65.sayıya ulaşmak için tıklayınız

Transkript

65.sayıya ulaşmak için tıklayınız
www.kurtulusyolu.org
ISS 1305-8975
YIL: 7 • SAYI: 65 14 MAYIS 2013
15 GÜNLÜK SİYASİ GAZETE
1 Mayıs Alanı Taksim’dir! Taksim Vatandır!
1 Mayıs 2013’te Vatan için, Devrim için
savaştık!
Kurtuluş Partililer Şişli’de
Haberi sayfa 8-9’da
Kurtuluş Partililer Galata Köprüsü’nde
Hatay/Reyhanlı’daki katliamın sorumlusu AB-D
Emperyalistleri ve Tayyipgiller İktidarıdır
Y
ine kan, yine acı, yine gözyaşı… Bu kelimeleri nerede görürsek görelim, hemen ardından dünya
halklarının başbelası AB-D Emperyalistlerinin ve
onlara kulca emir erliği yapan satılmış iktidarların sebep
olduğu bir katliam haberiyle irkiliyoruz. Doğası gereği
yağmacı, talancı, zalim, kan dökücü olan emperyalistlerin
dünyamız üzerindeki katliamları aralıksız devam ediyor.
AB-D Emperyalistlerinin ve yerli işbirlikçilerinin en
son katliamı Hatay/Reyhanlı’da meydana geldi. Reyhanlı’nın en işlek caddelerinden biri olan Atatürk Caddesi üzerinde resmi bilgilere göre 2, bölge halkından alınan bilgilere göre ise 4 ayrı patlama meydana geldi. Bomba yüklü
araçların patlatılmasıyla gerçekleşen katliamda şu ana ka-
O
Üç Fidan’ı Ankara’da
Eylemlerle Andık
Devamı sayfa 7’de
nlar, kendilerini Türkiye Halklarının kurtuluş kavgasına adamışlardı. Daha ömürlerinin baharında
seve seve göğüslediler ölümü.
Uğrunda canlarını adadıkları mücadele, bugün yalnızca
Halkın Kurtuluş Partisi’nin mücadelesinde karşılık bul-
Devamı sayfa 7’de
Hugo Chavez Frias Yoldaş’ın
yarım bırakmak zorunda kaldığını
Nicolas Maduro Yoldaş
tamamlayacak
Basın Açıklaması sayfa 11’de
FİYATI: 50 Kr
Tayyipgiller Savaş
Kışkırtıcılığı Suçu
İşliyorlar!
H
KP, avukatları aracılığıyla; desi karşısında Savaş Suçu sayılması
Türkiye’yi Suriye ile FİİLİ gereken bu eylemleri işleyenlerin doSAVAŞ durumuna getiren, kunulmazlık zırhından yararlanamagerici teröristleri (ÖSO) kollayıp güç- ması gerektiğini ifade ettiler.
Daha sonra görevli Cumhuriyet
lendiren, savaşı aktif hale getirmenin
ve Suriye’ye asker gönderebilmenin Savcılığı’na hazırladıkları suç duyuspekülatif yollarını arayan ve bu ne- rusu dilekçesini veren yoldaşlarımızdan öğrendiğimize göre, önemli
denlerle Reyhanlı saldırısını habir medya kuruluşu yukazırlayan Tayyip başta
Halkın
rıdan bu suç duyurusu
olmak üzere AKP
ve basın açıklamaönde gelenleri hakKurtuluş Partisi
sının haberini yapkında “SAVAŞ
K I Ş K I R T I C I - Reyhanlı Katliamı için m a m a l a r ı n ı
tembihlemiş muhaLIĞI” suçundan
Suç Duyurusunda
birlerine. İşte Tay(TCK 304, 306 vd.),
bulundu
yipgillerin
halet-i
ölüme ve yaralanmaya
ruhiyesi budur. Boşa hevessebebiyet verme suçlarından
(TCK 83, TCK 88/2), bu saldırıyı ger- lenmesinler, güneş balçıkla sıvanamaçekleştiren asıl teröristleri gizlemek ve yacaktır. Reyhanlı’da katliamının
suçlularla ilgili işlem yapmamak hesabını er-geç vereceklerdir.
(TCK 279, 281) suçlarından suç duSuç duyurusu dilekçesini okumak
yurusunda bulundu.
için bakınız: http://www.kurtuluspar13 Mayıs 2013 tarihinde, Ankara
tisi.org/15-mansetler/260-halkinAdliyesi önüne gelen Partili Avukat
kurtulus-partisi-nden-reyhanli-katliam
yoldaşlarımız Av. Metin BAYYAR,
i-icin-suc-duyurusu.html
Av. Sait KIRAN ve Av. Doğan
ERKAN, basın mensuplarına konuyla
Ankara’dan
ilgili bilgi vererek, şüphelilerin sahip
Kurtuluş
Partililer
oldukları sıfatların yargılanmaya engel
olmadığını, zira Anayasa’nın 14. mad-
Başyazı
Biz hep kazanırız,
yenilmeyiz biz!
Halkın Kurtuluş Partisi Genel Başkanı urullah Ankut:
H
alkın Kurtuluş Partisi
2013 1 Mayısı’nda yine
bir ilke imza attı: Şişli’de değişik alanlarda verdiği
mücadeleye ek
olarak bu 1
Mayıs’ı, kitlesiyle Galata
Köprüsü’nün
üzerinde coşkuyla kutladı.
Amaç Dolm a b a h ç e ’ ye ,
oradan da Taksim’e yani 1
Mayıs Alanı’na
çıkmaktı. Fakat
Tayyipgiller 43
yıl sonra Galata ve Unkapanı
(Atatürk) Köprülerini açarak
Kurtuluş Partililerin geçişini engellediler. Bunun üzerine tarihsel
bir olay yaşandı: 1 Mayıs, Kurtuluş Partililerce Galata Köprüsü
üzerinde kutlandı. Bu kutlamada
Halkın Kurtuluş Partisi Genel
Başkanı Nurullah Ankut basına
bir konuşma yaptı. Doğan Haber
Ajansı ve İHA orada bulunmalarına, bu konuşmayı kayda almış
olmalarına rağmen birkaç gazetede yalnızca
Kurtuluş Partisi’nin adının
geçmesinin dışında yazılı ve
görsel basında
ne bu eylem
yer almıştır ne
de Genel Başkan’ın konuşması.
Yani
Parababaları
medyası cephesinde yeni bir şey
yoktu.
Bu sayımızda “Başyazı” olarak Nurullah Ankut Yoldaş’ın bu
konuşmasını ve eylem sonrası İstanbul İl Örgütü’nde yaptığı değerlendirmeyi yayımlıyoruz.
Devamı sayfa 10’da
2
Yıl: 7 • Sayı: 65 / 14 Mayıs 2013
Kurtuluş Partisi’nden
Haçlı İttifakı=AB-D Emperyalistleri+Bekçi Köpeği
İsrail+Müslüman(!)Tayyipgiller+Suudiler Suriye Halkı ve Önderleri
Esad Genişletilmiş Haçlı İttifakına Karşı Direniyor
A
B-D Emperyalistlerinin Ortadoğu’da kulübesini kurup, içine yerleştirdiği Bekçi Köpeği
İsrail, Suriye Halkına bir kez daha saldırı düzenledi. AB-D Emperyalistlerinin Arap Halkının bağrına sapladığı
bir kama olan İsrail, füze saldırılarında Suriye Cumhuriyet Muhafızlarının
Cemraya, Kudsiya ve Hame bölgelerindeki 14. ve 105. Tümenlerini hedef
aldı. Saldırıyla ilgili haberler dünya
kamuoyuna daha yansımadan, Bekçi
Köpeğinin zincirlerini şu an için tutmakla görevli Barack Obama, İsrail’in, gelişmiş silahların Hizbullah’a
transferine karşı kendini koruma hakkı olduğunu bildiriyor. Birkaç saat
sonra da bombalar iniyor Suriye
Halkının başına. Suriye Halkına
ve Önderliğine yönelik bu saldırının AB-D Emperyalistlerinin izni
ve onayıyla yapıldığının itirafıdır,
Obama’nın bu söylemi.
Bu saldırı, Suriye Halkına karşı katliamlar düzenleyen, çoluk
çocuk dinlemeden katleden, Suriye’nin tarihi ve kültürel varlıklarını yakan yıkan, Alevi katliamı yapacağız diyerek ağızlarından köpükler saçan “Özgür” Suriye Ordusunun toplama katillerini rahatlatmak için düzenlenen bir saldırıdır. Genişletilmiş Haçlı ittifakına karşı direnen Suriye Halkını ve Önderliğini İsrail tarafından da sıkıştırmaya
yöneliktir. Bu saldırıda ölen ve yaralanan Suriyelilerin olduğu söyleniyor
yerel kaynaklarca. AB-D Emperyalistleri ve bekçi köpeği İsrail açısından hiç ama hiç önemli değil onlarca,
yüzlerce, binlerce insanın ölmesi. Onlar yeter ki bin ülkeli bir dünya amaçlarına ulaşabilsinler. Onlar yeter ki
halkların yarattığı tüm değerleri kendi
kasalarına aktarabilsinler.
AB-D Emperyalistlerinin, besleyip, büyütüp canileştirdikleri, insanlıktan çıkardıkları, Türkiye’den Tayyipgiller aracılığıyla Suriye’ye yolladıkları çapulcular sürüsünün insanlık
dışı yüzünü BM’nin Suriye Araştırma
İ
Komisyonu Başkanı Carla Del Ponte
açıklıyor. “Suriye’deki çatışmanın
kurbanların verdiği ifadelerin, Suriyeli muhaliflerin sinir gazı kullandığını
akla getirdiğini” açıklıyor Carla Del
Ponte. BM Soruşturma Komisyonu’nu “şu ana kadar Suriye’de Beşşar
Esad hükümetine bağlı güçlerin kimyasal silah kullandığına ilişkin kanıt
görmediğini” de açıklıyor bu arada.
Ve Suriye Halkına yönelik bu aşağılık saldırının olduğu bugünlerde
Tayyipgiller’in sahte “one minute”çüsü, Suriye Halkını ve Önderi Essad’ı
AB-D Emperyalistlerine gerizden süpürülmemek için satan kişi, Kızılcahamam’dan bağırıyor: “Başkalarına
göstermediğin cesareti ağzında emzik olan kundaktaki bebeğe göstermenin bedelini çok ama çok ağır
ödeyeceksin”, “Allah izin verirse bu
caninin, bu katilin dünyada hesaba
çekildiğini görecek ve bundan dolayı hamd edeceğiz.”
İnsanda utanma arlanma olur. ABD Emperyalistleri dünyayı kan gölüne
döndürecek, Dünya Halklarını katledecek, aşağılık saldırılarına karşı direnen Yurtseverleri işkenceden geçirecek, onları yok edecek, sadece Irak’ta
500 bin çocuğun ölümüne neden olacak, Irak’ta, Libya’da Müslüman Kadınların ırzına geçecek, sen onları
görmeyeceksin. AB-D Emperyalistlerinin Bekçi Köpeği İsrail, Filistin’de
her gün düzenlediği saldırılarla kadın,
EMEP bir Devrimcinin daha kanına girdi
hem de 1 Mayıs kutlanırken0
zmir’de 1 Mayıs kutlamasına katılan “Halkın Kurtuluşu Gazetesi”
okurlarının oluşturduğu korteje demir çubuklarla, kalaslarla saldıran
EMEP’liler İbrahim Kutluay’ı katletmiş, Zeki Irmak’ı ve il dışından gelen
bir arkadaşlarını da yaralamışlardır.
“Halkın Kurtuluşu Gazetesi”, medyadan öğrenildiği ve isminden de anlaşılacağı gibi kendilerini THKO, TDKP
geleneğinin devamcıları olarak görüyorlar, bu geleneğin EMEP’leşmesini
doğru bulmayarak 12 Eylül Faşizmi
öncesindeki yayınları olan “Halkın
Kurtuluşu Gazetesi”nin ismiyle siyasete devam etmek isteyen bir yapılanma.
EMEP’lileşmeyi kabul etmeyip önceli yapılaşmayı devam ettirmek istiyor diye 50 yaşını aşan insanların öldürülmesi mi gerekiyor? Her ideolojik
ayrışmayla katlederek mi hesaplaşılmalı? Bunun Devrimcilikle, Solculukla, Demokratlıkla, İnsanlıkla zerre kadar ilgisi var mı?
Ama bizdeki adı “parti” olmuş olmamış küçükburjuva-burjuva solcu
grupçuklarımızın ezici çoğunluğu tam
bir POL POT karikatürü.
Kendilerinden güçlünün karşısında
ezik, sümsük, korkak, yalakadır bu Pol
Pot karikatürleri. Kendilerinden güçsüzün karşısında ise ejderha kesilirler.
Bir de kalkmış utanmadan “biz yapmadık” diyorlar. EMEP İzmir İl Örgütü “Halkın Kurtuluşu isimli bir
grupla, aynı yerde toplanmış ya da
oradan geçmekte olan başka bir
grup arasında yaşanan gerginlikle
partimizin hiçbir ilgisi yoktur” diyor,
yaptığı yazılı açıklamada. Herkesi aptal sanıyorlar galiba. Böylesine de inanılmaz yalanlar sallayabiliyorlar bir
çırpıda bu zavallılar. Sonra bir de Amerikan mafya usulü “başsağlığı diliyor”lar aynı açıklamanın sonunda kurbanları için.
İbrahim Kutluay
Devrimci mert olur, yiğit olur, dürüst olur, cesur olur. Yaptığının da cesurca arkasında durur. Onlarda bu insanî erdemlerin zerresi yoktur.
Bakın biz hiçbir zaman saldıran taraf olmadık. Fakat bize saldırı olduğunda ise; elimiz armut toplamaz her
saldırıya da devrimci prensipler çerçe-
çoluk çocuk demeden Filistin Halkına
Soykırım uygulayacak sen ses etmeyeceksin. Sonra, içinde sizlerin de yer
aldığı Haçlı İttifakına karşı yiğitçe direnen Suriye Önderliğine Kızılcahamam’dan çamurlar fırlatacaksın. Üstelik emperyalist bir örgüte dönüşen
BM’nin bile senin koynunda beslediğin çapulcular ordusunun insanlık dışı
yüzünü belgelemiş olmasına rağmen.
İnsanın ar damarı çatlamaya görsün.
Öyle bir hale getirdiler ki Tayyipgiller güzelim ülkemizi, yapmadıkları
bir muhabbet tellallığı kalmıştı bu da
yapılmış oldu:
“Al Akhbar” Gazetesi’ne verilen
bilgiye göre; Türk İstihbarat subayları Ankara ve İstanbul’daki gece
kulüplerinden zorla 80 hayat kadınını topladılar. Kadınlara, Suriye’ye gitmeleri durumunda Türkiye’de kazandıklarından çok daha yüksek ücret ödeneceği vaatleri yapıldı. Ancak cihatçıları memnun etmeleri koşuluyla bu ödemenin yapılacağı bildirildi. Kadınlara ciddi koruma sağlanacağı ve
can güvenlikleri konusunda taahhüt verildi.” (Yurt Gazetesi
05.05.2013)
Ne diyelim… Tayyipgiller 6 bin
yıllık Tefeci-Bezirgânlıktan gelen
deneyimiyle diyor ki AB-D Emperyalistlerine: “Hizmette sınır yok.”
Dünya Halklarına Yol Gösteren
Devrimciler de diyor ki AB-D Emperyalistlerine ve onların yerli ortaklarına; bizlerin kininde ve hıncında da sınır yok. Bir gün gelecek
hıncımız volkan olup patlayacak,
lav ateşlerimiz yakacak sizlerin
vurgun düzenini, savuracağız küllerini sömürü çarkınızın. O yok olacağınız, Devrim ateşinde yanacağınız, Halklarımızın bayram yapacağı günler mutlaka gelecek. Bundan
kaçamayacaksınız. 07.05.2013
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
vesinde cevap veririz. Veriyoruz. Yaptığımızın da arkasında duruyoruz yiğitçe. İşte sizlerle aramızda böylesine büyük bir insan kalitesi farkı var.
Hatırlanacağı gibi 1000 civarında
Ambar işçisinin TÜMTİS’ten istifa
ederek Nakliyat-İş’e geçmesini hazmedemeyerek, 2002 yılı Kasım ayında
masum üç ambar işçisini kalleşçe, alçakça katlettiklerinde de aynı inkâra
başvurmuş ve o zaman yönetiminde oldukları TÜMTİS marifetiyle bir de
başsağlığı mesajı yayınlatmışlardı o
zamanki “Gündem” gazetesinde. Gündem gazetesi Nakliyat-İş’in katliamı
kınayan ilanını ise yayımlamamıştı.
O zaman kendine “sol”um, “devrimciyim” diyen hiçbir grup kalkıp bu
güruhu kınamamıştı. Oluşturdukları
“Sol İçi Şiddete Karşı Platform” üç
maymunu oynamıştı bu işçi katliamı
karşısında. Hatta ESP gibi bazıları, bu
güruhun daha sonra da İzmir ve Konya’da Nakliyat-İş üyelerine yönelik
saldırıları karşısında “Nakliyat-İş öfkemizi kabartıyor” türünden ürümüşlerdi.
İşte EMEP’liler, İzmir 1 Mayısı’ndaki bu saldırılarında, biraz da kendi benzerleri Pol Pot karikatürlerinin
üç ambar işçisinin katli karşısında sergiledikleri hoşgörülerinden cesaret almışlardır.
Devrimci kanına giren, 1 Mayıs
Alanlarını kirleten siz ve sizin gibi Pol
Pot karikatürleri çakallar er veya geç,
bir gün bu yaptıklarınızın hesabını bir
bir vereceksiniz! Bundan zerrece kuşkumuz yoktur! 04.05.2013
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
Katliamcı emperyalistlerin
temsilcisi, işbirlikçileri
İnsanlık dışı planları için yine ülkemizde!
H
alkların başdüşmanı, ABD Emperyalistlerinin temsilcisi, Dışişleri Bakanı John Kerry, bugün yine ülkemizde.
Türkiye, ABD, İngiltere, Fransa,
İtalya, Almanya, Mısır, Birleşik Arap
Emirlikleri, Katar, Ürdün ve Suudi Arabistan’dan katılımcıların oluşturduğu
“Suriye Çekirdek Grubu” toplantısına katılmak üzere yine ülkemize geldi
Kerry.
Kerry’nin, bir buçuk ayda bu üçüncü ziyareti. Bu “çatkapı” ziyaretlerinin
nedeni ne?
Ortadoğu kaynıyor. Yeni bir gelişmenin olmadığı, bombaların patlamadığı gün nerdeyse yok. Bu coğrafya halklar için cehenneme çevrilmiş durumda.
Dünyayı babalarının çiftliği gibi gören,
halkları ve ülke liderlerinin de kendisine kul olması ve emirlerini tereddütsüzce yerine getirmesi gerektiğini düşünen
emperyalistler, kendilerine karşı çıkan
herkesi “diktatör”, “terörist” ilan etmektedir.
“Diktatör”ün
ülkesini de
“demokrasi”nin götürülmesi gereken yerler
olarak tanımlamaktadırlar. Defalarca bu oyun sahneye kondu.
Son iki yıldır da dünyanın bir numaralı
diktatörü olarak Beşşar Esad’ı, demokrasiye muhtaç ülke olarak ise Suriye’yi
hedef tahtasına oturtmuşlardır.
İşte ellerinde milyonlarca insanın
kanı olan emperyalistlerin temsilcisi
Kerry, özelde Suriye genelde ise Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) için ülkemizde.
Her geldiğinde yerli işbirlikçilerine
direktiflerini veriyor ve ülkemizden ayrılıyor. Elini ateşe sokmadan, “ateşten
kestaneyi alma” görevini maşaları aracılığıyla gerçekleştiriyor emperyalistler. Savaşın sonunda “ganimet”i toplamak için ise tekelleriyle girecektir bölgeye.
Ve niyetlerini hiç saklamıyorlar:
Kerry, 7 Nisan’da geldiğinde Dışişleri
Bakanı Davutoğlu’yla da görüşmüş ve
Suriye’de Beşşar Esad’ın gidişinin hızlandırılması, sonrasında “demokratik”
Suriye’nin oluşturulması ve ülke içinde
insanî yardım koridorları açılmasını
sağlamak için “Suriye Çekirdek Grubu” kurulması kararlaştırılmıştı.
Ve grup kuruldu, toplantısı da bugün düzenleniyor. Bu toplantıda, konuşulanlara ve yazılanlara göre, “Suriye’nin Dostları” adlı grubun, ABD öncülüğünde İstanbul’da Suriye’ye dönük
insanî yardım koridoru adı altında
“tampon bölge” oluşturulması ve Suriye Devlet Başkanı Esad’ın gidişinin
hızlandırılması görüşülecek.
Suriye; iki yıldır AB-D ve yerli işbirlikçileri Tayyipgiller ve benzerleri
tarafından desteklenen, örgütlenen
“Özgür Suriye Ordusu” adı verilen katliamcı, dinci-gerici, çapulcular tarafından kanatılmaktadır. Bu zaman sürecinde 100 bini aşkın masum insan hayatını
kaybetmiş, Suriye’nin onlaca şehri-kasabası yerle bir edilmiştir.
Ve topraklarımız, bu insanlık dışı
savaşın, katliamların planlanmasının
karargâhı olmuştur maalesef. Topraklarımız da katillerin, CIA ajanlarının cirit
attığı, konuşlandırıldığı yer olmuştur.
AB-D’nin nihai hedefi ne?
AB-D Emperyalistleri, 1000 devletli bir dünya istiyorlar, ana amaçları bu.
Küçük şehir devletçikleri kurmak istiyorlar ve o 1000 devletli dünyanın da
jandarması olmak istiyorlar. Bunu da
açıklıkla yazıyorlar. Esad’ı devirip Suriye’nin sahip olduğu tüm zenginlikleri
bir an önce sömürmek, BOP adı altında
Ortadoğu’nun haritasını yeniden çizmek ve bu amaca ulaşmanın önünde
engel oluşturan, ABD’ye karşı duran
hangi ülke ya da iktidar varsa bunların
sesini kesmeyi
amaçlıyorlar .
Emperyalistler Suriye’de de
Irak’taki başarılarını tekrarlarlarsa, sonrasında
duraksamadan
İran’a yöneleceklerdir. İran’da da benzer ayrışmayı,
parçalanmayı var etmeye çalışacaklardır.
Devlet Başkanı Esad, Bağımsızlık
Bayramı’nda halka seslendiğinde durumu şöyle özetlemiştir:
“Suriye’yi yeniden sömürgeleştirmek istiyorlar, bu defa geleneksel
taktikleri bırakıp, yeni taktikler deniyorlar. Suriye’ye dışarıdan farklı
uyruklu savaşçılar gönderiyorlar.
Buna ‘modern sömürgeleştirme’ diyoruz, en sonuncusunu Irak ve Afganistan’da yaşadık. Suriye’de yaşanan, güvenliği tehdit eden olaylar değil, kelimenin tam anlamıyla bir savaştır. Amerika’nın başkanlığındaki
Batı güçleri, Avrupa’da bile bazı devletlerin bağımsız olmasına izin vermiyor, üçüncü dünya ülkelerinin ise
boyun eğmesini ve kendi menfaatleri
doğrultusunda davranmasını istiyor.”
Ama Suriye Halkı direniyor, sömürgeleştirilmeye hayır, diyor. Biz de emperyalizme karşı direnen Suriye Halkını ve Liderini destekliyoruz. Suriye’nin
geleceğini belirlemesi gereken halkıdır,
emperyalistler ve yerli işbirlikçileri değildir. Direndiği, mücadele ettiği sürece
Zafer Halklarındır, emperyalistlerin
değil! 20.04.2013
Halkın Kurtuluş Partisi
İstanbul İl Örgütü
Selam Olsun Bizden Önce Geçene!
Selam Olsun Savaşırken Düşene!
Mehmet Taşdemir
1953-4.5.1978
Yol ver ölüm
Çök yıkıl ey mezar
Bak Devrim dev gibi dimdik
İnsan ateştir, yanarken yakar
Bomba patlarsa açılır gedik
ISSN 1305-8975 Yayın Türü: Yaygın Süreli
internet: www.kurtulusyolu.org
Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: Kubilay Akçay Yönetim Yeri: İnebey Mah. İnBasıldığı Yer: Gün Matbaacılık/Telsizler Mevkii Beşyol Mah.
kılap Cad. Otohan No: 43/129 Fatih-İSTANBUL Telefaks: (0212) 512 43 95 Akasya Sok. No: 23/A K. Çekmece/ İstanbul. Tel: (0212) 426 63 30 e-posta: [email protected]
3
Yıl: 7 • Sayı: 65 / 14 Mayıs 2013
Sosyal kurtuluşla taçlandırılmayan
bir mücadele heba olur
HKP Başkanlık Kurulu Üyesi Gürdal Çıngı Yoldaş:
G
Tacettin Çolak Yoldaş’ın
açış konuşması:
ündemimiz, 94 yıl önceden başlayıp o zamanki mücadelelerin kısa
bir özetini yaptıktan sonra, günümüzdeki 2. Kurtuluş Savaşı mücadelesindeki görevlerimiz. Fakat gerçekten son süreçte de yaşadıklarımızı çok hızlı bir şekilde gözden geçirince belki 3-4 ay önce saptamış olduğumuz, TÜYAP yetkililerine
ilettiğimiz bu başlığın ne kadar da isabetli
olduğunu görmüş olduk.
Hatırlanacağı gibi 94 yıl önce bu topraklarda İngiliz ve Amerikan Emperyalizmi Yunan maskesiyle işgali başlattığında
Aydın Cephesinde Kuvayimilliyeciler ilk
kurşunu o zamanki Ortaçağcılara yani yine
o zamanki emperyalistlerle işbirliği içinde
olan Ortaçağcılara karşı sıkmışlardır. Aslında Hasan Tahsin’in İzmir’de sıktığı söylenir ama Aydın’da Ortaçağcılara karşı sıkılmıştır ilk kurşun. Tabiî bu Hasan Tahsin’in kahramanlığını, Hasan Tahsin’in gözü karalığını gölgelemez. Biz onun da o
mücadelesine sahip çıkıyoruz. Günümüzde
aynı o zamanki Ortaçağcıların torunları da
şimdi yine benzer emperyalistlerle işbirliği
içerisinde; ülkemizin soyup soğana çevrilmesinin, ekonomik anlamda, stratejik anlamda da bölünüp parçalanmasının planlarını yapmaktadırlar.
Yakın geçmişte bu Kutlu Doğum Haftası vesilesiyle Diyarbakır’da büyük bir gerici gösteri yaşandı, hepimiz televizyonlarda
izlemişizdir. Aynı o gerici gösterideki söylemlerin tamamında Hz. Muhammed vurgusu olmasına karşın yanı başlarındaki
Müslüman halkın Avrupa Birliği ve Amerikan Emperyalizmi tarafından Irak’ta, Suriye’de, Libya’da katledilmesi karşısında tek
bir kelime dahi söylemiyorlar.
Neden?
Onlar da işte 94 yıl önceki dedelerinin,
atalarının devamcıları oldukları için emperyalizmle özünde hiçbir çelişkileri yok.
İşte bu vurgu ve bir de bunun içinde tabiî
kendine sol, sosyalist diyen kesimlerin de
özellikle Sosyalist Kamp’ın çökmesiyle
birlikte emperyalizmin Yeni Dünya Düzeni
içerisinde bir yedek güç rolü oynamaya
başladıklarını da ekleyince, gerçekten bu
gündemin önemi daha bir artıyor. Halkın
Kurtuluş Partisi Başkanlık Kurulu Üyemiz
Sayın Gürdal Çıngı Yoldaş’ımıza sözü vermeden önce, bugün Yılmaz Özdil’in bir yazısı tam da bu gündemi ifade ettiği için hızlı bir şekilde okumak istiyorum:
“23 !isan
“29 Ekim, yasak. Bayrakla yürüyeni
polis dövüyor.
“19 Mayıs, yasak.
“Statta üşürsünüz diyorlar.
“9 Eylül, yasak.
“Yunan işgali yok diyen bile var.
“30 Ağustos, zaten fuzuli.
“Hasan Tahsin’i anmak ayıp.
“Kubilay’ı hatırlamak günah.
“TC kaldırılıyor.”
Evet, bu sözler tam da bu konuyu, gündemi ifade ediyor. Bu noktada ben sözü
Gürdal Yoldaş’ımıza veriyorum. Saygılar
sunuyorum.
Gürdal Çıngı Yoldaş:
Sevgi ve saygıdeğer konuklar,
Mustafa Kemal’in, Emperyalist İşgalden Kurtuluşu ve Ulusal Bağımsızlığı sağlamak amacıyla çıktığı Samsun’dan, 19
Mayıs 1919’dan bu yana, 94 yıl geçti.
1912’de başlayıp 1913’te sonlanan Balkan
Savaşları’ndan bu yana da tamı tamına 100
yıl geçti. Osmanlı İmparatorluğu,
1912’den itibaren 1918’de imzalanan
Mondoros Ateşkes Antlaşması’na kadar 6
yıl süren kesintisiz bir savaş içerisinde kaldı. 1919’dan itibaren de Birinci Kuvayimilliyeci atalarımızın gerçekleştirdiği ve 4
yıl süren bir Ulusal Kurtuluş Savaşı’yla
birlikte Osmanlı İmparatorluğu ve Cumhuriyet toplamda 10 yıl kesintisiz savaş içerisinde kaldı. Bu tarih diliminde dünyada
aşağı yukarı hiçbir ulus, hiçbir devlet kesintisiz 10 yıl savaş içerisinde kalmıyor. Ki
o savaşlar, ekonomisi güçlü, ordusu güçlü
bir ulusun başka ulusları, başka ulusların
topraklarını, yeraltı ve yerüstü zenginliklerini ele geçirmek amacıyla yapılmış savaşlar da değil. Aksine varlığını koruma, Batılı Emperyalistlerin bölüp parçalama çabalarına karşı, varlığını koruma savaşlarıdır
Osmanlı’nın ve Cumhuriyet’in kuruluşuna
kadar geçen süredeki savaşlar. Dolayısıyla
yokluklar ve yoksulluklar içinde emperya-
listlere karşı direniş savaşlarıdır aynı zamanda.
İşte Balkan Savaşları’ndan itibaren geçen 100 yıldan sonra, 1919’da Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışıyla birlikte bağımsızlığın meşalesinin, kıvılcımının çakılmasının arkasından yine 23 Nisan 1920’de
Ulusal Egemenliğin ilan edilmesi, Büyük
Millet Meclisi’nin açılması ve arkasından
süren Kurtuluş Savaşı, 1922’de 9 Eylül’de
İzmir’in kurtuluşuyla savaşın bir aşamasının sonuçlandığı bir süreçten bu yana da
aşağı yukarı 93-94 yıl geçti.
İnsan ömrü bakımından uzun bir süre
ama Tarih bakımından baktığımızda bir
göz kırpımı kadar bir süre. İnsanlık bildiğimiz gibi 1 milyon 700 bin yıldır bu evrende varlığını sürdürüyor. O yüzden 1 milyon
700 binle kıyaslandığımızda 100 yıl gerçekten bir göz kırpımı kadar bir süreyi kapsıyor. Ama biz içinde yaşayanlar ve bizden
önce yaşayan atalarımız bakımından baktığımızda acılar, kan, gözyaşı, yitirilen topraklar, yitirilen bağımsızlıklar ve o bağımsızlığın tekrar kazanılması uğruna fedakârca, yiğitçe, yokluk ve yoksulluklar içinde
verilen savaşlar ve bir zafer var: Cumhuriyet…
Sadece şeklen bağımsız bir
ülkeyiz
Ama ne yazık ki aradan geçen süre içinde 100 yıl neredeyse hiç olmamışa döndü,
tekrar aynı şartlara geldik, değerli konuklar. Çok acı, kabul etmek çok zor, insan bir
türlü içine sindiremiyor. Yedi düvele karşı
savaşmış Birinci Kuvayimilliyeciler, Cumhuriyet’le birlikte zafere eriyorlar, Ulusal
Kurtuluş ve Bağımsızlık kazanılıyor.
Ama ne yazık ki aradan geçen onca yıldan
sonra o cumhuriyeti tekrar yitirdik. Açık
konuşalım, yitiriyoruz değil, ne yazık ki yitirdik. Şeklen bağımsızız, şeklen devletimiz var ama gazete haberleri de acımasız.
Sadece dünkü, 22 Nisan tarihli Milliyet
Gazetesi’nin iki haberi, geldiğimiz noktayı
açıkça, somutça gösteriyor. Birincisi:
“ABD
DIŞİŞLERİ
BAKA!I
KERRY’DE! ORTADOĞU SÜRECİ
İÇİ! ‘KRİTİK DÖ!EM’ UYARISI
“Erdoğan Gazze’ye gidişini ertelemeli’
“(…)
“ Bir soru üzerine Erdoğan’ın önümüzdeki ay gerçekleştireceğini duyurduğu Gazze ziyaretiyle ilgili konuşan
Kerry, “Bunun ertelenmesi ve geciktirilmesi iyi olur, dedik” şeklinde konuştu.
Erdoğan’ın istediği yere istediği zaman
gitmekte serbest olduğunu söyleyen
Kerry, “Bunun zamanı kritiktir, barış
sürecini başlatmak için taraflar mümkün olduğu kadar dışarının müdahalesi
olmadan bu işi yapmaya çalışıyorlar,
hassas hareket ediyorlar. Potansiyel
Gazze ziyaretiyle ilgili olarak da biz Başbakan Erdoğan’a, bunun ertelenmesinin
daha iyi olacağını ve bazı nedenlerle bu
ziyaretin şu anda gerçekleşmemesi gerektiğini düşündüğümüzü ifade ettik.
“Başbakanın tabiî ki ne yapacağına
veya yapmayacağına karar verme hakkı
var ama bizim düşüncemiz şu ki bu ziyaretin zamanlaması, yoluna sokmaya
çalıştığımız barış süreci için kritik. Tarafların dikkatinin dışarıdan mümkün
olduğunca az dağıtılmasını istiyoruz.
Dolayısıyla bu ziyaret için doğru koşulların beklenmesinin daha yararlı olacağını düşünüyoruz. Başbakan, bizi hüsnükabulle dinledi. Bu konuda çok düşünceli ve hassas olduğunu düşünüyorum.
“(…)
“Gerekirse Washington’a geldiğinde
de bu konuda ayrıca görüşülebilir.”
Netçe böyle söylüyor Kerry. Daha nasıl
net söylesin?
Yani Başbakanın nereye, ne zaman gideceğine ABD karar veriyor.
Yine aynı haberde Kerry şöyle söylüyor:
“(…)ABD Dışişleri Bakanı John
Kerry, dün Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas ve Türkiye Dışişleri Bakanı
Ahmet Davutoğlu ile görüştükten sonra
bir basın toplantısı düzenledi. İki liderle
de baş başa bir görüşme gerçekleştiren
Kerry’nin gündem maddesi Ortadoğu
barışı ve Suriye’deki iç savaştı.
“(…)
“Kerry, İsrail Başbakanı Binyamin
!etenyahu ve Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan’ın ilişkilerin geliştirilmesi ko-
nusunda çok kararlı olduklarına değindi. İsrail’den Ankara’ya gelecek heyet
ile Türk yetkililer arasında yarın gerçekleşecek toplantıda iki ülke arasındaki
diplomatik ilişkilerin en kısa sürede normalleşmesinin konuşulacağını dile getirdi.
“Suriye için beraber çalışın’
“İki ülkenin de terörizme karşı savaşmak ve Suriye’deki savaşın olumsuz
etkisinden kurtulmak için beraber çalışmasının önemine değinen Kerry, bölge
barışı için İsrail ve Türkiye’nin kararlılıkla diplomatik ilişkileri yeniden kurması gerektiğini söyledi.”
Anlaşıldı mı Vehbi’nin kerrakesi?
Kiminle beraber çalışmalıymış Türkiye?
İsrail’le.
Niçin?
Suriye için!
Ne yapmalılarmış?
Suriye’deki “terörizme karşı savaş”malılarmış “ve Suriye’deki savaşın olumsuz
etkilerinden kurtul”malılarmış
Biz, ABD Emperyalistlerinin jargonundaki “terörizme karşı savaş”ın ne olduğunu
Irak’tan, Afganistan’dan, Libya’dan çok iyi
biliyoruz!
Aynı gazeteden bir diğer haber:
“Akıncı Üssü karşılığında füze sistemi teklifi
“İran’a karşı işbirliği teklifi iddiası
Teklifin sahibi kim?
İsrail. Okuyalım:
“İngiliz Sunday Times gazetesi, İsrail’in İran’ın nükleer programına karşı
Ankara’dan Akıncı Hava Üssü’nün kullanımını isteyeceğini iddia etti
“The Sunday Times gazetesinin haberine göre, (…) İsrail Ulusal Güvenlik
Konseyi Başkanı Yaakov Amidror (…)
Akıncı Hava Üssü ve eğitim tesislerinin
kullanımının yanı sıra Türk hava sahasının İsrail uçaklarına açılmasını da talep
edecek, İsrail karşılığında Ankara’ya gelişmiş füze ve istihbarat teknolojisi sitemi vermeyi teklif edecek. (…)
“İsrail’in Akıncı Hava Üssü hakkındaki talebini, 1996 yılında yapılan bir
anlaşmanın tekrar yürürlüğe konulması
çerçevesinde yapacağı belirtiliyor. Türkiye ile İsrail arasında 1996’da yapılan
sözkonusu anlaşma, İsrail hava kuvvetlerinin Türk hava sahası içerisinde eğitim alabilmesine ve Akıncı Hava Üssü’nü kullanabilmesine izin veriyordu.
Karşılığında Türk pilotları da İsrail’in
!egev çölündeki tesislerinde eğitim almışlardı.
‘İran’a baskıyı artır’
Gazeteye konuşan bir İsrailli savunma yetkilisi, Türkiye ve İsrail’in İran’ın
nükleer programı ve Suriye’deki iç savaş konusunda ortak endişeleri paylaştığını belirterek, bir uzlaşma sağlanabileceğini söyledi. Gazete, Akıncı Üssü’nde
konuşlanmasının “İsrail’e bölgedeki
stratejik varlığını ve İran’a baskıyı artırma fırsatı vereceği” yorumunda bulundu.”
Yani şu gazete haberleri bile geçen 93
yıldan sonra nereye geldiğimizin açık göstergesi. Oysa bakın, o zamanlar Mustafa
Kemal ne söylüyor:
“Dünyada ezenler ve ezilenler çoktur.
Yalnız ezilmelerine izin verenler ve vermeyenler vardır. Türkler ezilmelerine
izin vermeyenlerdendir. Başkaları da
Türkler gibi hareket etse dünya daha iyi
duruma gelir.”
Ama ne yazık ki şimdi başımızda bulunan, özellikle de 1950’den sonra iktidara
gelmiş (daha doğrusu AB-D Emperyalistleri tarafından getirilmiş) olanlar, ne yazık
ki kendi akıllarıyla, kendi iradeleriyle düşünüp davranamıyorlar. Aynen şu gazete
haberinde de yazıldığı gibi artık AB-D Emperyalistleri ne derlerse onu yapıyorlar. Yani bir Mustafa Kemal’in söylediğine bakın
bir de şu haberde yazılanlara ve ifadelere
bakın. Ve bu alçak emperyalist tabiî ancak
bu kadar açık konuşuyor. Diplomatça konuşuyor, eldivenli konuşuyor. Suriye için
beraber çalışın, diyor. Bu ne anlama geliyor?
Emir verme anlamına geliyor. Yani Suriye için İsrail’le beraber çalışacaksınız.
Suriye’de ne için çalışacaklar?
Parçalamak için çalışacaklar.
Bu düzenin yöneticileri kişisel çıkar
için insanı yük hayvanı yerine
koymaktadır
Gerçekten Parti olarak çok acı içindeyiz; çok üzülüyoruz, içtenlikle bunu söylüyoruz. Partimizin bir anlayışını söyleyeyim
size. Şu günlerde Hayyam çok gündemde
biliyorsunuz. Ünlü bestecimiz Fazıl Say’a,
Hayyam’ın bir şiirinden ötürü ceza verdiler. Hayyam’ı biz de çok seviyoruz. Okuyoruz, aktarmalar yapıyoruz. Bir dörtlüğünü de ben aktarmak istiyorum, ki Partimizin de anlayışını ifade eden bir dörtlüktür
bu:
Dünya yıldıramazsın beni ne yapsan
Ölümden de korkmam, er geç ölür insan
Ölmemek elimizde değil ki bizim
İyi yaşamamak, beni tek korkutan
İşte biz Hayyam’ın bu anlayışının savunucusuyuz. Ölümden korkmuyoruz. Ölmemek elimizde değil bunu biliyoruz ama bizi tek korkutan, insanlığımızın hakkını verememek. İnsanız, beynimiz var düşünüyoruz, sorular soruyoruz ve o sorular karşısında da ne yazık ki kimi insanların insanlığının hakkını veremediklerini görüyoruz.
Biz Parti olarak iyi yaşamanın yani insanlık davasının hakkını vermeye çalışıyoruz.
İnsan olmaya, insanlığa hizmet etmeye çalışıyoruz. Ama ne yazık ki yine Hayyam’ın
söylediği gibi:
!iceleri geldi neler istediler
Sonunda dünyayı bırakıp gittiler
Sen hiç gitmeyecek gibisin değil mi?
O gidenler de hep senin gibiydiler…
dediği insanlar da var. İşte bakın bugünkü
yöneticilerimiz de sanki hiç gitmeyecek gibi yaşıyorlar. Bir elleri yağda, bir elleri balda yaşıyorlar. Saraylarda, konaklarda,
köşklerde, havuzlu villalarda yaşıyorlar.
Uçaklarla, helikopterlerle seyahatler yapıyorlar. Şurası senin burası benim dünyanın
nimetlerinden, ülkemizin, cennet ülkemizin nimetlerinden faydalanıyorlar ama neyin karşılığında?
İşte bunu da bize yine Hayyam söylesin:
Girme şu alçakların hizmetine
Konma sinek gibi pislik üstüne.
İki günde bir somun ye, ne olur!
Yüreğinin kanını iç de boyun eğme.
Tayyipgiller, sırf kendi çıkarları için, bu
dünyada cennet yaşantısını sürdürmek için
Parababalarının hizmetine giriyorlar. Yerliyabancı Parababalarının emirlerini yerine
getiriyorlar. AB-D Emperyalistlerinin emrine girmekten, onların çıkarı için halkımızın soyulmasına, savaşlara sürüklenmesine
aracılık etmekten hiç utanç duymuyorlar.
Bir Kuvayimilliyecilerin kahramanlıklarına, fedakârlıklarına, yiğitliklerine bakın,
korkmadan yedi düvele karşı savaş açmala-
rına bakın, bir de bugünkü yöneticilere bakın. Aradaki insan kalitesi farkına bakın
anlayış farkına bakın... Aradaki farkı hepimiz çok netçe, çok somutça görüyoruz, değil mi?
Bildiğimiz gibi toplumsal olaylar toplumsal kanunlarla hareket eder. Yani nasıl
fiziğin, kimyanın, biyolojinin kanunları
varsa, doğanın da, toplumun da kanunları
var ve toplumlar da biz farkında olsak da
olmasak da o kanunlar çerçevesinde hareket ederler. Ve o kanunlara uyarlar. İnsanlık
bir yerden geliyor bir yere gidiyor. Ve sürekli bir gelişim içerisinde gidiyor. Bildiğimiz gibi insanlık Altın Çağ diyor geçmiş
sınıfsız toplum çağlarına. Bilimin kesince
ispatladığı gibi, içinde yaşadığımız toplum
Sınıflı Toplum. Ezenin ve ezilenin, sömüren ve sömürülenlerin olduğu sınıflı toplumların ortaya çıkışı 7 bin yıl öncesine dayanıyor. Ondan önceki Sınıfsız Toplum,
İlkel Komünal Toplum 1 milyon 700 bin
yıl varlığını sürdürüyor. Ve o toplumda insanlar eşit, özgür, kardeşçe yaşıyorlardı
ama ne zaman ki insanlığın gelişmesinin
belli bir aşamasında insanlar arasında eşitsizlikler, adaletsizlikler, sınıf farklılıkları
başlıyor ondan sonra korku, yalan, hile, dümen ortaya çıkıyor. Ve Parababaları, insanlığı kendi aşağılık çıkarları için (ki bunu bir
hakaret olsun diye söylemiyoruz çünkü onlar hep bana, hep bana, diyorlar) dünyanın
bütün yeraltı ve yerüstü servetlerini gasp
ediyorlar, kasalarına götürüyorlar. Ama yetinmiyorlar, hep daha fazlasını istiyorlar
hep daha fazlasını istiyorlar... O bakımdan
bu toplumsal düzen gerçekten insana zulüm eden, insanı aşağılayan, hayvan yerine
koyan bir toplumsal düzen. Bu toplumun
yöneticileri, sınıflı toplumun yöneticileri
bu sömürü ve zulmü gerçekleştiriyorlar
Biz bunlara aşağılık derken de bu yüzden
bu bakımdan, bu nedenden söylüyoruz. Bu
sınıfın temsilcileri böyle insanlardır derken
bu anlamda söylüyoruz; yoksa tek tek kişi
olarak Rockfeller’miş, Bill Gates’miş. Soros’muş, Sabancı’ymış, Koç’muş bilmem
kimmiş… Kişi olarak isimlerinin bir önemi
yok. Ama bir sınıf, azınlık bir zümre olarak, yerine getirdikleri görev bakımından
insanlığı hep ezmek ve sömürmek üzerine
kurulmuş bir düzenden hareket ediyorlar
İşte Ulusal Kurtuluş Savaşı’mız buna bir
ket vurdu. Batılı Emperyalistlerin, o zaman
yedi düvel denilen emperyalistlerin sömürüsüne ve zulmüne ket vurdu. İşte İzmir’deyiz. İzmir Yunan İşgaline girdi. İşte
şu az ilerimizde denizin kenarında Amerikan, İngiliz, Fransız gemileri, zırhlıları duruyordu ve onların koruyuculuğu altında
küçücük Yunanistan, yani neredeyse kendi
nüfusu kadar olan İzmir’i işgal etti.
Neymiş?
Ana topraklarıymış, ata topraklarıymış
Megalo İdea’yı gerçekleştireceklermiş
Dolayısıyla İzmir’le kalmayacakmış, şimdi
İstanbul denen Constantinapol de zaten
1453’den beri işgal altındaymış, o işgale
son verilmesi gerekiyormuş. Constantinapol tekrar Constantinapol olarak adlandırılmalıymış, İstanbul değil. Ayasofya’da çanlar çalmalıymış ve 1453 yılı öncesine geri
dönmeliymişiz.
Peki burada yaşayan Türk halkından ve
diğer halklardan olan insanlar ne olmalıymış?
Onlar da Orta Asya’ya, geldikleri yere
gitmeliymiş. Batılı devletlerin, 1453’den
bu yana vazgeçmedikleri ana amaçları bu
İstediğimiz kadar kabul etmemeye çalışalım, dinler arasında bir savaş yok diyelim
ama ne yazık ki Hıristiyan din adamları
misyonerler, siyasetçiler için bu vazgeçilmez bir amaç. Hangi Tarih kitabını okursanız okuyun Batılıların yaklaşımının tamamı bu anlama geliyor. Bildiğimiz gibi Avrupa Birliği denilen emperyalist birliğin liderleri de kimi zaman ağızlarından kaçırıyorlar ki, bu birlik bir Hıristiyan Birliği’dir
Ve Türkleri, Türkiye Cumhuriyeti’ni almayacağız çünkü Avrupa Birliği özünde Hıristiyan Birliği’dir, diyorlar. O yüzden
Türklerin aramızda işi yok, diyorlar.
4
Ulusal Kurtuluş Sosyal
Kurtuluşla taçlanmadığı için
bağımsızlığımızı kaybettik
Toplumların gelişimini, demin de söylediğim gibi sınıflara yani ekonomik altyapıya; üretim biçimine-ilişkilerine bağlamak zorundayız. Bu temelden hareket etmek zorundayız ama üstyapı dediğimiz durumlar da o gelişim içerisinde zaman zaman çok baskın durumlara çıkabiliyor. İşte
az önce söylediğim noktadan devam edersem, 1922-1923’te kazandığımız ulusal bağımsızlığımızı ne yazık ki bugün tekrar
kaybettik.
Niye?
Yani bu soru da aklıma geliyor doğal
olarak. Sorular sormayı seviyoruz ve soruları cevaplamayı da seviyoruz.
Peki niye kaybettik?
Bugün, Cumhuriyet’in kuruluşundan
90 yıl sonra Mustafa Kemal’in koltuğunda
bir şeriatçı oturuyor, İnönü’nün koltuğunda
bir şeriatçı oturuyor ve bütün bakanlıklar
bütün bürokrasi, bütün devlet daireleri şeriatçıların, Tayyipgiller’in hizmetine girmiş
ve hep çıkar için bir arada bulunan, çıkar
ortaklığı yapmış CIA İslamını, Amerikan
İslamını benimsemiş, gerçek İslamla da asla ilgisi olmayan bir yönetici kademenin ve
onun gerisindeki Tefeci-Bezirgân Sermaye
kökenli ama yerli-yabancı Finans-Kapitalin hâkimiyetindeki bir zümre bugün Türkiye’yi yönetir konuma gelmiş.
Neden?
Ulusal Kurtuluşu Sosyal Kurtuluşla
taçlandıramadığımız için ne yazık ki. Evet,
Cumhuriyet bize çok şey verdi; öncelikle
Ulusal Bağımsızlık bilincini verdi, Ulusal
Bağımsızlığı verdi. Çok büyük bir şey…
Evet, eksik gedik de olsa Laikliği getirdi.
Evet, kadınlara seçme seçilme hakkını verdi vb. Ama ne yazık ki Sosyal Kurtuluşla
taçlandırılamadığı için yani sınıflar ortadan
kaldırılamadığı için, yerli Parababaları
zümresi ortadan kaldırılamadığı için ve Parababaları kendi çıkarlarını ABD’nin, Avrupa Birliği’nin çıkarlarıyla birleştirdiği
için işte vatanı bugün tekrar o emperyalistlere yem ettiler.
Hangi gazeteyi açarsanız açın her gün
bir kamu malının, bir yerli özel şirketin bir
yabancı Parababaları şirketine ya da fonuna satıldığını görüyorsunuz. Acıbadem diye bir hastanemiz vardı biliyorsunuz, bir
yabancı fon sahip oldu. Bugünkü haber:
“Malezya-Japon ortaklığı imzayı attı, Acıbadem’e 1.3 milyar doları verdi
“TOPLAM 14 hastane ve 8 tıp merkezinde bin 800’ün üzerinde yatak kapasitesi ile Türkiye’nin önde gelen özel
sağlık şirketlerinden biri olan Acıbadem’in yüzde 75’i Malezya-Japon ortaklığına satıldı.” (http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/19532703.asp)
Yine dünkü gazetelerden bir haber. Yerli bir şirketimizin büyük çoğunluğunu yabancı bir İngiliz şirketi satın almış geçmiş
gitmiş…
Yerli kamu malı kaldı mı?
Telekom, SEK, Sümerbank, Tekel hepsi geçti gitti.
Tarım ülkesiyiz, tarım coğrafyasındayız. Türkiye bir dönem, dünyada tarımsal
bakımdan kendi kendine yetebilen yedi ülkeden bir tanesiydi. Şimdi ithal etmediğimiz ürün kaldı mı?
Pirincinden, mercimeğine, buğdayına,
samanına kadar ithal ediyoruz artık. Hangi
birini sayalım… Üstelik de GDO’lu ürünler alıyoruz.
Niçin böyle oluyor?
Çünkü başımızdaki yöneticiler kaderlerini AB-D Emperyalistleriyle birleştirmiş
durumdalar.
Niçin?
Cumhuriyet’ten öç almak için. O kaybettikleri saltanat ve hilafeti geri getirmek,
Ortaçağ karanlıklarına toplumu geri götürmek ve kendi iktidarlarını sonuna kadar
sürdürmek için Cumhuriyet’ten öç alıyorlar. Kemal Unakıtan Maliye Bakanıydı bir
zamanlar, hatırlayacaksınız. Sümerbank’ın
adını, izini tozunu tarihten sileceğiz, dedi.
Böylesine kin duyuyordu Cumhuriyetin
kurumlarına. İşte böyle kadrolar iktidarda.
O bakımdan bu iktidar Türkiye Halkları
için iyi hiçbir şey yapmaz. Bizzat kendilerinin söylemiydi; bölgemizde bütün kom-
Yıl: 7 • Sayı: 65 / 14 Mayıs 2013
şularımızla dosttuk. Aramızdaki sorunları
giderecek ve “Sıfır sorun”a varacaktık. Dış
politikamızın ana ekseni bu olacaktı. Ama
bakın şimdi hangi durumdayız?
ABD çıkarları için tüm
komşularımızla düşman
durumuna getirildik
İran’la düşmanız, Irak’la düşmanız, Suriye yönetimiyle düşmanız, Suriye Halkıyla düşmanız.
Var mı dostumuz?
İşte yine bir gazete haberi: “Gazze’ye
gitmesin”.
Hani okudum ya, ABD Dışişleri Bakanı Kerry, Erdoğan Gazze’ye gitmesin, diyor. İsrail de diyor ki; Tayyip Erdoğan gitmesin.
Şimdi nerede kaldı Ortadoğu’ya şekil
verecek, yön verecek güçlü ülke? Var mıymış Tayyipgiller yönetimindeki Türkiye’nin böyle bir gücü?
E, yokmuş arkadaşlar. Emir eriymişiz.
Git, diyorlar gidiyor.
İsrail’e özür dile, diyor ABD. İsrail
özür diliyor.
Neyin karşılığında?
İran’ı vurmanın karşılığında.
Niye istiyormuş Akıncı Üssü’nü İsrail?
Kendi uçakları İsrail’den kalktığında
İran’ı vurabilecek menzile sahip olmadığı
için uçaklarını Akıncı Üssü’nden kaldırmak istiyormuş. ABD İncirlik’ten, Pirinçlik’ten kaldıracak yani Adana ya da Diyarbakır’dan kaldıracak, İsrail de Ankara’dan
kaldıracakmış. Eski adı Mürted Hava Üssü’ymüş şimdi Akıncı Hava Üssü olmuş.
Yıllarca da ABD üssü olarak kullanılmış.
Sonra İncirlik’e taşımış ABD. Ki nükleer
silahlar varmış 20 tane Akıncı Üssü’nde,
onları da Pirinçlik’e taşımış, Adana’ya taşımış. Ve nükleer silahların olduğu üs de
Adana’daki Pirinçlik Üssü. ABD’nin dünyadaki nükleer silahlarının depolandığı, en
çok bulunduğu ülke, ülkemiz, değerli arkadaşlar. Ve olası bir savaşta o üsler kaçınılmazca Rusya, Suriye, İran bakımından hedef durumuna geldiğinde, onun ceremesini
kim çekecek?
Biz Türkiye Halkları çekeceğiz.
Bizim bilgimiz var mı, onayımız var
mı, kontrolümüz var mı?
Asla! Girmemiz bile yasak. Genelkurmay Başkanımız bile o üsse giremez bir
noktadan sonra, ileriye gidemez. İşte ülkemizin 1950’den sonra düşürüldüğü durum
ne yazık ki bu…
Bu durumu bilmek zorundayız. Bu durumu kavramak zorundayız ve ona göre
davranmak zorundayız. Gözlerimizi gerçeklere kapayamayız. Geçmişin zaferleriyle avunamayız. Geçmiş bizim tarihimiz.
Atalarımızın tarihi. Sonuna kadar sahip çıkıyoruz. Biz, biz diye vurgu yapıyorum, şu
bakımdan: az önce Tacettin Arkadaş’ın da
söylediği gibi, ne yazık ki kendisini ilerici,
devrimci, sosyalist diye adlandıran grupların, partilerin büyük bir kısmı, Osmanlı İmparatorluğu’na barbar, yağmacı, talancıydı
diyor. Atalarımız için diyorlar bunu ve
Kurtuluş Savaşı diye bir savaş da zaten ol-
madı, diyorlar. Bir Yunan-Türk savaşıydı, o
da zaten kısmiydi yani mevzi olarak cereyan etti, anlatılanların büyük bir kısmı da
yalan. O savaşlar da; 1’inci İnönü, 2’nci
İnönü, Dumlupınar Savaşları da yalan. Büyük bir aldatmacayla karşı karşıyayız ve
Mustafa Kemal de zaten İngilizlerin ajanıydı, dolayısıyla da ortada bir zafer, bir
cumhuriyet, bir bağımsızlık yoktur, diyorlar. Şimdi o yüzden biz vurgusunu yapıyorum.
Partimiz dünyanın ilk başarılı Ulusal
Kurtuluş Savaşı olarak adlandırıyor Ulusal
Kurtuluş Savaşı’mızı. Birçok ülkede bizden önce de bizden sonra da ulusal kurtuluş
savaşları verildi ama dünyada ulusal kurtuluş savaşını zaferle sonuçlandıran ilk ülke
olma onuru bizim ülkemize ait, bizim halklarımıza ait, değerli konuklar. Ve bizim atalarımız Çanakkale’den başlayarak yaptı
bunu. Tarihin gördüğü en büyük donanmayı Çanakkale önüne yığan o emperyalistleri yenerek kaçıp gitmelerini sağlayarak kazandığı güvenle Birinci Kurtuluş Savaşı’nı,
Ulusal Kurtuluşu başardı. Biz bu bakımdan
bu Kurtuluş Savaşı’na sonuna kadar sahip
çıkıyoruz; önderi Mustafa Kemal’in ve Kuvayimilliye kadrolarının, Türkiye Halkları-
nın o şanlı mücadelesine sonuna kadar sahip çıkıyoruz. Bu zafer bizim zaferimiz,
sonuna kadar da savunmaya devam edeceğiz.
(Alkışlar…)
Gerçek Müslüman
din kardeşlerinin katilleriyle
ortak olmaz
Ve ne yazık ki o günden sonraki süreçte (Celal Bayar’ın 1932’de Ekonomi Bakanı, 1937’de Başbakan olmasıyla başlayan
süreçte) ve dediğim gibi özellikle 1950’den
sonra iktidara gelen-getirilen partiler ve
başbakanlar, bürokratlar, bakanların hepsi
emperyalistlerin hizmetine girmiştir. Onların bir dediklerini iki etmemiş ve bugün ülkemizi getirdikleri nokta da çok acı bir
nokta, değerli konuklar.
Şimdi hepiniz biliyorsunuz, Tayyip’in
birkaç önemli sözü var. Bir tanesi: dedi ki
ABD yöneticilerine, beni lağım deliğinden
aşağı süpürmeyin, kullanın. Ve bu inkâr
edilmedi. İngilizce olarak söylenen bu sözün aslı da yayımlandı medyada. Bu cümlenin ABD yöneticilerine aynen böyle dile
getirildiği, söylendiği kayıtlıdır. Belgeli bir
şekilde Tarihin sayfalarında yerini aldı.
Şimdi ne yapıyor o zaman ABD Emperyalistleri?
Talebin gereklerini yerine getiriyor,
kullanıyor.
Nasıl?
Irak işgalinde kullandı mı topraklarımızı?
Kullandı.
Tayyip, ABD askerlerine açtı mı topraklarımızı, değerli konuklar?
Açtı.
ABD askerleri çekilirken bizim topraklarımızı da kullanarak çekildiler mi? Onlara lojistik destek sağladık mı?
Çekildiler. Sağladık. İşgal edildi Irak ve
meşru yönetimi katledildi, idam edildi. Ve
Müslüman bir ülkeydi. Bizim yöneticiler
de Müslüman olduklarını söylüyorlar. Din,
Allah ağızlarından düşmüyor. Ama
ABD’nin Müslüman Irak’ı işgal etmesine
bırakalım seyirci kalmayı aktif destek verdiler. Ve hâlâ da hayıflanıyorlar ki neden
tezkereyi geçirmedik. Geçirseydik bugün
çok daha iyi bir noktadaydık, diyorlar.
Arkasından yine hepimiz hatırlıyoruz:
Suriye Lideri Beşşar Esad sık sık Türkiye’ye geliyordu. Tayyip sık sık Suriye’ye
gidiyordu, ortak Bakanlar Kurulu toplantısı yapmışlardı ve Esad Tayyip için kardeşten de öteydi. Ama şimdi aynı Esad zalim
oldu, diktatör oldu.
Peki değişen kim?
Esad aynı Esad. Halkının çıkarlarını savunan, emperyalizme teslim olmayan, direnen sonuna kadar. Eğer öleceksem ülkemde ölürüm, herhangi bir ülkeye gitmem, diyor. Emperyalistlerin isteklerini yerine getirmem, yeraltı, yerüstü servetlerimin işgal
edilmesine izin vermem, diyor. Bunun için
emperyalistlerin saldırısına uğruyor. Ve vatan toprakları, Suriye toprakları bölünüyor.
Kimler tarafından?
Bir avuç serseri, lümpen tarafından. Sapık, sarhoş, katil, cani, hırsız başka ülkelerden gelmiş ve paralı askerlik yapan şeriatçılar tarafından, şeriatçı olduğunu söyleyen
insanlar tarafından.
Peki, bu nedir şimdi? Burada insanlığın
nesinden söz edebiliriz? Zerresinden söz
edebilir miyiz? Müslümanlıktan söz edebilir miyiz?
Biz Parti olarak hep söylüyoruz; Hz.
Muhammed’in ve Dört Halife’nin devamcısıyız diyoruz. Ve bunu onların yaptığı gibi takiye olsun diye de yapmıyoruz. Yani
halklarımızın dinî duygularını okşamak
için yapmıyoruz, inandığımız için yapıyoruz.
Nesine inanıyoruz ama biz?
“Komşusu açken tok yatan bizden
değildir” anlayışına inandığımız için yapıyoruz. İnfak ve güzel ahlâktır İslam,
Kur’an, din. Bu iki anlayışa sahip çıktığımız için, bu anlayışı benimsediğimiz için,
biz de bunun hayata geçmesi için savaştığımız için o insanları anlıyoruz ve bu yüzden
o insanları savunuyoruz.
İnfak bildiğimiz gibi, kendisine ve ailesine yetecek kadarından fazlasını dağıtmak, demektir.
İkincisi güzel ahlâk, diyor.
Kur’an, İslam bu ikisine dayanır, diyor.
İnfak ve güzel ahlâktır, diyor.
Şimdi biz bu anlayışı savunmuyor muyuz?
Evet, biz de aynı anlayışı savunuyoruz.
Biz de diyoruz ki, bir gün (ki o gün er
geç gelecek, buna inancımız tam) iktidara
geldiğimizde devlet yöneticileri ortalama
işçi ücreti alacak. Daha fazla ücret almayacak. Bu bizim Tüzüğümüzde yazıyor,
Programımızda yazıyor ve bugün için de
yönetiminde bulunduğumuz organlarda ha-
yata geçiriyoruz. Yani bunu da açıklıkla
söylüyorum, sadece bir anlayış olarak savunmuyoruz. Örneğin Nakliyat-İş Sendikası Genel Başkanı, Kurtuluş Partilidir. Ve
kendi sendikasında ortalama işçi ücreti alıyor. Diğer yöneticiler daha fazla ücret alıyor ama Nakliyat-İş Sendikası Genel Başkanı, o işkolundaki ortalama işçi ücretini
alıyor. Yani biz kendi anlayışımız açısından
bulunduğumuz makamlar diyelim, mevkiler diyelim, ne dersek diyelim, organlar,
kurumlar diyelim, orada da bu anlayışımızı
şimdiden hayata geçiriyoruz. Dolayısıyla
biz bu anlayışı savunduğumuz için Hz.
Muhammed’in, Hz. Ali’nin, Hz. Ömer’in
devamcısıyız, diyoruz.
Güzel ahlâk. Nesi kötü?
E, Fatih… Sahip çıkıyoruz biz. Niye
sahip çıkmayalım? Ne yapmış?
İstanbul’u fethetmiş,
Fethin bir anlamı da nedir?
Açmaktır.
Neyi açmış?
Bezirgân, çökkün Bizans İmparatorluğu’nu yıkmış. Bizans’ın tarumar ettiği topraklarda yaşayan köylüleri özgür bırakmış
ve köylülere toprak dağıtmış. Onun için sahip çıkıyoruz.
E, biz bugün gelsek iktidara aynı şeyi
yapmayacak mıyız? Köylüyü topraklandırmayacak mıyız?
başdüşmanı başzalim ABD’ye karşı dünya
halklarının ve özel olarak da Latin Amerika Halklarının birliğini sağlamak durumundayız, bunun için mücadele ediyoruz,
diyor.
Biz burada ne için savaşıyoruz?
Türk Halklarının birliği için savaşıyoruz. Partimizin önemle savunduğu tezlerden bir tanesi de şudur: Altı parçaya bölünmüş Türk ulusunu birleştirmek istiyoruz
biz. Yani Orta Asya’dan Anadolu’ya Türk
Halkının birliğini sağlamak istiyoruz. Bu
ırkçılık falan da değil, asla böyle değerlendirmiyoruz. Böyle değerlendirmelere de
asla katılmıyoruz. Bunları söyleyenler, tarihsel gerçeklikleri bilmeyen, emperyalizmin tuzağına düşmüş, oyununa gelmiş gafiller ya da hainler. Emperyalistler, bütün
dünyayı, ulus devletleri ortadan kaldırıp
küçük devletlere bölüp parçalamak için bin
devletli dünya yaratmak için uğraşırken biz
neyi savunmak zorundayız?
Ulusların, halkların birliğini savunmak
zorundayız. Emperyalistlere karşı mücadelenin önemli araçlarından bir tanesi de büyük ve güçlü devletlerdir. Emperyalistler
zaten bin devletli bir dünya yaratmak istiyorlar. Eğer biz de bölünüp parçalanırsak,
o zaman ister bilerek, ister bilmeyerek niyetlerimizden bağımsız olarak emperyalizmin çıkarlarına hizmet etmiş oluruz. İşte
10 bin, 20 bin, 30 bin dönüm toprağı
olan insanlar var. 10 tane, 20 tane köyü
olan toprak ağaları var, öyle değil mi?
E, şimdi biz bu toprakları yoksul köylülüğün hizmetine vermek istiyoruz. Kooperatifler kurmak ve köylüyü topraklandırmak istiyoruz.
Ayrıca Türkiye’nin her bölgesinde büyük toprak sahipleri, kodamanlar var bildiğimiz gibi.
Adnan Menderes de büyük bir çiftlik
sahibi değil miydi? Binlerce dönüm toprağı yok muydu? Ve şu anda da binlerce dönüm toprağa sahip olan toprak ağaları yok
mu? Ve onların yanında maraba olarak çalışan, yarıcı olarak çalışan köylülerimiz
yok mu? Boğaz tokluğuna, karın tokluğuna
çalışan köylülerimiz?
E, biz iktidara gelirsek bunu yapmayacak mıyız? O toprakları yoksul köylülüğün
hizmetine vermeyecek miyiz? O zengin
köylülerden almayacak mıyız?
Alacağız, almak zorundayız. Çünkü
bunlar kamu malı. O bakımdan biz Hz.
Muhammed’in ve Dört Halife’nin devamcısıyız, Fatih’in devamcısıyız, Mustafa Kemal’lerin devamcısıyız.
biz bu sınıfsal gerçeklikleri görmek, emperyalistlerin uzun vadeli planlarını görmek ve ona göre mücadele etmek, hat belirlemek zorundayız.
Ekonomide ve siyasette tam
bağımsızlığı savunuyoruz
“Ya istiklal, ya ölüm!” diyor Mustafa
Kemal.
Bunu savunmayacak bir namuslu insan
olur mu? Ve namuslu, yurtsever. halksever
olan her insan bunu savunmak zorunda değil midir?
“Bağımsızlık benim karakterimdir”,
diyor.
Bu anlayışı nasıl savunmayız, nasıl sahip çıkmayız? Bu anlayışa sahip çıkmayacaksak neye sahip çıkacağız biz?
AB-D’nin bizi yönetmesine, bütün bakanlarımızın atanmasına, bürokratlarımızın
atanmasına olur vermesine, IMF’nin, Dünya Bankası’nın olur vermesine mi katlanacağız?
Ama başımızdaki yöneticilerimiz bunu
yaptılar biliyorsunuz. İşte biz yani Partimiz
bunun için mücadele veriyor. Şimdi biz
dünyanın neresinde bir haksızlık varsa büyük devrimci Kahraman Gerilla Che’nin
söylediği gibi, öfkeden tir tir titriyoruz.
Haksızlığa karşı öfke doluyuz. Dünyanın
neresinde olursa olsun bu haksızlıklara isyan ediyoruz. İnsanlığımız bunu gerektiriyor çünkü. O bakımdan bizimle aynı anlayışı savunuyor Che ile Mustafa Kemal.
Che, Latin Amerika ülkelerinin, halklarının birliğini savunuyor. Kuzey Emperyalizmi diye adlandırdığı dünya halklarının
BOP’a karşı ısrarla halkların
kardeşliğini savunmalıyız
AB-D Emperyalistlerinin, “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi” ya da “Büyük Ortadoğu Projesi” diye bir projeleri var biliyorsunuz. Ve o projeyi hayata geçirmek
için her gün yeni adımlar atıyorlar. Irak,
Afganistan, Libya, Suriye, İran, Türkiye…
Bunu bütün dünya biliyor. Yani bu gerçekliği bilmeyen hiç kimse yok. Herkes biliyor
ki, Suriye düştüğü anda, düşürüldüğü anda
sıra İran’a gelecek. İran’dan sonra nereye
gelecek sıra?
Türkiye’ye gelecek. Çok net, çok açık.
Biz halkların kardeşliğini sonuna kadar
savunuyoruz. Biz bu topraklarda var olan
Kürt kardeşlerimizle 1071’den bu yana kader birliği yaptık. 1071’de biz Orta Asya’dan Anadolu topraklarına girdik. Geldiğimizde bu topraklarda Kürt kardeşlerimiz
yaşıyorlardı. Onlarla birlikte ve 10 bin Ermeni savaşçıyla birlikte (o tarih itibari ile
1071 için söylüyorum) Bizans İmparatorluğu’na karşı savaştık ve yendik. Malazgirt
Savaşı’yla birlikte ve o tarihten itibaren bu
coğrafyayı ortak bir yurt yaptık. Çanakkale’de, Balkan Savaşları’nda tarihsel sırasıyla söyleyeyim en canlı örnekler bakımından. Balkan Savaşı’nda birlikte savaştık, Çanakkale Savaşı’nda birlikte savaştık,
Kuvayimilliye’de birlikte savaştık. Etle tırnak gibi olduk, bölünmez bir bütün olduk.
Ama ne yazık ki emperyalistler şimdi
ne yapıyorlar?
Kürt kardeşlerimizle de aramızı açmaya çalışıyorlar. Şimdi biz her şeyi açık söyleriz. Gizli diplomasi yapmayız, diplomasiyi de sevmeyiz. Başta da söylediğim gibi
eldivenli de konuşmayız. Bu konuda da tutumuz çok net: biz nasıl ki Türk Ulusu’nun
birliğini savunuyorsak, beş parçanın birliğini savunmaya çalışıyorsak, aynı şekilde
emperyalistler tarafından bölünmüş Kürt
Ulusu da kendi birliğini sağlamak zorundadır. Bunu kabul etmek zorundayız, bu tarihsel bir gerçekliktir. Buna karşı çıkarak,
buna karşı durarak hiçbir sonuç elde etmemiz mümkün değildir. Sadece emperyalistlerin oyununa gelmiş oluruz niyetlerimizden bağımsız olarak. Biz Kürt kardeşlerimizle 1071’de nasıl birsek, Çanakkale’de
nasıl bir olduysak, Kuvayimilliye’de nasıl
bir olduysak, bugün de bir olmak zorundayız. Emperyalistlerin oyunlarını ancak
böyle bozarız. Yoksa bir ulusu yok sayarak,
5
Yıl: 7 • Sayı: 65 / 14 Mayıs 2013
varlığını hiçe indirerek, kabul etmeyerek
bir gerçekliği ortadan kaldıramayız. O bakımdan biz bu konuda da Ulusların Kendi
Kaderlerini Tayin Hakkını sonuna kadar tavizsiz savunmak ve hayata geçirmekle görevliyiz.
Bugün için emperyalistlerin karşısında
duracak biricik güç, Kürt ve Türk
Halklarının kardeşçe dayanışmasından geçiyor. Bunu sağlayabilirsek eğer, emperyalistlerin planlarına set çekebiliriz.
Örneğin şu ana kadar, daha 1 ay öncesine kadar Kürt Ulusu’nun Suriye’de kalan
parçasında Kürtler, Esad’a karşı savaşmıyorken, Esad yönetimine karşı en azından
tarafsız durumdayken, şimdi ne yapıyorlar?
İşte burada gazete haberi var ( ayrıntısını okumayacağım):
“Esad’a karşı savaşmaya başladılar”
Niye?
Yine soru, niye savaşmaya başladılar?
İşte AB-D’nin getirdiği tezgâh, oyun
bu. Yani Suriye’de yeni bir cephe açıyor.
Ne yazık ki Kürt Halkıyla Arap Halkını,
aynen Irak’ta olduğu gibi, şimdi de
Suriye’de karşı karşıya getiriyor. Yarın
Türkiye’de, İran’da karşı karşıya getirecek.
Ve halklar arasına düşmanlıklar sokuyor.
Şimdi iki kişi arasındaki düşmanlıklarda
bile hani bir insanın kalbini kırarsanız, ne
bileyim ilişkinin düzeyine göre, bazen onlarca yıl geçmesi gerekiyor. Kırılan kalp
kolay tamir edilmiyor biliyorsunuz. Genel
Başkan’ımızın bir özdeyişi: “Dikkat!
İnsandır, kırılır!”, der. Partimizin bütün
şubelerinde bu söz yazılıdır. İnsandır, kırılır! E halklar da çok kolay kırılıyor. O
halkların arasına kan davası girerse eğer,
kırgınlıklar girerse onu gidermek on yıllar
belki yüz yıllar alacak şeylerdir.
İşte o bakımdan, başta AB-D
Emperyalistlerinin sonra Tayyipgiller’in
bizi düşürmek istedikleri bu oyundan sakınmak zorundayız. Halklarla aramıza düşmanlıklar girmesine asla izin vermemeliyiz. Bunu başarmak zorundayız. Onların
bütün çabalarına, bütün provokasyonlarına
rağmen biz halklar arasındaki kardeşçe dayanışmayı sağlamak, Arap, Kürt, Türk,
Çerkez kim varsa bu topraklarda, onlarla
birlikte kardeşçe yaşamak zorundayız.
Biz bunu başarabilirsek, birliğimizi
sağlarsak, emperyalistlerin dünyayı bin
devletli bir dünya haline getirme planlarına
karşı durabilirsek, geçmişte atalarımızın
yaptığı gibi, Che’nin yaptığı gibi, Küba
Halkının, Vietnam Halkının yaptığı gibi
yapar ve başarırsak, emperyalistleri bu
coğrafyadan siler atarız. Geçmişte silip attık, şimdi de silip atarız, adımız gibi eminiz
ve atacağız. Tereddüt taşımıyoruz.
Ermeniler de Osmanlı’ya karşı savaşıyorlar
ve yeniliyorlar. Osmanlı, o günkü tarihsel
şartlar içerisinde 1912’den bu yana süren o
savaşlardan dolayı zaten çökkün, bitkin,
yenilmiş…1876’dan itibaren 1877-1878
Osmanlı-Rus Savaşı’nda, Rus Ordusu
İstanbul’da Yeşilköy’e kadar gelmiş.
Ayastefonas denilen Yeşilköy’e kadar gelmiş, konaklamış istese Topkapı’ya girecek
Osmanlı’yı devirecek konumdayken, tarihsel
nedenlerle
yine,
Ayestefonas
Antlaşması diye Yeşilköy Antlaşması diye
bir antlaşmayla geri dönüp gidiyor ama bir
sürü kazançlarla geri dönüp gidiyor.
Kazançlarından bir tanesi de ne Osmanlı
toprakları içerisindeki Hıristiyan tebaanın
koruyuculuğunu üstleniyor. Ve dolayısıyla
o kışkırtmalar başlıyor. E, tarihsel süreç tabiî, bildiğimiz gibi, uluslaşma süreci dünyada 1789 Fransız Büyük Devrimi ile birlikte başlıyor. Dolayısıyla uluslaşma kaçınılmaz bir tarihsel süreç. Bu tarihsel sürecin önüne hiç kimsenin geçmesi mümkün
değildir. Uluslar yani ırklar uluslaşacaklar,
devletleşecekler ya birlikte ya bağımsız
olarak varlıklarını sürdürmeye devam edecekler. Kimisi tarih sahnesinden siliniyor
kimisi devletleşerek varlığını devam ettiriyor bugün itibari ile diyelim. O bakımdan
Osmanlı’ya bağlı uluslar da kendi bağımsızlıklarını elde etmek istiyorlar. Yunanlar,
Bulgarlar, Arnavutlar nihayetinde bugün
devletleşmişlerdir. Ermeniler de istediklerini söylüyorlar ama ne yazık ki bütün tarihsel belgelerle sabit ki Osmanlı topraklarında yaşayan, o günkü Osmanlı topraklarında yaşayan Müslüman nüfusunun yüzde
86,5 oranına karşılık Ermenilerin oranı
yüzde 13,5. Dolaysıyla bir azınlık durumundalar. Ama bu azınlık durumlarına
bakmaksızın emperyalistlerin kışkırtmasıyla bağımsız bir devlet talebiyle ortaya
çıkıyorlar. Bu haklı bir talep değil, haklı bir
savaş değil, haklı bir istek değil. Siz azınlık
olarak eğer çoğunluğu yönetmek istiyorsanız ne yapmanız gerekir?
O çoğunluğu katletmeniz, sürmeniz, ortadan kaldırmanız, ne yapmanız gerekiyorsa onu yapmanız gerekir. Yani yoksa barışla bu iş olmaz. Bir tarafta yüzde 86,5 bir tarafta yüzde 13,5. Bu sabit. Dolayısıyla o
savaşta yeniliyorlar.
Bakın. “Biz Ermeniler ve Türkler”
diye Şahan Natalie (Nemesis) adlı bir
Ermeni yazarın kitabı. Yazarın kod adıymış
“Nemesis”. Ermenice “intikam” demekmiş. 1915’teki sürgün kararını alan Enver,
Talat, Cemal ve İttihat ve Terakki’nin diğer
yöneticilerini de öldüren örgütün lideri bu
kitabın yazarı, değerli konuklar. Onun anıları bu kitap. Türkçede ilk kez yayımlanı-
“Ve biz dövüştük.
“Bu kavgadan mağlup çıktığımızı da
ifade edelim.
“(…)
“eden mağlup olduk?
“Belgeler mağlubiyetimizde önemli
rolü olan sebeplere dair daha fazla bilgi
verecektir.
“Ruslar bize ihanet etti. Onlar bir
yandan bizi yüreklendirirken bir yandan da Türklere bizi boğazlatarak
Ermeniler olmadan Akdeniz’e inen yolu
egemenlikleri altına almak istediler ve
bu planı yürürlüğe koydular.
“İngilizler Doğu politikaları ve iktisadi çıkarları uğruna bizi sattılar.
“Bizim silahlarımızla ve dökülen kanımızla Kilikya’yı işgal ettikten sonra
Fransızlar, Türk boyunduruğu ile onların dostluğunu kazanmak için bizi silahsız olarak terk ettiler.
“Smirna’nın (İzmir’in biliyorsunuz
eski adı Smirna – G. Çıngı) kendilerine ait
olduğunu düşünerek İtalyanlar Rumları
sürgün etmek için silahlandırdılar ve bizi ateşe attılar.
“Amerikalılar belagatleri ile bizi
uyuttular ve davamızı birkaç petrol kuyusuna kurban ettiler.” (agy, s. 163)
Bunlar ne kadar açık itiraflar değil mi?
Bundan daha açık itiraf olur mu?
Oysa Mustafa Kemal ve Birinci
Kuvayimilliyeci atalarımız (Türk, Kürt,
Çerkes, Arnavut vd. halklar) önce kendilerine ve halklarına inandılar ve güvendiler.
Sonra
da
Uluslararası
Proletarya
Hareketiyle başta Lenin ve Bolşevik Partisi
olmak üzere Sovyetler Birliği’yle ve diğer
mazlum uluslarla samimi ve içten dostluk,
kardeşlik bağları kurdular. Uluslararası
Proletarya Hareketi, Batılı Emperyalistler
gibi bizi satmadı. Sonuna kadar destekledi.
Çünkü onların bizimle kurdukları ilişkide
belirleyici olan kendi çıkarları değil, tam
aksine emperyalistlere karşı birlik olma,
güçleri birleştirmeydi.
Batılı Emperyalistler o gün Ermenileri
(mazlum Ermeni Halkını, ki sadece Ermeni
Halkını değil, kandırıp, aldatıp bizimle savaşa soktukları Yunan Halkını da) kendi
aşağılık çıkarları için nasıl sattılarsa, kullanıp bir köşeye attılarsa, halklar arasına kan
davaları soktularsa bugün de aynı aşağılık
işi yapmaya devam ediyorlar. Bölgemizde
Türk, Kürt, Arap Halklarının arasına kan
davaları sokuyorlar, Balkanlar’da aynı işi
yapıyorlar, Kafkaslar’da aynı işi yapıyorlar.
Geçmişte Birinci Emperyalist Evren
Savaşı sonrasında da bu aşağılık işleri hep
yaptılar. Vietnam Halkını, Kore Halkını
yor. O anlatıyor Talat Paşa’yı, Enver
Paşa’yı nasıl öldürdüklerini. Bizzat lideri
yani bu örgütün, intikam örgütünün lideri
anlatıyor. Kısa bir aktarma yapacağım:
“Türkler her zaman kendilerine bağımlı olmuşken, Ermeniler kurtuluşu
yabancılardan bekleyerek daima onlara
dayanmayı tercih etmişlerdir. Ve doğal
olarak yabancılar uygun olduğu zaman
Ermenileri kullanıp daha sonra daima
onlara ihanet etmişlerdir.” (Şahan
Natalie (Nemesis), Biz Ermeniler ve
Türkler, 2008, Peri Yayınları, s. 13)
Bizzat intikamcı bir örgütün, intikam
almak üzere kurulmuş bir örgütün, kod adı
da “İntikam” olan lideri, Şahan Natalie
bunları söylüyor.
Oysa aynı konuda yani bağımsızlık ve
ulusal onur konusunda yukarıda da aktarmıştım, Mustafa Kemal şöyle söylüyordu:
“Dünyada ezenler ve ezilenler çoktur.
Yalnız ezilmelerine izin verenler ve vermeyenler vardır. Türkler ezilmelerine
izin vermeyenlerdendir. Başkaları da
Türkler gibi hareket etse dünya daha iyi
duruma gelir.”
Mustafa Kemal başka ne söylüyordu:
“Ya Bağımsızlık Ya Ölüm!”,
“Bağımsızlık benim karakterimdir!”
Bir yukarıdaki itirafa bakın bir de
Mustafa Kemal’in söylediklerine bakın. Ve
sonuçlarına bakın…
“Ermeni-Türk savaşı kaçınılmazdı.
“(…)
ikiye böldüler. Birbirleriyle savaştırdılar.
Kendilerine onlarca yıl, 40 yıl, 50 yıl hizmet eden uşak liderleri bir kalemde satıp
geçip gittiler. İran’da, Vietnam’da,
Endonezya’da, Nikaragua’da, Mısır’da vb.
ülkelerde bu işi yaptılar.
(Alkışlar…)
Ermeni Meselesinin tarihi
kökeni ve gelişimi
Türkiye’de emperyalistlerin dayatmasıyla gündemler çok. Az önce Partimiz,
belki bir kısmınız gördünüz, belki görmediniz, 23 Nisan dolayısıyla eylem yaptı. 23
Nisan’ı burada savunduğumuz anlayış
doğrultusunda ortaya koyan bir eylem yaptı. İstanbul’da da, Ankara’da da, Konya’da
da, Bursa’da da eylemler yapıyor şu anda
Partimiz. Cumhuriyet’e sahip çıkıyoruz, 23
Nisan’a sahip çıkıyoruz.
Ve bir şeye daha sahip çıkıyoruz biz.
Yarın 24 Nisan. 24 Nisan ne?
Onlar (AB-D Emperyalistleri, Ermeni
burjuvaları, diasporası, şovenleri) bakımından sözde soykırımın 98’inci yılı. Osmanlı
ve sonra da Cumhuriyet Ermenilere soykırım yapmıştır dolayısıyla da özür dilenmelidir. Ve Ermenilerin talepleri yerine getirilmelidir, diyorlar. Yani bu bizim soyut iddiamız değildir. Yazılı çizili basılı bütün kitaplarda, gazetelerle, televizyon haberleriyle her gün bunu tekrarlıyorlar.
Dolayısıyla Partimiz yarın da 24 Nisan dolayısıyla yine Türkiye çapında eylemler yapacak. Ermeni planı, ABD planı diye bu
plana karşı çıkacak. Şimdi yine tarihsel
gerçekliklerden söz ediyorum.
1915 işte 98 yıl önce ne yazık ki
Kürtlerle Türkler, Çerkezler kaderlerini
birleştirmişken Ermeniler ve Rumlar kandırılmış, aldatılmış (burjuvaları tarafından
aldatılmış) bunun da altını çizmek zorundayız. Halklar değil, mazlum halklar,
Ermeni Halkı, Rum Halkı değil yani burjuvaları yönetici sınıfları tarafından aldatılmış kandırılmış kitleler, Birinci Kurtuluş
Savaşı’nda bizimle birlikte, Kürtler ve
Türklerle olmuyorlar hepimizin bildiği gibi. Ve bize karşı; Osmanlı’ya karşı, sonrasında da Kuvayimilliyecilere karşı bu topraklarda savaşıyorlar. O savaşın sonucunda
da yeniliyorlar. Savaşta bir yenen olur bir
de yenilen olur. Bunun nedenlerini tartışmak şu an için zamanımız elverişli değil.
Emperyalistler ve işbirlikçileri
Ermeni Halkının acısını siyasi
amaçları için kullanmaktadır
Mazlum Ermeni Halkını, Ermeni burjuvalarının sınıf çıkarlarının peşine takarak,
Türklerle ve Kürtlerle savaştırdılar.
Savaşın sonucunda yenilen Ermeniler oldu,
bizzat Şahan Natlie’nin de dediği gibi. O
savaş sırasında da çok büyük acılar yaşandı. Katliamlar gerçekleşti karşılıklı. Yüz
binlerce masun insan canından oldu. Ama
emperyalist bunlar. 7 bin yıllık Sınıflı
Toplumun devamcıları. Akı kara, geceyi
gündüz göstermekte maharetliler. Şimdi
de, şimdi derken aşağı yukarı 100 yıldır,
Ermeni Halkının uğradığı acıları sömürüyorlar, o acılar üzerinden Ermeni Halkını
bir kez daha kullanmak istiyorlar. Ve
“Ermeni Soykırımı” yalanını uyduruyorlar.
Oysa Bizzat Şahan Natlie’nin dediği gibi
Ermeni Halkını kullananlar kendileri.
Satan, ortada bırakan kendileri ama şimdi
“Soykırım” diyerek bir kez daha kullanmak istiyorlar. Halkları bir kez daha birbirine düşürmek, “Genişletilmiş Ortadoğu
Projesi”, “Büyük Ortadoğu Projesi”ni hayata geçirmek istiyorlar.
Evet, karşılıklı savaşılmıştır evet karşılıklı katliamlar olmuştur. Bir kişinin bile
burnu kanasa yüreğimiz yanıyor bizim. Ki
kansız devrimleri savunan insanlarız. Bize
kanlı ihtilalciler derler ama örneğin 27
Mayısçılar kimsenin burnunu kanatmadı.
Biz de iktidara gelsek kimsenin burnunu
gidecek Türk ordusu. Emir eri olacak. Her
ne derse ABD Emperyalistleri, onun emir
eri olarak hizmetinde olacak ve ABD’ye
hizmet edecek. Oysa bizim ordumuz onurlu bir orduydu. Emperyalistlere karşı savaşmış ve yenmiş bir orduydu bütün yokluklara rağmen. İşte o yüzden emperyalist-
kanatmayacağız. Küba’da 60 yıldan bu yana bir tek kişiye bile işkence yapılmadı
çünkü orada sosyalist iktidar var. Ve sosyalist iktidarların hiçbirisi işkence yapmaz
çünkü işkence insanlık suçudur. Ama her
savaşta kaçınılmazca karşılıklı katliamlar
yaşanır ve savaşın büyük acılarını da mazlum insanlar çeker, kadınlar başta olmak
üzere çocuklar ve yaşlılar çeker ne yazık
ki. O karşılıklı savaşta da Ermeni
Halkından da 100 binlerce insan ölmüş ve
öldürülmüştür. Bunu asla unutamayız. Asla
bağışlayamayız.
Ama bağışlayamayacağımız kimdir burada?
Halkların arasına kan davası sokan,
halkları birbirine düşüren ve halkların yeraltı ve yerüstü servetlerini ele geçirmek
için planlar yapan büyük devletler, Batılı
devletler, bugün için adlandırırsak ABD ve
AB Emperyalistleridir.
Bizim düşmanlığımız onlara karşıdır ve
onlardan mutlaka bu zalimliklerinin, halkları uğrattıkları zulümlerin, katliamların
hesabını er geç soracağız. Bizim adaletimiz
asla affedici olmayacak. Onlardan o yaptıklarının hesabını mutlaka soracağız.
Halklara bunun hesabını mutlak verecekler. Bizde zaman aşımı yok. O bakımdan
emperyalistler ve işbirlikçiler bunu asla
unutmasın.
ler Türk Ordusu’nun bu geleneğini;
Mustafa Kemalci, ilerici, devrimci, bağımsızlıkçı-antiemperyalist, laik geleneğini affetmiyorlar. O bakımdan da CIA operasyonlarıyla Ergenekon, Balyoz vesaire adlarıyla, İzmir’de “Eskort Kızlar” davası adı
altında namuslu, yurtsever askerleri, genç
subaylarımızı zindanlara dolduruyorlar,
onlarca yıl cezalar istiyorlar, müebbetler
veriyorlar. Partimiz buna karşı da kararlıca
mücadele ediyor. Ve bundan sonra da kararlıca mücadele etmeye devam edecek.
(Alkışlar…)
ABD ve Tayyipgiller’e karşı
cepheden mücadele ediyoruz
Halklarla aramızı açan her emperyaliste ve yerli işbirlikçisine karşı kararlılıkla
savaşmaya devam edeceğiz. Ve atalarımız
bu toprakları nasıl bundan 93 yıl önce kurtarmışlarsa emperyalist işgalden ve ulusal
egemenliği sağlamışlarsa biz de Sosyal
Kurtuluşumuzu mutlaka gerçekleştireceğiz.
Partimizi bir kısmınız tanımıyorsunuz.
Belki ilk kez adını duyuyorsunuz, ilk kez
karşılaştınız
düşünceleriyle.
Genel
Başkan’ımızın herhangi bir röportajını izlemediniz. Partimizin herhangi bir eylemini baştan sona görmediniz. Gazetelerde haber okumuyorsunuz Partimize ilişkin. Oysa
biz elimizden geldiğince, gücümüz yettiğince mücadele ediyoruz Tayyipgiller’e ve
Parababalarına karşı. Partimize karşı uygulanan ablukayı yarmaya çalışıyoruz.
Partimiz en az 4-5 yıldır Çanakkale’de
400-500 kişiyle eylem yapıyor, Çanakkale
Zaferi’ne sahip çıkıyor ama ne yazık ki
hiçbir burjuva medya organında yer almıyoruz. Bizi duymuyorsunuz. Belki son dönemde televizyonlarda görmeye başladınız. İki kez son dönemde, bir Silivri’deki
eylemlerde, bir de Ankara’daki 29 Ekim ve
10 Kasım eylemlerinde duydunuz belki.
Şimdi işte dedim ya konu konuyu açıyor; bir CIA operasyonu var Balyoz,
Ergenekon vesaire denilerek yapılan,
Silivri’ye tıkılan namuslu, yurtsever bilim
insanları, askerler var, değerli konuklar. Ve
Partimiz 2008 yılında tutuklamalar ilk başladığı andan itibaren, gerçekten söylüyorum, ilk başladığı andan itibaren, bu bir
CIA operasyonudur ve orduyu, Türk
Ordusu’nu güçten düşürmek, direnç noktası olmaktan çıkarmak ve Tayyipgiller’in
hizmetine sokmak için yapılmış, tezgâhlanmış bir provokasyondur, dedi. Ve
Tayyipgiller’in yöneticilerinden Hüseyin
Çelik idi sanıyorum, “site bekçisi konumuna” gelecek Türk Ordusu, dedi. Geleceği
nokta, getirileceği nokta budur, dedi. Site
bekçisi konumuna düşecek yani ABD’ye
karşı direnç noktası olmayacak. Şimdiki
Özel ve güzel Paşanın söylediği gibi, hükümet ne derse onun emirlerini yerine getirecek.
Afganistan’a
git,
gidecek.
Yugoslavya’ya git, gidecek. Suriye’ye git,
Bu ülkenin yılmaz İkinci
Kurtuluş Savaşçılarıyız
Değerli Konuklar,
Konumuzu
toparlarsak...
“23
Nisan’dan 19 Mayıs’a, 19 Mayıs’tan 9
Eylül’e Birinci Kurtuluş Savaşı’mız ve 9
Eylül’den Günümüze İkinci Kurtuluş
Savaşı’mız”, konu başlığımız buydu biliyorsunuz.
Birinci Kuvayimilliye’den kısaca da olsa bahsettim. İkinci Kurtuluş Savaşı’mız
bölümüne gelirsem… Bizim Önderimiz,
Türkiye Devrimi’nin Önderi Hikmet
Kıvılcımlı, Birinci Kuvayimilliye’ye,
Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’na bu topraklarda, Ege Bölgesinde katıldı. Hem de
17 yaşında bir delikanlıyken. Yörük Ali
Efe Çetesi’nde savaştı emperyalist işgalcilere ve işgalcilerle işbirliği yapan gericilere karşı. Savaşta gösterdiği başarından ötürü Köyceğiz Kuvayimilliye Komutanı olarak atandı. Sonrasında Sosyalizmle tanıştı
ve son soluğuna dek bu uğurda savaştı. Bu
davayı, insanlık davası olarak bildi ve
Türkiye Halklarının kurtuluşunun ve dünya halklarının kurtuluşunun ancak sosyalizmle mümkün olacağına inandı. Ömrü
boyunca birçok güçlüğü göze alarak da bu
mücadelesini son soluğuna kadar sürdürdü.
69 yıllık ömrünün 22,5 yılında fiilen cezaevlerinde kaldı bu ülkenin. 1954 yılında
İşçi Sınıfımızın ve halklarımızın hak ve çıkarlarını korumak için kurduğu Vatan
Partisi’nin Genel Başkanı oldu. Vatan
Partisi’nin
birinci
şiarı:
İkinci
Kuvayimilliyecilik, İkinci Kurtuluş
Savaşı’ydı. 1923’le kazandığımız Ulusal
Kurtuluş, Sosyal Kurtuluşla taçlanacaktı
İkinci Kurtuluş Savaşı’yla. Yerli yabancı
Finans-Kapitalistlerin, Antika TefeciBezirgân Sermayenin sınıf ve zümre tahakkümlerine son verilerek, İşçi Sınıfımız öncülüğünde Demokratik Halk İktidarı kurulacaktı. Ana amaç buydu. Bu savaş başta
Kürt Halkıyla birlikte verilecekti ve sonuçta Türk Kürt Halk Cumhuriyeti kurulacaktı.
İşte o amaç bugün bizim amacımızdır.
Partimiz bunu hayata geçirmek için savaşıyor.
Biz konuşmamın baş kısmında da söylediğim gibi; Birinci Kuvayimilliyecilerin,
Mustafa Kemalcilerin mirasçısıyız, devamcısıyız.
Biz Kahraman Gerilla Che’nin devamcısıyız.
Biz; “İkinci Kurtuluş Savaşçılarıyız”
diyen Denizler’in mirasçıyız,
Biz, Gazi Mustafa Kemal’in “Ya
İstiklal, Ya Ölüm” şiarını savunan
Mahirler’in devamcısıyız.
Sizden dileğimiz, sizden isteğimiz, biz
az önce Hayyam’dan da okuduğum gibi,
elimizden geleni yapmaya çalışıyoruz, ama
sizin de bu mücadelemizde birlikte olmanız.
Birlikte olmak dileğiyle hepinizi saygıyla selamlıyoruz.
İkinci Kurtuluş Savaşı’mızı mutlaka
zafer ulaştıracağız!
(Alkışlar… Sloganlar… Yeni Sevr’e
Karşı
Yaşasın
İkinci
Kurtuluş
Savaşı’mız…)
6
Yıl: 7 • Sayı: 65 / 14 Mayıs 2013
Yeraltında, gizli, sağır, derinden derine
işleyen güç! Yeriniz HKP saflarıdır
S
evgi ve saygıdeğer Kurtuluş Yolu
Okurları,
Sizlere bir insanı tanıtarak başlamak istiyoruz.
* 1845 başlarında aniden bir gün, bir
polis şefi evlerine gelerek, Prusya Hükümeti’nin talebi üzerine dönemin İçişleri
Bakanı tarafından çıkartılmış sınır dışı
edilme emrini getirir. Buna göre eşi, 24 saat içerisinde Paris’i terk etmek zorundadır.
* Kendisine daha uzun bir süre tanırlar.
Bu sürede masa, sandalye gibi bazı eşyalarla giyeceklerini satar ve karşılığında gülünç denecek kadar az para elde eder. Çocuğu ile yapacağı yolculuk için bu paraya
gereksinimi vardır.
* Londra’ya geçer ve burada eşini beklediği sürede üç çocuk ve karnında dördüncü çocuğuyla büyük sıkıntılar yaşar. Dostları Joseph Weydemeyer’e yazdığı mektupta durumunu ortaya koyar ve yardım ister.
Mektubunda sütanne tutmanın oldukça pahalı olduğunu belirtir ve çocuğunu emzirirken yaşadığı sıkıntıyı anlatır. Buna göre
emzirirken göğsü berelenir ve kan sızar.
Titreyen dudaklarından çocuğun ağzına
kan sızar. Bu yetmezmiş gibi evi kendilerine kiraya veren kadın gelip haksız yere ek
para ister ve evdeki her şeyi haczettirir. Zavallı bebeğin beşiğini ve kızların oyuncaklarını dahi…
* Soğuktan titreyen çocuklar ve sızlayan göğsü ile çıplak tabana-yere oturur.
Dört çocukla ortada kalırlar. Haciz olayını
duyan diğer alacaklılar da kapıya dayanır.
Sonradan bir dost kendilerine yardım eder
ve bir otelin iki küçük odasına yavrularıyla
sığınır.
* Sonradan kocasının çalışmaları için
bilgi topladığı British Museum’a yakın Soho’da Dean Street’te bir evde yaşamaya
başlarlar. Aile beş uzun yılı bu en üstteki
tavan arasında geçirir. Bu arada daracık bu
ev, Londra’ya gelen tüm sığınmacılara sığınak olur. Yine bu şehirdeyken 1850 Kasımı’nda oğlu Heinrich -Küçük Fawkes- bu
evde zatürreeden kıvranarak ölür. İlk kaybettiği çocuğudur Heinrich.
* 28 Mart 1851’de kızları Franzisco doğar. Yeni bebeği avuç içi kadar üç küçük
odada ötekilerle büyütmelerinin olanaksızlığını görerek yuvaya verirler.1852 Paskalyası’nda bu kız çocuğu şiddetli bronşit
olur. Tam üç gün yaşamla ölüm arasında
gider, gelir yavrucak. Korkunç acı çeker.
Gerisini yavrucağın anasından dinleyelim.
“Öldüğünde o minik cansız vücudu
arka odaya yatırdık ve biz ön odada yere yatak serip yattık. Henüz hayatta olan
üç küçük çocuğumuzla yere uzandık, soğuk ve cansız vücudu bitişik odada öylece kalakalan minik meleğimiz için bütün
gece gözyaşı döktük…” (s. 264)
Bu küçücük masum yavruyu toprağa
vermek için dahi bir sığınmacıdan borç almak zorunda kalır. Yine kendisini dinleyelim:
“(…) Dünyaya geldiğinde beşik nedir
görmediği gibi, şimdi de ödünç parayla
alınmış bir tahta tabutta bu dünyadan
ayrılıyordu… Bu müthiş acılar içerisinde onu toprağa teslim ettik.” (s. 264)
* 1853’de eşi düzenli olarak bir Amerikan gazetesine makaleler yazar ve buradan
gelen düzenli gelir ile bir ölçüde eski borçlarını kapatırlar.
* 1855’de ailenin Küçük Edgar’ı babasının kucağında ölür. Babasının siyah olan
saçları o gece bembeyaz olur. Annesi içinde oturdukları daracık ve sağlıksız yerden
kurtulup çocuğu deniz kıyısında bir yere
götürebilselerdi, belki de Edgar’ı kurtarabileceklerini acı acı dile getirmiştir.
* 1857 Haziranı’nda ise yedinci çocukları doğar. Ama ne yazık ki onu da kısa bir
süre sonra kardeşlerinin yanına teslim etmek zorunda kalırlar.
* Sonraki yaşamında kendisi ve eşinin
ailesinden kalan küçük miraslarla durumları biraz yoluna girer. Kendi deyimiyle ekmekçinin, kasabın, sütçünün, bakkalın,
sebzecinin ve diğer “düşman kuvvetlerin”
pençesinden kurtulmaya başlarlar.
* 1860 sonunda çiçek hastalığına yakalanır. İyileşir iyileşmez yarı kör gözlerle
eşinin yazdığı broşür üzerinde çalışmaya
başlar. Unutmadan hatırlatalım ki kendisi
aynı zamanda eşinin sekreterlik görevini
üstlenmiştir. Evlerinin küçücük çalışma
odasında, eşinin yazdığı kargacık, burgacık
yazıları kopya ederdi.
* Kendisi 2 Aralık 1881’de hayata veda
eder.
Sevgili dostları, eşinin dava arkadaşı
onun için mezarı başında yaptığı konuşmada şöyle der:
“(…) Eğer yeryüzünde kendisi için
en büyük mutluluğun başkalarını mutlu
etmek olduğuna inanan bir kadın varsa,
işte o bu kadındır.” (s. 224)
Yukarıda hayatından kesitler sunduğumuz, yiğit, fedakâr, bilimli, bilinçli kadını
tanıyabildiniz mi?
Bütün zorluklara, yoksulluğa, sürgünlere ve eşine uygulanan susuş kumkumalarına büyük bir metanetle direnen ve bir arkadaşına yazdığı gibi “ızdıraplar’ın kendisini ‘çelikleştir’diği, ‘bizim mücadelemiz, tek başına yürütülen mücadele değildir… ve ben, özellikle seçilmiş, mutlu
ve kendisine iltimas yapılmış bir kimseyim; sevgili eşim, hayatımın büyük desteği, her an benim yanımdadır” diyen
sevgili Jenny Marks’tır. (s.277)
Çektiği acılar eminim çoğunuza tanıdık
gelmiştir. Çünkü bizler de bu devrimci, cesur kadınla aynı kaderi paylaşmaktayız. İnsanlığın hayvanlık konağından kurtulup insanlık konağına ulaşması uğruna verilen
mücadelede “gerçek insan” dostu, devrimci önderler de aynı kahırları çekmedi mi?
Bu topraklardan Türkiye Devriminin önderi Hikmet Kıvılcımlı aynı makûs talihi yaşayarak geçmedi mi? Yine bugün HKP saflarında ABD Emperyalistleri ve onların
yerli uşakları Tayyipgiller’in zulmüne karşı yiğitçe, cepheden mücadele eden yoldaşlarımız da aynı kaderi paylaşmadı mı? Ve
hâlâ da halklarımızla aynı acıları paylaşmıyorlar mı?
1 Mayıs’tan yeni çıktık. Taksim’de ABD Emperyalistlerinin uşaklığını yapan Tayyipgiller’in kolluk güçlerine karşı gözünü
kırpmadan mücadele eden HKP’liler ve
sofralarındaki ekmeği biraz daha büyütmek
için devrimci Nakliyat-İş Sendikası’nda örgütlendikleri için işten atılan ve aylardır direnişte olan Yurtiçi Kargo ve MNG Kargo
İşçileri de aynı kaderi paylaşmıyor mu?
Yazının başında Jenny Marks şahsında
somutladığımız durumu milyonlarca kadınımız en acımasız biçimde yaşamıyor mu?
Yaşadılar ve ne yazık ki hâlâ da yaşamaktalar. Kurtuluş Yolu okurları hatırlar.
Özellikle 8 Mart’larda kadınlarımızın içinde bulundukları durumun nedenlerini ayrıntılıca irdeler ve kadınlarımızın kurtuluş
yolunun İşçi Sınıfının kurtuluşundan bağımsız olmadığını vurgularız.
Ülkemiz dünyada AB-D Emperyalistleri ve onların yerli uşaklarının en acımasız
sömürü düzenlerini kurdukları ülkelerden
biridir. Bir avuç Parababası milyonların
emek gücünü son iliğine kadar sömürmektedir.
Son on yılda dolar milyarderi sayısında
% 25 artış yaşanırken milyonlarca insanımıza açlık, yoksulluk, kan ve gözyaşı düşmektedir.
Sıcak bir aşın kursağına gitmediği nice
insanımız vardır. Her sabah erkenden yola
çıkıp çöpleri karıştırıp evine bir parça ekmek götürmeye çalışan nice kadınlarımız,
analarımız, bacılarımız var. Lütfen her gün
evden işe çıktığınızda şöyle bir etrafınıza
bakın. Yine çocuklarına bir parça ekmek
götürmek için bedenlerini satmak zorunda
kalan ne çok kadınımız var.
Yurdumuzun Ortaçağ karanlığına götürüldüğü Tayyipgiller döneminde kadın cinayetleri % 1400 artmadı mı?
Yine bu Tayyipgiller döneminde çocukların mezar taşlarına ölüm nedeni açlıktır
yazılmadı mı? Çocuklarına yiyecek bulamadığı için kendini ve çocuklarını öldüren
kadınların dramına bu şeriatçı Tayyipgiller
tayfasının döneminde tanık olmadık mı?
Yine din alıp satan bu Tayyipgiller’in
zamanında AB-D Emperyalistlerince Ortadoğu Halklarına binbir türlü acılar yaşatılmadı mı? Binlerce Müslüman kadının ırzına geçilip, çocuklar anasız babasız bıraktırılmadı mı? Ülkelerinin yeraltı ve yerüstü
tüm zenginlikleri yağmalanmadı mı? Şimdi de aynı süreci Suriye’de halklara yaşatmıyorlar mı? Yine aynı şekilde ülkemizde
Türk ve Kürt Halklarının arasını açacak
projeleri kendi emperyalist çıkarları uğrunda dayatmıyorlar mı?
Listeyi daha da uzatabiliriz.
Biz halklara düşen hep yoksulluk, acı,
gözyaşı ve kan… Parababalarının ve onların yerli işbirlikçilerinin bizlere dayattığı
bu hayvanca sömürü, vurgun ve talan düzenine karşı koyabilmenin tek yolu domuz
topu gibi örgütlü olan bu düşman cephesine karşı bizim de tepeden tırnağa örgütlü
olmamızdır.
Hayatın her alanında, nerede bulunursak bulunalım örgütlü olmalıyız. Hiç kimse ben ne yapabilirim ki, dememelidir. Bizlerin mücadele tarihi bunun nice örnekleri
ile dolu. Özellikle yazımız kadınları ilgilendirdiği için bu konuda yoğunlaşalım.
Bildiğiniz gibi halkımızı Ortaçağ karanlığına götüren “enstrümanlardan” biri
de camiler, Kur’an kursları ve cemaat-tarikat evleridir. Bir örnek verelim; evimizin
yakınında yeni bir cami açıldı. Bayanlar
bölümü sabahın erken saatlerinden itibaren
kadınlar tarafından ziyaret ediliyor. Yaşlıgenç fark etmeksizin kadınlar hep aynı saatte gidip geliyor. Yine aynı şekilde evlerde
kadınlara yönelik dini sohbetler düzenleniyor. Buralarda kadınlarımızın gencecik beyinleri Ortaçağ ideolojisi olan şeriatçılıkla
doktrine ediliyor. Din maskesi altında Tayyipgiller şürekâsı küplerini doldururken,
yoksul insanlarımızın karnı ve beyni din ile
doldurulur. Bizi takip edenler bilir ki, bunların İslamı Yezit-CIA İslamıdır; gerçek İslam değildir. Hz. Muhammed ölürken zırhı
bir Yahudi tüccarda rehindedir. Ya şimdikiler? Biz boşuna demiyoruz “Tayyipgiller’in Tanrısı, Para Tanrısıdır” diye.
Gericilik yoğun şekilde kadınlar ve çocuklar üzerinden gittiğinden bunun panzehiri olan bizim çalışmalarımız ve örgütlenmelerimiz de bu yönde yoğunlaşmalıdır.
Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı yıllarında ülkemiz yedi düvel tarafından
işgal edildiğinde elde silah bulunduğu yörede kurulan Kuvayimilliye çetelerine nice
isimsiz kadınlarımız katılmıştır.
Yine aynı şekilde evlerde toplanan birçok kadın yurdun düşman işgalinden kurtarılması ve Mustafa Kemal önderliğinde
başlatılan direniş ve kurtuluş hareketine
destek olmak için kadınları aydınlatma çalışmaları yapmıştır. Konu ile ilgili mecmualar, dergiler, yazılar aracılığıyla kadınlar, kadınları bilinçlendirmeye çalışmış,
Hilal-i Ahmer -şimdiki Kızılay- aracılığıyla cephe gerisinde yaralı askerleri iyileştirmek için kadınlara hemşirelik eğitimleri
verilmiştir.
Yine hatırlayınız... Kucağında yavrusu
yağmur altında ıslanırken çocuğa değil de
mermi ve topa kundağı sımsıkı sararak
cepheye mermi ve top taşıyan yiğit kadınlarımızı, analarımızı, bacılarımızı…
Demek ki biz kadınların yapabileceği
çok şey var.
Parababaları düzeninden kareler
İ
Savaştan çıkmış gibi; işçi
cinayetleri hızla artıyor
stanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği
Meclisi, isan 2013’te en az 57 işçinin iş kazaları sonucu hayatını kaybettiğini açıkladı İSİG Nisan ayı
raporunda işçi ölümlerinin İstanbul, Kocaeli gibi sanayi kentlerinde yoğunlaştığına dikkat çekti.
En fazla ölümler, inşaat ve metal sektörlerinde. Nisan ayında yarıdan fazlası
düşme nedenli olmak üzere 21 inşaat işçisinin hayatını kaybettiği ve 2013 yılında
ölümlerin hızla arttığı metal iş kolunda ise
7 işçinin hayatını kaybettiği belirtildi.
Son dönemde gerçekleşen bu kadar işçi
cinayetinin altında yatan neden nedir?
Parababalarının işçileri, dizginsizce güvencesiz koşullarda çalıştırması. Bu acımasızlığının karşılığını anlaşılan fazlasıyla
alıyorlar. Forbes’in “En zengin 100
Türk” listesinde, 2012’de toplam serveti
95 milyar dolar olan 35 milyarder yer alırken, bu yıl 44 dolar milyarderiyle ve
117,85 milyar dolarla bu dolar milyarderleri yedi yılın en yüksek toplam servetine
ulaştılar.
Ortaçağcılığın kadını
getirdiği yer
AKP’nin Fatih ve Eyüp belediyelerine
danışmanlık yapan ve daha önce de çok
eşliliği savunan açıklamalar yapan Sibel
Üresin, İkra Dergisi’ne verdiği röportajda, kadına yönelik şiddeti savundu.
Sibel Üresin, “bir erkek neden eşini
öldürecek kadar canileşir? eden şiddet
uygulama ihtiyacı hisseder?” sorusuna:
“Kesinlikle kadınların dillerinin uzaması! Kadınlar çok para sahibi oldular
ve o egoları çok yükseldi. Çok bilip çok
konuşuyorlar ama kadına naif olmak
kibar olmak yumuşak olmak yakışır. Bu
dinimizde de böyledir. Evet kadın çok
bilebilir ama bildiğini konuşmak değildir doğru olan, kadına sessiz kalmanın
daha çok yakıştığını düşünüyorum. Hakikaten öyle gelinler öyle kadınlar tanıyorum ki ben sinir oluyorum ki
kocasının deli olması çok normal. Sen
bana durup dururken vurabilir misin?
Ölen mi suçlu öldüren mi? Bir tahrik
var yani ortada. Kadının en büyük silahı kinlenmek içine atmak ve tavırlarıyla belli etmektir ama erkek şiddete
başvurur çünkü yaratılışı böyle. Ama
kadın da ilk şiddeti çocuğuna uyguluyor.
Kadın da şiddete meyilli. Şiddete karşı
olan kadının çocuğunu dövmemesi gerekir ki kadınların % 90’ı çocuğuna vuruyor. Hem de mesela nasıl bir sebepten
dolayı; çocuk yolda yürüyor ayağı taşa
takılıyor yere düşüyor annesi bir tane de
ona yapıştırıyor niye düştün diyerek.
Kadının vurma sebebi bakın ne kadar
basit. Erkekler neden vuruyor? Kadın
car car car konuştuğu için, o yüzden ben
böyle kadınların şiddeti hak ettiğini düşünüyorum. İstisnalar
dışında tabii psikolojik hasta
olan veya sarhoş olup karısını
haksız yere şiddete maruz bırakanlar da var ama bunlar
çok nadir görülüyor” şeklinde
yanıt verdi.
Üresin, kadın cinayetleriyle
ilgili olarak da, “Kadın çileden
çıkarıyor yani ne yapsın
adam” diye konuştu.
AKP döneminde kadın cinayetlerinin
yüzde 1400 kat artmasının nedeni ortada
değil mi?
Şeriatçı fikirler, Ortaçağcı düşünceler,
sadece sağlıklı bir şekilde düşünmeyi ortadan kaldırmıyor, vicdanları da böyle köreltiyor. Her gün hemcinsleri, vahşice
katledilirken bu sözleri utanmadan söyletebiliyor…
Sıra demiryollarında%
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Türkiye Demiryolu Ulaştırmasının Serbestleştirilmesi Hakkında Kanunu onayladı.
Kanuna göre, TCDD, bundan sonra demiryolu altyapı işletmecisi olarak görev
yapacak. Demiryollarında taşımacılık işlemleri ise özel sektöre açılacak. Bu yasanın ardından TCDD yeniden yapılanacak.
Altyapı ile işletmecilik birbirinden ayrılacak. TCDD Taşımacılık AŞ diye
bir şirket kurulacak. TCDD sadece altyapıyla ilgilenecek. Mevcut altyapıdan bütün 3’üncü
şahıslar bedelini ödeyerek taşımacılık yapabilecekler.
Yasayla
birlikte,
TCDD’nin çok uluslu şirketlerin
eline geçmesini, taşımacılık fiyatlarının yükseleceğini ve işçilerin işini kaybetme riski
taşıyacağını ya da taşeronlaşmanın artacağını tahmin etmek için
kâhin olmaya gerek yok. Önümüzde maalesef bunun sayısız örnekleri
bulunuyor. Demiryolu işçileri de buna
karşı ayaktalar.
Ve sahi, özelleştirilmeyen daha doğrusu ranta çevrilmeyen ne kaldı?..
Parababaları düzeni vahşi
yüzünü Bangladeş’te
gösterdi
Günlerdir Bangladeş’ten görüntüler geliyor. Kendine insanım diyen herkesi kahreden, içini burkan, isyan ettiren
görüntüler…
Bangladeş’te 24 Nisan günü Rana
Unutmayalım Türkiye Devrimi’nin Önderi Hikmet Kıvılcımlı ne diyordu: “Yarımız” olan kadınlar “bütün yasak edilmiş
güçler gibi, yeraltında, gizli, sağır, derinden derine işleyen bir güçtür.” (Kadın
Sosyal Sınıfımız)
Bu güç Türkiye’de ancak HKP saflarında değerli bir madene dönüşür ve bu güç
ancak HKP saflarında karşıdevrim cephesinin üzerine bir ateş topu gibi düşer.
Bu inanç ve umutla son sözü yine
Jenny Marks’a verelim:
“Zor zamanlarda yiğit ve yürekli olmalıyız. Dünya kötülükler karşısında
yılgınlık göstermeyenlere aittir.” (s. 289)
Bursa’dan Bir Yoldaş
Kaynak: Marks-Engels Anıları-Evrensel Basım Yayın
Plaza isimli 8 katlı bir tekstil fabrikası
çöktü. Binlerce işçinin çalıştığı bu fabrikada, en son gelen bilgiye göre, bin 21 işçi
hayatını kaybetti, 2 bin 500 kişi de yaralandı. Sadece bir binada bu kadar insan hayatını kaybetti. Parababaları kendi eseriyle,
bu rekoruyla ne kadar övünse az artık!
Dile kolay, bin 21... Bin 21 hayat ortadan kalktı, binlerce eve ateş düştü, kimisi
anne babalarını, kimisi eşlerini, kimisi de
çocuklarını kaybetti.
İşçiler, Mango, C&A,WalMart, Benetton, Primark ve KIK gibi dünyaca ünlü
markalara üretim yapıyorlardı. Şirketler,
işçi ölümleri sonrası önce sessizliğe gömüldü, iddialar karşısında inkâr etti gelen
kanıtlar sonrası ölen işçilerin kendileri için
üretim yaptığını kabul etmek zorunda
kaldı.
Katliamın göstere göstere geldiği de
ortaya çıktı. Çünkü olaydan iki gün önce,
fabrikanın duvarlarında çatlak tespit eden
uzmanlar, işçilerin binaya alınmaması konusunda uyarmış ancak bina sahibi ve
atölye sahipleri uyarılara kulak asmamıştı.
Ayrıca tekstil işçileri çalışmadıkları bir
güne karşılık 3 gün çalışmak zorundaydılar.
Yıkılan binada çalışan yüzlerce kişinin
geliri, ülkedeki asgari ücret olan 38 doların altında ve işçiler dört aydır maaşlarını
alamadıkları söylemişler.
Bangladeş yasalarında resmi çalışma
saati günde 8 saat. Buna rağmen çalışma
süreleri 15-16 saatin altına düşmediği gibi
genellikle fazla mesai de ödenmiyor. 41
fabrikadan 1000 kadın işçiyle yapılan bir
ankete göre, işçilerin yüzde 32’si ayda 140
saat fazla mesai yapıyor.
Asgari ücret yani 38 dolar aldıkları
zaman bile bu ücret, ürettikleri bir ürüne
sadece bir kıyafete tekabül ediyor. İşçilerin emeği üzerinden kazandıklarını tahmin
edebiliyor musunuz? Tekeller, çok uluslu
şirketler, kendi ülkelerinde değil Bangla-
deş, Endonezya, Hindistan, Pakistan gibi
işgücünün çok ucuz olduğu ülkelerde üretimlerini yaptırarak kârlarına kâr katıyorlar.
İnsanca bile değil neredeyse hayatta
kalmak için bu koşullarda çalışmak zorunda kalıyordu, Bangladeş tekstil işçileri.
İşçilerin emeği ve kanı üzerinden yükselen, ayakta duran bu düzene insancıl
düzen, adil düzen diyebilir miyiz?
Bu katliama sebep olan, susan ve kaçanlara insan diyebilir miyiz?
İnsana bu acıları yaşatan düzenin yıkılması gerekmiyor mu?
7
Yıl: 7 • Sayı: 65 / 14 Mayıs 2013
Hatay/Reyhanlı’daki katliamın sorumlusu AB-D Emperyalistleri ve
Tayyipgiller İktidarıdır
Baştarafı sayfa 1’de
dar 40 insanımız hayatını kaybetti, 100
insanımız ise yaralandı.
Hatırlanacağı gibi, yine Hatay’ın
Reyhanlı İlçesi Cilvegözü Sınır Kapısı’nda 11 Şubat’ta patlayıcı yüklü araçla gerçekleştirilen saldırıda 4’ü Türk,
14 kişi yaşamını yitirirken, 26 kişi de
yaralanmıştı. Ayrıca bölgede Türklerle
Suriyeliler arasında meydana gelen
gerginlikler sık sık medyaya yansımaktadır.
Emperyalist haydutlara bu amaçlarını hayata geçirmek için en büyük desteği ise onlar tarafından iktidara getirilmiş olan Tayyipgiller sağlıyor. Hepimizin bildiği gibi AB-D Emperyalistlerinin temsilcileri düzenli olarak Türkiye’ye geliyor; din, mezhep farklılıklarına rağmen uzun yıllar boyunca BAAS Partisi öncülüğünde kardeşçe bir
arada yaşamış olan Suriye Halkını bölüp parçalama planları yapıyor; satılmış Tayyipgiller’e emirlerini yağdıra-
Bölgeyi cehenneme çeviren, halklar
arasına kin, nefret, düşmanlık tohumları eken AB-D Emperyalistleridir. Bildiğimiz gibi ABD Emperyalistleri Büyük
Ortadoğu Projesi (BOP) çerçevesinde
bin ülkeli bir dünya yaratmak istiyor.
Bu alçaklar sürüsü bu amaçlarını gerçekleştirmek, bölgedeki sömürüsünü
katmerlendirmek için ülkeleri parça
parça ediyor, halklara kan kusturuyor.
Bu ölüm makinesi Irak’ta, Afganistan’da, Yugoslavya’da milyonlarca insanı katletti, doymadı. Libya’yı kana
buladı, doymadı. Bekçi köpeği İsrail
eliyle Filistin Halkını her gün kanatıyor, yine doymuyor.
Şimdi ise hedefinde Suriye var bu
alçakların. Bir süredir Beşşar Esad Önderliğindeki Suriye Halkını etnik ve
mezhep temelinde bölmeye çalışıyor
AB-D Emperyalistleri. Besledikleri yarı sapık, insan sefaleti karşıdevrimcilerden derleşik sözde Özgür Suriye Ordusu’nu her türlü araçlarla destekleyerek halkıyla bütünleşmiş, meşru bir iktidarı devirmeye çalışıyorlar.
rak geri dönüyorlar. “Kardeşim” dediklerini bir kalemde satıp geçmeyi vazgeçilmez bir karakter olarak benimseyen
bizim yerli satılmışlar da bu emirleri
satırı satırına hayata geçirmek için canhıraş biçimde çalışıyor…
İşte tüm bu alçakça girişimler sonucu Reyhanlı’daki gibi provokasyonlar
meydana geliyor. Türkiye ve Suriye
Halkları arasındaki bağlar teker teker
kopartılıyor. Tarihi boyunca kardeşçe
yaşamış bu iki halk birbirine düşman
hale getiriliyor. Üstelik Parababaları
medyası bu tür saldırıları, tek “günah”ı
vatanının ve halkının bütünlüğü uğruna savaşmak olan Beşşar Esad’a mal
ediyor. Hiçbir günahı olmayan, alınteriyle çalışıp geçimini sağlamaya çalışırken hayatını kaybeden insanlarımız
üzerinden alçakça savaş propagandaları yapılıyor.
Oysa asgari düzeyde de olsa insani
ahlâka sahip olan herkes çok iyi biliyor
ki AB-D Emperyalistleri ve yerli satılmışların bu alçakça planları olmasa,
bölge halklarının birbirleriyle hiçbir
alıp veremediği yoktur. Aksine tarihsel
ve coğrafi koşullardan dolayı bu bölgede yaşayan halklar birbiriyle akrabalaşmış, kardeşleşmiştir. İşte emperyalistlerin ve yerli satılmışların asla katlanamadıkları, katlanamayacakları durum da budur. Onlar halkların kardeşliğini, bütünlüğünü istemezler. Çok iyi
bilirler ki bütünleşen, ortak mücadele
eden halklar eninde sonunda bu alçaklar sürüsünün bütün planlarını boşa çıkarırlar, onları hak ettikleri yere gönderirler.
Ortadoğu’da var olan ulusal ve
uluslararası sorunların çözümü yine
Ortadoğu halkları tarafından çözülmelidir. Emperyalistlerin yaratacağı kan
ve gözyaşı deryasında hiçbir sorun gerçek anlamda çözümlenemez. Suriye’de
var olan demokrasi sorunu ve ulusal
sorun (Kürt Sorunu) da yine Suriye
Halkları tarafından çözülmesi gereken
sorunlardır. Emperyalistler dünyanın
hiçbir yanına barış ve demokrasi getirmemiştir. Getiremez. Onlar yalnızca
halklar arasına düşmanlıklar eker; kan
ve gözyaşı dökülmesine sebep olurlar.
Onun için, Halklarımızın yaşadığı
tüm felaketleri ortadan kaldırmanın biricik yolu, başhaydut ABD Emperyalizmine, yardakçısı AB Emperyalizmine ve yerli satılmışlara karşı örgütlü biçimde mücadele yürütmektir. İnsanlığın insanca bir yaşam sürdürebilmesinin temel koşulu bu alçakları tarih sahnesinden bir daha geri gelmemecesine
silmektir.
Halkın Kurtuluş Partisi olarak, ABD Emperyalistleri ve yerli satılmışların
alçakça planlarına kurban giden masum insanlarımızın yakınlarına ve tüm
halkımıza baş sağlığı diliyoruz. AB-D
Emperyalistlerine ve yerli işbirlikçilerine karşı verdiğimiz mücadele er geç
zafere ulaşacaktır. 11.05.2013
Kahrolsun AB-D Emperyalizmi
Kahrolsun Yerli Satılmışlar
Yaşasın Halkların Kardeşliği
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
Emperyalistlerin ve yerli işbirlikçilerinin Hatay/Reyhanlı’daki
insanlık dışı saldırısını ve katliamını lanetliyoruz
Ö
ncelikle Reyhanlı’da hayatını
kaybeden insanlarımızın yakınlarına ve halkımıza başsağlığı
ve yaralılara da acil şifalar diliyoruz.
Reyhanlı Katliamı, AKP ve AB-D
Emperyalistlerinin eseri. Devletin resmi
Tarihe…
Bu bombalı saldırıları protesto
etmek ve halkımıza faillerinin alçakça
emelleri için AB-D Emperyalistleri ve
işbirlikçisi AKP’nin gerçekleştirdiğini
ve halkımızın yanında olduğumuzu
açıklamalarına göre 49 vatandaşımız
hayatını kaybetti. Ama hastanelerden
gelen bilgiye göre 70, yabancı basına
göre ise 100’ü aşkın insanımız hayatını
kaybetti. Tayyipgiller bu insanlık dışı
katliamdaki suçlarını örtbas etmek için
sayıyı düşürmeye çalışmaktadırlar ama
mızrak çuvala sığmıyor. Tayyipgiller,
bu katliamdaki sorumluluklarından kaçamayacaklardır ve mutlaka hesabını
vereceklerdir. Hem halklarımıza hem de
göstermek için Hatay Antakya merkezde olayın ertesi günü, 12 Mayıs
günü eylemimizi gerçekleştirdik.
Basın açıklaması yapılacak alana
kadar pankartlarımız, dövizlerimiz ve
flamalarımızla sloganlar haykırılarak
“Katil ABD Orta Doğudan Defol”,
“Reyhanlı’nın Katili ABD-AB Emperyalizmi”, “Kahrolsun ABD-AB
Emperyalizmi”, “Yaşasın Halkların
Kardeşliği”, “Kahrolsun Emperya-
lizm Yaşasın Sosyalizm”, “Gün Gelecek Devran Dönecek Tayipgiller
Halka Hesap Verecek”, “Suriye
Halkı Yalnız Değildir” sloganları
atıldı. Attığımız sloganlara Halkımız alkışlarıyla destek verdi.
Halkımıza Reyhanlı’daki saldırının
failleri; Yugoslavya’ya, Irak’a, Afganistan’a, Libya’ya ve bugün Suriye’ye saldıran aynı güruhlardır yani AB-D
Emperyalistleri ve onların yerli işbirlikçileridir, dedik. Bu saldırının faillerinin
ve işbirlikçilerinin ülkemizde ne yapmak istediklerini AB-D Emperyalistlerinin gittikleri her ülkede kan, zulüm,
açlık, yoksulluk getirdiklerini ve işbirlikçilerinin kendi ülke halklarını yok
edecek zulümlerini kökenini ve sebeplerini ve halkımızın ne yapması gerektiğini
açıklayarak
halklarımızın
yaşadığı tüm felaketleri ortadan kaldırmanın biricik yolunun, başhaydut ABD
Emperyalizmine, yardakçısı AB Emperyalizmine ve yerli satılmışlara karşı
örgütlü biçimde mücadele yürütmek olduğunu ve insanlığın insanca bir yaşam
sürdürebilmesinin temel koşulunun bu
alçakları tarih sahnesinden, bir daha
geri gelmemecesine silmek olduğunu
vurguladık. Basın açıklamamızı sloganlar ve alkışlarla bitirdik. Eylemimize
halkımızın ilgisi büyüktü.
Biz Kurtuluş Partililer diyoruz ki, insanlık mutlaka zulmü yenecek çünkü;
halkız haklıyız yeneceğiz.
Çukurova’dan
Kurtuluş Partililer
Üç Fidan’ı Ankara’da Eylemlerle Andık
Baştarafı sayfa 1’de
maktadır. Bu sebeple Halkın Kurtuluş
Partisi olarak, Denizler’i, onlara yaraşır
bir şekilde anmak boynumuzun borcuydu.
6 Mayıs günü, Parti Ankara İl Binamızda buluştuk, Ankaralı ve değişik şehirlerden gelen Kurtuluş Partililerle.
Buradan Yüksel Caddesi İnsan Hakları
Anıtı’na kadar yaptığımız yürüyüşümüz
görkemliydi. En önde Deniz ve Mahir’in yan yana resimleri ve “İstiklali
Tam Türkiye” parolalarının altında
“Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın İkinci
Kurtuluş Savaşımız” sloganımızın bulunduğu parti pankartımızla, basın açıklamasını gerçekleştireceğimiz noktaya
geldik.
Basın açıklamasını Kurtuluş Partisi
Gençliği adına Umutcan Bozgun Yoldaş yaptı.
Eylem esnasında sık sık “Devrim
Şehitleri Ölümsüzdür”, “Deniz,
Yusuf, Hüseyin Ölümsüzdür”, “Faşizme Karşı Ya Birleşmek Ya Ölüm”,
“Gün Gelecek, Devran Dönecek, Katiller Halka Hesap Verecek”, “Emperyalistler, İşbirlikçiler, Geldikleri
Gibi Gidecekler”, “Yaşasın İkinci
Kurtuluş Savaşımız”, “Davamız Halkın Kurtuluş Davasıdır” sloganlarını
haykırdık.
Kızılay’da yapılan basın açıklamasının ardından Üç Fidan’ın mezarları başında eylem ve anma etkinliği
gerçekleştirmek üzere Karşıyaka Mezarlığı’na doğru otobüslerle
yola
koyulduk.
Mezarlığa ulaştığımızda, İstanbul
Haramidere’den Yurtiçi Kargo Direnişçisi işçi yoldaşlar da
aramıza katıldılar.
Üç Fidan’ın mezarları başına ulaşana
kadar,
bekleyen
gruplar içerisinde sıraya girdik. Geçen
sene olduğu gibi bu sene de “DenizMahir” pankartımız yoğun ilgi gördü.
Yine aynı sloganlarımızın yanı sıra, hep
bir ağızdan Dev-Genç Marşı’nı okuduk
birkaç kez.
Üç Fidan’ın mezarları başına ulaştığımızda, Kurtuluş Partisi Gençliği adına
Umutcan Yoldaş’ımızın gerçekleştirdiği
konuşmadan sonra, hep bir ağızdan
Parti Andımızı içtik.
Denizler’i anma etkinliğimizi sona
erdirdikten sonra, 1 Eylül 1978’de PolBir’li faşist polislerce katledilen “Üç
Şehitler”imiz, Mahmut-İbo-Sadi’nin
mezarlarını ziyaret ettik. Üç Şehitlerimizin mezarı başında haykırdık “Devrim
Şehitleri
Ölümsüzdür”
sloganımızı.
Ankara İl Yöneticimiz Kubilay
Akçay Yoldaş, Mahmut-İbo-Sadi’yi anlatan bir konuşma gerçekleştirdi.
Denizler’in ve Üç Şehitler’in uğrunda can verdikleri mücadeleyi zafere
ulaştırma kararlılığıyla 6 Mayıs etkinliklerimizi sonlandırdık ve Parti binamıza döndük.
Aramızda Denizler için Manisa’nın
köyünden kalkıp gelmiş, yerel kıyafetleri içindeki teyzelerimizle, Yurtiçi
Kargo Direnişçileriyle, Denizler’in
“Yaşasın İşçiler, Köylüler” haykırışının simgesel bir yinelenmesiydi HKP
Korteji.
Şuna adımız kadar eminiz: bu ülkede
İşçileri, Köylülüğü, Gençliği örgütleyip
devrime sürükleyebilecek Teorik-Pratik
önderlik yalnızca HKP’de mevcuttur.
Bunu başarana kadar durmak yok!
Halkız, Haklıyız, Kazanacağız!
06.05.2013
Kurtuluş Partililer
***
Üç Fidan’ı mücadelemizde
yaşatmaya devam ediyoruz ve
edeceğiz
68 Kuşağının gençlik liderleri ve
sembol isimleri olan Deniz Gezmiş,
Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın 12 Mart
Faşist Cuntası tarafından katledilişlerinin yıldönümünde;
Kurtuluş
Partisi
Gençliği
olarak
Konya sokaklarındaydık.
Ömürlerinin baharında, kendilerini
Halklarımızın Kurtuluş Mücadelesine
adayan bu insanlar;
“Tam
Bağımsız
Türkiye” şiarıyla
çıkmışlardı yollara…
Parababaları ve onların yerli işbirlikçileri tarafından NATO üsleriyle Emperyalizme peşkeş çekilen vatan
toprağını özgürleştirmek,
Burjuvazinin sömürüsü altında inim
inim inleyen İşçi Sınıfımızı ve mazlum
Halkımızı iktidara taşıyarak; “insanın
insana kulluğunu” ortadan kaldırmak,
Tefeci–Bezirgân sermaye sınıfı tarafından din kisvesi altında kandırılarak,
gericiliğin ağına düşürülen halkımızı bu
Ortaçağ karanlığından kurtarmak,
Ve ezilen, sömürülen tüm dünya
halklarına umut olmak için atılmışlardı
mücadeleye.
Giriştikleri bu mücadelenin ancak
başta İşçi Sınıfımız olmak üzere, ezilen,
sömürülen tüm mazlum halklarımız ve
kardeş Kürt Halkımızla omuz omuza
emperyalizme ve yerli uşaklarına karşı
verilecek ikinci bir Kurtuluş Savaşı ile
mümkün olacağını görmüş ve dile getirmişlerdi.
Bu nedenle de 12 Mart Faşist Cuntası tarafından 6 Mayıs 1972’de asılarak
idam edildiler.
Parababaları ve yerli uşakları bu
Devrimci, Yiğit Üç Fidanı bedence aramızdan alarak öldürebileceklerini sandılar ama yanıldılar. Çünkü halkların
kurtuluşu için mücadele edenler ölümsüzdürler.
İşte biz; onlardan mücadele bayrağını devralan ve daha yukarı taşıyacak
olan bizler, bugün “Üç Fidan’ın” gerçek
devamcıları olan biz Kurtuluş Partisi
Gençliği, katledilişlerinin yıldönümünde Denizler’i anmak, anlamak ve
Halkımıza, özellikle akranlarımıza
gerek dağıttığımız bildirilerle gerek sohbetlerimizle Denizler’i anlatmak için
Konya sokaklarındaydık. Halkımızın
yoğun ilgisiyle, gurur ve heyecanla,
bugün gericiliğin en yoğun yaşandığı
Konya sokaklarında tüm Devrimci heyecanımızla bir kez daha haykırdık…
Devrim Şehitleri Ölümsüzdür!
Yaşasın Gençliğin Devrimci Mücadelesi!
Yaşasın Kurtuluş Partisi Gençliği!
Halkız, Haklıyız, Kazanacağız!
Konya’dan
Kurtuluş Partisi Gençliği
8
1
Yıl: 7 • Sayı: 65 / 14 Mayıs 2013
1 Mayıs Alanı Taksim’dir! Taksim Vatandır!
1 Mayıs 2013’te Vatan için, Devrim için savaştık!
977 yılı 1 Mayısı’nda TAKSİM’de
36 şehit verdik.
TAKSİM için daha ömrünün baharındaki MEHMET AKİF DALCI’yı şehit verdik 1989 1 Mayısı’nda.
1990 yılı 1 Mayısı’nda da TAKSİM
için dövüşürken felç oldu GÜLAY BECEREN.
TAKSİM 1 Mayıs’larda VATAN oldu artık bizler için…
TAKSİM VATANIMIZIN yeniden
SİM saldırılarımızdan çıkardığı derslerle geçmiş yılların iki-üç katı bir savunma hattı, gaz ve gazlı su cephanesi
yığınağına, 15-16 Haziran’dan bu yana
köprülerin ilk kez açılmasına rağmen.
TAKSİM’de 1 Mayıs ısrarının bir
“alan tartışması” olmadığının bilincinde olan güçler canını dişine taktı saldırdı o gün. Gaz demedi saldırdı…
Gazlı su demedi saldırdı… Karşıdevrimin panzerlerle, TOMA’larla, gaz
zaptı için onlarca yaralılar, yüzlerce
gözaltılar, tutsaklar verdik yıllar boyu.
VATAN TAKSİM’i geri almak için
on yıllar boyu verdiğimiz mücadelemiz 2007 yılı 1 Mayısı’ndaki atakla
şahlandı adeta. Ve TAKSİM VATAN’ına girildi nihayet az sayıda olsak
da… Artık Parababalarının çakal sürülerinin 1 Mayıs’lardaki TAKSİM kuşatmasında bir gedik açılmıştı. Her yıl
gediği biraz daha büyüttük. 2010 yılı 1
Mayısı’nda Taksim Meydanı’nı yani
TAKSİM VATANIMIZI tamamen zapt
ettik. 2010 yılı 1 Mayısı’nda TAKSİM
VATANIMIZI yeniden ÖZGÜRLEŞTİRDİK. O gün sevinçten, coşkudan,
heyecandan gözü sulanmayan, genzi
yanmayan, burnunun direği sızlamayan, hançeresini yırtarca slogan haykırmayan bir tek DEVRİMCİ yoktu
alanda.
bombalarıyla, gazlı tazyikli sularla,
coplarla karşı saldırısına yürekle, inançla, pankartla, bayrakla, sloganla kahramanca direndi saatler boyu İşçi Sınıfı ve Sol Güçler… Gaz yedi boğuldu
ama gene dikildi panzerin, TOMA’nın
karşısına bayrağı, sıkılı yumruğu ve
“Taksim Kızıldır Kızıl Kalacak!”,
“Yaşasın 1 Mayıs!”, “Taksim 1 Mayıs’a Kapatılamaz!” sloganıyla…
Gazlı tazyikli suyla ıslandı ama gene
çıktı TOMA’ların, copların karşısına
bir değil beş değil, on değil onlarca
kez. Bu kadar gaza, bunca tazyikli suya insan dayanamazdı. Bu insan değildi! Bu TAKSİM VATANI uğruna savaşan insanın devleşmiş haliydi!
Partimiz de, çeşitli alanlardaki yoldaşlarımız da TAKSİM VATANININ
YENİDEN ZAPTI için verilen bu mücadelede hep en önde oldu. Genç yol-
Ve 2011, 2012 yılları 1 Mayısı’nda
TAKSİM VATANIMIZA İNSANLAR
SEL OLDU AKTI… Alana sığmaz olduk. Alan birkaç kez doldu boşaldı.
Yerli-yabanca Parababaları (emperyalistler ve yerli ortakları) bu yenilgiyi
hazmedemediler. İşçi Sınıfının, Sol
Güçlerin bu zaferi karşısında kapıldıkları korku, endişe bir karabasana dönüştü onlar için.
Sol Güçler böylesine dağınık, ideolojik olarak sağa sola savrulmuş; çoğu
Yeni Sevrci rüzgârlara kapılmış (başta
Nakliyat-İş gelmek üzere birkaç sendika dışında) İşçi Sınıfının yığın örgütleri böylesine dibe vurmuşken TAKSİM
VATANINI zapt eden bu güç bir de ete
kemiğe büründüğünde neler yapmazdı
ki?
Onlara göre ne pahasına olursa olsun İşçi Sınıfı TAKSİM’den püskürtülmeliydi tekrar.
Öyle de oldu. Ama umdukları, bekledikleri kadar kolay olmadı. Güçler
dengesinin kıyas edilemeyecek kadar
orantısız olmasına, DİSK’in yönetiminde Nakliyat-İş Sendikası’nın yani
Ali Rıza KÜÇÜKOSMANOĞLU’nun
olmamasına, TAKSİM hedefinde toparlanan güçlerin fire vermesine ve
karşıdevrim cephesinin geçmiş TAK-
daşlarımızın bir kısmı geceden konuşlanarak, bir kısmı da sabah erkenden
onlara dahil olarak DİSK önündeydiler.
En önde DİSK, hemen arkasında
Partimizin geceden DİSK önünde konuşlandırılan üyelerinin Parti pankartı
ile bulunduğu, Şişli’den Taksim’e çıkmaya çalışan korteje, polisin gaz bombalarıyla defalarca ve yoğun gazla saldırmasıyla dağılan kitleyle birlikte
Kurtuluş Partisi ekibi de ikiye bölündü.
Bir ekip disk önünde mücadeleye devam ederken diğer ekibimiz ise dağılan
kitleyi toparlamaya çalışarak ve
DİSK’teki mücadeleden uzaklaşmamak için DİSK’e yakın bir cadde üzerinde aktif direniş sergiledi. Gazın etkisiyle telaşla kaçışan kimi kesimlerin
aksine, ana arter üzerinde soğukkanlıca
ve en sonra geri çekilen yoldaşlarımız,
ara sokaklara çekilen gruplara polisin
saldırısını geciktirmek, etkisini azaltabilmek amacıyla, bazı gruplarla beraber sokak girişlerine barikatlar kurdu.
Yoldaşlarımız buralarda, polisin attığı
gaz bombalarını kendilerine geri atarak
iade etti. Yine ilk saldırıdan hemen
sonra polise karşı sesli ajitasyon ve sloganlarla sol kitleye yeniden moral ve
direnç kazandıran yoldaşlarımız oldu.
Özellikle dar sokaklarda sıkışma
riski yaşayan kitleyi, kavşaklara, ana
caddelere çekerek daha büyük yaralanma ve fire ihtimalini azaltan buradaki
Kurtuluş Partililerdi. Yerde bırakılan
BDSP olta bayrağını polisin önünden
alarak BDSP’lilere teslim eden, direnmeyi taş atıp kaçma zanneden soytarı
ESP’lilerin ilk saldırıda yere attıkları
pankartı, en sondan çekilirken, daha
fazla gaz yeme pahasına yerden toplayan da işte buradaki yoldaşlarımızdı.
Daha sonra Parti önderliğimizin
“DİSK’in önüne gitmeye çalışın” talimatı üzerine, ara sokaklarda bir yerden
sonra zıttına dönerek anlamsızlaşan,
sonuç almaktan uzak çocukça narodnik
“çatışma”ları terk ederek, meşru bir direnişin örgütlenebileceği, sürekli saldırı altında bulunan ve bir kısım yoldaşımızın direniş sergilediği DİSK Genel
Merkez binasının önüne gitmenin yollarını aramaya başladı yoldaşlarımız.
Ancak hangi sokağa girdilerse polis
barikatı, hangi sokağa girdilerse gaz
bombası ve tazyikli suyla karşılaştılar.
Bir sokakta özel olarak bu grubumuza
saldıran Çevik Kuvvet, Kurtuluş Partililerin kaçışmadığını, korkmadığını,
kararlılıkla durduğunu görünce, kaçanı
kovalama itçil psikolojisi, saldırıyı
durdurmasını emretmiş ve Kurtuluş
Partililerin geçişlerine izin vermek zorunda kalmıştır. Ancak ilk karşılaşma
anında korkusundan, yalnızca birkaç
metre mesafede olmalarına rağmen bir
yoldaşımızın bacağına gaz bombası
kapsülünü nişan alarak atan polis, bu
yoldaşımızın yaralanmasına sebep oldu.
Orantısız polis gücü karşısında
DİSK’in önüne gitme imkânı bulamayan buradaki kolumuz, Şişli Camisinin
arkasında bulunan ve dört bir tarafı polis barikatıyla tutulmuş alana çekilebildi. Burada bir süre bekledikten sonra,
bayraklarımızı yeniden açarak ilk barikata kadar yürüme ve DİSK önüne gitme eyleminde ısrar ettiler. Bu durumu
fark eden polis yaklaşık 150 metreden
üzerlerine gaz bombası attı. Ancak arkadaşlarımızın bir adım bile geri gitmediğini gören polis, saldırısını durdurdu. Bu noktadan, kitlemizi temsilen
bir yoldaşımız, polis amirlerine,
DİSK’in önüne gitmek istediğimizi,
buna izin verilmemesi halinde polisi
teşhir eden bir basın açıklaması gerçekleştireceklerini bildirdi. DİSK’in
önüne gidilmesine izin verilmeyeceği
söylendiğinde ise grubumuz sloganlarıyla eyleme geçti. Burada Kurtuluş
Partililer adına Ankara İl Sekreterimiz
Av. Doğan ERKAN, AB-D Emperyalistlerini, AKP’yi ve AKP’nin polisini
teşhir eden, 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamanın İşçi Sınıfının ve Devrimcilerin
kazanılmış hakkı olduğunu ifade eden
bir basın açıklaması gerçekleştirdi.
Açıklamasında, polis terörü sebebiyle yaralanan tüm devrimcilere ve
evi, dükkânı, arabası polisin gaz bombası kapsülleri ve tazyikli suyu sebebiyle zarar gören tüm halkımıza geçmiş olsun dileklerini ileten yoldaşımızın konuşması, polisin saldırısından
bunalmış halktan insanlardan, çevredeki binaların camlarına çıkan yurttaşlardan, arkadaşlarının yanına gidemeyen
eylemcilerden büyük bir destek ve alkış aldı. Açıklamanın ardından eylemlerini sonlandırarak, barikatlar kalkana
kadar alanda bekleyen Şişli’deki bu
yoldaşlarımız, daha sonra önce
DİSK’e, Haliç Köprüsü’nün açılmasıyla da Aksaray’da bulunan Parti binamıza gelerek burada yoldaşlarına katıldılar.
Basının Partimize yönelik bilinen
ambargosuna rağmen canlı yayınlarda,
fotoğraflarda ve videolarda neredeyse
tüm basına yansıdığı gibi Kurtuluş Partililer, TAKSİM VATANLARI için verilen mücadelenin de hep en önünde oldular.
Ne mutlu Partimize, ne mutlu yoldaşlarımıza, ne mutlu o gün TAKSİM
için devleşen tüm savaşçılara.
Nakliyat-İş Genel Başkanı, Yöneticileri, Avukatı, Yurtiçi Kargo ve MNG
Direnişçileri, TÜVTURK ve Ambarlar’da çalışan üyeleriyle daha akşam-
dan DİSK’teydiler. İki gün önceki 1
Mayıs gündemli toplantıda Nakliyat-İş
Örgütlenme Daire Başkanı’nın 30 Nisan Akşamı DİSK’te konuşlanma önerisinin kabul görmemesine rağmen
Nakliyat-İş akşamdan oradaydı. 1 Mayıs sabahı TAKSİM’e doğru yürüyüşe
geçildiğinde DİSK kortejinin yarısından çoğu Nakliyat-İş üyeleriydi bu
yüzden. Ve bu yüzden Direnişin de, savunmanın da hep en önündeydi Nakliyat-İş’liler. Yeni DİSK yönetiminin bu
öngörüsüzlüğü ya da gönülsüzlüğü nedeniyle 2008 yılındaki kitlenin 1/5’i bile yoktu o gün. Birkaç sendikadan başka ne sendika ne de yönetici vardı, o
gün DİSK önünde.
Bazı yoldaşlarımız da, karşıdevrim
cephesinin ördüğü savunmanın zayıf
noktalarını araştırmakla görevlendirilmişti Taksim civarında. Ve onlardan
alınan bilgi, tramvayların Kabataş’a
kadar çalıştığı yönündeydi. Bunun üzerine Parti’de toplanan yoldaşlarımız
saat sekizde Aksaray’daki İl Binamız-
dan Dolmabahçe’ye-Taksim’e doğru
harekete geçti. Taksim’den önceki toplanma yeri olarak Dolmabahçe’yi belirlemiştik. Partiden tramvaya doğru
yola çıktığımızın “görevliler” tarafından anons edilmesi üzerine önce tramvay seferlerine Eminönü’ne kadar izin
veriliyor. Biz tramvayda iken de Karaköy’e geçişimizi engellemek için Galata Köprüsü açılıyor. (Bu bilginin kaynağı bizzat Eminönü’ndeki tramvay ve
köprü görevlileridir. “Bize geceden valiliğin direktifi vardı: Bir durum oluştuğunda köprüyü açın, diye. Sizin
tramvaya bindiğiniz anons edilince biz
de köprüyü açtık”, dediler.) Tramvayda
yoldaşlarımız 1 Mayıs Marşı, DevGenç Marşı gibi marşları söylemişler,
sloganlarımızı haykırmışlardır. Eminönü’ne vardığımızda ise Galata Köprüsü’ne ek olarak Unkapanı (Atatürk)
Köprüsü’nün de açıldığını görünce,
mevcut kitleyi Dolmabahçe’ye ulaştırabilecek başka bir yol da kalmayınca
biz de 1 Mayıs’ı burada, Galata Köprü-
9
Yıl: 7 • Sayı: 65 / 14 Mayıs 2013
sü’nün üzerinde kutladık. Çünkü Galata Köprüsü artık Taksim’di bizim için.
Çünkü 1970 15-16 Haziran Şanlı İşçi
Direnişinden tam 43 yıl sonra bir kez
daha Parababalarını ecelleri gelmişçesine korkutmuş, Galata ve Unkapanı
Köprüleri’ni açtırmıştık. 15-16 Haziran Direniş’inde de Genel Başkan’ımız
aynen bugün olduğu gibi bu engeli yaşamıştı, işçilerle birlikte. Hangi fani
böyle bir olayı ömründe iki kez yaşar
ki?.. Bu onur da Genel Başkan’ımızın
nezdinde Partimize aittir.
Taksim’e varmayı deneyen ama varamayan birçok devrimci de, halkımızdan insanlar da Eminönü’nde bizi görünce alkışlarla gelip bize katıldı. Halkımızdan geniş bir kesim de, köprü girişini polis tuttuğu için, uzaktan bize
alkışlarla destek sundular. Sonraki süreçte polise müdahale ederek bu kitle-
den önemli bir kısmının da karşılıklı
alkışlar eşliğinde bize katılmasını sağladık. Onlar da bizimle beraber 1 Mayıs coşkusunu yaşadılar. Aralarında
“TKP”ye lanetler yağdıran “TKP”liler
de vardı.
Aynı güzergâhtan Taksim’e varmak
isteyen
“Antikapitalist
Müslümanlar”ın bizle birleşmesini istemeyen polis onları engellemeye çalıştı. Ama içeriden bizim, dışarıdan onların zorlamasıyla polis barikatı yarıldı. Onlar da Galata Köprüsü’ne çıkmış
oldular. Onlarla ortak bir programımız
yoktu. Tamamen tesadüfî bir karşılaşmaydı. Köprü üzerinde kısa bir süre
durup geri döndüler. Yanımızdan geçerken birbirimizi alkışlayarak karşılıklı dayanışma gösterdik.
Bizim için 2013 yılının Taksim’i
olan Galata Köprüsü üzerinde Doğan
Haber Ajansı ve İhlas Haber Ajansı’na
ve kitlemize hitaben Partimizin Genel
Sekreter Yardımcısı Av. Tacettin Çolak Yoldaş’ın kısa bir konuşmasından
sonra Genel Başkan’ımız bir konuşma
yaptı.
Genel Başkan’ımız urullah Ankut Yoldaş’ımız, coşku dolu konuşmasında; Taksim’in VATAN olduğunu,
dökülen kanlarla, alın teriyle vatana
dönüştüğünü anlattı. 43 yıl önce de
(15-16 Haziran 1970’te) yine işçilerle
Eyüp-Alibeyköy tarafından yürüyerek
bu köprüye geldiklerini ve köprülerin
açılmış olması nedeniyle karşıdaki işçi
kardeşlerimizle buluşamadıklarını dile
getirdi. Parababalarının İşçi Sınıfının
gücünden dün de, bugün de böylesine,
ecelini görmüşçe korktuğunu belirtti.
Sözlerini “Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz”, diyerek bitirdi.
Hem eylemimizin hem de Genel
Başkan’ımızın bu konuşmasının medyada hiç yer almadığını, bize yönelik
yeni bir abluka yaşadığımızı anlatmaya
sanırız gerek yoktur.
***
Eminönü’nde bulunan kitlemizi
Taksim’e taşıyamayacağımızı görünce
buradaki bir grup genç yoldaşımızı daha Şişli’ye, DİSK’e yolladık. Bazı yoldaşlarımız da Taksim’e ulaşım için yeni yollar aramayla görevlendirildi.
Şişli/DİSK’teki Direnişin bitirildiğini öğrenince saat 13:30’da biz de
Eminönü’ndeki yoldaşlarımız önce
Andımızı içtiler, sonra Partimizin Genel Sekreter Yardımcısı Av. Tacettin
Çolak bu eylemimizin değerlendirilmesini içeren kısa bir konuşma yaptı.
Böylece bu seneki 1 Mayıs kutlamamızı Galata Köprüsü üzerinde bitirerek
düzenli bir şekilde; yol boyunca pankartlarımızı ve bayraklarımızı dalgalandırarak, sloganlarımızı haykırarak
Partimize döndük.
Partimizde günü değerlendirme
gündemli bir toplantı yaptık. Genel
Başkan’ımız heyecanlı, özlü kısa bir
değerlendirme yaptı. Genel Başkan’ımızın 1 Mayıs’larda Taksim’in
sadece bir alan olmadığı, Devrimcilerin toprağını kanlarıyla suladığı bir
VATAN olduğu vurgusu yoldaşlarımız
ve konuklarımızın alkışlarıyla taçlandı.
Genel Başkan’ımızın dediği gibi 1
Mayıs’larda TAKSİM, bizler için sadece bir alan değil, bir alanın çok ötesinde bir VATANDIR. Şehitlerimizin kanıyla suladığı bu Vatan topraklarını sa-
Derleniş Yayınları’ndan Kocaeli Kitap Fuarı’nda
19 Mayıs Paneli
D
erleniş Yayınları bu sene
5’incisi düzenlen Kocaeli
Kitap Fuarı’nda kızıl standıyla yine yerini aldı. Stant, Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın posteri, Çanakkale ve diğer afişlerimiz,
Che, Fidel, Denizler ve Mahir’in
posterleriyle süslendi. Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın, Genel Başkanımız Nurullah Ankut’un kitaplarıyla
kızıllaşan standımızın bir benzeri
daha yoktu fuarda.
Gerici-Ortaçağcı yayınevlerinin
çoğunlukta olduğu
fuarda İkinci Kurtuluş Savaşı’mızı,
Partimiz Halkın
Kurtuluş
Partisi’ni,
Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’yı, Bilimsel
Sosyalizmi
temsil etmek, onların bayrağını dalgalandırmak ve Kocaeli Halkının bir bölümüne de olsa
bu değerleri ulaştırabilmek onurunu
yaşıyoruz.
11-19 Mayıs tarihleri arasında sürecek olan Fuar, 10.30-21.00 saatleri
arasında açılıyor. Derleniş Yayınları-Kurtuluş Yolu Gazetesi, Salon A
75 numaralı stantta yerini alıyor.
Fuarda, 12 Mayıs Pazar günü her
yıl olduğu gibi bu yıl da bir panel dü-
zenledik. “19 Mayıs 1919’dan 19
Mayıs 2013’e Türkiye ve Büyük
Ortadoğu Projesi (BOP)” konulu
panelde, HKP Kocaeli İl Başkanı
Sema Olkun Kopal konuşmacıydı.
Kopal, konuşmasına Hatay Reyhanlı’da yaşanan hain saldırıyı kınayarak
başladı.
Kurtuluş Savaşımızın ilk kıvılcı-
mının çakıldığı 19 Mayıs 1919 öncesi, Osmanlı’nın nasıl bir durum içerisinde olduğunu anlatan Kopal, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının hangi
koşullarda “Ya İstiklal! Ya Ölüm!”
kararını verdiğine değindi. Osmanlı
İmparatorluğu’nun Batılı Emperyalistler tarafından yarısömürgeleştirildiğini, “hasta adam” durumuna düşürüldüğünü belirtti.
Bugün 19 Mayıs’ların halkımıza
bağımsızlık savaşını hatırlattığı, emperyalistlere karşı mücadeleyi hatırlattığı için Tayyipgiller tarafından
kutlanmadığını söyleyen Kopal, kitlesel kutlamaların da yasaklanarak bu
önemli günlerin halkımızın bilincinden silinmek istendiğini ifade etti.
Buradaki asıl amaçlarının da; AB-D
Emperyalistlerinin Büyük Ortadoğu
Projesi’ni,
ülkemizi bölüp parçalamak, halkların birbirini
boğazladığı
bir cehenneme çevirmek
planlarını,
halkımızın
tepki göstermeden kabullenmesini
sağlamak olduğunu belirtti.
Kopal,
Türkiye halklarının bu oyunu bozacağını, İkinci Kurtuluş Savaşı vererek
emperyalistleri ve işbirlikçilerini yeneceğini ve Demokratik Halk İktidarını kuracağını vurgulayarak konuşmasını sonlandırdı.13.05.2013
Kocaeli’den
Kurtuluş Partililer
vunmak bir Vatan Borcu, tüm görevlerimizin başında gelen bir DEVRİM
Mücadelesidir.
Yerli-yabancı Parababalarının (emperyalistler ve vatan satıcısı AKP+Cemaat+satılmışlar medyasından oluşan
işbirlikçilerinin) bu Devrim Mücadelesini basit bir alan tartışmasına indirgemeleri bizleri VATANSIZ bırakmak ve
DEVRİMDEN vazgeçirmek içindir.
Kendine “sol”um diyen her kim oursa
olsun Parababalarının bu demagojisiyle aynı jargonu kullanıp “1 Mayıs’ı
alan tartışmasına dönüştürmemeli” türünden teraneler geveliyorsa o da bilerek veya bilmeyerek Vatan Hainliği yapıyor, DEVRİM diye bir derdi olmadığını ilan ediyor demektir.
Nakliyat-İş Başkanı “anlamsız bir
alan tartışması” yüzünden mi bacağından gaz bombası kapsülüyle yaralandı.
Bursa’dan gelen bir Yoldaşımız aynı
şekilde gözünden yaralandı. Bu Yoldaşımızın elmacık kemiğinde parçalı kırık oluşmuş, kulağı yaralanmıştır. Bursa’da Uludağ Üniversite Hastanesinde
ameliyat edilmek üzere yatmaktadır.
Kartal’dan bir Yoldaşımız bacağından,
Ankara İl Başkan’ımız da ayağından,
Ankara’dan bir başka Yoldaşımız ise
göğsünden aynı şekilde kapsülle yaralanmıştır. Bazı arkadaşlarımız da daha
önemsiz sıyrık yaraları almış, on beş
dakikada bir gaz ve gazlı su yemiştir.
Gene Nakliyat-İş üyelerinden gazdan
bayılan, fenalaşanlar ve gözaltına alınanlar olmuştur. Bunlar sadece Şişli’de
ve DİSK’in önünde olan ve HKP ile
Nakliyat-İş üyeleriyle ilgili olanlardır.
Bunun dışında aynı bölgede başka sendika ve siyasi yapılanmalardan da onlarca ağır ve hafif yaralılar ve gözaltılar olmuştur.
T
Ayrıca, Şişli’nin dışında başta Beşiktaş ve Mecidiyeköy olmak üzere İstanbul’un muhtelif yerlerinde, Taksim’e ulaşmaya çalışan çeşitli yapılardan onlarca insan yaralanmış ve gaz
bombardımanlarına maruz kalmış ve
gözaltına alınmışlar, yılmamış tüm gün
boyunca kıran kırana kahramanca mücadele etmişlerdir.
Tüm bu yaşananlara “anlamsız bir
alan tartışması”, diyerek çamur atmaya
çalışan Yeni Sahte TKP, ne kadar “komünist”likten, “sol”culuktan söz ederse etsin yaptığı vicdansızlığın, korkaklığın daniskasıdır. Vardığı tek yer ise
yıllarca verilen mücadeleye, dökülen
kanlara, harcanan alınterine ihanettir.
İster Parababalarının karşıdevrim
cephesi, ister kendine “sol”, hatta “komünist” diyen korkaklar cephesi olsun
onlara inat TAKSİM VATANIMIZI her
ne pahasına olursa olsun tekrar zapt
edeceğiz. Ama 2014 yılında, ama
2015, 2016 yılı… Ama mutlaka ve
mutlaka toprağı şehitlerimizin kanlarıyla sulanan VATANIMIZ TAKSİM’i
işgalden kurtarıp 1 Mayıs Kutlamaları
için
özgürleştireceğiz
tekrar.
02.05.2013
Yaşasın 1 Mayıs!
Taksim Kızıldır Kızıl Kalacak!
Taksim Vatandır! Vatan İçin,
Devrim İçin Ölüm Hoş Geldi, Sefa
Geldi!
Halkız Haklıyız Kazanacağız!
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
“Casusluk Davası” CIA’nın oyunudur
ayipgiller tarafından, Ordudaki genç, Mustafa Kemal’ci,
Yurtsever subayların tasfiyesi
için başlatılan ve CIA tarafından
planlanan, “Ergenekon”, “Balyoz”
davalarından sonraki en önemli ope-
rasyon olan sözde “Askeri Casusluk”
davası İzmir’de 16 Nisan’da başladı.
Halkın Kurtuluş Partisi yöneticileri ve üyeleri olarak, bu davanın görüldüğü Bayraklı Adliyesi önündeydik.
Bayraklarımız ve pankartlarımızla
gittiğimiz adliye önünde sloganları-
mızla Tayyipgiller tarafından yapılan
bu saldırıları protesto ettik.
Adliye önündeki eylemde sık sık
“Casusluk Davası CIA’nın Oyunudur”, “Kahrolsun MİT-CIAKontrgerilla”, “Kahrolsun ABDAB
Emperyalizmi”,
“Gün Gelecek Devran
Dönecek Tayipgiller Halka Hesap Verecek”, “Emperyalistler İşbirlikçiler
Geldikleri Gibi Gidecekler”, “Yeni Sevr’e Karşı
Yaşasın İkinci Kurtuluş
Savaşımız” sloganlarını
attık. Pankartlarımızı bizi
engellemek için kurulan
barikatlara astık.
Halkın Kurtuluş Partisi olarak bu
davaların düzmece davalar olduğunu
bulunduğumuz her yerden halklarımıza anlatmaya devam edeceğiz.
İzmir’den
Kurtuluş Partililer
Devrimcilerin Avukatı Gülçin Çaylıgil’i
sonsuzluğa uğurladık
12 Mart Faşizminde Denizler’in,
Mahirler’in, Harun Karadeniz ve Devrimcilerin avukatlığını yapan yurtsever Avukat Gülçin Çaylıgil’in
Bodrum’daki cenaze törenine Kurtuluş Partililer olarak katıldık.
Cenaze töreni Bodrum Adliye Sarayında yapıldı ve Adliye Camisinde
kılınan cenaze namazından sonra
Gümbet Karaburgaz Mezarlığı’nda
toprağa verildi.
Geçmişinde devrimcilerin savunmasını üstlenen Avukat Gülçin Çaylıgil’in cenazesine katılımın azlığı
üzüntü vericiydi. 88 yaşında bedence
aramızdan ayrılan Av.Gülçin Çaylıgil’i saygıyla anıyoruz.
Ege Bölgesinden
Kurtuluş Partililer
10
Yıl: 7 • Sayı: 65 / 14 Mayıs 2013
Başyazı
Biz hep kazanırız, yenilmeyiz biz!
Halkın Kurtuluş Partisi Genel Başkanı urullah Ankut:
Baştarafı sayfa 1’de
HKP Merkez Komite Üyesi
Tacettin Çolak Yoldaş’ın
takdim konuşması:
Kurtuluş Partililer, Yoldaşlar,
2013 1 Mayısı’nda da Parababaları
İşçi Sınıfından korkuları yüzünden bir
kez daha Galata Köprüsü’nü ve tabiî
ona paralel olarak Unkapanı (Atatürk)
Köprüsü’nü açmışlardır. Yani taşıt ve
yaya geçişine kapatmışlardır. Türkiye
Cumhuriyeti tarihinde ilk kez bundan
43 yıl önceki 15-16 Haziran Şanlı İşçi
Direnişi’nde köprüler açılmıştı. 43 yıl
sonra da aynı köprü şimdi Halkın Kurtuluş Partililere karşı açılmıştır, Devrimcilere karşı açılmıştır, Sosyalistlere
karşı açılmıştır. İşçi Sınıfının Birlik,
Mücadele ve Dayanışmasından korkan
Tayyipgiller tarafından, Parababaları,
ABD ve Avrupa Birliği Emperyalistleri
tarafından açılmıştır. Burada bu köprü,
bizim Taksim’e gidişimizi engellemek
için açılmıştır. Fakat bizim için Galata
Köprüsü’nün üzeri artık Taksim’dir, 1
Mayıs Alanı’dır. O yüzden biz bu 1
Mayıs’ı burada kutlamaktayız. Biz burada 1 Mayıs’ı şanına yaraşır biçimde
kutlarken Taksim’de, Şişli’de, DİSK
önünde de Kurtuluş Partililer
mücadelesini sürdürüyor.
Şu anda aramızda Halkın Kurtuluş
Partisi Genel Başkanı Sayın Nurullah
Ankut var. Konuyla ilgili açıklama
yapmak
üzere
Sayın
Genel
Başkan’ımıza sözü veriyoruz.
(Alkışlar… Sloganlar… Halkız,
Haklıyız, Kazanacağız…)
***
Nurullah Ankut Yoldaş:
Sevgi ve saygıdeğer Yoldaşlarım,
saygıdeğer basın emekçileri,
Ne yazık ki bu 1 Mayıs’ı da
dünyada belki de benzeri görülmemiş
bir şekilde yasaklarla, halka uygulanan
zulümlerle kutluyoruz.
Ama bir tek açıdan mutluyuz. 43 yıl
önce üniversite öğrencisiydim. Yine o
zaman da aynı şekilde İşçi Sınıfımızın
sendikalaşma özgürlüğünü elinden
almak için faşist yasalar çıkardılar.
Demirel Hükümeti’ydi o zulmü yapan.
Ve İşçi Sınıfımız ona karşı ayaklandı.
Ve ben de Devrimci bir genç olarak,
Eyüp’ten yürüyerek İşçi Sınıfımızla
buraya geldim ve buraya geldiğimizde
köprünün orta dubasının çekilerek
buraya, sol tarafa konduğunu ve
köprünün açıldığını gördük. O zaman
da buradaydım ve ne yazık ki bugün de
yine tüm dünyada Birlik, Mücadele ve
Bayram
olarak
kutlanan
İşçi
Sınıfımızın bu kutsal gününü kutlamak
için harekete geçtiğimizde yine aynı
zulümle karşılaştım.
Partiden tramvaya doğru yola çıktığımızın “görevliler” tarafından anons
edilmesi üzerine önce tramvay seferlerine Eminönü’ne kadar izin veriliyor.
Biz tramvayda iken de Karaköy’e geçişimizi engellemek için Galata Köprüsü açılıyor. (Bu bilginin kaynağı bizzat Eminönü’ndeki tramvay ve köprü
görevlileridir. “Bize geceden valiliğin
direktifi vardı: Bir durum oluştuğunda
köprüyü açın, diye. Sizin tramvaya
bindiğiniz anons edilince biz de köprüyü açtık”, dediler.)
Yoldaşlar,
Bildiğiniz gibi 1950’den bu yana
bütün iktidarları getirip götüren
Amerika’dır. Şu anda ise bu Amerikancı satılmış, vatan haini, halk düşmanı
kadrolardan en aşağılık olan bir
kesimi, bir zümresi iktidarda. Ve
bugün, keyfi olarak 1 Mayıs
kutlamasını İşçi Sınıfına yasakladı. Ve
tüm İstanbul Halkını dolaşamaz, bu
bayram gününü, bu tatil gününü
gönlünce gezip eğlenemez hale getirdi.
Parça parça vatanı sattılar.
Kuvayimilliye yadigarı fabrikalarımızı
sattılar. Şu anda da biliyorsunuz,
Tayyip iki gün önceki açıklamasında
Galataport’un
ihalesini
yapmak
üzereyiz, diyor. Yani bu tarihi
mekanımızı da satacaklar, arkadaşlar.
Onlar satmaktan başka bir şey bilmez.
Onlar hain! O yüzden bu halkın
düşmanı onlar.
(Alkışlar… Slogan: Gün Gelecek,
Devran Dönecek, Tayyipgiller Halka
Hesap Verecek…)
Tayyipgiller bizden
korktuğu için baskısını
artırmaktadır
Utanmadan
söylüyor;
biz
Türkiye’de 21 milyon üyeye sahip bir
partiyiz, en büyük partiyiz biz, diyor.
O zaman ne diye korkuyorsun? Parti’mizden, Halkın Partisi’nden, halktan
neden korkup bu köprüleri açıyorsun?
Bak, bütün devlet kurumları; yargısından,
askerinden,
polisinden,
TRT’sinden, Parababalarının satılmışlar medyasından tut her şey senin elinde; sana hizmet ediyor. Bizdeyse bunların hiçbiri yok. Yüreğimizdeki temiz
inançtan ve beynimizdeki kararlı bilinçten, cesaretimizden, sevgimizden,
fedakarlığımızdan başka hiçbir şeyimiz yok. Ama işin garibi bunların hiçbiri de zerre kadar olsun sende yok, değil mi?.. Biliyorsun bunu sen de. Korkun da işte bundan. Bütün devlet güçleri ve Parababalarının bütün olanak
bulanakları senin elinde olmasına rağmen yenileceğini biliyorsun…
Ama ünlü bir atasözünün dile
getirdiği gibi, “Hain korkak olur”. O,
namussuzluğunu ve hainliğini biliyor,
o yüzden korkuyor.
Sanıyor ki bu devran böyle sürecek.
Hayır! Çoktan kaybetti Tayyipgiller.
Onlar Tarihte hep lanetle anılacaklar.
Geçmiş benzerlerinin, Vahdettin’lerin,
Said Molla’ların yanına kaydolacaklar
Tarihte. İbretle, yüzkarası olarak
gelecek nesiller anacak onları. Onlar
kaybettiler çoktan.
Yoldaşlar,
Bunların düzenini yıkmak çok
kolay, yıkabiliriz. Ama bizi de içimize
girerek, ajanlar sokarak kırk parçaya
böldüler. Eğer devrimci güçler birlik
olabilsek, İşçi Sınıfımızı harekete
geçirebilsek, inanın bunlar bir yıl bile
iktidarda
kalamazlar.
Ama
parçalanmışlığımız yüzünden bize bu
zulümleri uyguluyorlar.
Ama bu böyle sürüp gitmeyecek.
Muhakkak ki gitmeyecek. Belki biz
yaşlardaki
arkadaşlar
bunların
düzeninin devrildiğini görmeyecek,
göremeyeceğiz biz. Ama sizler
mutlaka göreceksiniz. Tarihin çarkı
bazen böyle aynı paralelde döner,
bazen bayıraşağı gidiyormuşuz gibi
döner. Ama genel doğrultu hep iyiye,
hep güzele, hep devrime doğrudur. Bu
kaçınılmaz.
Bunu
sizler
yaşayacaksınız.
Yoldaşlar,
Bugün de ne yazık ki bu kutlu günü
burada kutlamış oluyoruz. Ama şundan
emin olalım ki sonunda kazanan biz
olacağız.
Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz,
Kazanacağız!
(Alkışlar… Sloganlar: Halkız
Haklıyız, Kazanacağız… Yaşasın 1
Mayıs, Yaşasın Sosyalizm…)
***
Galata Köprüsü
43 yıl sonra aynı nedenle
bir kez daha açıldı
HKP Genel Sekreteri Ali Serdar
Çıngı Yoldaş:
Genel
Başkan’ımız
bir
değerlendirme yapacak, sizlere hitap
edecek.
Şimdi
sözü
Genel
Başkan’ımıza bırakıyorum.
urullah Ankut Yoldaş:
Sevgi ve saygıdeğer Yoldaşlarım,
Hepimiz yorulduk, fazla tutmak
istemiyorum, daha da yormak
istemiyorum sizleri. Kısaca, birkaç
cümleyle bir değerlendirme yapmak
istiyorum.
Bugün, Devrimci Kavga içinde akıp
geçen yarım asra yakın yıllarımızın
nasıl rüzgar gibi geçtiğine bir kez daha
tanık oldum. 1970’te Demirel
Hükümeti, 274-275 sayılı Sendikalar
Kanununu değiştirerek İşçi Sınıfımızın
örgütlenme hak ve özgürlüğünü
elinden almak istedi. Ona karşı,
Usta’mız,
Önder’imiz
Hikmet
Kıvılcımlı’nın yönetimdeki İşsizlik ve
Pahalılıkla Savaş Derneği (İPSD)’den
sistemli bir propaganda ve mücadele
yürüttük. DİSK de dahil olmak üzere
33 tane Devrimci kuruluşu bir araya
getirip bir platform oluşturduk ve bu
platform
çevresinde
Demirel
Hükümeti’ne, bu faşist yasalara karşı
mücadele başlattık.
Tabiî İşçi Sınıfımızla çok sıcak,
geniş bağlarımız yoktu. Ama dar
olmakla birlikte önemli bağlarımız
vardı. Ama bütün bunlara rağmen
hareket
emrini
biz
verdik
demeyeceğim, asla böyle bir şey değil
yani spontane olarak, kendiliğinden 15
Haziran’da işçilerimiz fabrikalarından
çıkarak ayaklandı bu faşist yasalara
karşı. 150 bin işçi ayaklandı; yarısı bu
tarafta, yarısı Anadolu Yakası’nda.
Biz o zaman fakülte 4’üncü sınıfa
yeni geçmiştik, üçten dörde geçtiğimiz
yıldı. Eyüp tarafında, bu tarafta yani
Alibeyköy-Eyüp civarındaki Sungurlar
Kazan
Fabrikası’nın
oralardaki
eylemlerde
ve
fabrikalarda
mücadeleye katıldık. Ve yürüyerek
buraya geldik 16 Haziran günü. Galata
Köprüsü’nün üzerine geldik. Aynen
bizim geldiğimiz güzergâhtan. Yani
Edirnekapı’dan
yürüyerek
bu
güzergâhtan Galata Köprüsü’ne geldik.
Ve geldiğimiz anda köprünün
açıldığını
gördük
ve
karşıya
geçemedik. Zaten aynı bugün olduğu
gibi vapur seferlerini de iptal
etmişlerdi.
Beyoğlu Yakasından gelen İşçi
Sınıfımızla o tarafa geçip birleşecektik.
Taksim Meydanı’nı dolduracaktık.
Ama aynen bugün olduğu gibi vapur
seferlerini iptal edip birleşmemizi
engellediler.
Şimdi, o günden bu yana, yani 43
yıl sonra aynı olayı bir kez daha
yaşadık. Nitekim Halil Yoldaş’ımız da
hatırlattı; tabiî dün böyle alçaklıklar
yapacağını hesaplıyorduk bunların. O
bakımdan 30 arkadaşımızı DİSK’e
gönderdik geceden, akşamdan itibaren.
Yine Taksim civarında belli bölgelere
malzememizi sakladık. Ve DİSK’e
gönderdiğimiz arkadaşlar hepimizin
tanık olduğu gibi sabahtan kaça kadar?
Aşağı yukarı 1’e kadar sürekli gaz ve
su yediler.
Yani bir arkadaşımız (Bursa’dan),
şu anda tam bilmiyoruz ama bayağı
ağır yaralı çünkü gaz bombası yüzünde
patlamış arkadaşımızın. Yüz kemiklerinde kırıklar, kulağında, burnunda,
gözünde hasar varmış. Şişli Etfal Hastanesinde yatıyor şu anda. Nakliyat-İş
Genel Başkanı Yoldaşımız, Ankara İl
Başkanı Sait Yoldaşımız ayaklarından
ve genç bir arkadaşımız da plastik
mermiyle bacağından yaralanmıştır.
Bir diğer Yoldaşımız da (Ankara’dan)
göğsünden yaralanmıştır.
Haber olmayabilir bunlar. Üç yıl
önce miydi Halil? Halil Arkadaş da
yine plastik mermiyle yaralanmıştı,
plastik mermi sağ yanağından girip çene kemiğine saplanmıştı, arkadaşlar izi
hâlâ belli. Ama bizim dışımızda hiç
kimse tek kelimeyle söz etmedi
bundan. Yani biliyorsunuz bize karşı
uygulanan ablukayı.
Yani demek istediğim; demek ki
1950’den bu yana Türkiye’yi aynı
ABD-AB uşağı ihanet zincirinin
halkaları yönetmektedir. Mevcut
Tayyipgiller İktidarı da o zincirin son
halkasıdır.
Birbirlerinden
asla
ayrılıkları gayrılıkları, farkları yoktur
bunların. Şu anda biliyorsunuz
Demirel’ler, Tayyipgiller’den farklıymış gibi oynuyorlar. Ayrıymış gibi
oynuyorlar. Ama hep söylediğimiz gibi
namuslu gençlere, inanın bugün
Demirel’ler
iktidara
gelsin,
Cindoruk’lar iktidara gelsin, Tayyip’in
yaptığının birebir aynısını yaparlar.
Çünkü Meclisteki tüm partilerin ortak
paydaları aynıdır; ABD’ciliktir,
AB’ciliktir; BDP de buna dahil yani.
O bakımdan netçe, altını çizerek
söyledik; şu andaki İmralı-Barış
Süreci, ABD’nin yönetimindeki bir
süreçtir. Tabiî biz bunu böyle netçe
tespit etmekle birlikte Kürt Halkının
sömürge
statüsünde
yaşadığını;
özgürlük ve kurtuluş için haklı, meşru
bir mücadele vermesi gerektiğini
1933’ten beri savunuyoruz. Usta’mızın
o yıllarda söylediği gibi net
çözümümüzü hep dile getiriyoruz, kararlı bir şekilde savunuyoruz. O zaman
diyordu ki Usta’mız; AnadoluKürdistan Halk Cumhuriyeti. Biz de
bugün diyoruz ki; Edirne’den Çin sınırına kadar uzanan büyük coğrafyada
kurulacak
Türk-Kürt
Halk
Cumhuriyeti... Devrimci, Sosyalist
bir Cumhuriyet...
(Alkışlar…)
Ama şimdiki süreç ne?
Hizbullah’la,
Fethullah’la
onyıllarca
senenin
kaşarlanmış
gericileriyle,
Ortaçağcılarıyla,
Sorosçularla,
AB’cilerle,
ABD
yetkilileriyle -ki ayakta alkışlıyoruz,
diyor ABD Dışişleri biliyorsunuz- iç
içe bir süreç. Yani bu süreç halklara
kardeşlik de getirmez, özgürlük de
getirmez, mutluluk da getirmez. Yani
Kürt Sorunu’nun Devrimci ve
Amerikancı çözümü akla kara gibi,
geceyle gündüz gibi birbirinin zıttıdır.
Biz Devrimciyiz. Ve 1933’ten bu yana
Devrimci Çözümü savunuyoruz
açıkça, netçe, kesince, hiçbir ikirciliğe
yer bırakmayacak şekilde.
Taksim, 1 Mayıs’ın hep
Anavatanı olmuştur
Bir diğer önemli nokta, arkadaşlar;
Taksim’in 1 Mayıs’ın Anavatanı
oluşu.
Neden Anavatanıdır?
Osmanlı’dan bu yana Taksim,
mitinglerin, protestoların, gösterilerin Sultanahmet Meydanı’yla beraber- en
önemli iki alanından, meydanından
biridir. Ve şu anda da 54.000 m2’lik
yüzölçümüyle İstanbul’un en büyük
meydanıdır. Onun dışında en büyük
meydan Sultanahmet Meydanı’dır,
Aradaki
farkı
13.000
m2’dir.
kıyaslayın, arkadaşlar…
O bakımdan biz gençliğimizde
yapılan 1 Mayıs’larda, arkadaşlar hep
Taksim’i zorladık. Ve özgürce birkaç
yıl orada da İşçi Sınıfımızın Mücadele,
Birlik Gününü ve aynı zamanda
Bayramını kutladık. İki yönü var
bildiğimiz gibi 1 Mayıs’ın:
Birincisi
İşçi
Sınıfının
Parababalarına karşı, emperyalizme
karşı Mücadele günüdür,
İkincisi de Bayramıdır.
Yani diyalektiktir 1 Mayıs.
Orada da Kanlı 1 Mayıs’ı
bildiğimiz gibi Süper NATO, Gladyo,
Kontrgerilla adı verilen gizli örgüt kana bulamıştır. Süper NATO’nun
Türkiye uzantısı, bildiği gibi
arkadaşlarımızın,
başlangıçta
Seferberlik Tetkik Kurulu’ydu, sonra
Özel Harp Dairesi oldu, daha sonra da
Özel Kuvvetler Komutanlığı adını almıştır.
Onun
Intercontinental
Oteli’nin, şu andaki adıyla The
Marmara Oteli’nin penceresinden ve
karşısındaki Sular İdaresinden atılan,
uzun namlulu silahlardan atılan
mermilerle o yarım milyonluk
Devrimci, İşçi ve Aydınlardan oluşan
kalabalığın bir kısmı mermilerle
katledildi, diğer bir kısmı da panikle,
daha önceden önü kapatılmış olan
Kazancı Yokuşu’na bildiğimiz gibi
yönlendirilerek orada ezilmek suretiyle
öldürüldü,
canavarca,
canice
öldürüldü.
Yani Parababaları o kadar alçaklar,
o kadar vatan hainleri, o kadar halk
düşmanları, o kadar emperyalizm
uşakları ki, yani İşçi Sınıfımızın
senede bir kez olsun bu bayramını
kutlamasına izin vermiyorlar. O
yüzden bir sene kutlandı, hemen kana
buladılar 1 Mayıs’ı.
Ve acıdır; o katliamın sorumluları
olarak 1 Mayıs Alanı’nda bulunan
mağdurlar yargılandı yıllarca.
11
Yıl: 7 • Sayı: 65 / 14 Mayıs 2013
Taksim mücadelesi sıradan
bir mücadele değildir,
devrimci onur için
kararlılıktır
Parababaları böyle işte, arkadaşlar.
Onlarda insanlığın, namusun, vicdanın,
acımanın zerresi bulunmaz. O
bakımdan ben hep diyorum ki canlılar
alemi dörde ayrılır. Biz hep üçe biliriz,
değil mi, arkadaşlar; bitkiler,
hayvanlar, insanlar...
Bir de çok önemli dördüncü bölüm
vardır, bunu da insan suretindeki
yaratıklar oluşturur. İnsanlıkla hiç ilgisi
olmayan yaratıklar oluşturur. İnsan
doğmuş, ama bilerek ve isteyerek, iradi
olarak insanlığı terketmiş yaratıklar
oluştururur. İşte Parababaları ve
onların her türden temsilcileri, siyasiler
de, yazarçizerleri de bunlara dahil,
bilim insanı görünenleri de bunlara
dahil, bu kategoriye girerler. O
bakımdan onlarda acıma, namus, hiçbir
şey bulunmaz.
Sözü uzatmayayım; biz de ısrarlı ve
kararlı mücadelemizle Taksim’in özgürleştirilmesinde belirleyici rol oynadık. Bu şöyle oldu: Bildiğimiz gibi ki
bu mücadelede görünen bayraktarlığı
DİSK yaptı. DİSK’in de Parababalarının saldırıları karşısında geri adım atarak gerilemesini, yılgınlığa düşmesini
Nakliyat-İş Sendikası engelledi. Tabiî
bu kararlı duruşu da Hareketimizin 35
yıllık kıdemli Yoldaş’ı olan Nakliyat-İş
Genel Başkanı Ali Başkan ve ekibini
oluşturan genç yoldaşlarımız hayata
geçirdi. Yani o zamanki DİSK
yönetimlerinin,
Parababalarının
saldırıları karşısında geri adım atmalarını her seferinde engelledi. Onlara cesaret, güç verdi. Geri adım atılamaz,
dedi. Yani DİSK terk etse bile Nakliyat-İş tek başına Taksim’de olacaktır,
çünkü Taksim 1 Mayıs’ın ve İşçi Sınıfımızın Türkiye’deki Anavatanıdır, dedi arkadaşlar.
O bakımdan orayı namusumuz gibi, insanlığımız gibi, devrimci değerlerimiz gibi savunmak boynumuzun
borcudur bizim. Çünkü oranın her karış
toprağını kanlarımızla suladık biz. Vatan yaptık orayı. Asla oradan başka bir
yeri kabul edemeyiz. Hiç kimse kabul
ettiremez bize. O yüzden bu mücadele
en önemli devrimci mücadeledir. Devrimci onur için, namus için, kararlılık için verilen mücadeledir, arkadaşlar Taksim Mücadelesi. Öyle sıradan
bir mücadele değildir.
Tamam, Türkiye’nin her yerinde
kutlanabilir 1 Mayıs. Ama birincil olarak Anavatan’da kutlanır, Taksim Meydanı’nda kutlanılır. İşte onu engellemek için, alçaklar orada her tarafı kazdılar. Kışla adı altında alışveriş merkezleri, katlı otoparklar inşa etmeyi
planlıyorlar.
Bu seneki gerekçeleri neydi?
İnşaat var…
Hayır! Dikkat ederseniz Tayyip’in
dünkü konuşmasına, Yenikapı’ya sözüm ona miting alanı yapıyorlar, arkadaşlar. Diyorlar ki, üç milyon insana
kadar alabilecek bir meydan. Altında
da bilmem kaç yüz tane arabanın park
edebileceği alan. İşte şöyle donanımlı
alan yapıyoruz…
Bütün mesele Taksim’i elimizden
almak… Çünkü Devrimcilikle, İşçi Sınıfının Uluslararası Mücadelesiyle
Taksim özdeşleşmiştir. Onu almak istiyorlar bizden. Yani anayı çocuğundan
ayırır gibi, bizi Taksim’den ayırmak istiyorlar. Ve bunun için de alçakça yöntemler uyguluyorlar. Demiyorlar ki, siz
Taksim’i kendinize Vatan yaptınız, biz
de sizden vatanınızı alacağız. Böyle
deseler, hiç değilse namussuzlukların-
da namuslu olurlar. Ama bir de bu namussuzluklarını değişik yalanlarla, demagojilerle süsleyerek, maskeleyerek
savundukları için namussuzluklarında
da namussuzdur onlar. Yani iki kere namussuzdur, namussuz kere namussuzdur onlar, arkadaşlar. O bakımdan biz
de ısrarla mücadelemizi sürdüreceğiz.
İşte dün, söz etmiştim az önce, Halil Arkadaş yine hatırlattı. Tıpkı 15-16
Haziran’da olduğu gibi Galata Köprüsü’nü açabilirler, Unkapanı Köprüsü’nü açabilirler, geçmemize izin vermeyebilirler, diye bir değerlendirme
yaptık. Onun üzerine önlemlerimizi almıştık. Başka önlemler almıştık. Biz
hiç değilse burada yaparız. Birleşemesek de arkadaşlarımızla bayramımızı
bu meydanda kutlarız. Ama arkadaşlarımız da başka meydanlarda ve Taksim’e en yakın noktalarda olurlar ve
Taksim’e yüklenirler, demiştik. Öngörümüz de doğrulanmış oldu, arkadaşlar.
Yani sizleri de daha fazla yormak
istemiyorum. Bir kısım arkadaşlarımız
da yoldan geldi, bu saate kadar ayakta
durduk, sloganlar attık. Çoğu arkadaşı-
mızın da benim gibi sesinin akordu bozuldu. O bakımdan daha fazla yormak
istemiyorum.
Ama mücadelemizin şu yönünü de
belirtmeden geçmeyelim:
Bu mücadeleyi biz bu yaşımıza kadar kararlıca yürüttük.
Yeni tanıştığım (biraz önce) yoldaşım Felsefe öğrencisiymiş biraz ilerideki okulumuzda, Edebiyat Fakültesinde. Ben de bilim insanı olmak için oraya gelmiştim, Konya’dan bir genç olarak 1967’de. Ama orada Bilimcil Sosyalizmle tanışınca bu amacımızdan
vazgeçtik.
Dedik ki; insansak, insanlığın çektiği acılara sırtımızı dönemeyiz. Fildişi
kuleye kapatıp ya da dünyanın herhangi bir yerinde maddi bir varlığı olmayan soyut bir toplumun değerleri üzerine düşünce spekülasyonları yapmakla
ömrümüzü geçiremeyiz. O zaman insana yaraşan en temel görev, insanlığın
bu acılarına son vermek için kavgaya
girmektir. Bunu da İşçi Sınıfı Bilimi
yani Marksizm-Leninizm göstermiş. O
doğrultuda savaşmaktır insana yaraşan.
Gerisi her türlü mücadele bundan daha
aşağıdadır. En iyisi, en değerlisi varken
ne diye daha azına razı olalım, dedik,
bu kavgaya girdik. Yani bu yaşımıza
kadar mutlulukla bu kavgayı sürdürdük.
Tabiî bu şu anlama gelmez; sıkıntı
çekmedik değil. Ama bu kavganın tadı
vardır, mutluluğu vardır ki, o hiçbir
şeyle kıyaslanmaz. İşkence odalarında
bile seansa ara verildiği zaman yoldaşlarımızla yumruğu masaya vuruyorduk, buranın hâkimi biziz, diyorduk.
(Alkışlar…)
İnsanların çektiği acıları
bilince çıkarınca bu acıları
ortadan kaldırmak için
mücadele etmekten başka
bir tercihimiz olamazdı
İşkencecilerin karşımızda çaresiz
kalışının, bütün güçlerine rağmen yenilişlerinin insana verdiği mutluluğu
hiçbir şey veremez.
15-16 Haziran’la ilgili bir anımı kısaca anlatmama izin verin. 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi sonrası da Devrimci olarak tutuklanan sadece dört kişiydik, arkadaşlar Maltepe Cezaevinde
kalan. Hepsi de Kıvılcımlı’nın öğrencileri; İşsizlik ve Pahalılıkla Savaş Derneği’nin Genel Başkanı Latife Ha-
nım, Genel Sekreteri Orhan Abi’miz,
Orhan Müstecaplı Abi’miz ve bir
genç yoldaşımla bendim. Yani diğer
devrimci gruplardan hiç kimse yoktu
çünkü örgütlü olarak bu hareketin içinde sadece biz vardık. Yani tek tük bazı
arkadaşlar vardı eylem alanında bizim
de gördüğümüz. Ama örgüt olarak biz
vardık. Nitekim 1. Şubede de o zaman
Zeki Akkaya (1. Şube Polis Şefi); “Aylardan beri Genel Direniş diye mücadele yürütüyorsunuz hükümete karşı, işin
olacağı buydu”, dedi. Ki o zaman karşıda işçiler bir polisi öldürmüşlerdi.
Orada bir işçi arkadaşımız da katledildi
biliyorsunuz. Polisler onun paniği içindeydiler.
Selimiye’de işkenceden geçiriyorlardı bizi. Orada, 1. Şubedeki gibi, işkence aleti olarak üretilmiş uzun bir sopanın ortasına açılmış iki deliğe bağlanmış urgan bacaklara dolanarak falaka atılmıyordu, arkadaşlar. Öyle bir
alet yoktu. Onun yerine, M1 Amerikan
tüfeğinin kayışını bacaklarımıza dolamışlardı. Tüfeğin namlusundan biri tutuyor, kabzasından biri tutuyor, öbürleri de sopayla vuruyordu ayağa: kaldırılmış tabanlarımıza. O arada işkenceyi
yöneten bir subay: “Aman, dikkat edin,
bu namussuz komünist tetiği çekebilir,
namluda kurşun olabilir, bizi öldürebilir.”, dedi. Hemen boşalttılar ayağımı.
Tüfeğin mekanizmasını çekip bıraktılar. Ben o zaman gülmeye başladım, o
anda bile... “Manyak bu yahu”, dedi.
onun üzerine. “Şu halde bile gülüyor,
bu adamlarla uğraşılmaz.”, dedi değerli arkadaşlar. Yani onun o paniği bile,
her türlü güç elinde olmasına rağmen.
Öyle bir mutluluk veriyor ki yüksek
sesle gülüyorsunuz.
Ve hep derim, işkencede direnen
beden değildir; ruhtur, inançtır, kararlılıktır. Bilinçtir direnen. Ondan
yüzde yüz emin olduktan sonra işkencenin verdiği acıları yani ne diyelim,
duyarsınız ama acemi bir hemşirenin
damarınızdan kan alırken birkaç kez
sapladığı iğne kadar (tek seferde bulamaz, öyle acemi hemşireler oluyor.
Sağlıkçı arkadaşlarımız alınmaz tabiî.)
yani o kadar bir acı duyarsınız. Onun
da bir önemi yok yani. İşte Mustafa
Yoldaş’ımız 12 Eylül sonrası 45 gün işkencede kaldı, arkadaşlar. Ve tek kelime konuşmadı.
Niye?
Bu kararlılıkta olduğu için.
Hatta evini aramaya geldiklerinde
bir kere, diyor ki... 90 gündü değil mi
Mustafa?
Mustafa Şahbaz Yoldaş: 45’e inmişti.
urullah Ankut Yoldaş: 45’e inmişti. O kadar yoğun işkenceler yapıyorlar ki… Evini aramaya geldiklerinde bir ara fırsat buluyor, üçüncü kattan,
pencereden atıp öldürebilirim kendimi,
diyor. Yoldaşlarıma zarar verme ihtimalini sıfıra indirmek için. Sonra, yahu
niye öldüreyim kendimi, diyor. Direndim. Sonuna kadar da direnirim. Kazanan ben olmalıyım, diyor. Kurtulabilirim ama mücadele etmem gerekir.
Böyle bir ölüm bize yakışmaz, diyor ve
vazgeçiyor. Götürüp tekrar devam ediyorlar işkenceye.
Halil Arabulan Yoldaş: Doğru ve
güzel bir karar olmuş.
urullah Ankut Yoldaş: Evet, tabiî…
(Alkışlar…)
Bu öğretiden geçtiğimiz için işte
Halil Arkadaş, 50 küsur kiloluk bedenine rağmen… Kaç gün işkenceden geçtin Halil?
Halil Arabulan Yoldaş: 28 gün
Hoca’m.
urullah Ankut Yoldaş: 28 gün…
Tek kelime yok, tek satır ifade yok, arkadaşlar.
Ve savcı kanıt olarak ne öne sürüyor
ve mahkeme de kabul ediyor, biliyor
musunuz?
“Poliste ifade vermemesi örgüt üyeliğine delildir”, diyor. Evet, doğru, bir
kanıt bu! Savcı haklı bu konuda değil
mi? Evet, haklı.
(Alkışlar…)
Yine, Gürdal Arkadaş’ımız. Bildiği-
niz gibi bedensel engelli. Öldü diye bırakıp gidiyorlar. Elektrikten öldürdük,
diyorlar; panik halinde bırakıp gidiyorlar. Bir süre sonra kendine geliyor. Yahu ölecek, başımıza bela olacak, bırakalım şu elektriği, diyorlar; ondan sonra bırakıyorlar. Aynen Halil Arkadaş’ta
olduğu gibi, konuşmamış olmasını savcı ve mahkeme örgüt üyeliğine delil
olarak kabul ediyor. Yani bu kararlılıkta olduktan sonra sizi çözmeleri mümkün değil, acı vermeleri de mümkün
değil size, arkadaşlar.
Yani demek istediğim, sözü yine
uzattım bakın yoldaşlar, bağışlayın.
Artık sonlandırayım. Yani Devrimci
Kavga böyle bir şey… Acılar, sıkıntılar
yaşarsınız ama o mücadelenin, o en yüce, insana en yaraşır ve insanı insanlığın doruklarına ulaştıran o mücadeleyi
verdiğiniz için aynı oranda büyük, başka hiçbir şeyden alamayacağınız bir
hazzı ve mutluluğu alırsınız karşılığında.
O bakımdan biz hep kazanırız, arkadaşlar. Yenilmeyiz biz!
Tabiî sonunda bu düzeni de yıkacağız, altüst edeceğiz. Ama biz şu anda
da kazançtayız çünkü ömrümüzü insanca yaşadık. İnsan gibi yaşadık ve insanca sonlandıracağız. Kolay değil bir
ömrü insanca yaşamak, insan gibi tamamlamak, değil mi bir şairimizin dediği gibi, arkadaşlar?
O bakımdan, bugün de yaralanan
arkadaşlarımız oldu, yorulan arkadaşlarımız oldu ama hepimiz böyle bir
mücadeleyi verdiğimiz için de mutluyuz. Ki bu yorgunluğumuzun hepsini
biraz oturduk mu alır, siler gider.
Daha fazla uzatmayayım yoldaşlar.
Halkız, Haklıyız Yeneceğiz!
(Alkışlar…)
Hugo Chavez Frias Yoldaş’ın yarım bırakmak zorunda
kaldığını Nicolas Maduro Yoldaş tamamlayacak
B
ilimsel Sosyalizmin kurucuları
Marks-Engels Yoldaşların da
işleri yarım kalmıştı. Yapılması
gerekenleri yetiştiremedikleri için üzülüyorlardı, ömürlerini dünyanın en kutsal davası olan insanlık davasına adamış
olmalarına rağmen. Mirasları Bilimsel
Sosyalizm, vasiyetleri yarım kalan işlerinin tamamlanmasıydı. Lenin Usta,
Rusya’dan bir güneş gibi doğdu insanlığın üzerine. Marks-Engels Yoldaşların
yarım bıraktıklarını tamamladı, Onların
kurucusu olduğu insanlığın kurtuluş bilimini ete kemiğe büründürdü. Ama
Lenin Usta da daha yapabileceği çok şey
varken, çok genç denebilecek bir yaşta,
54 yaşında bedence aramızdan ayrıldı.
O’nun işleri de yarım kalmıştı. Usta’nın
mirası Sovyet Devrimi, Vasiyeti de Devrimlerin yayılması, Halkların kendi devrimlerine giden yolu bulmalarıydı.
Marksizm-Leninizmin 20’nci Yüzyıldaki en büyük geliştiricisi Hikmet
Kıvılcımlı, ne mutlu ki bize, bu topraklardan çıktı. Marks-Engels-Lenin Ustaların yetiştiremediklerini (sınıflı topluma
geçişin yasalarını) tamamladı, bu topraklarda Devrime gidecek yolu, bu topraklardaki Halkların kullanımına sundu.
Kıvılcımlı Usta’nın da işleri yarım kalmıştı. Mirası, Antika Toplumun üzerini
örten örtüyü kaldırdığı, özellikle Doğulu
Toplumların gelişim sınıf ilişki ve çelişkilerini aydınlığa çıkardığı Tarih Tezi,
vasiyeti Türkiye Devrimi’nin gerçekleştirilmesiydi.
Kendilerini halkların kurtuluşuna
adayan önderler, Simon Bolivar, Miranda, Jose Marti, Mustafa Kemal,
Camilo, Kahraman Gerilla Che, De-
nizler, Mahirler’in de işleri hep yarım
kaldı, yetiştiremediler yapacaklarını. Ne
zaman ki insanlık sınıfsız, sömürüsüz,
insanlığın tek bir sosyalist aile olacağı
bir dünyaya ulaşacak, işte o zaman
yarım kalan işler tamamlanmış olacak.
Chavez Yoldaş’ımız da, daha yapacak çok şeyi varken, genç denebilecek
bir yaşta bedence aramızdan ayrıldı. 05
Mart 2013 tarihinde, 57 yaşında kaybettik Yoldaş’ımızı. Acısı daha çok taze.
“Dünyada yoksulluğu ortadan kaldıracak biricik sistem Sosyalizmdir.”
“Kapitalizm vahşiliktir. Her geçen
gün bunu daha iyi görüyorum.”, diyordu Yoldaş’ımız. Halklara göstereceği,
yaşatacağı güzel günler, AB-D Emperyalistleri ve yerli satılmışlara yaşatacağı
kâbuslar vardı daha. Bu yıkılası kanser
düzeninin benzeri kanser hastalığı Chavez Yoldaş’ımızı aramızdan aldı. Artık
anılarıyla, mücadelesiyle kavgamızda
yaşamaya devam edecek. Chavez Yoldaş’ın da işleri yarım kaldı. Mirası Bolivarcı Devrim, vasiyeti de bu Devrimin
Tüm Latin Amerika’ya yayılarak Simon
Bolivar’ın idealinin gerçekleşmesi.
Chavez Yoldaş’ımızın Venezela Halkına bir diğer vasiyeti de halefi olarak
belirlediği Nicolas Maduro Yoldaş’ın arkasından gitmeleriydi. Ve Venezuela
Halkı Komutanlarının vasiyetini yerine
getirdi. 14 Nisan’da yapılan seçimlerde
icolas Maduro Yoldaş, AB-D Emperyalistlerinin ve yerli işbirlikçilerinin
bütün çabalarına rağmen seçimlerden
galip olarak çıktı. AB-D Emperyalistleri
ve yerli işbirlikçiler açısından Chavez
heyulası devam ediyor. Dünya Hakları
açısından ise umut devam edecektir.
Şan, şöhret, makam, mevki tutkunu
AB-D Emperyalistleri ve yerli satılmışlar istedikleri kadar “üniversite eğitimi
olmayan bir kamyon şoförü” diyerek
küçümsesinler, Maduro Yoldaş, “Gençliğine rağmen muazzam tecrübeleri
olan, büyük bir fedakârlık ve çalışma
kapasitesiyle en zor durumların dahi
üstesinden gelebilecek bir devrimci”
olarak Chavez Yoldaş’ımızın yarım bıraktığı Devrimi tamamlayacaktır.
Umudumuzdur; Maduro Yoldaş, Finans-Kapitalin ekonomik sistemini parçalayıp,
devrimci
anlayışla
sömürücülere darbeyi vuracak, bir avuç
Parababasını ortadan kaldıracak, halkçı
ekonomi sistemi Sosyalist Ekonomiyi
örgütleyecektir. İşte o zaman Chavez
Yoldaş’ın başlattığı Devrim amacına ulaşacak, Yoldaş’ımızın yarım bıraktığı tamamlanmış olacaktır.
Halkın Kurtuluş Partisi olarak, Chavez Yoldaş’ımızın en başından beri hep
yanında olmuş, Komutanına büyük bir
sadakatle bağlı kalmış Maduro Yoldaş’ımızın seçim zaferini kutluyoruz. Bu
zaferin Venezüella Halkına ve Dünya
Halklarına yeni heyecanlar, umutlar getireceğine ve dinmiş olan sol rüzgârları
yeniden estireceğine olan inancımızla
başarılar diliyoruz. 15.04.2013
Venceremos! Hasta La Victoria Siempre!
Zafere Kadar Daima!
Halkız! Haklıyız! Kazanacağız!
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
12
Yıl: 7 • Sayı: 65 / 14 Mayıs 2013
Halkın Kurtuluş Partisi’nden
HKP, Halkların Gerçek Kardeşliğinin Savunucusudur
“Ermeni Soykırımı” Yalanı Emperyalistlerin Halkları Birbirine
Boğazlatma Planıdır
Baştarafı sayfa 20’de
İzmir’de “Soykırım” yalanına
karşı çıkan Partililerimize
saldıranlar hak ettikleri
cevabı almıştır
B
ildiğimiz gibi Batılı Emperyalistlerin dünyayı 1000 parçalı eyalet
devletçiklere ayırma stratejisinin
Ortadoğu’daki uygulamasını, Afganistan
ve Irak’ın açık işgallerinde, Yugoslavya,
Libya ve Suriye’ye karşı yapılan saldırılarda gördük, görüyoruz. Emperyalist çakallar, “Artık Ortadoğu’da sınırların
yeniden çizilme zamanı gelmiştir.”, diyerek bu niyetlerini açıktan deklare etmişler ve Irak’ı üçe bölerek de bunun ilk
adımlarını atmışlardır. İki yıldır da dışarıdan topladıkları hırsız, katil, ırz düşmanı,
çapulcu sürüleriyle yürüttükleri saldırılarla Suriye’ye de aynı sonu yaşatmak istemekteler. Esad liderliğindeki Suriye’nin
antiemperyalist yönetimi bu emperyalist
uşağı çakal sürüsüne ve onlara silah, cephane ve lojistik destek sağlayan Batılı
Emperyalistlere karşı iki yıldır onurluca
direnmektedir.
Aynı emperyalist plan, ülkemizde de
Yeni Sevr’in hayata geçirilmesi ile uygulamaya konulacaktır. ABD ve AB
Emperyalistleri, ülkemizde de projecilik,
sivil toplumculuk vb. adlarla avrolara-dolarlara boğarak satın aldığı, ajanlaştırdığı
hainler eliyle ülkemizi hızla Yeni Sevr bataklığına götürmekte. Yeni Sevr’in hayata
geçirilmesi için de türlü yollara başvurmaktalar. Yüzyıllar önce bu topraklarda
yaşanan acılar, trajediler ısıtılıp ısıtılıp
gündeme getirilerek, halklar arasına yeniden kin ve düşmanlık tohumları ekmekteler.
Son yıllarda bunu “Ermeni Soykırımı”
yalanı üzerinden gündeme getirmeye başladılar. 1915’te Batılı Emperyalistlerin
kışkırtmaları sonucu, Ermeni Burjuvalarının Osmanlı yönetimine isyan etmesiyle
birlikte yaşanan karşılıklı çatışma ve katliamlar; (bizzat Ermeni aydınların kaleme
aldığı kitaplardaki; “Yaşanan karşılıklı
bir savaştı, bu savaşta Osmanlı yendi
biz yenildik, Batılı devletler bize verdikleri sözleri tutmadılar” şeklindeki
tespitlere karşın) bizdeki yerli satılmışlar
cephesi tarafından ısrarla “Soykırım” olarak dillendirilmektedir. Tabiî bunu dillendirmekle de kalmıyorlar, son yıllarda olduğu gibi, çeşitli illerde yaptıkları eylemlerle halkın gündemine de sokmaya çalışıyorlar.
İşin üzücü bir yönü de; bu hainlerin
Yeni Sevr’e ulaşmak için bilinçli bir şekilde uygulamaya koydukları bu emperyalist savaş ve talan propagandasını “zahir demokratlık, solculuk böyle olur” düşüncesiyle savunan gafiller de hızla çoğalmaya başladı.
Geçmişte yaşanan olayları tersyüz
ederek bizzat Emperyalistlerin “Savaş
Propaganda Büroları”nda hazırlanan çarpıtılmış bilgilerle, okumadan, araştırmadan kendi ülkesine, atalarına düşmanlık
yapar hale gelen bu çoğunluğun aklını
kullanması için uyarma görevimizi yapmak üzere 24 Nisan 2013 günü İzmir’de
Basmane Meydanı’na gittik. “Ermeni
Soykırımı” Yalanı AB-D Emperyalistleri ve Yerli Satılmışlar Cephesinin
Yeni Sevr Planının Bir Parçasıdır” yazılı pankartımız ve bayraklarımızla yerimizi aldık.
Esasen önceki yıllarda da aynı şekilde
gidiyorduk ve kendi tezlerimizi halka anlatıyorduk. Bu yıl da aynı şekilde İl
Başkanımız
tarafından
Genel
Merkezimizce
hazırlanan
Basın
Açıklamamız okundu. Başkanımızın hiçbir soyutluk taşımayan ve 100 yıl önceki
olayların tarihsel gelişim seyri içinde konulduğu konuşması ve atılan sloganlar,
“soykırım” yalanına inandırılan bazı gafillerin zoruna gitti.
Tam metnini diğer sütunlarımızda göreceğiniz basın açıklamamızın içeriği ile
ilgilenmek, “soykırım” tezini çürüten tespitlere karşı cevap vermek yerine, her zaman olduğu gibi yine saldırıyı tercih eden
bu gafiller, ilkin sloganlarla sesimizi boğmaya ve yanlarında getirdikleri keser saplarını
göstererek
kendilerince
Partililerimize gözdağı vermeye yeltendiler. Partililerimiz, sayıca bizden dört misli kalabalık olan bu gafiller karşısında yılmayıp daha gür sesleriyle sloganlarımızı
atmayı sürdürdüler.
İçlerinden biri, İl Başkanımız Basın
Açıklamasını okurken, saflarımızın en
ucundaki bir bayan arkadaşımıza tekme
attı. Diğerleri de ellerindeki sopalarla kitlemize saldırıya geçti. Tabiî bu saldırı,
anında Yoldaşlarımız tarafından karşılandı, saldırganların bir kısmındaki sopalar
da ellerinden alındı ve etkisiz hale getirildiler. Bu arada şunu da belirtelim ki, aşama aşama saldırıya hazırlanan bu gafilleri
seyreden ve kitlemize saldırmalarına göz
yuman polis ise Yoldaşlarımız tarafından
enterne edilen saldırganları bize müdahale ederek kurtarmış ve araya barikat kurmuştur.
Kitlemize saldıranlar, Amerikan
Büyükelçisi ve AB temsilcilerinin “sesimizi seslerine katıyoruz”, “demokrasi
kahramanları” diye övdükleri, bizim
Sevrci Sahte Sol diye adlandırdığımız zavallılardır. Bunlar kenar mahalle çakallarının davranışı ile sayıca üstünlüklerine
ve önceden yaptıkları hazırlıklara güvenip
saldırarak bizleri inandığımız davadan geri durduracaklarını sanıyorlarsa yanılıyorlar. Daha doğrusu bugüne kadar yanıldıklarını hâlâ anlamadılarsa ne zaman anlayacaklar?
Olaydan hemen sonra bazı internet si-
telerindeki yayınlarında bu sayıca üstünlüklerini o kadar trajikomik bir şekilde
abartıyorlar ki, güya İzmir’deki “soykırım anmasına 2000 kişi katılmış ve bu kitleye HKP’li faşistler saldırmış”. Yine bazı sitelerde de “HKP’li faşistler yine saldırdı.” diyerek geçmişte yaptıkları gibi
Nazi
Propaganda
Bakanı
Faşist
Goebbels’in taktiklerine başvurmaktalar.
Yalanın bu kadarına ne denir? Bunu yazanlar aynaya nasıl bakıyor acaba?
Bilindiği gibi Goebbels’in halkı kandırma taktiklerinden bazıları şunlardır:
* Hatalı olduğunu veya yanlış yaptığını asla kabul etme.
* Asla rakibinin üstün bir yanı olduğunu kabul etme.
* Asla kendinden başka bir seçeneğe hareket alanı bırakma.
* Asla kabahat üstlenme.
* Halk büyük yalanlara, küçük yalanlara göre daha çabuk inanır.
* Bir yalanı yeteri sıklıkla tekrarlarsan, halk eninde sonunda ona inanır.
Bizim Sevr’ci Soytarı Sahte
Solcularımız da aynen bu yalanlara başvurmaktadırlar. Bir başka anlatımla, yukarıda hiçbir ekleme çıkarma yapmadan
önyargısızca anlattığımız aramızdaki olayı (aynen diğerlerinde de olduğu gibi) bir
iki saat sonra tam tersine çevirerek internet sitelerinde kendilerini mazlum, bizleri
saldırgan olarak göstererek anlatmaları
Goebbels’i bile aratır niteliktedir. Ancak
bu soytarıların atladıkları bir şey var:
Goebbels, yukarıdaki propaganda araçlarını bundan 70 yıl önce uygulamaya koymuş ve başarılı olmuştur. Oysa şimdi 21.
Yüzyıldayız ve iletişim alanındaki olağanüstü gelişme, bu yalancıların mumunun yatsıya kadar bile yanmasına izin vermez, vermiyor. Nitekim başka objektif
habercilik yapan siteler incelendiğinde
açıkça görüldüğü gibi, ne bunların sayısı
2000 ne de ilk saldıran biziz. Kaldı ki bu
sitelerdeki resimlerin tamamında kapışmanın bizim kitlemizin içinde yaşandığı,
onların kitlesinin ise en az 20-25 m. uzakta olduğu netçe görülmektedir. Dolayısıyla yukarıda da anlatıldığı gibi, bu
Sevrci Soytarıların doğrudan kitlemiz içine yönelik bir saldırıları yaşanmıştır. Bu
saldırganlar da hak ettikleri yanıtı almıştır. Olay budur…
Hep söylediğimiz gibi, biz ideolojik
bir mücadele yürütüyoruz. Karşımızdakilerin de bizimle ideolojik mücadele yürütmesini isteriz. Bu mücadelemizde de
kimseye siyaset yapma yasağı getirmek,
fiziki saldırıda bulunmak gibi bir anlayışımız bugüne kadar olmadığı gibi bundan
sonra da olmayacaktır. Ancak bir yandan
bize “faşist” deyip diğer yandan kendileri
aynı faşizan yöntemlere başvuranlar karşısında da bizim elimiz armut toplamayacaktır. Dün olduğu gibi bugün de yarın da
hak ettikleri cevabı aldılar, alacaklar ve
almaya da devam edecekler.
İzmir’den
Kurtuluş Partililer
***
Halkların Gerçek
Kardeşliğinin Savunucusu
HKP, Emperyalistlerin Halkları
Birbirine Boğazlatma Planı
“Ermeni Soykırımı” Yalanına
Karşı Taksim’deydi!
Bildiğimiz gibi; AB-D Emperyalistleri tarafından ülkemizin hızla sürüklendiği Yeni Sevr bataklığına doğru önemli
bir basamak olan “Ermeni Soykırımı”nın
tanınması için, son yıllarda “soykırımın”
yıldönümü kabul edilen 24 Nisan’da ülkenin değişik illerinde anma etkinlikleri yapılıyor. Bu nedenle Kurtuluş Partisi de her
yıl, aynı yerde bu planın Emperyalistlerin
bir oyunu olduğunu ve halkları tekrar birbirine boğazlatma planı olduğunu haykırmak ve buna karşı Ermeni, Kürt ve Türk
halklarını uyarmak için karşı eylemler düzenliyor. Onlar eylem saatlerini sözde
soykırımın yıldönümü 1915’i çağrıştıran
bir şekilde 19.15 olarak belirliyor;
Kurtuluş Partisi ise I. Antiemperyalist
Kurtuluş Savaşımızın ilk kıvılcımının çakıldığı 1919’a atıfla 19.19 olarak belirliyor.
Bu yıl yine öyle oldu. Saat 19.00’dan
itibaren toplanmaya başlayan “Soykırım”
savunucularına karşı Kurtuluş Partisi
“Kahrolsun Emperyalizm, Yaşasın
Halkların Kardeşliği”, “Kahrolsun AB-D
Emperyalizmi”, “Biji Bratiya Gelan”,
“Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın II. Kurtuluş
Savaşımız”, “Soykırım Yalanı ABD’nin
Planı” sloganlarıyla yerlerini aldılar.
Basın açıklamasını HKP İstanbul İl
Başkanı Av. Pınar Akbina yaptı. O dönem
yaşanan karşılıklı katliamın “Ermeni
Soykırımı” tezi olarak Emperyalistler tarafından ortaya atıldığının, bizzat Ermeni
yönetici ve aydınlarının söz ve yazılarından alıntılarla kanıtlandığı açıklamada,
Kurtuluş
Partisi’nin
amacının;
Emperyalistler tarafından halkların yeniden birbirine düşürülmesine, o dönem yaşanan karşılıklı trajedinin yeniden yaşanmasına engel olmak için herkesi uyarmak olduğu belirtildi. Halkların gerçek
kardeşliğinin de Emperyalizme ve
Burjuva sınıflarına karşı Türk-KürtErmeni İşçi Sınıflarının mücadelesi ve
zaferi ile sağlanacağı vurgulandı.
Halkın yoğun ilgisi ile karşılanan eylem
sonunda Kurtuluş Partililer alkışlandı ve
tebrik edildi.
Kurtuluş Partisi, özellikle Sevrci
Soytarı Sahte Sol tarafından; mesele hakkında ne söylediğine, kanıtlarının neler
olduğuna bakılmadan; savunduğu tezlere
karşı en ufak bir kalem dahi oynatılmadan, demagojilerle, yalanlarla, sanki
Ermeni Halkına düşmanmış gibi gösterilmeye çalışılmaktadır.
Oysa bugün asıl soykırımcı
Emperyalistlerle aynı tez olan “Ermeni
Soykırımı” yalanını savunanlar, bilerek
ya da bilmeyerek AB-D Emperyalistlerinin ekmeğine yağ sürmektedirler,
halkların kardeşliğine dinamit koymaktadırlar. Bu tezi savunmak, halkların birbirine düşürülmesi demektir.
Çünkü bu yalanın kabul edilmesi demek;
“3 T Planı” çerçevesinde Tanımanın ardından Tazminat ve Toprak taleplerini
de getirecektir. Bu da hem Türk ve
Ermeni Halklarının, hem de Kürt ve
Ermeni Halklarının birbirine düşmesi demektir. Bunun, demokratlıkla, halkların
kardeşliğini savunmakla hele hele devrimcilikle hiçbir ilgisi yoktur!
İşte tam da bu nedenlerle bu yalana ve
planlara karşı çıkanlar, halkların gerçek
kardeşliğini savunuyor demektir. Bunu şu
an Türkiye’de savunan tek devrimci parti
de Halkın Kurtuluş Partisi’dir. Ermeni
Halkının da, Kürt Halkının da, Türk
Halkının da gerçek dostudur Kurtuluş
Partisi. e Ermeni Halkından ne de
Türk-Kürt Halklarından tek bir insanın kılına dahi zarar gelmesin ister ve
bunun için mücadele eder Kurtuluş
Partisi.
Onlar ne kadar farklı göstermeye çalışsalar da Halkın Kurtuluş Partisi gerçekleri savunmaktan ve ortaya çıkması için
mücadele etmekten asla geri durmayacaktır. Çünkü gerçekler inatçıdır. Görmek
isteseniz de istemeseniz de, kabul etseniz
de etmeseniz de eninde sonunda ortaya çıkarlar…
Kahrolsun AB-D Emperyalizmi!
Yaşasın Türk-Kürt-Ermeni Halklarının Kardeşliği!
İstanbul’dan
Kurtuluş Partililer
***
Geçmişine ihanet edenlerin
gelecekte yerleri olamaz!
Gafilce ya da haince vatanına
ihanet edenlerin öldüklerinde
yatacak toprakları da kalmaz!
Halkın Kurtuluş Partisi, ülkemizi Sevr
bataklığına götürmek isteyen emperyalistlerin aşağılık planlarından biri olan
Ermeni Soykırımının gerçek olmadığını,
emperyalist tarihçilerin kendi belgeleri ile
teşhir etmiş; bilimsel, objektif gerçeklikle
duruca insanlığın önüne sunmuştur.
Gerçekleri apaçık ortaya çıkaran Halkın
Kurtuluş Partisi’nin görevi, bu aşağılık
kandırmaca ile halkları birbirine kırdırmaya çalışan Emperyalist tuzağın-planın
tüm halklara duyurulmasıdır.
Sözde Ermeni Soykırımını protesto etmek için, on yıllarca vatan bildikleri topraklarda kardeşçe yaşayanların arasına asla unutulmayacak kan davaları sokarak,
vatanı parçalamaya çalışan emperyalistlerin yönlendirmesi ile Sevrci Sahte
Solcular ve onların avanesi, birkaç yıldır
her 24 Nisan’da “katliamın” yıldönümüne
atıfla 19:15’te etkinlikler düzenliyorlar.
Ve o etkinliğin hemen akabinde de
dünyada emperyalizme karşı başarı kazanan ilk ulusal kurtuluş mücadelesinin başlangıç tarihine atıfla 19:19’da üzerlerine
düşen tarihi sorumlulukları yerine getiren
Kurtuluş Partililerle karşılaşıyorlar.
Sevrci Sahte Solcular, Soykırım, di-
yor; Kurtuluş Partililer, Soykırım Yalanı
ABD’nin Planıdır, diyorlar; Sevrci Sahte
Solcular, Hepimiz Ermeni’yiz, diyor;
Kurtuluş Partililer, Yaşasın Halkların
Kardeşliği, diye haykırıyor; Sevrci Sahte
Solcular, Ermenistan için vatan toprağından toprak vermeye kalkıyor; Kurtuluş
Partililer, Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın
İkinci Kurtuluş Savaş’ımız diye haykırıyorlar.
24 Nisan 2013’te Sevrci Sahte Sol’un
önderliğinde kimi hain kimi gafilden derleşik kitle saat 19.15’te İstanbul Taksim
ve Ankara Sakarya Meydanı’nda, saat
18.00’da ise İzmir Basmane Meydanı’nda
anma gerçekleştireceklerini duyurdular.
Kurtuluş Partisi de saat 19.19’da
İstanbul ve Ankara’da, saat 18.00’da ise
İzmir’de meydanlarda olacak ve her fırsatta olduğu gibi gerçekleri açıklayacak
ve teşhir edecekti.
Öyle de oldu. Kurtuluş Partililer,
Ankara’da Parti Genel Merkezi’nden sloganlar eşliğinde Sakarya Meydanı’na
ulaştıklarında saat 19.05’ti. Ancak
19.15’çiler “Tozduman”dı. Kurtuluş
Partililer Ermeni Soykırım Yalanı’nı, bunun ABD’nin bir planı olduğunu Sakarya
Meydanı’nda haykırdılar. Ancak Sevrci
Sahte Solcular, İzmir’de Zeynep
Tozduman’ın kışkırtıcılığına ve polisin
Sevrcilerin saldırganlığına göz yummasına rağmen “tozduman” olmuşlardı.
“Basmane Meydanı köşesinde”ki 30 civarındaki Kurtuluş Partililer ETHA’nın haberine göre “2000 kişilik kitleye
saldır”ınca Ankara’da 19.15’i bile bekleyemeden duman olmuşlardı. Yazık…
Kurtuluş Partisi Ankara İl Örgütü
programını gerçekleştirdi. Partimiz MYK
Üyesi ve Ankara İl Başkanı Av. Sait
Kıran’ın gerçekleştirdiği Basın Açıklaması’na Ankaralılar ilgi gösterdi.
Karamıkla buğday bir kez daha halkımız
tarafından ayırt edildi. Açıklamamız sona
erdiğinde yine sloganlarımızla Parti
Genel Merkezimize döndük.
Partimiz Genel Başkanı der ki; bizim
iki vatanımız var; biri üzerinde yaşadığımız somut, vatan toprağı, diğeri de cesaret vatanı. Bunlarda ikisi de kalmamış.
Neylersin? Biz hesapsız, çıkarsız tertemiz
halklarımızla hemhal olmuşuz. Ne yatacak topraksız kalırız ne küllerimizi savuracak ummansız. Bizler Ararat’tan,
Nemrut’tan Türk-Kürt-Ermeniler olarak
güneşin doğuşunu da izleriz. Aynı kazanda aşureler kaynatır Sosyalizmi de kutlarız. Siz derdinize yanın…
Soykırım Diyenler Ya Gafildir Ya
Hain!
Soykırım Yalanı Emperyalist Planı!
Kahrolsun AB-D Emperyalizmi!
Yaşasın Halkların Kardeşliği!
Ankara’dan
Kurtuluş Partililer
ot:
Ermeni Soykırımı iddiasının; halklarımıza geçmişte Sevr’i, bugünse
Yeni Sevr’i dayatmak için emperyalistlerin ortaya koyduğu bir yalan olduğunu matematiksel kesinlikle ortaya koyan 301 sayfalık büyük boy
“Sevrci Soytarı Sahte Sol ve Ermeni Sorunu” isimli kitabımıza
http://www.derlenisyayinlari.org/index.php/kitaplarimiz/nurullah-ankutkitaplari/99-sevrci-soytari-sahte-sol-ve-ermeni-sorunu adresinden; bu konunun özeti diyebileceğimiz ve güncel bilgileri de içeren Basın
Açıklamamıza ise http://www.kurtuluspartisi.org/component/content/article/8-basin-aciklamalari/51-ermeni-sorunu.html adresinden ulaşılabilinir.
13
Yıl: 7 • Sayı: 65 / 14 Mayıs 2013
S
Dünya Süt Günü’nde
süt tüketiminde ve sütçülükte ne durumdayız?
üt içilmesini teşvik etmek amacıyla
Uluslararası Sütçülük Federasyonu, 1956 yılında 21 Mayıs’ı, “Dünya Süt Günü” ilan etmiş. Federasyona üye
olan tüm ülkelerde 21 Mayıs, Dünya Süt
Günü olarak kutlanıyor. Türkiye de bu Federasyona üye olduğu için ülkemizde de
kutlanmakta. Kutlanıyor dediysek, ne yapılıyor, bir bayram havası mı estiriliyor?
Hayır. Yılda bir kez, süt içilmesini teşvik etmek adı altında panel ve söyleşiler
düzenleniyor. TMMOB’ye bağlı ilgili
Odalar da süt broşürü ve belli okullarda
temsili süt dağıtımı etkinlikleri yapıyor bugünde…
Yaklaşmakta olan 21 Mayıs Dünya
Süt Günü’nü Türkiye’deki süt tüketimi ve
üretimi açısından yine pek iç açıcı olmayan
bir tabloyla karşılıyoruz.
Süt, beslenmemizde özellikle hızlı büyümenin olduğu okul öncesi dönemi çocukları için önemli bir yere sahiptir. Okul
öncesi dönemde kemiklerin gelişimi ve
sağlıklı oluşumu için kalsiyum önemli bir
mineral. Ayrıca yine büyümenin hızlı olduğu gençlik döneminde ve gebelik-emzirme
dönemlerinde de kalsiyum önemli bir ihtiyaç oluyor. Çocuklarda yetersiz kalsiyum
alımı büyümeyi olumsuz etkileyebiliyor,
gelişme geriliği ortaya çıkabiliyor. Ağır
yetersizlik durumunda yetişkinlikte erişebilecekleri azami boya ulaşamıyorlar.
Yaşam boyunca, hafif yetersizlik durumlarında bile kemik yoğunluğu etkilenebiliyor, kemik kayıpları oluşabiliyor, osteoporoz (kemik erimesi) riski artabiliyor
ve kolay kemik kırıklarının görüldüğü hastalıklar oluşabiliyor.
Her öğünde almamız gereken dört temel besin grubundan biri süt ve süt ürünleri. Süt ve süt ürünleri vücudumuz için gerekli kalsiyum ve B2 vitamininin en iyi
kaynağı. Diş ve kemik sağlığı için gerekli
olan kalsiyum, süt ve süt ürünleri tüketilmeden sağlanamaz. Bu grup ayrıca protein,
fosfor ile B2 ve B12 vitamini açısından da
zengin. Başta yetişkin kadınlar, çocuklar
ve gençler olmak üzere tüm yaş gruplarının
süt grubu besinleri, her gün tüketmesi gerekiyor. Tüketilmesi önerilen miktar yetişkinler için günde 2 porsiyon, çocuk-gençgebe-emzikli ve menopoz sonrası kadınlar
için ise günde 3-4 porsiyon. (Bir büyük su
bardağı süt veya yoğurt, iki kibrit kutusu
H
büyüklükte peynir, bir küçük kâse muhallebi veya sütlaç bir porsiyon kabul ediliyor.) Süt proteini iyi kalite bir protein. Proteinler, büyüme için mutlaka gerekli. Vücudun tüm hücrelerinin büyük bir bölümü
proteinlerden yapılmış ve bu hücreler sürekli olarak değişip yenileniyor. Vücut proteinlerinin oluşumu için kaynak, besinlerimizde bulunan proteinler. Süt proteinleri
yüzde 78-80 oranında vücut proteinine dönüşebiliyor. Sindirilebilirlikleri ise yüzde
90’ın üzerinde. Kalsiyum için en iyi kaynak süt ve süt ürünleri.
Yetmiş yaşındaki tüm kadınların
yüzde 30-40’ı kemik erimesinden kaynaklanan en az bir
kırığa sahip. Türkiye’de okul çağı çocukları arasında B2
vitamin yetersizliği
çok yaygın. Marmara, İç Anadolu ve Doğu Anadolu Bölgelerinde yerleşim merkezi ayrımı olmaksızın, 7-17 yaş grubu
kız ve erkek çocukları üzerinde yapılan
bir araştırmada, üç bölge genelinde B2 vitamini yetersizlik oranı, yüzde 82,9 gibi
çok yüksek bir oranda saptanıyor. İlgililer,
araştırmaya alınan çocukların, B2 vitamini
için en zengin kaynak olarak gösterilen süt
ve süt ürünlerini tüketme sıklığının günlük
bir porsiyonu geçmediğini gözlemliyorlar.
Türkiye Et, Süt ve Gıda Üreticileri Derneği’nin (SET-BİR) araştırmasına göre, süt
tüketimi ABD’de kişi başına yıllık ortalama 292, AB ülkelerinde ise 342,5 litre
olurken, Türkiye’de 146 litrede kalıyor.
Bunun da sadece 23 litrelik kısmı içme
sütü, kalan kısmıysa süt ürünleri olarak tüketiliyor.
Ülkemizde süt tüketimi açısından tabloyu gördüğümüzde, aklımıza şu soru geliyor, bizim halkımız-çocuklarımız süt içmeyi, peynir, yoğurt, sütlaç yemeyi sevmiyor
mu? Niye tüketmiyoruz süt ve süt ürünlerini?
Ülkemizde uzun ömürlü süt dediğimiz
tam yağlı kutu sütün kilogram fiyatı 22,5 TL civarında. Günlük süt dediğimiz
pastörize şişe sütün kilogram fiyatı 2,95
TL. Kaynağını bildiğiniz-tanıdığınız bir
sütçüden açık çiğ süt almaya kalktığınızda da kilogram fiyatı 2 TL. Bunu yine siz
kaynatacaksınız, sütün kilogram fiyatı aynı
hesaba gelmiş olacak.
Ülkemizde 30 Haziran’a kadar Asgari
Ücret, Asgari Geçim İndirimi hariç net
699,61 TL. Açlık Sınırı, sendikaların yaptığı araştırmaya göre nisan ayı için 1012
TL, Yoksulluk Sınırı 3298 TL. İşçi Sınıfımızın büyük çoğunluğu ne yazık ki, yaşarken öldüren Asgari Ücretle çalışıyor. Ülkemiz yerli yabancı Parababaları için vurgunsömürü-soygun cenneti olmuşken, İşçi Sı-
Bir hayatın, devrimciliğe bakışın değişimi$
alkın Kurtuluş Partisi… Bu Partinin ismini ilk duyduğumda
evime çay içmeye gelen ilk görüşte sıcaklıkları ve sevecenlikleriyle dikkatimi çeken arkadaşlarıma nasıl
baktığımı hâlâ anımsıyorum.
Üniversiteden mezun olalı yaklaşık 6
sene oldu. Okul hayatım boyunca babam
her öğüdünde siyaset, eylem, parti gibi
şeylerden uzak durmam gerektiğini, bunların ne geçmişte ne şimdi kimseye fayda
vermediğini söylerdi. Babamın ailemizi
koruma çabalarından olacak ki, ev ve okul
arasında koşturmaca ile geçti günlerim. Ta
ki evlenip de eşim eve bir kaç Partili arkadaşı davet edene kadar. Onlar bana Partiden, ideolojilerinden, kurtuluşumuzun
ancak örgütlü bir mücadele ile gerçekleşeceğinden her bahsettiklerinde, ben onlara babamın bana söylediklerinden,
aileme zarar geleceğinden korktuğumdan
bahsediyordum. Aksine eşim benim gibi
düşünmüyor hatta onlara destek veriyordu. Bir gün öyle bir sinirlenmiş olacağım ki; “ya ben ya parti” diye şart koştum
eşime, beni reddetmeyeceğini düşünerek.
Onun tek cevabı; “Eğer bana böyle bir şart
sunuyorsan ayrılalım, ben partiyi seçiyorum” oldu. O kadar hayal kırıklığına uğramış olmalıyım ki elimi hızla cama
vurdum. Parmağım damarla birlikte kesilmişti. O gün hastanede parmağıma dikiş
atılırken tek düşüncem, eşimin neden beni
değil de Partiyi seçtiği olmuştu. Acaba bu
Parti neden bu kadar önemli ve vazgeçilmezdi? Acaba ben mi üstüne gitmiştim?..
Bu merak ve düşüncelerle birkaç ey-
lemlerine, basın açıklamalarına giderek
Partiyi yakından tanıma fırsatı buldum.
Hem basın açıklamalarını dinliyor hem de
ne yaptıklarını inceliyordum. Bugüne
kadar bize TV’lerden yalan yanlış bir biçimde gösterilen devrimcilikle hiçbir alakası yoktu. Onlar onuru, namusu, ekmeği
için mücadele eden işçilerin hakkını savunuyorlardı. Son dönemde giderek şeriatın
içine bizi çeken Tayipgiller’e karşı mücadele ediyorlardı ve en önemlisi hepsi bilinçli, ne yaptığını bilen insanlardı. Onlar,
polise molotof, taş atarak, sağı solu yıkıp
yakarak devrimci olduğunu sanan insanlardan farklıydı. Demek ki ben boşuna endişelenmiştim. Düşüncelerim tamamen
değişmişti artık.
Çalıştığım şirkette bazen siyasi tartışmalar olur. İster istemez kendimi Tayipgiller’i savunan, AKP zihniyetini taşıyan,
şeriatın gelmesini savunan insanlarla tartışırken bulup, bir yerden sonra siyasi bilinç eksikliğinden dolayı tıkanıp kalırdım.
Bundan sonra yapmam gerekenin Partiye daha sık gidip gelerek gündemi takip
etmek, eğitimlere katılarak kendimi sürekli geliştirmeye çalışmak olduğunu düşünmeye başlamıştım. Şu anki geldiğimiz
noktaya bakarak, kurtuluşumuzun yalnızca örgütlü mücadele ile olacağını düşünüyorum ve çocuğuma daha iyi bir
gelecek sağlayacağıma inanıyorum. Partiye olan fikirlerimi değiştiren parmağım
eskisi gibi işleyemediği için de o kadar
üzülmüyorum...
Sancaktepe’den Kurtuluş Partili
Bir Kadın Yoldaş
nıfımız ve emekçi halkımız içinse her
gün yapılan zamlarla pahalılık cehennemine dönüşmüş durumda. Açlık Sınırı’nın
bile altında olan bu ücretle, halkımızın, bırakın her gün süt içmeyi, süt ürünleri tüketmeyi, karnını nasıl doyurduğu, kirasını,
faturalarını nasıl ödediği hayranlık uyandırmalı, araştırma konusu olmalıdır.
İşte bu yüzden, bizim çocuklarımız
ekmekle karnını doyurur. Süt ve süt
ürünlerini tüketme sıklığı ortalaması günde
bir porsiyonu geçmez. Çünkü bizde Parababaları iktidarda. Tayyipgiller iktidarda.
Onlar ülkemizin zenginliklerine kendileri
ve hizmetinde oldukları AB-D Emperyalistleri sahip olsun, bu zenginlikleri yağmalasın isterler. Bu ülkeye, bu halka hiçbir
faydaları olmadığı gibi, her gün yaptıkları
halk düşmanı-vatan düşmanı uygulamalarla tam tersine külliyen zarar verirler.
Halk çocukları onlar için, karınca sürüsü gibidir. Hiçbir değeri yoktur. O kadar
çokturlar ki, bırak birazı açlıktan, yoksulluktan kırılsın, sağlıksız, gelişimini tamamlayamadan büyüsün, umurlarında bile
değildir. Fabrikalarda, tarlalarda çalışabilecek sayıda, belli bir süre onlara hizmet edebilecek güçte olsunlar yeter. Hepsi sağlıklı
beslenip, sağlıklı vücut ve kafaya sahip
olup ne yapacak…
Yaptıkları işten, insanlık ve halk düşmanlıklarından apaçık bellidir bu anlayışta
oldukları. O yüzden Canlılar dünyasını
Genel Başkan’ımızın dediği gibi, artık
üçe değil, dörde ayırmak gerekir. Bitkiler ve hayvanları hepimiz biliyoruz. İnsanları da biliyoruz tabîi. Dördüncü grup, insan suretinde olup da insan yüreği, insancıllık taşımayan, insanlıktan nasibini
almamış olanlardır. İnsanlığa düşman, in-
sancıl değerlere düşman, çocukların en doğal insan hakkı olan sağlıklı beslenme, süt
içme hakkını elinden alan Tayyipgiller İktidarı da bu gruba girer. Tabiî aynı anlayışta olan bundan önceki iktidarlar ve onların ağababası-efendisi ABD-AB Emperyalistleri de bu gruba girer.
Sosyalist Küba, çocuklarına 7 yaşına
kadar günde 1 litre süt dağıtıyor (Sosya-
B
list Küba’ya ABD Emperyalizminin uyguladığı abluka sonucunda bu miktar geçici
olarak yarım litreye düşmüş durumda). 0-7
yaş arası hızlı büyüme döneminde olan çocuklar, kemik ve diş gelişimi için mutlaka
süt tüketmeli. Küba, çocukların bu dönemde süt tüketimini garantiye almak
için onlara süt veriyor.
Bu dağıtım işini tek tek evlere yapıyor.
Halkın gerçek anlamda örgütlü olduğu, insana-çocuğuna-gelecek nesillere değer veren Küba Devleti, insanları kuyruklarda
perişan etmiyor. Süt dağıtma işini bir gösteriye dönüştürmüyor. Küba için son derece doğal bir durum bu. Her gün sütler sessiz sedasız sahiplerine ulaştırılıyor. Küba,
sütü sadece çocuklara değil, hamile kadınlara da aynı şekilde her gün dağıtıyor.
Bizim ülkemizde de sözde çocuklar süt
içsin diye, özünde yine Parababalarına kazandırmak için okullarda süt dağıtma kampanyası başlatıldı. “Okul Sütü Akıl Küpü”
sloganıyla, büyük reklamlar yaparak, her
zamanki gibi bir gösteri malzemesi olarak
kullanarak dağıtılmaya başlandı, okullarda
sütler. Fakat daha ilk günden süt dağıtma
işi bir fiyaskoyla sonuçlandı. Ülkenin farklı illerinde aynı anda pek çok çocuk dağıtılan sütten zehirlendi. Çocukların hastanelerde acı çeken, yürek parçalayan görüntüleri televizyonlara ve gazetelere de yansıdı. Tabii, Tayyipgiller’in konuyla ilgili
akilleri, bu kadar çocuğun süte alerjisi olduğunu iddia edip işin içinden sıyrılmaya
çalıştılar. En son geçtiğimiz günlerde yine
bir okul sütünden zehirlenme haberini televizyonlarda izledik. Tayyipgiller cephesinde değişen bir şey yok.
Bir yandan halkımız, çocuklarımız bu
güzel içecekten mahrum kalırken, içemezken, diğer yandan süt üreticileri de kan ağlıyor. Ülkemizde gerçek anlamda bir toprak reformu yapılamadığı için köylümüz
kırk parçaya bölünmüş ve bölünmeye devam eden
küçük küçük toprak
parçalarında tarım, 34 tane inek
ve bir miktar koyunkeçiyle hayvancılık
yapmaya
çalışıyor.
Köylümüzün, kooperatif örgütlenmeleri
yaygın değil. Bu yüzden süt sanayicilerine sütünü
çok ucuza veriyor. İşlendikten sonra bize
gelen sütleri biz çok pahalıya içiyoruz.
Geçmişte, bütün kamu kurumlarımız
özelleştirilmeden önce Süt Endüstrisi Kurumu (SEK) vardı. Hem köylüden süt alırken fiyatların köylüyü zarara uğratmayacak düzeyde kalmasını hem de tüketicilerin
sütü daha ucuza alabilmelerini sağlıyordu.
Pusulasız günlerde bilimsel sosyalistler
yol gösteriyor
aşkanlık Kurulu Üyemiz Gürdal
Çıngı Yoldaş; İzmir TÜYAP
Kitap Fuarı’ndaki Konferansında da AB-D Emperyalizminin teşhirini yaptı ve emekçi halkların yüreğinin
tercümanı oldu.
“Yüreğimize tercüman oldunuz, teşekkür ederiz”.
Bu söz 23 Nisan 2013 günü İzmir
TÜYAP Fuarı’ndaki Konferansımıza katılan bir bayan katılımcıya ait.
Gerçekten de son günlerde Dünyada ve Ülkemizde baş döndürücü
gelişmeler yaşanmakta. Elinde sınıf
pusulası olmayanların yönünü şaşıracağı, dostunu düşman, düşmanını
dost olarak görme körlüğüne düşeceği gelişmeler karşısındayız. Ya da
Halkımızın cellâdına kurtarıcı olarak sarıldığı günlerden geçmekteyiz.
AB-D Emperyalistlerinin, yerli
satılmışlar eliyle ülkemiz üzerindeki kirli
oyunları pusulasız insanlarımızı şaşkına
çevirmektedir. Ancak Hikmet Kıvılcımlı
gibi bir Önderin teorik ve pratik mirasına
sahip olan, geçmişten günümüze tüm tarihsel olaylara Bilimsel Sosyalizm
Teorisinin ışığını düşürerek tahlil eden
Kurtuluş Partililer, bu olaylar karmaşasında hiçbir zaman yanılmadılar, yanıltmadılar.
Tayyipgiller iktidarının Ulusal Kurtuluş Savaşı’mıza ve kazanımlarına savaş açtığı ve bu kazanımların birer birer yok
edilmeye çalışıldığı günlerde Konferansı-
mızın konusu daha bir anlamlı hale gelmişti.
“19 Mayıs’tan 23 isan’a 23 isan’dan 9 Eylül’e Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaş’ımız, 9 Eylül’den
Günümüze İkinci Kurtuluş Savaşı’mız
ve Görevlerimiz” başlıklı Konferans,
HKP İzmir İl Başkanı Tacettin Çolak’ın
yaptığı kısa açış konuşmasıyla başladı,
Yoldaş’ımız sözü Gürdal Yoldaş’a bıraktı.
Gürdal Yoldaş; her zamanki akıcı ve
coşkulu üslubuyla ülkemizin Mütareke yıllarındaki durumu ile bugünkü durumunu
karşılaştırmalı bir şekilde anlattı. Bugün
mütareke yıllarından daha kötü olaylar yaşamakta olduğumuzu örnekleriyle gösterdi. Kuvayimilliyeciler tarafından yırtıp
atılan Sevr’in nasıl yeniden dayatılmak istendiğini ve bunun “ırkçılığa karşı olmak,
demokrasi¸ barış, eşitlik, özgürlük” vb.
yaftalarla süslenerek yapıldığını vurguladı.
Ancak saldırı ne denli büyük olursa
olsun, emperyalistlerin ve yerli satılmışların tıpkı Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi halkların örgütlü
Süt fiyatlarını dengeliyordu, görevi buydu. Fakat artık bu kurum yok. Süt fiyatları tamamen Parababalarının-süt sanayicilerinin inisiyatifinde-insafında, insanlarımız onların kâr hırsının kurbanı olmuş
durumda.
Türkiye Ziraatçılar Derneği Başkanı
İbrahim Yetkin’in açıklamasına göre, tarım ve hayvancılıkla uğraşan üreticiler,
borç batağı içinde. Yetkin, çiftçinin kullandığı elektriğin kw/saatine 19,5 cent ödediğini, çiftçimizin elektriği Avrupalı çiftçinin ödediği fiyatın iki katından fazlasına satın aldığını söylüyor.
Çiftçimizin dünyanın en pahalı mazotunu ve en pahalı gübresini de kullandığını ifade ediyor ve bu borç yükünün altında artık üretime devam edemez hale geldiklerini belirtiyor. Örneğin çiftçimizin Ziraat Bankası ve Tarım Kredi Kooperatiflerine olan borçları 2012 yılı itibariyle 22 milyar 300 milyon liraya yükselmiş,
10 yıl öncesine göre 42 kat artmış. Çiftçinin bankalara olan kredi borcu ise geçen
yılsonu itibariyle 32 milyar TL’ye ulaşmış. Yapılan açıklamada, ödenmeyen elektrik borcu sonucu çiftçinin su ve elektrik
kullanamadığı, borcunu geciktirdiğinde
haciz işlemleriyle karşı karşıya kaldığı vurgulanıyor.
Efendileri AB-D Emperyalistlerine hizmette kusur göstermeyen Tayyipgiller, çiftçimizi üretim yapamaz hale getiriyor. Eti,
sebzeyi, meyveyi ithal ediyoruz. Hayvanlarımıza yedirdiğimiz samanı bile ithal
eder olduk. Yakında sütü de ithal etmekten
başka çare kalmadı, diye karşımıza çıkarlarsa hiç şaşmayalım. AB-D Emperyalistleri, siz üretmeyeceksiniz, benim pazarım
olacaksınız, diyor. Tayyipgiller de Köylülüğümüzü üretimden alıkoyacak her türlü
uygulamayı hayata geçiriyor.
21 Mayıs Dünya Süt Günü, süt içilmesini teşvik etmek amacıyla ilan edilmişti.
Dünya çapında yoksul halkların yeterince
süt içemediği en kör göze bile batmış olmalı.
Süt içmeyi nasıl teşvik edersin?
Öncelikle çocuklara, hamile ve emziren
kadınlara sütü Sosyalist Küba gibi, günlük
ihtiyaçları kadar ücretsiz sağlayarak. Toplumun geri kalan kesimlerinin de sağlıklı
ve güvenli süte ucuz bir şekilde ulaşmasını
sağlayarak.
Sosyalist Küba, günlük süt ihtiyacının
karşılanmasını bugün başarmış durumda.
Sadece 21 Mayıs’ta değil, her gün, en çok
ihtiyaç duyan kesimlere, en çok ihtiyaç
duydukları süre boyunca süt dağıtarak,
devletin asli ve doğal bir görevini başarmıştır. Üstelik emperyalistler tarafından
uygulanan her türlü ablukaya rağmen. Bu
ablukanın getirdiği imkânsızlıklara rağmen…
O zaman, sağlıklı, güvenli, ucuz ve ihtiyacımız kadar, doya doya süt içebilmek
için, çocuklarımızın beden ve kafa sağlığının tam anlamıyla gelişebilmesi için de
Sosyalizm tek gerçek çözümdür.
06.05.2013
birleşik gücü karşısında yenilmeye mahkûm olduklarını ve İkinci Kurtuluş Savaşı’nın zaferiyle birlikte birincisinin mantıki
sonucuna götürüleceğini, Demokratik
Halk İktidarının kurulacağını belirtti.
Salonun tamamını dolduran katılımcıların ilgi ile izlediği konuşma, TÜYAP tarafından belirlenen sınırlı zamanın
çabucak doluvermesiyle bitirilmek zorunda kalındı. Konferans çıkışında sorusu
olanlara yanıtlar verilerek etkinliğimiz tamamlanmış oldu.
Sonuç olarak; her yıl olduğu gibi bu yıl
da İzmir TÜYAP Kitap Fuarı’ndaki
Konferanslarımıza İzmir Halkının yazımızın başında da belirtilen şekilde yakın ve
sıcak ilgisini bir kez daha görmüş olduk.
Bu yıl ki Fuar da yeni insanlarla tanışmamıza, düşüncelerimizi halkımıza ulaştırmamıza vesile oldu.
Fuar esnasında standımıza uğrayan
insanlarımız, Türkiye’nin bütün can yakıcı
meselelerine ilişkin yayınlarımızı ilgiyle
incelediler, sorular sordular, Partimizi daha
yakından tanıma olanağını elde ettiler.
Tanıştığımız birçok kişi, Tayyipgiller’in
ilerici olan bütün unsurlara yönelik
saldırılarının bertaraf edilmesi gerektiğini
ifade etti. Biz de bu gerici gidişin ancak ve
ancak örgütlenme ile bertaraf edileceğini,
Kurtuluş Partisi’nin de bunun için var
olduğunu ifade ettik.
Kısacası bu seneki İzmir TÜYAP Kitap
Fuarı, Partimizin doğru bir hatta
ilerlediğini göstermesi açısından son
derece olumlu geçti.
İzmir’den
Kurtuluş Partililer
14
Yıl: 7 • Sayı: 65 / 14 Mayıs 2013
1968 Devrimci Eğitim Şurası ve 1998-2004 Demokratik Eğitim
Kurultaylarında Öğretmen Yetiştirme Raporlarına
Sınıfsal Bakış (I)
Eğitim-Sen 5. Demokratik Eğitim Kurultayı, Öğretmen Yetiştirme ve İstihdam Politikaları Mersin Şube Komisyonu’na ve
Diğer İllerde İlgili Komisyonlara Sunulan Rapor:
I. Giriş
Eğitim sisteminin üç temel öğesi vardır:
öğrenci, öğretmen ve eğitim programları.
Bu üç temel öğeden biri olan öğretmen, sistemin ürünlerinin nitelikli ve istenilen biçimde olmasında çok önemli bir role sahiptir.
Diğer bir deyişle öğretmen, hazırlanan eğitim programının tasarlandığı biçimiyle uygulanması ve eğitim programı ile hedeflenen
insan tipinin ortaya çıkarılması, onun yetiştirilmesi ile yükümlüdür. Bu anlamda en genel
tanımıyla nitelikli öğretmen, programı başarıyla uygulayabilen; programın hedeflerine
ulaşmadaki eksikliklerini, yetersizliklerini
uygulama sürecinde görüp programa geribildirim verebilen öğretmendir.
Bilinen bir gerçekliktir ki, öğretmenlik
mesleğinin ortaya çıkışı da diğer tüm meslekler gibi sınıflı toplumun ürünüdür. İnsanlığın sınıflı topluma geçişi ilk olarak
7000 yıl önce Mezopotamya’da Sümerler’le olmuştur. Bundan önce insanlık İlkel
Komünal Toplumlar olarak yaşamıştır. İnsanlığın İlkel Komünal Toplum olarak yaşadığı süreçlerde toplumun yeni üyelerinin
kendi soylarını sürdürebilmeleri, doğayla
baş edebilmelerine (teknik üretici güç),
üzerinde yaşadıkları coğrafyayı tanıyabilmelerine ve ondan yararlanabilmelerine
(coğrafya üretici gücü), içinde yaşadıkları
toplumu dünden bugüne tanıyabilmelerine
(tarih üretici gücü ve gelenek-görenek)
insan üretici güçlerinden olan kolektif aksiyonu (toplumsal bir varlık olan insanın
birlikte düşünme ve davranma gücü) harekete geçirebilmelerine bağlıydı (Kıvılcımlı,
1974a; 2006). Bunun için topluma yeni
doğan her çocuk, Kan olarak örgütlenmiş
İlkel Komünal Toplumun ortak varlığı olarak kabul edilir ve Kan üyesi yetişkinler tarafından hayatın içinde, hayatın tüm
problemleriyle birebir etkileşmesi sağlanarak eğitilirdi. Hayatın kendisi çocuk için bir
okuldu. Ayrı bir okul ve bu okulda eğitmenlik yapmak üzere görevli kişiler yoktu.
Her çocuk ayrım gözetilmeksizin bu süreçten payını alırdı.
Okulun ilk ortaya çıkışı dolayısıyla
meslek olarak öğretmenliğin ilk ortaya çıkışı da Medeniyete yani Sınıflı Topluma ilk
geçiş olan Sümerlerle başlar. Sınıflı topluma geçişle birlikte eğitimin doğası da değişmiştir. Okul da, eğitim de egemen sınıfın
çıkarlarına hizmet etmeye başlamıştır. Köleci toplum olan Sümer medeniyetinde topluma doğan her çocuk eğitim alamıyordu.
Köleler insan bile sayılmıyorlardı ki! Okul,
egemen sınıf olan efendilerin denetiminde
ve hizmetinde idi. İnsanlık tarihi içinde yer
alan diğer tüm sınıflı toplum biçimlerinde
de (feodalizm, kapitalizm) bu durum geçerlidir.
Burada amacımız eğitimi ve okulu tüm
tarihsel gelişimi içinde irdelemek değildir.
Ortaya koymaya çalıştığımız temel nokta,
sınıflı toplumlarda eğitimin egemenlerin çıkarlarına hizmet ettiğidir. Çünkü eğitim bir
üstyapı kurumudur ve temel belirleyeni de
altyapıda üretim ilişkileridir. Üretim ilişkilerinde egemen olan sınıf, eğitim sürecini
istediği gibi yönlendirebilmektedir.
Bu anlamda günümüz kapitalist toplumlarında da eğitim, bir avuç Parababasının çıkarlarına hizmet edecek biçimde
düzenlenir ve sürdürülür. Böylesi bir saptama tartışma konumuz için şu bakımdan
önemlidir: Demek ki sınıflı bir toplumda sınıflarüstü bir eğitimden, dolayısıyla da sınıflarüstü bir eğitim programından ve
sınıflarüstü bir öğretmen niteliğinden söz
edebilmek mümkün değildir. Dolayısıyla
çalışmamızın başında ortaya koyduğumuz
en genel öğretmen niteliği “Kimlerin çıkarlarına hizmet eden ya da edecek olan öğretmen?” sorusuyla beraber değerlendirilmek
durumundadır. Bu anlamda kapitalist toplumlarda öğretmen yetiştiren kurumların
programlarının niteliğini temel olarak kapitalist düzenin sürmesine hizmet edecek nitelikte insan yetiştirecek olan öğretmen
niteliklerini ortaya çıkaracak olan programlar olarak dile getirebiliriz.
Dünyada kapitalizmin merkezleri olarak
dile getirebileceğimiz Amerika, İngiltere,
Almanya gibi ülkelerde, öğretmen yetiştirme politikaları açısından bir çelişki yoktur. Kapitalizmin beşiği olan bu gibi
ülkelerde, kapitalist üretim yordamı tüm gelişim süreçlerini tamamlayarak yerleştiği
için, bunun üzerine oturan eğitim sistemi,
dolayısıyla öğretmen yetiştirme sistemi de
kurumsallaşmıştır. Ancak kapitalizme geç
gelmiş olan ve anavatan ülkelerdeki doğal
gelişim süreçlerini bu geç gelişe bağlı ola-
rak yaşayamayan ülkemizde, kapitalist üretim yordamının tasfiye etmesi gereken Antika sınıflar tasfiye edilememiştir. Bunun
sonucu olarak ortaya ucube bir kapitalizm
çıkmıştır. Dünyada kapitalizmin serbest rekabetçi aşamayı tamamladığı ve tekelci,
emperyalist aşamaya geldiği bir süreçte,
serbest rekabetçi bir kapitalizmin gelişebilmesi tabiî ki mümkün olamazdı. İşte bu nedenle bizim kapitalizmimiz daha doğarken
asalaklaşan ve tekelleşen, içinden çıktığı
Antika üretim yordamının egemen sınıfı
olan Tefeci-Bezirgân Sermayeyi alt edemediği için onunla ittifak kurup kuzu sarması
olan; bunların da üstüne, emperyalizme bağımlı yarısömürge konumuna düşen ölüm
döşeğindeki
kapitalizmdir
(Kıvılcımlı,1974b;1974c). Türkiye’de eğitim sistemimizin dolayısıyla da öğretmen
yetiştirme sistemimizin yaz-boz tahtasına
dönmesi bu nedenlerle kaçınılmazdır. Nitekim Cumhuriyet tarihimiz boyunca bu Modern ve Antika kırması kapitalizmimiz dışa
bağımlı ekonomik politikalarla nasıl ekonomimizi yaz-boz tahtasına çevirmişse,
onun üstyapı kurumu olan eğitimin seyri de
böyle olmuştur, öğretmen yetiştirmenin de.
Örneğin, Cumhuriyet tarihinin en önemli ve
kendi koşullarında en değerli öğretmen yetiştirme deneyimi olan Köy Enstitüleri, bu
ucube kapitalizmin kurbanı olmuştur. Köy
enstitülerinin mantığı köye modern kapitalizmi götürmektir yani modern tarımı. Modern tarım ise Tefeci-Bezirgân Sermayenin
işine gelmemektedir. Ülke ekonomisini
kendi başına yönetemeyecek durumda olan
burjuvazi ise o dönemde Tefeci-Bezirgân
Sermayenin baskılarına dayanamayarak
köy enstitülerini kapatmıştır.
Cumhuriyetin ilk yıllarında devlet kapitalizmi fideliğinde palazlanan Finans-Kapitalizmimiz, 1946’dan başlayarak 1950 DP
iktidarı ile birlikte ABD emperyalizmiyle
tam bir göbek bağı kurmuş, ülkemizin kaderi yerli-yabancı uluslararası tekellere terk
edilmiştir. Tüm bu süreçlerde köy enstitülerinin izlerini taşıyan öğretmen okulları ve
eğitim enstitüleri programları da işlevsizleştirilmiş, en son 1980 Faşist Darbesinin
ardından YÖK’ün kurulmasıyla beraber,
öğretmen yetiştirme işi üniversitelere devredilmiştir.
Avrupa ve ABD kapitalizmi doğuş ve
serbest rekabetçi dönemi içerisinde, bilim
ve teknolojinin gelişiminin önünü ister istemez açmıştır. Çünkü kendi devrimini gerçekleştirmiş olan burjuvazinin sınıf çıkarı o
dönemde bilim ve tekniğin önünün açılmasından yanaydı. Basit yeniden üretimin yerini geniş yeniden üretim almış (Kıvılcımlı,
2011), bu üretim yordamı ise doğal olarak
daha kısa sürede, daha ucuza mal üreterek
pazarlamayı zorunlu kılmıştı. Bunu yapabilen kapitalist ayakta kalacak, yapamayan
batacaktı. İşte tüm bu nedenlerle metropol
kapitalist ülkelerde bilim ve teknoloji hızla
gelişti. Laiklik ve bilimsellik eğitim sürecinin temellerini oluşturdu. Bu ülkelerdeki
üniversiteler, bilim ve teknoloji ürettiler. Bu
üretilenlerin kimlerin çıkarlarına hizmet ettiği aşikârdır ama onlar sonuçta buna sahiptirler. Ancak aynı ülkeler yine kendi
emperyalist talanlarını sürdürebilmek için
bizim gibi ülkelerin bilim ve teknolojiyi
üretmelerini ve üretilenlerden yararlanmalarını engellemektedirler bugün de. Dışa bağımlı bir ekonomik politikada bu son derece
kolay olmaktadır. Para kaynaklarınız başkalarının elindeyse, eğitim politikalarınız da
onların elinde olur.
AB-D Emperyalistleri zaten kapitalizmce geri olan İslam ülkelerini Ortaçağın
karanlıklarına götürmek ve devrimci, ilerici,
demokrat hareketlerin gelişimini engellemek amacıyla, gerçek İslam ile ilgisi olmayan Siyasal İslamı (CIA İslamı) formüle
etti. Bunun için ülkemiz İmam Hatip Okullarıyla, Kur’an Kurslarıyla, Tarikatlarla donatıldı. Buralarda genç nesiller kafadan
silahsızlandırıldılar, gerici Muaviye mezhebinin CIA İslamına uyarlanmış ideolojisiyle
doktrine edildiler.
Emperyalistlerce kurdurulan ve iktidara
getirilen AKP ise “Ilımlı İslam” projesinin
bugünkü Truva atıdır. Tüm ülkede Ortaçağcı-ümmetçi bir yeniden yapılanma, bir
karşıdevrim sürecinin mihmandarı olan, Tefeci-Bezirgân Sınıfının siyasal temsilcisi
AKP’nin uygulamaları ve kurumsallaştırmalarıyla gerici eğitimden geçirilen gençler
giderek bilimsel düşüncenin ve doğa bilimlerinin düşmanı haline getirilmekte. Özetle,
Siyasal-Ilımlı İslam projesinin hayat bulması, Eğitim Kurum ve Kuruluşlarının ele
geçirilmesinden, Laik Eğitimin yok edilmesinden geçmekte.
Bu çerçevede Tayyipgiller, bilim ve laiklik karşıtı politikalarına 4+4+4 Kesintili
Eğitim Modeli ile bir yenisini daha eklediler. Bu modelin temeli bilime değil, Ortaçağcı ideolojiye dayanmaktadır. 4+4+4
“dindar ve kindar” bir nesil yetiştirmek
üzere yürürlüğe konulmuştur. Asıl amaç
İmam Hatiplerin orta kısmını yeniden açmaktır.
Peki Tayyipgiller neden İmam Hatip
Okullarını açmak isterler?
Çünkü onlara bilimle tanışan, bilimsel
düşünen, okumuş insan gerekmez. Tersine,
Halkımızın bilimle tanışması demek; nesnel düşünebilmesi, sorgulaması, olanı biteni
anlaması ve haksızlıklara karşı çıkma bilinciyle, örgütlenme bilincine ve dünyayı değiştirme gücüne (kolektif aksiyon gücüne)
kavuşması demektir.
İlk ve orta öğretimin başını 4+4+4 modeli ile bağlayan din tüccarı Ortaçağcı anlayış için, bu defa sıra tabiî ki
Yükseköğretime gelmiştir. Bu nedenle Tay-
yipgiller, Ilımlı İslam projesinde hızla yol
aldıkları son süreçte YÖK’ün üzerinde
önemle durmuştur. Bir yandan da üniversiteleri de özelleştirerek ticarethanelere, holdinglere dönüştürmek istiyorlar. Tıpkı diğer
kamu kuruluşlarını yeyim ettikleri-ettirdikleri gibi. “Ülkesini pazarlamakla mükellef”
olduklarını itiraf etmekten çekinmeyen bu
anlayış, Bologna Süreci adı altında Üniversitelerimizi de AB-D Emperyalizminin
emrine amade kılmak istiyor. İşte tüm bu
nedenlerle sahte “ileri demokrasi” naraları
atarak “12 Eylül’ün ürünü olan YÖK yasasını yeniden ele alıyoruz”, diyorlar.
Tüm bu değişiklikler de “eğitimi çağdaşlaştırıyoruz, modernleştiriyoruz” çığırtkanlığıyla yapılmaktadır. Eğitim alanında
yürürlüğe konan politikaların amacı; demokrasi, insan hakları, çağdaşlaşma, çok
kültürlülük, özgür düşünce, çok dillilik, yaratıcılık naralarıyla, din bezirgânlığı yaparak meczuplaştırdıkları insanlarımızı
kapitalizme uyumlu, sömürü düzenine karşı
çıkmayan, içinde bulunduğu koşulları kabul
eden bireyler yetiştirmektir. Şimdi de üniversitelere deniyor ki bu programı uygulayacak nitelikte öğretmen yetiştirin.
Kimler?
Ulusal ve uluslararası sermaye.
Sendikamızın Türkiye’de öğretmen yetiştirmeye yönelik söyleyeceği her şeye bu
genel saptamalar ışığında bakmak gerekiyor.
II. Geçmişten Günümüze
Öğretmen Örgütlülüklerinin
Genelde Eğitime Özelde
Öğretmen Eğitimine Bakışı
ve Mücadelesi
Bu başlık altında, TÖS tarafından 1968
yılında gerçekleştirilen Devrimci Eğitim
Şurası ve Eğitim-Sen tarafından 1998 ve
2004 yıllarında gerçekleştirilen Demokratik Eğitim Kurultaylarının bildiri ve raporlarının kitaplaştırıldığı yayınların
irdelenmesi sonucu varılan görüşler dile getirilmiştir. Bu kurultaylarda sunulan raporların irdelenmesinin temel nedeni,
örgütlerin genelde ülke gündemine ve sorunlarına özelde ise yürütülen eğitim politikalarına ilişkin örgütsel yaklaşımlarını ve
mücadele anlayışlarını somut olarak belgelendirme özelliklerinden dolayıdır.
II.1. 1968 TÖS Devrimci
Eğitim Şurası
TÖS tarafından 1968 yılında düzenlenen Devrimci Eğitim Şurası’nın tüm metinleri incelendiğinde, sendikanın örgütlenme
ve mücadele anlayışının şu üç temel ilke
üzerinde yükseldiği görülecektir: Antiemperyalizm, Antifeodalizm ve Antişovenizm.
Sendika Genel Başkanı Fakir Baykurt’un şura açış konuşmasından yapılan
aşağıdaki alıntı bu saptamamızın bir kanıtıdır.
“Çok Değerli Konuklar;
“Ve Devrimci Eğitim Şûrasının
Çok Değerli Üyeleri;
“Türkiye Öğretmenler Sendikası’nın düzenlemiş olduğu “Devrimci Eğitim Şûrası”nı açıyorum.
Bu şûra, resmî geçmişi 120 yılı aşan
mesleğimizin, eğitim sorunlarını,
ülke sorunlarının bütünü içinde inceleyen ve bugünkü çıkmaza bilimsel ve devrimci bir çıkar yol arayan
ilk
derli
toplu
girişimidir.
Böyle bir görevi huzurunuzda yerine
getirirken gerçekten heyecan duymaktayım.
“Sayın Konuklar ve Üyeler;
“Devrimci Eğitim Şûrası”na katıldığınız için sizlere en içten duygularla
teşekkür eder, hepinizi saygıyla selâmlarım.
“Türkiye Öğretmenler Sendikası, bu şûranın böyle güç koşullar
altında toplanmasına pek çok zorlayıcı nedenlerden dolayı razı olmuştur. Çalışmalarımız, sizlere dar gelen
bu salonda ve SBF’nin dersliklerinde beş gün sürecektir.
“Şûra hazırlıkları için Sendikamız ancak iki aylık bir süreye sahipti.
“Daha geniş bir hazırlık süresi,
daha geniş bir salon bulunamaz
mıydı?
“Çalışmalar beş güne sıkıştırılacağına on güne çıkarılamaz mıydı?
“Bir atasözünü hatırlatmama
izinlerinizi rica edeceğim: “En iyi,
iyi’nin düşmanıdır.” En yeterli süreyi ve en uygun salonu aramaya
devam etseydik bu şûrayı, en azından, vaktiyle yapamazdık. Bazı görevleri, elverişsiz koşullarda yapmak
zorundayız.
“Beş gün önce bir kutlama görevi için TÖS ve TÖDMF’nin Sayın
ikinci Başkanlarıyla birlikte Genel
Kurmay Başkanlığına gitmiştik.
Orada, odaların birinin duvarında
asılı bir fotoğraf dikkatimi çekti: Bir
yanıyla, yeryüzünün bütün ezilen
uluslarına örnek ve önder olan Kurtuluş Savaşımızın kumandanları açık
havada bir görüşme halinde bulunuyorlar. Kimisi birer iskemleye oturmuş, kimisi ayakta. Hepsinin
oturmasına yetecek iskemle yok; ve
var olan iskemlelerin biri ötekini tutmuyor. Ayrı ayrı… Kurtuluş Savaşı
askerlerimizin, bu askerleri veren
halkımızın ve kumandanlarımızın,
gerektiği gibi hazırlanmaya, doyunmaya ve dinlenmeye yerleri ve zamanları olmadığını çok iyi
hatırlıyoruz. Böyle olduğu halde, ordumuz, canını dişine takarak, 3 yıl, 3
ay ve 20 gün gibi bir sürede, bu ülkeyi, bizi yutmak isteyen emperyalizmin askerlerinden temizlemeyi
başarmıştır.
“(…)
“Devrimci Eğitim Şûrası, iyi bir
Şûra olacaktır; çıkmazda olan toplumun eğitimine diri, taze ve devrimci
çıkar yollar ortaya koyacaktır. Buna
içtenlikle inanmış bulunuyorum…
“Çünkü sürüp giden Kurtuluş
Savaşı günlerinin büyük yoklukları
içinde bizi yetiştiren ve besleyen
Türk toplumu, hepimizden, vaktinde
yerine getirilmesi gereken görev ve
hizmetler beklemektedir. Aslında bu
görev ve hizmetlerin ödenmesi gereken zaman gelip geçeli çok olmuştur. Ezilen uluslara örnek ve önder
olan Kurtuluş Savaşımızdan sonra,
Kurtuluş savaşlarını bütünleyen
temel yapı değişikliğini sağlayacak
köklü reformları yapmalı; toprakta,
maliyede, eğitimde ciddî tedbirler
almalı ve ulusumuzu, içerde ileri,
borçsuz, bayındır; dışarda “tam bağımsız” duruma getirmeliydik. Kurtuluş Savaşından sonra, büyük
çoğunluğu tarlada, tezgâhta çalışan
halkımızın tümünü İlköğretimden
geçirmeli; ona Orta ve Yüksek Öğretim kurumlarının kapılarını açmalı; onu hiçbir bakımdan yad’a
yabana muhtaç olmayan, çağdaş anlamda bilgi ve beceri sahibi, başı dik
bir ulus haline getirebilmeliydik.
“(…)
“1922’de sömürgeci devlet askerlerini topraklarımızdan kovduğumuz zaman Düyun-u Umumiye’nin
alacakları bitmemişti. Lozan’da yeni
senetlere bağlanan borçların son taksiti 25 Mayıs 1964’te kapandı. Kurtuluş Savaşı günlerinde Amerika
bize mandaterlik öneriyordu. Mustafa Kemalciler bunu reddettiler.
1947’de Truman Doktrini ve Marshall Plânı çerçevesi içersinde, dış
yardım ve kredi olarak belki daha
kötüsünün içine düştük. Alım satımda, askerlikte, eğitimde yeniden
bağımlı koşullara girdik.
“(…)
“Yoksul köylü çocuklarının orta
kolaylıkta girebileceği okullar imam
Hatip okullarıdır. Yoksul köylü çocukları buralarda orta derecede meslekî öğretim görüyorlar. Yüksek
öğrenime atlamaları ancak bu okullardan geçmekle mümkün oluyor.
Sistem, bir teokratik eğitime girip
çıkmadan yüksek öğrenime kavuşmanın yollarını yoksul çoğunluğun
çocuklarına kapamıştır.
“(…)
“Herkesin okumasını savsaklamak gibi tutumun yanı sıra, okutulanların nasıl okutulduğuna da
dikkatle bakmak zorundayız, özellikle, geri bırakılmış ülkelerde, sermayeci azınlık, uygun tedbirleri
alarak, insanın daha kolay sömürülebileceği bir eğitim öngörüyor ve
uyguluyor.
“(…)
“Devlet ve hükümet yetkilileri,
öğretmen çoğunluğunu ve yüksek
öğrenim gençliğini zararlı düşünceler içinde görmekte ve ülkenin geleceğini kendi ölçülerince sağlama
bağlamak için, İmam-Hatip Okullarını çoğaltıp, hatta adlarını da değiştirerek, buradan çıkanlara yüksek
öğrenim yaptırmak suretiyle, yönetimi gelecekte bunların eline vermeyi hayal etmektedirler. Lâik
eğitimi, çağdaş pedagojiyi bir yana
itip, tek yanlı karar ve tasarılarla eğitimi plânlamak ve çürütmek, bir demokratik ülkede olacak işlerden
değildir.
“(…)
“Devletin ve Eğitimin yöneticileri, bizim tarafsız kalmamızı istiyorlar. Kurtla kuzunun adil olmayan
mücadelesinde tarafsız kalmak, güçsüz kuzunun karşısındaki güçlü
kurdu kendi gücümüz kadar güçlendirmek demektir… (…) Tarafsızlık,
çağdaş aydının, çağdaş eğitimcinin
şiarı olamaz.
“(…)
“Kılavuzu Amerika olan Türk
eğitimi, gene Amerika’nın kılavuzluk ettiği bozuk ve zayıf bir ekonomik temel üzerinde, bir türlü belini
doğrultamamakta ve çıkmazdan kurtulamamaktadır. 20 yıldır Amerikalıların Türk eğitimine sokup
uyguladığı proje sayısı, program geliştirmeden Barış Gönüllüsüne ve
öğretmen yetiştirmeye kadar 20’yi
bulmuştur. Amerikalı uzmanlar AID
Türkiye Misyonu yoluyla, eğitimin
en nazik alanlarına kadar girmişler,
hatta onun plânlamasına kadar sokulmuşlardır. Millî Eğitim Bütçe ve
Plânlama Dairesi Başkanlığında her
ne kadar bir Türk yetkili bulunmaktaysa da, aslında işlere yön veren
dört tane Amerikalı uzman vardır.
Bunların ikisi sürekli çalışmakta,
ikisi belirli aralarla gelip gitmektedir. Bir eğitimin plânlamasına kadar
yabancılar karışırsa, o eğitimin adının başındaki “millî” sözünü kaldırmak gerekir. Bu gerçek açıklandığı
zaman sorumlular asabileşmekte; ve
bunun yalan olduğunu söylemektedirler. Bugün dahi var olan ve devamlı çalışan iki uzmanın adlarını
söylüyorum: Dr. Donald A. Bohnhorst; Dr. Philip Kenneth Ness…
“Tarihimizin hiçbir döneminde,
yabancı etkiler, ulusal kültür ve eğitimimiz üzerine bu kadar çullanmamıştır, yabancı etkilere kapılar bu
kadar açılmamıştır. Kaynakları ulusal olmayan bir eğitim ulusal olamaz. Plânlaması, yönü, yöntemi
yabancılar tarafından çizilen bir eğitim ulusal değildir. Türk eğitimine
Mr. Simpson ya da Dr. Falan ile
Filân yön veremezler. Türk eğitimine yön vermek herkesten önce
Türk eğitimcilerinin, Türk aydınlarının görevidir, bu yetki onlarındır.
Eğitimi; planında, programında ve
finansmanında ulusal ölçülerle yürütmek, Türk öğretmenlerinde köklü
bir bilinçtir. Devrimci Eğitim Şûrası
ile ulusumuza bunu anlatacağız
(TÖS, 1969: 15-27).
Devam edecek
15
Yıl: 7 • Sayı: 65 / 14 Mayıs 2013
T
KESK, Kürt Sorunu’nun Emperyalist Çözümünün
“Enstrüman”ı mı oluyor?
ürkiye’nin son günlerdeki ana gündemi Kürt Sorunu oldu. Başını ABD (ABD-AB) Emperyalistlerinin
çektiği, İsrail’in de desteklediği emperyalistler Tayyipgiller’in “enstrüman”lığında
Ortadoğu’ya yeni şekil verme operasyonuna hız verdi. Hatırlanacağı üzere eski ABD
Dışişleri Bakanı Condelezza Rice’ın
07.08.2003 tarihli Washington Post Gazetesinde yayımlanan “Transforming The
Middle East–Ortadoğu’yu Dönüştürmek” başlıklı yazısında Türkiye’nin de
içinde bulunduğu Ortadoğu coğrafyasında,
Fas’tan Basra Körfezi’ne kadar 22 devletin
rejiminin ve sınırlarının değiştirileceğini
yazmıştı. Yine hatırlanacağı gibi bu açıklama AB-D emperyalistlerinin Irak işgalinin
hemen arkasından gelmişti.
Bu proje, ayrıntıları daha sonra ortaya
çıkan Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ya
da Genişletilmiş Ortadoğu Projesi
(GOP)’tur. Daha sonra bu projenin bir de
haritası yayımlandı. Bu haritada Türkiye
ilk aşamada üçe bölünüyor, Sivas’tan Trabzon’a kadar olan bölgenin doğusu “Free”
(Özgür) Kürdistan olarak gösteriliyordu.
Bu “özgür” Kürdistan’ın içine Suriye, Irak
ve İran’dan bazı bölgeler de katılarak ikinci bir İsrail planlanıyor. Bu ikinci İsrail’in
görevini ise büyük Devrimci Önder Fidel
Castro şöyle açıklıyordu: “ABD ve AB
destekli Türkiye’deki olayları yakından
izliyorum. Umarım ve dilerim ki, sizin
oradaki PKK öncülüğünde süren Kürt
hareketi, Yankee (ABD)’nin petrol bekçisi olmaz.” (1994-Esenyurt Belediye Başkanı Gürbüz Çapan’ın Fidel Castro ile görüşmesi) O günlerden bugüne, Barzani ve
Talabani Irak’ta kurulan “Free” Kürdistan’da bu görevi layıkıyla yerine getirmektedir.
Süreçte bir “enstrüman” daha eksikti.
Derken o “enstrüman” da plandaki yerini
aldı. PKK liderlerinden Murat Karayılan,
24 Ekim 2006’da Barzani’nin yönetimindeki “Kürdistan TV”de şu açıklamayı yapmıştı:
“ABD’nin
müttefiki
olabiliriz,
düşmanlarımız aynı. ABD bizi hep
düşmanlarımızın gözüyle gördü. Oysa
biz, dost olarak algılanmak istiyoruz… Türklerin aksine, Kürtler fazlasıyla ABD sempatizanıdır. Eğilimleri Amerikancılık yönündedir…
“ABD yönetimi, Kürtlerin yaşadığı tüm ülkeleri esas alan bir proje oluştursun…”
M. Karayılan, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ni kastediyor. Yani Barzani’yi, Talabani’yi bırak; beni al, ben daha
“Amerikancı”yım demek istiyordu.
Ortadoğu ile ilgili bu genel siyasi tespitleri yaptıktan sonra gelelim Türkiye’deki Kürt Sorunu’nun “çözüm” sürecine.
“Sürecin ne olduğunu tam olarak
görmek için bunun özneleri kimlerdir,
yani bu süreci yaşayanlar ve yaşatanlar
kimlerdir, onlara bakmak gerekir. Bu
sürecin sahiplerini ya da yönetenlerini
Beşir Atalay geçen günlerde netçe itiraf
etti:
“Ana hedef silahsızlaştırma. Bunun
içinde çok enstrüman var. Bu enstrümanların her birinin sorunun çözümünde rolü ve değeri var. Hedef terörü bitirmek. Hükümet bu konuda son derece
kararlı. Alınabilecek risklerin hepsini
alıyoruz. Burada elinizde uygun enstrüman var da kullanmıyorsanız, bu da sorundur. Yani elinizde olan enstrümanları en iyi şekilde değerlendirmek. Ondan
sonra uluslararası enstrümanlar var.
Komşularınız var, başka ülkeler var;
Kuzey Irak’tan Amerika’sına uzanan.
İçeride siyasi boyutu var. Diyelim ki
BDP.
“(…)
“İmralı’ya Güven: Göreceğiz
“İmralı ile yaşanan süreçte güven sorunun ne durumda olduğuna ise Atalay,
şimdiden bu anlamda bir şey ifade etmek istemediğini, kurumların görüşmelerinin devam ettiğini belirtti. Atalay,
kendilerinin kararlı olduğunu ve belli
bir stratejilerinin olduğunu da vurgulayarak, İmralı’ya güven noktasında ‘göreceğiz’ ifadesini kullandı.”(www.haberler.com)
“Görüldüğü gibi Beşir Atalay, çok
açık biçimde süreci yöneten güçleri itiraf ediyor.
“Kimmiş bunlar?
“Kuzey Irak’tan Amerika’sına uza-
nan” güçlermiş…
“Burada iki güç sayılıyor:
“1) Amerika’ymış.
“2) Kuzey Irak’mış.
“Diğer güçler kimlermiş?
“3) “BDP, İmralı”ymış.
“4) Hükümet’miş, yani AKP İktidarıymış.
“Tabiî Beşir Atalay yukarıdaki anlatımında bir demagojiye başvuruyor. Süreci yönetenin hükümet olduğunu, diğerlerinin ise sürece hizmet edecek “enstrümanlar” olduğunu iddia ediyor. Tabiî
o öyle söylemeye mecbur. Bu işi biz götürüyoruz, demek zorunda. Oysa biz biliyoruz ki sürecin esas efendisi ya da öznesi ABD’dir. Diğer parçalarsa ABD’nin
kullandığı Beşir Atalay’ın deyişiyle
“enstrümanlar”dır.(Kurtuluş Yolu, Sayı
64, Başyazı.)
Yukarıda bu sürecin arka planı ve “enstrümanlar”ını açıkladık. Tüm bu açıklamalardan sonra KESK Başkanı Lami Özgen’in bu sürecin bir parçası olan “akil
adamlar” heyetinde yer alması KESK’i ve
onun başkanını bir “enstrümana” dönüştürmüyor muydu?
KESK Başkanı, “akil adam”lığa seçilmesini ve gerekçesini Vatan Gazetesinden
Mustafa Mutlu’ya açıklamış, aktaralım:
“-Lami Bey, merhaba. “Akil adam”
olmuşsunuz, hayırlı olsun.
“-Teşekkür ederim Mustafa Bey...
“-Siz muhalif bir isim olarak biliniyorsunuz; davet nasıl gerçekleşti ve neden kabul ettiniz?
“-Geçen pazar günü Devlet Bakanı
Beşir Atalay aradı ve teklifi iletti. Doğrusu ben de şaşırdım ve bunu kendisine
de söyledim. Ayrıca KCK Davası’nda
yargılandığımı da hatırlattım. O ise
KESK Başkanı olarak takındığım tavrın
ve yargılandığım davanın, böyle bir görev için engel olmayacağını belirtti.
“-İyi de onlar sizi ‘diyalog sürecinin
başlamasını sağlamak’ için davet etmediler ki... Çünkü sözünü ettiğiniz diyaloğun yıllardır sürdüğü ortaya çıktı. !eyse; sonrası nasıl gelişti?
“-Sonra Çarşamba günü arayıp toplantıya davet ettiler, Perşembe de Başbakan’la buluştuk. Ama hemen belirteyim;
ben o listeye kurumsal kimliğimle değil,
Lami Özgen olarak girdim.
“-Öyle söyleseniz de isminizin başına
her defasında KESK Genel Başkanı yazıyor. Yani ister istemez orada KESK’i
yani 200 binin üzerindeki üyenizi temsil
etmiş oluyorsunuz.
“-Benim o komisyonda yapacağım
çalışmalar sadece beni bağlar.
“-Ben öyle düşünmüyorum. Peki;
göreviniz ne? Başbakan, “akil adamlar”
olarak size ne gibi bir görev verdi.
“-Akan kanın durması için diyalog
yöntemi önemli bir yöntemdir. Başbakan bize hiçbir şeyi dayatmayacağının
garantisini verdi ve sadece bu barış ve
diyalog sürecini toplumun bütün kesimlerine anlatmamızı ve toplumun önerilerini, eleştirilerini ve düşüncelerini raporlaştırmamızı istedi.
“İçeriği bilmiyoruz!
“-Peki; neyi anlatacaksınız? İmralı’da süren görüşmelerin... Hadi; daha
açık söyleyeyim, yapılan pazarlıkların
içeriği hakkında bilgi verildi mi size?
“-Hayır. İçerik konusunda hiçbir bilgi verilmedi. Biz sadece halka gidip,
akan kanın durmasını ve diyalog sürecinin başlamasının ne kadar gerekli olduğunu anlatacağız.
“-Süren pazarlığın, karşılıklı olarak
verilen ödünlerin detayını bilmeden yapacağınız bu iş, sizin sırtınıza da büyük
bir sorumluluk yüklemiyor mu? Yani;
yarın öbür gün asla savunamayacağınız
ödünlerin verildiği ortaya çıkarsa, faturanın iktidar kadar size de kesileceğini
biliyor musunuz?
“-İçeriği bilmememiz büyük eksiklik
tabii. Bunu ben de Başbakan’a söyledim. Ama bizden istenen, bu barış projesine genel bir destek sağlamak.
“-Ya ne olduğunu bilmeden satacağınız mal ayıplı çıkarsa? Müşteri üreteni
değil, satanı; yani sizi sorumlu tutmayacak mı?
“-Ayıplı bir şey çıkarsa; ben de itiraz
ederim zaten... İçeriği belli olmayan bu
görüşmelerden kamuoyunun kabul edemeyeceği ödünler verildiği ortaya çıkarsa, elbette destek vermem...
“-Ancak sizin işiniz iki ayda bitecek.
Yani malı zaten satmış olacaksınız. Ondan sonra itiraz etmenizin kime ne faydası olacak? Ya da şöyle sorayım: Birileri bu uygulamada, sizin desteğinizi almış
gibi görünüp, gerisini önemsemiyor olabilir mi?
“-Orasını bilemem...”( Mustafa Mutlu, Vatan, 06.04.2013)
“Akil” Lami Özgen
Yukarıdaki açıklamada da görüleceği
gibi KESK Başkanı, Yönetim Kurulu kararıyla katılmamış; birey olarak katıldığını
söylüyor “Akil adamlar”a. Aradan yaklaşık
10 gün geçti, bugüne kadar KESK Yönetiminden Lami Özgen’in “akil adam” olması ile ilgili net bir açıklama gelmedi. Sadece, ABD Emperyalistlerinin BOP Projesi’nin bir devamı olan “barış süreci”ni övdüğü 17 Nisan tarihli açıklamasında;
“KESK bu süreçte; Akil İnsanlar komisyonuna yönelik bütünlüklü bir değerlendirme yapamamıştır.” gibi tatmin edicilikten uzak bir açıklama yaptı. Biz de susuş
ikrardan gelir, diye eleştirimizin merkezine
KESK’i aldık. Bu konuyla ilgili doyurucu
bir açıklama yapılana kadar da bu tavrımız
devam edecektir.
Aslında KESK, Türk Solunun büyük
bir kısmının Sevrci Sahte ve Soytarı Solluğa geçtiği yıllardan beri benzer tavırlar
gösteriyor. Yani gerçekte KESK’in tavrı
yeni değil. 12 Eylül 2010’da yapılan Anayasa ile ilgili Referandumda KESK, güya
üyelerini tarafsız bıraktığını açıklamıştı.
Ancak Genel Başkanı “yetmez ama
evet”çi olarak, DTP’liler ve Sevrci Sahte
Sol ise Anayasa Referandumunu “boykot”
ederek Tayyipgiller’e destek olmuşlardı.
Yine bunların yönetimindeki KESK ve
Eğitim-Sen, son olarak “serbest kıyafet uygulaması” adı altında 2012 Aralık ayında
önce “eşofmanlarımızla geleceğiz” diye
açıklama yapmışlar, bu “sulu” eyleme tabandan tepki geldiğinde ise çark ederek
“sivil geleceğiz”, diye açıklama yaparak
eylemi gerçekleştirmişlerdi. Daha sonra
bunların açtığı kapıdan giren Şeriatçı Memur-Sen/Eğitim Bir-Sen Ocak 2013’de bir
günlük serbest kıyafetlerle okula gelme eylemi yaptılar. Ardından mazlum milletlerin
emperyalistlere karşı ilk zaferi kabul edilen
Çanakkale Zaferi’nin yıldönümü olan 18
Mart tarihinden beri de Şeriatın simgesi
olan Türban ile başta okullar olmak üzere
tüm kamu kurumlarına gelmektedirler.
Kontrgerilla’nın özel örgütü MHP uzantılı
Türk Kamu-Sen de işyerlerine gönderdiği
yazı ile türban eylemine desteğini açıklamıştı.
Biz KESK’in “Yeni KESK”e dönüştürüldüğünü yıllardır söylüyoruz. KESK’in
mücadele Tarihinden, Geleneklerinden ve
İlkelerinden hızla uzaklaştığını defalarca
yazdık. KESK Tarihini, Geleneklerini ve
İlkelerini 1968’de yapılan Devrimci Eğitim Şurası’nda TÖS Başkanı Fakir Baykurt
şöyle açıklıyordu:
“(…)
“Ezilen uluslara örnek ve önder olan
Kurtuluş Savaşı’mızdan sonra, Kurtuluş savaşlarını bütünleyen temel yapı değişikliğini sağlayacak köklü reformları
yapmalı; toprakta, maliyede, eğitimde
ciddî tedbirler almalı ve ulusumuzu,
içerde ileri, borçsuz, bayındır; dışarda
‘tam bağımsız’ duruma getirmeliydik.
“(…)
“1922’de sömürgeci devlet askerlerini topraklarımızdan kovduğumuz zaman Düyun-u Umumiye’nin alacakları
bitmemişti. Lozan’da yeni senetlere bağlanan borçların son taksiti 25 Mayıs
1964’te kapandı. Kurtuluş Savaşı günlerinde Amerika bize mandaterlik öneriyordu. Mustafa Kemalciler bunu reddettiler. 1947’de Truman Doktrini ve
Marshall Plânı çerçevesi içersinde, dış
yardım ve kredi olarak belki daha kötüsünün içine düştük. Alım satımda, askerlikte, eğitimde yeniden bağımlı koşullara girdik.
“(…)
“Yoksul köylü çocuklarının orta kolaylıkta girebileceği okullar imam Hatip
okullarıdır. Yoksul köylü çocukları buralarda orta derecede meslekî öğretim
görüyorlar. Yüksek öğrenime atlamaları
ancak bu okullardan geçmekle mümkün
oluyor. Sistem, bir teokratik eğitime girip çıkmadan yüksek öğrenime kavuşmanın yollarını yoksul çoğunluğun çocuklarına kapamıştır.
“(…)
“Devletin ve Eğitimin yöneticileri,
bizim tarafsız kalmamızı istiyorlar.
Kurtla kuzunun adil olmayan mücadelesinde tarafsız kalmak, güçsüz kuzunun
karşısındaki güçlü kurdu kendi gücümüz kadar güçlendirmek demektir. Tarafsızlık, çağdaş aydının, çağdaş eğitimcinin şiarı olamaz.
“(…)
“Kılavuzu Amerika olan Türk eğitimi, gene Amerika’nın kılavuzluk ettiği
bozuk ve zayıf bir ekonomik temel üzerinde, bir türlü belini doğrultamamakta
ve çıkmazdan kurtulamamaktadır. 20
yıldır Amerikalıların Türk eğitimine sokup uyguladığı proje sayısı, program geliştirmeden Barış Gönüllüsüne ve öğretmen yetiştirmeye kadar 20’yi bulmuştur. Amerikalı uzmanlar AID Türkiye
Misyonu yoluyla, eğitimin en nazik alanlarına kadar girmişler, hatta onun plânlamasına kadar sokulmuşlardır.” (Fakir
Baykurt, 1968 Devrimci Eğitim Şurası
Açış Konuşması)
Konuşma coşkulu ve çok uzun, bu yüzden kısaltarak belirli bölümlerine yer verebildik. Bu konuşmada da görüleceği gibi
mücadele tarihimizde tarafsızlık yok, hele
hele emperyalistlerin güdümündeki bir
plan ve projede yer almak hiç yok. Bu tür
davranışlar daha o zamandan ihanet olarak
tanımlanıp mahkûm ediliyor. Bugünkü
KESK’i bu konuşma temelinde, geçmişimizden günümüze ayna tutarak değerlendirdiğimizde KESK’in köklerinden, Tarihinden ve ilkelerinden koptuğunu çok net
olarak ifade edebiliriz. Fakir Baykurt’un
konuşması üç temel ilke etrafında şekilleniyor.
Antiemperyalizm
Antifeodalizm
Antişovenizm
KESK bugün üç ilkeden de tamamen
uzaklaşmıştır. Kaldı ki KESK Genel Başkanı demokratik kitle örgütlerinde uygulanması gereken en temel ilke olan “demokratik merkeziyetçilik” ilkesini dahi uygulamayarak yok saymıştır. Dolayısıyla
KESK Genel Başkanı Kürt Sorunu’nun
“K
emperyalist çözümünün bir “enstrümanı”
olan “akil adam”lıktan hemen çekilmeli,
üyelerinden ve halklarımızdan özür dilemeli, özeleştiri vermelidir. Ancak o zaman
tarihiyle, kökleriyle ve ilkeleriyle bağ kurabilir.
Son söz olarak bir kez daha hatırlatalım; Kürt Sorunun iki çözüm yolu vardır.
1-Emperyalist Çözüm
2-Devrimci Çözüm
Üçüncü bir yol yoktur. Son günlerde siyasi gündemin en ön sırasında yer alan ve
adına “çözüm”, “barış” denilen olay; emperyalist çözümdür. Emperyalistlerin güdümünde uydu bir Kürt Devleti kurmaktır
amaçları. Çözüm diye yutturmaya çalıştıkları proje, başta Kürt Halkı olmak üzere
Bölge Halklarına kandan ve gözyaşından
başka bir şey getirmeyecektir. Bu emperyalist çözüm; bin yıldır kardeşçe yaşamış,
etle tırnak gibi olmuş, beraber ağlamış beraber gülmüş, Alparslan’ın ordularında derebeyleşmiş Bizans’a karşı birlikte savaşmış, Fatih’in ordularında çağ açmış çağ kapamış, Antiemperyalist Birinci Kurtuluş
Savaşı’mızda emperyalist yedi düveli bu
topraklardan birlikte kovmuş iki halkın
arasına kan davasını sokacaktır. Kısacası
emperyalist çözüm, Yugoslavya’da,
Irak’ta, Libya’da, Afganistan’da ve bugün
Suriye’de olduğu gibi kan ve gözyaşından
başka bir şey getirmeyecektir.
Dolayısıyla tarihî bir sorumluluğun
yükleri bizim omuzlarımızdadır. Ülkemizi
içinde bulunduğumuz bu karanlık dönemden kurtarmak için;
ABD ve AB Emperyalizmine karşı,
Feodalizme, Ortaçağcı Şeriata karşı,
Şovenizme karşı, tüm halk kesimlerini
örgütlemeli ve mücadele etmeliyiz.
Ancak bu ilkeler etrafında birleşirsek;
alınteriyle geçim sağlayan, çalışan ve ezilen halklarımızı uyandırabilir ve örgütleyebiliriz. İşte o zaman tüm emekçi halklarımızla omuz omuza vererek ABD ve AB
emperyalizmini bozguna uğratabiliriz.
Türkiye o zaman hiçbir emperyalist gücün,
özellikle AB-D’nin asla sarsamayacağı-etkileyemeyeceği sarp bir kale olacaktır.
İşte o zaman bu topraklarda analar ağlamayacak, kuracağımız Türk Kürt Halk
Cumhuriyeti’yle halklar gerçek barışa kavuşacak ve Türkiye bugünkü Türkiye’den
bir milyon defa daha sağlam ve güçlü olacaktır.
Kahrolsun Emperyalizm!
Yaşasın Sosyalizm!
Yaşasın Halkların Kardeşliği!
Kurtuluş Partili
Eğitim ve Bilim Emekçileri
İstanbul Sancaktepe’de
eğitim emekçisine soruşturma
işiyi, nasıl bilirsiniz?
Kendim gibi bilirim”
der bir atasözümüz.
Tayyipgiller ve bulundukları makamda onların bilinçlice kapıkulluğunu yapan
sözde kamu görevlileri, bürokratlar tüm
kamu kurumlarında olduğu gibi Milli
Eğitim Bakanlığı ve bağlı kurumlarda da
boş durmuyorlar. Tayyipgiller’in vatanımızı Ortaçağın karanlığına hızla sürüklemesine karşı onurluca tavır alan, vatanına, geleceğine sahip çıkan biz ilerici,
devrimci, yurtsever tüm insanlara düşmandırlar onlar. Çünkü biz halkımıza
bunların alçak, kirli oyunlarını anlatır,
halkımızı yanımıza alır çoğalırsak heveslerinin o pis kursaklarında kalacağını adları gibi bilirler. Onlarca yıldır halkımızın
saf, temiz inançlarını siyasete–ticarete
alet ederek iktidara gelenler, iktidarda kalabilmek için de kendilerine sorgusuz sualsiz oy verecek insan tipini yaratmaya
çalıştılar; kısmen de başarılı oldular.
Gelelim soruşturma meselesine. Geçtiğimiz günlerde Sancaktepe İlçe Milli
Eğitim Müdürlüğü; gerici bir velinin 9
veliyi de kandırarak ilerici, devrimci,
yurtsever bir öğretmeni şikâyet etmesi
üzerine soruşturma başlatmıştır. Şikâyetin konusu; derste 4+4+4 Kesintili Eğitim
modeline karşı olduğunu ifade etmek, cemaatler–tarikatlar ABD’ye bağlı demek,
çocuklar ellerinde Kur’an’larla dolaşıyor
demek, mezhep ayrımı yapmak, mezhebe
göre not vermek gibi kimisi suç bile teşkil etmeyen deli saçması iddialar.
Evet, vatansever, ilerici, devrimci bir
öğretmen, 4+4+4 eğitim modeline karşı
olmalıdır zaten. Bunu söylemek suç değildir, zira 4+4+4 eğitim sisteminin yarattığı kötü sonuçları öğrencilerimiz ve
velilerimiz günbegün yaşamaktadırlar ve
yaşayacakları sıkıntıların çoğu da daha
geride.
Şimdi gelelim mezhep ayrımı suçlamasına; evet başlıkta da değindik “kişiyi
nasıl bilirsin? Kendim gibi bilirim”,
der bir atasözümüz. Tayyipgiller’in atadığı milli eğitim yönetici kadroları kendileri gibi bilirler kişileri. Bildiğimiz gibi
mezhep ayrımını gerçek anlamda uygulayan, Alevi vatandaşlarımızın hiçbir hakkını tanımayan, fırsatını bulsalar Türkiye’yi de Suriye’deki benzerleri olan
“Müslüman Kardeşler”in hayalindeki
gibi Alevi mezarlığına çevirecek olan
Tayyipgiller’dir.
Şimdi bu inceleme, soruşturma, ceza
verme silsileleri ile biz ilerici, yurtsever,
devrimci eğitim emekçilerini yıldırarak
korkutarak, eksiğine gediğine rağmen
şimdilik kısmen laik olan eğitim sistemini hızla Şeriatçı bir modele doğru götürmelerinin önündeki engelleri kaldıracaklarını sanırlar; kişiyi kendileri gibi bildikleri için burada da yanılırlar. Atalarımız
yine ne güzel de söylemişler “Hain korkak olur”, diye. Hain olan biz değiliz ki
korkalım; vız gelir ve de gelmelidir…
Yaşasın Parasız, Bilimsel, Laik,
Anadilde Eğitim Mücadelemiz!
İstanbul’dan Kurtuluş Partili
Eğitim Emekçileri
16
T
Yıl: 7 • Sayı: 65 / 14 Mayıs 2013
Tarihi esere çanak çömlek diyenle müzeleri yağmalayan farklı mıdır?
Çanak çömlekler ve yağmalanan tarihi değerlerimiz%
ayyip Erdoğan, Nisan ayının sonunda Kızılcahamam’da kampta bulunan AKP il başkanları ve ilçe başkanlarına hitaben şöyle bir konuşma yaptı:
“Bir çılgın projenin gerçekleşebilmesi için bize hendek atlattılar. 3-4 sene bir
projeyi gecikmeli olarak çıkarıyoruz.
iye? Önümüzde çok ciddi engeller var.
Örneğin Marmaray projemiz var, basit
çanak çömlek hikâyesi bize dört sene
kaybettirdi. 3-4 sene önce Marmaray
açılacaktı. Bak şimdi bu 29 Ekim’e yetiştirmeye çalışıyoruz. Yazık değil mi,
günah değil mi?”
Bu açıklamaları yeni değil, 1-2 yıl önce
de benzer açıklamalar yapmıştı:
“Marmaray gecikmeyebilirdi, ama
sürekli ‘yok arkeolojik şey çıktı, yok
çömlek çıktı, şu çıktı, bu çıktı’ diye önümüze engeller koydular. Yok kuruluydu,
yok yargısıydı, bunlara takılıp kaldık.
Bundan sonra engel tanımayacağız; bedeli ne olursa olsun.”
Tayyip’in “çanak çömlek” dediği, küçümsediği, dalga geçtiği hatta aşağıladığı
neydi?
Gazetelerde yer alan haberleri derlememiz sonucu, şu döküm karşımıza çıkıyor:
* 2004 yılında başlayan Yenikapı arkeolojik kazı çalışmalarında bugüne kadar
35 batık, 38 bin envanterlik (müzelik) eser
bulundu. Dünyanın en eski neolitik dönem
ahşap kullanım aletleri gün yüzüne çıkarıldı.
* Her şeyden önemlisi Avrupa medeniyetinin temellerinin İstanbul üzerinden geçiş yaptığı ve şehir tarihinin 8500 yıl geriye gittiği belirlendi.
* Antik tarihin en büyük limanı olan
Theodosius Limanı gün ışığına çıkarıldı.
Çanakla çömleği karıştırırken...
Marmaray kazı alanında 13, metro kazı
alanında 22 olmak üzere değişik ölçü ve
tipte 5-11’inci Yüzyıllara tarihlendirilen 35
batık tekne bulundu. Kadırga tipi batık, Ortaçağ için dünyada bir ilkti. Bu kadar çok
batığın bir arada bulunduğu ve toprak tarafından korunan başka bir arkeolojik alan da
dünyada yok. Bilim insanları ve arkeologlar, Theodosius Limanı’nın, Antik kentin 4
ile 7’nci Yüzyılın başlarındaki en büyük ticari ulaşım merkezi olduğunu belirtiyorlar.
“Bu gemiler sayesinde, İstanbul’un dünya
ticaret sistemi içindeki yerini, ticareti yapılan nesneleri bilme şansımız oluyor” deniliyor.
* Theodosius Limanı’nın altında devam eden kazılar sırasında, günümüz deniz
seviyesinin yaklaşık 6.30 metre altında
neolitik döneme rastlandı. Urne tipi bir
mezar, alandaki arkeologları heyecanlandırdı. Dünyanın gözü Yenikapı’ya çevrildi.
Neolitik dönem yaşam izi, çamurun içinde
belirmişti. Ardından kano küreği, bir başka
urne tipi mezar derken 8500 yıllık ilk insan
mezarı bulundu. İstanbul tarihiyle ilgili ezber bozuldu. İstanbul’daki yaşam izleri
4500 yıl geriye gitti. Kalıntıların çevresinde büzülmüş pozisyonda gömüler arkeoloji dünyasını ayağa kaldırdı.
* 2011 başlarında Yenikapı Metro kazı
alanı içinde neolitik dönem mezar mimarisi içinde nadir görülen ahşap kullanımı ile
karşılaşıldı. Ok, yay, kano küreği gibi buluntular, dünyanın en eski ahşap eserleriydi.
* 9 yıldır süren kazılarda neolitik dönemden başlayıp kesintisiz olarak günümüze kadar ulaşan ve kent tarihine ışık tutan 38 bin envanterlik eser belgelendi. 40
bin kasa da ‘çanak çömlek’ var. Çalışmalarda ayrıca Antik kent Theodosius Liman
kalıntıları ile neolitik kültür katı arasında
tabakalaşmış deniz dolguları, Marmara’nın
son 10 bin yıl içinde geçirdiği değişimlerin
anlaşılması açısından çok önemli bulgular
sundu.
* Kazılarda neolitik dönem İstanbul’unun ilk yerlilerine ait ayak izi tespit
edildi. Neolitik döneme ait insan ayak izlerinin sayısı 390’ı buldu. Ayak izlerinde en
büyük ayak ölçüsü 42 numara. 35 numaradan başlayarak 42’ye kadar her numaradan
ayak izi bulunuyor. Diğer yandan ayak izlerinin birbirinin üzerinde olmaması da ar-
keologların yorumuna göre ‘törensel bir
toplanma yeri duygusu’ veriyor. Ayaklarında sandalet ya da deriden yapılma ayakkabı olduğu tahmin ediliyor. Dünyada bu kadar eski ve bu kadar çoğu bir arada bulunan başka ayak izi yok.
eolitik Çağ’ın, endüstri devrimine
kadar olan dönemde yaşam biçimlerini
belirleyici nitelikte olduğunu ve bu döneme ait buluntuların tarihi anlamak
için önemli olduğunu vurguluyor ve Avrupa tarihi açısından da Anadolu’dan
kültür aktarımını anlamaya yardımcı
olacağını söylüyor, bilim insanları.
Başbakanın çanak çömlek olarak nitelendirdikleri bunlar.
Dünya tarihini değiştiren bu eserlerin
Tayyip’e göre bir kıymeti yok. Geçen gün
gazetelerde yer alan habere göre, İstanbul’un tarihini 8500 yıl geriye götüren arkeoloji kazıları “bütçe bitti’’ denilerek durduruldu. Ulaştırma Bakanlığı Devlet Limanları ve Hava Meydanları (DLH) tarafından maddi destekle sürdürülen Yenikapı
kazılarından çıkan 40 bin eser depolara kapatılarak üzeri mühürlendi. Şu anda bu
eserlere ne olduğu, ne durumda olduğu da
gazetelere yansıyanlara göre bilinmiyor.
Dünya tarihini değiştiren tarihi eserlerimizin gördüğü muamele bu…
Ve ayrıca arkeolojik kazıların Marmaray hattının yapılmasını geciktirdiği de
doğru değil. Yenikapı’daki hattın inşaatı
arkeologlar tarafından 2009 yılında teslim
edildi. 4 yıldır banliyo hattının inşaatı buna
rağmen bitirilemedi. Ancak fatura arkeolojik kazılara çıkarıldı.
Daha önce de Kars’taki heykel için
“ucube” diyen Tayyip’in bu ülke topraklarının eserlerini bu şekilde aşağılaması, değersizleştirmesi aslında şaşırtıcı değil. Cehalet de değil. Siyasi kökenleriyle ilgili,
her şeyi parayla ölçmesi, tek değerin para
olması… Üretim, kültürel değerler, sanat
çok bir şey ifade etmez Tayyipgiller için.
Küpüne doldurmaya yarayacaksa, bu değerler büyük meblağlarda paraya çevrilecekse değerli olur gözlerinde…
Yaşadığımız topraklar, sayısız medeniyete, halka ev sahipliği yapmıştır. Medeniyetlerden kalan tarihi eserler, kültürel varlıklar bize mirastır. Ama iktidarlar, ilgili
kurumlar bugüne kadar gerektiği gibi tarihi eserlerimize sahip çıkmamışlardır. Emperyalistler tarafından resmen yağmalanmıştır. Bugün Anadolu Medeniyetlerine ait
tarih ve kültür varlıklarının önemli bir kısmı emperyalist devletlerin müzelerinde ya
da koleksiyonerlerindedir.
Çünkü onlar için; tarihi eserler, atalarımızın ve bu toprakların yaşayan halkların,
medeniyetlerin mirası, ortak değerimiz
olarak değil de sadece çanak çömlek ya da
maddi bir kazanç kapısı. Ülkemizdeki kimi Parababası için Koleksiyonerlik yani
tarihi eserleri mülkiyetlerine geçirmek bir
hobi, kişisel tatmin aracı ve gösteriş aracı
olmaktadır.
Tayyipgiller iktidarıyla birlikte bu yağma, bu saldırı daha da artmıştır. Kendi kültürlerini yansıtan kimi eserlerin dışında kalan tüm değerlere karşı düşmanca bir tutum
sergilemektedirler.
Ülkemiz açısından tarihin yok edilmesinin, ranta dönüştürülmesinin bir ayağı tarihi eserlerin korunmaması, halkımızın bilincinde değersizleştirilmesi ve yurtdışına
çıkılmasına göz yumulması.
İkinci ayağı ise kentsel dönüşüm, özelleştirme bahanesiyle Tarihi binalarımızın,
meydanlarımızın, kültür merkezlerimizin,
sinemalarımızın, sokaklarımızın yok edilmesi, peşkeş çekilmesi.
Taksim Meydanı, AKM, Haydarpaşa,
Emek Sineması bunun en somut örnekleridir.
Amaç, bunların yerine lüks oteller, konutlar, AVM’ler yapmaktır. Bu tarihî değerler insanlığın ortak miraslarıdır. Yerine
yenisinin konulması mümkün değildir. Bu
nedenle korunması ve saygı duyulması gerekmektedir. Ama para ve kâr Tanrısına
tapan tekeller, Parababaları ve Tayyipgiller
Hükümetinden bunu beklemek ölü gözünden yaş ummaya benzer.
Çünkü Tayyipgiller’e göre onlar sadece
taş yığını ya da çanak çömlektir. Tayyip ve
şürekâsının bu zihniyeti; Afganistan’da
Buda heykellerini yıkan Taliban’la, Irak’ı,
Afganistan’ı, Suriye’yi, Libya’yı işgal ederek buralarda eserleri yağmalayan, yakıp
yıkan, ülkelerine kaçıran emperyalistler ve
onların çapulcularıyla birebir aynıdır.
Irak, Libya, Afganistan’dan sonra ve
şimdi de Suriye’de tarihi değerler yağmalanıyor. Sadece halkı değil geçmişini de öldürüyorlar.
Irak, Libya ve Suriye saldırıları sonucu
insanlık tarihinin hangi değerleri yağmalanmıştı?
* Irak’ta ayaklar altına alınan sadece
bir ülkenin kültürü değil, dünya mirasıydı.
Mezopotamya’nın kalbini taşıyan bugünkü
Irak, binlerce arkeolojik bölgeye sahip bir
ülke. Bunlardan bazılarının üzerine
2003’te ABD ve İngiliz uçakları bombalar
yağdırdı. Irak’ın işgalinin ardından bizzat
ABD askerleri tarafından yağmalanmıştı,
başta Irak Ulusal Müzesi (Bağdat Müzesi)
olmak üzere. Bağdat Müzesi’nde Mezopotamya’nın 5 bin yıllık tarihine dair sayısız
eserler sergileniyordu.
Müze yetkililerine göre yağmacılar
müzedeki en görkemli eserlere gözlerini
dikmişler ve bunları çalmışlardı. 5 bin yıldan eski Sümer vazosu olan Varka, yine en
az 5 bin yaşındaki Akadlardan kalma Uruk
heykeli yağmalanmıştı. Yağmalanan en
önemli eserlerden bir tanesi olan 4.400 yıllık Sümer kralı Entemena’nın başsız heykeli ise daha sonra ABD’de ele geçirilmişti.
Müze, Irak Başbakanı Nuri El Maliki
tarafından 23 Şubat 2009 tarihinde yeniden
açıldığında bünyesindeki eserlerin yarısından fazlasının çalınmış olduğu ortaya çıkmıştı.
* Libya’da muhaliflerin Trablus’u ele
geçirmesinin ardından Trablus’taki Ulusal
Cumhuriyet Müzesi’ndeki eserler yağmalanmış.
Rus gazeteci yazar Nikolay Sologubovskiy daha önce yaptığı açıklamalarda,
Libya’da tarihi eserlerin muazzam bir kaçakçılıkla ve yıkımla yüz yüze olduğunu,
deniz yoluyla Avrupa’ya gönderildiğini
söyledi.
Libya Ulusal Müzesi, neolitik dönemden, Berberiler, Fenikeliler, Garamantlar,
Yunanlar, Romalılar ve Bizanslılar dönem-
lerinden kalma çok değerli eserlere ev sahipliği yapıyordu. Eserler, Akakus Dağları’nda bulunan mağara çizimleri gibi 14
bin sene öncesine kadar uzanıyordu. Ve
Rus gazetecinin iddiasına göre, bu gibi
eserler dahi çalınıyor.
Sologubovskiy, “Özel bir kimyasal emdirilmiş ipek kumaşı kayalardaki fresklere
bastırıyorlar, böylece boya kumaşa yapışıyor ve duvardan çıkıyor” dedi.
UNESCO’nun Dünya Mirası listesinde
yer alan bazı muhteşem mimari alanları
NATO güçlerinin yok ettiğini belirten Sologubovskiy, “NATO uçakları Leptis Magna ve Sabratha’yı vurdu” diye konuştu.
Yanı başımızda şimdi gerçekleşen bir
yağma, talan… Emperyalistlerin örgütlediği katillerin ülkeyi içine sürüklediği
durum, katliamlar ve hayatını kaybeden insanlar… Bunun yanında Suriye’de müzeler yağmalanıyor, tarihi eserler kaçırılıp
satılıyor, Roma, Ortaçağ ve daha nice uygarlığa ait arkeolojik alanlar tehdit altında.
Birçok uygarlığa ev sahipliği yapan
Suriye, hem Doğu Akdeniz hem de
Mezopotamya medeniyetlerinin mirasçısı.
Gelen bilgilere göre şu anda ülkedeki 12
müze yağmalanmış durumda.
Hürriyet internet sitesinde yer alan habere göre; Suriye’de silahlı isyancılar (çapucular) ülkenin onlarca tarihi eserini çalıp
YÖK’ten karar: AB-D’ye hizmet eden
Suriyeli gericilere üniversitelerimizin
kapıları ardına kadar açık
Her yıl üniversiteye yerleşmek adına
milyonlarca gencimiz sınavlara girmekte. Üniversiteye giriş sınavları öyle
bir duruma geldi ki; sınavlarda emek hırsızlığı yapılmakta, tarikatlar sistematik
şekilde kopya çekmekte, skandallar devlet eliyle kapatılmaktadır. Bunlar olurken, diğer tarafta sınavı kazanamayan
öğrenciler hayatlarına son vermektedir.
Eşitsiz koşullar nedeniyle içlerinden bazıları okumayı dahi öğrenmemiş kalabalıklar üniversiteye giriş sınavları için
yerini almakta ve nereye koşacaklarını
bilmeden, başlangıç çizgisinde yarış atı
gibi silah sesini beklemektedir. Dert, sıkıntı çok... Saymakla bitmez.
Milyonlarca gencimiz bu çıkmazlarla
boğuşurken, Dışişleri Bakanlığı ve Milli
Eğitim Bakanlığı’nın emriyle karar alan
Yüksek Öğretim Kurulu, Çukurova Bölgesi ve çevresinde bulunan yedi üniversiteye aşağıda bazı maddelerini
verdiğimiz “özel öğrenci” konu başlıklı
karar örneğini göndermiştir. Karar örneğinde aynen şunlar yazmaktadır;
“29.08.2012 ve 13/09/2012 tarihli
Yükseköğretim Genel Kurul toplantılarında, Suriye’de son dönemde tırmanışa geçen şiddet olayları ve
derinleşmekte olan insani krize paralel olarak ülkemize sığınan Suriye vatandaşları ile Suriye’de eğitim
görmekte iken ön lisans, lisans ve lisansüstü eğitim programlarında
(Tıpta Uzmanlık ve Diş Hekimliğinde
Uzmanlık programları hariç) eğitimlerine ara vermek zorunda kalan
Türk vatandaşı öğrencilere uygun görülecek bir statüde üniversitelerimizde
ders
alma
imkânı
yaratılmasının yararlı olacağına ilişkin Dışişleri Bakanlığı ve Milli Eğitim
Bakanlığı’nın yazıları incelenmiş ve
Suriye’deki durum ve gelişmeler dikkate alınarak, 2012-2013 eğitim öğretim yılına mahsus olmak üzere;
“a) Söz konusu öğrencilerin Gaziantep, Kilis 7 Aralık, Harran (Şanlıurfa), Mustafa Kemal (Hatay),
Osmaniye Korkut Ata, Çukurova,
Mersin Üniversitelerinde özel öğrenci
olarak ders alabilmelerine,
b) Öğrencilerin durumlarını belir-
ten belgeleri olmaları halinde bu belgelerin incelenerek, belgelerinin olmaması halinde ise beyanları dikkate
alınarak özel öğrenci olarak ders almalarının sağlanmasına,
c) Özel öğrenci olarak alınan derslere ilişkin, kredisinin ve öğrencinin
başarı durumunu belirten bir belgenin düzenlenmesine, karar verilmiştir.”
Bu kararda “söz konusu öğrenciler”
diye bahsedilenler esas olarak AB-D
Emperyalizminin tetikçiliğini yapan Suriyeli çapulculardan başkası değildir.
“Türk vatandaşı öğrenciler” ibaresi ise,
bu kararı meşrulaştırmak için kullanılmaktadır. Kararda da belirtildiği gibi,
hiçbir belge gerekmeksizin, sadece kendi
beyanları ile bu kişiler Üniversitelerimizden faydalanabilecektir. Harvard,
C
çok cüz’i para karşılığında satıp silah almakla ülkenin kültürel mirasını yok ediyorlar.
Bu arada Dünya Bülteni internet sitesinde çıkan bir diğer haberde, Halep’teki
Kapalıçarşı’nın ve 1000 yılı aşkın geçmişe
sahip olan tarihi Emevi Camisi’nin hasar
gördüğü belirtiliyor. Yapılan son araştırmalara göre; şimdiye kadar 2 milyon dolar değerinde tarihi ve kültürel eser ülkeden çalınmış. Daha önce Humus’ta tarihi Kapalıçarşı ve Halep’in eski pazarı kundaklanmıştı.
Bu örnekler çoğaltılabilir. Savaş döneminde tarihin yağmalanması en üst düzeyde yaşanıyor. Son işgallerde de ortaya çıktığı gibi…
Dünyanın neresinde olursa olsun, Para
Tanrısına tapan, kendinden olmayan her
kültüre, Tarihe düşman olanın ortak özelliğidir, bu tutum. Onlarla aramızdaki en
önemli farklardan biridir bu. Biz sosyalistler; insanın ürettiği insana ait olan hiçbir
şeye yabancı değiliz. Ama onların biricik
gayeleri kârına kâr katmak, küpünü doldurmaktadır. İnsana, vatana, tarihe, doğaya
düşmandırlar.
Bu yüzden onlara karşı mücadele etmek sadece geleceğimize değil geçmişimize de sahip çıkmaktır.
Oxford gibi, emperyalist ülkelerde bulunan ünlü üniversitelerden gelenlerden
bile belge talep edilirken; YÖK’ün kararında hepimizin gördüğü gibi, bu halk
düşmanı işbirlikçilerin sözleri özel öğrenci olmak için yetmektedir.
Onları özel kılan nedir?
AB-D Emperyalistlerine itaat etmekte sınır tanımayan Tayyipgiller iktidarı kendi halkından çok, kendileri gibi
AB-D Emperyalizmine uşaklık edenleri
“yakın”, bir başka deyişle “özel” bulmaktadır. İşte onları “özel” kılan bu çirkin ortaklıktır.
Biz; gerçek vatanseverler, bu kararlarıyla bile hainlikleri bir kez daha görünmüş bu iktidara, onların ağababaları
AB-D emperyalistlerine karşı İkinci
Kurtuluş Savaşını vererek, bu çirkin
çarkı kıracağız. Halk için dönen çarkı da
yine bizler inşa edeceğiz.
Gaziantep’ten
Kurtuluş Partisi Gençliği
Adaletin bu AKP%
umhuriyet Gazetesi’nin 8 Mayıs tarihli sayısının Ekonomi sayfası haberlerinden bir demet.
Önce Finans-Kapitalistlere ilişkin olanı okuyalım:
“İş Bankası’ndan 1 milyar 24 milyon TL kâr
“Yapı Kredi, 2013’ün ilk çeyreğinde 544 milyon TL konsolide net kâr
açıkladı. Bir önceki yılın aynı dönemine göre kârını yüzde 31 artıran Yapı
Kredi’nin (…)”
Şimdi İşçi Sınıfımıza ilişkin haberi okuyalım:
“İşten atılan işçi dava açamayacak
“Adalet ile Çalışma ve Sosyal Güvenlik bakanlıklarının hazırladığı taslağa göre; iş akdi feshedilen işçi mahkemede dava açamayacak. Bunun yerine “hakem heyeti”ne başvuracak.”
Şimdi de Köylümüze ilişkin olanı okuyalım:
“1.23 lira olarak açıklanan yaş çay fiyatı beklentilerin altında kaldı
“Çay üreticisi memnun değil
“Bakan Eker’in 1.35 lira olarak açıkladığı yaş çay fiyatı, yaş çay üreticilerini memnun etmedi. Üreticiler fiyatın üretim maliyetini karşılamadığını belirterek 1.50 TL fiyat istedi.”
En son olarak halkımızın tümünü ilgilendiren bir haber:
“ÖİB’nin (Özelleştirme İdaresi Başkanlığının) hazırladığı dosyada şirketlere sağlanan ‘kıyaklar’ sıralanıyor. Elektrikte fatura halka çıkıyor
“Yük yurttaşın sırtına
“İşte halkın bihaber olduğu kıyaklar: Yatırımcı kayıp kaçağı indirirse
ortaya çıkan ek geliri alacak. Daha uygun fiyatla elektrik bulursa fark kâr
olacak. Verimlilik artarsa kâr da artacak. Bunların hiçbiri vatandaşa yansıtılmayacak.” (Cumhuriyet, 8 Mayıs 2013)
Okuduğumuz gibi, bir günlük gazete haberleri bile içinde bulunduğumuz
gerçekliği açıkça ortaya koyuyor. Parababaları kârlarına kâr katmaya devam
ederken, İşçi Sınıfımız, köylülüğümüz ve bir bütün olarak halkımız her gün
yeni hak kayıplarına uğruyor. Üstelik başımızda da adı “Adalet ve Kalkınma”
olan bir parti varken…
17
Yıl: 7 • Sayı: 65 / 14 Mayıs 2013
Halkın Davası
Üst aramasının şartları nelerdir?
ise ADLİ ARAMA’dır. Önleme aramasında da 2007 yılında değişiklik
yapıldı. Buna göre, bazı yerlerde
“aranılacak kişi”nin kim olduğu belirtilmeden, ya da bir suç şüphesi olmadan da arama yapılabilir. Bu yüzden
de adı önleme araması. Burada henüz
bir suç ya da suç şüphesi yok. Dolayısıyla somut bir şüpheli de yok.
Yine öncelikle mahkeme kararı ya
da gecikmesinde sakınca bulunan hallerde mülki amirin yazılı emri (valilik
ya da kaymakamlık gibi) gerekiyor.
Kanunda örnek yerler tanımlanmış:
- 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri
Yürüyüşleri Kanunu kapsamına giren
toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin yapıldığı yerde veya yakın çevresinde
(miting girişlerindeki aramanın yasal
dayanağı bu).
- Özel hukuk tüzel kişileri ile kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları veya sendikaların genel kurul toplantılarının yapıldığı yerin yakın çevresinde (şirket genel kurulu,
sendika genel kurulu, tabipler odası
Sorularınız için mail adresimiz:
genel kurulu gibi).
[email protected]
- Halkın topluca bulunduğu veya
toplanabileceği yerlerde (cami-pazar
Bu sayıdaki hukuk köşemizi vb.).
günlük hayatta çok sık karşılaştığı- Eğitim ve öğretim özgürlüğünün
mız Ceza Usul Hukuku alanına gi- sağlanması için her derecede eğitim
ren üst aramalarına ayırdık. Her ve öğretim kurumlarının idarecilerian bir köşe başında, otobüs dura- nin talebiyle ve 20. maddenin ikinci
ğında, tramvay durağında polisin fıkrasının (A) bendindeki koşula (rekinsanları durdurduğunu, kimlik so- tör ya da dekanın çağrısı) uygun olarup üst araması yaptığına şahit olu- rak girilecek yüksek öğretim kurumyoruz. Peki bu yasal mı? Yolda yü- larının içinde, bunların yakın çevrelerürken polis yurttaşı durdurup üst ri ile giriş ve çıkışlarında, (İdari amiaraması yapabilir mi? Arama sıra- rin -okul müdürü, dekan, rektör gibi
sında bulduğu eşyalara el koyabilir bir yetkilinin- istemi olmaksızın yapımi?
lamaz. Özellikle üniversite öğrencisi
Kural olarak HAYIR! Ceza Mu- arkadaşlar buna itiraz edebilir.)
hakemesi Kanununun 119. Maddesin- Umumî veya umuma açık yerlerde 2005 yılında yapılan değişiklikten de, her türlü toplu taşıma araçlarında,
sonra, Hâkim kararı üzerine veya ge- seyreden taşıtlarda.
cikmesinde sakınca bulunan hâllerde
Bunlara örnek olarak da kanun
Cumhuriyet savcısının, Cumhuriyet “Spor karşılaşması, miting, konser,
Savcısına ulaşılamadığı hallerde ise festival, toplantı ve gösteri yürüyüşükolluk amirinin yazılı emri ile kolluk nün düzenlendiği veya aniden toplugörevlileri arama yapabilirler. Ancak, lukların oluştuğu haller”i saymış ve
konutta, işyerinde ve kamuya açık ol- buralarda “gecikmesinde sakınca bumayan kapalı alanlarda (evimizde, iş- lunan hal” olabilir demiş. Yani burayerimizde, dükkânımızda vb.) arama, larda valilik kararıyla arama yapılabihâkim kararı veya gecikmesinde sa- lir.
kınca bulunan hallerde Cumhuriyet
ÖZETLE, yukarıda sayılan yerler
Savcısının yazılı emri ile yapılabilir.
için arama kararında ya da emrinde
Özetle; kural, polisin mahkeme isim geçmesi gerekmiyor. Herkes için
kararı ile aramasıdır. Bunun istisnası genel arama kararı çıkartılabiliyor.
Cumhuriyet Savcısının yazılı kararıy- Suç şüphesine de gerek yok, “ben
la aramadır (gecikmesinde sakınca neyle suçlanıyorum” sorusu gereksiz.
bulunan halde), ya da savcıya ulaşılaANCAK YAZILI BİR KARARIN
mıyorsa polis amiri yazılı emir vere- OLMASI HER HALÜKARDA GEbilir. Ancak gecikmesinde sakınca bu- REKİYOR. (Bu iki kanunun ortak
lunan hal gene olacak.
özelliği). Önleme aramasında da KUCeza Muhakemesi Kanununda RAL: Mahkeme kararı olması. Ya da
“gecikmesinde sakınca bulunan en azından valilik/kaymakamlık karahal” muğlâklığı pek çok yerde var. rı olması.
Bu halin ne olduğunun somut olayda
Aranılan suça ilişkin olmayan bir
polis tarafından açıklanması istenme- şeye el koymak ise yasaklanmıştır.
lidir. “Ben herhangi bir suçun şüphe- Buna da dikkat etmek gerekir.
lisi miyim? Neden mahkeme kararı
Unutmayalım, evimiz, işyerimiz
olmadan aramak istiyorsunuz? Sakın- vb. ancak hâkim ya da savcı kararıyla
ca nedir?” gibi hukuka uygun itiraz- aranabilir. Bunun istisnası yok. (Vali
lar-sorular ileri sürülebilir, zira polis ya da emniyet amirinin yazılı emriyle
bu yetkiyi keyfi kullanmakta.
aranamaz). Demek ki, kapımıza gelen
Ancak her halükarda bir YAZILI polis “evinizi aramak istiyorum” diye
DÜZENLEME ŞART (mahkeme ka- sorarsa mahkeme ya da savcılık karararı, savcılık emri, ya da amir emri). rını göstermesini isteyeceğiz.
Bunu göstermeden polis arama yapaSavcılık tarafından “gecikmesinde
maz.
sakınca bulunan hal”e özgü çıkarılKanuna göre, bu şekildeki bir ara- mış arama kararı ise, 24 saat içinde
ma karar veya emrinde;
mahkeme tarafından onaylanmak zoa) Aramanın nedenini oluşturan fi- runda. Mahkeme bunu onaylamazsa,
il (şüphe)
el konulan her şey iade edilir ve suçb) Aranılacak kişi, aramanın yapı- lamaya delil olamaz.
lacağı konut veya diğer yerin adresi
Son olarak, polisin her iki aramada
ya da eşya,
da (adli arama ya da önleme araması)
c) Karar veya emrin geçerli olaca- “HAKKINDA ARAMA İŞLEMİ
ğı zaman süresi
UYGULANAN KİMSENİN BELGE
açık ve net olarak belirtilmek zorun- VEYA KÂĞITLARINI İNCELEME
da.
YETKİSİ, CUMHURİYET SAVCISI
Dolayısıyla, yurttaş ancak kendisi- VE HÂKİME AİTTİR.” Yani, polis
nin adının geçtiği bir kararla ve makul belge veya kâğıtları inceleyemez, anbir şüphe gösterilerek aranabilir. Bu cak el koyabilir. Bu tüm yurttaşlar
karar da sınırsız, süresiz olamaz. Tari- için geçerli çok önemli bir kural. Akhi geçmiş bir kararla arama yapamaz si duruma itiraz etmek gerekir. (Ne
örneğin polis. Ancak uygulamada ya- yazık ki Ergenekon, Balyoz, Kafes
şanabiliyor. Buna itiraz edilmeli.
vb. soruşturmalarında aksi çokça yaKonuyla ilgili bir de Polis Vazife şanmış, polisler onlarca belge-kitapve Selahiyet Kanunu var. Burada yu- doküman incelemiş ve delil uydurkarıdaki aramadan farklı olarak ÖN- muştur. Oysa kanun açıkça yasaklaLEME ARAMASI düzenlenmiştir. mış.)
Ceza Muhakemesi Kanununda geçen
İstanbul/Sancaktepe Kadın-Çocuk Komitesi’nden Seminer:
Çocuklarımızı Parababaları düzenine
teslim etmeyeceğiz!
H
alkın Kurtuluş Partisi Sancaktepe İlçe Örgütü’müz Akpınar
Mahallesi’nde “Çocuk ve Ergenin Gelişiminde Ailenin Rolü ve
Önemi” konulu seminer gerçekleştirdi.
Kurtuluş Partisi İstanbul Kadın-Çocuk Komitesi tarafından alınan karar
çerçevesinde gerçekleşen seminerin
açılış konuşması, Sancaktepe KadınÇocuk Komitesi’nden Derya Yoldaş’ımız tarafından yapıldı.
Yoldaş’ımız neden böyle bir seminere ihtiyaç duyulduğunu, Halkın Kurtuluş Partisi’nin konu hakkındaki düşüncelerini ve Parababalarının temsilcilerinin konuya bakış açılarını açıklayarak sözü Pedagog ihal Küçükosmanoğlu’na bıraktı.
Küçükosmanoğlu konuşmasında;
sağlıklı bir nesil için doğru evliliklerin
yapılmasından başlayarak, hamileliğin
sağlıklı geçmesi için beslenmenin önemini, ilk beş yaşın önemli olduğunu
vurgulayarak anne baba olarak çocuklarımızı sevgi, saygı ortamında, kendi
yaşlarına göre görevler vererek, özgüvenleri oluşmuş, topluma olan sorumlulukları gelişmiş birer birey olarak yetiştirmemiz gerektiğini ve en önemlisi
de toplumcu bir insanı olarak yetiştirmemiz gerektiğinin altını çizdi.
Kendisinin de aynı zamanda eğitim
emekçisi olduğunu, eğitim sistemimizin geriliğinden bahsederken veli olarak haklarımızı bilmemizi ve onları istememiz gerektiğini vurguladı. Televizyonun, internetin, cep telefonlarının çocuklarımızı nasıl olumsuz etkilediğini, paylaşımdan uzak, sosyal yaşamdan kopuk nesiller geliştiğini örneklerle anlatarak; çocuklarımızı arkadaşlarıyla birlikte sokaklarda, uygun
parklarda oyunla büyütmemiz gerektiğini anlattı. Özellikle babaların da
çocukların gelişiminde işin içinde
olması gerektiğini vurgulayarak
anlatımlarını
günlük hayattan
örneklerle sundu.
Konusunda
uzman Küçükosmanoğlu’nun sunumu, dinleyicilerin de katılımıyla soru cevap şeklinde devam etti.
Daha sonra söz alan Partimiz MYK
Üyesi Safiye Arslan Yoldaş da birçok
sorunun temel kaynağının yaşadığımız
Parababaları sistemi olduğunu, sorunun bireysel çözülemeyeceğini, örgütlü bir şekilde Halkın Kurtuluş Partisi
çatısı altında mücadele edilerek çözü-
K urtuluş Partisi, faaliyetlerini engelleyen
Gaziantep Valiliğine dava açtı
Baştarafı sayfa 20’de
Yetkili Mahkeme), afişler hakkında bir
hukuk skandalına imza atarak “el koyma kararı” verdi. Çünkü gerekçe; afişlerde bulunan Büyük Ortadoğu Haritasındaki “Free Kurdistan” ibaresi nedeniyle PKK/KCK propagandası yapmaktı. Partili Hukukçularımızın itirazı
üzerine bu karar yine aynı hâkimlik tarafından kaldırıldı.
Bunun üzerine ülkenin birçok ilinde
afişler yaygın şekilde yapıldı ve yapılmaya devam ediliyor. Ancak Gaziantep
Valiliği başvuruyu günlerce bekletmiş;
afişteki AKP ampulü kafalı kişinin
Başbakan olduğuna atıfla, AB-D Emperyalistlerinin BOP haritasındaki
“Free Kurdistan ifadesinin halkta korku ve paniğe neden olacağı ve kamu
düzenini boz”acağı gerekçesiyle afişle-
rin yapılmasını yasakladı.
Bu ilk değildi... Son dönemde Gaziantep emniyeti sürekli para cezaları yazarak, bildiri dağıtımımıza müdahale
ederek Partimizin faaliyetlerine engel
olmaya çalışmaktadır. Dava konusu
afiş ise hem AB-D Emperyalistlerini
hem de Tayyipgiller’i doğrudan eleştirdiği için çok rahatsız olmuşlar ve Gaziantep Emniyeti ve Valiliği yasaklama
kararını çıkartmıştır.
Bu nedenle 12 Nisan tarihinde Kurtuluş Partili Hukukçular tarafından Gaziantep Valiliğine karşı; afişlerin yapıştırılması kararının yürütmesinin durdurulması ve kararın kaldırılması için
Mahkemenin önünde eylem yapılarak
İdari Dava açıldı.
Halkın Kurtuluş Partisi, emperyalistlerin kirli oyunlarına ve yerli uşak-
leceğini dile getirdi. Etkinliğimiz Kadın-Çocuk Komitemizin yapmış olduğu ikramla sona erdi.
Seminere, çalışması kısa süre içerisinde yapılmasına rağmen yoğun bir
katılım olmuştur. Seminer sonrası halkımızdan gelen teşekkürler, daha önceden bildiğimiz söylediğimiz gibi halkımızın can alıcı sorunlarını bulup onlara
çözüm üretirsek halkımızın yanımızda
yer almaması için hiçbir neden olmadığını gösterdi. Halkımızla birlikte sorunlarımıza bir taraftan çözüm üretirken diğer taraftan da bizlere bu sorunları yaşatan bu sistemi değiştireceğiz
ve insanın insanca yaşayacağı bir sistem olan Sosyalizmin bayrağını Türkiye topraklarında dalgalandıracağız…
Sancaktepe’den
Kurtuluş Partililer
ların bu oyunlardaki rollerini halklarımıza teşhir etmeye devam edecektir.
Çünkü Suriye Meselesi dolaysızca ve
kaçınılmazca Türkiye meselesidir.
Özellikle Gaziantep’in de içinde olduğu bu bölgede Suriye ve Türkiye Halkları aynı şehrin, aynı köyün, mahallenin insanları gibi birbirine yakındır. İşte bu nedenle bu haksız ve kirli savaşa
karşı halklarımızı bilinçlendirme-uyarma-örgütleme çalışmalarımız daha da
önem kazanmaktadır. Çalışmalarımız
hızla devam etmektedir ve edecektir.
Buna hiçbir güç engel olamayacaktır!
Kahrolsun AB-D Emperyalizmi!
Yaşasın Suriye ve Türkiye Halklarının Kardeşliği!
Gaziantep’ten
Kurtuluş Partililer
Koç Holding’e bağlı Migros İşvereninin Sendikamıza karşı açmış
olduğu Maddi-Manevi Tazminat Davaları reddedildi
Baştarafı sayfa 20’de
A-LOJİSTİK’in ihalesi feshedilmişti. 25
Temmuz 2006 tarihinden itibaren de İzmir Pınarbaşı’ndaki işyerine MİGROS’tan getirilen işçiler sokularak üyelerimizin yerine çalıştırılmak istenmişti.
Daha doğrusu KOÇ HOLDİNG, kanuna karşı hile yöntemleri ile sendikamızın TANSAŞ işyerinde örgütlenmesini
engellemek istemişti. Oysa aynı KOÇ
HOLDİNG o tarihlerde gazetelere verdiği
ilanlarla bir yandan Birleşmiş Milletler
KÜRESEL İLKELER SÖZLEŞMESİNİN;
- “İşletmeler, deklare edilmiş insan
haklarını desteklemeli ve bu haklara
saygı duymalıdır.”
- “İşletmeler, işçilerin toplu sözleşme ve derneklerden yararlanma haklarına izin vermeli ve bu kararı desteklemelidir.”
Maddelerini kabul ettiğini kamuoyuna
duyururken, diğer yandan işçilerin örgütlü/sendikalı olmasına tahammül gösteremiyordu. O tarihlerde yaptığı açıklamalarla üyelerimizin “kendi işçileri olmadığını, taşeron firmanın işçisi olduğunu, sorunun kendilerini ilgilendirmediğini” iddia ediyorlardı. Bu yaklaşım doğru değildi. Zira üyelerimiz yıllardır, zaman zaman
taşeronlar değişse de hep TANSAŞ’ın işini yapmışlardı. TANSAŞ’ı da MİGROS
bünyesine kattıklarından asıl işveren kendileriydi. Bir başka anlatımla, İş Yasasına
göre gerek MİGROS gerekse A-LOJİSTİK işverenleri arasında ALT-ÜST İŞVEREN İLİŞKİSİ vardır. Bu nedenle her iki
işverenin de üyelerimizin hak ve alacakla-
rından dolayı sorumlulukları vardı. Ama
KOÇ HOLDİNG bütün bu yasal yükümlülüklerinin hiçbirisine uymuyordu.
Hal böyle olunca, üyelerimiz ve sendikamızın DİRENME HAKKINI KULLANMAKTAN BAŞKA ÇARESİ KALMAMIŞTI. Öyle de oldu. 2006 yılı yaz
aylarında İzmir’in tüm yolları, caddeleri,
sokakları, TANSAŞ ve MİGROS’un tüm
şubeleri DİRENİŞ ALANINA çevrildi.
Bu haklı ve onurlu mücadelemiz nedeniyle başta sendika Genel Başkanımız
Ali Rıza KÜÇÜKOSMANOĞLU olmak
üzere tüm üyelerimiz ve yöneticilerimiz
coplandık, gazlandık, gözaltına alındık.
Ama yılmadık. Üyelerimizin hak ve çıkarlarının korunması için her türlü mücadele yöntemini kullandık. MİGROS VE
TANSAŞ Satış Mağazalarında haklı, meşru ve demokratik eylemler yaptık.
KOÇ HOLDİNG, bu eylemlerimiz nedeniyle sözde “şirketin ticari itibarını zedelediğimiz, şirket mallarına zarar verdiğimiz” gerekçesiyle hakkımızda şikayetlerde bulundu, davalar açtı. İlkin İzmir 16.
Asliye Ceza Mahkemesinde görülen ceza
davasında Genel Başkanımız ile birlikte
üyelerimiz ve diğer yöneticilerimiz BERAAT etti.
Ardından da sendikamız aleyhine
100.000,00 TL. (yüzbin) Manevi Tazminat ve 54.000,00 TL. (ellidört) Maddi
Tazminat davaları açtılar. Bu davalar İzmir 5. İş Mahkemesinde görüldü ve her
iki dava da reddedildi.
Bu davalarda yapılan yargılamada,
“işverenin iddialarını kanıtlayamadığı,
sendikanın depo işçilerini örgütlemesi-
nin şirketin ticari itibarını zedeleyemeyeceği ve toplumda yanlış intiba oluşturmasının mümkün olamayacağı, mala zarar vermek suçundan açılan davada sendika yöneticilerinin ve işçilerin
beraat ettikleri, kaldı ki, işçilerin eylemleri nedeniyle sendika tüzel kişiliğinin sorumlu tutulamayacağı” gerekçeleriyle her iki davanın da REDDİNE KARAR VERİLMİŞTİR.Yerel mahkemenin
bu kararı Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin
16/04/2013 tarih, 2013/4908 E.,
2013/8066 K. sayılı ilamı ONANARAK
KESİNLEŞMİŞTİR.
Böylelikle sendikamız KOÇ HOLDİNG’e karşı yeni bir HUKUK ZAFERİ
daha kazanmıştır.
KOÇ HOLDİNG, İzmir’de MİGROSTANSAŞ işyerinde başvurduğu bu kanuna karşı hile yöntemlerinin benzerlerini
ARÇELİK işyerinde de uygulamıştı. Burada da KOÇ HOLDİNG’e karşı yürüttüğümüz haklı, meşru ve demokratik hak
mücadelemiz zaferle sonuçlanmıştı.
Sendikamız, dün olduğu gibi bugün
de; örgütlenen, hak mücadelesi veren, direnen tüm İşçi Sınıfımızın dostu, ilk başvuracağı evi olmaya devam edecektir.
Basına ve kamuoyuna saygıyla duyurulur. 13/05/2013
Yaşasın A-Lojistik Direnişimiz!
İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek!
NAKLİYAT-İŞ SENDİKASI
GENEL YÖNETİM KURULU
18
Yıl: 7 • Sayı: 65 / 14 Mayıs 2013
Obama’dan Tayyip’e: “Saldır Tayyip!”
Baştarafı sayfa 20’de
Brookings Enstitüsü bir CIA kuruluşudur. Diğer “düşünce kuruluşları”nın
da CIA bağlantılı olduğunu düşünmek
yanlış olmaz. Nitekim bu toplantıyı
yöneten de Ortadoğu’daki üstün hizmetleri nedeniyle iki kez ödüllendirilen
Kenneth M. Pollack adlı CIA ajanıdır.
Özetle demek istediğimiz emperyalizmin
kanlı planının yürütülüyor oluşudur.
Psikolojik Savaş
Devam Ediyor
Günümüzde politik psikoloji o kadar
önemli ki, emperyalizm bunu askeri rehberlerinde vurguluyor. Amerikan Ordusunun Saha Elkitabı’nda psikolojik
harekat (operasyon), “Dış hedef kitlenin
duygularını, dürtülerini, objektif
muhakeme yeteneğini ve sonuçta yabancı hükümetlerin, örgütlerin, grupların ve bireylerin davranışını etkilemeyi amaçlayan, seçme bilgi ve
işaretler taşıyan planlı operasyonlardır. Tüm psikolojik operasyonların
amacı tarafsız, dost ya da düşman yabancı gruplarda ABD’nin ulusal hedeflerini ve askeri görevini destekleyecek
duygu,
tutum
veya
beklenen
davranışları oluşturmaktır” olarak
tanımlanır [Saha Elkitabı FM 3-05.301
(FM 33-1-1) MCRP 3-40.6A. Psychological Operations: Tactics, Techniques,
and Procedures, Aralık 2003, sayfa 1-1].
Psikolojik Operasyonlar üzerine
1989’da yazılan bir rehber kitapta ise
günümüzde psikolojik savaşın rolü “Bu
süper güç çağında Clausewitz’in
‘Savaş politikanın başka araçlarla devamıdır’ özdeyişini baş aşağı getirmek
yersiz olmaz. Bugünkü modern
dünyamızda uluslararası politika,
savaşın başka araçlarla devamıdır…
Şimdi bizler bir politik savaş ve
psikolojik operasyonlar çağında yaşıyoruz” denerek vurgulanır (C. Lord, F. R.
Barnett, Political Warfare and Psychological Operations, National Defense University Press, Washington 1989, s. 3-6)
Emperyalizm bu rehberlerde vurguladığı psikolojik savaş ve politik psikolojiyi TayyipGül’ün de desteğiyle uyguluyor.
Gerek çapulcularca sarin gazı kullanımı, gerekse Reyhanlı bombalaması
aynı zamanda halkımıza karşı yürütülen
psikolojik harbin bir unsurudur. Psikolojik harbin bir unsuru da Politik Psikolojidir. “Politik Psikolojinin Duayeni”
(Yandaş basın böyle anıyor) CIA Ajanı
Kenneth M. Pollack
Vamık Volkan ise 2009 başından beri
aralıksız ülkemizde. Daha önce gelip
gidiyor, politikacılarla görüşüyor, yönlendirmeler yapıyordu. Yaklaşık beş
yıldır burada... Halkımızı emperyalist
planına, Kürt Sorunu’nun em peryalist
çözümüne hazırlıyor. Vamık Volkan, her
gittiği yerde emperyalizmin çıkarları
doğrultusunda politik psikoloji teknikleri
kullanarak ayrışma, bölünme çalışmaları
yürüten veya emperyalistlerin planlarının uygulanması için ortam yaratan
bir emperyalist uşağı. Estonya, Yugoslavya, Rusya, Gürcistan (Kafkaslar),
Filistin, Arnavutluk, Kuveyt, Kıbrıs’da
yaptığı gibi...
Vamık Volkan, 2009’dan önce
Türkiye’de Ekopolitik adlı (Ekonomi
ve Sosyal Araştırmalar Derneği,
http://www.ekopolitik.org) bir derneğin
kurulmasını sağlar (2006). Türkiye’ye
yerleştikten sonra hızla çalışmalara
başlar. “Türkiye’nin Büyük Çatısı”
başlıklı çalıştaylar zincirini başlatır. Bu
çalışmalarını kendileri şöyle aktarıyorlar:
“Ekopolitik, farklı kesimlerden
isimleri ülkemiz meselelerini konuşmak ve çözüm önerilerinin paylaşımını sağlamak amacıyla 2009 yılı
Ocak ayında düzenlediği “Türkiye’nin
Büyük Çatısı: Ortak Aidiyet” çalıştayı
ile başlattığı TBÇ toplantılarını
bugüne kadar gerçekleştirdiği 20’yi
aşkın toplantı ile devam ettirmiştir. Bu
toplantıların bir sürece dönüşmesi
amacıyla Ekopolitik, toplantı katılımcılarının arasından “Ülkesel Çekirdek
Ekip” adını verdiği bir grup oluşturarak bu grup ile periyodik olarak bir
araya gelmiştir. Bu çalışmalar, Politik
Psikoloji disiplininin ilkeleri
çerçevesinde ve bu alanda dünya
çapında bir
isim olan Prof. Vamık
Volkan’ın danışmanlığında Ekopolitik
yöneticileri ve Ekopolitik genç ekibinin katkılarıyla sürdürülmüştür.”
(http://www.ekopolitik.org)
Vamık Volkan’ın
Ağaç Modeli
Ekopolitik kendisini “Bağımsız ve
kâr amacı gütmeyen bir organizasyon” olarak tanımlıyorsa da, akıldanesinin Vamık Volkan oluşu bağımsız
olmadığının, gelirlerinin ise CIA tarafından karşılandığının göstergesi. Çalışmalarında da hep Volkan var. Mart
2011’de Ekopolitik çatısı altında Politik
Psikloloji Masası’nı kuruyorlar. Tabiî ki
danışmanı Vamık Volkan. Uyguladığı
politika ise Vamık Volkan’ın önerdiği
“Ağaç Modeli”. Ağaç Modeli’ni Volkan
şöyle tanımlıyor bir söyleşide:
“Bilmeyen
okuyucular
için
Türkiye’de de uygulamaya çalıştığınız
“ağaç modeli”ni
kabaca anlatalım. Önce Türkiye’nin farklı kesimlerini temsil eden kişilerin toplum
psikolojisi üzerinde çalışmış olan
psikanalistler eşliğinde konuşması ve
bu kesimlerin birbirlerine dair
öngördüğü “psişik gerçekler”den arınarak gerçekliğe yönelmeleri sağlanıyordu. Aralarında Kürt milliyetçilerin
de, Türk dindarların da olduğu bu
kişiler, güvenleri arttıkça çözüm üzerine tarifler çıkarmaya başlıyordu. Zamanla, bu toplantıları aldığınız
mekânları diğer kritik şehirlere kaydırarak süreci biraz daha somutlaştırıyor ve siyasilere de sürecin
gelişimine dair bilgi aktarımında bulunuyordunuz. Dantel gibi işlenerek
büyütülen bu paralel çalışmalar
yavaş yavaş ve sindirilerek ilerliyordu.” (http://t24.com.tr/haber/prof-vamikvolkan-gelecekte-islam-bagi-hayal-kurtlerkurt-turkler-turk-sef-alacak/227289)
Bunu Güneri Civaoğlu’nun 23 Mart
2013 tarihli Milliyet’te “Bakın Kimler
Yanyana” başlığıyla yazdıklarında somutlaştığını görüyoruz:
“ÖCALA"’ın “silahları bırakmak
ve silahsız siyaset yapmak zamanıdır”
söylemine kadar uzanan psikolojik
zemine bir örnek vereyim.
“Dünyanın çeşitli ülkelerinde iç
çatışmalara çözüm üretmek amaçlı
faaliyetlere danışmanlık yapan bir
simge isimdir Prof. Vamık Volkan.
“Kıbrıs Türk’üdür.
“Tıp eğitimini Türkiye’de yapmış,
sonrasında ABD’ye gitmiş psikiyatr
kariyerini “Psikopolitik” alanda derinleştirmiştir.
“Onun yönetimindeki bir toplantıda çok ilginç bulduğum bir sahne
yaşandı.
Sizin de hayretle okuyacağınızı
düşünüyorum ve yansıtıyorum.
“Toplantıda 3 kişi yan yana.
“1- Seydi Fırat.
“1962 Türkiye doğumlu bir Kürt.
“Kürt siyaseti hareketinde aktivist.
“1980’de Türkiye’yi terk etmiş. Almanya, Hollanda ve Fransa’da
yaşamış.
“Daha sonra Ortadoğu’ya dönmüş
ve PKK’nın Bekaa Vadisi’nde, Kandil
dağlarındaki PKK eğitim kamplarında kalmış.
“PKK siyasi eylemlerinde yer
almış.
“1999’da PKK’nın Türk yetkililerine teslim olmak üzere gönderdiği 7
PKK’lıdan biri.
“Türkiye’de 5 yıl cezaevinde
kalmış.
“Türkiye’de Kürt sorununun aktif
sözcülerinden biri olarak yaşamını
sürdürmüş.
“Bunlar bilinen biyografik bilgiler.
“Bilinmeyenine gelince.
“İşte ilginç olan da bu.
“MİT üst yöneticilerinden Cevat
Öneş.
“1942’de doğmuş Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra MİT Müsteşar
Yardımcılığı görevinden 2005 yılında
emekliye ayrılmış.
“Cevat Öneş, hedef isimlerden biri
olarak görülen Seydi Fırat’ın
“öldürülmesi planının” arkasındaki
isim.
“Ve...
“İkisi aynı toplantıdalar.
“Toplantıya katılanlar bu planı
orada öğreniyorlar.
“Ve de...
“Mete Yarar ...
“1967’de dünyaya gelmiş.
“Özel kuvvetlerdeki askeri yetkili
pozisyonundan emekliye ayrılmadan
önce Türkiye’nin Güneydoğu’sunda
görev yapmış.
“10 yıldan fazla bir süre PKK ile
mücadele etmiş.
“Hiçbir zaman gerçekleşmemiş olsa da Seydi Fırat’ı öldürme planını
uygulayacak kişilerden biri.
“......................
“Seydi Fırat ve Mete Yarar, kendilerinden yaşça büyük olan Cevat
22 Aralık 2010)
Bu Mersin toplantısında bazı kararlar
alınıyor ve bu kararlar daha sonra belli
merkezlere dağıtılıyor. Basında, A.
Gül’e verilen 71 öneri olarak duyulmuştu. Bizce hükümete, tüm üst düzey
devlet görevlilerine, partilere ulaştırıldı.
Kararlarda neler olduğu bugün yaşadıklarımıza ışık tutuyor. Bazılarını verelim:
* Barış sürecinin, çatışmasızlık
sürecinin devam edebilmesi için hâlâ
devam eden sınır ötesi operasyon ve
bombalamaların durdurulması.
* Hükümetin, Kürt halkının siyasi
partilerini, sivil toplum kuruluşlarını
ve kanaat önderlerini muhatap alarak
açılım konusunda cesaretli davranması.
* Türklük kavramı yerine
Türkiyeli kavramının kullanılması.
* Özerlik sisteminin de artık
tartışılır hâle getirilmesi.
* Ana dilde eğitim yapılması için
demokratik sınırlar içinde düzenlemelerin yapılması.
* Silahsızlanma konusunda devletin son derece önemli adımlar
atarak PKK’yı dağdan indirme çalış-
Öneş’e “ağabey” diye hitap ediyor.
“Hep birlikte “kanın durması,
demokratik sivil çözüm” için yol haritası çizme çabasındalar.
“Ortak akla katkı sunuyorlar.
“.....................
“Diyarbakır’daki "evruz görüntüleri işte bu tür psikolojik zemin
katkılarıyla aşama-aşama inşa edildi.
(Milliyet, 23 Mart 2013).
malarında
realiteye
uygun
çözümler geliştirmesi.
* Anayasanın özellikle ilk üç maddesinin değişmesi.
* Özellikle anayasamızda, kanunlarımızda ve diğer mevzuatta Türklüğü ön plana çıkaran, üst kimlik
olarak vurgulayan hükümlerin ivedi
olarak düzeltilmesi, çıkartılması ve
daha kapsayıcı hâle getirilmesi.
* YAŞ kararı ile terfi ettirilemeyen
askerlerin yanında, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da suça karışmış asker
ve polislerin de görevden alınması.
* Hakikatleri araştırma komisyonunun kurulması.
* Dağlara, taşlara yazılan “"e mutlu Türk’üm!” yazısının ayrışmalara
yol açtığı için silinmesi.
* Andımızın kaldırılması.
* Sonradan değiştirilen coğrafya
isimlerinin iade edilmesi.
* Cem evlerinin yasal statüye
kavuşması için Tekke ve Zaviyelerin
Kapatılması Yasası ve bunun paralelindeki yasaların yeniden gözden
geçirilmesi.
* Kılık ve kıyafetten dolayı insanların eğitimlerinin ellerinden alınması
ilkelliğine
son
verilmesi
ve başörtüsünün bütün eğitim kurumlarında serbest hâle gelmesi.
Bu raporun hazırlanma ve dağıtılma
tarihi Aralık 2010. Bu geçen yaklaşık 2.5
yılda pek çoğunun hayata geçirildiğini
görüyoruz. Volkan’ın deyişiyle “Süreç”
yürüyor.
İşte Açılım Süreci Programı
“Dantel gibi” yürütülecek çalışmaları biraz daha açalım. Ekopolitik’in
Türkiye’nin Büyük Çatısı adı altında
yapılan toplantılar zincirinin ilkinde
(Mersin, Ocak 2009, Türkiye’nin
Büyük Çatısı: Demokratikleşmeye
Doğru Türkiye’nin Ağacı), Kürt Sorununa yaklaşım tartışılıyor. Ve yetkiyle
gidiyor Volkan, önü açılıyor. “Mesela
ben Ekopolitik’te çalışırken bir defa
Mersin’e gittik. Vali, belediye başkanı,
emniyet müdürü, milletvekilleri...
Hepsiyle konuştuk, bir araya getirdik.” diyor, Milliyet’ten Zeynep Miraç ile yaptığı söyleşide. (http://gundem.milliyet.com.tr/farkinda-olmadigimiz-bir-yasi-tutuyoruz-/gundem/gundemyazardetay/08.04.2013/1690614/default.htm, 8 Nisan 2013)
Hazal Özvarış ile yapılan başka bir
söyleşide bu toplantıya “Halk Partisi
başkanı (bu Kılıçdaroğlu olsa gerek –
Kurtuluş Yolu), CHP ve AKP milletvekilleri, polis şeflerinin katıldığını”
da vurguluyor. (http://t24.com.tr/haber/prof-vamik-volkan-gelecekte-islam-bagihayal-kurtler-kurt-turkler-turk-sefalacak/227289, 8 Nisan 2013)
Bir büyük kentte valiyi, belediye
başkanını, emniyet müdürünü, parti
başkanlarını, milletvekillerini hangi
güç ve yetkiyle bir araya getirebiliyor?
Tabiî ki ABD ve uşağı TayyipGül
sayesinde... Bu toplantıya şu kişilerin de
katıldığını belirtelim: Tarık Çelenk,
Murat Sofuoğlu, Avrupa Türk İslam
Birliği Kurucu Başkanı ve eski
ülkücü Musa Serdar Çelebi, Murat
Belge, Eski MİT Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş, Muhsin Kızılkaya,
Yavuz Arslan Argun, Turan Sarıtemur, Eski Özel Harp Dairesi Subayı Mete Yarar, Ümit Fırat, Altan Tan,
Türk Ocakları İstanbul Şubesi
Başkanı Cezmi Bayram, Deniz Ülke
Arıboğan, Bekir Berkay Türkay, İdris
Ağacanoğlu, Halit Yalçın, Tahirhan
Taş, Zeynep Besi, Mehmet Alaca, M.
Duran Özkan, Metin Aktaş, Yasmina
Lokmanoğlu, Yaşar Erdem ve Erdoğan Günal. (http://www.odatv.com,
Akillerin Akilleri, Yas,
Kadınlar ve Öcalan
TayyipGül yakın zamanda emperyalist açılım politikasını halka yutturmak
için “Akil İnsanlar” seçti ve
görevlendirdi. Bu da Volkan’ın önerdiği
bir işti. Gene A. Gül’e raporu sunarken
“Siyasetin ve siyasetçilerin ön planda
olmadığı 20 – 30 kişilik özgün bir grup
oluşturularak
çalışmaların
yürütülmesi” önerisinde bulunuyor,
Volkan. TayyipGül’ün atadığı bu 63 kişi
(Volkan’ın önerdiğinden yaklaşık iki kat
fazla) içinde sınanmış satılmışlar var:
Baskın Oran, Oral Çalışlar, Can Paker, Tarhan Erdem, Etyen Mahçupyan,
Fuat Keyman, Fehmi Koru, Abdurrahman Dilipak, Kürşat Bumin, Ahmet Taşgetiren, Doğu Ergil, Erol Göka, Ali Bayramoğlu gibi... Ancak bir de
Volkan’ın Ekopolitik’ten has adamları
var: Tarık Çelenk (Ekopolitik Başkanı),
Murat Belge, Muhsin Kızılkaya, Deniz
Ülke Arıboğan, Avni Özgürel gibi... Bu
sonrakilere ise Akillerin Akilleri
Satılıklar diyebiliriz.
Volkan’ın yazılarında veya söyleşilerinde üzerinde çok durduğu, sürekli
vurguladığı önemli bir nokta da “Yas”
ve “Kadın”. Yukarıda değindiğimiz
Zeynep Miraç ile söyleşisinden aktaralım:
“*Bir yanda siyaset var, bir yanda
örgüt. Bir de biz varız. Barış süreci
içinde hayatına devam etmeye çalışanlar. Bize ne oluyor?
“- 40 bin kişi öldü. 40 bin anne var,
40 bin baba var. Kardeşler, akrabalar,
arkadaşlar, oldu iki milyon. Devamlı
yas tutan bir millet. Ama farkında
değiliz. Yasın içinde öfke vardır. Seni
öldürene öfke duyar ve ona bir şey yapamazsam içimde hınç kalır. Bunun
yanında daha derinden, daha bilinmeyen bir öfke var. Diyelim ki seninle
ben çok yakınız. Sen ansızın ölüyorsun. “"e yaptın bana” diye sana öfkelenirim. Ve doğal olarak bu öfkeyi
ifade edemez insanlar. Ancak öfke noter gibidir.
“* "asıl noter?
“- Kaybettiğini öfkeyle anlarsın.
Tasdik eder. Öfke olduğu zaman yas
normalleşir. Ama bu öfke hınçla
karışırsa karman çorman oluyor ve
çözemiyoruz. Bu nedenle de öfkeli bir
dünyanın devam etmesi için bilmeden
elimizden geleni yapıyoruz. Halkın
çoğu, bilmeden 30 seneden beri bu
öfkeyi devam ettiriyor. Bu nedenle de
bir açılım oluyor, duruyor, tekrar öfke
ortaya çıkıyor.
“* Yasımızı eksiksiz tutamadığımız
için mi?
“- Evet. Ama bunun için süreçler
gerekir. Onu doktor gibi teşhis edeceksin.” (Milliyet, 8 Nisan 2013).
Ya kadın?
Volkan kadını da sürekli ön planda
tutuyor. Yukarıda değindiğimiz Hazal
Özvarış ile yapılan söyleşide “Kadın
hakları ile Kürt mselesini birleştiriyorum”, diyor (8 Nisan 2013). Aynı
söyleşide, başka bir anda ise “Kürt
çocukları da, Türk çocukları da
yetiştirenler annelerdir. Kadınları
içine almadan olmuyor bu işler. Bazı
süreçler geliştireceksek kadınları
konuşturmak, anneleri konuşturmak
lazım”, diyor. Bu doğru sözler için ne
var bunda, denebilir. Ama işte
TayyipGül’ün “Analar Ağlamasın” sloganı da bu söylenenlere dayanıyor.
Dolayısıyla toplumda gerçekten etkili
olan “Analar Ağlamasın” sloganının
mucidi de Volkan’dır diyebiliriz.
“Süreç”te Apo’nun dedikleri de
bizce önemliydi ve büyük ölçüde Emperyalist Açılım Programını çizen
güçlerce eline tutuşturuluyordu. Volkan
bunu da ima ediyor. Zeynep Miraç ile
söyleşisinde şöyle bir pasaj yer alıyor:
“Öcalan da 21 Mart konuşmasında
din kardeşliğinin altını çizdi. Bu, barış
sürecinde bir yöntem olabilir mi sizce?
“- Öcalan’ın aklından ne geçtiğini
bilmiyorum. Bence 90 yıl geriye gitmiş
değildir. Bugün Türkiye’yi idare edenlerle fikir birliği yaptı. Sanki ona güzel
bir fikir vermiş birisi var. Bildiğiniz
gibi Türkiye’de bir kimlik değişimi
oluyor.”
Durum içler acısı, ne yazık ki...
Sonuç:
Halklar Direnecektir!
Bugün Suriye’de yaşananlar ile
ülkemizde yürütülen Emperyalist Açılım
Politikası birbirine bağlıdır. Emperyalistlerin Kürt Sorununu kanlı çözümünün
bir parçasıdır Suriye’de yaşananlar.
Dolayısıyla aslında çözüm değildir.
Kandır, gözyaşıdır, yıkımdır, imhadır.
Analar asıl emperyalist politika başarıyla
uygulanabilirse ağlayacaktır.
Tayyip “Saldır Tayyip” gazıyla hem
Suriye’ye, hem halkımıza saldırıyor.
Emperyalist politikaları gözü kapalı, insafsızca uyguluyor. Çapulculara silahları
kim veriyor, kim ulaştırıyor? Kimyasal
silahı çapulcular nereden ele geçirdi?
Bunların bilinmeyeceğini mi sanıyor?
Yukarıda gördük, Kürt Açılımı
neredeyse bire bir emperyalistlerin
çizdiği yoldan yürütülüyor. Emperyalizm nerede ulusal soruna çözüm getirmiş
ki, bu topraklarda getirsin? Kürt ve Türk
halkının bu gerçeği görüp oyunu tez
çözmesi gerek. Gerçek çözüm vatan
satıcılarının, emperyalist uşaklarının saf
dışı edilmesi ile mümkün olacaktır. Kürt
ve Türk halkı, hatta Arap halkı da eninde
sonunda gerçekleri görüp emperyalist
oyunlarını bozacaktır.
19
Yıl: 7 • Sayı: 65 / 14 Mayıs 2013
“Yılmadık Yılmayız, Kazanacağız!”
Baştarafı sayfa 20’de
larına ve düşük ücretlere “Yeter Artık!”
demek için Nakliyat-İş Sendikası’nda
örgütlenmeye başladılar ve üye oldular.
Yapılan örgütlenme çalışmaları sonucunda özellikle Yurtiçi Kargo’da çalışan işçiler sendikaya önemli sayıda
üye oldu. İstanbul, Ankara ve
Konya’da bazı Yurtiçi Kargo
Acenteleri’nde toplusözleşme yetkisi
için gerekli çoğunluk sağlandı.
Çalışma Bakanlığına yetki için başvurular yapıldı. Ancak, Yurtiçi Kargo işvereni, işçilerin anayasal hakkı olan
sendikalaşma hakkına saygı göstermeyerek, Konya, Ankara ve İstanbul’da
sendika üyesi 125 işçiyi, sendikaya üye
oldukları için işten çıkardı. İşten çıkarılan işçilere “iş daralması, performans
düşüklüğü” gibi gerekçeler söylense de
çıkarılma nedeni sendika üyeliğidir.
İşten çıkartılan işçiler Konya, Ankara
ve İstanbul’da işten çıkartıldıkları işyerlerinin
önünde
Nakliyat-iş
Sendikası öncülüğünde Direnişlere
başladılar.
Konya’da, Yurtiçi Kargo Aktarma
Merkezi önünde 129 gündür,
Ankara’da, Yurtiçi Kargo Opera, Ataç
ve Meşrutiyet şubeleri önünde 108
gündür, Gebze’de, Yurtiçi Kargo
Çayırova Aktarma Merkezi önünde
101 gündür, İstanbul’da Yurtiçi Kargo
Kadıköy Şubesi önünde 111 gündür,
Yurtiçi Kargo Haramidere Aktarma
Merkezi önünde 108 gündür Direnişler
devam ediyor.
Direnişte bulunan işçilere işverenler tarafından, davalarını satmaları için
rüşvetler, ajanlıklar teklif edildi. Ama
işçiler bu onursuzluğu ellerinin tersiyle
ittiler. Direnişçilere çok sayıda dava
açıldı; suç duyurularında bulundular.
Gözaltılar oldu. Her gün ifade için karakola gidip geldiler. Ama işçiler kararlı duruşlarını bozmadı, geri adım atmadı. Mücadelelerine ilk günkü kararlılıkla devam ediyorlar. Kararlıklarını
Fransız Konsolosluğunu işgal ederek,
Yurtiçi Kargo Aktarma Merkezi’ne girerek, MNG Kargo’da yine sendikalaştıkları için işten atılan işçilerle Sınıf
Dayanışmasında bulunarak gösterdiler.
Ve Yurtiçi Kargo İşçileri; işsizliğe,
yoksulluğa, açlığa, sömürüye, baskıya,
işçi kıyımlarına, taşeronlaştırmaya, kölece çalıştırılmaya, kıdem tazminatımızın gasp edilmesine, emperyalizme,
AKP’nin işçi-sendika düşmanı politikalarına, şovenist kışkırtmalarına karşı direnmek, örgütlenmek, mücadele
etmek için “milyonlar aç, milyonlar
işsiz işte sizin kapitalist düzeniniz”
demek için 1 Mayıs’ta Taksim
Meydanı’nı zorlayanlar arasında en
öndeydi.
“İşçi ve Sendika düşmanlığı yapan Yurtiçi Kargo ile çalışmıyoruz.
Yurtiçi Kargo’yu Boykot Ediyoruz”
adlı imza kampanyası çerçevesinde;
Konya’da, Gebze’de Ankara’da,
İstanbul’da stantlar açıldı, binlerce imza toplandı. Açılan bu stantlar sonucunda Yurtiçi Kargo’nun iş hacminde
düşüşler oldu.
Yurtiçi Kargo Direnişi’ne birçok siyasi parti, sendika ve halk örgütü destek vererek, yazılı ve sözlü olarak
Yurtiçi Kargo ile çalışmayacaklarını
bildirdiler.
Direnişe uluslararası destekler ve
ziyaretler gerçekleşti. Direnişi ziyaret
eden ve mücadeleye destek verenler
arasında Fransa İşçi Sendikaları
Konfederasyonu
Genel
Başkan
Yardımcısı Pierre Coutaz, Fransa
Öğretmenler Sendikasından (FO)
Marjorie Alexandre ve İTUC Asya
Koordinatörü Jeff Vogt vardı. Bu ziyaretlerin özellikle Fransa’dan gelen sendikacılar tarafından yapılmış olması
ayrı bir önem arz etmektedir. Çünkü
Yurtiçi Kargo’nun yüzde 25’i
Avrupa’nın önde gelen paket taşıma işi
yapan gruplarından Fransız La Poste’a
bağlı
GeoPost
firmasınındır.
Ziyaretçiler, Yurtiçi Kargo/Geopost
Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım
Örgütü Genel Direktöründen
Fidel’e Mektup
Baştarafı sayfa 20’de
korumak istemezse, bunu nasıl
yapacağını bilmezse ya da bu konuda
yeterince akıllı davranmazsa, bugün
açlıktan ölen insanlar için çalan ziller
yarın tüm insanlık için çalacaktır”,
diyerek tamamlamıştınız.
Bahsettiğim o zirveden sonra yapılan
bir basın toplantısında, hedef başarılsa bile
hâlâ insanların açlık felaketinden
kurtulamamış olan diğer yarısı için ne
söyleneceğini
bilmediğinizi
ifade
etmiştiniz. Bunlar bugün de tüm önemini
ve değerini koruyan düşüncelerdir.
O zamandan bu zamana 17 yıl geçti ve
büyük bir memnuniyetle size şunu
bildiriyorum; tarihinde ilk kez üye
ülkelerin kararı gereğince, önümüzdeki
Haziran ayında Roma’da gerçekleşecek
olan FAO Konferansında açlığı tamamen
yok etme hedefi örgütümüzün bir numaralı
amacı olarak kabul edilecektir.
Bu toplantıda Küba ve açlığı yok etme
konusunda en fazla başarı gösteren 15 ülke
onurlandırılacaktır. Bu ülkelerin hepsine
zirve
hedefini
zamanından
önce
gerçekleştirdiklerine dair birer sertifika
verilecektir. Küba’ya eşlik eden ülkeler
Ermenistan, Azerbaycan, Şili, Fiji,
Gürcistan, Gana, Guyana, Nikaragua,
Peru, Samoa, Demokratik Sao Tome ve
Principe Cumhuriyeti, Tayland, Uruguay,
Venezuela ve Vietnam’dır.
Ülkeniz tarafından ulaşılan önemli
başarıdan dolayı tebriklerimi yineleyerek
iyi olmanızı arzular, size ve tüm Küba
Halkına başarılar dilerim.
En derin saygı ve takdirlerimi sunarım.
Direnişinin zaferle sonuçlanmasının
tüm İşçi Sınıfının başarısı olacağını belirterek “Siz kazanırsanız biz de kazanmış olacağız” dediler.
Dünya Sendikalar Federasyonu
(WFTU)’da Yurtiçi/ GeoPost Direnişçi
İşçilerinin mücadelesinin yanında olduğunu bildirdi.
Biz Kurtuluş Partililer, Yurtiçi
Kargo İşçilerinin bu onurlu, haklı mücadelesinde her zaman yanlarındayız.
İstanbul İl Örgütü olarak en son; 11
Mayıs günü, 108 gündür Haramidere
Aktarma Merkezi önünde direnişte
olan işçileri ziyaret ettik.
Sık sık “Kargo İşçisi Köle
Değildir”,
“Yurtiçi
Kargo’ya
Sendika Girecek Başka Yolu Yok”,
“Yılmadık Yılmayız, Kazanacağız”,
“Yaşasın Yurtiçi Kargo Direnişimiz”
sloganlarını attık.
Kurduğumuz sofrada yaptığımız samimi sohbetlerimizle devam etti, ziyaretimiz. Sohbette; toplumlarda sınıf
mücadelelerinin olduğu ve işçilerin bu
mücadelenin en onurlu savaşçıları olduğu vurgulandı.
Direniş Çadırını hiç boş bırakmıyor, Yurtiçi Kargo İşçisi. Kendi gelemeyenin yerine eşi ve çocuğu geliyor
her gün çadıra. Yurtiçi Kargo İşçisi,
Direnişi etiyle, kemiğiyle sahiplenmiş
durumda. Gelecek hafta düğünü olacak; Direnişçi İşçilerden birinin düğününün bir kısmı bile Direniş Çadırının
önünde yapılacak. Ne sıcak, ne soğuk,
ne polis, ne zabıta onlara bir an geri
adım attıramadı. Onlar kendi güçlerinin farkındalar. Üyesi oldukları
Nakliyat-İş
Sendikası’na
ve
Önderliğine sonsuz bir güven duyuyorlar ve zafere inançları tam. Biz de
Yurtiçi Kargo İşçilerinin bu onurlu
Direnişini bir kez daha selamlıyoruz.
Yurtiçi Kargo işçisinin, bu haklı ve
onurlu mücadelesi DİSK Nakliyat-İş
Sendikası öncülüğünde zaferle taçlanacaktır.
İstanbul’dan
Kurtuluş Partililer
Baştarafı sayfa 20’de
İlçe Yöneticisi Özgür Gülsoy Yoldaş
okudu. Açıklamada Mustafa Kemal’in
ve
Birinci
Kuvayimilliyecilerin
Antiemperyalist, Antifeodal tutumuna
vurgu yapıldı, bugün bu kazanımların tümünün emperyalistler ve Tayyipgiller tarafından yok edilmek istendiği ortaya
konuldu. 23 Nisan’ın ayrıca Çocuk
Bayramı olarak kutlandığı hatırlatılırken,
günümüz iktidarının çocukların geleceklerine de düşman olduğunun, 4+4+4
Roma, 29 Nisan 2013
Jose Graziano da Silva
mücadele haklarınıkullanarak 17 Nisan’da PTT Düzce Başmüdürlüğü
önünde Direniş başlatmışlardı.
En son 6 Mayıs Pazartesi günü ise
işveren bir işçiyi daha “iş daralması”
bahanesi ile işten atmıştır.
İşverenin bu işçi-sendika düşmanı
tutumunu protesto etmek için Nakliyatİş Sendikası 9 Mayıs Perşembe günü
PTT Düzce Başmüdürlüğü önünde bir
basın açıklaması yaptı. Basın açıklamasına sendika üyelerinin yanı sıra bölgede bulunan işyeri temsilcileri,
Birleşik Metal-İş Sendikası Düzce Temsilcisi Talat Çelik ve KESK’e bağlı sendikaların yönetici ve üyeleri katıldılar.
Basın açıklaması sendikamız Örgütlenme Daire Başkanı Erdal Kopal tarafından yapıldı. Erdal Kopal yaptığı
konuşmada, işverenin işçilerin en
doğal hakkı olan sendikaya üye olma
hakkına saygı göstermediğini, bu nedenle de Anayasal suç işlediğini ifade
etti. Ayrıca işverenin üyelerini asılsız
gerekçelerle işten attığını ve yasal
haklarını da vermediğini belirtti.
Sendika olarak üyelerimizin yasal
haklarının verilmesi için bu konuda
mücadele edileceğini ve üyelerinin
sendikalı toplu iş sözleşmeli olarak işlerine geri dönünceye kadar her türlü
meşru ve haklı mücadele yöntemlerinin kullanılacağını söyledi.
Taşeron sistemini de eleştiren Erdal
Kopal, taşeron yöntemi ile işçilerin
kıdem tazminatlarının gasp edildiğini, düşük ücretlerle işçilerin köleden beter çalışma koşullarında
çalıştırıldığını, bu taşeron cehennemine müsaade etmeyeceklerini belirterek, basın açıklamasını bitirdi.
Basın açıklamasında sık sık “Taşeron İşçisi Köle Değildir”, “Atılan İşçiler Geri Alınsın”, “Yaşasın DİSK
Yaşasın akliyat-İş”, “İşçiyiz Haklıyız Kazanacağız”, “İşçi Kıyımına
Son”, “Yaşasın Düzce PTT Direnişimiz” sloganları atıldı.
Baştarafı sayfa 20’de
Sendikamız Gebze Şubesi, işyerinin
örgütlenmesinden, direnişe, işgal eylemine kadar Birleşik Metal-İş sendikası
ile işçilerle dayanışma içerisinde olmuştu.
İşçilerin,
Birleşik
Metal-İş
Sendikası Gebze Şube Başkanı
Necmettin Aydın’la vinçlere çıkarak
yapmış olduğu işgal eylemi sırasında
dayanışma amacıyla orada bulunan
DİSK, Nakliyat-İş ve Birleşik Metal-İş
yöneticilerine, işçilere Gebze Emniyet
Müdür Yardımcısı
Süleyman
Kaçmaz’ın talimatı
ile biber gazı-coplu
saldırısı olmuştu.
Bu sırada sendikamız Örgütlenme
Daire
Başkanı
Erdal Kopal ona
yakın polisin saldırısı ile yaka-paça gözaltına alınmış, biber gazı, cebir, şiddetle darp
edilmiştir. Kitlenin tepkisi sonucu belirli bir süre sonra serbest bırakılmıştı.
Başta o dönem Gebze Emniyet
Müdür Yardımcısı olan şu an Darıca
Emniyet Müdürü olan Süleyman
Kaçmaz’ın şikâyeti üzerine Gebze 5.
Asliye Ceza Mahkemesi tarafından
Erdal Kopal hakkında Güvenlik
Görevlilerine (polise) hakaret, direnmek, görev yaptırmamaktan dava
açılmıştı.
Erdal Kopal’ın şikâyetine ise hastaneden darp edildiğine ilişkin rapor
almasına karşın Gebze Cumhuriyet
Savcılığı takipsizlik kararı vermiştir.
Yapılan yargılama sonucu Gebze 5.
Asliye Ceza Mahkemesi, MUTAŞ
İşvereni
ve
Gebze
Emniyet
Müdürü’nün (şu an Darıca Emniyet
Müdürü) istemleri, beklentileri ve yönlendirmeleri doğrultusunda karar ver-
miştir.
Sendikamız Örgütlenme Daire
Başkanı Erdal Kopal’a, Gebze 5.
Asliye Ceza Mahkemesi tarafından 17
Nisan 2013 tarihinde yapılan duruşma
sonucunda Kamu Görevlilerine karşı
görevinden dolayı hakaret suçundan
sonuç olarak 1 yıl 15 gün hapis cezası, verilen bu cezanın ertelenmesi ve
TCK 51/3’e göre 2 yıl denetim süresi
belirlenmiştir. Polis memuruna karşı görevi yaptırmamak için direnme
suçundan da 5 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına bunun da para cezasına çevrilmesine karar verilmiştir.
Gebze
5.
Asliye
Ceza
Mahkemesi’nin vermiş olduğu ceza
kararları mücadeleci İşçi Sınıfı
Sendikacılığına, sınıf dayanışmasına
verilen haksız, adaletsiz, işçi-sendika
düşmanı bir karadır.
Sendikamıza,
yöneticilerimize,
temsilci ve üyelerimize yönelik baskılar, gözaltılar, tutuklamalar, hapis cezaları, cezaevleri bizleri, sendikamızı yıldıramaz.
Sendikamız DİSK’in, devrimci
sendikal mücadelesinin ilkeleri, gelenekleri ile mücadelesine devam edecektir. 18.04.2013
Nakliyat-İş Sendikası
Genel Yönetim Kurulu
AB-D Emperyalistlerine ve Yerli Uşaklarına Karşı Ulusal Egemenlik
Parolasıyla Savaşma Günü olan 23 Nisan’ı alanlarda Kutladık
Düzce PTT’de İşçi Kıyımına Son!
Baştarafı sayfa 20’de
Nakliyat-İş Sendikası Örgütlenme
Daire Başkanı’na hapis cezası
Kesintili Eğitim Sistemi ile çocukların
geleceklerinin daha da karartıldığının altı çizildi.
Basın açıklaması sırasında sık sık
“Kahrolsun AB-D Emperyalizmi”,
“Gün gelecek devran dönecek,
Tayyipgiller halka hesap verecek”,
“Yaşasın Demokratik, Laik, Tam
Bağımsız Türkiye” sloganları atıldı.
İstanbul’dan
Kurtuluş Partililer
***
İzmir
Bilindiği gibi, 94 yıl önce Batılı
Emperyalistler kutsal vatan topraklarımızı işgal etmişler ve güzel yurdumuzu yakıp yıkarak Halkımızı teslim almak istemişlerdi. Ancak Mustafa Kemal önderliğinde silaha sarılan Türkiye Halkları
Birinci Antiemperyalist Ulusal Kurtuluş
Savaş’ımızı başlatmış, ilkin emperyalistler karşısında dağınık haldeki güçlerin
birleştirilmesi için toplantılar yaparak,
yayımladıkları bildirilerle, genelgelerle
milletin kendi kaderini eline alması gerektiği vurgulanmıştı. Emperyalist işgale
karşı tam bağımsızlık şiarı ile dernekler
kurulmuştu. Bütün bu girişimler 23
Nisan 1920’de Ankara’da Türkiye
Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşu ile
taçlanmıştı.
Batılı Emperyalistlere karşı yürütülen
Bağımsızlık
Savaşı’nın komuta
merkezi olan TBMM,
savaşın kazanılmasında önemli bir işlev
üstlendi. Dört yıl süren zorlu bir savaşın
sonucunda da emperyalistler ülkemiz topraklarından kovuldu.
O zamanlar yenilgiye uğratılan sadece
Batılı Emperyalistler
değildi. Halkımızı bu
emperyalistlere teslim
olmaya çağıran ve onlarla işbirliği yapan
Hilafet ve Saltanat savunucuları da hak
ettikleri dersi almışlardı.
Ancak aradan geçen 94 yıldan bu yana Birinci Ulusal Kurtuluş Savaş’ımızın
kazanımları birer birer aşındırıldı. Bu kazanımlar son 11 yılda da Ortaçağcı
Tayyipgiller tarafından tırpanlanmakta
ve halkımız Birinci Ulusal Kurtuluş
Savaş’ımızın değerlerine hızla yabancılaştırılmaktadır.
Son yıllarda olduğu gibi bu yıl da
Cumhuriyetin Meclisinde görev yapan
ve yönetim koltuklarını işgal eden
Ortaçağcılar, 23 Nisan’ın içini boşaltmaktadırlar. Cumhurbaşkanlığı ve
Başbakanlık makamını işgal eden bu
Ortaçağcılar artık kutlama törenlerine
dahi katılmaz oldular. İşte bu nedenle
Ulusal Egemenliğimizin simgelerinden
olan 23 Nisan’a sahip çıkmak bu yıl da-
ha da bir önem arz etmektedir.
Bunun için HKP İzmir İl Örgütü olarak 23 Nisan 2013 günü İzmir
Fuarı’ndaki TÜYAP Kitap Fuarı’nın girişinde bir kutlama etkinliği gerçekleştirdik. Genel Merkezimiz tarafından hazırlanan açıklama metni genç bir arkadaşımız tarafından okundu. Halkın yoğun ilgi gösterdiği etkinliğimizde sık sık;
“Emperyalistler,
İşbirlikçiler
Geldikleri
Gibi
Gidecekler”,
“Kahrolsun AB-D Emperyalizmi”,
“Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız”
gibi sloganlar atıldı.
İzmir’den
Kurtuluş Partililer
***
Ankara
Bu toprakların İkinci Kurtuluş
Savaşçıları, Birinci Antiemperyalist
Kurtuluş Savaş’ımızda Yörük Ali Efe
Çetesi’nde elde silah Emperyalist Yedi
Düvele karşı mücadele eden Hikmet
Kıvılcımlı’nın öğrencileri olan biz
Kurtuluş Partililer, Birinci Kurtuluş
Savaşçılarının Kumanda Merkezi
TBMM’nin kuruluş yıldönümü olan 23
Nisan’da
Ankara’da
Kızılay
Meydanı’nda Halkımıza 23 Nisan
Bildirilerimizi ulaştırdık.
İşçi Sınıfının Birlik, Mücadele ve
Dayanışma Günü olan 1 Mayıs nedeniyle Karanfil Sokak’ta açmış olduğumuz
standımızda da 23 Nisan Bildirilerimizi
yoğun şekilde dağıttık. 23 Nisan’ları, 19
Mayıs’ları, 29 Ekim’leri ortadan kaldırmak,
Antiemperyalist
Kurtuluş
Savaşı’mızın Önderi Mustafa Kemal’i
unutturmak
isteyen
AB-D
Emperyalistlerine ve yerli satılmış
Tayyipgiller’e inat, her 23 Nisan’da,
19 Mayıs’ta, 29 Ekim’de, 10 Kasım’da
alanlarda olmaya devam edeceğiz.
Ankara’dan
Kurtuluş Partililer
D
Yurtiçi Kargo, Direnişçilere geri adım attıramadı!
“Yılmadık Yılmayız, Kazanacağız!”
İSK
Nakliyat-İş
Sendikası,
eylül
ayından bu yana
kargo ve lojistik işletmelerinde “İnsanca Yaşayabilecek Bir Ücret ve İnsanca
Çalışma Koşulları İçin
Sendikalı Ol! akliyat-İş’e
Üye Ol!” kampanyası yürütüyor.
Bu çerçevede yapılan yoğun örgütlenme faaliyeti sonucunda, kargolarda çalışan
işçiler, çalışma saatlerinin
uzun olmasına, ağır iş koşulDevamı sayfa 19’da
K urtuluş Partisi, faaliyetlerini
engelleyen Gaziantep Valiliğine
dava açtı
G
eçtiğimiz günlerde
Halkın Kurtuluş
Partisi tarafından;
tüm dünyanın gündeminde
olan, AB-D Emperyalistlerinin Suriye’de çıkarttıkları savaş, Tayyipgillerin bu
savaşta aldıkları rol ve topraklarımıza patriot füzeleri
yerleştirilerek tarafı olmadığımız bir savaşa sürük-
lenmemizi eleştiren, “Ey
Amerika, Sen de, ATO’n da, Uşakların da
Yıkılacaksınız! Lanetle
Anılacaksınız!” sloganın
bulunduğu afişler hazırlanıp basılmıştı. Ancak afişler basılır basılmaz İstanbul 1 No’lu Hâkimliği (Özel
Devamı sayfa 17’de
HKP, Halkların Gerçek Kardeşliğinin Savunucusudur
“Ermeni Soykırımı” Yalanı
Emperyalistlerin Halkları Birbirine
Boğazlatma Planıdır
Nakliyat-İş Sendikası’ndan
Koç Holding’e bağlı Migros
İşvereninin Sendikamıza karşı
açmış olduğu Maddi-Manevi
Tazminat Davaları reddedildi
S
endikamız, İzmir’de faaliyet gösteren ve daha
sonra MİGROS bünyesine alınan TANSAŞ’ın alt işvereni A-LOJİSTİK A.Ş işyerinde
çalışan 300 civarındaki işçiyi
30 Haziran 2006 tarihinden itibaren üye yapmaya başlamış ve
5 Temmuz 2006 tarihi itibariyle
de çoğunluğu sağlayarak Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na yetki başvurusu yapmıştı. Bu tarih itibariyle de işyerinde TİS yapma yetkisini almıştı.
Ancak sendikamızın işye-
rinde örgütlendiğini öğrenen işveren, 6 ve 7 Temmuz 2006 tarihlerinde işçilerle toplantılar
yaparak ve işyerine noter getirerek sendikadan istifa etmeleri
için baskı yapmıştı. Bunda başarılı olamayınca da ilk etapta
10, ardından da 25 üyemizi işten çıkartmıştı.
Daha sonra da yeni bir hile
yöntemine başvurarak, “TANSAŞ’ın MİGROS’a iltihak ettiği” gerekçesiyle Taşeron firma
İSK
Nakliyat-İş
Sendikası yaptığı
açıklamada Örgütlenme Daire Başkanı Erdal
Kopal’a Sendikal Mücadele-
2010 yılında Konfederasyonumuz üyesi Birleşik Metal-İş Sendikası, Gebze’de
bulunan MUTAŞ işyerinde
örgütlenmiş ve toplu iş söz-
D
Nakliyat-İş Sendikası Örgütlenme
Daire Başkanı’na hapis cezası
den-Dayanışmadan dolayı
Gebze 5. Asliye Ceza Mahkemesinin Kamu Görevlilerine (Polise) Karşı Hakaret, Direnme, Görevini
Yaptırmamadan verilen
hapis cezasını protesto ettiğini açıkladı. Yapılan basın
açıklamasını yayımlıyoruz:
H
İstanbul
alklarımızın haklı
ve meşru Direnişi
olan Birinci Kuvayimilliye Savaş’ımızın kumanda merkezi olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışı ve Türkiye
Halklarının kendi kaderini
eline alışının cisimleştiği
23 Nisan’ın 93. yıldönümünde, Kurtuluş Partililer
olarak Bakırköy’de bir basın açıklaması düzenledik.
Açıklamayı
Halkın
Kurtuluş Partisi Bakırköy
Devamı sayfa 19’da
leşmesi için yetki almıştı. İşveren, işçi-sendika düşmanlığı yaparak işçileri işten çıkarmıştı. Birleşik Metal-İş
üyesi işçiler de direnişe başlamış ve vinçlere çıkarak işgal eylemi yapmışlardı.
Devamı sayfa 19’da
Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım
Örgütü Genel Direktöründen
Fidel’e Mektup
Sevgili Yoldaş:
Size Birleşmiş Milletler Gıda
ve Tarım Örgütü (FAO)’nun
Genel
Direktörü
sıfatıyla
seslenmenin onurunu yaşıyorum.
Sizi ve tüm Küba Halkını, 1996
yılında Roma’da gerçekleştirilen
Dünya Gıda Zirvesi’nde alınan
“her bir ülkedeki yetersiz
beslenen insan sayısını 2015
yılına kadar yarı yarıya azaltma”
hedefini vaktinden önce hayata
geçirdi-ğiniz
için
tüm
Haberi sayfa 12’de
AB-D Emperyalistlerine ve Yerli
Uşaklarına Karşı Ulusal Egemenlik
Parolasıyla Savaşma Günü olan 23
Nisan’ı alanlarda Kutladık
Devamı sayfa 17’de
A
Obama’dan Tayyip’e:
“Saldır Tayyip!”
BD Emperyalizmi “Saldır tan ekibi oldu. Ve aralarında PentaTayyip” dedikçe, gazı yiyen gon, ABD Dışişleri Bakanlığı ve
Uşak Tayyip, hem Suriye’de CIA’de çalışmış Ortadoğu uzmanEsad Rejimine höykürüyor, hem de larının yer aldığı ekipler, senaryo
coşkuyla Türkiye’yi parçalamak için uyarınca temsil ettikleri ülkeler adıdavranıyor. Biz biliyoruz ki bu ikisi za- na kararlar aldı. Ve bir gün süren
ten birbirinden ayrılmaz. Türkiye’nin simülasyonun ardından da ABD ve
parçalanış süreci Suriye’nin parçalanış bölgedeki iki yakın müttefiği
Türkiye ile Suudi Arabistan’ın 2013
sürecinden ayrı değildir.
Önce sözde “Muhalif” çapulcuların isanı’nda hangi durumda olacakkimyasal silah (sarin gazı) kullanması, ları tahmin edilmeye çalışıldı.
“Simülasyonun en kilit ülkesi
bundan hemen sonra Reyhanlı’daki
provokasyon, yeni bir “Saldır Tayyip” Türkiye’ydi. Çünkü hem ABD, hem
gaz verişidir Tayyip’e. Nitekim Yandaş Suudi Arabistan ekipleri, oyun
Basın ağız birliği edip hızla bu CIA boyunca atacakları adımlarda önce
provokasyonlarını hemen Esad’a ya- Türkiye’yi gözledi, Türkiye’den lidmamaya çalışmıştır. Oysa durum açık- erlik beklendi. Türkiye ise hiçbir
tır. Geçen yıl bu CIA operasyonu, Hür- aşamada tek başına hareket etme ve
riyet’te Tolga Tanış’ın haberi ile basına olaylara tek başına müdahale etme
olmadı.
Son
derece
sızmıştı. Tolga Tanış’ın “O Bomba yanlısı
ABD’de Oynanmış” başlığı ve “AB- muhafazakâr bir politika izleyen
D’nin en önemli 3 düşünce kuruluşu Türkiye ekibi, özellikle ABD ve A27 Haziran 2012 tarihinde liberal- TO’nun bir askeri müdahale durulerin kalesi olarak bilinen Brook- munda yanında olması ve uluslararası meşruiyet
ings’te bir araya
şartı aradı. Senarygelerek
Suriye
onun en kritik kıskriziyle ilgili savaş
mını da bu denge
oyunu oynadı” alt
oluşturdu. Türkiye
başlığıyla verilen
oyunun
sonuna
haberinde şu önemli
kadar Suriye’ye tek
bilgiler veriliyordu:
başına müdahale
“ABD’nin en
etmekten
önemli düşünce kukaçındı. ABD ve
ruluşlarının
27
Suudi Arabistan
Haziran’da Washise
ington‘da çok
AB-D Emperyalistlerinin Reyhanlı ekipleri
Türkiye’yi
buna
çarpıcı bir “savaş
Provokasyonu
zorladı.
oyunu” oynadıkları
“Önce
Suriye’deki
olaylarda
ortaya çıktı. Düşünce kuruluşlarının
Suriye’ye ilişkin senaryosu dikkate ölenlerin sayısının artması meselesi
alındığında, son günlerde Türkiye’de gündeme geldi. Türkiye yine müdayaşanan gelişmelerin iki ay önceden haleden uzak durdu. Bu kez
öngörüldüğü anlaşılıyor. Hürriyet’in Suriye’den kaçan mültecilerin sayısı
edindiği bilgiye göre, simülasyonda, arttı. Bu da Türkiye’nin müdahaleAğustos 2012’den isan 2013’e sine yetmedi. Senaryonun ilerleyen
kadar
bölgede
yaşanacaklar kısımlarında ne zaman ki Türkiye’de
bombalama olayları başladı. Tüm
tartışıldı.
“Washington’daki düşünce kuru- dengeler değişti. Ve sonunda
luşları tarafından çok sık tekrar- Türkiye, Suriye’ye tek başına
lanan simülasyonlardan biri olan girmek zorunda kaldı. Böylece
çalışma, pek alışılmadık bir biçimde ABD ve Suudi Arabistan ekiplerinin
liberallerin kalesi Brookings ve istediği oldu, Türkiye Suriye’ye bir
Cumhuriyetçilerin toplandığı Ameri- askeri müdahaleye başladı.” (Hürcan Enterprise ile Savaş Çalışmaları riyet, 24 Ağustos 2012)
Senaryo Nisan 2013’e kadar olaEnstitüleri tarafından ortaklaşa
yürütüldü. Brookings Enstitüsü, cakları koyuyordu. Önce Gaziantep’te,
simülasyonun sonuçlarını önceki sonra Cilvegözü’nde bombalamalar
hafta 11 sayfalık bir memoya oldu. Bu arada Suriye’den kaçış teşvik
dönüştürüp üyelerine de dağıttı. An- edildi. Ve en son 11 Mayıs’ta kanlı
cak kural gereği, bir gün süren savaş Reyhanlı provokasyonu uygulandı. Bir
oyununa katılanların ismini ve üz- ay kadar bir gecikmeyle aynen
erinde konuşulan senaryoyu açıkla- yürütüldüğünü görüyoruz senaryonun.
Amaç, halkın gözünü boyayarak
madı.
“Hürriyet’e bilgi veren kay- Türkiye Kamuoyunu Esad Yönetimi’ne
naklar, savaş oyununun üç grup karşı yürütülecek haksız saldırılara
hazırlamaktır.
halinde oynandığını
anlattılar.
Bu senaryonun oluşturulduğu
Buna göre bir grup ABD, bir grup
Türkiye, bir grup da Suudi ArabisDevamı sayfa 18’de
samimiyetimle kutlarım.
Mutlaka hatırlayacağınız gibi, o zirvede varlığınızla bizi
onurlandırmış ve kısa fakat etkili bir konuşma
gerçekleştirmiştiniz ki bu konuşmanız örgütümüzün kollektif
belleğinde hâlâ canlıdır. Sözlerinizi, “Eğer insanlık kendini
Devamı sayfa 19’da
D
Düzce PTT’de
İşçi Kıyımına Son!
Kurtuluş Yolu
İSK/Nakliyat-İş Sendikası’nın örgütlenme çalışmaları sonucunda PTT Düzce Başmüdürlüğünde taşeron olarak çalışan işçiler sendikaya üye olmuş, bunu
duyan işveren de 9 işçiyi işten atmıştı. Atılan işçiler en meşru
Devamı sayfa 19’da
Ç
I
K
I
R
O
Y

Benzer belgeler

55.sayıya ulaşmak için tıklayınız

55.sayıya ulaşmak için tıklayınız Bizde zaman aşımı yoktur! Bizde insanlığa karşı işlenmiş suçların affı yoktur! Bilin ve unutmayın!

Detaylı