Mason Bektaşîler - FarukArslan.com

Transkript

Mason Bektaşîler - FarukArslan.com
Mason
Bektaşîler
Faruk Arslan
1
2
[Faruk Arslan]
12 Nisan 1969'de Ankara'da doğdu. Aslen Çorumludur. 3 yıllık GATA Sağlık
Astsubay Hazırlama Okulu'ndan mezun oldu. Azerbaycan Üniversitesi Uluslararası
İlişkiler Bölümü’nü bitirdi. Hazar'ın Statüsü konusunda tez yazarak 1997'de
‘Uluslararası Hukukçu’ unvanını kazandı. Kanada’da Centennial College'den 2008’de
‘Sosyal Toplumcu’ diplomasıyla mezun oldu. Toronto’da York Üniversitesi’nde
Sosyoloji bölümünde ğitim gördü..
Arslan, Karabağ, Çeçenistan ve Abhazya savaşlarını yakından takip etti. Hazar'ın
enerji rezervleri ile ilgili yazdığı 3 binden fazla haber ve makale Türk ve yabancı
basında yayımlandı. Azerbaycan Zaman gazetesinde muhabirlik, haber müdürlüğü ve
köşe yazarlığı yaptı. CHA Azerbaycan temsilciliğini 3 yıl yürüttü. 2 yıl süresince
Türkiye'de yayımlanan Zaman gazetesinde Bakü Mektubu adlı köşeyi yazdı.
Azerbaycan'da yayımlanan ilk çocuk gazetesi Tomurcuk'un kurucularından oldu.
Zaman gazetesinde 2000 yılı sonuna kadar Ankara'da diplomasi, dış politika ve enerji
muhabirliğini yürüttü. 14 ülkede basılan Zaman gazetesine yönelik özel araştırma
dosyaları hazırladı. Türk dünyası özel muhabirliği yaptı. Azerbaycan Gazeteciler
Cemiyeti, Ankara Diplomasi Muhabirleri Derneği ve Kanada Etnik Gazeteciler
Derneği üyesidir.
2000-2001’de Kanada’da Zaman gazetesi temsilciliği görevini üstlenirken, Toronto
muhabiri olarak çalıştı. Kanada Türkleri’nin posta ile dağılan ücretsiz haber dergisi
Sunrise'ı kurdu ve bir yıl boyunca editörlüğünü üstlendi. 1998-2004 periyodunda Ali
Alperen mahlasıyla sırasıyla Gündüz, Muhalif, Gelecek gazetesi, Hür Gelecek
gazetelerinde ve 2009,dan beri Milli Ocak’ta köşe yazısı yazdı. 2004 yılında
Metafizik Magazin dergisinde yazıları yayımlandı. 2004’den beri Kanada’da beş bin
tirajla yayımlanan ve ücretsiz dağıtılan Canada Türk’te, 2006’dan beri köşe yazısı
yazıyor. 2000’den beri ise, internet medyasında aralıksız köşe yazılarıyla haberciliğini
sürdürüyor. Evli ve iki çocuk babası olan Arslan, Kanada ve Türkiye vatandaşı olarak
Kanada’da gazetecilik yaşamına devam ediyor. Arslan, iyi derecede İngilizce,
Almanca ve Azerbaycan Türkçesi biliyor.
Yayımlanmış Eserleri:
•
Matrix’in 11 Eylül Kurgusu
•
Hazar’ın Kurtlar Vadisi: Petrol İmparatorluğunda Güç Savaşları
•
Net Kırılma: Evenjelik Harbin Kurgusu
•
Petrol Satrancı
•
Kanada’ya Gelmenin Yolları-Kurtar Bizi Kanada
•
Mesih’in Hızır’ı Barnaba: Hristiyanlığın Gizli Tarihi
•
Keşmir’de Hz. İsa Efsanesi
•
September 11 Fiction of Matrix
•
Vadi’nin Şifresi Çözülüyor
•
Kurtlar Vadisi Fenomeni
•
Karakutu Ergenekon’un Karanlık İsmi: Tuncay Güney
•
Mason Bektaşiler
3
Faruk Arslan
İçindekiler
Giriş ............................................................................................... 400
Mason Bektaşilik ve Hacı Bektaş Aydınlığı ............................ 400
Birinci Bölüm ............................................................................... 417
GERÇEK BEKTAŞİ MASON OLMAZ ..................................... 417
İkinci Bölüm ................................................................................. 433
BEKTAŞİLERDE POSTNİŞİNİ LİDERLİK ANLAŞMAZLIĞI
....................................................................................................... 433
Üçüncü Bölüm ............................................................................. 443
BEKTAŞİLER BÖLÜNÜYOR .................................................... 443
Dördüncü Bölüm......................................................................... 467
ÖRGÜTSEL ETNİK VE DİNİ YAPI .......................................... 467
Beşinci Bölüm .............................................................................. 483
HOCA AHMET YESEVİ VE BEKTAŞİLİK .............................. 483
Altıncı Bölüm ............................................................................... 501
BEKTAŞİLİĞİN BEŞ YÜZÜ ....................................................... 501
Yedinci Bölüm ............................................................................. 531
BEKTAŞİLİK MİTLERİ ............................................................... 531
4
Faruk Arslan
Sekizinci Bölüm ........................................................................... 563
OSMANLI’DA MASONLUK VE BEKTAŞİLİK ...................... 563
Dokuzuncu Bölüm ...................................................................... 585
SABATAYCILAR VE MASON BEKTAŞİLERİN İLİŞKİLERİ585
Onuncu Bölüm ............................................................................ 603
MASON BEKTAŞİ DERİN DEVLETİ....................................... 603
On Birinci Bölüm ......................................................................... 625
RUDOLF VON SEBOTTENDORFF VE ZİYA GÖKALP ...... 625
On İkinci Bölüm .......................................................................... 641
MASON BEKTAŞİLERİN ŞEHİTLİK TEKKESİ...................... 641
On Üçüncü Bölüm....................................................................... 649
MASON BEKTAŞİLER VE HURUFİLİK ................................. 649
On Dördüncü Bölüm .................................................................. 669
ATATÜRK, MASON BEKTAŞİ MİYDİ? .................................. 669
On Beşinci Bölüm ........................................................................ 685
ATATÜRK’Ü MASON BEKTAŞİLER Mİ ÖLDÜRDÜ? ......... 685
On Altıncı Bölüm ........................................................................ 715
DERSİM’DE NE OLDU? ............................................................ 715
On Yedinci Bölüm ....................................................................... 739
ENCÜMEN-İ DANİŞ TARİKATI.............................................. 739
On Sekizinci Bölüm..................................................................... 766
5
Faruk Arslan
HACI BEKTAŞ AYDINLIĞI ...................................................... 766
Kaynakça ...................................................................................... 780
Tanıtım ............................................ Error! Bookmark not defined.
6
Faruk Arslan
Giriş
Mason Bektaşilik ve Hacı Bektaş
Aydınlığı
Almanya’nın Berlin kentinde Cem Evi’ni 1 Ekim
2000’de ziyaretimden sonra kafamda bu kitabı yazma
fikri oluştu.
Sabahın ilk saatlerinde bir okurun benle görüşmek
istediğini santral operatörümüz Tuncay söylediğinde,
'hemen bağla' dedim. Okurlarla görüşmeye, eleştirilerini,
elbette iltifatlarını duymaya bayılırım. Almanya
hükümetinin resmi davetlisi olarak gittiğim 'Almanya'da
Göç, İltica ve Alman Hukuk Devleti' konulu, bir haftalık
Almanya gezimden yeni dönmüştüm, tarih 3 Ekim 2000'i
gösteriyordu, saat 9.00 sularıydı. Ahizenin ucundaki ses
çok kibardı. Kendisini eski bir MİT mensubu olarak
tanıttı ve hayretle sordu:
Gerçekten Faruk Arslan ile mi görüşüyorum?
‘Evet’ deyince, 'şaşkınlığımı maruz görün, siz bir ezberi
haberinizle bugün bozdunuz, sizi tebrik etmek için
aradım.' dedi. Ne yaptığımın farkında bile değildim.
Yaşlı bir eski bürokrat olduğu izlenimi veren ses,
kendisinin MİT'de yıllarca Alevilerden sorumlu masada
çalıştığını, 'Aleviler nasıl altıya sekize böler, birbirine
düşürürde öyle yönetiriz' diye politikalar yazdıklarını ve
hayata geçirdiklerini dile getirdi. Çalıştığım Zaman
gazetesi Sünnileri temsil ettiği için Alevilere düşman
olmalıydı, haklarını asla savunmamalı, hep ayrımcılık
7
Faruk Arslan
kokan haberler üretmeliydi. Hep böyle gideceğini
öngörmüşlerdi.
'Bunun yanlış olduğunu bilsemde, üstlerimizin verdiği
görevleri yerine getirdik ve Alevileri ülkenin başına bela
olmasınlar, güçlenmesinler diye böldük' diye öz eleştiri
yaptı okurum. Uzun konuştuk, bu haberlere devam
etmemi, Türkiye'nin kaderinin bir gün değişeceğini,
Alevisiyle Sünnisiyle, Türküyle Kürdüyle, laikiyle
antilaikiyle kardeş olduğunu anlayacağı temennisinde
bulundu. Bu ayrımcılığı kimlerin planladığını merak
ettim ve peşine düşmeye karar verdim.
Kamplaşma, kutuplaşma, ayrıştırma, ötekileştirme sona
erecek ve ülkemiz yeniden ‘Tek Yürek ve Tek Türkiye’
olacak diye o gün büyük bir neşe ile işe başladım. Peki bu
haber gazeteye nasıl girmişti?
Alman yetkililer, Berlin gezimiz sırasında, bizi Kilise'den
Cem evine dönüştürülen mekana götürmüştü. Berlin'de
faaliyet gösteren Anadolu Alevileri Kültür Derneği ve
Başkanı Metin Küçük 5 kişiden oluşan gazeteci ekibini
çok iyi karşılamıştı. İçlerinde sadece ben röportaj yapmak
istedim. Alevilerin Almanya modelini ve Türkiye'nin
ihlal ettiği haklarını, mücadelelerini, haksızlıklarını
anlatan Küçük, hangi gazeteden olduğumu görüşme
sonrası kartvisitlerimizi değiş tokuş yapınca anladı.
Birden ayağa fırladı, yüzü değişti, kızardı, bozardı: Ne!
Ben şimdi 'dinci', 'Alevi düşmanı' bir gazeteye mi
mülakat verdim diye kükredi. Yaftalıyordı. Alman
rehberimiz, kendisini zor yatıştırdı. Yüzüme nefretle,
düşmanca baktı ve 'çalıştığın gazete bu mülakatı asla
yayınlamaz, siz hiç bir zaman bizi savunmadınız,
savunmazsınızda' dedi. Önyargılıydı. ‘Bir takım
8
Faruk Arslan
elbisesine bahse girelim mi?’ diye öneride bulundum.
Kabul etti. Cem Evi'nden ayrılırken elimi sıkmadı.
Haber gazeteye ertesi gün 'Aleviler AB'ye güveniyor'
başlığıyla Dış Haberlere yarım sayfa, sayfa manşeti ve 1.
sayfadan anonslu fotoğrafımla birlikte girdi. Haberi
Almanya'dan göndermiş ve telefonda Dış Haberler Gece
Sorumlusu Yakup Şalvarcı'ya girdiğim bahisten
bahsetmiştim. Zaman'ın sınırlarını zorlayan bir
gazeteciydim, böyle haberleri gazeteye sokmanın en iyi
yolu gece servisiydi. Boğaziçi mezunu bir aydın olan ve
Zaman'ın misyonunu bilen Yakup, tüm sorumluluğu
üzerine alarak haberi girdi. Sağ kesimler, henüz diyalog
çalışmalarına başlamamış, Alevi açılımını yapmamıştı.
Alevi açılımı artık zaruridir. O günlerde sadece
Cumhuriyet gazetesine yakıştığı sanılan bir haberdi.
Bugün dahi halen tartışılan Alevi haklarından ve
taleplerinden radikal bir biçimde şöyle bahsediyordu:
İnanç hürriyeti doğrultusunda eşit ve adil muamele talebi
ile uzun soluklu bir eylem planı hazırlayan Aleviler,
bugüne kadar verilmediğini savundukları haklarını
alabilmek için AB'nin Ankara ile oturacağı pazarlığa
güveniyor. Almanya'da 92 dernekten oluşan Turgut Öker
başkanlığındaki Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu ile
Berlin'de faaliyet gösteren bin 200 üyeli Anadolu
Alevileri Kültür Derneği, AB tarafından Ankara'nın
önüne konulması beklenen bir Almanya modeli ortaya
çıkardı. Berlin'de 40 bin Alevi Türk vatandaşına din
eğitimi verme yetkisini alan Dernek Başkanı Metin
Küçük, Berlin'de elde ettikleri hürriyetle şekillenecek
yeni modelin Türkiye içinde model olacağını söyledi.
Küçük, Aleviliğin İslam dininin Batıni bir yorumu
9
Faruk Arslan
olduğunu Almanların benimsediğini bildirdi. Başbakan
Bülent Ecevit'in ve bugüne kadar siyasi partilerin
Alevilere verdikleri sözleri tutmadığını ifade eden Metin
Küçük, hükümet ve parlamantonun duyarsızlığını
sürdürmesi halinde önce Türkiye'de davalar açılacağını,
sonuç alınmaması halinde daha sonra Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi'ne gidilerek inanç hürriyetlerine
yönelik hakların alınacağını savundu. Alman
Danıştay'ının kendilerini bir dini cemaat olarak kabul
ederek din eğitimi verme yetkisi verdiğini hatırlatan
Küçük, verilen yetkinin alınamayacağını ve baskılarla
yozlaştırılamayacağını belirtti. Küçük, "1949 Alman
anayasasının 23. maddesine göre dini kurumlar ders
verebiliyor. Berlin ve Werder Bremen'de 1948'deki eski
anayasa da geçerli olduğu için bu yetki kolay alınıyor.
Hamburg'da farklı olarak yetki kiliselerde. Ancak tolerans
göstererek mevcut müfredat içinde ders verilmesine izin
veriyorlar. Berlin modelinde ise kendi müfredatımızı
oluşturarak hukuken elimizden alınamayacak bir hürriyet
elde ettik. Sunduğumuz kültürel projelere göre devletden
maddi destekde alıyoruz. " dedi. 2001'de başlayacakları,
seçmeli Alevi din dersi müfredatı ile ilgili ev ödevlerini
çalıştıklarını, hazırladıkları müfredatın Alman bakanlık
komisyonu tarafından uygun bulunduğunu ileri süren
Küçük, " Sünnilere din eğitimi verme yetkisi alan İslam
Federasyonu ve diğer cemaatlerle ortak bir müfredatı
kabul etmemiz mümkün değil. Bunun için yasalar
değişmeli." diye konuştu. Din dersini Türkiye'deki
yöntemle değil bilimsel, pedagojik olarak vereceklerine
değinen Küçük, sadece Türkiye'den değil Balkanlardan
gelen Alevi çocuklarınında bu eğitimden yararlanacağını
söyledi.
10
Faruk Arslan
AB'de kültürler ve dinler kaynaşırken, Alevi toplumuna
haklar verilirken asırlardır yaşadıkları Anadolu'da inanç
hürriyetlerinden yoksun bırakılmalarını sert bir dille
eleştiren Küçük, Tekke ve zaviyeler kanununa göre
1925'den beri Hacı Bektaş Veli'nin türbesinin müze ve
yasaklı bölge olarak kullandırılmasının inanç hürriyeti ile
örtüşmediğini öne sürdü. Diyanet İşleri bütçesinden
Alevilere pay verilmesini öneren Küçük, önemli olan
Alevilerin AB yolunda iken Türkiye'deki hak ve
hürriyetlerini almaları olduğunu vurguladı. Türkiye'ye
giden AB'li diplomatların ve Alman politikacıların
Türkiye'yi kendilerinden sorduklarını iddia eden Küçük,
ekim ayında açıklanacak AB'nin Türkiye İlerleme 2000
raporunda Alevilerle ilgili bölümünde yer alacağını
kaydetti.
Her yıl AB’nin hazırladığı raporlarda Kürtlerden sonra
artık Alevilere de geniş yer ayrılıyor.
Metin Küçük'ten halen bir takım elbise alacağım var.
Aleviliği İslam'dan ayırarak ayrı bir din haline getirmeye
çalışan bazı iç ve dış fitne odakları, 7 milyonu aşkın
Alevi vatandaşımızı tahrik etmeye hazırlanıyordu. Bu
haberi sansürsüz yazdım. 8 yıldır aynı noktadayız.
Almanya İstihbaratı, Alevilerimizi yönlendirirken,
Ankara seyrediyor. Alevi Bektaşi Federasyonu Başkanı
Ali Balkız’a göre, ülkemizde 20 milyon, Devlet Bakanı
Said Yazıcıolu’na göre 7 milyon Alevi yaşıyor. Geçen
süre içinde Alevilere hakları verilmedi. Bunu istismar
eden Almanya'da Alevi dernekleri çatısı altında
birleştiren Turgut Öker başkanlığındaki Almanya Alevi
Birlikleri Federasyonu, 22 Temmuz 2007 seçimi öncesi
katıldıkları Cumhuriyet mitingleri ve 9 Kasım 2008
Alevi mitinginde, hükümeti yıpratmaya yönelik derin
11
Faruk Arslan
devlet Ergenekon'un Psikolojik Savaş oyunu sahnedeydi.
Almanya’da Almanca verilen Alevi derslerinde
Aleviliğin İslam’dan ayrı bir din gibi empoze edilmesi
nedeniyle gurbetdeki Türkler, ana akımı temsil den
Türklerden keskin bir biçimde ayrıldı. Alman
İstihbaratının istediğide buydu. Kendi kültürel
zenginliğimizi inkar ettiğimiz için Almanlar, başımıza
çorap örüyor. Seyredenler kaybediyor.
Bu durumun farkında olan Zaman Gazetesi Genel Yayın
Yönetmeni Ekrem Dumanlı ve Yeni Şafak Gazetesi Köşe
Yazarı Fehmi Koru, defalarca Alevilere söz konusu
hakları hükümetin sunması için Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan'a tavsiyeler yazdılar. 2008’in son aylarında
herkes bir öneri getirmeye, her kafadan bir ses çıkmaya
başladı. Alevilere geçmişte çirkince 'Mum Söndü'
yakıştırmaları yapanlara, böyle bir uygulamanın
Alevilikle olmadığını akil ‘Sünniler’ savundu. Cem
Evlerinin Cami'nin yanında açılmasında bir sakınca
olmadığı gür bir sesle vurgulandı ve başka bir ezber daha
bozuldu. Tarikatlar ibadetini Osmanlıda tekke ve
zaviyede yapardı, camiye gitmeleri mecbur değildi. Cem
Evi’de nereden çıktı diyenler tarihi bilmiyor. Bu tabir
2005 yılında Türk diline girdi. Tekkeler kapalı olduğu
için yeni isim bulundu, yasak delindi.
Cumhuriyet öncesi ve tarikatlar kapatılıncaya kadar, Hacı
Bektaş Veli tarikatına girmiş köylüye Kızılbaş veya
Alevi, şehirliye ise Bektaşi denilirdi. Mason Bektaşiler
elit Bektaşiliği savundu, Anadolu Aleviliğinden
kendilerini ayrı gördüler. Osmanlı ve Türkiye’de dış
istihbaratlara çalışan casus ve ajanların pek çoğunun
Bektaşi kimliği kullanması ve mason olması tesadüf
12
Faruk Arslan
değildir. Masonik Bektaşi yapının geçmişte kullandığı
İttihat ve Terakki geleneği çetelerle, Ergenekon ile
bugünde yaşıyor, bu gerçek yadsınamaz. Bu bakış açımız
bir komplo değil, tersine bir komplonun deşifrasyonunu
sağlayacaktır.
Osmanlı ve Türkiye'yi neredeyse 170 yıldır Mason
Bektaşilik, gizli kurdukları derin örgütler veya açıktan
iktidarları ele geçirerek, satın alarak yönetiyor.
Türkiye'nin adı bir türlü konamayan derin kimlik sorunu,
tabusu budur. Mason Bektaşiler, Bektaşiliği ve Aleviliği
amaçlarına uygun defalarca dönüştürdü, evirip çevirip
kullandılar, yine kullanmaya hazırlanıyorlar. Batı
modernizmini de ateizmide ülkemize onlar getirdi.
Mason Bektaşilerin koordinesinde, Aleviler/Bektaşiler
arasında taban oluşturmak isteyen aşırı sola mensup terör
örgütleri ve etnik bölücü terör örgütleri, Aleviliği ve
Alevileri savunuyor görünerek kendi siyasi ve ideolojik
anlayışlarını Alevilik/Bektaşilik olarak sunmaya
çalışıyor, yurt içinde ve dışında bu maksatla yayınlar
yapıyorlar. Mason Bektaşilik’i hiç bir zaman münafıklık
anlamında kullanmak istemiyoruz. Masonluğu öcü
gösterme niyetinde değiliz. Sosyolojik bir olgu olarak ele
alıyoruz. Tabularını yıkamayan milletlerin önüne yabancı
istihbaratların yerli işbirlikçileri kullanarak engeller
çıkartması kaçınılmazdır.
Çok tartışmalı bir konuyu masaya yatırıyoruz. Son 150
yıldır Bektaşilik, Mevlevilik ve Melamilik arasına karışan
masonlar, özellikle Alevi Bektaşiliği derinden etkilediler.
1908 ile 1918 arasında Osmanlı İmparatorluğunu idare
eden İttihat ve Terakki Partisi’nin hemen hemen tüm
mensupları ‘masondu’ denir, ancak nedense Bektaşi
13
Faruk Arslan
kimlikleri söylenmez. Osmanlı’da Bektaşilerin
masonlarla içiçe geçmeye başladığı dönemi ve
Cumhuriyet dönemini sorgulayacağız.
Mason Bektaşilik ve Geleneksel Bektaşilik arasında
savaş, Babagan Bektaşilerinin en ünlü mürşitlerinden
merhum halife baba Turgut Koca’nın, son dedebaba
Bedri Noyan'dan yirmi gün önce, 15 Ekim 1997'de vefat
etmesiyle başladı. Koca'ya göre, gerçek Bektaşi mason
olamaz, çünkü Dedebaba’nın ’Bir damarda iki kan
olmaz’ sözü münevver Bektaşîlerin ortak bakış açısıdır.
Bektaşilik postunu Koca ve Noyan'ın aniden ölümü
üzerine 12 Aralık 1997’de seçimde ele geçirmek için
mücadele eden 33. Dereceden Mason İlhami Teoman
Güre’ye ve pek çok masona göre, Masonluk ile Bektaşilik
kardeştir. Gerçekten öyle midir?
Bu iki kritik ölümün ardından yapılan seçimde Baba
Haydar Ölmez’in ‘Mason olan Dedebaba olamaz’
başkaldırısı nedeniyle Teoman Güre, seçimde Postnişini
Haydar Ercan’a kaptırdı, ama içine sindiremedi. Bunun
için 1998'de Ankara darbesiyle mason olmayan kendi
ekibinden Mustafa Eke’yi zorla Posnişin yaptırdı. İkilik
çıkartan bu girişimde herşey vardı: masonlar ve oyunlar,
Bektaşi-mason sürtüşmesi, edeperkânın çiğnenmesi,
adam ayartma, tarikat öğretisinin hilafına egoizmin,
fitnenin, paranın zirve yapması...
Gerçektende gerçek Bektaşiler mason olamaz mı? "Bütün
Yönleriyle Bektaşilik ve Alevilik" kitabında önceki lider
Doç Dr. Bedri Noyan Dedebaba, kendisine el veren Ali
Naci Baykal Dedebaba'dan "Bektaşilik alaturka
masonluk, masonluk alafranga Bektaşiliktir" tespitini
işitmişti. Bu tesbit gözacıcı. Masonluk eskiden
14
Faruk Arslan
Bektaşilerde kanıksanmazdı. Tarikata güç verirdi,
Osmanlı’yı son 10 yılında açıkca ve Türkiye’yi 85 yıldır
gizliden bu güçle Bektaşi kökenliler mason ola ola
yönettiler. Oysa şimdi uzun yıllardır ilk defa Geleneksel
Bektaşiler, masonlardan kurtulmaya çabalıyor. Artık
masonluk gurur duyulacak bir güç merkezi olmaktan
çıkıyor. Sabataycı tartışmalarının kasten bizzat Sabataycı
kökenli Bektaşiler tarafından başlatıldığı fark edilmesede,
bu anlamsız güç gösterisinin sahteliği artık fazlasıyla
sırıtıyor.
Yakından tanıdığım ünlü Rum Türkolog Kanadalı Dimitri
Kıtsıkıs’e bakacak olursanız, koca Osmanlı devleti bir
Rum ile Bektaşi imparatorluğuydu. Türkiye
cumhuriyetini kuran kadronun tamamı ya masondu, ya
Bektaşi idi veya mason Bektaşiydi. Atatürk’ü Bektaşi
veya mason yapma çabaları sonuçsuz kalmıştır.
Atatürk’ün mübadeleyle Sebataycıları Selanik’ten
getirildiği bilinir, ama aslında Balkan meşrepli mason
Bektaşi klanını Türkiye’yi yönetmeleri için transfer ettiği
ıskalanır.
Mason Bektaşiler tarafından zehirlenerek öldürülen
Atatürk’ün mason localarını kapattırdığı 1935 yılından
itibaren hem mason hem de Bektaşilerden kurtulmaya
çalıştığı gizlenir. Doç. Bedri Noyan Dedebaba`ya göre,
generalliğe kadar yükselmiş Bektaşi subaylar bulunuyor.
Dediğine göre, Atatürk de Bektaşiydi; en yakınlarında
tuttukları arasında da epey Bektaşi vardı. Peki o halde
Mason Bektaşiler neden Atatürk'ü zehirleyip öldürdüler?
Kimileri Atatürk'ü Sabataist ve Masonluk üyesi bir bozuk
Bektaşi gösterip istismar etmeye çalışıyor.
15
Faruk Arslan
Sebataycılar, masonlukla Bektaşiliği son 150 yıldır
Hurufilikle Kabala’yı da içine katarak mezcetmekle
kalmadılar, yeniden kurguladıkları Bektaşilik çatısı
altında çifte dini kimliklerini gizlediler. 1846’da
Bektaşiliğin yeniden uyanış dönemi ile Masonluğun
Osmanlı’da yayılış dönemi az çok farklarla paralellik arz
ediyor. Bu yüzden bir kısım Bektaşilerin Mason
olduklarına dair rivayetler bulunuyor. Hurufilik akımını
ve el kitabı Cavidan'ı yakından inceleyeceğiz.
Mason Bektaşiler, namaz kılmayan, içki içen Bektaşi
tipini pek sevdiler. Utanıp sıkılmadan Osmanlı’nın
mayasını oluşturan alperenleri, Hacı Bektaş Veli’yi,
Yunus Emre’yi, Ahi Evran’ı, Taptuk Emre’yi, Abdal
Musa’yı, Ahi Evren’i, Şemsi Tebrizi’yi, Kuran tanımaz,
ibadeti önemsemez, işret eden birer Batıni derviş yaptılar.
Hacı Bektaş Veli’yi Hoca Ahmet Yesevi’den icazet almış
bir Horasan ereni yerine, en sapık Batıni tarikat
İsmailli’lerin meşhur suikastcılar gizli örgütünün reisi
Hasan Sabbah’a mürid eyleyip bir İsmailli Dai’si
saydılar. Yesevi’nin bir alpereni olan Hacı Bektaş’in
İslam’ı anlama ve yaşama misyonu ile Mason
Bektaşilerin misyonu hiç birbirine benzemiyor.
Gerçek Tasavvufi ve Sufi yorumdan, Müslümanlıktan
uzaklaştırılan ve geniş meşrepli hale getirilen Bektaşiliği,
güya Sünni İslam’ın düşmanı, Alevileri laikliğin teminatı,
CHP’nin ‘ oy deposu’ yaptılar. ‘Alisiz Aleviliği’ icat
edip, Aleviliği İslam dışına çıkarma gayretleri, son
yıllarda su yüzüne çıktı. Bir asırdır orduya, bürokrasiye,
yargıya yerleştiler, Türk derin devletinin, istihbaratının,
‘Ergenekon’un gerçek sahipleri oldular. Bu kadar güçlü
16
Faruk Arslan
oldukları halde, ‘neden Alevilerin sorunlarını çözmek
istemediler’ sorusunu, kimse soramadı. Oysa 85 yıldır
ekonomiyi bizzat yönettiler, siyaseti, medyayı istedikleri
gibi yönlendirdiler.
170 yıldır elit Bektaşiliği kurarak, kendilerini düz Alevi
halktan ayırdılar, Alevilerin kimliklerini yaşamalarına
izin vermediler. Tekke ve zaviyeleri, saltanatı kaldırdılar,
zira güya Türkiye Cumhuriyeti bir Bektaşi
Cumhuriyetiydi. Halkla iç içe bir erenlik yolu olan
Bektaşilik, asıl hüviyetinden hızla uzaklaştırıldı. Bırakın
Hz. Muhammed’i (SAV) sevmeyi, göstermelik bile olsa
Hz. Ali’yi sevmeyi dahi beceremediler. Bu kadar
yanlışlık yadırganıyor. Alevileri devletin üzerine süren ve
Alevi Sünni ayrılığını körükleyen sahte Bektaşi
masonların, maskesini düşürmenin vakti geldi, geçiyor.
Geleneksel Bektaşilik ile masonik Bektaşilik arasında
bugün bir savaş yaşanıyor.
Alevilik son zamanlarda daha yüksek sesle konuşulmaya
başlandı. AK Parti'nin Alevi açılımı, Alevi örgütlerin
çoğundan destek bulamasa da meseleyi gündeme taşıdı.
Türkiye'nin bir Alevi sorunu olduğuna inanıyorum. Bu
sorunun bazı boyutlarını Mason Bektaşilik başlığı altında
inceleme tercihinde bulundum. Yoksa Alevi meselesi ile
ilgili çok sayıda kitap var. Fakat hiçbiri son 170 yılda
'Mason Bektaşi'liğin 'Geleneksel Bektaşilik' ve Alevilik
üzerindeki etkisini, Alevilerin bugünkü durumunu ve
gidişatını ele alma noktasından hareket eden çalışmalar
değil. Aleviler kendilerini sorgulamaya başladılar.
Bektaşilikten hele hele Mason Bektaşiliğin uydurduğu
alafaranga hurafelerle dolu Bektaşilikten kurtulup,
17
Faruk Arslan
Alevilik kültürünü temizleyip aslına döndürmek için
çalışmalar yapılıyor.
Alevi/Bektaşi İslam anlayışı; İslam içinde kendi ibadet,
inanç kural ve kaidelerini, rütiellerini çeşitli kalıplar
şeklinde oluşturmuş, birbirinden çeşitli nedenlerle farklı
görünümlere sahip olsalar da cem, semah, dede, baba,
ocak, müsahiplik, muharrem orucu, hızır vd. çok önemli
ibadet uygulamalarında ciddi sistemler geliştirmiş, Kuran
gibi, Buyruk gibi, ulu ozanların ve düşünürlerin görüşleri,
sözleri, şiirleri, deyişleri gibi belli kaynakları kendilerine
rehber edinmiş, bu sistemlerle yaşamlarını sürdürmüş bir
inanç bütünlüğüdür. Hz. Ali’siz, Hz. Muhammed’siz,
Kuran’sız bir Alevi/Bektaşi İslam anlayışı düşünülemez.
Hz. Hüseyin’siz, Kerbela’sız, Muharremsiz, Ehlibeyt’siz
bir Alevilik/Bektaşilik düşünülemez.
Aleviler, kimlik bunalımları içinde kendini hala ifade
edebilme rahatlığına kavuşamadığı için herkes kendi
Aleviliğini/Bektaşiliğini yaratıyor. Peki Bektaşilerin,
Alevilerin çoğu neden solcu Kemalist'tir veya kendilerini
Kemalist olarak tanımlıyorlar? Çok sayıda Alevi kurumu,
Cemevi, cemevi ve kültür derneklerinin yöneticileri var.
Bunların birçoğu Kemalist. Mason Bektaşilik,
1960'lardan beri Bektaşi ve Alevi toplumu içerisinde de
kayda değer bir çoğunluğun kendisini Atatürkçü ya da
Kemalist olarak tarif etmeye zorluyor. Atatürk'ü Bektaşi
gösteriyorlar. Cumhuriyet döneminde hiç bir hakları
verilmediği halde Alevilerin Atatürk'ü, bir ‘Mehdi’, bir
tabu olarak görmesi sağlanmış durumda.
Dersimli bir Alevi olan Yüzleşme Derneği Başkanı Cafer
Solgun, 'Alevilerin Kemalizm'le İmtihanı' adlı kitabında
18
Faruk Arslan
şu görüşleri savunuyor: Alevilerin Kemalistliği bir
takiyedir. Daha doğrusu öyle başlamıştır. Kemalizm'i
yaymaya çalışan; Cumhuriyet mitinglerinden Alevilerin
darbe çağrısı yapılan mitinglerde boy göstermesi için
canla başla çalışan kişilerdir. Alevilerin şeriat tehlikesine
karşı darbe çağrısı yapılan etkinliklerde bulunmaları çok
utanç verici bir şeydir.
AKP bir iktidar partisidir. Eleştirilecektir. Fakat
Alevilerin sorunu AKP ile beraber ortaya çıkmamıştır.
Alevilerin sorunları şu veya bu siyasi partiyle değil,
doğrudan rejimledir. Avrupa'daki bazı Alevi dernekleri
Ali'siz Alevilik'i gündeme sokmaya çalışıyor.
Alevilerin taleplerini daha fazla görmezden gelmeye
devam edersek uç fikirler ya da uç hareketler boy
göstermeye başlar. Belki de bugün taraftar bulamayan o
görüşler taraftar bulmaya başlayacaktır. Avrupa'daki bazı
Alevi dernekleri Almanya İstihbaratı ile işbirliği yaparak
Alevilerin bir azınlık olarak kabul edilmesi yönünde
çalışma yürütüyorlar. Çok açık söylemek gerekir; bu çaba
ve çalışmanın en büyük amacı belki de yegâne amacı, o
derneklerin milyonlarca Euro olarak ifade edilen
fonlardan yararlanmasının mümkün hale gelmesidir.
Alevi talepleri ne kadar normal karşılanırsa toplumsal
önyargıları aşabilir ve gerçek manada kardeşlik bilincini
yerleştirebilirsek bu tür marjinal çabalar etkisiz
kalacaktır.
Sorunun çözümü için atılacak en büyük adım, Alevi
toplumunun üzerinde ortaklaştığı taleplerin
karşılanmasıdır. Diyanet İşleri'nin kaldırılması,
19
Faruk Arslan
Cemevlerinin ibadethane olarak kabul edilmesi ve
zorunlu din derslerinin zorunlu olmaktan çıkarılması gibi
konular halen sıkıntılı madde başlıkları. Bunun yanı sıra
Sivas ve Maraş katliamı ile ilgili dosyaların açılması,
davaların yeniden görülmesi gerekiyor. Eğer devletin
birimlerinin müdahil olduğu olaylar resmen kanıtlanırsa
Alevi toplumundan özür dilenmesi elzemdir. Elbette ki
bunlar çok kolay gerçekleşecek şeyler değil. 2009 ve
2010 yılında yapılan 7 Alevi Çalıştayı sorunun
çözümünün sanıldığı kadar kolay olmadığını ortaya
koydu. Alevilerin talepleri çok çeşitliydi, ortak bir
deklarasyona ulaşmak için daha fazla empati
yapılmalıydı. Alevilerin beklentilerine cevap
verilememiştir.
1937 ve 1938'de Dersim’de ne olduğuna vereceğimiz
doğru cevap, bence özür devletimizi belki de Tuncelili
Kürt Alevi vatandaşlarımızla barıştıracaktır. Elbette,
hangi Bektaşilik ve Alevilik geleneksel ve gerçektir
sorusuna bu kitabın cevap vermesi mümkün değildir. Bu
alanda saha çalışmaları yapılmalıdır. Türkiye’de yeni bir
dönüşüm yaşanıyor. Yeni bir muhafazakar sermaye ve
sınıf ortaya çıkıyor ve “Beyaz Türkler” de
diyebileceğimiz eski elit Mason Alevi Bektaşiler gücünü
kaybediyor. Eski elitin parçası olan Sabataycı
kökenlilerin rolleri önemsizleşiyor. Gerçek Aleviler
haklarını aramaya, bastırılmış kimliklerini bulmaya
çalışıyor. Mason Bektaşilerin yönetimindeki derin
devletimizin oyunlarına gelerek heba ettiğimiz 170 yılı
artık tamir etmeliyiz. Türkiye’de kaşınmış her sorunun
altından Mason Bektaşiler çıkıyor. Gerçek Aleviliğin
ortaya çıkması işlerine gelmiyor.
20
Faruk Arslan
Bu kitapda görüşlerine yer verdiğimiz merhum Şevki
Koca, Bektaşiliğin masonluktan arındırılarak 1876’dan
önceki haline döndürülmesini arzuluyordu. Bektaşilerin
mason olmasına karşıydı. Şevki Koca, kadim Balım
Sultan Erkanı’nın yaşatılması gerektiğini savunuyordu.
Bu nedenle, evlenmemeyi esas alan mücerret erkanı ile
nasip aldığını belirten Koca, Türkiye’de Cumhuriyet
sonrası bu geleneği hayata geçiren belki de ilk Bektaşi
olduğunu belirtiyordu. Koca, Bektaşi geleneğine uygun,
düşünsel yapısına uygun bir değişime evet derken, bu
değişimin Hacı Bektaş Veli ile Ahmed Yesevi ile gelen
kültüre, köklerine o ulu çınara uygun ve evrensel açılımı
olan bir değişim olmasını savunuyordu. Koca, “ Siyasal
iktidarla ilişkilerinde daima sivil bir kimlik. Ama laikliğe,
cumhuriyete, demokrasiye, üniter yapıya karşı bir kamp
değil. Devletin resmi formatının karşısında kültürel bir
rekabetin sürdürülmesinden yana bir kimlik olmalı.”
görüşündeydi. (Küçük, 2000). Şevki Koca’nın, şu
tespitini unutmayalım: Bilinenlerin aksine Kadim
Bektaşilik temelinde bir Yesevi postulatı olarak “Ehl-i
Sünnet Ve’l Cemaat” bir konsept bulunuyor. (Koca,
2003). Bektaşilikte reformun Kanuni devrine Balım
Sultan ve Sersem Ali Baba dönemindeki haline
döndürülmesi fikrine katılıyorum. Koca’ nın dünya
dedebabalığı eskisi gibi Türkiye’ de olmalı görüşü, vizyon
sahibi olmanın gereğidir. Dünya Bektaşilerinin tekrar
Türkiye’ den yönetilmesi halinde bu tarikatın yeniden
İslam’ a hizmet etmesi muhtemeldir. Bu kitapda asla
Bektaşiliği kötülemek, karalamak niyetinde değiliz.
Gerçek Bektaşiliğin özlemi içindeyiz.
21
Faruk Arslan
Mason Bektaşiler, geleneksel Bektaşiler ve Aleviler
arasındaki farkları eskiden göremiyordum. Perde
gözümden 10 yılda kalktı. Bektaşiliğin masonluk
tarafından ele geçirildiğini pek çoğumuz halen farkında
değil veya bunun ne denli önemli olduğunu
kavrayamıyor. Derin devletin gerçek sahiplerini
tanımadan kimse Türkiye’nin geleceğini planlayamaz.
Mason Bektaşiler, bu ülkenin 170 yıldır hakim gücüdür,
derin devletlerinin gerçek sahibidir. Alevi açılımı kolay
olmayacak. Hacıbektaş Anadolu Kültür Vakfı, Türkiye ve
bugün Avrupa'daki 495 Alevi örgütünü bünyesinde
barındıran Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu ve
Alevi Bektaşi Federasyonu, Almanlarla dirsek temasında
Ankara’yı zorlayacak gözüküyor. AKP’nin ‘Alevisiz
Ali’lik peşinde olduğu savunuyorlar, kendiler inin ‘
Alisiz Alevilik’ hatta İslam dışı laik bir Alevilik peşinde
olduklarını gizliyorlar. Mason Bektaşilere ve derin
devlete rağmen Alevi açılımı yapılıp yapılamayacağını
göreceğiz.
Mason Bektaşiler ile Ergenekon ve kırk kişiden oluşan,
“Danışma Kurulu” anlamına gelen Encümen—i Daniş’in
ilişkileri bugüne kadar hep ıskalandı. 1952’den beri ‘Üç
Albay Ergenekon’ dönemi yaşandı, eskiden Ergenekon’ın
adı kötüye çıkmamıştı. ‘Albay Ergenekon’ lakabını veya
kod ismini kullandığı bilinen Alparslan Türkeş, Turgut
Sunalp ve Veli Küçük, operasyonel birimleri yönetti. Asıl
liderler, beyin takımı ortada gözükmedi. Nihayet çok
önemli görevlerde bulunmuş eski asker, politikacı ve
diplomatların oluşturduğu bu “Büyük Devlet Jürisi”
ortaya çıktı. On beş günde bir İstanbul’da, Moda Deniz
Kulübü’nde bir araya geliyor ve ülke sorunlarını
tartışıyorlar. Encümen—i Daniş, kimilerine göre devlete
22
Faruk Arslan
rota çizmeye çalışan gizli bir “güç odağı”, kimilerine göre
hükümetlere yön vermek isteyen bir teşekkül, kimilerine
göre ise, asıl derin devletin ‘Akil Adamları’... Bazılarına
gore ‘ Dinazorlar Takımı’ bazılarına göre ‘ İhtiyarlar
Heyeti’…
2004'den beri üç eski genelkurmay başkanı, bir eski
başbakan, bir eski meclis başkanı, bazı eski kuvvet
komutanları ve orgeneraller, iki eski dışişleri bakanı, bazı
eski bakanlar, politikacılar ve emekli büyükelçilerden
oluşan 40 kişilik bu üst düzey heyeti, Encümen—i Daniş
Grubu veya bir yol olduğu için laik bir Tarikat olarak
adlandırabiliriz. Etkili yeni üyeleriyle daha da güçlenen
Encümen—i Daniş'in tavrı yeni açılımlarda çok
önemlidir. Ergenekon davasının sonuçları Alevilerın
kimliklerini bulmalarıyla doğrudan alakalıdır.
Bediüzzaman Said Nursi, Alevilerin İslam içinde
ehli necat olabileceği içtihatında bulunarak asırlardır
süren ikiliğe son verdi. Nursi, Aleviliği Siyasi Şialık ve
Vilayet Yolu Alevilik olarak ikiye ayırdı. Hz. Ali’ yi
sevenin peygamberimizi seveceğini ve kelimei şehadeti
kabul edeceğini varsayarak Alevilerin kurtuluş zümresi
içinde sayılmaması için hiçbir neden olmadığını savundu.
Üstadın açtığı yolda Alevileri siyasi Şialık olmaması
kaydıyla ehli beytin kutsi devamcıları kabul ediyoruz.
Bu kitap, Nisan 2009’da Mason Bektaşiler adıyla
Karakutu Yayınları tarafından basılan eserin yenilenmiş
halidir. Yıllardır beynimize sansür yaptığımız, dile
getiremediğimiz sorunun adını koyuyor.
Faruk Arslan
Toronto
26 Nisan 2011
23
Faruk Arslan
Birinci Bölüm
GERÇEK BEKTAŞİ MASON
OLMAZ
Babagan Bektaşilerinin en ünlü mürşitlerinden merhum
halife baba Turgut Koca’ya göre, gerçek Bektaşi mason
olamaz, çünkü Dedebaba’nın ’Bir damarda iki kan
olmaz’ sözü münevver Bektaşîlerin ortak bakış açısıdır.
Bektaşilik postunu 12 Aralık 1997’de seçimde ele
geçirmek için mücadele eden 33. Dereceden Mason
İlhami Teoman Güre’ye ve pek çok masona göre,
Masonluk ile Bektaşilik kardeştir. Hangisi doğru?
Turgut Koca bir mason muydu?. Dedebaba Bedri
Noyan'dan sonra Halifebaba Turgut Koca'nın postnişin
olmasına kesin gözüyle bakılıyordu; ancak talihsizlik,
Turgut Koca, Bedri Noyan'dan yirmi gün önce, 15 Ekim
1997'de vefat etti. Hayır sözü, "İki büyüğünü aniden arka
arkaya kaybeden Bektaşîler birbirlerine düştüler"
meselesine getirmeyeceğiz! Söylemek istediğimiz şu:
Bektaşîler aralarındaki masonları isim isim biliyorlardı.
Şöyle ki, Halifebaba Turgut Koca vefat edince evrakları
arasında, kendisinin yazdığı, "İttihat ve Terakki Azaları"
başlıklı bir liste bulundu. Halifebaba Turgut Koca,
İttihatçılar; "Bektaşîler", "Masonlar", "Melamiler" ve
"Mason-Bektaşîler" başlıkları altında toplamıştı.
Bizi ilgilendiren, listenin "Mason-Bektaşîler bölümü;
bakın Halifebaba Turgut Koca'ya göre İttihatçıların içinde
kimler "Mason-Bektaşî"ydi?
24
Faruk Arslan
"Enver Paşa, Ali Fethi (Okyar), Kâzım (Karabekir) Paşa,
Şeyhülislam Musa Kâzım Efendi, Salah (Cimcoz) Bey,
Ethem Ruhi (Balkan), Dr. Miralay Mehmed Ali Bey,
İhsan Namık Bey, Ahmed Bedevi (Kuran), Mehmed
Cemil Bey, Niğde Mebusu Hayri Efendi, Hakkı Baha
Bey, Kara Vâsıf Bey."
Turgut Koca, "Namık Kemal, Ziya Paşa" gibi Jön
Türkleri de bu listeye eklemişti. Ayrıca İttihatçılardan
ayrılan, Prens Sabaheddin ile Rıza Tevfîk de (Bölükbaşı)
bu listedeydi. Düne kadar, aralarında kimin mason olup
olmadığım önemsemeyen; masonluğa hiç soğuk
bakmayan, dışlamayan Bektaşîler, bugün neden
yoldaşlarını masonlukla itham ediyordu. İsmail Fazıl
Paşa, Enver Paşa'yla arası iyi olmadığı için, savaşın ilk
yıllarında emekliye ayrılmıştır. Bu nedenle, o dönemde
Saray'a yakındı. Mustafa Kemal'in Enver Paşa karşıtlığı
biliniyor. İkiliyi, bu nefretin birleştirdiğini de
söyleyebiliriz.
Ulusal Kurtuluş Savaşı yalnızca ordular arasında
cephelerde değil, aynı zamanda çeşitli uluslararası lobiler
arasında da geçmiş çetin bir mücadeleydi. Taraflar,
Londra, Paris, Roma, Washington gibi önemli
metropollerde çeşitli baskı gruplarını etkilemek
istiyorlardı. Bu etkili baskı gruplarının başında masonlar
geliyordu. Ve hakkını vermek gerekir ki, sol fikirlere
yakınlığı olan Fransız Büyük Doğu Locası masonları,
zaman zaman Ermenilerin etkisinde kalıp tavır değişikliği
gösterseler de, genellikle Ankara Hükümeti lehine
propaganda yaptı. Gerçi asıl nedenleri, İngiliz
yayılmacılığının önüne geçmekti, ama olsun, destek
vermişlerdi işte. (Yalçın, 2006).
25
Faruk Arslan
Mason Bektaşiler ile Geleneksel Bektaşilerin savaşını
başlatan bu kritik iki ölümdür. Gerçek Bektaşiliği ortaya
çıkarmak için ahir ömründe müthiş çabalayan merhum
Baba Şevket Koca’ya göre, Soner Yalçın gibilerin Turgut
Koca’yı mason gösterme çabasına rağmen o bir mason
olamaz. Baba Haydar Ölmez’in ‘Mason olan Dedebaba
olamaz’ başkaldırısı nedeniyle Teoman Güre, seçimde
Postnişini Haydar Ercan’a kaptırdı, ama içine
sindiremedi. Bunun için Ankara darbesiyle mason
olmayan Mustafa Eke’yi zorla Posnişin yaptırdı.
Dedebabalıkta ikilik çıkaran masonlar, eskisi gibi
Bektaşiliğe hükmedemiyor. Güç kaybetmenin kuyruk
acısını yaşıyorlar.
Gerçektende gerçek Bektaşiler mason olamaz mı?
Alevilik'ten farklı olarak, Bektaşilik doğumla değil
sonradan olunduğu için, bir Dedebaba'dan 'nasip alınması'
gerekiyor; ancak yetkili birinin el vermesiyle 'nasip alan'
Bektaşi sayılıyor. Bektaşi vefat ettiğinde, "Sırra kavuştu"
veya "Hakk'a yürüdü" deniliyor. "Bütün Yönleriyle
Bektaşilik ve Alevilik" kitabında önceki lider Doç Dr.
Bedri Noyan Dedebaba, kendisine el veren Ali Naci
Baykal Dedebaba'dan "Bektaşilik alaturka masonluk,
masonluk alafranga Bektaşiliktir" tespitini işittiğini
kaydediyor. (Noyan, 2006, s. 301). Bu tesbit gözacıcı.
Masonluk eskiden Bektaşilerde kanıksanmazdı. Tarikata
güç verirdi, Osmanlı’yı son 10 yılında açıkca ve
Türkiye’yi 85 yıldır gizliden bu güçle Bektaşi kökenliler
mason ola ola yönettiler.
Oysa şimdi uzun yıllardır ilk defa geleneksel Bektaşiler,
masonlardan kurtulmaya çabalıyor. Artık masonluk gurur
duyulacak bir güç merkezi olmaktan çıkıyor. Sabataycı
26
Faruk Arslan
tartışmalarının kasten bizzat Sabataycı kökenli Bektaşiler
tarafından başlatıldığı fark edilmesede, bu anlamsız güç
gösterisinin sahteliği artık fazlasıyla sırıtıyor. Tüm
varlığımızı 150 yıldır onlara borçluymuşuz gibi bir hava
uyandırıldı, sopa gösterildi. Mason Bektaşilerden,
Osmanlı’daki hakim gücü 624 yıl temsil eden, bugün
Türkiye’nin gerçek sahibi olmaya başlayan ‘Sünneti Vel
Cemaat’ denilen müslümanlar çekinmiyor. Masonlar,
derin yapılara hakim olmalarına ve sağlam ekonomik
yapılarına rağmen psikolojik ve sosyolojik açısından
yakın gelecekte kaybedeceklerini gözlemliyorlar. Gizli
olması gereken masonluğun fazla reklam edilmesi,
kitaplar yazdırılması, filmler, diziler çekilmesi medyadaki
tartışmalar, hatta Türk mason locasına yakın geçmişte
medyanın davet edilmesi, bozulan imajlarını
kurtarmaktan ziyade son çırpınışlarını simgeliyor. Bu bir
‘Psikolojik Savaş.’tır.
En fazla Bektaşinin Türk ordusunun üst rütbelileri içinde
olduğu fazla yazılıp çizilemez. Hele kimse mason
olanlardan bahsedemez. Oysa ordu mensuplarının bırakın
bir tarikata, sivil derneklere bile üye olması yasaktır, izin
almak için başvurmayı kimse denemez bile. Taha Kıvanç,
1980’li yıllarda yazdığı bir köşesinde bir izlenimini şöyle
anlatıyor: Ankara Palas Devlet Konukevi`nde davet
verilmeyi hak edecek bir olayın yıldönümüydü ve
Ramazan ayı içerisindeydik. Elinde rakı bardaklarıyla
gördüğü iki yakın mesai arkadaşı için, Evren Paşa,
`Mazur görmelisiniz` demişti, `Çünkü Bektaşi onlar…`
İki üst düzey komutan Bektaşi miydi gerçekten, yoksa
Kenan Evren arkadaşlarıyla basın mensupları önünde
şakalaşıyor muydu?
27
Faruk Arslan
Çok tartışmalı bir konuyu masaya yatırıyoruz. Son 170
yıldır Bektaşilik, Mevlevilik ve Melamilik arasına karışan
masonlar, özellikle Alevi Bektaşiliği derinden etkilediler.
1908 ile 1918 arasında Osmanlı İmparatorluğunu idare
eden İttihat ve Terakki Partisi’nin hemen hemen tüm
mensupları ‘masondu’ denir, ancak nedense Bektaşi
kimlikleri söylenmez.
Mason Bektaşiler tarafından zehirlenerek öldürülen
Atatürk’ün mason localarını kapattırdığı 1935 yılından
itibaren hem mason hem de Bektaşilerden kurtulmaya
çalıştığı gizlenir. En büyük hatası belkide Mason Bektaşi
doktoru Mim Kemal Öke’yi Bektaşi Dr. Rıza Nur’a
yaptığı gibi zamanında yanından tasfiye etmemesidir.
Kendiside bir Bektaşi olan, Atatürk yakın dostu, Rakı
Masası arkadaşı ünlü yazarımız Yakup Kadri
Karaosmanoğlu’nun Bektaşiliğin ekstra haklar elde
etmesini engellemiştir. Karaosmanoğlu’nun sahte
Bektaşileri hicvettiği ‘Nur Baba’ adlı romanı sahneye
uyarlandığında tiyatronun Bektaşiler tarafından basıldığı
nedense yazılmaz.
Doç. Bedri Noyan Dedebaba`ya göre, generalliğe kadar
yükselmiş Bektaşi subaylar bulunuyor. Dediğine göre,
Atatürk de Bektaşi; en yakınlarında tuttukları arasında da
epey Bektaşi bulunuyor.`Erenler Bağından` adıyla da bir
eseri olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu`nun ünlü `Nur
Baba` romanında bir tekke etrafında anlattıkları `gerçek
hayat öyküleri`ydi. `Nur Baba`, İstanbul Çamlıca Bektaşi
post-nişini Ali Nutki Dedebaba`nın lakabıydı.
Kendi isminin önünde 'Doç. Dr.' unvanı bulunsa da tıp
adamı bir akademisyen olmaktan öte 'Dedebaba' diye
anılacak önemde bir kişi, Bedrettin Noyan, Türk tarihinin
28
Faruk Arslan
değişik dönemlerinden bildiğimiz, kitaplarını okuyarak,
şarkılarını dinleyerek yetiştiğimiz, siyasî kavgalarından
hatırladığımız pek çok ismin 'Bektaşi' olduğunu
övünerek söylüyor... Evet Atatürk de, Bayar da,
Menderes de, Karabekir de, Yahya Kemal ve Yakup
Kadri de meğer birer Bektaşiymiş... (Kıvanç, 2008).
Atatürk’ün babası Ali Rıza beyin Bektaşi olması
nedeniyle Atatürk Bektaşi sayılıyor, ama annesi Zübeyde
Hanımın Bektaşilikle ilgisi olmadığı yine saklanıyor.
Noyan, sunduğu listede aşağıdaki isimlerin hepsini 'ortak
payda' Bektaşilikte birleştiriyor:
Mustafa Kemal Atatürk, Celal Bayar, Adnan Menderes,
Refik Saydam, Mithat Paşa, Talat Paşa, Ziya Paşa, Namık
Kemal, Abdullah Cevdet, Muallim Naci, Ahmet Rasim,
Kazım Karabekir, Behçet Kemal Çağlar, Rıza Tevfik,
Neyzen Tevfik, Şair Eşref, Ahmet Refik Altınay, Yakup
Kadri Karaosmanoğlu, Yahya Kemal Beyatlı, Hilmi Ziya
Ülken, Ali Nihat Tarlan, Samih Rifat Çağatay, Nuri Halil
Poyraz, Şükrü Şenozan, Şemsi Yastıman... Daha eskiler
de var: 2. Murat, Kanuni Süleyman, Tepedelenli Ali Paşa,
Fuzuli... ( Noyan, 2006).
Bu isimlerin başka ortak paydalarıda var; bir kısmı
mason, bir kısmı Sabataycı. Sabataycılar, masonlukla
Bektaşiliği son 150 yıldır Hurufilikle Kabbala’yı da içine
katarak mezcetmekle kalmadılar, yeniden kurguladıkları
Bektaşilik çatısı altında çifte dini kimliklerini gizlediler.
Alevileri devletin üzerine süren ve Alevi Sünni ayrılığını
körükleyen sahte Bektaşi masonların, maskesini
düşürmenin vakti geldi, geçiyor. Geleneksel Bektaşilik ile
masonik Bektaşilik arasında bugün bir savaş yaşanıyor.
29
Faruk Arslan
Şubat 2002’de yargı organlarımız isminde Alevi ve
Bektaşi kelimeleri geçtiği gerekçesiyle bazı Alevi ve
Bektaşi kuruluşlarının kapatılmasına karar verdi.
Kanunlarımızın gadrine uğradıklarına inanan Alevi ve
Bektaşiler, haklarını aramak için AİHM yollarına düştü.
Bu oyunun 2002 Martında yapılan Bektaşilik postu
seçimi öncesi, masonik Bektaşiliğin geleneksel
Bektaşiliğe salvosu olduğu kamuoyunca fark edilemedi.
Gerçek Bektaşiler, 150 yıldır sırtlarında kambur olan
masonlardan kurtulmaya çalışıyor. Mason Bektaşiler,
Almanya Merkezli Alevi Bektaşi Birlikleri
Konderasyonu’nun yurt içindeki Alevi Bektaşi
Federasyonu gibi militarist Alevileri toplayıp
siyasileştirdiği görülmüyor. Özellikle Alman istihbaratı
ile koordineli çalışan bazı işbirlikçi derneklerin
kışkırtılması için ‘Alisiz Alevilik’ söylemi bir araç, bir
maşa olarak kullanılıyor. Bu savaşın karşı tarafında
mason olmayan Bektaşiler, Dedebalar, Cem Vakfı
Başkanı Prof. Dr. İzzeddin Doğan, Ayhan Aydın gibi
aydınlar var. AKP’den milletvekili olarak ezberleri bozan
Reha Çamuroğlu gibi bir başka aydın siyasetçi. Doğan’ı
‘düşkün’, yani ‘ sapıtmış’ ilan etttirmekle tehdit ediyorlar.
Başları sıkıştığında kullandıkları etkili bir şantaj yöntemi
bu.
Masonlar Bektaşiliğe nasıl eklemlendi? On dokuzuncu
yüzyılın sonları ve yirminci yüzyılın başları "Masonluk"
denilen mahiyeti pek çok insanca meçhul örgütün
Osmanlı topraklarında da taraftar bulup faaliyet
göstermeye başladığı bir süreçti. Özellikle İttihat ve
Terakki’nin iktidarında pek çok kişi Masonluğun yapısı
30
Faruk Arslan
içerisinde yer almıştı. Hatta Şeyhülislamların içinde bile
Masonların olduğundan söz edilir.
1826’de Yeniçeri Ocağı 2. Mahmut tarafından fesh edilip,
tekkeleri kapatılınca Bektaşiler Mason Locaları ile
işbirliği içine girdiler. Pek çok Bektaşi şeyhi Mason oldu.
Konunun uzmanı İrene Melikoff'a göre, Bektaşiler
kendilerini korumak için masonluğa girdiler. Hatta
Bektaşilik masonluk ritüellerinden etkilendi. Üçler,
Beşler, Yediler kavramı Masonluktan girmedir.
Bektaşiler, sonraki dönemlerde Genç Osmanlılar,
Jöntürkler ve İttihat-Terakki içinde etkin rol oynadılar.
Ahmet Rıza, Ahmet İzzet Paşa, Ali Rıza Paşa, Gazi
Ahmet Muhtar Paşa, Şeyhulislam Ürgüplü Hayri,
Tunuslu Hayrettin Paşa, İbrahim Temo, Mithat Şükrü
Bleda, ünlü Teşkilat-ı Mahsusacılar Yakub Cemil, Ömer
Naci ve Atatürk'e suikast davasında idam edilen Dr.
Nazım Bektaşi'ydi. Kemal Derviş'in amcası Asaf Derviş
Paşa ve eski Başbakanlardan Recep Peker Bektaşi idi.
Hem Mason hem Bektaşi olan ünlüler arasında
Şeyhülislam Musa Kazım Efendi, Bektaşi Şeyhi Mehmet
Ali Erel Baba, Ziya Paşa, Namık Kemal, Rıza Tevfik
Bölükbaşı, Prens Sabahattin, Talat Paşa, Cemal Paşa ve
Kara Vasıf da var. (Melikoff, Haziran 2006).
1846’da Bektaşiliğin yeniden uyanış dönemi ile
Masonluğun Osmanlı’da yayılış dönemi az çok farklarla
paralellik arz ediyor. Bu yüzden bir kısım Bektaşilerin
Mason olduklarına dair rivayetler bulunuyor. Rivayet
diyorum, zira "bilim belgedir". Bektaşilik hakkında
yazılar ve kitap yazan A. Yılmaz Soyyer, 2008 yazında
Osmanlı Arşivi’nde yaptığı araştırmada bir belgeye rast
31
Faruk Arslan
geldi. Bu belge, Masonluk-Bektaşilik benzerliği üzerine
kurulmuş bir jurnal metniydi.
20 muharrem 1307 / 16 eylül 1889 tarihinde Limni
adasındaki devlet görevlileri (muhtemelen istihbarat
elemanları) Sadrazamlığa bir jurnelde bulunmaktadır.
Osmanlı Arşivi’ndeki kayıtlara göre adada Masonların
sistemine (mezhebine) benzeyen yeni bir oluşum ortaya
çıkmıştır. Bunların törenleri (ayinleri), bazı dini farzları
tamamen inkar eden bir yapıdadır. Jurnale bakılırsa bu
oluşumun taraftarları muharremin onunda bir yere
toplanıp, Fazlullah Hurufi’nin "Cavidan" adlı eseriyle
buna benzer şeyler okumakta ve dinlemektedirler. Bu
gizli oluşumun mensupları arasında Ada Mutasarrıfı ve
Liva Naibi de bulunmaktadır. Bu topluluğu esas tesis
edenler ise Humbaracıoğlu Hüseyin Katporanzade
Mehmed Ağa isimli iki Toksa Arnavut’tur. Sadrazamlık
gizli bir soruşturma başlatır. Soruşturmanın sonucuna
göre Masonlara benzer denilen teşkilatın Bektaşi Tarikatı
olduğu apaçık görülmektedir. Devlet jurnali
gönderenlerin şikayetine şöyle karşılık vermektedir:
"memalik-i şahanede Tarikat-i Bektaşiye’ye mensub bir
hayli kesan var iken harsan bunların teb’idi muvafık-ı
muadile olamayacağı" yani " Osmanlı topraklarında
Bektaşiliğe mensup bir dolu insan varken bunların
sürgünü adalete uygun olamayacağından…" diye devam
etmektedir. ( Soyyer, 2008).
Yukarıdaki metinde en çok dikkatimi Mason ayiniyle
Bektaşi ayininin benzetilmesi çekmiştir. Soyyer, bu güne
kadar sayısız Bektaşi tanıdığı halde kimliğini bilerek
hiçbir Masonla tanışmamış. Mason ayininin nasıl
32
Faruk Arslan
olduğunu da gazetelere yansıyan haberlerin dışında
bilmiyor. Bu hususta bir Bektaşi’ye danışmaktan başka
hiçbir çaresi kalmıyor ve sonunda Babagan Bektaşilerinin
en ünlü mürşitlerinden merhum halife baba Turgut Koca
Babaerenlerin dizinin dibinde yetişmiş bir Bektaşi
dervişine durumu soruyor. Onun cevabını aynen aşağıya
naklediyorum.
"Turgut Baba Erenlerin bir konuşmasında ’Masonluk,
bilgi aktarımı üzerinedir, ruhaniyet yoktur. Bu nedenle
bilgide belli bir yere gelenler, ruhaniyetin eksikliğini
hissederek hayatının belli bir döneminden sonra Bektaşî
olmak isterler’ mealinde sözler söylemişti. Fakirin bu
konudaki düşüncesini sorarsan; ’Bektaşîlik ulaşılabilecek
en üst ve zevkî mertebedir. İnsanın bu kapıya gelinceye
kadar bütün kapıları dolaşması gâyet normaldir, fakat bu
kapıya geldikten sonra bir veya bir kaç alt sınıftan olan
diğer inanç yapılarını veya kulüplerinde huzuru araması,
kişinin zevkî eksikliğidir. Bektaşîlik aklı reddetmez,
ancak akıl ile bir yere kadar seyir mümkündür. Akıl
yetseydi Cebrail’in (A.S.) Sidretü’l-Müntehâ’dan ileri
geçmesi gerekirdi. Yücelme ancak aşk makamında seyirle
mümkündür. Bektaşîlik Nâzenin yoldur, diğeri pozitif
ilimleri kendine rehber edinmeye çalışan ve dönem
dönem merdud olanın da âleti olmaya mahkum
olabileceği bir yapıdır. Bektaşîlik sîrette (iç dünya, gönül
alemi), Masonluk ise surettedir (dış görünüş, kalıp).
Sîrette tekâmül (gelişme), mâsivadan (dünya
pisliklerinden) el çekme ile olur. Aksi halde hannâsın
tuzağından kurtulmak zordur, insanı hubb-ı mâl, hubb-ı
câh ve tekebbür ile aldatır. Kemâle ulaşmış Bektaşî
fukaraları böyle düşünmüşlerdir. Bazı Masonluğa olan
33
Faruk Arslan
yakınlıklar ise, o dönemin özel şartlarından dolayı olduğu
sonucuna varılabilir. Bu açıdan meseleye baktığımızda
Dedebaba’nın ’Bir damarda iki kan olmaz’ sözü
münevver Bektaşîlerin ortak bakış açısıdır denilebilir.
Turgut Baba Erenlerin Divanı’nda Masonluk hakkında
yazdığı bir şiir vardır." (Soyyer, Eylül 2008).
Şevket Koca’nın Es-Seyyid Halife Koca Turgut Baba
Dîvânı kitabında yer verdiği şiiri dikkatli okuyalım:
Dinle bu fakîri azîz kardeşim
Bak bir nokta perkâr Alî değil mi?
Terk eyle şu Hıram efsanesini
Çâr unsura mi’mâr Alî değil mi?
Uhuvvet, müsâvât, adâlet, mîzân
İçtimâî yardım, tevhîde nişân
Süleyman’ı Kâf’a Süleyman yapan
Mühr-i mucizekâr Alî değil mi?
Ahd-ı Atik’deki Yehova odur
Beliben, Ariyel ve Yaya odur
34
Faruk Arslan
Cedid Ahd içinde İliya odur
Ahd-ı Âhir Haydar Ali değil mi?
Uknûm-ı selâse oldu müselles
Alî’dir Eb, İbn, Ruh-ı Mukaddes
Bâtını kadîmdir, zuhûru muhdes
Âşıklara dîdâr Alî değil mi?
Gözü bağlı irfân yolu bulunmaz
Işık ver demekle cihân nûr olmaz
Taht-ı Muhammedî çerâğsız kalmaz
Gönüllerde envâr Alî değil mi?
Musevî, Mesihî birdir Müslüman
Türlü esmâ ile bölünmez insan
İkilikten geçer muvahhid olan
Îmân ile ikrâr Alî değil mi?
35
Faruk Arslan
Taklidî düzendir Mason Mahfili
Mecâz gönyesinde güzâf pergeli
Pîrimiz dost Hacı Bektaş Veli
Üstâdımız Hünkâr Alî değil mi?
Tathîr olmayana böyle söylenir
Matrûda dul karı çocuğu denir
Allah bir, erkân bir, mezheb bir
Hâriciye inkâr Alî değil mi?
Hırka nedir, kemer nedir, tığbent ne?
Palheng taşı, teslim taşı, cilbent ne?
Taç neyi remzeder acep hikmet ne?
Keşküldeki Pazar Alî değil mi?
Gürûh-ı Nâci’de pâk gönül gerek
Seyr-i sülûk, kat-ı merâhil gerek
Mürşid gerek, rehber gerek, el gerek
36
Faruk Arslan
Yedd-i nûr-ı ahdâr Alî değil mi?
Bu masondur diye kayırmak neden?
Otuz üç parçaya ayırmak neden?
Hakkullaha karşı buyurmak neden?
Vicdân şuur etvâr Alî değil mi?
Turgut Baba nutkun magz-ı Kur’ân’dır
Alî dediğimiz kâmil insandır
İnsan-ı kâmilde âlem nihândır
Mümkünatta ezkâr Alî değil mi? ( Koca, 1999, s. 199200).
Bedri Noyan dedebaba’dan 25 Eylül 1994 yılında babalık
icazeti alan, sonra da 11 Nisan 1998’de Haydar Ercan
dedebabadan halifelik hilafetnamesi alarak halife,
halifebaba ünvanı kazanan Nurettin Ölmez’in beyanına
göre, baba sayısının Türkiye ve dış ülkeler olmak üzere
11 halifebaba bir dedebaba olmak üzere 12'yi geçmemesi
gerekiyor. Türkiye’de halen 200 Bektaşi babası ve 3
milyon Bektaşi bulunuyor. Bektaşi olmanın yolunu
Ölmez şöyle özetliyor: Bir kimsenin Bektaşi olabilmesi
için, evvela yolumuza âşık olması; eline, diline, beline
37
Faruk Arslan
sadık olması ve onun yolumuza girmesi için kefilinin
olması şarttır. Yolumuza bir koç keserek, bir mürşide
rehberle beraber gidilir. Nasip alınır. Bütün canlar tebrik
ederler ve aralarına kabul ederler. (Aydın, Eylül 1999).
Bektaşilerin namaz kılmadığı mitini çürüten Ölmez,
Türkiye’nin en köklü Bektaşi silsesini şöyle izah ediyor:
Turgutlu Dergâhı postnişini Yunus Ölmez’in oğluyum.
Ali Rıza Baba Dergâhı’nda yaşadım. Ali Rıza, Mısır’dan
göçme Giritli bir Pirdir. Babamız çocukluğumuzda bizi
camiye namaz kılmayı gönderirdi. 17 yaşında iken
Nakşiydi, Menemen olayından sonra babamı bir Bektaşi
olan Müftü Süleyman Efendi, Bektaşi yapıyor ve yobaz
diye asılmaktan kurtarıyor. Bedri Noyan dedebabamız da
Yunus Baba’nın dervişidir. Mersin’de Sadık Bektaş Baba
vardı, mücerret babaydı kabri halen Mersin
mezarlığındadır. O, Bedri Noyan dedebabamız ve Yunus
Ölmez baba bir de Ali Naci Baykal, hepsi birden
Ankara’da üçünü halife yaptılar. Sadık Baba, Bedri Baba,
Yunus Baba halife oldu, Ali Naci Baykal baba da
dedebaba vekiliydi zaten. Arnavutluk’taki Salih Niyazi
dedebaba, Arnavutluk’a giderken emanetleri Ali Naci
Baykal dedebabaya bırakmıştı; onun için o dedebabaydı
diğerleri de halife oldular. Sonra Ali Naci Baykal baba
göçmek üzereyken, Bedri Noyan babaya dedebabalık
ünvanı verdi ve o şekilde oldu. (Aydın, Eylül 1999).
Baba Haydar Ölmez, masonların yol’da ikilik çıkarttığını
vurguluyor ve şunları anlatıyor: Ankara’dan Teoman
Güre masondur ve pek sevilmez, ahlaken de pek
tartışmalı yönleri var. Mason olsun ama Bektaşi olduktan
sonra geri dönüş olmaz, her iki tarafa göz kırpmak olmaz.
Bir insan hem Bektaşi, hem mason olamaz. Eğer sen
Bektaşi olmuş isen, mason olamazsın, herşeyden sıyrılıp
38
Faruk Arslan
geleceksin. İkilik çıkartıyorlar yolda. Bektaşilikte
masonluğun ve masonların işi yoktur. Yolumuza
dışarıdan başka birşeylerin girmesine izin vermemeliyiz. (
Dinç, Mart 2002).
Bu hamur çok su götürür. Geleneksel Bektaşilik masonik
Bektaşiliğe karşı savaşını Türkiye’nin selameti adına
kazanmak zorunda. Aksi halde masonların
manipülasyonu sonucu yanlış biçimde oluşturulan, dindar
müslüman ve İslam düşmanı imajından kurtulmaları
mümkün görünmüyor. Alevileri kışkırtarak Sünni Alevi
çatışması çıkarmaya çalışan Mason Bektaşilerin nereden
koştuğunu incelemek zorundayız. Tarihi gerçeklerden
önce günümüzdeki liderlik kavgasını ele almakla
başlayalım.
39
Faruk Arslan
İkinci Bölüm
BEKTAŞİLERDE POSTNİŞİNİ
LİDERLİK ANLAŞMAZLIĞI
Osmanlı'nın fetihlerini ve tebliğlerini uzun asırlar boyu
omuzlarında taşıyan bu büyük tarikat, bugün iki farklı
ekolün, geleneksel Bektaşilik ve Masonik Bektaşiliğin
çekişmesine sahne oluyor. Bektaşiliğin bugün iki
dedebabası var ki, bu durum erkânın ayak altına alınması
demek. Bu skandalda herşey var; masonlar ve oyunlar,
Bektaşi-mason sürtüşmesi, edeperkânın çiğnenmesi,
adam ayartma, tarikat öğretisinin hilafına egoizmin,
fitnenin, paranın zirve yapması...
Heterodoks inançlı vatandaşlarımız vakıf ve derneklerini
kurtarma peşinde koşadursunlar, diğer yanda, Bektaşi
dünyasını derinden etkileyen ilginç gelişmeler yaşanıyor.
Dünya Bektaşiliğinin lideri olan dedebabalık makamı
Türkiye’de bulunuyor. Bektaşilik iç çekişmeler ve bazı
masonların kronik etkisiyle ikiye bölünmüş durumda.
Karizmatik dedebaba Bedri Noyan’ın 1997’de
ölümünden sonraki süreç iki tane dedebaba ortaya
çıkardı: Biri Noyan’ın vefatının ardından seçilen Haydar
Ercan, diğeri de Ankara grubu veya mason grup olarak
anılan oluşumun seçtiği Mustafa Eke. Bu 11 yıllık süreç,
Osmanlı’nın fetih ve tebliğini omuzlamış, ardından
Kurtuluş Savaşı’nı kayıtsız şartsız desteklemiş bir köklü
tarikat mensuplarının tabiriyle “ibret verici” olaylarla
dolu.
40
Faruk Arslan
Amerika’dan Avustralya’ya, Balkanlar’dan İsveç’e kadar
çok geniş bir coğrafyada büyük bir kitleyi kapsayan
Bektaşilikteki dramatik gelişmelerin pek dikkat
çekmemesi, olayın popüler ve magazin yönünün
zayıflığından, bir de Hacı Bektaş Veli bağlılarının kol
kırılır yen içinde kalır anlayışından olsa gerek.
Tekkelerin kapatıldığı 1925 yılında Dedebaba postunda
Salih Niyazı Dedebaba bulunmaktaydı. İttihatçı olup,
Mustafa Kemâl Paşa ile de bir hayli samimi olan Arnavut
Salih Niyâzî Dede-baba'nın I925'te tekkeler kapatılınca
Mustafa Kemâl Paşa ile arası bozulur. Bunun üzerine
Salih Niyâzî Dedebaba, 17 Ocak 1930 tarihinde
Türkiye’yi terk ederek Arnavutluk'a gider. Orada 1941'de
Arnavutluğu işgal eden İtalyanlarca öldürülür. Salih
Niyazı Dedebaba'dan sonra Ali Nâcî Baykal Baba,
dedebaba sıfatını takınır. 1960 yılında vefat eder.
Ondan sonra ise, Doç Dr. Bedrî Noyan bu sıfatı taşımaya
çalışır. 21 Dedebaba Bedri Noyan, 1912 yılında Serez'de
doğdu. Babası İsmail Hakkı'nın Osmanlı ordusunda
kolağası (kıdemli yüzbaşı) olması itibariyle Anadolu'nun
birçok şehrinde bulundu. İlkokulu Manisa'da okudu;
Samsun Lisesi'nden mezun olup, İstanbul Tıp
Fakültesi'ne kaydoldu, 1937’de doktor çıktı. Ankara
Numune Hastanesi'nde Nazi Almanyası'ndan kaçan Prof.
Dr. Max Meyer'in asistanı oldu. Ama onu asıl "yetiştiren"
Atatürk'ün ve daha sonra Celal Bayar'ın doktorluğunu
yapan, cumhurbaşkanlığında Çankaya Köşkü'nde oturan,
"Baba Erenler" lakaplı, Dedebaba Dr. Hasan Ragıp
Erensel'di. Dedebabası Dr. Erensel sayesinde, "yola
girdiğinden" itibaren hızla yükseldi. Altı ay içinde derviş
ve altı ay sonra da baba oldu. Dr. Erensel, hasta yatağında
41
Faruk Arslan
Dr. Noyan'a "hilafetname"sinî yazdırdı. Ve 1953 yılında
Dr. Erensel'in ölümü üzerine Dr. Noyan "dedebaba"
seçildi. (Yalçın, 2006).
Salih Niyazi Dedebaba'dan sonra Bektaşî topluluğu
Dedebabalık postu konusunda bölündüler. Arnavutluk
Bektâşileri ile Mısır'daki Bektâşiler, Ali Nâcî Baykal
Baba'yı Dedebaba olarak tanımamışlardı. Hatta Mısır'daki
Kaygusuz Sultan Dergâhı'nın son postnişîni Arnavut
Ahmed Sırrı Baba yazışmaları ve kitaplarında Dedebaba
sıfatını kullanırken, Arnavutluk'taki Recep Ferdî Baba da
aynı sıfatı kullanmaya devam ediyor. (Yüksek, 2002).
Bedri Noyan 6 Kasım 1997'de Aydın'da Hakka yürüdü.
Doç Dr. Bedri Noyan'ın ölümünden sonra ise, Türkiye
Bektâşîleri, Dedebabalık postu konusunda ikiye bölündü.
Bir kısım Bektâşiler İzmirli Haydar Ercan Baba'yı
Dedebaba olarak tanırken, diğerleri Arnavut Mustafa Eke
Baba'yı Dedebaba olarak tanıyor. Alevîlikle Bektaşîliğin
aynı anlama geldiği hakkında, günümüz Hacı Bektaş
Çelebisi Veliyeddin Ulusoy, Cem Vakfı İnanç Önderleri
İkinci Toplantısı'na sunulan yazısında bu konuda şunları
söylüyor: "Genel olarak bu iki sözcük ayrı anlarda
kullanıldığı gözlenmektedir. Alevîlik; Hz. Ali'yi seven
onun İslâm anlayışına ve yorumunu benimseyen bir inanç
sistemidir. Bektaşîlik; Hacı Bektaş Veli'den sonra ortaya
çıkmış, Alevîliğin zaman içerisinde yıpranmış ve o gün ki
sosyal yapıya uygun hâle getirilmiş şeklidir."
Bektaşilik tarikatının Babagan kolu, Dedegan koluna
nazaran daha etkin ve çok daha büyük bir kitle. Dedegan
kolunu Hacıbektaş’taki Çelebiler babadan oğula temsil
ediyor. Babaganlarda ise kayd—ı hayat ile seçilen
dedebabalar, demokratik bir seçimle geliyor. Seçilecek
dedebaba adayında filancanın oğlu olması değil;
42
Faruk Arslan
dürüstlük, ilim, ahlak gibi ulvi özellikler gözetiliyor.
Babaganların son büyük dedebabası Bedri (Bedrettin)
Noyan’ın vefatının ardından seçilen dedebaba, Ankara
ekibi (veya kolu) tarafından bir süre sonra reddedildi ve
Ankara kolunun fiili önderi durumundaki, aynı zamanda
33. dereceden mason olduğu iddia edilen Halifebaba
İlhami Teoman Güre’nin girişimleriyle başka bir
dedebaba seçildi. Bedri Noyan’ın oğlu Kurtcebe
Noyan’ın deyimiyle adeta bir masonik kopuş yaşandı.
Bektaşiliğe yaklaşık 170 yıl önce nüfuz etmeye başlayan
masonluk, kapalı ve ‘sırlı’ bir yapı olması dolayısıyla
tarikat içinde kendine ideal bir kamufle ortamı buldu,
zaman zaman kendi adamlarını dedebabalığa kadar
çıkarmayı başardı. Ancak son dönemlerde sadece baba ve
halife düzeyinde mason vardı.
Bektaşi erkânına göre dünya üzerinde aynı anda sadece
bir dedebaba, ona bağlı 11 halifebaba ve 40 tane de baba
bulunması gerekiyor. Yoksa erkân bozulur. Oysa şimdi
bu ölçüler altüst olmuş durumda. Dedebaba Haydar
Ercan’ın 6 tane halifebabası var. Dedebaba Mustafa
Eke’nin de, kendi ifadesiyle, “7—8 tane var”. İki
dedebabanın bulunması hem sebepleri, hem de sonuçları
açısından birçok önemli hususu gündeme getiriyor.
Tarikat edep ve ahlakının ayaklar altına alınması,
kuralların bozulması, işin içine siyaset ve entrikaların
karışması, “yol” felsefesine göre asıl yok edilmesi
gereken benlik duygusu ve gıybetin alabildiğine
büyümesi, tabanın tam anlamıyla şaşkın, kızgın ve
sahipsiz görüntüsü, erkânın birçok yerinden hasar
görmesi ve Bektaşilikteki etkisi inkar edilemez boyutta
olan masonluk faktörü...
43
Faruk Arslan
Noyan Dedebaba’dan sonrası tam bir tufan oldu.
Bugünkü olayları tetikleyen ikinci bir gelişme, Noyan’ın
yerine geçeceğine büyük ihtimal verilen Halifebaba
Turgut Koca’nın da Noyan’ın hemen ardından vefat
etmesiydi. Arnavut kökenli ve mason olan Koca’nın
vefatından birkaç gün sonra, 12 Aralık 1997’de İzmir
Yamanlar’da dedebabalık seçimi yapıldı. İkiliğin
başlamasının en azından görünürdeki sebebi olan bu
seçimin ayrıntılarına girmemiz gerekiyor.
Erkana göre halifebaba sayısı 11 olmalı; halifeliği de
uhdesinde bulunduran dedebabayla birlikte sayı,
Bektaşilikte çok önemli bir rakam olan 12’ye
tamamlanıyor. Seçime 11 halifenin katılması
gerekiyordu. Fakat Turgut Koca’nın vefat etmesi,
Makedonya Halifebabası Ziya Paşo’nun fakirliğinden
dolayı yol parası bulup gelememesi, iki halifelik
makamının da boş bulunması sebebiyle seçime 7 halife
katıldı. Bedri Noyan’ın 1960’da dedebaba seçilmesi,
Ankara’da muhip, derviş, baba ve halifebabalardan
oluşan çok kalabalık bir kitle halinde kendisine niyaz
(biat) edilmesiyle gerçekleşmişti. Aslında tabanın
desteğinin görülmesi açısından bu yöntem en arzu edileni
idi. Fakat Bedri Noyan, yazdığı ‘Alevilik ve Bektaşilik’
adlı kitapta, büyük kalabalığın her zaman toplanmasının
mümkün olmadığından, seçimin, halifebabalar tarafından
yapılmasını ve ekseriyet esasını getirdi.
Getirilen bu esasa göre yapılacak seçim 12 Aralık
1997’de ilk kez deneniyordu camiada. Bu yüzden detaya
ilişkin kurallar adeta el yordamıyla belirlendi. Halifelerin
oy birliğiyle tespit ettiği şekle göre, adaylar kendilerine
oy verebilecekti ve en çok oyu alan dedebaba seçilecekti.
44
Faruk Arslan
Gelemeyen Ziya Paşo’nun, seçime telefonla katılma
talebi, “Bedenen burada bulunması gerekir” diye
reddedildi. Bu telefonla katılma olayına bir mim
koymamız gerekiyor; çünkü daha sonra Ankara ekibinin
ayrı dedebaba seçtiği Mustafa Eke’ye bazı halifelerin
telefonla oy verdikleri, tutanağı seçimden sonra
imzaladıkları iddiası ortaya atıldı.
Baştan sona filme alınan seçimi organize etmesi için
Birliğe Hizmet Kurulu adında, Bedri Noyan’ın oğlu
Kurtcebe Noyan’ın başkanlık ettiği bir kurul oluşturuldu.
Noyan seçim şekli için, “Biz kurul olarak en küçük bir
etkide bulunmadık. Fakat halifeler seçim şekliyle ilgili iki
önemli hata yaptı. Biri adayın kendine oy vermesi,
ikincisi de dedebaba olmak için ekseriyet oyunun, yani
yarıdan bir fazlasının gözetilmemiş olmasıydı” diyor.
Seçimin son turunda 2’şer oy alan diğer iki aday
karşısında 3 oy alan Haydar Ercan, dedebaba seçildi.
Haydar Ercan’a, kendisi haricinde oy verenler Hasan
Asuman ve Mustafa Eke idi. Ne ilginçtir ki Eke, daha
sonra başkaldırıp Ercan’ı reddeden grubun seçtiği
dedebaba olmayı kabul edecekti.
Seçime ilişkin şöyle bir tutanak yazıldı: “Bağlı
bulunduğumuz Hz. Pir Hacı Bektaş Veli yolunun
kuralları gereği 12. 12. 1997 tarihinde, 7303—1 sokak,
No: 34, kat: 3 Yamanlar—İzmir’de yapılan dedebaba
seçimi toplantısı hür iradeyle gerçekleşmiş olup, aşağıda
imzaları bulunan icazetli halifebabalar bu toplantıya
iştirak etmişler ve oylarını hür iradeleriyle kullanmak
suretiyle, Halifebaba Haydar Ercan’ı Dedebaba olarak
seçmişlerdir. Seçilen yeni Dedebaba Haydar Ercan
Dedebaba 6. 11. 1997 tarihinde Hakk’a yürüyen
Dedebaba Doç. Dr. Bedri Noyan’ın yerine Hacı Bektaş
45
Faruk Arslan
Veli Postnişini olarak, bu görevi, 12. 12. 1997 tarihinden
itibaren halifebabaların onayları ile yürütmeye
başlamışlardır.”
Tutanağı, seçime katılan halifeler Ali Doğan, Ali Sümer,
Halil Tiryaki, Hasan Asuman, Haydar Ercan, Mustafa
Eke ve Teoman İlhami Güre imzaladı. Fakat Güre,
tutanağı, adayların kendilerine de oy vermesi usulüne
katılmadığı ihtirazi kaydıyla imzaladı. Dışarıda birikmiş
olan çok kalabalık gruba sonuç açıklanıp tutanak
okunduktan sonra, halifebabalar başta olmak üzere herkes
Haydar Ercan’a niyaz etti, yani dedebabalığını kabul etti.
Seçimin diğer bir şahidi Halifebaba Nurettin Ölmez,
şöyle anlatıyor: Bedri Noyan dedebabamızın vefatından
sonra 12.12.1997 tarihinde İzmir Karşıyaka’da bir canın
evinde dedebabalık seçimi yapıldı. Biz de oradaydık.
Teoman Güre halifebabanın hazırlamış olduğu tüzük
üzere, seçime gidildi. Dedebabamızın oğlu Kurtçebe
Noyan, Belkıs Temren hanımefendi ve Hüseyin
Yaltırık’dan kurulu seçim komisyonu kuruldu. Yedi
halifebaba hepsi de resmi kıyafetleri ile bir kapalı odaya
geçip, seçimi yapmak için toplandılar. Seçilecek
dedebaba geçici olarak mı, kaydı hayat şartı, yani ölene
kadar mı diye komisyon soruyor. Kaydı hayat şartı, kabul
ediliyor. Ekseriyet mi, en çok rey alan mı diye, soruluyor;
en çok rey alan diye, tutanağa geçiriliyor. Herkes kendine
rey kullanır mı diye, soruluyor; buna yalnız Teoman Güre
baba haricinde, kullanır diyorlar. Bu da tutanağa
geçiriliyor. Sonra seçim başlıyor. İlk turda 2 halife baba
ikişer rey alıyor. İkinci turda, Haydar Ercan halifebaba 3
oyla dedebabalığa seçiliyor. Bunların hepsi video kasete
alınıyor. Orada bulunan dervişler, nefir üfliyerek
dedebabamız Haydar Ercan’ı takdim ediyorlar ve Haydar
46
Faruk Arslan
Ercan baba postuna oturuyor. Bütün halife babalar kabul
edip, niyaz ettikten sonra, canlar da cümlesini niyaz edip,
gül şerbeti dağıtıldıktan sonra merasim bitiyor ve
dedebabamız Haydar Ercan seçiliyor. (Aydın, Eylül
1999).
Masonluğun güya şerefini kurtarmak için masonik
Bektaşiliği temsil eden Teoman Güre, çok geçmeden
fitne çıkarmaya koyuldu. Aslında sonuç, seçimde hepsi
de aday olan halifelerin hiçbirinin içine sinmemişti ama
dedebaba kayd—ı hayat şartıyla seçilmişti; ilk günlerde
herşey yolunda gibi göründü. Fakat daha ikinci aydan
itibaren, beklemeye alınan muhalif tavırlar ortaya
sürülmeye başlandı. Zaten Ankara oluşumunun lideri
Teoman Güre başından beri tavır almıştı. Turgut
Koca’nın seçimden hemen evvel vefat etmesi üzerine
Güre, dedebaba olmak için yoğun çaba harcamış, gel gör
ki seçimde kendisinin oyuyla sadece 1 oy alabilmiş, ilk
turun ardından adaylıktan çekilmek zorunda kalmıştı.
Bedri Noyan’ın rehberliğini yapmış olan ünlü
halifelerden Yunus Baba’nın oğlu Haydar Ölmez (baba),
mason olduğunu iddia ettiği Güre’nin bu yenilgiyi sadece
kendi hezimeti değil, masonluk adına da bir fiyasko
olarak gördüğünü belirtiyor ve şöyle diyor: “Güre
kendisinin ve masonluğun şerefini kurtarmak için
çalışmaya, insanları ayartmaya başladı. Nasıl bu işi
bozarım diye araştırırken, Dedebaba Haydar Ercan’ın
kardeşi avukat Kasım Ercan’dan haberdar oluyor. Dahası,
Kasım’ın da kendisi gibi mason olduğunu öğreniyor ve
onu ayartıp, abisi hakkında olmadık laflar söyletiyor.
Haydar Ercan’ın, annesine bakmadığını falan söylüyor
Kasım. Oysa Haydar Ercan annesine çok düşkündür.
47
Faruk Arslan
Dahası, babadan kalan malların kontrolü büyük oranda
Kasım’da kaldığı için annesine onun bakması gerekirdi.”
( Dinç, 2002).
Görünen o ki, Haydar Ercan’a başından beri karşı olan
Güre ve onun kontrolündeki Ankara ekibinin
çalışmalarına, Haydar Ercan’ın yönetim anlayışından
kaynaklanan bazı sorunlar/sıkıntılar da katkı görevi
görmüş, yeni Dedebaba’nın karşısındaki cephe
Ankara’yla sınırlı olmaktan çıkmış, bazı babaları,
halifebabaları ve tabanın bir kısmını içine almıştı. Ankara
ekibi Tekirdağ’daki Halifebaba Halil Tiryaki ve
Makedonya’daki Halifebaba Ziya Paşo haricinde, seçime
katılan diğer halifeleri yanına çekmeyi başarmış, Ercan
karşıtı cephede Teoman İlhami Güre, Hasan Asuman, Ali
Sümer, Ali Doğan ve Mustafa Eke biraraya gelmişti.
48
Faruk Arslan
49
Faruk Arslan
Üçüncü Bölüm
BEKTAŞİLER BÖLÜNÜYOR
Bildiri savaşları, seçimden sonra başladı. Ankara cephesi,
dedebaba seçiminden yaklaşık 5 ay sonra 17 Nisan
1998’de Teoman Güre’nin bürosunda toplanıp,
başkaldırıyı somutlaştıran bir bildiri yayınladı. Ercan’dan
‘dedebaba’ değil de ‘halifebaba’ olarak bahseden
bildirinin rengi daha ilk cümlede belirginleşiyordu: “Hü
Dost! Bütün halifebaba erenler ve baba erenlere duyuru.
1.Haydar Ercan Halifebaba, şu ana kadar yapmış olduğu
eylemlerinden dolayı yol düşkünüdür. 2. Bu sebeple
kendisine dedebaba imiş gibi itibar edenlerce, ondan
alınmış olan unvan ve sıfatlar geçerli değildir.
3.Aşağıdaki alfabetik sırada ilk adlarına göre yazılı olan
ve imzası, mühürleri bulunan biz halifebabalar olarak,
17.4.1998 tarihte Ankara’da malumu ilam etmekteyiz.
Gereği düşünüle ve ona göre hareket edile. Yapılmak
istenilen dedebaba seçiminde seçimin ittifak ile
sonuçlanması gerekirken, istenilen sonuç alınamamasına
rağmen, adı geçen Haydar Ercan 7 halifebaba arasından 3
oy alabilmiş, öyleyken kendini dedebaba kabul etmiş ve
bu zannına göre, ekteki yollamış olduğu mektuplarda
görüleceği üzre, herkesi kandırma girişiminde
bulunmuştur, tutarsız davranmıştır. Bu sebeplerden
duyulan rahatsızlıktan bu mektup düzenlenmiş ve
yukarıda belirtildiği üzre duyuru yapılmıştır. Hak
erenlerin himmeti hepimizin üzerine olmasını niyaz eyler,
cümleye aşk—ı cemal eyleriz. Hakk dost!”
50
Faruk Arslan
Bildirinin altında Ali Doğan, Ali Sümer, Hasan Asuman,
Mustafa Eke ve Teoman Güre’nin imza ve mühürleri
bulunuyordu.
Ardından adeta bildiri savaşları kızıştı. Haydar Ercan,
dedebaba oluşuna vurgu yaparak işe girişip, karşı taraftan
kendisine bağlı kalmalarını istedi. İzmir Gümüldür’deki
denize sıfır villasında Aksiyondan Ahmet Dinç’e Ercan,
“Bu işin çözümü için, böyle davranmamaları için birkaç
kere Ankara’ya ayaklarına kadar gittik. Fakat hepsinde
benlik duygusu hakim olmuş, çözüme yanaşmadılar”
diyordu.
Ankara ekibinin ikinci bildirisi, ilkinden yaklaşık bir ay
sonra açıklandı. Bildiri, iplerin, dedebaba olma arzusu
ötedenberi bilinen Teoman Güre’nin elinde olduğunu da
gösteriyordu. Bildiriye göre, Teoman Güre, yeni
dedebaba seçimini organize etmeye ve seçime kadar
‘Sertarik Vekil’ olmaya, yani Bektaşi dünyasının
temsilcisi görünmeye yetkili kılınmıştı. Tüm dedebabalık
yetkisini kullanacağı bildirilen Güre, böylece çok istediği
dedebaba olmaya epeyce yaklaşmıştı. Bildiride Haydar
Ercan adeta ‘işgalci’ konumuna indirgeniyor ve
“Dedebabalık makamı erkanname ve teamül—ü
Bektaşiyan’a uygun olmayan bir seçim ile doldurulmak
istenmiştir” deniyor, ardından dedebabalık makamının
hâlâ açık bulunduğu belirtiliyordu. Ayrıca bildiride
Haydar Ercan kastedilerek, ehil biri olmadığına vurgu
yapılıyordu.
Son bildiride bir miktar ortaya çıkan tarikat içi çekişme,
makam ve benlik hırsı, gerçekleri çarpıtma gibi üzüntü
verici olaylar, son dönemde Bektaşi dünyasının adeta
rutin olaylarından biri haline gelmiş görünüyordu. Oysa
hemen bütün Bektaşi ileri gelenleri, yol’da en önemli
51
Faruk Arslan
öğretinin benliği yenme olduğunu dile getiriyordu. Fakat
bugünün Bektaşiliğinde görünen manzara, tarikattaki
ilkenin benliği yüceltmek mi, yok etmek mi olduğu
konusunda insanı tereddüte düşürecek derecede vahim.
Halifebabalar arasında çekişme ve sen—ben kavgaları
had safhaya ulaşmış durumda. Görüştüğümüz
halifebabaların hemen tamamı, kendilerinin diğerlerinden
daha önde ve öncelikli olduğunu, gerek hatıralarla,
gerekse icazet ve hilafet tarihlerini göstererek ileri
sürüyorlar. Dahası, hemen her halifenin literatüründe,
diğerleri hakkında anlatacağı bol miktarda prestij kırıcı
hatıra var; bunları anlatıyorlar da.
Hemen bütün baba ve halifebabalarda alttan alta, ‘bu
makama ben layığım’ veya ‘ben herşeye ötekinden daha
çok layığım, benim şu üstünlüklerim, ötekinin bu
kusurları var’ şeklinde tamamen tarikat öğretisini gözardı
eden bir anlayış yerleşmişti. Maalesef bu tür düşünceler
eyleme de yansıyordu. Bir araya geldiklerinde, ‘ben
öndeyim, sen benden sonrasın, sen cahilsin, ben
bilgiliyim’ didişmesine giren halifelerin olduğu, yine
kendileri tarafından itiraf ediliyordu. Meselenin en vahim
tarafıysa, benlik güdenlerin, kitlelere ‘benliğinizi yok
edin, alan değil veren olun’ çağrısı/telkini yapan insanlar
olmasıydı.
Haydar Ercan’ın dedebabalığına karşı çıkan hareketin
yeni bir dedebaba seçilmesiyle sonuçlanacak kadar
başarıya ulaşması, büyük oranda Hasan Asuman
Halifebaba’nın sayesinde oldu. Haydar Ercan ve Hasan
Asuman geçmişten beri birbirlerinden pek
hoşlanmıyorlar. Ercan, baba olarak Asuman’ın
rehberliğini yaptı, Asuman’sa halife olarak Ercan’ın
rehberliğini yaptı. Fakat ikisi arasında “ben daha
52
Faruk Arslan
ileriyim” çekişmesi hep varolageldi. Teoman Güre akıllı
bir taktikle, taban üzerinde büyük bir etkisi bulunan
Asuman’ı, Haydar Ercan’la olan çekişmelerine de denk
getirerek yanına çekmeyi, en azından yeni dedebaba
seçimine dahil etmeyi başardı. Bu, ikinci dedebaba
Eke’nin taban üzerindeki meşruiyeti açısından önemli.
Fakat “can”lar üzerinde en az Asuman Halifebaba kadar
etkin olan bir başka halifebaba, Halil Tiryaki’nin Ercan
tarafını tutmuş olması, tabanın hemen hemen iki eşit
parçaya bölünmesine de sebep oldu.
Karşı cephenin bildiri ataklarına Haydar Ercan karşılık
vermekte epeyce gecikti. İkinci dedebabanın seçiminden
sonra, 29 Aralık 1998’de cevap vermesinin sebebi,
“isyankârların” gelip kendisine niyaz etmelerini uzun
süre beklemesi/ummasıydı.
“Hüü Dost!” hitabıyla başlayan Ercan, bildiride şöyle
diyordu: “12.12.997 tarihinde İzmir’de Doç. Dr. Bedri
Noyan Dedebaba’dan hilafetname ile icazetli
halifebabaların katıldıkları dedebaba seçimi toplantısı
kamuoyunun ve Bektaşi camiamızın yakından bildiği gibi
sonuçlanmış ve tutanakla tesbit edilmiş olup, keyfiyet
basın ve yayında da yer almıştır. O gün toplantıya katılan
halifebabalar da seçim sonunda tarafıma bağlılıklarını
teyit etmişler ve nefir üflenmek suretiyle sonuç ilan
edilmiştir. Daha sonra bu halifebabaların bazıları hiçbir
gerekçe göstermeksizin fakiyre atılmadık taş,
söylenmedik laf, edilmedik dedikodu bırakmamışlar ve
fakiyri incitecek nitelikte yazılı beyanlarda bulundukları
hepimizin malumudur. Dedebaba olarak fakiyr bu tür
davranışlara daima sessiz kalmışız, incinsek bile
incinmemeye gayret etmişizdir. Ne var ki yolumuzun,
53
Faruk Arslan
töremizin bir gereği de her yıl mürşide baş okutma
(hizmet görme) erkânı mecburiyetidir. Sözkonusu
halifebaba kardeşlerimizin bazıları, seçim tarihinden
itibaren geçen bir yıl içinde hizmet görmemişler, buna
mukabil yanlış tutum ve davranışlarda bulunmuşlardır.
Buna göre 12.12 1998 tarihinden itibaren sorumluluğunu
yüklendiğimiz, hizmetinde olduğumuz halifebabaların
isimleri şöyledir: 1— Ziya Paşo Halifebaba (Makedonya,
2— Halil Tiryaki Halifebaba (Trakya), 3— Ali Rıza
Balım Halifebaba (Manisa), 4— Nurettin Ölmez
Halifebaba (Antalya). Bu duyurunun yapıldığı andan
itibaren, sadece yukarıda isimleri belirtilen halifebaba
erenlerin hizmetinde olduğumuz bütün canlara duyurulur.
Ayrıca bir tek mekan ve zamanda sadece bir tane
dedebaba olur. O da bellidir. Yine de kapımız, gönlümüz
ikrarına sadık erenlere açıktır. Hadîm—ül Fukara Ali
Haydar Ercan Dedebaba”.
Ercan, Zeki Onaran ve Hıdır Çokçeken’e de hilafet beratı
vererek halife sayısını 6’ya çıkardı. Sayıyı 11’e
tamamlamamasının sebebi, Ankara cephesine geçen 5
halifenin geri dönmesini beklemek olduğu kadar, onları
halife yapan Bedri Noyan’ın hatırasına da saygı
göstermekti.
Ankara ekibinin “huruc” harekatı, Güre’nin
organizasyonunda, ikinci bir dedebaba seçilmesiyle
noktalandı. Türkiye heterodoksisinin en önemli şenliği
sayılan Hacıbektaş Şenlikleri’ne denk getirilen seçim, 15
Ağustos 1998’de yapıldı ve Mustafa Eke dedebaba
seçildi. Seçime 5 halife katıldı. Haydar Ölmez’in
ifadesiyle “Masonluğun şerefini kurtarmak için”
muhalefet hareketini başlatan Teoman Güre ve Ankara
54
Faruk Arslan
kliğinin, neden mason olmayan birini, Eke’yi seçtirmiş
olduğunun cevabı, yeni dedebabanın munis kişiliğiyle
açıklanıyordu. Seçime dair detayları, bizzat seçime
katılmış olan Halifebaba Ali Sümer veriyor: “Teoman
Güre, Cem dergisinde Hacıbektaş’taki seçime gelmedim
diye yalan söylüyor ama bizzat seçime geldi. Bana,
‘Eke’yi kabul ediyorum, kararı yaz bana gönder,
imzalayayım’ dedi. Yazıp gönderdim. Önce imzalamadı.
Bunun üzerine telefonda Güre’ye oldukça sert sözler
söyledim, bu defa imzaladı. Seçime dört halife; Güre,
ben, Ali Doğan ve Mustafa Eke katıldık. Hasan Asuman
seçime gelmedi, telefonla katıldı. Kararı Asuman’a
gönderdik, imzaladı.”
Halifebaba Nurettin Ölmez, seçim kararını Güre’nin de
sonradan imzaladığını söylüyordu ki, sözleri Ali
Sümer’in anlatımıyla örtüşüyordu: “Ankara ekibinin bu
şekilde ayrı bir davranış içine girmesi bencillikten başka
bir şey değil. Teoman Güre, Ali Sümer ve Ali Doğan. Bu
üçü Mustafa Eke babayı zorla bu hale soktular. O
adamcağız iyi bir halifebabaydı. Onu da kandırdılar.
Seçim meçim yok ortada. Sümer ve Doğan gidip, ‘biz
seni dedebaba seçiyoruz’ demişler Eke’ye, olmuş bir
seçim. Güre ve Hasan Asuman’a gidip sonradan
imzalatmışlar”.
Seçime bizzat gelmeyip telefonla katılma tartışması ilk
seçimde de yaşanmış; fakirliği yüzünden yol parasını
tedarik edemeyen, dolayısıyla Makedonya’dan
gelemeyen Ziya Paşo’nun, “Telefonla reyimi vereyim.
Zaten benim reyim, seçimde en çok oyu alan kim ise,
onadır” teklifi kabul edilmemişti. Fakat Hacıbektaş’taki
seçime Hasan Asuman’ın telefonla katılıp oy vermesine
55
Faruk Arslan
ses çıkarılmamıştı. Asuman, seçime katılıp katılmadığı
sorumuza, “Katıldım” cevabını verdi. Fakat seçimin
otelde mi, Güre’nin evinde mi yapıldığı hususunu
karıştırması dikkatimizi çekti. Bu durumda Paşo’nun
oyunun da geçerli olduğu/olması gerektiği gibi bir
mantıki sonuç çıkıyor. İlk seçimde en çok oyu (3 oy) alan
Haydar Ercan’ın toplam oyu böylece 4’e çıkmış oluyor.
Oy sayısının 4 olması, daha sonraki tartışmalara temel
teşkil eden hususlardan biri olan ‘dedebaba en azından
yarıdan bir fazlasının oyunu almalıydı ki, ekseriyetin onu
desteklediği anlaşılsın’ şeklindeki itirazı geçersiz kılıyor.
Fakat Ercan’ın 3 mü, 4 mü oy aldığı konusu iki tarafın
ittifak etmediği bir konu. Ercan 4 oyu olduğunu, karşı
tarafsa bu sayının 3 olduğunu iddia ediyor. Hatta Ali
Sümer bu sayıyı 2’ye indiriyor: “Aslında seçilmesi için
yarıyı geçmesi lazımdı. Seçimde 2—2 berabere kalındı
ama Haydar bir hile yaptı, ben 3 oldum dedi.”
Sonuçta Ankara grubu seçimi yaptı ve “Tüm Bektaşi
Canlara Duyuru” kaleme alındı. İmla hataları bulunan
duyuru şöyle: “Biz Bektaşi halifebabalar daha önce
Ankara’da bir araya gelerek yeni bir dedebaba seçmek
için, 1998 Ağustos anma törenlerinde Hacıbektaş’ta
toplanıp yeni bir dedebaba seçmeye karar vermiştik.
Şimdi aşağıda isim ve imza möhürleri olan biz
halifebabalar, Mustafa Eke Halifebaba’yı dedebaba
seçtiğimizi imza ve möhürlerimizle de tasdik ederek siz
canlara duyurmayı uygun bulduk. Hak yardımcımız
olsun, hü dostlar. 15 Ağustos 1998”. Duyurunun altında
Ali Sümer, Ali Doğan, Mustafa Eke, Hasan Asuman ve
Teoman Güre’nin imza ve mühürleri bulunuyor.
56
Faruk Arslan
Haydar Ercan karşıtı cephenin oluşumu sürecindeki bütün
olaylarının faili olarak sadece Teoman Güre
Halifebaba’yı görmek eksik ve haksız bir bakış olur.
Bektaşi ileri gelenleri Ercan’ın asabi ve agresif bir
kişiliğe sahip olduğundan bahsedip, dedebabalık gibi ağır
bir yükü kaldırabilecek donanım ve ehliyete sahip olması
noktasında şüphe ve eleştirilerini dile getiriyordu.
Kurtcebe Noyan, “Haydar Ercan kimsenin sempatisini
kazanamadı” diyor ve devam ediyordu: “Kitleye benlik
tasladı, sert davrandı. Camiada antipatik bulunuyor.
Dedebaba seçildikten sonra birgün Hasan Asuman
Baba’ya öyle sert konuştu, azarladı ki, ben bile
dayanamayıp, doğru yapmadığını söyledim”.
Ankara ekibinin dedebaba seçtiği fakat masonlukla ilgisi
olmayan Mustafa Eke, Ercan’ın dedebaba olmasının
hemen ardından, hakkında kendilerine devamlı olarak
şikayetler gelmeye başladığını söylüyor. Şikayetlerin
nerelerden geldiği sorumuza cevap verirken, “Canlardan,
annesi, kardeşinden, çeşitli yerlerden” şeklinde açıklama
getiriyor.
Eke’nin ‘kardeşinden’ geldiğini söylediği şikayetin
arkasında ilginç bağlantılar mevcut. Camianın ileri
gelenlerinin anlattığına göre, 33. dereceden üstad mason
olan Teoman Güre, Ercan’ı devirmek için, onun kardeşi
Avukat Kasım Ercan’ı kullandı. Abisi Baba Haydar
Ölmez’in iddialarına benzer ifadeleri Halifebaba Nurettin
Ölmez de kullanıyor. “Bektaşiliğin içine bir fitne sokmak
istiyor” dediği Teoman Güre’nin mason olduğunu
tekrarlayan Ölmez Halifebaba, “Haydar Ercan’ın kardeşi
Kasım Ercan da masondur. Onu da bu yola Güre
sevketti,dedebaba hakkında sözler söyletti. İstiyor ki
57
Faruk Arslan
Bektaşiliğin en büyüğü Teoman Güre olsun, dedebaba
olsun” diyor.
Haydar Ercan hakkında en ağır konuşanlardan biri,
Eke’yi dedebaba seçip biat eden halifelerden Ali Sümer.
Hacı Bektaş Veli Müzesi’nin uzun yıllar yöneticiliğini
yapan Sümer Halifebaba, sadece Ercan’la sınırlı
kalmayıp, mevcut iki dedebabayı da yerden yere vuruyor:
“Bana başbakanlık teklif ederlerse kabul etmem. Niye?
Çünkü benim başbakanlık yapacak liyakatım, gücüm yok.
Şimdi dedebaba geçinen bu iki kişinin doğru düzgün ne
ilkokulu var, ne de Türkçeleri var. Bu kişilerin tevazu
gösterip dedebabalığı kabul etmemesi, çekilmesi lazım.
Biz Haydar Ercan’ı seçtik ama arkadan bize ültimatomlar
yağdırmaya başladı. Şunu bunu yapamazsın, benden
habersiz derviş yapamazsın demeye başladı. Ben varım
sadece dedi, şımardı sonradan. Biz de sen misin, biz de
seni tanımıyoruz dedik. Kendisi dil bilmiyor,
okuryazarlığı yok sayılır ama bir ay sonra bize kaç dil
biliyorsunuz demeye başladı”.
Ankara ekibinin verdiği ‘manifestolardan’ birinde Haydar
Ercan ‘yol düşkünü’ ilan edilmişti. Alevilik ve
Bektaşilikte ‘düşkünlük’ adeta ölüme mahkum edilmekle
eşdeğer bir anlam taşıyor. Düşkünle hiç kimse konuşmaz,
selam vermez, yardımına gelmez, yalnızca cenazesine
gelinir. Halifebaba Nurettin Ölmez, Ankara grubunun
Haydar Ercan’ı yol düşkünü yapmasının mümkün
olmadığını, çünkü yetkilerinin olmadığını ifade edip bir
olayı anlatıyor: “Eke birgün Antalya Elmalı’daki Abdal
Musa Dergahı’na gidiyor. Orada buna tepki gösterip,
‘Haydar Ercan Dedebaba yol düşkünü dediniz, onu nasıl
58
Faruk Arslan
düşkün yaptınız?’ diye soruyorlar. Eke diyor ki, ‘Hayır,
böyle bir şey yok, yapmadık’ diyor. Oysa yol düşkünü
yaptıkları kararın altında onun da imzası var. Daha
önemlisi, bu kişiyi siz halife yapmadınız ki düşkün
yapabilesiniz.”
Baba Haydar Ölmez, Ercan’ın yol düşkünü olmasını
gerektirecek hiçbir suç işlemediğini belirtiyor ve,
“Haydar Ercan’ın hangi suçu işlediğini göstersinler.
Aksine kendileri yol düşkünü olmayı gerektirecek hatalar
yapıyor” ifadeleriyle yeni bir tartışma başlatıyor.
Bedri Noyan dedebaba ile bir toparlanma sürecine giren
Bektaşiliğin yine tam bir kaos yaşamaya başladığının en
önemli göstergelerinden biri, tarafların birbirinin
“adamını” ayartmaya çalışmasıydı. Özellikle Haydar
Ercan’ın, “İşin içine siyaset soktular ve canlarımızı
ayartmaya çalışıyorlar” şeklinde şikayetleri var. Kurtcebe
Noyan, “İş çirkinleşti, işin içine siyaset girdi, entrika
girdi” diyor ve benzerlerinin de yaşandığını söylediği bir
olaydan bahsediyor: Antalya Tekke’de Haydar Ercan’ın
babalık icazeti verdiği bir dervişe, Ankara grubu gidip,
“Bizim taraftan ol, seni halife yapalım” demiş. Halife
Nurettin Ölmez, “Haydar Ercan Dedebaba’nın baba ve
halife yaptığı kişilere, kendilerine geçmesi karşılığında
mertebe teklif ediyorlar. Bana da teklif ettiler; ‘Gel bize,
senin halifeliğin kabuldür, bizim de halifemizsin’ dediler,
kabul etmedim. Böyle rezalet olmaz” diyor.
Bektaşilik tarihinde bazı dönemlerde dedebabalık
iddiasıyla ortaya çıkan, fakat itibar görmeyen ikinci bir
isme rastlanması olağanüstü bir olay değil. Fakat ikinci
bir kişinin dedebaba olarak hizmet görmesi ilk kez şimdi
oluyor. Tabii, 1980’lerde İzmir’e gelip Bedri Noyan’dan
hilafet alan ve sonra da Arnavutluk’un devlet politikası
59
Faruk Arslan
gereği dedebaba seçilip postnişinlik iddiasında bulunan
Reşat Bardi’nin “özel” durumunu saymıyoruz. Şimdiki
durumun nazikliği, Ercan’ın da, Eke’nin de bir şekilde
“seçilmiş” olmasından ve tabanın tam bir bölünmeye
uğramasından kaynaklanıyor.
Koskoca camiada herkesin ikilik girdabı içinde olduğunu
söylemek mümkün değil; sorunun çözümü için kafa
yoran, iki tarafı da bir araya getirmeye çalışanlar var.
Bunların başında eski Dedebaba Bedri Noyan’ın oğlu
Kurtcebe Noyan geliyor. Önceleri Haydar Ercan’ın
yanında olan Noyan, şimdi her iki tarafa da eşit mesafede
durmaya özen gösteriyor. Gerek babasından dolayı,
gerekse kabiliyetli/kaliteli bir görüntü arzetmesinden,
tabandan ve her iki taraftan Noyan’a gelip, “Çözüm
ancak seninle olur, başımıza geçmelisin” diyenler var.
Fakat hem Noyan’ın baba mertebesinde olması, hem de
“Dedebabalık çok büyük bir yük, ben kaldıramam”
demesi, tabanın isteklerinin cevapsız kalmasına sebep
oluyor. “Niye oturulup konuşulmuyor ve birlik
sürmüyor?” diye soran Noyan, halifebaba mertebesine
gelmiş kişilerin biraraya gelip konuşamamasının, tabana
iyi bir mesaj olmadığını söylüyor. Noyan, çözüm için
üzerine ne düşerse yapmaya, taraflarla görüşmeye hazır
olduğunu belirtiyor.
Bu arada, birinci dedebaba seçiminden ilginç bir
anekdotu anlatmakta fayda var. İlk seçilen Dedebaba
Haydar Ercan, kendi yolundan gittiğini şöyle savunuyor:
Allah’ın ve devletin işine karışılmaz. Allah nasıl dilerse
öyle yapar bu işi, bildiği, dilediği gibi noktalandırır. Ben
ona teslim olmuşum. Yoldan düşenler olacaktır, yanlış
60
Faruk Arslan
yapıp yolda kalanlar olacaktır. Fakat bu yol kendini
götürür, yürütür. Ben kendi yoluma gidiyorum şimdi.
Benim için değişen hiçbir şey yok. Yine canlara
gidiyorum, ilgileniyorum, görevimi yapıyorum.
Bektaşilikte yol birdir, erkan birdir. Tabanda pek
sevenleri yok onların. Karşı taraf daha önce birer yıl
dedebabalık yapalım sırayla diye anlaşmışlar fakat şimdi
birbirlerine düştüler, koltuk tatlı geldi, birer yıl anlaşması
bozuldu. İkilik olur ama yol kendini düzeltir, kimse
merak etmesin. Hak yerini bulur. Haksızlar yolu kötüye
kullananlar, suiistimal edenler, benlik taslayanlar elenir,
yol akışına devam eder.
“Masonların yol’da ikilik çıkarttığını” savunan Baba
Haydar Ölmez, şunları anlatıyor: Güre masondur ve pek
sevilmez, ahlaken de pek tartışmalı yönleri var. Mason
olsun ama Bektaşi olduktan sonra geri dönüş olmaz, her
iki tarafa göz kırpmak olmaz. Bir insan hem Bektaşi, hem
mason olamaz. Eğer sen Bektaşi olmuş isen, mason
olamazsın, herşeyden sıyrılıp geleceksin. İkilik
çıkartıyorlar yolda. Bektaşilikte masonluğun ve
masonların işi yoktur. Yolumuza dışarıdan başka
birşeylerin girmesine izin vermemeliyiz. Ankara
kolundan Mehmet Temren baba ki kendisi masondur,
Güre’nin yanlış davranışlarından dolayı onu evlerine
sokmadı. Güre yanlış davranıyor. Ben Haydar Ercan
taraftarı değilim, birlik taraftarıyım. Dedebabalık kayd—ı
hayat şartıyladır, ancak ve ancak dedebaba çok kötü bir
suç işlerse düşürülür. Ali Sümer telefon edip, biz bunu
dedebaba olarak tanımak istemiyoruz dedi. Ercan madem
ki layık değildi, neden seçildi? Düşürülemez ki. Çünkü
bir gerekçesi yok. Çok hırçın ve sinirli davrandı bize
61
Faruk Arslan
diyorlar ama Ercan tam tersine hepsine iyi davrandı. Bilgi
bakımından hepsini alteder Ercan. Fakat biraz heyecanlı.
Eski Dedebaba Bedri Noyan’ın oğlu, Baba Kurtcebe
Noyan, “Görev verilirse yolun selameti için yaparım”
görüşünde: Camianın bu durumlara düşmesi beni hem
üzüyor, hem endişelendiriyor. Bir çözülmeye doğru
gidiyoruz, dahası erkân bozuluyor. Acilen bunun önüne
geçmek lazım. Babam öldükten sonra beni baba yaptılar.
Bu yola ben bir mertebeye, makama gelmek için değil,
edep erkan öğrenmek için girdim. Hiçbir zaman da bir
amaç taşımadım. Kalbim istemez kesinlikle ama yolun
selameti için, gel sana bir görev verdik derlerse kendim
için değil, yol için yaparım. Artık modern çağdayız. Bu
çağda, bu yolun modern bir şekilde yeniden organize
edilmesi gerekiyor. Erkan yine devam etsin fakat bir
gelenek olarak muhafaza edilsin. Bektaşilik çağın
gereklerine uygun olarak organize edilmeli, yenilenmeli.
Yayın organı, müze, araştırma vakfı oluşturulmalı. Bir
dernek veya bir vakıf kurulacaktı, olmadı. Bir müze
kurulacaktı. Babamdan kalan eserler hâlâ duruyor,
kaybolup gidecek. Seçimden önceki akşam Hasan
Asuman halifebabanın evinde kimi seçelim konusu ortaya
atıldı. Kimin seçileceği konusunda karar çıkmadı ama
kimin seçilmeyeceği konusunda kesin ve ittifak halinde
karar çıktı. Teoman İlhami Güre’yi kesinlikle
seçmeyeceğiz ve oy vermeyeceğiz kararı alındı
akşamdan. Seçimde bir masonun, tarikatın başına
geçmesi istenmedi. Ankara kanadının yaptığı ikinci
seçimde de aslında halifebabalar mason işgale direndi ve
Güre’yi değil, mason olmayan Mustafa Eke’yi seçti. Güre
32 veya 33. derece mason. Ankara grubunun büyük
62
Faruk Arslan
bölümü de mason. Eke’yi seçtiler, camiayı ikiye böldüler.
Fakat şimdi Eke’yi indirip Güre’yi, o olmazsa masonların
arasından bir başkasını dedebaba yapmayı düşünüyorlar.
Ben dedim ki, bir damarda iki kan olmaz; ya mason
olursunuz, ya da Bektaşi. İkisi birbirine uyan yollar değil
dedik. Babam hayatta olduğu sürece, 37 sene süresince de
bu mason babaların hepsi vardı ve birşeyler yapmak
istediler ama babamın hakimiyeti, sevilmesi, dirayeti ve
bilgisi sayesinde sesleri çıkmadı. Uzun süre beklediler.
Babamın ölmesinden sonra harekete geçtiler. ( Dinç, Mart
2002).
1998 yılı Ağustos ayı sonlarında Hacı Bektaş ilçesinde,
beş Halife Baba’nın toplanması ile yeniden realize
olunmuş ve beş Halife Baba’nın oybirliği bir tek tur
seçim sonucunda İzmirli Mustafa Eke; Dedebaba
seçilmiştir. Bir önceki seçimde yapılan hata ve
usulsüzlükler bu seçimde telafi edilmiş ve Bektaşilik
müessesesi içine düşebileceği bir büyük kaostan en az
zararla kurtulmuştur. Mustafa Eke Dedebaba; Amerika
Birleşik Devletleri ve Balkanlar’da dahil birçok dergahı
süratle bir araya toplamıştır. Haydar Ercan babanın
dedebabalığı Bektaşi camiasının bir kısmında kabul
görmeye devam etmiştir.
Esasen; söz konusu, deyim yerinde ise, acemiliklerin
temel nedeni, Bektaşilerin Salih Niyazi Dedebaba’nın,
Dedebaba seçildiği 1922 yılından, bu güne kadar gerçekte
Halife Baba’lar eli ile bir gerçek seçim yapmamış
olmalarında yatmaktadır. Belki de, tüm Cumhuriyet
sürecinde yapılmış olan ilk ve tek seçim, Noyan
Dedebaba’dan sonra gerçekleşmiştir. ( Koca, 2002).
63
Faruk Arslan
Tarikat içinde, masonik Bektaşîlik eğilimi ile geleneksel
Bektaşîlik kanadı arasında şiddetli bir çekişme
yaşanıyordu. Kurtcebe Noyan, Ankara kolunun fiilî
önderi durumundaki 33. dereceden mason Halifebaba
İlhami Teoman Güre'nin mason desteğiyle Mustafa
Eke'yi "dedebaba" seçtirdiğini söylüyordu. Halifebaba
Haydar ölmez'in ifadesine göre de, "masonluğun şerefini
kurtarmak için" muhalefet hareketini başlatan Teoman
Güre, Haydar Ercan'ı yıkmak amacıyla onun ağabeyi
mason Kasım Ercan'la ittifak yapmıştı!
Teoman Güre'nin mason olduğu bilinmeyen bir sır mıydı?
Değildi. Bedri Noyan, dedebabalığının 33. yılında
(Bektaşîler için 33 sayısının özel bir yeri vardır) 12 Mart
1992'de düzenlenen törende okuduğu şiirde şunu diyordu:
Bir Baba Teoman var, koca üstat, birader, O herkesi,
herkes de onu elbette sever!..
Bedri Noyan "üstat" ve "birader" deyimlerinin
masonluğun ritüellerinden olduğunu elbette biliyordu.
Öyle ki, kendisine el veren Dedebaba Ali Naci Baykal'ın
"Bektaşîlik alaturka masonluk; masonluk alafranga
Bektaşîlik'tir" dediğini yazıyordu. (Bedri Noyan, Demir
Baba Vilayetnamesi, 1976, s. 301.). Peki Bedri Noyan
mason muydu ? Oğlunun masonlara bu kadar karşı
çıkmasına bakılırsa herhalde değildi! Ama Rotary Kulübü
üyesi olduğu biliniyor. Rakibi bazı halifebabalar
tarafından mason olmakla itham edilen Teoman Güre'nin,
Sabetayist olduğunu ise, Yarın dergisinden Müfid Yüksel
iddia ediyordu. (Yalçın, 2006).
“ Geleneksel Bektaşiliği kimden öğrenmeli, Aleviliği nasıl
anlamalıyız? Hz. İbrahim’le başlayan tevhit yolculuğu;
giderek Horasan ekolü (Maveraünnehir kanalıyla) ve
Erdebil ekolü gibi iki temel felsefeye ayrılır. Daha
64
Faruk Arslan
sonraları, tarihin sosyolojik performanslarından da
beslenen bu iki ekol, Anadolu siyasetlerinin ve
demografik basıncın etkisiyle karşımıza, örgütlü ve
örgütsüz, inanç ve disiplin alanlarıyla çıkar. Tarik-i
Bektaşiyye müntesiblerinin, bu teşkilatsız zümrelere,
Sofyan Sürekleri demesinden karine, söz konusu
süreklerin bir kısmı kendilerini, doğrudan Ocakzade
kabul ederek İmam-ı Ali ve soyuna bağladıklarını,
bazılarının da Hacı Bektaş Veli’nin varsayılan üç yüz
altmış halifesinin bir çoğunu Pir addederek, ocaklar
karşısında güç sağlamaya yöneldiklerini görürüz.”
Bu sözlerin sahibi 2003'de vefat eden Şevki Koca önemli
eserler verdi. Masonlukla karışmadan 1876 öncesi
Bektaşiliğin ortaya çıkartılması ve uygulanmasını
savundu. Bir Bektaşinin mason olamayacağını vurguladı.
Bu nedenle bu kitapda görüşlerine ve çalışmalarına
fazlaca yer vereceğiz. 1997 yılında nasip almıştı. Nasip
almakta çok geç kalmıştı, anne ve babasını hayatta iken
nasip almadığından dolayı son derece üzülür,
hayıflanırdı. Çocukluk ve gençlik yıllarında dedesi
Hüseyin Kazım Baba ve babası Halife Turgut Baba’dan
annesi Adviye Anabacı’dan çok şey öğrenmişti. Bektaşi
dergahlarının tarihçesi, postnişinler silsilesini, babaların
hangi dergahların müntesipleri olduğu, nasip, dervişlik,
babalıklarını kimden aldıklarını bilen yalnız Türkiye’de
değil Dünya’da Koca'dan başka kimse yoktu.
Dedesinin babası Şevki dede 3. devre Melami’lerinden
Muhammed Nur hazretlerinden intisap görmüş, daha
sonra Bektaşi olmuştur. Bu nedenle Turgut baba Bektaşi
halife babası olmasına rağmen “Melamiliğin bütün
emanetleri de bizdedir” derdi. İşte böyle yoğun bir
atmosfer içinde yetişen Şevki Koca hayatı boyunca
65
Faruk Arslan
duyduğu çoğu kaleme alınmamış detay bilgilere sahip
çok özel bir kişiydi. Ayrıca babasının Hakk’a
yürümesinden sonra kendisine kalan pek çok belgeyi
toparlamış, bunları eserlerinde yansıtmıştır.
Annesi Adviye Anabacı 17 Ekim 1996’da babası Halife
Turgut Baba erenler 17 Ekim 1997 tarihinde tam bir sene
sonra toprağa verildi. Daha önceleri sadece iyi bir
okuyucu ve araştırmacı olan Şevki Koca bildiğim kadarı
ile Bektaşilik ile ilgili yazdığı herhangi bir makalesi dahi
yoktu. Anne ve babasının ruhunu şad etmek ve insanlığa
Alevilik ve Bektaşilik yoluna hizmete soyundu. 6 kitap
yazdı. Bunun haricinde Cem Radyo’da pek çok konuşma
yapmış, Dedeler, babalar ile ilgili Cem Vakfı’nın 1999
yılındaki toplantılarını yönetmiş ve toplantı tutanaklarını
düzenlenmesinde yardımcı olmuştu. Konya Selçuk
İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Doçent Dr. Hülya
Küçük, Trabzon Üniversitesi Araştırma görevlisi Kemal
Üçüncü Isparta İlahiyat Fakültesi Doçenti Yılmaz Soyyer
gibi pek çok araştırmacıya çalışmalarında çok önemli
katkıları oldu.
Bektaşi tasavvufuna olan merakı, tarihi konulara olan
yeteneği, cansiperane ilahi aşk dolu yaşamı, çok yönlü
gerçek araştırmacı kimliği ile istisna bir kişiydi. Şevki
Koca’nın Babasının dedesi Şevki Asker kökenliydi ve
tasavvufa son derece vakıf bir kişiydi. 1269 Hicri yılında
Prizren (Bu günkü Yugoslavya sınırları içinde bir ilçe)
doğmuştu. Kıbrıs’ta görev için bulunduğu sırada Kıbrıs
Can baba Bektaşi dergahı post-nişini Feyzullah babanın
kızı Sadberk hanımla evlenmiştir. Üçüncü derece Melami
şeyhlerinden Muhammed Nur hazretlerini çevrenin
saldırılarından koruyarak himayesine almıştı. Daha sonra
Melamilikte de hilafet mertebesine kadar çıkar. Son
66
Faruk Arslan
derece tasavvufi açıdan değerli nutuklar yazar. Yazdığı
nutuklar İstanbul Çınar Matbaasında 1967 yılında
yayınlanmıştır.
Bektaşilik yol evladı olmayı esas alır. Seyyid-i saadattan
olmayı bir fark olarak görür, fakat şart olarak görmez.
Çünkü hazreti Muhammed’in babası 10 kardeşti. Fakat
Peygambere inanan ve yardım eden iki kişi vardı. Yine
hazreti Ali’nin kardeşi Akiyl Ali’nin tarafından
Muaviye’nin tarafına geçmişti. Şevki Koca’nın soy
seceresi İmam Musa-i Kazım’a dayanmaktaydı. Yani
seyyid soyundandı. Ne kendisi ne de babası bunu öne
çıkartmazdı. Onun için belirleyici olan yol evladı olmaktı.
Kimden doğduğu o kadar önemli değildi. Detaylı
seceresine Turgut Baba Divanının 4.-5. sayfasından
ulaşılabilir.
İşte böyle bir kültürden gelen Şevki Koca kısa zaman son
derece önemli eserler verdi. 05 Mayıs 2003 tarihinde
İzmir Çandarlı’daki evinde rahatsızlanır, hastahaneye
götürülürken yolda hayatını kaybeder. Son söylediği söz
“hepinizi çok seviyorum, hakkınızı helal edin” olur. 6
Haziran 2003 günü İzmir Şirinyer’de toprağa verildi.
30 Temmuz 1953 yılında İstanbul’da doğan; çok ünlü
Bektaşi babalarından Turgut Koca’nın oğlu olan Şevki
Koca, İTÜ Makine Mühendisliği Bölümünü bitirdikten
sonra özel bir şirkette uzun yıllar mühendis olarak görev
yaptı. Şevki Koca emekli olduktan sonra da zaman zaman
bu alanda da çalışmalara devam ediyordu. Çok geniş bir
entelektüel çevresi olan Turgut Koca bugün Bektaşi
camiasında çok sevilen bir insan olmanın ötesinde birçok
yabancı dil bilen, Bektaşiliğin kurallarını sıkı sıkıya
uygulan bir inanç önderi olarak da tanınıyordu. Şevki
67
Faruk Arslan
Koca babasından aldığı mirası çok güzel bir şekilde
değerlendirerek bu topluma birçok şey verdi, vermeye
çalıştı.
Şevki Koca bir dönem Nazenin Yayınlarını kurarak
büyük özveriyle yayıncılık da yaptı. Fakat toplumun da
duyarsızlığı nedeniyle gerekli desteği bulamadı. Değerli
yazarın yayınladığı eserler şunlardır; Es Seyyid Halife
Turgut Koca Baba Divanı, Melami-Bektaşi Meteforunda
İrşad Paradikmaları Mürg-i Dil, Halikasnas Bohem
Neyzen Tevfik Külliyatı, Yeniceri Ocağı ve Devşirmeler,
Odman Baba Velayetnamesi Velayetname-i Şahi Gö’çek
Abdal.
Beyin kanaması sonucu hayata gözlerini yuman Şevki
Koca, İzmir’de ünlü Bektaşi Babalarının ve sevenlerinin
katıldığı bir cenaze töreninden sonra Buca Yeni
Mezarlık’ta defnedildi. Cenaze merasiminde aynı
zamanda Bektaşi ritüelleri de uygulandı. Cenazeye
Mustafa Eke Dedebaba; Teoman Güre, Hasan Asuman,
Fikri Öztanır, Nevruz Taci Akpınar Halifebabalar;
Muharrem, Aslan, Bahri, Elmas, Tahsin, Haşim, Haydar
Babalar; Cem Vakfı, Cem Dergisi, Cem Radyo adına
Ayhan Aydın; Araştırmacı/Yazar Dursun Gümüşoğlu ,
Doğan Derviş, Ali Derviş, Limontepe Cemevi Dedesi
Cemal Sevin ve yöneticileri ile birçok derviş; Şevki
Koca’nın kardeşleri; Şeref Koca, Av. Nakiye Güre ve eşi
Prof. Dr. Ataman Güre ile Şevki Koca’yı seven
kadın/erkek birçok insan katıldı.
Arnavutça, Sırpça, İngilizce, İtalyanca, Fransızca,
Arapça, Farsça bilen, Türkçe’nin Hakaniye (Çağatayca)
lehçelerine vakıf gerçek bir entelektüel idi. Bir zamanlar
ünlü şair Can Yücel’den Latince derslerini dahi aldı. Can
68
Faruk Arslan
Yücel Bektaşi idi. Hüseyin Erdekut Baba’nın
mürşidinden nasib almıştı. Rehberliğini; Atatürk dönemi
milletvekillerinden, Denizli Kazak Abdal Dergahı
postnişini Hacı Hüseyin Mazlum Baba’nın yaptı. Hasan
Ali Yücel, oğlu Can Yücel’i, İngiltere’de rühban
okullarından birine, Papaz olması için değil, Latince’yi
öğrensin diye yollamıştı!
O yıllarda genç bir adam olan Can Yücel’in yanı sıra
evine gazeteci İlhan Bardakçı, Ref’i Cevad Ulunay,
Burhan Felek, tarihçi Abdülbaki Gölpınarlı, Reşat Ekrem
Koçu, Musikişinas Arif Sami Toker yine gazeteci İzmir’li
Daniş, Cahid Albayak, Şevket Rado gibi popüler
isimlerle, Büyük Nutuk’ta ismi geçen Adanalı Ekrem
Ramazanoğlu, Yusuf Fair Ataer gibi ünlü Bektaşi
Babalarının gelerek, edebi sohbetler yapardı. Gölpınarlı
ve R. Ekrem Koçu Bektaşi olmasalar da, Tasavvufu ve bu
çevreyi seven insanlardı. “Anne tarafım Romanya’dan
olup, baba tarafım aslen Kosova’dan olmasına rağmen
fakir ile birlikte tam altı göbek İstanbul’luyuz” diyen
Koca, tarikata geç intisabını şu sözlerle açıklıyor;
“Ailemizde Kosova Meydan savaşından bu yana Tarikat-ı
Bektaşiye’ye mensubiyet var. Büyük dedem Şevki Bey,
Bektaşiliğinin yanı sıra İttihat ve Terakki’nin Manastır
Bölge Komutanıydı. Hem dedelerimizden, hem
babamdan bize intikal eden büyük bir birikim vardı.
Bektaşilikte görenek, bilinen baskıların da etkisiyle çoğu
zaman yazılı eserlerle değil sözlü kültürle, şahıslarla
temsil edilmiş ve yaşatılmıştır. Korkulur yazı yazmaktan!
Ailemizden bize intikal eden bu birikimin ailemizin son
büyük ferdi ile gitmemesi gerektiği kanaatindeydim.
Şüphesiz Tarikat-ı Bektaşiye, Şevki Koca olsa da yürür,
olmasa da! Ama bu bireysel intikallerin yansıması için o
69
Faruk Arslan
bireyin kimliği de önemlidir. İçeriden yansıtabilmenin
hem güzel hem de olanaklı olacağı kanaatine
vardığımdan babamın vefatı sonrası Tarikat-ı
Bektaşiye’ye intisap ettim.”
Koca'nın anlatımında akım şöyle başlıyor: Selçukluların
son döneminde merkezi birlikte kalmamıştı eyalet reisliği
yapan Nurettin Caca gibi yada Karamanoğlunun
beylikleri gibi parçalanmış bir milli birlik vardı, bir de
Moğol saldırıları vardı. Yesevi’ den el alan Hacı Bektaş
denen mürşit köklü bir Yesevi ekolünden tasavvuf eğitimi
almıştır. Yani bir başka ifade ile anti radikal bir düşünce
bir din anlayışı getirmiştir, keskinliklere agresif yapılara
karşı mütemeyyin olan daha liberal dini daha objektif
tanımlayan ve daima dostluk ve insanlık mesajlarını
içeren bir yapı getirmiştir Hz. Pir. 1299 yılında bir
kurultay toplanır, Türkmen geleneğine göre bir
kurultaydır bu. O kurultayda menakıblara göre Osman
Gazi’ nin hanlığa atandığı dönem olarak geçer ve bu
atama sırasında Hacı Bektaş Veli’ nin kendisini kutsadığı
anlatılır, hatta burada Kumral Baba, Şeyh Süleyman-i
Türkmani, Sarı İsmail, Ahi Evran, Taptuk Sultan gibi
azizlerinde bulunduğu rivayet edilir. Bu büyük insanlık
düşüncesi çok kısa zamanda gerek Hıristiyan dünyasının
kendi iç çelişkilerindeki feodal baskılara maruz kalmış
halk arasında ve gerekse büyük Moğol baskıları altında
kalmış Anadolu halkı arasında bir birleştirici meşale olur,
topluma zaten felsefe yapabilme gücü vardır. Anadolu
toplumu felsefe yapabilen bir toplumdur, yapabildiği için
bugün ayaktayız. Yunus Emre’ yi çıkartabilmiştir,
Mevlana Celaleddin’ i çıkarmıştır, Hacı Bayram Veli’ yi
çıkarmıştır. ( Koca, 2002).
70
Faruk Arslan
Sıra geldi Hacı Bektâş Dergâhında, Hacı Bektâş-ı
Velî'nin soyundan geldikleri ifâde edilen Çelebiler de
postnişîn meselesine… Bu dergâhta sürekli, Çelebi ve
Dedebaba postu olarak iki post bulunmuştur. Bu durum
yüzyıllardır, Bektâşiler ve Alevî-Bektâşiler arasında
tartışma konusu olmuştur. Dede-babalar, Çelebileri, Hacı
Bektâş/ın soy evlâdı olarak kabul etmemişlerdir. Zira, bu
babagân koluna göre Hacı Bektâş-ı Velî hiç evlenmemiş
olup mücerret kalmıştır. Çelebileri yol evlâdı olarak
kabul etmişlerdir. Çelebiler ise; kendilerinin Hacı Bektâşı Velî'nin nesebinden geldiklerini, (Fatma Nuriye ya da
Kutlu Melek)'in Hacı Bektâş-ı Velî'nin nikahlı eşi
olduğuna inanırlar. Çelebilere bağlı Alevî-Kızılbaş Dede
Ocakları da, Hacı Bektâş-ı Velî'nin evlenmiş olup,
Çelebilerin onun neslinden geldiğini kabul etmişlerdir.
Bu yüzden Alevî-Kızılbaş Ocakları Hacı Bektâş
Çelebilerine bağlı hâle gelmişler. Hatta, bu ocaklar
Çelebîler'den sürekli icazetnameler almışlardır. ( Yüksel,
2002).
Alevilikte liderlik konusu, aslında fazla karışık bir mesele
değil. 33 yıl konuya ilişkin araştırma yapan, master ve
doktora tezi yazan Selahattin Tezikoğuna göre, "Bütün
tarikatlarda olduğu gibi, Alevîlikte de liderlik sorunu
yoktur. Kimin lider olduğu, yapılan tarikat toplantılarında
belli odur. Alevî (Kızılbaş) olanlarda, köylülerde Dede;
şehirli Alevîler olan Bektaşîlerde de Baba, Halife Baba,
Dedebaba adlarını taşıyan insanlardır. Vakıf veya dernek
başkanı, resmiyette bu kuruluşların başkanlarıdır. Onlar
da tarikat toplantısına, bahsedilen tabiî liderlerin
başkanlığında girer ve o kişilere 'niyaz ederler'."
(Tezikoğlu, 2006).
71
Faruk Arslan
Dedelerin her biri doğrudan Hacıbektaş ilçesinde oturan
ve Hacı Bektaş Veli'nin torunlarından olduğu bilinen ve
tarikatın en üst liderliğine getirilmiş Çelebi adı verilen
kişiye bağlıdırlar. Bu tarikatların yasak olduğu dönemde
de, açık olduğu dönemde de böyle olmuştur. Babası Dede
olan ve vefat eden kişi, bu işe devam etmek ve Dedelik
yapmak isterse, babasının belgesini alarak Hacıbektaş
ilçesine gider, Çelebi Hazretleri'ne durumu arzeder ve
elindeki belgeyi sunar. Çelebi, bu belgenin altına
"derkenar" şeklinde, oğlunun da adını yazarak, kendisine
irşat görevi verildiğini belirtir. Böyle belgesi "icazet"
olmayan kimse, "Dede"lik yapamaz. Bu kural hâlen
işlemektedir.
Millî Mücadele döneminde Çelebi postunda oturan
Cemaleddin Çelebi, mücadeleye destek vermiş ve ilk
mecliste de Mustafa Kemal Paşa'nın Meclis Başkan
Vekili olarak görev yapmıştır. Aynı şekilde, Mevlevi
Çelebisi de aynı görevde bulunmuştur. Tarikatların
kapatılmasında, Meclis'teki diğer tarikatçılar gibi, Çelebi
Hazretleri de gayret göstermişlerdir.
Şehirli Alevîlerin, Bektaşîlerin en üst bağlı oldukları kişi
Hacı Bektaş Veli Dergâhı Postnişin'i olarak Dedebaba
unvanı taşır. Dedebaba, Bektaşî Halifebabaları tarafından
(toplam 12 Halifebaba vardır) "mücerred" (evli olmayan)
Halifebabalar arasından seçilir. Bahsedilen seçim işi,
daha çok tarikatların yasaklanması (1925) sonrasında
bulunan bir yoldur. Görev ölünceye kadar devam eder.
Ancak, Salih Niyazi Dedebaba'dan sonra, mücerred aday
olmadığı için, Dedebaba postuna gelmiş olanların tamamı
"müehhü" evli Dede-babalar'dır. Tarikatların açık olduğu
Osmanlı döneminde, Çelebi de Dedebaba da usulüne göre
72
Faruk Arslan
imtihan veya özel araştırmalar sonunda, Şeyhülislamdın
teklifi üzerine Padişah tarafından "Ferman" (kararname)
ile atanırlardı. Bu atamalara ilişkin Osmanlıca
yayınlanmış kitaplarda pek çok örnek vardır. (Tekizoğlu,
2008). Etnik ve dini yapıyı anlamadan konuyu anlamak
kolay değildir, Almanya'nın bile müdahil olmaya çalıştığı
bu konuda Türkiye'nin sağlıklı tartışmadan uzak durması
akılsızlıktır.
73
Faruk Arslan
Dördüncü Bölüm
ÖRGÜTSEL ETNİK VE DİNİ YAPI
Sosyal bilimler alanında 1970'li yıllardan başlayarak
Almanya, Fransa, İsveç, Hollanda, ABD, İngiltere gibi
ülkelerde, 1980'li yıllarla birlikte, Türkiye'de, Alevilik ve
Bektaşilik üzerine giderek artan şekilde araştırmalar,
derlemeler yapılıyor. Halen masonluğun Bektaşilik
üzerinde etkisi araştırılmıyor. Yaptıkları tahribata
geçmeden önce etnik ve dini altyapısını inceleyelim.
Alevilikte ayin-i cemlerdeki "çerağ söndürme"ye
yüklenilen ensest ilişkisini içeren etik sorunlu yorum,
Aleviler ve Sünniler arasında sorunu, sosyal ve politik
bir sorun haline geliyor. Oysa bu uygulamanın Sabataycı
masonlardan Bektaşiliğe sonrada Aleviliğe aktarıldığı
Sabataycı yazarlar tarafından doğrulanıyor. ( Er, 2003).
Bazı politikacıların gaflarını akil aydınlarımız,
'Alevilerde Mum söndü yoktur' açıklamasıyla savuşturdu,
hem fitneyi önledi, hemde mükemmel bir açılım sağladı.
Cumhuriyet öncesi ve tarikatlar kapatılıncaya kadar, Hacı
Bektaş Veli tarikatına girmiş köylüye Kızılbaş veya
Alevi, şehirliye ise Bektaşi denilirdi. Mason Bektaşiler
elit Bektaşiliği savundu, Anadolu Aleviliğinden
kendilerini ayrı gördüler. Osmanlı ve Türkiye’de dış
istihbaratlara çalışan casus ve ajanların pek çoğunun
Bektaşi kimliği kullanması ve mason olması tesadüf
değildir. Bugünde bu gerçek yadsınamaz.
74
Faruk Arslan
İrtibatlı oldukları servislere çalışan sahte Bektaşi ajanlar,
çeşitli kiliselerle, yurt dışındaki bazı belediye, mahalli
senato ve üniversite gibi kuruluşlar, toplantı, hafta,
yıldönümü gibi bahaneler ve mahalli kültürün yaşatılması
gibi kılıflarla mezhepci, bölücü ve bozguncu muhtevalı
ve istismara yönelik çalışmalara maddi destek sağlıyor.
Türkiye ve Orta Doğuda Alevilik ve Batıni Hareketler
Enstitüsü gibi bir takım enstitü ve araştırma merkezleri de
bulundukları ülkelerin istihbarat teşkilatlarının çizdiği
milli politikalar istikametinde faaliyetler yaparak bu
bölücü ve bozguncu faaliyetleri kültürel açıdan
destekliyorlar. ( Sezgin, 1998). Bu uyarıyı dile getiren
kişi Diyanet’in başmüfettişliğini, Bakü’de Dini Ataşelik
yapmış Abdülkadir Sezgin’in, doktora tezide Bektaşilik
konusundaydı.
Yıllardır farklı kesimler konuyu klişeleştirdi, bilgi
kirliliği oluşmaya başladı. "Alevilik Türklüktür"(
Dikmen, 1951), "Alevilik Kürtlüktür"( Bender, 1990),
"Alevilik solculuktur"( Kızılyol, 1995), "Alevilik bir
dindir"( Oğuz, 1990), "Alevilik gerçek İslâmiyettirİslâmiyetin özüdür"( Ramazanoglu, 1984), "Alevilik
İslâmiyete yabancıdır, sapıklıktır"(Kısakürek, 1990)
şeklinde genellemeler yapılıyor, her kafadan bir ses
çıkıyor. Herkes kendi kültür ve anlayışına uydurmaya
çalışıyor. "Türkmen Sünniliğidir" ( Fığlalı 1990) diyende
var, "bir tür Sünniliktir" ( Temren, Sezgin, 1997,1991)
şeklinde yorumlayanda. "Sünnilik ve Alevilik aslında
birbirinin aynıdır" ( Arvasi, 1994) şeklindeki
genellemelerin uç noktası, "Aleviliği SünnileştirmekHanefileştirmek gerekir"( Kırkıncı, Kısakürek,
Arvasî,Türkdoğan, 1987, 1990, 1994, 1995) görüşü.
75
Faruk Arslan
Sağ duyulu geleneksel Bektaşi ve Alevilerin çoğu, "bir
inanç tarzıdır"(Oğuz, Bozkurt, Birdoğan, 1990,1995),
"İslâmi bir inanç tarzıdır", "İslâmi bir mezheptir"
(Baltacıoğlu, 1991), "İslâmi bir tarikattır" ( Dikmen,
Bender, Sezgin, 1951, 1991) görüşlerini savunuyor. Pir
Sultan Abdal Kültür Dernekleri'nin temsilcileri,
"kültürdür", "yaşam tarzıdır", "felsefedir" yaklaşımlarına
sıcak bakıyor.
Uzun yıllardan beri tarihsel açıdan Alevilik ve Bektaşilik
üzerine detaylı çalışmalar yapan Ahmet Yaşar Ocak,
Hüseyin Bal, Yılmaz Soyyer ve kısmen Belkız Temren'in
çalışmalarından edindiğim sonuç, Alevilik ve
Bektaşilik'in etnik ve dini anlamda homojen bir yapıya
sahip olmadığıdır. Etnik yapısında Türkmenlerin ve
Zazaların büyük bir kısmını, kısmen Kürt gibi değişik
etnik toplulukları barındıran Alevilik, farklı ocakları da
içeriyor. Bu bağlamda, Tahtacı-Türkmenlerinin bağlı
bulunduğu ocaklar ile Zaza Alevilerinin bağlı bulunduğu
ocaklar farklıdır.
Öte yandan, Türk Bektaşilerin yanı sıra, Arnavut
Bektaşiler de vardır. Bektaşiler, bir yandan halife
dedebaba, halife baba, baba hiyerarşisi içerisinde
örgütlenir ve erkân yürütürken, diğer taraftan Çelebiler,
dede-babalar bazında da örgütlenmişlerdir. Bu bağlamda,
bir yanda Bedri Noyan dedebaba varken, diğer yanda
Ulusoylar Çelebiler kolunu oluşturmaktaydı. Onlardan
bağımsız olarak da Eskişehir Sücaettin Veli Dergâhı'nda
bulunan Nevzat Demirtaş (dede-baba) Marmara
Bölgesi'nde ve özellikle Trakya ile Bulgaristan'da ayin-i
cemlere katılmakta ve erkân yürütmekteydi. Günümüzde,
dedebaba Bedri Noyan'ın ölümüyle onun ardılının
belirlenmesi üzerine ortaya çıkan yeni bir oluşumu daha
76
Faruk Arslan
yaşamaktayız. Şu an, bir önceki bölümlerde incelediğimiz
gibi Haydar Ercan ve Mustafa Eke olmak üzere, iki
dedebaba bulunuyor. Yine kendilerini Alevi olarak kabul
eden Türkiye sınırlarında Antakya'dan Tarsus'a kadar
olan bölge içerisinde yoğun olarak yaşayan Nusayriler -ki
Araptırlar- Türkiye'deki diğer Alevi cemaatlerinden
ibadet ve uygulamalar esasına göre, farklıdır. Onlarda,
dedelik ve babalık değil, şeyhlik vardır.
Sivil toplum kuruluşları açısından Alevi ve Bektaşi
örgütlerine baktığımızda, şöyle bir tablo karşımıza
çıkıyor: Alevi örgütleri arasında cemevleri bazında
örgütlenmelerin yanı sıra, bir yanda Pir Sultan Abdal
Kültür Dernekleri ve Hacı Bektaş Veli Kültür ve Tanıtma
Dernekleri, öte yanda Cem Vakfı'nın yer aldığı; bu arada
daha çok Şiiliğe yakınlaşan bir eğilimi temsil eden Ehl-i
Beyt İnanç-Eğitim ve Kültür Vakfı'nın ve Demokratik
Dayanışma Vakfı'nın bulunduğu; Zaza Alevilerinin
oluşturduğu Tunceli Kültür ve Dayanışma Derneği gibi,
değişik derneklerin varlığı; Bektaşi örgütlenmesinin ise,
şu an için, kısmen Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür
Vakfı etrafında oluştuğu, görülüyor.
Diaspora'da da durum farklı değil. Almanya, Fransa,
Hollanda ve Avusturya'da Avrupa Alevi Birlikleri
Federasyonu; Cem Vakfı örgütlenmesi; Dersimliler
Dernekleri vb. Sadece 160 bin civarında Türkiyelinin
yaşadığı Berlin'de şu an için 11 Alevi ve Bektaşi
örgütünün olduğunu belirtelim
Bunların yanı sıra, Alevilik ve Bektaşilik arasındaki
sınırların bazen bulanıklaştığına, bazen berraklaştığına da
bu arada dikkat çekmek gerekir. Örneğin Amasya, Çorum
ve Tokat yörelerinde Alevilik ve Bektaşilik içiçe girmiş
77
Faruk Arslan
durumdadır. Çelebi kolunun egemenliğini hissettirdiği bu
yerlerde, Bektaşiler kendilerini -Kızılbaş değil- Alevi
olarak adlandırıyor. Erkânlar, dedeler tarafından
yürütülüyor. Özellikle Çorum'da dedeler, Veli dedenin
oğlu Hüseyin Solmaz (dede) gibi, Hacı Bektaş Veli
Ocağından geldiklerini söylüyor ve kendilerini Hacı
Bektaş Veli evlâtları olarak niteliyor.
Ancak, hemen burada, günümüzde yaşayan Bektaşi halife
babalarından mason Teoman Güre'nin, Mustafa Eke'nin
ve Ali Doğan'ın, Alevilikle Bektaşiliği birbirinden
ayırmakta olduğunu; özellikle halife baba Teoman
Güre'nin Şahkulu, Hüseyin Gazi gibi, Bektaşi
dergâhlarının, Bektaşiler tarafından değil, Aleviler
tarafından kullanıldığına işaret ettiğini de eklemekte yarar
var. ( Engin, Kasım 2002).
Mason Bektaşilerin, Aleviliği hep farklı olarak
gördüğünü, seçim olmadan babalığın babadan oğula
geçmesi nedeniyle küçümsediklerini belirtelim. Mason
Bektaşiler, elit Bektaşilikten yanalar, alperen kültüründen
uzak duruyorlar.
Aleviler/Bektaşiler arasında taban oluşturmak isteyen
aşırı sola mensup terör örgütleri ve etnik bölücü terör
örgütleri, Aleviliği ve Alevileri savunuyor görünerek
kendi siyasi ve ideolojik anlayışlarını Alevilik/Bektaşilik
olarak sunmaya çalışıyor, yurt içinde ve dışında bu
maksatla yayınlar yapıyorlar.
Bu örgütler:
1. TKP/ İşçinin Sesi,
2. Devrimci Yol,
3. TDP Türkiye Devrim Partisi (TKP-B),
4. TKP/ML,
78
Faruk Arslan
5. MLKP-K (Marksist-Leninist Komünist Parti-Kuruluş),
6. PKK,
7. TİKKO,
8. Kürdistan Aleviler Birliği, gibi örgütlerdir. (Sezgin,
1998).
Özellikle son yıllarda Karadeniz bölgesine sarkan bu aşırı
sol terör örgütlerinin Alevi/Bektaşi vatandaşları kendi
yandaşları gibi gösterme çabasında oldukları da
gözlemleniyor.
Alevî kelimesi bütün İslâm âleminde ve Osmanlı
döneminde "Hz. Ali'nin soyuna mensup olanlar"
anlamında kullanılmıştır. Hâlen İran, Yemen ve Mısır
gibi ülkelerde, "ben Aleviyim" derseniz, kimin
çocuklarından olduğunuz sorulur. Medine'de de durum
aynıdır. Eğer Azerbaycan'da Alevi olduğunuzu
söylerseniz, size hayretle bakarlar ve Hz. Ali'yi Allah
kabul ettiğinizi zannederler. Çünkü, orada Alevi sözü
"Ali Allahi" ler denilenleri ifade eder. Bektaşilik ise, hiç
bir yanlış anlamaya meydan vermeyen açık ve net bir
deyimdir. (Sezgin, 1998).
1826'da, önce Yeniçeriler'in imhası ve peşinden de
Yeniçeriler'in bağlı olduğu Bektaşî tekkesinin,
Bektaşîliğin (1861-62 yılına kadar sürmüş olan) de
yasaklanarak kapatılması üzerine bu dönemde "Alevî"
kelimesi Bektaşî anlamında kullanılmaya başlandı. Ancak
bu kelime tarikat liderliğini "Dede"lerin yaptığı Köy
Bektaşîliği ki buna Kızılbaşlık da denir- anlamında
meşhur olmuştu. Bugün Alevî, Köy Bektaşî’si veya aynı
anlama gelen Kızılbaş anlamında kullanılıyor.
Tarikatlarda aslolan Müslüman olmaktır. İslâm
mezheplerinden birine mensup olmanın tarikatlar
79
Faruk Arslan
açısından bir önemi yoktur. Kelime-i Şahâdet'i söylemek
ve inanmak, tarikatlar için yeterlidir.
Bir Şafiî, Maliki, Hanbelî veya Hanefî'nin herhangi bir
tarikata girmesi mümkündür. Önemli olan Müslüman
olmaktır. Ancak, Alevîler açısından bakıldığında, Balkan
Bektaşîleri de dahil, Hacı Bektaş bağlılarının tamamının
inançta Maturidi ve amelde Hanefî veya Caferi
olduğunda kuşku yoktur. Hem Hoca Ahmet Yesevi'nin
hem de Hacı Bektaş'ın kitapları incelendiğinde de bu
görülür. Alevîlik Bektaşîlik adlı kitabında, "Alevîlik
Bektaşîlik Nedir?" başlıklı bölümünde bakınız Kutluay
Erdoğan ne diyor: "Bektaşîlik, Anadolu'da gelişerek
yayılan Türk tarikatlarındandır. Tasavvuftan etkilenen bu
tarikatın felsefesi, örf ve adetleri Türklere yönelik
özellikler gösterir." (Erdoğan, 2004).
Osmanlı döneminde veya Cumhuriyetin başlangıcında,
kitap yazmış Bektaşî büyüklerinin tamamında şu ifâdeler
vardır:
"Bektaşîler, Cenab-ı Allah'ın şanı büyük Kur'an'ında,
Bakara Suresi'nin iki, üç, dört, beşinci ayeti kerimesinde
niteliklerini sayıp tanıttığı ehli sünnet, inanmış ve Allah'ı
tanıyan kimselerdir.
Bektaşîlikte kâlb hazinesinin Allah sevgisi, Resulullah
sevgisi, Resulullah'ın Ehlibeyti'nin sevgisi ile dolu olup,
başka bir çeşit sevginin o kâlbde girecek yer bulamaması
kesinlikle lâzımdır.
Bektaşî olmak, övülmeye değer yüksek ahlâk sahibi
olmaya dayanıyor. Yoksa kötü ahlâk sahiplerinin 'Ben
Bektaşîyim; Eyvallah, Yahu' demeleri kendilerine
iftiradır." (Tekizoğlu, 2008).
80
Faruk Arslan
Alevîler, Bektaşîler tarikata giriş töreni ki, buna -ikrar
merasimi veya ayini denir- sırasında, Allah'ın kulu,
Muhammed Mustafa'nın ümmeti, Aliyyel Mür-taza'nın
bendesi olduklarını belirttikten sonra da "İmam Cafer
Sadık'ın mezhebindenim" derler. Ancak, Osmanlı tarihi
ve Cumhuriyet'in başlangıç yıllarında Çelebiler, Dedeler,
Babalar ve diğer tarikat büyükleri hep şu iddiada
bulundular:
"İmam Cafer Sadık Hazretleri'ne mezhep sahibidir
demek, büyük bir yanlıştır. Zira zât-ı saadetleri 'Hakiki
imam' olduklarından dolayı amel, inanç ve hukuk
alanlarında bir mezhep ortaya koymaya ihtiyacı yoktu.
Çünkü mezhep ve meslek denilen dinî inançlar, sağlam
bir biçimde yeni kurulmuştu. Ve hem de zat-ı saadetleri,
Hz. Resulullah'ın Ehlibeyti'nin yâni doğru yol rehberi on
iki imam efendilerimizin altıncısı olmalarından dolayı
kaynağını Hz. Peygamber'den alan yüce saltanatın
vezirlerinden olduğu için, içtihada dayalı bir mezhep
ortaya koymanın üstünde idiler. Zira İslâm şeriatının ana
esaslarını ve bu esaslardan çıkarılan hükümleri, yüce
babaları Hz. Muhammed Bakır'dan ve onlar da muhterem
babaları Hz. İmam Zeynelabidin Efendimiz'den ve onlar
da ulu babaları, Kerbela'nın şehit Sultanı, himmet sahibi,
nur kaynağı İmam Hüseyin Efendimiz Hazretleri'nden ve
onlar da şanlı babaları Haydar-ı Kerrar Hazretleri ile yüce
dedeleri Şeriat Sahibi Efendimiz Hazretleri'nden
öğrenmişler ve ta kendi zamanlarına gelinceye kadar
kesintisiz gerçek önder olmuşlardır. Soy şerefi ve kendi
faziletleri gereği Müslümanlar arasında aziz ve değerli ve
muhterem oldukları gibi, bütün tarikat mensuplarının
başkanıdırlar. Zat-ı saadetleri, her hâlde Hz.
Peygamber'in izinde yürüdüklerinden, bir mezhep ortaya
81
Faruk Arslan
koymaktan, doğal olarak, uzaktırlar." (Yüksek, Rıfat,
2002, s 153).
Gerçekten de ameli mezhep imamlarının tamamı onun
öğrencisi olmuş kişilerdir ve mezheplerin teşekkülü
talebelerince gerçekleştirilmiştir. Yâni ikrarda geçen
İmam Cafer Sadık mezhebi, mezhepler kurulmadan
önceki bir ifâdedir ve tarikat anlamındadır. Başka bir
ifâde ile Anadolu Alevileri, Bektaşîler tarikat lideri, pîri
olarak, soy silsilesi olarak İmam Cafer Sadık'a bağlıdırlar.
Yoksa, Caferi olduklarını ifâde eden Şia'ya mensup
Müslümanlarla aynı inancı ve ibadet şeklini benimsemiş
olurlardı. Böyle olmadığı ise, açıktır.
Türk Alevileri kendilerine Allah, Muhammet, Ali,
Ehlibeyt gibi din ulularından bahseden herkesi
kendilerinden sayar, bağırlarına basarlar. Bu insanları
korur ve kollarlar. Bugüne kadar olduğu gibi, bu gün de
yoldan çıkmış, düşkün olmuş, hatta dinsizliği seçmiş
insanların dillerindeki bu tür sözler sebebiyle
sahiplenirler.Yüreklerindeki sevgi, her türlü kiri pası
örter. Alevîlerin bu yumuşak karnı, tarihte pek çok sapık
fırkanın bu gurup içine sızmasına, saklanmasına neden
olmuştur. Günümüz aydınlarından bir kısmının, "bizde şu
da vardır, bu da vardır" diye anlatmaya çalıştıkları;
Alevîler'in kendi adamları veya düşünceleri değil, onların
iyi niyetini istismar etmiş ve aralarına sızmış insanlar ve
onların görüşleridir. Bu adamların ve görüşlerin
ayrışmaya tâbi tutulması ve Alevîlik'ten ayrı
değerlendirilmesi gerekir.
Anadolu'da Trakya'da ve Balkanlar'da yaşayan
Müslümanlar'ın tamamı (Doğu ve Güneydoğu'daki
Şâfiîler hariç) inanç ve amel olarak Hacı Bektaş Veli ve
82
Faruk Arslan
Ahmet Yesevi gibi Maturidi ve Hanefi'dir. Yâni
aralarında mezhep ayrılığı yoktur. Abdest alan, namaz
kılan, gusleden, kız isterken kullanılan lügat, evlenirken
nikah kıyan, bayram ve cenaze namazı kılan herkes
Alevî'si, Bektaşî'si, Kadiri'si, Nakşi'si, Cerrahi'si,
Gülşeni'si, Rufai'si veya hiçbir tarikata mensup olmayan
çoğunluğun tamamı; inançta Maturidi mezhebinden,
ibadetlerin yapılışı bakımından da Hanefi
mezhebindendir. Caferi fıkhıyla haraket edenlerde vardır.
Özellikle serbest seçimlere ve çok partili hayata
geçtiğimiz 1950 yılından başlayarak siyasetçilerin
cahilliği yüzünden ve oy alma kaygısıyla "ülkemizde
mezhep ihtilafı var" şeklindeki iddia ve konuşmalar bir
tarikat olan Bektaşîlerle, Bektaşî olmayanları ayrı
mezheptenmiş gibi bir hâle getirmiştir. Bu vebal
siyasetçilerle, bu yanlış beyanları aynen ve ısrarla yayan
medyamıza aittir. (Tekizoğlu, 2008).
Sünnîliği "İslâm'ın Arap yorumu", Alevîliği de "İslam'ın
Türk yorumu" olarak bahseden bu kişilerin
biyografilerinde, Dede çocuğu oldukları, dedelerin
"seyyid" olduğu, yâni Arap soyuna mensup oldukları
özellikle yazılmaktadır. İşin doğrusu, Dedeler'in tamamı,
Türk soylu, Oğuz boylu insanlardır. Türbesi güney
Horasan olarak bilinen, İran'ın kuzeyinde, Hacı Bektaş
Veli'nin doğduğu Nişabur'a yakın, Meşhed şehrinde
bulunan 8. İmam, İmam Rıza'ya manen (tarikat silsilesi
olarak) bağlı insanlardır. Diğer İmamlar'a bağlı olan, son
derece azdır.
Dede veya Seyid, Oniki İmam neslinden gelenlere denir.
Bunlara Evlâd-i Resul-ü Seyyidi Saadet'te denilir. Dede
Alevinin din adamıdır ve üç ayrı sıfatı vardır. Rehber,
83
Faruk Arslan
mürşit ve pirdir. Rehber talibe yol açar, mürşit talipleri
irşat eder, bilmediğini öğretir. Pir daha da aydınlatmaya
çalışır, yetiştirir. Çeşitli bölgelerde bildiğimiz Alevi
dedeleri şunlardır: Veliyettin Ulusoy, Mustafa
Aklıbaşında, Mahmut Doğanoğlu, İsmail Aslandoğan,
Kamber Kutlu, Niyazi Bozdoğan, Haydar Samut ve
Şinasi Koç. Elbette başkalarıda var. Sadece Ulusoy’a
bağlı 200 Alevi dedesi bulunuyor.
İster Çelebi, isterse Dedebaba; geleneklerle, kurallarla
işleri idare ederler. Özellikle siyasete bulaşmamak,
fraksiyonlar arasında taraf tutmamak ve itidalli
davranmak konusunda, bu güne kadar kendilerinden
beklenen olgunluğu göstermişlerdir, göstermektedirler.
Diğer örgüt lideri/başkanı gibi görülenlerin çiğliklerinin
hiç birisi bu gerçek liderlerde görülmez. Çoğu kez
medyada bunların adları söylenmez, açıklamaları yer
almaz; seçim öncelerinde oy pazarlaması yapmazlar.
Kendilerini görmek isteyen ya da kendileriyle görüşmek
isteyen herkesle görüşürler, insanlar arasında, çocuk,
kadın, erkek gibi ayırımlar yapmazlar. Bir tarikat
liderinden beklenen olgun davranışları sergilemek için
özel gayretleri yoktur. Davranışları son derece tabiîdir.
Bunlar içerisinde Avrupa'da tahsil etmiş, görgüsü,
davranışı son derece yüksek olan kişiler de vardır. Ama,
ortak davranışları aynıdır.
Bu insanlar kendilerini tanıtırken "hümanist, plüralist,
aksiyonist ve re-aksiyonist reformist, değişmeye her
zaman açık bir bilim adamı-hukukçu ve dini lider" gibi
unvanlar kullanmazlar. Son derece mütevazı ve sahavet
sahibi, cömert insanlardır. Evleri ve sofraları herkese
açıktır. Bu sebeple de, son derece saygıdeğer insanlardır.
Ayrıca, bunların dervişleri ve bağlıları arasında siyasî,
84
Faruk Arslan
ideolojik taraf olmayışları onları bu kadar itibarlı ve etkin
kılmaktadır. Tarikatlar, tekrar, devletin gözetim ve
denetiminde açılacak olursa, özellikle Hacı Bektaş
Postu'nun bu iki lider kadrosundan da destek görecektir.
Özellikle Bektaşîlerde, Salih Niyazi Dedebaba'nın
Arnavutluk'a gitmesi ile başlayan sıkıntının devam
ettiğini; Arnavutluk'ta ve ülkemizde, birkaç tane
Dedebaba olduğunu, Bektaşîlerin daha çok bu iç
problemlerle meşgul oldukları için, piyasada
görünmediklerini biliyoruz. Bosnalı, Makedonyalı,
Tiran'lı Bektaşî büyüklerinin, ülkemizde yapılan
toplantılarda da, Balkanlar'da yapılan toplantılarda da
"kıblelerinin Hacıbektaş ilçesi olduğunu, Bektaşîliğin
tarikat olduğunu" özellikle söylediklerini, ama
bizimkilerin, siz bu işlere karışmayın telkininde
bulunduklarını da biliyoruz.
Bazı Balkanlı tarikat liderlerinin de, ülkemizdeki bazı
Alevî vatandaşlara Babalık, Dedelik icazetleri
verdiklerinden bilgimiz var.
Bütün bu problemler Dedebabalar hakkındaki kanaatimizi
değiştirmemizi gerektirmemektedir. Bu iki makam
dışındaki örgüt liderliklerine, medyatik olmalarına bağlı
olarak liderlik atfetmek, onlara Alevîlerin temsilcisi,
lideri gibi davranmak devleti de partileri de sıkıntıya
sokmuştur, bundan sonra da sıkıntıya sokacaktır.
(Tekizoğlu, 2008).
Prof. Dr/ Orhan Türkdoğan, "Alevi-Bektaşi Kimliği" adlı
kitabında, 1993-1995 yılları arasında Türkiye genelinde
15 il ve bu illere bağlı 45 ocak üzerinde, antropolojinin en
yeni yöntemlerine göre gerçekleştirilmiş bir saha
araştırması yaptı. Türkdoğan’ın sosyolojik değeri bulunan
bu araştırmasına kadar, konu ile ilgili yapılan tüm
85
Faruk Arslan
araştırmalar, daha ziyade teorik çerçevede alevi-bektaşi
popüler öğretisinin tarihi gelişimi, yapısı ve geleneği
hakkındaki masabaşı tahlillere dayanmaktaydı. İlk kez,
bu araştırma ile "alevi-bektaşi" toplulukları, dini
temsilcileri, ocakları katılımcı-gözlem ve mülakat yoluyla
incelendi. Saha araştırması olarak da bilinen bu yöntemle,
bir yanda "alevi-bektaşi" insanın konuya bakış açısı
(Emik yaklaşım) ile öte yandan araştırmacının yaklaşımı
(etik bakışı) tesbit edilmek suretiyle bu inanç sistemi
derinliğine yorumlandı. Ayrıca, dört üniversitenin çeşitli
fakültelerine mensup 315 öğrencinin alevi-sünni
farklılaşmasına yönelik bakış açılan ve algı alanları
yanında, çeşitli İslami görüşleri temsil eden odak
noktalarının yorumlarına da yer verildi.
Altını çizerek okuduğum bu kalın kitapdan çıkardığım
özet, gerçek aleviliğin aslında Sufi, insanı merkez alan
değerlerinin İslamşyetin yayılmasında, Anadolunun
müslümanlaşması ve Türkleşmesinde benzersiz roller
oynadığıdır. Olayı siyasi yönden ele alacak olursak
karşımıza farklı bit tablo çıkar.
Selçuklu ve Osmanlı tarihini Oğuz ve Türkmen çekişmesi
şeklinde analiz eden Sosyolog Edward Shils’in ‘merkeze
karşı çevre’ teorisi ünlüdür. Buna göre, Sünni Oğuz
Boyları Ortodoks İslam’ın Hanifi Mezhebi liberalliğine
sahip ana merkezdi; devlet onlarındı. Alevi Türkmenler,
Heterodoks İslam’ın kültür zenginliğiydi ama çevreydi;
ara sıra merkeze isyan eden ‘İç Proletarya’ idiler.
Aşırı Türk milliyetçisi yanlış politikalar sonucu
Cumhuriyet tarihinde 19 defa kalkışmış militarist Kürtler
de ‘İç Proletarya’dır, merkezi yok etme çabasıyla dış
proletaryaya hizmet ederler. Kürt Alevileri simgeleyen
86
Faruk Arslan
Dersim, dışlanmış kimliğin ve ırkın çifte sancı yaşayan
odağıdır.
Sosyolog A. Toynbee’ye göre; merkezî güç zayıfladıkça
çevre ‘Dış Proletarya’ tarafından tahrik edilmek suretiyle
merkeze yüklenmiştir. Kimdir bu ‘Dış Proletarya’?!
Merkezin zayıflamasını fırsat bilen yakın komşular, tarihî
düşmanlardır. Çevredeki dışlanmış vatandaşlar, merkeze
karşı hesaplı ve planlı biçimde dış proletarya ile iş
birliğine giderler. Dış proletarya bazen iç proletarya gibi
algılanır, oysa dış proletaryanın tipolojisi bellidir. Dün
İran ise bugün İsrail’dir.
Örneğin 1240 yılında Anadolu Selçuklu Sultanı 2.
Gıyaseddin Keyhüsrev’e karşı isyan başlatan Baba İlyas,
güya çevreyi merkezin baskısından, zulmünden
kurtarıyordu. İç proletarya kendi iç yapısıyla
hesaplaşıyordu. Oysa Baba İlyas, Baba İshak adlı dış
proletaryanın emrindeydi. Baba İshak’ın gerçek adı,
İzak’tı, Trabzon’daki Komnenos Hanedanı’na mensup bir
Rum’du ve kaybettikleri Anadolu topraklarında bir Rum
imparatorluğu kurma peşindeydi. Çakma bir derviş
rolünde, iç proletaryayı istismar ediyordu. Çevrenin dış
proletarya ile iş birliğiyle Moğollar kolaylıkla
Anadolu’yu istila etti.
Benzer bir oyunu da Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail
hesaplaşmasında görebilirsiniz. Şah Kulu, Antalya’dan
başlayarak çevredeki Türkmenleri kullanarak, eşkiyalığa
soyunmuş, bugün PKK teröristlerinin yaptığını
yapıyordu. Şah İsmail’den ihale almış, kaos çıkartıyordu.
Dedesi Şeyh Cüneyid’in çıkardığı Oğuz ile Türkmenleri
bölme fitnesini sistemleştiren Şah İsmail’in anası
Trabzonlu Rum Pontus’un bir prensesiydi.
87
Faruk Arslan
Söylem şuydu: Enderun ve Acemi Ocakları’nda Hristiyan
devşirme çocuklar devletin üst noktalarına geliyor,
askeriye yabancı unsurların eline geçiyor. Osmanlı’yı
kuran çevredeki Türkmenler üvey evlat muamelesi
görüyor. Dış proletarya, iç proletarya ile dirsek temasına
geçti. Yavuz, hem Halveti hem de sıkı bir Bektaşi
olmasına rağmen ‘Alevi düşmanı’ olmakla suçlandı.
Bu olaylardan 80 sene önce başlayan Şeyh Bedrettin
isyanı vardır. O, Torak Kemal gibi Yahudi dönmeleriyle,
Börklüceli Mustafa adlı Rum dönmesi anarşistle iş birliği
yapmış bir Balkan çetecisiydi. Şükür ki, 2. Beyazıt,
Balım Sultan’ı Hacı Bektaş Ocağı’nın başına getirerek
tarikatı sözlü kültürden yazılı, erkannameli hâle getirmiş
ve çevreyi kucaklamıştı.
2. Beyazıd döneminde, Anadolu’da dinî, siyasi ve
kültürel kimliğin oturtulması için Bektaşilik, Mevlevilik
ve Nakşibendilik desteklendi. Osmanlı’nın zirvede
olduğu 1592’de başlayan Celali isyanları da çevrenin
merkeze başkaldırısıydı. Çare olarak Kanuni Sultan
Süleyman, ilk eşi Mal Hatun’un kardeşi Sersem Ali’yi
Bektaşi Postnişinliğine getirdi.
1826’da Yeniçeri Ocağı’nın 2. Mahmut tarafından
kaldırılması ve Bektaşi tekkelerinin Nakşilere devri,
çevrenin merkezden yediği en şiddetli kötekti. İç
proletarya yerin altına çekilerek iş birliği yapacağı dış
proletarya aradı. Selanikli Yahudi dönmelerini ve
masonları bulmakta gecikmedi. Aşırı milliyetçilik ve
laiklik projeleri, Fransa’dan ithal edildi ve ülke binbir
parçaya bölündü.
Oğuz ve Türkmen ikiliğini ve Kürt ırkını laiklik ile
ortadan kaldırmayı planlayan Ziya Gökalp, Baha Said ve
88
Faruk Arslan
Namık Kemal gibi İttihat ve Terakkili düşünürler,
bilmeden dış proletaryanın planlarına hizmet ediyorlardı.
Koca Osmanlı, on yılda böyle yıkıldı. Çevre, merkezi dış
proletaryayı hep üzmüştür (Türtkdoğan, 2004).
Cumhuriyet tarihimizde Kürtler iç proletaryaya
dönüştürüldü, dış proletaryanın kucağına itildi.
Heterodoks inançlı varsayıldığı hâlde çoğu dinsiz, laikliği
yahut bilimi din hâline getirenler, ‘Kürt kartı’nı istismar
ettiler. Sadece taşeronluk yapan PKK’yı suçlamak
ucuzculuktur. Terörün sonlanması için antropolitik kültür
kodlarımızı ve sosyolojik gerçeklerimizi masaya
yatırmanın tam zamanıdır.
Herkesin tarihe bakışı kendi penceresindendir. Bozulan
Bektaşilikten samimi Alevilerin neden kurtulmak
istediğini anlamamız gerekiyor. Öncelikle neden
Anadoluyu Türkleştiren ve müslümanlaştıran ortak
atamız Yesevi ile dinsel akrabalık kuruluyor bunu bir
inceleyelim.
89
Faruk Arslan
Beşinci Bölüm
HOCA AHMET YESEVİ VE
BEKTAŞİLİK
Hoca Ahmet Yesevi ve alperenleri ile batini Bektaşiliğin
dinsel akraba sayılarak bağdaştırılması, Masonik
Bektaşilerin bir hilesidir. Yesevi’nin Hanefi itikadında bir
Kalenderi şeyhi olduğu söylenebilir, ( Doğrul, Koca
1980, 2003), ancak kesinlikle bir ‘İsmaili Daisi’ sayılması
kabul edilemez. ( Bulut, Kaygusuz, 2000). Yesevi ile
bugünün Bektaşi Alevilerinin dini anlayışları arasında
uçurum var. Hele Cumhuriyet gazetesinin vefat eden eski
başyazarı İlhan Selçuk gibi Sabataycı Mason Bektaşiler,
Bektaşiliği saçma sapan Bektaşi fıkralarına indirgeyip
Yesevi’yi ağızlarına bile almamalıydı. 150 yıl önceki
Alevilik ve Bektaşilik ile bugün arasında dağlar kadar
fark var iken, bin sene önceki Yesevi’nin bugünkü Alevi
Bektaşiliği onaylayacağını öngörmek, referans yapmak
safdilliktir. Veya kasıt, bozgunculuktur.
Hoca Ahmet Yesevi, “İslam Tasavvufu ile Türk töresinin
bileşimini yaparak Orta Asya’da Müslümanlığı yayan
‘Ulu Ata’dır. Türkler arasında İslam’ın ve doğru İslam’ın
yayılmasında en önemli yer O’nundur. Ahmet Yesevi,
Divanı Hikmet adıyla bilinen eserine “Bismillah diyerek
hikmet söyledim; taliplere dür ve gevher saçtım” diye
başlıyor. Dür ve gevher dediği Ayetler ve Hadislerdir.
Yesevi’nin ana kaynağı Kuran’ı Kerim’dir. Ahmet
Yesevi yolundan yetişen O’nun izbasarlarının en
önemlileri Orta Asya’da Hakim Ata Süleyman Bakırgani,
Anadolu ve Balkanlarda Hacı Bektaş Veli ve Yunus
90
Faruk Arslan
Emre’dir. Hakim Ata, Piri’nin yolundan giderek yazdığı
hikmetlerde “Hazret Sultan’ın Hıristiyanlar, Yahudiler
ve Moğollarla ilgilendiğini yazıyor.” Yesevi dergâhında
dağıtılan aşı almak için kimseye dini, mezhebi, tarikâtı,
milliyeti sorulmazdı.
İnsan olan herkese yardım edilirdi. Hacı Bektaş Veli aynı
anlayışı Anadolu’ya taşıdı. ‘İncinsen de kimseyi incitme!’
sözü çok bilinen ve tekrarlanan bir sözdür. Yunus Emre
bir Yesevi izbasarı ve Hikmet geleneğinin en önemli
şairidir. (Zeybek, 2008).
Ekim 1998’de bir Türk kurultayı vesilesiyle gidip 15 gün
kaldığım Türkistan’da ve türbesini görme imkanı
bulduğum Yesevi’yi yakından tanıdım. Türbesinde halen
manevi bir hava hissediliyor. Yesevi'yi ziyarete gelen
misafirlerin Arslan Baba'da bir gün geceleyerek ' icazet '
almaları, sonra Yesevi'nin huzuruna çıkmaları eski bir
gelenek. Bende öyle yaptım.
Arslan Baba halkın inanışına göre bir sahabe, bir iddiaya
göre Selman-ı Farisi. Ancak Peygamberimizden 300 yıl
önce doğduğu 33 dini çok iyi bildiği, nihayet İslamiyeti
seçtiği yönündeki bilgilerle Selman-ı Farisi iddiası
çelişiyor. Daha çok Hızır anlatılıyor gibi. Arslan baba
tam 850 sene yaşamış olabilir mi? Olmaz böyle şey
demeyin, Namık Kemal Zeybek’ten dinlediğim rivayet
şöyle: '' Peygamber Efendimiz bir gün sahabelerine, ' Ben
de bir emanet var, bizden çok sonra yaşayacak birine
çocuk yaşta ulaştırılacak, bunu kim yapar ' diye sorar.
Arslan Baba, bu görevi kabul eder. Peygamberimizde
ağzından bir hurma çıkartarak Arslan Baba'nın dilinin
altına koyar. Allah senin ömrünü artırsın diye dua eder.
Diyar diyar dolaşan Arslan Baba , hurmayı 500 yıl dil
91
Faruk Arslan
altında saklar. Türkistan'a Ahmet Yesevi 7 yaşında iken
gelir. Arslan Baba'yla karşılaşan Yesevi'nin ilk sözü '
emanetimi ver ' olur. Baba, emaneti Yeseviye verir. Baba
otağını Türkistan'a kurar. Yesevi' Arslan Baba'nın
öğrencisi olur. Onun ahlakiyle ahlaklanır. Arslan Baba
öldüğünde artık Ahmet Yesevi, bölgenin manevi direği,
Türklere müslümanlığı sevdiren kutlu bir kişidir. '' Bu
meşhur hikaye, Yesevi’nin peygamberimizin varisi bir
alim olduğunu gösterir. Arslan Baba'nın türbesi 12. asırda
yapılmış, 14. asırda Timur tarafından yenilenmiş 1907'de
ünlü mimar Kalbirza Misafiroğlu tarafından 3. defa
restore edilmiş. İlk türbesinden iki direk hala ayakta
duruyor. Halk bu iki direğe kutsaliyet izafe ediyor.
Türbeden içeri girerken adete yerde sürünecek kadar
saygı gösteriyorlar. Arslan Baba'nın şeceresi duvarda
asılı. Yaşlı bir Kazak Şamanist kadın elinde bıçak ve
tesbihle gelen misafirlere uzun bir dua ettiriyor. Atilla'dan
Timur'a tüm ulu Türk hakanlarının adlarını bir bir
sayıyor.
Arslan Bab (Baba) türbesinin hemen karşısında Kurban
Ata adlı türbe dikkatimi çekiyor. Kırgızıstan'da ki Su
nehri yakınlarında 28 yıl yaşamış Yesevi'nin Alperen'i,
bir evliya olarak kabul ediliyor. Türbedar Mirali Ulu
Mevlün, Kurban Ata'yı ' hiç kimseye kötülük yapmamış,
kul hakkı yememiş ' diye tanımlıyor. Kurban Ata'nın asıl
mezarı 70 kilometre uzaklıkta Kara Buğra'da. Arslan
Baba'ya yakın olsun burada Özbek Ali Çaribek sembolik
bir türbe yaptırmış Kurban Ata'nın elbiseleri, Çapan,
tesbih takya ( sarık ), Asa ve Kuran'ı hediye etmiş; kendi
mezarını da yanına gömülmesini sağlamış. Rivayete göre,
Kurban Ata, öleceği yeri ve zamanı söylemiş ve birden
ortadan kaybolmuş. Asıl mezarının başında büyük bir
92
Faruk Arslan
ağaç bulunuyor, halk bu agacı da kutsal kabul ediyor.
Kurban Ata'nın 6 oğlu var ; Tiney, Çartı Bas, Çarı, Sasık,
Köten, Kyikkişi. Kazakça Geyikli baba anlamına gelen
Kyikişi'nin Bursa'da türbesi bulunan meşhur Yesevi
müridi Geyikli Baba ile aynı kişi olduğu sanılıyor.
Tarihçi Fuat Köprülü'ye göre, İslamiyet Türkler arasında
Melamilik vasıtasıyla girmiştir. 10. yy'de
Maveraünnehir'de Buhara, Semerkand, Fergana gibi
şehirlerde eski Şamanlar ve Budist rahipler gibi menkıbe
anlatan, manzum ilahiler okuyan Arslan Baba, Korkut
Ata, Çoban Ata gibi Türk şeyhler ortaya çıkmıştır. İslam'ı
tasavvuf aracılığıyla öğrenen Türk topluluklar için
Budist, Şamanist ve Maniheist rahiplerden Kalenderi
derviş anlayışına geçiş zor olmamıştır. Çünkü yeni intisap
edilen şeyhlerde Kamlar gibi gelecekten haber veriyorlar,
kalpten geçenleri biliyorlar, yağmur yağdırıp gittikleri
yerlere yeşillik getiriyorlar, hastaları tedavi ediyorlardı.
Sufizmin örgütlü ayinleri sayesinde genellikle eğitim
görmemiş cahil halk zümrelerinin sosyal ihtiyaçlarının
karşılanması amaçlanmıştır. Özellikle müzik, raks, sazlı
ve sözlü ayinler göçebe halkın ilgisini çekmiştir. İzzeddin
Doğan, Fethullah Gülen’i bir ziyaretinde, ‘sazlı ve sözlü’
geleneğin o devirlerde olup olmadığını soruyor. Gülen,
10 saniye düşünüyor, ‘ Vardı, İzzeddin bey’ diyor. Bu
sosyal bir gerçektir. Türk müslümanlığını Araplardan
ayıran bariz farklardandır.
Anadolu Türkleri, Timur’u Yıldırım Beyazıt’ı Ankara
savaşında 1402’de yendiği, kafese koyduğu, Türk
birliğini parçaladığı için pek sevmezler. Aslında sağlam
bir müslüman olan Timur, büyük bir İslam kahramanıdır.
Mason Bektaşilerin beslendiği kaynak olan Karamiler,
İsmailliler, Haydariler ve Hurufilerin önderlerini,
93
Faruk Arslan
takipçilerini ve öğretilerini kökünden kazıyarak ortadan
kaldırmış, İslam’a büyük hizmet yapmıştır. Ülkemizde
Timur nefretinin nedeni acaba Mason Bektaşilerin
Timur’dan intikamı olabilir mi? 14. asırda 27 ülkenin
hakanı olan müthiş komutan Emir Timur'un girdiği hiçbir
savaşta yenilmemesinin manevi bir sırrı olduğuna
inanılır. Orta Asya topraklarında yaygın kanaata göre,
Timur'u Ahmet Yesevi kanatları altına almıştır. Halbuki
Timur Yesevi'den 200 yıl sonra yaşamış bir hükümdardır.
Rivayete göre, rüyasında Yesevi'den öğrendiği bir zafer
duasıyla Timur'un yenilmez olduğuna inanılır.
Timur, hayatı boyunca alimlere ve Allah dostlarına büyük
hürmet gösteren bir hükümdardı. Yesevi'nin kendine
öğrettiği duayla muzaffer olmasının ardından, kendi
kendine, Yesevi'nin türbesinin külliye haline getirme sözü
verir ve bu sözünü tutar. Timur'un yenilmezlik sırrı olarak
anlatılan öykü ise şöyle : '' 14. asırda Altınordu Devletini
yıkan, Orta Asya'yı hakimiyeti altına alan Emir Timur,
rivayete göre Ahmet Yesevi'yi rüyasında görür. Yesevi
Timur'a zafere giden duayı öğretir. Artık Timur'da
Yesevi'nin bir mürididir. Böylelikle Timur-Yesevi
arasında bir gönül bağı oluşur. Timur, 14. asrın
sonlarında (1405)'te Yesevi'ye görkemli biçimde yeniden
türbe inşa ettirir. Timur, bu girişimiyle tüm Türklerin
sevgisini ve desteğini kazanır." Yesevi'nin öğrettiği duayı
hiç ihmal etmeyen Timur, bir gün yakın arkadaşına
girmiş olduğu bunca savaşta yenilgi yüzü görmemesini şu
ifadelerle açıklar: "Ahmet Yesevi'nin duasını ettim, onun
mezarını korudum, müritlerine dokunmadım. Allah'da
beni hep muzaffer kıldı. " Emir Timur'un vefat şeklide
çok ilginçtir. İnatcılığı ve aldığı karardan asla
dönmemesiyle bilinen Timur, en son Çin'e
94
Faruk Arslan
gerçekleştirdiği sefer öncesi Türkistan 'da Sır derya'ya
yakın Arıs nehri kenarında konaklar. Çok soğuk olduğu
için askerler Çin'e gitmek istememektedir. Askerin bu
direnişini kırmak için, o soğuk karlı kış günü Arıs
nehrinde çıplak olarak yüzmeye başlar. Kar üstünde iki
gün oturarak askerine örnek olmaya çalışır. Ancak o kara
soğuğa üç gün dayanabilir. Yakalandığı zatüre sonunda
hayata gözlerini kapar.
Mason Bektaşiler, Yesevi’yi bir İsmailli Daisi göstererek
Alevilik kapsamı içine katarlar. Oysa Yesevi Maturidir ve
şeyhi Yusuf Hemedani adlı Hanefi alimidir. ( Fığlalı,
Ocak 1990). 'Kim olursan ol gel ' öğretisini Mevlana'dan
önce kullanan Yesevi, Mevlana gibi dergahına gelenlere
herhangi bir dini baskı yapmıyarak İslamiyetin engin
hoşgörüsünü gösteriyordu. Hidayet yolunu gösteren
Yesevi, gelenlerin İslamiyetle şereflenmesi için yanıp
tutuşuyordu. Yesevi'ninde Mevlana gibi bazı mihraklar
tarafından kullanılmaması için Yesevi'yi iyi anlamak
zorundayız. Yesevi’yi Mason Bektaşilerin kucağına
bırakırsak, ortaya içi boşaltılmış bir İslam, dışı posa,
iğreti bir öğreti, alperenleriyle işret yapan bir tarikat şeyhi
çıkar. ‘Yeseviyim, Mevleviyim, Bektaşiyim’ diye
övündüğü halde, O erenlerle ilgisiz, hatta düşmanlık
yapan nice insanlar, nice Mason Bektaşiler gördüm. Rakı
sofrasında alperenlik taslıyorlardı…
Binlerce yıldır Türklerin manevi atası ve öz Türkçe'mizin
mimarı olarak kabul edilir Hoca Ahmet Yesevi...
Yesevi'nin bu topraklar üzerinde yaşaması ve vefat
etmesi, Türkistan'ın tüm Türk devlet ve toplulukları
tarafından manevi başkent olarak görülmesinide
beraberinde getirir. Müslümanlığın Orta Asya steplerinde
neşvü nema bulup çiçek açmasında Hoca Ahmet
95
Faruk Arslan
Yesevi'nin çabaları tartışılmaz. Ahmet Yesevi,
Türklükden ve Türkçe'den hiç taviz vermemiş,
müslümanlığı doğru anlamış, Mevlana gibi kapılarını her
dinden, ırkdan insanlara açmış evliya ve alperenlere ufuk,
vizyon sunmuş bir Pirdir. Hristiyan, Şamanist, Yahudi,
Budist, Müslüman ayrımı yapmamıştır. Bu nedenle hala
değişik inançlara sahip Türkler, Yesevi'yi ortak ataları
olarak görüyor. Buda Yesevi'nin engin hoşgörüsünün bir
kanıtıdır. Peki Yesevi'nin referansı ne? Türklük mü,
Müslümanlık mı? Yoksa her ikisi mi? Hristiyan,
Şamanist, Müslüman Türklerin onu ortak ata kabul
etmesi referansının Türklük olduğunu gösterir mi? Bu
profilden yaklaşanlar, ‘ Yesevizm’ diye bir ' izm ' ile ve
yeni bir tarikat neşvesiyle ortaya çıkıyor. Bu tarikat
üyelerinin bazı vakitlerde gizli gizli Yesevi'nin
Türkistan'daki türbesine gelip zikirli ayinler yaptıklarını
öğrendim. Türkistan köylülerinin Yesevi halkası
oluşturup, zikir yaptığı bu ayini izledim. Bu zikir, bugün
Cerrahi, Rufai ve Kadirilerin yaptığı zikirle benzerdir.
Semahla alakası yoktur.
Yesevi dergahın tam ortasında 3 bin litre su alan 6 asırlık
bir kazan bulunuyor. Kazan’ın Türklerin egemenlik
sembolü olarak görüldüğünü ifade eden Zeybek, kazanın
Sovyet baskısı altında esaret yaşadığına dikkat çekti ve
kazanın başına gelenleri şu şekilde dile getirdi: "Sovyet
baskısı altındaki yıllarda bilinçli olarak, bu kazan
Leningrad'daki Erimtaj müzesine kaldırılmıştı. Daha
sonra Kazak aydınlarının yoğun baskı üzerine kazan eski
yerine geri getirilerek konuyor." diyen Zeybek kazan'ın
manevi boyutuyla ilgili olarak da şunları anlatıyor: "
Kazanın içi şerbetli su ile her zaman dolu olarak dururdu.
Dervişlerin yaptığı zikirler sırasında kazanın üzerinde
96
Faruk Arslan
nurların görüldüğü rivayet edilir. Bu şimdiki tabirle
vücuttan çıkan elektrolar olarak belirtiliyor. Zikir
sonrasında susayan ve hararet içerisinde bulunan
dervişler bu kazandan içtikleri bu nurlu suyla
serinliyordu. Zikir başlamadan önce parola belliydi. Zikir
sırasında ya ter, ya kan, yada can çıkması zikirin
samimiyeti için çok önemli bir noktaydı. Şu anda kazanı
ziyarete her kesimden insan geliyor. Fakat kazana
maksadı dışında işlevler yüklenmiş durumda. Ziyarete
gelenler kazana para atarak dilekte bulunuyorlar. Bu
sonradan çıkan yanlış adeti biz düzelteceğiz. Bu konuyu
Cumhurbaşkanı Nazarbeyev'de ilettim." Zeybek, bugün
gerçek alperen kültürünün Orta Asya’da açılmış Türk
okullarıyla temsil edildiğini itiraf etmiş bir Yesevi aşığı.
Yesevi külliyesine ziyarette bulunanlara buğday ve etin
birlikte kaynatılmasınıdan elde edilen "Herse" veya
"Keşkeş" denilen bir yemeğin yedirilmesi eski bir
gelenek. Külliye aynı zamanda eskiden üniversite
şeklinde de kullanılmaktaydı. Zamanın sayılı
kütüphanelerinden biride bu kulliye içerisinde mevcuttu.
Şimdi yine büyük bir kütüphane de külliye'ye eklenmiş
durumda.
Ünlü şairimiz Yahya Kemal, Yesevi'yi şöyle tanımlıyor:
''Ahmet Yesevi olmasaydı, Türk milliyeti olmazdı.'' 1186
yılında vefat eden Yesevi'nin kendisini insanlığa adamış
öylesine güçlü bir inancı var idi ki, 63 yaşından sonra '
Yeryüzünde Peygamber Efendimizden fazla yaşamak
haram bize ' diyerek yeraltında hazırlattığı ' Çilehane '
olarak adlandırılan çukurda ölene kadar yaşadı. Koyu bir
Hz. Muhammed aşığıdır. Elbette Hz. Ali’yide sever.
Bugünkü müslümanlar, ‘Hz. Ali’yi sevmek Şialıksa, en
büyük Şia, Alevi benim’ söylemini anlayamıyor. Oysa
97
Faruk Arslan
geçmişte Rafizi olmakla suçlanan İmam Şafi de aynı
cevabı vermişti.
Yesevi, bugün Orta Asya ve dünyanın imdatına koşan
alperenler gibi on binlerce öğrenci, Alperen yetiştirdi.
Yesevi, alperenlerini (gönülleri fetheden ) tüm dünyaya, o
cümleten Anadolu'ya gönderdi. 1990’den beri ‘ bu borcu
ödemek boynumuzun borcu’ diyenler, Orta Asya’ya
Anadolu’dan tersine alperen göcü başlattı. Ahmet Yesevi,
Türklerin müslümanlığa benimsediği 10. asırda tarihin
akışını değiştirecek ölçüde rol üstlendiği kabul edilir. 20.
yılına yaklaşan tersine göçte, tarihin akışını değiştirmeye
devam ediyor. Yesevi’nin misyonu ile söz konusu misyon
birbirine benziyor. Her ikiside Türkçe’nin yayılmasına,
İslam’ın Türkçe anlayışıyla başka dinden olanlara
anlatılmasını sağlıklı buluyor. Bu benzerliklerin halen
doktora tezi yapılmaması büyük eksiklik...
Yesevi, dönemin Türk hakanları, Hanları, beyleri 'Farisi'
dilinde yazıp çizerken, resmi ve edebi dili ' Farsça ' kılmış
iken O, Türkçe' yi savundu, ' Türkçe ' konuştu,
müslümanlıkla özdeşleşmiş ' Türk milliyetçilik' şuurunu
yoğurdu. Yesevi Gönüllüler Harakatı, 12. asırda tufan
gibi gelen Moğol tehlikesine karşı direnecek gönül
erlerini halkın içine zamanında yerleştirdi. 40 yıldır
görülen benzer ‘Gülen Haraketi’nın aynı dalgakıran
görevi gördüğü yadsınamaz. Yesevi, Türk devletleri ve
halkı Moğol istilası nedeniyle ayaklar altında ezilirken,
müritleriyle gönüllere su serpti, umut tohumlarını ektirdi.
Yunus Emre, Yesevi’nin bu rüşeymlerden beslendi,
asırları eskiten ulu bir çınar oldu gönüllerde, kalplerde.
Bir rivayete göre, Yesevi'nin bir milyon öğrencisi veya
sempatizanı vardı. Yesevi kazandı; hırçın Moğol kavmi
müslüman oldu ve Türkler arasında eriyerek Türkleşti.
98
Faruk Arslan
Cengiz Han'ın torunları Ögedey, Çağatay müslüman
olarak Türk-İslam sentezini benimsedi, İslamiyete hizmet
etti. İşte Ahmet Yesevi, Timur'dan Abay'a, Çoğan'dan,
Celaleddin Harzemşah'a, Alparslan'dan Mevlana'ya
Yunus Emre'ye , Hacı Bayram Veli'ye, Geyikli Baba'ya
Saltuk Bugra'ya Babür'e kadar tarihte tanıdığımız tüm ulu
Türklerin öncüsü, rehberi, koruyucuydu. Gönüllerde
kurduğu tahtı kimse yıkamadı. Özbekistan, Kazakistan,
Türkmenistan, Tacikistan, Kırgızıstan, Azerbaycan, hatta
Babür'ün mirası üzerinde kurulan Afganistan, Hindistan,
Pakistan gibi ülkelerde hatta Balkanlarda derin izler
bıraktı. Yesevi gibi oalanlar hep kazanacak, granit gibi
kalbi olan yeminli din düşmanlarını dahi insafa
getirecektir. Allah’ın izniyle gerçek Sufizmin eritmediği
kalp yoktur, yalancı Sufizmin tehlikeleri ise çoktur.
Mason Bektaşilik, sahte sufizm ile bu alanının dini
derinliğini yok etmiş, etki gücünü eritmiştir. Etrafında
dönüp dolaşanlar içine girip beslendiği ana kaynaktan
hakiki iman iksirleri içmiyor; şekilcilik, gösteriş
önplanda.
Romanya'nın Babadağ kentinde yer alan Sarı Saltuk Baba
türbesini Haziran 2000’de ziyaret ederken, yine
Yesevi'nin soluklarını, nefesini duymuştum. Hacı Bektaş
Veli'nin öğrencisi olan Sarı Saltuk, Büyük Selçuklu
devleti yıkılırken 1263'de Rumeli topraklarına adım atmış
bir Yesevi devamcısı. Balkanların Türkleşip
müslümanlaşmasında Saltuk Baba'nın yeri çok önemli. O,
ilk alperen... Tatarlara da müslümanlığı götüren Sarı
Saltuk. gönüllerin sultanı olmanın dünya saltanatı elde
etmekten ne denli önde olduğunu ispatlıyan bir abide.
Saltanat sahipleri unutuldu, ama Yesevi gönüllerde
yaşıyor, amel defteri hiç kapanmadı. Rusya arazisi içinde
99
Faruk Arslan
kalan alanları kapsayan coğrafyada Türklerin ortak
paydası mazide olduğu gibi bugünde Ahmet Yesevi...
‘Türkistan Ortak Evimiz’ projesi temelinde Yesevizm,
Özbekistan Cumhurbaşkanı İslam Kerimov'un da
desteklediği belki de tek proje. O, bu topraklarda
parçalanan unsurları birleştiren maya olarak görülüyor.
Ünlü tarihçi Hammer'ın '' Türkler olmadan tarih
yazılamaz ' tesbiti ne kadar önemliyse, Yesevi'nin
İslamiyetden gıdalanarak Türklük bilincini yeniden
yoğurması gerçeği de köklerimize sahip çıkmamız
açısından o denli önemli tarihi bir hakikat. Yesevi'yi
Yesevi yapan İslamiyetti. Kimlik kartı Türktü. Yesevi'nin
referansını sadece Türklük olarak gösterilmesi onun bir
kanadı kırık kuşa çevirmektir. Onun İslami hüviyetini
görmemezlikten gelenleri Yesevi Divanı'nı okumaya
davet ediyorum. Unutmamak için hafızanıza kazıyın:
Yesevi ve Yesevi'nin alperenleri olmasaydı, bugün
Anadolu müslüman ve Türk olamazdı, Türk kalamazdı.
Macarların akibetine uğrardı. Mason Bektaşilerin Sarı
Saltuk’u kendi kafa yapılarında bozuk bir Bektaşi sayıp,
Yesevi’nin talabesi Hacı Bektaş’ı çarpıtmalarına,
üzerlerinden siyaset yapmalarına artık göz yumamayız.
Siyasi mecradan kurtarılan Aleviliğin sahte Bektaşilikten
ayrışmasıyla gerçek dini hüviyetine kavuşturulması,
kaçınılmaz bir süreçtir.
Dinlerarası diyalog süreci başlatıldığı halde, kendi
insanımızla bunları rahat bir şekilde konuşamamamız,
içimde bir burukluk, üzüntü oluşturuyor. Oysa “Hain”
“Düşkün” türü suçlamalara kulak asmadan diyalog
kapısını açık tutanlar kazanıyor. Aleviler, farklılıklarını
da koruyarak, her alanda haklarını cesurca, kararlılıkla ve
100
Faruk Arslan
barışçı yöntemlerle savunarak sonuç alma noktasına
geldiler. Bunu, haklar mücadelesi açısından önemli bir
kazanım saymak gerekir. (Dündar, 2008). Bu devrede
çıkarcı Mason Bektaşi-Ateist ittifakının “Alevilik, İslam
dışı ayrı bir din” söylemi ile ayrı bir örgütlenme
yaptırması dikkati çekiyor. Alevi kökenli olan ve
olmayan mason Bektaşilerden beslenen ateist/sol
zihniyete göre, Alevilik İslamın içinde olamaz. Bu
görüşte olanların bile kültürel bir sos olarak Yesevi’yi
kullanmak istemesi kabul edilemez.
1997 yılının Şubat ayında Faik Bulut’un “Alisiz Alevilik”
adlı kitabı yayınlandı. Daha sonra Hacı Bektaş’ı Hasan
Sabbah’ın talabesi yapmaya kalkan ve Alevileri sapık
birn inanca sürükleme niyetinde olan çevrelere çalışan
Bulut, kitabında bunu sözde “İslamda Özgürlük Arayışı ”
olarak sunuluyordu. Anadolu’da Alevîlik-Bektaşîlik’in
kökenini, Sünnî-Şîi bölünmesine kaynaklık eden
olaylarda aramak tarihsel ve sosyolojik olarak hiçbir
geçerliliğe sahip bulunmamaktadır. Anadolu’da AlevîlikBektaşîlik konusu ancak, Türk kitlelerin anayurtlarında,
göç etmeleri sırasında ve son olarak geldikleri Küçük
Asya’da yani Anadolu’da karşılaşmış bulundukları,
dinsel ve kültürel akımlar anlaşılmak suretiyle ele
alınabilir.
Konu üzerinde bilimsel araştırmalar yapan Fuad Köprülü,
F.W.Hasluck, Irene Melikoff, Süreya Faruki ve Ahmet
Yaşar Ocak gibi araştırmacıların, bugün ulaştığı sonuç
budur. Ahmet Yaşar Ocak’ın ifadesiyle, Türk kitlelerin
yüzyıllara yayılan zaman sürecinde ve farklı
coğrafyalarda, farklı inançlara ve kültürlere sahip
halklarla ilişkide bulunmaları sonucunda oluşan bu dinsel
101
Faruk Arslan
ve kültürel senkretizm denilen bağdaştırmacı Alevîliğin
anlaşılabilmesinin yegâne anahtarıdır. (Ocak 1996).
Elbette, Alevilik, İslam içidir. Alevilerin tamamına yakını
kendilerini İslamın içinde sayarlar, ama burada kastedilen
sünni İslam inancı değildir. Mason Bektaşilerin ve bazı
radikal müslümanların kasten anlamadıkları gerçek,
Anadolu Alevilerinin kendilerine has bir İslam anlayışları
olduğudur. İslam denince sadece sünniliği ( 4 mezhebi)
anlamak, sonuçta Alevileri de İslamdışı saymaya götürür
ki, ne yazıkki birçok kişi bu yanlışa düşüyor. (Yaman,
1998).
Alevi Bektaşilerin “Çelebi”lerinden, Postnişin Veliyettin Ulusoy,
Milliyet’den Devrim Sevimay’a 2009’un ilk günlerinde şunları
söylüyor: Alevilik mezhep değil, asıl İslam’ın özüdür - Ehlibeyt’i nasıl
anlatırsınız? Peygamber, Hz. Ali, Hz. Fatma, Hz. Hasan ve Hz.
Hüseyin… Ehlibeyt deyince bu çekirdek beş kişiyi ve onlardan
gelenleri anlarız. Zaten kelime anlamı “ev halkı” demek.
Peygamberimiz vedasında “Sizlere Kuranı ve bir de Ehlibeytimi
emanet ediyorum” der . Ulusoy ekliyor:
Bu “yol” İslam içi midir, İslam dışı mı çok saçma bir tartışma
konusudur, çünkü biz “on iki imamları” andığımızda onlar
kimdir? Peygamber kimdir? Hacı Bektaş Veli kimdir? Bunların
hepsi İslam. O halde kimse Alevilik İslam’ın dışında diyemez.
Bunu dediğiniz zaman siz Alevi Bektaşiliğe sadece dışarıdan
bakmışsınız demektir. Bugün Alevilerin yüzde 99.9’u da
İslam’ın içinde olduğunu bilir, “Elhamdülillah Müslümanız,
Aleviyiz, Bektaşiyiz” derler. “Allah Muhammed Ali” diye bir
üçleme vardır. ( Sevimay, 2008).
Bazı ‘eski solcular’, sağduyulu Aleviler ve AKP,
“Alevilik, özgül inanç” veya “kültür” söylemi gibi orta
yol bir çözüm önerisi sunuyor. Bu nedenle Alevilerin
Diyanet’e değil Kültür Bakanlığı'na bağlanması söz
konusu. Devlet Bakanı Said Yazıcıoğlu, Kültür Bakanı
102
Faruk Arslan
Ertuğrul Günay ve AKP İstanbul Milletvekili Reha
Çamuroğlu, yeni yapının mimarları. Gelinen aşamada,
Diyanet veya buna paralel bir yapı yerine, tamamen ayrı
bir yapılanma getirilmesi görüşü ağırlık kazandı.
Cemevlerine aktarılacak bütçenin, "inanç kültürlerinin
desteklenmesi" çerçevesinde Kültür ve Turizm
Bakanlığı’na verilmesi orta yol aslında. Çünkü gerek
Avrupa’daki Alevi Konfederasyonu gerekse Türkiye’deki
Alevi-Bektaşi Federasyonu, Diyanet’i kabul etmiyor,
hatta Diyanet ile birlikte okullarda zorunlu din ders
uygulamasının kaldırılmasını talep ediyorlar. AKP,
zorunlu din dersi müfradatı uygulaması engelini, Alevi
dersi seçeneği koyarak aşmaya çalışıyor. AB, Alevi ve
Kürt sorunlarının çözülmesi için uzun süredir bastırıyor.
Alevi Bektaşi Federasyonu Başkanı Ali Balkız, devrim
niteliğinde haklar verilmesi için çözüm paketi hazırlayan
Çamuroğlu’nu ve Cem Vakfı Başkanı Prof. Dr. İzzeddin
Doğan’ı “düşkün” ilan etmesini Haziran 2007’de
Toronto’ya ziyareti sırasında yakından tanıdığım Turgut
Öker’in dolmuşuna gelmesine bağlıyorum. Öker’in ipi ile
kuyaya inenleri, Mason Bektaşilerin çıkmaz sokakları,
Alman İstihbaratının Bizans oyunları, bitmeyen
yokuşları, ayrılıklar, savaşlar, kargaşalar bekliyor.
Çamuroğlu samimi, bu nedenle daha sonra Ali Balkız ile
barıştılar. Doğan, düşkün ilan etmenin kurallarını
hatırlattı ve bu yöntemlerle kaçak güreşenlere sert çıkıştı.
Alevilerde sağ duyunun hakim olmasını ve uzlaşma için
yapılacak zirve ve toplantılardan 85 yılda ilk defa
önlerine konan fırsatı tepmeyecekleri bir reformun
çıkmasını umuyoruz.
Cem Evlerinin resmi olmasada ibadethane yapılması ve
buralara bütçe ayrılması, olumlu ama radikal beklentiler
103
Faruk Arslan
içinde olanlara göre halen yetersiz bir reform. Devletten
maaş alan dede, dedemiz olamaz söylemi başlatanlar
Alman İstihbaratından beslenen kesimler. Arkalarında
Mason Bektaşiler kapı gibi duruyor. Çamuroğlu ile aynı
odayı bile paylaşmak istemiyorlar.
İlk adım, 13’ü Sünni 24’ü Alevi 37 aydının yakıldığı
Madımak Oteli müzeye dönüştürme jestiyle atılabilir.
Buranın kitapçı yapılması ara çözümdür. Bu çerçevede
camilerde olduğu gibi cemevlerinin de elektrik, su
giderleri karşılanması, Cemevlerinde görev yapan dede,
zakir ve hademelerin maaşlarının bütçeden ödenmesi,
gecikmiş mükemmel bir yenilik. Maaşın Kültür Bakanlığı
bütçesinden karşılanırken, kaç dedeye maaş bağlanacağı
Alevi-Bektaşi dernek ve vakıf temsilcileriyle yapılacak
görüşmeler sonunda netleşir. Abdal Musa Vakfı'nın
'Alevi Enstitüsü' kurması ve burada sınavdan geçenlere
maaş verilmesi alternatifler arasında yer alıyor.
AK Partili Reha Çamuroğlu ve Yazıcıolu önderliğindeki
Alevi açılımının artık bir hükümet politikası haline geldi.
Çamuroğlu, “Çok geniş mutabakat sağlama amacındayız”
derken, “Maaş bağlanacak dedelerin tamamı soydan dede
olanlar değil, hizmet üretenler olacak" ifadelerini
kullanıyor. (Çetin, 2008).
Elbette bunlar, özellikle tekke, zaviye ve türbeleri
kapatan yasaya aykırı düşmeyecek formüllerle
geliştiriliyor. Alevi kesimin temel taleplerini karşılayacak
düzenlemede hassas bir denge kurmak kolay değil.
Üzerinde çalışılan formülde, bazı tarikat ve cemaatlerin
cemevlerine getirilecek hakları örnek göstererek talepte
bulunmalarını engelleyecek bir yapı oluşturulmaya
çalışılıyor.
104
Faruk Arslan
22 Temmuz seçiminden sonra Bilkent Otel’de Alevilerin
iftarına katılarak "açılım" mesajı veren Erdoğan, Alevi
yazar, İstanbul Milletvekili Reha Çamuroğlu’nu da
danışmanlık görevine getirdi. Çamuroğlu, bu adımların
kesintiye uğraması üzerine danışmanlıktan istifa etmişti.
Ancak Erdoğan, Çamuroğlu’nun istifasını işleme
koymayıp, makam odasını da boşalttırmadı. 10 Kasım’da
( 2008) yapılan Bakanlar Kurulu’nda AKP’nin
programında yer alan Alevi açılımı nihayet başlatıldı.
Çamuroğlu’nun danışmanlığa "fiilen dönmesi"
olumluydu. 9 Kasım 2008’de Sıhhıye Meydanı'nda
gerçekleştirilen, 100 bin kişinin katıldığı Alevi mitingi
hakkında en çarpıcı açıklamalar İnönü Üniversitesi
Tarih Bölümü Başkanı Prof. Dr. Salim Cöhce'den
geldi. Malatya İnönü Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi
Tarih Bölümü Başkanı Prof. Dr. Salim Cöhce,
Türkiye'deki birçok Alevi olaylarının dış istihbarat
örgütlerince çıkartıldığını, Alevi mitinginin de yine
istihbarat örgütlerince tertiplendiğini savunuyor.
"Kahramanmaraş olaylarını, Çorum olaylarını, Sivas
olaylarını çıkaranlar bugün bu Alevileri sokağa döken,
yürüten kişilerdir" diyen Prof. Dr. Cöhce, şu
değerlendimeyi yapıyor:
Bu sorun bizim Alevilerimizin sorunu değil. Bu mesele
yıllardır Alman istihbaratının tezgahladığı bir oyunun
artık dışa vurulması, açıkça sahneye konulması
hadisesidir. Önce ‘Alisiz Alevilik’ icat edilmeye çalışıldı.
Sonra Aleviliğin ayrı bir din olduğu yönünde bir
kampanya başlatıldı. Sonra Aleviliğin Hititler’den intikal
ettiği, işte bir Anadolu dini olduğu yönünde görüşler
ifade edildi. Tabi bunların hiç birisinin bizim tabanda,
105
Faruk Arslan
tavanda Alevi vatandaşlarımızın üzerinde pek fazla bir
etkisi yok. Ancak, Aleviliği kendi gelecekleri için
kullanmak isteyen zümreler, gruplar, hatta devletler ve
istihbarat birimleri çalışmalarını aralıksız olarak
sürdürdüler ve bugünkü bu durum ortaya çıktı." ( Zaman,
Yeni Şafak, 2008). Bu doğru bile olsa Ankara’nın
yıllardır Alevi vatandaşlarını ihmal ettiği bir gerçek.
150’ye yakın aydın yayınladıkları bildiri ile mitinge
destek verdiler. Mitinge katılanları Avrupa’dan gelen,
‘Alevilikle ilgisi olmayan, peygamber, Kuran ve
Muhammed’ tanımaz tipler olarak niteleyen Cem vakfı
başkanı Prof. Dr. İzzeddin Doğan’ın bu açıklamasıda,
onun düşkünlükle suçlanmasıda ağırdı. İki tarafta da
sağırlar diyaloğu sürüyor. 21 Alevi derneğini bünyesinde
toplayan Alevi Bektaş Federasyonu Başkanı Ali Balkız’ın
Diyanet’in ve din derslerinin tamamen kaldırılması gibi
aşırı talepleri ortamı geriyor. Oysa AKP, istediklerine
yakın, eşit haklar sunuyor. Aleviler ile Bektaşiler, 85
yıldır önlerine konmayan bu fırsatı birbirleriyle uğraşarak
kaçırmamalı. Herkesin inandığı gibi insanca yaşamasını,
ayrımcılığa tabi tutulmamasını savunuyoruz. Yesevi’nin
izlediği çizgi, kanaatımca budur. İnsanları oldukları gibi
kabul etme erdemi esastır. Söylemek istediğim,
boğazımda düğümlenen gerçekleri, yazılı olarak
düşünüyorum. Geleneksel Aleviler ve Bektaşilerin Mason
Bektaşilerden boyunduruğu kurtarmaları, Türkiye’de iç
savaş çıkartmaya çalışan derin güçlerin ve yabancı
istihbaratların oyunlarını bozacaktır. Ülkemizi ve
insanımızi Hacı Bektaş Veli’nin ifadesiyle ‘ diri, iri ve
bir’ yapacaktır. Mason Bektaşilerin yönetimindeki derin
106
Faruk Arslan
devletimizin oyunlarına gelerek heba ettiğimiz 150 yılı
artık tamir etmeliyiz.
1982 Anayasası'na daha fazla dokundurtmaya
yanaşmayanlardan bazıları Alevilik konusu açıldığında o
kesimden gelen şikâyetlere en fazla kulak verenler; bu
hemen fark ediliyor. Oysa Aleviler'in şikâyetlerinin çoğu
anayasayla bir biçimde irtibatlı. Anayasanın ülkeye
biçtiği elbise Alevi kesimine de dar geliyor. Alevi
kesimin talepleri mevcut anayasal dinî yapı içerisinde
çözülemez. Sorun, sanıldığı gibi Sünni çoğunluğun geçit
vermemesi veya bağnazlığı ile irtibatlı değildir; Alevi
kesim sorunun kaynağını siyaseten kendilerine yakın
sandıkları çevrelerde aramakla ve onları çözüme ikna
etmekle işe başlasın. (Koru, 2008).
Yani Mason Bektaşileri ikna etmekle ve yıllardır onları
kullanan Kemalistleri yola getirmeliler… Yesevi’yi
Mevlana’yı Yunus Emre’yi Mason Bektaşilerin elinden
kurtarmak boynumuzun borcudur. Sözün özü, Yesevi’yi
kullanmak isteyenler önce referansına baksın. Yesevi’yi
Aleviliğe eklemlemeye çalışanlar, önce tarihi okusun.
Tarihe göz atmanın sırası şimdi geldi.
107
Faruk Arslan
Altıncı Bölüm
BEKTAŞİLİĞİN BEŞ YÜZÜ
Geleneksel Aleviler, Aleviliğin masonlardan ve
Bektaşilerden özgürleşme sürecinin başladığını, kırılması
gereken prangalardan en önemlisinin hurafeleştirilmiş
Bektaşilik olduğunu yazıyorlar. Nedeni şöyle açıklanıyor:
Bektaşilik içinde çok çeşitli virüsleri barındıran bir
organizmadır ve Alevilerin bundan kurtulması
zorunludur. Karşımızda bir tarikat olsaydı, bir lideri yada
şeyhi olsaydı yada belli ilkeleri olan bir oluşum olsaydı,
belki kurtulmak daha kolay olurdu. Ama karşıda zamanla
gelişen vücud bulan kültürel bir sentez var ve içinde her
türlü negatif unsur bulunuyor. Çok yüzlü bir oluşumla
karşı karşıyayız. İçinde her şeyi bulmak mümkün, çünkü
sürekli kılık değiştiriyor, fikir geliştiriyor. Hiçbir doğması
olmadığı için kılıktan kılığa şekilden şekle girebiliyor. Bu
nedenle ıslahı, düzeltilmesi mümkün olmuyor, yok
edilmesi de mümkün değil. Çünkü her dönemin hakim ve
batıl fikrini savunabiliyor, bünyesinde taşıyabiliyor. Bu
nedenle tamamen dışlanması gerekiyor. Batıl yaşadıkça
yaşayacağı için dışlanmasından başka çare bulunmuyor.
Bunu yapmaya çalışıyoruz, Bektaşiliğin çok yüzünü
gösterip bir şeyleri anlatmaya çalışıyoruz. Anlayanlar
kurtuluyor, bizzat görüyoruz. Anlamayanlara, anlamak
istemeyenlere üzülüyoruz. (Şahin, 2008).
Yobaz ve bağnazlıktan uzak, militarist oyunlara
gelmeyen Alevilerin yanlışlığın farkında olması
sevindirici. Masonik Bektaşilikten rahatsız olan ve Alevi
ile Bektaşi kavramlarının birbirinden ayrılmasını talep
108
Faruk Arslan
eden Alevilerden Teoman Şahin belki bir otorite değil,
ama radikal önerilerini sıraladığı Alevi Sesi’ndeki
makalesi, aykırı bir ses olarak bir ilk. Şahin, Bektaşiliğin
beş yüzünden bahsediyor. Bu yüzleri tarihi dönemler
halinde ele alalım:
BİRİNCİ YÜZ; 1200-1500 ARASI
Bu dönemin başlarında Hacı Bektaş, Selçuklu sarayının
hemen yanıbaşına Sulucakahöyüke gelip yerleşiyor.
Herhangi bir tarikat kurmuyor. Çevresinde kendisiyle
birlikte hareket eden az sayıda bir kitle var. Bu kitleye
liderlik ettiğine ilişkin bir kanıt yok. Kitlenin Bektaş’ın
dini bilgisi olduğuna inandığı açık. Bektaş Horasanlı
Türk kökenli. Sünni bir mutasavvıf olarak kabul ediliyor.
Maturidi ve Hanefi olan Yesevi alperenlerinden, Hoca
Ahmet Yesevi’den icazet aldığı söyleniyor. Bektaşiliği
çarpıtmak Batini göstermek için uydurma kaynaklar icat
edip komplo teorileri yazanlar, Yesevi’den el almasını,
yahut talabesi Lokman Perende’den aldığı postu ya kabul
etmiyor veya Yesevi’’ bir İsmail Dai’si yaparak ilişkiye
kökünden zehir katıyor. Faik Bulut ve İsmail
Kaygusuz’un hedef saptırdığı gibi, O, ne Selçuklulara
kan kusturmuş Hasan Sabah’ın Alamut Kalesinde 15 yıl
eğitim görmüş sapık bir İsmailli Daisi, nede isyancı Baba
İshakla ilgisi var. ( Bulut, Kaygusuz, 2000). Çünkü Baba
İshak isyanı sırasında henüz 4 yaşında, Anadolu’ya
geldiğinde 27 yaşında bir genç alperen. Tüm Sufi İslam
alimleri gibi politika ile ilgilenmiyor. ( Ocak, 1990).
Onu çevresindeki çok az kişi dışında zamanla bu konuda
araştırma yapanlar tanıyabiliyor. O tarihlerdeki Mevlana
gibi bazı dini çevrelerde tanıyor. Anadoludaki
Hristiyanlarla da bağ kurması kaçınılmaz. Tıpkı Mevlana
109
Faruk Arslan
gibi hoşgörü anlayışı nedeniyle pek çok Rumun
müslüman olmasına vesile oluyor. Bektaş’ın ölümünden
ve Osmanlı kuruluşundan sonra bazı Osmanlı
aydınlarının buradaki insanlarla temasa geçmiş olmaları
muhtemel. Yeniçeri-Bektaşi bağının ilk nüvelerini bu
dönemde görebiliyoruz. Bu dönem Anadolusunda
okuma-yazma yok, insanlar ekonomik sorun içindeler.
Anadolu ne etnik nede dini kimliğe henüz sahip değil.
Herkes iç içe, ekonomik sorun üst düzeyde, siyasal
istikrar, birlik zaten yok. Etkiye açık geniş bir toprak
parçası döllenmeyi bekliyor. Peki Bektaşilerin içine
karışan Kalenderiler kimlerdir?.Saç, sakal, kaş ve
bıyıklarını traş eden, başlarına on iki dilimli sivri keçe
küllah giyen ve hiçbir şeyle alâkadar olmayan insanlardı.
Bunlar kinaye olarak hiçbir şeye aldırış etmeyen, her şeyi
hoş gören adama dilimizde ‘Kalender’ derler. Aşırı
derecede vahdet-i-vücut'cu olan bu tarikat mensupları 17.
asırda ortadan kalkmış olup Bektaşilik bu tarikatı de temsil
etmiştir. Hacı Bektaş’ın başında toplanan zümreye ilk defa
13. asırda rastlamaktayız. O sırada Bektaşilere "Abdalân",
Hacı Bektaş'a da (Gaziler serdarı) (Erenler Severi),
(Kalenderler Piri) deniyor.
Bektaşi bir tarikat kültürü olarak Balkanlar ve Doğu
Avrupa coğrafyasına difüzyonu ve bu yörelerdeki mutlak
(absulute) etkinliğine ulaştığı yıllar incelendiğinde
karşımıza Sarı Saltuk mahlaslı Yesevi alpereni bir evliya
çıkar. Hünkar Hacı Bektaş Veli’ye ilişkin velayetname
varyantlarında bu zat Hacı Bektaş Veli’den bizzat el
almış bir derviştir. Diğer yandan çeşitli tarihi kaynaklarda
bu şahsın Aya Naume, Aya Sprıdone, aya Nicolas, Saint
Clause vb. gibi meşhur Ortodoks tandaslı İsevi Azizlerine
tahvil edildiği de görülüyor. Merhum Turgut Koca Baba;
110
Faruk Arslan
1991 yılında neşrettiği W. Hasluck’un “Bektaşiliğin
Coğrafi Dağılımı” isimli eserinin çevirisinin önsözünde;
Sarı Saltuk’un İseviler’ce kutsallık atfedilen ünlü Azizleri
Santa Klause’nin Noel Baba adıyla bir değişim geçirerek
söylencelerde yer bulduğunu savlamış ve bu mana da
oldukça naif bir muhakeme ve mantık içeren deliller arz
etmişti. Yine Evliya Çelebi’nin gezi notlarında ve Cem
Sultan’ın vakıanüvisti Ebul Hayr Rumi’nin (1473-1480)
“Saltukname” isimli eserinde kendisinden çok geniş bir
mübahese söz konusu. Ebu’ul Hayr Rumi, Saru
Saltuk’tan söz ederken kendisini Horasan’dan Diyar-ı
Rum’a (Anadolu’ya) yerleşmiş “Şerif Hızır” (Hızır Gazi)
isimli ehl-i Sünnet bir evliya olarak yad ediyor.
Şevki Koca’ya göre, bu tespit oldukça makul olup
bilinenlerin aksine Kadim Bektaşilik temelinde bir
Yesevi postulatı olarak “Ehl-i Sünnet Ve’l Cemaat” bir
konsept bulunuyor. Diğer bir başka belge de aslen FasMarakeşli olan ve ünlü bir seyyah olarak bilinen “İbn-i
Batuta’nın” gezi notlarıdır. Bu belgede İbn-i Batuta Sarı
Saltık’tan “Baba Saltuk” olarak bahsediyor. Evliya Çelebi
ise bu azizi Horasan doğumlu olarak tespit edib gerçek
adının Muhammed Buhuri olduğunu savlıyor. Evliya
Çelebi, Saru Saltuk’un 1263 yılında Romanya,
Babadağı’nda bir büyük dergah uyandırdığını belirtmiştir.
Çelebi verdiği bilgileri Özi Valisi “Koca Kenan Paşa”
tarafından yaklaşık 1611 yıllarında yazılmış “Fütühat-ı
Toktamış” adlı eserden ve Gelibolu’lu tarihçi Mehmet
Yazıcıoğlu’nun (vefat. 1451) “Muhammediyye” isimli
çalışmasından istinsah ettiğini zikrediyor. Saru Saltuk
özellikle “Türkapol” adıyla maruf ve Güney Rusya’dan
göç ederek Romanya-Dobruca’ya yerleşmiş Hristiyan
Türk Tatar’ların müslümanlaşmasında önemli roller
111
Faruk Arslan
oynamıştır. Hacı Bektaş Velayetnamelerine göre, Hz. Pir
kendisine görev vererek yanına kattığı “Ulu Abdal” ve
“Kiçi Abdal” isimli dervişler ile birlikte Balkanların
irşadına memur eder. Saru Saltuk Hazretleri tahta (batın)
kılıcıyla Kırım başta olmak üzere Azerbaycan, Sinop,
Moldavia, Kaligra, Dobruca, Varna, Gerlova, Niş, Lej vs.
gibi yöre ve merkezlerde birçok keramet izhar ederek ön
Bektaşilik diye adlandırabileceğimiz döneme damgasını
vurmuş ve tüm Doğu Avrupa’da irşat merkezleri
uyandırmış Abdalan-ı Rum mahlaslı Alperenlerdendir.
Saru Saltuk bilinen kayıtlara göre 14’ncü yüzyıl
başlarında Hakk’a yürümüş olup, dünya üzerinde tam on
yedi ayrı yerde kabir merkaddi (nazarlaması) bulunuyor.
Osmanlı’nın devlet durumuna gelişinde İçbatı Anadolu
ve Balkanlarda siyasal, yönetsel ve askeri bakımdan
yapılanmasında genel Aleviliğin ve Aleviliğin
türevlerinden Ahiliğin, Alevi, Bektaşi ve Ahi dervişlerin
temel rolü olmuştur. Orhan Bey Rumeli’yi Osmanlı’ya
kazandırırken; Halil Ece, Yakup Ece, Akbaş Baba, Gazi
Fadıl Bey gibi toplum içinde saygınlığı olan ileri gelen
kimseleri görevlendirmiştir. Bunların tümü Alevi ve
Ahidirler.
Balkanlarda ortak bir “Sarı Saltık kültü” vardır. Bu
inanışın izlerine, etkinliğine Yunanistan, Romanya,
Bulgaristan, Kırım ve Azerbaycan’ın tümünde rastlanır.
Tarihlerin anlatımına göre Sarı Saltık 1263’lerde 12 bin
Türkmen ailesiyle Kırım ve Dobruca yörelerine gidip
yerleşmiş ve İslamlığı yaymaya çalışmıştır. 14. yüzyılda
yöreyi dolaşan ünlü Arap gezgini İbni Batuta bu yıllarda
yörede “Ahilik”le birlikte “Sarı Saltık kültü”nün de
yaygın olduğunu, Altınordu ülkesinde bayağı
112
Faruk Arslan
tutunduğunu yazar. Sarı Saltık, Kırım Hanı’yla birlikte
savaşlara katıldığı, savaşçılara coşku aşıladığı, Rumeli ve
Kırım Tatarlarını İslamlaştırdığı, en çok Edirne ve
İsakça’da yaşadığı, İlhanlı ve Coçı Uluslarının kültür
tarihlerine de mal olduğu bilinmektedir. Sarı Saltık’dan
sonra gevşeyen bu akımı, özellikle Altınorda ve Tatar
yörelerinde Sarı Saltık’ın müridlerinden Tokatlı Barak
Baba toparlamıştır. Binlerce müridiyle Sarı Saltık, ardılı
(halifesi) Barak Baba, Horasanlı Taptuk Emre ve
Azerbaycanlı Geyikli Baba Osmanlı uç bölgelerinde
etkili olmuşlardır.
Ebusuud Efendi’nin Saru Saltuk ile ilgili fetvası şu
şekildedir. “El cevap; Riyazaat ile kadid olmuş bir
keşişdir” Mealen (İbadet ile vücudi zevkleri terk etmiş ve
dinin şer’i kayıtlarından kurtulmuş bir manastır rahibi
gibidir.) Ebusuud Efendinin bu tesbiti son derece yerinde
olup, bu fetva’dan sonra Saru Saltuk muhtemel bir
takibattan kurtulmuştur. Ebusuud Efendinin fetvasında
Bektaşiliğe yergi değil tam tersine bir övgü söz
konusudur. Hakikaten Bektaşi evliyaları kendilerini Allah
ibadetlerine adamış ve din gibi aidiyetlerin dışına
çıkabilmiş ve gerçek anlamda ıtlak mertebesi olan; “Enel
Hak” namazını Macaristan’da bizzat kaldırmıştır. ÖnOsmanlı Fatihlerinin fetih ve fütüvvet (feta) amaçlı kıt’a
Avrupa’sına geçiş teşebbüsleri 1221-1360 yılları arasında
(tam anlamıyla yerleşik bir konuma ulaşılıncaya kadar)
tam on sekiz kez yenilenmiştir. Diğer yandan, Seyfiyan-ı
Rum, Gaziyan-ı Rum, Abdalan-ı Rum ve Bacıyan-ı Rum
ortak paydasıyla bilinen Alperen dervişlerin gerçek
manada Avrupa’da iskanları ancak dokuzuncu sefer ile
gerçekleşmiş olup Orhan Gazi döneminin 1337 yılına
113
Faruk Arslan
tekabül etmektedir. 1337 yılında gerçekleşen bu geçiş
esnasında konumuza mehas teşkil eden ünlü Bektaşi azizi
Seyyid Ali Sultanda yer almışlardır. Bu sefere daha önce
Saru Saltuk’un geçişi karine alınarak Alperenlerin ikinci
Rumeli geçişi veya Kırkların birinci geçişi denilmekte
olup Bektaşi sözlü geleneğinde önemli bir yer
tutmaktadır. Ancak gerçek anlamda iskan ihtiva eden
Rumeli Fütühatı ise on sekizinci geçiş ile sağlanabilmiş
olup buna da Kırklar’ın ikinci geçişi denilmektedir.
(Kırklareli vilayetinin adı buradan karinedir.) Bu tarihte
Doğu Roma (Bizans) İmparatoru “Yuanis
Kantakuzinos”tur. 1354 yılında Orhangazi’nin
kumandanlarından Süleyman Paşa komutasında bir ordu
ile Gelibolu tarikiyle Rumeli’ne (Trakya’ya) ayak
basılmıştır. Güzergah takip edilerek; Bolayır (Purgaz),
Koşukavak, Edrene, Eceabad, Konurhisar, Tekfurdağı,
Rusçuk, Slistire, Şumnu, Niğbolu, İpsala, Malkara,
Hayrabolu, Keşan, Çorlu, Dimetoka gibi mekanlar
tamamıyla Osmanlıların mutlak denetimi altına
girmişlerdir. Bu sefer esnasında bölgenin önemli
müstahkemlerinden sayılan Çimpe, Haçie, Mürsed
(Mürsad), Baç’in gibi kaleler ele geçirilmiştir. Bu
fetihlere ilişkin olay örgüsü (1644-1701) yılları arasında
burada postnişinlik yapmış “Cezbi Abdal” tarafından
yazılan “Seyyid Ali Sultan” Velayetnamesinin içeriğinde
oldukça allegorik bir uslüp ve esatirik mahiyette tespit
olunmuştur. Söz konusu Velayetname’de Emir Sultan (
Başbakanlık Arşivi, 1827), Seyyid Rüstem Gazi,
Abdüssamed Fakih, Seyyid Ahmed gibi Abdalan-ı Rum
mensuplarının isimleri tek, tek zikredilerek bu geçişin
Yıldırım Han’ın (1’nci Bayazıd) emir ve önderliğinde
yapıldığı tespit olunmuştur. Velayetname burada bir
114
Faruk Arslan
çelişki arz etmektedir; zira söz konusu Rumeli Fethinin
1357 yılında olduğuna dair müverrihlerin ittifakı esas
alındığında, bu tarihlerde Osmanlı iktidarında Yıldırım
Han yani 1’nci Bayazıd değil Orhan Gazi Han
bulunmaktadır. Diğer yandan 1’nci Bayazıd’ın 1387’de
Karaman Savaşına bizzat katıldığı ve gösterdiği üstün
kahramanlıklardan dolayı “Yıldırım” mahlasını aldığı
kayıtlarda belirtilmiştir. Esasen Orhan Gazi’nin vefatı
1389 ve 1’nci Bayazıd’ın cülusu ise 1389 tarihlerindedir.
Diğer yandan Velayetname’de yer alan Alperenler’in
(Hezarfen, 1999) çoğunun Orhan Gazi dönemi
yaşadıkları bilinmektedir. Bu zatlar şunlardır; Süleyman
Paşa, Akçakoca, Konuralp, Abdurrahman Gazi, Kara
Mürsel, Aykut Alp, Tez Ali, Akbaş Mahmud, Kara
Tekin, Gündüz Bey, Hacı İlbey, Lala Şahin, gazi Fazıl,
Evrenos Bey, Turgut Alp, Ece Bey, Hızır Bey, Eflegan
Bey, Rüstem Gazi, Seyyid Ali Sultan, Abdüssamed
Fakih, Seyyid Ahmet, vb. (Noyan, 2003:15)
Toplam kırk yiğide atfedilerek mitolojik hüviyet
kazanmış olan bu geçiş esnasında şehit düşmüş zatlardan
birinin kabri Gelibolu’da medfun olup kumsalda bulunan
kabri dolayısıyla bugünün halkı tarafından Kum Baba
ismiyle anılarak ziyaret edilmektedir. Bazı kaynaklarda
bu sefere Orhan Gazi’nin bizzat katıldığı, ordunun sol
tarafında yer aldığı ve ortada Sarıca Paşa ve sağ kanaatta
Süleyman Paşa’nın olduğuna dair bilgilerde mahfuzdur.
Osmanlılar, 1. Murad döneminde Yunanistan ve
Bulgaristan’ın önemli yerlerini almış ve Anadolu’daki
Türkmen oymaklarının bir bölümünü buralara
yerleştirmiştir. Alevi-Bektaşi topluluklarının Yunanistan
ve Bulgaristan yörelerine yerleşmesi genellikle bu yolla
115
Faruk Arslan
olmuştur. Daha önceleri Babai (1240) olayı sonrasında
kırımdan korkan kimi Batıni- Babai ve Alevi toplulukları
da hemen olay sonrası yıllarda bu yörelere göçmüşlerdir.
Bugün, bunlar bu yörelerde “Babailer” olarak
adlandırılırlar. Alevidirler. 2. Bayezıd kendisine karşı
olarak gördüğü kimi Alevi-Bektaşi topluluklarını “Safevi
yandaşıdır” suçlamasıyla Yunanistan, Sırbistan, ve
Arnavutluk’a sürmesi Balkanlarda Alevi nüfusun
artmasında önemli bir etkendir. Bu dönem Yunanistan’ın
Modon, Koron gibi adaları Aleviler için sürgün
merkezleri olmuştur
Seyyid Ali Sultan, 1385 yılında Dimetoka’nın
Microdorian (Demirviran) adı verilen köyünde Kızıldeli
Çayının bitişiğinde bir Bektaşi Dergahı kurarak ilk
postnişini olmuştur. Daha sonraları bu tekkede Balım
Sultan, Vahdeti Dede, Seyyid Mustafa Dede, Kara Ali
Dede, Sadık Abdullah Baba ve birçok Bektaşi dedesi
yetişir ve misyonerlik çalışması yaparak Bektaşiliği tüm
Virani, Vahdeti, Ahmet Gurbi, Belgratlı Agâhi Dede,
Bosnevi, Muharrem, Mahzeni, Sersem Ali Baba, Lezizi,
Aru Baba, Derviş Bekim, Şemimi ozan-derviş kuşakları
geliştirirler. Bu tür yoğun çalışmalar sonrası bu tarikata
Türk dışı Yunan, Arnavut ve Yugoslav kökenliler de
girmişlerdir. Bektaşilik, Arnavutluk halkı arasında da çok
yaygındır. Makedonya Cumhuriyeti, Sırbistan Kosava
Özerk Bölgesi’nde ve bugünkü Arnavutluk’ta yaşayan
toplumların dinsel, siyasal ve kültürel yaşamlarının
oluşmasında Bektaşiliğin önemli ölçüde belirleyicidir.
116
Faruk Arslan
Yine bu dergahın kuzeyine kalan “Kırca Ali” köyünde bir
makam (nazarlaması) mevcud olup, A.B.D. / Detroit
Dergahı Postnişini Merhum Recep Ferdi Baba’nın
“Bektaşi Mistisizmi” isimli Arnavutça eserinde bir tesbit
açısından burasını zikreden Rusçuk’lu Şair Zarifi’nin
aşağıda belirttiğimiz dörtlüğüne yer verilmiştir.
Hü Dost
Aşıklar der sana beli
Eyasadık gerçek veli
Kırcali’de Kızıldeli
Maksuduma ir’gör beni
Dimetoka Dergahı dünya üzerinde mücerret hilafet erkanı
yapılabilen beş büyük tekyesinden biridir. Bu nedenle
Arnavut muhiblerce “Tegejah Madh” yani Büyük Tekye
ismiyle anılır. Dergah 1’nci Bayazıd dönemi vakfıyyeye
sayılmıştır. Tekyenin Kızıltepe mezrasında türbesi
bulunan Seyyid Ali Sultan’ın anısına binaen buraya bir
meydanevi inşa edilmiş olup Yukarı Dergah ismiyle
anılmaktadır. Daha çukurda bulunan bir meydan evi de
bulunmakta olup aşağı Dergah denilmektedir.
Araştırmacı Ahmet Hezarfen tarafından Başbakanlık
Osmanlı Arşivleri titizlikle incelenerek söz konusu
Dergah’ın 1829 tarihi itibarı ile devletçe gasp edilen vakıf
ve mamelek envanteri “Tarih ve Toplum” Dergisinin
1999 yılı 189’ncu sayısında deklare edilmiştir. Dimetoka
Sancağının, Çirmen (Ormenion) Liva’sında Mürsel Gazi
veya Mürsel Baba (Balım Sultan’ın Babası) adına kayıtlı
bir Tekye daha bulunmaktadır.
Dimetoka Dergahı 1826 yılında 2’nci Mahmud tarafından
başlatılan Yeniçeri-Bektaşi Kıtal’inden nasibini almış ve
117
Faruk Arslan
tahrip edilerek kapatılmış, son postnişini olan İbrahim
Cefai Baba ise şehit edilmiştir. Diğer yandan 1807 yılında
Hakk’a yürümüş bulunan ve Kruja (Görice) Kentindeki
Nepravişta kasabasında kurulu “Abdullah Melcan”
Dergahının ilk postnişini olan Kemalettin İbrahim
Şemimi Baba tarafından Elbasan’da bir meşhuta inşa
edilmiş ve yıllar sonra Dimetoka Dergahının şehit edilen
son postnişini İbrahim Baba’nın ismi bu meşhutaya izafe
edilerek “Elbasan İbrahim Cefai Baba” Tekyesi olarak
yad edilmiştir. Cefai Baba Tekyesinin son postnişini ise
önceleri Bağdat Kazımiye Dergahının postnişinliğini
derühte eden ve şehitlik dergahı postnişini Halife Nafi
Baba’dan nasipli, mücerret Halife Selman Cemali Baba
olup bu zat 1943 yılında Hakk’a yürümüştür. Tekirdağlı
Belediye Başkanı Hasan Cemali Baba ile genellikle
karıştırılır. ( Koca, 2001).
İKİNCİ YÜZ; 1500-1826 ARASI
Bu dönemi fidana can suyu verilmiş dönem olarak görme
eğilimindeyim. Mutasavvıf bir Sufi olan dindar Osmanlı
sultanı 2.Bayezid tahta geçiyor ve Anadoludaki tüm dini
yapılaşmalara el atıyor. Anadolu Aleviliğinin temellerini
atan padişah sıkı bir müslüman. Dimetokadan Balım
sultanı Sulucakarahüyüke tayin ediyor. Var olan
yapılanmayı tarikat yapılanmasına dönüştürüyor. Bütün
gücüyle destekliyor. Bununla da yetinmiyor, tarikat
kurucusu ilan ettiği Hacı Bektaşı Anadoluya keramet
sahibi bir veli olarak tanıtmak için sarayda Firdevsi
Tavile, Menakıbı Hünkar Hacı Bektaş Vilayetnamesi’ni
yazdırıyor.
Hacı Bektaşın uçtuğunu, kerametler gösterdiğini, büyük
bir veli olduğunu bu eserle tüm Anadoluya ilan ediyor.
118
Faruk Arslan
Hem 2.Bayezid, hemde Hacı Bektaş bu eser sayesinde
Veli kabul ediliyor. Bektaş ‘Seyyid’ ilan edilirken
Padişahta ‘Sofu’lakabını kazanıyor. Padişah,
Anadolunun Sünnileştirilmesini bu yolla İslamileşmesine
yönelik hamleler içinde görüyor. Buraya Türk-Türkmen
göçerlerin yönelmesini sağlamaya çalışıyor. Okuma
yazması olmayan Anadoluluya, anlatıların devlet eliyle
duyulması sağlanmaya çalışılıyor. Bektaşi-Yeniçeri
ilişkisi gelişiyor, her iki kurumda yabancı unsurlara açık
kurumsallaşmalar Osmanlı eliyle büyüyor.
Balkanlarda 15. yüzyıldan sonra yoğun ölçüde Bektaşi
tekkeleri kurulmuştur. Bunların en önemlileri Akyazılı
Baba tekkesi, Demir Baba tekkesi, Otman Baba tekkesi,
Ali Baba tekkesi, Kıdemli Baba tekkesi, Yahya Paşa Bali
tekkesi, Hüseyin Baba tekkesi, Genç Baba tekkesi,
Kızane tekkesi, Sersem Ali Baba tekkesi, Sarı Saltık
tekkesi, Seyyid Ali Sultan tekkesi, Gül Baba tekkesidir.
Büyümeye Yavuz ve Kanuni dönemlerinde de katkılar
sağlanıyor. Anadolunun en çok Alevi katledilen bu
döneminde Bektaşilik, yeniçeri ilişkisi yoluyla Osmanlı
başkentinde kök ve etki salacak boyutta büyüyor. Bu
dönemin başlarında Balım sultanın yola bazı şekli
unsurları kattığını, sistematize ettiğini görüyoruz, bu
sistem zamanla gelişiyor. Bu yüzden o da piri sani (ikinci
kurucu) olarak tarihe geçiyor. Osmanlı tarihçileri tarikatı
Yesevi –Nakşi çizgisinde kabul ediyorlar. (Şahin, 2008).
Bektaşilerin ikinci piri sayılan Pir Balım Sultan da
(Hulâsattülbüdalâ) diye tavsif ediliyor. Hacı Bektaş-ı
Veliden sonra sırasıyla Seyyid Ali Sultan (mürşidi Hacı
119
Faruk Arslan
Bektaş Veli), Yağbali Sultan (Mürşidi Seyyid Ali Sultan)
harakatı yönetir. (Koca, 2003).
Bektaşilere (Işık taifesi) de denir. Bu tâbirin Hacı Bektaş
tarafından vazedildiği rivayet ediliyor. Hakikatten haberdar olmayanlar zulmattadırlar; özlerinde agâh olanlar ise
hakikat nuru ile aydınlıkta ve ışıktadırlar. Bursada ışıklar
mevkii de orada bulunan ve Ramazan Baba isminde bir
Bektaşi azizine ait tekke dolayısıyla bu adı almıştır. Hacı
Bektaş zamanında Bektaşiliğin erkânı, kuyudatı yoktu.
Hacı Bektaş, kendisine intisap edeceklerin, Kalenderiler
de olduğu gibi, başlarını traş eder ve keçe külâh
giydirirdi, erkân yalnız bundan ibaretti. Hacı Bektaş'ın
güttüğü gaye dahilinde tarikata erkân ve kavait
kendisinden sonra, 15. asırda Pir Balım Sultan tarafından
vazedilmiş ve çok sonraları bu tarikate (Tariki Nazenin)
de denilmiştir.
Bektaşilik tarihinde Hacı Bektaş Veli’den sonra akla
hemen Balım Sultan gelir. Bektaşiliğin
kurumsallaşmasında mühim sofistike roller üstlenmiş
olup bu nedenle “Pir-i Sani” yani İkinci Pir olarak
anılmaktadır. Tarikat ritüelini tanzim ederek, “Kanun-u
Evliya” ismiyle bilinen bir erkanname ve tüzük
hazırlamıştır. Bektaşi Kültür kurumu bugün dahi bu
erkanname formatının ön gördüğü ilke, disiplin ve
muhakemat ile idare olunmaktadır. Babası Kadıncık
Ana’nın (Bacıyan-ı Rum’dan İdris Hoca’nın eşleri olup,
Bektaşiler arasında çok büyük kutsallık atfedilen Kutlu
Melek isimli Azize’dir. Kabri Kırşehir Ahi Evran
mezrasındadır. Öte yandan Bacıyan-ı Rum adı verilen
konsept ise bilindiği gibi Anadolu Bacılarını kapsayan bir
teşkilat olmayıp, Roma Tekfurlarına Bac yani vergi
ödemek suretiyle toprak işleyebilme özgürlüğü ve
120
Faruk Arslan
özerkliği kazanmış ve ilerleyen dönemlerde Türkler adına
istihbarat görevi yapmış olan bir Ahi disiplinidir.)
torunlarından Mürsel Gazi (Mürsel Baba) dır. Annesi
dönemin Dimetoka Tekfurunun kızı Maria’dır. Mürsel
Gazi ile olan evliliklerinin öyküsü oldukça esatirik
boyuttadır. Bu kadın evliya “Kızana” mahlasıyla bilinir.
Diğer yandan Mürsel Baba adına Ormenion (Çirmen)
veyahut bilinen adıyla Harmancık kasabasında bir
Bektaşi Dergahı olup, Mürsel Gazi bu Türbede
medfundur. Azize Maria ise Bulgaristan’ın Eski Cuma
yöresinde medfun olup burada kurulu dergaha Kızane
Tekyesi denilmektedir. (Cebeci Halk Kütüphanesi).
1428 yılında doğan Balım Sultan Hazretlerinin asıl ismi
Hızır’dır. Annesi doğumundan hemen sonra Hakka
yürümüştür. Bu nedenle süt yerine Ballı su ile
büyütülmüş ve buradan karine olarak Balım Sultan
mahlasıyla anılmıştır. Mürşidi Yağbali Sultan’dır. Balım
Sultan Kızıldeli Dergahında 1445-1484 yılları arasında
postnişinlik yapmıştır. 1484 yılında Kırşehir pirevi
postnişinliğine getirilmişse de 1487 yılında 2’nci
Bayazıd’ın kardeşi Cem Sultan ile girdiği iktidar
kavgasında Bektaşi-yeniçeri organik bağından ürken
padişahın bir tedbir olarak Pirevi faaliyetlerine on iki yıl
sürecek bir dönem kapatması üzerine yeniden
Dimetoka’ya dönmüş ve 1487 ile 1499 yılları arasında
Kızıldeli Dergahında ikamet eylemiştir. 1499 yılında
muhtemel bir Safevi saldırısından ürken 2’nci Bayazıd
tarafından Pirevi hizmete açılmış ve Balım Sultan
İstanbul’a davet edilerek sarayda karşılanmıştır. Aynı yıl
Çinili Köşkte Balım Sultan’dan Bektaşi intisabı alan
padişah tarafından izzet-i ikram görerek, Pirevi postunda
yeniden ikamete başlamıştır. Balım Sultan 1520 yılında
121
Faruk Arslan
Hakka yürümüş olup, 1516 yılında daha sağlığında ve
kendisinin gözetiminde Şahsuvaoğlu Ali Bey’e bir türbe
inşa ettirmiştir. 1520 yılında bu türbeye defnedilmiştir.
Türbe kapısının revaklarında “inna fetehna leke fethan
mubiyna” ayet-i kerimesi işlenmiş olup yan yana üç adet
teslim taşı da hak edilmiştir. Bu teslim taşlarından büyük
olanı Hace Bektaş Veli’ye, küçük olanlar ise Abdal Musa
Sultan ve Balım Sultan’a izafe edilmişlerdir. (Koca,
2003).
Bu evrede Türk unsurlar, tasavvufi unsurlar, sistematize
edilmiş tarikat kurallarıyla bütünleşiyor. Anadoluya gelen
başka yabancı unsurlarda katkılarda bulunuyorlar.
Batınılik, Hurufilik, Şiilik gibi unsurlarında Bektaşilik
içine, katılanlar tarafından sızdığını görüyoruz. Pir Sultan
Abdal’ın öncülüğünü yaptığı düvezi imam türünden
deyişlerle Anadoluya 12 imamların isimleri giriyor ve bu
isimler Safevi etkisiyle de özellikle Türk-Türkmen
kitleler arasında hızla yayılıyor. Bayezıd-Yavuz ve
Kanuni, bu etkiyi teorik Sünni açılımlarla kırmaya
çalışıyor. Katkılar ve niyetler nedeniyle artık Bektaşilik,
Bektaşın kendi fikrinden kopmaya başlıyor. Bu dönemin
sonları, Bektaş’ın kendisinin bile tanıyamıyacağı bir
tarikat oluşuyor. (Şahin, 2008).
Yavuz Sultan Selim’in Alevî katliamı yaptığı iddiası
İranlılara aittir. Batılılar da bu propagandaya destek
vermektedirler. Yavuz, Bektaşi tekkesine mensuptur, yani
bir Bektaşidir. Kulağında da Bektaşi olduğunu gösteren
“teslim halkası” vardır. Bektaşi Yavuz, kendisi gibi
Bektaşi tekkesi mensubu Yeniçerilerle İran şiileri üzerine
yürümüştür. Zafer de Yavuz’a nasip olmuştur. Olay
budur ve kesinlikle bir Alevî katliamı söz konusu
122
Faruk Arslan
değildir. Var diyenlerin arşiv belgeleri çıkartıp ortaya
koyması lâzımdır. (Sezgin, 1997).
Balım Sultan’dan sonra ilk ve en önemli Postnişin
Sersem Ali Baba Kanuni Sultan Süleyman Han’ın
zevcelerinden Mah-ı Devran Sultan’ın ağabeyidir. Asıl
ismi Server Ali Paşa olup Kanuninin vezir-i
azamlarındandır. Enderun’da yetişmiş bir devşirmedir.
Acemi oğlanlığı esnasında Bektaşiliğe intisab etmiştir.
Mürşidi Balım Sultandır. Muhtemel bir kalender Çelebi
isyanında tarafsız kalabilmek amacıyla vezir-i azamlık
görevinden sarf-ı nazar ederek Pirevine yerleşmiştir.
Bunun üzerine Kanuni kendisine; bundan sonra senin
adın Server değil Sersem olsun buyururlar. Bu tarihten
itibaren Sersem Ali baba ismi mutahharı ile anılır olur.
Hicri 927 (M. 1520) Hacı Bektaş ilçesi Pirevi
Postnişinliğine atanır. Bektaşi kültür tarihi boyunca
Dedebaba mahlas-ı şerifini ilk kullanan tarikat şeyhi
Sersem Ali Dedebabadır. Bugünden itibaren tüm Bektaşi
kutupları dedebaba mahlası ile anılır olur.
Kalender Çelebinin Huruc-u Alel Sultan etmesinden
ürken padişah, dedebaba ile organik bağı olan Yeniçeri
ordusu üzerinde mutlak etkisini sürdürebilmek amacıyla,
ikinci eşleri Hürrem Sultan’ın önerisi ile (Hürrem Sultan
aslen Ukrayna’lı olup asıl adı Raksolandır. Kanuni
üzerinde etkinlik sağlayıp, Mah-ı Devran Sultan’ı gözden
düşürmüştür.) Pirevini kapatır ve Sersem Ali Dedebabayı
dönemin Yunanistan sınırları içinde bulunan Vardar
Yenicesine zorunlu ikamete icbar eyler. Burada Hayreti
Baba Dergahında (Hayreti Babanın kardeşleri olan ünlü
Melami şeyhi Yusuf Sineçak Hazretlerinin kabr-i şerifleri
123
Faruk Arslan
Eyüp Kabristanında olup, oldukça bakımlıdır.) Bir süre
kalan Sersem Ali Baba daha sonra Tetova Vales’e
(Köprülü) geçerek burada bir dergah uyandırır. (H. 933M. 1526) Bu arada 1527 yılında Kalender Çelebi isyanı
oldukça kanlı olarak bastırılır. Kalender Çelebi’nin kesik
başı Pirevine getirilerek defnedilir. Bugün Balım
Sultan’ın hemen yanındaki türbe Kalender Çelebiye aittir.
Bu tarihten sonra İstanbul’da veba (taun) salgının baş
göstermesi üzerine bir şefaat arzusu duyan Kanuni bu
defa Sersem Ali Babayı yeniden Pirevinin başına getirir.
Hicri 957 (M. 1550) yılında yeniden Pirevi
postnişinliğine getirilen Dedebaba hicri 977 (M. 1569)
yılında Hakk’a yürür. ( Koca, 2003).
Girit’e Bektaşiliği, Horasan Türkmenleri soyundan
Kırşehirli Horasanlı Mevlana Derviş Ali Dede sokar.
1664’de Girit’in alınması sırasında orduya “Bektaşi
yoksulları kafilesi”nin başı olarak katılmıştır. Derviş Ali
Girit’te Bektaşiliği örgütler, kurumlarını (dergâhlarını/
tekkelerini) açar, babalar atar. Böylece Horasanlı Degâhı,
Girit’te Bektaşiliği halka benimseten merkez olur. Girit’te
Bektaşiler Kandiye, Resmo ve Hanya kentlerinde
yoğunluktadırlar.
Kasım Baba adlı bir Bektaşi 2. Mehmed döneminde
Arnavutluk’a yerleşmiştir. 17. yüzyılda Arnavutluk’u
gezen Evliya Çelebi, Emevi halifeleri, Muaviye ve
Yezid’e karşı nefret duyan bir halkla karşılaşır. Bunlar
teberra / tevallaya inanan Alevi-Bektaşilerdir. Ergeri’de
dinsel uygulamaları arasında Nevruz ve Sarı Saltık
bağlılığı olan topluluklar görür. “Abdal” v. b. gibi
terimlere ve Alevi-Bektaşi motiflere Arnavut halkı
124
Faruk Arslan
arasında rastlar. J. K. Birge Kruje’de Bektaşi izlerinin
1700’lere dek indiğini Tekke ve mezarlıklarda Bektaşi
simgelerine rastlandığını yazar. 1789-1822 arası
Arnavutluk’ta özerk olan Epir Veziri Tepedelenli Ali
Paşa Şemimi Baba’dan “nasip almış” bir Bektaşi’dir ve
Bektaşiliği yörede yayıcı misyonerlik çalışmaları
yaptırmıştır. Kendisi dahi resimlerinde Bektaşiliğin
ritüelinde Oniki İmamların simgesi olan 12 dilimli
başlıkla görülür. Bektaşiliğin, Arnavutluk’ta en parlak
dönemi Tepedelenli Ali Paşa dönemidir.
Arnavutluk’ta ve Balkanlarda Bektaşiliğin
yaygınlaşmasında, önemli değerler yetiştirmesinde,
kurumlar oluşturmasında; sanat, bilim, düşünce, siyaset
ve örgütlenme alanında önemli kimseler yetiştirmesinde
Fraşeri ailesinin önemli bir yeri vardır.
Balkanlarda Hıristiyan kesimler dahi Sarı Saltık’ın kendi
dinlerinin yayıcısı olarak görürler. Balkanların çok
yerinde ve Yugoslavya’da; İpek, Kruya, Prielp ve Paştrik
Dağı’nda Sarı Saltık’ın mezarı olduğu söylenir. Bu
benimsemeye Kafkasya ve Romanya da katılırlar.
ÜÇÜNCÜ YÜZ; 1826-1923 ARASI
Yeniçeriler yabancı unsurlarında etkisiyle sarayda etkin
rol oynuyorlar. Devşirilen Hıristiyan çocukların sünnet
olma zorunluluğu kaldırılıyor. Osmanlı yozlaşan bu
ordudan kurtulmak istiyor. Yeniçeriler 1826 yılında
acımasızca katledilince aradaki ilişki nedeniyle bundan
Bektaşi dergahları da etkileniyor. Bu dönemin başını
Bektaşiliğin Osmanlı kontrolünden çıkmasının başlangıcı
olarak kabul ediyoruz. Kıyım nedeniyle Bektaşilik
125
Faruk Arslan
Balkanlarda ikinci plana düşer. Yalnız, bu durum kısa
sürer. Kısa zamanda “geçmiştekinden daha az önemli
olmayan bir etkinlik dönemine” girilir. Bektaşilik bu
dönemde giderek kitleselleşir ve geniş kamu yığınlarına
mal olur. Üst katmanlar ve yönetim makanizması
içerisinde yer edinme sürecine girer.
1826 Bektaşilik-Yeniçerilik kırımını Arnavut Bektaşileri
bir bakıma ziyansız atlatmışlardır. Arnavutluk’ta
yaşayanların dörtte biri Bektaşidir. Bektaşilik, Katolik ve
Sünniliğin yanı sıra resmen tanınan bir yoldur.
Arnavutlar, Kiga ve Toska olarak iki bölgede
oturmaktadırlar. Bu bölgeleri, İşkombi Irmağı
ayırmaktadır. Kiga bölgesi kuzeydedir, halkı ise oldukça
kavgacıdır. Toska güneydedir ve halkı daha uysaldır.
Toskalılar tümüyle Bektaşidir. Arnavutluk’ta özellikle 18.
yüzyıldan sonra Bektaşilik propagandası yapılmaktadır.
Bölgede Bektaşiliğin yaygınlaşmasında ve etkin bir güç
durumuna gelmesinde bir Bektaşi olan Yanya Valisi
Tepedelenli Ali Paşa’nın büyük rolü vardır. Dierl’in
belirttiği gibi Arnavut Bektaşileri Osmanlı Devleti’ne
“çok iyi asker, yetenekli devlet adamları ve valiler
vermişlerdir”.
Balkanlarda Bektaşilik Hıristiyan kesimleri de etkilemiş;
Hıristiyanların İslamlığa, özellikle Bektaşiliğe geçişlerine
yol açmıştır. Arnavutluk, Girit, Makedonya’nın Kesriye
bölgesi, Güney Makedonya’nın Teselya Konyarileri,
Rodop Yörükleri, Dobruca Tatarları hep bu türdendir.
Hasluck’un deyişiyle bu bölgelerde, “Hıristiyan halklara
aşılanmış bir Bektaşilik olayı”na rastlanılmaktadır.
“Bektaşiler, Hırıstiyanlar arasında özellikle ermiş kültü
126
Faruk Arslan
alanında derin iz bırakmışlardır”. Bektaşi tekkeleri
açılmış, bunlar misyonerlik çalışmaları yapmışlardır.
Alevi-Bektaşi motifleri, bölge halkının yaşamına
girmiştir. Bektaşi aziz ve velilerinin türbeleri yaygındır,
sürekli ziyaret edilmektedirler.
20. yüzyılda Arnavutluk’taki Bektaşi bölgesi güneydeki
Malakastra’dır. Burası bir Toska bölgesidir. Buradaki
Bektaşilik Tepedelenli Ali Paşa’nın etkinliklerinin bir
devamıdır. Gerçi Tiranlı Esat Paşa’nın bağnaz
Gegalarının kıyım ve yıkımına uğramışlarsa da, ortadan
kaldırılamamıştır. Ali Paşa’nın çalışmalarıyla daha
kuzeydeki Kroya ve Akçahisar da Bektaşiliğin kaleleri
olmuşlardır. Kroya, Sarı Saltık kültü ve söylencelerinin
merkezi konumundadır. Bu harekette Tepedelenli’nin
çağdaşlarından Beratlı Ömer Viryoni ile Avlonyalı
Mahmut Beylerin rolleri küçümsenemez.
Jön / Genç Türk- İttihat Terakki hareketine ortam yaratan
Arnavutluk bir Bektaşilik yatağıdır. Yoğun ve etkin bir
Bektaşi toplumuna sahiptir. Bir Arnavut gazetesi
1913’lere ait durumu şöyle değerlendiriyor:
“Akıllı ve zeki Arnavut Müslümanlarının büyük bir kısmı
dinlerinden kopmuş ve Bektaşi olmuşlardı. Buna
İslamlığın Protestanlığı da denebilir. Hattâ daha da çoğu
söylenerek, özgür düşünce, eşitlik ve kardeşlik lehine dini
değiştirip yalınlaştırarak mason inancına oldukça
yaklaştırdıkları ileri sürülebilir. Böylece onu idealize
etmiş ve eski Asya masonluğu temeline oturtmuşlardır.
Bugün, bu ve öteki kültürlü ve zeki, Müslüman ve
Hıristiyan Arnavutluklardan girmişlerdir”.
127
Faruk Arslan
Ötede, Budapeşte de Bektaşiliğin bir ileri karakoludur.
Gül Baba kültü buradaki Alevi-Bektaşiliğin günümüze
kadar getirilmesine neden olmuştur (Birdoğan, 1990).
Bu dönem, Anadoluya yavaş yavaş hakim olan Sabatayist
unsurların egemenliğe üst düzeyde etki ettikleri
döneminde başlangıcı oluyor. Sünni Osmanlıdan darbe
yiyen Bektaşiler, Sabatayistlerin etki sahasına giriyorlar.
Bektaşilerin, özellikle Sünni İslamla hesaplaşmaları,
Sünni İslamı yavaş yavaş eleştirmeye başlamaları bu
dönemle başlıyor. Bektaşileri, bu dönem Sabatayistler
yönlendiriyor. Sünni İslam üzerinden İslam dinine saldırı
başlıyor. Bektaşi fıkraları, bu dönemin sonuna doğru
bolca kayıtlara geçiyor. Sabatayist Bektaşiler, bu
eleştirilere Şii bilgilerini de katıyorlar. Osmanlının
barışma ve ilişkiyi eski hale getirme çabalarını Sabatayist
etki ve savaşlar kesiyor.
Bu dönem, Bektaşiliğin tamamen Osmanlı konrtrolünden
çıktığı, boşluğu Sabatayist-Masonik unsurlar ve Yahudi
etkisinin doldurduğu yıllar. Onlarda İslama bu dergah
vasıtasıyla saldırıyorlar. Tarikatın artık içi boşaltılıyor ve
yerine din dışı unsurlar konuluyor. Namaza,
oruca, hacca yönelik İslam dışı yorumlar Bektaşiliğin
içine Sabatayistler tarafından bu dönemde yerleştiriliyor.
Bu süreçte bu etkiyi Osmanlının üst düzey
yönetimlerinde de görüyoruz. Aynı etki Jön Türkler,
İttihatçılar türünden siyasete ve Nakşilik, Mevlevilik gibi
tarikatlarada yansıyor. Bu nedenle bu dönemin sonuna
doğru Bektaşileri iktidarda üst düzey makamlara
gelebiliyorlar. İttihatçılar içinde, hükümet içinde,
128
Faruk Arslan
Osmanlı meclisi içinde yer alabiliyorlar. Cumhuriyet
dönemi ilk meclis içinde de yer veriliyor.
Bu dönemin sonuna doğru İttihatçılar Baha Sait bey
başkanlığında Bektaşiliğe Türk-Türkçü-milliyetçi
unsurları ekliyorlar. İttihatçılar bu dönem Bektaşiliğine
ilk defa Aleviliği de ekliyorlar.
Artık Alevilik Bektaşilik birlikte anılmaya başlanıyor.
Bektaşilik tarikatına Tarikatı Aleviyye denilmeye
başlanıyor. Alevi –Bektaşi kavramı Türk milliyetçiliği
üzerinden geliştiriliyor.
Cumhuriyeti Türk milliyetçiliği üzerine kuran Sabatayist
etki, Bektaşiliğede milliyetçi etkiyi bulaştırıyor. Artık
tarikat su katılmamış Türk tarikatı olarak sunuluyor ve
bolca milliyetçilik motifiyle milliyetçilik propagandası
işleniyor.
Dönemin başlarında Bektaşiliğin İslamiliğini ve
Sünniliğini kanıtlamaya çalışan Cemalettin Çelebinin
Müdafa isimli eseriyle başlattığı yeni hareket bir başka
Çelebinin cumhuriyetin kurucusu Atatürkü mehdi ilan
etmesi ile kırılıyor. Kırılma, Hacı bektaşın soyu olup
olmadığı konusunda tartışmalara yol açıyor. Bu dönemin
sonunda Bektaşiliğin içinde artık Sabatayist-Masonik ve
Türk milliyetçiliğine yönelik katkılar öne çıkıyor. Hakim
oluyor. 1826’daki kırılma Sabatayistlere yarıyor. (Şahin,
2008).
Gerek Türkiye’de, gerekse Balkanlarda Alevi-Bektaşilik
bir gizlı güçtür. Dierl’in vurgaladığı gibi 1900’den sonra
Türk ulusçuluğu, Pantürkizm ve laiklik kentlerdeki AleviBektaşi felsefesini öne çıkarır. 20. yüzyıl başlarında
Alevilik-Bektaşilik siyasal düşünce ve eğilimlerin temel
direği olur. Siyasal hareketler, Alevi-Bektaşilerde
129
Faruk Arslan
düşünce ve eylemde destek ararlar. Jön / Genç Türkİttihat ve Terakki’nin Bektaşilik ilişkisi ve birlikteliği bu
bağlamda doğar ve gelişir. Bunun en güzel örneklerini
Balkanlardaki Jön / Genç Türk hareketinde görüyoruz.
Bir Bektaşi olan Resneli Niyazi Bey’in “Hürriyetin İlanı”
için dağa çıktığı sıralarda güncesine düştüğü 05. 07. 1908
tarihli notunda;
“Kroşişte ve bölgedeki köylerde İttihat ve Terakki’ye
girmiş olanlar, bu taraflarda Bektaşilere dönük bir
küçümseme ile karşılaşmaktaydı, demektedir. Bu yargı
Bektaşilerin Genç Türk hareketine yoğun olarak
katıldığını, halkın (özellikle Sünni halkın) Jön / Genç
Türklerle Bektaşiliği aynı kefeye koyduğunu gösterir.
Niyazi Bey anılarında Hüsrev Bey’i İttihat ve Terakki
“Cemiyeti”ne kazanışına değinirken; özellikle onun
Bektaşilerle olan bağına ve bu kesimi “cemiyete”
kazandıracağına inandığı için önem verdiğini belirtir.
Çünkü, Alevi-Bektaşiler bölgede önemli bir yoğunluğa ve
güce sahiptirler.
Kısaca şunu görüyoruz: İttihat ve Terakki genellikle
Bektaşiliğin yoğun ve etkin olduğu yörelerde
örgütlenmiştir. İlk örgütlenmeler bilindiği gibi Köstence,
Mecidiye, Ruscuk, Dobruca, Şumnu, Filibe, Sofya,
Kızanlık, Vidin, İşkodra, Tiran, Selanik, Manastır ve
Edirne gibi Rumeli ve Balkan kentleridir. Buralarda da
Bektaşiler yoğun ve etkindirler. İttihat ve Terakki’nin ilk
örgütleniş yerleri bilinçli ve planlı bir seçimdir.
Örgütlenişin bu coğrafi modelinin Bektaşi öğelerin
gözönüne alınarak yapıldığı muhakkak. Çünkü, bu tür
örgütlenmelerde destek ve ortam aranır. İttihat ve
130
Faruk Arslan
Terakki’nin örgütlenmesine doğal ve toplumsal ortamsa
Bektaşi bölgelerinde vardır. Bektaşilik- İttihat Terakki
birlikteliğinin gizi burada yatar.
Balkanların bu kentleri aynı zamanda Masonluğun da
yaygın olduğu yerlerdir. Bu kentlerde mason locaları
çoktan beri kurulmuştur. Mason localarında özgür bir
hava vardır. Her türlü konuşma ve tartışma
yapılabilmektedir. Prof. T. Zafer Tunaya’nın belirttiği
gibi, localar baskı rejimini yıkmak isteyenlerin “planlama
ve yüreklenme merkezleri” olmuşlardır. İttihat ve Terakki
Masonlukla bütünleşmiş ve yaşam felsefesini genellikle
localardaki tarikatçılıkla birleştirmiştir. Böylece İttihat
Terakki - Masonluk-Tarikatlar (özellikle Bektaşilik)
birleşimi doğmuş; 2. Abdülhamid yönetimine karşı ve
Meşrutiyet yönetimi için siyasal birlik oluşmuş, İttihat ve
Terakki bağrında ve önderliğinde ortak bir hareket
oluşmuştur. Bu birliktelik içerisinde 1906 Eylülü’nde
“Osmanlı Hürriyet Cemiyeti” kurulmuş, bu örgüt 1907’de
“İttihat ve Terakki Cemiyeti” adını almıştır. İlginç bir
yanı vardır. Kurucu üyelerin hemen tümü tarikata
bağlıdır. M. Tahir Bey’in dışında hepsi de masondur.
DÖRDÜNCÜ YÜZ; 1923-1980 ARASI
20. yüzyıl başlarında ne kadar Alevi-Bektaşi vardı?
Araştırmacılar yedi milyon rakamını veriyorlar.
Arnavutluk’taki Tomari Dağı Bektaşi Tekkesi Postnişini
1826 öncesi tutulan yıllık istatistiklerde; Anadolu’da yedi
milyon, Arnavutluk’ta 100 bin, İstanbul’da 120 bin, Girit,
Makedonya ve Irak'takilerle toplam 7,3 milyon AleviBektaşi olduğunu açıklıyor. Arnavutluk’taki Bektaşi
cemaati başkanı Salih Niyazi Baba’ysa 1933’lerde
131
Faruk Arslan
Osmanlı İmparatorluğu’nda Kızılbaşların dışında 7,5
milyon Bektaşi olduğunu söyler. Niyazi Baba’ya göre
sadece Türkiye’nin doğu illerinde 1,5 milyon,
Arnavutluk’ta ise 200 bin Bektaşi vardır. Bu sayı
Arnavutluk’taki nüfusun % 20’sidir. TBMM Aksaray
milletvekili Besim (Atalay) Bey 1924’lerde Anadolu’da
yaklaşık 1,5 milyon Alevi-Bektaşinin var olduğunu yazar.
Doğallıkla bu sayılar pek sağlıklı değildir.
Atatürk, cumhuriyetle birlikte tüm tarikatlarında yanında
Bektaşiliğe de acımamıştır ve tarikat ve tekkeler
kapatılmıştır. Çoğu artık illegal faaliyet alanlarına
kaymıştır. Artık Bektaşilik İslami sınırların dışındadır,
çok renkli ve çok yüzlüdür. Bu nedenle artık İslami diğer
tarikatlardan kopmuştur. Cumhuriyetin kuruluş ilkelerinin
baskısı altındadır. Masonik etki hakimiyeti devam
etmektedir.
Dede baba denilen insanların önemli kısmı masondur,
Sabatayisttir. Yeni Cumhuriyetin din ile çatışmasında
Bektaşilikte taraftır. Bu dönem Bektaşiliği, artık İslamı
açık açık eleştirmektedir.
Cumhuriyet tarafından kapatılmış tarikat olmasına
rağmen her konuda yeni cumhuriyetin ilkeleriyle
müttefiktir. Artık dinsel bir sorun yoktur. Batıcı fikirler
çağdaşlık adı altında savunulmaktadır. Bektaşilerin
ilkesel ve Sabatayist etkiden dolayı Hacı Bektaş-Balım
Sultan çizgisine Mustafa.Kemali de yerleştirdiklerini
görebiliyoruz.
Atatürkte artık Bektaşilerin kutsallarından birisidir.
Sabatayistlerin güçlenmesi Bektaşilerinde güçlenmesi
anlamına geliyor. Ancak Ekim devrimiyle gelişen
sosyalist- sol etki Bektaşi dedelerinin etkisini kırıyor.
132
Faruk Arslan
1968’den 12 Eylül darbesine kadarki dönemde artık
Bektaşi dedeleri topluma hakim değildir. Zira sol
sosyalist fikir dedelik düzeninin sömürü düzeninin bir
parçası olduğunu keşfetmiş ve dedelik düzenini yok
etmeye yakın bir düzeyde baskı altına almıştır. Bu güçlü
etki nedeniyle artık dedelerin kendileri bile dedelikten
vazgeçmiş sinmiştir.
Sabatayist etkiyle Bektaşiler bu dönemi yeniden CHP’li
olarak atlatmaya çalışıyorlar. Menderes-Bayar Sabatayist
etkiyle DP’ye kayan kitle, bu sefer yine aynı etkiyle
CHP’ye kayıyor. Bu dönem Alevi-Bektaşi kavramları
artık yerleşmiştir. Herkes bu iki kavramı bir kabul ediyor,
kanıksıyor. Bu kabul, İttihatçıların ve Sabatayistlerin çok
büyük bir başarısıdır. Kimse fark etmeden çok büyük bir
dönüşüm gerçekleşiyorlar.
Kendisini Alevi olarak adlandıran Alevi kitle, bu
dönüşümle Sabatayist etki alanı içine çekiliyor.
Artık Alevi kitle, İslam dışı bir alan içindedir.
Eğitimsizlik, cahillik ve sol etkide bu imaja yardım
ediyor. Bu imaj Sünnileştirme çalışmalarını da
kolaylaştırıyor. Aleviler artık cumhuriyetin din
politikasının yani Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, Sosyalist
diyalektiğin, Sabatayist etkinin ve Avrupaya göçün
yarattığı çelişkilerin içindedir. (Şahin, 2008).
BEŞİNCİ YÜZ; 1980 DEN GÜNÜMÜZE
1979 İran İslam devrimi, 12 imamların isimlerini
gündeme getirdi ve hemen akabinde civar Müslüman
ülkelerde garip darbeler olmaya, iktidarlar değişmeye
başladı. Her devrim devirdiği şeyin büyüklüğü oranında
etki alanı yarattı. İran İslam devriminde de böyle oldu.
133
Faruk Arslan
Binlerce yıllık Şahlık rejimi devrildi ve güya İslam
cumhuriyeti kuruldu. Kurucu kadrolar yeni anayasalarına
diğer dinsel anlayışların saygıya mahzar olacakları
görüşünü koymakla birlikte İslam cumhuriyetinin 12
imamcı, Anadolu tabiriyle Alevi yada Caferi olduğunu
açık açık koyuyordu. 12 imamların İslami bilgileri
Türkiyede bloke edilmesine rağmen bu etki eninde
sonunda yayılacaktı ve öylede oldu.
Anadolu Alevileri, unuttukları 12 imamların İslami
anlayışını, görüşünü, fıkhını bu etki sayesinde öğrendi ve
bunu Aleviyim diyen halkada anlatmaya başladı. Eğer bir
insan Aleviyim diyorsa Hz.Alinin yolunu, 12 imamların
yolunu takip etmek istiyorsa kurallarını da öğrenmeliydi.
Bu uyanıştan ve bu yolun yayılmasından endişe duyanlar,
önlemek için yeni Alevi çizgiler ortaya çıkardı. Alevileri,
derin devletin sekiz parçaya bölme operasyonu böyle
başladı.
Onlar Şii, biz Anadolu Alevisiyiz, onlar şeriatçı, biz
batıni tarikatçıyız, onlar Fars etkisinde biz İslamın Türk
yorumuna inanıyoruz. Onlar sıkı kuralcı, biz Ceme,
Semaha, saza, dedeye inanıyoruz diyenler türemeye
başladılar. Bektaşilik içindeki her türlü ilkeyi Şiilikle
mücadele adı altında piyasaya sundular. Sabatayistler,
Batılaştırmacılar ve devletçi Diyanetçilerin hepsi bu
konuda birleşiverdiler. Aleviliğin kavram olarak geçtiği
her yere Bektaşilik kavramını da sokmaya çalıştılar. Dede
okulları açmaya, Cemevleri yapmaya başladılar. Samimi
Anadolu Alevileri, arı duru tertemiz bir temel atmaya
çalıştıkça, onlarda eskinin tüm çürümüş köhne fikir ve
yapılarını çağdaşlaştırarak sunmaya çalıştılar. Bektaşilik
kavramı içine soktukları,Batıcılık, çağdaşlık, Kemalistlik,
laiklik, sosyal demokratlık kavramlarını Aleviliğinde
134
Faruk Arslan
temeli olarak kullanmaya çalıştılar. Velhasıl 12
imamların önüne her türlü kişi ve görüşü getirmeye
çalıştılar. Hatta tüm bu numaralarla yetinmeyip,’biz
Aleviyiz Müslüman değiliz’ diyenler bile oldu. Alisiz
Aleviliği icat ettiler. Gerçek Alevilere karşı Diyaneti,
Bektaşi tarikatı, Sabatayisti bilimumu birleştiler.
Aleviyim diyen kitlenin en çaresiz kaldığı yada çok
çaresiz olduğu dönemler vardı. Yeni Cumhuriyetin,
dayatmacı politikalarında, yanlış Diyanet etkisi,
Sabatayist etki ve sosyalist etkiden oluşan üçlü kıskaç
göze çarpıyor. Günümüz Alevileri, 12 imam yolu,
Caferilik yada Şiilik olarak sunulan çizgi ile, Diyanetin
sunduğu çizginin ve nihayetinde bunların dışında CemSemah-Saz-Dede olarak sunulan İslam dışı kültürel
sentez olarak isimlendirilen Bektaşilik çizgisinin
kıskacındadır. Masonik Bektaşiliğin etkisindeki
Bektaşiler ve Diyanet, Anadolu Aleviliğine karşı olma
noktasında müttefikler.
Alevilik ile Bektaşiliğin farklı kavramlar olarak
kullanılması, Alevileri dinsizleştirme,
Hristiyanlaştırma ve kısmen de olsa Bektaşileşme
etkisinden kurtaracaktır. Geleneksel Alevilik bu çaba
içine girerken, karşıt cephe Alevilik ve Bektaşilik
kavramlarını birleştirerek Alevileri İslam dışı Sabatayist
etki alanına hapsediyor. İki kavramı ayırarak Alevileri
önce özgürleştirmek ve 12 imam tercihine yönlendirmek
Alevilerin önceliği.
Alevilikle Bektaşiliğin iç içe girmesi, Alevi halkının
Sabatayist etkiye açık, din dışı etkiye açık hedef olması
anlamına geliyor. Zira tarihi gelişimi içinde Sabatayistler
ilke ve şahıs bazında Bektaşiliğin içinde sıkıca yer
135
Faruk Arslan
alıyorlar. İlke bazında İslam dışı unsurlarda yer alıyorlar
ve zaten Sünnilikte Bektaşiliğin içinde bulunuyor. Bu
nedenle Bektaşiliğin Aleviliğin sırtından atılması tüm
bunlardan kurtulmak anlamına da geliyor. Bu doğaldır ki
devrimci bir çıkıştır, ama bu tür prangaların kırılması
için devrimci çabadan başka bir şey yapmakta mümkün
değildir. Alevilere karşı yaratılmak istenilen nefret, aynı
karanlık güçler tarafından empoze edilmektedir. Alevi
aydını bunun analizini yaptığında, meydana gelecek
özgürleşme ortamı 12 imam fikirlerinin de öğrenilmesini
kolaylaştıracaktır. Bunu onlarda biliyorlar ve bu nedenle
Alevi-Bektaşi kavramını beslemek için birbirinden
ayırmamak için ateşe bolca odun atıyorlar. Hz.İbrahimi
hiçbir ateşin yakamayacağını görmek istemiyorlar.
(Şahin, 2008).
Alevilerin masonik Bektaşilikten rahatsız olduğunu
belkide ilk defa burada okudunuz. Şimdi sıra bazı yanlış
tarihi mitleri, efsane bilgileri düzeltmeye geldi.
136
Faruk Arslan
137
Faruk Arslan
Yedinci Bölüm
BEKTAŞİLİK MİTLERİ
Yeniçeri teşkilatına neden Tâife-i Bektaşiye ve ağalarına
da neden Ağayân-ı Bektaşiyân denilmiştir? Osmanlı
yeniçeri teşkilatı Bektaşi midir? Ortalıkta dolaşan o kadar
çok Bektaşilik miti var ki, hepsini düzeltmemiz mümkün
değil.
Önce şunu belirtelim ki, bu konuda dillerde dolaşan,
Sultan Orhan veya Sultan Murad'ın Hacı Bektâş-ı Velî ile
bir araya geldiği, Hıristiyan asıllı gençlerden yeni teşkil
olunan askere onun eliyle börk giydirildiği, hayır dua
edildiği ve hattâ yeniçeri adının da Hacı Bektaş
tarafından verildiği tarzındaki açıklamalar tamamen
asılsızdır. Elimizde Hacı Bektaş-ı Veli ile yeniçeri
teşkilatının münasebetlerini aydınlatan gayet açık
kaynaklar, yani Yeniçeri Kanunnâmesi vardır. Zaten
başta Âşıkpaşazâde olmak üzere, ilk dönem Osmanlı
kaynakları da, Kanunnâmedeki bilgileri doğrular
mahiyettedir.
Kanunnâmedeki hükümlerden anladığımıza göre,
Hıristiyan gençlerinin dinç olanlarından yeni ve
muvazzaf bir ordu teşkili fikri, Bolayır Fatihi Süleyman
Paşa'nın fermanıyla başlamış ve Bilecik Kadısı olan Kara
Halil ile meşveret neticesi buna karar verilmiştir. Daha
sonra Kara Halil'in (Çandarlı Halil Hayreddin Paşa) ilgili
devlet erkânı ile görüşüp yeniçeri teşkilâtını düzene
138
Faruk Arslan
soktuğu bilinmektedir. Bu erkân arasında Hacı Bektaş
Paşa isimli bir devlet adamı da vardır. Bunun, isim
benzerliği dışında Hacı Bektaş-ı Veli ile alâkası yoktur.
Yeniçerilerin elbisesi ise, o zamanda keşif ve kerametleri
bilinen Hacı Bektaş-ı Veli evladından Timurtaş Dede ve
Mevlânâ evladından Emir Şah Efendi'ye danışılarak
dualar ile giydirilmiştir. Mevlânâ'nın torunlarından olan
zat, Mevlânâ elbisesini giydirmeyince, kepenek denilen
Hacı Bektaş-ı Veli elbisesi giydirildi. O halde
yeniçerilerin giydiği kisveyi Hacı Bektaş-ı Veli giymiş
olabilir; ancak, Hacı Bektaş-ı Veli, yeniçeri kurulmadan
vefat ettiğinden, o giydirmemiştir. Bu muvazzaf yeni
ordu, kul olduğundan dolayı yeniçeri adı verilmiştir;
yoksa Hacı Bektaş-ı Veli'nin isimlendirmesi değildir.
Nitekim, Âşıkpaşazâde meseleyi şöyle açıklamaktadır:
"Bu Bektaşiler ederler kim, 'Yeniçerilerin başındaki tac,
Hacı Bektaş'ındır' derler. Cevab: Yalandır ve bu börk,
hod Bilecik'de Orhan zamanında zâhir oldu; yukaru
bâbda beyân edüb dururun ve illâ Bektaşiler giymeğe
sebeb, Abdal Musa, Orhan zamanında gazâya geldi ve bu
yeniçerinin arasında bile yürüdü ve bir yeniçeriden bir
eski börk diledi. Yeniçeri ana verdi. Yeniçeri üsküfini
çıkardı; bunun başına giydirdi. Abdal Musa, Vilâyetine
geldi, ol börk bile başında, sordular kim, 'Bu başındaki
nedir?' Ol etdi: 'Buna elf derler' dedi. Vallahi bunların
taclarının hakikati budur."
Sonuç olarak, mesele yukarıda özetlendiği gibidir. Hacı
Bektaş-ı Veli, Osmanlı Devleti'nin kuruluşunda emeği
geçen maneviyat erlerinden ve Horasan erenlerinden
biridir. Kisve olarak da onun elbisesi tercih olunmuş
bulunabilir. Bu tercihte onun evladından birinin duası
139
Faruk Arslan
bulununca ve yeniçeriler de ocaklarını onun manevi
himayesinde görünce, yeniçerilere Tâife-i Bektaşiyân ve
ağalarına da Ağayân-ı Bektaşiyân denmiştir. Sonradan bu
Horasan erenlerinden olması halini kötüye kullananlar ve
meseleyi saptırılan Bektaşilik mecrasına çevirmek
isteyenler elbette olmuştur. Zaman zaman, aldatılan
yeniçeri bölükleri de ortaya çıkmıştır. Celâlî isyanlarında
bu anlayışın büyük etkisi vardır. Hattâ sonradan
yeniçerilerin ahlâken bozulmalarında da bu anlayışın
etkisi vardır. Bu olumsuz etkilerin izlerini, Yeniçeri
Kanunnâmesinde görmek mümkündür. İşte bu olumsuz
yansımalarından dolayı, 1826 yılında II. Mahmud,
yeniçeri teşkilatı ile beraber, Bektaşi dergâhlarını da
kapatmıştır. Hedef, bu suiistimalleri önlemektir. Osmanlı
yeniçeri teşkilatı, hele hele halkın anladığı olumsuz
anlamda, amelsiz bir Bektaşi grubu asla olmamıştır.
Gerçek manada Hacı Bektaş'ın eserleri ve asıl tuttuğu yol
ise, İslâmdan başka bir şey değildir. (Akgündüz , 2000).
Bektaşilerin Osmanlı’ya büyük hizmetler verdiği ve
yeniçeri ocağına asker kazandırdığı doğrudur. Abartılı
menkibelerin bazısını, o dönemde bizzat devletin halka
yönelik bir Psikolojik Savaşı taktiği olarak algılamakta
yarar var.
Mesela Alevi / Bektaşilerce makbul sayılan ve Hazreti
Pir'in menkıbe ve kerametlerinin anlatıldığı
Velâyetname-i Hünkar Hacı Bektaş Veli El Horasani(
1219, Tarihsiz El Yazması)de, Bektaşilerin Osmanlı
Devletinin kuruluşunda birinci derece etkili olduklarını,
hatta Ertuğrul Beyin ölümünden sonra Osman Beyin Kayı
aşiretine Bey olmasını Hacı Bektaş Veli'nin sağladığını
gösteren bir bölüm bulunmaktadır. Bu anlayış
Bektaşilerin, en azından 1826 yılına kadar, bu devlet
140
Faruk Arslan
bizim kurduğumuz devlet diye sahip çıkmalarının tarihi,
siyasi, dini ve psikolojik temelini oluşturmaktadır.
Müstakil bir bab (bölüm) halindeki menkıbe şöyle:
"Rivayet olunur ki, Kayı Beyi Ertuğrul Hakka yürüyüp,
rahmet-i Rahman'a kavuştuktan sonra, aşiretin beyliğine
Ertuğrul Beyin büyük oğlu Gündüz Bey geçmiş. Osman
yağız mı yağız, deli mi deli, ele avuca sığmaz bir yiğit,
bir delikanlıdır. Sergerdelerini toplayarak zaman zaman
Bizans üzerine akınlar yapmaktadır. Devletin zayıflığını
hisseden Selçuklu Sultanı da Bizans ile hudut güvenliği
anlaşmaları yapmıştır. Bu anlaşmaya göre her iki taraf da
birbirlerinin sınırlarının değişmezliğini kabul ile, iyi
komşuluk ilişkileri içinde yaşayacaklardır. Osman bu
anlaşmalara riayet etmez. Bizanslılar bunun üzerine
Selçuklu Hükümdarına bir mektup yazıp göndererek,
Osman Bey denilen bu delikanlının yaptıklarını anlatıp
şikayet eder ve eğer bunu durdurmazsanız, size karşı daha
önce yaptığımız anlaşmalardan vazgeçerek ve biz de sizin
topraklarınıza saldıracağız, diyerek bu delikanlının
cezalandırılmasını ister.
Elçilerin bunu Selçuklu Sarayına, Konya'ya
getirmesinden sonra, Selçuklu Sultanı bir müfreze
göndererek , bu söz dinlemez, ele avuca sığmaz Osman
namındaki kimseyi Konya'ya getirip cezalandırmak ister.
Söğüt'e gelen müfreze Osman Beyin elini, kolunu
bağlayıp Konya'ya getirir. Konya'da Osman Beyi gören
kumandanlarla vezirler, bu yiğide hayran olurlar. Böyle
bir yiğidin cezalandırılamayacağı kanaatına varırlar ve bu
fikirlerini Sultana arz ederler.
Selçuklu Sultanı bunun üzerine:
141
Faruk Arslan
Madem öyle dersiniz, o zaman bu Osmanı
Sulucakarahöyük'e götürünüz, Hazreti Pir ne derse onu
yapalım, diye ferman buyurur.
Eli kolu bağlı olarak huzuruna getirilen Osman'ı görür
görmez Hazreti Pir heyecanlanır ve derhal çözülüp
serbest bırakılmasını ister. Kendisine izzet ve ikramda
bulunur. O'nu getiren askerlere dönüp:
Ben burada yıllardır Osman'ı beklerdim, deyip sakladığı
bir sandıktan bir taç çıkartıp Osman'a giydirir ve :
Biz O'na hünkarlık verdik, Selçuklu Sultanına selam
idünüz, o da Beylük versün! der.
Bunun üzerine Ağabey Gündüz, Kayı Boyu Beyliğinden
alınıp, Beylik görevi Osman'a verilir. Osman, Hünkar
Hacı Bektaş Veli buyruğu ile Kayı boyuna Bey olur.
Sultan Orhan'ın Yeniçeri teşkilatını kurduğunda,
Hacıbektaş'a getirilen askerlerle ilgili menkıbeler
zikredilir. Bunlar doğru olmasa bile yüzlerce yıl Bektaşi
tekke ve dergahlarında okunan bu menkıbeler ve onların
meydana getirdiği atmosferin Osmanlı’ya sosyopsikolojik moral sağladığı kesindir.
1362-63 yılında çıkartılan bir kanunname ile esirlerden
alınan ve adına "Pencik" denilen "Humus" vergisinin
(Pencik, 1971). Gaziler Serdarı Hacı Bektaş Veli'ye
ödendiği, daha sonra, bu vergilerin Murat Hüdavendigar
zamanında Seyit Ali Sultan, Kara Rüstem ve Çandarlı
Kara Halil Paşa'nın da imza koyduğu bir anlaşma ile
orduya bırakıldığı anlaşılmaktadır. Ayrıca tekkenin sahip
olduğu vakıf gelirleri yanında, başka gelirlerinin de
mevcut olduğu bilinmektedir.(Süner, 1990). 1826 yılında
tekkenin kapatılması üzerine bu gelirlerin kesildiği, 1862
yılı başında yeniden açılmasına izin verildikten sonra, bu
gelirlerin bir kısmının yeniden bağlandığı biliniyor. Hala
142
Faruk Arslan
kısmen devam eden ve adına "Hakkullah" denilen para,
yasak döneminde, tarikat faaliyetlerini idame ettirebilmek
için cemaat ileri gelenlerinin koyduğu özel bir tarikat
vergisiydi.
Fransız Hasluk'un da kabul ve itiraf ettiği gibi Osmanlı
fetihlerinden sonra, fethedilen yere gelen ilk sivil kurum
Bektaşi Tekkesidir. ( Hasluk, 1928). Ayrıca, pek çok
Bektaşi Şeyhi de Osmanlı'nın askeri harekatına dervişleri
ile birlikte katılmışlardır. Budapeşte'de metfun bulunan
Gül Baba bu dervişlerin en meşhuruydu. Sefer sırasında
vefat eden ve bu sebeple şehit kabul edilen Gül Babanın
cenaze namazına Kanuni Sultan Süleyman bizzat katılmış
ve defin merasimi sonuna kadar da mezarlıkta cemaatle
birlikte bulunmuştu. Bu husus, Gül Babanın
Türbesi'ndeki kitabede de kayıtlıdır.
1997 Yılında Hakk'a yürümüş olan Dede- Baba Doç. Dr.
Bedri Noyan: "Bektaşilik uzun yıllar Osmanlı Devleti
himayesinde Tanrı yolu olarak benimsenmiş ve
korunmuştur" (Noyan, 1990) diyor.
Osmanlı Döneminin son ve Cumhuriyet döneminin ilk
Bektaşi Çelebisi Cemalettin Efendi'nin topladığı
"Mücahidin Alayı" adlı bir gönüllü birliği ile Rus
cephesinde savaşa iştirak ettiğini biliyoruz.(Ulusoy,
1986).
Bektaşi Tekkelerinin 1862 tarihinde yeniden
açılmasından sonra 18 Sefer 1322 (1904) tarihinde Çelebi
Cemaleddin Efendi'ye Hacı Bektaş Veli Vakfı
Mütevelliliği verildiğini de yine merhum Bedri Noyan
Dede Baba'dan öğreniyoruz.(Noyan, 1990).
Günümüz "Alevici yazarları"nın aksine Osmanlı
döneminde Bektaşiler devletle bütünleşmiş durumda
idiler. Sultan Osman, Şeyh Edebalı'nın dervişi ve damadı
143
Faruk Arslan
olması sebebiyle Yesevi Tarikatı'na bağlı olduğu gibi,
Sultan Orhan, Sarı Beyazıt, Yavuz Sultan Selim ve
nihayet Sultan Abdulaziz de Bektaşi Tarikatına ikrar
vermiş devlet başkanları olduğu iddia ediliyor. (Sezgin,
1996). Pek çok tarihçiye göre ise, Osmanlı padişahları
içinde tek Bektaşi Sultan Abdülazizdir, Yavuz Halveti
tarikatına mensuptur. Doğrusu ünlü tarihçimiz Halil
İnancık’ın dediği gibi Şeyh Edibali’nin bir Vefayi Şeyhi
olması, Osman ve Orhan gazilerin Vefayi tarikatına
mensup olmasıdır. Osmanlı’nın ilk yıllarında Bektaşi
değil Vefayi tarikatının bayrağı orduda taşınmıştır.
Bektaşilik, 2. Beyazıtla birlikte Yesevi’liğin kolu olarak
Nakşilikle beraber Osmanlı’nın iki ana Sufi tarikatı haline
gelir. İki yüz yıl önce yok olduğu veya Bektaşilik içinde
eridiği sanılan Kalenderi tarikatının ABD’de yaşayan
Çorumlu lideriyle 2010 yılı Şubat ayında Toronto’da bu
konuda tartıştık. 12 Eylül darbesi öncesi Necmeddin
Erbakan’ın meşhur olaylı Konya mitingini organize eden
şahıs olduğu için ismini yazmıyorum. 30 yıldır zaten
ülkeye giremiyor. Osmanlı sülalesinin aslında, Kayı
aşiretinden gelen Oğuz boyu olmadığını savundu.
Osmanlı soyunun aslında müslümanlaşmış Moğol
olduğunu ileri sürdü. Tıpkı Timur, Babürşah ile
Altınordularınn Tatarlaşan kurucu önderleri Çağatay ve
Öğedey gibi.
Delilin nedir? diye sordum. “Biz Osmanlı sülalesini 600
yıldır koruyan özel muhafızların Moğol soyuyuz” demez
mi? Osmanlı padişahları saçlarını uzatır, atbaşı gibi
kurdele takar ve büyük kavuğun içine saklarmış ki,
Moğol oldukları bilinmesin! Güya Bağdat kökenli
Moğollarmış. Sufi Vefai tarikatının kurucusu Ebu’l Vefa,
144
Faruk Arslan
Kürdi veya Bağdadi şeyhleriymiş. Şeyh Edibali, Ertuğrul,
Osman ve Orhan gaziler, Anadolu’da bulunmayan bu
tarikata mensuptu bilgimi tekrarladı. Belki bu bilgiden
yola çıkarak iz sürülebilir. Bir iddiası da: Mehmet Çelebi,
devleti yeniden kurarken, Afşar Türkmen boyu
Karamanoğullarına karşı asilzade soy Oğuzlara bağlanma
zorunluluğunu keşfetti ve Kayı boyu icat olundu.
Osmanlı yönetiminin birinci derecede yöneticisi
konumunda olan padişahların aldıkları gelinlere göz
atacak olursanız, içlerinde pek az özbe öz Türk kökenliye
rastlarsınız. Yavuz’un eşi Hafsa Sultan dışında yok
denebilir. Yabancı gelinler öncelikle Enderun
mektebinde, örfi, dini ve kültürel terbiyeden geçirilirdi.
Müslüman olan yükselirdi. Saray ve edebiyat dili Arapça
ve Farsçaydı.
Türkler, Hunlar döneminden beri yabancı gelin almayı
pek sevdiler. Hun ve Göktürk hakanlarının hepsinin eşi,
Kutlug Bilge hariç Çinliydi. Selçuklular, Türkmenliğe
sıkı sıkıya bağlı olmasına rağmen hakanlar ve halk
arasında İran kızı almak modaydı. Osmanlılar da Rum ve
Ermeni kızlarını çok sevdi. 2. Abdülhamid’in annesi
abdestsiz yere basmayan sağlam bir Ermeni Müslümandı.
Ermeniler ve Rumlar, Müslüman olsun veya olmasın
medeniyetimizin, devletimizin, kültürümüzün, dilimizin,
sanatımızın gelişmesinde önemli roller oynadılar.
Bizim atalarımız ırkçı değildi. ‘Halkı yaşat ki, devlet
yaşasın’ prensibini kulaklarına küpe ettiler.Irkçılık yapan
Karamanoğulları kaybetti. Çok dinli, çok kültürlü, çok
hukuklu, adalet, saygı ve hoşgörü ilkelerine sadık kalan
145
Faruk Arslan
Osmanoğulları ise Roma’dan sonra en köklü ve 624 yıl
yaşayan medeniyeti kurdular.
Bektaşi tarikatının son halife dedebabası Bedri Noyan
“Bütün yönleriyle Bektaşilik ve Alevilik kitabının
6.cildinin önsözünde nasib almış Bektaşi padişahlarını
şöyle sıralıyor:
1-Otman gazi
2-Orhan gazi
3-Yıldırım Beyazıd
4-2.Beyazıd (veli)
5-Yavuz sultan selim
6-Kanuni Sultan Süleyman
7-Sultan Abdülmecid ( Noyan, 2003).
Noyanın bu iddiası abartılıdır. Osman Gazi ile ilgili tüm
kaynaklar onun Şeyh Edebaliye bağlı olduğunu
bildirmektedirler. Şeyh Edebali ise Ahi geleneğinde
Fütüvvet yoluna mensuptur, aynı zamanda Ebu’l Vefa elBağdadî’ye nispet edilen Vefaîyye tarikatına mensup
olduğu şüphelidir. Vefaîyye tarikatı, Irak, Suriye ve
Türkiye sahası Türkleri arasında oldukça yaygın olan bir
tarikattır. Ebu’l-Vefa el-Bağdadî’nin (Ebu’l-Vefâ’Tâcü’lÂrifin Seyyid Muhammed b.Muhammed Arîz elBağdadî) Türk olması, Boğa b. Batu, Muhammed etTürkmanî, Turhan, Tekin gibi halifelerinin bulunması, bu
tarikatın Türkler arasında kabul görmesine sebep
olmuştur. Tursun Fakih’in, Dede Karkın ve Geyikli Baba
gibi Rum abdallarının Vefaîyye tarikatına mensup
olmaları, özellikle Şeyh Edebalı’nın Vefaîyye tarikatına
mensubiyeti ve Osman Gazi’nin yanında olması, bu
146
Faruk Arslan
tarikatın Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda gösterdiği
fonksiyon açısından önemlidir.
Şeyh Edabali ve zümresi Orhan Gazininde şeyhidir. 2.
padişahımız Ahi-Vefaiyye Tarikatı mensubudur.
Yıldırım Bayezıd, Emir Sultan müntesibidir. Kübreviye
yoludur. 2. Bayezıd da Bektaşi değildir, ancak .Balım
Sultanı tarikatın başına atayarak tarikatı kontrol altına
almaya çalıştı. Bu sebeple onun Bektaşi olduğu
söylenmeye çalışılmaktadır. Sultan, sarayda Firdevsiye
Hacı Bektaşı keramet sahibi bir veli olarak gösteren
vilayetname yazdırdı. Aslında 2.Bayezid dönemine kadar
ortada bir tarikat varmıydı belli değildir. Çünkü sözlü
kültüre dayanan Alevilik yazılı kültüre yeni geçiyordu.
Halvetiyenin Sünbülüye koluna mensup Yavuz Sultan
Selim, Sümbül Sinan Efendiden ders almıştır. Kulağına
küpe takması ise mücerret Bektaşilerin taktığı mengüştür.
Şah İsmaille yaptığı savaş neticesinde hoş görünmek için
yapmıştır. Bektaşiliğe -bağlı edilen-Yeniçeriler ordunun
% 10 nu oluşturmaktaydı. Bunların tepkisini çekmemek
için yapılmıştır.
Kanuni Sultan Süleyman’ın da Halveti tarikatına mensup
olduğu aşikardır. İlk eşi Mal Hatun Bektaşidir.
Bedri Noyan “bütün yönleriyle Bektaşilik ve
Alevilik”isimli eserinde onun için şöyle diyor:
“Bektaşilik dostu olan nasib alarak törenle Bektaşiliğe
giren Kanuni Süleyman ünlü bir hükümdardır.” (Noyan,
2003).
147
Faruk Arslan
Gelelim Ebul Vefanın kim olduğuna. Bugüne kadar
yayımlanan çeşitli kaynaklardan alınan bilgilere göre,
dedelerle yönetilen Alevi oymakları içinden en çok talip
Ağuiçen Ocağı’na bağlıdır. (Nejat Birdoğan’ın “Anadolu
ve Balkanlar’da Alevi Yerleşmesi Ocaklar – Dedeler Soyağaçlar” adlı kitabına bakılabilir.) Bu kaynağa göre
Ağuiçenler Ebu’l Vefa'nın soyundan geliyorlar.
Birdoğan’ın Anadolu’nun Gizli Kültürü Alevilik
kitabında da benzer bilgi mevcut: Buna göre:
1) Ebu’l Vefa, babası Muhammet, babası Muhammet
Zeyd, babası Ali, babası Hüseyin, babası büyük Zeyd,
babası İmam Zeynelabidin.
2) Ebu’l Vefa, babası Şeyh Muhammet Şembeki, babası
Hürevli Naci, Babası Tireli Muhammet, babası Genceli
Muhammet, babası İbrahim Haşimi, babası Muhammet,
babası Abdullah, babası Hasan'ül Basri... İmam Ali (
Birdoğan, 1990)
Tüm Ağuiçen ve Zeynelabidin Ocağı dedeleri, soy
silsilelerini Vefai tarikatının kurucusu kutb’ül arifin
Seyyid Ebu’l Vefa’ya çıkartırlar. Elbette tüm Aleviler
aynı görüşte değiller. Aykırı görüşe savunanlara göre, Nu
Baba İlyas, nede Hünkar bir Vefai idiler, bu yol
büyükleri, birer İsmail Dai’ siydiler 1240 yıllarında, Dede
Garkın ın Halifesi olan Baba İlyas ve onunda halifesi
Hünkardır,Vefai tarikatı sünni tarikat olup, hiç bir
dönemde, Alevi erenleri ile bağı olmamıştır.
Bektaşiliğin, Yeniçeri Ocağı ile ilişkisi ise, farklı bir
durumdur. Bunu desekleyen kol, Babaganlar koludur.
Balım Sultan ın Postişinliği sürecinde, Alevi Yol ve
148
Faruk Arslan
sürenekleri kurumsallaşmıştır. Kanun, döneminde isyan
eden Kalender Çelebi döneminde ise, Osmanlı ile güya
Alevilerin ilişkileri kesilmiştir. Başka bir sav ise,
hiç bir Bektaşi tekkesi ve Babagan kolu da dahil, Osmanlı
ile barışık olmamıştır. Hakim olan inanca bağlı kalmamış,
ezoterik öğretinin devamlılığını sağlamışlardır.
Bugün Harabi, Hilmi Dedebaba, Virani vs, gibi birçok
insani kamil yetişmiştir. Bektaşi Dergahı, tüm Batın
öğreti sahiplerini sahiplenmiş ve sinesine, bağrına
basmıştır (Kaygusuz, Bulut, 2000).
Bazi araştırmacılar,16.ncı yüzyıldan önceki "Alevilere",
"Işık taifesi" derler. Işık, bugün "Alevi", veya 16.ncı
yüzyıldan beri "Kızılbai"gibi sıkca kullanılan genel bir
terim değildi. Işıklar, Kalenderiler için kullanılan
isimlerden biridir. Peki Kalenderiler kimdir?
Kalenderiler, Cemalüddin Savi, İbrahim-i Ethem,
Sihabüddin Sühreverdi, Baba Tahiri Üryan gibi büyük
Sufi alimlerini kaynak sayarlar. Bir Bektaii için, Hacı
Bektaş-ı Veli neyse, bir Kalenderi için de Cemalüddin
Savı odur.
Cemalüddin Savi'nin menakibi ve diğer uluların eserleri
hala mevcuttur. Bunların Sufi oldukları zaten açık ve
nettir. Cemalüddin Savi kimi kaynaklara göre, 11.inci
yüzyılın sonunda, kimi kaynaklara göre de 13.üncü
yüzyılda vefat etmiştir. Tarikatına Cavlakiyede denir.
Kalenderiyye önderleri, ve yazılı kaynaklarının hepsi
Kalenderi yolunu ve erkanlarını İslam olarak tanımlarlar.
Bunun dıiında, Pre-Alevilik (Alevilik Öncesi)
149
Faruk Arslan
diyebildiğimiz diğer tarikatlar vardır. Alevilerin Pir
saydıkları Ebu'l Vefa'nın Vefai tarikatının yazılı
kaynaklarından, Ebu'l Vefa menakibnamesi mevcut.
Bunun dışında, Baba İlyas-ı Horasani ve sülalesinin
menkabevi tarihini anlatan Menakibul Kudsiyye elde
bulunuyor.
Ebu'l Vefa (ö. 1017) açıkca, İslam ve Müslüman
olduğunu söylemiştir. Kadın-erkek birlikte ibadet edip, ve
semah döndüğü anlaşılıyor. Ve bu yüzden Ortodoks
Müslümanlar tarafından hor görüldügünü de yazıyor.
"İslam nedir?" sorusuna Ebu'l Vefa böyle cevap veriyor:
- Hangi İslam’ı soruyorsun? Senin İslam’ından mı
soruyorsun, yoksa benim İslam’ımdan mı?
diye söyleyince o zat:
- İslam iki türlüdür mü diyorsun?
deyince Seyyid Ebül-Vefâ şöyle açıklık getiriyor:
- Evet, iki türlüdür. Sizin İslam’ınız, imanınız aynıdır.
Sen, Allah birdir, eşi ve benzeri yoktur, Muhammed
Mustafa Hak peygamber diye dilinle söyler, kalbinle
buna inanırsın. Allah’ın ve Resulü’nün emrini tutup
onunla amel edersin.
Ama bizim İslam’ımız bazı değişiklikler içerir. Şöyle ki:
biz imanın yanında, hiçbir zaman Allah Tealâ’dan gafil
olmamak islam’dır deriz. Sizin orucunuz ramazanda
fecrin ağarmasından güneş batıncaya kadar yemeden
içmeden kesilmek ve akşam olunca da iftar etmektir.
Bizim orucumuz ise; yiyeceklerden giyeceklerden ve
bütün kâinattan uzak durmaktır. Bizim için esas önemli
olan, bütün ahlak bozucu şeylerden uzak durmaktır.
Zekât’a gelince; altından bu kadar, gümüşten şu kadar ve
150
Faruk Arslan
davardan şu kadar deyip, fıkıh kitaplarında açıklandığı
gibi verirsiniz. Bizim zekât’ımız, mevcut olan her şeyi
fazla fazla vermektir. Allah katında makbul olan
nesnelerle zenginlik hâsıl edip, bütün varlıklardan el
çekmektir.
Şeyh Edebali kesin olmamakla beraber 1206 yılında
doğmuş, 1326 yılında hakka yürümüştür. Vefai, Ahi ve
Kalenderi şeyhidir, Osman Gazi'nin kayınpederi ve
hocasıdır. Orhan Gazi'nin dedesi bir anlamda da sonradan
imparatorluk olacak Osmanlı Devleti'nin fikir babasıdır.
Ciddi kaynaklara göre, aslen Karamanlı’dır. İlk tahsilini
memleketinde yapan Edebali, tahsilini Şam’da
tamamlamıştır. Tefsir, hadis ve özellikle İslam
hukukunda uzmanlaşmıştır. Mevlana gibi, zamanının
büyüklerinin sohbetinde bulunmuştur. Tasavvuf yoluna
girdiği, Şii-batıni zümreden olan Baba İlyas halifelerinin
ileri gelenlerinden olduğu belirtilmektedir.
Alim, faal, varlıklı, çevresi için örnek teşkil eden bir kişi
olan Şeyh Edebali, Eskişehir yakınlarında İtburnu denilen
köyde yaşar, yaptırmış olduğu zaviyede öğrenci yetiştirir
ve halkı aydınlatırdı. Bilecik’te bir dergah yaptırmış,
Osman Gazi'yi de birçok defa burada misafir etmiştir.
Rivayete göre, Osman Gazi’nin dergahta bulunduğu bir
gece, rüyasında Şeyh Edebali'nin göğsünden bir ayın
çıkıp kendi göğsüne girdiğini ve göğsünden bir büyük
ağaç bitip dallarının alemi kapladığını, altından birçok
nehirlerin çıkıp insanların bu sulardan geçtiklerini
görmüştü. Sabah olup rüyayı anlatınca, Şeyh Edebali
151
Faruk Arslan
rüyayı şöyle tabir etmiştir:
"Sen, Ertuğrul Gazi oğlu Osman, babandan sonra bey
olacaksın. Kızım Malhun Hatun la evleneceksin. Benden
çıkıp sana gelen nur budur. Sizin soyunuzdan nice
padişahlar gelecek, ve nice devletleri bir çatı altında
toplayacaklar, Allah nice insanın İslam'a kavuşmasına
senin soyunu vesile edecektir."
Gerçekten de öyle olur, altı asırdan fazla devam edecek
olan bir imparatorluğun temelleri Osman Gazi ile atılır ve
bunun ilk müjdecisi Şeyh Edebali olur. 1326'da 125
yaşlarında Bilecik’te vefat etmiş, dergâhının yanında
gömülmüştür. Eskişehir’de de adına bir türbe yapılmıştır.
Vefatından bir ay sonra kızı, dört ay sonra da damadı
Osman Gazi vefat etmiştir.
İlk derslerini bir Hanefi fıkıhçısı olan Necmeddin ezZahidi’nin yanında almıştır daha sonra sufi bir tarikat
olan Kalenderiliğe geçmiştir. Kimi kaynaklar onu Mısırda
kurulmuş olan bir diğer Sufi tarikat Vefai şeyhliğinede
geçtiğini belirtir. Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda büyük
emeği geçer. Şeyh Edebali’nin Babai çevresine bağlı
oluşu ve Hacı Bektaş ile bağlantıları, Bektaşi tarikatı ve
ilk Osmanlılar arasındaki ilişkilerin incelenişinde mühim
öğelerdir. XV. yy. da başlayarak, bilhassa adı
Yeniçerilerin piri olduktan sonra Hacı Bektaş ‘in ulaştığı
ehemiyete yol açan da şüphesiz onların korumaları
olmuştur. İlk Osmanlıların ilgisi dolayısıyladır ki, Bektaşi
tarikatı imparatorluk içindeki üstün yerini almış ve üst
derece bir halk tarikatı olarak benimsenmiştir
(Türkdoğan, 2004).
152
Faruk Arslan
Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu’na göre Kalenderilerin
Osmanlı’nın Kayı boyundan gelmedikleri iddiası
asılsızdır. Osmanlı’da Devlet Teşkilatı ve Sosyal Yapı
isimli kitabının 111 . sayfasında 14. ve 17. yüzyıl
arasındaki tahrir defterlerinde 24 oğuz boyuna ait yer
adlarının hayli yaygın olduğunu söylemekte ve bunlardan
99 tanesinin Kayı ismini, 86 sının Avşar ismini, 81’inin
Kınık ismini 71 inin Eymir ismini, taşıdığını belirttikten
sonra Anadolu’da 62 yerde Karkın isimli yerleşim yerinin
olduğunu söylemektedir. Mercil ve Sevim, Selçuklu
Tarihi isimli kitaplarında Kargınları Oğuz’un Bozoklar
koluna bağlı bir oymak olduğunu söylerler. Anadolu’ya
yayılışları itibariyle de diğer oymaklarla
karşılaştırıldığında aynı kola bağlı oymakların birbirlerine
yakın yerleştikleri görülmektedir.(Merçil-Sevim: 1995, 1)
Türklerin Hz. Ali ve soyuna bağlılıkları, Kutadgu Bilig
tarafından yaptırılan bir Orhun kitabesinde bile
mevcuttur. Mağdura sahip çıkan Türklerin Emevilerin
kovduğu peygamber soyuna kol kanat germesi, tarihin
akışını değiştirmiştir. Mesela Şeyh Hasan Ocağı’nın
Anadolu’daki büyük ocaklardan biri olan Ali Abbas
Ocağı’nın Şeyh Şücaattin Veli Ocağı’nın, Seyyid Garib
Musa Sultan’ın, Seyyid Ali Turabî ve bir çok Horasan
ereninin akrabalık ilişkisi yoluyla Ehl-i Beytle akraba
olduğu kesindir. Bu ilişki ile kendilerini bilgi ve
düşüncelerini yaymak üzere topluma adadıkları
anlaşılmaktadır.
Horasan Erenleri’nin özellikle bir ocağın temsilcisi olarak
kabul edilenlerin Anadolu’da kentleri birbirine bağlayan
153
Faruk Arslan
kervan yollarının en stratejik yerlerine bilerek ve
isteyerek yerleşmişlerdir. Böylece, Anadolu’nun kırsal
alanlarındaki ocakların yılda iki defa bu erenlerin
huzurunda veya makam mezarlarının başında
toplandıkları, bu kırsal bölgelerdeki ocaklar sayesinde
eşkıyalık, talan ve yol kesme gibi olayların önlendiği,
yaylaların ocak mensubu obalar tarafından birbirleriyle
sürtüşmeye meydan vermeksizin kullanılması, obalar
arasındaki ihtilafların kadı veya adlî mercilere gidilmeden
çözülmesi ve özellikle sonbaharda yapılan toplantılarda
ocak mensubu oymakların üretimlerinin belirli bir
miktarını da ocağa bırakmaları, bu sosyal örgütlenmenin
en önemli belgeleri arasında yer almaktadır. Bu sistemli
örgütlenmenin Selçuklu hakanı Alaaddin Keykubat’a
kadar beylikler vasıtasıyla yapıldığı bilinmektedir.
Alaadin Keykubat döneminde verilen belgelerden
anlaşıldığına göre bu dönemde sistemli bir yerleşimin
yapıldığı Osmanlı döneminde ise 16. yüzyıla kadar bu
sistemin titizlikle sürdürüldüğü kadı sicilleri, tahrir
defterleri, mahkeme kararları ve padişah fermanlarından
anlaşılmaktadır.
Bizans İmparatorluğu’nun yıkılmasına yakın
dönemlerdeki iç karışıklıklar, savaşlar ve yoğun eşkıyalık
dolayısıyla ticaretin yok olması, insanların şehirlerde
adeta yarı hapis hayatı yaşamaları, Anadolu’nun
güvenliğinin sağlanmasında kırsal alanların kontrolünün
önemini göstermektedir. Yapılan bu durum tespiti
sonunda devlet adamlarının kırsal alan
organizasyonlarına özel bir önem verdikleri
görülmektedir. Anadolu’da kırsal alanda ortaya çıkan
otorite boşluğunun yarattığı ortamın nasıl büyük bir
yoksullaşmaya ve iç karışıklıklara sebep olduğuna dair,
154
Faruk Arslan
Bizans İmparatorluğu tarihleri okunduğu zaman sayısız
örnek bulunacaktır. (Ostrgoski:1981, 195-207)
Osmanlı Arşiv Belgelerinden anlaşıldığına göre,
ocakların bir kısmı çevresindeki arazi ve köylerle birlikte
“Müstesna Vakıf” kabul edilmiş ve korunmuştur.
Müstesna vakıflar, her türlü vergiden muaf oldukları gibi
yaptıkları sosyal işlevlere bağlı olarak devletten yardım
da alıyorlardı. Böylece Anadolu’da büyük kentlerin
yakınlarında ve kentin stratejik bölgelerinde -ki bu
genellikle yüksek dağ yamaçlarında olurdu- söylediğimiz
gibi kentin güvenliğini ve kervan yollarının korunması
görevini üstleniyordu. Bilindiği gibi ocakların bulunduğu
topraklar, “Koruk” yani koruma altına alınmış alan ilan
ediliyor ve bu bölgede avlanmak, toprakları kullanmak,
işleyerek üretim yapmak, sadece o ocağın dergâhının
iznine bağlı oluyordu.
Ocaklar menzil görevi üstleniyorlar ve bu menziller
Anadolu’daki posta örgütlenmesi olan “Posta Tatarlığı”
sisteminin önemli bir unsuru oluyordu. Ortalama her 40
km. de bir kurulmuş olan menziller, özellikle hızlı
haberleşebilmek için önceleri at, sonraları ise (18.yy
ortalarından sonra) posta arabalarının uğrak yerleriydi.
Buralarda Posta Tatarları (postacı) atlarını değiştirip,
diğer ihtiyaçlarını karşılıyorlar ve yollarına devam
ediyorlardı. Bazı menziller büyük ve “Tatar Ağalığı”
denilen merkezlerdi ve buralarda posta görevlilerinin
denetçisi ve yöneticisi bulunurdu.
Ocaklardan bir kısmı meslek erbabı ve bir mesleği
babadan oğula devrederek yürüten oymaklardı. Bunlar
155
Faruk Arslan
içerisinde Tahtacılar, Demirciler, Kuyumcular, Keçeciler,
Dericiler vb. önemli bir yer tutmaktadır. Bu gün
oymakları arasında bağlantı kesilmiş olmasına rağmen,
Selçuklu ve Osmanlı döneminde Anadolu’da demir
üreten Demirhanlar, Polatlar ve Demirciler ortak bir
ocağın temsilcileriydi. İç Anadolu Bölgesi’ndeki
Kuyumcular, Toroslardaki ve Kaz Dağlarındaki Ağaç
Erleri Anadolu’da üretilen hammaddenin işlenmesinde
çok önemli bir fonksiyonu yerine getiriyorlardı. Ağaç
Erleri aynı zamanda ormanların korunması ve sağlıklı
kullanılmasından sorumluydular. Avcılıkla geçinen bazı
kollar ki Anadolu’da Geyikli Baba, Bozgeyikli adlarıyla
anılan Horasan Erenlerinin bir çoğu avcıların hayvan
katliamını önleyen av hayatını düzenleyen görevler
yüklenmişlerdi. Osmanlı tahrir defterleri incelendiği
zaman bu ocakların babadan oğula görevleri
devrettiklerini görüyoruz. Dede Karkınla ilgili belgelerde
de Karkın Ocağı’nın özellikle “Develi Karkın “kolu
Elazığ, Malatya ve Çorum dolaylarında kömür üretme ve
kömür taşıma görevini sürdürüyordu.
Ocaklar el ele, el Hakk’a ilkesiyle birbirlerine sıra ve
saygı çizgisinde bağlıydılar. Bu bağlılıkta hemen
anlaşılacağı gibi herhangi bir yetki tartışması ve
sürtüşmesine yer vermeyecek bir uzlaşma söz konusuydu.
Bu konuda ilk ciddi araştırmayı yapan Baha Said Bey
tarafından hazırlanmış olan “Türkiye’de Alevi Zümreleri”
isimli makalede şu önemli tespite yer verilmektedir:
“Ocakların bir başka ocağa üstünlükleri vardı.
Kimilerinin nefesleri güçlü olabilirdi. Buna göre saygıya
ve seçkinliğe layıktır. Örneğin Ankara’da Karaşar,
156
Faruk Arslan
Çorum’da Dede Kargın, İzmir’de Narlıdere, Antalya’da
Abdal Musa, ... Ayntab Ocakları ...özel önem taşırlar.”
(Baha Said, Sayı 22)
Ocakların tümünün şehirlerden çok köylere yerleşmiş
olması ve aralarında bağlantı bulunması sebebiyle 16.
yy’a kadar çok güçlü bir kırsal alan sosyal
örgütlenmesini oluşturuyordu. Osmanlı toprak düzenini
araştıran ve inceleyen bütün bilim adamlarının
başvurdukları belgelerde Boy, oymak ve aşiretlerin
toprakların kullanımına bağlı olarak birbirlerine
bağlandıklarını ve bu bağlılığın 16. yüzyılın sonralarına
kadar büyük bir titizlikle takip edildiği görülmektedir.
Bu tespitleri yapan Prof. Dr.Alemdar Yalçın ve Uzman
Hacı Yılmaz, Kargın Türkmenlerin menşeini inceledikleri
yazıda, şu bulgulara ulaşmıştı:
Kargın Ocağı, Anadolu’daki ocaklar arasında, belgeleri
günümüze kadar gelmiş en önemli en eski ocaklardan
biridir. Dede Karkın Ocağı’nın Anadolu’daki
faaliyetleriyle ilgili bir kısım söylenceler yanında kuşku
götürmeyecek belgeler arasında Ebu’l-Vefa ve Dede
Karkın bağlantısı gelmektedir. Karkın Boyu’nun Horasan
bağlantılarının kesinlik kazanmasından sonra Tacül
Arifin Ebul Vefa’nın Dede karkın’la bağlantısının olması
Karkın Ocağı’nın yine dört kilişik bir bilim heyeti
tarafından tescil edilmiş olması kesin olmamakla birlikte
EbulVefa’nın da Karkın Boyu ile soy bağlantısını ciddi
olarak düşündürmelidir. Fığlalı, Ebu’l-Vefa ile Dede
Karkın’ın muhtemelen Harezm’den göç ettiklerini ve
157
Faruk Arslan
Ahmet Yesevî Ocağı’na bağlı olması gerektiğini
düşünmektedir. (Fığlalı: 1996, 147)
Burada tartışılması gereken noktalardan biri kaynakların
hemen tümünde Anadolu’da bir Vefaî tarikatından adeta
kesin bilgi olarak söz edilmesidir. Oysa, Ebu’l-Vefa
isimli bir düşünürün Bağdat ve Kuzey Irak civarlarında
yaşadığına dair bilgiler bulunmakla birlikte Harezm’den
göçen Ebu’l- Vefa adına, Vefailik adıyla bir tarikat
kurulduğuna dair bir bilgiden söz edilmemektedir.
Fığlalı’nın belirttiği gibi, Baba İlyas’ın Seyyid Ebul
Vefa’nın halifesi olması yaşadıkları dönem itibariyle de
imkansızdır. Aşıkpaşazade tarihinde verilen bilgi ise,
adeta bir “galat-ı meşhur” haline gelerek bir çok kaynakta
yer almaktadır. Ebu’l Vefa’nın hocası kabul edilen,
Ahmet Yaşar Ocak’ın “Şunbekî”, Esad Coşan’ın “eşŞenbaki”, Fığlalı’nın “eş-Şanbaki”, Dede Karkın
belgelerinde “eş Şenbekî” olarak geçen kişinin
Lugatname-i Dehhüda isimli eserde “Hadis alimi Osman
b. Ahmedî Dineveri’nin dedesi ve Abudullah b. Ahmedi
Nihavendi’nin” soyundan gelen hadis alimlerindense
Kirmanşah bölgesindeki Dinever şehrinde yaşadıklarına
dair kayıt bulunmaktadır. Ancak tasavvuftan çok hadis
ilmiyle uğraşmalarından dolayı burada adı geçen Şenbeki
ile Ebu’l Vefa arasında bir bağlantının bulunması güç
görünmektedir. (Lugatname-i Dehhüda: 1373, 12795)
İslam kaynaklarında Vefai tarikatı, Mısır’da yaygınlaşmış
ve Anadolu coğrafyasıyla doğrudan ilgisi olmayan bir
tarikat olarak yer almaktadır. Vefailiğin ilkeleri ve
ritüelleri konusunda da elimizde ciddi bir bilgi
bulunmamaktadır. Bu konuda Ahmet Yaşar Ocak:
“İşte Baba İlyas-ı Horasani genellikle XV. Yüzyılda
yaşamış Ebu’l Vefa Harezmi ile karıştırılan bu Ebu’l
158
Faruk Arslan
Vefa Bağdadi’nin kurduğu Vefaiyye veya Vefailik
tarikatına mensup idi. Her ne kadar kaynaklar XIII.
Yüzyılda Anadolu’da Vefailik diye bir tarikatın
varlığından söz etmezlerse de...” (Ocak,1996:104)
diyerek bu bilgiyi doğrulamaktadır. Bir başka nokta ise,
Ebu’l Vefa’ya ait bir çok yazma menakıbdan elimizde
bulunan Ayasofya, Samsun, İstanbul Üniversitesi, Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kütüphanesi’ndeki
nüshalarda verilen bilgilerden anlaşıldığına göre, Sultan
Beyazid döneminde yazılmıştır. Yazmaların girişinde
Mısır’dan icazet alan Aşıkpaşa oğlu: “Hazret-i şeyh
Ahmed Aşıkı’ye damat olan “ Seyyid Vilayet bin Hazreti seyyid Ahmed el Vefa”dan söz edilmektedir. (Ayasofya
Nüshası, Varak 4-5 ve diğer nüshalarda ilgili yerler) yine
kayıtlara göre, “Seyyid Vilayet b. Hazret-i Seyyit Ahmet
el-Vefa’nın Mısır’da Vefai tarikatına intisap ettiği ve
menakıbnameyi oradan getirdiği, Mısır’dan sonra hacca
giderek burada Esma-i Hüsna Tilaveti icazeti aldığı”
kaydı bulunmaktadır. Bu kayıtlarla , Mısır’daki Vefai
tarikatı arasında bir bağlantının olup olmadığı daha
derin bir çalışma sonucunda elbette ortaya çıkacaktır.
Ancak menakıbnamenin Ayasofya yazma nüshasında
ilerleyen bölümler, doğrudan Ebu’l Vefa Bağdadi ile
ilgilidir. Bu menakıbnamede Ebu’l Vefa’nın Vefailik adlı
bir tarikat kurduğuna dair kayıt bulunmadığı gibi
ölümünden önce müridlerini ve “Sultan” adını verdiği
onyedi müridini Rufai tarikatına yönlendirdiğine dair
kayıt bulunmaktadır. Zamanımıza kadar bütün
belgelerden ortaya çıkan bir başka ihtimal olarak
Mısır’daki Vefailik tarikatı ile 15. yüzyılda birbirine
karıştırılmış olması ciddi olarak göz önünde
bulundurulmalıdır.
159
Faruk Arslan
Tekrar Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı’nın çalışmasına
dönersek, Ebu’l-Vefa’nın Ebu Muhammed Abdullah eşŞenbaki’ye bağlı olduğu ve bu tarikatında Rufailik’ten
ayrı bir hüviyet taşımadığı öne sürülerek varolduğu kabul
edilen Vefai tarikatı Rufai tarikatıyla birleştirilmektedir.
Yaptığımız araştırmalarda tasavvuf tarihleri, mezhepler
ve tarikatlarla ilgili yapılan çalışmaların hiç birinde
Anadolu’da bir Vefai tarikatından ve bunun
hususiyetlerinden söz edilmediğini bir kere daha
vurgulamalıyız.
Bu iddia öne sürülen ciddi iddialardan biri olmakla
birlikte, başvurulan hiçbir kaynakta kesin bir bilgiye
rastlanmamaktadır. Dolayısıyla Ebu’l-Vefa Bağdadi veya
Ebul Vefa Kürdi sanıyla anılan ve ünlü mutasavvıflardan
birisi olan bu yüzden “Tacül Arifin” ünvanıyla tanınan
kişi adına Vefailik adında bir tarikatın kurulmuş olduğu
ve bunun hiç olmazsa 15. yüzyıla kadar sürüp sonra
bittiğine dair elimizde belge bulunmamaktadır.
Aşık Paşa’nın 15. yüzyılda öne sürdüğü bir iddiaya
dayanaraktan bir Vefai tarikatının olduğu Baba İlyas’ın
bu tarikatın halifesi olduğu yolundaki iddialara kesin
gözüyle bakmak yanlıştır. Yukarda da ifade ettiğimiz gibi
Rufai tarikatı günümüze kadar gelmiş ilke ve disiplini
tamamen farklı bir tarikattır. Prof. Dr. A. Yaşar Ocak’ın
da belirttiği gibi gerek Baba İlyas, gerekse Dede
Karkın’ın varlığı kuşku götürmeyen ilkeleri ve disiplini
çağlar aşarak günümüze gelen Hoca Ahmet Yesevi
Ocağı’na bağlıdır. En azından Dede Karkın’ın
Horasan’dan geldiğine dair Aşık Ednâî’nin kasidesinde
geçen:
“Rah-ı Hüdâ nesl-i Ali’dir ism-i Numanım meded/
Lakab-ı Dede Karkın Sultan şah-ı Horasanım meded”
160
Faruk Arslan
mısralarından da anlaşılacağı gibi, Dede Karkın
silsilesinin ikinci ismi olan Numan Dede Karkinî’nin
Horasan’dan geldiği kaydı bulunmaktadır. Karkın
Boyu’nun Anadolu’daki devamı olan silsilesi devam
etmektedir. Erzincan’dan ve Gazi Antep’te yeni belgeler
bulunmuştur. Bu belge ve bilgilere göre Karkın Boyu’nun
Horasan üzerinden Anadolu’ya geldikleri kesinlik
kazanmaktadır. Dede Karkın ve Baba İlyas’la ilgili uzun
değerlendirmelerden sonra Ahmet Yaşar Ocak şu yorumu
yapmaktadır:
“Üstelik Harezm’de Yeseviliğin yaygın bulunduğu ve
Dede Karkın ile Baba İlyas’ın Harezmli Türklerden
oldukları ihtimalinin yüksekliği düşünülürse, Baba
İlyas’ın Yesevilikle bağlantısının bulunup bulunmadığı
bir mesele olarak gündeme geliyor.” (Ocak: 1996, s.104)
Ahmet Yaşar Ocak’ın şu düşünceleri Dede Karkın’ın
Yesevi Ocağının devamı olduğu tezini güçlendirmektedir:
“Üstelik Baba İlyas’ın fikirlerinden çok şeyler alarak
teşekkül eden Bektaşilikte Yesevi geleneklerinin
korunması, bu ihtimali bizce daha da güçlendiriyor.”
(Ocak, 1996:105) Dolayısıyla Karkın Ocağının diğer
Horasan üzerinden Anadolu’ya gelen oymaklarda olduğu
gibi Yesevi Ocağının devamıdır diyebiliriz. Dolayısıyla
elimizdeki en eski belgelerde EbulVefa’nın şeceresinin
bulunması ve iki ismin birlikte anılmaları en azından
belgeleri bulununcaya kadar Ebu’l Vefa’nın Kargın Boyu
içinde yer aldığını düşünmemiz gerekecektir.
Vefai Tarikatı konusuna gelince; bütün tasavvuf
tarihlerinde Vefai tarikatının Mağrib-i İskenderi ünvanlı
Şeyh Vefa tarafından Mısır’da kurulduğu, iki kola
ayrılan bu tarikatın kurucusunun Bingazi’de
defnedildiğine dair bilgiler bulunmaktadır. Bu durumda
161
Faruk Arslan
ya Vefai tarikatı Ebu’l-Vefa döneminde anılmış ve fakat
ölümünden sonra unutulmuş, 15. yüzyılda yeniden ortaya
çıkmış; ya da bu bilgi diğer Vefai tarikatıyla karıştırılmış
olmalıdır.
Ebu’l Vefa ile ilgili konudaki temel kaynaklardan biri
kabul edilen ve değişik Türkçe yazmalarının İstanbul ve
Ankara’daki kütüphanelerdeki varlığından söz edilen
Ebu’l Vefa Menakıbnamesi’nin üç ayrı yazması vardır.
Bunlardan biri Samsun’da bulunan bir Türkçe yazmadır.
Öte yandan Ebu’l Vefa ‘nın Bağdat’ta Mustansıriyye
Medresesinde (408 Hicri) 1017 miladi tarihli bilim
adamları tarafından onaylanmış bir belgeden de söz
edilmektedir. Araştırmacı yazar Nejat Birdoğan bu
belgeden söz ederken belgenin tümünü yayınlamadığı
için bilgi tam olarak anlaşılamamaktadır. Çalışmasında
bazı düzeltme hataları dolayısıyla 1071 miladi, 1017
miladi gibi hatalar yanında belgenin orijinalinin veriliş
tarihi, verilen kişinin kimliği ve akrabalık bağlantısı da
tam olarak anlaşılamamaktadır. (Birdoğan: 1995, 108109) sayın Birdoğan da bu belgeye diğer belgelere
dayandırarak Ebul Vefa ile Baba İlyas arasında bir
halifelik bağlantısının olamayacağı yargısını
kesinleştirerek bir gerçeğin ortaya çıkmasını
sağlamaktadır (Yalçın, Yılmaz, 2008).
Alevîlerin, Bektaşîlerin İslama gönülden bağlılıklarını ve
inançlarını çok açık biçimde göstermesi bakımından on
iki yıl Pir Postuna hizmet de etmiş olan ve çok gezdiği
için kendisine Seyyar Baba da denilen Filibeli Tatar
İbrahim Fevzi Baha'nın Babalık İcazetnamesi (tarikat
liderliği) icazet (diploması) nın Osmanlı Türkçesi ile
metnini de vermek istiyorum:
162
Faruk Arslan
Filibeli Tatar İbrahim Fevzî Baha'nın Babalık
İcazetnamesi "Huve'1-Muîn İnnehu Min Suleymane Ve
İnnehu Bismillâhirrahmanirrahîm Nasrun Minellah Ve
Fathun Karîb Ve Beşşiri'l-Mu'minîn Ya Muhammed Ya
Ali Hayru'l-Beşer El-hamdu Lillahi'llezi Nevvere Kulûbe'I-'Arifin Bi Envari'l-'İlmi Ve'l-'İrfâni Ve Zeyyene
Sudûre's-Salikîn Bi Ziyne-ti'l-'Aşki Ve'ş-Şevkİ Ve'lİykâni Ve's-Salâtu Ve's-Selâmu 'Ala Seyyidina Ve
Nebiyyina Muhammedin Eşrcfi'l-Halki Ve Ekremi'lHalki Vc'1-Vicdân Ve 'Ala Alihi Ve Evlâdihi Ve
Eshabihi Ve Ah-bâbihi Ve Ehli Beytihi't-Tayibbîne'tTahirîn Vesellım Teslîmen Kesîren Fi Külli Hînin Ve
Anin İla Yevmi Yekû-mu'l-Haşr Ve Yensibu'l-Mîzân.
Amma ba'd, işbu icâzet-nâme-i be-dî'u'l-unvânın tahrîrine
badi oldur ki; kutbu'l-ârifîn, gavsu'l-vâsılîn, zübde-tü
evlâdi'l-eimmeti'l-ather, kudvetu'l-evliyâi'l-kibâr Hazreti
es-Seyyid Muhammed el-mulakkab bi-Hünkâr Hacı
Bektaş-i Velî kaddesellâhu sirrehu'l-âlî ve'l-celî
efendimizin dergâh-ı feyz-iktinâh-ı âlileri dervişânından
hâmili icâzet-nâme tarîkatlu İbrahim Fevzî Baha'nın
âlem-i seyâhatde geşt u gü-zâr eylediği bazı mahallerde
ehl-i ir-şâd babanın fıkdanına mebni ekser mu-hibbân-ı
tarikat ve tâlibân-ı râh-ı Hak ve hakikat, îfâ-yı hizmet ve
arz-ı inâ-betden mahrum kalmakta bulunduklarından
bahisle dergâh-ı şerâfet-penâh-ı pîr-i müşarünileyh taraf-ı
eşrefinden Baba-yı mumaileyhe bir kıt'a icâzet-nâ-menin
i'tasıyla kabil-i sülük olan mu-hibbânın hidemât-ı
ma'neviyclerinin ifa ve âşıkân-ı sâdıkânın irşad ve ihyası
hususu ba'zı zevât-ı kiram ve muhib-bân-ı zevi'l-İhtirâm
tarafından iltimas ve istirham kılınmış ve iltimas-ı vâkı-a
şâyân-ı kabul olub Baba-yı Mumaileyhin hüsn-ü hâl ve
163
Faruk Arslan
hayat sîreti ve bu bâbda kemâl-i liyakat ve ehliyeti derkâr
ve aşikâr bulunmuş olmağla salifu'1-Be-yân muhibbân-ı
Tarîkat-ı "Aliyye'nin hademât-ı ma'lûmelerini îfâ ve
ikmâl ve tâlib-i rah-ı hakikat olan âşıkân-ı sadı-kânı,
tarikat-ı bâhiru'1-Hakîkat-ı ehlul-lah-ı 'izama teslîk ve îsâl
etmek ve ah-kâm-i Şeriat-ı Garra ve âdâb-ı tarîkat-ı
'ulyadan ser-i mu tehalluf ve inhiraf etmeyerek eser-i
eslâf-ı salihîne gitmek üzere tarafımızdan mumaileyh
Tarikatlu İbrahim Fevzî Baba'ya, izn u icazet ita ve işbu
icâzetnâme-i mahsusa tahrîr ve imlâ kılındı.
Tahriren Fi'1-Yevmi'l-Hâdi Min Şehri Rebi'i'1-ûla Sencti
İhda ve "İşrîn Ve Selâse Mieti Ve Elfin (1321) Min
Hicreti Men Lehu'l-'İzzetu Ve'ş-Şeref. Sene 1321 H."
(Yüksel; 2002, s.198-200).
Bu belgeden bir Bektaşinin saygı duyduğu değerleri
anlamak mümkün.
1826 - 1862 yılları arasında Bektaşiliğin kapalı ve
Bektaşi'yim demek dahil, Bektaşiler lehine konuşmanın
suç ve karalamanın serbest olduğu dönemdir.
İmparatorluk Türkiye'sinin sosyal hayatını günümüze
kadar, şiddetle tesir altına alan iki büyük Türk tarikatı
Mevlevilik ve Bektaşiliktir. Evliya Çelebi'nin yaşadığı
devirde İstanbul'daki tekke sayısı 557'dir ve bunların
çoğunluğunu Bektaşi ve peşinden de Mevlevi tekkeleri
oluştururdu.(Öztuna, 1978).
Köyde tarikat toplantısı olan Cem Ayini, saz veya
kopuzla, aşığın okuduğu nefeslerle yapılırken, şehirdeki
Bektaşi toplantılarında saz veya kopuzun yanında kudüm,
tambur, çalpala gibi aletler de kullanılır ve Cem Ayininin
yapılış maksadına uygun bestelenmiş ayinler icra edilirdi.
164
Faruk Arslan
Bu besteler arasında da en çok saba, segah, neva, uşşak,
hicaz ve hüseyni makamları yer alırdı.
Osmanlı döneminde olduğu gibi, Cumhuriyetin
kurulduğu yıllarda da, Muharrem ayının ilk on günü öğle
ezanları camilerde ağıt havasını andıran “Hüseyni”
makamında okunurdu. Bu toplumun bütünü tarafından
paylaşılan Kerbela hüznünü hatırlatırdı.
Eski toplum yapımız “tarım toplumu” özelliği
gösterdiğinden köy Bektaşiliği bu yapıya uygun bir tarzda
düzenlenmişti. Tarım düzenimizde işin olmadığı mevsim
olan kış günleri tarikat toplantılarının yapıldığı
zamanlardı.
Şehir hayatında biraz daha farklı yapı vardı. Çok az
bulunan memur yanında esnaf ve zanaatkar yılın her
mevsiminde çalışırdı. İnsanlar içinde okur yazarlar ve
sanatkarlarda bulunurdu. Özellikle İstanbul gibi, pek çok
tarikatın olduğu ve devlet başkanlarının oturduğu yerde
protokole katılan, Padişahı tahta çıkaran, taç giydiren,
kılıç kuşatan törenlerde Mevlevilerle birlikte olan şehir
Bektaşileri, Bektaşiliği entelektüel bir boyuta
taşımışlardı.
Toplum yapısındaki değişiklikler, köyden şehre göç,
sanayiin gelişmesi, gecekondulaşma gibi sebeplerle
köylülerle birlikte “köyden indim şehre, şaşırdım birden
bire” deyişinde özetlenen bir şaşkınlık dönemi hala
yaşanmaya devam edilmektedir.
Köyleri şehirleştireceğimize, bu yapı ile şehirleri
köyleştirmiş olduk. Köylü Alevi/Bektaşi Dedesi şehirde
de evlerde toplantılar düzenleyerek, köy usulü ayinler
yapmaya devam etti.
165
Faruk Arslan
Bazı yerlerde buna da imkan yoktu. İş hayatı pek çok
şeye fırsat vermiyor, ekmek parası insanların bütün
vaktini alıyordu. Birdenbire Alevilik gündemi işgale
başlayınca, Alevi/Bektaşilerin yaşadıkları mahallelerde
dernekler, vakıflar kurulmaya başladı ve çoğunluk köylü
olduğu ve bağlı olduğu tarikat adamları da köylü Dedeler
olduğu için, şehir Bektaşiliği yerine köylü Bektaşiliği
olan Kızılbaşlık şehirleri ve medyayı doldurdu.
Şehirlerde azınlığa düşen Şehir Kızılbaşları
diyebileceğimiz Bektaşiler ve şehirlilerin tarikat adamı
olan Babalar, nerede ise tanınmaz duruma düştüler.
Eskiden büyük salonlarda, kalabalık cemaatlerle yapılan
Bektaşi ayinleri yerine, yeni icat “Cemevleri”nde, küçük
guruplarla, tıpkı köylerde yapılan ayinler icra edilmeye
başladı.
Dedeler eskiden ezberledikleri ve kendilerinden de cahil
olan köylülere hitap eden nasihat, tebliğ ve duaları otantik
olarak tekrarlamanın dışında, bu yeni duruma intibakı
sağlayamadılar.
Alevilik konusunu anlatan günümüz yazarları ayin
sırasındaki müziği göstererek Alevilik/Bektaşilikten ayrı
olduğunu ileri sürüp, aralarında ayrılık yoksa, Sünniler
niçin namazda saz çalmıyorlar gibi bir soru da soruyorlar.
Tarikatlarda, tarikatın ibadeti olan zikir ve ayinlerde ritim
saz kullanılmaktadır. Sadece “hafi” (sessiz ve gizli) zikri
benimsemiş olan Nakşilikte ritim saz yoktur. Onun
dışında kalan, Mevlevi, Kadiri, Rufai, Halveti, Gülşeni…
tarikatları ve benzerlerinde farklı musiki aletleri ritim saz
olarak kullanılır. Tarikat ibadetleri hiç bir zaman, bizim
ülkemizde camilerde yapılmamıştır.
166
Faruk Arslan
Şeriatın ibadeti olan namaz ise, bütün tarikatlarda olduğu
gibi Alevilik/Bektaşilikte de vardır ve bunu inkar, sadece
inkar eden kişinin şahsi görüşü olur. ( Mehmet, 1930).
Mevlevilerde ve Bektaşilerde, ayin başlangıcında halka
veya salonun durumuna göre, salonu çevreleyecek şekilde
oturan dervişlerin birbirlerine ve posta niyaz etmelerini,
namaz kelimesi ile anlatmak ve buna “halka namazı” gibi
isim verme işi yeni icat bir yakıştırmadır. Bu bir niyazdır.
Alevilik/Bektaşilerde, Sünnilikten farklıdır, çünkü
camiye isteyen herkes girebildiği halde Cem’e herkes
giremez, diyenler suç işleyenlerin, günahkarların bu ayine
katılamayacaklarını belirterek bunun önemli bir fark
olduğunu ifade etmektedirler.
Doğrusu bütün tarikatlarda, tarikat ayinine sadece o
tarikata daha önce usulüne göre girmiş olanlar katılır; bu
genel kuraldır. Diğer muhipler ve seyirciler sahnede
okuyan sanatkara tempo tutarak katılmak kabilinden
katılırlar ve zikri kendileri de sanki derviş gibi, şeyhin
tekrarlarına ve talimatlarına göre gönüllü olarak iştirak
ederler.
Ancak Ayin-i Cem bir farklılık gösterir ve burada Baba
veya Dede’nin “Hakim”lik görevi de vardır. Dar-ı
Mansur’a çekilen Can’a işlediği iddia edilen suçu sorulur,
gerekirse şahitler dinlenir ve Baba veya Dede kararını
açıklar ve infaz eder. (Sezgin, Atalay, 1998).
Abdülkadir Sezgin’in çözüm önerisi mantıklı: Bir takım
Dede, Baba veya Alevi liderlerinin kendilerini devrimci,
Atatürkçü göstermeleri ya bilgisizlikten ya da gösteri
türündendir. Hatta bazı tarikat liderlerini halka açık
167
Faruk Arslan
gösteri türü “ayin-i Cem”lerde Atatürk’ü de tarikat piri
gibi saymaları bir siyasi tavır olarak görülüyor ve
sırıtıyor. Tekke ve zaviyeler, Osmanlı’da tarikat
ibadetleri için vardı, Cumhuriyet Türkiyesinde
kaldırılması, yozlaştıkları için belki kabul edlilebilir.
Ancak bugün Alevilerin Cem Evi talebine buda nereden
çıktı diye bakılması, tekke ve zaviyelerin eskiden ne işe
yaradığını bilmemekten kaynaklanıyor.
Bütün tarikatlar için çare, genellikle laiklik, demokrasi ve
hukuk devletidir. Tarikatlar dini organizasyonlardır ve
yüzlerce yıllık geçmişleri vardır. Bunların laiklik
şemsiyesine alınarak, siyaset alanı dışına çekilmesi ve
tıpkı din işinin Anayasada ifade edildiği gibi, her türü
siyasi görüş ve düşüncenin üstüne oturtulması lazımdır.
Tarikatların, yasağın cennetinde yaşamaları yerine,
demokrasi bahçesinde; devletin denetim ve gözetimi
altında olması lazımdır. Bunun uygulama imkanı
bulabilmesi içinde Diyanet İşleri Başkanlığı’na
“Tarikatlar Daire Başkanlığı” ilave edilmeli ve
kendilerine faaliyet izni verilen tarikatların birinci
adamlarından oluşacak ve çalışma usul, adab ve
erkanlarını düzenleyecek mevzuatlarla, tarikatlar arası
işbirliği, ahenk ve diyalogu sağlayacak hususlarda
danışmanlık yapacak bir “Şeyhler Meclisi”nin kurulması
yerinde olacaktır. ( Sezgin, 1998).
Alevileri bu çözüm önerilerinin tatmin edeceğini
sanmıyorum. Diyanet’in kaldırılmasını talep eden Avrupa
Alevileri ve onları etkisindeki Alevileri fazlasıyla
siyasileşmiş buluyorum. Bu ortamda Alevilerin en ılımlı
grubu dahi Diyanet çatısı altına girmeyecektir, girerse,
hain, düşkün, işbirlikçi ilan edilir, dışlanır. Dedelere
maaş bağlanamına bunlar karşı çıkarlar. Alman
168
Faruk Arslan
İstihbaratının en fazla korktuğu konu, Aleviliği
çıkarlarına uygun kullanma girişiminin sonuçsuz kalması.
Dedelerine maaş bağlayan Ankara, işlerine gelmez. Bazı
siyasilesşmiş Alevilere göre, ‘Devlet Dedesi’ tabiri bile
ürkütücü. Bunun orta yolu mutlaka vardır. AKP
hükümetinin benimsediği Alevi Genel Müdürlüğü, Kültür
Bakanlığı’na bağlı kalacağı için pansuman tedavidir, daha
kalıcı ve kapsayıcı bir formül bulunmalıdır. Alevilerin
inandıkları gibi yaşamaya hakları var, devletden yardım
alarak yapılanmaları, dedelerine maaş bağlanması dış
kaynaklı fitneyi önleyecektir. Elbette Alevi köylerindeki
camileri kapatın, Diyanet’i kaldırın talepleri saçma
olduğu kadar Alevileri haklı davalarında haksız duruma
düşürüyor. Caminin işlevi farklıdır, Cem Evi’nin yeri
ayrıdır. Biri dini ibadet, diğeri tarikatın zikir yeridir.
Yanlış anlaşılmaları önlemek için verdiğimiz bu temel
bilgilerden sonra Osmanlı’da Bektaşilerin masonlarla
içiçe geçmeye başladığı dönemi sorgulayabiliriz. Mason
Bektaşilik’i hiç bir zaman münafıklık anlamında
kullanmak istemiyoruz. Masonluğu ve Sabataycıları öcü
gösterme niyetinde değiliz. Sosyolojik bir olgu olarak ele
alıyoruz.
169
Faruk Arslan
Sekizinci Bölüm
OSMANLI’DA MASONLUK VE
BEKTAŞİLİK
Bektaşî Velayetname ve Menakıpnameleri'nde Osmanlı
devletinin kurucusu kabul edilen Osman Bey'e Kayı Boyu
Beyliği'nin verilmesinde Hazreti Pir'in himmetleri ve
katkısı bulunduğunu bildiren menkıbeler vardır. Ayrıca,
Sultan Orhan, I. Murat, II.Beyazıt, Yavuz Sultan Selim,
Sultan Abdülmecit, Sultan Abdülaziz gibi pek çok
padişahın Bektaşîliğe yakınlık duyduğu ve/ya Bektaşîliğe
ikrar vermiş derviş oldukları savunuluyor. Peki o halde
neden Mason Bektaşiler, Türkiye’yi Osmanlı mirasını ret
ve Osmanlı düşmanlığı üzerine kurdular? Yıllardır
ecdadımıza küfredenlerin bu kin, nefrete ve intikam
çabalarına artık bir son vermesi gerekiyor.
Devletin silâhlı kuvvetlerini; Yeniçeriler'i Bektaşî
Tekkesi'ne bağlayan ayrıca Turşucuzade Ahmet Muhtar
Bey gibi bir takım insanları Bektaşî olduklarını bilerek
Şeyhülislamlık makamına getirmiş (111. Şeyhülislam) bir
devleti, Alevîlere zulmetti, sıkıntıya soktu gibi iddialarla
tahkir etmelerinin, sövüp saymanın mantığını anlayan
varsa, beri gelsin.
170
Faruk Arslan
Bugün elden ele övünç vesilesi olarak gezen, Sivaslı,
Erzincanlı, Malatyalı, Ankaralı, Balıkesirli, Balkanlar ve
muhtelif yerlerinde türbeleri bulunan Alevî Dede ve
Seyyidleri'ni Hazreti Peygamberin soyuna mensup kabul
ederek, 1911 yılına kadar askere almayan, vergi almayan
Osmanlı'ya vefa, minnet ve saygı göstermek; Alevî,
Bektaşî vatandaşlara, özellikle de Dedeler'e, Çelebiler'e,
Babalara düşen bir görevdir. Sâdece II. Mahmut'un
Yeniçeri Ocağı'nı imhası sonrasında Bektaşî tekkesini bir
süre için kapatmış olması, gelmiş geçmiş 700 yıla sövme
sebebi olabilir mi? Bugün, AB ve diğer ülkelerle işbirliği
yapan Alevî kökenlilerdeki, Cumhuriyeti sıkıntıya sokan
işbirliği ve hukuk dışılıklarda hangi şuuraltı psikolojik
sebep var, sorusu gündeme gelmiş durumdadır. (Sezgin,
2008).
Bu soruya cevap verebilmek için Osmanlı’da masonluğa
ve Bektaşilikle olan irtibatlarına bakmak gerekiyor.
Mason Bektaşiler, 1200'lü yıllarda Anadolu toprağında
boyveren Hünkâr Hacı Bektaş Veli'nin Bektaşilik yolu ile
Mevlâna Celâleddin-i Rumi'nin Mevlevilik tarikatı ve
daha sonra oluşan Masonluk inancının, akla, bilime değer
veren; din, dil, ırk, mezhep ve cinsiyet ayırımı yapmadan
kardeşlik bağlamında bütün insanları kucaklayan, barış ve
hoşgörü temelinde insanların mutluluğunu isteyen felsefi
görüşleriyle benzerlikleri olduğunu savunuyor. Güya
masonlukla eşdeğer Bektaşilerin çağrısını, Pir Sultan'ın şu
dizeleriyle dile getiriyor: "Şimdi bizim aramıza / Yola
boyun veren gelsin / Şeriatı, Tarikatı / Hakikati bilen
gelsin... /Kişi halden anlayınca / Hakikati dinleyince /
Üstüne yol uğrayınca / Ayrılmayıp duran gelsin... / Talip
olunca bir talip / İşini Mevlâ'ya salıp / İzzet ile selâm alıp
/ Gönüllere veren gelsin... / Koyup dünya davasını /
171
Faruk Arslan
Hakk'a verip sedasını / Doğrulayıp öz nefsini / Şeytanı
öldüren gelsin... / PİR SULTAN'ım ol çelebiye /
Eyvallahım var Veli'ye / Muhiddin'e hal diliyle / Yolun
sırrın soran gelsin..." (Odyakmaz, 2006).
Mevlevilerin çağrısını, Mevlâna'nın şu dizeleriyle dile
getiriyor:
"Gel! Yine gel! Ne olursan ol, yine gel! ister kâfir, ister
putperest, isterse mecusi olsan da gel! / Bizim dergâhımız
umutsuzluk dergâhı değildir; / Yüz kez tövbeni bozmuş
olsan da yine gel!.."
Masonların çağrısını da şöyle dillendiriyor:
"Ey milyonlar, kucaklayın birbirinizi! Bu öpüş bütün
dünyaya yayılsın. Kardeşler, şu mavi kubbenin
sonsuzluğunda bizi koruyan bir ruh vardır... Neş'e, ey
Elizium'ın kızı Neş'e! Âdetlerin, nizamların birbirinden
mutlak olarak ayırdığı şeyler, ancak senin sihrinle yine
birleştiler. Senin müşfik kanatlarının altında bütün
insanlar kardeş olacaklar!.."
Zalimler, çıkarları uğruna insanları katlederlerken; 800
yıl öncesinden insanlığın kardeşliğini isteyen, dünyada
barış ve hoşgörüyü üstün kılmaya çalışan Hacı Bektaş
Veli'nin, Mevlâna Celâleddini Rumi ile Masonların
çağrısına kulak verilmeli ve onların istekleri hakim
kılınmalıdır diyor yazar Nevzad Odyakmaz. (Odyakmaz,
2006).
Spekülatif Masonluğun İngiltere de 1717 yılında
kurulmasından çok kısa bir süre sonra, 1721 yılında,
İstanbul’da Fransız Masonları tarafından ilk loca
kurulmuş olmakla beraber, güya milli bağımsız Türkiye
Büyük Locası, 1909 yılında Meşrutiyetin ilanından sonra
172
Faruk Arslan
ancak kurulabilmişti. Bu nedenle, bu tarihe kadar olan
devirdeki masonluk eylemlerini genellikle dış kaynaklı
belgelerden öğreniyoruz. Arşivleri güya yandığı için
aslında piyasada dolaşan bilgilerin hemen hepsi
manipülasyon kokuyor.
Osmanlı toprakları üzerinde adı bilinen ilk loca, 1748
yılında Halep’te kurulan , İskoçya Büyük Locasına bağlı,
İskenderun Locasıdır. İlk Türk Masonları ise Yirmisekiz
Çelebizade Sait Çelebi, İbrahim Müteferrika ve
Humbaracı Ahmet Paşa dır. Koca Mustafa Reşit Paşa
gibi, önemli devlet adamları ve aydınların bu localara
girdiği loca arşivlerinden anlaşılıyor. İstanbul da kurulan
localar; 1861 yılında ‘Ser Locası, 1867 yılında Prootos ve
‘l’Etoile du Bosphore’ Localarıdır. Sultan V. Murad,
Şehzade Nurettin Efendi, Şehzade Selahattin Efendi,
Şeyhülislam Musa Kazım Efendi, Şeyhülislam İzzettin
Efendi, Şeyhülislam Hayri Efendi, Müderris Mahmut
Esad Efendi, Sadrazam Keçecizade Fuat Paşa, Sadrazam
Mithat Paşa, Sadrazam Ahmet Vefik Paşa, Sadrazam
Tunuslu Hayrettin Paşa, Sadrazam İbrahim Hakkı Paşa,
Berlin Büyük Elçisi Sadullah Paşa, Şinasi, Ziya Paşa,
Namık Kemal Prootos üyeleridir. Bu devirde İstanbul da
kurulan Mason Locaları, Fransız ihtilalinden sonra
yayılan Batı merkezli dini toplumdan dışlayan güya
hümanist medeniyetin barınağı olmuş ve buralarda
yetişen Masonlar, Meşrutiyetin kurulmasını düşünsel ve
eylemsel yönlerden etkilemişlerdir.
1863'te kaleme aldığı yazıda Rum doktor Schinas,
1842'de İstanbul'da hiçbir loca bulunmadığını belirtip
eklemektedir: "Bu memlekette masonluğun yalnız adı
bile, dehşet, korku ve nefret uyandırıyordu. Mason
sözcüğü, Allah tanımaz, ihtilalci, dinsiz anlamına
173
Faruk Arslan
geliyordu. Masonları cehennemlik diye adlandırıyorlardı.
Rumlar, Ermeniler, Katolikler, Museviler ve Türkler
bütün masonları dinsiz, imansız, uğursuz kimseler
sayıyorlardı. Bugün bile, aşağı tabaka, kötü bir adamı
anlatmak için mason olduğunu söyler." Schinas'ın iddiası,
yerli loca bulunmaması ve Avrupalı locaların da yerlileri
kolay kabul etmemesi sebebiyle "doğrudur." Buna
karşılık Tanzimat'ı din karşıtı ve mason ürünü sayma
tutkusu içindeki bir Arap yayınında, 1822'de Türk
masonlarının sayısının -aralarında vezirler, paşalar da
bulunan- on bini aştığı iddiası edilmiştir. Bu da yerici
abartmanın en ilginç örneğidir... ( Koloğlu, 2007).
Abdülhamit, Sultan V. Murad'ın mason olması nedeniyle,
ilk devirlerinde masonların eylemlerine pek karışamamış,
fakat V. Muratın ölümünden sonra tutumunu
sertleştirmişti. Bu olaya bağlı olarak 1905 yılından
itibaren localar İstanbul dışında ve özellikle
Makedonya'da (Selanik) açılmaya başlamıştır.
Makedonya'da kurulan locaların en önemlileri İtalyan
Obediyansına bağlı ‘Macedonia Risorta’ ve ‘Veritas’
Localarıdır. Bu iki locanın üyeleri arasında önemli
siyaset, devlet adamları ve komutanlar vardır. Kazım
Özalp Paşa, Sadrazam Mehmet Talat Paşa, Mithat Şükrü
Bleda, Mehmet Cavit Bey, Manyasizade Refik Bey,
Kazım Nami Duru, Bahriye Nazırı Cemal Paşa, Faik
Süleyman Paşa, İsmail Canbulat Bey, Hoca Fehmi
Efendi, Osman Adil Bey; Mehmet Servet Bey, Fazlı
Necip Bey ve Emanuel Karasu Efendi bu locaların
üyelerindendirler. Ortak özellikleri tamamının aynı
zamanda Bektaşi olmasıdır. Noyan dedebaba, kitabında
bundan gurur duyuyor.(Noyan, 2006). Mustafa Kemal
Atatürk’ü mason olmasada Bektaşi olarak listeye ekliyor.
174
Faruk Arslan
Bu tarihe kadar ülkede toplam 23 loca kurulmuştur. Aynı
zamanda Birinci ve İkinci Meşrutiyetin, Jön Türklerin,
İttihat ve Terakki Cemiyetinin kurulması ve eylemleri bu
kişilerin gayretiyledir. Aynı anda İttihat ve Terakki
yöneticileri olan bu kadro, İkinci Meşrutiyetin ilanından
sonra, Osmanlı İmparatorluğunda Milli Masonluğu
kurmak için harekete geçmişlerdir. Bektaşi ocakları
toplantı yerleridir.
Türkiye Büyük Locasının kurulması işlemi sırasında
İstanbul’daki Selimiye Süvari Fırkası Komutanı Prens
Aziz Hasan Paşa, Maliye Bakanı Mehmet Cavit Bey,
Mehmet Talat Sai Paşa, Mithat Şükrü Bleda, Rıza Tevfik
Bölükbaşı, Fuat Hulusi Demirelli, Faik Süleyman Paşa,
Jandarma Genel Komutanı Galip Bey, Hüseyin Cahit
Yalçın kurucular arasındadır.
1 Ağustos 1909 günü ‘Maşrıkı Azamı Osmani’ adı
altında ilk Türkiye Büyük Locası kuruldu. Büyük
Üstadlığa Mehmet Talat Sait Paşa ve yönetime Jandarma
Genel Komutanı Galip Paşa, Rıza Tevfik Bölükbaşı,
Osman Talat Bey seçildiler.
500 küsur sayfalık 'Atatürk ve Masonluk: Kalbimizde
Saklı Kalan' adlı kitap pek çok yönden ilginç. Masonlar
ile ilgili yazılmış neredeyse bütün eserleri eleştirel bir
gözle okumuş Tamer Ayan; localarda mevcut belgeleri de
değerlendirmiş... Ortaya Masonların 'resmi tarihi' kabul
edilebilecek bir kitap çıkmış... ( Kıvanç, 2008).
O halde Cumhuriyet dönemi öncesindeki çapraz ilişkilere
dair satırlarını dikkatle okuyalım: "Özellikle Masonluğun,
kendi ilkelerine zahiren taban tabana zıt gibi görünen
siyaset ve din erbabı ile aynı amaçta birleşmesinden
dolayı; kısaca Cemiyet adı verilen İttihatçılar ve çeşitli
175
Faruk Arslan
tarikatların (Bektaşiler, Melâmiler, Mevleviler)
mensupları Mason Localarına üye olabilmiş ve serbestçe
girebilmişlerdir. Hatta bir Mason, biri İttihatçı ve diğeri
Tarikatçı olmak üzere iki ayrı kimliği daha rahatlıkla
taşıyabilmiştir. (..) Nitekim İttihat ve Terakki
kurucularının tamamı Bektaşi, çoğu Masondur." (s. 11617).
Kitabın bence en değerli yönü, yazarın, sözün nereye
gideceğini fazla hesaplamadan kendi yaklaşımına destek
çıkacağını düşündüğü hemen her ayrıntıyı vermesidir.
Devam edelim: "İttihat ve Terakki, daha doğrusu bu
cemiyetin özünü teşkil eden Osmanlı Hürriyet Cemiyeti,
bazı Mason locaları ile iç içe denilebilecek kadar ilişkili
olmuştur. İttihat ve Terakki'nin özümseyip uygulamaya
çalıştığı Hürriyet-Eşitlik-Kardeşlik şeklindeki Fransız
ihtilâl sloganının konuşulması ve uygulaması için, Batı
uygarlığı ürünü Locaların hürriyetçi ve insan haklarını
gözeten havası, Cemiyet üyelerine son derece uyumlu
geldiği gibi; Masonluğun geneldeki zulme ve monarşlara
karşı mücadele ve masum insanları hürriyete kavuşturma
ideali; Cemiyet'in İstanbul istibdadına karşı sürdürdüğü
benzer eylemle tamamen örtüşmüştür." (s. 122).
Mason, Bektaşi ve Melami Jöntürklerin isimlerini
merhum Halifebaba Turgut Koca'dan kalan evrak
arasında bulunan, kendisinin hazırladığı "İttihat Terakki
Üyeleri" başlıklı şu listeden öğreniyoruz:
MASONLAR: Ali Fuat (Cebesoy), Ağaoğlu Ahmet Bey,
Abdurrahman Şeref, Dr. Akil Muhtar (Özden), Abdullah
Cevdet, Dr. Bahattin Şakir, Beşir Fuad (İlk pozitivist),
Cavit Bey (Maliye Nazırı), Cevat Abbas (Bey), Eşref
176
Faruk Arslan
Sencer Bey (Kuşçubaşı), Edip Servet Bey, Halil (Kut)
Paşa (Enver Paşa'nın amcası), Hüseyin Cahit Yalçın,
Halil Şerif Bey, İsmail Canpolat Bey (Dahiliye Nazırı),
Kara Kemal Bey, Kazım Nabi Bey, Kazım Nami Duru,
Mehmet Reşit, Mahmut Şevket Esendal, Nuri (Kıllıgil)
Paşa (Enver Paşa'nın kardeşi), Osmancıklı Nuri, Dr.
Nihat Reşat Belgevi, Dr. Rıza Nur, Sait Halim Paşa,
Şemsettin Günaltay, Dr. Tevfik Şükrü Bey, Talat Küçük
(Muşkara), Prof. Veli Bey, Yusuf Akçura, Hüseyin Kadri
Bey, Hüseyin Haşim Sanver, Mithat Paşa, Nuri Bey
(Yeni Osmanlıcı).
BEKTAŞİLER: Ahmet Rıza Bey (Ayan Reisi), Ahmet
İzzet Paşa, Ahmet Nesimi Bey (Hariciye Nazırı), Ali
Haydar Mithat, Ali Şefik İzmirli, Ali Rüştü Hersekli, Ali
Rıza Kırımi, Asaf Derviş, Ali Rıza Paşa, Gazi Ahmet
Muhtar Paşa, İsmet Fazlı Bey, (Debreli) Behçet Efendi,
Esat Paşa (Draç mebusu), Eyüp Sabri (Akgöl Bey),
Avlonyalı Ferit Paşa, Selanikli Fazlı Necip, Şeyhulislam
Ürgüplü Hayri, Hasan Rıza Paşa (Hudeyce mebusu),
Çerkes Hayrettin Paşa (Tunuslu), Hilmi Tunalı Bey, Halil
Muvaffak Bey, Şair Hüseyin Sıret, Kimyager Hüseyin,
Hasan Tosun Bey, Gümülcineli İsmail Bey, İbrahim
Temo, Dr. İsmail İbrahim Efendi (Dobrucalı), Kamil
Paşa, Lütfi Fikri Bey (Dersim mebusu), Mahmut Paşa
(Çürüksulu), Mithat Şükrü Bey (Bleda), Çorum mebusu
Muhiddin Bey, Mahmut Nedim Paşa, Giritli Muharrem,
Milaslı Murat Asker, Veteriner Mehmet Bey, Mustafa
Ragıp, Mustafa Hayri Ürgüplü, Dr. Nazım Bey, Nabi Bey
(Yücekök), Ömer Naci (Muallim Naci), İzmir ValisiMebusu Rahmi Bey), Rauf Ahmet Bey (İstanbul
Mebusu), Dr. Rusuhi Bey, Hariciye Nazırı Rıfat Paşa,
177
Faruk Arslan
Refik Bey (Manyasizade Adliye Nazırı), Dr. Rıfat, Eczacı
Raşit Tahsin, Reşat Paşa Matlı, Dr. Refik Nevzat Bey,
Recep Peker, Binbaşı Sabri Bey, Sezai Bey (Şurayı
Ümmet Redaktörü), Bosnalı Veli Bey, Yakub Cemil Bey,
Saffet Lütfü Tozan.
MELAMİLER: Ahmet Şükrü (Maarif Vekili), Ali Suavi,
Ahmet Vefik Paşa, Ahmet Mithat Efendi, Bezmi Nusret
(Kaygusuz), Cemal Paşa, Fevzi Çakmak, Hafız Hakkı
Paşa, Hüseyin Avni Paşa, Kadir Efendi (Hoca Mehmet
Kadir Nasih), Mustafa Asım Efendi, Mehmet Tahir
(Bursalı) , Damat Mahmut Paşa, Necmettin Molla
(Adliye Nazırı), Naili Efendi (Nakşibendi, Şeyh
Abdülkadir'in kardeşi), Ömer Seyfettin, Menemenlizade
Rıfat Bey, Miralay Sadık Bey, Sami Paşazade Sezai,
Saffet Paşa.
MASON + BEKTAŞİLER: Ali Fethi (Okyar), Ahmet
Bedevi Kuran (R. K.), Cemal Bardakçı, Enver Paşa,
Ethem Ruhi Balkan, Fuat Balkan, Niğde Mebusu Hayri
Efendi, İhsan Namık Bey, Kazım Karabekir Paşa,
Şeyhülislam Musa Kazım Efendi, Dr. Miralay Mehmet
Ali Baba, Mehmet Cemil, Namık Kemal, Rıza Tevfik
Bölükbaşı, Salih Cimcoz (İstanbul Mebusu), Prens
Sabahattin Bey, Talat Paşa, Cemal Paşa, Kara Vasıf Bey,
Ziya Paşa, Hakkı Baha Bey. (Yalçın, 2006).
Atatürk’ün Cumhuriyetçi kadrosunda görev alanların
büyük bölümü Mason Bektaşidir. Bir bakıma yönetim ve
devrimlerin gerçekleştirilmesi Masonlara veya
Bektaşilere emanet edilmiştir.
Fethi Okyar, Rauf Orbay, Refet Bele Paşa, Ali İhsan
Sabis Paşa, Meclis Başkanı Kazım Özalp Paşa, Meclis
178
Faruk Arslan
Başkanı Abdülhalik Renda, Başbakan Hasan Saka,
İçişleri Bakanları Şükrü Kaya ve Mehmet Cemil
Ubaydın, Dışişleri Bakanları Bekir Sami Kunduh ve
Tevfik Rüştü Aras, Sağlık Bakanları Rıza Nur, Adnan
Adıvar, Refik Saydam, Behçet Uz, Milli Eğitim
Bakanları Reşit Galip, Hasan Ali Yücel, Ekonomi Bakanı
Sırrı Bellioğlu, Milletvekilleri Cevat Abbas, Atıf Bey,
Edip Servet Tör, Yunus Nadi, Reşit Saffet Atabinen,
Memduh Şevket Esendal, Hilmi Uran, Tevfik Fikret
Sılay, Ahmet Ağaoğlu, Ankara Valisi Nevzat Tandoğan
ve Belediye Başkanı Süleyman Asaf İlbay, İstanbul
Valileri Muittin Üstündağ, Lütfü Kırdar, Danıştay
Başkanı Mustafa Reşat Mimaroğlu, Jandarma Genel
Komutanı Galip Paşa, İstiklal Mahkemesi Başkanı Necip
Ali Küçüka, Amiral Mehmet Ali Paşa Atatürk’ün
çevresinde ülkeye hizmet etmiş Masonlardır. İçlerinden
15 tanesi Bektaşidir.
Cumhuriyet döneminde Dernekler Kanunu gereği
Masonluk kurumları birer dernek statüsüne sokulmuştur.
1927 yılında Türkiye Büyük Locasının resmi statüsünü
içeren derneğe ‘Tekamülü Fikri Cemiyeti’ adı verilmiş ve
bu ad 1929 yılında ‘Türk Yükseltme Cemiyeti’ şekline
değiştirilmiştir. Atatürk’ün kapatılması emriyle, 1935
yılında Türk Yükseltme Cemiyeti adı altında dernek
statüsünde çalışan Türkiye Büyük Locası kendi
çalışmalarını bizzat kendisi tatil etmiştir. Ülkede oluşan
siyasal ve sosyal ortam göz önüne alınarak, Türk
Ocakları, Kadınları Himaye Cemiyeti, Muallimler
Derneği, İzcilik Teşkilatı gibi kuruluşlar yasayla
kapatılmış ve parti denetimi altına alınmıştır.
Atatürk, aynı zamanda Mason olan dönemin İçişleri
Bakanı Şükrü Kaya ile görüşür ve ondan Masonların üst
179
Faruk Arslan
düzey yöneticilerine genel durumu açıklamasını ve
yasaya gerek olmadan kendi kendilerini tatil etmeleri
mesajını iletmesini ister. Sonunda 10 Ekim 1935 günü
Mason yöneticileri tarafından imzalanmış bildirge
Anadolu Ajansı tarafından yayınlanır:
“Mes’ul ve maruf imzalar altında Ajansımıza verilmiştir.
Türk Mason Cemiyeti memleketimizin sosyal
tekamülünü ve günden güne artan muazzam terakkilerini
dikkate alarak ve Türkiye Cumhuriyetinde hakim olan
demokratik ve cidden laik prensiplerin tatbikatından
doğan iyilikleri müşahede ederek faaliyetine, bu hususta
hiç bir kanun olmaksızın nihayet vermeyi ve bütün
mallarını memleketimizin sosyal ve kültürel kalkınmasına
çalışan Halk Evlerine teberruu muvafık görmüştür.”
Ayrıca Şükrü Kaya hükümet adına kamu oyuna yaptığı
resmi açıklamada; “Türk Masonları kendi ideallerinin
hükümetin esas programına dahil olduğunu görerek,
kendi teşkilatlarını kendileri fesh etmişlerdir. Hükümetin
bu iş üzerinde hiç bir teşebbüsü ve alakası yoktur”
diyerek durumu belirtmiştir.
1946 yılında yeni Cemiyetler Kanununun yürürlüğe
girmesiyle, masonlar da yeniden faaliyete geçerler ve
1948 yılında İstanbul Vilayetine verilen dilekçeyle Türk
Mason Derneğini kurarlar. Aynı yıl İzmir ve Ankara
şubeleri açılır. Daha sonra, Ankara’daki localar
birleşerek 1955 yılında kendi Büyük Localarını kurarlar,
İstanbul ve İzmir’deki locaları bu Büyük Locaya
katılmaya davet ederler. Aynı yılın sonunda, Merkez
Ankara’da olmak üzere Türkiye Büyük Locası kurulur.
Böylece Türk Masonluğu, masonluk ilke ve kurallarına
aykırı olmayan bir şekilde, loca üyelerinin özgür
180
Faruk Arslan
iradeleriyle, dünyadaki diğer benzerleri gibi kurulmuş
olur. Bu tarihten itibaren, Türkiye Büyük Locası kendi
obediyansı içinde, kendisine eşit veya üstün bir güç
tanımayan tek bir merkezi yönetim şekline gelmiştir
Türkiye Büyük Locası’nın tüm dünyadaki Masonluk
obediyansları tarafından kabul edilmesi 1970 yılında
tamamlanmıştır.
Bu tarihten itibaren Türkiye’de Masonluk hızla gelişmeye
başlamıştır. 1987’de İsrail’de Türkçe konuşan “Nur"
locası, ve 1990’da Almanya-Frankfurt’ta Türkçe konuşan
“Türkay” locası açıldı. Washington “Nur”, Bükreş “Işık”,
ve ayrıca 1991’de Bodrum, 1993’de Antalya, 1995’de
İstanbul-Yakacık, 1995’de Eskişehir, 1996’da Marmaris,
2004’te Adana binaları hizmete sokuldu.
Günümüzde Düzenli Türkiye Masonluğunu temsil eden
Türkiye Büyük Locası veya Hür ve Kabul Edilmiş
Masonlar Büyük Locası Derneğidir. İstanbul Kadıköy ve
Yakacık, Ankara, İzmir-Alsancak ve Karşıyaka, Bursa,
Adana, Antalya , Bodrum, Marmaris ve Eskişehirdeki
binalarında çalışan 193 locası ve 13.000 üyesiyle insanlık
yolundaki çalışmalarını sürdürmektedir.
Masonluk Katolik ve Ortodoks kiliselerince tepkiyle
karşılanırken Osmanlı ülkesi kuruma hoşgörülü yaklaştı.
V. Murad'ın Mason olması buna örnektir. İttihat ve
Terakki Cemiyeti faaliyetlerini sürdürmek için Mason
localarını ve Bektaşiliği ‘şemsiye’ olarak kullandı.
Ancak bu davranış cemiyetin ‘siyonist’ damgası
yemesine yol açtı.
Gerçek bir müslüman'ın ve gerçek bir Bektaşinin Mason
olması kabul edilebilir mi? İslam bir arada yaşamayı,
181
Faruk Arslan
koruyuculuk üstlenmeyi görev kabul etmiştir. 18.
yüzyılın başında kuralları kesinleşen Masonluk,
Müslümanlar'ı hiç ilgilendirmemesine karşılık, Protestan
kökenli olmasının etkisiyle, Katolik ve Ortodoks
Kiliseleri gibi Museviler'den de tepki gördü. Bu ortamda
İslam'ın girişime küçümseyerek bakması doğaldı, zira
Hıristiyanlar arası çekişmelerde Osmanlı Devleti'nin
hakemlik rolü üstlendiği bilinir.
Papalığın çıkardığı Masonları Aforoz emrini 18. yüzyılın
ortalarında Osmanlı'daki Rum ve Ermeni kiliseleri kendi
dillerine çevirip örgütlerine dağıtmışlardı. Buna karşılık o
dönemlerde Bektaşi hatta Mevlevi tekkelerinde
Masonlar'la sohbetler düzenlenmeye başlandı. 18.
yüzyılın sonunda Osmanlı, geri kalmışlığını aşmak için
batı modelinden yararlanmaya başlayınca durum değişti.
Gavur damgalamalarının yanı sıra Masonluk özentisi
iddiaları da gündeme getirildi. 1860'lara gelindiğinde
İslam dünyasının Bektaşi ve Mevlevi kökenli yönetici ve
düşünürleri arasında kuruma katılanlara rastlanıyordu.
Tanzimat'ın iki ünlü devlet adamı Mustafa Reşit ve Fuat
Paşalarla Mısır Hıdivliği'nde iddialı Prens Halim Paşa
Masondular. Hatta son ikisi Büyük Üstatlığa bile
getirilmişlerdi. Cezayir'de bağımsızlık mücadelesi veren
Emir Abdülkadir'in de Mason olduğu biliniyor. Pan
İslamcı akımın baş savunucusu Afgani başvurusunda
"Kutsal Mason derneği üyelerinden, derneğe katılmama
izin vermelerini ve şerefli kürsüye dahil olmamı
onaylamalarını rica ederim" diye yazmıştı.
Sultan Abdülaziz'i etkileyip kendi oğlunu Mısır
Hidivliği'nde ön sıraya sokan İsmail Paşa'ya kızan Mısırlı
Bektaşi Prens Halim Paşa, siyasette etkinliğini artırmak
için Masonluğu kullanmayı denedi. Hem Fransız hem de
182
Faruk Arslan
İngiliz üstatlarıyla işbirliği yaparak Mısır Büyük
Locası'nın büyük üstatlığına getirilmeyi sağladı. Yerli
halktan da buna yeni üyeler katılmasını gerçekleştirdi.
Böylece, Osmanlı devlet politikasını etkilemek için
Masonluk'tan doğrudan yararlanma girişimleri çağı
başlamış oldu. Halim Paşa, Yeni Osmanlıların önderi
Bektaşi Namık Kemal ve diğer Bektaşi arkadaşları ile
işbirliği yaparak Avrupa'ya çekilmiş olan Mustafa Fazıl
Paşa ile de ilişki kurdu. Bu girişimlerin projelerini
aksatabileceğini hesaplayan Hidiv İsmail Paşa da
Masonluğu kullanarak karşı atağa geçti. 1860 ve 70'li
yıllarda, Avrupa'da siyasi açıdan Masonluk işlevini
tamamlamış görünüyordu.
Buna karşılık Osmanlı toplumu ilk kez açık açık
Masonluk'la, daha doğrusu onun özel "koloniyalist"
şekliyle karşılaşmaktaydı. 1 Temmuz 1872'de Hasköy'de,
Osmanlı ülkesindeki ilk Mason mabedinin temelinin
atılması, artık ortada Osmanlı yönetiminden çekinecek bir
şey kalmadığını kanıtlıyordu. Ancak Sultan Aziz'in
keyfiliklerini frenleyen Ali Paşa'nın 1871 Eylül'ünde
ölümü ve yerine yumuşak başlı Mahmut Nedim Paşa'nın
sadrazamlığa gelmesi Masonlar'da endişe yarattı. 20
Ekim 1872'de Osmanlı saltanat ve hilafetinin veliahtı
Şehzade Murad Proodos (Terakki) locasında tekris
edilerek Mason oldu. Abdülhamit'e de Mehmet Reşat'a
da, hem de aynı zamanda, Mason olma önerisi yapıldığı
hakkında bir iddia vardır. İkisinin de ret ettikler.
Abdülaziz' in Mason Bektaşiler darbesiyle tahttan
indirilmesi ve Murad'ın padişah halifeliğini ilanı, Mason
çevrelerinde İslam ülkelerine yönelik büyük başarı
sağlandığı kanısını doğurdu. Yeni hükümdarın istendiği
yönde etkilenebileceğine inanılıyordu. Ancak Murad'ın
183
Faruk Arslan
üç ay içinde ruhi bir buhran geçirmesi ve yerini
Abdülhamid'e bırakması, hesapları boşa çıkardı.
Abdülhamid'in daha tahta çıkışının ilk günlerinden
itibaren şöyle bir politika izlediği görülüyor: İslam'la
Masonluk bir arada olur mu, olmaz mı tartışmasına
girişmemiş, emrivakiyi benimsemiş ama kamuoyunda
işlenmesini engellemiştir.
Farklı ırk ve dindeki cemaatleri kaynaştırdığı tezini daha
ciddiye almış fakat asıl önemi bütün Avrupa
hükümdarlarının Masonluğun koruyuculuğunu üstlenmiş
olmaları hususu üzerine yönelmiştir. Bu davranış şeklini
tahta çıkışıyla birlikte başlattığına inanıyoruz. Avrupa'nın
desteği olmadan, mali iflasını ilan etmiş "Hasta Adam"ın
ayakta kalamayacağını biliyordu. Ahmet Midhat'ın
matbaasında basılan "Esrarı Farmason" isimli kitap,
kuruma bir hayır cemiyeti niteliğine dönmeyi önermekle,
Abdülhamid'in fikrini yansıtıyordu.
Abdülhamid'in geçmişte yanlış olarak Masonlar'ı
çuvallara koydurup Marmara denizine attırdığı
dedikoduları ortalıkta dolaşmıştır. Oysa mabeyincilerini
ve yaverlerini Mason balolarına gönderdiğini, 100- 150
altın bağışta bulunduğu ortaya çıktı. Karşılığında törenler
"Padişahım çok yaşa" bağırtılarıyla başlıyordu. Açıkça
karşıt düşüncelerin "Barış içinde birarada yaşaması"
ilkesini başarıyla uygulayan masonlar Bektaşiler, elit
Sebataycılardan besleniyordu. Bunun bir diğer iğrenç
örneği, donanmasının başına İngiliz ve Mason Hobart ve
Woods Paşaları getirmesidir. Özetle, siyasete
bulaşmamaları koşuluyla Masonlara tam bir serbesti
tanıyordu.
Abdülhamid iktidara geldikten sonra Yeni Osmanlılar'ı
tasfiye etmekte zorluk çekmedi. Bir belgesi olmadığı
184
Faruk Arslan
halde Mason denilen Mithat Paşa'yı anayasal şekilde
uzaklaştırdı. Abülhamid'in davranışı locaları yok etmeye
yönelik değildi. Amacı ülkeyi dışardan yönetme
eğilimlerini frenlemek ve de yerlilerin fazlaca
ilgilenmesini önlemekti. Localar daha çok yabancıların
kendi aralarında biraraya geldikleri yerler oldu, Türk ve
Müslümanlar'ın hatta gayri-Müslim vatandaşların ilgisi de
azaldı.
Ülke içinde özellikle Balkanlar'daki örgütlenme tamamen
masonik Bektaşi yapılanmaydı. 1878 Berlin
Anlaşması'ndan sonra Balkanlar'daki reformlar için
merkez kabul edilen kentlerin başında Selanik vardı ve
ordu merkeziydi. Çeşitli Avrupa uluslarına ait cemaatler
de vardı. Tabii örgütleri de. Yabancı işadamlarının çok
sayıda bulunduğu kentlerde Mason locasının var olması
doğaldı. İttihatçılara, "şemsiyelik" yapacak İtalyan
Macedonia Rizorta Locası Üstadı Muhteremliğine
Selanik Hukuk Okulu'nda hocalık yapan, avukat Musevi
Karasso getirildi.
Ülke içindeki Jöntürkler'in Masonluk'la ilişkiye girmeleri,
ona güvenlerinin sonucudur. 1903-1908 arasında
Macedonia locasına 154 kişinin alındığı biliniyor;
bunların 42'si Türk'tür, hepsi Bektaşidir. İlk kaydolanlar
arasında İttihat ve Terakki yönetiminde ön planda rol
oynayan gazeteci Fazlı Necip'i, Talat Bey (Paşa), Midhat
Şükrü'yü görüyoruz. Başka localarda üye olanların
diğerlerinin toplantılarına katılması adet olmadığı halde,
Bektaşi Cavit Bey'in (Sonrasının Maliye Nazırı)
Macedonia'ya muntazam devam etmesi, bambaşka bir
çalışmanın varlığını kanıtlıyor. Ancak locada
buluşanların hepsi Mason değildi.
İttihatçılar'ın Mason bağı ilk kez 25 Temmuz 1908 günü
185
Faruk Arslan
Selanik'te anayasanın ilanı şerefine yapılan sokak
gösterilerine Mason locaları temsilcilerinin de
katılmasıyla ortaya çıktı. Localar eski ihtiyatlılıklarını
bırakıp daha kolay üye almaya, tekris yapmaya
yöneldiler. Bu ilgi, İttihatçı liderleri Bağımsız Osmanlı
Masonluğu kurma düşüncesine yöneltti. Avrupalılar'ın
buna izin vermeyi pek arzulamadıkları kısa zamanda
farkedildi. İngiliz ve Fransızlar'a karşılık İtalyanlar bir
süre direndikten sonra onay verdiler. Büyük Doğu'nun
üstatlığına Bektaşi Talat Bey getirildi.
Aynı sırada iki girişim Osmanlı-İngiliz ilişkilerini
etkiledi. Osmanlı Masonluğu ile bütünleşmeyi arzulayan
Mısırlı milliyetçilerin İttihat ve Terakki ile ilişki
kurmaları İngiltere'yi çok rahatsız etti. Aynı anda 1909'un
ekiminde de İttihat ve Terakki'nin ikinci kongresinde
anti-Masonluk gündeme geldi. Mustafa Kemal'in teklifi,
cemiyetin açık bir siyasi parti haline gelmesinin yanı sıra
askerlerin siyasetten çekilmesi ve Masonluk'la ilişkinin
kesilmesiydi. Bu önerisi sebebiyle "mürteci" diye
damgalanmış ve İttihat ve Terakki'nin yönetimiyle ilişkisi
tamamen kesilmiştir.
Asıl olay yaratan, cemiyetin yönetimine muhalif olan
Miralay Sadık'ın "Siyonistlik/Farmasonluk aleyhindeki
layihası" idi. Talat, Cavit, Hüseyin Cahit ve Ahmet
Rıza'nın cemiyetten atılmalarını istiyordu.. Gerek
Masonluk ve Siyonizm iddiası gerekse Talat ve
arkadaşlarının dışlanması önerisi reddedilmekle birlikte,
bu tartışma İttihat ve Terakki'ye karşı bir suçlamanın
kendi içinden başlatılması açısından önemliydi. Bütün
politikalarında Siyonizmi destekleyen ve Masonluğu
kendi malı sayan İngilizlerin propaganda için,
İttihatçıların Masonluğu ve Siyonistliği üzerinde yayın
186
Faruk Arslan
yapmaları gerçekten ilginçtir. Bektaşilikleri ise gündeme
getirilmemiştir.
Libya ve Balkan Savaşları ile 1913 yılı ortasına kadar
süren bunalımlar toplum için hiçbir anlam taşımayan
Mason tartışmalarını doğal olarak geri plana itti. Mason
olmayan ve bu kuruma fazla sempatiyle bakmayan Enver
Paşa'nın Harbiye Nazırı olup İttihat ve Terakki'yi yönetir
duruma gelmesiyle, esasen durgunlaşmış olan CemiyetMason ilişkisi daha da canlılığını kaybetti. 1914'de Savaş
ilan edilince Bektaşi olmayan Enver Paşa locaların
faaliyetlerini durdurmalarını emretti.
Ancak Bektaşi Talat Paşa'nın müdahalesiyle localar
tekrar aktif oldular. Dünya Savaşı'nı kaybedip 1918'in
Kasım'ından itibaren her bölgesinin işgal altına
girmesiyle, Osmanlı toplumu beş yıllık bir esirlik süreci
yaşadı. Galipler her alanda istediklerini benimsettiriyor
ve bunları itiraz etmeden uygulayan destekçiler de
buluyorlardı.
En yoğun kampanya, özellikle İngilizler'in yönlendirişi
altında İttihatçılık'tan arındırma idi. 1918 sonunda
İttihatçılar'a yöneltilen en büyük suçlama devleti savaşa
sokmuş ve yenilgiye uğratmış olmaktı. Savaş kararını
kendi başına alan Enver Paşa idi ve hükümetin Mason
Bektaşi üyeleri -Sadrazam Said Halim Paşa, Dahiliye
Nazırı Talat Paşa, Maliye Nazırı Cavit Bey, Bahriye
Nazırı Cemal Paşa buna karşıydılar ama, hepsini
suçlamak İttihatçı karşıtlarının işine geliyordu.
Localar içinde fiili temizlemeyi yapan, sabık İttihatçı
Rıza Tevfik'tir. Kendisi de Mason olan bu kişi, hayatı
boyunca aşırılığını frenleyemediği söylemler arasında
zikzak çizmiş biriydi. Osmanlı Büyük Maşrık'ının başına
187
Faruk Arslan
getirildi ve temizliğe girişti. Rıza Tevfik İttihat ve
Terakki'ye mensup Masonlar'ın listesini basına ve polise
verdi, birçok Mason İttihatçılık suçlaması ile sürgün
edildi. (Koloğlu, 2006).
Devrin en ünlü mason Bektaşisi Mehmed Talat Paşa
(1874-1921) İttihat ve Terakki kurucularından ve önde
gelen siyasetçilerindendir. Meclis Vekilliği, Dahiliye
Nazırlığı, Posta Vekilliği ve 1912'de Sadrazamlık
yapmıştır. Nedense Yahudilerin çalıştığı Alyans
mektebinde öğretmenlik yaptığı hep gizlenir, Yahudi
olduğu yazılmaz. ( Küçük, 2006).
Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkmasının
suçlularından birisi olarak görülmeyi gururuna yediremez
ve 1918 yılında ülkeden ayrılır. 1921 yılında, yerleştiği
Almanya'da bir Ermeni komitacı olan Sogomon
Tehliryan tarafından öldürülmüştür. Kemikleri, 1943
yılında alınan Bakanlar Kurulu Kararı ile Türkiye'ye geri
getirilir ve Hürriyet-i Ebediye şehitliğine defnedilir.
Türkiye Büyük Locası'nın ilk Büyük Üstadı olan Talat
Paşa, Masonluğa, İttihat ve Terakki hareketinin başladığı
ve kurucuları ile üyelerinin büyük kısmının bulunduğu
Selanik'teki Macedonia Risorta Locası'nda 1903 yılında
başlar. Bir sene sonra, Veritas Locası'na geçer ve burada
II. Nazırlık görevinde bulunur. Veritas Locası, 23
Temmuz 1908'de İkinci Meşrutiyet'in ilanından sonra
Selanik'te yapılan kutlamalara regalyalarıyla katılmış bir
locadır.
1909 yılında, 33.dereceye yükseltilir ve Türkiye Yüksek
Şurası'nın başına getirilir. Bu esnada İstanbul'da çalışan
Vatan Locası'nın kurucuları arasında yer alır. Aynı yıl
içinde kurulan Türkiye Büyük Locası'nın Büyük
Üstatlığına da getirilen Talat Paşa, bu görevini artan
188
Faruk Arslan
siyasi görevleri ve hazırlandığı Sadrazamlık vazifesi
sebebiyle 1910 yılında Faik Süleyman Paşa'ya devreder.
Sadrazam olduğu dönemde kendisine Mason olduğu
yönünde yapılan sataşmalara, kürsüden şöyle cevap
vermiştir:
"... Şahsım hakkında bir itham da Mason olduğumdur.
Evet, Masonum. Nasıl Bektaşiliği, milli bir tercih yolu
olarak kucakladımsa, Masonluğu da alem şümul bir
beşeri muhabbet ve uhuvvetin bütün insanlık için saadet
ve huzuru temin ve tesis edecek yolun, daha çok fikri
irşat membalarından telakki ve kabul ettim. Böylesine
alem şümul muhabbet ve uhuvvete milletimi layık ve bu
faziletin onun zatında mündemiç olduğuna inanarak,
Osmanlı Masonluğu'nun Maşrık-ı Azamlığını kemal-i
fahr ile kabul ve ifa ettim..."
Tekrar 3 Mart 1909’da İstanbul’da, Tokatlıyan Otel’de
yapılan Mason Yüksek Şurası toplantısına dönelim.
Toplantıya o anda 33. dereceye ulaşmış 12 mason
katılıyor. Bu 12 kişi kıdem sırasına göre 1’den 12’ye
kadar sıralanıyor. 1 Numara’daki kişinin adı Mehmet
Talat Sai, o esnada İttihat ve Terakki Merkezi Umumisi
Reisi ve milletvekili. Ondan önce de Alyans İsrael’de
Türkçe öğretmenliği yapıyor. O zaman bu isimle
tanınıyor ve daha sonra tarihe Talat Paşa olarak
geçecektir. Bu toplantılardan sonra diğer bazı önemli
tarihi şahsiyetlerin de (13. Isim olan İttihatçı Rahmi Bey
gibi) 33. dereceye yükseltildiğini görüyoruz.
Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar’a ait İnternet sitesinde,
Meşhur Masonlar olarak gururla ilan edilenlerden birisi
de Talat Paşa; aynen şöyle yazılmış: Talât Paşa (18741921) Sadrazam
189
Faruk Arslan
Araştırmacı Suat Parlar, Yves Ternon’un "Ermeni
Tabusu" kitabından alıntı yaparak bazı bağları irdeliyor:
"Talat Paşa, İttihat Terakki’nin sivil kanadının lideridir.
Bu örgüt ustası, İttihat Terakki’nin temel yapıtaşlarının
oturtulması ve cumhuriyete kadar uzanan tarihsel süreçte
devlete katkılarıyla önemli bir konumdadır. Edirne’de
bulunduğu sıralarda musevilerle kurduğu ilişkiler ve bu
ilşiklerin örgüte taşınması, ideolojik alan başta olma
üzere İttihat Terakki’yi derinden etkilemiştir. Etkileri
günümüze kadar uzanan, Türkiye-Museviler, siyonist
örgütler, İsrail -Türkiye ilişkilerinin temelleri
İttihatçıların bu güçlü adamının izlerini taşır. (…) Alyans
Israilite Universelle’de Türkçe öğretmenliği yapan bu
önemli devlet adamı sadrazamlığa kadar yükselmiştir."
Alyans (Aliance, Aliyans ) Israilite Universelle’nin önemi
pek bilinmez. Siyonizmin temelleri bu okullarda
atılmıştır. Bu okullarda okuyanlara hitap eden, bu
okullarda öğrenilen Fransızca nedeniyle, Dinç Bilgin’in
babası İzmir’de Fransızca gazete çıkarmıştır. Aliya, Erez
İsrael’e yani Nil’den Fırat’a kadar olan, vaadedilmiş
Kenan ülkesi topraklarına göç demektir. Bu topraklara
gelene "ole" yani yükseğe çıkmış deniyor. Çünkü, bu
topraklarda yaşamak bir farz, dini bir vecibe.
Talat Paşa hem mason hem de Bektaşi. Halifebaba Turgut
Koca’nın geriye bıraktığı önemli belgeden bunu bir kez
daha öğreniyoruz. Talat Paşa, Edirneli ancak hiç
kuşkusuz Selanik ile çok yakın bağı var. Selanik’te
kurulmuş ve bugün İstanbul’da devam eden, Selanik
kökenli önemli bir okul olan Şişli Terakki’nin de bağlı
olduğu Terakki Vakfı’nın sitesine girip mezunlara
baktığımızda, 1998-1999 mezunları arasında Ziya
Muzaffer kızı Busitan Senem Talatpaşaoğlu’na rastlarız.
190
Faruk Arslan
İslam mistisizmini barındıran Bektaşilik ile Yahudi
mistisizmi barındıran Sabataycı tarikatın ilişkilerini
inceleyerek devam edelim.
191
Faruk Arslan
Dokuzuncu Bölüm
SABATAYCILAR VE MASON
BEKTAŞİLERİN İLİŞKİLERİ
18-19. Yüzyıldaki Sabatayist kimliği anlamada
“heterodoks” sufi tarikatlar kilittir. Bunun en önemli
nedeni söz konusu tarikatların Sabataycılara daha
hoşgörülü bir yaşam biçimi sunmasıdır. Sabataycı
kimliğin kendini yeniden nasıl inşa ettiği bu dönemde
Sufizmin Bektaşi koluna mason kimlikleriyle girdiler.
Sabatayizm mistik ve mesihçi bir hareket. Bektaşi
sufizmdeki yanılmaz/kurtarıcı şeyh fikri Sabatayizmdeki
mesih fikrine çok benziyor. Bir başka neden de teorik ve
pratik olarak İslam sufizmi Yahudi Kabalasından daha
zengin. Bunlar Sabatayistlere ilgi çekici geldi.
Harvard Üniversitesi Tarih Bölümü’nde doktora tezini
Sabatay Sevi hakkında veren Cengiz Şişman, Sabatay
Sevi ve Sabataycılar: Mitler ve Gerçekler isimli
kitabında, Sebataycılık tartışmalarının 19. Yüzyılda,
Cumhuriyetin kuruluşunun hemen ardından ve 90’lardan
sonra alevlenmesini maksatlı buluyor. Şişman,
Sabataycıların mübadeleden sonra bir birlik
oluşturamayarak dağıldığı görüşünü savunuyor. Bu tez,
Sabataycıların Mason Bektaşi kimliklerini dışladıkları
anlamına gelmiyor.
Bu dönemlerin özellikleri neler? Tartışma hiçbir zaman
bitmiyor ama bu dönemlerde alevleniyor. İlk dönemde
Sabataycılar, aydınlanma ve moderniteyle karşılaşıyor.
192
Faruk Arslan
Selanik batılılaşma rüzgarlarının en önce ve en güçlü
hissedildiği yer. Bu cereyanların etkisine kapılan
Sabataycılar eski geleneklerinden arınmaya çalışıyorlar.
Mesih beklentisinin ve diğer doğmalarının Aydınlanmacı
fikirlere karşı dayanmasının imkanı yok. Bu dönemin
dışsal faktörüne baktığımızda da Osmanlı’nın bir sistem
krizi yaşadığı ve Avrupa ile ilişkilerinin çok karmaşık
olduğu dönemler. Ve bunun neticesinde de 1908
Devrimi’ne giden süreç. 1923’teki kırılmanın içsel
nedeniyse geleneksel cemaatin sona ermesi. Bu dönemde
eski fikirlerle geleneksel cemaat korunamıyor. İnsanlar
bireyselleşmiş, Aydınlanmış ve artık eski fikirlere
inanmıyorlar. Bu insanlar hem kendi geleneksel
düşüncelerinin hem de geleneksel İslami toplumun
baskısı altındalar. Cumhuriyet onlara iki baskıdan da
kurtulma imkânı sağlıyor. Bu yüzden çoğu yeni toplumun
modern ve seküler bireyleri olmayı tercih ediyorlar. Hatta
büyük çoğunluğu geleneklerini yeni kuşaklara aktarmama
kararı alıyor. Kuşkusuz bu karar herkesi bağlamamıştır ve
küçük bir kısım insan yoluna devam etmeyi seçmiştir.
Ama büyük çoğunluğu bu karara uyuyor. Nitekim
günümüzde Sabatayist kökenli insanlar arasında konu
hakkındaki bilgisizliğin en önemli nedenlerinden birisi bu
karardır. (Şişman, 2006). Bektaşilik kamuflajı zaten
Sabataycılara yeterince koruma sağlıyor.
Selanik Dönmeleri hakkında ortaya atılan komplo
teorileri dört ayrı dönemde ortaya atılmıştır. 1908
Devrimi’nin hemen sonrasına rastlayan birinci dönemde
söz konusu iddialar İttihat ve Terakki yönetimini
yıpratmak amacıyla ortaya atılmıştı. İngiliz
emperyalizminin çıkarlan doğrultusunda hazırlanan
“Lowther Raporu” bu iddiaların asıl kaynağıdır. Lowther
193
Faruk Arslan
Raporu daha sonraları hakim dinin İslam olduğu
sömürgelerde devrimci İttihat ve Terakki yönetimine
karşı gelişen sempatiyi yok etmek için kullanılmıştı.
İngiltere tarafından sömürgelerde propaganda amacıyla
dağıtılan rapor sayesinde, Doğu ilk kez komplo
teorileriyle tanışmıştı.
Cumhuriyet Devrimi sonrasında devrimi yapan kadrolara
karşı muhalefet ve nüfus mübadelesinin yarattığı
toplumsal koşullar Selanik Dönmeleri hakkındaki
iddiaları tekrar gündeme getirdi. Daha sonra gündemden
düşen iddialar İsrail’in kuruluşu esnasında tekrar canlanır
gibi oldu. Ama Selanik Dönmeleri hakkındaki komplo
teorilerinin dördüncü ve asıl ortaya çıkışı Büyük
Ortadoğu Projesi sırasında gerçekleşti. ABD’nin Türkiye
için Kemalizm döneminin bittiğini, Büyük Ortadoğu
Projesi’ne bağlı olarak “Ilımlı İslam” döneminin
başladığını iddia etmesiyle birlikte Selanik Dönmeleri ile
ilgili iddialar tekrar piyasaya çıktılar. 1908 Devrimi’ni
yapan İttihat ve Terakki’ye karşı mücadele esnasında
“imal edilen” söz konusu iddialar, bu kez de Cumhuriyet
Devrimi’ni yapan kadrolara karşı kullanılmaya
başlanmıştı. Öte yandan BOP’un stratejik bölgelerinde
yaşayan neredeyse herkesin Yahudilerle akraba olduğunu
ileri süren bu iddialar, bölgede etkisini artırmaya çalışan
İsrail’in de işini kolaylaştırmaktadır. İçinde yaşadığımız
coğrafyaya geçmişte İngiliz emperyalizmi tarafından
Lowther Raporu aracılığıyla sokulan komplo teorileri,
günümüzde de ABD’nin önünü açmaktadır. (Günaydın,
2004).
Türkiye’de yeni bir dönüşüm yaşanıyor. Yeni bir
muhafazakar sermaye ve sınıf ortaya çıkıyor ve “Beyaz
194
Faruk Arslan
Türkler” de diyebileceğimiz eski Mason Bektaşi elit
gücünü kaybediyor. Eski elitin parçası olan Sabataycı
kökenlileri insanların rollerinin önemsizleşmesinde bu
sürecin de önemli olduğunu düşünüyorum. Soner Yalçın
ve Yalçın Küçük Sabataycıların çeşitli İslami tarikatlara
sızdıklarını ve buralarda faaliyet gösterdiklerini
yazdıkları sansasyonel kitaplarda söylüyorlar. Aslında
Bektaşi kaleleride düşmek üzere olduğu için işi “Beyaz
Müslüman” avına dönüştürdüler. Soner Yalçın ilk
kitabında yaptığı metodolojik ve pratik hataları daha
vahimini ikinci kitabında tekrarladı. Bir kere çok ciddi
temel İslam ve Sufizm bilgileri eksiği var. Ayrıca bir iki
örnekten yola çıkarak genellemeler yapıyor. Osmanlı’nın
son döneminde yaklaşık 400 tekke var İstanbul’da.
Sabatayist kökenli insanlardan Melami, Bektaşi ya da
Mevlevi olanlar var. 19. Yüzyıla kadar bu doğrudur. Ama
bu tarihten sonra bu insanların çoğu Aydınlanmadan
etkilenmiş ve agnostik ya da ateist olmuştur. Bu nedenle
Bektaşiler ve Aleviler solcu kimliği benimsemiştir.
Bektaşiliğe geçerek sufileşme 19. Yüzyıldan sonra
masonlukla beraber gelişen bir süreç. Elbette burada
“İslamın Yahudileştirilmesi”nden bahsedemeyiz. Kaldı ki
zaten Sabataycılık teolojik anlamda Yahudilikten, en az
Hıristiyanlık kadar farklıdır. Mesela Karakaş grubunun
kurucusu Osman Baba, Baruhya Ruso, Yakup
Kerido’nun oğludur. 1676 yılında doğmuştur. 1716
yılında Mesihliğini ilan etmiştir. En radikal kol olan
Karakaş grubu onu Sabetay’ın tek varisi olarak görmüştü.
Onu bu cemaat “Lord”, “Senor Santo” ve aynen Sabetay
gibi İsrail’in Tanrısı olarak kabul ettiler. Baruhya,
Tevrat’ın 36 yasağının ihtivalarını değiştirdi.
Sabetaycılığa yeni bayramlar ekledi. Bektaşiliğin içine
195
Faruk Arslan
girerek “Osman Baba” adını aldı. 1721 yılında genç yaşta
vefat etti. Türbesi ise, Karakaşlar’ın Hac yeri oldu.
Osman Baba Bektaşi tarikatında Dede'lik derecesine
kadar yükselmiş olup, mezarı Bulgaristan'ın Khaskovo
köyününün güney batısında bulunuyor. Osman Baba’ya
bağlı kalan Karakaş’lara, onun ölümünden sonra
Polonya’dan gelen ve Jacob Frank’ın Aşkenaz kökenli
müridleri olan Lehliler de katıldılar. Karakaşlara Onyollu
denmesinin bir sebebi de Osman Baba’nın, HıristiyanMusevi-İslam-Bektaşi-Sufi-Kabalistik bir inanç sistemi
yaratmasıydı. Onyollu-Konyosos ismi daha sonraları
türeyerek, Kalyoncu-Koyuncu oldu. Osman Baba’nın
soyundan gelenlerin bir kısmı, Özmen soyismini aldılar.
Osmanlı'nın ünlü maliyecisi Cavit Bey de bu soydan
geliyordu. Ona inananlar günümüzde gruplar halinde
İstanbul, İzmir, Bursa, Tarsus, Antalya, Tekirdağ,
Manisa, Denizli, Uşak, Aydın ve Eskişehir'de
yaşamaktadırlar. Kürt Yahudileri'de bu grupla
evlenmektedirler.
Efendi yazarı Soner Yalçın'ın 600 sayfalık kitabında,
'Gizli dinli’ başbakanlar, bakanlar, bürokratlar,
işadamları, medya mensupları, askerler resm-i geçit
yapıyorlar... 400 yıl kadar önce “Biz müslüman olduk”
yalanını kıvıran Sabetay Zvi ve yakınlarının 200 kadar
aileden ibaret olduğu biliniyor; bu süre içerisinde müthiş
üretken bir hayat geçirmiş olmalılar... Hep birbirleriyle
evlenme zorunluğunu düşünürseniz, karşımıza çıkan
kadronun kalabalıklığı gerçekten şaşırtıcı...
Evliyazadeler, Uşşakizadeler, Yemişçizadeler ‘Sabetaycı’
olunca, onlarla akrabalık bağı bulunan herkes, “Sabetaycı
Sabetaycı olmayanla evlenmez” diye bir kural da olduğu
için, aynı kategoriye giriyor çünkü... Yalçın Küçük, bu
196
Faruk Arslan
kuralı, “İbraniler Müslüman’la evlenmez” biçiminde
yumuşatıyor... İzmir deyip geçmeyin; ülkemizin önemli
pek çok şahsiyeti orayla bir biçimde irtibatlı... Selanik’te
kurulan İttihat ve Terakki liderlerinin neredeyse tümü,
Talat Paşa’dan başlayarak, ‘gizli dinli’ imiş zaten, işin
içine İzmir de girince çember genişliyor... ‘Efendi’
kitabının merkezindeki ailelere damat girenler, başta
Atatürk ve Menderes olmak üzere, Cumhuriyet
tarihimizin en önemli isimleri... İsmet İnönü’nün eşi
Mevhibe Hanım da İzmirli; Yalçın Küçük “Çocuklarını
Sabetaycı olarak yetiştirdi” diyor onun için... Soner
Yalçın’ın kitabında, Rahşan Ecevit’in babası Namık Zeki
Aral’ın da adı geçiyor... Celal Bayar ise Yahudi okulu
mezunu... ( Kıvanç 2004).
İhtida meselesi Osmanlı imparatorluğu döneminde hep
olagelen bir şeydir. Pek çok Yahudi müslüman olduğu
gibi Polonyalısı, Rum'u, Macar'ı, Sırp'ı da hatta tek tük de
olsa Fransız muhtedilerin varlığını biliyoruz, bu kişiler
arasında paşa, sadrazam ve vezir olanların sayısı hiç az
değil. Öte yandan muhtedilerin müslümanlığı da tartışma
konusu edilmemiştir. Bugün bile Türkiye'de en çok
okunan Kur'an meallerinden birisi, Yahudi kökenli
müslüman bir alim olan Muhammed Esed'in mealidir.
Mevlevi dedelerinden Esad Dede, Müslüman-Türk
camiasında itibarlı yerleri olan Mehmet Akif ve Tahir'ül
Mevlevi başta olmak üzere pek çok isme hocalık etmiştir.
Bu nedenle Esad Dede Avdeti olmasına rağmen hayırla
yad edilen bir alimdir. Elbette bu gibi şahsiyetlerin
konumunu, Soner Yalçın'ın Tempo dergisine verdiği
söyleşide olduğu gibi, "Sabetaycılar İslama da sızdı" üst
başlığıyla verilmesi doğru değildir. Bu sakat bir bakış
açısıdır.
197
Faruk Arslan
"Sızma" kelimesi Türkiye Komünist Partisi literatüründe
de partiye sızan polis ajanları veya ajan provokatörler için
kullanılan, kötü niyetliliği ifade eden bir kavramdır. Bu
kavramı insanların inançlarını ve niyetlerini sorgulamaya
yönelik olarak kullanmak aşırılıktır. Gerçekten de
Avdetilerden müslüman camiada hayırla yadedilenlerin
sayısı çok fazladır, bunu bir 'sızma' olarak değil bir
'katılma' olarak anlamak gerekir. Yukarıda da
belirttiğimiz gibi Osmanlı dini çevrelerinde ilimde
derinleşen kişiler, kökenlerine bakılmaksızın baştacı
edilmişlerdir. Osmanlı döneminde Avdeti kökenli pek
çok insan, Avdeti kökenli olmayan binlerce insan gibi,
kendilerine en yakın buldukları tasavvufi yapılara
mensup olmuşlardır. Bu bağlamda Bektaşilik, Mevlevilik,
bazı Kadiri, Rufai, Rıfai, Celveti gibi diğer tarikatlere
kıyasla daha serbest, daha geniş, daha hoşgörülü olduğu
düşünülen tarikatler, Avdeti müslümanların ilgi
gösterdiği tasavvuf grupları içerisinde yer almışlardır.
Bunun bir sızma olduğunu iddia etmek için yorumdan
çok güçlü kanıtlara ihtiyaç var. Diğer taraftan Avdetiler
içinde, kültürel ve etnik kodlara sahip olmak dışında eski
inançlarını şu ya da bu şekilde yaşayanlar varsa bile, bu
tartışılması yahut itham edilmesi gereken bir şey değil,
hoşgörüyle karşılanması gereken bir şeydir. (Muradoğlu,
2007).
Devletde bunlar olup biterken Anadolu halkı, bu
tartışmalardan habersiz veya ilgisiz yaşamıştır. Ben daha
çocukken Çorum'da çok yakın bir arkadaşım bana gelip
kendisinin Alevi olduğunu söylediğinde, ben ‘ne farkeder
ki?’ demiştim. Çok şaşırmıştı. Belli ki, kendisine
öğretilenler benim için güya farkedeceği yönündeydi. Bu
memlekette, çok ilginçtir, Türk Sünnilere Alevileri
198
Faruk Arslan
sorduğunuzda bir düşmanlık ya da bir art niyetli söz
duymazsınız. Laf edenler de zaten kendini din
koruyucusu zanneden birkaç kendini bilmezdir. Aynı
soruyu Alevilere sorarsanız, Sünnilerin kendilerine
düşman olduklarını sanırlar ve daima uzak durmaya
çalışırlar. Sünnilerce kesinlikle böyle bir şey yok iken,
Alevilerce neden böyle bir his olduğunu uzun yıllar
anlayamadım.
Bunun sebebi, Sabetaycı Yahudiler, daha doğrusu mason
Bektaşilerdi. Alevilerin içine 19.-20. yüzyıldan itibaren
sızmış ve maddi zenginliklerinden dolayı yükselmeyi
başararak, esas ve gerçek Alevi ailelere sözlerini
geçirmiş, ve bu andan itibaren Alevilerin güvenini
kazanarak onların temel düşünce öğretilerini
değiştirmişlerdi. Kutsal Dedelik ünvanını dahi alarak ve
bazıları da kendi geliştirdikleri gelenekler ve Alevilik
tarihi kitapları yazarak Alevi insanların doğuştan itibaren,
Sabetaycı mahsülü bu doktrinlerle beyinlerini
yıkamışlardı.
Sabataycılar, Aleviliğin Sarı Keçeli Türkmenleri, Kayalar
Bektaşileri, Ali Koçlular ve Babailer (Otman Baba)
kollarına girdiler. Özellikle Sarı Keçeli ve Kayalar
Bektaşiler Kolu, Yunanistan'ın Selanik iline bağlı Vardar
nehri yakınında bulunan Gevgeli ilçesi, Nutya, Kara
Sinanlı, Alçaklar, Vodina, Kilkis , Mayadağ, Poroy
köylerinden mübadele ile göç ettirilmişlerle doluydu. Bu
toplum, Tekirdağ iline bağlı Şarköy ilçesinin, Uçmak
dere, Gazi köy, Hasköy, Kirazlı, Çinarlı, Yukarı ve Aşağı
Kalamış, Mürefte, İğdelibağlar köylerine yerleşmişti. Bir
kısmı ise, İstanbul, Bursa, İzmir, Balıkesir, Çanakkale,
Edirne ve Kırklareli'ne yerleştiler.
199
Faruk Arslan
Kayalar Bektaşileri ise, Babagân koluna bağlı olan
guruplar içinde yer aldı. Günümüzde; Kırklareli, Keşan,
Tekirdağ ve Manisa’da toplu halde mahalleler kurdular.
Bu toplum mensuplarının tümü Bektaşi kökenli
Yunanistan'ın Kayalar kasabası ve çevre köylerindendir.
Özellikle bu iki kol Sabetaycılarla aynı özellikler
taşıyordu. Bu yıllarda Sivas’a hükümet göreviyle gelen
Man soy isimliler Sabetaycıydı Bektaşi Aleviydi.
Bülbülderesi Mezarlığı sadece Sabetaycı Mezarlığı
değildir. Mezarlığın aşağı kesimlerinde Aleviler de
yatıyor. Bu zatlar Aleviliğe girmiş Sabetaycılardır.
Bunlar hangi gurupların mensuplarıdırlar? Rahmetli
Bedri Noyan neden Sabetaycılar içinde gösterilir?
Halifebaba Turgut Koca’nın Mason, Bektaşi ve Melami
İttihat Terakki Üyeleri isimli listesinde (Toplumsal Tarih,
Ocak 2002, s.16) Bektaşilerde iki Ürgüplü dikkati
çekiyor. Şeyhulislam Ürgüplü Hayri ve Mustafa Hayri
Ürgüplü. Şeyhülislam da nasıl Bektaşi oluyor derseniz,
oluyor işte…
Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi’nin
1832. Sayfasında bir fotoğraf yer var; fotoğrafta İttihat ve
Terakki’nin ilk Merkez-i Umumi Üyeleri var. Bu
üyelerden birisi de Hayri (Ürgüplü) diye belirtilmiş.
Hayri Efendi, İttihat ve Terakki’nin Selanik Şubesi
kurucusu aynı zamanda.
Larousse’un Hayri Efendi Ürgüplü maddesinde, Hayri
Efendi’nin Hukuk Fakültesi mezunu ve 1908 sonrası
milltevekili seçildiğini, sırasıyla Evkaf Nazırı, Adliye
Nazırı ve Şüreyaı Devlet Reisliği yaptığını, 1914’te de
Şeyhülislamlığa getirildiğini, Osmanlı Devleti’nin Birinci
Dünya Savaşı’na katıldığında ilan edilen "Cihadı
Ekber"in da Şeyhülislamlığı dönemine denk geldiğini
200
Faruk Arslan
söylüyor. Ermeni Kırımı suçlusu olarak Malta’ya
sürülmüş. Turgut Koca, İttihatçılardan iki Bektaşi
Ürgüplü yazmış.
İlhami Soysal, Masonlar ve Masonluk isimli eserinde
şöyle yazmış : "Cumhuriyet dönemi Başbakanlarından da
mason olanların sayısı sanıldığınından çok daha fazladır.
Süleyman Demirel’e gelinceye kadar Rauf Orbay, Ali
Fethi Okyar, Hasan Saka, Dr. Refik Saydam, Suat Hayri
Ürgüplü ve Naim Talu da mason başbakanlardır." (s.416)
İlhami Soysal, şöyle devam ediyor : "… Belkemiğini
1965 seçimlerini kazanacak olan AP’lierin oluşturduğu
hükümette Başbakan Suat Hayri Ürgüplü masonluğu
babası Evkaf Nazırı Hayri Efendi’den tevarüs etmiştir.
Başbakan Yardımcısı olan o sırada Meclis dışında
bulunan AP Genel Başkanı Süleyman Demirel
masondur.(s.425)
Suat Hayri Ürgüplü, 1903 Şam doğumlu. Galatasaray
Lisesi mezunu, ticaret yargıçlığı yaparken milltevekili
seçilmiş. İkinci Saraçoğlu Hükümeti’nde Gümrük ve
Tekel Bakanlığı yapmış. Kahve yolsuzluğuna karıştığı
için Yüce Divan’da yargılanmış. TBMM Başkanlığı da
yaptıktan sonra önemli ülkelerde (Almanya, İngiltere,
ABD) büyükelçilik yapmış. 1961’de Kayseri’den
bağımsız senatör sonra da Senato Başkanı olmuş. 1963’te
de AP, CMKP (MHP’nin temeli olan parti) ve YTP’nin
oluşturduğu koalisyonda bağımsız olarak Başbakan
olmuş. "Tanrı" yürü ya kulum dediği için bundan sonra
da Cumhurbaşkanınca kontenjan senatörü olmuş.
(Larousse)
Suat Hayri Ürgüplü Başbakan iken Ticaret Bakanı da
Turan Kapanlı’dır. Yesevizade’den Turan Kapanlı’nın
Selanik doğumlu, İlhami Soysal’dan da mason olduğunu
201
Faruk Arslan
öğreniyoruz. Bu hükümetin mason bakanları elbette
sadece bu isimler değil.
Şu satırlar John Freely'nin Kayıp Mesih adlı kitabından:
"(Sabatay) O sırada orada bulunan ve kendisine karşı
oldukları bilinen başhahamla beraberindeki üç hahamı,
Kutsal Kitap'ta sözü geçen "eti yenmeyen pis
hayvanlara", (...) Benveniste'yi bir deveye, diğer üç
hahamı da sırasıyla bir yaban tavşanına, domuza ve
tavşana benzetmiştir."
Bildiğiniz ve yukarıdaki pasajlarda görüldüğü gibi
museviler domuz eti yemezler. İslâm'da da domuz murdar
bir hayvandır ve eti haramdır. Ancak tavşanla ilgili bir
yasak yoktur. Böyle bir yasağa alevilerde tesadüf edilir.
Alevilerin tavşan eti yememeleri hangi sebeptendir,
doğrusu tam bilmiyorum. Onlardaki bu uygulamada
yahudilerin, dolayısiyle sabataycıların tesiri var mıdır,
yoksa bu bir rastlantıdan mı ibarettir, sadece merak
ediyorum.
"Sabetay mektubunu her zamanki gösterişli sözleriyle
bitiriyordu: "Baba'nın katına yükseltilmiş adam, Kutsal
Aslan, Kutsal Geyik, İsrail'in ve Yahuda'nın Tanrısı'nın
Kutsanmışı olan Sabetay Mehmet Sevi böyle buyurdu."
Bu satırlar da aynı kitaptan. Demek ki Yahudilikte aslan
ve geyik, ama ikisi bir arada kutsal sayılıyor. Zaten
Zwi(Sevi) geyik demek. Aslan aynı zamanda
Yeruşalayim'in (Kudüs) de sembolü. Aslanın her kültürde
ve bu arada Türklerde de bir yeri var. Türklerin tarihinde
pek çok Arslan ismi taşıyan şahsiyet mevcut. Kuvveti ve
heybeti sebebiyle insanlarımız onu severler.
Müslümanlıkta ise ne aslana ne başka bir hayvana
kudsiyet izafe edilmez. Evet Hz. Ali için "Allah'ın
Aslanı" tanımlaması yapılır, o kadar. Ancak şiilerde,
202
Faruk Arslan
Alevi ve Bektaşilerde Hz. Ali'yi temsilen aslan figurları
kullanılır. Bektaşiler ise Hacı Bektaş'ın hayâli
resimlerinde bir kucağında aslanı öteki yanında geyiği
tasvir ederler. Her ne kadar Türklerde hep kurtla kuzu
karşılaştırması yapılarak misal getirilse de, bu motif
avcıyla kurbanı dostane bir şekilde yanyana getirmek
felsefesi olarak anlaşılabilir. Şimdi akla gelen soru şu;
Geçmişte Bektaşi Tarikatı içinde yer almış Sabataycılar
kutsal aslanla, kutsal geyiği bu inanç sistemine taşımışlar
mıdır? Bunlar tesadüfi benzerlikler mi? Bu soruları soran
uzun zamandır Sabataycılığın reklamını Gökyüzü ve
Sandalcı kod adlarıyla yapan Sabataycı Tayfun Er.
Gerçek ismini ilk defa burada okuyorsunuz.
Dönmeler, Sabatay Sevi zamanından beri Balkanlarda,
Edirne’de, İstanbul ve İzmir’de bazı Bektaşi, Mevlevi,
Melaimi, Halveti ve hatta bazı Nakşi tarikatlarına sirayet
etmişler. Onların bugünkü çeşitleri adetlerinin mimarı
olmuşlardır. Mesela; Bektaşilik’teki ”mum söndü” olayı,
Mevlevi’deki çeşitli inanış ve adetler gibi. Cumhuriyetten
sonra da genelde tarikat, tekkeler, zaviyeler yasaklandığı
halde bu üç tarikata dokunulmamıştır. Ve bazı tarikat
şeyhlerine de dokunulmamıştır. Bu tür sirayetler onları bu
toplum içinde çok iyi kamufle etmiş toplum onları pek
fark edememiştir. Onları kendilerinden sanmışlardır.
Mesela, şu anda Ankara’da Bektaşi tarikatının iki önemli
dede-babası dönmedir. Mevlevi tarikatı şeyhi dönmedir.
(Er, 2003).
Sabataycılar, tarihi süreç içinde bunlar üç gruba ayrılırlar.
Kapaniler, Karakaşlar, Yakubiler. Daha çok Selanik,
İzmir, Edirne ve İstanbul’da yoğunlaşmışlardır. 1900’li
yıllarda Selanik’in nüfusu 150 bin civarındadır. Bunun 60
bini yahudi kimlikli 20 bini dönme olmak üzere 80 bini
203
Faruk Arslan
yahudidir. Bugün Türkiye’de takriben 200 bin dönme 100
bin yahudi azınlık kimlikli olmak üzere 300 bin civarında
yahudi vardır. Selanik’in, Osmanlı’nın yıkılışı ve Türkiye
Devleti’nin kuruluşunda büyük rolü olmuştur.
Osmanlı’nın yıkılması için çalışan Jön Türkler ve İttihat
terakki Partisi, çeşitli mason lojaları, Abdulhamid II’yi
1908’de görevden indiren Hareket Ordusu Selanik’te
kurulmuştur. Ayrıca Jön Türkler’in liderlerinin hemen
hemen tamamı İttihat Terakki Partisi’nin liderlerinin
önemli bir kesimi dönmedir. Pek çoğu mason Bektaşidir.
Sabetaycılar en çok Bektaşilik içinde daha sonra da
Hurufilik, Mevlevilik, Melamilik içinde görülüyor. Hatta
Nakşibendi Sabetaycılar da vardır.
İslam mistisizmi ile Yahudi mistisizmi bu tarikatlarda
buluşuyor. Sabetaycılığa en yakın öğreti Hurufiliktir.
Bektaşi denilen tarikat mensupları, Hacı Bektaş-ı Veli’ye
bağlı olarak Anadolu’nun dinî, iktisadî, askerî ve sosyal
teşekkülü olan Ahilik teşkilatına büyük yardım ve
hizmetlerde bulundular. Fakat, Bektaşi denilen bu
tarikatın hak yolda olan mensupları zamanla azaldı.
Tekkelere, kendilerini Bektaşi gösteren Fadlullah-ı
Hurufi’nin bozuk fikirleri yayıldı. Bir müddet sonra da
hakiki Bektaşilik tamamen unutularak yerini hurufi
fikirleri aldı. Bugün Bektaşi denince iki çeşit insan
anlaşılır: Birincisi, hakiki doğru Bektaşi olup, Hacı
Bektaş-ı Veli’nin gösterdiği hak yolda giden temiz
Müslümanlardır. İkincisi sahte, yalancı bektaşilerdir.
Bunlar bozuk yolda olan hurufiler olup “batıla” ismi ile
anılırlar. Bektaşiliğin içine sızıp, adeta istila eden
“Hurufilik” nedir, ilerideki bölümde bunun üzerinde
duracağız.
204
Faruk Arslan
Aşağıdaki belge Sabataycılığın reklamını yapan web
sayfalarında dolaşıyor. Doğruluğundan kuşku duysamda
Yahudi Bektaşileri deşifre ettiği için yer veriyorum:
BİR BELGE: "PROCURATOR AMPLUS"- İMTİYAZLI
İDARECİ
Belgenin aslı Fransızca. Sarah Aliye Rana tarafından elde
edilen bu belge İtalya'da Vino Ponti'nin özel
kütüphanesinde 268 no. ile bulunmaktadır.
PROCURATOR AMPLUS
CASTELLUM DuoEt Vıgıntı Excellence,
La règion du Castellum-Aegis Centrum, comprenant le
prèfecture de Smyrne et une partie du prefecture de
Magnèsie, est habitèe par une population de plus de
10.000 Juif-Bakhtasis auxquels il faut ajouter 3.000 JuifBakhtashis du prèfecture de Palèo-Castro. Ils y ont
èmigrè depuis 1910; ils attendent anxieusement la
libèration de leur Patrie pour regagner leurs foyers.Le
gouvernement de Kemal Pacha, après entente apocryphe
avec Thalamus, a accordè 15 sièges aux Juif-Bakhtasis
dans l'Assemblè National.Les Juif-Bakhtasis ont ètè
convertis à l'Islamisme, il y a environ 150 ans: ils gardent
encore les pratiques juives, ils conservent le Torah et les
livres de prière comme de prècieuses reliques et ils
parlent entre eux la langue juive.Les ayant pris sous ma
protection sur la demande, on aurait pu supposer que
c'etait un but de prosèlytisme que j'avais accèdè à cette
demande.L'Excellence Bozkurt Beg m'adressa une lettre
pour me confier le pouvoir:'C'est des Juifs nous avons
205
Faruk Arslan
pris cette contrèe, c'est à eux que nous la remettons
aujourd'hui. Nous allons vous livrer aussi les synagogues
que nous avons transformèes en mosquèes, transformezles de nouveau en synagogues, si vous les croyez
bon'Mais dans un esprit d'apaisement des passions j'ai cru
bon de ne pas y toucher, de les èvaluer après.Par ordre du
gouvernement Turc, aucune mesure concernant la
population Juif-Bakhtasis n'a ètè prise par les autoritès
sans que je sois consultè. Lorsque la bureaucratie Turc
s'est dèsagrègèe en Musulmans, ils ont continuè à
reconnaitre mon autoritè et à montrer leur confiance à
l'èlèment Juif-Bakhtasi.Ils m'ont instamment priè de faire
partie du Grand Autoritè de sauver la règion des excès
Musulmans.En meme temps l'Excellence le chef d'EtatMajeur m'ècrivit une lettre me demandant d'organiser un
règiment des Juif-Bakhtasis, reconnaissant par la- meme
l'influence et l'importance de l'èlèment Juif-Bakhtasi de la
règion. Les officiers et les autoritès lègales continuent de
nous tèmoigner la confiance la plus absolue.Les JuifBakhtasis se sont montrès dignes de cette confiance; ils
ont pu assurer la vie et les biens des officiers et des
autoritès lègales. Malgrè le trouble des consciences et les
difficultès exceptionels qui se sont prèsentèes, il n'y eut
aucune perturbation.Ces faits dèmontrent que le
gouvernement de l'Excellence Moustapha Kemal Ataturk
a reconnu que les Juif-Bakhtasis ètaient leurs seuls
succeurs et les seuls capables de gouverner le pays, une
fois l'idèologie musulmane abolie. En tout cas il a
reconnu l'influence prèpondèrante de l'èlèment JuifBakhtasi.Dans les circonstances les plus difficiles, les
Juif-Bakhtasis ont pu assurer un ordre parfait. Avec mes
206
Faruk Arslan
remerciements anticipès, veuillez agrèer, Excellence,
l'assurance de ma parfaite considèration.
Farhi Gollanzo
PROCURATORS
myrne, le 16 Mars 1937
Türkçe çevirisi
İMTİYAZLI İDARECİ
22 No.lu KALE Hazretleri
İzmir vilayetiyle, Manisa vilâyetinin bir kısmını ihtiva
eden Kale-Merkez Ege bölgesinde 10.000'den fazla
Yahudi-Bektaşi nüfusu ikâmet etmektedir ve bunlara
Paleo-Castro (Balıkesir) vilâyetindeki 3.000 YahudîBektaşi'yi de ilâve etmek lüzum eder. (Onlar) Oraya 1910
yılından itibaren hicret ettiler; Vatanlarının hürriyete
kavuşmasını ve ocaklarına (ortamlarına) geri dönmeyi
sıkıntı içinde bekliyorlar.İç Oda ile (varılan) hafî (gizli)
mutabakattan sonra Kemal Paşa idaresi YahudiBektaşiler'e Milli Meclis'te 15 adet sandalye (koltuk)
tahsis etti.Yahudi-Bektaşiler yaklaşık 150 yıl evvel
İslâm'a ihtida ettiler: Yahudi pratiklerini hâlâ muhafaza
ediyorlar, Torah'ı ve dua kitablarını değerli kalıntılar gibi
koruyorlar ve aralarında İbranî lisanıyla
konuşuyorlar.Taleb üzerine onları himâyeme almam
suretiyle, bu talebe iştirak etmiş olmam bir dönmelik
gayesi olarak kabul edilebilirdi. Bozkurt Bey hazretleri
iktidarı (salâhiyyeti) bana emanet (ettiğini gösteren) bir
mektub gönderdi:'Biz bu emaneti Yahudiler'den aldık,
207
Faruk Arslan
bugün onu yerine iade ediyoruz (onlara geri veriyoruz).
Camilere çevirdiğimiz sinagogları da size vereceğiz, eğer
iyi olacağına inanıyorsanız onları yeniden sinagoglara
çevirin. 'Fakat ihtirasların ağırlığı (baskısı) esprisi
dahilinde, onlara dokunmamanın, daha sonra
değerlendirmenin iyi olacağına inandım.Türk
hükümetinin tâlimatı gereği, benim değerlendirmem
(tavsiyem) olmaksızın, yetkililer tarafından YahudiBektaşi toplumunu alâkadar eden hiçbir ölçü ortaya
konmadı (karar alınmadı).Türk bürokrasisi
Müslümanlar'la mutabık olmadığı zaman (olmadığı
müddetçe), benim yetkimi tanımaya ve Yahudi-Bektaşi
unsuruna itimad etmeye devam ettiler.Benden
mütemadiyen, bölgeyi Müslüman artıklarından kurtarmak
için Büyük Otorite'nin bir parçası olmayı rica ettiler.Aynı
zamanda genelkurmay başkanı hazretleri, bölgedeki
Yahudi-Bektaşi unsurunun ehemmiyetini ve tesirini
tanıyan (ona minnet duyan) ve benden bir Yahudi-Bektaşi
(sistemli) birliğini organize etmemi taleb eden bir mektub
yazdı.Yahudi-Bektaşiler bu itimaddan gurur duydular;
Kanunî yetkililerin ve subayların iyiliğini (huzurunu) ve
hayatını garanti edebildiler. Sergilenen şuur
bulanıklıklarına ve istisnai zorluklara rağmen hiçbir
karmaşa olmadı. Bu olup bitenler gösteriyor ki, Mustafa
Kemal Atatürk hazretleri, bir kere Müslümanlık ideolojisi
bitip tükenmeye görsün, Yahudî-Bektaşiler'in
kendilerinin tek halefi olduklarını ve ülkeyi idare etmeye
kabiliyetli yegâne (toplum) olduklarını gördü (bildi,
farketti). Her hâl-u kârda, Yahudî-Bektaşî unsurunun ağır
(câlib-i dikkat) tesirini gördü (bildi, tanıdı).En zor
şartlarda, Yahudî-Bektaşiler mükemmel bir nizamı
kesinleştirebildiler. Hazretleri, mükemmel niyetimin
208
Faruk Arslan
kat'iyetini öncelikli teşekkürlerimle beraber (lûtfen) kabul
buyurunuz.
Farhi Gollanzo IDARECI İzmir, 16 Mart 1937
Yahudi Bektaşi unsurların varlığını gösteren,
http://www.sabetay.50g.com adlı web sayfasından
aldığım bu belgede tercüman şu notu düşmüş:
1- 1. paragrafta geçen 'vatan'dan kasıt 'Arz-ı Mev'ud'dur.
2- İç Oda (Thalamus), KALE'nin idari kadrosudur.
3- Bu mektubda, kaleme alanın hitab ettiğinin kim olduğu
belli değil fakat
muhtemelen Dünya Siyonizm Kongresi'ne veya onun
birimlerinden birine hitab ediliyor.
4- Çok değerli bir belge olduğuna şübhe yok.
5- Vino Ponti kütübhanesi Vatikan içindedir.
6- Kale'den kasıt gizli bir teşkilâttır, daha üst teşkilâtlara
Kule denir ve merkezidir.
7- Gollanzo ailesinin bir kolu Almanya diğer kolu
İspanya mahreçli olub katışıksız Yahudidir
8- 'Procurator' kelimesi Latince olub aynı zamanda 'ajan'
mânâsına da gelmektedir.
Şimdi sıra asıl vurgulamak istediğimiz Mason Bektaşi
derin devletini irdeleyebiliriz.
209
Faruk Arslan
Onuncu Bölüm
MASON BEKTAŞİ DERİN DEVLETİ
Yazar Reha Çamuroğlu, Bektaşiliğin son dönemlerine
doğru bölündüğünü savunuyor. Havas ve avam gibi iki
ayrımın çıktığını belirten Çamuroğlu şu görüşte: O
zamandan bu yana bir yere evrildiğini söylemek zordur.
Avami kesim ve Havas ayrımı çıkmıştır daha çok ortaya.
Avamiler otantik olduğunu düşündükleri Bektaşiliği
sürdürürken Havas arasında masonik eğilimler revaç
bulmuştur’. Maalesef; Alevilik, Bektaşilik ve Mevlevilik
gibi meşrep ve mezheplerde, masonların kılıfı ve din
düşmanlarının karargâhı yapılmaya alet edilmiştir.
Özellikle XVII. yüzyılın sonlarından başlayarak
serkeşliği, yağmacılığı, yol kesiciliği ve eşkiyâlığı
Osmanlı İmparatorluğu'nun başına büyük gāileler açmış
olan Yeniçeri Ocağı'nın lâğvedilmesi daha XVIII.
yüzyılın ilk çeyreğinde düşünülmüşse de bunu 15 Haziran
1826'daki dirâyetli operasyonuyla başaran Sultan II.
Mahmud olmuştur. Vak'a-i Hayriyye (Hayırlı Olay) diye
anılmakta olan bu operasyonda yalnızca İstanbul'da bir
günde 10.000 ve bunu izleyen iki ay zarfında da taşrada
bir o kadar yeniçeri ortadan kaldırılmıştır.
Yeniçeriler Hacı Bektâş-ı Velî'yi ocaklarının pîri ve
mânevî efendisi olarak saydıklarından her yençeri
ocağında bir Bektâşî Babası bulunurdu. Pâdişâh,
Bektâşîler'in yeniçerilerin serkeşliklerini önleyecek yerde
210
Faruk Arslan
onları kışkırttıklarını da çeşitli vesîlelerle tesbit
ettirdiğinden 8 Temmuz 1826 günü bütün Bektâşî
tekkelerinin kapatılıp bunların başka tarîkatlara (ve
özellikle de Nakşîliğe) tahsisine ve Bektâşîler'den de
suçlu bulunanların îdamına ve diğerlerinin de çeşitli
yerlere sürülmesine karar verir. Bu yüzden Bektâşîler'in
büyük bir bölümü takıyye uygulayarak başka tarîkatlara
intisâb etmişlerdir.
Bu târihden başlayarak Bektâşîler de onlara îtikad
açısından yakın olan Anadolu Alevîleri'nin bir bölümü de
Osmanlı Hânedânı'na karşı, tıpkı Mâbed Şövalyeleri'nin
Fransa Hânedânı'na besledikleri gibi, bir hınç ve kin
beslemeğe başlamışlardır. Hınç ve kinin Sultan
Abdülaziz'in şehâdetinde de rol oynamış olduğuna dair
târihçilerimiz tarafından iddialar ileri sürülmüştür.
Bunların ispat edilebilmiş iddialar olmamasına rağmen,
bu meş'um hâdisenin hazırlayıcıları ve baş aktörleri
olarak ithâm edilenlerin hem Bektâşî ve hem de (meselâ
Mithat Paşa gibilerinin) mason olmaları acabâ yalnızca
bir tesâdüf müdür?
XIX. yüzyılın sonlarına doğru Mekteb-i Tıbbîye'de Sultan
II. Abdülhamid'in idâresinden rahatsızlık duyan mûteriz
bir grup öğrenci 1889 yılında, adı bir takım değişiklikler
geçirdikten sonra 1908 yılında İttihad Ve Terakkî
Cemiyeti'nde karar kılacak olan İttihad-ı Osmânî
Cemiyeti'ni kurmuş; ve aynı yıl içinde Fransa'da
yaşamakta olan ve Jön Türkler diye tanınan ve Pâdişâh'a
karşı olan bir grupla temasa geçmişti.
Jön Türkler'in hemen hepsinin Fransız Dışişleri Bakanlığı
tarafından paraca desteklendiği ve Fransız Mason
Locaları'nda tekrîs edilmiş, Fransız İhtilâli'nin hayrânı
211
Faruk Arslan
kimseler oldukları bugün delilleriyle ortaya çıkarılmış
bulunmaktadır. Masonluk İngiltere, Belçika, Hollanda,
Danimarka, Norveç ve İsveç krallarının zâten mason
olmaları hasebiyle orada ihtilâlci uygulama
bulamayacağını bildiğinden Jön Türkleri kendisi için
nîmet bilip onlara Osmanlı'yı yıkmak üzere gerekli
desteği sevinçle sağlamıştır.
Bu bakımdan Jön Türkler hem İttihad ve Terakkî
Cemiyeti ve hem de Türkiye'deki Mason Locaları için
verimli bir fidelik görevi ifâ etmişlerdir. Sultan II.
Abdülhamid'in affıyla Türkiye'ye döndükleri zaman Jön
Türklerin, Osmanlı Hânedânı'na karşı duydukları hınç ve
kin bakımından aralarında hemen bir sempatinin oluştuğu
bir topluluk ise Bektâşîler olmuştur. Bektâşîlerin önde
gelenleri zâten 1867 yılından başlayarak Mısırlı Prens
Mustafa Fâzıl Paşa sâyesinde Mason Locaları'nda tekrîs
edilip mason olmuş bulunmaktaydılar. Bu arada şair
Nâmık Kemâl'in, Talât Paşa'nın ve Şeyhülislâm Mûsâ
Kâzım'ın da hem mason ve hem de Bektâşî olmaları
ibretle kaydedilmesi gereken bir husustur.
Cumhûriyet'in kuruluşunu izleyen yıllarda, Hilâfet'in
ilgāsında ve ayrıca harf, takvim, şapka inkılâblarında,
ezânın ve Kur'ân'ın Türkçe tilâvet edilmesi
uygulamalarında ve diğerlerinde Türkiye'den yükselmiş
olan gizli-kapaklı ya da âşikâr itirazlar arasında tek bir
Bektâşî ya da Alevî yer almamış olduğu gibi Fransız
İhtilâli'nin akabinde kurulmuş olan ihtilâl
mahkemelerinin hukuk, usûl ve uslûb bakımınan birer
kopyası olduğu izlenimini veren İstiklâl Mahkemeleri
esnâsında da mahkûm olan Bektâşî ya da Alevîye
rastlanmamaktadır.
212
Faruk Arslan
Sultan II. Mahmud'dan sonra sessiz kalan Bektaşiler, 19.
Yüzyıl Osmanlı tarihinde büyük seyri olan Jön Türk
Hareketi'nde büyük rol oynadı. Hacı Bektaş'tan sonra
kimlik değiştiren ve hayli karışan Bektaşilik'te az çok
tasavvuf, büyük miktarda Hurufilik, Babailik, Batınilik,
hulul ve tenasuh, Caferilik, Şiilik, İmamilik, Şamanilik,
Lamalık gibi eski ve yeni birçok unsurlar vardır. Bu
yüzden içinden çıkılmaz bir şekil almıştır. Sultan II.
Mahmud'un yeniçerilikle birlikte Bektaşiliğe de büyük bir
darbe vurmasından sonra bir müddet sessiz kalan
Bektaşiler, daha sonra bazı siyasi faaliyetlere
girişmişlerdir. 19. Yüzyıl, Osmanlı tarihinde büyük seyri
olan Jön Türkler hareketinde Bektaşi dervişlerinin rolü
olduğunu, Ernest Ramsaur 'The Bektashi Dervishes and
the Young Turks' (Moslem World dergisi 1942)
makalesinde incelemiş ve ilginç neticelere varmıştır.
Bektaşiler'in Masonlar'la da ilişkileri olmuştur. Önemine
binaen Ernest Ramsaur'un makalesinin bir bölümünü
aşağıya alıyoruz:
'Richard Davey, 1897'de bu tarikatın Fransız mason
locaları ile ilişkisi olduğunun söylendiğini duyduğunu
yazar. 1867'lerde bazı Müslüman arkadaşlarının
Avrupa'ya gittiklerinde mason localarına girdiklerini
yazan Brown, Bektaşiler konusunda şunları
söylemektedir:
Bektaşi tarikatından dervişlerin kendilerini mason gibi
görmelerini ve onlarla kardeş olduklarını iddia etmelerini
garipsedim. Masonluğun Türkçe karşılığı Farmason'dur
ve (dindar Türkler arasında) birine hakaret etmek için
kullanılır. Fakat Bektaşi kelimesi için de aynı şey söz
konusudur. Zira Bektaşiler, benim anlayamadığım bir
sebepten ötürü Müslümanlar, hatta diğer derviş tarikatları
213
Faruk Arslan
arasında bile saygın bir yere sahip değildirler.'
Aynı şekilde diğer bir yazar da, Bektaşiler konusunda
şöyle der: 'Onlar 18. ve 19. Yüzyıl başlarında
yeniçerilerle birlikte Osmanlı ıslahat hareketlerinde
masonların Avrupa'daki ıslahat hareketlerinde
oynadıklarına benzer. Voltaire'in taraftarlarından Fazıl
Bey'in yeniden düzenlediği bu tarikat, 100 yıl kadar bir
süre Genç Türk Hareketi'nin teşkilatı olarak kaldı.
Faaliyetleri, başka maksatlar içinde felsefi, edebi, ilmi ve
siyasi idi. Richard Davey de bazen Fazıl Bey, bazen
İzzettin Bey olarak söz ettiği tarikata mensup birinin
Voltaire'in etkisinde kaldığından söz eder ve 'İstanbul'a
döndüğünde, zaten gizli bir cemiyet niteliğinde olan
tarikata, zamanla büyük etki yapacak bazı felsefi ve özgür
düşünce ile ilgili görüşler getirmişti' der.
Şu halde denilebilir ki, Türkiye'deki Bektaşiler,
milliyetçilik duygusuna, bir yere kadar da olsa sahiptiler
ve çeşitli davalar peşinde koşan kimseleri çevrelerinde
toplayacak kadar liberal görüşlüydüler. Kadınlara bile
tarikat içinde eşit haklar tanınmıştı. Tarikat mensuplarının
halifelik konusunda Şiiler'in imamlık ilkesine daha yakın
olmaları dolayısıyla, Osmanlı padişahlarının halifelikle
ilgili iddialarını olumlu karşılamamaları, Bektaşiler'in Jön
Türk Hareketi'ni desteklemeleri için bir diğer sebep
olarak gösterilebilir. Birge, Bektaşiler'in Yavuz Sultan
Selim'in 1514'te Şah İsmail'e karşı açtığı savaşı, Şii
İranlılar'a yakınlık duyduklarından ötürü engellemeye
çalıştıklarını söyler. Bu sebeple Abdülhamid'in halifeliğin
etkinliğini yeniden canlandırma konusundaki gayretleri,
Bektaşiler'in karşı bir tutum benimsemelerine önayak
olmuş olabilir.
214
Faruk Arslan
1931'de, Türkiye Cumhuriyeti içindeki bütün derviş
tarikatlarının kaldırılmasından altı yıl sonra, kendisi de
Bektaşi olan Ziya Bey, Bektaşilik üzerine bir seri yazı
yayınlamıştı. Vardığı netice, Cumhuriyet'in Bektaşi
tarikatının uzun süredir gerçekleştirmeye çalıştığı
ıslahatları tamamladığı, dolayısıyla bu tarikatın artık
gereğinin kalmadığıydı. Öngördükleri ıslahatlar arasında
hilafetin kaldırılması, kadınlara eşitlik tanınması ve dini
taassubun azaltılması da vardı.
Ancak Bektaşilerin her zaman diğergamlıkla hareket
ettiğini de söyleyemeyiz. Hasluck, Bektaşilerin
propaganda yaptıkları ülkelerde, dini üstünlük kazanmak
emelinde olduklarını, 1908 ihtilali sıralarında bile
Arnavutluk'ta bir Bektaşi devleti kurmayı umut ettiklerini
yazar. Ayrıca, 1880-1881 Arnavut Milli Hareketi
sırasında Güney Arnavutluk'un bir kısmının Yunanistan'a
verilmesi ihtimali ortaya çıktığında, Abdülhamid'in
Bektaşiler'den şüphelendiğini de söylemektedir. Hasluck,
'Bu sıralarda Güney Arnavutluk halkı, Abdul Bey
Frasheri kumandasında görünüşte Türk bölgesine
gelebilecek herhangi bir tehlikeyi savunmak için
ayaklandı. Fakat gerçekte amaç, Arnavutluk'un bağımsız
bir devlet olmasıydı' diyerek konuya açıklık
kazandırmaktadır.
Bektaşi tarihi uzmanlığıyla tanınan yazar Melikoff,
Namık Kemal’i incelediği araştırmasında mason
bektaşilerin kılcal damarlarını gösteriyor:
Sufîliğe doğru eğilimleri olan Namık Kemal, bir Bektaşi
ailede dünyaya geldi. Bektaşiliğini, büyük bir olasılıkla
ailesine, ana tarafından borçlu; çünkü, Namık Kemal,
hayatının ilk 19 yılını -böylece yetişme döneminiannesininbabası Abdûllâtif Paşa'nın yanında geçirdi.
215
Faruk Arslan
Abdûllâtif Paşa, valiydi. Namık Kemal'in soylu, ama
varını-yoğunu yitirmiş bir aileden olan babası Mustafa
Âsim Bey, kayınpederine bağımlı bir halde yaşıyordu.
Böylece, genç Namık Kemal'in eğitimini yönlendiren
Abdûllâtif Paşa olmuştur. Namık Kemal, ilk şiir
deneyimlerini bu dönemde yaptı. Abdûllâtif Paşa'nm
yönetiminde Farsça ve Arapça öğrendi ve Osmanlı tarihi
ile tanıştı. Bundan şu sonuca varabiliriz: Kemal, genç
yaşından başlayarak entelektüel gelişmesine damgasını
vurmuş olan Bektaşi etkisini ailesinde ana tarafına
borçludur.
1885'te, Namık Kemal henüz 15 yaşındayken, Abdûllâtif
Paşa, Kars'tan sonra Sofya'ya kaymakam tâyin edildi.
Namık Kemal, ilk şiir denemelerine işte bu Sofya'da
başladı. Gençliğinin şiir defterlerinde, Klasik Iran ve
Arap yazarlarının etkisinde yazılmış gazeller ve nazireler
bulunuyor; bunlar arasında, özellikle hayli çok sayıda
Kerbelâ mersiyesi, yani Kerbelâ şehitlerine dökülen
gözyaşlarını dile getiren şiirler de var. Bu bir şiir türüdür
ki, İran edebiyatında pek gelişmiştir; ancak, Türk
edebiyatı da ondan geri kalmış değildir; nitekim, en güzel
Kerbelâ mersiyeleri Fuzulî'nindir, onun şaheserlerinden
biri olan Hadikatüssuada (Mutluluğa Ermişlerin Bahçesi),
haksız ve zalimce öldürülmüş Kerbelâ şehitlerine duyulan
acıları dile getirir. Kerbelâ mersiyelerinin dışında, Namık
Kemal'in şiir defterlerinde, Ali aşkıyla dolup taşan
mısralar görülüyor: Örneğin, Şahımdır Ali; ayrıca Eşref
Paşa'nın Aleviyiz diye başlayan bir gazeline nazire.
Liberal, hoşgörürcü ve herkesçe benimsenmiş töre ve
inançlar karşısında bağımsız düşünceleriyle tanınmış olan
Bektaşi tarikatı, ezilmişleri desteklemesi dolayısıyla,
Osmanlı împaratorluğu'nda entelektüel yaşamı
216
Faruk Arslan
etkilemiştir; ve bu destek, şiir ve müzik olarak, sanatsal
biçimlerde kendini göstermiştir. Bu ezilmişler
topluluğunun, her şeyden önce mistik ve dinsel bir
niteliği vardı; çünkü bu topluluk, vaktiyle Kerbelâ
ovasında katledilmiş olan şehitlere dökülen
gözyaşlarından doğmuştu; ancak, daha sonraları, bu
dinsel hak davası siyasal bir renk kazandı ve şehitler, her
türden adaletsizlik ve baskıyla karşılaşan herkes için bir
simge haline geldi.
Namık Kemal, böylece, çocukluğundan başlayarak, bu
düşüncelere hazırlanmıştı. Avrupa'nın etkisi altında
tanımayı öğrendiği liberal, hoşgörürlükçü, çeşitli ırk ve
sosyal sınıflar arasında eşitliği dile getiren ülküler,
böylece onda yalnız uygun değil, aynı zamanda daha
önceden iyice hazırlanmış bir zemin buldu.
Öte yandan, Bektaşiler, 1826'dan beri gizliliğe itildikleri
için, Masonlar nezdinde bir destek buldular. Masonlarla
aynı ülküyü paylaşıyorlardı: Yani liberalizm,
hoşgörürlük, herkesçe benimsenmiş töre ve inançlar
karşısında bağımsızlık (non-conformisme) ve ruhbana
karşı oluş.
Bektaşi tarikatı, öteki Türk tarikatları içinde, halka en
yakın olanıydı; çünkü, mensuplarının büyük çoğunluğu,
okur-yazarlığı olmayan halk kitlelerinden geliyordu. Aynı
zamanda, bütün tarikatlar içinde en fazla "Türk" olanıydı;
çünkü, törenleri sırasında yalnız Türkçe kullanılıyordu.
Öte yandan, pek zengin şiiri, müziği ve şarkılarıyla,
kültürel yaşama da katılıyordu özellikle. Bektaşi
edebiyatı, halk edebiyatının önemli bir dalını oluşturur ve
bu yanıyla da, Türk edebiyatının yenileşmesinde büyük
rol oynamıştır, inanışlarının hak mezhep dışı (hètèrodoxe)
bir nitelik taşımasından dolayı koğuşturulup zulme
217
Faruk Arslan
uğrayan Bektaşiler, bunun da etkisiyle, temelde liberal
düşüncelere yatkın idiler. Kentsel merkezlerin Bektaşi
tentelerinin, bu öncü düşünceleri, müzikte, şarkıda ve
şiirdeki kültürel zenginliklerinden dolayı, mensupları
arasında liberal aydınlar vardı; bu aydınlar, Osmanlı
reform hareketlerinde, Masonluğun Avrupa'da aydınlıklar
yüzyılında oynadığı role benzer bir rol oynadılar.
Masonluk, Türkiye'de XVIII. yüzyıldan başlayarak,
Avrupa'da ortaya çıkışından pek az sonra biliniyordu;
hareket, özellikle Mustafa Reşit Paşa döneminde önem
kazanır. Fransa'da birçok kez elçi olarak görev yapmış
olan Mustafa Reşit Paşa, ingiltere'de, yakın dostu ve daha
sonra Babıâli nezdinde elçi olacak olan Lord Stratford
Canning ile beraber Mason olmuştu.
Kırım Savaşı sıralarında, Masonluk Türkiye'de genişleyip
yaygınlaştı, ingiliz ve Fransız localarının arttığını
görüyoruz, istanbul masonları, bir Fransız locası kurmak
için, Fransa Maşrık-ı Âzâm'ı (Büyük Doğu/Grand Orient)
ile temas kurarlar; loca, bu kuruluşa bağlı olacaktı.
Böylece, 1858'de Boğaziçi 'Yıldızı doğar; arkasından da,
23 Mart 1863'te Doğu Birliği. 1865'te bu loca, kapılarını
Müslümanlara da açar ve Türkçe toplantılar yapar.
Üyeleri arasında, siyasal ve dinsel birinci derecede
şahsiyetler görüyoruz; seçkin Osmanlı aydınları, bu
locada alabildiğine temsil edilmektedir.
Bektaşilerin Masonlukla yakınlık kurmaları da -bir
olasılıkla- bu sıralardadır; ancak, bu konuda eğilim, bu
tarihten çok daha önce, kuşkusuz 1839'da Tanzimat'ın
ilanından sonra başlamış görünüyor; ya da bu eğilim belki- daha da önce, Bektaşiler koğuşturulup zulme
uğradıkları ve kendilerine kapılarını açacak bir ocak
bekledikleri günlerde başlamıştır. Üyeleri, entelektüel ve
218
Faruk Arslan
liberal seçkinler arasından gelen Bektaşilik, Osmanlı
İmparatorluğu'nda, vaktiyle Masonluğun XVIII. yüzyılda
Avrupa'da oynadığı role benzer bir rol oynamıştır. Ancak,
burada sözkonusu olan Bektaşiler, doğaldır ki,
kentlerdeki Bektaşiler olup, köylerde Alevî adıyla anılan
Bektaşiler değildir. Her iki grup arasında, gitgide
derinleşecek ve kaynağı da sosyal olan bir bölünme
olacaktır.
1867'den 1869'a kadar, Müslümanların, gitgide artan
sayıda Doğu Birliği'ne girdiğini görüyoruz; o sıralarda
loca başkanı üstad Louis Amiable'dır ve Mısırlı Prens
Mustafa Fazıl Paşa tarafından da desteklenmektedir. Bir
başka Mısırlı prens, Mustafa Fazıl Paşa'-nın akrabası Said
Halim Paşa, Şûrâ-yı Âl-i Osmanî adıyla Osmanlı locasını
kurdu; bu loca, Maşrık-ı Âzâm'a bağlıydı. Prens Mustafa
Fazıl Paşa, Doğu Birliği'ni terkederek Şûrâ-yı Âl-i Osmani'ye girdi ve arkasından da önemli sayıda Mısırlı bir üye
grubunu sürükledi. Prens Said Halim Paşa, bu locanın
birinci başkanı oldu ve aynı locada, Mustafa Fazıl Paşa
da önde gelen bir rol oynadı. Öte yandan, Mustafa Fazıl
Paşa, Namık Kemal'e pek bağlıydı ve ona Avrupa'da
bulunduğu sırada yardım etmişti.
Bununla beraber, Namık Kemal'e, bu locada değil, I
Proodos (ilerleme) adını taşıyan bir Yunan locasında
rastlıyoruz. Bu Yunan locası, Maşrık-ı Âzâm'ın Yüksek
Kurulunun verdiği yetki sayesinde, 28 Ocak 1868'de
İstanbul'da kurulmuştu. Birinci başkanı Ale-xandre
Isınyrides oldu; ancak, 31 Aralık 1870'te başkanlık
Cleanthi Scalieri'-ye geçti ve onun zamanındadır ki, loca
büyük bir gelişme içine girdi. Çoğu Yunanlı olan
Hıristiyanların yanı sıra, Sarayda ve devlette büyük
219
Faruk Arslan
makam sahibi pek önemli Müslüman şahsiyetler de
görüyoruz bu locada. Locanın yerleşmesine göz kulak
olan Louis Amiable gibi, Cleanthi Scalieri de,
imparatorlukta çeşitli milletlerin aynı çatı altında
kardeşçe bir arada yaşamalarından yanaydı; Doğu
Birliği'nde olduğu gibi, toplantılara Türkçeyi o da soktu.
1872 Ekim'inde, bu locada, 19'u Türk olan 68 üye
bulunuyordu. Bu Türkler arasında okuduğumuz bir ad da
şu: "Kemal, Mehmed Namık, edebiyatçı."
Ne var ki, 20 Ekim 1872'de, bu listeye, pek önemli bir
yeni üye eklenir: Sultan Abdülmecid'in büyük oğlu Prens
Murat'tır bu ve Louis Amiable'-ın evinde, alabildiğine
gizlilik içinde masonluğa girmiştir. Aynı yılın 8 Aralık
toplantısında, Prens 2 ve 3'üncü sembolik dereceleri aldı.
Kısa bir süre sonra, kardeşleri Nureddin ve Kemalettin
Efendiler de bu locaya kabul edildiler.
Prens Murad'ın, Scalieri ile dostluk ilişkileri vardı. Üye
olduğu içindir ki, 1876'da, V. Murat, akıl hastalığı
gerekçesiyle tahttan uzaklaştırılıp da II. Abdülhamit
mutlakiyetini kurmaya başladığında, bu dostluk ilişkisi
Scalieri'nin düşüşüne yol açtı. Masonluk gibi liberal bir
kuruluşa bağlı olmak, otoriter ve otokrat bir rejimde, hem
tahttan düşen sultan, hem de Cleanthi Scalieri, nede her
ikisiyle dostluk ilişkisi olan Namık Kemal için tehlikeli
bulunuyordu.
Masonluğa girdiği aynı yıl, Prens Murat, Namık Kemal'in
girişimi üzerine, Midhat Paşa'yla temas kurdu. Prens,
böylece locadaki üyeler arasında en samimi
yardımcılarından kimi insanları buluyordu. Daha sonra,
220
Faruk Arslan
Abdülhamid, Murad'ı, Scalieri ve onun, aralarında Namık
Kemal'in de bulunduğu yakın arkadaşlarıyla birlikte
hükümete karşı komplo kurmakla itham edecektir.
Masonluğun güttüğü ülkü, insan ve Yurttaş Hakları
Bildirisi'nde tanımlanandı: Yani, ırkı ya da dini ne olursa
olsun, bütün insanların özgürlüğü ve hukuk bakımından
eşitliği. Mason locaları, görünürde bu hakların
korunmasına çalışıyor ve imparatorluğun çeşitli milletleri
arasında anlaşmanın sürdürülmesine gayret ediyorlardı.
İşte, I Proodos'un 28 Mart 1868'de kuruluş toplantısı
tutanağının bize öğrettiği; o tutanakta şöyle deniyor:
"Bâtıl itikatlarla mücadele, sayısal ve dinsel görüş
farklılıklarından doğan kinlerin yatıştırılması, insanları
kardeşliğin çözülmez bağlarıyla birleştirmek; önerdiğimiz
amaç budur." (Melikoff, 2006).
Namık Kemal'in, uğrunda bütün yaşamını feda ettiği
özlem ve ülkülere öylesine uygun bir amaç taşıyan bir
harekete katılmasında, şaşılacak bir şey yoktur.
Bununla beraber, şu noktayı saptamak da ilginç: Namık
Kemal, masonluğa hiç kuşkusuz Avrupa'da bulunduğu
sırada girmişti; ancak, bir Fransız locası değil, Maşrık-ı
Âzâm'a bağlı bir Yunan locası idi bu. Göze ilk çarpan
nokta da şu: İngiliz masonluğuna girmiş Mustafa Reşit
Paşa, Midhat Paşa ya da Prens Mustafa Fazıl Paşa gibi
ünlü Türk masonlarının tersine, Namık Kemal Fransız
Maşrık-ı Âzâm'ına bağlı bir locaya girdi. Bu bizi şu
varsayıma götürüyor: Namık Kemal, Fransa'da
bulunduğu sırada masonluğa girmiş olmalı.
221
Faruk Arslan
Dikkati çeken bir ikinci nokta da şu: Namık Kemal,
İstanbul'a döndükten sonra, bir Yunan locasında yeniden
gözüküyor. Belki, Cleanthi Scalieri ile olan dostluk
ilişkileri, bunda rol oynamıştır; bununla beraber, bu
seçim, Namık Kemal'in düşüncelerine uygun görünüyor.
Gerçekten, Batı'ya olan hayranlığına ve Osmanlı
İmparatorluğu'-nu modernleştirmeye çalışanlara sağladığı
desteğe rağmen, şunun farkındaydı: Batı'nın girişi,
imparatorluğu Avrupa'ya bağımlı bir devlet haline
düşürecekti. İlerleme ve reform arzusuna rağmen, Namık
Kemal, bir bütün olarak Osmanlı yurduna derinden derine
bağlı idi. Ülküsü, bir modern devletti; ama bu devlet,
İslâm gelenekleri içinde olumlu ne varsa koruyacaktı;
Doğulu kalacaktı bu devlet; Müslümanları olduğu kadar
Hıristiyanları da içine alan bir Osmanlı yurdu olacaktı ve
bütün bunlardan dolayı, istilacı Batı'ya karşı bir denge
sağlayabilecekti.
Böylece, eğitiminin bir parçası olan dinsel ve sufî temel,
Namık Kemal'in bütün yaşamı boyunca kendini
hissettirmiştir. Gençlik mısralarında dile getirdiği ilk
Bektaşi heyecanlan, ruhunun derinliğinde, atalarının
dinine kendini hep bağlı yapıp çıkmıştır. Namık Kemal'in
ülküsü, Bektaşi geleneğinin öğrettiği hemcinsine sevgi,
hoşgörü ve gönül yüceliği idi; ilerleme ve modernizm
arzusuna rağmen, kökenine hep bağlı kaldı o. ( Melikoff,
2006).
Namık Kemalden asıl ana sorun, Balkan çetecilerin
mason Bektaşiliğine geçiyoruz. Jön / Genç Türk- İttihat
Terakki hareketine ortam yaratan Arnavutluk bir
Bektaşilik yatağıdır. Yoğun ve etkin bir Bektaşi
toplumuna sahiptir. Bir Arnavut gazetesi 1913’lere ait
222
Faruk Arslan
durumu şöyle değerlendiriyor:
“Akıllı ve zeki Arnavut Müslümanlarının büyük bir kısmı
dinlerinden kopmuş ve Bektaşi olmuşlardı. Buna
İslamlığın Protestanlığı da denebilir. Hattâ daha da çoğu
söylenerek, özgür düşünce, eşitlik ve kardeşlik lehine dini
değiştirip yalınlaştırarak mason inancına oldukça
yaklaştırdıkları ileri sürülebilir. Böylece onu idealize
etmiş ve eski Asya masonluğu temeline oturtmuşlardır.
Bugün, bu ve öteki kültürlü ve zeki, Müslüman ve
Hıristiyan Arnavutluklardan girmişlerdir”. (Koloğlu,
1991).
Ötede, Budapeşte de Bektaşiliğin bir ileri karakoludur.
Gül Baba kültü buradaki Alevi-Bektaşiliğin günümüze
kadar getirilmesine neden olmuştur. ( Hasluck, 1991).
20. yüzyıl başlarında ne kadar Alevi-Bektaşi vardı?
Araştırmacılar yedi milyon rakamını veriyorlar.
Arnavutluk’taki Tomari Dağı Bektaşi Tekkesi Postnişini
1826 öncesi tutulan yıllık istatistiklerde; Anadolu’da yedi
milyon, Arnavutluk’ta 100 bin, İstanbul’da 120 bin, Girit,
Makedonya ve Irak'takilerle toplam 7,3 milyon AleviBektaşi olduğunu açıklıyor. Arnavutluk’taki Bektaşi
cemaati başkanı Salih Niyazi Baba’ysa 1933’lerde
Osmanlı İmparatorluğu’nda Kızılbaşların dışında 7,5
milyon Bektaşi olduğunu söyler. Niyazi Baba’ya göre
sadece Türkiye’nin doğu illerinde 1,5 milyon,
Arnavutluk’ta ise 200 bin Bektaşi vardır. Bu sayı
Arnavutluk’taki nüfusun % 20’sidir. ( Birge, 1991).
TBMM Aksaray milletvekili Besim (Atalay) Bey
1924’lerde Anadolu’da yaklaşık 1,5 milyon AleviBektaşinin var olduğunu yazar. Doğallıkla bu sayılar pek
223
Faruk Arslan
sağlıklı değildir. Bir kanı oluşturmak için vermek
gereğini duyduk.
Gerek Türkiye’de, gerekse Balkanlarda Alevi-Bektaşilik
bir gizli güçtür. Dierl’in vurgaladığı gibi 1900’den sonra
Türk ulusçuluğu, Pantürkizm ve laiklik kentlerdeki AleviBektaşi felsefesini öne çıkarır. 20. yüzyıl başlarında
Alevilik-Bektaşilik siyasal düşünce ve eğilimlerin temel
direği olur. Siyasal hareketler, Alevi-Bektaşilerde
düşünce ve eylemde destek ararlar. Jön / Genç Türkİttihat ve Terakki’nin Bektaşilik ilişkisi ve birlikteliği bu
bağlamda doğar ve gelişir. Bunun en güzel örneklerini
Balkanlardaki Jön / Genç Türk hareketinde görüyoruz.
Bir Bektaşi olan Resneli Niyazi Bey’in “Hürriyetin İlanı”
için dağa çıktığı sıralarda güncesine düştüğü 05. 07. 1908
tarihli notunda;
“Kroşişte ve bölgedeki köylerde İttihat ve Terakki’ye
girmiş olanlar, bu taraflarda Bektaşilere dönük bir
küçümseme ile karşılaşmaktaydı, demektedir. Bu yargı
Bektaşilerin Genç Türk hareketine yoğun olarak
katıldığını, halkın (özellikle Sünni halkın) Jön / Genç
Türklerle Bektaşiliği aynı kefeye koyduğunu gösterir.
Niyazi Bey anılarında Hüsrev Bey’i İttihat ve Terakki
“Cemiyeti”ne kazanışına değinirken; özellikle onun
Bektaşilerle olan bağına ve bu kesimi “cemiyete”
kazandıracağına inandığı için önem verdiğini belirtir.
Çünkü, Alevi-Bektaşiler bölgede önemli bir yoğunluğa ve
güce sahiptirler. Düşünce olarak da yakındırlar. Bu
kesimle birliktelik “cemiyet” için bir kazanımdır. Resneli
Niyazi Bey anılarında bu ilişki arayışını şöyle anlatır:
224
Faruk Arslan
“…Hüsrev Bey Görüce bölgesinde Melmepan Bektaşi
tekkesi babalarından Şeyh Hüseyin Baba ile özel görüşme
yaparak bölgede çalışmalar için gerekli bir yol sağlamıştı.
Baba, Cemiyeti ve amacını kutsal bilmiş ve büyüklüğüne
inandığı bu yoldan ayrılmamalarını ve kendi müritlerine
gerekirse bu uğurda kanlarını akıttırabileceğini
söylemişti. Bu Bektaşi babasının bölgede ve tüm
Toskalılar arasında bir büyük etkisi vardı. Ayrıca Çerçiş’i
koruyan ve ona yardım eden de oydu. İşte ben Hüsrev
Bey üzerinde durmamın neden doğru olduğunu böylece
kanıtlamış oluyordum.” (Niyazi, 1975).
İttihat ve Terakki genellikle Bektaşiliğin yoğun ve etkin
olduğu yörelerde örgütlenmiştir. İlk örgütlenmeler
bilindiği gibi Köstence, Mecidiye, Ruscuk, Dobruca,
Şumnu, Filibe, Sofya, Kızanlık, Vidin, İşkodra, Tiran,
Selanik, Manastır ve Edirne gibi Rumeli ve Balkan
kentleridir. Buralarda da Bektaşiler yoğun ve etkindirler.
İttihat ve Terakki’nin ilk örgütleniş yerleri bilinçli ve
planlı bir seçimdir. Örgütlenişin bu coğrafi modelinin
Bektaşi öğelerin gözönüne alınarak yapıldığı muhakkak.
Çünkü, bu tür örgütlenmelerde destek ve ortam aranır.
İttihat ve Terakki’nin örgütlenmesine doğal ve toplumsal
ortamsa Bektaşi bölgelerinde vardır. Bektaşilik- İttihat
Terakki birlikteliğinin gizi burada yatar.
Balkanların bu kentleri aynı zamanda Masonluğun da
yaygın olduğu yerlerdir. Bu kentlerde mason locaları
çoktan beri kurulmuştur. Mason localarında özgür bir
hava vardır. Her türlü konuşma ve tartışma
yapılabilmektedir. Prof. T. Zafer Tunaya’nın belirttiği
gibi, localar baskı rejimini yıkmak isteyenlerin “planlama
ve yüreklenme merkezleri” olmuşlardır. İttihat ve Terakki
225
Faruk Arslan
Masonlukla bütünleşmiş ve yaşam felsefesini genellikle
localardaki tarikatçılıkla birleştirmiştir. Böylece İttihat
Terakki - Masonluk-Tarikatlar (özellikle Bektaşilik)
birleşimi doğmuş; 2. Abdülhamid yönetimine karşı ve
Meşrutiyet yönetimi için siyasal birlik oluşmuş, İttihat ve
Terakki bağrında ve önderliğinde ortak bir hareket
oluşmuştur. Bu birliktelik içerisinde 1906 Eylülü’nde
“Osmanlı Hürriyet Cemiyeti” kurulmuş, bu örgüt 1907’de
“İttihat ve Terakki Cemiyeti” adını almıştır. İlginç bir
yanı vardır. Kurucu üyelerin hemen tümü tarikata
bağlıdır. M. Tahir Bey’in dışında hepsi de masondur.
(Niyazi, 1975).
Osmanlı, Anadolu coğrafyasında neşvünema bulmaya
başladıktan hemen sonra güçlü bir askeri sistem kurmayı
başarmıştı. Burada hemen bir parantez açıp gözden
kaçırılan ve anakronik bir yanılsamayla ezeli bir sıfat
atfettiğimiz “Anadolu” olgusuna kısaca değinmekte fayda
görüyoruz. Anadolu kavramı bugünkü anlamına
İttihatçıların millileşme ve sonrasında hızlanan söylemin
etkisiyle kavuşmuştur. Yoksa ilk başlarda Orta Asya’dan
gelen Türk boyları açısından Anadolu’nun herhangi bir
yeri, yabancı ve yeni bir yerleşim alanıdır. Ve buralar boş
değil, tersine Bizans’ın o günkü halklarının yaşadığı
yerlerdi. Bu nedenle, Osmanlı, efsaneye bakarsak 400
çadırla kurulan ve hızla büyük bir devlet olmaya evrilen
faal bir Türk beyliği olarak kendisine devlet teşkil etmek
amacıyla dışarıdan “ordu” ve “bürokrat” ithal etmek
zorunda kalmıştı. Daha doğru bir ifadeyle, toprak ve aile
bağı olmayan, sadece Padişaha tâbi ve bağlı bir kapıkulu
sistemini benimsemek durumunda kalmıştı. Bu insanları
Anadolu’dan seçemezdi zira o günkü Anadolu bugünkü
Anadolu değildi. Üstelik toprağı ve ailesi belli olan
226
Faruk Arslan
insanlar durumundaydı bunlar. Bu nedenle, dışarıya
yönelmiş ve devşirme usulüyle asker ve sivil bürokrasinin
temelini kurmuştu. Elbette bu sistemin kurulmasında
Selçuklu ve Bizans gelenekleri de referans alınmıştı.
Osmanlı’nın son döneminde ise yine Selanik, Manastır,
Makedonya, İzmir ve İstanbul menşeli çoğunluğu
sabetayist ve kripto olan gençler, eskinin Enderun ve
Yeniçeri ocağı niteliğindeki Harbiye, Tıbbiye ve
Mülkiye’nin ağırlıklı unsurları olmuşlardı. Jöntürk ve
İttihatçı hareketin başta Tıbbiye olmak üzere bu
okullardan örgütlenmesi kuşkusuz rastlantı değildi
Osmanlı sarayındaki hekimbaşılık kurumunun etkinliği
ayrıca irdelenmeye değer. Özellikle tek işi insan
sağlığının tedavisi olması gereken Tıbbiye öğrencilerinin
“carbonari” hareketin merkezinde yer almaları
zannediyorum ayrı bir analizi hak etmektedir. Dünya
tarihinin en büyük komitacıları Dr. Bahaeddin Şakir ve
Dr. Nazım’ın (ikinci sınıf komitacılar Dr. Adnan Adıvar,
Dr. Tevfik Sağlam, Dr. Rıza Nur, Dr. Refik Saydam vs de
düşünün) hekim olmaları çok ilginçtir. Acaba örneğin
Kemal Alemdaroğlu, Cem’i Demiroğlu, Nurettin Sözen
gibileri de bu çizgide sayılabilir mi? Dilerseniz Orhan
Pamuk’un “Cevdet Bey ve Oğulları”nı bir de bu gözle
okuyun.
Carbonari-jöntürk-ittihatçı hareket bazılarının sandığı
gibi 19. asrın ikinci yarısından itibaren sisteme hakim
olmuş görünse de köken olarak ucu çok daha
derinlerdeydi. Yukarıda da denildiği gibi, “ithal” edilen
ve daha doğrusu “sentetik” olarak oluşturulan bu devlet
gücü gayrimüslimlere dayandırıldığından Rumeli eksenli
bir yapı kurulmuş oluyordu. Sonradan devşirme
sisteminin çözülmeye başlamış olması bile sistemin kılcal
227
Faruk Arslan
damarlarına kadar bu unsurların sızmış olduğu gerçeğini
değiştirememiştir. Yine örneğin bazılarının “reformist”
diye sunmaya çalıştığı Katip Çelebi’nin tek derdi
“devşirme tekeli”nin ilanihaye korunmasını sağlamaktır.
Sonuçta, söz konusu “azınlık köken” sistemi hep
varolagelmiş görünmektedir. Konuyu biraz açalım.
Yeniçeri Ocağı, bir yandan devşirme çocuklarından teşkil
edilirken manen “Bektaşi” dergâhına bağlanmıştı.
Yeniçeriliğin, doğudaki Celali isyanlarının adeta İstanbul
merkezli iç isyan izdüşümü niteliğini alması, yeniçerilerin
aldıkları ganimet, ulufe vs.yi nemalandırmak için Yahudi
sermayesiyle kurdukları yakın ilişki, Osmanlı “derin
devleti”nin giderek daha da derinleşmesine ve Padişah ve
yakın çevresine rağmen karşı konulmaz bir güce
kavuşmasına yol açmıştı. Yeniçerilerin, Genç Osman’a
defalarca tecavüz ederek öldürmeleri bu bakımdan
sembolik bir önem taşımaktadır. Sabetay Sevi’nin, “Aziz
Mehmet” olarak Saray’a taşınması da öyle…fakat burada
şunu da vurgulamak lazım: Osmanlı’daki derin yapı da
yekpare değildi: Balkanlı Hıristiyan kökenlilerle Balkanlı
Yahudi (yani sabetayist ağırlıklı) ve Seferad lar arasında
yoğun bir mücadele vardı.
Özetle, yeniçeri-yahudi sermayesi-saray içi bürokratik
gruplar-devşirme geleneği, sistemin temeline oturmuştu.
II. Mahmud’un yeniçeriliği ve Bektaşiliği tasfiye etme
girişimi esasen kısmen başarılı olmuştur. Sonuçta,
Osmanlı ve Türkiye derin devletini oluşturan ana güç ve
felsefe başka yapılanmalarla gerek yüzeyde gerekse
yeraltında faaliyetlerine aksamadan devam etmiştir.
Bu bağlamda söz konusu derin yapılanma, önemli bir
katkıyı İtalya’daki “carbonari” hareketten devşirmiştir:
rafine gizlenme, hücre tipi örgütlenme ve perdeleyici
228
Faruk Arslan
yüzey örgütleri kurma bu aşamada kendini göstermiştir.
Sabetayist ağırlıklı kriptoların Osmanlı masonluğunu
kurup geliştirmeleri de perdeleyici (yarı) yüzey örgütleri
kurmalarının önemli örneklerinden biridir.
Demografik olarak İstanbul, İzmir, Selanik, Makedonya,
Manastır vs. kökenli insanların (çünkü sabetayistler ve
kriptolar ağırlıklı olarak buralarda yaşıyorlardı) ağırlıkta
olduğu bu yapılanmanın en önemli temsilcisi
İttihatçılar’dır. Bu noktada bir parantez daha açalım.
Carbonariliğin masonluğun daha örtülü ve gizli bir biçimi
olarak devamı sürerken, kendi menşeinde olduğu gibi bu
topraklardaki politikasının bir gereği olarak yani
perdeleyici “yarı” yüzey örgütleri şeklinde örgütlenmesi
sonucunda Makedonya Risorta Locası kurulmuştu, dikkat
isterim Makedonya!. Osmanlı’nın Hür ve Kabul Edilmiş
Masonlar Locası’nın başkanı kimdi peki: Talat Paşa. Ne
tuhaf, ittihatçıların (hayır, Almancı İttihatçıların!)
tasfiyesinden sonra Hürriyet ve İtilaf Partisinin iktidarı ile
birlikte Filozof Rıza Tevfik Loca’nın başkanlığına
gelecekti. Burada bir not daha düşelim. Masonluk
sanıldığı gibi tam anlamıyla gizli bir yapılanma değildir.
Asıl gizli yapılanmaların perdeleyici yarı yüzey örgütü,
daha doğrusu derneğidir.
Belirtilmesi gereken önemli bir husus daha var: Bu tür
gizli hareketler her zaman manevi bir önderin liderliğinde
yürütülmüştür (örneğin, Tapınak Şövalyeleri Aziz
Bernard’a bağlıydılar, annesi bir Yahudi olan Mithat Paşa
Yenikapı Mevlevihanesi Şeyhi Osman Dede’ye bağlıydı).
Peki bu carbonari-jöntürk-ittihatçı örgütlenmenin o
dönemdeki manevi önderleri, “bilge”leri kimdi?
Bunlardan biri Osman Dede idi. II. Abdulhamid bile
ondan çekiniyordu. Peki ya diğerleri? Parvus Efendi’nin
229
Faruk Arslan
konumunu ayrıca tartışacağız ama biz şimdilik bilinen en
ünlü ve etkili manevi lidere kısaca temas edelim: Haham
Haim Naum. Hareket Ordusu, isyanı bastırdıktan sonra
ordunun Komutanı Mahmut Şevket Paşa (İhsan
Doğramacı Paşa’nın kardeş damadıdır) ve Hüseyin
Hüsnü Paşa (“Güler yüzlü sosyalizm”in temsilcisi TİP
başkanı ünlü Mehmet Ali Aybar’ın babasının dedesidir.
Ayrıca ünlü ittihatçı Rahmi’nin de kayınpederidir) ilk iş
olarak ne yapmışlardı? Haim Naum’a ziyarete gitmiş ve
Selanik Yahudilerinin katkılarından dolayı şükranlarını
sunmuşlardı. İlginç değil mi? Mesela, Konya’da MSP
mitinginin ardından irtica korkusuyla darbe yapmak
zorunda kalan K.Evren diyelim ki David Aseo’ya böyle
bir ziyaret yapmış olsaydı bu ne anlama gelirdi? Peki
Bernar Nahum-Vehbi Koç ilişkisinin mahiyeti neydi?
Koçzade Vehbi’nin sürekli desteklenmesinde Naum
ailesinin bir rolü var mıydı? Cevap evet ise neden?
Tarihin ayrıntılarla okunması ve buradan olayların
anlamlandırılması daha sağlıklı olacaktır. Bu biraz
soykütüğü analizi biraz da ilişki bazlı incelemeyi
gerektirmektedir. Bugün olup bitenleri anlamaya
çalışırken uzun soluklu bir tarih okuması da yapmak
zorundayız. Biz istemesek de gizli yapılanmalarla dolu
bir tarihimiz var. Ne yapalım, tarihin bize dayattığı
gerçek bu. Selanik’te Şimon Zivi (Şemsi Efendi)
Karakaşlar’la Kapanileri uzlaştırmak amaçlı bir okul
kurarken, Anadolu köylüsünün tarlasını harmanlayıp
oğlunu savaşlara nefer olarak göndermekten başka bir
lüksü yoktu. Feyziye Mekteplerinde, Trakki okullarında,
Fransız kolejlerinde çocuklarını okutanlar taşralılar
değildi, zaten giremezlerdi de. Haliyle buradan çıkanlar
mülki ve askeri makamlara geliyorlardı. Dolayısıyla bu
230
Faruk Arslan
bakış açısı bir komplo değil, tersine bir komplonun
deşifrasyonunu sağlamaktadır. ( Berk, 2007).
Atatürk’ü fikri açıdan derinden etkileyen iki mason
Bektaşi Namık Kemal ve Ziya Gökalp’tir. Ancak derin
Türk devletinin kurucusu Osmanlı Mason Bektaşisi
Alman kökenli Baron Rudolf von Sebottendorf’dur.
Nazilerin derin devleti Thule’yi kuran Baron Rudolf von
Sebottendorf, 1933-1945 yılları arasında Türkiye’de
bulundu. Almanya’da Thule olarak bilinen bu örgütün,
Türkiye’deki adı Ergenekon olarak biliniyor. Almanya’da
Alman milliyetçiliğini yönlendirmeye çalışan örgüt,
Baronun girişimleriyle, Türkiye’de de Türkçülüğü
yönlendirmeye çalıştı. Almanya’nın pagan köklerine
dönmesine çabalayan örgüt, Türkiye’de ‘Şamanizmi’
canlandırmaya çalıştı. Her iki örgüt de komünizme
karşıydı. Baron, Mısır ve İstanbul’da da uzun süre
kalmıştı. Bu gezileri sırasında simya, astroloji ve Kabala
ve İslam sufizmi üzerinde çalışmalar yapmıştı.
Baron ve adamları, bir müddet sonra zamanın İçişleri
Bakanı Şükrü Kaya vasıtasıyla o zamanki adıyla MAH
bugünkü ismi ile MİT’le bağlantıya geçti. Mason Bektaşi
Şükrü Kaya o dönemin en kritik adamlarından biridir. O
dönem Alman nüfuzunun Türkiye üzerinde en yoğun
olduğu dönemdir. Varlık Vergisi’nin uygulandığı yıllar.
Nazi etkisi açıktır. Şimdi baronu ve Gökalp’i yaşadıkları
muhitle birlikte daha ayrıntılı masaya yatıralım.
231
Faruk Arslan
On Birinci Bölüm
RUDOLF VON SEBOTTENDORFF
VE ZİYA GÖKALP
Thule Örgütünün kurucusu, Büyük Üstad Sebottendorf
olarak tarihe geçen şahıs, 9 Kasım 1875’de Dresden’de
Adam Alfred Rudolf Glauer adıyla dünyaya geldi.
Aristokrat bir ailenin değil, bir lokomotif sürücüsünün
oğlu idi. Genç Glauer, yarım bıraktığı yüksek öğrenimini
tamamlayamadan gemilerde çalışmaya başladı. Üç yıl
süre ile Avustralya dahil, bir çok ülkeyi dolaştı.
Gemilerde elektrikçi olarak çalışan Glauer, Kahire’de
Hidiv Abbas Paşa’nın hizmetindeki etkili ve büyük
toprak ağası olan Hüseyin Paşa’nın maiyetine girdi.
Glauer bir yıl süre ile Paşa’nın Bandırma ve Bursa’daki
çiftliklerinde çalıştı.
İşte ilk kez Bursa’da Glauer, okültizmin sırlarıyla tanıştı.
Hüseyin Paşa bir Bektaşi idi ve kendisine emanet edilmiş
bazı bilgiler vardı. Genç Alman Glauer’i Mevlevi
tekkelerine sokan adam o oldu. Kahire’de ise Paşa’nın
has adamları tarafından ebced ve numeroloji alanlarında
eğitildi. Glauer Bursa’ya dönünce Hüseyin Paşa’nın isteği
üzerine Bursalı ipek tüccarı yahudi Termudi ailesinin
yanına gönderildi. Termudi ailesinin gerçek uğraşları
Kabbalizm ve okültizm’di.Termudi’ler, Ortadoğu’nun ve
Levant’ın en gizli okült örgütlerinden birini
yönetiyorlardı. Ortaçağdan kalma simyacılığı ve
okültizmi çok iyi incelemişlerdi. Baba Termudi, oğlu gibi
sevdiği Glauer’e bazı özel bilgiler aktardı. İşte bu bilgiler,
232
Faruk Arslan
Glauer’de ilk kez Bektaşilik ile, tüm gençliği boyunca
öğrendiği Aryanizm ve “Rune” yazıtları arasındaki bağ
kurmasını sağladı. Termudi, onu Akdeniz ülkelerinde çok
yaygın olan ve Fransız Menfis Ritine göre çalışan bir
mason locasına soktu. Ayrıca kıymetli kitapçılığını ve
okült çalışmalarına ait yazıları Glauer’e miras bıraktı.
1908 yılı sonunda Glauer yeniden İstanbul’a döndü. Bu
sırada Meşrutiyet devrimi olmuştu Glauer, İttihatçılarla
iyi dostluklar kurdu. Glauer’in 1901’de girdiği loca,
devrimci ve Abdülhamit zamanında liberal düşüncenin
propagandasını yapan bir loca idi. Glauer bu zaman
aralığında özellikle Bektaşi dervişleri ile yakın ilişkiler
kurdu. O günlerin Türkisyesi’nde çok yaygın olan tarikat,
Avrupa masonları ile ilişki halindeydi. 1908’den itibaren
İstanbul’da simyacılık ve bağlantılı okültizm konularında
konferanslar vermeye ve çevresini genişletmeye
başlamıştı.
1911’de Osmanlı vatandaşlığına geçmiş ve ilginçtir ki, bu
olaydan çok kısa bir süre sonra, Almanların en köklü ve
soylu ailelerinden biri sayılan “Sebottendorf”lar
tarafından evlat edinilmişti. Böylelikle Sebottendorf, hem
Osmanlı hem de Alman ilk ve tek Baron oluyordu. Bu
evlat edinme işlemi Alman makamlarınca tanınmadığı
için, bu işlem Siegmund von Sebotendorf von Rose
(1843-1915) tarafından 1914 yılında Wiesbaden de
tekrarlanmıştı. Glauer’in Türkiye’deki ikameti 4 yıl
sürdü. II. Balkan Savaşı'ndan sonra –ki Glauer gönüllü
olarak Türk ordusu saflarında savaşmış ve ağır
yaralanmıştı-. Almanya’ya geri dönmüştü. Üvey babası
Siegmund 1915’de ölünce Elbe nehri kenarındaki
Kleinschachwitz’de yaşamaya başadı ve orada kendine
50.000 altın marklık bir villa yaptırdı. 15 Temmuz
233
Faruk Arslan
1915’de ise Berlin’li zengin tüccar Friedrich Müller’in
kızı Berta Anna Ifland ile evlendi.
Yaşamının yarısı Türkiye'de geçen ve Türk vatandaşı
olan Sebottendorf, Birinci Dünya Savaşında bir süre
Kızılay'ın başkanlığını yaptı ve Balkan savaşlarında
Türklerin yanında çarpışarak yaralandı. Türkiye'de
Bektaşiliğe, Gülhaç'a ve Masonluk gibi pekçok örgüte
giren baron, 1924 yılında ünlü ‘Eski Türk Masonları’nın
Uygulamaları’ kitabını yazarak sırlarını açıkladı. Bir süre
Almanya'da kalıp ünlü Thule örgütünü kurdu, ancak 1934
yılında Hitler'in emriyle Gestapo tarafından tutuklanıp
toplama kampına gönderildi. Çok geçmeden Türk
vatandaşı olması dolayısıyla Türkiye'ye iltica etti ve
burada 1945 yılında esrarengiz bir şekilde öldüğü
kaydedilir. Ancak ölmediğini iddia edenler vardır.
Thule, “Germanen Orden” denilen gizli tarikatın,
yeraltından yerüstüne çıkmasını sağlayan bir kuruluştu.
Birçok Alman soylusu buna üye idiler. Thule, 1919’den
önce DAP’ı (Alman İşçi Partisi) kurmuş ve partiye Hitler
üye yapılmıştı. Bu parti sonradan NSDAP (Nasyonal
Sosyalist Alman İşçi Partisi) olmuştu. Sebottendorf,
monarşist ve yahudi düşmanı idi. Ama aynı zamanda
“Memfis” adlı Mason locasına kayıtlı idi. Daha sonra da
“İmparator Konstantin Tarikatı” olarak bilinen ve
Rusya’da çarlığı devrim sonrası, yeniden tesis etmeye
çalışan gizli bir Ortodoks örgütünün de üyesi olmuştu.
Malta şövalyeleriyle bağlantılı olan bu tarikatta
Sebottendorf çift taraflı ajan olarak çalışmıştı.
Sebottendorf, Hitler iktidara gelince aralarındaki
anlaşmazlık nedeni ile İstanbul’a kaçmıştı. Sebottendorf,
1926’da İstanbul’da Türkiye’nin Meksika fahri
konsolosluğunu yapmış ve Meksika’ya gidip gelmişti.
234
Faruk Arslan
Ayrıca iddialara göre, 1934-1945 yılları arasında
“SS”lerin gizli istihbarat örgütü olan “SD”
(Sicherheitsdienst) hizmetinde çalışmıştı. İngiliz
istihbarat kaynaklarına göre de Almanya’nın teslim
olması üzerine 9 Mayıs 1945’de intihar etmişti.
Diğer bir iddiaya göre, Sebottendorf, II. Dünya Savaşı
sırasında Alman Gizli Servisi için önce P. Leverkuehn (I.
Dünya Savaşı’nda İran Cephesi’nde Türk Teşkilat-ı
Mahsusası ile birlikte görev yapan Alman Subayı) sonra
da Herbert Rittlinger’in emrinde çalışmıştı. Rittlinger,
Sebottendorf’un çalışmalarını dengesiz bulmuş, hatta
onun bir İngiliz ajanı olduğundan şüphelenmişti.
Rittlinger’in daha sonra öğrendiğine göre, Sebottendorf, 9
Mayıs 1945’de Boğaz içinde boğulmuş olarak
bulunmuştu. Thule'nin lideri Rudolf von Sebottendorf, bir
iddiaya göre, Türk derin devleti Ergenekon'u kurması için
öldü gösterildi, 1945-1957 arasında Türkiye'de
'Görünmeyen eller' tarafından korundu. Balıkesir ve
Adana'da saklandı. Thule örgütü ve üyeleri Hitler’in hem
bilgisel, hem de siyasi hayatta başarı kazanmasında
birinci derece rol oynamışlardı. Hitleri ajan olarak geldiği
yerden alıp siyasete sokan ve Hitleri bile gizli polis
tarafından koruyanlar onlardı. Gamalı Haçlı bayrağı bile
bir Thule üyesi hazırlayıp, Hitlere vermişti. Kısacası 1500
kişilik güçlü, zengin ve deneyimli kadrosu ile Thule,
Hitler’in iktidara yürümesinde birinci dereceden sorumlu
bir kuruluştu.
Neo-Nazilerin Thule’ si Manevi Cihazlanma Derneği
adıyla Türkler tarafından 1958'de Ankara'da kuruldu. 40
kişilik kurucu kadrosunun toplantıları Bulvar Palas'ta
yapılırdı. Derneğin onursal başkanı, dönemin İstanbul
Valisi Fahrettin Kerim Gökay'dı. Ünlü mason Ekrem Tok
235
Faruk Arslan
ve İstanbul'da yaşayan bazı Alman, Avusturyalı ve
Polonyalılar da üyeler arasındaydı. Bunların bir kısmı,
geçmişte Nazi Partisi'nin babası olan gizli Thule
örgütüyle sıkı ilişkileri olan kişilerdi. 27 Mayıs'ta çok
etkili oldular. Dernek, Fener Patrikhanesi'ne Vatikan gibi
'Devlet içinde devlet' statüsü verdirmek için ugraştı,
Menderes'e tavsiyede bulundu. 60'larda ordu içinde de
etkiliydi. ( Altındal, 1995).
Altındal'a göre, "1920'de bir rahip tarafından kurulan bu
dernek, 1936'da İngiliz İstihbaratı'nca gizli Nazi
sempatizanı olmakla suçlandı. Yıkıcı faaliyetlerle
bulunmakla da... İngilizler, derneği 'Beşinci Kol
faaliyetlerinde bulunan 'yıkıcı kuruluşlar listesi'nin en
başındaki ilk üçe soktular. Dernek, Hitler'in yenilgisinden
sonra 1945'te Fransız ve Alman önde gelenlerini gizlice
buluşturarak, 5 yılda 3 bin kişiyi biraraya getirdi. Avrupa
Topluluğu'nun da nüvesi bu görüşmelerde atıldı.
Derneğin ilkesi, Hristiyan ahlakının üstünlüğü
çerçevesinde katolikleri, protestanları ve Ortodoksları
birleştirmekti..." Aytunç Altındal, derneğin bugün de çok
etkin olduğunu ileri sürüyor: "Manevi Cihazlanma
Amerika'da en etkili kurumlardan biridir. Bill Clinton
yönetiminde çok etkilidir. Butros Gali, Zbigniew
Brzezinski gibi ünlü şahsiyetler de derneği övüyor ve
Clinton'dan özellikle İslam ve AT konusunda örgütle
temas halinde olmasını istiyorlar. Yakın bir gelecekte
derneğin Türkiye-Yunanistan ilişkilerinde arabuluculuk
görevine soyunduğunu görürseniz, hiç şaşırmayın!"
Aytunç Altındal bu iddialarını Sabah'ta yayınladığı
"Mitler Doğmadan Önce" yazı dizisinde, "Türkiye ve
Ortodokslar" adlı kitabında ve Aktüel'le yaptığı söyleşide
dile getirdi. Altındal'a göre derneğin bir de Türkiye kolu
236
Faruk Arslan
vardı. "1950'lerde NeoNazi hareketler yeni isimler aldılar.
54-55'lerde İstanbul'u ve büyük şehirleri güzelleştirme
dernekleri sardı. Birçok işadamının Avrupa ve İsviçre ile
bağlantıları, bu dernekler aracılığıyla oldu" diyen
Altındal’ un bahsettiği Türkiye'de Manevi Cihazlanma
Derneği kayıp. Emniyet Genel Müdürlüğü ve Dernekler
Masası'ndaki kayıtlara göre, 1967'de feshedilmiş,
evrakları da SEKA'ya gönderilmiş gözüküyor. Oysa
gerçek farklı. Manevi Cihazlanma Derneği'nin kurucuları
ve bugünkü üyelerinin hemen hepsi Mason veya Bektaşi.
İsim listesini merak edenler Kara Kutu: Ergenekon’ un
Karanlık İsmi Tuncay Güney kitabıma bakabilir.
Kurucuların çoğu yaşamıyor. Ama derneği çok iyi
hatırlayan biri var: 27 Mayıs döneminin devrimci gençlik
lideri Dr. Memduh Eren. 12 Mart döneminde sol cunta
davalarından yargılanan ve ağır işkenceler gören Eren,
dernekle ilgili duyduklarını şöyle anlatıyor: "Dönemin
ihtilalci subaylarından, rahmetli Celil Gürkan Paşa'nın en
yakın dostlarındandım. Paşa ve eşi 1972'de bana derneğin
kendileriyle ilgilendiğini anlattılar. 1960'da; ihtilalden 10
gün sonra Celil Paşa Kıbrıs'ta görevli iken, İstanbul'dan
komsuları olan iki Yahudi aile ziyaretlerine geliyor. Ve
birlikte İsviçre seyahati yapmayı teklif ediyorlar. Paşa
'Mümkün değil. İhtilal oldu, görevimi terkedemem' diyor.
Bunun üzerine İstanbul'daki 1. Ordu Komutanının telefon
emriyle Celil Gürkan'a 3 ay izin çıkartılıyor. Gürkan ve
eşi, Yahudi ailelerle beraber İsviçre'deki derneğin
şatosuna gidiyor. Orada 15 gün boyunca, günde 6 saat
ders altında, beyin yıkamaya maruz kalıyorlar. Sonunda
da "Spor elbisesi alacağız' diye şatodan kaçıp Paris'e,
yakınlarının yanına gidiyorlar..."
237
Faruk Arslan
Prof. Mahir Kaynak, teoriyi kısmen doğrulayarak şunları
ekliyor: "2. Dünya Savaşından sonra Alman gizli
servisinin artıklarını Amerika devraldı. Bu kadroların
büyük bölümünü Güney Amerika'ya kaçırdılar. Hatta
buna 'Odessa Operasyonu' adı verildi. ABD'nin Güney
Amerika'daki operasyonlarını bunlar yürüttüler. Bunlar,
yenik, esir ve suçlu eski Nazilerdir. Ve Amerika bunları
istediği gibi kullanır. Çünkü istendiği an idam
edilebilirler! NeoNazizm'i de Almanya'nın hareket
alanını sınırlamak için ABD hortlattı. Şu anda Alman
gizli servisi, Nazi aleyhtarı ve sosyal demokrat
ağırlıklıdır."
Alman tarihçileri "Baron 1934'te Hitler'le çelişkiye düştü
ve öldürüldü" dedilerse de, ölmemiş ve İstanbul'a
kaçırılarak 1934-45 yılları arasında Alman istihbaratı
görevlisi olarak çalışmıştı. Burada Taksim ve
Teşvikiye'de yaşamış, Türk önde gelenleriyle dostluklar
kurmuştu. İngilizler "1945'te Almanya teslim olunca
baron intihar etti" diyorlardı. Aytunç Altındal ise tersi
görüşteydi: "Baronun hayatını araştırdım. Ve Baronun
'öldüğü' söylenen tarihten 12 yıl sonra, bir başka soyadı
ile 1957'de Balikesir'den Antalya'ya gelen 3 kişilik bir
Alman heyetinde yer aldığını, Antalya'da iki gece
Cumhuriyet Oteli'nde kalarak Adana'ya geçtiğini
saptadım. Sebottendorf'un 1945-57 yılları arasında
Türkiye'de 'Görünmeyen eller'ce korunduğu sanılıyor..." (
Aktüel, 1995). Aytunç Altındal’ın ‘Bilinmeyen Hitler’
adlı kitabında Hitler’i iktidara getiren Baron’un, Mason
ve Bektaşilerle bağlantısını, 2. dünya savaşı sırasında
Türkiye’de bulunduğu sırada bazı ilişkileri ile ilgili
çarpıcı bilgiler bulunuyor. Tüm dünyayı kasıp kavuran 2.
dünya savaşının en önemli aktörü Hitler’in okült bir örgüt
238
Faruk Arslan
üyesi olduğunu, gizli bir örgütün o daha doğmadan
kendisi ile ilgili planlar yaptığını, bu örgütün İstanbul’da
kurulduğunu, örgütü kuranın da Türk olduğunu ilk önce
yazan Aytunç Altındal ve sonra da ondan alıntıyla yazan
Serdar Turgut’tu. Turgut bu kitapla ilgili şunları yazdı:
‘Hitler'e ve Nazilere iktidar yolunu açan esrarengiz bir
okült örgütü var. Bunun adı 'Thule Gesselscahft'.
İstanbul'da kurulan bu gizli örgütün kurucusu bir Türk
vatandaşı olan Baron Rudolph Von Sebottendorf'tu.
Aynı zamanda Bektaşi ve Mason olan bu Baron Von
Sebottendorf ile ilgili bilgilerin devlet arşivlerinde derin
bilgi olarak saklandığı da araştırmacı Altındal tarafından
öne sürülüyor. Bu bilgiler, tarihin gerçekten yazılmamış
olduğunu, çünkü bu tür gizli bağlantıların atlanmasının
tercih edildiğini gösteriyor. Hitler ile İstanbul'da bir Türk
vatandaşı tarafından kurulmuş gizli bir örgütün bağlantısı
tarihe tamamen farklı gözlerle bakmamıza yol açacak
kadar önemli bir gerçek. Tarih aslında bu tür bağlantılar
ve gizli ilişkiler tarafından yazılıyor, ama resmi tarih
inceleyicileri bunları gözden kaçırmayı yeğliyorlar.
Onların bu tavrı nedeniyle resmi tarihte birçok
açıklanamayan nokta ortada kalıyor. Atatürk’ün bu
baronla ve Ziya Gökalp ile mesaisi pek bilinmiyor.
Örneğin Atatürk’ün Türkçülük ideoloji konusunda en
fazla etkilendiği diğer isim Azeri kökenli Ahmet
Ağaoğludur. Berin Nadi’nin çocukluğundan bahsederken
zikrettiği Ahmet Ağaoğlu (Agayef)’dan bahsetmek
gerekiyor. Tarih tünelinde hızla yol alıp, bağların
sürekliliğini göstermek açısından gerekiyor, Kemal
Derviş’e geleyim. Bugün bir başka eupatrid Kemal
Derviş Eylül 2001 tarihinde Londra’da çocukluk
239
Faruk Arslan
arkadaşım dediği bir başka eupatrid Kemal Nebioğlu’nun
evinde kalmıştı.
Ünlü Mocan Yalısı, Pembe Yalı’nın sahibi Şevket
Mocan, ünlü bir sağcı, ünlü bir mason ve DP milletvekili
Şevket Mocan’ın karısı Sara Hanım, Bektaşi Nazım
Hikmet’in teyzesi. Şevket Mocan’ın çocukları Ayşe,
Dündar Baştımar’la evleniyor, diğer çocuk Rüya da
Samet Ağaoğlu’nun oğlu Mustafa Kemal Ağaoğlu’yla.
Daha sonra da Rüya Hanım bir evlilik daha yapıyor İlhan
Nebioğlu’yla evleniyor ve Londra’da oturuyorlar. Şevket
Mocan’ın Nazım Hikmet’in teyzesi.olan Sara Hanım’la
evlenmeden önceki eşi olan Nihal Hanım’ın babası eski
milletvekili Ahmet Refik Uluçay; Nihal Hanım,
Necmettin Sadak’ın da baldızı. Sedef Adası’nın eski
sahibi Rüyap Şehsuvaroğlu, Şevket Mocan’ın kuzeni.
Necmettin Sadak, eski Dışişleri Bakanı, mason ve Ali
Naci Karacan’ın da ortağı, Akşam Gazetesi’nin eski
sahibi. Şevket Mocan’ın çocuklarından Ayşe, Dündar
Baştımar’la evleniyor. (Şevket Mocan’ın babası Deli
Remzi Paşa, annesi ise Ayşegül Mediha ve Ayşegül
Mediha Hanım’ın babası da İngiliz Sait Paşa. İngiliz
Mehmet Sait Paşa, İngiltere’de okuduğu için İngiliz
deniyor. Müşir, Vali, Rasathane Müdürü; Divanyolu 2.
Ada’da gömülü. Şevket Mocan’ın baba dedesi de Fethi
Ahmet Paşa, Pembe Yalı’yı yani Mocan Yalısı’nı da
yaptıran o zaten ve ilk Viyana Sefiri. ( Er, 2003).
Türkçülüğüyle tanınan Ahmet Ağaoğlu’nun Demokrat
Parti’nin ağır toplarından olan oğlu Samet Ağaoğlu da
babası gibi mason. Samet Ağaoğlu, tıpkı Berin Nadi gibi
ülkenin eupatrid olmanın göstergelerinden birisi olan Işık
Lisesi mezunu. Dündar Baştımar, Sürmene doğumlu, bir
başka çok önemli okul olan Şişli Terakki Lisesi 1937240
Faruk Arslan
1938 mezunu. (www.terakki.org.tr) Dündar Baştımar,
TKP Genel Sekreteri Zeki Baştımar’ın amcasının oğlu.
TBKP’den ve TİP’ten tanıdığımız Nihat Sargın’ın eşi
Yıldız Hanım, Dündar Baştımar’ın kardeşi. Baştımar
Kardeşler, Baştımar’ın komşu köyü olan Kastel
Köyü’nün yetiştirdiği memleket "büyüğü" Banker
Kastelli’nin yani Abidin Cevher Özden ile kardeş
torunları. (Dündar Kılıç da Baştımar’ın ünlülerinden.
Sürmene’nin diğer ünlü sol ismi Sevim Tarı Belli’dir.)
Samet Ağaoğlu’nun oğullarından Tektaş Ağaoğlu ise
Türkiye Sosyalist İşçi Partisi (TSİP) kurucularından ve
önemli isimlerinden birisi. Yukarıda Doğan
Avcıoğlu’ndan yaptığımız alıntı aklıma Munis Tekinalp
ya da Tekin Alp olarak da bilinen, Siyonizm Kongresi’ne
Selanik Delegesi olarak katılan gerçek ismiyle Moiz
Kohen’i çağrıştırdı. Türk Milliyetçiliğinin en önemli
savunucularından olan Moiz Kohen’e en yakın isimlerden
birisi de Ziya Gökalp. Türk Milliyetçiliğinin
ideologlarından olan Ziya Gökalp’e de, ideolojisi ve
bağları dolayısıyla değinmeden geçmemiz mümkün değil.
Çünkü Atatürk’ün ulus milliyetçilik öğretisini
Gökalp’den esinlenerek oluşturduğunu biliyoruz. Dört
bine yakın Fransızca kitap okuyan Atatürk, fazlasıyla
Fransız etkisindedir. Devrine göre haraket etmiştir.
Osmanlı, son 50 senesinde Fransa etkisindedir, Harp
Okulu’nda yabancı dil olarak Fransızca okutulmaktadır.
Jön Türkler üzerinden gelen dinsizlik akımı Osmanlı
aydınını kuşatır. Şinasi’nin dostu Auguste Comte
"alemişul din"e davet için dönemin Paris ortaelçisi olan
Mustafa Reşit Paşa’ya uzun bir mektup yazmış,
"Tanrı’nın yerine ilmi ve beşeriyeti ikame eden yeni dinin
peygamberi sıfatıyla Reşit Paşa’ya müracat ediyor ve
241
Faruk Arslan
ondan yeni bir hatla Doğu’da bu yeni dini yaymasını
istiyordu." Osmanlı aydınlarını ateist yapan, masonluğun
kucağına atan süreç böyle gelişmiştir. Tarihteki önemi
bazen önüne gelen "Büyük" sıfatı kadar önemli olan, aynı
zamanda çok da önemli bir mason Mustafa Reşit Paşa’nın
koruyuculuğunda Paris’e giden Şinasi, Pozitivist
düşünürlerle temasa geçiyor ve "M. Kaya Bilgegil’e göre
"Şinasi Efendi değil naat yazmak hiçbir şiirinde Hz.
Peygamberden bile bahsetmez." İlk gazete Tercümanı
Ahvalı çıkartan Şinasi, dinden kaçışı mason Bektaşilikte
bulur. Modernleşmenin siyasal ve ideolojik alanda ilk
sistematik uygulamaları baktığımızda Tanzimat’la
karşılaşırız. Mustafa Reşit Paşa’nın şahsında, pozitvizm
ile modernleşme arasında bire bir örtüşme görüyoruz; bu
da modernleşmenin doğası gereği hele de ithal olunca
doğal. Modernleştiriciler aynı zamanda, ilk pozitivistler
olarak da karşımıza çıkıyor. Pozitivizmin kurumsal olarak
baş tacı edildiği, yeni din olarak hayata sokulduğu
oluşum ise İttihat ve Terakki olmuştur. A. Comte
tarafından vazedilen "ordre et progrés" yani Nizam ve
Terakki, İttihat ve Terakki için önerilen ilk isimlerdendir;
nizam sözcüğü yerine dönemin şiarı olan ittihat sözcüğü
seçilmiştir. Pozitivizmin bir düşünce olarak
yaygınlaşması da İTC’nin yayın organı olan Meşveret
önemli bir rol oynamıştır.
Modern Sosyolojinin kurucusu da sayılan Auguste
Comte, toplumların değişim teorisi olarak, bir tarih
felsefesi olarak meşhur üç hal yasasını formüle etmiştir;
üç hal yani sırasıyla teolojik-metafizik-bilimsel olarak
adlandırdığı aşamaları, toplumların halleri olarak
belirtmiştir. Bu üç hal yasasının kuşkusuz karşılığı
metafizik karşıtlığı ve onun da pratik de laiklik olmuştur.
242
Faruk Arslan
Pozitivizmin İTC içinde en önemli temsilcilerinden birisi
de Cemiyet’in ideologlugunu üstlenmiş olan Ziya Gökalp
olmuştur. Ziya Gökalp’i pozitivizmle ve masonlukla
tanıştıran aynı isimdir : Abdullah Cevdet. Abdullah
Cevdet keskin bir din düşmanlığını en radikal bir biçimde
sergileyerek, ölümünden sonra cenaze namazının kılınıp
kılınması sorun olan birisidir. Ziya Gökalp’in intihar
girişimiyle, Beşir Fuad’ın (o da masondur) intihar
girişimi arasında inanç sistemleri bakımından bir
paralellik bulunabilir. Bileklerini kestikten sonra son ana
kadar hissetiklerini yazıya döken Beşir Fuad, veda
mektubunu da, "Ey Hakim" diye hitapla başlayacak kadar
saygı duyduğu Ahmet Mithat Efendi’ye (masondur)
yazmıştır. Ziya Gökalp’in, Cemil Meriç’in deyişiyle
kırıntılarını ithal ettiği asıl isim de Emil Galip
Sandalcı’nın adaşı Emile Durkheim olmuştur.
"En büyük özelliği çok az konuşması… Her toplantıda
hiç kımıldamadan oturur, dinlermiş. Ağzını açmazmış.
Sonra ve bazan bir terleme başlarmış. Terleme, Ziya
Gökalp’in konuşacağının işareti olurmuş. Ziya Gökalp,
her zaman, konuşmadan önce sıkıntıdan terlermiş. Ziya
Gökalp az konuşmasıyla ve teorisyeni olduğu İttihat ve
Terakki’nin zilediği politikaya hiç karışamadan büyük
düşünür koltuğunu korumuş."(Yalçın Küçük, Bilim ve
Edebiyat, s.186)
Gençliğindeki intihar girişimin izini ömür boyu taşıyacak
olan M. Ziya Gökalp, Diyarbakırlı. Dedesi yörenin ünlü
fikir insanlarından birisi. Gökalp’i çok etkileyen babası
Tevfik Efendi, memur; vilayetin resmi gazetesinin
müdürlüğünü yapmış, istatistiki salname yazmış,
Diyarbekir Tarihi isimli bir kitabı var; en son görevi de
nüfus işlerini idare etmek. Annesi Zeliha Hanım da
243
Faruk Arslan
eşraftan bir ailenin kızı. (Ali N. Göksel, Ziya Gökalp :
Hayatı-Eserleri, Aktaran: Mehmet Karakaş, Türk
Ulusçuluğunun İnşası, s.166)
"Bir akşam eve geldiğimde babamı çok üzgün buldum.
Beni görünce ‘Gel dedi. Sana çok kederli bir haber
vereceğim. Çok ağlayacaksın!… Çünkü sizin en büyük
hocanız ve ulusun da en büyük adamı olan Namık Kemal
vefat etti’… ‘İşte sen bu adamın arkasından gideceksin !
Onun gibi vatanperver onun kadar hürriyetperver
olacaksın !… Bu sözler bende o kadar etkili oldu ki, o
zamana kadar bende olmayan yeni bir mefkure melekesi
yarattı. Çünkü bu andan itibaren şuurlu bir hürriyetperver,
uyanık bir vatansever gibi düşünmeğe; hürriyet, vatan,
ulus mefkurelerini her şeyin üstünde görmeye
başladım."(Ziya Gökalp, Felsefi Vasiyetler; Aktaran :
Mehmet Karakaş, s.167)
Namık Kemal ile Nazım Hikmet akrabadır. Ahmet
Mithat, Namık Kemal ve Ziya Gökalp’in ortak bir
paydaları hepsinin mason Bektaşi olmasıdır. Ahmet
Mithat Efendi’nin bir de Melami olduğunu biliyoruz.
(Toplumsal Tarih, Ocak 2002)
Gökalp’in Diyarbakır’ı dönemin sürgün yerlerinden birisi
olduğu için, dönemin pek çok muhalifi de burada
toplanmış durumda. İstanbul’dan, merkezden uzak bu
şehir adeta Doğu’nun Selanik’i durumunda ve etnisite
olarak da heterojen bir yer. Gökalp, Diyarbakır Vilayeti
Maarif müfettişliği yapıyor, İttihat ve Terakki Diyarbakır
Şubesi’ni kuruyor, Peyman gazetesinde yazıyor, 1909’da
Selanik’te yapılan İTC kongresine üye olarak katılıyor,
1910’da İTC’nin Selanik İdadisi’nde sosyoloji dersleri
vermeye başlıyor, 1911’de Gökalp ismini kullanmaya ve
244
Faruk Arslan
Türk Yurdu’nda yazmaya başlıyor ve 1912’de İstanbul’a
yerleşiyor. 1919’da Ermeni Kırımı suçlusu olarak
Malta’ya sürgün gönderiliyor. Mustafa Kemal’e
dilekçeler veriyor, 1923’te milletvekili yapılıyor,
CHP’nin dokuz umdesinin hazırlanmasında çalışıyor.
(Hamit Bozarslan, M. Ziya Gökalp, Tanzimat ve
Meşrutiyetin Birikimi)
Ziya Gökalp, kendisini Emile Durkheim’in şakirdi olarak
tanımlıyor. İlk sosyoloji çevirisi kitap 1912’de yayınlanan
Emile Bougle’nin kitabı ve İlm-i İçtihad nedir ismini
taşıyor. Kitabın çevirmeni de tanıdık bir isim : Mustafa
Suphi. Kitap, Durheim’in sosyolojisin tanıtan ilk kitap.
(Zafer Toprak, Osmanlıda Toplumbilimin Doğuşu,
Tanzimat ve Meşrutiyetin Birikimi, s.312) İlk "telif"
sosyoloji kitabı da Ziya Gökalp’in ders notları; bu da
tamamen Durkheim’in sosyolojisi ve Durkheim’in
sosyolojisinin temel kavramı, opus magnumu olan
"toplumsal işbölümü" (aynı zamanda doktora tezi) de Dr.
Abdullah Cevdet tarafından çevrilmiş.
Durkheim, toplumu anlamak için üretim ilişkilerini
merkeze alan Marx’a karşı toplumsal bilinci öne çıkarır.
Durkheim’e göre, toplumsal bilinç, bireylerin inanç ve
duygularının bütünüdür; ancak toplumsal bilinç bireylerin
geçiciliğinden bağımsız olarak kalıcıdır, bu bilinç
toplumda kendiliğinden vardır. Herkes toplumsal görev
ve sorumluluklar yüklüdür, aksi takdirde toplumsal bilinç
zayıflar Durkheim’e göre.Ziya Gökalp’te bu toplumsal
bilinç, şuur olarak bir ülküdür ve millet oluşmasının da
temel dayanağıdır.
Dönemin etkin dergisi Yeni Mecmua’da Moiz Kohen’le
(Tekin Alp) birlikte yazan Ziya Gökalp, dönemin
245
Faruk Arslan
ideolojisini yansıtan solidarizmin (dayanışmacılık,
bağlılık) de yine Moiz Kohen’le birlikte yerli
versiyonunun da en büyük teorisyenleri. Solidarizm; sınıf
çatışmalarına yer vermeyen, özel mülkiyetin ve hür
teşebbüsün önemine inanan ama ekonomiye devletin
müdahalesinin de gerekli olduğunu savunan, laikliği
düstur olarak kabul eden bir öğreti. Cumhuriyet’in
"imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir milletiz" vecizesi
solidarizmin şiar haline gelmiş, formüle edilmiş hali.
Toplumsal işbölümü, meslek farklılıkları var, bu başta
yazdığımız organik bir dayanışma, "sınıf yok meslek var ,
hak yok vazife var, fert yok cemiyet var. Durkheim’in
bireyi de Gökalp’te kayboluyor ve tam anlamıyla totaliter
bir yapı tasavvuru var. Söylediği söz aynen şöyle:
"Dahiler ve kahramanlar dışındaki fertler büyük bir
kıymeti hazi değildir." Ziya Gökalp’in kıymeti haiz
olarak gördüğü ve en çok methiyeler düzdüğü kişiler de
Talat Paşa ve Mustafa Kemal.
Gökalp’in birinci şiarı olan Türkleşmek, ırk temeline
dayanmayan ama Durkheim’in söylediği tarzda,
toplumsal bilincin unsuru olarak, bireylerden bağımsız bir
"hars" olarak, toplumun değişmez ortak bilinciydi. Bu
bilince sahip olmayan örneğin Ermenilerin kırılmasını da
bu yüzden canı gönülden desteklemiştir. Gökalp’in
modelinde kavimler ve etnik unsurlar millet
sayılamayacağı ve bu ayrılık toplumsal bilinç modeline
göre Kürtler de asimile edilmeliydi. Durkheim’de
toplumsal bilinç için antik çağa gidiş varsa, Ziya
Gökalp’te de Orta Asya Türklerine gidiş vardı. Gökalp’in
bu geri gidişinin bir modelini de Mussolini, Roma’ya
dönerek gerçekleştirmiştir. Ziya Gökalp’in fikirleri, aynı
zamanda kitabının da adı olan Türkleşmek, İslamlaşmak
246
Faruk Arslan
ve Muasırlaşmak olarak özetlenebilir. İslamlaşmaktan
kastedilen ise şuydu : Toplumsal bilincin unsurlarından
biri olan din devlete itaati gerektiriyordu ve din avam
tabakanın unsuru olarak işlevsel bir araçtı, denge
unsuruydu, dolayısıyla gerekliydi; bu yüzden bugün
örneğini yaşadığımız bir din yaklaşımı vardı. Gavura
karşı dini kullanmak gerektiğinde en dindar müslüman
gibi davranmak. Devletin belirlediği tek bir din modeli
dışında kalanlara, örneğin Aleviliğe yer vermemek.
Gökalp’in tasavvuru olan ulus-devlet adım adım
gerçekleşti; sınıf değil meslek ayrımı, dinler değil din,
laikçi-inanç hürriyeti olmayan, milletler değil-Türk
Milleti, Batılı değil-Batıcı, vatandaşın devlet için
varolduğu, hak değil vazifenin olduğu, bireyin bir
değerinin/hakkının olmadığı…
Platon’un modelindeki üstün insan olan filozof-kral
(Osmanlıda Allahın yeryüzündeki gölgesi Padişah) bu
modelde "dahi ve/veya" kahraman olarak yine
hikmetinden sual olunmayan ama bu kez gücünü dünyevi
meziyetlerinden alan bir tiran olmuştur. ( Er, 2003).
Mason Bektaşilerin, Türk milliyetçiliğine dayalı ulus
devleti nasıl kurdurdukları şimdi daha iyi anlaşılabilir.
Türkçülüğün ideoloğu Kürt kökenli Bektaşi Türkcü ve
mason Ziya Gökalptir.
Şimdide Sabataycı Bektaşi masonik yapılanmanın çok
övündükleri, derin devletin kurulmasına beşiklik eden,
gizli toplantıların yapıldığı Bektaşi dergahı Şehitlik
Tekkesine göz atalım.
247
Faruk Arslan
On İkinci Bölüm
MASON BEKTAŞİLERİN ŞEHİTLİK
TEKKESİ
1666'dan sonra Sabetayistlik; 1738'de Papa XII.
Clemens'in yasaklamasıyla masonluk ve 1826'dan sonra
Bektaşîlik varlıklarını hep "gizli cemiyet" olarak
sürdürmek zorunda kaldılar. Toplanmaları, törenleri,
simgeleri hep bir sır barındırıyordu. Sabetayistler,
Müslüman olup tekke-dergâhlara girdiklerinde Yahudi
inancının bazı ritüllerini beraberlerinde getirdiler. Reha
Çamuroğlu, Balkanlar'da birçok Hıristiyan'ın, "On İki
Havari" ile "On İki İmam" arasında kavramsal akrabalık
kurduklarını; "Mehdi"yi, "Mesih" olarak bağırlarına
bastıklarını belirtiyor. {Değişen Koşullarda Alevîlik,
2000, s. 55.)
Bezmiâlem Sultan ve Pertevniyal Sultan'ın da desteğiyle
1846’da sonra Bektaşîler yavaş yavaş sürgünden dönüp,
tekkelerini yeniden sessizce kurmaya başladılar.
Rumelihisarı'ndaki Şehitlik Tekkesi kısa sürede eski
günlerine dönmeyi Büyük Mahmud Cevad Baba'nın oğlu
Mehmed Abdünnafî Baba döneminde başardı. Tekke
onun döneminde "Nafi Baba Tekkesi" olarak tanınmaya
başladı. Hoşgörülü, herkesçe benimsenmiş töre ve
inançlar karşısında, kendi özgün fikirleri ve ritüelleriyle
bilinen Bektaşîlerin, hemen hemen aynı ülküyü paylaşan
masonlarla yan yana gelmesi doğaldı. Tıpkı gizlenen
Sabetayistler mason localarına girebilmek için ne kadar
hevesli ise, sadece felsefî yakınlık değil, tarihî şartların da
248
Faruk Arslan
dayatması sonucu Bektaşîler de mason oldular. Bektaşî
tekkelerinin başına gelenler, kendisi de bir Bektaşî olan
Kavalalı Mehmed Ali Paşa'yı çok kızdırdı. Osmanlı'yla
savaş noktasına gelecek kadar Bektaşî'ydi. Bektaşîler
üzerindeki Saray baskısının kalkmasında Kavalalı
ordusunun Kütahya'ya kadar gelmesinin de etkisi vardı.
İttihat ve Terakki'nin sadrazamı Said Halim Paşa, ailece
masondu. Babası Prens Abdülhalim Paşa da masondu,
üstelik Fransız Yüksek Şûra üyeliğine kadar yükselmiş
önemli bir masondu. Osmanlı'da mason locası kurmaya
yetkili görülecek kadar Fransız masonlarının güvenini
kazanmıştı.
Bektaşî-mason ilişkisinin temellerini Kavalalı Mehmed
Ali Paşa'nın çocukları ile torunlarının atmış olması
tesadüf değildir. Entelektüel gelişmesine büyük katkısı
olan Bektaşî dedesi Vali Abdüllatif Paşa'nın etkisinde
büyüyen, bu tesirle Hz. Ali aşkıyla dolup taşan mısralar
kaleme alan, Kerbela mersiyeleri yazan; Kavalalı
Mehmed Ali Paşa'nın torunu Mustafa Fazıl Paşa ilişkisi
nedeniyle Avrupa'ya gidip Jön Türk hareketini başlatan
Namık Kemal gibi Osmanlı münevverleri Bektaşî-mason
ilişkisinde köprü görevi yaptılar.
O baskıcı günlerde birçok Bektaşî'nin mason olduğu artık
bilinen bir gerçek. Şehirli insanın tarikatı Bektaşîlik,
liberaldi, katı kuralcı, tutucu değildi. Bu nedenle, dinler
ve mezhepler üstünde gördüğü masonlukla hemen
kaynaşması normaldi. İslam’ı sıkı bir müslüman olarak
yaşamaktan kaçanlar için barınaktı. Üstelik ortak siyasî
çıkarları vardı: Bektaşîler ve masonlar Jön (Genç)
Türklerin örgütlenmesinde, İttihat ve Terakki'nin
kurulmasında hep ittifak yaptılar. Bu birlikteliğin itici
gücü Sabetayistlerdi. Bektaşî, mason ve Sabetayistlerin
249
Faruk Arslan
ortak noktası, değişmez ritüeli "sır" saklamak, sırla dolu
hayatı sürdürmekti. Bektaşîlik, Sabetayistlik ve
masonluk; üçü de "sırlar cemiyeti"ydi; gizliliği
kurumsallaştırmışlardı. (Yalçın, 2006).
Bektaşî Şehitlik Tekkesi yönetiminde "erbabiye"lik göz
önüne alınarak "evladiyelik ilkesi uygulanıyordu, yani
"baba"lık babadan oğula geçiyordu. Büyük Mahmud
Cevad Baba'dan sonra postnişinliğe kısaca "Nafi Baba"
denen Mehmed Abdünnafi Baba'nın oturuyordu.
Tekkenin adının duyulması da Nafi Baba döneminde
oldu. Şehitlik Tekkesi, "Nafi Baba Tekkesi" olarak
bilinmeye başlandı. Nafi Baba kimdi ?
Şeyhülislamlıktan kalma binlerce belgeyi, Diyanet İşleri
Başkanlığı "Şer'iye Sicilleri Arşivi"nde sekiz yıllık bir
çalışma sonucu tasnif edip, Son Devir Osmanlı Uleması
kitabını yazan Sadık Albayrak, Şeyh Abdünnafi Efendi
(İstanbullu) biyografisi hakkında şu bilgileri veriyor.
Şehitlik Dergâhı postnişini ve Şeyh Bedreddin'in hafidi
Mahmud Cevad Efendi'nin oğlu olup hicrî 1251
senesinde İstanbul'da doğmuştur. Dinî ilimleri Silivri
Müftüsü Sadık Efendi ile Adanalı İsmail Efendi'den ve
Fatih Camii dersiâmlarından Musa Kâzım Efendi'den
tahsil eylemiştir. 9 Temmuz 1262'de (3 şaban 1264)
uhdesine İbtidaî Hariç İstanbul Müderrisliği payesi tevcih
buyurulup 1 Mart 1271'de müderrislik maaşı tahsis
edilmiştir. 25 recep 1288'de Musıla-i Süleymaniye'ye
vâsıl olan müderrisliği muharrem 1326'da (22
kânunuisanî 1323) Bilad-ı Mahreçten Halep
Mevlevîyeti'ne terfi olunup 11 kânunusani 1324'te
Mevlevîyetten infîkak etmiştir. Bu tarih İkinci
Meşrutiyet'in ilan edildiği tarihti; demek ki Nafi Baba
"özgürlüğünü" 1908'de ilan etmişti!
250
Faruk Arslan
Nafi Baba, o tarihe kadar, "takiye" yaparak Bektaşîliğini
hep saklamış; Nakşibendî hocalardan dersler almış;
Osmanlı Sarayı'yla ilişkilerini düzeltmişti, ilmiye payesi
alarak kendisine Saray’dan maaş bağlatmıştı. Ahmed
Vefik Paşa Eyüp'e gömülmeyi vasiyet etmişti. Ancak
Sultan II. Abdülhamid buna izin vermemiş ve,
"Protestanlara arsa satan adam, kıyamete dek, onların çan
sesini dinlesin" diyerek Rumelihisarı mezarlığına
gömülmesini emretmişti. (Mustafa Müftüoğlu, Târihî
Gerçekler, s. 47.) Cenazenin kaldırılışının gecikmesi
dönemin gazetelerinde de benzer yorumlara neden
olmuştu. 1 Nisan 1891 tarihi açıklanmıştı, 4 nisanda
defnedildi.
Nafi Baba, "el altından" İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne
yardımlarda bulunuyordu. İttihatçıların İstanbul'daki gizli
buluşma yerlerinden biri de Nafi Baba Dergâhı'ydı.
İttihatçılar iktidar olunca Nafi Baba da kendi iktidarını
kurdu. Tıpkı diğer Bektaşîler gibi... İttihatçılar iktidar
olunca Bektaşîler, 1826'dan beri süren uzaklaşmadan
sonra yine merkezî hükümetle yakın ilişki içine girdiler,
örneğin, Sütlüce Bektaşî Tekkesi şeyhi Münir Baba’nın
oğlu Hüseyin Avni Bey, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin
mesul kâtip muaviniydi. Onun nüfuzu ve aracılığıyla
Merdibanköy/Merdivenköy (Şahkulu) Tekkesi şeyhliğini
Filibeli İbrahim Fevzi Baba'ya verdiler.
Muhibben adlı dergiyi çıkarmaya başladılar. Ancak
İttihatçı-Bektaşî ilişkisi zamanla sorun da getirecekti.
İttihatçıların "Türkçü-milliyetçi" çizgileri, Arnavut
Bektaşîler ile Rumeli ağırlıklı İstanbul Bektaşîlerini karşı
karşıya getirdi. İttihatçıların "İttihad-ı Anasır" politikası,
Türkler ile Arnavut Bektaşîlerin yollarını ayırdı. Türk
Bektaşîler, Bektaşîliğin İttihat ve Terakki Cemiyeti
251
Faruk Arslan
tarafından resmen tanınacağım düşündüler. Ama
Bektaşîlere "resmî hüviyet”i İttihatçılar da veremedi!
"Resmî hüviyet" yoktu ama, geniş bir serbestlik vardı.
Bektaşîler artık kimliklerini saklamıyorlardı. Birçok
Bektaşî devlet bürokrasisinde önemli görevlere gelmişti.
(Yalçın, 2006).
Nafi Baba, sıradan bir "baba" değildi; Arapça, Farsça
dışında İngilizce ve Fransızca biliyordu. İyi bir eğitim
gördüğü belliydi. Nafi Baba Tekkesi, bugün Robert Kolej
toprakları içinde. New Yorklu zengin bir tüccar olan
Christopher Rheinlander Robert, 1856'da İstanbul'u
ziyareti sırasında, Kırım Savaşı'ndan yaralı dönen
askerlere, Selimiye Kışlası'nda yardım eden Protestan
papaz Dr. Cyrus Hamlin'le tanıştı, ikisi de Protestan
Metodist mezhebine mensup misyonerlerdi. Metodist
mezhebi daha çok sağlık alanında misyonerlik çalışması
yapıyordu.
Tüccar Robert ile papaz Hamlin, İngilizce eğitim veren
bir okul açmaya karar verdiler. C. R. Robert finans
yükünü omuzlarken, Dr. Hamlin de kolejin kuruluş
sorumluluğunu üzerine aldı. Yer olarak beğendikleri,
Şehitlik Tekkesi yanındaki Ahmed Vefik Paşa'ya ait
taşocağı arsasıydı. Önceleri paşa arsasını satmak
istemiyordu ama devreye kendini yetiştiren Sadrazam
Mustafa Reşid Paşa girince satmak zorunda kaldı. Ahmed
Vefik Paşa masondu; "üstatlarının", en çok da, hep
yanında olduğu Mustafa Reşid Paşa'nın bu arsa satış
işinde devrede olduğu düşünülebilir.
"Ahmed Vefik Paşa'nın dedesi dönme"ydi. (Mehmet
Şevket Eygi, Yahudi Türkler yahut Sabetaycılar, 2000, s.
22.). Nafi Baba ailesi soyadı yasası çıktığında "Pektaş"
soyadını aldılar. Damadı Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın
252
Faruk Arslan
istihbarat şefi Hamdullah Suphi Tanrıöver'in kayınbabası
Hacıbeyzade Ahmed Muhtar "Yeytaş" soyadını aldı.
Bilinen Ahmed Vefik Paşa'nın dedesi Yahya Naci
Efendi'nin, Bulgar mühendisiyken Müslüman olduğuydu.
Padişah fermanı olmadan inşaata başlanmayacağını bilen
Amerikalılar, izni beklemeden, önce kiralama yoluyla bir
bina bularak öğrenime başladılar. Eylül 1863'te Robert
Kolej öğrencilere kapısını açtı.. 4 Haziran 1869'da
padişahtan izin çıktı. Okulun yapımı 1871'de tamamlandı.
On yıl sürdü. Sonra ikinci bina yapıldı. Kolej bina ve
öğrenci olarak her yıl büyüdü. Okula her din ve dilden
öğrenci kabul ediliyordu.
Robert Kolej'in, Bektaşî Şehitlik Tekkesi yanında
kurulması tesadüf olamazdı. O yıllarda Anadolu'yu
dolaşan Protestan misyonerlerin en önemli üç hedefi
vardı: Ermeniler, Kürtler ve Alevîler! Yıllardır,
kendilerini ifade etme olanağı bulamayan, kimlikleri
nedeniyle ezilen, ümmetin parçası kabul edilmeyenleri
Protestanlar "dönüştürmek" istiyorlardı. Ancak bu
olumsuz koşullara rağmen Müslümanlar misyonerleri pek
sevindirmiyorlardı. Ama sayıları çok az olsa da Protestan
olanlar vardı. Protestanlığı kabul etmiş Müslümanlar,
Amerikan misyonerlerinin İstanbul Bebek'te kurduğu
Bebek İlahiyat Okulu'nda eğitimden geçiriliyordu. (Lukas
Hans Kieser, Iskalanmış Barış, 2005, s. 112.)
Komşuları Amerikan misyonerleri o günlerde harıl harıl
çalışırken Nafi Baba, 1908'de vefat etti. Tekkenin başına
oğlu (Neşet Hanım'dan olan) Küçük Mahmud Baba geldi.
Küçük Mahmud Baba hep devlet görevinde çalışmıştı:
Dahiliye Nazırlığı Özel Kalemi'nde; Gümrük
Müdürlüğü'nde; Maarif Nazırlığında; İngilizce öğretmeni
olarak Darülfünun'da vb... Tekkeler 1925'te kapatılırken,
253
Faruk Arslan
Nafi Baba Tekkesi'nin postnişini Küçük Mahmud
Baba’nın oğlu (Cemile Sabiha Hanım'dan olma) Abbas
Nusret Baba'ydı (1898-1975). Abbas Nusret Baba,
postnişin olmak için Londra Büyükelçiliği'ndeki görevini
bırakıp İstanbul'a gelmişti. Abbas Nusret Baba aynı
zamanda, İngilizlerin "ata sporlarından" kriketi
Osmanlı'da ilk oynayan sporculardan biriydi.
Nafi Baba Tekkesi'ne postnişin olarak sonra, İstanbul
edebiyat çevrelerinin yakından tanıdığı Nafi Baba’nın
kızı Fatma Hayriye'den torunu Hüseyin Pektaş oturdu.
Robert Kolej'den sonra öğrenimine Sorbonne'da devam
etti. Robert Kolej'de öğretmen oldu. O yıllarda kolejde,
"Türk Öğretmen Grubu"nu kurdular. Grupta kendisiyle
birlikte, Refik Halit Karay, Rıza Tevfik, Adnan Adıvar,
Halide Edip Adıvar, Feridun Nigâr ve İsmail Hikmet
Ertaylan vardı.
Hüseyin Pektaş, Mudanya ve Lozan görüşmelerinde
sekreter ve çevirmen olarak görev yaptı. 1935'te Robert
Kolej'e yönetici oldu. Eşi, Mihri Pektaş, Cumhuriyet'in
ilk kadın milletvekillerinden biriydi. (Yalçın, 2006).
Nafi Baba Türbesi, Boğaziçi Üniversitesi'nin kampusu
içerisinde, Boğaz'ın ayaklar altında kaldığı bir yamaçta
bulunuyor. Küçük ama oldukça bakımlı bir türbe. Bu
türbenin etrafında irili ufaklı birçok mezar taşı da
bulunuyor; bu mezar taşlarından Latin harfleriyle
yazılmış olanlar sadece iki adet: Edirneli Hayriye
Bacıoğlu ve Ömer Lütfü Erselçuk. Üniversite kampusu
içerisinde bulunan bu türbenin bir başka özelliği de,
türbeden haberdar olan Boğaziçi Üniversitesi
mezunlarının evlendikten sonra burayı ziyaret edip dua
etmeleri. Nafi Baba'nın soyu, Yener, Yeşim, Atayolu,
Eren, Soyak, İpekçi soyadlarıyla sürüyor…
254
Faruk Arslan
Tarikatların özel mezarlıkları vardı. Örneğin, Selanik'teki
Mevlevihane'nin hemen yanında dergâhın mezarlığı
bulunuyordu. Sabetayist Mevlevî Mehmed Esad Efendi,
Kasımpaşa Mevlevîhanesi naziresine defnedilmişti.
Bülbülderesi Mezarlığı'nın, Osmanlı döneminde bir
dergâh mezarlığı olması büyük ihtimal. Mezarlık büyük
olduğundan mı, yoksa araya hatırlı isimlerin girdiğinden
mi bilinmez, Cumhuriyet özellikle tekke ve zaviyeleri
kapattıktan sonra, dergâhlara defin işlemleri durdu.
Bülbülderesi Mezarlığı'nı "dergâh mezarlığı" statüsünden
çıkardı. Bülbülderesi, genel Müslüman mezarlığı sınıfına
sokuldu. Bülbülderesi Mezarlığı Sabetayist Karakaşî
grubunun mezarlığıydı. Fevziye Mektepleri de aynı
grubun okuludur. Dolayısıyla mezarlarının bulunduğu
yere yaptırdıkları caminin adı da Fevziye Camii olacaktı!
Sabetayistlerin cami yaptırma "geleneğinin" vardı.
(Yalçın, 2006). Soner Yalçın, Efendi kitabında Selanik'in
en büyük camii, Yeni Cami'den bahsediyor. (s. 58.)
1899'da ölen Rabia Adviye adlı Sabetayist bir hanımın
"Bedevî Dergâhı" yaptırdığı da biliniyor. (Ilgaz Zorlu,
Evet, Ben Selanikliyim, 1998, s. 42. Türkiye'de milliyetçi
hareketin önde gelen isimlerinden M. Raif Ogan’ın
Masonluk, içyüzü, Sırları adlı kitabı 1950'li yıllarda hayli
ses getirmişti. İslam Dünyası adlı bir dergi çıkarmıştı;
Fahrettin Kerim Gökay gibi birçok öğrenci yetiştirmişti.
İlahiyatçı Ogan'ın Sebatayist olması düşünülemez
herhalde! (Yalçın, 2006).
Soner Yalçın, söz konusu kitabında kasıtlı olarak üç
yerde Fethullah Gülen’i Huruficilikle suçluyor, masonik
Bektaşiliğin beslendiği kaynağı gizlemek için müthiş bir
gözbağcılığı yapıyor. Buna ters köşeye yatırma denir. Bu
nedenle Hurufilik konusuna geniş yer vereceğiz.
255
Faruk Arslan
On Üçüncü Bölüm
MASON BEKTAŞİLER VE
HURUFİLİK
Osmanlının temelinde yer alan Bektaşi tarikat
mensupları, Hacı Bektaş-ı Veli’ye bağlı olarak
Anadolu’nun dinî, iktisadî, askerî ve sosyal teşekkülü
olan Ahilik teşkilatına büyük yardım ve hizmetlerde
bulundular. Alperen kültürünü Anadoluya getiren
Yesevilik, Nakşilik, Mevlevilik ve Melamilikle birlikte
Osmanlı’yı kurdular. Fakat, Bektaşi denilen bu tarikatın
hak yolda olan mensupları zamanla azaldı. Tekkelere,
kendilerini Bektaşi gösteren Fadlullah-ı Hurufi’nin bozuk
fikirleri yayıldı.
Bu fikirleri yayanları, 16. yüzyıldan itibaren Bektaşi
olmuş Avdeti Mehmet Efendi ve çevresindeki 200
Sabataycı aile destekledi. Bu dönemde Bektaşi görünen
Sabetaycılarda, kendilerine en yakın gördükleri Hurufilik
öğretisini gizlice hortlattı. Bir müddet sonra da hakiki
Bektaşilik tamamen unutularak yerini hurufi fikirleri aldı.
1900 başlarında Bektaşi denince iki çeşit insan anlaşılırdı:
Birincisi, hakiki doğru Bektaşi olup, Hacı Bektaş-ı
Veli’nin gösterdiği hak yolda giden temiz
Müslümanlardı. İkincisi sahte, Sabataycıların kurguladığı
yalancı masonik Bektaşilerdi. 1826'da Yeniçeriler ortadan
kaldırılıp Bektaşi tekkeleri kapatılınca, sürgün edilen
Bektaşiler, kendilerini korumak için Masonluğa girmeye
başladılar.
256
Faruk Arslan
Bektaşiliğin içine sızıp, adeta istila eden “Hurufilik”
nedir, bunun üzerinde durmak istiyorum. Hurufilik,
İslâmiyeti yıkmak için kurulan bozuk yollardan biridir.
Kurucusu bir Acem (İran) Yahûdîsi olan Fadlullah bin
Abdurrahman Tebrizî’dir. Hurufilik, Allahı ve genel
olarak da alemi sayılar ve harflerle açıklayan Kabbala
tarzı bir öğreti. Mason Bektaşiliğin Bektaşiliği ele
geçirmesinden sonra Alevilik üzerinde Hurufi’liğin çok
etkisi oldu.
Sabetaycılıkta Tanrı'nın söylenmesi yasak olan adının
harflerinin sayısal değerlerinin toplamı 26, o yüzden 26
kutsal sayıdır. Hurufilikte de bu sayı 28. Kuranı meydana
getiren harflerin toplam sayısı 28. Huruf, harfin çoğulu
oluyor, harfler demek. Huruf ilmi ya da ilm-i huruf
harflerden anlam çıkarıp yorumlamak oluyor. Hurufilere
göre insan yüzünde de 28 harf var, dolayısıyla insan yüzü
Tanrı'yı gösterir. Örneğin, ağız ayın harfine, burun lam
harfine, çene ye harfine benzetilerek insan yüzünde Ali
okunuyor derler.
Azerbaycan'da Fazlullah Timurlenk tarafından asılınca
müritleri Anadolu'ya kaçtı. Şeyh Nesimi onlardandı.
Hurufiler, Bektaşiler'in arasına gizlendi. Hurufi inanışına
göre, insanda Tanrı mayası, nüvesi vardı. İnsanın yüz
hatlarında harflerden oluşan alfabenin varlığı inancı
Aleviliğe Hurufilikten gelmiştir. Kaşlar, burun Ali'nin
adını tanımlayan harflerdir. Bıyık da bu adı tamamlar.
Bunun için Aleviler bıyığa önem verirler.
Bektaşilik ile Alevilik zamanla farklılaşsada, felsefi
kökleri ve etkileşim sahaları aynıydı. Bektaşiler, Balkan
ve Trakya'ya yerleşimişlerdi. Aleviler, Anadolu
köylerinde yaşayıp hep göçebe oldular, cahil kaldılar.
Osmanlı, Bektaşiliği yasakladıktan sonra Balkan
257
Faruk Arslan
topraklarını kaybedince Bektaşilik çok zayıfladı, Alevilik
canlandı. Bektaşilerin marifetleri, Alevilere geçti.
Aleviler ilim yuvalarına sığındılar, yüksek okullara
başladılar. Kültür seviyeleri yükseldi, 21’inci asrın en laik
fikirlileri oldular Türkiye’de. Yüzlerce Cem evi açtılar,
vakıflar kurdular.
Bektaşiler, Alevilerden kendilerini sakındılar. Önemli
Bektaşi babaları, "biz Alevi değiliz" diyordu. Esasta aynı
olmalarına rağmen masonlukla Bektaşiliğin içiçe
geçmesiyle birlikte ayinlerde bazı farklar oluştu.
Bektaşilikte, Semah ve musahiplik yoktur.
Osmanlıda Yeniçeriler ile Bektaşiler arasında sıkkı
ilişkiler vardı. Orduyu elde tutma alışkanlıkları Türkiye
Cumhuriyeti döneminde de sürdü. Bektaşiler ve Aleviler,
çocuklarını sürekli askeri okullara gönderdi.
Bektaşi Tekke’lerinde ayın törenlerinde, Alevilerle
zamanla farklılıklar doğdu. Ama Masonlar’ın ayinleriyle
Bektaşiler arasında benzerlikler başladı. Üçler, beşler,
yediler kavramı örneğin Masonluktada vardır. Birinci
derece üçler, ikinci derece beşler, üçüncü derece yediler
olarak. Bektaşiler ise, üç ( Allah, Muhammed, Ali)
diyorlar farklı görülmek için. Temelinde ise, masonlar
Bektaşileri İslam karşıtı olarak piyasaya çıkardı. Bu
nedenle Alevileri hem dışladılar, hemde Sünni karşıtlığı
için laikliki koruma bahanesiyle maşa olarak kullandılar.
Masonlar, kuruluş sembollerini Hz. Süleyman’nın
Tapınağından (Mimari yapısından)’dan alırlar. Özgür
insanı savunurlar, din otoriteyi tanımazlar. Boyun
eğmezler. Güya kin ve nefrette girmezler, ırkçı değiller.
Tüm bu özellikler zaten Alevilikte de var. Alevilik, bu
nedenle masonluğu Bektaşilik gibi önceleri ayrı gayri
görmedi.
258
Faruk Arslan
Masonların, Bektaşiliği nasıl bu denli bozabildiğini
kavramak için Hurufiliğe dönelim. Kurduğu bozuk yolun
esaslarını anlatmak için Fadlullah bin Abdurrahman
Tebrizî, Câvidân adında Farsça büyük bir kitap yazdı.
Kitabında, Kur’ân-ı kerîmdeki harflere mânâlar vererek,
kendisinin “tanrı” olduğunu bildirdi. Bütün dinleri inkâra
kalkıştı ve İslâmiyetle alay etti. Kurduğu bu bozuk yola,
Yahûdîlik, Hıristiyanlık, Zerdüştlük gibi inançları da
karıştırdı. Bunlarla iç içe oldu.
Nitekim, Yahudi Sabataist İlgaz Zorlu, Bektaşiliğin içine
nasıl sızdıklarını şöyle ifade ediyor: “Sabetaycılar kendi
din adamlarını Melamilik tarikatı içinde yetiştirmişlerdir.
Bu çok ilginç; adam hahamdır, ama dışarıdan baktığınız
zaman Melamilik, Mevlevilik ve Bektaşilik tarikatları
içinde din adamı gibi görünür.” ( Eğitim-Bilim dergisi,
Kasım 2000)
Hurûfîliğin bu bozuk inanışları İslâm ülkelerinde câhil
halktan bazı kimseler arasında yayılmaya başlayınca
Tîmûr Hanın oğlu Miran Şah, babasının emri ile 1393
senesinde Fadlullah-ı Hurûfî’yi öldürdü. Bacağına ip
takıp sokaklarda sürükledi. Böylece Tîmûr Han, İslâmiyet
için çok tehlikeli olan Hurûfîliğin yayılmasını önledi.
Bunun için Bektâşî ismi altında kendini gizleyen
Hurûfiler, Tîmûr Hanı sevmezler, hep kötülerler.
1393’de Fadlullah-ı Hurûfi öldürülüp, Esterâbâd şehri
yakılınca dokuz yardımcısı kaçtı. Hurufilik, Fazlullah’ın
baş halifesi Nesimi ve diğer halifelerin çabalarıyla Irak,
Azerbaycan ve Anadolu’da yayıldı. Bu halifelerden Aliül-Ala Fazlullah’ın ölümü sonrası Anadolu’ya geçerek
Bektaşi dervişleri arasına girdi. Bazı kaynaklara göre,
Ali-ûl-Ala Hacı Bektaş tekkesinde bulunuyor, Bektaşilere
259
Faruk Arslan
Hurufiliği telkin ediyordu. Aliyyül-a’lâ adındaki derviş,
Anadolu’da Bektâşî tekkesinde Câvidân’ı gizlice
yaymaya ve câhilleri aldatmaya başladı. “Hacı Bektâş-ı
Velî’nin yolu budur” dedi. Hacı Bektâş-ı Velî’in
yolundan ayrılmayan hakîkî Bektâşîler, bunlardan
tamamen ayrıldılar. Bektâşî tarîkatı adı altında saklanan
Hurûfîlere göre, namazı bir kere kılmak, orucu bir kere
tutmak, guslü de ömründe bir kere almak farzdır. “Gusül
edip vücudunuzu hırpalamayın” derler.
Hurufilik XV.yüzyılda Osmanlı sarayına kadar sızmış
hatta Fatih Sultan Mehmed’i bile etkilemişti. Ancak
ulemanın şiddetli tepkisi sonucu genç şehzadeye hurufi
fikirleri aşılayan kişi yakılarak öldürüldü. Bundan sonra
Osmanlı Devleti hurufiliğin kökünü kazımaya, Kanuni
Sultan Süleyman zamanında da devam etti. Bu durum,
hurufilerin Bektaşilerin arasına sızmalarıyla, fikirlerini
Bektaşilik perdesi altında yaymaya çalışmalarıyla
sonuçlanmış, propagandalarını ancak bu yolla
sürdürebilmişlerdir. Hurufilik esas olarak harflerden
dinsel anlamlar çıkarmaya dayanır. Hurufilik’te varlığın
özü sesten oluşur ve Tanrı harfler aracılığıyla insanda
tecelli eder. İnsan, tanrısallaştırılır. Hurufiliğin temeli,
Tanrı’nın insanda tecelli ettiği düşüncesine dayanır.
Hurufiliğin Alevi-Bektaşi inancına etkilerini edebiyat
alanındaki örneklerde mesela Virani Baba’nın şiirlerinde
olduğu gibi açıkça görmek mümkündür.
Geliştirilmiş harfçi teknikleri kullanarak ortaya çıkan
Hurufiliğin kurucusu Fazlullah Hurufi, kendisinin İsa ve
Mehdi olduğunu iddia etmiş, yeni bir din kuran bir
peygamber olduğunu ileri sürmüştü. Hurufiler 16.
yüzyıldan itibaren Bektaşilik tarikatının içine sızmaya
başladı Bektaşiliğe daha sonra intisap edenlerin içinde
260
Faruk Arslan
ağırlığını Yahudiler ve Sebataistler oluşturuyordu.
Sabatay Sevi’nin Bektaşi tekkelerine gittiği biliniyor.
Hurufi müritleri Kırşehir yakınlarındaki Hacı Bektaş
tekkesi mensuplarına Hurufi doktrinlerini Hacı Bektaş’ın
gizli fikirleri diye tanıtmıştı. Sapkınlık ve zındıklık
derecesindeki kendi fikirlerini Hacı Bektaş’ın adının
korunması altında yaymışlardı. Hurufilik, Bektaşi
tarikatının içine girince hemen her türlü hurafeyi
yaymakta çekince görmedi. Hacı Bektaş-ı Veli hakkında
çeşitli yalanlar üretildi. Bugün Hacı Bektaş’la ilgili çeşitli
rivayetler de bu yalanlardan kaynaklanıyor.
Günümüz Aleviliğinin temeli olan Safevi tarikatının
kurucusu Şeyh Safiyüddin’e büyük destek veren İlhanlı
Veziri Reşideddin de bir Yahudiydi. Aleviler, İslam
dininde yasak olmamasına rağmen tavşan eti yemezler. O
zaman bu inanış nereden gelmekteydi? Kuran’ı Kerim’de
tavşan eti ile ilgili bir yasaklama olmamasına rağmen
Tevrat’da tavşan etini yenmesi yasaktır. Bir Yahudi olan
Reşideddin, Kabalist inançların Aleviliğin esasları
arasında yer almasında büyük rol oynadı. Reşideddin’in
kaleme aldığı Oğuzname eseri ile Oğuz Kağan
Destanı’nın orijinalini bozmuş; eserine tamamen Tevrat
ve Kabala kaynaklı rivayetler eklemiştir. Oğuz Kağan
Destanı’nın orijinali ile Reşideddin’in kaleme aldığı
Oğuzname karşılaştırıldığında iki olayın tamamen farklı
olduğu görülmektedir.
Bektaşiliğin temellerini atan Şeyh Bedrettin’in babası
olan Simavna kadısının ismi İsrail’dir. Şeyh Bedrettin’in
tarikatının yayıldığı bölgelerde iki sapkın Hristiyan
mezhebi Bogolizm ve Katharizm ön plana çıkmaktadır ve
ilginçtir ki bu iki mezhepte Kabalist kaynaklıdır. Bugün
261
Faruk Arslan
‘Mum söndü’ olarak bilinen olay da Katharizm kaynaklı
olup buradan Bektaşiliğe geçmiştir. Mum söndü olayı
Türkiye’de yaşayan Yahudi dönmesi Sebataistlere ait dini
bir ritüeldir. (Yangın, 2006).
Hurufilik, kimi araştırmacılara göre ayrı bir din,
kimilerine göre bir mezheptir ya da yalnızca bir tarikattır.
Ne var ki tüm araştırmacılar Hurufiliğin harflere olan
özel ilgisi üzerinde birleşirler. Zaten bu akımın çeşitli
yapıtlardaki tanımları doğrudan Hurufiliğin bu niteliğini
vurgulamaktadır. Örneğin Orhan Hançerlioğlu’nun
“Felsefe Ansiklopedisi”nde Hurufilik, “harflerden dinsel
anlamlar çıkaran İran içrekçiliği (ezoterizmi)” olarak
tanımlanmaktadır. Britannica’da yer alan tanım da “harf
ve rakamların çeşitli yorumlanmaları üzerine kurulu bir
inanç dizgesi” biçimindedir. Zaten “huruf” sözcüğü harf
sözcüğünün çoğuludur. Hurufilik, harflere olan özel
eğilimi dışında, ikinci bir özelliği ile de ilgi çekmektedir,
o da “içrekçi” yani “batıni” (ezoterik) oluşudur.
Bu durumda Hurufilik olarak bilinen bu inanç akımını iki
temel nitelik altında değerlendirmek gerekmektedir:
Ezoterizm ve Harfler. Harflerden dinsel anlamlar çıkaran
her inanç akımı Hurufilik ile ilgili olmadığı gibi, ezoterik
nitelikli akımların tümü harflerin anlamları ile ilgilenmez.
Hurufilik, bir yandan harfler ve harfler ile bağlantılı
olarak rakamlarla ilgilenmekte, diğer yandan bunların
yardımıyla ve bunlara dayanarak açıklanan, savunulan
ezoterik inançları işlemektedir.
Harfler bizi doğrudan yazıya götürmektedir. Harf ve
rakamların yorumlanması ve aralarında çeşitli özel
ilişkiler kurulması ve böylelikle görünen amaçlarının
ötesinde anlamlandırılmaları tüm eski kültürlerde görülen
ve neredeyse yazının tarihiyle aynı zamanda başlamış bir
262
Faruk Arslan
uğraştır. Bu çabanın ilk örneği Pythagoras’ın öğretiler
dizgesinde bulunur. Bu dizge, varoluş sorunlarının felsefi
araştırması amacıyla oluşturulmuş bir inanç akımı
çerçevesinde geliştirilmiş ve ünlü Pythagoras kuramı da
bu dizgenin bir yan ürünü olarak ortaya çıkmıştır. İ.Ö.
500 yıllarında ortaya çıkan Pythagoras dizgesi,
geliştirdiği müzik kuramı ile birlikte ele alınınca ses, dil,
sayılar ve harfler aracılığıyla evreni açıklamayı
amaçlayan bütüncül bir yapıya ulaşabilmiştir.
Kendisinden önce gelen Mısır, İran ve Hint tekniklerini
kullandığı sanılan bu dizge, daha sonraki harfçilerin sık
sık başvuracağı temel yöntemleri geliştirmiştir.
Harfçiliğe tarihsel olarak ikinci örneği oluşturan
“Kabbala”, Hurufiliğin amacına pek benzer bir amaç
taşımakta, harf ve sayıların gizemini çözerek Tevrat’ı
yorumlamayı hedeflemektedir. Kabbala’nın yorumuna
göre Tanrı kendisini belirli sayıda nitelik (Sefirot)
biçiminde dışsallaştırarak evreni yaratmıştır. Kabbala’nın
yaratılış ile ilgili bu savında yer alan hemen her unsuru,
İslam ezoterizminde ve dolayısıyla Hurufilik ve onun
etkisi altındaki “Bektaşilik”te benzer biçimde bulmak
olanaklıdır.
Harfçilik ve etkilerinin İslam’da ne zaman ortaya
çıktıkları konusu oldukça tartışmalıdır. İslam harfçileri
için uygun koşulları, Kur’an’da bazı surelerin başında
birbirinden ayrı ve anlamsızmışçasına yer alan ve “Hurufu Mukatta’a” diye adlandırılan harfler sağlamıştır.
Yaşar Nuri Öztürk, “Tarihi Boyunca Bektaşilik” adlı
kitabında bu konuda şunları belirtmektedir: “Şunu da
söyleyelim ki, bu harf kümelerine muhtelif ve çoğu kez
esrarlı manalar verme işi, sahabiler devrinde
başlamıştır…Hatta Hz. Ali’nin: “Kur’an Fatiha’dan,
263
Faruk Arslan
Fatiha Besmele’den, Besmele Ba harfinden ibarettir.
Bense o Ba harfinin altındaki noktayım” sözü çok
ünlüdür.”
İslam’da “Kutsal Metinlere” harf düzeyinde yorum
getirme çabasının ilk örneği X. yüz yılda Hallac-ı
Mansur’da görülür. Mansur, Kur’ana sözcük anlamlarına
bakarak "Yorum" getiren (Te’vil) Karmatiler’in bir
propogandacısıydı. (Karmatilik, IX. Yüz yılda dinsellikle
bağdaştırılmış, sosyo-ekonomik temelli ezoterik bir
akımdır.) Mansur, divanında ve “Kitab al-Tavasin” adlı
eserinde harfler ve sayıların “gizli anlamlarına” değinen
ilk İslam harfçisidir. Evreni ve Tanrı’yı insanda görmenin
bir sonucu olarak ilk kez “Enel-Hakk” diyen Mansur
olmuş ve bu sözü nedeniyle 922 yılında idam edilmiştir.
İslam’da harfçiliğin ikinci önemli örneğini Endülüslü
düşünür Muhyiddin-i Arabi (1165-1240) oluşturur.
Endülüslü Yahudi düşünürlerin ve Kabbalacıların
etkisinde kalarak “El-Fütuhat El Mekkiye” adlı yapıtında
harfçiliğin bir çok örneğini sergilemiştir.
Geliştirilmiş harfçi teknikleri kullanan Hurufiliği bir
inanç sistemi olarak kuran kişi Şihabuddin Fazlullah
Esterabadi’dir. 1340 Yılında doğan Fazlullah, genç yaşta
teoloji ile ilgilenmeye başlamış, on sekiz yaşındayken
tasavvufa yönelerek hacca gitmiştir. Dönüşünde
Harezm’e gelmiş ve bir süre burada kaldıktan sonra
Tebriz’e geçmiştir. Burada etrafına topladığı kişilerle
yaptığı dini sohbetler sayesinde büyük saygınlık
kazanmıştır. 1386 Yılından başlayarak Isfahan’da kendi
sistemini yaymaya başlamış, daha sonra uzun bir süre için
bir mağarada inzivaya çekilmiştir. Bu dönemde
kendisinin “Mehdi” olduğunu ileri sürmüştür. Çevresinde
yedi kişilik bir çekirdek kadro oluşturmuş, bu yedi kişinin
264
Faruk Arslan
çabaları sonucunda yeni inanç hızla yayılmaya
başlamıştır. Kısa sürede çeşitli toplumsal kesimlerden
kişiler yeni akımın çevresinde toplanmaya başlamıştır.
Fazlullah’ın kendi sistemini yaymaya çalıştığı ortam bu
tür akımlar için pek elverişlidir. Bu yöre Mazdeizm ve
Karmatilik gibi bir çok ezoterik akıma kaynaklık etmiştir.
Fazlullah hakkında bilgi içeren her kaynak, onun
Tanrılığını ilan ettiğini söylemektedir. Ancak bunu nasıl
gerçekleştirdiğini belirtmemektedirler. Bu ilan sadece
“Enel-Hakk” biçiminde yapılmış olabilir. Aynı yörelerde
Hallac-ı Mansur’un oldukça tanındığı dikkate alınırsa, en
güçlü olasılık bu ilanın “Enel-Hakk” formülüne
dayanmasıdır.
Fazlullah, yarısı farsça ve yarısı da Esterabad lehçesi ile
yazılmış olan “Cavidan-ı Kabir” adlı bir eser ile adının
“İskendername” olması olası bulunan farsça bir manzume
kaleme almıştır. Ayrıca “Arşname” ve “Muhabbetname”
adlı kitapları da vardır.
Yeni sistemin yaygınlaşması egemen çevrelerde
rahatsızlıklar yaratır. Timur’un oğullarından Miranşah’ın
buyruğu ile Fazlullah tutuklanır ve hapsedilir. 1394
Yılında Alıncak kalesinde öldürülür; cesedi ayaklarına
bağlanan bir iple çekilerek ibret olsun diye dolaştırılır.
Fazlullah’ın çevresindekiler kovuşturmalara uğrar.
Hurufi önderlerinden Ahmed Lur’un 1427’de Şahruh’a
karşı bir suikast eylemine girişmesinden sonra,
müritlerden bir çoğu yakalanıp öldürülmüş, hatta cesetleri
bile yakılmıştır. 1467’de ise Karakoyunlu hükümdarı
Cihanşah’a karşı bizzat Fazlullah’ın kızının önderliğinde
bir ayaklanma hareketi şiddetle bastırılmış ve isyanın
önderi beş yüz kadar taraftarı ile yakalanıp idam
edilmiştir. Bu olaylar üzerine Hurufiliğe bağlı kişiler bir
265
Faruk Arslan
çok ayrı yöne dağılarak, görüş ve inançlarını
beraberlerinde götürmüşlerdir.
Hurufiler’in büyük çoğunluğunun Anadolu’ya
sığındıkları biliniyor. Özellikle Sivas, Eskişehir ve Batı
Anadolu’nun bazı kent ve kasabaları kısa zamanda
kimliklerini çok iyi gizleyen Hurufi propagandacılarla
dolmuştur. Hurufiler, buradan Rumeli’ne geçerek
Arnavutluk’ta, Filibe ve Varna gibi Balkan önemli
kentlerinde eylemlerini sürdürdüler. Bazı tasavvuf
cemaatlerine sızarak, kendilerini gizlemeyi ve inançlarını
yaymayı başardılar.
Abdülbaki Gölpınarlı “Hurufilik Metinleri Katalogu” ve
“Fadl Allah Hurufi” adlı yapıtlarında Hurufiliğin
Anadolu’da Mir Şerif ve özellikle büyük Azeri ozanı
İmadeddin Nesimi tarafından yayıldığını belirtiyor.
Gölpınarlı, Mir Şerif'in Anadolu'ya Fazlullah’ın eserleri
başta olmak üzere bir çok Hurufi kitapları getirdiğini,
Fazlullah’ın önde gelen halifelerinden Nesimi’nin geniş
boyutlu bir propaganda yürüttüğünü, hatta bir ara
Ankara’ya kadar gelerek Hacı Bayram-ı Veli ile
görüştüğünü söylüyor. Anadolu’da pek çok yer dolaşan
ve uzun süre kalan Nesimi’nin bir çok kişiyi Hurufiliğe
kazandırdığı kesindir. Bu kişilerin sonradan sistemli ve
etkin bir propaganda yürüttükleri, Fatih Sultan Mehmet
döneminde Osmanlı sarayına kadar girmiş olmalarından
anlaşılabilir.
Taşköprülüzade’nin “Şakayık-ı Numaniye” adlı eserine
bakılacak olursa, Fazlullah’ın halifelerinden biri
Edirne’deyken genç Fatih’i etkileyecek kadar başarılı
olmuş, hatta bazı müritleri ile saraya yerleşmiştir.
266
Faruk Arslan
Durumdan oldukça rahatsız olan Veziriazam Mahmud
Paşa ile müftü Molla Fahreddin-i Acemi, Hurufiler’in
“Hulûl” inancına (Tasavufta Hulûl, Tanrı’nın
yarattıklarında meydana çıktığına inanmak demektir)
sahip oldukları konusunda genç Padişahı
uyarabilmişlerdir. Fatih’in huzurunda yapılan bir tartışma
sonunda Hurufiler’in gerçekten “Hulûl” inancına sahip
oldukları kanıtlanmış ve bunun üzerine Sultanın buyruğu
ile Hurufiler tutuklanmış ve idam edilmişlerdir.
Edirne’deki Yeni Cami’de Fahreddin halkı Hurufiliğe
karşı uyarmış, uygulamalarını ve inançlarını anlatmıştır.
Bu olayla birlikte Osmanlı topraklarında Hurufiler’in yüz
yıllar boyunca sürecek kovuşturma ve cezalandırılmaları
başlamış oldu. XVI. Yüz yıla ait belgeler, özellikle
Balkanlar’daki çeşitli kentlerde sık sık Hurufi
kovuşturmalarının yapıldığını, pek çok Hurufinin
yakalanarak idam edildiklerini, cesetlerinin yakıldığını
ortaya koymaktadır. Bu kayıtlarda belirtilen kişilerin,
doğrudan Hurufi olmasalar da, Hurufilik’ten etkilenen
çeşitli inanç akımlarına bağlı kişiler oldukları kesindir.
Bu akımlar arasında başta “Kalenderiler” gelmektedir.
Şiddetli ceza ve baskılara karşın, çeşitli tasavvuf
çevrelerine bağlı olup, Hurufilik propagandasını yapan
pek çok kişinin bulunduğu, özellikle XVI. Yüz yılda
Balkanlar’da tanınmış olan Otman Baba, Rafii ve Usuli
gibi ozanların varlığı dikkati çekiyor. Bu kişileri daha
sonra yaşamış olan Hayreti, Muhiti, Yemini, Muhyiddin
Abdal ve Arşigibi önde gelen Kalenderi ve Bektaşi
ozanları izlemiştir.
İshak Efendi “Kaşif el-Esrar” adlı kitabında, Fazlullah’ın
halifelerinden Ali el-Ala’nın propaganda yapmak üzere
Anadolu’da etkinlik gösterdiğini, XV. Yüz yılın
267
Faruk Arslan
başlarında Bektaşi tekkelerine girdiğini ve Hacı Bektaş’ın
fikirleriymiş gibi Fazlullah’ın düşüncelerini yaydığını
belirtir. Bu sav, Bektaşi fikirlerinde Hurufiliğin etkisinin
bulunduğu göz önüne alınırsa, doğru kabul edilebilir.
Şiddetli kovuşturma ve baskı altındaki Hurufiler,
Bektaşiler’in arasında karışarak varlıklarını korumayı
başarmışlardır.
Gölpınarlı’ya göre, farklı namazları ve Fazlullah’ın
öldürüldüğü Alıncak Kalesinde yapılan hac törenleri ile
sıradışı uygulamaları olan Hurufilik, bir süre sonra
bağımsızlığını yitirmiş, sonradan özellikle AleviBektaşiler’e ve kısmen de diğer tarikatlere inançlarını
aktararak tarihe karışmıştır.
Hurufiliğe göre, varlığın özü sesten oluşur. Evren, sesin
ortaya çıkması ile var olmuştur. Özü oluşturan ses,
canlılarda eyleme dönük (bilfiil), cansızlarda gizilgüç
(bilkuvve) olarak vardır. Ses, canlılarda istem ve istekle
ortaya çıkar.
Tanrı gizli bir hazinedir (Kenz-i Mahfi). Tanrı’nın ilk
belirişi “Söz” (Kelam) ile olmuştur. “Söz” ilk nedendir ve
Tanrı’nın soyut bir “İç Konuşması” (Kelam-ı Nefsi)
niteliğindedir. Kesin bir gerçek olarak görülen bu soyut
söz, bazı öğelere ayrışır ve bu öğeler biçiminde dışsal bir
nitelik kazanır. Aslında sözün ayrıştığı bu öğeler Arap
alfabesinin yani Kur’an’ın 28 ve Fars alfabesinin 32
harfidir. Söz bu dış öğeleri edinince, soyut durumunu
yitirerek, “Söylenmiş Söz” (Kelam-ı Melfuz) biçimine
dönüşür. Söylenmiş sözün birleşik görüntülerinden duygu
ve bilinç evreni meydana gelir. Hurufiler, evrenin
sonsuzluğuna ve sürekli döngüsel devinimine, bu
devinimden doğal olayların oluştuğuna inanırlar.
268
Faruk Arslan
Tanrı, kendisini insanın yüzünde “söz” biçiminde görünür
kılmıştır. Sözün öğelerinin sayısal bir değeri vardır. İnsan
yüzündeki burun “elif”, burnun iki yanı “lam”, gözler de
“he” harflerini verir. Böylece insanın yüzünde simetrik
yazılmış iki Allah sözcüğü ortaya çıkar. İnsan yüzünde
ayrıca çeşitli hatlar vardır: iki kaş, dört kirpik ve saçtan
oluşan yedi çizgiye “Ana Hatlar” (Hutut-ı Ümmiye) denir
ve her insan yüzünde bu çizgilerle doğar. Bu yedi
çizginin dört öğe (ateş, su, hava ve toprak) ile çarpımı
Arap alfabesinin 28 harfini verir. Ayrıca erkeklerde
ergenlikte ortaya çıkan yedi çizgi daha vardır. Bunlar sağ
ve sol yanlar ayrı ayrı sayılmak üzere iki sakal, iki bıyık,
iki burun kılı ve bir çene altı kılı olarak toplam yediye
ulaşır ve “Baba Hatlar” (Hutut-ı Ebiye) adını alır.
Böylece yetişkin bir erkeğin yüzündeki çizgilerin sayısı
on dörde ulaşır. Bu çizgilerin kendileri ve bulundukları
yerler (Hal ve Mahal) olarak hesaplanması yine 28 harfi
verir. Fazlullah, bu sayıyı 32’ye çıkartmış ve Fars
alfabesindeki harf sayısına ulaştırmıştır.
Bu konuda Hurufiler şöyle bir açıklama da
yapmaktadırlar: Tanrı’nın kendisini peygamberler
aracılığı ile açıklaması aşamalar biçiminde olmuştur.
Evrenin temel öğeleri olan harflerin her peygambere
giderek artan sayıda bildirilmesi doğaldır. Nitekim
Adem’e 9, İbrahim’e 14, Musa’ya 22, İsa’ya 24,
Muhammed’e 28 ve son peygamber olan Fazlullah’a 32
harf malum olmuştur. Bu peygamberlerden son dördüne
bildirilen öğelerin sayısı, her birine indirilen kitapların
yazılmış oldukları dilin alfabesindeki harf sayısı kadardır.
Bunlar İbranice’de 22, Yunanca’da 24, Arapça’da 28 ve
Farsça’da 32’dir. Bu aşamalar nedeniyle son peygamber
Fazlullah’ın kendisinden önceki peygamberlerin
269
Faruk Arslan
bildikleri herşeyin anlamını çözecek anahtara sahip
bulunduğu aşikardır.
Kur’an’ın gizi 29 surenin başlarında bulunan “Huruf-u
Mukatta’a”da gizlidir. Bu harfler yinelenmelerin
sayılmaması durumunda 14 tanedir (elif, lam, re, kaf, hı,
ye, ayın, sad, te, sin, he, mim, kef, nun) ve bunlar anlamı
açık ve kesin (Muhkemat) olarak kabul edilirler. Arap
alfabesinin kalan 11 harfi ise anlamı belirsiz ve
yorumlamaya açık (Müteşabih) biçimde
değerlendirilirler. Asıl Tanrı sözü, Muhkemat’tan oluşan
14 harftir ve bunlar kendilerini insanın yüzünde
gösterirler.
Hurufiler’e göre evrenin üç temel dönemi vardır:
peygamberlik (Nübüvvet), imamlık (İmamet) ve tanrılık
(Uluhiyet). Peygamberlik dönemi Adem ile başlamış ve
Muhammed’de sonra ermiştir. İmamlık dönemi Ali ile
başlamış ve on birinci imam Hasan Askeri ile bitmiştir.
Fazlullah ile tanrılık dönemi başlamıştır. Tüm
peygamberler “Mehdi” olan Fazlullah’ın habercisi ve
müjdecisidirler. Fazlullah’tan sonra gelecek olan “Yetkin
İnsan” (İnsan-ı Kamil) Fazlullah’a uymak zorundadır.
Fazlullah Musevilerin beklediği “Mesih”, Hıristiyanlar ve
Müslümanların gökten inaceğine inandıkları “İsa”dır.
Fazlullah, gökten inmiş ve kıyamet kopmuştur, dünya
ahiret bir olmuştur. Bu nedenle ahiret yoktur. Gerçek
ortaya çıkmış ve tüm dinsel yükümlülükler kalkmıştır.
Böylece Hurufiler tüm ibadetleri harfler ile yorumlayarak
iptal ederler ya da değişik biçimde uygularlar. Örneğin
hac, Fazlullah’ın öldürüldüğü yeri ziyaret etmektir.
Şeytan taşlama ise, Fazlullah’ı öldüren ve “Maran Şah”
(Yılanlar Şahı) dedikleri Timur’un oğlu Miranşah’ın
270
Faruk Arslan
yaptırdığı Senceriye Kalesi’ni taşlamaktır.
Reha Çamuroğlu, "Sabah Rüzgarı" adlı kitabında şunları
belirtmektedir:
Hurufiliğin uyguladığı sayı ve harf oyunlarının asıl
hedefinin inançsal olduğu gözden kaçırılmamalıdır.
Hurufilik’te amaç tüm o sayı ve harfler arasından insana,
insanın konuşmasına, kendini açıklamasına ve
bilinçlenmesine ulaşma çabasıdır. İnsan, belirli sayıdaki
harflerle konuşmaktadır. İnsan, bu harfler aracılığı ile
oluşturduğu dil sayesinde bir simgesel evren kurmakta ve
böylece Tanrı’yı bulmakta, var etmektedir. Hurufilik’te
ulaşılan bir nokta da konuşan insana, yazıya bağlanmış ve
kaydedilmiş kutsal metinler karşısında üstünlük
tanımaktır. İnsan “Konuşan Kur’an”dır (Kur’an-ı Natık),
kağıda geçirilmiş Kur’an ise “Sessiz Kur’an”dır (Kur’an-ı
Samit). “Konuşan Kur’an” her an yenilenir, değişir ve
kalıplaşmadan yaşar. “Sessiz Kur’an” belirli bir anda
kaydedilmiş bir metindir. Tüm heterodoks düşüncelerde
olduğu gibi Hurufilik’te de kişi, “Zamanın Çocuğu”dur
(İbn-ül Vakit). Onu sınırlı belgeler ve metinlerle
kalıplamak ve kutsallığın sınırları içinde hapsetmek
olanaklı değildir. Sonuç olarak, Hurufiliğin kullandığı
harf ve sayı teknikleri, kalıplaştırmayı aşma yollarından
biri olarak görülebilir.
Bektaşi düşüncesine hızla etki eden Hurufilik nedeniyle,
bazı araştırmacılar XV. Yüz yıldan başlayarak
Bektaşilik’in bozulduğunu ileri sürmüşlerdir. Onlara göre
Hurufilik hileli yöntemlerle, örneğin Hurufilik görüşlerini
Hacı Bektaş’ın görüşleriymiş gibi savunarak, Bektaşi
tarikatında etkin olmuştur.
Oysa Çamuroğlu'na göre, Bektaşilik Anadolu’ya Hacı
271
Faruk Arslan
Bektaş ile birlikte adım attığında Aleviler zaten çoktan bu
topraklardadırlar. Aleviler, bir heterodoks derviş olan
Hacı Bektaş’ı çeşitliliği barındırma potansiyeline sahip
olan bünyeleri sayesinde özümsemişler ve onu bir önder
olarak tanımışlardır. Bu bakımdan, Anadolu’da
heterodoksi denilince akla hemen Alevi-Bektaşi geleneği
gelmektedir. Bu gelenek, çeşitliliği özümsemesi ve
hoşgörülü yapısı nedeniyle bir çok farklı heterodoks
zümreyi de içinde barındırmış ve tüm ezoterik
düşüncelerin Anadolu’daki sığınağı olmuştur. Tümü
farklı düşünce ve uygulamalara sahip olan Kalenderi,
Haydari, Hurufi, Torlak gibi akımlara bağlı olanlar bu
geniş yelpazeye katılmış, kendi bağımsız varlıklarını feda
ederek, Alevi-Bektaşi toplumsal olgusuna kendilerine
özgü renkler katmışlardır. Alevi-Bektaşiler bu durumda
bir bozulma görmezler, zira inançları değişime açıktır.
Tam tersine bu durum onlar için bir zenginleşme yoludur.
1376 Yılından başlayarak Isfahan’da başlayan
Hurufiliğin, her türlü baskıya karşın, inanılmaz bir hızla
Osmanlı topraklarına yayılmasının ve etkili olmasının
nedenleri çok yönlüdür. Şiddetli baskı ve zulme karşın
hızla gelişen ve yayılan bu inanç sisteminin gelişim
nedenleri, hem içinde büyüdüğü toplumsal yapının
özelliklerine, hem de kendi içerik ve dinamiğine bağlı
olmalıdır.
Hurufilik öncelikle ezoterik bir inanç sistemidir. Dinlerin
“İçrek” (Batın) anlamlarıyla anlaşılması gerektiğini ve
bunun da ancak özgür “Yorumlama” (Te’vil) ile
gerçekleşebileceğini ileri sürmektedir. Hurufilik, ezoterik
yaklaşımlar arasında, kentli nüfusa en fazla hitap
edenlerden biridir. O döneme kadar kentlerde pek
görülmeyen ezoterik yaklaşımın Hurufilik’le birlikte hızla
272
Faruk Arslan
kentleri de etkisi altına aldığı görülür. Ortodoks İslam’ın
simgesel evreni ve kültürü, o güne dek düşünce üretimine
kentlerdeki medreseler ve yazılı belgeler yoluyla egemen
olmuştur. Hurufilik, yorumlama yoluyla, yüz yıllardır
sarsılmaz olduğu sanılan yazı ve kutsal metinlerin
egemenliğini yıkmaya koyulur. Harfleri konuşturur.
İnsanı kağıda yazılmış olanın üzerine çıkartır. Belge ve
kayıtlara güvenen ortodoks sistemin kutsal metinleri,
harflere getirilen keyfi yorumlarla kuru yapraklar gibi
savrulmaya başlar. Osmanlıların ele geçirdiği kentlere
doğru akan heterodoks dervişler, yıllar öncesinden
kentlerde yer bulmuş bir Hıristiyan heteroks geleneği ile
karşılaşır. Bu geleneğin en etkin temsilcisi
“Bogomiller”dir.
Biri yazılı İncil’in, diğeri yazılı Kur’an’ın kalıplarına
karşı mücadele eden iki farklı dinin heterodoks akımları
doğal olarak yakın ilişkiler kurarlar. İslam heterodoksisi
Hurufilik olmasaydı bu ilişkiyi kurmakta pek
zorlanacaktı. Öncelikle Fazlullah’ın kendisini “Mesih”
ilan etmesi bu ilişkinin kurulmasında etkin olmuştur.
Fazlullah’ın yazdığı “Cavidan” adlı yapıtın Firişteoğlu
tarafından “Aşıkname” adıyla yapılan çevirisinde sık sık
“Yuhanna İncil”inden alıntılar yer alamaktadır. On iki
imamla on iki havari arasında paralellik kurulmakta,
İsrail’in on iki kabilesine göndermeler yapılmaktadır.
Anadolu heteroksisi Rumeli’ne geçerken de Hurufilik’ten
fazlasıyla yararlanır. Sonradan Bektaşilik incelenirken
Hurufi etkilerinin en yoğun olarak Rumeli ve Arnavutluk
Bektaşiler’inde görülmesi, Hurufiliğin oynadığı rolün ne
denli önemli olduğunu gösterir.
Mason Bektaşilerin Hurufiliği benimsediğini ifade
etmekten kaçınan, Bektaşilikle ilgili her değere aşırı sahip
273
Faruk Arslan
çıkan Şevki Koca’nın görüşlerini aktaralım: Fazlullah
Hurüfi Hazretleri Timur-u Gürkan tarafından
Azerbaycan’da öldürülmüştür. Yine halifelerinden ünlü
Nesimi Hazretleri ise Halep’te derisi yüzülerek
katledilmiştir. Seyyid Aliy’yül a’la olarak bilinen Seyyid
Ali Sultan ve yine ünlü Hurüfilerden Feriştehzede
Hazretleri, Fazlullah Hurüfi’nin katli üzerine Kırşehir’e
gelerek Hünkar Hace Bektaş-ı Veli’ye intisab etmişlerdir.
Bazı müverrihler bu teze takılmayarak Bektaşilik içinde
Hurüfiliğe yönelik müstakil bir teknik meylin olmadığı
iddiası ile Seyyid Aliyyüy a’la ile Seyyid Ali Sultan’ın
ayrı, ayrı şahıslar olduklarını beyan etmişlerdir. Ancak bu
görüş nesnel realite ihtiva etmez; zira özellikle 14’ncü
Yüzyıldan itibaren Bektaşi Tarikat metaforuna dahil kesif
miktarda eser üreten (nesir yada manzum) şair ve yazar
görülmüştür. Hatta zaman zaman “Işıklar” adıyla
nitelenen bu zümre hukuken, siyaseten ve hatta şeriaten
takibata maruz kalmışlardır. Diğer yandan Bursa ilinin
Işıklar semtinde bulunan “Ramazan Baba” Dergahının
müntesiplerinin Hurüfilik yaptığına dair Osmanlı
kovuşturmalarına haiz fetva ve fermanlar arşivlerde
mebzul miktarda mevcuttur. Öte yandan adı geçen
Ramazan Baba Dergahı 1826 yılından sonra Nakşibendi
Dergahına çevrilmişse de 1911 yılında İttihat ve Terakki
idaresince el konularak uzun yıllar “Işıklar Askeri
Mektebi” olarak hizmet vermiştir. Yine Od’man Baba
Velayetnamesinde Hurüfi enstrümanlara rastlanıldığı
gibi, Faziletname adlı eserinde yazarı “Yemini” ve Virani
Abdal’ın Divanında oldukça mufassal ve geniş olarak yer
almaktadır. Tescilli bir Bektaşi düşmanı olarak tanınan
“Harput’lu İshak Efendi” tarafından 1873 yılında yazılan
“Kaşif’ül Esrar ve Da’fiül Eşrar” isimli eserde, Seyyid
274
Faruk Arslan
Ali Sultan’ın, Seyyid Aliy’yül A’la olduğuna dair somut
beyyine bulunmaktadır. Yine bir yöntem olarak Hurüfi
tandanslı nefesler üreten Bektaşiler gizemil bir takiyye
şablonu altına girerek özellikle Mehmed Ali Perişan
Dedebaba’nın kadim Bektaşilik anlayışını benimsemişler
ve bunlara “Harabatiler” denilmiştir. Diğer yandan 1907
yılında Hakk’a yürüyen Mehmed Ali Hilmi
Dedebaba’nın izleyicilerinin çizgisinde ise Hurüfilik
müstakilen pek yer bulmamış, ancak edebi ve sanatsal bir
telakki olarak algılanmıştır. Bunlara da “Müteşerri”
denilmiştir. Bu ciddi ve teknik ayrılım günümüzde dahi
Bektaşilik yortusunda daha değişik bir formata bürünerek
zımnen devam etmektedir. ( Koca, 2003).
Kimin Hurufilikle Bektaşiliğin ayarını bozduğunu kimin
ise sapık Hurufilikle değil Türk İslam'ındaki gerçek
Sufizm ile İslam'a hizmet ettiğini, insaf sahibi gerçek
Alevi ve Bektaşi vatandaşlarımız elbette takdir edecektir.
Umarım Bektaşiliği masonluktan temizleyip aslına
döndüreceklerdir. Buradan çok çetrefilli bir konuya,
Atatürk'ün Bektaşi olup olmadığını sorgulamaya geçmek
istiyorum.
275
Faruk Arslan
On Dördüncü Bölüm
ATATÜRK, MASON BEKTAŞİ
MİYDİ?
Kimileri Atatürk'ü Sabataist ve Masonluk üyesi bir bozuk
Bektaşi gösterip istismar etmeye çalışırken, kimileri de
onun dinle, diyanetle ve İslamiyet'le hiçbir alakası
olmadığı halde, özellikle Kurtuluş Savaşı öncesinde ve
devrimler sürecinde, halkı aldatmak ve kendisine
inandırıp peşine takmak için müslüman dindar rolü
oynadığını ileri sürüyor. Aslında bu iddialar, Atatürk'ü,
sahtekârlık, riyakârlık ve din istismarcılığıyla suçlamakla
aynı anlama geliyor. Atatürk’ün baba tarafından bir
Bektaşi olduğu söylenebilir, ancak mason ve Sabataycı
çevrelerde yaşasada onlardan olmadığı kesindir. Tekke ve
zaviyeleri kapatmasındaki temel sebeplerden biri tüm
tarikatlar gibi Bektaşiliğinde aslından uzaklaşıp
hurafelerle doldurulduğunu görmesidir. Bu yuvalar ilim
üreten, dinin yaşandığı yerlerden ziyade yobaz yetiştiren
merkezlerdi. Kokuşmuştu, yozlaşmıştı. Hepsinin
kapatılması hayırlı olmuştur. Atatürk, içlerinden
geliyordu.
Atatürk’ün Çankaya Köşkünden Rakı Masası yoldaşı
yazar Falih Rıfkı Atay, "Çankaya" Kitabında; Atatürk'ün
çocukluğunu ve gençliğini yakından bilen Kılıçoğlu
Hakkı Beyin kendisine yazmış olduğu bir mektuptan şu
alıntıyı yapıyor:
276
Faruk Arslan
"Ailece pek yakındık. Zübeyde Mollayı ikinci kocaya
veren benim büyük kaynatam Şeyh Rıfat Efendi'dir.
Mustafa Kemal tatillerde Selanik'te sılaya geldiği vakit,
büyük kaynatamın tekkesine giderdi. Aynı günlerinde
dervişler halkasına katılarak "Hu, Hu!", diye kan ter
içinde kalıncaya kadar döner dururmuş" demektedir.
(Atay, 1968 ).
Mustafa Kemal Mayıs 1919’da Samsun’a, daha doğrusu
Havza’ya gittiğinde, Ali Baba adlı nüfuzlu bir Bektaşi
şeyhinin Mesudiye adlı otelinde (kiracı) olarak kalmış,
kendisini halka Ali Baba takdim etmişti. Milli
Mücadele’nin en önemli belgelerinden olan Amasya
Tamimi’ni imzalayanlar arasında Bektaşi Şeyhi
Cemaleddin Çelebi de vardı. Mustafa Kemal, 5 Mayıs
1920’de ülkedeki tüm sufi şeyhlerine bir çağrı yapmıştı.
Ardından bazı şeyhlere özel mektuplar yazdı. Bunlarda
‘zat-ı alinize kalben pek büyük hürmetim var’, ‘muhabbet
ve hürmetlerimin kabulünü rica ederim’ gibi son derece
nazik ve saygılı bir dil kullanmıştı.
Bu arada Kuzey Afrika’da yaygın olan Senusiyye
tarikatının şeyhi Ahmed Şerif Senûsi de ülkedeydi ve
Milli Mücadele’yi destekleyenler arasındaydı. Esas
derdinin Halifelik beklentisi olduğu anlaşılan şeyhten
Ankara’nın da bir beklentisi olduğu, kendisine ödenen
800.000 kuruş toplu para, kendisine bağlanan 1.000 lira
aylık ile maiyetine bağlanan 300 lira aylıktan anlaşılıyor.
Aynı şekilde Hacıbektaş’taki ana tekkenin Nakşi şeyhi
Hacı Hasan Efendi’ye de aylık 500 kuruş ‘mükafat’
maaşı bağlanmıştı. Böylece bir çok Sünni ve
Alevi/Bektaşi Milli Mücadele’de görev almaya başladı.
İstanbul’daki Gülşeniyye tarikatının Şeyh Visali Dergâhı,
Milli Mücadele kadrolarının toplantı yeriydi. Sıklıkta
277
Faruk Arslan
Bektaşi dergahı olarak sunulan ancak Nakşibendiyye’ye
bağlı olan Özbekler Tekkesi, Anadolu’ya silah ve adam
geçirmeye yardım ediyordu. Tekkenin şeyhi Atâ Efendi
Kazım Karabekir tarafından gönderildiği Türkistan’da üç
yıl boyunca hem Anadolu’ya para yardımı topladı, hem
Enver Paşa’yı oyalama görevini yaptı. Yine Nakşibendi
şeyhleri olan Hacı Hasan Efendi ile Servet (Akdağ)
vaazlarıyla katkıda bulundular. Melami şeyhlerinden
Müslüm Penahi Anadolu’ya silah kaçırırken Fransızlara
yakalanmış ve ağır işkence sonucu felç olmuştu.
Ankara’daki Celveti Taceddin Dergahı milli mücadele
kadrolarının uğrak yeriydi. Konya’daki Mevlevi
Söylemez Tekkesi matbaa olarak kullanıldı. Bektaşi
tarikatının Merdivenköy (Nerdübenköy), Karyağdı Baba
ve Erikli/Eryek Baba tekkeleri silah saklayan tekkelerdi.
Bektaşi Selman Baba adlı Bektaşi babası Denizli’de
cephede savaşmıştı.
Tarikatların Mustafa Kemal’e verdiği desteğin en
gösterişli örneği, Mustafa Kemal’in Ankara’ya girdiği
gün olan 27 Aralık 1919’da yapılan Seymen Alayı’dır.
Oğuz boylarının Orta Asya’dan getirdiği geleneklerden
biri olan Seymen Alayı’na, özel giysileri ile
Nakşibendiler, Sadiler, Rifailer, Kadiriler, Mevleviler,
Bayramiler, Bektaşiler gibi pek çok tarikatın temsilcileri
ve esnaf örgütleri katılmıştı. Alayı, o sıralarda halk
tarafından pek tanınmayan Mustafa Kemal’e prestij
kazandırmak için Halvetiyye tarikatının Sinaniyye koluna
bağlı bir şeyh olan Yahya Galip (Kargı) düzenlemişti.
Hemen hemen bugün dindar her Alevi / Bektaşinin
evinde üç resim yanyanadır. Hazreti Ali, HacıBektaş Veli
ve Mustafa Kemal Atatürk… Bu durum Alevi /
Bektaşilerin Atatürk’e olan sevgilerinin bir yansımasıdır.
278
Faruk Arslan
Alevilerdeki Atatürk sevgisi bir devlet büyüğüne duyulan
sevginin ötesinde bir derinliğine ve ruhaniyete sahip bir
sevgidir. Öyleki pek çok Alevi için o, onikinci İmam
Muhammed Mehdi’dir. Bazı sapık görüştekiler ileriye
gidip Hz. Ali’nin ruhunun Atatürk’e geçtiğini dahi iddia
edebilmiştir. Mustafa Kemal’in Alevi / Bektaşilere
ilgisinin, Alevi / Bektaşilerin de ona olan derin sevgi ve
bağlılıklarının nedenlerinden biri de babasının Alevi /
Bektaşi kökenli olmasıdır.
Nedense tarih kitaplarımızda Mustafa Kemal’in
babasından, dedesinden, soylarının Anadolu’ya
dayandığından yazılmaz. Annesinin Bektaşilikle hiç ilgisi
olmadığını, dindar bir Sünni olduğunu biliyoruz. İnkilap
tarihi kitaplarımıza konmayan, hayatı saklanan babasını
inceleyelim. Yörük Türkmen kökenli olan Mustafa
Kemal’in mensup olduğu soya Kızılcalı Türkleri denir.
Oğuzların kızıl oğuz boyundandır. Kızılca bölüklü,
Kızılcaörenli adı da verilir. Selanik’teki kayıtlarındaysa
”Karakocalılar” olarak geçmektedir. Mustafa Kemal’in
sülalesi olan Kızılcaoğulları, Rumeli Aleviliğinin
Anadolu koludur. Bu kolun anayurdu Tokat –Almus
Tozanlı vadisidir. Bugün burada yaşayanların tümü de
Alevidir.
Bu bölgeye yerleştirilen Yörük Türkmen boyları 1410
yıllarında Tokat, Çorum, Amasya, Sivas ve Reşadiye
dolaylarındaki Kızıl Özenliler yurdu olarak bilinen
bölgede “Kızıl Ahmetliler Beyliği” adıyla bir beylik
kurmuşlardır. Osmanlı Hükümdarlarından II. Murat’ın
Amasya Valisi Yörgüç Paşa’nın bu beylik üzerine
düzenlediği sefer sonucunda beylik ortadan kaldırıldı.
Kızıl Ahmetliler beyliği Anadolu’ nun çeşitli yerlerine
dağıtılmıştır. Osmanlı Padişahı Fatih Sulatn Mehmet’in
279
Faruk Arslan
Karamanoğlu beyliğinin 1460’da ortadan kaldırılması
üzerine Rumeli’ye yerleştirilen Anadolu halkı Karaman
beyliğine mensuptu. Oğuzların Avşar boyundan olan
Karaman Beyliği’nin kurucusu Nure Sofi, Babai
tarikatına mensuptu. Fatih Sultan Mehmet Yörük
Türkmen kökenli bu boyları Balkanlara İslamlaştırmak
için iskana tabi tutmuştur.
Mustafa Kemal’in dedesi Kırmızı Hafız Ahmet’tir.
Mustafa Kemal’in Nüfus kayıdı “Yörük tayifesinden “
diye geçmektedir. Mustafa Kemal’in babası da nüfus
kütüğünde Kızılhafız oğlu Ali Rıza diye yazılmaktadır.
Mustafa Kemal, on yaşlarında Selanik’teki Kızılbey
sokakta bulunan ilkokula yazılmıştır. Kızıl sözcüğü
genellikle Alevi Bektaşilere takılan bir addır. Mustafa
Kemal’in babasının ismi Ali Rızadır. Ali Rıza, Ehli beyt
soyunun Sekizinci İmam’ın ismidir. Mustafa Kemal’in
doğal, toplumsal, düşünsel ve inançsal çevresi
Bektaşiydi.. Babası Ali Rıza Beyin de Bektaşi olduğu
söylenmektedir. Mustafa Kemal’in yaşadığı Selanik,
Bektaşilerin etkin olduğu bir çevre idi.
Mustafa Kemal’in duygu ve düşüncelerinde Namık
Kemal’in büyük tesiri söz konusudur. Namık Kemal de
bir Bektaşi idi. Yine Bektaşi olan Abdulkerim Paşa’nın
Mustafa Kemal’le özel Bektaşi şifreleri kullanmaları
onun Bektaşiliğine dair bir kanıt olarak ileri sürülüyor.
(Bkz. Mete Tuncay , Milliyet sanat sayı:246.s:25)
Mustafa Kemal Paşa’nın Bektaşi olduğunun kanıtlarından
biri de Nutuk’tur. Mustafa Kemal Paşa, Nutuk’ta bir
Alevi dededen bahsederken ( Kazım Dede ) onu çok
saydığını ve asla kırmayacağını söylemektedir. Mustafa
Kemal Paşa’nın yaptıkları dikkate alındığında onun Alevi
280
Faruk Arslan
/ Bektaşi olduğu yönündeki görüş güç kazanıyor.
Gerçekten Alevi / Bektaşi olmasa bile yaptıkları ile
aslında tam bir Alevi / Bektaşi gibi davrandı. Nitekim
Alevi / Bektaşiler Atatürk’ten bahsederken “ O da
bizdendir. “ diyor. Bu konuda daha detaylı bilgi için
Cemal Şener’in “ Atatürk ve Aleviler “ adlı kitabına
başvurulabilir. Araştırmacı Şener, Balkanların bu özgün
kimliğini dile getirirken gerçekten çok orijinal ve dikkat
çekici bir özelliğe temas ediyor: “…Sarı Saltuk’tan Balım
Sultan’a, Şeyh Bedrettin’den Namık Kemal’e, Resneli
Niyazi’den Mustafa Kemal’e uzanan bir yol.”
İbrahim Tozkoparan, Atatürk’ün içinde yaşadığı
toplumun psikolojini şöyle aktarıyor: Vaka-yı Hayriye'yle
beraber pek çok yoldaşını kaybetmiş, dergahları
kapatılmış ve Nakşilik karşısında mağlup düşmüş
Bektaşiler, kendileri için melun o günleri milat kabul
ettiler ve o günden sonra için için teşkilatlanarak intikam
saatini beklemeye koyuldular. Osmanlı'ya karşı, "Hünkar
Hacı Bektaş Ocağının gücünü gösterelim" haykırışlarıyla
karşı koyan Yeniçerilerin intikamını onlar alacaklardı.
Alevilerle ittifak halinde Osmanlı'yı içten yıkmak için
akla gelmedik her yolu deneyen Bektaşilerin Cumhuriyet
öncesi en göze çarpan faaliyetleri pek çoğunun Mason
localarına kaydolarak girdikleri İttihat ve Terakki Fırkası
içinde gerçekleştirdikleri icraatlardır. Baştan sonra
Yahudi elinde, Osmanlı aleyhine bir maşa olarak
kullanılan Genç Türkler ve İttihat ve Terakki; Yahudilere
Filistin'de bir karış toprak vermeyen ve tahtta kaldığı süre
boyunca -Siyonistlerin kendi itiraflarıyla- İsrail devletinin
kuruluşunu 33 yıl geciktiren II. Abdülhamit Han'ın
tahttan indirilmesinde yüklendikleri misyonla tarihe geçti.
Siyonistlerin tarihî emellerinin tahakkuku için Osmanlı
281
Faruk Arslan
Hakanı'na kasteden Bektaşileri, yine bir Bektaşi olan Rıza
Tevfik Bölükbaşı'dan dinleyelim:
"Genç Türkler ile İttihat ve Terakki ileri gelenleri
arasında devrim eylemi içerisinde yer alan hayli Bektaşi
vardır... İstanbul'da ve öteki kültür merkezlerinde yüksek
makamlarda görevli kültürlü Bektaşiler vardır. Ben
şahsen birkaç vezir, bir elçi ve birçok hakim, şair vb.
tanıyorum. En az iki Bektaşi Şeyhülislam vardır, birisi
Musa Kazım Efendi, İttihat ve Terakki Cemiyeti lideri
Talat Paşa gibi, benim gibi... İhtilalci komitenin
İstanbul'daki üyeleri arasında hayli Bektaşi vardı. Hemen
hemen bütün Bektaşiler, komiteye amacını
gerçekleştirmesi için yardımcı oldular." (Çamuroğlu,
2006).
"İhtilal" ve "devrim" ifadeleriyle hedef alınan kişinin II.
Abdülhamit Han olduğu malum. Bir tanesinin ismi geçen
iki şeyhülislama gelince... Bu hainlerin hikâyesini de
Mim-Şın'dan dinleyelim: "Dini mübîni İslam'ın taarruza
uğraması Tanzimatla başlasa da, sistemli olarak İT
devresine rastlar... İT Fırkası, 1910'da kendileri gibi
Yahudi köpeği bir mason ve kızılbaş olan Musa Kazım'ı
bab-ı meşîhata (eskiden İstanbul'da din işlerini tedvir
eden, Devleti Âliyenin Diyanet İşleri Reisi) tayin eder.
Aynı partinin önde gelen isimlerinden, zamanın
gazinocularından pezevenkler kralı namıyla anılan Giritli
Necati isimli dönme bu Şeyhülislam (!) Musa Kazım'dan
bir fetva koparır. Fetva (!) şöyle:
"Müslümanlar, üzümlerini şarapçılara satabilir, kendileri
şarap imal edebilir, içebilir ve meyhane açabilir."
Medrese-i ulűmun Ehl-i Sünnet talebeleri, bu mason
şeyhülislam (!) makamından çıkıp evine gitmek için
282
Faruk Arslan
arabasına binerken ve evi önünde arabasından inerken
"meyhaneci meyhaneci" diye tempo tutarlar (...)
Meyhaneci 1914'de bab-ı meşîhattan ayrıldı. Yerine kim
geldi dersiniz? Ürgüplü Hayri isimli daha alçak birisi. (...)
Ürgüplü Hayri'nin ilk fetvası (!): "Müslüman kadınlar
kerhanede çalışabilir." Müslüman halk ona da kerhaneci
lakabını taktı. Öldüğünde cenazesi Cumhuriyet
döneminde Ürgüp'e götürüldü. Mezarı çok şatafatlı olup
Fener Patrikhanesi yaptırmıştı. İşte bu Ürgüplü Hayri'nin
oğlu bir zamanlar Amerika'da elçiyken Türkiye'ye
getirilip başbakan yapılan Suat Hayri Ürgüplü'dür.
Amerika'da çeşitli gazetelere lűtiliği övücü beyanatlar
vermesiyle tanınmıştır ve bizzat lűti olmasıyla nam
salmıştır. Yine bir İttihat ve Terakki mensubu olan ve
Osmanlı Mebusan Meclisi'nde üye bulunan Numan Usta
adlı bir Alevi, ilk komünist parti "İştirakiyyun"un kurucu
üyesidir. II. Abdülhamit Han'a karşı darbeye kalkışan
Hareket Ordusu isimli çapulcu sürüsünün önemli
isimlerinden Resneli Niyazi de bir Bektaşiydi.
Genç Türkler ve İttihat ve Terakki devrinde İslam
alfabesinin iptal edilerek Latin alfabesinin kabul edilmesi
yolunda yoğun gayretler sarfedildiği malum. İşte bu
hareketin tohumlarını atan adam Ahundzâde ( Ahmet
Ağaoğlu) isimli bir Azeri Alevisidir ve Ruslar'a bağlı
resmi bir görevli sıfatıyla İstanbul'a gelerek sadrazamla
görüşmeye çalışmıştır. Her ne kadar bu görüşmeye
muvaffak olamasa da, devrin fikrî (!) ve edebî (!) iklimi
üzerinde istediği tesirleri bırakmayı başarmıştır. Onun
alfabe değişimi fikrinin en ateşli taraftarları, birer Bektaşi
olan Namık Kemal ve Mithat Paşa'dır. Özellikle Mithat
Paşa'nın ihanette çok ileri gittiği, Osmanlı bayrağındaki
"hilal"in yanına haç koymayı bile denediği ve "bugüne
283
Faruk Arslan
dek: Âl-i Osman dediler. Bundan sonra da Âl-i Mithat
desinler" diyecek kadar işi azıttığı malum." (Tozkoparan,
Şener, 2006).
Sultan Vahidüddin Han mason Bektaşiler tarafından
güçlükle ikna edilerek Anadolu'ya yollanan Mustafa
Kemal, Samsun Havza'da bazı İngiliz subaylarla görüşür.
Mustafa Kemal'in, aynı günlerde bir Rus heyetiyle
görüşmesi ve bu esnada, Stalin ve Troçki'ye yakın bir
isim olan, heyet başkanı Budiyeni'yle konuştukları,
Mustafa Kemal'in amacına ulaşmak için her yolu mubah
gördüğünün göstergesidir:
"Miralay Budiyeni:
"Rusya'nın bütün ihtiyaçlarınızı tamamlamaya hazır
bulunduğunu size arzetmek vazifesini üzerime almış
bulunuyorum. Yeter ki siz de bizim arzularımızı yapınız.
Padişahlığı ve Halifeliği kaldırınız!"
Mustafa Kemal'in cevabı oldukça politiktir:
"Aziz Miralayım, buyurduğunuz işler, şimdi tasavvur
eylediğiniz kadar kolay değildir. Padişahlık meselesi
esasen zayıflamıştır. Yıkılmak üzeredir. Hilafet için biraz
daha sabırlı, hatta biraz daha dikkatli olmak lazımdır.
Arkamızda bir İslam âlemi kalmıştır, bunu da hesaba
katacağız. Onların müzahereti bugün için elzemdir.
İngilizler'i ancak bu sayede yerinde tutacağız. Zaferi
kazandığımız zaman, şartlarınızı daha sakin ve rahat bir
ruh haleti içinde düşüneceğiz!" (Şener, 2006).
Sürekli Halife'ye bağlı olduğunu söyleyen, ama gönlünde
Hilafeti ortadan kaldırma emelini besleyen Mustafa
Kemal'in, Hilafete düşman mihraklarla temasa geçeceği
muhakkaktı. Diğer bir deyişle "Mustafa Kemal ve
284
Faruk Arslan
kadrosu gibi teokratik Osmanlı Devleti'ne ve emperyalist
işgale karşı silah çeken yönetimin, bu gidişe karşı 700
yıldır Anadolu ve Rumeli'de muhalif olan bir güce elbette
gereksinimi vardı." (Şener, 2006).
Mustafa Kemal'in bu güçle ilişkiye girmesi ve ittifak
kurması hadisesini Alevi yazar Cemal Şener'den aynen
naklediyoruz: "Mustafa Kemal ve Temsil Kurulu, Hacı
Bektaş kasabasına gelmeden önce karşılanır. Baba ve
Çelebi bizzat heyeti karşılar. Bu karşılanışa, Mucur
Kaymakamı Nihat Bey de çok şaşırır ve Mustafa
Kemal'e, "Paşam, Çelebi'nin bu hareketi davamız için
olumluluk belirtisidir," der.
Bu karşılanma gerçekten çok önemli bir olaydır. Çünkü,
daha önceleri bir zamanların Ankara Valisi Sırrı Paşa,
Hacı Bektaş'ı ziyarete geldiğinde, Beş Taşlar mevkiine
kadar arabası ile gelir, orda arabasından iner, yeri niyaz
ettikten sonra yürüyerek Hacı Bektaş Dergahı'na
ulaşırmış. Gene iktidara geldikten sonra Sadrazam Talat
Paşa ve Genelkurmay Başkanı Enver Paşa, Hacı Baktaş
Dergahı'nı ziyaret ettikleri zaman, Çelebi bu iki devlet
adamını ancak Dergah'ın selamlığında karşılamıştır.
Mazhar Müfit Kansu devam ediyor: "Hacı Bektaş'ta
karşılandık. Bir odaya aldılar. Alçakgönüllüce
düzenlenmiş bu oda Çelebi'nin kabul odasıymış. Beş-altı
dakika sonra Çelebi Efendi geldi. Ortalık kararınca odaya
bir masa getirilerek rakı takımları kondu."
Bu ara, Cemalettin Çelebi kalp hastası olduğu için içki
içmek istememiş. Ama o sırada Mustafa Kemal; "O
zaman biz de içmeyelim" deyince Çelebi Efendi
hastalığına rağmen kararından vazgeçmiş ve Mustafa
285
Faruk Arslan
Kemal ve Temsil Kurulu ile aşk ve şevk ile Kurtuluş
Savaşı'nın başarısına kadeh kaldırmış." (Şener, 2006).
"Bu ziyaretlerin çeşitli yanlarını anlatan görgü tanıklarına
göre; Çelebi'nin oğlu Hamdullah Efendi'nin odasında
"Ayin-i Cem" düzenlendiği, Cem'e, Mustafa Kemal'in de
katıldığı, burada "ikrar töreni" ile "kılıç kuşatıldığı" ve
"yola kabul" edildiği anlatılır. Çelebilerden Cemalettin
Ulusoy'un yazdığına göre, görüşmeye ait Cemalettin
Çelebi'nin oğlu Veliyettin Çelebi, Mustafa Kemal'le ilgili
şunları anlatmış: "Cemalettin Çelebi, Mustafa Kemal
Paşa'ya, "Paşa Hazretleri", diyor, "cesaretli ve öngörüşlü
yönetiminizde Türk ulusunun düşmanı kahredeceğine
inancım sonsuz. Ulu Tanrının ulusumuza bağışlayacağı
zaferden sonra cumhuriyet ilanını düşünüyor musunuz?"
Çelebi'nin cumhuriyet sözcüğünü böylesine açık
yüreklilikle söylemesi üzerine, Mustafa Kemal Paşa,
heyecan ve dikkatle Çelebi Cemalettin'in gözlerine
bakıyor, biraz daha yaklaşıyor, onun elini avucunun içine
alıyor, kulağına fısıldar gibi yavaş fakat kararlı bir sesle:
"O mutlu günün ilanına kadar aramızda kalmak şartıyla
evet, Çelebi Hazretleri." (Ulusoy, 2008)
Osmanlı saltanatının ve hilafetin yıkılıp yerine
Cumhuriyetin ikame edilmesi gayesi etrafında M. Kemal,
Alevi-Bektaşi güruhu için "1000 yıllık mücadeleyi zafere
ulaştıracak adam" olarak görülüyor ve kendisine beklenen
12. İmam-Mehdî gözüyle bakılıyordu. Böylesi bir
bağlılıkla M.Kemal'e tabi olan Alevi Bektaşi kesimi artık
onun emri altında herşeyi yapmaya hazırdı. Mustafa
Kemal ve Alevi-Bektaşi ittifakının ilk tezahürlerine ilk
meclisteki gruplaşmalarda rastlıyoruz. Bu gruplaşma,
Mustafa Kemal ve onun çevresindeki gruba karşı sert bir
muhalefet gösteren ikinci bir hizbin oluşması şeklinde
286
Faruk Arslan
ortaya çıkmıştı. Şahsî gücünü sağlamlaştırmak için kendi
kadrosunu oluşturmaya çalışan Mustafa Kemal ilk iş
olarak, meclis başkan yardımcılığına cümle AleviBektaşilerin dedebabası Cemalettin Çelebi'yi getirdi.
Mustafa Kemal ve taraftarlarının oluşturduğu 1. grubun
meşhur simaları şunlardı: Şeref Bey (Edirne), Şevket Bey
(Edirne), Mahmut Esat Bey (İzmir), Emin Bey (Samsun),
Mustafa Necati (Saruhan), Vehbi Bey (Karesi), Kılıç Ali
(Antep), vs.
Diğer taraftan, başını Ali Şükrü Bey'in çektiği 2. grup da
kararlar üzerindeki etkisiyle Mustafa Kemal'i
korkutuyordu. Muhafazakar olarak tanınan bu grubun
önde gelen isimleri ise şunlardı: Hüseyin Avni Bey
(Erzurum), Albay Selahattin (Mersin), Müfit Hoca
(Kırşehir), Mehmet Şükrü Bey (Afyon).
II. grubun tehlikeli bir mahiyet arzetmesi ve Lozan
görüşmeleri esnasında teslimiyetçi şartları reddederek
Mustafa Kemal'in niyetlerini engellemeleri karşısında I.
grup işi şiddete dökmeye başlar ve bizzat M. Kemal'in
emriyle II. grubun lideri Ali Şükrü Bey öldürülür. Lozan
anlaşmasının imzalanamamasının baş sebebi olan muhalif
grup, Ali Şükrü Bey'in öldürülmesinin ardından, 1 Nisan
1923'de meclisin feshedilmesiyle dağıtılır. Meclisin
yeniden teşkil edilmesi için yapılan seçimlerde binbir hile
ve desise ile muhaliflerin önü kesilir ve çoğunun meclise
girmesi engellenir. Bir taraftan da M. Kemal taraftarları
yoğun bir propaganda kampanyası başlatır. Bu
kampanyanın baş aktörleri yine o mason Alevi-Bektaşi
kesimdir.
Çelebi Cemalettin'in ölümü üzerine onun yerine posta
oturan Veliyettin Çelebi'nin imzasını taşıyan ve bütün
287
Faruk Arslan
ülkeye dağıtılan şu bildiri son derece dikkat çekici:
"Anadolu'da bulunan Ceddim Hacı Bektaş Veli Hz.'ne
samimi muhabbeti bulunan bilcümle muhabbân ve
Hânedân tarafı hâlisânelerine;
Bu milleti ihya ile istiklalimizi temin eden ve vücud-u
âlileri kâffe-i İslâmiyân'e bais-i şerif olan Türkiye Büyük
Millet Meclisi Reisi, Gâzi nâmıdâr Mustafa Kemal Paşa
Hz.'nin neşir buyurdukları beyannameleri cümlenizin
malûmudur. Gâzi Paşa müşârun ileyhin, terakki ve teâli-i
vatan hakkındaki her bir arzularını yerine getirmek
bizlere farz-ı ayndır. Milletimizi kurtaracak, saadetimizi
temin edecek, onun efkâr-ı sâibâneleridir. Bunu inkâr
edenlerin bizimle katiyen münasebeti yoktur. Tarikât-ı
âliyemizin bütün mensûbînine müşârunileyh Hz.'nin
gösterdiği namzetlerden maadasına rey vermemelerini,
vatanımızın kurtulması bu veçhile kâbil olduğunu sizlere
kemâl-i ehemmiyetle tavsiye ederim.
Hacıbektaş Çelebi'yi Veliyettin" (Cem, 1991)
Tekrar toplanan meclis, bu defa muhaliflerden
arındırılmış ve M. Kemal'e râm olmuş kuklalardan
kuruluydu. Artık M. Kemal her sözünü kanun hâline
getirebilecek ve yıllardır rüyasını gördüğü devrimleri
gerçekleştirebilecektir. Nitekim bu meclis, ilk iş olarak
Lozan satış sözleşmesini kabul etti ve Osmanlı'nın
tasfiyesine imzayı attı. Hilafet ve saltanatın
kaldırılmasından, şapka devrimine, medreselerin
kapatılmasından, İslam harflerinin iptaline kadar bütün
kemalist devrimler ve devrimlerin korkunç silahı İstiklal
Mahkemeleri vahşeti, bilcümle bu mason Bektaşilerin
eseridir. Alevi yazar Cemal Şener'in tabiriyle "dişediş
mücadele etmişlerdir." (Şener, 2006).
288
Faruk Arslan
Kemalist devrimler için "dişediş mücadele eden" AleviBektaşi fedailerinden birkaç önde gelen ismi sayalım:
Gizli Milli İstihbarat Başkanı Albay Hüsamettin Ertürk,
PTT. Gizli Şifre Müdürü A. Naci Baykal, M. Kemal'in
özel doktoru Ragıp Erensel, M. Kemal'in Milli Eğitim
Bakanı H.Suphi Tanrıöver, Kars Garip Musa Ocağı'ndan
Pirzade Fahrettin Erdoğan (mebus), Feyzullah Efendi
(mebus), Süleyman Efendi (mebus), Dersim Ferhatuşağı
Aşireti Reisi Diyap Ağa (mebus), Şeyh Hasan Aşireti
Reisi Hasan Hayri (mebus), Sarı Saltuk Ocağı'ndan
Mustafa Zeki (mebus), Erzincan Abbasuşağı Aşireti Reisi
Girlevikli Hüseyin (mebus), Denizlili Bektaşi babası
Hüseyin Mazlum Baba (mebus).
Bu isimler arasında, Diyap Ağa'nın macerası dikkat
çekicidir. 1916 yılında Osmanlı'ya karşı isyana girişen
Ferhatuşağı Aşireti'nin Reisi olan Diyap Ağa, mecliste
Osmanlı ve İslam düşmanlığı istikametinde girişilen her
türlü teşebbüs ve icraat üzerinde muazzam gayretler
sarfetmesiyle temayüz etmişti. Çünkü 1916'daki
ayaklanma hadisesinde, çok süratle isyanın üzerine giden
Osmanlı karşısında ağır bir mağlubiyete uğramıştı ve öç
almak için yanıp tutuşmaktaydı.
Alevi-Bektaşi topluluklarının Kemalist devrimlerin
gerçekleşmesi uğruna yaptıkları fedâkarlıkların en güzel
örneklerinden biri de, Şeyh Sait isyanında, devletin
gönüllü muhbiri ve milis gücü olarak gösterdikleri
yiğitliklerdir. Şeyh Said'i ihbar eden ve ona karşı devlet
güçleriyle birlikte savaşan Dersimli "Hormek" Aşireti
mensuplarından Atilla Fırat'a ait şu satırlar, hadiseyi
bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriyor: "Şeyh Sait 13
Şubat 1925 tarihinde Piran Köyü'nde kardeşi
289
Faruk Arslan
Abdürrahim'in evine gelmişti. Daha önce Şeyh
Abdürrahim, on arkadaşı ile bir araya gelerek "müstakil
bir İslam Devleti" kurmaya karar vermişlerdi.
Hormek ağalarına mektup yazılıp, bundan sonra ikinci
toplantı yapılınca, Hormek ağaları ayaklanmanın
başlayacağına tam kanaat getirmişler; bunun üzerine Ali
Haydar, Veli Ağa, Mehmet Halit ve aşiretin diğer ileri
gelenleriyle, Cenaseranlı Seyit Ali Efendi'nin emriyle,
17-2-1925 tarihinde Üstükran (Çaylar) Köyü'nde
toplanmış ve konuyu görüşmüşler.
Bu toplantıda, her neye mâl olursa olsun, hükümete
yardım etmeye ve isyan çıkaranlara karşı koymaya karar
verdiler. Hormek Aşireti'nin diğer ileri gelenlerinin hepsi
Kovik Köyü çarpışmalarından sonra, Halit Bey'in "İsyan
ettiler!" ve "Adam öldürdüler!" şeklindeki ihbarı üzerine
mahkűm edilmiş olduklarından, cezası bulunmayan tek
kişi olan rahmetli babam M. Şerif Fırat Varto'ya giderek,
kaymakamlık vasıtasıyla durumu Muş Vilayetine
bildirmişti. (Cem, 1992).
Yeniçeri Ocağı'nın lağvı ve akabinde gelişen hadiselerle
beraber, Bektaşiliğin Nakşiliğe karşı ezik ve mağlup
duruma düşmesinin intikamı alınmıştır. Bu kinin, işi
cinayete vardırdığı en önemli hedeflerinden biri, Nakşi
Şeyhi Esad Efendi'dir. Derin Devletin bizzat tezgahladığı
bir provokasyona kurban edilen Esad Efendi'nin başına
gelenler ve nasıl şehid edildiği mâlum. Biz, hadisenin
arkasındaki intikam faktörü üzerinde duralım. Mustafa
Müftüoğlu Menemen Vakası ile ilgili olarak görüşlerine
başvurulan Emekli Müftü Nail Papatya'dan, aynen şu
sözleri naklediyor: "Nakşi ileri gelenlerinin mutlaka
bertaraf edilmesi isteniyor. Bunun özel bir sebebi var
290
Faruk Arslan
mı?.. Var. Maziye baktığımızda şöyle bir durum
görüyoruz: Osmanlı döneminde tarikatlar serbest, dergâh
ve ünvanları mevcut idi. Bektaşiler de bunlardan biri
olarak devam ederken Sultan II. Mahmut döneminde bir
Bektaşi şeyhi "sır" dedikleri şeyi kısmen ve rumuzlu
olarak ifşa eden bir kitap yazıyor. Bu kitapla Bektaşiliğin
saptırılarak kişiye tapan bir tarikat haline getirilmesi
üzerine, ileri gelenleri cezalandırılmış, mal varlıkları da
Nakşilere bağışlanmıştır. Bu durum Bektaşiler arasında
Nakşilere karşı bir intikam duygusu oluşturmuştur. İttihat
ve Terakki içinde olduğu gibi Cumhuriyetin ilk devir
devlet adamları arasında Rumeli Bektaşileri, Melâmî ve
masonlar müessir durumdadırlar. Nakşiler üzerinde
ısrarla durulup bertaraf edilme isteğinin yukarıdaki tarihî
intikam duygusundan kaynaklandığı kuvvetle
muhtemeldir." (Müftüoğlu, 1988).
Aslında Sabataycı ve dış güçlerin kontrolüne girmiş
mason Alevi Bektaşi cereyanının işlediği cürümleri tek
tek saymak değildi niyetimiz. Bunları sırf 19. asırdan beri
süregelen "batılılaşma" cereyanının tabiî neticesi olan
Türkiye Devletinin, resmi tarihlerde hiç adı geçmeyen
gizli müttefikini tespit etmek amacıyla derledik.
Şüphesiz ki, Alevi-Bektaşi olmayanlar da vardı M.
Kemal'in kadrosunda. Yahudi dönmeleri ve masonların
rolünü kim inkâr edebilir? Ama dikkate şâyan bir kanaat
olarak şunu tekrar ediyoruz: M. Kemal gönüllü AleviBektaşi kitlelerini arkasına almış olmasaydı, devrimlerine
belki de çok zor teşebbüs eder ve herhalde başarıya
ulaşma şansı pek fazla olmazdı. Atatürk'ün mason
Bektaşilerle yollarını ayırmasının ardından öldürülmesini,
bilmiyorum resmi tarih ne zamana kadar gizlemeyi
291
Faruk Arslan
sürdürecek? Bir sonraki bölümde ele alacağız, gizlemeye
hiç niyetimiz yok...
On Beşinci Bölüm
ATATÜRK’Ü MASON BEKTAŞİLER
Mİ ÖLDÜRDÜ?
”Yıl 1948, Ağustos"un 1"i. Yunan Komünist Halk
Cumhuriyeti (ELD)"nin “Laiki foni” yani “Halkın sesi”
isimli gazetesinin 685"inci nüshasında, Bulgar
Yahudilerinden 33 dereceli farmason Avram
Beneraoysan şunları yazar:” Mefkûremizi imha edici
darbe vuranların akıbeti, feci şartlar altında ölümdür!..”
33 dereceli komünist mason hangi darbeden
bahsetmektedir ve “akıbeti feci şartlar altında ölüm” olan
kimdir?
Bırakalım onu da kendi söylesin: “(..) Mustafa Kemal
Atatürk, 10.10.1935 tarihinde Ankara"da Çankaya
köşkünde doktor Mim Kemal Öke"ye hitaben, "Mason
cemiyetinin faaliyetini inkılaplarıma muarız gördüğüm
için kapatılmasını elzem gördüm. Bu dakikadan itibaren
bu cemiyeti ölmüş biliniz. Ve bir daha diriltmeğe
teşebbüs etmeyiniz" demişti.. (...) O zannetti ki; bütün
muhalif ve muarızlarını tasfiye ve bertaraf ettiği gibi
masonları da tasfiyeye tabi tutmaya muvaffak olacaktır.
Fakat asla! Türkiye"deki mason cemiyetinin Kemal
Atatürk tarafından kapatılarak faaliyetinin
durdurulduğunu Moskova"da tarihi bir yerde yoldaşlar
arasında yapılan bir toplantıda işittiğim zaman,
292
Faruk Arslan
beynimden okla vurulmuş gibi sersemledim. Heyecandan
şaşırmış bir halde, oradakilere şaşkınlık içinde haykırdım:
"O sarı lider ortadan suret-i katiyetle kaldırılacaktır!"
İşte böyle.. 1948 yılı Ağustos ayının 1"inde Yunan
Komünist Halk Cumhuriyeti örgütünün yayın organı
“Laiki Foni”nin 685 sayılı nüshasında Ege ve Balkanların
kıdemli komünistlerinden 33 derece mason Bulgar
Yahudi Avram Benaroyas"ın itirafları.” ( Deli, 2004).
Emekli Subaylar Derneği'nin (TESUD) 1999 yılında
çıkarmış olduğu 'Birlik' dergisinde Deniz Kuvvetleri
Komutanlığı Sağlık Dairesi eski başkanlarından Emekli
Deniz Kıdemli Albay Aytekin Ertuğrul'un, Atatürk'ün
ölüm nedeninin, 'Alkolik Siroz' değil, sıtma olduğunu
açıklamasının ardından o günlerde kamuoyunda ses
getiren bu açıklama kısa zamanda unutulup hafızalardan
silinmişti. Aradan geçen yıllar boyunca araştırmalar
yapan Ogün Deli, 'Agoni' isimli kitabıyla kamuoyuna
yeni bilgiler sundu. Timuçin Mert’de benzer alıntılarla
iddiayı kitaplaştıranlardan.
Ogün Deli, Atatürk'ün ölümünün 66 sene (şimdi 70 oldu)
boyunca Türk halkından sorumsuzca saklandığını
vurguladığı kitabında, Atatürk'ün tedavisinde kullanılan
ilâçlarla, majistral olarak yapılan reçetelerin tarihsel ve
parasal değerlerini de belirterek büyük önderin
tedavisinde kullanılmak üzere sadece 1937 yılında
İstanbul Eczanesinden 43 kutu kinin alındığını ortaya
koyuyor. Yazar, kitabında belgelere yer verdiğini,
yorumu ise Türk halkına bıraktığını belirtiyor. Büyük
önderin tedavisinde kinin ile beraber Salygran (civalı
diüretikler)'ün de kullanıldığı belgelenen kitapta, bu ilâcın
293
Faruk Arslan
kullanıldığı zamanlarda; kronik zehirlenmelere neden
olabileceği belgelerle ortaya konuluyor.
Ogün Deli'nin kitabında yer verdiği 1 Ağustos 1948
tarihli Yunan 'Halkın Sesi' gazetesinde Bulgar
Yahudilerinden 33 dereceli Farmason Avram
Benaroyas'ın Atatürk'ün ölümü ile ilgili yukarıdaki
açıklamasını okuduğunuz Avram Benaroyas'ın dehşet
verici itirafları şöyle devam ediyor: "Türkiye'deki mason
cemiyetinin Atatürk tarafından kapatılarak faaliyetlerinin
durdurulduğunu, Moskova'da tarihî bir yerde yoldaşlar
arasında yapılan bir toplantıda işittiğim zaman,
beynimden okla vurulmuş gibi sersemledim. Heyecandan
şaşırmış bir hâlde oradakilere şaşkınlık içinde, bu nasıl
olur? Neden kapatılırmış! Buna imkân yoktur!
Kapatıldığı da bir gerçek ha! Bu böyle olduğuna göre, o
sarı lider ortadan suret-i katiyetle kaldırılacaktır diye
haykırıyordum. Atatürk'ün mason cemiyetini kapatması
bizi pek derin bir düşünceye sevk etmişti. İlk anlarda
Kemal Atatürk'ü silâhla ortadan kaldırmayı düşündük.
Çünkü, o, felsefemizin Türkiye'de yerleşme imkânlarını
ortadan kaldırmıştı. Kendisinin de ortadan kaldırılması
son derece elzemdi. Nihayet bir gün Kremlin kat'i
kararını verdi. Onun ölümü esrarengiz olacak ve kendine
göre esrar arz edecekti." (Deli, 2004).
Avram Benaroyas'ın açıklamalarında mason cemiyeti
kapatıldıktan sonra mason biraderlerin, cemiyet sanki hiç
kapatılmamış ve Atatürk'le aralarında hiçbir ihtilâf
yokmuş gibi vaziyet aldıklarını ifade ettiği açıklamasında,
"İmkân buldukça, onun her hareketini alkışladılar ve
zamanla onun etrafında bir çember vücuda getirdiler ki,
sarı lider kendiliğinden bu çemberin içine girip bize
hayatını teslim etti. Doktorlarımız Atatürk'ün ölümünün
294
Faruk Arslan
ani oluşunu tehlikeli gördüklerinden, 1937 yılı ortalarında
ismini açıklayamayacağım bir doktor, bazı şöhretlere
dayanarak Atatürk'e ilk darbeyi sinir organlarını zaafa
düşürmek suretiyle indirdi. Böylelikle gösterdiği tedavi
usulü, Atatürk'ün sinir organlarını felce uğrattı. Atatürk'te
zaman zaman burun kanamaları, baş dönmeleri, istifralar,
karşısındaki arkadaşı tanıyamazlıklar kendini göstermeye
başladı. Onun pek elim bir vaziyette olduğunu, beşinci
kollarımızın ajanları, gizliden gizliye yaymağa ve
hastalığın öldürücü olduğunu efkârı umumiyeye
duyurarak millî hislerde zaaf hâsıl etmeye çalıştılar.
Atatürk'ün hastalığı efkârı umumiyede şüyû bulunca
vazifemizin birinci faslı muvaffak oldu" (Deli, 2004).
Kitapta bundan sonraki aşamalara ise yine Yunan Halk
cephesi gazetesinden alınan Farmason Apostolos
Grazos'un açıklamalarında yer verilmiş. Apostopolos'un
açıklamalarında, "Filistin Siyon kolonilerini meydana
getirmek için, Osmanlı İmparatorluğu'nu parçaladık.
Bundan sonra yapılması elzem olan, ikinci, üçüncü ve
dördüncü vazifeler geliyor ve bunları seri olarak tatbik
etmek isteniyordu ki ; Doktor Abravaya ve Fissenger
cidden bu işte fedakarâne çalıştılar. Bazı Avrupalı tıp
dahileri, siroz mütehassısları, sarı liderin hastalığı ile
meşgul olmak istediklerini bildirmişlerse de; Türkiye'deki
mukaddes üçgenimizin meydana getirdiği muhkem mevki
ve selâhiyetlerini cemiyetimize muhalif olanlara sarı
liderin tedavisinde vazife vermemekle bize pek âlâ ispat
ettiler. Sarı liderin ölümü bir gün meselesi hâline
gelmişti. Onun ölümünden her suretle istifade etmeliydik.
Türkiye'nin ikinci Mason lideri kimyager Mustafa Hakkı
Nalçacı, bunun üzerine Kremlin'e davet edildi. Üstad
Moskova'ya vardığında yüzü sararmış ve korkak, ürkek
295
Faruk Arslan
bir hâle bürünmüştü. Sovyet Hariciye Komiserliği,
Nalçacı biraderimize samimi alâka göstererek kendisini
hoşnut etmek için bütün imkânlarını seferber etmişti"
deniliyor.
Masonların Türkiye'nin ikinci mason lideri Mustafa
Hakkı Nalçacı'yı Kremlin'e davet etmesinin ardından
Apostolos Grazos'un açıklamaları kitapta şu şekilde
devam ediyor: "Moskova'ya ulaşmasının hemen
akabinde, büyük ve şahane bir yerde ilk toplantı yapıldı.
Ben, Laurenti Beria ile yan odada ses alma cihazıyla
içeride cereyan eden muhavere ve müzakereyi takip
ediyorum. Nalçacı, Türkiye'nin siyasî ve askerî icraatına
ve kuvvetine dair etraflı malûmat taşıyan, bir dosyayı
tevdi etti. Birkaç gün sonra anladım ki, Nalçacı'nın tevdi
ettiği bu dosyadan Kremlin çok memnun kalmıştı.
Nalçacı, Atatürk'ün mason doktorlar tarafından yanlış
teşhis ve tedavi neticesinde öldürüldüğü, Türkiye Genel
Kurmayı tarafından öğrenilirse, gayet müşkül vaziyete
düşeceklerini ve eğer bu âkıbete maruz kalırlarsa,
Kremlin'in Çankaya nezdinde siyasî bir tazyik yaparak
serbest bırakılmalarının temini hususunda ısrar ediyordu.
Yoldaşlar, her vesile ile Türkiye'deki mukaddes
üçgenimizi müdafaa etmenin kendi menfaatimiz icabı
olduğunu izah ettiklerinde, Nalçacı bundan memnun
olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Nalçacı'nın Atatürk'ün
ölümünü müteakip, Nazım Hikmet'in riyaseti altında bir
hükûmetin teşekkülü, gayri ihtiyarî bazı dedikoduların ve
tereddütlü düşüncelerin çıkmasına yol açacağı, ölümü
tabiî sebeplerden olmayıp, kasıt olduğu öğrenilirse
mürteci Mareşal Çakmak'ın tabancasına hedef olunacağı
itirazıyla karşılaştı, denilmekteydi."
296
Faruk Arslan
Atatürk"ü de masonların öldürttüğü artık ortaya çıktı.
Nedense yine Mason Bektaşilerden bahsedilmiyor. Yurt
Partisi Genel Başkanı Saadettin Tantan, Milli Kuvvaiye
adlı web sayfasına ve Yeni Çağ gazetesine yaptığı
açıklamada, ‘masonların öldürdüğü kesin’ diyordu. Peki
Komünist veya solcu oldukları bilinen Bektaşi masonları
devletin tüm imkanlarından Atatürk sayesinde
yararlanmasına rağmen neden ondan kurtulmak
istemişlerdi?
Atatürk, yeni bir cumhuriyeti kurarken, 13 milyonluk
ülkede yetişmiş insan gücü ve bilgi eksikliği vardı.
Mason Bektaşileri Selanik’ten ithal etmesi zorunluydu.
Atatürk, masonik kuşatma altında olduğunun farkındaydı.
O çevrelerden geldiği için adamlarının mayasını
biliyordu. Atatürk’ün çok gençken Masonluğa girdiğini
ve çıktığını bir tanıktan öğrenebiliyoruz. ‘Atatürk’ün
Uşağı İdim’ adlı hatıratında Cemal Granda’ya göre
Atatürk, bir İzmir gezisinde söz Masonluktan açılınca
herkesi şaşkına çeviren bir hatırasını anlatmıştır.
Aktarıyorum:
“Bir zamanlar ben de mason olmuştum. Bir gün bir
arkadaşım beni alıp Beyoğlu’ndaki Mason cemiyetine
götürdü. Daha ne olduğunu bile anlayamadan kendimi
cemiyetin içinde buldum. Mermer merdivenlerden büyük
bir salona indik. Orada yüzlerini göremediğim bir takım
kişiler vardı. Bizi buyur edip oturttular, kahveler
sundular, hal hatır sordular. Orada fazla kalmadık, tekrar
merdivenlerle daha da aşağı indik. Bir öncekinden daha
geniş salonda bulduk kendimizi. Salonda büyük bir
kalabalık toplanmış, kılıçlı bir tören yapılıyordu. Bu işleri
daha önceden bildiğini anladığım arkadaşım beni
kolumdan tutmuş, durmadan ne yapmam gerektiğini
297
Faruk Arslan
anlatıyordu. Kılıçların arasından geçip kutsal bir kitaba el
bastık. Bütün bunlar olup bittikten sonra dışarı çıktık.
İçeride çok sıkılmıştım. Bu olaydan sonra bir daha ne o
binaya gittim, ne de oradakilerle karşılaştım. Şimdi
gitsem, arasam o binayı belki de bulamam. İşte benim
masonluğum bundan ibaret…”
İttihat ve Terakki'nin Mason bağlantısı Talat Paşa'nın
Osmanlı Büyük Doğu Locası'nın Büyük Üstadı olmasıyla
belirginleşirken, Mustafa Kemal'in örgütle ilişkisinin
kesilmesi de böyle oldu. Çünkü o asker-siyaset ilişkisine
ve Masonluk bağlantısına karşıydı. Osmanlı medyasında
Sabataycı ve mason tartışmalarını yakından takip etmişti.
Siyonizm damgası İttihatçı olan ama yönetici kademede
yer alamayanlar kızgınlıklarını siyonizm suçlamasıyla
tatmine çalıştılar. Mısırlılar'ın Osmanlı büyük locasına
ilgi göstermesinden rahatsız olan İngilizler de onlara
destek verdi. İttihatçıların Mason bağı ilk kez 25 Temmuz
1908 günü Selanik'te anayasanın ilanı şerefine yapılan
sokak gösterilerine Mason locaları temsilcilerinin de
katılmasıyla ortaya çıktı. Bayraklarıyla yürüyüşe katılmış
ve vatanın kurtarıcıları arasında alkışlanmışlardır. Ancak
bütün ülkede yaşanan ilk coşku içinde Mason öğesine
özel bir ilgi gösterildiğini söylemek güçtür. İtalyanlar bile
rolleri bulunan oluşumu ancak üç hafta sonra öğrenebildi.
Osmanlı ülkesinde ise hem localar hem de Masonluğa
aday olanlar arasında yepyeni bir canlanma belirdi.
Localar eski ihtiyatlılıklarını bırakıp daha kolay üye
almaya, tekris yapmaya yöneldiler. Eskiden hafiyelerin
izlemesi korkusunu taşıyan sade vatandaşlar ise, bu
üyeliğin İttihat ve Terakki ile ilişki kurmayı
kolaylaştıracağı kanısıyla ilgiyi artırdılar. Ortada bir Türk
obediyansı bulunmadığı için yabancı kurumlar, özellikle
298
Faruk Arslan
Fransız, İngiliz, İtalyan locaları daha çok çalışmak
ihtiyacını duydular. İttihat ve Terakki'nin Cemiyet
gizliliğini 1908 Kasım ayındaki birinci kongresinde de
devam ettirmesi ve bir fırka (parti) niteliğine tam
bürünememesi bu ilgiyi teşvik ediyordu. Bu ilgi, İttihatçı
liderleri Bağımsız Osmanlı Masonluğu kurma
düşüncesine yöneltti. Yabancı güdümünde kalmak
istemiyorlardı. Öncelikle Eski ve Kabul edilmiş İskoç
Riti üzerine bir yüksek şura kurmak gerekiyordu. Bunun
için de mevcut ve muntazam bir Yüksek Şura tarafından
doğurulmak, sonra da diğer Şura'lardan onay almak şarttı.
Avrupalılar'ın böyle bir izni vermeyi pek arzulamadıkları
kısa zamanda fark edildi. Türk piyasasını ellerinden
kaçırmak istemiyorlardı. Karşı olan İngiliz ve Fransızlar'a
karşılık İtalyanlar bir süre direndikten sonra onay
verdiler. Macaristan, Belçika ve İsviçre'nin de onayıyla
Yüksek Şura kuruldu. 31 Mart ayaklanması hazırlıkları
bir süre durdurduktan sonra Haziran 1909'da Osmanlı
Büyük Doğusu'nun kurulma hazırlıkları tamamlandı.
Buna da Avrupalılar karşıydı. Bunun kendi localarını
ellerinden kaçırmak sonucunu vereceğini düşünüyorlardı.
Büyük Doğu'nun üstatlığına da Talat Bey getirildi.
Yüksek Şura ile Büyük Doğu arasındaki ilişkileri
düzenleyen konkordato da 1 Kasım 1909 da düzenlendi.
Aynı sırada iki girişim uzun süreli olarak Osmanlı-İngiliz
ilişkilerini etkiledi. Osmanlı Masonluğu ile bütünleşmeyi
arzulayan Mısırlı milliyetçilerin İttihat ve Terakki ile
ilişki kurmaları İngiltere'yi çok rahatsız etti. Mısır'daki
Mason örgütünde operasyonla kendi yandaşlarını
üstatlıklara getirdiler. Diğer yandan da, İttihatçı heyetin
Paris'ten sonra Londra'ya giderek uzlaşma yolunda
yaptığı önerileri reddettiler. Anglo- Amerikan alemince
299
Faruk Arslan
tanınmamış localardaki dogmaları Masonluk dışı girişim
sayıyorlardı. Açıkçası onların onayladıkları bir
Masonluğun dışındakileri kabul edemiyorlardı. Aynı anda
1909'un ekiminde de İttihat ve Terakki'nin ikinci
kongresinde anti-Masonluk gündeme geldi. Mustafa
Kemal'in teklifi, cemiyetin açık bir siyasi parti haline
gelmesinin yanı sıra askerlerin siyasetten çekilmesi ve
Masonluk'la ilişkinin kesilmesiydi. Bu önerisi sebebiyle
"mürteci" diye damgalanmış ve İttihat ve Terakki'nin
yönetimiyle ilişkisi tamamen kesilmiştir. Asıl olay
yaratan, cemiyetin yönetimine muhalif olan Miralay
Sadık'ın "Siyonistlik/ Farmasonluk aleyhindeki layihası"
idi. Talat, Cavit, Hüseyin Cahit ve Ahmet Rıza'yı bu
şekilde damgalıyor ve cemiyetten atılmalarını istiyordu..
Gerek Masonluk ve Siyonizm iddiası gerekse Talat ve
arkadaşlarının dışlanması önerisi reddedilmekle birlikte,
bu tartışma İttihat ve Terakki'ye karşı bir suçlamanın
kendi içinden başlatılması açısından önemliydi. Durup
dururken bütün 1908 devrimi, Abdülhamit'in Yahudilere
vermek istemediği Filistin topraklarını Yahudilere teslim
etmek için Mason ve Siyonistler'le anlaşma kalıbına
dönüştürülmüştü.
Arkasından Mecliste kurulan muhalefet partisi Ahali
Fırkası gündeme ana konu olarak Maliye Nazırı Cavit
Bey'i getirdi. "Masonluk" ve "Dönme" başlıca
suçlamaydı. Bu sırada 1910 yılı ortalarında Osmanlı
Büyük Doğusu ardı ardına İskenderiye'de dört loca açınca
Mısır'ın elden gitmekte olduğu korkusu İngilizleri sardı.
Bütün politikalarında Siyonizmi destekleyen ve
Masonluğu kendi malı sayan İngilizler'in propaganda
için, İttihatçıların Masonluğu ve Siyonistliği üzerinde
yayın yapmaları gerçekten ilginçtir. Cavit, 1912 başında
300
Faruk Arslan
İngiliz Morning Post gazetesine verdiği demeçte bu
iddiayı şöyle yalanlar: "Komitemizin hepsinin ya da bir
kısmının Siyonist oldukları ya da etkisinde kaldıkları
yanlıştır. Kanımca Siyonist ideal Türkiye'de asla
gerçekleşir şey değildir. İtalyan hariciyesinin çok
güvendiği Selanik Konsolosu Musevi Primo Levi de
verdiği raporda, Osmanlı parlamentosundaki aralarında
Karasso da bulunan- dört Musevi milletvekilinin
hiçbirinin Siyonist olmadığını belirtmiştir. Bu kampanya,
o güne kadar dindar çevrelerce de yerilmekte olan
Abdülhamit'in övülmesi ve İttihatçıların her şeyden suçlu
bulunması kampanyasının başlamasına sebep oldu.
Özellikle eski sultanın Mason localarını kontrolde tutması
onlara eylem alanı bırakmaması vurgulanıyordu. Buna
karşılık İttihatçılar'ın lideri Talat Bey'in Büyük Üstat
atanması geçerli bir sebep oluyordu. İşin ilginci, İngiliz
esinli kampanyada Siyonizmin Alman yanlısı bir akım
olduğu bile ileri sürülüverdi. İttihat ve Terakki,
Siyonizmle ilişkisi olmadığını açıklamakla birlikte
kampanyayı durdurmayı beceremiyordu. İşin ilginci,
İttihatçı iken muhalefete geçen ve Mason olduğu bilinen
Rıza Tevfik bile, yeni yandaşlarının sürdüğü anti-Mason
kampanya kadar karşı tarafın da kendilerini mürtecilikle
suçlamasından da rahatsızdı: "Bazı kişiler diğerlerini
Mason diye itham edip halk nazarında düşürmeye ve
sonra tahakküm etmeye çalışıyorlar. Buna uğrayanlar da
karşılarındakileri Melamilik ile suçlamak istiyorlar.
Halbuki düşünmüyorlar ki asıl irticailiğin kullandığı silah
budur... Yeter artık bu günahtır."
Ona yanıt olarak sunulan bir yazıda ise şöyle
söyleniyordu: "Konuşmalarında saçmalıyorsun.
Farmasonlar'a yöneltilen eleştirilerin sebebi, İttihat ve
301
Faruk Arslan
Terakki'nin cemiyetini bir bölge hükmünde bırakacak
yolu tuttuğu, cemiyet içinde cemiyet şekline girmek
istidadını gösterdiği ve kökü dışarıda olan siyasi ve dini
cemiyetin mukadderatı milliyemize tesirinin kabul
edilemeyeceği içindir. Eğer aynı hedefi izleyen
cemiyetler varsa, bütün millet onlara da aynı gözle
bakacaktır. Lakin 5-10 asude dervişle, beş on milyon
efrada malik ve dünyanın en muktedir maliyeci ve
siyasileri tarafından idare edilen bir cemiyeti karşı tutmak
için tamamiyle cahil olmak lazım gelir."
Şeyhülislam Mason muydu? Tartışmaları çok kızıştıran,
Şeyhülislam Musa Kâzım Efendi'nin Masonluğunun
gündeme getirilmesi oldu. Tekrisinin yapıldığı loca
konusunda tam bir fikir birliği yoktur, değişik isimler
veriliyor. Ayrıca bu konuda araştırma yapan tarihçiler
arasında olayın doğru olup olmadığını hiç tartışmayanlara
da rastlanıyor. Musa Kâzım, 28 Kasım 1911'de
yayınladığı ve Tanin'in yanısıra dinci kesimin sözcüsü
Sıratı Müstakim'de de yayınlanan savunmasında iddiayı
şöyle reddeder: "Dini İslama karşı olup da bana isnat
edilen her bir mezhep veya mesleki kemali şiddetle
reddeder ve selameti memleket ve dinin korunması adına
bu gibi aldatmalara asla önem vermemelerini ve o gibi
boş sözleri bütün kalpleriyle, dilleriyle red eylemlerini
bütün İslam ahalisine tavsiye ederim (...) Çünkü selameti
din ve diyanetin ancak bu noktada bulunduğunu halisane
ihtar ederim." Kimse ortaya tam bir belge koyamadı ama
"şüyuu vukuundan beterdir" kuralınca, iddianın yayılması
tartışmanın olağanüstü bir boyuta varmasına sebep oldu.
Musa Kâzım hükümet değişikliği ile görevinden
ayrılacak ama Dünya Savaşı sırasında tekrar aynı
makama atanacaktır.
302
Faruk Arslan
Masonluğun gizli bir topluluk sanılmasının nedenlerinden
biri, üyelerinin çok eski zamanlardan bu yana
kullandıkları sembolik işaret ve sözlerdir ve bir Mason
camiaya girerken bunları açıklamayacağına dair yemin
eder. Eski dönemlerde masonların meslek/ derece
ayırımlarını göstermeye yarayan bu gibi işaretler,
günümüz Masonluğunda sembolik olarak aynı amaçlar
için kullanılmaktadır. Aslında gerek Masonluk'tan
ayrılanların, gerekse ketum olmayan üyelerin
açıklamalarıyla bütün bu işaretler ve kelimeler değişik
zamanlarda kamuoyuna yansımıştır. Ancak bir Mason,
kimseye açıklamayacağına dair yemin ettiği şeyleri
anlatması yeminini bozmak anlamına geleceği için,
bunları kendine saklar. Bu, günümüz Masonlarınca bir öz
disiplin, ketumiyet sembolü olarak da değerlendirilir. Öte
yandan, Masonluk, üyelerine Mason olduklarını
açıklamaları ya da gizlemeleri için baskı yapmaz. Her
üyenin kendince gerekli bulduğu hallerde sadece
kendisinin Mason olduğunu açıklama hürriyeti ve yetkisi
vardır. Ancak bir Mason, başka bir üyenin Mason
olduğunu açıklamak yetkisini kendinde göremez. (
Koloğlu, 1995).
Atatürk, masonların gücünü ve bağlantılarını en iyi bilen
isimdi. Buna rağmen öldürülme riskini göze alarak
Mason Localarını 1935’de kapatması, ucu dışarıda
oluşumlara nasıl nefret duyduğunu, millici olduğunu
gösterir. Masonlarla savaş başladı, ama dost olarak
gördüğü bizzat Mason Bektaşi doktorları tarafından yavaş
yavaş zehirlenerek öldürüldüğünü anlayamadı. ( Mert,
2006). Atatürk öldükten sonra Mason Locaları 1948’e
kadar kapalı kaldı. Bu aşamadan sonra dikkat ederseniz,
Atatürk"ü kendi halkından soğutma çabalarının ağırlık
303
Faruk Arslan
kazandığı görülüyor. Masonlar, kendilerini lağveden
Atatürk"ten intikam alıyorlar. Atatürk"ü manen de yok
etmek için çalışıyorlar. İnönü devrinde paradan resmi
çıkartılıyor. Ancak Adnan Menderes geldikten sonra onu
koruma kanunu çıkartılıyor. Mason Bektaşiler, bu sefer
onu aşırı putlaştırarak dindar müslümanlara taşlatıyorlar.
Türkiye Cumhuriyeti o yıllarda İttihat ve Terakki"nin
kuruluşundaki mason hakimiyetini temizleyememişti.
Yani Mahmut Esat Bozkurt"un 1930"da Bakanken
Meclis"te istifa etmesindeki verdiği mesaj da çok
önemlidir. Atatürk dahi bir şey yapamamıştır. Atatürk"ün
Mahmut Esat Bozkurt"u çağırtıp bu Mason Locaları ile
ilgili gündem dışı konuşma yapıp “hemen bunu
kapatmamız lazım” demesinden sonra Atatürk"ün sonu
gelmiştir.
Peki bu masonlar ne yaptı? Atatürk"ü din düşmanı
yaptılar. Oysa Atatürk, parçalanmaya karşı milletin
itikatta ve amelde birleşmesi için o günkü alimlere
kitaplar yazdırtmıştır. Ondan sonra gelenler dini bir
yaşam tarzı gibi göstermemiştir. Dinin babadan dededen
gelme batılın da içine karışması ile yozlaşmış bir şekilde
devam etmesini istemişlerdir. Bu, Türkiye"yi kullanmak
isteyenlerin işine gelmiştir. Oysa bizim bu gücün empoze
etmeye çalıştığı dine karşı geleneksel İslam"ı
savunmamız gerekirdi.
Hem aydınlanma çağında, hem de hızlı okullaşma
döneminde, açılan okullara hep masonların sızdığını
görüyorsunuz. Türkiye"deki Mason Locaları"nın bağlı
olduğu mason mahfilleri, Türk biraderlerine desteği eksik
etmiyorlar. Türk masonlarına övgü yağdırıyorlar. Hür ve
Kabul Edilmiş Mason Locaları"nın yeni büyük üstadını
304
Faruk Arslan
seçmesinden sonra Fransız masonların büyük üstadı
Quillardet"in övgüsü basında yer almakta gecikmedi.
Fransız mason, Türk biraderlerinin Türkiye"de
Cumhuriyet"in ve laikliğin kuruluşunda büyük rolü
olduğunu iddia etti. Türk masonlarının güçlü bir geleneği
olduğunu da öne süren Fransız mason, başörtüsü sorunu
konusunda da Türkiye"de yapılanlara destek verdi, "Biz
de Fransa"da yasaklanmasına çalışıyoruz" dedi.
Milli Mücadele’yi zaferle taçlandıran ve Cumhuriyet’i
kuran Mustafa Kemal Atatürk, tarih sahnesine çıkınca,
1919’dan 1938’e kadar, yaklaşık 20 yıllık sürede, her
dönemde belli bir ekiple hareket etti.
Atatürk’ün Cumhuriyetçi kadrosunda görev alanların
büyük bölümü Mason Bektaşi yada Mason veya
Bektaşidir. Bir bakıma yönetim ve devrimlerin
gerçekleştirilmesi Masonlara ve Bektaşilere emanet
edilmiştir. Fethi Okyar, Rauf Orbay, Refet Bele Paşa, Ali
İhsan Sabis Paşa, Meclis Başkanı Kazım Özalp Paşa,
Meclis Başkanı Abdülhalik Renda, Başbakan Hasan
Saka, İçişleri Bakanları Şükrü Kaya ve Mehmet Cemil
Ubaydın, Dışişleri Bakanları Bekir Sami Kunduh ve
Tevfik Rüştü Aras, Sağlık Bakanları Rıza Nur, Adnan
Adıvar, Refik Saydam, Behçet Uz, Milli Eğitim
Bakanları Reşit Galip, Hasan Ali Yücel, Ekonomi Bakanı
Sırrı Bellioğlu, Milletvekilleri Cevat Abbas, Atıf Bey,
Edip Servet Tör, Yunus Nadi, Reşit Saffet Atabinen,
Memduh Şevket Esendal, Hilmi Uran, Tevfik Fikret
Sılay, Ahmet Ağaoğlu, Ankara Valisi Nevzat Tandoğan
ve Belediye Başkanı Süleyman Asaf İlbay, İstanbul
Valileri Muittin Üstündağ, Lütfü Kırdar, Danıştay
Başkanı Mustafa Reşat Mimaroğlu, Jandarma Genel
Komutanı Galip Paşa, İstiklal Mahkemesi Başkanı Necip
305
Faruk Arslan
Ali Küçüka, Amiral Mehmet Ali Paşa Atatürk’ün
çevresinde ülkeye hizmet etmiş Masonlardır. İçlerinden
15 tanesi Bektaşidir. ( Noyan, 2006).
Atatürk’ün çok geniş bir çevresinin olduğu; sivil asker
bürokraside, politikada, iş dünyasında, kültür sanat
alanında, üniversitelerde ve vatandaşlar arasında pek çok
dostunun bulunduğunu biliyoruz. Bu yüzden Atatürk’ü
kuşatan insanları, yakın çevresi, iş çevresi ve uzak çevresi
diye gruplandırabiliriz diye düşünüyorum. Şüphesiz bu
guruplar arasında geçişkenlik var.
Atatürk’ün yakın çevresine, Çankaya sofralarının
vazgeçilmez simaları olarak “Zevat-ı Mutade” denildiğini
biliyoruz. Asıl incelenmesi gereken de, bu “Zevat-ı
Mutade” olsa gerek. Yakın tarih okumalarımdan bende
oluşan izlenimi açık yüreklilikle ifade etmeliyim ki
“Zevat-ı Mutade” incelendiğinde, Atatürk’ün Yahudi,
Dönme ve masonlar tarafından kuşatıldığı net bir şekilde
görülecektir.. “Zevat-ı Mutade” arasına gidip gelelerin
kontrol edildiğini, görüşmesi istenmeyen kişilerin çeşitli
düzenlerle uzaklaştırıldığı, Atatürk’ün de bunun farkında
olduğu da kolayca tespit edilecektir.
Ne demek istediğimi sanırım, Atatürk’ün Masonluğu
yasakladıktan sonra, bunun genelde Türk siyasetine,
özelde “Zevat-ı Mutade”ye etkisini tespit edenler, rahatça
anlayacaklardır. Atatürk’ün müdahalesiyle Türkiye
Cumhuriyeti’nde 10 Ekim 1935 tarihinde masonluk yasak
haline geldikten kısa bir süre sonra İsmet Paşa hükümeti
devrilmiş ve masonlar “Zevat-ı Mutade”den başlayarak,
hükümetten, devlet kademelerinden uzaklaştırılmaya
başlanmıştır.. Masonluk ancak 1948 yılında, İsmet İnönü
döneminde yeniden serbest haline gelecektir..
306
Faruk Arslan
Burada, masonların “Zevat-ı Mutade”den
uzaklaştırılışına bir örnek vermek isterim: Atatürk’ün kız
kardeşi Makbule hanımın tanıklığına başvuracağım.
Makbule hanım, Cevat Abbas Gürer’in “Zevat-ı
Mutade”den çıkarılıp uzaklaştırıldığına tanık olmuştur.
Bilindiği gibi Cevat Abbas Gürer yıllarca Atatürk’e
yaverlik etmiştir, hatta ondan Bolu Milletvekiliğini
koparmıştır.. Dolayısıyla masonlar, Atatürk’e yakın bir
üyeleri olması nedeniyle Cevat Abbas Gürer’le övünürler.
“Zevat-ı Mutade”de yer alan masonlar tespit edilebilir.
Böylece masonların Atatürk üzerindeki etkisi de açığa
çıkacaktır.. “Hangi dönemde, ne oranda etkiliydiler?”
sorusunu da cevaplamak mümkün olacaktır böylece.
Makbule hanım,“Makbule Atadan Anlatıyor: Ağabeyim
Mustafa Kemal” isimli kitapta Şemsi Belli’ye bir gece
Savarona yatında Atatürk’le aralarında geçen bir
konuşmayı aktarır. Makbule hanımın ağabeyi Atatürk’e
“İsmet Paşa nerelerde? Epey zamandan beri gördüğüm
yok..” diye sorduğunda Atatürk’ün de “Bilmem!” cevabı
verdiği göz önüne alınınca, bu konuşmanın, Atatürk’ün
İsmet İnönü’yü iktidardan ve “Zevat-ı Mutade”den
uzaklaştırdığı dönemde, yani masonluğun yasaklandığı
1935 sonrasında gerçekleştiği hemen anlaşılır. Çünkü
Atatürk, İsmet İnönü’yü Başbakanlıktan almış, yerine
Celal Bayar’ı geçirmiş ve daha sonra da görüşmemiştir.
Makbule hanım, “Zevat-ı Mutade”den çıkarılan Cevad
Abbas’ı sorar. “Peki ya Cevad Abbas? O da ortalarda
yok…” der. Atatürk, “İzinli; iki aydan beri izinli Cevad
Abbas!” cevabını verir. Makbule hanım, “Mühim bir işi
mi vardı?” diye sormaya devam eder. Atatürk, “Kızını
evlendirecekmiş!” diyerek geçiştirmek ister. “Peki bu
düğünü niçin sizinle yapmadı?” diye soru sormayı ısrarla
307
Faruk Arslan
sürdüren Makbule hanım, Atatürk’ün tavrını “Atatürk
sustu…Cevap vermedi…üzgün olduğu belliydi…”
sözleriyle anlatır.
Makbule hanım, bu olay üzerine Cevad Abbas’a gider:
“Kalktım, hazırlandım…Doğru Cevad Abbas’ın evine
gittim…Hakikaten Cevad Abbas kızının düğün hazırlığı
ile meşguldü…Fakat ağabeyimle aralarında bağzı
bilmediğim şeylerin cereyan ettiği belliydi. “Niçin
ağabeyimi üzüyorsun?”dedim.”
Cevad Abbas’ın Makbul’e hanıma cevabı ilginçtir: ”
Kılıç Ali, Salih Bozok ve birkaç arkadaşı vardı
sarayda…Bana aynen şöyle dediler: “Sakın ha Atatürk’ün
karşısına çıkma! Gözüne görünme!..Sana fena muamele
yapar!.. Hatta kolundan tutup dışarı bile attırabilir..
Kovabilir seni huzurundan!. Bunları işittikten sonra
Atatürk’ü rahatsız etmek cesaretini kendimde
bulamadım.”
Makbule hanım, Cevat Abbas ziyaretini anlatmaya
devam eder: “Cevad Abbas’ın bu korkusu ve endişesi
yersizdi… ‘Yanılıyorsunuz’ dedim, ‘ağabeyim sizi çok
sever’” Ne var ki Cevad Abbas’ın endişesi vardır:
’Biliyorum, fakat kızgınsa?’ Makbule hanım, “Vallahi
yalan söylemişler size.. Atatürk’ün böyle bir kızgınlığı
yok sizin için.. İtimad edin bana…” der.
Olayların arka planını bilmediği için Makbule hanımın
Cevat Abbas ile Atatürk’ü barıştırma girişimi
başarısızlıkla sonuçlanır. Dolayısıyla “Cevad Abbas’ı,
arkadaşları bir hayli zehirlemişlerdi..” diyor. Cevad
Abbas, Makbul’e hanımın ısrarı karşısında “Gelmekten
çekiniyorum hanımefendi, dedi. Israr etmeyin.. Belki çok
fena bir muameleye maruz kalırım.” demek zorunda
kalır..
308
Faruk Arslan
Atatürk’ün ünlü mason Cevad Abbas’ı nasıl
uzaklaştırdığını anlatan Makbule hanım, “Cevad Abbas
gelmedi..” diyerek safça üzüntüsünü belirtmekle kalmaz,
“Zevat-ı Mutade”ye ilişkin olarak yaptığı “Atatürk’ün
sofrasında sık sık yer alan bazı yakınları şu veya bu hissin
tesiriyle onunla ağabeyimin arasını soğutmaya muvaffak
oldular…” genel değerlendirmesiyle, bilmeden,
Atatürk’ün çevresini belli bir dönem masonların
kuşattığına da tanıklık eder.
Atatürk’ü kuşatan Yahudi, Dönme ve masonik çember,
Atatürk’ü koruma görüntüsü altında, aynı zamanda bir
yalnızlaştırma, hatta kontrol yoluyla etkileme ve
yönlendirme operasyonu olarak yürütüldü.
Bu her liderin çevresinde görülen sıradan “daha çok
yakınlaşmak için başkalarının ayağını kaydırma” tavrı
değildi. Apaçık belliydi ki Atatürk’ün çevresindeki
masonların bilinçli yürüttükleri “Zevat-ı Mutade”yi
kontrol etmeye dönük bir operasyondu. Atatürk hiç
kuşkusuz masonik kuşatma altında olduğunu biliyordu ve
zamanı gelince de bu kuşatmayı yarmayı başardı.
Masonlar kuşatmaya alarak Atatürk’ün halkla ve farklı
çevrelerle temasını uzun süre önlendiler. Dolayısıyla yurt
gezilerine çıkan Atatürk, halkın içine karışarak toplumun
içinde bulunduğu perişanlığı gördüğünde, derin üzüntü
duyuyordu. ( Yürekli, 2008).
Newweek'in 26 Haziran 1937 tarihli nüshasında
Atatürk'ün Arnavut baba ve Makedonyalı bir anneden
olduğunu, kanında 'Türk-Ermeni-Yahudi' kanı
bulunduğunu yazıyordu. Nereden uydurdularsa bu
karışımı? Halen Arnavutlar, Atatürk'ü ' Son Büyük
Makedonyalı' diye Arnavut sayar ve Makedonyalı
İskender ile özdeşleştirirler. Yabancılar, Mustafa Kemal'i
309
Faruk Arslan
dönme olduğunu kanıtlamak için Osmanlı sultanı
kızlarından yazar Kenize Murad'ın anılarını delil
gösteriyorlar.
Atatürk, Selanikten en çok ne çıkar sorusunu bir gün
çocukluk arkadaşı Nuri Conker'e sormuştu. Verdiği
cevabı ve Atatürk'ün tepkisini aktarmadan önce olayı
anlatan 12 yıllık hizmetkarı Cemal Granda'dan bu
sorunun neden sorulduğunu anlattığı anısına göz atalım:
Çankaya'da eski köşkte Selanikli berber Mehmet ve
berberber Rıdvan ile antrede konuşuyorduk. İkiside
Atatürkle hemşehri oldukları için kendilerini imtiyazlı
hissederler ve yüksekten konuşurlardı. O gün yine beni '
Biz Selanikliler olmasa kurtulamazdınız' diye kızdırınca
cevaben ' Biz kendimiz kurtulduk. Selanik'ten çıksa çıksa
Yahudi çıkar' dedim. O sırada merdivenlerden ağır ağır
inen Atatürk'ü görmemiştik. Konuştuklarımıza kulak
misafiri olmuştu. O akşam köşkün misafiri bir Selanikli
olan Nuri Conkerdi. Atatürk'e ara sıra
cumhurbaşkanlığını bana bırak diye takılacak kadar senli
benli, şakacı, Atatürk'ün nazına, kaprislerine dayandığı
biriydi. Atatürk, birden damdan düşer gibi ' Nuri bey
söylesene Selanik'ten ne çıkar? diye bir soru yöneltti. Bu
defa konu ciddiydi. Ama Conker yine dobra dobra cevap
verdi: Bol Yahudi çıkar Paşam!
Atatürk, gülümseyerek alaycı bir ifadeyle kökeni, nesebi
konusunda ileri geri konuşanlara tarihi cevabını verdi:
Benim içinde bazı kimseler Selanik'te doğduğumdan
Yahudi olduğumu söylemek istiyorlar. Şunu unutmamak
lazımdır ki, Napolyon da Korsikalı bir İtalyandı. Ana
Fransız olarak öldü ve tarihe Fransız olarak geçti.
İnsanların içinde bulundukları cemiyete çalışması
310
Faruk Arslan
lazımdır.
Yahudiler, Sebataycılar Mustafa Kemal'i Mason
localarını ucu dışarıda zararlı kurumlar diye kapatmasına
karşışılık elbette çok seviyorlar. Bunun sebebi Atatürk'ün
Sebataycı bir kültür çevresinde büyümesi, Selaniklileri
mübahide ile ülkeye getirmesi ve Hitler'in zulmünden
kaçan Yahudilerin Türkiye'ye sığınmasına izin
vermesinden kaynaklanıyor. Amerikan Forward
gazetesinde Atatürk ile ilgili bir yazı kaleme alan Hillel
Halkın adlı Amerikan asıllı bir İsrailli Yahudi gazeteci,
referans olarak Atatürk'le henüz 30 yaşında iken röportaj
yapan başka bir Yahudi gazeteci Itamar Ben-Avi'nin anı
kitabını kullanmış. 1940'da basılan anı kitabı henüz İsrail
kurulmadan yayımlandığı için burada yazılanlara
'İslamcıların komplo teorisi' olarak bakılamaz.
Bir anısında 1911'de Mustafa Kemal'le yaptığı sohbetlere
değiniyor. Mustafa Kemal, Trablusgarp cephesine
geçmek için Filistin topraklarındadır. Kudüs'te Kamenitz
Otel'ine giderek tesadüfen Osmanlı subayı Mustafa
Kemal'li bulur. Savaşın nasıl sona ereceği konusunda
memleket meselelerini konuşurlar. Genç subay, Enver ve
Cemal Paşalara olan güvensizliğinden bahseder. Bir kaç
defa daha ziyaretine gider. Toplantılarının birinde
Mustafa Kemal, Sabetay Sevi'nin soyundan geldiğini,
ancak Yahudi olmadığını, çocuk iken babasının kendisine
Venedik'ye basılmış eski bir Tevrat'ı okuyabilmesi için
bir Karaim Yahudisi öğretmen tuttuğunu anlatır.
Öğrendiği tek şey şu duadır: Shema Yısrael Adonai
Eloheıhu ve Adonai Ehad. Yani; Dinle ey İsrail Rabbimiz
olan Allah tektir.
Itamar Ben-Avi'nin anıları İbranice basılmış ve hemen
tükenmiş. Bu anıyı yazısında referans olarak kullanan
311
Faruk Arslan
Hillel Halkın, 1994'de İsrail Cumhurbaşkanının Ankara
ziyareti öncesi cumhurbaşkanı danışmanına Atatürk'ün bu
sözlerini iki ülke ilişkilerinin geliştirilmesinde kullanmayı
önerir, ancak bu konunun Türkiye'de hiç bilinmediğini ve
bilinmek istenmediğini öğrenerek hayrete düşer. Bunun
üzerine New York'ta 103 yıldır basılan Yahudi gazetesine
konuyla ilgili bir makale yazarak, aslen haham olan
Şemsi Efendi'nin yönetimindeki Fevziye Mektebi
yıllarında gördüğü eğitiminden başlar, Selanik'ten kaçan
Yahudilerin kendi içlerinden böyle bir lider çıktığı için
gurur duymalarına kadar her ayrıntıyı kaleme alır.
Yazar Abdurrahman Küçük'e göre, Atatürk'ün ailesi
Konya'dan Makedonya'ya göç eden Kocacık
Yörüklerinden. Bir iddia ise, Aydın Söke'den göç eden
Kocacık Koca Hamza Yörüklerinden oluşu yönünde.
Atatürk'ün seceresini araştıran Avni Altıner'e göre
Arnavut diye çağrılan babası Ali Rıza efendinin
amcasının adı Hafız Kırmızı Mehmet ve nüfus kaydı
Söke'de bulunuyor. Enver Behnan'ın Kemal Atatürk ve
Milli Mücadele kitabına göre, babası Ali Rıza Efendi,
Manastır'ın Debre-i Bala Sancağı'nda doğdu. Onun
babası, yani bize hiç anlatılmayan Atatürk'ün dedesi
ilkokul öğretmeni Kızl Hafız Ahmet Efendidir. Belki de
hafız olduğu için resmi kitaplarımız hiç bahsetmedi. N.
Nazif Tepedelenlioğlu'na göre Atatürk'ün doğum yeri,
tarihi hepsi yanlış. Atatürk'ün Selanik değil bugünkü
Makedonya'da olan Tırnova'da doğması daha akla yatkın.
Aile 93 harbinin neticesi olarak 1884'de, yani Atatürk 3
yaşında iken Selanik'e göç etmiş. 1990'lı yılların başında
Ankara'ya gelen Makedon Eğitim Bakanı Dr. Dimitar
Bajaldziev, dönemim Eğitim Bakanı Nevzat Ayaz'a
Atatürk'ün doğduğu evi halen koruduklarını söylemiştir.
312
Faruk Arslan
Konuyu duygusal evhama kapılmadan değerlendirmek
lazım. Atatürk, İstiklal Marşı yazarımız Mehmet Akif
gibi babası Arnavut olsa da kendini Türk hissettiği için
Türk'tür ve bu millete en büyük hizmetleri yapmıştır.
Cumhuriyetin kuruluşunda ünlü Türkoloğumuz Ziya
Gökalp, Azerbaycan'dan gelmiş Türkçüler Mehmet Emin
Resulzade ve Ahmet Ağaoğlu, Tataristan'dan gelmiş
Yusuf Akçura gibi aydınların etkisinde kalarak ulus
devlet anlayışında Türkçülük üst kimliğine dayalı bir
devlet kurmuştur. Kütüphanesinde Fransızcayı iyi
derecede bildiği için çoğu Fransızca 6 bine yakın kitap
vardır. Bu nedenle Fransa'nın kabul ettiği milliyetçilik ve
ulus-devlet yapısını benimsemiştir. İngilizlerin dayattığı
etnik milliyetçiliği reddetmiştir.
Atatürk hakkında resmi tarihimiz dışında konuşmanın
tabu olduğunu biliyorum.Yahudi ve Sebataycılar, tabi
mason Bektaşiler ve Aleviler Atatürk'ü kendi malları
görerek sinsi bir benimseme politikası izliyor. Atatürk
sağ iken İsrail yoktu. Dolayısıyla İsrail politikasıda yoktu.
Sebataycıları bu ülkeye getirmesi, hem onların ticari
tecrübelerinden yararlanma, hemde memleketine
vefasından dolayıydı. Masonların gizli dış örgütlere bağlı
olduğunu biliyordu. Bu konuda okuduğu kitap ve yakın
çevresindeki masonlardan edindiği izlenim üzerine
Atatürk, mason localarını kapatarak dış mihrakların bu
ülkenin işlerine karışmasını engellemişti. Belki doğma
değil sonradan olma Selanikliydi. Fakir bir ailenin
çocuğuydu. Sebataycıların yoğun bulunduğu bir zeminde
geçen çocukluğunda ortama uyum sağlamak zorundaydı.
Kendini İttihat ve Terakki'yi kuran, örgütleyen
Sebataycılar içinde göstererek zirveye tırmanmasını
bilmişti. Unutulmamalı ki, ortaokuldan itibaren Atatürk'ü
313
Faruk Arslan
asıl yetiştiren Osmanlı ordusudur.
Selanik'ten en çok ne çıkar sorusunu sormaktan
çekinmeyen Atatürk kadar cesaretli olamıyoruz.
Arşivlerimiz açılır ve Cumhuriyetin ilk yılları didik didik
araştırılırsa yakın tarihimizi yabancılardan taraflı
öğrenmek zorunda kalmayız. Neden çekiniyoruz? İnkilap
tarihi öğretmenlerinin işsiz kalacağından veya yeniden
tarih öğrenmek zorunda kalacağından mı korkuyoruz?
Komplo teorilerine fırsat vermek istemiyorsak, açık
olmalıyız.
Mustafa Kemal ile Mason Bektaşi Osmanlı’nın son
Maliye Bakanlarından Cavid arasındaki sorunlu ilişki,
Atatürk’ün neden mason Bektaşileri hem kullanmaya
çalışıp hemde çekindiğini, hemde zamanı gelince
temizlediğini ispatlar mahiyetde. Cavid Bey, Ulusal
Kurtuluş Savaşı döneminde Ankara'nın "gel" çağrısına
olumsuz yanıt vermişti. Ama Halide Edip Adıvar'ı
gönderdi. Bu nedenle savaştan sonra Ankara Hükümeti
adına diplomatik girişimlerde bulundu. Fakat, danışman
sıfatıyla katıldığı Lozan görüşmelerinde Ankara'yı
dinlemeden, bazı kulis faaliyetlerine girdi. İsmet Paşa'yla
çatıştı. Cavid Bey, Mustafa Kemal'i küçümsüyordu. Peki
neden küçümsüyordu ? Cavid Bey, bu gücü nereden
buluyordu ? (Yalçın, 2006).
1926’da Atatürk’e İzmir Suikastı planı ortaya çıktığında,
soruşturmanın çerçevesi çok genişletildi ve İstiklal
Mahkemeleri aracılığıyla İttihat ve Terakki Cemiyeti
tarihe gömüldü. İdam edilen İttihatçılar arasında
Sabetayist/Karakaşî grubunun "ruhanî lideri" eski Maliye
Nazırı Cavid Bey de vardı. Aynı dönemde
Sabetayist/Yakubî grubun önde gelen ismi Ahmet Emin
Yalman da İstiklal Mahkemesi huzuruna çıkarıldı. O da
314
Faruk Arslan
idamla yargılandı. Son anda affedildi. Uzun süre
gazetecilik yapmasına izin verilmedi.
Sabetaycılar, üç-dört örgütte etkinlik gösterdi: Mason
locaları, İttihat ve Terakki, Melami ve Bektaşi tarikatı ve
ordu. Bugün de orduda Sabetaycılar, mason Bektaşiler ve
Sabetaycı mason Bektaşi generaller, pek çok subay,
kurmay subay var. Yeminli din düşmanları, halkının
inancına saygı göstermeyenler genelde bu kesimden
çıkar. Oysa gerçek Bektaşiliğin temeli hoşgörüdür.
CHP, kendisini İttihat ve Terakki'nin devamı olarak
görüp, devrimci bir kimlik edindiğini söylüyor. Devrimci
kimliği Sabetaycılar mason Bektaşilerle ortaya çıkardı ve
Türk siyasetini şekillendiren önemli bir faktör oldu.
Türkiye'deki sol hareketi kuranlar mason Bektaşi
Sabetaycılardır. Mustafa Suphi ve Şefik Hüsnü
Sabetaycıdır. Yıldız Sertel'in ‘Annem İçin’ isimli
kitabında uzun uzun Sabetaycıların Türk solunu nasıl
kurdukları açıkça yazılıdır. Yıldız Sertel'in annesi Sabiha
Sertel Sabetaycıydı, zaten kızı anılarında bunu anlatıyor.
Derviş ailesinden gelen önemli insanlar var ve bunlar
Yıldız Sertel'le akrabalar.
İttihat terakkinin beyin takımından iki kişi, Maliye Nazırı
Cavit ve Doktor Nazım Sabetaycıydılar hemde mason
Bektaşi. Ve bunlar örgütlendiler. İttihat ve Terakki
içindeki Sabetaycıların toplanması ve bunlar arasından
bazı kişilerin devlet mekanizmalarına getirilmesi için
çalışıldı. İttihat ve Terakki yönetimine baktığımızda
Emanuel Karasu'nun, ki Yahudidir, Cavit'in ve Nazım'ın
çok önemli olduğunu görüyoruz. İzmir Suikastı'nın, iki
sanığı olarak yargılanan Cavit ve Nazım asıldı. Bu
adamların suikastla ilgisi olmadığına dair ciddi iddialar
var. Peki o halde niye asıldılar? Hiç araştırılmadı. Cavit
315
Faruk Arslan
ve Nazım, aslında cumhuriyetin karakterine karşıydılar.
Onlar, Cumhuriyet Türkiye'sinin ittihatçı bir karater
taşımasını arzu ediyorlardı ve Atatürk iktidara geldikten
sonra ittihatçıları planlı ve sistemli bir biçimde temizledi
Atatürk'ün Sabetaycı olup olmaması önemli değil, ama şu
bir gerçek ki Atatürk, Sabetaycı kültürün içinde yer almış
bir insandı. Bir Atatürk ailesi var. Bu ailenin Bülbülderesi
Mezarlığı'nda Karakaş'lar bölümünde mezarları, mezar
taşları var. Ahmet Emin Yalman'ın Mustafa Kemal'le
1927'de yaptığı röportajda, Yalman şunu söylüyordu
Sizin hayatınızı etkileyen iki öğretmen var. Biri benim
babam, öteki de Şemsi Efendi'ydi. Şemsi Efendi, benim
büyükbabamın büyükbabasıdır. 17. kuşak Yahudi olarak
gelmiştir. Atatürk'ün ilk öğretmeni Şemsi efendi bir
hahamdır. Ahmet Emin Yalman da mason Bektaşi
Sabetaycıdır.
En iyisi Eski Van milletvekili İbrahim Arvas'in
kaleminden Atatürt’ün mason localarını neden
kapatttığına ve neden atamızı öldürmüş olabileceklerine
yeniden bir göz atalım:
'Hatıratım sona yaklaşırken memleketimizde locaları
bulunan Masonlardan biraz bahs etmek isterim.
Masonların İstanbul, İzmir, Adana ve Ankara'da bir çok
locaları vardır.
Mustafa Kemal Paşa'nın sevmediği iki zümre vardı.
Birincisi Dönmeler, ikincisi de Masonlardı.
Bir gün eski adliye vekili Mahmut Esat Bozkurd'u
çağırdı. Kendisine Masonların taksimat, teşkilat ve
ahvalini bildirir bir kitab verdi.
'Bunu güzelce mütalaa et, bir takrirle Halk Partisi Gurup
Başkanlığına ver, gurupta bunlara şiddetli bir hücum yap
316
Faruk Arslan
ve gurupça kapanmasına delalet et. Seninde bu işde
büyük şeref payın olacaktır.' dedi.
Gurup günü Mahmut Esat Bozkurt riyaset makamına bir
takrir verdi ve takririn okunmasını reisten rica etti. Katip
takriri okudu. Gurup dinledi. Hülasası şöyle idi:
'Bizim Eba ancet gelen atalarımızın mensubu bulunduğu
tarikatları kapattık, Masonluk ta kökü dışarda bir Yahudi
tarikatından başka bir şey değildir. Memleketimizde
bunun ne işi vardır? Bunu da gurup kararıyla kapatalım.'
Ve söz istedi, kürsüye gelerek takririni gayet veciz olarak
izah etti.
Meclisteki Masonları bir telaşdır aldı. Hele sözcüleri
Şükrü Kaya'yı görse idiniz, başından süt dökülmüş kediye
benziyordu.
Meşhur hatib Mahmut Esat Beye söz yetişebilir mi idi.
Şükrü Kaya Masonluğun bir hayir (!) müessesesi
olduğunu kürsüden söylediği zaman gurubun hemen
bütün azası yüzüne haykırdılar.
Hayır eserleri dediğiniz nedir, birisini gösterebilir
misiniz? Yalan söylüyorsun, in aşağı! dediler. Mahmut
Esat ise Masonluğun kökü dışarda, gizli, memleket ve
millet için muzur bir tarikat olduğunu ve her yerde
umumi reislerinin yani meşrik-i azamlarının Yahudi
olduğunu bir çok vesikalarla ispat etti.
Şükrü Kaya, Kazım Özalp, Mazhar Germen son çareyi
Katib-i umumi Recep Peker'e iltica etmekte buldular. Ve
salonda oturan Recep Peker'in etrafını alarak yalvarmağa
başladılar. Guruptaki hava çok elektrikli idi. Heyecan son
haddini bulmuş, her taraftan
'Kapatalım!' sesleri yükseliyordu. O esnada Recep Peker
317
Faruk Arslan
söz istedi ve kürsüye gelerek:
'Arkadaşlar, çok mühim bir işin üstündeyiz, müsaade
buyurun, bu işi bir defa da devlet reisine götürelim, onun
da reyini alalım, gelecek hafta bugün tekrar huzurunuza
getireceğim’ dedi.
Bu söz gurubun tasvibine mazhar oldu ve mesele gelecek
haftaya kaldı. Bir hafta sonra olsun, biz herhalde bütün
locaları kapatırız dediler. Ertesi hafta Recep Peker geldi
ve kürsüye çıkarak şu müjdeyi verdi:
-Arkadaşlar; bugünden itibaren Türkiye'de Masonluk
kalmamıştır ve bütün localar kapanmıştır.
Salonda bir kıyamettir koptu, alkışlar, bağırmalar ve
Kahrolsun Yahudi Uşakları! sesleri tavanları çınlatıyordu.
Şükrü Kaya ile arkadaşları ortadan sırra kadem
basmışlardı. Gurup dağıldıktan sonra doktor Mim Kemal'i
öne katarak meclisteki Masonlar toplu olarak
Reisicumhura gitmişlerdi. Mim Kemal, Reisicumhura
hitaben:
-Efendim biz zaten maiyet-i devletinizdeyiz, fakat siz
meşrik-i azamımız olursanız biz pervane gibi etrafınızda
dönüp dolaşırız, demiş. Reisicumhur,
-Peki bir şey soracağım, bana cevap veriniz de sonra...
Siz Avrupada hangi locaya bağlısınız ve metbuunuzun
ismi nedir?
-Biz Cenova'ya tabiiz ve reisimiz de Barca Mıson
Cenaplarıdır, demişler. Bunun üzerine küplere binen
Mustafa Kemal Paşa onlara hitaben:
-Haydi defolun buradan, Cehennem olun gidin, Yahudi
uşakları! Benim milletim bana kahraman sıfatını verdi,
318
Faruk Arslan
ben sizin gibi, bir çıfıt yahudiye uşak mı olacağım? Bu
gece sabaha kadar Türkiye'deki bütün localarınızı
kapatmadığınız takdirde yarın teşkil edeceğim divan-ı
harbi örfi'ye hepinizi verir ve astırırım! Haydi defolun
karşımdan! diyerek onları kovmuş, onlar da yıldırım
telgraf ve telefonlarla vaziyeti İstanbul, İzmir ve
Adana'ya bildirdiler ve sabah olmadan hepsinin kapanma
kararlarını getirip henüz sofrasından kalkamayan
reisicumhura verdiler ve derin bir nefes aldılar.
Reisicumhur Mustafa Kemal Paşa bu suretle bütün
Mason localarını kapattı.
İsmet Paşa'nın reisicumhurluğu sırasında kanun-u
mahsusla localar kapanmadı diye Masonların müracaatı
üzerine tekrar localar açılıp faaliyete başladılar.
Ve 1952 de ise Atatürkçü geçinen ve onunla iftihar eden
Celal Bayar da, Ahmet Gürkan'ın teklif ettiği ve
Masonların loacalarını kapatmak istediği kanun teklifini
red ederek bu suretle localarını kanunla pekiştirdi.
Tabii bu ameliyeyi Meclis yaptı, fakat bu müzakerelerin
devam ettiği üç celse zarfında Celal Bayar reisicumhur
locasına gelerek kanunun müzakerelerini sonuna kadar
takip etmiştir.
Bu tarihi müzakereleri ben de basın locasından takip
ediyordum. Yanımda Burla'nın Ankara Müdürü Alaeddin
Mizanoğlu vardı. Milyonluk müessesini kapatıp gelmiş,
heyecan içinde müzakereleri takip ediyordu. Celal Bayar
da olanca heyecanıyle hatipleri dinliyor fakat gözlerini
benden ayıramıyordu. Haklı idi, onu bir hiçlikten o
319
Faruk Arslan
mevkiiye dünya masonluğu getirmişti.
Bir süre önce, Komünistlerin (sosyalistlerin)
faaliyetlerine dair aldıkları kararları madde madde
sıralamıştık. İçlerinden biri şöyle idi: 'Hangi ülkede
faaliyet gösteriyor iseniz, o ülkenin ölmüş devlet
adamlarını sahiplenecek, yapacağınız propaganda ile onu
ve dediklerini çizgimize çekeceksiniz. Aradan yıllar
geçtikten sonra herkes onu 'devrimci (solcu)' bilecek.'
Tokat Milletvekili Ahmet Gürkan, Büyük Millet
Meclisi'nde yaptığı konuşmada 'Sosyalizmanın anası
masonluktur!' diyor. Öyle oldugunu da madde madde
elindeki delillerle ispat ediyor. Siz yaşadığınız süre
içinde; okulda, işte, işyerinde, çarşıda, pazarda her yerde
karşılaştığınız insanlardan, tanıdıklarınız veya değil
hangisinden duydunuz birinin çıkıp da 'Masonum'
dediğini?
Duymadınız, duyamazsınız... Ama onlar '-solcuyum,
sosyalistim, devrimciyim, ateistim, Komünistim' derler.
Kılıktan kılığa girerler. Peki Bektaşiyim, mason
Bektaşiyim diyeni hiç duydunuz mu?
Türkiye Devleti, geçmişte yaptığı hatalardan dolayı özür
dilemedi, dilemezde. Sevmeyiz özür dilemeyi. Mason
Bektaşi İttihatcı çeteciler yüzünden Ermeni ve Rumların
başlarına gelenlerden hadi özür dilemeyelim, Osmanlı
ayrı bir devletti diyelim. Cumhuriyet döneminde yaşanan
19 Kürt isyanının nedenleri ve bastırılma biçimleri de
konumuz değil. Konumuz Bektaşiler ve Aleviler olduğu
için Dersim'de ne olduğunu masaya yatıralım.
320
Faruk Arslan
321
Faruk Arslan
On Altıncı Bölüm
DERSİM’DE NE OLDU?
Gelelim Dersim meselesine… Dersim bir soykırım, bir
katliam mıydı?. Resmi söyleme göre Dersim, Kürt
ağalarının Şeyh Seyid Rıza önderliğinde, köleliğin,
ırgatlığın dolayısıyla feodal düzenin sürmesi için
Cumhuriyet rejimine başkaldırdığı bir isyandı. Üstelik dış
destekli hain bir isyandı!. Tunceli, en fazla Alevi
vatandaşımızın yaşadığı il, bir de buna Kürt kimliği
eklenince sorun katlanıyor. Gelişmesi yasaklanan kent
Dersim, Mason Bektaşilerin hiç hoşlanmadığı bir etnik
grubu temsil ediyor: Hem Alevi, hem Kürt. Mason
Bektaşilerin, bu nedenle Almanya üzerinden yürüttükleri
‘Alisiz Alevilik’ bölücülüğü arkasında kullandıkları
isimlerin çoğu Tunceli Kürt Alevisi vatandaşlarımız.
İntikam peşindeler, kinlerini kusmak istiyorlar. Yavuzda
hırsızda haksız aslında. Ama Tuncelilerin damarına fazla
basıldığı için sorunu kaşıyorlar, kullanıldıklarını kabul
etmiyorlar. Bundan dolayı Dersim’de ne olduğunu bilmek
zorundayız.
İsyanın liderinin 30 Temmuz 1937 tarihinde İngiliz
Dışişleri Bakanı’na gönderdiği “Dersim Generali Seyid
Rıza” imzalı mektubu buyurun okuyun: Üç milyon Kürt
benim sesimden ekselanslarına sesleniyor ve
322
Faruk Arslan
hükümetinizin manevi etkisinden Kürt halkını
yararlandırmanızı istirham ediyor… ( Zileli, 2008). Bu
mektubu, 1987 yılında Londra Public Record ofisinde
Cumhuriyet yazarı Ümit Zileli buldu ve Nokta dergisinin
28 Haziran 1987 tarihli sayısına kapak oldu.
Avrupa Parlamentosu'nda, 'Kürt soykırımının' anlatıldığı
“Dersim 38” konulu konferansı Kasım 2008’de
düzenlendikten sonra geçmişteki iddialar günümüzde
tekrar tartışılmaya başlandı. Taraf Gazetesi yazarı Ayşe
Hür, köşesinde geçmişe kısa bir yolculuk yaptı ve 19371938'de O dönemin Emniyet Müdürü İhsan Sabri
Çağlayangil'in anılarından bir dönemin ayrıntılarını
aktardı:
O döneme Malatya Emniyet Müdürlüğü’nde görevli olan
ve Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmensür’in emriyle,
Diyarbakır’da yeni yapılan Singeç köprüsünü açmaya
gidecek olan Atatürk’ten Seyit Rıza’nın hayatının
bağışlanmasını isteyecek ‘6 bin beyaz donluya meydan
vermemek’ için, duruma el koyan İhsan Sabri
Çağlayangil’e göre usule itiraz eden savcı izinli sayılarak
göreve yardımcı getirilmiş, okuma yazma ve Türkçe
bilmeyen sanıklara ne iddianame, ne avukat verilmiş,
asabilmek için Seyit Rıza’nın yaşı 57’ye indirilmiş,
oğlunun yaşı da 17’den 21’e çıkartılmıştı, bölge komutanı
Alpdoğan Paşa, kararın yazılacağı boş kağıdı önceden
imzalamıştı.
Çağlayangil şöyle bitirmişti: “Seyit Rıza’yı meydana
çıkardık. Etrafta hiç kimse yoktu. Ama Seyit Rıza
meydan insan doluymuş gibi sessizliğe ve boşluğa
323
Faruk Arslan
bağırdı: ‘Evladı kerbelayı. Bihatayı. Ayıptır. Zulümdür.
Cinayettir’ dedi. Benim tüylerim diken diken oldu. Bu
yaşlı adam rap-rap yürüdü. Çingeneyi itti, ip boynuna
geçirdi, sandalyeye ayağı ile tekme vurdu ve kendini astı.
Gömüleceği yer türbe olmasın diye cenazesi de yakıldı...”
(İhsan Sabri Çağlayangil, Anılar, Güneş Yayınları, 1990,
s. 45-55.)
Bir iddiaya göre ise, Seyit Rıza’nın bedeni yakılmamış,
gizli bir yere gömülmüştür. Seyit Rıza’nın varisleri
devletten bugüne dek bu konuda bir bilgi alamamışlardır.
Ancak idamlardan sadece 1,5 ay sonra Dersim’de
ilkinden de kapsamlı bir harekata başlandı. Genelkurmay
kitabına göre, Ovacık ilçesi adliyesi ve asker alma
şubesinin istediği 1.149 kişi hakkında kanunu takibat
yapan müfrezeye Kaçkerek köyünde 2 Ocak 1938 günü
pusu kurulması ve toplam 9 jandarma erinin öldürülmesi
üzerine, Haydaran ve Kör Abbas aşiretlerinden 100 kişi,
Demananlı 50 haydut, Keçel haydutlarından 100 kişi,
Abbas Aşuran ve Beyit uşaklarından 50 kadar silahlı
kişiyle bunların 5-6 bin tahmin edilen aile efradını
temizlenecekti. (Reşat Hallı, Türkiye Cumhuriyetinde
Ayaklanmalar (1924-1938), Genelkurmay Harb Tarihi
Başkanlığı, 1972, s. 432 ve devamı)
Amacın bu olmadığı belliydi. Çünkü operasyonlar yalnız
isyan bölgesi denilen yerlerle sınırlı kalmamış, devlete
vergi veren, askere giden Pertek, Mazgirt, Nazimiye,
Pülümür ilçe ve köylerini, hatta Dersim’i aşarak
Erzincan’ı da içine almıştı. 31 Ağustos’a kadar süren
ikinci ‘tedip’ ve ‘tenkil’ harekâtında, Genelkurmay
324
Faruk Arslan
kaynağı tarafından ‘haydut’, ‘eşkıya’, ‘şaki’, ‘dağlı’ diye
nitelenen ve bu gruplar yine kitabın diliyle ‘imha
edilmiş’, ‘temizlenmiş’, ‘köyleri yakılmış’tı. 6-16 Eylül
1938 arasındaki harekâtın bilançosu ise şöyleydi:
“Tarama bölgesinden ölü ve diri 7.954 kişi çıkarılmıştır.
1.019 silah toplanmıştır.” (Reşat Hallı, s. 478) Gayri
resmi kaynaklara göre ise ölü sayısı bunun kat kat
üstündedir.
‘Tarama’nın ardından İçişleri Bakanı Şükrü Kaya
tarafından bizzat seçilen 3.470 kişiden oluşan 347 aile
Tekirdağ, Edirne, Kırklareli, Balıkesir, Manisa ve İzmir
gibi Batı illerine serpiştirilerek yerleştirilirler. Mustafa
Kemal, hastalığı dolayısıyla Celal Bayar tarafından
okunan 1 Kasım 1938’deki Meclis’i açış konuşmasında
Tunceli’de ‘haydutluk ve eşkıyalık olaylarının bitirilerek
ulusal egemenliğin sağlanmasından duyduğu kıvancı’ dile
getirmiş, İsmet İnönü ‘Dersim müşkilesinden kurtulduk’
demiştir. Halbuki, dağlara sığınanların mücadelesi 1946
affına dek sürecek, bölgenin yasak bölge olmasına ise
ancak 1948’de son verilecektir.
Dersim müşkilesine son verirken kullanılan araçların
neler olduğunu geçtiğimiz aylarda bana posta ile
ulaştırılan bir ses kaydından öğrendim. Kayıtta Süleyman
Demirel hükümetlerinin ünlü Dışişleri Bakanı İhsan Sabri
Çağlayangil’le emekli olduktan sonra, 1986’da yapılan
bir röportajdan bir bölüm vardı. Çağlayangil’i yakından
tanıyan birkaç kişiye kaydı dinlettikten sonra, sesin
kendisine ait olduğundan emin oldum. Röportaj
Çağlayangil’in evinde yapılmışa benziyordu, çünkü arada
Çağlayangil’in eşinin sesi de duyuluyordu. Özellikle son
325
Faruk Arslan
cümleleri tüyler ürpertici olan bantın dökümünü kelimesi
kelimesine aktarıyorum: ( Hür, 2008).
“.....Tercümana Kürtçe anlattı. Tercüman bize tercüme
etti. [Kürt adam şöyle dedi] ‘Beyanatınız bizi
duygulandırdı. Vereceğiniz isimler üzerinde inceleme
yaptık. Üç tanesi hariç bunları size teslim etmeye karar
verdik.’ Abdullah Paşa bu üç tanenin kim olduğunu
sordu. İçlerinden biri bu kadın. Bir tane de başka adam
var. Abdullah Paşa bu üç kişinin istisna edilmesine razı
olamayacaklarını, bu üç kişinin de teslimi gerektiğini
kabul ettiklerini beyan etti ve bu üç kişinin istisnasının
sebebi sordu. Kürt büyük bir samimiyetle dedi ki: ‘Bir
adamın bir kocası olur dedi. Siz bir hareket yapıyorsunuz.
Bu hareket gelir geçer. Buraları yine Kürt ağalarına kalır.
O zamanlar bize zulüm ederler. Bizi kurtaramazsınız siz.
Siz bütün Dersim’e hâkim olsanız, oraya devlet otoritesi
girse zaten biz ağaya kul olmalıyız. Ama siz yoksunuz,
bizim daimi muhatabımız ağa olduğu için ve kudret de
onda olduğu için ve bunlar da şeyh olduğu için, din
büyükleri olduğu için, size değil onlara itaate, sizin değil
onların söylediğini yapmaya mecburuz.’
Abdullah Paşa, şimdiye kadar bu işin böyle olduğunu,
fakat hükümetin bundan sonra kararlı olduğunu, Dersim’i
de yurdun öbür parçaları gibi hükümetin otoritesinin cari
olduğu ve hükümetin üstünde tek bir otoritenin
bulunmadığı yer yapmakta kararlı olduğunu, ağaların
lafına kapılmamasını, meseleyi tekrar tezekkür etmelerini
söyledi. Bunlar kabul etmediler. Sonra biz geri döndük.
Yani meclise. Neticeyi söylüyorum. Bunlar kabul
etmediler.
326
Faruk Arslan
Mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu zehirli gaz kullandı.
Mağaraların kapısının içinden. Bunları fare gibi zehirledi.
Yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler. Kanlı bir
hareket oldu. Dersim davası da bitti. Hükümet otoritesi de
köye ve Dersim’e girdi. Dersim böyle bitti. Bugün
Dersim’e rahatça gidebilirsiniz. Jandarma da gider siz de
gidersiniz. Yalnız son zamanlarda bilhassa sınırlarda dış
tesirlerden Kürtlerin bağımsızlık hareketi başladı.
Kürtlerin bir bölümü Türkiye’de, bir bölümü İran’da....”
Brüksel’de, Avrupa Parlamentosu binasında düzenlenen
“Dersim Soykırımı” konferansında Prof. Dr. Ronald
Mönch, Dersim’de (Tunceli) yaşananların insanlık suçu
olduğunu vurguladı ve şu sözleri söyledi: Atatürk ve
dönemin Bakanlar Kurulu üyeleri ile üst düzey askeri
yetkilileri yaşasalardı savaş suçlusu olarak yargılanmaları
gerekirdi!..
O günün gazetelerine bakan herkes rahatça görebilir ki,
Bayar Hükümeti’nin Dersim’de yürüttüğü harekâtı,
dünya ve Türkiye kamuoyunun gözünden kaçırmak için
olay gazetelere ‘Fırat ve Murat kıyılarında yapılan
manevralar’ olarak aksettirilmişti. Birinci Dersim
Harekâtı’na katılan Sabiha Gökçen’e verilen madalya bile
gazetelerde “gerek kurslarda, gerek Türk hava ordusu
mektep ve kıt’alarında [gösterdiği] büyük
muvaffakıyetler ve son atışlı tatbikatta kahramanca
hizmet” yüzünden verilmiş gibi sunulmuştu. (Havacılık
ve Spor, 15 Haziran 1937, S.193)
Yani o yıllarda, ‘manevra’, ‘tatbikat’ gibi terimler, kanlı
327
Faruk Arslan
bir askerî harekâtın kod adıydı. Dersim’de olanlara dair
resmi anlatıyı öğrenmek bile, ancak 1972 yılında
Genelkurmay Harb Tarihi Başkanlığı’nın Türkiye
Cumhuriyetinde Ayaklanmalar (1924-1938) adlı kitabının
yayımlanmasıyla mümkün olmuştu. Ama işin ‘gayri
resmi’ yanını hâlâ tam bilmiyoruz.
Bu ‘manevra’lardan birinde Dersim’in kaderi belirlemişti.
(Hür, 2008).
Bu olayı Celal Bayar’ın ağzından dinleyelim: “Şimdi,
Mareşal, Erkan-ı Harbiye Reisi (Genelkurmay Başkanı),
ben başbakanım. Atatürk malum... Üçümüz Dersim’de
yapılan büyük ordu manevralarındayız. Manevranın da
sonuna gelmek üzereyiz. Üçümüz bir arada ‘Ordunun
emniyeti bakımından strateji ne olmalıdır?’, onu
görüşüyoruz. İkisi de Birinci Cihan Harbi’nde muharebe
etmişler. Ben daha çok izleyiciyim. Malumatları geniş...
Oradaki her şeyi biliyorlar. Hatta şahsen casusları bile
biliyorlar. Dersim’in o halde kalırsa her zaman ordunun
emniyeti bakımından tehlikeli olacağını görüşüyorlardı...
O sırada biz konuşurken, Dersimlilerin jandarma
karakollarımızdan üç-dört tanesini bastıkları haberi geldi.
Atatürk’le göz göze geldik. Birbirimizi anlıyorduk.
Atatürk benim yüzüme baktı. ‘Ne olacak?’ dedi.
Anlıyorum, orada emniyet tesis edilecek. Ne olursa olsun
bana hitap edecekler. Hükümet reisi benim. ‘Anlıyorum
efendim, bana hitap edişinizin manasını’ dedim. Atatürk:
‘Sorumluluğu üzerime alıyorum, vuracağız Dersim’i’
dedi ve vurduk...” (Kurtul Altuğ, “Celal Bayar
Anlatıyor”, Tercüman, 17 Eylül 1986.) Bu mülakatta,
Celal Bayar, asıl sorumlunun Atatürk olduğunu ima
328
Faruk Arslan
ediyor, ama kendisinin ‘etkisiz’ eleman olduğunu kabul
etmek zor.
Dersim’i bir soykırım olarak gündeme getirmek isteyen
Avrupalının düzenlediği toplantıda Avrupa Ermeni
Federasyonu Başkanı Hilda Çoboyan da bir konuşma
yapmıştı. İşte söyledikleri: Dersim Kızılbaşlığı, paganlık,
Hristiyanlık ve Alevilik karışımıdır… Osmanlı
döneminde çok sayıda Ermeni Dersim’e gelip din
değiştirdi.
Şunu demek istiyorlar: Dersim Türkiye’ye ait değildir,
üstelik Müslümanlıkla da ilgisi yoktur. Ermeni yoğunluğu
fazladır. Öyleyse Atatürk’ün yaptığı hem soykırım hem
de savaş suçudur.
Konferansta Türkiye Cumhuriyeti’nin iki milletvekili ile
bir belediye başkanı da vardı. DTP Diyarbakır
Milletvekili Aysel Tuğluk fazla konuşmadı, yalnızca
“Üstümüzden ordular geçti” dedi.. DTP Tunceli
Milletvekili Şerafettin Halis ise Dersim isyanında Türk
askerlerinin hamile Kürt kadınlarının karınlarını deşerek
cinsiyet tespiti yaptıklarını anlattı… Halis, kendi
sözlerinden heyecana kapılmış olsa gerek ki, soykırım
değil isyan sözcüğünü kullandı!..
Tunceli Belediye Başkanı Songül Erol Abdil de
Tunceli’deki yol yapım çalışmalarını şu sözlerle Dersim
katliamına bağladı: 1930’lu yıllarda yapılan Dersim
Harekâtı tekrarlanmak isteniyor!.. ani başkana göre,
devlet yeniden katliam yapmak için öncelikle Tunceli’nin
yollarını yapıyor!.Şu hastalıklı kafaya bakın. Sonra ne
329
Faruk Arslan
oldu?.. Hepsi el ele verdi, Dersim olaylarının “soykırım”
olduğu bir güzel karara bağlandı ve Türkiye’nin soykırım
mağdurlarına tazminat ödemesi talep edildi. Tıpkı Ermeni
talepleri gibi!. (Zileli, 2006).
Unutmak istesekte Koçkiri ve Dersim kıyımları Aleviler
açısından yeni rejimde yaşanan ve adeta unutulmak
istenilen iki büyük trajedidir. Koçgiri kıyımı daha yeni
rejim temellerini henüz atarken Mart/Nisan 1921
gerçekleşir. Dersim'in yazgısı ise Mart/Kasım 1937
tarihine yeniden yazılır. Koçgiri ve Dersim'deki
insanların Alevi oldukları için mi katledildikleri tartışılan
ve yanıtı henüz bulunmayan bir sorudur. Fakat çok açık
ve tartışmasız bir gerçek vardır ki bu da o insanların
Alevi olduklarıdır. Hangi nedenle, hengi gerekçeyle
olursa olsun binlerce insanın kanı akmıştır ve bu insanlar
Alevilerdir. Bu gerçeğin üzerini hiç bir şey kapatamaz.
Yeni rejim Aleviliği bir kimlik olarak tanımazken İttihat
ve Terakki'den gelen bir çizginin devamı olarak
Bektaşiliğe yönelik bir ilgi, mason Bektaşi kültürünün
araştırılması çalışmaları gündeme gelir. Devlet
ideolojisinin Türk unsuru etrafında şekillenmesinde bir öz
Türk inancı olarak görülen Bektaşilikten yararlanmak
istenilmesidir söz konusu olan. Çünkü içinde masonik
inançlar katılmıştır. Alevilik Türklük Şamanlık
zemininde ortaya konulmaktadır. Güneş Dil Teorisi
örneğinde olduğu gibi bir Bektaşi-Türk kültür teorisi
üretilmek istenilmektedir. Dinsel alana hakim olunacak,
din denetim altına alınacak ve din, devlet ve toplum
yaşamından tasfiye edilerek vicdanlara hapsedilecektir.
Bu mücadele sistemli bir şekilde gerçekleştirilmeye
330
Faruk Arslan
çalışılır. Kuşkusuz burada tasfiyesine yönelinen
yaşadığımız dünyayı ve hayatı düzenleme iddiasındaki
İslamiyet’tir. Zaten Aleviliğin adı yoktur. Zaten
Aleviliğin bütünsel anlamda devlet ve toplum hayatına
müdahalesi de sözkonusu değildir. Baha Sait Bey Türk
Yurdu dergisinde 1926 yılında yayınladığı bir dizi makale
Alevi-Bektaşiliği bir Türk kültürü olarak tanıtır. (Baha
Sait Bey, İttihat-Terakki'nin Alevilik Bektaşilik
Araştırması, İst. 1994)
Darülfünun İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Yusuf
Ziya ise, 1928-1929 yıllarında yayınladığı makalelerde
Tahtacıları ve Alevi inançlarını ele alır. Bektaşi
Babalarından Galip Baba Yarın Gazetesinde Eylül 1930
tarihinde başlayan tefrikasında "Hacı Bektaş Veli ve
Bektaşilik" konusunu işler.1930 yılında Milli Eğitim
Vekaleti Sadettin Nüzhet tarafından hazırlanan "Bektaşi
Şairleri” adlı antolojiyi devlet matbasında 5 bin adet
bastırarak tüm okul kütüphanelerine gönderir.
Resmi anlayışı şekillendirme yolundaki bu yaklaşım fazla
uzun ömürlü olamaz. Bu ilgi 1930'lu yıllarda kaybolur ve
ancak özellikle de Dersim dolayısıyla resmi raporlara
yansıyan gizli kayıtlar olarak arşivlerde yerini alır.
Bu gizli raporlar güvenlik amacıyla hazırlanmıştır.
Alevilik bir güvenlik sorunu olarak
değerlendirilmektedir. Raporlarda Alevilere yönelik bir
çok karalama, suçlama, geleneksel olarak yinelenen
iftiralar da yer alır. Fakat bu raporlardaki çapıtma ve
karalamalar ayıklanırsa gözleme dayalı doğruya yakın
bilgilerin elde edilmesi mümkün olur. Sözgelimi Mazgirt,
331
Faruk Arslan
Ovacık ve Kozan'da yaşayan Alevilere ilişkin bir
saptama: "Bu insanların ehli sünnetten ve daha doğrusu
İslamiyetten ayrı bir mezhebe salik olduklarını gördüm"
şeklindedir. (Mehmet Alli Ayni, Milliyetçilik, İst. 1994,
Sf: 227)
E. Jandarma Yarbay Nazmi Sevgen de 1930'ların
sonunda hazırladığı raporunda Zazaların Aleviliğine
değindikten sonra konuyu Aleviliğe bağlayarak şu
saptamada bulunur: "Allaha, peygambere inanmalarına
rağmen Alevilik Müslümanlık değildir. Onu Şiilik ile
karıştırmak da hatalı olur. Alevi Kızılbaşlık
Müslümanlıktan başka bir şeydir" (Nazmi Sevgen,
Zazalar, Alevilik Araştırmaları, Sayı:1, Sf: 234, 239)
1940'lı yıllarda yine Alevi-Bektaşiliğe ilişkin kitap ve
makale şeklindeki yayınlarda bir canlanma göze çarpar.
Bu yayınlar bazen resmi çevrelerin direktifleri
doğrultusuda bazen de Alevi kökenli yazarların kişisel
girişimleri sonucu gerçekleşir.
Bu yayınlardan bazıları şunlardır: Hasan Reşit Tankut,
Aleviliğin Menşei (1938), Naci Kum, Antalya
Tahtacılarına Dair Notlar (1944), Vahit Lütfi Salcı, Gizli
Türk Dini Musikisi/Nefesler (1940), Gizli Türk Dini
Oyunları/Semahlar (1941), Abdülkadir İnan, Gaziantep'te
Aleviler (1941) Enver Beşe, Anadolu Bektaşi Köylerinde
Muharrem Ayini (1941), Niyazi Ahmet, Bektaşi
Hikayeleri (1943), Tevfik Zarakol, Kızılbaşlar Hakkında
Müşahade (1943), Cemal Bardakçı, Kızılbaşlık Nedir
(1947), Abdurrahman Yılmaz, Tahtacılarda Gelenekler
(1948), Osman Bayatlı, Alevilikte Sayılar (1948).
332
Faruk Arslan
2. Dünya Savaşının bitimiyle birlikte Türk devletinin
geleneksel ideolojisinde bazı temel değişikliklerin ip
içları görülmeye başlanır. Özellikle Amerika ile
geliştirilen dostluk ilişkileri devletin radikal laiklik
uygulamasına son vererek dine siyasal ve toplumsal
alanda hayat hakkı kazandırıcı bir sonuç doğurur. Dini
yani İslamiyeti toplumsal yaşamın dışına süren anlayışın
Alevilir açısından olumsuz bir yönünün olduğunu
söylemek doğru olmaz. Dinin yeniden toplumsal alana
"buyur" edilmesi, yeniden İslamiyetin bir ayrıcalıklı
unsur olarak tanınması Aleviliğin yok sayılmasının da
ötesine geçilerek, Aleviliğe yönelik bir asimilasyon
sürecinin başlatılması anlamına da gelmektedir. Devlet
İslamiyete itibar ettiği an ya Aleviliğin kökünü kazıyacak
ya da Aleviliği onun içinde eritip ortadan kaldıracaktır.
Bu açık bir saldırı şeklinde değil ince politikalarla
işletilen uzun bir zaman diliminde söz konusu
olacaktır.DP'nin özgürlükçü söyleminden bir kısım
Aleviler de etkilenirler. Aleviler arasında cılız da olsa
DP'ye bir yönelim olur. Milli şef döneminin baskıcı
politikaları, Alevilerin kendilerini ifade etme istekleri lie
birleşince DP nazarında bir yanılsama yaşanır.Tek parti
yöntemine karşı, demokrasi, söz milletin, özgürlük
sloganlarıyla halka giden Demokrat Parti bu tutumu ile
Alevilerden de ilgi görmüştür.1950 yılında yapılan genel
seçimlerde Aleviler kısmen de olsa DP'yi desteklemiştir.
DP'de Alevilerin yoğun olarak yaşadığı Sivas, Yozgat,
Çorum, Malatya gibi illerde Alevileri milletvekili adayı
olarak göstermiştir. Alevilerin DP'nin özgürlükçü
333
Faruk Arslan
söylemine aldanmasını olağan görmek gerekir. Tek parti
yönetimi altında, üzerinden baskı hiç eksik olmayan
Alevilerin ilk özgürlük işaretine koşmaları çok da
yadırganacak bir tutum değildir. Çünkü 1950
seçimlerinde CHP karşısında DP özgürlüğün, hürriyetin
simgesi olarak görülmüştür. Alevilerin DP'yi destekleme
tutumu 1954 genel seçimlerinde de bir ölçüde devam
etmiştir.
Fakat DP iktidarının niteliğinin netleşmesi, sağ, sermaye
egemenliğini kalıcı kılıp devam ettirmek isteyen bir parti
oluşu, geri değerleri savunması Alevilerin bu parti ile
iplerinin kopmasına neden olmuştur. 1957 genel
seçimlerinde Alevilerin yeniden CHP'ye yöneldiği
görülür.
Demokrat Partiye yönelim hüsranla sonuçlanıyor.
1947’de CHP Kurultayında okullara din dersi konulması
kararı alınıp Köy Enstitüleri kapatılmış, İlahiyat
Fakülteleri yeniden açılmıştı. Çok partili siyasal yaşama
geçilmesinden sonra adeta bir karşı devrim yaşanmıştır,
Ezan yeniden Arapça okunmaya başlanmış, dinsel eğitim
tümüyle geri gelmiş, DP iktidarı, “ isterse hilafeti bile
getirebileceğini” söyleyebilmiştir, İnönü devrinde tek
parti iktidarının halka yaptığı zulümden maalesef Aleviler
de paylarına düşeni almışlardır, Bu nedenle Alevilerin
büyük bölümü DP’yi desteklemiş fakat bu desteğin
yanlışlığını çok geçmeden kavramışlardı, Aleviler DP
zulmüne karşı 27 Mayıs’ı, DP’nin mirasçısı olan AP’ye
karşı da yeniden CHP’yi ve TİP’i desteklemişlerdi. BP
deneyiminden sonra Aleviler tekrar kitlesel olarak
CHP’ye yönelmişlerdi.
334
Faruk Arslan
1980 ihtilali ile birlikte “ Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi “
derslerinin zorunlu dersler kapsamına alınması ve
müfredatın tamamen sünni İslam anlayışına göre
düzenlenmesi, Alevi / Bektaşi çocuklarının
asimilasyonunu amaçlayan bir uygulama olarak algılandı
Ayrıca ihtilal sonrası dönemde Alevi köylerine zorla cami
yapılmaya ve imam atanmaya başlanması Alevilere
yönelik yürütülen baskı, sindirme ve asimilasyon
çabalarının ulaştığı yeni bir boyut olmuştu. (Yıldırım,
2006). Halen CHP’nin oy deposu olarak görüldükleri
halde hiç bir hakları verilmeyen, aldatılan Alevilerin
AKP döneminde haklarını alması mason Bektaşilerin bir
oyununu daha bozacaktır.
Alevi ozanlarından Aşık Ali İzzet'in DP'ye yönelim ve
hüsranı anlatan çok güzel bir şiiri var: "DP'yi gelinlik kız
sandık/Oysa yosma çıktı" diye. Buraya alıyorum!
Demokrat Parti'yi gözel kız sandık
Çirkin çıktı, kahpe çıktı, dul çıktı
Alnım açık yüzüm ağ dedi kandık
Yüzü kara çıktı, başı kel çıktı.
Hırsızı vatandan sürek dediler
Köylünün dileğin verek dediler
Son zamanda bir gün görek dediler
Afat çıktı, tufan çıktı, yel çıktı.
Bakın hallarıma şu milletlerin
Açın kapısını adaletlerin
Mehdi diye gözlediğimiz zatların
335
Faruk Arslan
Koltuğundan haç, put çıktı, nal çıktı
Bunların mevki kazanmak fikiri
Düşünen kim bizim gibi fakiri
Has kumaşık dedi bize her biri
Kendir çıktı, keten çıktı, çul çıktı
Söz milletin dedi kendi söyledi
Hürriyet var dedi zulüm eyledi
Altın paraları n’etti neyledi
Hazineden bakır çıktı, pul çıktı.
Ali İzzet ne dersin git sazını çal
Hikmete karışma tez gelir zeval
Bozuldu adalet düzelmez herhal
Fitne çıktı, Deccal çıktı, mal çıktı.
"Alevilerin laiklik hassasiyeti kullanılıyor, Alevilerin
meselesi hükümetlerle değil, rejimle. Cemevlerinde
Atatürk posterlerinin işi ne..." Bu tespitler, araştırmacıyazar Cafer Solgun'a ait. Solgun, Dersimli bir Alevi.
Yüzleşme Derneği'nin de başkanı. 'Alevilerin
Kemalizm'le İmtihanı' adlı bir kitap yazan Solgun,
Aleviliğe içeriden bakıyor. 'Aleviler neden Kemalist?'
sorusuna cevap arıyor.
Solgun'a göre Alevilerin Kemalistliği takiye ile başladı;
çünkü "Aleviler, kendilerine uygulanan baskının
sorumlusu olan güce yaslanarak kendilerini yaşatma
çabasına girdiler" Ancak bu durum zamanla içselleştirildi.
Cafer Solgun, 28 Şubat döneminde Alevilerin bazı
hassasiyetlerinin istismar edilerek onlara yeni bir rol
336
Faruk Arslan
biçildiğini söylüyor. Bu dönemde irticanın birinci tehdit
olarak görülmeye başlandığına dikkat çeken Solgun,
"Rejimin, laikliğin teminatı oldukları yönünde onlara bir
rol atfedildi. Aleviler nezdinde yakın tarihte yaşanan bazı
acı olayların da doğrudan etkisiyle Sünni çoğunluğa karşı
temkinli, tereddütlü bir bakış açısı vardır. Bu ruh hali
istismar edilmektedir." diyor. ( Tokay, 2008).
Solgun’un şu ifadeleri göz açıcı: Alevi derneklerinden
ziyade cemevleri. Alevilerin ibadethane olarak gördüğü
ve ibadethane olarak gidip geldiği bu mekânlarda
kocaman Atatürk portrelerinin asılı olması çok çarpıktır.
Çünkü Mustafa Kemal Atatürk sonuç itibarıyla politik bir
figür. Atatürk'ün resmini siz işyerinize, evinize
asabilirsiniz. Fakat bir ibadethanede de bir politik figürün
ne işi var? Cemevlerimizin maalesef neredeyse
tamamında 12 imamı temsil eden resimlerin yanında
Atatürk portresi var. Bu durum sadece benim açımdan
değil, birçok Alevi açısından son derece rahatsız edici bir
durumdur. Adeta "13. imam da Atatürk'tür" dercesine bu
portrelerin olmasının kabul edilir bir tarafı yok. İkinci
boyutu ise biraz daha somut bir nedendir. Atatürk
döneminde Kürt Alevileri büyük acılar yaşamıştır. Bu
uygulamaların sorumlusu bir sembol ismin sizin dua
etmek, ibadet için gittiğiniz bir mekânda resimleriyle
karşılaşırsanız ne hissedersiniz. Peki Alevi derneklerinin
Kemalist çizgisi karmaşık gibi görünen bir meseledir.
Ama bu çarpık sonucu anlamamıza yardımcı olabilecek
birkaç kavram var. Bunlardan biri korkudur. Doğrudan
ölüm, katliam, yok edilme korkusu. Bu korku nedeniyle
zaman içerisinde Aleviler kendilerine uygulanan baskının
sorumlusu olan, o sorumluyu sembolize eden güce
337
Faruk Arslan
yaslanarak kendilerini yaşatma çabasına girmek
durumunda kaldılar. Örneğin kurucu parti CHP kayda
değer bir oranda Aleviler tarafından desteklenmektedir.
Yine Alevi camiası içerisinde orduya yönelik bir sempati
olduğunu gözlemliyorum. Bu sempatinin temelinde de bu
korku yatıyor. Bu, tipik bir takiyyedir. ( Tokay, 2008).
Solgun şöyle devam ediyor: Alevilerin Kemalistliği bir
takiyedir. Daha doğrusu öyle başlamıştır. Bende
sendenim kafama daha fazla sopa vurma dercesine bir
ilişkiye girilmiştir. Buraya kadar anlaşılır diye
düşünüyorum. Ama buradaki sorunun en önemli tarafı bir
takiye olarak başlayan bu ilişkinin zaman içerisinde
gerçeğe dönüşme temayülü göstermesidir. O takiyenin
giderek içselleşmesi sonuç itibarıyla böylesine çarpık bir
durum yarattı. Bu manipülasyon ve bu çarpıklığı yaratma
konusunda Alevi camiası içerisinde de bazılarının bir
misyoner gibi çalışmalarının hiçbir anlaşılır tarafı yoktur.
Kemalizm'i yaymaya çalışan; Cumhuriyet mitinglerinden
Alevilerin darbe çağrısı yapılan mitinglerde boy
göstermesi için canla başla çalışan kişilerdir. Alevilerin
şeriat tehlikesine karşı darbe çağrısı yapılan etkinliklerde
bulunmaları çok utanç verici bir şeydir.
Şeriat tehlikesi meselesine gelecek olursak Solgun’un
görüşleri daha çarpıcı: Alevilerin rejimin teminatı
oldukları, Atatürkçü oldukları, laik oldukları yönündeki
temelsiz rol atfetme siyasetinin gündeme geldiği yıllar
90'lı yıllardır. Aynı yıllar irtica tehlikesinin birinci sıraya
konulduğu yıllardır. Bunun dönüm noktası da 28 Şubat
sürecidir. Bu konsepti sokaklarda dillendirecek kitlesel
bir potansiyele ihtiyaç vardı. İşte bu mantıkla Aleviler
338
Faruk Arslan
keşfedildi. Rejimin teminatı oldukları yönünde onlara bir
rol atfedildi. Türkiye'de bize dayatılan manada bir şeriat
tehlikesi olduğuna ben inanmıyorum. Fakat Aleviler
nezdinde yaşanan bazı acı olayların da doğrudan etkisiyle
Sünni çoğunluğa karşı temkinli, tereddütlü bir bakış acısı
vardır. Alevilerde de temkinlilik bu ruh hali istismar
edilmektedir. Çünkü şeriatçılar iktidara gelirlerse ilk
yapacakları şey Alevileri kesmektir şayiası Aleviler
içinde yayılmaktadır. Alevilerin bu rolü oynamaları için
istismar edilecek bir potansiyelleri vardır. ( Solgun,
2008).
Alevilerde bu tereddüdü doğuran; Çorum, Maraş, Sivas
olaylarıdır. Alevi toplumunda mevcut travma türden bir
ruh halinin olmasının en büyük nedenleri bu acılı
olaylardır. Gelişen süreç içerisinde bu olayların kimler
tarafından kimler kullanılarak ve ne amaçla tezgâhlandığı
çok büyük oranda açığa çıkmış durumdadır. Türkiye
toplumunun bütünlüğünü oluşturan çeşitlilik içerisinde
birbirimize karşı konumlanmamızı isteyen karanlık güç
odaklarının bu senaryolarını uygulamalarına zemin teşkil
eden bazı önyargılarımız da vardır.
AKP bir iktidar partisidir. Eleştirilecektir. Fakat
Alevilerin sorunu AKP ile beraber ortaya çıkmamıştır.
Alevilerin sorunları şu veya bu siyasi partiyle değil,
doğrudan rejimledir. Bu arada Avrupa'daki bazı Alevi
dernekleri Ali'siz Alevilik'i gündeme sokmaya çalışıyor.
Alevilerin taleplerini daha fazla görmezden gelmeye
devam edersek uç fikirler ya da uç hareketler boy
göstermeye başlar. Belki de bugün taraftar bulamayan o
339
Faruk Arslan
görüşler taraftar bulmaya başlayacaktır. Avrupa'daki bazı
Alevi dernekleri Alevilerin bir azınlık olarak kabul
edilmesi yönünde çalışma yürütüyorlar. Çok açık
söylemek gerekir; bu çaba ve çalışmanın en büyük amacı
belki de yegâne amacı, o derneklerin milyonlarca Euro
olarak ifade edilen fonlardan yararlanmasının mümkün
hale gelmesidir. Alevi talepleri ne kadar normal
karşılanırsa toplumsal önyargıları aşabilir ve gerçek
manada kardeşlik bilincini yerleştirebilirsek bu tür
marjinal çabalar etkisiz kalacaktır.
Sorunun çözümü için atılacak en büyük adım, Alevi
toplumunun üzerinde ortaklaştığı taleplerin
karşılanmasıdır. Diyanet İşleri'nin kaldırılması,
Cemevlerinin ibadethane olarak kabul edilmesi ve
zorunlu din derslerinin zorunlu olmaktan çıkarılması gibi
konular halen sıkıntılı madde başlıkları. Bunun yanı sıra
Sivas ve Maraş katliamı ile ilgili dosyaların açılması,
davanın yeniden görülmesi gerekiyor. Eğer devletin
birimlerinin müdahil olduğu olaylar resmen kanıtlanırsa
Alevi toplumundan özür dilenmesi elzemdir. Elbette ki
bunlar çok kolay gerçekleşecek şeyler değil. ( Tokay,
2008).
Dersim’de ne olduğuna vereceğimiz doğru cevap, bence
özür devletimizi belki de Tuncelili Kürt Alevi
vatandaşlarımızla barıştıracaktır.
Cumhuriyet döneminde Sabetaycılar ve masonlar,
Melamilik ve Mevlevilik dışında en güçlü bir şekilde
Bektaşilik tarikatında yer alırlar. Başta, Selanik, Serez,
Drama, Üsküp, Teselya, Batı Trakya ve Edirne olmak
340
Faruk Arslan
üzere İzmir ve Manisa’da yoğun bir biçimde Bektaşilik
tarikatına nüfuz ederler. Bektaşilğin geniş meşrepliliği
onların nüfuzunu çok daha kolaylaştırır. Sonradan
İstanbul’daki bazı Bektaşi tekkelerine de ciddi bir şekilde
nüfuz ederler. Bugün bile gerek Rumeli’de gerekse İzmir,
Aydın ve İstanbul’da, hatta Ankara’da Bektaşilerin önde
gelenlerinin önemli bir bölümü Sabetaycılardan
oluşmaktadır. Bektaşilikte yer alan Sabetaycıların bir
bölümünü şu şekilde sıralaya biliriz. Sabetaycı ve Mason
Mesut Koman Baba, Kazlıçeşme Bektâşî Tekkesi son
postnişîni Sabetaycı Küçük Abdullah Baba, Sabetaycı ve
Mason üstadı Teoman Güre (İlhâmî )Halifebaba, İzmir’de
hazine avukatlığı yapmış olan Sabetaycı Feyzi Akeren
Baba, Selânikli Ali Aydın Baba, Mason ve Sabetaycı
Yenişehirli Hüseyin Hüsnü (Erdikut)Baba, Sabetaycı
Hüseyin Coşkun Eren, Sabetaycı Prof. Ragıp Üner,
Mustafa Kemal Atatürk’ün başhekimi Sabetaycı Dr.
Hasan Ragıp Erensel Halifebaba, Sabetaycı Ali Gâlip
Eren Halifebaba, Kazlıçeşme Bektâşî Tekkesinin
haziresinde medfun olan Tabip Binbaşı Sabetaycı Haydar
Bey .Emekli Albay Sabetaycı Cavid Aker Baba, Emin
Uras Baba, Eski Ziraat vekili Sabetaycı Nedim Ökmen,
Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Loca üstadı Ali
Oktay Cever, Besim Berkmen, Cevdet İşçimen. ( Yüksel,
2007). CHP, Büyük Klüp ve TÜSİAD, bugün mason
Bektaşilerin en fazla bulunduğu mekanlardır. Elit, diğer
tabirle ‘Beyaz Türkler’dir.
Aleviler kime oy verirler? Ali Balkız, 1999 yılında Pir
Sultan Abdal Kültür Sanat Dergisinin 30.cu sayısına
yazdığı "Dede, Baba-Çelebi, Seyit, Nakıp ve
Cumhuriyet" başlıklı yazısında:"Aleviler Osmanlıya karşı
341
Faruk Arslan
Cumhuriyeti, DP'ye karşı 27 Mayıs'ı, 12 Mart ve CHP'ye
karşı 68'i ve Sosyalizmi destekledi. Ama CHP Alevileri
sadece seçmen, kimi Sosyalist yapılar da Alevi
toplumunu sadece militan kaynağı gördü ve onların
tarihsel süreçten taşıyıp getirdikleri sorunlarına eğilen
olmadı" diyor. ( Balkız, 1999).
Ali Balkız, bugün Alevi Bektaşi Federasyonu (ABF)
Genel Başkanı. ABF Türkiye’deki Alevi örgütlerinin çatı
örgütü. Federasyona bağlı 21 merkezi örgüt bulunuyor.
Bu merkezi örgütlerin de 150’ye yakın şubesi var. Bu
örgütlerde 200 bin civarında üyeden söz ediliyor.
Alevilerde ilk örgütlenme yurtdışında başladı, daha sonra
yurt içine sıçradı. 25 yıldır örgütlenme sürüyor. Dernekler
ve federasyonlar biçiminde örgütleniyorlar. 1993 Sivas
katliamı bir sıçrama etkisi yaptı. 1963'te Hacı Bektaş
Turizm Derneği kuruldu. 12 Eylül öncesi Sivas’ın Banaz
köyünde Pir Sultan Abdal Derneği vardı. Dernekler, önce
Alevilerce önemli sayılan kişilerin adlarıyla kuruldu.
Yasalar nedeniyle alevi ismini kullanadılar. Bu yasakla
mücadele amacıyla 2000 yılında Alevi Bektaşi Kuruluşlar
Birliği Derneği’ni kuruldu. Dernek 11 kurucunun
hazırladığı tüzükle kuruldu. İçişleri Bakanlığı kapatma
davası açtı. Sonunda karar Yargıtay’a kadar gitti. İsmi
savundular ve bu nedenle 2 sene yargılandılar.
Bölücülük suçundan kapatma davası açıldı. Diyanet İşleri
Başkanlığı, İçişleri Bakanlığı olumsuz, dönemin Kültür
Bakanı İstemihan Talay olumlu görüş bildirdi. Yargıtay
Alevi adının kullanabileceğine karar verdi. 2002'den
itibaren Alevi ismi kullanılmaya başlandı. Avrupa Birliği
yasalarıyla artık problem kalmadı. ( Çalışlar, 2008).
342
Faruk Arslan
Aleviler, 1970’lerde yükselen ve gelişen sol hareketin
önemli dayanaklarından birisi haline gelmişti. Alevilerle
sol arasındaki ilişki, daha çok sol örgütlerin lehine, onlara
destek vermek şeklinde sürdü. 12 Eylül sonrası ise bu
ilişki biçim değiştirdi. Alevilerin kimlik talebiyle ortaya
çıkmaları, artık yeni bir durumu ifade ediyordu.
Ülkemizdeki toplumsal değişim ve dönüşümün en önemli
göstergelerinden birisi toplumsal grupların ‘kimlik’
talepleri. Kürtler, Aleviler, İslamcılar, Ermeniler,
Süryaniler, son 20 yılımıza damgasını vuran sözcükler...
Bu kimliklerin hepsi bu toplumun içinde yaşıyorlardı,
ancak kimliklerini öne sürerek ortaya çıkmıyorlardı.
Onlar ya görünmüyorlardı, ya da görmezden
geliniyorlardı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi, solu ve
özgürlük taleplerini silindir gibi ezerken, aynı zamanda
yeni filizlenen kimlik talepli tepkilerin de tohumlarını
ekiyordu. Bu yeni dönemin ilk sert rüzgârı
Güneydoğu’dan esti. Son 25 yılımıza damgasını vuran
PKK odaklı çatışmalar hâlâ bir çözüme ulaşmış değil.
‘Kürt kimliği’ talebi ise orta yerde duruyor.
İkinci ve dikkat çekici atak ise Alevilerden geldi. 1980’li
yılların ortasından itibaren ‘Pir Sultan’, ‘Abdal Musa’,
‘Hacıbektaş’ adıyla Türkiye’nin dört bir yanında
dernekler kurulmaya başlandı. Örgütlenmeye paralel
olarak Aleviliği anlatan, değerlendiren kitaplar
yayımlandı. İlk kez adını duyduğumuz ‘Alevi kökenli’
yazarlar, çok satan kitaplar yazdılar.
Yurtdışında yaşayan Aleviler, Alevi ismini kullanarak
örgütler kurdular. ‘Alevi’ sözcüğü artık sakınmadan
söyleniyordu. “Ben Aleviyim” diyen insanlar, kendi
343
Faruk Arslan
kimlikleriyle ortaya çıkarak, konuyu kamuoyunun önüne
getiriyorlardı. Kendilerine yönelik önyargıları kırmak için
seslerini yükseltiyorlardı. Alevilerin kim olduklarını,
hangi taleplerle ortaya çıktıklarını, nereden gelip nereye
gittiklerini bizler de yeniden keşfediyorduk. Kapı
komşumuz, sıra arkadaşımızdı onlar. Ancak neden
bugüne kadar kendilerini gizlemek durumunda
kalmışlardı? Neden ‘onların kestiği yenmez’, ‘onlarla
evlenilemez’di?
Son 20 yıl içinde Alevilere ilişkin çok şeyler öğrendik.
Ön yargılarımız bir ölçüde kırıldı. Onların çektiği
acıların, yaşadıkları dışlanmışlığın ne anlama geldiğini
kavramaya başladık. Onların istek ve taleplerinin temel
insani haklı talepler olduğunu gördükçe, geçmişteki
yasakçılığı, baskıları sorgulamaya başladık. Artık
Aleviler sahnedeydiler. Alevi Rönesans’ının son yirmi yıl
içinde daha da derinleştiğini ve yeni boyutlar kazandığını
düşünüyorum. Artık Aleviler var. Ancak devlet onları
nereye koyacak, hangi kimlik altında taleplerini yerine
getirecek, şimdi bunlar tartışılıyor. ( Çalışlar, 2008).
Tam Alevi açılımları tartışılırken 10.Ergenekon
operasyonunda İbrahim Şahin'in evinden ortaya çıkan
krokiler, agendalar gösterdiki, Alevi-Bektaşi Federasyonu
Genel Başkanı Ali Balkız'a yönelik suikast planı
hazırlandı. Belgelere dayandırılan iddiaya göre, muvazzaf
subay M.S. (halen tutuklu) liderliğinde 9 kişilik bir
suikast hücresi kuruldu. "Çankaya 4 numaralı hücre"
olarak adlandırılanekibin görevi, bombalı araçla Ali
Balkız'ı öldürmekti. Ekip şefi M. S.'nin kodadı "A" idi.
"B" eylem için çalıntı araçtemin edip şoförlük yapacak,
344
Faruk Arslan
"C" patlayıcı düzeneğini hazırlayacak. "D"patlayıcı
maddeyi temin edecek. "E"cep telefonlarını dağıtacak. "F
ve G"sokak başlarında emniyeti sağlayacak. "H" evin
karşısındaki parkta bölgeyi kolaçan edecek. "I" ise tetikçi
olarak eylemi gerçekleştirecekti. 9 kişilikhücre eylemden
önce alınan sıfır ceptelefonunu bir gün öncesine
kadarkesinlikle kullanmayacak. Sarıkaya'nın göndereceği
(ESI TILI GÜ LER)mesajını alan üyeler ertesi gün eylem
olacağını anlayacaktı. Alevi-Sünni çatışması çıkarmak
amacıyla hazırlandığı ileri sürülen plana göre, AleviBektaşi Federasyonu Genel Sekreteri Kazım Genç'e
bombalı bir paket gönderilecekti. Bombalı paketi kargo
şirketi elemanı, kimlik ve kıyafetiyle Kazım Genç'in
evine ulaştırılacaktı. Şüphe çekmemesi için, paketin
üzerine gönderenin kimliği olarak Kazım Genç'in
yakınlarından birinin ismi veya Alevi vatandaşların
yoğun olarak yaşadığı Hacıbektaş, Tunceli gibi il veya
ilçelerinden birinden rastgele adres yazılacaktı. Bu eylem
planında da güvenlik güçlerinin konumları en yakın
kamera kayıtları da plana detaylı olarak işlendi.
Ergenekon’un üst yönetim kurulu, akıl hocası olduğu
iddia edilen Encümen-i Daniş’e değinmeden geçemeyiz.
Ergenekon’un derin devleti temsil ettiği henüz bir iddia.
İhtiyarlar heyeti ile ilişkileride ispatlanması çok zor, tam
bir muamma. Yine de 170 yıllık derin devlet geleneğinde
Mason Bektaşiler ile aralarında ilişkiler olduğu
kanıksanamaz. En azından Ergenekon’u bilmedikleri,
duymadıkları söylenemez.
345
Faruk Arslan
On Yedinci Bölüm
ENCÜMEN-İ DANİŞ TARİKATI
Encümen-i Daniş, 1851 yılından beri var olan bir
Osmanlı geleneğidir. Tanzimat'tan sonra, Fransız
Akademisi örnek alınarak kurulan ilk Osmanlı
Akademisidir. Tanzimat, Batı kurumlarının Osmanlı
topraklarına sokulmasını istiyordu. Bu yolda bilim ve
eğitim alanındaki çalışmaları bir düzene sokmak için,
1846'da Meclis-i Maarif-i Umumiye kuruldu. Fikir ve
bilim adamlarını içine alan bu kuruluş, Encümen-i Daniş
isimli bir akademinin kurulmasını kararlaştırdı. Meclis-i
Maarif adına Ahmed Cevdet Paşa tarafından hazırlanan
ve Encümen-i Daniş'in kurulma sebeplerini anlatan bir
yazı, Sultan Abdülmecid'e sunuldu (26 Mayıs 1851).
Kuruluşunda Fransız Akademisi örnek alınan Encümen-i
Daniş'in amacı; ilmi ve teknik eserleri telif ve tercüme
ederek, Darülfünun'da izlenecek ders kitaplarını
hazırlamaktı.
Encümenin iç ve dış olmak üzere iki çeşit üyesi vardı. İç
üyelerin sayısı 40 kişiydi, bunların bir ilim dalında uzman
olması, bir yabancı dil bilmesi; yani telif ve tercümesini
yapacak nitelikte bulunması şarttı. Dış üyelerin
Osmanlıca bilmesi şart değildi. Hangi dilde olursa olsun
encümene bir konuda bilgi verecek uzmanlık üye olmak
346
Faruk Arslan
için yeterli sayılıyordu. Bunların üye sayıları da 30 olarak
belirlenmişti.
Kuruluşun başkanlığına Şerif Mehmed getirildi. İç
üyeliklere Sadrazam Reşid Paşa, Şeyhülislam Arif
Hikmet Bey, Erkan-ı Harbiye Başkanı Mehmed Paşa,
Hariciye Nazırı Ali Paşa, Ticaret Nazırı İsmail Paşa gibi
devlet adamlarıyla beraber; Ahmed Vefik Paşa, Cevdet
Paşa, Osman Saip, Ali Fetih, Recai Efendi gibi kişiler de
üye oldular. Dış üyeliklere devletin tanınmış Rum,
Ermeni bilginleriyle; İngiliz Şarkiyatçısı James W.
Redhouse, tarihçi Hammer, Fransız doğu bilimcisi
Bianchi gibi bilginler alındı.
Encümen-i Daniş teşkilatı, devlet salnamelerini de
(yıllıkları) 1862'ye kadar yazdı. O zamanlar (yani Tanzimat)
henüz “devlet” ile “hükümet” arasında kan davası olmadığı için,
bu “bilginler kurulu”nda Sadrazam vb. doğal üye sayılırdı. İlk
toplantıda (1851) padişah Abdülmecid de hazır bulunmuştu,
sadrazam Mustafa Reşid Paşa da. Ama dönem değişti,
koşullar değişti, “seçim” diye, “demokrasi” diye, olur olmaz
“bi’dat”lar Cumhuriyet döneminde çıktı. Onun için 1950’li
yıllardan itibaren yeniden tesisi edilen “Encümen-i Daniş”
(Kâmuran İnan’ın söylediğine göre) hükümeti devirmeyi
konuşmak üzere toplanır hale geldi. Yani artık “devlet”in
encümeni oldu. Bu konumuyla tamamen Cumhuriyet
kurumuydu. ( Belge, 2009).
Masonlar ve Bektaşiler, Batı ilminin, modernizmin
Türkiye'ye gelmesinde öncülük ettiler. Bu gelenek,
Cumhuriyet döneminde de sürdürüldü. İki kurum
arasında derin farklar olsada, iki dönem arasında
bağlantıyı kuran Mason Bektaşilerdi. Bu üst heyete
katılanlar ya mason ya Bektaşi veya her ikisiydi. Kimse
üzerine alınmasın. Mason Bektaşi olmak hakaret değildir,
iltifattır, bir sosyolojik gerçektir. Elbette farklı meşrepte
347
Faruk Arslan
olanlarda ülke yönetimine tavsiyelerde bulunan bu
heyetde yer alıyordu. Atatürk'ün partisi olduğu için hep
CHP'ye oy veren, TÜSİAD ve Büyük Kulüb etrafında
toplanan seçkinlerden oluşuyorlardı. Cumhuriyetin
sahipleriydiler. 2. Cumhuriyete karşı olmaları doğaldır.
Üye olarak çağrılmanız için devlette üst düzey yönetici
olmanız, emekli olmanız, galiba saçınızda akların sayısının
karalardan da çok olması gerekiyor. Çünkü üyelerin yaş ortalaması
80’in üstünde. Toplantılarda 70 yaşındakilere “Sen daha çok gençsin,
bilmezsin” muamelesi yapılıyor. Buraya kadar olan kısmını artık
biliyoruz. Bundan sonrakiler ise bilmediklerimiz ya da bize yanlış
anlatılanlar hakkında. Öncelikle Encümen-i Daniş’in üyelerinin
birçoğunun darbeci, darbe dönemi bakanı, darbeye heves etmiş paşa,
darbeyi becerememiş paşalardan oluşması sizi yanıltmasın. İlter
Türkmen, Temel İskit, Sönmez Köksal, Özdem Sanberk gibi daha
liberal isimler de toplantılara düzenli katılıyor.
Kurtlar Vadisi Pusu dizisinde 'İhtiyarlar Heyeti' olarak
lanse edilen yaşı oldukca ilerlemişler grubundan kastın bu
olduğu anlaşılıyor. Mazide destek verselerde, deşifre
edilen ve kirlenen bugünkü Ergenekon yapısını tasfiyeyi
tavsiye etmeleri, sürpriz değildir. Bu emekli kahvehanesinden
Ergenekon’un üst düzey yöneticilerinden ziyade, ancak Ergenekon’un
tarihi çıkar. Ergenekon ile tarih yazmaya çalışanlar ise hâlâ görev
başındalar. ( Oğur, 2009). 80’lik ihtiyarları yinede küçümsemeyelim.
Şener Eruygur iki toplantılarına katılmış ve bigi vermiş. Türk
Ordusunun tespit edilen Ergenekon ve diğer çete
üyelerini cezalandırıp ordudan atması, Genelkurmay'ın
bundan sonra suçluya sahip çıkmayacağını gösteriyor.
Orduyu yıpratmamak böyle olur. Dernek statüsünde
olmadığı için kaydı bulunmayan kuruluşun orduyu temsil
etmediği açık. Ancak Ergenekon'un üst danışma heyeti
olduğu iddiası, heyetin içindeki eski genelkurmay
başkanlarını gerdi. Bu alınganlık anlaşılamadı.
Eski Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, gibi
bir komutan ilk defa resmen bu kurumun varlığını 16
348
Faruk Arslan
Ocak 2008'de Milliyet'den Fikret Bila'ya yaptığı
açıklamada kabul etti ve şunları söyledi: 15 günde bir
araya gelip konuşuyoruz. Sonra yapılan tespitleri, varılan
sonuçları yazılı hale getirip Cumhurbaşkanı’na,
Başbakan’a gönderiyoruz. Belki ülkeye bir hizmet olur
diye. Bugünkü Encümen-i Daniş'te üst düzeyde görev
yapmış, devlet tecrübesi olan emekli insanlar var.
Başkanımız, eski Meclis Başkanı Necmettin
Karaduman’dı. Ondan sonra Prof. Dr. Sefa Reisoğlu
başkan oldu. Bülend Ulusu var, ben varım, Sayın
Kıvrıkoğlu var, Mustafa Aysan var, İlter Türkmen var.
Necdet Üruğ var. Özden Sanberk, Köksal Sönmez gibi
isimler var. Bu gibi devlet tecrübesi olan, üst düzey
görevler yapmış isimler var. Biz bir araya gelip ülke
meseleleri üzerine sohbet ediyoruz. Sonra başkan olarak
Sayın Reisoğlu bunları kaleme alıyor ve
Cumhurbaşkanı’na, Başbakan’a gönderiyor. Mesela
Sayın Ahmet Necdet Sezer, bunları çok faydalı bulurdu.
Yararlandığını söylerdi. Göndermemizi isterdi. Encümeni Daniş’in ebediyete intikal etmiş üyelerinden bazılarını
da zikredeyim ki bu heyetin nasıl bir heyet olduğunu
kamuoyumuz da öğrensin. İşte bu gibi devlet tecrübesi
olan isimlerin bir araya geldiği heyet, ülke meseleleri
üzerine sohbet ediyor. Görüşler tespit ediyorlar. Bu tür
insanlardan bu ülkeye zarar gelir mi? Herkes kendi
uzmanı olduğu konuyu izliyor, anlatıyor. Bu heyette
1959-60 Zürich, Londra antlaşmalarına imza atmış
insanlar var. Memleketine faydalı olmaya çalışıyor.
Böyle bir heyetin ortaya atılan saçma sapan iddialarla bir
ilgisi olabilir mi? (Bila, 2009).
Karadayı'nın övünerek geçmişte bu kuruma üye olduğunu
itiraf ettiği isimlerin hemen hepsi Mason veya Bektaşiydi.
349
Faruk Arslan
Mesela şu isimler var: Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay,
Refet Bele, Hasan Saka, Falih Rıfkı Atay, Hüseyin Cahit
Yalçın, Tayfur Sökmen, Feridun Cemal Erkin, Kazım
Orbay, Memduh Tağmaç, Cihat Baban, Sadi Irmak,
Kemal Kayacan, Celal Eyiceoğlu, Asım Gürbüz,
Fahrettin Altay, İrfan Özaydınlı.
Ergenekon soruşturması kapsamında gözaltına alınarak
ifadesine başvurulan Eski MGK Genel Sekteri Tuncer
Kılınç’a da sorulan Encüman-i Daniş sorusu, acaba
Ergenekon ile bir ilişkisi var mı söylentilerine neden
oldu. Kurumun ne işe yaradığı merakn edildi. Faaliyetleri
ve görevi, üyelerini nasıl seçtiği ve kimlerden oluştuğu
araştırıldı. Yine bu grub ile Mason Bektaşiler arasındaki
ilişki ıskalandı. 2004'den beri üç eski genelkurmay
başkanı, bir eski başbakan, bir eski meclis başkanı, bazı
eski kuvvet komutanları ve orgeneraller, iki eski dışişleri
bakanı, bazı eski bakanlar, politikacılar ve emekli
büyükelçilerden oluşan 40 kişilik bu üst düzey heyeti,
Encümen—i Daniş Grubu veya bir yol olduğu için laik
bir Tarikat olarak adlandırabiliriz. Etkili yeni üyeleriyle
daha da güçlenen Encümen—i Daniş'da kimlerin
olduğuna bir göz atalım:
Eski genelkurmay başkanları Necdet Üruğ, İsmail Hakkı
Karadayı, Hüseyin Kıvrıkoğlu, 12 Eylül 1980’den sonra
başbakan olan Bülent Ulusu, Turgut Özal döneminin
Meclis Başkanı Necmettin Karaduman, eski dışişleri
bakanları Emre Gönensay ve İlter Türkmen, emekli
orgeneraller Atilla Ateş, Ahmet Çörekçi, Necdet Öztorun,
Süreyya Yüksel, Tuncer Kılınç Nahit Özgür, İbrahim
Şenocak, eski bakanlar Fethi Çelikbaş, Cahit Aral,
Mustafa Aysan, Safa Reisoğlu, emekli büyükelçiler Oğuz
Gökmen, Temel İskit, Fahir Alaçam, Oktay İşcen...
350
Faruk Arslan
Listenin tamamı kırk kişiden oluşuyor. Bunlar, “Danışma
Kurulu” anlamına gelen Encümen—i Daniş’in şimdiki
üyeleri.Şimdiki genel başkan, Adnan Menderes ve
Süleyman Demirel hükümetlerinde sanayi ve ticaret
bakanlığı yapmış olan 92 yaşındaki Fethi Çelikbaş, genel
sekreter ise ANAP’lı eski bakan Cahit Aral. öteki bazı
Encümen—i Daniş üyeleri şöyle: Emekli Korgeneral
Hasan Sağlam, Hukuk Profesörü Şener Akyol, eski
bakanlar Mehmet Sağlam, Orhan Dikmen, İlhan
Evliyaoğlu, eski İstanbul Belediye Başkanı Faruk Ilgaz,
emekli tümgeneral Ahmet Serter, emekli vali ve senatör
Cemal Tarlan. Son yıllarda ölen eski bazı Encümen—i
Daniş üyeleri ise şöyle: Eski Hava Kuvvetleri Komutanı
Orgeneral Muhsin Batur, eski Deniz Kuvvetleri
Komutanı Oramiral Kemal Kayacan, emekli orgeneraller
Kemal Atalay, Fikret Esen, Adnan Ersöz, Ragıp Uluğbay,
İrfan Özaydınlı, emekli oramiral Haydar Olcaynoyan,
emekli korgeneral Faruk Güventürk, emekli tümamiral
Sezai Orkunt, eski bakanlar Hıfzı Oğuz Bekata, İlyas
Seçkin, Tıp Profesörü Hikmet Altuğ, emekli büyükelçi
Necdet Özmen. Ölen bu üyelerin yerine, aralarında
Hüseyin Kıvrıkoğlu, Atilla Ateş, İlter Türkmen, Emre
Gönensay’ın bulunduğu yenileri seçildi.
Listenin tamamı kırk kişiden oluşuyor. Bunlar, “Danışma
Kurulu” anlamına gelen Encümen—i Daniş’in şimdiki
üyeleri. Devlette çok önemli görevlerde bulunmuş eski
asker, politikacı ve diplomatların oluşturduğu bu “Büyük
Devlet Jürisi”, on beş günde bir İstanbul’da, Moda Deniz
Kulübü’nde bir araya geliyor ve ülke sorunlarını
tartışıyor. Geçmişte çok etkili görevlerde bulunmuş bu
kadar insan ayda iki defa düzenli olarak bir araya gelince,
doğal olarak ne konuştukları ve oradaki konuşmaların ne
351
Faruk Arslan
tür sonuçlar doğurduğu merak ediliyor. Encümen—i
Daniş, kimilerine göre devlete rota çizmeye çalışan gizli
bir “güç odağı”, kimilerine göre hükümetlere yön vermek
isteyen bir teşekkül, kimilerine göre ise, yalnızca emektar
eski devlet görevlilerinden oluşan normal bir sohbet
grubu. Yeni üyelerin ancak oy birliğiyle dahil olabildiği
Encümen—i Daniş’te dönem başkanlığını en yaşlı üye
üstleniyor. Toplantılarda en çok tartışılan konular AB, AKP,
başörtüsüymüş. Özellikle AKP iktidara geldiğinden beri toplantılar bir
tür ağlama duvarına dönmüş. “Ah tüm kötülüklerin anası AKP” diye
başlayan konuşmalar, gerektiğinde balans ayarı verecek bir iradeden
çok “Elimizden ne gelir, ağlamaktan başka” gibi bir çaresizliğe işaret
aslında. Hatta bir seferinde yine AKP hakkında atıp kesmeye
başlayan çok yaşlı bir emekli paşa ‘çuş-u huruş’a gelip “Asker
müdahale etmeli” diye bağırınca toplantıda gülüşmelere neden olmuş.
Yani eski bir darbecinin darbe çağrısının ütopik kaçtığı bir ortamdan
bahsediyoruz. (Oğur, 2009).
Gazeteci Faruk Mercan, konuyla ilgili 19.07.2004 tarihli
Aksiyon dergisindeki haberinde ilginç detaylar veriyordu:
Şimdiki genel başkan, Adnan Menderes ve Süleyman
Demirel hükümetlerinde sanayi ve ticaret bakanlığı
yapmış olan 92 yaşındaki Fethi Çelikbaş, genel sekreter
ise ANAP’lı eski bakan Cahit Aral. Demirel ve Çiller’e
gönderilen mektup Fethi Çelikbaş ve Cahit Aral,
Encümen—i Daniş’ten önce Anavatan Partisi’nde
(ANAP) buluşmuş olan iki politikacı. 1989’da ANAP
Burdur Milletvekili olarak Meclis’te iken Turgut Özal’a
karşı cumhurbaşkanı adayı olan Çelikbaş’a verilen 18
oydan biri de Cahit Aral’a aitti. Çünkü Aral, Necmettin
Karaduman ve Kaya Erdem gibi isimlerle birlikte
ANAP’ta Turgut Özal’ın cumhurbaşkanı olmasına karşı
çıkan ‘ak saçlılar’ın içindeydi ve Özal’a karşı oy
verdikleri kişi Fethi Çelikbaş’tı. Cahit Aral’ın bir diğer
özelliği, 1986’da Sanayi Bakanı iken “Çernobil kazası”
352
Faruk Arslan
meydana geldiğinde, Karadeniz bölgesindeki çayın
radyasyondan etkilenmediğini göstermek için kamera
karşısında çay içmesiydi.
Faaliyetleri 1980’lerin sonunda kamuoyuna yansıyan
Encümen—i Daniş, özellikle 1995’te Cumhurbaşkanı
Süleyman Demirel ve Başbakan Tansu Çiller’e
gönderdiği bir mektupla dikkat çekti. Encümen—i
Daniş’in o zamanki üyeleri mektupta, “Uzun zamandan
beri açıkça ve pervasızca, anayasaya dayalı demokratik
ve laik düzenimizi kökten tahrip etmeyi ve yerine şeriata
dayalı devlet düzenini zorla uygulamayı amaçlayan
beyan, eylem ve davranışlara girildiği görülmektedir.
Türkiye’yi temelinden yıkmak, ülkeyi ve milleti bölmek
isteyen sorumsuz kurum ve kişilere karşı şu yasal, idari
ve yargıya yönelik ciddi tedbirlerin alınmasını öneririz”
demekteydi.
Cumhurbaşkanı ve Başbakana önerilen tedbirler şöyleydi:
“Cumhuriyetin temel nitelikleri ve laikliğin korunması,
Tevhid—i Tedrisat Kanunu’nun tavizsiz uygulanması,
Kur’an Kursları ve İmam Hatip liselerinin sayılarının
azaltılarak sıkı denetime alınması, bu amaçlarla çağdaş ve
laik her türlü önlemin alınması.” Yüksek İstişare Heyeti
Projesi Mektubun basına sızdırıldığı 1995 başlarında
Türkiye’de ilginç bir tartışma vardı. Başbakan Tansu
Çiller; eski başbakanlar, genelkurmay başkanları ve
dışişleri bakanlarından oluşacak bir “Yüksek İstişare
Heyeti” (YİH) kurulması projesini ortaya atmıştı.
Nitekim bu heyet Doğan Güreş, Yıldırım Akbulut ve
Murat Karayalçın gibi isimlerin katılımıyla ilk
toplantısını yaptı; ama devamı gelmedi. Bir teze göre,
Encümen—i Daniş’in mektubundan rahatsızlık duyan
Çiller, hem bu mektubu basına sızdırmış, hem de onlara
353
Faruk Arslan
alternatif bir yapı olarak YİH’i düşünmüştü. Ama YİH,
varlık kazanıp Encümen—i Daniş’in yerini alamadı. Peki
yarım yüzyıldan fazla bir süredir varlığını sürdüren, her
dönemde etkili isimlerin katılımıyla güçlenebilen, zaman
zaman devlete ve hükümetlere yön verdiği söylenen
Encümen—i Daniş’in sırrı neydi?
Her dönemde Silahlı Kuvvetler komuta kademesine yakın
olması ve askeri konulardaki yazılarıyla tanınan Radikal
gazetesi yazarı Mehmet Ali Kışlalı, bir süre önce
“Encümen—i Daniş” başlığını taşıyan yazısıyla bu grubu
yeniden gündeme getirdi. Grup üyelerinin “titizlikle”
seçildiğini belirten Kışlalı, yıllardır muntazam bir şekilde
yapılan toplantılarda ülkenin en önemli konularını ele
alan konuşmaların her zaman “ilgi çekici” ve “önemli”
olduğunun altını çizdi. Geçmiş dönemde, Hüseyin Cahit
Yalçın, Ahmet Emin Yalman, Falih Rıfkı Atay ve Yusuf
Ziya Ortaç gibi gazeteciler de Encümen—i Daniş üyesi
olduğundan; bu yazısı sebebiyle “Kışlalı da mı
Encümen—i Daniş üyesi?” sorusu merak konusu oldu.
Ancak Kışlalı, “Öyle bir şansım yok. Devlete en üst
kademede hizmet etmiş çok önemli şahsiyetleri alıyorlar.
Bizim orada yerimiz yok” diyor. Köşe yazarı üyeler
Halen köşe yazarlığı yaptığı halde Encümen—i Daniş
üyesi olan iki kişi var: Hürriyet gazetesi yazarı İlter
Türkmen ve Radikal gazetesi yazarı Profesör Mustafa
Aysan. Ancak İlter Türkmen eski dışişleri bakanı,
Mustafa Aysan ise eski ulaştırma bakanı sıfatını taşıyor.
Üst düzey devlet görevinde bulunmuş herkesin
Encümen—i Daniş üyesi olamadığını belirten Mehmet
Ali Kışlalı, ölçülere uyan kişinin, bir üyenin teklifi
üzerine oy birliğiyle gruba alındığını belirtip şöyle devam
ediyor: “Üyelerle eskiden beri dostluklarım var. Burada
354
Faruk Arslan
parti falan yok, tarafsız insanlar grubu. Hepsi, üzerinde
tartışma yapılmayacak ve değerli görevler yapmış
insanlar. İşleri de gidip kahvede dedikodu yapmak değil,
ülkenin önemli meseleleri hakkında görüş teatisi. Orada
yapılan şeyleri dışarıda kullanmak gelenekleri yok. Biz
şunu konuştuk, şu karara vardık diye dışarıda
konuşulmaz. Encümen—i Daniş, yazılı kuralları olan çok
disiplinli bir yapı değil, araştırmacı bir grup da değil.
Herkes birikiminden dolayı gündeme gelen konular
üzerindeki fikrini söylüyor. Bu isim tarihten geliyor.
Osmanlı İmparatorluğu’nda Encümen—i Daniş, Danışma
Kurulu diye bir şey var. Bu isimle, eskiden var olan bir
şey canlandırılmış.”
Grubun ismi nasıl Encümen—i Daniş oldu? Grubun
“Encümen—i Daniş” ismini nasıl aldığını, babası Tayfur
Sökmenoğlu gibi bir Encümen—i Daniş üyesi olan
Türkiye Büyük Millet Meclisi eski Başkanvekili Murat
Sökmenoğlu şöyle anlatıyor: “Adı Encümen—i Daniş
değildi. 1980 öncesinde Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk
bizim Suadiye’deki evimizde yapılan toplantıya gelince,
‘Sizler etkili, yetkili insanlarsınız. Etkili bir kurulsunuz,
Encümen—i Daniş’siniz diyor. Böylece ismi Encümen—
i Daniş oldu.” Encümen—i Daniş’in eski başkanlarından
Hıfzı Oğuz Bekata, grubu tanımlarken “Düşünce üreten,
dünya sorunları karşısında Türkiye’nin durumunu
irdeleyen bir akademi” deyimini kullanmıştı. Yine eski
bir Encümen—i Daniş Başkanı olan Profesör Hikmet
Altuğ, “Gün görmüş bir entelijansiyayız” demişti. Yıllar
sonra yeni üyelerden İlter Türkmen, “Encümen—i
Daniş’in çok parlak bir tarihi var, eski başbakanlar, hayli
kıymetli adamlar buradan geçmiş. Şimdi de tamamı
devlet kadrosundan, önemli kimseler var” diyor.
355
Faruk Arslan
Encümen—i Daniş’in kurucuları arasında Tayfur
Sökmenoğlu haricinde, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy,
Şemsettin Günaltay, Falih Rıfkı Atay, Yakup Kadri
Karaosmanoğlu, Refet Bele, Fahrettin Altay, Kazım
Orbay, Kazım Özalp gibi isimler var. Sonraki yıllarda
gruba Hasan Saka, Nihat Erim, Suat Hayri Ürgüplü gibi
başbakanlık yapmış isimler katılıyor. Gruba ismini veren
Fahri Korutürk de bir Encümen—i Daniş üyesi. Grubun
cumhurbaşkanı ve başbakanlara, zaman zaman da
genelkurmay başkanları, Yüksek Askeri Şûra üyeleri ve
Meclis başkanlarına mektup göndermesi geleneği
Demokrat Parti dönemine kadar uzanıyor. Örneğin,
Adnan Menderes’in başbakanlığı döneminde Milliyetçiler
Derneği’nin kapatılmasında Encümen—i Daniş’in yaptığı
uyarının etkisi olduğu söylenir. Başbakanlara nadiren
mektup gönderilir Üç—dört seneden beri Encümen—i
Daniş üyesi olduğunu belirten Dışişleri eski Bakanı İlter
Türkmen, “Şu ana kadar Başbakan Tayyip Erdoğan’a hiç
mektup gönderildi mi?” sorusuna, “Hayır” cevabını
veriyor.
1982—83 arasında Ulaştırma Bakanı olarak görev yapan,
yakın zamanda hem Aydın Doğan’a ait Doğan
Holding’de hem de Hüsnü Özyeğin’e ait FIBA
Holding’de üst düzey görevler üstlenen, halen Radikal
gazetesinde köşe yazarlığı yapan ve on yıldan beri
Encümen—i Daniş üyesi olan Profesör Mustafa Aysan,
cumhurbaşkanı ve başbakanlara mektup gönderilmesinin
çok ender olduğunu belirtirken, “Benim on senelik
üyeliğim içinde galiba iki defa oldu” diyor. Encümen—i
Daniş’e zaman zaman gizli bir güç merkezi gözüyle
bakıldığını hatırlattığımız Aysan, bu görüşlere katılmıyor:
“Burası fikir alışverişi yapılan bir düşünce grubu. En iyi
356
Faruk Arslan
tarifle bir think tank. Bizim fazla bir gücümüz yok. Orada
çok güzel bir bilimsel güç, deneyim gücü var. Bunlar bir
güçse tamam, ama hiçbirinin yaptırım gücü yok. Daha
çok bir deşarj grubuyuz. Çok da gevşek bir grup. On beş
günde bir toplanır; ama gelmezseniz şöyle olur diye bir
şey yok. Eski dostların gelenek gibi devam ettirdiği gayri
resmi bir topluluğuz” diyor. Bugüne kadar yapılan
toplantıların düzenli katılımcılarından biri olan Profesör
Aysan, “Ayda iki defa bu toplantıya gitmek zahmetli
olmuyor mu?” sorusuna şu cevabı veriyor: “Koşa koşa
gidiyoruz. Hepsi çok yakın dostumuz, geçmişte birlikte
çalıştığımız insanlar. Toplantıların çoğuna, yüzde
doksandan fazlasına katılırım. Birbirimizle memleket
meselelerini görüştüğümüz bir yer. Fazla gizliliğimiz
yok; ama grubu teşhir etmeyiz, fazla yaymayız. Çünkü
serbestçe konuşmak, sohbet etmek istiyoruz. Hiçbir
şeyimiz yazılı değil. Orada konuşulanların kendi
içimizden kalması çok değerli bir vasfımız. Orada herkes
kendisini rahatlıkla ifade etsin diye yazılı olmayan bir
kuralımızdır. Bu yüzden Encümen—i Daniş’in içi
hakkında en basit bir bilgiyi dahi size vermiş olmak
istemem.”
Her toplantıda ortalama 20 kişi oluyor İlter Türkmen ise,
neler konuştukları sorusuna, “Genellikle o gün gündemde
hangi konu öne çıkmışsa o görüşülüyor. Dış politika bol
bol görüşülüyor. Kıbrıs ve Irak çok çok görüşülen
konular arasında. Laiklik meselesi de görüşülüyor”
cevabını veriyor. Üyelerinin hemen hepsi İstanbul’da
oturan, yazılı bir tüzüğü veya çalışma yönergesi olmayan
grubun yaz aylarındaki toplantılarında katılım biraz düşse
bile her toplantı ortalama 20’nin üstünde kişiyle
yapılıyor. Uzun askerlik hayatlarının verdiği disiplinle
357
Faruk Arslan
olsa gerek, en düzenli katılımcıların komutanlar olduğu
söyleniyor. İlter Türkmen, “Askerler muntazamdır. Bir
konuyu konuşacakları zaman çalışarak geliyorlar” diyor.
Peki “Gündem önceden belli oluyor mu?” Türkmen,
“Bunlar çok organize toplantılar değil, ama genellikle
gelecek toplantıda ne konuşulacağı görüşülüyor. Biz daha
çok dış politikayı, askerler güvenliğe, ekonomi
konusundaki arkadaşlar ekonomiyi konuşuruz” diyor.
Grubun en belirgin özelliklerinden biri, yaş ortalamasının
çok yüksek olması, çünkü üyelik ömür boyu sürüyor. İlter
Türkmen bunu, “Son seyahatinize kadar oradan
ayrılmazsınız, emeklilik yok. O yüzden çok genç bir
kuruluş değiliz. Mesela başkanımız Fethi Çelikbaş
üniversitede benim hocamdı” sözleriyle anlatıyor.
Bir üyenin gruptan çıkarılması veya ayrılması geleneği
yok. Örneğin Encümen—i Daniş’in kurucularından
Tayfur Sökmenoğlu, 1980’de öldüğünde 88 yaşındaydı.
Fethi Çelikbaş ise bugün 92 yaşında ve gurubun başkanı.
Yeni katılımlarla kan tazeledi denecek kadar güç kazanan
Encümen—i Daniş’in daha uzun yıllar varlığını
sürdüreceği anlaşılıyor. 1989’da ANAP’taki Encümen—i
Daniş’çilerin de desteğiyle arkadaşları Fethi Çelikbaş’ı
cumhurbaşkanı yapamadılar; ama Türkiye’de
cumhurbaşkanı, başbakan, genelkurmay başkanı, birçok
eski parlak komutan, politikacı ve diplomattan oluşan bu
kadar etkili üyeye sahip ikinci bir “sohbet grubu”
olmadığı kesin. Şu anda hepsinin gönlünden geçen
temenni ise, eski bir Encümen—i Daniş’çi abileri olan 6.
Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün oğlu Osman
Korutürk’ün Milli Güvenlik Kurulu’nun ilk sivil genel
sekreteri olmasıydı. Ama olmadı. İkinci sıradaki aday
Necdet Pamirdi.
358
Faruk Arslan
Önümüzdeki yıllarda gücünden hiçbir şey kaybetmesi
beklenmeyen Encümen—i Daniş’te olabilecek tek
değişiklik, bu ‘Büyük Devlet Jürisi’nin kendisine yeni bir
isim bulması. Ancak Profesör Mustafa Aysan, “İsmini
değiştirmeyi hiç düşünmedik. Orijinal olarak öyle bir
isim konmuş, Osmanlı’dan geliyor” diyor. Yüksek
İstişare Heyeti neden başarılı olamadı? Acaba
Encümen—i Daniş bu kadar uzun ömürlü olmasına
rağmen, Ankara’da yapacağı toplantılarla görüşlerini
düzenli olarak başbakana ve hükümete aktarabilecek olan
Yüksek İstişare Heyeti projesi neden başarılı olamadı?
Gazeteci—yazar Mehmet Ali Kışlalı, bu soruya şu cevabı
veriyor: “Aslında böyle şeyler iktidarların işine gelmez.
Ağırlığı olan o insanlardan çıkan fikir sizin için uygun
değilse, bu sizi rahatsız eder. Bu görüşler uygulanmazsa,
bu sefer onlar kırılır. O sebeple bu iş iktidarla yapılacak
bir işbirliği değil. Encümen—i Daniş, gündemde olan
konuları özgürce konuşan, irdeleyen ve sivriliği olmayan
bir grup. Türkiye’de önerilecek olan şey, iyi eğitim
görmüş, birtakım birikimleri olan, ama genç yaşta emekli
olmuş generallerden bir grup kurulması. Böyle bir
araştırma grubu kurulması birkaç defa düşünüldü.
Örneğin, Türkiye’nin savunması ile ilgili şu araştırmanın
yapılması gibi. Fakat maalesef, çok iyi yetişmiş ve çok
genç yaşta emekli olmuş o kadar general olmasına
rağmen, bu düşünce uygulanamadı.” İlter Türkmen’in
aynı soruya cevabı ise şöyle: “O heyette (Yüksek İstişare
Heyeti) benim de ismim vardı. O sırada dışarıdaydım,
Birleşmiş Milletler’de Genel Sekreter Yardımcılığı
yapıyordum. Bu sebeple ilk toplantıya katılamadım.
Bizde o gelenek yoktur. Devletten emekli oldunuz mu
artık emeklisiniz, bitti. Çünkü hükümet olduğunuz zaman
359
Faruk Arslan
kimseyi dinlemiyorsunuz. Cumhurbaşkanı Süleyman
Demirel’in meşhur bir lafı var. Cumhurbaşkanı iken 200
danışmanı var. ‘Memnun musunuz?’ diyorlar. ‘Hayır
memnun değilim, çünkü benimle hiç danışmıyorlar’
diyor. (Mercan, Aksiyon; Bugün 2004, 2009).
Hemen ertesi gün 17 Ocak 2008'de Hürriyet'de patlayan
isim heyetin diğer eski genelkurmay başkanı Hüseyin
Kıvrıkoğlu'ydu. Şunları anlattı: Encümen-i Daniş
toplantıları konuşuluyor. Karadayı Paşa da (İsmail Hakkı)
açıkladı. Buradaki her kişi, devletin en üst kurumlarında,
en üst makamlara yükselmişler. Komutanlar, meclis
başkanları, profesörler, bakanlar, v.s. Orada bütün dünya
meselelerini konuşuruz. Gürcistan savaşını, Kosova’yı,
Gazze’yi, PKK ile mücadeleyi, petrol konusunu da. Bu
toplantıların gündemi yok; o gün konuşur, konuyu
belirler sonra rapor yapar cumhurbaşkanlarına,
başbakanlara göndeririz. Tayyip Bey’e (Erdoğan)
göndermedik; ama başbakan olduğu dönemde Abdullah
Bey’e (Gül) gönderdik. (Bu iddia Türkmen tarafından
yalanlandı.)
Kıvrıkoğlunun verdiği şu mesaj alınmıştır: Türkiye’nin
tek silahlı kuvvetleri var, onu da yok ederlerse Türkiye,
Türkiye olmaktan çıkmış olur. Darbeler dönemi bitmiştir.
Buna gerek de yok. Her hafta başbakanlara gidiliyor;
sıkıntılı durum varsa başbakan, cumhurbaşkanı ile
görüşülüyor. MGK’da gündemi, Cumhurbaşkanı,
Başbakan ve Genelkurmay Başkanı tarafından
belirleniyor.
Ancak yargılanma sürecine baskı anlamına gelebilecek şu
destek mesajı algılanamamıştır: Hurşit Tolon ve Şener
360
Faruk Arslan
Eruygur Paşalar’ın eşleri ile görüşüyor, moral veriyoruz.
Bu arkadaşlarımın komutanlığını yaptım. Son derece
başarılı işler yapmışlar. Böylesi olaylarla bir ilişkileri
olacakları kanısında değilim. Tuncer Kılınç Paşa, MGK
Genel Sekreteri olarak herkesle görüşmek, her yere
gitmek gibi bir özelliğe sahip biri. Açık sözlü biri. Hep en
iyi hizmeti verme çabasında oldu. Zaman zaman konuşur,
ters düşebilir. Emeklilik sonrası çeşitli konferanslar verdi,
rahatsız etmiş olabilir; ama ifade özgürlüğü varsa herkes
rahatça konuşmalı. Ben böylesi görevleri üstlenmiş
insanların ihanet etmesini asla düşünmem, zaten yargı da
her şeyi ortaya koyacaktır.
Ergenekon'un adını ilk defa duyduğunu iddia ettiği şu
savunması ancak asker mantıksızlığı ile mantıklıdır:
Diyor ki ( deli olarak nitelendirdiği Tuncay Güney), Veli
Küçük’ü Bilecik’te ilk ben ziyaret etmişim. Veli Küçük
ile hiç tanışmadım, hiç karşılaşmadım. Cumhuriyet
Gazetesi’nin satışı konusu varmış da, Veli Küçük almak
istemiş, ’Yukardan’ demiş. ’Yukarıdan’ dediği kişi de
benmişim. Şaşırdım kaldım. ’Ergenekon’un çekirdeğidir,
1 Numarası’dır diyorlar. Ergenekon adını bu
operasyonlardan sonra öğrendim. Genelkurmay Başkanı
olarak hiç duymadım. Birçok değerli komutan bu işlere
bulaştırıldı. İsmail Hakkı Karadayı Paşa, 19 yıl önce
emekli olmuş Necip Torumtay Paşa, Teoman Koman,
birçok arkadaş. Saçma sapan açıklamalar. (Tuncay
Güney'in açıklamaları) ( Küçükşahin, 2009).
Aynı mantıksız mantığı Karadayı'da şöyle yaptı: Ben Veli
Küçük denen adamı hiç görmedim biliyor musunuz,
tanımam. Genelkurmay Başkanı olduğum dönemde
Ergenekon diye bir örgüt duymadım. Duysam, böyle bir
361
Faruk Arslan
örgüt olduğunu bilsem, zaten müdahale ederdim. Böyle
bir şey duymadım. Hatta ben, bu mevzu kamuoyuna
yansıyınca Yaşar Paşa’ya (Büyükanıt) sordum. Nedir bu,
diye. O da bu soruşturmadan bahsederek buna Ergenekon
adını verdiler, diye anlattı. Benim öyle bilgim oldu.
Ergenekon’un 28 Şubat’la da ilişkilendirilmesine ve bir
darbe için altyapı hazırlanması amacıyla kurulduğunu ve
eylemler yaptığını öne sürülmesine Karadayı'nın neden
karşı çıktığı şu cümlelerinden anlaşılıyor: 28 Şubat’ın bir
ihtilal olduğunu söylüyorlar. Hayır. 28 Şubat bir ihtilal
değildi. Meşru zeminlerde yaşanan bir olaydı. Milli
Güvenlik Kurulu zemininde alınan kararlarla ilgiliydi.
‘Pişman değilim’ Ergenekon’u 28 Şubat’ın uzantısı
örgütlenmelerle hiç ilgisi yok. Ben Çelik harekâtını
(Kuzey Irak’a sınır ötesi harekât) yaptık, Kardak’ı yaptık.
Belki bunları başarıyla yaptık diye bu olaylar oluyor.
Belki Çelik harekâtını, Kardak’ı yapamasaydık, bunlar
olmazdı, diye düşünüyorum. Ama biz görevimizi yaptık.
Yaptıklarımın hiçbirinden pişman değilim. Ben
Genelkurmay Başkanı olarak hep Cumhurbaşkanı
Süleyman Demirel’le çalıştım. Demirel’in çok güzel bir
sözü vardır. Şöyle derdi: “Türkiye’de en önemli kurum,
TSK’dır. Allah korusun, TSK bir zaafa uğrar, bölünürse,
Türkiye bölünür.” Bu çok doğru bir sözdür. Şimdi bunu
yapmaya çalışıyorlar. TSK’yı bölmeye, yıpratmaya
uğraşıyorlar. TSK aleyhine bir hava yaratmaya
çalışıyorlar, onu hedef alıyorlar. Demirel’in bu sözünün
ne kadar doğru olduğu anlaşılıyor. Benim söyleyeceğim
budur. (Bila, 2009).
Karadayı ve Kıvrıkoğlu'nun Veli Küçük'ü tanımaması ve
Ergenekon'dan haberdar olmamaları kamuoyunda pek
362
Faruk Arslan
inandırıcı bulunmadı, 15 günde bir boşuna mı
toplanıyorlar şüphesine yol açtı.
28 Şubat'da şapkasını 7. defa alıp gitmeyen ve post
modern darbeye yardımcı olan Demirel bakın Encümen-i
Daniş'i nasıl savunuyor: "Encümeni Daniş bir yarenler
topluluğudur. Bu çeşit etkinlikler, Türkiye''nin her
yerinde vardır. Bu, yarenliktir. Aynı jenerasyondan gelen,
aynı hizmette bulunmuş insanların görüş alışverişinde
bulunmasıdır. İstanbul'da böyle bir seçkin arkadaşlar
grubu vardır. Ben bunun 50 senesini biliyorum.
Vatansever insanlardır." Demirel, Encümen-i Daniş'in
Ergenekon'a dahil edilme çabasına sert tepki verdi: "Bu
arkadaşlar topluluğuna Türkiye'de bir şeyler denilecekse,
bunun anlamı Türkiye'de özgürlüklerin şakadan ibaret
olduğudur." Encümen-i Daniş, üst düzey görevlerde
bulunmuş isimlerin, ülke sorunlarını tartıştığı fikir
komitesi olarak tanımlanıyor
Faaliyetleri 1980’lerin sonunda kamuoyuna yansıyan
Encümen—i Daniş, özellikle 1995’te Cumhurbaşkanı
Süleyman Demirel ve Başbakan Tansu Çiller’e
gönderdiği bir mektupla dikkat çekti. Encümen—i
Daniş’in o zamanki üyeleri mektupta, şu satırlar dikkat
çekiyordu; “Uzun zamandan beri açıkça ve pervasızca,
anayasaya dayalı demokratik ve laik düzenimizi kökten
tahrip etmeyi ve yerine şeriata dayalı devlet düzenini
zorla uygulamayı amaçlayan beyan, eylem ve
davranışlara girildiği görülmektedir. Türkiye’yi
temelinden yıkmak, ülkeyi ve milleti bölmek isteyen
sorumsuz kurum ve kişilere karşı şu yasal, idari ve
yargıya yönelik ciddi tedbirlerin alınmasını öneririz”
demekteydi. Cumhurbaşkanı ve Başbakana önerilen
tedbirler şöyleydi: “Cumhuriyetin temel nitelikleri ve
363
Faruk Arslan
laikliğin korunması, Tevhid—i Tedrisat Kanunu’nun
tavizsiz uygulanması, Kur’an Kursları ve İmam Hatip
liselerinin sayılarının azaltılarak sıkı denetime alınması,
bu amaçlarla çağdaş ve laik her türlü önlemin alınması.”
1995'te talep ettiklerinin hayata geçirilmesi için 28 Şubat
post-modern darbesinin yaşanması gerekti. Ülkeye 28
Şubat sürecini yaşatan komutanların hepsi, istisnasız
hepsi, Encümen-i Daniş'te üye olarak hizmet veriyorlar
bugün... Yakın zamanların en önemli -fakat akim kalmışeylemlerinden biri de, Turgut Özal'ı cumhurbaşkanı
seçtirmeme girişimiydi. Encümen üyeleri aralarından
Fethi Çelikbaş'ı aday göstererek seçimi kilitlemeyi
düşündüler; bunu yaptılar da... Özal onlara rağmen
seçildi. 2007 yılında yaşanan 367 saçmalığı ile
cumhurbaşkanlığı seçiminin kilitlenmesinde oynadıkları
rolü bilmiyoruz; ama tahmin edebiliyoruz. 1980
sonrasının bir ürünü Encümen-i Daniş, 1980 sonrası
olanların bir bölümü de onların ürünü... Org. Hüseyin
Kıvrıkoğlu'nun görev süresi biterken yerine Org. Hilmi
Özkök gelmesin diye katlandığı zahmeti yazmıştı bir
meslektaş... Kıvrıkoğlu'nun “Bu açıklamaları yapmaya
bir-iki eski bakan da beni teşvik etti” dediğini işitince
şunları yazmıştım: “Encümen-i Daniş'ten arkadaşları
olmalı o eski bakanlar... Belki de, bu tarzda bir çıkışı
Encümen-i Daniş olarak planlamışlardır... ( Kıvanç,
2009).
2008 Şubat ayında 'Dinazorlar Takımı' olarakta nitelenen
heyetin başka bir mektubu kamuoyuna yansıdı.
Aralarında Necmettin Karaduman, Sabit Osman Avcı ve
Fethi Çelikbaş'ın da bulunduğu ve ilk anda 'ahı gitmiş
vahı kalmış' denilebilecek isimler, “başörtüsü için
TBMM'de kabul edilen anayasa değişiklik kararlarına
364
Faruk Arslan
ilişkin tartışmaların çok sert bir çizgide cereyan ettiğini",
dolayısıyla kamuoyunda bir tedirginlik oluştuğunu,
bunun giderilmesi için de iktidar ve muhalefet
yetkililerine “söylemlerini yumuşatmaları” çağrısında
bulunmuştu.
Peki bu isimler kimlerdi? TBMM eski başkanlarından
Necmettin Karaduman, S. Osman Avcı, eski bakanlar
Fethi Çelikbaş, Vefa Poyraz, İlhan Evliyaoğlu, Doğancan
Akyürek, Mükerrem Taşçıoğlu, Ömer Ucuzal, Sadık
Batum, Mete Tan, eski milletvekilleri Hakkı Kurmel,
Mehmet Kaşıkçı, Doğan Öztunç, Muammer Alıcı, Salim
Erel, Hilmi Çeltikçioğlu, Muhlis Arıkan, Erol Ağagil,
Selahattin Güven ve Sami Kumbasar ile eski
senatörlerden Osman Çetin... Bu isimlerden Necmettin
Karaduman, Fethi Çelikbaş ve İlhan Evliyaoğlu, bir
süredir konuşulan ve içinde emekli paşaların da yeraldığı
Encümen-i Daniş üyesi... ANAP'ta politika yaparken,
Kaya Erdem'le birlikte 'ak saçlılar' grubu diye
adlandırılan oluşumun etkili isimlerinden Necmettin
Karaduman, başörtüsü imzacılarının başını çekiyor..
Karaduman, Encümen-i Daniş Grubunun etkili
üyelerinden... 1989'da merhum Turgut Özal'ın
cumhurbaşkanlığı gündeme gelince kendisine etkili
muhalefet yapan kesimlerin ileri sürdüığü isim eski
Bakan Fethi Çelikbaş'tan başkası değildi..Çelikbaş da
Karaduman gibi Encümen-i Daniş üyesi...
Genelkurmay'ın bir kısım basına verdiği 'sınırlı'
brifinglerin katılımcılarından eski Bakan İlhan Evliyaoğlu
da kendine mahsus bir karakter...Evliyaoğlu olmadan
Encümen toplanır mı? O da başörtüsü bildirisini
imzalayıp Encümen-i Daniş üyesi olan isimlerden... (
Öksüz, 2008).
365
Faruk Arslan
Grubun cumhurbaşkanı ve başbakanlara, zaman zaman da
genelkurmay başkanları, Yüksek Askeri Şûra üyeleri ve
Meclis başkanlarına mektup göndermesi geleneği
Demokrat Parti dönemine kadar uzanıyor. Örneğin,
Adnan Menderes'in başbakanlığı döneminde Milliyetçiler
Derneği'nin kapatılmasında Encümen—i Daniş'in yaptığı
uyarının etkisi olduğu söylenir. Dört seneden beri
Encümen—i Daniş üyesi olduğunu belirten Dışişleri eski
Bakanı İlter Türkmen, “Şu ana kadar Başbakan Tayyip
Erdoğan"a hiç mektup gönderildi mi?” sorusuna, “Hayır”
cevabını veriyor.
Ercümen-i Daniş "in bugünkü başkanı Necmettin
Karaduman, AKP"nin kapatılma davası ile ilgili bakın
neler söylüyordu ; "Başsavcıya yönelik eleştirileri ağır
buluyorum. Ama kapatma davası açıldı diye,ille o
partinin kapatılacağı ahkamı kesmek doğru değil!
Kanaatim ; Anayasa Mahkemesi AKP"yi kapatmaz ve
kapatmaması da uygundur! Lakin, Başbakan'a değil ama
partinin bazı önde gelen siyasetçilerine siyaset yasağı
uygulanabilir."
Her ne kadar Ergenekon ile ilişkileri olmadığını
söyleselerde şeytan bazen ayrıntıda gizlidir. Kemal
Alemdaroğlu'nun Ergenekon soruşturmasında gözaltına
alınıp bırakıldıktan sonra gazeteye verdiği teşekkür
ilanında Necmettin Karaduman'ın da adı vardı. Kısaca
kurum, bir zamanların kudretlularının ileri yaşlarda da
güç politikası oynamalarını sağlayan kuruluşun adı. Bir
nevi "Akil Adamlar Kurulu" da denilebilir. Bir dernek, bir kulüp,
bir vakıf olmadığı halde varlığını bugüne kadar sürdüren
Encümen-i Daniş'in üye seçiyor olması, son derece ilginç.
Hiçbir kurumsal varlığı olmadığı halde, 50 yıldır ayda iki kez
toplanıp raporlar hazırlaması ve bunun bunca yıl kamuoyunun
gözünden kaçması, adeta bir "sivil toplum mucizesi. Her
366
Faruk Arslan
konuda fakir jimlastiği yaptıkları ve bunları uygulattıkları
biliniyor. Şeffaf bir zemin üzerinde devam eden
tartışmaları yakinen izleyen kamuoyu ve vicdanlar, akil
adamların Ergenekon Terör Örgütü ile ilgisi olup
olmadığına karar verecektir. Elbette yargıda kararını
açıklayacaktır. Encümen-i Daniş'in bugüne kadar binden fazla
toplantı yapıp, en azından 100'den fazla rapor yazmış olması söz
konusu. Bu çok değerli raporları Türk halkı ile paylaşırlarsa,
entelektüel çalışmalar için çok büyük kaynak sağlamış olur. Böyle bir
şeffaflık, bu kadar değerli ve birikim sahibi "akil adam" hakkında
haksız zanların oluşmasını da engeller. Türkiye, şeffaflaştıkça
güzelleşiyor. (Başyurt, 2009).
Haziran 2007de başlayan Ergenekon operasyonlarının Alevi Bektaşi
masonlara gelip dayanması kaçınılmaz sonuçtu.
Abdurrahman Dilipak, 27 Mart 2010’de Vakit
gazetesinde yazdığı, ‘Ergenekon kesmedi "Mason
Bektaşiler" verelim: Haydaaa!’ başlıklı yazıda ortaya
çıkan ironic duruma şöyle dikkati çekiyordu:
İddiaya bak: İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne, Kayseri
Yarıaçık Cezaevi’nde bulunan hükümlü H.A.H’nin
yapacağı ev ziyareti sırasında bir suikast
gerçekleştirileceği ihbarı geldi. Bunun üzerine takip
başlatan terör timleri, geçen hafta şüpheli H.A.H.’nin
cezaevinden izin alarak Kayseri’den İstanbul’a hareket
ettiğini belirledi. Şüpheli H.A.H., İstanbul’daki Hür ve
Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası üyelerinin
toplantı yaptığı binanın etrafında dolaşmaya başlayınca
gözaltına alındı.
367
Faruk Arslan
H.’nin üzerinden Loca’nın eski ve yeni büyük üstadları
K.P. ile S.E.’nin fotoğrafları çıktı. Sorgusunda binanın az
ilerisinde bıçak sakladığını ve suikast planladığını itiraf
eden şüpheli salı günü tutuklandı.
H.A.H.’nin Kayseri Belediyesi’nde çalışırken yolsuzluk
yaptığı iddiasıyla tutuklandığı, avukatının ise Ergenekon
sanıklarının da avukatı olan Yusuf Erikel olduğu
belirlendi.
Adım adım gidelim. Erikel kimdi? Erikel’in ismi,
Ergenekon operasyonları başladığı dönemde bazı
bürokrat ve STK temsilcileriyle görüşüp “Yakında darbe
olacak. AK Parti düşürülecek. Ben Başbakan olacağım.
Duruşunuza dikkat edip, bize yardımcı olursanız, biz de
size yardımcı oluruz” dediği iddiasıyla gündeme gelmişti.
Ergenekon klasörlerinde yer alan “taslak hükümet SON 4
EN SON İNŞALLAH.doc” adlı belgede, darbe sonrası
görev yapacak cumhurbaşkanı, başbakan, bakan ve
bürokratların isimlerinin yer aldığı, Erikel’in ‘Başbakan’
olarak gösterildiği belirtilmişti. Tolon bu iddiaları
yalanladı.. Bu haberler basında çıktı. Şimdi işin
“Ecinniler: Karbonari” ile ilgili kısmına geçelim..
“Erzincan’dan Firar Eden Mahkum. Ortaya Çıkan
Suıkast..” başlığı ile adresime gönderilen bir R.A.P imzalı
“bilgi notu”na bir göz atalım: “Erzincan Ergenekon’un 1
numaralı sanığı Saldıray Berk Alevi (ne yazık ki, bu da
hemşerim), 2 numaralı sanık İlhan Cihaner Alevi, sanık İl
Jandarma Komutanı Albay Recep Gençoğlu Alevi, sanık
MİT Müdürü Şinasi Demir Alevi, astsubaylardan ikisi
Alevi, tanık Munzur Alevi, pastane sahibi Alevi, işadamı
Alevi, CHP’li Ahmet Ersin Alevi, (İlhan Cihaner’in
368
Faruk Arslan
destekçisi Kadir Özbek de Alevi), Balyoz’un mihmandarı
Çetin Doğan Alevi, Doğan’ın altında olan ve içeri alınan
üst düzey askerlerden 14 tanesi Alevi (eksik veya fazla
olabilir), intihar eden Yarbay Ali Tatar Alevi, Kafes ve
Poyrazköy’dekilerin yüzde 47’si Alevi, Karargah
evlerinin büyük bir bölümü (3’ü Subay 9 öğrenci vs..
Alevi, son dalgada yakalananlardan iki isim de Alevi”.
İlk bakışta Alevi karşıtı bir haber gibi gözüküyor değil
mi? Hayır, okumaya devam edelim. İlginç bir iddia
sözkonusu.. Bu Alevi gibi görünen ama Alevilikle
maskelenmiş yeni bir Masonik örgüt ve hareketten söz
ediyor, bilgi notunu gönderen kişi. Hatta bu hareketin Ali
Balkız gibi bazı Alevi önderlerini bile hedef aldığını
söylüyor.. “Doğu Perinçek’in Yenibosna’daki Cem
evinde yapmış olduğu Ergenekon toplantıları”ndan söz
ediyor.. Onlar için Özbekler tekkesi, Nakşi dergahı,
Mevlevihane ya da cem evi fark etmiyor.. Yani, sağ sol,
Kürt Türk, Alevi Sünni herkesi kandırmışlar.. Yani bu
durumda bir de Alevi Ergenekonu sözkonusu..
Hatırlasanıza Çevik Bir bile 28 Şubat’ta Alevilere
oynamıştı.. 60 darbesinde de birileri Alevi kartına
sarılmış.. Alevilere saldırırken de Sünni kartına
sarılıyorlar.. “Önemli bir gerçeğin bilinmesinde fayda
var. Yukarıdaki isimlerin yüzde 90’ı gerçek aleviler
değillerdir. 1948-50-55 doğumlu olan bu generallerin o
dönemden başlayarak bu konumlara gelmeleri bir
tesadüften ibaret değildir. Çünkü Ergenekon’un arkasında
büyük bir gizlilik vardır” diyor, aynı kaynak. “Alevi
olarak geçinen bu isimlerin tamamına yakını MASON
BEKTAŞİ’lerdir. (Ya da Bektaşi görünümlü Masonlar.
Meraklıları, bazı Sabatayların nasıl Bektaşi rolü
369
Faruk Arslan
oynadıklarını internetten tarayıp görebilirler. Bazıları da
Sünni yapılarda gizlendi.) Yani derin devletin bir
kısmının asıl sahipleri. Türkiye’de kurulan ve dünyadaki
en büyük derin yapıya sahip bu örgütün, koldan kola
bugünlere kadar nasıl geldiği Çetin Doğan ve Saldıray
Berk ile önümüzdedir. İttihatçı - Jöntürk - Carbonari ve
Bektaşi geleneğinden gelen bu yapı, kendi bünyelerine
girmeyen Alevi, Kemalist, laik, Sünni idarecileri anında
gözden çıkarmışlardır. En yakın örneklerinden biri
onuruyla oynanan bir Yargıtay savcısının anında gözden
çıkarılması gerçeğidir. Ali Balkız operasyonu, SünniAlevi kavgası...vs. Özellikle Osmanlı’nın son
döneminden başlayarak bugünlere kadar TIP, TSK ve
Adliye’de kadrolaşan bu yapıda Tıp dünyasından da
tanıdıklar görüyoruz.”
Bu işe biraz derinlik katalım. “Karbonari derneği”ni
duydunuz mu? Almanların Thulesi, İtalya’nın Gladyosu,
yine İtalya’nın P2’si, Tapınak Şövalyeleri, Konstantin
Şövalyeleri, Gül ve Haç, Ergenekon’un Aghartası gibi bir
şey. Masonların Duvar işçiliği gibi bunlar “kömür
işçiliği” kavramını benimsemişti. Ama derneğin bundan
daha farklı amaçları vardı kuşkusuz. Dernek üyeleri, önce
İtalya’da, ardından da Fransa’da siyasi bir program
yürütmeyi, Kilise etkisini yok etmeyi, yeni bir yönetim
kurmayı ve tüm toplumsal kurumları sekülerleştirmeyi
hedefliyordu. Yer altı ve radikal sekülercilik.. “Yeni
Osmanlılar Cemiyeti” aslında Osmanlı Carbonari
Cemiyeti; hücreler şeklinde faaliyetlerde bulunuyordu.
Her bir hücre 1 başkan olmak üzere 7 kişiden meydana
gelmekte idi. Gruplar birbirlerini tanımıyorlar, ancak
hücre başkanları aracılığı ile birbirlerinden haber
370
Faruk Arslan
alıyorlardı. Sakın bu Ergenekoncular Bu Karbonari’nin
bir devamı olmasın.. Evet, son Erzincan operasyonu bir
yönüyle Ergenekon’un görülmeyen yüzünü ortaya
çıkarmıştır. Peki şu iddiaya ne dersiniz: “Tıbba en çok
ağırlığı da Carbonariler vermektedir. Tarihin en büyük
komitacılarından Dr. Bahaeddin Şakir, Dr. Tevfik
Sağlam, Dr. Rıza Nur ve Adnan Adıvar gibi isimlerin
hekim olmaları bir rastlantı değildir. Aynı kategorideki
Kemal Alemdaroğlu, Cem’i Demiroğlu ve Nurettin
Sözen’in isimleri de zannediyorum size yabancı
gelmeyecektir. Zaten hücre tipi yapılanma, rafineri
gizlenme, kullanılan ve devşirilen örgüt ritüelleri
tamamen Carbonari ve Bektaşi geleneğinden
gelmektedir.”
Ve bu konuda son nokta. Gelen e-maildeki soru şu:
“Malum Erzincan olayı, MASON BEKTAŞİLERİN çok
önemli bir hamlesiydi. Bu konu üzerinde CHP-Yargı
çırpınışı bunun en güzel örneğidir. Nitekim olay açığa
çıkınca, diğer hamlelerine geçtiler. İki hafta önce
Erzincan Açık Cezaevi’nden bir mahkum firar etti. Adam
öldürme konusunda tecrübeli olan bu şahıs, Türk
Emniyeti’nin hızlı ve yerinde müdahalesi ile birkaç gün
içinde yakalandı. Eeee.. bunda ne var diyebilirsiniz... Çok
şey var. Yakalandığında bir projenin içerisinde olduğu
ortaya çıkan bu mahkum, bir amaç için firar etmişti.
Suikast için içeriden kaçan bu adamın listesinde kim
vardı biliyor musunuz? Salih Evcilerli ve Asım Akın.
Bunlar kim mi? Hepinizin tanıdığı HÜR VE KABUL
EDİLMİŞ MASONLAR LOCASI’NIN eski ve yeni
başkanı. Görüyorsunuz değil mi; MASON BEKTAŞİ
yapı, yan kuruluşta yer alan yapının liderlerini öldürmeyi
371
Faruk Arslan
bile göze almış durumdalar. Okuyucu kızıyor; neden hep
soru soruyorsun? Unutmayın beyler. Soru sormak, cevap
için ilk adımdır, bazen de cevabın taa kendisidir. Yeter ki,
perde arkasını görelim. Ve sorumuzu soralım. Bu
mahkum nasıl o cezaevinden kaçtı? Ya da nasıl kaçırıldı?
Ve niçin bu haber medyaya yansımadı? Ve neden Mason
liderler hedefe konuldu?”
Hükümetin Alevi ve Bektaşi açılımında sorun, Mason
Bektaşilerin Aleviliği hapsettiği kalıptır. ‘ Hangi
Bektaşilik ve Alevilik geleneksel ve gerçektir, hangisi
masonik dogmadır’ sorusuna bu hacimde bir kitabın
cevap vermesi mümkün değildir. Alevilerin dedeleri, akil
adamları biraraya gelerek bu soruya cevap verecektir. Bu
konuda uzun zamandır araştırmalar yapan gazeteci Ayhan
Aydın'ın yazı, röportaj ve çalışmalarından edindiğim özet
fikri son bölümümüzde okuyacaksınız.
On Sekizinci Bölüm
HACI BEKTAŞ AYDINLIĞI
Herkes kendi Alevi ve Bektaşiliğini oluşturmaya
çalışıyor. Bin sene önceki Alevilik olmasa bile Şevki
Koca’nın arzuladığı gibi masonik etkiden uzak, 500 sene
önceki Osmanlı Bektaşiliğine dönülmesi elzemdir. 15. ve
16. asırda Balım Sultan ve Sersem Ali dönemi,
Bektaşiliğin zirvede olduğu dönemdir. Daha sonraki
dönemlerde Bektaşilik aslından uzaklaştırılmıştır.
372
Faruk Arslan
Son bölümümüzde, ne olduğunu anlamak için onlarca
kitap, makale, röportaj, haber okuduğum Alevi ve
Bektaşiliği, ayakları yere basan biçimde ele alan Cem
Vakfı’ndan Ayhan Aydın’ın yazılarından özetleyerek
sunuyorum:
Alevi/Bektaşi İslam anlayışı; İslam içinde kendi ibadet,
inanç kural ve kaidelerini, rütiellerini çeşitli kalıplar
şeklinde oluşturmuş, birbirinden çeşitli nedenlerle farklı
görünümlere sahip olsalar da cem, semah, dede, baba,
ocak, müsahiplik, muharrem orucu, hızır vd. çok önemli
ibadet uygulamalarında ciddi sistemler geliştirmiş, Kuran
gibi, Buyruk gibi, ulu ozanların ve düşünürlerin görüşleri,
sözleri, şiirleri, deyişleri gibi belli kaynakları kendilerine
rehber edinmiş, bu sistemlerle yaşamlarını sürdürmüş bir
inanç bütünlüğüdür.
Alevi İslam anlayışı; çok farklı inançların, kültürlerin
etkisi altında çok geniş bir coğrafyada ve biraz da uzun
bir zaman diliminde ana yapısını oluştururken,
temellerinde Türk/Kürt gibi birbirine oldukça yakın ulus
aidiyetleri, Mezopotamya/Anadolu/Balkanlar gibi
birbirine çok yakın zengin coğrafi yakınlıkları, yine Türk,
Kürt, Ön Asya, Mezopotamya, Balkanlar, Anadolu gibi
çok zengin ve derin kültürel platformların yer aldığı geniş
sahada oluşmuş bir büyük yapıdır.
Elhibeyt’i kendine rehber edinmiş, Hz. Peygamber’i,
Kuran’ı, İslam’ın temel inanç, ibadet, iman kaidelerini
Sünni İslam anlayışından farklı bir şekilde algılayıp var
eden Alevi İslam anlayışının oluşumunu, tümüyle Arap
Yarımadası’ndaki tarihi olaylardan soyutlayıp anlamak da
olanaklı değildir.
Hz. Ali’siz, Hz. Muhammed’siz, Kuran’sız bir
Alevi/Bektaşi İslam anlayışı düşünülemez.
373
Faruk Arslan
Kerbela’da Yezit orduları karşısında en değerli varlığı
olan canını ve tüm ailesini gerçekten de zalimlerin
ayakları altında çiğneten Hz. Hüseyin’in verdiği
mücadele; sadece bir yiğitlik mücadelesi değil, bir
insanlık mücadelesi olarak doğru bildiği inançsal
değerleri her şart altında savunma mücadelesidir de.
Hz. Hüseyin’siz, Kerbela’sız, Muharremsiz, Ehlibeyt’siz
bir Alevilik/Bektaşilik düşünülemez.
Türklerin Müslüman olmalarının öyküsünü bilmeden,
İranlılar’ın, Araplar’la mücadelesini bilmeden, Şiiliğin
ortaya çıkışını bilmeden, Yavuz Sultan Selim’le, Şah
İsmail Hatayi’nin mücadelelerini iyi tahlil etmeden de
Alevilik tam anlanamaz. Alevi İslam anlayışının olmazsa
olmazları göz ardı edilerek bu konuda ahkam kesmek
ancak maalesef Türkiye gibi zaman zaman cahilliğin
yüceltildiği ve cahillerin el üstünde tutulabildiği ülkelere
mahsus bir durum olsa gerektir. Bu konuda
Alevililerin/Bektaşilerin bellekleri yok edilmeye
çalışıldığı için, Alevilik/Bektaşilik yeryüzünde en büyük
baskıya uğrayan inançlardan birisi olduğu için, kimlik
bunalımları içinde kendini hala ifade edebilme rahatlığına
kavuşamadığı için herkes kendi Aleviliğini/Bektaşiliğini
yaratıyor.
Bugün on binlerce dize şiire sahip, emsalsiz ezgilere,
müziğe sahip; yüzlerce farklı semaha sahip; birbirinden
daha az önemli olmayan kültürel ve inançsal ritüellere
sahip, elle tutulacakları söylersek; (büyük bir hata
sonucu, bir kıyımla yok edilenlerden geriye kalan hala
onlarca dergah, tekke, türbe buralardaki emsalsiz
işlemeler, şekiller); birbirinden önemli el yazması
seçereler, cönkler, defterler, kitaplar... hala ama hala
374
Faruk Arslan
sandıklarda gizlenen yine emsalsiz giyitler, el işi aletler,
fotoğraflar, hatıralar, mektuplar, mühürler...
Bunlar gibi nice zenginliğimizi millet olarak, toplum
olarak değerlendirebilsek ortaya neler neler çıkar. Zaten
bir açık hava müzesi görünümünde olan güzel
Anadolu’muz ve Balkanlar’daki soydaşlarımızın ürünleri
gerçekten onlarca çok büyük müze malzemesi sunar.
Her yörenin farklı ezgisini, sazını, semahını, her ocağın
kendine özgü cemeni, nevruzunu, hıdırellezini, erkanını
kameralarla kasetlere çeksek; Erenlerin İzin’de yolculuk
yapsak değil bir, yüz belgesel dizisi çıkarırız.
Ne çilelere, ne aşklara şahit olmuştur Anadolu ve Balkan
toprakları; Civan Alişleri, Köroğlu’nu, Dadaloğlu’nu
canlandırsak, daha eskilere Dedem Korkut’a gitsek, soy
soylasak, boy boylasak halılarımızı, kilimlerimizi sersek
yeter insanlığın önüne, çok yorulmamıza gerek kalmaz
Türk topluluklarının büyüklüğünü göstermeye. Ama yok
illaki bir Alevi/Sünni sorunu; bir Kürt/Türk ayrımı vb.
meseleler olacak!. Birileri herhalde böyle istiyor. Yoksa
bunları aklı başında olan devlet yöneticileri eninde
sonunda çözerdi.
Dedeler ve babalar dediğimiz, Alevi/Bektaşi İslam
yolunun inanç önderleri olan insanların temel
karakteriksel özelliklerinden birincisi onların Ehlibeyt’e
benzersiz bir aşkla bağlı olmalarıdır.
Gerek Ehlibeyt soyundan gelsin, gerekse de bu soya
gönülden bağlı olsun, tüm Alevi/ Bektaşi İslam İnanç
Önderi Dede ve Babalar, Ehlibeyt inanç ve düşüncesinin
yaşaması için mücadele vermişlerdir.
Yaşamlarının en temel değerleri olarak gördükleri
Ehlibeyt ve Alevi/Bektaşi İslam Yolu’nun kurucuları On
İki İmamlar başta olmak üzere, Kırklar ve bu soydan, bu
375
Faruk Arslan
inançtan gelen, yolun ulularına bağlılık, muhabbet
dedeliğin ve babalığın olmazsa olmazlarındandır.
İslam dünyası içinde görüş ve düşünceleriyle saygınlık
kazanmış büyük mutasavvıfların görüşlerine bağlılık,
onları benimseme ve anma da dede ve babaların ayırt
edici özelliklerindendir. Elbette istisnasız tüm dede ve
babalar, Hz. Muhammed’in, Hz. Ali’nin yaşamlarını
kendilerine örnek alarak, Alevi İslam anlayışıyla onların
yolundan gitmişler, kendi inanç yapılarını da zamanla
iyice olgunlaştırmışlardır.
Alevi/Bektaşi İslam İnanç Önderleri kendi yollarını
aydınlatan; Ebu Müslim-i Horasani (ö. 755), Beyazıd-ı
Bestami (ö. Yaklaşık 875) Cüneyd-i Bağdadi (ö. 910),
Hallacı Mansur (ö. 922), Koca Ahmet Yesevi (ö. 1167),
Ebul Vefa (Tacu’l-Arifin Seyyid Ebü’l-Vefa Bağdadi) (ö.
1107), Dede Garkin, Haydariliğin kurucusu Kutbeddin
Haydar (ö. 1221), Kalenderiliğin kurucusu Cemalü’d-Din
Savi (ö. 1232/33), Şıhabeddin es Sühreverdi (ö. 1234),
Baba İlyas (ö. 1240), Baba İshak (ö. 1240), Muhyiddin
İbnü’l Arabi (ö. 1241), Ahi Evran (ö. 1261), Hacı Bektaş
Veli (ö. 1270), Mevlana Celaleddin Rumi (ö. 1273), Sarı
Saltık (ö. 1293), Barak Baba (ö. 1307), Tabduk Emre,
Yunus Emre (1320), Şeyh Edebali (1326), Abdal Musa,
Abdal Murad, Abdal Mehmed, Postinpuş Baba, Şeyh
Mehmed Küşteri (I. Murat Dönemi (1362/1389), Seyyid
Ali Sultan (ö. 1402), İmameddin Nesimi (ö. 1408), Şeyh
Bedreddin (ö. 1416), Kaygusuz Abdal (ö. 1424) Hacı
Bayramı Veli (ö. 1429), Otman Baba (ö. 1478/79), Şah
İsmail gibi aynı zamanda bir kısmı için İslam
tasavvufunun da temel taşları diyebileceğimiz insanların
görüş ve düşüncelerinden de etkilenerek, onların
fikirlerini de benimseyerek inanç ve ibadet sistemlerini
376
Faruk Arslan
oluşturmuşlardır.
Tarihler boyunca dergahlar, tekkeler, ocaklar, cemevleri
Alevi/Bektaşi İslam inancının da hem merkezleri, hem de
bu inancın yayıldığı mekanlar olmuşlardır.
Vahdet-i Vucüt ve Vahdet-i Mevcut felsefi ekollerinin
etkisiyle kendi kimliğini bulan büyük Kalenderi okulunun
farklı şubeleri diyebileceğimiz ve zaman zaman gerçekten
değişik niteliklerde kullanılan Haydarilik, Vefailik,
Hurifilik, Bektaşilik, Mevlevilik, Bayramilik, gibi
isimlerle anılan bu büyük inanç akımı tabiri caizse dört
kıtaya yayılmıştır.
Çoğunlukla mülhidlik, zındıklık, rafizilik vb. sıfatlarla
nitelendirilen ve dinden imandan çıkmış, sapıtmış olarak
telaffuz edilen büyük inanç önderlerini ve bu inanca
mensup insanların bu büyük inancının, aynı zamanda
Osmanlı Devleti’ni kuran ana güç olması ise çok ilginçtir.
Osmanlı’yı kuran, Anadolu’nun ve Balkanlar’ın
fethedilmesini sağlayan, bu toprakları Türk yurdu yapan,
Hıristiyanlığın hakimiyetindeki bu büyük coğrafyada
İslamiyet’i kabul ettiren bu inanç sistemi neden din
dışılık suçlamasıyla karşı karşıya kalmıştı?
Farklı yüzyıllar içinde farklı farklı isimler alsa da,
görüntüsü biraz değişse de hep aynı özde yaşayan bu
büyük İslam ekolü yani bugün adına Alevilik, Bektaşilik
denen inanç yapısı, çoğunlukla dinin siyasete alet
edilmesiyle ve dinin yine çok kaba ve yanlış
yorumlanmasıyla resmi çevrelerce hep dışlanmış, yoğun
saldırılara maruz kalmıştır. Sarı Saltuk’larla, Abdal
Musa’larla, Geyikli Baba’larla, Seyyid Ali Sultan’larla
Batı’da Türklerin ilerleyişlerini, Osmanlı’nın yeni
topraklar kazanmasını ifade eden bu Abdalların yolundan
gidenler, Osmanlı/Safavi ilişkilerinin çatışmaya
377
Faruk Arslan
dönüşmesiyle din dışı ilan edilir olmuşlardır.
Anadolu’nun ortasında ve Ahmet Yesevi
Ocağı’nın/Dergahı’nın Anadolu’daki en büyük ve çatı
merkezi olan Hacı Bektaş Ocağı/Dergahı ise Orta
Anadolu ve Batı Anadolu’nun yanında Balkanlar’a
uzanan Alevi/Bektaşi inanç sistemi ve Batı
Ocaklarının/Dergahlarının da bir nevi ana merkezidir.
Bu nedenle güvercin donuyla Sulucakarahöyük’e gelmiş,
yetmiş iki millete bir nazarla bakan büyük Kalenderi
Şeyhi ve adına çok büyük bir inanç sistemi kurulan Hacı
Bektaş Veli erenlerin, alp erenlerin, dede ve babaların
üzerindeki en önemli nüfus sahibi kişisi olmuştur.
Bugün ister soyca Hacı Bektaş’ın soyundan gelenler /
geldiği söylenen (buna inanılan) Çelebilere bağlı olan
dedeler olsun, ister Hacı Bektaş’ın düşünce sistemini
yaşatan ve onun mücerret (evlenmemiş) olduğuna inanan
Babagan Bektaşi babaları olsun, büyük doğu ocakları
olsun; mürşit olarak, pir kapısı olarak Hacı Bektaş’ın
kendisini kendilerine rehber edinmişlerdir.
Horasan Erenleri içinde ayrı bir yere sahip Hacı Bektaş’ın
Dergahı’nda yetişmiş veya yetiştiği söylenen en azından
bu büyük düşünce okulundan etkilenmiş, esinlenmiş,
Anadolu/Rum Abdalları, Bacıyanı Rum, Gaziyanı
Rum’un temsilcileri binlerce ulu kişi sürekli Batı’ya
ilerleyip inançlarını buralarda yaşatma, yayma imkanına
kavuşmuşlardır.
İster mücerret (bekar) olduğu bilinen (söylenen) Sarı
Saltuk, Abdal Musa, Geyikli Baba, Akyazılı Sultan,
Otman Baba, Demir Baba, Harabati Baba gibi hem alp
eren, hem veli sıfatındaki ulular olsun; ister evlendiğine,
soyunun devam ettiğine inanılan Kızıldeli (Seyyid Ali
Sultan), Ali Koç Baba, gibi binlerce ulu kişi Hacı Bektaş
378
Faruk Arslan
düşünce temelinde bir inanç sistemiyle Hıristiyanlar’a da
yaklaşıp inançlarını onlar içinde de yaymayı
başarmışlardır.
Sadece soyca kendilerini Ehlibeyt’e, On İki İmamlar’a
bağlayan dedeler (seyyidler) değil, aynı zamanda babalar
da, rehberler de bu yola dedeler kadar hizmet etmişlerdir.
Yanyatır ve Hacı Emirli Ocaklarına bağlı olan Tahtacılar
ise ülkemizin özellikle Batısında ve Akdeniz bölgesinde
yaşamlarını sürdürürken diğer Alevi guruplarından bazı
farklılıklar gösterirler. Aleviler içinde Arapça ve Sünni
İslam inanç değerler sistemlerinin hemen hemen en az
etkili olduğu guruplardan birisi olan Tahtacılar, aynen
Çepniler gibi, öz Türkçe konuşmaya ve Türkçe’yi
kullanmaya aşırı bir hassasiyet gösterirler ve bunu
kesinlikle ibadette uygularlar. Yani Kuran dahil hiçbir
Arapça etkiye rastlanmaz bu gurupta. Yüzyıllar boyu
kendi ocaklarını pir ve mürşit kapısı olarak tanıyan bu
insanlar geleneklerini cumhuriyet dönemine kadar en iyi
muhafaza eden kitlelerden birisi olmuş, “cem çadırlarını”
engin dağlarda kurarak dedelerin huzurunda ibadetlerini
yapmışlardır.
İsmi Ahi Evren’le özdeşleşen Ahilik’teki ahlak
prensiplerinin ve “Ahi Şeyhleri”nin seçilme, görev yapma
usullerinin ve genel anlamıyla Ahiliğin bazı yönleriyle
Alevilik/Bektaşilik’le iç içe geçtiğini, “doğru/dürüst
üretimin”, ahlaklı yaşamın, yardımlaşmanın, meslek
erbabı olmanın ancak çok çalışmakla olabileceği ve
toplum önderi olabilmek için önce o kişinin toplumun
temel değerlerini yaşaması gerektiğine inanılan ve
topluma zararlı olabilen, hilekar yanı eline sahip olmayan
çalışanların “çarıklarının dama atılarak” dışlandıkları,
cezalandırıldıkları Ahilik kurumuyla ve onların inanç
379
Faruk Arslan
önderleriyle Alevi/Bektaşi İslam inancı arasında yoğun
bir etkileşimin olduğunu da belirtmeliyiz.
Bu bugüne kadar yaşaman bir birlikteliktir. Daha çok Batı
Anadolu’da ve Balkanlar’da hayat alanı bulan, gelişen ve
genişleyen Bektaşilik çok önemli bir inanç sistemi olarak
çok derin bir felsefi yapı oluşturarak binlerce çok önemli
simanın kabul ettiği ve/veya inanç mekanlarından
yetiştiği bir İslam yolu olmuştur. Balım Sultan tarafından
kurumsallaştırılan Babagan Bektaşi Kolu’nda aslında
özde mücerretlik (bekarlık) esastır. Ama zamanla evlilik
de bu sistem içinde görülmeye başlanmış, günümüzde ise
Arnavultluk dışında Babagan Bektaşi Kolu’ndan olsa bile
mücerretlik sistemini uygulayan hemen hiç kimse
kalmamıştır. Gerçi bu da gerekçelerden birisi olarak
gösterilerek aslında dünyada tek bir Bektaşi Dedebabası
olması gerekirken, bugün maalesef çeşitli nedenlerle
Türkiye’de iki ve yukarıdaki neden de (mücerretlik) bir
ölçüde ileri sürülerek, bir de Arnavultluk’da bir mücerret
dedebaba olmak üzere, üç dedebaba bulunmaktadır.
Yüzyıllar boyu soya (nesebe) bakmadan Balım Sultan
Enkanı’na uyarak yola giren, nasip alan ve hizmet eden
Bektaşi İnanç sistemi değerleriyle yaşayıp, bu inancı
yaşatan on binlerce derviş, baba, halife baba, dedebaba
tüm Batı Anadolu’da, Balkanlar’da Bektaşiliğin
yayılmasını, yaşamasını ve bugünlere gelmesini
sağlamışlardır.
Büyük dergahlar çevresinde, tekkeler içinde gelişen
Bektaşilik, aynen tarihsel olarak Çelebiler’de ve Dedelik
sisteminde olduğu gibi bir büyük hiyerarşi sistemi
geliştirerek varlığını sürdürmüştür.
Kimin hangi görevlerinin olduğu, dervişliğin, babalığın,
halifebabalığın, dedebabalığın ne olduğu, neler yapmaları
380
Faruk Arslan
gerektiği, yola girişlerinden ölünceye kadar nelerle
yükümlü olduklarının yazılı kurallara bağlı olduğu bu
büyük inanç sisteminde akılcılık esas alınarak, yolun
Hacı Bektaş’ın işaret ettiği gibi, ilimle ilerleyebileceği,
zorlukların bu şekilde aşılabileceği kabul edilmiştir ve
uygulanmıştır. Bektaşilik’te hizmet esastır.
Tüm Bektaşi inanç önderleri ölene kadar hizmet ehli
olarak insanlara, insanlığa, Türklüğe, Hacı Bektaş’a ve
Türkiye’ye hizmet vermek için ettikleri yeminin
arkasında durup insan-ı kamil profiline layık olmaya
gayret etmişlerdir/etmektedirler. Bu Bektaşiliğin ve
Bektaşi inanç önderlerinin olmazsa olmaz özelliklerinden
birisidir.
Bektaşilik’te tek pir, Hünkar Hacı Bektaş Veli’dir. Onun
öğretileri, görüş ve düşünceleri, ibadet ve ahlak anlayışı
bir Bektaşinin ve Bektaşi inanç önderlerinin rehber aldığı
ilkelerdir.
Bir Bektaşi babası yola giriş töreninde söylediği gibi tüm
kötülüklerden arınmış, Hakk’a ve halka hizmet için,
Bektaşiliğin erdemlerini yaşamak ve yaşatmak için
çalışır.
Bektaşi babası geniş kitlelerin mutluluğunu, huzurunu
istese de kendisine bağlanan, bent olan, ikrar verip
Bektaşi yoluna girmiş insanların ibadeti, özgürleşmeleri,
bilinçlenmeleri, yolun kurallarına göre yaşamaları öncelik
arz eder. Halkın takdir ettiği, benimsediği, sevdiği kişiler
olmak zorundadır dedeler ve babalar.
Ama özellikle babalar zaten hizmet yürütme liyakatına
sahip insanlar arasından seçilirler. Bu onların inanç
önderi olmalarında aranan başlıca özelliklerdendir.
Ayrıca bu yolu sürebilecek, Bektaşiliğin inanç – ibadet
381
Faruk Arslan
şartlarını yerine getirebilecek, halkı aydınlatacak (irşat
edecek) insanlar olmak zorundadırlar, Bektaşi babaları.
Aynen dedeler gibi hem inançsal hizmetleri, hem eğitim,
örnek ahlaksal yaşam ve toplumun manevi bağlarını ören
babalar birer rehber olarak insanlara yol gösteren
kişilerdir.
Bektaşi babaları içinde sayısız bilge kişi çıkmış, bu
manada gerçekten de çok önemli şairler de yetişmiştir,
Bektaşilik’te.
Kendilerine bağlı dervişlerle gerek dergahlarda, gerek
tekkelerde, türbelerde, köylerde her türlü yerleşim
biriminde hizmet yürüten babalar geçimlerini de
“miskinlik”le değil ellerinin emeğiyle sağlarlar. Sadece
ibadette önderlik değil, çalışmada, dergahın, tekkenin
hizmetlerini yerine getirmede de önderlik yaparlar.
Büyük dergahlarda örneğin Başta Pirevi denilen Hacı
Bektaş Dergahı’nda, Antalya Elmalı’daki Abdal Musa
Dergahı’nda, Yunanistan’daki Kızıldeli Sultan
Dergahı’nda, Bulgaristan’daki Akyazılı Sultan
Dergahı’nda vs. olduğu gibi onlarca derviş, babaların
kontrolünde kimisi tarlalarla, kimisi korularla, kimisi aş
işiyle, kimisi hayvanlarla uğraşır gününü işle geçirirken
onların başındaki babalar da bu işlerin düzenli
yapılmasını sağlar, örneğin bu manada bizzat kilerbabası
kilerle ilgili işleri idare ederdi.
Daha sonra işler bitince de ibadetler, kitap okumalar,
yazmalar, sohbetler yapılır bu büyük dergah bir eğitiminanç-kültür merkezi olarak varlığını yüzyıllar boyunca
sürdürürdü. Nihayetinde Virani gibi büyük bir ozanın da
bu dergahtan yetişip ünlendiğini biliyoruz. Aynen Abdal
Musa Dergahı’nda yetişen Kaygusuz Abdal gibi nice
Alevi-Bektaşi büyük ozanının, düşünürünün, inanç
382
Faruk Arslan
önderinin inanç merkezlerinde yetiştiği görülür. Yüzlerce
dize şiiri ezbere bilen dervişler, babalar bir edebiyat,
sanat aşığı kişilerdir. Çeşitli müzik aletlerinin çalmasını
da bilen, birçok yabancı dil öğrenebilen, bunu kullanan
babalar bu yönleriyle sıra dışı insanlardır.
Bu arada Balkanlar’da, başta Bulgaristan olmak üzere,
Alevi/Bektaşi İslam inancının ve kültürünün tüm
canlılığıyla yaşadığını söylemek gerek.
Burada da yine kendilerine baba ve dede denilen inanç
önderleri Türkiye’dekiler gibi benzer görevleri yerine
getirmekte, babalık ve dedeliklerini yapmaktadırlar.
Balkanlar’daki inanç önderi olan baba ve dedelerin
Türkiye’dekilerden bazı farklı uygulamalarının, kavram
bakımından da zaman zaman Türkiye’deki tam
kapsamayan bir yapılarının olduğunu söylemeliyiz.
Balkanlar’da ağırlıklı olarak babalık sistemi yaygındır.
Belli bir soydan, ocakzade olarak bu hizmeti yürüten
bölgelerdeki dedeler yanında babaların daha ağırlıklı
olarak hizmet yürüttüklerini söylemeliyiz. Balkanlar’da
inanç önderlerinde hizmet esastır. İnanç önderlerinin
soyunun önemi fazla yoktur. Hizmeti yürütmeye
kabiliyeti olan, bu konuda istekli ve toplumun
beklentilerini yerine getiren kişiler babalığa layık görülür.
Balkanlar’da Türkiye’deki Bektaşilik’te olduğu gibi
kadının baba adayının baba olmasında birinci derece söz
sahibi olması ilginçtir. Eğer eşi razı olmazsa, toplum
istese de kişi baba postuna oturmaz/oturamaz. Razılık
burada önem kazanır. Balkanlar’da örneğin
Bulgaristan’da önemli olan yolun kalmaması, o cemin
yürümesi, çerağın yanmasıdır. Buna azami dikkat
gösterilir.
Klasik manadaki ocaklar/dede/baba hiyerarşisi dışında da
383
Faruk Arslan
bazı önemli farklı yapıların zamanla geliştiğini ve
yaşayan önemli inanç sistemlerinin oluştuğunu da
görüyoruz. Bugün kendilerine Babai-Bektaşi-Alevi
diyen/denilen ve Marmara Bölgesi ve Bulgaristan’da
olmak üzere ağırlıklı olarak yaşayan bir kesimin inanç
önderlerinin durumu bu bakımdan oldukça ilginçtir.
Kendisi Seyyid Sultan Süceattin Veli Ocağı’nın
Postnişini (post dedesi) olan Nevzat Demirtaş Dede bir
ocakzade olmasına rağmen, bugün yaklaşık elli kadar
babanın kendisine bağlı olduğu en önemli inanç önderi
pozisyonundadır.
Seyyid Sultan Süceattin Veli Ocağı’na bağlı, bu ocağa
gönül vermiş on binlerce talip bugün Başta Marmara
Bölgesi’nde Trakya, İstanbul olmak üzere geniş bir
coğrafyada yaşamlarını sürdürmektedirler.
Zaman içinde gelişen ve olgunlaşan bir sistemle;
buralarda bulunan geniş halk kesimine ulaşılması, inanç
yönünden bu kitleye önderlik yapacak kişilerin
bulunması, yani bu inanç yapısının çok uzun süreden beri
devam ediyor olması bir zemin yaratmış ve zamanla bir
nevi Süceattin Veli Ocağı dedelerinin ki özellikle Nevzat
Demirtaş’ın (ki bu yapı onun zamanında klasikleşti)
yardımları manasında inanç önderlerinin, yani babaların
doğmasına neden olmuştur. Farklı ocaklara/dergahlara,
mürşitlere bağlı kimi babaların da Nevzat Efendi’ye
bağlanmalarıyla yeni bir sistem gelişmiştir. Bu bir nevi
rehberlik görevidir. Buna göre yıllık görgüleri Nevzat
Demirtaş tarafından yapılan ve hem Seyyid Sultan
Süceattin Veli Ocağı’na bağlı olduklarını, hem de mürşit
olarak Nevzat Demirtaş’ı (Süceattin Veli Ocağı
Dedelerini) tanıdıklarını söyleyen bu babalar, yıllık
384
Faruk Arslan
görgülerin yaptıktan sonra taliplerini görüp, cemleri
yürütüp diğer hizmetleri de yerine getirmektedirler. (
Aydın, 2008).
Şevki Koca’nın, şu tespitini unutmayalım: Bilinenlerin
aksine Kadim Bektaşilik temelinde bir Yesevi postulatı
olarak “Ehl-i Sünnet Ve’l Cemaat” bir konsept
bulunuyor. (Koca, 2003).
385
Faruk Arslan
Kaynakça
Ahmed Akgündüz. 2000. Bilinmeyen Osmanlı. Osmanlı Araştırmaları Vakfı.
Ahmet Rifat. Mir'atül Makasid, İstanbul. 1293, s.284.
Altındal, Aytunç. 1995. 2006. Sabah, Aktüel 229.sayı. Mitler Doğmadan Önce.
Atay, Falih Rıfkı.1968. Çankaya. 2 Mart 1968.
Aydın, Ayhan. 1999. Halifebaba Nurettin Ölmez ile Söyleşi. İstanbul. Şişli.
13.09.1999.
Aydın, Ayhan. 2002. Şevki Koca ile Söyleşi. Cem Radyo. 26.02.2002.
Aydın Erdoğan. 1994. Nasıl Müslüman Olduk- Başak Yayınları- 1994.
386
Faruk Arslan
Aydın, Ayhan. 1997. "Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak." Alevilik Bektaşilik Söyleşileri.
İstanbul: Pencere, 1997: 27-61.
Arvasi, S. Ahmed. 1994. Türk-İslâm Ülküsü. 3. Cilt. İstanbul: Burak Yayınevi 1994.
Baltacıoğlu 1967; Selçuk ve arkadaşları 1991: 33.
Balkız, Ali. 1999. Pir Sultan Abdal Kültür Sanat Dergisi, 30.cu sayı, "Dede, BabaÇelebi, Seyit, Nakıp ve Cumhuriyet".
Baltacıoğlu, İsmayıl Hakkı: "Alevilik Nedir, Ne Değildir?-1 / 6." Yeni Adam, 779
(1966): 14-15; 780 (1966): 7; 781 (1966): 7; 783 (1966): 7; 785 (1966): 7; 786 (1967):
7.
Belge, Murat. 2009. Encümeni Danişten smz açınca. Taraf. 18.01.2009.
Başyurt, Erhan. 2009. Encümeni Daniş ve 50 yıllık sır. Bugün. 18.01.2009.
Besim Atalay. Bektaşilik ve Edebiyatı, İstanbul 1340 ve Hacı Bektaş Veli ve
Bektaşilik.
Birge John Kingsley-. 1991.Bektaşilik Tarihi- Ant Yayınları- 1991.
Bulut Faik. 2000. Hasan Sabbah Gerçeği- Berfin Yayınları- 2000.
Bal, Hüseyin. 1997. Alevi-Bektaşi Köylerinde Toplumsal Kurumlar (Burdur ve
Isparta'nın İki Alevi Köyünde Yapılmış Köy Araştırması). İstanbul: Ant yayınları.
Bal, Hüseyin. 1997. Sosyolojik Acıdan Alevi-Sünni Farklılaşması ve Bütünleşmesi.
Isparta'nın Alevi-Sünni ortak yaşayan iki köyü üstüne yapılmış karşılaştırmalı bir
araştırma. İstanbul: Ant.
Bender, Cemşid. 1990. "Anadolu Kültüründe Kürt İzleri." Teori, 10 (1990): 41-47.
Bender, Cemşid.1991. "Kürt Uygarlığında Alevilik." Teori, 13 (1991a): 41-47.
Bender, Cemşid.1991. "Kürt İnançlarının Alevilikteki Yeri." Teori, 14 (1991b): 60-65.
Bender, Cemşid. 1991. "Kürt Uygarlığında Alevilik Patlaması: Babailer İsyanı." Teori,
15 (1991c): 62-69.
Bender, Cemşid. 1991. Kürt Uygarlığında Alevilik. İstanbul: Kaynak 1991ç.
Bezirci, Asım. 1992. Pir Sultan. Kişiliği, Yaşamı, Sanatı, Etkisi Sözlük, Kaynakça ve
Bütün Şiirleri. İstanbul: Say 1992.
Birdoğan, Nejat. 1990. Anadolu'nun Gizli Kültür Alevilik. İstanbul: Hamburg Alevi
Kültür Merkezi 1990.
Birdoğan, Nejat. 1995. Anadolu Aleviliğinde Yol Ayrımı (İçerik ve Köken). İstanbul:
Mozaik 1995.
Bila, Fikret. 2009. Karadayı: Böyle rezalet görmedim. Milliyet. 16.01.2009.
Boratav, P. N. / A. Gölpınarlı. 1991. Pir Sultan Abdal. İstanbul: Der 1991.
Bozkurt, Fuat. 1990. Aleviliğin Toplumsal Boyutları. İstanbul: Yön 1990.
Berk, Tarık. 2007. Bildiğimiz Çoğu Ünlü Neden "Dönme"? Stratejik Boyut.
23.11.2007.
387
Faruk Arslan
Cem Dergisi. 1991. Kasım 1991, s. 11.
Cem Dergisi. 1992. Şubat 1992 s. 16.
Coşan, Esat. 1971. Makalat, Ankara, 1971.
Çamuroğlu Reha. 1990. Tarih, Heteredoksi ve Babailer- Metis Yayınları- 1990.
Çamuroğlu, Reha. 1990. Yeniçerilerin Bektaşiliği ve Vakayı Şeriyye, Ant Yay. s. 95.
Çalışlar, Oral. 2008. Aleviler generalde olmak istiyor, valide. Radikal. 10.11.2008.
Çetin, Bilal. 2008. Yeni Şafak. Alevi dedlerine maaş gündemde. 21.11.2008.
Çem, Munzur: Alevilik, Kurmanci-Kırmancki (Zazaki) ve Dersim Üzerine Kimi
Yanlış Görüşler. İstanbul: Deng 1996.
Dikmen 1951; Özbey 1963; Baltacıoğlu 1966-1967; Eröz 1990; "Hz. İmam-ı Hüseyin
de Bir Türk'tür." t.y.
Dikmen 1951; Bender 1991c; Sezgin 1991:45-96.
Deli, Ogün. 2004. Agoni. Atatürk'ün Ölümündeki Sır Perdesi. Lazer Yayınları.
Dündar, Can. 2008. Alevi dersleri. Milliyet. 22.11.2008.
Dierl Anton Josef. 1991. Anadolu Aleviliği- Ant Yayınları- 1991.
Doğrul Ömer Rıza. 1982. Hasan Sabbah'ın Cennet Fedaileri- Can Kitapevi- 1982.
Dönmez, Ahmet. 2006. Masonların kavgasına Türk-Yahudi tartışması da eklendi.
Zaman Gazetesi. 25 Mart. 2006.
Dierl. 1991. ss. 71.
Dinç, Ahmet. 2002. Bektaşiler ‘dar’da. Aksiyon Dergisi. Sayı: 379 - 09.03.2002.
Er, Tayfun. 2003. Masonluk ve Alevilik İlişkisi. Gökyüzü.
Er, Tayfun. 2003. Namık Kemal, Ziya Gökalp. Sandalcı.
Engin, İsmail. 2002. Alevilik ve Bektaşilik Araştırmalarında Yöntem, Yaklaşım
Sorunu. 15.11.2002.
Fığlalı, Ethem Ruhi. 1990. Türkiye'de Alevilik-Bektaşilik. İstanbul: Selçuk 1990.
Galip Baba. 1930. Hacı Bektaş Veli ve Bektaşilik, Yarın Gazetesi, 15 Eylül-13 Kasım
1930.
388
Faruk Arslan
Günaydın, Eşref. 2004. Yahudi Kürtler Babil’ in Kayıp Çocukları, Karakutu Yayınları,
4. Baskı, Ağustos 2004, s. 66 .
Gölpınarlı, Abdülbâki. 1985. 100 Soruda Tasavvuf. İstanbul: Gerçek 1985.
İstinsah Sahifeleri, Bektaşilik Zaviye Defterleri Başbakanlık Arşiv Gen. Müd. No:
771-H. 1243 (1827).
Haftalık Taraf Dergisi, 2. Dönem, sayı 34, s. 9.
Hasluck (Koca-Erginsoy) (1991): 36. Gül Baba, tekkesi ve Macaristan’daki tarih boyu
gösterdiği toplumsal, kültürel ve inançsal etkinliği için bkz. Baki Öz (2001): 325 vd.
Hasluk, F. W. 1928. Bektaşilik Tetkikleri, Terc. Ragıp Hulusi, 1928 İstanbul.
Hezarfen, Ahmet. 1999. Tarih ve Toplum Dergisi, Yıl. 1999 Sayı. 189.
Hür, Ayşe. 2008. Dersim'de ne oldu? Taraf gazetesi. 17.11.2008.
Hür, Ayşe. 2007. Mustafa Kemal Bektaşi oldu mu? Tarag Gazetesi. 09.12.2007.
Kabasakal, Mehmet. 1981. Türkiye’de Siyasal Parti Örgütlenmesi, (1908-1960).
İstanbul 1981: 30 vd.
Karakaya, Hasan. 2008. Bunlar Alevi ise ben Şimendiferim. 10.11.2008.
Küçük, Murat. 2000. Geleneksel Metinler Gün Işığına Çıkıyor! Cem Dergisi, Mayıs
2000.
Koca, Şevki. 2002. Cumhuriyet Tarihi Sürecinde Bektaşi Kültüründe Dedebaba’lar
(Ülkemizde Ve Dünyada). Cem Dergisi. Eylül 2001.
Koca, Şevki. 2003. Cem Dergisi, Ocak-Şubat-Mart 2003.
Kıvanç, Taha. 2004. Sağım, Solum Dönme...Yeni Şafak. 9.6.2004.
Kıvanç, Taha. 2008. Doğru mu anladım acaba? Yeni Şafak. 12.04.2008.
Kırkıncı, Mehmet. 1987. Alevilik Nedir? İstanbul: Cihan Yayınları 1987.
Kısakürek 1990: 75-77; Sözengil 1992; krş. Gölpınarlı 1985: 143-144.
Kısakürek, Necip Fazıl. 1990. Doğru Yolun Sapık Kolları: Arınma Çağında İslâm.
İstanbul.
Kızıl Yol 1983; 1984; krş. "Gazi. Gecekondulardan Geliyor Halk." t. y.; Çabuk 1995;
"Barikat Günleri." 1995.
389
Faruk Arslan
Koru, Fehmi. 2008. Aleviler ve sorunun kaynağı. Yeni Şafak. 15.11.2008.
Koca, Şevki. 2002. Bektaşilik ve Bektaşi dergahları. Cem Dergisi, Ağustos-Eylül
2002.
Koloğlu, Orhan. 1995. İtthat ve Terakki'de masonlar. Sabah 25.03.2005.
Koloğlu, Orhan. 1991. İttihatçılar ve Masonlar. İstanbul 1991: 327. Nikola İvanzj’un
“Rivişta Massonica” nın 15-34. Mayıs tarihli sayısında yayınlanan yazısı.
Koca, Şevki. 1999. Es-Seyyid Halife Koca Turgut Baba Dîvânı, Nazenin Yayıncılık,
İstanbul 1999, s. 199-200.
Köprülü Fuad. 1984. Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar- Diyanet Yayınları- 1984.
Kıvanç, Taha. 2009. Erk arıyorsanız, Encümen-i Daniş'i takdim ederim. Yeni Şafak.
17.01.2009.
Küçükşahin, Şükrü. 2009. Encümen-i Daniş raporu Başbakan Gül’e gitmişti. Hürriyet.
17.01.2009.
Mercan, Faruk. Aksiyon. Encümen-i Daniş.19.07.2004.
Mert, Timuçin. 2008. Mustafa Kemal. Kasım 2008. Karakutu Yayınları.
Melikoff, İrene. 2006. Osmanlı'da Masonlar. Yeni Şafak Gazetesi. 23. 06. 2006.
Mélikoff, Irène. 1982. "L'Islam heterodoxe en Anatolie." Turcica, xıv (1982): 142154.
Mélikoff, Irène. 1983. "L'orde des Bektaşi apres 1826." Turcica, xv (1983): 155-178.
Mélikoff, Irène: "Kızılbaşlık Sorunu." (Çev. İlhan Cem Erseven).
Muradoğlu, Abdullah. Dönmeler' yahut 'Sabetaycılık' tartışmalarına bir katkı denemesi
- I. Yeni Şafak.
Müftüoğlu, Mustafa. Menemen Vakası, Risale Yay. s. 70.
Niyazi, Resneli. 1975. Hürriyet Kahramanı Resneli Niyazi Bey’in Anıları. İstanbul
1975: 109.
Niyazi Bey’in Anıları (1975): 171.
Noyan, Bedri Dedebaba. 1995. Seyyid Ali Sultan Velayetnamesi, Cezbi Abdal / 17.
Yüzyıl İstinsah: Ali Rıza Kadimi Baba.
Noyan, Bedri. 1976. Demir Baba Vilayetnamesi, 1976, s. 301.
390
Faruk Arslan
Noyan, Bedri. 1990. Türk Milli Kültüründe ve Kurtuluş Savaşında Bektaşiler, 52, 53,
Belge no: 2, Ankara 1990.
Noyan, Bedri. 1990. Türk Milli Kültüründe ve Kurtuluş Savaşı’nda Bektaşiler, s. 22,
Ankara 1990.
Noyan, a.g.e., 28.
Noyan, a.g.e., 27.
Pakalın, M. Zeki. 1971. Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1971,
C. II, s. 766-769.
Ramazanoğlu 1984; Koç 1989; Tanrıkulu 1989; Ateş 1990; Dinçer 1990; Kutlu 1991.
Ramazanoğlu, Mustafa. 1984. Hakiki Aleviler Müslümandır. İstanbul: Gümüş
Basımevi 1984.
Oğur, Yıldıray. 2009. 1 numara bir emekli kahvehanesi. Taraf. 18.01.2009.
Ocak, Ahmet Yaşar. 1996. Babailer İsyanı, Alevîliğin Tarihsel Altyapısı Yahut
Anadolu’da.
Ocak, Ahmet Yaşar. 1996. İslam-Türk Heterodoksisinin Teşekkülü, İstanbul, Dergâh
Yayınları, 1996, ss.80-81.
Ocak, Ahmet Yaşar. 1990, 1991. "Alevilik ve Bektaşilik Hakkında Son Yayınlar
Üzerinde (1990) Genel Bir Bakış ve Bazı Gerçekler-I / II." Tarih ve Toplum, xvı
(1991a) 91: 20-25; xvı (1991) 92: 51-56.
Ocak, Ahmet Yaşar. 1993. "Türkiye'de Aleviliğin Sosyo-Kültürel Problemleri Üzerine
Bir Yaklaşım Denemesi ve Bazı Düşünceler." Cem, 31 (1993): 19-22.
Ocak, Ahmet Yaşar. 1994. "Alevilik Problemi ve Türkiye." Cem, 42 (1994): 10-12.
Ocak, Ahmet Yaşar. 1998. "Aleviği Nasıl Anlamalı?" Köprü, 62 (1998): 61-63.
Oğuz, Burhan. 1990. "Anadolu Aleviliğinin Kökenleri." C.Şener (Ed.), Alevilik
Üzerine Ne Dediler. İstanbul: Ant 1990: 266-308.
Odyakmaz, A. Nevzad. 2006. Bektaşilik, Mevlevilik, Masonluk. Nisan 2006.
Öksüz, Adnan. 2008. Dinazorların başörtüsü mektubu ve Encümen-i Daniş. Cafe
Siyaset. 19.02.2008.
Öz, Baki. 2006. Kurtuluş Savaşında Alevi – Bektaşiler, s.12 vd.
Öztuna, Yılmaz. 1978. Büyük Türkiye Tarihi, C. 10, s. 367-370, İstanbul 1978.
Sabah. 'Encümen-i Daniş yarenler topluluğu'. 16.01.2009.
391
Faruk Arslan
Sarıoğlu Bülent, Oğhan, Şehriban. 2008. Cemevlerine ibadethane yolu. Hürriyet.
13.11.2008.
Süner, Ali. 1990. Hacı Bektaş Veli, s. 13, Ankara 1990.
Sezgin, Abdülkadir Sezgin. 1996. Türkiye’de Alevilik-Bektaşilik Üzerine Sosyolojik
bir Araştırma, İstanbul 1996; Hacı Bektaş Veli ve Bektaşilik, 1995 İstanbul, Alevilik
Deyince, İstanbul 1996.
Sezgin, Abdülkadir Sezgin.1998. Osmanlı ve Cumhuriyetin kuruluşunda Bektaşiler.
Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi 5. SAYI - Bahar 1998 Gazi Üniversitesi Türk
Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi.
Sezgin, Abdülkadir. 1991. Hacı Bektaş Veli ve Bektaşilik. İstanbul: Sezgin Neşriyat
1991.
Sözengil, Tarık Mümtazç 1992. Tarih Boyunca Alevilik. İstanbul: Çözüm 1992.
Sezgin, Abdülkadir. 1997. Sivas, Atatürk Kültür Merkezi’nde verdiği konferans. 09
Mart 1997.
Sevimay. Devrim. Velisoy: İsmlam İslam içidir. Milliyet. 06.01.2009.
Soyyer, Yılmaz. 1996. Sosyolojik Açıdan Alevi Bektaşi Geleneği. İstanbul: Seyran
Kitap 1996.
Soyyer, A. Yılmaz. 2008. Bektaşilik ve Masonluk. Haber Akademi. 2 Eylül 2008.
Solgun, Cafer. 2008. Alevilerin Kemalizm'le İmtihanı. Hayy Yayınları. 2008.
Şahin, Teoman. 2008. Bektaşiliğin Beş Yüzü. Alevisesi.com. 03.08.2008.
Şişman, Cengiz. 2006. “Gonca-ı Edeb’ten İki ‘Söz”, Tarih Toplum, cilt 38, sayı 223,
Temmuz.
Şener Cemal. 1989. Alevilik Olayı- Yön Yayınları- 1989.
Şener, Cemal. Aynı eser, s.14.
Şener, Cemal. aynı eser, s. 98.
Şener,Cemal. aynı eser, s. 99.
Şener, Cemal. aynı eser, s. 59.
Şener, Cemal. aynı eser, s. 60-61.
Şener, Cemal. aynı eser, s. 64-65.
392
Faruk Arslan
Şener, Cemal. aynı eser, s. 78.
Şeyyat, Mehmet. Tarikat-i Aliyye-i Bektaşiye, 1338-1340 İstanbul. Tercüme Yrd.
Doç. Dr. Ahmet Gürtaş. Türkiye Diyanet Vakfı yayınları.
Temren, Belkıs. 1995. Bektaşiliğin Eğitsel ve Kültürel Boyutu. Ankara: Kültür
Bakanlığı 1995.
Temren, Belkıs. 1997. "Türk'e ve Türk Kültürüne Sahip Çıkan Lider Hacı Bektaş
Veli." Kadri Eroğan Hacı Bektaş Veli Armağanı. Ankara: Gazi Üniversitesi Türk
Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi, 1997: 101-106.
Tekizoğlu, Selahattin. 2006. Türkiye Aleviliği, Alevilerde Liderlik ve Kavram Sorunu.
Kişisel web sayfa.10.12.2006.
Tunaya, Tarık Zafer Tunaya.1984. Türkiye’de Siyasal Partiler İstanbul 1984, C. I: 21
vd.; C: III (1989): 15, 321 vd.; Kabasakal (1991): 35 vd.
Tozkoparan, İbrahim. 2008. Asırdan Cumhuriye Alevi Bektaşi Misyonu. Milli Gazete.
Tarikat gerçeği .2006. Yazı Dizisi. Tercuman gazetesi. 9.10.2006.
Tokay, Murat. 2008. Alevilerin sorunu hükümetle değil 'rejimle'. Zaman Gazetesi.
23.11.2008.
Türkdoğan, Orhan.2004. Alevi ve Bektaşi Kimliği. Timaş Yayınları. 2004.
Ulusoy, Celalettin. 1986. Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli ve Alevi Bektaşi Yolu,
Hacıbektaş 1986.
Yakın Tarih Ans. Vakit Yay. cilt I s. 57.
Yıldırım, Ali. 2006. Cumhuriyet ve Aleviler.
Yalçın, Alemdar; Yılmaz Hacı. Kargın Türkmenlerin Menşei. Tarih dergisi.
25.05.2008
Yaman, Ali. 1998. “Alisiz Alevilik Olur mu?, (Ortak Kitap): Ali AKTAŞ, Nasuh
BARIN, Hüseyin BAL, İlhan Cem ERSEVEN, Sadık GÖKSU, Burhan KOCADAĞ,
Murat KÜÇÜK, İsmail ONARLI, Baki ÖZ, Cemal ŞENER, Ali YAMAN, Rıza
ZELYUT, İstanbul, Ant Yayınları, 1998.
Yaman, Ali. 1996. Alevilik’te Dedelik Kurumu ve İşlevleri, Yüksek Lisans Tezi, İ.Ü.
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Siyasi Tarih Bölümü, 1996.
Yalçın, Soner. 2006. “Beyaz Müslümanları Büyük Sırrı Efendi 2,Doğan Kitap
Haziran 2006.
Yüksel Özemre, Ahmet. 2005. Masonluğun Kökeni. 17 Ocak 2005.
393
Faruk Arslan
Yürekli, Mustafa. 2008. Atatürk Masonik kuşatmayı nasıl yardı? Haber 7. 12.10.2008.
Yüksek, Müfit. 2002. Bektaşîlik ve Mehmet Ali Hilmi Dedebaba, İstanbul, 2002,
s.221-222.
Yüksel; a.g.e., s.198-200.
Yüksel; a.g.e., s.153.
Velayetname-i Seyyid Ali Sultan, Cezbi Abdal, Cebeci İl Halk Kütüphanesi No: 1189.
Velayetname-i Hünkar Hacı Bektaş Veli El Horasani, tarihsiz el yazması, istinsah
tarihi 1219, Diyanet İşleri Başkanlığı Kütüphanesi No: 714.
Zeybek, Namık Kemal. 2008. Hoca Ahmet Yesevi ve izbasarlarında hoşgörü. Radikal
gazetesi. 3.12.2008.
Zileli, Ümit. 2008. İhanetin Adı Dersim!. Cumhuriyet. 21 Kasım 2008.
394
Faruk Arslan
Faruk Arslan
395
Faruk Arslan
[Faruk Arslan]
12 Nisan 1969'de Ankara'da doğdu. Aslen Çorumludur. 3 yıllık GATA Sağlık
Astsubay Hazırlama Okulu'ndan mezun oldu. Azerbaycan Üniversitesi Uluslararası
İlişkiler Bölümü’nü bitirdi. Hazar'ın Statüsü konusunda tez yazarak 1997'de
‘Uluslararası Hukukçu’ unvanını kazandı. Kanada’da Centennial College'den 2008’de
‘Sosyal Toplumcu’ diplomasıyla mezun oldu. Toronto’da York Üniversitesi’nde
Sosyoloji bölümünde ğitim gördü..
Arslan, Karabağ, Çeçenistan ve Abhazya savaşlarını yakından takip etti. Hazar'ın
enerji rezervleri ile ilgili yazdığı 3 binden fazla haber ve makale Türk ve yabancı
basında yayımlandı. Azerbaycan Zaman gazetesinde muhabirlik, haber müdürlüğü ve
köşe yazarlığı yaptı. CHA Azerbaycan temsilciliğini 3 yıl yürüttü. 2 yıl süresince
Türkiye'de yayımlanan Zaman gazetesinde Bakü Mektubu adlı köşeyi yazdı.
Azerbaycan'da yayımlanan ilk çocuk gazetesi Tomurcuk'un kurucularından oldu.
Zaman gazetesinde 2000 yılı sonuna kadar Ankara'da diplomasi, dış politika ve enerji
muhabirliğini yürüttü. 14 ülkede basılan Zaman gazetesine yönelik özel araştırma
dosyaları hazırladı. Türk dünyası özel muhabirliği yaptı. Azerbaycan Gazeteciler
Cemiyeti, Ankara Diplomasi Muhabirleri Derneği ve Kanada Etnik Gazeteciler
Derneği üyesidir.
2000-2001’de Kanada’da Zaman gazetesi temsilciliği görevini üstlenirken, Toronto
muhabiri olarak çalıştı. Kanada Türkleri’nin posta ile dağılan ücretsiz haber dergisi
Sunrise'ı kurdu ve bir yıl boyunca editörlüğünü üstlendi. 1998-2004 periyodunda Ali
Alperen mahlasıyla sırasıyla Gündüz, Muhalif, Gelecek gazetesi, Hür Gelecek
gazetelerinde ve 2009,dan beri Milli Ocak’ta köşe yazısı yazdı. 2004 yılında
Metafizik Magazin dergisinde yazıları yayımlandı. 2004’den beri Kanada’da beş bin
tirajla yayımlanan ve ücretsiz dağıtılan Canada Türk’te, 2006’dan beri köşe yazısı
yazıyor. 2000’den beri ise, internet medyasında aralıksız köşe yazılarıyla haberciliğini
sürdürüyor. Evli ve iki çocuk babası olan Arslan, Kanada ve Türkiye vatandaşı olarak
Kanada’da gazetecilik yaşamına devam ediyor. Arslan, iyi derecede İngilizce,
Almanca ve Azerbaycan Türkçesi biliyor.
Yayımlanmış Eserleri:
•
Matrix’in 11 Eylül Kurgusu
•
Hazar’ın Kurtlar Vadisi: Petrol İmparatorluğunda Güç Savaşları
•
Net Kırılma: Evenjelik Harbin Kurgusu
•
Petrol Satrancı
•
Kanada’ya Gelmenin Yolları-Kurtar Bizi Kanada
•
Mesih’in Hızır’ı Barnaba: Hristiyanlığın Gizli Tarihi
•
Keşmir’de Hz. İsa Efsanesi
•
September 11 Fiction of Matrix
•
Vadi’nin Şifresi Çözülüyor
•
Kurtlar Vadisi Fenomeni
•
Karakutu Ergenekon’un Karanlık İsmi: Tuncay Güney
•
Mason Bektaşiler
396
Faruk Arslan
İçindekiler
Giriş ............................................................................................... 400
Mason Bektaşilik ve Hacı Bektaş Aydınlığı ............................ 400
Birinci Bölüm ............................................................................... 417
GERÇEK BEKTAŞİ MASON OLMAZ ..................................... 417
İkinci Bölüm ................................................................................. 433
BEKTAŞİLERDE POSTNİŞİNİ LİDERLİK ANLAŞMAZLIĞI
........................................................................................................ 433
Üçüncü Bölüm ............................................................................. 443
BEKTAŞİLER BÖLÜNÜYOR..................................................... 443
Dördüncü Bölüm ......................................................................... 467
ÖRGÜTSEL ETNİK VE DİNİ YAPI .......................................... 467
Beşinci Bölüm .............................................................................. 483
HOCA AHMET YESEVİ VE BEKTAŞİLİK .............................. 483
Altıncı Bölüm ............................................................................... 501
BEKTAŞİLİĞİN BEŞ YÜZÜ ....................................................... 501
Yedinci Bölüm.............................................................................. 531
BEKTAŞİLİK MİTLERİ ............................................................... 531
397
Faruk Arslan
Sekizinci Bölüm ........................................................................... 563
OSMANLI’DA MASONLUK VE BEKTAŞİLİK ...................... 563
Dokuzuncu Bölüm ...................................................................... 585
SABATAYCILAR VE MASON BEKTAŞİLERİN İLİŞKİLERİ585
Onuncu Bölüm............................................................................. 603
MASON BEKTAŞİ DERİN DEVLETİ ....................................... 603
On Birinci Bölüm ......................................................................... 625
RUDOLF VON SEBOTTENDORFF VE ZİYA GÖKALP ...... 625
On İkinci Bölüm........................................................................... 641
MASON BEKTAŞİLERİN ŞEHİTLİK TEKKESİ ...................... 641
On Üçüncü Bölüm ....................................................................... 649
MASON BEKTAŞİLER VE HURUFİLİK ................................. 649
On Dördüncü Bölüm .................................................................. 669
ATATÜRK, MASON BEKTAŞİ MİYDİ? .................................. 669
On Beşinci Bölüm ........................................................................ 685
ATATÜRK’Ü MASON BEKTAŞİLER Mİ ÖLDÜRDÜ? ......... 685
On Altıncı Bölüm......................................................................... 715
DERSİM’DE NE OLDU? ............................................................ 715
On Yedinci Bölüm ....................................................................... 739
ENCÜMEN-İ DANİŞ TARİKATI .............................................. 739
On Sekizinci Bölüm ..................................................................... 766
398
Faruk Arslan
HACI BEKTAŞ AYDINLIĞI ...................................................... 766
Kaynakça ...................................................................................... 780
Tanıtım ............................................ Error! Bookmark not defined.
399
Faruk Arslan
Giriş
Mason Bektaşilik ve Hacı Bektaş
Aydınlığı
Almanya’nın Berlin kentinde Cem Evi’ni 1 Ekim 2000’de
ziyaretimden sonra kafamda bu kitabı yazma fikri oluştu.
Sabahın ilk saatlerinde bir okurun benle görüşmek
istediğini santral operatörümüz Tuncay söylediğinde,
'hemen bağla' dedim. Okurlarla görüşmeye, eleştirilerini,
elbette iltifatlarını duymaya bayılırım. Almanya
hükümetinin resmi davetlisi olarak gittiğim 'Almanya'da
Göç, İltica ve Alman Hukuk Devleti' konulu, bir haftalık
Almanya gezimden yeni dönmüştüm, tarih 3 Ekim 2000'i
gösteriyordu, saat 9.00 sularıydı. Ahizenin ucundaki ses
çok kibardı. Kendisini eski bir MİT mensubu olarak
tanıttı ve hayretle sordu:
Gerçekten Faruk Arslan ile mi görüşüyorum?
‘Evet’ deyince, 'şaşkınlığımı maruz görün, siz bir ezberi
haberinizle bugün bozdunuz, sizi tebrik etmek için
aradım.' dedi. Ne yaptığımın farkında bile değildim.
Yaşlı bir eski bürokrat olduğu izlenimi veren ses,
kendisinin MİT'de yıllarca Alevilerden sorumlu masada
çalıştığını, 'Aleviler nasıl altıya sekize böler, birbirine
düşürürde öyle yönetiriz' diye politikalar yazdıklarını ve
hayata geçirdiklerini dile getirdi. Çalıştığım Zaman
gazetesi Sünnileri temsil ettiği için Alevilere düşman
olmalıydı, haklarını asla savunmamalı, hep ayrımcılık
kokan haberler üretmeliydi. Hep böyle gideceğini
öngörmüşlerdi.
400
Faruk Arslan
'Bunun yanlış olduğunu bilsemde, üstlerimizin verdiği
görevleri yerine getirdik ve Alevileri ülkenin başına bela
olmasınlar, güçlenmesinler diye böldük' diye öz eleştiri
yaptı okurum. Uzun konuştuk, bu haberlere devam
etmemi, Türkiye'nin kaderinin bir gün değişeceğini,
Alevisiyle Sünnisiyle, Türküyle Kürdüyle, laikiyle
antilaikiyle kardeş olduğunu anlayacağı temennisinde
bulundu. Bu ayrımcılığı kimlerin planladığını merak ettim
ve peşine düşmeye karar verdim.
Kamplaşma, kutuplaşma, ayrıştırma, ötekileştirme sona
erecek ve ülkemiz yeniden ‘Tek Yürek ve Tek Türkiye’
olacak diye o gün büyük bir neşe ile işe başladım. Peki bu
haber gazeteye nasıl girmişti?
Alman yetkililer, Berlin gezimiz sırasında, bizi Kilise'den
Cem evine dönüştürülen mekana götürmüştü. Berlin'de
faaliyet gösteren Anadolu Alevileri Kültür Derneği ve
Başkanı Metin Küçük 5 kişiden oluşan gazeteci ekibini
çok iyi karşılamıştı. İçlerinde sadece ben röportaj yapmak
istedim. Alevilerin Almanya modelini ve Türkiye'nin ihlal
ettiği haklarını, mücadelelerini, haksızlıklarını anlatan
Küçük, hangi gazeteden olduğumu görüşme sonrası
kartvisitlerimizi değiş tokuş yapınca anladı.
Birden ayağa fırladı, yüzü değişti, kızardı, bozardı: Ne!
Ben şimdi 'dinci', 'Alevi düşmanı' bir gazeteye mi mülakat
verdim diye kükredi. Yaftalıyordı. Alman rehberimiz,
kendisini zor yatıştırdı. Yüzüme nefretle, düşmanca baktı
ve 'çalıştığın gazete bu mülakatı asla yayınlamaz, siz hiç
bir zaman bizi savunmadınız, savunmazsınızda' dedi.
Önyargılıydı. ‘Bir takım elbisesine bahse girelim mi?’
diye öneride bulundum. Kabul etti. Cem Evi'nden
ayrılırken elimi sıkmadı.
401
Faruk Arslan
Haber gazeteye ertesi gün 'Aleviler AB'ye güveniyor'
başlığıyla Dış Haberlere yarım sayfa, sayfa manşeti ve 1.
sayfadan anonslu fotoğrafımla birlikte girdi. Haberi
Almanya'dan göndermiş ve telefonda Dış Haberler Gece
Sorumlusu Yakup Şalvarcı'ya girdiğim bahisten
bahsetmiştim. Zaman'ın sınırlarını zorlayan bir
gazeteciydim, böyle haberleri gazeteye sokmanın en iyi
yolu gece servisiydi. Boğaziçi mezunu bir aydın olan ve
Zaman'ın misyonunu bilen Yakup, tüm sorumluluğu
üzerine alarak haberi girdi. Sağ kesimler, henüz diyalog
çalışmalarına başlamamış, Alevi açılımını yapmamıştı.
Alevi açılımı artık zaruridir. O günlerde sadece
Cumhuriyet gazetesine yakıştığı sanılan bir haberdi.
Bugün dahi halen tartışılan Alevi haklarından ve
taleplerinden radikal bir biçimde şöyle bahsediyordu:
İnanç hürriyeti doğrultusunda eşit ve adil muamele talebi
ile uzun soluklu bir eylem planı hazırlayan Aleviler,
bugüne kadar verilmediğini savundukları haklarını
alabilmek için AB'nin Ankara ile oturacağı pazarlığa
güveniyor. Almanya'da 92 dernekten oluşan Turgut Öker
başkanlığındaki Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu ile
Berlin'de faaliyet gösteren bin 200 üyeli Anadolu
Alevileri Kültür Derneği, AB tarafından Ankara'nın
önüne konulması beklenen bir Almanya modeli ortaya
çıkardı. Berlin'de 40 bin Alevi Türk vatandaşına din
eğitimi verme yetkisini alan Dernek Başkanı Metin
Küçük, Berlin'de elde ettikleri hürriyetle şekillenecek
yeni modelin Türkiye içinde model olacağını söyledi.
Küçük, Aleviliğin İslam dininin Batıni bir yorumu
olduğunu Almanların benimsediğini bildirdi. Başbakan
Bülent Ecevit'in ve bugüne kadar siyasi partilerin
402
Faruk Arslan
Alevilere verdikleri sözleri tutmadığını ifade eden Metin
Küçük, hükümet ve parlamantonun duyarsızlığını
sürdürmesi halinde önce Türkiye'de davalar açılacağını,
sonuç alınmaması halinde daha sonra Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi'ne gidilerek inanç hürriyetlerine
yönelik hakların alınacağını savundu. Alman
Danıştay'ının kendilerini bir dini cemaat olarak kabul
ederek din eğitimi verme yetkisi verdiğini hatırlatan
Küçük, verilen yetkinin alınamayacağını ve baskılarla
yozlaştırılamayacağını belirtti. Küçük, "1949 Alman
anayasasının 23. maddesine göre dini kurumlar ders
verebiliyor. Berlin ve Werder Bremen'de 1948'deki eski
anayasa da geçerli olduğu için bu yetki kolay alınıyor.
Hamburg'da farklı olarak yetki kiliselerde. Ancak tolerans
göstererek mevcut müfredat içinde ders verilmesine izin
veriyorlar. Berlin modelinde ise kendi müfredatımızı
oluşturarak hukuken elimizden alınamayacak bir hürriyet
elde ettik. Sunduğumuz kültürel projelere göre devletden
maddi destekde alıyoruz. " dedi. 2001'de başlayacakları,
seçmeli Alevi din dersi müfredatı ile ilgili ev ödevlerini
çalıştıklarını, hazırladıkları müfredatın Alman bakanlık
komisyonu tarafından uygun bulunduğunu ileri süren
Küçük, " Sünnilere din eğitimi verme yetkisi alan İslam
Federasyonu ve diğer cemaatlerle ortak bir müfredatı
kabul etmemiz mümkün değil. Bunun için yasalar
değişmeli." diye konuştu. Din dersini Türkiye'deki
yöntemle değil bilimsel, pedagojik olarak vereceklerine
değinen Küçük, sadece Türkiye'den değil Balkanlardan
gelen Alevi çocuklarınında bu eğitimden yararlanacağını
söyledi.
AB'de kültürler ve dinler kaynaşırken, Alevi toplumuna
haklar verilirken asırlardır yaşadıkları Anadolu'da inanç
403
Faruk Arslan
hürriyetlerinden yoksun bırakılmalarını sert bir dille
eleştiren Küçük, Tekke ve zaviyeler kanununa göre
1925'den beri Hacı Bektaş Veli'nin türbesinin müze ve
yasaklı bölge olarak kullandırılmasının inanç hürriyeti ile
örtüşmediğini öne sürdü. Diyanet İşleri bütçesinden
Alevilere pay verilmesini öneren Küçük, önemli olan
Alevilerin AB yolunda iken Türkiye'deki hak ve
hürriyetlerini almaları olduğunu vurguladı. Türkiye'ye
giden AB'li diplomatların ve Alman politikacıların
Türkiye'yi kendilerinden sorduklarını iddia eden Küçük,
ekim ayında açıklanacak AB'nin Türkiye İlerleme 2000
raporunda Alevilerle ilgili bölümünde yer alacağını
kaydetti.
Her yıl AB’nin hazırladığı raporlarda Kürtlerden sonra
artık Alevilere de geniş yer ayrılıyor.
Metin Küçük'ten halen bir takım elbise alacağım var.
Aleviliği İslam'dan ayırarak ayrı bir din haline getirmeye
çalışan bazı iç ve dış fitne odakları, 7 milyonu aşkın Alevi
vatandaşımızı tahrik etmeye hazırlanıyordu. Bu haberi
sansürsüz yazdım. 8 yıldır aynı noktadayız. Almanya
İstihbaratı, Alevilerimizi yönlendirirken, Ankara
seyrediyor. Alevi Bektaşi Federasyonu Başkanı Ali
Balkız’a göre, ülkemizde 20 milyon, Devlet Bakanı Said
Yazıcıolu’na göre 7 milyon Alevi yaşıyor. Geçen süre
içinde Alevilere hakları verilmedi. Bunu istismar eden
Almanya'da Alevi dernekleri çatısı altında birleştiren
Turgut Öker başkanlığındaki Almanya Alevi Birlikleri
Federasyonu, 22 Temmuz 2007 seçimi öncesi katıldıkları
Cumhuriyet mitingleri ve 9 Kasım 2008 Alevi
mitinginde, hükümeti yıpratmaya yönelik derin devlet
Ergenekon'un Psikolojik Savaş oyunu sahnedeydi.
Almanya’da Almanca verilen Alevi derslerinde Aleviliğin
404
Faruk Arslan
İslam’dan ayrı bir din gibi empoze edilmesi nedeniyle
gurbetdeki Türkler, ana akımı temsil den Türklerden
keskin bir biçimde ayrıldı. Alman İstihbaratının istediğide
buydu. Kendi kültürel zenginliğimizi inkar ettiğimiz için
Almanlar, başımıza çorap örüyor. Seyredenler
kaybediyor.
Bu durumun farkında olan Zaman Gazetesi Genel Yayın
Yönetmeni Ekrem Dumanlı ve Yeni Şafak Gazetesi Köşe
Yazarı Fehmi Koru, defalarca Alevilere söz konusu
hakları hükümetin sunması için Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan'a tavsiyeler yazdılar. 2008’in son aylarında
herkes bir öneri getirmeye, her kafadan bir ses çıkmaya
başladı. Alevilere geçmişte çirkince 'Mum Söndü'
yakıştırmaları yapanlara, böyle bir uygulamanın
Alevilikle olmadığını akil ‘Sünniler’ savundu. Cem
Evlerinin Cami'nin yanında açılmasında bir sakınca
olmadığı gür bir sesle vurgulandı ve başka bir ezber daha
bozuldu. Tarikatlar ibadetini Osmanlıda tekke ve
zaviyede yapardı, camiye gitmeleri mecbur değildi. Cem
Evi’de nereden çıktı diyenler tarihi bilmiyor. Bu tabir
2005 yılında Türk diline girdi. Tekkeler kapalı olduğu
için yeni isim bulundu, yasak delindi.
Cumhuriyet öncesi ve tarikatlar kapatılıncaya kadar, Hacı
Bektaş Veli tarikatına girmiş köylüye Kızılbaş veya
Alevi, şehirliye ise Bektaşi denilirdi. Mason Bektaşiler
elit Bektaşiliği savundu, Anadolu Aleviliğinden
kendilerini ayrı gördüler. Osmanlı ve Türkiye’de dış
istihbaratlara çalışan casus ve ajanların pek çoğunun
Bektaşi kimliği kullanması ve mason olması tesadüf
değildir. Masonik Bektaşi yapının geçmişte kullandığı
İttihat ve Terakki geleneği çetelerle, Ergenekon ile
405
Faruk Arslan
bugünde yaşıyor, bu gerçek yadsınamaz. Bu bakış açımız
bir komplo değil, tersine bir komplonun deşifrasyonunu
sağlayacaktır.
Osmanlı ve Türkiye'yi neredeyse 170 yıldır Mason
Bektaşilik, gizli kurdukları derin örgütler veya açıktan
iktidarları ele geçirerek, satın alarak yönetiyor.
Türkiye'nin adı bir türlü konamayan derin kimlik sorunu,
tabusu budur. Mason Bektaşiler, Bektaşiliği ve Aleviliği
amaçlarına uygun defalarca dönüştürdü, evirip çevirip
kullandılar, yine kullanmaya hazırlanıyorlar. Batı
modernizmini de ateizmide ülkemize onlar getirdi.
Mason Bektaşilerin koordinesinde, Aleviler/Bektaşiler
arasında taban oluşturmak isteyen aşırı sola mensup terör
örgütleri ve etnik bölücü terör örgütleri, Aleviliği ve
Alevileri savunuyor görünerek kendi siyasi ve ideolojik
anlayışlarını Alevilik/Bektaşilik olarak sunmaya çalışıyor,
yurt içinde ve dışında bu maksatla yayınlar yapıyorlar.
Mason Bektaşilik’i hiç bir zaman münafıklık anlamında
kullanmak istemiyoruz. Masonluğu öcü gösterme
niyetinde değiliz. Sosyolojik bir olgu olarak ele alıyoruz.
Tabularını yıkamayan milletlerin önüne yabancı
istihbaratların yerli işbirlikçileri kullanarak engeller
çıkartması kaçınılmazdır.
Çok tartışmalı bir konuyu masaya yatırıyoruz. Son 150
yıldır Bektaşilik, Mevlevilik ve Melamilik arasına karışan
masonlar, özellikle Alevi Bektaşiliği derinden etkilediler.
1908 ile 1918 arasında Osmanlı İmparatorluğunu idare
eden İttihat ve Terakki Partisi’nin hemen hemen tüm
mensupları ‘masondu’ denir, ancak nedense Bektaşi
kimlikleri söylenmez. Osmanlı’da Bektaşilerin
406
Faruk Arslan
masonlarla içiçe geçmeye başladığı dönemi ve
Cumhuriyet dönemini sorgulayacağız.
Mason Bektaşilik ve Geleneksel Bektaşilik arasında
savaş, Babagan Bektaşilerinin en ünlü mürşitlerinden
merhum halife baba Turgut Koca’nın, son dedebaba
Bedri Noyan'dan yirmi gün önce, 15 Ekim 1997'de vefat
etmesiyle başladı. Koca'ya göre, gerçek Bektaşi mason
olamaz, çünkü Dedebaba’nın ’Bir damarda iki kan olmaz’
sözü münevver Bektaşîlerin ortak bakış açısıdır.
Bektaşilik postunu Koca ve Noyan'ın aniden ölümü
üzerine 12 Aralık 1997’de seçimde ele geçirmek için
mücadele eden 33. Dereceden Mason İlhami Teoman
Güre’ye ve pek çok masona göre, Masonluk ile Bektaşilik
kardeştir. Gerçekten öyle midir?
Bu iki kritik ölümün ardından yapılan seçimde Baba
Haydar Ölmez’in ‘Mason olan Dedebaba olamaz’
başkaldırısı nedeniyle Teoman Güre, seçimde Postnişini
Haydar Ercan’a kaptırdı, ama içine sindiremedi. Bunun
için 1998'de Ankara darbesiyle mason olmayan kendi
ekibinden Mustafa Eke’yi zorla Posnişin yaptırdı. İkilik
çıkartan bu girişimde herşey vardı: masonlar ve oyunlar,
Bektaşi-mason sürtüşmesi, edeperkânın çiğnenmesi,
adam ayartma, tarikat öğretisinin hilafına egoizmin,
fitnenin, paranın zirve yapması...
Gerçektende gerçek Bektaşiler mason olamaz mı? "Bütün
Yönleriyle Bektaşilik ve Alevilik" kitabında önceki lider
Doç Dr. Bedri Noyan Dedebaba, kendisine el veren Ali
Naci Baykal Dedebaba'dan "Bektaşilik alaturka
masonluk, masonluk alafranga Bektaşiliktir" tespitini
işitmişti. Bu tesbit gözacıcı. Masonluk eskiden
Bektaşilerde kanıksanmazdı. Tarikata güç verirdi,
407
Faruk Arslan
Osmanlı’yı son 10 yılında açıkca ve Türkiye’yi 85 yıldır
gizliden bu güçle Bektaşi kökenliler mason ola ola
yönettiler. Oysa şimdi uzun yıllardır ilk defa Geleneksel
Bektaşiler, masonlardan kurtulmaya çabalıyor. Artık
masonluk gurur duyulacak bir güç merkezi olmaktan
çıkıyor. Sabataycı tartışmalarının kasten bizzat Sabataycı
kökenli Bektaşiler tarafından başlatıldığı fark edilmesede,
bu anlamsız güç gösterisinin sahteliği artık fazlasıyla
sırıtıyor.
Yakından tanıdığım ünlü Rum Türkolog Kanadalı Dimitri
Kıtsıkıs’e bakacak olursanız, koca Osmanlı devleti bir
Rum ile Bektaşi imparatorluğuydu. Türkiye
cumhuriyetini kuran kadronun tamamı ya masondu, ya
Bektaşi idi veya mason Bektaşiydi. Atatürk’ü Bektaşi
veya mason yapma çabaları sonuçsuz kalmıştır.
Atatürk’ün mübadeleyle Sebataycıları Selanik’ten
getirildiği bilinir, ama aslında Balkan meşrepli mason
Bektaşi klanını Türkiye’yi yönetmeleri için transfer ettiği
ıskalanır.
Mason Bektaşiler tarafından zehirlenerek öldürülen
Atatürk’ün mason localarını kapattırdığı 1935 yılından
itibaren hem mason hem de Bektaşilerden kurtulmaya
çalıştığı gizlenir. Doç. Bedri Noyan Dedebaba`ya göre,
generalliğe kadar yükselmiş Bektaşi subaylar bulunuyor.
Dediğine göre, Atatürk de Bektaşiydi; en yakınlarında
tuttukları arasında da epey Bektaşi vardı. Peki o halde
Mason Bektaşiler neden Atatürk'ü zehirleyip öldürdüler?
Kimileri Atatürk'ü Sabataist ve Masonluk üyesi bir bozuk
Bektaşi gösterip istismar etmeye çalışıyor.
Sebataycılar, masonlukla Bektaşiliği son 150 yıldır
Hurufilikle Kabala’yı da içine katarak mezcetmekle
408
Faruk Arslan
kalmadılar, yeniden kurguladıkları Bektaşilik çatısı
altında çifte dini kimliklerini gizlediler. 1846’da
Bektaşiliğin yeniden uyanış dönemi ile Masonluğun
Osmanlı’da yayılış dönemi az çok farklarla paralellik arz
ediyor. Bu yüzden bir kısım Bektaşilerin Mason
olduklarına dair rivayetler bulunuyor. Hurufilik akımını
ve el kitabı Cavidan'ı yakından inceleyeceğiz.
Mason Bektaşiler, namaz kılmayan, içki içen Bektaşi
tipini pek sevdiler. Utanıp sıkılmadan Osmanlı’nın
mayasını oluşturan alperenleri, Hacı Bektaş Veli’yi,
Yunus Emre’yi, Ahi Evran’ı, Taptuk Emre’yi, Abdal
Musa’yı, Ahi Evren’i, Şemsi Tebrizi’yi, Kuran tanımaz,
ibadeti önemsemez, işret eden birer Batıni derviş yaptılar.
Hacı Bektaş Veli’yi Hoca Ahmet Yesevi’den icazet almış
bir Horasan ereni yerine, en sapık Batıni tarikat
İsmailli’lerin meşhur suikastcılar gizli örgütünün reisi
Hasan Sabbah’a mürid eyleyip bir İsmailli Dai’si
saydılar. Yesevi’nin bir alpereni olan Hacı Bektaş’in
İslam’ı anlama ve yaşama misyonu ile Mason
Bektaşilerin misyonu hiç birbirine benzemiyor.
Gerçek Tasavvufi ve Sufi yorumdan, Müslümanlıktan
uzaklaştırılan ve geniş meşrepli hale getirilen Bektaşiliği,
güya Sünni İslam’ın düşmanı, Alevileri laikliğin teminatı,
CHP’nin ‘ oy deposu’ yaptılar. ‘Alisiz Aleviliği’ icat
edip, Aleviliği İslam dışına çıkarma gayretleri, son
yıllarda su yüzüne çıktı. Bir asırdır orduya, bürokrasiye,
yargıya yerleştiler, Türk derin devletinin, istihbaratının,
‘Ergenekon’un gerçek sahipleri oldular. Bu kadar güçlü
oldukları halde, ‘neden Alevilerin sorunlarını çözmek
istemediler’ sorusunu, kimse soramadı. Oysa 85 yıldır
409
Faruk Arslan
ekonomiyi bizzat yönettiler, siyaseti, medyayı istedikleri
gibi yönlendirdiler.
170 yıldır elit Bektaşiliği kurarak, kendilerini düz Alevi
halktan ayırdılar, Alevilerin kimliklerini yaşamalarına
izin vermediler. Tekke ve zaviyeleri, saltanatı kaldırdılar,
zira güya Türkiye Cumhuriyeti bir Bektaşi
Cumhuriyetiydi. Halkla iç içe bir erenlik yolu olan
Bektaşilik, asıl hüviyetinden hızla uzaklaştırıldı. Bırakın
Hz. Muhammed’i (SAV) sevmeyi, göstermelik bile olsa
Hz. Ali’yi sevmeyi dahi beceremediler. Bu kadar
yanlışlık yadırganıyor. Alevileri devletin üzerine süren ve
Alevi Sünni ayrılığını körükleyen sahte Bektaşi
masonların, maskesini düşürmenin vakti geldi, geçiyor.
Geleneksel Bektaşilik ile masonik Bektaşilik arasında
bugün bir savaş yaşanıyor.
Alevilik son zamanlarda daha yüksek sesle konuşulmaya
başlandı. AK Parti'nin Alevi açılımı, Alevi örgütlerin
çoğundan destek bulamasa da meseleyi gündeme taşıdı.
Türkiye'nin bir Alevi sorunu olduğuna inanıyorum. Bu
sorunun bazı boyutlarını Mason Bektaşilik başlığı altında
inceleme tercihinde bulundum. Yoksa Alevi meselesi ile
ilgili çok sayıda kitap var. Fakat hiçbiri son 170 yılda
'Mason Bektaşi'liğin 'Geleneksel Bektaşilik' ve Alevilik
üzerindeki etkisini, Alevilerin bugünkü durumunu ve
gidişatını ele alma noktasından hareket eden çalışmalar
değil. Aleviler kendilerini sorgulamaya başladılar.
Bektaşilikten hele hele Mason Bektaşiliğin uydurduğu
alafaranga hurafelerle dolu Bektaşilikten kurtulup,
Alevilik kültürünü temizleyip aslına döndürmek için
çalışmalar yapılıyor.
410
Faruk Arslan
Alevi/Bektaşi İslam anlayışı; İslam içinde kendi ibadet,
inanç kural ve kaidelerini, rütiellerini çeşitli kalıplar
şeklinde oluşturmuş, birbirinden çeşitli nedenlerle farklı
görünümlere sahip olsalar da cem, semah, dede, baba,
ocak, müsahiplik, muharrem orucu, hızır vd. çok önemli
ibadet uygulamalarında ciddi sistemler geliştirmiş, Kuran
gibi, Buyruk gibi, ulu ozanların ve düşünürlerin görüşleri,
sözleri, şiirleri, deyişleri gibi belli kaynakları kendilerine
rehber edinmiş, bu sistemlerle yaşamlarını sürdürmüş bir
inanç bütünlüğüdür. Hz. Ali’siz, Hz. Muhammed’siz,
Kuran’sız bir Alevi/Bektaşi İslam anlayışı düşünülemez.
Hz. Hüseyin’siz, Kerbela’sız, Muharremsiz, Ehlibeyt’siz
bir Alevilik/Bektaşilik düşünülemez.
Aleviler, kimlik bunalımları içinde kendini hala ifade
edebilme rahatlığına kavuşamadığı için herkes kendi
Aleviliğini/Bektaşiliğini yaratıyor. Peki Bektaşilerin,
Alevilerin çoğu neden solcu Kemalist'tir veya kendilerini
Kemalist olarak tanımlıyorlar? Çok sayıda Alevi kurumu,
Cemevi, cemevi ve kültür derneklerinin yöneticileri var.
Bunların birçoğu Kemalist. Mason Bektaşilik,
1960'lardan beri Bektaşi ve Alevi toplumu içerisinde de
kayda değer bir çoğunluğun kendisini Atatürkçü ya da
Kemalist olarak tarif etmeye zorluyor. Atatürk'ü Bektaşi
gösteriyorlar. Cumhuriyet döneminde hiç bir hakları
verilmediği halde Alevilerin Atatürk'ü, bir ‘Mehdi’, bir
tabu olarak görmesi sağlanmış durumda.
Dersimli bir Alevi olan Yüzleşme Derneği Başkanı Cafer
Solgun, 'Alevilerin Kemalizm'le İmtihanı' adlı kitabında
şu görüşleri savunuyor: Alevilerin Kemalistliği bir
takiyedir. Daha doğrusu öyle başlamıştır. Kemalizm'i
411
Faruk Arslan
yaymaya çalışan; Cumhuriyet mitinglerinden Alevilerin
darbe çağrısı yapılan mitinglerde boy göstermesi için
canla başla çalışan kişilerdir. Alevilerin şeriat tehlikesine
karşı darbe çağrısı yapılan etkinliklerde bulunmaları çok
utanç verici bir şeydir.
AKP bir iktidar partisidir. Eleştirilecektir. Fakat
Alevilerin sorunu AKP ile beraber ortaya çıkmamıştır.
Alevilerin sorunları şu veya bu siyasi partiyle değil,
doğrudan rejimledir. Avrupa'daki bazı Alevi dernekleri
Ali'siz Alevilik'i gündeme sokmaya çalışıyor.
Alevilerin taleplerini daha fazla görmezden gelmeye
devam edersek uç fikirler ya da uç hareketler boy
göstermeye başlar. Belki de bugün taraftar bulamayan o
görüşler taraftar bulmaya başlayacaktır. Avrupa'daki bazı
Alevi dernekleri Almanya İstihbaratı ile işbirliği yaparak
Alevilerin bir azınlık olarak kabul edilmesi yönünde
çalışma yürütüyorlar. Çok açık söylemek gerekir; bu çaba
ve çalışmanın en büyük amacı belki de yegâne amacı, o
derneklerin milyonlarca Euro olarak ifade edilen
fonlardan yararlanmasının mümkün hale gelmesidir.
Alevi talepleri ne kadar normal karşılanırsa toplumsal
önyargıları aşabilir ve gerçek manada kardeşlik bilincini
yerleştirebilirsek bu tür marjinal çabalar etkisiz
kalacaktır.
Sorunun çözümü için atılacak en büyük adım, Alevi
toplumunun üzerinde ortaklaştığı taleplerin
karşılanmasıdır. Diyanet İşleri'nin kaldırılması,
Cemevlerinin ibadethane olarak kabul edilmesi ve
zorunlu din derslerinin zorunlu olmaktan çıkarılması gibi
412
Faruk Arslan
konular halen sıkıntılı madde başlıkları. Bunun yanı sıra
Sivas ve Maraş katliamı ile ilgili dosyaların açılması,
davaların yeniden görülmesi gerekiyor. Eğer devletin
birimlerinin müdahil olduğu olaylar resmen kanıtlanırsa
Alevi toplumundan özür dilenmesi elzemdir. Elbette ki
bunlar çok kolay gerçekleşecek şeyler değil. 2009 ve
2010 yılında yapılan 7 Alevi Çalıştayı sorunun
çözümünün sanıldığı kadar kolay olmadığını ortaya
koydu. Alevilerin talepleri çok çeşitliydi, ortak bir
deklarasyona ulaşmak için daha fazla empati
yapılmalıydı. Alevilerin beklentilerine cevap
verilememiştir.
1937 ve 1938'de Dersim’de ne olduğuna vereceğimiz
doğru cevap, bence özür devletimizi belki de Tuncelili
Kürt Alevi vatandaşlarımızla barıştıracaktır. Elbette,
hangi Bektaşilik ve Alevilik geleneksel ve gerçektir
sorusuna bu kitabın cevap vermesi mümkün değildir. Bu
alanda saha çalışmaları yapılmalıdır. Türkiye’de yeni bir
dönüşüm yaşanıyor. Yeni bir muhafazakar sermaye ve
sınıf ortaya çıkıyor ve “Beyaz Türkler” de
diyebileceğimiz eski elit Mason Alevi Bektaşiler gücünü
kaybediyor. Eski elitin parçası olan Sabataycı
kökenlilerin rolleri önemsizleşiyor. Gerçek Aleviler
haklarını aramaya, bastırılmış kimliklerini bulmaya
çalışıyor. Mason Bektaşilerin yönetimindeki derin
devletimizin oyunlarına gelerek heba ettiğimiz 170 yılı
artık tamir etmeliyiz. Türkiye’de kaşınmış her sorunun
altından Mason Bektaşiler çıkıyor. Gerçek Aleviliğin
ortaya çıkması işlerine gelmiyor.
413
Faruk Arslan
Bu kitapda görüşlerine yer verdiğimiz merhum Şevki
Koca, Bektaşiliğin masonluktan arındırılarak 1876’dan
önceki haline döndürülmesini arzuluyordu. Bektaşilerin
mason olmasına karşıydı. Şevki Koca, kadim Balım
Sultan Erkanı’nın yaşatılması gerektiğini savunuyordu.
Bu nedenle, evlenmemeyi esas alan mücerret erkanı ile
nasip aldığını belirten Koca, Türkiye’de Cumhuriyet
sonrası bu geleneği hayata geçiren belki de ilk Bektaşi
olduğunu belirtiyordu. Koca, Bektaşi geleneğine uygun,
düşünsel yapısına uygun bir değişime evet derken, bu
değişimin Hacı Bektaş Veli ile Ahmed Yesevi ile gelen
kültüre, köklerine o ulu çınara uygun ve evrensel açılımı
olan bir değişim olmasını savunuyordu. Koca, “ Siyasal
iktidarla ilişkilerinde daima sivil bir kimlik. Ama laikliğe,
cumhuriyete, demokrasiye, üniter yapıya karşı bir kamp
değil. Devletin resmi formatının karşısında kültürel bir
rekabetin sürdürülmesinden yana bir kimlik olmalı.”
görüşündeydi. (Küçük, 2000). Şevki Koca’nın, şu
tespitini unutmayalım: Bilinenlerin aksine Kadim
Bektaşilik temelinde bir Yesevi postulatı olarak “Ehl-i
Sünnet Ve’l Cemaat” bir konsept bulunuyor. (Koca,
2003). Bektaşilikte reformun Kanuni devrine Balım
Sultan ve Sersem Ali Baba dönemindeki haline
döndürülmesi fikrine katılıyorum. Koca’ nın dünya
dedebabalığı eskisi gibi Türkiye’ de olmalı görüşü, vizyon
sahibi olmanın gereğidir. Dünya Bektaşilerinin tekrar
Türkiye’ den yönetilmesi halinde bu tarikatın yeniden
İslam’ a hizmet etmesi muhtemeldir. Bu kitapda asla
Bektaşiliği kötülemek, karalamak niyetinde değiliz.
Gerçek Bektaşiliğin özlemi içindeyiz.
414
Faruk Arslan
Mason Bektaşiler, geleneksel Bektaşiler ve Aleviler
arasındaki farkları eskiden göremiyordum. Perde
gözümden 10 yılda kalktı. Bektaşiliğin masonluk
tarafından ele geçirildiğini pek çoğumuz halen farkında
değil veya bunun ne denli önemli olduğunu
kavrayamıyor. Derin devletin gerçek sahiplerini
tanımadan kimse Türkiye’nin geleceğini planlayamaz.
Mason Bektaşiler, bu ülkenin 170 yıldır hakim gücüdür,
derin devletlerinin gerçek sahibidir. Alevi açılımı kolay
olmayacak. Hacıbektaş Anadolu Kültür Vakfı, Türkiye ve
bugün Avrupa'daki 495 Alevi örgütünü bünyesinde
barındıran Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu ve
Alevi Bektaşi Federasyonu, Almanlarla dirsek temasında
Ankara’yı zorlayacak gözüküyor. AKP’nin ‘Alevisiz
Ali’lik peşinde olduğu savunuyorlar, kendiler inin ‘ Alisiz
Alevilik’ hatta İslam dışı laik bir Alevilik peşinde
olduklarını gizliyorlar. Mason Bektaşilere ve derin
devlete rağmen Alevi açılımı yapılıp yapılamayacağını
göreceğiz.
Mason Bektaşiler ile Ergenekon ve kırk kişiden oluşan,
“Danışma Kurulu” anlamına gelen Encümen—i Daniş’in
ilişkileri bugüne kadar hep ıskalandı. 1952’den beri ‘Üç
Albay Ergenekon’ dönemi yaşandı, eskiden Ergenekon’ın
adı kötüye çıkmamıştı. ‘Albay Ergenekon’ lakabını veya
kod ismini kullandığı bilinen Alparslan Türkeş, Turgut
Sunalp ve Veli Küçük, operasyonel birimleri yönetti. Asıl
liderler, beyin takımı ortada gözükmedi. Nihayet çok
önemli görevlerde bulunmuş eski asker, politikacı ve
diplomatların oluşturduğu bu “Büyük Devlet Jürisi”
ortaya çıktı. On beş günde bir İstanbul’da, Moda Deniz
Kulübü’nde bir araya geliyor ve ülke sorunlarını
tartışıyorlar. Encümen—i Daniş, kimilerine göre devlete
415
Faruk Arslan
rota çizmeye çalışan gizli bir “güç odağı”, kimilerine göre
hükümetlere yön vermek isteyen bir teşekkül, kimilerine
göre ise, asıl derin devletin ‘Akil Adamları’... Bazılarına
gore ‘ Dinazorlar Takımı’ bazılarına göre ‘ İhtiyarlar
Heyeti’…
2004'den beri üç eski genelkurmay başkanı, bir eski
başbakan, bir eski meclis başkanı, bazı eski kuvvet
komutanları ve orgeneraller, iki eski dışişleri bakanı, bazı
eski bakanlar, politikacılar ve emekli büyükelçilerden
oluşan 40 kişilik bu üst düzey heyeti, Encümen—i Daniş
Grubu veya bir yol olduğu için laik bir Tarikat olarak
adlandırabiliriz. Etkili yeni üyeleriyle daha da güçlenen
Encümen—i Daniş'in tavrı yeni açılımlarda çok
önemlidir. Ergenekon davasının sonuçları Alevilerın
kimliklerini bulmalarıyla doğrudan alakalıdır.
Bediüzzaman Said Nursi, Alevilerin İslam içinde
ehli necat olabileceği içtihatında bulunarak asırlardır
süren ikiliğe son verdi. Nursi, Aleviliği Siyasi Şialık ve
Vilayet Yolu Alevilik olarak ikiye ayırdı. Hz. Ali’ yi
sevenin peygamberimizi seveceğini ve kelimei şehadeti
kabul edeceğini varsayarak Alevilerin kurtuluş zümresi
içinde sayılmaması için hiçbir neden olmadığını savundu.
Üstadın açtığı yolda Alevileri siyasi Şialık olmaması
kaydıyla ehli beytin kutsi devamcıları kabul ediyoruz.
Bu kitap, Nisan 2009’da Mason Bektaşiler adıyla
Karakutu Yayınları tarafından basılan eserin yenilenmiş
halidir. Yıllardır beynimize sansür yaptığımız, dile
getiremediğimiz sorunun adını koyuyor.
Faruk Arslan
Toronto
26 Nisan 2011
416
Faruk Arslan
Birinci Bölüm
GERÇEK BEKTAŞİ MASON OLMAZ
Babagan Bektaşilerinin en ünlü mürşitlerinden merhum
halife baba Turgut Koca’ya göre, gerçek Bektaşi mason
olamaz, çünkü Dedebaba’nın ’Bir damarda iki kan olmaz’
sözü münevver Bektaşîlerin ortak bakış açısıdır.
Bektaşilik postunu 12 Aralık 1997’de seçimde ele
geçirmek için mücadele eden 33. Dereceden Mason
İlhami Teoman Güre’ye ve pek çok masona göre,
Masonluk ile Bektaşilik kardeştir. Hangisi doğru?
Turgut Koca bir mason muydu?. Dedebaba Bedri
Noyan'dan sonra Halifebaba Turgut Koca'nın postnişin
olmasına kesin gözüyle bakılıyordu; ancak talihsizlik,
Turgut Koca, Bedri Noyan'dan yirmi gün önce, 15 Ekim
1997'de vefat etti. Hayır sözü, "İki büyüğünü aniden arka
arkaya kaybeden Bektaşîler birbirlerine düştüler"
meselesine getirmeyeceğiz! Söylemek istediğimiz şu:
Bektaşîler aralarındaki masonları isim isim biliyorlardı.
Şöyle ki, Halifebaba Turgut Koca vefat edince evrakları
arasında, kendisinin yazdığı, "İttihat ve Terakki Azaları"
başlıklı bir liste bulundu. Halifebaba Turgut Koca,
İttihatçılar; "Bektaşîler", "Masonlar", "Melamiler" ve
"Mason-Bektaşîler" başlıkları altında toplamıştı.
Bizi ilgilendiren, listenin "Mason-Bektaşîler bölümü;
bakın Halifebaba Turgut Koca'ya göre İttihatçıların içinde
kimler "Mason-Bektaşî"ydi?
417
Faruk Arslan
"Enver Paşa, Ali Fethi (Okyar), Kâzım (Karabekir) Paşa,
Şeyhülislam Musa Kâzım Efendi, Salah (Cimcoz) Bey,
Ethem Ruhi (Balkan), Dr. Miralay Mehmed Ali Bey,
İhsan Namık Bey, Ahmed Bedevi (Kuran), Mehmed
Cemil Bey, Niğde Mebusu Hayri Efendi, Hakkı Baha
Bey, Kara Vâsıf Bey."
Turgut Koca, "Namık Kemal, Ziya Paşa" gibi Jön
Türkleri de bu listeye eklemişti. Ayrıca İttihatçılardan
ayrılan, Prens Sabaheddin ile Rıza Tevfîk de (Bölükbaşı)
bu listedeydi. Düne kadar, aralarında kimin mason olup
olmadığım önemsemeyen; masonluğa hiç soğuk
bakmayan, dışlamayan Bektaşîler, bugün neden
yoldaşlarını masonlukla itham ediyordu. İsmail Fazıl
Paşa, Enver Paşa'yla arası iyi olmadığı için, savaşın ilk
yıllarında emekliye ayrılmıştır. Bu nedenle, o dönemde
Saray'a yakındı. Mustafa Kemal'in Enver Paşa karşıtlığı
biliniyor. İkiliyi, bu nefretin birleştirdiğini de
söyleyebiliriz.
Ulusal Kurtuluş Savaşı yalnızca ordular arasında
cephelerde değil, aynı zamanda çeşitli uluslararası lobiler
arasında da geçmiş çetin bir mücadeleydi. Taraflar,
Londra, Paris, Roma, Washington gibi önemli
metropollerde çeşitli baskı gruplarını etkilemek
istiyorlardı. Bu etkili baskı gruplarının başında masonlar
geliyordu. Ve hakkını vermek gerekir ki, sol fikirlere
yakınlığı olan Fransız Büyük Doğu Locası masonları,
zaman zaman Ermenilerin etkisinde kalıp tavır değişikliği
gösterseler de, genellikle Ankara Hükümeti lehine
propaganda yaptı. Gerçi asıl nedenleri, İngiliz
yayılmacılığının önüne geçmekti, ama olsun, destek
vermişlerdi işte. (Yalçın, 2006).
418
Faruk Arslan
Mason Bektaşiler ile Geleneksel Bektaşilerin savaşını
başlatan bu kritik iki ölümdür. Gerçek Bektaşiliği ortaya
çıkarmak için ahir ömründe müthiş çabalayan merhum
Baba Şevket Koca’ya göre, Soner Yalçın gibilerin Turgut
Koca’yı mason gösterme çabasına rağmen o bir mason
olamaz. Baba Haydar Ölmez’in ‘Mason olan Dedebaba
olamaz’ başkaldırısı nedeniyle Teoman Güre, seçimde
Postnişini Haydar Ercan’a kaptırdı, ama içine
sindiremedi. Bunun için Ankara darbesiyle mason
olmayan Mustafa Eke’yi zorla Posnişin yaptırdı.
Dedebabalıkta ikilik çıkaran masonlar, eskisi gibi
Bektaşiliğe hükmedemiyor. Güç kaybetmenin kuyruk
acısını yaşıyorlar.
Gerçektende gerçek Bektaşiler mason olamaz mı?
Alevilik'ten farklı olarak, Bektaşilik doğumla değil
sonradan olunduğu için, bir Dedebaba'dan 'nasip alınması'
gerekiyor; ancak yetkili birinin el vermesiyle 'nasip alan'
Bektaşi sayılıyor. Bektaşi vefat ettiğinde, "Sırra kavuştu"
veya "Hakk'a yürüdü" deniliyor. "Bütün Yönleriyle
Bektaşilik ve Alevilik" kitabında önceki lider Doç Dr.
Bedri Noyan Dedebaba, kendisine el veren Ali Naci
Baykal Dedebaba'dan "Bektaşilik alaturka masonluk,
masonluk alafranga Bektaşiliktir" tespitini işittiğini
kaydediyor. (Noyan, 2006, s. 301). Bu tesbit gözacıcı.
Masonluk eskiden Bektaşilerde kanıksanmazdı. Tarikata
güç verirdi, Osmanlı’yı son 10 yılında açıkca ve
Türkiye’yi 85 yıldır gizliden bu güçle Bektaşi kökenliler
mason ola ola yönettiler.
Oysa şimdi uzun yıllardır ilk defa geleneksel Bektaşiler,
masonlardan kurtulmaya çabalıyor. Artık masonluk gurur
duyulacak bir güç merkezi olmaktan çıkıyor. Sabataycı
419
Faruk Arslan
tartışmalarının kasten bizzat Sabataycı kökenli Bektaşiler
tarafından başlatıldığı fark edilmesede, bu anlamsız güç
gösterisinin sahteliği artık fazlasıyla sırıtıyor. Tüm
varlığımızı 150 yıldır onlara borçluymuşuz gibi bir hava
uyandırıldı, sopa gösterildi. Mason Bektaşilerden,
Osmanlı’daki hakim gücü 624 yıl temsil eden, bugün
Türkiye’nin gerçek sahibi olmaya başlayan ‘Sünneti Vel
Cemaat’ denilen müslümanlar çekinmiyor. Masonlar,
derin yapılara hakim olmalarına ve sağlam ekonomik
yapılarına rağmen psikolojik ve sosyolojik açısından
yakın gelecekte kaybedeceklerini gözlemliyorlar. Gizli
olması gereken masonluğun fazla reklam edilmesi,
kitaplar yazdırılması, filmler, diziler çekilmesi medyadaki
tartışmalar, hatta Türk mason locasına yakın geçmişte
medyanın davet edilmesi, bozulan imajlarını
kurtarmaktan ziyade son çırpınışlarını simgeliyor. Bu bir
‘Psikolojik Savaş.’tır.
En fazla Bektaşinin Türk ordusunun üst rütbelileri içinde
olduğu fazla yazılıp çizilemez. Hele kimse mason
olanlardan bahsedemez. Oysa ordu mensuplarının bırakın
bir tarikata, sivil derneklere bile üye olması yasaktır, izin
almak için başvurmayı kimse denemez bile. Taha Kıvanç,
1980’li yıllarda yazdığı bir köşesinde bir izlenimini şöyle
anlatıyor: Ankara Palas Devlet Konukevi`nde davet
verilmeyi hak edecek bir olayın yıldönümüydü ve
Ramazan ayı içerisindeydik. Elinde rakı bardaklarıyla
gördüğü iki yakın mesai arkadaşı için, Evren Paşa,
`Mazur görmelisiniz` demişti, `Çünkü Bektaşi onlar…`
İki üst düzey komutan Bektaşi miydi gerçekten, yoksa
Kenan Evren arkadaşlarıyla basın mensupları önünde
şakalaşıyor muydu?
420
Faruk Arslan
Çok tartışmalı bir konuyu masaya yatırıyoruz. Son 170
yıldır Bektaşilik, Mevlevilik ve Melamilik arasına karışan
masonlar, özellikle Alevi Bektaşiliği derinden etkilediler.
1908 ile 1918 arasında Osmanlı İmparatorluğunu idare
eden İttihat ve Terakki Partisi’nin hemen hemen tüm
mensupları ‘masondu’ denir, ancak nedense Bektaşi
kimlikleri söylenmez.
Mason Bektaşiler tarafından zehirlenerek öldürülen
Atatürk’ün mason localarını kapattırdığı 1935 yılından
itibaren hem mason hem de Bektaşilerden kurtulmaya
çalıştığı gizlenir. En büyük hatası belkide Mason Bektaşi
doktoru Mim Kemal Öke’yi Bektaşi Dr. Rıza Nur’a
yaptığı gibi zamanında yanından tasfiye etmemesidir.
Kendiside bir Bektaşi olan, Atatürk yakın dostu, Rakı
Masası arkadaşı ünlü yazarımız Yakup Kadri
Karaosmanoğlu’nun Bektaşiliğin ekstra haklar elde
etmesini engellemiştir. Karaosmanoğlu’nun sahte
Bektaşileri hicvettiği ‘Nur Baba’ adlı romanı sahneye
uyarlandığında tiyatronun Bektaşiler tarafından basıldığı
nedense yazılmaz.
Doç. Bedri Noyan Dedebaba`ya göre, generalliğe kadar
yükselmiş Bektaşi subaylar bulunuyor. Dediğine göre,
Atatürk de Bektaşi; en yakınlarında tuttukları arasında da
epey Bektaşi bulunuyor.`Erenler Bağından` adıyla da bir
eseri olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu`nun ünlü `Nur
Baba` romanında bir tekke etrafında anlattıkları `gerçek
hayat öyküleri`ydi. `Nur Baba`, İstanbul Çamlıca Bektaşi
post-nişini Ali Nutki Dedebaba`nın lakabıydı.
Kendi isminin önünde 'Doç. Dr.' unvanı bulunsa da tıp
adamı bir akademisyen olmaktan öte 'Dedebaba' diye
anılacak önemde bir kişi, Bedrettin Noyan, Türk tarihinin
421
Faruk Arslan
değişik dönemlerinden bildiğimiz, kitaplarını okuyarak,
şarkılarını dinleyerek yetiştiğimiz, siyasî kavgalarından
hatırladığımız pek çok ismin 'Bektaşi' olduğunu
övünerek söylüyor... Evet Atatürk de, Bayar da,
Menderes de, Karabekir de, Yahya Kemal ve Yakup
Kadri de meğer birer Bektaşiymiş... (Kıvanç, 2008).
Atatürk’ün babası Ali Rıza beyin Bektaşi olması
nedeniyle Atatürk Bektaşi sayılıyor, ama annesi Zübeyde
Hanımın Bektaşilikle ilgisi olmadığı yine saklanıyor.
Noyan, sunduğu listede aşağıdaki isimlerin hepsini 'ortak
payda' Bektaşilikte birleştiriyor:
Mustafa Kemal Atatürk, Celal Bayar, Adnan Menderes,
Refik Saydam, Mithat Paşa, Talat Paşa, Ziya Paşa, Namık
Kemal, Abdullah Cevdet, Muallim Naci, Ahmet Rasim,
Kazım Karabekir, Behçet Kemal Çağlar, Rıza Tevfik,
Neyzen Tevfik, Şair Eşref, Ahmet Refik Altınay, Yakup
Kadri Karaosmanoğlu, Yahya Kemal Beyatlı, Hilmi Ziya
Ülken, Ali Nihat Tarlan, Samih Rifat Çağatay, Nuri Halil
Poyraz, Şükrü Şenozan, Şemsi Yastıman... Daha eskiler
de var: 2. Murat, Kanuni Süleyman, Tepedelenli Ali Paşa,
Fuzuli... ( Noyan, 2006).
Bu isimlerin başka ortak paydalarıda var; bir kısmı
mason, bir kısmı Sabataycı. Sabataycılar, masonlukla
Bektaşiliği son 150 yıldır Hurufilikle Kabbala’yı da içine
katarak mezcetmekle kalmadılar, yeniden kurguladıkları
Bektaşilik çatısı altında çifte dini kimliklerini gizlediler.
Alevileri devletin üzerine süren ve Alevi Sünni ayrılığını
körükleyen sahte Bektaşi masonların, maskesini
düşürmenin vakti geldi, geçiyor. Geleneksel Bektaşilik ile
masonik Bektaşilik arasında bugün bir savaş yaşanıyor.
422
Faruk Arslan
Şubat 2002’de yargı organlarımız isminde Alevi ve
Bektaşi kelimeleri geçtiği gerekçesiyle bazı Alevi ve
Bektaşi kuruluşlarının kapatılmasına karar verdi.
Kanunlarımızın gadrine uğradıklarına inanan Alevi ve
Bektaşiler, haklarını aramak için AİHM yollarına düştü.
Bu oyunun 2002 Martında yapılan Bektaşilik postu
seçimi öncesi, masonik Bektaşiliğin geleneksel
Bektaşiliğe salvosu olduğu kamuoyunca fark edilemedi.
Gerçek Bektaşiler, 150 yıldır sırtlarında kambur olan
masonlardan kurtulmaya çalışıyor. Mason Bektaşiler,
Almanya Merkezli Alevi Bektaşi Birlikleri
Konderasyonu’nun yurt içindeki Alevi Bektaşi
Federasyonu gibi militarist Alevileri toplayıp
siyasileştirdiği görülmüyor. Özellikle Alman istihbaratı
ile koordineli çalışan bazı işbirlikçi derneklerin
kışkırtılması için ‘Alisiz Alevilik’ söylemi bir araç, bir
maşa olarak kullanılıyor. Bu savaşın karşı tarafında
mason olmayan Bektaşiler, Dedebalar, Cem Vakfı
Başkanı Prof. Dr. İzzeddin Doğan, Ayhan Aydın gibi
aydınlar var. AKP’den milletvekili olarak ezberleri bozan
Reha Çamuroğlu gibi bir başka aydın siyasetçi. Doğan’ı
‘düşkün’, yani ‘ sapıtmış’ ilan etttirmekle tehdit ediyorlar.
Başları sıkıştığında kullandıkları etkili bir şantaj yöntemi
bu.
Masonlar Bektaşiliğe nasıl eklemlendi? On dokuzuncu
yüzyılın sonları ve yirminci yüzyılın başları "Masonluk"
denilen mahiyeti pek çok insanca meçhul örgütün
Osmanlı topraklarında da taraftar bulup faaliyet
göstermeye başladığı bir süreçti. Özellikle İttihat ve
Terakki’nin iktidarında pek çok kişi Masonluğun yapısı
423
Faruk Arslan
içerisinde yer almıştı. Hatta Şeyhülislamların içinde bile
Masonların olduğundan söz edilir.
1826’de Yeniçeri Ocağı 2. Mahmut tarafından fesh edilip,
tekkeleri kapatılınca Bektaşiler Mason Locaları ile
işbirliği içine girdiler. Pek çok Bektaşi şeyhi Mason oldu.
Konunun uzmanı İrene Melikoff'a göre, Bektaşiler
kendilerini korumak için masonluğa girdiler. Hatta
Bektaşilik masonluk ritüellerinden etkilendi. Üçler,
Beşler, Yediler kavramı Masonluktan girmedir.
Bektaşiler, sonraki dönemlerde Genç Osmanlılar,
Jöntürkler ve İttihat-Terakki içinde etkin rol oynadılar.
Ahmet Rıza, Ahmet İzzet Paşa, Ali Rıza Paşa, Gazi
Ahmet Muhtar Paşa, Şeyhulislam Ürgüplü Hayri,
Tunuslu Hayrettin Paşa, İbrahim Temo, Mithat Şükrü
Bleda, ünlü Teşkilat-ı Mahsusacılar Yakub Cemil, Ömer
Naci ve Atatürk'e suikast davasında idam edilen Dr.
Nazım Bektaşi'ydi. Kemal Derviş'in amcası Asaf Derviş
Paşa ve eski Başbakanlardan Recep Peker Bektaşi idi.
Hem Mason hem Bektaşi olan ünlüler arasında
Şeyhülislam Musa Kazım Efendi, Bektaşi Şeyhi Mehmet
Ali Erel Baba, Ziya Paşa, Namık Kemal, Rıza Tevfik
Bölükbaşı, Prens Sabahattin, Talat Paşa, Cemal Paşa ve
Kara Vasıf da var. (Melikoff, Haziran 2006).
1846’da Bektaşiliğin yeniden uyanış dönemi ile
Masonluğun Osmanlı’da yayılış dönemi az çok farklarla
paralellik arz ediyor. Bu yüzden bir kısım Bektaşilerin
Mason olduklarına dair rivayetler bulunuyor. Rivayet
diyorum, zira "bilim belgedir". Bektaşilik hakkında
yazılar ve kitap yazan A. Yılmaz Soyyer, 2008 yazında
Osmanlı Arşivi’nde yaptığı araştırmada bir belgeye rast
424
Faruk Arslan
geldi. Bu belge, Masonluk-Bektaşilik benzerliği üzerine
kurulmuş bir jurnal metniydi.
20 muharrem 1307 / 16 eylül 1889 tarihinde Limni
adasındaki devlet görevlileri (muhtemelen istihbarat
elemanları) Sadrazamlığa bir jurnelde bulunmaktadır.
Osmanlı Arşivi’ndeki kayıtlara göre adada Masonların
sistemine (mezhebine) benzeyen yeni bir oluşum ortaya
çıkmıştır. Bunların törenleri (ayinleri), bazı dini farzları
tamamen inkar eden bir yapıdadır. Jurnale bakılırsa bu
oluşumun taraftarları muharremin onunda bir yere
toplanıp, Fazlullah Hurufi’nin "Cavidan" adlı eseriyle
buna benzer şeyler okumakta ve dinlemektedirler. Bu
gizli oluşumun mensupları arasında Ada Mutasarrıfı ve
Liva Naibi de bulunmaktadır. Bu topluluğu esas tesis
edenler ise Humbaracıoğlu Hüseyin Katporanzade
Mehmed Ağa isimli iki Toksa Arnavut’tur. Sadrazamlık
gizli bir soruşturma başlatır. Soruşturmanın sonucuna
göre Masonlara benzer denilen teşkilatın Bektaşi Tarikatı
olduğu apaçık görülmektedir. Devlet jurnali
gönderenlerin şikayetine şöyle karşılık vermektedir:
"memalik-i şahanede Tarikat-i Bektaşiye’ye mensub bir
hayli kesan var iken harsan bunların teb’idi muvafık-ı
muadile olamayacağı" yani " Osmanlı topraklarında
Bektaşiliğe mensup bir dolu insan varken bunların
sürgünü adalete uygun olamayacağından…" diye devam
etmektedir. ( Soyyer, 2008).
Yukarıdaki metinde en çok dikkatimi Mason ayiniyle
Bektaşi ayininin benzetilmesi çekmiştir. Soyyer, bu güne
kadar sayısız Bektaşi tanıdığı halde kimliğini bilerek
hiçbir Masonla tanışmamış. Mason ayininin nasıl
425
Faruk Arslan
olduğunu da gazetelere yansıyan haberlerin dışında
bilmiyor. Bu hususta bir Bektaşi’ye danışmaktan başka
hiçbir çaresi kalmıyor ve sonunda Babagan Bektaşilerinin
en ünlü mürşitlerinden merhum halife baba Turgut Koca
Babaerenlerin dizinin dibinde yetişmiş bir Bektaşi
dervişine durumu soruyor. Onun cevabını aynen aşağıya
naklediyorum.
"Turgut Baba Erenlerin bir konuşmasında ’Masonluk,
bilgi aktarımı üzerinedir, ruhaniyet yoktur. Bu nedenle
bilgide belli bir yere gelenler, ruhaniyetin eksikliğini
hissederek hayatının belli bir döneminden sonra Bektaşî
olmak isterler’ mealinde sözler söylemişti. Fakirin bu
konudaki düşüncesini sorarsan; ’Bektaşîlik ulaşılabilecek
en üst ve zevkî mertebedir. İnsanın bu kapıya gelinceye
kadar bütün kapıları dolaşması gâyet normaldir, fakat bu
kapıya geldikten sonra bir veya bir kaç alt sınıftan olan
diğer inanç yapılarını veya kulüplerinde huzuru araması,
kişinin zevkî eksikliğidir. Bektaşîlik aklı reddetmez,
ancak akıl ile bir yere kadar seyir mümkündür. Akıl
yetseydi Cebrail’in (A.S.) Sidretü’l-Müntehâ’dan ileri
geçmesi gerekirdi. Yücelme ancak aşk makamında seyirle
mümkündür. Bektaşîlik Nâzenin yoldur, diğeri pozitif
ilimleri kendine rehber edinmeye çalışan ve dönem
dönem merdud olanın da âleti olmaya mahkum
olabileceği bir yapıdır. Bektaşîlik sîrette (iç dünya, gönül
alemi), Masonluk ise surettedir (dış görünüş, kalıp).
Sîrette tekâmül (gelişme), mâsivadan (dünya
pisliklerinden) el çekme ile olur. Aksi halde hannâsın
tuzağından kurtulmak zordur, insanı hubb-ı mâl, hubb-ı
câh ve tekebbür ile aldatır. Kemâle ulaşmış Bektaşî
fukaraları böyle düşünmüşlerdir. Bazı Masonluğa olan
426
Faruk Arslan
yakınlıklar ise, o dönemin özel şartlarından dolayı olduğu
sonucuna varılabilir. Bu açıdan meseleye baktığımızda
Dedebaba’nın ’Bir damarda iki kan olmaz’ sözü
münevver Bektaşîlerin ortak bakış açısıdır denilebilir.
Turgut Baba Erenlerin Divanı’nda Masonluk hakkında
yazdığı bir şiir vardır." (Soyyer, Eylül 2008).
Şevket Koca’nın Es-Seyyid Halife Koca Turgut Baba
Dîvânı kitabında yer verdiği şiiri dikkatli okuyalım:
Dinle bu fakîri azîz kardeşim
Bak bir nokta perkâr Alî değil mi?
Terk eyle şu Hıram efsanesini
Çâr unsura mi’mâr Alî değil mi?
Uhuvvet, müsâvât, adâlet, mîzân
İçtimâî yardım, tevhîde nişân
Süleyman’ı Kâf’a Süleyman yapan
Mühr-i mucizekâr Alî değil mi?
Ahd-ı Atik’deki Yehova odur
Beliben, Ariyel ve Yaya odur
427
Faruk Arslan
Cedid Ahd içinde İliya odur
Ahd-ı Âhir Haydar Ali değil mi?
Uknûm-ı selâse oldu müselles
Alî’dir Eb, İbn, Ruh-ı Mukaddes
Bâtını kadîmdir, zuhûru muhdes
Âşıklara dîdâr Alî değil mi?
Gözü bağlı irfân yolu bulunmaz
Işık ver demekle cihân nûr olmaz
Taht-ı Muhammedî çerâğsız kalmaz
Gönüllerde envâr Alî değil mi?
Musevî, Mesihî birdir Müslüman
Türlü esmâ ile bölünmez insan
İkilikten geçer muvahhid olan
Îmân ile ikrâr Alî değil mi?
428
Faruk Arslan
Taklidî düzendir Mason Mahfili
Mecâz gönyesinde güzâf pergeli
Pîrimiz dost Hacı Bektaş Veli
Üstâdımız Hünkâr Alî değil mi?
Tathîr olmayana böyle söylenir
Matrûda dul karı çocuğu denir
Allah bir, erkân bir, mezheb bir
Hâriciye inkâr Alî değil mi?
Hırka nedir, kemer nedir, tığbent ne?
Palheng taşı, teslim taşı, cilbent ne?
Taç neyi remzeder acep hikmet ne?
Keşküldeki Pazar Alî değil mi?
Gürûh-ı Nâci’de pâk gönül gerek
Seyr-i sülûk, kat-ı merâhil gerek
Mürşid gerek, rehber gerek, el gerek
429
Faruk Arslan
Yedd-i nûr-ı ahdâr Alî değil mi?
Bu masondur diye kayırmak neden?
Otuz üç parçaya ayırmak neden?
Hakkullaha karşı buyurmak neden?
Vicdân şuur etvâr Alî değil mi?
Turgut Baba nutkun magz-ı Kur’ân’dır
Alî dediğimiz kâmil insandır
İnsan-ı kâmilde âlem nihândır
Mümkünatta ezkâr Alî değil mi? ( Koca, 1999, s. 199200).
Bedri Noyan dedebaba’dan 25 Eylül 1994 yılında babalık
icazeti alan, sonra da 11 Nisan 1998’de Haydar Ercan
dedebabadan halifelik hilafetnamesi alarak halife,
halifebaba ünvanı kazanan Nurettin Ölmez’in beyanına
göre, baba sayısının Türkiye ve dış ülkeler olmak üzere
11 halifebaba bir dedebaba olmak üzere 12'yi geçmemesi
gerekiyor. Türkiye’de halen 200 Bektaşi babası ve 3
milyon Bektaşi bulunuyor. Bektaşi olmanın yolunu
Ölmez şöyle özetliyor: Bir kimsenin Bektaşi olabilmesi
için, evvela yolumuza âşık olması; eline, diline, beline
430
Faruk Arslan
sadık olması ve onun yolumuza girmesi için kefilinin
olması şarttır. Yolumuza bir koç keserek, bir mürşide
rehberle beraber gidilir. Nasip alınır. Bütün canlar tebrik
ederler ve aralarına kabul ederler. (Aydın, Eylül 1999).
Bektaşilerin namaz kılmadığı mitini çürüten Ölmez,
Türkiye’nin en köklü Bektaşi silsesini şöyle izah ediyor:
Turgutlu Dergâhı postnişini Yunus Ölmez’in oğluyum.
Ali Rıza Baba Dergâhı’nda yaşadım. Ali Rıza, Mısır’dan
göçme Giritli bir Pirdir. Babamız çocukluğumuzda bizi
camiye namaz kılmayı gönderirdi. 17 yaşında iken
Nakşiydi, Menemen olayından sonra babamı bir Bektaşi
olan Müftü Süleyman Efendi, Bektaşi yapıyor ve yobaz
diye asılmaktan kurtarıyor. Bedri Noyan dedebabamız da
Yunus Baba’nın dervişidir. Mersin’de Sadık Bektaş Baba
vardı, mücerret babaydı kabri halen Mersin
mezarlığındadır. O, Bedri Noyan dedebabamız ve Yunus
Ölmez baba bir de Ali Naci Baykal, hepsi birden
Ankara’da üçünü halife yaptılar. Sadık Baba, Bedri Baba,
Yunus Baba halife oldu, Ali Naci Baykal baba da
dedebaba vekiliydi zaten. Arnavutluk’taki Salih Niyazi
dedebaba, Arnavutluk’a giderken emanetleri Ali Naci
Baykal dedebabaya bırakmıştı; onun için o dedebabaydı
diğerleri de halife oldular. Sonra Ali Naci Baykal baba
göçmek üzereyken, Bedri Noyan babaya dedebabalık
ünvanı verdi ve o şekilde oldu. (Aydın, Eylül 1999).
Baba Haydar Ölmez, masonların yol’da ikilik çıkarttığını
vurguluyor ve şunları anlatıyor: Ankara’dan Teoman
Güre masondur ve pek sevilmez, ahlaken de pek
tartışmalı yönleri var. Mason olsun ama Bektaşi olduktan
sonra geri dönüş olmaz, her iki tarafa göz kırpmak olmaz.
Bir insan hem Bektaşi, hem mason olamaz. Eğer sen
Bektaşi olmuş isen, mason olamazsın, herşeyden sıyrılıp
431
Faruk Arslan
geleceksin. İkilik çıkartıyorlar yolda. Bektaşilikte
masonluğun ve masonların işi yoktur. Yolumuza
dışarıdan başka birşeylerin girmesine izin vermemeliyiz. (
Dinç, Mart 2002).
Bu hamur çok su götürür. Geleneksel Bektaşilik masonik
Bektaşiliğe karşı savaşını Türkiye’nin selameti adına
kazanmak zorunda. Aksi halde masonların
manipülasyonu sonucu yanlış biçimde oluşturulan, dindar
müslüman ve İslam düşmanı imajından kurtulmaları
mümkün görünmüyor. Alevileri kışkırtarak Sünni Alevi
çatışması çıkarmaya çalışan Mason Bektaşilerin nereden
koştuğunu incelemek zorundayız. Tarihi gerçeklerden
önce günümüzdeki liderlik kavgasını ele almakla
başlayalım.
432
Faruk Arslan
İkinci Bölüm
BEKTAŞİLERDE POSTNİŞİNİ
LİDERLİK ANLAŞMAZLIĞI
Osmanlı'nın fetihlerini ve tebliğlerini uzun asırlar boyu
omuzlarında taşıyan bu büyük tarikat, bugün iki farklı
ekolün, geleneksel Bektaşilik ve Masonik Bektaşiliğin
çekişmesine sahne oluyor. Bektaşiliğin bugün iki
dedebabası var ki, bu durum erkânın ayak altına alınması
demek. Bu skandalda herşey var; masonlar ve oyunlar,
Bektaşi-mason sürtüşmesi, edeperkânın çiğnenmesi,
adam ayartma, tarikat öğretisinin hilafına egoizmin,
fitnenin, paranın zirve yapması...
Heterodoks inançlı vatandaşlarımız vakıf ve derneklerini
kurtarma peşinde koşadursunlar, diğer yanda, Bektaşi
dünyasını derinden etkileyen ilginç gelişmeler yaşanıyor.
Dünya Bektaşiliğinin lideri olan dedebabalık makamı
Türkiye’de bulunuyor. Bektaşilik iç çekişmeler ve bazı
masonların kronik etkisiyle ikiye bölünmüş durumda.
Karizmatik dedebaba Bedri Noyan’ın 1997’de ölümünden
sonraki süreç iki tane dedebaba ortaya çıkardı: Biri
Noyan’ın vefatının ardından seçilen Haydar Ercan, diğeri
de Ankara grubu veya mason grup olarak anılan
oluşumun seçtiği Mustafa Eke. Bu 11 yıllık süreç,
Osmanlı’nın fetih ve tebliğini omuzlamış, ardından
Kurtuluş Savaşı’nı kayıtsız şartsız desteklemiş bir köklü
tarikat mensuplarının tabiriyle “ibret verici” olaylarla
dolu.
433
Faruk Arslan
Amerika’dan Avustralya’ya, Balkanlar’dan İsveç’e kadar
çok geniş bir coğrafyada büyük bir kitleyi kapsayan
Bektaşilikteki dramatik gelişmelerin pek dikkat
çekmemesi, olayın popüler ve magazin yönünün
zayıflığından, bir de Hacı Bektaş Veli bağlılarının kol
kırılır yen içinde kalır anlayışından olsa gerek.
Tekkelerin kapatıldığı 1925 yılında Dedebaba postunda
Salih Niyazı Dedebaba bulunmaktaydı. İttihatçı olup,
Mustafa Kemâl Paşa ile de bir hayli samimi olan Arnavut
Salih Niyâzî Dede-baba'nın I925'te tekkeler kapatılınca
Mustafa Kemâl Paşa ile arası bozulur. Bunun üzerine
Salih Niyâzî Dedebaba, 17 Ocak 1930 tarihinde
Türkiye’yi terk ederek Arnavutluk'a gider. Orada 1941'de
Arnavutluğu işgal eden İtalyanlarca öldürülür. Salih
Niyazı Dedebaba'dan sonra Ali Nâcî Baykal Baba,
dedebaba sıfatını takınır. 1960 yılında vefat eder.
Ondan sonra ise, Doç Dr. Bedrî Noyan bu sıfatı taşımaya
çalışır. 21 Dedebaba Bedri Noyan, 1912 yılında Serez'de
doğdu. Babası İsmail Hakkı'nın Osmanlı ordusunda
kolağası (kıdemli yüzbaşı) olması itibariyle Anadolu'nun
birçok şehrinde bulundu. İlkokulu Manisa'da okudu;
Samsun Lisesi'nden mezun olup, İstanbul Tıp Fakültesi'ne
kaydoldu, 1937’de doktor çıktı. Ankara Numune
Hastanesi'nde Nazi Almanyası'ndan kaçan Prof. Dr. Max
Meyer'in asistanı oldu. Ama onu asıl "yetiştiren"
Atatürk'ün ve daha sonra Celal Bayar'ın doktorluğunu
yapan, cumhurbaşkanlığında Çankaya Köşkü'nde oturan,
"Baba Erenler" lakaplı, Dedebaba Dr. Hasan Ragıp
Erensel'di. Dedebabası Dr. Erensel sayesinde, "yola
girdiğinden" itibaren hızla yükseldi. Altı ay içinde derviş
ve altı ay sonra da baba oldu. Dr. Erensel, hasta yatağında
434
Faruk Arslan
Dr. Noyan'a "hilafetname"sinî yazdırdı. Ve 1953 yılında
Dr. Erensel'in ölümü üzerine Dr. Noyan "dedebaba"
seçildi. (Yalçın, 2006).
Salih Niyazi Dedebaba'dan sonra Bektaşî topluluğu
Dedebabalık postu konusunda bölündüler. Arnavutluk
Bektâşileri ile Mısır'daki Bektâşiler, Ali Nâcî Baykal
Baba'yı Dedebaba olarak tanımamışlardı. Hatta Mısır'daki
Kaygusuz Sultan Dergâhı'nın son postnişîni Arnavut
Ahmed Sırrı Baba yazışmaları ve kitaplarında Dedebaba
sıfatını kullanırken, Arnavutluk'taki Recep Ferdî Baba da
aynı sıfatı kullanmaya devam ediyor. (Yüksek, 2002).
Bedri Noyan 6 Kasım 1997'de Aydın'da Hakka yürüdü.
Doç Dr. Bedri Noyan'ın ölümünden sonra ise, Türkiye
Bektâşîleri, Dedebabalık postu konusunda ikiye bölündü.
Bir kısım Bektâşiler İzmirli Haydar Ercan Baba'yı
Dedebaba olarak tanırken, diğerleri Arnavut Mustafa Eke
Baba'yı Dedebaba olarak tanıyor. Alevîlikle Bektaşîliğin
aynı anlama geldiği hakkında, günümüz Hacı Bektaş
Çelebisi Veliyeddin Ulusoy, Cem Vakfı İnanç Önderleri
İkinci Toplantısı'na sunulan yazısında bu konuda şunları
söylüyor: "Genel olarak bu iki sözcük ayrı anlarda
kullanıldığı gözlenmektedir. Alevîlik; Hz. Ali'yi seven
onun İslâm anlayışına ve yorumunu benimseyen bir inanç
sistemidir. Bektaşîlik; Hacı Bektaş Veli'den sonra ortaya
çıkmış, Alevîliğin zaman içerisinde yıpranmış ve o gün ki
sosyal yapıya uygun hâle getirilmiş şeklidir."
Bektaşilik tarikatının Babagan kolu, Dedegan koluna
nazaran daha etkin ve çok daha büyük bir kitle. Dedegan
kolunu Hacıbektaş’taki Çelebiler babadan oğula temsil
ediyor. Babaganlarda ise kayd—ı hayat ile seçilen
dedebabalar, demokratik bir seçimle geliyor. Seçilecek
dedebaba adayında filancanın oğlu olması değil;
435
Faruk Arslan
dürüstlük, ilim, ahlak gibi ulvi özellikler gözetiliyor.
Babaganların son büyük dedebabası Bedri (Bedrettin)
Noyan’ın vefatının ardından seçilen dedebaba, Ankara
ekibi (veya kolu) tarafından bir süre sonra reddedildi ve
Ankara kolunun fiili önderi durumundaki, aynı zamanda
33. dereceden mason olduğu iddia edilen Halifebaba
İlhami Teoman Güre’nin girişimleriyle başka bir
dedebaba seçildi. Bedri Noyan’ın oğlu Kurtcebe
Noyan’ın deyimiyle adeta bir masonik kopuş yaşandı.
Bektaşiliğe yaklaşık 170 yıl önce nüfuz etmeye başlayan
masonluk, kapalı ve ‘sırlı’ bir yapı olması dolayısıyla
tarikat içinde kendine ideal bir kamufle ortamı buldu,
zaman zaman kendi adamlarını dedebabalığa kadar
çıkarmayı başardı. Ancak son dönemlerde sadece baba ve
halife düzeyinde mason vardı.
Bektaşi erkânına göre dünya üzerinde aynı anda sadece
bir dedebaba, ona bağlı 11 halifebaba ve 40 tane de baba
bulunması gerekiyor. Yoksa erkân bozulur. Oysa şimdi
bu ölçüler altüst olmuş durumda. Dedebaba Haydar
Ercan’ın 6 tane halifebabası var. Dedebaba Mustafa
Eke’nin de, kendi ifadesiyle, “7—8 tane var”. İki
dedebabanın bulunması hem sebepleri, hem de sonuçları
açısından birçok önemli hususu gündeme getiriyor.
Tarikat edep ve ahlakının ayaklar altına alınması,
kuralların bozulması, işin içine siyaset ve entrikaların
karışması, “yol” felsefesine göre asıl yok edilmesi
gereken benlik duygusu ve gıybetin alabildiğine
büyümesi, tabanın tam anlamıyla şaşkın, kızgın ve
sahipsiz görüntüsü, erkânın birçok yerinden hasar
görmesi ve Bektaşilikteki etkisi inkar edilemez boyutta
olan masonluk faktörü...
436
Faruk Arslan
Noyan Dedebaba’dan sonrası tam bir tufan oldu.
Bugünkü olayları tetikleyen ikinci bir gelişme, Noyan’ın
yerine geçeceğine büyük ihtimal verilen Halifebaba
Turgut Koca’nın da Noyan’ın hemen ardından vefat
etmesiydi. Arnavut kökenli ve mason olan Koca’nın
vefatından birkaç gün sonra, 12 Aralık 1997’de İzmir
Yamanlar’da dedebabalık seçimi yapıldı. İkiliğin
başlamasının en azından görünürdeki sebebi olan bu
seçimin ayrıntılarına girmemiz gerekiyor.
Erkana göre halifebaba sayısı 11 olmalı; halifeliği de
uhdesinde bulunduran dedebabayla birlikte sayı,
Bektaşilikte çok önemli bir rakam olan 12’ye
tamamlanıyor. Seçime 11 halifenin katılması gerekiyordu.
Fakat Turgut Koca’nın vefat etmesi, Makedonya
Halifebabası Ziya Paşo’nun fakirliğinden dolayı yol
parası bulup gelememesi, iki halifelik makamının da boş
bulunması sebebiyle seçime 7 halife katıldı. Bedri
Noyan’ın 1960’da dedebaba seçilmesi, Ankara’da muhip,
derviş, baba ve halifebabalardan oluşan çok kalabalık bir
kitle halinde kendisine niyaz (biat) edilmesiyle
gerçekleşmişti. Aslında tabanın desteğinin görülmesi
açısından bu yöntem en arzu edileni idi. Fakat Bedri
Noyan, yazdığı ‘Alevilik ve Bektaşilik’ adlı kitapta,
büyük kalabalığın her zaman toplanmasının mümkün
olmadığından, seçimin, halifebabalar tarafından
yapılmasını ve ekseriyet esasını getirdi.
Getirilen bu esasa göre yapılacak seçim 12 Aralık
1997’de ilk kez deneniyordu camiada. Bu yüzden detaya
ilişkin kurallar adeta el yordamıyla belirlendi. Halifelerin
oy birliğiyle tespit ettiği şekle göre, adaylar kendilerine
oy verebilecekti ve en çok oyu alan dedebaba seçilecekti.
437
Faruk Arslan
Gelemeyen Ziya Paşo’nun, seçime telefonla katılma
talebi, “Bedenen burada bulunması gerekir” diye
reddedildi. Bu telefonla katılma olayına bir mim
koymamız gerekiyor; çünkü daha sonra Ankara ekibinin
ayrı dedebaba seçtiği Mustafa Eke’ye bazı halifelerin
telefonla oy verdikleri, tutanağı seçimden sonra
imzaladıkları iddiası ortaya atıldı.
Baştan sona filme alınan seçimi organize etmesi için
Birliğe Hizmet Kurulu adında, Bedri Noyan’ın oğlu
Kurtcebe Noyan’ın başkanlık ettiği bir kurul oluşturuldu.
Noyan seçim şekli için, “Biz kurul olarak en küçük bir
etkide bulunmadık. Fakat halifeler seçim şekliyle ilgili iki
önemli hata yaptı. Biri adayın kendine oy vermesi,
ikincisi de dedebaba olmak için ekseriyet oyunun, yani
yarıdan bir fazlasının gözetilmemiş olmasıydı” diyor.
Seçimin son turunda 2’şer oy alan diğer iki aday
karşısında 3 oy alan Haydar Ercan, dedebaba seçildi.
Haydar Ercan’a, kendisi haricinde oy verenler Hasan
Asuman ve Mustafa Eke idi. Ne ilginçtir ki Eke, daha
sonra başkaldırıp Ercan’ı reddeden grubun seçtiği
dedebaba olmayı kabul edecekti.
Seçime ilişkin şöyle bir tutanak yazıldı: “Bağlı
bulunduğumuz Hz. Pir Hacı Bektaş Veli yolunun
kuralları gereği 12. 12. 1997 tarihinde, 7303—1 sokak,
No: 34, kat: 3 Yamanlar—İzmir’de yapılan dedebaba
seçimi toplantısı hür iradeyle gerçekleşmiş olup, aşağıda
imzaları bulunan icazetli halifebabalar bu toplantıya
iştirak etmişler ve oylarını hür iradeleriyle kullanmak
suretiyle, Halifebaba Haydar Ercan’ı Dedebaba olarak
seçmişlerdir. Seçilen yeni Dedebaba Haydar Ercan
Dedebaba 6. 11. 1997 tarihinde Hakk’a yürüyen
Dedebaba Doç. Dr. Bedri Noyan’ın yerine Hacı Bektaş
438
Faruk Arslan
Veli Postnişini olarak, bu görevi, 12. 12. 1997 tarihinden
itibaren halifebabaların onayları ile yürütmeye
başlamışlardır.”
Tutanağı, seçime katılan halifeler Ali Doğan, Ali Sümer,
Halil Tiryaki, Hasan Asuman, Haydar Ercan, Mustafa
Eke ve Teoman İlhami Güre imzaladı. Fakat Güre,
tutanağı, adayların kendilerine de oy vermesi usulüne
katılmadığı ihtirazi kaydıyla imzaladı. Dışarıda birikmiş
olan çok kalabalık gruba sonuç açıklanıp tutanak
okunduktan sonra, halifebabalar başta olmak üzere herkes
Haydar Ercan’a niyaz etti, yani dedebabalığını kabul etti.
Seçimin diğer bir şahidi Halifebaba Nurettin Ölmez,
şöyle anlatıyor: Bedri Noyan dedebabamızın vefatından
sonra 12.12.1997 tarihinde İzmir Karşıyaka’da bir canın
evinde dedebabalık seçimi yapıldı. Biz de oradaydık.
Teoman Güre halifebabanın hazırlamış olduğu tüzük
üzere, seçime gidildi. Dedebabamızın oğlu Kurtçebe
Noyan, Belkıs Temren hanımefendi ve Hüseyin
Yaltırık’dan kurulu seçim komisyonu kuruldu. Yedi
halifebaba hepsi de resmi kıyafetleri ile bir kapalı odaya
geçip, seçimi yapmak için toplandılar. Seçilecek
dedebaba geçici olarak mı, kaydı hayat şartı, yani ölene
kadar mı diye komisyon soruyor. Kaydı hayat şartı, kabul
ediliyor. Ekseriyet mi, en çok rey alan mı diye, soruluyor;
en çok rey alan diye, tutanağa geçiriliyor. Herkes kendine
rey kullanır mı diye, soruluyor; buna yalnız Teoman Güre
baba haricinde, kullanır diyorlar. Bu da tutanağa
geçiriliyor. Sonra seçim başlıyor. İlk turda 2 halife baba
ikişer rey alıyor. İkinci turda, Haydar Ercan halifebaba 3
oyla dedebabalığa seçiliyor. Bunların hepsi video kasete
alınıyor. Orada bulunan dervişler, nefir üfliyerek
dedebabamız Haydar Ercan’ı takdim ediyorlar ve Haydar
439
Faruk Arslan
Ercan baba postuna oturuyor. Bütün halife babalar kabul
edip, niyaz ettikten sonra, canlar da cümlesini niyaz edip,
gül şerbeti dağıtıldıktan sonra merasim bitiyor ve
dedebabamız Haydar Ercan seçiliyor. (Aydın, Eylül
1999).
Masonluğun güya şerefini kurtarmak için masonik
Bektaşiliği temsil eden Teoman Güre, çok geçmeden fitne
çıkarmaya koyuldu. Aslında sonuç, seçimde hepsi de
aday olan halifelerin hiçbirinin içine sinmemişti ama
dedebaba kayd—ı hayat şartıyla seçilmişti; ilk günlerde
herşey yolunda gibi göründü. Fakat daha ikinci aydan
itibaren, beklemeye alınan muhalif tavırlar ortaya
sürülmeye başlandı. Zaten Ankara oluşumunun lideri
Teoman Güre başından beri tavır almıştı. Turgut
Koca’nın seçimden hemen evvel vefat etmesi üzerine
Güre, dedebaba olmak için yoğun çaba harcamış, gel gör
ki seçimde kendisinin oyuyla sadece 1 oy alabilmiş, ilk
turun ardından adaylıktan çekilmek zorunda kalmıştı.
Bedri Noyan’ın rehberliğini yapmış olan ünlü
halifelerden Yunus Baba’nın oğlu Haydar Ölmez (baba),
mason olduğunu iddia ettiği Güre’nin bu yenilgiyi sadece
kendi hezimeti değil, masonluk adına da bir fiyasko
olarak gördüğünü belirtiyor ve şöyle diyor: “Güre
kendisinin ve masonluğun şerefini kurtarmak için
çalışmaya, insanları ayartmaya başladı. Nasıl bu işi
bozarım diye araştırırken, Dedebaba Haydar Ercan’ın
kardeşi avukat Kasım Ercan’dan haberdar oluyor. Dahası,
Kasım’ın da kendisi gibi mason olduğunu öğreniyor ve
onu ayartıp, abisi hakkında olmadık laflar söyletiyor.
Haydar Ercan’ın, annesine bakmadığını falan söylüyor
Kasım. Oysa Haydar Ercan annesine çok düşkündür.
440
Faruk Arslan
Dahası, babadan kalan malların kontrolü büyük oranda
Kasım’da kaldığı için annesine onun bakması gerekirdi.”
( Dinç, 2002).
Görünen o ki, Haydar Ercan’a başından beri karşı olan
Güre ve onun kontrolündeki Ankara ekibinin
çalışmalarına, Haydar Ercan’ın yönetim anlayışından
kaynaklanan bazı sorunlar/sıkıntılar da katkı görevi
görmüş, yeni Dedebaba’nın karşısındaki cephe
Ankara’yla sınırlı olmaktan çıkmış, bazı babaları,
halifebabaları ve tabanın bir kısmını içine almıştı. Ankara
ekibi Tekirdağ’daki Halifebaba Halil Tiryaki ve
Makedonya’daki Halifebaba Ziya Paşo haricinde, seçime
katılan diğer halifeleri yanına çekmeyi başarmış, Ercan
karşıtı cephede Teoman İlhami Güre, Hasan Asuman, Ali
Sümer, Ali Doğan ve Mustafa Eke biraraya gelmişti.
441
Faruk Arslan
442
Faruk Arslan
Üçüncü Bölüm
BEKTAŞİLER BÖLÜNÜYOR
Bildiri savaşları, seçimden sonra başladı. Ankara cephesi,
dedebaba seçiminden yaklaşık 5 ay sonra 17 Nisan
1998’de Teoman Güre’nin bürosunda toplanıp,
başkaldırıyı somutlaştıran bir bildiri yayınladı. Ercan’dan
‘dedebaba’ değil de ‘halifebaba’ olarak bahseden
bildirinin rengi daha ilk cümlede belirginleşiyordu: “Hü
Dost! Bütün halifebaba erenler ve baba erenlere duyuru.
1.Haydar Ercan Halifebaba, şu ana kadar yapmış olduğu
eylemlerinden dolayı yol düşkünüdür. 2. Bu sebeple
kendisine dedebaba imiş gibi itibar edenlerce, ondan
alınmış olan unvan ve sıfatlar geçerli değildir.
3.Aşağıdaki alfabetik sırada ilk adlarına göre yazılı olan
ve imzası, mühürleri bulunan biz halifebabalar olarak,
17.4.1998 tarihte Ankara’da malumu ilam etmekteyiz.
Gereği düşünüle ve ona göre hareket edile. Yapılmak
istenilen dedebaba seçiminde seçimin ittifak ile
sonuçlanması gerekirken, istenilen sonuç alınamamasına
rağmen, adı geçen Haydar Ercan 7 halifebaba arasından 3
oy alabilmiş, öyleyken kendini dedebaba kabul etmiş ve
bu zannına göre, ekteki yollamış olduğu mektuplarda
görüleceği üzre, herkesi kandırma girişiminde
bulunmuştur, tutarsız davranmıştır. Bu sebeplerden
duyulan rahatsızlıktan bu mektup düzenlenmiş ve
yukarıda belirtildiği üzre duyuru yapılmıştır. Hak
erenlerin himmeti hepimizin üzerine olmasını niyaz eyler,
cümleye aşk—ı cemal eyleriz. Hakk dost!”
443
Faruk Arslan
Bildirinin altında Ali Doğan, Ali Sümer, Hasan Asuman,
Mustafa Eke ve Teoman Güre’nin imza ve mühürleri
bulunuyordu.
Ardından adeta bildiri savaşları kızıştı. Haydar Ercan,
dedebaba oluşuna vurgu yaparak işe girişip, karşı taraftan
kendisine bağlı kalmalarını istedi. İzmir Gümüldür’deki
denize sıfır villasında Aksiyondan Ahmet Dinç’e Ercan,
“Bu işin çözümü için, böyle davranmamaları için birkaç
kere Ankara’ya ayaklarına kadar gittik. Fakat hepsinde
benlik duygusu hakim olmuş, çözüme yanaşmadılar”
diyordu.
Ankara ekibinin ikinci bildirisi, ilkinden yaklaşık bir ay
sonra açıklandı. Bildiri, iplerin, dedebaba olma arzusu
ötedenberi bilinen Teoman Güre’nin elinde olduğunu da
gösteriyordu. Bildiriye göre, Teoman Güre, yeni
dedebaba seçimini organize etmeye ve seçime kadar
‘Sertarik Vekil’ olmaya, yani Bektaşi dünyasının
temsilcisi görünmeye yetkili kılınmıştı. Tüm dedebabalık
yetkisini kullanacağı bildirilen Güre, böylece çok istediği
dedebaba olmaya epeyce yaklaşmıştı. Bildiride Haydar
Ercan adeta ‘işgalci’ konumuna indirgeniyor ve
“Dedebabalık makamı erkanname ve teamül—ü
Bektaşiyan’a uygun olmayan bir seçim ile doldurulmak
istenmiştir” deniyor, ardından dedebabalık makamının
hâlâ açık bulunduğu belirtiliyordu. Ayrıca bildiride
Haydar Ercan kastedilerek, ehil biri olmadığına vurgu
yapılıyordu.
Son bildiride bir miktar ortaya çıkan tarikat içi çekişme,
makam ve benlik hırsı, gerçekleri çarpıtma gibi üzüntü
verici olaylar, son dönemde Bektaşi dünyasının adeta
rutin olaylarından biri haline gelmiş görünüyordu. Oysa
hemen bütün Bektaşi ileri gelenleri, yol’da en önemli
444
Faruk Arslan
öğretinin benliği yenme olduğunu dile getiriyordu. Fakat
bugünün Bektaşiliğinde görünen manzara, tarikattaki
ilkenin benliği yüceltmek mi, yok etmek mi olduğu
konusunda insanı tereddüte düşürecek derecede vahim.
Halifebabalar arasında çekişme ve sen—ben kavgaları
had safhaya ulaşmış durumda. Görüştüğümüz
halifebabaların hemen tamamı, kendilerinin diğerlerinden
daha önde ve öncelikli olduğunu, gerek hatıralarla,
gerekse icazet ve hilafet tarihlerini göstererek ileri
sürüyorlar. Dahası, hemen her halifenin literatüründe,
diğerleri hakkında anlatacağı bol miktarda prestij kırıcı
hatıra var; bunları anlatıyorlar da.
Hemen bütün baba ve halifebabalarda alttan alta, ‘bu
makama ben layığım’ veya ‘ben herşeye ötekinden daha
çok layığım, benim şu üstünlüklerim, ötekinin bu
kusurları var’ şeklinde tamamen tarikat öğretisini gözardı
eden bir anlayış yerleşmişti. Maalesef bu tür düşünceler
eyleme de yansıyordu. Bir araya geldiklerinde, ‘ben
öndeyim, sen benden sonrasın, sen cahilsin, ben
bilgiliyim’ didişmesine giren halifelerin olduğu, yine
kendileri tarafından itiraf ediliyordu. Meselenin en vahim
tarafıysa, benlik güdenlerin, kitlelere ‘benliğinizi yok
edin, alan değil veren olun’ çağrısı/telkini yapan insanlar
olmasıydı.
Haydar Ercan’ın dedebabalığına karşı çıkan hareketin
yeni bir dedebaba seçilmesiyle sonuçlanacak kadar
başarıya ulaşması, büyük oranda Hasan Asuman
Halifebaba’nın sayesinde oldu. Haydar Ercan ve Hasan
Asuman geçmişten beri birbirlerinden pek
hoşlanmıyorlar. Ercan, baba olarak Asuman’ın
rehberliğini yaptı, Asuman’sa halife olarak Ercan’ın
rehberliğini yaptı. Fakat ikisi arasında “ben daha
445
Faruk Arslan
ileriyim” çekişmesi hep varolageldi. Teoman Güre akıllı
bir taktikle, taban üzerinde büyük bir etkisi bulunan
Asuman’ı, Haydar Ercan’la olan çekişmelerine de denk
getirerek yanına çekmeyi, en azından yeni dedebaba
seçimine dahil etmeyi başardı. Bu, ikinci dedebaba
Eke’nin taban üzerindeki meşruiyeti açısından önemli.
Fakat “can”lar üzerinde en az Asuman Halifebaba kadar
etkin olan bir başka halifebaba, Halil Tiryaki’nin Ercan
tarafını tutmuş olması, tabanın hemen hemen iki eşit
parçaya bölünmesine de sebep oldu.
Karşı cephenin bildiri ataklarına Haydar Ercan karşılık
vermekte epeyce gecikti. İkinci dedebabanın seçiminden
sonra, 29 Aralık 1998’de cevap vermesinin sebebi,
“isyankârların” gelip kendisine niyaz etmelerini uzun süre
beklemesi/ummasıydı.
“Hüü Dost!” hitabıyla başlayan Ercan, bildiride şöyle
diyordu: “12.12.997 tarihinde İzmir’de Doç. Dr. Bedri
Noyan Dedebaba’dan hilafetname ile icazetli
halifebabaların katıldıkları dedebaba seçimi toplantısı
kamuoyunun ve Bektaşi camiamızın yakından bildiği gibi
sonuçlanmış ve tutanakla tesbit edilmiş olup, keyfiyet
basın ve yayında da yer almıştır. O gün toplantıya katılan
halifebabalar da seçim sonunda tarafıma bağlılıklarını
teyit etmişler ve nefir üflenmek suretiyle sonuç ilan
edilmiştir. Daha sonra bu halifebabaların bazıları hiçbir
gerekçe göstermeksizin fakiyre atılmadık taş,
söylenmedik laf, edilmedik dedikodu bırakmamışlar ve
fakiyri incitecek nitelikte yazılı beyanlarda bulundukları
hepimizin malumudur. Dedebaba olarak fakiyr bu tür
davranışlara daima sessiz kalmışız, incinsek bile
incinmemeye gayret etmişizdir. Ne var ki yolumuzun,
446
Faruk Arslan
töremizin bir gereği de her yıl mürşide baş okutma
(hizmet görme) erkânı mecburiyetidir. Sözkonusu
halifebaba kardeşlerimizin bazıları, seçim tarihinden
itibaren geçen bir yıl içinde hizmet görmemişler, buna
mukabil yanlış tutum ve davranışlarda bulunmuşlardır.
Buna göre 12.12 1998 tarihinden itibaren sorumluluğunu
yüklendiğimiz, hizmetinde olduğumuz halifebabaların
isimleri şöyledir: 1— Ziya Paşo Halifebaba (Makedonya,
2— Halil Tiryaki Halifebaba (Trakya), 3— Ali Rıza
Balım Halifebaba (Manisa), 4— Nurettin Ölmez
Halifebaba (Antalya). Bu duyurunun yapıldığı andan
itibaren, sadece yukarıda isimleri belirtilen halifebaba
erenlerin hizmetinde olduğumuz bütün canlara duyurulur.
Ayrıca bir tek mekan ve zamanda sadece bir tane
dedebaba olur. O da bellidir. Yine de kapımız, gönlümüz
ikrarına sadık erenlere açıktır. Hadîm—ül Fukara Ali
Haydar Ercan Dedebaba”.
Ercan, Zeki Onaran ve Hıdır Çokçeken’e de hilafet beratı
vererek halife sayısını 6’ya çıkardı. Sayıyı 11’e
tamamlamamasının sebebi, Ankara cephesine geçen 5
halifenin geri dönmesini beklemek olduğu kadar, onları
halife yapan Bedri Noyan’ın hatırasına da saygı
göstermekti.
Ankara ekibinin “huruc” harekatı, Güre’nin
organizasyonunda, ikinci bir dedebaba seçilmesiyle
noktalandı. Türkiye heterodoksisinin en önemli şenliği
sayılan Hacıbektaş Şenlikleri’ne denk getirilen seçim, 15
Ağustos 1998’de yapıldı ve Mustafa Eke dedebaba
seçildi. Seçime 5 halife katıldı. Haydar Ölmez’in
ifadesiyle “Masonluğun şerefini kurtarmak için”
muhalefet hareketini başlatan Teoman Güre ve Ankara
447
Faruk Arslan
kliğinin, neden mason olmayan birini, Eke’yi seçtirmiş
olduğunun cevabı, yeni dedebabanın munis kişiliğiyle
açıklanıyordu. Seçime dair detayları, bizzat seçime
katılmış olan Halifebaba Ali Sümer veriyor: “Teoman
Güre, Cem dergisinde Hacıbektaş’taki seçime gelmedim
diye yalan söylüyor ama bizzat seçime geldi. Bana,
‘Eke’yi kabul ediyorum, kararı yaz bana gönder,
imzalayayım’ dedi. Yazıp gönderdim. Önce imzalamadı.
Bunun üzerine telefonda Güre’ye oldukça sert sözler
söyledim, bu defa imzaladı. Seçime dört halife; Güre,
ben, Ali Doğan ve Mustafa Eke katıldık. Hasan Asuman
seçime gelmedi, telefonla katıldı. Kararı Asuman’a
gönderdik, imzaladı.”
Halifebaba Nurettin Ölmez, seçim kararını Güre’nin de
sonradan imzaladığını söylüyordu ki, sözleri Ali Sümer’in
anlatımıyla örtüşüyordu: “Ankara ekibinin bu şekilde ayrı
bir davranış içine girmesi bencillikten başka bir şey değil.
Teoman Güre, Ali Sümer ve Ali Doğan. Bu üçü Mustafa
Eke babayı zorla bu hale soktular. O adamcağız iyi bir
halifebabaydı. Onu da kandırdılar. Seçim meçim yok
ortada. Sümer ve Doğan gidip, ‘biz seni dedebaba
seçiyoruz’ demişler Eke’ye, olmuş bir seçim. Güre ve
Hasan Asuman’a gidip sonradan imzalatmışlar”.
Seçime bizzat gelmeyip telefonla katılma tartışması ilk
seçimde de yaşanmış; fakirliği yüzünden yol parasını
tedarik edemeyen, dolayısıyla Makedonya’dan gelemeyen
Ziya Paşo’nun, “Telefonla reyimi vereyim. Zaten benim
reyim, seçimde en çok oyu alan kim ise, onadır” teklifi
kabul edilmemişti. Fakat Hacıbektaş’taki seçime Hasan
Asuman’ın telefonla katılıp oy vermesine ses
çıkarılmamıştı. Asuman, seçime katılıp katılmadığı
448
Faruk Arslan
sorumuza, “Katıldım” cevabını verdi. Fakat seçimin
otelde mi, Güre’nin evinde mi yapıldığı hususunu
karıştırması dikkatimizi çekti. Bu durumda Paşo’nun
oyunun da geçerli olduğu/olması gerektiği gibi bir
mantıki sonuç çıkıyor. İlk seçimde en çok oyu (3 oy) alan
Haydar Ercan’ın toplam oyu böylece 4’e çıkmış oluyor.
Oy sayısının 4 olması, daha sonraki tartışmalara temel
teşkil eden hususlardan biri olan ‘dedebaba en azından
yarıdan bir fazlasının oyunu almalıydı ki, ekseriyetin onu
desteklediği anlaşılsın’ şeklindeki itirazı geçersiz kılıyor.
Fakat Ercan’ın 3 mü, 4 mü oy aldığı konusu iki tarafın
ittifak etmediği bir konu. Ercan 4 oyu olduğunu, karşı
tarafsa bu sayının 3 olduğunu iddia ediyor. Hatta Ali
Sümer bu sayıyı 2’ye indiriyor: “Aslında seçilmesi için
yarıyı geçmesi lazımdı. Seçimde 2—2 berabere kalındı
ama Haydar bir hile yaptı, ben 3 oldum dedi.”
Sonuçta Ankara grubu seçimi yaptı ve “Tüm Bektaşi
Canlara Duyuru” kaleme alındı. İmla hataları bulunan
duyuru şöyle: “Biz Bektaşi halifebabalar daha önce
Ankara’da bir araya gelerek yeni bir dedebaba seçmek
için, 1998 Ağustos anma törenlerinde Hacıbektaş’ta
toplanıp yeni bir dedebaba seçmeye karar vermiştik.
Şimdi aşağıda isim ve imza möhürleri olan biz
halifebabalar, Mustafa Eke Halifebaba’yı dedebaba
seçtiğimizi imza ve möhürlerimizle de tasdik ederek siz
canlara duyurmayı uygun bulduk. Hak yardımcımız
olsun, hü dostlar. 15 Ağustos 1998”. Duyurunun altında
Ali Sümer, Ali Doğan, Mustafa Eke, Hasan Asuman ve
Teoman Güre’nin imza ve mühürleri bulunuyor.
Haydar Ercan karşıtı cephenin oluşumu sürecindeki bütün
olaylarının faili olarak sadece Teoman Güre
449
Faruk Arslan
Halifebaba’yı görmek eksik ve haksız bir bakış olur.
Bektaşi ileri gelenleri Ercan’ın asabi ve agresif bir kişiliğe
sahip olduğundan bahsedip, dedebabalık gibi ağır bir
yükü kaldırabilecek donanım ve ehliyete sahip olması
noktasında şüphe ve eleştirilerini dile getiriyordu.
Kurtcebe Noyan, “Haydar Ercan kimsenin sempatisini
kazanamadı” diyor ve devam ediyordu: “Kitleye benlik
tasladı, sert davrandı. Camiada antipatik bulunuyor.
Dedebaba seçildikten sonra birgün Hasan Asuman
Baba’ya öyle sert konuştu, azarladı ki, ben bile
dayanamayıp, doğru yapmadığını söyledim”.
Ankara ekibinin dedebaba seçtiği fakat masonlukla ilgisi
olmayan Mustafa Eke, Ercan’ın dedebaba olmasının
hemen ardından, hakkında kendilerine devamlı olarak
şikayetler gelmeye başladığını söylüyor. Şikayetlerin
nerelerden geldiği sorumuza cevap verirken, “Canlardan,
annesi, kardeşinden, çeşitli yerlerden” şeklinde açıklama
getiriyor.
Eke’nin ‘kardeşinden’ geldiğini söylediği şikayetin
arkasında ilginç bağlantılar mevcut. Camianın ileri
gelenlerinin anlattığına göre, 33. dereceden üstad mason
olan Teoman Güre, Ercan’ı devirmek için, onun kardeşi
Avukat Kasım Ercan’ı kullandı. Abisi Baba Haydar
Ölmez’in iddialarına benzer ifadeleri Halifebaba Nurettin
Ölmez de kullanıyor. “Bektaşiliğin içine bir fitne sokmak
istiyor” dediği Teoman Güre’nin mason olduğunu
tekrarlayan Ölmez Halifebaba, “Haydar Ercan’ın kardeşi
Kasım Ercan da masondur. Onu da bu yola Güre
sevketti,dedebaba hakkında sözler söyletti. İstiyor ki
Bektaşiliğin en büyüğü Teoman Güre olsun, dedebaba
olsun” diyor.
450
Faruk Arslan
Haydar Ercan hakkında en ağır konuşanlardan biri, Eke’yi
dedebaba seçip biat eden halifelerden Ali Sümer. Hacı
Bektaş Veli Müzesi’nin uzun yıllar yöneticiliğini yapan
Sümer Halifebaba, sadece Ercan’la sınırlı kalmayıp,
mevcut iki dedebabayı da yerden yere vuruyor: “Bana
başbakanlık teklif ederlerse kabul etmem. Niye? Çünkü
benim başbakanlık yapacak liyakatım, gücüm yok. Şimdi
dedebaba geçinen bu iki kişinin doğru düzgün ne ilkokulu
var, ne de Türkçeleri var. Bu kişilerin tevazu gösterip
dedebabalığı kabul etmemesi, çekilmesi lazım. Biz
Haydar Ercan’ı seçtik ama arkadan bize ültimatomlar
yağdırmaya başladı. Şunu bunu yapamazsın, benden
habersiz derviş yapamazsın demeye başladı. Ben varım
sadece dedi, şımardı sonradan. Biz de sen misin, biz de
seni tanımıyoruz dedik. Kendisi dil bilmiyor,
okuryazarlığı yok sayılır ama bir ay sonra bize kaç dil
biliyorsunuz demeye başladı”.
Ankara ekibinin verdiği ‘manifestolardan’ birinde Haydar
Ercan ‘yol düşkünü’ ilan edilmişti. Alevilik ve
Bektaşilikte ‘düşkünlük’ adeta ölüme mahkum edilmekle
eşdeğer bir anlam taşıyor. Düşkünle hiç kimse konuşmaz,
selam vermez, yardımına gelmez, yalnızca cenazesine
gelinir. Halifebaba Nurettin Ölmez, Ankara grubunun
Haydar Ercan’ı yol düşkünü yapmasının mümkün
olmadığını, çünkü yetkilerinin olmadığını ifade edip bir
olayı anlatıyor: “Eke birgün Antalya Elmalı’daki Abdal
Musa Dergahı’na gidiyor. Orada buna tepki gösterip,
‘Haydar Ercan Dedebaba yol düşkünü dediniz, onu nasıl
düşkün yaptınız?’ diye soruyorlar. Eke diyor ki, ‘Hayır,
böyle bir şey yok, yapmadık’ diyor. Oysa yol düşkünü
451
Faruk Arslan
yaptıkları kararın altında onun da imzası var. Daha
önemlisi, bu kişiyi siz halife yapmadınız ki düşkün
yapabilesiniz.”
Baba Haydar Ölmez, Ercan’ın yol düşkünü olmasını
gerektirecek hiçbir suç işlemediğini belirtiyor ve,
“Haydar Ercan’ın hangi suçu işlediğini göstersinler.
Aksine kendileri yol düşkünü olmayı gerektirecek hatalar
yapıyor” ifadeleriyle yeni bir tartışma başlatıyor.
Bedri Noyan dedebaba ile bir toparlanma sürecine giren
Bektaşiliğin yine tam bir kaos yaşamaya başladığının en
önemli göstergelerinden biri, tarafların birbirinin
“adamını” ayartmaya çalışmasıydı. Özellikle Haydar
Ercan’ın, “İşin içine siyaset soktular ve canlarımızı
ayartmaya çalışıyorlar” şeklinde şikayetleri var. Kurtcebe
Noyan, “İş çirkinleşti, işin içine siyaset girdi, entrika
girdi” diyor ve benzerlerinin de yaşandığını söylediği bir
olaydan bahsediyor: Antalya Tekke’de Haydar Ercan’ın
babalık icazeti verdiği bir dervişe, Ankara grubu gidip,
“Bizim taraftan ol, seni halife yapalım” demiş. Halife
Nurettin Ölmez, “Haydar Ercan Dedebaba’nın baba ve
halife yaptığı kişilere, kendilerine geçmesi karşılığında
mertebe teklif ediyorlar. Bana da teklif ettiler; ‘Gel bize,
senin halifeliğin kabuldür, bizim de halifemizsin’ dediler,
kabul etmedim. Böyle rezalet olmaz” diyor.
Bektaşilik tarihinde bazı dönemlerde dedebabalık
iddiasıyla ortaya çıkan, fakat itibar görmeyen ikinci bir
isme rastlanması olağanüstü bir olay değil. Fakat ikinci
bir kişinin dedebaba olarak hizmet görmesi ilk kez şimdi
oluyor. Tabii, 1980’lerde İzmir’e gelip Bedri Noyan’dan
hilafet alan ve sonra da Arnavutluk’un devlet politikası
gereği dedebaba seçilip postnişinlik iddiasında bulunan
Reşat Bardi’nin “özel” durumunu saymıyoruz. Şimdiki
452
Faruk Arslan
durumun nazikliği, Ercan’ın da, Eke’nin de bir şekilde
“seçilmiş” olmasından ve tabanın tam bir bölünmeye
uğramasından kaynaklanıyor.
Koskoca camiada herkesin ikilik girdabı içinde olduğunu
söylemek mümkün değil; sorunun çözümü için kafa
yoran, iki tarafı da bir araya getirmeye çalışanlar var.
Bunların başında eski Dedebaba Bedri Noyan’ın oğlu
Kurtcebe Noyan geliyor. Önceleri Haydar Ercan’ın
yanında olan Noyan, şimdi her iki tarafa da eşit mesafede
durmaya özen gösteriyor. Gerek babasından dolayı,
gerekse kabiliyetli/kaliteli bir görüntü arzetmesinden,
tabandan ve her iki taraftan Noyan’a gelip, “Çözüm ancak
seninle olur, başımıza geçmelisin” diyenler var. Fakat
hem Noyan’ın baba mertebesinde olması, hem de
“Dedebabalık çok büyük bir yük, ben kaldıramam”
demesi, tabanın isteklerinin cevapsız kalmasına sebep
oluyor. “Niye oturulup konuşulmuyor ve birlik
sürmüyor?” diye soran Noyan, halifebaba mertebesine
gelmiş kişilerin biraraya gelip konuşamamasının, tabana
iyi bir mesaj olmadığını söylüyor. Noyan, çözüm için
üzerine ne düşerse yapmaya, taraflarla görüşmeye hazır
olduğunu belirtiyor.
Bu arada, birinci dedebaba seçiminden ilginç bir
anekdotu anlatmakta fayda var. İlk seçilen Dedebaba
Haydar Ercan, kendi yolundan gittiğini şöyle savunuyor:
Allah’ın ve devletin işine karışılmaz. Allah nasıl dilerse
öyle yapar bu işi, bildiği, dilediği gibi noktalandırır. Ben
ona teslim olmuşum. Yoldan düşenler olacaktır, yanlış
yapıp yolda kalanlar olacaktır. Fakat bu yol kendini
götürür, yürütür. Ben kendi yoluma gidiyorum şimdi.
453
Faruk Arslan
Benim için değişen hiçbir şey yok. Yine canlara
gidiyorum, ilgileniyorum, görevimi yapıyorum.
Bektaşilikte yol birdir, erkan birdir. Tabanda pek
sevenleri yok onların. Karşı taraf daha önce birer yıl
dedebabalık yapalım sırayla diye anlaşmışlar fakat şimdi
birbirlerine düştüler, koltuk tatlı geldi, birer yıl anlaşması
bozuldu. İkilik olur ama yol kendini düzeltir, kimse
merak etmesin. Hak yerini bulur. Haksızlar yolu kötüye
kullananlar, suiistimal edenler, benlik taslayanlar elenir,
yol akışına devam eder.
“Masonların yol’da ikilik çıkarttığını” savunan Baba
Haydar Ölmez, şunları anlatıyor: Güre masondur ve pek
sevilmez, ahlaken de pek tartışmalı yönleri var. Mason
olsun ama Bektaşi olduktan sonra geri dönüş olmaz, her
iki tarafa göz kırpmak olmaz. Bir insan hem Bektaşi, hem
mason olamaz. Eğer sen Bektaşi olmuş isen, mason
olamazsın, herşeyden sıyrılıp geleceksin. İkilik
çıkartıyorlar yolda. Bektaşilikte masonluğun ve
masonların işi yoktur. Yolumuza dışarıdan başka
birşeylerin girmesine izin vermemeliyiz. Ankara
kolundan Mehmet Temren baba ki kendisi masondur,
Güre’nin yanlış davranışlarından dolayı onu evlerine
sokmadı. Güre yanlış davranıyor. Ben Haydar Ercan
taraftarı değilim, birlik taraftarıyım. Dedebabalık kayd—ı
hayat şartıyladır, ancak ve ancak dedebaba çok kötü bir
suç işlerse düşürülür. Ali Sümer telefon edip, biz bunu
dedebaba olarak tanımak istemiyoruz dedi. Ercan madem
ki layık değildi, neden seçildi? Düşürülemez ki. Çünkü
bir gerekçesi yok. Çok hırçın ve sinirli davrandı bize
diyorlar ama Ercan tam tersine hepsine iyi davrandı. Bilgi
bakımından hepsini alteder Ercan. Fakat biraz heyecanlı.
454
Faruk Arslan
Eski Dedebaba Bedri Noyan’ın oğlu, Baba Kurtcebe
Noyan, “Görev verilirse yolun selameti için yaparım”
görüşünde: Camianın bu durumlara düşmesi beni hem
üzüyor, hem endişelendiriyor. Bir çözülmeye doğru
gidiyoruz, dahası erkân bozuluyor. Acilen bunun önüne
geçmek lazım. Babam öldükten sonra beni baba yaptılar.
Bu yola ben bir mertebeye, makama gelmek için değil,
edep erkan öğrenmek için girdim. Hiçbir zaman da bir
amaç taşımadım. Kalbim istemez kesinlikle ama yolun
selameti için, gel sana bir görev verdik derlerse kendim
için değil, yol için yaparım. Artık modern çağdayız. Bu
çağda, bu yolun modern bir şekilde yeniden organize
edilmesi gerekiyor. Erkan yine devam etsin fakat bir
gelenek olarak muhafaza edilsin. Bektaşilik çağın
gereklerine uygun olarak organize edilmeli, yenilenmeli.
Yayın organı, müze, araştırma vakfı oluşturulmalı. Bir
dernek veya bir vakıf kurulacaktı, olmadı. Bir müze
kurulacaktı. Babamdan kalan eserler hâlâ duruyor,
kaybolup gidecek. Seçimden önceki akşam Hasan
Asuman halifebabanın evinde kimi seçelim konusu ortaya
atıldı. Kimin seçileceği konusunda karar çıkmadı ama
kimin seçilmeyeceği konusunda kesin ve ittifak halinde
karar çıktı. Teoman İlhami Güre’yi kesinlikle
seçmeyeceğiz ve oy vermeyeceğiz kararı alındı
akşamdan. Seçimde bir masonun, tarikatın başına
geçmesi istenmedi. Ankara kanadının yaptığı ikinci
seçimde de aslında halifebabalar mason işgale direndi ve
Güre’yi değil, mason olmayan Mustafa Eke’yi seçti. Güre
32 veya 33. derece mason. Ankara grubunun büyük
bölümü de mason. Eke’yi seçtiler, camiayı ikiye böldüler.
Fakat şimdi Eke’yi indirip Güre’yi, o olmazsa masonların
455
Faruk Arslan
arasından bir başkasını dedebaba yapmayı düşünüyorlar.
Ben dedim ki, bir damarda iki kan olmaz; ya mason
olursunuz, ya da Bektaşi. İkisi birbirine uyan yollar değil
dedik. Babam hayatta olduğu sürece, 37 sene süresince de
bu mason babaların hepsi vardı ve birşeyler yapmak
istediler ama babamın hakimiyeti, sevilmesi, dirayeti ve
bilgisi sayesinde sesleri çıkmadı. Uzun süre beklediler.
Babamın ölmesinden sonra harekete geçtiler. ( Dinç, Mart
2002).
1998 yılı Ağustos ayı sonlarında Hacı Bektaş ilçesinde,
beş Halife Baba’nın toplanması ile yeniden realize
olunmuş ve beş Halife Baba’nın oybirliği bir tek tur
seçim sonucunda İzmirli Mustafa Eke; Dedebaba
seçilmiştir. Bir önceki seçimde yapılan hata ve
usulsüzlükler bu seçimde telafi edilmiş ve Bektaşilik
müessesesi içine düşebileceği bir büyük kaostan en az
zararla kurtulmuştur. Mustafa Eke Dedebaba; Amerika
Birleşik Devletleri ve Balkanlar’da dahil birçok dergahı
süratle bir araya toplamıştır. Haydar Ercan babanın
dedebabalığı Bektaşi camiasının bir kısmında kabul
görmeye devam etmiştir.
Esasen; söz konusu, deyim yerinde ise, acemiliklerin
temel nedeni, Bektaşilerin Salih Niyazi Dedebaba’nın,
Dedebaba seçildiği 1922 yılından, bu güne kadar gerçekte
Halife Baba’lar eli ile bir gerçek seçim yapmamış
olmalarında yatmaktadır. Belki de, tüm Cumhuriyet
sürecinde yapılmış olan ilk ve tek seçim, Noyan
Dedebaba’dan sonra gerçekleşmiştir. ( Koca, 2002).
Tarikat içinde, masonik Bektaşîlik eğilimi ile geleneksel
Bektaşîlik kanadı arasında şiddetli bir çekişme
456
Faruk Arslan
yaşanıyordu. Kurtcebe Noyan, Ankara kolunun fiilî
önderi durumundaki 33. dereceden mason Halifebaba
İlhami Teoman Güre'nin mason desteğiyle Mustafa Eke'yi
"dedebaba" seçtirdiğini söylüyordu. Halifebaba Haydar
ölmez'in ifadesine göre de, "masonluğun şerefini
kurtarmak için" muhalefet hareketini başlatan Teoman
Güre, Haydar Ercan'ı yıkmak amacıyla onun ağabeyi
mason Kasım Ercan'la ittifak yapmıştı!
Teoman Güre'nin mason olduğu bilinmeyen bir sır mıydı?
Değildi. Bedri Noyan, dedebabalığının 33. yılında
(Bektaşîler için 33 sayısının özel bir yeri vardır) 12 Mart
1992'de düzenlenen törende okuduğu şiirde şunu diyordu:
Bir Baba Teoman var, koca üstat, birader, O herkesi,
herkes de onu elbette sever!..
Bedri Noyan "üstat" ve "birader" deyimlerinin
masonluğun ritüellerinden olduğunu elbette biliyordu.
Öyle ki, kendisine el veren Dedebaba Ali Naci Baykal'ın
"Bektaşîlik alaturka masonluk; masonluk alafranga
Bektaşîlik'tir" dediğini yazıyordu. (Bedri Noyan, Demir
Baba Vilayetnamesi, 1976, s. 301.). Peki Bedri Noyan
mason muydu ? Oğlunun masonlara bu kadar karşı
çıkmasına bakılırsa herhalde değildi! Ama Rotary Kulübü
üyesi olduğu biliniyor. Rakibi bazı halifebabalar
tarafından mason olmakla itham edilen Teoman Güre'nin,
Sabetayist olduğunu ise, Yarın dergisinden Müfid Yüksel
iddia ediyordu. (Yalçın, 2006).
“ Geleneksel Bektaşiliği kimden öğrenmeli, Aleviliği nasıl
anlamalıyız? Hz. İbrahim’le başlayan tevhit yolculuğu;
giderek Horasan ekolü (Maveraünnehir kanalıyla) ve
Erdebil ekolü gibi iki temel felsefeye ayrılır. Daha
sonraları, tarihin sosyolojik performanslarından da
beslenen bu iki ekol, Anadolu siyasetlerinin ve
457
Faruk Arslan
demografik basıncın etkisiyle karşımıza, örgütlü ve
örgütsüz, inanç ve disiplin alanlarıyla çıkar. Tarik-i
Bektaşiyye müntesiblerinin, bu teşkilatsız zümrelere,
Sofyan Sürekleri demesinden karine, söz konusu
süreklerin bir kısmı kendilerini, doğrudan Ocakzade
kabul ederek İmam-ı Ali ve soyuna bağladıklarını,
bazılarının da Hacı Bektaş Veli’nin varsayılan üç yüz
altmış halifesinin bir çoğunu Pir addederek, ocaklar
karşısında güç sağlamaya yöneldiklerini görürüz.”
Bu sözlerin sahibi 2003'de vefat eden Şevki Koca önemli
eserler verdi. Masonlukla karışmadan 1876 öncesi
Bektaşiliğin ortaya çıkartılması ve uygulanmasını
savundu. Bir Bektaşinin mason olamayacağını vurguladı.
Bu nedenle bu kitapda görüşlerine ve çalışmalarına
fazlaca yer vereceğiz. 1997 yılında nasip almıştı. Nasip
almakta çok geç kalmıştı, anne ve babasını hayatta iken
nasip almadığından dolayı son derece üzülür, hayıflanırdı.
Çocukluk ve gençlik yıllarında dedesi Hüseyin Kazım
Baba ve babası Halife Turgut Baba’dan annesi Adviye
Anabacı’dan çok şey öğrenmişti. Bektaşi dergahlarının
tarihçesi, postnişinler silsilesini, babaların hangi
dergahların müntesipleri olduğu, nasip, dervişlik,
babalıklarını kimden aldıklarını bilen yalnız Türkiye’de
değil Dünya’da Koca'dan başka kimse yoktu.
Dedesinin babası Şevki dede 3. devre Melami’lerinden
Muhammed Nur hazretlerinden intisap görmüş, daha
sonra Bektaşi olmuştur. Bu nedenle Turgut baba Bektaşi
halife babası olmasına rağmen “Melamiliğin bütün
emanetleri de bizdedir” derdi. İşte böyle yoğun bir
atmosfer içinde yetişen Şevki Koca hayatı boyunca
duyduğu çoğu kaleme alınmamış detay bilgilere sahip çok
özel bir kişiydi. Ayrıca babasının Hakk’a yürümesinden
458
Faruk Arslan
sonra kendisine kalan pek çok belgeyi toparlamış, bunları
eserlerinde yansıtmıştır.
Annesi Adviye Anabacı 17 Ekim 1996’da babası Halife
Turgut Baba erenler 17 Ekim 1997 tarihinde tam bir sene
sonra toprağa verildi. Daha önceleri sadece iyi bir
okuyucu ve araştırmacı olan Şevki Koca bildiğim kadarı
ile Bektaşilik ile ilgili yazdığı herhangi bir makalesi dahi
yoktu. Anne ve babasının ruhunu şad etmek ve insanlığa
Alevilik ve Bektaşilik yoluna hizmete soyundu. 6 kitap
yazdı. Bunun haricinde Cem Radyo’da pek çok konuşma
yapmış, Dedeler, babalar ile ilgili Cem Vakfı’nın 1999
yılındaki toplantılarını yönetmiş ve toplantı tutanaklarını
düzenlenmesinde yardımcı olmuştu. Konya Selçuk
İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Doçent Dr. Hülya
Küçük, Trabzon Üniversitesi Araştırma görevlisi Kemal
Üçüncü Isparta İlahiyat Fakültesi Doçenti Yılmaz Soyyer
gibi pek çok araştırmacıya çalışmalarında çok önemli
katkıları oldu.
Bektaşi tasavvufuna olan merakı, tarihi konulara olan
yeteneği, cansiperane ilahi aşk dolu yaşamı, çok yönlü
gerçek araştırmacı kimliği ile istisna bir kişiydi. Şevki
Koca’nın Babasının dedesi Şevki Asker kökenliydi ve
tasavvufa son derece vakıf bir kişiydi. 1269 Hicri yılında
Prizren (Bu günkü Yugoslavya sınırları içinde bir ilçe)
doğmuştu. Kıbrıs’ta görev için bulunduğu sırada Kıbrıs
Can baba Bektaşi dergahı post-nişini Feyzullah babanın
kızı Sadberk hanımla evlenmiştir. Üçüncü derece Melami
şeyhlerinden Muhammed Nur hazretlerini çevrenin
saldırılarından koruyarak himayesine almıştı. Daha sonra
Melamilikte de hilafet mertebesine kadar çıkar. Son
derece tasavvufi açıdan değerli nutuklar yazar. Yazdığı
459
Faruk Arslan
nutuklar İstanbul Çınar Matbaasında 1967 yılında
yayınlanmıştır.
Bektaşilik yol evladı olmayı esas alır. Seyyid-i saadattan
olmayı bir fark olarak görür, fakat şart olarak görmez.
Çünkü hazreti Muhammed’in babası 10 kardeşti. Fakat
Peygambere inanan ve yardım eden iki kişi vardı. Yine
hazreti Ali’nin kardeşi Akiyl Ali’nin tarafından
Muaviye’nin tarafına geçmişti. Şevki Koca’nın soy
seceresi İmam Musa-i Kazım’a dayanmaktaydı. Yani
seyyid soyundandı. Ne kendisi ne de babası bunu öne
çıkartmazdı. Onun için belirleyici olan yol evladı olmaktı.
Kimden doğduğu o kadar önemli değildi. Detaylı
seceresine Turgut Baba Divanının 4.-5. sayfasından
ulaşılabilir.
İşte böyle bir kültürden gelen Şevki Koca kısa zaman son
derece önemli eserler verdi. 05 Mayıs 2003 tarihinde
İzmir Çandarlı’daki evinde rahatsızlanır, hastahaneye
götürülürken yolda hayatını kaybeder. Son söylediği söz
“hepinizi çok seviyorum, hakkınızı helal edin” olur. 6
Haziran 2003 günü İzmir Şirinyer’de toprağa verildi.
30 Temmuz 1953 yılında İstanbul’da doğan; çok ünlü
Bektaşi babalarından Turgut Koca’nın oğlu olan Şevki
Koca, İTÜ Makine Mühendisliği Bölümünü bitirdikten
sonra özel bir şirkette uzun yıllar mühendis olarak görev
yaptı. Şevki Koca emekli olduktan sonra da zaman zaman
bu alanda da çalışmalara devam ediyordu. Çok geniş bir
entelektüel çevresi olan Turgut Koca bugün Bektaşi
camiasında çok sevilen bir insan olmanın ötesinde birçok
yabancı dil bilen, Bektaşiliğin kurallarını sıkı sıkıya
uygulan bir inanç önderi olarak da tanınıyordu. Şevki
Koca babasından aldığı mirası çok güzel bir şekilde
460
Faruk Arslan
değerlendirerek bu topluma birçok şey verdi, vermeye
çalıştı.
Şevki Koca bir dönem Nazenin Yayınlarını kurarak
büyük özveriyle yayıncılık da yaptı. Fakat toplumun da
duyarsızlığı nedeniyle gerekli desteği bulamadı. Değerli
yazarın yayınladığı eserler şunlardır; Es Seyyid Halife
Turgut Koca Baba Divanı, Melami-Bektaşi Meteforunda
İrşad Paradikmaları Mürg-i Dil, Halikasnas Bohem
Neyzen Tevfik Külliyatı, Yeniceri Ocağı ve Devşirmeler,
Odman Baba Velayetnamesi Velayetname-i Şahi Gö’çek
Abdal.
Beyin kanaması sonucu hayata gözlerini yuman Şevki
Koca, İzmir’de ünlü Bektaşi Babalarının ve sevenlerinin
katıldığı bir cenaze töreninden sonra Buca Yeni
Mezarlık’ta defnedildi. Cenaze merasiminde aynı
zamanda Bektaşi ritüelleri de uygulandı. Cenazeye
Mustafa Eke Dedebaba; Teoman Güre, Hasan Asuman,
Fikri Öztanır, Nevruz Taci Akpınar Halifebabalar;
Muharrem, Aslan, Bahri, Elmas, Tahsin, Haşim, Haydar
Babalar; Cem Vakfı, Cem Dergisi, Cem Radyo adına
Ayhan Aydın; Araştırmacı/Yazar Dursun Gümüşoğlu ,
Doğan Derviş, Ali Derviş, Limontepe Cemevi Dedesi
Cemal Sevin ve yöneticileri ile birçok derviş; Şevki
Koca’nın kardeşleri; Şeref Koca, Av. Nakiye Güre ve eşi
Prof. Dr. Ataman Güre ile Şevki Koca’yı seven
kadın/erkek birçok insan katıldı.
Arnavutça, Sırpça, İngilizce, İtalyanca, Fransızca,
Arapça, Farsça bilen, Türkçe’nin Hakaniye (Çağatayca)
lehçelerine vakıf gerçek bir entelektüel idi. Bir zamanlar
ünlü şair Can Yücel’den Latince derslerini dahi aldı. Can
Yücel Bektaşi idi. Hüseyin Erdekut Baba’nın
461
Faruk Arslan
mürşidinden nasib almıştı. Rehberliğini; Atatürk dönemi
milletvekillerinden, Denizli Kazak Abdal Dergahı
postnişini Hacı Hüseyin Mazlum Baba’nın yaptı. Hasan
Ali Yücel, oğlu Can Yücel’i, İngiltere’de rühban
okullarından birine, Papaz olması için değil, Latince’yi
öğrensin diye yollamıştı!
O yıllarda genç bir adam olan Can Yücel’in yanı sıra
evine gazeteci İlhan Bardakçı, Ref’i Cevad Ulunay,
Burhan Felek, tarihçi Abdülbaki Gölpınarlı, Reşat Ekrem
Koçu, Musikişinas Arif Sami Toker yine gazeteci İzmir’li
Daniş, Cahid Albayak, Şevket Rado gibi popüler
isimlerle, Büyük Nutuk’ta ismi geçen Adanalı Ekrem
Ramazanoğlu, Yusuf Fair Ataer gibi ünlü Bektaşi
Babalarının gelerek, edebi sohbetler yapardı. Gölpınarlı
ve R. Ekrem Koçu Bektaşi olmasalar da, Tasavvufu ve bu
çevreyi seven insanlardı. “Anne tarafım Romanya’dan
olup, baba tarafım aslen Kosova’dan olmasına rağmen
fakir ile birlikte tam altı göbek İstanbul’luyuz” diyen
Koca, tarikata geç intisabını şu sözlerle açıklıyor;
“Ailemizde Kosova Meydan savaşından bu yana Tarikat-ı
Bektaşiye’ye mensubiyet var. Büyük dedem Şevki Bey,
Bektaşiliğinin yanı sıra İttihat ve Terakki’nin Manastır
Bölge Komutanıydı. Hem dedelerimizden, hem
babamdan bize intikal eden büyük bir birikim vardı.
Bektaşilikte görenek, bilinen baskıların da etkisiyle çoğu
zaman yazılı eserlerle değil sözlü kültürle, şahıslarla
temsil edilmiş ve yaşatılmıştır. Korkulur yazı yazmaktan!
Ailemizden bize intikal eden bu birikimin ailemizin son
büyük ferdi ile gitmemesi gerektiği kanaatindeydim.
Şüphesiz Tarikat-ı Bektaşiye, Şevki Koca olsa da yürür,
olmasa da! Ama bu bireysel intikallerin yansıması için o
bireyin kimliği de önemlidir. İçeriden yansıtabilmenin
462
Faruk Arslan
hem güzel hem de olanaklı olacağı kanaatine vardığımdan
babamın vefatı sonrası Tarikat-ı Bektaşiye’ye intisap
ettim.”
Koca'nın anlatımında akım şöyle başlıyor: Selçukluların
son döneminde merkezi birlikte kalmamıştı eyalet reisliği
yapan Nurettin Caca gibi yada Karamanoğlunun
beylikleri gibi parçalanmış bir milli birlik vardı, bir de
Moğol saldırıları vardı. Yesevi’ den el alan Hacı Bektaş
denen mürşit köklü bir Yesevi ekolünden tasavvuf eğitimi
almıştır. Yani bir başka ifade ile anti radikal bir düşünce
bir din anlayışı getirmiştir, keskinliklere agresif yapılara
karşı mütemeyyin olan daha liberal dini daha objektif
tanımlayan ve daima dostluk ve insanlık mesajlarını
içeren bir yapı getirmiştir Hz. Pir. 1299 yılında bir
kurultay toplanır, Türkmen geleneğine göre bir
kurultaydır bu. O kurultayda menakıblara göre Osman
Gazi’ nin hanlığa atandığı dönem olarak geçer ve bu
atama sırasında Hacı Bektaş Veli’ nin kendisini kutsadığı
anlatılır, hatta burada Kumral Baba, Şeyh Süleyman-i
Türkmani, Sarı İsmail, Ahi Evran, Taptuk Sultan gibi
azizlerinde bulunduğu rivayet edilir. Bu büyük insanlık
düşüncesi çok kısa zamanda gerek Hıristiyan dünyasının
kendi iç çelişkilerindeki feodal baskılara maruz kalmış
halk arasında ve gerekse büyük Moğol baskıları altında
kalmış Anadolu halkı arasında bir birleştirici meşale olur,
topluma zaten felsefe yapabilme gücü vardır. Anadolu
toplumu felsefe yapabilen bir toplumdur, yapabildiği için
bugün ayaktayız. Yunus Emre’ yi çıkartabilmiştir,
Mevlana Celaleddin’ i çıkarmıştır, Hacı Bayram Veli’ yi
çıkarmıştır. ( Koca, 2002).
463
Faruk Arslan
Sıra geldi Hacı Bektâş Dergâhında, Hacı Bektâş-ı Velî'nin
soyundan geldikleri ifâde edilen Çelebiler de postnişîn
meselesine… Bu dergâhta sürekli, Çelebi ve Dedebaba
postu olarak iki post bulunmuştur. Bu durum yüzyıllardır,
Bektâşiler ve Alevî-Bektâşiler arasında tartışma konusu
olmuştur. Dede-babalar, Çelebileri, Hacı Bektâş/ın soy
evlâdı olarak kabul etmemişlerdir. Zira, bu babagân
koluna göre Hacı Bektâş-ı Velî hiç evlenmemiş olup
mücerret kalmıştır. Çelebileri yol evlâdı olarak kabul
etmişlerdir. Çelebiler ise; kendilerinin Hacı Bektâş-ı
Velî'nin nesebinden geldiklerini, (Fatma Nuriye ya da
Kutlu Melek)'in Hacı Bektâş-ı Velî'nin nikahlı eşi
olduğuna inanırlar. Çelebilere bağlı Alevî-Kızılbaş Dede
Ocakları da, Hacı Bektâş-ı Velî'nin evlenmiş olup,
Çelebilerin onun neslinden geldiğini kabul etmişlerdir. Bu
yüzden Alevî-Kızılbaş Ocakları Hacı Bektâş Çelebilerine
bağlı hâle gelmişler. Hatta, bu ocaklar Çelebîler'den
sürekli icazetnameler almışlardır. ( Yüksel, 2002).
Alevilikte liderlik konusu, aslında fazla karışık bir mesele
değil. 33 yıl konuya ilişkin araştırma yapan, master ve
doktora tezi yazan Selahattin Tezikoğuna göre, "Bütün
tarikatlarda olduğu gibi, Alevîlikte de liderlik sorunu
yoktur. Kimin lider olduğu, yapılan tarikat toplantılarında
belli odur. Alevî (Kızılbaş) olanlarda, köylülerde Dede;
şehirli Alevîler olan Bektaşîlerde de Baba, Halife Baba,
Dedebaba adlarını taşıyan insanlardır. Vakıf veya dernek
başkanı, resmiyette bu kuruluşların başkanlarıdır. Onlar
da tarikat toplantısına, bahsedilen tabiî liderlerin
başkanlığında girer ve o kişilere 'niyaz ederler'."
(Tezikoğlu, 2006).
464
Faruk Arslan
Dedelerin her biri doğrudan Hacıbektaş ilçesinde oturan
ve Hacı Bektaş Veli'nin torunlarından olduğu bilinen ve
tarikatın en üst liderliğine getirilmiş Çelebi adı verilen
kişiye bağlıdırlar. Bu tarikatların yasak olduğu dönemde
de, açık olduğu dönemde de böyle olmuştur. Babası Dede
olan ve vefat eden kişi, bu işe devam etmek ve Dedelik
yapmak isterse, babasının belgesini alarak Hacıbektaş
ilçesine gider, Çelebi Hazretleri'ne durumu arzeder ve
elindeki belgeyi sunar. Çelebi, bu belgenin altına
"derkenar" şeklinde, oğlunun da adını yazarak, kendisine
irşat görevi verildiğini belirtir. Böyle belgesi "icazet"
olmayan kimse, "Dede"lik yapamaz. Bu kural hâlen
işlemektedir.
Millî Mücadele döneminde Çelebi postunda oturan
Cemaleddin Çelebi, mücadeleye destek vermiş ve ilk
mecliste de Mustafa Kemal Paşa'nın Meclis Başkan
Vekili olarak görev yapmıştır. Aynı şekilde, Mevlevi
Çelebisi de aynı görevde bulunmuştur. Tarikatların
kapatılmasında, Meclis'teki diğer tarikatçılar gibi, Çelebi
Hazretleri de gayret göstermişlerdir.
Şehirli Alevîlerin, Bektaşîlerin en üst bağlı oldukları kişi
Hacı Bektaş Veli Dergâhı Postnişin'i olarak Dedebaba
unvanı taşır. Dedebaba, Bektaşî Halifebabaları tarafından
(toplam 12 Halifebaba vardır) "mücerred" (evli olmayan)
Halifebabalar arasından seçilir. Bahsedilen seçim işi, daha
çok tarikatların yasaklanması (1925) sonrasında bulunan
bir yoldur. Görev ölünceye kadar devam eder. Ancak,
Salih Niyazi Dedebaba'dan sonra, mücerred aday
olmadığı için, Dedebaba postuna gelmiş olanların tamamı
"müehhü" evli Dede-babalar'dır. Tarikatların açık olduğu
Osmanlı döneminde, Çelebi de Dedebaba da usulüne göre
imtihan veya özel araştırmalar sonunda, Şeyhülislamdın
465
Faruk Arslan
teklifi üzerine Padişah tarafından "Ferman" (kararname)
ile atanırlardı. Bu atamalara ilişkin Osmanlıca
yayınlanmış kitaplarda pek çok örnek vardır. (Tekizoğlu,
2008). Etnik ve dini yapıyı anlamadan konuyu anlamak
kolay değildir, Almanya'nın bile müdahil olmaya çalıştığı
bu konuda Türkiye'nin sağlıklı tartışmadan uzak durması
akılsızlıktır.
466
Faruk Arslan
Dördüncü Bölüm
ÖRGÜTSEL ETNİK VE DİNİ YAPI
Sosyal bilimler alanında 1970'li yıllardan başlayarak
Almanya, Fransa, İsveç, Hollanda, ABD, İngiltere gibi
ülkelerde, 1980'li yıllarla birlikte, Türkiye'de, Alevilik ve
Bektaşilik üzerine giderek artan şekilde araştırmalar,
derlemeler yapılıyor. Halen masonluğun Bektaşilik
üzerinde etkisi araştırılmıyor. Yaptıkları tahribata
geçmeden önce etnik ve dini altyapısını inceleyelim.
Alevilikte ayin-i cemlerdeki "çerağ söndürme"ye
yüklenilen ensest ilişkisini içeren etik sorunlu yorum,
Aleviler ve Sünniler arasında sorunu, sosyal ve politik
bir sorun haline geliyor. Oysa bu uygulamanın Sabataycı
masonlardan Bektaşiliğe sonrada Aleviliğe aktarıldığı
Sabataycı yazarlar tarafından doğrulanıyor. ( Er, 2003).
Bazı politikacıların gaflarını akil aydınlarımız, 'Alevilerde
Mum söndü yoktur' açıklamasıyla savuşturdu, hem fitneyi
önledi, hemde mükemmel bir açılım sağladı. Cumhuriyet
öncesi ve tarikatlar kapatılıncaya kadar, Hacı Bektaş Veli
tarikatına girmiş köylüye Kızılbaş veya Alevi, şehirliye
ise Bektaşi denilirdi. Mason Bektaşiler elit Bektaşiliği
savundu, Anadolu Aleviliğinden kendilerini ayrı gördüler.
Osmanlı ve Türkiye’de dış istihbaratlara çalışan casus ve
ajanların pek çoğunun Bektaşi kimliği kullanması ve
mason olması tesadüf değildir. Bugünde bu gerçek
yadsınamaz.
467
Faruk Arslan
İrtibatlı oldukları servislere çalışan sahte Bektaşi ajanlar,
çeşitli kiliselerle, yurt dışındaki bazı belediye, mahalli
senato ve üniversite gibi kuruluşlar, toplantı, hafta,
yıldönümü gibi bahaneler ve mahalli kültürün yaşatılması
gibi kılıflarla mezhepci, bölücü ve bozguncu muhtevalı
ve istismara yönelik çalışmalara maddi destek sağlıyor.
Türkiye ve Orta Doğuda Alevilik ve Batıni Hareketler
Enstitüsü gibi bir takım enstitü ve araştırma merkezleri de
bulundukları ülkelerin istihbarat teşkilatlarının çizdiği
milli politikalar istikametinde faaliyetler yaparak bu
bölücü ve bozguncu faaliyetleri kültürel açıdan
destekliyorlar. ( Sezgin, 1998). Bu uyarıyı dile getiren
kişi Diyanet’in başmüfettişliğini, Bakü’de Dini Ataşelik
yapmış Abdülkadir Sezgin’in, doktora tezide Bektaşilik
konusundaydı.
Yıllardır farklı kesimler konuyu klişeleştirdi, bilgi kirliliği
oluşmaya başladı. "Alevilik Türklüktür"( Dikmen, 1951),
"Alevilik Kürtlüktür"( Bender, 1990), "Alevilik
solculuktur"( Kızılyol, 1995), "Alevilik bir dindir"( Oğuz,
1990), "Alevilik gerçek İslâmiyettir-İslâmiyetin özüdür"(
Ramazanoglu, 1984), "Alevilik İslâmiyete yabancıdır,
sapıklıktır"(Kısakürek, 1990) şeklinde genellemeler
yapılıyor, her kafadan bir ses çıkıyor. Herkes kendi kültür
ve anlayışına uydurmaya çalışıyor. "Türkmen
Sünniliğidir" ( Fığlalı 1990) diyende var, "bir tür
Sünniliktir" ( Temren, Sezgin, 1997,1991) şeklinde
yorumlayanda. "Sünnilik ve Alevilik aslında birbirinin
aynıdır" ( Arvasi, 1994) şeklindeki genellemelerin uç
noktası, "Aleviliği Sünnileştirmek-Hanefileştirmek
gerekir"( Kırkıncı, Kısakürek, Arvasî,Türkdoğan, 1987,
1990, 1994, 1995) görüşü.
468
Faruk Arslan
Sağ duyulu geleneksel Bektaşi ve Alevilerin çoğu, "bir
inanç tarzıdır"(Oğuz, Bozkurt, Birdoğan, 1990,1995),
"İslâmi bir inanç tarzıdır", "İslâmi bir mezheptir"
(Baltacıoğlu, 1991), "İslâmi bir tarikattır" ( Dikmen,
Bender, Sezgin, 1951, 1991) görüşlerini savunuyor. Pir
Sultan Abdal Kültür Dernekleri'nin temsilcileri,
"kültürdür", "yaşam tarzıdır", "felsefedir" yaklaşımlarına
sıcak bakıyor.
Uzun yıllardan beri tarihsel açıdan Alevilik ve Bektaşilik
üzerine detaylı çalışmalar yapan Ahmet Yaşar Ocak,
Hüseyin Bal, Yılmaz Soyyer ve kısmen Belkız Temren'in
çalışmalarından edindiğim sonuç, Alevilik ve
Bektaşilik'in etnik ve dini anlamda homojen bir yapıya
sahip olmadığıdır. Etnik yapısında Türkmenlerin ve
Zazaların büyük bir kısmını, kısmen Kürt gibi değişik
etnik toplulukları barındıran Alevilik, farklı ocakları da
içeriyor. Bu bağlamda, Tahtacı-Türkmenlerinin bağlı
bulunduğu ocaklar ile Zaza Alevilerinin bağlı bulunduğu
ocaklar farklıdır.
Öte yandan, Türk Bektaşilerin yanı sıra, Arnavut
Bektaşiler de vardır. Bektaşiler, bir yandan halife
dedebaba, halife baba, baba hiyerarşisi içerisinde
örgütlenir ve erkân yürütürken, diğer taraftan Çelebiler,
dede-babalar bazında da örgütlenmişlerdir. Bu bağlamda,
bir yanda Bedri Noyan dedebaba varken, diğer yanda
Ulusoylar Çelebiler kolunu oluşturmaktaydı. Onlardan
bağımsız olarak da Eskişehir Sücaettin Veli Dergâhı'nda
bulunan Nevzat Demirtaş (dede-baba) Marmara
Bölgesi'nde ve özellikle Trakya ile Bulgaristan'da ayin-i
cemlere katılmakta ve erkân yürütmekteydi. Günümüzde,
dedebaba Bedri Noyan'ın ölümüyle onun ardılının
belirlenmesi üzerine ortaya çıkan yeni bir oluşumu daha
469
Faruk Arslan
yaşamaktayız. Şu an, bir önceki bölümlerde incelediğimiz
gibi Haydar Ercan ve Mustafa Eke olmak üzere, iki
dedebaba bulunuyor. Yine kendilerini Alevi olarak kabul
eden Türkiye sınırlarında Antakya'dan Tarsus'a kadar
olan bölge içerisinde yoğun olarak yaşayan Nusayriler -ki
Araptırlar- Türkiye'deki diğer Alevi cemaatlerinden
ibadet ve uygulamalar esasına göre, farklıdır. Onlarda,
dedelik ve babalık değil, şeyhlik vardır.
Sivil toplum kuruluşları açısından Alevi ve Bektaşi
örgütlerine baktığımızda, şöyle bir tablo karşımıza
çıkıyor: Alevi örgütleri arasında cemevleri bazında
örgütlenmelerin yanı sıra, bir yanda Pir Sultan Abdal
Kültür Dernekleri ve Hacı Bektaş Veli Kültür ve Tanıtma
Dernekleri, öte yanda Cem Vakfı'nın yer aldığı; bu arada
daha çok Şiiliğe yakınlaşan bir eğilimi temsil eden Ehl-i
Beyt İnanç-Eğitim ve Kültür Vakfı'nın ve Demokratik
Dayanışma Vakfı'nın bulunduğu; Zaza Alevilerinin
oluşturduğu Tunceli Kültür ve Dayanışma Derneği gibi,
değişik derneklerin varlığı; Bektaşi örgütlenmesinin ise,
şu an için, kısmen Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür
Vakfı etrafında oluştuğu, görülüyor.
Diaspora'da da durum farklı değil. Almanya, Fransa,
Hollanda ve Avusturya'da Avrupa Alevi Birlikleri
Federasyonu; Cem Vakfı örgütlenmesi; Dersimliler
Dernekleri vb. Sadece 160 bin civarında Türkiyelinin
yaşadığı Berlin'de şu an için 11 Alevi ve Bektaşi
örgütünün olduğunu belirtelim
Bunların yanı sıra, Alevilik ve Bektaşilik arasındaki
sınırların bazen bulanıklaştığına, bazen berraklaştığına da
bu arada dikkat çekmek gerekir. Örneğin Amasya, Çorum
ve Tokat yörelerinde Alevilik ve Bektaşilik içiçe girmiş
470
Faruk Arslan
durumdadır. Çelebi kolunun egemenliğini hissettirdiği bu
yerlerde, Bektaşiler kendilerini -Kızılbaş değil- Alevi
olarak adlandırıyor. Erkânlar, dedeler tarafından
yürütülüyor. Özellikle Çorum'da dedeler, Veli dedenin
oğlu Hüseyin Solmaz (dede) gibi, Hacı Bektaş Veli
Ocağından geldiklerini söylüyor ve kendilerini Hacı
Bektaş Veli evlâtları olarak niteliyor.
Ancak, hemen burada, günümüzde yaşayan Bektaşi halife
babalarından mason Teoman Güre'nin, Mustafa Eke'nin
ve Ali Doğan'ın, Alevilikle Bektaşiliği birbirinden
ayırmakta olduğunu; özellikle halife baba Teoman
Güre'nin Şahkulu, Hüseyin Gazi gibi, Bektaşi
dergâhlarının, Bektaşiler tarafından değil, Aleviler
tarafından kullanıldığına işaret ettiğini de eklemekte yarar
var. ( Engin, Kasım 2002).
Mason Bektaşilerin, Aleviliği hep farklı olarak
gördüğünü, seçim olmadan babalığın babadan oğula
geçmesi nedeniyle küçümsediklerini belirtelim. Mason
Bektaşiler, elit Bektaşilikten yanalar, alperen kültüründen
uzak duruyorlar.
Aleviler/Bektaşiler arasında taban oluşturmak isteyen
aşırı sola mensup terör örgütleri ve etnik bölücü terör
örgütleri, Aleviliği ve Alevileri savunuyor görünerek
kendi siyasi ve ideolojik anlayışlarını Alevilik/Bektaşilik
olarak sunmaya çalışıyor, yurt içinde ve dışında bu
maksatla yayınlar yapıyorlar.
Bu örgütler:
1. TKP/ İşçinin Sesi,
2. Devrimci Yol,
3. TDP Türkiye Devrim Partisi (TKP-B),
4. TKP/ML,
471
Faruk Arslan
5. MLKP-K (Marksist-Leninist Komünist Parti-Kuruluş),
6. PKK,
7. TİKKO,
8. Kürdistan Aleviler Birliği, gibi örgütlerdir. (Sezgin,
1998).
Özellikle son yıllarda Karadeniz bölgesine sarkan bu aşırı
sol terör örgütlerinin Alevi/Bektaşi vatandaşları kendi
yandaşları gibi gösterme çabasında oldukları da
gözlemleniyor.
Alevî kelimesi bütün İslâm âleminde ve Osmanlı
döneminde "Hz. Ali'nin soyuna mensup olanlar"
anlamında kullanılmıştır. Hâlen İran, Yemen ve Mısır
gibi ülkelerde, "ben Aleviyim" derseniz, kimin
çocuklarından olduğunuz sorulur. Medine'de de durum
aynıdır. Eğer Azerbaycan'da Alevi olduğunuzu
söylerseniz, size hayretle bakarlar ve Hz. Ali'yi Allah
kabul ettiğinizi zannederler. Çünkü, orada Alevi sözü "Ali
Allahi" ler denilenleri ifade eder. Bektaşilik ise, hiç bir
yanlış anlamaya meydan vermeyen açık ve net bir
deyimdir. (Sezgin, 1998).
1826'da, önce Yeniçeriler'in imhası ve peşinden de
Yeniçeriler'in bağlı olduğu Bektaşî tekkesinin,
Bektaşîliğin (1861-62 yılına kadar sürmüş olan) de
yasaklanarak kapatılması üzerine bu dönemde "Alevî"
kelimesi Bektaşî anlamında kullanılmaya başlandı. Ancak
bu kelime tarikat liderliğini "Dede"lerin yaptığı Köy
Bektaşîliği ki buna Kızılbaşlık da denir- anlamında
meşhur olmuştu. Bugün Alevî, Köy Bektaşî’si veya aynı
anlama gelen Kızılbaş anlamında kullanılıyor.
Tarikatlarda aslolan Müslüman olmaktır. İslâm
mezheplerinden birine mensup olmanın tarikatlar
472
Faruk Arslan
açısından bir önemi yoktur. Kelime-i Şahâdet'i söylemek
ve inanmak, tarikatlar için yeterlidir.
Bir Şafiî, Maliki, Hanbelî veya Hanefî'nin herhangi bir
tarikata girmesi mümkündür. Önemli olan Müslüman
olmaktır. Ancak, Alevîler açısından bakıldığında, Balkan
Bektaşîleri de dahil, Hacı Bektaş bağlılarının tamamının
inançta Maturidi ve amelde Hanefî veya Caferi olduğunda
kuşku yoktur. Hem Hoca Ahmet Yesevi'nin hem de Hacı
Bektaş'ın kitapları incelendiğinde de bu görülür. Alevîlik
Bektaşîlik adlı kitabında, "Alevîlik Bektaşîlik Nedir?"
başlıklı bölümünde bakınız Kutluay Erdoğan ne diyor:
"Bektaşîlik, Anadolu'da gelişerek yayılan Türk
tarikatlarındandır. Tasavvuftan etkilenen bu tarikatın
felsefesi, örf ve adetleri Türklere yönelik özellikler
gösterir." (Erdoğan, 2004).
Osmanlı döneminde veya Cumhuriyetin başlangıcında,
kitap yazmış Bektaşî büyüklerinin tamamında şu ifâdeler
vardır:
"Bektaşîler, Cenab-ı Allah'ın şanı büyük Kur'an'ında,
Bakara Suresi'nin iki, üç, dört, beşinci ayeti kerimesinde
niteliklerini sayıp tanıttığı ehli sünnet, inanmış ve Allah'ı
tanıyan kimselerdir.
Bektaşîlikte kâlb hazinesinin Allah sevgisi, Resulullah
sevgisi, Resulullah'ın Ehlibeyti'nin sevgisi ile dolu olup,
başka bir çeşit sevginin o kâlbde girecek yer bulamaması
kesinlikle lâzımdır.
Bektaşî olmak, övülmeye değer yüksek ahlâk sahibi
olmaya dayanıyor. Yoksa kötü ahlâk sahiplerinin 'Ben
Bektaşîyim; Eyvallah, Yahu' demeleri kendilerine
iftiradır." (Tekizoğlu, 2008).
473
Faruk Arslan
Alevîler, Bektaşîler tarikata giriş töreni ki, buna -ikrar
merasimi veya ayini denir- sırasında, Allah'ın kulu,
Muhammed Mustafa'nın ümmeti, Aliyyel Mür-taza'nın
bendesi olduklarını belirttikten sonra da "İmam Cafer
Sadık'ın mezhebindenim" derler. Ancak, Osmanlı tarihi
ve Cumhuriyet'in başlangıç yıllarında Çelebiler, Dedeler,
Babalar ve diğer tarikat büyükleri hep şu iddiada
bulundular:
"İmam Cafer Sadık Hazretleri'ne mezhep sahibidir
demek, büyük bir yanlıştır. Zira zât-ı saadetleri 'Hakiki
imam' olduklarından dolayı amel, inanç ve hukuk
alanlarında bir mezhep ortaya koymaya ihtiyacı yoktu.
Çünkü mezhep ve meslek denilen dinî inançlar, sağlam
bir biçimde yeni kurulmuştu. Ve hem de zat-ı saadetleri,
Hz. Resulullah'ın Ehlibeyti'nin yâni doğru yol rehberi on
iki imam efendilerimizin altıncısı olmalarından dolayı
kaynağını Hz. Peygamber'den alan yüce saltanatın
vezirlerinden olduğu için, içtihada dayalı bir mezhep
ortaya koymanın üstünde idiler. Zira İslâm şeriatının ana
esaslarını ve bu esaslardan çıkarılan hükümleri, yüce
babaları Hz. Muhammed Bakır'dan ve onlar da muhterem
babaları Hz. İmam Zeynelabidin Efendimiz'den ve onlar
da ulu babaları, Kerbela'nın şehit Sultanı, himmet sahibi,
nur kaynağı İmam Hüseyin Efendimiz Hazretleri'nden ve
onlar da şanlı babaları Haydar-ı Kerrar Hazretleri ile yüce
dedeleri Şeriat Sahibi Efendimiz Hazretleri'nden
öğrenmişler ve ta kendi zamanlarına gelinceye kadar
kesintisiz gerçek önder olmuşlardır. Soy şerefi ve kendi
faziletleri gereği Müslümanlar arasında aziz ve değerli ve
muhterem oldukları gibi, bütün tarikat mensuplarının
başkanıdırlar. Zat-ı saadetleri, her hâlde Hz. Peygamber'in
474
Faruk Arslan
izinde yürüdüklerinden, bir mezhep ortaya koymaktan,
doğal olarak, uzaktırlar." (Yüksek, Rıfat, 2002, s 153).
Gerçekten de ameli mezhep imamlarının tamamı onun
öğrencisi olmuş kişilerdir ve mezheplerin teşekkülü
talebelerince gerçekleştirilmiştir. Yâni ikrarda geçen
İmam Cafer Sadık mezhebi, mezhepler kurulmadan
önceki bir ifâdedir ve tarikat anlamındadır. Başka bir
ifâde ile Anadolu Alevileri, Bektaşîler tarikat lideri, pîri
olarak, soy silsilesi olarak İmam Cafer Sadık'a bağlıdırlar.
Yoksa, Caferi olduklarını ifâde eden Şia'ya mensup
Müslümanlarla aynı inancı ve ibadet şeklini benimsemiş
olurlardı. Böyle olmadığı ise, açıktır.
Türk Alevileri kendilerine Allah, Muhammet, Ali,
Ehlibeyt gibi din ulularından bahseden herkesi
kendilerinden sayar, bağırlarına basarlar. Bu insanları
korur ve kollarlar. Bugüne kadar olduğu gibi, bu gün de
yoldan çıkmış, düşkün olmuş, hatta dinsizliği seçmiş
insanların dillerindeki bu tür sözler sebebiyle
sahiplenirler.Yüreklerindeki sevgi, her türlü kiri pası
örter. Alevîlerin bu yumuşak karnı, tarihte pek çok sapık
fırkanın bu gurup içine sızmasına, saklanmasına neden
olmuştur. Günümüz aydınlarından bir kısmının, "bizde şu
da vardır, bu da vardır" diye anlatmaya çalıştıkları;
Alevîler'in kendi adamları veya düşünceleri değil, onların
iyi niyetini istismar etmiş ve aralarına sızmış insanlar ve
onların görüşleridir. Bu adamların ve görüşlerin
ayrışmaya tâbi tutulması ve Alevîlik'ten ayrı
değerlendirilmesi gerekir.
Anadolu'da Trakya'da ve Balkanlar'da yaşayan
Müslümanlar'ın tamamı (Doğu ve Güneydoğu'daki
Şâfiîler hariç) inanç ve amel olarak Hacı Bektaş Veli ve
475
Faruk Arslan
Ahmet Yesevi gibi Maturidi ve Hanefi'dir. Yâni
aralarında mezhep ayrılığı yoktur. Abdest alan, namaz
kılan, gusleden, kız isterken kullanılan lügat, evlenirken
nikah kıyan, bayram ve cenaze namazı kılan herkes
Alevî'si, Bektaşî'si, Kadiri'si, Nakşi'si, Cerrahi'si,
Gülşeni'si, Rufai'si veya hiçbir tarikata mensup olmayan
çoğunluğun tamamı; inançta Maturidi mezhebinden,
ibadetlerin yapılışı bakımından da Hanefi
mezhebindendir. Caferi fıkhıyla haraket edenlerde vardır.
Özellikle serbest seçimlere ve çok partili hayata
geçtiğimiz 1950 yılından başlayarak siyasetçilerin
cahilliği yüzünden ve oy alma kaygısıyla "ülkemizde
mezhep ihtilafı var" şeklindeki iddia ve konuşmalar bir
tarikat olan Bektaşîlerle, Bektaşî olmayanları ayrı
mezheptenmiş gibi bir hâle getirmiştir. Bu vebal
siyasetçilerle, bu yanlış beyanları aynen ve ısrarla yayan
medyamıza aittir. (Tekizoğlu, 2008).
Sünnîliği "İslâm'ın Arap yorumu", Alevîliği de "İslam'ın
Türk yorumu" olarak bahseden bu kişilerin
biyografilerinde, Dede çocuğu oldukları, dedelerin
"seyyid" olduğu, yâni Arap soyuna mensup oldukları
özellikle yazılmaktadır. İşin doğrusu, Dedeler'in tamamı,
Türk soylu, Oğuz boylu insanlardır. Türbesi güney
Horasan olarak bilinen, İran'ın kuzeyinde, Hacı Bektaş
Veli'nin doğduğu Nişabur'a yakın, Meşhed şehrinde
bulunan 8. İmam, İmam Rıza'ya manen (tarikat silsilesi
olarak) bağlı insanlardır. Diğer İmamlar'a bağlı olan, son
derece azdır.
Dede veya Seyid, Oniki İmam neslinden gelenlere denir.
Bunlara Evlâd-i Resul-ü Seyyidi Saadet'te denilir. Dede
Alevinin din adamıdır ve üç ayrı sıfatı vardır. Rehber,
476
Faruk Arslan
mürşit ve pirdir. Rehber talibe yol açar, mürşit talipleri
irşat eder, bilmediğini öğretir. Pir daha da aydınlatmaya
çalışır, yetiştirir. Çeşitli bölgelerde bildiğimiz Alevi
dedeleri şunlardır: Veliyettin Ulusoy, Mustafa
Aklıbaşında, Mahmut Doğanoğlu, İsmail Aslandoğan,
Kamber Kutlu, Niyazi Bozdoğan, Haydar Samut ve
Şinasi Koç. Elbette başkalarıda var. Sadece Ulusoy’a
bağlı 200 Alevi dedesi bulunuyor.
İster Çelebi, isterse Dedebaba; geleneklerle, kurallarla
işleri idare ederler. Özellikle siyasete bulaşmamak,
fraksiyonlar arasında taraf tutmamak ve itidalli
davranmak konusunda, bu güne kadar kendilerinden
beklenen olgunluğu göstermişlerdir, göstermektedirler.
Diğer örgüt lideri/başkanı gibi görülenlerin çiğliklerinin
hiç birisi bu gerçek liderlerde görülmez. Çoğu kez
medyada bunların adları söylenmez, açıklamaları yer
almaz; seçim öncelerinde oy pazarlaması yapmazlar.
Kendilerini görmek isteyen ya da kendileriyle görüşmek
isteyen herkesle görüşürler, insanlar arasında, çocuk,
kadın, erkek gibi ayırımlar yapmazlar. Bir tarikat
liderinden beklenen olgun davranışları sergilemek için
özel gayretleri yoktur. Davranışları son derece tabiîdir.
Bunlar içerisinde Avrupa'da tahsil etmiş, görgüsü,
davranışı son derece yüksek olan kişiler de vardır. Ama,
ortak davranışları aynıdır.
Bu insanlar kendilerini tanıtırken "hümanist, plüralist,
aksiyonist ve re-aksiyonist reformist, değişmeye her
zaman açık bir bilim adamı-hukukçu ve dini lider" gibi
unvanlar kullanmazlar. Son derece mütevazı ve sahavet
sahibi, cömert insanlardır. Evleri ve sofraları herkese
açıktır. Bu sebeple de, son derece saygıdeğer insanlardır.
Ayrıca, bunların dervişleri ve bağlıları arasında siyasî,
477
Faruk Arslan
ideolojik taraf olmayışları onları bu kadar itibarlı ve etkin
kılmaktadır. Tarikatlar, tekrar, devletin gözetim ve
denetiminde açılacak olursa, özellikle Hacı Bektaş
Postu'nun bu iki lider kadrosundan da destek görecektir.
Özellikle Bektaşîlerde, Salih Niyazi Dedebaba'nın
Arnavutluk'a gitmesi ile başlayan sıkıntının devam
ettiğini; Arnavutluk'ta ve ülkemizde, birkaç tane
Dedebaba olduğunu, Bektaşîlerin daha çok bu iç
problemlerle meşgul oldukları için, piyasada
görünmediklerini biliyoruz. Bosnalı, Makedonyalı,
Tiran'lı Bektaşî büyüklerinin, ülkemizde yapılan
toplantılarda da, Balkanlar'da yapılan toplantılarda da
"kıblelerinin Hacıbektaş ilçesi olduğunu, Bektaşîliğin
tarikat olduğunu" özellikle söylediklerini, ama
bizimkilerin, siz bu işlere karışmayın telkininde
bulunduklarını da biliyoruz.
Bazı Balkanlı tarikat liderlerinin de, ülkemizdeki bazı
Alevî vatandaşlara Babalık, Dedelik icazetleri
verdiklerinden bilgimiz var.
Bütün bu problemler Dedebabalar hakkındaki kanaatimizi
değiştirmemizi gerektirmemektedir. Bu iki makam
dışındaki örgüt liderliklerine, medyatik olmalarına bağlı
olarak liderlik atfetmek, onlara Alevîlerin temsilcisi,
lideri gibi davranmak devleti de partileri de sıkıntıya
sokmuştur, bundan sonra da sıkıntıya sokacaktır.
(Tekizoğlu, 2008).
Prof. Dr/ Orhan Türkdoğan, "Alevi-Bektaşi Kimliği" adlı
kitabında, 1993-1995 yılları arasında Türkiye genelinde
15 il ve bu illere bağlı 45 ocak üzerinde, antropolojinin en
yeni yöntemlerine göre gerçekleştirilmiş bir saha
araştırması yaptı. Türkdoğan’ın sosyolojik değeri bulunan
bu araştırmasına kadar, konu ile ilgili yapılan tüm
478
Faruk Arslan
araştırmalar, daha ziyade teorik çerçevede alevi-bektaşi
popüler öğretisinin tarihi gelişimi, yapısı ve geleneği
hakkındaki masabaşı tahlillere dayanmaktaydı. İlk kez, bu
araştırma ile "alevi-bektaşi" toplulukları, dini temsilcileri,
ocakları katılımcı-gözlem ve mülakat yoluyla incelendi.
Saha araştırması olarak da bilinen bu yöntemle, bir yanda
"alevi-bektaşi" insanın konuya bakış açısı (Emik
yaklaşım) ile öte yandan araştırmacının yaklaşımı (etik
bakışı) tesbit edilmek suretiyle bu inanç sistemi
derinliğine yorumlandı. Ayrıca, dört üniversitenin çeşitli
fakültelerine mensup 315 öğrencinin alevi-sünni
farklılaşmasına yönelik bakış açılan ve algı alanları
yanında, çeşitli İslami görüşleri temsil eden odak
noktalarının yorumlarına da yer verildi.
Altını çizerek okuduğum bu kalın kitapdan çıkardığım
özet, gerçek aleviliğin aslında Sufi, insanı merkez alan
değerlerinin İslamşyetin yayılmasında, Anadolunun
müslümanlaşması ve Türkleşmesinde benzersiz roller
oynadığıdır. Olayı siyasi yönden ele alacak olursak
karşımıza farklı bit tablo çıkar.
Selçuklu ve Osmanlı tarihini Oğuz ve Türkmen çekişmesi
şeklinde analiz eden Sosyolog Edward Shils’in ‘merkeze
karşı çevre’ teorisi ünlüdür. Buna göre, Sünni Oğuz
Boyları Ortodoks İslam’ın Hanifi Mezhebi liberalliğine
sahip ana merkezdi; devlet onlarındı. Alevi Türkmenler,
Heterodoks İslam’ın kültür zenginliğiydi ama çevreydi;
ara sıra merkeze isyan eden ‘İç Proletarya’ idiler.
Aşırı Türk milliyetçisi yanlış politikalar sonucu
Cumhuriyet tarihinde 19 defa kalkışmış militarist Kürtler
de ‘İç Proletarya’dır, merkezi yok etme çabasıyla dış
proletaryaya hizmet ederler. Kürt Alevileri simgeleyen
479
Faruk Arslan
Dersim, dışlanmış kimliğin ve ırkın çifte sancı yaşayan
odağıdır.
Sosyolog A. Toynbee’ye göre; merkezî güç zayıfladıkça
çevre ‘Dış Proletarya’ tarafından tahrik edilmek suretiyle
merkeze yüklenmiştir. Kimdir bu ‘Dış Proletarya’?!
Merkezin zayıflamasını fırsat bilen yakın komşular, tarihî
düşmanlardır. Çevredeki dışlanmış vatandaşlar, merkeze
karşı hesaplı ve planlı biçimde dış proletarya ile iş
birliğine giderler. Dış proletarya bazen iç proletarya gibi
algılanır, oysa dış proletaryanın tipolojisi bellidir. Dün
İran ise bugün İsrail’dir.
Örneğin 1240 yılında Anadolu Selçuklu Sultanı 2.
Gıyaseddin Keyhüsrev’e karşı isyan başlatan Baba İlyas,
güya çevreyi merkezin baskısından, zulmünden
kurtarıyordu. İç proletarya kendi iç yapısıyla
hesaplaşıyordu. Oysa Baba İlyas, Baba İshak adlı dış
proletaryanın emrindeydi. Baba İshak’ın gerçek adı,
İzak’tı, Trabzon’daki Komnenos Hanedanı’na mensup bir
Rum’du ve kaybettikleri Anadolu topraklarında bir Rum
imparatorluğu kurma peşindeydi. Çakma bir derviş
rolünde, iç proletaryayı istismar ediyordu. Çevrenin dış
proletarya ile iş birliğiyle Moğollar kolaylıkla
Anadolu’yu istila etti.
Benzer bir oyunu da Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail
hesaplaşmasında görebilirsiniz. Şah Kulu, Antalya’dan
başlayarak çevredeki Türkmenleri kullanarak, eşkiyalığa
soyunmuş, bugün PKK teröristlerinin yaptığını
yapıyordu. Şah İsmail’den ihale almış, kaos çıkartıyordu.
Dedesi Şeyh Cüneyid’in çıkardığı Oğuz ile Türkmenleri
bölme fitnesini sistemleştiren Şah İsmail’in anası
Trabzonlu Rum Pontus’un bir prensesiydi.
480
Faruk Arslan
Söylem şuydu: Enderun ve Acemi Ocakları’nda Hristiyan
devşirme çocuklar devletin üst noktalarına geliyor,
askeriye yabancı unsurların eline geçiyor. Osmanlı’yı
kuran çevredeki Türkmenler üvey evlat muamelesi
görüyor. Dış proletarya, iç proletarya ile dirsek temasına
geçti. Yavuz, hem Halveti hem de sıkı bir Bektaşi
olmasına rağmen ‘Alevi düşmanı’ olmakla suçlandı.
Bu olaylardan 80 sene önce başlayan Şeyh Bedrettin
isyanı vardır. O, Torak Kemal gibi Yahudi dönmeleriyle,
Börklüceli Mustafa adlı Rum dönmesi anarşistle iş birliği
yapmış bir Balkan çetecisiydi. Şükür ki, 2. Beyazıt, Balım
Sultan’ı Hacı Bektaş Ocağı’nın başına getirerek tarikatı
sözlü kültürden yazılı, erkannameli hâle getirmiş ve
çevreyi kucaklamıştı.
2. Beyazıd döneminde, Anadolu’da dinî, siyasi ve
kültürel kimliğin oturtulması için Bektaşilik, Mevlevilik
ve Nakşibendilik desteklendi. Osmanlı’nın zirvede
olduğu 1592’de başlayan Celali isyanları da çevrenin
merkeze başkaldırısıydı. Çare olarak Kanuni Sultan
Süleyman, ilk eşi Mal Hatun’un kardeşi Sersem Ali’yi
Bektaşi Postnişinliğine getirdi.
1826’da Yeniçeri Ocağı’nın 2. Mahmut tarafından
kaldırılması ve Bektaşi tekkelerinin Nakşilere devri,
çevrenin merkezden yediği en şiddetli kötekti. İç
proletarya yerin altına çekilerek iş birliği yapacağı dış
proletarya aradı. Selanikli Yahudi dönmelerini ve
masonları bulmakta gecikmedi. Aşırı milliyetçilik ve
laiklik projeleri, Fransa’dan ithal edildi ve ülke binbir
parçaya bölündü.
Oğuz ve Türkmen ikiliğini ve Kürt ırkını laiklik ile
ortadan kaldırmayı planlayan Ziya Gökalp, Baha Said ve
481
Faruk Arslan
Namık Kemal gibi İttihat ve Terakkili düşünürler,
bilmeden dış proletaryanın planlarına hizmet ediyorlardı.
Koca Osmanlı, on yılda böyle yıkıldı. Çevre, merkezi dış
proletaryayı hep üzmüştür (Türtkdoğan, 2004).
Cumhuriyet tarihimizde Kürtler iç proletaryaya
dönüştürüldü, dış proletaryanın kucağına itildi.
Heterodoks inançlı varsayıldığı hâlde çoğu dinsiz, laikliği
yahut bilimi din hâline getirenler, ‘Kürt kartı’nı istismar
ettiler. Sadece taşeronluk yapan PKK’yı suçlamak
ucuzculuktur. Terörün sonlanması için antropolitik kültür
kodlarımızı ve sosyolojik gerçeklerimizi masaya
yatırmanın tam zamanıdır.
Herkesin tarihe bakışı kendi penceresindendir. Bozulan
Bektaşilikten samimi Alevilerin neden kurtulmak
istediğini anlamamız gerekiyor. Öncelikle neden
Anadoluyu Türkleştiren ve müslümanlaştıran ortak
atamız Yesevi ile dinsel akrabalık kuruluyor bunu bir
inceleyelim.
482
Faruk Arslan
Beşinci Bölüm
HOCA AHMET YESEVİ VE
BEKTAŞİLİK
Hoca Ahmet Yesevi ve alperenleri ile batini Bektaşiliğin
dinsel akraba sayılarak bağdaştırılması, Masonik
Bektaşilerin bir hilesidir. Yesevi’nin Hanefi itikadında bir
Kalenderi şeyhi olduğu söylenebilir, ( Doğrul, Koca
1980, 2003), ancak kesinlikle bir ‘İsmaili Daisi’ sayılması
kabul edilemez. ( Bulut, Kaygusuz, 2000). Yesevi ile
bugünün Bektaşi Alevilerinin dini anlayışları arasında
uçurum var. Hele Cumhuriyet gazetesinin vefat eden eski
başyazarı İlhan Selçuk gibi Sabataycı Mason Bektaşiler,
Bektaşiliği saçma sapan Bektaşi fıkralarına indirgeyip
Yesevi’yi ağızlarına bile almamalıydı. 150 yıl önceki
Alevilik ve Bektaşilik ile bugün arasında dağlar kadar
fark var iken, bin sene önceki Yesevi’nin bugünkü Alevi
Bektaşiliği onaylayacağını öngörmek, referans yapmak
safdilliktir. Veya kasıt, bozgunculuktur.
Hoca Ahmet Yesevi, “İslam Tasavvufu ile Türk töresinin
bileşimini yaparak Orta Asya’da Müslümanlığı yayan
‘Ulu Ata’dır. Türkler arasında İslam’ın ve doğru İslam’ın
yayılmasında en önemli yer O’nundur. Ahmet Yesevi,
Divanı Hikmet adıyla bilinen eserine “Bismillah diyerek
hikmet söyledim; taliplere dür ve gevher saçtım” diye
başlıyor. Dür ve gevher dediği Ayetler ve Hadislerdir.
Yesevi’nin ana kaynağı Kuran’ı Kerim’dir. Ahmet Yesevi
yolundan yetişen O’nun izbasarlarının en önemlileri Orta
Asya’da Hakim Ata Süleyman Bakırgani, Anadolu ve
Balkanlarda Hacı Bektaş Veli ve Yunus Emre’dir. Hakim
483
Faruk Arslan
Ata, Piri’nin yolundan giderek yazdığı hikmetlerde
“Hazret Sultan’ın Hıristiyanlar, Yahudiler ve Moğollarla
ilgilendiğini yazıyor.” Yesevi dergâhında dağıtılan aşı
almak için kimseye dini, mezhebi, tarikâtı, milliyeti
sorulmazdı.
İnsan olan herkese yardım edilirdi. Hacı Bektaş Veli aynı
anlayışı Anadolu’ya taşıdı. ‘İncinsen de kimseyi incitme!’
sözü çok bilinen ve tekrarlanan bir sözdür. Yunus Emre
bir Yesevi izbasarı ve Hikmet geleneğinin en önemli
şairidir. (Zeybek, 2008).
Ekim 1998’de bir Türk kurultayı vesilesiyle gidip 15 gün
kaldığım Türkistan’da ve türbesini görme imkanı
bulduğum Yesevi’yi yakından tanıdım. Türbesinde halen
manevi bir hava hissediliyor. Yesevi'yi ziyarete gelen
misafirlerin Arslan Baba'da bir gün geceleyerek ' icazet '
almaları, sonra Yesevi'nin huzuruna çıkmaları eski bir
gelenek. Bende öyle yaptım.
Arslan Baba halkın inanışına göre bir sahabe, bir iddiaya
göre Selman-ı Farisi. Ancak Peygamberimizden 300 yıl
önce doğduğu 33 dini çok iyi bildiği, nihayet İslamiyeti
seçtiği yönündeki bilgilerle Selman-ı Farisi iddiası
çelişiyor. Daha çok Hızır anlatılıyor gibi. Arslan baba tam
850 sene yaşamış olabilir mi? Olmaz böyle şey demeyin,
Namık Kemal Zeybek’ten dinlediğim rivayet şöyle: ''
Peygamber Efendimiz bir gün sahabelerine, ' Ben de bir
emanet var, bizden çok sonra yaşayacak birine çocuk
yaşta ulaştırılacak, bunu kim yapar ' diye sorar. Arslan
Baba, bu görevi kabul eder. Peygamberimizde ağzından
bir hurma çıkartarak Arslan Baba'nın dilinin altına koyar.
Allah senin ömrünü artırsın diye dua eder. Diyar diyar
dolaşan Arslan Baba , hurmayı 500 yıl dil altında saklar.
484
Faruk Arslan
Türkistan'a Ahmet Yesevi 7 yaşında iken gelir. Arslan
Baba'yla karşılaşan Yesevi'nin ilk sözü ' emanetimi ver '
olur. Baba, emaneti Yeseviye verir. Baba otağını
Türkistan'a kurar. Yesevi' Arslan Baba'nın öğrencisi olur.
Onun ahlakiyle ahlaklanır. Arslan Baba öldüğünde artık
Ahmet Yesevi, bölgenin manevi direği, Türklere
müslümanlığı sevdiren kutlu bir kişidir. '' Bu meşhur
hikaye, Yesevi’nin peygamberimizin varisi bir alim
olduğunu gösterir. Arslan Baba'nın türbesi 12. asırda
yapılmış, 14. asırda Timur tarafından yenilenmiş 1907'de
ünlü mimar Kalbirza Misafiroğlu tarafından 3. defa
restore edilmiş. İlk türbesinden iki direk hala ayakta
duruyor. Halk bu iki direğe kutsaliyet izafe ediyor.
Türbeden içeri girerken adete yerde sürünecek kadar
saygı gösteriyorlar. Arslan Baba'nın şeceresi duvarda
asılı. Yaşlı bir Kazak Şamanist kadın elinde bıçak ve
tesbihle gelen misafirlere uzun bir dua ettiriyor. Atilla'dan
Timur'a tüm ulu Türk hakanlarının adlarını bir bir
sayıyor.
Arslan Bab (Baba) türbesinin hemen karşısında Kurban
Ata adlı türbe dikkatimi çekiyor. Kırgızıstan'da ki Su
nehri yakınlarında 28 yıl yaşamış Yesevi'nin Alperen'i,
bir evliya olarak kabul ediliyor. Türbedar Mirali Ulu
Mevlün, Kurban Ata'yı ' hiç kimseye kötülük yapmamış,
kul hakkı yememiş ' diye tanımlıyor. Kurban Ata'nın asıl
mezarı 70 kilometre uzaklıkta Kara Buğra'da. Arslan
Baba'ya yakın olsun burada Özbek Ali Çaribek sembolik
bir türbe yaptırmış Kurban Ata'nın elbiseleri, Çapan,
tesbih takya ( sarık ), Asa ve Kuran'ı hediye etmiş; kendi
mezarını da yanına gömülmesini sağlamış. Rivayete göre,
Kurban Ata, öleceği yeri ve zamanı söylemiş ve birden
ortadan kaybolmuş. Asıl mezarının başında büyük bir
485
Faruk Arslan
ağaç bulunuyor, halk bu agacı da kutsal kabul ediyor.
Kurban Ata'nın 6 oğlu var ; Tiney, Çartı Bas, Çarı, Sasık,
Köten, Kyikkişi. Kazakça Geyikli baba anlamına gelen
Kyikişi'nin Bursa'da türbesi bulunan meşhur Yesevi
müridi Geyikli Baba ile aynı kişi olduğu sanılıyor.
Tarihçi Fuat Köprülü'ye göre, İslamiyet Türkler arasında
Melamilik vasıtasıyla girmiştir. 10. yy'de
Maveraünnehir'de Buhara, Semerkand, Fergana gibi
şehirlerde eski Şamanlar ve Budist rahipler gibi menkıbe
anlatan, manzum ilahiler okuyan Arslan Baba, Korkut
Ata, Çoban Ata gibi Türk şeyhler ortaya çıkmıştır. İslam'ı
tasavvuf aracılığıyla öğrenen Türk topluluklar için Budist,
Şamanist ve Maniheist rahiplerden Kalenderi derviş
anlayışına geçiş zor olmamıştır. Çünkü yeni intisap edilen
şeyhlerde Kamlar gibi gelecekten haber veriyorlar,
kalpten geçenleri biliyorlar, yağmur yağdırıp gittikleri
yerlere yeşillik getiriyorlar, hastaları tedavi ediyorlardı.
Sufizmin örgütlü ayinleri sayesinde genellikle eğitim
görmemiş cahil halk zümrelerinin sosyal ihtiyaçlarının
karşılanması amaçlanmıştır. Özellikle müzik, raks, sazlı
ve sözlü ayinler göçebe halkın ilgisini çekmiştir. İzzeddin
Doğan, Fethullah Gülen’i bir ziyaretinde, ‘sazlı ve sözlü’
geleneğin o devirlerde olup olmadığını soruyor. Gülen, 10
saniye düşünüyor, ‘ Vardı, İzzeddin bey’ diyor. Bu sosyal
bir gerçektir. Türk müslümanlığını Araplardan ayıran
bariz farklardandır.
Anadolu Türkleri, Timur’u Yıldırım Beyazıt’ı Ankara
savaşında 1402’de yendiği, kafese koyduğu, Türk
birliğini parçaladığı için pek sevmezler. Aslında sağlam
bir müslüman olan Timur, büyük bir İslam kahramanıdır.
Mason Bektaşilerin beslendiği kaynak olan Karamiler,
İsmailliler, Haydariler ve Hurufilerin önderlerini,
486
Faruk Arslan
takipçilerini ve öğretilerini kökünden kazıyarak ortadan
kaldırmış, İslam’a büyük hizmet yapmıştır. Ülkemizde
Timur nefretinin nedeni acaba Mason Bektaşilerin
Timur’dan intikamı olabilir mi? 14. asırda 27 ülkenin
hakanı olan müthiş komutan Emir Timur'un girdiği hiçbir
savaşta yenilmemesinin manevi bir sırrı olduğuna inanılır.
Orta Asya topraklarında yaygın kanaata göre, Timur'u
Ahmet Yesevi kanatları altına almıştır. Halbuki Timur
Yesevi'den 200 yıl sonra yaşamış bir hükümdardır.
Rivayete göre, rüyasında Yesevi'den öğrendiği bir zafer
duasıyla Timur'un yenilmez olduğuna inanılır.
Timur, hayatı boyunca alimlere ve Allah dostlarına büyük
hürmet gösteren bir hükümdardı. Yesevi'nin kendine
öğrettiği duayla muzaffer olmasının ardından, kendi
kendine, Yesevi'nin türbesinin külliye haline getirme sözü
verir ve bu sözünü tutar. Timur'un yenilmezlik sırrı olarak
anlatılan öykü ise şöyle : '' 14. asırda Altınordu Devletini
yıkan, Orta Asya'yı hakimiyeti altına alan Emir Timur,
rivayete göre Ahmet Yesevi'yi rüyasında görür. Yesevi
Timur'a zafere giden duayı öğretir. Artık Timur'da
Yesevi'nin bir mürididir. Böylelikle Timur-Yesevi
arasında bir gönül bağı oluşur. Timur, 14. asrın sonlarında
(1405)'te Yesevi'ye görkemli biçimde yeniden türbe inşa
ettirir. Timur, bu girişimiyle tüm Türklerin sevgisini ve
desteğini kazanır." Yesevi'nin öğrettiği duayı hiç ihmal
etmeyen Timur, bir gün yakın arkadaşına girmiş olduğu
bunca savaşta yenilgi yüzü görmemesini şu ifadelerle
açıklar: "Ahmet Yesevi'nin duasını ettim, onun mezarını
korudum, müritlerine dokunmadım. Allah'da beni hep
muzaffer kıldı. " Emir Timur'un vefat şeklide çok
ilginçtir. İnatcılığı ve aldığı karardan asla dönmemesiyle
bilinen Timur, en son Çin'e gerçekleştirdiği sefer öncesi
487
Faruk Arslan
Türkistan 'da Sır derya'ya yakın Arıs nehri kenarında
konaklar. Çok soğuk olduğu için askerler Çin'e gitmek
istememektedir. Askerin bu direnişini kırmak için, o
soğuk karlı kış günü Arıs nehrinde çıplak olarak yüzmeye
başlar. Kar üstünde iki gün oturarak askerine örnek
olmaya çalışır. Ancak o kara soğuğa üç gün dayanabilir.
Yakalandığı zatüre sonunda hayata gözlerini kapar.
Mason Bektaşiler, Yesevi’yi bir İsmailli Daisi göstererek
Alevilik kapsamı içine katarlar. Oysa Yesevi Maturidir ve
şeyhi Yusuf Hemedani adlı Hanefi alimidir. ( Fığlalı,
Ocak 1990). 'Kim olursan ol gel ' öğretisini Mevlana'dan
önce kullanan Yesevi, Mevlana gibi dergahına gelenlere
herhangi bir dini baskı yapmıyarak İslamiyetin engin
hoşgörüsünü gösteriyordu. Hidayet yolunu gösteren
Yesevi, gelenlerin İslamiyetle şereflenmesi için yanıp
tutuşuyordu. Yesevi'ninde Mevlana gibi bazı mihraklar
tarafından kullanılmaması için Yesevi'yi iyi anlamak
zorundayız. Yesevi’yi Mason Bektaşilerin kucağına
bırakırsak, ortaya içi boşaltılmış bir İslam, dışı posa,
iğreti bir öğreti, alperenleriyle işret yapan bir tarikat şeyhi
çıkar. ‘Yeseviyim, Mevleviyim, Bektaşiyim’ diye
övündüğü halde, O erenlerle ilgisiz, hatta düşmanlık
yapan nice insanlar, nice Mason Bektaşiler gördüm. Rakı
sofrasında alperenlik taslıyorlardı…
Binlerce yıldır Türklerin manevi atası ve öz Türkçe'mizin
mimarı olarak kabul edilir Hoca Ahmet Yesevi...
Yesevi'nin bu topraklar üzerinde yaşaması ve vefat
etmesi, Türkistan'ın tüm Türk devlet ve toplulukları
tarafından manevi başkent olarak görülmesinide
beraberinde getirir. Müslümanlığın Orta Asya steplerinde
neşvü nema bulup çiçek açmasında Hoca Ahmet
Yesevi'nin çabaları tartışılmaz. Ahmet Yesevi,
488
Faruk Arslan
Türklükden ve Türkçe'den hiç taviz vermemiş,
müslümanlığı doğru anlamış, Mevlana gibi kapılarını her
dinden, ırkdan insanlara açmış evliya ve alperenlere ufuk,
vizyon sunmuş bir Pirdir. Hristiyan, Şamanist, Yahudi,
Budist, Müslüman ayrımı yapmamıştır. Bu nedenle hala
değişik inançlara sahip Türkler, Yesevi'yi ortak ataları
olarak görüyor. Buda Yesevi'nin engin hoşgörüsünün bir
kanıtıdır. Peki Yesevi'nin referansı ne? Türklük mü,
Müslümanlık mı? Yoksa her ikisi mi? Hristiyan,
Şamanist, Müslüman Türklerin onu ortak ata kabul etmesi
referansının Türklük olduğunu gösterir mi? Bu profilden
yaklaşanlar, ‘ Yesevizm’ diye bir ' izm ' ile ve yeni bir
tarikat neşvesiyle ortaya çıkıyor. Bu tarikat üyelerinin
bazı vakitlerde gizli gizli Yesevi'nin Türkistan'daki
türbesine gelip zikirli ayinler yaptıklarını öğrendim.
Türkistan köylülerinin Yesevi halkası oluşturup, zikir
yaptığı bu ayini izledim. Bu zikir, bugün Cerrahi, Rufai
ve Kadirilerin yaptığı zikirle benzerdir. Semahla alakası
yoktur.
Yesevi dergahın tam ortasında 3 bin litre su alan 6 asırlık
bir kazan bulunuyor. Kazan’ın Türklerin egemenlik
sembolü olarak görüldüğünü ifade eden Zeybek, kazanın
Sovyet baskısı altında esaret yaşadığına dikkat çekti ve
kazanın başına gelenleri şu şekilde dile getirdi: "Sovyet
baskısı altındaki yıllarda bilinçli olarak, bu kazan
Leningrad'daki Erimtaj müzesine kaldırılmıştı. Daha
sonra Kazak aydınlarının yoğun baskı üzerine kazan eski
yerine geri getirilerek konuyor." diyen Zeybek kazan'ın
manevi boyutuyla ilgili olarak da şunları anlatıyor: "
Kazanın içi şerbetli su ile her zaman dolu olarak dururdu.
Dervişlerin yaptığı zikirler sırasında kazanın üzerinde
nurların görüldüğü rivayet edilir. Bu şimdiki tabirle
489
Faruk Arslan
vücuttan çıkan elektrolar olarak belirtiliyor. Zikir
sonrasında susayan ve hararet içerisinde bulunan dervişler
bu kazandan içtikleri bu nurlu suyla serinliyordu. Zikir
başlamadan önce parola belliydi. Zikir sırasında ya ter, ya
kan, yada can çıkması zikirin samimiyeti için çok önemli
bir noktaydı. Şu anda kazanı ziyarete her kesimden insan
geliyor. Fakat kazana maksadı dışında işlevler yüklenmiş
durumda. Ziyarete gelenler kazana para atarak dilekte
bulunuyorlar. Bu sonradan çıkan yanlış adeti biz
düzelteceğiz. Bu konuyu Cumhurbaşkanı Nazarbeyev'de
ilettim." Zeybek, bugün gerçek alperen kültürünün Orta
Asya’da açılmış Türk okullarıyla temsil edildiğini itiraf
etmiş bir Yesevi aşığı.
Yesevi külliyesine ziyarette bulunanlara buğday ve etin
birlikte kaynatılmasınıdan elde edilen "Herse" veya
"Keşkeş" denilen bir yemeğin yedirilmesi eski bir
gelenek. Külliye aynı zamanda eskiden üniversite
şeklinde de kullanılmaktaydı. Zamanın sayılı
kütüphanelerinden biride bu kulliye içerisinde mevcuttu.
Şimdi yine büyük bir kütüphane de külliye'ye eklenmiş
durumda.
Ünlü şairimiz Yahya Kemal, Yesevi'yi şöyle tanımlıyor:
''Ahmet Yesevi olmasaydı, Türk milliyeti olmazdı.'' 1186
yılında vefat eden Yesevi'nin kendisini insanlığa adamış
öylesine güçlü bir inancı var idi ki, 63 yaşından sonra '
Yeryüzünde Peygamber Efendimizden fazla yaşamak
haram bize ' diyerek yeraltında hazırlattığı ' Çilehane '
olarak adlandırılan çukurda ölene kadar yaşadı. Koyu bir
Hz. Muhammed aşığıdır. Elbette Hz. Ali’yide sever.
Bugünkü müslümanlar, ‘Hz. Ali’yi sevmek Şialıksa, en
büyük Şia, Alevi benim’ söylemini anlayamıyor. Oysa
490
Faruk Arslan
geçmişte Rafizi olmakla suçlanan İmam Şafi de aynı
cevabı vermişti.
Yesevi, bugün Orta Asya ve dünyanın imdatına koşan
alperenler gibi on binlerce öğrenci, Alperen yetiştirdi.
Yesevi, alperenlerini (gönülleri fetheden ) tüm dünyaya, o
cümleten Anadolu'ya gönderdi. 1990’den beri ‘ bu borcu
ödemek boynumuzun borcu’ diyenler, Orta Asya’ya
Anadolu’dan tersine alperen göcü başlattı. Ahmet Yesevi,
Türklerin müslümanlığa benimsediği 10. asırda tarihin
akışını değiştirecek ölçüde rol üstlendiği kabul edilir. 20.
yılına yaklaşan tersine göçte, tarihin akışını değiştirmeye
devam ediyor. Yesevi’nin misyonu ile söz konusu misyon
birbirine benziyor. Her ikiside Türkçe’nin yayılmasına,
İslam’ın Türkçe anlayışıyla başka dinden olanlara
anlatılmasını sağlıklı buluyor. Bu benzerliklerin halen
doktora tezi yapılmaması büyük eksiklik...
Yesevi, dönemin Türk hakanları, Hanları, beyleri 'Farisi'
dilinde yazıp çizerken, resmi ve edebi dili ' Farsça ' kılmış
iken O, Türkçe' yi savundu, ' Türkçe ' konuştu,
müslümanlıkla özdeşleşmiş ' Türk milliyetçilik' şuurunu
yoğurdu. Yesevi Gönüllüler Harakatı, 12. asırda tufan
gibi gelen Moğol tehlikesine karşı direnecek gönül
erlerini halkın içine zamanında yerleştirdi. 40 yıldır
görülen benzer ‘Gülen Haraketi’nın aynı dalgakıran
görevi gördüğü yadsınamaz. Yesevi, Türk devletleri ve
halkı Moğol istilası nedeniyle ayaklar altında ezilirken,
müritleriyle gönüllere su serpti, umut tohumlarını ektirdi.
Yunus Emre, Yesevi’nin bu rüşeymlerden beslendi,
asırları eskiten ulu bir çınar oldu gönüllerde, kalplerde.
Bir rivayete göre, Yesevi'nin bir milyon öğrencisi veya
sempatizanı vardı. Yesevi kazandı; hırçın Moğol kavmi
müslüman oldu ve Türkler arasında eriyerek Türkleşti.
491
Faruk Arslan
Cengiz Han'ın torunları Ögedey, Çağatay müslüman
olarak Türk-İslam sentezini benimsedi, İslamiyete hizmet
etti. İşte Ahmet Yesevi, Timur'dan Abay'a, Çoğan'dan,
Celaleddin Harzemşah'a, Alparslan'dan Mevlana'ya
Yunus Emre'ye , Hacı Bayram Veli'ye, Geyikli Baba'ya
Saltuk Bugra'ya Babür'e kadar tarihte tanıdığımız tüm ulu
Türklerin öncüsü, rehberi, koruyucuydu. Gönüllerde
kurduğu tahtı kimse yıkamadı. Özbekistan, Kazakistan,
Türkmenistan, Tacikistan, Kırgızıstan, Azerbaycan, hatta
Babür'ün mirası üzerinde kurulan Afganistan, Hindistan,
Pakistan gibi ülkelerde hatta Balkanlarda derin izler
bıraktı. Yesevi gibi oalanlar hep kazanacak, granit gibi
kalbi olan yeminli din düşmanlarını dahi insafa
getirecektir. Allah’ın izniyle gerçek Sufizmin eritmediği
kalp yoktur, yalancı Sufizmin tehlikeleri ise çoktur.
Mason Bektaşilik, sahte sufizm ile bu alanının dini
derinliğini yok etmiş, etki gücünü eritmiştir. Etrafında
dönüp dolaşanlar içine girip beslendiği ana kaynaktan
hakiki iman iksirleri içmiyor; şekilcilik, gösteriş
önplanda.
Romanya'nın Babadağ kentinde yer alan Sarı Saltuk Baba
türbesini Haziran 2000’de ziyaret ederken, yine
Yesevi'nin soluklarını, nefesini duymuştum. Hacı Bektaş
Veli'nin öğrencisi olan Sarı Saltuk, Büyük Selçuklu
devleti yıkılırken 1263'de Rumeli topraklarına adım atmış
bir Yesevi devamcısı. Balkanların Türkleşip
müslümanlaşmasında Saltuk Baba'nın yeri çok önemli. O,
ilk alperen... Tatarlara da müslümanlığı götüren Sarı
Saltuk. gönüllerin sultanı olmanın dünya saltanatı elde
etmekten ne denli önde olduğunu ispatlıyan bir abide.
Saltanat sahipleri unutuldu, ama Yesevi gönüllerde
yaşıyor, amel defteri hiç kapanmadı. Rusya arazisi içinde
492
Faruk Arslan
kalan alanları kapsayan coğrafyada Türklerin ortak
paydası mazide olduğu gibi bugünde Ahmet Yesevi...
‘Türkistan Ortak Evimiz’ projesi temelinde Yesevizm,
Özbekistan Cumhurbaşkanı İslam Kerimov'un da
desteklediği belki de tek proje. O, bu topraklarda
parçalanan unsurları birleştiren maya olarak görülüyor.
Ünlü tarihçi Hammer'ın '' Türkler olmadan tarih
yazılamaz ' tesbiti ne kadar önemliyse, Yesevi'nin
İslamiyetden gıdalanarak Türklük bilincini yeniden
yoğurması gerçeği de köklerimize sahip çıkmamız
açısından o denli önemli tarihi bir hakikat. Yesevi'yi
Yesevi yapan İslamiyetti. Kimlik kartı Türktü. Yesevi'nin
referansını sadece Türklük olarak gösterilmesi onun bir
kanadı kırık kuşa çevirmektir. Onun İslami hüviyetini
görmemezlikten gelenleri Yesevi Divanı'nı okumaya
davet ediyorum. Unutmamak için hafızanıza kazıyın:
Yesevi ve Yesevi'nin alperenleri olmasaydı, bugün
Anadolu müslüman ve Türk olamazdı, Türk kalamazdı.
Macarların akibetine uğrardı. Mason Bektaşilerin Sarı
Saltuk’u kendi kafa yapılarında bozuk bir Bektaşi sayıp,
Yesevi’nin talabesi Hacı Bektaş’ı çarpıtmalarına,
üzerlerinden siyaset yapmalarına artık göz yumamayız.
Siyasi mecradan kurtarılan Aleviliğin sahte Bektaşilikten
ayrışmasıyla gerçek dini hüviyetine kavuşturulması,
kaçınılmaz bir süreçtir.
Dinlerarası diyalog süreci başlatıldığı halde, kendi
insanımızla bunları rahat bir şekilde konuşamamamız,
içimde bir burukluk, üzüntü oluşturuyor. Oysa “Hain”
“Düşkün” türü suçlamalara kulak asmadan diyalog
kapısını açık tutanlar kazanıyor. Aleviler, farklılıklarını
da koruyarak, her alanda haklarını cesurca, kararlılıkla ve
493
Faruk Arslan
barışçı yöntemlerle savunarak sonuç alma noktasına
geldiler. Bunu, haklar mücadelesi açısından önemli bir
kazanım saymak gerekir. (Dündar, 2008). Bu devrede
çıkarcı Mason Bektaşi-Ateist ittifakının “Alevilik, İslam
dışı ayrı bir din” söylemi ile ayrı bir örgütlenme
yaptırması dikkati çekiyor. Alevi kökenli olan ve
olmayan mason Bektaşilerden beslenen ateist/sol
zihniyete göre, Alevilik İslamın içinde olamaz. Bu
görüşte olanların bile kültürel bir sos olarak Yesevi’yi
kullanmak istemesi kabul edilemez.
1997 yılının Şubat ayında Faik Bulut’un “Alisiz Alevilik”
adlı kitabı yayınlandı. Daha sonra Hacı Bektaş’ı Hasan
Sabbah’ın talabesi yapmaya kalkan ve Alevileri sapık
birn inanca sürükleme niyetinde olan çevrelere çalışan
Bulut, kitabında bunu sözde “İslamda Özgürlük Arayışı ”
olarak sunuluyordu. Anadolu’da Alevîlik-Bektaşîlik’in
kökenini, Sünnî-Şîi bölünmesine kaynaklık eden
olaylarda aramak tarihsel ve sosyolojik olarak hiçbir
geçerliliğe sahip bulunmamaktadır. Anadolu’da AlevîlikBektaşîlik konusu ancak, Türk kitlelerin anayurtlarında,
göç etmeleri sırasında ve son olarak geldikleri Küçük
Asya’da yani Anadolu’da karşılaşmış bulundukları, dinsel
ve kültürel akımlar anlaşılmak suretiyle ele alınabilir.
Konu üzerinde bilimsel araştırmalar yapan Fuad Köprülü,
F.W.Hasluck, Irene Melikoff, Süreya Faruki ve Ahmet
Yaşar Ocak gibi araştırmacıların, bugün ulaştığı sonuç
budur. Ahmet Yaşar Ocak’ın ifadesiyle, Türk kitlelerin
yüzyıllara yayılan zaman sürecinde ve farklı
coğrafyalarda, farklı inançlara ve kültürlere sahip
halklarla ilişkide bulunmaları sonucunda oluşan bu dinsel
ve kültürel senkretizm denilen bağdaştırmacı Alevîliğin
494
Faruk Arslan
anlaşılabilmesinin yegâne anahtarıdır. (Ocak 1996).
Elbette, Alevilik, İslam içidir. Alevilerin tamamına yakını
kendilerini İslamın içinde sayarlar, ama burada kastedilen
sünni İslam inancı değildir. Mason Bektaşilerin ve bazı
radikal müslümanların kasten anlamadıkları gerçek,
Anadolu Alevilerinin kendilerine has bir İslam anlayışları
olduğudur. İslam denince sadece sünniliği ( 4 mezhebi)
anlamak, sonuçta Alevileri de İslamdışı saymaya götürür
ki, ne yazıkki birçok kişi bu yanlışa düşüyor. (Yaman,
1998).
Alevi Bektaşilerin “Çelebi”lerinden, Postnişin Veliyettin
Ulusoy, Milliyet’den Devrim Sevimay’a 2009’un ilk
günlerinde şunları söylüyor: Alevilik mezhep değil, asıl
İslam’ın özüdür - Ehlibeyt’i nasıl anlatırsınız?
Peygamber, Hz. Ali, Hz. Fatma, Hz. Hasan ve Hz.
Hüseyin… Ehlibeyt deyince bu çekirdek beş kişiyi ve
onlardan gelenleri anlarız. Zaten kelime anlamı “ev halkı”
demek. Peygamberimiz vedasında “Sizlere Kuranı ve bir
de Ehlibeytimi emanet ediyorum” der . Ulusoy ekliyor:
Bu “yol” İslam içi midir, İslam dışı mı çok saçma bir
tartışma konusudur, çünkü biz “on iki imamları”
andığımızda onlar kimdir? Peygamber kimdir? Hacı
Bektaş Veli kimdir? Bunların hepsi İslam. O halde kimse
Alevilik İslam’ın dışında diyemez. Bunu dediğiniz zaman
siz Alevi Bektaşiliğe sadece dışarıdan bakmışsınız
demektir. Bugün Alevilerin yüzde 99.9’u da İslam’ın
içinde olduğunu bilir, “Elhamdülillah Müslümanız,
Aleviyiz, Bektaşiyiz” derler. “Allah Muhammed Ali”
diye bir üçleme vardır. ( Sevimay, 2008).
495
Faruk Arslan
Bazı ‘eski solcular’, sağduyulu Aleviler ve AKP,
“Alevilik, özgül inanç” veya “kültür” söylemi gibi orta
yol bir çözüm önerisi sunuyor. Bu nedenle Alevilerin
Diyanet’e değil Kültür Bakanlığı'na bağlanması söz
konusu. Devlet Bakanı Said Yazıcıoğlu, Kültür Bakanı
Ertuğrul Günay ve AKP İstanbul Milletvekili Reha
Çamuroğlu, yeni yapının mimarları. Gelinen aşamada,
Diyanet veya buna paralel bir yapı yerine, tamamen ayrı
bir yapılanma getirilmesi görüşü ağırlık kazandı.
Cemevlerine aktarılacak bütçenin, "inanç kültürlerinin
desteklenmesi" çerçevesinde Kültür ve Turizm
Bakanlığı’na verilmesi orta yol aslında. Çünkü gerek
Avrupa’daki Alevi Konfederasyonu gerekse Türkiye’deki
Alevi-Bektaşi Federasyonu, Diyanet’i kabul etmiyor,
hatta Diyanet ile birlikte okullarda zorunlu din ders
uygulamasının kaldırılmasını talep ediyorlar. AKP,
zorunlu din dersi müfradatı uygulaması engelini, Alevi
dersi seçeneği koyarak aşmaya çalışıyor. AB, Alevi ve
Kürt sorunlarının çözülmesi için uzun süredir bastırıyor.
Alevi Bektaşi Federasyonu Başkanı Ali Balkız, devrim
niteliğinde haklar verilmesi için çözüm paketi hazırlayan
Çamuroğlu’nu ve Cem Vakfı Başkanı Prof. Dr. İzzeddin
Doğan’ı “düşkün” ilan etmesini Haziran 2007’de
Toronto’ya ziyareti sırasında yakından tanıdığım Turgut
Öker’in dolmuşuna gelmesine bağlıyorum. Öker’in ipi ile
kuyaya inenleri, Mason Bektaşilerin çıkmaz sokakları,
Alman İstihbaratının Bizans oyunları, bitmeyen
yokuşları, ayrılıklar, savaşlar, kargaşalar bekliyor.
Çamuroğlu samimi, bu nedenle daha sonra Ali Balkız ile
barıştılar. Doğan, düşkün ilan etmenin kurallarını
hatırlattı ve bu yöntemlerle kaçak güreşenlere sert çıkıştı.
Alevilerde sağ duyunun hakim olmasını ve uzlaşma için
496
Faruk Arslan
yapılacak zirve ve toplantılardan 85 yılda ilk defa
önlerine konan fırsatı tepmeyecekleri bir reformun
çıkmasını umuyoruz.
Cem Evlerinin resmi olmasada ibadethane yapılması ve
buralara bütçe ayrılması, olumlu ama radikal beklentiler
içinde olanlara göre halen yetersiz bir reform. Devletten
maaş alan dede, dedemiz olamaz söylemi başlatanlar
Alman İstihbaratından beslenen kesimler. Arkalarında
Mason Bektaşiler kapı gibi duruyor. Çamuroğlu ile aynı
odayı bile paylaşmak istemiyorlar.
İlk adım, 13’ü Sünni 24’ü Alevi 37 aydının yakıldığı
Madımak Oteli müzeye dönüştürme jestiyle atılabilir.
Buranın kitapçı yapılması ara çözümdür. Bu çerçevede
camilerde olduğu gibi cemevlerinin de elektrik, su
giderleri karşılanması, Cemevlerinde görev yapan dede,
zakir ve hademelerin maaşlarının bütçeden ödenmesi,
gecikmiş mükemmel bir yenilik. Maaşın Kültür Bakanlığı
bütçesinden karşılanırken, kaç dedeye maaş bağlanacağı
Alevi-Bektaşi dernek ve vakıf temsilcileriyle yapılacak
görüşmeler sonunda netleşir. Abdal Musa Vakfı'nın
'Alevi Enstitüsü' kurması ve burada sınavdan geçenlere
maaş verilmesi alternatifler arasında yer alıyor.
AK Partili Reha Çamuroğlu ve Yazıcıolu önderliğindeki
Alevi açılımının artık bir hükümet politikası haline geldi.
Çamuroğlu, “Çok geniş mutabakat sağlama amacındayız”
derken, “Maaş bağlanacak dedelerin tamamı soydan dede
olanlar değil, hizmet üretenler olacak" ifadelerini
kullanıyor. (Çetin, 2008).
Elbette bunlar, özellikle tekke, zaviye ve türbeleri kapatan
yasaya aykırı düşmeyecek formüllerle geliştiriliyor. Alevi
kesimin temel taleplerini karşılayacak düzenlemede
hassas bir denge kurmak kolay değil. Üzerinde çalışılan
497
Faruk Arslan
formülde, bazı tarikat ve cemaatlerin cemevlerine
getirilecek hakları örnek göstererek talepte bulunmalarını
engelleyecek bir yapı oluşturulmaya çalışılıyor.
22 Temmuz seçiminden sonra Bilkent Otel’de Alevilerin
iftarına katılarak "açılım" mesajı veren Erdoğan, Alevi
yazar, İstanbul Milletvekili Reha Çamuroğlu’nu da
danışmanlık görevine getirdi. Çamuroğlu, bu adımların
kesintiye uğraması üzerine danışmanlıktan istifa etmişti.
Ancak Erdoğan, Çamuroğlu’nun istifasını işleme
koymayıp, makam odasını da boşalttırmadı. 10 Kasım’da
( 2008) yapılan Bakanlar Kurulu’nda AKP’nin
programında yer alan Alevi açılımı nihayet başlatıldı.
Çamuroğlu’nun danışmanlığa "fiilen dönmesi"
olumluydu. 9 Kasım 2008’de Sıhhıye Meydanı'nda
gerçekleştirilen, 100 bin kişinin katıldığı Alevi mitingi
hakkında en çarpıcı açıklamalar İnönü Üniversitesi
Tarih Bölümü Başkanı Prof. Dr. Salim Cöhce'den
geldi. Malatya İnönü Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi
Tarih Bölümü Başkanı Prof. Dr. Salim Cöhce,
Türkiye'deki birçok Alevi olaylarının dış istihbarat
örgütlerince çıkartıldığını, Alevi mitinginin de yine
istihbarat örgütlerince tertiplendiğini savunuyor.
"Kahramanmaraş olaylarını, Çorum olaylarını, Sivas
olaylarını çıkaranlar bugün bu Alevileri sokağa döken,
yürüten kişilerdir" diyen Prof. Dr. Cöhce, şu
değerlendimeyi yapıyor:
Bu sorun bizim Alevilerimizin sorunu değil. Bu mesele
yıllardır Alman istihbaratının tezgahladığı bir oyunun
artık dışa vurulması, açıkça sahneye konulması
hadisesidir. Önce ‘Alisiz Alevilik’ icat edilmeye çalışıldı.
Sonra Aleviliğin ayrı bir din olduğu yönünde bir
498
Faruk Arslan
kampanya başlatıldı. Sonra Aleviliğin Hititler’den intikal
ettiği, işte bir Anadolu dini olduğu yönünde görüşler ifade
edildi. Tabi bunların hiç birisinin bizim tabanda, tavanda
Alevi vatandaşlarımızın üzerinde pek fazla bir etkisi yok.
Ancak, Aleviliği kendi gelecekleri için kullanmak isteyen
zümreler, gruplar, hatta devletler ve istihbarat birimleri
çalışmalarını aralıksız olarak sürdürdüler ve bugünkü bu
durum ortaya çıktı." ( Zaman, Yeni Şafak, 2008). Bu
doğru bile olsa Ankara’nın yıllardır Alevi vatandaşlarını
ihmal ettiği bir gerçek. 150’ye yakın aydın yayınladıkları
bildiri ile mitinge destek verdiler. Mitinge katılanları
Avrupa’dan gelen, ‘Alevilikle ilgisi olmayan, peygamber,
Kuran ve Muhammed’ tanımaz tipler olarak niteleyen
Cem vakfı başkanı Prof. Dr. İzzeddin Doğan’ın bu
açıklamasıda, onun düşkünlükle suçlanmasıda ağırdı. İki
tarafta da sağırlar diyaloğu sürüyor. 21 Alevi derneğini
bünyesinde toplayan Alevi Bektaş Federasyonu Başkanı
Ali Balkız’ın Diyanet’in ve din derslerinin tamamen
kaldırılması gibi aşırı talepleri ortamı geriyor. Oysa AKP,
istediklerine yakın, eşit haklar sunuyor. Aleviler ile
Bektaşiler, 85 yıldır önlerine konmayan bu fırsatı
birbirleriyle uğraşarak kaçırmamalı. Herkesin inandığı
gibi insanca yaşamasını, ayrımcılığa tabi tutulmamasını
savunuyoruz. Yesevi’nin izlediği çizgi, kanaatımca
budur. İnsanları oldukları gibi kabul etme erdemi esastır.
Söylemek istediğim, boğazımda düğümlenen gerçekleri,
yazılı olarak düşünüyorum. Geleneksel Aleviler ve
Bektaşilerin Mason Bektaşilerden boyunduruğu
kurtarmaları, Türkiye’de iç savaş çıkartmaya çalışan derin
güçlerin ve yabancı istihbaratların oyunlarını bozacaktır.
499
Faruk Arslan
Ülkemizi ve insanımızi Hacı Bektaş Veli’nin ifadesiyle ‘
diri, iri ve bir’ yapacaktır. Mason Bektaşilerin
yönetimindeki derin devletimizin oyunlarına gelerek heba
ettiğimiz 150 yılı artık tamir etmeliyiz.
1982 Anayasası'na daha fazla dokundurtmaya
yanaşmayanlardan bazıları Alevilik konusu açıldığında o
kesimden gelen şikâyetlere en fazla kulak verenler; bu
hemen fark ediliyor. Oysa Aleviler'in şikâyetlerinin çoğu
anayasayla bir biçimde irtibatlı. Anayasanın ülkeye
biçtiği elbise Alevi kesimine de dar geliyor. Alevi
kesimin talepleri mevcut anayasal dinî yapı içerisinde
çözülemez. Sorun, sanıldığı gibi Sünni çoğunluğun geçit
vermemesi veya bağnazlığı ile irtibatlı değildir; Alevi
kesim sorunun kaynağını siyaseten kendilerine yakın
sandıkları çevrelerde aramakla ve onları çözüme ikna
etmekle işe başlasın. (Koru, 2008).
Yani Mason Bektaşileri ikna etmekle ve yıllardır onları
kullanan Kemalistleri yola getirmeliler… Yesevi’yi
Mevlana’yı Yunus Emre’yi Mason Bektaşilerin elinden
kurtarmak boynumuzun borcudur. Sözün özü, Yesevi’yi
kullanmak isteyenler önce referansına baksın. Yesevi’yi
Aleviliğe eklemlemeye çalışanlar, önce tarihi okusun.
Tarihe göz atmanın sırası şimdi geldi.
500
Faruk Arslan
Altıncı Bölüm
BEKTAŞİLİĞİN BEŞ YÜZÜ
Geleneksel Aleviler, Aleviliğin masonlardan ve
Bektaşilerden özgürleşme sürecinin başladığını, kırılması
gereken prangalardan en önemlisinin hurafeleştirilmiş
Bektaşilik olduğunu yazıyorlar. Nedeni şöyle açıklanıyor:
Bektaşilik içinde çok çeşitli virüsleri barındıran bir
organizmadır ve Alevilerin bundan kurtulması
zorunludur. Karşımızda bir tarikat olsaydı, bir lideri yada
şeyhi olsaydı yada belli ilkeleri olan bir oluşum olsaydı,
belki kurtulmak daha kolay olurdu. Ama karşıda zamanla
gelişen vücud bulan kültürel bir sentez var ve içinde her
türlü negatif unsur bulunuyor. Çok yüzlü bir oluşumla
karşı karşıyayız. İçinde her şeyi bulmak mümkün, çünkü
sürekli kılık değiştiriyor, fikir geliştiriyor. Hiçbir doğması
olmadığı için kılıktan kılığa şekilden şekle girebiliyor. Bu
nedenle ıslahı, düzeltilmesi mümkün olmuyor, yok
edilmesi de mümkün değil. Çünkü her dönemin hakim ve
batıl fikrini savunabiliyor, bünyesinde taşıyabiliyor. Bu
nedenle tamamen dışlanması gerekiyor. Batıl yaşadıkça
yaşayacağı için dışlanmasından başka çare bulunmuyor.
Bunu yapmaya çalışıyoruz, Bektaşiliğin çok yüzünü
gösterip bir şeyleri anlatmaya çalışıyoruz. Anlayanlar
kurtuluyor, bizzat görüyoruz. Anlamayanlara, anlamak
istemeyenlere üzülüyoruz. (Şahin, 2008).
Yobaz ve bağnazlıktan uzak, militarist oyunlara gelmeyen
Alevilerin yanlışlığın farkında olması sevindirici.
Masonik Bektaşilikten rahatsız olan ve Alevi ile Bektaşi
kavramlarının birbirinden ayrılmasını talep eden
501
Faruk Arslan
Alevilerden Teoman Şahin belki bir otorite değil, ama
radikal önerilerini sıraladığı Alevi Sesi’ndeki makalesi,
aykırı bir ses olarak bir ilk. Şahin, Bektaşiliğin beş
yüzünden bahsediyor. Bu yüzleri tarihi dönemler halinde
ele alalım:
BİRİNCİ YÜZ; 1200-1500 ARASI
Bu dönemin başlarında Hacı Bektaş, Selçuklu sarayının
hemen yanıbaşına Sulucakahöyüke gelip yerleşiyor.
Herhangi bir tarikat kurmuyor. Çevresinde kendisiyle
birlikte hareket eden az sayıda bir kitle var. Bu kitleye
liderlik ettiğine ilişkin bir kanıt yok. Kitlenin Bektaş’ın
dini bilgisi olduğuna inandığı açık. Bektaş Horasanlı Türk
kökenli. Sünni bir mutasavvıf olarak kabul ediliyor.
Maturidi ve Hanefi olan Yesevi alperenlerinden, Hoca
Ahmet Yesevi’den icazet aldığı söyleniyor. Bektaşiliği
çarpıtmak Batini göstermek için uydurma kaynaklar icat
edip komplo teorileri yazanlar, Yesevi’den el almasını,
yahut talabesi Lokman Perende’den aldığı postu ya kabul
etmiyor veya Yesevi’’ bir İsmail Dai’si yaparak ilişkiye
kökünden zehir katıyor. Faik Bulut ve İsmail
Kaygusuz’un hedef saptırdığı gibi, O, ne Selçuklulara
kan kusturmuş Hasan Sabah’ın Alamut Kalesinde 15 yıl
eğitim görmüş sapık bir İsmailli Daisi, nede isyancı Baba
İshakla ilgisi var. ( Bulut, Kaygusuz, 2000). Çünkü Baba
İshak isyanı sırasında henüz 4 yaşında, Anadolu’ya
geldiğinde 27 yaşında bir genç alperen. Tüm Sufi İslam
alimleri gibi politika ile ilgilenmiyor. ( Ocak, 1990).
Onu çevresindeki çok az kişi dışında zamanla bu konuda
araştırma yapanlar tanıyabiliyor. O tarihlerdeki Mevlana
gibi bazı dini çevrelerde tanıyor. Anadoludaki
Hristiyanlarla da bağ kurması kaçınılmaz. Tıpkı Mevlana
502
Faruk Arslan
gibi hoşgörü anlayışı nedeniyle pek çok Rumun
müslüman olmasına vesile oluyor. Bektaş’ın ölümünden
ve Osmanlı kuruluşundan sonra bazı Osmanlı
aydınlarının buradaki insanlarla temasa geçmiş olmaları
muhtemel. Yeniçeri-Bektaşi bağının ilk nüvelerini bu
dönemde görebiliyoruz. Bu dönem Anadolusunda okumayazma yok, insanlar ekonomik sorun içindeler. Anadolu
ne etnik nede dini kimliğe henüz sahip değil. Herkes iç
içe, ekonomik sorun üst düzeyde, siyasal istikrar, birlik
zaten yok. Etkiye açık geniş bir toprak parçası döllenmeyi
bekliyor. Peki Bektaşilerin içine karışan Kalenderiler
kimlerdir?.Saç, sakal, kaş ve bıyıklarını traş eden, başlarına
on iki dilimli sivri keçe küllah giyen ve hiçbir şeyle
alâkadar olmayan insanlardı. Bunlar kinaye olarak hiçbir
şeye aldırış etmeyen, her şeyi hoş gören adama dilimizde
‘Kalender’ derler. Aşırı derecede vahdet-i-vücut'cu olan bu
tarikat mensupları 17. asırda ortadan kalkmış olup
Bektaşilik bu tarikatı de temsil etmiştir. Hacı Bektaş’ın
başında toplanan zümreye ilk defa 13. asırda
rastlamaktayız. O sırada Bektaşilere "Abdalân", Hacı Bektaş'a da (Gaziler serdarı) (Erenler Severi), (Kalenderler
Piri) deniyor.
Bektaşi bir tarikat kültürü olarak Balkanlar ve Doğu
Avrupa coğrafyasına difüzyonu ve bu yörelerdeki mutlak
(absulute) etkinliğine ulaştığı yıllar incelendiğinde
karşımıza Sarı Saltuk mahlaslı Yesevi alpereni bir evliya
çıkar. Hünkar Hacı Bektaş Veli’ye ilişkin velayetname
varyantlarında bu zat Hacı Bektaş Veli’den bizzat el almış
bir derviştir. Diğer yandan çeşitli tarihi kaynaklarda bu
şahsın Aya Naume, Aya Sprıdone, aya Nicolas, Saint
Clause vb. gibi meşhur Ortodoks tandaslı İsevi Azizlerine
tahvil edildiği de görülüyor. Merhum Turgut Koca Baba;
503
Faruk Arslan
1991 yılında neşrettiği W. Hasluck’un “Bektaşiliğin
Coğrafi Dağılımı” isimli eserinin çevirisinin önsözünde;
Sarı Saltuk’un İseviler’ce kutsallık atfedilen ünlü Azizleri
Santa Klause’nin Noel Baba adıyla bir değişim geçirerek
söylencelerde yer bulduğunu savlamış ve bu mana da
oldukça naif bir muhakeme ve mantık içeren deliller arz
etmişti. Yine Evliya Çelebi’nin gezi notlarında ve Cem
Sultan’ın vakıanüvisti Ebul Hayr Rumi’nin (1473-1480)
“Saltukname” isimli eserinde kendisinden çok geniş bir
mübahese söz konusu. Ebu’ul Hayr Rumi, Saru
Saltuk’tan söz ederken kendisini Horasan’dan Diyar-ı
Rum’a (Anadolu’ya) yerleşmiş “Şerif Hızır” (Hızır Gazi)
isimli ehl-i Sünnet bir evliya olarak yad ediyor.
Şevki Koca’ya göre, bu tespit oldukça makul olup
bilinenlerin aksine Kadim Bektaşilik temelinde bir Yesevi
postulatı olarak “Ehl-i Sünnet Ve’l Cemaat” bir konsept
bulunuyor. Diğer bir başka belge de aslen Fas-Marakeşli
olan ve ünlü bir seyyah olarak bilinen “İbn-i Batuta’nın”
gezi notlarıdır. Bu belgede İbn-i Batuta Sarı Saltık’tan
“Baba Saltuk” olarak bahsediyor. Evliya Çelebi ise bu
azizi Horasan doğumlu olarak tespit edib gerçek adının
Muhammed Buhuri olduğunu savlıyor. Evliya Çelebi,
Saru Saltuk’un 1263 yılında Romanya, Babadağı’nda bir
büyük dergah uyandırdığını belirtmiştir. Çelebi verdiği
bilgileri Özi Valisi “Koca Kenan Paşa” tarafından
yaklaşık 1611 yıllarında yazılmış “Fütühat-ı Toktamış”
adlı eserden ve Gelibolu’lu tarihçi Mehmet
Yazıcıoğlu’nun (vefat. 1451) “Muhammediyye” isimli
çalışmasından istinsah ettiğini zikrediyor. Saru Saltuk
özellikle “Türkapol” adıyla maruf ve Güney Rusya’dan
göç ederek Romanya-Dobruca’ya yerleşmiş Hristiyan
Türk Tatar’ların müslümanlaşmasında önemli roller
504
Faruk Arslan
oynamıştır. Hacı Bektaş Velayetnamelerine göre, Hz. Pir
kendisine görev vererek yanına kattığı “Ulu Abdal” ve
“Kiçi Abdal” isimli dervişler ile birlikte Balkanların
irşadına memur eder. Saru Saltuk Hazretleri tahta (batın)
kılıcıyla Kırım başta olmak üzere Azerbaycan, Sinop,
Moldavia, Kaligra, Dobruca, Varna, Gerlova, Niş, Lej vs.
gibi yöre ve merkezlerde birçok keramet izhar ederek ön
Bektaşilik diye adlandırabileceğimiz döneme damgasını
vurmuş ve tüm Doğu Avrupa’da irşat merkezleri
uyandırmış Abdalan-ı Rum mahlaslı Alperenlerdendir.
Saru Saltuk bilinen kayıtlara göre 14’ncü yüzyıl
başlarında Hakk’a yürümüş olup, dünya üzerinde tam on
yedi ayrı yerde kabir merkaddi (nazarlaması) bulunuyor.
Osmanlı’nın devlet durumuna gelişinde İçbatı Anadolu ve
Balkanlarda siyasal, yönetsel ve askeri bakımdan
yapılanmasında genel Aleviliğin ve Aleviliğin
türevlerinden Ahiliğin, Alevi, Bektaşi ve Ahi dervişlerin
temel rolü olmuştur. Orhan Bey Rumeli’yi Osmanlı’ya
kazandırırken; Halil Ece, Yakup Ece, Akbaş Baba, Gazi
Fadıl Bey gibi toplum içinde saygınlığı olan ileri gelen
kimseleri görevlendirmiştir. Bunların tümü Alevi ve
Ahidirler.
Balkanlarda ortak bir “Sarı Saltık kültü” vardır. Bu
inanışın izlerine, etkinliğine Yunanistan, Romanya,
Bulgaristan, Kırım ve Azerbaycan’ın tümünde rastlanır.
Tarihlerin anlatımına göre Sarı Saltık 1263’lerde 12 bin
Türkmen ailesiyle Kırım ve Dobruca yörelerine gidip
yerleşmiş ve İslamlığı yaymaya çalışmıştır. 14. yüzyılda
yöreyi dolaşan ünlü Arap gezgini İbni Batuta bu yıllarda
yörede “Ahilik”le birlikte “Sarı Saltık kültü”nün de
yaygın olduğunu, Altınordu ülkesinde bayağı
505
Faruk Arslan
tutunduğunu yazar. Sarı Saltık, Kırım Hanı’yla birlikte
savaşlara katıldığı, savaşçılara coşku aşıladığı, Rumeli ve
Kırım Tatarlarını İslamlaştırdığı, en çok Edirne ve
İsakça’da yaşadığı, İlhanlı ve Coçı Uluslarının kültür
tarihlerine de mal olduğu bilinmektedir. Sarı Saltık’dan
sonra gevşeyen bu akımı, özellikle Altınorda ve Tatar
yörelerinde Sarı Saltık’ın müridlerinden Tokatlı Barak
Baba toparlamıştır. Binlerce müridiyle Sarı Saltık, ardılı
(halifesi) Barak Baba, Horasanlı Taptuk Emre ve
Azerbaycanlı Geyikli Baba Osmanlı uç bölgelerinde etkili
olmuşlardır.
Ebusuud Efendi’nin Saru Saltuk ile ilgili fetvası şu
şekildedir. “El cevap; Riyazaat ile kadid olmuş bir
keşişdir” Mealen (İbadet ile vücudi zevkleri terk etmiş ve
dinin şer’i kayıtlarından kurtulmuş bir manastır rahibi
gibidir.) Ebusuud Efendinin bu tesbiti son derece yerinde
olup, bu fetva’dan sonra Saru Saltuk muhtemel bir
takibattan kurtulmuştur. Ebusuud Efendinin fetvasında
Bektaşiliğe yergi değil tam tersine bir övgü söz
konusudur. Hakikaten Bektaşi evliyaları kendilerini Allah
ibadetlerine adamış ve din gibi aidiyetlerin dışına
çıkabilmiş ve gerçek anlamda ıtlak mertebesi olan; “Enel
Hak” namazını Macaristan’da bizzat kaldırmıştır. ÖnOsmanlı Fatihlerinin fetih ve fütüvvet (feta) amaçlı kıt’a
Avrupa’sına geçiş teşebbüsleri 1221-1360 yılları arasında
(tam anlamıyla yerleşik bir konuma ulaşılıncaya kadar)
tam on sekiz kez yenilenmiştir. Diğer yandan, Seyfiyan-ı
Rum, Gaziyan-ı Rum, Abdalan-ı Rum ve Bacıyan-ı Rum
ortak paydasıyla bilinen Alperen dervişlerin gerçek
manada Avrupa’da iskanları ancak dokuzuncu sefer ile
gerçekleşmiş olup Orhan Gazi döneminin 1337 yılına
506
Faruk Arslan
tekabül etmektedir. 1337 yılında gerçekleşen bu geçiş
esnasında konumuza mehas teşkil eden ünlü Bektaşi azizi
Seyyid Ali Sultanda yer almışlardır. Bu sefere daha önce
Saru Saltuk’un geçişi karine alınarak Alperenlerin ikinci
Rumeli geçişi veya Kırkların birinci geçişi denilmekte
olup Bektaşi sözlü geleneğinde önemli bir yer
tutmaktadır. Ancak gerçek anlamda iskan ihtiva eden
Rumeli Fütühatı ise on sekizinci geçiş ile sağlanabilmiş
olup buna da Kırklar’ın ikinci geçişi denilmektedir.
(Kırklareli vilayetinin adı buradan karinedir.) Bu tarihte
Doğu Roma (Bizans) İmparatoru “Yuanis
Kantakuzinos”tur. 1354 yılında Orhangazi’nin
kumandanlarından Süleyman Paşa komutasında bir ordu
ile Gelibolu tarikiyle Rumeli’ne (Trakya’ya) ayak
basılmıştır. Güzergah takip edilerek; Bolayır (Purgaz),
Koşukavak, Edrene, Eceabad, Konurhisar, Tekfurdağı,
Rusçuk, Slistire, Şumnu, Niğbolu, İpsala, Malkara,
Hayrabolu, Keşan, Çorlu, Dimetoka gibi mekanlar
tamamıyla Osmanlıların mutlak denetimi altına
girmişlerdir. Bu sefer esnasında bölgenin önemli
müstahkemlerinden sayılan Çimpe, Haçie, Mürsed
(Mürsad), Baç’in gibi kaleler ele geçirilmiştir. Bu
fetihlere ilişkin olay örgüsü (1644-1701) yılları arasında
burada postnişinlik yapmış “Cezbi Abdal” tarafından
yazılan “Seyyid Ali Sultan” Velayetnamesinin içeriğinde
oldukça allegorik bir uslüp ve esatirik mahiyette tespit
olunmuştur. Söz konusu Velayetname’de Emir Sultan (
Başbakanlık Arşivi, 1827), Seyyid Rüstem Gazi,
Abdüssamed Fakih, Seyyid Ahmed gibi Abdalan-ı Rum
mensuplarının isimleri tek, tek zikredilerek bu geçişin
Yıldırım Han’ın (1’nci Bayazıd) emir ve önderliğinde
yapıldığı tespit olunmuştur. Velayetname burada bir
507
Faruk Arslan
çelişki arz etmektedir; zira söz konusu Rumeli Fethinin
1357 yılında olduğuna dair müverrihlerin ittifakı esas
alındığında, bu tarihlerde Osmanlı iktidarında Yıldırım
Han yani 1’nci Bayazıd değil Orhan Gazi Han
bulunmaktadır. Diğer yandan 1’nci Bayazıd’ın 1387’de
Karaman Savaşına bizzat katıldığı ve gösterdiği üstün
kahramanlıklardan dolayı “Yıldırım” mahlasını aldığı
kayıtlarda belirtilmiştir. Esasen Orhan Gazi’nin vefatı
1389 ve 1’nci Bayazıd’ın cülusu ise 1389 tarihlerindedir.
Diğer yandan Velayetname’de yer alan Alperenler’in
(Hezarfen, 1999) çoğunun Orhan Gazi dönemi yaşadıkları
bilinmektedir. Bu zatlar şunlardır; Süleyman Paşa,
Akçakoca, Konuralp, Abdurrahman Gazi, Kara Mürsel,
Aykut Alp, Tez Ali, Akbaş Mahmud, Kara Tekin,
Gündüz Bey, Hacı İlbey, Lala Şahin, gazi Fazıl, Evrenos
Bey, Turgut Alp, Ece Bey, Hızır Bey, Eflegan Bey,
Rüstem Gazi, Seyyid Ali Sultan, Abdüssamed Fakih,
Seyyid Ahmet, vb. (Noyan, 2003:15)
Toplam kırk yiğide atfedilerek mitolojik hüviyet
kazanmış olan bu geçiş esnasında şehit düşmüş zatlardan
birinin kabri Gelibolu’da medfun olup kumsalda bulunan
kabri dolayısıyla bugünün halkı tarafından Kum Baba
ismiyle anılarak ziyaret edilmektedir. Bazı kaynaklarda
bu sefere Orhan Gazi’nin bizzat katıldığı, ordunun sol
tarafında yer aldığı ve ortada Sarıca Paşa ve sağ kanaatta
Süleyman Paşa’nın olduğuna dair bilgilerde mahfuzdur.
Osmanlılar, 1. Murad döneminde Yunanistan ve
Bulgaristan’ın önemli yerlerini almış ve Anadolu’daki
Türkmen oymaklarının bir bölümünü buralara
yerleştirmiştir. Alevi-Bektaşi topluluklarının Yunanistan
ve Bulgaristan yörelerine yerleşmesi genellikle bu yolla
508
Faruk Arslan
olmuştur. Daha önceleri Babai (1240) olayı sonrasında
kırımdan korkan kimi Batıni- Babai ve Alevi toplulukları
da hemen olay sonrası yıllarda bu yörelere göçmüşlerdir.
Bugün, bunlar bu yörelerde “Babailer” olarak
adlandırılırlar. Alevidirler. 2. Bayezıd kendisine karşı
olarak gördüğü kimi Alevi-Bektaşi topluluklarını “Safevi
yandaşıdır” suçlamasıyla Yunanistan, Sırbistan, ve
Arnavutluk’a sürmesi Balkanlarda Alevi nüfusun
artmasında önemli bir etkendir. Bu dönem Yunanistan’ın
Modon, Koron gibi adaları Aleviler için sürgün
merkezleri olmuştur
Seyyid Ali Sultan, 1385 yılında Dimetoka’nın
Microdorian (Demirviran) adı verilen köyünde Kızıldeli
Çayının bitişiğinde bir Bektaşi Dergahı kurarak ilk
postnişini olmuştur. Daha sonraları bu tekkede Balım
Sultan, Vahdeti Dede, Seyyid Mustafa Dede, Kara Ali
Dede, Sadık Abdullah Baba ve birçok Bektaşi dedesi
yetişir ve misyonerlik çalışması yaparak Bektaşiliği tüm
Virani, Vahdeti, Ahmet Gurbi, Belgratlı Agâhi Dede,
Bosnevi, Muharrem, Mahzeni, Sersem Ali Baba, Lezizi,
Aru Baba, Derviş Bekim, Şemimi ozan-derviş kuşakları
geliştirirler. Bu tür yoğun çalışmalar sonrası bu tarikata
Türk dışı Yunan, Arnavut ve Yugoslav kökenliler de
girmişlerdir. Bektaşilik, Arnavutluk halkı arasında da çok
yaygındır. Makedonya Cumhuriyeti, Sırbistan Kosava
Özerk Bölgesi’nde ve bugünkü Arnavutluk’ta yaşayan
toplumların dinsel, siyasal ve kültürel yaşamlarının
oluşmasında Bektaşiliğin önemli ölçüde belirleyicidir.
509
Faruk Arslan
Yine bu dergahın kuzeyine kalan “Kırca Ali” köyünde bir
makam (nazarlaması) mevcud olup, A.B.D. / Detroit
Dergahı Postnişini Merhum Recep Ferdi Baba’nın
“Bektaşi Mistisizmi” isimli Arnavutça eserinde bir tesbit
açısından burasını zikreden Rusçuk’lu Şair Zarifi’nin
aşağıda belirttiğimiz dörtlüğüne yer verilmiştir.
Hü Dost
Aşıklar der sana beli
Eyasadık gerçek veli
Kırcali’de Kızıldeli
Maksuduma ir’gör beni
Dimetoka Dergahı dünya üzerinde mücerret hilafet erkanı
yapılabilen beş büyük tekyesinden biridir. Bu nedenle
Arnavut muhiblerce “Tegejah Madh” yani Büyük Tekye
ismiyle anılır. Dergah 1’nci Bayazıd dönemi vakfıyyeye
sayılmıştır. Tekyenin Kızıltepe mezrasında türbesi
bulunan Seyyid Ali Sultan’ın anısına binaen buraya bir
meydanevi inşa edilmiş olup Yukarı Dergah ismiyle
anılmaktadır. Daha çukurda bulunan bir meydan evi de
bulunmakta olup aşağı Dergah denilmektedir. Araştırmacı
Ahmet Hezarfen tarafından Başbakanlık Osmanlı
Arşivleri titizlikle incelenerek söz konusu Dergah’ın 1829
tarihi itibarı ile devletçe gasp edilen vakıf ve mamelek
envanteri “Tarih ve Toplum” Dergisinin 1999 yılı
189’ncu sayısında deklare edilmiştir. Dimetoka
Sancağının, Çirmen (Ormenion) Liva’sında Mürsel Gazi
veya Mürsel Baba (Balım Sultan’ın Babası) adına kayıtlı
bir Tekye daha bulunmaktadır.
Dimetoka Dergahı 1826 yılında 2’nci Mahmud tarafından
başlatılan Yeniçeri-Bektaşi Kıtal’inden nasibini almış ve
510
Faruk Arslan
tahrip edilerek kapatılmış, son postnişini olan İbrahim
Cefai Baba ise şehit edilmiştir. Diğer yandan 1807 yılında
Hakk’a yürümüş bulunan ve Kruja (Görice) Kentindeki
Nepravişta kasabasında kurulu “Abdullah Melcan”
Dergahının ilk postnişini olan Kemalettin İbrahim
Şemimi Baba tarafından Elbasan’da bir meşhuta inşa
edilmiş ve yıllar sonra Dimetoka Dergahının şehit edilen
son postnişini İbrahim Baba’nın ismi bu meşhutaya izafe
edilerek “Elbasan İbrahim Cefai Baba” Tekyesi olarak
yad edilmiştir. Cefai Baba Tekyesinin son postnişini ise
önceleri Bağdat Kazımiye Dergahının postnişinliğini
derühte eden ve şehitlik dergahı postnişini Halife Nafi
Baba’dan nasipli, mücerret Halife Selman Cemali Baba
olup bu zat 1943 yılında Hakk’a yürümüştür. Tekirdağlı
Belediye Başkanı Hasan Cemali Baba ile genellikle
karıştırılır. ( Koca, 2001).
İKİNCİ YÜZ; 1500-1826 ARASI
Bu dönemi fidana can suyu verilmiş dönem olarak görme
eğilimindeyim. Mutasavvıf bir Sufi olan dindar Osmanlı
sultanı 2.Bayezid tahta geçiyor ve Anadoludaki tüm dini
yapılaşmalara el atıyor. Anadolu Aleviliğinin temellerini
atan padişah sıkı bir müslüman. Dimetokadan Balım
sultanı Sulucakarahüyüke tayin ediyor. Var olan
yapılanmayı tarikat yapılanmasına dönüştürüyor. Bütün
gücüyle destekliyor. Bununla da yetinmiyor, tarikat
kurucusu ilan ettiği Hacı Bektaşı Anadoluya keramet
sahibi bir veli olarak tanıtmak için sarayda Firdevsi
Tavile, Menakıbı Hünkar Hacı Bektaş Vilayetnamesi’ni
yazdırıyor.
Hacı Bektaşın uçtuğunu, kerametler gösterdiğini, büyük
bir veli olduğunu bu eserle tüm Anadoluya ilan ediyor.
511
Faruk Arslan
Hem 2.Bayezid, hemde Hacı Bektaş bu eser sayesinde
Veli kabul ediliyor. Bektaş ‘Seyyid’ ilan edilirken
Padişahta ‘Sofu’lakabını kazanıyor. Padişah,
Anadolunun Sünnileştirilmesini bu yolla İslamileşmesine
yönelik hamleler içinde görüyor. Buraya Türk-Türkmen
göçerlerin yönelmesini sağlamaya çalışıyor. Okuma
yazması olmayan Anadoluluya, anlatıların devlet eliyle
duyulması sağlanmaya çalışılıyor. Bektaşi-Yeniçeri
ilişkisi gelişiyor, her iki kurumda yabancı unsurlara açık
kurumsallaşmalar Osmanlı eliyle büyüyor.
Balkanlarda 15. yüzyıldan sonra yoğun ölçüde Bektaşi
tekkeleri kurulmuştur. Bunların en önemlileri Akyazılı
Baba tekkesi, Demir Baba tekkesi, Otman Baba tekkesi,
Ali Baba tekkesi, Kıdemli Baba tekkesi, Yahya Paşa Bali
tekkesi, Hüseyin Baba tekkesi, Genç Baba tekkesi,
Kızane tekkesi, Sersem Ali Baba tekkesi, Sarı Saltık
tekkesi, Seyyid Ali Sultan tekkesi, Gül Baba tekkesidir.
Büyümeye Yavuz ve Kanuni dönemlerinde de katkılar
sağlanıyor. Anadolunun en çok Alevi katledilen bu
döneminde Bektaşilik, yeniçeri ilişkisi yoluyla Osmanlı
başkentinde kök ve etki salacak boyutta büyüyor. Bu
dönemin başlarında Balım sultanın yola bazı şekli
unsurları kattığını, sistematize ettiğini görüyoruz, bu
sistem zamanla gelişiyor. Bu yüzden o da piri sani (ikinci
kurucu) olarak tarihe geçiyor. Osmanlı tarihçileri tarikatı
Yesevi –Nakşi çizgisinde kabul ediyorlar. (Şahin, 2008).
Bektaşilerin ikinci piri sayılan Pir Balım Sultan da
(Hulâsattülbüdalâ) diye tavsif ediliyor. Hacı Bektaş-ı
Veliden sonra sırasıyla Seyyid Ali Sultan (mürşidi Hacı
512
Faruk Arslan
Bektaş Veli), Yağbali Sultan (Mürşidi Seyyid Ali Sultan)
harakatı yönetir. (Koca, 2003).
Bektaşilere (Işık taifesi) de denir. Bu tâbirin Hacı Bektaş
tarafından vazedildiği rivayet ediliyor. Hakikatten haberdar olmayanlar zulmattadırlar; özlerinde agâh olanlar ise
hakikat nuru ile aydınlıkta ve ışıktadırlar. Bursada ışıklar
mevkii de orada bulunan ve Ramazan Baba isminde bir
Bektaşi azizine ait tekke dolayısıyla bu adı almıştır. Hacı
Bektaş zamanında Bektaşiliğin erkânı, kuyudatı yoktu.
Hacı Bektaş, kendisine intisap edeceklerin, Kalenderiler
de olduğu gibi, başlarını traş eder ve keçe külâh
giydirirdi, erkân yalnız bundan ibaretti. Hacı Bektaş'ın
güttüğü gaye dahilinde tarikata erkân ve kavait
kendisinden sonra, 15. asırda Pir Balım Sultan tarafından
vazedilmiş ve çok sonraları bu tarikate (Tariki Nazenin)
de denilmiştir.
Bektaşilik tarihinde Hacı Bektaş Veli’den sonra akla
hemen Balım Sultan gelir. Bektaşiliğin
kurumsallaşmasında mühim sofistike roller üstlenmiş
olup bu nedenle “Pir-i Sani” yani İkinci Pir olarak
anılmaktadır. Tarikat ritüelini tanzim ederek, “Kanun-u
Evliya” ismiyle bilinen bir erkanname ve tüzük
hazırlamıştır. Bektaşi Kültür kurumu bugün dahi bu
erkanname formatının ön gördüğü ilke, disiplin ve
muhakemat ile idare olunmaktadır. Babası Kadıncık
Ana’nın (Bacıyan-ı Rum’dan İdris Hoca’nın eşleri olup,
Bektaşiler arasında çok büyük kutsallık atfedilen Kutlu
Melek isimli Azize’dir. Kabri Kırşehir Ahi Evran
mezrasındadır. Öte yandan Bacıyan-ı Rum adı verilen
konsept ise bilindiği gibi Anadolu Bacılarını kapsayan bir
teşkilat olmayıp, Roma Tekfurlarına Bac yani vergi
ödemek suretiyle toprak işleyebilme özgürlüğü ve
513
Faruk Arslan
özerkliği kazanmış ve ilerleyen dönemlerde Türkler adına
istihbarat görevi yapmış olan bir Ahi disiplinidir.)
torunlarından Mürsel Gazi (Mürsel Baba) dır. Annesi
dönemin Dimetoka Tekfurunun kızı Maria’dır. Mürsel
Gazi ile olan evliliklerinin öyküsü oldukça esatirik
boyuttadır. Bu kadın evliya “Kızana” mahlasıyla bilinir.
Diğer yandan Mürsel Baba adına Ormenion (Çirmen)
veyahut bilinen adıyla Harmancık kasabasında bir Bektaşi
Dergahı olup, Mürsel Gazi bu Türbede medfundur. Azize
Maria ise Bulgaristan’ın Eski Cuma yöresinde medfun
olup burada kurulu dergaha Kızane Tekyesi
denilmektedir. (Cebeci Halk Kütüphanesi).
1428 yılında doğan Balım Sultan Hazretlerinin asıl ismi
Hızır’dır. Annesi doğumundan hemen sonra Hakka
yürümüştür. Bu nedenle süt yerine Ballı su ile
büyütülmüş ve buradan karine olarak Balım Sultan
mahlasıyla anılmıştır. Mürşidi Yağbali Sultan’dır. Balım
Sultan Kızıldeli Dergahında 1445-1484 yılları arasında
postnişinlik yapmıştır. 1484 yılında Kırşehir pirevi
postnişinliğine getirilmişse de 1487 yılında 2’nci
Bayazıd’ın kardeşi Cem Sultan ile girdiği iktidar
kavgasında Bektaşi-yeniçeri organik bağından ürken
padişahın bir tedbir olarak Pirevi faaliyetlerine on iki yıl
sürecek bir dönem kapatması üzerine yeniden
Dimetoka’ya dönmüş ve 1487 ile 1499 yılları arasında
Kızıldeli Dergahında ikamet eylemiştir. 1499 yılında
muhtemel bir Safevi saldırısından ürken 2’nci Bayazıd
tarafından Pirevi hizmete açılmış ve Balım Sultan
İstanbul’a davet edilerek sarayda karşılanmıştır. Aynı yıl
Çinili Köşkte Balım Sultan’dan Bektaşi intisabı alan
padişah tarafından izzet-i ikram görerek, Pirevi postunda
yeniden ikamete başlamıştır. Balım Sultan 1520 yılında
514
Faruk Arslan
Hakka yürümüş olup, 1516 yılında daha sağlığında ve
kendisinin gözetiminde Şahsuvaoğlu Ali Bey’e bir türbe
inşa ettirmiştir. 1520 yılında bu türbeye defnedilmiştir.
Türbe kapısının revaklarında “inna fetehna leke fethan
mubiyna” ayet-i kerimesi işlenmiş olup yan yana üç adet
teslim taşı da hak edilmiştir. Bu teslim taşlarından büyük
olanı Hace Bektaş Veli’ye, küçük olanlar ise Abdal Musa
Sultan ve Balım Sultan’a izafe edilmişlerdir. (Koca,
2003).
Bu evrede Türk unsurlar, tasavvufi unsurlar, sistematize
edilmiş tarikat kurallarıyla bütünleşiyor. Anadoluya gelen
başka yabancı unsurlarda katkılarda bulunuyorlar.
Batınılik, Hurufilik, Şiilik gibi unsurlarında Bektaşilik
içine, katılanlar tarafından sızdığını görüyoruz. Pir Sultan
Abdal’ın öncülüğünü yaptığı düvezi imam türünden
deyişlerle Anadoluya 12 imamların isimleri giriyor ve bu
isimler Safevi etkisiyle de özellikle Türk-Türkmen
kitleler arasında hızla yayılıyor. Bayezıd-Yavuz ve
Kanuni, bu etkiyi teorik Sünni açılımlarla kırmaya
çalışıyor. Katkılar ve niyetler nedeniyle artık Bektaşilik,
Bektaşın kendi fikrinden kopmaya başlıyor. Bu dönemin
sonları, Bektaş’ın kendisinin bile tanıyamıyacağı bir
tarikat oluşuyor. (Şahin, 2008).
Yavuz Sultan Selim’in Alevî katliamı yaptığı iddiası
İranlılara aittir. Batılılar da bu propagandaya destek
vermektedirler. Yavuz, Bektaşi tekkesine mensuptur, yani
bir Bektaşidir. Kulağında da Bektaşi olduğunu gösteren
“teslim halkası” vardır. Bektaşi Yavuz, kendisi gibi
Bektaşi tekkesi mensubu Yeniçerilerle İran şiileri üzerine
yürümüştür. Zafer de Yavuz’a nasip olmuştur. Olay budur
ve kesinlikle bir Alevî katliamı söz konusu değildir. Var
515
Faruk Arslan
diyenlerin arşiv belgeleri çıkartıp ortaya koyması
lâzımdır. (Sezgin, 1997).
Balım Sultan’dan sonra ilk ve en önemli Postnişin Sersem
Ali Baba Kanuni Sultan Süleyman Han’ın zevcelerinden
Mah-ı Devran Sultan’ın ağabeyidir. Asıl ismi Server Ali
Paşa olup Kanuninin vezir-i azamlarındandır. Enderun’da
yetişmiş bir devşirmedir. Acemi oğlanlığı esnasında
Bektaşiliğe intisab etmiştir. Mürşidi Balım Sultandır.
Muhtemel bir kalender Çelebi isyanında tarafsız
kalabilmek amacıyla vezir-i azamlık görevinden sarf-ı
nazar ederek Pirevine yerleşmiştir. Bunun üzerine Kanuni
kendisine; bundan sonra senin adın Server değil Sersem
olsun buyururlar. Bu tarihten itibaren Sersem Ali baba
ismi mutahharı ile anılır olur. Hicri 927 (M. 1520) Hacı
Bektaş ilçesi Pirevi Postnişinliğine atanır. Bektaşi kültür
tarihi boyunca Dedebaba mahlas-ı şerifini ilk kullanan
tarikat şeyhi Sersem Ali Dedebabadır. Bugünden itibaren
tüm Bektaşi kutupları dedebaba mahlası ile anılır olur.
Kalender Çelebinin Huruc-u Alel Sultan etmesinden
ürken padişah, dedebaba ile organik bağı olan Yeniçeri
ordusu üzerinde mutlak etkisini sürdürebilmek amacıyla,
ikinci eşleri Hürrem Sultan’ın önerisi ile (Hürrem Sultan
aslen Ukrayna’lı olup asıl adı Raksolandır. Kanuni
üzerinde etkinlik sağlayıp, Mah-ı Devran Sultan’ı gözden
düşürmüştür.) Pirevini kapatır ve Sersem Ali Dedebabayı
dönemin Yunanistan sınırları içinde bulunan Vardar
Yenicesine zorunlu ikamete icbar eyler. Burada Hayreti
Baba Dergahında (Hayreti Babanın kardeşleri olan ünlü
Melami şeyhi Yusuf Sineçak Hazretlerinin kabr-i şerifleri
Eyüp Kabristanında olup, oldukça bakımlıdır.) Bir süre
516
Faruk Arslan
kalan Sersem Ali Baba daha sonra Tetova Vales’e
(Köprülü) geçerek burada bir dergah uyandırır. (H. 933M. 1526) Bu arada 1527 yılında Kalender Çelebi isyanı
oldukça kanlı olarak bastırılır. Kalender Çelebi’nin kesik
başı Pirevine getirilerek defnedilir. Bugün Balım
Sultan’ın hemen yanındaki türbe Kalender Çelebiye aittir.
Bu tarihten sonra İstanbul’da veba (taun) salgının baş
göstermesi üzerine bir şefaat arzusu duyan Kanuni bu
defa Sersem Ali Babayı yeniden Pirevinin başına getirir.
Hicri 957 (M. 1550) yılında yeniden Pirevi
postnişinliğine getirilen Dedebaba hicri 977 (M. 1569)
yılında Hakk’a yürür. ( Koca, 2003).
Girit’e Bektaşiliği, Horasan Türkmenleri soyundan
Kırşehirli Horasanlı Mevlana Derviş Ali Dede sokar.
1664’de Girit’in alınması sırasında orduya “Bektaşi
yoksulları kafilesi”nin başı olarak katılmıştır. Derviş Ali
Girit’te Bektaşiliği örgütler, kurumlarını (dergâhlarını/
tekkelerini) açar, babalar atar. Böylece Horasanlı Degâhı,
Girit’te Bektaşiliği halka benimseten merkez olur. Girit’te
Bektaşiler Kandiye, Resmo ve Hanya kentlerinde
yoğunluktadırlar.
Kasım Baba adlı bir Bektaşi 2. Mehmed döneminde
Arnavutluk’a yerleşmiştir. 17. yüzyılda Arnavutluk’u
gezen Evliya Çelebi, Emevi halifeleri, Muaviye ve
Yezid’e karşı nefret duyan bir halkla karşılaşır. Bunlar
teberra / tevallaya inanan Alevi-Bektaşilerdir. Ergeri’de
dinsel uygulamaları arasında Nevruz ve Sarı Saltık
bağlılığı olan topluluklar görür. “Abdal” v. b. gibi
terimlere ve Alevi-Bektaşi motiflere Arnavut halkı
arasında rastlar. J. K. Birge Kruje’de Bektaşi izlerinin
517
Faruk Arslan
1700’lere dek indiğini Tekke ve mezarlıklarda Bektaşi
simgelerine rastlandığını yazar. 1789-1822 arası
Arnavutluk’ta özerk olan Epir Veziri Tepedelenli Ali
Paşa Şemimi Baba’dan “nasip almış” bir Bektaşi’dir ve
Bektaşiliği yörede yayıcı misyonerlik çalışmaları
yaptırmıştır. Kendisi dahi resimlerinde Bektaşiliğin
ritüelinde Oniki İmamların simgesi olan 12 dilimli
başlıkla görülür. Bektaşiliğin, Arnavutluk’ta en parlak
dönemi Tepedelenli Ali Paşa dönemidir.
Arnavutluk’ta ve Balkanlarda Bektaşiliğin
yaygınlaşmasında, önemli değerler yetiştirmesinde,
kurumlar oluşturmasında; sanat, bilim, düşünce, siyaset
ve örgütlenme alanında önemli kimseler yetiştirmesinde
Fraşeri ailesinin önemli bir yeri vardır.
Balkanlarda Hıristiyan kesimler dahi Sarı Saltık’ın kendi
dinlerinin yayıcısı olarak görürler. Balkanların çok
yerinde ve Yugoslavya’da; İpek, Kruya, Prielp ve Paştrik
Dağı’nda Sarı Saltık’ın mezarı olduğu söylenir. Bu
benimsemeye Kafkasya ve Romanya da katılırlar.
ÜÇÜNCÜ YÜZ; 1826-1923 ARASI
Yeniçeriler yabancı unsurlarında etkisiyle sarayda etkin
rol oynuyorlar. Devşirilen Hıristiyan çocukların sünnet
olma zorunluluğu kaldırılıyor. Osmanlı yozlaşan bu
ordudan kurtulmak istiyor. Yeniçeriler 1826 yılında
acımasızca katledilince aradaki ilişki nedeniyle bundan
Bektaşi dergahları da etkileniyor. Bu dönemin başını
Bektaşiliğin Osmanlı kontrolünden çıkmasının başlangıcı
olarak kabul ediyoruz. Kıyım nedeniyle Bektaşilik
Balkanlarda ikinci plana düşer. Yalnız, bu durum kısa
518
Faruk Arslan
sürer. Kısa zamanda “geçmiştekinden daha az önemli
olmayan bir etkinlik dönemine” girilir. Bektaşilik bu
dönemde giderek kitleselleşir ve geniş kamu yığınlarına
mal olur. Üst katmanlar ve yönetim makanizması
içerisinde yer edinme sürecine girer.
1826 Bektaşilik-Yeniçerilik kırımını Arnavut Bektaşileri
bir bakıma ziyansız atlatmışlardır. Arnavutluk’ta
yaşayanların dörtte biri Bektaşidir. Bektaşilik, Katolik ve
Sünniliğin yanı sıra resmen tanınan bir yoldur.
Arnavutlar, Kiga ve Toska olarak iki bölgede
oturmaktadırlar. Bu bölgeleri, İşkombi Irmağı
ayırmaktadır. Kiga bölgesi kuzeydedir, halkı ise oldukça
kavgacıdır. Toska güneydedir ve halkı daha uysaldır.
Toskalılar tümüyle Bektaşidir. Arnavutluk’ta özellikle 18.
yüzyıldan sonra Bektaşilik propagandası yapılmaktadır.
Bölgede Bektaşiliğin yaygınlaşmasında ve etkin bir güç
durumuna gelmesinde bir Bektaşi olan Yanya Valisi
Tepedelenli Ali Paşa’nın büyük rolü vardır. Dierl’in
belirttiği gibi Arnavut Bektaşileri Osmanlı Devleti’ne
“çok iyi asker, yetenekli devlet adamları ve valiler
vermişlerdir”.
Balkanlarda Bektaşilik Hıristiyan kesimleri de etkilemiş;
Hıristiyanların İslamlığa, özellikle Bektaşiliğe geçişlerine
yol açmıştır. Arnavutluk, Girit, Makedonya’nın Kesriye
bölgesi, Güney Makedonya’nın Teselya Konyarileri,
Rodop Yörükleri, Dobruca Tatarları hep bu türdendir.
Hasluck’un deyişiyle bu bölgelerde, “Hıristiyan halklara
aşılanmış bir Bektaşilik olayı”na rastlanılmaktadır.
“Bektaşiler, Hırıstiyanlar arasında özellikle ermiş kültü
alanında derin iz bırakmışlardır”. Bektaşi tekkeleri
519
Faruk Arslan
açılmış, bunlar misyonerlik çalışmaları yapmışlardır.
Alevi-Bektaşi motifleri, bölge halkının yaşamına
girmiştir. Bektaşi aziz ve velilerinin türbeleri yaygındır,
sürekli ziyaret edilmektedirler.
20. yüzyılda Arnavutluk’taki Bektaşi bölgesi güneydeki
Malakastra’dır. Burası bir Toska bölgesidir. Buradaki
Bektaşilik Tepedelenli Ali Paşa’nın etkinliklerinin bir
devamıdır. Gerçi Tiranlı Esat Paşa’nın bağnaz
Gegalarının kıyım ve yıkımına uğramışlarsa da, ortadan
kaldırılamamıştır. Ali Paşa’nın çalışmalarıyla daha
kuzeydeki Kroya ve Akçahisar da Bektaşiliğin kaleleri
olmuşlardır. Kroya, Sarı Saltık kültü ve söylencelerinin
merkezi konumundadır. Bu harekette Tepedelenli’nin
çağdaşlarından Beratlı Ömer Viryoni ile Avlonyalı
Mahmut Beylerin rolleri küçümsenemez.
Jön / Genç Türk- İttihat Terakki hareketine ortam yaratan
Arnavutluk bir Bektaşilik yatağıdır. Yoğun ve etkin bir
Bektaşi toplumuna sahiptir. Bir Arnavut gazetesi
1913’lere ait durumu şöyle değerlendiriyor:
“Akıllı ve zeki Arnavut Müslümanlarının büyük bir kısmı
dinlerinden kopmuş ve Bektaşi olmuşlardı. Buna
İslamlığın Protestanlığı da denebilir. Hattâ daha da çoğu
söylenerek, özgür düşünce, eşitlik ve kardeşlik lehine dini
değiştirip yalınlaştırarak mason inancına oldukça
yaklaştırdıkları ileri sürülebilir. Böylece onu idealize
etmiş ve eski Asya masonluğu temeline oturtmuşlardır.
Bugün, bu ve öteki kültürlü ve zeki, Müslüman ve
Hıristiyan Arnavutluklardan girmişlerdir”.
520
Faruk Arslan
Ötede, Budapeşte de Bektaşiliğin bir ileri karakoludur.
Gül Baba kültü buradaki Alevi-Bektaşiliğin günümüze
kadar getirilmesine neden olmuştur (Birdoğan, 1990).
Bu dönem, Anadoluya yavaş yavaş hakim olan Sabatayist
unsurların egemenliğe üst düzeyde etki ettikleri
döneminde başlangıcı oluyor. Sünni Osmanlıdan darbe
yiyen Bektaşiler, Sabatayistlerin etki sahasına giriyorlar.
Bektaşilerin, özellikle Sünni İslamla hesaplaşmaları,
Sünni İslamı yavaş yavaş eleştirmeye başlamaları bu
dönemle başlıyor. Bektaşileri, bu dönem Sabatayistler
yönlendiriyor. Sünni İslam üzerinden İslam dinine saldırı
başlıyor. Bektaşi fıkraları, bu dönemin sonuna doğru
bolca kayıtlara geçiyor. Sabatayist Bektaşiler, bu
eleştirilere Şii bilgilerini de katıyorlar. Osmanlının
barışma ve ilişkiyi eski hale getirme çabalarını Sabatayist
etki ve savaşlar kesiyor.
Bu dönem, Bektaşiliğin tamamen Osmanlı konrtrolünden
çıktığı, boşluğu Sabatayist-Masonik unsurlar ve Yahudi
etkisinin doldurduğu yıllar. Onlarda İslama bu dergah
vasıtasıyla saldırıyorlar. Tarikatın artık içi boşaltılıyor ve
yerine din dışı unsurlar konuluyor. Namaza,
oruca, hacca yönelik İslam dışı yorumlar Bektaşiliğin
içine Sabatayistler tarafından bu dönemde yerleştiriliyor.
Bu süreçte bu etkiyi Osmanlının üst düzey yönetimlerinde
de görüyoruz. Aynı etki Jön Türkler, İttihatçılar türünden
siyasete ve Nakşilik, Mevlevilik gibi tarikatlarada
yansıyor. Bu nedenle bu dönemin sonuna doğru
Bektaşileri iktidarda üst düzey makamlara gelebiliyorlar.
İttihatçılar içinde, hükümet içinde, Osmanlı meclisi içinde
yer alabiliyorlar. Cumhuriyet dönemi ilk meclis içinde de
yer veriliyor.
521
Faruk Arslan
Bu dönemin sonuna doğru İttihatçılar Baha Sait bey
başkanlığında Bektaşiliğe Türk-Türkçü-milliyetçi
unsurları ekliyorlar. İttihatçılar bu dönem Bektaşiliğine
ilk defa Aleviliği de ekliyorlar.
Artık Alevilik Bektaşilik birlikte anılmaya başlanıyor.
Bektaşilik tarikatına Tarikatı Aleviyye denilmeye
başlanıyor. Alevi –Bektaşi kavramı Türk milliyetçiliği
üzerinden geliştiriliyor.
Cumhuriyeti Türk milliyetçiliği üzerine kuran Sabatayist
etki, Bektaşiliğede milliyetçi etkiyi bulaştırıyor. Artık
tarikat su katılmamış Türk tarikatı olarak sunuluyor ve
bolca milliyetçilik motifiyle milliyetçilik propagandası
işleniyor.
Dönemin başlarında Bektaşiliğin İslamiliğini ve
Sünniliğini kanıtlamaya çalışan Cemalettin Çelebinin
Müdafa isimli eseriyle başlattığı yeni hareket bir başka
Çelebinin cumhuriyetin kurucusu Atatürkü mehdi ilan
etmesi ile kırılıyor. Kırılma, Hacı bektaşın soyu olup
olmadığı konusunda tartışmalara yol açıyor. Bu dönemin
sonunda Bektaşiliğin içinde artık Sabatayist-Masonik ve
Türk milliyetçiliğine yönelik katkılar öne çıkıyor. Hakim
oluyor. 1826’daki kırılma Sabatayistlere yarıyor. (Şahin,
2008).
Gerek Türkiye’de, gerekse Balkanlarda Alevi-Bektaşilik
bir gizlı güçtür. Dierl’in vurgaladığı gibi 1900’den sonra
Türk ulusçuluğu, Pantürkizm ve laiklik kentlerdeki AleviBektaşi felsefesini öne çıkarır. 20. yüzyıl başlarında
Alevilik-Bektaşilik siyasal düşünce ve eğilimlerin temel
direği olur. Siyasal hareketler, Alevi-Bektaşilerde
düşünce ve eylemde destek ararlar. Jön / Genç Türkİttihat ve Terakki’nin Bektaşilik ilişkisi ve birlikteliği bu
522
Faruk Arslan
bağlamda doğar ve gelişir. Bunun en güzel örneklerini
Balkanlardaki Jön / Genç Türk hareketinde görüyoruz.
Bir Bektaşi olan Resneli Niyazi Bey’in “Hürriyetin İlanı”
için dağa çıktığı sıralarda güncesine düştüğü 05. 07. 1908
tarihli notunda;
“Kroşişte ve bölgedeki köylerde İttihat ve Terakki’ye
girmiş olanlar, bu taraflarda Bektaşilere dönük bir
küçümseme ile karşılaşmaktaydı, demektedir. Bu yargı
Bektaşilerin Genç Türk hareketine yoğun olarak
katıldığını, halkın (özellikle Sünni halkın) Jön / Genç
Türklerle Bektaşiliği aynı kefeye koyduğunu gösterir.
Niyazi Bey anılarında Hüsrev Bey’i İttihat ve Terakki
“Cemiyeti”ne kazanışına değinirken; özellikle onun
Bektaşilerle olan bağına ve bu kesimi “cemiyete”
kazandıracağına inandığı için önem verdiğini belirtir.
Çünkü, Alevi-Bektaşiler bölgede önemli bir yoğunluğa ve
güce sahiptirler.
Kısaca şunu görüyoruz: İttihat ve Terakki genellikle
Bektaşiliğin yoğun ve etkin olduğu yörelerde
örgütlenmiştir. İlk örgütlenmeler bilindiği gibi Köstence,
Mecidiye, Ruscuk, Dobruca, Şumnu, Filibe, Sofya,
Kızanlık, Vidin, İşkodra, Tiran, Selanik, Manastır ve
Edirne gibi Rumeli ve Balkan kentleridir. Buralarda da
Bektaşiler yoğun ve etkindirler. İttihat ve Terakki’nin ilk
örgütleniş yerleri bilinçli ve planlı bir seçimdir.
Örgütlenişin bu coğrafi modelinin Bektaşi öğelerin
gözönüne alınarak yapıldığı muhakkak. Çünkü, bu tür
örgütlenmelerde destek ve ortam aranır. İttihat ve
Terakki’nin örgütlenmesine doğal ve toplumsal ortamsa
Bektaşi bölgelerinde vardır. Bektaşilik- İttihat Terakki
523
Faruk Arslan
birlikteliğinin gizi burada yatar.
Balkanların bu kentleri aynı zamanda Masonluğun da
yaygın olduğu yerlerdir. Bu kentlerde mason locaları
çoktan beri kurulmuştur. Mason localarında özgür bir
hava vardır. Her türlü konuşma ve tartışma
yapılabilmektedir. Prof. T. Zafer Tunaya’nın belirttiği
gibi, localar baskı rejimini yıkmak isteyenlerin “planlama
ve yüreklenme merkezleri” olmuşlardır. İttihat ve Terakki
Masonlukla bütünleşmiş ve yaşam felsefesini genellikle
localardaki tarikatçılıkla birleştirmiştir. Böylece İttihat
Terakki - Masonluk-Tarikatlar (özellikle Bektaşilik)
birleşimi doğmuş; 2. Abdülhamid yönetimine karşı ve
Meşrutiyet yönetimi için siyasal birlik oluşmuş, İttihat ve
Terakki bağrında ve önderliğinde ortak bir hareket
oluşmuştur. Bu birliktelik içerisinde 1906 Eylülü’nde
“Osmanlı Hürriyet Cemiyeti” kurulmuş, bu örgüt 1907’de
“İttihat ve Terakki Cemiyeti” adını almıştır. İlginç bir
yanı vardır. Kurucu üyelerin hemen tümü tarikata
bağlıdır. M. Tahir Bey’in dışında hepsi de masondur.
DÖRDÜNCÜ YÜZ; 1923-1980 ARASI
20. yüzyıl başlarında ne kadar Alevi-Bektaşi vardı?
Araştırmacılar yedi milyon rakamını veriyorlar.
Arnavutluk’taki Tomari Dağı Bektaşi Tekkesi Postnişini
1826 öncesi tutulan yıllık istatistiklerde; Anadolu’da yedi
milyon, Arnavutluk’ta 100 bin, İstanbul’da 120 bin, Girit,
Makedonya ve Irak'takilerle toplam 7,3 milyon AleviBektaşi olduğunu açıklıyor. Arnavutluk’taki Bektaşi
cemaati başkanı Salih Niyazi Baba’ysa 1933’lerde
Osmanlı İmparatorluğu’nda Kızılbaşların dışında 7,5
milyon Bektaşi olduğunu söyler. Niyazi Baba’ya göre
524
Faruk Arslan
sadece Türkiye’nin doğu illerinde 1,5 milyon,
Arnavutluk’ta ise 200 bin Bektaşi vardır. Bu sayı
Arnavutluk’taki nüfusun % 20’sidir. TBMM Aksaray
milletvekili Besim (Atalay) Bey 1924’lerde Anadolu’da
yaklaşık 1,5 milyon Alevi-Bektaşinin var olduğunu yazar.
Doğallıkla bu sayılar pek sağlıklı değildir.
Atatürk, cumhuriyetle birlikte tüm tarikatlarında yanında
Bektaşiliğe de acımamıştır ve tarikat ve tekkeler
kapatılmıştır. Çoğu artık illegal faaliyet alanlarına
kaymıştır. Artık Bektaşilik İslami sınırların dışındadır,
çok renkli ve çok yüzlüdür. Bu nedenle artık İslami diğer
tarikatlardan kopmuştur. Cumhuriyetin kuruluş ilkelerinin
baskısı altındadır. Masonik etki hakimiyeti devam
etmektedir.
Dede baba denilen insanların önemli kısmı masondur,
Sabatayisttir. Yeni Cumhuriyetin din ile çatışmasında
Bektaşilikte taraftır. Bu dönem Bektaşiliği, artık İslamı
açık açık eleştirmektedir.
Cumhuriyet tarafından kapatılmış tarikat olmasına
rağmen her konuda yeni cumhuriyetin ilkeleriyle
müttefiktir. Artık dinsel bir sorun yoktur. Batıcı fikirler
çağdaşlık adı altında savunulmaktadır. Bektaşilerin
ilkesel ve Sabatayist etkiden dolayı Hacı Bektaş-Balım
Sultan çizgisine Mustafa.Kemali de yerleştirdiklerini
görebiliyoruz.
Atatürkte artık Bektaşilerin kutsallarından birisidir.
Sabatayistlerin güçlenmesi Bektaşilerinde güçlenmesi
anlamına geliyor. Ancak Ekim devrimiyle gelişen
sosyalist- sol etki Bektaşi dedelerinin etkisini kırıyor.
1968’den 12 Eylül darbesine kadarki dönemde artık
Bektaşi dedeleri topluma hakim değildir. Zira sol
525
Faruk Arslan
sosyalist fikir dedelik düzeninin sömürü düzeninin bir
parçası olduğunu keşfetmiş ve dedelik düzenini yok
etmeye yakın bir düzeyde baskı altına almıştır. Bu güçlü
etki nedeniyle artık dedelerin kendileri bile dedelikten
vazgeçmiş sinmiştir.
Sabatayist etkiyle Bektaşiler bu dönemi yeniden CHP’li
olarak atlatmaya çalışıyorlar. Menderes-Bayar Sabatayist
etkiyle DP’ye kayan kitle, bu sefer yine aynı etkiyle
CHP’ye kayıyor. Bu dönem Alevi-Bektaşi kavramları
artık yerleşmiştir. Herkes bu iki kavramı bir kabul ediyor,
kanıksıyor. Bu kabul, İttihatçıların ve Sabatayistlerin çok
büyük bir başarısıdır. Kimse fark etmeden çok büyük bir
dönüşüm gerçekleşiyorlar.
Kendisini Alevi olarak adlandıran Alevi kitle, bu
dönüşümle Sabatayist etki alanı içine çekiliyor.
Artık Alevi kitle, İslam dışı bir alan içindedir.
Eğitimsizlik, cahillik ve sol etkide bu imaja yardım
ediyor. Bu imaj Sünnileştirme çalışmalarını da
kolaylaştırıyor. Aleviler artık cumhuriyetin din
politikasının yani Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, Sosyalist
diyalektiğin, Sabatayist etkinin ve Avrupaya göçün
yarattığı çelişkilerin içindedir. (Şahin, 2008).
BEŞİNCİ YÜZ; 1980 DEN GÜNÜMÜZE
1979 İran İslam devrimi, 12 imamların isimlerini
gündeme getirdi ve hemen akabinde civar Müslüman
ülkelerde garip darbeler olmaya, iktidarlar değişmeye
başladı. Her devrim devirdiği şeyin büyüklüğü oranında
etki alanı yarattı. İran İslam devriminde de böyle oldu.
Binlerce yıllık Şahlık rejimi devrildi ve güya İslam
cumhuriyeti kuruldu. Kurucu kadrolar yeni anayasalarına
526
Faruk Arslan
diğer dinsel anlayışların saygıya mahzar olacakları
görüşünü koymakla birlikte İslam cumhuriyetinin 12
imamcı, Anadolu tabiriyle Alevi yada Caferi olduğunu
açık açık koyuyordu. 12 imamların İslami bilgileri
Türkiyede bloke edilmesine rağmen bu etki eninde
sonunda yayılacaktı ve öylede oldu.
Anadolu Alevileri, unuttukları 12 imamların İslami
anlayışını, görüşünü, fıkhını bu etki sayesinde öğrendi ve
bunu Aleviyim diyen halkada anlatmaya başladı. Eğer bir
insan Aleviyim diyorsa Hz.Alinin yolunu, 12 imamların
yolunu takip etmek istiyorsa kurallarını da öğrenmeliydi.
Bu uyanıştan ve bu yolun yayılmasından endişe duyanlar,
önlemek için yeni Alevi çizgiler ortaya çıkardı. Alevileri,
derin devletin sekiz parçaya bölme operasyonu böyle
başladı.
Onlar Şii, biz Anadolu Alevisiyiz, onlar şeriatçı, biz
batıni tarikatçıyız, onlar Fars etkisinde biz İslamın Türk
yorumuna inanıyoruz. Onlar sıkı kuralcı, biz Ceme,
Semaha, saza, dedeye inanıyoruz diyenler türemeye
başladılar. Bektaşilik içindeki her türlü ilkeyi Şiilikle
mücadele adı altında piyasaya sundular. Sabatayistler,
Batılaştırmacılar ve devletçi Diyanetçilerin hepsi bu
konuda birleşiverdiler. Aleviliğin kavram olarak geçtiği
her yere Bektaşilik kavramını da sokmaya çalıştılar. Dede
okulları açmaya, Cemevleri yapmaya başladılar. Samimi
Anadolu Alevileri, arı duru tertemiz bir temel atmaya
çalıştıkça, onlarda eskinin tüm çürümüş köhne fikir ve
yapılarını çağdaşlaştırarak sunmaya çalıştılar. Bektaşilik
kavramı içine soktukları,Batıcılık, çağdaşlık, Kemalistlik,
laiklik, sosyal demokratlık kavramlarını Aleviliğinde
temeli olarak kullanmaya çalıştılar. Velhasıl 12 imamların
önüne her türlü kişi ve görüşü getirmeye çalıştılar. Hatta
527
Faruk Arslan
tüm bu numaralarla yetinmeyip,’biz Aleviyiz Müslüman
değiliz’ diyenler bile oldu. Alisiz Aleviliği icat ettiler.
Gerçek Alevilere karşı Diyaneti, Bektaşi tarikatı,
Sabatayisti bilimumu birleştiler.
Aleviyim diyen kitlenin en çaresiz kaldığı yada çok
çaresiz olduğu dönemler vardı. Yeni Cumhuriyetin,
dayatmacı politikalarında, yanlış Diyanet etkisi,
Sabatayist etki ve sosyalist etkiden oluşan üçlü kıskaç
göze çarpıyor. Günümüz Alevileri, 12 imam yolu,
Caferilik yada Şiilik olarak sunulan çizgi ile, Diyanetin
sunduğu çizginin ve nihayetinde bunların dışında CemSemah-Saz-Dede olarak sunulan İslam dışı kültürel
sentez olarak isimlendirilen Bektaşilik çizgisinin
kıskacındadır. Masonik Bektaşiliğin etkisindeki
Bektaşiler ve Diyanet, Anadolu Aleviliğine karşı olma
noktasında müttefikler.
Alevilik ile Bektaşiliğin farklı kavramlar olarak
kullanılması, Alevileri dinsizleştirme,
Hristiyanlaştırma ve kısmen de olsa Bektaşileşme
etkisinden kurtaracaktır. Geleneksel Alevilik bu çaba
içine girerken, karşıt cephe Alevilik ve Bektaşilik
kavramlarını birleştirerek Alevileri İslam dışı Sabatayist
etki alanına hapsediyor. İki kavramı ayırarak Alevileri
önce özgürleştirmek ve 12 imam tercihine yönlendirmek
Alevilerin önceliği.
Alevilikle Bektaşiliğin iç içe girmesi, Alevi halkının
Sabatayist etkiye açık, din dışı etkiye açık hedef olması
anlamına geliyor. Zira tarihi gelişimi içinde Sabatayistler
ilke ve şahıs bazında Bektaşiliğin içinde sıkıca yer
alıyorlar. İlke bazında İslam dışı unsurlarda yer alıyorlar
ve zaten Sünnilikte Bektaşiliğin içinde bulunuyor. Bu
528
Faruk Arslan
nedenle Bektaşiliğin Aleviliğin sırtından atılması tüm
bunlardan kurtulmak anlamına da geliyor. Bu doğaldır ki
devrimci bir çıkıştır, ama bu tür prangaların kırılması
için devrimci çabadan başka bir şey yapmakta mümkün
değildir. Alevilere karşı yaratılmak istenilen nefret, aynı
karanlık güçler tarafından empoze edilmektedir. Alevi
aydını bunun analizini yaptığında, meydana gelecek
özgürleşme ortamı 12 imam fikirlerinin de öğrenilmesini
kolaylaştıracaktır. Bunu onlarda biliyorlar ve bu nedenle
Alevi-Bektaşi kavramını beslemek için birbirinden
ayırmamak için ateşe bolca odun atıyorlar. Hz.İbrahimi
hiçbir ateşin yakamayacağını görmek istemiyorlar.
(Şahin, 2008).
Alevilerin masonik Bektaşilikten rahatsız olduğunu
belkide ilk defa burada okudunuz. Şimdi sıra bazı yanlış
tarihi mitleri, efsane bilgileri düzeltmeye geldi.
529
Faruk Arslan
530
Faruk Arslan
Yedinci Bölüm
BEKTAŞİLİK MİTLERİ
Yeniçeri teşkilatına neden Tâife-i Bektaşiye ve ağalarına
da neden Ağayân-ı Bektaşiyân denilmiştir? Osmanlı
yeniçeri teşkilatı Bektaşi midir? Ortalıkta dolaşan o kadar
çok Bektaşilik miti var ki, hepsini düzeltmemiz mümkün
değil.
Önce şunu belirtelim ki, bu konuda dillerde dolaşan,
Sultan Orhan veya Sultan Murad'ın Hacı Bektâş-ı Velî ile
bir araya geldiği, Hıristiyan asıllı gençlerden yeni teşkil
olunan askere onun eliyle börk giydirildiği, hayır dua
edildiği ve hattâ yeniçeri adının da Hacı Bektaş tarafından
verildiği tarzındaki açıklamalar tamamen asılsızdır.
Elimizde Hacı Bektaş-ı Veli ile yeniçeri teşkilatının
münasebetlerini aydınlatan gayet açık kaynaklar, yani
Yeniçeri Kanunnâmesi vardır. Zaten başta Âşıkpaşazâde
olmak üzere, ilk dönem Osmanlı kaynakları da,
Kanunnâmedeki bilgileri doğrular mahiyettedir.
Kanunnâmedeki hükümlerden anladığımıza göre,
Hıristiyan gençlerinin dinç olanlarından yeni ve muvazzaf
bir ordu teşkili fikri, Bolayır Fatihi Süleyman Paşa'nın
fermanıyla başlamış ve Bilecik Kadısı olan Kara Halil ile
meşveret neticesi buna karar verilmiştir. Daha sonra Kara
Halil'in (Çandarlı Halil Hayreddin Paşa) ilgili devlet
erkânı ile görüşüp yeniçeri teşkilâtını düzene soktuğu
bilinmektedir. Bu erkân arasında Hacı Bektaş Paşa isimli
bir devlet adamı da vardır. Bunun, isim benzerliği dışında
Hacı Bektaş-ı Veli ile alâkası yoktur. Yeniçerilerin
531
Faruk Arslan
elbisesi ise, o zamanda keşif ve kerametleri bilinen Hacı
Bektaş-ı Veli evladından Timurtaş Dede ve Mevlânâ
evladından Emir Şah Efendi'ye danışılarak dualar ile
giydirilmiştir. Mevlânâ'nın torunlarından olan zat,
Mevlânâ elbisesini giydirmeyince, kepenek denilen Hacı
Bektaş-ı Veli elbisesi giydirildi. O halde yeniçerilerin
giydiği kisveyi Hacı Bektaş-ı Veli giymiş olabilir; ancak,
Hacı Bektaş-ı Veli, yeniçeri kurulmadan vefat ettiğinden,
o giydirmemiştir. Bu muvazzaf yeni ordu, kul olduğundan
dolayı yeniçeri adı verilmiştir; yoksa Hacı Bektaş-ı
Veli'nin isimlendirmesi değildir.
Nitekim, Âşıkpaşazâde meseleyi şöyle açıklamaktadır:
"Bu Bektaşiler ederler kim, 'Yeniçerilerin başındaki tac,
Hacı Bektaş'ındır' derler. Cevab: Yalandır ve bu börk, hod
Bilecik'de Orhan zamanında zâhir oldu; yukaru bâbda
beyân edüb dururun ve illâ Bektaşiler giymeğe sebeb,
Abdal Musa, Orhan zamanında gazâya geldi ve bu
yeniçerinin arasında bile yürüdü ve bir yeniçeriden bir
eski börk diledi. Yeniçeri ana verdi. Yeniçeri üsküfini
çıkardı; bunun başına giydirdi. Abdal Musa, Vilâyetine
geldi, ol börk bile başında, sordular kim, 'Bu başındaki
nedir?' Ol etdi: 'Buna elf derler' dedi. Vallahi bunların
taclarının hakikati budur."
Sonuç olarak, mesele yukarıda özetlendiği gibidir. Hacı
Bektaş-ı Veli, Osmanlı Devleti'nin kuruluşunda emeği
geçen maneviyat erlerinden ve Horasan erenlerinden
biridir. Kisve olarak da onun elbisesi tercih olunmuş
bulunabilir. Bu tercihte onun evladından birinin duası
bulununca ve yeniçeriler de ocaklarını onun manevi
himayesinde görünce, yeniçerilere Tâife-i Bektaşiyân ve
ağalarına da Ağayân-ı Bektaşiyân denmiştir. Sonradan bu
532
Faruk Arslan
Horasan erenlerinden olması halini kötüye kullananlar ve
meseleyi saptırılan Bektaşilik mecrasına çevirmek
isteyenler elbette olmuştur. Zaman zaman, aldatılan
yeniçeri bölükleri de ortaya çıkmıştır. Celâlî isyanlarında
bu anlayışın büyük etkisi vardır. Hattâ sonradan
yeniçerilerin ahlâken bozulmalarında da bu anlayışın
etkisi vardır. Bu olumsuz etkilerin izlerini, Yeniçeri
Kanunnâmesinde görmek mümkündür. İşte bu olumsuz
yansımalarından dolayı, 1826 yılında II. Mahmud,
yeniçeri teşkilatı ile beraber, Bektaşi dergâhlarını da
kapatmıştır. Hedef, bu suiistimalleri önlemektir. Osmanlı
yeniçeri teşkilatı, hele hele halkın anladığı olumsuz
anlamda, amelsiz bir Bektaşi grubu asla olmamıştır.
Gerçek manada Hacı Bektaş'ın eserleri ve asıl tuttuğu yol
ise, İslâmdan başka bir şey değildir. (Akgündüz , 2000).
Bektaşilerin Osmanlı’ya büyük hizmetler verdiği ve
yeniçeri ocağına asker kazandırdığı doğrudur. Abartılı
menkibelerin bazısını, o dönemde bizzat devletin halka
yönelik bir Psikolojik Savaşı taktiği olarak algılamakta
yarar var.
Mesela Alevi / Bektaşilerce makbul sayılan ve Hazreti
Pir'in menkıbe ve kerametlerinin anlatıldığı
Velâyetname-i Hünkar Hacı Bektaş Veli El Horasani(
1219, Tarihsiz El Yazması)de, Bektaşilerin Osmanlı
Devletinin kuruluşunda birinci derece etkili olduklarını,
hatta Ertuğrul Beyin ölümünden sonra Osman Beyin Kayı
aşiretine Bey olmasını Hacı Bektaş Veli'nin sağladığını
gösteren bir bölüm bulunmaktadır. Bu anlayış
Bektaşilerin, en azından 1826 yılına kadar, bu devlet
bizim kurduğumuz devlet diye sahip çıkmalarının tarihi,
siyasi, dini ve psikolojik temelini oluşturmaktadır.
533
Faruk Arslan
Müstakil bir bab (bölüm) halindeki menkıbe şöyle:
"Rivayet olunur ki, Kayı Beyi Ertuğrul Hakka yürüyüp,
rahmet-i Rahman'a kavuştuktan sonra, aşiretin beyliğine
Ertuğrul Beyin büyük oğlu Gündüz Bey geçmiş. Osman
yağız mı yağız, deli mi deli, ele avuca sığmaz bir yiğit,
bir delikanlıdır. Sergerdelerini toplayarak zaman zaman
Bizans üzerine akınlar yapmaktadır. Devletin zayıflığını
hisseden Selçuklu Sultanı da Bizans ile hudut güvenliği
anlaşmaları yapmıştır. Bu anlaşmaya göre her iki taraf da
birbirlerinin sınırlarının değişmezliğini kabul ile, iyi
komşuluk ilişkileri içinde yaşayacaklardır. Osman bu
anlaşmalara riayet etmez. Bizanslılar bunun üzerine
Selçuklu Hükümdarına bir mektup yazıp göndererek,
Osman Bey denilen bu delikanlının yaptıklarını anlatıp
şikayet eder ve eğer bunu durdurmazsanız, size karşı daha
önce yaptığımız anlaşmalardan vazgeçerek ve biz de sizin
topraklarınıza saldıracağız, diyerek bu delikanlının
cezalandırılmasını ister.
Elçilerin bunu Selçuklu Sarayına, Konya'ya
getirmesinden sonra, Selçuklu Sultanı bir müfreze
göndererek , bu söz dinlemez, ele avuca sığmaz Osman
namındaki kimseyi Konya'ya getirip cezalandırmak ister.
Söğüt'e gelen müfreze Osman Beyin elini, kolunu
bağlayıp Konya'ya getirir. Konya'da Osman Beyi gören
kumandanlarla vezirler, bu yiğide hayran olurlar. Böyle
bir yiğidin cezalandırılamayacağı kanaatına varırlar ve bu
fikirlerini Sultana arz ederler.
Selçuklu Sultanı bunun üzerine:
534
Faruk Arslan
Madem öyle dersiniz, o zaman bu Osmanı
Sulucakarahöyük'e götürünüz, Hazreti Pir ne derse onu
yapalım, diye ferman buyurur.
Eli kolu bağlı olarak huzuruna getirilen Osman'ı görür
görmez Hazreti Pir heyecanlanır ve derhal çözülüp
serbest bırakılmasını ister. Kendisine izzet ve ikramda
bulunur. O'nu getiren askerlere dönüp:
Ben burada yıllardır Osman'ı beklerdim, deyip sakladığı
bir sandıktan bir taç çıkartıp Osman'a giydirir ve :
Biz O'na hünkarlık verdik, Selçuklu Sultanına selam
idünüz, o da Beylük versün! der.
Bunun üzerine Ağabey Gündüz, Kayı Boyu Beyliğinden
alınıp, Beylik görevi Osman'a verilir. Osman, Hünkar
Hacı Bektaş Veli buyruğu ile Kayı boyuna Bey olur.
Sultan Orhan'ın Yeniçeri teşkilatını kurduğunda,
Hacıbektaş'a getirilen askerlerle ilgili menkıbeler
zikredilir. Bunlar doğru olmasa bile yüzlerce yıl Bektaşi
tekke ve dergahlarında okunan bu menkıbeler ve onların
meydana getirdiği atmosferin Osmanlı’ya sosyopsikolojik moral sağladığı kesindir.
1362-63 yılında çıkartılan bir kanunname ile esirlerden
alınan ve adına "Pencik" denilen "Humus" vergisinin
(Pencik, 1971). Gaziler Serdarı Hacı Bektaş Veli'ye
ödendiği, daha sonra, bu vergilerin Murat Hüdavendigar
zamanında Seyit Ali Sultan, Kara Rüstem ve Çandarlı
Kara Halil Paşa'nın da imza koyduğu bir anlaşma ile
orduya bırakıldığı anlaşılmaktadır. Ayrıca tekkenin sahip
olduğu vakıf gelirleri yanında, başka gelirlerinin de
mevcut olduğu bilinmektedir.(Süner, 1990). 1826 yılında
tekkenin kapatılması üzerine bu gelirlerin kesildiği, 1862
yılı başında yeniden açılmasına izin verildikten sonra, bu
gelirlerin bir kısmının yeniden bağlandığı biliniyor. Hala
535
Faruk Arslan
kısmen devam eden ve adına "Hakkullah" denilen para,
yasak döneminde, tarikat faaliyetlerini idame ettirebilmek
için cemaat ileri gelenlerinin koyduğu özel bir tarikat
vergisiydi.
Fransız Hasluk'un da kabul ve itiraf ettiği gibi Osmanlı
fetihlerinden sonra, fethedilen yere gelen ilk sivil kurum
Bektaşi Tekkesidir. ( Hasluk, 1928). Ayrıca, pek çok
Bektaşi Şeyhi de Osmanlı'nın askeri harekatına dervişleri
ile birlikte katılmışlardır. Budapeşte'de metfun bulunan
Gül Baba bu dervişlerin en meşhuruydu. Sefer sırasında
vefat eden ve bu sebeple şehit kabul edilen Gül Babanın
cenaze namazına Kanuni Sultan Süleyman bizzat katılmış
ve defin merasimi sonuna kadar da mezarlıkta cemaatle
birlikte bulunmuştu. Bu husus, Gül Babanın
Türbesi'ndeki kitabede de kayıtlıdır.
1997 Yılında Hakk'a yürümüş olan Dede- Baba Doç. Dr.
Bedri Noyan: "Bektaşilik uzun yıllar Osmanlı Devleti
himayesinde Tanrı yolu olarak benimsenmiş ve
korunmuştur" (Noyan, 1990) diyor.
Osmanlı Döneminin son ve Cumhuriyet döneminin ilk
Bektaşi Çelebisi Cemalettin Efendi'nin topladığı
"Mücahidin Alayı" adlı bir gönüllü birliği ile Rus
cephesinde savaşa iştirak ettiğini biliyoruz.(Ulusoy,
1986).
Bektaşi Tekkelerinin 1862 tarihinde yeniden
açılmasından sonra 18 Sefer 1322 (1904) tarihinde Çelebi
Cemaleddin Efendi'ye Hacı Bektaş Veli Vakfı
Mütevelliliği verildiğini de yine merhum Bedri Noyan
Dede Baba'dan öğreniyoruz.(Noyan, 1990).
Günümüz "Alevici yazarları"nın aksine Osmanlı
döneminde Bektaşiler devletle bütünleşmiş durumda
idiler. Sultan Osman, Şeyh Edebalı'nın dervişi ve damadı
536
Faruk Arslan
olması sebebiyle Yesevi Tarikatı'na bağlı olduğu gibi,
Sultan Orhan, Sarı Beyazıt, Yavuz Sultan Selim ve
nihayet Sultan Abdulaziz de Bektaşi Tarikatına ikrar
vermiş devlet başkanları olduğu iddia ediliyor. (Sezgin,
1996). Pek çok tarihçiye göre ise, Osmanlı padişahları
içinde tek Bektaşi Sultan Abdülazizdir, Yavuz Halveti
tarikatına mensuptur. Doğrusu ünlü tarihçimiz Halil
İnancık’ın dediği gibi Şeyh Edibali’nin bir Vefayi Şeyhi
olması, Osman ve Orhan gazilerin Vefayi tarikatına
mensup olmasıdır. Osmanlı’nın ilk yıllarında Bektaşi
değil Vefayi tarikatının bayrağı orduda taşınmıştır.
Bektaşilik, 2. Beyazıtla birlikte Yesevi’liğin kolu olarak
Nakşilikle beraber Osmanlı’nın iki ana Sufi tarikatı haline
gelir. İki yüz yıl önce yok olduğu veya Bektaşilik içinde
eridiği sanılan Kalenderi tarikatının ABD’de yaşayan
Çorumlu lideriyle 2010 yılı Şubat ayında Toronto’da bu
konuda tartıştık. 12 Eylül darbesi öncesi Necmeddin
Erbakan’ın meşhur olaylı Konya mitingini organize eden
şahıs olduğu için ismini yazmıyorum. 30 yıldır zaten
ülkeye giremiyor. Osmanlı sülalesinin aslında, Kayı
aşiretinden gelen Oğuz boyu olmadığını savundu.
Osmanlı soyunun aslında müslümanlaşmış Moğol
olduğunu ileri sürdü. Tıpkı Timur, Babürşah ile
Altınordularınn Tatarlaşan kurucu önderleri Çağatay ve
Öğedey gibi.
Delilin nedir? diye sordum. “Biz Osmanlı sülalesini 600
yıldır koruyan özel muhafızların Moğol soyuyuz” demez
mi? Osmanlı padişahları saçlarını uzatır, atbaşı gibi
kurdele takar ve büyük kavuğun içine saklarmış ki,
Moğol oldukları bilinmesin! Güya Bağdat kökenli
Moğollarmış. Sufi Vefai tarikatının kurucusu Ebu’l Vefa,
537
Faruk Arslan
Kürdi veya Bağdadi şeyhleriymiş. Şeyh Edibali, Ertuğrul,
Osman ve Orhan gaziler, Anadolu’da bulunmayan bu
tarikata mensuptu bilgimi tekrarladı. Belki bu bilgiden
yola çıkarak iz sürülebilir. Bir iddiası da: Mehmet Çelebi,
devleti yeniden kurarken, Afşar Türkmen boyu
Karamanoğullarına karşı asilzade soy Oğuzlara bağlanma
zorunluluğunu keşfetti ve Kayı boyu icat olundu.
Osmanlı yönetiminin birinci derecede yöneticisi
konumunda olan padişahların aldıkları gelinlere göz
atacak olursanız, içlerinde pek az özbe öz Türk kökenliye
rastlarsınız. Yavuz’un eşi Hafsa Sultan dışında yok
denebilir. Yabancı gelinler öncelikle Enderun
mektebinde, örfi, dini ve kültürel terbiyeden geçirilirdi.
Müslüman olan yükselirdi. Saray ve edebiyat dili Arapça
ve Farsçaydı.
Türkler, Hunlar döneminden beri yabancı gelin almayı
pek sevdiler. Hun ve Göktürk hakanlarının hepsinin eşi,
Kutlug Bilge hariç Çinliydi. Selçuklular, Türkmenliğe
sıkı sıkıya bağlı olmasına rağmen hakanlar ve halk
arasında İran kızı almak modaydı. Osmanlılar da Rum ve
Ermeni kızlarını çok sevdi. 2. Abdülhamid’in annesi
abdestsiz yere basmayan sağlam bir Ermeni Müslümandı.
Ermeniler ve Rumlar, Müslüman olsun veya olmasın
medeniyetimizin, devletimizin, kültürümüzün, dilimizin,
sanatımızın gelişmesinde önemli roller oynadılar.
Bizim atalarımız ırkçı değildi. ‘Halkı yaşat ki, devlet
yaşasın’ prensibini kulaklarına küpe ettiler.Irkçılık yapan
Karamanoğulları kaybetti. Çok dinli, çok kültürlü, çok
hukuklu, adalet, saygı ve hoşgörü ilkelerine sadık kalan
538
Faruk Arslan
Osmanoğulları ise Roma’dan sonra en köklü ve 624 yıl
yaşayan medeniyeti kurdular.
Bektaşi tarikatının son halife dedebabası Bedri Noyan
“Bütün yönleriyle Bektaşilik ve Alevilik kitabının
6.cildinin önsözünde nasib almış Bektaşi padişahlarını
şöyle sıralıyor:
1-Otman gazi
2-Orhan gazi
3-Yıldırım Beyazıd
4-2.Beyazıd (veli)
5-Yavuz sultan selim
6-Kanuni Sultan Süleyman
7-Sultan Abdülmecid ( Noyan, 2003).
Noyanın bu iddiası abartılıdır. Osman Gazi ile ilgili tüm
kaynaklar onun Şeyh Edebaliye bağlı olduğunu
bildirmektedirler. Şeyh Edebali ise Ahi geleneğinde
Fütüvvet yoluna mensuptur, aynı zamanda Ebu’l Vefa elBağdadî’ye nispet edilen Vefaîyye tarikatına mensup
olduğu şüphelidir. Vefaîyye tarikatı, Irak, Suriye ve
Türkiye sahası Türkleri arasında oldukça yaygın olan bir
tarikattır. Ebu’l-Vefa el-Bağdadî’nin (Ebu’l-Vefâ’Tâcü’lÂrifin Seyyid Muhammed b.Muhammed Arîz elBağdadî) Türk olması, Boğa b. Batu, Muhammed etTürkmanî, Turhan, Tekin gibi halifelerinin bulunması, bu
tarikatın Türkler arasında kabul görmesine sebep
olmuştur. Tursun Fakih’in, Dede Karkın ve Geyikli Baba
gibi Rum abdallarının Vefaîyye tarikatına mensup
olmaları, özellikle Şeyh Edebalı’nın Vefaîyye tarikatına
mensubiyeti ve Osman Gazi’nin yanında olması, bu
539
Faruk Arslan
tarikatın Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda gösterdiği
fonksiyon açısından önemlidir.
Şeyh Edabali ve zümresi Orhan Gazininde şeyhidir. 2.
padişahımız Ahi-Vefaiyye Tarikatı mensubudur.
Yıldırım Bayezıd, Emir Sultan müntesibidir. Kübreviye
yoludur. 2. Bayezıd da Bektaşi değildir, ancak .Balım
Sultanı tarikatın başına atayarak tarikatı kontrol altına
almaya çalıştı. Bu sebeple onun Bektaşi olduğu
söylenmeye çalışılmaktadır. Sultan, sarayda Firdevsiye
Hacı Bektaşı keramet sahibi bir veli olarak gösteren
vilayetname yazdırdı. Aslında 2.Bayezid dönemine kadar
ortada bir tarikat varmıydı belli değildir. Çünkü sözlü
kültüre dayanan Alevilik yazılı kültüre yeni geçiyordu.
Halvetiyenin Sünbülüye koluna mensup Yavuz Sultan
Selim, Sümbül Sinan Efendiden ders almıştır. Kulağına
küpe takması ise mücerret Bektaşilerin taktığı mengüştür.
Şah İsmaille yaptığı savaş neticesinde hoş görünmek için
yapmıştır. Bektaşiliğe -bağlı edilen-Yeniçeriler ordunun
% 10 nu oluşturmaktaydı. Bunların tepkisini çekmemek
için yapılmıştır.
Kanuni Sultan Süleyman’ın da Halveti tarikatına mensup
olduğu aşikardır. İlk eşi Mal Hatun Bektaşidir.
Bedri Noyan “bütün yönleriyle Bektaşilik ve
Alevilik”isimli eserinde onun için şöyle diyor:
“Bektaşilik dostu olan nasib alarak törenle Bektaşiliğe
giren Kanuni Süleyman ünlü bir hükümdardır.” (Noyan,
2003).
540
Faruk Arslan
Gelelim Ebul Vefanın kim olduğuna. Bugüne kadar
yayımlanan çeşitli kaynaklardan alınan bilgilere göre,
dedelerle yönetilen Alevi oymakları içinden en çok talip
Ağuiçen Ocağı’na bağlıdır. (Nejat Birdoğan’ın “Anadolu
ve Balkanlar’da Alevi Yerleşmesi Ocaklar – Dedeler Soyağaçlar” adlı kitabına bakılabilir.) Bu kaynağa göre
Ağuiçenler Ebu’l Vefa'nın soyundan geliyorlar.
Birdoğan’ın Anadolu’nun Gizli Kültürü Alevilik
kitabında da benzer bilgi mevcut: Buna göre:
1) Ebu’l Vefa, babası Muhammet, babası Muhammet
Zeyd, babası Ali, babası Hüseyin, babası büyük Zeyd,
babası İmam Zeynelabidin.
2) Ebu’l Vefa, babası Şeyh Muhammet Şembeki, babası
Hürevli Naci, Babası Tireli Muhammet, babası Genceli
Muhammet, babası İbrahim Haşimi, babası Muhammet,
babası Abdullah, babası Hasan'ül Basri... İmam Ali (
Birdoğan, 1990)
Tüm Ağuiçen ve Zeynelabidin Ocağı dedeleri, soy
silsilelerini Vefai tarikatının kurucusu kutb’ül arifin
Seyyid Ebu’l Vefa’ya çıkartırlar. Elbette tüm Aleviler
aynı görüşte değiller. Aykırı görüşe savunanlara göre, Nu
Baba İlyas, nede Hünkar bir Vefai idiler, bu yol
büyükleri, birer İsmail Dai’ siydiler 1240 yıllarında, Dede
Garkın ın Halifesi olan Baba İlyas ve onunda halifesi
Hünkardır,Vefai tarikatı sünni tarikat olup, hiç bir
dönemde, Alevi erenleri ile bağı olmamıştır.
Bektaşiliğin, Yeniçeri Ocağı ile ilişkisi ise, farklı bir
durumdur. Bunu desekleyen kol, Babaganlar koludur.
Balım Sultan ın Postişinliği sürecinde, Alevi Yol ve
541
Faruk Arslan
sürenekleri kurumsallaşmıştır. Kanun, döneminde isyan
eden Kalender Çelebi döneminde ise, Osmanlı ile güya
Alevilerin ilişkileri kesilmiştir. Başka bir sav ise,
hiç bir Bektaşi tekkesi ve Babagan kolu da dahil, Osmanlı
ile barışık olmamıştır. Hakim olan inanca bağlı kalmamış,
ezoterik öğretinin devamlılığını sağlamışlardır.
Bugün Harabi, Hilmi Dedebaba, Virani vs, gibi birçok
insani kamil yetişmiştir. Bektaşi Dergahı, tüm Batın
öğreti sahiplerini sahiplenmiş ve sinesine, bağrına
basmıştır (Kaygusuz, Bulut, 2000).
Bazi araştırmacılar,16.ncı yüzyıldan önceki "Alevilere",
"Işık taifesi" derler. Işık, bugün "Alevi", veya 16.ncı
yüzyıldan beri "Kızılbai"gibi sıkca kullanılan genel bir
terim değildi. Işıklar, Kalenderiler için kullanılan
isimlerden biridir. Peki Kalenderiler kimdir?
Kalenderiler, Cemalüddin Savi, İbrahim-i Ethem,
Sihabüddin Sühreverdi, Baba Tahiri Üryan gibi büyük
Sufi alimlerini kaynak sayarlar. Bir Bektaii için, Hacı
Bektaş-ı Veli neyse, bir Kalenderi için de Cemalüddin
Savı odur.
Cemalüddin Savi'nin menakibi ve diğer uluların eserleri
hala mevcuttur. Bunların Sufi oldukları zaten açık ve
nettir. Cemalüddin Savi kimi kaynaklara göre, 11.inci
yüzyılın sonunda, kimi kaynaklara göre de 13.üncü
yüzyılda vefat etmiştir. Tarikatına Cavlakiyede denir.
Kalenderiyye önderleri, ve yazılı kaynaklarının hepsi
Kalenderi yolunu ve erkanlarını İslam olarak tanımlarlar.
Bunun dıiında, Pre-Alevilik (Alevilik Öncesi)
542
Faruk Arslan
diyebildiğimiz diğer tarikatlar vardır. Alevilerin Pir
saydıkları Ebu'l Vefa'nın Vefai tarikatının yazılı
kaynaklarından, Ebu'l Vefa menakibnamesi mevcut.
Bunun dışında, Baba İlyas-ı Horasani ve sülalesinin
menkabevi tarihini anlatan Menakibul Kudsiyye elde
bulunuyor.
Ebu'l Vefa (ö. 1017) açıkca, İslam ve Müslüman
olduğunu söylemiştir. Kadın-erkek birlikte ibadet edip, ve
semah döndüğü anlaşılıyor. Ve bu yüzden Ortodoks
Müslümanlar tarafından hor görüldügünü de yazıyor.
"İslam nedir?" sorusuna Ebu'l Vefa böyle cevap veriyor:
- Hangi İslam’ı soruyorsun? Senin İslam’ından mı
soruyorsun, yoksa benim İslam’ımdan mı?
diye söyleyince o zat:
- İslam iki türlüdür mü diyorsun?
deyince Seyyid Ebül-Vefâ şöyle açıklık getiriyor:
- Evet, iki türlüdür. Sizin İslam’ınız, imanınız aynıdır.
Sen, Allah birdir, eşi ve benzeri yoktur, Muhammed
Mustafa Hak peygamber diye dilinle söyler, kalbinle buna
inanırsın. Allah’ın ve Resulü’nün emrini tutup onunla
amel edersin.
Ama bizim İslam’ımız bazı değişiklikler içerir. Şöyle ki:
biz imanın yanında, hiçbir zaman Allah Tealâ’dan gafil
olmamak islam’dır deriz. Sizin orucunuz ramazanda
fecrin ağarmasından güneş batıncaya kadar yemeden
içmeden kesilmek ve akşam olunca da iftar etmektir.
Bizim orucumuz ise; yiyeceklerden giyeceklerden ve
bütün kâinattan uzak durmaktır. Bizim için esas önemli
olan, bütün ahlak bozucu şeylerden uzak durmaktır.
Zekât’a gelince; altından bu kadar, gümüşten şu kadar ve
543
Faruk Arslan
davardan şu kadar deyip, fıkıh kitaplarında açıklandığı
gibi verirsiniz. Bizim zekât’ımız, mevcut olan her şeyi
fazla fazla vermektir. Allah katında makbul olan
nesnelerle zenginlik hâsıl edip, bütün varlıklardan el
çekmektir.
Şeyh Edebali kesin olmamakla beraber 1206 yılında
doğmuş, 1326 yılında hakka yürümüştür. Vefai, Ahi ve
Kalenderi şeyhidir, Osman Gazi'nin kayınpederi ve
hocasıdır. Orhan Gazi'nin dedesi bir anlamda da sonradan
imparatorluk olacak Osmanlı Devleti'nin fikir babasıdır.
Ciddi kaynaklara göre, aslen Karamanlı’dır. İlk tahsilini
memleketinde yapan Edebali, tahsilini Şam’da
tamamlamıştır. Tefsir, hadis ve özellikle İslam
hukukunda uzmanlaşmıştır. Mevlana gibi, zamanının
büyüklerinin sohbetinde bulunmuştur. Tasavvuf yoluna
girdiği, Şii-batıni zümreden olan Baba İlyas halifelerinin
ileri gelenlerinden olduğu belirtilmektedir.
Alim, faal, varlıklı, çevresi için örnek teşkil eden bir kişi
olan Şeyh Edebali, Eskişehir yakınlarında İtburnu denilen
köyde yaşar, yaptırmış olduğu zaviyede öğrenci yetiştirir
ve halkı aydınlatırdı. Bilecik’te bir dergah yaptırmış,
Osman Gazi'yi de birçok defa burada misafir etmiştir.
Rivayete göre, Osman Gazi’nin dergahta bulunduğu bir
gece, rüyasında Şeyh Edebali'nin göğsünden bir ayın
çıkıp kendi göğsüne girdiğini ve göğsünden bir büyük
ağaç bitip dallarının alemi kapladığını, altından birçok
nehirlerin çıkıp insanların bu sulardan geçtiklerini
görmüştü. Sabah olup rüyayı anlatınca, Şeyh Edebali
544
Faruk Arslan
rüyayı şöyle tabir etmiştir:
"Sen, Ertuğrul Gazi oğlu Osman, babandan sonra bey
olacaksın. Kızım Malhun Hatun la evleneceksin. Benden
çıkıp sana gelen nur budur. Sizin soyunuzdan nice
padişahlar gelecek, ve nice devletleri bir çatı altında
toplayacaklar, Allah nice insanın İslam'a kavuşmasına
senin soyunu vesile edecektir."
Gerçekten de öyle olur, altı asırdan fazla devam edecek
olan bir imparatorluğun temelleri Osman Gazi ile atılır ve
bunun ilk müjdecisi Şeyh Edebali olur. 1326'da 125
yaşlarında Bilecik’te vefat etmiş, dergâhının yanında
gömülmüştür. Eskişehir’de de adına bir türbe yapılmıştır.
Vefatından bir ay sonra kızı, dört ay sonra da damadı
Osman Gazi vefat etmiştir.
İlk derslerini bir Hanefi fıkıhçısı olan Necmeddin ezZahidi’nin yanında almıştır daha sonra sufi bir tarikat
olan Kalenderiliğe geçmiştir. Kimi kaynaklar onu Mısırda
kurulmuş olan bir diğer Sufi tarikat Vefai şeyhliğinede
geçtiğini belirtir. Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda büyük
emeği geçer. Şeyh Edebali’nin Babai çevresine bağlı
oluşu ve Hacı Bektaş ile bağlantıları, Bektaşi tarikatı ve
ilk Osmanlılar arasındaki ilişkilerin incelenişinde mühim
öğelerdir. XV. yy. da başlayarak, bilhassa adı
Yeniçerilerin piri olduktan sonra Hacı Bektaş ‘in ulaştığı
ehemiyete yol açan da şüphesiz onların korumaları
olmuştur. İlk Osmanlıların ilgisi dolayısıyladır ki, Bektaşi
tarikatı imparatorluk içindeki üstün yerini almış ve üst
derece bir halk tarikatı olarak benimsenmiştir
(Türkdoğan, 2004).
545
Faruk Arslan
Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu’na göre Kalenderilerin
Osmanlı’nın Kayı boyundan gelmedikleri iddiası
asılsızdır. Osmanlı’da Devlet Teşkilatı ve Sosyal Yapı
isimli kitabının 111 . sayfasında 14. ve 17. yüzyıl
arasındaki tahrir defterlerinde 24 oğuz boyuna ait yer
adlarının hayli yaygın olduğunu söylemekte ve bunlardan
99 tanesinin Kayı ismini, 86 sının Avşar ismini, 81’inin
Kınık ismini 71 inin Eymir ismini, taşıdığını belirttikten
sonra Anadolu’da 62 yerde Karkın isimli yerleşim yerinin
olduğunu söylemektedir. Mercil ve Sevim, Selçuklu
Tarihi isimli kitaplarında Kargınları Oğuz’un Bozoklar
koluna bağlı bir oymak olduğunu söylerler. Anadolu’ya
yayılışları itibariyle de diğer oymaklarla
karşılaştırıldığında aynı kola bağlı oymakların birbirlerine
yakın yerleştikleri görülmektedir.(Merçil-Sevim: 1995, 1)
Türklerin Hz. Ali ve soyuna bağlılıkları, Kutadgu Bilig
tarafından yaptırılan bir Orhun kitabesinde bile
mevcuttur. Mağdura sahip çıkan Türklerin Emevilerin
kovduğu peygamber soyuna kol kanat germesi, tarihin
akışını değiştirmiştir. Mesela Şeyh Hasan Ocağı’nın
Anadolu’daki büyük ocaklardan biri olan Ali Abbas
Ocağı’nın Şeyh Şücaattin Veli Ocağı’nın, Seyyid Garib
Musa Sultan’ın, Seyyid Ali Turabî ve bir çok Horasan
ereninin akrabalık ilişkisi yoluyla Ehl-i Beytle akraba
olduğu kesindir. Bu ilişki ile kendilerini bilgi ve
düşüncelerini yaymak üzere topluma adadıkları
anlaşılmaktadır.
Horasan Erenleri’nin özellikle bir ocağın temsilcisi olarak
kabul edilenlerin Anadolu’da kentleri birbirine bağlayan
546
Faruk Arslan
kervan yollarının en stratejik yerlerine bilerek ve
isteyerek yerleşmişlerdir. Böylece, Anadolu’nun kırsal
alanlarındaki ocakların yılda iki defa bu erenlerin
huzurunda veya makam mezarlarının başında
toplandıkları, bu kırsal bölgelerdeki ocaklar sayesinde
eşkıyalık, talan ve yol kesme gibi olayların önlendiği,
yaylaların ocak mensubu obalar tarafından birbirleriyle
sürtüşmeye meydan vermeksizin kullanılması, obalar
arasındaki ihtilafların kadı veya adlî mercilere gidilmeden
çözülmesi ve özellikle sonbaharda yapılan toplantılarda
ocak mensubu oymakların üretimlerinin belirli bir
miktarını da ocağa bırakmaları, bu sosyal örgütlenmenin
en önemli belgeleri arasında yer almaktadır. Bu sistemli
örgütlenmenin Selçuklu hakanı Alaaddin Keykubat’a
kadar beylikler vasıtasıyla yapıldığı bilinmektedir.
Alaadin Keykubat döneminde verilen belgelerden
anlaşıldığına göre bu dönemde sistemli bir yerleşimin
yapıldığı Osmanlı döneminde ise 16. yüzyıla kadar bu
sistemin titizlikle sürdürüldüğü kadı sicilleri, tahrir
defterleri, mahkeme kararları ve padişah fermanlarından
anlaşılmaktadır.
Bizans İmparatorluğu’nun yıkılmasına yakın
dönemlerdeki iç karışıklıklar, savaşlar ve yoğun eşkıyalık
dolayısıyla ticaretin yok olması, insanların şehirlerde
adeta yarı hapis hayatı yaşamaları, Anadolu’nun
güvenliğinin sağlanmasında kırsal alanların kontrolünün
önemini göstermektedir. Yapılan bu durum tespiti
sonunda devlet adamlarının kırsal alan
organizasyonlarına özel bir önem verdikleri
görülmektedir. Anadolu’da kırsal alanda ortaya çıkan
otorite boşluğunun yarattığı ortamın nasıl büyük bir
yoksullaşmaya ve iç karışıklıklara sebep olduğuna dair,
547
Faruk Arslan
Bizans İmparatorluğu tarihleri okunduğu zaman sayısız
örnek bulunacaktır. (Ostrgoski:1981, 195-207)
Osmanlı Arşiv Belgelerinden anlaşıldığına göre,
ocakların bir kısmı çevresindeki arazi ve köylerle birlikte
“Müstesna Vakıf” kabul edilmiş ve korunmuştur.
Müstesna vakıflar, her türlü vergiden muaf oldukları gibi
yaptıkları sosyal işlevlere bağlı olarak devletten yardım
da alıyorlardı. Böylece Anadolu’da büyük kentlerin
yakınlarında ve kentin stratejik bölgelerinde -ki bu
genellikle yüksek dağ yamaçlarında olurdu- söylediğimiz
gibi kentin güvenliğini ve kervan yollarının korunması
görevini üstleniyordu. Bilindiği gibi ocakların bulunduğu
topraklar, “Koruk” yani koruma altına alınmış alan ilan
ediliyor ve bu bölgede avlanmak, toprakları kullanmak,
işleyerek üretim yapmak, sadece o ocağın dergâhının
iznine bağlı oluyordu.
Ocaklar menzil görevi üstleniyorlar ve bu menziller
Anadolu’daki posta örgütlenmesi olan “Posta Tatarlığı”
sisteminin önemli bir unsuru oluyordu. Ortalama her 40
km. de bir kurulmuş olan menziller, özellikle hızlı
haberleşebilmek için önceleri at, sonraları ise (18.yy
ortalarından sonra) posta arabalarının uğrak yerleriydi.
Buralarda Posta Tatarları (postacı) atlarını değiştirip,
diğer ihtiyaçlarını karşılıyorlar ve yollarına devam
ediyorlardı. Bazı menziller büyük ve “Tatar Ağalığı”
denilen merkezlerdi ve buralarda posta görevlilerinin
denetçisi ve yöneticisi bulunurdu.
Ocaklardan bir kısmı meslek erbabı ve bir mesleği
babadan oğula devrederek yürüten oymaklardı. Bunlar
548
Faruk Arslan
içerisinde Tahtacılar, Demirciler, Kuyumcular, Keçeciler,
Dericiler vb. önemli bir yer tutmaktadır. Bu gün
oymakları arasında bağlantı kesilmiş olmasına rağmen,
Selçuklu ve Osmanlı döneminde Anadolu’da demir
üreten Demirhanlar, Polatlar ve Demirciler ortak bir
ocağın temsilcileriydi. İç Anadolu Bölgesi’ndeki
Kuyumcular, Toroslardaki ve Kaz Dağlarındaki Ağaç
Erleri Anadolu’da üretilen hammaddenin işlenmesinde
çok önemli bir fonksiyonu yerine getiriyorlardı. Ağaç
Erleri aynı zamanda ormanların korunması ve sağlıklı
kullanılmasından sorumluydular. Avcılıkla geçinen bazı
kollar ki Anadolu’da Geyikli Baba, Bozgeyikli adlarıyla
anılan Horasan Erenlerinin bir çoğu avcıların hayvan
katliamını önleyen av hayatını düzenleyen görevler
yüklenmişlerdi. Osmanlı tahrir defterleri incelendiği
zaman bu ocakların babadan oğula görevleri
devrettiklerini görüyoruz. Dede Karkınla ilgili belgelerde
de Karkın Ocağı’nın özellikle “Develi Karkın “kolu
Elazığ, Malatya ve Çorum dolaylarında kömür üretme ve
kömür taşıma görevini sürdürüyordu.
Ocaklar el ele, el Hakk’a ilkesiyle birbirlerine sıra ve
saygı çizgisinde bağlıydılar. Bu bağlılıkta hemen
anlaşılacağı gibi herhangi bir yetki tartışması ve
sürtüşmesine yer vermeyecek bir uzlaşma söz konusuydu.
Bu konuda ilk ciddi araştırmayı yapan Baha Said Bey
tarafından hazırlanmış olan “Türkiye’de Alevi Zümreleri”
isimli makalede şu önemli tespite yer verilmektedir:
“Ocakların bir başka ocağa üstünlükleri vardı.
Kimilerinin nefesleri güçlü olabilirdi. Buna göre saygıya
ve seçkinliğe layıktır. Örneğin Ankara’da Karaşar,
549
Faruk Arslan
Çorum’da Dede Kargın, İzmir’de Narlıdere, Antalya’da
Abdal Musa, ... Ayntab Ocakları ...özel önem taşırlar.”
(Baha Said, Sayı 22)
Ocakların tümünün şehirlerden çok köylere yerleşmiş
olması ve aralarında bağlantı bulunması sebebiyle 16.
yy’a kadar çok güçlü bir kırsal alan sosyal
örgütlenmesini oluşturuyordu. Osmanlı toprak düzenini
araştıran ve inceleyen bütün bilim adamlarının
başvurdukları belgelerde Boy, oymak ve aşiretlerin
toprakların kullanımına bağlı olarak birbirlerine
bağlandıklarını ve bu bağlılığın 16. yüzyılın sonralarına
kadar büyük bir titizlikle takip edildiği görülmektedir.
Bu tespitleri yapan Prof. Dr.Alemdar Yalçın ve Uzman
Hacı Yılmaz, Kargın Türkmenlerin menşeini inceledikleri
yazıda, şu bulgulara ulaşmıştı:
Kargın Ocağı, Anadolu’daki ocaklar arasında, belgeleri
günümüze kadar gelmiş en önemli en eski ocaklardan
biridir. Dede Karkın Ocağı’nın Anadolu’daki
faaliyetleriyle ilgili bir kısım söylenceler yanında kuşku
götürmeyecek belgeler arasında Ebu’l-Vefa ve Dede
Karkın bağlantısı gelmektedir. Karkın Boyu’nun Horasan
bağlantılarının kesinlik kazanmasından sonra Tacül Arifin
Ebul Vefa’nın Dede karkın’la bağlantısının olması Karkın
Ocağı’nın yine dört kilişik bir bilim heyeti tarafından
tescil edilmiş olması kesin olmamakla birlikte
EbulVefa’nın da Karkın Boyu ile soy bağlantısını ciddi
olarak düşündürmelidir. Fığlalı, Ebu’l-Vefa ile Dede
Karkın’ın muhtemelen Harezm’den göç ettiklerini ve
550
Faruk Arslan
Ahmet Yesevî Ocağı’na bağlı olması gerektiğini
düşünmektedir. (Fığlalı: 1996, 147)
Burada tartışılması gereken noktalardan biri kaynakların
hemen tümünde Anadolu’da bir Vefaî tarikatından adeta
kesin bilgi olarak söz edilmesidir. Oysa, Ebu’l-Vefa
isimli bir düşünürün Bağdat ve Kuzey Irak civarlarında
yaşadığına dair bilgiler bulunmakla birlikte Harezm’den
göçen Ebu’l- Vefa adına, Vefailik adıyla bir tarikat
kurulduğuna dair bir bilgiden söz edilmemektedir.
Fığlalı’nın belirttiği gibi, Baba İlyas’ın Seyyid Ebul
Vefa’nın halifesi olması yaşadıkları dönem itibariyle de
imkansızdır. Aşıkpaşazade tarihinde verilen bilgi ise,
adeta bir “galat-ı meşhur” haline gelerek bir çok kaynakta
yer almaktadır. Ebu’l Vefa’nın hocası kabul edilen,
Ahmet Yaşar Ocak’ın “Şunbekî”, Esad Coşan’ın “eşŞenbaki”, Fığlalı’nın “eş-Şanbaki”, Dede Karkın
belgelerinde “eş Şenbekî” olarak geçen kişinin
Lugatname-i Dehhüda isimli eserde “Hadis alimi Osman
b. Ahmedî Dineveri’nin dedesi ve Abudullah b. Ahmedi
Nihavendi’nin” soyundan gelen hadis alimlerindense
Kirmanşah bölgesindeki Dinever şehrinde yaşadıklarına
dair kayıt bulunmaktadır. Ancak tasavvuftan çok hadis
ilmiyle uğraşmalarından dolayı burada adı geçen Şenbeki
ile Ebu’l Vefa arasında bir bağlantının bulunması güç
görünmektedir. (Lugatname-i Dehhüda: 1373, 12795)
İslam kaynaklarında Vefai tarikatı, Mısır’da yaygınlaşmış
ve Anadolu coğrafyasıyla doğrudan ilgisi olmayan bir
tarikat olarak yer almaktadır. Vefailiğin ilkeleri ve
ritüelleri konusunda da elimizde ciddi bir bilgi
bulunmamaktadır. Bu konuda Ahmet Yaşar Ocak:
“İşte Baba İlyas-ı Horasani genellikle XV. Yüzyılda
yaşamış Ebu’l Vefa Harezmi ile karıştırılan bu Ebu’l Vefa
551
Faruk Arslan
Bağdadi’nin kurduğu Vefaiyye veya Vefailik tarikatına
mensup idi. Her ne kadar kaynaklar XIII. Yüzyılda
Anadolu’da Vefailik diye bir tarikatın varlığından söz
etmezlerse de...” (Ocak,1996:104) diyerek bu bilgiyi
doğrulamaktadır. Bir başka nokta ise, Ebu’l Vefa’ya ait
bir çok yazma menakıbdan elimizde bulunan Ayasofya,
Samsun, İstanbul Üniversitesi, Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Kütüphanesi’ndeki nüshalarda verilen
bilgilerden anlaşıldığına göre, Sultan Beyazid döneminde
yazılmıştır. Yazmaların girişinde Mısır’dan icazet alan
Aşıkpaşa oğlu: “Hazret-i şeyh Ahmed Aşıkı’ye damat
olan “ Seyyid Vilayet bin Hazret-i seyyid Ahmed el
Vefa”dan söz edilmektedir. (Ayasofya Nüshası, Varak 45 ve diğer nüshalarda ilgili yerler) yine kayıtlara göre,
“Seyyid Vilayet b. Hazret-i Seyyit Ahmet el-Vefa’nın
Mısır’da Vefai tarikatına intisap ettiği ve menakıbnameyi
oradan getirdiği, Mısır’dan sonra hacca giderek burada
Esma-i Hüsna Tilaveti icazeti aldığı” kaydı
bulunmaktadır. Bu kayıtlarla , Mısır’daki Vefai tarikatı
arasında bir bağlantının olup olmadığı daha derin bir
çalışma sonucunda elbette ortaya çıkacaktır. Ancak
menakıbnamenin Ayasofya yazma nüshasında ilerleyen
bölümler, doğrudan Ebu’l Vefa Bağdadi ile ilgilidir. Bu
menakıbnamede Ebu’l Vefa’nın Vefailik adlı bir tarikat
kurduğuna dair kayıt bulunmadığı gibi ölümünden önce
müridlerini ve “Sultan” adını verdiği onyedi müridini
Rufai tarikatına yönlendirdiğine dair kayıt bulunmaktadır.
Zamanımıza kadar bütün belgelerden ortaya çıkan bir
başka ihtimal olarak Mısır’daki Vefailik tarikatı ile 15.
yüzyılda birbirine karıştırılmış olması ciddi olarak göz
önünde bulundurulmalıdır.
552
Faruk Arslan
Tekrar Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı’nın çalışmasına
dönersek, Ebu’l-Vefa’nın Ebu Muhammed Abdullah eşŞenbaki’ye bağlı olduğu ve bu tarikatında Rufailik’ten
ayrı bir hüviyet taşımadığı öne sürülerek varolduğu kabul
edilen Vefai tarikatı Rufai tarikatıyla birleştirilmektedir.
Yaptığımız araştırmalarda tasavvuf tarihleri, mezhepler
ve tarikatlarla ilgili yapılan çalışmaların hiç birinde
Anadolu’da bir Vefai tarikatından ve bunun
hususiyetlerinden söz edilmediğini bir kere daha
vurgulamalıyız.
Bu iddia öne sürülen ciddi iddialardan biri olmakla
birlikte, başvurulan hiçbir kaynakta kesin bir bilgiye
rastlanmamaktadır. Dolayısıyla Ebu’l-Vefa Bağdadi veya
Ebul Vefa Kürdi sanıyla anılan ve ünlü mutasavvıflardan
birisi olan bu yüzden “Tacül Arifin” ünvanıyla tanınan
kişi adına Vefailik adında bir tarikatın kurulmuş olduğu
ve bunun hiç olmazsa 15. yüzyıla kadar sürüp sonra
bittiğine dair elimizde belge bulunmamaktadır.
Aşık Paşa’nın 15. yüzyılda öne sürdüğü bir iddiaya
dayanaraktan bir Vefai tarikatının olduğu Baba İlyas’ın
bu tarikatın halifesi olduğu yolundaki iddialara kesin
gözüyle bakmak yanlıştır. Yukarda da ifade ettiğimiz gibi
Rufai tarikatı günümüze kadar gelmiş ilke ve disiplini
tamamen farklı bir tarikattır. Prof. Dr. A. Yaşar Ocak’ın
da belirttiği gibi gerek Baba İlyas, gerekse Dede
Karkın’ın varlığı kuşku götürmeyen ilkeleri ve disiplini
çağlar aşarak günümüze gelen Hoca Ahmet Yesevi
Ocağı’na bağlıdır. En azından Dede Karkın’ın
Horasan’dan geldiğine dair Aşık Ednâî’nin kasidesinde
geçen:
“Rah-ı Hüdâ nesl-i Ali’dir ism-i Numanım meded/
Lakab-ı Dede Karkın Sultan şah-ı Horasanım meded”
553
Faruk Arslan
mısralarından da anlaşılacağı gibi, Dede Karkın
silsilesinin ikinci ismi olan Numan Dede Karkinî’nin
Horasan’dan geldiği kaydı bulunmaktadır. Karkın
Boyu’nun Anadolu’daki devamı olan silsilesi devam
etmektedir. Erzincan’dan ve Gazi Antep’te yeni belgeler
bulunmuştur. Bu belge ve bilgilere göre Karkın Boyu’nun
Horasan üzerinden Anadolu’ya geldikleri kesinlik
kazanmaktadır. Dede Karkın ve Baba İlyas’la ilgili uzun
değerlendirmelerden sonra Ahmet Yaşar Ocak şu yorumu
yapmaktadır:
“Üstelik Harezm’de Yeseviliğin yaygın bulunduğu ve
Dede Karkın ile Baba İlyas’ın Harezmli Türklerden
oldukları ihtimalinin yüksekliği düşünülürse, Baba
İlyas’ın Yesevilikle bağlantısının bulunup bulunmadığı
bir mesele olarak gündeme geliyor.” (Ocak: 1996, s.104)
Ahmet Yaşar Ocak’ın şu düşünceleri Dede Karkın’ın
Yesevi Ocağının devamı olduğu tezini güçlendirmektedir:
“Üstelik Baba İlyas’ın fikirlerinden çok şeyler alarak
teşekkül eden Bektaşilikte Yesevi geleneklerinin
korunması, bu ihtimali bizce daha da güçlendiriyor.”
(Ocak, 1996:105) Dolayısıyla Karkın Ocağının diğer
Horasan üzerinden Anadolu’ya gelen oymaklarda olduğu
gibi Yesevi Ocağının devamıdır diyebiliriz. Dolayısıyla
elimizdeki en eski belgelerde EbulVefa’nın şeceresinin
bulunması ve iki ismin birlikte anılmaları en azından
belgeleri bulununcaya kadar Ebu’l Vefa’nın Kargın Boyu
içinde yer aldığını düşünmemiz gerekecektir.
Vefai Tarikatı konusuna gelince; bütün tasavvuf
tarihlerinde Vefai tarikatının Mağrib-i İskenderi ünvanlı
Şeyh Vefa tarafından Mısır’da kurulduğu, iki kola
ayrılan bu tarikatın kurucusunun Bingazi’de
defnedildiğine dair bilgiler bulunmaktadır. Bu durumda
554
Faruk Arslan
ya Vefai tarikatı Ebu’l-Vefa döneminde anılmış ve fakat
ölümünden sonra unutulmuş, 15. yüzyılda yeniden ortaya
çıkmış; ya da bu bilgi diğer Vefai tarikatıyla karıştırılmış
olmalıdır.
Ebu’l Vefa ile ilgili konudaki temel kaynaklardan biri
kabul edilen ve değişik Türkçe yazmalarının İstanbul ve
Ankara’daki kütüphanelerdeki varlığından söz edilen
Ebu’l Vefa Menakıbnamesi’nin üç ayrı yazması vardır.
Bunlardan biri Samsun’da bulunan bir Türkçe yazmadır.
Öte yandan Ebu’l Vefa ‘nın Bağdat’ta Mustansıriyye
Medresesinde (408 Hicri) 1017 miladi tarihli bilim
adamları tarafından onaylanmış bir belgeden de söz
edilmektedir. Araştırmacı yazar Nejat Birdoğan bu
belgeden söz ederken belgenin tümünü yayınlamadığı
için bilgi tam olarak anlaşılamamaktadır. Çalışmasında
bazı düzeltme hataları dolayısıyla 1071 miladi, 1017
miladi gibi hatalar yanında belgenin orijinalinin veriliş
tarihi, verilen kişinin kimliği ve akrabalık bağlantısı da
tam olarak anlaşılamamaktadır. (Birdoğan: 1995, 108109) sayın Birdoğan da bu belgeye diğer belgelere
dayandırarak Ebul Vefa ile Baba İlyas arasında bir
halifelik bağlantısının olamayacağı yargısını
kesinleştirerek bir gerçeğin ortaya çıkmasını
sağlamaktadır (Yalçın, Yılmaz, 2008).
Alevîlerin, Bektaşîlerin İslama gönülden bağlılıklarını ve
inançlarını çok açık biçimde göstermesi bakımından on
iki yıl Pir Postuna hizmet de etmiş olan ve çok gezdiği
için kendisine Seyyar Baba da denilen Filibeli Tatar
İbrahim Fevzi Baha'nın Babalık İcazetnamesi (tarikat
liderliği) icazet (diploması) nın Osmanlı Türkçesi ile
metnini de vermek istiyorum:
555
Faruk Arslan
Filibeli Tatar İbrahim Fevzî Baha'nın Babalık
İcazetnamesi "Huve'1-Muîn İnnehu Min Suleymane Ve
İnnehu Bismillâhirrahmanirrahîm Nasrun Minellah Ve
Fathun Karîb Ve Beşşiri'l-Mu'minîn Ya Muhammed Ya
Ali Hayru'l-Beşer El-hamdu Lillahi'llezi Nevvere Kulûbe'I-'Arifin Bi Envari'l-'İlmi Ve'l-'İrfâni Ve Zeyyene
Sudûre's-Salikîn Bi Ziyne-ti'l-'Aşki Ve'ş-Şevkİ Ve'lİykâni Ve's-Salâtu Ve's-Selâmu 'Ala Seyyidina Ve
Nebiyyina Muhammedin Eşrcfi'l-Halki Ve Ekremi'l-Halki
Vc'1-Vicdân Ve 'Ala Alihi Ve Evlâdihi Ve Eshabihi Ve
Ah-bâbihi Ve Ehli Beytihi't-Tayibbîne't-Tahirîn Vesellım
Teslîmen Kesîren Fi Külli Hînin Ve Anin İla Yevmi
Yekû-mu'l-Haşr Ve Yensibu'l-Mîzân. Amma ba'd, işbu
icâzet-nâme-i be-dî'u'l-unvânın tahrîrine badi oldur ki;
kutbu'l-ârifîn, gavsu'l-vâsılîn, zübde-tü evlâdi'l-eimmeti'lather, kudvetu'l-evliyâi'l-kibâr Hazreti es-Seyyid
Muhammed el-mulakkab bi-Hünkâr Hacı Bektaş-i Velî
kaddesellâhu sirrehu'l-âlî ve'l-celî efendimizin dergâh-ı
feyz-iktinâh-ı âlileri dervişânından hâmili icâzet-nâme
tarîkatlu İbrahim Fevzî Baha'nın âlem-i seyâhatde geşt u
gü-zâr eylediği bazı mahallerde ehl-i ir-şâd babanın
fıkdanına mebni ekser mu-hibbân-ı tarikat ve tâlibân-ı
râh-ı Hak ve hakikat, îfâ-yı hizmet ve arz-ı inâ-betden
mahrum kalmakta bulunduklarından bahisle dergâh-ı
şerâfet-penâh-ı pîr-i müşarünileyh taraf-ı eşrefinden
Baba-yı mumaileyhe bir kıt'a icâzet-nâ-menin i'tasıyla
kabil-i sülük olan mu-hibbânın hidemât-ı
ma'neviyclerinin ifa ve âşıkân-ı sâdıkânın irşad ve ihyası
hususu ba'zı zevât-ı kiram ve muhib-bân-ı zevi'l-İhtirâm
tarafından iltimas ve istirham kılınmış ve iltimas-ı vâkı-a
şâyân-ı kabul olub Baba-yı Mumaileyhin hüsn-ü hâl ve
556
Faruk Arslan
hayat sîreti ve bu bâbda kemâl-i liyakat ve ehliyeti derkâr
ve aşikâr bulunmuş olmağla salifu'1-Be-yân muhibbân-ı
Tarîkat-ı "Aliyye'nin hademât-ı ma'lûmelerini îfâ ve
ikmâl ve tâlib-i rah-ı hakikat olan âşıkân-ı sadı-kânı,
tarikat-ı bâhiru'1-Hakîkat-ı ehlul-lah-ı 'izama teslîk ve îsâl
etmek ve ah-kâm-i Şeriat-ı Garra ve âdâb-ı tarîkat-ı
'ulyadan ser-i mu tehalluf ve inhiraf etmeyerek eser-i
eslâf-ı salihîne gitmek üzere tarafımızdan mumaileyh
Tarikatlu İbrahim Fevzî Baba'ya, izn u icazet ita ve işbu
icâzetnâme-i mahsusa tahrîr ve imlâ kılındı.
Tahriren Fi'1-Yevmi'l-Hâdi Min Şehri Rebi'i'1-ûla Sencti
İhda ve "İşrîn Ve Selâse Mieti Ve Elfin (1321) Min
Hicreti Men Lehu'l-'İzzetu Ve'ş-Şeref. Sene 1321 H."
(Yüksel; 2002, s.198-200).
Bu belgeden bir Bektaşinin saygı duyduğu değerleri
anlamak mümkün.
1826 - 1862 yılları arasında Bektaşiliğin kapalı ve
Bektaşi'yim demek dahil, Bektaşiler lehine konuşmanın
suç ve karalamanın serbest olduğu dönemdir.
İmparatorluk Türkiye'sinin sosyal hayatını günümüze
kadar, şiddetle tesir altına alan iki büyük Türk tarikatı
Mevlevilik ve Bektaşiliktir. Evliya Çelebi'nin yaşadığı
devirde İstanbul'daki tekke sayısı 557'dir ve bunların
çoğunluğunu Bektaşi ve peşinden de Mevlevi tekkeleri
oluştururdu.(Öztuna, 1978).
Köyde tarikat toplantısı olan Cem Ayini, saz veya
kopuzla, aşığın okuduğu nefeslerle yapılırken, şehirdeki
Bektaşi toplantılarında saz veya kopuzun yanında kudüm,
tambur, çalpala gibi aletler de kullanılır ve Cem Ayininin
yapılış maksadına uygun bestelenmiş ayinler icra edilirdi.
557
Faruk Arslan
Bu besteler arasında da en çok saba, segah, neva, uşşak,
hicaz ve hüseyni makamları yer alırdı.
Osmanlı döneminde olduğu gibi, Cumhuriyetin
kurulduğu yıllarda da, Muharrem ayının ilk on günü öğle
ezanları camilerde ağıt havasını andıran “Hüseyni”
makamında okunurdu. Bu toplumun bütünü tarafından
paylaşılan Kerbela hüznünü hatırlatırdı.
Eski toplum yapımız “tarım toplumu” özelliği
gösterdiğinden köy Bektaşiliği bu yapıya uygun bir tarzda
düzenlenmişti. Tarım düzenimizde işin olmadığı mevsim
olan kış günleri tarikat toplantılarının yapıldığı
zamanlardı.
Şehir hayatında biraz daha farklı yapı vardı. Çok az
bulunan memur yanında esnaf ve zanaatkar yılın her
mevsiminde çalışırdı. İnsanlar içinde okur yazarlar ve
sanatkarlarda bulunurdu. Özellikle İstanbul gibi, pek çok
tarikatın olduğu ve devlet başkanlarının oturduğu yerde
protokole katılan, Padişahı tahta çıkaran, taç giydiren,
kılıç kuşatan törenlerde Mevlevilerle birlikte olan şehir
Bektaşileri, Bektaşiliği entelektüel bir boyuta taşımışlardı.
Toplum yapısındaki değişiklikler, köyden şehre göç,
sanayiin gelişmesi, gecekondulaşma gibi sebeplerle
köylülerle birlikte “köyden indim şehre, şaşırdım birden
bire” deyişinde özetlenen bir şaşkınlık dönemi hala
yaşanmaya devam edilmektedir.
Köyleri şehirleştireceğimize, bu yapı ile şehirleri
köyleştirmiş olduk. Köylü Alevi/Bektaşi Dedesi şehirde
de evlerde toplantılar düzenleyerek, köy usulü ayinler
yapmaya devam etti.
Bazı yerlerde buna da imkan yoktu. İş hayatı pek çok
şeye fırsat vermiyor, ekmek parası insanların bütün
558
Faruk Arslan
vaktini alıyordu. Birdenbire Alevilik gündemi işgale
başlayınca, Alevi/Bektaşilerin yaşadıkları mahallelerde
dernekler, vakıflar kurulmaya başladı ve çoğunluk köylü
olduğu ve bağlı olduğu tarikat adamları da köylü Dedeler
olduğu için, şehir Bektaşiliği yerine köylü Bektaşiliği
olan Kızılbaşlık şehirleri ve medyayı doldurdu.
Şehirlerde azınlığa düşen Şehir Kızılbaşları
diyebileceğimiz Bektaşiler ve şehirlilerin tarikat adamı
olan Babalar, nerede ise tanınmaz duruma düştüler.
Eskiden büyük salonlarda, kalabalık cemaatlerle yapılan
Bektaşi ayinleri yerine, yeni icat “Cemevleri”nde, küçük
guruplarla, tıpkı köylerde yapılan ayinler icra edilmeye
başladı.
Dedeler eskiden ezberledikleri ve kendilerinden de cahil
olan köylülere hitap eden nasihat, tebliğ ve duaları otantik
olarak tekrarlamanın dışında, bu yeni duruma intibakı
sağlayamadılar.
Alevilik konusunu anlatan günümüz yazarları ayin
sırasındaki müziği göstererek Alevilik/Bektaşilikten ayrı
olduğunu ileri sürüp, aralarında ayrılık yoksa, Sünniler
niçin namazda saz çalmıyorlar gibi bir soru da soruyorlar.
Tarikatlarda, tarikatın ibadeti olan zikir ve ayinlerde ritim
saz kullanılmaktadır. Sadece “hafi” (sessiz ve gizli) zikri
benimsemiş olan Nakşilikte ritim saz yoktur. Onun
dışında kalan, Mevlevi, Kadiri, Rufai, Halveti, Gülşeni…
tarikatları ve benzerlerinde farklı musiki aletleri ritim saz
olarak kullanılır. Tarikat ibadetleri hiç bir zaman, bizim
ülkemizde camilerde yapılmamıştır.
Şeriatın ibadeti olan namaz ise, bütün tarikatlarda olduğu
gibi Alevilik/Bektaşilikte de vardır ve bunu inkar, sadece
inkar eden kişinin şahsi görüşü olur. ( Mehmet, 1930).
559
Faruk Arslan
Mevlevilerde ve Bektaşilerde, ayin başlangıcında halka
veya salonun durumuna göre, salonu çevreleyecek şekilde
oturan dervişlerin birbirlerine ve posta niyaz etmelerini,
namaz kelimesi ile anlatmak ve buna “halka namazı” gibi
isim verme işi yeni icat bir yakıştırmadır. Bu bir niyazdır.
Alevilik/Bektaşilerde, Sünnilikten farklıdır, çünkü camiye
isteyen herkes girebildiği halde Cem’e herkes giremez,
diyenler suç işleyenlerin, günahkarların bu ayine
katılamayacaklarını belirterek bunun önemli bir fark
olduğunu ifade etmektedirler.
Doğrusu bütün tarikatlarda, tarikat ayinine sadece o
tarikata daha önce usulüne göre girmiş olanlar katılır; bu
genel kuraldır. Diğer muhipler ve seyirciler sahnede
okuyan sanatkara tempo tutarak katılmak kabilinden
katılırlar ve zikri kendileri de sanki derviş gibi, şeyhin
tekrarlarına ve talimatlarına göre gönüllü olarak iştirak
ederler.
Ancak Ayin-i Cem bir farklılık gösterir ve burada Baba
veya Dede’nin “Hakim”lik görevi de vardır. Dar-ı
Mansur’a çekilen Can’a işlediği iddia edilen suçu sorulur,
gerekirse şahitler dinlenir ve Baba veya Dede kararını
açıklar ve infaz eder. (Sezgin, Atalay, 1998).
Abdülkadir Sezgin’in çözüm önerisi mantıklı: Bir takım
Dede, Baba veya Alevi liderlerinin kendilerini devrimci,
Atatürkçü göstermeleri ya bilgisizlikten ya da gösteri
türündendir. Hatta bazı tarikat liderlerini halka açık
gösteri türü “ayin-i Cem”lerde Atatürk’ü de tarikat piri
gibi saymaları bir siyasi tavır olarak görülüyor ve
sırıtıyor. Tekke ve zaviyeler, Osmanlı’da tarikat
560
Faruk Arslan
ibadetleri için vardı, Cumhuriyet Türkiyesinde
kaldırılması, yozlaştıkları için belki kabul edlilebilir.
Ancak bugün Alevilerin Cem Evi talebine buda nereden
çıktı diye bakılması, tekke ve zaviyelerin eskiden ne işe
yaradığını bilmemekten kaynaklanıyor.
Bütün tarikatlar için çare, genellikle laiklik, demokrasi ve
hukuk devletidir. Tarikatlar dini organizasyonlardır ve
yüzlerce yıllık geçmişleri vardır. Bunların laiklik
şemsiyesine alınarak, siyaset alanı dışına çekilmesi ve
tıpkı din işinin Anayasada ifade edildiği gibi, her türü
siyasi görüş ve düşüncenin üstüne oturtulması lazımdır.
Tarikatların, yasağın cennetinde yaşamaları yerine,
demokrasi bahçesinde; devletin denetim ve gözetimi
altında olması lazımdır. Bunun uygulama imkanı
bulabilmesi içinde Diyanet İşleri Başkanlığı’na
“Tarikatlar Daire Başkanlığı” ilave edilmeli ve
kendilerine faaliyet izni verilen tarikatların birinci
adamlarından oluşacak ve çalışma usul, adab ve
erkanlarını düzenleyecek mevzuatlarla, tarikatlar arası
işbirliği, ahenk ve diyalogu sağlayacak hususlarda
danışmanlık yapacak bir “Şeyhler Meclisi”nin kurulması
yerinde olacaktır. ( Sezgin, 1998).
Alevileri bu çözüm önerilerinin tatmin edeceğini
sanmıyorum. Diyanet’in kaldırılmasını talep eden Avrupa
Alevileri ve onları etkisindeki Alevileri fazlasıyla
siyasileşmiş buluyorum. Bu ortamda Alevilerin en ılımlı
grubu dahi Diyanet çatısı altına girmeyecektir, girerse,
hain, düşkün, işbirlikçi ilan edilir, dışlanır. Dedelere
maaş bağlanamına bunlar karşı çıkarlar. Alman
İstihbaratının en fazla korktuğu konu, Aleviliği
çıkarlarına uygun kullanma girişiminin sonuçsuz kalması.
Dedelerine maaş bağlayan Ankara, işlerine gelmez. Bazı
561
Faruk Arslan
siyasilesşmiş Alevilere göre, ‘Devlet Dedesi’ tabiri bile
ürkütücü. Bunun orta yolu mutlaka vardır. AKP
hükümetinin benimsediği Alevi Genel Müdürlüğü, Kültür
Bakanlığı’na bağlı kalacağı için pansuman tedavidir, daha
kalıcı ve kapsayıcı bir formül bulunmalıdır. Alevilerin
inandıkları gibi yaşamaya hakları var, devletden yardım
alarak yapılanmaları, dedelerine maaş bağlanması dış
kaynaklı fitneyi önleyecektir. Elbette Alevi köylerindeki
camileri kapatın, Diyanet’i kaldırın talepleri saçma
olduğu kadar Alevileri haklı davalarında haksız duruma
düşürüyor. Caminin işlevi farklıdır, Cem Evi’nin yeri
ayrıdır. Biri dini ibadet, diğeri tarikatın zikir yeridir.
Yanlış anlaşılmaları önlemek için verdiğimiz bu temel
bilgilerden sonra Osmanlı’da Bektaşilerin masonlarla
içiçe geçmeye başladığı dönemi sorgulayabiliriz. Mason
Bektaşilik’i hiç bir zaman münafıklık anlamında
kullanmak istemiyoruz. Masonluğu ve Sabataycıları öcü
gösterme niyetinde değiliz. Sosyolojik bir olgu olarak ele
alıyoruz.
562
Faruk Arslan
Sekizinci Bölüm
OSMANLI’DA MASONLUK VE
BEKTAŞİLİK
Bektaşî Velayetname ve Menakıpnameleri'nde Osmanlı
devletinin kurucusu kabul edilen Osman Bey'e Kayı Boyu
Beyliği'nin verilmesinde Hazreti Pir'in himmetleri ve
katkısı bulunduğunu bildiren menkıbeler vardır. Ayrıca,
Sultan Orhan, I. Murat, II.Beyazıt, Yavuz Sultan Selim,
Sultan Abdülmecit, Sultan Abdülaziz gibi pek çok
padişahın Bektaşîliğe yakınlık duyduğu ve/ya Bektaşîliğe
ikrar vermiş derviş oldukları savunuluyor. Peki o halde
neden Mason Bektaşiler, Türkiye’yi Osmanlı mirasını ret
ve Osmanlı düşmanlığı üzerine kurdular? Yıllardır
ecdadımıza küfredenlerin bu kin, nefrete ve intikam
çabalarına artık bir son vermesi gerekiyor.
Devletin silâhlı kuvvetlerini; Yeniçeriler'i Bektaşî
Tekkesi'ne bağlayan ayrıca Turşucuzade Ahmet Muhtar
Bey gibi bir takım insanları Bektaşî olduklarını bilerek
Şeyhülislamlık makamına getirmiş (111. Şeyhülislam) bir
devleti, Alevîlere zulmetti, sıkıntıya soktu gibi iddialarla
tahkir etmelerinin, sövüp saymanın mantığını anlayan
varsa, beri gelsin.
Bugün elden ele övünç vesilesi olarak gezen, Sivaslı,
Erzincanlı, Malatyalı, Ankaralı, Balıkesirli, Balkanlar ve
muhtelif yerlerinde türbeleri bulunan Alevî Dede ve
563
Faruk Arslan
Seyyidleri'ni Hazreti Peygamberin soyuna mensup kabul
ederek, 1911 yılına kadar askere almayan, vergi almayan
Osmanlı'ya vefa, minnet ve saygı göstermek; Alevî,
Bektaşî vatandaşlara, özellikle de Dedeler'e, Çelebiler'e,
Babalara düşen bir görevdir. Sâdece II. Mahmut'un
Yeniçeri Ocağı'nı imhası sonrasında Bektaşî tekkesini bir
süre için kapatmış olması, gelmiş geçmiş 700 yıla sövme
sebebi olabilir mi? Bugün, AB ve diğer ülkelerle işbirliği
yapan Alevî kökenlilerdeki, Cumhuriyeti sıkıntıya sokan
işbirliği ve hukuk dışılıklarda hangi şuuraltı psikolojik
sebep var, sorusu gündeme gelmiş durumdadır. (Sezgin,
2008).
Bu soruya cevap verebilmek için Osmanlı’da masonluğa
ve Bektaşilikle olan irtibatlarına bakmak gerekiyor.
Mason Bektaşiler, 1200'lü yıllarda Anadolu toprağında
boyveren Hünkâr Hacı Bektaş Veli'nin Bektaşilik yolu ile
Mevlâna Celâleddin-i Rumi'nin Mevlevilik tarikatı ve
daha sonra oluşan Masonluk inancının, akla, bilime değer
veren; din, dil, ırk, mezhep ve cinsiyet ayırımı yapmadan
kardeşlik bağlamında bütün insanları kucaklayan, barış ve
hoşgörü temelinde insanların mutluluğunu isteyen felsefi
görüşleriyle benzerlikleri olduğunu savunuyor. Güya
masonlukla eşdeğer Bektaşilerin çağrısını, Pir Sultan'ın şu
dizeleriyle dile getiriyor: "Şimdi bizim aramıza / Yola
boyun veren gelsin / Şeriatı, Tarikatı / Hakikati bilen
gelsin... /Kişi halden anlayınca / Hakikati dinleyince /
Üstüne yol uğrayınca / Ayrılmayıp duran gelsin... / Talip
olunca bir talip / İşini Mevlâ'ya salıp / İzzet ile selâm alıp
/ Gönüllere veren gelsin... / Koyup dünya davasını /
Hakk'a verip sedasını / Doğrulayıp öz nefsini / Şeytanı
öldüren gelsin... / PİR SULTAN'ım ol çelebiye /
564
Faruk Arslan
Eyvallahım var Veli'ye / Muhiddin'e hal diliyle / Yolun
sırrın soran gelsin..." (Odyakmaz, 2006).
Mevlevilerin çağrısını, Mevlâna'nın şu dizeleriyle dile
getiriyor:
"Gel! Yine gel! Ne olursan ol, yine gel! ister kâfir, ister
putperest, isterse mecusi olsan da gel! / Bizim dergâhımız
umutsuzluk dergâhı değildir; / Yüz kez tövbeni bozmuş
olsan da yine gel!.."
Masonların çağrısını da şöyle dillendiriyor:
"Ey milyonlar, kucaklayın birbirinizi! Bu öpüş bütün
dünyaya yayılsın. Kardeşler, şu mavi kubbenin
sonsuzluğunda bizi koruyan bir ruh vardır... Neş'e, ey
Elizium'ın kızı Neş'e! Âdetlerin, nizamların birbirinden
mutlak olarak ayırdığı şeyler, ancak senin sihrinle yine
birleştiler. Senin müşfik kanatlarının altında bütün
insanlar kardeş olacaklar!.."
Zalimler, çıkarları uğruna insanları katlederlerken; 800 yıl
öncesinden insanlığın kardeşliğini isteyen, dünyada barış
ve hoşgörüyü üstün kılmaya çalışan Hacı Bektaş Veli'nin,
Mevlâna Celâleddini Rumi ile Masonların çağrısına kulak
verilmeli ve onların istekleri hakim kılınmalıdır diyor
yazar Nevzad Odyakmaz. (Odyakmaz, 2006).
Spekülatif Masonluğun İngiltere de 1717 yılında
kurulmasından çok kısa bir süre sonra, 1721 yılında,
İstanbul’da Fransız Masonları tarafından ilk loca
kurulmuş olmakla beraber, güya milli bağımsız Türkiye
Büyük Locası, 1909 yılında Meşrutiyetin ilanından sonra
ancak kurulabilmişti. Bu nedenle, bu tarihe kadar olan
devirdeki masonluk eylemlerini genellikle dış kaynaklı
belgelerden öğreniyoruz. Arşivleri güya yandığı için
565
Faruk Arslan
aslında piyasada dolaşan bilgilerin hemen hepsi
manipülasyon kokuyor.
Osmanlı toprakları üzerinde adı bilinen ilk loca, 1748
yılında Halep’te kurulan , İskoçya Büyük Locasına bağlı,
İskenderun Locasıdır. İlk Türk Masonları ise Yirmisekiz
Çelebizade Sait Çelebi, İbrahim Müteferrika ve
Humbaracı Ahmet Paşa dır. Koca Mustafa Reşit Paşa
gibi, önemli devlet adamları ve aydınların bu localara
girdiği loca arşivlerinden anlaşılıyor. İstanbul da kurulan
localar; 1861 yılında ‘Ser Locası, 1867 yılında Prootos ve
‘l’Etoile du Bosphore’ Localarıdır. Sultan V. Murad,
Şehzade Nurettin Efendi, Şehzade Selahattin Efendi,
Şeyhülislam Musa Kazım Efendi, Şeyhülislam İzzettin
Efendi, Şeyhülislam Hayri Efendi, Müderris Mahmut
Esad Efendi, Sadrazam Keçecizade Fuat Paşa, Sadrazam
Mithat Paşa, Sadrazam Ahmet Vefik Paşa, Sadrazam
Tunuslu Hayrettin Paşa, Sadrazam İbrahim Hakkı Paşa,
Berlin Büyük Elçisi Sadullah Paşa, Şinasi, Ziya Paşa,
Namık Kemal Prootos üyeleridir. Bu devirde İstanbul da
kurulan Mason Locaları, Fransız ihtilalinden sonra
yayılan Batı merkezli dini toplumdan dışlayan güya
hümanist medeniyetin barınağı olmuş ve buralarda
yetişen Masonlar, Meşrutiyetin kurulmasını düşünsel ve
eylemsel yönlerden etkilemişlerdir.
1863'te kaleme aldığı yazıda Rum doktor Schinas,
1842'de İstanbul'da hiçbir loca bulunmadığını belirtip
eklemektedir: "Bu memlekette masonluğun yalnız adı
bile, dehşet, korku ve nefret uyandırıyordu. Mason
sözcüğü, Allah tanımaz, ihtilalci, dinsiz anlamına
geliyordu. Masonları cehennemlik diye adlandırıyorlardı.
Rumlar, Ermeniler, Katolikler, Museviler ve Türkler
bütün masonları dinsiz, imansız, uğursuz kimseler
566
Faruk Arslan
sayıyorlardı. Bugün bile, aşağı tabaka, kötü bir adamı
anlatmak için mason olduğunu söyler." Schinas'ın iddiası,
yerli loca bulunmaması ve Avrupalı locaların da yerlileri
kolay kabul etmemesi sebebiyle "doğrudur." Buna
karşılık Tanzimat'ı din karşıtı ve mason ürünü sayma
tutkusu içindeki bir Arap yayınında, 1822'de Türk
masonlarının sayısının -aralarında vezirler, paşalar da
bulunan- on bini aştığı iddiası edilmiştir. Bu da yerici
abartmanın en ilginç örneğidir... ( Koloğlu, 2007).
Abdülhamit, Sultan V. Murad'ın mason olması nedeniyle,
ilk devirlerinde masonların eylemlerine pek karışamamış,
fakat V. Muratın ölümünden sonra tutumunu
sertleştirmişti. Bu olaya bağlı olarak 1905 yılından
itibaren localar İstanbul dışında ve özellikle
Makedonya'da (Selanik) açılmaya başlamıştır.
Makedonya'da kurulan locaların en önemlileri İtalyan
Obediyansına bağlı ‘Macedonia Risorta’ ve ‘Veritas’
Localarıdır. Bu iki locanın üyeleri arasında önemli
siyaset, devlet adamları ve komutanlar vardır. Kazım
Özalp Paşa, Sadrazam Mehmet Talat Paşa, Mithat Şükrü
Bleda, Mehmet Cavit Bey, Manyasizade Refik Bey,
Kazım Nami Duru, Bahriye Nazırı Cemal Paşa, Faik
Süleyman Paşa, İsmail Canbulat Bey, Hoca Fehmi
Efendi, Osman Adil Bey; Mehmet Servet Bey, Fazlı
Necip Bey ve Emanuel Karasu Efendi bu locaların
üyelerindendirler. Ortak özellikleri tamamının aynı
zamanda Bektaşi olmasıdır. Noyan dedebaba, kitabında
bundan gurur duyuyor.(Noyan, 2006). Mustafa Kemal
Atatürk’ü mason olmasada Bektaşi olarak listeye ekliyor.
Bu tarihe kadar ülkede toplam 23 loca kurulmuştur. Aynı
zamanda Birinci ve İkinci Meşrutiyetin, Jön Türklerin,
567
Faruk Arslan
İttihat ve Terakki Cemiyetinin kurulması ve eylemleri bu
kişilerin gayretiyledir. Aynı anda İttihat ve Terakki
yöneticileri olan bu kadro, İkinci Meşrutiyetin ilanından
sonra, Osmanlı İmparatorluğunda Milli Masonluğu
kurmak için harekete geçmişlerdir. Bektaşi ocakları
toplantı yerleridir.
Türkiye Büyük Locasının kurulması işlemi sırasında
İstanbul’daki Selimiye Süvari Fırkası Komutanı Prens
Aziz Hasan Paşa, Maliye Bakanı Mehmet Cavit Bey,
Mehmet Talat Sai Paşa, Mithat Şükrü Bleda, Rıza Tevfik
Bölükbaşı, Fuat Hulusi Demirelli, Faik Süleyman Paşa,
Jandarma Genel Komutanı Galip Bey, Hüseyin Cahit
Yalçın kurucular arasındadır.
1 Ağustos 1909 günü ‘Maşrıkı Azamı Osmani’ adı altında
ilk Türkiye Büyük Locası kuruldu. Büyük Üstadlığa
Mehmet Talat Sait Paşa ve yönetime Jandarma Genel
Komutanı Galip Paşa, Rıza Tevfik Bölükbaşı, Osman
Talat Bey seçildiler.
500 küsur sayfalık 'Atatürk ve Masonluk: Kalbimizde
Saklı Kalan' adlı kitap pek çok yönden ilginç. Masonlar
ile ilgili yazılmış neredeyse bütün eserleri eleştirel bir
gözle okumuş Tamer Ayan; localarda mevcut belgeleri de
değerlendirmiş... Ortaya Masonların 'resmi tarihi' kabul
edilebilecek bir kitap çıkmış... ( Kıvanç, 2008).
O halde Cumhuriyet dönemi öncesindeki çapraz ilişkilere
dair satırlarını dikkatle okuyalım: "Özellikle Masonluğun,
kendi ilkelerine zahiren taban tabana zıt gibi görünen
siyaset ve din erbabı ile aynı amaçta birleşmesinden
dolayı; kısaca Cemiyet adı verilen İttihatçılar ve çeşitli
tarikatların (Bektaşiler, Melâmiler, Mevleviler)
mensupları Mason Localarına üye olabilmiş ve serbestçe
568
Faruk Arslan
girebilmişlerdir. Hatta bir Mason, biri İttihatçı ve diğeri
Tarikatçı olmak üzere iki ayrı kimliği daha rahatlıkla
taşıyabilmiştir. (..) Nitekim İttihat ve Terakki
kurucularının tamamı Bektaşi, çoğu Masondur." (s. 11617).
Kitabın bence en değerli yönü, yazarın, sözün nereye
gideceğini fazla hesaplamadan kendi yaklaşımına destek
çıkacağını düşündüğü hemen her ayrıntıyı vermesidir.
Devam edelim: "İttihat ve Terakki, daha doğrusu bu
cemiyetin özünü teşkil eden Osmanlı Hürriyet Cemiyeti,
bazı Mason locaları ile iç içe denilebilecek kadar ilişkili
olmuştur. İttihat ve Terakki'nin özümseyip uygulamaya
çalıştığı Hürriyet-Eşitlik-Kardeşlik şeklindeki Fransız
ihtilâl sloganının konuşulması ve uygulaması için, Batı
uygarlığı ürünü Locaların hürriyetçi ve insan haklarını
gözeten havası, Cemiyet üyelerine son derece uyumlu
geldiği gibi; Masonluğun geneldeki zulme ve monarşlara
karşı mücadele ve masum insanları hürriyete kavuşturma
ideali; Cemiyet'in İstanbul istibdadına karşı sürdürdüğü
benzer eylemle tamamen örtüşmüştür." (s. 122).
Mason, Bektaşi ve Melami Jöntürklerin isimlerini
merhum Halifebaba Turgut Koca'dan kalan evrak
arasında bulunan, kendisinin hazırladığı "İttihat Terakki
Üyeleri" başlıklı şu listeden öğreniyoruz:
MASONLAR: Ali Fuat (Cebesoy), Ağaoğlu Ahmet Bey,
Abdurrahman Şeref, Dr. Akil Muhtar (Özden), Abdullah
Cevdet, Dr. Bahattin Şakir, Beşir Fuad (İlk pozitivist),
Cavit Bey (Maliye Nazırı), Cevat Abbas (Bey), Eşref
Sencer Bey (Kuşçubaşı), Edip Servet Bey, Halil (Kut)
Paşa (Enver Paşa'nın amcası), Hüseyin Cahit Yalçın,
569
Faruk Arslan
Halil Şerif Bey, İsmail Canpolat Bey (Dahiliye Nazırı),
Kara Kemal Bey, Kazım Nabi Bey, Kazım Nami Duru,
Mehmet Reşit, Mahmut Şevket Esendal, Nuri (Kıllıgil)
Paşa (Enver Paşa'nın kardeşi), Osmancıklı Nuri, Dr. Nihat
Reşat Belgevi, Dr. Rıza Nur, Sait Halim Paşa, Şemsettin
Günaltay, Dr. Tevfik Şükrü Bey, Talat Küçük (Muşkara),
Prof. Veli Bey, Yusuf Akçura, Hüseyin Kadri Bey,
Hüseyin Haşim Sanver, Mithat Paşa, Nuri Bey (Yeni
Osmanlıcı).
BEKTAŞİLER: Ahmet Rıza Bey (Ayan Reisi), Ahmet
İzzet Paşa, Ahmet Nesimi Bey (Hariciye Nazırı), Ali
Haydar Mithat, Ali Şefik İzmirli, Ali Rüştü Hersekli, Ali
Rıza Kırımi, Asaf Derviş, Ali Rıza Paşa, Gazi Ahmet
Muhtar Paşa, İsmet Fazlı Bey, (Debreli) Behçet Efendi,
Esat Paşa (Draç mebusu), Eyüp Sabri (Akgöl Bey),
Avlonyalı Ferit Paşa, Selanikli Fazlı Necip, Şeyhulislam
Ürgüplü Hayri, Hasan Rıza Paşa (Hudeyce mebusu),
Çerkes Hayrettin Paşa (Tunuslu), Hilmi Tunalı Bey, Halil
Muvaffak Bey, Şair Hüseyin Sıret, Kimyager Hüseyin,
Hasan Tosun Bey, Gümülcineli İsmail Bey, İbrahim
Temo, Dr. İsmail İbrahim Efendi (Dobrucalı), Kamil
Paşa, Lütfi Fikri Bey (Dersim mebusu), Mahmut Paşa
(Çürüksulu), Mithat Şükrü Bey (Bleda), Çorum mebusu
Muhiddin Bey, Mahmut Nedim Paşa, Giritli Muharrem,
Milaslı Murat Asker, Veteriner Mehmet Bey, Mustafa
Ragıp, Mustafa Hayri Ürgüplü, Dr. Nazım Bey, Nabi Bey
(Yücekök), Ömer Naci (Muallim Naci), İzmir ValisiMebusu Rahmi Bey), Rauf Ahmet Bey (İstanbul
Mebusu), Dr. Rusuhi Bey, Hariciye Nazırı Rıfat Paşa,
Refik Bey (Manyasizade Adliye Nazırı), Dr. Rıfat, Eczacı
Raşit Tahsin, Reşat Paşa Matlı, Dr. Refik Nevzat Bey,
570
Faruk Arslan
Recep Peker, Binbaşı Sabri Bey, Sezai Bey (Şurayı
Ümmet Redaktörü), Bosnalı Veli Bey, Yakub Cemil Bey,
Saffet Lütfü Tozan.
MELAMİLER: Ahmet Şükrü (Maarif Vekili), Ali Suavi,
Ahmet Vefik Paşa, Ahmet Mithat Efendi, Bezmi Nusret
(Kaygusuz), Cemal Paşa, Fevzi Çakmak, Hafız Hakkı
Paşa, Hüseyin Avni Paşa, Kadir Efendi (Hoca Mehmet
Kadir Nasih), Mustafa Asım Efendi, Mehmet Tahir
(Bursalı) , Damat Mahmut Paşa, Necmettin Molla (Adliye
Nazırı), Naili Efendi (Nakşibendi, Şeyh Abdülkadir'in
kardeşi), Ömer Seyfettin, Menemenlizade Rıfat Bey,
Miralay Sadık Bey, Sami Paşazade Sezai, Saffet Paşa.
MASON + BEKTAŞİLER: Ali Fethi (Okyar), Ahmet
Bedevi Kuran (R. K.), Cemal Bardakçı, Enver Paşa,
Ethem Ruhi Balkan, Fuat Balkan, Niğde Mebusu Hayri
Efendi, İhsan Namık Bey, Kazım Karabekir Paşa,
Şeyhülislam Musa Kazım Efendi, Dr. Miralay Mehmet
Ali Baba, Mehmet Cemil, Namık Kemal, Rıza Tevfik
Bölükbaşı, Salih Cimcoz (İstanbul Mebusu), Prens
Sabahattin Bey, Talat Paşa, Cemal Paşa, Kara Vasıf Bey,
Ziya Paşa, Hakkı Baha Bey. (Yalçın, 2006).
Atatürk’ün Cumhuriyetçi kadrosunda görev alanların
büyük bölümü Mason Bektaşidir. Bir bakıma yönetim ve
devrimlerin gerçekleştirilmesi Masonlara veya
Bektaşilere emanet edilmiştir.
Fethi Okyar, Rauf Orbay, Refet Bele Paşa, Ali İhsan
Sabis Paşa, Meclis Başkanı Kazım Özalp Paşa, Meclis
Başkanı Abdülhalik Renda, Başbakan Hasan Saka,
İçişleri Bakanları Şükrü Kaya ve Mehmet Cemil
Ubaydın, Dışişleri Bakanları Bekir Sami Kunduh ve
571
Faruk Arslan
Tevfik Rüştü Aras, Sağlık Bakanları Rıza Nur, Adnan
Adıvar, Refik Saydam, Behçet Uz, Milli Eğitim Bakanları
Reşit Galip, Hasan Ali Yücel, Ekonomi Bakanı Sırrı
Bellioğlu, Milletvekilleri Cevat Abbas, Atıf Bey, Edip
Servet Tör, Yunus Nadi, Reşit Saffet Atabinen, Memduh
Şevket Esendal, Hilmi Uran, Tevfik Fikret Sılay, Ahmet
Ağaoğlu, Ankara Valisi Nevzat Tandoğan ve Belediye
Başkanı Süleyman Asaf İlbay, İstanbul Valileri Muittin
Üstündağ, Lütfü Kırdar, Danıştay Başkanı Mustafa Reşat
Mimaroğlu, Jandarma Genel Komutanı Galip Paşa,
İstiklal Mahkemesi Başkanı Necip Ali Küçüka, Amiral
Mehmet Ali Paşa Atatürk’ün çevresinde ülkeye hizmet
etmiş Masonlardır. İçlerinden 15 tanesi Bektaşidir.
Cumhuriyet döneminde Dernekler Kanunu gereği
Masonluk kurumları birer dernek statüsüne sokulmuştur.
1927 yılında Türkiye Büyük Locasının resmi statüsünü
içeren derneğe ‘Tekamülü Fikri Cemiyeti’ adı verilmiş ve
bu ad 1929 yılında ‘Türk Yükseltme Cemiyeti’ şekline
değiştirilmiştir. Atatürk’ün kapatılması emriyle, 1935
yılında Türk Yükseltme Cemiyeti adı altında dernek
statüsünde çalışan Türkiye Büyük Locası kendi
çalışmalarını bizzat kendisi tatil etmiştir. Ülkede oluşan
siyasal ve sosyal ortam göz önüne alınarak, Türk
Ocakları, Kadınları Himaye Cemiyeti, Muallimler
Derneği, İzcilik Teşkilatı gibi kuruluşlar yasayla
kapatılmış ve parti denetimi altına alınmıştır.
Atatürk, aynı zamanda Mason olan dönemin İçişleri
Bakanı Şükrü Kaya ile görüşür ve ondan Masonların üst
düzey yöneticilerine genel durumu açıklamasını ve
yasaya gerek olmadan kendi kendilerini tatil etmeleri
mesajını iletmesini ister. Sonunda 10 Ekim 1935 günü
572
Faruk Arslan
Mason yöneticileri tarafından imzalanmış bildirge
Anadolu Ajansı tarafından yayınlanır:
“Mes’ul ve maruf imzalar altında Ajansımıza verilmiştir.
Türk Mason Cemiyeti memleketimizin sosyal tekamülünü
ve günden güne artan muazzam terakkilerini dikkate
alarak ve Türkiye Cumhuriyetinde hakim olan
demokratik ve cidden laik prensiplerin tatbikatından
doğan iyilikleri müşahede ederek faaliyetine, bu hususta
hiç bir kanun olmaksızın nihayet vermeyi ve bütün
mallarını memleketimizin sosyal ve kültürel kalkınmasına
çalışan Halk Evlerine teberruu muvafık görmüştür.”
Ayrıca Şükrü Kaya hükümet adına kamu oyuna yaptığı
resmi açıklamada; “Türk Masonları kendi ideallerinin
hükümetin esas programına dahil olduğunu görerek,
kendi teşkilatlarını kendileri fesh etmişlerdir. Hükümetin
bu iş üzerinde hiç bir teşebbüsü ve alakası yoktur”
diyerek durumu belirtmiştir.
1946 yılında yeni Cemiyetler Kanununun yürürlüğe
girmesiyle, masonlar da yeniden faaliyete geçerler ve
1948 yılında İstanbul Vilayetine verilen dilekçeyle Türk
Mason Derneğini kurarlar. Aynı yıl İzmir ve Ankara
şubeleri açılır. Daha sonra, Ankara’daki localar
birleşerek 1955 yılında kendi Büyük Localarını kurarlar,
İstanbul ve İzmir’deki locaları bu Büyük Locaya
katılmaya davet ederler. Aynı yılın sonunda, Merkez
Ankara’da olmak üzere Türkiye Büyük Locası kurulur.
Böylece Türk Masonluğu, masonluk ilke ve kurallarına
aykırı olmayan bir şekilde, loca üyelerinin özgür
iradeleriyle, dünyadaki diğer benzerleri gibi kurulmuş
olur. Bu tarihten itibaren, Türkiye Büyük Locası kendi
573
Faruk Arslan
obediyansı içinde, kendisine eşit veya üstün bir güç
tanımayan tek bir merkezi yönetim şekline gelmiştir
Türkiye Büyük Locası’nın tüm dünyadaki Masonluk
obediyansları tarafından kabul edilmesi 1970 yılında
tamamlanmıştır.
Bu tarihten itibaren Türkiye’de Masonluk hızla gelişmeye
başlamıştır. 1987’de İsrail’de Türkçe konuşan “Nur"
locası, ve 1990’da Almanya-Frankfurt’ta Türkçe konuşan
“Türkay” locası açıldı. Washington “Nur”, Bükreş “Işık”,
ve ayrıca 1991’de Bodrum, 1993’de Antalya, 1995’de
İstanbul-Yakacık, 1995’de Eskişehir, 1996’da Marmaris,
2004’te Adana binaları hizmete sokuldu.
Günümüzde Düzenli Türkiye Masonluğunu temsil eden
Türkiye Büyük Locası veya Hür ve Kabul Edilmiş
Masonlar Büyük Locası Derneğidir. İstanbul Kadıköy ve
Yakacık, Ankara, İzmir-Alsancak ve Karşıyaka, Bursa,
Adana, Antalya , Bodrum, Marmaris ve Eskişehirdeki
binalarında çalışan 193 locası ve 13.000 üyesiyle insanlık
yolundaki çalışmalarını sürdürmektedir.
Masonluk Katolik ve Ortodoks kiliselerince tepkiyle
karşılanırken Osmanlı ülkesi kuruma hoşgörülü yaklaştı.
V. Murad'ın Mason olması buna örnektir. İttihat ve
Terakki Cemiyeti faaliyetlerini sürdürmek için Mason
localarını ve Bektaşiliği ‘şemsiye’ olarak kullandı.
Ancak bu davranış cemiyetin ‘siyonist’ damgası
yemesine yol açtı.
Gerçek bir müslüman'ın ve gerçek bir Bektaşinin Mason
olması kabul edilebilir mi? İslam bir arada yaşamayı,
koruyuculuk üstlenmeyi görev kabul etmiştir. 18. yüzyılın
başında kuralları kesinleşen Masonluk, Müslümanlar'ı hiç
574
Faruk Arslan
ilgilendirmemesine karşılık, Protestan kökenli olmasının
etkisiyle, Katolik ve Ortodoks Kiliseleri gibi
Museviler'den de tepki gördü. Bu ortamda İslam'ın
girişime küçümseyerek bakması doğaldı, zira
Hıristiyanlar arası çekişmelerde Osmanlı Devleti'nin
hakemlik rolü üstlendiği bilinir.
Papalığın çıkardığı Masonları Aforoz emrini 18. yüzyılın
ortalarında Osmanlı'daki Rum ve Ermeni kiliseleri kendi
dillerine çevirip örgütlerine dağıtmışlardı. Buna karşılık o
dönemlerde Bektaşi hatta Mevlevi tekkelerinde
Masonlar'la sohbetler düzenlenmeye başlandı. 18.
yüzyılın sonunda Osmanlı, geri kalmışlığını aşmak için
batı modelinden yararlanmaya başlayınca durum değişti.
Gavur damgalamalarının yanı sıra Masonluk özentisi
iddiaları da gündeme getirildi. 1860'lara gelindiğinde
İslam dünyasının Bektaşi ve Mevlevi kökenli yönetici ve
düşünürleri arasında kuruma katılanlara rastlanıyordu.
Tanzimat'ın iki ünlü devlet adamı Mustafa Reşit ve Fuat
Paşalarla Mısır Hıdivliği'nde iddialı Prens Halim Paşa
Masondular. Hatta son ikisi Büyük Üstatlığa bile
getirilmişlerdi. Cezayir'de bağımsızlık mücadelesi veren
Emir Abdülkadir'in de Mason olduğu biliniyor. Pan
İslamcı akımın baş savunucusu Afgani başvurusunda
"Kutsal Mason derneği üyelerinden, derneğe katılmama
izin vermelerini ve şerefli kürsüye dahil olmamı
onaylamalarını rica ederim" diye yazmıştı.
Sultan Abdülaziz'i etkileyip kendi oğlunu Mısır
Hidivliği'nde ön sıraya sokan İsmail Paşa'ya kızan Mısırlı
Bektaşi Prens Halim Paşa, siyasette etkinliğini artırmak
için Masonluğu kullanmayı denedi. Hem Fransız hem de
İngiliz üstatlarıyla işbirliği yaparak Mısır Büyük
Locası'nın büyük üstatlığına getirilmeyi sağladı. Yerli
575
Faruk Arslan
halktan da buna yeni üyeler katılmasını gerçekleştirdi.
Böylece, Osmanlı devlet politikasını etkilemek için
Masonluk'tan doğrudan yararlanma girişimleri çağı
başlamış oldu. Halim Paşa, Yeni Osmanlıların önderi
Bektaşi Namık Kemal ve diğer Bektaşi arkadaşları ile
işbirliği yaparak Avrupa'ya çekilmiş olan Mustafa Fazıl
Paşa ile de ilişki kurdu. Bu girişimlerin projelerini
aksatabileceğini hesaplayan Hidiv İsmail Paşa da
Masonluğu kullanarak karşı atağa geçti. 1860 ve 70'li
yıllarda, Avrupa'da siyasi açıdan Masonluk işlevini
tamamlamış görünüyordu.
Buna karşılık Osmanlı toplumu ilk kez açık açık
Masonluk'la, daha doğrusu onun özel "koloniyalist"
şekliyle karşılaşmaktaydı. 1 Temmuz 1872'de Hasköy'de,
Osmanlı ülkesindeki ilk Mason mabedinin temelinin
atılması, artık ortada Osmanlı yönetiminden çekinecek bir
şey kalmadığını kanıtlıyordu. Ancak Sultan Aziz'in
keyfiliklerini frenleyen Ali Paşa'nın 1871 Eylül'ünde
ölümü ve yerine yumuşak başlı Mahmut Nedim Paşa'nın
sadrazamlığa gelmesi Masonlar'da endişe yarattı. 20 Ekim
1872'de Osmanlı saltanat ve hilafetinin veliahtı Şehzade
Murad Proodos (Terakki) locasında tekris edilerek Mason
oldu. Abdülhamit'e de Mehmet Reşat'a da, hem de aynı
zamanda, Mason olma önerisi yapıldığı hakkında bir
iddia vardır. İkisinin de ret ettikler.
Abdülaziz' in Mason Bektaşiler darbesiyle tahttan
indirilmesi ve Murad'ın padişah halifeliğini ilanı, Mason
çevrelerinde İslam ülkelerine yönelik büyük başarı
sağlandığı kanısını doğurdu. Yeni hükümdarın istendiği
yönde etkilenebileceğine inanılıyordu. Ancak Murad'ın üç
ay içinde ruhi bir buhran geçirmesi ve yerini
Abdülhamid'e bırakması, hesapları boşa çıkardı.
576
Faruk Arslan
Abdülhamid'in daha tahta çıkışının ilk günlerinden
itibaren şöyle bir politika izlediği görülüyor: İslam'la
Masonluk bir arada olur mu, olmaz mı tartışmasına
girişmemiş, emrivakiyi benimsemiş ama kamuoyunda
işlenmesini engellemiştir.
Farklı ırk ve dindeki cemaatleri kaynaştırdığı tezini daha
ciddiye almış fakat asıl önemi bütün Avrupa
hükümdarlarının Masonluğun koruyuculuğunu üstlenmiş
olmaları hususu üzerine yönelmiştir. Bu davranış şeklini
tahta çıkışıyla birlikte başlattığına inanıyoruz. Avrupa'nın
desteği olmadan, mali iflasını ilan etmiş "Hasta Adam"ın
ayakta kalamayacağını biliyordu. Ahmet Midhat'ın
matbaasında basılan "Esrarı Farmason" isimli kitap,
kuruma bir hayır cemiyeti niteliğine dönmeyi önermekle,
Abdülhamid'in fikrini yansıtıyordu.
Abdülhamid'in geçmişte yanlış olarak Masonlar'ı
çuvallara koydurup Marmara denizine attırdığı
dedikoduları ortalıkta dolaşmıştır. Oysa mabeyincilerini
ve yaverlerini Mason balolarına gönderdiğini, 100- 150
altın bağışta bulunduğu ortaya çıktı. Karşılığında törenler
"Padişahım çok yaşa" bağırtılarıyla başlıyordu. Açıkça
karşıt düşüncelerin "Barış içinde birarada yaşaması"
ilkesini başarıyla uygulayan masonlar Bektaşiler, elit
Sebataycılardan besleniyordu. Bunun bir diğer iğrenç
örneği, donanmasının başına İngiliz ve Mason Hobart ve
Woods Paşaları getirmesidir. Özetle, siyasete
bulaşmamaları koşuluyla Masonlara tam bir serbesti
tanıyordu.
Abdülhamid iktidara geldikten sonra Yeni Osmanlılar'ı
tasfiye etmekte zorluk çekmedi. Bir belgesi olmadığı
halde Mason denilen Mithat Paşa'yı anayasal şekilde
uzaklaştırdı. Abülhamid'in davranışı locaları yok etmeye
577
Faruk Arslan
yönelik değildi. Amacı ülkeyi dışardan yönetme
eğilimlerini frenlemek ve de yerlilerin fazlaca
ilgilenmesini önlemekti. Localar daha çok yabancıların
kendi aralarında biraraya geldikleri yerler oldu, Türk ve
Müslümanlar'ın hatta gayri-Müslim vatandaşların ilgisi de
azaldı.
Ülke içinde özellikle Balkanlar'daki örgütlenme tamamen
masonik Bektaşi yapılanmaydı. 1878 Berlin
Anlaşması'ndan sonra Balkanlar'daki reformlar için
merkez kabul edilen kentlerin başında Selanik vardı ve
ordu merkeziydi. Çeşitli Avrupa uluslarına ait cemaatler
de vardı. Tabii örgütleri de. Yabancı işadamlarının çok
sayıda bulunduğu kentlerde Mason locasının var olması
doğaldı. İttihatçılara, "şemsiyelik" yapacak İtalyan
Macedonia Rizorta Locası Üstadı Muhteremliğine
Selanik Hukuk Okulu'nda hocalık yapan, avukat Musevi
Karasso getirildi.
Ülke içindeki Jöntürkler'in Masonluk'la ilişkiye girmeleri,
ona güvenlerinin sonucudur. 1903-1908 arasında
Macedonia locasına 154 kişinin alındığı biliniyor;
bunların 42'si Türk'tür, hepsi Bektaşidir. İlk kaydolanlar
arasında İttihat ve Terakki yönetiminde ön planda rol
oynayan gazeteci Fazlı Necip'i, Talat Bey (Paşa), Midhat
Şükrü'yü görüyoruz. Başka localarda üye olanların
diğerlerinin toplantılarına katılması adet olmadığı halde,
Bektaşi Cavit Bey'in (Sonrasının Maliye Nazırı)
Macedonia'ya muntazam devam etmesi, bambaşka bir
çalışmanın varlığını kanıtlıyor. Ancak locada buluşanların
hepsi Mason değildi.
İttihatçılar'ın Mason bağı ilk kez 25 Temmuz 1908 günü
Selanik'te anayasanın ilanı şerefine yapılan sokak
gösterilerine Mason locaları temsilcilerinin de
578
Faruk Arslan
katılmasıyla ortaya çıktı. Localar eski ihtiyatlılıklarını
bırakıp daha kolay üye almaya, tekris yapmaya
yöneldiler. Bu ilgi, İttihatçı liderleri Bağımsız Osmanlı
Masonluğu kurma düşüncesine yöneltti. Avrupalılar'ın
buna izin vermeyi pek arzulamadıkları kısa zamanda
farkedildi. İngiliz ve Fransızlar'a karşılık İtalyanlar bir
süre direndikten sonra onay verdiler. Büyük Doğu'nun
üstatlığına Bektaşi Talat Bey getirildi.
Aynı sırada iki girişim Osmanlı-İngiliz ilişkilerini
etkiledi. Osmanlı Masonluğu ile bütünleşmeyi arzulayan
Mısırlı milliyetçilerin İttihat ve Terakki ile ilişki
kurmaları İngiltere'yi çok rahatsız etti. Aynı anda 1909'un
ekiminde de İttihat ve Terakki'nin ikinci kongresinde antiMasonluk gündeme geldi. Mustafa Kemal'in teklifi,
cemiyetin açık bir siyasi parti haline gelmesinin yanı sıra
askerlerin siyasetten çekilmesi ve Masonluk'la ilişkinin
kesilmesiydi. Bu önerisi sebebiyle "mürteci" diye
damgalanmış ve İttihat ve Terakki'nin yönetimiyle ilişkisi
tamamen kesilmiştir.
Asıl olay yaratan, cemiyetin yönetimine muhalif olan
Miralay Sadık'ın "Siyonistlik/Farmasonluk aleyhindeki
layihası" idi. Talat, Cavit, Hüseyin Cahit ve Ahmet
Rıza'nın cemiyetten atılmalarını istiyordu.. Gerek
Masonluk ve Siyonizm iddiası gerekse Talat ve
arkadaşlarının dışlanması önerisi reddedilmekle birlikte,
bu tartışma İttihat ve Terakki'ye karşı bir suçlamanın
kendi içinden başlatılması açısından önemliydi. Bütün
politikalarında Siyonizmi destekleyen ve Masonluğu
kendi malı sayan İngilizlerin propaganda için,
İttihatçıların Masonluğu ve Siyonistliği üzerinde yayın
yapmaları gerçekten ilginçtir. Bektaşilikleri ise gündeme
getirilmemiştir.
579
Faruk Arslan
Libya ve Balkan Savaşları ile 1913 yılı ortasına kadar
süren bunalımlar toplum için hiçbir anlam taşımayan
Mason tartışmalarını doğal olarak geri plana itti. Mason
olmayan ve bu kuruma fazla sempatiyle bakmayan Enver
Paşa'nın Harbiye Nazırı olup İttihat ve Terakki'yi yönetir
duruma gelmesiyle, esasen durgunlaşmış olan CemiyetMason ilişkisi daha da canlılığını kaybetti. 1914'de Savaş
ilan edilince Bektaşi olmayan Enver Paşa locaların
faaliyetlerini durdurmalarını emretti.
Ancak Bektaşi Talat Paşa'nın müdahalesiyle localar tekrar
aktif oldular. Dünya Savaşı'nı kaybedip 1918'in
Kasım'ından itibaren her bölgesinin işgal altına
girmesiyle, Osmanlı toplumu beş yıllık bir esirlik süreci
yaşadı. Galipler her alanda istediklerini benimsettiriyor ve
bunları itiraz etmeden uygulayan destekçiler de
buluyorlardı.
En yoğun kampanya, özellikle İngilizler'in yönlendirişi
altında İttihatçılık'tan arındırma idi. 1918 sonunda
İttihatçılar'a yöneltilen en büyük suçlama devleti savaşa
sokmuş ve yenilgiye uğratmış olmaktı. Savaş kararını
kendi başına alan Enver Paşa idi ve hükümetin Mason
Bektaşi üyeleri -Sadrazam Said Halim Paşa, Dahiliye
Nazırı Talat Paşa, Maliye Nazırı Cavit Bey, Bahriye
Nazırı Cemal Paşa buna karşıydılar ama, hepsini
suçlamak İttihatçı karşıtlarının işine geliyordu.
Localar içinde fiili temizlemeyi yapan, sabık İttihatçı Rıza
Tevfik'tir. Kendisi de Mason olan bu kişi, hayatı boyunca
aşırılığını frenleyemediği söylemler arasında zikzak
çizmiş biriydi. Osmanlı Büyük Maşrık'ının başına
getirildi ve temizliğe girişti. Rıza Tevfik İttihat ve
Terakki'ye mensup Masonlar'ın listesini basına ve polise
580
Faruk Arslan
verdi, birçok Mason İttihatçılık suçlaması ile sürgün
edildi. (Koloğlu, 2006).
Devrin en ünlü mason Bektaşisi Mehmed Talat Paşa
(1874-1921) İttihat ve Terakki kurucularından ve önde
gelen siyasetçilerindendir. Meclis Vekilliği, Dahiliye
Nazırlığı, Posta Vekilliği ve 1912'de Sadrazamlık
yapmıştır. Nedense Yahudilerin çalıştığı Alyans
mektebinde öğretmenlik yaptığı hep gizlenir, Yahudi
olduğu yazılmaz. ( Küçük, 2006).
Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkmasının
suçlularından birisi olarak görülmeyi gururuna yediremez
ve 1918 yılında ülkeden ayrılır. 1921 yılında, yerleştiği
Almanya'da bir Ermeni komitacı olan Sogomon Tehliryan
tarafından öldürülmüştür. Kemikleri, 1943 yılında alınan
Bakanlar Kurulu Kararı ile Türkiye'ye geri getirilir ve
Hürriyet-i Ebediye şehitliğine defnedilir.
Türkiye Büyük Locası'nın ilk Büyük Üstadı olan Talat
Paşa, Masonluğa, İttihat ve Terakki hareketinin başladığı
ve kurucuları ile üyelerinin büyük kısmının bulunduğu
Selanik'teki Macedonia Risorta Locası'nda 1903 yılında
başlar. Bir sene sonra, Veritas Locası'na geçer ve burada
II. Nazırlık görevinde bulunur. Veritas Locası, 23
Temmuz 1908'de İkinci Meşrutiyet'in ilanından sonra
Selanik'te yapılan kutlamalara regalyalarıyla katılmış bir
locadır.
1909 yılında, 33.dereceye yükseltilir ve Türkiye Yüksek
Şurası'nın başına getirilir. Bu esnada İstanbul'da çalışan
Vatan Locası'nın kurucuları arasında yer alır. Aynı yıl
içinde kurulan Türkiye Büyük Locası'nın Büyük
Üstatlığına da getirilen Talat Paşa, bu görevini artan
siyasi görevleri ve hazırlandığı Sadrazamlık vazifesi
sebebiyle 1910 yılında Faik Süleyman Paşa'ya devreder.
581
Faruk Arslan
Sadrazam olduğu dönemde kendisine Mason olduğu
yönünde yapılan sataşmalara, kürsüden şöyle cevap
vermiştir:
"... Şahsım hakkında bir itham da Mason olduğumdur.
Evet, Masonum. Nasıl Bektaşiliği, milli bir tercih yolu
olarak kucakladımsa, Masonluğu da alem şümul bir
beşeri muhabbet ve uhuvvetin bütün insanlık için saadet
ve huzuru temin ve tesis edecek yolun, daha çok fikri irşat
membalarından telakki ve kabul ettim. Böylesine alem
şümul muhabbet ve uhuvvete milletimi layık ve bu
faziletin onun zatında mündemiç olduğuna inanarak,
Osmanlı Masonluğu'nun Maşrık-ı Azamlığını kemal-i
fahr ile kabul ve ifa ettim..."
Tekrar 3 Mart 1909’da İstanbul’da, Tokatlıyan Otel’de
yapılan Mason Yüksek Şurası toplantısına dönelim.
Toplantıya o anda 33. dereceye ulaşmış 12 mason
katılıyor. Bu 12 kişi kıdem sırasına göre 1’den 12’ye
kadar sıralanıyor. 1 Numara’daki kişinin adı Mehmet
Talat Sai, o esnada İttihat ve Terakki Merkezi Umumisi
Reisi ve milletvekili. Ondan önce de Alyans İsrael’de
Türkçe öğretmenliği yapıyor. O zaman bu isimle
tanınıyor ve daha sonra tarihe Talat Paşa olarak
geçecektir. Bu toplantılardan sonra diğer bazı önemli
tarihi şahsiyetlerin de (13. Isim olan İttihatçı Rahmi Bey
gibi) 33. dereceye yükseltildiğini görüyoruz.
Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar’a ait İnternet sitesinde,
Meşhur Masonlar olarak gururla ilan edilenlerden birisi
de Talat Paşa; aynen şöyle yazılmış: Talât Paşa (18741921) Sadrazam
Araştırmacı Suat Parlar, Yves Ternon’un "Ermeni
Tabusu" kitabından alıntı yaparak bazı bağları irdeliyor:
582
Faruk Arslan
"Talat Paşa, İttihat Terakki’nin sivil kanadının lideridir.
Bu örgüt ustası, İttihat Terakki’nin temel yapıtaşlarının
oturtulması ve cumhuriyete kadar uzanan tarihsel süreçte
devlete katkılarıyla önemli bir konumdadır. Edirne’de
bulunduğu sıralarda musevilerle kurduğu ilişkiler ve bu
ilşiklerin örgüte taşınması, ideolojik alan başta olma
üzere İttihat Terakki’yi derinden etkilemiştir. Etkileri
günümüze kadar uzanan, Türkiye-Museviler, siyonist
örgütler, İsrail -Türkiye ilişkilerinin temelleri
İttihatçıların bu güçlü adamının izlerini taşır. (…) Alyans
Israilite Universelle’de Türkçe öğretmenliği yapan bu
önemli devlet adamı sadrazamlığa kadar yükselmiştir."
Alyans (Aliance, Aliyans ) Israilite Universelle’nin önemi
pek bilinmez. Siyonizmin temelleri bu okullarda
atılmıştır. Bu okullarda okuyanlara hitap eden, bu
okullarda öğrenilen Fransızca nedeniyle, Dinç Bilgin’in
babası İzmir’de Fransızca gazete çıkarmıştır. Aliya, Erez
İsrael’e yani Nil’den Fırat’a kadar olan, vaadedilmiş
Kenan ülkesi topraklarına göç demektir. Bu topraklara
gelene "ole" yani yükseğe çıkmış deniyor. Çünkü, bu
topraklarda yaşamak bir farz, dini bir vecibe.
Talat Paşa hem mason hem de Bektaşi. Halifebaba Turgut
Koca’nın geriye bıraktığı önemli belgeden bunu bir kez
daha öğreniyoruz. Talat Paşa, Edirneli ancak hiç
kuşkusuz Selanik ile çok yakın bağı var. Selanik’te
kurulmuş ve bugün İstanbul’da devam eden, Selanik
kökenli önemli bir okul olan Şişli Terakki’nin de bağlı
olduğu Terakki Vakfı’nın sitesine girip mezunlara
baktığımızda, 1998-1999 mezunları arasında Ziya
Muzaffer kızı Busitan Senem Talatpaşaoğlu’na rastlarız.
583
Faruk Arslan
İslam mistisizmini barındıran Bektaşilik ile Yahudi
mistisizmi barındıran Sabataycı tarikatın ilişkilerini
inceleyerek devam edelim.
584
Faruk Arslan
Dokuzuncu Bölüm
SABATAYCILAR VE MASON
BEKTAŞİLERİN İLİŞKİLERİ
18-19. Yüzyıldaki Sabatayist kimliği anlamada
“heterodoks” sufi tarikatlar kilittir. Bunun en önemli
nedeni söz konusu tarikatların Sabataycılara daha
hoşgörülü bir yaşam biçimi sunmasıdır. Sabataycı
kimliğin kendini yeniden nasıl inşa ettiği bu dönemde
Sufizmin Bektaşi koluna mason kimlikleriyle girdiler.
Sabatayizm mistik ve mesihçi bir hareket. Bektaşi
sufizmdeki yanılmaz/kurtarıcı şeyh fikri Sabatayizmdeki
mesih fikrine çok benziyor. Bir başka neden de teorik ve
pratik olarak İslam sufizmi Yahudi Kabalasından daha
zengin. Bunlar Sabatayistlere ilgi çekici geldi.
Harvard Üniversitesi Tarih Bölümü’nde doktora tezini
Sabatay Sevi hakkında veren Cengiz Şişman, Sabatay
Sevi ve Sabataycılar: Mitler ve Gerçekler isimli
kitabında, Sebataycılık tartışmalarının 19. Yüzyılda,
Cumhuriyetin kuruluşunun hemen ardından ve 90’lardan
sonra alevlenmesini maksatlı buluyor. Şişman,
Sabataycıların mübadeleden sonra bir birlik
oluşturamayarak dağıldığı görüşünü savunuyor. Bu tez,
Sabataycıların Mason Bektaşi kimliklerini dışladıkları
anlamına gelmiyor.
Bu dönemlerin özellikleri neler? Tartışma hiçbir zaman
bitmiyor ama bu dönemlerde alevleniyor. İlk dönemde
Sabataycılar, aydınlanma ve moderniteyle karşılaşıyor.
585
Faruk Arslan
Selanik batılılaşma rüzgarlarının en önce ve en güçlü
hissedildiği yer. Bu cereyanların etkisine kapılan
Sabataycılar eski geleneklerinden arınmaya çalışıyorlar.
Mesih beklentisinin ve diğer doğmalarının Aydınlanmacı
fikirlere karşı dayanmasının imkanı yok. Bu dönemin
dışsal faktörüne baktığımızda da Osmanlı’nın bir sistem
krizi yaşadığı ve Avrupa ile ilişkilerinin çok karmaşık
olduğu dönemler. Ve bunun neticesinde de 1908
Devrimi’ne giden süreç. 1923’teki kırılmanın içsel
nedeniyse geleneksel cemaatin sona ermesi. Bu dönemde
eski fikirlerle geleneksel cemaat korunamıyor. İnsanlar
bireyselleşmiş, Aydınlanmış ve artık eski fikirlere
inanmıyorlar. Bu insanlar hem kendi geleneksel
düşüncelerinin hem de geleneksel İslami toplumun
baskısı altındalar. Cumhuriyet onlara iki baskıdan da
kurtulma imkânı sağlıyor. Bu yüzden çoğu yeni toplumun
modern ve seküler bireyleri olmayı tercih ediyorlar. Hatta
büyük çoğunluğu geleneklerini yeni kuşaklara aktarmama
kararı alıyor. Kuşkusuz bu karar herkesi bağlamamıştır ve
küçük bir kısım insan yoluna devam etmeyi seçmiştir.
Ama büyük çoğunluğu bu karara uyuyor. Nitekim
günümüzde Sabatayist kökenli insanlar arasında konu
hakkındaki bilgisizliğin en önemli nedenlerinden birisi bu
karardır. (Şişman, 2006). Bektaşilik kamuflajı zaten
Sabataycılara yeterince koruma sağlıyor.
Selanik Dönmeleri hakkında ortaya atılan komplo
teorileri dört ayrı dönemde ortaya atılmıştır. 1908
Devrimi’nin hemen sonrasına rastlayan birinci dönemde
söz konusu iddialar İttihat ve Terakki yönetimini
yıpratmak amacıyla ortaya atılmıştı. İngiliz
emperyalizminin çıkarlan doğrultusunda hazırlanan
“Lowther Raporu” bu iddiaların asıl kaynağıdır. Lowther
586
Faruk Arslan
Raporu daha sonraları hakim dinin İslam olduğu
sömürgelerde devrimci İttihat ve Terakki yönetimine
karşı gelişen sempatiyi yok etmek için kullanılmıştı.
İngiltere tarafından sömürgelerde propaganda amacıyla
dağıtılan rapor sayesinde, Doğu ilk kez komplo
teorileriyle tanışmıştı.
Cumhuriyet Devrimi sonrasında devrimi yapan kadrolara
karşı muhalefet ve nüfus mübadelesinin yarattığı
toplumsal koşullar Selanik Dönmeleri hakkındaki
iddiaları tekrar gündeme getirdi. Daha sonra gündemden
düşen iddialar İsrail’in kuruluşu esnasında tekrar canlanır
gibi oldu. Ama Selanik Dönmeleri hakkındaki komplo
teorilerinin dördüncü ve asıl ortaya çıkışı Büyük
Ortadoğu Projesi sırasında gerçekleşti. ABD’nin Türkiye
için Kemalizm döneminin bittiğini, Büyük Ortadoğu
Projesi’ne bağlı olarak “Ilımlı İslam” döneminin
başladığını iddia etmesiyle birlikte Selanik Dönmeleri ile
ilgili iddialar tekrar piyasaya çıktılar. 1908 Devrimi’ni
yapan İttihat ve Terakki’ye karşı mücadele esnasında
“imal edilen” söz konusu iddialar, bu kez de Cumhuriyet
Devrimi’ni yapan kadrolara karşı kullanılmaya
başlanmıştı. Öte yandan BOP’un stratejik bölgelerinde
yaşayan neredeyse herkesin Yahudilerle akraba olduğunu
ileri süren bu iddialar, bölgede etkisini artırmaya çalışan
İsrail’in de işini kolaylaştırmaktadır. İçinde yaşadığımız
coğrafyaya geçmişte İngiliz emperyalizmi tarafından
Lowther Raporu aracılığıyla sokulan komplo teorileri,
günümüzde de ABD’nin önünü açmaktadır. (Günaydın,
2004).
Türkiye’de yeni bir dönüşüm yaşanıyor. Yeni bir
muhafazakar sermaye ve sınıf ortaya çıkıyor ve “Beyaz
587
Faruk Arslan
Türkler” de diyebileceğimiz eski Mason Bektaşi elit
gücünü kaybediyor. Eski elitin parçası olan Sabataycı
kökenlileri insanların rollerinin önemsizleşmesinde bu
sürecin de önemli olduğunu düşünüyorum. Soner Yalçın
ve Yalçın Küçük Sabataycıların çeşitli İslami tarikatlara
sızdıklarını ve buralarda faaliyet gösterdiklerini yazdıkları
sansasyonel kitaplarda söylüyorlar. Aslında Bektaşi
kaleleride düşmek üzere olduğu için işi “Beyaz
Müslüman” avına dönüştürdüler. Soner Yalçın ilk
kitabında yaptığı metodolojik ve pratik hataları daha
vahimini ikinci kitabında tekrarladı. Bir kere çok ciddi
temel İslam ve Sufizm bilgileri eksiği var. Ayrıca bir iki
örnekten yola çıkarak genellemeler yapıyor. Osmanlı’nın
son döneminde yaklaşık 400 tekke var İstanbul’da.
Sabatayist kökenli insanlardan Melami, Bektaşi ya da
Mevlevi olanlar var. 19. Yüzyıla kadar bu doğrudur. Ama
bu tarihten sonra bu insanların çoğu Aydınlanmadan
etkilenmiş ve agnostik ya da ateist olmuştur. Bu nedenle
Bektaşiler ve Aleviler solcu kimliği benimsemiştir.
Bektaşiliğe geçerek sufileşme 19. Yüzyıldan sonra
masonlukla beraber gelişen bir süreç. Elbette burada
“İslamın Yahudileştirilmesi”nden bahsedemeyiz. Kaldı ki
zaten Sabataycılık teolojik anlamda Yahudilikten, en az
Hıristiyanlık kadar farklıdır. Mesela Karakaş grubunun
kurucusu Osman Baba, Baruhya Ruso, Yakup Kerido’nun
oğludur. 1676 yılında doğmuştur. 1716 yılında
Mesihliğini ilan etmiştir. En radikal kol olan Karakaş
grubu onu Sabetay’ın tek varisi olarak görmüştü. Onu bu
cemaat “Lord”, “Senor Santo” ve aynen Sabetay gibi
İsrail’in Tanrısı olarak kabul ettiler. Baruhya, Tevrat’ın
36 yasağının ihtivalarını değiştirdi. Sabetaycılığa yeni
bayramlar ekledi. Bektaşiliğin içine girerek “Osman
588
Faruk Arslan
Baba” adını aldı. 1721 yılında genç yaşta vefat etti.
Türbesi ise, Karakaşlar’ın Hac yeri oldu. Osman Baba
Bektaşi tarikatında Dede'lik derecesine kadar yükselmiş
olup, mezarı Bulgaristan'ın Khaskovo köyününün güney
batısında bulunuyor. Osman Baba’ya bağlı kalan
Karakaş’lara, onun ölümünden sonra Polonya’dan gelen
ve Jacob Frank’ın Aşkenaz kökenli müridleri olan
Lehliler de katıldılar. Karakaşlara Onyollu denmesinin bir
sebebi de Osman Baba’nın, Hıristiyan-Musevi-İslamBektaşi-Sufi-Kabalistik bir inanç sistemi yaratmasıydı.
Onyollu-Konyosos ismi daha sonraları türeyerek,
Kalyoncu-Koyuncu oldu. Osman Baba’nın soyundan
gelenlerin bir kısmı, Özmen soyismini aldılar.
Osmanlı'nın ünlü maliyecisi Cavit Bey de bu soydan
geliyordu. Ona inananlar günümüzde gruplar halinde
İstanbul, İzmir, Bursa, Tarsus, Antalya, Tekirdağ,
Manisa, Denizli, Uşak, Aydın ve Eskişehir'de
yaşamaktadırlar. Kürt Yahudileri'de bu grupla
evlenmektedirler.
Efendi yazarı Soner Yalçın'ın 600 sayfalık kitabında,
'Gizli dinli’ başbakanlar, bakanlar, bürokratlar,
işadamları, medya mensupları, askerler resm-i geçit
yapıyorlar... 400 yıl kadar önce “Biz müslüman olduk”
yalanını kıvıran Sabetay Zvi ve yakınlarının 200 kadar
aileden ibaret olduğu biliniyor; bu süre içerisinde müthiş
üretken bir hayat geçirmiş olmalılar... Hep birbirleriyle
evlenme zorunluğunu düşünürseniz, karşımıza çıkan
kadronun kalabalıklığı gerçekten şaşırtıcı... Evliyazadeler,
Uşşakizadeler, Yemişçizadeler ‘Sabetaycı’ olunca, onlarla
akrabalık bağı bulunan herkes, “Sabetaycı Sabetaycı
olmayanla evlenmez” diye bir kural da olduğu için, aynı
kategoriye giriyor çünkü... Yalçın Küçük, bu kuralı,
589
Faruk Arslan
“İbraniler Müslüman’la evlenmez” biçiminde
yumuşatıyor... İzmir deyip geçmeyin; ülkemizin önemli
pek çok şahsiyeti orayla bir biçimde irtibatlı... Selanik’te
kurulan İttihat ve Terakki liderlerinin neredeyse tümü,
Talat Paşa’dan başlayarak, ‘gizli dinli’ imiş zaten, işin
içine İzmir de girince çember genişliyor... ‘Efendi’
kitabının merkezindeki ailelere damat girenler, başta
Atatürk ve Menderes olmak üzere, Cumhuriyet
tarihimizin en önemli isimleri... İsmet İnönü’nün eşi
Mevhibe Hanım da İzmirli; Yalçın Küçük “Çocuklarını
Sabetaycı olarak yetiştirdi” diyor onun için... Soner
Yalçın’ın kitabında, Rahşan Ecevit’in babası Namık Zeki
Aral’ın da adı geçiyor... Celal Bayar ise Yahudi okulu
mezunu... ( Kıvanç 2004).
İhtida meselesi Osmanlı imparatorluğu döneminde hep
olagelen bir şeydir. Pek çok Yahudi müslüman olduğu
gibi Polonyalısı, Rum'u, Macar'ı, Sırp'ı da hatta tek tük de
olsa Fransız muhtedilerin varlığını biliyoruz, bu kişiler
arasında paşa, sadrazam ve vezir olanların sayısı hiç az
değil. Öte yandan muhtedilerin müslümanlığı da tartışma
konusu edilmemiştir. Bugün bile Türkiye'de en çok
okunan Kur'an meallerinden birisi, Yahudi kökenli
müslüman bir alim olan Muhammed Esed'in mealidir.
Mevlevi dedelerinden Esad Dede, Müslüman-Türk
camiasında itibarlı yerleri olan Mehmet Akif ve Tahir'ül
Mevlevi başta olmak üzere pek çok isme hocalık etmiştir.
Bu nedenle Esad Dede Avdeti olmasına rağmen hayırla
yad edilen bir alimdir. Elbette bu gibi şahsiyetlerin
konumunu, Soner Yalçın'ın Tempo dergisine verdiği
söyleşide olduğu gibi, "Sabetaycılar İslama da sızdı" üst
başlığıyla verilmesi doğru değildir. Bu sakat bir bakış
açısıdır.
590
Faruk Arslan
"Sızma" kelimesi Türkiye Komünist Partisi literatüründe
de partiye sızan polis ajanları veya ajan provokatörler için
kullanılan, kötü niyetliliği ifade eden bir kavramdır. Bu
kavramı insanların inançlarını ve niyetlerini sorgulamaya
yönelik olarak kullanmak aşırılıktır. Gerçekten de
Avdetilerden müslüman camiada hayırla yadedilenlerin
sayısı çok fazladır, bunu bir 'sızma' olarak değil bir
'katılma' olarak anlamak gerekir. Yukarıda da
belirttiğimiz gibi Osmanlı dini çevrelerinde ilimde
derinleşen kişiler, kökenlerine bakılmaksızın baştacı
edilmişlerdir. Osmanlı döneminde Avdeti kökenli pek çok
insan, Avdeti kökenli olmayan binlerce insan gibi,
kendilerine en yakın buldukları tasavvufi yapılara mensup
olmuşlardır. Bu bağlamda Bektaşilik, Mevlevilik, bazı
Kadiri, Rufai, Rıfai, Celveti gibi diğer tarikatlere kıyasla
daha serbest, daha geniş, daha hoşgörülü olduğu
düşünülen tarikatler, Avdeti müslümanların ilgi gösterdiği
tasavvuf grupları içerisinde yer almışlardır. Bunun bir
sızma olduğunu iddia etmek için yorumdan çok güçlü
kanıtlara ihtiyaç var. Diğer taraftan Avdetiler içinde,
kültürel ve etnik kodlara sahip olmak dışında eski
inançlarını şu ya da bu şekilde yaşayanlar varsa bile, bu
tartışılması yahut itham edilmesi gereken bir şey değil,
hoşgörüyle karşılanması gereken bir şeydir. (Muradoğlu,
2007).
Devletde bunlar olup biterken Anadolu halkı, bu
tartışmalardan habersiz veya ilgisiz yaşamıştır. Ben daha
çocukken Çorum'da çok yakın bir arkadaşım bana gelip
kendisinin Alevi olduğunu söylediğinde, ben ‘ne farkeder
ki?’ demiştim. Çok şaşırmıştı. Belli ki, kendisine
öğretilenler benim için güya farkedeceği yönündeydi. Bu
memlekette, çok ilginçtir, Türk Sünnilere Alevileri
591
Faruk Arslan
sorduğunuzda bir düşmanlık ya da bir art niyetli söz
duymazsınız. Laf edenler de zaten kendini din
koruyucusu zanneden birkaç kendini bilmezdir. Aynı
soruyu Alevilere sorarsanız, Sünnilerin kendilerine
düşman olduklarını sanırlar ve daima uzak durmaya
çalışırlar. Sünnilerce kesinlikle böyle bir şey yok iken,
Alevilerce neden böyle bir his olduğunu uzun yıllar
anlayamadım.
Bunun sebebi, Sabetaycı Yahudiler, daha doğrusu mason
Bektaşilerdi. Alevilerin içine 19.-20. yüzyıldan itibaren
sızmış ve maddi zenginliklerinden dolayı yükselmeyi
başararak, esas ve gerçek Alevi ailelere sözlerini
geçirmiş, ve bu andan itibaren Alevilerin güvenini
kazanarak onların temel düşünce öğretilerini
değiştirmişlerdi. Kutsal Dedelik ünvanını dahi alarak ve
bazıları da kendi geliştirdikleri gelenekler ve Alevilik
tarihi kitapları yazarak Alevi insanların doğuştan itibaren,
Sabetaycı mahsülü bu doktrinlerle beyinlerini
yıkamışlardı.
Sabataycılar, Aleviliğin Sarı Keçeli Türkmenleri, Kayalar
Bektaşileri, Ali Koçlular ve Babailer (Otman Baba)
kollarına girdiler. Özellikle Sarı Keçeli ve Kayalar
Bektaşiler Kolu, Yunanistan'ın Selanik iline bağlı Vardar
nehri yakınında bulunan Gevgeli ilçesi, Nutya, Kara
Sinanlı, Alçaklar, Vodina, Kilkis , Mayadağ, Poroy
köylerinden mübadele ile göç ettirilmişlerle doluydu. Bu
toplum, Tekirdağ iline bağlı Şarköy ilçesinin, Uçmak
dere, Gazi köy, Hasköy, Kirazlı, Çinarlı, Yukarı ve Aşağı
Kalamış, Mürefte, İğdelibağlar köylerine yerleşmişti. Bir
kısmı ise, İstanbul, Bursa, İzmir, Balıkesir, Çanakkale,
Edirne ve Kırklareli'ne yerleştiler.
592
Faruk Arslan
Kayalar Bektaşileri ise, Babagân koluna bağlı olan
guruplar içinde yer aldı. Günümüzde; Kırklareli, Keşan,
Tekirdağ ve Manisa’da toplu halde mahalleler kurdular.
Bu toplum mensuplarının tümü Bektaşi kökenli
Yunanistan'ın Kayalar kasabası ve çevre köylerindendir.
Özellikle bu iki kol Sabetaycılarla aynı özellikler
taşıyordu. Bu yıllarda Sivas’a hükümet göreviyle gelen
Man soy isimliler Sabetaycıydı Bektaşi Aleviydi.
Bülbülderesi Mezarlığı sadece Sabetaycı Mezarlığı
değildir. Mezarlığın aşağı kesimlerinde Aleviler de
yatıyor. Bu zatlar Aleviliğe girmiş Sabetaycılardır.
Bunlar hangi gurupların mensuplarıdırlar? Rahmetli Bedri
Noyan neden Sabetaycılar içinde gösterilir?
Halifebaba Turgut Koca’nın Mason, Bektaşi ve Melami
İttihat Terakki Üyeleri isimli listesinde (Toplumsal Tarih,
Ocak 2002, s.16) Bektaşilerde iki Ürgüplü dikkati
çekiyor. Şeyhulislam Ürgüplü Hayri ve Mustafa Hayri
Ürgüplü. Şeyhülislam da nasıl Bektaşi oluyor derseniz,
oluyor işte…
Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi’nin
1832. Sayfasında bir fotoğraf yer var; fotoğrafta İttihat ve
Terakki’nin ilk Merkez-i Umumi Üyeleri var. Bu
üyelerden birisi de Hayri (Ürgüplü) diye belirtilmiş.
Hayri Efendi, İttihat ve Terakki’nin Selanik Şubesi
kurucusu aynı zamanda.
Larousse’un Hayri Efendi Ürgüplü maddesinde, Hayri
Efendi’nin Hukuk Fakültesi mezunu ve 1908 sonrası
milltevekili seçildiğini, sırasıyla Evkaf Nazırı, Adliye
Nazırı ve Şüreyaı Devlet Reisliği yaptığını, 1914’te de
Şeyhülislamlığa getirildiğini, Osmanlı Devleti’nin Birinci
Dünya Savaşı’na katıldığında ilan edilen "Cihadı
Ekber"in da Şeyhülislamlığı dönemine denk geldiğini
593
Faruk Arslan
söylüyor. Ermeni Kırımı suçlusu olarak Malta’ya
sürülmüş. Turgut Koca, İttihatçılardan iki Bektaşi
Ürgüplü yazmış.
İlhami Soysal, Masonlar ve Masonluk isimli eserinde
şöyle yazmış : "Cumhuriyet dönemi Başbakanlarından da
mason olanların sayısı sanıldığınından çok daha fazladır.
Süleyman Demirel’e gelinceye kadar Rauf Orbay, Ali
Fethi Okyar, Hasan Saka, Dr. Refik Saydam, Suat Hayri
Ürgüplü ve Naim Talu da mason başbakanlardır." (s.416)
İlhami Soysal, şöyle devam ediyor : "… Belkemiğini
1965 seçimlerini kazanacak olan AP’lierin oluşturduğu
hükümette Başbakan Suat Hayri Ürgüplü masonluğu
babası Evkaf Nazırı Hayri Efendi’den tevarüs etmiştir.
Başbakan Yardımcısı olan o sırada Meclis dışında
bulunan AP Genel Başkanı Süleyman Demirel
masondur.(s.425)
Suat Hayri Ürgüplü, 1903 Şam doğumlu. Galatasaray
Lisesi mezunu, ticaret yargıçlığı yaparken milltevekili
seçilmiş. İkinci Saraçoğlu Hükümeti’nde Gümrük ve
Tekel Bakanlığı yapmış. Kahve yolsuzluğuna karıştığı
için Yüce Divan’da yargılanmış. TBMM Başkanlığı da
yaptıktan sonra önemli ülkelerde (Almanya, İngiltere,
ABD) büyükelçilik yapmış. 1961’de Kayseri’den
bağımsız senatör sonra da Senato Başkanı olmuş. 1963’te
de AP, CMKP (MHP’nin temeli olan parti) ve YTP’nin
oluşturduğu koalisyonda bağımsız olarak Başbakan
olmuş. "Tanrı" yürü ya kulum dediği için bundan sonra da
Cumhurbaşkanınca kontenjan senatörü olmuş. (Larousse)
Suat Hayri Ürgüplü Başbakan iken Ticaret Bakanı da
Turan Kapanlı’dır. Yesevizade’den Turan Kapanlı’nın
Selanik doğumlu, İlhami Soysal’dan da mason olduğunu
594
Faruk Arslan
öğreniyoruz. Bu hükümetin mason bakanları elbette
sadece bu isimler değil.
Şu satırlar John Freely'nin Kayıp Mesih adlı kitabından:
"(Sabatay) O sırada orada bulunan ve kendisine karşı
oldukları bilinen başhahamla beraberindeki üç hahamı,
Kutsal Kitap'ta sözü geçen "eti yenmeyen pis
hayvanlara", (...) Benveniste'yi bir deveye, diğer üç
hahamı da sırasıyla bir yaban tavşanına, domuza ve
tavşana benzetmiştir."
Bildiğiniz ve yukarıdaki pasajlarda görüldüğü gibi
museviler domuz eti yemezler. İslâm'da da domuz murdar
bir hayvandır ve eti haramdır. Ancak tavşanla ilgili bir
yasak yoktur. Böyle bir yasağa alevilerde tesadüf edilir.
Alevilerin tavşan eti yememeleri hangi sebeptendir,
doğrusu tam bilmiyorum. Onlardaki bu uygulamada
yahudilerin, dolayısiyle sabataycıların tesiri var mıdır,
yoksa bu bir rastlantıdan mı ibarettir, sadece merak
ediyorum.
"Sabetay mektubunu her zamanki gösterişli sözleriyle
bitiriyordu: "Baba'nın katına yükseltilmiş adam, Kutsal
Aslan, Kutsal Geyik, İsrail'in ve Yahuda'nın Tanrısı'nın
Kutsanmışı olan Sabetay Mehmet Sevi böyle buyurdu."
Bu satırlar da aynı kitaptan. Demek ki Yahudilikte aslan
ve geyik, ama ikisi bir arada kutsal sayılıyor. Zaten
Zwi(Sevi) geyik demek. Aslan aynı zamanda
Yeruşalayim'in (Kudüs) de sembolü. Aslanın her kültürde
ve bu arada Türklerde de bir yeri var. Türklerin tarihinde
pek çok Arslan ismi taşıyan şahsiyet mevcut. Kuvveti ve
heybeti sebebiyle insanlarımız onu severler.
Müslümanlıkta ise ne aslana ne başka bir hayvana
kudsiyet izafe edilmez. Evet Hz. Ali için "Allah'ın
Aslanı" tanımlaması yapılır, o kadar. Ancak şiilerde,
595
Faruk Arslan
Alevi ve Bektaşilerde Hz. Ali'yi temsilen aslan figurları
kullanılır. Bektaşiler ise Hacı Bektaş'ın hayâli
resimlerinde bir kucağında aslanı öteki yanında geyiği
tasvir ederler. Her ne kadar Türklerde hep kurtla kuzu
karşılaştırması yapılarak misal getirilse de, bu motif
avcıyla kurbanı dostane bir şekilde yanyana getirmek
felsefesi olarak anlaşılabilir. Şimdi akla gelen soru şu;
Geçmişte Bektaşi Tarikatı içinde yer almış Sabataycılar
kutsal aslanla, kutsal geyiği bu inanç sistemine taşımışlar
mıdır? Bunlar tesadüfi benzerlikler mi? Bu soruları soran
uzun zamandır Sabataycılığın reklamını Gökyüzü ve
Sandalcı kod adlarıyla yapan Sabataycı Tayfun Er.
Gerçek ismini ilk defa burada okuyorsunuz.
Dönmeler, Sabatay Sevi zamanından beri Balkanlarda,
Edirne’de, İstanbul ve İzmir’de bazı Bektaşi, Mevlevi,
Melaimi, Halveti ve hatta bazı Nakşi tarikatlarına sirayet
etmişler. Onların bugünkü çeşitleri adetlerinin mimarı
olmuşlardır. Mesela; Bektaşilik’teki ”mum söndü” olayı,
Mevlevi’deki çeşitli inanış ve adetler gibi. Cumhuriyetten
sonra da genelde tarikat, tekkeler, zaviyeler yasaklandığı
halde bu üç tarikata dokunulmamıştır. Ve bazı tarikat
şeyhlerine de dokunulmamıştır. Bu tür sirayetler onları bu
toplum içinde çok iyi kamufle etmiş toplum onları pek
fark edememiştir. Onları kendilerinden sanmışlardır.
Mesela, şu anda Ankara’da Bektaşi tarikatının iki önemli
dede-babası dönmedir. Mevlevi tarikatı şeyhi dönmedir.
(Er, 2003).
Sabataycılar, tarihi süreç içinde bunlar üç gruba ayrılırlar.
Kapaniler, Karakaşlar, Yakubiler. Daha çok Selanik,
İzmir, Edirne ve İstanbul’da yoğunlaşmışlardır. 1900’li
yıllarda Selanik’in nüfusu 150 bin civarındadır. Bunun 60
bini yahudi kimlikli 20 bini dönme olmak üzere 80 bini
596
Faruk Arslan
yahudidir. Bugün Türkiye’de takriben 200 bin dönme 100
bin yahudi azınlık kimlikli olmak üzere 300 bin civarında
yahudi vardır. Selanik’in, Osmanlı’nın yıkılışı ve Türkiye
Devleti’nin kuruluşunda büyük rolü olmuştur.
Osmanlı’nın yıkılması için çalışan Jön Türkler ve İttihat
terakki Partisi, çeşitli mason lojaları, Abdulhamid II’yi
1908’de görevden indiren Hareket Ordusu Selanik’te
kurulmuştur. Ayrıca Jön Türkler’in liderlerinin hemen
hemen tamamı İttihat Terakki Partisi’nin liderlerinin
önemli bir kesimi dönmedir. Pek çoğu mason Bektaşidir.
Sabetaycılar en çok Bektaşilik içinde daha sonra da
Hurufilik, Mevlevilik, Melamilik içinde görülüyor. Hatta
Nakşibendi Sabetaycılar da vardır.
İslam mistisizmi ile Yahudi mistisizmi bu tarikatlarda
buluşuyor. Sabetaycılığa en yakın öğreti Hurufiliktir.
Bektaşi denilen tarikat mensupları, Hacı Bektaş-ı Veli’ye
bağlı olarak Anadolu’nun dinî, iktisadî, askerî ve sosyal
teşekkülü olan Ahilik teşkilatına büyük yardım ve
hizmetlerde bulundular. Fakat, Bektaşi denilen bu
tarikatın hak yolda olan mensupları zamanla azaldı.
Tekkelere, kendilerini Bektaşi gösteren Fadlullah-ı
Hurufi’nin bozuk fikirleri yayıldı. Bir müddet sonra da
hakiki Bektaşilik tamamen unutularak yerini hurufi
fikirleri aldı. Bugün Bektaşi denince iki çeşit insan
anlaşılır: Birincisi, hakiki doğru Bektaşi olup, Hacı
Bektaş-ı Veli’nin gösterdiği hak yolda giden temiz
Müslümanlardır. İkincisi sahte, yalancı bektaşilerdir.
Bunlar bozuk yolda olan hurufiler olup “batıla” ismi ile
anılırlar. Bektaşiliğin içine sızıp, adeta istila eden
“Hurufilik” nedir, ilerideki bölümde bunun üzerinde
duracağız.
597
Faruk Arslan
Aşağıdaki belge Sabataycılığın reklamını yapan web
sayfalarında dolaşıyor. Doğruluğundan kuşku duysamda
Yahudi Bektaşileri deşifre ettiği için yer veriyorum:
BİR BELGE: "PROCURATOR AMPLUS"- İMTİYAZLI
İDARECİ
Belgenin aslı Fransızca. Sarah Aliye Rana tarafından elde
edilen bu belge İtalya'da Vino Ponti'nin özel
kütüphanesinde 268 no. ile bulunmaktadır.
PROCURATOR AMPLUS
CASTELLUM DuoEt Vıgıntı Excellence,
La règion du Castellum-Aegis Centrum, comprenant le
prèfecture de Smyrne et une partie du prefecture de
Magnèsie, est habitèe par une population de plus de
10.000 Juif-Bakhtasis auxquels il faut ajouter 3.000 JuifBakhtashis du prèfecture de Palèo-Castro. Ils y ont
èmigrè depuis 1910; ils attendent anxieusement la
libèration de leur Patrie pour regagner leurs foyers.Le
gouvernement de Kemal Pacha, après entente apocryphe
avec Thalamus, a accordè 15 sièges aux Juif-Bakhtasis
dans l'Assemblè National.Les Juif-Bakhtasis ont ètè
convertis à l'Islamisme, il y a environ 150 ans: ils gardent
encore les pratiques juives, ils conservent le Torah et les
livres de prière comme de prècieuses reliques et ils
parlent entre eux la langue juive.Les ayant pris sous ma
protection sur la demande, on aurait pu supposer que
c'etait un but de prosèlytisme que j'avais accèdè à cette
demande.L'Excellence Bozkurt Beg m'adressa une lettre
pour me confier le pouvoir:'C'est des Juifs nous avons
598
Faruk Arslan
pris cette contrèe, c'est à eux que nous la remettons
aujourd'hui. Nous allons vous livrer aussi les synagogues
que nous avons transformèes en mosquèes, transformezles de nouveau en synagogues, si vous les croyez
bon'Mais dans un esprit d'apaisement des passions j'ai cru
bon de ne pas y toucher, de les èvaluer après.Par ordre du
gouvernement Turc, aucune mesure concernant la
population Juif-Bakhtasis n'a ètè prise par les autoritès
sans que je sois consultè. Lorsque la bureaucratie Turc
s'est dèsagrègèe en Musulmans, ils ont continuè à
reconnaitre mon autoritè et à montrer leur confiance à
l'èlèment Juif-Bakhtasi.Ils m'ont instamment priè de faire
partie du Grand Autoritè de sauver la règion des excès
Musulmans.En meme temps l'Excellence le chef d'EtatMajeur m'ècrivit une lettre me demandant d'organiser un
règiment des Juif-Bakhtasis, reconnaissant par la- meme
l'influence et l'importance de l'èlèment Juif-Bakhtasi de la
règion. Les officiers et les autoritès lègales continuent de
nous tèmoigner la confiance la plus absolue.Les JuifBakhtasis se sont montrès dignes de cette confiance; ils
ont pu assurer la vie et les biens des officiers et des
autoritès lègales. Malgrè le trouble des consciences et les
difficultès exceptionels qui se sont prèsentèes, il n'y eut
aucune perturbation.Ces faits dèmontrent que le
gouvernement de l'Excellence Moustapha Kemal Ataturk
a reconnu que les Juif-Bakhtasis ètaient leurs seuls
succeurs et les seuls capables de gouverner le pays, une
fois l'idèologie musulmane abolie. En tout cas il a
reconnu l'influence prèpondèrante de l'èlèment JuifBakhtasi.Dans les circonstances les plus difficiles, les
Juif-Bakhtasis ont pu assurer un ordre parfait. Avec mes
599
Faruk Arslan
remerciements anticipès, veuillez agrèer, Excellence,
l'assurance de ma parfaite considèration.
Farhi Gollanzo
PROCURATORS
myrne, le 16 Mars 1937
Türkçe çevirisi
İMTİYAZLI İDARECİ
22 No.lu KALE Hazretleri
İzmir vilayetiyle, Manisa vilâyetinin bir kısmını ihtiva
eden Kale-Merkez Ege bölgesinde 10.000'den fazla
Yahudi-Bektaşi nüfusu ikâmet etmektedir ve bunlara
Paleo-Castro (Balıkesir) vilâyetindeki 3.000 YahudîBektaşi'yi de ilâve etmek lüzum eder. (Onlar) Oraya 1910
yılından itibaren hicret ettiler; Vatanlarının hürriyete
kavuşmasını ve ocaklarına (ortamlarına) geri dönmeyi
sıkıntı içinde bekliyorlar.İç Oda ile (varılan) hafî (gizli)
mutabakattan sonra Kemal Paşa idaresi YahudiBektaşiler'e Milli Meclis'te 15 adet sandalye (koltuk)
tahsis etti.Yahudi-Bektaşiler yaklaşık 150 yıl evvel
İslâm'a ihtida ettiler: Yahudi pratiklerini hâlâ muhafaza
ediyorlar, Torah'ı ve dua kitablarını değerli kalıntılar gibi
koruyorlar ve aralarında İbranî lisanıyla
konuşuyorlar.Taleb üzerine onları himâyeme almam
suretiyle, bu talebe iştirak etmiş olmam bir dönmelik
gayesi olarak kabul edilebilirdi. Bozkurt Bey hazretleri
iktidarı (salâhiyyeti) bana emanet (ettiğini gösteren) bir
mektub gönderdi:'Biz bu emaneti Yahudiler'den aldık,
600
Faruk Arslan
bugün onu yerine iade ediyoruz (onlara geri veriyoruz).
Camilere çevirdiğimiz sinagogları da size vereceğiz, eğer
iyi olacağına inanıyorsanız onları yeniden sinagoglara
çevirin. 'Fakat ihtirasların ağırlığı (baskısı) esprisi
dahilinde, onlara dokunmamanın, daha sonra
değerlendirmenin iyi olacağına inandım.Türk
hükümetinin tâlimatı gereği, benim değerlendirmem
(tavsiyem) olmaksızın, yetkililer tarafından YahudiBektaşi toplumunu alâkadar eden hiçbir ölçü ortaya
konmadı (karar alınmadı).Türk bürokrasisi
Müslümanlar'la mutabık olmadığı zaman (olmadığı
müddetçe), benim yetkimi tanımaya ve Yahudi-Bektaşi
unsuruna itimad etmeye devam ettiler.Benden
mütemadiyen, bölgeyi Müslüman artıklarından kurtarmak
için Büyük Otorite'nin bir parçası olmayı rica ettiler.Aynı
zamanda genelkurmay başkanı hazretleri, bölgedeki
Yahudi-Bektaşi unsurunun ehemmiyetini ve tesirini
tanıyan (ona minnet duyan) ve benden bir Yahudi-Bektaşi
(sistemli) birliğini organize etmemi taleb eden bir mektub
yazdı.Yahudi-Bektaşiler bu itimaddan gurur duydular;
Kanunî yetkililerin ve subayların iyiliğini (huzurunu) ve
hayatını garanti edebildiler. Sergilenen şuur
bulanıklıklarına ve istisnai zorluklara rağmen hiçbir
karmaşa olmadı. Bu olup bitenler gösteriyor ki, Mustafa
Kemal Atatürk hazretleri, bir kere Müslümanlık ideolojisi
bitip tükenmeye görsün, Yahudî-Bektaşiler'in kendilerinin
tek halefi olduklarını ve ülkeyi idare etmeye kabiliyetli
yegâne (toplum) olduklarını gördü (bildi, farketti). Her
hâl-u kârda, Yahudî-Bektaşî unsurunun ağır (câlib-i
dikkat) tesirini gördü (bildi, tanıdı).En zor şartlarda,
Yahudî-Bektaşiler mükemmel bir nizamı
kesinleştirebildiler. Hazretleri, mükemmel niyetimin
601
Faruk Arslan
kat'iyetini öncelikli teşekkürlerimle beraber (lûtfen) kabul
buyurunuz.
Farhi Gollanzo IDARECI İzmir, 16 Mart 1937
Yahudi Bektaşi unsurların varlığını gösteren,
http://www.sabetay.50g.com adlı web sayfasından
aldığım bu belgede tercüman şu notu düşmüş:
1- 1. paragrafta geçen 'vatan'dan kasıt 'Arz-ı Mev'ud'dur.
2- İç Oda (Thalamus), KALE'nin idari kadrosudur.
3- Bu mektubda, kaleme alanın hitab ettiğinin kim olduğu
belli değil fakat
muhtemelen Dünya Siyonizm Kongresi'ne veya onun
birimlerinden birine hitab ediliyor.
4- Çok değerli bir belge olduğuna şübhe yok.
5- Vino Ponti kütübhanesi Vatikan içindedir.
6- Kale'den kasıt gizli bir teşkilâttır, daha üst teşkilâtlara
Kule denir ve merkezidir.
7- Gollanzo ailesinin bir kolu Almanya diğer kolu
İspanya mahreçli olub katışıksız Yahudidir
8- 'Procurator' kelimesi Latince olub aynı zamanda 'ajan'
mânâsına da gelmektedir.
Şimdi sıra asıl vurgulamak istediğimiz Mason Bektaşi
derin devletini irdeleyebiliriz.
602
Faruk Arslan
Onuncu Bölüm
MASON BEKTAŞİ DERİN DEVLETİ
Yazar Reha Çamuroğlu, Bektaşiliğin son dönemlerine
doğru bölündüğünü savunuyor. Havas ve avam gibi iki
ayrımın çıktığını belirten Çamuroğlu şu görüşte: O
zamandan bu yana bir yere evrildiğini söylemek zordur.
Avami kesim ve Havas ayrımı çıkmıştır daha çok ortaya.
Avamiler otantik olduğunu düşündükleri Bektaşiliği
sürdürürken Havas arasında masonik eğilimler revaç
bulmuştur’. Maalesef; Alevilik, Bektaşilik ve Mevlevilik
gibi meşrep ve mezheplerde, masonların kılıfı ve din
düşmanlarının karargâhı yapılmaya alet edilmiştir.
Özellikle XVII. yüzyılın sonlarından başlayarak
serkeşliği, yağmacılığı, yol kesiciliği ve eşkiyâlığı
Osmanlı İmparatorluğu'nun başına büyük gāileler açmış
olan Yeniçeri Ocağı'nın lâğvedilmesi daha XVIII.
yüzyılın ilk çeyreğinde düşünülmüşse de bunu 15 Haziran
1826'daki dirâyetli operasyonuyla başaran Sultan II.
Mahmud olmuştur. Vak'a-i Hayriyye (Hayırlı Olay) diye
anılmakta olan bu operasyonda yalnızca İstanbul'da bir
günde 10.000 ve bunu izleyen iki ay zarfında da taşrada
bir o kadar yeniçeri ortadan kaldırılmıştır.
Yeniçeriler Hacı Bektâş-ı Velî'yi ocaklarının pîri ve
mânevî efendisi olarak saydıklarından her yençeri
ocağında bir Bektâşî Babası bulunurdu. Pâdişâh,
Bektâşîler'in yeniçerilerin serkeşliklerini önleyecek yerde
603
Faruk Arslan
onları kışkırttıklarını da çeşitli vesîlelerle tesbit
ettirdiğinden 8 Temmuz 1826 günü bütün Bektâşî
tekkelerinin kapatılıp bunların başka tarîkatlara (ve
özellikle de Nakşîliğe) tahsisine ve Bektâşîler'den de
suçlu bulunanların îdamına ve diğerlerinin de çeşitli
yerlere sürülmesine karar verir. Bu yüzden Bektâşîler'in
büyük bir bölümü takıyye uygulayarak başka tarîkatlara
intisâb etmişlerdir.
Bu târihden başlayarak Bektâşîler de onlara îtikad
açısından yakın olan Anadolu Alevîleri'nin bir bölümü de
Osmanlı Hânedânı'na karşı, tıpkı Mâbed Şövalyeleri'nin
Fransa Hânedânı'na besledikleri gibi, bir hınç ve kin
beslemeğe başlamışlardır. Hınç ve kinin Sultan
Abdülaziz'in şehâdetinde de rol oynamış olduğuna dair
târihçilerimiz tarafından iddialar ileri sürülmüştür.
Bunların ispat edilebilmiş iddialar olmamasına rağmen,
bu meş'um hâdisenin hazırlayıcıları ve baş aktörleri
olarak ithâm edilenlerin hem Bektâşî ve hem de (meselâ
Mithat Paşa gibilerinin) mason olmaları acabâ yalnızca
bir tesâdüf müdür?
XIX. yüzyılın sonlarına doğru Mekteb-i Tıbbîye'de Sultan
II. Abdülhamid'in idâresinden rahatsızlık duyan mûteriz
bir grup öğrenci 1889 yılında, adı bir takım değişiklikler
geçirdikten sonra 1908 yılında İttihad Ve Terakkî
Cemiyeti'nde karar kılacak olan İttihad-ı Osmânî
Cemiyeti'ni kurmuş; ve aynı yıl içinde Fransa'da
yaşamakta olan ve Jön Türkler diye tanınan ve Pâdişâh'a
karşı olan bir grupla temasa geçmişti.
Jön Türkler'in hemen hepsinin Fransız Dışişleri Bakanlığı
tarafından paraca desteklendiği ve Fransız Mason
Locaları'nda tekrîs edilmiş, Fransız İhtilâli'nin hayrânı
604
Faruk Arslan
kimseler oldukları bugün delilleriyle ortaya çıkarılmış
bulunmaktadır. Masonluk İngiltere, Belçika, Hollanda,
Danimarka, Norveç ve İsveç krallarının zâten mason
olmaları hasebiyle orada ihtilâlci uygulama
bulamayacağını bildiğinden Jön Türkleri kendisi için
nîmet bilip onlara Osmanlı'yı yıkmak üzere gerekli
desteği sevinçle sağlamıştır.
Bu bakımdan Jön Türkler hem İttihad ve Terakkî
Cemiyeti ve hem de Türkiye'deki Mason Locaları için
verimli bir fidelik görevi ifâ etmişlerdir. Sultan II.
Abdülhamid'in affıyla Türkiye'ye döndükleri zaman Jön
Türklerin, Osmanlı Hânedânı'na karşı duydukları hınç ve
kin bakımından aralarında hemen bir sempatinin oluştuğu
bir topluluk ise Bektâşîler olmuştur. Bektâşîlerin önde
gelenleri zâten 1867 yılından başlayarak Mısırlı Prens
Mustafa Fâzıl Paşa sâyesinde Mason Locaları'nda tekrîs
edilip mason olmuş bulunmaktaydılar. Bu arada şair
Nâmık Kemâl'in, Talât Paşa'nın ve Şeyhülislâm Mûsâ
Kâzım'ın da hem mason ve hem de Bektâşî olmaları
ibretle kaydedilmesi gereken bir husustur.
Cumhûriyet'in kuruluşunu izleyen yıllarda, Hilâfet'in
ilgāsında ve ayrıca harf, takvim, şapka inkılâblarında,
ezânın ve Kur'ân'ın Türkçe tilâvet edilmesi
uygulamalarında ve diğerlerinde Türkiye'den yükselmiş
olan gizli-kapaklı ya da âşikâr itirazlar arasında tek bir
Bektâşî ya da Alevî yer almamış olduğu gibi Fransız
İhtilâli'nin akabinde kurulmuş olan ihtilâl mahkemelerinin
hukuk, usûl ve uslûb bakımınan birer kopyası olduğu
izlenimini veren İstiklâl Mahkemeleri esnâsında da
mahkûm olan Bektâşî ya da Alevîye rastlanmamaktadır.
605
Faruk Arslan
Sultan II. Mahmud'dan sonra sessiz kalan Bektaşiler, 19.
Yüzyıl Osmanlı tarihinde büyük seyri olan Jön Türk
Hareketi'nde büyük rol oynadı. Hacı Bektaş'tan sonra
kimlik değiştiren ve hayli karışan Bektaşilik'te az çok
tasavvuf, büyük miktarda Hurufilik, Babailik, Batınilik,
hulul ve tenasuh, Caferilik, Şiilik, İmamilik, Şamanilik,
Lamalık gibi eski ve yeni birçok unsurlar vardır. Bu
yüzden içinden çıkılmaz bir şekil almıştır. Sultan II.
Mahmud'un yeniçerilikle birlikte Bektaşiliğe de büyük bir
darbe vurmasından sonra bir müddet sessiz kalan
Bektaşiler, daha sonra bazı siyasi faaliyetlere
girişmişlerdir. 19. Yüzyıl, Osmanlı tarihinde büyük seyri
olan Jön Türkler hareketinde Bektaşi dervişlerinin rolü
olduğunu, Ernest Ramsaur 'The Bektashi Dervishes and
the Young Turks' (Moslem World dergisi 1942)
makalesinde incelemiş ve ilginç neticelere varmıştır.
Bektaşiler'in Masonlar'la da ilişkileri olmuştur. Önemine
binaen Ernest Ramsaur'un makalesinin bir bölümünü
aşağıya alıyoruz:
'Richard Davey, 1897'de bu tarikatın Fransız mason
locaları ile ilişkisi olduğunun söylendiğini duyduğunu
yazar. 1867'lerde bazı Müslüman arkadaşlarının
Avrupa'ya gittiklerinde mason localarına girdiklerini
yazan Brown, Bektaşiler konusunda şunları
söylemektedir:
Bektaşi tarikatından dervişlerin kendilerini mason gibi
görmelerini ve onlarla kardeş olduklarını iddia etmelerini
garipsedim. Masonluğun Türkçe karşılığı Farmason'dur
ve (dindar Türkler arasında) birine hakaret etmek için
kullanılır. Fakat Bektaşi kelimesi için de aynı şey söz
konusudur. Zira Bektaşiler, benim anlayamadığım bir
sebepten ötürü Müslümanlar, hatta diğer derviş tarikatları
606
Faruk Arslan
arasında bile saygın bir yere sahip değildirler.'
Aynı şekilde diğer bir yazar da, Bektaşiler konusunda
şöyle der: 'Onlar 18. ve 19. Yüzyıl başlarında
yeniçerilerle birlikte Osmanlı ıslahat hareketlerinde
masonların Avrupa'daki ıslahat hareketlerinde
oynadıklarına benzer. Voltaire'in taraftarlarından Fazıl
Bey'in yeniden düzenlediği bu tarikat, 100 yıl kadar bir
süre Genç Türk Hareketi'nin teşkilatı olarak kaldı.
Faaliyetleri, başka maksatlar içinde felsefi, edebi, ilmi ve
siyasi idi. Richard Davey de bazen Fazıl Bey, bazen
İzzettin Bey olarak söz ettiği tarikata mensup birinin
Voltaire'in etkisinde kaldığından söz eder ve 'İstanbul'a
döndüğünde, zaten gizli bir cemiyet niteliğinde olan
tarikata, zamanla büyük etki yapacak bazı felsefi ve özgür
düşünce ile ilgili görüşler getirmişti' der.
Şu halde denilebilir ki, Türkiye'deki Bektaşiler,
milliyetçilik duygusuna, bir yere kadar da olsa sahiptiler
ve çeşitli davalar peşinde koşan kimseleri çevrelerinde
toplayacak kadar liberal görüşlüydüler. Kadınlara bile
tarikat içinde eşit haklar tanınmıştı. Tarikat mensuplarının
halifelik konusunda Şiiler'in imamlık ilkesine daha yakın
olmaları dolayısıyla, Osmanlı padişahlarının halifelikle
ilgili iddialarını olumlu karşılamamaları, Bektaşiler'in Jön
Türk Hareketi'ni desteklemeleri için bir diğer sebep
olarak gösterilebilir. Birge, Bektaşiler'in Yavuz Sultan
Selim'in 1514'te Şah İsmail'e karşı açtığı savaşı, Şii
İranlılar'a yakınlık duyduklarından ötürü engellemeye
çalıştıklarını söyler. Bu sebeple Abdülhamid'in halifeliğin
etkinliğini yeniden canlandırma konusundaki gayretleri,
Bektaşiler'in karşı bir tutum benimsemelerine önayak
olmuş olabilir.
607
Faruk Arslan
1931'de, Türkiye Cumhuriyeti içindeki bütün derviş
tarikatlarının kaldırılmasından altı yıl sonra, kendisi de
Bektaşi olan Ziya Bey, Bektaşilik üzerine bir seri yazı
yayınlamıştı. Vardığı netice, Cumhuriyet'in Bektaşi
tarikatının uzun süredir gerçekleştirmeye çalıştığı
ıslahatları tamamladığı, dolayısıyla bu tarikatın artık
gereğinin kalmadığıydı. Öngördükleri ıslahatlar arasında
hilafetin kaldırılması, kadınlara eşitlik tanınması ve dini
taassubun azaltılması da vardı.
Ancak Bektaşilerin her zaman diğergamlıkla hareket
ettiğini de söyleyemeyiz. Hasluck, Bektaşilerin
propaganda yaptıkları ülkelerde, dini üstünlük kazanmak
emelinde olduklarını, 1908 ihtilali sıralarında bile
Arnavutluk'ta bir Bektaşi devleti kurmayı umut ettiklerini
yazar. Ayrıca, 1880-1881 Arnavut Milli Hareketi
sırasında Güney Arnavutluk'un bir kısmının Yunanistan'a
verilmesi ihtimali ortaya çıktığında, Abdülhamid'in
Bektaşiler'den şüphelendiğini de söylemektedir. Hasluck,
'Bu sıralarda Güney Arnavutluk halkı, Abdul Bey
Frasheri kumandasında görünüşte Türk bölgesine
gelebilecek herhangi bir tehlikeyi savunmak için
ayaklandı. Fakat gerçekte amaç, Arnavutluk'un bağımsız
bir devlet olmasıydı' diyerek konuya açıklık
kazandırmaktadır.
Bektaşi tarihi uzmanlığıyla tanınan yazar Melikoff,
Namık Kemal’i incelediği araştırmasında mason
bektaşilerin kılcal damarlarını gösteriyor:
Sufîliğe doğru eğilimleri olan Namık Kemal, bir Bektaşi
ailede dünyaya geldi. Bektaşiliğini, büyük bir olasılıkla
ailesine, ana tarafından borçlu; çünkü, Namık Kemal,
hayatının ilk 19 yılını -böylece yetişme döneminiannesininbabası Abdûllâtif Paşa'nın yanında geçirdi.
608
Faruk Arslan
Abdûllâtif Paşa, valiydi. Namık Kemal'in soylu, ama
varını-yoğunu yitirmiş bir aileden olan babası Mustafa
Âsim Bey, kayınpederine bağımlı bir halde yaşıyordu.
Böylece, genç Namık Kemal'in eğitimini yönlendiren
Abdûllâtif Paşa olmuştur. Namık Kemal, ilk şiir
deneyimlerini bu dönemde yaptı. Abdûllâtif Paşa'nm
yönetiminde Farsça ve Arapça öğrendi ve Osmanlı tarihi
ile tanıştı. Bundan şu sonuca varabiliriz: Kemal, genç
yaşından başlayarak entelektüel gelişmesine damgasını
vurmuş olan Bektaşi etkisini ailesinde ana tarafına
borçludur.
1885'te, Namık Kemal henüz 15 yaşındayken, Abdûllâtif
Paşa, Kars'tan sonra Sofya'ya kaymakam tâyin edildi.
Namık Kemal, ilk şiir denemelerine işte bu Sofya'da
başladı. Gençliğinin şiir defterlerinde, Klasik Iran ve
Arap yazarlarının etkisinde yazılmış gazeller ve nazireler
bulunuyor; bunlar arasında, özellikle hayli çok sayıda
Kerbelâ mersiyesi, yani Kerbelâ şehitlerine dökülen
gözyaşlarını dile getiren şiirler de var. Bu bir şiir türüdür
ki, İran edebiyatında pek gelişmiştir; ancak, Türk
edebiyatı da ondan geri kalmış değildir; nitekim, en güzel
Kerbelâ mersiyeleri Fuzulî'nindir, onun şaheserlerinden
biri olan Hadikatüssuada (Mutluluğa Ermişlerin Bahçesi),
haksız ve zalimce öldürülmüş Kerbelâ şehitlerine duyulan
acıları dile getirir. Kerbelâ mersiyelerinin dışında, Namık
Kemal'in şiir defterlerinde, Ali aşkıyla dolup taşan
mısralar görülüyor: Örneğin, Şahımdır Ali; ayrıca Eşref
Paşa'nın Aleviyiz diye başlayan bir gazeline nazire.
Liberal, hoşgörürcü ve herkesçe benimsenmiş töre ve
inançlar karşısında bağımsız düşünceleriyle tanınmış olan
Bektaşi tarikatı, ezilmişleri desteklemesi dolayısıyla,
Osmanlı împaratorluğu'nda entelektüel yaşamı
609
Faruk Arslan
etkilemiştir; ve bu destek, şiir ve müzik olarak, sanatsal
biçimlerde kendini göstermiştir. Bu ezilmişler
topluluğunun, her şeyden önce mistik ve dinsel bir niteliği
vardı; çünkü bu topluluk, vaktiyle Kerbelâ ovasında
katledilmiş olan şehitlere dökülen gözyaşlarından
doğmuştu; ancak, daha sonraları, bu dinsel hak davası
siyasal bir renk kazandı ve şehitler, her türden adaletsizlik
ve baskıyla karşılaşan herkes için bir simge haline geldi.
Namık Kemal, böylece, çocukluğundan başlayarak, bu
düşüncelere hazırlanmıştı. Avrupa'nın etkisi altında
tanımayı öğrendiği liberal, hoşgörürlükçü, çeşitli ırk ve
sosyal sınıflar arasında eşitliği dile getiren ülküler,
böylece onda yalnız uygun değil, aynı zamanda daha
önceden iyice hazırlanmış bir zemin buldu.
Öte yandan, Bektaşiler, 1826'dan beri gizliliğe itildikleri
için, Masonlar nezdinde bir destek buldular. Masonlarla
aynı ülküyü paylaşıyorlardı: Yani liberalizm,
hoşgörürlük, herkesçe benimsenmiş töre ve inançlar
karşısında bağımsızlık (non-conformisme) ve ruhbana
karşı oluş.
Bektaşi tarikatı, öteki Türk tarikatları içinde, halka en
yakın olanıydı; çünkü, mensuplarının büyük çoğunluğu,
okur-yazarlığı olmayan halk kitlelerinden geliyordu. Aynı
zamanda, bütün tarikatlar içinde en fazla "Türk" olanıydı;
çünkü, törenleri sırasında yalnız Türkçe kullanılıyordu.
Öte yandan, pek zengin şiiri, müziği ve şarkılarıyla,
kültürel yaşama da katılıyordu özellikle. Bektaşi
edebiyatı, halk edebiyatının önemli bir dalını oluşturur ve
bu yanıyla da, Türk edebiyatının yenileşmesinde büyük
rol oynamıştır, inanışlarının hak mezhep dışı (hètèrodoxe)
bir nitelik taşımasından dolayı koğuşturulup zulme
uğrayan Bektaşiler, bunun da etkisiyle, temelde liberal
610
Faruk Arslan
düşüncelere yatkın idiler. Kentsel merkezlerin Bektaşi
tentelerinin, bu öncü düşünceleri, müzikte, şarkıda ve
şiirdeki kültürel zenginliklerinden dolayı, mensupları
arasında liberal aydınlar vardı; bu aydınlar, Osmanlı
reform hareketlerinde, Masonluğun Avrupa'da aydınlıklar
yüzyılında oynadığı role benzer bir rol oynadılar.
Masonluk, Türkiye'de XVIII. yüzyıldan başlayarak,
Avrupa'da ortaya çıkışından pek az sonra biliniyordu;
hareket, özellikle Mustafa Reşit Paşa döneminde önem
kazanır. Fransa'da birçok kez elçi olarak görev yapmış
olan Mustafa Reşit Paşa, ingiltere'de, yakın dostu ve daha
sonra Babıâli nezdinde elçi olacak olan Lord Stratford
Canning ile beraber Mason olmuştu.
Kırım Savaşı sıralarında, Masonluk Türkiye'de genişleyip
yaygınlaştı, ingiliz ve Fransız localarının arttığını
görüyoruz, istanbul masonları, bir Fransız locası kurmak
için, Fransa Maşrık-ı Âzâm'ı (Büyük Doğu/Grand Orient)
ile temas kurarlar; loca, bu kuruluşa bağlı olacaktı.
Böylece, 1858'de Boğaziçi 'Yıldızı doğar; arkasından da,
23 Mart 1863'te Doğu Birliği. 1865'te bu loca, kapılarını
Müslümanlara da açar ve Türkçe toplantılar yapar.
Üyeleri arasında, siyasal ve dinsel birinci derecede
şahsiyetler görüyoruz; seçkin Osmanlı aydınları, bu
locada alabildiğine temsil edilmektedir.
Bektaşilerin Masonlukla yakınlık kurmaları da -bir
olasılıkla- bu sıralardadır; ancak, bu konuda eğilim, bu
tarihten çok daha önce, kuşkusuz 1839'da Tanzimat'ın
ilanından sonra başlamış görünüyor; ya da bu eğilim belki- daha da önce, Bektaşiler koğuşturulup zulme
uğradıkları ve kendilerine kapılarını açacak bir ocak
bekledikleri günlerde başlamıştır. Üyeleri, entelektüel ve
liberal seçkinler arasından gelen Bektaşilik, Osmanlı
611
Faruk Arslan
İmparatorluğu'nda, vaktiyle Masonluğun XVIII. yüzyılda
Avrupa'da oynadığı role benzer bir rol oynamıştır. Ancak,
burada sözkonusu olan Bektaşiler, doğaldır ki,
kentlerdeki Bektaşiler olup, köylerde Alevî adıyla anılan
Bektaşiler değildir. Her iki grup arasında, gitgide
derinleşecek ve kaynağı da sosyal olan bir bölünme
olacaktır.
1867'den 1869'a kadar, Müslümanların, gitgide artan
sayıda Doğu Birliği'ne girdiğini görüyoruz; o sıralarda
loca başkanı üstad Louis Amiable'dır ve Mısırlı Prens
Mustafa Fazıl Paşa tarafından da desteklenmektedir. Bir
başka Mısırlı prens, Mustafa Fazıl Paşa'-nın akrabası Said
Halim Paşa, Şûrâ-yı Âl-i Osmanî adıyla Osmanlı locasını
kurdu; bu loca, Maşrık-ı Âzâm'a bağlıydı. Prens Mustafa
Fazıl Paşa, Doğu Birliği'ni terkederek Şûrâ-yı Âl-i Osmani'ye girdi ve arkasından da önemli sayıda Mısırlı bir üye
grubunu sürükledi. Prens Said Halim Paşa, bu locanın
birinci başkanı oldu ve aynı locada, Mustafa Fazıl Paşa da
önde gelen bir rol oynadı. Öte yandan, Mustafa Fazıl
Paşa, Namık Kemal'e pek bağlıydı ve ona Avrupa'da
bulunduğu sırada yardım etmişti.
Bununla beraber, Namık Kemal'e, bu locada değil, I
Proodos (ilerleme) adını taşıyan bir Yunan locasında
rastlıyoruz. Bu Yunan locası, Maşrık-ı Âzâm'ın Yüksek
Kurulunun verdiği yetki sayesinde, 28 Ocak 1868'de
İstanbul'da kurulmuştu. Birinci başkanı Ale-xandre
Isınyrides oldu; ancak, 31 Aralık 1870'te başkanlık
Cleanthi Scalieri'-ye geçti ve onun zamanındadır ki, loca
büyük bir gelişme içine girdi. Çoğu Yunanlı olan
Hıristiyanların yanı sıra, Sarayda ve devlette büyük
makam sahibi pek önemli Müslüman şahsiyetler de
612
Faruk Arslan
görüyoruz bu locada. Locanın yerleşmesine göz kulak
olan Louis Amiable gibi, Cleanthi Scalieri de,
imparatorlukta çeşitli milletlerin aynı çatı altında kardeşçe
bir arada yaşamalarından yanaydı; Doğu Birliği'nde
olduğu gibi, toplantılara Türkçeyi o da soktu. 1872
Ekim'inde, bu locada, 19'u Türk olan 68 üye
bulunuyordu. Bu Türkler arasında okuduğumuz bir ad da
şu: "Kemal, Mehmed Namık, edebiyatçı."
Ne var ki, 20 Ekim 1872'de, bu listeye, pek önemli bir
yeni üye eklenir: Sultan Abdülmecid'in büyük oğlu Prens
Murat'tır bu ve Louis Amiable'-ın evinde, alabildiğine
gizlilik içinde masonluğa girmiştir. Aynı yılın 8 Aralık
toplantısında, Prens 2 ve 3'üncü sembolik dereceleri aldı.
Kısa bir süre sonra, kardeşleri Nureddin ve Kemalettin
Efendiler de bu locaya kabul edildiler.
Prens Murad'ın, Scalieri ile dostluk ilişkileri vardı. Üye
olduğu içindir ki, 1876'da, V. Murat, akıl hastalığı
gerekçesiyle tahttan uzaklaştırılıp da II. Abdülhamit
mutlakiyetini kurmaya başladığında, bu dostluk ilişkisi
Scalieri'nin düşüşüne yol açtı. Masonluk gibi liberal bir
kuruluşa bağlı olmak, otoriter ve otokrat bir rejimde, hem
tahttan düşen sultan, hem de Cleanthi Scalieri, nede her
ikisiyle dostluk ilişkisi olan Namık Kemal için tehlikeli
bulunuyordu.
Masonluğa girdiği aynı yıl, Prens Murat, Namık Kemal'in
girişimi üzerine, Midhat Paşa'yla temas kurdu. Prens,
böylece locadaki üyeler arasında en samimi
yardımcılarından kimi insanları buluyordu. Daha sonra,
Abdülhamid, Murad'ı, Scalieri ve onun, aralarında Namık
613
Faruk Arslan
Kemal'in de bulunduğu yakın arkadaşlarıyla birlikte
hükümete karşı komplo kurmakla itham edecektir.
Masonluğun güttüğü ülkü, insan ve Yurttaş Hakları
Bildirisi'nde tanımlanandı: Yani, ırkı ya da dini ne olursa
olsun, bütün insanların özgürlüğü ve hukuk bakımından
eşitliği. Mason locaları, görünürde bu hakların
korunmasına çalışıyor ve imparatorluğun çeşitli milletleri
arasında anlaşmanın sürdürülmesine gayret ediyorlardı.
İşte, I Proodos'un 28 Mart 1868'de kuruluş toplantısı
tutanağının bize öğrettiği; o tutanakta şöyle deniyor:
"Bâtıl itikatlarla mücadele, sayısal ve dinsel görüş
farklılıklarından doğan kinlerin yatıştırılması, insanları
kardeşliğin çözülmez bağlarıyla birleştirmek; önerdiğimiz
amaç budur." (Melikoff, 2006).
Namık Kemal'in, uğrunda bütün yaşamını feda ettiği
özlem ve ülkülere öylesine uygun bir amaç taşıyan bir
harekete katılmasında, şaşılacak bir şey yoktur.
Bununla beraber, şu noktayı saptamak da ilginç: Namık
Kemal, masonluğa hiç kuşkusuz Avrupa'da bulunduğu
sırada girmişti; ancak, bir Fransız locası değil, Maşrık-ı
Âzâm'a bağlı bir Yunan locası idi bu. Göze ilk çarpan
nokta da şu: İngiliz masonluğuna girmiş Mustafa Reşit
Paşa, Midhat Paşa ya da Prens Mustafa Fazıl Paşa gibi
ünlü Türk masonlarının tersine, Namık Kemal Fransız
Maşrık-ı Âzâm'ına bağlı bir locaya girdi. Bu bizi şu
varsayıma götürüyor: Namık Kemal, Fransa'da bulunduğu
sırada masonluğa girmiş olmalı.
Dikkati çeken bir ikinci nokta da şu: Namık Kemal,
614
Faruk Arslan
İstanbul'a döndükten sonra, bir Yunan locasında yeniden
gözüküyor. Belki, Cleanthi Scalieri ile olan dostluk
ilişkileri, bunda rol oynamıştır; bununla beraber, bu
seçim, Namık Kemal'in düşüncelerine uygun görünüyor.
Gerçekten, Batı'ya olan hayranlığına ve Osmanlı
İmparatorluğu'-nu modernleştirmeye çalışanlara sağladığı
desteğe rağmen, şunun farkındaydı: Batı'nın girişi,
imparatorluğu Avrupa'ya bağımlı bir devlet haline
düşürecekti. İlerleme ve reform arzusuna rağmen, Namık
Kemal, bir bütün olarak Osmanlı yurduna derinden derine
bağlı idi. Ülküsü, bir modern devletti; ama bu devlet,
İslâm gelenekleri içinde olumlu ne varsa koruyacaktı;
Doğulu kalacaktı bu devlet; Müslümanları olduğu kadar
Hıristiyanları da içine alan bir Osmanlı yurdu olacaktı ve
bütün bunlardan dolayı, istilacı Batı'ya karşı bir denge
sağlayabilecekti.
Böylece, eğitiminin bir parçası olan dinsel ve sufî temel,
Namık Kemal'in bütün yaşamı boyunca kendini
hissettirmiştir. Gençlik mısralarında dile getirdiği ilk
Bektaşi heyecanlan, ruhunun derinliğinde, atalarının
dinine kendini hep bağlı yapıp çıkmıştır. Namık Kemal'in
ülküsü, Bektaşi geleneğinin öğrettiği hemcinsine sevgi,
hoşgörü ve gönül yüceliği idi; ilerleme ve modernizm
arzusuna rağmen, kökenine hep bağlı kaldı o. ( Melikoff,
2006).
Namık Kemalden asıl ana sorun, Balkan çetecilerin
mason Bektaşiliğine geçiyoruz. Jön / Genç Türk- İttihat
Terakki hareketine ortam yaratan Arnavutluk bir
Bektaşilik yatağıdır. Yoğun ve etkin bir Bektaşi
toplumuna sahiptir. Bir Arnavut gazetesi 1913’lere ait
durumu şöyle değerlendiriyor:
615
Faruk Arslan
“Akıllı ve zeki Arnavut Müslümanlarının büyük bir kısmı
dinlerinden kopmuş ve Bektaşi olmuşlardı. Buna
İslamlığın Protestanlığı da denebilir. Hattâ daha da çoğu
söylenerek, özgür düşünce, eşitlik ve kardeşlik lehine dini
değiştirip yalınlaştırarak mason inancına oldukça
yaklaştırdıkları ileri sürülebilir. Böylece onu idealize
etmiş ve eski Asya masonluğu temeline oturtmuşlardır.
Bugün, bu ve öteki kültürlü ve zeki, Müslüman ve
Hıristiyan Arnavutluklardan girmişlerdir”. (Koloğlu,
1991).
Ötede, Budapeşte de Bektaşiliğin bir ileri karakoludur.
Gül Baba kültü buradaki Alevi-Bektaşiliğin günümüze
kadar getirilmesine neden olmuştur. ( Hasluck, 1991).
20. yüzyıl başlarında ne kadar Alevi-Bektaşi vardı?
Araştırmacılar yedi milyon rakamını veriyorlar.
Arnavutluk’taki Tomari Dağı Bektaşi Tekkesi Postnişini
1826 öncesi tutulan yıllık istatistiklerde; Anadolu’da yedi
milyon, Arnavutluk’ta 100 bin, İstanbul’da 120 bin, Girit,
Makedonya ve Irak'takilerle toplam 7,3 milyon AleviBektaşi olduğunu açıklıyor. Arnavutluk’taki Bektaşi
cemaati başkanı Salih Niyazi Baba’ysa 1933’lerde
Osmanlı İmparatorluğu’nda Kızılbaşların dışında 7,5
milyon Bektaşi olduğunu söyler. Niyazi Baba’ya göre
sadece Türkiye’nin doğu illerinde 1,5 milyon,
Arnavutluk’ta ise 200 bin Bektaşi vardır. Bu sayı
Arnavutluk’taki nüfusun % 20’sidir. ( Birge, 1991).
TBMM Aksaray milletvekili Besim (Atalay) Bey
1924’lerde Anadolu’da yaklaşık 1,5 milyon AleviBektaşinin var olduğunu yazar. Doğallıkla bu sayılar pek
sağlıklı değildir. Bir kanı oluşturmak için vermek
616
Faruk Arslan
gereğini duyduk.
Gerek Türkiye’de, gerekse Balkanlarda Alevi-Bektaşilik
bir gizli güçtür. Dierl’in vurgaladığı gibi 1900’den sonra
Türk ulusçuluğu, Pantürkizm ve laiklik kentlerdeki AleviBektaşi felsefesini öne çıkarır. 20. yüzyıl başlarında
Alevilik-Bektaşilik siyasal düşünce ve eğilimlerin temel
direği olur. Siyasal hareketler, Alevi-Bektaşilerde
düşünce ve eylemde destek ararlar. Jön / Genç Türkİttihat ve Terakki’nin Bektaşilik ilişkisi ve birlikteliği bu
bağlamda doğar ve gelişir. Bunun en güzel örneklerini
Balkanlardaki Jön / Genç Türk hareketinde görüyoruz.
Bir Bektaşi olan Resneli Niyazi Bey’in “Hürriyetin İlanı”
için dağa çıktığı sıralarda güncesine düştüğü 05. 07. 1908
tarihli notunda;
“Kroşişte ve bölgedeki köylerde İttihat ve Terakki’ye
girmiş olanlar, bu taraflarda Bektaşilere dönük bir
küçümseme ile karşılaşmaktaydı, demektedir. Bu yargı
Bektaşilerin Genç Türk hareketine yoğun olarak
katıldığını, halkın (özellikle Sünni halkın) Jön / Genç
Türklerle Bektaşiliği aynı kefeye koyduğunu gösterir.
Niyazi Bey anılarında Hüsrev Bey’i İttihat ve Terakki
“Cemiyeti”ne kazanışına değinirken; özellikle onun
Bektaşilerle olan bağına ve bu kesimi “cemiyete”
kazandıracağına inandığı için önem verdiğini belirtir.
Çünkü, Alevi-Bektaşiler bölgede önemli bir yoğunluğa ve
güce sahiptirler. Düşünce olarak da yakındırlar. Bu
kesimle birliktelik “cemiyet” için bir kazanımdır. Resneli
Niyazi Bey anılarında bu ilişki arayışını şöyle anlatır:
“…Hüsrev Bey Görüce bölgesinde Melmepan Bektaşi
617
Faruk Arslan
tekkesi babalarından Şeyh Hüseyin Baba ile özel görüşme
yaparak bölgede çalışmalar için gerekli bir yol sağlamıştı.
Baba, Cemiyeti ve amacını kutsal bilmiş ve büyüklüğüne
inandığı bu yoldan ayrılmamalarını ve kendi müritlerine
gerekirse bu uğurda kanlarını akıttırabileceğini
söylemişti. Bu Bektaşi babasının bölgede ve tüm
Toskalılar arasında bir büyük etkisi vardı. Ayrıca Çerçiş’i
koruyan ve ona yardım eden de oydu. İşte ben Hüsrev
Bey üzerinde durmamın neden doğru olduğunu böylece
kanıtlamış oluyordum.” (Niyazi, 1975).
İttihat ve Terakki genellikle Bektaşiliğin yoğun ve etkin
olduğu yörelerde örgütlenmiştir. İlk örgütlenmeler
bilindiği gibi Köstence, Mecidiye, Ruscuk, Dobruca,
Şumnu, Filibe, Sofya, Kızanlık, Vidin, İşkodra, Tiran,
Selanik, Manastır ve Edirne gibi Rumeli ve Balkan
kentleridir. Buralarda da Bektaşiler yoğun ve etkindirler.
İttihat ve Terakki’nin ilk örgütleniş yerleri bilinçli ve
planlı bir seçimdir. Örgütlenişin bu coğrafi modelinin
Bektaşi öğelerin gözönüne alınarak yapıldığı muhakkak.
Çünkü, bu tür örgütlenmelerde destek ve ortam aranır.
İttihat ve Terakki’nin örgütlenmesine doğal ve toplumsal
ortamsa Bektaşi bölgelerinde vardır. Bektaşilik- İttihat
Terakki birlikteliğinin gizi burada yatar.
Balkanların bu kentleri aynı zamanda Masonluğun da
yaygın olduğu yerlerdir. Bu kentlerde mason locaları
çoktan beri kurulmuştur. Mason localarında özgür bir
hava vardır. Her türlü konuşma ve tartışma
yapılabilmektedir. Prof. T. Zafer Tunaya’nın belirttiği
gibi, localar baskı rejimini yıkmak isteyenlerin “planlama
ve yüreklenme merkezleri” olmuşlardır. İttihat ve Terakki
Masonlukla bütünleşmiş ve yaşam felsefesini genellikle
618
Faruk Arslan
localardaki tarikatçılıkla birleştirmiştir. Böylece İttihat
Terakki - Masonluk-Tarikatlar (özellikle Bektaşilik)
birleşimi doğmuş; 2. Abdülhamid yönetimine karşı ve
Meşrutiyet yönetimi için siyasal birlik oluşmuş, İttihat ve
Terakki bağrında ve önderliğinde ortak bir hareket
oluşmuştur. Bu birliktelik içerisinde 1906 Eylülü’nde
“Osmanlı Hürriyet Cemiyeti” kurulmuş, bu örgüt 1907’de
“İttihat ve Terakki Cemiyeti” adını almıştır. İlginç bir
yanı vardır. Kurucu üyelerin hemen tümü tarikata
bağlıdır. M. Tahir Bey’in dışında hepsi de masondur.
(Niyazi, 1975).
Osmanlı, Anadolu coğrafyasında neşvünema bulmaya
başladıktan hemen sonra güçlü bir askeri sistem kurmayı
başarmıştı. Burada hemen bir parantez açıp gözden
kaçırılan ve anakronik bir yanılsamayla ezeli bir sıfat
atfettiğimiz “Anadolu” olgusuna kısaca değinmekte fayda
görüyoruz. Anadolu kavramı bugünkü anlamına
İttihatçıların millileşme ve sonrasında hızlanan söylemin
etkisiyle kavuşmuştur. Yoksa ilk başlarda Orta Asya’dan
gelen Türk boyları açısından Anadolu’nun herhangi bir
yeri, yabancı ve yeni bir yerleşim alanıdır. Ve buralar boş
değil, tersine Bizans’ın o günkü halklarının yaşadığı
yerlerdi. Bu nedenle, Osmanlı, efsaneye bakarsak 400
çadırla kurulan ve hızla büyük bir devlet olmaya evrilen
faal bir Türk beyliği olarak kendisine devlet teşkil etmek
amacıyla dışarıdan “ordu” ve “bürokrat” ithal etmek
zorunda kalmıştı. Daha doğru bir ifadeyle, toprak ve aile
bağı olmayan, sadece Padişaha tâbi ve bağlı bir kapıkulu
sistemini benimsemek durumunda kalmıştı. Bu insanları
Anadolu’dan seçemezdi zira o günkü Anadolu bugünkü
Anadolu değildi. Üstelik toprağı ve ailesi belli olan
insanlar durumundaydı bunlar. Bu nedenle, dışarıya
619
Faruk Arslan
yönelmiş ve devşirme usulüyle asker ve sivil bürokrasinin
temelini kurmuştu. Elbette bu sistemin kurulmasında
Selçuklu ve Bizans gelenekleri de referans alınmıştı.
Osmanlı’nın son döneminde ise yine Selanik, Manastır,
Makedonya, İzmir ve İstanbul menşeli çoğunluğu
sabetayist ve kripto olan gençler, eskinin Enderun ve
Yeniçeri ocağı niteliğindeki Harbiye, Tıbbiye ve
Mülkiye’nin ağırlıklı unsurları olmuşlardı. Jöntürk ve
İttihatçı hareketin başta Tıbbiye olmak üzere bu
okullardan örgütlenmesi kuşkusuz rastlantı değildi
Osmanlı sarayındaki hekimbaşılık kurumunun etkinliği
ayrıca irdelenmeye değer. Özellikle tek işi insan
sağlığının tedavisi olması gereken Tıbbiye öğrencilerinin
“carbonari” hareketin merkezinde yer almaları
zannediyorum ayrı bir analizi hak etmektedir. Dünya
tarihinin en büyük komitacıları Dr. Bahaeddin Şakir ve
Dr. Nazım’ın (ikinci sınıf komitacılar Dr. Adnan Adıvar,
Dr. Tevfik Sağlam, Dr. Rıza Nur, Dr. Refik Saydam vs de
düşünün) hekim olmaları çok ilginçtir. Acaba örneğin
Kemal Alemdaroğlu, Cem’i Demiroğlu, Nurettin Sözen
gibileri de bu çizgide sayılabilir mi? Dilerseniz Orhan
Pamuk’un “Cevdet Bey ve Oğulları”nı bir de bu gözle
okuyun.
Carbonari-jöntürk-ittihatçı hareket bazılarının sandığı gibi
19. asrın ikinci yarısından itibaren sisteme hakim olmuş
görünse de köken olarak ucu çok daha derinlerdeydi.
Yukarıda da denildiği gibi, “ithal” edilen ve daha doğrusu
“sentetik” olarak oluşturulan bu devlet gücü
gayrimüslimlere dayandırıldığından Rumeli eksenli bir
yapı kurulmuş oluyordu. Sonradan devşirme sisteminin
çözülmeye başlamış olması bile sistemin kılcal
damarlarına kadar bu unsurların sızmış olduğu gerçeğini
620
Faruk Arslan
değiştirememiştir. Yine örneğin bazılarının “reformist”
diye sunmaya çalıştığı Katip Çelebi’nin tek derdi
“devşirme tekeli”nin ilanihaye korunmasını sağlamaktır.
Sonuçta, söz konusu “azınlık köken” sistemi hep
varolagelmiş görünmektedir. Konuyu biraz açalım.
Yeniçeri Ocağı, bir yandan devşirme çocuklarından teşkil
edilirken manen “Bektaşi” dergâhına bağlanmıştı.
Yeniçeriliğin, doğudaki Celali isyanlarının adeta İstanbul
merkezli iç isyan izdüşümü niteliğini alması, yeniçerilerin
aldıkları ganimet, ulufe vs.yi nemalandırmak için Yahudi
sermayesiyle kurdukları yakın ilişki, Osmanlı “derin
devleti”nin giderek daha da derinleşmesine ve Padişah ve
yakın çevresine rağmen karşı konulmaz bir güce
kavuşmasına yol açmıştı. Yeniçerilerin, Genç Osman’a
defalarca tecavüz ederek öldürmeleri bu bakımdan
sembolik bir önem taşımaktadır. Sabetay Sevi’nin, “Aziz
Mehmet” olarak Saray’a taşınması da öyle…fakat burada
şunu da vurgulamak lazım: Osmanlı’daki derin yapı da
yekpare değildi: Balkanlı Hıristiyan kökenlilerle Balkanlı
Yahudi (yani sabetayist ağırlıklı) ve Seferad lar arasında
yoğun bir mücadele vardı.
Özetle, yeniçeri-yahudi sermayesi-saray içi bürokratik
gruplar-devşirme geleneği, sistemin temeline oturmuştu.
II. Mahmud’un yeniçeriliği ve Bektaşiliği tasfiye etme
girişimi esasen kısmen başarılı olmuştur. Sonuçta,
Osmanlı ve Türkiye derin devletini oluşturan ana güç ve
felsefe başka yapılanmalarla gerek yüzeyde gerekse
yeraltında faaliyetlerine aksamadan devam etmiştir.
Bu bağlamda söz konusu derin yapılanma, önemli bir
katkıyı İtalya’daki “carbonari” hareketten devşirmiştir:
rafine gizlenme, hücre tipi örgütlenme ve perdeleyici
yüzey örgütleri kurma bu aşamada kendini göstermiştir.
621
Faruk Arslan
Sabetayist ağırlıklı kriptoların Osmanlı masonluğunu
kurup geliştirmeleri de perdeleyici (yarı) yüzey örgütleri
kurmalarının önemli örneklerinden biridir.
Demografik olarak İstanbul, İzmir, Selanik, Makedonya,
Manastır vs. kökenli insanların (çünkü sabetayistler ve
kriptolar ağırlıklı olarak buralarda yaşıyorlardı) ağırlıkta
olduğu bu yapılanmanın en önemli temsilcisi
İttihatçılar’dır. Bu noktada bir parantez daha açalım.
Carbonariliğin masonluğun daha örtülü ve gizli bir biçimi
olarak devamı sürerken, kendi menşeinde olduğu gibi bu
topraklardaki politikasının bir gereği olarak yani
perdeleyici “yarı” yüzey örgütleri şeklinde örgütlenmesi
sonucunda Makedonya Risorta Locası kurulmuştu, dikkat
isterim Makedonya!. Osmanlı’nın Hür ve Kabul Edilmiş
Masonlar Locası’nın başkanı kimdi peki: Talat Paşa. Ne
tuhaf, ittihatçıların (hayır, Almancı İttihatçıların!)
tasfiyesinden sonra Hürriyet ve İtilaf Partisinin iktidarı ile
birlikte Filozof Rıza Tevfik Loca’nın başkanlığına
gelecekti. Burada bir not daha düşelim. Masonluk
sanıldığı gibi tam anlamıyla gizli bir yapılanma değildir.
Asıl gizli yapılanmaların perdeleyici yarı yüzey örgütü,
daha doğrusu derneğidir.
Belirtilmesi gereken önemli bir husus daha var: Bu tür
gizli hareketler her zaman manevi bir önderin liderliğinde
yürütülmüştür (örneğin, Tapınak Şövalyeleri Aziz
Bernard’a bağlıydılar, annesi bir Yahudi olan Mithat Paşa
Yenikapı Mevlevihanesi Şeyhi Osman Dede’ye bağlıydı).
Peki bu carbonari-jöntürk-ittihatçı örgütlenmenin o
dönemdeki manevi önderleri, “bilge”leri kimdi?
Bunlardan biri Osman Dede idi. II. Abdulhamid bile
ondan çekiniyordu. Peki ya diğerleri? Parvus Efendi’nin
konumunu ayrıca tartışacağız ama biz şimdilik bilinen en
622
Faruk Arslan
ünlü ve etkili manevi lidere kısaca temas edelim: Haham
Haim Naum. Hareket Ordusu, isyanı bastırdıktan sonra
ordunun Komutanı Mahmut Şevket Paşa (İhsan
Doğramacı Paşa’nın kardeş damadıdır) ve Hüseyin Hüsnü
Paşa (“Güler yüzlü sosyalizm”in temsilcisi TİP başkanı
ünlü Mehmet Ali Aybar’ın babasının dedesidir. Ayrıca
ünlü ittihatçı Rahmi’nin de kayınpederidir) ilk iş olarak
ne yapmışlardı? Haim Naum’a ziyarete gitmiş ve Selanik
Yahudilerinin katkılarından dolayı şükranlarını
sunmuşlardı. İlginç değil mi? Mesela, Konya’da MSP
mitinginin ardından irtica korkusuyla darbe yapmak
zorunda kalan K.Evren diyelim ki David Aseo’ya böyle
bir ziyaret yapmış olsaydı bu ne anlama gelirdi? Peki
Bernar Nahum-Vehbi Koç ilişkisinin mahiyeti neydi?
Koçzade Vehbi’nin sürekli desteklenmesinde Naum
ailesinin bir rolü var mıydı? Cevap evet ise neden?
Tarihin ayrıntılarla okunması ve buradan olayların
anlamlandırılması daha sağlıklı olacaktır. Bu biraz
soykütüğü analizi biraz da ilişki bazlı incelemeyi
gerektirmektedir. Bugün olup bitenleri anlamaya
çalışırken uzun soluklu bir tarih okuması da yapmak
zorundayız. Biz istemesek de gizli yapılanmalarla dolu
bir tarihimiz var. Ne yapalım, tarihin bize dayattığı gerçek
bu. Selanik’te Şimon Zivi (Şemsi Efendi) Karakaşlar’la
Kapanileri uzlaştırmak amaçlı bir okul kurarken, Anadolu
köylüsünün tarlasını harmanlayıp oğlunu savaşlara nefer
olarak göndermekten başka bir lüksü yoktu. Feyziye
Mekteplerinde, Trakki okullarında, Fransız kolejlerinde
çocuklarını okutanlar taşralılar değildi, zaten giremezlerdi
de. Haliyle buradan çıkanlar mülki ve askeri makamlara
geliyorlardı. Dolayısıyla bu bakış açısı bir komplo değil,
623
Faruk Arslan
tersine bir komplonun deşifrasyonunu sağlamaktadır. (
Berk, 2007).
Atatürk’ü fikri açıdan derinden etkileyen iki mason
Bektaşi Namık Kemal ve Ziya Gökalp’tir. Ancak derin
Türk devletinin kurucusu Osmanlı Mason Bektaşisi
Alman kökenli Baron Rudolf von Sebottendorf’dur.
Nazilerin derin devleti Thule’yi kuran Baron Rudolf von
Sebottendorf, 1933-1945 yılları arasında Türkiye’de
bulundu. Almanya’da Thule olarak bilinen bu örgütün,
Türkiye’deki adı Ergenekon olarak biliniyor. Almanya’da
Alman milliyetçiliğini yönlendirmeye çalışan örgüt,
Baronun girişimleriyle, Türkiye’de de Türkçülüğü
yönlendirmeye çalıştı. Almanya’nın pagan köklerine
dönmesine çabalayan örgüt, Türkiye’de ‘Şamanizmi’
canlandırmaya çalıştı. Her iki örgüt de komünizme
karşıydı. Baron, Mısır ve İstanbul’da da uzun süre
kalmıştı. Bu gezileri sırasında simya, astroloji ve Kabala
ve İslam sufizmi üzerinde çalışmalar yapmıştı.
Baron ve adamları, bir müddet sonra zamanın İçişleri
Bakanı Şükrü Kaya vasıtasıyla o zamanki adıyla MAH
bugünkü ismi ile MİT’le bağlantıya geçti. Mason Bektaşi
Şükrü Kaya o dönemin en kritik adamlarından biridir. O
dönem Alman nüfuzunun Türkiye üzerinde en yoğun
olduğu dönemdir. Varlık Vergisi’nin uygulandığı yıllar.
Nazi etkisi açıktır. Şimdi baronu ve Gökalp’i yaşadıkları
muhitle birlikte daha ayrıntılı masaya yatıralım.
624
Faruk Arslan
On Birinci Bölüm
RUDOLF VON SEBOTTENDORFF
VE ZİYA GÖKALP
Thule Örgütünün kurucusu, Büyük Üstad Sebottendorf
olarak tarihe geçen şahıs, 9 Kasım 1875’de Dresden’de
Adam Alfred Rudolf Glauer adıyla dünyaya geldi.
Aristokrat bir ailenin değil, bir lokomotif sürücüsünün
oğlu idi. Genç Glauer, yarım bıraktığı yüksek öğrenimini
tamamlayamadan gemilerde çalışmaya başladı. Üç yıl
süre ile Avustralya dahil, bir çok ülkeyi dolaştı.
Gemilerde elektrikçi olarak çalışan Glauer, Kahire’de
Hidiv Abbas Paşa’nın hizmetindeki etkili ve büyük toprak
ağası olan Hüseyin Paşa’nın maiyetine girdi. Glauer bir
yıl süre ile Paşa’nın Bandırma ve Bursa’daki
çiftliklerinde çalıştı.
İşte ilk kez Bursa’da Glauer, okültizmin sırlarıyla tanıştı.
Hüseyin Paşa bir Bektaşi idi ve kendisine emanet edilmiş
bazı bilgiler vardı. Genç Alman Glauer’i Mevlevi
tekkelerine sokan adam o oldu. Kahire’de ise Paşa’nın
has adamları tarafından ebced ve numeroloji alanlarında
eğitildi. Glauer Bursa’ya dönünce Hüseyin Paşa’nın isteği
üzerine Bursalı ipek tüccarı yahudi Termudi ailesinin
yanına gönderildi. Termudi ailesinin gerçek uğraşları
Kabbalizm ve okültizm’di.Termudi’ler, Ortadoğu’nun ve
Levant’ın en gizli okült örgütlerinden birini
yönetiyorlardı. Ortaçağdan kalma simyacılığı ve
okültizmi çok iyi incelemişlerdi. Baba Termudi, oğlu gibi
sevdiği Glauer’e bazı özel bilgiler aktardı. İşte bu bilgiler,
625
Faruk Arslan
Glauer’de ilk kez Bektaşilik ile, tüm gençliği boyunca
öğrendiği Aryanizm ve “Rune” yazıtları arasındaki bağ
kurmasını sağladı. Termudi, onu Akdeniz ülkelerinde çok
yaygın olan ve Fransız Menfis Ritine göre çalışan bir
mason locasına soktu. Ayrıca kıymetli kitapçılığını ve
okült çalışmalarına ait yazıları Glauer’e miras bıraktı.
1908 yılı sonunda Glauer yeniden İstanbul’a döndü. Bu
sırada Meşrutiyet devrimi olmuştu Glauer, İttihatçılarla
iyi dostluklar kurdu. Glauer’in 1901’de girdiği loca,
devrimci ve Abdülhamit zamanında liberal düşüncenin
propagandasını yapan bir loca idi. Glauer bu zaman
aralığında özellikle Bektaşi dervişleri ile yakın ilişkiler
kurdu. O günlerin Türkisyesi’nde çok yaygın olan tarikat,
Avrupa masonları ile ilişki halindeydi. 1908’den itibaren
İstanbul’da simyacılık ve bağlantılı okültizm konularında
konferanslar vermeye ve çevresini genişletmeye
başlamıştı.
1911’de Osmanlı vatandaşlığına geçmiş ve ilginçtir ki, bu
olaydan çok kısa bir süre sonra, Almanların en köklü ve
soylu ailelerinden biri sayılan “Sebottendorf”lar
tarafından evlat edinilmişti. Böylelikle Sebottendorf, hem
Osmanlı hem de Alman ilk ve tek Baron oluyordu. Bu
evlat edinme işlemi Alman makamlarınca tanınmadığı
için, bu işlem Siegmund von Sebotendorf von Rose
(1843-1915) tarafından 1914 yılında Wiesbaden de
tekrarlanmıştı. Glauer’in Türkiye’deki ikameti 4 yıl
sürdü. II. Balkan Savaşı'ndan sonra –ki Glauer gönüllü
olarak Türk ordusu saflarında savaşmış ve ağır
yaralanmıştı-. Almanya’ya geri dönmüştü. Üvey babası
Siegmund 1915’de ölünce Elbe nehri kenarındaki
Kleinschachwitz’de yaşamaya başadı ve orada kendine
50.000 altın marklık bir villa yaptırdı. 15 Temmuz
626
Faruk Arslan
1915’de ise Berlin’li zengin tüccar Friedrich Müller’in
kızı Berta Anna Ifland ile evlendi.
Yaşamının yarısı Türkiye'de geçen ve Türk vatandaşı olan
Sebottendorf, Birinci Dünya Savaşında bir süre Kızılay'ın
başkanlığını yaptı ve Balkan savaşlarında Türklerin
yanında çarpışarak yaralandı. Türkiye'de Bektaşiliğe,
Gülhaç'a ve Masonluk gibi pekçok örgüte giren baron,
1924 yılında ünlü ‘Eski Türk Masonları’nın
Uygulamaları’ kitabını yazarak sırlarını açıkladı. Bir süre
Almanya'da kalıp ünlü Thule örgütünü kurdu, ancak 1934
yılında Hitler'in emriyle Gestapo tarafından tutuklanıp
toplama kampına gönderildi. Çok geçmeden Türk
vatandaşı olması dolayısıyla Türkiye'ye iltica etti ve
burada 1945 yılında esrarengiz bir şekilde öldüğü
kaydedilir. Ancak ölmediğini iddia edenler vardır.
Thule, “Germanen Orden” denilen gizli tarikatın,
yeraltından yerüstüne çıkmasını sağlayan bir kuruluştu.
Birçok Alman soylusu buna üye idiler. Thule, 1919’den
önce DAP’ı (Alman İşçi Partisi) kurmuş ve partiye Hitler
üye yapılmıştı. Bu parti sonradan NSDAP (Nasyonal
Sosyalist Alman İşçi Partisi) olmuştu. Sebottendorf,
monarşist ve yahudi düşmanı idi. Ama aynı zamanda
“Memfis” adlı Mason locasına kayıtlı idi. Daha sonra da
“İmparator Konstantin Tarikatı” olarak bilinen ve
Rusya’da çarlığı devrim sonrası, yeniden tesis etmeye
çalışan gizli bir Ortodoks örgütünün de üyesi olmuştu.
Malta şövalyeleriyle bağlantılı olan bu tarikatta
Sebottendorf çift taraflı ajan olarak çalışmıştı.
Sebottendorf, Hitler iktidara gelince aralarındaki
anlaşmazlık nedeni ile İstanbul’a kaçmıştı. Sebottendorf,
1926’da İstanbul’da Türkiye’nin Meksika fahri
konsolosluğunu yapmış ve Meksika’ya gidip gelmişti.
627
Faruk Arslan
Ayrıca iddialara göre, 1934-1945 yılları arasında
“SS”lerin gizli istihbarat örgütü olan “SD”
(Sicherheitsdienst) hizmetinde çalışmıştı. İngiliz
istihbarat kaynaklarına göre de Almanya’nın teslim
olması üzerine 9 Mayıs 1945’de intihar etmişti.
Diğer bir iddiaya göre, Sebottendorf, II. Dünya Savaşı
sırasında Alman Gizli Servisi için önce P. Leverkuehn (I.
Dünya Savaşı’nda İran Cephesi’nde Türk Teşkilat-ı
Mahsusası ile birlikte görev yapan Alman Subayı) sonra
da Herbert Rittlinger’in emrinde çalışmıştı. Rittlinger,
Sebottendorf’un çalışmalarını dengesiz bulmuş, hatta
onun bir İngiliz ajanı olduğundan şüphelenmişti.
Rittlinger’in daha sonra öğrendiğine göre, Sebottendorf, 9
Mayıs 1945’de Boğaz içinde boğulmuş olarak
bulunmuştu. Thule'nin lideri Rudolf von Sebottendorf, bir
iddiaya göre, Türk derin devleti Ergenekon'u kurması için
öldü gösterildi, 1945-1957 arasında Türkiye'de
'Görünmeyen eller' tarafından korundu. Balıkesir ve
Adana'da saklandı. Thule örgütü ve üyeleri Hitler’in hem
bilgisel, hem de siyasi hayatta başarı kazanmasında
birinci derece rol oynamışlardı. Hitleri ajan olarak geldiği
yerden alıp siyasete sokan ve Hitleri bile gizli polis
tarafından koruyanlar onlardı. Gamalı Haçlı bayrağı bile
bir Thule üyesi hazırlayıp, Hitlere vermişti. Kısacası 1500
kişilik güçlü, zengin ve deneyimli kadrosu ile Thule,
Hitler’in iktidara yürümesinde birinci dereceden sorumlu
bir kuruluştu.
Neo-Nazilerin Thule’ si Manevi Cihazlanma Derneği
adıyla Türkler tarafından 1958'de Ankara'da kuruldu. 40
kişilik kurucu kadrosunun toplantıları Bulvar Palas'ta
yapılırdı. Derneğin onursal başkanı, dönemin İstanbul
Valisi Fahrettin Kerim Gökay'dı. Ünlü mason Ekrem Tok
628
Faruk Arslan
ve İstanbul'da yaşayan bazı Alman, Avusturyalı ve
Polonyalılar da üyeler arasındaydı. Bunların bir kısmı,
geçmişte Nazi Partisi'nin babası olan gizli Thule
örgütüyle sıkı ilişkileri olan kişilerdi. 27 Mayıs'ta çok
etkili oldular. Dernek, Fener Patrikhanesi'ne Vatikan gibi
'Devlet içinde devlet' statüsü verdirmek için ugraştı,
Menderes'e tavsiyede bulundu. 60'larda ordu içinde de
etkiliydi. ( Altındal, 1995).
Altındal'a göre, "1920'de bir rahip tarafından kurulan bu
dernek, 1936'da İngiliz İstihbaratı'nca gizli Nazi
sempatizanı olmakla suçlandı. Yıkıcı faaliyetlerle
bulunmakla da... İngilizler, derneği 'Beşinci Kol
faaliyetlerinde bulunan 'yıkıcı kuruluşlar listesi'nin en
başındaki ilk üçe soktular. Dernek, Hitler'in yenilgisinden
sonra 1945'te Fransız ve Alman önde gelenlerini gizlice
buluşturarak, 5 yılda 3 bin kişiyi biraraya getirdi. Avrupa
Topluluğu'nun da nüvesi bu görüşmelerde atıldı.
Derneğin ilkesi, Hristiyan ahlakının üstünlüğü
çerçevesinde katolikleri, protestanları ve Ortodoksları
birleştirmekti..." Aytunç Altındal, derneğin bugün de çok
etkin olduğunu ileri sürüyor: "Manevi Cihazlanma
Amerika'da en etkili kurumlardan biridir. Bill Clinton
yönetiminde çok etkilidir. Butros Gali, Zbigniew
Brzezinski gibi ünlü şahsiyetler de derneği övüyor ve
Clinton'dan özellikle İslam ve AT konusunda örgütle
temas halinde olmasını istiyorlar. Yakın bir gelecekte
derneğin Türkiye-Yunanistan ilişkilerinde arabuluculuk
görevine soyunduğunu görürseniz, hiç şaşırmayın!"
Aytunç Altındal bu iddialarını Sabah'ta yayınladığı
"Mitler Doğmadan Önce" yazı dizisinde, "Türkiye ve
Ortodokslar" adlı kitabında ve Aktüel'le yaptığı söyleşide
dile getirdi. Altındal'a göre derneğin bir de Türkiye kolu
629
Faruk Arslan
vardı. "1950'lerde NeoNazi hareketler yeni isimler aldılar.
54-55'lerde İstanbul'u ve büyük şehirleri güzelleştirme
dernekleri sardı. Birçok işadamının Avrupa ve İsviçre ile
bağlantıları, bu dernekler aracılığıyla oldu" diyen
Altındal’ un bahsettiği Türkiye'de Manevi Cihazlanma
Derneği kayıp. Emniyet Genel Müdürlüğü ve Dernekler
Masası'ndaki kayıtlara göre, 1967'de feshedilmiş,
evrakları da SEKA'ya gönderilmiş gözüküyor. Oysa
gerçek farklı. Manevi Cihazlanma Derneği'nin kurucuları
ve bugünkü üyelerinin hemen hepsi Mason veya Bektaşi.
İsim listesini merak edenler Kara Kutu: Ergenekon’ un
Karanlık İsmi Tuncay Güney kitabıma bakabilir.
Kurucuların çoğu yaşamıyor. Ama derneği çok iyi
hatırlayan biri var: 27 Mayıs döneminin devrimci gençlik
lideri Dr. Memduh Eren. 12 Mart döneminde sol cunta
davalarından yargılanan ve ağır işkenceler gören Eren,
dernekle ilgili duyduklarını şöyle anlatıyor: "Dönemin
ihtilalci subaylarından, rahmetli Celil Gürkan Paşa'nın en
yakın dostlarındandım. Paşa ve eşi 1972'de bana derneğin
kendileriyle ilgilendiğini anlattılar. 1960'da; ihtilalden 10
gün sonra Celil Paşa Kıbrıs'ta görevli iken, İstanbul'dan
komsuları olan iki Yahudi aile ziyaretlerine geliyor. Ve
birlikte İsviçre seyahati yapmayı teklif ediyorlar. Paşa
'Mümkün değil. İhtilal oldu, görevimi terkedemem' diyor.
Bunun üzerine İstanbul'daki 1. Ordu Komutanının telefon
emriyle Celil Gürkan'a 3 ay izin çıkartılıyor. Gürkan ve
eşi, Yahudi ailelerle beraber İsviçre'deki derneğin
şatosuna gidiyor. Orada 15 gün boyunca, günde 6 saat
ders altında, beyin yıkamaya maruz kalıyorlar. Sonunda
da "Spor elbisesi alacağız' diye şatodan kaçıp Paris'e,
yakınlarının yanına gidiyorlar..."
630
Faruk Arslan
Prof. Mahir Kaynak, teoriyi kısmen doğrulayarak şunları
ekliyor: "2. Dünya Savaşından sonra Alman gizli
servisinin artıklarını Amerika devraldı. Bu kadroların
büyük bölümünü Güney Amerika'ya kaçırdılar. Hatta
buna 'Odessa Operasyonu' adı verildi. ABD'nin Güney
Amerika'daki operasyonlarını bunlar yürüttüler. Bunlar,
yenik, esir ve suçlu eski Nazilerdir. Ve Amerika bunları
istediği gibi kullanır. Çünkü istendiği an idam
edilebilirler! NeoNazizm'i de Almanya'nın hareket
alanını sınırlamak için ABD hortlattı. Şu anda Alman
gizli servisi, Nazi aleyhtarı ve sosyal demokrat
ağırlıklıdır."
Alman tarihçileri "Baron 1934'te Hitler'le çelişkiye düştü
ve öldürüldü" dedilerse de, ölmemiş ve İstanbul'a
kaçırılarak 1934-45 yılları arasında Alman istihbaratı
görevlisi olarak çalışmıştı. Burada Taksim ve
Teşvikiye'de yaşamış, Türk önde gelenleriyle dostluklar
kurmuştu. İngilizler "1945'te Almanya teslim olunca
baron intihar etti" diyorlardı. Aytunç Altındal ise tersi
görüşteydi: "Baronun hayatını araştırdım. Ve Baronun
'öldüğü' söylenen tarihten 12 yıl sonra, bir başka soyadı
ile 1957'de Balikesir'den Antalya'ya gelen 3 kişilik bir
Alman heyetinde yer aldığını, Antalya'da iki gece
Cumhuriyet Oteli'nde kalarak Adana'ya geçtiğini
saptadım. Sebottendorf'un 1945-57 yılları arasında
Türkiye'de 'Görünmeyen eller'ce korunduğu sanılıyor..." (
Aktüel, 1995). Aytunç Altındal’ın ‘Bilinmeyen Hitler’
adlı kitabında Hitler’i iktidara getiren Baron’un, Mason
ve Bektaşilerle bağlantısını, 2. dünya savaşı sırasında
Türkiye’de bulunduğu sırada bazı ilişkileri ile ilgili
çarpıcı bilgiler bulunuyor. Tüm dünyayı kasıp kavuran 2.
dünya savaşının en önemli aktörü Hitler’in okült bir örgüt
631
Faruk Arslan
üyesi olduğunu, gizli bir örgütün o daha doğmadan
kendisi ile ilgili planlar yaptığını, bu örgütün İstanbul’da
kurulduğunu, örgütü kuranın da Türk olduğunu ilk önce
yazan Aytunç Altındal ve sonra da ondan alıntıyla yazan
Serdar Turgut’tu. Turgut bu kitapla ilgili şunları yazdı:
‘Hitler'e ve Nazilere iktidar yolunu açan esrarengiz bir
okült örgütü var. Bunun adı 'Thule Gesselscahft'.
İstanbul'da kurulan bu gizli örgütün kurucusu bir Türk
vatandaşı olan Baron Rudolph Von Sebottendorf'tu.
Aynı zamanda Bektaşi ve Mason olan bu Baron Von
Sebottendorf ile ilgili bilgilerin devlet arşivlerinde derin
bilgi olarak saklandığı da araştırmacı Altındal tarafından
öne sürülüyor. Bu bilgiler, tarihin gerçekten yazılmamış
olduğunu, çünkü bu tür gizli bağlantıların atlanmasının
tercih edildiğini gösteriyor. Hitler ile İstanbul'da bir Türk
vatandaşı tarafından kurulmuş gizli bir örgütün bağlantısı
tarihe tamamen farklı gözlerle bakmamıza yol açacak
kadar önemli bir gerçek. Tarih aslında bu tür bağlantılar
ve gizli ilişkiler tarafından yazılıyor, ama resmi tarih
inceleyicileri bunları gözden kaçırmayı yeğliyorlar.
Onların bu tavrı nedeniyle resmi tarihte birçok
açıklanamayan nokta ortada kalıyor. Atatürk’ün bu
baronla ve Ziya Gökalp ile mesaisi pek bilinmiyor.
Örneğin Atatürk’ün Türkçülük ideoloji konusunda en
fazla etkilendiği diğer isim Azeri kökenli Ahmet
Ağaoğludur. Berin Nadi’nin çocukluğundan bahsederken
zikrettiği Ahmet Ağaoğlu (Agayef)’dan bahsetmek
gerekiyor. Tarih tünelinde hızla yol alıp, bağların
sürekliliğini göstermek açısından gerekiyor, Kemal
Derviş’e geleyim. Bugün bir başka eupatrid Kemal
Derviş Eylül 2001 tarihinde Londra’da çocukluk
632
Faruk Arslan
arkadaşım dediği bir başka eupatrid Kemal Nebioğlu’nun
evinde kalmıştı.
Ünlü Mocan Yalısı, Pembe Yalı’nın sahibi Şevket
Mocan, ünlü bir sağcı, ünlü bir mason ve DP milletvekili
Şevket Mocan’ın karısı Sara Hanım, Bektaşi Nazım
Hikmet’in teyzesi. Şevket Mocan’ın çocukları Ayşe,
Dündar Baştımar’la evleniyor, diğer çocuk Rüya da
Samet Ağaoğlu’nun oğlu Mustafa Kemal Ağaoğlu’yla.
Daha sonra da Rüya Hanım bir evlilik daha yapıyor İlhan
Nebioğlu’yla evleniyor ve Londra’da oturuyorlar. Şevket
Mocan’ın Nazım Hikmet’in teyzesi.olan Sara Hanım’la
evlenmeden önceki eşi olan Nihal Hanım’ın babası eski
milletvekili Ahmet Refik Uluçay; Nihal Hanım,
Necmettin Sadak’ın da baldızı. Sedef Adası’nın eski
sahibi Rüyap Şehsuvaroğlu, Şevket Mocan’ın kuzeni.
Necmettin Sadak, eski Dışişleri Bakanı, mason ve Ali
Naci Karacan’ın da ortağı, Akşam Gazetesi’nin eski
sahibi. Şevket Mocan’ın çocuklarından Ayşe, Dündar
Baştımar’la evleniyor. (Şevket Mocan’ın babası Deli
Remzi Paşa, annesi ise Ayşegül Mediha ve Ayşegül
Mediha Hanım’ın babası da İngiliz Sait Paşa. İngiliz
Mehmet Sait Paşa, İngiltere’de okuduğu için İngiliz
deniyor. Müşir, Vali, Rasathane Müdürü; Divanyolu 2.
Ada’da gömülü. Şevket Mocan’ın baba dedesi de Fethi
Ahmet Paşa, Pembe Yalı’yı yani Mocan Yalısı’nı da
yaptıran o zaten ve ilk Viyana Sefiri. ( Er, 2003).
Türkçülüğüyle tanınan Ahmet Ağaoğlu’nun Demokrat
Parti’nin ağır toplarından olan oğlu Samet Ağaoğlu da
babası gibi mason. Samet Ağaoğlu, tıpkı Berin Nadi gibi
ülkenin eupatrid olmanın göstergelerinden birisi olan Işık
Lisesi mezunu. Dündar Baştımar, Sürmene doğumlu, bir
başka çok önemli okul olan Şişli Terakki Lisesi 1937633
Faruk Arslan
1938 mezunu. (www.terakki.org.tr) Dündar Baştımar,
TKP Genel Sekreteri Zeki Baştımar’ın amcasının oğlu.
TBKP’den ve TİP’ten tanıdığımız Nihat Sargın’ın eşi
Yıldız Hanım, Dündar Baştımar’ın kardeşi. Baştımar
Kardeşler, Baştımar’ın komşu köyü olan Kastel
Köyü’nün yetiştirdiği memleket "büyüğü" Banker
Kastelli’nin yani Abidin Cevher Özden ile kardeş
torunları. (Dündar Kılıç da Baştımar’ın ünlülerinden.
Sürmene’nin diğer ünlü sol ismi Sevim Tarı Belli’dir.)
Samet Ağaoğlu’nun oğullarından Tektaş Ağaoğlu ise
Türkiye Sosyalist İşçi Partisi (TSİP) kurucularından ve
önemli isimlerinden birisi. Yukarıda Doğan
Avcıoğlu’ndan yaptığımız alıntı aklıma Munis Tekinalp
ya da Tekin Alp olarak da bilinen, Siyonizm Kongresi’ne
Selanik Delegesi olarak katılan gerçek ismiyle Moiz
Kohen’i çağrıştırdı. Türk Milliyetçiliğinin en önemli
savunucularından olan Moiz Kohen’e en yakın isimlerden
birisi de Ziya Gökalp. Türk Milliyetçiliğinin
ideologlarından olan Ziya Gökalp’e de, ideolojisi ve
bağları dolayısıyla değinmeden geçmemiz mümkün değil.
Çünkü Atatürk’ün ulus milliyetçilik öğretisini
Gökalp’den esinlenerek oluşturduğunu biliyoruz. Dört
bine yakın Fransızca kitap okuyan Atatürk, fazlasıyla
Fransız etkisindedir. Devrine göre haraket etmiştir.
Osmanlı, son 50 senesinde Fransa etkisindedir, Harp
Okulu’nda yabancı dil olarak Fransızca okutulmaktadır.
Jön Türkler üzerinden gelen dinsizlik akımı Osmanlı
aydınını kuşatır. Şinasi’nin dostu Auguste Comte
"alemişul din"e davet için dönemin Paris ortaelçisi olan
Mustafa Reşit Paşa’ya uzun bir mektup yazmış,
"Tanrı’nın yerine ilmi ve beşeriyeti ikame eden yeni dinin
peygamberi sıfatıyla Reşit Paşa’ya müracat ediyor ve
634
Faruk Arslan
ondan yeni bir hatla Doğu’da bu yeni dini yaymasını
istiyordu." Osmanlı aydınlarını ateist yapan, masonluğun
kucağına atan süreç böyle gelişmiştir. Tarihteki önemi
bazen önüne gelen "Büyük" sıfatı kadar önemli olan, aynı
zamanda çok da önemli bir mason Mustafa Reşit Paşa’nın
koruyuculuğunda Paris’e giden Şinasi, Pozitivist
düşünürlerle temasa geçiyor ve "M. Kaya Bilgegil’e göre
"Şinasi Efendi değil naat yazmak hiçbir şiirinde Hz.
Peygamberden bile bahsetmez." İlk gazete Tercümanı
Ahvalı çıkartan Şinasi, dinden kaçışı mason Bektaşilikte
bulur. Modernleşmenin siyasal ve ideolojik alanda ilk
sistematik uygulamaları baktığımızda Tanzimat’la
karşılaşırız. Mustafa Reşit Paşa’nın şahsında, pozitvizm
ile modernleşme arasında bire bir örtüşme görüyoruz; bu
da modernleşmenin doğası gereği hele de ithal olunca
doğal. Modernleştiriciler aynı zamanda, ilk pozitivistler
olarak da karşımıza çıkıyor. Pozitivizmin kurumsal olarak
baş tacı edildiği, yeni din olarak hayata sokulduğu oluşum
ise İttihat ve Terakki olmuştur. A. Comte tarafından
vazedilen "ordre et progrés" yani Nizam ve Terakki,
İttihat ve Terakki için önerilen ilk isimlerdendir; nizam
sözcüğü yerine dönemin şiarı olan ittihat sözcüğü
seçilmiştir. Pozitivizmin bir düşünce olarak
yaygınlaşması da İTC’nin yayın organı olan Meşveret
önemli bir rol oynamıştır.
Modern Sosyolojinin kurucusu da sayılan Auguste
Comte, toplumların değişim teorisi olarak, bir tarih
felsefesi olarak meşhur üç hal yasasını formüle etmiştir;
üç hal yani sırasıyla teolojik-metafizik-bilimsel olarak
adlandırdığı aşamaları, toplumların halleri olarak
belirtmiştir. Bu üç hal yasasının kuşkusuz karşılığı
metafizik karşıtlığı ve onun da pratik de laiklik olmuştur.
635
Faruk Arslan
Pozitivizmin İTC içinde en önemli temsilcilerinden birisi
de Cemiyet’in ideologlugunu üstlenmiş olan Ziya Gökalp
olmuştur. Ziya Gökalp’i pozitivizmle ve masonlukla
tanıştıran aynı isimdir : Abdullah Cevdet. Abdullah
Cevdet keskin bir din düşmanlığını en radikal bir biçimde
sergileyerek, ölümünden sonra cenaze namazının kılınıp
kılınması sorun olan birisidir. Ziya Gökalp’in intihar
girişimiyle, Beşir Fuad’ın (o da masondur) intihar
girişimi arasında inanç sistemleri bakımından bir
paralellik bulunabilir. Bileklerini kestikten sonra son ana
kadar hissetiklerini yazıya döken Beşir Fuad, veda
mektubunu da, "Ey Hakim" diye hitapla başlayacak kadar
saygı duyduğu Ahmet Mithat Efendi’ye (masondur)
yazmıştır. Ziya Gökalp’in, Cemil Meriç’in deyişiyle
kırıntılarını ithal ettiği asıl isim de Emil Galip
Sandalcı’nın adaşı Emile Durkheim olmuştur.
"En büyük özelliği çok az konuşması… Her toplantıda
hiç kımıldamadan oturur, dinlermiş. Ağzını açmazmış.
Sonra ve bazan bir terleme başlarmış. Terleme, Ziya
Gökalp’in konuşacağının işareti olurmuş. Ziya Gökalp,
her zaman, konuşmadan önce sıkıntıdan terlermiş. Ziya
Gökalp az konuşmasıyla ve teorisyeni olduğu İttihat ve
Terakki’nin zilediği politikaya hiç karışamadan büyük
düşünür koltuğunu korumuş."(Yalçın Küçük, Bilim ve
Edebiyat, s.186)
Gençliğindeki intihar girişimin izini ömür boyu taşıyacak
olan M. Ziya Gökalp, Diyarbakırlı. Dedesi yörenin ünlü
fikir insanlarından birisi. Gökalp’i çok etkileyen babası
Tevfik Efendi, memur; vilayetin resmi gazetesinin
müdürlüğünü yapmış, istatistiki salname yazmış,
Diyarbekir Tarihi isimli bir kitabı var; en son görevi de
nüfus işlerini idare etmek. Annesi Zeliha Hanım da
636
Faruk Arslan
eşraftan bir ailenin kızı. (Ali N. Göksel, Ziya Gökalp :
Hayatı-Eserleri, Aktaran: Mehmet Karakaş, Türk
Ulusçuluğunun İnşası, s.166)
"Bir akşam eve geldiğimde babamı çok üzgün buldum.
Beni görünce ‘Gel dedi. Sana çok kederli bir haber
vereceğim. Çok ağlayacaksın!… Çünkü sizin en büyük
hocanız ve ulusun da en büyük adamı olan Namık Kemal
vefat etti’… ‘İşte sen bu adamın arkasından gideceksin !
Onun gibi vatanperver onun kadar hürriyetperver
olacaksın !… Bu sözler bende o kadar etkili oldu ki, o
zamana kadar bende olmayan yeni bir mefkure melekesi
yarattı. Çünkü bu andan itibaren şuurlu bir hürriyetperver,
uyanık bir vatansever gibi düşünmeğe; hürriyet, vatan,
ulus mefkurelerini her şeyin üstünde görmeye
başladım."(Ziya Gökalp, Felsefi Vasiyetler; Aktaran :
Mehmet Karakaş, s.167)
Namık Kemal ile Nazım Hikmet akrabadır. Ahmet
Mithat, Namık Kemal ve Ziya Gökalp’in ortak bir
paydaları hepsinin mason Bektaşi olmasıdır. Ahmet
Mithat Efendi’nin bir de Melami olduğunu biliyoruz.
(Toplumsal Tarih, Ocak 2002)
Gökalp’in Diyarbakır’ı dönemin sürgün yerlerinden birisi
olduğu için, dönemin pek çok muhalifi de burada
toplanmış durumda. İstanbul’dan, merkezden uzak bu
şehir adeta Doğu’nun Selanik’i durumunda ve etnisite
olarak da heterojen bir yer. Gökalp, Diyarbakır Vilayeti
Maarif müfettişliği yapıyor, İttihat ve Terakki Diyarbakır
Şubesi’ni kuruyor, Peyman gazetesinde yazıyor, 1909’da
Selanik’te yapılan İTC kongresine üye olarak katılıyor,
1910’da İTC’nin Selanik İdadisi’nde sosyoloji dersleri
vermeye başlıyor, 1911’de Gökalp ismini kullanmaya ve
637
Faruk Arslan
Türk Yurdu’nda yazmaya başlıyor ve 1912’de İstanbul’a
yerleşiyor. 1919’da Ermeni Kırımı suçlusu olarak
Malta’ya sürgün gönderiliyor. Mustafa Kemal’e
dilekçeler veriyor, 1923’te milletvekili yapılıyor,
CHP’nin dokuz umdesinin hazırlanmasında çalışıyor.
(Hamit Bozarslan, M. Ziya Gökalp, Tanzimat ve
Meşrutiyetin Birikimi)
Ziya Gökalp, kendisini Emile Durkheim’in şakirdi olarak
tanımlıyor. İlk sosyoloji çevirisi kitap 1912’de yayınlanan
Emile Bougle’nin kitabı ve İlm-i İçtihad nedir ismini
taşıyor. Kitabın çevirmeni de tanıdık bir isim : Mustafa
Suphi. Kitap, Durheim’in sosyolojisin tanıtan ilk kitap.
(Zafer Toprak, Osmanlıda Toplumbilimin Doğuşu,
Tanzimat ve Meşrutiyetin Birikimi, s.312) İlk "telif"
sosyoloji kitabı da Ziya Gökalp’in ders notları; bu da
tamamen Durkheim’in sosyolojisi ve Durkheim’in
sosyolojisinin temel kavramı, opus magnumu olan
"toplumsal işbölümü" (aynı zamanda doktora tezi) de Dr.
Abdullah Cevdet tarafından çevrilmiş.
Durkheim, toplumu anlamak için üretim ilişkilerini
merkeze alan Marx’a karşı toplumsal bilinci öne çıkarır.
Durkheim’e göre, toplumsal bilinç, bireylerin inanç ve
duygularının bütünüdür; ancak toplumsal bilinç bireylerin
geçiciliğinden bağımsız olarak kalıcıdır, bu bilinç
toplumda kendiliğinden vardır. Herkes toplumsal görev
ve sorumluluklar yüklüdür, aksi takdirde toplumsal bilinç
zayıflar Durkheim’e göre.Ziya Gökalp’te bu toplumsal
bilinç, şuur olarak bir ülküdür ve millet oluşmasının da
temel dayanağıdır.
Dönemin etkin dergisi Yeni Mecmua’da Moiz Kohen’le
(Tekin Alp) birlikte yazan Ziya Gökalp, dönemin
638
Faruk Arslan
ideolojisini yansıtan solidarizmin (dayanışmacılık,
bağlılık) de yine Moiz Kohen’le birlikte yerli
versiyonunun da en büyük teorisyenleri. Solidarizm; sınıf
çatışmalarına yer vermeyen, özel mülkiyetin ve hür
teşebbüsün önemine inanan ama ekonomiye devletin
müdahalesinin de gerekli olduğunu savunan, laikliği
düstur olarak kabul eden bir öğreti. Cumhuriyet’in
"imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir milletiz" vecizesi
solidarizmin şiar haline gelmiş, formüle edilmiş hali.
Toplumsal işbölümü, meslek farklılıkları var, bu başta
yazdığımız organik bir dayanışma, "sınıf yok meslek var ,
hak yok vazife var, fert yok cemiyet var. Durkheim’in
bireyi de Gökalp’te kayboluyor ve tam anlamıyla totaliter
bir yapı tasavvuru var. Söylediği söz aynen şöyle:
"Dahiler ve kahramanlar dışındaki fertler büyük bir
kıymeti hazi değildir." Ziya Gökalp’in kıymeti haiz
olarak gördüğü ve en çok methiyeler düzdüğü kişiler de
Talat Paşa ve Mustafa Kemal.
Gökalp’in birinci şiarı olan Türkleşmek, ırk temeline
dayanmayan ama Durkheim’in söylediği tarzda,
toplumsal bilincin unsuru olarak, bireylerden bağımsız bir
"hars" olarak, toplumun değişmez ortak bilinciydi. Bu
bilince sahip olmayan örneğin Ermenilerin kırılmasını da
bu yüzden canı gönülden desteklemiştir. Gökalp’in
modelinde kavimler ve etnik unsurlar millet
sayılamayacağı ve bu ayrılık toplumsal bilinç modeline
göre Kürtler de asimile edilmeliydi. Durkheim’de
toplumsal bilinç için antik çağa gidiş varsa, Ziya
Gökalp’te de Orta Asya Türklerine gidiş vardı. Gökalp’in
bu geri gidişinin bir modelini de Mussolini, Roma’ya
dönerek gerçekleştirmiştir. Ziya Gökalp’in fikirleri, aynı
zamanda kitabının da adı olan Türkleşmek, İslamlaşmak
639
Faruk Arslan
ve Muasırlaşmak olarak özetlenebilir. İslamlaşmaktan
kastedilen ise şuydu : Toplumsal bilincin unsurlarından
biri olan din devlete itaati gerektiriyordu ve din avam
tabakanın unsuru olarak işlevsel bir araçtı, denge
unsuruydu, dolayısıyla gerekliydi; bu yüzden bugün
örneğini yaşadığımız bir din yaklaşımı vardı. Gavura
karşı dini kullanmak gerektiğinde en dindar müslüman
gibi davranmak. Devletin belirlediği tek bir din modeli
dışında kalanlara, örneğin Aleviliğe yer vermemek.
Gökalp’in tasavvuru olan ulus-devlet adım adım
gerçekleşti; sınıf değil meslek ayrımı, dinler değil din,
laikçi-inanç hürriyeti olmayan, milletler değil-Türk
Milleti, Batılı değil-Batıcı, vatandaşın devlet için
varolduğu, hak değil vazifenin olduğu, bireyin bir
değerinin/hakkının olmadığı…
Platon’un modelindeki üstün insan olan filozof-kral
(Osmanlıda Allahın yeryüzündeki gölgesi Padişah) bu
modelde "dahi ve/veya" kahraman olarak yine
hikmetinden sual olunmayan ama bu kez gücünü dünyevi
meziyetlerinden alan bir tiran olmuştur. ( Er, 2003).
Mason Bektaşilerin, Türk milliyetçiliğine dayalı ulus
devleti nasıl kurdurdukları şimdi daha iyi anlaşılabilir.
Türkçülüğün ideoloğu Kürt kökenli Bektaşi Türkcü ve
mason Ziya Gökalptir.
Şimdide Sabataycı Bektaşi masonik yapılanmanın çok
övündükleri, derin devletin kurulmasına beşiklik eden,
gizli toplantıların yapıldığı Bektaşi dergahı Şehitlik
Tekkesine göz atalım.
640
Faruk Arslan
On İkinci Bölüm
MASON BEKTAŞİLERİN ŞEHİTLİK
TEKKESİ
1666'dan sonra Sabetayistlik; 1738'de Papa XII.
Clemens'in yasaklamasıyla masonluk ve 1826'dan sonra
Bektaşîlik varlıklarını hep "gizli cemiyet" olarak
sürdürmek zorunda kaldılar. Toplanmaları, törenleri,
simgeleri hep bir sır barındırıyordu. Sabetayistler,
Müslüman olup tekke-dergâhlara girdiklerinde Yahudi
inancının bazı ritüllerini beraberlerinde getirdiler. Reha
Çamuroğlu, Balkanlar'da birçok Hıristiyan'ın, "On İki
Havari" ile "On İki İmam" arasında kavramsal akrabalık
kurduklarını; "Mehdi"yi, "Mesih" olarak bağırlarına
bastıklarını belirtiyor. {Değişen Koşullarda Alevîlik,
2000, s. 55.)
Bezmiâlem Sultan ve Pertevniyal Sultan'ın da desteğiyle
1846’da sonra Bektaşîler yavaş yavaş sürgünden dönüp,
tekkelerini yeniden sessizce kurmaya başladılar.
Rumelihisarı'ndaki Şehitlik Tekkesi kısa sürede eski
günlerine dönmeyi Büyük Mahmud Cevad Baba'nın oğlu
Mehmed Abdünnafî Baba döneminde başardı. Tekke
onun döneminde "Nafi Baba Tekkesi" olarak tanınmaya
başladı. Hoşgörülü, herkesçe benimsenmiş töre ve
inançlar karşısında, kendi özgün fikirleri ve ritüelleriyle
bilinen Bektaşîlerin, hemen hemen aynı ülküyü paylaşan
masonlarla yan yana gelmesi doğaldı. Tıpkı gizlenen
Sabetayistler mason localarına girebilmek için ne kadar
hevesli ise, sadece felsefî yakınlık değil, tarihî şartların da
641
Faruk Arslan
dayatması sonucu Bektaşîler de mason oldular. Bektaşî
tekkelerinin başına gelenler, kendisi de bir Bektaşî olan
Kavalalı Mehmed Ali Paşa'yı çok kızdırdı. Osmanlı'yla
savaş noktasına gelecek kadar Bektaşî'ydi. Bektaşîler
üzerindeki Saray baskısının kalkmasında Kavalalı
ordusunun Kütahya'ya kadar gelmesinin de etkisi vardı.
İttihat ve Terakki'nin sadrazamı Said Halim Paşa, ailece
masondu. Babası Prens Abdülhalim Paşa da masondu,
üstelik Fransız Yüksek Şûra üyeliğine kadar yükselmiş
önemli bir masondu. Osmanlı'da mason locası kurmaya
yetkili görülecek kadar Fransız masonlarının güvenini
kazanmıştı.
Bektaşî-mason ilişkisinin temellerini Kavalalı Mehmed
Ali Paşa'nın çocukları ile torunlarının atmış olması
tesadüf değildir. Entelektüel gelişmesine büyük katkısı
olan Bektaşî dedesi Vali Abdüllatif Paşa'nın etkisinde
büyüyen, bu tesirle Hz. Ali aşkıyla dolup taşan mısralar
kaleme alan, Kerbela mersiyeleri yazan; Kavalalı
Mehmed Ali Paşa'nın torunu Mustafa Fazıl Paşa ilişkisi
nedeniyle Avrupa'ya gidip Jön Türk hareketini başlatan
Namık Kemal gibi Osmanlı münevverleri Bektaşî-mason
ilişkisinde köprü görevi yaptılar.
O baskıcı günlerde birçok Bektaşî'nin mason olduğu artık
bilinen bir gerçek. Şehirli insanın tarikatı Bektaşîlik,
liberaldi, katı kuralcı, tutucu değildi. Bu nedenle, dinler
ve mezhepler üstünde gördüğü masonlukla hemen
kaynaşması normaldi. İslam’ı sıkı bir müslüman olarak
yaşamaktan kaçanlar için barınaktı. Üstelik ortak siyasî
çıkarları vardı: Bektaşîler ve masonlar Jön (Genç)
Türklerin örgütlenmesinde, İttihat ve Terakki'nin
kurulmasında hep ittifak yaptılar. Bu birlikteliğin itici
gücü Sabetayistlerdi. Bektaşî, mason ve Sabetayistlerin
642
Faruk Arslan
ortak noktası, değişmez ritüeli "sır" saklamak, sırla dolu
hayatı sürdürmekti. Bektaşîlik, Sabetayistlik ve
masonluk; üçü de "sırlar cemiyeti"ydi; gizliliği
kurumsallaştırmışlardı. (Yalçın, 2006).
Bektaşî Şehitlik Tekkesi yönetiminde "erbabiye"lik göz
önüne alınarak "evladiyelik ilkesi uygulanıyordu, yani
"baba"lık babadan oğula geçiyordu. Büyük Mahmud
Cevad Baba'dan sonra postnişinliğe kısaca "Nafi Baba"
denen Mehmed Abdünnafi Baba'nın oturuyordu.
Tekkenin adının duyulması da Nafi Baba döneminde
oldu. Şehitlik Tekkesi, "Nafi Baba Tekkesi" olarak
bilinmeye başlandı. Nafi Baba kimdi ?
Şeyhülislamlıktan kalma binlerce belgeyi, Diyanet İşleri
Başkanlığı "Şer'iye Sicilleri Arşivi"nde sekiz yıllık bir
çalışma sonucu tasnif edip, Son Devir Osmanlı Uleması
kitabını yazan Sadık Albayrak, Şeyh Abdünnafi Efendi
(İstanbullu) biyografisi hakkında şu bilgileri veriyor.
Şehitlik Dergâhı postnişini ve Şeyh Bedreddin'in hafidi
Mahmud Cevad Efendi'nin oğlu olup hicrî 1251 senesinde
İstanbul'da doğmuştur. Dinî ilimleri Silivri Müftüsü Sadık
Efendi ile Adanalı İsmail Efendi'den ve Fatih Camii
dersiâmlarından Musa Kâzım Efendi'den tahsil eylemiştir.
9 Temmuz 1262'de (3 şaban 1264) uhdesine İbtidaî Hariç
İstanbul Müderrisliği payesi tevcih buyurulup 1 Mart
1271'de müderrislik maaşı tahsis edilmiştir. 25 recep
1288'de Musıla-i Süleymaniye'ye vâsıl olan müderrisliği
muharrem 1326'da (22 kânunuisanî 1323) Bilad-ı
Mahreçten Halep Mevlevîyeti'ne terfi olunup 11
kânunusani 1324'te Mevlevîyetten infîkak etmiştir. Bu
tarih İkinci Meşrutiyet'in ilan edildiği tarihti; demek ki
Nafi Baba "özgürlüğünü" 1908'de ilan etmişti!
643
Faruk Arslan
Nafi Baba, o tarihe kadar, "takiye" yaparak Bektaşîliğini
hep saklamış; Nakşibendî hocalardan dersler almış;
Osmanlı Sarayı'yla ilişkilerini düzeltmişti, ilmiye payesi
alarak kendisine Saray’dan maaş bağlatmıştı. Ahmed
Vefik Paşa Eyüp'e gömülmeyi vasiyet etmişti. Ancak
Sultan II. Abdülhamid buna izin vermemiş ve,
"Protestanlara arsa satan adam, kıyamete dek, onların çan
sesini dinlesin" diyerek Rumelihisarı mezarlığına
gömülmesini emretmişti. (Mustafa Müftüoğlu, Târihî
Gerçekler, s. 47.) Cenazenin kaldırılışının gecikmesi
dönemin gazetelerinde de benzer yorumlara neden
olmuştu. 1 Nisan 1891 tarihi açıklanmıştı, 4 nisanda
defnedildi.
Nafi Baba, "el altından" İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne
yardımlarda bulunuyordu. İttihatçıların İstanbul'daki gizli
buluşma yerlerinden biri de Nafi Baba Dergâhı'ydı.
İttihatçılar iktidar olunca Nafi Baba da kendi iktidarını
kurdu. Tıpkı diğer Bektaşîler gibi... İttihatçılar iktidar
olunca Bektaşîler, 1826'dan beri süren uzaklaşmadan
sonra yine merkezî hükümetle yakın ilişki içine girdiler,
örneğin, Sütlüce Bektaşî Tekkesi şeyhi Münir Baba’nın
oğlu Hüseyin Avni Bey, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin
mesul kâtip muaviniydi. Onun nüfuzu ve aracılığıyla
Merdibanköy/Merdivenköy (Şahkulu) Tekkesi şeyhliğini
Filibeli İbrahim Fevzi Baba'ya verdiler.
Muhibben adlı dergiyi çıkarmaya başladılar. Ancak
İttihatçı-Bektaşî ilişkisi zamanla sorun da getirecekti.
İttihatçıların "Türkçü-milliyetçi" çizgileri, Arnavut
Bektaşîler ile Rumeli ağırlıklı İstanbul Bektaşîlerini karşı
karşıya getirdi. İttihatçıların "İttihad-ı Anasır" politikası,
Türkler ile Arnavut Bektaşîlerin yollarını ayırdı. Türk
Bektaşîler, Bektaşîliğin İttihat ve Terakki Cemiyeti
644
Faruk Arslan
tarafından resmen tanınacağım düşündüler. Ama
Bektaşîlere "resmî hüviyet”i İttihatçılar da veremedi!
"Resmî hüviyet" yoktu ama, geniş bir serbestlik vardı.
Bektaşîler artık kimliklerini saklamıyorlardı. Birçok
Bektaşî devlet bürokrasisinde önemli görevlere gelmişti.
(Yalçın, 2006).
Nafi Baba, sıradan bir "baba" değildi; Arapça, Farsça
dışında İngilizce ve Fransızca biliyordu. İyi bir eğitim
gördüğü belliydi. Nafi Baba Tekkesi, bugün Robert Kolej
toprakları içinde. New Yorklu zengin bir tüccar olan
Christopher Rheinlander Robert, 1856'da İstanbul'u
ziyareti sırasında, Kırım Savaşı'ndan yaralı dönen
askerlere, Selimiye Kışlası'nda yardım eden Protestan
papaz Dr. Cyrus Hamlin'le tanıştı, ikisi de Protestan
Metodist mezhebine mensup misyonerlerdi. Metodist
mezhebi daha çok sağlık alanında misyonerlik çalışması
yapıyordu.
Tüccar Robert ile papaz Hamlin, İngilizce eğitim veren
bir okul açmaya karar verdiler. C. R. Robert finans
yükünü omuzlarken, Dr. Hamlin de kolejin kuruluş
sorumluluğunu üzerine aldı. Yer olarak beğendikleri,
Şehitlik Tekkesi yanındaki Ahmed Vefik Paşa'ya ait
taşocağı arsasıydı. Önceleri paşa arsasını satmak
istemiyordu ama devreye kendini yetiştiren Sadrazam
Mustafa Reşid Paşa girince satmak zorunda kaldı. Ahmed
Vefik Paşa masondu; "üstatlarının", en çok da, hep
yanında olduğu Mustafa Reşid Paşa'nın bu arsa satış
işinde devrede olduğu düşünülebilir.
"Ahmed Vefik Paşa'nın dedesi dönme"ydi. (Mehmet
Şevket Eygi, Yahudi Türkler yahut Sabetaycılar, 2000, s.
22.). Nafi Baba ailesi soyadı yasası çıktığında "Pektaş"
soyadını aldılar. Damadı Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın
645
Faruk Arslan
istihbarat şefi Hamdullah Suphi Tanrıöver'in kayınbabası
Hacıbeyzade Ahmed Muhtar "Yeytaş" soyadını aldı.
Bilinen Ahmed Vefik Paşa'nın dedesi Yahya Naci
Efendi'nin, Bulgar mühendisiyken Müslüman olduğuydu.
Padişah fermanı olmadan inşaata başlanmayacağını bilen
Amerikalılar, izni beklemeden, önce kiralama yoluyla bir
bina bularak öğrenime başladılar. Eylül 1863'te Robert
Kolej öğrencilere kapısını açtı.. 4 Haziran 1869'da
padişahtan izin çıktı. Okulun yapımı 1871'de tamamlandı.
On yıl sürdü. Sonra ikinci bina yapıldı. Kolej bina ve
öğrenci olarak her yıl büyüdü. Okula her din ve dilden
öğrenci kabul ediliyordu.
Robert Kolej'in, Bektaşî Şehitlik Tekkesi yanında
kurulması tesadüf olamazdı. O yıllarda Anadolu'yu
dolaşan Protestan misyonerlerin en önemli üç hedefi
vardı: Ermeniler, Kürtler ve Alevîler! Yıllardır,
kendilerini ifade etme olanağı bulamayan, kimlikleri
nedeniyle ezilen, ümmetin parçası kabul edilmeyenleri
Protestanlar "dönüştürmek" istiyorlardı. Ancak bu
olumsuz koşullara rağmen Müslümanlar misyonerleri pek
sevindirmiyorlardı. Ama sayıları çok az olsa da Protestan
olanlar vardı. Protestanlığı kabul etmiş Müslümanlar,
Amerikan misyonerlerinin İstanbul Bebek'te kurduğu
Bebek İlahiyat Okulu'nda eğitimden geçiriliyordu. (Lukas
Hans Kieser, Iskalanmış Barış, 2005, s. 112.)
Komşuları Amerikan misyonerleri o günlerde harıl harıl
çalışırken Nafi Baba, 1908'de vefat etti. Tekkenin başına
oğlu (Neşet Hanım'dan olan) Küçük Mahmud Baba geldi.
Küçük Mahmud Baba hep devlet görevinde çalışmıştı:
Dahiliye Nazırlığı Özel Kalemi'nde; Gümrük
Müdürlüğü'nde; Maarif Nazırlığında; İngilizce öğretmeni
olarak Darülfünun'da vb... Tekkeler 1925'te kapatılırken,
646
Faruk Arslan
Nafi Baba Tekkesi'nin postnişini Küçük Mahmud
Baba’nın oğlu (Cemile Sabiha Hanım'dan olma) Abbas
Nusret Baba'ydı (1898-1975). Abbas Nusret Baba,
postnişin olmak için Londra Büyükelçiliği'ndeki görevini
bırakıp İstanbul'a gelmişti. Abbas Nusret Baba aynı
zamanda, İngilizlerin "ata sporlarından" kriketi
Osmanlı'da ilk oynayan sporculardan biriydi.
Nafi Baba Tekkesi'ne postnişin olarak sonra, İstanbul
edebiyat çevrelerinin yakından tanıdığı Nafi Baba’nın kızı
Fatma Hayriye'den torunu Hüseyin Pektaş oturdu. Robert
Kolej'den sonra öğrenimine Sorbonne'da devam etti.
Robert Kolej'de öğretmen oldu. O yıllarda kolejde, "Türk
Öğretmen Grubu"nu kurdular. Grupta kendisiyle birlikte,
Refik Halit Karay, Rıza Tevfik, Adnan Adıvar, Halide
Edip Adıvar, Feridun Nigâr ve İsmail Hikmet Ertaylan
vardı.
Hüseyin Pektaş, Mudanya ve Lozan görüşmelerinde
sekreter ve çevirmen olarak görev yaptı. 1935'te Robert
Kolej'e yönetici oldu. Eşi, Mihri Pektaş, Cumhuriyet'in ilk
kadın milletvekillerinden biriydi. (Yalçın, 2006).
Nafi Baba Türbesi, Boğaziçi Üniversitesi'nin kampusu
içerisinde, Boğaz'ın ayaklar altında kaldığı bir yamaçta
bulunuyor. Küçük ama oldukça bakımlı bir türbe. Bu
türbenin etrafında irili ufaklı birçok mezar taşı da
bulunuyor; bu mezar taşlarından Latin harfleriyle
yazılmış olanlar sadece iki adet: Edirneli Hayriye
Bacıoğlu ve Ömer Lütfü Erselçuk. Üniversite kampusu
içerisinde bulunan bu türbenin bir başka özelliği de,
türbeden haberdar olan Boğaziçi Üniversitesi
mezunlarının evlendikten sonra burayı ziyaret edip dua
etmeleri. Nafi Baba'nın soyu, Yener, Yeşim, Atayolu,
Eren, Soyak, İpekçi soyadlarıyla sürüyor…
647
Faruk Arslan
Tarikatların özel mezarlıkları vardı. Örneğin, Selanik'teki
Mevlevihane'nin hemen yanında dergâhın mezarlığı
bulunuyordu. Sabetayist Mevlevî Mehmed Esad Efendi,
Kasımpaşa Mevlevîhanesi naziresine defnedilmişti.
Bülbülderesi Mezarlığı'nın, Osmanlı döneminde bir
dergâh mezarlığı olması büyük ihtimal. Mezarlık büyük
olduğundan mı, yoksa araya hatırlı isimlerin girdiğinden
mi bilinmez, Cumhuriyet özellikle tekke ve zaviyeleri
kapattıktan sonra, dergâhlara defin işlemleri durdu.
Bülbülderesi Mezarlığı'nı "dergâh mezarlığı" statüsünden
çıkardı. Bülbülderesi, genel Müslüman mezarlığı sınıfına
sokuldu. Bülbülderesi Mezarlığı Sabetayist Karakaşî
grubunun mezarlığıydı. Fevziye Mektepleri de aynı
grubun okuludur. Dolayısıyla mezarlarının bulunduğu
yere yaptırdıkları caminin adı da Fevziye Camii olacaktı!
Sabetayistlerin cami yaptırma "geleneğinin" vardı.
(Yalçın, 2006). Soner Yalçın, Efendi kitabında Selanik'in
en büyük camii, Yeni Cami'den bahsediyor. (s. 58.)
1899'da ölen Rabia Adviye adlı Sabetayist bir hanımın
"Bedevî Dergâhı" yaptırdığı da biliniyor. (Ilgaz Zorlu,
Evet, Ben Selanikliyim, 1998, s. 42. Türkiye'de milliyetçi
hareketin önde gelen isimlerinden M. Raif Ogan’ın
Masonluk, içyüzü, Sırları adlı kitabı 1950'li yıllarda hayli
ses getirmişti. İslam Dünyası adlı bir dergi çıkarmıştı;
Fahrettin Kerim Gökay gibi birçok öğrenci yetiştirmişti.
İlahiyatçı Ogan'ın Sebatayist olması düşünülemez
herhalde! (Yalçın, 2006).
Soner Yalçın, söz konusu kitabında kasıtlı olarak üç yerde
Fethullah Gülen’i Huruficilikle suçluyor, masonik
Bektaşiliğin beslendiği kaynağı gizlemek için müthiş bir
gözbağcılığı yapıyor. Buna ters köşeye yatırma denir. Bu
nedenle Hurufilik konusuna geniş yer vereceğiz.
648
Faruk Arslan
On Üçüncü Bölüm
MASON BEKTAŞİLER VE
HURUFİLİK
Osmanlının temelinde yer alan Bektaşi tarikat mensupları,
Hacı Bektaş-ı Veli’ye bağlı olarak Anadolu’nun dinî,
iktisadî, askerî ve sosyal teşekkülü olan Ahilik teşkilatına
büyük yardım ve hizmetlerde bulundular. Alperen
kültürünü Anadoluya getiren Yesevilik, Nakşilik,
Mevlevilik ve Melamilikle birlikte Osmanlı’yı kurdular.
Fakat, Bektaşi denilen bu tarikatın hak yolda olan
mensupları zamanla azaldı. Tekkelere, kendilerini Bektaşi
gösteren Fadlullah-ı Hurufi’nin bozuk fikirleri yayıldı.
Bu fikirleri yayanları, 16. yüzyıldan itibaren Bektaşi
olmuş Avdeti Mehmet Efendi ve çevresindeki 200
Sabataycı aile destekledi. Bu dönemde Bektaşi görünen
Sabetaycılarda, kendilerine en yakın gördükleri Hurufilik
öğretisini gizlice hortlattı. Bir müddet sonra da hakiki
Bektaşilik tamamen unutularak yerini hurufi fikirleri aldı.
1900 başlarında Bektaşi denince iki çeşit insan anlaşılırdı:
Birincisi, hakiki doğru Bektaşi olup, Hacı Bektaş-ı
Veli’nin gösterdiği hak yolda giden temiz Müslümanlardı.
İkincisi sahte, Sabataycıların kurguladığı yalancı masonik
Bektaşilerdi. 1826'da Yeniçeriler ortadan kaldırılıp
Bektaşi tekkeleri kapatılınca, sürgün edilen Bektaşiler,
kendilerini korumak için Masonluğa girmeye başladılar.
Bektaşiliğin içine sızıp, adeta istila eden “Hurufilik”
nedir, bunun üzerinde durmak istiyorum. Hurufilik,
İslâmiyeti yıkmak için kurulan bozuk yollardan biridir.
649
Faruk Arslan
Kurucusu bir Acem (İran) Yahûdîsi olan Fadlullah bin
Abdurrahman Tebrizî’dir. Hurufilik, Allahı ve genel
olarak da alemi sayılar ve harflerle açıklayan Kabbala
tarzı bir öğreti. Mason Bektaşiliğin Bektaşiliği ele
geçirmesinden sonra Alevilik üzerinde Hurufi’liğin çok
etkisi oldu.
Sabetaycılıkta Tanrı'nın söylenmesi yasak olan adının
harflerinin sayısal değerlerinin toplamı 26, o yüzden 26
kutsal sayıdır. Hurufilikte de bu sayı 28. Kuranı meydana
getiren harflerin toplam sayısı 28. Huruf, harfin çoğulu
oluyor, harfler demek. Huruf ilmi ya da ilm-i huruf
harflerden anlam çıkarıp yorumlamak oluyor. Hurufilere
göre insan yüzünde de 28 harf var, dolayısıyla insan yüzü
Tanrı'yı gösterir. Örneğin, ağız ayın harfine, burun lam
harfine, çene ye harfine benzetilerek insan yüzünde Ali
okunuyor derler.
Azerbaycan'da Fazlullah Timurlenk tarafından asılınca
müritleri Anadolu'ya kaçtı. Şeyh Nesimi onlardandı.
Hurufiler, Bektaşiler'in arasına gizlendi. Hurufi inanışına
göre, insanda Tanrı mayası, nüvesi vardı. İnsanın yüz
hatlarında harflerden oluşan alfabenin varlığı inancı
Aleviliğe Hurufilikten gelmiştir. Kaşlar, burun Ali'nin
adını tanımlayan harflerdir. Bıyık da bu adı tamamlar.
Bunun için Aleviler bıyığa önem verirler.
Bektaşilik ile Alevilik zamanla farklılaşsada, felsefi
kökleri ve etkileşim sahaları aynıydı. Bektaşiler, Balkan
ve Trakya'ya yerleşimişlerdi. Aleviler, Anadolu
köylerinde yaşayıp hep göçebe oldular, cahil kaldılar.
Osmanlı, Bektaşiliği yasakladıktan sonra Balkan
topraklarını kaybedince Bektaşilik çok zayıfladı, Alevilik
canlandı. Bektaşilerin marifetleri, Alevilere geçti.
Aleviler ilim yuvalarına sığındılar, yüksek okullara
650
Faruk Arslan
başladılar. Kültür seviyeleri yükseldi, 21’inci asrın en laik
fikirlileri oldular Türkiye’de. Yüzlerce Cem evi açtılar,
vakıflar kurdular.
Bektaşiler, Alevilerden kendilerini sakındılar. Önemli
Bektaşi babaları, "biz Alevi değiliz" diyordu. Esasta aynı
olmalarına rağmen masonlukla Bektaşiliğin içiçe
geçmesiyle birlikte ayinlerde bazı farklar oluştu.
Bektaşilikte, Semah ve musahiplik yoktur.
Osmanlıda Yeniçeriler ile Bektaşiler arasında sıkkı
ilişkiler vardı. Orduyu elde tutma alışkanlıkları Türkiye
Cumhuriyeti döneminde de sürdü. Bektaşiler ve Aleviler,
çocuklarını sürekli askeri okullara gönderdi.
Bektaşi Tekke’lerinde ayın törenlerinde, Alevilerle
zamanla farklılıklar doğdu. Ama Masonlar’ın ayinleriyle
Bektaşiler arasında benzerlikler başladı. Üçler, beşler,
yediler kavramı örneğin Masonluktada vardır. Birinci
derece üçler, ikinci derece beşler, üçüncü derece yediler
olarak. Bektaşiler ise, üç ( Allah, Muhammed, Ali)
diyorlar farklı görülmek için. Temelinde ise, masonlar
Bektaşileri İslam karşıtı olarak piyasaya çıkardı. Bu
nedenle Alevileri hem dışladılar, hemde Sünni karşıtlığı
için laikliki koruma bahanesiyle maşa olarak kullandılar.
Masonlar, kuruluş sembollerini Hz. Süleyman’nın
Tapınağından (Mimari yapısından)’dan alırlar. Özgür
insanı savunurlar, din otoriteyi tanımazlar. Boyun
eğmezler. Güya kin ve nefrette girmezler, ırkçı değiller.
Tüm bu özellikler zaten Alevilikte de var. Alevilik, bu
nedenle masonluğu Bektaşilik gibi önceleri ayrı gayri
görmedi.
Masonların, Bektaşiliği nasıl bu denli bozabildiğini
kavramak için Hurufiliğe dönelim. Kurduğu bozuk yolun
651
Faruk Arslan
esaslarını anlatmak için Fadlullah bin Abdurrahman
Tebrizî, Câvidân adında Farsça büyük bir kitap yazdı.
Kitabında, Kur’ân-ı kerîmdeki harflere mânâlar vererek,
kendisinin “tanrı” olduğunu bildirdi. Bütün dinleri inkâra
kalkıştı ve İslâmiyetle alay etti. Kurduğu bu bozuk yola,
Yahûdîlik, Hıristiyanlık, Zerdüştlük gibi inançları da
karıştırdı. Bunlarla iç içe oldu.
Nitekim, Yahudi Sabataist İlgaz Zorlu, Bektaşiliğin içine
nasıl sızdıklarını şöyle ifade ediyor: “Sabetaycılar kendi
din adamlarını Melamilik tarikatı içinde yetiştirmişlerdir.
Bu çok ilginç; adam hahamdır, ama dışarıdan baktığınız
zaman Melamilik, Mevlevilik ve Bektaşilik tarikatları
içinde din adamı gibi görünür.” ( Eğitim-Bilim dergisi,
Kasım 2000)
Hurûfîliğin bu bozuk inanışları İslâm ülkelerinde câhil
halktan bazı kimseler arasında yayılmaya başlayınca
Tîmûr Hanın oğlu Miran Şah, babasının emri ile 1393
senesinde Fadlullah-ı Hurûfî’yi öldürdü. Bacağına ip
takıp sokaklarda sürükledi. Böylece Tîmûr Han, İslâmiyet
için çok tehlikeli olan Hurûfîliğin yayılmasını önledi.
Bunun için Bektâşî ismi altında kendini gizleyen
Hurûfiler, Tîmûr Hanı sevmezler, hep kötülerler.
1393’de Fadlullah-ı Hurûfi öldürülüp, Esterâbâd şehri
yakılınca dokuz yardımcısı kaçtı. Hurufilik, Fazlullah’ın
baş halifesi Nesimi ve diğer halifelerin çabalarıyla Irak,
Azerbaycan ve Anadolu’da yayıldı. Bu halifelerden Aliül-Ala Fazlullah’ın ölümü sonrası Anadolu’ya geçerek
Bektaşi dervişleri arasına girdi. Bazı kaynaklara göre,
Ali-ûl-Ala Hacı Bektaş tekkesinde bulunuyor, Bektaşilere
Hurufiliği telkin ediyordu. Aliyyül-a’lâ adındaki derviş,
Anadolu’da Bektâşî tekkesinde Câvidân’ı gizlice
yaymaya ve câhilleri aldatmaya başladı. “Hacı Bektâş-ı
652
Faruk Arslan
Velî’nin yolu budur” dedi. Hacı Bektâş-ı Velî’in
yolundan ayrılmayan hakîkî Bektâşîler, bunlardan
tamamen ayrıldılar. Bektâşî tarîkatı adı altında saklanan
Hurûfîlere göre, namazı bir kere kılmak, orucu bir kere
tutmak, guslü de ömründe bir kere almak farzdır. “Gusül
edip vücudunuzu hırpalamayın” derler.
Hurufilik XV.yüzyılda Osmanlı sarayına kadar sızmış
hatta Fatih Sultan Mehmed’i bile etkilemişti. Ancak
ulemanın şiddetli tepkisi sonucu genç şehzadeye hurufi
fikirleri aşılayan kişi yakılarak öldürüldü. Bundan sonra
Osmanlı Devleti hurufiliğin kökünü kazımaya, Kanuni
Sultan Süleyman zamanında da devam etti. Bu durum,
hurufilerin Bektaşilerin arasına sızmalarıyla, fikirlerini
Bektaşilik perdesi altında yaymaya çalışmalarıyla
sonuçlanmış, propagandalarını ancak bu yolla
sürdürebilmişlerdir. Hurufilik esas olarak harflerden
dinsel anlamlar çıkarmaya dayanır. Hurufilik’te varlığın
özü sesten oluşur ve Tanrı harfler aracılığıyla insanda
tecelli eder. İnsan, tanrısallaştırılır. Hurufiliğin temeli,
Tanrı’nın insanda tecelli ettiği düşüncesine dayanır.
Hurufiliğin Alevi-Bektaşi inancına etkilerini edebiyat
alanındaki örneklerde mesela Virani Baba’nın şiirlerinde
olduğu gibi açıkça görmek mümkündür.
Geliştirilmiş harfçi teknikleri kullanarak ortaya çıkan
Hurufiliğin kurucusu Fazlullah Hurufi, kendisinin İsa ve
Mehdi olduğunu iddia etmiş, yeni bir din kuran bir
peygamber olduğunu ileri sürmüştü. Hurufiler 16.
yüzyıldan itibaren Bektaşilik tarikatının içine sızmaya
başladı Bektaşiliğe daha sonra intisap edenlerin içinde
ağırlığını Yahudiler ve Sebataistler oluşturuyordu.
Sabatay Sevi’nin Bektaşi tekkelerine gittiği biliniyor.
653
Faruk Arslan
Hurufi müritleri Kırşehir yakınlarındaki Hacı Bektaş
tekkesi mensuplarına Hurufi doktrinlerini Hacı Bektaş’ın
gizli fikirleri diye tanıtmıştı. Sapkınlık ve zındıklık
derecesindeki kendi fikirlerini Hacı Bektaş’ın adının
korunması altında yaymışlardı. Hurufilik, Bektaşi
tarikatının içine girince hemen her türlü hurafeyi
yaymakta çekince görmedi. Hacı Bektaş-ı Veli hakkında
çeşitli yalanlar üretildi. Bugün Hacı Bektaş’la ilgili çeşitli
rivayetler de bu yalanlardan kaynaklanıyor.
Günümüz Aleviliğinin temeli olan Safevi tarikatının
kurucusu Şeyh Safiyüddin’e büyük destek veren İlhanlı
Veziri Reşideddin de bir Yahudiydi. Aleviler, İslam
dininde yasak olmamasına rağmen tavşan eti yemezler. O
zaman bu inanış nereden gelmekteydi? Kuran’ı Kerim’de
tavşan eti ile ilgili bir yasaklama olmamasına rağmen
Tevrat’da tavşan etini yenmesi yasaktır. Bir Yahudi olan
Reşideddin, Kabalist inançların Aleviliğin esasları
arasında yer almasında büyük rol oynadı. Reşideddin’in
kaleme aldığı Oğuzname eseri ile Oğuz Kağan
Destanı’nın orijinalini bozmuş; eserine tamamen Tevrat
ve Kabala kaynaklı rivayetler eklemiştir. Oğuz Kağan
Destanı’nın orijinali ile Reşideddin’in kaleme aldığı
Oğuzname karşılaştırıldığında iki olayın tamamen farklı
olduğu görülmektedir.
Bektaşiliğin temellerini atan Şeyh Bedrettin’in babası
olan Simavna kadısının ismi İsrail’dir. Şeyh Bedrettin’in
tarikatının yayıldığı bölgelerde iki sapkın Hristiyan
mezhebi Bogolizm ve Katharizm ön plana çıkmaktadır ve
ilginçtir ki bu iki mezhepte Kabalist kaynaklıdır. Bugün
‘Mum söndü’ olarak bilinen olay da Katharizm kaynaklı
olup buradan Bektaşiliğe geçmiştir. Mum söndü olayı
654
Faruk Arslan
Türkiye’de yaşayan Yahudi dönmesi Sebataistlere ait dini
bir ritüeldir. (Yangın, 2006).
Hurufilik, kimi araştırmacılara göre ayrı bir din,
kimilerine göre bir mezheptir ya da yalnızca bir tarikattır.
Ne var ki tüm araştırmacılar Hurufiliğin harflere olan özel
ilgisi üzerinde birleşirler. Zaten bu akımın çeşitli
yapıtlardaki tanımları doğrudan Hurufiliğin bu niteliğini
vurgulamaktadır. Örneğin Orhan Hançerlioğlu’nun
“Felsefe Ansiklopedisi”nde Hurufilik, “harflerden dinsel
anlamlar çıkaran İran içrekçiliği (ezoterizmi)” olarak
tanımlanmaktadır. Britannica’da yer alan tanım da “harf
ve rakamların çeşitli yorumlanmaları üzerine kurulu bir
inanç dizgesi” biçimindedir. Zaten “huruf” sözcüğü harf
sözcüğünün çoğuludur. Hurufilik, harflere olan özel
eğilimi dışında, ikinci bir özelliği ile de ilgi çekmektedir,
o da “içrekçi” yani “batıni” (ezoterik) oluşudur.
Bu durumda Hurufilik olarak bilinen bu inanç akımını iki
temel nitelik altında değerlendirmek gerekmektedir:
Ezoterizm ve Harfler. Harflerden dinsel anlamlar çıkaran
her inanç akımı Hurufilik ile ilgili olmadığı gibi, ezoterik
nitelikli akımların tümü harflerin anlamları ile ilgilenmez.
Hurufilik, bir yandan harfler ve harfler ile bağlantılı
olarak rakamlarla ilgilenmekte, diğer yandan bunların
yardımıyla ve bunlara dayanarak açıklanan, savunulan
ezoterik inançları işlemektedir.
Harfler bizi doğrudan yazıya götürmektedir. Harf ve
rakamların yorumlanması ve aralarında çeşitli özel
ilişkiler kurulması ve böylelikle görünen amaçlarının
ötesinde anlamlandırılmaları tüm eski kültürlerde görülen
ve neredeyse yazının tarihiyle aynı zamanda başlamış bir
uğraştır. Bu çabanın ilk örneği Pythagoras’ın öğretiler
dizgesinde bulunur. Bu dizge, varoluş sorunlarının felsefi
655
Faruk Arslan
araştırması amacıyla oluşturulmuş bir inanç akımı
çerçevesinde geliştirilmiş ve ünlü Pythagoras kuramı da
bu dizgenin bir yan ürünü olarak ortaya çıkmıştır. İ.Ö.
500 yıllarında ortaya çıkan Pythagoras dizgesi,
geliştirdiği müzik kuramı ile birlikte ele alınınca ses, dil,
sayılar ve harfler aracılığıyla evreni açıklamayı
amaçlayan bütüncül bir yapıya ulaşabilmiştir.
Kendisinden önce gelen Mısır, İran ve Hint tekniklerini
kullandığı sanılan bu dizge, daha sonraki harfçilerin sık
sık başvuracağı temel yöntemleri geliştirmiştir.
Harfçiliğe tarihsel olarak ikinci örneği oluşturan
“Kabbala”, Hurufiliğin amacına pek benzer bir amaç
taşımakta, harf ve sayıların gizemini çözerek Tevrat’ı
yorumlamayı hedeflemektedir. Kabbala’nın yorumuna
göre Tanrı kendisini belirli sayıda nitelik (Sefirot)
biçiminde dışsallaştırarak evreni yaratmıştır. Kabbala’nın
yaratılış ile ilgili bu savında yer alan hemen her unsuru,
İslam ezoterizminde ve dolayısıyla Hurufilik ve onun
etkisi altındaki “Bektaşilik”te benzer biçimde bulmak
olanaklıdır.
Harfçilik ve etkilerinin İslam’da ne zaman ortaya
çıktıkları konusu oldukça tartışmalıdır. İslam harfçileri
için uygun koşulları, Kur’an’da bazı surelerin başında
birbirinden ayrı ve anlamsızmışçasına yer alan ve “Hurufu Mukatta’a” diye adlandırılan harfler sağlamıştır.
Yaşar Nuri Öztürk, “Tarihi Boyunca Bektaşilik” adlı
kitabında bu konuda şunları belirtmektedir: “Şunu da
söyleyelim ki, bu harf kümelerine muhtelif ve çoğu kez
esrarlı manalar verme işi, sahabiler devrinde
başlamıştır…Hatta Hz. Ali’nin: “Kur’an Fatiha’dan,
Fatiha Besmele’den, Besmele Ba harfinden ibarettir.
Bense o Ba harfinin altındaki noktayım” sözü çok
656
Faruk Arslan
ünlüdür.”
İslam’da “Kutsal Metinlere” harf düzeyinde yorum
getirme çabasının ilk örneği X. yüz yılda Hallac-ı
Mansur’da görülür. Mansur, Kur’ana sözcük anlamlarına
bakarak "Yorum" getiren (Te’vil) Karmatiler’in bir
propogandacısıydı. (Karmatilik, IX. Yüz yılda dinsellikle
bağdaştırılmış, sosyo-ekonomik temelli ezoterik bir
akımdır.) Mansur, divanında ve “Kitab al-Tavasin” adlı
eserinde harfler ve sayıların “gizli anlamlarına” değinen
ilk İslam harfçisidir. Evreni ve Tanrı’yı insanda görmenin
bir sonucu olarak ilk kez “Enel-Hakk” diyen Mansur
olmuş ve bu sözü nedeniyle 922 yılında idam edilmiştir.
İslam’da harfçiliğin ikinci önemli örneğini Endülüslü
düşünür Muhyiddin-i Arabi (1165-1240) oluşturur.
Endülüslü Yahudi düşünürlerin ve Kabbalacıların
etkisinde kalarak “El-Fütuhat El Mekkiye” adlı yapıtında
harfçiliğin bir çok örneğini sergilemiştir.
Geliştirilmiş harfçi teknikleri kullanan Hurufiliği bir
inanç sistemi olarak kuran kişi Şihabuddin Fazlullah
Esterabadi’dir. 1340 Yılında doğan Fazlullah, genç yaşta
teoloji ile ilgilenmeye başlamış, on sekiz yaşındayken
tasavvufa yönelerek hacca gitmiştir. Dönüşünde
Harezm’e gelmiş ve bir süre burada kaldıktan sonra
Tebriz’e geçmiştir. Burada etrafına topladığı kişilerle
yaptığı dini sohbetler sayesinde büyük saygınlık
kazanmıştır. 1386 Yılından başlayarak Isfahan’da kendi
sistemini yaymaya başlamış, daha sonra uzun bir süre için
bir mağarada inzivaya çekilmiştir. Bu dönemde
kendisinin “Mehdi” olduğunu ileri sürmüştür. Çevresinde
yedi kişilik bir çekirdek kadro oluşturmuş, bu yedi kişinin
çabaları sonucunda yeni inanç hızla yayılmaya
başlamıştır. Kısa sürede çeşitli toplumsal kesimlerden
657
Faruk Arslan
kişiler yeni akımın çevresinde toplanmaya başlamıştır.
Fazlullah’ın kendi sistemini yaymaya çalıştığı ortam bu
tür akımlar için pek elverişlidir. Bu yöre Mazdeizm ve
Karmatilik gibi bir çok ezoterik akıma kaynaklık etmiştir.
Fazlullah hakkında bilgi içeren her kaynak, onun
Tanrılığını ilan ettiğini söylemektedir. Ancak bunu nasıl
gerçekleştirdiğini belirtmemektedirler. Bu ilan sadece
“Enel-Hakk” biçiminde yapılmış olabilir. Aynı yörelerde
Hallac-ı Mansur’un oldukça tanındığı dikkate alınırsa, en
güçlü olasılık bu ilanın “Enel-Hakk” formülüne
dayanmasıdır.
Fazlullah, yarısı farsça ve yarısı da Esterabad lehçesi ile
yazılmış olan “Cavidan-ı Kabir” adlı bir eser ile adının
“İskendername” olması olası bulunan farsça bir manzume
kaleme almıştır. Ayrıca “Arşname” ve “Muhabbetname”
adlı kitapları da vardır.
Yeni sistemin yaygınlaşması egemen çevrelerde
rahatsızlıklar yaratır. Timur’un oğullarından Miranşah’ın
buyruğu ile Fazlullah tutuklanır ve hapsedilir. 1394
Yılında Alıncak kalesinde öldürülür; cesedi ayaklarına
bağlanan bir iple çekilerek ibret olsun diye dolaştırılır.
Fazlullah’ın çevresindekiler kovuşturmalara uğrar.
Hurufi önderlerinden Ahmed Lur’un 1427’de Şahruh’a
karşı bir suikast eylemine girişmesinden sonra,
müritlerden bir çoğu yakalanıp öldürülmüş, hatta cesetleri
bile yakılmıştır. 1467’de ise Karakoyunlu hükümdarı
Cihanşah’a karşı bizzat Fazlullah’ın kızının önderliğinde
bir ayaklanma hareketi şiddetle bastırılmış ve isyanın
önderi beş yüz kadar taraftarı ile yakalanıp idam
edilmiştir. Bu olaylar üzerine Hurufiliğe bağlı kişiler bir
çok ayrı yöne dağılarak, görüş ve inançlarını
beraberlerinde götürmüşlerdir.
658
Faruk Arslan
Hurufiler’in büyük çoğunluğunun Anadolu’ya
sığındıkları biliniyor. Özellikle Sivas, Eskişehir ve Batı
Anadolu’nun bazı kent ve kasabaları kısa zamanda
kimliklerini çok iyi gizleyen Hurufi propagandacılarla
dolmuştur. Hurufiler, buradan Rumeli’ne geçerek
Arnavutluk’ta, Filibe ve Varna gibi Balkan önemli
kentlerinde eylemlerini sürdürdüler. Bazı tasavvuf
cemaatlerine sızarak, kendilerini gizlemeyi ve inançlarını
yaymayı başardılar.
Abdülbaki Gölpınarlı “Hurufilik Metinleri Katalogu” ve
“Fadl Allah Hurufi” adlı yapıtlarında Hurufiliğin
Anadolu’da Mir Şerif ve özellikle büyük Azeri ozanı
İmadeddin Nesimi tarafından yayıldığını belirtiyor.
Gölpınarlı, Mir Şerif'in Anadolu'ya Fazlullah’ın eserleri
başta olmak üzere bir çok Hurufi kitapları getirdiğini,
Fazlullah’ın önde gelen halifelerinden Nesimi’nin geniş
boyutlu bir propaganda yürüttüğünü, hatta bir ara
Ankara’ya kadar gelerek Hacı Bayram-ı Veli ile
görüştüğünü söylüyor. Anadolu’da pek çok yer dolaşan
ve uzun süre kalan Nesimi’nin bir çok kişiyi Hurufiliğe
kazandırdığı kesindir. Bu kişilerin sonradan sistemli ve
etkin bir propaganda yürüttükleri, Fatih Sultan Mehmet
döneminde Osmanlı sarayına kadar girmiş olmalarından
anlaşılabilir.
Taşköprülüzade’nin “Şakayık-ı Numaniye” adlı eserine
bakılacak olursa, Fazlullah’ın halifelerinden biri
Edirne’deyken genç Fatih’i etkileyecek kadar başarılı
olmuş, hatta bazı müritleri ile saraya yerleşmiştir.
Durumdan oldukça rahatsız olan Veziriazam Mahmud
Paşa ile müftü Molla Fahreddin-i Acemi, Hurufiler’in
659
Faruk Arslan
“Hulûl” inancına (Tasavufta Hulûl, Tanrı’nın
yarattıklarında meydana çıktığına inanmak demektir)
sahip oldukları konusunda genç Padişahı
uyarabilmişlerdir. Fatih’in huzurunda yapılan bir tartışma
sonunda Hurufiler’in gerçekten “Hulûl” inancına sahip
oldukları kanıtlanmış ve bunun üzerine Sultanın buyruğu
ile Hurufiler tutuklanmış ve idam edilmişlerdir.
Edirne’deki Yeni Cami’de Fahreddin halkı Hurufiliğe
karşı uyarmış, uygulamalarını ve inançlarını anlatmıştır.
Bu olayla birlikte Osmanlı topraklarında Hurufiler’in yüz
yıllar boyunca sürecek kovuşturma ve cezalandırılmaları
başlamış oldu. XVI. Yüz yıla ait belgeler, özellikle
Balkanlar’daki çeşitli kentlerde sık sık Hurufi
kovuşturmalarının yapıldığını, pek çok Hurufinin
yakalanarak idam edildiklerini, cesetlerinin yakıldığını
ortaya koymaktadır. Bu kayıtlarda belirtilen kişilerin,
doğrudan Hurufi olmasalar da, Hurufilik’ten etkilenen
çeşitli inanç akımlarına bağlı kişiler oldukları kesindir.
Bu akımlar arasında başta “Kalenderiler” gelmektedir.
Şiddetli ceza ve baskılara karşın, çeşitli tasavvuf
çevrelerine bağlı olup, Hurufilik propagandasını yapan
pek çok kişinin bulunduğu, özellikle XVI. Yüz yılda
Balkanlar’da tanınmış olan Otman Baba, Rafii ve Usuli
gibi ozanların varlığı dikkati çekiyor. Bu kişileri daha
sonra yaşamış olan Hayreti, Muhiti, Yemini, Muhyiddin
Abdal ve Arşigibi önde gelen Kalenderi ve Bektaşi
ozanları izlemiştir.
İshak Efendi “Kaşif el-Esrar” adlı kitabında, Fazlullah’ın
halifelerinden Ali el-Ala’nın propaganda yapmak üzere
Anadolu’da etkinlik gösterdiğini, XV. Yüz yılın
başlarında Bektaşi tekkelerine girdiğini ve Hacı Bektaş’ın
fikirleriymiş gibi Fazlullah’ın düşüncelerini yaydığını
660
Faruk Arslan
belirtir. Bu sav, Bektaşi fikirlerinde Hurufiliğin etkisinin
bulunduğu göz önüne alınırsa, doğru kabul edilebilir.
Şiddetli kovuşturma ve baskı altındaki Hurufiler,
Bektaşiler’in arasında karışarak varlıklarını korumayı
başarmışlardır.
Gölpınarlı’ya göre, farklı namazları ve Fazlullah’ın
öldürüldüğü Alıncak Kalesinde yapılan hac törenleri ile
sıradışı uygulamaları olan Hurufilik, bir süre sonra
bağımsızlığını yitirmiş, sonradan özellikle AleviBektaşiler’e ve kısmen de diğer tarikatlere inançlarını
aktararak tarihe karışmıştır.
Hurufiliğe göre, varlığın özü sesten oluşur. Evren, sesin
ortaya çıkması ile var olmuştur. Özü oluşturan ses,
canlılarda eyleme dönük (bilfiil), cansızlarda gizilgüç
(bilkuvve) olarak vardır. Ses, canlılarda istem ve istekle
ortaya çıkar.
Tanrı gizli bir hazinedir (Kenz-i Mahfi). Tanrı’nın ilk
belirişi “Söz” (Kelam) ile olmuştur. “Söz” ilk nedendir ve
Tanrı’nın soyut bir “İç Konuşması” (Kelam-ı Nefsi)
niteliğindedir. Kesin bir gerçek olarak görülen bu soyut
söz, bazı öğelere ayrışır ve bu öğeler biçiminde dışsal bir
nitelik kazanır. Aslında sözün ayrıştığı bu öğeler Arap
alfabesinin yani Kur’an’ın 28 ve Fars alfabesinin 32
harfidir. Söz bu dış öğeleri edinince, soyut durumunu
yitirerek, “Söylenmiş Söz” (Kelam-ı Melfuz) biçimine
dönüşür. Söylenmiş sözün birleşik görüntülerinden duygu
ve bilinç evreni meydana gelir. Hurufiler, evrenin
sonsuzluğuna ve sürekli döngüsel devinimine, bu
devinimden doğal olayların oluştuğuna inanırlar.
Tanrı, kendisini insanın yüzünde “söz” biçiminde görünür
kılmıştır. Sözün öğelerinin sayısal bir değeri vardır. İnsan
661
Faruk Arslan
yüzündeki burun “elif”, burnun iki yanı “lam”, gözler de
“he” harflerini verir. Böylece insanın yüzünde simetrik
yazılmış iki Allah sözcüğü ortaya çıkar. İnsan yüzünde
ayrıca çeşitli hatlar vardır: iki kaş, dört kirpik ve saçtan
oluşan yedi çizgiye “Ana Hatlar” (Hutut-ı Ümmiye) denir
ve her insan yüzünde bu çizgilerle doğar. Bu yedi
çizginin dört öğe (ateş, su, hava ve toprak) ile çarpımı
Arap alfabesinin 28 harfini verir. Ayrıca erkeklerde
ergenlikte ortaya çıkan yedi çizgi daha vardır. Bunlar sağ
ve sol yanlar ayrı ayrı sayılmak üzere iki sakal, iki bıyık,
iki burun kılı ve bir çene altı kılı olarak toplam yediye
ulaşır ve “Baba Hatlar” (Hutut-ı Ebiye) adını alır.
Böylece yetişkin bir erkeğin yüzündeki çizgilerin sayısı
on dörde ulaşır. Bu çizgilerin kendileri ve bulundukları
yerler (Hal ve Mahal) olarak hesaplanması yine 28 harfi
verir. Fazlullah, bu sayıyı 32’ye çıkartmış ve Fars
alfabesindeki harf sayısına ulaştırmıştır.
Bu konuda Hurufiler şöyle bir açıklama da
yapmaktadırlar: Tanrı’nın kendisini peygamberler
aracılığı ile açıklaması aşamalar biçiminde olmuştur.
Evrenin temel öğeleri olan harflerin her peygambere
giderek artan sayıda bildirilmesi doğaldır. Nitekim
Adem’e 9, İbrahim’e 14, Musa’ya 22, İsa’ya 24,
Muhammed’e 28 ve son peygamber olan Fazlullah’a 32
harf malum olmuştur. Bu peygamberlerden son dördüne
bildirilen öğelerin sayısı, her birine indirilen kitapların
yazılmış oldukları dilin alfabesindeki harf sayısı kadardır.
Bunlar İbranice’de 22, Yunanca’da 24, Arapça’da 28 ve
Farsça’da 32’dir. Bu aşamalar nedeniyle son peygamber
Fazlullah’ın kendisinden önceki peygamberlerin bildikleri
herşeyin anlamını çözecek anahtara sahip bulunduğu
aşikardır.
662
Faruk Arslan
Kur’an’ın gizi 29 surenin başlarında bulunan “Huruf-u
Mukatta’a”da gizlidir. Bu harfler yinelenmelerin
sayılmaması durumunda 14 tanedir (elif, lam, re, kaf, hı,
ye, ayın, sad, te, sin, he, mim, kef, nun) ve bunlar anlamı
açık ve kesin (Muhkemat) olarak kabul edilirler. Arap
alfabesinin kalan 11 harfi ise anlamı belirsiz ve
yorumlamaya açık (Müteşabih) biçimde değerlendirilirler.
Asıl Tanrı sözü, Muhkemat’tan oluşan 14 harftir ve
bunlar kendilerini insanın yüzünde gösterirler.
Hurufiler’e göre evrenin üç temel dönemi vardır:
peygamberlik (Nübüvvet), imamlık (İmamet) ve tanrılık
(Uluhiyet). Peygamberlik dönemi Adem ile başlamış ve
Muhammed’de sonra ermiştir. İmamlık dönemi Ali ile
başlamış ve on birinci imam Hasan Askeri ile bitmiştir.
Fazlullah ile tanrılık dönemi başlamıştır. Tüm
peygamberler “Mehdi” olan Fazlullah’ın habercisi ve
müjdecisidirler. Fazlullah’tan sonra gelecek olan “Yetkin
İnsan” (İnsan-ı Kamil) Fazlullah’a uymak zorundadır.
Fazlullah Musevilerin beklediği “Mesih”, Hıristiyanlar ve
Müslümanların gökten inaceğine inandıkları “İsa”dır.
Fazlullah, gökten inmiş ve kıyamet kopmuştur, dünya
ahiret bir olmuştur. Bu nedenle ahiret yoktur. Gerçek
ortaya çıkmış ve tüm dinsel yükümlülükler kalkmıştır.
Böylece Hurufiler tüm ibadetleri harfler ile yorumlayarak
iptal ederler ya da değişik biçimde uygularlar. Örneğin
hac, Fazlullah’ın öldürüldüğü yeri ziyaret etmektir.
Şeytan taşlama ise, Fazlullah’ı öldüren ve “Maran Şah”
(Yılanlar Şahı) dedikleri Timur’un oğlu Miranşah’ın
yaptırdığı Senceriye Kalesi’ni taşlamaktır.
Reha Çamuroğlu, "Sabah Rüzgarı" adlı kitabında şunları
663
Faruk Arslan
belirtmektedir:
Hurufiliğin uyguladığı sayı ve harf oyunlarının asıl
hedefinin inançsal olduğu gözden kaçırılmamalıdır.
Hurufilik’te amaç tüm o sayı ve harfler arasından insana,
insanın konuşmasına, kendini açıklamasına ve
bilinçlenmesine ulaşma çabasıdır. İnsan, belirli sayıdaki
harflerle konuşmaktadır. İnsan, bu harfler aracılığı ile
oluşturduğu dil sayesinde bir simgesel evren kurmakta ve
böylece Tanrı’yı bulmakta, var etmektedir. Hurufilik’te
ulaşılan bir nokta da konuşan insana, yazıya bağlanmış ve
kaydedilmiş kutsal metinler karşısında üstünlük
tanımaktır. İnsan “Konuşan Kur’an”dır (Kur’an-ı Natık),
kağıda geçirilmiş Kur’an ise “Sessiz Kur’an”dır (Kur’an-ı
Samit). “Konuşan Kur’an” her an yenilenir, değişir ve
kalıplaşmadan yaşar. “Sessiz Kur’an” belirli bir anda
kaydedilmiş bir metindir. Tüm heterodoks düşüncelerde
olduğu gibi Hurufilik’te de kişi, “Zamanın Çocuğu”dur
(İbn-ül Vakit). Onu sınırlı belgeler ve metinlerle
kalıplamak ve kutsallığın sınırları içinde hapsetmek
olanaklı değildir. Sonuç olarak, Hurufiliğin kullandığı
harf ve sayı teknikleri, kalıplaştırmayı aşma yollarından
biri olarak görülebilir.
Bektaşi düşüncesine hızla etki eden Hurufilik nedeniyle,
bazı araştırmacılar XV. Yüz yıldan başlayarak
Bektaşilik’in bozulduğunu ileri sürmüşlerdir. Onlara göre
Hurufilik hileli yöntemlerle, örneğin Hurufilik görüşlerini
Hacı Bektaş’ın görüşleriymiş gibi savunarak, Bektaşi
tarikatında etkin olmuştur.
Oysa Çamuroğlu'na göre, Bektaşilik Anadolu’ya Hacı
Bektaş ile birlikte adım attığında Aleviler zaten çoktan bu
topraklardadırlar. Aleviler, bir heterodoks derviş olan
Hacı Bektaş’ı çeşitliliği barındırma potansiyeline sahip
664
Faruk Arslan
olan bünyeleri sayesinde özümsemişler ve onu bir önder
olarak tanımışlardır. Bu bakımdan, Anadolu’da
heterodoksi denilince akla hemen Alevi-Bektaşi geleneği
gelmektedir. Bu gelenek, çeşitliliği özümsemesi ve
hoşgörülü yapısı nedeniyle bir çok farklı heterodoks
zümreyi de içinde barındırmış ve tüm ezoterik
düşüncelerin Anadolu’daki sığınağı olmuştur. Tümü
farklı düşünce ve uygulamalara sahip olan Kalenderi,
Haydari, Hurufi, Torlak gibi akımlara bağlı olanlar bu
geniş yelpazeye katılmış, kendi bağımsız varlıklarını feda
ederek, Alevi-Bektaşi toplumsal olgusuna kendilerine
özgü renkler katmışlardır. Alevi-Bektaşiler bu durumda
bir bozulma görmezler, zira inançları değişime açıktır.
Tam tersine bu durum onlar için bir zenginleşme yoludur.
1376 Yılından başlayarak Isfahan’da başlayan
Hurufiliğin, her türlü baskıya karşın, inanılmaz bir hızla
Osmanlı topraklarına yayılmasının ve etkili olmasının
nedenleri çok yönlüdür. Şiddetli baskı ve zulme karşın
hızla gelişen ve yayılan bu inanç sisteminin gelişim
nedenleri, hem içinde büyüdüğü toplumsal yapının
özelliklerine, hem de kendi içerik ve dinamiğine bağlı
olmalıdır.
Hurufilik öncelikle ezoterik bir inanç sistemidir. Dinlerin
“İçrek” (Batın) anlamlarıyla anlaşılması gerektiğini ve
bunun da ancak özgür “Yorumlama” (Te’vil) ile
gerçekleşebileceğini ileri sürmektedir. Hurufilik, ezoterik
yaklaşımlar arasında, kentli nüfusa en fazla hitap
edenlerden biridir. O döneme kadar kentlerde pek
görülmeyen ezoterik yaklaşımın Hurufilik’le birlikte hızla
kentleri de etkisi altına aldığı görülür. Ortodoks İslam’ın
simgesel evreni ve kültürü, o güne dek düşünce üretimine
kentlerdeki medreseler ve yazılı belgeler yoluyla egemen
665
Faruk Arslan
olmuştur. Hurufilik, yorumlama yoluyla, yüz yıllardır
sarsılmaz olduğu sanılan yazı ve kutsal metinlerin
egemenliğini yıkmaya koyulur. Harfleri konuşturur.
İnsanı kağıda yazılmış olanın üzerine çıkartır. Belge ve
kayıtlara güvenen ortodoks sistemin kutsal metinleri,
harflere getirilen keyfi yorumlarla kuru yapraklar gibi
savrulmaya başlar. Osmanlıların ele geçirdiği kentlere
doğru akan heterodoks dervişler, yıllar öncesinden
kentlerde yer bulmuş bir Hıristiyan heteroks geleneği ile
karşılaşır. Bu geleneğin en etkin temsilcisi
“Bogomiller”dir.
Biri yazılı İncil’in, diğeri yazılı Kur’an’ın kalıplarına
karşı mücadele eden iki farklı dinin heterodoks akımları
doğal olarak yakın ilişkiler kurarlar. İslam heterodoksisi
Hurufilik olmasaydı bu ilişkiyi kurmakta pek
zorlanacaktı. Öncelikle Fazlullah’ın kendisini “Mesih”
ilan etmesi bu ilişkinin kurulmasında etkin olmuştur.
Fazlullah’ın yazdığı “Cavidan” adlı yapıtın Firişteoğlu
tarafından “Aşıkname” adıyla yapılan çevirisinde sık sık
“Yuhanna İncil”inden alıntılar yer alamaktadır. On iki
imamla on iki havari arasında paralellik kurulmakta,
İsrail’in on iki kabilesine göndermeler yapılmaktadır.
Anadolu heteroksisi Rumeli’ne geçerken de Hurufilik’ten
fazlasıyla yararlanır. Sonradan Bektaşilik incelenirken
Hurufi etkilerinin en yoğun olarak Rumeli ve Arnavutluk
Bektaşiler’inde görülmesi, Hurufiliğin oynadığı rolün ne
denli önemli olduğunu gösterir.
Mason Bektaşilerin Hurufiliği benimsediğini ifade
etmekten kaçınan, Bektaşilikle ilgili her değere aşırı sahip
çıkan Şevki Koca’nın görüşlerini aktaralım: Fazlullah
Hurüfi Hazretleri Timur-u Gürkan tarafından
Azerbaycan’da öldürülmüştür. Yine halifelerinden ünlü
666
Faruk Arslan
Nesimi Hazretleri ise Halep’te derisi yüzülerek
katledilmiştir. Seyyid Aliy’yül a’la olarak bilinen Seyyid
Ali Sultan ve yine ünlü Hurüfilerden Feriştehzede
Hazretleri, Fazlullah Hurüfi’nin katli üzerine Kırşehir’e
gelerek Hünkar Hace Bektaş-ı Veli’ye intisab etmişlerdir.
Bazı müverrihler bu teze takılmayarak Bektaşilik içinde
Hurüfiliğe yönelik müstakil bir teknik meylin olmadığı
iddiası ile Seyyid Aliyyüy a’la ile Seyyid Ali Sultan’ın
ayrı, ayrı şahıslar olduklarını beyan etmişlerdir. Ancak bu
görüş nesnel realite ihtiva etmez; zira özellikle 14’ncü
Yüzyıldan itibaren Bektaşi Tarikat metaforuna dahil kesif
miktarda eser üreten (nesir yada manzum) şair ve yazar
görülmüştür. Hatta zaman zaman “Işıklar” adıyla
nitelenen bu zümre hukuken, siyaseten ve hatta şeriaten
takibata maruz kalmışlardır. Diğer yandan Bursa ilinin
Işıklar semtinde bulunan “Ramazan Baba” Dergahının
müntesiplerinin Hurüfilik yaptığına dair Osmanlı
kovuşturmalarına haiz fetva ve fermanlar arşivlerde
mebzul miktarda mevcuttur. Öte yandan adı geçen
Ramazan Baba Dergahı 1826 yılından sonra Nakşibendi
Dergahına çevrilmişse de 1911 yılında İttihat ve Terakki
idaresince el konularak uzun yıllar “Işıklar Askeri
Mektebi” olarak hizmet vermiştir. Yine Od’man Baba
Velayetnamesinde Hurüfi enstrümanlara rastlanıldığı gibi,
Faziletname adlı eserinde yazarı “Yemini” ve Virani
Abdal’ın Divanında oldukça mufassal ve geniş olarak yer
almaktadır. Tescilli bir Bektaşi düşmanı olarak tanınan
“Harput’lu İshak Efendi” tarafından 1873 yılında yazılan
“Kaşif’ül Esrar ve Da’fiül Eşrar” isimli eserde, Seyyid
Ali Sultan’ın, Seyyid Aliy’yül A’la olduğuna dair somut
beyyine bulunmaktadır. Yine bir yöntem olarak Hurüfi
tandanslı nefesler üreten Bektaşiler gizemil bir takiyye
667
Faruk Arslan
şablonu altına girerek özellikle Mehmed Ali Perişan
Dedebaba’nın kadim Bektaşilik anlayışını benimsemişler
ve bunlara “Harabatiler” denilmiştir. Diğer yandan 1907
yılında Hakk’a yürüyen Mehmed Ali Hilmi Dedebaba’nın
izleyicilerinin çizgisinde ise Hurüfilik müstakilen pek yer
bulmamış, ancak edebi ve sanatsal bir telakki olarak
algılanmıştır. Bunlara da “Müteşerri” denilmiştir. Bu
ciddi ve teknik ayrılım günümüzde dahi Bektaşilik
yortusunda daha değişik bir formata bürünerek zımnen
devam etmektedir. ( Koca, 2003).
Kimin Hurufilikle Bektaşiliğin ayarını bozduğunu kimin
ise sapık Hurufilikle değil Türk İslam'ındaki gerçek
Sufizm ile İslam'a hizmet ettiğini, insaf sahibi gerçek
Alevi ve Bektaşi vatandaşlarımız elbette takdir edecektir.
Umarım Bektaşiliği masonluktan temizleyip aslına
döndüreceklerdir. Buradan çok çetrefilli bir konuya,
Atatürk'ün Bektaşi olup olmadığını sorgulamaya geçmek
istiyorum.
668
Faruk Arslan
On Dördüncü Bölüm
ATATÜRK, MASON BEKTAŞİ
MİYDİ?
Kimileri Atatürk'ü Sabataist ve Masonluk üyesi bir bozuk
Bektaşi gösterip istismar etmeye çalışırken, kimileri de
onun dinle, diyanetle ve İslamiyet'le hiçbir alakası
olmadığı halde, özellikle Kurtuluş Savaşı öncesinde ve
devrimler sürecinde, halkı aldatmak ve kendisine
inandırıp peşine takmak için müslüman dindar rolü
oynadığını ileri sürüyor. Aslında bu iddialar, Atatürk'ü,
sahtekârlık, riyakârlık ve din istismarcılığıyla suçlamakla
aynı anlama geliyor. Atatürk’ün baba tarafından bir
Bektaşi olduğu söylenebilir, ancak mason ve Sabataycı
çevrelerde yaşasada onlardan olmadığı kesindir. Tekke ve
zaviyeleri kapatmasındaki temel sebeplerden biri tüm
tarikatlar gibi Bektaşiliğinde aslından uzaklaşıp
hurafelerle doldurulduğunu görmesidir. Bu yuvalar ilim
üreten, dinin yaşandığı yerlerden ziyade yobaz yetiştiren
merkezlerdi. Kokuşmuştu, yozlaşmıştı. Hepsinin
kapatılması hayırlı olmuştur. Atatürk, içlerinden
geliyordu.
Atatürk’ün Çankaya Köşkünden Rakı Masası yoldaşı
yazar Falih Rıfkı Atay, "Çankaya" Kitabında; Atatürk'ün
çocukluğunu ve gençliğini yakından bilen Kılıçoğlu
Hakkı Beyin kendisine yazmış olduğu bir mektuptan şu
alıntıyı yapıyor:
"Ailece pek yakındık. Zübeyde Mollayı ikinci kocaya
veren benim büyük kaynatam Şeyh Rıfat Efendi'dir.
Mustafa Kemal tatillerde Selanik'te sılaya geldiği vakit,
669
Faruk Arslan
büyük kaynatamın tekkesine giderdi. Aynı günlerinde
dervişler halkasına katılarak "Hu, Hu!", diye kan ter
içinde kalıncaya kadar döner dururmuş" demektedir.
(Atay, 1968 ).
Mustafa Kemal Mayıs 1919’da Samsun’a, daha doğrusu
Havza’ya gittiğinde, Ali Baba adlı nüfuzlu bir Bektaşi
şeyhinin Mesudiye adlı otelinde (kiracı) olarak kalmış,
kendisini halka Ali Baba takdim etmişti. Milli
Mücadele’nin en önemli belgelerinden olan Amasya
Tamimi’ni imzalayanlar arasında Bektaşi Şeyhi
Cemaleddin Çelebi de vardı. Mustafa Kemal, 5 Mayıs
1920’de ülkedeki tüm sufi şeyhlerine bir çağrı yapmıştı.
Ardından bazı şeyhlere özel mektuplar yazdı. Bunlarda
‘zat-ı alinize kalben pek büyük hürmetim var’, ‘muhabbet
ve hürmetlerimin kabulünü rica ederim’ gibi son derece
nazik ve saygılı bir dil kullanmıştı.
Bu arada Kuzey Afrika’da yaygın olan Senusiyye
tarikatının şeyhi Ahmed Şerif Senûsi de ülkedeydi ve
Milli Mücadele’yi destekleyenler arasındaydı. Esas
derdinin Halifelik beklentisi olduğu anlaşılan şeyhten
Ankara’nın da bir beklentisi olduğu, kendisine ödenen
800.000 kuruş toplu para, kendisine bağlanan 1.000 lira
aylık ile maiyetine bağlanan 300 lira aylıktan anlaşılıyor.
Aynı şekilde Hacıbektaş’taki ana tekkenin Nakşi şeyhi
Hacı Hasan Efendi’ye de aylık 500 kuruş ‘mükafat’ maaşı
bağlanmıştı. Böylece bir çok Sünni ve Alevi/Bektaşi Milli
Mücadele’de görev almaya başladı.
İstanbul’daki Gülşeniyye tarikatının Şeyh Visali Dergâhı,
Milli Mücadele kadrolarının toplantı yeriydi. Sıklıkta
Bektaşi dergahı olarak sunulan ancak Nakşibendiyye’ye
bağlı olan Özbekler Tekkesi, Anadolu’ya silah ve adam
geçirmeye yardım ediyordu. Tekkenin şeyhi Atâ Efendi
670
Faruk Arslan
Kazım Karabekir tarafından gönderildiği Türkistan’da üç
yıl boyunca hem Anadolu’ya para yardımı topladı, hem
Enver Paşa’yı oyalama görevini yaptı. Yine Nakşibendi
şeyhleri olan Hacı Hasan Efendi ile Servet (Akdağ)
vaazlarıyla katkıda bulundular. Melami şeyhlerinden
Müslüm Penahi Anadolu’ya silah kaçırırken Fransızlara
yakalanmış ve ağır işkence sonucu felç olmuştu.
Ankara’daki Celveti Taceddin Dergahı milli mücadele
kadrolarının uğrak yeriydi. Konya’daki Mevlevi
Söylemez Tekkesi matbaa olarak kullanıldı. Bektaşi
tarikatının Merdivenköy (Nerdübenköy), Karyağdı Baba
ve Erikli/Eryek Baba tekkeleri silah saklayan tekkelerdi.
Bektaşi Selman Baba adlı Bektaşi babası Denizli’de
cephede savaşmıştı.
Tarikatların Mustafa Kemal’e verdiği desteğin en
gösterişli örneği, Mustafa Kemal’in Ankara’ya girdiği
gün olan 27 Aralık 1919’da yapılan Seymen Alayı’dır.
Oğuz boylarının Orta Asya’dan getirdiği geleneklerden
biri olan Seymen Alayı’na, özel giysileri ile
Nakşibendiler, Sadiler, Rifailer, Kadiriler, Mevleviler,
Bayramiler, Bektaşiler gibi pek çok tarikatın temsilcileri
ve esnaf örgütleri katılmıştı. Alayı, o sıralarda halk
tarafından pek tanınmayan Mustafa Kemal’e prestij
kazandırmak için Halvetiyye tarikatının Sinaniyye koluna
bağlı bir şeyh olan Yahya Galip (Kargı) düzenlemişti.
Hemen hemen bugün dindar her Alevi / Bektaşinin
evinde üç resim yanyanadır. Hazreti Ali, HacıBektaş Veli
ve Mustafa Kemal Atatürk… Bu durum Alevi /
Bektaşilerin Atatürk’e olan sevgilerinin bir yansımasıdır.
Alevilerdeki Atatürk sevgisi bir devlet büyüğüne duyulan
sevginin ötesinde bir derinliğine ve ruhaniyete sahip bir
sevgidir. Öyleki pek çok Alevi için o, onikinci İmam
671
Faruk Arslan
Muhammed Mehdi’dir. Bazı sapık görüştekiler ileriye
gidip Hz. Ali’nin ruhunun Atatürk’e geçtiğini dahi iddia
edebilmiştir. Mustafa Kemal’in Alevi / Bektaşilere
ilgisinin, Alevi / Bektaşilerin de ona olan derin sevgi ve
bağlılıklarının nedenlerinden biri de babasının Alevi /
Bektaşi kökenli olmasıdır.
Nedense tarih kitaplarımızda Mustafa Kemal’in
babasından, dedesinden, soylarının Anadolu’ya
dayandığından yazılmaz. Annesinin Bektaşilikle hiç ilgisi
olmadığını, dindar bir Sünni olduğunu biliyoruz. İnkilap
tarihi kitaplarımıza konmayan, hayatı saklanan babasını
inceleyelim. Yörük Türkmen kökenli olan Mustafa
Kemal’in mensup olduğu soya Kızılcalı Türkleri denir.
Oğuzların kızıl oğuz boyundandır. Kızılca bölüklü,
Kızılcaörenli adı da verilir. Selanik’teki kayıtlarındaysa
”Karakocalılar” olarak geçmektedir. Mustafa Kemal’in
sülalesi olan Kızılcaoğulları, Rumeli Aleviliğinin
Anadolu koludur. Bu kolun anayurdu Tokat –Almus
Tozanlı vadisidir. Bugün burada yaşayanların tümü de
Alevidir.
Bu bölgeye yerleştirilen Yörük Türkmen boyları 1410
yıllarında Tokat, Çorum, Amasya, Sivas ve Reşadiye
dolaylarındaki Kızıl Özenliler yurdu olarak bilinen
bölgede “Kızıl Ahmetliler Beyliği” adıyla bir beylik
kurmuşlardır. Osmanlı Hükümdarlarından II. Murat’ın
Amasya Valisi Yörgüç Paşa’nın bu beylik üzerine
düzenlediği sefer sonucunda beylik ortadan kaldırıldı.
Kızıl Ahmetliler beyliği Anadolu’ nun çeşitli yerlerine
dağıtılmıştır. Osmanlı Padişahı Fatih Sulatn Mehmet’in
Karamanoğlu beyliğinin 1460’da ortadan kaldırılması
üzerine Rumeli’ye yerleştirilen Anadolu halkı Karaman
beyliğine mensuptu. Oğuzların Avşar boyundan olan
672
Faruk Arslan
Karaman Beyliği’nin kurucusu Nure Sofi, Babai
tarikatına mensuptu. Fatih Sultan Mehmet Yörük
Türkmen kökenli bu boyları Balkanlara İslamlaştırmak
için iskana tabi tutmuştur.
Mustafa Kemal’in dedesi Kırmızı Hafız Ahmet’tir.
Mustafa Kemal’in Nüfus kayıdı “Yörük tayifesinden “
diye geçmektedir. Mustafa Kemal’in babası da nüfus
kütüğünde Kızılhafız oğlu Ali Rıza diye yazılmaktadır.
Mustafa Kemal, on yaşlarında Selanik’teki Kızılbey
sokakta bulunan ilkokula yazılmıştır. Kızıl sözcüğü
genellikle Alevi Bektaşilere takılan bir addır. Mustafa
Kemal’in babasının ismi Ali Rızadır. Ali Rıza, Ehli beyt
soyunun Sekizinci İmam’ın ismidir. Mustafa Kemal’in
doğal, toplumsal, düşünsel ve inançsal çevresi
Bektaşiydi.. Babası Ali Rıza Beyin de Bektaşi olduğu
söylenmektedir. Mustafa Kemal’in yaşadığı Selanik,
Bektaşilerin etkin olduğu bir çevre idi.
Mustafa Kemal’in duygu ve düşüncelerinde Namık
Kemal’in büyük tesiri söz konusudur. Namık Kemal de
bir Bektaşi idi. Yine Bektaşi olan Abdulkerim Paşa’nın
Mustafa Kemal’le özel Bektaşi şifreleri kullanmaları
onun Bektaşiliğine dair bir kanıt olarak ileri sürülüyor.
(Bkz. Mete Tuncay , Milliyet sanat sayı:246.s:25)
Mustafa Kemal Paşa’nın Bektaşi olduğunun kanıtlarından
biri de Nutuk’tur. Mustafa Kemal Paşa, Nutuk’ta bir
Alevi dededen bahsederken ( Kazım Dede ) onu çok
saydığını ve asla kırmayacağını söylemektedir. Mustafa
Kemal Paşa’nın yaptıkları dikkate alındığında onun Alevi
/ Bektaşi olduğu yönündeki görüş güç kazanıyor.
Gerçekten Alevi / Bektaşi olmasa bile yaptıkları ile
aslında tam bir Alevi / Bektaşi gibi davrandı. Nitekim
673
Faruk Arslan
Alevi / Bektaşiler Atatürk’ten bahsederken “ O da
bizdendir. “ diyor. Bu konuda daha detaylı bilgi için
Cemal Şener’in “ Atatürk ve Aleviler “ adlı kitabına
başvurulabilir. Araştırmacı Şener, Balkanların bu özgün
kimliğini dile getirirken gerçekten çok orijinal ve dikkat
çekici bir özelliğe temas ediyor: “…Sarı Saltuk’tan Balım
Sultan’a, Şeyh Bedrettin’den Namık Kemal’e, Resneli
Niyazi’den Mustafa Kemal’e uzanan bir yol.”
İbrahim Tozkoparan, Atatürk’ün içinde yaşadığı
toplumun psikolojini şöyle aktarıyor: Vaka-yı Hayriye'yle
beraber pek çok yoldaşını kaybetmiş, dergahları
kapatılmış ve Nakşilik karşısında mağlup düşmüş
Bektaşiler, kendileri için melun o günleri milat kabul
ettiler ve o günden sonra için için teşkilatlanarak intikam
saatini beklemeye koyuldular. Osmanlı'ya karşı, "Hünkar
Hacı Bektaş Ocağının gücünü gösterelim" haykırışlarıyla
karşı koyan Yeniçerilerin intikamını onlar alacaklardı.
Alevilerle ittifak halinde Osmanlı'yı içten yıkmak için
akla gelmedik her yolu deneyen Bektaşilerin Cumhuriyet
öncesi en göze çarpan faaliyetleri pek çoğunun Mason
localarına kaydolarak girdikleri İttihat ve Terakki Fırkası
içinde gerçekleştirdikleri icraatlardır. Baştan sonra
Yahudi elinde, Osmanlı aleyhine bir maşa olarak
kullanılan Genç Türkler ve İttihat ve Terakki; Yahudilere
Filistin'de bir karış toprak vermeyen ve tahtta kaldığı süre
boyunca -Siyonistlerin kendi itiraflarıyla- İsrail devletinin
kuruluşunu 33 yıl geciktiren II. Abdülhamit Han'ın
tahttan indirilmesinde yüklendikleri misyonla tarihe geçti.
Siyonistlerin tarihî emellerinin tahakkuku için Osmanlı
Hakanı'na kasteden Bektaşileri, yine bir Bektaşi olan Rıza
Tevfik Bölükbaşı'dan dinleyelim:
674
Faruk Arslan
"Genç Türkler ile İttihat ve Terakki ileri gelenleri
arasında devrim eylemi içerisinde yer alan hayli Bektaşi
vardır... İstanbul'da ve öteki kültür merkezlerinde yüksek
makamlarda görevli kültürlü Bektaşiler vardır. Ben
şahsen birkaç vezir, bir elçi ve birçok hakim, şair vb.
tanıyorum. En az iki Bektaşi Şeyhülislam vardır, birisi
Musa Kazım Efendi, İttihat ve Terakki Cemiyeti lideri
Talat Paşa gibi, benim gibi... İhtilalci komitenin
İstanbul'daki üyeleri arasında hayli Bektaşi vardı. Hemen
hemen bütün Bektaşiler, komiteye amacını
gerçekleştirmesi için yardımcı oldular." (Çamuroğlu,
2006).
"İhtilal" ve "devrim" ifadeleriyle hedef alınan kişinin II.
Abdülhamit Han olduğu malum. Bir tanesinin ismi geçen
iki şeyhülislama gelince... Bu hainlerin hikâyesini de
Mim-Şın'dan dinleyelim: "Dini mübîni İslam'ın taarruza
uğraması Tanzimatla başlasa da, sistemli olarak İT
devresine rastlar... İT Fırkası, 1910'da kendileri gibi
Yahudi köpeği bir mason ve kızılbaş olan Musa Kazım'ı
bab-ı meşîhata (eskiden İstanbul'da din işlerini tedvir
eden, Devleti Âliyenin Diyanet İşleri Reisi) tayin eder.
Aynı partinin önde gelen isimlerinden, zamanın
gazinocularından pezevenkler kralı namıyla anılan Giritli
Necati isimli dönme bu Şeyhülislam (!) Musa Kazım'dan
bir fetva koparır. Fetva (!) şöyle:
"Müslümanlar, üzümlerini şarapçılara satabilir, kendileri
şarap imal edebilir, içebilir ve meyhane açabilir."
Medrese-i ulűmun Ehl-i Sünnet talebeleri, bu mason
şeyhülislam (!) makamından çıkıp evine gitmek için
arabasına binerken ve evi önünde arabasından inerken
"meyhaneci meyhaneci" diye tempo tutarlar (...)
Meyhaneci 1914'de bab-ı meşîhattan ayrıldı. Yerine kim
675
Faruk Arslan
geldi dersiniz? Ürgüplü Hayri isimli daha alçak birisi. (...)
Ürgüplü Hayri'nin ilk fetvası (!): "Müslüman kadınlar
kerhanede çalışabilir." Müslüman halk ona da kerhaneci
lakabını taktı. Öldüğünde cenazesi Cumhuriyet
döneminde Ürgüp'e götürüldü. Mezarı çok şatafatlı olup
Fener Patrikhanesi yaptırmıştı. İşte bu Ürgüplü Hayri'nin
oğlu bir zamanlar Amerika'da elçiyken Türkiye'ye
getirilip başbakan yapılan Suat Hayri Ürgüplü'dür.
Amerika'da çeşitli gazetelere lűtiliği övücü beyanatlar
vermesiyle tanınmıştır ve bizzat lűti olmasıyla nam
salmıştır. Yine bir İttihat ve Terakki mensubu olan ve
Osmanlı Mebusan Meclisi'nde üye bulunan Numan Usta
adlı bir Alevi, ilk komünist parti "İştirakiyyun"un kurucu
üyesidir. II. Abdülhamit Han'a karşı darbeye kalkışan
Hareket Ordusu isimli çapulcu sürüsünün önemli
isimlerinden Resneli Niyazi de bir Bektaşiydi.
Genç Türkler ve İttihat ve Terakki devrinde İslam
alfabesinin iptal edilerek Latin alfabesinin kabul edilmesi
yolunda yoğun gayretler sarfedildiği malum. İşte bu
hareketin tohumlarını atan adam Ahundzâde ( Ahmet
Ağaoğlu) isimli bir Azeri Alevisidir ve Ruslar'a bağlı
resmi bir görevli sıfatıyla İstanbul'a gelerek sadrazamla
görüşmeye çalışmıştır. Her ne kadar bu görüşmeye
muvaffak olamasa da, devrin fikrî (!) ve edebî (!) iklimi
üzerinde istediği tesirleri bırakmayı başarmıştır. Onun
alfabe değişimi fikrinin en ateşli taraftarları, birer Bektaşi
olan Namık Kemal ve Mithat Paşa'dır. Özellikle Mithat
Paşa'nın ihanette çok ileri gittiği, Osmanlı bayrağındaki
"hilal"in yanına haç koymayı bile denediği ve "bugüne
dek: Âl-i Osman dediler. Bundan sonra da Âl-i Mithat
desinler" diyecek kadar işi azıttığı malum." (Tozkoparan,
Şener, 2006).
676
Faruk Arslan
Sultan Vahidüddin Han mason Bektaşiler tarafından
güçlükle ikna edilerek Anadolu'ya yollanan Mustafa
Kemal, Samsun Havza'da bazı İngiliz subaylarla görüşür.
Mustafa Kemal'in, aynı günlerde bir Rus heyetiyle
görüşmesi ve bu esnada, Stalin ve Troçki'ye yakın bir
isim olan, heyet başkanı Budiyeni'yle konuştukları,
Mustafa Kemal'in amacına ulaşmak için her yolu mubah
gördüğünün göstergesidir:
"Miralay Budiyeni:
"Rusya'nın bütün ihtiyaçlarınızı tamamlamaya hazır
bulunduğunu size arzetmek vazifesini üzerime almış
bulunuyorum. Yeter ki siz de bizim arzularımızı yapınız.
Padişahlığı ve Halifeliği kaldırınız!"
Mustafa Kemal'in cevabı oldukça politiktir:
"Aziz Miralayım, buyurduğunuz işler, şimdi tasavvur
eylediğiniz kadar kolay değildir. Padişahlık meselesi
esasen zayıflamıştır. Yıkılmak üzeredir. Hilafet için biraz
daha sabırlı, hatta biraz daha dikkatli olmak lazımdır.
Arkamızda bir İslam âlemi kalmıştır, bunu da hesaba
katacağız. Onların müzahereti bugün için elzemdir.
İngilizler'i ancak bu sayede yerinde tutacağız. Zaferi
kazandığımız zaman, şartlarınızı daha sakin ve rahat bir
ruh haleti içinde düşüneceğiz!" (Şener, 2006).
Sürekli Halife'ye bağlı olduğunu söyleyen, ama gönlünde
Hilafeti ortadan kaldırma emelini besleyen Mustafa
Kemal'in, Hilafete düşman mihraklarla temasa geçeceği
muhakkaktı. Diğer bir deyişle "Mustafa Kemal ve
kadrosu gibi teokratik Osmanlı Devleti'ne ve emperyalist
işgale karşı silah çeken yönetimin, bu gidişe karşı 700
yıldır Anadolu ve Rumeli'de muhalif olan bir güce elbette
gereksinimi vardı." (Şener, 2006).
677
Faruk Arslan
Mustafa Kemal'in bu güçle ilişkiye girmesi ve ittifak
kurması hadisesini Alevi yazar Cemal Şener'den aynen
naklediyoruz: "Mustafa Kemal ve Temsil Kurulu, Hacı
Bektaş kasabasına gelmeden önce karşılanır. Baba ve
Çelebi bizzat heyeti karşılar. Bu karşılanışa, Mucur
Kaymakamı Nihat Bey de çok şaşırır ve Mustafa Kemal'e,
"Paşam, Çelebi'nin bu hareketi davamız için olumluluk
belirtisidir," der.
Bu karşılanma gerçekten çok önemli bir olaydır. Çünkü,
daha önceleri bir zamanların Ankara Valisi Sırrı Paşa,
Hacı Bektaş'ı ziyarete geldiğinde, Beş Taşlar mevkiine
kadar arabası ile gelir, orda arabasından iner, yeri niyaz
ettikten sonra yürüyerek Hacı Bektaş Dergahı'na
ulaşırmış. Gene iktidara geldikten sonra Sadrazam Talat
Paşa ve Genelkurmay Ba

Benzer belgeler