kriz anlarında bile pozitif davranabilmek, kimliğin gerektirdiği sorumluluklar gereğidir.
Sorumluluklarımızı arttıran yöntem aynı zamanda avantajlarımızı da arttırıyor. Avantajlarımız çok, çünkü gerçek anlamda yoldaşlaşmanın yöntemini çözmüş, kimyasına ulaşma
şansı yakalamış bir hareketiz. Sorumluluklarımız çok, çünkü
kaçak güreşmeye imkan tanımayan, muarızlarının da hakkını
teslim etmeyi zorunluluk olarak gören bir değerler sistemini
kimlik edinmiş haldeyiz.
Kısa vadede bir kazanıma dönüşmeyecek dahi olsa, ilkelerin dışına çıkmamak, pragmatizme boyun eğmemek, hareketimizin dünden bugüne uzanan nitelik mirasıdır. Bilinir ki
pragmatizm ilkesizliktir; genelde hareketi özelde kişiyi çürütür; karşıtına benzeme/öykünme olasılığını arttırır. Alternatif
alanda aranması gereken çözümlerin kapitalizm zemininde
aranmasını beraberinde getirir. Sınıflı toplumun sanıldığından öte bir kapsama alanı vardır. Çoğu kez farkında olmadan, hatta iyi bir şey yaptığımızı
sandığımız kimi durumlarda bile, kapitalizmin kapsama alanı içinde hareket eder, farkında olmadan da olsa ona hizmet
ederiz. Binyıllardır sınıflı toplumun ve mülkiyet ilişkilerinin
etkisi altında yaşamak, insanların bilinçaltının dahi ele geçirilmesini, alışkanlıklardan reflekslere dek hemen tüm davranışlarının belirlenmesini beraberinde getirmiştir.
Bu nedenle, sadece düzenin kurumlarında veya etkisini
doğrudan hissettirdiği alanlarda değil, alternatif duruş ve düşünme zeminlerinde de (hatta yöntemin bizzat kendisinde)
kapitalizmin izine sıkça rastlanır. Örneğin, disiplini abartıp amaca çevirmek kapitalizmin yöntemidir; ama disiplini
istismar etmek de aynı yöntemin bir başka dışavurumudur.
Bunun panzehiri, bir yöntemin oluşumunda basamak niteliği
122
taşıyan teorik ve pratik süreçlere (felsefe derslerine de, günübirlik görevlere de) gerekli önemi vermekte gizlidir.
Felsefe, öncelikle nedene, kökene inebilme yöntemidir; doğru sorulara doğru yanıtlar aramaktır. Kökene inilemediğinde,
yüzeyde, biçimde yansımaların arasında kalınır. Olgunun özü
veya amaç yerine, araçlar tartışılır. Fiili boyutta dar pratikçiliğe sebep olan bu kavrayış (gerçekte kavrayışsızlık), öğrenirken ezbere kaçmayı beraberinde getirir. Dolayısıyla da öğrenilenler, hayata taşınamaz, dilde asılı olarak kalır. Bir taraftan
diyalektiğin yasaları öğrenilir diğer taraftan olgular arasında
bağ kurmakta güçlük çekilir. Metanın ve mülkiyetin yabancılaştırıcı etkisi öğrenilir, ama yaşamda mülkiyetçi, bireyci
eğilimler gösterilir. Devrimciliği içselleştiremeyenin güncel
yaşamda kapitalistçe davranması gibi, teoriyi ezberleyenler,
gelişmeleri bu teorinin ışığında değerlendiremezler.
Teorinin hayata taşınmasındaki güçlük ve arada oluşan
açı, amaç ile araç arasında doğru bağlar kurmayı da güçleştirir. Araç öne çıkar, amaçtan bağımsız bir önem kazanır ve
hatta giderek amaçlaşır. Araçlara gerekli önem elbette ki verilmelidir. Ancak bu, elinde çekiç olanın her şeyi çivi gibi görmesine veya devrimciliği disipline indirgemek gibi şematik
duruşlara sebep olmamalıdır.
İktidar ve hatta devrim de bir araçtır; amaçla doğru ilişkilendirilemediğinde bozulmaya uğrar, sakatlanır. Duruşumuzu
amaçla ilişkilendirmek, ânla devrim arasındaki bağdan ibaret
bir olgu değildir. Örneğin “biz bunu niye öğreniyoruz?” diye sorup yöntemle bağını kurmak; “biz bunu niye yapıyoruz?” diye
sorup pratik bir adımın sonuçlarını doğru değerlendirebilmek
için de amaçla ilişkilenme diyalektiğine ihtiyaç vardır. Bu bağı
doğru kuramadığımızda söz konusu sorulara günlük akılla yanıt
aramaya başlarız. O zaman da ortak karar vermek için kurduğumuz masalar, emekliler kahvesinde veya tatil sitelerinin yönetim
toplantılarında kurulan tartışma masalarına benzemeye başlar.
123
Nasıl Yapmalı?
Biz, elbette ki kolektif karar alacak ve her yoldaşımızın aklını da gönlünü de önemseyeceğiz. Ancak unutmamak gerekiyor ki, bilimler de yöntem ve araçlar da gelişir. Biz Marksist’iz.
Marksizm’in bizden beklediği, temel önemdeki ilk üretimleri
bugün tekrar etmek değil, onu anahtar kabul edip yeniden
üretimi gerçekleştirmektir. Devrimci Yolculuk da bu yöntemsel diyalektik bağlamında düşünülmelidir. Dün üretilen her
şey önemlidir. Ama bugün Devrimci Yolcu olmak, ânı ‘77 ruhuyla okuyabilmektir. Örneğin, o günün koşullarında üretilen
“Saflarımızdaki Hatalı Eğilimler” broşürünün içeriği de o eğilimlerin aşılması için uygulanan yöntem ve araçlar da bugünün ihtiyaçlarını karşılamaya yetmez. Doğru teşhis için bugünün hata ve eğilim fotoğrafı çekilmeli, uygulanacak geliştirici
yöntemler de birikimden ruhsal koşullara kadar özgünlükler
dikkate alınarak üretilmelidir.
Kimliğimizde ifadesini bulan toplam çaba, aynı zamanda
bir değerler sisteminden diğerine geçiş mücadelesidir.
Che Guevara, “Geçmişte bıraktığımız topluma tamamen
sırtımızı döndükten sonra, yeni toplumu yarattığımız bir
insanla oluşturmak istedik; kurtlar toplumunun kurt insanı yerini bir başka insan tipine, benzerlerini yemek gibi yok
edici bir dürtüye sahip olmayan insana bırakacaktır… Ne
var ki çıkar, mutluluğun anahtarı olma niteliğiyle ağır basıyor hâlâ.” diyerek, bir değerler sisteminden diğerine geçişin
güçlüklerine dikkat çeker. Bu güçlük, yine Che’nin ifadesinde
görüldüğü gibi düşlenen topluma dair değerlerin bugünden
yaşanmasına engel değildir.
Devrimcilik, tam da bu nedenle hem bir kimliktir, hem de
bir yaşam ve direnç alanıdır; şiirsel olanı yaşama, yaşamı şiire
taşıyabilmek ve “Ey varlığını metalin ve metanın yoğunluğuna borçlu güçler/size ufkumuzun menzilinde dans eden olasılıklar bile yeter…” diyebilmektir.
Biz devrimciyiz. Egemen gidişatı tersine bükmek, kimliği124
mizde öncelikli görevdir. Yoldaşlık, taşınan kimliğin hammaddesidir; yolun da duygunun da paylaşılması halidir. Kalabalık
içinde yalnızlık, toplum içinde insansızlık çekmek nasıl kader
değilse; güçsüzlük, mutsuzluk ve yokluk halleri de kader değildir. Devrimcilik, sistemin ürettiği hemen tüm sorunların
çözüm zeminidir; sistemin tepeden tırnağa antitezidir.
Taksim’de gördük ki, sistemin gücü ve büyüklüğü görelidir. Bizlerin eksikleri, olanaksızlık ve yetersizlikleri ise geçicidir. Bir an devran dönüyor, tüm eksiler yerini artıya bırakabiliyor. Tabii bu, kendiliğinden bir süreç değildir. Bugüne kadar
harcanan emeğin, ödenen bedellerin birikerek oluşturduğu
gelişmenin sokağa yansımış ifadesidir. Hem 77’dir, hem 97’dir;
hem geniş anlamda, hem de dar anlamda “biz”in devamlılık
göstergesidir.
Günümüzde devrimci olmak, insanlığın finaliyle erken tanışmak, özgürleşmenin tadına tutsak bir toplumdayken bile
varabilmektir. Günümüzde devrimci olmak, kendi artılarını başka artılarla birleştirebilmek, kan bağından öte bir aileye sahip olmak,
kardeşlikten öte bir kimyayla ısınabilmektir.
Günümüzde devrimci olmak, yârin yanağından gayrı her
şeyi paylaşabilmek, aşkı yaşamın bütününe taşıyabilmek ve
yoldaş sevgiliyi değerlerin vücut bulmuş hali olarak görebilmektir. Devrimcilik, başlı başına bir aşktır; üstelik yalnızca
sevgiliye değil, değerlerin toplam ifadesine duyulan, yaşamda
motivasyon ve özgüveni arttıran bir sevdalanma halidir. Bedel
öderken bile gülümseyebilmek, kapitalist kuşatma altında
mutlu olabilmek, bu sevdanın niteliklerindendir.
Günümüzde devrimci olmak, Che’nin deyimiyle, kapitalizmin uyarıcıları yerine yeni bir insan yaratacak moral uyarıcılar bulabilmek; değerlerini her an ve koşulda güncelleyebilmektir; kaçmak değil yüzleşmektir; bahane değil çözüm
üretmektir; ruhsal ve fiziki yorgunlukları geçici kılabilmek
125
Nasıl Yapmalı?
ve donanımın bile eskiyebileceği bilinciyle her an yenilenebilmektir.
Günümüzde devrimci olmak, “Zincirlerimizden başka kaybedecek bir şeyimiz yok. Ama kazanacağımız yeni bir dünya var!” sözünü güncelleyerek, Prometheus’u mitten gerçeğe,
Spartaküs’ü tarihten bugüne taşıyabilmektir; zincirlerin inceltilmiş ve yaşama içerilmiş biçimlerini açığa çıkararak, kazanılacak dünyayı bugünden somutlayabilmektir.
Mücadele, devrimciliğin emeğe dönüşme biçimidir; üretme ve somutlama alanıdır; amaçlanan zirvelere tırmanma
aşamasıdır. Bu alanda ücret de mesai de yoktur. Ama ruhsal
dünyalara dolan sonsuz karşılıklar vardır. Bu, eylem anında
da yaşamın en sıradan kesitlerinde de olanaklıdır; yeter ki
devrimcilik sözde kalmasın, yeter ki devrimci ilişkilerin doyuruculuğu yerine kapitalizmin obezliğe çıkan yolu tercih
edilmesin. O zaman, zindanda tek başına bir hücredeyken
bile kalabalıklaşmak, yaşamın bütününü bir sevdaya çevirmek ve nöbeti yoldaşlarına devretmek gerektiğinde yeniden
doğar gibi gitmek olanaklı hale gelir.
İnsanlığın hazırlandığı son kavgadır devrimcilik; ardında
kapitalizmi bırakan bir eşik, mutluluğun sonsuz ve kesintisiz
biçimlerine açılan bir kapıdır. Bu yolda, insan olarak kalmayı
başarabilmiş herkes yoldaştır bize.
Shakespeare’ce söylersek; biz, odun değiliz, taş da değiliz,
insanız. Devrimciliği de bu gerçeklik ışığında, insanlaşmanın
yoğunlaşmış biçimi olarak tanımlarız. Bu nedenle, düşlediğimiz dünyada tek ayrıcalığı (Che’nin dediği gibi) çocuklara
tanırız.
Bugün belki hala işgücümüzü satarak geçiniyoruz; belki çatısı altında bir gün bile geçirmek istemediğimiz kurumlarla
muhatap oluyoruz; daha da önemlisi belki sınıflı ilişkilerin komünal dünyamızda varlık göstermesini önleyemiyoruz. Hatta
kendimizi anlatamadığımız, insanların sistemin aldatıcı ışıl126
tılarının peşinden gitmesini önleyemediğimiz oluyor. Ama,
kapitalizme karşı yürümenin anlamını, yoldaşça kenetlenmenin tadını ve bir amaç için bedel ödemenin değerini biliyoruz.
Biz, “Geçmişi olmayanın geleceği de olmaz.” diyen; ama,
değişimi de yadsımayan, dolayısıyla da günün içerdiği sorulara yanıt arayan bir hareketiz. Bu nedenle, Spartaküs’ten
Bedreddin’e Pir Sultan’dan Mahir’e; Devrimci Gençlik’ten
Devrimci Yol’a, Devrimci Yol’dan Devrimci Hareket’e uzanan
devamlılıkta ısrar ediyoruz. 127
Yaşamda Kalite Yitimi ve Ölçek Bulanmasının
Arttığı Koşullarda
Devrimcilerin Örnek
Alınması
Daha Büyük Önem Kazanır
“İnsanlar yaşadıkça ihtiyarladıklarını sanır,
halbuki yaşamadıkça ihtiyarlarlar.” (48)
Çaresizlik hali bir halkı ya teslimiyete ya da fal, şans oyunu,
din, vb. tercihlere doğru zorlar. Bugün ülkemizde fala (genelde metafiziğe) olan ilginin, umutlarını öte dünyaya ertelemenin; şans oyunlarından kurtuluş beklemenin yaygınlaşmasının ağırlıklı nedeni çaresizlik halidir.
Kapitalizm, bir taraftan yaşam ve soluk alma kanallarını daraltırken, diğer taraftan itiraz ihtimaline karşı elindeki yasa ve
asker/polis gücünü (yani halka karşı tehdidi) büyütmektedir.
Bu durum, devrimcilerin önüne ek görevler çıkarıyor.
Devrimciler, birincisi, tüm kültürel açı farkına rağmen halka gerçekleri doğru ve anlaşılır biçimde anlatmanın yöntem
ve araçlarını geliştirmelidir. İkincisi, toplumda narkoz etkisi
yapan tüm müdahalelere rağmen; halk kesimlerinin ayağa
kalkması, kendi özgücüne güvenmesi ve başarıya inanması
sağlanmalıdır. Tabii bu noktada, böyle bir çalışma yapacak
öznelerin niteliği, değerlerle barışıklık hali ve ideolojik sağlamlığı büyük önem taşıyor.
Solda bir çeşit sosyaldemokratlaşmanın yaşandığı, sosyal
demokrasiyle anılan partinin ise, belki de tarihin en gerici
hallerinden birini yaşadığı bu koşullarda devrimcilerin en
rafine değerlerle, azami özen ve hassasiyetle halkın karşısına
(48) İskoç Atasözü
129
Nasıl Yapmalı?
çıkmak gibi bir yükümlülüğü vardır. Burada belki, her yapının,
bağımsız duruş sebebiyle davranış özgürlüğünden/keyfiyetinden söz edilebilir. Tabii ki böyle bir keyfiyet hakkı vardır. Ama
bilinmek durumundadır ki feodal değerlerle iş görme, özensizlik, kendini dayatma, vb. haller, öncelikle duruş sahibini vurmakta ve sonuçta tüm sola/devrimcilere zarar vermektedir.
Bilinçlerden gönüllere akan ışıkla ördük
Sevda tuğlalarını
Harcımız, gözlerdeki esmer elektrik oldu.
Biz yoldaşız
Puslu bir umursamazlık daraltmasın diye
Göğüs kafeslerimizi
Birbirimizin içinde nöbete durduk.
Bugün yaşamın hemen her alanında “eski devrimci” enkazıyla karşılaşmak mümkün. Dün, önüne çok büyük amaçlar
koyarak mücadele etmiş, bedel ödemiş insanların bugün bar
köşelerinde vakit tüketmesi; hiçlikle/boşlukla beraber anılır
olması veya kendilerini “para kazanmak” gibi bir amaçla sınırlamaları; dün en kötü konumda bile kazandıklarının çok daha
gerisine düştüklerinin ve buna rıza gösterdiklerinin kanıtıdır.
Bu sonuç için değerlendirme yapan, roman yazan, film çeken
pek çok kişi veya çevre vardır. Bu sonuç, Türkiye coğrafyasında devrim niyeti olan hiçbir yapının görmezden gelebileceği
veya salt fotoğrafını çekmekle yetinebileceği bir durum değildir. Çözüm, bir yazının kapsamını aşacak denli boyutludur.
Sorunların kaynağı da çözüm önerileri de yapılara, kişi veya
çevreye göre değişebilir. Ancak, koşullardaki tüm farklılıklara ve değişimin şiddet ve oranına rağmen bugün bulunulan
nokta, bir çaresizlik halini tanımlamıyor. Örgütlenmek için
de, mücadele için de yeterli teorik ve pratik veri vardır. Zaten
devrimciliğin sorunlarının devimcilik dışı zeminlerde veya
130
“emekli devrimcilik” hallerinde aşıldığı görülmemiştir.
Aradan cam bölmeyle ayrılmış bir akvaryumda küçük bir
balıkla beraber bulunan ve küçük balığı yemek için her hamle yaptığında kafasını cam bölmeye vuran köpekbalığının bir
süre sonra o hamlelerden vazgeçmesi; aradaki bölme kaldırıldıktan sonra da küçük balığı yemeğe yönelmemesi, “öğretilmiş çaresizlik” olarak bilinir. Bunun, toplum yaşamına, insan
davranışına dair pek çok biçimi/örneği vardır. Ayrıca, öğretilmiş çaresizliğin dışında; öğretilmiş edilgenlik, öğretilmiş itaat,
öğretilmiş tutum ve refleksler, öğretilmiş kavrama ve algılama
gibi pek çok yönlendirme halinden söz edilebilir. İnsanların
farklı disiplinler altında dahi (devrimci zeminler gibi) öğretilmiş alışkanlıkları sürdürdüğü, hatta çoğu kez uzun uğraşlara
rağmen aşamadığı görülür. Örneğin sürekli olarak beğenmeyen ve eleştiren konumda durmanın, eleştiri sahibini daha çok
şey bilen, özel konuma sahip kişi olarak göstereceği varsayımıyla; yoldaşlarının hemen hiçbir adımı karşısında sessizliği
veya onaylama halini tercih etmeyen; sürekli olarak tartışma
halinde, gergin ve memnuniyetsiz durumda bulunan kişiler;
en hafifletilmiş tanımla “öğretilmiş bir negatif kişilik” halini
devrimci zeminde sürdüren öznelerdir. Halbuki devrimci yapıların, belki de varoluş tarihlerinin hiçbir döneminde olmadığı denli yapıcılığa, sahiplenme ve katılıma ihtiyacı vardır.
Devrimciliğin ilkokulunda hemen herkese eleştiri ve özeleştirinin yararları/gerekleri anlatılır. Benzer şekilde disiplinin
gerekliliği, emek-sermaye çelişmesinin ve onun paralelindeki
sınıfsal hallerin uzlaşmazlığı öğretilir. Bu öğretilenlerin pratiğe
taşınması, doğru yorumlanıp uygulanması, kavrayış kapasitesi kadar, deneyim ve olgunlaşma gerektirir. Böyle bir süreçteki
eksiklik; yorumlamada kabalığı ve acemilik olasılığını arttırır.
Gerçekte aynı örgütsel çatı altında bulunan öznelerin, gördükleri her eksikliği tanımlaması, her farklı yaklaşım halini
itiraz vesilesi yapması şart değildir. Her örgütsel duruşun bir
131
Nasıl Yapmalı?
kimyası, bir iç işleyiş tarzı, normları ve sorun çözme biçimleri
vardır. Kimi eksikler, sürece yayılarak aşılmayı gerektirebildiği gibi kimileri de genel gelişimin pozitif yöndeki evriminden
etkilenmeye bırakılabiliyor.
Özellikle mevcut konjonktürde; iş yapmak yerine konuşmayı, örgütsel duruş yerine bireysel duruşu tercih edenlerin
sayıca çokluğu; karşıdevrim zemininden fırlatılan okların
miktar ve çeşitliliği, eleştirinin yıpratıcı işlev görebilme olasılığını arttıran faktörlerdir.
Bu çektiğimiz fotoğraftan, yoldaşların birbirine veya harekete hiçbir koşulda eleştiri yöneltmemesi gerektiği biçiminde bir sonuç çıkarılmamalıdır. Davranış normları için; iş ve
kişi ayrımı yapmadan her işe her yoldaşıyla koşturan, katılım
ve sahiplenme için azami özeni gösteren, eksiklikleri yüksek
sesle dillendirmek yerine, giderme yönünde rol almayı tercih
eden yoldaşlarımız örnek alınabilir. Söz konusu yoldaşlarımızın eleştiri yeteneğinin olmadığı veya iradelerini çiğnettikleri düşünülemeyeceğine göre; böyle bir duruşun barındırdığı
devrimci öz ve kişilik kalitesine kafa yorulmalıdır.
Sınıflar mücadelesinin ve dolayısıyla devrimci mücadelenin
çapını daraltan, sorunu salt bir kavga fiiline indirgeyen kavrayışlarda, “askeri kişilik” politik kişiliğin önüne geçer. Vurmak,
kırmak, hatta güçlü bedensel fonksiyonlar dahi bir değermiş
gibi algılanır. Gerçekte ise, bilinir ki gerilla bile, askeri değil
politik bir tanımdır ve başarısı, politik yeterlilik oranında artar. Öfkenin, gerilimin kavgaya artı nitelikler katacağı hiçbir
alan yoktur. Karşıdevrim güçleriyle karşı karşıya gelindiğinde
gerçekte iş gören, öfke veya gerilim değil, olguyu doğru okuma ve ona uygun çözüm üretme kabiliyetidir.
Yoldaşlar, bizler de biliyoruz; açlık, devrimciler dahil tüm
bir halkı vuruyor. Açlığın büyüğü, doyma çabasını çarpıklaştırabiliyor. Amacımız, teşhir veya yıpratma değildir.
Aceleci vedalaşmalar, bir bitkinin toprağa dönüşünü anım132
satan kavuşmalar, içinden geçeni yapmaya vakit bulamamış
gönüller; düşe aktarılmış beklentiler, düşe karışmış gerçekler...
Yaşam denen bu uzun soluklu koşuda ne çok açlık, doyurulmadan tüketir bekleme süresini. Bu nedenle yoldaşlar, asıl
önemli olan teşhis değil tedavidir. Ve bu tedavide herkes öncelikle kendinin doktoru olmalıdır . O noktada biliyoruz ki bireysel doyum da artacak, pozitif çabaların toplam etkisiyle hareketin eksiklerinde ve ayakbağlarında bir azalma gözlenecektir.
Sıkça belirttiğimiz gibi hareket, insanlarüstü bir olgu değildir yoldaşlar. Hele ki kenarda durup üzerine yıpratıcı oklar
atacağımız bir hedef, hiç değildir. Bugün, bırakalım karşıdevrimi, solun içinde veya çevre halkalarında bulunan pek çok
kişi ve grupta, adeta bir depresyon halini andıran duruşların,
öfke ve saldırganlık içeren eleştirilerin yoğunlaşmış olması;
iddia ve kapsayıcılığı gereği hareketimizi çok daha seçici bir
üslup ve duruşa zorluyor. Yoldaşlık ekseninde çoğalttığımız
kardeşlik, başka hiçbir koşulda mümkün olmayan bir doyumun, mutluluk ve gelişmenin habercisidir . Bunun bilincinde
hareket edildiği, gerekli emekten kaçınılmadığı ve sabır gösterildiği sürece, amaçlanan sonuca giden yol görünür biçimde
kısalacaktır. Bunun yerine, bireysel doyum için çabalamak,
etkinlik ve imkanlarını bireysel potada toplamak; devrimcilik
iddiasında olanlara zaten yakışmaz.
Bertolt Brecht kimilerinin yaşamdaki etkinlik tercihini, pul
koleksiyoncularına benzetir. Fikir, deyim ve kavramlar, pul biriktirir gibi biriktirilir. Az bulunan, az duyulmuş veya duyulmamış olan daha çok rağbet görür, görüşler bir pul gibi takas
edilir. Ve koleksiyoncular, birbirlerinden hoşlanmasalar da
birbirlerinden uzak durmaya çalışmazlar. Burada amaç, toplumsal bir ihtiyacın değil, bireysel bir doyumun karşılanmasıdır. Bu nedenle, görüşün az bulunması, ilgi görmesi temel kıstastır. Bunun tersine, örneğin “üretim araçları üzerinde özel
mülkiyetten vazgeçmeyen, faşizmden kurtulamayacak aksine
133
Nasıl Yapmalı?
ona gerek duyacaktır .” (49) ifadesi, yine B.Brecht’in deyimiyle
romantizmi az ve hiç de şiirsel değil, ama gerekli bir ifadedir.
İnsanların beyinlerinde ve ruhsal yataklarında, uyandırılmayı bekleyen çeşitli eğilimler vardır. Bunların hangisinin
uyandırıldığına ve beslendiğine bağlı olarak, değer yargıları,
yaşamsal tercih ve yönelimler biçimlenir. Özellikle fikri üretkenlik, okuma ve düşünme etkinliği mutlaka bir amaç dahilinde gerçekleşmelidir.“Düşünme ve ifadenin nedeni, ifade ve
düşünmede sonuçlandırılmalıdır. Örneğin ortaya özgürlük
sorusu atıldığında, özgürlük isteğini doğuran baskının ne olduğu saptanmalıdır, böylelikle gereksinilen özgürlüğün türü
de saptanacaktır. Özgürlük sorusunu (ya da isteğini) doğuran
nedenler, durumu değiştirmek, yani özgürlüğü yaratmak için
kullanılmalıdır .”” (50)
Bilimle arasını hiçbir zaman açmayan, gerçekliği ihtiyaca
göre eğip-bükmeyen kişi ve yapılar, gerçeklik aleyhlerine de
olsa, onu olduğundan farklı göstermeye yönelmezler. Ve bilirler ki gerçeklik tektir; iki ya da varolan çıkar gruplarının sayısı
kadar değildir. Diğer bir ifadeyle, herhangi bir öznellik sebebiyle 4 rakamı istenmeyen bir sonuç olsa dahi, 2x2’nin 3 veya
5 olma olasılığı yoktur. Bunun tersi, gerçekleri bir kaypaklık
zemininde var etmektir ki, ilkin tutarlılık/bilimsellik sınırları
içinde kalmak zorunda olanları vurur.
Bugün toplumsal dönüşüm gibi zor ve iddialı bir projenin
mimarları olarak yola koyulan devrimciler de gerek yoluna
doğal engebeleri, gerekse sınıf karşıtlarınca inşa edilen dalgakıranlar, tuzak ve ayak bağları sebebiyle yerinde sayan ve
hatta gerileyen konuma düşebilmekte; kazanç ve kayıp grafiği sık sık dalgalanmaktadır. Bu, duruşunu korumayı da yola
devam olasılığını da güç/zahmetli kılar. Bu sorunları aşmak,
uygun patikaları bulup yolun tıkalı yerlerini geçmek doğru ve
gereklidir. Ne var ki, bu tür süreçlerin “arayış” hanesine bazen, hedef bulandırıcı ve yolun niteliğini değiştirici eğilimler
134
sızar ve giderek ağırlık kazanır. Bugün de böyle bir süreçten
geçilmektedir. Yapılan eksiklik tanımları ve hareket noktaları
doğru da olsa; çözümlerin, solu temel eksenlerinden kaydıracak tercihlerde aranması, tıkanma noktalarının açılmasını
geciktirici bir etki yapmaktadır.
Devrimciler, ne geçmişin yakasına yapışarak ne de siyasal
özne olarak birbirini rakip görerek bu süreci aşabilir. Gelecek,
geçmişi reddederek değil, tarihsel bağı (devamlılığı) koparmadan ondan öğrenerek ama onu aşarak oluşuyorsa; günü
anlatan fotoğraf kareleri bulanık görünse de bir netliğe doğru
yükselme söz konusu demektir.
Aldatma ve yanılgının dünya ölçeğinde merkezileşmiş kurum ve çabalarla büyütüldüğü, özel bir teşvike tabi tutulduğu
günümüz koşullarında artık uyanıklık halinde olmak ve duyduğunu, okuduğunu özel bir süzgeçten geçirmek, sürekli devrede olması gereken bir ihtiyaçtır.
“Düşünen, bunu sadece aldatmaca ve yanılgıları saptamak
için yapmaz. Aldatmaca ve yanılgıların biçimini kavramak
ister. ‘Güçlü bir halk zayıf bir halktan daha zor saldırıya uğrar.’ cümlesini okuduğunda, buna ‘ama daha kolay saldırır’
cümlesini eklerse birinci cümleyi düzeltmesine gerek kalmaz.
‘Savaşlar gereklidir’ cümlesini okuyunca , buna ‘hangi koşullar altında’ ve ‘kimin için’ cümlelerini ekler. (51)
Brecht’in yukarıdaki alıntıda yaptığı gibi, duyduğumuz
veya okuduğumuz her şeyi cümle cümle inceleme ve aralarındaki ilişkiyi gözeterek, gerekiyorsa düzeltme yoluna gitmemiz halinde belki yanılgılardan bütünüyle kurtulmuş olmayız;
ama, bugün kimi durumlarda aradaki farkları lehine göstermek üzere başvurulan atraksiyonların, sahiplerini ne denli
küçülttüğünü görebilme şansımız artar.
(49) Faşizm Üzerine Yazılar, s:13
(50) Faşizm Üzerine Yazılar, s:15
(51) Faşizm Üzerine Yazılar, s:16
135
İçinde Bulunulan Şartlara
Nereden ve Nasıl Müdahale Edilmeli?
Devrimciliğin,
her türlü bedel ödeme olasılığından uzak,
steril bir yolu yoktur.
Brecht’in dediği gibi
eğer bütün ırmaklarında ve bütün denizlerinde
yüzeceksek yeryüzünün;
fırtınaya yakalanma ve dalgalarla
boğuşma olasılığını göze almak durumundayız.
Aksi takdirde,
Yüzme fiilinin dışında kalacağız.
Ve kendimize yüzücü desek de
Denizin bizden haberi bile olmayacak. (52)
Sınıf mücadelesinin katı yasaları, daha önceki benzer süreçlerde de olduğu gibi bir ayrışma ve giderek saflaşmayı zorluyor. Öyle görünüyor ki, yapay veya sübjektif ayrım çizgileri,
karşı karşıya olunan bu fiili sınavda silinecek ve yapılar gerçek
niteliklerinin gerektirdiği yerde saf tutacaktır.
Mevcut toplu durum, yenilgi dönemlerine has nitelikler
yansıtıyor. Hem bir teorik keşmekeş söz konusu, hem de bir
değer erozyonu ve sisteme öykünme durumu yaşanıyor. Daha
da önemlisi, siyasal iktidar, yaşamın hemen her kesitinde
gerek ideolojik gerekse fiziki olarak varlığını hissettirmekte,
(52) Devrimci Hareket, 2008
137
Nasıl Yapmalı?
konjonktürel avantajlarını, hemen her gelişmeyi kendi lehine
halkın ise aleyhine kullanabilmektedir. Bu durumu, sansasyonel bir eylemin, kimin yaptığından bağımsız olarak kim güçlü
ise onun tarafından kullanılmasına benzetebiliriz. Soma’nın
da TOMA’lı ve gazlı saldırıların da AKP’nin aleyhine sonuç
doğuracak şekilde değerlendirilememesi, aksine AKP’nin
tapeleri bile deyim yerindeyse ters çevirmesi; konjoktürün
onun lehine olması ve devlet gücünü, halkın örgütlü gücünü
etkisizleştirebilecek şekilde kullanabilme avantajına sahip olması sebebiyledir.
İktidar, tüm iç çelişmelere rağmen örgütlü ve güçlü duruyor. Halka öncülük iddiası taşıyan sol yapılarda ise, 1974-75’i
anımsatan biçimde bir parçalanma ve dağınıklık söz konusu. Geleceğe inançsızlık ve özgüven problemi yaşandığı için,
halkta da güven oluşturulamıyor. Bunun nedenleri çeşitli açılardan tartışılabilir. Ama seçim, referandum, vb dönemlerde
sıkça işaret ettiğimiz gibi, devrimci zeminlerde bir çeşit sosyal
demokratlaşma olunca, halkın onlar yerine gerçek sosyal demokratları tercih etmesi doğaldır.
Artık mahallelerde, okullarda, vb çalışma alanlarında; alanın özgünlüğü, hedef kitlenin beklentileri, koşulları, vb dikkate alınarak veya stratejik hedefle an arasında bağ kurularak
değil, çalışma yapanın öznel ihtiyaçlarının veya dar pratikçi
ezberinin belirleyici olduğu türden çalışmalar yapılıyor. Gezi
sürecinin oluşturduğu ve devam eden tüm avantajlara rağmen
bu tablo düşündürücüdür.
Böylesi dönemlerde bir toparlanma yaşanmadığında, bölünmeler de öznelleşme ve mesafeler de artar. Kızıldere sonrasında nasıl geçmiş değerleri karalamak kimileri tarafından
marifet addedildiyse, bugün de sınıflar mücadelesinin gereğini yerine getiremeyenler, bunun bedelini değerlere ve o değerlerin temsilcilerine ödetmeye çalışıyor. Çözülme ve çözümsüzlük kaynaklı “arayış”, örgütsüzlüğü ve giderek hiçleşmeyi
138
beraberinde getiriyor. Dünün Marksist geleneğinden gelen
yapıların pek çoğunun, sınıf bilincini, kimlik siyasetinin tekilleştirici ve ayrıştırıcı tarzıyla ikame etmesi, durumu daha
da içinden çıkılmaz hale getiriyor. Bunun felsefi tezahürü,
metafiziktir; pratik karşılığı da tekyanlılıktır; geçmişi inkar ve
geleceksizliktir.
Bu fikri karmaşa ve yönsüzlük ortamında, içinde bulunulan
şartlara nereden ve nasıl müdahale edilmesi gerektiği, ancak
birikim ve yöntemin devamlılığını gözetenlerce doğru tespit
edilebilir. Bu, 1975’te Devrimci Gençlik’tir; 1977’de Devrimci
Yol’dur.
1975’te Devrimci Gençlik dergisinin “Gençliğin Devrimci
Eyleminin Birliği” şiarıyla ortaya çıkmasının nedenlerinden
biri de, soldaki ideolojik ayrılıkların kısa vadede bir birliği
olanaksız kılmasıydı. Bu nedenle bir taraftan ideolojik mücadele ile sol hareket saflarındaki burjuva öğeler deşifre edilirken, diğer taraftan gençliğin eylem birliği, devrimci hareketin
birliği için bir adım olarak görüldü.
O gün olduğu gibi bugün de dünya ve ülke özgülündeki
gelişmelere paralel olarak sınıf mücadelesinin keskinleşmesi,
bir saflaşmayı koşulluyor. Ne söylediğiyle değil, ne yaptığı ve
dünyayı nasıl algıladığıyla kimlik oluşturan yapılar, kendilerine benzeyen kimliklere yakınlaşıyor. Süreç, devrim ufukluları
aynı siperde buluştururken, günü kurtarma eksenli politika
yapanları da sisteme öykünmenin şu veya bu biçiminde ortaklaştırıyor.
Bugün devrimcilere düşen görev, bu saflaşmayı sosyal pratiğin kendiliğinden akışına bırakmadan müdahale etmek,
irade koymaktır. Bu bağlamda dönemin gerektirdiği program
ve taktikler konusundaki netleşme öncelenmelidir. Bu, aynı
zamanda saflaşmayı da hızlandıracaktır.
Bugünkü tabloda en çarpıcı yönelimlerden biri de ideolojik
olarak ne söylendiğinden bağımsız olarak, çok sayıda yapının
139
Nasıl Yapmalı?
fiilen uzun süreli bir evrimci çalışmayı önüne stratejik bir hedef olarak koymuş olmasıdır. Artık pek çok yapı için devrim,
bu uzun süreli evrimci çalışmanın finalindeki kalkışmadır.
Halbuki Mahir’in bugün de geçerli olan tezleri, ülkemizde evrimle devrimin iç içe geçtiğine işaret eder.
Ülkemizde devrimin objektif koşulları vardır, eksik olan
sübjektif koşullardır. Bu koşullar da, yani örgütsel yeterlilik de
politik pratiğin dışında değil, bizzat içinde oluşturulur. Başka
bir ifadeyle söylersek, nicel birikim-nitel patlama biçiminde
değil, nicel birikimle nitel sıçramanın iç içe geçtiği diyalektik
bir süreçtir söz konusu olan. Deyim yerindeyse, her an kendimizde ve koşullarda devrim yaparak, uzun süreli irili ufaklı
devrimlerle, ileri ve geri düşüşlerle ilerleme sağlanır; Mahir’in
tarif ettiği, özetle budur.
Bu, aynı zamanda bir devrim anlayışı ve çalışma tarzı konusudur. Evrim ile devrim aşamalarının birbirinden ayrıldığı,
birinin diğerini hazırladığı biçimindeki çalışma tarzı, gelişmiş
kapitalist ülkelerdeki devrim anlayışının gereğidir; iktisadi
temelden sosyal ve siyasal şekillenmeye kadar farklı koşulların gerektirdiği programatik duruşun ifadesidir. Bu anlayış
Türkiye koşullarına taşındığında, stratejik olarak halk savaşının, dolayısıyla da ona uygun mücadele anlayışının reddi
gündeme gelir.
Aslında vaktinde yapılmış ve doyuma ulaşmış olan bu konudaki tartışmalar, dün ile bugün arasında yaşanan fikri kopukluk nedeniyle, deyim yerindeyse yeniden ama daha geri
bir zeminde yapılıyor. Bu konuda Mahir’in Mao’dan yaptığı
alıntı, devrim stratejisinin tayinindeki ülke koşulları farkını/
rolünü tüm açıklığıyla ortaya koyuyor.
“İçerde, burjuva demokrasisini (feodalizmi değil) uygulayan kapitalist ülkeler, faşist değillerse, ya da savaş halinde bulunmuyorlarsa,… Proletarya partilerinin ödevi, işçileri eğitmek ve uzun bir yasal mücadele ile kuvvetlenmek ve böylece,
140
kapitalizmin kesin yıkımına hazırlamaktır. Savaşmak istedikleri bir savaş varsa o da hazırlandıkları iç savaştır. Ama bu
isyan ve savaş, gerçekten aciz kalıncaya kadar, proletaryanın
çoğunluğu silaha sarılıp dövüşmeye azmedinceye kadar ve
kırsal yığınlar proletaryaya seve seve yardım edinceye kadar
başlatılmamalıdır. Ve böyle bir isyanı ve savaşı başlatma zamanı gelince, atılacak ilk adım kentleri işgal etmek ve sonra
kırsal bölgelere doğru ilerlemektir… Ve bundan başka bir yola
başvurmamaktır. Bütün bunlar, kapitalist ülkelerin komünist
partileri tarafından başarı ile yapılmaktadır ve Rusya’da Ekim
Devrimi ile doğrulukları sınanmıştır.” değerlendirmesini yapan Mao, Çin’in farklılığına dikkat çeker.
“Ama Çin farklıdır. Çin’in ayırıcı özellikleri, bağımsız ve
demokratik olmaması, ama yarı-sömürge ve yarı-feodol olması yani içeride demokrasinin bulunmaması... emperyalizmden baskı görmesidir... Temelde, komünist partisinin buradaki ödevi, isyan ve savaş başlatmadan önce uzun bir yasal
mücadele döneminden geçmek değildir. ...Önce kentleri ele
geçirmek ve ondan sonra kırsal bölgeleri işgal etmek değildir... Çin’de, savaş, mücadelenin temel şekli; ve ordu örgütlenmenin temel şeklidir. Yığın örgütleri ve yığın mücadelesi gibi
öbür şekiller de son derece önemlidir... Ama onların amacı
savaşa hizmet etmektir... Çin proletarya partisinin temel ödevi, partinin hemen hemen başlangıcından beri karşı karşıya kaldığı ödevi... silahlı mücadeleler örgütlemektir.” (53)
Bu saptamaların yapıldığı/aktarıldığı dönemde Devrimci
Gençlik, kimilerinin emperyalizmin 3. bunalım dönemini
inkar ettiğine, kimilerinin de 4. bunalım dönemine girildiği
gibi bizatihi 3. bunalım dönemi tahlilini inkara ve işi abesleştirme noktasına vardırdığına dikkat çeker. O tarihlerde TDAS
(Türkiye Devriminin Acil Sorunları) broşürü ile sahneye çı(53) Mao Ze Dung, Askeri Yazılar, abç
141
Nasıl Yapmalı?
kan Acilcilerin, söz konusu broşürde yaptığı 4. bunalım dönemi tespiti daha sonra kimi yapılar (Halkevleri çevresi, vb)
tarafından da çeşitli biçimlerde savunuldu.
Acilciler, 4. bunalım dönemi tespitini fokocu duruşlarına
gerekçe yaparken, Halkevleri reformist/evrimci çalışma tarzına gerekçe yaptı. Bugün yapılması gereken, ne bu türden
zorlama dönem tahlilleri eşliğinde çalışma tarzını günübirlik
hesaplara kurban etmek, ne de yapının kendi ihtiyacı olan dar
pratikçi yöntemlerle halkla aradaki mesafeyi açmaktır.
Her insanın tek tek (ruhuyla, zihniyle, yüreğiyle), toplumun
bir bütün halinde paramparça edildiği, tüm toplumsallaşma
dinamiklerinin ya etkisizleştirilip dağıtıldığı ya da birinin
diğerine değmez hale getirilip kendi tekil bağlamı içine hapsedildiği bu koşullarda yapılması gereken; iktidarın kutuplaştırıcı politikalarına alet olmamaya özen göstermektir. Bunun
da koşulu, refleksel değil programatik bir duruş sergilemektir.
İktidarın kutuplaştırıcı hiçbir hamlesi, duygusal, kişisel
veya hesapsız değildir. Sanıldığının aksine, çok planlı hareket
edilmekte; AKP, emperyalizmden işbirlikçi tekellere kadar
uzanan politik çıkar örtüşmesinin gerekleri dahilinde rolünü
oynamaktadır. Yer yer kimi çelişmelerin yaşandığı doğrudur.
Ancak bunlar, ilişkinin özünü belirleyecek nitelik ve kapsamda değildir. Hele ki insan hakları, vb konularda ABD’den
AKP’ye yönelen tepkiler, bütünüyle dünya halkları karşısında
meşru görünme, güvenirliğini yitirmeme kaygısı sebebiyledir.
Ve iki taraf da bunun bilincindedir. Aksi takdirde Suriye ve
Libya dahil dünyanın pek çok ülkesinde uygulanan vahşette
ortaklaşmalarını açıklamak mümkün olmazdı.
Bu nedenle, mevcut çelişmelerin tayini ve durum tespiti,
görüngülerle değil, arka plan okunarak yapılmalı, günübirlik
söylemlere ve gerilim politikalarına karşıtlık üretme yarışı içine girip iktidarın koşulladığı gündemin peşinden sürüklenir
duruma düşülmemelidir. Örneğin, iktidar sahipleri bir dinin,
142
bir mezhebin veya bir milliyetin adını öne çıkardığında, biz
karşıtını öne çıkarırsak, amaçlanan kutuplaştırmaya alet olmuş oluruz.
Elbette, ezilen konumdaki tüm kimlikleri, tek tek ve bir
arada sahipleneceğiz; ama çok daha önemlisi, ezenin bir avuç
olduğunu, kutuplaştırmayı başaramazsa yalnız kalacağını bilerek hareket etmeliyiz. Bu aynı zamanda, Leninist devrim
anlayışının gerektirdiği bir duruştur. Mahirlerin de Devrimci
Yol’un da yaptığı buydu. Dönemin iktisadi olduğu kadar sosyal ve siyasal değerlendirmesi yapıldı; bir avuç zorba dışındaki tüm halk kesimlerini aynı programda buluşturan bir ufukla
hareket edildi.
Devrimci Yol’un yol göstericiliğinde hayata geçirilen direniş komiteleri, gelecek toplumun örnek biçimiydi. İçinde sağ
partilerin tabanından insanlar da yer aldı. O zaman da iktidar
Alevi-Sünni, Türk-Kürt farklarını kaşıyordu. Onun karşısına,
kutuplaştırmaya alet olunan politikalarla değil, ezilenlerin sınıf kardeşliğiyle çıkılabildiği için başarı sağlanmıştı. Gezi sürecinin ilk etabında sağlanan ve umudu büyüten bütünleşme
de bunun sokaktaki ifadesiydi.
Evet, AKP/Erdoğan çok saldırgan ve tahrik edici, öfkemiz
çok büyük; Hitler dahil her türlü diktatörlük benzetmesi yanlış değildir. Ancak bununla kalındığında, hedef de çalışma
alanı da daralır. Dönem, programda isabeti, taktiklerde yaratıcılığı gerektiriyor. Bugün belki de öncelikle kaçınılması
gereken duruş; iktidarın tekilleştirip parçalayıcı politikalarına
hizmet edecek olan geniş veya dar bağlamdaki “ben” duygusunun, “biz” duygusunun karşısına çıkarılmasıdır. Bu, mülkiyet ilişkileri sebebiyle, çeşitlilik içeren ve yaşamın hemen her
kesitinde üreyip çoğalma zemini bulan bir sorundur. Kişinin
“ben” eksenli duruş ve eğilimlerinden bir örgütün grupsal çıkarları öne çıkarmasına veya ezilen bir kesimin demokratik
taleplerini, diğer tüm demokratik meselelerin önüne çıkara143
Nasıl Yapmalı?
rak tekil bir duruş sergilemesine kadar çok geniş yelpazede
karşılaştığımız bu eğilim, demokratik devrim programını uygulanamaz hale getirecek denli önemli ve güncel bir sorundur.
Bugün ne yapılması gerektiği, gerek toplumsal dinamiklerin potansiyel duruş ve eğilimleri, gerekse egemen güçlerin
sınıf mücadelesine bağlı olarak rejimi tahkim etme yöntemleri üzerine yaptığımız değerlendirmelerden bağımsız değildir. Örneğin seçim sonrasında yaptığımız değerlendirmede,
“Bugün gelinen aşamada; askeri bir cunta söz konusu değilse
de, bu türden bir müdahaleye ihtiyaç bırakmayacak şekilde
fiili ve sürekli bir darbe hali oluştuğu ve hemen tüm kamuflajların kalktığı, doğrudan müdahale edilir hale getirilen mahkemelerin dahi kararlarının uygulanmadığı bu koşullarda;
faşizmin gizliliğinin kalmadığını, açık bir nitelik kazandığını
söyleyebiliriz.” demiş ve AKP’nin niteliğine dikkat çekmiştik.
“Bugüne dek AKP gibi bir faşist partiyle karşılaşılmadı.
Bu, doğrudan Hitler’in Almanya’daki faşist partisiyle büyük
benzerlikler gösteren, toplum yaşamını tüm boyutlarıyla parti
egemenliği altına almaya çalışan, bunun için devlet kurumlarıyla özdeşleşmekten SA türü (Nazilerin yarı askeri milis
gücü) yapılar oluşturmaya kadar her yola başvuran bir yapılanmadır. AKP’nin bu nitelikleri, onun yürütme gücü olduğu,
yer yer özdeşleştiği sistemle nasıl baş edilebileceğinin, hangi
yöntem ve araçlarla karşı durmak gerektiğinin, bu yolun neden seçim olamayacağının göstergesidir.” (54)
Açık faşizm, öylesine yapılmış bir tespit, duygusal bir refleks veya ajitatif bir ifade değildir. Aksine, gerek emperyalizm
gerekse Türkiyeli sermaye tarafından tercih edilen ve değişimi
kolay olmayacak bir devlet biçiminin varlığına dikkat çekmektir. ABD’nin geniş bağlamlı bölge çıkarları da, oligarşinin
kriz koşullarındaki politikaları da açık faşizmi gerekli kılıyor.
(54) Bakınız, 30 Mart Seçimleri Dersler ve Sonuçlar
144
Bu, gerçekte AKP’nin karakteri veya ihtiyacı olmaktan çok,
sermayenin karakteri ve ihtiyacıdır.
ABD politikaları, bölgede kuralsız ve saldırgan olmayı gerektiriyor. Tekelci sermaye Türkiye’de her türlü talanı ve sömürüyü engelsizce uygulamak istemektedir. Kriz koşullarının
gerektirdiği her yasanın çıkması, ama buna karşı her itirazın
da bastırılması, açık faşist bir rejimi ihtiyaç haline getirmiştir.
Okmeydanı’nda Berkin Elvan’la ilgili gerçekleşen okul boykotuna polis saldırısıyla çıkan olaylardan hemen sonra, basına
düşen haber, polisin mahkeme kararı olmadan “eylem yapma
hazırlığı/olasılığı” iddiasıyla insanları gözaltına alabileceği,
yüzünü örtmenin suç sayılacağı, vb biçiminde bir yasa hazırlığı içinde olunduğunu gösteriyor. İktidarın bu çaba ve arayışlarının (gerçekte toplumu zapturapt altına alma yönteminin) sermayenin güncellenen ihtiyaçları çerçevesinde devam
etmesi beklenmelidir.
Bugün ekonominin çökmemesinin nedeni de bu açık faşist uygulamalardır. İktidar, devlet güvencesi eşliğinde yüksek faizle borçlanmakta, bunun gereğini yerine getirirken de
sadece Atatürk Orman Çiftliği’nde Başbakanlık binasını korsanca yapmakla yetinmemekte; 3. Köprü’den Kanal İstanbul’a,
Bozcaada’nın yüzde doksanının imara açılmasından bir başka
projeye kadar kural/engel tanımayan bir politika izlemektedir.
Sermaye düzeninin bu toplu görünümü, faşizmin açık yüzüne
neden ihtiyaç duyulduğunu anlatmaktadır.
Kriz dönemleri, sermayenin en saldırgan dönemleridir.
1929 krizini takip eden yıllarda Avrupa’da faşizmin yükselişi
bir tesadüf değildir. Bugün, uygulamaya sokulan dev projelerden dışarıda yaygınlaştırılan F tipinin tehdidine kadar hemen
her uygulama, birbirini tamamlamakta, açık faşizmin neden
oligarşinin bir ihtiyacı olduğunu anlatmaktadır.
Tahkim edilen faşist kurumlaşmanın ve kitle tabanının geriletilmesi, kısa sürede beklenmemelidir. Faşizmin bir insan145
lık suçu olmasına bağlı olarak, süreç “insanım” diyen herkese
görev ve sorumluluklar yüklemekte, bir avuç zorbaya karşı
halkın en geniş kapsamdaki birlikteliğini zorunlu hale getirmektedir.
Süreç bu biçimiyle, baş çelişmenin niteliği ve yüklediği sorumluluklar çerçevesinde algılanmadığında, niyetten bağımsız olarak, iktidarın kutuplaştırıcı politikalarına alet olma olasılığı artar. Örneğin AKP’nin, Suriye’de yapmaya çalıştığı biçimde Türkiye’de Aleviliği hedef göstererek amaçladığı kutuplaştırmaya karşı, Alevilerin bir karşı kutup oluşturarak tepki
vermesi sonuç alıcı olmaz. Aksine, yapılacaksa bir kardeşlik
mitingi yapılmalı, mezhep ayrımı gözetmeyen bir duruş üzerinden tepki verilmelidir.
Sermayenin en gerici, en şoven, en emperyalist unsurlarının açık terörcü diktatörlüğü tanımına denk biçimde tekellerin gerçekleştirdiği saldırılara uygun biçimde kurumsallaşan
AKP’nin, bundan sonra kökleştiği yerlerden sökülmesi kolay
olmayacaktır. Şu veya bu şekilde hükümet değişikliği olması
halinde de, sistemin kılcallarına dek belirleyici olan tekellerin
etkisinde, dolayısıyla devlet biçiminde kendiliğinden bir değişim beklenmemelidir. Bu kökleşme ve kurumsallaşmadan
sonra faşizmi geriletmenin tek yolu, güçlü bir halk hareketi
oluşturmaktır. Bu bağlamda, halkın potansiyel tepkisinin sistem kanallarına akmasını beraberinde getirecek her çalışma,
son tahlilde açık faşizmin devamına hizmet edecektir.
146
Fikri Aydınlanma, Fiili Muhalefet;
Kimlerle, Hangi Ölçülerle ve Nasıl?
L
enin, devrim sonrasında, üstelik kültür ve sanat konusunda dahi yeniliğin koşulsuz savunusuna karşı çıkar. Devrim
her ne kadar bir alt-üst oluş, dolayısıyla da yenilik ve yenilenme ise de, yeni olan her şeyin kutsanması; iyi, güzel kabul
edilmesi doğru değildir. Lenin, “‘eski’ bile olsa güzel olan korunmalı, çıkış noktası olarak ele alınmalıdır.” der. Ve “Niçin
yeniye sadece ‘yeni’ olduğu için Tanrı emri bir itaatle tapınıyoruz?” diye sorar. Bunda ikiyüzlülüğün ve Batı’da egemen
olan sanat akımlarına bilinçsizce boyun eğmenin payının büyük olduğuna dikkat çeker.
İmparatorluk kitabını okuyanlar bilir; Negri, emperyalizmin
miadını doldurduğu saptamasını yapar ve “İmparatorlukta dışarısı yoktur.” der. Herkesin içinde olduğu bu sistemde bir çeşit kader birliği ve uzlaşmak, tanımın gereğidir. Bugün sınıfsal
perspektifte şu veya bu oranda yaşanmakta olan kaymada bu
tespit ve yönlendirmelerin etkisinin olduğu yadsınamaz.
Solda bir çeşit ideolojik geri düşme, sınıf karşıtına öykünme
ve özgüven problemi yaşanıyor. Tarihsel süreç içinde yeri ve
zamanı itibarıyla anlamlanmış kimi olgular/kavramlar bugün
adeta yaşanmışlıklar yok sayılarak yeniden keşfediliyor. Bu
durum, “Aydınlanma, çağdaşlık, demokrasi” gibi kavramların,
hatta Fransız burjuva devriminin bayrağı niteliğindeki “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” üçlemesinin bugün kimin ağzında
hangi anlama büründüğüne bakılmadan yeniden politik sü147
Nasıl Yapmalı?
reçlerin sloganı haline getirildiği, dolayısıyla da solda anlam
ve hedef bulanmasının arttığı gözleniyor.
Bilinir ki süreç kendi akışına bırakıldığında, egemen rüzgarı arkasına alır ve o yönde akar. Devrimcilerin görevi, siyasi
gerçekleri açıklamak olduğu kadar, fiilen de yol göstermek ve
değişimde bizzat rol almaktır. AKP, yıllardır sola ait değerleri
öne çıkararak halkın önemli bir kesimini kendine yedekleyebiliyor, hatta Kürt sorunundan Alevi sorununa kadar pek çok
meselenin çözümüne (gerçekte çözümsüzlüğüne) müdahil
olabilme zemini bulabiliyorsa, bunda solun halka güven vermeyen duruşunun önemli bir payı vardır.
AKP, salt “dinci” yanıyla ele alındığında, tasfiye etmeye çalıştığı kesim ve değerler de Kemalizm, cumhuriyet değerleri vb.
noktalardan ibaretmiş gibi görülür. Gerçekte ise ne AKP, dinci
gericilikten, ne de tasfiye etmeye çalıştığı kesim ve değerler, ulusalcılıkla malul kesimlerin öne çıkardığı çerçeveden ibarettir.
Bugün artık genelde emperyalizm, özelde kapitalizm doğru kavranmadan gelişmeleri okuyup doğru yerde saf tutmak
olanaksızdır. Niyetten bağımsız olarak, “çevre” dendiğinde o
kirletici sistemin bir parçası olan veya sorunun fotoğrafını
çekmekten öte bir işlevi olmayan yapılar öne çıkıyorsa; ezilenlerin sorunları Feministlerin, Anarşist ve sol liberal kesimlerin insafına/perspektifsizliğine kalmışsa, bunda sisteme yedeklenmeyi beraberinde getiren sınıfsal perspektif yitiminin
doğrudan rolü vardır.
18. yüzyılda tarihsel gelişim içinde önemli bir anlam ve
role sahip olan burjuva aydınlanmanın üzerinden bunca vakit
geçtikten sonra bugün Marksist/proleter aydınlanma dururken, o değerlere asılı kalmak sol adına düşündürücü bir durumdur. Kaldı ki ne Aydınlanma, ne de onu önceleyen rönesans ve reform hareketleri birdenbire ortaya çıkmış temelsiz
olgular değildir.
Uzun menzilli ve geniş perspektifli bakıldığında, “önce söz
148
mü, eylem mi vardı?” tartışmasına sebep olan dönemlerden
bugüne bir üretim sürekliliğinin söz konusu olduğu görülür.
Bunda mitolojinin de, din ve felsefenin de rolü vardır. Önemli
olan, her olguyu gündeme geldiği tarihsel koşullardan koparmadan ele alabilmektir. Örneğin, ezilen halklar, Ortaçağ boyunca maruz kaldıkları zulme ve sömürüye “Mülk Allahındır”
diyerek itiraz etmişse; bu, sınıf mücadelesinin din görünümü
altında sürüyor olmasındandır.
Engels, bu durumu şöyle açıklar: “…Eğer bu sınıf savaşımları o çağda dinsel bir nitelik taşıyor, eğer çeşitli sınıfların
çıkar, gereksinme ve istemleri din maskesi altında gizleniyor
idiyseler, bu hiçbir şeyi değiştirmez ve çağın koşulları ile açıklanır.” (55)
O çağın koşullarında, yönetenler egemenliklerini dine
dayandırıyordu. Doğuda Halifelik, Batı’da Papalık etkiliydi.
İtiraz ve direncin din eksenli gelişmesi, bu bağlam içinde düşünülmeli, görülmelidir.
Marks’ın “Biz dünyevi sorunları teolojik sorunlara dönüştürmüyoruz. Biz teolojik sorunları dünyevi sorunlara dönüştürüyoruz” sözü, tam da bu durumu anlamaya ve açıklamaya
uygundur.
İşte dinin hakim ideoloji olduğu, bilim ve politikanın dinden ayrı düşünülmediği Ortaçağ karanlığından çıkışı simgeleyen çaba ve birikimlerin ürünüdür Aydınlanma. Dönemin
düşünürlerinin “akıl imparatorluğu” olarak tanımladığı bu
sürecin ufkuna ve sınıfsal içeriğine dair Engels’in yaptığı tanımlama, bugün ona karşı hangi mesafede ve nasıl durmak
gerektiğinin ipuçlarını veriyor.
“Bugün biz bu akıl imparatorluğunun burjuvazinin idealize
edilmiş imparatorluğundan başka bir şey olmadığını; bu sonsuz adaletin gerçekleşmesini burjuva adalette bulduğunu; bu
eşitliğin yasalar önünde burjuva eşitliğe indirgendiğini; burjuva
(55) Köylüler Savaşı, F. Engels, s: 46
149
Nasıl Yapmalı?
mülkiyetin temel insan haklarından biri olarak ilan edildiğini;
ve akıl devletinin (…) bir burjuva demokratik cumhuriyet olarak doğduğunu ve ancak öyle doğabileceğini biliyoruz.” (56)
Süreç bütünlüklü olarak incelendiğinde görülecektir ki
burjuvazinin “eşitlik”ten anladığı, kendi koyduğu yasalara
uyum eşitliği, “özgürlük”ten anladığı da mülkiyetsiz kalma
dolayısıyla da köleleşme özgürlüğüdür. Feodalizme karşı değişimi, kapitalizmin ise kalıcılığını savunan dönem filozoflarının (kimi deist kimi ateist de olsa) büyük oranda yaptığı,
burjuvazinin ihtiyaçları temelinde kapitalizmin rasyonalize
edilmesidir. O kapsam içinde gündeme alınan eşitlikten toplumsal bir eşitliğin kastedilmediği açıkça vurgulanır.
“(…)Bazı Sofistlerin moda haline getirdikleri insanların
sözde eşitliği, çok tehlikeli bir düştür. Bir efendi için otuz tane
ırgat olmazsa toprak ekilip biçilmez.(… )İşçi ya da ırgat, temel
ihtiyaçlara muhtaç olmalıdır ki çalışsın, çünkü insanın doğası
böyledir. Bu büyük sayıdaki insan yoksul olmalıdır, ama sefalet içinde bulunmamalıdır.” (57)
Aynı Voltaire,1765’te Felsefe Sözlüğü’ne yazdığı Önsöz’de,
“…bu kitap, yalnız aydın kişilerce okunabilir; ayaktakımı bu
tür bilgiler için yaratılmamıştır; felsefe, hiçbir zaman nasibi
olamayacaktır onun. Halktan saklanması gereken doğrular
vardır diyenler kaygılanmasınlar hiç; bir şey okumaz halk;
haftanın altı günü çalışır, yedinci günü meyhaneye gider.
Kısacası, yalnız filozoflar için yazılmıştır felsefe eserleri.” (58)
diyerek, sınıfsal kimliğinin gereği bir duruş sergilemiştir.
Halbuki Marksizm, bu tanımları burjuvazinin hegemonyasından kurtarmış ve sınıfsal bakış açısının gereği olan gerçek
anlamlarına oturtmuştur. Buna göre eşitlik, üretim araçlarının mülkiyeti konusunda eşitliktir; özgürlük ise, zorunluluğun bilincinde olmaktır.
Evet, bugün birleşik sol muhalefet gerekiyor. Ama nasıl ve
kimlerle?
150
Herkes bu ihtiyaca kendi durduğu noktadan bakıyor ve deyim yerindeyse farkları, mesafeleri güncelliyor. Düşünün ki
geniş katılımdan söz edildikten sonra, bırakalım amacın sınırlanmasını, pek çok yapı çağrının dışında tutularak katılım
da sınırlanıyor. Yani, birliğin asgari gereklerine sahip olunmadan birlik oluşturulmaya kalkılıyor. Bu nedenle de tüm birlik
adımları ölü doğuyor. Bu, HDP için de geçerli, “Birleşik sol
muhalefet” adıyla sunulan çaba için de.
Geçtiğimiz günlerde, “TOMA’ya, Gaza, Hırsızlığa
Karşı Birleşik Mücadele İmkanları” başlığı altında, CHP
Milletvekili Oğuz Oyan, yazar Merdan Yanardağ ve Oğuzhan
Müftüoğlu’nun katıldığı bir söyleşi yapıldı. İçerikten öte, katılımcıların niteliği bile başlı başına sorunun çözümüne aykırılık taşıyor.
Oturumda Oğuz Oyan, “Merkez solun (Sosyal demokratların) sağa kaymaması için”, “İktidarın kuyruğuna takılan
medyanın kendine çeki düzen verebilmesi için” (ne demekse?
bn.), “AKP’nin düzmece iddiaları ile hapse atılmamak için”,
“Ortaçağ gericiliğine hayır diyen ama kendine aydın diyenlerin gerçekten aydın olabilmesi için”… biçiminde, burjuva
demokratik bir program bile denemeyecek içerik ve sınırlılıkta, aynı zamanda uygulanabilirlikten uzak soyutlukta hedefler sıralarken; Oğuzhan Müftüoğlu, “Erdoğan’ın elinde artık
iktidar sopası kaldı. (…) Bundan sonra konuşmamız gereken
onun elinden bu sopayı nasıl alacağımızdır” diyerek, emperyalizmin ihtiyaçlarından uzak kişiselleştirilmiş bir değerlendirme yaptı.
Görüldüğü gibi olgu yanlış tanımlanınca hedef de yanlış
tanımlanıyor. Ve ortaya, sınıf ilişki ve çelişmelerinden uzak,
sermayenin/emperyalizmin yönelimlerini dikkate almayan,
(56) Sosyalizmin Ütopyadan Bilime Gelişmesi, F. Engels
(57) Voltaire, abç
(58) abç
151
Nasıl Yapmalı?
yarı-duygusal bir değerlendirme çıkıyor.
Aynı tarihlerde basına düşen bir başka haber, Amed’te
Öcalan’ın önerisiyle toplanan Demokratik İslam Kongresi’ne,
Ortadoğu’da kör düğüme dönüşen sorunlara inançlar ve halklar lehine çözüm bulma işlevi atfedildiğini gösteriyor. Bu da
yanlış yerde çözüm aramanın bir başka biçimidir. Marksizm’in
aydınlatıcılığını reddedip; Marksizm’ce mahkum edilmiş, geçersizliği mücadele tarihi içinde defalarca kanıtlanmış olgu ve
yöntemlere itibar etmektir.
Sanıldığının aksine sınıfsal duruş, inançtan milliyetlere ve
cinsiyete kadar ezilenlerin hiçbir kesimini program kapsamının dışında tutmaz; tersine, bir avuç egemen dışında tüm halk
kesimlerini, birinin diğerini yadsımadığı bir program etrafında bir araya getirir. Kimlik paradigmasında ise, hem eklektik bir toplam söz konusu hem de ideolojik önderlik, yerini
popüler olanın öne geçtiği bir küçük burjuva yarış zeminine
bırakmıştır.
Daha önce de dikkat çektiğimiz gibi örneğin LGBTİ’nin adeta
toplumsal tüm sorunların önüne geçen bir önemle ele alınması,
içine düşülmüş olan yöntemsel yanlışların dışavurumlarından
biridir. Bu duruş ve algıda bazen Kürtler, bazen kadınlar, bazen
eşcinseller öne çıkar; yaptıkları her şeyi ve durdukları her yeri
olumlayan pozitif bir ayrımcılıkla karşılanır ve sınıf perspektifi,
yerini öznelleşmiş bir bakış açısına bırakır.
Birlik yönünde atılan veya atılacak adımların başarılı olabilmesi için, öncelikle bu yöntemsel sorunların aşılması, öznel
niyet ve dayatmalarla değil, ortaklaşmaya gerçekten imkan
tanıyan zeminlerde bir araya gelinmesi gerekiyor. Kısacası,
kaybedilen doğru yerde aranmadığı sürece, ne Gezi potansiyelinin doğru/işlevsel değerlendirilmesi mümkün olur, ne de
AKP’nin içsel problemleri değişim için yeterli olur. “İktidarın
kağıttan bir şato olduğu” (59) eski bir değerlendirmedir; hatta
doğru anlaşılmadığı zaman, yarardan çok zararı olan bir ez152
berdir. Bugün ezbere değil, sınıfsal perspektifi yitirmeden her
anı yeniden üreten, mücadele araç ve yöntemlerini güncelleyen bir duruşa ihtiyaç vardır.
Bugünün sorunları, Marksizm’den uzaklaşmayı değil, o
yöntemsel birikimin güncellenerek uygulanmasını gerektiriyor…
Yukarıda verdiğimiz örnekler dahil, karşılaştığımız hemen
her sorun, solda yaşanan her bocalama ve yöntemsel geri düşüş, Marksizm’den ya uzaklaşılmakta olunduğunu ya da güncelleme yerine ezberin ve kaba algılayışın (günü kurtaran kolaya kaçışın) tercih edildiğini gösteriyor.
Gerçekte Marksizm, yol gösterici olduğu kadar, yanılgıya
düşme olasılığına karşı da bir güvencedir. Marksizm’in sağladığı görebilme kabiliyeti, dost ile düşman ayırımından çözümü doğru yerde aramaya kadar pek çok konuda avantaj
sağlar, enerji ve imkanların doğru hedeflere yöneltilmesini
beraberinde getirir.
Sorunlara böyle bir perspektifle bakıldığında, birlik meselesinden seçimlere, umut ve moral meselesinden uzun erimli
planlamalara kadar hemen her konuda sonuç almak, kazanımları birbirine eklemek ve hatta yenilgileri bile kazanıma
çevirmek mümkün hale gelir.
(59) Müftüoğlu’nun birlik toplantısındaki konuşmasından
153
Nasıl Yapmalı?
156
157

Benzer belgeler